You are on page 1of 501

EDEBİYATLAŞAN

VERGİLER
Cazim Gürbüz
Edebiyatlaflan Vergiler Vergi ve Muhasebede Çok
Bilinmeyenler

YAZAR / Cazim Gürbüz

MÜTERC‹M /

YAYIN YÖNETMEN‹ / O¤uzhan Cengiz

K‹TAP ED‹TÖRÜ / Ümmühan Cengiz

KAPAK TASARIMI / Sabahattin Kanafl

‹Ç TASARIM / Yusuf Kanafl

BASKI / Altan Matbaa Ltd. fiti

B‹R‹NC‹ BASIM / Kas›m 2006

ISBN / 975-6217-30-8

© Bilge O¤uz Yay›nc›l›k San. ve Tic. Ltd. fiti.


‹rtibat : Barbaros Bulvar›. ‹BA Bloklar›. 14 / 1 Kat : 3
Daire : 8 Balmumcu / Befliktafl ‹STANBUL
Tel : (0212) 288 65 42 Faks : (0212) 288 65 27
EDEBİYATLAŞAN VERGİLER

VERGİ VE MUHASEBEDE ÇOK BİLİNMEYENLER

Cazim GÜRBÜZ
ÖZGEÇMİŞ

1948 yılında Bayburt’ta doğdu. Atatürk Üniversitesi İşletme Fa-


kültesi’ni bitirdi. Ziraat Bankası’nda memurluk, Tekel ve Türk Stan-
dartları Enstitüsü’nde başmüdürlük ve bölge müdürlüğü görevlerinde
bulundu. Erzurum Meslek Yüksek Okulu’nda iki yıl Banka Muhasebe-
si ve Ticari Hesap dersleri verdi. Bu görevlerin ardından, bir süre özel
sektörde çalıştıktan sonra, uzun yıllar Serbest Muhasebeci Mali Mü-
şavir olarak hayatını sürdürdü. 2000-2001 yıllarında Toprak Mahsulle-
ri Ofisi Genel Müdürlüğü Yönetim Kurulu üyeliği yaptı. 2001 yılında,
girdiği mesleki sınavı kazanarak Yeminli Mali Müşavir oldu. Evli ve
iki çocuk babası olan Câzim Gürbüz, Kocaeli-İzmit’te oturuyor ve Ye-
minli Mali Müşavir olarak ekmeğini kazanıyor.
Şiir Defteri Yayınları arasından çıkan ve 1990 ile 1993 yıllarında
birinci ve ikinci baskıları yapılan “Ateşkes Çağrısı” ile 1993 yılında yi-
ne aynı yayınevince yayımlanan “Saman O Yana, Buğday Bu Yana” ad-
lı iki şiir kitabı var. Şiir Defteri Dergisi’nin 1992 yılında açtığı yarışma-
da, dergi okurlarının oylarıyla, “İkinci Ürün” adlı şiiri, ikincilik ödülü
aldı.
fiAN VERGILER
6 / EDEBIYATLAfiA

1992 yılında Azerbaycan Yazarlar Birliği’nin davetlisi olarak


Azerbaycan’a gitti.
Şiir dışında; öykü yazıyor, bir de radyo oyunu var. Şiir, öykü ve
yazıları; Şiir Defteri, İlkyaz, Edebiyat Güncesi, Kardaş Edebiyatlar ,
Türkiye Günlüğü, Gölge, Beşparmak, Güneysu, Tarla, Yeni Ufuk, Ni-
san Bulutu, Yeni Adana, Hazer (Azerbaycan), Kirpi(Azerbaycan), Yol
(Azerbaycan), Şafak (Batı Trakya), Bay (Yugoslavya) ve Yurt (Irak)
adlı dergi ve gazetelerde yayımlandı.
Câzim Gürbüz, amatör olarak, gazeteciliğin haberden köşe yazısı-
na,röportaja dek, birçok dalında ürünler verdi. Türk Haberler Ajansı,
Güneş ve Ortadoğu gazetelerinde muhabirlik yaptı. Ortadoğu Gazete-
si’nde “Azerbaycan’a Şiir Seferi” ve “Çoruh Çağlar Ninni Söyler” ad-
lı gezi notları yayımlandı. Bu gazetede (Ortadoğu) köşe yazarlığı da ya-
pan Gürbüz, 1998-2003 yılları arasında aralıksız olarak Büyük Kurul-
tay Gazetesi’nde haftalık kültür-sanat yazıları yazdı. Aralık 2003’den
bu yana, haftalık yazılarına Yeniçağ Gazetesi’nde devam ediyor.
Mesleki konularda (vergi-muhasebe), çeşitli yayın organlarında
yayımlanmış çok sayıda makalesi bulunmaktadır.
SÖZBAŞI

Muhasebe mesleğinin yasal en yüksek doruğu, yeminli mali mü-


şavirliktir. Bu doruğa çıkmayı nasip eden Yüce Tanrım’a ne kadar şük-
retsem azdır. Edebiyatın doruğu ise pek çok, belki de sonsuz. Hangisi-
ne çıksan, daha büyüğü olduğunu algılıyorsun. Bir ömür yetmiyor bu
dorukları fethetmeye. Benim bu bağlamdaki cehdim, doruk fethetme
değil; “çünkü o orada...” diyerek, zevkle ve şevkle tırmanmaktır.
Muhasebe ve dolayısıyla vergi ile bunca yıl haşır neşir olursunuz,
ekmeğinizi bunlardan kazanırsınız, işinizi iyi yapmaya gayret edersi-
niz; öte yandan gece ve gündüz kalem ve kitap elinizden düşmez, ya-
zar ve okursunuz durmadan. Bu birbirine karşıt gibi görünen ya da al-
gılanan iki hayat yolu, iki yetenek, iki merak, sonunda tatlı bir ortaklı-
ğa vardı. Okuduğum kitaplarda, vergi ve muhasebe ile ilgili, ilginç ve
sıra dışı olarak olarak gördüğüm her olay, her olgu ve her bilgi, ilgimi
çekmeye başladı. Derlemeye, yazmaya başladım bunları.
Elinizdeki kitap böyle doğdu işte. Anası edebiyat, babası muhase-
bedir. Yıllardır, üzerine titreyerek, el bebek-gül bebek büyütmekteyim
bu yavruyu.
fiAN VERGILER
8 / EDEBIYATLAfiA

Sıradan, yinelek ve bilinen hiçbir şeyi yazmamaya gayret ettim.


“Vergi Ve Edebiyat”, “Vergi Ve Muhasebe Gülmeceleri”, “Vergi İsyan-
ları”, bu gayretlerden bazı başlıklardır. “Tarihte Vergi” ise, verginin ta-
rihi değildir; vergi tarihinin hiç ya da az bilinenlerinden yapılmış, ilgi
çekici derlemelerdir. Kitaba ad olarak “Edebiyatlaşan Vergiler/Vergi
ve Muhasebede Çok Bilinmeyenler” dememiz, işte bundandır. El atıl-
mamışa, el attığımı; vergi ve muhasebeyi kendisine meslek edinenlere
yeni ufuklar açtığıma inanıyorum. Kitabımı okuyanlar, vergi ve muha-
sebenin insan hayatının derinliklerine ne kadar sirayet ettiğini, vergi ve
muhasebesiz edebiyat ve tarihin eksik olacağını görüp algılayacaklar-
dır.
Bir ilktir bu çalışma, ilklerde hatalar hep olur, hoş görüleceğini
umarım.
Hazreti Ali, “Hayatını bilgiye adayan kimse ölümsüzdür. Bir ada-
mın en büyük cevheri, onun bilgisidir” diyor. Bilginin şaşmaz kanıtı ise
kitaptır. Ne mutlu, böyle bir kanıt sunabiliyorum.
VERGİ VE EDEBİYAT

“Bu dünyada kesin olarak hiçbir şey söylenemez, ölüm ve vergi-


lerden başka.”
Benjamin Franklin

MALİYECİ ŞAİRLERİN İLKİ KİM?


Ünlü şairlerimizden Cemal Süreyya, maliyeci idi. Siyasal Bilgiler
Fakültesi’ni bitirdikten sonra, Eskişehir’de vergi memuru olarak işe
başlamış, daha sonra girdiği sınavı kazanarak Maliye Müfettişi olmuş-
tu. Müfettişlikte kullandığı adı Cemal Seber’dir ve asıl adıdır O’nun.
Kimi edebiyat dergileri yanında, Maliye Yazıları adlı dergiyi de bir sü-
re yönetmiştir. Bir şiirinde şöyle der Cemal Süreyya :
“İşgal acılarından mavi bir lirizm çıkaran
Maliyeci şairlerin ilki
Bayburtlu Zihnî”
“İşgal acıları ve mavi lirizm” , Zihnî’nin o ünlü koşmasında var-
dır. 1826 yılında Bayburt’un Rus işgali sonrasındaki hâlini anlatmakta-
dır.
fiAN VERGILER
10 / EDEBIYATLAfiA

“Vardım ki yurdumdan ayağ göçürmüş


Yavru gitmiş, ıssız kalmış otağı
Camlar şîkest olmuş, meyler dökülmüş
Sâkiler meclisten çekmiş ayağı”

Zihnî gerçekten de maliyecidir. Hopa, Vakfıkebir, Of, Sürmene ve


Karaağaç’ta Mal Müdürlüğü yapmıştır. Gelgelelim, maliyeci şairlerin
ilki değildir. Yani Cemal Süreyya yanılıyor. Maliyeci bir şair-yazar
olan Hilmi Yücelen’in, bir eşi henüz yazılmayan değerli bir kitabı var,
adı: “Türk Mali Tarihi’ne Toplu Bir Bakış ve Maliyeci Şairler Antolo-
jisi”. Bu antolojideki ilk şair, Safî’dir. Doğum tarihi belli değildir,
ölüm tarihi 1485’tir. Fatih Sultan Mehmet ve oğlu II. Beyazıt dönem-
lerinde defterdarlık yapmıştır, asıl adı Cezrî Kasımî’dir.

ÖTEKİ MÂLİYECİ VE
MUHASEBECİ ŞAİR VE YAZARLAR...
Hilmi Yücelen’in yukarıda sözünü ettiğimiz kitabında XV. Yüzyıl-
dan 1973 yılında dek şiir sahasında kalem oynatmış tam 266 maliyeci-
şairin adı var. Bunların belli başlılarını aşağıya aldık ve kendi tesbit et-
tiklerimizle birleştirdik.
Ünlü denizci Seydi Ali Reis’ten başlayalım. Matematik bilgini
olan bu değerli insan, coğrafya ve astronomi sahasında eserler vermiş-
tir. Mirat-ül Kainat adlı seyahatnamesi; İngilizce, Almanca ve Özbek-
çe’ye çevrilmiştir. Seydi Ali Reis, hayatının son yıllarında Diyarbakır
Tımar Defterdarlığına atanmış ve ölene kadar bu görevde kalmıştır.
Ve ünlü hiciv şairi Nef’i. Sultan I. Ahmet zamanında İstanbul’a
gelmiş, önce divan kâtipliği daha sonra Vergi Muhasebecisi (cizye mu-
hasebecisi) olarak görev yapmıştır.
Tarih yazarlarından Naima, muhasebeci, defterdar ve askeri def-
terdar olarak; Peçevî ise Tokat Defterdarı olarak görev yapmış.
Batılıların “Hacı Kalfa” diye tanıdığı; Cihannüma, Keşf üz Zünun,
Fezleke, Tuhfet-ül Kibar ve Frengi Tarihi gibi büyük eserlerin sahibi
Kâtip Çelebi’nin şairliği de vardı. Kâtip Çelebi, başmuhasebe ikinci
halifeliği memuriyetinde de bulunmuş.
Bir başka çelebimiz, ünlü seyahatnamenin yazarı Evliya Çelebi,
Gümrük Vergisi ile ilgili bölümde de belirteceğimiz gibi; Sivas Valisi
11

Murtaza Paşa ve Rumeli Beylerbeyi Melek Ahmet Paşa’nın emrinde


çalıştığı dönemlerde; İç Anadolu, Arnavutluk ve Rumeli’nin muhtelif
yerlerinde Vergi Memuru olarak çalıştı.
Divan şairi Nailî, defterdarlık teşkilatına bağlı mukataat kalemin-
de, yine divan şiirimizin zirvelerinden Nabî, İstanbul’da başmuhase-
becilik ve anadolu muhasebeciliği görevlerinde bulunmuşlar. Divan
şiirinin bir zirvesi de Koca Ragıp Paşa. Bu Paşa; Revan, Bağdat ve Or-
du defterdarlıkları ile maliye tezkireciliği yapmış.
Ünlü bestecimiz Hamamizade Dede Efendi, kimi bestelerinin güf-
telerini kendisi yazacak kadar şairdi. Dede Efendi’nin yolu da muha-
sebeden geçmiş, başmuhasebe kalemi kâtipliğinde bulunmuş.
Tanzimat dönemi edebiyatının ünlü siması Şinasî, maliye öğreni-
mi görmek üzere Sadrazam Büyük Reşit Paşa tarafından Fransa’ya
yollanmış. Dönüşünde Meclis-i Maliye üyeliği yapmış.
Hicvimizin büyük ismi Şair Eşref (ileriki sayfalarda şiirlerinden
ve ona dair anekdotlardan örnekler verilecektir), iş hayatına maliye kâ-
tibi olarak başlamış. Eşref daha sonra Turgutlu, Akhisar ve Alaşe-
hir’de mal müdürlüğü yapmış.
Türk dilinin ilk ve büyük eseri, Divan ü Lugat-it Türk ‘ü kendisi-
ne borçlu olduğumuz Ali Emirî, aynı zamanda güçlü bir şairdi. 1897’te
Elazığ Defterdarlığına, daha sonra Yanya, İşkodra ve Yemen maliye
müfettişliklerine atanmıştı. Ali Emirî’nin son görevi Halep Defterdar-
lığı idi.
Milli Şair Mehmet Emin Yurdakul da maliyecilik yapmış. Şairin
bu bağlamda yaptığı görevler şunlar: rüsumat kalemi memurluğu, rü-
sumat evrak müdürlüğü, Erzurum ve Trabzon rüsumat nazırlığı.
Yirminci yüzyıla gelelim. İlk önemli maliyeci-şair Cemal Yeşil.
Yeşil, maliye müfettişi idi. Yirminci yüzyılın dev şairi Necip Fazıl
Kısakürek’in, Osmanlı ve İş Bankalarında müfettişlik ve muhasebe
müdürlüğü yaptığını kaç kişi bilir acaba? Yine bir İslamcı şair olan
Sezai Karakoç da, Maliye Müfettişi olarak, vergi ve muhasebe ile
haşir neşir olmuştur. İslamcı şair Cahit Zarifoğlu’nun da, 1970 yı-
lında, Turing Otomobil Kurumu’nda muhasebe yardımcılığı yaptığı-
nı bilmekteyiz.
DP döneminin ünlü politikacısı Sıtkı Yırcalı’nın dört şiir kitabı var-
dı. Yırcalı, uzun yıllar maliye müfettişliği yapmıştı.
fiAN VERGILER
12 / EDEBIYATLAfiA

Abdülhak Şinasi Hisar, Fransız ve Alman Şirketleri ile Osmanlı


Bankası ve Reji İdaresi’nde çalışmıştır, çalıştığı bölümler arasında mu-
hasebe de bulunmaktadır.
Sabahattin Teoman’ın da iki şiir kitabı vardı, şiirleri ünlü dergiler-
de yer almıştı. Bu değerli şair, gelirler genel müdür yardımcılığı yap-
mıştı.
Şükrü Tunar’ın bestelediği “Güller arasında seniz bensiz gören ol-
muş” adlı şarkının sözleri de bir maliyeci şaire ait. Bu şairin adı Halit
Sabarkan. Maliye Bakanlığı ve İstanbul Defterdarlığında çalışmış. Hey-
kel adlı bir şiir kitabı var.
İlhan Geçer, geçmiş zamanların birinde, Galata Vergi Dairesi’nde
tebligat memuru idi. Şükran Kurdakul, Ziraat Bankası’nda muhasebe
memuru olarak çalışmıştı. Ahmet Haşim, Maliye Bakanlığı’nda özel
kalem müdürü olarak görev almış vaktiyle. Ziya Osman Saba, uzun
yıllar Cumhuriyet Gazetesi’nin muhasebeciliğini yapmıştı. Erhan Be-
ner önce Maliye Müfettişliği, daha sonra Hesap Uzmanlığı yapmıştır.
İleriki sayfalarda hakkında ayrıntılı bilgi verilecek olan yazar Hilmi
Özgen de bir maliye müfettişiydi. Mehmet Çınarlı’nın Maliye Tetkik
Kurulu üyeliği yıllarca sürmüştür. Şiirimizin önemli kilometre taşların-
dan Yahya Benekay, Eskişehir Defterdarlığında şef olarak çalışmıştır.
1902-1981 yılları arasında yaşayan Sivaslı ünlü halk ozanı Ali İz-
zet Özkan, bir süre Sivas’ın Gemerek İlçesi’nde vergi toplayıcılığı (şah-
nalık) yapmıştır.
Yeminli Mali Müşavir Celal Pamukçu, eski bir hesap uzmanı.
“Düşler ve Gerçekler” adlı romanı, 2000 yılı Yunus Nadi Roman Yarış-
ması birinciliğini Mario Levi’nin bir romanı ile paylaştı. 1983 Yazko
Şiir ödülünü de kazanan Pamukçu, “Maliye karnımı, edebiyat ruhumu
doyurduğum yer” demektedir.
Günümüz şairlerinden Ahmet Erol, maliye müfettişliği ve İstan-
bul defterdar yardımcılığı yapmış. Şiir dışında öykü ve deneme kitapla-
rı var.
Bir de vergi denetmeni şair var, adı: Doğan Özdemir. Kanserden
ölen bu şairin tek şiir kitabının hikayesi de ilginç ve hüzün verici. Has-
talığı sebebiyle parasız kalan Şair, evindeki diğer kitaplarla birlikte,
1985 Yılında yayımladığı “Sabahların Sahibi Kim” adlı kendi kitabını
da eskiciye satmak zorunda kalmış.
13

Abdurrahim Karakoç, Elbistan Belediyesi’nde muhasebeci olarak


çalıştı.
Şair A. Kadir, sıkıyönetim ve sürgün yıllarında, Muğla ve Balıke-
sir’de iş bulamadığını, Konya’da ise bir acentede “muhasebecilik gibi”
bir iş bulduğunu yazıyor. Gibisi nasıl olur, bilemeyiz ya, onu da muha-
sebeci şairlere dahil ediverelim.
Yazar-şair Nevzat Sudi (Odyakmaz), 1942-1944 yıllarında Topha-
ne Maliye Şubesi’nde vergi yoklama memuru olarak çalışmış.
Eleştirmen Fethi Naci, Cumhuriyet Kitap’ın 5 Kasım 1988 tarihli
sayısında Semih Gümüş’le yaptığı söyleşide diyor ki: “Sümerbank,
141. maddeden tutuklandığım için beni işten attı. Yıl, 1951. O yıllarda
işsiz kalan solcular genellikle muhasebeci olurlardı; ben de Ayvansa-
ray’da bir fabrikada yıllarca muhasebecilik yaptım.”
Parasız kalıp muhasebecilik yapanlardan biri de Kemal Tahir, O
da, ambar muhasipliği yapmış.
Arif Damar da, muhasebecilik yapanlardan. “ntvmsbnc”nin
kendisiyle yaptığı bir söyleşide şunları anlatıyor: “Aslında ben uzun
yıllar şiirle bağdaşmayan işlerle çalıştım. Sayılarla uğraştım uzun
yıllar... Halbuki ben sözcüklerle çalışan bir adamım. Muhasebe ser-
vislerinde çalıştım. Sonra da kitapevi açtım. O da çok yorucu bir iş-
miş. 15 sene çalıştırdım. 84’de kendi evimiz olunca eşim ‘sen şiirin-
le uğraş’ dedi. (...) O kitabevini açtığım zaman 5-6 sene hiçbir şey
yazamadım. Muhasebe işleri yapıyordum. Eşim bana ‘sen kırtasiye-
ci oldun’ dedi. Çok canım sıkıldı. Düşündüğüm bir şiir vardı zaten,
hemen yazı makinesini aldım, yazdım. Mustafa Ekmekçi, Sadun
Tanju o şiirden söz etti.”
Sivas Madımak Oteli’nde 2 Temmuz günü yanarak can veren ay-
dınlardan biri olan ünlü edebiyat eleştirmeni Asım Bezirci, İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili Ve Edebiyatı Bölümü’nü bi-
tirmiş olmasına karşın, kamuda kendisine iş verilmediği için 26 yıl bo-
yunca muhasebecilik yaparak ekmeğini kazanmıştır. Mali Müşavirler
Ve Muhasebeciler Birliği Derneği, Bezirci’nin bu özelliğini dikkate
alarak 2003 yılından başlayarak “Asım Bezirci Muhasebe Meslek Onur
Ödülü” vermeye başladı.
Bir eleştirmenimiz daha var: Prof.Dr. Selahattin Tuncer. 1920 do-
ğumlu eski bir hesap uzmanı. Divan ve yeni Türk şiirini ezbere okuya-
fiAN VERGILER
14 / EDEBIYATLAfiA

bilen, 1942 yılından başlayarak çeşitli dergilerde roman eleştirileri ya-


pan, bu arada garip şiir akımına da yazılarıyla destek veren bir eleştir-
men.
Serbest Muhasebeci Mali Müşavirler var bir de. Onları da saya-
lım: Bekir Büyükarkın, Muzaffer Arabul.
Ülkemizde “Heyder Baba’ya Selam” adlı şiiri ile bilinip tanınan
Güney Azerbaycan’ın ünlü şairi Şehriyar, 1936 yılında İran Ziraat Ban-
kası’nda çalışmış ve oradan emekli olmuş.
Türk dünyasının dünyaca tanınmış yazarı Cengiz Aytmatov, 15 ya-
şındayken, önce köy meclisinde sekreterlik görevi, daha sonra da ver-
gi toplayıcısı olarak görev yapmış.

VERGİ TAŞLAMALARI...
ŞAİR EŞREF’İN VERGİ TAŞLAMALARI

Şair Eşref’in “fahişelik vergisi” koymak isteyen dönemin hüküme-


tine yolladığı taşlama, deyim yerindeyse “it yese kudurur” cinsinden:

“Vergi miktarını ol mertebe artırmalı ki


Sahibi servet olanlar da züğürt kalmalıdır.
Yalnız fâhişeler vergisi haksızlık olur,
Evlilerden de yattıkça rüsûm almalıdır.”
Memurlara maaş ödeyemeyen hükümetin, köprüden geçenlerden
para almasına ilk tepki de Şair Eşref’ten gelmiştir. ‘Hasbihal’ adlı kita-
bında köprü vergisinden şöyle şikâyet ediyor:
“Ahali köprüden on para vermezse geçirmezler,
Ne feyz ummaktayız böyle dilenci hükûmetten?”

BU TAŞLAMA DA NEYZEN TEVFİK’TEN


Neyzen Tevfik, yakın dostu Şair Eşref gibi, vergisel taşlama ya-
zanlardan. Aşağıdaki dizeler, Eşref’inkiler kadar ağır:
“Eskazâ bir lokma et yersem, hâyâlen, vergici,
Rüzgâr altından geçerken zartımı koklar benim.”

ZİHNİ’DEN DEFTERDARLARA...
Kitabın en başında Bayburtlu Zihnî’den söz etmiş, çeşitli ilçeler-
de mal müdürlüğü yaptığına değinmiştik. Zihnî, birlikte çalıştığı Def-
15

terdarlarla geçinememiş, bu yüzden başına çok işler gelmiştir. Trab-


zon’un Of İlçesi’nde Mal Müdürü iken, Trabzon defterdarları Nüzhet
ve Tahsin Efendileri, yolsuzlukları sebebiyle yerden yere vurmuştur:

“Senin sûn’una (suretine) diyecek yoktur amenna


Yaratır sûret-i insanda hayvan Tahsin
.......
Bir karıştır bacağın, bir buçuk endâze boyun
Fitne sandukası, şer mahzeni, şeytan Tahsin”

Tahsin Efendi’ye bu denilenler, Zihni’nin bir başka Defterdar Çuha-


darzade Câzim Efendi’ye dediklerinin yanında solda sıfır kalır. Elli beş
beyitlik yergisine Zihnî “Bu teazzüm, bu tekebbür, bu vekar ü eda/Çuha-
darzadeliğe çok bu cesaret Cazimâ” diye başlar. Cazim Bey de şairdir,
Hilmi Yücelen’in kitabında ondan da söz edilir. Gelgelelim, yergide Zih-
ni’ye karşı duracak adam değildir. “Vay ol valiye ki, sen gibi defterdara/
Ede mühimmat ile himmet Câzim “ dediği yergisinde Zihni, Câzim Efen-
di’ye “İbne” bile demektedir. Bu şiirinde kullandığı ağır ifadeler ve işin
içine Trabzon valisi Vâsıf Paşa’yı da sokması, görevinden alınmasına se-
bep olmuştur. Yıl 1846’dır. Hâlini arz etmek, Vâli Vâsıf Paşa’yı şikâyet
etmek için İstanbul yollarına düşer. Of’tan azlolunmuştur of çekmekte-
dir. Of redifli bir şiir düşer diline ve kalemine:

“Of, Of’tan azlolup kaldım kuru feryâde of!


On bir aylık gitti mahsûl-i maaşım bade of! “

KAYNAK PAKETİ
Günümüz şairlerinden Şahin Yılmaz’ın, Kaynak Paketi adlı şiiri,
güzel bir vergisel taşlama örneği:
“Nüfusumuz genç ve çocuk,
Toy vergisi almak lazım.
Biraz hıyar, biraz cacık,
Çay vergisi almak lazım.

Vergi saldık ota, sapa,


Sırada var kürek, çapa,
fiAN VERGILER
16 / EDEBIYATLAfiA

Oğlak, kuzu, enik, sıpa,


Tay vergisi almak lazım.

Haine övgü düzenden,


Parayla haber yazandan,
İnsan şeklinde gezenden
Vay… vergisi almak lazım.

Zor zamanda kaçanlardan,


Boş ver deyip geçenlerden,
Hep yanlışı seçenlerden,
Oy vergisi almak lazım.

Sokaktaki danalardan,
Şuradaki analardan,
Bu veledi zinalardan,
Soy vergisi almak lazım.

Medyadaki arsızlardan,
Siyasette nursuzlardan,
Ülkedeki hırsızlardan,
Huy vergisi almak lazım.

Dadaşların ciridinden,
Vatandaşın tiridinden,
Sahte şeyh ve müridinden,
Hay vergisi almak lazım.

Durma artık olan oldu,


Yolunacak kimler kaldı,
Sokaklar ayıyla doldu,
Tüy vergisi almak lazım.

Ha gayret, bu iş olacak,
Hazine doldu dolacak,
Utanma, kim ne bilecek,
Şey vergisi almak lazım (Kaynak:www.antoloji.com)
17

OZAN ARİF DE DER Kİ...


Ozan Arif, “Vergi Bağlandı” şiirinde, verginin çokluğunu, ağırlığı-
nı ve adaletsizliğini dile getirmiş:

Ağlamak sızlamak nafile beyler,


Yorgana, döşeğe vergi bağlandı.
İnliyor şehirler, kazalar köyler,
Buğdaya, başağa vergi bağlandı.

Bülbül gibi susmak için dut yerdik


Koyun besler, kuzu besler, süt yerdik,
Ara sıra av yapardık, et yerdik,
Baruta fişeğe vergi bağlandı.

Berberin, bakkalın koptu damarı,


Esnaf duman oldu yedi şamarı,
Sık diyorlar, yok ki sıkak kemeri,
Kemere, kuşağa vergi bağlandı.

Bankerler topladı bankada para,


Zengin yine zengin, fakirde yara,
İneğe, öküze, mala, davara,
Tokluya, şişeğe vergi bağlandı.

Ben görmedim dertsiz insan göreni,


Vurguncu yol almış yoktur fireni,
Gariban köylünün kara treni
Ahırda eşeğe vergi bağlandı.
Arif bak diyorlar az ve öz olsun,
Nikâha vergi var geriye kalsın,
Bekârlar aklını başına alsın,
Doğmamış uşağa vergi bağlandı.

Ozan Arif, bir başka şiirinde ise şöyle seslenmekte:

Haykır sorgu olsa da,


Sonu yargı olsa da,
fiAN VERGILER
18 / EDEBIYATLAfiA

Adı vergi olsa da,


Talana yuh çekelim.

İSKOÇ ŞAİR’İN VERGİ PENCERESİNE


VAHAPZÂDE TEPKİSİ
Azerbaycan’ın meşhur şairi Bahtiyar Vahapzâde’nin yolu İskoç-
ya’ya düşer. İskoç şairlerinden R.Berns’in doğup yaşadığı müze-evi zi-
yaret eder. Bu evin tek bir penceresi vardır ve oldukça küçüktür. İskoç
Şair, yaşadığı yıllarda alınmakta olan “Pencere Vergisi”ni az verebil-
mek için küçülttükçe küçültmüştür penceresini. Az vergi, az güneş ışı-
ğı demek Vahapzâde, şaşırır, çok üzülür bu duruma. Tepkisi şiirle olur.
Bu şiirin bazı dizeleri şöyle:

“Ayırmak çetinmiş hayırdan şerri


Güneş ışığına vergi konuldu
Adamlar küçülttü pencereleri
Küçük kulübeler ışıksız oldu

Her zaman insanın hakkı yeyilmiş


Adâlet denilmiş zulmete, zulme.
Güneş ışığı müfte (bedava) değilmiş
Onun da sahibi var imiş meğer.

Güneşin ışığı başlara seri


İnsan ne çekmedi kanundan yana.
Güneş ışığından alınan vergi
Harcandı cehâlet karanlığına. “

DEVLET DENİNCE HEP VERGİ GELDİ AKLIMA


Yavuz Bülent Bakiler, Anadolu adlı şiirinde, sözü vergiye geti-
rip, devlet kavramının Anadolu insanına vergiyi çağrıştırdığını ifade
ediyor:

“Ben Anadolu’yum
Yıllar yılı susuz kaldım, yıllar yılı aç...
Şükrederek kalktığım sofralarımda
19

Ya soğan-ekmek bulunur, yahut bulamaç...


Hastalarım vardı ölüm yataklarında
Ne doktor yüzü gördüm ne ilâç...
Devlet denince hep vergi geldi aklıma
Jandarma denince kırbaç...”

VERGİ DERSİN, ÜMÜK DERSİN, CAN DERSİN


Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın aşağıdaki dizeleri, türkü formunda da
bestelenerek halk diline düşmüştür:

“Hey göklere duman durmuş dağlar hey


Değirmenin üstü her gün yel olmaz
Dinle ağa, dinle paşa, dinle bey
Sen söylersin O susar mı bel olmaz
Kızılırmak akar suyun içerler
Aç karnına yurttan yurda göçerler
Tarifeylen köprüsünü geçerler
Çamın başı yine kar mı bel olmaz
Olmaz artık olanlar böyle olsun
Yeni çağda mızrak çuvala girsin
Vergi dersin, ümük dersin, can dersin
Verdiler mi aldılar mı bel olmaz”

DÜRZÜ’YE; VERGİLİ, MUHASEBECİLİ,


MALİYELİ KARGIŞ
Rasim Köroğlu, Dürzü adlı şiirinin bir dörtlüğünde, maliyeyi de-
ğil, dürzülük eden bir vergi mükellefini taşlıyor:
“Defterini tutan deyyus saf çıksın,
Vergi kaçakçısı diye laf çıksın,
Ne taksit yapsınlar ne de af çıksın,
Maliye borcunu silmesin dürzü.”

KARAKOÇ BAMBAŞKA...
Abdurrahim Karakoç, “Bambaşka” adlı şiirinde, canından vergi
kestiklerini söylüyor sevdiklerinin:
fiAN VERGILER
20 / EDEBIYATLAfiA

“Dost yolları nakışlandı kanımdan;


Sevdiklerim vergi keser canımdan;
Sükûta muhtacım, ayrıl yanımdan,
İncitip günâha girme boşuna.”

Karakoç, “mebus bey” adlı taşlamasının bir yerinde de sözü vergi-


ye getiriyor:

“Çalışa çalışa kuruyor kanım,


Vergi şeleğinden* çıkıyor canım;
Sen insansın ama ben de insanım...
Yolunacak kaz belleme mebus bey.”
*sırtta taşınan yük

KATIR MÜHÜRDAR, EŞEK DEFTERDAR


Feylesof Rıza lakaplı Şair Rıza Tevfik Bölükbaşı, Sultan Abdulha-
mid’e sert muhalefet edenlerdendi. Abdulhamid gidip İttihatçılar gelin-
ce, birçok kimse gibi o da hüsrana uğradı. Bu hüsranını şöyle dile ge-
tirdi:

“Ne günlere kaldık ey gâzi hünkâr,


Katır mühürdardır, eşek defterdar!”

Cumhuriyet döneminde de değişen fazla bir şey yok. Defterdar


olmuş nice katırlar gördük seksen yılda.

HASAN HÜSEYİN’İN CEBİNDE VERGİ


MAKBUZUYLA ÖLMEK KORKUSU
Hasan Hüseyin Kormazgil, Acıtan Gerçek adlı şiirinde şöyle der:

“ölümden
ölmekten
değil korkumuz
yaprak düşer
çiçek solar
21

soğur elbet yuvalar


taa eskiden
çok eskiden
binlerce yıldanberi
kırlangıçlar gibi savrulur günlerimiz
ve kimbilir
nerde
nasıl
ne biçim
çıkar birgün karşımıza sonumuz
ölümden
ölmekten
değil korkumuz
daha güzel bir dünya

YAŞANILIR BiR VATAN


diye başlarken şarkımıza
vurulup kahpe tuzaklarda bir geyik gibi
düşmek boyluboyunca
cepte vergi makbuzumuz

bundan işte korkumuz


canım oğlum
güzel yavrum
gözümün ışıltısı
bundan kaygumuz!”

NAZIM HİKMET’TEN VERGİ MANZARALARI


Nazım Hikmet’in Memleketimden İnsan Manzaraları adlı eserinde
çizdiği tiplerden biri de “Ali Çaviş” adlı vurguncudur. Nazım Hik-
met’in yazdıklarına bakılırsa, Ali Çaviş’in tapuları öyle çoktur ki, ver-
gi ödeme dönemi geldiğinde kâtipleri heybeyle taşımaktadırlar.

“Zebella gibi zenciydi Ali Çaviş


Trablusgarp’ten gelmeydi.
fiAN VERGILER
22 / EDEBIYATLAfiA

Altmış beş yaşlarında var.


Okuması yazması yok.
Korsanlık, kaçakçılık ve eşkiyalık etmiş
seferberliğin sonuna kadar.
Ve Cumhuriyet’te açmış ilk yazıhanenin kapılarını.
Şimdi Maliyeye vergi ödendiği sıralarda
katipleri heybeyle taşırlar emlak ve araziin tapularını”

1952 Kore Savaşı dolayısıyla yazdığı “Mektup” adlı şiirinde, Ana-


dolulu Ahmet’e “Kimi öldürmeye gidiyorsun? “ diye sorar, kendi kö-
yünün dertlerini hatırlatır. Bu dertlerden biri de ödenemeyen vergidir:

“Onlar bu yıl veremedi vergiyi


öldü sarı öküz
dayı oğluna göründü gurbet.
Kimi öldürmeye gidiyorsun Ahmet ?
Yedi deniz ardında kaldı Anadolu
köy halkıyla beraber.”

Nazım Hikmet’in vergi unsuru taşıyan şiirleri yalnızca yukarıdakiler


değildir. Şair, Hopa Hapishanesi’nde yazdığı bir şiirde, yol vergisinin top-
lumda bıraktığı kötü izlenim ve açtığı yaraları dile getirmektedir. (Yol Ver-
gisi hakkında ileriki bölümlerde yeterli izahat yapılacaktır). O yıllarda Yol
Vergisi’ni ödeyemeyenler yol yapımında çalıştırılmış ya da hapse atılmıştır.

“Deli şimdi yüzüstü yerdedir.


Ve beyaz donlu bir adam,
çiğneyip bıyığını,
bu et yığınını
polis palaskasıyla dövmededir.
Hasan Dayı bağırdı yanımdan
Sarılıp demir parmaklıklara
-Dövmeyin be deliyi
yol vergisini artırın iki misli
yatarım doksan gün daha”
23

MUHAREBEDEN Mİ, VERGİLERDEN Mİ?


Orhan Veli, İkinci Dünya Savaşı yıllarında yazmış olmalı Tenez-
züh adlı bu şiiri. Verginin dağ başlarındaki yerleşim yerlerinde bile ne
denli önemli olduğunu gösteriyor:

“Böyle gece yarısından sonra


Ne diye ışık yanar bu dağ evinde?
Ne yaparlar acaba içerdekiler?
Konuşurlar mı, tombala mı oynarlar?
Belki o, belki bu...

Konuşurlarsa ne konuşurlar?
Muharebeden mi, vergilerden mi?
Belki de hiçbir şey yapmazlar
Çocuklar uyumuştur
Efendi gazete okur
Ayali dikiş dikmektedir
Onu da yapmazlar belki de
Kim bilir
Belki de yazılmaz
Ne yaptıkları”

MALİYECİNİN AŞKI
Günümüz şairlerinden Celal Odabaş, aşkını, malî imge, ve eğreti-
lemelerle açıklamış sevdiğine.

“Vasıtalı tanıştım ama


Seni Malthüs kadar seviyorum.
Şimdi git odana
Yarın orijin de bekliyorum.
Seni annenden aynî vergi olarak alacağım.
Sakın darılma bana.
Sonra zimmetime....
Beni kabul edersen,
Yüzde yirmi zam sana.
Memluk arazide bir saray,
fiAN VERGILER
24 / EDEBIYATLAfiA

Gelirini sana vakfedeceğim.


Aşkımı takas edersen
O zaman mükerrer vergi keseceğim.
Kasamdaki paralar ellerin kadar yumuşak.
Kütüphanemde kanun yerine senin hayat hikayelerin,
Kafamda,
Eşellmobil sistemi yerine,
Senin mülkiyet hakkın dolaşıyor.
Bana da bir miras düşer mi diye düşünüyorum.
Eğer beni reddedersen mahv olursun.
Sonra kendini Temyiz Komisyonunda bulursun.
O da olmazsa,
Danıştay’a giderim.
Seni ellerimle,
Hazineye teslim ederim.
Duyuyor musun,
Benim,
Kıymetli ayniyat hesabının zimmetindeki sevgilim
İzabella”

VERGİLİ, MUHASEBELİ ŞİİRLER

ACININ VERGİSİ, GÜL’ÜN HARCI VE HÜZNÜN


DEMİRBAŞ DEFTERİ
Günümüzün en büyük şairlerinden biri olan Hilmi Yavuz’un Sıra-
sı Gelince adlı şiiri; imgeleri ve çağrıştırdıklarıyla; insanın; geçmişi,
kendisi ve çevresiyle olan hesaplaşmasının bir bilançosu gibi.
“acının vergisini verdik, gülün harcını ödedik
hüznü demirbaş defterinden düşmeye geldi sıra

sen ki eyvan ağıtlarda


sürekli ve ahşap bir gülümseme gibi durdun
gözlerin bozkırdan devşirme
yolların bozgundan derlenmiş
karanlık yolcusu turnaların ve kurdun
ey hüzünlere reaya olan derviş
25

acının vergisini verdin, gülün harcını ödedin


hüznü demirbaş defterinden düşmeye geldi sıra

tarlalarla uzar gider al kısrak


gökçe çiçek tozar durur sılalarla
oysa ölüm bir uçtan bir uca
bir uzun kervansaraydır ki
savrulur günü saati gelince
yıkılır yırtıla yırtıla”

MUHASEBE VE MÜŞAVİRLİĞİN ŞİİRLERİ


Muhasebe üstüne yazan çok; sözgelimi, Necip Fazıl’ın, Bahattin
Karakoç’un ve Ozan Arif’in “Muhasebe” adlı şiirleri var; ancak bun-
lar ya “varlık muhasebesi”ni, ya “nefis muhasebesi”ni, ya da “Oniki
Eylül’ün Muhasebesi” ni yapıyorlar. Muhasebenin ve mali müşavirli-
ğin şiirini; muhasebe imge, simge, niteleme ve eğretilemeleriyle ya-
zanlar çok az. Cazim Gürbüz’ün “Muhasebe” adlı şiiri, Ateşkes Çağrı-
sı adlı şiir kitabının ilk ve ikinci baskılarında yer aldı (1990-1993). “Şa-
ir-müşavir” adlı şiir ise dergilerde yer buldu.

MUHASEBE
İtiraf benden olsun
Siz tutun defterimi.
İnceleyin, irdeleyin
İnsanlık hallerimi.
Öfkeme, kibrime, dedikoduma
Ekleyin yıktığım tüm gönülleri.
Haklılık firesini düştükten sonra
Vurun kantara sol yana yazın.

Dostluğum, saflığım, içtenliğimi


Sevgimle yoğurup değerlendirin.
Silkeleyip iyilik dağarcığımı
Düşeni ekleyip sağ yana yazın.
fiAN VERGILER
26 / EDEBIYATLAfiA

Toplayın her yanı kendi içinde


Heyecan fışkırsın benim içimde.
Sakın ziyandasın demeyin
Bana
Vergisi acı da hüsran da olsa
Râzıyım.

Yeter ki
“Kâr’dasın
Ar’dasın
Var’dasın! “
Deyin.

ŞAİR-MÜŞAVİR
Ben şair-müşavirim
Söz anlatıp sayılara
Sayılı söz yazarım şiir envanterime

Defterler düreceğim
Defterim dürülecek
Şiir defterimin hesabı
Daha çok görülecek

...VE DİĞER EDEBİYAT ÜRÜNLERİNDE


VERGİ VE MUHASEBE

KARABAĞ’DA VERGİDEN MUAF ŞİİR KÖYLERİ


Azerbaycanlı yazar Yusuf Vezir Çemenzeminli’nin Ali Ve Nino
adlı romanı 27 dile çevrilmiş ünlü bir romandır. Çemenzeminli bu ro-
manda, 1914-1918 yıllarındaki Azerbaycan’ı; anlayış, gelenek, tarihsel
ve toplumsal yanlarıyla da aktarır. O yıllara ilişkin, tarih kitaplarının
yazmadığı birçok ilginç gerçeği bu romandan öğrenmek mümkündür.
Yazar’ın, Azerbaycan’ın Karabağ Bölgesi’nde gördükleri ise, Türk
Halk Edebiyatı ve vergi tarihi açısından altın değerinde.
27

“Karabağ’da hemen hemen her köyün yerel ozanları vardır; bun-


lar kışın yeni şiirler yazmakla meşgul olur ve baharda halkın arasına çı-
karak kulübelerden saraylara kadar her yerde kendi nağmelerini söyle-
meye başlarlar. Fakat bu köylerden üç tanesi, tamamen âşıkların otur-
dukları köylerdi ve Doğu’da çok eski zamanlardan beri edebiyata kar-
şı gösterilen büyük ilginin hoş bir tezahürü olarak yerel idareciler bu-
raları vergiden muaf tutuyorlardı. Taşköy, işte bu köylerden biriydi.”

MUHASEBECİ İSTERSEN, CAİZE’Yİ DE KAYBEDERSİN...


Semerkant Dergisi’nin Ekim 2000 sayısında “Caize” düşkünü aç
gözlü bir şair hakkında anlatılan ilginç bir anekdot var. Önce “Cai-
ze”nin ne anlama geldiğini yazalım, sonra da anekdotu aktaralım. Söz-
lük anlamı; yol yiyeceği, azık, hediye ve bahşiş olan Caize; geçmişte
daha çok, devlet büyüklerine yazılan methiyeler karşılığında şairlere
verilen para ve bahşişlere denmiştir.
Aldığı caizelerle yükünü tutan bir çok şair yaşamış geçmişte.
Bunlardan biri de Arap Şairi Ebu Dellâme imiş. Ebu Dellâme, Abbasi
Hükümdarlarını göklere çıkaran bir şiirini Halife Mehdi’ye sunar. Ha-
life bu kasîdeyi çok beğenir.
-Sana bu kasîde için ne vereyim Şair?
-Efendimiz, bendenize bir av köpeği veriniz.
-Bu kadar güzel kasîdenin caizesi, bir av köpeği... Nasıl olur?..
-Kulunuz böyle istiyor efendimiz.
Köpek verilir; Şair, boynunu büker:
-Fakat efendimiz, ben ava ne ile gideceğim?
-Haklısın, sana bir de at verelim.
-Size minettarım efendimiz, fakat ben at’a bakmayı bilmem ki...
-Tamam seyis de versinler.
-Efendimiz, at’ı ve seyisi ben nerede barındıracağım.
-Peki peki, oldu olacak, bir ev ve bir de ahır verdim sana.
-Efendimiz, bunca bakım masrafını ben nasıl karşılarım?
-İyi peki, bin altın da harçlık versinler.
Şair tekrar, “Efendimiz...” diye söze başlarsa da, sonunu getire-
mez, celallenir Halife:
-Yeter be!...Şimdi bir de işleri idare etsin diye bir kâhya, hesapları-
nı tutsun diye bir muhasebeci istersen, vallahi, av köpeğini geri alırım!
fiAN VERGILER
28 / EDEBIYATLAfiA

ÖRÜMCEK AĞINDAN VERGİ...


Türkiye Selçuklu Devleti’nin son dönemlerinde yaşayan şair Sey-
fettin Muhammed Fergânî, Selçukluların bir asır bağlı oldukları İlhan-
lılar’ın son hükümdarlarından Gazan Han’a şöyle seslenir: “Ey Âdil
Hükümdar! Anadolu’da Ömer’in adaleti değil yalnız Haccac’ın zulmü
hâkimdir. Sen müslüman oldun; fakat bu memleket dindar olmayan hâ-
kimlerin elindedir. Zira âlimler ekmeksiz, ârifler çıplak, hankâhlar
(tekkeler) mefruşatsız ve medreseler damsız kalmış, zenginler fakir
düşmüş ve yoksulluk milleti perişan etmiştir.”
Bu cesur şairin şiirsel yakınmalarına “vergi zulmü” de girmiştir,
hem de son derece çarpıcı ve şairâne bir biçimde: “Örümcekler bir ağ
kursa, emîrler derhal tamga (ticaret) ve kopçur (hayvan) vergilerini alma-
ya kalkışır.”

MÂLİYE MÜFETTİŞİNİN “TÜRK ZAFERİ”


VE DEMİRAĞLARI
Aşağıdaki satırlar, Altan Deliorman’ın “Kırık Kanatllı Jöntürk” ad-
lı eserinden alınmadır.Önce bunları okuyalım: “ (...) Anadolu’u kuşatan
üç denizden düşman pençeleri uzanmaktadır... Ege’den giren Megalo
İdea’nın çizmesi ecdat türbelerini çiğnemektedir. Hasılı gözler yaşlı,
boyunlar bükük,ağızlar kilitli.
Yalnız Ankara’da, bu Orta-Anadolu kasabasında bir ümit ışığı parlı-
yor. Bir de sigara tabakalarında... Evet, ‘Türk Zaferi’ne bu iki yerde iman
ediliyor.
Şimdi tütün tabakalarının içinde ‘Türk Zaferi’ marka sigara kağıt-
ları bulunuyor. Kapağında karşılıklı iki ayyıldız ve şu yazı: ‘En nefis ve
en âlâ Türk Zaferi sigara kağıdı’
Silahına dayanmış Yunan askerlerinin resmi, gayrimüslim unsur-
ların imal ettikleri sigara kağıtlarına serbestçe basılabiliyordu. İstan-
bul’u da içine alan Trakya haritaları, Yunan Başbakan’ı Venizelos’un
portreleri de bu kağıtlarda boy gösteriyordu. Ama ayyıldız ve Türk za-
feri... Asla!
O günlerde ‘Türküm’ demek bile suç. Nerde kaldı ki Türk’ün za-
ferine hoş bakıla. Yunan işgal kuvvetleri müthiş öfkeli.Ele geçirdikle-
ri sandıklar dolusu ‘Türk Zaferleri’ni ateşe veriyorlar. Fakat onların ye-
rine yenileri, hem parasız olarak gönderiliyor.
29

Kim yapıyor bu işi?


Eski bir Mâliye Müfettişi. “
Evet, eski bir mâliye müfettişi. Mâliye’nin Tatavla (Kurtuluş) şu-
besinde uğradığı hakareti hazmedemeyip basıyor istifayı. 56 altın birik-
tirmiş, bunlarla ticarete atılıyor.’Türk Zaferi’ sigara kağıtları imali de
ilk işi bu eski müfettişin.
Sonra Cumhuriyet kuruluyor. Yurt baştan başa demiryolu döşene-
cek. Türkler bunu yapamazlar sanılıyor. Eski mâliye müfettişi, demir-
yolu ihalelerini de kapar alır yabancıların elinden. Başarıyla döşer ki-
lometrelerce rayları. Onuncı Yıl Marşı’ndaki ‘Demirağlarla ördük ana-
yurdu dört baştan’ dizesindeki ‘Demirağ’dandır O’nun soyadı.
Nuri Demirağ, ilk uçak fabrikamızı da kurar, sivil ve askeri binler-
ce uçak imal eder. Başka sanayi tesisleri de kurar. 1946 yılında çok par-
tili demokratik hayata geçilince, Milli Kalkınma Partisi’nin ileri gelen
üç isminden biri olarak görürüz O’nu. Diğer iki kişi,Kurtuluş Savaşı
paşalarından Cevat Rıfat Atilhan ve Birinci Meclis’in ünlü muhalif ha-
tibi Hüseyin Avni Ulaş’tır. Partisi bir varlık gösteremez, ancak O, 1954
yılında bir başka partiden (Demokrat Parti) milletvekili olarak meclis’e
girecektir.

İHTİLALİN SÜVARİSİ DE
MALİYE MÜFETTİŞLİĞİ YAPMIŞ
22 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963’de, Türk Silahlı Kuvvetleri için-
den bir grup subay, Albay Talat Aydemir önderliğinde ihtilal girişimin-
de bulunmuşlardı. Bu girişimlerin ilkinde, günün başbakanı İsmet İnö-
nü, girişimi durdurup teslim olmaları durumunda emekliye sevk edilip
affedilecekleri sözünü vermiş, TBMM’de çıkan bir yasa ile bu söz ye-
rine getirilmişti. Bu subaylardan, yasal süreyi doldurmayanlar, aylıksız
olarak emekli edilmişlerdi. Aylıksız emeklilerden biri de, her iki ihtilal
girişiminin önderlerlerinden Süvari Binbaşı Fethi Gürcan’dı. Fethi
Gürcan, 22 Şubat ayaklanmasından sonra, Maliye Müfettişi olmuştu,
Maliye Bakanlığı’nda çalışıyordu. Nesrin Turhan “İhtilalin Süvarisi”
adlı anı romanında, Gürcan’ın, 21 Mayıs akşamı ihtilale katılmak üzere
askeri üniformasını yeniden giyinip evden ayrıldığında eşine “Gece ge-
lip benim nerede olduğumu size sorarlarsa, İstanbul’a teftişe gittiğimi
söyleyin” diye tembihlediğini yazıyor. Mertliği, yiğitliği, cesareti ve
fiAN VERGILER
30 / EDEBIYATLAfiA

uluslarası başarıları olan biniciliği ile dillere destan olan bu Süvari Bin-
başı, 21 Mayıs1963’teki ihtilal girişiminin de lokomotifi oluyor adeta.
Raylar ve vagonlarda problem olmasa; bu lokomotifin, bu katarı men-
zile ulaştıracağı, Erdoğan Örtülü’nün “Üç İhtilalin Hikayesi” adlı kita-
bında ve bu konuda yazılan diğer eserlerde ifade ediliyor. Girişim ba-
şarısızlıkla sonuçlanınca, İstanbul’a kaçmak isteyen Fethi
Gürcan’ın bindiği otobüsün önü Bolu’da kesiliyor; kimlik kontro-
lü yapanlara adını söylüyor; güvenlik güçleri arananlar listesine bakı-
yorlar, adı yok; rahatlıyor Fethi Binbaşı, emekli subay ve Maliye Mü-
fettişi olduğunu, İstanbul’a teftişe gittiğini de söylüyor; ancak, yanın-
da kimlik yok, karakola çağrılıyor, Ankara’ya telefon ediliyor “Onu bı-
rakmayın o ihtilalin lideri!” uyarısı üzerine gözaltına alınıp önce İstan-
bul’a, oradan da Ankara-Mamak’a gönderiliyor.
Mamak duruşmalarındaki son savunmasında, Türkiye’de, güçlü-
leri ve sırtı kalınları koruyan bir yönetim anlayışı bulunduğunu ifade
edip iktisadi eşitsizlikler üzerinde duran Fethi Gürcan, 1961 Anayasa-
sı’nın 61’inci maddesinin kağıt üzerinde kalmasını buna örnek olarak
vermişti. 1961 Anayasası’nın bu maddesi “herkes kamu giderlerini
karşılamak üzere mali gücüne göre vergi ödemekle yükümlüdür” di-
yordu. Fethi Gürcan’ın savunmasının bu bölümü, maliye müfettişliği-
nin izlerini taşıyordu.
Fethi Gürcan, 1964 yılı Haziran Ayı’nda Ankara’da idam edilmişti.

İNTİHAR EDEN EDEBİYATÇI MALİYE MÜFETTİŞİ


Bir edebiyatçı maliye müfettişi de, Mehmet Kemal’in “Acılı Ku-
şak” adlı kitabında vardır. Adı: Hilmi Özgen’dir. Mehmet Kemal, Hil-
mi Özgen’le tanıştıktan sonraki ilk izlenimlerini şöyle anlatmaktadır.
“Edebiyatın bütün konularını bilen, ayrıntılarına dek ilgilenen, özlü bir
meraklıydı. Ne yalan söyleyeyim, o güne dek imzası pek dikkatimi
çekmemişti. Oysa Salim Şengil’in çıkardığı dergide hikâyeler yayımlı-
yordu. Konuştukça bazı hikâyelerini hatırlar gibi oldum. Okul günleri
İstanbul’da geçmişti. Bu yıllarda en yakın dostu Rıfat Ilgaz’mış.”
Yalnız edebi yönünü değil, meslekî yönünü de önemli bulduğu
için anlatıyor Mehmet, Kemal: “Genç bir maliye müfettişi iken İzmir’e
gidiyor. Önemli bir yolsuzluğun araştırmasını vermişler. Hemen tahki-
kata girişiyor. Maliye müfettişleri o zamanlar görevlerini yaparlarken
31

savcı gibi davranırlarmış. Yolsuzluğun ıcığını cıcığını çıkarıyor. Bir ucu-


nun İstanbul’a dayandığını tesbit ediyor.”
Tesbit edince, kaldığı otele geliyor yolsuzluğu yapanlar, o günün
parasıyla Özgen’in hayal bile edemiyeceği bir rakamı nakit rüşvet ola-
rak teklif ediyorlar. Tuvalet bahanesiyle dışarı çıkıp polisi arıyor. Su-
çüstü yakalatıyor adamları. Bu yakalatma, takdirname yerine sürgün
getiriyor Hilmi Özgen’e, bir süre sonra telgraf emriyle Doğu’ya sürü-
lüyor.
Sonraki yılları hep fırtınalı bu edebiyatçı maliye müfettişinin. Bir
yandan kitaplar yazıyor, bir yandan hakkında açılan davalarla boğuşu-
yor. Bir ara Türkiye İşçi Partisi’nin Sinop milletvekili adayı oluyor, se-
çilemiyor.
Ve bir gün; yoruluyor, beziyor, tükeniyor, küsüyor hayata. Kadı-
köy’e giderken vapurla, Sarayburnu önlerinde çıkarıyor paltosunu, üs-
tüne bir yazı, onun üstüne de şapkasını koyuyor; atlıyor denize. Kurta-
ramıyorlar, boğuluyor. Kağıtta şunlar yazılıymış: “Bundan önce yoktu,
şimdilerde hiç yok... Özgürlük olmayan bir memlekette yaşamaktan-
sa...”

VERGİ MEMURU NURİ BEY’İN SAATİ


Türk hikayeciliğinin önemli isimlerinden Bahaeddin Özkişi’nin
“Göç Zamanı” adlı kitabındaki kısa hikayelerden biri de “İnsanlar ve
Saatler” adını taşır. Bu hikayede Yazar, vergi dairesi tahakkuk servisin-
de çalışmakta olan, emeklilik sınırındaki yorgun bir memurun saat ve
zamana ilişkin duruş ve düşüncelerini aktarır. Hikayenin giriş ve ge-
lişme bölümlerinin geniş bir özetini, Özkişi’nin eşsiz üslup ve anlatı-
mının sağladığı keyifle okuyalım önce: “Önünde daha uzun bir saat var-
dı. Bir saat daha tahakkuk bölümünde oturacak ve saatin beş olmasını
bekleyecekti. Hayal bile kuramıyordu. Zihni düşünülmekten eskimiş,
emeklilik konusunu tiksintiyle itiyordu.
(...) Saate baktı tekrar, hâlâ önceki yerindeydi. Senelerin tanıdık
sıkıntısı, her zamanki yerinde, göğsü üzerindeydi. Bazen olduğu gi-
bi, bugün de, isyana benzeyen bir his şakaklarında zonkluyor, rahat-
sızlık veriyordu.
Kaşları çatık bakındı. Herkes büronun değişmez bir parçasıymış-
çasına, yerli yerindeydi. Nuri Bey, tekrar saatine döndü. Bu, onyedi yıl-
fiAN VERGILER
32 / EDEBIYATLAfiA

lık ahbaba şöyle bir alıcı gözüyle baktı. Bu bir makine diye düşündü.
Onyedi yıldır ben kurduğum için işledi. Zamanı göstermesi için ben
ona hayat verdim. O halde; ben efendisiyim. O da benim kölem. Aca-
ba öyle mi diye duraksadı. Tuhaf fikirler geliyordu aklına. Yoksa bu
saati kurmak için mi varım? diye düşündü. Hiddetlendi bu düşünce-
ye.”
Bu hiddet, Özkişi’nin vergi memuru kahramanını saatle cebelleş-
meye iter. Önce ileri alır saatini; bu ilerleyişle birlikte, düşünceleri de
gelecek zamanlara kayar, artık oralardadır. Sonra bıkar gelecek zaman-
lardan, akrep ve yelkovanı geriye çevirir, dalar geçmiş zamanlara. Ne
ki, bu kaydırmalar, bu zamandan zamana atlamalar, ürkütür Nuri
Bey’i.
Yazarımız öyküsünü şu satırlarla sonuçlandırıyor:
“(...) Nuri Bey’in baş ve işaret parmakları arasındaydı zaman. Ya-
şanmış ve yaşanacak bölümleri, ayar vidasının tırtılında elliyordu.
Birden, bir panik hissiyle, saati masa üzerine bıraktı. Saniye ibre-
si, duygusuz, olanlardan habersiz, bilinmemiş bir zamanda, geçmiş ve
gelecek olduğunu düşünmeden çalışıyordu.
Nuri Bey, anlatılması güç bir korkuyla, içinde bulunduğu ânı kay-
bettiğini gördü.Artık, bölümlere ayrılmıyordu zaman. Bir hareket nok-
tasından yoksundu. Geniş bir sınırsızlık içindeydi. Soğuk bir terin sır-
tından aşağı süzüldüğünü hissetti. Başsız ve sonsuz bir boşluktaydı ve
içinde bulunduğu andan yoksundu.
Masa üzerinde kol saati, sinsi bir kararla işliyordu. Deminki, sı-
kıntılı ama güvenilir zamanı özledi Nuri Bey. Sınırları çiğnememeliydi
insan. Sonra, nasılsa duvar saatine bakmayı akıl etti ve bu olaydan son-
ra, saatine korkulu bir titizlik gösterir oldu.”

ATMA RECEP, VERGİ ÖDERSİN SONRA


Vergi bu; şakaya gelmez, palavra hiç kaldırmaz; “kör tuttuğunu”
misali, maliyemiz kimi yakalarsa ondan alır vergisini ve de bakmaz
kimsenin gözünün yaşına.
Nuri Güngör’ün “Yollar ve Zaman” adlı kitabından aldığımız “Ka-
sap Recep” adlı öyküde, böylesine bir kişi ve olay anlatılmaktadır:
“Kısa boylu, tokmak gibi bir adamdı. Benim tanıdığım zamanlar-
da kırk beşinde vardı Recep Emmi. Bazıları sonradan olur ya, o anadan
33

doğma kasalaktı. Övünmeyi çok severdi. En dikkate batan huyu da, ol-
duğundan büyük görünmek, her yerde şişinmekti. Onun yaptığı en ba-
sit işi, başkası zor yapar havalarında konuşurdu. Hele bir de rakı içer-
se dünyayı yaratan oymuş gibi ortalıkta dolanır, bahar göklerindeki bu-
lutlar gibi gürleye gürleye evine gelirdi. Cebindeki bozuk paraları da
sokaklarda küçük çocuklara dağıtırdı. Kimse onun gibi bir bıçakta bo-
ğayı kesemez, bir üfürükte dananın derisini şişiremez, beş dakkada de-
veyi yüzüp etini çengele asamazdı. Cebinde beş parası olmasa bile,
bankadan çok kredi verirdi. Evinde içeceği çorbayı düşünürdü ama, bir
davet etti mi, şehri doyururdu. Oldum olası böbürlenmeyi severdi Ka-
sap Recep Emmi...
İlk gençliğinden beri kasabanın en ünlü kasabı olan Kanbolat
Ağa’nın yanına yamak durmuş, zamanla kasaplık mesleğini öğrenmiş
ama sermaye bulamadığı için de bir türlü kasap dükkanı açamamıştı.
Daha doğrusu Kanbolat Ağa ona bu fırsat vermemişti. (...) Kasap Kan-
bolat Ağa, Kasap Recep’in nerede kullanılacağını çok iyi bilen bir
adamdı. Bulunduğu yerden vagon kiralayarak İstanbul’a mal gönderir-
di. Kimseyey güvenemediğini, bu işi Recep’ten başka kimsenin yapa-
mayacağını söyler, işi ona yıkardı. Kasap Recep de bu sözlere bayılırdı.
İstasyona gider, istasyon şefiyle patron edasıyla konuşur, vagon kira-
lar, vagonu kiralayan yerine kendi adını yazdırır, eline tutuşturulan pa-
rayı verir, kiraladığı günde vagondan sorumlu olarak trene biner, kasa-
badan ayrılırdı. Zavallı, İstanbul’a kadar malların başında bulunur, hay-
van tersleri arasında yatar, yemek yer, onların yemini , suyunu karşılar,
kir pas içinde Haydarpaşa Garına inerdi. Kanbolat Ağa’nın verdiği pa-
ra boğazına bile yetmez, üçüncü mevki biletle kasabasına dönerdi.
Ama trenle gelirken üçüncü mevki kompartımanında büyük celep eda-
larıyla konuşur, başkasına konuşma fırsatı vermezdi.
(...) Recep Emmi, uzun yıllar böyle İstanbul’a gitti geldi. Ne ho-
vardalıklar yapmıştı o Beyoğlu’nda. Anlatışına göre İstanbu’da mühür-
lemediği kadın kalmamıştı. Uzun zaman hikâyeleriyle dağı taşı inletti...
Ama sonunda bir gün, el kadar bir kağıt geldi. Recep Emmi’yi inim
inim inletti.
Gelen kağıt maliyedendi. Anlaşılan maliye müfettişleri demiryol-
larıyla ilgili belgeleri incelerlerken bizim Recep Emmi’nin İstanbul’a
vagon vagon canlı mal götürdüğünü, hiç vergi ödemediğini fark etmiş-
fiAN VERGILER
34 / EDEBIYATLAfiA

ler. Geçmiş zamanı da hesaba katarak vergi kaçırmaktan, cezasıyla bir-


likte yüklü bir parayı tahsile koymuşlar.
Recep Emmi önce olayı pek önemsemedi. Patronu Kasap Kanbo-
lat Ağa’ya gitti.
“Ağa” dedi, “Böyle böyle... Vergini öde.”
Kulağı kesik Kanbolat Ağa:
“Orda benim adım mı yazıyor?” dedi.
“Hayır benim adım yazıyor”
“Öyleyse vergiyi sen ödeyeceksin... Vergi benim değil ki... Se-
nin.”
“Ama mallar senindi.”
“Elbette benim olacak... Vergi senin... Baksana orada kimin adı
yazıyor?”
Recep Emmi ne dediyse olmadı. Kendini kuyulara atmaya kalktı.
Minareden atlamaya kalktı. Asmaya kalktı. Derdini anlatmadığı insan
kalmadı. Ama Kanbolat Ağa’nın kılı kıpırdamadı. Recep Emmi çaresiz
ödeyecekti.
İt artığı eşyalarına haciz, bir iki dönüm bahçesine satış karraı için
işlemler yapılırken olayı öğrenen devlet demiryolları istasyon müdürü,
Recep Emmi’yi gece bekçiliğine aldı. Maliye ile anlaşarak maaşına ha-
ciz koydurdu. Recep Emmi, dokuz buçuk yıl gece bekçiliği yapıp ver-
gi borcunu ödedi. Kanbolat Ağa bu yıllar zarfında daha bir kilolandı,
daha bir yağlandı.
Başından geçenlerden sonra Recep Emmi biraz atmayı, kasalmayı
bıraktı ama, cebinde biraz parası olsun, biraz da keyfi olsun, tut tutabi-
lirsen Recep Emmi’yi... Hele biraz içkili olursa saatte üçyüz altmış ki-
lometre yapar...”

KALAMOZA İŞLERKEN GAZETECİ OLMAK BİRDENBİRE


Türk basının en usta kalemlerinden biri olan Halit Çapın, İzmit’te
Petrol Ofisi’nde işçi olarak çalışıp aynı zamanda muhasebe servisinde-
ki bir kalamozaya rakamlar işlerken, birdenbire nasıl gazeteci olduğu-
nu Takvim Gazetesi’ndeki 04.02.2006 tarihli yazısında şöyle anlat-
makta:
“Bu işe bulaşmam mı? İnanın ben masumdum..
Çokça gelirlerdi bir zamanlar öğretmenlerince görevlendirilmiş
35

bazı gençler.. Çoğunlukla lise öğrencileri.. Mülakatın ne olduğunu bil-


meden, mülakat yapmaya bana: “Efendim sizinle bir mülakat yapma-
mız görevi verildi bize.. Gazeteciliğe nasıl başladınız?”
Ve ben cevaplıyor ve söylüyordum ki “Kader..” diye..
Kaderim batsın..
Ben liseye giderken, ki son yılımda İzmit’in Derince’sinin Petrol
Ofisi’nde yaz tatili günleri 6 liraya yövmiye ile çalışırdım.. Vana işçisi
olarak.. Kadrom öyleydi, vana işçisiydi ama, bana kıyamadıkları için
mi ne muhasebe servisine almışlardı.. Orda Kalamoza defteri tutturma-
ya.. Ama o Kalamoza defterinin şimdilerde bile ne olduğunu biliyor-
sam alçağım.. Nah koskoca bir deftere, sabahtan akşama kadar önüme
gelen kağıtları işlerdim.. Birtakım rakamlar.. Oysa kendi iç dünyam,
çayır çimen.. Dünyam derya deniz.. Dünyam İstanbul ve ben daha o
yaşlarda bir vana işçisi ve Kalamoza defterine rakamlar döşeyen..
Zamanı gelince, kişiye çocukluğu ve gençliği hesap soruyor.. O
Kalamoza defterinin başında rakamlardan soluklandığımda, hep ye-
dekleri olan en çok Varlık yayınlarını kovalardım.. Onlara gömülür, on-
lara yumulurdum; satır satır, yutarcasına.. Ömer Seyfettin’ler, Reşat
Nuri Güntekin’ler, Kerime Nadir’ler, Muazzez Tahsin Berkant’lar, hat-
ta Halide Edip’ler geride kalmıştı.. “İki Çocuğun Devri Alemleri”,
“Pardayyanlar”, Fantomalar”, “Arsen Lüpenler” .. “Çocuk Haftaları”,
“Binbir Romanlar” .. Hatta “Bozkurtlar”, “Bozkurtların Ölümü..”,
“Bozkurtlar diriliyor” gibisince Nihal Atsız kitapları.. Jack London’lar,
Hemingway’ler, Panait İstrati’ler, yani ne bulursam onları hatmediyor-
dum.. İstanbul’da bilmediğim kiralık kitapçı yoktu.. Okuyordum, iyi
bok yiyordum..
Bir Naşit Abi vardı.. Şimdi öbür tarafa göçenlerden.. Petrol Ofi-
si’nin Derince’deki muhasebecisiydi.. Aynı zamanda İzmit’in hatırı sa-
yılan kişilerinden..
Ve günlerden bir gün, o İzmit Kağıt Fabrikası’nın üst düzey yöne-
ticileriyle İstanbul’a inmeye karar veriyorlar.. İzmit Kağıt Fabrikası, o
zamanlar gazetelerin tapındıkları, kuyruğa girdikleri bir yer.. Çünküm
şundan ki, kağıt yoksa gazete yok.. Kağıtsa, o kişilerin ağızlarında..
Naşit Abi tutturdu, “İlle de geleceksin..” diye.. Koca koca adamlar..
Ben İstanbul’da onlarla ne işleyeceğim, ne edeceğim, ne eyleyeceğim..
Ula, bir ısrar, bir ısrar.. “Sakın bunlar beni ‘Ağalık, yiğitlik olsun..’ di-
fiAN VERGILER
36 / EDEBIYATLAfiA

ye İstanbul’da Madam Atene’nin, ya da belkim Lüks Nermin’in evine


götürüp oradaki hurilerle halvete sokmak, bir ziyafet çektirmek iste-
mekteler mi acep?” diye, hayal ötesi bir şeylere kapılmadım değil.. Öy-
le bir zamanlar idi ki, aşk hiç karın doyurmuyordu.. “Düşün düşün
boktur işin..” bir sevdalanmalar.. “Elim eline değdi..”, “Değmedi..” bir
küsmeceler.. Pembemavi mektuplar.. Hayaller, hayallenmeler..
O tarihlerde 5-6 saatte mi ne gidiliyordu tapon otobüslerle İz-
mit’ten İstanbul’a.. “Dön baba dönelim..” bir yol.. Kafile yola çıktı..
İndik ve doğru Beşiktaş’a.. Abi benim çocukluğum zaten orada kav-
rulmuş, Beşiktaş Ortaköy’de Kabataş Lisesi’nde.. Tercüman gazetesi
(Şimdikilerle kesinlikle ilintisi yok..), o zamanlarda Beşiktaş’ta deniz
kenarında, Nuri Demirağ Tesisleri’nde.. Gazetenin başında Cihat Ba-
ban.. Ben ne bilirim Cihat Baban’ı? Ne bilirim bir beladan dağ silsile-
si olduğunu? Daha 18 yaşlarımda filanım.. Ve gelsin kahveler, çaylar..
Naşit Abi, benim Kalamoza defteri işlemekten çok devamlı okuduğu-
mu gördüğünden, “Bu çocuk olsa olsa gazeteci olur..” diye düşünür-
müş, kendi kafasınca, takıntısınca.. Yani o zamanlar gazetecileri hep
okuryazar sanırmış herhal ondan.. Ula işe bak.. Başıma gelene bak..
Hikayeyi sonra anlattı Naşit Abi.. Sarmayı çok önceden hazırlamış..
Benim buraya gazeteci olmaya getirilişim, planlı programlı.. Şansımı
düzeyim.. Ve Naşit Abi lafa langadak daldı: “Cihat Bey, bu genç arka-
daşımızı size getirdik, gazeteci olması için..” O tarihlerde, ben ve yaşıt-
larım Türk filmi seyretmeye gittiğimizde perdeye bir dansöz düşmeye
görsün, herkesler birbirlerinden habersiz, aynı anda “Eyi muzzz!” diye
bağırmaya, ünlemeye koyulurduk.. O anda etrafta hiç dansöz filan yok
ama ben içimden “Eyi muzzz!” dedim.. Yafu ulan bu ne mene bir iş?
Kaderim demek öyle yazılmış.. Batsın bu dünya.. Jet pilotu olmak isti-
yorum ve defterim gazeteci olarak dürülüyor..
Bazı şeyler hiç unutulmaz..
Cihat Bey, şöyle bir 10 saniye düşündü.. Ya da düşünür gibi yap-
tı..
Gelenler, benim gazeteci olmamı isteyenler, İzmit Kağıt Fabrika-
sı’nın kalantorları.. O zamanlar gazetelerin en büyük derdi kağıt.. Öyle
ithali filan yok.. Gazete çıkartıyorsan, İzmit Kağıt Fabrikası’na gebesin
arkadaş.. Kağıt altın.. Cihat Bey üslubuna yakışır bir şekilde “Hayır,
hastirin..” dese, muhtemelen başına iş alacak.. “Eğer siz uygun gör-
37

müşseniz pekiy, tabii..” dedi.. Bana kimsenin bir bok sorduğu yok ve
ben gazeteci oluyorum arkadaş.. Dedim ya “Kaderim batsın..” ..
Cihat Baban bana döndü: “Gazeteciliğin hangi dalında çalışmak is-
tersin?” diye gayetle vahşi vahşi sordu.. Ula Aksaray çocuğuyuz.. (Şim-
diki değil, o zamanki Aksaray..) Uyanıklığımız kendimize yeter.. (Şimdi-
ki uyanıklar, Kasımpaşa’dan çıkıyor..) Hafta sonlarında, Mithatpaşa ya da
anlayın işte İnönü Stadı’nın Teksas ismi verilmiş duhuliyesinde maç ko-
valamaktayım ama kulak asma.. Duhuliyede maç kovalamaktan boynum
uzamış, olmuş devekuşu boynu.. Futbolcuları ayaklarından tanıyorum,
çünküm yüzlerini görmek mümkünsüz.. Gazeteci ayağına, serbest giriş
kartı olursa mis.. Söyledim ki: “Spor muhabiri efendim..”
Lafımı çükeydim.. Cihat Baban, haso deli dolu bir adamdı.. Kağı-
dı, kağıt fabrikasını unuttu bir an.. Beni oralara getirip gazetesine so-
kuşturmaya çalışanlara edemediği lafı bana etti:
-Hastir ulan! Hadi çık git, sor bulursun.. İstihbarat Servisi’nde
bekle.Seninle konuşacağım sonra..
Ve çağırttı.. Gittim.. Anlattı ki ben her sabah, Eminönü’ne düşüp
İstanbul Hali’ndeki sebzemeyve fiyatlarını öğreneceğim.. Altının, gü-
müşün, durumlarına bakacağım... Borsa benden sorulacak.. Yafu ben
okulda logaritma cetvelini tersten okumakla ünlenmiş bir kişiyim,
bunlar benim hiç yiyebileceğim cinsten haltlar değil.. Emir demiri ke-
ser.. Cihat Bey söyledi mi yapacaksın.. Yoksam herkesin gözü önünde
döver.. Bir süre elma, armut, ıspanak, lahana.. Altın, gümüş.. Sonra po-
lis, adliye muhabirliği.. Ve işte o işe soyundurduklarında beni, ölümü
gördüm.. Şimdilerde artık pek yadsımadığım ölümle, orada tanış ol-
dum.. Önümde, 23 metre ötemde asılan kişileri seyrederekten.. Hani şu
Sultanahmet Meydanı’nda.. Hani Ayasofya, Sultanahmet Camii ve Di-
kilitaş’la birlikte..
İşte 50 yıllık bir macera.. Başlangıcı, daha sankim düncesine bel-
leğimde..
Ama boş koyun bu meslekte 50 yılı.. Kim takar, kim sallar? Sade-
ce okurlarınızdır uzaktan uzağa selam sarkıtan..”

SADAKANIN DEFTERİ VE BELEDİYE VERGİSİ


Reşat Nuri Güntekin, Miskinler Tekkesi adlı romanında, Osman-
lı’nın son dönemindeki dilenciliği, fiili ve felsefi halleriyle ve büyük
fiAN VERGILER
38 / EDEBIYATLAfiA

bir ustalıkla aktarır okurlara. Bu romandan alınan aşağıdaki satırlar ise


dilencilikle belediye vergilerinin bir karşılaştırmasını yapmaktadır. Sa-
nırım, hiçbir vergicinin aklına bunlar gelmemiştir.
“Sadakanın defteri yoktur. Fakat şunu da bilmeli ki, bir büyük şe-
hirde bir yılda fukaraya verilen paranın yekûnu, devlet demeyeceğim,
fakat belediye vergisini mutlaka aşar.
Şehirde, yazılı vergisi olanlar kaçta kaçtır? Buna mukabil sadaka
vermeyen yoktur diyebiliriz. Kanunla kesilmiş vergi borçlarından ka-
çanlar; bunu vermemek için her türlü ayıbı, haciz ve hapsi göze alanla-
rın (bazen uzak ve müphem vadeli, fakat buna mukabil büyük faizli bir
borç verdiğine inanarak, bazen hatta bunu da düşünmeden) dilenciye
hiç şaşmadan borç verdiklerini görürsünüz. Hatta dilencilerin kendile-
rinden bile daha düşkün meslektaşlarına para verdikleri muhakkaktır;
yani, Beyazıt’ta dilenip Sultanahmet’te sadaka vermek sözü bir mace-
radan ibaret değildir.
Şu halde, o hangi kuvvettir ki bu hırs ve menfaat dünyasında mut-
lak âciz demek olan dilenciyi kanun ve polis kuvvetine dayanan vergi
tahsildarından daha kuvvetli bir insan yapar? İnsanlığın şerefine olarak
başta ilahi merhameti söylemek lâzım. Vazifenin yeri kafa, merhame-
tin yeri hesap ve kitabı olmayan ve bir çocuk gibi kolay kanan kalptir.
Dilencinin asıl kuvveti, bu kalbe hitabetmesindedir. Ondan sonra da
daha başkaları gelir.
Dilenci, vergisini pek küçük taksitlere bağlar ve onu size, farkıan
varmadan ödetir.”

TÜRKLERİ KAÇIRMAK İÇİN SAHTE VERGİ MEMURLARI


Meclis-i Mebusan’da Siverek Milletvekilliği, Cumhuriyet döne-
minde ise kaymakamlık yapan İbrahim Vehbi Bey’in kızı olan yazar
Cahit Uçuk; roman ve öykü, özellikle de çocuk roman ve öykülerinde
gösterdiği üstün başarıyı, “Bir İmparatorluğun Çöküşü” adlı anı kita-
bında da gösteriyor. En güzel kadın yazar ünvanını da taşıyan Cahit Ha-
nım, bu anı kitabında üç kuşak gerilerden başlayarak, ailesinin yaşam
öyküsünü aktarıyor. Anne tarafı Selanikli olan Yazar, Selanik ve çevre-
sinin önce Bulgar, sonra Yunanlılar’ın eline nasıl geçtiğini, komitacıla-
rın anneannesi Seher Hanım’ın çiftliğini nasıl talan ettiklerini, sonra şe-
hirde Türklere karşı nasıl bir yıldırma ve kaçırtma politikası ve uygula-
39

ması başlatıldığını anlatırken, Yunanlılar’ın bu faaliyetlerine yasal kılıf


bulabilmek için sahte vergi memurları ve müfettişleri kullandığını şu
satırlarla aktarıyor: “İlkten Bulgar komitacılarla başlayan işgal, sonra
Bulgar askerleriyle sürdü. Fakat arkadan güçlü Yunan ordularının Se-
lanik’e yürümeleriyle şehir düştü. Artık Selanik’te Osmanlı düşmanlı-
ğı önüne geçilmez bir hal almıştı Yavaş yavaş soylu ailelerin evlerine
baskın yapılmaya başlanmış, tabii Seher Hanım’ın konağı da bu saldırı-
lardan payını almıştı. Hadiye’nin (Cahit Uçuk’un annesi) piyanosunun
birini, güya satın alınacakmış bahanesiyle götürmüşlerdi. Sonra üst
kattaki konser piyanosu gitmişti. Eve girmeye alışan soyguncular, işi
zorbalığa dökmüşlerdi. Geliyor, kapıyı çalarak güya müfettişmiş, ver-
gi memuruymuş gibi sorular soruyor, sonra evin eşyalarını yüklenerek,
Seher Hanım’ın eline bir kağıt parçası verip gidiyorlardı.”

YAZARDAN VERGİ YOKLAMA MEMURU OLURSA


YAZARLARA PARASIZ OLURMUŞ SİNEMA
Nevzad Sudi, “Küllük Anıları” adlı kitabında, 1942-1944 yılları ara-
sında Tophane Maliye Şubesi’nde vergi yoklama memuru olarak çalıştı-
ğını, çalışma saatinin bitiminden sonra sinema ve tiyatrolarda bilet kon-
trolü yoluyla hasılatın doğru tesbitine yönelik denetim yaptığını yazıyor.
Nevzad Sudi, yazar arkadaşları Sait Faik ve Sabahattin Kudret Ak-
sal’ı, hasılat tesbiti yaptığı sinemalara nasıl parasız soktuğunu da açıklıyor.
“Çoğun Melek, Şark, Saray, Sümer, Lüks, Taksim, Lale sinemalarıy-
la Ses Tiyatrosu’nde görev almayı yeğlerdim. Gişede satışa çıkarılan bi-
letlerin ilk sayısını yazar, giriş kapısındaki görevliyi, satılan biletlerin bir
bölümünü yırtarak kapalı bir kutuya atmasını, öbür bölümünü ise izleyici-
ye vermesini sağlamak amacıyla göz altında tutardım. Bilet satışı bitip si-
nema ya da tiyatro başlayınca da gişedeki bilet koçanının son sayısını sap-
tayarak durumu bir tutanakla belgelerdim. Bu nedenle de genellikle giriş
kapısında, bilet yırtan görevlinin yanında dururdum. Doğallıkla sinema ya
da tiyatro sahibine ya da yöneticisine tanınan birkaç kişiyi parasız içeriye
sokma ayrıcalığı bana da tanınmıştı. Sait Faik, çoğun cumartesi ya da pa-
zar saat onbir gündüz gösterisine gelirdi; kimi kez de saat onsekizde, sır-
tında kısa, buruşuk bir yağmurluk, ensesine doğru itik dar kenarlı şapka-
sıyla sinema kapısı önünde görüntü verirdi. Sait Faik için gişeye yer ayırt-
mazdım. Çünkü birinci yerlikteki koltuklarda sayı yoktu. O da birinciyi,
hem de birincinin ön koltuklarında oturmayı severdi. Genellikle erlerin,
fiAN VERGILER
40 / EDEBIYATLAfiA

çocukların yeğlediği bu bölümdeki ön koltuklardan birine kaykılarak otu-


rur, filmi iyi ya da kötü demez ilgiyle izlerdi. Kimi kez de Sabahattin
Kudret Aksal, ya tek başına ya da arkadaşlarıyla gelirdi sinemaya.”

TORPİLİNİZ MEVLÂNÂ OLURSA...


Mevlânâ Celâleddin-i Rumî, VI.Kılıçaslan zamanında mali işlere
memur edilmiş olan Vezir Mecdeddin’e bir mektup yazarak müridle-
rinden Kemaleddin’in vergiden affını diliyor.
Şöyle diyor Mevlânâ: “ (...) Selamımı ve mektubumu size sunan Ke-
maleddin -Allah kutluluğunu olgunlaştırsın- bu duacınızın özü doğru
oğullarındandır.İbadet etmekle, evrad okumakla, ahireti düşünmekle uğ-
raşır. Şüphe yok ki bu yüzden, kazanca düşmeyi, hırsla çalışmayı gevşet-
ti; malca çok ziyana uğradı; borçlandı; ehl-i ayâli bir hayli kalabalık.
Umarım ki herkese konan vergiden onu affedersiniz; çünkü yıkık
yerden haraç alınmaz. Vergiyi bağışlarsanız o da devletinize dua etme-
ye koyulur; bu duacınıza da sonsuz bir lutufta bulunmuş olursunuz.
Daimi ihsanda bulunmanızı dilerim. “

NE BEY, NE BEY’İN VERGİCİSİ


Mevlânâ Celâleledin Rûmî, “Denizlerin Üzerinde” düşlediği o
mutluluk, özgürlük ve sevgi yerinde, beylerin ve bu beylerin vergicile-
rine yer olmadığını şu dizelerle ifade ediyor:
“Baktım birdenbire canlandı ölü.
İhtiyarlar baktım genç oluverdi.
Baktım bakırlar kesildi som altın.
Daha iyisi geldi yerine,
daha güzeli geldi baktım,
şehrimizden ayrılanın.

İçki, eğlence, tad sarmış şehrimizi.


Elinde bir kadeh var her sarhoşun.
Kimi doymuş, rahat, kendinde,
İçkiye doğru koşmakta kimi.
Gürül gürül süt ırmağı bir yanda,
bir yanda gürül gürül bal nehri
Pek acayip bir şey bu:
Bir şehirde padişah bir tane olurdu.
41

gökyüzünde ay bir tane.


Bu şehir padişahlarla dolu,
gökyüzü aylarla, zuhallerle.

Sen haydi koş var git hekimlere,


orda işiniz yok de sizin.
Orda ne dermansızlık, ne dert var,de.
Orda ne gam, ne kasvet var, de.
Orda ne kadı, ne vali.
Ne bey, ne bey’in vergicisi.

Davalar, düşmanlıklar, kavgalar zaten


denizlerin üzerinde hiç bir zaman yürüyemedi”

TİYATRO OYUNCUSUNA DAİR ANILARA TAKILAN BİR


VERGİ MEMURU
Nevzad Sudi’nin “Küllük Anıları”nda, bir de, tiyatro oyuncusu Bur-
hanettin Tepsi ile vergi memuru Cezmi Ar var ve öyküleri oldukça ilginç.
“Burhanettin Tepsi, az da olsa oyunsever bir topluluk karşısında,
ya Beyoğlu’ndaki sinemaların beyaz perdesi önündeki bezemsiz, dara-
cık bir alanda ya da Tokatlıyan gibi otellerin küçücük salonlarında ya
da İstanbul’un herhangi bir kent bölgesindeki gezici tiyatroların gö-
rünçlüklerinde tek kişilik oyununu sergilerdi. Kimi de Cezmi Ar’ı alır-
dı yanına.
Cezmi Ar, arkadaşımdı. Öz adı İrfan’dı. İstanbul Defterdarlığı “İrat
ve Servet Vergileri Müdürlüğü”nde görevliydi. Bu görevine ek olarak
ayrıca sinema ve tiyatrolarda bilet denetimi de yapardı. Burhanettin Tep-
si’yle de sanırım bu yolla tanışmış olmalılar. Oyunculuk yeteneği olma-
yan yakışıklı bir gençti. İkisi de sırmalı omuzluklu, göğsü kordonlu, dik
yakalı, ön bölümü özel sırma kordonla çapraz biçimde kapatılmış ceket,
yanlarına boydan boya kırmızı renkli enli kumaş parçası dikilmiş “paşa
pantolonu” biçiminde pantolon giyerler, bu süslü püslü, gösterişli, üni-
forma benzeri giysilerin içinde dimdik, uzun süre suskun karşılıklı du-
rurlardı görünçlükte. Bedensel yapılarının da etkisiyle izleyicilere ilginç,
çarpıcı bir fotoğraf ya da çağrıcı bir el duyurusu ya da ası görüntüsü ve-
rirlerdi. İzleyiciler, bu duruşu coşkuyla karşılar, ne olup biteceğini anla-
madan, alkış üstüne alkış tutarlardı.”
fiAN VERGILER
42 / EDEBIYATLAfiA

MÜKELLEFİN ALTIN DİŞİNİ SÖKEN


TAHSİLDARLAR DA VARMIŞ
“Tahsildara döndü, ‘Sen bilirsin bir iki, ben bilirim on iki... Efen-
di, ben Muğla kazalarında, mükellefin altın dişini çatır çatır söktükleri-
ni gözümle gördüm. Bu mu maliyecilik? Bu mu idare-i hükümet? ‘ “
Yukarıdaki alıntı, ünlü hikayecilerimizden Haldun Taner’in “Kan-
tar Kâtibi Ali Rıza Efendi” adlı hikayesindendir. Bu hikayenin yazılış
yılı 1951. Yani tek partiden çok partiye gerçek anlamda geçiş tarihimiz
olan 14 Mayıs 1950 seçimlerinin bir yıl sonrası. Cumhuriyet Halk Par-
tisi’nin 1950 seçimlerini kaybetmesinin ardında; tarihi, sosyolojik ve
yönetsel etken ve olgular vardır. Bunların en başta gelenleri,jandarma
ve tahsildar zulmüdür.
Haldun Taner’in yazdıklarına benzer anekdot ve acı hatıralar, yıl-
larca Anadolu’da anlatılmıştır. Mâliye ve vergi tarihimizin kara lekele-
ri, acı deneyleridir bütün bunlar.

TAHSİLDAR ATIF BEY’İN HEDİYESİ


Günümüzün en önemli hikâyecilerinden Mustafa Kutlu’nun bü-
tün hikâyeleri bir roman kadar uzundur, hattâ bir öyküsünün adı da
“Uzun Hikâye” dir. Kutlu’nun, “Beyhude Ömrüm” adlı uzun öyküsü-
nün kahramanlarından biri de Tahsildar Atıf’tır. Öykünün Tahsildar
Atıf’la ilgili olan bölümlerini özetleyerek vermek, en doğrusu olacak,
çok şey ifade edecektir.
“-Bu senin boz eşeğin burnu yine havalarda Bodik Çerçi. Bu mar-
suvan kudurmuş canım.
-Sana benziyor kart zampara. Köyün koksunu aldı da, senden be-
ter oldu.
Çerçi Cemil ile Tahsildar Atıf köyün dolamaçlarına vurmuş, yoku-
şu ağır ağır çıkıyorlardı. Çerçi eşeğin birine binmiş, önde giden iri boz
eşeğe mallarını yüklemişti. Tahsildarın altında ise ağzı köpüklü, üç aya-
ğı sekili, alnı akıtmalı bir doru kısrak vardı.
-Efendi bu hayvanın kudurması tâ İsmet Paşa seferberliğinden
kalma. Ben bunu köyün pur mağaralarında sakladım idi. Mekkâre top-
landığında, uyuz atlara varıncaya kadar hayvan namına ne varsa çekip
aldıklarında.
-Eee...
-Eesi, bu boz aygırı pur mağaralarında gündüz şeker, gece üzüm ile...
43

Tahsildar Atıf, dereyi-tepeyi inleten koca bir kahkaha patlattı.


-Yine desteksiz atmaya başladın Çerçi Cemil. Ulan o yıllarda şe-
keri bulmak nerde, sen nerde. Hadi bulmadın da çaldın diyelim, kendi
pis nefsini körelteceğine, eşeğine yedirmek...
Hadi ordan.
-Öyle ya sizin gibi haramiliğe soyunup devlet kapısına yazılmadık.
-Memura hakaret... Nerden başlar bunu ceremesi bilir misin? Bu-
nun ceremesi en azından derisi yüzülmek.
-Hastir şurdan ayı. Senin gibi kara cahillerden tahsildar olursa vay
şu memleketin haline.
-Şehadetnâmeyi ne yapacağız, kapı gibi şehâdetnameyi.
(...) Çerçi, heyecanı yatışsın diye yüzüne su çarpıyordu. Sonunda
nefeslenip dikildi.
-Sırnaşma sırası değil.
-Hediye’yi bildin mi?
-Biz memur sınıfından değiliz yavrum, bize hediye meçhul.
-Aptallığa vurma. Muhtar Halil’in Hediye’yi sordum.
-Evet... No’lmuş kızın adı Hediye ise.
Tahsildar yalancıktan kaş çattı; sesini sertleştirdi.
-Dua et ferah demdeyim. Yoksa senin o nakışlı kel kafanı şu pına-
rın yalağına sokardım.
Çerçi, Tahsildar’ın irileşen gözlerine, çarpılan ağzına korkuyla
baktı. Aşağıdan almaya başladı.
-Peki peki, kudurma. Sırma Hala’yı gönderir kızın ağzını ararız. İs-
tediğin Hediye olsun.
(...) Tahsildar Atıf oturduğu yerde kütür kütür gerindi. Hediye’yi
düşünüyordu. Muhtarın ikinci karısı Selvihan’ın kızı Hediye’yi. Kız az
önce misafirlere ayran getirmişti.
(...) Çerçi Cemil, Sırma Hala’yı bir avuç kınaya kandırıp Hedi-
ye’ye yolladı. İhtiyar uzun uzun tahsildarın kıza olan vurgunluğundan
bahsetti. Kara sevdaya tutulduğunu, neredeyse mecnun olup dağlara
düşeceğini anlattı. Adam koca bir memur.
Karısını boşayacaktı. Hediye hele bir ‘He’ desin, karsının kıçına
tekmeyi basacaktı. Tahsildarda para küpler dolusuydu. Hediye’yi altı-
na, beşibirliğe boğacaktı.
fiAN VERGILER
44 / EDEBIYATLAfiA

(...) Tahsildar Atıf yaka-bağır açık, gözleri korkudan pörtlemiş, ne-


fes nefese ahır kapısından dışarı fırladı. Bulunduğu yerde bir an durdu,
sonra avluya doğru seğirtti. Hediye’nin aşkına zırt-pırt köye damlıyor-
du. Az önce de kısrağı yoklama bahanesiyle ahıra varıp kızı orada sıkış-
tırmaya kalkmıştı. Hediye tehlikeyi sezince kendisini geriye atmış, tah-
sildarı, tahsildarı hayvanların arasında epeyce koşturmuş, nefesini ke-
sip dilini dışarı düşürdükten sonra bir ceylan çevikliği ile pencereden
atlayıp, harman kaçmıştı.”
Ancak, Tahsildar Atıf’ın bunca gayretine karşın, Hediye’nin köy-
de bir sevdiği vardır, adı Şahin’dir. Kaçarlar iki sevgili, düşerler İstan-
bul yollarına. Tahsildar Atıf’ın sonraki hallerini Mustafa Kutlu şöyle
anlatıyor:
“(...) Tahsildar Atıf ise durumdan ancak birkaç gün sonra haberdar
olabildi.
Kumar masasında idi. Epeyce kaybetmişti, sürekli içiyordu. Haberi
kulağına fısıldayan adamın suratına bir süre anlamsız gözlerle kanlı kanlı
baktı. Elindeki kağıtları yavaşça bıraktı. Hiçbir şey söylemeden kalktı.
Yarım şişe raksını masanın altından alıp paltosunu iç cebine soktu.
Vakit gece yarısını geçiyordu. Kasabanın bütün ışıkları sönmüştü.
Ilık, yıldızı bol bir kış gecesiydi. Atıf Efendi kasabanın ana caddesinde,
diz boyu kar içinde yalpalaya yalpalaya dolaştı. Şişede kalan rakıyı su-
suz, mezesiz kafaya dikti. Saat kulesinin bulunduğu yere kadar çıktı. Ora-
da durup; aşağıya, sessiz-sedasız kara gömülmüş yatan kasabaya baktı.
(...) Ancak sabaha doğru evinin kapısını bulabildi.”

TEK PARTİNİN TAHSİLDAR ZULMÜ VE VERGİ BASKISI


Münevver Ayaşlı, o çok bilinen “Pertev Bey, Üç Kızı, iki Kızı ve
Torunları” adlı romanında,1940’lar Türkiyesi’nin mali uygulamaları ve
halkın çektiklerini şöyle anlatmaktadır:
“ Bir gün Azize Hanım, yine bu hârâretli tetkik seyahati mevzûba-
his olurken:
- Bu tetkik seyahatleri biraz azalsa, her halde, vergilerden epey in-
dirmeler olurdu, dedi ve ekledi:
- İnsanları bir yere tayin ettikten sonra başka birilerini tetkik seya-
hatlerine göndermektense, tetkik edilmiş insanları o memuriyetlere ta-
yin etseler daha doğru olmaz mı?
45

Hakikaten Ankara, milli mücadele senelerinden o kadar uzaklaş-


mış ve hergün uzaklaşıyordu ki. Bu tetkik seyahatleri, kalabalık heyet-
lerin Avrupa’ya gitmeleri, dar bütçemiz için bir yara gibi idi, durma-
dan kanıyordu. Hükümetin maliyesini zayıflatıyor, sarsıyordu.Bütçe
açığını kapatmak için hükümet var gücüyle hergün vergiler ihdas edi-
yor veya onları fazlalaştırıyordu. Hükümet, iktisaden çok zayıf olan
milletin üzerine yükleniyordu. Hükümetin tahsildarı, sille tokat, köylü-
nün bir koyunu mu var, bir buzağısı mı var, bir bakır kazanı mı var, göz
yaşına bakmadan, ağlayan bir ninenin, bir çocuğun elinden alıyordu.
(...) Kocaman erkek olduktan sonra bile çocukken duyduğu acıları
unutmayan, yeni doğan güzel buzağısıyla ineklerini zorla ellerinden
alan tahsildarın arkasından, buzağısından ve ineğinden ayrılmamak için
ayakları yara olana kadar yürüyen çocuklar bilirim. “

DELİLER KÖYÜNDEN DAYAK ATILIP SINIR DIŞI EDİLEN


TAHSİLDAR
Rize’nin Mitari Köyü’nün neredeyse yarısı, frengi illeti yüzünden
delidir. Bu deliler, öyle ünlenmişlerdir ki yörede, eşkiya bile çekinir
olmuştur, girmemiştir bu köye.Sefer de bu köydendir, zırdeli olmasa
da, deli dolu ve çok güçlü bir adamdır. Bir gemide çalışmaya başlayan
ve ilk seferinde Samsun’a giden Sefer, burada, gemi kaptanının parası-
nı ödemeyen bir tüccarı, yazıhanesindeki kasayı kucaklayarak kasa ile
duvar arasına sıkıştırır ve parayı almayı başarır. Paranın bir miktarı mü-
kafat olarak kendisine ödenir, sevinçle köyüne döner. Dönünce neler
olmuş, Zeyyat Selimoğlu’nın “Deprem” adlı romanından okuyarak öğ-
renelim: “Samsun dönüşü Sefer, Mitari’ye bir ikindi vakti ayak bası-
yor. (...) Yağmur ıslaklığı sinmiş koyu yeşil yapraklar, yosun tutmuş
taşlar arasından geçerek köyüne ulaşıyor. Ortalık sessizlik içinde, kim-
seler görünmüyor. (...) Sefer, eve vardığında bakıyor anası kapının
önünde. Yanında da Sefer’in küçük kızkardeşi, ağlamaklı haldeler. Oğ-
lunu karşısında gören anası, şöyle bir sevinemiyor bile. Başını önüne
eğmiş kalmış, karayele kapılmış mısırlar nasıl durur çaresiz, işte öyle.
Sefer artık duramıyor.
-Ana ne var, ne oldu?
Karşılık yok.
-Kafamı kızdırmayın, ne olduysa söyleyin.
fiAN VERGILER
46 / EDEBIYATLAfiA

Sefer’in küçük kızkardeşi, incecik yüzlü Ayşe, başını kaldırarak


incecik bakıyor.
-Vergici Yusuf geldi.
-Verg...
Ve Sefer kısa bir soruşturmadan sonra, Ayşe’den öğreniyor olan
biteni. Mitari’ye eşkiya girmez dedik, çekinir, ama biri var ki çekinmi-
yor Mitari’ye girmekten. Yanında bir jandarmayla zaman zaman köye
girip, vergi toplamaya gelen Yusuf var. Gözleri beyaz bakan bir adam-
dır bu Yusuf, tahsildar.
(...) Ve Sefer dinliyor ki kardeşinin ağzından, bu Yusuf, vergiyi
karşılayacak para bulamayan anasının iki bakır bakracıyla bir de büyük
bakır tenceresini alıp gitmiş. Sefer gelip öder, dedilerse de, ben Se-
fer’in dönmesini bekleyemem diyerek, bakırları söke söke ellerinden
alıp götürmüş. Bu Yusuf... şu... ha bu Yusuf yıllardır inletiyor bu köyü
, bir kolayı bulunmassa daha da inletecek. Bu Yusuf’un o beyaz gözle-
rini yıldırmak gerek.
(...) Sefer koşar adım ilerliyor. Ver birden... İşte ileride, bir az
ötede işte, şu... şu evin önünde Yusuf. (...) Sefer ilerliyor. Şimdi jan-
darma eri ile Yusuf’un yakınında. Birkaç koşar adım daha ve Sefer
sesleniyor.
-Yusuf...
Vergici ile yanındaki jandarma, şöyle bir dönüyorlar artlarına, Se-
fer’i diplerinde görüyorlar. Bu... şu... bu Sefer’in gözleri, gözleri ne-
den böyle kanlı bakıyor, gözlerini neden böyle kan bürümüş Sefer’in?
Jandarma şöyle bir yeltenecek oluyor. Sefer yana atılırken, tüfeği bir
çekişte koparıyor jandarmanın elinden, namlusundan tutarak bir vuruş-
ta taşlara, kundağını parçalıyor, tüfek artık zararsız. Jandarma geriliyor.
(...) Sefer’in ileri doğru uzanan kalın, sağlam kolları, Yusuf’u sağından
ve solundan, koca bir kerpeten ağzı gibi kıskıvrak yakalıyor. Yusuf de-
mir çemberi içinde. Önce ayakları kesiliyor topraktan, ardından bir
yükseliyor, her çıkışın inişi var, ardından hızla yere iniyor. ‘Anamı ağ-
latırsın öyle mi?’ Her inişin ardından bir çığlık yükseliyor. Ve sonunda,
Yusuf yerde boylu boyunca.”
Sefer, hırsı geçince, bakar ki, Yusuf yaşıyor hâlâ; alır evine götü-
rür; bakarlar, yedirir içirirler günlerce ve sonra... “(...) Ve neden sonra
işte, Yusuf iyileşince, başına yeni bir felaket gelmesin diye, vergiciyi
47

köy sınırına dek, Sefer kendi götürmüş. Köye sınır olan dereyi de geçir-
dikten sonra, derenin öbür kıyısında ‘dur’ demiş ‘dur biraz arkana bak-
ma!’ böyle deyip, Yusuf’un kıçına tekmeyi bastığı gibi ‘hadi artık
git’demiş. ‘ Bu yediğin, Mitari’nin tekmesiydi, sakın unutma!’ “

ABANA’DAN TAHSİLDAR HİKÂYELERİ


Aşağıdaki tahsildar hikâyelerini www.abangazetesi.com adlı web
sitesinden aktardık:
“Köylünün derdini en iyi “tahsildar”lar (gezici vergi toplayıcısı)
bilir. Muzaffer Tığlı (1912) çocukluğundaki “pazar ekmeği”ni ve
1937’de tahsildar olduktan sonraki köylünün durumunu anlatıyor: “Şe-
kerci yoktu bizim çocukluğumuzda. Ama pazar ekmeği (fırıncının yap-
tığı ekmek) alabilirdik arada. Hele de içini yarıp biraz tahin helvası
koydurup ısıra ısıra yemeğe başlayınca keyfimize diyecek yoktu. Pazar
ekmeği perşembe günleri satılırdı yalnız. (...) Para yok. Köylü orman-
dan ağaç kesecek, Abana’ya-Bozkurt’a indirip beş kuruşa, on kuruşa
satacak da bize para verecek. Bir git, iki git para yok. (...) Genellikle
muhtarlarda kalırdım. Ama zayıf muhtarlarda kalmazdım. Hali vakti iyi
olanlarda kalırdım. Başta gelen yemek patatesti köylerde. Sonra yu-
murta, süt, yoğurt. Ekmek mısır ekmeği. Çavdar ekmeği de görürdük
arada. (...) Benim bir siyah beygir vardı. Bu at yüzünden köylüler beni
uzaktan tanır, tedbir alırdı. Ben çok kere atımı başka köyde bırakır, ya-
ya giderdim. Hayvan sayımı da var o yıllarda, onu da biz yapıyoruz. El-
malı-Şeyhoğlu köyüne gidiyoruz yine bir gün. Atımı gören biri koyun-
ları ambara dolduruyor ve on beş kadar hayvan havasızlıktan ölüyor!
Sonradan öğreniyorum. Oysa bir tanesini satsa, vergisine yettiği gibi,
kendisine de para artacak” (AG, 15 Nisan 1978).
Faik Acar (1909) 1945’te tahsildar olur: “120 kuruşluk vergi için
adamın kapısına en az on defa giderdik. Yok. Hiç iler tutar yer yok. Bu-
rada köylünün para kazanması imkân haricinde. Bir ağaç kaçırabilirse
kaçıracak. Onu da ormancı tutar. Ayağında çarığı, sırtında gömleği yok.
İstanbul’da oğlu-uşağı olur da para yollarsa vardır. Tavuk para etmez.
Bir oğlak 25 kuruş. Bu iç köylerimiz çok zayıftı, çok. (...) En iyi yemek
çorbaydı. Yemek diye aklı başında bir şey bulamazdık. Köy sofraları
vardı o zaman. Bir misafir gelince köylüler hep toplanır, sofrayı kurar-
lardı. Bir yığın ekmek dizilirdi sofranın üzerine. Yemek olarak süt, yo-
fiAN VERGILER
48 / EDEBIYATLAfiA

ğurt gibi işe yarayan şeyler varsa misafirin önüne koyarlardı. Kendile-
ri ayran mayran, mancar mantar ne varsa yerdi. Sofradan artan ekme-
ği de sepetlerine taksim ederlerdi” (AG, Ağustos 1978).
Fatma Gündüz (Yaylatepe, 1926): “Çok tarlamız vardı bizim. Evin
altını eşti babam, kuyu yaptı. Tam 16 teneke mısır-buğday sakladık. İki
şinik zahiren varsa birini alıyorlardı. Tahsildardan koyunları, sığırları
saklardık. Dağlara kaçırır, bağırmamaları için ağızlarını bağlardık. Eşek
anırmasın diye ağzını ellerimizle kapatırdık. ‘Tahsildar geliyor’ dendi
mi, tir tir titrerdik” (özel söyleşi).“

BALABAN, NAZIM HİKMET, KRAVAT VE TAHSİLDAR...


“Nazım Hikmet’le Yedi Yıl” adlı hatıralarında anlattığına göre,
1941 yılında hapishanede yattıkları sırada, portresini yapması için Na-
zım Hikmet’e poz verir Ressam İbrahim Balaban, ama beğenmez Nâ-
zım’ın yaptığı portreyi.
“- Kravatımı yapmamışsın.
-Sana kravatı yakıştıramadım.
- Neden?
- Sizin köye tahsildar gelir miydi?
- Gelirdi.
-Sever misin tahsildarı?
-Sevmem.
-Senin ve benim sevmediğimiz tahsildarın kravatını sana taka-
mam. “
Balaban sonra o portrenin üzerine o kravatı kendi yapar.

HALK OZANLARIMIZIN TAHSİLDAR VE MÜLTEZİM


BASKISINA KARŞI YAZDIKLARI TAŞLAMALAR
Şarkışlalı Âşık Serdarî (1834-1918), tahsildarlardan köylünün
gördüğü zulmü şu dörtlükle ifade ediyor, taşlıyor:

“Tahsildar da çıkmış köyleri gezer


Elinde kamçısı fakiri ezer
Yorganı, döşeği mezatta gezer
Hasırdan serili çulumuz bizim.”
49

Zileli Talibî’nin derdi, tahsildar değil mültezim. Zile’de yetişen


bu en eski halk ozanı 1733-1813 yıllar arasında yaşamıştır. Gençliğin-
de kahvecilik yapmış, çevresinde çok sevilip sayılmış, ancak türlü bas-
kılar nedeniyle sıkıntılı günler geçirmiştir.

“Tâlibî’yim kurtulmadım çileden


Mültezimler öşür alır kileden
En doğrusu kaçmak imiş Zile’den
Hiç gelmemek nûrun âlâ nur imiş”

Cumhuriyet dönemi halk ozanlarından Âşık İhsanî ise şöyle diyor


bir şiirinde:

“Benim kavga arkadaşım


Uyan, daha daha uyan
Uyan aziz canım benim
Damardaki kanım benim
Dertli perişanım benim
Uyan, daha daha uyan
Ağalar kırdı dalını
Tahsildar sattı çulunu
Borçlu gömdürdün ölünü
Uyan, daha daha uyan
Uyan kendine hak iste
Kara bahtını ak iste”

1930 yılında Atatürk tarafından en yakın arkadaşlarından Fethi


Okyar’a kurdurtulan ve bazı yanlışlar ile Fethi Bey’in dirençsizliği yü-
zünden, 100 gün sonra siyasi hayata veda eden Serbest Fırka, bu 100
günlük dönemde halkın umudu olmuştu. Konyalı bir Halk Ozanı (adını
tesbit edemedik) Fethi Bey’e hitaben yazdığı uzun şiirinin bir dörtlü-
ğünde sözü tahsildar baskısına da getiriyordu:

“Sabahtan tahsildar dizilir bir saf


Ne tüccar kalmıştır ve ne de esnaf
fiAN VERGILER
50 / EDEBIYATLAfiA

Her gelen tahsildar etmiyor insaf


Malımız hacizde bilsin Fethi Bey”

Aşağıdaki güzel dörtlüğün ozanını da ne yazık ki tesbit edemedik.


Bu dörtlükte geçen “salgın” sözcüğü “vergi” anlamında kullanılmaktadır.

“Çıksam dağa ayısı var kurdu var


Düze insem sıtması var derdi var
Köye gitsem tahsildarla vergi var
Şaştım ağam bu salgının elinden”

TAHSİLDARLIK YAPAN ŞAİR DE VAR


“Seher vakti çaldım yârin kapısın
Baktım yârin kapıları sürmeli
Boş bulmadım otağının yapısın
Çıka geldi bir gözleri sürmeli”
Neşet Ertaş’a ait bir türkü olarak bildiğimiz bu dörtlük, Sivaslı
Halk Ozanı Agâhî’ye aittir. 1874-1916 yılları arasında yaşayan ve Ale-
vî-Bektaşi şiir geleneğinin önemli bir temsilcisi olan Agâhî’, tahsildar-
lardan yakınan halk ozanlarından değil, çünkü o bir tahsildar. Agâ-
hî’nin askerde yazıcılık ve köylerde yıllarca tahsildarlık yaptığını yakın-
ları ve değerli araştırmacı Müjgan Cumbur ifade etmektedir.

HER GECE TAHSİLDAR GİRER DÜŞÜME


Taşlama Üstadı Abdurrahim Karakoç, “Tohdur Bey” adlı şiirinin
bir yerinde tahsildarları taşlıyor:

“Dert-belâ tebelleş oldu başıma,


Her gece tahsildar girer düşüme...
Beni mahcup etme can yoldaşıma,
Erkeklik öldü mü bre tohdur beğ?”

JANDARMASI TAHSİLDARI İÇİNDE


Rıfat Ilgaz “Film” adlı uzun şiirinin bir yerinde, jandarma ve tah-
sildar baskısını dile getirmektedir:
Özgürlük de ekeriz sağdıcım,
Türlüsü yetişir bizde,
51

Katmerlisi, yalını da,


Adamına göre boy boydur,
İncesi de kalını da...
Söz özgürlüğü, saz özgürlüğü,
Al sana elektriği, suyu,
Jandarması, tahsildarı içinde,
Mesken masuniyeti

DEMİRBAŞA KAYDEDİLEN ŞİİR VE TAHSİLDAR


Ahmet Erhan Kalıt adlı şiirinde şöyle diyor:

“Hayatın tecrit hücresindeyim


Ellerimde sigara yanıkları
Özelleştirilmedik bir kalbim kaldı
Yazarım duvarları imla kurallarına uyarak
Nokta virgül iki nokta işkence
Şiirlerim bile demirbaşa kayıtlı
-Hani her şeyin başı aşktı?
Yatarım bankacı sokak 8 numarada
Kalkar bir bira söylerim kendime
Çalar kapı kapıcı: -Abi bir isteğin var mı?
Gelir ASKİ, TEK, vergi tahsildarı”

TİRİDİNE BANDIM TÜRKÜSÜ DE TAHSİLDAR ZORUNDAN


Kastamonu’lu değerli araştırmacı Ata Erdoğdu’nun tesbitlerine
göre; Zehra Bilir’den yıllarca zevkle dinlediğimiz “Tiridine Bandım”
türküsü de vergi ve tahsildar zoruyla yakılmış bir türkü. Öşür Vergi-
si’ni veremediği için bir çift öküzünden biri alınan vatandaşın boyun-
duruğa kendisinin girmesini anlatan bu “Aşar Türküsü”, mizahi yanıy-
la da ilgi toplamıştır:

“Manda yuva yapmış söğüt dalına


Yavrusunu sinek kapmış gördün mü?
Sabah erken çifte giderken,
Öküzüm torbadan düştü gördün mü?”
fiAN VERGILER
52 / EDEBIYATLAfiA

DİRLİĞİ BOZULURSA IRAZCA’NIN...


Köye tahsildar gelir. Köylü vergiden kaçınmaya çalışır. Bir tek
Irazca, satar buğdayını, öder vergisini. Satar ve öder, çünkü Irazca,
devlet’e ve cumhuriyete güvenmekte, vergi ödeyerek güçlü kılmak is-
temektedir. Ancak iş Irazca’nın sandığı gibi değildir. Muhtar vurgun,
dalavere ve zorbalık peşindedir; devletin öteki temsilcileri ise, ya ay-
maz, ya gammaz, ya da neme lazımcıdırlar. Bütün bunlar bir araya ge-
lince, bozulmuştur Irazca’nın dirliği, hem de fena halde bozulmuştur.
Tahsildarın ikinci gelişinde, Irazca da ödemez vergisini.
Osmanlı döneminde devletin tütünden öşür, beylerin de ürünün
yarısını aldığını, güvendiği Cumhuriyet’in de fos çıktığını ileri süren
Irazca şöyle dert yanar: “Eski günler gitsin geri gelmesin. Yeni gün-
ler de batsın çıkmasın. Eteri gitti, beteri geldi. Ankara’nın öşürü pa-
dişahınkini aratmadı.. Beylerin işi hep akkımına. Bizim işler ise yo-
kuşuna.”
Demokrat Parti dönemindeki köy ve köylü hayatında dair çok
şeyler yazan Fakir Baykurt, Irazca’nın Dirliği adlı romanında da vergi-
ye ilişkin bu tesbit ve izlenimleri aktarmış okurlarına.

ALİ MOLLA İLE HIRSIZ TAHSİLDAR


Zeynel Besim Sun, “Gavur İmam dedikleri meşhur Ali Molla’nın
Şekaveti” başlığı altında şu bilgileri veriyor: Ali Molla’nın adı Gavur
İmam’dır. Bir köyde imamlık ve hocalık yapıyordu. Köyde bir de fakir ve
dul bir kadıncağız vardı ki kocası ve büyük oğlu Rumeli’de çete takibin-
de şehit düşmüşlerdi. Kadının küçük bir oğlundan başka kimsesi yoktu.
Bu kadına köy halkı yiyecek verirlerdi. Kadının yegane ümidi küçük oğ-
lunu büyütüp kendisine bakmasında idi. Köye bir sene evvel, sarayın se-
fil arzularını tatmin için gelen tahsildarla zaptiye neferi, bu kadının vergi
yüzünden yatağını yorganını almışlardı. Kadın bir çul üzerinde yatıyor bir
toprak tencerede aş kaynatıyor ve bir toprak çanakta oğluyla beraber kar-
nını doyuruyordu. Aynı köye ertesi sene de bir tahsildarla bir zaptiye gel-
di. Kadın da o gün toprak tenceresinde bulgur kaynatıyordu. Para istedi-
ler yok dedi. Tahsildar kızdı, zaptiyeye emir verdi. Zaptiye de ocakta kay-
nayan toprak tencereyi yere dökerek, tencereyi aldı. Kadın da biçare oğ-
lu da iki gözleri çeşme ağlıyorlardı. Ali Molla, bu manzara karşısında ta-
hammül edemedi. Tahsildara dönerek sordu:
53

-Bu kadının borcu ne kadardır?


-18 kuruş...
Köy hocası 18 kuruş çıkarıp saydı ve makbuzunu istedi. Tahsildar
o devrin Sarayı gibi hırsızın biriydi. Makbuzu 8 kuruşluk yazıp hocaya
uzattı. Ali Molla, makbuzu tetkik ederek sordu:
-Efendi, ben 18 kuruş verdim. Halbuki makbuz 8 kuruşluk. Tah-
sildar kızarmadı bile:
-Haa... Yanlışlık olmuş. Elifini koymamışız dedi ve 8 rakamının ar-
kasına 1 rakamı ilave etti.Tahsildarın bu hareketi üzerine büsbütün sinir
ve hırs kesilen köy imamı, kadının çocuğunu bir tarafa çekerek diyor ki:
-Sen göz kulak ol, tahsildarla zaptiyenin hangi yoldan gideceğini
gel bana haber ver. İmam kalkıp evine gidiyor, orada cübbesini sarığını çı-
kararak zeybek elbisesi giyiyor. Tahsildarla zaptiye de işlerini bitirerek,
köyün arka yolundan şoseye doğru düzülüyorlar. Çocuk koşarak Ali
Molla’ya haber veriyor. Ali Molla kestirme patikadan şoseye inerken pu-
suya yatıyor. Ali Molla pusuya düşürdüğü tahsildarla zaptiyeyi orda öl-
dürüyor, kellelerini keserek döşlerine koyuyor ve dağa çıkıyor. Ali Mol-
la, daha sonraları Trablusgarb’a gönderileceği gerekçesiyle hükümet gö-
revlilerince şehre çağırılıyor. Fakat burada hileyle öldürülüyor...”
Halk, bir Ali Molla Türküsü türküsü yakmıştır bu olay üstüne,
sözleri şöyledir:

“Ali Molla taştan çıktı parladı


Yavuklusu karşı çıktı ağladı
Yağlı kurşun ciğerimi dağladı
Ali Mollam der de ağlar analar”

AYDINI YABAN GÖRMENİN SEBEPLERİNDEN


BİRİ DE TAHSİLDAR
Yakup Kadri, “Yaban” adlı ünlü romanında, yüzyıllarca “kul” ola-
rak görülen, ezilen, horlanan, cahil bırakılan Anadolu Türk’ünün, ay-
dınlara korku ve kuşkuyla baktığını, onlara inanmadığını vurgulamakta-
dır. Bu inançsızlığın müsebbibleri arasında tahsildarlar da vardır. Roma-
nın başkişisi Ahmet Celâl, izlenim, tesbit ve gözlemlerini şöyle ifade
ediyor.: “Buraya gelişimin ilk haftaları, etrafıma yalnız korku ve kuş-
ku veriyordum. Beni hükûmet tarafından gönderilmiş herhangi bir me-
fiAN VERGILER
54 / EDEBIYATLAfiA

mur, bir tahsildar, bir öşürcü, bir jandarma, yoksa bir askerlik şubesi
başkanı mı sandılar bilmem; fakat, hepsinin yüzünde korku ve kuşku
belirtilerini açıkça görmüştüm.”

YUNAN İZMİR’E ÇIKARSA,


GÂVUR DA TAHSİLDARA ÇIKIŞIR
1919 yılında İtalyanlar, korka korka, adet yerini bulsun kabilinden
asker gönderiyorlar Konya’ya. Halk alay ediyor bunlarla, Konyalı’nın
hayatında fazla değişen bir şey olmuyor. (Zaten bir süre sonra kendi-
liklerinden çekip gidiyorlar İtalyanlar). Ama ne zaman ki, Yunanlılar
İzmir’e asker çıkarıyor, işte o zaman, yerli azınlıkların torbadaki yüzle-
ri ortaya çıkıyor. Arsızlaşıyorlar. Bu arsızlıkların içinde “vergiz arsızlı-
ğı” da var. M.Şevki Yazman, “Anadolu’nun İşgali” adlı eserinde, şun-
ları anlatıyor bu bağlamda:
“Tam fikirlerin bu keşmekeş ve tereddüt yanında şu haber bomba
gibi patladı:
-İzmir, Yunanlılar tarafından işgal edilmiş!
O günü hiç unutmam. Sille Kasabası’nın ufak kahvehanesinin bir
tarafında bizim tabur komutanı ve bazı ateşli gençler, öte tarafta kasa-
banın bize muhalif olan ihtiyarları toplanmış düşünüyorlar. Ne Zeyna-
lâbidin Hoca’nın, ne de itilafçı Belediye Başkanı’nın ağzını bıçak açmı-
yor. Herkes artık bu işin şakası olmadığını, bu gelenlerin artık geri git-
mek niyeti bulunmadığını anlamıştı. Herkes kasabadaki Rumlar’ın son
günlerdeki taşkınlıklarını hep bu Yunan işgaliyle ilgili görüyorlar, attar
Yuanni’nin vergi borcunu isteyen tahsildara:
-Yeter arık sizin zulmünüz be! Bundan sonra boyun eğmeyeceğiz,
demesini, üç gün evvel öğretmen Ahmet Efendi, Aşgaroğlu Dimo’nun
kapısının önünden geçerken karısının:
-Ayasofya’ya çan takılmış, ninni diye çocuğunu uyuttuğunu duy-
ması hep bu yeni işgalin Rumlarca çok evvelden malum olduğuna at-
fediyorlardı.”

ERMENİ’YE UŞAKLIK EDEN TAHSİLDAR’A ÖLÜM...


KOZAN’DA İLK KURŞUN...
Osmaniye’nin Kozan İlçesi’nde, Birinci Dünya Savaşı sonrası, işgal
yılları... İşgal kuvvetleri komutanının emri ile bir Türk tahsildar ve üç Er-
55

meni kamovar (ermeni gönüllü fedaileri ) Kozan’a bağlı Karabucak, Şe-


rifli, Mahyalar, Çürüklü, Minnetli ve Kuyubeli köylerine, vergi toplamak
üzere giderler. Bunlar köylülere baskı yapıp zorla vergi toplamaya yelte-
nince, o yörenin ileri gelenlerinden Deli Hacı Ağa (CENGİZHAN) hal-
kın önüne düşüp yörenin ünlü din adamı Şerif Hoca’ya durumu intikal et-
tirerek fikrini ve fetvasını sorar: “ İşgalci güçlere vergi vermek caiz mi-
dir? Eğer caiz değilse bunlara karşı cihad etmek gerekmez mi?”
Şerif Hoca’nın yanıtı nettir: “Gâvura vergi verilmez. Bırakın vergi
vermeyi, işgal altında namaz bile kılınmaz!”
Bu cevap üzerine, üç kamovar ile bir tahsildar, Deli Hacı Ağa’nın
adamlarından Gâvur Ali Ağa ve çetesi tarafından öldürülür. Olaylar bü-
yür, Kozan’ın ileri gelenleri, tutuklanıp manastır zindanına atılırlar.
Bu olayda sıkılan kurşunlar, Kozan’ın kurtuluşunu muştulamış,
halkı ateşlemiş ve bilinçlendirmiştir.

FRANSIZ TAHSİLDARA DEĞİL, KENDİ DEVLETİME


ÖDERİM VERGİMİ
Aşağıdaki yazıyı www.maliye.gov.tr adlı web sitesinden aldık, ya-
zan: Hakkari Defterdarı Abdullah KIRIM, yazılış tarihi 18.3.2006:
“Öykümüzün Kahramanı Paşa Mehmet Ağa ( Mehmet ÜNAL )
Çanakkale ‘de dört yıl savaşmış ve ateşkesten sonra memleketi Ada-
na’ya dönmüştür. Ancak Adana, Fransız işgali altındadır. Paşa Mehmet
cepheden döner dönmez Kuvayi Milliye hareketine katılır. Kürkçü-
ler(Adana’ya bağlı bir beldedir) ve havalisi mıntıka komutanlığına ata-
nır. İşgalci Fransızlar ve onların silahlandırdığı Ermeni askerleriyle mü-
cadele ederken yaşadığı bir olayı oğlunun(Mustafa ÜNAL) ağzından
dinlediğim zaman çok etkilenmiştim. O gün bugündür bu öyküyü ge-
niş kitlelerle paylaşmak istemiştim. Kısmet bugüneymiş.”17.Vergi
Haftası” ve “18 Mart Çanakkale Şehitlerini Anma Günü” anısına bu ya-
şanmış öyküyü sizlerle paylaşmanın mutluluğu içerisindeyim…
Kürkçüler köyünde çiftçilik ve hayvancılık yapan Paşa Mehmet
Ağa’nın köyüne Fransız işgal kuvvetleri komutanı Albay Boraman ge-
lir. İşgalci Fransız hükumeti adına çift tırnaklı hayvanları (koyun.ke-
çi,sığır,manda) olan köylülerden “Firde” adı altında vergi alınacağını
söyler. Bir süre sonra Fransız vergi tahsildarı vergi almak üzere köye
gelir. Tahsildarı Paşa Mehmet Ağa karşılar,Paşa Mehmet Ağa işgalci
fiAN VERGILER
56 / EDEBIYATLAfiA

Fransızlara vergi vermemek için,” hayvanların vergisini kendi devleti-


ne ödediğini, ikinci defa vergi ödeyemeyeceğini”söyler. Bunun üzeri-
ne tahsildar vergi makbuzlarının ibraz edilmesini ister.Paşa Mehmet
“makbuzlar yaylada çadırda bana birgün müsaade edin makbuzları
yayladan alıp size getireyim.”der.
Hemen kendisinin ve çift tırnaklı hayvanı olan akraba ve köylü-
lerinin vergilerini toplar, o zaman işgal edilmemiş olan Kozan Kay-
makamlığına (Malmüdürlüğüne) vergilerini yatırmak üzere atına bi-
ner, üç at değiştirerek sabah Kozan ‘a (Kozan Adana’ya 80 Km.me-
safede bir ilçedir) iner. Atını hana çeker, hancıya daireler açılıncıya
kadar dinlenmek istediğini söyler ve hancıdan daireler açılır açılmaz
kendisinin uyandırılmasını ister. Daireler açıldığında doğrudan Mal-
müdürlüğüne gider.Vergi memuruna durumu anlatır. Elindeki 32 lira
vergiyi ödeyip, karşılığında 10 gün önceki tarihle makbuz verilmesi-
ni ister. Vergi memuru olmaz der size ancak bugünkü tarihle makbuz
verebilirim;Tüm ısrarlarına rağmen eski tarihli makbuz alamayınca,
Kaymakam Beye çıkar, durumu bir kez de Kaymakam Beye anlatır:
“ Ben Fransızlara vergi vermek istemedim ve vergimi kendi devleti-
me ödemek için akşamdan sabaha kadar üç at değiştirerek buraya
geldim. Malmüdürlüğüne,vergimi ödemek istediğimi ancak on gün
önceki tarihli makbuz istedim.On gün önceki tarihli makbuz vereme-
yiz deyince size geldim Kaymakam Bey., vergimi bugünkü tarihle
yatırırsam, daha önce yatırdığıma inanmazlar, benden ve köylülerden
tekrar vergi alırlar” der.Kaymakam, Malmüdürünü çağırır, vergiyi
alıp on gün önceki tarihle makbuz verilmesini ister. Kaymakam bu
duyarlılığı için Mehmet Ağa’yı kutlar.Makbuzunu alır almaz tekrar
köyüne dönmek üzere yola koyulu. Yine atları değiştirerek köyüne
döner. Birkaç saat dinlendikten sonra makbuzları ibraz etmek üzere
Adana’ya (20 Km.) Fransızların vergi dairesine gider, Makbuzları ib-
raz ederek, Fransızlara vergi ödemekten kurtulur. Paşa Mehmet Ağa
cephede savaşarak, işgalci Fransız kuvvetleri ile mücadele eder;
hemde Fransızlar tarafından istenen vergiyi ödememek için kıvrak
zekasını kullanır.Vergisini binbir zahmetle kendi devletine ödemenin
huzuru içindedir. Vergi ödeyerek vat ana sahip çıkmak gerektiğini
vasiyet eder çocuklarına…”
57

CAN ÇEKİŞEN MÜKELLEFİN BOĞAZINA DAYANAN


TAHSİLDAR BIÇAĞI
Van’ın Norşın-i Ulyâ mahallesi ma‘rûflarından Hadan Efendizâ-
delerden Abdülhâdi Efendin ifâdesinde, Ermeni mezalimini, Hindistan
Müslümanlarından birine, yapılan muamele ile karşılaştırmaktadır:
“Hindistan Müslümanlarından hâlet-i nez‘a gelenlerden (can çekiş-
mekte olan) birinin, vergisinin müddet-i te’diyesi mürûr etdiğinden
(ödeme süresi geçtiğinden), tahsîldârın âlet-i cerhayı hastanın boğazına
dayayıp ya paranın i‘tâsı (ödenmesi) veyahûd bıçağıma cevâb verilme-
si gibi teklîf-i bî-rahîmâneleri (acımasız teklifleri).”
Kaynak: devletarsivleri.gov.tr)

ORHAN VELİ’NİN YAHUDİ TAHSİLDARI


VE BOZUK NİYETLERİ
Turan Tanyer, Ankara’da Osmanlı döneminde inşa etirilip eğitim
ve öğretime açılan, Kurtuluş Savaşı sırasında bir bölümü Milli Eğitim
ve Milli Savunma Bakanlıklarına tahsis edilen ve halkın “Taş Mektep”
olarak adlandırdığı Lise’den, edebiyat dünyasının yakından bildiği, bir-
çok değerli öğretmen ve öğrencinin gelip geçtiğini yazıyor.
Şiirimizdeki “Garip Akımı”nın bulucusu ve öncüsü olan üç isim
Orhan Veli, Oktay Rıfat ve Melih Cevdet de Cumhuriyet’in ilk yılların-
da bu lisede okumuşlar.
Bu okulda 1930-1938 yılları arasında 18 sayı olarak yayımlanmış
bir de edebiyat dergisi var, adı:”Sesimiz”. Kapağında “Ankara Erkek
Lisesi Mecmua Heyeti tarafından neşrolunur aylık mecmuadır” denilen
bu derginin ilk sayısında Orhan Veli’nin bir piyesinin ilk bölümlerine
de yer verilmiş. “Yahudinin Fendi Arnavutu Yendi” adlı bu piyeste Or-
han Veli, 45 yaşlarında bir yahudi tahsildarı şöyle canlandırıp konuş-
turmaktadır:
“Sahne açıldığı zaman boştur. Biraz sonra Salamon sağ taraftan
gelir. Yorgun görünmektedir. Elinde bir çanta vardır. Sivri ve seyrek sa-
kalını okşayarak:
-Vay canına be... Zabahtan beri varkin ayaklarım yeryüzünde
yürümedi ama degil zabahtan beri yalniz... Her yün. Öyle ya dev-
leti aliyenin tahtı tahaffuzunda (koruması altında) her yün en aşagı-
da yirmi sekiz saat çalışıyoruz. Zabahın on ikisinden akşamın saat
fiAN VERGILER
58 / EDEBIYATLAfiA

dördüan kadar bir köydan obirina, obirindan daha obirina; daha da-
ha obirina ey işin yoksan haham başının merkebi gibi dolaş dur.
Öyle olduğu halde ay başında elinda 48 lira 63 kuruş 35 paralık bir
maaş kaloör. Hoş tahsildarlıktan oldukçaz istifade etmiyör de deği-
liz. Allah bin bereket versin su parasını çıkarıyoruz. Mesela şu çan-
tanın içindeki 1260 liranın hiç yoksan 300’ü zatıma mahsustur. (...)
Öyle ya devleti osmaniyede benim kadar az maaiş alan tahsildarla-
rında bina mevcut değil. Binanaley ben bu paraları alnımın terilan
kazanıyorum.
(...) Bundan tamam 12 sene evel sırf bu yunun hatirasi için çalış-
mıştım. O yundan itibaren dişimdan, tırnayimdan biriktirdigim hasili
yekunu 14.000 lirayı mütecavizdir. Hatta şu yüzel çantayi de hesaba
dahil edersak servetim 15.000 papeli taarruz ediyor olacaktır. (Bir ağa-
cın dibine oturur). Çünki ben bu çantanin içidaki paralari artık devleti
osmaniyenin malî müesseselerinda teslim etmeyecgim. Evvelki serva-
tima elave ederek karimi ve çocuklarimi alup Barselonada kaçacayim.
Barselona alacayim köşkte keyfedecegim”

YAŞAR KEMAL’İN TAHSİLDARI,


ABDİ AĞA’YLA GÖRÜR İŞİNİ
Yaşar Kemal, İnce Memed adlı o ünlü romanında, köylü-tahsildar
ilişkisini şöyle anlatır: “Dikenlidüzü bu düzlüklerden biridir. Dikenli-
düzüne beş kadar köy yerleşmiştir. Bu beş köyün beşinin de insanları
topraksızdır. Cümle toprak Abdi Ağanındır. Dikenlidüzü, dünyanın dı-
şında, kendine göre apayrı kanunları, töresi olan bir dünyadır. Dikenli-
düzünün insanları, köylerinden gayrı bir yeri bilmezler hemen hemen.
Düzlükten dışarı çıktıkları pek az olur. Dikenlidüzünün köylerinden, in-
sanlarından, insanlarının ne türlü yaşadıklarından da kimsenin haberi
yoktur. Tahsildar bile iki üç yılda bir kere uğrar. O da köylülerle hiç gö-
rüşmez, ilgilenmez. Abdi Ağayı görür gider.”

TAHSİLDARLAR MÜFETTİŞİ PROFESÖR KIRZIOĞLU


Türk Tarihi hakkında sayılamayacak kadar inceleme ve araştırmaları
ile bildiğimiz merhum Prof.Dr.Fahrettin Kırzıoğlu, gençlik yıllarında Kars
yöresinde “tahsildarlar müfettişi” olarak çalışmış, Hoca, o günleri, “Kıp-
59

çaklar” adlı eserinin önsözünde şöyle anlatıyor: “Memleketim Kars’ta Li-


se olmadığından, 1931’de Erzurum’a gidip, “Ücretli-Yatılı” okumaya baş-
lamıştım. Lisemizin çok zengin olan Kütüphanesi’nden rahat yararlana-
bilmek için, “Kütüphanecilik-Kolu”nda çalıştım. Eski-yazımızla, “Târih-
çe-i Erzurum” ve “Erzurum Şâirleri” kitaplarını okudukça, “Neden Kars
için böyle kitaplar basılmamış”? diye, bu konularda derlemeye koyul-
dum. Haziran 1934’te Lise Mezunu olunca, bir yıl Arpaçay ve 10 ay da
Posof gibi iki serhad ilçemizde, “At beslemeği mecbur kılan Tahsil (Tah-
sildarlar) Müfettişi” olarak çalıştım. Köylerde en itibarlı konuklar arasın-
da bulunmadan yararlanıp, buraların: Tarihî Yerlerini, Folklor, Ağız/Şive,
Destan-Efsane ve Eski-Yeni (Millî-Mücadele) Savaş Hâtıralarını derleyip,
çok zengin “cönkler” ile “mecmualarından notlar çıkardım.”

YAPIŞKAN TAHSİLDAR VE
BEŞ ÇADIRA BEŞ ATLIK VERGİ
Kırgız yazar Tölügün Kasımbekov’un Adam Olmak İstiyorum ad-
lı öyküsünün kahramanlarından biri, ‘yapışkan otu gibi bir vergi tahsil-
darı’dır. SSCB zamanında, kimi topraklar bir süre, sovhoz ve kolhoz
kapsamı dışında dışında bırakılmış, bu özel toprakların hasılatından ver-
gi alınmıştı. Bu tür vergiyi toplamaya memur edilen görevlilere “pina-
gint” denirmiş. Kasımbekov’un roman kahramanı olan pinagint (ya da
tahsildar), öyle acımasızmış ki, vergiyi fazlasıyla bile yatırsan elinden
kurtulamıyormuşsun.
Kasımbekov’un en önemli eserlerinden biri olan Sınğan Kılıç adlı
tarihi romanına bir göz atalım şimdi de. Kokant Hanı Kudayar Han’ın
dayısı Dombu, beş tütünlük (çadırlık) Noygut Uruğu’nu tehdit etmekte
beş at’ı vergi olarak istemektedir. Noygut Uruğu’nun ne halde olduğu-
nu, Yazar, şu satırlarla anlatıyor: “ (...) Yerlerde sürünen bu yoksullar-
dan öteki vergilerden başka, beş çadırdan beş at’ı vergi olarak almak!
Kim buna karşı gelebilir? Ancak elde olmadıktan sonra ne yapacaksın?
Korkutmak, bağırıp çağırmakla bir sonuç alınabilir miydi? Bütün oba-
lardan alınması kararlaştırılan bu vergiler için biri avda vurduğu pahalı
derileri satıyor, bir kısmı canını dişine takıp gece-gündüz çalışıyor; bir
kısmı varını yoğunu, evdeki yemek yediği son tabağına dek yok paha-
sına elden çıkarıyor, bunlarla at alıp bu atları karşılarına çıkan vergici-
lere veriyorlardı.”
fiAN VERGILER
60 / EDEBIYATLAfiA

HER BOYAYA BOYANAN AYAŞLI İBRAHİM EFENDİ,


VERGİ KATİPLİĞİ VE TAHSİLDARLIK DA YAPMIŞ
Memduh Şevket Esendal’ın “Ayaşlı ve Kiracıları” adlı romanının
baş kahramanı Ayaşlı İbrahim Efendi’nin ilginç bir hayat öyküsü var-
dır. Bir düğünde kafayı çeker Ayaşlı, sonra da tabancayı. Mermilerden
biri bir kadına isabet eder, kadın ölür. Ayaşlı, bir kaza olduğunu iddia
ederse de, o kadında daha önce gözü olduğu yolunda tanıklıklar üzeri-
ne beş yıla mahkum olur. Ayaşlı, beş yıl bekleyemez mahpusta, beş ay
sonra, dört arkadaşı ile birlikte kaçar, dağa çıkıp eşkiyalığa başlar. Bir
akıllı vali’nin verdiği af güvencesi üzerine iner dağdan. Ayaşlı’yı zap-
tiye çavuşu yaparlar. Zaptiye çavuşluğundan sonra, girmediği boya
kalmaz. Önce tahsildarlık ve vergi katipliği, Balkan Harbi’nin ardından
arzuhalcilik ve zahirecilik. Rüşveti doğal ve gerekli bir iş olarak gören
Ayaşlı İbrahim, rüşvet yemiyen memuru da adamdan saymaz. Çeşitli
devlet ihalelerine girer. Otelcilik, pansiyonculuk ve ikinci el eşya alım
satımı son yaptığı işlerdir.
Esendal’ın bu romanında, Ayaşlı’nın pansiyonunda hizmetçilik
eden Halide adında bir de hizmetçi vardır. Halide, çaresizlik ve kimse-
sizlik yüzünden, bir süre Maliye Tahsil Şubesi’nde görevli Rasim
Bey’in evine sığınır. Anlattığına göre, Rasim Bey ve ablası iyi bakmış-
lardır kendisine, ama “bir kaza olmuş, Rasim Bey’e laf dinlemetediği
için” hamile kalmıştır Halide. çocuğu aldıracaktır ama yeterli parayı
bulamamaktadır. Halide, bir nüfuzlu adamın metresi olan arkadaşının
davranışını ise hiç ahlaki bulmamaktadır, O, kesinlikle metres olmaya-
caktır. Olmayacaktır ama, bu romanda başına iki kez hamilelik kazası
gelecektir.

ALBAY’LA TAHSİLDARLARIN GEÇİT


TÖRENİ REKABETİ
Gustave Flaubert’in çok bilinen romanı ‘Madam Bovary’de,bir
kasaba panayırındaki geçit töreninden söz edilir. Halk günler önceden
hazırlanmıştır bu panayıra, katılım yüksektir, ilgi fazladır. Flaubert, ka-
sabada görev yapan Albay’la, vergi tahsildarları arasında öteden beri
bir çekememezlik olduğu için, iki tarafın da adamlarına ayrı ayrı geçit
yaptırttığını yazıyor. Daha fazla ayrıntı vermemiş Yazar, ancak yazılan-
lardan bazı gerçekleri seçip çıkarmak çok da zor değil.Sözgelimi,18 ve
61

19.yüzyıl Fransa’sında vergi tahsildarlarının küçücük bir kasabada bile


çokca bulunduğunu, bu tahsildarların geçit yaptırtacak kadar çevreleri-
ne adam toplayabildiklerini ve bir Albay’la bile rekabet edebildikleri-
ni anlıyoruz. Bu romanın bir başka yerindeki cümleler ise, o yıllarda,
özellikle bir çiftçi için vergi ödemenin ne denli önemli olduğunu vur-
guluyor: “ (...) Boşuna tafra satmasın, pazarları kiliseye prensesler gi-
bi ipek elbiseyle gitmesin. Babası da pek varlıklı falan değilmiş; geçen
yılki kolzalar olmasa vergisini zor verirmiş. “

KİRLİAKÇA SÖYLENCESİ DE TAHSİLDARLIK


Çankırı’nın Yapraklı İlçesi’nin Kirliakça Köyü’nün adına dair söy-
lencede bir tahsildarın parmağı var. Halk arasında anlatıldığına göre, bu
köye vergileri toplamaya gelen tahsildarlardan birisi, köylünün bütün
vergisini hem de hiç zorluk çıkarmadan ödediğini görünce, “Burada
(küflü çıkı) kirli akçe varmış” demiş. Köyün adı da bundan dolayı “Kir-
liakça” olarak anılır olmuş.

HARMAN YAKTIRAN MÜLTEZİM


Rus Yazar Radi Fiş, “Ben de Halimce Bedrettinem” adlı romanın-
da, Şeyh Bedrettin’in hayatı, mücadelesi ve fikirlerini anlatmaktadır.
Yazar, önsözünde, bu romanı yazarken, Çelebi Mehmet dönemine ait
kaynaklar ve belgelerden yararlandığını, eserininin gerçeğe yakın ol-
masına özen gösterdiğini belirtiyor. Bu romanda, Birgi Beldesi’nde bir
mültezimin zulümleri de hikâye ediliyor.
Aydın Bey’i Mehmet Bey, Timur’a yardım ettiği gerekçesiyle Çe-
lebi Mehmet tarafından bu görevden alınıp Birgi Beldesi ve çevre köy-
lerin oluşturduğu ufak bir bölgeye bey yapılmıştır. Romanda geçen
mültezim olayını da bu bey anlatmaktadır:
“Birgi’den çıkıp vadiye doğru iniyorduk ki, çayın karşı kıyısında,
Dabbey Köyünün orda dumanlar gördük. Hiç bozulmadan iki koca sü-
tun halinde yükseliyordu dumanlar göğe; yalnız en yukarılarda, dağdan
esen rüzgârın saldırısıyla duman sütunları dağılıyor ve at kuyruğu biçi-
mini alıyordu. Ben önce köy yanıyor sandım. Ama adamlarımdan biri,
köyün ortak harmanlarının yandığını söyledi. Dabbeyliler’in bu yıl va-
dideki bütün öteki köylüler gibi aşar borçlarını ödeyemediklerini bili-
yordum; çünkü Cüneyd Bey’e verdikleri haraçtan sonra adamlar karın-
fiAN VERGILER
62 / EDEBIYATLAfiA

larını nasıl doyuracaklarını şaşırmışlardı. derken işte bu harman yangı-


nı... Çaya yaklaşınca mola verdik; iki adamı karşı kıyıya gönderdim. Az
sonra döndüler, Dabbeli olan hemen ayaklarıma kapandı:
-Kurbanın olayım, kurtar bizi, Bey! Kurtar köylülerimi! diye yal-
varmaya başladı.
Anlattıklarına göre, şafakla beraber, başlarında subaşı olduğu hal-
de, elli kadar silahlı adamla birlikte mültezim gelmiş köye. Bakmış
harman yerinde iki yığın buğday duruyor, adamlarına dönüp ‘yükleyin
arabalara!’ demiş. Muhtar ayaklarına kapanmış; ‘kulun kurbanın ola-
yım’ demiş. ‘Tohumluk buğdaydır bu... Alırsan açlıktan ölürüz!’ Mül-
tezim, muhtarı dinler mi? Ense köküne bir vurmuş, devirmiş ihtiyarı.
Ama köylüler bir duvar gibi dikilmişler karşılarına: ‘Dünyada verme-
yiz bu buğdayı size!’ demişler. Mültezimin müfrezesinde kılıçlar sıyrıl-
mış, köylülerin neresine denk gelirse arık!... İhtiyar, çocuk, kadın, kzı
demeden girişmişler... Tam bu anda da, buğday yığınları üzerindeki
çardaklar tutuşmuş... Mültezim, köylülerin üstüne yıkmış suçu... Köy-
lülerse mültezimin adamlarının çardaklar üzerine yanan paçavralar at-
tıklarını gördüklerine yemin ediyorlarmış. Bana kalırsa köylüler yalan
söylüyor olamazlar; insanın koca bir yıl çalışıp çabalayarak elde ettiği
ürünü ateşe vermesi kolay mı? Neyse, sözü uzattım, Subaşı, tahrikçi ve
tertipçi olarak gördüğü on on-iki köylüyle muhtarı bir urganla birbiri-
ne bağlayıp kente götürmüş.”

VAN GÖLÜ’NÜN BALIĞI DA, BATMAN ÇAYI’NIN


GEÇİŞ HAKKI DA MÜLTEZİM’E SATILMIŞ
Hikmet Ilgaz, belgelere ve tanık ifadelerine dayanarak yazdığı
“Şark Yıldızı” adlı romanının ikinci cildinde, sularının sodalı olması se-
bebiyle Van Gölü’nün akarsu ağızlarında bulunan ve yumurtlama dö-
nemlerinde akarsulara göç eden inci kefali cinsi balıkların avlanma ve
satış gelirlerinin bile mültezime satıldığını ifade ederek, mültezimin
yaptığı ilginç avlanma ve satış biçimini şöyle anlatıyor: “Bilir misin bi-
zim bu tarafın köylüleri nasıl balık satın alırlar? Mültezim ile pazarlık
olunur. Adam bir iki kazma atıp derenin ağzını tarlaya çevirir. Artık kâ-
fi deyinceye kadar dere tarlaya akar. Toprak suyu çektikten sonra bin-
lerce balık tarlalarda ve sokaklarda oynaşmaya başlar. Bazen de mül-
tezim veya yamağı elindeki bir çuval ya da sepetle dereye girer. İstedi-
63

ğiniz kadar balığı, sepeti sepeti suya daldırıp doldurarak size canlı ve-
rir”. Hikmet Ilgaz’ın mültezimlere dair yazdıkları bu kadar değil. Ro-
man kahramanı öğretmenin kızı Münire ile Münire’nin emanet edildi-
ği Hacı Osman Efendi, 1915 yılındaki ermeni isyanı ve düşman işgali
sonrasında, önce Van’dan Bitlis’e, daha sonra da Bitlis’ten Anadolu iç-
lerine doğru göç ederken, yolları Batman-Garzan dolaylarında bir yere
düşer. Batman Çayı’nın geçmek zorundadırlar. Çay üzerinde bir köprü
vardır ama köprüye giden yol tahrip olmuştur: Çay’a varan bir yolun so-
nunda ise köprü bulunmamaktadır. Vilayet yetkilileri bu durumdan hiç
de müşteki değillerdir, buradan ilkel araçlarla yapılan yolcu ve yük ge-
çiş hakkını mültezimlere satmış, yan gelip yatmışlardır. Bu geçiş hakkı
bağlamında, Hikmet Ilgaz şunları yazmaktadır: “Bu iltizam ne kadar pa-
halı satılırsa vilayet o derece memnun kalmakta ve bittabi mültezimler
de ashabı hayırdan olmadıklarından bu parayı çıkarmak için halkı o kadar
tazyik etme hakkını kazanmakta idiler. Yani istibdat devrinde Garzan
Beyleri’nin yolculardan güya rızayı tarafeyn ile aldıkları haraç, devri
meşrutiyette şekli resmiyetle bezenerek yetmiş kilometre sola kaymış
ve Batman Çayı’na intikal etmişti. Kervan su kenarına dayandığı zaman
nehirdeki kayığı işleten kürt gemiciler büyük bir telaş içinde idiler. Çün-
kü son günlerde su birdenbire azalmağa başlamış ve bazı yerlerde hay-
vanla veya yaya olarak geçilecek kadar sığlaşmıştı. Kazancın bu kısmı-
nın kaçmasına sebebiyet verecek bu hale mani olmak için baş mültezim,
gemicileri toplayarak kazma ve kürekle sığlaşan yerleri kazmağa gitti.
Birkaç saat uğraştıktan sonra sırılsıklam geri döndüler.
-Artık deve bile geçemez, diye seviniyorlardı.
Osman Efendi mültezime hiç olmassa bu fakir muhacirler geçtik-
ten sonra dereyi kazsalar daha iyi edeceklerini söyleyince adam kızdı:
-Beyim bu sene geçit hakkını almak için tam iki yüz seksen made-
nî saydım. Buna mukabil işte kazancım diyerek bir torba açtı. İçinde
büyükçe bir tomar kağıt vardı. Bunlar resmi nakliyatın harpten sonra
ödenecek makbuzları idi. Birkaç tanesinin üzerindeki rakamlara baktı.
O kadar büyük bir yekun tutyordu ki, bu paralar ile Batman Çayı’na al-
tın değil ama ayakları gümüşten bir köprü yaptırmak kabil olup olma-
yacağını düşünmekten kendini alamadı.
(...) Nakil ücreti peşin olarak alındığı için muhacirlerden de kayı-
ğa gitmeden evvel para toplamağa kalktılar. Tarife götürü olduğu için
fiAN VERGILER
64 / EDEBIYATLAfiA

bir türlü uyuşamadılar. Osman Efendi araya girdi. Muhacirlerin acıklı


hikayeleriyle mültezimin kalbi yumuşatılarak adam başına yirmişer
paraya pazarlık kesildi.”

ZİYA GÖKALP’İN A’ŞAR VE MÜLTEZİMDEN


KURTULMA DİLEĞİ
“Köy” adlı şiirinde şöyle diyor Ziya Gökalp:

“Lakin ey Türk, bu mesut köy bitiyor!


Mültezimin, faizcinin, tüccarın
Pençesinde diyor beni kurtarın;
Bu üç işi senden çabuk istiyor.

Kaldır a’şar usülünü aç banka


Yap her semtte bir ziraî sendika.”

KUYUCAKLI YUSUF’UN BAŞINA, VERGİ


TOPLAYICILIĞI YÜZÜNDEN GELENLER
Kuyucaklı Yusuf deyince Sabahattin Ali gelir akla. Kuyucaklı Yu-
suf’un başına çok işler gelir bu romanda. Bu işlerin en büyüğü, vergi
toplayıcısı olarak başka yere atanması yüzünden gelir. Kısaca anlatalım
Kuyucaklı Yusuf’un öyküsünü:
“1903 sonbaharında, bir gece eşkiyalar tarafindan basılan Kuyu-
cak köyünü teftişe gelen kaymakam ve yardımcıları iki kişinin öldürül-
düğü evde yalnız bir çocuk bulurlar. Annesi babası öldürülen ve parma-
ğı kesilen çocuğun adı Yusuf’tur. Kuyucak Köyü kaymakamı, Yusuf’un
soğuk kanlılığına hayran kalır ve onu evlat edinir.
Yusuf, sessiz ve içine kapanık bir çocuktur. Kaymakamın karı-
sı olan Şahinde’nin aşağılamalarına sessiz kalır. Yusuf’un kasabada
ilgilendiği tek kişi kaymakamın kızı Muazzez’dir. Kaymakam Sala-
hattin Bey’in Edremit’e tayininden sonra Yusuf okula başlar; ama
okumayı öğrendikten sonra okula olan ilgisini kaybeder ve okulu
bırakır.
Yıllar geçer; Muazzez 13 yaşındayken bir bayram günü, Yusuf,
Muazzez ve arkadaşları Ali, bir bayram yerine giderler. Ali ve Muaz-
zez salıncakta sallanırken, kasabanın eşrafından zengin kabadayı Şakir,
65

Muazzez’e sarktığı için Yusuf tarafından dövülür. Şakir bunun üzerine


intikam yemini eder. Babası Hilmi Bey’le işbirliği yapar ve Hilmi Bey,
Salahattin Bey’e kumar oynatarak Salahattin Bey’i kendine borçlandı-
rır. Borcunu ödeyemeyen Salahattin Bey, Muazzez’i Şakir’e isteyen
Hilmi Bey’e hayır diyemez. Yusuf’un arkadaşı Ali, Sebahattin Bey’in
borcunu öder. Yusuf, Ali’ye “Muazzez seni seviyor” diye yalan söyle-
miştir. Ancak, Yusuf da Muazzez’e aşık olmuştur. Muazzez’in Ali ile
evlendirilmesine karar verilir. Ali’ninMuazzez ile evlenmesinden hoş-
nut olmayan Şakir, bir düğünde Ali’yi vurup öldürür; ama arkadaşı Ha-
cı Ethem’in düzenlediği çeşitli dolapların sonucunda serbest kalır. Bu
sırada Yusuf Kübra adında, Şakir ile Hilmi Bey’in tecavüzüne uğramış
bir kızla tanışır ve bu sayede hem Yusuf hem de Salahattin Bey, Hilmi
Bey ve Şakir’in gerçek yüzünü görürler
Kaymakamın eşi Şahinde, zenginler arasında bir yer edinme iste-
ğiyle kızını gizlice Hilmi Bey’lere götürür, onu Şakir ile evlendirmek
niyetindedir. Yusuf kesinlikle böyle bir evliliğe karşıdır. Bir arabayla
Muazzez’i çevredeki bir köye kaçırır ve orada evlenirler. Salahattin
Bey onları bulur ve Edremit’e dönmeye ikna eder. Salahattin Bey, iş-
siz olan Yusuf’a kaymakamlıkta katiplik işi verir ama, Yusuf masaba-
şı işler için yaratılmış bir insan değildir. Salahattin Bey’in ölümüyle ai-
lenin düzeni bozulur.
Şakir’in ailesini tanıyan yeni kaymakam Yusuf’u Edremit’ten
uzaklaştırmak için ona vergi toplama işi verir. Yusuf ve Salahattin Bey
olmadan Şahinde sonunda istediği gibi davranmaya başlar. Şehrin ön-
de gelenlerinin katıldığı yemekler düzenler. Muazzez bu yemeklerden
ilk başlarda uzak dursa da bir süre sonra karşı koyamaz ve alkolün de
etkisiyle kendini iyice bırakır. Bu çöküşü gören Yusuf, Şahinde’yi uya-
rır; ancak Şahinde onu dinlemez. Bir gece Yusuf böyle bir yemeği ba-
sar ve rastgele ateş eder. Muazzez dışında odadaki herkes ölur. Yusuf
yaralanmış olan Muazzezi alıp kasabayı terk eder, ama Muazzez yolda
vefaat eder. Yusuf onu bir ağacın altına gömer ve uzaklara gider.”

ATÇALI KEL MEHMET TÜRKÜSÜ


Atçalı Kel Mehmet hakkında, Vergi İsyanları adlı bölümümüzde
ayrıntılı bilgiler bulunmaktadır. Şimdilik sadece, onun, bir halk kahra-
manı olduğunu, haksızlıklara karşı isyan ederek Aydın’ı ele geçirip ida-
fiAN VERGILER
66 / EDEBIYATLAfiA

re ettiğini belirtelim ve ona yakılan türküyü, www.sevginehri.net adlı


internet sitesinden aktaralım:

“Aydın dağlarında gezerim gayri


Yazıldı fermanım okundu gayri
Aldım martinimi çıktım dağlara
Dünya bir olsa tutulmam gayri

Atçalı Mehmet’im bilsinler beni


Yoksulun yanında görsünler beni
Koyarım bu yola bu tatlı canımı
Dünya bir olsa tutulmam gayri

Oniki yaşımda binerdim taya


Minnet etmezdim paşaya beye
Bizi yaman bildirmişler devlete
Dünya bir olsa tutulmam gayri”

ÖYKÜLERİMİZE VERGİ, BU ÖYKÜYLE GİRMİŞTİ


Yukarıda birçok örnekler verdik, vergisel olaylar şiirimiz ve tür-
külerimize yüzyıllar önce girmiş. Bizde öykünün Tanzimat’la birlikte
başladığı kabul edilir. Öykümüze verginin girdiği tarih ise 1915’tir.
Verginin işlendiği ilk öykü ise “Salgın” (salgın, vergi demektir) adını
taşır, yazarının adı Fahri Celalettin Göktulga’dır (1895-1975). Asıl mes-
leği psikiyatrist olan bu yazarla ilgili olarak yüksek lisans tez çalışma-
sı bulunan Bilgen Aydın, şunları yazıyor: “Göktulga, ilk öyküsü Sal-
gın’ı 20 Mayıs 1915 tarihinde yayımlar. 1900’lü yıllarda halk için gide-
rek ağır bir yük haline gelen vergi meselesi üzerin kurulu olan Salgın,
mültezimlere fazlasıyla borçlanan köylünün korku ve kaygılarını anla-
tır. Bu öyküsüyle, içinde yaşadığı toplumun ekonomik ve toplumsal so-
runlarına duyarlı bir aydın olduğunu ortaya koyan Göktulga, diğer öy-
külerini de benzer duyarlıklarla kaleme almayı sürdürür.”

GERDEK VE VERGİ
En güzel romanlarından biri olan ‘Kavak Yelleri’ inde Reşat Nuri
Güntekin, Endülüs Halifelerinden biri hakkında anlatılan bir kıssa ile
67

bu romanın önemli kişiliklerinden vergi memuru Hasan Efendi arasın-


da bağlantı kurar.
Önce kıssa: Endülüs Halifesi, bir köylünün yakalanıp huzuruna
getirtilmesini ister. Yaka paça, el-ayak bağlı olarak getirtilen köylü, ha-
lifenin buyruklarına karşı geldiği gibi, sövmüştür de üstelik... Boynu-
nun vurulması kesindir. Halife, merak güdüsüyle, köylüyü nerede ya-
kaladıklarını sorar adamlarına. “Sevdiği kadınla gerdeğe girmek üzere
idi, aldık getirdik” derler. Halife üzülür,öfkelenir adamlarına, der ki :
“Tü, Allah cezanızı versin; bana öyle bir günah işlettireceksiniz ki, kı-
yamete dek içime dert olup vicdanımı sızlatacak...”
Bağışlanır köylü, salınır...
Gelelim vergi memuru Hasan Efendi’nin yaptıklarına ilişkin ola-
rak Reşat Nuri Güntekin’in Kavak Yelleri’nde yazdıklarına: (...) vergi
memuru Hasan Efendi, vergiye vereceği para ile çarşıda kebap yiyen
ve kendine kötü kötü oyunlar oynayan bir haramzadeden nasıl intikam
alacağını anlatıyordu. Vergicinin intikamı ne olacak? Tabii haciz.
- Ben ona bir iş edeyim ki kendi de beğensin, dedi; haftaya evle-
neceği gün evine gidip yatağına kadar bütün eşyasını haczedeceğm val-
lahi...”
Çevresindekilerin sözleriyle iyice öfkeye kapılıp, karısının nikahı
üstüne bir de şart eden Hasan Efendi; bu dediklerini yapamaz. Yörenin
ileri gelenlerinden Hacı Ömer çıkışır ona, uyarır, azarlar, vazgeçirir:
- Keratanın vergilerini tahside bağla... Birinci tahsidi gel benden
al, anladın mı efendim... O da gurtulur; senin nikah da...Beyle murat
gününde adama gurt guş bile ilişmez anladın mı efendim?

MAL MÜDÜRÜ, VERGİ KÂTİBİ VE EVKAF MEMURUNA


OĞLAKLI, KUZULU, SÜREKLİ RÜŞVET
Refik Halit Karay’ın Memleket Hikâyeleri adlı kitapta topladığı
hikâyelerinin biri de Koca Öküz’dür. Bu öyküden bir bölümü okuya-
lım:
“Hacı Mustafa Ağa, pazardan, her seneki gibi yedek hayvan almış,
oğlu ile beraber önlerine katmış getiriyorlardı. Onun huyu idi; harman
başında gider, kart, hurda bir öküz alırdı. Ekini kaldırmak, döveni dön-
dürmek, malı ambara taşımak gibi işlerde bunu iyice kullandıktan son-
ra güze doğru götürüp satardı. Çok defa aldığı fiyatla müşteri buldu-
fiAN VERGILER
68 / EDEBIYATLAfiA

ğundan boğaz tokluğuna hayvana iş gördürmüş olur, kışın, işsiz aylar-


da boşu boşuna beslemekten kurtulurdu.
Mustafa İstanbul’da jandarmalık etmiş, bir Sürre Emini yanın-
da Hicaz’a gitmiş, hacı olmuş, gözü açık, hileci bir adamdı. Mal
Müdürü, Vergi Kâtibi, Evkaf Memuru gibi her zaman işinin düşece-
ği sözü geçen adamlarla senlibenli konuşan, odalarına uğradıkça baş
köşede ikram gören biriydi. Çünkü haftada bir, kasabanın pazarında
bunlardan herbirisinin kapısını çalar, içeriye ‘fırını iyi olur, afiyetle
yiyiniz!’ diye bir yağlı oğlak, yahut ‘küçük paşamızı eğlendirsin,
maskara şeydir!’ diyerek kuyruğu kara, vücudu ak bir kuzu bırakır,
giderdi.
(...) Uğrayıp içeriye canlı cansız her hafta hediye bıraktığı kapıların
koruması ile tarlalarını başkalarının zararına genişletmiş, su vakfına
mütevelli olmuş, eski vergi borçlarını kapatmıştı. Mustafa’nın evine
tahsildar uğrayamaz, jandarma sokulamazdı.”

NAZIM HİKMET’İN MUHASEBECİ BABASI,


CAN VERİRKEN BİR YANDAN DA HESAP VERİYORMUŞ
Nazım Hikmet’in babası Hikmet Bey, Nâzım Paşa’nın oğludur.
Yaşadığı aldırışsız ve süfli hayat, varlıktan yokluğa düşürmüştür onu.
Karısı Celile Hanım’dan ayrıldıktan sonra, geçim derdi iyice artmıştır.
Nazım işsizdir, kız kardeşi Samiha garip. Bunlar yetmezmiş gibi, ye-
niden evlenmiştir Hikmet Bey, ikiz çocukları olmuştur, onlar için de,
mutlaka ve ne iş olursa olsun çalışmalıdır. Süreyya Paşa Sineması’nda
muhasebe yardımcılığı yapmakta, oradan aldığı küçük bir aylıkla evini
geçindirmeye çalışmaktadır. İşe giderken bir gün, bir köpeğin saldırısı-
na uğrar, kuduz şüphesiyle iğne vurulur kendisine. Hastahane çıkışı,
yolda bir arabadan kaçmak isterken ,düşer, takılır bir şeylere, yaralanır,
tekrar hastane ve bu kez de tetanos iğnesi... Kuduz ve tetanos iğneleri-
nin birlikte yapılmaması icap eder ama burası Türkiye’dir. Evine yolla-
nır Hikmet Bey, fenalaşır, Nazım’a haber verilir.
Yılmaz Karakoyunlu, Yorgun Mayıs Kısrakları adlı romanında,
olayın sonrasını şöyle anlatıyor:
“Haber geldiğinde Nazım, yeni bir oyunun çatısını kuruyordu. Ek-
mek parası, hayatının en büyük endişesiydi. Bu endişe içinde zaman
zaman kendisiyle konuşuyordu.
69

(...) Haber ağır geldi. Başını ellerinin arasına aldı ve bir süre ken-
dinden geçercesine boşluğa bıraktı. Birkaç dakikada bütün hayatını ye-
niden yaşamış ve tabiatın sert hükmüne uymaktan başka çâresi olma-
dığını görmüş ve sabırlı bir katlanışla irkilmişti. Gözlerinde kor gibi
yaşlar vardı. O anda çılgına döndü... Babası Hikmet Bey, hekimlerin
yanlış müdahalesiyle hayata veda etmek üzereydi.
Hikmet Bey’in hayatında saadet duygusu yoktu. Ömrünün hiç bir
safhasında mesut olmadığını söyler, tâlihin kendisine bahşettiği bütün
nimetleri hoyrat ve sorumsuz şekilde ziyan ettiğini ifade etmekten çe-
kinmezdi. Celile’yi bu yüzden kaybetmişti. Mevkiler, makamlar aya-
ğının altına serilmiş, ama o bunların hiçbirinin hakkını veren ciddiyet
ve ısrar içinde işine sarılmamıştı. Süreyya Sineması’nın muhasebesin-
de, küçük bir memuriyette evinin nafakasını çıkarmaya çalışıyordu. Sü-
reyya Paşa paraya düşkündü ve her gün sinemaya gelip hasılatın hesa-
bını yapıp parayı tahsil ediyordu. Telaşlı bir adamdı ve etrafındakileri de
telaşa vererek yok yere kırıcı oluyordu.
Nazım koşarak eve gitti. Gördüğü manzaradan ürktü. Süreyya Pa-
şa, Hikmet Bey’in başına dikilmiş elinde kağıt kalem, sinemanın hası-
latını hesaplıyor ve parmak uçlarını ıslatarak banknotları sayıyordu.
Hikmet Bey ateşler içindeydi.
(...) Nazım, gördüğü manzarayı unutmadı ve Hikmet Bey, Na-
zım’ın kollarında çırpınarak can verirken Süreyya Paşa hâlâ sinema ha-
sılatının hesaplanması için Hikmet Bey’in başucunda kendisine gelme-
sini bekliyordu.
Ertuğrul Muhsin’in kendinden istediği yeni oyunun konusu ve ça-
tısı artık kafasındaydı. Birkaç gün içinde repliklerini yazark oyunu ve-
rebileceğini düşündü. Eve dönerken adını da koydu: Bir Ölü Evi.”

SERBEST FIRKA YILLARINDA VERGİ MANZARALARI


Atatürk döneminde vergi adlı bölümümüzde anlatmaktayız. Gâzi
Paşa, Serbest Fırka’yı kurdururken, halkın ağır vergiler altında ezildiği-
ni söyleyen kız kardeşi Makbule Atadan’a “O zaman sen de gir bu fır-
kaya” demiştir. Atadan ve Ata’nın haklı olduklarını, Serbest Fırka prog-
ramında verginin 2. maddeyi oluşturması (Atatürk döneminde vergi
adlı bölümde ayrıntısı vardır) ve Tarık Buğra’nın Serbest Fırka olayını
romanlaştırdığı “Yağmur Beklerken” adlı romanındaki şu ifadelerden
daha net olarak algılıyoruz.
fiAN VERGILER
70 / EDEBIYATLAfiA

“Pancarın yarısı ya kurtuldu, ya kurtulmadı. Buğdayın, arpanın,


yulafın, çavdarın ne olacağı belli değil; ama Defterdar Bey, Mal Müdü-
rüne bastıracak o da esnafın, tüccarın gırtlağına binecek; geçen yıl beş
almışsa, Kazanç Vergisi’ni bu yıl yediye çıkaracak; vergi her yıl artma-
lıdır; çünkü Maliye Vekili bir yandan, ildeki fırka mûtemedi beri yan-
dan defterdarları zorlayıp durmaktadır. Belli ki, onları da bir zorlayan
var: İsmet Paşa’ya –en başta demiryolları için- para lâzım.
Oysa, esnafın, tüccarın kazancı toprağa, toprak da gökyüzüne bağ-
lıdır: yağmur vaktinde ve yeterince yağmalı; ekinlere kına, pancarlara
kurt düşmemeli ki... Allah çiftçiye, rençbere vermeli ki, onlar da kasa-
banın çarşısına, pazarına para akıtsın!
(...) Allah köylümüzün yüzüne bakmazsa köylü ne alışveriş ede-
cek? Alışveriş olmazsa kazanç nereden sağlanacak? Ki vergisi olsun
ve ödenebilsin?
Ne var ki, bu sorular mal müdürüne vız geliyor; çünkü Ankara’nın
semtine uğramıyor.
Rahmi iyi hatırlamaktadır: bir önceki kuraklık yılında... Rahmi toy
bir avukattı o zaman... Mal Müdürlüğü’nde, Kaymakamlık’ta, Savcı-
lık’ta, ‘Vallahi zararım var’ diye ağlayan koca koca tüccarlar görmüş-
tü. Ama işe yaramıyordu bu inanmış adamların yeminleri de, gözyaş-
ları da; çünkü Ankara para istiyordu. (Rahmi burada, milletvekili ma-
aşlarına yapılan büyük zammı ve partisinin karşı çıkışını da hatırlıyor)
Ve, bir yıl öncekinden düşük tahsilat, ilgili memurları en kesin cezalan-
dırma sebebi idi.
Cezalandırılmamak, üstüne göze girmek endişeleri maliye şubele-
ri arasında, daha fazla vergi toplama yarışı başlatmıştı. Sat, sav, öde!
Satarım, savarım, ödetirim!
Rahmi, amcasından biliyordu: satacak, savacak, ödeyeceklerdi:
fakat kime?
Alıcı nerede?
(...) Maliye, altı yedi liraya... Bir milletvekili gündeliğinin üçte bi-
rine sütlü inekler satmıştı. Çırpınmalar, yanıp yakınmalar boştu, tahsi-
lat geçen yılı ille de geçecekti.
Ve, halk o yılı unutmamıştı daha. Ve bu yıl da... O kadar olmasa bi-
le, yöre için kim bilir daha nice yöre için, iç açıcı değildi. Yani, seçimi
kazanabilirdi... Kazanmalıydı.
71

Rahmi, ‘Bu kadar da değil’ diye düşünüyordu: meselâ bir Müsak-


kafat Vergisi vardı ki (bina ve kiraya verilen tarla gibi yerlerin gelirle-
ri), Rıza Efendi’ye, Mal Müdürü’ne şunları söyletmişti:
-Len efendi, üstü örtülü diye, bizim tavukların kümesini de mü-
sakkafata mı alceksiniz? Emme ben ondan değil de, kümese konak de-
ğeri biçersiniz diye deye korkarın!
Gerçekten de tahakkuk memurları, tek katlı, iki gözlü evlere bile,
vergiye esas olarak, akıl almaz değerler biçiyordu. Tedeyyün –borçlan-
ma kanunu- , özellikle muhacirlerin –mübadillerin, yani, yerli rumlar-
la değiştirilerek Yunanistan’dan getirtilen Türkler’in- yakasına sımsıkı
yapışıyor, kendilerine verilen evleri ödeyemeyecekleri vergilere bağlı-
yordu.
Ve, göçmenlerin sayısı sonucu etkileyecek kadar çoktu; yani seçi-
mi kazanabilirdi. Kazanmalıydı.
Vergiler öyle. Vergiye itirazları incelesin diye kurulan temyiz ve
istinaf komisyonlarına gelince; onlar da beyhûde bir masraf kapısı, ya-
ni laf ola beri gele.”
Tarık Buğra’nın bu romanında, vergi haksızlıkları, yalnızca Serbest
Fırkacıların ağzından dillendirilmiyor. Halk Fırkası’nın müfettişi Hilmi
Bey de aynı doğrultuda raporlar yazmış: “Hilmi Bey, bölgesinde yap-
tığı teftişlerin sonucunu bir rapor halinde, Halk Fırkası merkez kurulu-
na ve Gâzi’ye sunmuş. Bu rapor da İsmet Paşa ve yakınları ile arasının
açılmasına sebep olmuş; çünkü raporda halkın durumu ve vergilerin
ağırlığı ile tahsil şekillerindeki insafsızlık ve fırka mutemedlerinin de-
rebeylik denecek kadar başına buyruk, duygularına ve çıkarlarına bağ-
lı davranışları anlatılıyormuş.”

GEZGİN VERGİ MEMURLUĞU, DON KİŞOT’A ESİN


KAYNAĞI MI OLDU?
Don Kişot adlı ünlü romanı yazan İspanyol yazar Migual De Cer-
vantes’in serüvenli bir hayatı var. Yazar, 1571’de Papalık Ordusu’yla
İnebahtı Savaşı’na katılıyor. Bu savaşta elinden yaralanıyor ve kaybe-
diyor bir elini. Gemiyle ülkesine dönerken Türk korsanlar tarafından
yakalanarak Cezayir’e götürülüyor. Kurtulmalığı geç geldiği için, dört
yıl kalıyor bu ülkede. 1587’de Endülüs’te gezgin vergi memurluğuna
atanıyor. Yolsuzluk yaptığı gerekçesiyle bir ara görevine son veriliyor
fiAN VERGILER
72 / EDEBIYATLAfiA

ama aklanıyor bir süre sonra ve bu görevi on yıl yapıyor. 1605’te Don
Kişot’u yayımlayan Yazar’ın, başından geçenlerin -gezgin vergi me-
murluğu da dahil-, bu eserine esin kaynağı olduğu muhakkak.

GÜMRÜK’TEN GEÇEN CÂRİYELER


Hıfzı Topuz’un Meyyâle isimli romanında, Osmanlı Devleti’nin 18
ve 19 uncu yüzyıllardaki saray ve harem hayatına ilişkin ilginç bilgilere
yer veriliyor... O dönemde haremde bulunan câriyelerin, ikballerin ve
hatta sultanların önemli bir büyük bölümü Kafkas kökenli yani Çerkez,
Abaza, Abhaz, Şapsığ veya Ubıhı. Sözgelimi, adı bir lisemizin adını taşı-
yan Pertevniyal Sultan, Şapsığ’dı (Şapsığ’lar bir Çerkez boyu). Cariyeler
çoğu zaman esir pazarından satın alınırdı. Kafkas kızlarının esir pazarına
iki şekilde düşüyorlardı: ya çocuklar çalınıp kaçırılıyor ya da ana ve ba-
baları kendi çocuklarını esir tüccarlarına satıyorlardı. İstanbul’a getirilen
kızlar, ‘Gümrük Emini’ denen Gümrük Müdürü’nün denetiminden geçi-
yor ve içlerinden bazılarını da Gümrük Emini satın alıp Harem’e gönde-
riyordu. Çerkezlerde bazı ailelerin kendi kızlarını, “İnşallah bir gün Padi-
şah haremi olup altınlar içinde yaşarsın” diye yetiştirdikleri de bir vakıa-
dır. Esir pazarları, Tavuk Pazarı yakınlarında ve Tophane’de bulunuyordu.
Gümrük Emini burada yapılan işlemler sonunda bir makbuz düzenliyor-
du. Gümrük Emininin düzenlediği makbuzlarda cariyenin yaşı, dili ve
kızlık durumu da yazılıyordu. Sözgelimi: ‘Abaza, bakire, tahminen on ya-
şında’, ‘Çerkez, bakire, beş yaşında’, Çerkez, duhter (kız), tahminen se-
kiz yaşında’, ‘seyyibe (dul), Çerkez, onbeş-onaltı yaşlarında’.
Kitabımızın Osmanlı’da Vergi adlı bölümün “Köle Vergisi” başlık-
lı alt bölümünde, esirlerden ve esir pazarlarından alınan vergilere dair
ayrıntılı bilgiler bulunmaktadır.

ÇİFT DEFTER O ZAMAN DA VARMIŞ


“Balıkesir Muhasebecisi” adlı güzel de bir oyunu da bulunan Re-
şat Nuri Güntekin, Kavak Yelleri’nde bir de çift defter olayı anlatıyor.
Günümüzde hâlâ kimi işletmelerce başvurulan bu vergi kaçırma ve ha-
sılat gizleme yöntemi, demek ki o yıllarda (Cumhuriyetimizin ilk yılla-
rı) bile varmış.
“Kavganın sebebi, delikanlının bütün öteki tüccarlar gibi bir ikin-
ci defter tutmasına ve bunu evinde saklamasına babasının itirazı imiş.
73

Adamakıllı bunamaya başlayan ihtiyar adam: ‘Hırsızlıktır bu... Kabul


edemem... Hükümete haber vereceğim! ‘ diye bağırmaya kalkınca de-
likanlı da gözdağı kabilinden onu bir parça hırpalamaya mecbur ol-
muş.”
BALIKESİR MUHASEBECİSİ VE VERGİ HIRSIZI
“Balıkesir Muhasebecisi” 1953 yılında Reşat Nuri Güntekin tara-
fından yazılmıştır. Oyunun konusunun temelini geçim sıkıntısı oluştur-
maktadır. Balıkesir’de muhasebecilik yapan bir memur İstanbul’a git-
tikten sonra ticaret adı altında birtakım yolsuzluklar yaparak hapse gir-
mektedir. Oyunda, aile bireylerinin tutumu dikkat çekicidir. Eve bol
para getirirken sesleri çıkmayan oğlu, kızı ve karısı, hapse girdikten
sonra birdenbire namus bekçisi kesilirler. Babalarından utandıklarını ve
Balıkesir’e geri dönmek istediklerini söylerler. Fakat babaları dönmek
istediği zaman vazgeçirmek için ellerinden geleni yaparlar.Bu da asıl
düşündüklerinin para olduğunu ortaya koymaktadır.
Reşat Nuri Güntekin’in 1933 yılında yazılmış “Vergi Hırsızı” adlı
bir oyunu daha bulunmaktadır.

MUHASEBECİ SESİ NASIL OLUYORMUŞ ACABA?


Küfürlü, hatta ağzı bozuk öyküler yazan Uğur Özakıncı, “Akdeni-
zi Dolmakalem Mürekkebi Sanan Adam” adlı öyküsünün bir yerinde
şöyle diyor: “Stüdyoya bir telefon daha bağlandı. Muhasebeci sesli,
muhtemelen o saatte bile kravatıyla oturan, kendinden emin biriydi.
‘bence’ dedi adam ‘intihar falan etmeyecek, sadece çekip gidecek...’,
‘nereye gidecek’ dedim. ‘cehennemin dibine’ dedi. patır patır telefon-
lar yağmaya başladı stüdyoya. bir kadın ‘bize ne bu öyküden’ diye bas
bas bağırdı. bir başka kadın ‘öykünün canı cehenneme, kocamdan yeni
boşandım, nafaka ödemiyor eşşoğlu eşşek, asıl benim durumum ne
olacak’ diye inletti ortalığı. Art arda birkaç kişi daha bağlantı stüdyoya.
herkes ağzına geleni söyledi.”
Uğur Bey, muhasebecileri sesinden tanıyor demek. Öğretse de bu
hüner ve yeteneğini, biz de tanısak meslekdaşlarımızı seslerinden.
“Muhtelemen o saatte bile kravatıyla oturan” deyimi de yanlış; Özakın-
cı, muhasebecileri değil, otuz yıl öncesinde Kayserili işadamlarına “kâ-
tiplik” eden tipleri çiziyor. Yakası açılmadık küfürleri, yazıya sokabilir-
sizin; bu sizin tercihinizdir; küfür okumak isteyenler alır okurlar sizi;
fiAN VERGILER
74 / EDEBIYATLAfiA

ama muhasebe mesleği ve muhasebeciler küfür gibi rastgele sallan-


mazlar, öğrenmek gerekir Uğur arkadaş.

MALİ MÜŞAVİRLER NASIL GİYİNİRLER ACABA?


ABD’li yazar Peter Straub’un korku, gerilim ve polisiye romanı
“Yitik Oğlan Yitik Kız”dan bir alıntı:
“-Bu arada yeğeninizin adı neydi? Belki tanıyorumdur.
-Arnold Trueright.
-Arnold Trueright, gözünü budaktan sakınmayan mali müşavir.
Doru, Loblolly’de oturuyor.
Geldiğimiz yöne doğru mükemmel bir tarif verdi bana. Sonra göz-
lerinbi kısarak arabanın içine baktı ve Tom’a el salladı.
-İyi giyimli arkadaşınız kim? Başka bir yeğen mi?
Ronald Lloyd-Jones’in iliklerimi donduran etki alanından bir an
önce kurtulabilmek amacıyla aptalca bir laf ettim:
-Şey aslında o da bir mali müşavir.
-Mali müşavirler böyle giyinmez. Arkadaşınız bana..”
ABD’de mali müşavirler nasıl giyinirler acaba? Hırpani midirler
yoksa?

FERHAN ŞENSOY’UN DİYALEKTİK BİLMEYEN


MUHASEBECİSİ
Ünlü tiyatro sanatçımız Ferhan Şensoy, Hacı Komünist adlı kita-
bında şunları yazıyor:
“Bu saatlerini seviyorum buranın, terasta en ölü anlar. Kitabını okur-
sun, gazeteni okursun, defterine bir şeyler yazabilirsin. Tiyatroda otur-
sam muhasebeci, muhtasar, geçici vergi, SSK biçiminde saldırıya geçer.
Artık her gün vergi var. Bu kriz döneminde herkesin, hiç vermesi gerek-
mese de şiddetle vergi vererek proğramı desteklemesi isteniyor. Hepimiz
verirsek, toplananı bir hortumlayan bulunur, biz yeniden vermeyi iş edi-
niriz. Ve böylece hikâye sürer gider. Senaryonun zayıf tarafı, sonun baş-
tan belli olması. Dostoyveski’nin Suç Ve Ceza’sı gibi. Kaatil baştan bel-
li, Mehmet Ali Raskulnikof! Sonuna dek niye okuyacakmışım ki ben o
romanı? Bu durum muhasebecinin hiç algılayamadığı;
-Niye ödeyecekmişim ki ben o vergiyi? diyalektik sorusunu doğu-
rur. Diyalektik bilmeyen muhasebeci son ödeme tarihini bildirir.”
75

ÇULSUZ MEMED’İN VERGİ KAYDI


Muharrem Bayraktar’ın aşağıya aldığım “Çulsuz Memed” adlı il-
ginç öyküsü 11.01.2003 tarihli Yeni Mesaj Gazetesi’nde yayınlamıştı.
“Doğunun soğuğu böyle olur işte; insanı iliklerine kadar dondu-
rur. Damarlarınızda dolaşan kanın bile soğuktan donduğunu zanneder-
siniz. Bıyıklarınız, kaşlarınız buzla kaplanır.
Bu ücra Doğu kasabasında, “mal pazarı” diye namlanmış hayvan pa-
zarının hemen yanı başındaki minibüs durağına vardığımda sinir küpüne
dönmüştüm. Böyle bir havada, karın, bir tipiye dönüp bir durakladığı
böyle bir kış ortasında dağın başındaki bir köye göreve gönderilir mi in-
san. Böyle amirlik olur mu? İnsan memurunu düşünmez mi? Karın, kışın
ortasında, “hadi bakalım Recep! İhbar var, doğru Sellidere Köyü’ne” di-
yerek insanı göreve yollamak insafa sığar mı? Böyle maliyecilik mi olur?
Sinirden boğulacak gibiydim. Vergi müdürüne içimden yığınla kü-
für savurdum. Kendi kendime konuşuyormuşum meğer, kasketleri ya-
na kaymış bir kaç kasabalı dönüp dönüp bıyık altından bana gülüyordu.
“Hadi! Sellidere minibüsü kalkıyo! Var mı başka gelen” diye ba-
ğırdı dazlak kafalı kahya.
Bir yandan mal pazarında koyunlarını, ineklerini satmak için soğu-
ğa aldırrmayarak müşteri bekleyen köylüler, öbür yanda saman paza-
rında yonca, çayır, saman pazarlığı yapmakla meşgul köylülerin pazar
günü telaşı birbirine karışmıştı.
Havanın bozacağı belliydi. Tepeden bütün haşmetiyle ve beyaz bir
renk ihtişamıyla bize bakan sıra dağların üzerindeki puslu manzara, ka-
rın dindiği bugünün sonunda pek de iyi olmayacak bir havayı haber ve-
riyordu. Sellidere minibüsüne en son ben bindim. Şoförün hemen ar-
kasına oturdum. Benimle birlikte sekiz kişiydik. Aralarındaki bu ya-
bancıyı tuhaf gözlerle süzdüler. Siyahlı morlu bir bohçayı bacaklarının
arasına sıkı sıkı yerleştirmiş olan elli yaşlarındaki bir adam, gülümse-
yerek ön koltuktan bana doğru seslendi:
“Bu havada nereye giden kardaş? Memur musan? Bizim köye ta-
yini çıkan öğretmen misen?”
İçimden derin bir “lâ havle” çektim. Sinir tepeme çıkmışken bir de
elin adamına cevap vermek zorunda mıydım. “Evet, evet memurum!”
Adam bu keskin cevabımı duyunca hiç bir şey söylemeden önüne dön-
dü.
fiAN VERGILER
76 / EDEBIYATLAfiA

Kasabadan ağır ağır uzaklaşmaya başladık. Şoför iri yarı küheylan


tipli biriydi. Oturduğu koltuğu öylesine kaplamıştı ki, direksiyon, elin-
de oyuncak gibi kalıyordu. Kafasında kimbilir hangi sıkıntıların meşga-
lesi cirit atıyordu ki, çehresi kalın çizgilerle donanmıştı.
Şoförün yanında, bana soru soran bohçalı adam oturuyordu. Hiç
sağa sola kımıldamadan gözlerini sabit bir noktaya dikmiş, adeta nefes
almıyormuş gibi donuk bir halde koltuğuna mıhlanmıştı. Arkamda iki
kişi bağıra bağıra, mal pazarındaki hayvan fiyatlarının düşüklüğünü,
hayvanların köylülerin elinde kadığını, devletin köylüyü hiç düşünme-
diğini konuşuyorlardı; “Ula Hamdi, söyle he baba. Evvel yıl aha şu pa-
zarda sattığımız davarın fiyatı şimdi de aynı değil mi? Lakin gübrenin,
samanın, mazotun fiyatı iki kat artmıştır. Nedecek bu vatandaş? Böyle
irezillik olur mu?” Hamdi, arkadaşını başıyla tasdik etti. “He vallah öy-
ledir” dedi. “Dövlet sahap çıkmıyor köylüye. Halimiz dumandır.” En
arka koltuktaki üç kişi ise Hamdi ile arkadaşının konuşmalarına kulak
kabartmışlar başlarıyla tasdik ediyorlardı. Kasabadan ayrılıp iki ilçeyi
birbirine bağlayan stabilize yola çıktık. Kar yavaş yavaş serpiştirmeye
başlamıştı. Arabanın silecekleri insanın içini gıcıklatan cızırtılar çıkarta-
rak çalışıyordu. Yolun her yanı çukurlarla doluydu. Daha önce yağıp
eriyen kar yüzünden çukurlar çamurlarla kaplanmıştı. Her çukura dü-
şüşte zangır zangır sallanıyorduk. “Ula Şeyhmuz Ağa! Şu mereti doğ-
ru sür. Belimiz koptu sallanmaktan” diye bağırdı en arkadaki adamlar-
dan biri. Şoför kızdı. Bir küfür savurdu: “Bana akıl mı öğretiysen lo?
Bu yolları böyle köstebek yuvası gibi ben mi açtım da bana hesap so-
rarsın?”
Köy yoluna saptığımızda kar iyice yoğunlaşmıştı. Silecekler en
hızlı şekilde çalışıyordu. Yol yavaş yavaş karla kaplanmaya başlamış-
tı. Dışarıda göz gözü görmeyecek bir kar fırtınası her geçen dakika şid-
detini artırıyordu. Şeyhmuz’un da gözü korkmaya başlamıştı artık. Ara-
ba bazı dönemeçleri alırken patinaja düşüyor, Şeyhmuz’un yüzünün
rengi değişiyor “ha bismillah!” diye bir nara atarak patinajdan kurtu-
luyordu.
Bohçalı adam, Şeyhmuz’un zorlandığını ve kar fırtınasının devam
ettiğini görünce ona yaklaştı: “Ağam” dedi. “Hava eyice fenalaştı. Ba-
na öyle geliy ki daha da bozacak. Yolda kalmıyak. İstersen kasabaya
geri dönelim.” Şeyhmuz Ağa “Yoh” diye kestirip arttı. “Orman yolunu
77

geçtik mi sağ salim varırız köye”.


Ama öyle olmadı. Ben ömrümde karın böyle yağdığını hiç görme-
dim. Gök sanki çatlamış, bütün kâinatın kar’ı önümüze boşalmıştı.
Rüzgar ise arabayı yerinden sallıyordu. Kar, yolu iyice kapattığında or-
man yolunun tam ortasındaydık. Araba artık hareket edemiyordu.
Kar’a saplanmış kalmıştık.
Bu arabaya binişime de, bu görevi kabul edişime de lanet okuyor-
dum. Hiç tanımadığım insanlar arasında, çığ düşme tehlikesi bulunan
bir tepe ile çıldırmışçasına esen ladin ağaçlarının uğultusu içinde mah-
sur kalmıştık. “Burada beklicez. Allah vere de fırtına dine. Yohsa bura-
da halimiz haraptır” dedi şoför Şeyhmuz. Cebindeki sigara tabakasını
çıkardı. İnce kesilmiş tütünleri sigara kağıdının arasına öfkeli öfkeli mı-
rıldanarak yerleştirdi. Kenarlarını diliyle ıslatıp katladı. Sinirinden çak-
mağı bir kaç kez uğraştıktan sonra yakabildi.
Hamdi titrek bir sesle konuştu: “Şeyhmuz Ağa burada durmasak
da yürüyerek köye gitsek daha eyi değil midir?”
Şeyhmuz sigarasını ağzından alıp patladı: “Hamdi sen hasta mı-
san? Bu afatta insan dışarı çıkar mı? Görmüsen mi sanki gök de kop-
muş, yer de kopmuş, orman da. Dışarı çıktığın an bir adım atamazsın”.
Derin bir sessizlik oldu. Bir müddet hiç kimse konuşmadı.
Kar bütün haşmetiyle yağmaya devam ediyordu. Adeta yumruk
haline gelmişti kar taneleri. Minibüsün arka camının kırık kenarından
giren rüzgar, arabanın içinde soğuk bir ıslık çaldı uzun süre. En arkada-
ki köylülerden biri cebinden bir mendil çıkardı, kırık yeri kapattı. Islık
sesi kesildi. Arabadaki tek yabancı olarak gözler yavaş yavaş bana
odaklanmaya başlamıştı. Arkamdakiler ve önümdekiler ne yapacağını
bilmemenin şaşkınlığıyla fırtınanın uğultusunu dinlerken, Şeyhmuz
patlak gözlerini üzerime doğrulttu:
“Yahu sen kimin nesisen kardaş? Ne işin var Sellidere köyünde
böyle kış günü, bir başına?”
Suçluluk hissine kapılarak yutkundum. Sellidere’ye neden gittiği-
mi söylemek istemiyordum. Gergin havaya hiç uygun düşmezdi.
“Gidiyoruz işte Şeyhmuz. Var elbet bir görevimiz”.
“Vazifeni sormak haddimiz değil ama, mekaımızdan sordum. Bu
kış kıyamette. Memur musun?
“Evet memurum.”
fiAN VERGILER
78 / EDEBIYATLAfiA

“Ne işi var devlet memurunun bu karda kışta Sellidere’de, ha Ya-


rabbim!”
Saatler saatleri kovaladı. Kar önce lastik hizasına kadar kapladı
arabayı sonra daha yukarıları. Soğuk, arabanın içini iyiden iyiye kuşat-
tı. Şeyhmuz, kaloriferi yaptırmadığı için kendi kendine küfrediyordu.
Hava kararmaya başlayınca rüzgarın uğultusu da kesilmişti. Ama kar
yağmaya devam ediyordu. Hızını hiç kesmeden devam ediyordu. Ge-
çen yıl bu zamanlarda İstanbul’da idim. İstanbul’da görev yapmak ko-
laydı. Erenköy’deki baba ocağı evimiz ile vergi dairesi arasındaki yolu
tek araçla gidiyordum. Geçen yıl da yine bu zamanlar tatlı bir karın
keyfini yaşamıştık. Selami’nin karda kayıp düşüşü, Beykoz sahilleri-
nin yol boyunca bembeyaz bir renkle denizi kucaklaması, insanların
şen kahkahalarla kaldırımlarda yürümesi aklımdan hiç çıkmıyordu.
Ve sürgün! Bir sabah Şube Müdürü Cevat Bey çağırdı asık bir su-
ratla.
“Tayinin çıktı” dedi. “Doğuya” diye de ilave etti. Bu işin arkasın-
da onun parmağının olduğundan zerrece kuşkum yoktu.
Şimdi bu ıssız, bu fırtınalı, bu öfkeli beyazın altında kar bir eğlen-
ce değil bir korkuydu. Minibüsün içindeki keskin soğuğun giderek da-
ha da keskinleşmesi dışardaki karın hızını daha da artırarak yağması
Erenköy’deki kar heyecanını korkulu bir bekleyişe çevirmişti bu dağ
başında.
Karanlık iyice çökmüştü. Arabanın içinde artık birbirimizi göre-
miyorduk. Herkes, sesinden birbirini tanıyordu. Kollarımızı birbirine
kenetleyerek ve ellerimizi göğüs altımıza sıkıştırarak büzülüp kalmıştık
yerimizde. Gecenin dondurucu soğuğuna doğru adım adım ilerliyor-
duk.
“Ya, memur Bey, buranın karakışı böyle olur işte” dedi Şeyhmuz,
“Bir bakarsın günlerce heç kesmez kar. Kaderde seninle bu dağda mah-
sur kalmak da varmış”.
Bohçalı adam karıştı söze; “Yahu Şeyhmuz Ağa neredeyse araba-
nın yarısına kadar kara saplanmışık. Soğuk da içimizi donduruyo. Bir
çare yok mudur?”
“Ne çaresi olacak? Dışarı çıktın mı, adım atman ne mümkün. Adım
attın aha şu ormanın kurtları mahveder adamı.”
Şeyhmuz, ağzımdan laf almaya çalışıyordu. “Memur Bey! Böyle
79

ketum olmakla vazife yapacağını mı sanırsan? Aha burda biz bize kal-
mışık. Dışarıda kar, afat. İçerde soğuk buz gibi. Böyle zamanda içini
açmayacaksın da ne zaman açacaksın?”
Söylesem kızacaklardı besbelli. Söylemesem böyle bir ortamda
daha fazla susmanın kârı olmayacak. “Bak Şeyhmuz dedim”. “Biz me-
muruz. Ne emredilirse onu yaparız. Yapmakla mükellefiz. Ben vergi
dairesinde memurum. Bize ihbarlar gelir bazen. Kimisi telefonla, ki-
misi yazılı. Sizin Sellidere köyü için de bir ihbar var elimizde.” “Ne ih-
barıdır ki” diye sordu şaşkınlıkla Şeyhmuz. “Köy yerinde bizim ne işi-
miz olur ihbarlık!” “Denildi ki sizin köyde bir kişi dükkan açmış. Ma-
liyeye kaydını yaptırtmamış. Tabii böyle bir işyeri yasal olarak işletile-
mez. Gidip bakacağım, var mı böyle bir dükkan.”
“Yahu ne dükkanı diysen Memur Bey” dedi şaşkınlıkla. Sonra
“haa şu mesele” dedi kesik kesik konuşarak: “Sen bizim Çulsuz
Memed’in ahırını diysen. Memur Bey orası dükkan değildir, ahırdır.
Çulsuz Memed namıs davasına iki adam öldürmüştür. On beş sene
mahpus yatıp çıkmıştır. Çıkınca köy yerinde avlak avlak dolanmaya
başlamıştır. İşi gücü, toprağı yoktur. Mahpusta aklına bir tuhaflık
gelmiştir. Sonunda köyün girişine eski tahta parçalarından teneke-
lerden mezbelelik bir yer yapmıştır. Üstünü naylonla kapattı. İçine
de bir kaç bisküvi, çay, şeker koydu. Köyde avlak avlak dolaşmak-
tan kurtulmak için gün boyu orada oturur. Sattığından ne olur ki, bir
cigara parası bile alamaz. Yahu memur bey! Allah aşkına dövlet
böyle şeylerle mi uğraşır? Türkiye’yi batıran, çalan, çırpan onca hır-
sız varken İstanbul’da, Angara’da, siz bizim Çulsuz Memed’in pe-
şine mi düşmüşsünüz? Tövbe, tövbe! Hangi puşt bizim Çulsuz’u
ihbar etmiştir acep?”
Arabada derin bir sessizlik oldu. Herkesin bana diş bilediği bel-
liydi. “Eyi ki misafirsen” dedi bohçalı adam. Diğerleri de başlarıyla
onu tasdik etti.
Gece sabaha kadar kar yağdı. Ertesi gece de. Daha sonra ki gece de.
(...) Gecenin soğuğu dayanılır gibi değildi. Hepimiz gittikçe hare-
ketsizleşmeye, manasız sözler sarfetmeye başlamıştık. Bedenimiz ya-
vaş yavaş bütün hassasiyetini kaybediyordu. Önceleri “hareket edelim,
sürekli konuşalım” diye birbirimizi canlı tutmaya çalışıyorduk ama za-
manla kimsenin konuşacak ve hareket edecek mecali kalmadı. Kimse-
fiAN VERGILER
80 / EDEBIYATLAfiA

nin kimseyle ilgilenecek hali yoktu. Kitaplarda okuduğumuz, televiz-


yonlarda seyrettiğimiz donmaya doğru adım adım yaklaştığımızı hepi-
miz biliyorduk. Hiç kimsenin umudu kalmamıştı.
Aklıma Himalaya Dağlarındaki bir kaçış öyküsü gelmişti. Günler-
ce dağlarda yürüyenler, kimisinin ayak parmakları, kimisinin elleri
donmuş kangren olmasın diye yol boyunca donan uzuvlarını bıçakla
kesmişlerdi. Ürperdim. Titreme bende de başlamıştı. Artık gözlerim et-
rafı zar zor seçiyordu. Şeyhmuz, bohçalı adam ve diğerleri başlarını
birbirine daymaışlar hareketsizce son saatlerini bekliyorlardı.
(...) Bir ara arabanın üzerinde bir takım sesler duydum. Hayal miy-
di, gerçek mi anlamadım önce. Evet sesler doğruydu. (...) Sonra orta
kapının olduğu yerdeki karların azalmaya başladığını farkettim. Kımıl-
dayacak, bakacak takâtımız yoktu. Hafifçe aralayabildiğim kirpikleri-
min arasından gördüğüm buydu. Birden bir cam şangırtısı duyduk. (...)
Birileri bizi kurtarmaya gelmişti demek! Kırık camdan içeri, kap kara
gözlerini sonuna kadar açarak kapıyı zorlayan bir adamın başı uzandı.
Saçı sakalı birbirine karışmıştı.
“Şeyhmuz Ağa, burda mısınız? Sağ mısınız kurban?”
Şeyhmuz başını son bir gayretle kaldırdı, kırık camın olduğu tara-
fa bitkin bakışlarla baktı:
“Ula Çulsuz Memed sen misin?”
“He Ağam benim! Şimdi sizi kurtaracağız. Bütün köylü dışarıda-
dır. Candarmaya haber vermişik. Ancak bulmuşuk sizi.”
Çulsuz Memed bana doğru baktı:
“Bu yabancı kimdir Ağam? Neyse her kim isen bana doğru yaklaş
kardaş. Elini uzat. Bu cam deliğinden çıkabilirsen evvel seni alalım dı-
şarı.”
Bütün dünyanın ağırlığını üzerimde hissederek Çulsuz Memed’e
doğru bir adım attım. Çulsuz, elimi tuttu. Cama doğru çekti. Ellerimiz
birbirine kenetlenmişti.
Bu nasırlı ve soğuktan çatlamış ele sıkı sıkıya sarıldım.

PEJMÜRDELİKLERİ VERGİCİLERİN VE AYDINLARIN


HIŞMINDAN KORUYORMUŞ
“(...) Bir akşam Memduh Amca’nın ölen kardeşi, Şahabettin, Bo-
ze’nin yeğeni Kirkor, bir de dayıoğlu Kâmil, ziyarete gelmişlerdi. Üçü
81

de milyoner adamlardı. Yıllar önce İstanbul’a göçmüşler, birisi yedek


parçacılığa, diğeri beyaz eşya bayiliğine, Kirkor da kuyumculuğa dur-
muştu. En zenginlerinin Kirkor olduğu -üç daire, Büyükada’da yazlık-
söyleniyordu. Çok şaşırdığımı hatırlıyorum, çünkü üstleri başları dökü-
lüyordu, anlıyor musun? Karılarının da öyle. Onca paraya karşın, Aksa-
ray giyim fuarından giyiniyorlardı ki, bu Belediye’nin parlattığı bir
semt pazarından başka birşey değildi. Başarılarının bir nedeninin de tü-
ketim bilgisizliği olduğunu düşündüğümü hatırlıyorum. Bu şekilde,
kazançlarının büyük bölümünü yeniden işe yatırabiliyorlardı. Pejmür-
delikleri onları hem vergicilerden hem de aydınların hışmından korur-
ken, servetlerine servet katmayı sürdürdüler. Hiç kuşkusuz gerçek bur-
juvazi bunların omuzlarında yükselecekti.”
Yukarıdaki satırlar, Alev Alatlı’nın “Valla Kurda Yedirdin Beni”
adlı romanından. Kürtçü hareketlerle sol hareketlerin 1960’dan sonra
nasıl el ele kol kola, eylem ve hedef birliği halinde gelişip serpildiğini,
Kürt Solu’nun Türk Solu’ndan bir zaman sonra nasıl ayrışıp, saf ayrı-
lıkçılığa dönüştüğünü anlatır Alatlı bu romanında. Kırk yıllık bir süreç
içerisinde olayların perde arkası, gelişimi, dönüşümü ve sonuçları irde-
lenirken; olayların aktörü ve figuranı olan insanların doğruları, yanlış-
ları, yanılgıları, açmazları, çıkmazları, savruluşları aktarılır ustaca. Alat-
lı, toplumu iyi tanır, iyi bir gözlemci ve çözümleyicidir. Yukarıdaki sa-
tırlar da, o yılların toplumsal kesitinin bir örneğidir. Alatlı, vergicileri-
mizin bakış açılarını da yakalamıştır ustaca. Bu yakalayış, belli ki, bir
deneyim ve yaşanmışlığın eseridir.

GAZETEYE VERGİ YOK, MUSAHHİHİNE VAR


Kemal Tahir’in “Yol Ayrımı” adlı romanında, 1930’lu yılların ünlü
gazetesi “Vakit”in de önemli bir yeri vardır. Vakit Gazetesi’nin musah-
hihi Selim Nuri, ateşli ve ödünsüz bir inkilapçıdır; yeni rejimin başarı-
sızlıkları ve aksaklıklarını bile “Cumhuriyet ve inkilaplar olmasaydı, siz
bunları bile konuşamazdınız” diyerek savunmaktadır. Savunmaktadır
ya, bir yandan da inanılmaz ve dayanılmaz bir ekmek kavgası vermek-
te, adeta ölümüne çalışmaktadır. Üstelik, savunduğu bu rejim, onun
yevmiyesinden vergi bile kesmektedir, hem de neye rağmen: “Selim
Nuri buraya akşamın yedisinde geliyor, çoğu zaman sabahın dördüne,
hatta beşine kadar tashih yapıyordu. Sekiz koca sahifeyi yukarıdan
fiAN VERGILER
82 / EDEBIYATLAfiA

aşağı tek başına okuyor... İşi bitince hiçbir vasıta bulamadığından, ya


Vefa’ya kadar yürümekte, ya da mürettiphanenin bir köşesine serdiği
eski gazete kağıtlarının üzerinde yatmaktaydı. Sonra gündüz öğlene ka-
dar fakülte... Öğleden sonra, hali vakti yerinde arkadaşlar için ders
notlarını kopya etmek... Sahifesi on kuruştan... Musahhihliğin gündeli-
ği yetmiş beş kuruş... Ama eline yetmiş geçiyor... Günde beş kuruş ke-
siyorlar vergi diye... Oysa vergi vermek şurada kalsın, resmi ilanlar yo-
luyla yardım görüyorlar gazeteler devletten... Çeşitli vergi bağışlama-
larından yararlanıyorlar. Yeni harfler çıktı çıkalı, okur kaybettikleri için,
hepsinin gizli ödenekten para aldıkları bile söyleniyor.”

İSTRATİ, SULTAN ABDULHAMİD TÜRKİYESİ’NİN


BİR VERGİ CENNETİ OLDUĞUNU YAZIYOR
Panait İstrati’nin “Akdeniz” adlı romanının iki önemli kişisi Ro-
men Adriyen ile Musa lakaplı yahudi Moritz’dir.Lübnanlı tüccar Kle-
in, Akdeniz kıyısındaki malikhanesinde bu iki ahbab-çavuşa Lübnan ve
Osmanlı Ülkesi hakkında ticarî ve mâlî sırlar vermektedir.
“Bu Abdulhamid Türkiyesi’nden daha serbest bir ülke bilmiyo-
rum.Yalnız benim gibi servet ve tasarruf sahibi birinin dostu olan bir
adam için değil, ama siyasetten uzak yaşayıp salt işiyle gücüyle uğra-
şan herhangi bir insan için bu böyledir. (...) Türkiye’de insan az para
ile paşa gibi geçinebilir. Yaşam ucuzdur. Vergiler yok gibi bir şey. “
Sultan Abdulhamid’e “müstebît” ve “Kızıl Sultan” diyenlerin, de-
mekte ısrar edenlerin kulakları çınlasın. İstrati, romanına dolgu malze-
mesi olarak koyduğu bu gerçeklerin bizim tarihimiz açısından taşıdığı
önemi bilseydi, ne çok sevinirdi, öyle değil mi?

BURSA KADINLAR PAZARINDA VERGİ YOKTU..


Osmanlı’nın başkentlerinden biri olan Yeşil Bursa’da, kadınlara
önemli ticari serbesti ve ayrıcalıklar tanınmıştı. Tarihçiler, Osmanlı dö-
neminde Bursa’da çok sayıda kadın girişimci olduğunu yazıyorlar.
Bu olgu, Emine Işınsu’nın, büyük mutassavvıf ve şair Niyazi Mıs-
rî’nin hayatının anlatıldığı Bukağı adlı romanına da yansımış.
Mısrî, ömrünün büyük bir bölümünü Bursa’da geçirmiş, bu şehir-
de evlenmiştir. Evlendiğinde yaşı kırktır Mısrî’nin ve bir halvetî şeyhi-
dir. Evliliğinin ilk günü, hanımı, ticarî bir konuda izin ister:
83

- Bilmem Mustafa Ağabeyim sana söyledi mi; ben çalışırım, yani


gergef işleri yapıp kadınlar pazarına satmaya götürürüm, biz kadınlar-
dan orada vergi de almazlar, kazandığımız kendimize kalır... Bu işe de-
vam etmek isterim, çünkü eve bir katkım olsun isterim.
Işınsu’nun yazdığına göre, Mısrî, bu teklifi bir hayli düşünür. Bur-
sa’da yuvalanmış Kadızadeliler zihniyeti, kendisini sürekli olarak teh-
dit edip, mürîdlerini dövmektedir. Karısına da bir kötülük edebilir, de-
dikodu çıkarabililerdi. Bu kaygısını açıkladı karısına. Düşündü taşındı-
lar birlikte ve çözümü buldular. Karısının arkadaşı Ayşe’ye verilecekti
el emeği ürünler, onun aracılığı ile sattırılacaktı pazarda.

SULAMA SUYUNA VERGİ ÖDEMEYENLERE ÖLÜM


W.Yan adlı, Kiyev doğumlu bir yazarın “Son Denize Kadar” ka-
dar adlı güzel bir romanı bulunmaktadır. Yazar, bu romanda, Cengiz
Han’ın Yeh-Lü-Chi-Tsai adlı Çin asıllı vezirinin vergi konusunda
yaptığı önerileri naklediyor: “Bütün dünyayı at sırtında fethedebilir-
siniz, ama onu at sırtında yönetemezsiniz. Hemen her bölgeye vali-
ler tayin etmek gerekir. Bir tek dane için bile o endişelensin, vergi-
sini vermeyenlerden ölüm cezasına çarptırılanların infaz edileceği
mahkeme meydanları teşkil etsin. Bu tür mahkemelerde halk arasın-
dan okumuş kişilerden, iki güvenilir adamı görevlendirsin. (...) Ge-
lirleri artırmak için tacirlerden gümrük vergisi alınsın; şaraba, sirke-
ye, tuza, çelik mamullerine, altına, gümüşe ve tarla sulamak için
kullanılan suya vergiler salınsın.”
Tsai’nin bu önerilerini Cengiz Han “makul” bulmuş, uygulama
için ferman yazdırmış.

ÜZÜM VERGİSİ VE ATSIZ’IN DALKAVUKLAR GECESİ


Nihal Atsız’ın, yayınlandığı dönemde büyük gürültüler koparan
“Dalkavuklar Gecesi” adlı romanı, dalkavukluğun iktidarları ve top-
lumları ne hale getirdiğini gösteren bir yergi romanıdır.
Olaylar, Lidyalılara ve Asurlulara komşu olan “Hatti” ülkesinde ge-
çer. Sarayın mahzeninde zehirli su diye bilinen şaraplar vardır. Kral Sub-
biluliyuma’nın yeni doğan oğlu için yapılan bir kutlama sırasında, Han-
tilyas adlı kadın gözden kaybolur ve bu zehirli sudan içerek, sarhoş bir
durumda geri döner. Kral, kadının neden ölmediğini vezirlerine, hekim-
başına sorar ise de hiçbiri cevap veremez, bunun yerine Kıral’a gereksiz
fiAN VERGILER
84 / EDEBIYATLAfiA

ve abartılı övgüler düzmeye başlarlar. Gelgelelim, o sudan içmeyi dene-


meye cesaret eden de çıkmaz. Bunun üzerine Kral, komşu ülkelerden de
bilginler çağrılarak bir kurultay toplanmasını ve her bilgine de biner gü-
müş şekel (para) verilmesini emreder. Nihayet yerli ve yabancı bilginler
ile Kurultay toplanır. Bilginlerin hemen hepsi sadece Kırala övgüler dü-
zerler ve dalkavukluğu had safhaya çıkararak, zehirli suyun Kral’a Tan-
rılar tarafından gönderilmiş olduğunu, tılsımlı olduğunu belirtirler. Bu
arada Kargamışlı bilgin İkeznini, elinde tabletlerle ayağa kalkar ve bu hu-
susu diğer ülkelerin kütüphanelerindeki tabletlerden de araştırdığını belir-
terek şu bilgileri verir: ‘400 yıl önce Lidyalılar’a üzüm vergisi salındı,
1/10 olarak alınıyordu bu vergi. Bir yıl, Lidya’da öyle çok üzüm oldu ki,
üzüm-vergilerle sarayın tüm mahzeni doldu. Herkes, bu bolluktan dola-
yı, tıkabasa üzüm yedi. Çok yemekte, kralın karısı öyle aşırı gitti ki, has-
talayıp öldü. Bunun üzerine, Kral, üzüm yemeyi yasakladı ve yiyeni ze-
hirlesin diye de Baş Rahibe dua ettirdi. Başrahib’in duası da ilginçti,
Kralın gözüne girmek için fıçılardaki üzümleri bir de sopayla dövdürdü.
Yani şarap var bu fıçılarda’.
İkeznini’nin açıklamalarına bütün bilginler ve Kralın gözdesi kar-
şı çıkarlar, çokluğun sözünün doğru olduğunu iddia ederler. İkeznini
cevap verirse de, herkes üzerine çullanır ve tabletleri kırılarak, tartak-
lanır. Kurultayın sonunda, ülkeye Kralın fermanı duyurulur; mahzende-
ki sular, “Tanrının Krala gönderdiği “tılsımlı su”dur ve bundan böyle bu
adla anılacak ve kimse şarap demiyecektir. Fakat bir gün, Kahin Şilka
adlı ve kendi halinde yaşayan kişinin (ki her şeyin doğrusunu oğluna
öğretip, Kral dedi diye hiçbir şeyin başka bir şey olmayacağını oğluna
öğretmiştir) oğlunun “şarap” kelimesini kullanması ve bunu da yaver-
lerden birinin duyması üzerine Kahin Şilka, Kralın buyruğuna karşı
geldiği suçlamasıyla mahkemeye çıkarılır. Yargılaması sırasında Başha-
kimin bir ara Şilka’ya “vatan haini” demesi üzerine, Şilka çok sert bir
şekilde cevap verir: ‘Eski kralların saraylarında bile senin kadar gülünç
bir dalkavuk bulunamazdı. Bana vatan haini diyen sen kimsin`? Baban
Lidyalı bir lağımcı, anan Mısırlı bir esirdi. Ananın anası da Amurru’dan
gelmiş bir fahişe idi. Yüzde yüz yabancı bir adam olduğun halde be-
nim gibi su katılmamış bir Hatti’ye vatan haini diyorsun. Hangi vata-
nın haini? Lidya’nın mı? Mısır’ın mı? Amurru’nun mu? Bu vatanın sa-
hibi benim. Sen burada sığıntı olduğun halde bana vatan haini diyorsun.
85

Sen vatanın ne olduğunu biliyor musun’? Vatan suçlulardan alınan rüş-


vet değildir. Vatan ataların kılıcıyla alınan ve kanla korunan topraklar-
dır. Senin atalarından bu toprak için ölmüş kimse var mı? Ben sana ce-
vap vermeye mecbur değilim. Beni sorguya çekmek için Hatti kanı ta-
şıyan bir Hakim gelsin.’
Bu cevap üzerine, etraftan homurtular başlar ve yegane ciddi
adam olan Başkumandan Tutaşil, Başhakim ile konuşur ve Şilka’yı
idam etmeyi düşünen Başhakim onun beraatine karar verir.
Bu arada, şaraba şarap denilmesini yasaklamış olan Kral her gün
içmekte ve sefahat alemleri yapmaktadır. Bir süre sonra Kaskalar üze-
rine yürümeye karar verilir ve Tutaşil 7000 kadar askerle sefere çıkar.
Savaşta Hatti askerlerinin bir kısmı kaçar, bir kısmı bozulur, fakat sa-
vaşı kazanırlar ve Tutaşil 100 askerle ancak ülkeye dönebilir.
Zaferden dolayı, bir “kahramanlar gecesi” yapılmasına karar veri-
lir. Verilir ya, Kral’ın çevresindeki dalkavuklar Tutaşil’i kıskandıkları
için, askeri telef ettiğini ve zaten Kralın yerinde gözü olduğunu söyle-
yip, Kralı kışkırtarak Tutaşil’i azlettirirler.
Sonunda, Kahramanlar Gecesinin yapılacağı gün gelir ve bütün halk
davetli olarak sarayın bahçesine dolar, devlet erkânı da bahçedeki yerini
almıştır. Yenilir, içilir, sarhoş olunur. Sarayda herkes Kırala övgü yarışı-
na girer, gece yarısına kadar övgüler düzülür. Kahramanlar gecesinin da-
ğılacağı saatlerde, Vezir Ziza bahçeye çıkar, bakar ki, bahçe perişan edil-
miş. Yerlerde kusmuklar içinde yatan sarhoşlara çıkışınca, tartışma çıkar.
Ziza’nın oradakilere, “Bu gecenin kahramanlar gecesi olduğunu unutu-
yorsunuz” demesi üzerine bir sarhoş cevap verir: “Hangi kahramanlar
gecesi? Kahramanlar savaşta öldüler. Bu gece dalkavuklar gecesidir. Bu
şölene konmak için sabaha kadar yaşasın diye bağırdık. Tabii siz de içer-
de şebek gibi taklak attınız. Yaşasın Kral!..”

ÇİNLİ ALIŞ-VERİŞ EDER, KAĞAN VERGİ ALIRMIŞ...


Türk Tarihi’nin en eski yazılı kaynağı, Orhun yazıtlarıdır. Sekizin-
ci yüzyılda dikilen bu yazıtlar, Göktürk Devleti dönemine ilişkin bir
çok olayı ayrıntısıyla anlatmaktadırlar.
Göktürk Devleti dönemine ilişkin en güzel romanları ise Nihal At-
sız yazmıştır. Bozkurtların Ölümü ve Bozkurtlar Diriliyor adlı bu eşsiz ve
unutulmaz romanlar, 1946 yılından bu yana döne döne okunmaktadırlar.
fiAN VERGILER
86 / EDEBIYATLAfiA

Atsız, Bozkurtların Ölümü adlı romanında, Göktürkler’in anayur-


du Ötüken’de bulunan bir kapalı pazar yerinden söz etmektedir. Kış
günlerinde alış-veriş yapılması için ağaçtan ve üstü örtülü olarak yapı-
lan bu pazara Çinliler gelerek alış-veriş yaparlarmış. Atsız diyor ki :
“Onlar alış-veriş yaptıkça kağanlar onlardan vergi alırlar, böylece alış-
veriş her iki tarafa da yarardı.”

ÇADIR BAŞINA BİR AT, BİR SIĞIR, İKİ KOYUN VERGİ...


Kokant Hanı Kudayar Han’ın Dayısı Tombu’nun vergisinin nasıl
rahatsızlık yarattığını, Kasımbekov’un “Sıngan Kılıç” adlı romanından
yararlanarak aktarmıştık. Yer yine Orta Asya, ama devir daha eski, te-
ey 7’inci yüzyıl. Göktürk Kağanı İlteriş Kutluk, Dokuz Oğuzlar’ın ka-
dın hükümdarı Ay Hanım’a elçi ve Çin ipeğinden armağanlar gönder-
miş, barış ve birlik istemektedir. Bir de olmazsa olmaz şartı vardır: Do-
kuz Oğuzlar, çadır başına bir at, bir sığır ve iki koyun vergi verecekler-
dir Göktürkler’e. Göktürk Elçisi Yüzbaşı Börü, vergi verilmezse ne
olacağını da açık açık söylemektedir: “Güzden önce bu vergi gelmezse
Göktürk Ordusu üzerinize gelecektir.”
Değerli tarihçi ve yazar Nihal Atsız, “Bozkurtlar Diriliyor” adlı ro-
manında bu tarihi gerçeklerden yararlanır. Atsız, Ay Hanım’ın istenen
bu vergiyi güzden önce göndermeyi kabul ettiğini, ancak yeterince ko-
yun olmadığı için biraz süre istediğini yazıyor

ASAYİŞ HAKKI, EV VERGİSİ


Özbekistnalı yazar Şükrullah Yusufoğlu, 1950’li yıllarda tutukla-
nışı ve sürgün edildiği Sibirya çalışma kamplarında çektiklerini anlattı-
ğı “Kefensiz Gömülenler” adlı romanında, Sovyet Devri’nde ne tür
vergi baskıları gördüklerini şöyle anlatıyor:
“Yok asayiş hakkı, yok ev vergisi toplamak bahanesiyle kapımız
durmadan aşındırıldı. Vergi ödeme gününü bir gün geciktirmiş olsanız,
evinizi basıp altını üstüne getirirlerdi. Sandık sepeti, balkonu, kileri, di-
dik didik arayıp, filan güne kadar ödemezseniz, devlet hepsine el ko-
yacak şeklinde tehditler savurup giderlerdi.”

BÂBUR, VERGİDE DE EŞSİZDİ...


Bugünkü Afganistan-Pakistan, Hindistan ve kısmen Özbekistan
topraklarında büyük bir Türk İmparatorluğu kuran Bâbur Han, her ba-
kımdan üstün özellik ve meziyetleri olan bir hükümdar ve insandı.
87

Değerli tarihçimiz Yılmaz Öztuna, Bâbür hakkında şunları yazı-


yor: “Bâbur Şah, yalnız Türklüğün değil, cihan tarihinin en seçkin şah-
siyetlerinden biridir. Askeri, siyasi ve idari dehasının yanında, muaz-
zam bir edebi dehaya sahipti. Bütün Türk Edebiyatının en büyük şair
ve ediplerinden biridir. Türkçe’nin Çağatay lehçesi ile şiir yazanların
içinde Bâbur, Nevaî’den sonra en büyüğüdür. “Bâbur-Nâme” denen ve
dünyanın bütün büyük dillerine çevrilen hâtıraları ise, Türkçe nesrin
şâhikalarından biridir. (...) Bu ölümsüz hâtıralarından ve şiirlerini top-
layan Dîvan’ından başka, daha birkaç eseri vardır. Türkçe’den başka
mükemmel şekilde Farsça, Arapaça ve Moğolca konuşan, okuyan ve
yazan Bâbur, aynı zamanda bir edebiyat nazariyatçısı, bestekâr, hukuk-
çu, botanik ve zooloji bilgini, hattat ve bahçe mimarı idi.”
Özbekistanlı yazar Pirim Kadirov, “Son Timurlu” adlı romanı, us-
ta elinden çıkma bir Bâbur biyoğrafisi, bir Bâburnâme uyarlaması gi-
bidir. Kadirov bu romanında Bâbür’ün vergi uygulamalarını, Semer-
kant tahtında oturan Şeybanî hükümdarı Koçkıncı Han’ın elçisinin ağ-
zından anlatıyor. Elçi’nin Bâbur Han’ın sarayında gördüklerinin hikâ-
yesi şöyle: “Bizim Hindistan’da gördüğümüz küpler dolusu altını he-
nüz hiç kimse görmedi. (...) Vilayet valileri yıllık vergilerini altın sik-
keler halinde getirip bu halının üstüne döktüler. Bir anda altından bir te-
pe meydana geldi. (...) Padişah bize kıymetli hilatlar giydirdi. Halı üze-
rindeki altınlardan Koçkıncı Han’a hediyeler verildi. Altınları saymadı-
lar bile. İkiyüz elli miskallık bir taşla tartıp verdiler. (...) Münasebetle-
rimizin öncekinden daha iyi olacağı âşikâr. Biz onlardan ipek ve baha-
rat alacağız, onlara da kuru meyva ve at gibi şeyler satacağız... Yol
uzak olsa bile kervanlarımız şevkle gelip gidecekler. Çünkü Bâbür
Mirza bütün vilayetlere vergi alınmaması konusunda ferman buyurdu-
lar. Özbek, Türkmen, Tacik, Hint, Arap, Acem, Fars, elhasıl herkes ver-
gi yükünden kurtulmuş ve kârı yükselmiş olacak.”

SATUK BUĞRA HAN DA ÂDİLDİ


Karahanlı Devleti’nin ünlü hükümdarı Satuk Buğra Han, İs-
lâm’ı ilk seçen Türk Hükümdarı olarak da biliniyor. Mezarı, Çin sı-
nırları içinde bulunan Doğu Türkistan’da. Doğu Türkistanlı bir Uy-
gur Türkü olan Seyfettin Azizi, tarihi kaynakları araştırarak gerçek-
lere uygun olarak kaleme aldığı “Türklerin Müslümanlığa Geçişi Sa-
fiAN VERGILER
88 / EDEBIYATLAfiA

tuk Buğra Han” adlı romanında bu hükümdarın vergi sorunları ve


uygulamaları konusundaki yaklaşım ve çözümlerine de roman kur-
gusu içinde olabildiğince geniş yer vermiş. Satuk Buğra Han’ın, bu
romanda yer alan şu fermanı, günümüzün kamu maliyesi kitapları-
na geçecek kadar önemli:
“Vergi Alma: 1-Toprak sahiplerinin yüz batmanın üzerindeki top-
rakları devlete verilecek 2-Çoban ve sürü sahipleri, beş bin koyundan
fazlasını devlete verecekler 3-Komutanlar ve memurlar bu uygulama-
lardan muaf tutulacaklar
Vergilerin Dağıtımı: 1-Toprağı kiralayanlar ve ücretli olarak çalı-
şan köylüler için aile başına on batman, toprağı az olanlar 5 batman
yer, uygun miktarda su verilecek. 2-Erlere 10, onbaşılara 15, yüzbaşı-
lara 20, binbaşılara 50 ve subaşına 100 batman yer ve uygun miktarda
su verilecek. 3-Malsız çobanlara 100 koyun, az malı olanlara 50, hay-
vancılık yapan askerlere 200 ve subaylara 500 ila 1000 arasında canlı
hayvan ve yeteri kadar otlak verilecek.
Diğer Belgeler: 1-Toprak kiralamalarındaki aşırı faizler indirile-
cek. Devlet vergisi yoksullardan alınmayacak. Az kazanandan az, çok
kazanandan çok esası benimsenecek. Kimse, kendi keyfine göre vergi
salıp alamayacak 2-Vergi yüzünden adam dövüp öldürenlere hapis ve
idam cezası verilecek. 3-Toprak sahipleri asker besleyemeyecek. 4-
Alınan toprak, su, mal ve otlaklardan onda ikisi devlete bırakılıp, kala-
nı yoksul halka dağıtılacak
Karahanlı Hanedanı Hakanı Satuk Buğra Han
Domuz Yılı Mayıs”

DAMGA VERGİSİ AYRICALIĞI İHANETE YETMEMİŞ


Özbekistan’ın en büyük romancısı Adil Yakubov’un , Uluğbey’in
Hazineleri adlı tarihi romanında, kişiler ve olayların çoğu gerçektir,
kurmacalık azdır. Bunu Yazar’ın kendisi ifade ediyor.
Uluğbey, Timurlenk’in torunu Şahruh’un oğludur. Kırk yıl hü-
kümdarlık yaptıktan sonra, öz oğlu tarafından tahttan indirilip kellesi
kesilerek idam edilmiştir. Uluğbey’e bu sonu hazırlayanlar arasında ca-
hil ve yobaz din adamlarının payı büyüktür. Çünkü bu yobazlar, Uluğ-
bey’in kurduğu medrese ve rasathanede, müsbet bilimlerin okutulma-
sına ve araştırmalar yapılmasına karşıydılar.
89

Uluğbey Medresesi müderrislerinden Mevlana Muhiddin’in baba-


sı Selahattin Zerger, oğlunun elde ettiği bilimsel kariyer sayesinde hiç
yoktan “tarhan” ünvanını almış, Uluğbey hiç bir tüccara vermediği im-
tiyazlara ona verdiği gibi, damga vergisinden de muaf tutmuştu. Adil
Yakubov’un yazdıklarından anlıyoruz ki,Uluğbey’in düşeceği anlaşılır
anlaşılmaz, bu Zerger, derhal saf değiştirip ihbarcılığa soyunmuş,
Uluğbey’in can dostu büyük bilgin Ali Kuşçu’yu gammazlamıştır.

VERGİ BAĞIŞIKLIĞI, CASUSLUĞA; ALET EDİLMİŞ


W.Yan, “Son Denize Kadar” adlı romanında anlatıyor. Harezmşah
Muhammed, Cengiz Han’ın kendisine gönderdiği üç tüccar elçiden
Mahmut Yalvaç’la resmi kabul dışında gizlice görüşüp ona casusluk
teklif ediyor. Bu teklif kabul ediliyor; çünkü Şah diyor ki: “Sana ve di-
ğer Moğol arkadaşlarına her türlü ticari imtiyazı vereceğim. Her türlü
alım satım rüsumundan muaf olacak, bütün âlem-i islâmda serbestçe ti-
caret yapma hakkını alacaksınız.”
Cengiz Han, büyük bir kervan hazırlayıp Otrar’a gönderiyor.
Mahmut Yalvaç, foyası ortaya çıkmasın diye, bu kervana dahil ol-
muyor, kervana Usun adlı kişi başlık ediyor. Ticaret ve tabi-
i ki el altından casusluk başlıyor. Bir süre sonra, Otrar valisi, Ha-
rezmşah Muhammed’e mektup yazarak gelenlerin amacının ticaret
değil casusluk olduğunu belirtiyor. Kervanbaşı Usun ve 450 kişi,
önce zindana atılıyor, daha sonra da öldürülüyorlar. Moğol tüccarla-
rın mallarına el konulup Buhara’da sattırılıyor. Cengiz Han bir baş-
ka elçi göndererek olup biteni öğrenmek ve anlaşmak istiyor, ancak
Harezmşah Muhammed, Moğolların müslüman elçisi İbni Kefrec
Buğra’yı parça parça ettiriyor, ona refakat eden iki binbaşının sakal-
larını kestirip atlarını ellerinden alıyor, yaya ve hırpani bir vaziyette
yola salıyor.
Cengiz’in Zulmünün Bahanesi de, Kandırmacası da Vergi
Cengiz Han’ın bütün bu yapılanların intikamını feci ve acı olarak
alıyor. Buhara halkına yaptıkları korkunç. ‘Buhara sakinleri, Moğolla-
ra verecekleri haracı verdikten ve bunlar camilere tıka basa doldurul-
duktan sonra, yeni bir buyruk çıktı: ‘Bütün şehir sakinleri, kadın ve ço-
cuklarını yanlarına alarak, şehirden çıkıp bir meydanda toplanacak.
Kimse evinden elbise dışında hiçbir şey almayacak!’
fiAN VERGILER
90 / EDEBIYATLAfiA

Tilmaçlar, şehir halkına durumu izah etmeye çalışıyorlardı:


-Hiçbir şeyiniz için endişelenmeyin. Her yerde nöbetçiler var. Ge-
ride bıraktığınız mallar, olduğu gibi korunacaktır. Sizleri dışarıda bir
meydanda toplamaktan maksat, tek tek sayım yapıp, vergiye tâbi ola-
cakları tesbit etmektir.’
Buhara halkı bu buyruğa uyarak şehir dışında toplanır. Toplanır
ya, asıl niyetin vergi mükellefi tesbit etmek değil, kadın ve kızlara
tecavüz ile şehirdeki evlerde ne var ne yoksa talan etmek olduğu, kı-
sa bir süre sonra çıkar ortaya. Moğollar meslek ve sanat erbabını ayı-
rırlar bir kenara. Kadın ve kızlara tecavüz etmeye başlarlar. Kendi-
lerine karşı koymak isteyenleri kılıçtan geçirirler. Buhara, talan edil-
mekle kalmaz, yerle bir edilir. W.Yan, belgesel romanında, yukarı-
dakilere ilaveten, Buhara şehrinin yıllarca insan eli değmeden öyle-
ce kaldığını da yazıyor.
Moğol ezip, üzüp, kırıp, yok edip geçiyor işte böyle. Yalnızca, iki-
li oynayan tüccar Mahmut Yalvaç’a bir şey olmuyor. Cengiz Han, Bu-
hara’yı aldığında, Mahmut Yalvaç da Cengiz’in oğlu Çağatay’ın başda-
nışmanı olarak; savaş ganimetlerinin bölüşümü, tutsaklar ve sanatçıla-
rın değerlendirilmesi, boş kalan bey ve han konaklarının paylaştırılma-
sı, yeni vergiler salınması ve vergi memurlarının tayini gibi işlere me-
mur ediliyor.
Gelecek Üç Yılın Vergisi Peşin
W.Yan’ın aynı eserinde, vergileme ile ilgili başka ilginçlikler de
var. Moğollarla savaş kaçınılmaz olunca, Harezmşah Muhammed, o yı-
lın vergisinin bile güçlükle toplanmış olmasına bakmayarak, dört bir
yana hasipler (hesap edenler) ve tahsildarlar gönderiyor, gelecek üç yı-
lın vergisinin peşin toplanmasını emrediyor.

KÖPEK VERGİ DAİRESİ


Alman Heinrich Böll, öykülerinde vergisel olaylara yer veren bir
başka yazardır. Bir Köpek Yakalayıcısının İtirafları ve Dayım Fred adlı
öykülerde anlatılanlar oldukça ilginçtir.
İlk öyküde,evlerde köpek beslemenin 50 mark vergiye tabi oldu-
ğu bir ülkeden söz edilir. Yazar’ın uyruğu ve para birimi mark dikkate
alınarak bu garip uygulmayaı yapan ülkenin Almanya olduğu rahatlık-
la söylenilebilir.
91

Evde köpek beslemek öylesine yaygındır ve beslenen köpek sayı-


sı öylesine çoktur ki, Alman Devleti bir de “Köpek Vergi Dairesi” kur-
muştur.
Öykünün baş kişisi de bu vergi dairesinin memurudur. Kentin ça-
yır çimenliklerinde kol gezip köpek besledikleri halde, bunları kayda
geçirip vergi mükellefi olmayanları tesbit etmektedir.Görevinde son
derece acımasız ve ödünsüz olan bu memur da evinde bir köpek besle-
mektedir ve ne ilginçtir ki, bu köpeğin de vergi dairesinde kaydı yok-
tur. Bu durum, bu memurla şefi arasında “aba altından sopa gösterme”
tarzı ilişkiler ve diyaloğlara yol açmaktadır.
Heinrich Böll’ün diğer öyküsü ‘Dayım Fred’in kahramanı ise, sa-
vaştan yeni dönmüş bir dayı’dır. Kızkardeşinin evinde sekiz hafta bo-
yunca yer içer, uzun boyu sebebiyle güçlükle sığabildiği divanda uyuk-
layıp durur. Ev’in erkeği ölmüştür, ağır geçim şartları sebebiyle ev eş-
yaları birer ikişer satılmakta, evin büyük oğlu kömür çalarak yakacak
ihtiyaçlarını karşılamaktadır.
İlgisizlik, sorumsuzluk ve kayıtsızlığı, ev halkınca merak ve kay-
gıyla izlenmekte olan Dayı’nın günlerden bir gün evden çıkıp gittiği gö-
rülür. Akşam çakırkeyf olarak dönen Dayı’nın sırtında birbirine iplerle
bağlanmış yedi-sekiz adet kova vardır. Sarhoş kafayla,çiçekçilik yap-
maya karar vermiştir.
Savaş sonudur, millet ekmek bulamazken çiçekçilik yapmak akıl
kârı mıdır ? Ne var ki, Dayı, kararlıdır, düşündüğünü yapacaktır. Kızkar-
deşinin uyarılarını dikkate almaz. Bir ay sonra çiçek satmaya başlayan
Dayı, Devlet’e de vergi vermeye başlar. Heinrich Böll aynen böyle ya-
zıyor. Demek ki, İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki imar faaliyetlerinde
opera binasına öncelik veren Almanlar, ekmek kıtlığına bakmayarak
evlerine ve sevdiklerine çiçek götürebilmişler. Ve daha da önemlisi;
öykü kahramanı Dayı’nın çiçek satışını kayıt dışı olarak yapmayı asla
düşünmemesi; üretime geçer geçmez, toplum ve Devlet’e olan borcu-
nu yerine getirmesi.

VERGİYİ DOĞURAN OLAY, SU SEVİYESİ


Endülüslü gezgin İbni Cübeyr, Seyahatnamesi’nde 1183-1185 ta-
rihleri arasında Endülüsten kutsal topraklara yaptığı hac yolculuğu sıra-
sında, Mısır’da gördüğü ilginç bir vergi uygulamasını da anlatıyor.
fiAN VERGILER
92 / EDEBIYATLAfiA

“Mısır’ın batısında, aralarını Nil’in böldüğü binaları olan Giza


adında güzel ve büyük bir köy var. Pazar günleri büyük bir pazar ku-
rulur ve insanlar buraya akın ederler. Giza ile Mısır arasında, güzel
evleri ve nehre bakan taraçaları olan bir ada var. Burası bir eğlence
ve mesire yeridir. Nil’den ayrılan bir kol, ada ile Mısır’ı ayırır ve bir
mil kadar uzakta yine ana kolla buluşur.Bu adada cuma namazı kılı-
nan büyük bir mescid var. Mescidin bitişiğinde, Nil’in kabaran su-
yunun seviyesini gösteren bir ölçü aleti bulunuyor. Ölçüm, Haziran
başında başlar; Ağustos’ta en yüksek noktaya ulaşır ve Eylül’ün ba-
şında biter. Bu, sekiz köşeli beyaz mermer bir sütun olup belli bir
seviyeye kadar su ile dolan bir noktada inşa edilmiştir. Yirmi iki zi-
ra uzunluğunda olan bu sütun, parmak denilen yirmi dört bölüme
ayrılmış. Su seviyesi on altı zira ve üstünde olursa, Sultan, vergi top-
lama hakkını elde eder. Her gün suyun yükselmesini gözetleyen ki-
şi, bu seviyede müjdeyi verir. Görevli, su bu seviyeye gelinceye ka-
dar her gün rapor verir. On altı ziranın altında kalırsa, Sultan o yıl ne
vergi, ne de harac alabilir.”
İbni Cübeyr Seyahatnamesi’ni yayımlayan Selenge Yayınları, ki-
tap sonuna eklediği dipnotlarda, Mısır’daki bu uygulamanın Emevi Ha-
lifesi Velid (705-715) ve Süleyman (715-717) dönemlerinde Mısır’da
harac toplamakla görevli Usame b.Zeyd et-Tanuhi tarafından konuldu-
ğunu belirtiyor.

ÖLÜ CANLARIN VERGİSİ


“Gerekli açıklamada bulundu. Satışın ve anlaşmanın sırf kağıt üze-
rinde olacağını hanıma anlattı. Canlar yaşıyormuş gibi işlem görecekti.
Bunak kadın, gözlerini iri iri açarak:
-Ne yapacaksın bu ölüleri? dedi.
-O benim bileceğim iş.
-Ama ölü bunlar!
-Kim aksini söylüyor ki? İşte sırf bu yüzden bu ölülerin zararını
çekiyorsunuz. Onlara can vergisi vermek zorundasınız. Bütün bu sıkın-
tı ve zararlardan yakanızı kurtaracağım, hem de üstüne on beş ruble ve-
receğim size. Anlaşıldı mı?
(...) Çiçikov içinden, kadının kafası kalın diye geçirdi. Yeniden
yüksek sesle:
93

-Hele düşünün şöyle bir parça anacığım dedi. Ölüye sanki yaşı-
yormuş gibi vergi verirken ananızdam emdiğiniz burnunuzdan geliyor.
Yaşlı kadın:
-Ah bundan söz etmeyin diye sözünü kesti. On beş gün önce yüz el-
li ruble fazla para ödedim. Vergi memurlarına üstelik rüşvet de verdim.
-Görüyorsunuz işte! Bakın düşünün taşının, artık vergi memuruna
rüşvet vermek zorunda kalmayacaksınız. Ben ödeyeceğim, bütün ver-
giler üzerime alıyorum, giderleriyle birlikte, anlaşma yapabiliriz.”
Yukarıdaki satırlar Rus Yazarı Nikolay Gogol’un ünlü eseri “Ölü
Canlar” romanından. Gogol bu romanında, 19 yüzyıl Rusyası’ndaki
toprak ve köle düzenini eleştirip yermektedir. Ölü Canlar’ın kahrama-
nı Çiçikov, kısa yoldan zengin olma peşine düşmüş bir düzenbazdır.
Rusya’da o yıllarda, 4 yılda bir nüfus sayımı yapılır, toprak sahipleri kö-
le başına vergi öderlerdi. Dört yıl içinde ölen kölelerin vergisi, bir son-
raki sayıma dek, bir tamam alınmaktaydı bu toprak sahiplerinden. Çi-
çikov, bu durumdan yararlanarak, çiftliklere uğramakta ölen köleleri
ölmemiş gibi satın almaktadır. Toprak sahipleri, ahmak sandıkları bu
adama peşin para ile ölü köle satmanın ve vergiden kurtulmanın keyfi-
ni yaşadursunlar, bu uyanık adam, çok sayıda can’a sahip olarak, “say-
gınlığını ve varsıllığını” doruğa çıkarmakta, böylece “Koruma Kuru-
mu”undan yüklü bir maddi destek koparmanın yolunu aramaktadır.
Ölü Canlar’ın ikinci cildini yakmıştır Gogol, bundan dolayı Çiçi-
kov’un serüveni yarım kalmıştır, ölü canları ne yaptığını bilmiyoruz.
İçten Pazarlıklı, Eski Bir Vergi Memuruymuş Çiçikov
Aslında eski bir vergi memurudur Çiçikov. Nasıl memur olduğu,
neler yapıp da vergi dairesi müdürlüğüne kadar yükselebildiği, Gogol
farkı ve tadıyla, şöyle anlatılıyor. Aradan yüzyılı aşkın bir zaman geç-
miş olmasına karşın, dairelerde de, memur ve amirlerde de sanki deği-
şen fazla bir şey yok gibi:
“Okuldan çıkınca dinlenmek bile istemedi, bir an önce işe girmek
için yanıp tutuşuyordu. Fakat parlak diplomalarına inat, vergi dairesi-
ne girmede bile hayli güçlük çekti; bir taşra köşesinde bile kayırma
vardı! Kendisine verilen iş yetersizdi: otuz hadi bilemedin kırk ruble
kadar yıllık ücret! Fakat canını dişine takarak çalışmaya ve bütün zor-
lukları yenmeye karar verdi. Her şeyden elini eteğini çekme, sabır, ola-
ğanüstü bir perhiz hüneri gösterdi. Sabahtan akşama dek düşünce ve
fiAN VERGILER
94 / EDEBIYATLAfiA

beden yorgunluğu nedir bilmeksizin kağıtlara gömülüp yazıyor, evine


gitmiyor, dairede bir masanın üstünde geceliyor, temiz kalmayı, iyi gi-
yinmeyi, yüzüne cana yakın bir ifade ve davranışlarına da soylu bir ha-
va vermeyi biliyor, bazen de hademelerle birlikte yemek yiyordu. Şu-
nu da söylemek gerekir ki çirkin insanlardı arkadaşları. Kimilerinin yü-
zü, kötü pişmiş bir ekmeğe benziyordu: bir tarafı şişkin yanak, çarpık
çene, bir çıban gibi kabarık ve hatta çatlak dudak; uzun sözün kısası bir
dehşet. Birine ağzının payını veriyorlarmuş gibi hepsi de avaz avaz ko-
nuşuyorlardı. Slav yaratılışının durmadan putseverliği koruduğunu or-
taya dökerek, çoğu zaman kendilerini Baküs’e kurban ediyorlar; hatta
kimi zaman daireye kafaları bir parça dumanlı, incecik burun delikle-
rinden soluya soluya geliyorlardı. Temiz yüzü, tatlı sesi ve her şeyden
iyice el etek çekişi ile Çiçikov, bu sarhoş arkadaşları arasında göze ba-
tar bir ayrılık yaratıyordu; insan bunu görmezlikten gelemezdi. Ne var
ki yaşamı güçlüklerle doluydu. Başında amir diye her heyecana karşı
duygusuz bir bunak vardı; asık yüzünde hiç gülümseme olmazdı; sağ-
lığını sormak için bile olsa kimseye hiçbir zaman tatlı bir söz söylemez-
di. Kimse onu, hatta sokakta ve evinde bile bu soğukluktan uzak gör-
memişti. (...) Suratındaki bir yığın çiçek bozuğu izi onu, halk deyimi-
ne göre, şeytanın geceleyin gelip yakaladığı yüzler sınıfına sokuyordu.
Böyle bir insanın dostluğunu kazanmak insanüstü bir çaba isterdi;
ama Çiçikov denedi bunu. Önce en önemsiz şeylerle ona hoş görün-
meye çalıştı; kullandığı kalemlerin boyunu dikkatle ölçüp biçti ve aynı
model üzerine bir yığın kalem yontup, bunları hemen okkasına yerleş-
tirdi; masasının üzerindeki rıhı ve sigara külünü iyice temizliyor kale-
mi silsin diye ona bez parçaları buluyor, bu suratsız bunak, daireden
çıkmadan bir dakika önce gidip hemen şapkasını getirmede kusur etmi-
yor, hatta herif ceketini duvardaki badana ile kirletince de sırtını süpü-
rüyordu. Gel gör ki bütün bunlar kâr etmedi. Son olarak, onun aile ya-
şantısına burnunu soktu; bunağın, geceleri yüzü şeytan tarafından yala-
nan gelinlik bir kızı olduğunu öğrendi. Saldırılarını bu yöne çevirdi. Kı-
zın pazarları hangi kiliseye gittiğini öğrendi ve iki dirhem bir çekirdek
giyinerek kolalı gömleklerle karşısına dikildi. Hile başarı gösterdi; sert
kalem amiri yumuşadı ve bizimkini eve çay içmeye çağırdı. İşler bir
çırpıda o biçim aldı ki Çiçikov gidip oraya yerleşti ve evin gerekli bir
parçası haline geldi; şeker alıyor, evin kızını nişanlısı diye görüyor; yaş-
95

lı adama baba diyor, elini bile öpüyordu. Vergi dairesinde millet, düğü-
nün büyük perhizden önce, şubat sonunda yapılacağını düşünüyordu.
Meymenetsiz amir, Çiçikov’un iyiliği için kendi büyüklerinin eteğini
öpmeye başladı, çok geçmeden bizimki, başka bir dairenin müdürü ol-
du. Çiçikov amacına ulaşmıştı, çopur bunakla ilişkisini kesebilirdi ar-
tık. Usulca pılsını pırtısını topladı ve ertesi günden tezi yok başka bir ye-
re yerleşti. Bunağa baba demeyi, elini öpmeyi bıraktı; düğüne gelince,
artık söz açmaz oldu bundan. Ama ihtiyara her rastlayınca içtenlikle
elini sıkmaktan, onu çay içmeye çağırmaktan geri durmuyordu, öyle ki
adamcağız olanca duygusuzluğuna karşın başını birkaç kez sallayarak
‘vay alçak herif, oyun oynadı bana!’ diye homurdanıyordu.”
Atının Birinin Adı da Vergi Memuru
Ölü Canlar’ın Çiçikov’unun üç at koşulu bulunan bir de arabası
vardır. Atlardan birinin adı vergi memurudur: “Yolcu Çiçikov, Mani-
lov’un adamlarının o güzel karşılamalarından, arabacının, sağ yanda
yampiri koşulmuş ata tuhaf tuhaf sözler söylediğine dikkat etmiyordu.
Bu kurnaz at, arabayı çeker gibi yapıyordu. Oysa ötekiler, bir doru, sol-
daki hayvan, o saygıdeğer memurların birinden satın alındığı için, ‘ver-
gi memuru’ diye anılan kır bir at, alabildiğine çabalıyorlardı, zevk al-
dıkları gözlerinden okunuyordu.”

VARLIK VERGİSİ VE EDEBİYATI


“Adalan, başını eller arasına almış, koltuğa çökmüştü. Fırtınanın
kopacağını seziyordu. Müsteşarlık odasının en geniş duvarında Sami
Yetik’in Sarıkamış Faciasını canlandıran tablosu asılıydı.Kağnıyı çeken
öküzlere omuz vermiş kadının yüzüne sanki torununu okşayan bir ni-
ne mutluluğu yerleştirilmişti. Alnına gölge vermek için, mor kahveren-
gi arası bir renk seçilmiş, bu koyuluk, giydiği bol çiçekli basmanın ha-
vasına hüzün getirmişti
(...) Kapı açıldı. Tokmağa yakın bir yerden o iri baş tekrar görün-
dü. ‘Haydi müsteşar, al adamlarını arkana, Başvekil bekliyor’
Ağralı, kapıyı açık bırakıp yürüdü. İçerdekiler koşup telaşla Ağra-
lı’nın arkasına dizildiler. Adalan, teşkilat ile hükümet arasında kalın fa-
kat oynak bir köprü oluşturuyordu.
Saraçoğlu gelenleri ayakta kabul etti. Gerisinde ince, uzun boylu,
saydam bakışlı birisi duruyordu. Münakaşa ettikleri konunun evrakını
fiAN VERGILER
96 / EDEBIYATLAfiA

toplama telaşındaydı. Saraçoğlu gelenlerin elini sıktı. Fena kokulu bir


şey yayılacakmış gibi huzursuzdu.”
Yukarıdaki alıntılar, Yılmaz Karakoyunlu’nun “Salkım Hanım’ın
Taneleri” adlı romanından alınmıştır. (Öteki Yayınları) . Filmi de çevril-
di bu romanın. Romandan ve tarihsel gerçeklerden uzaklaşılarak, “ezi-
len zavallı azınlıklar” yörüngesine oturtulan bu film, epeyce de tartış-
ma ve gürültü kopardı.
Karakoyunlu bu romanda, İkinci Dünya Savaşı yıllarında ülke-
mizde uygulanan “Varlık Vergisi” nin yol açtığı toplumsal ve bireysel
yaraları ve değişimleri işlemektedir.
Varlık Vergisi’nin düğmesine işte o gün, Başbakan Şükrü Sara-
çoğlu’nun yukarıda sözü edilen o toplantısında basılır. Karakoyunlu,
Saraçoğlu’nun o toplantıda “On beş günde üçyüz milyon lira istiyo-
rum” diye kesin emir verdiğini ve bürokratlarının hiç bir haklı ve karşı
görüşünü kabul etmediğini yazmaktadır.
Gelin şimdi romanı bir yana bırakalım, Varlık Vergisi’nin bilinme-
yenleri ya da az bilinenleri hakkında bilgilenelim.
İtiraz ve temyiz yolları kapalı olan Varlık Vergisi’nin temel amacı;
İkinci Dünya Savaşı’nın ağır koşullarından (savaşa girmemesine karşın)
etkilenen Türk Ekonomisinin bu durumundan yararlanarak haksız servet
edinmiş olan karaborsacı, istifçi ve büyük toprak sahiplerinden vergi al-
maktı. Verginin matrahını, haksız yere şişirildiği idiia olunan servetler
oluşturuyordu. Matrah ve oranların tesbiti, yerel yetkililer ile maliye bü-
rokrasisinden oluşan takdir komisyonlarına bırakılmıştı. Tarh ve tebliğ
olunan vergi, 15 günde ödenmeliydi.15 günlük ek süre, ancak yüksek bir
faiz ödenerek mümkün olabiliyordu. Bu süreleri geçirip de ödeme yapa-
mayanlar, çalışma kamplarına gönderilip mülklerine de el konuluyordu.
Dört tür vergi yükümlüsü belirlemiş ve bunları harflerle kodlamış-
tı Maliye Bakanlığı.Müslümanlar (M) ile ecnebiler (E), belirlenen mat-
rahın % 25’ini;gayrimüslimler (G) % 50’sini, dönmeler(D) % 25’ini
vergi olarak ödemekle yükümlüydüler. Müslümanlar ve dönmeler ver-
gilerini ödemekte -bazı istisnalar dışında- fazla güçlük çekmezken,
%50 oranı ağır gelen gayrimüslimlere Bayburt-Erzurum arasında bulu-
nan Kop Dağı’ndaki çalışma kamplarının yolu gözükmüştü. (Çoğu
kaynakta, bu arada “Salkım Hanım’ın Taneleri” adlı roman ve filmde
de bu kampın yeri Erzurum-Aşkale olarak gösterilir. Yanlıştır. Kafile-
97

ler İstanbul’dan trenle kampa en yakın istasyon olan Aşkale’ye sevk


edilmişlerdir, ancak kamp yeri 25 km kuzey-batıdaki Kop Dağı’dır.
Burada kazma küreklerle yol çalışması yaptırıldığını, büyüklerimden
yıllarca dinlemişimdir. )
Aşkale’ye bu şekilde sevk olunan vergi yükümlüsü sayısı
1400’tür. Çalışma kampı korkusu, tahsilatı hızlandırdı. 900 adet mülk
istimlak edildi.Uygulamanın başladığı Kasım 1942’den 1943 yılı orta-
larına dek varlık vergisinden umulan hasılatın % 80’ini sağlanmış oldu.
Eylül 1943’te varlık vergisinin kalan bölümleri affa uğradı. Aralık
1943’te son sürgünler Kop Dağı’nı terk ettiler. Mart 1944’te bu vergi
kaldırıldı.
Varlık vergisinin % 36,5’u müslümanlar ve dönmelerce ödenmiş-
ti. Gayrimüslimlerin ödeme oranı % 53, ecnebilerinki ise 10,5’tu. Bu
rakamlar bir azınlık ezme politikası olmadığını ispat etmektedir. Kaldı
ki, o tarihlerde Anadolu köylüsünün “ Toprak Mahsulleri Vergisi “ ile
“ Yol Vergisi “ nin altında zaten pestili çıkmıştı. Toprak Mahsulleri Ver-
gisi’nden kurtulmak ve büyük bir çile ve emekle yetiştirdiği ürününün
tahsildarlara kaptırmamak için akla ve hayale sığmayan yollara başvur-
maktaydı (toprak mahsulleri vergisi hakkında, ilerleyen bölümlerde
bilgi verilecektir) . Aşkale ve Ezilen Azınlıklar Edebiyatı yapanlar, ay-
nı yıllarda yol vergisini ödeyemeyen 700 bin Türk köylüsünün yollar-
da çalıştırıldığını unutuyorlar. Muharrem Bayraktar’ın 5.12.2001 tarihli
Yeni Mesaj Gazetesi’nde yazdıkları, varlık vergisinin ağırlığı altında asıl
ezilenin Türk Köylüsü olduğunu, açıkça ortaya koymaktadır: “ Olay
1942 yılının Kasım ayı içinde geçer. Mustafa Emmi Trabzon’un Tonya
kazasında yaşayan, kıt kanaat geçinen bir köylüdür. Tarlasına ektiği mı-
sırdan başka hiç bir geliri yoktur. Bir gün vergi tahsildarları köye gelir.
Herkeste bir korku, telaş. Tahsildarlar köylünün tarlasına, ürününe gö-
re vergi tahakkuk ederler. Hiç kimsenin gözünün yaşına bakmadan.
Mustafa Emmi’ye de 2 çuval mısır ödemek düşer. Tonya o tarihte 20
kilometre mesafedeki Vakfıkebir’e bağlıdır. Ve “verginin (!)” hemen
ödenmesi gerekmektedir. Mustafa Emmi ve eşi Ayşe Hanım ertesi gün
50 kiloluk mısır çuvallarını sırtlayarak sabahın erken saatinde yola ko-
yulurlar. Yol uzun, vazife mühimdir. Devlet köylünün mısırını vergi
olarak tahsil etmeyi kafaya takmıştır. Vatandaşın ekmeği, aşı demek
olan mısırın alınması halinde hali ne olacaktır diye soran yoktur. Mus-
fiAN VERGILER
98 / EDEBIYATLAfiA

tafa Emmi ve Ayşe Hanım dağlardan tepelerden aşarlar. Yorgunluktan


dizlerinin feri gider. On beş saat yol yürürler. Tonya’ya vardıklarında
hava çoktan kararmıştır. Hükümet binasının kapısına koydukları çuval-
ların arasında, betonun üzerinde uyuya kalırlar. Ertesi gün vergi daire-
sinin kapısını çalarlar mesai başlar başlamaz. Memurlar gelen mısırı in-
celerler, karıştırırlar. Yüzleri asılır: “Iıh” derler. “Bu mısırı vergi olarak
kabul edemeyiz. Zira henüz nemli. Gidin tam kurutun, öyle getirin”.
Yıkılmıştır Mustafa Emmi. Çökmüştür Ayşe Hanım. Aç biilaç düştük-
leri “vergi yolunda” nedir bu başlarına gelen. Yiyecekleri, içecekleri,
kalacakları yerleri yoktur. Ne yapacaklardır bu el diyarında? Çuvalları
yükleyip denizin kenarında bir yere giderler. Sahildeki beton zemine
sererler mısırları. Büyük bir hüzünle yere oturup denizin dalgalarını
seyre dalarlar: Mısır kurutulmalı, vergi kemâl ile verilmelidir devlete.
3 gün ekmek kırıntıları yiyerek geçirirler zamanlarını. 3 gün açık hava-
da betona büzülerek uyurlar. 3 gün sonra kurumuş mısırları getirip ver-
gi dairesine teslim ederler. Ve tekrar Tonya’ya doğru yola koyulurlar.”
Değerli tarihçi-yazar Muhittin Nalbantoğlu’nun Kurultay Gazetesi’nde
yazdıkları ise, azınlıkların her şeye rağmen işlerini yürütebildiklerini
gösteriyor: “Dönemin en önemli tanıklarından birisi olan ve Varlık Ver-
gisi mükelleflerinin hemen hemen beşte dördünün bulunduğu İstan-
bul’daki tesbitleri vergilendiren zat olan rahmetli Faik Ökte, adeta gü-
nah çıkarır gibi eserine ‘Varlık Vergisi Faciası’ adını vermiştir. Bir çeşit
hatırat olan bu eseri yine rahmetli Osman Nebioğlu ağabeyimiz yayın-
lamıştı. Kitap çıktığı 1950’li yıllarda lehinde ve aleyhinde bir hayli ya-
yın yapılmıştı. Bir kere en çok adına takılmışlardı: Varlık Vergisi facia
değildi... O zamanlar bütün çevresi düşmanlarla ve bir ateş çemberi
içinde bulunan Türk Devleti’nin bu vergiye ihtiyacı vardı. Sonra bu
vergiyi yalnızca azınlıklar değil, varlıklı bütün Türk zenginleri de öde-
miştir.
Varlık Vergisi’nin yürürlüğe girmesinden birkaç yıl öncesi adını
değiştirerek Semih Lütfü Erciyes şeklinde tescil ettiren ve kendi adını
taşıyan yayınevinin de sahibi bulunan Levon Balamudyan Efendi, ken-
disine getirilen verginin çokluğundan şikayet ederek İstanbul Defter-
darlığına müracaat eder. Bütün servetini verse bile bu vergiyi karşıla-
yamayacığını kaydeder. Malları haczedilir. Bu mallar arasındaki taşın-
mazlardan Ankara Caddesi’ndeki üç katlı binası da vardır. Oysa Levon
99

Balamudyan bu vergiyi birkaç defa ödeyecek durumdadır. Satış günü


kendi müstahdemi olan Doktor Kevork Turşucuyan Efendi’nin cebine
gerekli parayı koyarak müzayede salonuna gönderir ve kendi malını sa-
tın aldırır. Bu durumu 1950’li yıllarda müessesesinde çalıştığım Kevork
Turşucuyan’dan bir kaç kere dinlemiştim. Halen sanırım hayatta ola-
caktır. Nitekim aynı durumdaki Babıâli’nin başka kitapçı esnafı da ay-
nı vaziyette mızıldanarak eşyalarını satışa çıkarmışlar ve yine kendi
adamlarına aldırmışlardır.”

VE BİR BAŞKA ROMAN...


Varlık Vergisi hakkında yazılan tek roman “Salkım hanımın Tane-
leri” değildir. Fikret Arıt’ın da bu konuda yazılmış bir romanı bulunu-
yor. Bu romanla ilgili olarak, Ömer Türkeş, şunları yazmış “www.sa-
haf.com” adlı internet sitesinde: “1918 yılında Karadeniz Ereğlisinde
doğan Fikret Arıt, romancılarımız arasında pek tanıdık bir isim değildir.
İstanbul Amerikan Kolejini bitirdikten sonra (1935), 1950’ye kadar
farklı işlerde çalışan Arıt, bu tarihten itibaren basın hayatına girer. Yeni
İstanbul gazetesi, Anadolu Ajansı ve Hayat dergisinde çalışmalarını
sürdürürken, popüler yanı ağır basan romanlar, Türk ve dünya havacı-
lığı üzerine deneme-inceleme kitapları ve çocuklar için öyküler yazdı-
ğını da izleriz. Çocukluğumda Doğan Kardeş dergisinde tefrika olarak
severek okuduğum “Transfer Ahmet” romanı onun imzasını taşır. Za-
ten, Fikret Arıt çocuk edebiyatı alanında daha başarılıdır; 1970 TRT ço-
cuk oyunu başarı ödülünü ve 1984 Sıtkı Dost çocuk edebiyatı ikincilik
ödüllerini kazanmıştır yazdıklarıyla.
“Bu Hayatı Yaşamak Lazım”, 1955 yılında, Çağlayan yayınlarının
ucuz fiyatlı kitapları arasında yayınlanmış. Kısa bir roman olması nede-
niyle, İrfan Engin’in “Göç Yolları Kesti” romanı ile arkalı önlü olarak,
“iki roman birden” mantığı ile kitaplaştırılmış. Edebi açıdan pek önem-
li olmayan bu romanıyla birlikte Fikret Arıt’ı köşemizde konuk etme-
mizin asıl nedeni, romanın 1943 yılını, Varlık Vergisi’nin hemen sonra-
sındaki İstanbul hayatını anlatıyor olmasından kaynaklanıyor.
Fikret Arıt, gecen hafta bu köşede sözünü ettiğim Reşat Enis’e
benzer bir uslupla yazmış romanını. Bir yandan İstanbul’un zengin iş
çevreleri, öte yandan sınıf atlama hayaliyle yaşayan yoksul insanlar
–bir tür- geçit töreni yapıyorlar. Toplumsal çürüme, en çok kadınların
fiAN VERGILER
100 / EDEBIYATLAfiA

bedeninin metalaşması, aile kurumunun çözülüşü ve rüşvetin meşru-


laşmasında somutlanıyor. Dürüst bir memur olan Şadi Bey, genç karısı
ve güzel kızının taleplerine cevap verecek bir gelirden yoksundur. Onu
rüşvete zorlayan komşusu tüccar Abdi Bey ise tam bir sonradan gör-
me, dönemin yükselen değerlerinin simgesi olarak katılır öyküye. Edir-
ne’de manifaturacı iken, alışveriş ettiği İstanbul’lu bir yahudi tüccarın
Varlık Vergisi nedeniyle darda kalması sonucu, onun ortağı olur, Istan-
bul’da yaşamaya başlar. Yazar, ailenin burjuvalaşma çabasının komik-
liğini; “kadın piyanonun yanındaki buzdolabını açarak dumanı üstünde
bir kaç çatal, kaşık çıkararak” cümleleriyle sergilerken, hiç bir anlatım
inceliği gözetmeyen naturalist bir anlayışın takipçisidir.
(...) Fikret Arıt da geleneğin takipçisidir. “Bu Hayatı Yaşamak La-
zım” romanına giren azınlıklardan Yahudi olanlar, “Varlık Vergisi” zul-
mune uğramalarına rağmen uyanık tüccarlar, rum kadınlar ise malum ev-
leri işleten madamlardır. Varlık vergisi nedeniyle kaybettiği mevki ve pa-
rasını kısa zamanda telafi eden Moiz, bacanağı Rafael ile birlikte taşra
kurnazı Abdi Bey’i kolaylıkla üç kağıda getirirken, sanki kendisine yapı-
lanları hakeder bir niteliktedir. Sonuç olarak; toplumsal yaşamı eleştir-
mek için yola çıkan Fikret Arıt, bir çöküşün ip uçlarını göstermekle bir-
likte, çatışmanın ve gerçekliğin bilgisine sahip olmadığından, gözlemle-
diği gerçekleri ard arda sıralamaktan öteye gidemiyor, biçimsel ve dilsel
bir düzey de tutturamadığından ortaya kötü bir roman çıkıyor.”

MEMNUN OLANLAR DA VARMIŞ...


Gayrimüslim azınlıkların varlık vergisinden memnun olmaları dü-
şünülemezdi tabii ki.Ancak her konuda olduğu gibi bu konuda da fark-
lı örneklere rastlanılabilmektedir.
Haldun Taner, “Beatris Mayvan” adlı hikayesinde böyle bir örne-
ği anlatmaktadır. Beatres adlı ermeni kızı; çok iyi öğrenim görmüş, mü-
kemmel piyano çalan, artist ruhlu bir kızdır.Ama yüzüne bakılamaya-
cak, yanına yanaşılamayacak derecede çirkindir. Evde kalması kaçınıl-
mazdır neredeyse.
Günlerden bir gün, Jirayir Keklikyan adında genç bir tüccarla ta-
nışır Beatres Mayvan.Vurulur bu genç tüccara. Keklikyan evlerine gi-
dip gelmeye başlar Mayvanlar’ın. Beatres’e ilgi duyduğundan de-
ğil,asıl amacı bu varlıklı aileden bir süre yararlanmaktır.
101

Hikayenin gerisini Haldun Taner’den okuyalım: “Fakat ne çare ki


hadiseler hiç beklenmedik şekilde gelişti ve oğlan tasarladığı planında
muvaffak olamadı. Zira o tarihte hükümet olağanüstü durumu gözö-
nünde tutarak, varlık vergisi kanunu çıkarmış ve vatan borcundan ka-
çan mükellefleri Erzurum tarafına göndermeye başlamıştı. Jirayir, ön-
ce bütün parasını işe yatırdığını iddia ederek vergiyi ödeyemeyeceğini
bildirdi, fakat diğer taraftan,kış-kıyamette bir şark seyahatini de göze
alamadığından düşündü, taşındı. Altmış bin lirayı sulamaktansa Beat-
res’in diken diken kıllı vücuduna sarılıp sivilceli suratını öpmeyi ehven-
i şer buldu. (...) Ve on gün sonra Beatres’le Jirayir’in gerdeğe girdik-
leri duyuldu. Borcunu daha ilk gününde ödeyen zengin sigortacı, bu
yüzden kızına hiç de mutantan bir düğün yapmadı. Fakat o akşam da-
madının cebine 75 bin liralık bir çeki kibarca koyuverdi. “

TARİHE GEÇECEK GÜZEL BİR OLAY


Muhittin Nalbantoğlu yukarıda bir bölümünü verdiğimiz Kurultay
Gazetesi’ndeki yazısında, tarihe malolması gereken güzel bir olayı da
naklediyor: “Bu olay Yahudi kökenli Türk vatandaşlarının yaptığı gü-
zel bir harekettir. Babıâli’nin en büyük yayınevlerinden biri olan ve
Türkiye’deki hemen bütün atlas sözlüklerin ve atlasların yayıncısı bu-
lunan Kanaat Kitabevi sahibi İlyas Bayar, kendisinden beklenen büyük
bir civanmertlikle vergisini ödemiştir. Oğlu ve kendisinden sonra yayı-
nevinin başına geçen ve elli yıldan beri biraz fazla bu büyük yayınevi-
ni yöneten öbür oğullarının da kendi vergilerini kuruşuna kadar verme-
lerini sağlamıştır. Rahmetli İhsan Ilgar’dan dinlemiştim: Varlık Vergisi
işlemlerinin bütün hızıyla devam ettiği günlerde Ankara’da Genel Kur-
may Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak’ın yaveri idim, derdi. Sık sık İs-
tanbul’daki Kanaat Kitabevi’ne bir kere olsun uğramayı itiyad etmiş-
tim. Dolayısıyla yayınevinin mensuplarına aşina idim. Bir gün dairem-
de vazifemin başında iken görevli subay arkadaşlarım bir ziyaretçim
olduğunu haber verdiler ve kartını verdiler. Baktım: İl yas Bayar, Ka-
naat Kitabevi Sahibi... Derhal kabul ettim. Bana aynen şunları söyledi:
Paşam, -dedi- biliyorsunuz biz Varlık Vergisi mükellefiyiz. Ben kendi-
min ve karımın vergilerini tasfiye ettim. Lâkin bir durumumuz var. Ül-
kemizin etrafı bir savaş içinde kavruluyor. Devletimizin vergiye şid-
detle ihtiyacı var. Benim oğullarıma da vergi yükümlülüğü getirildi.
fiAN VERGILER
102 / EDEBIYATLAfiA

Ancak, oğullarımın ikisi de sizin emrinizde, Genel Kurmayda ihtiyat


zabiti mükellefiyetini icra ediyorlar. Lütfen bunlara bir izin vermenizi
istirham ediyorum. İstanbul’a kısa bir zaman için gelsinler. İkisinin de
gayri menkulleri, ev ve yazlıkları var. Başkaca mal varlıkları var. Bun-
ları satsınlar ve devletimize olan bu borçlarını tasfiye etsinler. Sizden
ellerinizi öperek istirham ediyorum. Tekrar etmekten haz duyarım:
Devletimizin bizim varlığımıza ihtiyaç duyduğu için bizim bu müşkül
durumdaki milli devletimize, matbuumuza vergilerimizle yardımcı ol-
duğumuz için büyük şeref duymaktayız, Paşam.”

BİR DİNAZORUN VARLIK VERGİSİ ANISI


“Bir Dinazor’un Anıları” adlı kitapta Mîna Urgan anlatıyor. Varlık
vergisinin gayrimüslim ailelerin korkulu rüyası haline geldiği günler-
de, Urgan’ın annesi, apartman komşusu ailelerin vergiyi ödeyememek-
ten dolayı haczedilecek mallarını, kendi evlerine taşıtarak hacizden
kurtarmış.
Olayı gören apartman kapıcısına da miktarı-münasip bir sus payı
ödenmiş.

ATTİLA İLHAN’IN ŞİİRNDE VARLIK VERGİSİ


Attila İlhan’ın “Tatyosun Kahrı” adlı şiirinin bir bölümünde de
varlık vergisi işlenmiş:
“aşkale’de kel bir dağ vardı
nefesimi keserdi tıkanırdım
beni varlık vergisi yıktı
üç sefer askerlik ettim
gözüme kargalar konardı
elimde değildi ne yapayım
marsilya uzakta duruyordu
macera beni çekiyordu
istanbul’u sevmiyordum
alıp başımı gidecektim

TEKİNALP’İN BAŞINA GELENLER


“Moiz Kohen bir hahamın oğluydu. İsmini Munis Tekinalp diye
değiştirdi. ‘Yazar, gazeteci, avukat ve tüccar Tekinalp, cemaatinde
hem kınandı hem beğenildi. Sivrilmiş biriydi. Kimine göre de oportü-
103

nist olarak bilinirdi. Günümüzde pek tanınmıyor. Tarihçiler onun iyi bir
Kemalist olduğunu düşünüyor’ diyen Liz Behmoaras, ‘Mazhar Os-
man’ kitabından sonra şimdi de ‘Bir Kimlik Arayışının Hikâyesi’ isim-
li biyografik romanında Moiz Kohen’in ilginç hayatını anlattı.”
31 Ocak 2005 tarihli Milliyet Gazetesi’nde, Liz Behmoaras’la
yaptığı röportaja bu cümlelerle başlayan Filiz Aygündüz, söyleşisinin
bir yerinde sözü, Tekinalp’in de varlık vergisi ödemesine getirerek “Bir
Kimlik Arayışı” adlı kitabın yazarına, bu olayı da anlattırıp yorumlattı-
rıyor:
“Milli ekonomiyle ilgili yazılar yazarken Varlık Vergisi’ne maruz
kalıyor. Evini satmak zorunda kalyor. Niye onu koruyan kimse çıkma-
dı, onca çalışmasından sonra?
Onu koruyanı, kollayanı çıkmıştır belki de biz bilmiyoruz. Varlık
Vergisi öylesine keyfi bir uygulamaydı ki, aksi takdirde belki varlıklı
olmamasına rağmen daha da büyük bir miktar tarh edilirdi ona; 60 ya-
şını geçmiş olmasına rağmen Aşkale’ye de yollanırdı.
İki kez aday olduğu CHP’yi, Varlık Vergisi söz konusu olunca,
gerçekten partiye duyduğu inanç yüzünden mi savundu?
Kitabımda da belirttim: Her şey iç içe, çıkar da var, ülkesine hiz-
met isteği de, inanç da... Mutlaka tavır alınacaksa hadi diyelim ki bu-
rada çıkar ağır basıyor çünkü hayatta en çok istediği şeylerden biri po-
litikaya atılmak.”
Hüseyin Perviz Pur, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türkiye’nin Borç
Prangası adlı eserinde, Tekinalp’in varlık vergisi borcunu ödemek için
evini sattığını, bu satışla ancak verginin bir bölümünü ödeyebildiği
için, Nice’ye yeğeninin yanına sığındığını yazıyor. Pur, daha acı bir ger-
çeği de yazmış, Tekinalp tam da o günler de “Türk Ruhu” adlı kitap
üzerinde çalışıyormuş.

SARAÇOĞLU’NUN, HEMŞERİLERİNE VARLIK


VERGİSİ AZİZLİĞİ
Varlık Vergisi’nin mucidi sayılan, dönemin Başvekili Şükrü Sara-
çoğlu İzmir-Ödemişli’dir. Saraçoğlu’nun hemşerilerinin varlık vergisine
dair anlattıkları ilginç bir anekdot, “Türk Öyküleri Sandığı” adlı internet
sitesinde bulunmaktadır. Günümüz devlet adamlarına örnek teşkil etme-
si gerektiğine inandığımız bu ilginç ve gülünç anekdotu aşağıya alıyorum:
fiAN VERGILER
104 / EDEBIYATLAfiA

“Saraçoğlu hükûmeti Varlık Vergisi’ni yürürlüğe koyar. Bu ver-


gi’nin toplanmasından Ödemiş İlçe Mal Müdürü sorumludur. Vergi,
salma vergi’dir, mükellef’in tahmini varlığına göre biçilir. Ödemiş’in
belli başlı varlik sahipleri kendilerine yazılan vergi tutarlarının çok
yüksek oranda, haksız yere fazla “atıldığına” kânidirler. Mal Müdü-
rü’ne itiraz ederler:
-Ülen Müdür Bek, sen bize azizlik edivedin. Gaddarlik yapivedin
bize, çok para yazdın.
Mal Müdürü tınmaz, yazılan vergi tutarları değişmez. Bir heyet te-
şekkül ettirilir, bütün Ödemiş’lileri temsilen Ankara’ya gider. Hemşe-
rileri Şükrü Saraçoğlu’na çıkıp, Mal Müdürü’nü Ödemiş’ten aldırması-
nı ve yerine daha mülayim bir Mal Müdürü atanmasını isteyeceklerdir.
Saracoğlu hemşerilerini makamına kabul eder, nezaket ve dikkatle din-
ler, sorar:
-Ülen, Yanbastı Rafet, sana gaç para attıla?
-İşte, efe, beni 200 bin banganot attıla.
Saraçoğlu yarı şaşkın, yarı üzgün:
-Ne?! Ülen sen 200 bin banganot’luk adam mısın? Vah, vah, vah,
çok üzüldüm gari.
Başbakan heyet’in başka bir üye’sine döner:
-Ülen, Katırcı, seni ne attıla?
-Beni 300 bin!
-Muhittin Hoca, seni?
Muhittin Hoca’nin yemiş bahçeleri vardır:
-Beni 400 bin.
Saraçoğlu zil’e basar, gelen Kalem Mahsus Müdürü’ne emreder:
-Çabuk, Ödemiş Mal Müdürü’nü bul, telefonla görüştür beni. Bi-
zim hemşerilere, Efe’lere gari çok vergi atmış namissiz herif. Ben
onunna bi yol gonişcan.”
Heyet memnundur. Hemşerileri, çocukluk ve mahalle arkadaşları
olan Başvekil yardımlarına koşmaktadir. Vergi borçları azaltılacaktır.
Başvekilin ikram ettiği çay, kahveler içilir, sohbet edilirken, Ödemis
Mal Müdürü telefon ile bulunur. Saraçoğlu:
-Alo, Müdür Bey. Ödemiş’ten bi heyet geldi, yanımda. Falanca,
falanca. Bunnara kaçar lira vergi attın, beni bi yol liste’yi çıkar da oku
bakem.
105

Saraçoğlu bir süre dinler, sonra hayretle bağırır:


-Ne?! Yanbastı Rafet 200 bin mi?! Ülen Müdür Bek, biz seni
ora’ya akıllı adam deyi gönderivedik. Hiç Yanbastı Rafet’e 200 bin ver-
gi atili mi? Sil o’nu, 500 bin yaz.
Yanbastı Rafet atılır:
-Aman, Allasen, ulen A’bey, elini aya’ni öpem. Biz seni adam sa-
yip geldik, sen bizi öldürcen mi?
Saraçoğlu ısrar eder:
-Yaz ülen Yanbastı’ya 500 bin, Müdür Bek.
Başvekil Muhittin Hoca’ya döner:
-Ülen, Hoca, sana gaç banganot yazmıştı?
-Yok gari, sen bu herif’e gazık attın, beni de gazık atçesin. Ben de-
yivermecen. Ben gideyon. Saraçoğlu üsteler:
-Ülen, gel!
-Yok, yok, ben halinden memnunum.
-Ne diyon, Hoca?
-Heç, Agrandı Gırı.
“Agrandı Gırı”, Ödemiş ile, Ödemiş’in yaylası olan Bozdağ’ın etek-
lerindeki çorak bir arazi parçasıdır. Toprağındaki yüksek orandaki tabii
madeni tuz birikimleri sebebiyle üzerinde tarım yapılamaz, kıraçtır. Öde-
miş’liler bu yerin adını ancak çok olumsuz anlamda kullanırlar.”
Gerisini yazmamışlar ama; Saraçoğlu bu, Agrandı Gırı dinler mi,
mutlaka hakkını salmıştır Muhittin Hoca’ya.

GAZETECİ METİN ERGİN’İN VARLIK VERGİSİ ANILARI


Gazeteci Metin Ergin, anılarını topladığı “İşte Biz Böyleyiz” adlı
kitabında şunları anlatıyor:
“Nazi Almanyası’nın İkinci Dünya Savaşı’nın ilk yıllarında kazan-
dıkları zaferlere aldanan Şükrü Saraçoğlu Hükümeti 1942’de Varlık
Vergisi faciasını yürürlüğe koydu.
O sıralarda ben Robert Kolej’de okuyordum. On altı yaşında bir
ortaokul öğrencisiydim. İnanın, Varlık Vergisi depreminde darbe yiyen-
ler kadar olaydan etkilendim. Zira Robert Kolej’de okuyan 800 öğren-
cinin 200’ü gayrimüslim Türk vatandaşıydı.
Gizlice hazırlanan Varlık Vergisi aniden çıkar çıkmaz, okulu ma-
tem havası kapladı. Azınlıklar için hazırlandığı hemen belli olan bu ver-
gi beraberinde büyük haksızlıklar ve adaletsizlkler de getiriyordu. Gay-
fiAN VERGILER
106 / EDEBIYATLAfiA

rimüslim azınlıkların babalarına, tüm kapasitelerinin birkaç misli üze-


rinde Varlık Vergisi tahakkuk ettirilmiş ve ödemeyenler Aşkale’ye sür-
güne gönderilmişti. Okula devam edemeyecek kadar zor duruma dü-
şen azınlık öğrencilerinin imdadına okul idaresi yetişti. Yönetim, du-
rum düzelinceye kadar taksitlerin süresiz ertelendiğini bildirdi.”
Metin Ergin, Robert Kolej’in azınlık olan personeline de haksızlık
yapıldığını anlatıyor: “İsmi Ahmet, Mehmet, Paşa olup da azınlıktan
olanlar unutulmuştu. Adı Bercis, İl yas olup da müslüman olan birkaç
personele 2000 lira vergi tahakkuk ettirilmişti. İsmi Yorgo, Anastas,
Artin, vs... olan azınlık personele 2000 lira gelmişti. Bahsettiğim kişi-
ler ayda 20 lira ücret alan garsonlar, temizlik personeli ve diğer görev-
lilerdi. Ayda 20 lira alan bir işçi nasıl tek kalemde 2000 lira öderdi?...
Devreye hemen Robaret Kolej’in başkanı büyük Türkolog Dr.
Walter L.Wrighat girdi. Ankara’da Başbakan Şükrü Saraçoğlu ile gö-
rüştü. Başbakan, azınlık personele yapılan adaletsizlikleri öğrenince
şaşırdı. Hemen düzeltilmeye çalışılarak vergi cezaları kaldırıldı.”
Atatürk’ün Kırk Lira Maaş AlanKaligrafi HocasıVahram
Çerçyan’dan da Beş Bin Lira Varlık Vergisi İstenmiş
Metin Ergin’in anılarından öğreniyoruz ki, Dr. Walter, yalnızca
Robert Kolej personelini değil, bir başka önemli kişiyi de haksızlıktan
kurtarmış:
“Atatürk’ün o muhteşem K.Atatürk imzası var ya, o imzayı kendisi-
ne beğendiren Robart Kolej’in kaligrafi hocası Vahram Çerçyan’a 1942’de
5000 lira varlık vergisi koydular. O sıralarda hocamız Çerçyan, Robert Ko-
lej’den 40 lira maaş alıyordu. Atatürk’ün kendisini ödüllendirmesi üzerine
Bebek’te yaptırdığı beş katlı apartman bir anda elden gitmişti.”
Walter Wright, Saraçoğlu ile yaptığı görüşmede Çerçyan’ın duru-
munu da aktarmış, Saraçoğlu bu haksızlığı da gidermiş. Çerçyan, apart-
manına yeniden kavuşmuş.
Walter, o yıl ABD’ye dönmüş, fakat ölümüne dek, Türk Mille-
ti’nin dostu olarak kalmış.

CHP GRUP TUTANAKLARI KAYIP


Hürriyet Gazetesi’nin 23.12.2001 tarihli nüshasında Faruk Bildi-
rici imzasıyla yayımlanan haber, Varlık Vergisi’nin görüşüldüğü CHP
Parti Grubu’nun tutanaklarının kayıp olduğu anlaşılıyor.
107

“Daha baştan CHP arşivinin tarih boyunca iki kez talan edildiği
gerçeğiyle yüzyüze geldim. Talanlardan ilki, Demokrat Parti tarafından
1953’te yapılmıştı. Kaybolan tutanaklar, Türkiye tarihi açısından büyük
önem taşıyordu, çünkü CHP’nin tek parti olduğu döneme aitti. Bu ara-
da, şunu da belirteyim ki, Demokrat Parti’nin arşivini de 27 Mayısçı-
lar yok etmişti! CHP arşivi peşinde oradan oraya koşturdum, yıllar
sonra Devlet Arşivleri’ne gönderilmiş, henüz tasnifi tamamlanmamış
belgeler arasında çabaladım durdum. Varlık Vergisi tartışmalarının ol-
duğu tutanakları bulamadım.
CHP ile ilgili kayıp belgelerin peşine düşmemi sağlayan, Sal-
kım Hanımın Taneleri filmiyle ilgili tartışmalar oldu. Varlık Vergisi
yeniden gündeme gelince anlaşıldı ki, tarihte bir nokta hep karanlık
kalmıştı. O da vergiyle ilgili olarak CHP Meclis Grubunda yapılan
tartışmalardı.
Varlık Vergisi’nin 11 Kasım 1942’de TBMM Genel Kurulu’ndan
önce CHP Meclis Grubu’nda görüşülmesinin ‘‘birçok münakaşaya yol
açtığı’’, hatta bir grup milletvekilinin yasaya karşı çıktığı biliniyordu.
Ama gizli olarak yapılan CHP Meclis grubu toplantısının tutanakları or-
tada yoktu.
Gerek dönemin İstanbul Defterdarı Faik Ökte’nin, gerekse gaze-
teci Rıdvan Akar’ın Varlık Vergisi ile ilgili kitaplarında CHP Grup gö-
rüşmelerinin tutanaklarının gizli kaldığı yazılıyordu.
Ben de bu tutanakları aramaya koyuldum.
Daha başlarken, CHP arşivinin tarih boyunca iki kez talan edildi-
ği gerçeğiyle yüzyüze geldim. İlk olarak Demokrat Parti iktidarı
1953’de CHP’nin malvarlığıyla birlikte arşivine de el koymuştu. İkin-
ci talan da 12 Eylül 1980 döneminde yaşanmış, partiler kapatılınca, di-
ğer partilerin arşiviyle birlikte CHP’nin arşivi de toplanıp SEKA’ya
gönderilerek hamur yapılmıştı! O dönemde sadece TBMM’deki CHP
Grup odalarında bulunan kimi belgeler kurtulabilmişti. O da TBMM
yöneticilerinin kimi CHP’lilere, odalarındaki kişisel eşyalarını alma iz-
ni vermeleri sayesinde...
Asıl peşine düşmem gereken, CHP arşivinin 1953’te DP’nin el
koyduğu ve tek parti dönemini de içeren bölümüydü. CHP Genel Baş-
kanı Deniz Baykal ile görüştüm. Maalesef CHP, kendi arşivine sahip
değildi; bu konudaki bütün çabaları sonuçsuz kalmıştı.
fiAN VERGILER
108 / EDEBIYATLAfiA

CHP’nin eski Genel Başkanı Altan Öymen de parti arşivini ve


özellikle Meclis tutanaklarını 1980 öncesinde de aradıklarını söyledi.
Öymen’in CHP Grup Başkanvekili olduğu sırada bu konuyla tarihçi ve
yazar Kemal Zeki Gençosman görevlendirilmiş, TBMM ve Kültür Ba-
kanlığı depolarında yapılan araştırmalar sonuçsuz kalmıştı.
CHP ve tek parti dönemiyle ilgili çalışmalar yapan birçok araştır-
macı da CHP arşivinin peşine düşmüş, ancak tatminkar sonuçlar ala-
mamışlardı. Bu konuyu araştıranlardan biri olan Prof. Dr. Mete Tun-
çay, Toplumsal Tarih dergisinin Şubat 1999 sayısındaki ‘‘CHP’nin tek
parti dönemi’’ başlıklı yazısında özetlemişti:
‘‘Benim işittiklerime dayalı tahminim, DP iktidarının başlarında
CHP mallarına el konurken, partiye ait arşiv malzemesinin de şimdi
müze olan 1. TBMM binasının bodrumuna çuvallar içinde konulmuş
bulunduğu, bunların 12 Eylül temizliğinde gözden kaçmış ve daha son-
ra Cumhuriyet Arşivi’ne devredilmiş olduğudur. Dolayısıyla, oradaki
malzeme sadece bir parti için değil, TC’nin geçmişi için çok önem ta-
şıyan 1950 öncesine aittir. ’’
Araştırmacı Rıfat Bali, CHP arşivinin bir bölümünün Devlet Ar-
şivleri’ne aktarıldığını doğruladı. Arşivin sadece tasnifi tamamlanan
bölümü araştırmacılara açılmıştı. Bali, Varlık Vergisi görüşmeleriyle il-
gili CHP Meclis Grup tutanaklarını aramış ama bulamamıştı.
Bütün veriler tek yönü, Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü’nü
gösteriyordu. Devlet Arşivleri’nin Yenimahalle’deki binasına gidip,
Cumhuriyet Dairesi Başkanı Oktay Şimşek ile görüştüm.
Eski Meclis binası (şimdiki adıyla Ankara Kurtuluş Savaşı ve
Cumhuriyet Müzesi) depolarında bulunan CHP’ye ait yüzlerce koli
belge, 1992’de kendilerine gönderilmişti. Uzmanlar, CHP Genel Mer-
kezi’nin 14 bürosuna ait belgelerden ilk beşinin tasnifini tamamlaya-
rak, geçen yıl araştırmacılara açmıştı. Tasnifi tamamlandıkça öbür bü-
rolara ait belgeler de peyderpey kullanıma açılacaktı. Tek yolum vardı.
Kullanıma açılan CHP arşivine ilişkin kataloğu tek tek taradım, bazı
belgelerin orijinalini çıkartarak inceledim. Tasnif edilmiş binlerce bel-
ge arasında CHP Meclis Grubu çalışmalarına ilişkin tek bir yazı, tel-
graf, mektup bile bulamadım.
Büyük olasılıkla CHP arşivi çuvallar içinde oradan oraya taşınır-
ken bir kısmı çalınmış, bir kısmı unutulmuş ya da imha edilmişti. Var-
109

lık Vergisi tartışmalarını içeren CHP Meclis Grup tutanakları da böyle


bir akıbete uğramış olabilirdi. Aramaya özel arşivlerde, sahaflarda ve
kamu kuruluşlarının depolarında devam etmem gerekiyordu. Aramaya
elbette devam edeceğim. Ama anlaşılıyor ki, bulma ihtimalim maale-
sef çok zayıf. “

KİMLER TEKLİF ETMİŞTİ?


12.11.1942 tarih ve 4305 sayılı kanunla Varlık Vergisi uygulanma-
ya başlanıyor. Önce tek bir kanun olarak düşünülen Varlık Vergisi Ka-
nunu’na 17.9.1943 tarihinde 4501 ve 15.3.1944’te 4350 sayılı kanun-
larla ekler ve değişiklikler yapılıyor. Varlık Vergisi Kanunu’nun çıkarıl-
masına ilişkin kanun teklifinin altında Şükrü Saraçoğlu, Numan Mene-
mencioğlu, Ali Rıza Artunkal, Recep Peker, Fuat Ağralı, Hasan Ali Yü-
cel, Ali Fuat Cebesoy, Hulusi Alataş, Raif Karadeniz, Şevket Raşit Ha-
tipoğlu, Fahri Engin, Behçet Uz’un imzaları bulunuyordu. İstanbul’da-
ki Varlık Vergisi uygulamalarını CHP adına Suat Hayri Ürgüplü denet-
liyordu. Daha sonra Başbakanlık da yapan Ürgüplü’nün verginin uy-
gulanışı sırasında, müdahalelerinin de olduğu, dönemin İstanbul Def-
terdarı Faik Ökte’nin anılarından anlaşılıyor.

BAC VE EDEBİYAT
Bac (ya da Baç), ortaçağ İslam Devletleri ve Osmanlılar’nın aldı-
ğı pazar ve gümrük vergisine denmektedir. Horasan’dan Balkanlar’a
kadar uzanan değişik bölgelerde kapsamı, oranı ve türleri bakımından
farklı biçimde uygulanmıştır.
Önceleri uyruklarının hükümdara vermeleri gereken para ve ar-
mağana baj (Farsça) denirdi. 13’üncü yüzyılda tekalif-i örfiye türün-
den bir vergi oldu. Fatih Sultan Mehmet ve Kanuni Sultan Süley-
man’ın kanunnamelerinde “bac-ı pazar” bir alış-veriş vergisi olarak
sayılmıştır. Pazara getirilen canlı hayvanlardan “bac-ı ağnam” (rü-
sumlarla ilgili bölümde söz etmiştik) ve “bac-ı kırtıl” alınması uygul-
masına da geçilmiştir. Ayrıca, başta dokuma olmak üzere birçok
maldan “bac-ı tamga”, satışa sunulan tahıldan “bac-ı kil”, pazar ve
panayırlara giren yolculardan “bac-ı revandegân”, transit taşımacı-
lıkta “bac-ı ubur”, ülke dışına çıkan mallardan da “bac-ı niyadet”
alınmaktaydı.
fiAN VERGILER
110 / EDEBIYATLAfiA

Osmanlılar bac toplayıcılarına ve gümrük resmi tahsil edenlere


“bacdar” derlerdi.
Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan, bac’ı genel bir vergi olarak
salmış ve almıştır.
Kellehane ve Paçahane Bacı
Osmanlılarıın uyguladığı en ilginç bac türleri ise; şehir ve kasaba-
ların dışında kurulan salhanelerde kesilen hayvanlardan alınan Kasap-
hane Bacı ile Salhane Bacı ve paçacılık tekelinin bulunduğu yerlerde,
kesilen hayvanların sakadat kısmı olarak devlet tarafından alınan Kel-
lehane ve Paçahane Baclarıdır. Alınan bu kelle-paçalar, paçacılara satı-
lırdı.
Baç Köprüsü ve Baç Semti
Tarsus ilçesinin doğusunda bulunan Justinianus köprüsüne halk
tarafından eskiden şehre girişte alınan Bac vergisinden dolayı Bac köp-
rüsü denilmektedir. Bu köprü, Adana-Ankara karayolunun Tarsus giri-
şinde ve kuzeyindedir. Berdan (Tarsus) Çayı üzerindeki köprü, İ.S.VI.
yüzyılda Bizans imparatoru Justiniaus (İ.S. 527-566) tarafından yapıl-
mıştır. Birkaç kez ve en son olarak 1978 yılında restore edilmiştir. Es-
ki dönemlerde köprüden geçmek paralı olduğundan bu köprüye vergi
anlamına gelen Bac adı verilmiştir.
Kocaeli-İzmit’te de Baç adlı bir semt var. Bu semtte, Baç Karako-
lu (iki yıl önce adı değiştirildi) ile Ziraat ve İş Bankaları’nın Baç şube-
leri bulunmaktadır.
Bac ve Köroğlu
Çardaklı Çamlıbel’i mekan tutmuştur Koçyiğit Köroğlu, gelip ge-
çen kervanlardan bac almış, hem keleşlerini geçindirmiş, hem de yok-
sul halka dağıtmıştır aldığı bacların büyük bir kısmını. Köroğlu’nun bac
ve bezirgân (tüccar) üstüne söylenmiş çok sayıda şiiri bulunmaktadır.

“Beylerden aldım haracı


Bezirgânlar verir bac’ı
Çekeydim eğri kılıcı
Dere tepe düz olaydı”

Bac almakta kimi zaman sorunlar, terslikler de çıkar, Köroğlu on-


ları da dile getirir:
111

“İndim ovalara yurdu yokladım


Çıktım gediklere yolu bekledim
Senden evvel pek çoğunu hakladım
Ver yolun bac’ını gel geç bezirgân”

“Köroğlu bu küçük haracı nitsin


Beş bin liranın da sözü mü olur
Eğer haddi varsa çekilip gitsin
Beş bin liranın da sözü mü olur”

“Köroğlu buranın ezelden şahı


Ağa, bey de benim, dinlemem âhı
İnanmayan varsa çeker günâhı
Kimsin anlat bana çalımın ne”

“Başına urunmuş bektaşi börkü


Sırtına da almış çılkava kürkü
Köroğlu söyledi üç beyit türkü
Anda beş yüz altın koydu bezirgân”

Çinli Bac Vermesse

Nihal Atsız, Kömen adlı şiirinde Çinli’nin bac vermemesi duru-


munda; Kağan’ın buyruğunu hatırlatıyor:

“Ötüken-Yış durak olsun da bize


Yürüsün ordular ordan denize
Çinli baç vermese, gelmezse dize
Kağanın buyruğu vardır: Vuralım.”

Bu da Atsız’ın bir başka şiirinden:

“Budunumuzun geçmişi
Başımıza taç görünür.
Gün gelir ki acun bize
fiAN VERGILER
112 / EDEBIYATLAfiA

Alınacak baç görünür.”


Şeyh Bedrettin Destanı’ndan...

Nazım Hikmet, Şeyh Bedrettin Destanı’nda baç olayına da yer ve-


riyor.
“Karanlık ıslanırken perde perde belirdim onların olduğu yerde sö-
zü ben aldım, dedim :
-Ayasluğ şehrinin kapısı nerde?
Göster geçeyim!
Kalesi var mı?
Söyle yıkayım!
Baç alırlar mı?
De ki vermeyim!”

Âşık Veysel’in Sorusu

Âşık Veysel soruyor “Sen yolcusun ben bac mıyım?” diye:

“Tabiata Veysel aşık


Topraktan olduk kardaşık
Aynı yolcuyuz yoldaşık
Sen yolcusun ben bac mıyım”

Aşık Nurşanî’nin Türküsü’nden....

İslahiyeli Âşık Nurşanî’’den alınan bir türküde ise şöyle deniyor:

“Rüşvetin adını yaptık hediye


Kızıyorlar neden almadın diye
Hakime savcıya hem de kadıya
Kervancı yolunda baç günü kaldı.

Böyle Dedi Pir Sultan ....

“Baç’ım vermeyince yüküm açılmaz


Gevherin hasına hile katılmaz
113

İnkâr toru ile şahin tutulmaz


Bir gerçek tor’una düşmeye geldim.”

Vahapzade Yıllardan Bac Alıyor

Azerbaycan’ın ve Türk Dünyası’nın büyük şairlerinden Bahtiyar


Vahapzade, Bizik adlı şiirinin bir dörtlüğünde şöyle diyor:
“Ne dünya gocadır (1), ne de zamane,
Zamanın elinde gocalan bizik (2).
Özünü, gözünü verip illere (3),
İllerden yaş adlı bac alan bizik.” 1-Kocamıştır 2-Biziz 3-Yıllara

Ve Deli Dumrul
Bac’dan söz edilir de Dede Korkut hikâyelerinin Deli Dumrul’u
unutulur mu? Ondan da söz edelim. Asıl adı “Duha Koca Oğlu Deli
Dumrul Destanı” olan bu öykünün, köprü ile ilgili olan bölümünü ye-
niden hatırlamakta yarar var: “Meğer hanım, Oğuz’da Duha Koca oğ-
lu Deli Dumrul derlerdi bir er var idi. Bir kuru çayın üzerine bir köprü
yaptırtmış idi. Geçeninden otuz üç akçe alırdı, geçmeyeninden döve
döve kırk akçe alırdı. Bunu niçin böyle ederdi? Onun için ki, benden
deli, benden güçlü er var mıdır ki çıksın benimle savaşsın der; iki, be-
nim erliğim , bahadırlığım, yiğitliğim Rum’a, Şam’a gitsin, ün salsın
der idi.”

ÖŞÜR TAŞINAN KADANA’NIN ÖYKÜSÜ


Birinci Dünya Savaşı’nda öşür taşımak için köylülerin atlarına el
koyar, damga basarlarmış bu hayvanların döşüne. “Seydelaa” (Seyda-
li ya da Seyit Ali’nin kısaltılmış yöresel söylenişi) adlı köy muhtarının
kadanası da böyle gitmiş.
Harp sonunda atlar geri geri verilirken, bir köylü, Seydelaa’nın
atını çalmış.
Gel zaman git zaman, köylü düşünmüş ki, artık köprülerin altın-
dan çok su geçti, belleği bunca zamana direnemez Seydelaa’nın. Atla-
mış kadanaya,varıp konuk olmuş Seydelaa’ya.
Kadanayı ahıra çekerken, at’ın ahırdaki hareketlerinden ve kişneme-
lerinden kuşkulanan Seydelaa, at’ın döşündeki damgayı görüp tanıyarak
fiAN VERGILER
114 / EDEBIYATLAfiA

adama, at’ı nereden bulduğunu sormuş. “Abana pazarında lazlardan aldım”


yanıtı, pek inandırcı olmamış ki, bırakıp kadanayı çekip gitmiş köylü.
Halide Edip Adıvar, “Kubbede Kalan Hoş Sada” adlı kitabında
böyle hikaye ediyor Seydelaa’nın öşür kadanasının öyküsünü.

ORDU’YU KARA KIŞ’TAN KURTARAN ÖŞÜR


1.Dünya Savaşı,Doğu Cephesi... Elazığ’ın Palu İlçesi yakınlarında
bulunan Kamurin Köyü’nde kışlıyor ordumuz. Yol-iz yok. Yol-iz olma-
yınca da askerin erzakı ulaştırılamıyor.
Rus Ordusu çekilmiş kendi mevzilerine, yazı bekliyor. Açlık ve
hastalık,Rus’tan beter. Ölüm kol geziyor o dağlarda.
İ.Hakkı Sunata, 1. Dünya Savaşı anılarını topladığı “Gelibolu’dan
Kafkaslara” adlı kitabında, askerimizin o kış; at, eşek, hatta kedi ve kö-
pekleri bile kesip yediğini yazıyor acı acı.
Sunata, Kamurin Köyünde, hemen yanı başlarında, ağzına kadar er-
zak dolu bir deponun, Alay Kumandanı tarafından nasıl ortaya çıkarıldığını
şöyle anlatmakta: “(...) Burada 11. fırkanın bir ambarı olduğunu biliyor-
dum.Yazın köylerden aşar toplanırken, bizden önce gelen 11. fırka ambar-
lamış. Bu arada Yukarı Kamurin’de de bir ambar kurarak erzak biriktirmiş.
11. Fırka burayı bırakıp giderken ambarını götürememiş, sonradan ihtiyaç
duydukça taşımaya başlamış. (...) Ambarın mevcudu kısmen buğday, kıs-
men un. Buğdayı köyün değirmeninde ambar memuru öğüttürüyordu. (...)
Ambarın varlığını öğrenen bizim alay kumandanı, şimdi gelip bizim alay
efradı için zorla erzak alacaktı. Ambar memurunun odasında alay kuman-
danı oturuyor. Karşısında ambar memuru ayakta. (...) Ambarın erzak bulu-
nan kısmını gördüm. Epeyce buğday ve un var. On bin kilo kadar tahmin
ettim hepsini. (...) Beş on dakika içinde neferler gelmiş ve erzak konacak
kaplar getirilmişti. (...) Bütün askerin gözünde sevinç şerareleri. Alay Ko-
mutanı’nın bu cüreti, efsanevi kahramanlar mertebesine çıkarılıyor.
(...) Ne kadar sevinmiştik yarabbi.
Ne olmuştu sanki, elimize bir avuç buğday geçmişti. “

ALTI AY KIŞ OLUR, VERGİ TOPLANAMAZ,


ÖĞRETMENLER MAAŞ ALAMAZMIŞ...
Hikmet Ilgaz, “Şark Yıldız” adlı romanında, Birinci Dünya Savaşı
sırasında Van’da vukua gelen ermeni mezalimini anlatır. Tamamen ger-
115

çeklere; yani belge ve tanık ifadelerine dayanılarak yazılan bu romanın


baş kahramanı bir öğretmendir. Bu öğretmen, yöreden vergi toplana-
mayınca ne hallere düştüklerini şöyle anlatmaktadır: “Malum ya, ho-
calık her şeyden evvel bir feragat mesleğidir. Zaten maaşlarımız az.
Geçim darlığı pençesini boğazımızdan eksik etmez. Emeğimizin karşı-
lığı olmayan bu parayı da üstelik düzenli alamayız. (...) Bu civarda yı-
lın altı ayında yolların kapanması mal sandıklarınca yapılan tahsilatı
durdurur. Vilayet hazinesi zaman zaman bizden daha yoksul, daha
acıklı duruma düşer. Ağnama (hayvan vergisi, kitabın Osmanlı’da ver-
gi bölümünde bu vergi hakkında ayrıntılı bilgi verilmektedir), müsak-
kafata veya âşara kadar süre istenir. Muallimler sabırda Eyüp, zorluk-
ta İsa, tevekkülde Muhammed Aleyhisselam neslindendirler. Biz de
dert anlayan, kadir bilen iz’an sahipleri sıfatıyla buna razı oluruz. İki üç
ay sonra biriken maaşlarımızı toptan alıp helvamızı balla pişirme hül-
yasıyla avunuruz.”

MUHASEBE MÜDÜRÜNE NOBEL ÖDÜLÜ


Slawomir Mrozek, Polonyalı bir yazar... Kısa öykü ustası olarak
tanınıyor. Sazan adlı öykü kitabında bu yazar, batılılaşmaya çalışan bir
Doğu Avrupa ülkesinin bocalama ve çelişkilerinden doğan gariplikleri
mizahi bir tarzda anlatmaktadır. Bu kitapta yer alan kısa öykülerden ço-
ğunda bir muhasebe müdürüne, baş rol olmasa da mutlaka önemli bir
rol veriyor Mrozek.
“İsveç’e Mektup” adlı öyküde ise, muhasebe müdürüne nobel
ödülü talep edilerek, nobel ödülü verilen çoğu eserlerden, muhasebe
defterlerinin daha değerli olduğu, nobel ödülü seçim ölçütlerine indi-
lik ve keyfilik karıştırıldığı ima ediliyor. Bu arada, tuttuğu defterlerde
hesaphileleri yapan muhasebe sorumluları ile sözlüklerinde beğenmek
sözcüğü bulunmayan müfettişlere de taşlar atılıyor. Tam metnini oku-
yalım bu kısa öykünün:
“Sevgili Bay Nobel,
Bu sene bana bir nobel ödülü vermenizi rica ediyorum. Ricamın
gerekçesi aşağıdadır:
Ben bir kamu kuruluşunda muhasebe müdürü olarak çalışıyorum
ve işimin gereği olarak bugüne kadar bir çok kitap yazdım: Girdi Def-
teri, Çıktı Defteri, Bütçe adı altında bir seri ve Yevmiye Defteri. Bunla-
fiAN VERGILER
116 / EDEBIYATLAfiA

rın dışında demirbaş sorumlusuyla birlikte Envanter Dökümü adlı


muhteşem bir eser meydana getirdim.
Kitaplarımın hoşunuza gideceğine eminim, hepsini hayal gücü-
mün sınırlarını zorlayarak yazdım, gülmekten kırılacağınıza garanti ve-
rebilirim,hepsi de gerçekten satirik metinlerdir.
Eğer önceden okumak isterseniz size ödünç verebilirim, fakat kı-
sa bir süreliğine...Çünkü onları okumak isteyen başkaları da var. Özel-
likle de kurumumuzu kontrole gelen müfettiş, bu konuda hayli heves-
li. Bu konuda ne kadar heyecanlı olduğunu, yan odadan duyduğum ko-
nuşmalardan anladım.
Bütün bunların bana pahalıya patlayacağını düşünüyorum. Büyük
ihtimalle şu müfettiş, kitaplarımı büyük bir şevkle okuyacak, ancak be-
ğenmeyecektir.Size bu mektubu bu yüzden yazıyorum, eğer bana ödül
verirseniz onunla tüm borçlarımı kapatabilirim. Lütfen ödülü ev adre-
sime gönderin. Postacı beni evde bulamazsa, paketi karıma teslim ede-
bilir. Bu konuda kendisine bir vekaletname vermiş bulunuyorum. Ney-
se dediğim gibi, anlattığım olaylar dolayısıyla bir avukata ihtiyaç duya-
bilirim ve...Bir saniye Bay Nobel, sizi biraz bekleteceğim, müfettiş şu
anda içeri girdi...
... Müfettiş şimdi dışarı çıktı. Biliyor musunuz Bay Nobel, siz en
iyisi bana iki nobel ödülü verin. Bir tanesi yetmeyecek galiba. Hayat
nasıl pahalılandı bir bilseniz. “

HAYALİN TİCARETİ, KÂRI VE MUHASEBESİ


Abdülhak Şinasi Hisar, “Fahim Bey Ve Biz” adlı romanının kahra-
manı Fahim Bey’in garip halleri ve huyları vardır. Bir iş hanından bir
yazıhane kiralamıştır. Sabah gelir, akşam gider. Yazıhanenin kapısını
açan yoktur. İş Hanı kapıcısı, Fahim bey’in durmadan uyukladığını an-
latmaktadır. Anlatmaktadır ya, iş kapıcının ve herkesin bildiği gibi de-
ğildir, bir tesadüf sonucu Fahim Bey’in dosya ve belgeleri görülmüş,
okunmuş, herkes şaşırmıştır.
“Meğer Fahim Bey, yazıhanesinde uyumadığı ve kimsenin de gel-
meyeceğine emin olduğu saatlerde daha ancak kendi kafasında kurul-
muş olan işini gûya hakikaten işliyormuş gibi idare etme oyununa ka-
pılırmış! Bir sürü defter tutar ve bunları açtı mı derhal muhakemesinin
bağlarından ve yoksul hayatının dertlerinden kurtularak muhayyel, fa-
117

kat mesut bir âlemde yaşarmış. Bursa pamuklarını muhtelif piyasalara


muvafık fiyatlarla teklif için ekseriyetle ‘Sadakatlû Efendim’ yahut
‘Hakikatlû Efendim’ diye başlamasını sevdiği birçok mektuplar yaza-
rak bunları itina ile kopya defterine de geçirirmiş!
(...) Bazen yine resen kendisine hitap eden birtakın alıcı mektupla-
rı yazar ve bunların da cevaplarını hazırlarmış. ‘Mektubunuzu alır al-
maz, gerçi bu yakınlarda müessesemize gelen siparişlerin çokluğu kar-
şısında bir yenisini kabul edemeyecek bir vaziyette isek de, sizin gibi
eski bir müşteriyi tatmin etmeye istical ile...’ Fahim Bey bütün bu si-
parişleri bir ayrı deftere kaydetmeyi unutmazmış. Böylece muhtelif
defterlerde yürütülecek hesaplar cins itibariyle çoğalır, miktar itibariy-
le artar, işler ve günler o kadar Fahim Bey’in gönlüne göre, öyle kârlı
ve tatlı geçer ki gelen mektuplarla bunlara alınan cevaplar birbirlerin-
den daha leziz ve nefis olur ve nice kartonlar bunlarla dolar taşarmış.
Fahim Bey işinin böyle her günde getirdiği kârların hesabını yev-
miye defterine geçirir, sonra bunları itina ile defteri kebire nakleder-
miş. Fabrika zaman ile büyüdükçe çoğalan makine ve saire için bir de-
mirbaş defteri bulundurur, gelen hiçbir makineyi bu deftere kaydetme-
yi ihmal etmezmiş.
(...) Fahim, ihtiyatı gene bir an elden bırakmaz, bütün bu kalın ve
büyük defterler hep kâr hesaplarıyla dolarken, o, ne olur ne olmaz, bir
gün baş gösterebilecek buhranı karşılamak için varlığını ancak kendisi-
nin bileceği ve öteki defterlerin hepsi de meydana çıktıktan sonra bile
mahrem kalacak, daha küçük kıtalı, daha mutena kaplı, kağıtlarını etra-
fı da yaldızlı bir deftere büsbütün gizli tutulacak bir kâr hissesi kayde-
derek bu sonuncu ihtiyat akçesi tutarlarının hesabını da bu defterde yü-
rütürmüş! (...) Birkaç defa onun bana maliye ve muhasebe işlerinde
mütehassıs bir Kalavasi Efendi’nin meşhur olan ihtiyatından nasıl sita-
yişle, ne büyük bir takdir ve tasvip hissiyle behsetmiş olduğunu hatır-
lıyordum.
Dünya halidir. Şirketin beklenmez bir buhrana maruz kalarak iş-
lerinin işlerinin kurtulması için mutlaka hazır para bulunmasının elzem
olacağı bir gün tasavvur edilsin. Rakipler böyle fırsatları kollarlar. Ban-
kalar şirketleri asıl böyle zamanlarda sıkıştırıp soymak isterler. İdare
heyeti âzalarının hepsinin yüzleri, kaşları çatık. Fahim Bey ise cümle-
nin hayretini mucip olan olan mütebessim bir çehre ile söz alıyor. Her-
fiAN VERGILER
118 / EDEBIYATLAfiA

kes dikkat kesilmiş. O ‘Aziz arkadaşlar’ diyor, ‘size karşı bir kusuru-
muzu meydana koyacağız. Bizim sizden gizli tuttuğumuz ve böyle ka-
ra gün için gözbebeğimiz gibi sakladığımız bir ihtiyat akçemiz daha
vardır. İşte bu hazır para bizi bugünkü sıkıntılı vaziyetten tamamen kur-
taracaktır!’ O zaman herkesin yüzü gülüyor, gönlü ferahlıyor, eller çır-
pılıyor, bir alkış tufanı kopuyor: ‘ilâhi var ol Fahim Bey!’, artık bu ka-
darını Kalavasi Efendi bile düşünemezdi!’ âvazeleri duyuluyor. İnsanın
gözlerini yaşartacak bir manzara! Fahim bey’in o umumi sevince şim-
diden iştirak ederek ve o gururu şimdiden duyarak bu küçük defter
karşısında o müstakbel zafer için şimdiden gözlerinin yaşarmış olaca-
ğına hiç şüphe etmiyordum”
Defter-i Kebir Deliliği
Hayalleri ve hayallerinin belgeleri iş açar Fahim Bey’in başına.
Yakın bir akrabası, Fahim Bey’in garip hallerini haberler eşi Saffet Ha-
nım’a. Ve sonra:
“Fakat o izansız, münasebetsiz ve beceriksiz adamı heyecandan
uçuk bir beniz ve kısık bir sesle, bir felaket çehresiyle, öğrendiği bu
gizli şeyleri ve onlardan edindiği şüpheleri Saffet Hanım’a anlatınca
biçare kadının zayıf muhakemesi büsbütün altüst olmuş. Hele ‘defteri
kebir’ tâbiri onu pek ziyâde ürkütmüş. O, bu terkibi duyar duymaz,
içindeki kebir kelimesinden kocasının ne büyük haltlar etmiş olduğu
mânasını çıkarmış ve zavallı Fahim Bey’in yakında aklını kaybetmesin-
den korkmaya başlamış.
(...) Hülâsa, cemiyet, Fahim Bey’e yalnız başına bir odaya kapa-
narak, müteaddit muavin defterlerle bir defteri kebire muhayyel birta-
kım kâr rakamlarını sıralamasını bir türlü affetmiyordu. Onun yaptığı
ortada daha hiçbir kâr yokken var olduğu iddiası gibi hilenin aksine bir
iş olduğu halde bu yaptığı şey muhayyilelerde âdeta bir nevi hileli if-
las mânasına geliyordu.”

DRANAS’IN KÜLTÜR-SANAT VERGİLERİNDEN ŞİKÂYETİ


2 Mayıs 1949’da yazmış bu yazıyı Ahmet Muhip Dranas. Demek
ki , o yıllarda da devletin kültüre ve sanat bakışı tersmiş, destek olacak
yerde vergi almaya kalkıyormuş:
“Evet, fikir ve sanat eserlerini vergiye bağlıyoruz. Şaşılacak bir
şey yok: Siz kitap mı yazacaksınız, mesele diyelim ki, Türk inkilabını,
119

yahut Milli Mücadele’deki azmimizi ve kahramanlıklarımızı bugünkü


genç nesle, halk tabakalarına dah iyi anlatacak bir destan; bunu yazdı-
ğınızdan dolayı vergi vereceksiniz; bir tablo mu yapacaksınız, mesela
Atatürk’ün ‘vatanın harimi ismetinde düşmanı boğduğu’ yerdeki hali-
ni tasvir eden bir tablo; şayet bunu müze gelecek nesillere ve tarihe
mal etmek için sizden satın alırsa, vergi vereceksiniz. Çünkü sizler bu
memlekette bir lokmalık rızkınızı temin edebilmek için muhakkak bir
yerde, bir devlet kapısında sefil bir ücretle memursunuzdur ve kanun
memur olduğunuz için, sizi senede 5000 lirayı geçmeyen telif kazancı
muafiyetinin dışında bırakmıştır ; yani ayda 100 lira da kazansanız ver-
giyi vereceksiniz. Peki ama diyeceksiniz: Bu memlekette şiirinden,
resminden, musikisinden ayda yüz lira kazanan sanatkâr var mı ki? Ka-
nun bunu –haklı olarak- düşünmez ve size der ki: İşinize gelmiyorsa,
gider arpa eker, yahut bumbarcılık yaparsınız. Çünkü mahsulatı arziye
(arpa, koyun bağırsağı) vergiden muaftır.
Fikir adamlarının, sanatkârların, bastırdıkları kaitaplarından birkaç
tane satıp da, masrafını kapayabilmek için devlet kapılarına başvurduk-
ları, geçinebilmek için sanattan ve fikirden gayrı bir işle meşgul olma-
ya mecbur oldukları bir memlekette, fikir ve sanat mahsullerinden ver-
gi almaya kalkmanın hazin ve acı tarafı, cemiyetin, zaten ihtiyarlığında
en koyu sefalet içinde öle giden en bahtsız insanını, mukadder akibeti-
ne biraz daha itelemesi değildir; asıl acıklı taraf, memleket adına bizi
uzun uzun düşündürecek tarafı, bu hali hoş gören değil, pek yerinde
bulan ve kanunun bir an evvel çıkmasını temine çalışan kimselerin mu-
kadderatımızı elinde tutan büyük makamlarda yer almış olmalarıdır.
Zavallı fikir adamı ve sanatkâr; fikri ve sanatı toprağa ekip arpa gi-
bi yetiştirmenin yolunu da bulabilir misin acaba, o çilkeş, fedakâr de-
hânla?”

KGB’NİN DE MALİYECİ VE MUHASEBECİLERİ VARMIŞ


Yakın yıllara dek, dünyanın ikinci büyük ülgen gücü olan
SSCB’nin, dünyaya nam ve korku salan bir de istihbarat örgütü vardı:
KGB.
SSCB çökünce, KGB de büyük ölçüde tasfiyeye uğradı. Rusya
Federasyonu’nun istihbarat örgütü artık bu adla anılmıyor, KGB gibi de
çalışmıyor.
fiAN VERGILER
120 / EDEBIYATLAfiA

KGB hakkında çok sayıda araştırma ve edebi eser yayımlandı. An-


cak bu eserlerin hiçbirisi, eski bir KBG ajanı yazar tarafından kaleme
alınmamıştı. Azerbaycanlı Cengiz Abdullayev, eski bir KGB ajanı, ha-
len Azerbaycan Yazarlar Birliği’nin üç genel sekreterinden biri. Yazdı-
ğı romanlar, dünyanın birçok diline çevrildi, satış rekorları kırdı.
Abdullayev’in “Kurtlar Sofrasında” adlı romanı, soluk soluğa oku-
nacak gerçek bir casusluk öyküsü. Bu romanın, bu kitabı ilgilendiren
yanı ise, KGB’ye bağlı bir mali şubenin olması ve bu şubede işinin eh-
li çok sayıda maliye ve muhasebe uzmanının istihdam ediliyor olması.
SSCB’nin Doğu Almanya’da bulunan Batı Ordu Birlikleri’nde akıl al-
maz yolsuzluklar olmaktadır. Generallare kadar uzanmıştır bu yolsuz-
luklar. Batı Ordu Birlikleri’nin kimi subayları, mafya gibi, vurguncu
gibi, basiretli bir işadamı gibi hareket ederek keselerini doldurmuşlar-
dır. Romanda, bütün bunların mali yönlerinin, Moskova’dan gelecek
muhasebe ve maliyecilerce inceleneceği bir kaç kez ifade ediliyor.

BÖLGEYE GİRİŞ VERGİSİ


Haluk Kırcı, “Firar Zamanı” adlı kitabında, ikinci kez yanlışlıkla
tahliye edildiği iddiasıyla yeniden hakkında tutuklama kararı çıkarılma-
sı üzerine, nasıl yurt dışına kaçtığını, yakalandığı Ukrayna’da başına ne-
ler geldiğini anlatmaktadır. Bu anıların Kırım’a dair olan bölümünün bir
yerinde ilginç bir vergi öyküsü de var:
“Şimdilik bunları kafan takma! Burası Ukrayna. Neredeyse on yıl-
dır buradayım ve bir kere bile kimlik yoklamasına denk gelmedim. Me-
selâ birkaç saat sonra Kırım Özerk Bölgesi sınırında olacağız. Orada
polis noktası var. Yabancı plakalı araçları çevirip bölgeye giriş vergisi
alırlar. Fakat bizim arabanın plakası Kırım’a ait olduğundan bizi dur-
durmazlar. İçin rahat etsin.”

KÜBA USULÜ VERGİLER


Küba’da çevrilen bir filmin başrolunü oynamıştır ünlü aktör Fer-
han Şensoy ve bu Küba seyahatinin izlenimlerini “Hacı Komünist” ad-
lı kitapta toplamıştır. Bu kitaptan, vergi ile ilgili olan bir bölümü akta-
ralım:
“Güner, telâşla hepimize resmi bir kağıt imzalatıyor. Nedir? Kü-
ba’da bir ay çalışmamız karşılığı sendika bizlere adam başı onbeş do-
121

lar maaş ödeyecekmiş! Aferin sendika! Helal olsun sana Fidel! Herkes
buna çocukça sevindi.
-Harcamam ben o parayı, çerçevelettirip duvara asıcam! dedi Nec-
mi.”
Bu onbeş dolar ödenmiş mi? Hayır. Sebebini de yine Ferhan Şen-
soy’dan öğrenelim:
“Otel kapısından Güner giriyor, resepsiyondaki Deborrah’la bir
şeyler konuşuyor, barın önündeki gürültülü konserin içiden geçip lo-
kantaya ulaşıyor, oturuyor masama.
-Şu bizim onbeş dolar maaşları ne zaman ödeyecekler Güner?
-Maalesef o paraları alamayacakmışız ağbi.
-Neden?
-O para bizden vergi olarak kesiliyormuş!
-Para ülkeden çıkmıyor yani!
-Ayıp ettin be Fidel, çerçevelettirecektik biz onbeş doları. Görüşe-
bilseydik örneğin, bunu söylerdim ona.”
Ferhan Şensoy’un Küba’daki vergi uygulamalarına dair tesbitleri
bu kadarla kalmıyor. Bir de kollektivizmden müstesna olan talihliler-
den alınan vergiler var, bunların öyküsü de şöyle:
“Küba’da çok güzel ve iyi döşenmiş evler, köşkler gördüğümü,
oralarda kimlerin yaşadığını soruyorum. Devrim sırasında kimi varlık-
lılar Fidel’i desteklemişler ve kaçmamışlar. Fidel’e işimize ve varlığı-
mıza dokunmazsan burada kalırız, yoksa alır paramızı gideriz demişler
devrimden sonra. Fidel onların varlıklarına dokunmamış, işlerini sür-
dürüyor ve devlete yüklü vergi ödüyorlarmış”

UYUŞTURUCU VE VERGİ KAÇAKÇILIĞINDAN


YARGILANAN YAZAR
Kendini bile ciddiye almayan, hayatı hızlı yaşamayı seven Fran-
çoise Sagan, 69 yıllık yaşamına 50’ye yakın kitap sığdırmayı başarmış.
Dünyaca ünlü Fransız yazar Françoise Sagan, akciğer rahatsızlığı
nedeniyle kaldırıldığı hastanede, 69 yaşında hayatını kaybetti. Kimileri
bu ölümü erken bulmuştu ama Sagan hızlı yaşayıp, hayatına çok şey
sığdırmayı başarabilmiş insanlardandı.
İçki, uyuşturucu, kumar, hızlı araba kullanma tutkusu... Biri araba
kazasından, biri sirozdan iki kez ölüm tehlikesi atlattı. Ama hiç bir şey
fiAN VERGILER
122 / EDEBIYATLAfiA

sürekli yazmasını durduramadı. 69 yıllık yaşamına birçoğu dünya ça-


pında büyük başarıya ulaşmış 50’ye yakın kitap sığdırmayı başardı.
Yalnız ‘Merhaba Hüzün’ tüm dünyada 80 milyondan çok satıldı. Sagan
kazandığı tüm paraları hiç düşünmeden harcamıştı ve yaşamının son
dönemlerini beş parasız geçirdi. Onun bu haline üzülerek yardım et-
mek isteyen eski cumhurbaşkanı François Mitterand, Sagan’ın ulusla-
rarası bir şirket anlaşmasında aracılık yapmış gibi 9 milyon Frank al-
masına göz yummuştu. Skandalın ortaya çıkması uzun sürmedi. Sagan
uyuşturucu ve vergi kaçakçılığından mahkemelere düştü. Öldüğünde
arkasında 50’ye yakın kitap, saygın bir isim, büyük bir ün ve müthiş
vergi borçları bıraktı. (Kaynak:www.turkforum.net)

MEZARLIK MUHASEBECİLİĞİ
Sarıkamış Harekâtı sebebiyle Van’daki askeri birliklerimiz, kuzey-
doğu Anadolu ve İran’a kaydırılır. Şehir zayıf ve savunmasız kalır. Bu
durumdan yararlanan silahlı yerli ermeniler, isyan ederek katliama gi-
rişir, şehrin önemli bir bölümünü denetimleri altına alırlar. Valilik, eli
silah tutan askerlik çağı geçmiş kimselerle Van’ı savunmaya çalışır.
Bütün umut, İran’dan gelecek bir jandarma birliğindedir. Bu durumu
haber alan ermeniler, Türk askeri kıyafeti giyerek, bando eşliğinde
Türklerin hâkim olduğu bölgeye girerler. Halk sevinçle evlerinden dı-
şarı fırlayarak orduyu karşılamaya çıkar. İşte tam bu sırada olanlar olur,
Türk askeri kılığındaki ermeniler halka ansızın ateş ederek çok sayıda
kişiyi katlederler. Van Valisi, durumu görüşmek üzere vilayet binasın-
da yaptığı toplantıda, sıkı yönetim ilan ettiğini, halkın artık evlerinden
dışarı çıkamayacaklarını belirtir ve sözlerini şöyle sürdürür: “Bu daki-
kadan itibaren Van şehri halkını, cephede bilfiil hizmet görenler hariç
olmak üzere haneleri içine hapsediyorum. Hepsi emri âhire kadar kış-
labenddir. Zira bunlar uzaktan bir davul sesi işittikleri zaman düğün
var diye sokaklara dökülmeye alışacak olurlarsa bize burada mezarlık
muhasebeciliğinden başka iş kalmaz.”

GERÇEKÜSTÜCÜ YAZAR’IN GERÇEKÜSTÜ VERGİLERİ


Jose Saramago,1998 yılında Nobel Edebiyat Ödülü almış Porte-
kizli bir yazardır: Olağanüstü bir düş gücü vardır Saramago’nun, olma-
yacak şeyleri -masal kurgusunu aşarak- öyle bir anlatır ki; merakla, şa-
123

şarak, takdirle okursunuz. Düşleri gerçeklerle dalga geçer, aşar ger-


çekleri. Saramago, tam bir gerçeküstücü yazardır.
Bu yazar, bir düşülke’nin düş-kralının gerçeküstü vergilerinden
sözediyor, okuyalım:
“Para bütün vatandaşları kapsayan bir vergilendirme yöntemiyle
karşılanıyordu tabi-
i ki. Bu vergiler insanların gelirlerinden alınmıyordu. Bilakis ayrıntıla-
rıyla halka açıklandığı ve herkesin anlayışla karşıladığı gibi, insanların
hayattan beklentilerine ve ihtiyaçlarına göre derecelendirme yapılıyor-
du. Yani yaşınız ne kadar ilerdeyse, ödeyeceğiniz vergi o kadar yüksek
demekti. “

GÜZELLİK VERGİSİ
Bestekâr: Hamdi Tokay, makam: hicâz (Türk Aksağı). Bu şarkının
sözleri kime aittir, tesbit edemedik, gelgelelim, bu güftekâr, sevgilisin-
den güzellik vergisi istemekte. Vermesi ve alması en kolay ve en zor
vergi...
“Geldim ekin biçmeye daldım güzel seçmeye
Neyim varsa verirdim elinden su içmeye
Kırlar çiçek sergisi sensin gönül nergisi
Tanrım seni korusun ver güzellik vergisi”

VATAN ŞAİRİ NAMIK KEMAL’İN VERGİLERE


DAİR GÖRÜŞLERİ
Hüseyin Perviz Pur, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türkiye’nin Borç
Prangası adlı kitabında, Yeni Osmanlılar ve Genç Türkler olarak anılan
kimi Osmanlı aydınlarının, Namık Kemal dışında, vergi konusuna nasıl
ilgisiz olduklarını şöyle anlatıyor:
“İngiltere, Fransa ve Almanya’ya gitmiş genç Türk aydınlarının bu
vergi sistemlerini öğrenmemeleri mümkün değildi. Ancak bu aydınlar-
dan ekonomi ile ilgilenenler ve hatta yüksek öğretimde eğitmen olarak
görev yapanlardan Osmanlı’nın vergi adaletsizlğine, sadece vatan şai-
ri Namık Kemal’in karşı çıkması ve görüşlerini yazılı olarak yayınlama-
sı dikati çekmektedir.”
Namık Kemal’in kendi çıkardığı İbret Gazetesi’ndeki görüşleri, 10
ilkeye dayanıyordu, bu 10 ilkede Şair, Adam Smith’in vergisel yakla-
fiAN VERGILER
124 / EDEBIYATLAfiA

şımlarını genişleterk, Osmanlı’ya uyarlamaya çalışıyordu. Adam


Smith, vergide adalet, kesinlik, kolaylık ve az masraflı olmak gerekti-
ğini söylüyordu. Namık Kemal’in 10 ilkesi ise başlıklar halinde şöyle
idi: 1-Vergiler zorunlu harmalar için alınmalı 2-Herkes vergisini ver-
meli 3-Oranlar uygun ve âdil olmalı 4-Dolaysız vergiler tercih edilme-
li 5-Gelir esaslı olmalı 6-Salmada ve uygulmada adalet gözetilmeli 7-
Artan oranlı olmalı 8-Kesin olmalı 9-En az masrafla toplanmalı 10-Ko-
lay anlaşılır ve uygulanabilir olmalı
Şimdi geliniz, Sayın Pur’un kitabından Namık Kemal’in Vergi
Oranları ile vergi hasılatı arasındaki ilişkiyi açıklayan ve düşük oran-
dan yana tavır koyan görüşlerini özetleyerek aktaralım. Aktaralım ki,
şairlerin de vergi ile ilgilenebilecekleri, hatta iyi bir vergi uzmanı ola-
bileceklerini görsün birileri:
“Bir devletin mevcut gelirini artırmak oranları artırıp eksiltmek ve
iyi idare ile sağlanır.
Oranı artırmaktan fayda görmek çok küçük olan vergilere özgü bir
durumdur. Yoksa zaten orta seviyede veya ağır durumdaki vergilerde
oranı yükselttikçe getirisi tabii olarak azalır.
Bana göre Osmanlı İmparatorluğu tarafından oranı artırılabilecek
bir vergi varsa o da ihracattan alınan vergilerdir.
Vergilerin oranını azatlmak yoluyla gelirin artırılması konusuna
gelince hükümetler için bu örtülü bir hazinedir ki güzel bir uygulama
ile tahminden fazla fayda sağlanabilir. Bu konu bizlerce kamu oyunun
takdirlerine daha yeni sunulmuş olduğundan tereddüdünü hafifletmek
için bir önceki paragrafta bu husustaki delillerimizin açıklamasına ve
sunulmasına geçeriz.
Tüketimin artışı eşyanın değerinin uygunluğu ile ilişkili olduğun-
dan ve eşyanın bedelinin belirlenmesinde ise verginin payı büyük ol-
duğundan, verginin %2 ve belki %1,5 oranına varıncaya kadar oranı
azaldıkça toplam artar.
İngiltere hükümeti kendi sömürgelerinden gelen kahveden bir şi-
lin, Hint’ten gelenden bir şilin altı pens, diğer ülkelerden ise iki şilin
altı pens gümrük vergisi aldığı halde, Ada’dan (İngiltere) bir sene 7-8
milyon kahve tüketilip hazineye de 300-400.000 lira kalırdı. 1829 se-
nesinde Parlamento bu vergiyi yarıya indirdi. Aşağıdaki rakamlardan
da anlaşılacağı üzere gelir iki yıl içinde öncekini ve indirimden sonra
geçen 12 yıldan sonra ise önceki tutarın iki katını geçti.
125

SeneSarfiyatGelir
1824 8.000.000 lira420.000 lira
1825 17.000.000 lira315.000 lira
1828 17.000.000 lira440.000 lira
1830 21.000.000 lira569.000 lira
1840 28.000.000 lira922.000 lira

İngiltere vekillerinden ünlü Robert Yeel, 1842 yılından 1846 yılı-


na kadar geçen yıllarda toplam 7,5 milyon lira gelir getiren vergileri
kaldırdığı veya indirdiği halde yine de devlet geliri, görev yaptığı dö-
nemde epey bir fazla ile tamamlanmıştır.
Fransa’da posta ücretleri başlangıçta 20 cm’e indirildi. Sonra 25
cm’e çıkarıldı. Sonra yine 20 cm’e indirildi. 20 cm olduğu yılların ge-
liri 25 cm olduğu yılların gelirinden iki milyon frank fazla oldu.
Fransa eski vekillerinden ilim ve irfanca en büyüklerinden addo-
lunan Turgo, 1775 yılında Paris’in balık gelir vergisini yarı yarıya indir-
di. Yine bu gelirin toplamında herhangi bir azalma ortaya çıkmadı.
1778’te İspanya devleti sömürgelerinden gelen eşyanın vergi tari-
fesinde bazı indirimlere gitti. Yalnız Meksika’nın net geliri 560 milyon
frank artış gösterdi.
1804 yılında İngiltere Devleti şekerden aldığı gümrük vergisini
%20 artırdı. Bu değişimin 2.778.000 liraya ulaşan şeker gelirini %20
nisbetinde artırması icap ederken 2.537.000 liraya indirerek %8 nisbe-
tinde azalmasına sebep oldu. Güzel söz söyleyen kişilerden birisi ‘ver-
gi biliminde, matematik gibi iki kere iki dört etmez, çoğunlukla bir
eder’ demiş. Bu hükme göre ağır vergiler koyma hususunda genelin dı-
şındaki durum dikkate alınmalıdır.
Şurasını hatırdan çıkarmamak gerekir ki vergi indirimi oranında
hazineye sağlanacak yarar sadece o verginin artışı ile sınırlı değildir.
Milli servete bundan sağlanacak artıştan hazinenin yararlanması vergi-
nin fazlalaşmasından kat kat fazla olur.
Ağır vergiler daima az ürün verdiği ve bin bir türlü gizleme ve hi-
leye imkân verdiği ilmen ve tecrüben gerçek olduğundan, yoklamada
ne kadar hassasiyet ve ceza vermede de şiddet gösterilirse gösterilsin,
gelir öncekilerin dört katına çıkmak bir yana, dörtte bir bile artışına im-
kân yoktur.”
fiAN VERGILER
126 / EDEBIYATLAfiA

FEMİL BAĞLARI’NIN MUAMELE VERGİSİ


Eski diplomatlarımızdan Yavuz Gör, anılarını topladığı “Seyahat-
name” adlı eserinde, ilginç bir anekdot anlatıyor: “İki yıl rötarla enin-
de sonunda Mülkiye’yi bitrirdim. Mali şube mezunu olduğum için he-
men Maliye Bakanlığı’nda göreve başladım. Yıl 1948...Kasım ayı.
Bu mesleğe alışıp ısınmadan uzaklaştım... İnanması zor, ama bu-
nun başlıca iki nedeni oldu: “Femil Bağları” ve Marshall Planı”...
Bir haftalık stajyer iken elime bir dosya verdiler. İstanbul’da “fe-
mil bağları” yapan bir musevi vatandaşa, 15.000 TL “muamele vergi-
si” kesmişler. Adam itiraz etmiş, itirazı ben inceyeleceğim. Kanun
“tağyir” unsuru arıyordu. Oysa, bu mahut “bağlar”, bir gazlı bezin içi-
ne pamuk doldurup dikmekten ibaretti. Vatandaş haklıdır diye bir “der-
kenar” yazdık. Umum Müdür çağırdı. “Daima hazine haklıdır” gibisin-
den bir öğüt verdi.
Gençlik bu ya...”Bu işi yürütemeyeceğim” diye tutturdum. Ba-
kanlık Müsteşarı çağırdı. İyi lisan biliyormuşum... “Amerikan yardım-
ları başlıyormuş”... Bu konu ile ilgilenecek yeni bir devlet bakanlığı
kurulmuş. Beni oraya raportör gönderecek. Femil Bağları ile boğuş-
maktansa Marshall Planı ile güreşiriz, ne yapalım.”

VERGİYİ BAŞA KAKMAMANIN MÜKAFATI


Akis Kitap tarafından 1. baskıda Paullo Ceolho, 2.baskıda Paşaza-
de Cemil adıyla yayımlanan “Öküz Arabasını Satan Derviş” adlı eser-
den bir kıssa:
“Eski zamanlarda bir kral, saraya gelen yolun üzerine kocaman
bir kaya koydurmuş, kendisi de pencereye oturmuştu.
Bakalım neler olacak? Ülkenin en zengin tüccarları, en güçlü kervan-
cıları, saray görevlileri birer birer geldiler, sabahtan öğlene kadar. Hepsi
kayanın etrafından dolaşıp saray girdiler. Pek çoğu kralı yüksek sesle eleş-
tirdi. Halkından bu kadar vergi alıyor ama yolları temiz tutamıyordu.
Sonunda bir köylü çıkageldi. Saraya meyve ve sebze getiriyordu. Sır-
tındaki küfeyi yere indirdi, iki eli ile kayaya sarıldı ve ıkına sıkına itmeye
başladı. Sonunda kan ter içinde kaldı ama kayayı da yolun kenarına çekti.
Tam küfesini sırtına almak üzereydi ki, kayanın eski yerinde bir kesenin
durduğunu gördü. Açtı. Kese altın doluydu. Bir de kralın notu vardı içinde:
‘Bu altınlar kayayı yoldan çeken kişiye aittir’ diyordu Kral.”
127

VERGİ İADESİ YAZARKEN ESKİ


SEVGİLİYİ HATIRLAMAK
Bir internet sitesinde rastladığımız aşağıdaki ileti, vergi iade bildi-
riminin ve perakende satış fişlerinin bile, insana edebî bakımdan, esin
kaynağı olabileceğini gösteriyor:
“Sevgiliden o yıl içinde ayrılınmış ise sevgili ile beraber olunan
günlerdeki fişlerin yazılması sırasında insanın böbreğine saplanan o ağ-
rıdır bakarsın mesela tarih 12 Mart, yer Beşiktaş Beltas “oof ulen of”
dersin “ne güzel günlerdi, ne vardı ayrıldık sanki”. Sonra bir bakarsın
onunla beraber alış veriş ettiğin tarihlerdeki fişler felan, sonra “eeh
ulen yazmıyorum bu sene fiş miş” dersin ama nafiledir o fişler yazıla-
cak o para alınacak o sevgili de unutulacaktır.... Marmara Üniv. -
T.E.F.”

MALİYECİNİN AŞK MEKTUBU


Hilmi Yücelen’in “Türl Mali Tarihine Toplu Bir Bakış ve Maliye-
ci Şairler Antolojisi” adlı kitabında hakkında bilgi bulunan şairlerden
biri de Recai Özgün’dür. Mal Müdürlüğü ve Defterdarlık yapmış olan
bu şairin, bir de ilginç bir aşk mektubu var bu kitapta. “Maliyecinin
Aşk Mektubu”nun önemli bölümleri şöyle:
“Tarhiyattan çıkarken sizi gördüm. Aşkınıza matrah olmanın,
gider vergisi kadar güç olduğunu biliyorum, fakat ne yapayım? Ka-
sadaki gıcır onluklar kadar cazip, seksapelsiniz. Ellilik gibi latif yü-
zünüzde gözlerinizin kalp beşlik gibi duruşunu hiçbir mevzuatla
izah edemem. (..) Tahsilat kayıtları kadar karışık saçlarınıza vurul-
mamak elde mi?
Emin olun, Re’sen Takdir Komisyonu, beyanname verme süresi için-
de size bir hesap dönemi için bir yıllık gelirim kadar kıymet koyabilir.
Sevgilim, aşkımı tahakkuk ettirmek istiyorum. Bunun için gönlü-
nüzü makbuz karşılığında bana verin. Şayet geç kalırsanız, sevgimin
gecikme cezası, usul kanunu gerğince yüzde beşyüz olur. Çünkü hare-
ketiniz 352. maddeye göre kaçakçılık halleri dışında kusurdur. Sevgimi
birinci dereceden hesap ediniz. İleride mağdur olmazsınız. Zira sizi, es-
naf muaflığından istifade edercesine seviyorum. Benim gözümde am-
me alacakları kadar mümtazsınız. Gelin, benim milli emlakim olun.
Aşkımın zaman aşımı yoktur.
fiAN VERGILER
128 / EDEBIYATLAfiA

(...) Beni de lütfen beyan dışı bırakmayınız. Çünkü tarımsal ka-


zançların istisnası yakama yapışır.
Sevginizi zimmetime geçirdiğimden dolayı özür dilerim. Kasa
açığı gibi dışarıda, kasa fazlası kadar duvarda asılı kalmak istemem.
Sevgilerimin yüzde ve misil zamlarıyla birlikte kabulü dileğiy-
le...”

RIFAT ILGAZ’IN ÖYKÜLERİNDE VERGİSEL OLAYLAR


“Rıfat Ilgaz’ın öykülerinde bazen en dikkatli vergi uzmanının bile
farkedemiyeceği bir vergi kaçırma tekniğinin nasıl uygulandığını öğre-
nirsiniz. Yahut bir uluslararası dış kredi öyküsü yakalarsınız. Bu ince
teknikleri nereden ve nasıl öğreniyor şaşıp kalırsınız. Uzmanların bu
kadar iyi bilemeyeceği karışık ve karanlık konuları nereden öğreniyor?
Soruyoruz, gülümsüyor: “Gider, Çiçek Pasajı’na otururum. Bir bira
içerim. Birileri gelir, sohbet başlar. Bira söylerim. Şurdan buradan ko-
nuşuruz. Biraz konuları dürtüklerim. Bir iki saat oturur işte bunları
anlatır gider. Sonra 5,5 yıl süreyle hapishanelerde birlikte kaldığım ki-
bar hırsızlar, kabadayılar. Hastanelerde koğuş arkadaşları. Çeşit çeşit
insan tanıdım.” (kaynak:www.blogcu.com)
Ilgaz’ın bu öykülerden bazılarını kısaltarak aktaralım:
Vereceksin Dostum
‘Ne yaparsan yap!’ dedi Abbas Demirbilek, ‘Bu sene beni tulum
çıkart! Bir kuruş vergi verecek halim yok! Büteçnin açığını ben mi ka-
patacğım allasen!...’
Hesap Uzmanı Galip Güleryüz, bir Ali Cengiz oyunu göstermek
istedi: ‘İyi ama’ dedi, ‘Bu yıl mal beyannameleri de verilecek. Bildire-
ceğiz malını mülkünü... Elinde kaç araban var, önce onu söyle sen!’
‘Elimde iki arabam var, o da müessesenin! Üçüncü araba hanımın
üzerinde... Dördüncüsü... Hem canım, bu beyanname de nerden çıktı?
Yoktu geçen yıl. Bu adamları başımıza getirdikse varımızı, yoğumuzu
dosta düşmana ilan etsinler diye mi getirdik. Bu arabalar kâr mı getiri-
yor bana! Benzini , yedek parçası, onarım masrafı, kırığı döküğü...’
‘İyi ya! Hepsini masraf gösterir, kârdan düşeriz. Benim öğrenmek
istediğim müessesenin kârı ne kadar? Kaç bin lira?’
Oturduğu koltuktan kalktı, birden, Galip Güleryüz’ün masasına
sokuldu:
129

‘De ki yirmi araba aldım, on araba sattım. Üçü de dışarıdan sok-


tum!’
‘Ya parçalayıp sattıkların?’
‘Faturayla parça satmam ben, onları geç! Gelelim faturayla sattık-
larıma. Cart cart fatura kestiğime göre ister istemez işleyeceksin defte-
re... İşlemesine işleyeceksin ama, bu yıl anlayacağın Galip Bey’ciğim
, anha minha metelik kârım yok!’
‘Nasıl olur, her arabadan beşer bin lira kazansan en azdan elli bin
lira... Onar binden yüz bin... Onbeşer binden...’
‘De ki yüz bin! Diyorum sana, bir kuruş elde avuçta para yok!
Vergiye yatıracağım diye bankadan para mı çekeyim? Tefecilere mi
başvurayım be!..’
Galip Güleryüz yeni bir manevraya başvurdu: ‘Yani kâr yok bu yıl
demek istiyorsun öyle mi?’ dedi.
‘Ne kârı, tüm zarar!’
‘Güzel! İşleriz deftere... Zarar ayna gibi çıkar, ne telaş ediyorsun!
Her müessese kâr etmez ya. Zarar kârın kardeşidir demişler. Tencere-
nin doğurduğuna inanırlar da, ne halt etmeye öldüğüne inanmazlar!
Söyle şimdi masrafları! Kiradan başlayalım önce, telefon parası, elek-
trik...’
(...) ‘Ne tutar vergisi?’
‘Yirmi yirmi beş bin, fazla tutmaz!’
Birden fırladı yerinden:
Sen aklını mı oynattın Galip Bey! Yani ben yirmi bin, yirmi beş
bin lirayı çıkarıp vergidir diye nasıl veririm!’
(...) Askıdaki şapkasına uzandı:
‘Hele ver şu defteri. Piyasanın en aptalı ben miyim be! Öyle def-
ter tutanlar var ki, değil vergi vermek, mükellefi alacaklı çıkarıyorlar
hükümetten! Ver şu defteri hele!’
İşin şakaya gelmediğini anlayan Galip Güleryüz, kalktı masasın-
dan. Kapıya arkasını dayadı:
‘Hele sinirlenme Abbas Beyciğim!’ dedi ‘Uyduracağız kitabına!
Sen bana fatura getir biraz, masraf faturası.’
(...) ‘Ne diyorduk Abbas Beyciğim, fatura isterim. Senin arabalar-
dan kaza yapsa, al yedi sekiz bin liralık onarım faturası, Dolapdere se-
nin ağzına bakıyor! Tamam mı? İki de adam çalıştır yanında. Bir de
fiAN VERGILER
130 / EDEBIYATLAfiA

Anadolu’ya tahsildar çıkar. Üç kere de yolculuğa çıkarsın olur biter. Fa-


tura isterim ben fatura... İki bin lira da hesap uzmanı için ayır.’
(...) Abbas Demirbilek, pantolunun cebinden bir tomar para çıkar-
dı, binlikleri çevirdi çevirdi, ortadaki beş yüzlüklerden ikisini kulağın-
dan tutup masanın üstüne attı:
‘Yaz üç bin beş yüz liralık fatura, geçir deftere. Haydi Allah yar-
dımcın olsun!’
‘Sen on beş bin liralık fatura gönder de gerisini bana bırak. Haydi
güle güle!...’
Abbas Demirbilek çıkarken kapıda piyes yazarı Vahit Varan’la
yüzyüze gelmişti. Suçüstü basıldığı kuşkusuyla kapıyı dışarıdan çekip
kulağını yapıştırdı. İçeriden Güleryüz’ün sesini duyunca rahatlamıştı:
‘Vaaay Vahitciğim! Şu mart ayını takvimden çıkarsalar güler yü-
zünü görmek kısmet olmayacak! Nasıl gidiyor işler bakalım?’
‘Biliyorsun’ dedi Vahit ‘bir piyesim oynuyordu, kaldırdılar. Üç de
senaryo var bu sene. Elime giren kuruşu kuruşuna yirmi dört bin altı
yüz lira...’
‘Güzel! On bini, yazar olduğundan vergi dışı... Ondört bin altı yüz
liranın vergisini cayır cayır vereceksin!’
‘Ne diyorsun! Masraflar ne oluyor?’
‘Canım senin masrafından ne olacak! Evvela iş yerin yoktur.’
‘Evimi gösteririm iş yeri...’
‘Kiranın yarısını yazabiliriz ancak!’
‘Peki. Elektrik, su, havagazı...’
‘Elekitriğin yarısı. Su, havagazı yazılmaz. Sonra?’
‘Şahsi masraflarım...’
‘Canım ne olacak senin şahsi masrafından!’
(...) ‘Ne söylüyorsun! Verecek tek kuruşum yok! Hanım da hasta
üstelik.’
‘Hiç zorlama, ilacı, doktoru geçiremeyiz deftere...’
(...) ‘Ne tutar verecğim vergi?’
Şöyle böyle bin lira dolaylarında. Üçe böleriz üç taksit...’
‘Üç yüz dört yüz lira ha! Veremem azizim. Hanımın reçetesi ce-
bimde duruyor.’
‘Vereceksin hiç kurtuluş yok!’
‘Bir kolaylık gösteremez misin?’
131

(...) Küçümseyerek baktı:


‘Vahitciğim’ dedi, ‘Üzme beni... Müfettişler defterleri bir yoklar-
sa ne yaparım. Sen burayı vergi kaçırmak için mi açtın, kaç lira vergi
verdiriyorsun hükümete demezler mi? Anlamam öyle şey vereceksin.’
‘Piyesim oynandığı gün bir ziyafet çekmiştim oyunculara. Sekiz
yüz lira kadar ödedim. Fatura alsam lokantadan...’
‘İnanmazlar. Sen kim sekiz yüz liralık ziyafet kim? Canım beni de
zor durumda bırakmasan olmaz mı?’
‘Prömiyer için elbise yaptırmıştım...’
‘Özel masraflara girer elbise...’
‘Larousse almıştım... Sonra bizim sendikaya... Tiyatro yazarlar
birliğine her ya...’
‘Ivır zıvırla toplamı şişiremezsin, geç bunları başka?’
‘Başka?..’
‘Görüyorsun ya yok başka masrafın. Uydurma masrafı geçirmem
deftere, yeminli uzmanım ben.’
Benim Değil Senin
Elindeki gazeteleri, mektupları uazttı:
‘Bir tanesi Hamburg’tan’ dedi.
‘Hamburg’tan mı? Hemen aç da oku!’
Her şeyi unutmuştu Jale, zarfı açtı. Şöyle bir göz gezdirdi:
‘Hoffman kardeşlerden!’
(...) ‘Eee?’ dedi, ‘Almış mı sandıkları?’
‘Evet 528 sandık portakal, 224 sandık limon!’
‘Eziği çürüğü?’
‘2864 kilo portakal, 1260 kilo limon’
‘Güzel! Çok güzel!..’
‘Efendim anlayamadım. Çürük miktarı bu sefer çok fazla değil
mi? Nesi güzel anlayamadım!’
‘Güzel!.. Çok güzel!.. Anlamazsın sen. Satışlar konsinye! Yani çü-
rüğü, eziği çıktıktan sonra parea gelir bizim bankaya! Akreditif değil
satışlarımız.’
‘İyi ya efendim. Çürüğü çok çıkarsa para da az gelmez mi?’
‘Az gelir’
‘Peki efendim, iyi mi para az gelirse?’
‘Canım anlamayıver... Çürüğün parası da Almanya’da kalır!’
fiAN VERGILER
132 / EDEBIYATLAfiA

‘Demek bu malın çürüğü de para ediyor!..’


‘Bırak uzun lafı da hesabı burda yazıldığı gibi geçir. Biliyorsun her
sandıkta 25 kilo mal var. Çürüğü, eziği düş! Tutarın yüzde iki buçuğu
vergi... Yüzde onda üçü gümrük... Bunlar portakal. Limon değişir.
Gümrük iki onda dört... Vergi iki buçuk... Hadi bakalım geçir benim el
defterime!..’
(...) Kahveci gelip gittikten sonra kalktı yerinden kapıyı usulca
sürgüledi. Geçti Jale’nin odasına. Berber pis bir kolonya sürmüştü.
Birden kusacakmış gibi oldu Jale. (...) Bir patron çalımıyla:
‘Bitti mi mektubun tercümesi!’ diye sordu.
‘Yaptım‘ dedi, ‘Bir makinesi kaldı.’
‘Hadi bakalım! Bu akşam çok mühim işlerimiz var. İki mektup da
ben yazdıracağım Hoffman biraderlere.’
‘Yazarız efendim!’
‘Jaleeee!’
Bu tuhaf bir seslenişti. Anaç bir mart kedisi miyavlamasıydı. Jale
çalıştığı yerlerde buna benzer seslenişlere çok rastlamıştı:
‘Ne var’ diye kaldırdı başını.
‘Konsinyenin ne demek olduğunu anladın mı?’
‘Anladım efendim!’
‘Yirmi beş kilo çürük portakal on beş mark... Çürüğün ne vergisi
var, ne gümrüğü... Bunu da anladın mı?’
‘Anladım efendim!’
‘Beş ton üzümün yerien göre üç tonu da çürük çıkar, beş tonu
da...’
‘Anladım!’
‘Almanya’da kaç bin markım var, onu da aşağı yukarı hesaplamış-
sındır!’
‘Eh aşağı yukarı!’
‘Şimdi söyle şekerim, Almanya’da bir ay kadar kalmak ister mi-
sin?’
(...) Birden kavradı bileğini, çekti kendine. Sinekkaydı traşlı pör-
sük yüzüne değmişti Jale’nin yanakları diri diri.... Kız iki eliyle itti
onu:
‘Bağırırım pencereden!’ dedi ‘Oturun yerinize!’
(...) Sandalyesini çekti geri geri:
133

‘Demek Almanya’da bir yaz geçirmek istemiyorsun!’


Hiç cevap vermiyordu.
‘Demek volkvagen arabasının sahibi olmak niyetinde değilsin!’
‘Demek ifili ifil çamaşırlara, şık çantalara, pahalı iskarpinlere ih-
tiyacın yok ha!’
‘Mayışın sekiz yüzden bine çıkmasına taraftar değilsin demek!’
Genç kız masayı hızla itti ileri, doğruldu:
‘Bunların hepsi olacak’ dedi, ‘Hem de Almanya’daki paralarınızla
olacak...Hepsi... Hepsi değil mi?’
‘Neden olmasın, sen benim olduktan sonra!’
(...) Ben mi senin olacağım!’
‘Evet şekerim!’
‘Ben ha!.. Olamam ki!..’
‘Neden canım!’
‘Olamam!’
‘Olursun bi danem olursun!’
‘Ben üç aylık çocukla başkasının oldum çoktan!’
‘Ne üç aylık çocuk mu? Kimden?’
‘Yabancı değil oğlundan!’
‘Yalan!’
‘Yalanı yok! (Almanya’dan) dönünce evleniyoruz!’
‘Aslaaa!.. Razı değilim!... Olamaz!... Yalan!...’
‘Sayın patronum hiç telaşlanmayın, hepsi olacak... Hele bir olma-
sın!’
Çekmeceden bir gazete çıkardı, uzattı Alnıgeniş’e. Sonra yeniden
geri aldı.
‘Okuyamazsınız’ dedi, ‘Ben okuyayım dinleyin! Maliye Bakanlığı
hesap uzmanları; İzmir’de vergi kaçakçılığını önlemek, vergi mükelle-
fiyeti dışında kalanları tesbit, dış ticaret dalaverelerini meydana çıkar-
mak gayesiyle dünden itibaren toplu yoklamalara başlamışlardır.’
Alnıgeniş yavaş yavaş kalktı yerinden. Önce paltosunu giydi, son-
ra şapkasını kulaklarına kadar geçirdikten sonra:
‘Hadi eyvallah hanım kızım!’ dedi, ‘Ben gidiyorum. Al şu anahta-
rı! İşlerini bitirdikten sonra çekiver kapıyı. Sabahleyin erken gelir açar-
sın. Yazıhane benim değil, senin bundan sonra! Demek bir günde öğ-
rendin konsinyenin ne demek olduğunu. Hadi hoşça kal!..’
fiAN VERGILER
134 / EDEBIYATLAfiA

Ktipiyoz Bir Defterci


Ve Rıfat Ilgaz’ın “Meşrutiyet Kıraathanesi/Geçmişe Mazi” adlı ki-
tabından bir bölüm:
“Niyazi ocağa doğru giderken, emeklilerin masasına uğradı:
‘Benim!...’ dedi, ‘bugün elimden bir cinayet çıkabilir elimden...
Böylesini, ne gördüm, ne de duydum. Züppe, kendisini ne sanıyor!’
Öğretmen emeklisi:
‘Orta tedrisat müfettişine benziyor!’ dedi.
Vali emeklisi:
‘Hayır’ dedi ‘Yeni yetişme kaymakamlardan olacak!’
‘Zannetmem’ dedi malmüdürü, ‘Kıtipiyoz bir derftercidir, gelir
vergisi deftercisi...”

VERGİ YASALARINA UYMAYAN FİŞ ÖYKÜSÜ


Necati Mert’in Gönüller Küçüldü adlı kitabında “Fiş” adlı bir öy-
kü var. Mert, bu öyküsünde, aldığı kırtasiye malzemesini geri vermek
isteyen ısrarcı bir kişi ile dükkan sahibi arasındaki tartışmayı aktarıyor.
Kırtasiye malzemesi, yaklaşık 20 gün önce satılmıştır. Perakende satış
fişi ve malzemeyi getiren kişi, dükkan sahibinin “Yasal olarak 8 gün
içinde geri alabiliriz, o da malzemede bir kusur ve ayıp var ise...” de-
mesine ve “İsterseniz, bırakın malzemenizi, satabilirsek satalım birisi-
ne, parasını size o zaman ödeyebiliriz” diyerek çözüm önermesini de
reddetmektedir.
Ordu Pazarı’ndan daha ucuza bu malzemeleri alabileceğini öğ-
rendiği için bu yola başvurduğunu da söyler, kırtasiye alıcısı. Dükkan-
cı “Beyefendi, onlar ne gelir vergisi verirler ne KDV, tamam alalım
malımızı geri, ama size fişte yazılı tutar olan 2 milyon liranın tamamı-
nı değil, ancak 1.635.000 TL ödeyebiliriz. Katma Değer Vergisi’ni
ödedim, gelir vergisi de ödeyeceğim, bu tutarları düşmek zorunda-
yım” der. Eksik ödeme ve gerekçesi, adamı yola getirir, “Sizde kalsın,
satıldığında gelir parasını alırım” diyerek bırakır aldıklarını tezgahın üs-
tüne çıkar gider.
Öykü öyküdür, gerçeğe uyması şart değildir. Ancak eğer bu öykü-
de, ülkemizde uygulanan vergilere ilişkin olaylara değiniliyorsa, Ya-
zar, gerçekleri yazmalı, okurlar da -eğer o konuyu biliyorlarsa- gerçe-
ği aramalıdırlar. Necati Mert’in fiş öyküsündeki yasal yanlışlar şunlar:
135

1- Satılan mal iade edilebilir, öyle öyküde anlatıldığı gibi, KDV ve


Gelir Vergisi düşülerek de değil, aynen olur bu iade. Bir gider makbu-
zu düzenlerseniz, fişteki tutarı, KDV’yi de ayırarak yazarsınız bu mak-
buza, iade talep edene (alıcı) imza ettirirsiniz. Bu makbuzda yazılı tu-
tarı tekrar mal girişi, yazılı KDV’yi de indirilecek KDV’ye yazarak işi
çözersiniz. Hiç bir zararınız da olmaz. Necati Mert, Adapazarı’nda kır-
tasiye ve kitap satar bildiğimiz kadarıyla. Muhtemelen bu öyküde ge-
çen olayları kendisi yaşamıştır. Ne yazık ki eksik ve yanlış bilgilenmiş,
müşterisine de yanlış çözüm yolu göstermiş.
2- Ordu Pazarları’nın “Ne gelir vergisi, ne KDV ödemezler” iddia-
sı da doğru değildir. Ordu Pazarları, tüzel kişilerce işletildiklerinden,
zaten gelir vergisine tabi değillerdir. Kurumlar vergisinden muaf ol-
dukları doğrudur, ancak KDV’ye tabidirler.

GÖRMEZLİKTEN GELİNEN PUL, KÜFECİYİ YUVARLAR


Ahmet Mithat Efendi, roman tarihimiz bakımından son derece
önemli olan “Müşâhedat” adlı romanında, Eminönü’ne kayıklara dol-
durulan küfelerle getirilen sebzeleri taşıyan küfecilerle “Pul Resmi”
görevlilerinin ilişkilerini şöyle anlatıyor: “Yalnız şehre giren eşyadan
değil; bir belediye hududundan diğerine geçen arabacılardan, küfeci-
lerden de ‘toprak bastı parası’ alınırdı. Bunun için de küfe ve sandık gi-
bi şeyler üzerine pul yapıştırılırdı. İşte bu gece şu cemiyeti tuhaflandır-
mak noktasında, kantarcılardan ziyade pulcuların hükmünün geçtiği
unutulamaz. Yer yer pulcuların ellerindeki paketlerden kopardıkları
pulları yalayıp yalayıp küfelere yapıştırmalarından doğan manzara bir
türlü gözüzmüzün önünden gitmez. Hele arka küfecilerinden bazıları,
arka taraftan küfesine pul yapıştırıldığını pekâlâ hissettiği halde hiç al-
dırmayarak yoluna devam etmek istediği zaman, pulcu küfeye sarılıp
çekince, ikisinin de yere yıkılmaları türünden tuhaflıklar mümkün değil
unutulmaz.”
(Osmanlı’da vergi, bölümünde pul resmine ilişkin bilgi verilmiştir)

ÖTEKİNİN BERİKİNİN VERGİSİNE KEFİL OLAN ADAM


Abdülhak Şinasi Hisar, “Fahim Bey Ve Biz” adlı romanından alı-
nan aşağıdaki satırlar, vergi olgusunun insanları nasıl sıradışı, hatta ga-
rip davranışlara yönelttiğini çarpıcı bir biçimde gösteriyor:
fiAN VERGILER
136 / EDEBIYATLAfiA

“Fahim Bey’in şimdi ismini unutmuş olduğum babası Bursa eşra-


fındanmış. O kadar iyi kalpli adammış ki öteki beriki âşar mültezimi-
ne kefil olurmuş ve paranın değerli olduğu o zamanlarda her sene ke-
faletleri yüzünden bin lira, iki bin lira ödemek mecburiyetinde kalır-
mış. Bursa’nın o zamanki vâlisi bir gün kendisini çağırtmış, ‘Yo! Bak
bu, böyle olmaz!’ diye nasihat etmiş, ‘kefil olmak istediğiniz adamı ev-
vela benden soracaksınız, hakkında tahkikat yaptıracağım, size, kime
kefil olunuz dersem ona olursunuz!’ Fahim Bey’in babası da ‘Başüstü-
ne Paşam!’ demiş. Fakat sonra kime kefil olmak isterse Vâli Paşa’nın
tahkikatı menfî çıkar ve Paşa ona muttasıl ‘Olmaz!’ dermiş. O Zaman
Fahim Bey’in babasının sabrı tükenmiş. Bir gün ‘Aman Paşam’ demiş,
‘Ona kefil olma, buna kefil olma! Peki ben kime kefil olayım?’ “

BİR TÜRKMEN ROMANINDA, KOLHOZ VERGİLERİ

Türkmenistanlı yazar Berdinazar Hudaynazarov’un “Kumlular”


adlı romanı, beş altı dile çevrilen önemli ve değerli bir romandır. Hu-
daynazarov, bu romanda, İkinci Dünya Savaşı yıllarındaki Türkmenis-
tan’ı anlatmaktadır. Yerbent İlçesi yakınlarında yaşayan çöl insanlarının
özgürlük tutkuları, bağımsızlıkları, mertlikleri, namus ve ahlaklarına
olan düşkünlükleri ile vatan ve askerlik sevgileri işlenmiştir bu roman-
da. Bu yıllar, sovyet idaresinin, kollektif çiftliklerle (kolhoz) küçük öl-
çekte özel tarım mülkiyeti birlikte uyguladığı yıllardır. Çöl insanları, iş-
güçlerinden yararlanmak ve Amûderya kıyılarındaki verimli araziler-
den daha çok ürün elde edilmek üzere, Kızılayak İlçesi yakınlarına göç
ettirilirler. Türkmenler burada, kendilerine verilen üretim hedefini tut-
turmak için kadın-erkek, gece-gündüz demeden çalıştırılırlar.
Kumlular romanında, sık sık kolhoz muhasebecileri ve yardımcıla-
rından söz edilmektedir. Yazılanlardan anlıyoruz ki, bu kollektif çiftlik-
lerde, yeterli ayrıntıya sahip iyi bir muhasebe sistemi uygulanmaktadır.
Üretim ve satış sürecini kapsayan, stok ve ambar kayıtları sağlıklı ola-
rak tutulmakta, çalışan her çiftçinin, üründen ne kadar pay alacağı,
kuşkuya yer bırakmayacak biçimde hesaplanmaktadır. Çalışanların
bordro ve puantajları da titizlikle izlenip kayıtlanmakta, bunlara verile-
cek bir ya da iki öğün yemek için depodan alınacak erzakın çıkış kayıt-
ları da dikkatle yapılmaktadır.
137

Özel toprak mülkiyetine sahip kişilerden vergiler alınmaktadır o


yıllarda. Türkmenler bu vergilerini kuruşu kuruşuna ödemektedirler.
Ancak, özel mülkiyet ve bağımsız iş yapma arzusunun bastırılsa bile,
bir gün patlayacak volkan gibi, insanların içinde kaynadığı görülmek-
tedir. Avlanmanın ve av etlerini satmanın yasak olmadığını, Komünist
Partisi üyeleğinin de av yapmaya engel oluşturmayacağını gören Nun-
na Pehlivan ve oğlu Pehlivan Kotur, ava çıkmaya başlarlar. Savaştan
yeni dönen ve iyi bir atıcı olan Pehlivan Kotur, en çok da iri yaban do-
muzlarını vurarak rus ahaliye satmaktadır. Baba-oğul, bu satıştan elde
ettikleri gelirin bir bölümü ile özel arazilerinin vergilerini ve diğer ver-
gi borçlarını ödemektedirler. Berdinazar Hudaynazarov’un romanından
alınan aşağıdak satırlar, olayı çarpıcı biçimde ifade etmektedir:
“Oğul, kağıtla kalemi eline aldı, babası ise çantanın içindeki çeşit-
li vergi kağıtlarını çıkardı.
- Yaz. Korunma Vakfına bin beş yüz ruble. Yazdın mı? Tamam, bin
beş yüz rubleyi say da şu kağıdın arasına sok. Tamam. Yaz. Arazi ver-
gisi beş yüz ruble. Beş yüz rubleyi de evrakın arasına koy. Koydun
mu? Yaz. 1943 senesinin bonosu - 1700 ruble.
Pehlivan Kotur :
- Geçen senenin bonosu ödenmiştir, baba, dedi.
- Hayır onu kolhoz ödedi. Yıllık gelirden bizim payımıza düşen te-
miz paradan! 1700 rubleyi Sazak, hesapçı tutmak istediği zaman ‘işte
ödemiştik’ diyerek şu kağıdı gösteririz. Hemen yarın köy muhtarlığına
git, vergileri hepsini öde ve ödediğine dair belgelerini al. Ev-vet, 1700
rubleyi de şu evraka sok. Tamam yaz. Yurt içi kültür vergisi 250 rub-
le... İşte bu kağıt. Tamam. Hadi şimdi geriye kaç para kaldı, say baka-
lım.”

VERGİSİ ÖDENSE DE, PLAN DIŞI ÜRÜN EKİLEMEZ


Türkmen yazar Berdinazar Hudaynazarov, Kumlular adlı roma-
nında Amuderya Kıyısı’ndaki “Birleşik Kolhoz”un reisi Paşşı’nın başı-
na gelenleri de anlatmaktadır. Paşşı, halkın ihtiyaç ve yokluk içinde ol-
duğunu görünce, bazı yeni alanları ekime elverişli hale getirip, buralar-
da merkezi planlamanın öngörmediği ürünleri ektirmek için girişimde
bulunmuş, şikayet edilmiştir. Konu, Komünist Partisi’nin yerel örgü-
tünde görüşülmektedir.
fiAN VERGILER
138 / EDEBIYATLAfiA

“Çalışanların hepsini nehir kıyısına sürmüş, yeni topraklar açmak-


la uğraşıyor. Siz oraya pamuk ve buğday mı ekeceğini sanıyorsunuz?
Hayır pirinç ekecekmiş!
- Peki tohumu nerden bulacakmış?
- Ödünç veren olursa ödünç alacakmış, bulamassa satın alacakmış.
- Peki para?
- Kolhozun vergisinden arta kalan koyunların hesabına.
Sancar Siyasi, bir süre sessizce oturdu. Birden yerinden kalkarak
odanın içinde iki yana dolaşmaya başladı.
- Burada ben, devlet çıkarlarına ters gelen hiçbir şey göremiyo-
rum. Pamuk vergisini verse; devlet ambarına vermesi gereken hubûbat
miktarını ödese; hayvancılık ürünlerini istenilen miktarda temin etse...
- Vergilerini verse olur, ötesi kendisine kalmış bir şey mi demek
istiyorsunuz?
- Hayır, böyle demek istemedim. Pirinç ekerek ürün alabilecekse,
bırakın alsın demek istiyorum. “
Tartışma uzar gider; Paşşı’nın bu girişimi, plana aykırı bulunur.
Parti soruşturma açar. Paşşı uyarı cezası alır ve bu girişimini derhal
durdurması istenir.
Üzgün, kzıgın ve kırgındır Paşşı, aklı almamış, tatmin olmamıştır
Parti’nin tutum ve kararından: “ (... ) Bir inekten beş litre süt vergisi
alınacaksa, eğer o inekten on litre süt alırsam, vergi haricindeki beş lit-
re sütü yere mi dökeceğim? “ tarzında sorular sormaktadır kendi ken-
dine.
Ne sütü döker, ne de yeni arazileri ekime açmaktan vazgeçer Paş-
şı. İnadına sürdürür girişimlerini. Halkın acil ihtiyaçlarını göz önüne
alan idare, olup biteni görmezlikten gelmekten başka çare bulamaz.

SAVAŞ VE YOKSULLUK VERGİSİ KOYUNLAR


Yer Kırgızistan Cambul kenti yakınlarında bir köy. Zaman, İkinci
Dünya Savaşı yılları. Köydeki erkeklerin çoğu cephede savaştadırlar.
Sultanmurat adlı delikanlının babası Bekbay da öyle. Sultanmurat,
Köy’ün yöneticisi Tınalıyev tarafından, dört arkadaşı ile birlikte okuldan
alınarak tarım çalışmalarında görevlendirilir. Cengiz Aytmatov, “İlk Tur-
nalar” adlı romanında Sultanmurat ve arkadaşlarını anlatır. Romanın bir
yerinde, son derece çarpıcı bir de vergi ödeme öyküsü vardır: “Zorlu bir
139

haftaydı o hafta. Bütün işlerin üstüne bir de evde annesi hastalanmıştı


Sultanmurat’ın. Önce biraz rahatsızlanmış, sonra şiddetli bir ateşle yata-
ğa düşmüştü. Sultanmurat ister istemez evde kaldı, annesine, küçük kar-
deşlerine baktı. Evlerinin iyice yoksullaştığı işte bu sırada çarptı gözüne.
Babası askere gitmeden önce on taneden fazla koyunları vardı. Ama hiç-
biri kalmamıştı şimdi. İkisini et için kesmişler, ötekileri ise satıp borçla-
rına, vergilerine yatırmışlardı. Kala kala bir inek kalmıştı ellerinde. Yakın-
da buzağılayacaktı. Sarıkızın, memeleri yavaş yavaş doluyordu. Bir de
sokak aralarında dolanıp duran, kardeşi Hacımurat’ın eşeği Karayele. Bu
iki hayvanı bile güçlükle besleyebiliyorlardı.”

CÖNKLERE VERGİ BORÇLARI DA YAZILIRMIŞ...


Eski devirlerde, halk şairlerinin Şiir Defterleri’ne Cönk denildiği-
ni sanırdık. Doğruymuş bu sanı, ama eksikmiş. Çünkü cönkler yalnız-
ca edebî alanda kullanılmadığı gibi, başka şeylere, sözgelimi Çinli-
ler’in bazı gemilerine de cönk denirmiş. Dr.Müjgan Cumbur, Dursun
Kaya ve Niyazi Ünver’in yaptığı araştırmanın sonuçları oldukça ilginç.
Bu araştırmadan bazı bölümleri okuyunca, cönklerin vergisel amaçlar
için de kullanıldığını öğreniyoruz.
“Halk Edebiyatı araştırmalarında Cönklerin önemli bir yeri vardır.
Folklor ürünlerinin bulunabileceği başlıca kaynak cönklerdir denilebi-
lir. Cönk sırtı dar, eni geniş, uzunlamasına açılan bir kitap türüdür. Gü-
nümüzün bloknotlarına benzer ve çoğunlukla yazma halindedir. Cönge
halk arasında biçim bakımından benzediği nedeniyle “Sığır dili cöngü”
de denilmektedir. Aydın çevrelerce uzunluğuna açılan ve albüm biçi-
mindeki bu ciltlere “Sefine-kâri” adını verdikleri de bilinmektedir.
Millî Kütüphanemizdeki cönklerin içeriğini ise saz ve tasavvufî
halk şiirleri ile şairleri belli halk edebiyatı ürünleri ya da anonimleşip
folklorun öz malı olmuş destan, türkü, mani, semaî, kalenderî, türkma-
nî, ilahî ve şarkılar oluşturur.
Hutbeler, mev’izeler, dualar ve salavatlar ilaç terkipleri, yemek ta-
rifleri,inançlar, rüya tabirleri, seyirname, fal, büyü, tılısım ve muskalar,
vefkler, borç ve vergi hesapları, mektuplar,doğum ve ölüm tarihleri, ay
tutulması,büyük yangınlar ve sel felaketleri, tarihi olayları açıklayan
kayıt ve tarihler,tekerlemeler,halk hikayeleri ise bir kısım cönklerin
kapsadığı konulardır.
fiAN VERGILER
140 / EDEBIYATLAfiA

Cönkler bazı tarihi olayları halk açısından yorumlayan destanlar


bakımından da ayrı bir önem taşırlar. Yalnız folklorun değil bir derece-
ye kadar tarihin de bazı bilinmeyen yönlerine ışık tutmasıyla dikkat çe-
kerler.”

GÖKTÜRK DESTANI’NDA VERGİ


Göktürk Destanı, üç koldan anlatılıyor. En uzun ve ayrıntılı olan
kolun, önemli olan bölümlerini aşağıya alıyorum. Ergenekon’dan çıkı-
şımızda da odun ve kömür vergisi salındığı yazılı: “ (...) Sevinç Han
,Moğolu yağma ettikten sonra ülkesine dönmüştü. İl Hanın oğulları bu
savaşta ölmüşlerdi. Ancak en küçüğü olan Kayan=(Kıyan) kalmıştı. O
yıl evlenmişti. Bunların ikisi aynı bölükten olan iki kişinin tutsağı ol-
muşlardı. Savaştan önce ordu kurdukları yere geldiler. Düşmandan ka-
çıp gelen deve,at,öküz ve koyunları buldular. Konuşup dediler ki:’ Bu-
rada kalsak ,bir gün olur,düşmanlarımız bizi bulur. Bir boy’a gitsek
çevremiz hep düşman boylardır. En iyisi dağlar arasındaki kimsenin
daha yolu düşmemiş olan bir yere gidip oturalım’. Sürülerinin sürüp
dağlara doğru yürüdüler. Yabani koyunların yürüdüğü bir yolu tutup
tırmanarak yüksek bir dağın boğazına vardılar. Oradan tepeye çıkıp öte
yanına indiler. Oraları iyice gözden geçirdiler. Gördüler ki geldikleri
yoldan başka yol yoktur:o yolda öyle bir yol ki bir deve,bir keçi bin
güçlükle yürüyebilir,ayağı biraz sürçse düşüp parçalanır. Vardıkları yer
geniş bir ülke idi. İçinde akar sular,kaynaklar,türlü otlar,çayırlar,mey-
valı ağaçlar,türlü türlü avlar vardı. Bunu göründe Tanrıya şükürler kıl-
dılar. Kışın mal (at,koyun,deve,sığır) ların etini yer, derisini giyer; ya-
zın sütünü içelerdi. Oraya Ergenekon adını verdiler. Burada Kayan ve
Nüküz’ün oğulları çoğaldı. Dört yüz yıl sonra kendileri ve sürüleri o
kadar çoğaldı ki artık oralara sığmadılar. Bunu üzerine konuştular. De-
diler ki:’Atalarımızdan işitirdik ki Ergenekon dışında geniş ve güzeş
bir ülke varmış. Atalarınız orada otururlarmış. Tatarlar baş olup başka
boylar bizim uruğumuzu kırıp yurdumuzu almışlar. Artık Tanrıya şükür
düşmandan korkup dağda kapanarak kalacak halde değiliz. Bir yol bu-
larak bu dağdan göçüp çıkalım. Bize dost olanla görüşür, düşman olan-
la güreşiriz’. Herkes bu düşünceyi beğenip yollar aradılar. Bir türlü bir
yol bulamadılar. Bir demiri: ‘Ben bir yer gördüm. Orada demir made-
ni var. Onu eriterek yol buluruz’dedi. Millete odun ve kömür vergisi
141

saldılar. Herkes vergisini getirdi. Bir sıra odun,bir sıra kömür olmak
üzere dağın böğründeki çatlağa dizdiler. Dağın tepesine ve öteki yanla-
rına da odun,kömür yığdıktan sonra deriden yetmiş körük yapıp yetmiş
yere kurdular. Ateşleyip hepsini birden körüklediler. Tanrının gücü ile
demir eriyip bir deve geçecek kadar bir yol açıldı. O ayı, o günü,o saa-
ti belleyip dışarı çıktılar. İşte o gün Moğollarca bayram sayıldı. Ergene-
kondan çıktıkları zaman Moğolların padişahı Kayan (Kıyan) neslinden
Börte Çine idi. Bütün boylara elçiler göndererek Ergenekondan çıkıp
geldiğini bildirdi. Boyların kimi sevindi,kimi yerindi.“

ORHUN YAZITLARI’NDA VERGİ


Türk Tarihi ve Türk Edebiyat Tarihi’ndeki en eski yazılı kaynak
olarak bilinen Orhun Yazıtları’nın en önemlilerden biri olan Bilge Ka-
ğan Yazıtı’nın 1. Yüz’ünde (doğu yüzü) şöyle deniliyor: “ (41)..... ver-
gisi gelmedi. Onu korkutayım deyip ordu yürüttüm. Koruyucusu iki üç
kişiyle kaçıp gitti. (Onun) Kara bodunu “Kağanım geldi” deyip (beni)
övdü. ...ka ad verdim. “Küçük” adlı...”
Orhun yazıtlarında, tamga’dan yani gümrük vergisinden de söz
ediliyor: Kül Tegin Abidesinde bu ünvan, ‘On ok oğlum Türgiş kağan-
da Makaraç tamgacı Oğuz Bilge tamgacı..’ cümlesinde yer almaktadır.

GÖÇ DESTANI’NDA VERGİ


Başlıca Türk Destanları’ndan biri olan “Göç Destanı”nda, vergi de
var. Destan’ın İran Kolu’nun bir yerinde şöyle deniliyor: “Bögü Kağan
uyanır uyanmaz ordularını topladı. Batı yönüne sefere çıktı. Gide gide
Türkistan’a vardı. Burada çayır çimenle döşenmiş, gürül gürül akan
suları olan bir yere rastladı. Burada oturmağa karar verdi. Balasagun
kentini kurdu. Bögü Kağan’ın orduları dört bir yana yayıldılar, bütün
milletleri egemenlik altına aldılar. Yeryüzünde Türkler’in karşısında
duracak kimse kalmadı. Türk orduları o denli ilerlemişlerdi ki acayip
biçimli insanlara rastladılar. Bunların elleri, ayakları tıpkı hayvanların-
kine benziyordu. Bu yaratıkları görünce artık bundan sonra insanların
bulunmadığını anladılar, geri döndüler.
Daha sonra Uygurlar’ın buyruğuna giren hükümdarlar birer birer
geldiler, Bögü Kağan’a bağlılıklarını ve saygılarını sundular.Bunlar ara-
sında Hint hükümdarı çok çirkindi. Bunun için Bögü Kağan, bu hü-
fiAN VERGILER
142 / EDEBIYATLAfiA

kümdarı katına kabul etmedi. Bögü Kağan yapılan törenden sonra hü-
kümdarlara, kendi ülkelerine dönmelerini ve kendi bölgelerini yönet-
melerini buyurdu. Bu hükümdarların Bögü Kağan’a ne kadar vergi ve-
recekleri de ayrıca bir toplantı ile karar altına alındı. Artık yeryüzü zapt
edilmiş, Bögü Kağan’ın karşısında duracak kimse kalmamıştı. Bögü
Kagan geri dönmeğe karar verdi, yurduna geldi.”

OĞUZ KAĞAN DESTANI’NDA VERGİ


Ülkü Ocakları’nın internet sitesinden aktardığımız aşağıdaki bilgi-
ler, Oğuz Kağan Destanı’nda da vergiye dair bölümlerin bulunduğunu
gösteriyor:
“Şimdiye kadar sözünü ettiğimiz konular, Oğuz-Kağan destanının
esasını meydana getiren bölümlerdi. Artık bundan sonra, Oğuz Han’ın
akınlarından söz açılır ve nereleri zaptettiği, geniş olarak anlatılmağa
çalışılır. Uygurlar, Oğuz-Kağan’a, kendi bildikleri memleketleri akınlar
yaptırırlar ve oraları aldırırlardı. Uygurlar, İran ve Hindistan bölgeleri-
ni çok iyi tanımıyorlardı. Güney Rusya Türkleri hakkında da pek fazla
bilgileri yoktu. Cengiz-Han imparatorluğu kurulunca, âdeta bütün im-
paratorluk içinde, Oğuz-Kağan destanını yazmak ve söylemek bir mo-
da haline gelmişti. Bu sebeple, çok daha geniş ve büyük Oğuz-Kağan
destanlarının yazılmaya başlandıklarını görüyoruz. Cengiz-Han İmpa-
ratorluğu, Anadolu dahil, Macaristan ovalarından Japonya’ya ve daha
güneyde de, Endenozya’ya kadar uzanıyordu. Bu sebeple, aynı çağda
yaşayan Türkler ve İranlı yazarlar, bu bölgeler hakkında, gayet geniş
bilgilere sahip idiler. Bu çağda Oğuz-Han, artık Cengiz-Han’ın yerine
konmuştu. Cengiz-Han nerelere gidip, zaptetmiş ise, Oğuz-Han’a da,
O’nun gibi akınlar yaptırılmıştı. Cengiz-Han gençliğinde akıllı bir eşki-
yadan başka bir kimse değildi. Yol kesmek, haraç almak ve para top-
lamak, O’nun en ileri gelen özelliklerinden biri idi. Bu sebeple geniş
bölgeler elde edip, büyük bir devlet kurduktan sonra, gençliğindeki ha-
raç sistemini, yeni imparatorluğuna da uygulamış ve buna göre, bir
idare düzeni meydana getirmişti. Cengiz-Han herşeyden önce, bir
memleketin vergilerinin toplanmasına önem verir ve memurlarını, bu
amaca uygun olarak tayin ederdi. Cengiz-Han çağındaki Oğuz-Kağan
destanlarında artık Oğuz Kağan değişmişti. Zaptettiği yerlere vergi
memurları gönderiyor ve alınan vergileri de, tıpkı Cengiz-Han gibi,
143

gözden geçiriyordu. Aslında ise, eski Türk devletlerinin teşkilâtı ile,


Cengiz-Han’ın kurduğu bu yeni düzen arasında, büyük ayrılıklar vardı.
Hiç şüphe yok ki, eski Türk Kağanları da, zaptettikleri yeni memleket-
lerden gelecek vergilere, büyük önem veriyorlardı. Fakat devletin ida-
resinde, hakim olan tek ve en önemli prensip, vergi toplamak değildi.
Nitekim Uygurların Oğuz-Kağan destanı daha çok eski Türk devlet
teşkilâtını andıran bir şekilde konuşuyor ve eski Türk kağanlarının, ger-
çek düşüncelerini yansıtıyordu.”

MANAS DESTANI’NDA VERGİ


Kırgızlar’ın uzunluğuyla ünlü Manas Destanı’nın kimi yerlerinde
vergi ile bağlı olaylar da anlatılmaktadır. Manas’ın uzun ve çetin müca-
deleler verdiği Alevke’nin zulumleri arasında vergi zulmü de var: “Ba-
hadır Manas, Alevke gibi düşmanından intikam almak istiyordu, bir an
evvel saldırıya geçmek için sabırsızlanıyordu. Altın dolu hazinesi olan
Alevke; Ala-Dağ, Andican, Yedisu, Kan-Dağ’da zalimliği ve vahşili-
ğiyle tanınıyordu. Onun adını duyduğunda ağlayan çocuk da susuyor-
du. Altı şehirin hanı Alevke’nin yeryüzündekileri görebilen açık gözlü-
leri, yedi kat yer altındakileri duyabilen yer dinleyicileri vardı. Nogoy
Han’ın yenip, Kırgızları’ı Andican, Alay, Ala-Dağ’dan sürdüğünden be-
ri bu toprakların köpekleri Alevke diye havlayıp, kuşları Alevke diye
öttü. Her yerde kadın alan Alevke’nin altmış oğlu vardı. Alevke bu yer-
dekileri sömürüp, vergi için hayvanlarını elinden aldı.”

KARAÇAY TÜRKLERİ’NİN VERGİLİ SÖYLENCESİ


Ülkü Ocakları Eğitim Ve Kültür Vakfı’nın İnternet Sitesi’nde ya-
yımlanan aşağıdaki söylence Karaçay-Balkar Türkleri’ne ait.
“Bu ay Konya’nın Sarayönü ilçesine bağlı Başhöyük beldesine,
Karaçay Türklerine misafir olduk. Öncelikle Karaçaylar ve dolayısıyla
Malkarların etnik durumuna hem bilimsel hem de mitolojik açıdan
bakmayı uygun gördük. Mitolojideki hikâyesi şöyle Karaçay Türkle-
ri’nin: Karaçaylılar Koban Nehri’nin doğduğu Elbrus dağının yüksek
yerlerinde yaşamaktaydılar. Aralarında ise “Karça” isimli topluluğun
beyi yaşamaktaydı. Karça, kavmine emir vererek kesinlikle Koban
Nehri’ne orada yaşadıklarını gösteren bir delil bırakılmamasını söyler.
Köyde yaşam devam ederken aralarından biri birgün ağaçtan yeni ke-
fiAN VERGILER
144 / EDEBIYATLAfiA

silmiş yuvarlamayı suya düşürmüş. Nehrin aşağılarında ise kalabalık


nüfuslarıyla Kabartı Çerkezleri (Kabardey) yaşamaktaymış. Bu kabar-
deylerin “kaykuta” isimli bir beyleri varmış. O sıralar zaten kuşkula-
nan Kaykuta, Koban Nehri’ne düşenleri toplayıp getirmesi için bir nö-
betçi tutmuştu. Nöbetçi de nehire düşen yuvarlamayı alıp Kaykuta’ya
götürmüş. Kaykuta yuvarlamayı görünce adamlarını da alarak Koban
Nehri’ni takip ederek Elbrus’un yüksek yaylalarında Karça ve halkını
bulmuş. Kaykuta halka seslenerek ülkenin ve dağların sahibinin kendi-
sinin olduğunu söylemiş ve onlardan vergi istemiş. Karça ve halkı ise
hane başına birer tosun vermeyi kabul etmişler. Yıllar bu şekilde ak-
maya devam etmiş. Bir süre sonra Karça ve kavmi için vergi ağır gel-
meye başlamış, gururlarına da dokunuyormuş vergi vermek. Toplanıp,
bu vergiyi bundan sonra vermeyelim diye karar almışlar. O zamana ka-
dar her yıl Kaykuta’nın 40 adamı köye gelir, bir gece kalır, ertesi gün
de tosunları alıp giderlermiş.. Yine vergi dönemi gelmiş, 40 Kabardey
asker köye gelmiş. Karça halkı ise karar gereği evlerine birer birer mi-
safir olan 40 askeri öldürüp sabah namazında Karça’ya bildirecekler-
miş. 39 vergi askerini öldürmüşler, ancak içlerinden Adurhay isimli ki-
şiyi kan tuttuğu için öldürememiş kendi payına düşen askeri. Bundan
dolayı, Karaçaylılar arasında atasözü haline gelen şu söz söylenir ol-
muş: “ kan körse ölü ketgen adurhay “. Karça, beylerine sonuncuyu da
bulup öldürmeleri için emir vermiş. Beyler, kırkıncıyı da bulup, Kar-
ça’nın buyruğunu yerine getirmişler. Bu olaydan sonra, Karça ve kav-
mi, Koban Nehri’nin yukarısında egemenlik kurup çoğalarak Karaçay
Halkı’nın atalarını oluşturmuşlar.”

BU ERMENİ MASALINDAN ERMENİLER DERS ALSIN


Maltepe Üniversitesi Öğretim Üyesi Hakan Aytekin, “Bu Topra-
ğın Masalları” adlı bir masal derleme kitabı yazmış. Bu kitapta Hov-
hannes Tumanyan (1869-1923) tarafından derlenmiş olan ve bir dam-
la balla başlayıp, bir vergi savaşıyla biten, Bir Damla Bal” adlı, bir de
ermeni masalı var. Bu masalı özet olarak aktaralım ve diyelim ki, bu
masaldan en çok ders alması gerekenler, dünyayı soykırım safsata ve
masallarıyla ayağa kaldıran, eli kanlı Ermeniler’dir.
“Yoksul bir çoban, bir dükkâna bal almaya gelir. Balı alırken bir
damla bal yere süzülür. Aç bir sinek bala doğru uçar. Ancak dükkâncı-
145

nın kedisi sineği pençesiyle yere indirir. Çobanın köpeği de kediyi.


Dükkâncı kudurur bu kez, o da köpeği serer yere. Çoban durur mu, o
da dükkâncıyı. Dükkâncının ne kadar hısım-akrabası varsa toplanır, öl-
dürürler çobanı. Çobanın köylüleri toplanır bu kez. İki köy savaşır. İki
köyün savaşıyla da bitmez öykü. Çünkü bu iki köyün halkı iki ayrı kra-
la vergi verdiğinden, bu kez de iki krallık girer birbirine...

Ve korkunç bir savaş başlar


Dumanlar, yıkıntılar,
Kan gözyaşı, inilti ve feryat
Ne köy kaldı ne konak.
(...) Ve geride kalanlar
Korku içinde sorup durdular
Neden başladı bu kavga?
Bu büyük felaket nereden geldi başımıza?”
VERGİ VE MUHASEBE
GÜLMECELERİ

RİZE’DEN NÜFUS KAÇIRTAN İŞLETME VERGİSİ


Son yıllarda yapılan nüfus sayımlarında belediyelerimiz, çok nüfu-
sa sahip olduklarını ispatlayıp, merkezi yönetimden daha çok yardım
alabilmek için, beldelerine nüfus taşır oldular.
Oysa bundan yıllar önce, Rize’de bunun tersi olmuştu. Rize’nin il
merkezi nüfusu 30 binin altına düşsün diye, Rize esnafı, tası tarağı top-
layıp köylere ve yakın illere kaçmıştı.
Rize esnafını kaçırtan, İşletme Vergisi adlı vergi idi. 1970 yılında
bazı mamuller ve tüketim malları üzerine konan bu perakende satış ver-
gisi, katma değer vergisi gibi her aşamada değil, nihai aşamada ve tü-
keticiden alınıyordu. Küçük nüfuslu yerleşim birimlerinde uygulanma-
dığı için; haksızlıklara, Rize’deki gibi komikliklere yol açıyordu.

ŞAKACIKTAN RAHATSIZLIK VERGİSİ


Aşağıdaki haber, 25.05.2005 tarihli Zaman Gazetesi’nde yayım-
landı.
fiAN VERGILER
148 / EDEBIYATLAfiA

“Rize’de son günlerde bazı vatandaşlara gönderilen, ‘çevre rahat-


sızlık vergisi’ ceza makbuzları, cezanın geldiği vatandaşlar kadar yetki-
lileri de şaşkına çevirmiş durumda.
Kim ya da kimler tarafından gönderildiği belli olmayan ceza mak-
buzları vatandaşı tedirgin ederken, aynı şekilde birçok kişiye bu mak-
buzlardan gönderilmiş olabileceği belirtiliyor.
Çevre İl Müdürlüğü tarafından düzenlenmiş süsü verilen ve ku-
rum adına bazı vatandaşlara postalanan tahakkuk makbuzlarını gören-
ler, böyle bir cezanın kesilmesine bir türlü anlam veremiyorlar. Ceza-
sını kabullenip Kaçkar Vergi Dairesi’ne vergisini yatırmaya giden va-
tandaşlar ise söz konusu tahakkuk makbuzunun tahsil edilmesinin
mümkün olamayacağı cevabını alınca iyice şaşkına dönüyor. Rizelileri
şaşkına çeviren, ‘çevre rahatsızlık vergisi’ bir dolmuş durağında görev-
li Süleyman Yıldırım’a gelen 161 milyon 750 bin liralık ceza makbuzu
ile ortaya çıktı. Posta yoluyla kendisine gönderilen 161 milyon 750 bin
liralık Çevre Rahatsızlık Vergisi ceza makbuzunu görünce ne yapacağı-
nı şaşıran Yıldırım, ilk önce durakta yolcu toplamak için bağırdığı ge-
rekçesi ile bir şikayet üzerine böyle bir cezanın uygulanmış olabilece-
ğini düşündüğünü kaydetti. Olayın gerçek mi şaka mı olduğunu çöze-
meyen Yıldırım, cezasını ödemek için gittiği vergi dairesinde ikinci kez
şoke oldu. Memurların böyle bir cezayı tahsil edemeyeceklerini belirt-
meleri üzerine elinde ceza makbuzu ile ne yapacağını şaşıran Yıldırım,
olayın aslını öğrenmek için gittiği Çevre İl Müdürlüğü’nde böyle bir
cezanın kesilmediğini öğrenince rahatladı. Kim ya da kimler tarafından
gönderildiği belli olmayan makbuzlarla ilgili gerekli araştırmaları yap-
tırdıklarını vurgulayan yetkililer, ellerine bu makbuzlardan ‘ulaşan va-
tandaşların buna itibar etmemeleri gerektiğini söylediler”

ATMA HAMİDİYE ATMA


Cumhuriyetimizin ilk yıllarında şapka isyanları çıkmıştı ülkemizin
çeşitli şehirlerinde. Rize’de de bazı hareketlenmeler görüldü tam da o
günlerde. Rizeliler, şapkaya itiraz etmekle de kalmıyor, vergi vermek
de istemiyorlardı. Rivayet olunur ki, Atatürk Hamidiye Kravözürü’ni
gönderip, şehre doğru kuru sıkı birkaç top atmasını ister. Toplar atılır
atılmaz, kalabalıkta çözülmeler başlar. “Hatma Hamidiye atma!.. Şap-
ka da giyeceğuz, vergi de vereceğuz...” derler.
149

HAYVANLAR VERGİSİ ŞUBESİ


Maliyeci yazarlarımızdan Erhan Bener, ünlü eseri ‘Bürokrat-
lar’da, 31 Temmuz 1950’de Maliye Bakanlığı Hayvanlar Vergisi Şube-
si’nde stajyer memur olarak işe başladığını, bu adı, işlev ve kadrosu il-
ginç şubede, başına gülünç işler geldiğini anlatmaktadır. Konumuzla
ilgisi oranında bir özetleme yapalım bu satırlardan: “ (...) Hayvanlar
Vergisi Şubesi, bakanlığın giriş katında, uzunca bir koridorun sonunda,
büyükçe bir salondan oluşuyordu. Salonda yirmi masa vardı. Memur-
ların yüzü müdüre dönüktü. (...) Beni dip tarafta bir boş masaya oturt-
tular. Hazırlıksız olduğum için, yanıma okuyacak bir şey almamıştım.
O gün öğleye kadar nasıl vakit geçireceğimi bilemedim.
(...) Hayvanlar Vergisi Şubesi’nde üç ay çalışmış göründüm. “
Çalışmış görünmüş çünkü, fakülte mezunu olanlar için, orası bir
bekleme odası gibiymiş. Fakülte bitirenler, er-geç sınavlara girer, ya
Maliye Müfettişi ya da Hesap Uzmanı olurlarmış. Zaten Genel Müdür-
leri de o gözle bakıyormuş ki bir gün Erhan Bener’i odasına çağırtmış.
Erhan Bener, bu odaya gidiş öyküsünü de mizahi bir tarzda anlatmak-
tadır:
“Yine ayaklarımın ucuna basa basa genel müdürün odasına yönel-
dim. Kapının önünde irikıyım bir odacı beni göğüsledi:
-Nereye?
-Sayın genel müdür beyefendi beni görmek istemişlerdi.
-Sen nerede çalışıyorsun?
-Ben hayvanlardanım.
-Gir öyleyse...”

HAYVANLAR VERGİSİ’NİN İSTİSNALARI


Mülkiyeliler Birliği’nin yayın organında, 1942 mezunlarından Se-
mih Sencer anlatıyor:
“Bir arkadaş sözlü imtihanlar sırasında Maliye Dersi Profesörü
rahmetli Halid Nazmi Keşmir’in karşısına oturdu. Hocamız şunu sor-
du: ‘Oğlum, bana Hayvanlar Vergisini anlat...’ Arkadaş: ‘Bu şöyle bir
vergidir, şu hayvanlardan senede bu kadar vergi alınır, bu nevi vergi-
den devlet bütçesi için yılda şu kadar vergi sağlanmaktadır’ dedi dur-
du. Bu sefer Hocamız: ‘Bu verginin istisnaları nedir?’ diye sordu. Ço-
cukcağız birkaç dakika düşündükten sonra durdu durdu ve birden.
fiAN VERGILER
150 / EDEBIYATLAfiA

‘Efendim gebe hayvanlardan vergi alınmaz’ deyince pek az gülen Ho-


camız kahkahayı bastı ve buna rağmen geçecek notu verdi.
(Ali Çankaya, Yeni Mülkiye Tarihi ve Mülkiyeliler, V. Cilt, s. 2577

YELLENME VERGİSİ ÖDEMEYECEĞİZ


Büyükbaş besi hayvanlarının saldıkları metan gazlarının sera etki-
sine sahip olduğu gerekçesiyle, Yeni Zelanda Hükümeti’nin koymayı
düşündüğü çevre temizlik ve araştırma vergisi, bu ülkede yaşayan çift-
çileri isyan ettirdi. “Yellenme Vergisi ödemeyeceğiz!” diye haykıran
çiftçiler, parlamento binasına doğru yürüdüler. Protestocu grubun
önünde bulunan bir ineğin boynuna “suçsuzum” yazılı levha asıldı.
Çiftçiler 65 bin imzalı bir dilekçeyi ilgililere verdiler. Hükümet yetki-
lileri ise, alınacak vergilerle metan gazının sera etkisinin araştırılacığını
ve amaçla 4,5 mliyon dolarlık bir yatırım planlandığını söylediler.
(ajanslara düşen bir haberden...)

PİÇ MEHMET PAŞA’NIN BACA VERGİSİ


“Iskoç Şairin Vergi Penceresi” başlıklı bölümde sözünü ettiğimiz
‘pencere vergisi’ne benzer bir vergi, Osmanlı devrinde “Piç” lakaplı
Mehmet Paşa tarafından teklif edilmiştir.
Halk belleğine fıkra olarak yerleşip dillere destan olan bu teklifin
öyküsü şöyle: Devlet’in iki yakasını bir araya getirmek, gelir-gider
dengesini sağlamak amacıyla, devrin sadrazamı başkanlığında bir top-
lantı yapılmaktadır. Katılımcıların hiçbirinden parlak bir teklif gelme-
diğnin gören Sadrazam, Piç Mehmet Paşa’yı toplantıya çağırtıp onun
da fikrini sorar. Piç Mehmet Paşa, “nasılsa herkesin bir bacası vardır,
baca vergisi alalım” deyince, Sadrazam, Şeyhülislam’a dönerek der ki:
“Şeyhülislam Efendi, fiili livata mı daha günahtır, fiili zina mı?”
Şeyhülislam şöyle bir düşünür, fiili zinanın karşı cinsler arasında
olmasını dikkate alarak
“Fiili livata daha günahtır” der.
“Hayır Şeyhülislam efendi hayır” diye kükrer Sadrazam ve Piç
Mehmet Paşa’yı göstererek devam eder sözlerine: “Fiili livatadan bir
şey çıkmaz ama, fiili zinadan işte böyle piç çıkar! “

TEKERLEK İZİ VERGİSİ’NDEN GEÇİCİ TAŞIT VERGİSİNE


Aşağıdaki yazı, 23.09.2003 tarihli Hürriyet Gazatesi’nde Serdar
Devrim imzası ile yayımlanmıştır. Yergi ve mizah yanında, vergi tarihi-
151

ne ilişkin çok da değerli bilgiler bulunmakta, bugüne de göndermeler


yapılmaktadır.
“Tekerlek izi vergisinden geçici taşıt vergisine...
Biliyorum, her ay bir veya birçok vergi ödemekten bunaldınız. Bili-
yorum, sigaraya, ekmeğe, sigortaya, benzine, telefona... herşeye vergi
koydular, isyanlardasınız. Ama, bir zamanlar ekonomi öğrencisi olduğu-
mu hatırlayarak, bir “ekonomi tarihi” yazısı attırdım size ki... “Beterin be-
teri varmış, halimize şükredelim ve vergilerimizi kuzu kuzu ödeyelim”
diyesiniz. (Maliye Bakanlığı bu hizmetimi unutmaz herhalde.)
Eskiden “mart ayı, dert ayı” derlerdi, herhalde gelir vergisi yüzün-
den. Artık, dert olmayan ayımız kalmadı, bu lafın da içi boşaldı: Her
ayın 20’si akşamına kadar muhtasar beyanname ve stopaj ile damga
vergisi; 25’i akşamına kadar KDV; ocak ayında kira gelirleri vergisi ile
motorlu taşıtlar vergisi; mart ayında gelir vergisi; nisan ayında kurum-
lar vergisi ile kira gelirleri vergisi; mayıs ayında ... böyle gidiyor, 12 ay
boyunca.
Arada “geçici” diye geçirdikleri ama geçmek bilmeyen vergiler
de cabası... Tabii “dolaylı” yoldan ödediklerimizi saymıyorum bile.
Mesela bir cep telefonu sahibiyseniz, yandınız. Konuşmanıza bile ge-
rek yok, bir konuş beş öde...
Bu dünyanın her yerinde böyledir, biliyorsunuz. Hatta gelişmiş
memleketlerin bir kötülüğü daha vardır, orada devlet bu vergileri, üs-
telik, çatır çatır tahsil eder utanmadan, öyle “tüyü bitmemiş yetim” do-
landırıcıların, hortumcuların gözünün yaşına bakmaz bizim gibi.
Hani vergi dairelerinin kapısında “İradesiyle kendini vergilendiren
halk millettir” yazar ya, bakmayın siz ona... Dünyanın her yerinde, ver-
gi tahsilatı mucuk mucuk yapılır. Hatta tarihte de bu böyle olmuştur.
(Bir istisna dışında. Bir zamanlar, bir ülkede - düşmanlık yaptığım zan-
nedilmesin diye Eski Yunan’da olduğunu söylemeyeceğim - eisfora
denilen, beyana dayalı bir gelir vergisi varmış, gelirin ne kadar çoksa o
kadar çok vergi ödüyorsun. Bu ülkenin mükellefleri o kadar kibirli ve
fiyakacıymış ki, zengin görünmek için fazla fazla gelir beyan ediyor ve
vergi ödüyorlarmış. Neyse ki torunları akıllandı da, artık vergi ödemek
yerine sırt üstü yatıp Avrupa Birliği’nin kanını emiyorlar.)
KADINI “KULLANMA” HAKKI :Ayrıca, bugün biz yine şanslı-
yız mükellef olarak... Gelir vergisinin, kurumlar vergisinin, katma de-
fiAN VERGILER
152 / EDEBIYATLAfiA

ğer vergisinin mucidi Batı ülkelerinin bugüne kadar neler çektiğini bir
bilseniz, onlara küfretmekten vaz geçer, hatta acırsınız. Mesela... Me-
sela size feodal Avrupa’da geçerli (ve çatır çatır uygulanan) bir iki
“vergi” sayayım isterseniz, ki halinize şükredin. İşte feodal beylerin
“sahip olduğu haklar” :
ÇATI HAKKI : Ortaçağ’da senyörler, toprakları üzerinde yaşayan
insanların toprağının da evinin de gerçek sahibi sayılırdı. Bu sıfatla,
yanlarında palalı kılıçlı çelik zırhlı arkadaşlarıyla, istedikleri evin kapı-
sını açıp girebilir, istediklerini yer, içer, canlarının istediği kadar evde
yaşarlardı.
MARKET (?) HAKKI : Bu arada, evin kadınını ve kızını da iste-
dikleri gibi “tasarruf” edebilirlerdi. Sadece kendileri değil tabii, yanla-
rında getirdikleri arkadaşlarına da ikram ederlerdi... (Ayrıca, Mel Gib-
son’ın Cesur Yürek filminden hatırlarsınız, bir “hak” daha vardır, iğ-
renç... Adını unuttum, hani “evlenecek kız önce beyin koynuna girer”
kuralı...)
ALMA HAKKI : Senyör, kullarına ait herşeyin gerçek sahibiydi.
Hayatını devam ettirmek için ihtiyacı olan bir iki “temel ihtiyaç mad-
desi” dışında (şu kadar baş sığır ve çiftçinin ... karısı da bu kategoriye
giriyordu), feodal bey köylünün her malına el koyabiliyordu. Tabi-
i ki Ortaçağ’da köylülerin, kasabalıların bu keyfî uygulamaya karşı de-
mokratik haklarını kullanma, senyöre “Vermiyorum lan!” deme hakla-
rı vardı. Bu hakkını kullananlar idam edilir, karısına, kızına, evine bar-
kına el konurdu. Ama en azından itiraz etme hakları vardı.
(Şaka bir yana, Osmanlılar’ın iki vergisi var ki, koydukları ad ma-
nidar, muhteşem. Biri, köyünü terk edip, şehre yerleşenlere uygulanan
bir vergi. Keşke kalkmasaydı, dediğimiz bir vergi. Adı, ÇİTBOZAN
(çift bozan, olacak C.G) İkinci vergi daha dramatik bir isim taşıyor. Pa-
dişahın savaş sebebiyle parasız kaldığında, kullarına dönüp yardım is-
tediği, istisna-
î bir vergi. Adı o kadar manidar ki, böyle bir vergi salan padişaha ha-
yır demek ne mümkün : İMDADİYE.)
Bu arada, sigaradan vergi kesiyorlar, içkiden, ekmekten, benzin-
den, telefondan... herşeyden vergi kesiyorlar, diye de şikayet etmeyin.
Tarihte beteri var. Mesela? Mesela, yine örnek aldığımız ve hedef seç-
tiğimiz Avrupa’dan birkaç örnek. Vergi sistemini bizim Doğu icat et-
153

miş olsa da (bilinen ilk vergi zamanımızdan 6 bin yıl önce Eski Mısır
ve Mezopotamya’da tahakkuk ettirilmiştir) bu konuda Batı çok yaratı-
cı olmuştur.
PERUKADAN, SAKALDAN, BACADAN... Krallar, prensler
nelerden vergi almamıştır ki? Evde beslenen köpekten, keçilerden,
öküz arabasından, tabii topraktan, kuru odundan, tekrar evlenen dul ka-
dınlardan (İspanya, 14.yüzyıl), ekinden, vaftiz edilen çocuklardan,
öküz arabalarının tekerlek izinden (vallahi!), tabii tuzdan, perukalardan
(Venedik, 15.yy), biradan, hatta... piçlerden! Daha yakın zamana gel,
diyeceksiniz... Değişen bir şey yok. 18.yy’da Prusya Kralı 2.Frederick
çizmelerden vergi alınmasını emretmişti. Rus çarları (ustura imalatha-
nelerinden rüşvet aldıkları iddialarına kulak asmadan) sakallılardan
özel bir vergi tahsil etmişlerdi. Aynı tarihte, Polonyalılar, “Baca vergi-
si” ödememek için evlerinin bacalarını yıktırmış, zamanın gazeteleri bi-
zim şofben kurbanları misali, dumandan boğulup telef olan ailelerin
haberleriyle dolmuştu.
Vergi almanın daha “kesin” yolları da vardı tabii ki tarihti. Halimi-
ze şükretmeye devam ediyoruz...
1180 yılında Philippe Auguste binlerce Yahudi’yi zindana attır-
mış, hediyesi kelle başına 15 bin lira fidye-vergiyle parası olanları
salıvermiş, diğerlerini ölüme terk etmişti. Fransızlar bu “geçici ver-
giyi” çok sevdiler. Müteakip yüzyılda Güzel Phillipe, dedesinin
kovduğu Yahudiler’in evlerine dönmesine izin vererek büyük bir in-
sanlık yaptı. (Batı’nın “Aziz Louis” adını verdiği ırkçı 9.Louis - Ya-
hudiler’in göğsüne sarı yıldız takma fikrinin babasıdır bu aziz !!! -
“madem fidye ödeyecek paranız yok, ne işiniz var benim toprakla-
rımda” diye Yahudiler’i sürmüştü.) Yahudiler’in Fransa’ya dönme-
sine izin verirken de... “Mutlu olay için bağış” adı altında, sadece is-
teyenlerin ödediği, istemeyenlerin ateşe atıldığı bir vergi koydu. (İl-
kokullara kayıt sırasında alınan “gönüllü bağış” var ya, belki de bu
Mutlu Olay İçin Bağış’tan esinlenmiştir...”

İDRAR VERGİSİ
Mine Kırıkkanat’ın 5.11.2005 tarihli Vatan Gazatesi’nde yazdığı
yazısı, hem iyi bir gülmece örneği, hem de Roma Vergi Tarihi’ne dair
ilginç bir örnek:
fiAN VERGILER
154 / EDEBIYATLAfiA

“Benim de adını unuttuğum üstat, “Makul ol, imkânsızı iste!” demiş,


bir vesileyle. Bendeniz de normal hayatta anormal makul olup, imkânsı-
zı talep edenlerdenim. Bugün de makul bir azınlığa güvenerek, çoğunluk
için imkânsızı, bir yerlerden hayal meyal duyduğunuz eski bir deyişi
anımsamanızı istiyorum sizlerden. Mutlaka vardır aranızda, “Paranın ko-
kusu yoktur!” sözünü hatırlayan. Para nereden gelirse gelsin, hoş gelir
sefa getirir, anlamında kullanılan bu deyişin bire bir Türkçe karşılığı,
“üzümü ye, bağını sorma” olabilirdi, ama değil. Çünkü “Paranın kokusu
yoktur!” bir atasözü değil. Babası belli: Titus Flavius Vespasianus, Roma
İmparatoru. Hatta sözün Latince aslı: “Non olet!”
İmkânsızı isteyen makuller bilir, sözün öyküsü muhteşemdir: Titus
Flavius Vespasianus, şimdi Anadolu dediğimiz bizim memleket Natoli-
a’da Roma İmparatorluğu’nun vergi tahsildarı iken vergi yerine topladığı
rüşvetleri (şaka değil, gerçek) İsviçre’ye götürüp bankerliğe terfi eden ve
Roma İmparatorluğu’na kredi açarak zengin olan Titus Flavius Sabi-
nus’un oğludur. Bir tefeci ve bir plebden doğarak hayata atıldığında, bir
gün imparator olacağına ilişkin en küçük bir işaret, zaten kendisinin de
böyle bir emeli yoktur. Babası gibi vergi tahsildarı olacağına, asker yazı-
lır, savaşa gider, sürü sepet zafer kazanır, ünlü bir general olur ve Ne-
ron’un ölümünden sonra kendisini imparator bulur. Çılgın Neron, Ro-
ma’nın hazinesini tamtakır bırakmıştır. Vespasianus, imparatorluğun ka-
salarını yeniden doldurmak için muhtaç olduğu kudreti, damarlarındaki
asil baba kanında bulur ve hüküm sürdüğü 69-79 yılları arasında vergi üs-
tüne vergi bindirir Romalılara. At, ot, ülkede vergilendirilmeyen hiçbir
canlı ve cansız kalmaz, ancak Vespasianus’ta devlete gelir toplama deha-
sı tükenmemiştir. Günlerden bir gün, Roma’da pek yaygın, çünkü bulu-
şup sohbet etmek için de kullanılan umumi helaları vergiye bağlar. Ver-
ginin adı, halk arasında “İdrar Vergisi” olarak yayılır. Eski tahsildar Sabi-
nus’un torunu, Vespasianus’un oğlu ve sonradan imparator olacak Titus,
babasının bulduğu yeni gelir kaynağına inanamayıp: “Çişten boktan ver-
gi mi toplanır peder?” diye sorunca... Titus Flavius Vespasianus, umumi
helalardan taze toplanmış ilk vergilerden bir avuç alıp oğlunun burnuna
yaklaştırır ve ünlü sözünü söyler: “Non olet!”
Roma halkının “Pecunia non olet” (para kokmaz) diye anlaşılır kıl-
dığı söz, inanın dünya ekonomisinde bir dönüm noktası olup, insanla-
rın parayı algı ve kabul seyrini değiştirmiş; ancak Vespasianus’un ulu
155

adı, alçak Fransızlar tarafından 1834 yılında umumi helalara verilerek


küçümsenmiştir.”

BALKONDAN BAKMA VERGİSİ


Bu yazı da 14.12.2004 tarihli Yeni Mesaj Gazetesi’nde Müslüm
Karabacak tarafından yazılmış.
“AKP hükümeti AKP’li belediyeleri desteklemek için bir dizi, is-
mi yeni duyulmuş vergi icat etti.
Elektrik–gaz tüketim vergisi.
Yangın sigortası vergisi.
Haberleşme vergisi.
İlan–reklam vergisi
Yol, su ve kanalizasyon vergisi...
Yetkililerin, AB yoğunluğu yüzünden düşünemeyip, koyamadık-
ları bazı vergileri de hatırlatayım.Sizin anlayacağınız, çorbada, tuzu-
muz, torbada muzumuz, ahırda öküzümüz olsun.
Balkondan bakma vergisi. Apartmanlar arasında 45 santimetrelik
mesafenin kaldığı yerler için yerinde bir vergi sayılır. Balkonlararası
dedi–kodu vergisi. Kocalarını sabahın köründe kahvaltısız işe yollayan
teyzeler için ideal.
Sabah sporu vergisi. Ülke nüfusunun çoğu açlık sınırında dolaşır-
ken, ciddi kolesterol, lipit, karpit, pire ve bit sorunu yaşayanlar için.
İzmarit vergisi. Üst kattan bir alt katın balkonuna isabet ettirene %
10, iki alt katın balkonuna isabet ettirene % 25, üç ve daha fazla alt kat-
ların balkonuna isabet ettirene % 50 vergi indirimi uygulansın. İzmarit-
le komşu tülünü yakan kabiliyetli andavallar vergiden tamamen muaf
tutulsun.
Balkondan çöp atma vergisi. Çöp yığınına isabet ettirene % 25,
komşunun lüks arabasının tavanına isabet ettirene % 50, yolda yürüyen
vatandaşın kafasına isabet ettirene ise % 100 indirim uygulanabilir.
Bütün bunlara ilaveten; karı–koca kavgası vergisi, kaynana dırdırı
vergisi, kılıbıklık vergisi...uygulanabilir.

DOLAYLI MAYMUN VERGİSİ


İlhanlı Hükümdarı Süleyman Han, 1339-1344 yılları arasında,
Kars yakınlarındaki Ani Şehri’ne de hâkim olmuş. Bu Han, dolaşımda
fiAN VERGILER
156 / EDEBIYATLAfiA

bulunan eski altın sikkeleri geçersiz sayıp toplatmış, yerine kendi kes-
tirdiği, üstlerinde maymun resmi bulunan altın sikkeleri vermiş. Ne ki,
bu değişim halkın aleyhine olmuş, eski sikkelerden daha fazla verip,
maymunlu bir sikke alan halk, dolaylı bir maymun vergisi ödemiş.

KAYIKÇI VERGİSİ, MUHABBET TELLALLARI


GREVİ VE...
Osmanlı Tarihi’nde dair ilginç ve mizahi bir olayı, Ekrem Galip
Yalıner kaleme almış, biz onun yalancısıyız, günahı vebali Yalıner’in
boynuna diyerek aktarıyoruz: “Lakin o günlerde Galata’daki muhabbet
tellâlları ve mamalar arasında huzursuzluk baş göstermişti. Huzursuz-
luğun iki sebebi vardı. Birincisi, Varnalı Tahsin adıyla bilinen zaptiye
tabur ağasının zulmüydü ki, Varnalı Tahsin hem tüm haneleri çok yük-
lü miktarlarda haraca kesiyor hem de pek haşin hareketlerde bulunu-
yordu. Kızlardan talep ettiği özel muameleler de işin cabası idi.
İkinci sebebe gelince... Haliç-Galata arasında çalışan kayıkçılara,
akşam saatlerine mahsus olmak üzere hususi bir vergi konmuştu. Ne-
ticede, hava karardıktan sonra Galata cenahına geçmek pek pahalı hale
gelmişti ki, bu da hanelerin hâsılatlarında düşmelere yol açıyordu.
Vaziyetten pek şikayetçi olan muhabbet tellâlları, aralarında fikir
teâtisinde bulundular ve mesele hâlledilinceye kadar greve gitme kara-
rı aldılar. Esâsen bu bir nev’î kepenk kapatma eylemi idi ancak grev is-
mi daha münâsip bulunmuştu.
Muhabbet tellâllarının kararı hemen Sultan’a nakledildi. Sultan
pek öfkelenmişti: “Koskoca padişahla konuştuğunuz mevzuya bakın,
bu ne densizliktir. Bari yarın da Dümenci Haydar Paşa’yı çağırın ki, ilk
cinsi tecrübemizi mütâlaa edelim. Bre yıkılın karşımdan, meseleyi Zap-
tiye Nazırı Zakir Paşa’ya arzedin... Münasip olan neyse Zakir Paşa ya-
par.”
Hadiselerin gidişatı Zakir Paşa’ya nakledildi. Paşa, grev kelime-
sinin ne anlama geldiğini sordu. Anlattılar. Zakir Paşa da öfkelenmiş-
ti: “Bu grev dediğiniz esâsen isyandır ki, isyan edenin kellesini uçuru-
ruz. Devlet-i âli üç-beş pezevenkle pazarlık mı edecek? Zaten icra et-
tikleri meslek gayrı-kanûnîdir. Hemen bir zaptiye alayı gönderin, hep-
sinin kellesi uçurulsun, memleket de böyle bir şer yuvasından kurtul-
sun ki istikbâlde bizi hayırla yâdetsinler.”
157

Galata’ya giden yollarda başını ayak takımından bazı azgınların


çektiği kalabalıklar toplanmıştı. Zaptiyelerin hanelere varmaları ne ke-
lime, yaklaşmaları bile mümkün olmadı. Galeyana gelmiş halkla zap-
tiyeler arasında muhasaralar hatta müsademeler husûle geldi. Zaptiye-
ler bir miktar zayiat verdikleri gibi çevredeki bazı binaların da camla-
rının kırıldığı görüldü. Hadiselerin sebep olduğu zarar yekûnu elli bin
akçeyi aşmıştı.
Bundan sonraki birkaç gün sakin geçti. Lakin grevin birinci haf-
tasından itibaren tecâvüz ve fiilî livâta vakaları dehşet verici mertebe-
lere doğru seyretmeye başladı. Artık hangi köşe başında nasıl bir garâ-
betin meydana geleceği bilinmiyor, her aralık kapıdan başıboş bir uzuv
fırlayabiliyor, dehşet saçan ve birkaç kişilik kollar halinde gezen it ko-
puklara “tecavüzân takımı” deniyordu. Zakir Paşa neticede hadiselere
bizzat müdahale etmeye karar verdi. “Paşam, ortalık tekin değildir”
sözlerine aldırmayarak arabasını hazırlattı ve yanına birkaç zaptiye alıp
Galata’ya doğru yola çıktı.
Paşa’nın Nezaret’ten ayrılmasından bir saat kadar sonraydı ki, o
âlâ-yı vâlâ ile, arabalar ve zaptiyeler ile yollara düşen Paşa tek başına
geri döndü. Pek hırpalanmış bir hali vardı ve bacaklarını aça aça, küçük
adımlarla ancak yürüyebiliyordu.
Paşa “Aman Paşamız, nedir bu haliniz?” diyenleri tersledi. “Şim-
di vereceğim emirler tez tatbik edile!” dedi: Varnalı Tahsin âcilen tev-
kif edile, kayıkçı vergisi iptal edile ve cerrahbaşı Dikişçi Kâni Paşa tez
odama gele!” Böylece, muhabbet tellâlları grevi nihâyete ermişti. Za-
kir Paşa, bu hadiseden sonra, bir müddet Kestâne Zakir Paşa ismiyle
yâdedildi. Rivâyete göre, Paşa, kendisine niçin bu lakâbın münasip gö-
rüldüğünü soran Fransız sefirine şöyle cevap vermişti: “Makriköy (Ba-
kırköy) taraflarında babadan kalma birkaç dönüm kestaneliğimiz var
da...”

MİNAREDEN MESİR MACUNU SAÇMA VERGİSİ


Aşağıdak haber-yorum, 9.4.2006 tarihli Mükellef Gazetesi’nde
yayımlandı.
“Meclis Başkanı”nın kaptığı mesir macunlarına vergi var .
MANİSA’nın eski geleneklerinden biri olan, mesir macununun
karılması ve saçılması, bu yıl da şenlik havasında gerçekleşti.
fiAN VERGILER
158 / EDEBIYATLAfiA

466 yıldır devam eden bu şenliklerde, halka mesir macunu beda-


va dağıtılıyor. Mesir macunları bu yıl da Sultan Camisi ve külliyesinin
yanı sıra Saruhan Bey Türbesi ile itfaiyesinin merdivenli araçlarından
halka saçıldı.
Mesir macunu kapma yarışına katılanlar arasında bulunan TBMM
Başkanı Bülent Arınç, “Geçen yıl 25 mesir bir de kalem kapmıştım. Bu
yıl 37 mesir macunu kaparak rekor kırdım” dedi.
Her yıl yapılan şenliklerde, halka saçılan ve kapma yarışı yapılan
mesir macununun, vergiye tabi olduğunu biliyor muydunuz? Nereden
bileceksiniz. “Her yıl düzenlenen şenliklerde, bedava saçılan, Meclis
Başkanı”nın bile kapma yarışına girdiği, mesir macununun, vergisi mi
olurmuş?” demeyin, oluyor!..
Devlet adamları ve yabancı ülkelerin büyükelçileri başta olmak
üzere, Türkiye”nin dört bir yanından gelen vatandaşların katılımıyla
gerçekleşen “Manisa Mesir Macunu Festivali” nedeniyle, devlet
adamlarına, büyükelçilere ve halka bedava dağıtılan mesir macunu,
KDV’ye tabi!..
Bir süre önce Maliyeciler, mesir macununun imalat ve patent hak-
kını alan “Manisa”yı, Mesir”i Tanıtma ve Turizm Derneği”ni inceleme-
ye aldılar. İnceleme sırasında, bedava dağıtılan, festivalde Sultan Cami-
si”nden halka saçılan, mesir macununun hesabını sordular ve son bir-
kaç yılın, cezalı KDV’sini istediler.
Dernek yetkilileri, önce olaya inanamadılar. “Nasıl olur hem beda-
va mesir macunu dağıtıp hem de üste vergi mi ödeyeceğiz?” diye itiraz
edecek gibi oldular. Sonra baktılar ki mevzuat ve uygulama böyle, sus-
tular...
Bir şirket, yılbaşında eşantiyon dağıtmak için, bazı ürünler alıyor
ve dağıtıyor. Bunun faturasını hem masraf yazabiliyor hem de KDV’si-
ni indirebiliyor. Bu kabul ediliyor ama mesir macununun bedava dağı-
tılması ve halka saçılması kabul edilmiyor, KDV’si isteniyordu. Dernek
baktı ki olay ciddi... “Uzlaşma” istedi, Maliye”de olaya olumlu yaklaş-
tı ve vergi ile cezada, ciddi bir indirim yaptı. Kalan kısım ödendi ve ko-
nu kapandı...
Görünün o ki; gelecek festivallerde, bedava mesir macunu dağıtıl-
ması ve saçılması, eskisi gibi olmayacak.”
159

URUGUAY’DA BIYIK, BODRUM’DA SAÇ-SAKAL VERGİSİ


Uruguay’ın Durazno Kenti Meclisi, 1867 yılında, erkeklere bıyık
vergisi koymuş. Her santimine 2 peso olarak alınması düşünülen bu
vergi, sert tepkilerden dolayı, uygulanamamış.
Antik dünyanın yedi harikasından iki tanesi Anadolu toprakla-
rında, Efes Artemis Tapınağı ve Halikarnassos Maussolleion’u ola-
rak karşımıza çıkar. Halikarnas yani günümüzün Bodrum’u, o çağ-
larda, halktan aldığı ağır vergilerle inşa edilmiştir. Bu amaçla uzun
saç ve sakaldan dahi vergi alındığı günümüze kadar ulaşan bir söy-
lencedir.

ÖLÜNÜN ADA, PARSEL NUMARASINI İSTEYEN


VERGİ DAİRESİ
“İlginç bir olayı 1992’de yaşadık...
Ortağım, kötü hastalıktan hayatını kaybetti. İşletmesi, eşine ve kı-
zına kaldı.
Buraya kadar her şey normal... Ondan sonra vergi dairesi altı ay
varislerden neler istemedi. En son ‘yokuşa sürme’yi duyduğu zaman
kadın şaşırdı.
‘Kocanız filan falanın Zincirlikuyu Mezarlığı’na gömüldüğüne
dair mezarlıklar müdürlüğünden tarih, ada ve parsel numarasını bildi-
ren resmi yazı!’
Kadıncağız az daha çıldırıyordu. ‘İncir çekirdeğini doldurmayan
bir işletme için mezar belgesi istiyorsunuz... Niye önemli işlere bakmı-
yorsunuz’ diyebildi. Vergi dairesinden çıkarken ‘Herhalde mezarlıkta-
ki kocama davetiye gönderecekler’ diyordu.” (Kaynak: Metin Er-
gin/İşte Biz Böyleyiz)

AKIL VERGİSİ
Dostlarından biri, Fransız kralı 15. Lui’ye:
- Majesteleri, demiş. Akıl vergisi almayı hiç düşündünüz mü? Hiç
kimse budalalığı kabul etmeyeceğine göre, herkes böyle bir vergiyi se-
ve seve öder. Kral, alaylı alaylı gülerek:
- Gerçekten ilginç bir fikir, cevabını vermiş. Bu buluşunuza karşı-
lık, sizi akıl vergisinden muaf tutuyorum.
fiAN VERGILER
160 / EDEBIYATLAfiA

EŞEKLERDEN ÖTV...
Ankara Sanayi Odası Başkanı Sinan Aygün, 25.4.2005 tarihinde
basına verdiği bir demeçle, eşeklerden de Özel Tüketim Vergisi alın-
masını istedi. Maliye Bakanlığı’nın binek araçlardan alınan Özel Tüke-
tim Vergisi’ni sık sık yaptığı gibi yine artırma hazırlığında olduğuna dik-
kat çeken Aygün şöyle dedi: “Madem yürüyen herşeyden vergi alacak-
lar, atları ve eşekleri de vergi kapsamına alsınlar. Onlar da binek değil
mi? Sapa, samana, arpaya da benzinden alınan ÖTV konsun. Hatta yü-
rüme vergisi de alınsın.”

EŞEK VE YOL VERGİSİ


Elazığ’ın Ağın İlçesi’nin nüktedanlarından İbik Dayı’nın yaşadığı
yıllarda hayvan besleyen kişilerden sayım vergisi, yol yapmakla yü-
kümlü olanlardan ise yol vergisi alınırdı. Sayım vergisi Koyun, Keçi,
İnek, Öküz gibi hayvanlardan alınır, At ile Eşekten alınmazdı. Bir gün
Aliuşağı mahallesinden Çavuş Emi hasta olan eşeğinden söz ederken;
-Eşek ölürse derisini yüzüp ineğin sırtına geçireceğim ki sayım
vergisinden kurtulayım der. İbik Dayı’da;
-Sen o deriyi kendi sırtına geçir ki yol vergisinden kurtulasın diye-
rek taşı gediğine koyar.

BEN NE BÜLÜM EHMED


Erzurum’un eşek fıkralarıyla ünlü ilçesi olan Tortumlu iki yurttaş,
yol vergisinin yürürlükte olduğu yıllarda, vergi vermedikleri gibi, yol
çalışmasından da kaçmışlardı ki yolda jandarmayla karşılaştılar.
-Evet... Belgeleriniz, dipkoçanınız!.. Verin bakalım!
-Yohdur gurban...
-Adın ne senin?
Tortumlu, arkadaşının gözlerine bakıp bir işaret verir. Adlarını
söylemezlerse kurtulacaklar sanır:
-Ola benüm adım neyidi Memmed?
-Ey ben ne bülüm Ehmed!

ALTINCI ÇOCUK, MUAFİYET MUŞTUSU


Bir başka yol vergisi hikâyesini de 10.08.2004 tarihli Milliyet Ga-
zetesi’nde, 76 yaşındaki Sivas Suşehrili Ahmet Kaya anlatıyor:
161

“Bir tanesi işte gene gitmiş yol vergisi için çalışmaya. Adamın ka-
rısı da doğuracak altıncı çocuğu. Altı çocuk olunca vergiden muaf, ça-
lışmasına gerek yok. O getmiş neyse orda çalışmış, elleri böyle nasır
olmuş, balyozulan daş kıra kıra. Köyden sabahtan çıkarmış adamlar.
Yine bir gün azık getiren bekçiyi görmüş adam, sormuş, ‘Lan n’oldu,
daha bizim hanım doğurmadı mı, benim ellerim acıdı” diye. O bağırır-
mış, ‘Doğurmadı daha işte, doğurmadı, ne yapıyım’ filan derkene, üç
beş gün sonra hanımı doğurmuş. Gine tekrar bağırmış ordan. ‘N’oldu,
bi oğlun oldu’ demiş, ‘doğurdu hanımın’ demiş. Efendim öyle deyince,
adamın elleri patlamış, balyozu vura vura. Ordan kapağı atıyor, gidiyor
kazaya adam öyle üstünün başının çamuruylan, tozuylan toprağıylan,
elleri o vaziyette, doğru nüfus memurluğuna giriyor, memur bakıyor
adama, ‘N’oldu yahu’ diyor, adam da iri yarı, babayiğit biri. ‘Efendi şu
ellerime bak, bizim karı doğurmuş, altıncı çocuk oldu’ demiş. Altı ço-
cuk olduğunun belgesini götürmüş de kurtulmuş çalışmaktan.”

BEKAR ERKEKLERE TEK PARTİ VERGİSİ


Tek Parti döneminde, bekar erkeklere vergi konulması istenmiş,
ancak bu öneri kabul görmemiş. Teklifin sahibi, Yozgat Milletvekili
Süleyman Sırrı Bey’miş. Ünlü Yazar Hüseyin Rahmi Gürpınar, bu ver-
gi ile ilgili olarak “Evlenmedim, evlenmeyi de düşünmüyorum. Bekâr-
lığın ceremesi kaç lira ise çekmeye hazırım” diye yazmış.
Bekârlık Vergisi’ni 1990 yılında da Bulgarlar koymak istemişler,
gelgelelim orada da yasalaşamamış bu vergi.

HER AKŞAMKİ KEYFİNİN MAHSULÜNE VERGİ


11.03.1998 tarihli Hürriyet Gazetesi’nde, Türk Kadınlar Birliği
Eski Genel Başkanı ve DTP Milletvekili Ayseli Göksoy’un ilginç bir
demeci yer almıştı. Üçten fazla çocuğu olanlardan vergi alınmasını is-
tiyordu Ayseli Hanım ve şöyle diyordu:‘‘Adamın 20 çocuğu var. Her
akşamki keyfinin mahsulüne biz mi bakmak zorundayız’’ dedi.

SABOTAJ, ÇÖP VERGİSİ, KATLAMA DEĞER VERGİSİ VE


KESİM KESME
Halkımız kimi zaman, uygulanan verginin yasada yazılı adını kul-
lanmıyor; kolayına geldiği, ya da dalga geçmek için, kendince ad takı-
yor bu vergilere.
fiAN VERGILER
162 / EDEBIYATLAfiA

Ürün bedellerinden ilk kez 1980 yılında stopaj vergisi kesilmeye


başlayan çiftçimiz, bu kesintiye olan tepkisini “sabotaj vergisi” diye-
rek göstermiştir.
Belediyelere ödenen Çevre Temizlik Vergisi’ne halk arasında hâ-
lâ “çöp vergisi” denmektedir.
Bir vergi güvenlik önlemi olarak yıllarca uygulanan “asgari hayat
standardı esası”na ise, Doğu Anadolu halkı, “kesim kesme” adını tak-
mıştır (evlenmelerde kız tarafının koştuğu maddi şartlara denir). Sarı-
kamış’ta bazı Kürt kökenli yurttaşların Katma Değer Vergisi’ne “katla-
ma değer vergisi” dediklerine şahit olmuşumdur. İnek Şaban’ın,
1.1.1985 tarihinde
Katma Değer Vergisi’nin yürürlüğe girmesinden sonra “Katma
Değer Şaban” olduğu bir ülkede bunları garipsememek gerek aslında.

ÇATI VE ASFALT VERGİSİ


Necmettin Çakmak, Milli Gazete’nin 13.6.2005 tarihli sayısında
“Nil’in Sularıyla Bereketlenen Topraklar” adlı dizi yasında şöyle diyor:
“Yol boyunca Enver Sedat’ın öldürüldüğü tören alanı, sol tarafımızda
Ezher Üniversitesi’nin fakülte ve hastanelerini görüyoruz. Yol boyun-
ca boz sarıya boyanmış ve çatısız binalar dikkatimizi çekiyor. Meğer-
se, evlerin çatısının olmamasının sebebi hükümetin çatı vergisi almasıy-
mış. Garip bir uygulama! Ancak, biz Türklerin Türkiye’de asfalt ver-
gisi ödediği düşünülünce aslında bu uygulamayı çok da garipsememek
lazım.”
Peki, Necmettin Çakmak’ın sözünü ettiği, ancak yasalarımızda
bulunmayan, bu “asfalt vergisi”nin aslı nedir? Halkımız, Belediye’le-
rin “Harcamalara Katılma Payı” adı altında istediği vergilere bu adı
takmış. 22.3.2005 tarihli Radikal Gazetesi’nde yayımlanan bir habe-
ri okuyunca, hak veriyor insan, bu vergiye bu adı takanlara: “Fatih
Belediyesi, 2002’de Millet Caddesi’ne bakan evlere tebligat gönder-
di. Eczacı Üzel’e giden tebligatta beton asfalt vergisi olarak payına
537 milyon lira (537 YTL) düştüğü hesaplandı. Üzel’in avukatı Er-
dal Doğan, İstanbul 1. Vergi Mahkemesi’nde verdiği dilekçede, mü-
vekkilinin 1994’ten beri aynı dairede emlak, çevre temizlik ve su fa-
turalarına eklenen atık su payı adı altında her tür vergisini düzenli
ödediğini, son verginin ise ‘mükerrer’ olduğunu belirtti. Belediyele-
163

rin aldıkları vergilerle yol, su gibi temel görevleri yerine getirmek


zorunda olduğunu belirten avukat, söz konusu verginin kaldırılması-
nı istedi. Dilekçede, ‘beton asfalt’ vergisinin Anayasa ve yasalara ay-
kırı olduğu belirtilerek şöyle denildi: “Normal koşullarda kayıtlı ge-
lire sahip vatandaşın kazancının yüzde 70-71’i vergi olarak ödeniyor.
Müvekkilimin ödediği vergilerin bir bölümü genel bütçeye, bir bölü-
mü bağlı olduğu belediyeye gidiyor. Müvekkilimin yalnızca bir ko-
nut sahibi olduğu için, tüm vatandaşların hizmetindeki yola dökülen
asfalttan sorumlu tutulması hukuka aykırıdır.”
İstanbul 1. Vergi Mahkemesi de belediyeye çeşitli tarihlerde ya-
zı göndererek 208 trilyon 307 milyar liralık onarım yapılan yoldan
sadece davacının evinin bulunduğu 40 No’lu parselin mi yararlandı-
ğını, harcamaların yoldan yararlanan diğer gayrimenkullere dağıtılıp
dağıtılmadığını sordu. Ayrıca binaların bulunduğu yerlerin krokisini
istedi. Ancak belediyeden istediği yanıtı alamadı. Bunun üzerine ve-
rilen kararda, “Harcamalara katılma payının dayanağını ortaya koy-
mayan, istenilen bilgi ve belgeleri göndermeyen idarenin vergilen-
dirmesinde isabet görülmemiştir. Bu nedenle söz konusu verginin
kaldırılmasına...” denildi.”
Asfalt Vergisi isteyen tek Belediye, Fatih Belediyesi değil, Alan-
ya Belediyesi’nin de aynı uygulamayı yaptığını, Zaman Gazetesi’nden
Nuh Gönültaş’ın 25.3.2002 tarihli yazısından öğreniyoruz: “Belediye-
lerin hem merkezi idareden vergi payı aldığını hem kendilerinin vergi
topladığını belirten avukat Doğan, ‘Bu vergiler yol yapılması, su boru-
ları döşenmesi gibi işlemler için alınıyor. Millet Caddesi, ana arter.
Hastaneler, eczaneler ve fakülte olan işlek bir cadde. Eskiden törenler-
de oradan tank geçerdi. 50-60 yıldır beton asfaltlı olduğu bilinir. Mil-
yonlarca aracın kullandığı, milyonlarca insan sirkülasyonu olan bir yol.
Sadece caddeye bakan evi olanları cezalandırmak hukuka uygun değil.
Fransa’da kentli vergi mükellefinin yola bakan binasının tamiri, boya-
sı belediyece yapılır. Biz de aksine, yola bakanlara yola bakma cezası
veriliyor’. Alanya’da konuştuğum esnaflar belediyeden oldukça şika-
yetçiydiler. Esnafın birisi bana bugüne kadar hiç duymadığım ve vergi
mevzuatında hiç yeri olmayan bir vergi türünden söz etti: “Asfalt ver-
gisi”. Hiç şaşırmayın. Alanya Belediyesi burada mülk sahibi olan her-
kesten asfalt vergisi adı altında bir vergi alıyor. Bir dairesi olan herkes-
fiAN VERGILER
164 / EDEBIYATLAfiA

ten 6’şar milyon lira “Asfalt Vergisi” almış, Alanya’nın ANAP’lı Bele-
diye Başkanı Hasan Sipahioğlu. Hatta bu vergi türü burada kurumsal
hale de getirilmeye çalışılmış. Ve Emlak Vergisi beyannamesinin bin-
de birine tekabül eden miktar her yıl asfalt vergisi olarak alınacak!”

TÜCCAR MALİ DEĞİL, EV HEYVANİ


Canlı hayvan tüccarları çoktur Kars yöresinde, çoğu da Kürt’tür.
Bahar aylarında canlı hayvan toplarlar köylerden, bir sürü oluşturup ot-
latmaya başlarlar meralarda. Çoğu köyler meralarını kiraya verirler bu
tüccarlara, alınan kiraya “otlakiye” denir.
İşte tam bu sıralarda Maliye de harekete geçer, canlı hayvan tüc-
carlarının, hayvanlarını sayıp, müstahsil makbuzu düzenlenip düzenlen-
mediğini, stopaj gelir vergilerinin yatırılıp yatırılmadığını araştırmaya
başlar. Kimi zaman, tüccarların mallarıyla, köylünün günlük geçimini
sağlamak için kendi ahırında beslediği 3-5 hayvan da tüccara yazılır, ya
da köylüler de canlı hayvan tüccarı gibi nitelenmiş olurlar.
Kürt köylü, o zaman, tepki gösterir ve “Bu tüccar malı degildir be-
gim, bu benim ev heyvanimdir” der.
“Ev heyvani” deyimi, maliye yoklama tutanaklarına ve vergi mah-
kemelerine açılan dava dilekçelerine de girmiştir.
Büyük şehirlerin sosyetik semtlerinde ev hayvanları, cins köpek-
lerdir, Kars’ta ise tosun ve koyunlar...

BİT VERGİSİ
Bu “BİT”; ne KİT’lerin kardeşi olan “BİT”dir (Belediye İktisadi
Teşekküleri), ne de o kanımızı emen vücut paraziti... Belediye Bit’le-
rinden bit vergisi değil, bildiğimiz KDV ve Kurumlar gibi vergiler alı-
nıyor. “Pire it’te, bit yiğit’te bulunur” deseler de eskiler, bu yiğitliğin
insana bir yararı ve kâr’ı yok ki, vergi alınsın. Bu Bit, Bilgi İşlem Tica-
reti’nin kısaltılmışı. İnternet teknolojisi ile birlikte, bütün dünyanın ya-
rarlandığı sınır tanımaz bir e-ticaret uygulanmaya ve yaygınlaşmaya
başladı. İnternet aracılığı ile görüyorsunuz alacağınız malınızı, sözleş-
meyi bu ağ aracılığı ile yapıyor, internet bankacılığı ya da kredi kartınız-
la ödemeyi yapıyorsunuz. Trilyonlarca dolar hergün bu şekilde yer ve
el değiştiriyor. Şimdi dünya bu e-ticaretin nasıl vergilendirileceğini
tartışıyor ve bir BİT vergisi alınsın mı, sorusuna cevap arıyor. Ülkemiz-
165

de de gerek devlet, gerek üniversiteler, gerekse özel sektör harıl harıl


çalışıyor bu konuda.

DAMIZLIK HAYVANIN AMORTİSMANI


Maliye Bakanlığı Hesap Uzmanlar Kurulu tarafından 1968’den bu
yana her yıl çıkarılan ve vergi mevzuatı konusunda en büyük başvuru
kaynağı olan “Beyanname Düzenleme Klavuzu”nun 2005 baskısının
123’üncü sayfasında şunlar yazılı: “Amortismanlar bakımından üzerin-
de durulması gereken bir nokta da, aynı işletmede üretildikten veya ye-
tiştirildikten sonra amortismana tabi bir iktisadi değer olarak (özellik-
le damızlık ya da diğer şekillerde canlı demirbaş) olarak kullanılan
hayvanların durumudur. Bunlar Vergi Usul Kanunu’nun 277’inci mad-
desine göre en uygun yol olana bilanço usülünde izlenebilir. İleride de-
mirbaş olarak kullanılacak hayvan için, doğumdan itibaren yapılan bü-
tün giderler masraf yazılmayıp aktifleştirilir; böylece kullanılmaya
başlandığı zamana kadarki giderler toplamı o hayvanın maliyetini ve-
rir. Amortismanlar bu bedel üzerinden ayrılır.”
Hesap Uzmanlar Kurulu’nun ne demek istediğini bir örnekle açık-
layalım. Sözgelimi, yeni bir buzağınız doğdu, bunu ileride öküz olarak
kullanmak istiyorsunuz. Bu buzağı için, öküz olarak çifte koşacağınız
güne kadar yapacağınız hiç bir gideri, o yılın gideri olarak yazmayıp,
öküzün maliyeti belli olsun diye bir hesapta biriktireceksiniz, ne za-
man ki öküz oldu, işte o zaman, belli oranda amortisman ayırarak son-
raki yıllarda gidere yazacaksınız.
Amortismanların, işletmede 1 yıldan fazla kullanılan ve yıpranmaya,
aşınmaya, eskimeye maruz bulunan duran varlıklar için ayrıldığını düşünür-
sek, önerilen işlem doğru sayılabilir, ancak konunun bir mizah, bir de işgü-
zarlık boyutu var. Öküze öküz oluncaya kadar yaptığımız masrafları her yı-
lın giderine yazsak ne olur, kıyamet mi kopar? Devletin vergi gelirlerinde
çok büyük eksilme mi olur? Olmaz ama... Mevzuat hazretleri işte...

CAMİ’NİN VE CEP TELEFONU’NUN


AMORTİSMANLARINA PRATİK ÇÖZÜMLER
29 Mayıs 2005 ve 26 Haziran 2005 tarihli Milliyet Gazetesi’nde
Erdoğan Sağlam’ın yazdığı, iki; garip, gerçek, komik ve de ilginç ver-
gi hikayesini nakledelim şimdi de:
fiAN VERGILER
166 / EDEBIYATLAfiA

“Hikâyeye geçmeden önce kısa bir bilgi verelim. Mükellefler sa-


tın aldıkları demirbaşların bedeli belli bir tutarın altında ise bunları
amortismana tabi tutmayıp bir defada gider yazabiliyorlar. Amortisman
sınırını aşan alımlarını ise amortisman listelerinde yer alan oranlar üze-
rinden amortismana tabi tutuyorlar. 2005 yılı için geçerli sınır 480
YTL.
Mükellefin biri işletmesine bir cep telefonu alır. Ödemeyi bizzat
yapar, belgeyi şirketi adına düzenletir ve gider yazılmak üzere muha-
sebecisine verir. Muhasebeci çok geçmeden döner ve ‘Efendim cep te-
lefonunun bedeli 484 YTL, bunu bir defada gider yazamayız, üç yıl
üzerinden amortismana tabi tutmak zorundayız’ der. Patron, ‘Olur mu
böyle şey, 4 YTL için bir defada gider yazmayıp, üç yılda mı yazaca-
ğız? Sen telefonu 480 YTL üzerinden kayda al ve gider yaz’ der. Gör-
dünüz mü pratik çözümü...”
“Geçenlerde mükellefin biri sordu: ‘İşletme aktifimize kayıtlı ca-
minin amortismanlarını ve cami için yapılan giderleri vergi matrahın-
dan düşebilir miyiz?’
Ne yalan söyleyeyim. Önce bir durakladım. Soru öyle kolay yanıt-
lanacak bir soru değil. Cevabın teknik mülahazalarla verilmesi gerek-
tiği malum. Bir iki yutkundum. Sonra düşünmeye başladım. Bir gide-
rin vergi matrahından düşülebilmesi için o giderin kazancın elde edil-
mesi ve idame ettirilmesi için yapılması gerekiyor. Bu açıdan bakınca
cami için katlanılan gider ve amortismanların vergisel açıdan gider ya-
zılamayacağı açık. Ancak olaya şöyle de bakmak mümkün. Personel
için yapılan lokal, spor tesisi gibi sosyal mekanlara ilişkin giderler ver-
gi matrahından indiriliyor. Neden cami gibi mekanların giderleri indi-
rilemesin? Biri maddi rahatlamaya yönelik, diğeri manevi...
Baktım olmuyor mükellefe akıl verdim: “Bu konuda Maliyeye
başvur, mukteza talep et. Biraz da onlar düşünsün.”

FATURANIN NAYLONUNU DA BİZ BULDUK


“Naylon fatura” deyimi, vergi kanunlarımızda yer alan bir de-
yim ya da terim değil, halkımızın icadı... Naylon üzerine kalemle ya-
zılan yazının çarçabuk silinebilmesinden dolayı, sahte faturaya halkı-
mız bu adı verdi. Türk Dil Kurumu da, naylon faturayı böyle tanım-
lıyor: “Giriş faturası olmayan bir mal için alıcıya verilen veya birini
167

harcama yapmış gibi göstermek amacıyla düzenlenen faturanın halk


arasındaki adı.”
Naylon fatura deyimi de “ev hayvanı” deyimi gibi, vergi mahke-
mesi ve Danıştay belgelerine girmiştir.
İtalyanlar’ın “asfaltı biz icat ettik , yamasını Türkler...” demesi gi-
bi, faturayı batılılar, naylonunu biz icat ettik. Naylonluğumuz bu kadar-
la da kalmadı; 2002 Kasım’ında naylon fatura sanığı bir zat-ı muhte-
rem’i (!) Maliye Bakanı yaptık. Güleriz ağlanacak halimize...
Zincirleme Yüzde On Usulü Naylon Fatura
Sulhi Dölek, “Truva Katırı” adlı mizahî romanında, bir kamu ku-
rumunda dönen usulsüzlük ve yolsuzlukları anlatmakta. Yolsuzluk ve
usulsüzlüğün naylon fatura ayağına dair de ilginç bir bölüm var.
“(...) Ben yanıt vermekte gecikince, Maruf Bey (malzeme müdü-
rü/CG) başka bir şeyden kuşkulandı.
‘Genel Müdürümüz hâlâ Cevdet Bey, değil mi?’
Bu soruyu da karşılıksız bırakıp gizemli balışlarla masadaki süra-
hiyi incelemekle yetindim.
‘Bildiğiniz bir şeyler mi var Sinan Bey?’
‘Olabilir’ dedim kayıtsızca. ‘Sahi geçen ay Malzeme Ofisi dışında
ne kadar alım yaptınız?’
Yutkundu, ‘Hemen her şeyi dışarıdan aldık’ dedi karamsarca. ‘Za-
ten Malzeme Ofisi’nde zımba teliyle sekiz çekmeceli müdür massaın-
dan başka malzeme yok’
‘Cevdet Bey’in makam otosundaki radyo nerden geldi peki?’
‘Tahtakale’den aldık’ diye suçlu bir tonla konuştu Maruf Bey.
‘Ama Cevdet Bey’in onayıyla aldık.’
(...) Bazı şeylere hiç akıl erdiremiyordum. ‘Peki bu tür alımları na-
sıl belgeliyorsunuz?’
‘Halit Bey’in (diğer genel müdür yardımcısı/CG) arkadaşı olan bir
elektronik eşya tüccarı var. Bize istediğimiz kadar fatura kesiyor.’
Bunu Halit Bey’e karşı gerektiğinde kullanmak için, aklımın bir
köşesine kaydettim. Daha sonra not defterine kaydedecektim tabii.
‘O adam Halit Bey’in hatırı için mi variyor naylon faturaları?’
‘Hayır kendisine yüzde on komisyon ödüyoruz.’
‘Parayı nerden buluyorsunuz? Yani bu yüzde onluk nakit açığını
nasıl kapatıyorsunuz?’
fiAN VERGILER
168 / EDEBIYATLAfiA

‘Onun için de ayrıca fatura kesilmesi gerekiyor. Tabii o faturaların


yüzde onunu da ayrca ödüyoruz. Sonradan üçüncü grup fatura da, bu
yüzde onları kapatmada kullanılıyor, sonra...’
Bu konuşma sonsuz kadar uzayıp gidebilirdi. ‘Ben de arabama ye-
ni bir radyo istiyorum’ diyerek Maruf Bey’i durdurdum.”

MAL MÜDÜRÜNÜN CEP FENERİ


Yer: Erzurum’un bir ilçesi... Mevsim kış... İlçe’nin astığı astık,
kestiği kestik Mal Müdürü, yakası kürklü kalın paltosuna sarınmış, azâ-
metle yürümektedir.
Bir garip köylü yaklaşır yanına, sigarasını göstererek “Bey” der,
“Çakmağımı evde unutmuşum da, bir ateş verir misin?”
Mal Müdürü’nün canı çok sıkılır bu haddini bilmez (!) köylüye;
içinden,”Dur şimdi ben sana, koskoca Mal Müdürü’nden ateş isteme-
yi öğretirim” diyerek, cebinden çıkardığı pilli cep fenerini yakıp, ada-
mın sigarasına tutar.
Adam, şöyle bir bakar Mal Müdürü’nin yüzüne, tutar sigarasını
fenerin ışığına.
-Yandı mı?
-Yok Bey, daha yanmadı...
-Çek çek, kuvvetli çek, yanar şimdi.
-Çekiyorum beyim..
Mal Müdürü bir güzel eğlenir adamla, adam on dakika kadar si-
garasını yakmaya uğraşır, sonunda, “Yanmıyor beyim, herhal benim tü-
tün ıslak, sağolasın...” deyip uzaklaşır Müdürün yanından.
Mal Müdürü, biraz sonra bir kahvehaneye giderek, İlçe’nin ekâbir
takımının masasına oturur ve başlar anlatmaya:
-Yahu az evvel, bir eşek köylü, yaklaşıp yanıma ateş istedi, fene-
ri tuttum, on dakika sigara yakmak için uğraştı...
Gülüşürler, “Hah!.. Hah!.. Ha!” diye. Tam o sırada köylü girer içe-
ri, o da gariban takımının masasına oturur, o da başlar anlatmaya:
-Yahu az evvel, efendiden bir adamdan ateş istedim, beni ne san-
dıysa, cep fenerini çıkarıp sigarama tuttu. Ben de fenerinin pilleri bit-
sin diye on dakika uğraştım mahsustan... Ne ahmak adamlar var şu
dünyada...
Bu seferki “Hah!.. Hah!... Ha!” daha kuvvetli çıkar...
169

MAL MÜDÜRÜ KIŞKIRTAN SAÇLARINI İSTİYORMUŞ


Bir bölümünü aşağıya aldığımız yazı, Ali Atıf Bir tarafından yazıl-
mıştır ve Tempo İnternet Sayfası’ndan alınmıştır. “Bayramı bitirdik.
Fazla ciddi konular moral bozabilir. Bu nedenle biraz daha light bir ko-
nudan söz etmek istiyorum. Sizin için light bir konu doğal olarak. Söz
edeceğim konu benim için hiç de light bir konu değil... Gençliğimde
sırma gibi saçlarım vardı. Aynanın karşısına geçti mi, kendim bile ken-
dime bakmaktan gözlerimi alamazdım. Koşarken Türkan Şoray’ın saç-
ları gibi havada dalgalar çizer, görende “Ah şu saçlar bende olsa!” et-
kisi yaratırdı. Aslını söylemek gerekirse, sırma saçlarım yüzünden beni
ne mühendisler ne doktorlar istedi de gitmedim. (“Amma abarttın” di-
yorsunuz değil mi? Emin olun abartmıyorum. O günlerde kendimi öy-
le hissediyordum, ne yapayım. Tamam tam anlamıyla mühendisler is-
tememiş olabilir ama içinde “mü” olan birtakım meslekler istemişti.
Mesela mal müdürü.)
Saçlarım benimle helalleşmeye 1990’lı yıların başlarında başladı.
Henüz o yıllarda daha Mim Kemal Öke’nin saç ektiren ilk Türk büyü-
ğü olmamıştı. Üstelik Galatasaraylı Suat’ın bile saçları vardı. Önüme
düşün küçük küçük perçemleri ilk önce çok önemsemedim. Neden?
Kimsenin önemsediği yoktu ki! Kimse beni gördüğünde önce acıyan
gözlerle bir süzüp sonra hiçbir şey olmamış gibi, “Kilo mu verdin sen
ya” demiyordu ki! Amaa... Elimle saçımı düzettiğimde, elime top top
saçlar geldiğinde biraz tırsmaya başladım. Bu sürede yedi yıl geçti, yıl
1997 oldu
(...) Yıl 2003 oldu. Çevremde saç ektirenlerin sayısında hâlâ ciddi
artış var. Dırdırlanmalarım karşısında Ecmel, “Ne halin varsa gör” de-
di. Galiba sonunda o da ‘kel’ halimden şikâyetçi olmaya başlamıştı!
(Saç ektiren erkelerin cazibesine de kapılmış olabilir.) Ama asıl beni bi-
tiren internette, Ekşi Sözlük’te, benimle ilgili maddelerde en az beş ke-
re ‘kel’ maddesine gönderme yapılması. Resmen bittim.
Ve son darbe CNN’de programa başladıktan sonra Okan Bayül-
ken’den geldi. Bayülken medya arkasında saçlı hallerimi gösterip beni
Türkiye’ye komik etti. Bundan sonra da ‘saç ektirmemi’ isteyen e-pos-
taların ardı arkası kesilmedi. Geldiğim noktada bugün itibarıyla buna-
lımdayım. Saç ektirmeli miyim, ektirmemeli miyim? On beş gün “Fre-
di’nin Kâbusu” gibi dolaşmayı göze almalı mıyım, almamalı mıyım?
fiAN VERGILER
170 / EDEBIYATLAfiA

Porno yıldızı gibi görünmeli miyim, görünmemeli miyim? Niye ben


saç ektirmiyorum. Beni ektirenlerden farklı kılan şeyi öğrenmek istiyo-
rum. Hissettiğim şu: Hiçbir saç ektirme, diktirme, biçtirme reklamında
esas oğlanın önceki saçının resmini göremiyorum. Herkesin gösterdiği
sonraki haller. Ama ben eski sırma, mal müdürü kışkırtan saçlarımı is-
tiyorum. Porno yıldızı olmak istemiyorum. Hislerim doğru olabilir
mi?”

MAL MÜDÜRÜ’NÜN İNTİKAMI ACI OLMUŞ AMA NE...


13.6.2004 tarihli Sabah Gazetesi’nde Yavuz Donat, Mudanya Be-
lediye Başkanı Erol Demirhisar’ın kendisine anlattıklarını aktardı okur-
larına. Bu aktarım ve anlatıların bir bölümü, Mudanya Mal Müdürü ile
ilgili: Demirhisar, “daha önceki başkanlığı sırasında” bürokrasiyle ters
düşmüştü. “Bürokrasi, yolumuzu tıkıyor” demişti. Ve “kavga etmişti.”
Kendisinden dinleyelim: -“Bir gün Mal Müdürü’nün evinin suyunu
kestim... Su saatinden kessem, ertesi gün açacak... Yol kazısı sırasında,
onun evinin önünden geçen su borusunu kırdırıverdim... Günlerce su-
suz bıraktım... Ama sonra intikamı acı oldu.”
Mal Müdürü’nün intikamının ne olduğunu yazmamış Yavuz Do-
nat, amma erbabı bilir, muhtelemen Belediye’nin çalışan ücretlerinden
kesilip, beyan edilip de bir türlü ödenmeyen stopaj gelir vergileri ile il-
gili ödeme emri tebliğ etmiş, sonra da icra yoluna gitmiştir.

SENİN YAPTIĞINI ÇORUMLU BİLE YAPMAZ


Çorum Gökköy’e ait internet sitesinde anlatılan aşağıdaki öykü,
bir gerçek olaya dayanmaktadır. “Senin yaptığını çorumlu yapmaz” sö-
zünün de kaynağıdır.
“Ali amcanın da kendine has özellikleri vardır. Ancak O’nun cin
fikirli ve küfürbaz olması ön planda olduğu bilinir. Köyde hayvan sa-
yısına göre vergi alındığı dönemlerde, Çüşoğun Ali hayvan saklayarak
vergi kaçırıyor diye ihbar edilir. Bu ihbar üzerine Sırgatcı (zamanın
Vergi Kontrol Memuru) köye gelir. Bunu haber alan Çüşoğunoğlu Ali
hemen önlemini alır. Tekelioğlu namıyla bilinen vergi memuru evde
arama yaparken bir taraftan da
- Ula Çüşoğun Ali, senin fazla keçin varmış. Nereye sakladıysan
çıkart.
171

- Keçi meçi yok, Tekelioğlu.


-Varmış..
-Yok diyom!.. Anlamıyor musun?.
-Varmış.. Çüşoğunoğlu bak bulursam kötü olur..
- Tekelioğlu, benim fazla keçim yok.. Var diyenin anasını, avradı-
nı.. Varsa, bulmak senin işin. Arada bul öyleyse..
- Çüşoğunoğlu, keçiyi bulursam o zaman ben senin ananı avradı-
nı..
-Bulamazsan ben de senin.. diyerek atışmalar sürerken bir yandan
da dam, samanlık, girellik, evin odaları tek tek, didik didik aranır. Tüm
çabalar neticesinde, keçinin evde olduğu ihbarı ciddi olması rağmen
keçi bulunamaz. Artık vergi memuru pes etmek üzeredir.
-Ula Çüşoğunoğlu, vallaha da billaha da ceza yazmayacağım.. Bu
keçi evde olmasına evde. Bizi fazla yorma. sakladığın yeri göster.
-Ula Tekelioğlu şimdi yazmazsan sonra yazarsın.
-Ula Çüşoğunoğlu, vallaha da billaha da..ne şimdi ne de sonra ya-
zacağım..
-Haydi öyleyse çok üşüdünüz. Önce ısınalım, sonra da kaçağın
saklandığı yeri görelim.
Hep birlikte ocak yanan odaya girerler. Ocağın yanında beşik sal-
layan evin hanımı gelenleri farkederek toparlanıp misafirleri buyur
eder ve beşiği sallamaya devam eder. Tekelioğlu biraz ısındıktan son-
ra:
-Ula Çüşoğunoğlu yeteri kadar ısındık. Bizi daha fazla oyalama da
şu keçinin yerini göster.
Çüşoğun Ali yerinden kalkarak, beşiğin sallmaya devam eden ha-
nımın yanına doğru yürür. Beşiğin yanına varınca beşiğin üstünü açıp
sallanmaktan iyice kafası dönmüş keçiyi göstererek:
-Keçi burada!. Ula Tekelioğlu şimdi kim kimin anasını, avradını..?
İhbar olayını da bir şekilde vergi ve ceza ödemeden bertaraf etmiş
olur..”
Bu olay, çorum ve civar illerde anlatılır durur. Gel zaman git za-
man, Yozgat’ın Çorum’a sınır köylerinden birine bir tahsildar gider ve
yine bir yoksul köylünün ahırını boş görüp evine bakmak ister. Bu ev-
de de birisi yorganı başına çekmiş uyumaktadır. Köylü “Hanımım” der,
tahsildar atılır, yorganı hafifçe aralar, dört ayağı bağlı bir koca eşek yat-
fiAN VERGILER
172 / EDEBIYATLAfiA

maktadır. Tahsildar “Yahu!” der “Senin bu yaptığını Çorumlu bile yap-


madı.”

ÖKÜZÜ BACAYA ÇIKARMIŞ GEREDELİ


Bu anekdotu da, www.geredehayat.com adlı web sitesinde Yunus
Güldemir yazmış: “Emekli bir tahsildar da ; ‘size bir gülecek deyver-
sem’ diyerek Hafız Ağa ile ilgili anısını şöyle anlattı:’Benim zamanım-
da öküzlerden vergi alınıyordu. Sizin köye tespite gitmiştim. Hafız
Ağalara sıra gelince, beni eve davet ettiler. Süt içiyorduk.sütümüzü
içerken evin üst katından korkunç takırtılar gelmeye başladı. Hafız
Ağa’nın yüzüne baktım, ne oluyor demeye kalmadan o:
‘Fareler geziniyor,fareler’ dedi. Ben de :
‘Hayır ,fare işine benzemiyor bu gürültü, neredeyse ev tepemize
göçecek ,gel bir bakalım’ dedim. Hafız Ağa istemeye istemeye beni
ikinci kata çıkardı. Birde ne görelim ,üst kattaki odalardan birinde bir
çift öküz bize bakıyor.Başladım kahkahayla gülmeye:
‘Nasıl çıkardın buraya bu öküzleri?’deyinceHafız Ağa:
‘Merdivenekalas döşeyerek‘dedi. Güldüm güldüm, hâlâ gülerim.”

SAYIN GOLLO YILMAZ


Doğu Anadolu’da bir ilçe... Tarih: 1975... Bir Kürt Köyü, Ziraat
Bankası’ndan çevirme kredisi alacaktır. Köylüye bu kredinin verilebil-
mesi için, önceki aldıkları çevirme kredisinin tamamen kapatılmış ol-
ması gerekmektedir. Muhtar toplar parayı köylüden, getirir yatırır ban-
kaya, sonra da Banka Müdürü’ne, borcun yatırıldığını bildirerek yeni
kredi talebinde bulunur. Müdür, ilgili şefi çağırarak borcun tamamen
kapatılıp kaptılmadığını sorar:
-Bir kişi kalmış Müdür Bey; Muhtar, onu unutmuş galiba...
Şaşırır Muhtar:
-Olamaz... Köyün bütün borçlularının dizelgesi işte cebimde...
Kimmiş o?
-Gollo Yılmaz
Muhtar şaşırır, çünkü köyde öyle birisi yoktur. “Ben bir araştıra-
yım” diyerek çıkar gider; yarım saat sonra utana sıkıla Müdür’ün oda-
sına girer.
173

-Müdürüm, elini öperim...Sana doğrusunu söyleyeceğim, ama kız-


mayacaksın, resmiyete de koymayacaksın... Söz ver bana... Sen baba
adamsın...
-Muhtar söyle bakalım ne imiş, olacak bir şeyse, yardımcı oluruz
elbette...
-Müdürüm, bir borçlu çıkmıştı ya, Goll Yılmaz diye...
-Evet...Ne olmuş ona?
-Öyle biri yok..
-Nasıl yok?
-Öyle biri yok, bizim köylüler it’in adına da para almışlar, Gollo,
benim it’in adı, ona bir de soyadı uydurmuşlar...
-Tüh Allah cezanızı versin! Sahtekâr herifler!
Biraz bağırıp çağırır ama, Müdür de köylü çocuğudur, halden an-
lar, çağırır ilgili memuru, Gollo Yılmaz adına bir tahsil fişi kesip para-
yı muhtardan almasını söyler.
Yeşil renkli tahsil fişinin isim yerinin başında “Sayın” yazmakta-
dır. Böylece ülkemizde “sayın” diye hitap edilen ve soyadı bulunan ilk
it, Ali Sofu Köyü Muhtarı’nın “Gollo”su olur.

BİR KAZAN PİLAV, BİR KÖTÜ KUZU


Tek Parti devri... Tahsildarların astığı astık, kestiği kestik... Onlara
“yok”, yok... Bayburt köylerini titreten bir tahsildar vardır, bu tahsildar
oburluğuyla da nam salmıştır yörede. Hangi köye gitse, köylü sorarmış
usulen:
-Yemek olarak ne emredersin Bey?
Tahsildar hep aynı cevabı verirmiş:
-Fazla masraf ve zahmet etmeyin, bana bir kazan pilav ile bir kö-
tü kuzu yeter!

CELLATLAR’IN VERGİ MUAFİYETİ


Bir de kara mizah örneği verelim.
1982 yılında, yani 12 Eylül Yönetimi’nin adaleti yerine getirmek
için değil, gözdağı vermek için idamlar yaptığı dönemde, cellatlara ya-
pılan ödemelerden vergi kesilip kesilmeyeceği konusunda duraksanmış
ki, sorulmuş Maliye Bakanlığı’na.
fiAN VERGILER
174 / EDEBIYATLAfiA

Bakanlık, 7.7.1982 tarihinde verdiği 2-2150/4135 sayılı özelge ile


konuya açıklık getirmiş. Bu özelgede, cellatların kazancı ücret olarak
nitelendiriliyor ve diğer ücretler gibi stopaja tabi olacağı ifade ediliyor.
Yani Maliye Bakanlığı, cellatların, “bir işverene tabi ve bir işyeri-
ne bağlı olarak çalıştıklarını” kabul ederek,görüşünü ve yorumunu bu
kabule yaslandırıyor. Bu görüşte biraz cellat aleyhtarlığı var sanki.
Çünkü aynı Bakanlık, aynı yılda verdiği bir başka özelge ile ‘otopsi
yardımcıları’nı bilirkişi olarak kabul etmiş, kazançlarını Gelir Vergisi
Yasası 24/3 maddesi kapsamına sokarak vergi istisnasından yararlana-
cağı görüşüne varmıştır.
Sonuçta her iki meslek mensubu da, serbestçe faaliyet icra ediyor
(cellatlar da Adalet Bakanlığı’nın kadrolu elemanı değiller), her ikisi de
adalete yardım ediyor. Bu çifte standart niye?

TELLAK VE NATIRLAR SERBEST MESLEK


SAHİBİ DEĞİL ÜCRETLİ
Nezakete aykırı kabul ediyor ki, “Tellak” demiyor Maliye Bakan-
lığı “Hamam vb. işletmelerde yıkayıcı ve masajcı olarak çalışan perso-
nel” diyor 26/05/2000 tarih, B.07.0.GEL.0.44/4401-258/24918 sayılı
muktezasında. Gelgelelim sözkonusu edilen kişilerin tellak ya da natır-
ları kapsadığını herkes bal gibi biliyor/anlıyor. (Natır: Kadınlar hama-
mında hizmet eden ve müşteriyi yıkayıp keseleyen kadın. Tellak: Ha-
mamlarda yıkanmak üzere gelenleri yıkayıp keseleyen erkek.)
“İlgide kayıtlı yazınızın incelenmesinden; hamam, sıhhi banyo ve sau-
na işletmelerinde yıkayıcı ve masajcı olarak çalışan personelin vergi-
lendirilmesi konusunda tereddüte düşüldüğü anlaşılmıştır.
Hamam, sıhhi banyo ve sauna gibi işletmelerde yıkayıcı ve masaj-
cı olarak çalışan bu personelin her ne kadar işletme sahibinden doğru-
dan ücret almasa da müşterilere belirlenen tarifeler çerçevesinde ver-
miş oldukları hizmetlerin serbest meslek faaliyeti olarak değerlendiril-
memesi gerekir.
Diğer taraftan, 94 Seri No.lu Gelir Vergisi Genel Tebliği’nin giriş
bölümünde yapılan açıklamalarda; büyük otel, gazino, lokanta ve ku-
lüplerde çalışmakta olup bu müesseselerden hiçbir ücret almadan sade-
ce müşteriden servis, garson ücreti ve bahşiş gibi namlarla alınan pa-
ralar tamamen kendilerine terkedilenlerin götürü ücret olarak vergilen-
175

dirileceği, çalıştıkları müesseselerden her ne nam ile olursa olsun her-


hangi bir ücret alınması halinde ise bunların her iki istihkakının topla-
mı üzerinden tevkif suretiyle vergilendirileceği belirlenmiştir.
Ayrıca, 3 Seri No.lu Gelir Vergisi Genel Tebliği ile götürü ücret
usulüne alınan hizmet erbabı belirlenmiş olup, tebliğe ekli 1 No.lu Cet-
velin eğlence ve istirahat yeri işletenler başlıklı 6 ncı maddesinde er-
kek ve kadın hamamı işletenlerin yanında çalışanların götürü ücretli
olarak vergilendirileceği belirtilmiştir.
Bu açıklamalara göre, hamam, sıhhi banyo ve sauna gibi işletmeler-
de işverenden ücret almadan sadece bahşişle çalışan personelin
01.01.1999 tarihinden önce götürü ücretli, 01.01.1999 tarihinden itibaren
ise 4369 sayılı Kanun uyarınca diğer ücretli olarak vergilendirilmesi ge-
rekmektedir. Ancak, çalıştıkları müesseselerden her ne nam ile olursa ol-
sun herhangi bir ücret alınması halinde ise bunların her iki istihkakının
toplamı üzerinden tevkif suretiyle vergilendirileceği tabiidir.”

TÜP BEBEĞİN VERGİ İADESİ


Maliye Bakanlığı Gelirler Genel Müdürlüğü, 5 Kasım 2001 tarih
880/730 sayılı özelge ile tüp bebeklerin de ücretlilere vergi iadesinden
yararlanabileceğini açıkladı. Özelge’nin ilgili bölümleri şöyle: “
Öte yandan, 176 Seri No.lu Gelir Vergisi Genel Tebliğinin B/2 bö-
lümünde, ........... ücretlilerin yaptığı ilaç masrafı, sağlık malzemesi ve
hastane giderleri ile muayene, tahlil, ameliyat, fizik tedavi ve diş pro-
tez ücretleri, gözlük ve lens alımları gibi sağlık harcamalarının özel gi-
der indirimine konu teşkil edeceği, C/1 bölümünde, harcamaların özel
gider indirimen konu olabilmesi içni; harcamaların Türkiye’de yapıl-
ması ve harcamaların gelir ve kurumlar vergisine tabi olan mükellefler-
den alınan belgelerle tevsik edilmesinin şart olduğu, ayrıca yapılan har-
camaların ücretlinin kendisi, eşi ve çocukları tarafından yapılması ve
satın alınan mal ve hizmetlerin bunlar tarafından tüketilmesi gerektiği
belirtilmiş, C/2 bölümünde ise; özel gider indirimine konu harcama
belgeleri arasında fatura da sayılmıştır.
Buna göre, tüp bebek uygulaması için yapılan harcama sağlık har-
caması sayıldığından, ..................’nde çalışan ........................’nin eşine
tüp bebek uygulaması yapılması sonucu düzenlenen faturanın özel gi-
der indirimine konu teşkil edeceği tabiidir.
fiAN VERGILER
176 / EDEBIYATLAfiA

ŞAH ABBAS’IN ÇÖP VERGİSİ


Bu fıkra, İran’da anlatılmaktadır. Şah Abbas, bir gece tebdil-i kıya-
fetle gezmektedir İran sokaklarında. İçinden musiki sesleri gelen bir ev
görünce kapıyı döver ve musiki dinlemek için izin ister. İçeri buyur
edilir Şah. Ev sahibi, sökük ve yırtık onaran bir terzidir. Günde yakla-
şık üç kran (İran parası) kazanmakta, ikisi ile geçinip, birisi ile gecele-
ri işte böyle eğlenmektedir. Şah sorar: “Peki, Şah Abbas, dikiş dikme-
ni yasaklarsa ne edersin, ne ile geçinirsin?”, “Allah büyüktür” yanıtını
alır. Ertesi gün, Şah’ın emri ile, sökük ve yama yapmak yasaklanır. Bi-
zim terzi de su satmaya koyulur. Kazancı o gün 4 kran olur. Şah Abbas
akşam yine varır adamın evine, halini sorar önce, sonra da “Peki Şah
Abbas, su satmayı da yasaklarsa ne edersin?” sorusunu. Yanıt yine ay-
nı: “Allah büyüktür”. Ertesi gün evinden çıkar adam, şehri dolaşmaya
başlar. İş aramaktadır. Şehrin çöplerinin döküldüğü alana varınca, ak-
lına parlak bir fikir gelir. “Şah Abbas’ın emriyle çöp vergisi toplamak-
tayım, vergilerinizi verin, sonra dökün çöpünüzü!” der ve 10 kran ka-
zanır. Eve dönerken Şah’ın askerleri yakalarlar, izinsiz vergi toplamak
suçundan dolayı, beline bir kılıç takıp sarayın önünde 24 saat katıksız
nöbete dikerler. Nöbet biter, adam, varır pazara, kılıç’ı 15 krana satar,
yerine de bir tahta kılıç takar. Yiyecek ve giyecekler alarak evinin yo-
lunu tutar. Akşam, askerler yine alırlar adamı, bu kez Şah Abbas’ın hu-
zuruna çıkarırlar. Şah Abbas, olan biteni yeniden hatırlatır adama ve ve-
zirini göstererek “Bak bu idamlık bir suç işledi, boynu vurulacak, ha-
di çek kılıcını da bitir şu işi, yoksa ebediyyen zindanımda kalırsın”.
Neylesin garip terzi, el açıp Tanrı’ya yakarmış: “Rabbim, belimdeki kı-
lıcı tahta et de bu günâhı işletme bana “ demiş. Sonra da çekmiş kılıcı.
Şah, adamın zekâsına hayran kalmış. Bir kese altın ile mükafatlandır-
mış, ancak bir de önemli uyarıda bulunmuş: “Sakın ha, bir daha benim
adıma çöp vergisi toplamayasın!”

DAYAK VERGİSİ
Bir traji-komik olay da İsveç’ten... Aşağıdaki gazete haberine ba-
kılırsa İsveç’te tüm erkeklere kollektif vergi cezası geliyor: “İskandi-
nav demokrasi modelinin öncü ülkesi İsveç, kadın-erkek cephelerini
epey karıştıracak bir öneriyi tartışıyor. Ülkenin üçüncü büyük partisi
olan Sol Parti’nin Feminist Kadınlar Konseyi, erkeklerin kadınlara yö-
177

nelik şiddetini önlemek amacıyla erkeklere özel vergi konulmasını


önerdi. Dayakçı erkeklerin faturasını tüm erkeklerin ödemesini öngö-
ren öneri, 5 Ekim’de parlamentoda tartışılmaya başlandı. Bu girişim,
Uluslararası Af Örgütü’nün İsveç’te 1990’lardan beri kadınlara yönelik
şiddetin yüzde 40 arttığı ve yılda 20 ile 40 kadının ölümüne dövüldüğü
raporunun ardından geldi. Eski Sol Parti lideri ve Feminist Konseyi
Başkanı Gudrun Schyman, devasa bir toplumsal sorunları bulunduğu-
nu söyleyerek, öneriyi şöyle özetledi: ‘Erkeklerin şiddeti ruhsal ve fi-
ziksel tedavi gerektirirken, bunun faturasını devlet ödüyor, dolayısıyla
kadın vergi mükellefleri de erkek şiddetinin faturasına ortak ediliyor.
Artık bunun nasıl ödeneceğini tartışmamız lazım ki, erkekler bu konu-
da kolektif mali sorumlulukları olduğunu anlasın’. Sol Parti, bu öneri-
nin yoksulların zenginlerden daha az vergi ödemesi ilkesinden farkı ol-
madığı savında. 349 üyeli parlamentoda 30 sandalyesi olan Sol Parti,
Sosyal Demokrat azınlık hükümetine dışardan yaşamsal önemde des-
tek veriyor. Ama dünya çapında en çok kadın vekilin bulunduğu İsveç
parlamentosunun yüzde 45’ini oluşturan kadınların vereceği evet oyla-
rının, önerinin yasalaşmasına yetmeyeceği belirtiliyor. İsveç’te 2003’te
polise bildirilen kadına yönelik şiddet vakalarının sayısı 22 bin 400’dü.
Tabii pek çok kadının polise gitmediğini hesaba katmak lazım. En yük-
sek vergi alan Avrupa devleti olan İsveç, vatandaşın gelirinin yüzde
35’ini vergi olarak topluyor.”

KABADAYILIĞA LEKE SÜRMEMİŞ...


Köylünün biri her seferinde dayak yemeden vergisini vermezmiş.
Muhtarın ve tahsildarın tüm ısrarlarına kulak tıkar, ancak karakolda dayağı
yedikten sonra vergisini verirmiş. Birgün karısı dayananamış ve demiş ki:
-Yahu, madem şu vergiyi vereceksin, neden dayağı yemeden ver-
miyorsun ?
Köylü pişkin pişkin cevap vermiş:
-Dayak yemeden vergi verirsek bunun kabadayılığı nerede kalır ?
(Kaynak:kamer.cmyo.ankara.edu.tr)

DUL AYLIĞI, DULLUK VERGİSİ


12.9.2005 tarihinde Arif Şimşek yazdı Tercüman Gazetesi’ndeki
köşesinde. Yukarıdaki başlık da o yazının başlığı zaten. “Dulluk Vergi-
si” nin ne olduğunu, bu yazının önemli bölümlerinden öğrenelim:
fiAN VERGILER
178 / EDEBIYATLAfiA

“YAZIMIZIN başlığı sizi şaşırtmasın olay biraz farklı. Sorun ise


bekar dedelerimizden. Karaman Milletvekili Sayın Mevlüt Akgün’ün
bölge ziyaretinde Karaman’ın Kalaba, Başkışla, Bayır köyleri, özellik-
le dağ köyleri başta olmak üzere 15-20 köyde yaşlı erkek seçmenlerin
yolu suyu bırakın, onlar nasılsa gelir, siz asıl dulluk maaşını kaldırın,
dulluk maaşı alan nineler bize gelmiyorlar, onlar da bizi almayınca ya-
kamız kirden kurtulmuyor, hatta dulluk vergisi koyun ki evlenmeye
mecbur kalsınlar diye sızlanmaları basında epeyce yankılandı. Konunun
magazin boyutu bir yana vergi literatüründe uygulamasının olup olma-
yacağını irdelemeye değer gördük.
Sosyal boyutu TOPLUMUMUZUN sosyal yapısı incelendiğinde
Anadolu’da ve özellikle köylerinde aile reisi erkek olarak değerlendi-
rildiğinden, evlilik halinde aylıkları kesilen ve sağlık yardımı gibi sos-
yal güvencesi ortadan kalkan kadınlar erkeğe muhtaç hale geliyor.
Ekonomik bağımsızlığın kaybedilmesi, erkeğin de kazanılan bu stan-
dartları karşılayamayacak durumda olması kadınların evlenerek bu hak-
tan vazgeçmesini engelliyor. Toplumsal yapımızda dul kalan kadının
dul kalan erkeğe göre hayatını daha iyi şartlarla idame ettirdiği açıkça
ortada. Hayatı boyunca ev işleri kadını tarafından yerine getirilen koca-
lar, kendisinden önce karısının vefatı halinde gerçekten zor durumda
kalıyorlar. Olaya bu yönden bakılınca dağ köylerindeki dedelerimiz
pek de haksız da sayılmazlar.
Vergi boyutu İNSANLARI özellikle dedeler ile dul ve yetim aylı-
ğı alan kadınları evlenmeye zorlamak ve ihtiyaçlarını Karaman dağ
köylerindeki dedelerimizin deyimiyle yakalarını kirden kurtarmak
amacı ile dul ve yetim maaşlarının kesilmesi ve bunun üzerine de dul-
luk vergisi konulması biraz mizah gibi geliyor. Verginin matrahı, oranı
ne olacak? Vergide Dulluk Mükellefiyeti kavramı sistemde acaba yeri-
ni nasıl alır?
Bu konunun vergi boyutuna fazla girmeyelim ve aklımıza gelen şu
fıkra ile yazımızı sonlandıralım. Adamın biri karısına olan sevgisini gös-
termek için başlamış namelere. Karıcığım seni o kadar çok seviyorum
ki sana kıyamam, sen hastalanma ben hastalanayım, senin bir yerin ağ-
rımasın benim ağrısın, sen üzülme ben üzüleyim, aman sen dul kalma
ben dul kalayım!
Sağlık ve huzurla kalın...”
179

TRAŞ SABUNU’NUN ÖTV’Sİ SAKALA MI ENDEKSLİ


28.03.2006 günü TBMM’de gelir vergisi tarifesinin değiştirilme-
siyle ilgili yasa teklifi görüşülürken, şahsı adına bir konuşma yapan
TÜRMOB eski genel başkanı ve CHP Mersin Milletvekili Mustafa
Özyürek, ÖTV oranlarında yapılan bazı değişiklikleri alaya aldı.
Özyürek, traş sabununun ÖTV’sini daha önce %20’ye çıkaran ik-
tidarın, şimdi bu oranı %6,7’ye çektiğini ifade ederek, bu yükseltme ve
indirmenin gerekçesini anlamak mümkün değildir, dedi.
Özyürek ‘Yoksa, ülkede sakallı sayısı arttı da, millet rahatça traş
olsun diye mi bunu yapıyorsunuz ?’ diye de sordu.

HİNDİ’NİN DAMIZLIĞI İLE ANAÇ’I ARASINDAKİ FARK


Katma Değer Vergisi Kanunu’nun 17’inci maddesinin 1/a bendi,
kimi kamu kuruluşlarının “tarımı yaymak, ıslah ve teşvik etmek” ama-
cıyla yapacağı teslimleri vergiden istisna ediyor. Devlet Üretme Çift-
likleri -her nedense- duraksamaya düşerek, damızlık hindi teslimleri-
nin katma değer vergisine tabi olup olmadığını İdare’den soruyor.
Maliye Bakanlığı,10.5.1993 tarih 29999 sayılı özelge ile konuya
açıklık (!) getiriyor.Bu özelge, Yılmaz Özbalcı’nın “Katma Değer Ver-
gisi Yorum ve Açıklamları” adlı kitabında da var.
Diyor ki özelge; damızlık olmak kaydıyla, yapılan satışlar katma
değer vergisine tabi değildir. Ancak, ekonomik ömrünü tamamlamış
anaç hindi teslimleri istisna kapsamı dışındadır.
Peki, Devlet Üretme Çiftlikleri’nin damızlık mı, anaç mı sattığını
nereden ve nasıl tesbit edeceksin? Böylesi sorulara, vergi idaresinin ce-
vabı hep merak edilir, ama hiçbir zaman öğrenilemez.

OTOMAT MAKİNEYE CEZA


Bu yazı, 13 Aralık 2003 tarihli Milliyet Gazetesi’nde Erdoğan
Sağlam imzasıyla yayımlandı. Teknolojik gelişmelere ayak uydurama-
yan vergi uygulayıcılarının nasıl komik durumlara düştüğüne dair il-
ginç bir örnek: “Bay (A) bir gün bu otomatların birinden bir mal alır.
Tam makineden ürünü almak üzereyken Maliyeciler gelir ve ürünün ir-
saliye ve faturasını sorarlar. Bay (A) otomattan aldığını, fatura ibraz
edemeyeceğini söyleyince, durum bir tutanakla tespit edilir. Bu tesbi-
te istinaden hem Bay (A) hem de otomatı koyan firma adına ceza kesi-
fiAN VERGILER
180 / EDEBIYATLAfiA

lir. Yapılan satışlar için gerçekten de fatura veya perakende satış fişi
düzenlenmesi zorunludur. Otomatlarla yapılan satışlar için de belge
düzenlenmesi gerektiği açıktır. Ancak mevzuatımızda bu konuya ilişkin
özel bir düzenleme bulunmadığından, bu belgenin nasıl ve ne zaman
düzenleneceği konusu belirsizdir. Makineye ürün yüklenirken belge
düzenlenmesi düşünülebilir. Ancak makineyi müşteri gibi gören, satış
yapılmadan belge düzenlemeyi öngören bu anlayışa katılamıyoruz.
Bizce en makul yaklaşım, belli periyotlarla satılan ürünlerin tespit edil-
mesi ve bunların ‘muhtelif müşteriler’ açıklaması ile faturaya bağlan-
masıdır. Aslında en güzeli bu otomatlara küçük bir yazar kasa konulma-
sıdır.”

AZRAİL’E BİLE MAKBUZSUZ CAN TESLİM ETMEZMİŞ


İstanbul valisi Muhittin Üstündağ, belediye bütçesinden yoksulla-
ra maaş bağlar. Bağlar ya, bu aylığı alabilmek öyle kolay değildir, be-
lediyenin formalite düşkünü muhasebe müdürü, işleri yokuşa sürmek-
te, durmadan belge istemektedir aylıkçılardan. Ya da eksik bulmaktadır
belgelerini.
Neyzen Tevfik de şikâyetçiymiş bu adamdan, dermiş ki:
-Bu adam öyle düşkündür ki kırtasiyeye, Azrail’e bile makbuzsuz
can teslim etmez.Azrail okuma yazma bilmediği için alamıyor bunun
canını.

PAPAZIN MALİYECİ İTİRAZI...


Bir Papaz ile Maliyeci ayni gün olurler. Papaz Cehenneme gi-
der, Maliyeci ise gözlerini cennette açar... Papaz buna çok bozulur,
Karara itiraz ettiğini ve ilgili melekle görüşmek istediğini söyler.
Bir süre sonra görüşe çıkarılır: “Sayın Melek, ben bu durumu adil
bulmuyor, içime sindiremiyorum; ben altmış sene gece gündüz de-
meden hep insanları doğru yola teşvik etmek için uğraşıp durdum,
öyle iken beni cehenneme, bu maliyeciyi cennete nasıl gönderebilir-
siniz?”
Melek “Tamam, yaptıklarını biliyoruz ama...” demiş “Sen ne za-
man kilisede vaaz vermeye başlasan millet seni dinlerken hep uyuklar
dururdu; oysa maliyeci bir işyerini denetlemeye gitse, oradaki herkes
bildiği bütün duaları okurdu...”
181

MALİYECİ, AL ELİMİ!
Uçurumdan aşağı yuvarlanmış maliyeci. Tam gaz aşağı giderken,
bir ağaç çıkmış yoluna. Ağaca tutunup fren yapmış. Düşmekten kurtul-
muş ama yukarı nasıl çıkacak? Komşuları, yakınları, koşup gelmişler.
Uçurumdan sarkıp, maliyeciye uzatıyorlar ellerini:
-Ver elini!.. Elimi tut!...
Bir türlü elini vermiyormuş maliyeci.
-Yahu bak, gücün tükenecek sonunda, uçurumun dibini boylaya-
caksın, ver şu elini de yukarı çekelim seni.
Iııh! Ölüyor da vermiyor elini maliyeci.
Tam bu sırada, bir adam geliyor, elini uzatıyor aşağıya ve “Mali-
yeci, al elimi” der demez, yapışıyor adamın eline maliyeci. Çekiyorlar
yukarı, vermeye değil, almaya alışmış maliyeci’yi.

BAŞPEHLİVANIN SIKTIĞI LİMONDAN


SU ÇIKARAN MALİYECİ
Küçücük bir lokanta, birkaç masa, üç de müşteri... Birinci masa,
limon ister, lokantada bir yarım limon kalmıştır yalnızca, onu getirir ve-
rirler. Az sonra ikinci masa limon ister, durumu anlatırlar, “Önemli de-
ğil” der “Getirin o sıkılmış parçayı, ben başpehlivanım, ne yapar eder,
su çıkarırım ondan!” Çıkarır da... Az sonra üçüncü masa da limon ister,
durum ona da anlatılır. İki kez sıkılmış limonu ister, alır ve öyle bir sı-
kar ki adam çorbasına, şarıl şarıl su akar. Garson, şaşkın... Sorar:
“Beyefendi, siz ne iş yaparsınız?”
“Maliyeciyim” der, üçüncü adam.

MALİYECİ VE TAHSİLDARIN KÜRTÇESİ


F23.parsimony.net adlı internet sitesinde, Türkçe-Kürtçe bir söz-
lük var. M harfinde “Maliyeci”nin karşılığı olarak maliyecılıxey, T har-
finde tahsildarın karşılığı olarak tehsildareni yazıyor. İşte alın size Kürt-
çe... Kürtçe dediğin nedir ki zaten?..

GÜLMECE OLMASINA GÜLMECE DE,YANLIŞ...


Gazeteci Nurettin İğci’nin Entellere Dantel adlı kitabındaki öykü-
lerinden biri, Mart ayında vergi memurlarından kaçan bir vergi mükel-
lefine aittir. Yazar, Mart ayının hem gelir vergisi beyan ayı, hem de ke-
fiAN VERGILER
182 / EDEBIYATLAfiA

dilerin çiftleşme amacıyla damlara tırmandıkları ay olmasından esinle-


nerek, kurmaca bir öykü çıkarmış ortaya. Önce birazcık okuyalım, son-
ra yanlışlarına değinelim:
“ (...) Mart ayı garibanlara kazmayı küreği yaktırıyor ya, kalpleri
‘para para’ diye atan adamlara da zor anlar yaşatıyormuş. Mart ayı ver-
gi ayı olduğundan,bir elin parmakları kadar olan namuslu vergi me-
murlarını atlatmak için çeşitli yöntemler deniyormuş. Örneğin,bazıları
Mart ayı boyunca işyerlerine işçi ya da memur gibi gelip gidiyormuş.
Kimisi de memurlar gelirken Mart Kedisi gibi dama fırlıyorlarmış. “
Değerli bir yazar, gazeteci ve mizah ustası olan İğci, ne yazık ki,
yanlış temeller üzerine kurmuş bu öyküsünü, yeterince bilgilenmemiş.
Mart ayı vergi ayıdır bir bakıma, bu doğru. Ancak, Mart ayında vergi
memurları, vergi tahsil etmek üzere işyerlerine gitmezler, mart ayında
gelir vergisi beyannameleri mükellefler tarafından vergi dairelerine ve-
rilir ve aynı ay içinde ödenir. Vergi memurları, işyerlerine her ay gele-
bilirler de, bir tek Mart ayında - zorunlu olmadıkça - hiç uğramazlar.
Çünkü onlar da beyanname kabul etmektedirler, işleri o ay başlarından
aşkındır.

TAKKE DÜŞTÜ, KEL GÖRÜNDÜ


Zamanın birinde, aşırı lüks ve israf ile hesapsız borçlanma yüzün-
den bütçesi fena halde açık veren ülkenin birinde, Padişah, Maliye Na-
zırı’nın çağırmış, gidişatı sormaktadır. Bakar ki durum vahim, acil ön-
lem ve müdahale olarak Maliye Nazırı’na der ki:
-Tavuk satan köylülerden tez birer akçe alına!
-Yetmez, hünkârım. Bu açık öyle tavuk vergisi ile kapanır gibi de-
ğil.
Şöyle bir düşünmüş Padişah:
-Adı ‘İbiş’ olanlardan da birer akçe alın, demiş.
- Bu da yetmez, daha gerek daha Padişahım!
-Nasılsa ipin ucu kaçtı Nâzır Efendi, oldu olacak, karısından kor-
kan kılıbıklardan da birer akçe alıverin!
Maliye Nazırı yine ‘yetmez’ deyince, padişah kükremiş:
-Bütün kellerden de birer akçe alınsın!
Vergi memurlarına gerekli talimat verilip ülkenin dört bir yanına
salınmış. Ve piyango, pazarın birinde tavuk satmakta olan bir köylüye
183

vurmuş. Memurlar yanına yanaşarak “tavuk vergis” istemişler. “Padi-


şahımızın buyruğudur” demişler.
Köylü sinirlenince, yanındaki arkadaşı:
-Padişah buyruğuna karşı gelinir mi İBİŞ? demiş.
‘Nee?..’ diye, gürlemiş vergi memuru:
- Demek senin adın İbiş.. Öyleyse bir akçe daha vereceksin!
Yalvar-yakar olmuş adamcağız::
-Yapmayın ağalar, vermeye vereyim de, eve gidince karıma nasıl
hesap veririm? ‘Bak hele’ demiş, maliyeci:
- Demek sen aynı zamanda kılıbıksın, bir akçe de kılıbıklıktan do-
layı vereceksin. Köylü iyice zıvanadan çıkmış, hırsla takkesini çalmış
yere. Meğer kafası da kelmiş. Vergi memuru:
-Demek kelini de saklıyordun ki, az vergi ödeyesin ha!. ‘Takke
düştü, kel göründü’ işte, ver bakalım bir akçe daha!..

“SİZCE VERGİ NEDİR?” SORUSUNA CEVAP


Bir internet sitesi sormuş yukarıdaki soruyu, yalnızca bir cevap
gelmiş ve de çok ilginç:
“Bir iş adamı seyahate çıktığında yanında eşini götürürse yaptığı
harcamadan dolayı vergide indirime gidemez. Ama sekreteriyle çıktı-
ğında vergi yönünden avantajlar elde eder. (bkn.vuk”
Esas olarak doğru bir cevap, ancak yanlışlar var içinde. “bknz
vuk” diyor, Vergi Usul Kanunu’na baksak da, bu bağlamda bir şey gö-
remeyiz, Gelir Vergisi Kanunu’na bakmak gerek. “Vergide indirim”
ifadesi de yanlış, “gider kaydedebilir” denmeliydi.
Evet yanlışlar bir yana, ne yazık ki doğru; eşinizin masraflarını ya-
zamıyorsunuz ama, sekreterinki yazılabiliyor.

FUHUŞUN KDV’Sİ NE Kİ?


Aşağıdaki yazı 24.06.2002 tarihinde Hürriyet Gazetesi’nde ya-
yımlandı. Başlığı “Fuhuşun KDV’si Fahiş Olmamalı”, yazan Abdulka-
dir Kuşin. Tam bir kara mizah örneği.
“POLİS Dergisi’nde yayınlanan bir incelemede ‘‘Fuhuştan KDV
alınması ve serbest meslek sayılarak hayat standardı esasına göre vergi-
lendirilmesi’’nin konu edilmesi, cumartesi günkü Hürriyet’te haber ol-
du. Başyazarımız Sayın Oktay Ekşi de konuyu başyazısına taşıyıp ‘‘işin
fiAN VERGILER
184 / EDEBIYATLAfiA

uzmanlık isteyen tarafı var’’ diyerek ‘‘vergici’’lere göndermede bulun-


du. Polisimiz bir gerçeği iyi kavramış. ‘‘Halkımızın vergicilerden çok
korktuğunu’’ görerek fuhuşla mücadelede ‘‘vergici’’leri yardıma davet
etmiş. Gerçekten vergicilerden çok korkan bir toplumuz.
Gelelim işin vergisel boyutuna. KDV kanununa göre ‘‘her türlü
mal ve hizmet teslimi’’ KDV kapsamında olduğu için hiç bir vergisel
düzenlemeye gerek kalmadan ‘‘fuhuş’’tan KDV almak mümkündür
hatta yasanın emri gibi gözükmektedir. Olsa olsa hangi sayılı listeden,
hangi oranda KDV alınacağı sorunu ortaya çıkar. O da ‘‘diğer listeler-
de adı geçmeyen mal ve hizmet teslimlerinden genel oran olan yüzde
18 KDV alınacağı ilkesi’’ ile çözülebilir. Oran konusunda Maliye’nin
işi ‘‘havyar ve kürk’’ gibi lüks kabul ederek yüzde 26’lara çekme gay-
retine bazı çevreler, ‘‘ihtiyaç’’ kabul ederek yüzde 6’lara indirme çaba-
sı gösterebilirler. Ekonomik hayatın krize girdiği zamanlarda otomotiv
ve beyaz eşyacıların zaman zaman yaptığı gibi, ‘‘sektörden’’ geçici ola-
rak KDV inderiminde bulunulması talebi gelebilir!
Gelelim işin Gelir Vergisi boyutuna. ‘‘İş’’in serbest meslek sayı-
labilmesi için, (Gelir V.K.Md.65)‘‘Sermayeden ziyade şahsi mesaiye,
ilmi ve mesleki bilgiye veya ihtisasa dayanan işlerin işverene bağlı ol-
maksızın yapılması’’ gerekir. O halde ortada ‘‘bir işverene bağlı olma-
dan mesleki bilgi ve ihtisasa dayalı olarak’’ yapılan bir iş varsa, bu fa-
aliyetin serbest meslek olarak kabulü mümkündür. Bunun için de ‘‘arı-
zılik’’ değil ‘‘devamlılık’’ şartının oluşması, yani bir hesap döneminde
birden fazla icra edilmesi gerekir.
YOKLAMA... Bir işyerinin açılışında ‘‘hayali’’cilik ve ‘‘nay-
lon’’culuğu önlemek için vergi idaresi‘‘yoklama’’ya çok önem ver-
mektedir. İşyeri açılır açılmaz yoklama yapılmaktadır. Bu iş kolunda
yoklama, bazı ‘‘teknik sorunlar’’ yaratabilir.
Gelelim belge düzenine. Serbest meslek ödemelerinde serbest
meslek makbuzu düzenlenir. Brüt ücret üzerinden KDV hesaplanarak
eklenmesi ve brüt ücretten stopaj kesintili belge düzenlemesi oldukça
zor ve uzun hesaplamalar gereken bir iştir. Ayrıca bu sektörde genel-
likle ‘takma’ isimler kullanılır. Belgeyi düzenleyenin ‘‘takma isim’’le
belge düzenlemesi durumunda belge, ‘‘muhteviyatı itibarıyla yanıltıcı
belge’’ sayılacak ve belgeyi alan ‘‘naylon , fatura’’dan içeri girme so-
runu ile karşılaşacaktır. Burada da belgeyi ‘‘bilerek’’ alıp almadığı so-
185

runu ortaya çıkacak ve bu konuda yeni çıkan 306 nolu VUK tebliği ge-
reği inceleme elemanının ‘‘kanaati’’ önem kazanacaktır. Tam tersi ise
‘‘müşteri’’nin çeşitli nedenlerle belgeyi bir başka isim adına düzenlet-
mesi durumunda ‘‘serbest meslek sahibi’’ naylon belge düzenleyen ki-
şi konumunda kalıp, hapis cezası ile cezalandırılması da bir mesleki
‘‘risk’’ doğurmaktadır.”

VERGİLİ FUHUŞ SUÇ DEĞİLMİŞ


İsveç Hükümeti 2000 yılına girerken fuhuşu yasakladı, daha doğ-
rusu yasaklamış gibi yaptı. Fuhuş karşılığı olarak kadınlara para ödeyen
erkeklere ceza-
i yaptırımlar gelirken, kadınlar hiçbir yaptırım uygulanmaması kararlaş-
tırıldı. ntvmsnbc.com’un bu konudaki haberi şöyle:
“Yasa parlamentoda yüzde 43 oranında sandalyeye sahip olan ka-
dınlar tarafından önerilmişti. Politikada popülizm illeti her yanı sardı-
ğından başta kendini feminist ilan eden Başbakan Göran Persson ol-
mak üzere erkek parlamenterler bu yasa için kadınlardan daha ateşli
hareket etmişti. Siyaseten doğruculuk yaparak sözümona kadınların
onurunu korumuşlardı. Evet fahişeleri hizmetleri karşılığında para al-
dıkları gerekçesiyle cezalandırmak kadın onuruna ayaklar altına almak
anlamına gelecek diye sadece erkeklere cezai yaptırım getiren bir yasa
çıkarmışlardı.
Aslında bu yasa çıktığı zaman birçok kimse “Acaba fuhuş yasal ol-
saydı ve vergi geliri sağlansaydı gene yasaklanır mıydı?” diye düşün-
müştü. Demek böyle düşünenler haklıymış. Gelirinden vergi ödeyece-
ğini bildirerek fuhuş için vergi ruhsatı talebinde bulunan Rosinha Sam-
bo’ya Varberg Belediyesi ruhsatını verdi. Gazetelerde boy boy fotoğra-
fı yayınlanan bu cazibeli melez kızın serbest teşebbüs olarak ruhsatını
aldığı ticari şirketinin adı da “FUHUŞ”
Varberg Belediyesi’nin kararı haliyle büyük yankı yarattı. Protes-
to telefonlarından bir ara vergi dairesinin telefonları kilitlenmiş ama
bürokratlar verdikleri kararın doğruluğundan eminler. Hani fuhuş ya-
saklanmıştı...
Vergi dairesi memurları, Rosinha Sambo’nun vergi ruhsatı başvu-
rusunu faaliyetin karakterini yasalar çerçevesinde iyice gözden geçir-
diklerini söylüyorlar. Ticari faaliyetin karakteri hür teşebbüsü düzenle-
fiAN VERGILER
186 / EDEBIYATLAfiA

yen yasa maddelerine uygunmuş. Hür teşebbüs sahibine vergi ruhsatı


verilebilmesi için işin karakterine göre dikkate alınan üç ölçüt şöyle: iş
kalıcı olacak. Bağımsız yürütülecek. Kâr amacı olacak.
Eh, işin kalıcı olmaması için hiçbir sebeb yok. Dünyanın en eski
mesleği İsveç Parlamentosu yasaklamış da olsa zaten sürmekte. Dil-
berlerin hangi sokaktave hangi köşede av beklediğini bilmeyen yok.
Bağımsız yürütülme koşulu da en azından Rosinha Sambo için so-
run değil. Kız şimdiden meşhur oldu. Aracıya, tefeciye ihtiyacı yok.
Hele faaliyetin kâr amacı gütmesi koşulunun lafı bile edilemez. Bu te-
şebbüsün sermayesi ne ki ziyan etme ihtimali olsun. Üstelik melez kı-
zın aşırı kazanç getireceğinden kuşku duyulmayacak doğal bir serma-
ye sahip olduğunu vergi dairesindeki memurlar da görmüşler ki peşin
gelir vergisini bir hayli yüksek tutmuşlar. Rosinha genç olmasına genç,
dinç olmasına dinç de vergi dairesinin vergi miktarını hangi ölçüye gö-
re saptadığı da belli değil. müşteri sayısı mı, hizmet ücreti mi hiç açık-
lık yok. Sadece karar uyarınca kızcağız her ay peşin olarak 68.000
Kron ödeyecek. Yani bir hemşirenin dört aylık brüt maaşını Rosinha
her ay vergi olarak ödeyecek. Memurlar piyasayı iyi biliyor olmalılar.
Evet, Rosinha peşin ödeyeceği parayı bulduğu an faaliyetini lega-
lize edecek. Tabii müşterilerini nerede ağırlayacağı da ayrı bir sorun.
Yasalar Rosinha’ya hür girişimci olarak yeşil ışık yakıyor ama müşte-
riler için durum farklı. yakalandıkları an kodesi boylayacağını bilen
hangi hacıağa Rosinha’yı ziyeret eder. Vergi memurları müşteri riski
için “Ona biz karışmayız” diyorlar.”

GENELEV VERGİ VERMEK İSTİYOR, YÖNETİM


ALMIYOR
Aşağıdaki ilginç haber, 16.04.2005 tarihli Hürriyet Gazetesi’nde
Kasım Cindemir imzası ile yayımlandı:
“Nevada eyaletinde çok ilginç bir vergi kavgası yaşanıyor. Gene-
levler, topluma katkıda bulunmak ve daha fazla kabul görmek için ver-
gi vermek isterken, eyalet yönetimi buna yanaşmıyor.
Lüks genelevleriyle ünlü Nevada’da bu müesseseler, yerel vergi-
lerini öderken, eyalet vergisi ödemiyorlar.
Eyalet Meclisi’nin genelevlerden de vergi alınması yönünde çıkar-
dığı bir yasa da yok. 28 ayrı genelevi temsil eden Nevada Genel Der-
187

neği’nin geçmesini istediği tarasısı, bu kuruluşlardaki yemek ve içki


tüketimi için yüzde 10, müşteri başına da 2 dolar vergi konulmasını ön-
görüyor. Çalışan kadınlar ise herhangi bir ek vergi ödemeyecekler.
Hesaplara göre, Nevada eylatelerinin kasasına, bu vergilerden iki
yıl içinde 3,5 milyon dolar para girişi olacak. Ancak, Nevada eyaleti
genelev vergisi için fazla istekli değil. 300 milyon dolar fazlası bulu-
nan Nevada, bu parayı vergi mükelleflerine nasıl iade edeceğinin yol-
larını düşünüyor.”

NORVEÇ’TE STRİPTİZ İSTİSNASI


Norveç’te bir sanat olarak kabul edilen ‘’striptiz’’, katma değer
vergisi (KDV) uygulamasının dışında bırakıldı.
Başkent Oslo’da faaliyet gösteren ‘’Diamond Go Go Bar’’, giriş
ücretlerinden KDV alınmasına karşı Norveç devleti aleyhine dava açtı.
Mahkeme, striptizin opera, bale ve tiyatro gibi sanat olduğuna karar
vererek, KDV’den muaf tutulmasına karar verdi.
Davacı taraf olan barın avukatı, stand-up yapan komedyen veya kı-
lıç yutan sihirbazın gösterisinden KDV alınmadığını belirterek, striptiz
yapan kızların da da bu kategoriye dahil edilmesi gerektiğini savundu.
Yargıç da, davacı barda yapılan striptiz gösterisini, çok güzel sanatçı-
larca müziğin ritmi eşliğinde, uyumlu ve yumuşak hareketlerle ortaya
konulan ve konuklara hoş duygular hissettiren aşamalı bir soyunma
gösterisi olarak niteledi. Dansçıların gösterilerinden sonra müşterile-
riyle her türlü temasını yasaklayan barın, birinci sınıf bir kulüp olduğu
belirtildi
(Yukarıdaki Haber, 04.05.2005 tarihli Sabah Gaztesi’nde yayım-
lanmıştır)

AY TAŞI’NIN GÜMRÜK VERGİSİ


1970 yılında Amerikalılar, ay dönüşü yanlarında getirdikleri bir taşı,
dost ülkelere gönderip gurur abidesi olarak sergilemeye karar vermişler.
Taş, birkaç ülkeyi dolaştıktan sonra Ankara’ya gönderilmiş. Ay Taşı, özel
ekip eşliğinde Esenboğa gümrüğüne indirilmiş. Gümrükçü dikilmiş kar-
şılarına ve özenle ambalajlanan paketin içinde ne olduğunu sormuş:
- Bu bir ay taşıdır, demiş Amerikalı...
Bizim gümrükçü mevzuatı anlatmış:
fiAN VERGILER
188 / EDEBIYATLAfiA

- Ay taşı, may taşı... Belli değere kadar olan mallar yolcu berabe-
rinde getirilebilir. Bunun üstünde değerde olanlar gümrük vergisine ta-
bidir. Amerikalı görevli şaşkın:
- İyi de, demiş, biz bu taşı Türkiye’de bırakmayacağız ki, üç gün
burada sergileyip başka ülkeye götüreceğiz.
- Hımmm... O zaman geçici kabul işlemi yapacağız, demiş güm-
rükçü...
Muayene edilecek ya, paket açılmış. Fanus içinde ceviz büyüklü-
ğünde ay taşı görünmüş. Gümrükçü incelemiş:
- Şimdi geçici kabul mevzuatı gereği, malın değeri üzerinden
gümrük vergisi ödeyeceksiniz. Buna karşılık size makbuz keseceğim.
Üç gün sonra taşı çıkarırken makbuzu verir paranızı geri alırsınız...
Çaresiz ‘Peki’ demiş Amerikalı görevli, sıkıntıyla cüzdanına davranıp
‘Ne kadar ödeyeceğiz’ diye sormuş, ama cevapla irkilmiş:
- Siz bana malın değerini söyleyeceksiniz ki, ben de vergisini he-
saplayayım.
- Astronotların getirdiği ay taşı... Ben nasıl değer biçeyim ki?.. di-
ye boyun bükmüş Amerikalı
- Mevzuat!...Diye dayatmış bizimki.
Tartışma başlamış, Amerikalı, taşın bir maliyetinin olmadığını ka-
nıtlamak için izahatta bulunmaya başlamış:
-Bu taşın da getirildiği yerde, yani ay’da hiçbir değeri yoktu. Do-
layısıyla Ankara’da da yoktur.
Yutar mı bizim gümrükçü:
-Ay’daki değeri sıfır olabilir, ama sizi bunu bir araçla taşıdınız, en
azından nakliye bedeli biner üstüne...
Amerikalı bakmış ki ‘ay taşı’nın nakliye bedelini hesaplamaya
kalkışsa, işin içine NASA’nın onca yıllık çalışması, kurulan uzay üssü,
Apollo’nun uçuş masrafları toplanacak, bu taşa isabet eden tutar bulu-
nacak. Yani uzun iş...Hemen ABD Elçiliğini devreye sokmuş. Elçilik
bizim bir Bakanımızla görüşmüş ve mevzuata uygun bir kolaylık bu-
lunmuş. Ay taşı, Devlet Heykel Müzesi’nde sergilenmiş.

PEYNİR FİRESİNİN KEŞFİ


Kars’ın Sarıkamış İlçesi’nin Hamamlı Köyü’nde Devlet desteği ile
yaptırılan bir peynir mandırası vardır. Bu kooperatifin defterleri 1988
189

yılında incelenir, incelemeyi yapan vergi denetmeni Mehmet Alat, ko-


operatif başkanı Fahri Aydın’a, ne kadar sütten, ne kadar peynir üret-
tiklerini sorar, o da “10 kilo sütten bir kg peynir elde ediyoruz” der.
Kabul etmez bunu vergi denetmeni, randıman hesabını 8 kilo sütten 1
kilo peynir elde edilebilir varsayımına göre yapar ve aradaki farkı, fa-
tura kesilmemiş satış -dolayısıyla da beyan dışı tutulmuş kazanç- ola-
rak değerlendirir.
Kooperatif, Erzurum Vergi Mahkemesi’nde dava açar. Mahkeme,
randıman hesabını Atatürk Üniversitesi Ziraat Fakültesi’ne yaptırtır; ge-
len cevap, denetmenin ve kooperatifin dediğinin ortasında bir değerdir:
“9 kilo sütten 1 kilo peynir elde edilebilir”. Vergi ve cezanın bir kısmı
böylece kalkar ama hem kooperatif, hem de İdare, temyiz eder bu ka-
rarı, dosya gider Danıştay’a.
Kooperatif’in temyiz dilekçesine yazdıkları oldukça ilginçtir.
“Atatürk Üniversitesi, randıman hesabını; modern teknoloji, yüksek
yağ oranlı süt ve kalifiye işçi esaslarına göre yapmıştır. Bizim mandıra-
mız bu olanaklardan yoksundur. Gerçekte kaç kilo sütten kaç kilo pey-
nir elde edebildiğimiz, ancak yerinde yapılacak tesbit ve keşifle anla-
şılabilir. Heyet huzurunda sütü peynir haline getirelim, sonra peynir
muhafaza altına alınsın, kaşarlanma süresi sonunda tartılarak gerçek fi-
resi ve randımanı bulunsun.”
Danıştay reddeder bu öneriyi, Atatürk Üniversitesi’nin randıman
oranına itibar eder, ancak, fatura kesilmediği iddiasıyla verilen özel
usulsüzlük cezasının kaldırır, çünkü randıman farkı ille de fatura kesil-
mediği anlamına gelmemektedir.

İDDİACILIK VERGİYE TÂBİ Mİ?


Çok, ama çooook zengindir. Parasıyla elde etmediği şey yoktur.
Son model arabalar, yatlar, çevresinde güzel bayanlar... Adam bir gün
Kenya’da safari’de, bir gün Bahamalar’da, bir başka gün Havai’dedir.
Adamın harcadığı paranın hesabını yapma imkanı yoktur... Bu durum
kısa süre sonra vergi bürosunun dikkatini çeker. Büro başkanı en gü-
vendiği iki denetmenini çağırır. Diğer bütün işlerdeki sorumluluklarını
başkalarına devretmelerini ve Co’yu sıkı takibe almalarını ister. Görev-
leri Co’nun bu kadar parayı hiç çalışmadan nasıl kazandığını bulmaktır.
Denetmenler, en geç bir hafta içinde Co’nun gizlediği kazançların kay-
fiAN VERGILER
190 / EDEBIYATLAfiA

nağını bulmak azmiyle işe koyulurlar. Ancak işler hiç de umdukları gi-
bi gitmez. Co bir türlü açık vermemektedir. Aradan 3 ay geçer sonuç
yok, 6 ay geçer sonuç yok, 1 yıl, 2 yıl, hiç bir sonuç yok. Bu arada ver-
gi bürosunun bütçesi de sarsılmıştır. Kolay mu Co ile aynı hayatı yaşa-
mak, ama mecburlar buna, yoksa Co’yu yakalayamazlar... Artık herkes
bir sonuç alınmasından umudu kesmiştir. En son denetmenlerden biri-
nin aklına, Co’yu sorgulamak gelir. soralım” der. Bir barda buluşma
ayarlanır ve denetmenler ile Co arasında görüşme başlar.
-Hey Co, biz seni yıllardır takip ediyoruz, ancak senin su gibi har-
cadığın bu kadar parayı hiç çalışmadan nasıl bulduğunu bir türlü çöze-
medik. Eğer bu sırrı bize verirsen seni hiç bir şeyle suçlamayacağız.
Yeter ki bize söyle.
-Beyler, ben çok pis iddiaya girerim.
-Nasıl olur, insan bir iddiadan kazansa kazansa, arkadaşından bir
çay, bir paket sigara, belki bir akşam yemeği hadi bilemedin en fazla
bir hafta sonu tatili kazanır. Ancak sen bizim hesabını dahi tutamadığı-
mız miktarda para harcıyorsun.
-Peki öyleyse, izleyin beni,der Co ve bara doğru ilerler. “Hey bar-
men, 100 dolara iddiaya var mısın? Ben sağ gözümü ısırırım”, der. Bar-
men çantada keklik 100 dolar için hemen “varım” der. Bunun üzerine
Co, takma gözünü çıkarır, ve ısırır. Barmenin 100 dolarını kapar. Bir bi-
ra içer. Birası bitince, “100 dolarını kurtarmaya ne dersin? 200 doları-
na iddiaya girerim ki ben sol gözümü de ısırırım”, der. Bunun üzerine
barmen, sağ gözü takmaydı. Sol gözü de takma olsa kör olur. Bu adam
gördüğüne göre sol gözü takma olamaz diye düşünerek teklifi kabul
eder. Co bu kez takma dişlerini çıkarır ve sol gözünü de ısırır, 200 do-
ları kapar. Barmen şaşkın ve kızgındır. Co, bir bira daha içer ve “Hey
barmen” der “bütün servetimi ortaya koyarım ki ben buradan 10 met-
re öteye işeyebilirim. Var mısın iddiaya, ben servetimi ortaya koyuyo-
rum, sen sadece1000 dolar koy” Barmen önceki iki bahisten ağzı yan-
dığı için son derece temkinlidir ancak hiç bir açık bulamaz. En sonun-
da da, “benim 1000 dolarıma onun bütün serveti, herhalde bu adam iç-
tiği biralardan ötürü sarhoş oldu” diye düşünüp iddiayı kabul eder. Bu-
nun üzerine Co sözünü yerine getirmeyi dener ancak değil 10 metre, 1
metre bile öteye gitmemiştir. Barmen Co’nun servetini kazanmış ol-
manın verdiği sevinçle zıplamaya başlar. Ancak dikkatini çeken bir
191

şey, Co’nun iddiayı ve bütün servetini kaybetmiş olmasına rağmen ha-


len gülümsüyor olmasıdır. Huylanır.”Co” der “sen iddiayı kaybettin
ama gülüyorsun, neden?” Co cevap verir, “şu arka masada oturan 2
şapkalıyı görüyor musun? Onlarla servetimin iki katına iddiaya girdim,
ben bara işerim barmen de sevinçten zıplar diye”

BİR TEMEL FIKRASI


Bizim Temel uluslararası ekonomi toplantısına katılır... Devletin
topladığı vergi dağılımını tartışırlar... Konuşmacılardan biri Amerikalı,
biri Avrupalı, biri de Temel.. Herkes sırayla uygulamalarını anlatır...
Amerikan vatandaşı söz alır önce:
-Bizim Amerika’da önce yere bir çizgi çizeriz ve sonra topladığı-
mız vergileri havaya atarız... Çizginin soluna düşen paraları halka hiz-
met olarak geri veririz, sağ tarafta kalanlar devlete kalır, yatırım yapa-
rız...
Sözü Avrupalı alır:
- Bizim Avrupa’da da buna benzer bir uygulama yaparız... Önce
yere bir daire çizeriz. Halktan toplanan vergileri havaya atarız. Daire-
nin dışında kalan halka hizmet olarak geri döner, dairenin içine düşen-
leri devlet harcamalarında kullanırız...
Sıra bizim Temel’e gelir ve başlar anlatmaya:
-Ula uşaklar ne güzel anlattunuz. Keşke bizda sizun çirkefluklaru-
nuzi değil da ha bu çalışkanluğunuzi alsak... İnanun bizum öyle bir uy-
gulamamız yok... Bizde daha kısa oluyi... Bi kere öyle yere çizgi çizme-
zuk... Bizde hükümet halktan toplar vergileri, atar havaya.;yere düşenle-
ri kendilerine harcarlar; havada kalanlar halka hizmet olarak geri döner...

TEMEL’DEN VERGİ KESİLİRSE...


Temel, bir televizyon kanalında yarışmaya katılır. Kazandığı para-
nın eksik olduğunu görünce, sebebini sorar, “Vergi kesiyoruz” derler...
Temel, derhal mali müşavirine başvurur. Mali Müşavir, Televizyonu
mahkemeye verirse mutlaka haklı çıkacağını söyler. Aradan zaman ge-
çer, Mali Müşaviri yolda Temeli görür, merak edip sorar: “Ula televiz-
yonu mahkemeye ver demiştim, niye gelmedin, ne yaptın o işi?” Te-
mel: “Verdim ama ertesi cün keri ketirdim oni... İnsan yine de televiz-
yonsuz yapamayi!”
fiAN VERGILER
192 / EDEBIYATLAfiA

BİR KARİ VAR, YAZUN ONİ...


Karadeniz’de vergi borcunu ödemeyen bir yaşlı köylüye, ödeme
emri tebliğ olunmuştur. Yaşlı Karadenizli, soluğu vergi dairesinde al-
mıştır. Sormaktadır: “Ha bu nedur? Ne olacak şimdi? Ben ne yapa-
yum?”
Memurlar, “Dayı” derler “ Ödeyeceksin, hemen ödeyemiyorsan
mal beyanında bulunacaksın”
Kolayına öyle gelir, “Mal beyanında bulunayım” der.
-İneğin, koyunun var mı?
-Yok!
-Çaylığın, fındıklığın?
-Yok!
-Bankada paran?
-Yok!
-Araban?
-Yok!
-Yahu Dayı, ya neyin var senin?
-Ula, bir ehtiyar kari var, yazun oni!

SİRKE VERGİSİ
İstanbul’da, Padişah sarayındaki mutfakta sirke küpleri devrilmiş,
sirkeler dökülüp ziyan olmuş. Fıkra bu ya; Padişah da bir buyruk çıka-
rıp, halktan sirke vergisi alınmasını istemiş.
Ardeşenli Laz’dan da bu vergi istenince çok gücüne gitmiş. Ba-
tum’dan vapura binip doğruca İstanbul’a gitmiş. Saray bahçesine girip
cins köpeklerden birini yakalamış, sopayla dövmeye başlamış. Köpe-
ğin ciyaklamasını işiten padişah balkona çıkmış ve durumu görünce
bağırmış Laz’a:
-Bre herif ne istersin o masum hayvancağızdan?
Ardeşenli’nin istediği de bu soruymuş zaten.
-Padişahım, Ardeşen’de domuzlar bütün bahçelerimizi mahvetti-
ler. Bu yan gelmiş yatıyor burada...
İyice sinirlenmiş Padişah:
-Bre mel’un, senin Ardeşenin’de domuzlar ziyan verdi diye İstan-
bul’daki köpek dövülür mü?
Laz hemen taşı gediğine koymuş:
193

-İstanbul’daki sarayında sirke küpü devrildi diye Ardeşenli


Laz’dan sirke vergisi alınır mı?

DAVULCU VERGİSİNE DAVULLU PROTESTO


Kırıkkale’nin Keskin İlçesi’nde çok sayıda davulcu vardır. Bu da-
vulcuların kazancı, kaymakamın dikkatini çeker. Mal Müdürü’nden ko-
nunun araştırılmasını ister. Sonunda davulcuların hepsi vergi mükellefi
yapılır. Davulcuların tepkisi büyük(!) olur bu karara, 10 Haziran 2005
tarihinde Kırıkkale-Keskin yolunu bir süre trafiğe kapatarak davul ça-
larlar.
Davulcu parasına bile göz diken, muhtaç olan bir maliye olduktan
sonra...

VERGİ ÖDEMEYENE DAVUL CEZASI


Hindistan’ın Andhra Pradesh Eyaleti yetkilileri, vergisini ödeme-
yenleri davulla cezalandırıyorlarmış. Ceza şöyle uygulanıyormuş: sayı-
ları 20’yi, 30’u bulan davulcu ekibi, borçlu mükellefin kapısına gidi-
yor, vergiler ödeninceye kadar, durmadan davullara vuruyorlarmış.
Gazete haberlerine bakılırsa bu ceza etkili olmuş, vergi borçlarının
%20’si tahsil edilebilmiş.

ŞAİR EŞREF’İN DAVUL-ZURNA YORUMU


Osmanlı’nın son döneminde şimdiki gibi bütçe devamlı açık ver-
diğinden, sarayda bir bütçe komisyonu kurulur.
Vilayetler sınıflara ayrılır, buna göre her sınıf vilayetten sınıfına uy-
gun vergi istenir. İstenilen vergiyi göndermeyen il yöneticilerine, teh-
ditkâr uyarı yazıları yazılırmış. İller de birer komisyon kurarak ilçelere
vergi salar, onlar da gerekli vergiyi göndermeyen ilçelere sert yazılar
yazarmış. O tarihlerde Kırkağaç’ta görevli olan şair Eşref, hem bu ya-
zılar ciddiye alıp vergi toplamaz, hemde tehditkâr yazılara cevap ver-
mezmiş. İzmir Valisi Kamil Paşa kalkmış, Kırkağaç’a gitmiş, kendisi-
ni karşılayan Kaymakam Eşref’e çıkışır:
-Ne para yolladın, ne de yazılarımıza cevap verdin!
-Ne yapayım paşa hazretleri kasaba halkı çok yoksul, işsizlik al-
mış başını gidiyor. Kimden nasıl para isteyeyim, der.
O sırada önünden geçtikleri bir evin önünden çalgı sesleri gelir.
Kamil Paşa.
fiAN VERGILER
194 / EDEBIYATLAfiA

-Kasaba halkının vergi verecek hali yok diyorsun, ama bak şu ev-
dekilerin haline, zevklerinden eğlenip duruyorlar. Yoksul olsalar böyle
eğlenirler mi?
Okkalı bir cevap yapıştırır Eşref:
-Keyiften değil Paşam, onlar s...me havası çalıyorlar.

ÖP ÜSTADININ ELİNİ BAKALIM


İzmir’e bağlı ilçelerden birinin Mal Müdürü görevden alımr. Def-
terdar nezdinde ricacı olması için Eşref’e ricacı olurlar. Görevden alı-
nan genç müdürü de alıp Defterdar’a çıkar Şair Eşref.
Hatır-gönül dinlemez defterdar, verip veriştirir; ne rüşvetçiliği ka-
lır mal müdürünün, ne ahlaksızlığı.
Eşref, susmasını bekler Defterdar’ın. Susunca da gediğine koyar
taşı. Dönüp mal müdürüne:
- Hadi öp bakalım üstadının elini! der.

ÇİNGENE İMPARATORU DA VERGİ SALDI


“Romanya’da kendini “Çingene İmparatoru” ilan eden Iulian Ra-
dulescu “teba”sına koruma vergisi saldı. Adevarul gazetesinde “İmpa-
rator 1. Iulian” imzasıyla yayımlanan mektupta, Radulescu’nun “koru-
ma vergisi” alacağı belirtildi, vergisini vermeyenlerin “tutuklattırılaca-
ğı” ya da “yabancılara satılmak üzere çocuklarının kaçırılacağı” tehdidi
ileri sürüldü. Çingene “kralı” Iulian, mektubunda, Olt bölgesi için “sal-
dığı salma”nın 600 milyon ley (yaklaşık 16 milyar TL) olduğunu belir-
terek, vergiyi bizzat kendisinin evleri dolaşarak “elden” alacağını ilan
etti. “İmparator”, vergilerini ödemeyenleri “polis ve maliye yetkilileri-
ne ihbarda bulunarak tutuklattıracağı”nı belirtti ve “hakkında dava aç-
maya kalkışan olursa, onların da çocuklarını kaçırtarak yabancılara sat-
tıracağı” tehdidini ileri sürdü. Tanıkların anlattıklarına dayanan gazete-
ye göre, Iulian Radulescu “Çingeneleri Rumen devletinden koruma
vergisi”ni üç yıl önce koydu. Olt bölgesindeki Çingene köylerinden
yılda 50 milyon ley istemekle işe başlayan “imparator”, bu miktarı
1999 ve 2000’de 100 milyona çıkardı.
Radulescu ise, gazetede yayımlanan mektupla ilgisi olmadığını bil-
dirdi, ancak Olt savcılığı “imparator” hakkında soruşturma açtı. “1. Iulia”
daha önceleri de hırsızlığa iştirakten 3,5 yıl hapis cezasına çarptırılmıştı.”
195

Bu haber, 3.11.2000 tarihli Zaman Gazetesi’nde yayımlanmıştı.


Radikal Gazetesi’nin 1.8.2000 tarihli nüshasında ise şöyle bir ha-
ber vardı: “Uluslararası Çingeneler Birliği, 1993’te BM’de gözlemci
komite olarak bulunma hakkı kazanarak, lobi faaliyetlerini artırma şan-
sını yakalamıştı. Plan üç ayda bir toplanan bir meclis, Uluslararası Çin-
gene Mahkemesi ve buna bağlı olarak çalışacak ırkçılık karşıtı bir ko-
misyon kurulmasını, çeşitli ülkelerde temsilcilikler açılmasını öngörü-
yor. Ayrıca bütün bu yapılanmayı finanse etmek için Çingene cemaati
içinde vergi toplanmasını da içeriyor. Plana göre Uluslararası Çingene
Mahkemesi, ırkçıları yargılayacak ve Çingenelere karşı ayrımcılık ya-
pan hükümetlere baskı uygulayacak.”

VERGİ İADE ZARFINDAN ÇIKAN

7 TON HURMA VE 4 TON ÜZÜM VE 4 TON CEVİZ


Bu haber 16.12.2005 tarihli YENİÇAĞ Gazetesi’nde yayımlandı:
“Gaziantep Vergi Dairesi, geçen yıl verilen fiş ve faturaların ince-
lemesinde gerçek dışı beyanlarla karşılaştı. Daire Başkanı Recep Kara-
pınar, 42 kurumdan gelen 54,7 milyon YTL’lik harcama belgesinin in-
celemesinde 10,4 milyon yeni lira tutarında geçersiz belge kullanıldığı-
nı tespit ettiklerini açıkladı. Karapınar’ın verdiği bilgiye göre, aylık bin
350 yeni lira geliri olan bir ücretlinin 4,3 ton üzüm, 7,75 ton hurma,
2,5 ton kırmızı biber, 150 teneke sıvı zeytinyağı ile 4,55 ton ceviz fatu-
rası tedarik ettiği belirlendi. Aylık geliri 3 bin 350 yeni lira olan bir pro-
fesörün 30 bin yeni lira tutarında eczaneden ilaç faturası tedarik ettiği
anlaşıldı. Bir güvenlik yetkilisi de, 2 bin 500 yeni liralık yemek fatura-
sı beyanında bulunmuş. Karapınar, sahte fatura ve gerçek dışı beyanda
bulunan çalışanlar hakkında suç duyurusunda bulunacaklarını, ayrıca
bu suçu işleyen memurların siciline işleneceğini söyledi. “

SAVAŞA HAYIR, VAJİNA MONOLOĞLARI


VE VERGİ BARIŞI
Dr.Fuat Kıvran, kendi internet sitesinde şunları yazmış:
“Reklam panoları rengarenk. Çarpıcı sloganlar yanyana. Bir taraf-
ta SAVAŞA HAYIR, yanında VERGİ BARIŞI, biraz ötede VAJİNA
MONOLOGLARI (Yazarın Notu: O tarihte sahneye konulan bir tiyat-
ro oyunu)... Savaşa Hayır panosunda iki el dostça birbirini tutmuş.
fiAN VERGILER
196 / EDEBIYATLAfiA

Vergi Barışında da benzer bir resim var. Vajina Monologları resimsiz.


Düz yazı, beyne hitap ediyor. Göze hitap etmeyi göze alamamışlar bes-
belli.
Birbiriyle uzaktan yakından ilgisi olmayan üç konu. Fakat benim
beynim tek ve üçünü de aynı anda algılamak zorunda. Başka seçene-
ğim yok.
Savaşa Hayır neredeyse Dünya’nın her yerinde kullanılan bir slo-
gan. İnsanlar savaşmasın isteniyor. Çünkü savaş felakettir. Suçlu suç-
suz birçok insan ölüyor, nice ocaklar sönüyor. Yüzyıllarca onarılama-
yacak toplumsal yaralar açılıyor.
Diğer sloganlar ise Türkiye’ye özgü. Vergi Barışı. Böyle bir kav-
ramı başka bir ülkede gören, duyan varsa haber versin . Üstün zeka
ürünü bir slogan. Burada savaş yok barış var. Ne de güzel düşünülmüş.
Herkes savaşa hayır diye bağırırken barışı propaganda malzemesi ola-
rak kullanmak çok zekice. Yalnız hesaplanamayan bir faktör var. Bu
ülkedeki insanların hepsi zeki değil ya. İçlerinde benim gibi geri zeka-
lılar da var . Kafamı patlattım, anlayamadım şu vergi barışı neyin nesi-
dir ?
İşte benim zeka gerisi beynimin düşündükleri :
Bir kere eğer barış yapılacaksa savaş olmalı önce. Durup durduk
yerde bu neyin barışı. Öyleyse önce bir savaş vardı. Bu kesin.
Ne savaşıydı bu ? Vergi savaşı. Bulduk mu şimdi papazı. Verginin
savaşı mı olur ? Olacak artık. Olmasaydı barışı da olmazdı.
Bu savaşın tarafları kim ? Vergi vermek zorunda olanlarla almak
isteyenler. Yani vatandaş ve Devleti. Demek ki vatandaşla devlet sü-
rekli savaş halindeymiş.
Vay bee. Bunu da birileri farketmiş. Gel barış yapalım demiş. Ve
Vergi Barışı diye yasa çıkarmış. Savaşmayalım. Senden zorla nasıl ol-
sa alamıyorum bu vergileri. Gel pişman ol. Nedamete gel. Ben de sa-
na ceza uygularım dedim di ya. Onu almayayım. Sen de yatır şu para-
ları öpüşelim, barışalım.
Vatandaş-Devlet elele, güzel günlere. Savaşan taraflar yaktılar ba-
rış çubuğunu, ortalık süt liman.
Tam konuyu çözdüm, olayı kavradım derken geri zekalı beynim
yine karıştı. Savaş anlaşamayan iki taraf arasında yapılır.
Bu memlekette bir de devletiyle iyi geçinen vatandaşlar var. Ver-
197

gilerini düzenli olarak öderler. Onlar napacak şimdi? Onlarla devlet


barışmayacak mı ? Nasıl barışsın savaşmıyorlardı ki ? Ya da savaşıyor-
lardı da vatandaş savaştığının mı farkında değildi. Yani kandırıldı mıydı
yoksa ? Olur mu canım ? Hangi Devlet vergisini zamanında yatıran va-
tandaşını kandırır ? Onları bir kenarda unutarak kendisine savaş açana
barış çubuğunu uzatır ? Olmaz böyle bir saçmalık. Benim aklım bas-
maz buna. Eğer bir devlet vergisini zamanında yatıranı bir kenarda
unutur ve yatırmayana kolaylık sağlamaya kalkarsa kim bir daha ver-
gisini zamanında öder? Elbette geri zekalılar.
(...) Sen farkında değildin ben seninle savaşıyordum. Şimdi de ba-
rış ilan ettim. Olmaz ki. Olursa monolog olur böylesi. Tesadüf bu ya
vergi barışı panosunun yanında vajina monologları duyurusu asılı.
Vajinanın da monoloğu var, vergi barışının da. Tövbe tövbe. Nere-
deyse vergiyle vajinayı karıştıracağım. Sonra gelsin diğer kavramlar.
Vajina vergisi, vergi vajinası, vajina barışı. Vs. vs. Bunlar olur mu olur.
Olur da, panolara birbirine sarılmış iki el resmi yerine barış yapan iki
vajina resmi biraz zor olur?
Üç basit kelimeyi kavram kargaşasına götürdü garip beynim. Sa-
vaş. Barış ve Monolog. Benim ne suçum var ? Ben mi astım bu üç rek-
lamı oraya buraya ?

DRAKULA ARTIK KRAL


7 Mayıs 2002 tarihli Milliyet Gazetesi’nde aşağıdaki haber yayım-
landı:
“Almanya’nın Branderburg eyaletinde yaşayan ‘vampir ailenin’
son ferdi Kont Drakula, bürokrasi ve vergilere kızıp ‘krallığını’ ilan
etti
DIŞ HABERLER SERVİSİ:Halen yaşadığı Almanya’nın Brander-
burg eyaletinin her işi yokuşa süren bürokrasisi ve yüksek vergilerin-
den bıkan son ‘Kont Drakula’, sonunda dayanamadı ve “Artık kendi
topraklarımda Kral benim” dedi.
Berlin yakınlarındaki 16 hektarlık arazisini sınırları olarak belir-
leyen ve yeni ülkesine ‘Drakula Krallığı’ adını veren isyancı kontun
topraklarında bin 200 kişi yaşıyor ve tamamı yeni krallarına destek
veriyor. Bu destekle yola çıkan ‘Kral Drakula’ da, ülkesinin Devlet
Başkanlığı görevine, topraklarındaki Schenkendorf Köyü’nün bele-
fiAN VERGILER
198 / EDEBIYATLAfiA

diye başkanını getirdi. Asıl adı Ottomar Rodolphe Vlad Drakula


Prens Kretzulesco olan isyancı kont ise, krallığın temsilcisi olacak.
Drakula Krallığı’nın merkezi olarak da, kontun 19’uncu yüzyıldan
kalma, üç katlı ve 46 odalı malikânesi ilan edildi.Öncelikle üzerinde
Drakula Ailesi’nin amblemi bulunan pasaport bastıracak isyancı
kont, ardından da vergileri yüzde 20’ye indirmeyi ve bürokrasiyi ta-
mamen sıfırlamayı düşünüyor.
Tek tehdit ‘sarmısak’
Kont Drakula daha sonra kendi pullarını bastıracak, ülkesine ait
araç plakaları çıkartacak. Krallığın ekonomik işlerini yönetmek için de
profesyonel bir şirket kiralanacak. Son Drakula’nın isyanına Alman
Hükümeti’nden şimdilik ‘ciddi’ bir tepki yok. İsyancı ülkenin içinde
bulunduğu Branderbung eyaleti İçişleri Bakanı Joerg Schönbohm,
kontu ‘sözle’ ikna edebileceklerine inanıyor. Bakan Schönbohm, yine
de espriyle karışık şu uyarıda bulunmayı ihmal etmiyor: ‘Bu olmazsa
vampir Kont Drakula’nın korkulu rüyası ‘sarımsak’ı gündeme getirebi-
liriz...’

YUMURTA KITLIĞI YOK DA...


İngiliz Kralı, vergileri çok da ağırlaştırdığı bir dönemde, tebdil-i
kıyafet bir yolculuk yapmak istemiş. Yolculuğun ilk gecesinde bir han-
da kalmış. Sabah kahvaltısında 3 yumurtalı bir omlet yedikten sonra,
ücretin ne kadar olduğunu sormuş. Hancı:
-”15 altın!” demiş. Kral afallamış, çünkü bu para büyük bir paray-
mış:
-Ne bu yahu! Yumurta kıtlığı mı var bu yörede?
Hancı, anlamlı anlamlı gülmüş ve:
-Yok efendim, yumurta kıtlığı yok da, âdaletli bir kral’ın kıtlığı var

MAFYA’NIN SAĞIR-DİLSİZ MUHASEBECİSİ


Sırlarını kimseye demesin diye sağır-dilsiz bir muhasebeciyi işe
almış mafya. Gel zaman git zaman, muhasebeci şeytana uyup, hesap
hileleri yaparak önemli tutarda bir parayı zimmetine geçirip ortadan
kaybolmuş.
Mafya, sağır-dilsizlerin dilinden anlayan bir muhasebeci bulmuş,
eski muhasebecinin de izini bulmuş. Mafya tetikçileri ile yeni muha-
199

sebeci varmışlar eski muhasebecinin evine. Tetikçi “De bu adama, çal-


dığı paralarımızın yerini hemen demesse, yağlı kazığa oturtulacak”
Eski muhasebeci, korkudan titreyerek, işaretle, paraların hanımı-
nın mahrem yerlerine saklı olduğunu anlatmaya koyulmuş. Tetikçi me-
rak ve heyecanla “Ne diyor? Ne diyor?!” diye sorunca, yeni muhase-
beci : “Bunlarda beni yağlı kazığa oturtacak yürek ne gezer, bunlar av-
rat gibi adamlardır” demiş.

İŞYERİ MUHASEBECİLERİ’NİN
KIVIRMAK ZORUNDA OLDUĞU YALANLAR
“www.rolva.com.tr” adlı internet sitesinde, işyerlerine bağımlı
olarak çalışan muhasebeceilerin söylemek zorunda kaldıkları yalanları
derlemiş:
“Tüh çek defterim bitmiş, az öncede son çekimi kullandım. * )
Muhasebeden xxxxx bey toplantıda. * ) Bu hafta sıkışığız. * ) Yarın
ödemeyi yapsak olur mu ? * ) Bu para sizin için ne ki canım ! * ) Şu
sırada patron yok ödeme yapamıyoruz. ( Tahsilat yapabiliyor ) * ) Bir
havale bekliyorduk, gelmedi. * ) Bu hafta sonu yüklü bir ödememiz
var, size daha sonra ödesek ! * ) Çekiniz kuruldan çıkmadı. * ) Şu sıra-
da muhasebe müdürümüzün yanında misafirleri var, siz daha sonra tek-
rar arayın. * ) O kadar sizinle çalışıyoruz, biraz bizi idare edin. * ) Ye-
ni bir inşaat yapıyoruz, ödemeleri bu ay durdurduk. * ) Merkezden ta-
limat bekliyoruz. * ) Paramız Repo`da, ödeme yapamıyoruz. ( Sanki re-
po yapmayı bir tek onlar biliyor. ) * ) Piyasada sıkışıklık var. ( Ödeye-
ceği rakkam 25.000.000 TL. geçmez. ) * ) Şimdi kriz var . ( Sipariş ve-
rirken yok, ödeme yapmaya gelince var ! ) * ) Birgün geç alsanız ne
olacak sanki. * ) Kasanın anahtarını evde unuttum. * ) Faturanız bize
ulaşmadı *)Kaçacakmıyız. * ) Biz sizin en iyi müşteriniziz. * ) Bu Çek
için iki imza gerekli. * ) Bu miktar çok küçük o yüzden ödeme çıkmı-
yor. * ) Eski döviz kurundan ödesek olmaz mı ? * ) Bizde Merkez Ban-
kası kurları esas kabul ediliyor. ( Kendi alacağı olunca serbest piyasa
geçerli oluyor. ) * ) Ödeme yapamıyoruz, patron yurtdışına tatile gitti.
* ) Ödeme yapmak için, dövizin düşmesini bekliyoruz, daha sonra tek-
rar arayın. ( Sadaka verecek o yüzden. ) * ) Biraz bekleyin faturayı
“TL” kesmişiniz, döviz bürosuna soralım hangisi bizim için iyi ise onu
ödeyelim. * ) Bizde paramızı alamıyoruz. ( Sanki malı alırken bize sor-
fiAN VERGILER
200 / EDEBIYATLAfiA

du. ) * ) Böyle giderse alış-verişi keserim. ( Firmanın tüm geleceği


onun ellerinde. ) * ) Biraz idare edin. Yok olsa dükkan senin. * ) Bir
ara hallederiz. * ) Paranın ne önemi var. Sen öde biz sana öderiz. ( Mü-
him olan miktarı ) * ) Sizin çeki ben farklı bir tarihe kayıt etmişim o ta-
rihte ödeyeyim.”

SİZ KAÇ OLMASINI İSTERSİNİZ?


İşyerine bir muhasebeci alınacaktır. Başvurular değerlendirdikten
sonra, adaylar görüşmeye çağrılır.
Tüm adaylara aynı soru sorulmaktadır: “İki kere iki kaç eder?”
“Dört eder” diyenler çoğunluktadır ya, onlar kaybetmişleridr.. İşi
kapan muhasebecinin cevabı ise, ilginç ve anlamlı bir sorudur: “Siz kaç
olmasını istersiniz?”

VERGİ MÜKELLEFLERİNE YOLUNMUŞ


TAVUK DİYEN BAKAN
29.4.2005 tarihli Milliyet Gazetesi’nin haberi şöyle:
“Aydın ve Muğla’da inceleme ve ziyaretlerde bulunan Kültür ve Tu-
rizm Bakanı Atilla Koç, Vergisini ödeyen vatandaşı ‘yolunmuş tavuğa’
benzetti. Bakan Koç, ‘Tavuğu yolmanın da usulü vardır. Madem ki adam-
ları tavuk gibi yoluyoruz, yolarken de gücendirmeyelim’ dedi. Bakan
Koç sözlerini, ‘Ama, biz hem yoluyoruz, yolarken de kırıp, gücendiriyo-
ruz. Yoksa altın yumurtlayan tavukları da kaçıracağız’ diye sürdürdü.

VERGİLER KAZANÇLA TERS ORANTILI OLARAK


ALINMALIYMIŞ
Özal döneminin bazı bakanlarına, basında “Abdulmucit Kesbiçer”
lakabı takılmıştı. Sulhi Dölek, Truva Katırı adlı romanında, bu bakanlar-
dan birine “Erkan Sivri” adını takmış . Erkan Sivri’nin vergi kaçakçılı-
ğına ilişkin araştırma (!) sonuçları şöyle:
“Bu adama hayrandım. ‘Bunca şeye nasıl zaman buluyorsunuz an-
lamıyorum’ dedim. ‘Bakanlığınızın yetki alanına girmeyen konularla
bile ilgileniyorsunuz.
‘Benim bakanlığımın yetki alanına girmeyen konu yoktur’ diye ke-
sin bir tonla konuştu. ‘Ben kabinenin libero oyuncusuyum. Sözgelimi
geçen hafta gecemi gündüzüme katarak ülkemizdeki vergi kaçakçılığ-
nı araştırdım.’
201

(...) ‘Peki neler öğrendiniz?’


‘Bir defa kimse vergi vermek istemiyor. İkincisi vergi kaçıranlar
şeytan gibi kurnaz. İğne deliği kadar boşluklardan bile yararlanmayı
biliyorlar. Sonuçta ‘Helal olsun’ dedim. Bu kadar akıllı insanların ver-
gi kaçırmasını da çok görmemeli artık. Nasıl olsa bu paralar günün bi-
rinde yeni yatırıma dönüşüp ülke yararına kullanılacaktır.”
Bu Bakan’ın kurduğu Düşünce Üretim Merkezi’nden bir uzman,
vergiler kazançla ters orantılı olurarak alınırsa kimsenin vergi kaçırma-
yacağını söylüyormuş.

BEN NİYE KAÇIYORUM Kİ...


Ormana birgün maliyeciler gelir. Bunu gören tilki koşarak orman-
dan kaçarken kaplumbağa ile karşılaşır, kaplumbağa tilkini acelesini
görünce merakla sorar:
-Hayrola tilki kardeş böyle acele nereye gidiyorsun?
-Ormana maliyeciler gelmiş duymadın mı, onlardan kaçıyorum,
demiş tilki.
-İyi de sana ne?
-Bana ne olur mu? Bende kürk, hanımda kürk, çocukta kürk...
Bunu duyan kaplumbağa ormanı terk etmek için koşmaya başlar,
kaplumbağayı gören göçmen kuşun biri merakla sorar:
-Hayrola kaplumbağa kardeş böyle acele nereye?
-Ormana maliyeciler gelmiş duymadın mı? Onlardan kaçıyorum.
-Iyi ama seninle ne ilgisi var?..
-Olmaz olur mu bende ev hanımda ev çocukta ev...
Göçmen kuş cayır cayır ötüşmeye, telaşla uçuşmaya başlar, bu
durum maymunun dikkatini çeker, sorar:
-Ne oldu yahu, ne bu telaş?
-Ormana maliyeciler gelmiş duymadın mı?
-Şimdi duydum işte... Duydum da... Sana ne?
-Bana ne olur mu kardeş? Bende yazlık, eşimde yazlı, çocukta
yazlık...
Maymun da paniğe kapılır, o da koşmaya başlar. Ama sonra, bir-
den aklı başına gelir “Zınk!” diye duruverir ve der ki:
- Yahu, ben niye koşuyorum ki? Benim kıçım açıkta, hanımın kıçı
açıkta, çocuğun kıçı açıkta...
TARİHTE VERGİ VE MUHASEBE

“Nitekim, yazar olarak bir çok yararı dokundu bana; örneğin; öl-
çülü davranmayı, yanlıştan korkmayı, belgeye dayanmayı, aklını kul-
lanmayı, duyguculuğa kapılmamayı ve gerçekçi, düzenli, dengeli, tu-
tarlı olmayı MUHASEBE öğretti bana.
Savunduğum ve uygulamaya uğraştığım nesnel, bilimsel eleştiri
anlayışımın güçlenmesine yardım etti.
Az şey mi bu?”
Asım BEZİRCİ
Muhasebeci-Edebiyatçı”

TARİHTE MUHASEBE
Sözlük Anlamı: Tarihte muhasebe bölümüne geçmeden önce, mu-
hasebenin sözlük anlamını verelim: Muhasebe, hesablaşmak, hesab
görmek, hesab işi ile uğraşmak, hesab işini gören resmi makam, anla-
mına geliyor.
İlk Çağlarda Muhasebe: Tarih içerisinde ilk muhasebe kayıtları-
nın ne zaman ve hangi medeniyet tarafından kullanıldığı yolunda ke-
sin bir bilgi mevcut olmamakla beraber, muhasebe tarihçileri arasın-
da genel eğilim, ilk yazı ve sayıların kullanılmaya başlandığı “Mezo-
fiAN VERGILER
204 / EDEBIYATLAfiA

potamya Uygarlıkları”nda ve “Eski Mısır”da , muhasebe uygulama-


larının da başladığının kabul edilmesi yönündedir. Ancak bu yıllara
ait , özellikle muhasebe tarihinde yer alabilecek bulgulara rastlanma-
mıştır.Tarihte ilk envanter işlemlerinin Mısır’da mal takibi amacı ile
yapıldığı bilinmektedir. Özellikle gıda maddelerinin alım satım işlem-
lerinin kayıt edilmeye başlanması ile Eski Mısır’da Muhasebe düze-
ni periyodik envanter yanında günlük kayıtlar ile de oluşmaya başla-
mıştır. (M.Ö. 3400 Yılları)
Eski Mısır’da muhasebe tarihi için önemli sayılabilecek bir başka
yenilik ise, muhasebenin bütçe ayağının oluşmaya , ve yazılı planların
kullanılmaya başlanmış olmasıdır. Mezopotamya uygarlıklarında ise ,
özellikle eski Babil’de , eski Mısır’dan farklı olarak, muhasebenin za-
man ile bağlantısının kurulmuş olması ve kayıtlar ile olayların oluşum
zamanlarının birlikte değerlendirilmesi söz konusudur. Eski Babil’de
bir malın türü, sayısı ve alan satanın isimleri dışında, teslim tarihinin de
kil levhalara yazıldığı görülmektedir. Yine eski Babil’de muhasebe ile
ilgili ilk yazılı kurallar da ortaya çıkmıştır. Hammurabi kanunlarında
(M.Ö.2200-2150), muhasebe ile ilgili yazılı hükümler vardır. Kaniş’te
(Kültepe) Asur’lara ait belgeler bulunmuştur. MÖ ikinci binin başla-
rından önce Anadolu’da yazıya rastlanmazdı. Yazıya ilişkin ne varsa
hepsi Mezapotamya kültürünün buraya yansımasıdır. Türkiye’de şim-
diye dek bulunmuş en eski yazıtlar, MÖ 20. -18. yüzyıllar arasında Ka-
padokya’da Kaniş
(Kültepe) adındaki kentte, Asur tüccarlarının kurmuş oldukları
çarşı ve pazarlarda tutmuş oldukları kayıtlardır. Doğal olarak bunlar
Asur çivi yazısıyla kil tabletlere yazılmıştı. Kaniş’te bulunan belgele-
rin, muhasebe kayıtlarına dair olanları da vardır.
Eski İran’da muhasebe, ücretlerin, para veya mal ile ödenmesinin
kayıt edilmesi şeklinde ortaya çıkmıştır. Ayrıca Pers İmparatorluğu’nda
topraklarının genişliği sebebi ile, orduların beslenme ve giyecek ihtiya-
cının karşılanması sırasında, denetim aracı olarak yine muhasebe kulla-
nılmıştır.
Eski Yunan medeniyetinde, muhasebenin önemi, sikke paranın
kullanılması ile çok farklı bir boyuta taşınmıştır. Envanter işlemleri
maddi sorumluluk doğuran işlemler olarak ortaya çıkmıştır. Devlet
Muhasebesi eski Yunan medeniyetinde daha çok ön planda yer almış,
205

devletin varlıklarının kayıtları, halktan seçilen kişilerce yapılmıştır. Es-


ki Yunan’da , ihtisas muhasebesinin de özellikle tarım ve inşaat alanın-
da oluşmaya başladığına dair belgelere rastlanmıştır.
Eski Roma’da muhasebe düzeni ilk kez bir biri ile bağlantılı fark-
lı kayıt ortamları ile şekillenmiş ve bugünkü anlamdaki “muhasebe sis-
temi” nin temelleri atılmıştır. Bu sistemde para hesapları ayrı bir defter-
de , tahıl ve hayvansal ürünler gibi mal ve eşyalar ayrı bir defterde kay-
dedilmiştir. Bu arada ilk yıpranma payı (amortisman) kavramına Eski
Roma kayıtlarında rastlanmıştır. Eski Roma medeniyetinden sonra,
M.S. ilk 500 yıl içinde, envanter kavramı gelişmiş, varlıkların sınıflan-
dırılması daha belirgin hale gelmiştir. Orta çağ boyunca batı Avrupa’da
gezici muhasebeciler ortaya çıkmış ve para karşılığında raporlar düzen-
lemeye başlamışlardır. Bizans imparatorluğunda ise toprak envanteri
yöntemleri gelişmiş ve İmparatorluğun toprakları denetim düzeni altı-
na alınmıştır.
13. yüzyılda batı Avrupa’da günümüzdeki Kasa Defterine çok
benzer bir defter kullanılmakta , bu defter üzerinde yapılacak düzelt-
meler için özel izinle yetkili noterlere başvurulmakta, defterlerin top-
lamı düzenli aralıklarla alınmaktaydı. Devlet ve Manastır muhasebesi-
nin , ticari muhasebeden daha önce gelişmiş olması, özellikle 14. yüz-
yıl boyunca muhasebenin masraflar ve mal hareketlerinin saptanması
ile denetim amacına yönelik olarak kullanılması sonucunu doğurmuş-
tur. Aynı yüzyılın sonlarına doğru ticari hayatın gelişmesine paralel ola-
rak, kârın bulunması amacına yönelik muhasebe uygulamaları görül-
müştür. Yine buna paralel biçimde Muhasebe bilgilerinin denetimi uy-
gulaması İngiltere’de ortaya çıkmıştır. Bu işleri yapan uzmanlar krali-
yet tarafından resmen görevlendirilmiş “mali denetçiler” olarak adlan-
dırılmışlardır.Ortaçağ boyunca, muhasebenin Avrupa’daki bu çok yön-
lü gelişimini, 15. yüzyıl ve sonrasında “çift taraflı kayıt usulünün” kul-
lanılmaya başlaması izlemiştir. Çift taraflı kayıt usülünün kimin tara-
fından ne zaman ilk kez uygulanmaya başladığı yönünde muhasebe ta-
rihçileri arasında görüş ayrılıkları olmakla birlikte, belirli bir sürecin
sonucu olarak ortaya çıkmış olan ve Muhasebenin olgunlaşması da di-
yebileceğimiz bu teknik , en iyi şekilde Luca Pacioli tarafından dile ge-
tirilmiştir.
fiAN VERGILER
206 / EDEBIYATLAfiA

Bilinen İlk Muhasebe Kitabı


Prof.Dr.Ahmet Akgündüz ve Doç.Dr Sait Öztürk’ün birlikte yaz-
dıkları “Bilinmeyen Osmanlı” adlı eserde, bilinen ilk muhasebe kitabı-
na ilişkin son derece değerli ve ilginç bilgiler verilmektedir.
“ (...) Esas itibariyle siyâkat terimi, Osmanlı öncesi muhasebe
mesleğini ifade etmek için kullanılmıştır. ‘sanat-ı siyakat’ veya ‘fenni
siyakat’ olarak bilinen muhasebe mesleği, Selçuklu ve İlhanlı devirle-
rinde gelişme kaydetmiş, Osmanlı mali teşkilatına ve muhasebe usul
ve tekniklerine tesir etmiştir. Hatta muhasebe öğretimi için İlhanlılar
devrinde bir çok eser kaleme alındığını biliyoruz.Risâle-i Felekiyye,
Camiü’l-Hesap, Şems-üs Siyak, Bahr’s Siyak, Saadetname, Kanun-ı
Saadet isimli eserler bu dönemde yazılan ve muhasebe öğretimi ama-
cıyla kaleme alınan eserlerdir.
Söz konusu muhasebe öğretimi için kaleme alınan eserler, mali
umurun tedvirine duyulan hassasiyeti ve özellikle muhasebenin yakın
ve Orta Doğu’da çok önem verilen bir bilim kolu olduğunu göstermek-
tedir.Hatta batıya öncülük ettiği söylenebilir. Zamanımıza ulaşan ve bi-
linen ilk muhasebe kitabı 1307 yılında Felek Alay-ı Tebrizi tarafından
yazılan Saadetname adlı eser, batıda muhasebe biliminin kurucusu ka-
bul edilen Pacioli’nin eserinden 187 yıl önce yazılmıştır.”
Hüseyin Perviz Pur, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türkiye’nin Borç
Prangası adlı eserinde şu tesbitlerde bulunuyor aynı bağlamda:
“Dünyada muhasebenin Venedikli din adamı ve matematikçi Lu-
ca Paccioli tarafından 1494 yılında bulunduğu ilan edilmiştir. İpek yo-
lunda Türkler bu yolun güvenliğini sağlamışlar diğer taraftan kendile-
ri de ticaretle ticaretle uğraşmışlardır. İpek yolunun bittiği yer Vene-
dik’tir. Tüccarlar son muhasebe hesabını Venedik’te yaptıkları varsayı-
mı ile muhasebenin de bu ipek yolu ile kente geldiğini kabul edebili-
riz.”
Muhasebenin Önceki Türk Devletlerinde Gelişmesi: İlk çağlarda
muhasebe tarihi başlıklı bölümde, daha çok muhasebenin Mezopotam-
ya ve Eski Mısır ve buradan da orta çağ boyunca Avrupa’da ki gelişi-
minden bahsedildi. Cumhuriyetimizden önce gerek Orta Asya , Anado-
lu ve Avrupa’da kurulmuş 16 Türk devleti vardır. Bu devletlerden en
eski olanlarında (Büyük Hun İmp. mö.220–ms.216 , Batı Hun İmp.,
ms.374 – 496 ) gerek Orta Asya bozkırlarında yaşanan göçebe hayat ve
207

ticaretin Türkler arasında yaygınlaşmaması sebebiyle muhasebe ile il-


gili her hangi bir belgeye rastlanmamaktadır. Eski Türk Devletlerinde
ilk yazılı belgelere Göktürk Devletinde rastlanmaktadır. Göktürkler ,
Çin , İran ve Hindistan ile ekonomik ilişkiler kurmuşlar, ipek , kumaş
ve hayvan ticareti yapmışlardır. Ancak yine de Göktürkler göçer bir
milletti ve yerleşik düzenin sağladığı belirli bir ekonomik düzen geliş-
memişti. İhtiyaçlarını hâlâ savaş ganimetleri ve avlanarak sürdürüyor-
lardı. Bu sebeple bu dönemden her hangi bir kayıt, günümüze ulaşma-
mıştır. Göktürklerin egemenliğine son veren Türk boylarından biri olan
Uygurlar MS. 745 yıllarında bağımsız bir devlet olarak yaşamlarını sür-
dürmeye başlamışlardır. Yerleşik düzene geçen ilk Türk Devleti olma
özelliği ile Uygurlar dönemi Muhasebe Tarihi açısından da önem arzet-
mektedir. Uygur Devletinden günümüze ulaşan belgelerden, daha çok
devlet harcamaları ile ilgili bir belge düzeninin mevcut olduğu anlaşıl-
maktadır, bunlar arasında, devlet adına seyahat eden beyler ve elçilerin
, konakladıkları yerlerde yeme, içme ihtiyaçlarının halk tarafından kar-
şılanması ve bunların ne şekilde kaydedileceğini açıklayan belgeler bu-
lunmaktadır. Ancak Uygurlardan günümüze ulaşan belgeler daha çok
hukuki nitelik taşımakta ve Uygurların belirli bir hukuk düzenine sahip
olduğunu göstermek dışında, düzenli bir muhasebe kaydı niteliği taşı-
mamaktadırlar. Müslümanlığı kabul eden önemli büyüklükteki ilk Türk
topluluğu olan Karahanlılar 840-1211 yılları arasında varlıklarını devlet
olarak sürdürmüşlerdir. Bir Türk-İslam devleti olarak Karahanlılar,
Araplarla yakın ilişkiler içinde olmuş ve dolayısı ile Arap dili ve kül-
türünün etkisi altında kalmışlardır. Karahanlılar ipek yolu üzerinde ya-
şayan bir devlet olarak, bu önemli ticaret yolu üzerinde kervansaraylar
inşa etmişler ve Ticaret yolunun güvenliğini sağlayıcı tedbirler almış-
lardır. Karahanlılar döneminde yazılan en önemli yazılı yapıtlardan biri
olan “Kutadgu Bilig” , devlet işleri ile ilgili olarak , hesap düzeni ve
muhasebeciye dönük ilk ciddi görüşleri ortaya koymaktadır (1072).
Kutatgu Bilig’den bazı örnekler verelim:
2773 Nolu beyit: Yazıcı olmalı, her yazı bilen
Hesabı, kitabı, kayıdı bilen

2774 nolu beyit: Yazıcı kaydeder giriş çıkışı


Kayda geçer bütün, her türlü işi
fiAN VERGILER
208 / EDEBIYATLAfiA

2776 nolu beyit: Hesabın sağlığı kayıtla olur


Yazılsa hesaplar kapı açılır

2779 nolu beyit: Yazılsa kalır söz, ihmalden gider


İhmalkâr işçiler hesaptan inler

2781 nolu beyit: Hesapta ihmalkâr olan işçiler


Hesap verdiğinde baş vurur inler

İlhanlılar (1256-1353) yılları arasında İran’da yerleşmiş Moğol


hanedanını tarafından yönetilmiş olan bir devlettir. Özellikle günümüz-
de, muhasebenin genel kabul görmüş ilke ve kavramları arasında sayı-
labilecek bazı yeni kurallar, bu dönemde vergi ve ziraattaki yolsuzluk-
ları önleyici tedbirler olarak düşünülüp uygulamaya konmuştur. Kayıt
sistemindeki ortak değer ölçüsünün tek bir para birimi olarak alınması
ve kayıtların dönemsellik kavramı çerçevesinde tutulması gibi İlhanlı-
larda gerçekleştirilen düzenlemeler günümüzde de muhasebenin temel
kavramları arasında yer almaktadır. İlhanlılar Devlet Muhasebesi üze-
rinde geliştirdikleri bu kuralları , o tarihlerde pek çok kitap içerisinde
de açıklamışlardır. Yukarıda da belirtildiği gibi, bu kitaplardan belki de
en önemlisi 14. yüzyılda yazılan 4 kitaptan sonuncusu 1363 yılında ya-
zılmış olan Risale-i Fellekiye adlı eserdir.
Osmanlı İmparatorluğu Dönemi: Osmanlı’nın son derece ayrıntılı,
özgün ve mükemmel bir vergi sistemi, vergi bürokrasisi ve kayıt siste-
mi olduğunu, ne yazık ki çok az kimse biliyor ülkemizde. Bakınız bu
bağlamda değerli tarihçimiz Yılmaz Öztuna, neler anlatmakta: “ (...)
En önemli vesika çeşitleri arasında ‘mufassal’ denilen defterler bulu-
nurdu. Bu büyük defterler, belirli bir idari bölgenin sayımını bütün taf-
silatıyla gösterirdi. Her sancağın yani her İl’in her kazasındaki bütün
vergi ve resimler, mahalle ve köy köy kaydedilirdi. Vergi mükellefle-
rinin hepsi isimleriyle yazılırdı. Vergiden çeşitli sebeplerle muaf olan
şahıs, köy, otlak ve bölgeler de teker teker muafiyet fermanlarının kay-
dı düşülerek sayılırdı. Gümrük ve transit gelirleri dikkatle işlenirdi. Her
sancak ve eyalete ait özel kanunnameler bu defterlerin başına dercedi-
lirdi. Her defter, sayım görevlileri tarafından doldurulduktan ve gerek-
li tasdik şerhleri aldıktan sonra, bizzat padişah mührü ile mühürlenip
209

arşive konurdu. Bugün hemen hepsi elimizde bulunan bu defterler, Os-


manlı İmparatorluğu’nun içtimai yapısını inceleyecek tarihçiler için
önemli belgeleri teşkil etmektedirler.
Yukarıda mahiyetleri anlatılan her mufassal defterin bir de ‘müc-
mel’ denilen özeti , vardı. Mücmel defterlerde şahıslar teker teker gös-
terilmez, vergiler köy ve şehirlere göre toplanarak kaydedilirdi.”
Prof.Dr.Ahmet Akgündüz ve Doç.Dr.Sait Öztürk, Öztuna’nın bu
tesbitlerine destek veriyorlar: “ (...) Osmanlılar bu tarihi miras ve gele-
neğe kendi tecrübelerini ekleyerek dönemin hakim anlayışı içerisinde
emsallerine kıyasla mükemmel denilebilecek bir muhasebe sistemi
kurmuşlardır. Geliştirilen muhasebe sistemiyle yüzyıllar boyunca Orta
Doğu’dan Balkanlar’a, Kırım’dan Kuzey Afrika’ya kadar uzanan geniş
coğrafyaya hükmeden Osmanlı’nın devlet gelir ve giderlerinin en ay-
rıntılı dökümlerini bulmak mümkündür.
1572 yılında İstanbul’da Venedik balyozu olan Garzoni de, mali-
ye dairesinin bu tarihlerde muntazam hesap tuttuğu ve her mali yılın
sonunda gelir ve giderleri gösteren bir bilançonun düzenlendiğini be-
lirtmektedir. Yine Garzoni’nin çağdaşı olan Vigenere adlı bir başka
gözlemci de aynı bilgileri doğrulamıştır.”
Ünlü Koçi Bey Risalesi’nde ise muhasebe şöyle tanımlanıyor:
“Benim devletlû hünkârım; Muhasebe dedikleri öyle bir mansıptır ki,
hizmeti devlet hazinesine giren ve çıkan malı kayıt ve ve hesap etmek-
tir. Divan-ı Hümayunda birkaç muhasebeci vardır. Biri Başmuhasebe-
ci, biri Rumeli Muhasebecisi, biri Anadolu Muhasebecisi, biri de Ciz-
ye Muhasebecisidir. Bunun vazifesi evkafın hesabını tutmaktır. Muka-
taacı, gümrüklerin ve iltizamların bir senede olan defterini tutar. Yine
bunun gibi mültezizmler ve mübaşirler vardır.”
Kültür Ve Turizm Bakanlığı tarafından yayımlanan Türk Edebiya-
tı Tarihi’nin 2. cilt 594. sayfasında, Karamanlıca ve Karamanlıca Ede-
biyatı hakkında şu ön tanım yapılıyor: “Karamanlıca 1584-1935 yılları
arasında yayımlanmış kitap, dergi, gazete ve çeşitli mezar taşı kitabe-
lerinde Yunan harfleri ile yazılmış Türkçe metinlere verilen addır. (...)
Karamanlılar Rum ortodoks mezhebine ve kilisesine bağlıydılar.”
Öz be öz Türk olan bu hristiyan Karamanlılar, 1934 yılında yapı-
lan mübadele antlaşmasında Rum nitelendirilip Yunanistan’a yollan-
mışlardı.
fiAN VERGILER
210 / EDEBIYATLAfiA

Karamanlıca yazılan eserler özellikle 19. yüzyılda artmıştır. Bu ya-


yınlar arasında muhasebe kitapları da bulunuyor.
Seyyar Maliye Bakanlığı
Hüseyin Perviz Pur, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türkiye’nin Borç
Prangası adlı eserinde, Osmanlı’nın asla talancı ve yağmacı olmadığını
her şeyin hakka, hukuka uygun ve kayda alınarak yapıldığını açıkladık-
tan sonra, şu ilginç ve değerli bilgileri veriyor:
“Hangi talan ve katliam? Tam tersine, hazine savaşa götürülüyor-
du. Sefere çıkan ordu da birinci otağ Padişahın, onun hemen yanında
ikinci daha ufak otağ ise Defterdar ve Hazine’ye aitti.
Bu otağ ufak çapta seyyar Maliye Bakanlığı idi. Padişah otağı ile
yana yana konularak beraber korunuyordu.
Defterdar otağının içi kalabalıktı. Muhasebe defterleri, rahleler
üzerinde ruznamçeciler (muhasebeciler) tarafından sefer esansında ya-
pılan masraflar yazılıyordu. Ne masrafı idi bunlar? Atların ve diğer hay-
vanların kuru ve yaş gıdaları, askerin yemek ihtiyaçları, giyim ihtiyaç-
ları, gerekirse su ihtiyaçları buan benzer taşınamaz ve ya taşınması se-
ferin hızını yavaşlatacak erzak, yol üstündeki insanlardan para ile satın
alınıyordu. Bu insanlar her türlü din, ırk ve soydan gelen gelenlerdi.
Hiçbir ayırım yapılmaksızın ödeme yapılıyor, anında ruznamçe defterle-
rine yazılıyordu.
Sefer dönüşü bu masraflar Divan’da Padişaha, sadrazam ve vezir-
lere sunuluyordu. Tahmin edilebilir sanıyorum; bu seferlerin masraf
toplamları işgal edilen yörelerden alınacak vergilerle karşılanması için
Divan’a bilgi veriliyordu.”
Son Dönem de Muhasebe’de Batılılaşma
Cumhuriyet’in ilanından önce Osmanlı imparatorluğu’nun son dö-
nemini de içine alan zaman diliminde (1850- 1925) muhasebe teori ve
uygulamaları, Fransız mevzuatının ve yayınlarının etkisi altında gelişme
göstermiştir. Muhasebenin yasal düzenlemelerle ilişkisi, 1850 yılında
“Kanunname-i Ticaret” adında, aslında Fransız Ticaret Kanununun bir
tercümesinden başka bir şey olmayan yasadaki, tüccarların tutmak zo-
runda olduğu defterlerle ilgili hükümler ile kurulmuştur. Bu yıllarda
muhasebe ile ilgili yayınların bir çoğunun , Fransızca eserlerin tercü-
meleri olduğu görülmektedir. 1869 yılında Fardis tarafından tercüme
edilen fakat yazarının ismi verilmeyen “Usuli Defteri”, 1882 yılında
211

Mektebi Fünun-u Harbiye Hocası Binbaşı Ziya Bey tarafından tercüme


edilen “Fenni Usuli Defteri”, 1884 yılında Mektebi Fünunu Harbiyeyi
Şahane Umuru tahriyesine memur Alaykâtibi Muhittin tarafından ter-
cüme edilen “Usuli Defteri Cedid” adlı kitaplar bunlar arasında sayıla-
bilir. Aynı yıllarda ,1883 yılında kurulan ve bir ticaret okulu olan “İs-
tanbul Ticaret Mektebi Âlisi”, “Darüşşafaka”, “Askeri Rüştiye” ve
“İdadi” okullarının ders proğramlarında Muhasebe dersleri yer almıştır.
Bu dönemde diğer ülkelerde olduğu gibi, muhasebenin kapsamı, bu-
günkü anlamıyla “Genel Muhasebe” – “Finansal Muhasebe” ile sınırlı
kalmıştır. Yabancı sermaye ile kurulmuş olan, kamu hizmetleri gören
işletmeler, maden işletmeleri, ulaştırma işletmelerinde ve imtiyazlı şir-
ketlerde , muhasebe yine bu dar çerçeve içerisinde uygulanmıştır. Ge-
rek muhasebe uygulaması , gerekse muhasebe öğretisinde Osmanlı İm-
paratorluğunun son dönemlerinde oldukça ağır bir Fransız etkisi bulun-
maktadır.

HAREMEYN MUHASEBESİ KALEMİ VE BAĞLI


BİRİMLERİNE AİT DEFTERLER
Devlet Arşivleri bilgilerinin derlenmesi sonucu, Osmanlı’nın mu-
hasebe sistemine ilşikin ilginç bilgiler bulunmaktadır. Bunlardan biri
de Evkaf Muhasebesi’ne dair bilgilerdir. Devlet Arşivleri İnternet Si-
tesi’ndeki bilgiler şöyledir: “Bu kalemin bir adı da “Evkâf Muhasebe-
si”dir. Haremeyn’e (Mekke ve Medine) ait ve bunlara bağlı vakıfların
kayıtlarını tutar ve her sene muhasebelerini kontrol ederdi. Selâtîn de-
nen büyük camilerin vakıflarına ve bu camilerde hizmet eden görevli-
lerin maaşlarıyla ilgili işlemlere bakardı. Mekke ve Medine’ye ait olup
İstanbul ve Rumeli’de bulunan vakıf arazilere taalluk eden defterler ve
kayıtlar burada tutulurdu. İstanbul ve Rumeli’deki din görevlilerinin
dinî vazife ve tayinlerinin mutazammın vesikalarını hazırlar ve bunları
Maliye Kalemi’ne göndererek oradan beratlarının çıkmasını sağlardı.
Ayrıca bazı kişilerin uhdesinde olan Haremeyn mâlikâneleri ve bunla-
ra dair şartlar ve bazı Haremeyn mukâtaalarından tertip edilmiş olan
eshâm ve “cihât” tevcihleri ile evkâfa mülhak olan esnaf ve sanat er-
babı nizamı ve bazı emirler ile ilmuhaberler de buradan yazılırdı. Bun-
ların yanı sıra bazı kale neferlerinin mevâciblerini, mütekâid ve duâcı
vazifelerini de yine bu kalem denetlerdi.”
fiAN VERGILER
212 / EDEBIYATLAfiA

Cumhuriyet’te Muhasebe: Muhasebe ve denetim mesleğinin


Cumhuriyet Tarihimiz içerisinde gösterdiği gelişim özellikle dünya ül-
keleri ile göreceli olarak incelendiğinde çok yavaş ve birçok başarısız
denemelerle doludur. Yukarıda belirtildiği gibi bu yavaş gelişmede,
Pazar ekonomisi kurallarının ve özel işletmelerdeki gelişmelerin
1980’lere kadar gecikmesinin payı vardır. Günümüze kadar Muhasebe
ve Denetim mesleğinin gösterdiği gelişmeler ve örgütlenme sürecinin
son 10 - 15 yılda gerçekleştiği göz önüne alınırsa. Muhasebe ve Dene-
tim mesleğinin Türkiye için yani bir meslek olarak nitelendirilmesi, dı-
şarıdan bakan birisi için oldukça doğru sayılabilecek bir yorumdur.
Dünya Bankası tarafından 1951 yılında yazılan bir raporda şöyle deni-
liyordu: “Türkiye’deki muhasebe uygulamalarının, tekdüzelikten uzak
ve çoğu hallerde akla yakın karar alabilmeleri için gerekli finansal bil-
gileri işletme yöneticilerine sağlayacak özelliklerden yoksun bulundu-
ğunu söylemiştik. Kamu yönetiminde bu durum açıkça görülmektedir.
Bir çok devlet kuruluşu, kendi düşüncelerine göre, birbirinden kopuk
olarak saptadıkları hesap sistemlerini kullanmaktadırlar; bir çokları da
karmaşık direktiflere uyum sağlamaya çalışarak hesaplarını tutmakta-
dırlar. Tekdüze ve basitleştirilmiş bir sistemin kurulabilmesi amacıyla
Devlet kuruluşlarında kullanılan muhasebe sistemlerinin genel ve ge-
niş kapsamlı bir araştırması yapılmalıdır. Türkiye’de Muhasebe mesle-
ği tarihinin yavaş gelişmesindeki en büyük neden ,bu mesleğe talebi
yaratacak kurumların mevcut olmayışıdır. Türkiye’de uzun süre, eko-
nomik faaliyetlerin hacimsel olarak büyük bir kısmı devlet yatırımlarıy-
la oluşturulmuş, “Kamu İktisadi Teşebbüsleri”nce sürdürülmüştür.
(Kaynak:Muhasebe Uzmanları Derneği)
Ülkemizde Muhasebe Tarihi’ne ilişkin değerli araştırmalar da ya-
pılmaktadır artık. 12.Dünya Muhasebe Tarihçileri Kongresi de 2008 yı-
lında Türkiye’de yapılacaktır.
MUHASEBE’NİN ÇOK
BİLİNMEYENLERİ

DENETİM, TEFTİŞ, KONTROL, MURAKEBE, REVİZYON


“Batı dillerinde olduğu gibi Türkçe’de de denetim (murakebe),
kontrol (Revizyon) ve teftiş gibi deyimler birbirinden ince farklarla
(nitelik ve amaç açısından ayrılmasına rağmen, gündelik dilde eşit an-
lamda (eşdeğer) kullanılmaktadır. Fakat inceleme konumuz açısından
bu deyimleri ayrı ayrı ele alıp tanımlama ve açıklama yapmakta yarar
görüyoruz”.
Vergi Dünyası Dergisi’nin 290’ıncı sayısında (Ekim 2005) Sela-
hattin Tuncer ve İbrahim Birelma tarafından yayımlanan yazıda, yuka-
rıdaki kavram kargaşasına değinildikten sonra, bu kavramların arasın-
daki nüanslar ve sınır ihtilafları şöylece giderilmeye çalışılıyor:
“1-Denetim: Türk Dil Kurumu’nun çıkardığı Türkçe Sözlük’te bu
sözcüğün karşılığı, bir işin doğru, yönetime uygun olarak yapılıp yapıl-
madığını incelemek, murakebe etmek, teftiş etmek şeklinde verilmiş-
tir. Sade Türkçe olarak kullandığımız bu sözcük eskiden Türk Ticaret
Kanunu içinde “murakebe”, “murakıp” şeklinde yer almıştır.
fiAN VERGILER
214 / EDEBIYATLAfiA

Batı dillerinde kullanılan karşılığı Latince kökten gelen “audire”


sözcüğü işitmek, incelemek ve anlamak anlamına gelmektedir. Daha
sonra bu sözcük İngilice’ye “audit”, “auditing” olarak girmiş ve önem-
li bir deyim olarak yerleşmiştir.
5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu içinde “de-
netim” için genel nitelikte bir tanımlama verilmemiş, buna karşılıkYa-
sanın 63’üncü maddesinde “iç denetim” ve 68’inci maddesinde “dış
denetim” açıklanmıştır.
2-Kontrol: Dilimize Batı dillerinden girmiş bir deyim olup Türk-
çe’ye iyice yerleşmiştir. H.Abdullah Kaya’nın Tebliği’nde verdiği ge-
nel tanımlama şöyledir:
Kontrol: Kurumsal yönetimin amaç ve hedeflerine ve mevzuatına
uygun olarak gerçekleştirilmesi, hataların önlenmesi veya düzeltilme-
si amacıyla yönetimin oluşturduğu veya yaptığı önlemler bütünüdür.
5018 sayılı yasa, başlığından da anlaşılacağı gibi, “mali kontrol”
deyimini kullanmakta ve terimi tanımlamaya çalışmaktadır.
3-Teftiş: “Teftiş” ve bu işlemi yapan kişi anlamına “müfettiş”
sözcükleri arapça kökten gelmekte olup Türkçe karşılıkları yoktur. Ba-
tı dillerindeki karşılığı ise “İnsepction”, “supervision” veya “control”
şeklinde ifade edilmektedir.
Türk Hukuk Lugatı, teftiş için Türkçe karşılık olarak denetleme ve
murakebe sözcüklerini vermektedir.
Genel anlamda teftiş ve murakabe, gerek devlet daire ve teşkilat-
larının ve gerek özel hukuk kurallarına göre kurulmuş bulunan mües-
seselerin kamu yararı açısından kanun, kararname ve yönetmelik hü-
kümlerine göre çalışıp çalışmadıklarının incelenmesi anlamına gelir. Bu
deyim gerek kamu hukuku ve gerekse özel hukuk alanında yaygın şe-
kilde kullanılmaktadır.
H.Abdullah Kaya, sözü edilen Tebliği’nde “teftiş” için Sacit Yö-
rüker’den naklne şu tanımlamayı yapıyor: ‘Teftiş: hizmetlerin ulusal ve
yerel performans standartlarını, yasal ve mesleki gereliliklerini ve hiz-
metin kullanıcılarının ihtiyaçlarını karşılayıp karşılamadaığı hakkında
bağımsız bir kontrol sağlayan ve raporlamada bulunan periyodik ve he-
defli bir inceleme (scunity) sürecidir.’
Bu açıklamalar gösteriyor ki, denetim, kontrol ve teftiş gibi gün-
delik hayatta ve özellikle mesleki alanda kullanılan bu deyimler arasın-
215

daki farkları bulmak ve bunları gerçek anlamda tanımlamak pek kolay


değildir.
Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Vergi Denetimi
Ülkemizde vergi incelemesi, bir müesese olarak, 755 sayılı Ka-
zanç Vergisi Kanunu’nun uygulamaya konulması ile birlikte, 1926 yı-
lında başlamıştır. temettü vergisinin uygulandığı daha önceki yıllarda,
vergi; tahrir ve karineye dayandığından, vergi incelemesine ihtiyaç du-
yulmamıştır.
Kazanç Vergisi Kanunu’nun öngördüğü beyannamelerin incelenme-
si görevi tahakkuk memurlarına verilmiştir. Böylece adı geçen memurlar,
yurdumuzda vergi denetimi işini ilk üstlenen kanuni görevliler olmuştur.
Ancak, denetim yetkisiyle donatılan bu memurlar, mesleki bilgi ve ihti-
sası gerektiren, böyle bir görevi yerine getirebilecek formasyona sahip
olmadıklarından, yapılan çalışmalar beklenilen sonuçları verememiştir.
Bu nedenle sonraları, denetim işlerinde serbest muhasebecilerden yarar-
lanılmış; bu kimseler, vergi incelemelerinde çalıştırılmışlardır. Bu uygu-
lama, 2395 sayılı Kazanç Vergisi Kanunu ile 2430 Sayılı Muamele Vergi-
si Kanunu’nun kabul edilmiş olduğu 1934 yılında sona ermiştir. Anılan
kanunlarla beyannameli mükellef sayısı arttığından, vergi incelemeleri de
önem kazanmış; bunun sonucu olarak da, kazanç ve muamele vergileri
için ayrı ayrı olmak üzere, Kazanç Vergisi Hesap Mütehassıslığı ile Mu-
amele Vergisi Hesap Mütehassıslığı adı altında ikili bir örgütlenmeye gi-
dilmiştir. Sözü edilen mütehassıslar, vergi denetimi ile görevli yeni ve
düzenli bir kuruluşun elemanları niteliğini kazanmışlardır. Hesap Müte-
hassısları, kazanç ve muamele vergisi alanlarında devamlı olarak ve gide-
rek sayısal artış göstermek suretiyle, ilkin İstanbul’da, sonraları da Anka-
ra, İzmir ve Bursa’da olmak üzere, çalışmalar yapmışlardır.
Kazanç Vergisi Kanunu’nu değiştiren 3840 sayılı Kanunla, 1940
yılında Hesap Mütehassıs Muavinliği de ihdas olunmuştur. Başlangıç-
ta ücretle çalıştırılan Hesap Mütehassısları sonradan, 4644 sayılı Ka-
nunla, kadrolu olarak atanmışlardır. Ancak, mahalli karakterli olma ve
Defterdarlıklar bünyesinde yer alma durumları devam etmiştir.
Kazanç ve muamele vergisiyle ilgili incelemeler yapan bu görev-
liler, çalışmalarını çağdaş vergi inceleme yöntemlerinden uzak ve daha
ziyade şahsi bilgi ve tecrübelerine dayanarak yürütmüşlerdir. (Kay-
nak: Vergi Dünyası Dergisi)
fiAN VERGILER
216 / EDEBIYATLAfiA

MUHASEBE VE MALİ İŞLER ŞEYTAN İŞİ Mİ?


İbni Haldun, Mukaddime adlı eserinde, vergi görevlileri ile ilgili
iki ayrı rivayetten söz etmektedir: “Bil ki bu ödev (vergi daireleri ve
maliye idaresi), devleti yönetme ve korumak için en gerekli ödevler-
den biridir. Bu hesapları ancak maliye işlerinde ve dairelerinde çalışan
uzmanlar yapıp yönetebilirler. Bu mali hesaplar, divan (kitap) adını ta-
şır. Maliye hesap işlerini yapan memurların çalıştıkları yerlere de “Di-
van-Daire” denilir. Rivayete göre, bu Daire’ye, “Divan” adını Fars Hü-
kümdarı Kisra vermiştir. Kisra bir gün, vergi dairesi katiplerinin kendi
kendilerine konuştuklarını görünce “Divane bunlar “demiş, divane’nin
sonundaki e harfi zamanla düşerek divan halini almış. İkinci rivayet
ise şöyle: Divane bir şeytanın adıdır, vergi ve mali hesaplarla uğraşan-
lar da fikir ve akılları çok keskin ve nafiz olduklarından, bunlara da di-
vaneler denmiştir.”

DEMİRBAŞA KAYDETTİĞİMİZ KRAL


İsveç kralı 11’inci Şarl’ın oğlu olan Demirbaş Şarl, 1682’de doğ-
du.1697 yılında babasının yerine kral oldu. Rusya, Danimarka ve Po-
lonya arasındaki ittifakı bahane edip, Danimarka’ya savaş açtı ve bü-
yük bir zafer kazandı. Daha sonra Rusya ve Polonya’ya savaş açtı. Rus
çarı Deli Petro karşısında önceleri başarılı olduysa da, Moskova’ya ka-
dar ilerlediği sırada kışın ve ordusundaki salgın hastalığın etkisiyle Put-
lava’da yenildi. O dönem Osmanlı devletinde bulunan Bender’e iltica
etti (Bender, bu günkü Moldova’da bulunan, Dinyeper nehri kıyısında
bir kale’dir). 1709’da Bender’e gelen Demirbaş Şarl bu Osmanlı top-
rağında beş buçuk sene gibi uzun bir süre oturdu. Osmanlı, bu süre
içinde, İsveç kralı ve 600 adamının tüm giderlerini karşıladı. Kral’a,
Demirbaş lakabı, bu misafirliğin giderlerinin karşılanması için çıkan
mevzuat tartışmaları sırasında olmuş. Bu giderlerin hangi bütçe kale-
minden karşılanacağı konusunda Osmanlı maliyesinde sorun çıkmış,
sonunda bu harcamaların bütçedeki “demirbaş” kaleminden karşılan-
masına karar verilince kralın adı “Demirbaş Şarl” kalmış.

KURTULUŞ SAVAŞI’NDA YEVMİYE DEFTERİ


I. Meclis’te İzmit Milletvekilliği yapan Hamdi namık Bey, 11
Aralık 1920’de Ticaret Vergisi Yasası görüşmeleri sırasında, esnafa
217

muntazam bir yevmiye defteri tutma zorunluluğu getirilmesine kar-


şı çıkarak, esnafın yüzde doksanının okuma yazma bilmediğini, bu
yasa uygulandığında bu kişilerin ya birer kâtip istihdamına mecbur
kalacaklarını ya da dükkanlarını kapatacaklarını vurgulyarak yasanın
reddini talep etmiştir. (Kaynak: İzmit Milletvekilleri/Kocaeli Üni-
versitesi Yayınları)

TEKDÜZEN HESAP PLANI DEMOKRATİK Mİ


1.1.1994 tarihinden bu yana ülkemizde, Maliye Bakanlığı’nca ya-
yımlanan “Muhasebe Sistemi Uygulama Tebliği” esasları doğrultusun-
da “Tekdüzen Hesap Plan “ uygulanıyor.
Tekdüzen Hesap Planı uygulamanın yararları kadar sakıncaları da
bulunmaktadır. Ülkemiz, bu uygulamaya geçerken, sağlıklı bir yarar-
sakınca karşılaştırması yapmış olduğunu umarak, uygulamanın yarar ve
sakıncalarını, bilim adamlarının görüşlerinden öğrenelim.
Prof.Dr Kenan Erkural, “Muhasebe Organizasyonu” adlı kitabın-
da, tekdüzen hesap planının yararlarını şöyle sıralıyor:
1-Uygulandıkları ülkelerde çeşitli işletmeler arasında kolaylıkla
karşılaştırmalar yapma imkanı veriyorlar.
2-Sonuçlar kolaylıkla birleştirlebildiğinden, ülkenin genel ekono-
misi hakkında gerçeğe uygun bilgiler çıkarılabiliyor.
3-Devletin ve vergi otoritelerinin denetim ve takip yapmalarında
kolaylık ve devamlılık sağlıyor. Kredi kurumları ile işletmelerin birbi-
rini anlamalarına yardımcı oluyor.
4-Terim birliği sağlayarak muhasebe eğitimini kolaylaştırıyor.
Tekdüzen uygulamasının sakıncalarına gelince: Bu uygulamaya
karşı çıkanların başında yer alan Fransız yazar L.Botardan diyor ki:
“Genel hesap planları herkese giydirilen, fakat hiçbir bedene uymayan
hazır bir elbiseden başka bir şey değildir.”
Bugün Avrupa Ülkeleri içinde yalnızca Fransa’da uygulanıyor tek-
düzen hesap planı. Almanya’da 1937 yılında uygulamaya geçilmiş, ya-
pılan eleştiriler sebebiyle 16 yıl sonra 1953 yılında kaldırılmıştır.
ABD’de de ise hiçbir firma, muhasebe sistemi konusunda dışarıdan ya-
pılan hiçbir dayatmayı hoş karşılamıyor.
Yani demokratik bulunmuyor tekdüzen. Fransa, Türkiye ve bazı
eski doğu bloku ülkeleri dışında hiçbir ülke uygulamıyor.
fiAN VERGILER
218 / EDEBIYATLAfiA

PEŞTEMALLIK VE ŞEREFİYE
Peştemallık ya da halkımızın taktığı adı ile “Hava Parası” deyimi-
nin kökeni, Ahilikteki “Peştemal Kuşanma” geleneğine dayanıyor. Bu
geleneğe göre peştemal kuşanıp bağımsız bir işyeri açmak isteyenlerin,
işyerinin önem derecesine göre ödedikleri tutara “peştemallık” den-
mekteydi. Fakültelerimizde, Vergi Usul Kanunu’nun 326’ıncı madde-
sindeki peştemallık anlatılır anlatılmasına da, bu deyimin nereden gel-
diğine hiç değinilmez. Öğrencilerin aklına hemen hamam peştemalı ta-
kılır. Çoğu zaman da “şerefiye” ile karıştırılır. Sözgelimi ülkemizde uy-
gulanan Tek Düzen Hesap Planı’nın esaslarının toplandığı Muhasebe
Sistemi 1 Nolu Uygulama Tebliği’nde peştemallık yerine şerefiye de-
yimi kullanılmaktadır. Oysa ki, hemen hemen bütün kamu maliyesi ki-
tapları şerefiye’nin bir “değer artırım resmi” olduğunu ve belediyelere-
ce yapılan kamulaştırmlara sonucunda bina değerlerindeki artışlardan
alındığını yazarlar. Atatürk’ün Afet İnan’a yazdırttığı Medeni Bilgiler
Kitabı’nda şerefiye hakkında şu bilgiler veriliyor: “Bir şehirde yeni
caddeler açılması veya meydanlıklar ihdas edilmesi gibi sebeplerden
dolayı o civardaki arsaların, evlerin ve dükkânların kıymetleri kendilik-
lerinden yükselir. Fakat mal sahipleri bu iş için para koymuş veyahut
emek sarfetmiş değillerdir. İşte bunun için, belediye meclislerinin ka-
rarıyla, bu gibi mahallere bir kıymet takdir olunur; yeni ve eski kıyme-
tin arasındaki farkın yüzde yirmisi mal sahiplerinden tahsil olunur. Mal
sahiplerine bir kolaylık olmak üzere bu verginin tediyesi beş senede
yapılmak üzere taksitlere bağlanır.”

ABD BANKALARINA İTHAL VE FASON MUHASEBE


Doç.Dr. Şengül Hablemitoğlu’nun “Küreselleşme-Düşlerden
Gerçeklere” adlı kitabının “Küreselleşmenin Cinsiyetçi Yüzü” adlı bir
bölüm da var. Bu bölümde, küreselleşme olgusunun kadınları nasıl et-
kilediğine dair çarpıcı örnekler verilmiş: “(...) Kadınların küresel iş gü-
cüne katılımı ülkeler arasında güvencesiz, ucuz ve vasıfsız bir iş gücü
hareketine yol açtı. Filipinli kadın Kuveyt mutfağında sebze ayıklama-
ya, Polonyalı kadın Almanya’da yaşlılara bakmaya, Karayip Adalarının
kadınları evlerindeki bilgisayarlarda ABD bankalarının muhasebe işle-
rini yapmaya, Moldovalı kadın Türkiye’de çocuk bakmaya ya da ev iş-
lerinde çalışmaya başladı.”
219

Kadınların, yerlerinden yurtlarından ve ailelerinden koparak, yad


ellerde çalışmaları, elbette utanç verici. Gelgelelim, ABD bankalarının
muhasebe işlerini ithal ve fason olarak, Karayipli kadınlara yaptırtma-
sı ile yukarıda verilen diğer örnekleri aynı kefeye koymak hiç doğru ve
haklı değil.
İthal ve fason muhasebe, ilginç ve ilktir, sadece bu kadar..

MAFYA BABASI’NIN MUHASEBE DEFTERİ...


28.01.2005 tarihli Sabah Gazetesi’inde Yasemin Taşkın’ın yazısın-
dan öğreniyoruz ki, mafya babalarına dair önemli ve değerli bilgilerde,
muhasebe defteri ve kayıtlarının önemli bir rolü ve işlevi var. Yazıya
göre; ünlü İtalyan mafya lideri Provenzano’nun ele geçen muhasebe
kayıtlarına göre aylık maaşı 25 bin Euro imiş. Karabiniyeri ismiyle ta-
nınan İtalyan jandarmasının Palermo’da yaptığı bir operasyonda, maf-
yanın 42 yıllık kaçak lideri Bernardo Provenzano’nun muhasebe defte-
ri ele geçirilmiş ve mafya liderinin aylık maaşının 25 bin Euro olduğu
böylece öğrenilmiş. Ele geçirilen defterlerde, tam 42 yıldır kimsenin
yüzünü görmediği mafya lideri Provenzano’nun yılda 1 milyon Euro
gelir sağladığı ve bunun sadece dörtte birini yani 300 bin Euro’yı ken-
disine ayırdığı ortaya çıkmış. Defterden öğrenilen diğer bilgiler ise şöy-
le: mafya babası, adamlarına ödediği aylıkların da kaydını tutmuş. Ken-
disinden sonra en yüksek maaşı, 5 bin Euro ile müebbet hapse çarptırı-
lan Leonardo Greco alıyor. Provenzano’nun da aylık geliri dışında çev-
resindekilere “hediyeler” aldığı da tespit edildi. Sadece geçtiğimiz No-
el döneminde Provenzano ailesinin aldığı hediye tutarının 200 bin Eu-
ro’yu bulduğu belirtiliyor

SOSYAL MUHASEBE
“Hızlı Değişim”in yaşandığı çağımızda; yeni bilim ve alt bilim dal-
ları ile yeni kavramlar çıkıyor ortaya. Bunlardan biri de “Sosyal Muha-
sebe” dir.
Sosyal Muhasebe kavramı/alt bilim dalı, şöyle tanımlanıyor:
“Bir ülkenin, belirli bir dönemde milli gelir ve giderleriyle, eko-
nomik faaliyetlerini muhasebe tabloları ile açıklamaya yarayan sistem”
TARİH BOYUNCA VERGİNİN ÇOK
BİLİNMEYENLERİ

1-SÜMERLERDE VERGİ
“Tarih Sümerle başlar” deniyor, Sümerli bir Şair’in yazdıklarıyla
başlayalım. Muazzez İlmiye Çığ, “Sümerli Şair Ludingirra’nın Öykü-
sü” adlı kitabında Sümerler’in evlenme, boşanma ve ölümden bile ver-
gi aldıklarını anlatmakla kalmıyor; bir Sümer tabletinde şu uyarının ya-
pıldığını naklediyor: “Bir Bey’iniz, bir kralınız olabilir; ancak asıl kor-
kulacak olan bir vergi memurudur”. H.Feyyaz Daldal, “Bereketli Kü-
nay” adlı kitabında, ilk sümer yazılarının basit muhasebe kayıtları oldu-
ğunu söylüyor. Sonra, bir iki yüz yıl gibi kısa bir zamanda birden (ön-
cülleri olmadan) söz ve hecelerin, önce resim sonra işaretle, kil’e yaz-
manın sağladığı kolaylıkla bir logogram (tamga) yazısı gelişmiş. Bun-
da, bu bölgeye gelen daha yetkin Türk yazısının da etkisi bulunmakta-
dır. Yrd.Doç.Dr. Doğan Gökbel ise şu bilgileri veriyor bu bağlamda:
“İlk uygarlıklar hakkındaki bilgilerimiz bugünkü Irak sınırları içerisin-
de yer alan Sümerler ile ilgilidir. Sümer’deki Lagas halkı savaş nede-
niyle ağır bir vergilemeye tabi tutulmuş, savaş sona erdikten sonra yö-
fiAN VERGILER
222 / EDEBIYATLAfiA

neticiler ellerindeki vergilendirme gücünden vazgeçmek istememişler-


dir. O zaman uygulanan vergilemenin herhangi bir kurala dayanmama-
sı ve hemen hemen her şeyin vergilendirilmesi, kişileri, ölülerin yakı-
labilmesi için bile vergi ödemek zorunda bırakıyordu. Bu durum kral
Urukagina’nın başa geçmesiyle sona erdi. Ancak vergilerden yoksun
kalan şehir çok kısa bir süre sonra yabancı istilacılar tarafından yıkıl-
mıştır”

2-ASURLULAR VERGİDEN NASIL KAÇINIP NASIL VERGİ


KAÇIRIYORLARDI VE BAHARAT VERGİSİ
UĞRUNA NASIL ÖLDÜLER
Asurlu tüccarlar için Anadolu çekici bir yerdi. Her şeyden önce
birbirine yakın bir çok kent krallığı vardı. Dolayısıyla niha-
i hedefe gidene kadar gündüzleri yolculuk yapıp geceleri konaklayacak
güvenli kentler bulunuyordu. Kentlerin kralları, kendi haraçlarını aldık-
ları sürece tüccarlara karşı barışçıl bir yaklaşım içindeydiler. Asurlular
satış için Anadolu’ya getirdikleri mallarını eşeklerle taşıyorlardı. Eşek-
lerin iki yanında tekstil ürünleri ya da teneke taşınan ağzı kapalı heybe-
ler vardı. Sırtında ise yol boyunca yenilecek yemekleri saklayan bir
başka heybe.
Asurlu tüccarların oluşturduğu ticaret kervanları içinden geçtik-
leri kentin kralına geçiş vergisi ödüyorlardı. Bu vergiler genellikle
taşınan malın cinsine göre oransal olarak hesaplanıyordu. Bu tür
vergileri ödemeden kentten geçmek ve malını satabilmek olanağı
yoktu. Vergiden kurtulmanın iki yolu vardı: İlki, vergiden kaçınma
biçiminde çıkıyordu ortaya. Kentin içinden geçmeyip dışarıdan do-
laşılırsa vergi ödeme yükümlülüğü doğmuyordu. Buna karşın kent
dışında özellikle geceleri kervanın saldırıya uğraması her an söz ko-
nusu olabiliyordu. İkincisi, vergi kaçakçılığıydı. Bunun yolu ise mal-
ları kente, nöbetçilerle anlaşıp, gizlice sokmaktı. Nöbetçilere verile-
cek pay, vergiden düşük olduğu sürece bu çekici bir seçenekti. Ama
riski çok fazlaydı. Bunu yapan tüccar yakalanırsa, kent kralının onun
mallarının tümüne el koyma hakkı doğuyordu. Anadolu’da bulunan
Asur tabletlerinden tüccarların hangi kentte daha kolay vergi kaçak-
çılığı yapıldığı konusunda birbirleriyle yazışmalar yaptığı anlaşılıyor.
(Kaynak:Mahfi Eğilmez)”
223

3-HARİTAYLA VERGİ TOPLAYAN BABİL


VE MISIRLILAR
İnsanoğlu yazı yazmaya başlamadan önce harita yapmaya başla-
mıştı. Tarihin kaydını tutabildiği en eski harita Babilliler tarafından ya-
pılmıştır ve M.Ö. 2300 ila 2100 yılları arasındaki döneme ait olduğu sa-
nılmaktadır. Kil levhalar üzerine yapılmış haritaların vergi toplamak
amacıyla kullanıldığı düşünülmektedir. M.Ö. 2. yüzyılda Mısırlılar da
benzer amaçlı haritalar kullanıyorlardı.

4-ESKİ YUNAN’DA VERGİ


Eflatun’un Devlet’inde Doğru ve Eğrinin Vergisel Durumu
“Ey Sokrates! Saf adam, şuna dikkate etmelisin ki, doğru adam
her işte, doğru olmayanın karşışında zararlı çıkar. Bir kere, insanların
aralarında yaptıkları anlaşmaları ele alalım: ortak olanlar böyle iki in-
san oldukça, ortaklık dağıldığı zaman doğrunun doğru olmayandan da-
ha çok kazandığını hiç göremezsin; zarar ettiğini görürsün; sonra da
devletle olan işlerinde, vergi vermek gerekirse, ikisinin malı eşit oldu-
ğu halde, doğru adam çok, öteki az verir; ama almaya gelince, biri hiç
kazanmaz, öteki çok kazanır.”
Yukarıdaki alıntı, günümüzden yaklaşık 2450 yıl önce yazılmış
olan Devlet adlı eserden. Aradan geçen yirmi dört yüzyıla karşın, görü-
yoruz ki, Eflatun’dan bu yana, doğru ve eğri insanların, vergilere; ba-
kışları da, davranış biçimleri de, tepkileri de, neredeyse hiç değişme-
miş.
Düşünür Orhan Hançerlioğlu, Eflatun’un düşüncelerinin vergiye
dair olanlarını değerlendirirken oldukça farklı yargılara varıyor: “Ne
var ki artık, yoksulluk ve acı çeken insan yığınlarına öğütler yetmiyor.
Onları baskı altında tutacak, başkaldırmalarını önleyecek bir güç gerek-
mektedir. Bu güç, devlet’tir. İlkçağın köleci devletleri böylelikle kurul-
maya başlamıştır. İnsanların kendi tüketimleri için ürettikleri altınçağ
adı verilen ilkel komünal toplumda köle bulunmadığı gibi devlet de
yoktu. Savaş tutsakları, fazla bir boğaz beslememek için öldürülürler-
di. Köle ve kölecilik, üretim araçlarının gelişmesi ve bundan ötürü
emeğin verimliliğinin artması sonucu, insanların tükettiklerinden fazla-
sını üretmeye başlamalarıyla ortaya çıkmıştır. Savaş tutsakları artık işe
yaramakta, boğazı tokluğuna çalıştırılmaktadırlar. Ama sayıları günden
fiAN VERGILER
224 / EDEBIYATLAfiA

güne artmakta, kolaylıkla baskı altında tutulamayacak kadar çoğalmak-


tadırlar. Örneğin Atina kent devleti nüfusunun dörtte üçü köledir. Bu
köleleri çalıştırabilmek için güçlü bir örgütün, eşdeyişle devletin bas-
kısı gerekmektedir. Köle sahipleri örgütlenip devlet kurumunu ortaya
koyuyorlar. Bu devletin masrafları da var, bu masrafları da baskı altın-
da tutulanlara ödetmek gerek. Vergi kurumu da böylece ortaya çıkıyor.
Düşsel varsayımlar, yeni bir alana yöneliyorlar: Bu devlet, nasıl bir
devlet olmalı?”
Vergi Yerine Gemilerde Çalışırlarmış
Eski Yunan kaynakları, Karilalılar’ı, Ege Adaları’ndan Anadolu’ya
göç etmiş bir kavim olarak yazıyor. Girit kaynakları (Herodot da böy-
le der), Karialılar’ın Girit Kralı Minos’un egemenliği altında kaldığını
söylüyor. O zamanlar Leleg olarak adlandırılan bu halk, vergi ödemez-
miş; Kral Minos’un istemesi durumunda, gemilerde çalışacak adamlar
gönderirmiş. Daha sonra, Dorlar ve Ionlar gelip Karialılar’ıı Ege kıyı-
larına sürmüş.
Vergi Bağışıklığına Dair Yazıt
Marmara Denizi kıyısındaki Miletos kolonisi Kyzikos’ta bulunan
en eski İon yazıtlarından birinde Phrygia adları taşıyan bir ailenin üye-
lerine resmi teraziler kullanma vergisi, at satış vergisi, köle satış vergi-
si de içinde olmak üzere birçok vergiden bağışıklık verme işinin halko-
yuna sunulduğuna değin bir kayıt vardır. Anlaşılan İ.Ö. 6.yüzyılda Ege
Denizi kıyılarında çok iyi kurulmuş bir köle ticaretinin varlığıdır. (kay-
nak:www.radyoilkhaber.com)

5- HUNLAR’DA VERGİ
Hunlar, himayelerine aldıkları kabilelerden salık (vergi), düşman-
larından ise olcas (ganimet) alırlardı. Rus Bilim Adamı L.N Gumilyov,
Hunlar adlı eserinde, salıkların kabilelere göre türlerini de açıklıyor.
Sözgelimi, Tung-Hu’lar öküz, at ve koyun derisiyle, Tankutlar demir
silahlarla, Kıpçak ve Hakaslar kürkle ödeme yapmaktaydılar.
Nihal Atsız, “Kömen” adlı şiirinde, “Çinli baç vermezse,gelmezse
dize/ Kağan’ın buyruğu vardır vuralım” der. Çinli, Hunlu’ya baç verir-
miş ama, bu baç’ın adının salık olmasını gururuna yediremezmiş. Çin-
li’nin Hunlu’ya verdiği baç’ın adına “Savga” yani armağan denirmiş
Türk’ün düşmanlarının bu tutumu, yani vergi ya da baç’a armağan gi-
225

bi adlarla kamufle etmeye kalkışması uygulaması, ileriki yüzyıllarda da


sürdürülmüş. Bu durumu, “Vergi Ve Muhasebenin Diğer Bilinmeyen-
leri” adlı bölümde ele alacağız.
Çinli savga ile kendini avuturmuş ya, Hun Türkü, Çinli’ye vergi
vermektense ölmeyi tercih edermiş. Bunun en açık ve çarpıcı örneği,
Çiçi Han’ın yaptıklarıdır.
Çiçi Han, hakan olan kardeşinin Çinli’ye vergi verip kurtulmak
amacında olduğunu duyunca ayaklanır. Der ki: “Atalarımız bağımsızlı-
ğımız ve şerefimizi herşeyin üstünde tutmuşlardır. Şimdi rahatımız kaç-
masın diye Çin’e boyun eğip vergi vermek bize yakışır mı? Bu zillet ve
ihanettir. Zillet ve ihanetten kurtulmak için savaşmak gerekir, savaşı-
rız. “
Kardeşini tahttan indirir Çiçi Han, Vusun Kalesi’ndek Çinlilerle
çetin bir savaşa tutuşur. Çinli sayıca üstündür. Yenileceğini anlamasına
karşın, teslim olmayı kabul etmez yiğit Çiçi Han, askerleri ile birlikte
kanlarının son damlasına dek çarpışır, uçmağa varırlar.
Yabancıya vergi verme konusunda böylesine onurlu, duyarlı ve âsi
olan Hunlar; kendilerine vergi vermeyenlere karşı çok acımasız oluyor-
lardı. L.N.Gumilyov’un yukarıda adı geçen eserinde, bu dediklerimizi
doğrulayacak çarpıcı bir örnek vardır.
MÖ 4.yüzyılda, Çin Bölge Valisi, Hunlar’ın komşusu olan Wu-
Huan adlı kabilenin Hunlara vergi vermesini yasaklar. Vergi tahsildarı
gelince, Wu-Huanlar, vergi vermeyi reddederler. Hun tahsildarı çok si-
nirlenir, vergi ödememe kararını kendisine bildiren Wu-Huan aksakalı-
nı ayağından asar. Aksakal’ın yakınları da hücum edip tahsildarı öldü-
rürler. Hun Yabgusu, Wu-Huanlar üzerine kuvvet gönderir. Huanlar’ın
tüm erkekleri ve savaşçıları, kadınları ve çocukları bırakarak dağlara
kaçarlar.Hunlar, sayıları 1000’e varan bu kadın ve çocuğu tutsak alıp
götürürler ve fidye karşılığı serbest bırakılma teklifini reddederler.
Wu-Huanları, vergi vermeme konusunda kışkırtan Çin Bölge Va-
lisi, tüm bu olanlara seyirci kaldı, hiçbir müdahalede bulunmaz. Gu-
milyov böyle yazıyor.

6- GÖKTÜRK VE OĞUZLARDA
İslam öncesinde yaşayan atalarımızı göçebe ve çapulcu olarak
bilenler yanlış biliyorlar. Doğru, göçebeydiler; İlleri (devletleri), tö-
fiAN VERGILER
226 / EDEBIYATLAfiA

releri ve yasaları vardı. Devletlerinin “haline münasip” bütçeleri var-


dı. Sözgelimi, Göktürkler ve Oğuzlar’da maliye de vardı, maliyeci
de. Çin kaynaklarında Göktürkler’in ve daha önceki atalarımızın dev-
let teşkilâtında büyük rütbe taşıyan memurlardan birinin de maliye
işlerine bakan “Tudun” olduğu yolunda kayıtlar bulunmaktadır. Eski
Türk yazıtları, Göktürkler’in maliye ve tahsil memurlarına “amga”
ya da “ımga” dediklerini, Oğuzlar’ın ise devlet hazinesine “ağlık”
(ağı ya da ağış da deniyor) dediklerini bildiriyor bize. Prof.Dr.Ahmet
Taşağıl’ın “Bilim ve Ütopya” dergisinde yazdığına göre; Göktürkler,
vergilerini at ve koyun olarak alıyorlardı ve hesaplamalar arabaların
kenarlarına çentik atılarak yapılıyordu. Bu şekildeki bir hesaplama-
nın göçebe bir toplum için olağan olduğunu belirten Yazar, damga
(tamga) olarak ise, altın uçlu okların balmumuna batırılıp kullanıldı-
ğını yazıyor.
Prof.Dr. Orhan Türkdoğan, “Sosyal Hareketlerin Sosyolojisi” ad-
lı eserinde, Asya Hunları, Göktürk ve Uygurlar’da, hem özel mülkiyet,
hem de kamusal mülkiyetin bulunduğunu, Çinli kölelerin, köleliğin ol-
madığı Türk Topraklarına kaçtıklarını yazıyor.
Türkdoğan Hoca, eski Türklerde, otlak ve yaylakların ortak mül-
kiyet olduğunu, buralardan yararlanan sürü sahiplerinden belirli ölçü-
lerde vergi alındığını ifade ediyor.
Eski Türkler’de “tarhan” adı verilen soylulardan ve ailelerinden
vergi alınmıyordu.

7-ALTAY TÜRKLERİ’NDE VERGİYE DAİR


BELGE VE BİLGİLER
Altaylar, 1648’de Batı Moğolları (~ Oyratlar ~ Cungarlar)’nın
hâkimiyetine girdiklerinde bilim adamı ve eğitimci Zaya-Pandita
Ogtorgiun Dalay (Namkay-Camtso)’nın yarattığı Moğol alfabesini
kendi dillerine uyarlayarak kullanmışlardır. Bu alfabe “todo biçik”,
“üzük biçik”, “todrxa üzük”, “todo üzük” şeklinde adlandırılmış-
tır.18. yüzyılda üzük-biçik alfabesiyle yazılmış olan pek çok belge
bulunmuştur. Kuznetsk görevlisi İ. Semenov-Rıdov’un 11 Ağustos
1738 tarihli raporunda Cungar hanın birkaç kişiyle Dağlık Altay böl-
gesine geldiği ve “dvoyedanlar”dan “alman” adı verilen vergileri
tahsil ettiğini yazmaktadır.
227

8-HAZARLAR, BULGARLAR, KIPÇAKLAR,


TATARLAR VE ALTINORDU’DA VERGİ
Hazar Türkleri, Bulgar Türkleri’nden her yıl çadır başına bir sa-
mur kürkü vergi/ haraç olarak almaktaymışlar. Bulgar Türkleri’nin 50
bin çadırı varmış. Yahudi gezgin Eldad Ha Dan; Hazarya’dan söz eder-
ken burada üç kayıp yahudi kavminin yaşadığını ve 28 kavmin bunlara
vergi ödediğini yazıyor. Arthur Koestler “Onüçüncü Kabile” adlı ese-
rinde, Rus filolarının müslüman soylularının çok önem verdiği değerli
kürkleri ve esirleri; Hazar Devleti’nin başkenti İtil’in pazarlarında sat-
tıklarını, Hazarlar’ın esirler de dahil, bu alış verişlerden % 10 oranında
vergi aldığını belirtiyor.
İklil Kurban’ın “Yaşlı Tarihin Yankısı” adlı eserinde Kazan Hanlı-
ğı’nın vergi sistemine ilişkin değerli bilgiler bulunuyor. İklil Kurban,
Kazan Hanı Sahip Giray’ın XVI.yüzyılda yayımladığı hükümdar buy-
rultusunun, bu bağlamda günümüze ulaşan tek belge olduğunu, bu bel-
gede Kazan Hanlığı’nın hukuk düzeninin esasları açıklanırken,13 tür
vergiden söz edildiği ifade olunmaktadır. Tataristanlı tarihçi-yazar Nu-
rihan Fattah’ın “Tanrıların ve Firavunların Dili” adlı kitabında da bu
fermandan söz ediliyor, bazı tarhanlara tanınan muafiyetlere dair bö-
lümler aktarılıyor:
“Bize gelen bu yedi kişi, daha önce eski hanımız’ın tarhanı olan ki-
şilerdi; biz de, Yüce Allah’ın rızası ve Peygamber Muhammed’in hoş-
nutluğu için, mezkur kişilere lutfederek tekrar tarhanlık tevdi ettik ve
söz konusu kişilere yollarda ve evlerde ve seyahat esnasında ve hane-
lerde onlar otururken ve kalkarken; ve onların köylülerine ve ırgatları-
na ve akrabalarına ve sürülerine kimse kötü niyetle yaklaşmasın, do-
kunmasın ve şer niyetle herhangi bir saldırıda bulunmasın; ve bunlar-
dan yasak ve öşür ve haraç ve malum vergiler alınmasın. Kulış-kultıka
vergisi ve gümrük resmi, haraç ve haracatlar istenmesin. Onların mül-
küne, malına, parasına, suyuna ve toprağına kimse el uzatmasın. Hiçbir
elçi ve misafir zorla onların evinde kalmasın ve karye vergisi, arazi
vergisi ve mal (sığır) vergisinden dahi muaf tutulsunlar.”
Çizmeli’den değil, Çarıklı’da Vergi Almak
İklil Kurban’ın Yaşlı Tarihin Yankısı adlı kitabında, başka ilginç
bölümler de var. “969 yılında Rusya Hükümdarı Vladimir, Kıpçaklar’ın
yardımıyla Bulgar ülkesine saldırıp yağma ve esir alma eylemleri ger-
fiAN VERGILER
228 / EDEBIYATLAfiA

çekleştirmiştir. Vladimir bununla da yetinmeyerek Bulgarları vergiye


bağlamak için, komutanlarından Dobriniya’ya emir verirken, Dobrini-
ya şu yanıtı vermiştir: ‘Bulgarlar’ın ayakları çizmeli, bunlardan biz
vergi alamayız, biz çarıklılar üzerine gidelim, o zaman bize ,kolay
olur’ demiştir.”
Aradan geçen bunca asra karşın, Çizmeli-Çarıklı ayrımının kalktı-
ğını söylemek güçtür.
Macarlar, Hazarlar’ın Tahsildarı...
Toynbee, Macarlar’ın uzun yıllar Hazar egemenliğinde ve vasal
olarak yaşadıklarını açıklıyor. Don ve Kuban nehirleri arasına Do-
ğu’dan gelerek yerleşen Macarları, Hazarlar, vergi toplama işinde ara-
cı olarak kullanmışlar. Vergi en çok Slavlar ve Finliler’den alınıyor-
du.Kuzey de kalan diğer kavimler de güçleri oranında Macar tahsildar-
lara ödeme yapıyorlardı.
Rus’un Vergi Sistemi Altınordu’dan
Altınordu döneminde, bölgede bulunan şehirler, Avrupa ticaret
yolu üzerinde olmaları sebebiyle büyük gelişme gösterdiler. Başkent
Saray şehrinin nüfusu 100 bini aşmıştı. Şehir, Timur Han’la yapılan sa-
vaştan sonra yıkıldı.Altınordu kültür ve medeniyeti Rusları oldukça et-
kiledi. Bir anlamda Altınordu’nun mirasına konan Rusların ordu düze-
ni, para birimi ve vergi sistemi Altınordu Devleti’nden alındı. Ayrıca
Türkçedeki birçok kelime Rusçaya geçti.
Rus uluslarındaki en yüksek Tatar valisi de Baskak adını taşırdı; bas-
kakların idarî merkezine de “yurt” denirdi. Baskaklar, bulundukları yerde,
Rus knezleri ve ahalisinin Altın Ordu’ya boyun eğmelerine nezarete me-
murdu; bu maksatla onun emrinde asker de bulunurdu. Rus ahalisinden
“kafa vergisi” alındığından, ahali sayımı yapılır (ilk sayım 1257’de) ve ona
göre, baskaklar vergi alırlardı; mal ve mülkten ayrıca âşar (onda bir) da
toplanmakta idi. Darugaların da aynı şekilde icrai faaliyette bulundukları
görülmektedir; yerli Türk ahalisinin birçok mükellefiyetlere tabi olduğu,
yarlıklardan anlaşılıyor. Ancak “Tarhan” olan kimseler, her nevi mükelle-
fiyetten ve vergilerden kurtuluyorlardı. Tarhanlık hakkı da han tarafından
verilir ve “Tarhanlık yarlığı” ile tasdik olunurdu
Kırım’ın Tıyış’ı
Kırım süvarileri, Moskof üzerine akın yapmakta gayet usta muha-
riptiler. Kırım hanları, kuvvetli zamanlarında Moskova’dan ve Lehis-
229

tan’dan “tıyış” adı verilen yıllık vergi alırlardı. Osmanlı seferlerine, Kı-
rım kuvvetleri de katılırdı.

9-SELÇUKLULAR’DA VERGİ
Selçuklular’da Maliye
Hilmi Yücelen “Türk Mali Tarihina Toplu Bir Bakış ve Maliyeci
Şairler Antolojisi” adlı eserinde şu bilgiler veriyor:
“Selçuklular’ın en ünlü maliye vekilleri Mecdülmülk idi. İllerin
gelir ve giderleri maliye divanında görüşülür, ona göre kararlar alı-
nırdı. Mali işlerin yolunda gidip gitmediğini denetleyen ayrıca bir
Divan-ı Müşrif vardı. Bu divan, zaman zaman illere maliye müfettiş-
leri yollayarak işleri denetlerdi. Müşrifler son derece güvenilir, de-
ğerli maliyecilerden seçilirdi. Müfettişleri de mali işlerde bilgisi
olan memurlardı. Bu müfettişler devletten aylık alırlardı. Büyük Sel-
çuklu Devleti’nde bu gibi maliye teşkilatı kurulduğu gibi, Anadolu
Selçukluları’nda da aynı şekilde bir güçlü bir maliye mevcuttu. Bun-
lar da maliye vekillerine ‘Sahib-i Divan-ı İstiyfa’ derlerdi. Mali işle-
ri de bu divan göürürdü. Arazi işleriini ‘Pervane’ denilen memurlar
yürütürdü. Maliye defterleri hep (siyagat) denilen bir yazı türü ve ra-
kamları ile tutulurdu. Hesap işlerinde kullandıkları bu rakamlara ‘Er-
kam-ı Divaniye’ denilirdi.”
Fermanla Peygamber Soyuna Geçirilme ve Vergi Bağışıklığı
Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubat, 1232 yılında doğu illerine
yaptığı bir sefer sırasında Bingöl’e de uğrar. Türk ve Kürt beylerini top-
lar. On ikili bölükler halinde örgütlenmiş olan köy ve obaların bu bey-
lere bağlandığını ilan eder. Bir de ferman verir bu beylerin eline.Bu fer-
manda, beylerin peygamber soyundan geldiklerinin tescil edildiği ifa-
de olunmaktadır. Beyler artık yeşil sarık sarabilecekler, kendilerine
150’şer koyun verilecek; her, türlü vergiden bağışık olacaklar; ayrıca
her yıl bağlı köy ve obalardan “çerağ hakkı”, “hakullah” ve “seydullah”
adları verilen salmaları toplayabileceklerdi. (Hakullah hakkında ileriki
bölümlerde bilgi verilecektir.)
Bütün bu kolaylık, bağışıklık ve ayrıcalıklar karşılığında Selçuklu
Devleti, Seydo ve Seyit ünvanlarını verdiği bu beylerden iki şey isti-
yordu: Devlet’e bağlılık ve halka doğru İslâm’ı öğretmek. (Kaynak:Ne-
jat Birdoğan ‘Sivas Kitabı’ adlı kitaba yazdığı yazı )
fiAN VERGILER
230 / EDEBIYATLAfiA

Prof.Dr. Yusuf Halaçoğlu, “18 Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun


İskân Siyaseti Ve Aşiretlerin Yerleştirilmesi” adlı eserinde, bazı Türkmen
oymaklarının vergi vermemek ya da vergilerin artışlarını önlemek için,
vergi memurlarına “seyyidlik” iddiasında bulunduklarını yazıyor.
Böyle Esaret, Böyle Muhacerat ve Böyle Muafiyet
Tahta iki kez oturmuştur Gıyasettin Keyhüsrev. Birinci saltanatı
sırasında, Bizans İmparatoru III. Alexis’in Konya-İstanbul arasında ti-
caret yapan Selçuklu uyruğundaki tüccarları hapsedip mallarını da mü-
sadere etmesi üzerine, Bizans topraklarına saldırdı ve Menderes nehri
vadilerine kadar ilerledi. Prof.Dr. Osman Turan, Selçuklu Sultanı’nın
bu seferden, pek çok ganimet ve esirle döndüğünü yazıyor (Selçuklu-
lar Zamanında Türkiye). “(...) Esir eylediği halkı beşer bin kişilik kafi-
leler halinde ve defterlere yazdırarak Akşehir’e kadar getirdi. Bu hrıs-
tiyan halkı, bu havalide iskan ettirdi; kendilerine köyler, meskenler,
arazi, ziraat aletleri ve tohum dağıtarak yerleştirdi. Muhacirleri beş yıl
kadar da vergiden muaf kıldı ve hatta imparatorla sulh yapılınca kendi-
lerini memleketlerine dönme konusunda serbest bıraktı. Hristiyanlar bu
yeni vatanlarından ve devletin âdil idaresinden o kadar memnun oldu-
lar ki bir daha kendi memleketlerine dönmediler.”
Vergisi de Zulümdü Moğol’un
Fikret Kesten, “Şeyh Ede Balı” adlı eserinde şu tarihi bilgileri ak-
tarıyor: “13.YY’ın ilk yarısına gelindiğinde Türk Birliği büyük ölçüde
sarsılmış, Türkler çeşitli beyliklere bölünmüştü. (...) Moğol genel vali-
si, gittikçe herşeye hakim olmaya başlamıştı. Büyük divan üyeleri ve
yüksek memurlar onun tarafından tayin ediliyorlardı. Sultan’ın yanında
maliye ve vergileri kontrol eden bir İlhanlı memuru bulunuyordu. (...)
Düzensizlik merkezden çevreye yayılmıştı. İlhanlı memurlar maliyeyi
kontrol ederek daha çok gelir elde edebilmek için vergileri yeniden dü-
zenlemişlerdi. Moğolların doğrudan baskıları yanında ağır vergiler, he-
diyeler ve rüşvetler Anadolu’daki zulmü çekilmez hale getirmişti.
Siyâsetname’de Vergi
1018-1092 yılları arasında yaşamış olan Selçuklu Veziri Nizamül-
mülk, ünlü eseri ‘Siyasetname’de, vergi konusuna da geniş yer ayır-
mıştır. Nizamülmülk’ün, hükümdarların vergi uygulamaları ve vergi
memurlarının davranışlarını sürekli olarak izleyip kontrol etmeleri ge-
rektiğini vurgulayan ifadeleri şöyle:
231

“Vergi memurlarına, Allah’ın kullarından vergi ve öşürlerini top-


larken lütûfla, iyi sözler söyleyerek, isteyerek iyi muamele yapmaları-
nı, ellerini daha ileriye götürmemelerini vasiyet etmelidir. Eğer vergi-
yi vaktinden önce isterlerse teb’ayı sıkıntıya sokarlar, bu zamansız yük-
lenmeye dûçar olurlarsa, mecburen mallarını yarı fiyatına satacakların-
dan işlerinde perişan ve avâre olurlar. Vergi memurlarına; teb’adan bir
kişi hasta veya öküz ve tohuma ihtiyacı varsa, ona borç vererek yardım
etmeleri tavsiye edilmelidir. Böylece yükü hafifleyen aile, yerinde ka-
larak evi dağılmaz ve ömrünü huzur içinde geçirir.
(...) Padişahın, gönderilen vergi memurlarının durumundan gâfil
olmaması gerekir. Eğer kanunlara aykırı iş yapar veya halktan vergiyi
fazla alırlarsa, fazla aldıkları parayı geri alıp, azlederek sürgün etmeli-
dir. Böyle yapılırsa ülke imar görür, padişahlık uzun ömürlü olur ve
devlet hazinesinin ihtiyacı fazlasıyla karşılandığı gibi diğer memurlar
da ibret alarak halk kesesine el uzatmazlar. “
Siyasetname, vilâyet hesaplarının mutlaka tutulması, bütçe disipli-
nine uyulması hususunda da uyarılar yapıyor ve yine sözü vergi me-
murlarına getirerek “kontrol edin” uyarısını yineliyor:
“Vilâyetlerin hesapları yazılarak, gelir ve gider belirlenmelidir.
Bunun faydası, harcamaların düşünülerek yapılması, faydalı ise üzeri-
ne kalem çekilmeden yerine getirilmesidir. Gelirleri artırma konusun-
da bürokratın bir fikri varsa dinlenmeli, uygun bulunursa yerine geti-
rilmelidir. (...) Vergi memurları ve onların işlemlerini incelemek, geli-
ri ve gideri bilmek, devlet mallarını korumak, hazinelerin ve ambarla-
rın dolu olup olmadığını ortaya çıkarmak için teftiş etmek, hasımlarının
zararlarını önlemek gerekir. “
Bütçe disiplini, bütçe uygulamaları ve ödenek tahsisi konularında
son derece önemli bir olay da anlatılıyor Siyasetname’de: “ Sultan
Mahmud’un büyük hacib’i Emir Altuntaş’ı Harezm’de görevlendirdi-
ğini işittim. Harezm’in vergisi 60 bin altın dinardı. Altuntaş’ın ordusu-
nun gideri de o kadardı.Sultan, bir sene sonra mal istemek için birisini
Harezm’e gönderdi. Bunun üzerine Altuntaş, mutemetlerini Gaz-
neyn’e gönderip ‘Harezm’in borcu olan 60 bin dinarın bendenizin or-
dusunun masrafı olarak, benim divandan alacağımın yerine yazılmasını
diliyorum’ dedi. Sultan’ın veziri Ahmet Hasan, mektubu okuyunca he-
men şöyle yazdı: ‘Altuntaş,Mahmud’un zamanı gelen, kabul edilmiş
fiAN VERGILER
232 / EDEBIYATLAfiA

bir maldan hiçbir şekilde vazgeçmeyeceğini bilir. Hemen o vergiyi,


bul, Sultan’ın hazinesine getirip teslim et. Ayarını ve makbuzunu al.
Ondan sonra kendin ve maiyyetin Bast ve Sistan’a berat yazsınlar gi-
dip alırsın. ‘ “
Ahmed Hasan’ın bu mektubunu alan Altuntaş; gelenlere bir yıllık
vergi tutarı olan 60 bin dinarı veriyor. Gazneyn’de Sultan Mahmud’un
hazinesine teslim edilen bu dinarlar karşılığında belge verildikten son-
ra; Altuntaş’ın ordusunun giderleri için Bast ve Sistan vilayetine; ma-
zı, deri, pamuk ve benzeri mallar için berat yazılıyor. Mallar satılıp pa-
raya çevrilerek 60 bin dinar Harezm’e getiriliyor.
Nevruz, Mali Yılbaşı İdi
Nevruz geleneği halkın bir eğlenme, neşelenme günü olma ya-
nında, kimi Türk Devletleri’nde mali yılbaşı olarak da önem kaza-
mıştı..Büyük Selçuklu Devleti zamanında İslâmiyet’in kabulünden
sonra kullanılan Hicrî takvim yeterli görülmeyerek, Sultan Melikşah
zamanında eski Türk takvimine benzer “Takvim-i celali” adıyla yıl-
başı günü 21 mart olan takvim yapılmış ve malî işlerde uzun süre
kullanılmıştır. Bir başka Türk devleti olan Akkoyunlular’da da Uzun
Hasan’ın çıkardığı “Hasan Padişah Kanunları”nda 21 Mart hem tak-
vim başlangıcı, hem de vergi toplama dönemi olarak belirlenmiştir.
İran’da nevruz bayramında vergi borçları da affa uğrardı.

10- İLHANLILAR’IN VERGİ TARİHİ’NDEN...


Vergi Kitabesi
Ankara, Anadolu Selçuklu Devleti’nin çözülüş ve çöküş dönemi
olan XIV. yüzyılın ilk çeyreğinden Osmanlı yönetimine girinceye dek,
iki kez el değiştirmiştir. Bu olgu, İlhanlılar’ın yönetimine girdiği dö-
nemde basılmış olan sikkelerden ve kale kapısında bulunan vergi alın-
masına dair Farsça kitabeden anlaşılmaktadır.
Çoban Dede Köprüsü’nde Vergi Denetim Odaları
Çoban Dede Köprüsü, eski bir taş köprü. 1297 yılında İlhanlı-
lar’ın veziri Emir Çoban Salduz tarafından Aras Nehri üzerine yap-
tırılmış. Erzurum’un Köprüköy İlçesi yakınlarında bulunan bu köp-
rü ,220 metre uzunluğunda, 7 gözlü olarak inşa edilmiş, günümüze
6 gözü ulaşabilmiş. Bu Köprüde, vergi kontrolü için odalar bulunu-
yor.
233

Marko Polo’nun Bayburt’ta Gördükleri


İlhanlılar devrinde Tebriz-Trabzon kervan (ipek) yolu üzerinde
bulunması sebebiyle, Bayburt, Ceneviz ve Venedik kervanlarının ko-
nakladığı bir yerdi. Moğolistan’a giderken Bayburt’a da uğrayan ünlü
gezgin Marko Polo, şehirde zengin gümüş madenlerinin bulunduğunu
belirtir. İlhanlılar buradan yüklü bir vergi geliri sağlıyorlardı. Darül Ce-
lal adı ile anılıyordu Bayburt bu yıllarda, ekonomik olduğu kadar, kül-
türel bakımdan da önemli bir yer konumundaydı.

11-TİMUR’UN VERGİ TÜZÜĞÜ


Büyük Türk Hükümdarı Timur, kendi soyuna devlet yönetimine
dair vasiyetname olarak bıraktığı Tüzûkat-ı Timur’da, vergi politikası
ve uygulamalarına da yer veriyor.
“Emrettim şöyle ki, halktan toplanacak harac rüsumu onlara ağır
gelecek, memleket refahına ziyan verecek şekilde almasınlar. Çünkü
memleket harabeliği hazine harabeliğidir. Bundan dolayı ordu dağılır.
Hazinesiz ve leşkersiz saltanatın devam etmesi mümkün değildir.
Yine emrettim ki, fethedilen memleket leşker girişinde kötü hadi-
seler görmeden, afete uğramadan, amanlıkla tâbi olmuşsa, o memleket
hasılatını ve gelirlerini araştırsınlar. Eğer yerli tebaa önceleri ödeyegel-
dikleri haraca razı olurlarsa onu kabul etsinler. Aksi halde bunları da
harac tüzüğüne bağlasınlar.
Yine emrettim, her yerin verimliliği, mahsullüğüne mukabil harac
alsınlar. Şöyle ki, nehir ve pınardan, arıktan, karizden (yer altı sulama
kanalı) sulanan, suyu kesilmez olan ekin arazilerinin hesabını alsınlar.
Sonra şu araziden alınan hasılatın üçte iki hissesini çiftçi alsın ve bir
hissesini devlet hazinesine teslim etsin. Eğer devlet hissesini parayla
ödemeye razı olsalar nakit akçe miktarını devlet hazinecisine ait buğ-
dayın cari fiyatına uygun olarak belirlesinler. Böyle fiyatlara muvafık
alınan nakit parayı sipahiye iletsinler. Onda hakları vardır. Eğer raiye
(vergi yükümlüsü) hasılatı üçe taksim etmeye razı olmazsalar, o zaman
sicile alına ekin yerlerini birinci, ikinci, üçüncü olarak üçe bölsünler.
Birinci yerin bir tanapına (1-5 dönümlük alan ölçüsü) üç eşek yükü,
ikinciye iki, üçüncüye üç eşek yükü hasılat koysunlar. Bunun yarısı
buğday, yarısını arpa olarak hesap edip hasılatın ikide birini alsınlar.
Eğer raiye buna da razı olmazsa, o zaman bir eşek yükü buğday karşı-
fiAN VERGILER
234 / EDEBIYATLAfiA

lığı beş miskal gümüş (4,25 gram), bir eşek yükü arpaya iki yarım mis-
kal gümüş versinler. Yine kale hediyesi de bunun içinde olsun. Bunlar-
dan başka raiyeden hiçbir rüsum talep tmesinler.
Bunun dışında güz, yaz, bahar, kış ziraatinden alınan hasılat raiye-
nin olsun. Yazlık buğday tarlasını da tanapla ölçsünler. Hesaba alına bu
yerlerden vergi almada üçte bir ve dörtte bir kaidesiyle emel kılsınlar.
Can parası, meslek parası, otlak ve sulak vergisi gibi her şehir ve
bölgenin rüsumlarının alımında eskiden kullanılagelen kurallara emel
kılsınlar. Eğer raiye buna da razı olmazsa, imkân çerçevesinde alsınlar.
Yine emrettim, mahsul olgunlaşmadan evvel raiyeden vergi talep
etmesinler. Hasat yapılınca, alacaklarını üç taksitte alsınlar. Eğer raiye
vergici varmadan kendiler getirip teslim etmek isterse, o zaman vergi-
ciyi göndermesinler. Eğer göndereceklerse buyrukla, sözle alsın. Da-
yak, ip kullanıp, işi dövmeye sövmeye götürmesinler, onları bağlama-
sınlar ve zincire vurmasınlar.
Yine emrettim şöyle ki, kim bir çölü abad veya yeni bir bahçe ih-
das etse, yahut bozulan bir meskeni imar edip düzeltse, birinci yıl on-
dan hiçbir şey talep etmesinler. İkinci yıl kendi isteğiyle ne kadar ve-
rirse alsınlar. Üçüncü yıl onu herkes gibi vergi tüzüğüne bağlasınlar.
(...) Yine emrettim, her bir ülkeye üç vezir tayin etsinler. Bunlar-
dan biri raiye içindir ki, ondan alınacak vergi-haracların tahsilini gözet-
leyip, burada yetişen mahsulün hesabını yapsın. Vergi-rüsum mitarı,
vergi mükelleflerinin adlarını yazsın ve raiyeden tahsil edilen meblağı
saklasın.
(...) Yine hüküm çıkardım, şöyle ki, emirler ve binbaşılar tebaa
halktan mal toplarken aslî haractan (tarımsal ürünlerden alınan %10
vergi) başka savrun (padişahlar geldiğinde halktan talep edilen hedi-
ye), konalğa (haberci ve elçilerin konaklaması için alınan vergi), şilan
(padişah ve emirlere ziyafet veya gıda sağlanması için alınan vergi) pa-
rası talep etmesinler. Haraca tâbi olan her memlekete mal toplama za-
manında iki vezir tayin edilsin. Birisi toplanan malları yazıp, raiye ah-
valini öğrensin ki, vergi toplayanlar tebaaya zulüm edip onların halini
harap etmesinler. Vilayetlerde toplanan tüm mallar ve eşyalar girdi
defterine yazılmalıdır. İkinci vezir ise çıktı defterine yazıp toplanan
mallardan sipahi maaşlarına taksim etsin. Hangi memleketten harac
alacaklarsa, üç yıl onu eski haline bıraksınlar. Üç yıl geçtikten sonra,
235

müfettişler inceleyip baksınlar. Eğer memleket refah içinde ve raiye


memnun ise, şu halde bıraksınlar. Yoksa bu memleket halise (devlete
ait vergiden muaf arazi, su, mal-mülk ile bunları yöneten kurum) ma-
kamına geçirip onun bacgir’ine (vergiden sorumlu memur) üç yıl zar-
fında maaş vermesinler.

12- İRAN’DA VERGİLER


Tarih boyunca, uç örnek olarak nitelendirilebilecek bir çok fikri,
dini ve siyasi akıma kaynaklık etmiş olan İran, vergide de bu özelliği-
ni göstermektedir. Sözgelimi, Persler döneminde, ülkenin idari bölü-
nüşü, vergilere göre idi. Pers İmparatorluğu birçok geniş vergi bölge-
sine (Eyalet – Satraplık) ayrılmıştır. Satraplıkların (Eyaletlerin ) başın-
da merkezden atanan ve kralın vekili sayılan asker valiler (Satrap) bu-
lunurdu.
Sasanî Hükümdarı Erdeşir’in yönetici ve vergi memurlarına gön-
derdiği bir mektup, Mesudi’nin “Murûc Ez-Zehep” adlı eserinde bulu-
nuyor. Erdeşir, bu mektubuna şöyle başlıyor: “Şâhânşah Erdeşir Beh-
men’den ülkeyi yönetmekle görevli idarecilere, din’in direği olan fa-
kihlere, savaşın hâmileri olan meliklere ve toprağa can veren çiftçile-
re... Sizlere selam olsun. Allah’a şükür bizler iyiyiz. Şefkat ve merha-
metimizden dolayı tebaamızdan yıllık vergimizi kaldırdık. Size yazdığı-
mız şu tavsiyeleri aklınızda tutun. Kin tutmayın, aksi halde düşmanını-
nız sizi mahveder; karaborsa yapmayın, kıtlığın kucağına düşersiniz.
Gariplerin sığınağı olun, yarın kıyamet günü, gözetilirsiniz.”
Erdeşir, böyle yazmış ama öğüt ve buyruklarının Sasanî ler’in her
döneminde tutulmadığını görüyoruz. Franz Altheim adlı Alman Yazar,
Sâsanîler döneminde İran’daki vergi uygulamalarını şöyle anlatıyor:
“Ürün bolsa, ambarlar dolup taşıyorsa, doğal olarak mal fiyatları düşe-
cekti. İşte bu durumun olduğu yıllarda hükümet vergiyi para olarak alı-
yor, aylıkları mal olarak ödüyordu. Ürünün kıt olup fiyatların yükseldi-
ği yıllarda ise tam tersi bir uygulama yapılıyordu. “
Bu kadarla kalınsa gene iyi; Nuşarvan Adil’den önce İran’da tarım
topraklarından alınacak vergi miktarları, daha ekin biçilmeden tarlada
oranlanıp öyle tesbit ediliyormuş. Nuşarvan’ın (ya da Anuşirvan) ver-
gileri ise oldukça âdilmiş. Irak’ta uyguladığı tarım vergileri bunu güzel
bir örneği. Sulanabilen buğday ve arpa tarlasının 1 ceribi (yaklaşık 132
fiAN VERGILER
236 / EDEBIYATLAfiA

metrekare) için 1 dirhem, pirinç ceribi için yarım ve üçte bir dirhem,
her 4 İran hurması için 1 dirhem, her 6 asma için 8 dirhem, her 8 mey-
va ağacı için 7 dirhem, her 6 zeytin ağacı için 1 dirhem vergi alınırken,
bunlar dışında kalan tarım ürünleri insanlar ve hayvanların yararı için
vergiden istisna edilmişti. (Mesudi/Murûc Ez-Zeheb)
Franz Altheim’in anlattığı gayri âdil vergileme usulü, daha sonra-
ki devirlerde Abbasiler ve Romalılarca da, İran’dan aynen alınarak uy-
gulanmış. Uygulanmış ya, hikaye Franz Altheim’in anlattıklarıyla sınır-
lı değil. Bir başka batılı, Fransız Henri De Blocqueville, Türkmenler
üzerine sefer eden İran Ordusu ile birlikte Horasan’a doğru giderken
Maire adlı köyde gördükleriyle bağlantılı olarak şunları anlatıyor: “ (...)
Maire, beş fersah mesafede, sayılamayacak kadar çok harabelerin ara-
sında bir köy. Aslında İran’ın her tarafında görülen bu enkaz yığınları,
hain ve insafsız valiler zamanında mecburen terkedilmiş köylerin ka-
lıntısı. Böyle bir vali, kelimenin tam anlamıyla bir afettir. (...) Talep et-
tiği mevkii kendisine bahşedilince, memuriyetinin önemine göre
Şah’a, değeri 10 bin tümenden 20 bin tümene kadar değişen bir hedi-
ye verir. Rüşvetin, saray oyunlarının, entrikaların sayesinde adayın is-
tediği mevki kendisine verilir.
Genellikle bu tip valilerin hizmet süresi üç yıldan fazla olmaz. Bu
müddet zarfında vali,topladığı vergileri her yıl Şah’a göndermek zorun-
dadır. Buna ilaveten mevkiini elde etmek için ödediği parayı da halkın
sırtından çıkarır. (...) Vali tarafından vergi toplamak için tayin edilen
mültezimler, topladıkları paranın çok mühim bir kısımını kendi ücretle-
ri olarak bir tarafa ayırırlar. Halktan bu şekilde tahsil olunan para çok
yüksek bir rakama ulaşır. Öyle ki çiftçi ekinini olduğu gibi tarlada bı-
rakıp eğer gasbedilmemişse bir kaç hayvanını, üç beş kırık dökük eşya-
sını ve ailesini önüne katıp dağlara kaçar. İşte bu şekilde köyler met-
ruk, tarlalar boş kalır. Aradan bir süre geçer, başka yerlerden başka
köylüler gelir, eski yıkıntıların yanına üç beş ev inşa ederler.
İran’da olumlu örnekler de yok değil. Sözgelimi, Safevi Hüküm-
darı Şah Tahmasb (Şah İsmail’in oğlu), gerek batılı bir çok yazarın, ge-
rekse kendisinin “Tezkire” adlı yapıtında yazdıklarına bakılırsa, tam bir
maliyeciymiş. Kamu harcamaları konusunda oldukça titiz davranan bu
Hükümdar, mali kayıtları bizzat kendisi denetler ve incelermiş. Bu ti-
tizlik ve dikkat sebebiyle; israfı önlemiş, vergi gelirlerini artırmış ve
237

vergi oranlarını düşürmüş. Bütün bu olumlulukların yanında, ne yazık


ki İran’sal bir garabet de yok değil. Şah Tahmasb, vergi konusunda ata-
cağı her adım için istihâreye yatıp, gördüğü rüyalarla amel edermiş.

13- KÜRTLER VE KÜRT AŞİRETLERİNDE VERGİ


Reco Vergisi’nden PKK Vergisi’ne..
Kurtuluş Savaşı kahramanlarından, değerli komutan ve Şark Fâti-
hi Kâzım Karabekir Paşa’nın Kürt aşîretleri hakkında çok değerli göz-
lem, araştırma ve tesbitleri vardır; eserlerinde bunlara geniş yer verir.
Bu tesbitlerden biri de, o yıllarda aşiret reislerinin topladığı bir tür ver-
giye dairdir. Okuyalım Paşa’yı, görelim nice imiş bu vergi:
“ (...) Ekseriyetle rüasa ( aşîret reisleri çoğunlukla ) her sene ‘re-
co’ya çıkarlar. Reco, aşîret efradının (bireylerinin ) reisine verdiği ver-
gidir. Köy köy dolaşırlar.Mevaşî ( koyun, davar ) ve saire (başka şey-
ler ) alırlar. Rüasenin bir hediye olarak tefsir ettikleri bu Reco, cebri (
zorla alınan ) bir soygunculuktur. Bütün aşîret fertleri bu Reco’dan
bezgindir. “
Karabekir Paşa, şeyhlerin topladığı cebri zekatlardan söz etmiyor
nedense. Oysa özellikle Doğu Anadolu’nun kuzey kesimlerindeki Kürt
aşiretlerinde şeyhler, yakın zamana kadar zekat toplarlardı ve ‘ evlâd-ı
resul ‘ yani peygamber soyundan geldikleri için buna hakları olduğu-
nu söylerlerdi. Hazreti Peygamber’in kendisi ve ailesine zekat almayı
kesinlikle yasak ettiğini bilmeyen cahil halk, koyunları ya da zekat çu-
vallarını Şeyh’in adamlarına teslim ederdi.
Lord Kınross, “Kutsal Anadolu Toprakları” adlı kitabında, Kürtle-
rin Osmanlı Tarihi boyunca, özellikle vergi konusunda Sultan’a değil,
Şeyh’e uyduklarını, asgari vergiden fazlasını, nadiren verdiklerini yazı-
yor. Bitlisli aşiret reisi ( Kınross, Prens diyor ) Şerif Han, 1849’da Os-
manlılar’ca yola getirilene kadar bu durum böylece devam etmiş.

İnönü’nün Kürt İsyanlarına Karşı Alınması Gerekli


Tedbirlerle İlgili Olarak Atatürk’e Verdiği Raporun Vergi
İle İlgili Bölümü
Usta Gazeteci Saygı Öztürk’ün “Kasadaki Dosyalar” adlı değerli
eserinde, İsmet İnönü’nün 1935 yılında yaptığı yurt gezisinin ardından,
Atatürk’e sunduğu gizli kürt raporunun vergi ile ilgili bir bölümü de
fiAN VERGILER
238 / EDEBIYATLAfiA

var. Bu bölümde İsmet Paşa, önce, kendisine, vergi konusunda yapılan


çok sayıda yakınmaya değiniyor ve şu görüş ve önerilere yer veriyor:
“-Gümüş para sürümü için yukarıda kâfi söyledim. Sayım vergisi-
ni indirmek, doğu illerinin dileğidir.
-Maktu vergi belasını bir an evvel bitirmeliyiz.
-Bir de yüksek takdiri kıymet itirazlarının müddeti geçtiği için üç
sene beklemek lüzumu vardır. Yüksek bedel üzerinden vergi vermez-
ler. Beyhude zahmettir. Ve kendimizi aldatmaktır. Bunu düzeltmek için
kanuni imkân yolu açmalıyız.
-Büyük bir maliye meselesi arazi ve müsakkafat (damla örtülü ya-
pılar) vergisi, özel idare tarafından toplanmalı.
-Mali işlerde asıl gördüğüm eksik, memur seviyesinin çok düş-
künlüğüdür. Vilayetlerde bu kadro bugün iyi kötü işler bir makine ha-
lindedir. Düşünce denilen şeyden mahrumdur.
Hiçbir yerde mali mesele üzerinde bir yüksek maliye memuruna
bir mütalaa söyletemedim. Mevcut bir fenalığın veya şikayetin ıslahı
için ne yapmak lazım olduğu için hiçbir şey düşünemez ve söyleye-
mez. Köy evlerinin 25 lira iradeli tahmin olunan fazlasından nasıl ver-
gi alınacağını bilmezler. Verginin doğru tatbikindeki kanuni tezatlar
üzerinde hiç zihin yormamışlardır. Böyle bir kadronun tecrübelerine
dayanarak merkezde isabetli tedbir düşünmek imkânsızdır. Bu halden
çok zarar görüyoruz. Birçok güzel ve ana fikirler harap olmaktadır. Er-
zincan’da bir muhacirin hikâyesi çok karakteristik bir misaldir.
-Yerli küçük mal memurlarının ufak düşüncelerle dönüm başına
120 lira takdir etmeleri bu ovada iskân işini kökünden sarsmıştır.
Bir taraftan yüksek kıymette memurlar yetiştirmeye çalışalım. Ge-
çici olarak hiç olmazsa Genel Enspektörler yanındaki Maliye Müfettiş-
lerini hakiki maliye müşaviri ve fikir yeri olarak teçhiz etmeliyiz.”

Halk Mahkemesi’nde Yargılanıp Vergiye Bağlanan Korucu


22-23 Eylül 1993 tarihlerinde, PKK Eşkiyasını Hakkari’nin Bal-
kaya Dağı’ndan (PKK ‘Govent’ diyormuş bu dağa) söküp atmak için
bir operasyon yapar ordumuz. Operasyonu yöneten Tuğgeneral Os-
man Pamukoğlu, anılarını topladığı “Unutulanlar Dışında Yeni Bir
Şey Yok” adlı kitapta, operasyon sonrasına dair ilginç bir vak’a an-
latmaktadır.
239

“ (...) Vadide PKK’ya ait yük katırları ile koyun ve keçi sürüsü de
vardı. Yüksek ve geniş bir mağarayı Kürdistan Halk Mahkemesi diye
kullanıyorlardı. Kırmızı bezle yazılmış mahkeme ismi ve bölümlerini
gösteren yazılar, karar defterleri, gerekçeli hükümler, kimlere hangi ce-
zaların verildiği, kimler için yakalama emri çıkarılmış, hangi suçtan
yargılanacaklar, yargı heyeti kimlerden meydana geliyor, her şey mev-
cuttu. Kayıtlar bu bölgede kimin ne yaptığını ortaya koyuyordu. İşin
daha ilginç olanı, şu anda yanımızda olan bir korucu da bu mahkeme-
de yargılanmış ve vergiye bağlanmıştı. Korucu başını ve onu yanıma
getirdiler, adamcağız bembeyaz oldu. Hiç kimsesi olmayan, orta yaşlı,
ufak tefek birisiydi. İşlediği suç da; bir karakol hakkında istenen bilgi-
yi PKK’ya getirmekte gecikmişti.
- Ne mahkemesi? Ne vergisi? Eşkiyaya vergi verilir mi? dedim.
- Öldürürler paşam, herkesten alıyorlar.
- Çarpışarak buraya çıkman eski kusurlarını örtüyor. Korkacak bir
şey yok. Bundan sonra onlara alet olmayacaksın. (Gülerek) Senin ver-
gini kaldırdık.
- Başım gözüm üstüne paşam, şimdi öl, de, hemen kendimi şu ka-
yalıklardan atayım.
- Ölüp de ne yapacaksın, bak seni korucu yapmışlar, maaş alıyor-
sun, devlet sana silahını ve mermisini vermiş, bunları iyi kullan, şu
köylerde ıstırap çeken insanları koru.
(Daha sonraki zamanlarda Derecik’teki taburun yanında salaş bir
yerlerde yattı, kalktı askerlerden hiç ayrılmadı. Sürekli opreasyonlara
katıldı.)”

Kaçakçıdan Gümrük Vergisi ve PKK’nın Vergi Gelirleri


Emekli Tümgeneral Osman Pamukoğlu’nun anılarını topladığı ki-
tapta, yukarıya aldığımız korucu anekdotu dışında vergi ile ilgili başka
ilginç anekdotlar da bulunuyor.
Sözgelimi, PKK’nın Kuzey Irak’ta bulunan “Mezi-Karyaderi”
kampına 1994 yılında yapılan operasyonda ele geçirilen dokümanlarda,
gümrüklerden (yani kaçakçılardan) alınan vergilerin oranları yazıyor-
muş. Oranlar, hayvanlarda % 3, elektronik eşyada % 10’muş. Aynı bel-
gelerde “Botan-Behdinan” adını verdikleri eyaletin (!) bütçe kalemleri
de sayılmaktaymış: “Bütçenin 65 milyar olduğu, gelirin ise; vergilen-
fiAN VERGILER
240 / EDEBIYATLAfiA

dirme 30 milyar, gümrük 15 milyar, kamulaştırma 10 milyar, cezalan-


dırma 1,5 milyar...”
“Zerdeş” kod adlı gaddar bir militan ise Van-Başkale’yi haraca
kesmiş. Eroin-esrar ve her türlü kaçaktan pay alan bu militan, Başka-
le Belediyesi’ne de vergi salmış. Salınan bu vergi, 1994’ün parasıyla
30 milyarmış.
Şemdin Sakık’ın Topladığı Vergiler
Enis Berberoğlu’nun 27 Nisan 1998 tarihli Hürriyet Gazetesi’nde
yazdığı yazı, Pamukoğlu Paşa’nın yazdıklarını doğrulayıp pekiştiriyor:
“Apo korkusuyla örgütünü satan Şemdin Sakık’ın itirafları, bu ül-
keye egemen olan ekonomik ihmalin ihanet sınırını zorladığına kanıt-
tır...
Gerçi ekonomiyi pembe dizi mantığıyla izleyen azgelişmiş liberal
mütefekkirlerde her vaziyete uygun yanıt vardır. Mesela Ankara’da si-
yasi bunalım mı çıktı. Hemen, ‘‘İstanbul, Ankara’ya rağmen işini yürü-
tüyor’’ hayaliyle avunulur. İstanbul’un göbeğinde, Laleli’de, yüz mil-
yonlarca doların döndüğü kayıt dışı pazardan söz ederken, ‘‘Aman dev-
let ilişmesin, yoksa döviz kazandıran bu işlemler durur’’ diye akıl ve-
rilir. ‘‘Toplanan verginin bir buçuk katı kaçırılıyor’’ diye kızanlara,
‘‘Aman canım, devlete giden para zaten heba oluyor. Özel kesimde
kalsın, yatırımlar ve istihdam artar’’ mantığıyla çatılır.
Oysa Şemdin Sakık’ın ifadesi devletin görmezden geldiği veya
vergisini affettiği kazançların nasıl kullanıldığına somut örnektir:
‘‘...Hazro’da su kanalı yapan müteahhitten 1992 yılında 200 milyon li-
ra aldık. 1993 yılında Batman Barajı inşaatından bir milyar lira peşin
vergi aldık. Bir milyar da daha sonra alacaktık. Fakat yanlışlıkla bara-
ja eylem yapılınca geri kalanını alamadık.’’
Şemdin Sakık’ın itiraflarında geçen ‘‘vergi’’ ifadesinin yanlışlıkla
kullanıldığını sanmıyorum. Çünkü doğa ve ekonomi boşluk affetmez...
Düşünün, Güneydoğu’daki yolunuzu koruyamazsanız, PKK yol keser.
Devlet gençleri askere almazsa, PKK zorla da olsa dağa çıkartır. İşte o
misal, devletin dokunmadığı kazançlara PKK vergi salar.
Demek ki neymiş... Toplanmayan vergi size ve çocuklarınıza kur-
şun olarak geri dönermiş...”
Susurluk Raporunda Bucaklar ve PKK Vergisi
Kutlu Savaş tarafından yazılan ünlü Susurluk Raporu’nda, Ur-
241

fa’daki Bucak Aşireti’nin PKK’ye karşı durmasının gerçek sebebinin,


PKK’nın vergi adı altında istediği ödentiler olduğu ifade ediliyor:
“Bucak aşireti ‘Zaza’ olup, Demokrat Parti zamanından bu yana
TBMM’nde temsilci bulundurmaktadır.
Sedat Bucak, amcası Mehmet Celal Bucak’ın ölümünden sonra,
Bucak Aşireti reisi olmuştur. Ş. Urfa milletvikili Sedat Edip Bucak’ın
liderliğini yaptığı ‘Bucak Aşireti’, Siverek ve Hilvan ilçelerine büyük
ölçüde hakim olup, aşiret içerisinde kayda değer bir ayrılık - hizip bu-
lunmamaktadır.
PKK’nın Ş. Urfa / Siverek’e verdiği önem ve bu alanda hakimiyet
sağlama arayışlarına paralel olarak 1993 Eylül ayından itibaren Bucak
aşiretinin de 350 - 400 civarında mensubunu silahlandırdığı bilinmek-
tedir.
PKK’ya karşı sürdürülen mücadelede Eylül 1993 tarihinden itiba-
ren tamamen Devlet yanında yer alan aşiretin, Siverek ve Hilvan’da
1000 civarında korucusu bulunmakta olup, bunlardan 350 kadarı dev-
letten maaş alan ‘Geçici Köy Korucusu’ statüsündedir. Çoğunlukta
olan ve devletin izni ile silah taşıyıp, görev yapan korucular ise, ‘Gö-
nüllü Köy Korucusu’ olarak sınıflandırılmaktadırlar. Ayrıca, aşiretin
özel koruma olarak adlandırılan silahlı mensupları da bulunmaktadır.
Özel koruma ve gönüllü korucular devletten maaş almamaktadırlar
Aşiret ile PKK arasında husumet doğması ve çatışma çıkmasının,
ideolojik olmaktan ziyade, PKK’nın aşiret dokusunu bozar tarzda pro-
pagandaya yönelmesi ve aşiretten ‘vergi’ adı altında yüksek miktarlar-
da para talep etmesinden kaynaklandığı belirtilebilecektir.”
Musa Anter’den de Vergi İstemişler
Aşağıdaki haber Aksiyon Dergisi’nin 595. sayısında yayımlandı:
“Terör örgütü PKK hem siyasi hem de ekonomik açıdan büyük
bunalım içinde. Eski HADEP Genel Başkan Yardımcısı Hikmet Fi-
dan’ın ardından PKK’nın eski üyesi Kani Yılmaz’ın bir suikast sonucu
öldürülmesi, örgüt içinde muhalif seslerin yükselmesine sebep oldu.
Bu yüzden Murat Karayılan’la Cemil Bayık’ın tartıştığı; hatta Kandil
Dağı’nda ayrı bölgelerde konuşlanmaya başladıkları belirtiliyor. Kan-
dil’le sınırlı kalmayan bu tartışma, aslında PKK’nın içinde bulunduğu
psikolojik bunalımı, özellikle ekonomik sıkıntıyı gözler önüne seriyor.
Ortaya atılan yeni bir iddia, bunun delili bir bakıma…
fiAN VERGILER
242 / EDEBIYATLAfiA

Terör örgütü PKK, eski itirafçı Abdülkadir Aygan’ın, cinayeti hak-


kında bazı bilgileri deşifre etmesiyle gündeme gelen ve politik Kürtler
için idol yazar olan Musa Anter’den bile haraç istemiş. Hatta Musa
Anter’in 1989’da, örgüt baskısından dolayı, yaşadığı köyü terk etmek
zorunda kaldığı ileri sürülüyor. PKK’nın, 1992’de Diyarbakır’da faili
meçhul cinayete kurban giden gazeteci-yazar Musa Anter’den 1989’da
o dönemin parasıyla 2 milyon lira istediği belirtiliyor. Anter’in yakının-
da bulunan, ilişkilerini ‘ağabey-kardeş’ ilişkisi şeklinde tanımlayan
yazar Ümit Fırat, ilk ağızdan dinleyen tanık olarak olayı şöyle anlatı-
yor: “PKK, Musa Anter’e 2 milyon lira bir vergi tahakkuk ettirmiş.
Ancak bunu ödeyecek durumda olmadığı ve onlardan baskı gördüğü
için köyünü terk edip İstanbul’a geldi. Oğlu kendisine Kartal’da bir
daire alarak orada yaşamasını sağladı. Musa ağabeyin öyle bir mal var-
lığı falan yoktu.”
Derdini Ümit Fırat’a açar: İstanbul’a gelen Anter, ‘2000’e doğru’
dergisinde yazılar yazmaya başlar. Anter’in borcu bu sırada terörist
Abdullah Öcalan’a iletilir. Öcalan’ın, Anter’in bu borcunu sildirdiği
ileri sürülüyor. Ancak PKK’nın Anter’den haraç istemesi 2 milyon lira
ile sınırlı kalmaz. 1992’de de örgüt, yazar Anter’den bu kez borcunu
katlayıp 22 milyon lira ister. Para istenmesinden son derece rahatsız
olan Anter, suikasttan 11 gün önce durumu Ümit Fırat’a anlatır. Fırat,
aralarında geçen o konuşmayı şöyle aktarıyor: “Muammer Karaca Ti-
yatrosu’nda Yılmaz Güney’i anma toplantısı vardı. O da katılmıştı.
Programdan sonra Fatoş Güney bizi yemeğe davet etti. Birkaç arkadaş
ve Anter’le birlikte Odakule’deki mütevazı bir restoranda yemek ye-
dik. Çok gergindi. Sebebini sordum, o da bana PKK’nın kendisinden
para istediğini söyledi. ‘Benim durumumu bilmiyorlar mı? Ben bu pa-
rayı nerden bulacağım? Benden ne istiyorlar?’ diye sitem etti. Ben de
‘Bunlar Öcalan’dan habersiz mi bu işi yapıyorlar?’ diye karşılık ver-
dim. Anter’in 22 milyon lirayı verecek parası yoktu. Konuşmamıza
Avukat Ali Yaşar da şahit oldu. Zaten bu son görüşmemiz oldu. Sonra
Diyarbakır’a gitti ve o malum olay yaşandı.”
Militanlarına idol olarak gösterdiği bir yazardan dahi haraç diye
zorla para isteyen PKK, bugün mali yönden giderek zayıflıyor. Mafya-
laşan örgütün toplanan paraları Kandil’e ulaştırmadan “iç” etmesi, Av-
rupa’da PKK adına çalışan sözde dernek ve vakıfların faaliyetlerine sı-
243

nırlama getirilmesi örgütteki mali krizi başlatan süreç oldu. Uyuşturu-


cu, mazot, silah kaçakçılığı ile beyaz kadın ticareti gibi gelirlerden el-
de edilen payın merkeze ulaştırılmaması da mali krizi derinleştiriyor.
PKK, kurtuluş için eski alışkanlığını tekrar devreye sokmak zorunda
kaldı. Örgüt şimdi “bağış” adı altında Doğu ve Güneydoğulu işadam-
larından ve varlıklı ailelerden harç toplamaya başladı. Para vermeyeni
tehdit eden örgüt mensupları kişiye özel belirlenen miktardaki parayı
her ay toplayarak Kandil Dağı’ndaki Murat Karayılan ile Cemil Ba-
yık’a gönderiyor. Mecburen haraç veriyorum: Son aylarda haraç topla-
ma işlemini artıran PKK, faaliyetini batı şehirlerinde de sürdürüyor.
Kendilerine PKK’nın vergi memurları adını verenler tarafından sadece
Kürt asılı kişilerden toplanan paralar, bir deftere kaydedilerek alınıyor.
Duruma göre her ay veya iki üç ayda bir para toplayan teröristler em-
niyet birimlerine haber verilmesi halinde ise sonucunun çok kötü ola-
cağı tehdidinde bulunuyor. İşadamlarına ailelerini öldürmek, işyerleri-
ni ateşe vermek, çocuklarını kaçırmak gibi tehditler savuruyorlar.
İsminin açıklanmasını istemeyen Doğulu bir işadamı kendisinden
zorla haraç alındığını iddia ediyor. İşadamı para vermek zorunda oldu-
ğunu aksi halde hem kendisinin hem de ailesinin zarar göreceğini be-
lirtiyor. Doğulu işadamı her ay kendisine bildirilen adrese 4 bin YTL
bıraktığını anlatıyor: “Kürtsün bu yüzden bu davaya destek vermen ge-
rekiyor diyorlar. Bizim için savaştıklarını söylüyorlar. Yalnız anlamadı-
ğım bir şey var. Benim hakkımda her şeyi biliyorlar. Yüksek tansiyo-
num olduğunu, çocuklarımın yaşını ve ne yaptıklarını bile biliyorlar. Bu
bilgilere nereden ulaştıklarını bilmiyorum. Mecburen haraç vermeye
devam edeceğim.”
1980’lerde para, gıda ve genç (militan yapmak için) isteyen örgüt,
yaptığı listeye göre her ailenin durumuna göre üç şıktan birini alıyordu.
Özellikle gıda vermeyen köylere gece yarısı baskınlar düzenleyen mili-
tanlar, insanları öldürdükleri gibi hayvanları da alıp dağa kaçırıyorlardı.
Ancak bu süreç 1990’lara kadar devam etti. Bu tarihten sonra PKK
taktik değiştirdi, daha çok nakit para almanın peşine düştü. Varlıklı ai-
leleri liste yapan örgüt, nakit para almak istediği kişileri aynı zamanda
tehdit ederek köylerinden göç etmeye zorladı. PKK’nın bu taktiği terö-
ristbaşı Abdullah Öcalan’ın yakalanmasına kadar sürdü. Bu tarihten
sonra kısa bir dağılma sürecine giren örgüt haraç toplamaya ara verdi.
fiAN VERGILER
244 / EDEBIYATLAfiA

Yalnız örgüt hiçbir zaman tamamen haraç toplama işini bitirmedi. Kü-
çük çaplı yapılan para toplamalar son aylarda tekrar hız kazandı. PKK
toplanan paraları ölen teröristlerin ailelerine ‘kan parası’ ve silah altın-
daki militanlara maaş olarak veriyor. İşsiz gençleri kandıran eli kanlı
örgüt gençlere ayda 300 ile 500 dolar arasında değişen miktarda para
ödüyor. Komutan veya üst düzeydeki militanlar ise bu miktarın nere-
deyse 5 katını alıyor.”
Fransa’da da Devrim Vergisi, Almanya’da Yılda 10 Milyon Avro
Türkiye Gazetesi’nde 28 Haziran 2001 tarihinde yayımlanan aşa-
ğıdaki haber, PKK’nın Fransa’da da devrim vergisi adı altında vergi
topladığını, Fransa’nın buna göz yumduğunu açıkça ortaya koyuyor.
“Korsika’da ‘Üç cinayetin karşı araştırması’ adlı kitabın yazarı
korsikalı Milliyetçi liderlerden François Santoni , PKK’nin vatandaş
ve esnaftan bazı polis şeflerinin bilgisi dahilinde halen devrim vergisi
adı altında haraç topladığını söyledi. Örgüt adına para topladığı iddiasıy-
la hakkında 4 yıl hapis cezası istenen ve 1989’a kadar Korsika Ulusal
Bağımsızlık Cephesi-FLNC ile Cuncolta Nazionalista gizli örgütü lide-
ri olan François Santoni bu iddiasını France İnfo radyosunda katıldığı
programda da üzerine basa basa ‘Fransız hükümeti bir
kulp bulup beni de içeri tıkmak istiyor ama bunu yapacaklarına
halen Paris’te bazı üst düzey yetkili ve polislerin bilgisi dahilinde ha-
raç toplamayı sürdüren ayrılıkçı Kürt örgütü PKK’yı kontrol etsinler’
sözleriyle tekrarladı. Santoni şöyle konuştu: ‘Fransa, Korsika’da dev-
rim vergisi olduğunu iddia ediyor. Oysa Türkiye’nin içişlerine karışa-
rak PKK’nın başta Paris olmak üzere Fransa’da ‘Devrim vergisi’ adı
altında haraç toplamasına göz yumuyor. Böylece PKK’nın Fransa’da
yaşayan Türk ve Kürt toplumlarından para toplama operasyonlarına
karşı çıkmıyor. İşte bu kitap üç cinayetin ışığında sağ ya da sol olsun
tüm iktidarların devlet adına ikili oyununu gözler önüne sererken, bu-
na rağmen Fransa dış ilişkilerinde herkese ahlak dersi vermeye devam
ediyor. Mesela Türklerle Ermeniler arasında çözülmesi gereken ve
Türkiye’nin bir iç meselesi olan Ermeni konusuna bakarsak Fransa’yı
hiç ilgilendirmediği halde bu olayı körükledi. Oysa bu olayda Fran-
sa’nın tarihi sorumluğu bile olabilir.”
9 Nisan 2005 tarihli Radikal Gazetesi ise, bu terör örgütünün ‘ver-
gi’ adı altında Almanya’da da kürt vatandaşlardan haraç topladığını ya-
245

zıyor: “Alman Frankfurter Allgemeine gazetesi, PKK’nın Almanya’da


hâlâ zorla para topladığını yazdı. Haberde, PKK yandaşlarının bazı ki-
şileri tehdit ettikleri, adam dövdükleri ve haraç topladıkları anlatıldı.
Almanya’da her yıl PKK için 10 milyon avro toplandığını öne süren ga-
zete, bu paranın bir kısmının Almanya’daki örgüt faaliyetlerine ayrıldı-
ğını, büyük bölümünün ise Türkiye’ye gönderildiğini vurguladı.”
Apo’nun Dayısı Vergi Kâtibi Ammaralı Ali Neler Etmiş Neler
Şanlıurfalı araştırmacı-yazar İbrahim Bozkurt, PKK elebaşısı Ab-
dullah Öcalan’ın ailesi hakkında son derece değerli bilgiler veriyor. Bu
bilgiler arasında, Apo’nun vergi kâtibi olan Dayısı’nın yaptığı vergi zu-
lümleri de var.
“Bölgede Ali Ammara (Ammaralı Ali) olarak bilinen meşhur Ver-
gi kâtibi, Apo’nun annesinin amcasıdır. Fakat her ne kadar halk arasın-
da annesi Türkmen olarak bilinse de gerçekte Arap asıllıdır. Köy’ü de
bu aile kurmuş zaten. Köy’ün ismi de bu aileye atfen verilmiştir. Am-
mara Köyü ve civarı 1790’lara kadar Ermeni’lerin yoğun olarak yaşa-
dığı bir bölge idi.
Öcalan’ın bulunduğu köy yani Ammara (Ömerli) de iki kabile yaşar.
Bunlardan birisi, asıllarının Dünai aşiretinden olduğunu ve kendilerinin
Reşi diye adlandırılan kabileye mensup olduklarını kabul ederler. Bu doğ-
rudur. Zira Eyyubiler döneminde Zağros dağlarından geniş bir kitle gele-
rek Birecik Halfeti ve Nizip arasına yerleşmiştir. Tarih kitaplarında bun-
ların Yezidi dinine mensup oldukları söylenmektedir. İkinci gurup ise Ka-
vi denilen genellikle Adıyaman civarında yaşayan bir kabiledir. Bu kabi-
leden birkaç ailenin gelip Ammara’ya yerleştiği bilinmektedir. İşte
Apo’nun babası, bu Kavi denilen aşirete mensuptur. Fakat Ammara’da
Reşi gurubu ile Kavi gurubu arasında sürekli bir sürtüşme olur. Apo’nun
anne tarafı Türkmen olarak bilinir. Şöyleki: Rakka civarında yaşayan
Ammarat (Ömeyrat) isimli bir aşiretten yaklaşık 1590 yıllarında üç kar-
deş aile Fırat sahilini takip ederek Birecik’e göç eder. Halk arasında bun-
ların nar arama sebebi ile göç ettikleri meşhurdur. Bunlardan birisi Mez-
ra beldesine, Birisi Birecik Arap mahallesine (Saha Mahallesi), birisi ise
Ammara köyü olarak bilinen yere yerleşir. Fakat orada ermeni ağırlıklı
halk olduğu için civarda bulunan Türkmenlerle yaşamaya devam eder ve
onlara sığınır. Böylece çocukları Türkmenleşir. Aynı aileye mensup Bire-
cik’te iki kadın daha vardır. Bunlar Apo’nun amcası kızlarıdır. Her ikisi de
fiAN VERGILER
246 / EDEBIYATLAfiA

Arap asıllı şahıslara verilmiştir. Yine Birecik Arapları Apo’nun anne tara-
fının Arap olduğunu ve kendi akrabaları olduğunu söylerler. Apo’nun da-
yıları Süleyman ve Sait ile de görüşmüştüm. Bu konuyu kendileri ile tar-
tışmıştım. Onlarda aynı kanaati taşıyorlardı.
Ali Ammara’nın dedesinin Osmanlı devleti ordusunda Yüzbaşı
rütbesi ile asker olduğu bilinmektedir. Alinin üç tane bacısı vardır.
Apo’nun dayılarından Ali Ammara olarak bilinen kişinin bölgede
öyle maceraları anlatılır ki, Cumhuriyet Halk Partisi’nin iktidar olduğu
İnönü döneminde köy vergi kâtibi imiş. Yemediği nane kalmamış.
Rüşvet hırsızlık her şey var adamda. Gittiği her köyden hindi, koyun ve
dana rüşvet almadan köyü terk etmez, vermeyenleri falakaya yatırır sa-
atler dövdürürmüş. Onu tanıyan yaşlılar, “Bu adam köye geldiğinde
kaçar, köyü terk ederdik. Zalim ve gaddardı” diyorlar.
Bölgedeki her köyde Ali Ammara’nın hikayeleri hâlâ anlatılıyor.
Kaçor Ve Papor Vergileri
Osmanlı döneminde, asker bir babanın torunu olan Ali, Milli şef
döneminde Birecik ilçesinde köy kâtipliği yapmış ve halkın KAÇOR
ile PAPOR ismini verdiği iki çeşit vergi toplamıştır. Bunlardan Kaçor,
hayvan başı alınan vergi; Papor ise kişi başına alınan vergiye verilen
isim. Halkın anlattığına göre Ali köylere çıkıp bu vergiyi toplarken Jan-
darma ile beraber gelirdi. Önce köyde bulunan hayvanları tek tek sa-
yardı. Biz de o gelmeden önce hayvanlarımızın fazla kısmını saklardık.
Zira bir aile 100 koyundan fazla beslese, fazla olan koyunlar yok edi-
lirdi. Bir aile beş çocuğa sahip olana kadar papor ödemek mecburiye-
tinde idi. Aile 5 kişiyi geçtimi artık ödemezdi. Fakat biz eğer önceden
Aliyi görür ve iki koyun verirsek bu baskı üzerimizden biraz hafifler-
di. Bu durum, Menderes dönemine kadar devam etti. Menderes’in ik-
tidar olması ile beraber bu baskı ve vergiler kalktı, köy kâtipliği de so-
na erdi. Fakat Ammara’da yerleşmiş bulunan Reşit Ağa ailesi ile Ali
Ammara ailesi arasında çıkan kavgada bir adam öldürülünce, örf gere-
ği, öldüren taraf olarak Ali ve ailesi Ammara dan göç ederek Nizip il-
çesine yerleşti. Ali orada aşırı bir demokrat kesilerek hızlı bir partici ol-
du. Apo, Orta Okulu Nizipte bir süre Ali’nin evinde kalarak burada
okumuştur. Ali 1995 yılında vefat etmiştir. Yani Apo anne tarafından
Arap asıllı “beni ömer (ommarat)” aşiretine bağlanır. Baba tarafı ise
Kavi denen bir Adıyaman aşiretine intisap eder.”
247

Yazarın Notu: Yukarıda sözü edilen Kaçor Vergisi, Hayvan Ver-


gisi’dir. Papor ise Yol Vergisi’ne denmektedir. Her iki vergi hakkında
da Atatürk Döneminde Vergi adlı bölümümüzde gerekli bilgi veril-
mektedir.
Barzanî’nin İnternet Sitesi’nden Türk Yazar Ayşe Kulin’e
Hücum ve Kulin’in Kürtler ve Vergi Bağlamındaki Görüşleri
10.7.2005 tarihinde, Barzanî’ye ait “www.kerkuk-kurdistan.com”
adlı internet sitesinde ağır sözlerle veryansın edildi yazar Ayşe Kulin’e.
İşte Ayşe Kulin’in tepki çeken sözleri ve bu sitenin yorum ve suçlama-
ları:
“Sırbistan Göçmeni, devşirme Ayşe Kulin Kürt kadınlarını anlatan
bir kitap yazmış. Türk gazetesi Milliyet Ayşe Kulin ile yapılmış bir rö-
portaj yayınladı. Kulin, kendisini aşan laflar ediyor. Devşirme Ayşe’ye
göre Kürt devleti kurulursa Batının uydusu olur. Devşirme Ayşe Kürt-
ler sadece kaçakçılık yapıyor diyor. Ayşe Kulin Türk Genelkurmay’ın
verdiği emir ve bilgilerin gölgesinde Kürtleri yazıyor. MİT’in kadını
Kulin Kürtler’e düşmanlık yaparken Kemalist Türk cehaletini sergili-
yor.
Sırbistan Göçmeni devşirme Ayşe, Leyla Zana’yı yazmak istedi-
ğini ama Leyla cevap vermediği için kendi kendine yazdığını söylüyor.
Devşirme Ayşe, Kürt devleti kurulsa bile nasıl ki Türkler ermenileri
hapsettilerse öyle Kürtleri de hapsedeceklerini söylüyor.
Devşirme Ayşe şöyle diyor: “Genelkurmay’ın hiç yorum katılma-
mış arşiv kitapları var. Onları inceledim; gördüm ki tıpkı Ermeniler gi-
bi Kürtler de kendi halklarını nefretle beslemekte. Türkler de buna kar-
şılık vermekte. Bu böyle, ben sana sen bana oldukça, hiçbir yere varıl-
mayacak bir tutum içinde debelenip duruyoruz. Kürtlerin son aşamada
ne istediklerini de merak ediyorum. Eğer hakikaten ayrı bir devlet kur-
maksa istekleri, bunu mecburen başka bir Batı devletinin uydusu ola-
rak kuracaklar. Ermenistan’ı görüyorsunuz, orada 3 milyon kişi kapalı
kalmış durumda. Bu insanlar da Türkiye’nin içinde kapalı kalacaklar.”
(...) Devşirme Ayşe röportajında Kürtlere düşmanlığı ama Kema-
list cehaletini şöyle anlatıyor:
“Doğu’ya yaptığınız gezilerde ne gibi izlenimler edindiniz?”
“Doğu’da bu adamlar vergi ödemiyor, çalışmıyor, o kadar alışmış-
lar ki sömürmeye sadece kaçakçılık yapıyorlar. Burs verdiğimiz çocuk-
fiAN VERGILER
248 / EDEBIYATLAfiA

ların babalarının yüzde 99’u işsiz. İşsiz ama evinde televizyonu, cebin-
de telefonu var. Öte yandan evde 20 çocuğu doyuracak bir kazan kay-
nıyor. Demek ki bir işi var ama kayıtsız. Yani kaçakçılıktan başka ge-
çim kaynakları yok; düzelmeye de niyetleri yok.”
Devşirmenin söyledikleri Kemalizm ve Türklüktür. Devşirme
hangi kaçakçılıktan söz ediyor? Kürtlerin kendi aralarında yaptıkları ti-
carete kaçakçılık diyor. Devşirme Ayşe, Kürtlerin hiçbir zaman, ne
Arap, ne Fars, ne Moğul, Selçuk, ne de Osmanlıı ve Türklere vergi öde-
mediğini bilmiyor. Kürtler’in asil bir millet olduğunu unutan devşirme
Ayşe. Kürt milletinin ‘Kürtnak’ olmadığını unutuyor.”
Hikmet Ilgaz, Kulin’i Doğruluyor: Bunlar Vergi Vermezler
Hikmet Ilgaz, “Vergi ve Edebiyat” bölümünde sözünü ettiğimiz,
tarihi gerçeklere dayalı “Şark Yıldızı” adlı romanında, Birinci Dünya
Savaşı sırasında Van yöresindeki Kürt aşiretlerinin durumunu ve vergi-
ye karşı tutum ve tepkilerini şöyle anlatır: “Bunlar o kadar ilkel bir zih-
niyet içinde boğulmuşlardır ki, hükümet teşkilatına, insanlığın bu asır-
da eriştiği tekamüle, cemiyetin fertlere tahmil ettiği hizmet ve mükel-
lefiyetlere dair en ufak bilgileri yoktur. Vergi vermezler. Çünkü bunu
bir nevi haraç telakki ederler. Hükümetin emirlerini dinlemezler, zira
ağa’dan başka birinin emriyle hareket etmeyi küçüklük sayarlar. Biraz
sıkıştırırsanız tüfeği alıp dağa çıkarlar.”
Mahabat Cumhuriyeti’ne Vermişler Ama
15 Aralık 1945’te İran’da kurulan Kürt Mahabat Cumhuriyeti’ni
anlatan bir Kürtçü İnternet Sitesi’nde, biraz da abartarak şöyle denil-
mektedir: “Hükümet 20.000 toman(4400 dolar) kredi alır ve bunu bor-
cunu da şeker fabrikasının gelirinden kapatır. Vergiler ve aidatlar ol-
dukça düzenli toplanır. (Herkes vergi ve aidatlarını zamanında vermek
için adeta birbirleri ile yarışıyorlardı) Az sayıdaki zengin aileler, Cum-
huriyet’e bağış yapmakla yükümlü kılınırlar.”
Özlerini Bilmeyen Zazalar, Kürt Ulusal Hareketi’ne Vergi Veri-
yorlarmış
“Günümüzde Zazaların ulusal kimlik arayışı yeni bilinçlenme dö-
nemini yaşıyor. Batı Avrupa’da Zazaların kalabalık allıturnası (Diaspo-
ra) oluşmuş durumda ve bunların bir kısmı özünü bilmeden Kürt ulu-
sal hareketlerine vergi vermekte. Bununla birlikte Zazaların ulusal bi-
linçlenmesini yönlendirecek ilk adımların sesi duyulmaktadır. Zaza di-
249

liyle basılan edebi eserler ve yayın organları gün ışığına kavuşmakta-


dır.” Kaynak: www. geocities. Com /dersimsite/ zazalar.html

14-ROMALILAR’IN VERGİ TARİHİ’NDEN...


Kaligula’nın Vergileri Alçakça, Kaçıkça ve Sadistçe İdi..
Roma İmparatoru Kaligula’nın devlet yönetim tarzı ve vergi uygu-
lamaları; tam anlamıyla kaçıkça, alçakça ve sadistçe idi.
Yesip Pilavi adlı yazar, bu İmparator’un yaptıkları hakkında
şunları yazıyor: “O’nun insanlara duyduğu nefretin, yaptığı kötülük-
lerin sınırı yoktu. Halka saldığı vergilerin sayısını bilmek mümkün
değildi. Kaligula, özellikle kendisiyle boy ölçüşebilecek servet sa-
hibi soyluları hedef alır; onları çağırtıp, öldükten sonra bütün servet-
lerini kendisine bıraktıkları yolunda vasiyetname alırdı. Ardından,
vasiyet sahibi soylu, bir punduna getirilip suçlu ilan edilir, öldürü-
lür, böylece vasiyetin gerekleri yerine getirtilirdi. Sınırsız iktidar ve
zenginlikten başı dönen Kaligula, kızı dünyaya gelince Roma halkı-
na bir ferman çıkardı. Bu fermanda; çocuğun yetişmesi, eğitimi ve
düğün çeyizi için mal ve para toplanması emrediliyordu. Bu emir
yerine getirildi, halk yeni yılın ilk günü paraları getirerek saray ka-
pısında imparatorun önüne yığdı. Kaligula sevinçle bağrına bastı pa-
raları, sonra üstüne çıkıp yuvarlandı.”
Yaptıkları bunlarla da bitmiyor Kaligula’nın. Homer’in destanları-
nı yok etme buyruğu vermiş, Makedonyalı İskender’in mezarını açtıra-
rak onun pelerinini giyinmiş, halk arasında bu kılıkla dolaşmış. Sakalı-
nı altına boyamış, at’ını yüksek devlet görevlerine tayin ettirip bu at
için bir mermer saray, bu sarayda fildişinden bir yemlik yaptırtmış.
Kaligula; vergi ve icra memurlarını, hırsız ve eşkiyalardan seçiyor,
sarayında bunları besleyerek halkı bunlar eliyle soyuyormuş. (Kay-
nak:Kuz Başındaki Avcının Çığılığı)
Eşcinsel Erkek Fahişelerden Vergi
Bu tür eğilim ve etkinlikler zaman zaman yasaklanmış olsa da,
Roma İmparatorluğu’nun tarihinde fahişelik ve eşcinselliğin önemli
bir yeri var. Sözgelimi, 390 yılında imparator Teodosius, erkek çocuk-
larının fahişe olarak satışını yasaklamış, ama erkek fahişeliği Doğu Ro-
ma İmparatorluğu’nda 6. yüzyıla kadar yasal varlığını sürdürmüş, hat-
ta devlet, erkek fahişelerden vergi bile almış.
fiAN VERGILER
250 / EDEBIYATLAfiA

15-ÇİN’İN VERGİ TARİHİ’NDEN...


VER VERGİYİ, KES SİKKEYİ
MÖ 1.yüzyılda Çin tahtına oturan Wang-Mang, yürürlükteki
sikke kesme sistemini değiştirdi. Wang-Mang’ın bu kararı almasının
sebebi, patent vergisini ödeyen herkesin sikke kesebilmesiydi. Ke-
silen sikkelerin madeni değerini kontrol etmek son derece zordu ve
sikkeler madeni değerlerine göre ayrıca harca tabi değildi. Madeni
değerlerin kontrolsüzlüğü, doğal olarak, tağşiş edilmiş sikke bası-
mına yol açıyordu.
Wang-Mang yayımladığı fermanda, yasaya aykırı bu kabil eylem-
lerin şiddetle cezalandırılacağını belirtiyordu: “Kim yasaya aykırı ola-
rak para basmaya cüret ederse, bütün malı mülkü müsadere edilecek ve
bunlar, komşularından olayı bilip de haber vermeyenlerden dört kişiy-
le birlikte devletin kölesi olacaklardır. “
L.N Gumilyov’un belirttiğine göre, bu yasak ve cezalar caydırıcı
olmamış. Tek gelir yolu sikke kesmek olan ve iki yüz yıldır bu işle uğ-
raşan kimseler, kaçak döküm yapmaya başlamışlar. Kaçak sikke yü-
zünden tutuklananların sayısını, Çin kaynakları 100 bin olarak bildiri-
yor.

ÇİN’DE VERGİYİ HADIMLARA TOPLATTIRIRLARMIŞ


Ünlü Arap Tarihçi Mesudî,10. yüzyılda yazdığı “Murûc Ez-Zeheb
(Altın Bozkırlar)” adlı eserinde, Çin’de vergi toplama işi ve diğer bazı
hizmetlerde hadımların kullanıldığını, hatta bazı kimselerin saraya sok-
mak ve orada hızla yükselmelerini sağlamak için çocuklarını hadım et-
tirdiklerini yazıyor.

MU BAŞINA VERGİ
Geçtiğimiz yüzyılın ortalarında Çin’de vergiler “Mu Başına” alını-
yordı. Mu, bir toprak ölçü birimidir, 1,5 Mu=1dönümdür. Tu ve tu-
an’da (yani ilçe ve kasaba), yönetim erkini elinde tutan mütegallibe,
köylük bölgenin gerçek hükümdarıydı.. Sayıları 10 binden 50 ya da 60
bine varan bir nüfus üzerinde söz hakları vardı bunların; kasaba savun-
ma birlikleri, kendi silahlı kuvvetleri gibiydi. Mu başına vergileri top-
lamak, kendi mali gücü ve köylüleri istediği gibi tutuklama, hapsetme,
yargılama ve cezalandırma gibi yargı yetkileri vardı.
251

VERGİ SAHTECİLİĞİNE İDAM


Uluslararası Af Örgütü’nün 10.07.2001 tarihli açıklaması, Çin’de
vergi suçlarına da idam cezası verildiğini gösteriyor. Açıklama şöyle:
“Çin: Her zamankinden daha ‘ağır darbe’ Uluslararası Af Örgütü, (UA-
Ö) ‘Çin’de geçtiğimiz üç ay içinde, suça karşı yürütülen ‘Ağır Darbe’
kampanyası kapsamında en az 2,960 kişi ölüm cezasına çarptırıldı ve
1,781 kişi idam edildi.’ dedi. ‘Son üç ay içinde Çin’de idam edilen kişi
sayısı, tüm dünyada son üç yılda idam edilenlerden daha fazla. Bundan
önceki ‘Ağır Darbe’ kampanyalarında olduğu gibi, bu operasyonun da
Çin’in büyümekte olan suç sorunu üzerinde uzun süreli bir etkisi olması
düşük bir ihtimal.’ diyen UAÖ, kampanyanın bir idam çılgınlığından baş-
ka bir şey olmadığını belirterek, ‘Büyük bir insan hayatı kıyımı’ olarak ni-
telendirdi. Uzun yıllardır bu kadar büyük boyutlu kitlesel yargılama ve
hüküm verme gerçekleşmemişti. Tüm ülke çapında şiddet içeren suçla-
rın yanı sıra, rüşvet almaktan kadın simsarlığına, zimmete geçirmeden
vergi sahteciliğine, benzin hırsızlığından zararlı besin maddeleri satmaya
kadar farklı suçlar için idamların gerçekleştirildiği kaydedildi.”

ÇİN İŞKENCESİ GİBİ KİTAP VERGİSİ


Çin’in Doğu Türkistan Neşriyat Haber Bölümü’nde çalışıp daha
sonra bu ülkeden kaçan Ertuğrul Atihan, uygur.org adlı internet dergisiy-
le yaptığı söyleşide, Çin Yönetimi’nin aldığı ağır vergiler yetmezmiş gi-
bi, Doğu Türkistanlılar’ın başına bir de “kitap vergisi”ni musallat ettğini
anlatıyor. Xinkiang (Doğu Türkistan) Gençler Neşriyatı gibi bazı neşriyat
ve matbuat yerleri Çin’in müstemleke siyasetini teşvik eden kurultay
belgelerini, Çinli müstebitlerin hayatının yansıtıldığı eserleri, komünist
düşünce ve ahlakın yer aldığı makaleleri, ateizm eğitimine ait kişilerin di-
ni itikadını zehirleyecek yayınları halkın mecburi olarak satın alması hak-
kında hükûmet adına kızıl kapaklı belge çıkartıyor. Böylece bir tür “Kitap
Vergisi” alınmış oluyor. Ertuğrul Atihan, parası olmadığı için bu kitaplar-
dan alamayanların bile siyasi suçlu sayıldığını açıklıyor.

16-OSMANLI’DA VERGİ
Osman Gâzi Sormuştu: “Vergi nedir ki?”
Aşıkpaşaoğlu Tarihi’nde şöyle bir olaydan söz edilir. Germiyan-
lı’nın biri, Osman Gâzi’nin huzuruna gelerek şöyle bir öneride bulu-
fiAN VERGILER
252 / EDEBIYATLAfiA

nur: “Bu pazarın vergisini bana sat.” Osman Gazi, şaşırır ve sorar:
“Vergi nedir ki?” Germiyanlı: “Pazara ne gelse ben ondan para alı-
rım...” Osman Gazi büsbütün şaşırır ve “Senin bu pazara gelenlerden
alacağın mı vardır ki, para istersin?” diye sorar, Germiyanlı açıklar: “Bu
bir töredir. Bütün memleketlerde vardır ki, padişah olanlar alır”. Öfke-
lenir Osman Bey, der ki: “Bir kişinin kazandığı başkasının olur mu?
Ben onun malına ne koydum ki, bana akçe ver diyeyim. Bre kişi, var
git. Gayri bu sözü bana dememiş ol ki, sana ziyanım dokunur”. Ancak,
Germiyanlı izahlarına devam eder ve « Hân’um bu bazar beylerinde
kim bir nesnecik vireler » . Osman Gâzi, verilen izahlardan tatmin olur,
görüşünü değiştirir : « İmdi çünkü söz öyle dirsüz, her kişi kim baza-
ra bir yük götüre sata, iki akçe virsün; satmaya, hiç bir nesne virmesün
ve her kim bu kanunu boza, Allah-ı Taala onun din ve dünyasını boz-
sun. »
Samiha Ayverdi, Türk Tarihinde Osmanlı Asırları adlı eserinde,
Osman Bey’in pazardan baç alınmasına önce tepki gösterip sonra ka-
bul etmesini yorumlarken, prensipte islami esasların temel unsur ola-
rak alınmakla birilikte, milli ve mahalli motiflere de önem ve değer ve-
rilip bir senteze gidildini belirtmektedir.
Osmanlı’da ilk mali yapılanma ve örgütlenme ise, Çandarlı Kara
Halil ile Kara Rüstem’in önayak olmaları üzerine, I. Murat döneminde
olmuştur.
Fetholunmadan Önce, Vergi Bağışıklığı Alan Şehir
Osmanlı’nın kuruluş dönemi ile II.Murat dönemi arasındaki yılla-
ra ilişkin resmi belgelerin çok az olduğunu söyler tarihçiler. Bu çok az
sayıdaki belgelerden birini, Kamil Su’nun “Osmanlı Devleti’nin Kuru-
luşunda Şeyh Edebâli’nin Rolü ve Mehmet Zait Kotku Sempozyu-
mu”na sunduğu bildiriden öğreniyoruz.
Dayanak belgesi, Topkapı Sarayı’nda bulunan bu bildirinin önem-
li yerlerini okuyalım: “ (...) Topkapı Sarayı’ndaki çalışmalarımızı sıra-
sında bulunmuştur. Hikâye şöyledir: Osman Gâzi Hazretleri, henüz
Padişah olmamış. Bursa ve Rumeli fetholunmamıştı. Rumeli’de Siros
Şehri üstünde Margarit isminde bir manastırın keşişleri nücum (yıldız)
ilmiyle, Söğüt Kasabası’ndan Osmanlı hükümdarının çıkacağını ve Ru-
meli’yi fethedeceğini tesbit etmişlerdir. Bunun üzerine bir heyet halin-
de, yanlarında altın ve akçeden hediyelerle Anadolu’ya geçerek Osman
253

Gâzi Hazretleri’ne gelirler.Hediyeleri takdim ettikten sonra huzura çı-


karak ‘Rumeli fetholunduğu vakit bizim manastırın vakıf köyleri ve ke-
şişleri haraçtan ve avarızdan muaf tutula’ diye yalvarırlar. “
Osman Gâzi, istenilen sözü keşişlere, hem de yazılı olarak vermiş.
Osman Gâzi’nin verdiği bu vergiden bağışıklık kararı, 1543 yılına dek
uygulanmış ve gelen her hükümdar tarafından yenilenmiş.
Fatih’in Kanunnamesi Ve İlk Defterdar
Hilmi Yücelen “Türk mali Tarihine Toplu Bir Bakış” adlı eserin-
de şu bilgileri veriyor: “Mehmt II. (Fatih) İstanbul’u aldıkran sonra, çı-
kardığı kanunnamede (malımın vekili defterdarımdır, vezir-i âzam nazı-
rıdır) demek suretiyle defterdarlara büyük yer ayırmıştır. İlk defterdar
olarak Fenarizade Ahmet Çelebi’yi görevlendirmişti. (...) Yine bu ka-
nunnameye göre gelir gelir ve giderlerin her yıl padişahın huzurunda
okunması esası konuldu.”
Fethedilen Yerlerde İlk Hukukî Düzenlemeler: Sayım ve Vergi
“Osmanlı yazma, sayma ve ölçme ile Düzenini Kurdu”
Hüseyin Perviz Pur
“Fütuhat devirlerinde, yeni bir memleket açıldığı zaman, arazî ve
nüfus sayımı yapılarak hemen o eyaletin vergi nisbetleri ve tasarruf
usulleri tesbit olunur, içtimaî, iktisadî, ticarî, hukukî ve medenî vazi-
yetleri tetkik edildikten sonra, imparatorluğun umumî kanunlarıyla
mahallî hususiyetler telîf edilerek kanunlaşırdı. Her eyaletin istihsal
kudretine göre tertiplenen bu vergiler, son derece âdilâne hesaplar üze-
rine tayin edilir ve îcap ettikçe yapılan tahrirlere göre de yeniden ayar-
lanmak suretiyle haksızlığa meydan verilmezdi.” (Samiha Ayverdi:
Türk Tarihinde Osmanlı Asırları)
Ağır Vergilerden Kaçınılırdı
Hasan Ali Demircan’ın “Hayal Şehirler” adlı kitabında, batılı
araştırmacı Kont Marsigli’den yapılmış bir alıntı var. Bu alıntı, Os-
manlı’nın, yükselme dönemindeki vergi politikasını açık olarak orta-
ya koyuyor:
“Gerek Türkler, gerekse Türk İmparatorluğunda yaşayan diğer
milletler, ticaret sahasında çok faaldir. Bâb-ı Âli’nin yani İstanbul İda-
resi’nin değişmez politikası, ticaretle uğraşanlara her türlü kolaylığı
göstermektir. Ağır vergilerden kaçınırlar. Bunun ticari hareketi engelle-
diği, üstelik kaçakçılık doğurduğu düşünülür.”
fiAN VERGILER
254 / EDEBIYATLAfiA

Seksen Üç Adet Vergi Ve Kurulan Sağlam Sistem


Hüseyin Perviz Pur, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türkiye’nin Borç
Prangası adlı değerli eserinde Osmanlı’nın kurduğu ve ilettiği vergi sis-
teminin mükemmelliğini şöyle anlatıyor:
“Yükselme devrinde altı milyon kilometrekarelik imparatorluk
topraklarında kırk milyonu müslüman yirmi milyonu gayrimüslim
olam üzere altmış milyon Osmanlı vatandaşı yaşıyordu. Ve bunların he-
men hemen tamamından çeşitli adlar altında seksen üç adet vergi alını-
yordu. Bu kadar geniş topraklardan ve bu kadar geniş taban yayılmış
mükelleflerden çeşitli vergiyi tahsil edebilen maliye teşkilatını bugün-
kü ileri iletişim ve bilgisayar teknolojisine rağmen kurup aynı verimin
elde edilebileceğine kuşku duyarım.
İmparatorluk mali ve idari olarak eyalet sistem ile yönetilmiştir.
Eyelatler kendi topladıkları vergilerden harcamalarını yapar kalan ver-
giler harcama listeleri ile İstanbul’a gönderilirdi. Eyalet sorumlularına
yetkiler yazı ile verilirdi. Eyelatler merkezden sorularını yazılı sorup
yazılı görüş alırlardı. Bu bilgi alış verişi insan kaynaklarım kullanılarak
sağlanıyordu.
Çok geniş kayıt sistemi kullanılmış ve her şey kayıt altına alınmış
idi. Merkez; bütün eyaletlerin idaresini kontrol eder, halkın nabzını dai-
ma sıkı tutardı. Devletin devamı ve başarısı adalet kurumları ile maliye
teşkilatının koordineli çalışmalarına bağlanmıştı. Buna örnek olarak
Kanuni Sultan Süleyman’ın 1558 yılında Belgrad kadısına yolladığı fer-
man kelime kelime, cümle cümle ve bütünü ile vergi politikaları açısın-
dan incelenmesi gerektiği düşüncesindeyim.
“Devlet askerleri (sipahiler), biçilmeyip el ile yolunan ottan zorla
vergi alırlar imiş, kaldırdım. Askerler, ev yakınında bulunan bağ, bahçe
ve bostanlardan yemeklik üretim yapanlardan para almak isterlermiş,
almasınlar, yasakladım. Boş yerlere tarla açanlardan, ihya edenlerden
vergi alınmasın. Nehir üzerlerindeki dolap ve karaca değirmenler, yeni
yapılmış olsalar dahi fazla vergi alınmasın. Askerler, tarla ürünlerini
satmak için, halka pazar yerine götürmelerini isterler imiş, pazara gö-
türülmesin, teklif dahi edilmesin. Askerler ‘Boyunduruk Hakkı’ diye
vergi almasınlar. Askerler savaşa gitseler, geride kalan mallarını köy
halkından güvenilir adamlar korusunlar. Yeni evlenen yeniçerilerden
‘gerdek hakkı’ diye vergi alınır imiş, bundan böyle alınmasın. Savaş es-
255

nasında bile askerler eve girip arı kovanına dokunmasınlar. Ve yerleşti-


ği yerde, evleri önünde, sancakları altında kendi geçimleri için ürettik-
leri arı kovanlarından dahi vergi alırlar imiş. Onu dahi göresin. Başka
kovanlık olmayıp, evleri yanında ve sancaklar altında olan kovandan
dahi vergi aldırmayasın. Kovan hakkı bahanesi ile askerler savaş esna-
sında bile bu bahaneyle evlere girmekten men eylensin. Bu husus için
şikayet ettirmeyesin.”
Evet insan şaşırıyor, Koca Kanunî Sultan Süleyman ne kadar ince
detaylarla uğraşıyormuş diye. Bir diğer dikkati çeken husus halkın şi-
kayetlerinin padişaha kadar iletilebilmesi ve bu kanalların tıkanmama-
sının disipline edlmiş olmasıdır. Bütünü okunduğunda ziraatten alına
aşar vergisinin temel prensibini ve vergilendirme sınırlarının ne kadar
adil ölçülerle çizildiği görülmektedir. Bu gelenek ona dedelerinden
kalmış bir kural idi.
Reaya ve Beraya
“Osmanlı İmparatorluğu’nda sosyal sınıflardan söz etmek müm-
kün değildi. Halk genel olarak ‘Reaya’ ve ‘Beraya’ diye ikiye ayrılırdı.
Reaya, vergi veren müslüman ve gayrimüslimlerden; beraya ise reaya-
nın dışında kalan ve vergi vermeyen yönetici sınıfa denirdi. Beraya
kendi içinde Seyfiye (Ordu), Kalemiye (bürokrasi), İlmiye (eğtimciler,
ulema) olmak üzere üçe ayrılırdı.” (Kaynak: Büyük Larousse Cilt 17,
Sayfa 8943)
Osmanlı’nın Yaşam Gücü Vergi İdi
Hüseyin Perviz Pur’un kitabını okumaya devam edelim:
“Osmanlı düzeninin ana kaynağı dirlik ve ordu düzenleri idi. Her
iki öğe birbirini tamamlıyordu. Dirlik düzeni orduya asker yetiştiriyor,
giderlerinin en büyük bölümünü karşılayan vergiyi (aşar, ağnam) veri-
yor, tarım ve hayvan üretimi yapıyordu. Savaşta ve sulhta ekonomiye
ve askeri güce katkı sağlıyordu. Ordu ise iç ve dış güvenliği sağlıyor,
vergilerin tahsilinde Demokles’in kılıcı olarak mükelleflerin yanlış
yapmalarını önlüyordu. Seferler sonucu yeni topraklarda yeni vergi sa-
haları açılıyordu. Osmanlının yaşam gücü vergi idi. Yeni topraklar sa-
vaşta yararlık gösteren üst düzey komutanlara uç beyliği olarak verile-
rek dirlik düzenlik kuruluyordu. Dirlik sahipleri işletmecilik yaparak
toprak sahibi sultanla iş ortaklığı kurmuşlardı. Bu ortaklığın temel ama-
cı üretim ve savaştır. Savaşta kazanılan daima dağıtılacaktır. Tımarlı si-
fiAN VERGILER
256 / EDEBIYATLAfiA

pahi bu ana ilke üzerine kurumlaştırıldı. Sultan ile dirlik beyleri arasın-
da daima büyük bir güvenilirlik vardı.
16. yüzyıl başında 537 milyon akçelik vergi geliri elde edildi. Bu
gelirin yarısı saraya, yüzde on ikisi vakıflara, kalan yüzde otuz sekizi
de miktarı otuz yedi bine ulaşmış tımarlı sipahilerindi. Tımarlı sipahiler
arasında paylaşımı saray tesbit ediyordu.”
Tımarlı Sipahi, Vergi Ödemeyen Bir Vergi Memuru’ydu
Prof.Dr Halil İnalcık, Osmanlı Toprak sistemini anlatırken, tımar-
ların merkezden verilip, dirlik sahiplerinin yine merkezin fermanı ile
görevden alındığını belirtiyor. İnalcık’a göre, tımarlı sipahiler, toprağın
maliki değillerdi, birer asker - memurdular. Köylü üzerindeki hakları
sınırlı idi. Dirliğin güvenle sürdürülmesi açısından bazı caydırıcı tedbir-
lere başvurabilirlerdi (çift bozan resmi ve üç yıl toprağı ekmeyenin
elinden toprağının alınması gibi) . Tımarlı Sipahi’nin bir görevi de, ver-
gi toplayıp hazineye aktarmaktı. İnalcık, bu bağlamda şunları yazıyor :
“Görülüyor ki, tımar rejimi, devletin arazi rejimini ve köylünün sosyal
durumunu tayin eden bir temel sebep olmaktadır. Sipahi, devlete ait ka-
nunla belli ve defterde yazılı belirli miktarda bir vergi gelirini toplardı.
O, bu sıfatla bir nevi vergi memuru sayılabilir. Devlet böylece vergi ge-
lirini merkezde bir hazinede toplayıp oradan maaş olarak dağıtacak,
geride kalan miktarı, mahallinde istihkak sahibine havale edecektir.
Havale usulü, Osmanlı maliyesinin esasıdır. “
L.N. Gumilyov “Son Ve Yeniden Başlangıç” adlı eserinde Tımarlı
Sipahilerin vergi ödemediklerini yazıyor: “Tımar sahipleri, kendi atla-
rını, silahlarını sultanın emrine amâde etmek ve sipahi olarak ona hiz-
met vermek zorundaydılar. (...) İslam’ın şartını yerine getiren herkes
Türk oluyordu. Orduda hizmet etmek isteyenlerse Sipahi oluyor, sava-
şıyor, ama bunun karşılığında vergi ödemiyorlardı. Çünkü vergilerini
kanla ödüyorlardı.”
Bozulus Kanunnamesi Ve Vergi
Oğuz Boyları’ndan biri olan ve öneceleri Kuzey Doğu Anadolu’da
yerleşik ,iken daha sonra Batı’ya göçen/göçürülen Bozulus’un, Anado-
lu’daki yerleşim ve yer değiştirme serüveninde, verginin de önemli bir
yeri bulunmaktadır. Prof.Dr. Çetin Yetkin “Aleviliğin Gelişimi Üzeri-
ne Belgeler” adlı çalışmasında şunları yazıyor: “Akkoyunlu Devleti’nin
dramatik bir şekilde son bulması, Akkoyunlu topraklarının Osmanlı
257

Devleti ile Safevî Devleti’nin mücadele sahasına dönüşmesi ve bu


yüzden 20 yıla yakın bölgede istikrarsızlık yaşanması Akkoyunlu Türk-
menlerinin hayatını iyice çekilmez hale getirdiği muhakkaktır. Onlar,
Berriye’den Erzurum Kars platolarındaki yaylalarına çıkarlarken hem
yerel idarecilere haksız yere ve yüklü miktarlarda vergi ödemek duru-
mundaydılar hem de Safevî vergi tahsildarlarının uğrak yerlerindeydi-
ler. Onların bu sıkıntılı dönemleri Osmanlıların bölgeye hakim olması
sona erdi. Devlet, bölgedeki aşiretleri önce sadece ulus diye tanımlar-
ken, daha sonra vergi kayıtlarının tutulmaya başlaması ile Bozulus di-
ye isimlendirmiştir. Bozulus kanunnâmesi, aşiretlerin yaylak-kışlak
güzergâhlarını ortaya koymaktan başka, onların iktisadî hayatları ile de
ilgili pek çok bilgi vermektedir. Osmanlı vergi tahrirlerinin ve kanun-
nâmelerinin tipik özelliği olan
· fetihten önceki hayatı devam ettirme,
· halkın şikâyetlerini göz önüne alma,
· sosyal ve iktisadî hayatı güvence altına almak için gerekli tedbir-
leri önerme geleneği, bu kanunnâmede de gözlenmektedir.
Kanunnâme ilk olarak alınacak vergilerin tayin edilmesi ile başla-
maktadır. Bölgede Bozulus ve Karaulus olarak iki büyük konar-göçer
grup bulunduğundan ve bunların yaylak ve kışlak mahalleri birbirine
yakın olduğundan her ikisinin de muhasebesi birlikte tutulmaya çalışıl-
mışsa da gerek vergi tahsilinde meydana gelen zorluklar gerekse iki
topluluğun vergisinin birlikte toplanmasından kaynaklanan sıkıntılar
sebebiyle ayrı emanet olunmasına karar verilmiştir. İlk çalışmamızda
ortaya konulduğu üzere aşiretlerin vergilerinin tahsil edilmesi hususu
her zaman ya mahallî idarecilerin ya da tahsildarların (vergi eminleri-
nin) aşırı vergi talepleri yüzünden başlı başına sorun olmuştur. Kanun-
nâme burada iki konuyu özellikle belirterek aşiretleri korumaya gayret
göstermektedir. Birincisi, mahallî idarecilerin ve eminlerin aşırı vergi
taleplerine ya da keyfî uygulamalarına son verilmesidir. Bu yönüyle,
Kanunnâmenin neredeyse bütünüyle keyfî uygulamaları ortadan kal-
dırmak amacıyla meydana getirildiği bile akla gelmektedir ki, konar-
göçerlere karşı merkezî hükümetin görüşlerini yansıtması bakımından
da ayrıca değerlidir. Bu cümleden olarak kanunnâmenin bir suretinin
de aşiretlere verildiğini hatırlatmak gerekiyor. Böylece, yaylak-kışlak
güzergâhı boyunca iyice keyfiliğe dönen, nihayet, yaylada iken artık
fiAN VERGILER
258 / EDEBIYATLAfiA

çekilmez hale gelen aşırı vergi talepleri ortadan kaldırılmıştır. İkincisi


ise, Osmanlıların bölgeye hakim oluncaya kadar geçen zaman içinde
Safevî Devleti’nin ortaya koyduğu uygulamalara -aşiretlerin lehine ol-
mak üzere- son verilmesidir. Buna göre ulusun yaylada olduğu zaman
içinde Safevî tahsildarlarının 100 koyunda bir koyun şeklinde tahsil et-
tiği yaylak vergisi düzeltilerek, Osmanlı ülkesinin neredeyse tamamın-
da uygulanan 300 koyunda bir koyun alınması şekline dönüştürülmüş-
tür. Ayrıca Ulus’a özgü olmak üzere her hâneden bir nevgi (nügi) yağ
(yaklaşık 600-700 gram) alınması da karar bağlanmıştır. Bozulus ka-
nunnâmesinde Uzun Hasan Bey (Osmanlı kanunnâmelerinde Hasan
Padişah) zamanındaki uygulamalardan söz edilmese de başta Çoban-
beği vergisi olmak üzere pek çok hususun Akkoyunlulardan kaldığı an-
laşılmaktadır. Kanunnâme bize, Bozulus’un yaylak-kışlak güzergâhını
da tasvir etmektedir. Buna göre, ulus, Berriye’deki kışlaklarından Er-
zurum-Kars platosundaki yaylaklarına çıkarken iki yol izlemektedir.
Bir bölümü Mardin yakınlarından Türkmen Deresi ve Raşmel köyü ke-
narından, Hani üzerinden Murat Suyu’nun aktığı vadiyi izleyerek Ça-
pakçur önlerine gelirdi. Burada hayvanlarını gemilere bindirerek ya da
akıntının yavaş olduğu yerlerde hayvanlarını yüzdürmek suretiyle kar-
şı kıyıya çıkılırdı. Sürü sahipleri gemileri kullandıkları zaman ücret
öderlerken nehri yüzerek geçtikleri takdirde herhangi bir ücret öde-
mezlerdi. Bazı aşiretler ise nehir boylarını Çapakçur yakınlarına kadar
takip ederek Vesah kalesi yakınlarındaki köprülerden geçerlerdi. Diğer
bölük ise Karacadağ’ın batı eteklerinden geçerek Ergani üzerinden
Murat Suyu kıyılarına ulaşırlar, diğer koldan giden akrabalarına Bingöl
yaylalarında kavuşurlardı. Murat Suyu’nun geçilmesi Osmanlı vergi
tahsildarları için de önemli bir aksiyon idi. Çünkü, aşiretlerin sahip ol-
dukları koyunların sayımı ve verginin tayin edilmesi burada elde edilen
sayım sonuçlarına bağlanmıştı. Yaylalara dağılan ya da sürekli hareket
halinde olan konar-göçerlerin koyunlarını saymanın Osmanlı vergi me-
murları için her zaman sorun olduğu göz önüne alındığında bu işlemin
değeri daha da iyi anlaşılmaktadır. Kanunnâmenin sonunda Bozu-
lus’un padişah haslarına dahil olduğu ve vergilerine hiçbir surette kim-
senin müdahale etmemesi gerektiği bildirilmektedir. Kanunnâme, Bo-
zulus içinde yer alan ve aslında Dulkadir Eli’ne bağlı olan aşiretlerin
durumunu da açıklığa kavuşturmaktadır. Burada, Dulkadirli Defterine
259

kayıtlı iken Diyarbekir taraflarına yaylaya yahud kışlağa gelen ve Bo-


zulus ile birlikte konar göçerlik eden aşiretlerin hem Dulkadir hem de
Bozulus eminleri tarafından adet-i çobanbeği, resm-i yaylak ve resm-i
kışlak taleplerini karşılamakta zorluk çektikleri ve durumlarının düzel-
tilmesi talebiyle dilekçe verdikleri, aşiretlerin Dulkadirli elinden ayrı-
lıp has yazılma isteklerinin yerine getirilmesi amacıyla Bozulus’a dahil
edildikleri izah edilmiştir. Dulkadirliler Bozulus içinde 40 farklı aşiret
halinde bulunuyorlardı ve Bozulus’un toplam nüfusunun yarısına yakın
bir nüfusu bünyelerinde barındırıyorlardı.”
Fatih’in Yörükleri’nin Vergi Muafiyetleri ve Gerdek Resmi
İkinci Murad Han ve Fatih Sultan Mehmed Han zamanlarında,
yeni fethedilen yerlere, önemli sayıda Yörük nüfus nakledildi. Fatih
Kanunnâmesi’nde Yörüklere, diğer ahaliye göre bazı vergi muafi-
yetleri tanındı. Fatih Kanunnamesi’nde, Yörüklerin, ağnam (koyun-
lar) resmî mükellefi ve askerlikle mükellef oldukları belirtildi. Or-
duda yardımcı kuvvet olarak vazife alan Yörükler, Kanunî devrin-
den itibaren, daha çok imar ve muhafaza hizmetlerinde kullanıldı.
Bulundukları coğrafî mevki itibariyle çeşitli hizmetler gören Yörük-
ler, sahillerde gemi malzemesi temini ve gemi yapımında; derbent-
lerde ve ana güzergâhlarda yol emniyeti, tamir, muhafaza, köprü in-
şası ve menzillere zahire toplanması ve korunmasında; madenlerde,
ordunun nakliye işlerinde ve devletin kalelerinin onarımlarında da
istihdam edildiler. Yörüklerin, geçtikleri yerlerde kalabilecekleri,
yaylak ve kışlak alanları belirlendi.
Osmanlı’nın ileriki dönemlerinde alınan “Gerdek Resmi”nde, yö-
rüklere bazı muafiyetler tanınıyordu. Prof.Dr. Yusuf Halaçoğlu, bu bağ-
lamda şu bilgileri veriyor: “Gerdek resmi, yerleşik olanlardan kızdan
60 akça, dullardan 40 akça alınmasına karşılık, yörüklerde kız ve dul
babasına tâbi olmakla, aynı şekilde telakki edilmektedir. Meselâ Kü-
tahya livâsı kanununda: ‘Yörük lâmekan olduğu sebepten atasına tâbi
olmakda, seyyibe ile bâkire birdir’ denilmektedir.”
Karakeçili Aşireti Ve Bu AşireteTanınan Vergi Muafiyetleri
Atatürk Kültür Merkezi Yürütme Kurulu Üyesi, araştırmacı-yazar
ve bilim kadını olan Müjgan Cumbur, II.Abdülhamid devrinde kaleme
alındığı sanılan ve varlığından yeni haberdar olunan Karakeçili Aşire-
ti’ne dair bir risaleden şu değerli bilgileri aktarıyor:
fiAN VERGILER
260 / EDEBIYATLAfiA

“(...) Şimdi sizlere “Gözden Kaçan Bir Risale” başlığı altında,


kütüphane raflarında unutulup kalmış bu risale tanıtılmaya çalışıla-
caktır. Risale, Karakeçili Aşireti adını taşıyor. Üzerinde ve içinde ya-
zar adı ve baskı tarihi yok. Genel görüntüsü devlet yayını gibi, ama
devletin o devirdeki basımevlerinden hiçbirinde basılmamış; İstan-
bul’daki Sabah ve Malûmat adlı iki süreli yayının yayımlandığı Sa-
bah ve Malûmat Matbaalarında basıldığı risalenin sonundaki kayıt-
tan anlaşılıyor. Bu iki süreli yayının çıkış yıllarına göre risalenin on
dokuzuncu yüzyılın sonlarında basıldığı tahmin edilebilir. Kim bilir
belki de Osmanlı Devleti’nin kuruluşunun altı yüzüncü yıl dönümü
düşünülerek hazırlanmış olabilir. Bu küçük kitapçıkta bu hususta da
ufak bir kayda rast gelinmiyor. Devletin kuruluşunun altı yüzüncü
yıl dönümünü tes’id için o yıllarda bir faaliyet oldu mu bilmiyorum.
Ancak devrin padişahı II. Abdülhamid’in birtakım çalışmaları oldu-
ğu tarihlerde okunuyor. Bugünkü Bilecik ilimiz merkez olmak üze-
re bir sancak kuruluyor. Sancağa Osmanlı soyunun atalarından Er-
tuğrul Gazi’nin adı veriliyor. Ertuğrul ve Osman Gazi’lerin türbele-
ri, gaza arkadaşlarının kabirleri onarılıyor.
(...) Asıl konuya dönersek, elimizdeki risale Karakeçililerin birkaç
cümlelik tarihiyle başlıyor. Karakeçililerin Osmanlı soyunun atası Er-
tuğrul Gazi’yle birlikte geldikleri, devrin padişahına bağlılıklarından
bahsedilerek koruya giriliyor. Âşık Paşazâde Neşrî gibi ilk Osmanlı ta-
rihçilerimiz Ertuğrul Gazi’yle birlikte gelen Türk boylarından yalnız
Kayıların adlarını yazıyorlar. Günümüzde de en güvenilir kaynak olan
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi’nde, Selçuknâme’ye, daya-
narak, Oğuz boylarını damga ve anlamlarıyla açıklarken, başta Kayıla-
ra yer verdiği hâlde kolları üzerinde durmuyor. Ziya Gökalp ise, Türk
Medeniyeti Tarihi’nde (s. 21-22), Yörüklerden bahsederken, “Celâled-
din Harezm Şah’la gelmiş Türkmenlerdir” dedikten sonra, onların kol-
larını Çavdurlar, Tekeler, Karamanlar, Sarılar, Karakeçiler, Kantlılar,
Karapapaklar, Yumudlar, İlbekliler, Göklenler, Salurlar diye sayıyor.
Ziya Bey’in bu fikri, son zamanlarda çıkan eserlerde bir belgeye da-
yanmadığı için tenkit edilmiştir.
(...) Karakeçililerin Osmanlı tarihindeki rolleri de risalede kısaca
şöyle sıralanıyor: Aşiret Ertuğrul Gazi tarafından eğitilmiş, Karacahi-
sar’ın fethinde kara keçilerinin boynuzlarına birtakım ışıldaklar bağla-
261

yarak, alaycuk üzerine kara keçeden örtü örtmek suretiyle harp hilesi
yaparak, Karacahisar’ı almışlardır. Risalede savaş sırasında Ertuğrul
Gazi’nin “Haydin alplerim! Haydin Karakeçili yürüklerim!” diye teş-
vik ettiği için aşiret mensuplarına bu adın verildiğine de ayrıca işaret
olunmuştur.
(....) Sonra aşiretin hayatına ait bazı özellikler anlatılmıştır: Aşiret
içinde kadınların büyüklerine “abla”, erkeklere de “başa” denirmiş,
paşa kelimesinin buradan geldiğine işaret edilmiştir. Erkek kadın yün-
den ve yapağıdan eğirip dokuduklarını giydikleri, bu işi bildikleri için
de asker için gerekli abayı dokumaları ve eksiklikleri gidermeleri için
Balıkesir’de bir fabrika kurulduğu, aşiretin oba oba oraya ilhak edildi-
ği, gerektikçe her obanın başındaki eski meşhur alpların çocuklarından
birine emir verildiği, onun da bu emri halka duyurduğu, övgüye değer
hizmetleri geçtiği için oba halkının mükâfat olarak askerden ve koyun
vergisinden muaf tutuldukları, çok az bir Haremeyn vergisi alındığı, bu
vergiye mahsuben de eğirme ücretlerinin irad kaydedildiği bildiriliyor.
Obaya yün verilir, ip alınırmış. Bu ipten başka yılda bir kere nüfus ba-
şına birer, ikişer kıyye “beden ipi” denilen eğrilmiş ip dağıtılırmış. Ha-
remeyn vergisinin toplanması ve diğer hususların icrası için alpzâdeler-
den biri bey atanırmış. 1259/1848 yılında bir padişah iradesiyle Mani-
sa ve Hüdavendigâr yani Bursa illerinde ve diğer yerlerde bölük bölük
yaşayanlar iskân edilip, bazı vergiler kaldırılarak, oba fertlerinden as-
ker ve öşür alınmaya başlanmış. 1283/1867’de Ahmed Velik Paşa’nın
müfettişliği sırasında aşiret Balıkesir’den fek edilip, bulundukları ilçe-
lere ilhak olunarak, beğlik unvanı da kaldırılıp, eskiden olduğu gibi mu-
amele edilmeye başlanmış.”
Gümüş Diyarına Toplu Muafiyet
Evliya Çelebi, Gümüşhane’ye de uğramış ve Seyahatnamesi’ne
şu ilginç notları düşmüş: “Bütün halk her çeşit vergiden muaf olup gü-
müş işlemekle görevlidirler.”
Temettüat Defterleri Ve Vergi Sayımları
Osmanlı Araştırmaları yapan, Demet KOCAKOÇ, Ayşen KURA-
LAY, Halime KILINÇ, Fethiye KUŞOĞULLARI ve Hafize Züleyha
ÇAĞLAR’ın çalışmalarından yaptığımız aşağıdaki aktarmalar, Osman-
lı’daki “Temettüat Uygulamaları”nın vergi boyutuna dair değerli ve ye-
terli bilgiler vermektedir.
fiAN VERGILER
262 / EDEBIYATLAfiA

“Osmanlı taşrasının anlaşılmasına yönelik tahlilî çalışmalara im-


kân veren iki defter serisine sahibiz. Bunlardan; Birincisi: Klasik dö-
nem Osmanlı Tarihi’nde devlet yapılanmasında önemli bir yeri olan Ta-
pu Tahrirleri’dir. Tımar sisteminin uygulanabilmesi için idarî, sosyal,
ekonomik ve askerî düzenlemeleri yapmak amacıyla bölgelerin imkân-
larını tesbit etmiştir.
İkincisi ise; Osmanlı Devleti’nin yenileşme döneminde ( 19. yy )
düzenlenen defter serisidir ki düzenleniş tarzı ve içeriğindeki bir kısım
değişik ögelerle Klasik Dönem Tapu Tahrirleri’nden ayrılan Temettüat
Defterleri’dir. Temettüat Defterleri araştırmacılara bulunduğu döneme
ve ait olduğu bölgeye ilişkin sosyo-ekonomik ve demoğrafik yapı hak-
kında daha mükemmel ve teferruatlı bilgiler sunar. Temettü, meta’-te-
fe’ül bâbında mal, eşya, kazanç, kâr etme, fayda görme mânâsına ge-
lir. Fertlerin iktisadî imkânlarını tesbit etmek suretiyle kişinin ekono-
mik gücüne, senelik kazancına göre tarih edilecek verginin tesviyesi
amacına yönelik olarak Osmanlı Devleti’nin önemli bir kesiminde em-
lâk, arazi, hayvanat ve temettüat sayımları sonucu oluşan ve kısaca adı-
na Temettüat Defterleri denen defter koleksiyonları Osmanlı taşrasına
ilişkin tahlilî çalışmalar için önemli istatistikî verileri kapsar. Yani ki-
şiye kazanç sağlayacak her türlü mal varlığı, tarla, bahçe, ev, dükkan,
hayvanlar ve bundan başka gelir getiren bir mesleği varsa bunların
hepsi tesbit edilerek her mükellefin kişisel servetine ve senelik kazan-
cına göre bir vergi konmaya çalışılıyor. Bu herkesin kazancına göre
vergi alınması usulü fermânındaki eşitlik ilkesine dayanarak uygula-
maya konulmuş, Tanzimat’ın cari olduğu yerlerde 1840-1845’te iki sa-
yım yapılmış Temettüat Defterleri bu sayımlar sonucu oluşmuştur. İşte
bu sayımlar Osmanlı taşrasının anlaşılmasına yönelik önemli istatistikî
bilgiler sunar. Nüfus defterleri kadar, nüfusun tesbiti açısından mühim
değillerse de Temettüat Defterleri hüviyetleri itibariyle çok daha tefer-
ruatlı bilgi ihtiva etmektedir. Hazırlandığı döneme ve ait olduğu bölge-
ye ilişkin kapsadığı zengin ma’lumât ile bölgenin mikro ve makro dü-
zeyde sosyo-ekonomik profilinin çıkarılması noktasında özgün bilgiler
ihtiva eder. Mikro düzeyden kasıt en küçük sosyal birim olan aile, ya-
ni defterdeki ifadelerle hânedir. Temettüat Defterleri işte bu en küçük
sosyal birim olan hâne düzeyinde bilgi verir. Bunun yanında hâne dü-
zeyindeki bilgilerden bölge düzeyinde bilgilere ulaşılabilir. Yani bu tek
263

hânelerden mahallelerin, mahallelerden şehirlerin, şehirlerden bir böl-


genin sosyo-ekonomik profilini çıkarabiliriz. Mikro düzeyden makro
düzeye bilgiler veren Temettüat Defterleri kadar ayrıntılı bilgi veren
başka kaynak yoktur. Tapu Tahrirleri de bulunduğu dönemin sosyo-
ekonomik yapısı hakkında önemli bilgiler verse de bu bilgiler Temettü-
at Defterleri gibi hâne düzeyine inmemiştir. Sadece yazıldığı bölgenin
genel vergi yüküne ışık tutuyordu. Yani Tapu Tahrirleri ile Temettüat
Defterleri arasında bir çok fark var. Öncelikle Tapu Tahrirleri bir köyün
veya mezranın adını, bu köyün vergi mükelleflerini, mükelleflerden
tahsil edilmesi gereken toplam vergi miktarını, toplam verginin hangi
kalemden alınacağını verirken Temettüat Defterleri vergi mükellefinin
adını, şöhretini, şemailini, mükellefin vergiye esas olan gelir kaynak-
larını, kaynağın yıllık gelirini, gelire göre tarh edilecek vergiyi ayrıca
bunlardan fazla olarak varsa ziraat dışı gelir kaynaklarını ve bu kaynak-
lardan tarh edilecek vergiyi kaydetmektedir.Kısaca Hâne esasına daya-
nan Temettüat Defter sayımları araştırıcıya üç cevapta bilgi verir.
1. Hâne reislerinin menkul ve gayrimenkul servetleri
2. Gelirler
3. Vergi ödemeleri

TEMETTÜAT DEFTERLERİ’NİN TARİHİ GELİŞİMİ


Bilindiği gibi 16. Yüzyıl Osmanlı Tarihi’nin önemli bir kırılma
noktasıdır. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren iç ve dış faktörlerin etki-
siyle Osmanlı toplumu çözülme sürecine girmiştir. Bu dönemde Os-
manlı toplum düzeyinin temellenmesinde aslî bir işlev gören tımar sis-
temi de iyice sarsılmış ve bu sisteme bağlı bütün alt sistemler gelenek-
sel fonksiyonlarını yerine getiremez hale gelmiş ve değişime uğramış-
tır. Osmanlı yöneticileri ise bu sarsıntının baştan beri farkındaydılar.
Kaleme alınan ıslahat risalelerinde yer alan tema, tımar nizamının yeni-
den tesis edilerek sistemi eski gücüne kavuşturmak yönündeydi. Bu
sebeple ıslahat tedbirlerine ilişkin öneriler başta tımar olmak üzere,
vergi sistemi, müsâdere, narh, sikke tağşişi gibi geleneksel iktisat po-
litikası araçları üzerinde yoğunlaşıyordu. Yani aydınların reçetesi Ka-
nun-u Kadim’e dönüştü. Bozulan nizamı eski haline getirme gayretle-
rinin yer aldığı ıslahat risalelerinin muhtevası Osmanlı’nın Batı’ya açıl-
masıyla değişime uğramıştır. II. Viyana Kuşatması’nı müteakip Os-
fiAN VERGILER
264 / EDEBIYATLAfiA

manlı devlet adamları gözlerini geçmişte kalan muhteşem maziden,


güçlü düşmanların örnekliğine çevireceklerdi. Kanun-u kadimin ihya-
sı düşüncesine karşı ilk tereddütler 17. yüzyılda yazılan ıslahat risalele-
rinde görülmüştür. 19. yüzyılda ıslahat teşebbüslerinde Batı’ya yönel-
me eğilimi güçlenecek hatta bu tutum Batı baskısından kurtulmanın bir
yolu olarak görülecekti.
Ekonominin ağır kriz altına girdiği bu dönemde yani 1789-1839
yılları arsında III. Selim ve II Mahmud tahtta bulunuyordu. III. Selim
bütçe açıklarını kapatmak için geleneksel yöntemlere başvurmakla bir-
likte bazı yeni önlemler almıştır. Ama yine de istenen neticeye ulaşa-
mamıştır. Dışarıdan borç alma girişimi de boşa çıkınca ya yeni vergiler
koymak ya da eski vergilere zam yapmak durumunda kalmıştır. Bu dö-
nemde ilk olarak Nizam-ı Cedid Ordusu kurulmuş bu ordunun ihtiyaç-
larını karşılamak için İrâd-ı Cedid Hazinesi oluşturulmuştur. III. Selim
döneminde malî alanda bu ıslahatlar yapılırken II. Mahmud dönemine
gelindiğinde malî ıslahatlar önem kazanır. Bu dönemde yeni hazineler
oluşturulur. Bunlar: Devlet Hazinesi, Tersane Hazinesi, Mukataa Ha-
zinesi ve 1826’daki Asâkir-i Muhammedî askeri ocağı için Mansure
Hazinesi oluşturulur. Bu hazinelerle maliyede etkinlik gösteren bu ku-
ruluşlar özerk hale getirilmek istenmiştir. 1834 yılına gelindiğinde
Asâkir-i Muhammediye Defterdârlığı oluşturulur. Bu defterdârlıkta ha-
zinenin iç ve dış gelirlerinin tek elde toplanmasına çalışılmıştır. Daha
sonra defterdârlık örgütü kaldırılarak yerine Maliye Nezareti örgütlen-
meye çalışılmıştır. II. Mahmud döneminde malî alanda yapılan diğer
yenilikler ise; daha önce iltizâmla yönetilen hazine gelirlerinin doğru-
dan tahsil edilmesi gündeme gelecektir. Yine Memuriyet-i Mülkiye ya-
ni ülke kalkınmasının gerçekleşmesi için ticaret, ziraat ve sanayinin ge-
liştirilmesi üzerinde durulmuştur. Tanzimat’ın ilanından bir yıl önce
Umûr-ı Nafia Meclisi oluşturulur. Bu dönemde yapılan önemli bir ge-
lişme ise Hüdavendigar ve Gelibolu sancaklarında ilk tahrirî deneme-
lerinin yapılması olur. Tahririn amacı vergide adaleti sağlamak, adil
vergilemeyi gerçekleştirmektir. Bu çalışmalar Tanzimat ıslahatının ön-
cüleri sayılır. II. Mahmud döneminde bu tahrir çalışmaları sırasında
Tevzi Defterleri tutulmuştur. Bu defterler Temettüat Defterleri’ne tec-
rübe olacaktır. II. Mahmud dönemindeki bu tahrirî çalışmaları pek ne-
tice vermemiştir. Bunun için örfi vergiler eskisi gibi iltizâm usulüyle
265

alınmaya devam edilmiş ve tahrirî işi belli bir süre askıya alınmıştır. II-
I. Selim ve II. Mahmud’un yaptığı ıslahatlardan sonra Osmanlı Devle-
ti’nde bir simge olan Tanzimat Fermanı olarak bildiğimiz Gülhane
Hatt-ı Hümâyûnu 3 Kasım 1839 ( 26 Şaban 1255 )’ da ilan edildi. Tan-
zimat Fermanı memuriyet-i mülk ve devlet için bir kalkınma modeli,
mülk ve milleti ihya hareketi ve yeniden yapılanma sürecinin başlan-
gıcını oluşturuyordu. Tanzimat’ın hareket noktası imâr-ı memalik, bi-
lad, terfi-i ahvâl-i ahâli ve ibâd idi. Yani memleketin imarı ve bütün re-
ayanın durumunu düzeltmek ve refahını sağlamaktı. Maliyede ıslahat
neredeyse Tanzimat’ın temelini teşkil ediyordu. Tanzimat hareketinin
can ve mal emniyeti ırz ve namusun muhafazasından sonra maliyenin
ıslahı en önemli konu idi. Hatta vergi ıslahatı daha da öncelikliydi. İda-
rî alanda yapılan ıslahat malî merkeziyetçiliğin uygulanmasında bir
araç olarak kabul edilmiştir.
Ancemaatin Vergi
Tanzimat Fermanı ile eski vergi usulünün usulsüzlüğü gözler önü-
ne serildi ve her kişiden eşit oranda vergi alınması gerektiği ve devlet
masraflarının sınırlanması ve açıklanması isteniyordu. Yani verginin
âdil tarh tesviye ve tahsili fermanda önemli bir yer teşkil ediyordu.
Tanzimat’la birlikte Osmanlı vergi sistemi, içerisinde cumhuriyete ge-
linceye kadar sürecek bir dönüşümün başlangıcını oluşturuyordu. Fer-
manla malî ıslahat çerçevesinde örfi vergilerin yerine ancemaatin veya
komşuca alınan vergi gibi isimler alan vergilerin tek isim altında top-
landığı vergi sistemi getirilmiştir. Ancemaatin vergi , tevzi olunan ver-
gi ifadesi vergilerden bir cemiyet veya topluluğun sorumlu tutulması
ve bu verginin topluluğun üyeleri arasında ödeme gücüne göre paylaş-
tırılması demektir. Yani bir köy veya kasabanın durumuna göre o yerin
malî ortalaması bulunuyor ve ortalamanın üzerinden kişinin gelirine
göre vergi alınmasına karar verilmiştir. Bu sistemle devlet ilk defa mü-
kelleflerle yani vergi veren halkla doğrudan doğruya temasta bulunma-
ya başlamıştır. Tanzimat’tan sonra yayınlanan talimatnamelerde kanun
uygulamaya konulmaya çalışılmıştır.

TEMETTÜATIN UYGULAMAYA KONMASI


25 Ocak 1840 tarihinde Meclis-i Vâlâ tarafınca düzenlenen tali-
matname ile görevleri gereği tesbit edilen muhassıllar memur-ı müsta-
fiAN VERGILER
266 / EDEBIYATLAfiA

killerdir. Vergiyi vali ve ayanların kontrollerinden alarak devlet hazine-


si adına tahsil edilmesini sağlayacak maaşlı devlet memurlarıydı. Mu-
hassıllar tayin oldukları eyalet ve livaların bütün malî işlerinden so-
rumlu idiler. Tanzimatın taşrada tanıtılmasında da aktif rol oynayacak-
lardı. Görevlerini rahat yerine getirebilmeleri için nizamiye askerleri
maiyetlerine verilecekti.
Tahriri yaparken şu hususlara önemle dikkat edilmesi gerekiyor-
du : Herkesin isim ve şöhreti, sahip oldukları bütün mal varlıkları, ne
kadar emlak ve arazisi olduğu ve ayrıca ne kadarının ekili ve nadasa bı-
rakıldığı, bağ ve bostanı, her türlü hayvanı, tüccar ve esnafın bir senelik
tahmini geliri olacağı incelenerek tahriri yapılacak ve bunların yıllık ge-
lirleri ve bu gelir üzerinden tahsili istenen vergi tesbit edilecek, tahrire
köylerden başlanılacak ve her bir köyün defteri ayrı tutulacaktı. Mu-
hassıllar tahrire nezaret edecekler, yanlış ya da noksan yapanlar ceza-
landırılacaktı. Muhassıllara uymaları gereken noktaları bildiren Tali-
mat-ı Seniyye ve bir de tezkire veriliyordu. Buna göre önce köy ahali-
sinin emlak ve akarı ile verecekleri verginin yaklaşık miktarı belirlen-
dikten sonra asıl kazada bulunan halkın emlak ve akarı hatır ve gönüle
bakılmayacak ve bir fert bile istisna tutmayacak hakkaniyetle tahrir
olunmalı deniyordu. Yine aynı tezkirede kazanın ileri gelenleri; müftü,
hatip, imam vb. eskiden beri vergi vermedikleri için şimdi karşı gele-
bilirlerdi. Fakat muhassıllar kazada emlakı olan kim olursa olsun vergi
vermesini sağlamaya çalışacaklar, ellerinde eğer berat veya emr-i âli
varsa alacaklardı. Bu kişilerin istisna tutulması ile halkın tepki verme-
sinden çekinilerek bu kişilerin gerekirse mahkemeye sevkedilmeleri
ve cezalandırılmalarına karar verildi.
Muhassıllar verginin adil ölçüler içinde vergi tarh ve tahsilini sağ-
larken tahriri talimatnamesinin dışına çıkmayacaklar, halka yumuşak
ve mutedilâne davranacaklar, edepli ve ölçülü olacaklardı. Böyle dav-
ranmadıkları takdirde görevlerinden alınacaklardı. Karamürsel Muhas-
sılı İsmail Ağa, Hacegândan Niğde Muhassılı Tahir Bey, Milas Muhas-
sılı Aziz Ağa işlerinde gereği gibi davranmadıkları ve halkın şikayetle-
ri ile görevlerinden alınan muhassıllara örnek teşkil ederler.
Muhassılların gittikleri yerlerde verginin belirlenip dağıtım ve di-
ğer işlerin görüşülüp kararlaştırılması için talimatnameye konulan 2.
madde ile muhassıllık meclisleri oluşturuldu. Bu meclislerde Muhassıl-
267

ı mal, iki katip, mahalli hakim, müftü, bir asker zabiti ile halktan güve-
nilir dört kişi olmak üzere on kişinin görev alması emredildi. 1256 se-
nesi vergini tevzii bu meclisler tarafından gerçekleştirildi. Defterler
meclise geldikçe ilgili şahıslar kaza ve köylerdeki halkın Ruz-ı Hızır,
Ruz-ı Kasım aylarında iki taksitle ödeyecekleri vergi miktarı belirlene-
rek deftere kaydedildi.
Muhassılların yanlarına alarak İstanbul’a götürdükleri bu defterler
merkezde hazine tarafından tetkik edilerek Bâb-ı Âli’ye veriliyor Mec-
lis-i Vâlâ’ca tetkik edilerek padişahın iradesi alınarak hangi seneden
itibaren muteber olacağı başta eyaletin vali ve defterdârları olmak üze-
re bütün köy ve kazanın ileri gelenlerine hitaben emr-i âliden isdâr edi-
lip gönderiliyordu.
1256 sayımları istenilen veya beklenilen neticeyi vermediği gibi
hazine gelirlerinde büyük azalma görüldü. Bu başarısızlığın en büyük
sebeplerinden biri bu göreve atana kişilerin mültezimlere yakın ilişki-
leri olanlardan seçilmiş olmalarıydı. Ayrıca büyük ailelerin çıkarları ze-
delendiği için vergi vermede direnmeleri mal varlıklarını vakfetmiş gi-
bi göstermeleri başarısızlığın önemli nedenlerindendi. 1842 yılında eya-
let idaresine yeni bir nizam vermek ve muhassıllıkla ilgili problemi kö-
künden çözmek için muhassıllıklar kaldırılarak valilerin sancaklarına
hükmetmesi şeklindeki eski kural tekrar getirilerek Müşirlik sistemi
kuruldu. Valilerin maiyetine bir defterdâr, ayrıca her sancağa birer kay-
makam ve kazalara halkın yetenekli ve namuslularından birer müdür
tayin edildi. Meclis-i Muhassıl ise yapı ve işlev bakımından önemli bir
değişikliğe uğramadan adı Memleket Meclisi olarak değişikliğe uğra-
mıştır.
Devletin tamamında uygulamaya konmaya 1256 sayımı Hüdaven-
digar, Konya, Aydın, Sivas, Ankara, Biga, Edirne, Rumeli, Silistre, Vi-
din, Selanik gibi Anadolu ve Rumeli’nin bazı eyaletlerinde uygulan-
mıştır. 1256 sayımlarından istenilen sonuçlar alınamamıştır. Bunun en
önemli nedeni yine yolsuzluklar olmuştur. Bu sayımlarda bazı kazalar-
da ağır bazılarında hafif vergiler alınması, şahıslar planında kaydedilen
vergilerin çok farklı oranlarda çıkması, bazı kazalarda vergi indirimi
yapılırken bazı yerlerde artış yapılması bu yolsuzlukların başını çekiyor,
yine Cihet-i Hakkaniyet gözetilmiyordu. Bu hoşnutsuzluklardan dola-
yı 1259 saferinde âdil ölçülerde vergi alınması için yeni sayım günde-
fiAN VERGILER
268 / EDEBIYATLAfiA

me gelmiş fakat halkın tepkisinden çekinilerek uygulamaya konma-


mıştır. Bu yüzden yeni çözüm yolları aranmaya başlanmıştır. Meclis-i
Vâlâ’da yapılan müzakerelerle her eyaletten biri Müslüman diğeri Hı-
ristiyan iki kişi çağrılarak, imar ve ahalinin refahının temini için görüş-
lerine başvurulmasına karar verilmiştir. Ve yapılan görüşmelerde em-
lâk ve temettü tahriri yapılmasına karar verilmiştir.
1261’de yapılan bu müzakerelerde iki temel konu üzerinde duruldu:
1- Eşit şekilde alınan vergilerin gelirleri arttırması
2- Her mahallin hâsılât ve temettüatının layıkı ile yapılması idi.
Temettüatın yeniden tahkiki için müşir, defterdâr ve kaymakamlar
marifetiyle icrâ olunması isteniyordu. Sayımların ne suretle yapılacağı-
nı belirten örnek matbu nüshalar taşraya gönderilecektir. Ülkenin bü-
tün bölgeleri Temettuat uygulamalarına dahil edilmemiştir. Bu sayım-
da Erzurum, Diyarbekir ve Yanya gibi eyaletler de sayıma dahil edil-
miştir. Bu sayım için merkezden görevliler gönderilmeyecek her kö-
yün imam ve muhtarları reaya bulunan mahallelerin papaz ve kocabaş-
ları marifetiyle ve ziraat müdür vekilleri nezaretinde tahrire başlana-
caktı. Tahrir bittiğinde defterin sonu bunlar tarafından mühürlenerek
tâbi oldukları kaza müdürlerine teslim edilecek ve kaza meclisinde
kontrol ve tahkik edildikten sonra ya sancak kaymakamına ya da def-
terdâra teslim edilecektir. Defterler birbirlerine karıştırılmadan her kö-
yün defterleri kaza kaza torbalara konularak takım halinde Maliye Ha-
zinesi’ne gönderilecektir.
1261 sayımında taşrada sayım yapılan bölgelerden ilk etapta nu-
mûne olarak bir köyün defteri Meclis-i Vâlâ’ya geliyor ve burada usûl
ve kaidesine muvafık olup olmadığına bakılıyordu. Tutulan defter usûl
ve kaidesine uygunsa diğerlerinin de buna göre yapılması istenirdi.
Merkeze gelen bu numûne defterler Meclis-i Vâlâ’da görülüyor ve uy-
gun olmayanlar Maliye Nezareti’ne gönderilerek burada asıl numûne
defterlerde belirtilen hususlara riayet edilmeden tanzim edilen defter-
lere gereken açıklamalar yazılarak tekrar mahallerine geri gönderili-
yordu. 1261 sayımındaki aksaklıklar bunlarla sınırlı kalmıyor, bunun
yanında katip ücretleri de sorun olmuştur. Osmanlı arşivinde maliye-
den müdevver 7143 numaralı defter katip ücretleri ile ilgili çok sayıda
yazışmayı kapsamaktadır. Katiplerin meclis tarafından belirlenen ücret-
leri Emval Sandığı’ndan ödenecek idi. Ancak bir mahalde eli kalem tu-
269

tan kimse yoksa, yani dışarıdan katibe ihtiyaç duyulursa katiplerin üc-
retleri bölgedeki halk tarafından verilecek idi. Meclis tarafından belir-
lenen katip ücretleri, bir defaya mahsus olarak 1262 yılında emlâk ver-
gisine ilave edilerek tahsil edilmesi yoluna gidilmiştir.1261 sayımı
uzun zaman almış ve bu sebeple bir yıl geçtiği halde sayım yapılama-
dığından Temettüat Defterleri gelmeyen yerler olmuştur. Meclis-i İmâr
memurları merkeze geri çağrılması dolayısıyla, tahrir yapılmayan böl-
geler için ellerinde bulunan tahrir talimatnâmesinin bir suretini orada
bırakarak tahrir sayımının valiler denetiminde yapılması kararlaştırıl-
mıştır. Vergi mükellefinin maddî imkânları, kazançları ve şahsî hayat-
larında meydana gelen değişikliklerin her yıl izlenmesi öngörülmüş ve
tahsilat döneminden birkaç ay önce başlanılarak bu değişikliklerin tes-
bit edilmesi ve tashih edilmiş halinde defterin gönderilmesi kararlaştı-
rılmıştır.

VERGİ UYGULAMALARI
Vergiler her hane reisinin isminin üst tarafında ve dikine olarak
yazılmıştır. Ancak vergi kaydı hususunda da 1256 ve 1261 sayımların-
da tutulan defterler arasında fark bulunmaktadır. 1256’da vergilerden
sadece vergi-yi mahsusaya yer verilmiştir bunda da bazı defterlerde
Ruz-ı Hızır ve Kasımda verilecek taksitler belirtilmiş bazılarında ise tek
rakamla senelik bildirilmiştir. 1261 sayımlarında ise sene-i sabıkada bir
senede vermiş olduğu vergi-yi mahsusa ile birlikte öşür ve adet-i ağ-
nam vergileri de kaydedilmiştir. Defterleri ayrı tutulan gayr-i müslim-
lerin ise mükellef olduğu cizye dilimi, yani ednâ, evsât ve âlâ olduğu
ayrıca cizyeden sorumlu oğulları varsa bunların da hangi oranda cizye
vereceği belirtilmiştir.
Muaflar : Tahrir defterlerinde vergiden muaf olanlar için “bâ-be-
rat-ı sultanî imam”, “kürekçi”, “tuzcu”, “pîr-i fânî” gibi şerh verilmiş-
tir. Temettü Defterleri’nde de muaf olanlar hemen hemen aynı şekilde
gösterilmiştir. Ancak 1256 sayımında imam, müezzin veya şeyh den-
mekle yetinildiği halde 1261 sayımında “bâ berat Beyaz Camiî İmamı”,
“bâ-berat Hızır İlyas Baba Tekyesi Şeyhi” gibi hangi camiin, tekkenin
imamı veya şeyhi veya katibi olduğu belirtilmektedir. Ayrıca muhassıl-
lara gönderilen tezkirelerde eskiden beri muaf tutulan müftü, hatip,
imam vb. şahısların vergi vermeme yönünde bir niyetlerinin olmasının
fiAN VERGILER
270 / EDEBIYATLAfiA

mümkün olabileceğine dikkat çekilmektedir. Buradaki amaç, her kim


olursa olsun durumuna göre, vergi vermesini sağlamaktadır.
Bu defterlerde ayrıca mansûre ve redif olanlar veya bu teşkilat-
larda yakınları bulunanlar da “asâkir-i mansûre tekaüdü” veya “ oğ-
lu redif” şeklinde belirtilmiştir. Burada devlet için çalışan askerî sı-
nıf ve birinci dereceden yakınları vergiden muaf tutulduğu görülür.
Bu gibi askerîden olanlarını, emeklilikten önce ve sonra edindikleri
mal ve mülklerinin gösterilmesi gerektiği belirtilmektedir. Eğer kişi-
nin herhangi bir mal varlığı yoksa bu durum kaydedilmekte ve vergi
tahakkuk ettirilmemektedir. Temettüat Defterleri’nde “şunun bunun
i’anesiyle geçinmekte olduğu” ifadesiyle hiç geliri olmayan ve baş-
kalarının yardımıyla geçinen hane reislerinden vergi alınmadığı belir-
tilmektedir.
Gayr-i müslimlerin çeşitli imtiyazlara sahip olmaları ve vergiden
muaf tutulmaları büyük işyeri ve ticarethane sahiplerinin dikkatinin
çekmiş ve dolaylı olarak bu imtiyazlardan yararlanmak istemişlerdir.
Temettü vergisi önceleri Osmanlı tebaasından alındığı halde daha son-
raları ahalinin vergi vermemek için, özellikle Dersaadet’te büyük tica-
rethanelerini ve işyerlerini ecnebilere devretmeleri ve bu durumda ha-
zineyi büyük zarara uğratması nedeniyle Temettüat vergisinin ecnebi-
lere de teşmili için teşebbüslerde bulunulması ve yeni düzenlemeler
yapılması istenmiştir.
Vergiden muaf tutulan vakıfların gelirleri de mütevellilerin ailele-
rine bırakılmıştır.
Vergiden muaf olan insanların Temettüat Defterleri’nde yer alma-
ları Osmanlı Devleti’nin en küçük birimlerine kadar halkından haber-
dar olma isteğinden kaynaklanmıştır.”
Ayşe Sultan’ın Kanunsuz Harcaması
Ayşe Sultan, Fatih Sultan Mehmet’in torunu ve II.Beyazıt’ın kızı-
dır. On altı yaşında Damat Sinan Paşa ile evlendiriliyor. Sinan Paşa,
Anadolu Beyleyliği’ne atanıyor. Fatih’in ölümünden sonra yerine oğlu
II. Beyazıt geçiyor. Ne var ki, kardeşi Cem Sultan’la, hepimizin bildi-
ği o taht kavgası başlıyor. Cem Sultan, 1481 yılında ordusunu toplaya-
rak Konya’dan başşehir İstanbul’a doğru yola çıkıyor ve yolunun üze-
rindeki Anadolu Beylerbeyliği’nin merkezi olan Kütahya’ya saldırma
kararı alıyor.
271

Haber Kütahya’ya ulaşır, Sinan Paşa, yanında gelmeye ikna ede-


mediği eşi Ayşe Sultanı kalede bırakarak bir seher vakit şehri terkeder.
Amcasına karşı direnmeye karar veren Ayşe Sultan, kale dizdarını ça-
ğırarak hazinede mevcut para miktarını öğrenir ve 25000 akça olan bu
paranının tamamının askere dağıtılmasını emreder. Kütahya kalesi, Ay-
şe Sultan sayesinde olağanüstü bir direniş gösterir, Cem Sultan, kuşat-
mayı kaldırıp yoluan devam eder.
Cem Sultan’ın yenilip ülke dışına çıktıktan sonra, Sina Paşa, Kap-
tanı-ı Derya olur; eşi Ayşe Sultan’la birlikte Gelibolu’ya yerleşirler.
Ve bir gün, Ayşe Sultan’a Maliye’den bir yazı gelir. 25 bin akçayı
hazineden kanunsuz olarak aldığı ifade olunarak, bu parayı geri verme-
si istenmektedir. Bu kadar parası olmayan Sultan, dedesi Fatih Sultan
Mehmet’in düğün hediyesi olarak taktığı mücehverli üsküfü satışa çı-
karır ve babası II.Beyazıt’a bir mektup yazarak, bu üsküfün satılarak
borcunun ödenmesine yardımcı olmasını ister.
Yılmaz Öztuna, “Büyük Türkiye Tarihi”nde, Ayşe Sultan’ın mek-
tubunun 5455 kayıt nosu ile Topkapı Sarayı’nda bulunduğunu yazıyor.
Sayıları Binlerle İfade Edilen Askerle
Düzeni Sağlıyor, Vergi Topluyordu
“Evliya Çelebi’nin izinden yürüyüp Sudan’dan Doğu Afrika ve
Kızıldeniz kıyılarına doğru ilerleyelim. Orada bir kıyı kasabası olan
Massava’nın ve Türk Denizcileri’nin hikâyeleri bizi bekliyor.
(...) Massava, Habeş Eyaleti’nin merkezi, aynı zamanda eyaletin
en büyük limanıydı. Osmanlılar buraya Musavvâ diyorlardı. Uzaklığına
karşılık Habeş Eyaleti’nin Osmanlı idari sistemi içinde hayli önemli bir
yere sahip olduğunu hemen belirtmek lâzım. Eyaletin büyüklüğü ve
önemi, ona bağlı yerli Afrika devletlerinden ileri gelmekteydi. Meselâ
Harrar Melikliği bağlı devletlerden biriydi. Ancak hazineye her yıl 80
milyon akçe vergi gönderen bu büyük eyaletin, sayıları binlerle ifade
edilen askeri birliklerce yönetilmesi hayret vericiydi. Osmanlılara kar-
şı gelen hiçbir yerli topluluk görülmemişti. Bazı devletler vergilerini
kendileri yolluyorlar, bazılarına beylerbeyi 100-200 asker gönderip
tahsil ederdi. Tarihçi Yılmaz Öztuna bu sükunet içindeki idareyi Özde-
mir Paşa’nın 1550’li yıllarda 40 bin askerle gerçekleştirdiği Sudan ve
Habeş seferine bağlıyor. ‘Bu hadiseyi Doğu Afrika halkları unutma-
mışlardır. Cihan Padişahının gene böyle bir ordu yollayacağına kimse-
fiAN VERGILER
272 / EDEBIYATLAfiA

nin şüphesi yoktur. Bu kadar az askerle birkaç Anadolu büyüklüğün-


deki ülkelerin olaysız idare edilmesi bu sebepledir’ diyor.” (Hayal Şe-
hirler/Hasan Ali Demircan
Duraklama ve Gerileme...Mültezim, Mukataa, Şahnalık...
16 ve 17’inci yüzyıllarda Devlet zayıflıyor, toprak kaybetmeye
başlıyor, gelirleri azalıyordu. 1808 yılında taşra ayanıyla imzalanan ün-
lü “sened- i ittifak” , vergi ile ilgili hükümler de içeriyordu. Sened-i İt-
tifak, Padişah’ın vergi konusundaki yetkilerini sınırlıyor, vergilerin sa-
dece devlet hazinesinde toplanmasını öngörüyordu. Ancak, cin şişeden
tâ 16. yüzyılda çıkmıştı. Kanunî Sultan Süleyman zamanında ödünler-
le delinen toprak dizgesi, aradan yarım yüz yıl geçmeden bir çıkmaza
girmiş bulunuyordu. Koçi Bey, IV.Murat’a vereceği ıslahat projesinde
şu tesbit ve tahlilleri yapmaktaydı: “Padişah hasları ve mukataaları ki
müslümanların beytülmalidir. Vezir-î Âzam Rüstem Paşa (Kanunî’nin
vezir-i âzam’ı), güya bir iş yapar görünmek için şer’i şerife aykırı ola-
rak bunları iltizama verip ırz ehli eminleri kabul etmeyip ırzsız ve fâsık
Yahudi eminler eline girip mukataalar ve padişah haslarının harap ve
alt üst olmasına sebep oldu”.
Bu alt üst oluş, daha da hızlandı ileriki yıllarda, Osmanlı merkezi
yönetimi, gerileme devrinde, eyalet iktidarlarına evet diyerek, otorite
zaafını kabul etti. Güç, artık ayanlardaydı. Taşra, artık başka vergisel
tavizler de istiyordu. Aldı da...Devlet’in her türlü ticari, zirai ve sınai
gelirlerinin açık artırma yoluyla ihaleye verilmesi uygulaması, istisna
olmaktan çıkıp genelleşti. Böylece bu gelirlerin toplanma işi özelleşti-
riliyordu. Özelleştirilen bu gelir kaynaklarına “Mukataa” (mukataalar
iki çeşitti: Mukataat-ı Miriye ve Malikâne. Miriye, her yıl iltizama, ma-
likhâne ise kaydı hayat şartıyla ilgililere verilirdi), bunların tahsil işini
devlet adına üstlenenlere “Mültezim” , bu sisteme de “İltizam” ya da
“Kabala” usulü denmekteydi. İltizam usulü doğaldır ki en çok, o güne
kadar toprakta başarıyla uygulanan “Tımar Sistemi” ve bu sistemin
vergi toplama yöntemi olan “Havale Usulünü” etkilemişti. Necip Fazıl
Kısakürek’in Yeniçeri adlı kitabında yazdıkları, bu etkilemenin nerele-
re kadar uzandığını gösteriyor: “Devlet idaresinde dünyada görülme-
miş bir rezalet olarak bazı mali kaynakların tahsildarlığı işi de kendile-
rine verilmişti. Böyle bir hareket, devlet şuur ve iradesini, olduğu gibi
yeniçeriye teslim etmek demekti:
273

-Sen topla, sen sarfet; sen emir ver, sen itaat et! Tarlayı sen biç,
mahsulü sen sat, sonra da onu sen tüket! Yani ben yokum, sen varsın!
Devlet, yeniçeriye bunu demek istiyordu.
Tahsildarlık işi ellerine geçince, hane başına alınan 50 akçe vergi-
yi 240 akçeye çıkardılar. Cumhuriyet devrinin ‘Buhran Vergisi’ tarzın-
da ‘Avarız’ adıyla konulan vergiyi de 40 akçeden 300 akçeye yükselt-
tiler. Daha sonra bu vergiler yeniçerilerce mültezimlere satılarak 3-4
misline yükseltildi. Artık yeniçeriler birer firavun, halk da onların eh-
ramına kamçı altında taş taşıyan esirler kafilesidir.”
Servet ve saygınlık sahibi olmanın biricik yolu, mültezimlikten ge-
çiyordu o yıllarda. Mültezimler devlet içinde devlet olmuşlardı sanki.
İzzet Sırrı’nın Hisar Gazetesi’nde yazdıkları, bu “devlet içinde devlet
olma” gerçeğini, yeterince ayrıntılıyor: “İltizam mukavelelerinde ön-
görülen süreler geniş bir yatırımcı sınıf doğurmuştu, satıhta tek bir mül-
tezimin varlığına karşı, derinde vergiyi bizzat toplayanlardan sarrafla-
ra kadar uzanan karmaşık bir ortaklık sınıfı doğmuştu. Gayri Müslim-
lerin malikane sahibi olmaları men edilmiş olmasına rağmen birçok
Rum, Ermeni ve Yahudi bu seçkinler sınıfına muhasebeci, finansör ya
da simsar olarak dahil olmuştur. 18.YY itibariyle İstanbul’da 2000
mültezim ve onların taşra uzantıları (bu uzantılara “şahna” deniliyordu)
ile birlikte yaklaşık 10.000 kişilik bir sınıf ortaya çıkmıştı”. Gayri müs-
limlerin ağırlığı, İzzet Sırrı’nın dediğinden de fazladır; Mevlüt Uluğte-
kin Yılmaz, Osmanlı’nın Arka Bahçesi adlı kitabında, Fatih döneminin
kurnaz ve içten pazarlıklı vezir-i âzam’ı Rum Mehmet Paşa’nın İstan-
bul’un yerli rumlarını nesiller boyu zengin kılmak için imparatorluğun
gümrük vergileri ve maden kaynaklarının bunlara iltizama verildiğini
belirtiyor.
Dönem dönem farklılıklar görülmekle birlikte, özellikle gerileme
devrinde, Mukataaların iltizama verilmesi İstanbul’da müzayede yoluyla
yapılırdı. Bu müzayedelere taşra yöneticilerinin kapı kethüdaları katılırdı.
Mukataa alan kişi İstanbul’da bir kefil gösterir, tahmini vergi gelirinin
ilk taksidini “muaccele” adı altında peşin olarak yatırdıktan sonra devlet
adına bölgedeki yükümlülerden mukataa konusu vergileri toplar ve öteki
taksitleri bu gelir içinden ödedikten sonra kalanı kazanç olarak alıkoyar-
dı. Hazine, mukataa alan kişilere kefil olarak yalnızca gayrimüslim sar-
raf ve sermayedarı kabul ediyordu “Van Tarihi Ve Kürt Türkleri Hakkın-
fiAN VERGILER
274 / EDEBIYATLAfiA

da İncelemeler “ adlı kitabında, Süleyman Sırrı Paşa, Doğu Anadolu ve


özellikle Van’da tanık olduğu mukataa uygulamalarını şöyle anlatmakta:
“Her vilâyet, bir veya birkaç sene için bir memura satılır; o memur da Ha-
zineye teminat olarak sarraf bir ermeniyi kefil gösterirdi. Mukavele im-
zalandığı gün Vali, hükümdar haklarına sahip bir genel vali olurdu: İste-
diğini idam edebilir, askeri kuvvetleri dilediği gibi kullanır, kendi hesa-
bına vergi alır, istediği şeyi yasak eder, muvakkaten çiftliği hükmüne gi-
ren eyaletin bütün servet menbalarını dilediği gibi ve menfaatine uyar şe-
kilde kullanırdı. (...) Özet olarak çiftçiler, müstahsiller, herkes valinin
emir ve keyfine bağlı idi. Vergi tahsilatına gelince: Vergi koyma ve top-
laması, âyan denilen zorbalar vasıtasıyla yapılırdı. Bunlar ise herşeyden
önce kendi menfaatlerini düşünürlerdi. Valiye sokulmak için her çareye
başvururlardı. O vakitler halk tabiri bile yoktu ki, halkı düşünsünler. (...)
Van Vilayeti, tımar ve zeamet usulüne tabi idi. Bunlar da ‘mukataat’ di-
ye her sene kesenekçilere ihale edilirdi. Daha sonraları bedellerinin bir-
kaç seneliği toptan verilmek şartıyla taliplerine satılmaya başlanmıştır.
Böylelikle birçok arazi ve köyler, hattâ köylüler, ağaların malı olmuştur”.
Süleyman Paşa’nın bu dedikleri, Nurten Arslan’ın Atatürk’ün hayatını
yazdığı “Küçük Anılarda Büyük Sırlar” adlı otobiyoğrafik romanında,
doğrulanıp onaylanıyor adeta: Yazar, 1916 yılı kışında, Doğu Anadolu
Köylüsü’nün çektiklerini şöyle anlatıyor: “Devlete asker lâzım olursa kö-
ye jandarma gönderir. Para lâzımsa tahsildar. Devlet askerini alır; fakat
vergiyi kolay kolay alamaz; çünkü köylünün vergi olarak verebilecek
hiçbir şeyi yoktur. Parası bitmiş, öküzü gitmiş, at’ı alınmış, kapılarda iki
eşek, dört keçi ya kalmış, ya kalmamıştır. Buna rağmen devlet vergisini
almalıdır.; fakat onunla uğraşmaz. Vergi alma işini Ermeni, Yahudi ya da
Rum bankerlere havâle eder. Bankerler kanlı gelirlerine ağa ile şeyhi de
ortak ederler. Banker, ağa ve şeyh, arkalarına devleti de almışlardır. Köy-
lü bu cellatların elinden namusunu bile kurtaramaz. Ağa ya da şeyh, ban-
kerlerden aldıkları ihaleyi fahiş bir kâr ile mültezimlere devrederler. Mül-
tezimler, ağa ya da şeyh adına, devlet hesabına vergi toplamaya başlar-
lar. Kamçı, dayak, soygun... Halk soyulmuş soğana çevrilmiş, keçi beş
kuruş, vergisi yirmi beş kuruş olmuştur. Vatandaş; ‘keçiyi alın’ demiş;
fakat mültezimler; ‘yok, illa vergi’ diye tutturmuşlardır. (...) Vatandaşın
mültezimden, tahsildardan, ağadan, şeyhten çektikleri yetmiyormuş gibi
bir de moskof gelmiştir.”
275

Bilal N. Şimşir, “Ankara Ankara...Bir Başkentin Doğuşu” adlı


eserinde, Ankara’nın İngiliz Konsolosu Gavin Gatheral’in 27 Ekim
1879’da hükümetine yazdığı bir rapora yer veriyor. Gatheral bu rapo-
runda, o yıllarda Ankara’da ticaret, bankacılık, tefecilik ve mültezimli-
ğin hristiyanların elinde olduğunu ifade ediyor. (Vergiler Ve Ermeniler
bölümümüzde, Ankara’da o yılllarda muhasebecilerin ermenilerden ol-
duğunu yazdık)
Bu belirleme ve bilgiler, Tanzimat Fermanı’ndaki şu tesbit ve te-
mennilerin kağıt üzerinde kaldığını gösteriyor: “5. Madde:İltizâm usu-
lü bir memleketin siyasî maslahat ve malî işlerini bir tek adamın irade-
sine ve belki onun kahır pençesine teslim demektir. Eğer teslim edilen
adam da iyi bir adam değilse sadece kendi çıkarına bakıp bütün hare-
ketleri gadr ve zulümden ibaret kalır. Bu sebeple bundan sonra mem-
leket ahâlisinden her ferdin mal varlığı ve maddi gücüne göre uygun
bir vergi vermesi, kimden fazla bir şey alınmaması, Devlet-i Aliy-
ye’mizin karada ve denizde askerî masrafları ve diğer giderlerinin da-
hi gerekli konularda açıklanması ve sınırlanması ve bunlara göre icraa-
tın yapılması zaruridir”. Prof.Dr. Oktay Sinanoğlu, . (sinanoglu.net) ad-
lı web sitesinde, “1864 Vilayet Nizamnâmesi bu endişe ve arayışların
bir neticesi olmuştur. Tanzimat hareketi güçlü bir merkezî yönetimi
esas aldığından, bu amaca yönelik reformlara ağırlık verdi. Bu dönem-
de iltizam kaldırıldı, vergileri toplamakla Padişah tarafından atanan
“muhassıl-vergi tahsildarı” adındaki memurlar görevlendirildi. 1839 ta-
rihli Gülhane Hatt-ı Hümayun’u ile birlikte valilerin yetkileri kısıtlan-
mış, özellikle malî işlere doğrudan müdahale etmeleri önlenmiştir.
Mal, can, namus güvenliği ile birlikte vergi adaleti ve askerlik gibi ko-
nular fermanın özünü meydana getiriyordu” demektedir. Tanzimat’ın
getirdiği bu kağıt üzerindeki iyileştirmelere kanan Sinanoğlu, mülte-
zimliğin kaldırıldığını söylüyorsa da, yukarıda verdiğimiz bilgiler ile
“Vergi Ve Edebiyat” bölümümüzde Hikmet Ilgaz’ın Şark Yıldızı adlı
romanından yaptığımız I.Dünya Savaşı’na ilişkin alıntılar, bunun doğru
olmadığını göstermektedir.
Stratejik Araştırmalar Ve Etüdler Komitesi tarafından Ege Adala-
rı’ndaki vergi uygulamalarına dair yaptığı araştırmalarda ise mültezim-
lik uygulamasına dair başka ilginç bilgilere yer veriliyor: “Genel bir şi-
kâyet konusu ise, mültezimlerin tahsil ettikleri vergi yanında kendi ih-
fiAN VERGILER
276 / EDEBIYATLAfiA

tiyaçları için para almalarıydı. Özellikle “zahire bahası” diye alınan ve


her adanın 1 ilâ 3 keseye (50.000 ilâ 150.000 akçe) ulaşan ek vergi yü-
zünden halkın perişan olup dağılmaya başladığı yolunda gelen şikâyet-
ler, hükümet merkezince alınan tedbirlerle önlenmişti
Âli Paşa’nın Âli Olmayan Teklifleri
Mültezimlik şeklen kaldırılmış olsa bile, yasal olarak tekrar geti-
rilmesini isteyen ve bunu Padişah’a vasiyet eden devletlûlar bile ol-
muş. Tarihimizdeki iki ingilizci Paşa’dan biri olan, Abdulmecit ile Ab-
dulaziz dönemlerinde Sadrazamlık ve Dış İşleri Bakanlığı yapan Âli
Paşa ( diğeri Fuat Paşa), 1871 yılında ölüyor, ölümünden sonra açılan
vasiyetnamesinde birçok konuda fikirlerini beyan ediyor, tavsiyelerde
bulunuyor Âli Paşa. Bu tavsiyelerden biri de İltizam Usulünün yeni-
den ihdası ve mültezimlerin yabancı şirketlerden seçilmesi. İşte o satır-
lar: “Çeşitli vergilerin toplanmasını etkinleştirmek için tek çare, bu işi
güçlü şirketlere devretmektir. Uzun süreli anlaşmalarla bağlanacak
olan bu şirketler, halkın refahını geliştirme imkânlarını arama ve hükü-
mete sunma görevi yüklenecektir. Çıkarları hükümetin çıkarı ile özdeş-
leşecektir. Bu vergi toplama yolu bize en uygunu görünüyor. Çünkü
tahsildarlık yapacak ehil adamlarımız yok. (...) Sultanımıza bu şirketle-
rin mallarımızı elimizden alacakları söylenecektir. Bu konuşmaları din-
lemeyiniz Efendimiz... Tersine, Efendimiz bu şirketler güven ve koru-
ma unsuru olacaktır. Ortaklarımız olduklarına göre, çıkarları gereği
haklarımzı, toprağımızı, malımızı koruyacaklardır. Uluslar arası oldukla-
rı oranda iş yapma etkinlikleri artacaktır.”
Mültezim Pehlivan
Sakarya Savaşı sırasında süvari birliklerimiz bir baskına gitmekte-
dirler. Yolda bir talihsizlik olur, Süvari Grup Kumandanı Albay Fahret-
tin Bey’in (Fahrettin Altay Paşa), sıtması tutar. Turgut Özakman “Şu
Çılgın Türkler” adlı romanında, Fahrettin Bey’in seyisi olan Köse la-
kaplı erin dediklerini şöyle aktarır:
“Fahrettin Bey titriyordu:
‘Bu sıtma ne dehşetli bir hastalıkmış be.’
Baş ucuna çömelmiş olan Köse, ‘Öyledir komutanım...’ dedi, ‘...
Anadolu’da pehlivan çok. Ama başpehlivan bu sıtmadır. Ondan sonra
yoksulluk gelir. Sonra mütegallibe. sonra mültezim. Sonra eşkıya.
Sonra...’
277

Doktor, ‘komutanı rahat bırak’ diye terslendi.”


Evet, görüldüğü gibi, mültezim eşkıyadan önce geliyor.
Kanlı Saygunlara da Muhatap Olmuşlar
Mültezim eşkiyadan önce geliyormuş ama, mültezimlerin eşkiyaya
boğdurulduğu dönemler de olmuş. Hüseyin Perviz Pur, Osmanlı’dan
Cumhuriyete Türkiye’nin Borç Prangası adlı kitabında, mültezimlerin,
Patrona Halil İsyanı sonrasında kanlı soygunlara muhatap olduklarını,
halkın mültezimlere karşı silahlı çetelerle işbirliği yaptığını yazıyor.
Şap Mukataası Ve İltizamı
“Germiyan beylerinin ihtişamli sarayına, işret meclislerine, seyh-
haları hayran bırakan zengin Kütahya şehrine destek olan servet kay-
nakları arasında, Avrupa’ya şap madeni ihracatı önemli yer tutar. Şap,
özellikle kumaş boyacılığıda boyayı sabitleştiren bir kimyevi madde
olarak pek önemli bir madde idi. Esas kaynağı Anadolu şap madenleri
olup Anadolu ile Avrupa arasındaki ticarette öenmli yer tutmakta idi.
(...) 16. yüzyılda Osmanlı ülkesinde bu kıymetli maden, Gediz, Foça,
Ulubad, Kapıdağı, Şabın-Karahisar ve Rumeli’de Gümülcine, Saruhan,
yeni Foça’da çıkaralmakta idi. 16. yüzyılda yalnız Karahisar’ın makbul
kaya şapı 2 milyon akça (35 bin altın) ile iltizama veriliyordu.
(...) Kütahya-Gediz şaphensi bu tarihlerde 1331 kantar (yaklaşık
75 ton) üretimiyle Cenevizlilere iltizama verilerek devlet hazinesine
1.320.000 akça (yaklaşık 22 bin altın) getiriyordu. Şap, Aydın limanla-
rından Avrupa’ya ihraç olunmakta idi; (1340’larda gümrük vergisi, de-
ğer üzerinden %4 idi). 1381’de I.Murat, Kütahya ile beraber Eğriboz
bölgesini Osmanlı ülkesine katınca şap iltizam geliri Osmanlı hazine-
sine ait oldu.” (Kaynak: Türk Edebiyatı Tarihi 1. Cilt)
Bize Hayretmedi, Bizim de Değildi, Amerikalı’nın Olsun İltizam
Prof.Dr.Ahmet Akgündüz, “Bilinmeyen Osmanlı” adlı eserinin
önsözünde, rahmetli Adnan Kahveci’nin, kendisine söylediği şu sözle-
ri naklediyor: “Muhterem Hocam! Eğitim hayatımda Osmanlı Devleti
ile ilgili doğru bilgileri öğrenememiş ve aleyhte öğrendiğim bilgilerin
yanlışlığını ve tarihimizi toptan inkârın zararlarını ancak Amerikadaki
tahsil hayatımda anlamıştım. Bizim, Osmanlı’yı batıran kurum diye
gördüğümüz ‘İltizam’ usulünü ABD’nin vergi toplamada kullanmak
istediği modern bir iktisat teorisi olarak mastır derslerinde görünce şa-
şırdım ve tekrar Osmanlı’yı incelemeye başladım.”
fiAN VERGILER
278 / EDEBIYATLAfiA

Adnan Kahveci, yanılıyordu. İltizam Usulünün mucidi, Osmanlı


değildir, Romalılardır. Romalılar bu usule “Locatio”, mültezimlere de
“Puplicans” diyorlardı.
Mukataalı Bir Şiir
Divan şairi Hakî (ölüm tarihi 1756), defterdar mektupçusu olarak
görev yapmış. Aşağıdaki dörtlüğü, Sadrazam Ragıp Paşa’ya yazmış:
“Kerem (1) mukataası ta zaman-ı hatemden (2)
Kalıp mezatta bir kimse talip olmayıp
Kimin nukud-u atayası (3) var anı alacak
Meğer cenab-ı sedaretpenah (4) olsa Ragıp”
1-İhsan 2-Son zaman 3-nakit bahşiş 4-Sığınılacak sadaret maka-
mında
Mütesellim
Osmanlı Devleti’nde Tanzimat’tan önce vezirler ya da merkezi
yönetim adına vergi toplayan görevlilere “mütesellim” deniyordu. Söz-
cük anlamı “teslim alan” demektir.
Mütesellimlik 16. yüzyılın ikinci yarısında ihdas edildi. Doğru-
dan beylerbeyi ya da sancak beylerinin atadığı mütesellimlerin göre-
vi, kazaların vergilerini toplamaktı. 18.yüzyılda sayıları giderek artan
taşra vezirlerine yer bulmak güçleşince, açıkta kalanlara arpalık ola-
rak birkaç sancağın gelirleri verilmeye başlandı. Bu vezirler de mü-
tesellim tayin etmeye ve onlara aracılığıyla vergi tahsil etmeye baş-
ladılar.
Hazine mütesellimlerinin başlıca görevleri, sancak mukataasının
bütün vergi gelirlerini doğrudan ya da iltizam yoluyla toplamak, savaş
dönemlerinde bölgenin güvenliğini sağlamak, hükümetin buyruklarını
yerine getirmekti.
Tanzimatın ilanından sonra hazine mütesellimliğine son verilerek
vergi toplama görevi muhassıllara verildi.
Osmanlı’da Rüsûm Çoktu, Cabası da Vardı
Osmanlı Devleti’nde “tekâlif-i örfiye” türünden vergilere “rüsûm”
denirdi. Bir maliye terimi olarak Cumhuriyet döneminde de benzeri
vergilere rüsûm denilmiştir.
Osmanlı’nın aldığı çok sayıdaki rüsûm’u (resm’in çoğulu), şöyle
sıralayabiliriz.
279

Resm-i Ganem (ya da Ağnam), Resm-i Çift (Ekin Vergisi ), Resmi


Arus ya da Gerdek Resmi (Evlenme Vergisi), Resm-i Âsiyab (Değirmen
Vergisi), Resm-i Bâd-ı Hava (Çeşitli Arazileri Ekip Biçen Topraksız Köy-
lüden Alınan Kazanç Vergisi), Resm- Güvâre (Meyve ve Sebze Vergisi ),
Resm-i Kısmet (Tereke Vergisi ), Bennak Resmi, Resm-i Harman, Resm-
i Duhan, Resm-i Deştbani, Pul Resmi, Resm-i Hınzır (Domuz Yetiştiren
Hristiyanlardan Alınan Vergi ), Çift Bozan Resmi, Resm-i Mücerred,
Resm-i Caba ya da Caba Akçesi, Yave Akçesi (sahipsiz ya da sonradan tu-
tulan ya da bulunan hayvanlarla kölelerin sahiplerinden alınmaktadır).
Şimdi bu rüsumlardan ilginç ve önemli olan bazıları hakkında ay-
rıntılı bilgiler verelim.
Ağnam ya da Ganem Resmi
Bu vergi, bir koyun vergisi idi. Osmanlı Devleti’nin en önemli ge-
lir kaynaklarından olduğu için, bu bağlamda oldukça ayrıntılı düzenle-
meler yapılmıştı. Bu “Koyun Vergisi” , Cumhuriyet’e de sarkmıştır.
1925’te kaldırılan Öşür Vergisi’nin gelir kaybını gidermek amacıyla
ağırlaştırılmış; konu, cetvel, matrah ve oranlarıyla oynana oynana, en
son “Hayvan Vergisi” adıyla uygulanmakta iken 1963 yılında kaldırıl-
mıştır. (Hayvan Vergisi Hakkında, Atatürk Döneminde Vergi adlı bö-
lümde bilgi verilecektir.)
Ağnam Resmi’nin başlıca özelliklerini şöylece sıralayabiliriz :
- Koyun ve keçi başına 1 akçe ödenirdi.
- Eğer bu hayvancılık Rumeli’de yapılıyorsa,ganem resmi 1/10
oranında ödenirdi
- Koyun ve keçi eğer köprü, geçit ya da iskelelerden geçti ise, bu
geçişler için “Selâmet Akçesi” adında bir ilave vergi alınırdı. Selâmet
Akçesi, Cumhuriyet döneminde yalnızca tren istasyonlarda hayvanlar
vagona yüklendiğinde alınıyordu.
- Bir de “Bac-ı Ağnam” vardı ki, bu da hayvanını satmak için pa-
zara sokanlardan tahsil edilirdi.(Bac hakkında vergi ve edebiyat bölü-
münde bilgi verilmişti)
- Göçer hayvancılardan üç çeşit ağnam alınırdı.
- Ve kesimlik hayvanlar... Onların sahipleri de değişik adlar altın-
da rüsûm öderlerdi. Adları şöyleydi: Serçin, Derçin, Mürde, Zebhiye.
- Bir de “çit parası” denilen “Ağıl Resmi” vardı ki, her 300 koyun
başına 5 akçe olarak ödenirdi.
fiAN VERGILER
280 / EDEBIYATLAfiA

Çift Bozan Resmi


Bu bir ceza vergisi idi. Toprağını terkeden köylü, sipahiler tarafın-
dan yakalanıp tekrar toprağa bağlanır, bu köylülerden ayrıca “Çift Bo-
zan Resmi” alınırdı.
Pul Resmi
Bir de “Pul Resmi” vardı Osmanlı’da. İstanbul’a giren eşyadan, bir
belediye sınırından diğerine geçen arkacılar ve küfecilerden alınırdı. Vergi,
küfe ve sandıklara pul yapıştırılarak alınırdı. 1879’da Osmanlı’nın bazı ge-
lirlerine Düyûn-ı Umûmiye el koydu. Altı kalemden oluşan bu gelirler ara-
sında Pul Resmi de vardı (diğerleri; ipek, tütün, balık avı, tuz, müskirat).
Kovan Ve Bal Resmi
İbrahim Solak “XVI. Asırda Maraş Kazası” adlı kitabında Kovan
Resmi’ne dair şunları yazmış: “Maraş tahrir defterlerinde öşr-i kovan ve
resm-i kovan tabirleriyle ele alınan bu vergi, reayanın elinde bulunan arı
kovanlarının mahsulünden bazen para bazen de bal olarak tahsil edilmek-
tedir”. Solak, kitabına Maraş Sancağı Kanunnamesinden de şu satırları al-
mış: “resm-i kovan, bir kovana iki akçe, amma yörük taifesi kovan tutsa
bir akçesin sahib-i arza ve bir akçesin sahib-i raiyyete vere.”
Yrd.Doç.Dr. Recep Sıralı’nın yazdıklarından anlıyoruz ki, Ordu ili-
mizde de, hemen hemen aynı uygulama vardır: “ Ordu ili tarihine iliş-
kin önemli bir kaynak olan Tahrir Defterleri’nde öşr-i asel (bal vergi-
si), öşr-i kovan (kovan vergisi) ve resm-i kevâre adları altında baldan
ve kovanlardan alınan vergiler hakkındaki kanunnâmelerde iyi verimli
kovanlardan iki akçe, düşük verimli olanından ise bir akçe öşür bede-
li alınacağı yazılmaktadır. Tahrir defterlerinde yörenin kovan sayısı be-
lirtilmemiş, sadece vergi miktarı yazılmıştır. Bu kaynaklara göre Ordu
ve yöresinde 1455-1613 tarihleri arasında halktan alınan bal ve kovan
vergilerine ilişkin kayıtlı verilere göre kovan sayılarının sürekli olarak
artış gösterdiği ortaya konmuştur”
Resm-i Mücerred
Ergen, evlenmemiş erkek çocuklardan tek başına iş yapabilme
imkân ve yeteneğine sahip olanlardan alınırdı. İş ehli olamayan mücer-
redler bu vergiden muaf tutulurlardı.
Resm-i Duhan
Halk arasında “Tütün Tütme Vergisi” olarak anılan bu vergi, bir si-
aphinin tımarına kışlamak üzere gelen, ancak tarım yapmayan yörükler
281

ile öteki köylülerden alınmakta idi. Ev tüttüren kimselerden 6 akçe ola-


rak alınır, üç yıldan fazla aynı tımarda kalanlara artırımlı olarak uygula-
nırdı. Traım yapıp, öşür verenlerden düşerdi bu vergi.
Resm-i Harman
Reayanın ürününden, belirlenen orandan öşür alındıktan sonra, si-
pahi, bir de “resm-i harman” isterdi. Yöre ve bölgelere göre farklı oran-
lar uygulanmaktaydı. İbrahim Solak, “XVI Asırda Maraş Kazası” adlı
eserinde, bu rüsümun Bayburt, Erzurum ve Pasin Sancaklarında birer
kile arpa ve bir tavuk, Sofya taraflarında ise, hem buğday ve hem de
arpa olmak üzere her haneden ikişer kile alındığını yazıyor.
Buluğdan Ölüme İspenç
Osmanlı Devleti’nde gayrimüslimlerden alınan arazi vergisidir İs-
penç.
Başlangıçta müslüman ve gayri müslim reayadan çift resmi adı al-
tında tek bir vergi alınırken, I.Murat döneminde bu uygulama kaldırıla-
rak yerine ispenç vergisi kondu. Kişi başına 25 akçe olarak alınan bu
vergi, buluğ çağından ölüme dek ödenmek zorundaydı. Tımarlı Sipahi-
lerce cizyeyle birlikte toplanan bu vergi, özellikle Rumeli’de devletin
önemli gelir kaynakları arasındaydı.
1849’da Abdulmecit tarafından kaldırıldı.
Cizye
Cizye hakkında, Vergi Ve Din” başlıklı bölümde bilgi verilmiştir.
Osmanlı’daki
uygulamasına dair şunları söyleyebiliriz.
Cizye, müslüman olmayan reayadan alınır. Savaşa katılmadıkları
ve devlet tarafından can ve mal güvenlikleri sağlandığı için alınır. Bir
baş vergisidir. Osmanlı Devleti’nin öenmli gelir kaynaklarındandı. Baş
vergisi olmasına karşın, herkesten alınmazdı. Vergi salınacak gayri
müslim reayanın, evinden, ev eşyasından, bağından başka, koyun, ke-
çi, hububat ve şarap gibi ürünlerden üç yüz akçe değerinde bir varlığı-
nın bulunması gerekiyordu. Bundan başka, kadın, çocuk, sakat, işsiz ve
yoksul kimseler de cizyeden muaf tutulmaktaydılar.
İhtisab, Kol Gezme, Çarşı Ağası Ve Vergi Gelirleri
İhtisab, Osmanlılar’da belediye hizmetleri ile güvenlik işlerinden
sorumlu olan kuruluşa deniliyordu. İslâm’daki ‘hisbe’ yapılanmasın-
dan esinlenerek oluşturulan ihtisab, Osmanlılar’da 15 yüzyıldan itiba-
fiAN VERGILER
282 / EDEBIYATLAfiA

ren görülmektedir. Önceleri Sadrazam’a bağlı iken daha sonra İstanbul


Kadısı’nın sorumluluk ve denetimine verilen bu kuruluşun en büyük
âmiri ise muhtesib de denilen ihtisab ağasıydı. İhtisab ağası ve maiye-
ti; çarşı ve pazarları sürekli dolaşırlar, Sadrazam’ın bu bağlamda yaptı-
ğı denetimlere katılırlardı. Bu denetimlere “kol çıkma” ve “kol gezme”
denilirdi. Narha uymayan ve vurgunculuk yapan esnaf, Sadrazam’ın
buyruğu ile cezalandırılırdı. Taşradaki ihtisab ağaları ise kadılara bağlı
olarak çalışırdı. Erzurum gibi bazı illerimizde halk bu ağalara çarşı ağa-
sı demekteydi.
Denetimler sırasında alınan para cezaları ile damga, mizan, evzan,
ekyal, yevmiye-i dekahin ve bac-ı pazar resimleri adı altında vergiler
alınırdı. Bu vergiler, kimi dönemlerde devlet gelirlerinin yarısını oluş-
turuyordu.
1826’da batılılaşma uygulamalarına koşut olarak İhtisab Nezareti
kuruldu, taşrada ihtisab müdürlükleri oluşturuldu. 1854’te İhtisab Ne-
zareti de kaldırılarak yerine Şehremaneti kuruldu.
Avârız, Hâne-i Avârız ve Avârız Vakıfları
Avârız, Osmanlı Devleti’nde olağanüstü durumlarda, özellikle sa-
vaş giderlerini karşılamak üzere halkın doğrudan doğruya devlete ver-
mekle yükümlü tutulduğu vergidir.
Osmanlı Devleti’nde şer’i ve örfî hukuk uyarınca dirlik sahiple-
rince toplanan vergilerin dışında, gerek duyulan hallerde devletin, ola-
ğanüstü vergiler toplama yetkisi vardı. Divan’ın öneri ve kararı, Padi-
şah’ın da olur emriyle toplanabilen bu tür vergilere avârız-ı dîvâniye
denirdi. Bunlar çoğunlukla savaş çıktığında halka yüklenen ürün, emek
ve para cinsinden yükümlülüklerdi. Bunlar, avârız akçası denilen nak-
di yükümlülük şeklinde olabileceği gibi, orduya savaş malzemesi, bi-
nek hayvan, tahıl ve saman sağlamak yoluyla da olabiliyordu. Ülke nü-
fusu, bu verginin toplanması ve paylaştırılmasına uygun surette birta-
kım vergi birimlerine ayrılmıştı ki bunlara ‘avârız hâneleri’ deniliyor-
du. Bazı kesimler avârızdan muaf tutulmuştu. 16. yüzyılın başında Ana-
dolu’daki 550 bin avârız hanesinden 79 bini vergiden muaftı.
Hâne-i Avârız ya da yalnızca Hâne olarak anılan vergiler; kasaba
ve köyler, kentlerde de mahalleler birer hâne sayılarak; iklim, toprak
ve verim koşulları dikkate alınmak suretiyle; tam, nısf (yarım), sülüs
(üçte bir) ve rubû (dörtte bir) olarak salınırdı.
283

Hâne-i Avârız, başlangıçta sürekli uygulanan bir vergi değildi,


17’inci yüzyılda üç beş yılda bir uygulanırken, 18 ve 19’uncu yüzyıl-
larda kimi zaman her yıl, çoğu kez de yılda iki üç kez konmaya başlan-
mıştı. Tanzimat döneminde avârız türü vergiler kaldırılmış olmasına
karşın, kimi bölgelerde avârız uygulamaları 1875 yılına dek sürmüştür.
Avârız vergisinin bir mahalle ya da köy halkının ortak sorumlulu-
ğu altında bulunması, sık sık ve gelişigüzel biçimde toplanıyor olması,
halk arasındaki dayanışma duygularını artırmış, avârız vakıfları kurul-
muştur. Bu vakıflardan sağlanan gelirlerle yöre halkının, öncelikle yok-
sulların ödemesi gereken avârız ödenir, artan para ile de kamu yararına
hizmetler ve sosyal yardımlar yapılırdı.
Bu verginin Osmanlılardan önce Anadolu beyliklerindeki mevcu-
diyetinden bazı vesikalar sayesinde haberdar olmaktayız. Vergi muafi-
yetini ilgilendiren bu belgeleri neşr eden Uzunçarşılı, benzerinin Os-
manlılarda da aynen uygulandığını bildirerek söyle der: “Anadolu bey-
liklerindeki vergi ve rüsûmdan yani “avâriz-i divaniye” ve “rüsûm-i
örfiyye”den muafiyet muameleleri, birbirlerinin aynıdır. Bu hususa da-
ir aşağıda vesikalar kısmında Karamanoğullarına ait kayıtlarla Osman-
lı tahrir kayıtlan karşılaştırılacak olursa görüşümüz kesinlik kazanır.”
Bu verginin 4-5 yılda bir alındığını belirten Lütfi Paşa, bunun Ya-
vuz Sultan Selim (1512-1520) döneminde sadece bir defa alındığını
kaydeder.
Halk arasında “salgun” diye de adlandırılan bu vergi XIX. asırda ta-
mamen paraya çevrildi. Tanzimat fermanı ile de ortadan kaldırıldı.”Avâ-
rız” vergisi, değişik isimlerle zikr ediliyordu. Menzil mali, bedel-i nüzûl,
zahire baha, han, resm-i sürsat, kürekçi bedeli, kömür ve kereste bedeli,
beldaran, hâne, çayır kirası gibi isimler bunlardan birkaçıdır.
İmdadiye
Zaman ve bölgelere göre isimleri ile birlikte çeşitleri de değişen
örfî vergiler, hazinenin vaz geçemiyecegi bir malî yardım halini almış-
tı. Avarız Vergileri olarak nitelendirilen ve olağanüstü durumlarda ge-
çici olarak alınan İmdadiye Vergisi, 17, yüzyıldan itibaren Osmanlı ka-
yıtlarında görülmeye başlıyor. “İmdadiye-i seferiye” ve “İmdadiye-i
hazariye” olmak üzere iki kısma ayrılan bu vergi, isminden de anlaşı-
lacağı üzere “Savaş ve olağnüstü hallerde, giderleri karşılamak ve
bütçe açığını kapatmak için halktan alınan örfî vergi”.
fiAN VERGILER
284 / EDEBIYATLAfiA

Muharebeler esnasında, boşalan devlet hazinesinin (beytü’l-mal)


ihtiyacı olan parayı tedarik etmek ve ordu donatmak için konulan im-
dadiye vergisi, çoğu kez hazineye gönderilir, kimi zaman da doğrudan
doğruya orduya memur olan serdarlara verilirdi. Miktarı, durum ve ih-
tiyaca bağlı olarak fermanlarla artıp eksilen bu vergi kalemi, tevzi def-
terlerine yazılıp toplanırdı. Bu vergi, sadece esnaf, tüccar vs. gibi halk
tabakalarindan alınmıyordu. Duruma göre devlet adamları da bu vergi-
yi ödüyorlardı.
II.Viyana Kuşatması sırasında Osmanlı’yı bozguna uğratan ittifak
içinde yer alan Venedikliler’in Osmanlı topraklarına saldırarak Bosna
ve Mora’yı alması üzerine, İmdad-ı Seferiye Vergisi’ne başvurulmuş-
tu. İmdadiye, 1711 Prut Savaş’ında da ikinci kez uygulanmıştı.
Bir Lojistik Vergi: Sürsat ve Sultan Murat
“Sürsat” (Bir diğer adı: Tekâlif-i Harbiye), Osmanlı devrinde, sa-
vaşa giden ordunun geçeceği yollar çevresindeki köylülerin bedeli kar-
şılığında orduya sağladıkları; cinsi, kalitesi ve miktarı belli yiyecek
maddelerine deniyordu. “ Sür ve sat “ sözcüklerinden türetilmiştir.
Sefere çıkan ordu için, menzil denilen konaklama yerlerine, bede-
li karşılığında yiyecek istif edilmesine “Nüzûl” diyordu Osmanlı. “Nü-
zûl Emini” denilen görevlilerce bu görev ve organizasyon yerine geti-
rilirdi.
Başarıyla uygulanan ve dünya tarihinde eşi görülmeyen bir öz-
günlüğe sahip olan Sürsat yükümlülüğünün vergi sayılıp sayılmayaca-
ğı konusu çok tartışılmıştır. Batılışma hevesleri galip geldiğinden, Tan-
zimatla birlikte getirilen vergisel yeniliklere uymuyor gerekçesiyle
kaldırılmıştır.
Ana Britannica ansiklopedisinden aldığımız bilgilere göre; Os-
manlı Ordusu’nun sefer güzergahı çevresinde yaşayan halk, sürsat yü-
kümlüsüydü. Öteki şer’i ve örfi yükümlülükleri bu nedenle düşük tu-
tulan sürsat yükümlüleri, mevkûfat kalemi defterlerindeki kayıtlara gö-
re belirli erzak ve ikmal maddelerini sürsat noktalarında bulundurmak
zorundaydıılar. Bu uygulama, ordunun gereksinmelerinin karşılanması
ve lojistik destek açısından kolay uygulanabilir bir çözümdü. Gelgele-
lim güzergah halkı için çeşitli güçlükler taşıyordu. Seferin önemine gö-
re ordu mevcudu değiştiğinden, yükümlülük bazen altından kalkılama-
yacak boyutlara varıyor ve bölgede kıtlığa yol açıyordu. Ayrıca sürsat
285

bedelinin peşin ödenmemesi köylüyü sarsıyordu. Kanunnameler sürsat


bedelinin yarsının peşin, yarısının kısa vadelerle ödenmesini hükme
bağlamışken, genellikle buna uyulmuyordu.
Ordunun sefere çıkmasından önce gönderilen sürsat memurları,
defter kayıtlarına göre sürsat yükümlülerinden canlı hayvan, arpa, yu-
laf ve benzerlerini teslim alır, karşılığında senet verirlerdi. Sürsat siste-
minin devlet açısından en çok aksayan yanı ise, istenen türde malların
her zaman elde edilememesiydi.
“IV.Sultan Murad’ın Revan ve Tebriz Seferi Rûznamesi (Günlüğü
)”ünde, bir sürsat olayı anlatılıyor ki, okumaya değer. Sefer sırasında
Eskişehir’e vardıklarında, Eğrigözü ve Bardaklı nahiyeleri köylüleri
sürsat bedelinin ödenmesi hususunda, o yerlerin kadı’sından şikayetçi
oluyorlar. Sultan Murat, önce Kadı’nın Otağ-ı Hümayûn önünde katli-
ni emrediyor, sonra bundan vazgeçerek bağışlıyor, ikiyüz yetmiş do-
kuz değnek vurdurup azad ediyor.
Bu nâhiyelerin sürsat bedeli olan 70 bin akçeyi alarak kayıplara
karışan kapuci’nin bu eyleminden dolayı köylüler mağdur olmasın di-
ye Sultan Murat, 70 bin akçenin Hazine-i Hassa’dan karşılanmasını, fi-
rari kapuci’nin Üsküdar’daki evinin satılıp hazineye irad kaydını emre-
diyor.
Tekâlif-i Şâkka
İslâm dünyasında tarh şekline göre vergiler genel olarak iki ana
başlık altında toplanır. Bunlar;
a) “Tekâlif-i Şer’iyye” denilen şer’î vergiler,
b) “Tekâlif-i Örfiyye” denilen örfi vergiler.
Bilindiği gibi “Tekâlif-i Şer’iyye” Kitab, Sünnet ve Fıkıh kitapla-
rında cins, miktar ve isimleri belirtilmiş bulunan vergilerdir. “Tekâlif-
i Örfiyye” ise kaynağını örften alır. Örf, İslâm hukukunun kaynakların-
dan biridir. Bu kelime, lugatta “insanlar arasında tanınmış, beğenilmiş
ve tekrar edilegelmiş bulunan şey” mânasını taşır (Abdulvahhab Hal-
lâf, İlmu Usûli’l Fıkh, Kuveyt,1970, 89). Keza örf tabiri, “Örf-i Sulta-
nî” şeklinde şeriatın temas etmediği bir mevzuda hükümdarın nasslara
aykırı olmamak şartıyla toplumun hayrı ve faydası için bizzat kendi ira-
desine dayanarak çıkardığı kanunlar için de kullanılır (Halil İnalcık,
“Osmanlı Hukukuna Giriş” Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fa-
kültesi Dergisi, XIII/2,103). Gerçekten, İslâm hukukçuları da sultanla-
fiAN VERGILER
286 / EDEBIYATLAfiA

rı şeriat hükümlerinin açık bir şekilde aksini emretmediği mevzularda


ve amme maslahatının icab ettirdiği şekilde, örf ve âdete uyarak kanun
koymada serbest bırakmışlardır. Bunun için imam (devlet başkanı)ın
devletin esas nizam ve teşkilâtında kendi re’yi ile hareket etmesinde
bir sakınca görülmemiştir (Bu konuda daha geniş bilgi için bk. Ziya
Kazıcı. İslâm Müesseseleri Tarihi, İstanbul 1991, 311).
İslâm hukukunun kaynaklarından biri olduğuna temas edilen örf,
bu yönü ile ve özellikle vergi konusunda bütün islâm devletlerinde kul-
lanılmıştır. Tebeası arasında en fazla gayr-i müslim nüfus bulunan Os-
manlı Devleti ise bu müesseseye çokça baş vurmuştur. Zaman, iklim,
harpler ve diğer bazı sosyal sebepler devletleri buna zorlamış görün-
mektedir. Bu sebepledir ki, Osmanlı maliyesinin temel dayanağını teş-
kil eden vergi, bu manada iki ana bölüme ayrılmaktadır. Bunlardan bi-
ri, tamamiyle şeriata dayanan ve esas itibarı ile Kitab ile Sünneten kay-
naklanan “Şer’î vergiler”dir. İkincisi de baş gösteren malı sıkıntılar yü-
zünden tarh edilen “Örfî vergiler”dir. Osmanlı Devleti, kendisinden
önceki diğer müslüman devletler gibi örfî vergi koymak zorunda idi.
Zira, devrin özelliği diyebileceğimîz harpler, durmaksızın devam edi-
yor ve şer’î vergilerde bu durumun yüklediği masrafları karşılamaktan
uzak bulunuyordu. İslam dünyasının savunma organı olarak Haçlı zih-
niyetine karşı durabilmek için Külliyetli miktarda askerin beslenmesi,
donatılması ve harbe hazır hale getirilmesi ile donanmanın görev yapa-
bilmesi gibi mecburiyetler devleti böyle bir vergiyi koyma zorunda bı-
rakıyordu. Bu vergi de kendi arasında iki kısma ayrılmaktadır.
a- Tekâlif-i âdiye,
b- Tekâlif-i şakka.
Tekâlif-i Şakka: Bu, harp, malî kriz ve tabii âfet gibi bir zarurete
bağlı olmadan tekâlif kaideleri dışına çıkılarak salınan ve alınan vergi-
lerdir. Belli bir kural ve yöntemi olmadığından, hak ve adâlete aykırı-
lıklar içermesi kaçınılmazdı. Böylesi vergilere şer’an müsaade edilme-
miştir. Nitekim Kanunî Sultan Süleyman (1520-1566) devrinin sadra-
zami Lütfi Pasa (H. 942-947) bu konuya temasla şöyle der: “Cenk
içinde askere hilaf-i kanun vergi vermemek gerektir.”
Osmanlılarda, Tanzimat’a kadar devam eden örfî vergilerden biri
olan “şakka”nin uygulanmadığını, tebea üzerine böyle bir verginin tarh
edilmediği, ancak bazı vergilerin buna benzemelerinden dolayi “şak-
287

ka” zannedildikleri belirtilmektedir. Bununla birlikte, bilhassa XVII.


asırdan itibaren bu tip vergilerin zaman zaman ortaya çıktığı da bilin-
mektedir. Gelgelelim, padisahlar, şakkaları hoş karşılamıyor, alınma-
ması için “adâletnâmeler” gönderiyorlardı.
III.Osman’ın Kaldırdığı Cülûsiye Vergisi
Sultan Üçüncü Osman, 2 Ocak 1755’te Eyüp Câmiinde kılıç ku-
şandı. O devre kadar, yeni pâdişâh tahta çıktığı zaman mukataa, timar
ve zeâmet sâhiplerinin beratları yenilenerek bir cülûsiye vergisi alınır-
dı. Hazîne dolu olduğu için, Sultan Osman bu vergiyi affetti. Ayrıca
emeklilere de cülûs bahşişi dağıttı. Sultan Üçüncü Osman’ın tahta çık-
tığı 1755 kışı çok şiddetli geçti. Haliç dondu ve deniz yol oldu.
Köle Vergisi
Osmanlı’da kölelik vardı. İrfan Erdoğan, Osmanlı’nın kölelere,
Avrupa ve ABD’deki gibi zulmetmediğini, onların evlerde iyi şartlar-
da çalıştırıldıklarını yazıyor.
“Şeriat kişisel hukuk, vakıf dinsel alanda egemendi. Sultanın ka-
nunlarıysa idare, mali, ticari ve ceza kanunlarını belirliyordu. Köleler
kişisel durumla ilgili olduğu için şeriat prensiplerine göre düzenlen-
mişti: Hadislerde kölelik durumu ve ilişkileri belirlenmiştir. Köle sa-
hipliği ekonomik güce bağlıdır. Avrupa ve Amerikalardaki ebedi köle-
liğin aksine Osmanlılarda köleler sadece yasal olarak değil gerçek öz-
gürlük olanaklarına sahiptir. Eğer sahibi köleyi besleyemezse, serbest
bırakmak zorundadır. Belli bir para karşılığı, sahibinin ölümü, ve belli
koşullara bağlı söz verme gibi nedenlerle köle özgürlüğüne kavuşabi-
lir. Eğer mahkeme kesin bir karar veremeyecek durumla karşılaşırsa,
karar, özgürlüğün verilmesi yönündedir.”
Erdoğan, köle ticaretinin vergisel boyutunu ise şöyle anlatmakta:
“Esirlerin satıldığı yere esir pazarı deniyordu. Köle ticaretinde köle ver-
gisi (pencik resmi) toplanıyordu. Zenciler için toplanan vergiye sera-i
zenciye resmi adı veriliyordu. Bu da, devletin sadece köleliği benimse-
mekle kalmayıp, aynı zamanda kölelik sisteminden ekonomik çıkar
sağladığını gösterir.”
Bu ekonomik çıkar, Osmanlı’nın zeval vaktinde kesilmiş; 1847’de
İstanbul’daki, köle pazarı kaldırılmış; 1857 fermanıyla da köle vergisi
yasaklanmış.
Köle Vergisi, %9 köle fiyatı ve % 10 harç olarak alınmaktaydı.
fiAN VERGILER
288 / EDEBIYATLAfiA

Devşirmeler de Bir Tür Vergiydiler


L.N Gumilyov “Son Ve Yeniden Başlangıç” adlı eserinde, devşir-
meliğin bir çeşit vergi olduğunu, Balkan Yarımadası’nda mağlup hris-
tiyan halklardan vergi olarak 7-14 yaşındaki çocukların alındığını yazı-
yor. Prof.Dr. Ahmet Akgündüz, “Bilinmeyen Osmanlı” adlı eserinde
Gumilyov’u doğruluyacak bilgileri daha da ayrıntılı olarak veriyor. Ak-
gündüz’e göre, çocukları devşime alınan aileler belli vergilerden muaf
tutuluyorlardı. Ruslar, Rumlar ve Yahudiler’den devşirme alınmazken,
kendi istek ve başvuruları kabul edilen Müslüman Boşnaklar’dan dev-
şirme alınıyordu.
Osmanlı Kuzey Afrikası’nda Türk Devşirmeler ve
Genelev Vergisi
Kendi soy ve sopunun kitabını yazmış Orhan Koloğlu. Koloğ-
lu’nun soyu, Anadolu’dan devşirilerek Libya’ya götürülen Türklere
dayanıyor. “Arap Kaymakam” adlı bu kitapta, bu devşirilme işinin ay-
rıntıları şöyle anlatılıyor: “ (...) Balkanlar; Anadolu hatta Mısır için Ye-
niçerileri hristiyanlardan devşirirken, Mağrep yani Kuzey Afrika’nın
batı kısmı için yalnız Anadolu’dan ve Türklerden devşirilmiştir. İki-üç
yılda bir İzmir’de toplanan ve özel incelemeyle seçilen birkaç bin genç
Garp Ocakları’na gönderilirdi.
(...) Bu Türk kadrolar bölgedeki en üst tabakayı oluşturuyorlardı.
Tâbi oldukları kurallar da özeldi. Örneğin bir suç işlediklerinde halkın
önünde değil, kimsenin görmediği bir yerde kırbaçlanırlardı. Âdi suç-
lular gibi kafaları kesilmez, devletin en yüksek makamındakilere uygu-
landığı şekilde gözlerden uzak bir yerde iple boğulurlardı. Yaşamlarını
etkileyen en büyük kısıtlama ise evlenme yasağı idi. Gerektiğinde can-
larını feda etmekten kaçınmamaları için arkada bırakacakları eş ya da
çocuk bulunmaması gerekliydi. Ancak iyice yaşlanma ya da hizmetten
ayrılma koşuluyla evlenebiliyorlardı.
Şimdi soracaksınız, tabii..! Ülkenin her kentinde güvenliği sağla-
makla yükümlü bu gençler en doğal cinsel gereksinmelerini nasıl kar-
şılıyorlardı? Osmanlı zamanında bütün büyük kentlerde hele hele liman
kentlerinde genelevler vardı. Araplarca ‘Mezvar’ adı verilen güvenlik
amiri ( bugünkü adıyla emniyet müdürü ) buralarda çalışanların defte-
rini tutar, vergilerini toplar, genelev dışında çalışmalarını engellerdi.
(...) Yasağı bozup yerli kadınlarla evlenerek yuva ve çocuk sahibi
289

olanlar az değildi. Böylece dünyaya gelen çocuklara kuloğlu adı veri-


liyordu. Zamanla Kuloğlu’lar çok artmış ve toplumda, ocak mensupla-
rının hemen altında sayılan, ikinci tabakayı oluşturmuşlardı. Bunlar
yerlilerden daha güvenilir sayılıyor ve yolların güvenliği, vergi-topla-
ma gibi hizmetlerin karşılığında vergiden bağışıklık türü ayrıcalıklar ta-
nınıyordu. “
Orhan Koloğlu, bu uygulamayı doru, ilginç ve özgün buluyor ve di-
yor ki : “Osmanlı’yı ilkel bulan eksik bilgililer vardır. Oysa sadece bu ‘ku-
loğlu’ mekanizmasını bilseler eminim hemen görüşlerini değiştirirlerdi.”
Salyane
Farsça “yıllık” anlamına gelen bu sözcük; Osmanlılar’da Tanzimat
dönemine dek, tımar sisteminin uygulanmadığı eyaletlerin hazineye ak-
tardığı yıllık vergiye deniyordu. Bunun yanında; dirliği ya da mansıp
aylığı bulunmayan kamu görevlilerinin aldığı yıllık maaş da “Salyane”
olarak adlandırılıyordu.
Salyane, halkı müslüman olan eyaletlerde uygulanmıştır. Bu eya-
letleri şöyle sıralayabiliriz: Bağdat, Habeşistan, Mısır, Basra, Lahsa,
Yemen, Trablusgarp, Cezayir ve Tunus. Tımar sistemi ve örfi vergile-
rin merkezden uygulanmadığı bu eyaletlere atanan beylerbeyleri aynı
zamanda mültezim idiler; halktan vergi toplar; kendi ödeneklerini ayı-
rır, kamu görevlilerinin salyanelerini ödedikten sonra, kalan tutarı Ha-
zine-i Âmire’ye gönderirlerd. İstanbul’a gönderilen bu tutara “irsali-
ye” ya da “hazine” denirdi.
Salyaneli eyaletlerin hesapları, Divan-ı Hümayun’un tahvil kale-
mine bağlı Salyane Mukattaaası kaleminde tutulurdu.
Salyane sistemi 18.yüzyıldan sonra bazı uygulama aksaklıkları se-
bebiyle kaldırıldı. Bu yüzyıldan başlayarak beylerbeylerine barışta im-
dadiye-i hazeriye, savaş zamanında da imdadiye-i seferiye denen ver-
gi gelirleri bağlandı. Merkezde ise kamu görevlilerine hazineden sal-
yane ödenmesi Tanzimat’a dek sürdürüldü.
Âşık Veysel, bu vergi uygulanırken yapılan haksızlıkları dolamış
şöyle dile getirir:
“Haneye dokuz yüz düştü salyana
Şüphe yok eriştik ahir zamana
Niceler muhtaç oldu aziz nana
Elleri koynunda kaldı fukara”
fiAN VERGILER
290 / EDEBIYATLAfiA

Deli Dumrul’a Rahmet Okutan Yeniçeriler


Necip Fazıl Kısakürek’in Yeniçeri adlı eserinden bir bölümü oku-
yunca, Dede Korkut’un sevimli Deli Dumrul’unun Yeniçeriler tarafın-
dan geçildiğini öğreniyoruz:
“Yeniçeriler, bayram yerlerinde çocukları salıncağa ve ata bindirip
para kazanan esnafı kıskanıp bu işi kendileri yapmaya davranıyorlar.
Bayram yerlerini basıp bir iki sille tokat, salıncakları ve kör topal bey-
girleri zavallı sahiplerinden zorla alıyorlar. Bir de ihtar:
-Sakın İstanbul’un başka yerlerinde bu işi edeyim demeyin!
Ocaklıya mahsus bundan böyle bu iş!..
Yeniçerilere geçen bu işletme, eski halinden de çıkarılıyor, adeta
mecburi bir vergi, bac verme mekanizması haline getiriliyor. Sivillerin
elinde bu vasıta, yalnız çocuklara mahsus ve isteyenin bineceği, isteye-
nin karşıdan seyredeceği bir eğlence şekliyken, askerin eline geçince,
mecburi hatta vezirlere kadar iştiraki şart bir ödeme vasıtası oluyor.
(...) Kimin haddine düşmüşse binmeden geçsin! Parasını verdikten
sonra binip binmeme hürdür. Fakat mutlaka parasını verecek ve ödedi-
ği para, haline ve şanına denk düşecektir. Ödemeye zorlananlar arasın-
da binlerce altına kadar kusturulanlar vardı.”
Bir Teminat, Kefalet Ve Asayiş Vergisi: Nezir
Nezir sözcüğü, dinsel terminolojide “adak” anlamına geliyor.Ver-
gisel anlamı, bu dinsel anlamından oldukça farklı. Bir tür, teminat ve
kefalet vergisi. Aşağıdaki belge bu dediklerimizi yeterince kanıtlıyor:
Bu belge bundan 180 yıl önce kaleme alınmıştır. 15 Sefer 1241 (Eylül
1825) tarihini taşımaktadır. Bu dönem tarihten de anlaşılacağı gibi ll.
Mahmut Dönemi’ne isabet etmektedir. Yazı, Mucur Naibi’ne (kadı ve-
kili, hakim) hüküm olarak gönderilmiştir. Belgede özetle şu bilgiler
bulunmaktadır: “ Hacı Bektaş-ı Velî Dergâhı Post-nişîni Seyyid Şeyh
Mehmed Hamdullah Efendi’nin babası Şeyh Feyzullah’ı haksız yere
öldürmeğe cüret eden katillerin Mucur köyüne gelirlerse hemen yaka-
lanıp bağlanarak valiye teslim edilmesi, Mucur köyü ahalisi mahkeme-
ye çağrılarak, bu katiller köye geldiğinde hemen yakalayacaklarına,
şeyh Hamdullah Efendi’ye suikast yapmaya kalkan olursa onu da ya-
kalayıp bağlayarak mutasarrıfa teslim edeceklerine söz vermeleri, aksi
halde devlet tarafına 10 000 kuruş, Yeniçeri Ocağına da 5 000 kuruş
nezir vereceklerine dair mahkeme hüccetiyle birbirine kefil olmalarının
291

sağlanması anlatılmakta ve sonuç olarak: “Sen ki, naipsin, bu yüce em-


rim sana ulaştığında yukarıda sözü edilen buyruklarımı yerine getirme-
ye gayret göster, sakın ihmalcilik yapma”denilmektedir..” Prof.Dr. Çe-
tin Yetkin’in yazdıkları da aynı koşutlukta:”İkinci olarak, aşiret men-
supları arasında eşkıyalığa meyli olanlar da önce kendi aşiretine zarar
vermekteydi. Bu hallerde merkezî hükümet boy beyini eşkıyalığa me-
yilli olanlara kefil yapıyor, aşireti de olayların yenilenmesi halinde bel-
li bir miktar nezr ödemeye mecbur bırakıyordu.”
Nezre dair 1749 yılında ferman yazılmak üzere yüksek makama
sunulan bir yazıda şu ifadeler yer alıyor (Kaynak: Cevdet Turkay) : “
Âciz kulunuzun arzı budur ki, Yörükler taifesinden Şıhlı, Tartar ve Sen-
dilli Cemaatları, önceleri İçel Sancağında iskân olunduklarında, Köse-
ler, Hamzalı ve Salaklar Cemaatı 5000 kuruş ve Selindi’ye (Gazipaşa
İlçesi) tâbi Bafralar Cemaatı 25000 kuruş ve Sendil öteki adı Şeyhli ve
Kasabalı Cemaatı 15000 ve Gülnar’a tâbi Hacı Bahattinli öteki adı
Şeyhli ve Kasabalı Cemaatı 30.000 kuruş nezir etmeleriyle, şer’î hüc-
cetleri gelip başmuhasebeye koydolunduktan sonra adı geçen Şeyhli,
Sendil Ve Bafralı Cemaatleri ahalileri iskânları olan yerde kendi halle-
rinde durmayıp bahar günlerinde geçilmesi zor dağ tepelerine, yaylağa
çıkıp ve bahar mevsimi geçtiğinde, dağlardan inip İçel, Alaiye ve Teke
Sancaklarına ve dolaylarına dağılıp müslümanların ırz ve mallarına ta-
arruz ve ektiklerini yemek, hayvanlarını ve eşyalarını yağma ve yolla-
rını kesme gibi çeşitli fesat ve eşkiyalığa cesaret ettikleri bildirilmekle,
1173 (1713) yılında Kıbrıs Adası’na iskânları için şerefli emir verildiği
Başmuhasebeden çıkarılmıştır.
(...) Gereğine göre Divan-ı Hümayun’dan başka şerefli emirler
yazılması bâbında, ferman devletli ve mutlu sultanım hazretlerinindir.”
Safevilerin “nezir” adı altında tahsil ettikleri vergi, biraz daha
farklı görünüyor. Tarihi kaynaklar, Osmanlı Yönetimi’nden memnun
olmayan Anadolu Türkmenleri’nin “Nezir” denilen vergilerini Şah İs-
mail’e ödemeye başladıklarını söylüyor.
Evlad-ı Şüheda Vergisi
Osmanlı Devleti’nin I.Dünya Savaşı’na girmesi üzerine, bu sava-
şın getirdiği açlık ve sefâletin etkisini azaltmak gereği ortaya çıkmıştır.
İşgâle uğrayan yerlerde yetim ve öksüz kalan çocukların himayesi için
öncelikle, II. Meşrutiyet döneminde kapatılan böylesi hayır kurumları-
fiAN VERGILER
292 / EDEBIYATLAfiA

nın yeniden faaliyete geçmesi sağlanmıştır. Özellikle, Doğu illerinden


getirilen kız ve erkek çocukları barındırmak, okutup yazdırmak, meslek
edindirmek düşüncesiyle acil çalışmalar başlamıştır. Savaş yüzünden
Osmanlı ülkesini terk eden İngiliz, Fransız, Rus ve İtalyanların bırak-
tıkları okul ve müesseselere el konularak Dâr-ül-eytâmlar tesis edil-
miştir. İttihat ve Terâkki Partisi İstanbul idarecileri “Dâr-ül-eytâmlar
Genel Müdürlüğü”nü kurmuşlardır. Ancak, savaş beklenenden uzun
sürmekteydi; kaynak sıkıntısına düşülmüştü; bu olgu, Dâr-ül-eytâmla-
rın idaresine devletçe el konulmasına yol açmıştır. Dönemin Maarif
Nâzırı Ahmed Şükrü Bey’in Mebusan Meclisi’nde verdiği bilgilere gö-
re; hükümet Dar-ü´l-eytâmların kuruluşundan sonra şehit çocuklarına
daha iyi eğitim vermek için yeni bir kaynak arayışına girmiş ve bunun
için “Evlâd-ı Şüheda Vergisi” adıyla bir vergi ihdas edilmiştir.
İane-i Askeriye
Tanzimattan sonra cizye yerine Hristiyan tebeadan alınan vergi.
Bu vergi sonradan “bedel-i askerî” adını almış ve 1908 Temmuz inkı-
lâbına kadar devam etmiştir. Gayri müslim tebaanın erkek nüfusundan
askerlik hizmeti karşılığı olarak alınmaktaydı.
Peşkeş de Bir Tür Vergi
Peşkeş, Farsça “pişkeş” sözcüğünden geliyor... Osmanlıca-Türk-
çe sözlükte Pişkeş’in karşısında şunlar yazılı: Başkasının malını birine
bağışlamak. Verilmemesi lazım olan şeyi başkasına vermek. Karşılık-
sız vermek.(Bir şeyde mehâsin ve şeref hâsıl oldukça, havassa peşkeş
ederler; seyyiât olsa, avâma taksim ederler! )
Profesör Ahmet Mumcu, Melih Âşık’a Peşkeş konusunda şu bil-
gileri aktarıyor: “Peşkeş; Osmanlı kamu hukukunda üst düzeyde bir
devlet memuruna verilen “yasal hediye” dir, rüşvet değildir... Sözgeli-
mi.. bir büyük vezir, bir adamın işini hallettiğinde buna karşılık “piş-
keş” alır.. Bu yasaldır ve belli hadleri vardır. Bunun üstü rüşvete girer...
- Peşkeş neden yasallaşmış?..
- Osmanlı devletinde yeniçeriler dışında hiç bir memur maaş al-
mazdı... Devlet onlara bir tımar, yani bir toprak parçası verirdi. Yaşadı-
ğı sürece onun gelirinden yararlanırdı. Ama toprağın ekilip biçilmesi,
ürünün satılması süreci içinde sürekli bir para akışı sağlamıyordu. İşte
bu sürekliliğin olmayışı nedeniyle pişkeş yasallık kazandı...”
Yani bir tür vergi peşkeş
293

Osmanlı’nın Vergi Mükellefi George Washington


Amerikan Kongresi, Cezayirli Hasan Paşa ile imzalanan “haraç
anlaşması”nı 1796 yılının 7 Mart’ında onayladığında, Osmanlı Devle-
ti’nin de resmen vergi mükellefi olmuştu!
Cezayir, Trablusgarb ve Tunus... Osmanlı’nın “Garp Ocakları” adı
ile andığı bu topraklar, Anadolu’dan, özellikle de Ege bölgesinin yeni-
çeri ve leventlerini bir mıknatıs gibi kendine çekiyordu. Osmanlı İmpa-
ratorluğu’na geniş bir özerklik statüsü olarak bağlanan bu eyaletlerde
idari güç, bölgenin en sözü geçen kişisi olan ve “Dayı” unvanını taşı-
yan “yeniçeri kökenli” yöneticilerin elindeydi.
Buralarda yapılan korsanlık faaliyeti, çok daha kazançlı ve az risk-
liydi. Yerli halk kendi halinde yaşar, ama askerler ve leventler, geçim-
lerini Akdeniz’de korsanlıkla sağlarlardı. Korsanların İstanbul ile tica-
ret ve Türk denizlerinde dolaşma anlaşması yapmış olan memleketle-
rin bayrağını taşıyan gemilere saldırması yasak, ama diğer gemileri
yağmalanması serbestti.
O günlerde Fransız Devrimi’nin rüzgârları Avrupa’yı sarsarken,
bir başka fırtına, Napolyon Bonapart, Avrupa krallıklarını birbiri ardına
işgal ediyordu. İspanya, Savoia, Piemonte, Avusturya, Prusya ve Po-
lonya bir anda Fransız işgaline uğramıştı. Kısacası, Trablusgarb, Ceza-
yir ve Tunus korsanlarının karşısında duracak bir donanma kalmamış-
tı... 18. yüzyılda Akdeniz’in tek hâkimi, hâlâ Türk ve Arap korsanlar-
dı!
“Maksat ayağınız alışsın!”
Bu dönemde pek çok Avrupa devleti, Osmanlı İmparatorluğu’nun
himayesi altındaki “Dayı”lar ile haraç anlaşmaları yapmışlardı.
1786’da “Cezayir Dayısı” ile bir anlaşmaya varılamazken, Amerikalı-
ların “Barbar Devletler” olarak andığı devletlerden Fas, 40.000 altına
razı oldu. İki ay sonra Faslı korsanlar bir Amerikan gemisini yaktıkla-
rında, anlaşmayı hatırlatmak için gelen Amerikan elçisine Fas beyi,
“Gönderilen haracın bittiğini, Amerikalıların lideri George Washing-
ton’un gönderilen paraya takviye yapmasını” söyledi... Korsanlar,
1789’da ABD’nin ilk başkanı olacak George Washington’u daha baş-
kan olmasını bile beklemeden haraca bağlamışlardı!
Maksat, Amerikalılarının “ayağının alışması”ydı... “Memalik-i Os-
man”ın toprakları sayılan Cezayir, Tunus ve Trablusgarb eyaletlerinin
fiAN VERGILER
294 / EDEBIYATLAfiA

de devreye girmesiyle, Amerika’ya kesilen haracın meblağı da artma-


ya başladı. 1795 yılında gelindiğinde, sadece Cezayirli Hasan Paşa’nın
George Washington’a kestiği “nakit cinsinden” haraç, 642.500 Ameri-
kan dolarını bulmuştu! “Ödeme”, Cezayir dayısının 115 denizcisine,
uluslararası sularda yapılıyordu.
Vergi mükellefi: George Washington
Osmanlı İmparatorluğu ile Amerika Birleşik Devletleri arasındaki
ilk vergilendirme anlaşması, Amerikan elçisi Joseph Donaldson ile Ce-
zayirli Hasan Paşa arasında, 5 Eylül 1795 günü imzalandı.
Metin Türkçe olarak kaleme alınmıştı ve daha önce Fas ile imza-
lanan ve Arapça olarak kaleme alınan 1786’daki anlaşmadan sonra,
Amerikan tarihinin İngilizce olmayan ikinci metniydi. Anlaşmaya gö-
re Amerika, Cezayir’de bulunan esirlerin bırakılması için “Dayı”ya
642.500 dolar “haraç” ödeyecek ve her yıl 12.000 Cezayir altınına denk
gelen 21.600 doları vergi olarak verecekti. Amerikan Kongresi, anlaş-
mayı 1796’nın 7 Mart’ında onaylayınca, metin yürürlüğe girdi. Kongre,
böylelikle Osmanlı Devleti’nin resmen vergi mükellefi oluyordu!
Amerika, 1796’nın 4 Kasım’ında Trablusgarb’ın, 1797’nin 28
Ağustos’unda da Tunus’un dayıları ile anlaşmalar imzaladı. Trablus-
garb ile varılan anlaşma uyarınca Amerikan tarafı Trablusgarb beyi Yu-
suf Paşa ile “divan”ına Amerikalı esirlerin iade edilmeleri karşılığında
40.000 İspanyol doları ödüyor, Trablusgarb’ın ileri gelenlerine altın ve
gümüş saatler, elmas yüzükler ve pahalı kumaşlardan yapılmış kaftan-
lar vermeyi taahhüt ediyordu.
Yine Türkçe olan bu anlaşmanın ilginç taraflarından biri, besme-
leyle başlayan metnin hemen girişinde “Bu belge dünyanın hâkimi, de-
nizlerin ve karaların hükümdarı, kralların efendisi, sultanlar sultanı, im-
paratorlar imparatoru, Sultan Mustafa Han’ın oğlu Sultan Selim Han’ın
dikkati nazarları altında imzalanmıştır. Allah, O’nun hükmünü daimi
kılsın” şeklindeki ifadelerin yer almasıydı ve bu ifadeler, metni Türk ta-
rafının dikte ettirdiğini göstermekteydi.
Bu anlaşmada dikkat çeken bir diğer husus, anlaşmanın 11. mad-
desinde “Hiçbir şekilde köklerini Hıristiyanlık dininden almayan,
Amerika Birleşik Devletleri” gibi bir ibarenin kullanılmasıdır! Ertesi
yıl anlaşma biraz daha genişletildi. Önceki haraç miktarına ek olarak,
36 toplu Crescent firkateyni Cezayir Dayısı’na “hediye” edildi. 1797
295

yılının haraç listesinde ise, bir başka firkateyni, Handullah’ı görüyoruz.


Amerika Birleşik Devletleri çaresizlikten, kendilerini haraca bağlayan
Türk ve Arap korsanlara “donanma” düzmekteydi!
Trablusgarb Beyi’nin hizmetindeki Türk korsanların hayal gücü
daha da genişti. 1798 yılı için Amerikalıların vereceği 115.000 dolar
haracın dışında, bir küçük madde daha kondu anlaşmaya: Trablusgarb
ufuklarında görünen Amerikan gemilerini selamlamak için gemi başı-
na bir fıçı barut!
Amerikalılar çaresizdi. Dönem, Amerika Birleşik Devletleri’nin
kurulduğu yıllardır ve yeni yeni kurulan bu ülke Kuzey Afrika’nın Türk
ve Arap korsanları ile baş etmek bir yana, kendi sahillerini bile koru-
yamamaktadır. İnternet üzerinden de kolaylıkla erişebilecek Ulusal
Kongre Kütüphanesi kayıtlarına göre, Amerika Birleşik Devletleri2nin
1800 yılı bütçesinde 2.000.000 dolar “haraç ödemeleri”ne gitmişti. Bir
başka deyişle, o günkü ABD bütçesinin yüzde 20’si!
“Sen benim kölemsin”
Mayıs 1800’de, George Washington’ın ünlü amirali Bainbridge,
yeni Cezayir dayısı Mustafa Bey’e her zamanki haracını ödedi. Tam ay-
rılacakken, Cezayir dayısı, bir elçisini padişahın İstanbul’daki sarayına
götürmesini istedi. Bainbrigde bu isteği kibarca reddetmeye çalışsa da
ve Cezayir dayısı buna emretti: “Sen bana haraç ödediğinde kölem ol-
dun demektir. Bu yüzden sana canımın istediği gibi emretmeye hakkım
var!”
Kalenin silahları Bainbridge’in firkateynine nişan almıştı. Bu yüz-
den Brainbridge boyun eğdi ve Amerikan bayrağını pruvada, Cezayir
bayrağını ise kıçta dalgalandırma şartıyla talebi kabul etti. Bainbridge
Cezayir dayısının elçisini İstanbul’a götürdüğünde, ilk defa ABD bay-
rağını Osmanlı Devleti’ne gösterme fırsatını da buluyordu. Osmanlı pa-
dişahı III. Selim ve maiyeti şaşırdılar. Amerika Birleşik Devletleri di-
ye bir devlet olduğundan haberleri bile yoktu. Saraylılar Kristof Ko-
lomb hakkında sadece belli belirsiz dedikodular duymuşlardı.
Bainbrigde, Amerika’nın büyük denizin ötesindeki bir ülke oldu-
ğunu ve Kristof Kolomb tarafından keşfedildiğini söyledi. Bainbridge
ve Osmanlı Kaptan-ı Deryası sıkı dost oldular. Hatta padişah, Bainbrid-
ge’in küstah Cezayir dayısı tarafından rahatsız edilmemesi için bir de
ferman verdi!
fiAN VERGILER
296 / EDEBIYATLAfiA

Bainbridge, dönüş yolunda Amerikan Donanma Sekreteri’ne şöy-


le yazdı: “Umarım bir daha haraç ödemek için Cezayir’e yollanmam;
en azından beni toplarımızın namlusuna koyup ateşleyerek, haracı tes-
lim etme görevini vermediğiniz sürece!”
Jefferson’dan “culüs bahşişi” isteyen paşa
George Washington’nun ardından John Adams, o günlerde yeni
bir devlet olan Amerika Birleşik Devletleri’nin ikinci başkanı olur. Ye-
ni başkanın “gelenek görenek” konusunda pek bilgili olmadığına kana-
at getiren Trablusgarb beyi Yusuf Paşa, 1799 yılında dostunu uyarma-
yı uygun bulur. Yusuf Paşa, “Ölen yüksek makam sahibi adına o maka-
ma gelen yeni başkanın Trablus Krallığı’na bir hediye sunması” gerek-
tiğini, Adams’a bir ferman yazarak, lisan-ı münasip ile anlattı. Tüm
bunlara ek olarak, “hediye” miktarının 10.000 dolar olduğunu belirt-
meyi de ihmal etmedi.
10.000 dolarından haber alamayan ve sabırsızlığı üst seviyeye ula-
şan Yusuf Paşa, aradığı fırsata 1801 yılında kavuştu. Adams yerini Tho-
mas Jefferson’a bırakmıştı. Garb Ocakları’nın yönetiminde yer alan
tüm yöneticiler gibi “yeniçeri kökenli” olan Yusuf Paşa, yeni başkan
Jefferson’dan 225.000 dolarlık “cülus bahşişi”ni talep etti. Jefferson
kızgınlıkla bu talebi reddetti.
“Gelin elimi öpün!”
Trablusgarb beyi Yusuf Paşa da kızgındı. Paşa, derhal Amerikan
temsilcilerinin huzuruna çıkmaları ve hatalarını kabul ederek el öp-
melerini emretti! 225.000 dolarlık cülus bahşişinin yanı sıra, Yusuf
Paşa’nın seçeceği türden 25.000 dolarlık malın “hediyesi”ni uygun
buldu! İlk mesajın yeterince ciddiye alınmaması Yusuf Paşa’yı bu
defa daha “ikna edici” davranmaya itti. Mesaj netti: Ya “hediye” ya
da savaş!
Savaş çıktı. Trablusgarb dayısı Yusuf Paşa, Amerikan tarihine
“First Barbary War” adıyla geçecek olan savaşı, 10 Mayıs 1801 tarihin-
de başlattı.
Trablusgarb paşasının ABD’ye savaş ilan etmesi üzerine Jeffer-
son, Amerikan donanmasını Akdeniz’e gönderdi. Tunus ve Cezayir sa-
vaştan hemen çekilirken, Trablusgarb ve Fas, aralıklarla 1815’e dek
sürecek olan zorlu bir mücadeleye giriştiler. 1803 Ekim’inde Trablus-
garb dayısı, Amerikan donanmasının en iyi firkateynlerinden biri olan
297

Philadelphia’yı ele geçirerek, gemi kaptanı amiral William Bainbridge


ve tüm mürettebatını esir aldı.
Philadelphia’nın kaptırılması, Amerikalıların küçük düşmesine ne-
den oldu. Bunun üzerine, 16 Şubat 1804 tarihinde Amerikan donanma-
sı tarafından alınan ilginç ve radikal bir uygulanmaya kondu. Enterpri-
se’ın kaptanı olan genç teğmen Stephen Decatur, Trablusgarb limanına
girerek, bir zamanlar Amerikan donanmasının en iyi gemilerinden biri
olan Philadelphia’yi ateşe verdi ve ülkesine bir kahraman olarak dön-
dü!
Umida Salih ve Ali Işıngör’ün birlikte hazırladıkları yukarıdak ya-
zı, Focus dergisinin Ağustos 2004 sayısında yer aldı. Dergideki yazı,
önemli oranda kısaltılarak buraya alınmıştır.

Osmanlı’nın Musul Vilayetinde Vergiler Yığınla...


Kerkük ve Dakuk nahiyeleri kanunnamelerinde geçen ve sancağın
diğer defterlerinde açıklamaları yapılan vergilerin aşağıda izahatları ve-
rilmiştir. Bu iki nahiyede yukarıda bahsedildiği gibi vergi uygulamala-
rı bazı kalemlerde farklı olabilmektedir. Bunlara aşağıda işaret edilmiş-
tir.
Hane şumar: Dakuk nahiyesinde Dakuk merkez ve Batmanlu kö-
yünde her haneden 8’er akçe, Tuz-hurmatı köyünde hane şumar her 5
haneden 24 akçe diğer köylerinden ise 5’er akçe alınırdı. Kerkük nahi-
yesinde her haneden 5 akçe alınmaktaydı. 1028 numaralı defterde Da-
kuk nahiyesinde hane şumar diye her bir haneden 8 akçe ve deh-yek
(onda bir), Kerkük nahiyesinde hane şumar diye her haneden 5’er ak-
çe alınır ve deh-yek diye buçuk akçe alınırdı. Zengene taifesinden evli
olanlardan 15’er akçe hane şumar alınırdı.
İspençe: Sancakta bulunan kefere (gayrimüslim) ve Yahudiden
25’er akçe olarak alınmaktaydı.
Sertagar:Dakuk nahiyesinde buğday, arpa ve darıdan ser-tagar di-
ye divaniyyeden başka her 5 tagardan 4 akçe, pamuk ve susamdan di-
vaniyyeden başka 5 tagardan 8 akçe alınır. Dakuk nahiyesi, Matık kö-
yünde ser-tagar her 5 tagardan buğday ve arpadan 6 akçe, pamuk ve
susamdan her tagardan 2 akçe; Tuz-hurmatı köyünde ser-tagar buğday,
arpa ve darıdan her 5 tagardan 6 akçe, pamuk ve küncidden (susam)
her 10 tagardan 18 akçe, Kerkük nahiyesinde ser-tagar diye vacib-i di-
fiAN VERGILER
298 / EDEBIYATLAfiA

vandan her bir tagar buğdaydan 5 akçe ve 1 tagar arpadan 2,5 akçe alı-
nır ve her tagar pamuk ve susamdan ve başkasından –ki vacib-i divan-
dır– 10 akçe alınırdı.
Tamga: Taşradan gelen metadan ve gayriden yirmiden bir alınır.
Kerkük Kanunnamesi’nde yer almamıştır. Her iki nahiyede de aynı uy-
gulama geçerli olmalıdır.
Mevaşi/bukur: Her iki nahiyede bu tarihte resm-i mevaşi diye her
bir inekten 5 ve her düğeden 2,5 akçe alınırdı. Dişi eşekten 2,5 akçe alı-
nır, öküzden ve tosundan vergi alınmazdı. Dakuk nahiyesi, Batmanlu kö-
yünde her dişi eşekten 2,5 akçe, Tuzhurmatı köyünde mevaşi olarak her
5 inekten 24 akçe, koşulmayan erkek sığırın her 5’inden 12 akçe, her 5
dişi eşekten 12 akçe alınırdı. İlk tahrir yani 1028 numaralı defterde ise
Dakuk nahiyesinde her bir inekten mevaşi diye 8 akçe, Kerkük nahiye-
sinde her inekten 5 akçe ve her merkebden 2,5 akçe alındığı yazılıdır.
Merai: Dakuk nahiyesinde her 2 koyundan 1 akçe, Dakuk nahiye-
si, Batmanlu köyünde her koyundan ve keçiden buçuk akçe ve Tuz-
hurmatı köyünde her bir dişi koyun ve keçiden yarım akçe, Kerkük na-
hiyesinde dişi koyundan bir akçe alınırdı. Zengene taifesinden her 100
koyundan 3 koyun alınırdı. Her koyun 40 akçe hesap edilerek resim alı-
nırdı. Bundan sonra asıl koyun üzerine kuzu dahi sayılıp koyuna ilhak
olunup her 100 koyun ve kuzudan “çoban-beyi” diye 25 akçe alınırdı.
1028 numaralı defterde Dakuk nahiyesinde her bir dişi koyundan me-
rai diye 1 akçe ve 1,5 mankur alınmaktaydı.
Asiyab: Dakuk nahiyesinde değirmenlerden 20 akçe, Tuz-hurma-
tı köyünde her değirmenden yılda 20 akçe, Kerkük nahiyesinde 40 ak-
çe alınırdı. Bölgede normal un değirmenlerinin yanında muhtemelen
bölgede yetişen susamdan tahin yapmak için kullanılan tennure değir-
menleri bulunmaktadır. Tennure, “tandır” demektir. Tahin yapmak için
önce susam bir müddet suda
bekletilir, fırında kavrulduktan sonra değirmen taşında döğülüp ta-
hin elde edilmektedir. Bu defterde “asiyab-ı tennureden”kastedilen bu
türden değirmenler olmalıdır.
Bağ: Dakuk nahiyesinde öşr yani onda bir, Kerkük nahiyesinde
sekizde bir alınırdı.
Meyve ve Hurma: 1028 numaralı defterde Dakuk nahiyesinde
meyve ve hurmadan öşr alınırdı. Kerkük nahiyesinde meyve ve hurma-
299

dan öşr alınır ve öşürden dahi öşr alınırdı. Bağdat vilayetinde 305.253
adet hurma ağacı vardır. Bağdat merkezde ve canib-i garbîde 7.232
hurma ağacı vardır. Hille merkezde 21. 653 hurma ağacı vardır. Eski-
den beri Bağdat, Hille ve canib-i garbîdeki hurmalardan resm alınmaz
imiş. Bu hususda Pir Budak Hasan Padişah zamanında yazılmış lanet-
nâme vardır.
Mahsul: Galle olarak da adlandırılan bu vergi zahireden alınırdı,
Kerkük nahiyesinde kışlık ve yazlık mahsulattan arpa, buğday, pamuk
kozası, susam (simsim) ve gayriden yediden bir alınır. Dakuk nahiyesi
kanunamesinde bu husus yer almamıştır. Dakuk nahiyesi Batmanlu kö-
yünde şitevîden (kışlık) ve sayfîden (yazlık) altıdan bir, Tuz-hurmatı
köyünde kışlık mahsulden altıdan bir divanlık alınır ve alınan divanlığın
öşrü dahi alınırdı. 1028 numaralı defterde Kerkük nahiyesinde galleden
yediden bir alınır ve onda bir alınırdı. Ağca ve kızılca darı, ades (merci-
mek), böğrülce ve seğerek (keten tohumu) de yukarıda zikredildiği şe-
kilde olmalıdır.
Piyaz: Soğanın her levhinden (uzunu 8 arşın eni 4 arşın) 1 akçe alı-
nırdı. Kerkük nahiyesinde Kerkük merkez, Tercil, Tis’în ve Leyla’dan
ekilse de ekilmese de her yerleşim biriminden 60 akçe, diğer köyler-
den 40’ar akçe bu adla vergi alınırdı. Sir (sarımsak) da soğan gibi olma-
lıdır. Çünkü İftihar köyü hasılında piyaz ve sirden alınan vergi beraber
yazılmıştır.
Muhaddarat: Yeşillik demektir. Sebzeden mahsul-i muhaddarat
adı altında Dakuk nahiyesinde beş buçukdan bir alınırdı. Turp, şalgam
vesaireden 5 akçeden yarım akçe alınmaktaydı. Kerkük nahiyesi ka-
nunnamesinde yer almamıştır.
Cüllah: Dakuk nahiyesinde her cüllah cumesinden (çul tezgâhı)
resm-i cume (tezgâh) diye her cumeden 6 akçe, Dakuk nahiyesi, Bat-
manlu ve Tuz-hurmatı köyünde cüllah cumesinden 5 akçe, Kerkük na-
hiyesinde her cumeden 5 akçe alınırdı. 1028 numaralı deftere göre Ker-
kük nahiyesinde her cüllah tezgâhından 5’er akçe alınmaktaydı.
Derzi: Kerkük nahiyesinde her neferden resm-i hayyat olarak 5
akçe alınmaktadır. Dakuk nahiyesinde böyle bir vergi çeşidi bulunma-
makta ve kanunnamesinde de yer almamaktadır.
Daruga: Dakuk nahiyesi kanunnamesinde yer almamıştır. Kerkük
nahiyesinde Kerkük merkez, Tercil ve Tis’în köylerinden 3’er tagar
fiAN VERGILER
300 / EDEBIYATLAfiA

buğday, 6’şar tagar arpa ve nakit 40 akçe alınırdı. Diğer köylerden 2 ta-
gar buğday, 4 tagar arpa ve 40 akçe nakit alınırdı. “...ve her köyden da-
ruga ve yemi olanlar yemlerin ve yemeklerin reâyâdan aldıkdan sonra
biçini eyyâmlarında her gün alik (yem) ve zekkar diye her biri ikişer
vezne mikdar galle alurlar ve bundan gayri sadr olanlar ve mübâşir
olanlar dahi bu vechile alurlar. Bu cümle her gün dört kile mikdâr olur.
Mâl-ı mîrîye noksân olur.”
Sad-çehar: Kerkük nahiyesinde bağlardan gayri bütün hububatdan
–ki vacib-i divandır– sad-çehar (% 4) diye her 100 tagardan 4 tagar alı-
nagelmiştir. Dakuk nahiyesi kanunnamesinde yer almamıştır. Dakuk
nahiyesi, Tuz-hurmatı köyünde çehar-mâhe (dört aylık) ve sad-çehar
kaldırılıp yerine asıl hasıldan sad-yek (% 1) alınmaktadır.
Malikâne: Kerkük livasında bulunan savk malikânelerinin sipa-
hiye timara verilmeyip hassa-i hümayun kaydolunduğu Dakuk ve
Kerkük kanunnamelerinde yazılıdır. “Bazı karyeler kadîmden Akko-
yunlu ve Karakoyunlu taifesinin mülkü imiş. Toprak hakkı diyü
mahsûlden bazı yerlerde yigirmiden bir ve bazı yerlerde otuzdan bir
alınırmuş. Sonra mezkûrlar firâr idüb Kızılbaş savk eyleyüb şimdiye
kadar mîrî içün zabt iderlermiş” ifadesinden bu uygulamanın menşei
öğrenilmiş oluyor. Bazı malikânelerin bütün geliri hass-ı hümayuna
kaydolunmuştur. Bazısının geliri müşterek bazısının geliri ise tama-
men özel şahıslar tarafından tasarruf edilmekteydi. Malikâne mülk
olan yerlerden arz (toprak) ve mâ (su) hakları karşılığında alınmak-
taydı. Bağdat eyaletinde bazı bölgelerde mülk sahipleri su arklarını
kazarlarsa malikâne gelirinin hem yer hem de su haklarını yani tama-
mını almaktaydılar. Bölgenin ilk fetih yıllarında Kerkük bölüğünden
bağlardan ve senevî mahsulden yirmiden bir, Dakuk bölüğünde se-
nevî mahsulden yüzden üç malikâne alınmaktaydı. Yayınlanan def-
terde Kerkük nahiyesinde yirmi beşden bir ve yirmiden bir alınmak-
tadır. Dakuk nahiyesinde otuzdan bir, kırktan bir ve yüzden üç alın-
maktadır.
Otlak resmi: Kerkük sancağına dışarıdan gelen Ulus koyunundan
300 koyun yani bir sürüden otlak resmi olarak 1 koyun alınırdı. Bu ver-
gi yerli reayadan alınmazdı. Sancak genelinde verginin toplam tutarı
6.000 akçe idi. Bağdat eyaletinin bazı yerlerinde bu vergi küdüvv ola-
rak da adlandırılmaktadır.
301

Çoban beyi: Bu vergi sadece Zengene taifesinden alınmaktadır.


“Her yüz koyundan üç koyun alınır ve her bir koyun kırkar akçe hesa-
bı üzere resm alınır. Ba’dehû asl koyun üzerine kuzu dahi aded olunup
her yüz koyundan ve kuzudan çoban-beyi diye yirmi beş akçe alınır.”
Çoban-beyinin diğer adı resm-i ağıldır.
Behayim: Koyun kuzusu, erkek ve dişisine denir. Bunlardan alı-
nan vergidir.
Öşr-i neft: Ham petrolden alınan vergidir. Dakuk nahiyesi Tuz-
hurmatı köyünden “nakdiyye-i karaca neft” adı altında 2.000 akçelik
bir gelir kaydedilmiştir. Neft-ab-ı Barik köyünden çıkartılan ve Lik ce-
maati tarafından kullanılan ve satılan neftten (petrol) zeamet ve timar
sahibi sipahiler Miladî 14 Haziran 1748 (Hicrî 17 Cemaziye’l-ahir
1161) senesinde öşr taleb etmişlerdir. Köy ahalisinin buna itiraz etme-
si üzerine, şimdiye kadar vergi alınmayan neftten öşr alınması için sâ-
dır olan ferman gereğince tahrir esnasında deftere yazılmayan öşrün
tevkii kalemiyle köy hasılının altına yazılması buyurulmuştur. Bu ver-
gi, tahrir yapıldığı zamandan yaklaşık 90 sene sonra köye “öşr-i neft”
olarak yazılmıştır.
Tuz: Dakuk nahiyesi Tuz-hurmatı köyündeki memlehadan mah-
sul-i milh (tuz): 4.000, ser-tak-ı memleha (tuzla): 327 [329], malikâne-
i memleha: 329 akçe ve Kerkük nahiyesinde Hamra dağı yakınlarında-
ki Nehr-i Halife memlehasından 5.999 akçe olmak üzere toplam
10.657 akçe vergi alınmakta idi.
Karih/Kiraha: Suyun sevki ve dağıtımıyla ilgilenen görevli için
Dakuk nahiyesinde her yerleşim biriminden her sene 100’er akçe alı-
nırdı. Bu kalemin toplam hasılı 660 akçedir.
Mahsul-i şatt: Akarsu kenarı demek olan şatt, nehir kenarlarının su
baskınları sonucu ekilip dikilmesinden sonra ortaya çıkan mahsulden
alındığı anlaşılmaktadır. Dakuk nehrinin ve Altunköprü’de bulunan ne-
hir kenarlarından elde edilen darı ve lubiyac (böğrülce) mahsulünden
68.470 akçelik bir vergi geliri elde edilmekteydi.
Hayyak: Dokumacı demektir. Bu verginin dokumacıların tez-
gahları için kazdıkları çukur başına alındığı anlaşılmaktadır. Her cu-
me (çukur) için dokumacılardan 6 akçe alınmaktadır. Bu vergi Mar-
din ve Sincar sancakları kanunnamelerinde “cüllah çukuru ve kuyu-
su” olarak geçmektedir. Bid’at veya hilaf-ı kanundur diye bu iki san-
fiAN VERGILER
302 / EDEBIYATLAfiA

cakta bu vergi kaldırılmıştır. Bunların dışında hayyat (terzi) ve kefş-


duzlardan (ayakkabı dikicisi) da vergi alınmaktadır. Ayrıca “Mahsûl-
i ubûr-ı şatt” adı altında nehir geçişlerinden alınan 2.160 akçelik ver-
gi kaydedilmiştir.
İstanbul’a Hiç Vergi Yok
Günümüzde, vergi tahakkuk ve tahsilinde hep birinci sırada gelir,
iller arasında İstanbul. Hilmi Yücelen “Türk Mali Tarihine Toplu Bir
Bakış” adlı eserinde, Osmanlı devrinde dersaadet’te (İstanbul) oturan-
ların vergi ödemediğini belirtiyor ve bu bağlamda Namık kemal’in 18
kasım 1872 tarihli yazısından alıntılar yapıyor. Biz de bu alıntıları özet-
leyerek aktarlaım:
“Acaba İstanbul’dan niçin vergi ve asker alınmaz? (...) Devlet mü-
savat-ı umumiyeyi ilan etmiş iken nasıl olur ki, umum memalik (bütün
ülke) halkı vergi ile mükellef olsun da, yalnız bir şehrin ahalisi muaf
tutulsun. Umum memleketin delikanlıları hıfzı vatan uğrunda asker ol-
sun, çanta taşısın, soldat sallasın da, yalnız şehrin çocuklarında –birkaç
beldeden başka- mülazimden (teğmen) aşağı asker bulunmasın. (...)
Meşakkatle senede birkaç kile buğday hasıl edebilen bir rençber (çift-
çi), birkaç nam ile devlete vergiler versin de, İstanbul’da küşe-i rahata
kurularak günde binlerce altun devreden bankerlerin hazineye hazine-
ye bir para ianesi olmasın? Dünyada hiçbir imtiyaz yoktur ki ahlak if-
sad etmesin. İstanbul’da taşralara nisbet, yokluğunu gördüğümüz bo-
zulmanın asıl sebebi her türlü tekaliften (vergiden) masuniyettir.”
Sokollu’nun Maliye Ve Vergi Politikası, Kambur Üstüne
Kambur Ve Şaraba Bile Mecbur
Yugoslav Yazar Radovan Samarcic, “Sokollu Mehmet Paşa” adlı
belgesel romanında, Sokollu’nun aldığı mali önlemler ve vergi uygula-
malarına da yer veriyor. “Selim’in cülûsu sırasında bahşişler nedeniy-
le boşalan devlet kasasını doldurmak, ama aynı zamanda kendi çıkarını
gözetmek için, Paşa, ek bir vergilendirmeye başvurmuştu: Tüm tımar
sahipleri, bir kere vergilerini ödedikten sonra, yeni bir yetki belgesi al-
mak zorundaydılar. Dahası, her gün başkente gelen çok sayıda sipahi,
gerekli meblağa ek olarak; padişaha, sadrazama, defterdarlara, zabıt
katiplerine ve başka memurlara, çok sayıda armağanlar getiriyorlardı.
Sadrazam, devletin maliyesini düzeltmek için, İslam yasalarına aykırı-
lığına rağmen, İstanbul’a şarap getirilip satılmasına izin vermişti. Bu ti-
303

caretin getireceği vergi gelirinin hazineye yılda seksen bin altın kazan-
dıracağını hesap etmişti. Ayrıca, imparatorluk hazinesini düze çıkarmak
için, her vergi mükellefinin vergisini iki akçe artırmaya kararvermişti
ve bunun yılda iki yüz bin altın anlamına geleceğine güveniyordu. Pa-
şa’nın aldığı mali önlemlerden ve açgözlülüğünden bıkıp usanan Türk-
ler kadar hristiyan ve yahudiler de sonunda ondan nefret etmeye ve
ona alaycı lâkaplar takmaya başladılar.”
Belgratlı hristiyan ve yahudiler de da nefret ediyorlarmış Sokol-
lu’dan, çünkü, slav kökenli bu Sadrazam, büyük bir kervansaray ve
başka binalar yaptırabilmek için, bu şehirdeki üç kilise ve bir sinago-
gu yıktırmış. Yıkımın gerekçe ise, bu ibadethanelerin salınan yüksek
emlak vergilerini ödeyememeleri.
Şarap vergisi, daah sonra kaldırılıyor, ancak, II.Viyana Kuşatma-
sı’ndan sonra uğradığımız bozgundan sonra şarap ve müskirat vergisi
yeniden konuyor, tütünden de gümrük alınması kararlaştırılıyor. (Kay-
nak: Necip Fazıl Kısakürek/Yeniçeri)
Şarap Vergisi Ref Ola!
Nejat Göyünç, “XVI. Yüzyılda Mardin Sancağı” adlı eserinde
şunları yazmakta: “1518 ile 1526 tarihleri arasında şehirde bir meyha-
ne kurulduğu ve köylülerin şehre getirdikleri şarapları doğrudan doğ-
ruya buraya getirerek küplerini subaşıya mühürlettikleri, subaşının da
onlardan “mühür akçası” adı altında iki akça vergi aldığı ve bu usulün
bi’dat olması sebebiyle iki akçanın ref olunduğu 932 tarihli kanunna-
meden anlaşılmaktadır.”
Bosna Kanunnamesi’nde Vergi
1516 tarihli “Kânûnnâme-i Vilâyet-i Bosna”da vergiye dair önem-
li bilgiler bulunmaktadır:
“Ve ol diyârın âmilleri yedi ve sekiz akçelik yağ satılsa, iki akçe
veya bir buçuk akçe bâc alurlarmış. İmdi her nesne kim bâzâra gelüp
satılur, araba ile gelenden ve yükle gelenden bâc alınur. Ve şol nesne
ki, kıymeti kırk akçe ola, satıla, andan dahi bir akçe bâc alınur. Ve illâ
beş akçe ve on akçelik nesneden bâc alınmaya ve bid‘at ihdâs olunma-
ya.
Ve ba‘zı yerlerde polaçine deyü hâneden hâneye dört akçe alınur-
muş, alınmaya. Kânûn-ı kadîm, hâneden hâneye iki akçe alınur; birin
sancak beyi ve birin timar eri alur. Bundan ziyâde nesne alınmaya.
fiAN VERGILER
304 / EDEBIYATLAfiA

Ve otluk öşrü deyü ba‘zı yerlerde hâneden hâneye beşer akçe alı-
nur. Defterde hâsıl bağlanmış olan yerlerden alına. Şol yerde kim otluk
timara hâsıl bağlanmış değildir, nesne almayalar. Kimseye zulm ü hayf
olunmaya.”
Bu kararnamede ayrıca “hakk-ı siyaset” adı altında bir vergi alın-
mayacağı da belirtiliyor:
“Ve sancak beylerinin âdemîleri ve subaşıları ve işlerin mukâ-
ta‘aya dutan âmilleri kânûn üzre cürümlerin aldıklarından sonra, voy-
vodalar dahi hakk-ı siyâset deyü nesnelerin almayalar.” (Kay-
nak:www.devletarsivleri.gov.tr)
Bedesten’de Hazine Ve Vergi Memurları Bulunurdu
Bedesten, kumaş satılan büyük kapalı çarşılar demek. Prof.Dr. Ha-
lil İnalcık, Osmanlı’daki bedesten hakkında en sağlam ve doğru bilgi-
leri Cabî adlı bir vergi memurunun tuttuğu sicillerden öğrenmiş. Be-
desten’de vergi ve hazine memurlarının bulunması da Osmanlı’da ver-
gi ve hazine ne denli önem verildiğini göstermektedir.
“Bedesten’de ticaret hayatı ve Bedesten tacirleri hakkında ayrıntı-
lı bilginin alınabileceği bir başka kaynak da Cabî’ye Has Sicil’dir. Ca-
bî, Bedesten’in vergi memurudur. İşte Ca-bî’nin 1520 yılı Sicil’ine gö-
re Müslümanlar o günkü 168 dükkânın 123’ünü işgal etmektedirler.
Dükkânlardan 34’ünü gayrimüslimler ellerinde bulundurmaktadırlar, 5
köşe (işporta) tezgâhı ve bir sandık (daimi dükkân yeri) de boştur. İş-
porta mahallerinden ikisini Beytüfmalciler (sahipsiz, varissiz, aranma-
yan emvali Hazine’ye irat kaydedenler) işgal etmektedirler. Bir dük-
kân Beytülmal Emini’nin (Hazine Memuru) yazı-hanesidir, böyle bir
yazıhane de Kazasker Kassâm’ına ayrılmıştır (vergi memuru). Üçüncü
bir dükkânda da Ayasofya Vakfı’nın gelir fazlalığı muhafaza edilmek-
tedir.”
Voynuk Muafiyeti
Voynuk, Osmanlı Devleti’nde seferde ordu’nun, sarayın, vezirle-
rin ve diğer devlet adamlarının at ihtiyaçlarını karşılayan, barışta ise at-
larının bakımını yapıp çayır hizmetleri veren askeri sınıfa deniyordu.
Voynuklara, yaptıkları hizmetler karşılığında “baştina” denilen küçük
topraklar verilirdi. Tamamı hristiyan olan bu voynuklar, müslüman çe-
ribaşılara bağlıydılar. Bunlar her türlü cizye, ispenç, avârız ve rüsum-
dan muaftılar.
305

Mahmi Ol ki, Vergiden Muaf Olasın


Kapitülasyonlar ayrıcalıklar tanıyordu yabancı uyruklulara. Os-
manlı, kemal vaktinde, önemsemiyordu bu ayrıcalıkları. Ne var ki, gün
oldu, başa belâ oldu hepsi. Batılı büyük devletler, öylesine işi ileri gö-
türdüler ki, uyduruk bir gerekçe bularak, Osmanlı Ülkesi’nde yaşayan
hristiyan azınlıkları da bu ayrıcalıklardan yararlandırdılar.
Kapitülasyon hukukunda “Mahmilik” olarak adlandırılan bu uy-
gulamaya göre, yabancı elçilik ve konsolosluklarda çalışan Osmanlı
uyruğundaki hristiyan azınlıklar, elçiliğinde çalıştıkları ülkenin yurttaş-
larının sahip olduğu ayrıcalıklara aynen sahip olabiliyorlardı. Yani ver-
gi vermiyorlardı. 1838 yılında İngilizlerle yapılan ticaret anlaşmasın-
dan sonra, mahmilik statüsüne sahip olanlarda büyük artışlar olmuştu.
Gelire Endeksli Bir Vergi Sistemi Kurulmasının Öyküsü
Hüseyin Perviz Pur, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türkiye’nin Borç
Prangası adlı eserinde, Osmanlı’nın Batı’daki ekonomik ve finansal ge-
lişimlere uygun ve koşut bir vergi düzeni kuramamasının sebep ve so-
nuçlarını şöyle anlatıyor:
“Sosyal düzende en önemli sistem dirliktir. Bu sistem devletin
ekonomik, askeri düzenine daimi bir kaynak yatarmıştır. Harcamalara
en büyük katkıyı dirlikten alınan tarım üretim vergisi (aşar) ile hayvan-
lardan alınan (ağnam) sağlamıştır. Sadece müslümanlara açık bir sistem
hristiyanlara ticari alanı serbest bırakmış onların batılılarla her türlü
ilişki kurmalarını, temaslarda iletişim sağlamalarını- ki bu temaslar 19.
yüzyılda Osmanlı alyehine çalışmalara dönecektir.
Azınlıklar ticaret yapma serbestliğini çok iyi değerlendirdiler, zen-
gin bir sosyal sınıf yarattılar.
(...) Aşar ve ağnam götürü bir vergi modeli değildi. Verginin kay-
nağı üretilen tarım ve hayvan ürünleri idi. Kaynak arttıkça düz oranlı
vergi de artıyordu. Kaynak teorisine uygun bir model idi. Azınlıklara
götürü ve sabit bir vergi uygulamasındaki devamlılık seksen beş çeşit
vergi türü tahsil eden bir devletin vergi politikası ile örtüşmemektedir.
Bu yöntemle azınlıkların elde ettiği gelirler; altına, kıymetli taş ve
gümüş olarak yurt dışında nakde dönüştürülmeye, dış ülkelerdeki iş
ortaklıklarına katılmaya, uluslararası ilişkiler kurmaya başladılar. Dev-
letin bu ilişkilerden haberdar olacak olanakları yoktu. Bu konuların
çok dışında idiler. Bu kazançlar döviz olarak tekrar Osmanlıya yüksek
fiAN VERGILER
306 / EDEBIYATLAfiA

faizle geri dönerek gelirlerin gelirleri oluşuyor, varlıklar üst üste katla-
nıyordu.
Sarraflıktan bankerliğe geçiş başladı. Galata bankerlerinin serma-
yeleri uluslar arası idi. İlişkileri globalleşmişti.
Bu kazançların vergilenememesinin sebebi, gelire endeksli bir
vergi sisteminin kurulamamış olmasıdır.
Tarım ve hayvancılık sektöründe üretimin onda birini alan Osman-
lı maliyesi, azınlıklara beher nüfus başına alınan sabit cizye vergisinde
mükelleflerin göze batmayan ‘yükte hafif, pahada ağır’ sektörlerde
varlık yaratan yöntemleri o günkü koşullarda bulabilecekleri düşünü-
lemedi. Düşünülemedi de onların batılılarla yoğun ilişkilerini de bu
yükten kurtulmanın yöntemini sorarak bulacaklarını göremediler mi?
Görmüşlerdir. Ama yetkililer sus payı alarak görememişlerdir. Sarraf-
lık bir sırlar mesleğidir.”
Aynı kitapta, III. Selim’in kalıcı bir ekonomik yapı oluşturmak
amacıyla tetkikler yapmak üzere Ebubekir Ratip Efendi’yi fevkalâde
elçi olarak Viyana’ya gönderdiği de yazılı. Ebubekir Ratip Efendi, yur-
da dönüşünde bir rapor sunuyor Sultan’a ve diyor ki bu raporun bir ye-
rinde: “Avrupa’da toprak gelirlerinden ayrı birçok vergi var, esnaf, tüc-
car ve halk güçleri oranında bu vergiyi ödemekle yükümlüler.” Belli ki
bu raporun gereği yapılamamış, o da Nizam-ı Cedit gibi akamete uğra-
mış.
III.Selim’in yapamadığı bu uygulamayı, yeğeni II.Mahmut yapı-
yor. Arazi ve emlakla birlikte, ticari ve sınai faaliyetler de vergi kapsa-
mına alınıyor. Mart ayı mali yılbaşı olarak kabul ediliyor. Vergilerin ta-
hakkuk ve tahsili, yasal dayanaklara kavuşturuluyor. Vergiler yılda iki
taksit olarak alınmaya başlanıyor. Maliye Bakanlığı kurularak Darpha-
ne, Hazine ve Defterdarlık bu bakanlığa bağlanıyor.
Temettü Vergisi
1856 ikinci ıslahat fermanından sonra vergilerimizin yeni baştan
düzenlenmesi ile özellikle vergi idaresinde de yeniden yapılanma baş-
latılmıştı. I.Abdulmecid tarafından 1859 tarihinde Mülkiye Mektebi
kurulmuş, devşirme bürokratların yerine, Türk çocuklarına geniş bir
kapı açılmıştı.
Düyun-u Umumiye görüşmeleri yapılırken 1897 tarihinde II. Ab-
dulhamid denetimszilikten şikayet eden batılılara karşı ‘Maliye Bakan-
307

lığı Teftiş Kurulu’nu kurmuştu. Bu kurum o günden beri halen ayakta


kalan tek Osmanlı emaneti bir kurumdur.
1883 tarihinde kurulan Yüksek Ticaret ve Ekonomi Okulu mezun-
ları ile maliye ve özel sektör hareketlenmeye, yeni vergilerin konulma-
sı talepleri çoğalmaya başladı. Özellikle yabancı kurumlar bilanço esa-
sında tuttukları defterlere dayanarak gerçek gelirleri üzerinden beyan-
name ile vergi vermek istiyorlardı.
Patente veya Temettü vergileri istek ile gelen vergilerdendi. Çün-
kü 1856 yılında I.Abdulmecid toprak reformunu yaptıktan sonra ‘Dir-
lik’ sistemi kaldırılmıştı. Daha doğru tanımla devletin “miriye” denilen
devlete ait tarla, otlak, yaylak ve kışlak olarak çeşitli adlar ve işlevler-
le tapu ile kullanımına tahsis edilen araziler tımar ve zeamet sahipleri-
nin yerini alan şahıslara devredilmişti. Arazi kanunnamesi onlar tapu
ile kullanma hakkı veriyordu. Aşar vergisinde herhangi bir değişiklik
yoktu. Ödenmeye devam edilecekti. Ancak bu kere mükellef toprağın
işleticisi olarak devamlılık elde etmiş, bu hak tapuya kaydedilmişti.
Şüphesiz bu sadece bir kullanım hakkı idi, toprağın gerçek sahibi eski-
den olduğu gibi devletti. Devlete ait işletmeler özelleştirildi diyebili-
riz. Gerçekten de üretim ve aşar vergisinde artış sağlanmıştı.
Bu mali reform kapsamında patente usulü temettü vergisi büyük
şehirlerde uygulamaya geçirildi ve “miriye”de üretilen ürünlerin top-
tan yurt içi ve dışı satımlarda temettü vergisi alınıyordu.
Temettü Vergisi’nde müslüman gayrimüslim ayırımı yoktu. Eşit dü-
zeyde vergi veriyorlardı. Tanzimat reformu düzenlemelerine uyuyordu.
Fakat 1897 yılına kadar aşar, ağnam, emlak ve diğer vergilerle az da ol-
sa bazen karıştı, düzeltmeler yapıldı. 1897 yılından sonra düzgün işleme-
ye başladı. Bu reformlara rağmen aşar vergisinin bütçeye katkısı açısın-
dan yerini diğer vergiler alamıyordu. Konumuz olan temettü vergisi 1914
yılında yeniden değişikliğe uğramış ve Cumhuriyet’e devredildikten son-
ra 1926 yılında “Kazanç Vergisi” ne yerini bırakmıştır. (Kaynak: Hüseyin
Perviz Pur/Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türkiye’nin Borç Prangası)
“Arnavudum” De, Kurtul Vergiden
Mareşal Fevzi Çakmak, hatıratında, Rumeli’de bulunan Köprülü
ve İştip şehirlerinde yaşayan Türkler’in vergiden muaf olabilmek için
“Arnavutuz” dediklerini yazıyor. Rumeli’de bu yolla bir çok Türk’ün
arnavutlaştığı, evlad-ı fatihan tarafından anlatılıyor.
fiAN VERGILER
308 / EDEBIYATLAfiA

Sakız Adası’nda Sakız Muafiyeti


Osmanlı arşiv belgelerine göre, Sakız Adası’nda, Osmanlı hazni-
esine gelir getiren ürünlerin başında sakız geliyordu. Bu adada, sakız
için özel bir malî birim oluşturulmuştur. “Mastaki mukataası” denen
bu birim 21 köyden oluşuyordu ve bu köylerin halkı sakız üretimi ile
yükümlü kılınmışlardı. Devlete sakız verdikleri için bazı vergilerden ya
muaftılar ya da daha az vergi ödemekteydiler. Bu üreticiler, 303 sandık
sakızı İzmir gümrük eminine teslim edip sakız ağaçlarının bakımını da
yaptıktan sonra yürürlükte olan ve yürürlüğe girecek olan tüm vergile-
ri ödemezlerdi. Bu muafiyet, bağ, bahçe gibi kendi ihtiyaçları için
ekim yaptıkları yerleri de kapsıyordu. Sakız’ın sakız üreticilerinin bu
yasal durum ve konumları, devletçe, sürekli hale getirilmiş, zaman za-
man çıkan kimi vergisel sorunlar (sayımlar sırasında arazilerine ve üze-
rinde yetiştirdiklerine vergi salınması ve alınması gibi) bu üreticilerin
lehine olarak çözüme bağlanmıştı.
Evlekse Muaftır
Evlek, bir alan ölçüsü birimi. Dönümün dörtte birine tekabül edi-
yor ve farklı bölgelere göre 225 ila 250 metrekare arasında değişiyor
alanı.
Tarla ve bahçe tarımında toprak, evleklere ayrılır, ekim de evlek
hesabına göre yapılırdı. (Bazı bölgelerimizde bugün de bu uygulama
devam ediyor). Evlek hesabı, toprağı işlemekte ve atılan tohumla alınan
ürünün hesabında kolaylık sağlıyordu.
Osmanlı toprak hukukunda en küçük toprak birimi, dönüm oldu-
ğundan, evlek ölçeğindeki küçük tarım alanları vergiden muaftı.
Kars’ın Vergi Ayrıcalığı
1855 Osmanlı-Rus Savaşı’nda Karslılar’ın gösterdiği kahramanlık
ve yararlıktan dolayı, Osmanlı Yönetimi Karslılar’ı üç yıl süreyle vergi ve
askerlikten muaf tutmuştu. Erkan Karagöz, “Kars Ve Çevresinde Aydın-
lanma Hareketleri” adlı yapıtında, İlhanlılar’ın da Kars’tan vergi almadık-
larını yazıyor. Karagöz’ün verdiği bilgiler bu kadarla kalmıyor, 93 Harbi
olarak bilinen 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan sonra, Ruslara harp
tazminatı olarak verilen Kars’tan, Ruslar, hiç vergi almamışlar.
Erzurum’da Vergi Alana Lanet
Gazeteci - yazar Sayıl Narmanlıoğlu, “Kar’a İz Bırakanlar/ Yük-
sek İrtifadakiler” adlı kitabında, 1670 yılında, ağır vergiler içinde ezi-
309

len Erzurum halkının bu sıkıntısının, devrin padişahı IV.Mehmet’e anla-


tıldığını, padişahın duruma üzülerek bir ferman yayımladığını yazıyor.
Erzurum Lala Paşa Camii’nin son cemaat yerinde hala asılı bulu-
nan bu fermanda Padişah “Tiz, Erz-i Rum’dan Vergi Alınmaya!..” di-
yor.
Padişah, bu fermanda, haksız olarak alınan vergileri “bi’dat” ola-
rak niteliyor ve uzun uzadıya sıralıyor kaldırılan vergileri. Fermanın bir
bölümü şöyle:
“Yaratılanlara şefkat olmak için cihanın kendisine itaat ettiği Pa-
dişah’ın (benim) hükmüm şöyledir:
Erzurum Eyaleti’ndeki bi’datlardan;
- Bulgur ve buğday teklifi; din ve kanuna aykırı olarak gereğinden
fazla alınan akça, öşür akça,
- Ve hisseyi ödeyip ve çiftçilik yapmayan Kürtlerden perakende
olarak alınan odun teklifi, kışlık vergisi, otlak teklifi,muaf akçası,
- Atları kışlaya verme teklifi, yıllık arpa ve develeri besleme teklifi,
- Paşa’ya bağlılara; köyleri kışla olarak verme teklifi, konak akça-
sı koyunsuzlardan koyun adedi, yıllık saman, yağ ve post teklifi,
(...) Kaldırdım. Bundan sonra adı geçen vilayete vali olanlardan
diğer hakimlerden her kim bu yazılanlardan birini alır ise Allah ve Re-
sulünün laneti üzerine olsun.”
Ankara’nın Çekirge Zararına Âşâr Çözümü
Bilal N. Şimşir, “Ankara Ankara... Bir Başkent’in Doğumu” adlı
eserinde, 1881 yılı yazında Ankara Vilayeti’nin korkunç bir çekirge sal-
dırısına uğradığını yazıyor. Çekirge sürüleri, karabulut gibi Ankara san-
cağını istila etmişler. Şimşir, bu çekirgelerin verdiği verdiği zararı gi-
dermek için bulunan çözümün, vergiyle olan ilgisini şöyle anlatıyor:
“Ankara’nın ileri gelenleriden bir komisyon kuruldu. Kıtlığın ve
açlığın önüne geçmek için çareler düşünüldü. İngiliz Konsolosu Gathe-
ral de kendi görüşlerini komisyona sundu. Komsiyon karraına göre,
Ankara Sancağı’na yaklaşık 10 bin ton tahıl gönderilecekti. Kişi başı-
na 20 kilo buğday, 50 kilo kadar arpa dağıtılacaktı. Ankara’ya Sivas Vi-
layeti’nden, İzmit, Kırşehir, Yozgat sancaklarından ve hükümet stokla-
rından yardım yetiştirilmesi öngörülüyordu. Sivas, Kırşehir, Yozgat ve
İzmit yöreleri âşâr vergisinin önemli bir bölümü, Ankara’ya gönderi-
lecekti. Bu, İstanbul Hükümeti için büyük fedakârlık demekti. Çünkü,
fiAN VERGILER
310 / EDEBIYATLAfiA

para sıkıntısı içindeki maliye, âşâr vergisini karşılık göstererek Galata


bankerlerinden ödünç alıyordu. Şimdi açlığın önüne geçmek için, âşâr
vergisinin bir bölümünü Ankara’ya göndermek gerekiyordu.”
Osmanlı’da Kahve ve Kahvehane Vergileri
Sennur Sezer ve Adnan Özyalçıner’in birlikte hazırladıkları “Bir
Zamanların İstanbul’u” adlı kitapta, İstanbul’daki kahve kahvehane ge-
leneği ile çeşitli dönemlerde bu bağlamda yapılan uygulamalara da yer
veriliyor. Kahve ve kahvehane, vergi kaynağı da olmuş:
“Kanunî Sultan Süleyman döneminden beri kahveden vergi alınırdı.
Vergi oranı, okka başına, müslümanlar için 8, müslüman olmayanlar için
10 akçeydi. 1697’de okka başına 5 paralık bir zam daha yapıldı.
III:Murat (1574-1595) ve I.Ahmet (1603-1617) dönemlerinde
kahvehanelere kısa süren yasaklar getirildi. Yasaklara uyulmadığından
yeniden açılmaya başlandı. Günde bir iki altın vergi alındığından sadra-
zamlar kahvelerin açılmasını teşvik bile ettiler.”
Nâima mı Doğru Söylüyor, Belgeler mi?
Osmanlı Tarihçisi Nâima, 17 yüzyılda Beğdili Türkmenleri’nin
Halep’ten Diyarbakır’a kadar uzanan bölgenin en güzel yaylaklarına
sahip oldukları halde, vergilerini vermekten kaçındıklarını hattâ diren-
diklerini yazmış.
Nâima’nın yazdıkları -hangi sebebtendir bilinmez- doğru değil. 16
yüzyılda konar göçer toplulukların belirlenmesi için düzenlenen vergi
defterlerinde Beğdili oymakları yazılı. Ayrıca, Akkoyunlu Devleti’nin
kuruluşuna katılan Türkmen topluluklarının kalıntıları olan Bozulus
Türkmenleri arasında yaşayan Beğdililer’den Kanun Sultan Süleyman
döneminde 200 hane, Sultan II.Selim döneminde ise 615 hane vergi
mükellefi vardı.
Mısır ve Sisam Beyliği, Osmanlı’ya Vergi
Veren İmtiyazlı Yerlermiş
II.Meşrutiyetin ilan edildiği 1908 yılında, İstanbul Vefa Lisesi’nde
okutulan coğrafya kitabında Osmanlı Vilayetleri şöyle sayılmakta:
“Osmanlı toprakları 30 vilayete bölünmüştür:
7’si Avrupa’dadır: İstanbul, Edirne, Selanik, Manastır, Yanya, İş-
kodra, Kosova.
9’u Küçük Asya’da: Bursa, Ege Adaları, Aydın, Konya, Adana, Si-
vas, Ankara, Kastamonu, Trabzon.
311

5’i Doğu’da: Erzurum, Van, Bitlis, Diyarbakır, Elaziz.


3’ü Irak’ta: Musul, Bağdat, Basra.
3’ü Suriye’de: Suriyye,Halep,Beyrut.
2’si Arabistan’da: Hicaz, Yemen.
1’i Afrika’da : Trablusgarp. “
Bu vilayetlerin dışında 9 tane de özerk mutasarrıflık bulunuyor-
muş.Bunların adları da şöyle: İzmit, Bolu, Karasi, Samsun, Cebeli
Lübnan, Kudüs, Dir-i Zor ve Bingazi.
Sisam Beyliği ve Mısır ise, o yıllarda Osmanlı’nın elinden çıkmış
olmasına karşın, Osmanlı’ya vergi veren “imtiyazlı” ve özel statülü
yerlerdenmiş.
Osmanlı, 2.969.600 kilometrekare toprağa sahipmiş o yıllarda, bu
topraklarda 24 milyon kişi yaşıyormuş.
Mısır’la Birlikte Kıbrıs Vergisi de Fethedilmiş
Yılmaz Öztuna’nın, “Yavuz Sultan Selim adlı eserinden bir alıntı:
“Kıbrıs, Venedik’in elien geçmişti. Kıbrıs Krallığı, Memlûklara tâbî idi.
Venedik de, adayı ele geçirdikten sonra, krallık devrinde Kahire’ye
ödenen yıllık vergiyi tediyede devam etmiştir. Yavuz, Mısır’ı fethedin-
ce, mesele çıkarmak istemeyen Venedik, Kahire’ye elçi gönderdi ve
8000 duka tutarındaki Kıbrıs vergisinin bundan böyle İstanbul’a ödene-
ceğini bildirdi.”
Bulgaristan Gitti, Vergi kaldı Yadigâr
13 Haziran 1878 yılında imzalanan Berlin Antlaşmasıyla Bulgaris-
tan kesin olarak elimizden çıkıyor, ancak vergileri bizim olmaya de-
vam ediyordu. Berlin Antlaşmasının 1.maddesiyle, Bulgaristan, Os-
manlı İmparatorluğuna vergi bağı ile bağlı bir prenslik haline geliyor ve
prensliğin Hıristiyan hükümeti ve milis kuvveti bulunuyordu
Vergisi Mekke ve Medine’ye, Kendisi de
Değerli tarihiçilerimizden rahmetli Prof. Faruk Sümer diyor ki:
“Anadolu’da Türk’ün kaderi hep aynıdır. Vergisi Mekke-Medine’ye gi-
der. Kendisi de, çok defa geri gelmemek üzere, imparatorluğun uzak
eyaletlerine savaşa gönderilirdi.”
Havran Dürzîlerini Yalnızca Vergi Birleştirirmiş
İttihat Terakki’nin üç paşasından biriydi. Birinci Dünya Savaşı
yıllarında Bahriye Nazırı ve IV. Ordu Komutanı ünvanlarını taşıdı; Mı-
sır’a “Kanal Seferi” yaptı, Suriye Cephesi ondan soruldu. Evet, Cemal
fiAN VERGILER
312 / EDEBIYATLAfiA

Paşa’dan söz ediyoruz. Bu Cemal Paşa’nın yanında bulunan ve sonra-


ki yıllarda anılarını “Zeytindağı” adlı kitapta toplayan ünlü yazarımız
Falih Rıfkı Atay, bölgede bulunan arap şeyh ve kabilelerinin ilkellik,
açgözlülük ve dönekliklerini son derece çarpıcı bir biçimde anlatır. Bu
anılarda vergisel olaylar da var:
“Dördüncü Ordu Suriye’de iken Havran Dürzîleri bize hiç isyan
etmediler. Niçin bilir misiniz? Bütün kabile kabile parçalanmıştı. Şeyh-
ler kendi öz kardeşleriyle dahi dost değildiler. Havran Şeyhelerini yal-
nız bir menfaat birleştirebilir: Vergi, hele ağnam vergisi! Tahsildar
Havran’a gittiği zaman bütün Dürzîler birliktirler, tahsildar döndüğü
vakit, yine bin parçadırlar.
Biz harp devam ettiği kadar hiçbir vergi almadık; bilakis Havran’ı
altın ve nişana boğduk.”
İran’dan Alınan İpek Vergileri
Sultan I.Ahmet (1590-1617) döneminde, 1612 yılında yapılan Na-
suh Paşa antlaşmasıyla dokuz yıl süren Osmanlı İran Savaşı sona erdi.
Yapılan antlaşmayla, İran Osmanlı Devletine iki yüz deve yükü ipek
vermeyi kabul etti. 1615 yılına kadar süren barış dönemi Şah Abbas’ın
antlaşmayı bozması üzerine sona erdi. Yapılan savaşlarda Osmanlılar
çok kayıp verdi. Sultan İkinci Osman (Genç Osman) döneminde, Na-
suhpaşa antlaşması temel alınarak yapılan Serav antlaşması ile barış
tekrar sağlanacaktır (26 Eylül 1618). Bu antlaşmanın1. maddesi, İran’-
dan alınan ipek vergisini 100 yük kumaşa indiriyordu.
Sıvış Yılından Kâbus Yılına
“Sıvış Yılı”, Osmanlılar’ın kullandığı iki türlü takvimin 33 yılda bir
yaptığı azizlikten doğuyordu. Osmanlılar; güneş ve ay yılına göre dü-
zenlenmiş iki takvimden ilkine göre devletin gelirlerini toplamakta,
ikincisi yani ay yılına göre giderlerini yapmakta, daha da önemlisi ye-
niçerilere ulûfe dağıtmaktaydılar. Bu iki takvim arasında 11 gün fark
vardı ve bu fark 33 yılda
tam bir sene ediyordu. Daha açık bir ifadeyle, 33 Hicri gider yılı,
32 Rumi gelir yılına karşılık gelmekte, bu da her 33 senede bir gelir se-
nesinin olmaması gibi bir garabete yol açmaktaydı.
Devlet, her 33 senede 1 yıl, gelirlerini toplayamadığı halde gider-
lerini yapmak zorunda kaldığı bu yıla “Sıvış Yılı” diyordu. Bu yıllar Os-
manlılar için bir bunalım, hatta kabus yılları oluyordu. İki takvimli sis-
313

temden de vazgeçemiyorlardı, çeşitli toplum kesimleri karşı çıkıyordu


bu girişime.
Büyük olaylar yaşamış bu Sıvış Yılları’nda Osmanlı. II.Murat tahtı bı-
rakmış, II.Beyazıt tahttan feragat etmiş, Genç Osman alçakça katledilmiş,
Deli İbrahim öldürülmüş, II.Viyana kuşatması yapılmış, Tanzimat Ferma-
nı ilan edilmiş. (Yararlanılan kaynak:Ahmet Debbağoğlu/ İslam İktisadı )
Kıbrıs’ı 92.800 lira Vergi Karşılığında Kiraya Vermiştik
1878’de (93 Türk-Rus Savaşı) Rus Harbi yenilgisi sonrası, 4 hazi-
ran 1878’de Sadrazam Saffet Paşa ile İngilizler arasında imzalanan
antlaşma ile Kıbrıs üs olarak kullanılmak üzere, Anadolu’yu Ruslara
karşı korumada yardım etmek kaydıyla ve yılda 92.800 Liralık vergi
ödenme karşılığında İngilizlere kiraya verilmişti. Kıbrıs’ta bu dönemde
Türk, Gayrı Müslim ve İngiliz’den kurulu Meclisi idare vardı. 5 Türk-
çe konuşan, 3 Rumca konuşan ve 3 İngiliz (biri yüksek komiser) res-
mi görevliden oluşurdu. Kıbrıs bu Meclis-i İdare ile yönetilirdi. İngi-
lizler, Osmanlı İmparatorluğu’nun Birinci Dünya Savaşı’na katılmasını
bahane ederek 4 Kasım 1914’de Kıbrıs’ı ilhak edip İngiliz İmparatorlu-
ğu’na katmışlar ve bu katılış 1923 Lozan anlaşmasıyla Türkiye Cum-
huriyeti tarafından da onaylanmıştır.
İki Müsrif İsmail, Mısır’a Sultan Olursa
Mehmet Arif Bey, “Başımıza Gelenler” adlı anı kitabında, Mısır
Hidivi İsmail Paşa’nın Maliye Bakanı yaptığı İsmail Sıddık Paşa’nın
hesapsızlık ve müsrifliğini, kişiliksizlik ve ilkesizliğini, zorbalığa da-
yalı vergi uygulamalarını ve ibret verici sonunu da anlatıyor.
“İsmail Paşa, Avrupa Devlet ve bankerlerinden aldığı borçların ge-
rek alım ve gerekse sarfı esnasında cereyan edecek muamelelerdeki
gizliliği muhafaza edebilecek, suyuna ve huyuna uygun bir maliye ba-
kanına muhtaç idi. Bir çok mısırlılar denendi. Nihayet Mısır’ın yerlisin-
den ve maliye müfettişlerinden İsmail Sıddık Paşa namında emel ve
âmâline uygun birisini buldu.
(...) Hidiv İsmail Paşa’nın boyadığını, maliye bakanı İsmail Sıddık
Paşa şapa batırırmış. Böylece iki ayrı parçadan bir bütün, iki İsma-
il’den bir iş doğar imiş. (...) Kıssadan hisse diye Maliye Bakanı İsma-
il Sıddık Paşa’nın hususi hayatından bazı parçalar nakledelim ki, belki
efendisi olan Hidiv İsmail Paşa’nın israf ve sefahatını bir nebze olsun
takdire medar ve ölçü olur.
fiAN VERGILER
314 / EDEBIYATLAfiA

İsmail Sıddık Paşa, birkaç yerde alaturka ve alafranga tarz ve üs-


lubunda yazlık ve kışlık saraylar yaptırmıştı. Aradan yıllar geçmiş ol-
masına rağmen bugün bile tezyin ve tefrişinde ne kadar külfet ve mas-
raflara girilmiş olduğunu gördüğümüz zaman hayretten akıl ipinin ucu-
nu kaçırıyoruz.
(...) İsmail Sıddık Paşa’nın harem dairesinde beş yüzden aşağı ca-
riye mevcut değilmiş. Sanki Kafkasya’da yetişen güzellerin toplantı
yeri, yahut sergi ve meşheri. Öylesine iştah açıcı bir topluluk ki, çoğu
talimli, terbiyeli, musiki bilir, rakseder hasbalardan olduğu gibi, Pa-
şa’nın dairesinde Arapça, Türkçe, Frenkçe musiki ustaları ve danslar
öğreten kadın eğitmenler varmış. Ayrıca her takımın kandisine has mü-
kellef elbiseleri ve mücevherleri... insanı büyülermiş.
Veliyyünimeti olan Hidiv Hazretleri arada bir sıkıldıkça İsmail Pa-
şa’nın doğruca harem dairesine giderek def-i gam eder, kendi haremli-
ğinde göremediği güzelleri orda görür buluşurmuş.
(...) Hidiv Hazretleri, sâdık kölesi olan İsmail Sıddık Paşa’ya, İs-
tanbul’daki Kapukethüdası Ermeni Abraham Paşa vasıtasıyla Devleti
Aliyye’den vezirlik rütbesi dahi tevcih ettirerek onu resmi bir şekilde
akranlarının da fevkinde bir şerefle taltif etmiş imiş.
(...) O vakitlerde zorlaya zorlaya yılda on beş milyona çıkartılan
Mısır Hükümeti gelirleri, daha senenin ortasındayken suyunu çeker,
Avrupa devlet ve bankerlerinden alınan borç paralar dahi delikli deşik-
li yollardan tekrar Avrupa’ya döner ve sızarmış. Yıllardır devam eden
bu kötü idare ve israf neticesi biriken borçların sâdece yıllık faizi ola-
rak Mısır’a ve Mısırlı’ya yüklediği yük ise sekiz milyon lirayı bulur
imiş.”
Mehmet Arif Bey, İsmail Sıddık Paşa’nın; lüks sefahat ve israftan
doğan açıkları kapatmak için, önce pamuk tüccarlarını cebine el atıp bir
miktar vergi topladığını yazıyor. Ne var ki, açık kapanacak gibi değil-
dir. Sürekli çözümler aranır ve dört yıllık öşürünü birden ödeyenlerin,
ileriki yıllarda öşürü yüzde bir değil, yarım olarak ödeyecekleri açıkla-
nır. Ancak halk bu müsrif Hidiv’e ve onun maliye bakanına güvenme-
mektedir. Kimse ödemez dört yıllık öşürü. İsmail Paşa, zora başvurup
dört senelik öşürleri peşin alır. On altı milyon lira toplanır. İki senelik
borcun birikmiş faizi ödenir. Huylu huyunu teneşirde bırakırmış, Hidiv
ve Bakanına bu iki yıllık soluk alma fırsatı da yetmez, iki yıl sonra ay-
315

nı sıkıntılar katlanarak önlerine gelir. Artık Mısır Maliyesi tehlikede,


Avrupalı alacaklılar kapıdadırlar. Hidiv, bu kez de elindeki arazi ve em-
laki rehin verip bir miktar daha borç sağlarsa da, bu çözüm de kalıcı ol-
maz. İsmail Sıddık Paşa’nın maliyesi, ertesi yıl çöker. Tam bir iflas...
İngiliz ve Fransız iki maliye müfettişi gelip herşeye el koyarak Hidiv’i
ve Bakan’ı sıkıştırmaya başlarlar. Hesaplar ve vesikalar incelenir, Hi-
div Bakan’ı, Bakan Hidiv’i suçlar. Vesikalarda ise hayır yoktur, hepsi
adet yerini bulsun kabilinden düzenlenmişlerdir.
İşin sonunu, yine Mehmet Arif Bey’in kaleminden öğrenelim:
“İşte cereyan eden bu teftiş ve ortaya çıkan suçlar yüzünden dost-
luk bozulup, Hidiv ile adaşı, sırdaşı ve sâdık kölesi Maliye Bakanı İs-
mail Sıddık Paşa’nın arasına soğukluk girmiş. Öte yandan uzun zaman-
dan beri Maliye Bakanı’na gücenik ve kızmış olanlar, insan tabiatının
bir gereği olarak fırsat ganimet bilip yürüdükçe yürümüşler. Ve niha-
yet körüklenen ateş kıvamını bulmuş, Hidiv Hazretleri de hiddet ve
şiddetin zirvesine eriştiği gün, İsmail Sıddık Paşasını hapsile mal ve
mülkünün hepsine el koymuş. Çiftlik ve saraylardaki haşeratı da dağıt-
tıktan sonra, eski dostunu Sudan’a sürgün etmiştir. Sonra da vapurla
Nil boyuna yukarı giderken İsmail Sıddık Paşamız (Dankala) denilen
yerde eceli ile vefat ettirilmiş (!) imiş.”
Defterdarlığın Tarihçesi Ve Bugünü
İ.Hüseyin Yıldız, 3.5.2006 tarihli Akşam Gazetesi’nde Defterdar-
lık Algılaması Değişmiyor başlıklı yazısısında, defterdarlığın tarihçesi-
ne ilişkin son dere değerli bilgiler vermekle kalmıyor, bugüne dair de
değerli eleştiriler yöneltip fikirler atıyor ortaya:
“Defterdar; ‘defter tutan’ anlamında; Osmanlılarda devletin bütün
mali işlerinden sorumlu ve bu işleri, sadrazamın gözetimi altında padi-
şah adına yürüten kişiydi. Defterdar, mali işler hakkında padişah adına
tuğralı ferman yazmak ve göndermek yetkisine sahipti. Esas işi vergi
toplamak olan defterdarın, günümüzdeki karşılığı Maliye Bakanı idi ve
Divan-ı Hümayun denilen kurumun da üyesiydi. Fatih’in Kanunname-
sindeki kayda göre defterdar, padişah malının vekili olarak; devlet ha-
zinesinin açılıp kapanmasında bulunmak zorundaydı. Önceleri tek olan
defterdar sayısı, Osmanlının genişlemesiyle birlikte arttı. 17. yüzyıldan
itibaren; başdefterdarın sorumluluğu altında Anadolu ve Rumeli defter-
darlıkları ile mahalli düzeyde defterdarlıkların oluşturulduğunu görü-
fiAN VERGILER
316 / EDEBIYATLAfiA

yoruz. Mali konularda Başdefterdar padişahla görüşmeden önce sad-


razamın görüşünü almak zorundaydı. Mali işlemler ve şikayetler,
‘Defterdar Kapısı’ denilen Defterdar Divanında çözülürdü.
Daha sonra Tanzimat dönemi hazırlıkları kapsamında Başdefter-
darlık, 1838 yılında kaldırıldı, yerine Maliye Nezareti kuruldu. İlk Ma-
liye Nazırı olarak da Nafiz Paşa atandı. Mahalli düzeydeki defterdarlık-
lar ve malmüdürlükleri, 1860 yılında yapılan değişiklikle lağvedildi.
Vilayetin maliye işlerinin idaresi görevi ve sorumluluğu o yerin valisi-
ne veya mutasarrıfına verildi. Hesap işlerinin yürütülmesi için yeteri
kadar katip ve her eyalete bir muhasebeci tayin edildi. Ancak, 1871 yı-
lında bütün imparatorluğu kapsamak üzere yürürlüğe sokulan; İdare-i
Umumiye-i Vilayet Nizamnamesi ile Vilayetlerde muhasebecilikler
kaldırılarak, yerine tekrar defterdarlıklar kuruldu. Sancaklarda muta-
sarrıfların mahiyetinde bırakılan muhasebecilere dokunulmadı. Ayrıca,
kazalarda kaymakamların mahiyetinde malmüdürlükleri oluşturuldu.
Defterdarlar valinin emrinde olmakla beraber görevlerinden dolayı ay-
nı zamanda Maliye Nezaretine karşı da doğrudan sorumluydular. Cum-
huriyetle birlikte 1926’da ilk bütçe kanunu kabul edildi. 1950 tarihli
5655 sayılı kanunla da, Maliye Bakanlığı merkez ve taşra teşkilatı ye-
niden düzenlendi. Ancak defterdarlık sistemi kapsamı genişletilerek
devam ettirildi. Defterdarlıklar; vergi daireleri kanalıyla, devletin ver-
gilerini toplama, saymanlıklar kanalıyla, kamu harcamalarını yapma,
milli emlak kanalıyla, devletin tüm mallarını idare etme ve muhakemat
kanalıyla da, devletin hukuk’ işlemlerini takip etmeyi sürdürdüler.
2005 yılında daha güçlü gelir idaresi oluşturuyoruz diye, 5345 sa-
yılı Kanununla; Gelirler Genel Müdürlüğü, Gelir İdaresi Başkanlığı’na
dönüştürüldü. Defterdarlıkların bünyesindeki vergi daireleri, ve vergi
inceleme birimleri, illerde oluşturulan ‘Vergi Dairesi Başkanlıkları’na
devredildi. Vergi Dairesi Başkanlıklarının altında; grup müdürlükleri,
onların altında da vergi dairesi müdürlükleri, komisyonlar, müdürlük-
ler, ve şubeler oluşturuldu. Defterdarlıklar da ise milli emlak, muhase-
bat ve muhakemat işleri bırakıldı. Öyle ki, eski bir Maliye Hesap Uz-
manı olarak, ben bile bu yapıyı henüz çözebilmiş değilim. Hala vatan-
daş; ne zaman vergiye ilişkin sorunlarla karşılaşsa, doğrudan defterda-
ra gidiyor. Yazılı başvurular da öyle. Çünkü, yüzyıllarca yaşamış bir
defterdarlık kavramı var. Bu algılamayı, bir yasa değişikliği ile değişti-
317

remiyorsunuz. Esasen bir milletin tarihi, bu milletin tarih içinde üretti-


ği kavramların da tarihidir. İşte bir milletin hafızasını, kendisinin üret-
tiği bu kavramlar oluşturur. Bu kavramların içini her boşalttığınızda,
kültür kopukluğuna yol açtığınızı ve aslında milleti de hafızasız bıraktı-
ğınızı unutmamalısınız. Batının kurumlarını ve kavramlarını bire bir tak-
lit ederek; daha güçlü kurumlar yaratmak mümkün değildir. Adı üze-
rinde, taklit öze ilişkin olamaz, olsa olsa şekle ilişkin olur ki, bunun da
faydadan çok, zararı vardır. Geldiğimiz nokta da; teklifim şudur: Öte-
den beri esas işi vergi toplamak olan illerdeki ‘Defterdarlık’ ismini; ye-
ni oluşturulan ‘vergi dairesi başkanlığı’ ile değiştirelim, hiç olmazsa
kavram tahrifatını azaltmış oluruz.”
Kellesi Giden Defterdarlar
Osmanlı’nın, devletin iki yakasını bir araya getirmek adına, zaman
zaman yaptığı insafsız ve haksız düzenlemelere karşı çıkanlar olmaz
mıydı? Olurdu. Defterdar Sarı Mehmet Paşa gibi, yazdığı eserle doğru
yolu gösteren, eleştirileri yüzünden idama gidenler bile vardı.
Defterdar Sarı Mehmet Paşa, köprülüler ekolünden bir devlet ada-
mı. Çeşitli aralıklarla yirmi yıla yakın Osmanlı’nın defterdarlığını yapmış.
Ocak 1717’de Selanik Valisi iken; dikkatsizlik, ihmal, din ve devlete ha-
karet, padişah hakkında kötü söz söylemekle suçlanmış,elli yıla yakın
hizmet ettiği devlet tarafından kellesi kesilerek İstanbul’a gönderilmiş.
Sarı Mehmet Paşa, devlet görevleri sırasında elde ettiği deneyim-
leri “Devlet Adamına öğütler” adıyla kitaplaştırmış. Bu eserin, vergi
salmak ve almakla ilgili olan bölümlerinde Sarı Mehmet Paşa şöyle di-
yor: “(...) Reaya ( toprağa bağlı köylü) fıkarasını her sene veregeldikle-
ri vergiden başka; yeniden uydurulmuş vergi ile incitmeye ve ona ezi-
yet etmeye, ettirmeyeler. Akıllı maliyeciler, gereksiz giderlerin karşı-
lanması için reaya fıkarasından tahammüllerinden aşkın mal toplanma-
sını bir evin temelinden toprak alıp duvar yüzeyine sarfeylemeye ben-
zetmişlerdir. Zira temelden alınan toprak ile, temele zayıflık gelip, du-
varın ise o ağır yükü çekmeye kudreti kalmayıp, büsbütün yıkılarak ha-
rap olmasına sebep olur. “
Sarı Mehmet Paşa, devrinin tanınan şairlerindendi. Bir dörtlüğü
şöyledir:
“No’la tutsa cihanı kibr-ü riya
Halk-ı âlem esir-i şöhrettir.
fiAN VERGILER
318 / EDEBIYATLAfiA

Sakın ey zînete tefahür eden


Gafil olma ki şöhret âfettir.”

Kellesi giden ilk defterdar, Sarı Mehmet Paşa değil, II.Selim (Sa-
rı Selim) döneminde de bir defterdar kellesinin gittiğini öğreniyoruz.
Defterdarın suçu, Divan üyesi altı vezirden dördünün slav kökenli ol-
masını eleştirmesidir. Yugoslavyalı yazar Radovan Samarcic, “Sokollu
Mehmet Paşa” adlı belgesel romanında, bu olayı şöyle anlatıyor: “(...)
Mustafa Paşa’nın gidişinden sonra padişahın damadı Piyale Mehmet
Paşa, Divan’a katıldı. Kaptan-ı Derya’lık konumunu, o da padişahın da-
madı olan Yeniçeri Ağası Müezzinzade Ali’ye bırakmıştı. Padişahın
başsilahtarı olan Cafer Ağa böylece yeniçeri ağası oldu. Kendisi de pa-
dişahın damadı olan Sokoloviç, birkaç zaman sonra kızını Cafer Ağa’ya
verecekti. Bütün vezirler böylece aynı zamanda Osmanlı ailesinin da-
madıydılar. Geveleyerek konuşan sarı yüzlü padişahın etrafında kurulu
bir aile düzeninin bir ilginç yanı da altı vezirden dördünün slav köken-
li oluşuydu. Bu duruma tek itiraz eden Defterdar Yusuf Ağa olmuş,
herhalde çenesini tutamayarak gereksiz konuşmalar yapmıştı”. O gü-
nün maliye bakanı sayılan defterdar, Padişah’a gammazlanır, ölüm fer-
manı verilir. Divan toplantısı sırasında Defterdar Yusuf Ağa’yı, bizzat
Sadrazam Sokollu Mehmet Paşa, cellada teslim eder. Radovan Samar-
cic, böylece Padişah’ın rahat bir nefes alıp, kır eğlencelerine, kadına,
şaraba ve kahveye daldığını yazıyor.
“Kurt Paşa”nın “Kapanında” Vergi de var...
Diyarbakır şehrini ilk defa 1869 yılında yaptırdığı vilayet konağı
ve kışlalar ile ovaya yayan, 93 (1877) Harbi’nde Erzurum Valisi ve
Müşir (Mareşal) rütbesiyle Anadolu ordumuzun sağ koluna kumanda
ederek yararlılıklar göstermiş olan meşhur Kurt İsmail Paşa (Doğumu
1819 Kars-Ölümü 1898 İstanbul ), Kars’ın ünlü Hatunoğlu ailesinden-
dir.
Kurt İsmail Paşa’nın Erzurum ve Diyarbakır’da yaptıkları eserler
ve gösterdiği başarılı hizmetler dillere destan olmuştur. Bunları buraya
yazmak, kitabımızın konusu dışına çıkmak olur. Biz sadece, Ziya Gö-
kalp’in bu Paşa hakkında dediklerini okuyalım, sonra da vergi uygula-
malarına dönelim : “Bu vali, tanzimattan sonraki Diyarbekir vilayeti-
nin ikinci valisi olarak şehirde ve vilayette gerçekten unutulmaz imar
319

ve kültür işleri yaptıran Karslı Hatunoğlu Müşir Kurt İsmail Paşa’dır.


Memleketimizde halk, sevdiği kimselere birer lakap takar. Kurt İsma-
il Paşa’ya kurt lakabını takan halktır. “
Kurt İsmail Paşa, 1863 yılında, 4’üncü ordu Hümayûn Erkânlı-
ğı’na atandı ve Fırka-i İslahiyye hareketleri içinde bulundu. Osmanlı
Devleti’nin dağlı illeri olan Kozan, Akçadağ, Zeytun, Gavurdağı, Kürt-
dağı ve Dersim’deki ahali başına buyruk hareket ediyor, devlete vergi
ve asker vermiyordu. 1865 yılında faaliyete geçen fırkaya Kurt İsmail
Hakkı Paşa, bir alay süvari ve dört piyade taburu ile katıldı ve kendisi-
ne verilen bütün görevlerde üstün başarı gösterdi. Bu başarılarından
dolayı, fırka-yı islahiyye kumandanlığı Derviş Paşa’dan alınarak ona
verildi. Kozan ve gâvurdağlarındaki isyanları önleyen Paşa, buralara
kışlalar da yaptırdı. Kozan’da devlet otoritesi sağlanınca, bir çok kim-
se gönüllü olarak askere yazılmaya başladı. Çukurova’nın her yanında
yeni köyler oluşturulmaya başlandı ve Kurt İsmail Paşa’nın zoruyla
göçebe aşiret çadırları bozulup, bu göçerlerin yerleştirildikleri köy ev-
lerine sergi olarak serildi. Kozan ve Gavurdağı’nda herkes vergisini de
tamamen ödemeye başlamıştı.
Keklik Ötüp Kekik Biterse, Ne Yapmalı Salgıncı?
Ünlü etnolog Ali Rıza Yalkın, “Cenupta Türkmen Oymakları” ad-
lı önemli ve değerli eserinde, ilginç ve özgün bir vergi olayına da yer
veriyor: “ Feke’den Kozan’a gelirken kiracım Mustafa anlatıyordu:
Efendi, bundan iki, üç yüzyıl önce devlet Kozan’a büyük bir salgıncı
(vergici-uzman) göndermiş. Bu adam koca sarıklı, zonturlu bir adam-
mış. Her köyden birer adam istemiş. ‘Gelsinler onlara Kozan’ın baş il-
lerinden bir şey soracağım’ demiş. Tabii, halk çoğaldıkça ve o zaman
bahar olduğu için gelen ağaları çay kenarında, ağaçların dibinde topla-
mış. Orada kuzular kesilmiş, közlemeler pişmiş, yemek yenmiş, on-
dan sonra köy ağaları salgıcının çevresini almışlar, bir güzel topluluk
kurulmuş. İstanbul’dan gelen vergici hoca demiş ki, ‘Adana ,Kozan,
Tarsus, Maraş yurtlarına vergi bölüştürmeye geldim. Bunun hakça
doğrusunu sizlere soruyorum. Kârınız nedir?’ Herkes düşüne kalmış,
kimse bir çaresini bulamamış. Kozan’ın Hamam köyünde bir koca da-
yı varmış. (Dursun Kahya) bu adam yerinden fırlamış. ‘ben bir şey di-
yeyim efendi’ demiş. Vergici, ‘buyur’ demiş. ‘Ova köyleriyle dağ köy-
lerinin ihtiyarları birbirinden ayrılsın’ Halk ikiye bölünmüş; sağ tarafa
fiAN VERGILER
320 / EDEBIYATLAfiA

ova köylüleri, sol tarafa dağ köylüleri geçmiş. Dursun Kahya salgıcıya
dönmüş, ‘Sor bakalım demiş. Bunların ovalarında, dağlarında hangi ot-
lar biter, hangi kuşlar öter?’ vergici Hoca ova köylülerine sormuş;
‘Ağalar, sizde hangi kuşlar öter, hangi otlar biter?’ Vergici bu sefer dağ
köylülerine sormuş. Onlar da; ‘Biz de keklik öter, kekik biter.’ Bundan
sonra Dursun Kahya dönmüş: ‘Efendi, işte vergimizi buna göre hesap-
la da biz dağ köylülerine yazık olmasın demiş.’ Ve ondan sonra dağlı-
lardan az vergi alınmaya başlanmış. Kekliğin öttüğü, kekiğin bittiği
yerde yoksulluktan başka ne olur?”
Haksız Alınan Su Vergisi’ne Dair Karar ve Vakfiye
Avukat Mehmet Ali Apalı tarafından bulunan ve bir kopyası ile
Türkçe çevirisi Konya Vakıflar Müdürlüğü Arşivlerinde saklanan 25
Ramazan 1170 (Miladi 1754) tarihli bir vesikada, vakıf olan bir akar su
kaynağına müdahale edilmemesi, vergi alınmaması, vergi adı altında
alınan paraların geri verilmesine dair bilgiler vardır. Bu vakfiye, Abdül-
baki Gölpınarlı tarafından günümüz Türkçe’sine şöyle çevrilmiştir:
“Konya Kadısı Muhammet Hıfzı’ya, Alim oğlu Seyid Mustafa, Pirli
Çelebi oğlu Seyyid Abdullah, Seyyid Hacı Muhammed, Hüseyin, Ha-
san vesaire müracat ederek, Karaman Valisi Şehsuvarzade Mustafa Pa-
şa’nın huzurunda, Meram’dan akan ve Kavak Değirmeni önünden ay-
rılıp yarısı şehir ve Kedekilas ırmağına akan, öbür yarısı Kayayarığı de-
nen yere girip altıya ayrılarak dört kolu çaya, iki kolu merhum vakıf sa-
hibi Sahip Ata’nın yukarıdaki ve aşağıdaki iki ırmağına karışan ve bağ-
larımızı, tarlalarımızı sulayan ve yukarıda zikri geçen ikiye ayrılmış su,
gelip geçen padişahlar zamanından beri mustakil suyumuzdur; 116 ta-
rihinde Defter-i Hakani’ye kaydedilen ve elimizde bulunup size arze-
dilen Şer’ii Huccetle emirler mucibince de serbest olarak bu sudan fay-
dalanır, bağlarımızı, tarlalarımızı sulardık; Miri Mukatası Emini tarafın-
dan müdahale ve taarruz edilmezdi; Şimdiki Emin Ahmet Ağa, su ver-
gisi istemeye, ve bizi incitmeye başladı; Elli dokuz tarihinde bu zat ile
şer’ii murafaada bulunduk. Men’edildi. Elimize de hüccet verildi; fa-
kat geçen yıl Abdullah Pirli yirmisekiz kuruş, dört yıl önce de Alim oğ-
lu Seyyid Mustafa’dan bir kere on bir, bir kere de sekiz okka kahve, su
vergisi adı ile aldı; bu yıl da sulama zamanında suyumuzu kesti, su ver-
gisi istiyor dediler; men’ini istediler. Ellerindeki hüccetlerini ve emir-
lerini gösterdiler. Ahmet Ağa’ya sorulunca evvelki muraafayı ikrar, an-
321

cak aldığı vergiyi inkar etti. Davacılardan beyyine istendi; göstereme-


diler, Bunun üzerine Ahmet Ağa’ya yemin teklif edildi ise de, yemin
etmedi. Bunun üzerine aldığı bildirilen paralar Ahmet Ağa’dan alındı,
davacılara teslim edildi; bir daha da Sahip Ata Vakfına akan iki suya
müdahale etmemesi ve halkı incitmemesi tenbih edildi; keyfiyet zapto-
lundu. 25 Ramazan 1170”
Vergicileri de Kazığa Oturtmuş Kazıklı Voyvoda
Osmanlıların fetih politikasında, kazanılan yeni topraklara, mer-
kezden o yöreye yabancı yöneticiler atamak pek sıklıkla başvurulan bir
yöntem değildi. Devlet, bunun yerine daha akıllıca bir yola başvuruyor
ve ele geçirdiği her yeni diyara yine o bölgelerde doğup büyümüş sa-
dık yerel liderler tayin etmeyi tercih ediyordu. Bu doğrultuda Wallac-
hia’nın sözü geçen soylularının geniş bir istihbaratını yaptıran Sultan
Murat Han, onlar arasından Vlad Dracul’un adının ön plana çıktığını gö-
recekti. Bunun üzerine şovalyenin küçük oğlu ile kızı, bizzat babaları-
nın rızasıyla, yetiştirilmek üzere başkent Edirne’ye getirildi. Ablası sa-
rayda “prenses” statüsünde ağırlanırken, gelecekte Eflak ve Boğdan
Voyvodası (Osmanlı’da geniş yetkilerle donatılmış, bir çeşit genel va-
lilik rütbesi) olması planlanan küçük kardeş Vlad da seçkin çocuklara
verilen özel bir eğitim programına alınıyordu.
Küçük Vlad, Edirne’yi ve Osmanlı saray hayatını kısa sürede be-
nimser. Murat Han da sarayının koridorlarında ablasıyla birlikte koştu-
rup duran bu küçük konuğun üzerine titremektedir. Gelecekte Osman-
lı’nın Balkanlardaki uçsuz bucaksız topraklarını kendisi adına sadâkat-
le yönetecek olan bu zeki Romen çocuğunun her açıdan kusursuz bir
eğitim almasını arzulamaktadır Sultan. Türkleri sevmesi için çok geç-
meden onun yanına bir de arkadaş verir. Bu kişi, sonradan “cihan fati-
hi” olarak anılacak olan sevgili oğlu Mehmet’tir. Şehzade Mehmet,
kendisinden yalnızca bir yaş küçük olan Romen arkadaşıyla yıllar bo-
yunca omuz omuza çok sıkı bir eğitimden geçer. Birlikte en seçkin ho-
calardan yabancı dil dersleri alır, kılıç kullanmayı, ata binmeyi ve dev-
let yönetiminin türlü inceliklerini öğrenirler. Zamanla arkadaşlıkları
iyice derinleşecektir iki çocuğun. Büyüdüklerinde birbirlerini hiç
unutmayacakları ve kanlarının son damlasına kadar destek olacaklarına
dair karşılıklı yeminleşir, ardından da kesik parmaklarını birleştirerek
“kan kardeşi” olurlar.
fiAN VERGILER
322 / EDEBIYATLAfiA

Yıllar geçecek ve yedikleri içtikleri ayrı gitmeyen bu iki arka-


daşın yolları zorunlu olarak ayrılacaktır. Vlad seçkin bir yönetici
adayı olarak anavatanına geri gönderilir. Babasının 1451 yılındaki
ölümü üzerine genç yaşında tahta geçen Sultan Mehmet ise 1453 yı-
lında, İslâm aleminin öteden beri en büyük hayâli olan İstanbul’un
fethini gerçekleştirerek yüce peygamberimizin hadis-i şerifindeki
övgülere mazhar olur.
Onun bu büyük askerî başarısını, yıllar sonra geri döndüğü ülke-
sinden hayranlıkla izleyen Vlad da yeni başkent İstanbul’a siyasî bağ-
lılığını bildirir. Genç lider bunun üzerine 1456’da Sultan Mehmet Han
tarafından Eflak ve Boğdan’a resmen “Voyvoda” olarak atanacaktır.
Başlangıçta herşey yolunda gitmektedir. Bölgeyi büyük bir başa-
rıyla yöneten Vlad, Osmanlı’nın çıkarlarını içtenlikle korumakta ve
devletin vergi gelirlerini düzenli olarak tahsil edip merkeze yollamak-
tadır. Bunun karşılığında saray da ona her Voyvoda’ya tanınmayan dü-
zeyde çok geniş bir özerklik alanı sunmuştur.
Ancak, zaman geçtikçe Vlad’a bir haller olmaya başlar. Romen
soyluları arasında esen miliyetçilik rüzgârları, İstanbul’a bağlılığı kuş-
ku götürmeyen onu da adım adım etkilemeye başlamıştır. Bölge bağım-
sızlık hareketleriyle için için kaynarken, herkes Voyvoda’dan bu yeni
dalgaya önderlik etmesini beklemektedir. Bu noktada babasının efsane-
vî savaşçılık kariyeri de sık sık önüne konulur ve aklını başına toplama-
sı istenir. Bir tarafta gönülden bağlı olduğu Fatih, öte tarafta ise bağım-
sız Wallachia’ya kral olma hayâli...
Vlad giderek öylesine büyük bir açmaz içinde kalacaktır ki bu du-
rum onu kısa sürede alkole düşkün biri haline getirir. Sabah akşam iç-
mekte ve emirlerine uymayanlara akıl almaz işkenceler yapmaktadır.
Bu arada Voyvoda babasının bölgede efsaneleşmiş olan soyadı “Dra-
cul”u da “Draculea” (Eski Romencede “şeytanın oğlu”) şeklinde kul-
lanmaya başlar. Eflak ve Boğdan’a egemen olan huzurlu ortam bir kaç
yıl içinde yerini tam bir cinnet atmosferine bırakacaktır.
Adalet duygusunu tamamen yitirmiş vaziyetteki Vlad, kendisine
zalimâne bir de meşgale bulmuştur: “Kazığa oturtma işkencesi... Sara-
yının çevresini binlerce sivri kazıkla donatan Voyvoda, suçlu olarak
gördüğü kişileri canlı canlı bu kazıklara oturtmakta ve kurbanlarının
bazen günler süren can çekişmelerini büyük bir keyifle izlemektedir.
323

Bu arada, halkı arasında, onun şeytanî bir güç kazanmak amacıyla düş-
manlarının kanını içtiğine dair söylentiler de yayılmıştır.
Eflak ve Boğdan’da bunlar olup biterken, Voyvoda’nın sapkın
davranışları İstanbul’a, Fatih’in kulağına dek ulaşır. Bölgede yaşanan
kargaşanın merkezinde çocukluk arkadaşı Vlad’ın olduğunu öğrenen
Sultan, duyduğu bu korkunç haberlere ilk anda inanmak istemez. An-
cak, hem vergileri toplamak hem de olup bitenleri araştırmak üzere
gönderdiği diplomatik temsilcilerinin başına gelen korkunç bir olay,
cihan hükümdarını radikal bir karar almaya sevkedecektir. Ruhsal den-
gesini tümüyle yitirmiş durumdaki Vlad, İstanbul’dan gelen elçiler sa-
rayına ulaştığında hayatının hatası sayılabilecek bir adım atar. Konukla-
rını tutuklatır, onlara bizzat kendi elleriyle işkence yapar ve sonunda da
-ellerinde Fatih’in mührünün bulunduğu ültimatom mektupları taşı-
yan- bu kişilerin hepsini kazığa oturtur.
Fatih, elçilerinin akıbetini duyduğunda uzun uzun ne yapacağını
düşünür. Başka hiç kimseye göstermeyeceği bir tahammülle Vlad’a
son bir mektup daha gönderir. Cihan fatihi, çocukluk arkadaşına aklını
başına toplamasını ve bu tür vahşet gösterilerinden vazgeçerek Saray’a
bağlılığını yinelemesini emretmektedir. Vlad’ın bu son uyarıya verdiği
karşılık ise onu geri dönülmez bir yola sokacaktır. Voyvoda artık İstan-
bul’un otoritesini tanımadığını bildirerek bağımsızlığını ilan eder. Kar-
deşlik yemini artık sona ermiştir.
1462 yılı ilkbaharında emrindeki büyük bir ordu ile Balkan seferi-
ne çıkan Fatih için artık tek bir hedef vardır. İbret-i âlem için Vlad’ı yok
etmek. İsyana destek olan bütün yerel yöneticileri etkisiz hale getire-
rek Eflak ve Boğdan’ın içlerine doğru ilerleyen kızgın komutan, en bü-
yük hedefi durumundaki Vlad’ı ise Poeinari Kalesi’nde kıstırır. 900
metre yükseklikteki sarp bir dağın zirvesine kurulmuş bulunan Poeina-
ri Kalesi, erişilmezliğiyle tam bir kartal yuvası görünümündedir. Bu
haliyle de aşağıdan bir saldırıyla düşürülmesi bir hayli güçtür. Ancak,
hiddetinden yanına yanaşılamayan Fatih’i hiç bir zorluk durduramaz.
Birlikleriyle kalenin çevresini kuşatan Sultan, Vlad’a son mesajını
gönderir: “Artık işin bitti! Geliyorum deyyus Vlad!”
Her iki komutan da birbirlerinin huyunu suyunu çok iyi bilmekte-
dirler. Vlad bu avantajını kullanarak, kıstırıldığı yüksek kalede aylarca
direnmeyi başarır. Buna karşılık, lojistik desteği tam olan Osmanlı or-
fiAN VERGILER
324 / EDEBIYATLAfiA

dusu da hiç acele etmemekte ve kalenin dibinde sinir bozucu bir sabır
içinde kamp yapmayı sürdürmektedir. Öyle ki sırf kaledekilerin direniş
gücünü yıkabilmek için zaman zaman askerî bandonun kılıçların şakır-
dadığı gösteriler düzenleyip gürültülü savaş marşları çaldığı bile olur.
Fatih, kendisine karşı sergilenen bu büyük ihaneti muhatabını aşağıla-
yarak cezalandırmaktadır. İnatçı bir adam olan Vlad, Fatih’in taktikle-
rine direnir direnmesine, ancak kalede kendisiyle birlikte mahsur ka-
lan sevgili eşi Elizabetha ise onun kadar güçlü değildir. Genç kadın bu
sinir savaşına daha fazla dayanamaz ve kuşatmanın ilerleyen haftala-
rında kendisini kalenin burçlarından aşağı bırakarak intihar eder.
Wallachia, İstanbul Fatihi’nin bağımsızlık peşindeki prense verdi-
ği bu ağır dersi anlatan öykülerle kaynamaya başlamıştır. Vlad’ı kendi
egemenlik bölgesinde siyasî olarak bitiren Fatih, isyancı bir Voyvoda
için İstanbul’u bu kadar uzun süre sahipsiz bırakmanın riskli olacağına
karar verir ve hasmının yakalanmasını beklemeksizin birliklerinden bir
kısmını yanına alarak merkeze geri döner. Giderken Eflak’a yeni ve sa-
dık bir Voyvoda atamayı da ihmal etmeyecektir. Eşinin intiharıyla psi-
kolojik olarak çökmüş olan Vlad, kurtulmak için son bir hamle daha
yapar. Fatih’in yokluğunda bir ölçüde gevşemiş olan kuşatmayı yar-
mayı başaran devrik Voyvoda, kendisine yardım eden bazı Rumen köy-
lülerinin de yardımlarıyla bir gece komşu Macaristan’a kaçar. Romen
tarihçiler, Vlad’ın kaçışını haber alan Fatih’in buna çok da fazla öfke-
lenmediğini söylüyorlar.
Kaş Yaparken Göz Çıkarmış Sait Paşa
Sultan II.Abdulhamid döneminde sadrazamlık yapan Sait Paşa,
devletin iki yakasını bir araya getirmek için, “Oran ve Merkeziyet” ola-
rak adlandırılabilecek bir uygulama başlatır. Buna göre; illerin topladı-
ğı vergi ve yaptığı giderler kontrol altına alınması amacıyla, her 10 gün-
de bir tahsilat yapılarak belirlenen oranlar çerçevesinde defterdarlıktan
telgraf çekilerek ne oranda sarf yapılabileceği hususunda merkezin iz-
ni istenecekti. İş bununla da kalmıyordu, iller, nerelere ne kadar harca-
ma yapacaklarını merkeze sormak zorundaydılar.
Kamil Ve Sait Paşa’nın hatıralarından anlıyoruz ki, bu uygulama
özellikle askeri kesimde büyük tepkilere yol açmış. “Oran Ve Merke-
ziyet” uygulamalarından birşey anlamayan ve maaşları %35-40 oranın-
da azalan subaylar, istihkaklarını zorla almaya kalkışmışlar. Tahsildar-
325

lar depolara getirtilerek üzerlerinde bulunan toplanmış ürünlere ve ba-


zı yerlerde mal sandıklarına el koyulmuş; karşı koymak isteyen mal
müdürleri dövülerek hapse atılmış. Manisa Sancağı muhasebecisi de bu
dayaklardan payını alanlardan.
Merkezi İdare, subaylar hakkında herhangi bir işlem yapabilecek du-
rumda değildi. Yeni vergi ve harcama politikası böylece akamete uğradığı
gibi, Ordu’nun da disiplinini bozmuştu. Yani kaş yaparken göz çıkarılmıştı.
Defterde Mukayyet Olmayan Vergi, Yargı Kararı İle Alınabilmiş
Nejat Göyünç, yukarıda adı geçen eserinde, 16 yüzyılda Mar-
din’de meydana çıkan bir vergi uyuşmazlığına da yer veriyor. Kal’atül
İmra Köyü’nde işlenen sof, birdenbire rağbet görmez oluyor. Köylüler
sof üretmekten vazgeçip onun yerine börk üretmeye başlıyorlar. İdare,
vergisini istiyor börk’ün, halk “defterde mukayyet değildir” diyerek
vermek istemiyor. Mîrî hasılat düştüğü gibi, vergi cenneti sayılan bu
yere yerleşmeler de artıyor. Şikayet üzerine, Mardin Kadısı, bilirkişi de
dinleyerek, börk’ün vergiye tâbi olduğu ve üç börk’ün bir sof sayılarak
buna göre vergi alınmasına karar veriyor.
İbrahim’in Vergi Dâvâsı
“İbrahim, 1063 (1653) yılının Şaban ayında, köyü olan Alibey-
li’den çıkıp, günler süren bir yolculukla Çal dağlarını ve Manisa ovası-
nı geçip Manisa’ya vardı. Vergilerdeki insafsız artış için şehrin Kadı-
sı’na yaptığı şikâyetin sonucunu öğrenmek üzere mahkeme karşısına
çıktı. Bu kadar çok vergi toplanmasını isteyen bir padişah fermanı ol-
duğuna inanmadığını belirtti ve bu nedenle vergilerle ilgili belgeleri
görmek istedi. Bu talebiyle yerel vergi tahsildarlarına karşı duyduğu
kuşkuyu ve padişahın adaletine olan inancını göstermiş oluyordu. Pa-
dişahın yüksek otoritesine olan saygısını vurgulayarak ve “adalet daire-
si”nin düzgün işlemekte olduğuna olan inancına güvenerek, yerel dev-
let görevlilerini keyfî davranmakla suçladı.
Kendisine yeni vergiler koyan padişah fermanları gösterilir, çare-
siz boyu eğerek köyüne döner İbrahim.”
(Kaynak: BARKEY)
Osmanlı Çingenelerinin Vergilendirilmesi
Balkanlar’ın Osmanlı hakimiyetine girdiği dönemde Çingeneler,
Rumeli Eyaletine bağlı, içişlerinde bağımsız bir sancak olan Çingene
Sancağı’nı kurmuşlar. 16. yüzyılda kurulan Çingene sancağının
fiAN VERGILER
326 / EDEBIYATLAfiA

Bey’ine “Miri Kıptiyan”denmekteydi. Çingene Sancak Beyi’nin gö-


revleri arasında sancağını en iyi şekilde yönetmek, sancağın güvenliği-
ni sağlamak, vergileri devlet adına toplamak, gerektiğinde orduya as-
ker toplamaktır. Konunun ayrıntılarını M.Tayyip Gökbilgin’in 1945 ta-
rihli İslam Ansiklopedisi’nde yazdıklarından öğrenelim:
“ XVI. asrın başlarından itibaren, Rumeli’deki Çingeneleri, aske-
ri maksatlar ile vücuda getirilen diğer bazı teşekküller gibi, bir teşkila-
ta bağlı görüyoruz. Merkezi Kırkkilise olan ve Eski Hisar-ı Zağra, Hay-
rabolu, Malkara, Döğenci-Eli, İncügez, Gümülcüne, Yanbolu, Pınar-
Hisar, Pravadi, Dimetoka, Ferecik, İpsala, Keşan ve Çorlu mıntıkalrını
ihtiva eden bir Çingene livası ihdas edilmiş ve Çingeneler vaktiyle
Anadolu’da vücuda getirilip, sonradan Rumeli’ye de naklonunan mü-
sellem teşkilatına sokulmuştu. Yine Rumeli’de mevcut Çirmen, Kızıl-
ca ve Vize müsellemlerinden ayrı bir liva olan Çingene müsellemleri
de 938 (1531)’de, diğerleri gibi, 3-4 müsellem ile 9-12 yamaktan mü-
rekkep ocaklar halinde tahrir edilmişti ki, müsellemleri, seferlerde ya-
maklarından avarız-ı divaniye karşılığı olarak, 50’şer akçe harçlık alıp,
nöbetle iştirak ederlerdi. Sefer olmadığı zaman, hiç bir şey almazlar ve
hizmete alınan nöbetli müsellem de o senenin agnam vergisini (adet)
vermezdi. Müsellemlere ayrıca birer çiftlik mikdarı yer tahsis edilmiş-
ti. Çiftliğin hasılatını sefere giden alır, nöbetli olmayanlar da, yamaklar
gibi 50’şer akçe harçlığı ve öşürlerini “eşen müselleme” verirlerdi. Ba-
zan zaruret halinde, üçü veya dördü de hizmete alındığı takdirde, çift-
lik hasılatını ve yamakların 50’şer akçe harçlığını aralarınnda eşit ola-
rak taksim ederlerdi. Çingene müsellemlerinin de vazifesi seferde top
çekip yol yapmak ve askere erzak taşımak gibi, geri hizmetleri idi. Mü-
sellemlerin başında çeribaşıları (seraskeran) olan tımarlı sipahileri bu-
lunuyordu ki, tahrir defterlerinde bunların statüleri (kanun-i seraske-
ran-ı liva-i çingane) ayrıca tesbit edilmişti. Buna göre, timarlarında
olan göçebelerin resimleri “resm-i haymane” olarak, kendilerinindir.
Buna mukabil sancak beyinin haslarında sakin olan göçebelerin vergi-
leri çingane livasının sancak beyine aitti. Çeribaşı, timarındaki cürüm
ve cinayet resmi ile ‘arus (gerdek) resminin yarı hasılatını alır, yarısı ise,
sancak beyine verilirdi. Fakat badihava resimleri tabir olunan vergiler
(yuva, kaçkon v.s. resimleri) tamamen çeribaşınındı. Böyle bir timarda
bulunup da yürük, tatar, canbaz gibi askeri ve yağcı, küreci gibi mali
327

ve iktisadi sınıflara mensup olanlardan ziraat ile meşgul ve çiftlik tutan


kimseler, birinciler 12, ikinciler 20 akçe olmak üzere, resm-i çiftlerini
çeribaşıya verirlerdi.
Bu livanın çeribaşıları Çingene olmayıp, bilakis öteden beri timar-
lu sipahileri sınıfına mensup beyzade ve sipahizadedir. Bunların timar-
ları, livanın muhtelif mıntıkalarında olup, kendileri de bir veya birkaç
nahiyenin müsellemlerini sefere sevkederdi.
Çingane livası sancak beyine gelince, bazen çingane müsellemle-
ri zabiti, bazen Kırkkilise sancağı müsellemleri beyi denilen bu, “mir-
liva-i çingane”, aynı zamanda, Vize yürükleri subaşı ve Vize müsel-
lemleri zabitidir ve ekseriya, çingane sancağını yazan defter eminleri
bunları Vize müsellemleri ve bazan da Vize yürükleri ile birlikte kay-
detmişlerdir. Gerek sancak beyi, gerek çeribaşıları, has ve timarların-
dan, yukarıda bahsettiğimizden maada diğer bazı aynî ve nakdî vergi-
ler de alırlardı. Mahallin hususiyetine göre, çeşit ve miktarları değişen
bu vergiler arasında, mesela, buğday, arpa, yulaf, burçak, nohud, bak-
la gibileri bulunduğu gibi, öşr-i kovan (bal vergisi), öşr-i bağ, öşr-i
bostan, öşr-i ketan, resm-i asiyabi (değirmen vergisi), resm-i ağıl v. b.
nevinden olanları vardır.
Murad III. devrinden itibaren, diğer askeri teşkilat gibi, Çingene
teşkilatı da bozulmağa başladı. 987/1579’de, İran harbi sırasında, Ben-
der tarafına hizmete memur edilen Çingane müsellemleri, defterin tes-
lim edilmediğini bahane eden yamakların harçlık vermemeleri yüzün-
den, vazifelerine gidememiş ve Çingeneleri yola getirmek hususunda
Kırkkilise, Hayrabolu ve Babaeski kadılarına emir ve hükümler gönde-
rilmesine mecburiyet hasıl olmuştu. Diğer taraftan devlet ve saray ri-
calinin yolsuzlukları cümlesinden olarak, sipahi timarları ve hatta zea-
metler çingenelere tevcih edilmeye başlandı. Nihayet, XVII. asır başın-
da, umumiyetle yayalar ve müsellemler gibi, çingane müsellemleri de
kaldırılmış ve mukataaya bağlanmıştır. 1032 (1622)’de Rumeli Çinge-
nelerinin cizye ve ispençlerinin kıptiyan nezareti muhasebesi kalemin-
den iltizam suretiyle ve mukataa şeklinde Sipahi-zadelerden İbrahim
Bey’e tevcih edildiğini görüyoruz ki, 1555’teki çingane livası hasları,
timarları ve ocakları hasılatı yekunu (6.244.462 akçe) bu tarihteki mu-
kataa icmalidir. Bu mikdardan ne kadarının hangi vazife sahiplerine sa-
liyane, mevacip veya ocaklık olarak verildiğini bildiğimiz gibi ne ka-
fiAN VERGILER
328 / EDEBIYATLAfiA

darının Sultan Ahmed Camii’ne, Edirne’deki Sultan Beyazıd evkafına


veya Edirne’deki hassa cerrahları ile Hassa suyolcularına v.s.ye tahsis
olunduğunu tesbit edebilmekteyiz.
Rumeli çinganeleri, mukataaya bağlandıktan sonra da, hususi du-
rumlarını muhafaza etmişlerdi. Diğer reayanın ödediği avarız-ı divani-
ye ve diğer resimlerden muaf (taife-i kıptiyan kadimden mafruz al- ka-
lem ve maktu al-kıdem serbest) tutuluyor, buna karşılık maktu olarak
senede müsellem olanlarından 655’er akçe alınıyor, fakat cizye talep
olunmuyordu. Hristiyan olanlardan ise 730 akçe alınıyordu. XVII. as-
rın sonlarına doğru kıptiyan mukataasına serhad çingenelerinin de (kıp-
tiyan-ı serhadluyan) 830.000 akçe maktu’a ve cizye ile dahil oldukları
görülmekte ve Serez, Ohri, Filibe, Niğbolu, Silistre ve Prezerin gibi
yerlerdekilere de teşmil olunmaktadır. Bu sırada cizye veren Çingene-
lere, Balkan yarım adasının her tarafında, bilhassa, Elbasan ve Avlonya
gibi Arnavutluk taraflarında ve Üsküp, Vulçetrin, Preştine havalisinde,
Mora, İnebahtı ve Karlıeli’nde, Ege adalarından bir çoğunda rastlan-
makta idi. Çingane mukataasına, bu sırada, Anadolu’da İzmit ve Bur-
sa’nın da dahil olduğunu görüyoruz. D’Ohsson’un, Anadolu’daki kıp-
tiler hakkında sarih olmayan kaydı buna telmih olsa gerektir.
Çingenelerin vergisi, Avusturya harpleri yüzünden devletin fazla-
ca para sıkıntısı çektiği bir sırada, Mustafa II.’nın ilk saltanat senesinde
(1106=1695) hayli arttırıldı. O zamana kadar 45.000 kuruşa toptan ve-
rilen bu mukataanın, bundan sonra, hristiyanlara tatbik edildiği şekil-
de, evrak ile cibayet olunmasında miriye çok fayda te’mini düşünüle-
rek, Rumeli ve Anadolu’daki Çingenelerin yekunu 45.000 kişi (erkek
ve büyük) ve bunlardan 10.000’i islam ve 35.000’i hıristiyan olduğu
tahmin edilmiş, müslümanlarına 5, hristiyanlarına 6 kuruş tayin oluna-
rak, hasıl olan 260.000 kuruşun parça parça, diğer havass-ı humayun
mukataaları gibi, talibine satılması ferman olunmuştu (krş. Raşid, Ta-
rih, II, 328 v.d.). Buna göre XVIII. asrın birinci yarısında, cizye ve
maktuaların cibayeti yer yer muhtelif şahıslara havale edilmekte oldu-
ğu için bundan sonra Çingenelerin mali mükellefiyetleri, bazan da su-
istimaller ile, artmış, bunun neticesi olarak, Çingenelerin birer suretle
cizye ve maktua resmi ödemekten kaçındıkları ve bazı kimselerin de
bunları himaye ettikleri görülmüştür (krş. Başvekalet arşivi, İbnüle-
min, dahiliye, tarih 1116, 1136, nr. 2516, 2622). Muhtelif yer ve za-
329

manlarda devam eden bu gibi hallerin önüne geçmek maksadı ile, 1155
(1742)’te, padişahın yıllık masrafına tahsisen hassa bazirgan başısına
ocaklık tayin edilen İstanbul, Edirne, Çirmen ve Kocaeli sancakları da-
hilindeki Çingenelerin cizye ve maktuaları ile miri mallarının tahsiline
kadı, mütesellim, voyvoda, selatin evkafı zabitleri v.s. taraflarından
mümaneat gösterilmemesi hakkında alakadarlara divan tarafından emir
ve hükümler gönderilmesine mecburiyet görülmüştü. Bazı yerlerdeki
çingane cizye ve maktualarının saray mensuplarına ocaklık suretiyle
verilmesi keyfiyeti XIX. asır başlarında da henüz cari bir usuldü. Hal-
buki, vukua gelen harpler dolayısıyle, Çingeneler, yaşayışları itibariyle
de kolaylık görerek, sıksık yer değitiriyor ve mukataa mültezimleri ile
ocaklık sahiplerini müşkül mevkie ve ehemmiyetli zarara sokuyorlar-
dı. Böyle bir zaruretin de sevki iledir ki, tanzimattan sonra bir taraftan
Çingenelerin tahrirleri ile iskanları cihetine gidilmiş, diğer taraftan da
vergilerinin cibayetinde daha başka esaslar aranmıştır. Öyle görünüyor
ki, Çingenelerin tesbit ve ve tahrirleri yolunda yapılan teşebbüsler, im-
paratorluğun en uzak mıntıkalarında bile başarı ile neticelenmiş, mese-
la Doğu Anadolu’da, Diyarbekir, Beşiri, Çapakçur, Midyat, Mardin
havalisindeki müslüman Çingeneler ayrı ayrı tesbit edildiği gibi, Bos-
na’da da iskan şekilleri ile kimseye zarar ve ziyanları olmamak üzere,
mürur nizamına tevfikan vakit ve mevsiminde göçüp gitmeleri te’min
olunmuştur.”
Düyun-ı Umumiye’ye Aktarılan Vergiler
Düyun-ı Umumiye, Osmanlı Devleti’nde Tanzimat döneminde alı-
nan dış borçlara ve bu borçları ödemek amacıyla oluşturulan Kurum’a
deniliyordu.
Osmanlı Devleti ilk kez 1854’te Kırım Savaşı’nın getirdiği mali
yükü hafifletmek amacıyla dış borç aldı. Dış borçlar, yatırım ve yayıl-
ma alanı arayan Avruplaıların özendirip yönlendirmesi ve bazı yenileş-
me giderleri yüzünden arttıkça arttı. 1854-1874 arasında 15 kez dış
borç alındı. Borcun toplamı 5 milyar 297 milyon franka, yıllık faizi ise
300 milyon franka ulaştı. Osmanlı Devleti ne bu borcu, ne de faizleri-
ni ödeyebilecek durumdaydı. Ekim 1875’te yayımlanan Ramazan Ka-
rarnamesi’yle vadesi gelen borç taksitlerinin yarısını ödeyebileciğini
bildirdiyse de bu taahhüdünü ancak üç ay süreyle yerine getirebildi. 22
Kasım 1879’da Avrupa malî çevreleriyle imzalanan antlaşmayla bu
fiAN VERGILER
330 / EDEBIYATLAfiA

borçların faiz ve anaparası karşılığı olarak damga, müskirat, balık avı,


tuz ve tütün resmi, on yıl süreyle alacaklılara devredildi. Bu borçların
yönetimi için de Rüsum-u Sitte İdaresi kuruldu.
Osmanlı Devleti’nin iç borçlara ilişkin olarak imzaladığı bu ant-
laşma, Fransa ve İngiltere tarafından protesto edildi. Bunun üzerine
Osmanlı, alacaklı devletlerin hepsini memnun etmeyi amaçlayan bir
antlaşma taslağı hazırladı. Eylül 1881’te bütün alacaklı devlet temsilci-
leri İstanbul’da toplanarak, Osmanlı borçlarının uluslararası bir komis-
yona devrini talep ettiler. Uzun ve çetin müzakereler sonunda, Düyun-
ı Umumiye-i Osmaniye Meclisi İdaresi kuruldu. Bu İdare’de; İngiliz
ve Hollanda’dan bir; Alman, Avusturya, Fransız, İtalyan ve Osman-
lı’dan birer, Galata Bankerleri ve Osmanlı Bankası’dan da birer olmak
üzere sekiz üyeden oluşuyordu. Düyun-ı Umumiye’ye tuz, balık avı,
pul, ipek, tütün ve alkoldan alınan vergiler ile damga resmi gibi kolay-
ca toplanan vergi gelirleri bırakılmıştı. Bu vergiler içinde en büyük ka-
lemi, bandrol yoluyla alınan tütün vergisi oluşturduğu için, bu geliri
daha da artırmak amacıyla 1884’te Reji (Tekel) İdaresi kurulmuştu.
Birinci Dünya Savaşı başladığında Düyun-u Umumiye İdare-
si’nde 182’si yabancı uyruklu olmak üzere toplam 5537 kişi çalışmak-
ta idi. Bunlar, Osmanlı coğrafyasının birçok yereine dağılmış, Batılı
emperyalist güçlerin alacaklarını tahsil amacıyla onlar namına vergi
topluyorlardı.
Mütarekeden Vergi Manzaraları
30 Ekim 1918’de İtilaf Devletleri ile Osmanlı Devleti arasında im-
zalanan ve Osmanlı bakımından son derece ağır şartlar taşıyan Mon-
dros Mütarekesi’nden sonra, İstanbul’u işgal eden emperyalist devlet-
lerin bitmez tükenmez istek ve baskıları arasında vergiler de vardı. Nur-
ten Arslan, Küçük Anılarda Büyük Sırlar adlı eserinin üçüncü cildinde
bunlara dair iki örnek veriyor.
“Osmanlı devlet adamları mütareke İstanbul’unda siyaset yapar-
ken ve bunlara padişah çanak tutarken zoraki misafirler hiç boş dur-
muyordu.
Karşılarında, kendilerine engel olacak en ufak bir güç görmemek-
ten cesaret alan emperyalistler, ittihatçıların kaldırdığı kapitülasyonları
İstanbul Hükümeti’ne tekrar kabul ettirdiler. (...) Kapitülasyonların ge-
ri gelmesiyle birlikte Düyun-u Umumiye, Reji ve Osmanlı Bankası ve
331

bilumum Osmanlı ülkesinde çalışan azınlıkların maaşlarından kesilen


vergiler kaldırıldı. Savaş yıllarında kesilen bu vergiler, faizleriyle bir-
likte Osmanlı Hükümeti’ne ödettirildi.”
Mütareke döneminde Osmanlı Mebusan Meclisi’nde İstanbul hal-
kına ekmek ve yiyecek sağlanması için İaşe Nazırlığı 3 milyon liralık
ek ödenek istenir, bu talep oylanıp kabul edilir. Bu sırada, Sinop Me-
busu Fehmi Efendi söz isteyerek aç, sefil, perişan Anadolu halkının du-
rumunun ne olacağını sorar ve sözü vergiye getirir: “Önü sonu gelme-
dik harpler yüzünden Anadolu köylerinde sadece dullarla tüyü bitme-
dik yetimler, sakat ihtiyarlar kaldı. Hükümetimizin gönderdiği vergi
memurlarının topladığı üç beş çuval buğdayı, bu ihtiyarlar, bu kadın ve
çocukların üretttiğinden haberiniz var mı? Onların kendi karınlarını bi-
le doyurmayacak üç beş çuval buğdayı da iaşe vekaleti memurlarının
değerinin çok altında, hatta zorla ellerinden aldıklarından haberiniz var
mı?”
17- ATATÜRK DÖNEMİNDE VERGİ

Atatürk Diyor ki
Atatürk, Medeni Bilgiler adlı kitabında vergiler hakkındaki görüşleri-
ni şöyle ifade ediyor: “Devlet, vergiler ile yaşar. Vergi borcunu vaktinde
ödemek vatanseverliğin birinci alametidir. Vatandaşların vergi kusuru ha-
zinenin kuvvetini zaafa düşürür. Milli hazinesi kuvvetsiz olan bir milletin
memleketi içindeki saadeti bozulur; beynelmilel kudret ve şevketi sarsılır.”
Ulusal Kurtuluş Savaşı Vergisi: Tekalif-i Milliye
TBMM Başkanı Mustafa Kemal Paşa’ya Başkumandanlık yetkisi
verilmesi ile ilgili yasa, sert ve uzun tartışmalar sonunda 4 Ağustos
1921 tarihinde TBMM tarafından kabul edildi. Bu yasanın 2. maddesi-
ne göre Mustafa Kemal Paşa’nın vereceği buyruklar, yasa olacaktı.
Mustafa Kemal Paşa, bu olağanüstü yetkisini ilk olarak 7-8 Ağus-
tos 1921 tarihinde yayınladığı 10 adet buyrukla kullandı. Bu buyrukla-
ra “Tekalif-i Milliye” yani “Ulusal Vergi Buyrukları” denmektedir.
Atatürk, Büyük Nutuk’ta, bu buyrukların tüm ayrıntısını vermekte-
dir. Bunları yazmadan önce, Turgut Özakman’ın “Şu Çılgın Türkler”
adlı eserinden, bu verginin arka planını aktaralım:
fiAN VERGILER
334 / EDEBIYATLAfiA

“Mustafa Kemal Paşa, valiliğe geldi. Bakanlar toplanmıştı. Simit


ve kaşar peyniri getirttiler, çay söylediler. Toplantı başladı. Mustafa
Kemal, ‘Yunan ordusunun harekete geçmesi fazla uzamaz’ dedi... ‘bu
kısacık süre içinde ordunun eksikliklerini tamamlayabilmek için ne ya-
pabiliriz Hasan Bey?’
Maliye Bakanı Hasan Saka, zor duyulur bir sesle ve içi eriyerek,
‘Bence yapılabilecek bir şey yok efendim’ dedi ve bilgi verdi: Yeni bir
vergi konulsa bile, tahsilat çok uzun sürerdi. Halkın tasarruf gücü sıfı-
ra yakın olduğundan iç borçlanmaya gitmek düşünülemezdi. Sovyet-
ler’den bu yıla ilişkin para yardımı gelmiş, aylıklara ve zorunlu cari gi-
derlere gitmiş ve bitmişti. Ekonomi Bakanı Celal Bayar da Hasan Sa-
ka’nın açıklamalarına katıldı.
Ürkütücü bir sessizlik çöktü. Her zaman panik halinde olan Sağ-
lık Bakanı Dr.Refik Bey inler gibi nefes alıyordu.
Mustafa Kemal Paşa, ‘Beyler...’ dedi ‘... anlaşılıyor ki klasik mali
önlem ve yöntemlerle bu işin içinden çıkamayacağız’
‘Evet Efendim, yazık ki öyle.’
‘Ama ne olursa olsun, düşmanı yenmek zorunda mıyız?’
‘Eveeet!’
‘Şu halde bilinen usulleri her çeşit mülahazayı bir yana bırakacağız.’
Çantasından, Hayati Bey’in temize çektiği yazıları çıkardı:
‘Şunlara bir göz atar mısınız?’
Kâğıtları Hasan Saka’ya verdi. Maliye Bakanı kâğıtları aldı. Oku-
dukça yüzü sararıyordu. Terini sildi.
‘Ne diyeceğimi bilemiyorum. Halka dünyada eşi benzeri olmayan
bir taleple gidiyoruz.’
Bakanlar meraktan kıvranıyorlardı. Musataf Kemal Paşa açıklama
yaptı.”
Kurtuluş Savaşımız, Cumhuriyetimiz, vergi tarihimiz ve dünya
vergi tarihi ve uygulamaları bakımından son derece ilginç ve bir o ka-
dar da önemli olan bu açıklamaları, Nutuk’tan okuyalım:
“1 sayılı buyruğumla her ilçede birer “Ulusal Vergi Kurulu” kur-
dum. Bu kurullarca toplanan gereçlerin ordunun değişik bölümlerine
dağıtımını düzenledim.
2 sayılı buyruğuma göre, yurtta her ev, birer kat çamaşır, birer çift
çorap, çarık hazırlayıp Ulusal Vergi Kurulu’na verecekti.
335

3 sayılı bildirimle, tüccar ve halk elinde bulunan çamaşırlık bez,


kaput bezi, patiska, pamuk, yıkanmış ve yıkanmamış yün ve tiftik, er-
kek giysisi dikmeye elverişli her türlü kışlık ve yazlık kumaş, kalın
bez, kösele, vaketa, taban astarlığı, sarı ve siyah meşin, sahtiyan, dikil-
miş ve dikilmemiş çarık, potin, demir kundura çivisi, tel çivi, kundura
ve saraç ipliği, nallık demir ve yapılmış nal, mıh, yem torbası, yular,
belleme, kolan, kaşağı, gebre, semer ve urganlardan %40’ına, değeri
daha sonra ödenmek üzere el koydum.
4 sayılı buyruğumla eldeki buğday, saman, un, arpa, fasulye, bul-
gur, nohut, mercimek, kasaplık hayvanları, şeker, gaz, pirinç, sabun,
yağ, tuz, zeytinyağı, çay ve mumların da %40’ına değeri daha sonra
ödenmek üzere el koydum.
5 sayılı buyruğumla ordu ihtiyacı için alınan taşıt araçlarından baş-
ka, halkın elinde kalan taşıt araçları ile parasız yüz kilometrelik bir
uzaklığa kadar, ayda bir kez olmak üzere, askeri ulaştırma işlerinde ça-
lıştırılmasını gerekli kıldım.
6 sayılı buyruğumla ordunun yedirilip giydirilmesine yarayan bü-
tün sahipsiz mallara (emvali metruke) el koydum.
7 sayılı buyruğumla halkın elinde bulunan savaşa elverişli bütün
silahların ve cephanelerin 3 gün içinde hükümete teslim edilmesini is-
tedim.
8 sayılı buyruğumla benzin, vakum, gres, makine, don, saatçi ve
taban yağları, vazelin, otomobil, kamyon lastiği, solisyon, buji, soğuk
tutkal, fransız tutkalı, telefon makinası, kablo, pil, çıplak tel, yalıtkan ve
bunlara benzer gereçlerin ve sacayağının % 40’ına el koydum.
9 sayılı buyruğumla demirci, marangoz, dökümcü, tesviyeci, saraç
ve arabacılarla bunların işliklerinin iş çıkarma güçlerinin kasatura, kı-
lıç, mızrak, eyer yapabilecek ustaların adlarıyla sayılarının ve durumla-
rının tesbitini sağlattırdım.
10 sayılı buyruğumla halkın elinde bulunan dört tekerlekli yaylı
araba, dört tekerlekli at ve öküz arabaları ile kağnı arabalarının bütün
donanımı ve hayvanları ile birlikte, binek hayvanları, top çeker hayvan-
lar, katırlar, yük hayvanlarının, deve ve eşeklerin %20’sine el koydum.
Efendiler, buyruklarımın ve bildirimlerimin yerine getirilmesi için
kurduğum İstiklâl Mahkemelerini Kastamonu, Samsun, Konya, Eskişe-
hir bölgelerine gönderdim. Ankara’da da bir mahkeme bulundurdum.”
fiAN VERGILER
336 / EDEBIYATLAfiA

“Zaferden Sonra” Diyordu Tekâlif-i Milliye Makbuzları


Tekâlif-i Milliye uygulaması kapsamında kendisinden eşya ya da
mal alınan yükümlülere bir makbuz veriliyordu, bu makbuzun son bö-
lümünde şunlar yazılıydı: “Tafsilatı yukarıda yazılı ve Başkumandanlık
Kanunu’nun verdiği selahiyet ile alınan eşya ve mal bedeli yekunu
olan.........lira.....kuruş zaferden sonra azami bir yıl içinde Maliye Ve-
kâleti tarafından ödenecektir.”
Zafer kazanıldı, ama zaferden sonra hiç kimse bu makbuzlarla
başvurup verdiklerinin karşılığını Devlet’ten istemedi.
Halk Nasıl Karşıladı
Yine Turgut Özakman’ın “Şu Çılgın Türkler” adlı eserine dönelim
ve halkın bu vergiye karşı nasıl bir tepki verdiğine bakalım:
1- “Emirdağ Kaymakamı vakit geçirmeden İlçe Vergi Kurulu’nu
kurdu. Kurul kaymakamın odasında toplandı.
Kurul üyeleri bu hayati sorumluluğun altında ve halktan istenen
özverinin büyüklüğü karşısında sersemlemişlerdi. Üyelerin çoğu ümit-
sizdi. Kaymakam halkın nasıl davranacağını kestiremediği için yalpalı-
yordu.
(...) Eski devlet bugüne kadar, bir şey vermeden, mal ve can ver-
gisi isteyegelmişti. Şimdi yeni devlet de istiyordu.
Bunları konuşurken birden odanın kapısı küt diye ardıan kadar açıl-
dı. Kapının çerçevesi içinde Emirdağ’ın delisi Battal belirdi. Bağırdı:
‘Selamünaleyküm!’
Kaymakam öfkelendi:
‘Ulan deli, baksana çalışıyoruz. Çık dışarı!’
‘Kızma beyim, biliyorum, onun için geldim. Duydum ki Kemal’in
askerleri çıplakmış. Allah şahidimdir üzerimdekinden başka çamaşırım
yok. Çoraplarımı getirdim. Şimdi yıkadım temizdir’
Yaklaşıp masanın üzerine bir çift ıslak yün çorap koydu. Çarıkla-
rını sıyırıp odanın ortasına bıraktı:
‘Aha bunlar da çarıklarım. Haydi kolay gelsin!’
Çıplak ayak, huzur içinde yürüyüp çıktı. Kapıyı gümleterek kapadı.
Üyelerin dilleri tutulmuştu sanki. Kaymakam ‘Halktan kuşku-
landığımız için tövbe edelim’ beyler...’ dedi. ‘Deli Battal gibi bir
garibin bile yüreği köpürdüyse, tekmil halk ayaklanacak demektir.
Hızlanalım.”
337

2- “Anadolu’daki pek çok yönetici gibi Çorum Mutassarıfı da bü-


tün gün hazırlıklarla ilgilenmiş, ancak gece yarısı yatabilmişti. Heye-
candan gün ağarana dek gözünü kırpmadı.
Halkın tavrı sabah belli olacaktı.
Evde duramadı, erkenden hükümete geldi. Vergi Kurulu üyeleri,
görevliler işbaşı etmiş bekliyorlardı. Odasına çıktı. Odacı kahvesini ge-
tirdi. Kahvesini alıp pencerenin önüne geldi. Gözünü meydana açılan
yol ağızlarına dikti.
Sinek uçmuyor, yaprak kımıldamıyordu.
Neden sonra, derin sessizlik içinde belli belirsiz bir gürültü uyan-
dı. Yavaş yavaş yaklaştı. Yol ağzında iki çuval yüklü bir eşekle bir er-
kek göründü. Onu büyükçe bir çuval sırtlamış bir başka erkek izledi.
Derken ellerinde sepetler, heybeler ve torbalarla kadınlar sökün etti.
Az sonra taş döşeli hükümet meydanı, arabalar, kağnılar, atlar,
eşekler, denkler, balyalar, hurçlar, sepetler, küfeler, tenekeler, torbalar,
heybeler, bakraçlar, testiler, kadınlar, erkekler ve çocuklarla dolacaktı.
Ali Cemal Bardakçı ağlamaya başladı.”
3- “Ankara valiliğinin önündeki genişçe meydan da içeri gireme-
yenlerle dolmuştu. Adalet Bakanı Refik Şevket İnce vaililiğe yoğun
kalabalığı zorlukla yararak girebildi. Alt kattaki bütün odalar Milli Ver-
gi Kurulu ile ona bağlı alt kurullara ayrılmıştı. Vergisini hemen ödemek
ya da mal bildiriminde bulunmak isteyen erkenci Ankaralılar, odaları
ve koridoru doldurmuşlardı.
Görevliler gece gündüz çalışacak, üç hafta boyunca eve gidip de
çamaşır değiştirecek zaman bulamayacaklardı.”
4- “Konya’da da halk vergisini ödemek için hükümte konağını iş-
gal etmişti. Bina uğulduyordu. Üç Konyalı konuşmak için Vali Galip
Pasiner Paşa’ya çıktılar. Kalpaklı, değirmi sakallı Konyalı, ‘Paşam..’
dedi ‘... arkadaşlar bizi temsilen seçtiler. Konyalıların bir dileğini arz
etmek istiyoruz. Biliyorsunuz, bir hafta sonra kurban bayramı...’
Vali Paşa doğruldu:
‘Yoo, hemen söyleyeyim, vergileri ertelemek mümkün değil.’
Konyalılar gülümsediler:
‘Hayır Paşam, o başka, vergi borcumuzu ödeyeceğiz. Biz bayram
için harcayacığımız şeker parasını Kızılay’a, kurbanları da orduya ver-
meyi vermeyi kararlaştırdık. İlgililere hazırlıklı olmaları için emir ver-
menizi diliyorum..’
fiAN VERGILER
338 / EDEBIYATLAfiA

Galip Paşa’nın yüzü mutlulukla parladı.


Milli Mücadele’nin başında Ankara’yı o kadar uğraştıran Konya
artık Delibaş’ın, Zeynelabidin’in, Artin Cemal’in karanlık Konyası de-
ğildi.”
5- “Konya meydanları kurbanlık koçlar, satıcılar, alıcılar, kasaplar
ve büyük kazanlarla doluydu. Orduya armağan edilen kurbanlar hemen
oracıkta kesilip parçalanıyor, kavurma yapılmak üzere kazanlara basılı-
yordu. Bucak ve ilçeler de, toplanan ilk vergileri, bayramdan önce or-
duya yetişsinler diye Batı Anadolu Menzil Komutanlığına teslim edil-
mek üzere Konya’ya yollamışlardı. Bu iyi niyetli ama proğram dışı
davranış yüzünden Konya dört bir yandan şehre kervanların ve araba
kollarının da hücumu altında kalmıştı.
Yollar tıkandı, şehir kilitlendi.
Menzil Komutanı Albay Kâzım Dirik’i tanımayanlar, daha ilk
adımda bu duruma düşen Konya’nın, Muğla, Denizli, Antalya, Burdur
ve Isparta’dan yola çıkarılacak vergi kolları da gelmeye başlayınca felç
olacağına, menzil örgütünün bu çok büyük işin altında ezilip kalacağı-
na bahse girebilirdi.
Oysa Albay Kâzım Dirik böyle günlerin adamıydı.
Bu geçici kargaşalığı tatlı-sert yöntemlerle çabucak düzene koya-
cak, akşam Konya İstiklal Mahkemesi üyelerine ziyafet bile verecek-
ti.
(...) İlçelerden gelen çamaşır, çarık ve çoraplar eşek kollarıyla he-
men ikmal noktalarına yollandı. Bazı iller orduya vergiden ayrı, arma-
ğan olarak kavurma, tulum peyniri, meyve kurusu gibi yiyecekler de
yolluyorlardı. Orduyu doyurmak ve donatmak sorun olmaktan çıkmış-
tı. Oysa iki hafta önce bu sorun çaresiz sanılıyordu.
Bu vergiler yoluyla 100.000 insanın ve 130.000 hayvanın 8 aylık
yiyimi sağlanacaktı.”
6- “Evler de arı kovanına dönmüştü. Çorap, çamaşır ve çarık ha-
zırlıyorlardı. Antalya’nın Elmalı kasabasında da, yakın komşu beş yeni
yetme genç kız yün çorap örmek için biraraya gelmişlerdi. Konuşa ko-
nuşa çalşımaktaydılar.
İçlerinden biri ‘Benim ördüğüm çorabı giyen giyecek asker, İnşal-
lah Afyon’a ilk giren asker olur’ dedi. Bu hoş dilek kızlara sevinç çığ-
lıkları attırdı, emeklerine tarifsiz bir ümit tadı kattı:
339

‘Aaaa! Benim ördüğüm çorabı giyen asker de Eskişehir’e ilk gi-


ren olsun’
‘Benimki de Uşak’a girsin’
‘Benimki Bursa’ya’
Sonuncu kız, ‘Benim askerim de inşallah İzmir’e girer!’ dedi.
Afet adındaki bu güzel kız, ilerde İzmir’de M.Kemal Paşa ile kar-
şılaşacak, himayesine girecek, İsviçre’de eğitim görecek Profesör Afet
İnan olacaktı.”
Aşarı, Ağnamı Vermişler, Şimdi de Kağnılar
14 Aralık 1921 tarihli Hakimiyet-i Milliye Gazetesi’nde gazeteci
ve hâkim Mustafa Necati anlatıyor: “Çocuğunu askere gönderen; aşa-
rını, ağnamını her zaman veren bu zavallı anneler, nihayet kağnı araba-
larını tekalif-i milliye’ye vermişler, arabaları ile birlikte gittiler, gidi-
yorlar.”
Vergisiz Savaş Olmayacağına Kurtuluş Savaşı Tanık
Yıl 1922’dir, bir yandan Batı Cephesi’nde Yunan’a son hamleyi
vurmak için hazırlıklar yapılırken, bir yandan da Misak-ı Milli sınırları
içinde kabul ettiğimiz Musul için girişimler yapılmaktadır. İngilizler’in
entrikalar çevirdiği Musul’da Türk’ün gücü ve varlığı mutlaka duyu-
rulmalı. Duyurulmalı da, oraya ordu gönderecek gücümüz yok o sıra,
en doğrusu bir kuvayı milliyeciyi oraya göndermek. Öyle yapılıyor.
Atatürk’ün 1 Şubat 1992 tarihli bir buyruğu ile, Antep’te kuvayı milli-
ye kumandanlığı yapmış olan milis yarbayı Özdemir Bey, Musul İli’nin
kurtarılması amacıyla Revandiz bölgesine gönderilecek kuvvetlerin ba-
şına getiriliyor. Özdemir Bey, bu bölgede, önemli ve yararlı görevler
yapıyor. Ancak, yöredeki Kürt aşiretleri iki şeye çok önem veriyorlar;
güç ve para. Güç tamam, ama para zor... Dr.Suat Akgül, “Musul-Ker-
kük Harekatı” adlı kitabında, Özdemir Bey’e sağlanan para kaynakları
konusunda önemli bilgiler veriyor. Bu bilgiler, vergisiz savaş olmaya-
cağını apaçık gösteriyor.
“Özdemir Bey’e örtülü ödenekten para verilmesi emredildiği hal-
de şimdiye dek ödenmeyen paranın da gönderilmesi bildirilmişti. Mar-
din maliyesi tarafından sağlanması gereken 10.000 liranın toplanabilen
4.800 lirası Özdemir Bey’e gönderildi.”
“Müfreze harekattan evvel, gerilerin emniyetini muhafaza ama-
cıyla bütün nahiye ve köylere jandarma kuvvetleri çıkarmış, bunları
fiAN VERGILER
340 / EDEBIYATLAfiA

mülkiye amirlerinin emrine vermiş, bir taraftan da Musul’dan gelip


İran’a geçen kervanların geçit noktası olan Rayta’ya birkaç memurla
Şemdinan heyetinden birkaç muhafız göndererek gümrük vergisinin
toplanmasını temin etmiş, aşardan alınan vergilerle cephe kumandanlı-
ğından gelen 2000 altın lira çetelerin maaşına vermiş idi.”
Düyun-u Umumiye Ve Ankara Hükümeti
Hüseyin Perviz Pur, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türkiye’nin Borç
Prangası adlı eserinde, Kurtuluş Savaşı sırasında Düyun-u Umumi-
ye’nin Ankara Hükümeti ile olan ilişkilerini ve birbirletine karşı olan
tavırlarını şöyle anlatıyor:
“Kurtuluş savaşı başladıktan sonra toparlanarak Anadolu’da iler-
leyen Türk Ordusu, geri alınan vilayetlerin gelirlerine el koyuyordu.
Düyun-u Umumiye bu durumu, yok ettiği devlete, osmanlı idare-
si ne şikayet ediyordu.
Ankara’da kurulan Büyük Millet Meclisi Hükümeti, Düyun-u Umu-
miye İdaresi’ne bir talimat göndererek Türk topraklarında bundan böyle
vergi koyma, vergi alma haklarının kalmadığını, bu hakkın Türkiye halkı
adına TBMM’ye ait olduğunu, Düyun-u Umumiye İdaresi’nin bu tarih-
ten sonra yapacağı anlaşmaların geçerli olmayacağını bildirmişti.
Düyun-u Umumiye İdaresi bu talimat üzerine batılılardan görüş
almıştır. Lozan Antlaşması’ndan önce batılılar yeni Türk Devleti’nin
varlığını, alacakları uğruna benimsemişlerdi. Ankara’da Düyun-u
Umumiye Müdürlüğü kurularak Düyun-u Umumiye’nin memurları
buraya bağlanmış ve Düyun-u Umumiye’nin gelir kaynaklarının tama-
mı bu yeni Türk Hükümeti’ne devredilmişti.”
Kocaeli Üniversitesi tarafından yayımlanan “İzmit Milletvekille-
ri” adle eserde, 16 Mart 1920’de İngiliz askerlerinin İstanbul’u işgal
etmesi ve 18 Mart’ta da Meclis-i Mebusan’ı basarak bazı milletvekille-
rini tutuklamaları üzerine, Mustafa Kemal Paşa’nın Temsil Heyeti Baş-
kanı sıfatıyla İstanbul Hükümeti ile her türlü yazışmayı ve vergilerin İs-
tanbul’a gönderilmesini yasakladığını yazıyor. Bu uygulamaya dönük
olarak, Anadolu’daki maliye sandıkları kontrol edilerek, para mevcut-
ları bir tutanakla tesbit edilmiş.
Birinci Meclis’in Kabul Ettiği İlk Yasa, Bir Vergi Yasası
23 Nisan 1920’de ilk kez toplanan Türkiye Büyük Millet Meclisi,
24 Nisan’da ilk yasasını da kabul ediyor. Bu bir vergi yasasıdır. Ağnam
341

Vergisi Yasası. Meclis’e altı ay sonra, bu yasanın değiştirilerek alınan


vergi miktarının artırılmasına ilişkin öneri geldiğinde, İzmit Milletveki-
li Hamdi Namık Bey, buna karşı çıkmış ve bu artırımın halkın gözünde
meclisin itibarını zedeleyeceğini ifade etmiş. Hamdi Namık Bey, çeşit-
li adlar altında alınan vergilerin de tek bir isim altında toplanmasını ve
bu vergiye Vatanın Kurtuluşu Vergisi adının verilmesini istemiş. (Kay-
nak: İzmit Milletvekilleri)
Elviye-i Selase’de Vergilerin Toplanma Biçimine Dair Yasa
Meclis’in 1 Temmuz 1922 tarihli oturumunda Elviye-i Selase’de
(Kars,Ardahan, Artvin) vergilerin toplanma biçimine dair yasa görüş-
meleri (Kars, Ardahan,, Artvin illeri ile Iğdır ve Sürmeli kazalarının
Ruslardan alındıktan sonra aşarla beraber arazi vergilerinin emlak ver-
gisi yerien geçmek suretiyle Rus İdaresi zamanında geçerli olan sabit
vergisi iki misli alınır) sırasında uzun tartışmalar olmuştur. İzmit Mil-
letvekili Abdullah Efendi’nin “Arkadaşlar düşününüz ki yani Rus’un
idaresinden çıkmış bir yerin ahalisine ve yüz lira veren bir adama di-
yeceksin ki sen iki yüz lira vereceksin. Niçin?” şeklindeki eleştirisine
Bolu Milletvekili Nuri Bey “Anadolu’da beş mislini kabul etmediniz
mi?” diye cevap verir.
Sonunda yasa, geldiği gibi geçmiştir. (Kaynak: İzmit Milletvekiller)
Maliyeden anlamayan bir Maliye Bakanı...
Atatürk’ün Maliye Bakanı Hasan Fehmi Bey’i anlatan aşağıdaki
yazı, 13.04.2005 tarihli Milliyet Gazetesi’nde Hasan Pulur tarafından
kaleme alınmıştır: “ÇOKTANDIR yazmak istiyorduk da denk getire-
miyorduk, nihayet sıra geldi, size bir Maliye Bakanı tanıtacağız. Hasan
Fehmi Ataç, hem Büyük Millet Meclisi hükümetlerinde, hem de Cum-
huriyet hükümetlerinde Maliye Bakanlığı yapmıştır. Maliye Bakanı
oluşu ilginçtir... Büyük Millet Meclisi’nin 3. hükümetinde Maliye Ba-
kanı olan Hasan Saka görevinden ayrılmak ister, Mustafa Kemal Paşa
da “O halde bana maliyeden anlamayan birini bul!” der.
ERTESİ gün Mustafa Kemal Paşa, birkaç milletvekiliyle birlikte
Meclis Başkan Vekili Hasan Fehmi Bey’i davet ederek, Hasan Saka’ya
söylediklerini tekrarlar: “Bana maliyeden anlamayan birini bulun!..”
Birkaç isim söylenir, Atatürk hepsine “Olmaz!” der. Toplantıda bulu-
nanlardan biri Gümüşhane Milletvekili Hasan Fehmi Ataç’ı söyleyin-
ce, Atatürk “Tamam” der, Hasan Fehmi Bey itiraz eder: “Aman Paşam,
fiAN VERGILER
342 / EDEBIYATLAfiA

ben maliyeciliği bilmem, beni mazur görün!” Atatürk “Daha iyi!” de-
yince, Hasan Fehmi Bey reddedemeyecek hale gelir. Atatürk sorar:
“Ne yapmayı düşünüyorsunuz?”
“Şu anda bir şey bilmiyorum, düşüneceğim!”
HERKES para istemektedir, Hasan Fehmi Bey kuralını koyar:
“Para, yağlı kurşun ve keskin süngüye!”
Evet, ama, ordunun harcamalarını da kontrol etmek ve disipline sok-
mak gerekir, bunun için bir kanun çıkarılır, ordu defterdarlıkları ve mesul
muhasiplikler kurulur. Eski köye, yeni nizam koymak güçtür, bazı ku-
mandanlarla ordu defterdarları arasında tartışmalar çıkar; Ali İhsan Paşa
(Sabis) bir defterdarı hapseder, ama sistem sonunda yerleşir. Mesela,
Milli Savunma Bakanlığı, bir defasında 400 bin postal için para ister, Ha-
san Fehmi Bey, “Ben bu parayı verirsem, 400 bin postalı nerede, kime,
ne kadar zamanda yaptıracaksınız?” diye sorar, istek geri alınır. Bir gün
de ordu kumandanları ihtiyaçları için 10 otomobil isterler, Maliye Baka-
nı otomobillerin adresini verir: “İstediğiniz otomobilleri Yunanlılar İz-
mir’e çıkardılar, hazırladılar, orada duruyorlar, gidin alın!”
İzmir hâlâ Yunan işgali altındadır!
HASAN Fehmi Bey bir gün Mustafa Kemal Paşa’ya orduda ne ka-
dar subay olduğunu, alacakları maaşın miktarını söyleyince, Paşa sorar:
“Bu sayıları nereden biliyorsun?”
Görüşme sırasında orada bulunan Fevzi Paşa (Çakmak) ordu def-
terdarlarını ima ederek, “Onun casusları var!” der.
BÜYÜK Taarruz yaklaşmaktadır, Maliye alacağı her kuruş vergi-
yi toplayabildiği kadar toplamış, hiçbir yerde metelik bırakmamıştır,
ama hâlâ paraya ihtiyaç vardır. Kurtuluş Savaşı’nın Maliye Bakanı onu
da bulur: “Osmanlı Bankası’nın Ankara Şube Müdürü Bojeti’yi çağır-
dım. Dedim ki:
- Osmanlı Bankası tarihi bir anını yaşıyor. Maliye’ye 1.5 milyon li-
ra lazım. Bizim idaremizdeki mıntıkada 16 şubeniz var. İstediğim pa-
rayı vermezsen, şubelerinize vazıyet eder, kasalarındaki bütün parayı
zabıt mukabili alırım. Düşünmek için sana bir çeyrek saat mühlet veri-
yorum, git düşün, cevabını ver.”
Sonra?
Maliye Bakanı tek cümleyle açıklar: “Böylece istediğimiz 1.5 mil-
yon lirayı Osmanlı Bankası’ndan aldık.”
343

SABAHATTİN Selek “Anadolu İhtilali”nde Milli Mücadele’nin


en başarılı Maliye Bakanı’nın Hasan Fehmi Ataç olduğunu söyler, çok
pratik olduğunu belirtir, “Mustafa Kemal Paşa’nın, maliyeci olmayan
bir Maliye Bakanı aramasındaki hikmet budur” der.
NELER gelmiş, neler geçmiş, bu devlet, ne Maliye bakanları gör-
müş. Kim bilir daha kimleri görecek?
Vergiler Ve Bağımsızlık... Atatürk’ün İzmir İktisat
Kongresi’nde Dedikleri
Atatürk 1923 yılında toplanan İzmir İktisat Kongresi’nde yaptığı ko-
nuşmasının bir bölümü vergilerle bağımsızlık arasındaki ilişkiye dairdir.
“Bir devlet ki, kendi uyruğundaki halka koyduğu vergiyi, yaban-
cılara uygulayamaz, bir devlet ki, kendi gümrük resimleri ve her türlü
vergi işlemlerini düzenlemeden alıkonulur, bir devlet ki kendi kanun-
larına göre yargı hakkını yabancılara uygulayabilmekten yoksundur; o
devlete bağımsız denilemez.”
10 Ağustos 1920’de Osmanlı Hükümeti’nce imzalanan Sevr Ant-
laşması’nın da vergilere dair bir maddesi var, onu okuyunca Atatürk’ün
büyüklüğü bir kez daha ortaya çıkıyor. Bu madde, Osmanlı maliye Ba-
kanlığı’nın tamamen yabancıların gözetiminde görevini sürmesini ön-
görüyordu.
İlk CHP Kurultay’nın Başkanlık Bildirisinin Vergi
İle İlgili Bölümü
Cumhuriyet Halk Partisi’nin ilk kurultayı 15-27 Ekim 1927 tarih-
lerinde Ankara’da yapılır.
Atatürk, Büyük Nutku’nu altı gün boyunca bu kurultayda okur ve
gençliğe hitabe ile sözlerini sonlandırır.
Bu kurultayda “Genel Başkanlık Bildirisi” adında bir de upuzun
bir bildiri okunmuştur. Bu bildirinin “Mâli Siyaset” başlıklı bölümün-
de, vergi politika ve uygulamaları ile ilgili olarak şu görüş ve düşün-
celere yer verilmiştir: “ Islahat-ı mâliyeye bila inkıta devam edeceğiz.
Vergilerimizin cinsini, nev’ini cibayeti üzerinde mütemadiyen tekamül
vücuda getirmeye çalışacağız. “
Günümüz Türkçesi’ne çevirelim: “Mâliyenin ıslahına aralıksız de-
vam edeceğiz. Vergilerimizin cinsini (yani dolaylı ya da dolaysız), tü-
rünü ( gelir, kurumlar, tüketim gibi ), tahsilatlarının geliştirilmesi doğ-
rultusunda genişleteceğiz. “ (Kaynak:Sivas’tan Kongre’ye CHP )
fiAN VERGILER
344 / EDEBIYATLAfiA

Denk Bütçe, Âdil Vergi


Atatürk’ün izlediği mâliye politikası, günümüz mâliyecilerince
dikkatle incelenmelidir. Atatürk bu konuda da özgündür, yüzde yüz
yerli ve millîdir.
O’nun döneminde bütçelerimiz denklik esasına göre bağlanıyor,
uygulama sonuçları ve gerçekleşmelerde, “faiz dışı fazla” gibi akıl ve
bilim dışılıklar bulunmuyordu.
İngiltere’nin Ankara maslahatgüzarı MORGAN, 28 Ekim 1933’te
Londra’ya şunları yazmış: “Cumhuriyet’in 10. yılı kutlamaları yarın
başlayacak ve üç gün sürecek. (...) Ankara’da istasyondan Çankaya
Köşkü’ne kadar bayraklar ve afişler asıldı. Afişlerde sloganlar: Denk
bütçe, düzgün ödeme, işte Cumhuriyet maliyesi...” (Kaynak:Bilal
N.Şimşir/Ankara Ankara.. Bir Başkent’in Doğuşu”)
1 Kasım 1934 tarihinde Büyük Millet Meclisi’ni açarken yaptığı
konuşmada, gelir tahminlerinin gerçekliğini ve denkliğin önemini
özenle vurguluyor Büyük Atatürk: “Geçen yılki bütçe uygulamaları bu
yıl da dikkatle sürdürülmelidir. Devlet’in gelir tahminlerinin gerçekle-
şeceğini ummaktayız. Türk Parası sağlam değerini korumaktadır. Hü-
kümet bu siyasete çok değer veriyor, bundan böyle de bu siyasetten ay-
rılmayacak. “
Aynı vurgu ve yaklaşım, 1 Kasım 1936 tarihli TBMM açış konuş-
masında da vardır: “Bütçe dengesine özel önem veren Meclis, her sene
gelir fazlası sağlamayı başarmaktadır. Bu sene de tahminlerin tahakkuk
edeceğine güvenebiliriz. “
Atatürk, yeni vergiler konulmasından yana değildi. Vergilerin tarh
ve tahsilini; istikrarlı bir proğramda, dürüst ve halkla ilişkileri iyi bilen
bir maliye örgütünde görüyor; gelirler arttıkça, vergilerde indirime gi-
diyordu. Bu bağlamdaki görüş ve düşüncelerini ortaya koyduğu bir
TBMM açış konuşmasında şöyle der: “ Devlet gelirlerinin artmasını,
yeni vergiler konulmasından çok, sürekli bir proğramla mevcut vergi-
lerin tarh ve tahsil yöntemlerinin ıslahında aramak lazımdır. (...) Haya-
tı ucuzlatmak gerektikçe, vergileri indirmek siyasetine devam edece-
ğiz. Tuz, şeker, çimento, sayım vergilerinde iki sene içinde yaptığımız
cesurane indirimler, her bakımdan yararlı olmuştur. “
Mültezimler eliyle toplanan en önemli vergi olan “Aşar Vergisi”
(köylünün ürününün yüzde onunun aynî olarak ve masraflar düşülme-
345

den alıması esasına dayanıyordu), 1925 yılında Büyük Atatürk tarafın-


dan kaldırılmıştır. «Köylümüz ve ziraatimiz üzerindeki aşar kâbusunun
ortadan kaldırılması ile meydana gelen rahatlık, milletin daha çok üret-
mek, daha rahat olmak için çalışmak arzularını teşekkür edilecek bir
derecede arttırmıştır.» (01. 11. 1925, T.B.M.M. 2. Dönem 2. Toplanma
Yılını Açarken). Prof.Dr.Mustafa Aysan, bu verginin kaldırılmasının o
günlerde büyük bir cesaret örneği olduğunu belirtiyor ve bu görüşüne
dayanak olarak da 1924 yılında bu verginin 13 milyon liralık devlet
bütçesinin yaklaşık yüzde yirmibeşine eşit olmasını gösteriyor. Nurten
Arslan, “Küçük Anılarda Büyük Sırlar” adlı kitabının ikinci cildinde
yazdıklarından öğreniyoruz ki, Atatürk Aşâr konusunu tâ 1918 yılında,
enine boyuna düşünüp ele almaktaymış. Birinci Dünya Savaşı sürmek-
tedir. Mustafa Kemal Paşa, dayanılmaz böbrek ağrıları sebebiyle Avus-
turya’da tedavi görmektedir. 1918 yılı Temmuz ayında defterine yazdı-
ğı düşünce, tasarı ve öngörülerin ana başlıkları şunlardı:
-Devlet adamlarının memleket hakkındaki bilgileri,
-Osmanlı Devleti nasıl bir siyaset izlemelidir?
-Arabistan, Türkistan hakkında ve tutsak milletler izlenecek görüş
en olmalıdır?
-Türklük ülküsü,
-Aşâr vergisinin toplanma yolları. Emanet, ihale ve kesin vergi-
lendirme.
Ata’nın yukarıdaki konuşmada, sözünü ettiği vergi oranlarındaki
indirimler, % 50’yi bulmaktaydı. 1925 yılında, bütçe gelirlerinin %
25’ini oluşturan Aşar (Öşür) Vergisi’ni gözünü kırpmadan kaldırdığını
da hatırlarsak, yapılan iyileştirmenin önem ve değerini daha iyi algıla-
yabiliriz.
Ve dahası...Meclis’i açış konuşmalarının vergi ile ilgili bölümle-
rinde daha neler neler var:
“ (...) Bundan başka vergi yöntemlerinin iyileştirilmesine yönelik
çözümlerin bulunmasına da önemle devam olunmaktadır. İyi yöntem
ve uygulamaların gönendirci sonuçlarını yurttaş, hiçbir işte vergi konu-
su kadar duyarlılıkla takdir edemez.
(...) Gerek bu konular üzerinde çalışırken, gerek herhangi bir ma-
li karar alırken, ilk gözönüne alacağımız şey, milli faaliyet ve üretim,
yani verginin ana kaynağı üzerinde oluşturacağı etkiler olmalıdır. Ma-
fiAN VERGILER
346 / EDEBIYATLAfiA

liye memurları da iç işleri memurları gibi halkla sürekli temas halinde


olan görevlilerdir. Bunların da halkla ilişkilerinde, halk için çalışan bir
halk hükümetinin doğal niteliği olan azami dikkat ve özeni göstermek;
güven ve inanı vermek şiarlarının gelişimine özen göstermeleri gere-
kir.”
Atatürk’ün Hastalığı Fırsat Bilinip Kaldırılan
Yabancı Okul Vergisi
Necdet Sevinç’in “Osmanlı’dan Günümüze Misyoner Faaliyetle-
ri” adlı değerli bir eseri bulunmaktadır. 451 sayfalık bu kitapta, oryan-
talist zihniyetin içyüzü ifşa ediliyor, misyonerliğin bir dinamit lokumu
gibi içimize nasıl ajan okulları yerleştirdiği anlatılıyor. Misyoner okul-
ları, Osmanlı’nın son devirlerinde birer isyan karargah ve talimgahı ola-
rak çalışıyorlar. Osmanlı müdahale edemiyor. Dünyanın o günkü ege-
men güçleri ve devletleri kıyameti koparıyorlar.
Merzifon Amerikan Koleji’nin görevi, yöredeki rumlara pontus-
çuluk,ermenilere taşnakçılık aşılamaktı. Aynı İlçe’de bulunan Ameri-
kan Hastahanesi ile bu okul arasında yer altından dehlizler açılıp, bura-
lara toplar, ağır silahlar ve cephane yerleştirilmişti.Harput ve Antep’te-
ki kolejler de farklı değildi. Gaziantep Amerikan Koleji öyle bir yılan
yuvası idi ki, Kurtuluş Savaşı günlerinde, Mareşal Fevzi Çakmak, bu-
rasını topa tutarak yerle bir etmişti. Heybeliada Ruhban Okulu ise; At-
henagoras, Yakovas ve Makarios gibi Türk düşmanlarını yetiştiren bir
melanet ocağı idi.
İşte bütün bu okulların 1912 yılındaki sayısı 10 binleri buluyordu.
Yüce Atatürk, bu melanet yuvalarını bir bir geldikleri yerlere pos-
taladı. Hepsinin haddini bildirdi. Hiçbir baskıya da boyun eğmedi.
Vergi bile saldı bunların üzerine. Verginin ulusal çıkarlar açısından
nasıl bir araç ve silah olarak kullanılabileceğini gösterdi. Necdet Se-
vinç Bey, bu gelişmeleri kitabında şöyle anlatıyor: “(...) Atatürk, Mer-
zifon Koleji Kampüsü’nün arpa tarlasına döndüğünü görmeden rahat
edemeyeceğini söyleyen avukat Sadık Bey’e bu koleji denetleme em-
rini vererek yabancı okullara duyduğu tepkisini gösterir. 1927’den son-
ra da yabancı okulları vergiyle tanıştırır. Artık bu okullar kendilerine ba-
ğış, miras vs. gibi çeşitli yollardan intikal eden her türlü akar akaretten
yüzde 10 ile 30 arasında Türk Maliyesi’ne vergi ödeyeceklerdir. Her
fırsatta yabancı okulları ülkeyi terke zorlayan Türkiye, 1930’larda,
347

ABD tarihinin en büyük mali krizlerinden birini yaşarken, şiddetli tep-


kilere sebep olan bu vergileri koyar. Danıştay, kanunu kısmen iptal
eder. Bu kez dönemin Robert Kolej Müdürü Dr.Walter L.Wright mah-
kemenin yolunu tutar, ama istediği kararı alamaz. Fakat bir Amerikan
okulu mezunu olan Amerika’daki Türkiye Büyükelçisi Münir Erte-
gün’ün telkinleri sonunda okullar vergi kapsamı dışında bırakılır. Okul-
ların kapsam dışında bırakıldığı yıl, Atatürk’ün hastalığın pençesinde
kıvrandığı yıldır. “
Bayrağımız Gibi Sen de Başımızdan Eksik Olma İnşallah !
Atatürk’ün vergi adaleti konusunda ne denli titiz ve duyarlı oldu-
ğuna ilişkin bir anekdot, Bütün Dünya Dergisi’nin Kasım 2000 tarihli
sayısında Hanri Benasuz tarafından derlenerek anlatılmıştır. Benazus;
kaynak olarak İsmet Bozdağ, Hasan Rıza Soyak,Behçet Kemal Çağlar
ve Kasım Gülek’i göstermektedir.
Bu yazıyı özetleyerek aktarıyorum:
“ (...) Atatürk ve Nuri Conker, birinin hazırladığı, ötekinin uy-
guladığı plan sonunda Florya Köşkü’nün tüm nöbetçilerini atlattılar
ve köşkten kaçtılar. Altlarında, Nuri Conker’in bir arkadaşının ara-
bası vardı. Eylül sonu akşamı sonbaharın tadını çıkararak Çekme-
ce’ye doğru gidiyorlardı. Birden Atatürk’ün gözleri akşam güneşi
altında çift süren bir köylüye takıldı. Yaşlı bir adamdı bu. Sapanın sa-
pına iyice yapışmış, toprakları yavaş yavaş deviriyordu. Fakat çiftin
bir yanında öküz, öbür yanında merkep vardı. Atatürk şoföre durma-
sını söyledi.
İndiler. Köylüye seslendi.
‘Kolay gelsin Ağa!. ‘
Köylü bu sese başını çevirmeden karşılık verdi:
‘Kolay gelsin’
(...) ‘Bakıyorum, sapanın bir yanında öküz, bir yanında merkep ko-
şulu.Öküzün yok mu senin? ‘
‘Var olmasına vardı ya, hıdırellezde vergi memurları sattılar’
‘Hiç vergi memurları köylünün üretim aracını satar mı? Olmaz
böyle şey! Muhtara şikayet etseydin...’
Köylü güldü:
‘Muhtar başında deel miydi memurun, a bey? ‘
Atatürk dudaklarını dişleri arasında ezerek konuştu:
fiAN VERGILER
348 / EDEBIYATLAfiA

‘Kaymakama gitseydin’
Köylü iyice güldü.
‘Sen de benle gönül mü eyliyon beyim? ‘ dedi. Kaymakamın ha-
beri olmadan bizim buralarda kuş bile uçmaz.’
Atatürk, konuşmayı sürdürdü:
‘E peki, İstanbul şuracıkta. Gideydin valiye anlataydın derdini...
Onun işi bu değil mi? ‘
(...) ‘Bırak şu sağırı allasen, biz onun buralardan gelip geçtiğini
çok gördük. Yakasına yapışsak acep derdimizi duyurabilir miyiz? ‘
Atatürk sordu:
‘Adın ne senin Ağa? ‘
‘Halil...Köylük yerde sorsan, Halil Ağa derler...’
‘Peki Halil Ağa, bu senin işin beni bayağı meraklandırdı. (...) Ha-
di kaymakam şöyle, vali böyle diyelim; e peki bir başvekil İsmet Paşa
var bilir misin? ‘
‘Bilmez olur muyum beyim? ‘
‘Tamam öyleyse, hemen her hafta İstanbul’a geliyor. Florya Köş-
kü’ne iniyor. Köşk şuracıkta. Bir gün kapıda bekleseydin de derdini
dökseydin ona...Herhalde çaresini bulurdu.’
‘ (...) Tutalım gittim vardım, beni o kapıya koymazlar ya...Tutalım
ki kodular, koskoca İsmet Paşa’yı göstertmezler ya. Tut ki gösterdiler,
ona halimi nasıl yanacağım. O sağırın sağırı. Hiç işitmez beni...’
(...) ‘E peki, bakalım bu dediğime ne bulacaksın ! Atatürk koca
yaz şuracıkta oturup duruyordu. Gitseydin, çıksaydın önüne, anlatsay-
dın halini. O da seni yüzüstü bırakacak değildi ya!..’
Köylü iyice keyiflenmiş gülüyordu.
‘Sen ne diyon bey? ‘ dedi. Atatürk’ümüzün yüzünü görmek için
Peygamber gücü gerek... Hem tut ki gördük. Yiyip içmekten, işinden
gücünden başını kaldırıp bizim öküzün arkasından mı seyirdecek? ‘
(...) Konuşacak bir şey kalmamıştı. (...) Döndüler arabaya bindi-
ler.Halil Ağa onları uğurladı. (...) Otomobil hareket etti. Atatürk’ün ca-
nı sıkılmıştı.
‘Bir uygun yerden dönelim, tadı kaçtı bu işin!..’ dedi.
Dönüş yolunda Atatürk konuşmuyor sigara üstüne sigara yakıyor-
du. Yüzünde ince bir keder vardı.
(...) Köşke döndüklerinde Atatürk yâverine emretti:
349

‘Şimdi’ dedi ‘İstanbul’da ne kadar bakan, milletvekili varsa hep-


sini telefonla bulacaksın!.. Bu akşam kendilerini yemeğe bekliyorum.
Ayrıca Vali Muhittin Üstündağ ile İsmet Paşa’yı da bul, onlara da ha-
ber ver. ‘
Yâver odadan çıktı. Atatürk, Nuri Conker’e döndü:
‘Şimdi sen de arabayla çıkıp o Halil Ağa’ya gideceksin. Ona be-
nim kim olduğumu söyleme. Tüccar, zengin bir adam falan dersin. Se-
ni sevdi sana öküz alıverecek diye bir şeyler söyle, kandır. Kuşkulan-
dırmadan getir buraya.’
O akşam Atatürk’ün sofrasında Başbakan İsmet İnönü, bakanlar,
milletvekilleri ve vali’den oluşan yirmi beş konuk vardı.
Atatürk, ‘Bu akşam soframıza efendimiz gelecek’ dedi.
(...) Başyâver kapıyı açıp da Haili Ağa, gündüz konuştuğu bey’in
sofranın başında oturduğunu, yanı başında da İsmet Paşa’nın yer aldı-
ğını görünce, şaşkınlıktan dona kaldı.Dizinin bağı çözülmüştü.
Atatürk onu görünce ayağa kalktı. Arkasından tüm konukları da
ayağa kalktılar.
Atatürk ‘İşte beklediğimiz efendimiz’ dedi.
Nuri Conker, Halil Ağa’yı Atatürk’ün sağ başına oturttu, kendisi
de yanındaki sandalyeye geçti. Atatürk o gün olup biteni anlattıktan
sonra ‘Şimdi gerisini Haili Ağa ile birlikte yanınızda tekrarlayacağız.
Ben sorduklarımı baştan soracağım, Halil Ağa da orada bana söyledik-
lerini olduğu gibi tekrar edecek’ dedi.
Halil Ağa’ya döndü:
‘Bak beri Halil Ağa’ dedi. ‘Sen bu akşam benim baş misafirimsin.
Senin açık sözlülülüğünü çok beğendim. Konuşmamızdan sana hiçbir
zarar gelmeyecek. Öküzünü de alacağım. Ama ben şimdi tarlada sor-
duklarımı baştan soracağım, sen de orada söylediklerini aynen tekrar-
layacaksın. İşte soruyorum.’
Tarlada geçen diyaloğ, Halil Ağa’nın zaman zaman bazı sözlerini
utanarak tekrar etmek istememesine karşın neredeyse kelimesi kelime-
sine tekrarlanır. Sıra Atatürk için dediklerine gelince, Halil Ağa’yı ter
basar. Yazının bundan sonraki bölümünün özeti şöyle:
“ (...) Halil Ağa’nın gözlerinden yaşlar inmeye başladı. Taş kesil-
miş duruyordu. Atatürk konuşmasını içtenlikle sürdürdü:
fiAN VERGILER
350 / EDEBIYATLAfiA

‘Atatürk de işi içkiye vurmuş, sarhoşun biri’ demesine getirdin


ya, fazla üstelemeyeyim, dedi.
(...) Halil Ağa, Atatürk’ün ayağını öpmek için davranınca, Atatürk
onu sıkıca tuttu ve bu hareketi yapmasını önledi. Halil Ağa bu kez, Ata-
türk’ün ellerine sarıldı, öpmeye başladı:
‘Bayrağımız gibi sen de başımızdan eksik olma inşallah! Sana her
kim düşman ise, onun yeri senin ayağının dibi olsun!... Gayri bana izin,
koca Paşam!..’
‘Yemek yemedin!’
‘Yemek kolay... Meraklanır çocuklar, ben köyüme döneyim.’
Atatürk, Nuri Conker’e işaret etti. Conker kalkıp Halil Ağa’nın
yanına geldi, kalktı Halil Ağa, önce Atatürk’ü sonra sofradakileri se-
lamlayıp kapıya doğru edeple geri geri çekildi.
Kapı kapandığı zaman Atatürk sofradaki öteki konuklara döndü:
‘Efendimizin halini gördünüz mü beyler?’ dedi. ‘Devlet size
böyle davransa, siz ne yaparsınız? Mübârek Millet bu, adam Millet
bu... Şimdi bu adam Milletin karşısında adam olmak bize düşü-
yor!..’
Sofrada kesin bir sessizlik vardı. Kimse gözlerini Atatürk’ten ayı-
ramıyordu:
‘Halil Ağa’nın öküzünü satıp üretimini aksatan kanunu ya biz yap-
tık ya da bizim yaptığımız kanun yanlış yorumlanıyor. İkisi de birbirin-
den farksız... Böyle bir kanun yaptıksa memleket çıkarlarına aykırıdır.
Nasıl yaparız, nasıl yapmışız bunu? Eğer yaptığımzı kanun doğru da,
yorumlaması yanlış oluyorsa, o zaman sormak lazım: Hükümet nasıl
bir yönetim içindedir? Sonra unutmayın ki olay İstanbul’da geçiyor.
Bunun Van’ı var, Bitlis’i var, kıyı bucak ilçesi var; acaba oralarda neler
oluyor? Bu çark iyi dönmüyor beyefendiler!...”
Askeri Güçle On Yıllık Vergiyi Almak ve Mustafa Kemal
Kılıç Ali Bey’in anılarında var. 1904 yılında kurmay yüzbaşı ola-
rak okulu bitiren Mustafa Kemal, okul arkadaşı Lütfi Müfit Bey’le bir-
likte, kurmaylık stajlarını yapmak üzere Şam’a, 7.Ordu’ya gönderilir-
ler. Mustafa Kemal, o günkü istibdat idaresine karşı yürüttüğü faaliyet-
ler sebebiyle bu tayinin bir tür sürgün olduğunu düşünmektedir. İki ar-
kadaş Şam’a varırlar. Mustafa Kemal 30. Süvari Alayı’na, arkadaşı
29.Alay’a, bölük kumandanı olarak verilirler.
351

Bir süre sonra, kumandanı oldukları bölüklerin alayları ile birlikte


Havran bölgesine hareket etmek üzere olduğu haberini alırlar. Kendi-
lerine haber bile verilmemiştir. Mustafa Kemal, tepkisiz kalmaz bu uy-
gulamaya, tabur ve alay komutanlarına yaptığı şikayetlerden sonuç ala-
mayınca, ordu komutanına aksettirir işi. Ordu komutanından da ses çık-
maz. Bu olayın geri kalan bölümünü, Kılıç Ali Bey şöyle anlatır: “Me-
ğer süvari kaıtasının aldığı görev aynı zamanda on yıllık verginin tahsi-
lidir. Mustafa Kemal bu vergi tahsilatı sırasında köylülerin çektikleri
eziyeti, o sırada yapılan suistimalleri nefretle ve hırsla anlatır, bölükle-
rin aldığı görevi ‘haydutluk’ olarak tanımlardı.”
Atatürk’ün Ödediği Vergiler
Atatürk’ün ne kadar vergi ödediğini, Şükrü Kızılot’un 9.11.2003
tarihli Hürriyet Gazetesi’nde yayımlanan yazısından öğreniyoruz:
“PARA ve mala karşı ciddi bir eğilimi olmayan Atatürk’ün; Cum-
hurbaşkanlığı maaşı, ödeneği ve emekli aylığından başka geliri yoktu.
Cumhurbaşkanlığı aylığı ve ödeneği, 1927’ye kadar 5.000 lirası
aylığı olmak üzere 7.000 liraydı. 1927’de bunlara, genel bir yasa ile
‘‘pahalılık zammı’’ adı ile 2.480 lira eklenir.
1927 ve 1928’de, bu gelirinden toplam 453 lira, 1929 ve 1930’da
724 lira, 1931’de de 1293 lira vergi kesilir. Kendisine net ödenen
13.186 liradır.
1932 yılında çıkan bir yasa ile yüksek maaş ve ücretlere ağır ver-
gi konulur. Buna göre, Atatürk’ün maaş ve ödeneğinden kesilen vergi
5.401 liraya çıkar ve ayda net 9.078 lira almaya başlar.
Özetle, Atatürk o dönemde, eline geçen net aylığın yüzde 60’ı ora-
nında vergi ödüyormuş...
Bu da, Recep Peker’in Asılsız Vergi İhbarı
Yine Kılıç Ali Bey anlatıyor: “Recep Peker, bir türlü anlaşamadığı
İzmir Valisi Kâzım Dirik’ten hoşlanmazdı. Onun hakkında daima şikâ-
yette bulunur, söylenir dururdu. (...) Bir yaz günüydü. Dolmabahçe Sa-
rayı’ndaydık. Recep Peker geldi. Atatürk’e, Kâzım Paşa’nın Köy Ka-
nunu’na göre köylüden alınması gereken verginin haddinden fazlasını
aldığını ve bundan köylünün şikâyetçi olduğunu anlattı. Aynı akşam
Kâzım Dirik de İstanbul’a gelmiş, sofraya davet edilmişti. Geceyarısı
olmuştu. Atatürk bir ara Kâzım Paşa’ya dönerek şunları söyledi: ‘Pa-
şam! Köylü sizden şikâyetçiymiş. Fazla vergi alıyormuşsunuz. Şimdi
fiAN VERGILER
352 / EDEBIYATLAfiA

birlikte gideceğiz. Muratlı’da inşa ettirdiğiniz köyü ve oradaki şikâyet-


leri hep birlikte yerinde dinleyeceğiz.’
Başyavere otomobillerin hazırlanmasını emretti.”
Emir yerine getirilir, otomobillerle önce Çorlu’ya gidilir, oradan
özel bir trenle Muratlı’ya varılır. Kâzım Paşa, Muratlı’da Romanya’dan
gelen göçmenler için örnek bir köy yaptırmıştır. Köyde okul, karakol,
postane, sağlık ocağı vardır ve her şey çok düzenlidir. Atatürk köyü ge-
zer, evlere girer, halkla konuşur, sorar, eder, kimse şikayetçi değildir.
Yalnızca bir yaşlı kadın, gözlerininm ameliyatla açılması için Paşa’dan
yardım diler, o kadar. Şöyle der arkadaşlarına Atatürk: “Arkadaşlar!
Artık mesele anlaşılmıştır. Kâzım Paşa işte gördüğünüz gibi köyü, teş-
kilatı ve hizmetleri tamamlayabilmek için köylüden yine kanun çerçe-
vesinde vergi almaktadır. Gördünüz ki köylü tamamen memnundur. İş-
te bizim Recep’in şikâyet ettiği şeyler.”
Vatandaşın Ödediği Vergileri Çalana Af yok
Yusuf Koç ve Ali Koç’un birlikte Yazdıkları Başbuğ Atatürk adlı
esere, Muvaffak Sulhi Garan’dan nakledilen bir anı var. Ders ve ibret
dolu:
“Büyük Önder, üç dört saat oturduktan sonra yerinden kalktı, hal-
kın coşkun tezahuratı arasında, kendisini bekleyen ‘Acar’ motoruna
doğru yürümeye başladı. Tam gazinonun kapısından çıkacağı sırada,
kalabalık arasından fırlayan 50 yaşlarında, temiz pak giyinmiş bir ada-
mın birdenbire O’nun ayaklarına kapanarak kendisini affetmesi için
yalvarmaya başladığını gördük. Gazi’nin yüz ifadesi sert ve haşin...
Omuzuna dokunup adamın ayağa kalkmasını sağladıktan sonra yüzüne
karşı gürlüyor:
-Hayır, sizi hiçbir zaman affetmem. Siz bu fakir milletin dişinden
tırnağından artırıp ödediği vergilerden oluşan devlet parasına el uzattı-
nız. Ülkeyi zarara soktunuz. Cezanızı çekeceksiniz.
Ve yürüyüp gidiyor, motora biniyor.
Herkes, hayret ve merak içinde... Bu adam kim? Sonradan öğre-
niyoruz. Bir süre önce, kısa zaman Ziraat Vekilliği yapan bir milletve-
kilidir.”
“Ah Bir Vergisiz Memleket Olsa” Karikatürü
1927 yılında, Cemil Cem Bey, Cem adlı gülmece dergisini ikinci
kez çıkarmaya başlar. Aynı yıl içinde bu dergide yayınlanan “Ah, bir
353

vergisiz memleket olsa!..” ve “Dervişin fikri ne ise zikri de odur” baş-


lıklı karikatürlerden birinin hükümete karşı, ötekinin de toplumun ah-
lak anlayışına aykırı gören o günün yetkilileri, dava açarlar. 1,5 yıl sü-
ren yargılama sonunda, 1929’da Cemil Cem’in yapıtlarında suç öğesi
bulunmadığına karar verir mahkeme.
Serbest Fırka Proğramı’nda Vergi, 2.Madde
1930 yılında Atatürk’ün, tek sesliliğe son vermek; ülkede oluşan
aksaklık, eksiklik ve yolsuzlukları dile ve gündeme getirtmek amacıy-
la, Fethi Okyar’a bizzat kendisinin kurdurduğu Serbest Fırka’nın proğ-
ramı, 11 maddeden ibaretti. İlk madde; “Cumhuriyetçilik, milliyetçilik,
laiklik esaslarına bağlı kalınacak, bu esaslar millet bünyesinde ebedi-
leştirilecek”ti. Bu, devletin temel esaslarına bağlı kalınacağını ifade
eden olmazsa olmaz maddenin hemen ardından şu madde geliyordu:
“Vergiler ağırdır. Milletin sırtına takatının üstünde bir yük yüklenmiştir.
Bu yükün en ağır kısmını muamele ve müsakkafat (üstü örtülü yapılar)
vergileri oluşturmaktadır.Tabiidir ki bu vergileri tamamen kaldırmak
doğru değildir. Ancak asgari hadde indirilecek, toplama yolsuzlukları
kaldırılacaktır.”
Makbule Hanım’ın Serbest Fırka’ya Girişi de Vergi Yüzünden
Atatürk’ün kızkardeşi Makbule Atadan’la ilgili bir anıyı Kılıç Ali
Bey anlatıyor:
“Serbest Fırka’nın kuruluşu sırasında Yalova’daydık. Bir akşam
sofrada Makbule Hanım bir fırsatını bularak Atatürk’e şunları söyledi:
-Bir muhalafet partisinin kurulması yerinde oldu. Bugün köylüler-
le görüştüm. Hepsi şikayetçiydi. Bana evlerini gezdirdiler. Vergi yü-
zünden altlarında satılmadık döşek, üstlerinde satılmadık yorgan bırak-
mamışlar.
Gâzi de ona şu karşılığı verdi:
-Haydi sen de bu partiye gir serbest olarak eleştirilerini yap, mü-
cadele et.
Makbule Hanım bu öneriyi memnuniyetle kabul etti ve hemen o
gece partiye girdi.”
Makbule Hanım’ın da Vergi Şikâyeti Olmuş
Milliyet Gazetesi’nde 3.10.2005 tarihinde yayımlanan ANKA
Ajaansı kaynaklaı bir haberin alt başlığı şöyle idi: TBMM tanıtım kita-
bında ilginç bir olaya yer verildi. Atatürk’ün kız kardeşi Makbule Ha-
fiAN VERGILER
354 / EDEBIYATLAfiA

nım, 1953’te maaşından vergi kesilmemesi için Dilekçe Komisyonu’na


başvurmuş.
Haberin metni ise şöyle: “Derdine çare bulamayanların “ağlama
duvarı” haline gelen TBMM Dilekçe Komisyonu’nun, Mustafa Kemal
Atatürk’ün kız kardeşi Makbule Hanım’ın (1885-1956) maaşından ver-
gi kesintisi yapılmasına ilişkin şikâyetini 1953’te değerlendirdiği orta-
ya çıktı.
TBMM Başkanlığı’nca hazırlanan tanıtım kitabına göre, 22. dö-
nemde 8709 dilekçeyi karara bağlayan komisyona gelen başvuru sayı-
sı, 14 Eylül itibariyle 9341’e ulaştı. Komisyona, toplam 3 milyon 378
bin 179 imzalı başvuru yapıldı.
Makbule Hanım’ın, “Maaşının vergiden muaf tutulması” hakkın-
daki dilekçesi de komisyonun 28 Ocak 1953 tarih ve 5603 sayılı kara-
rıyla incelendi. Verilen yanıtta, Maliye Bakanlığı’nın “Vatani hizmet
bölümünden ödenen maaşın İktisadi Buhran Vergisi hariç; Kazanç,
Muvazene ve Hava Kuvvetleri’ne yardım vergilerine tabi tutulmasının
kanuna aykırı olmadığını bildirdiği” belirtilerek, “İsteğin mahiyetine ve
vekâlet cevabına göre bu hususta komisyonumuzca bir işlem yapılma-
sına mahal olmadığına, dilekçinin isteğinde ısrar ettiği takdirde kaza
merciine müracaatta muhtariyetine (serbest olduğuna) karar verildi”
denildi.”
Devlete İki Teneke Gösterir, Üstünü Çalar
Diyarbakır’ın Türk kökenli ailelerinden birinin çocuğu olan Gani-
zâde Vehbi Bey, Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda Siverek mebusu ola-
rak görev yapmıştır. Ziya Gökalp’in yalnız hemşehrisi değil, yakın dos-
tudur da.
Mondros Mütarekesi, İstanbul’un işgali, Meclis-i Mebusan’ın İn-
gilizler tarafından basılarak mebusların tutuklanması... Ganizâde Vehbi
Bey, bu önemli olayların hepsini, bir eksiğiyle yaşar. O eksiklik, Mal-
ta’ya sürülmektir. “Kendi halinde bir adam, kimseye zararı yok” diye
düşünerek, sürmezler onu Malta’ya. Ancak, yazgı, Vehbi Bey’e başka
senaryolar yazmıştır. Tam da o günlerde, Vehbi Bey’in kardeşi Palu
Kaymakamı Kadri Bey’in, işgal güçlerinin ve İstanbul Hükümeti’nin
hoşuna gitmeyen faaliyetleri sebebiyle tevkif edilip yargılanmak üzere
İstanbul’a getirildiği haberi duyulur. Bu haberi bir başka haber izler:
Alacadağ Kürtleri, Kadri Bey’i götüren jandarmalara hücum edip kay-
355

makamlarını kurtarmışlar, 5 jandarma, iki de Kürt ölmüştür bu çarpış-


mada. Kadri Bey’i, böylece elinden kaçıran İstanbul Hükümeti ve İn-
gilizler, onun yerine kardeşi Vehbi Bey’i yakalamak isterler. Vehbi
Bey, İstanbul’da bir başka semtte, Tüccar Nizamettin Efendi kimliği
ile yaşamaya, gizlenmeye başlar. Anadolu’ya geçecektir ya, bazı aile-
vi işlerin bitirilmesi gerekmektedir.
O işler biter. Bir vapurla Samsun’a gideceklerdir. Vehbi Bey, aile-
sini ata yurdu Diyarbakır’a götürüp babasına teslim edecek, kendisi de
Ankara’ya geçecektir. Olayların bundan sonrasını, Vehbi Bey’in büyük
kızı olan ünlü yazarımız Cahit Uçuk’un anılarından okuyalım: “Onları
uğurlamaya, güverteye yerleştirmeye gelen Alaattin Amcası, güverte
yolcularının çoğunun İstanbul’da yaşayan Kürtler olduğunu anlayınca,
yanların yanaşmıştı. Aralarındaki konuşma, amcasının ana dili kadar iyi
bildiği Kürtçe olmuştu. (Yazarın notu: Vehbi Bey’in küçük kardeşi
Alaattin, annesi, bir hastalık sebebiyle süt emziremediği için, çölde bir
Kürt ailenin yanında dört yıl kalmış ve bir Kürt anneden süt emmiş).
Amcası, güvertedeki gençlere niçin İstanbul’dan ayrıldıklarını sor-
duğunda, babayiğit bir delikanlı, ‘İstanbul artık İngiliz’in, Fransız’ın,
İtalyan’ın, Yunan’ın şehri. Burada bize şimdi de çok iş vardı. Ama o
adamlara hizmet etmek mi? Ölürüz daha iyi. Bizler anayurdu düşman
çizmesinden kurtarmaya çalışan Mustafa Kemal Paşamızın yardımına
koşmayıp da buradaki gâvura mı uşaklık edeceğiz? Yok baba yok. Biz
bu topraklara kök salmışız. Yedi ceddimizin mezarı doğuda. Gençlik
işte. İstanbul’un taşı, toprağı altın sözlerine kanmış gelmişiz bir kere.
Oysa bilmeliydik ki, insan hangi toprağı döverse, orada alın teri altın
olur. Buralarda ter döktük, para kazandık, memlekete gönderdik. Ora-
larda ekmek yemek çok zordur baba. Devlet baba tarlamızdan öşür alır.
Devlet namusludur ama devletin adamları hırsızdır baba. On teneke
mahsul aldıysak içinden iki tenekesini öşür alması gerekir ama onlar
altısını alır. Devlete iki teneke gösterir, üstünü çalar. Şimdi diyorlar ki,
Mustafa Kemal Paşa topraklarımıza yeni düzen getirecekmiş. Öşür de-
ğil sadece hakkı olan vergisini alacakmış. Anam sütü gibi helal olsun
Paşamıza. Şimdi onun Kuvay-ı Milliyesi’ne katılmaya gidiyoruz.”
“Suyu Arayan Adam”a Rastlayan 844 Yıllık Vergi Cezası
Şevket Süreyya Aydemir, “Suyu Arayan Adam” adlı kitabında,
1930’lu yıllarda küçük sanayii korumak amacıyla çıkarılıp, büyük sana-
fiAN VERGILER
356 / EDEBIYATLAfiA

yii baltalama aracı haline dönüşen bir muamele vergisinden söz etmek-
tedir. Şevket Süreyya o günleri ve bu verginin uygulanması sırasında
karşılaştığı iliginç ve traji-komik durumları şöyle anlatıyor: “ (...) Kü-
çük ve iptidai tesisleri büyük tesisler aleyhine koruyan bu muamele
vergisi, çeşit çeşit muvazaalara yol açıyordu. Bütün bunların mucip se-
bepleri ise kağıt üzerinde gayet parlaktı: milli sermaye israf edilmeye-
cek, küçük müteşebbis korunacaktı. Bu iptidai muamele vergisi kanu-
nu, dükkanların atölye ve atölyelerin fabrika haline gelmesini önlüyor-
du. (...) 3 Beygirlik derme çatma bir motor ve 3 kişilik acemi işçi kad-
rosu ile çalışan han odası, 400 beygir gücünde bir muharrik kuvvet ve
300 işçi kadrosu ile çalışan bir fabrikadan üstün tutuluyordu. Hatta 3
beygirlik bir motor ve 3 işçi ile çalışması kabil olmayan teşebbüsler,
eski hanları kiralayıp, bütün odalara dağılıp, her odayı bir işçi adına
yazdırarak, acayip muvazaalarla varlıklarını korumak için şeytani bir
zeka ile uğraşıyorlardı.”
Şevket Süreyya Aydemir’e, Sanayi Tetkik Reisi olduğu günlerde
böyle bir dosya getirirler. Bir han kapıcısına bu tür muvazaalı işlemlerden
dolayı öyle bir ceza vermişlerdir ki, kapıcı, 40 lira olan aylığının haciz ko-
nulan 1/3’ünü 844 yıl ödediği takdirde ancak bu cezayı bitirebiliyordu.
Tahsildar ve Vergi Memurlarını Eleştiren Gazeteci
Mehmet Tekin, “Antakya Tarihinden Yapraklar ve Halefoğlu Sü-
reyya Bey” adlı kitabında, Kırıkhan İlçesi’ndeki bir çok haksızlık yanın-
da, vergi memuru ve tahsildar zulmune de son veren Kaymakam Sü-
reyya Bey’in neden iz bırakan bir şahsiyet olduğunu şöyle anlatıyor:
“Süreyya Bey, 9 mart 1935 tarihinde Kırıkhan Kaymakamlığı görevine
tayin edildi. Atama kararı 13 Mart günü Antakya’ya ulaştı. Süreyya
Bey 23 Mart 1935 Cumartesi günü Kırıkhan’a giderek törenle kayma-
kamlık görevine başladı. Süreyya Halef göreve başlar başlamaz durdu-
rak bilmeksizin çalışmaya başlamış, kısa sürede halkın sevgi ve takdi-
rini kazanmıştı.
(...) Türkleri hayatından bezdiren ikinci sebep, vergiler ve vergi
memurlarıydı. Vergi memurları, vergisini ödeyemeyen köylülerin evin-
de yorgan, yatak, hayvan, mal, eşya ne bulursa alıp gidiyor, kimse kar-
şı koyamıyordu. Karşı koyan hapse giriyordu. (Hatta daha 1932 yılın-
da bu acıklı durumu tasvir eden bir yazı yazdığı için Yenigün gazetesi
sahibi Şükrü Balcı hapsedilmişti.)
357

Süreyya Bey gelişinden sonra bu konuda kendine gelen şikâyet-


leri inceledi ve mal müdürünü çağırarak bu muamelenin tekrarlanma-
ması için kesin talimat verdi. Bu eziyeti önledi. Bundan sonra tahsildar
evde sahibi veya sorumlu bir kimse yoksa tutanak tutup, makbuzu bı-
rakarak gitmeye başladılar.”
Atatürk döneminin, genç cumhuriyetin kaymakamlarının çoğunun
Süreyya Bey gibi olduğu bilinen bir gerçektir.
Eğitim Amaçlı Temsil Ve Konserlere Vergi Yok
Tiyatro’ya büyük önem veren Büyük Atatürk, bu sanata yönelik
olarak yaptığı atılımlar yanında, vergi kolaylıkları da sağlıyordu. 25 Ha-
ziran 1927 gün ve 1167 sayılı kanun çıkarılarak eğitim amaçlı temsil-
lerden ve konserlerden tüketim vergisi alınmaması sağlanmıştı.
Hususî Ormanlar Rüsumu
Atatrük devrinde, özel orman alanları vardı ve devlet bu ormanla-
rın hasılatından kıymetlerinin yüzde onu oranında vergi alıyordu.
Kara Ve Deniz Av Vergileri Ve Madrabazlar İçin Hususî Tarife
Atatürk’ün kendi gözetim ve denetimi altında Afet İnan’a yazdırt-
tığı “Medeni Bilgiler Kitabında, o dönemde uygulanan vergilere ilişkin
bilgiler de veriliyor. “Muhasebatın Tarihçesi” adlı bölümde, İstan-
bul’da Av Vergileri Müdürlüğü adında bir birimin bulunduğunu ifade
etmiştik. Şimdi de Medeni Bilgiler Kitabı’ndan “Kara ve Deniz Av
Vergileri”na dair yazılanları okuyalım:
“Kara ve deniz av vergileri teşkilat mevcud olan yerlerde balık
müdüriyeti ve memuriyeti ve hasılatı cüz’i olan yerlerde gümrük me-
murları tarafından cibayet olunur. İstanbul’da hususi teşkilat ve müdü-
riyet vardır.
Türkiye dahilinde bilumum deniz, göl, dalyan ve derelerden avlanan
ve istihsal olunan balık ve balıkyağlarından %12 nisbetinde vergi alınır.
Resme tâbi mevaddı nakletmek için tezkere almak mecburidir.
Balık avcılığı yapan deniz mahsulatını avlayacak her ferdin ruhsatiye
tezkeresi alması mecburidir. Bu tezkerenin harcı 100 kuruştur. Madra-
bazlar için hususi tarife vardır.
İstanbul’da balık müzayede ile satılır. Müzayede neticesinde satı-
lan malın bedeli idarece ashabına verilir ve bilâhare müşteriden sekiz
ve yirmi bir gün vadeler ile tahsil olunur. Bu maksatla İstanbul İstan-
bul Balık Müdüriyeti emrine mütedavil sermaye verilmiştir.
fiAN VERGILER
358 / EDEBIYATLAfiA

Orman ve korularda avcılık edenler, av tezkeresi almak mecburi-


yetindedir. Bu tezkerenin harcı İstanbul’da 400, diğer vilayetlerde 200,
kazalarda 100 kuruştur.
Yol Vergisi
Yol Vergisi’ne dair bilgiler de yine Medeni Bilgiler Kitabı’nda
mevcut.
“Türkiye’de yol vergisi, diğer vergilere benzememek noktasından
iki hususiyet gösterir:
1-Yol vergisinden başka hiçbir vergi muayyen hizmet için tarh ve
tevzi olunamaz. Diğer bütün vergilerin vücuda getireceği umumi vari-
dat devletin mükellef hizmetlerine, bu hizmetlerin yaşanılan zamanlar-
daki ehemmiyetlerine göre umumi masraf büteçesiyle tevzi olunur. Yol
vergisinin Nafıa Vekaleti (Bayındırlık Bakanlığı) hesabına ayrılan kısmı
ise bilâkis yalnız şose ve köprülere sarf olunur.
2-Yol vergisinden başka her vergi vatandaşın haline, servetine ve
şahsi vaziyetine göre az veya çok olur. Yol Vergisi ise Şose ve Köprü-
ler Kanunu’nda tarif edilen yaşta ve evsaftaki erkek vatandaşlardan
her sene müsavi miktarda tahsil edilir. Bunun sebebi şudur:
Yol Vergisi’nin aslı, kanunla evsafı muayyen her erkek vatandaşın
senede muayyen bir müddet vatan yollarının yapılmasında ve bakımın-
da fiilen çalışmasından ibarettir (askerlik hizmeti gibi). Yol hizmetini
fiiline yapmayanlar muayyen bir para verirler.
Şose Ve Köprüler Kanunumuzun Yol Vergisi’ne Dair Esaslarından
Özet Bilgiler
Medeni Bilgiler Kitabı’nın bu kısmında yazılı olan bilgilerin tama-
mını değil özetini aktarıyoruz.
1-Mükellefiyet: 18-60 yaş arasındaki her erkek vatandaş senede
vasatî kuvveti haiz bir amelenin yollarda çalışarak 6 günde yapabile-
ceği iş miktarına müsavi bir iş yapmak veyahut buna mukabil dört lira
vermekle mükelleftir. Fakat bu miktar, icabına göre vilayet umumi
meclisleri kararıyla, altı liraya kadar çıkarılabilir. Artırılan her bir lira ve
küsuru için bir günlük çalışma hesap edilir.
2-Muaflar: Silah altındaki asker ve jandarmalarladan, tahsilde bu-
lunanlardan ve malul fakirlerle hayatta beş çocuğu olanlardan bu ver-
gi alınmaz. Bunlardan başka bizim tebaamızdan yol vergisi almıyan
devletler tebalarından da bu vergi alınmaz.
359

3-Maaşlıların Mükellefiyeti: Alelumum devlet ve vilayet ve bele-


diyelerle devlete ait müessesat ve imtiyazlı ve ruhsatlı şirketlerden ma-
aş ve veya ücret alan memur ve müstahdemlerin yol mükellefiyetini
çalışarak ödemeleri kabul edilmeyip bunlar yol borçlarını para ile öde-
meye meburdurlar.
Hayvanlar Vergisi
Osmanlı’da Vergi bölümünde, Cumhuriyet döneminde kaldırılan
bazı vergilerin yerine Hayvan Vergisi’nin konduğunu, Vergi Gülmece-
leri adlı bölümümüzde de bu vergiye ilişkin olarak Maliye Bakanlığı
bünyesinde kurulan Hayvanlar Vergisi Şubesi’ne dair iki anekdot ak-
tarmıştık. Şimdi de, Atatürk’ün Medeni Bilgiler Kitabı’nda Hayvanlar
Vergisi’ne ilişkin olarak yazılanlardan bir özetleme yapıyoruz.
“Bu verginin adı evvelce ‘sayım vergisi” idi. 1931 senesinde de-
ğiştirildi. Türkiye’de bilumum davarlar, develer, sığır ve mandalar, at,
iğdiş, katır, eşek ve domuzlar hayvanlar vergisine tâbidir. Vergi hayvan
başına alınır.
Malî sene girdikten sonra, yani Haziran ayından itibaren ecnebi
memleketlerden Türkiye’ye ithal edilecek hayvanlardan o sene için
hayvanlar vergisi alınmaz.
Şu gibi hayvanlardan vergi alınmaz:
a) Nisan ayının başında daha yaşını bitirmemiş davarlar,
b) Nisan başında iki yaşını bitirmemiş sığır, manda ve develer,
c) Nisan iptidasında üç yaşını bitirmemiş at ve eşekler,
d)Hükümetçe tayin olunacak şartlar altında memlekete dahil ve
hariçten tedarik olunan resmi vesikalı damızlıklar,
f)Nakliyatta kullanıldıkları için kazanç vergisi veren hayvanlar,
g)Ordu, jandarmanın hayvanlarıyla kanunen hayvana binmek hak-
kına malik zabit ve efradın binekleri,
h)Hususi kanunlarla vergiden affedilmiş olan hayvanlar.
Hayvan Vergisi’ni hayvan sahipleri verir. hayvan kimin elinde bu-
lunursa sahibi hükmündedir.”
Vergi alınacak hayvanlar için sayım ve yoklama yapıldığı da bu ki-
tapta ayrıntısıyla anlatılıyor. Hayvan vergisinin hangi hayvanlardan ne
kadar alındığı hususundaki bilgilerse şöyle:
Koyun ve Kıl Keçisi : 50 kuruş
Tiftik Keçisi: 40 kuruş
fiAN VERGILER
360 / EDEBIYATLAfiA

Deve:200 kuruş
Manda:150 kuruş
Sığır: 90 kuruş
Ata, Katır, Kısrak :125 kuruş
Eşek:50 kuruş
Domuz:300 kuruş
Kazanç Vergisi
Atatürk döneminde alınan vergilerden biri de “Kazanç Vergisi”
idi. Bu vergiye ilşikin bilgileri de “Medeni Bilgiler” kitabından özetle-
yerek aktarıyoruz.
“Bu verginin adı, uzun seneler temettü vergisi olarak devam et-
miştir. 1926 senesinde Temettü Vergisi Kanunu ilga edilmiş, onun ye-
rine kazanç vergisi kanunu kabul edilmiştir.
Türkiye’de kazanç vergisi muhtelif safhalar geçirmiştir:
1-Türkiye’de kazançlar üzerinden vergi alınmağa Tanzimat’tan
evvel 1825 tarihlerinde başlandığı kabul edilebilir. O zaman bunun is-
mi ihtisap resmi idi. Tanzimat’tan sonra bu vergi kaldırıldı. Kazanç ver-
gisi, arazi, bina vergileriyle birlikte tahrire müsteniden alınmağa baş-
lanıldı. Bu hal rubu (çeyrek) asır devam etti, müteakiben kazanç vergi-
si arazi ve bina vergilerinden ayrıldı. Ve fakat tahrire istinat ederek ru-
bu asırdan fazla yine bu tarzda devam etti.
2-Bu vergi ikinci safhada komisyonlar vasıtasıyla kazanç erbabı-
nın senelik kazançlarının takdiri şeklinde oldu. Bu usul de rubu asır ka-
dar sürdü.
3-Meşrutiyetin ilanından evvel kazanç vergisinde “zâhirî karine”
usulüne girildi. Bu usul bir müddet sonra ıslah edildi ve bir kısım şir-
ketler beyanname usulüne alındı.
4-Bugünkü Kazanç Vergisi Kanunu 1926 senesinde kabul edildi. Be-
yanname usulü genişletildi ve zâhirî karine usulüne tâbi olanlar daraltıldı.”
Kazanç Vergisi’ne tâbi kazançlar şunlardı:
1-Ticaret ve sanayi erbabının kazançları,
2-Meslekler icrasından meydana çıkan kazançlar
3-Memurların, müstahdemlerin ve işçilerin kazançları.
Bu verginin müstesnaları, on yedi başlık halinde toplanıyordu. En
ilginç istisna ise, münhasıran devlete ait olan müessese ve fabrikalara
tanınan istisna idi.
361

İktisadi Buhran Vergisi


1929 Dünya Ekonomik Bunalımı’nın ülkemize olan olumsuz yan-
sımalarını en aza indirmek amacıyla konulmuş bir vergidir. Medeni
Bilgiler Kitabı’nda bu vergilere ilişkin olarak şu bilgiler bulunuyor:
“1931 malî senesinin ortalarında, muhtelif sebepler ve tesirler al-
tında zuhûr eden varidat noksanı telafi etmek üzere hükûmet ‘iktisadi
buhran vergisi’ unvanı altında, muvakkat mahiyette, müstakil vergi ve-
ya mevcut vergilere kesir halinde zam yapmak suretiyle bazı memba-
lara müracaat lüzum ve zaruretini hisseylemiştir. Bunlardan bir kısmı
tatbik edilmekte bir kısmı da Millet Meclisi’nde henüz proje halinde
bulunmaktadır. Müracaat edilen membalar şunlardır:
1-Alelûmum memur ve müstahdemlerin maaş ve ücterlerinden
kendilerine sair suretlerle yapılan tediyelerden %10’dan başlamak üze-
re artar nispetli bir vergi,
2-Bina vergilerine %50 zam (Meskenlerde bu miktarın nısfı)
3-Muamele Vergisi’nin %6’dan %10’a çıkarılması,
4-Şeker İstihlak Vergisi’ne kilo başına iki kuruş zam,
5-Bilûmum maaşlı, ücretli, memur ve müstahdemlerin maaş ve
ücretlerinden, başkaca %10 kesilmesini emreyleyen muvazene ver-
gisi.”
17-AZERBAYCAN’DA VERGİ

Model Ülke Türkiye Ama, Orada Bir de Vergi Cinayeti Var


11 Şubat 2000 tarihinde Maliye Nazirliği’nden (Bakanlığı) bağım-
sız bir Vergiler Nazirliği oluşturan kardeş Azerbaycan, vergi yasaları
ve vergi türleri konusunda kendisine model olarak Türkiye’yi aldı.
Azerbaycan Respublikasının (Cumhuriyet) Vergi Mecellesi’ne göre,
Azerbaycan’da Fiziki Şahs’lardan (gerçek kişiler) Gelir Vergisi, Hügu-
gi Şahs’lardan da (Tüzel Kişiler) Menfaat Vergisi alınıyor. Azerbay-
canlılar katma değer vergisine “Elave Değer Vergisi” adını takmışlar.
“Oran” ve “vergi kesmek” terimleri, olduğu gibi alınmış ve kullanılı-
yor. Azerbaycanlılar, mükellef yerine “ödeyici” diyorlar, çok da iyi
ediyorlar. Ancak, vergi denetmeni yerine ‘auditor’ diyorlar ki, işte bu-
nu iyi etmiyorlar.
“Vergisel Gülmece” adlı bölümde ifade etmiştik, Azerîler, vergi
rekortmenine “iri vergi ödeyen”, vergiden kaçınmaya “vergiden yayın-
ma” diyorlar. “Vergi tahsilatı” teriminin Azerbaycan’daki karşılığı
“Vergi Dâhil Olmaları”, vergi tahakkukununki de “verginin emele gel-
mesi”. Ama en ilginci, vergi suçuna “vergi cinayeti” denmesi. Vergi
kaçırmanın cinayet sayıldığı Azerbaycan’ın, vergileri ise şunlar: Maden
fiAN VERGILER
364 / EDEBIYATLAfiA

Vergisi, Torpag Vergisi, Emlak Vergisi, Belediye Vergisi, Aksiz Vergi-


si (Alkollu içkilerden alınıyor)
Azerbaycan, vergi bakımından Dünya’ya ve Türkiye’ye entegre
olurken, muhasebesi, hâlâ Sovyet döneminden izler taşıyor. Uluslara-
rası muhasebe tekniğinin kullanılmaması ve gelişmiş ülke uygulamala-
rında işletmelerin faaliyetleri nedeniyle yapmış oldukları harcamaların
(reklam harcamaları, faiz giderleri vb) bazılarına sınır getirilmesi ve bir
kısmının ise, hiç kabul edilmemesi şirketlerin olduklarından daha kârlı
görünmelerine yol açıyor ve bu da vergi yükünü artırıyor. Bu nedenle,
zarar eden işletmeler bile kâr etmiş görünebiliyor ve vergi ödüyorlar.
Bayramlık Vergisi
Azerbaycan’ın “525.Gazet” adlı günlük gazetesinin 3 Temmuz
2005 tarihli sayısında Meherrem Zülfigarlı imzasıyla çıkan yazıda, tarih
boyunca, resmi nitelikte alınan ve bayramlarda yoksullara yardım etme
amacını güden Bayramlık Vergisi’nin günümüzde gayri resmi olarak,
bazı kimselerce alınmasının sakıncalarıan değiniliyor ve bu vergi ile
Azerbaycan’ın tarihteki vergilerine ilişkin bilgiler de veriliyor. Bu ya-
zının önemli bölümlerini aşağıdadır:
“Azerbaycan tarihinin öğrenilmeyen sahifelerinden biri de ‘Vergi-
ler Tarihi’dir. Çok güman ki (umut ediyorum ki), ne vahtsa (bir zaman
gelecek) Vergiler Nazirliği’nin rehberliği bu gerekli işin tetkikatına la-
zım fikir verecek.
Muasır devirde tarihe başvurarak vergi sisteminde olan varislik
ananelerini araştırmak müzbet cihetleri inkişaf ettirmek çok aktueldir.
(...) Azerbaycan’ın dört bin yıllık devletçilik tarihinde daim vergi
siyaseti olup ve vergi verenler muasır devirde olduğu gibi devletin ha-
zinesini, bütçesini formalaştırmakta mühim rol oynarlar. Bütün devir-
lerde vergi verenlerle yanaşı (yanında) vergi vermeyen veya vergiden
azad olunanlar da olup. Meselen, 1810’cu yılda olan resmi malumata
göre, Guba Hanlığı’nda 77 bey, 63 Ahund (şiir din adamı), 73 seyid,
112 molla, cem’i 1234 nefer (kişi) vergiden azad idi. Bunlar umumi
ahalinin 23 faizini (yüzde yirmi üçü) teşkil edirdi.
(...) Diğer marağ (merak) doğuran mesele, tarihen mevcud olan
vergilerle indiki vergiler arasında varislik alakasının olması, hatta ver-
gilerin aynı adlandırılmasıdır. XVIII. asrın ahırleri (sonları), XX. asrın
evvellerinde Karabağ Hanlığı arazisinde yirmiye yakın vergi növü (tü-
365

rü) olup. Bunlardan melcehet, salyanı, dargalıq, cütpulu, biyar ve di-


ğerleri ile yanaşı bugün de aktuallığını yitirmeyen Bayramlık Vergisi’ni
göstermek olar. Sasaniler devrinde mevcud olan ve Aarapların hakimi-
yeti zamanı berpa olan (yenilenen) Novruz Hediyyesi Vergisi gibi,
Bayramlık Vergisi de hazırda ülkenin Vergi Mecellesi’nde (yasası) gay-
riresmi mevcuttur. Hazırda geyrikanuni hesap olunan Bayramlık Vergi-
si, evveller kanunla tanzimlenen ve ayrı ayrı şahısların ceplerine değil,
bütçeye dahil olup.
(...) Son yıllar yaranan (oluşan, yapılan) müsbet ananeleri (gele-
nekleri) inkişaf ettirmek (geliştirmek), bayram günleri ihtiyacı olanla-
ra, uşaq evlerine (çocuk yuvaları), gaçkın ve kökünlere (göçmenlere)
gönüllü yardımlar etmekle tarihte mevcud olan Bayramlık Vergisi’ni
sivi gaydada (kuralla) yaşatmak ve inkişaf ettirmek (geliştirmek)
mümkündür.”
GÜMRÜK VERGİSİ VE TARİHSEL
GELİŞİMİ

GÜMRÜK TERİMİ
Gümrük, iki ya da daha çok ülke arasındaki siyasi sınırlardan fark-
lı olarak belirlenmiş sınır ya da hattı aşan eşyadan alınan mali yüküm-
lülüğe denmektedir. Başlangıçta yalnızca gelir sağlama amacıyla salı-
nan gümrük vergileri, ekonomik ve ticari gelişmelere uygun olarak ar-
tık dış ticaret politikalarının önemli bir uygulama aracı haline dönüş-
müştür.
“Lehçe-i Osmaniye adlı kitapta, Gümrük kelimesi, Rumca’dan
alınmış ve emtiaya ilişkin rüsumun idare mahallinin ismidir diye ta-
nımlanmış ise de, Gümrük kelimesinin Rumca’dan alınma olmayıp,
Latince’de ticaret manasına gelen ‘Commercium’ kelimesinden alın-
mış olduğu anlaşılmaktadır. Zira, gümrük resminin ticaret eşyasından
alınan bir vergi olduğu gözönüne alındığında, kelimenin manaya uy-
gunluğu ortaya çıktığından, bu adlandırmanın esasen daha uygun bu-
lunduğu açıktır. Fransızlar “Gümrük”e ‘Douane’ derler. İtalyanca ‘Do-
gana’ kelimesinden alınmıştır ki, Venedik ve Cenova Cumhuriyetinin
fiAN VERGILER
368 / EDEBIYATLAfiA

Birinci Hakimi’nin ünvanı olan ‘Doge’ adına, hazineye gelir temin et-
mek için, Venedik’te uygulamaya konulan verginin ismi olmuştur. Ve-
nedikliler Ortaçağ’da ticarette büyük gelişme kaydettikleri zaman, bu
rüsum uygulamaya konulmuş ve giderekten ‘Gümrük’ kelimesi, hem
idarenin ismi (ism-i mekan) ve hem de verginin ismi (ism-i fiil) olarak
kullanılmaya başlanılmıştır. Zamanının ünlü yazarlarından Veyh’in söz-
lerine göre ‘Douane’ kelimesi, gerek Farîsî ve gerekse Arabî ‘Divan’
kelimesinin aynısı olup, Ortaçağ’da Arap gümrüklerine gelen ticari
emtiaya ilişkin rüsumun alınmasına memur edilen görevlilerin tamamı
anlamına gelen ve ‘Divan’ şeklinde adlandırılan bu ibarenin, o zaman-
ki Latince’ye ‘Dogan’a şeklinde geçtiği ve oradan da Fransızca’ya
‘Douane’ şeklinde geçerek, dillere yerleşmiş bulunduğu anlaşılmakta-
dır. “ ( Süleyman Sudi/Mehmet Ali Ünal (Osmanlı Vergi Düzeni/Def-
ter-i Muktesid))
Ruslar, gümrüğe “Tamojnya” diyorlar, tarihçiler bu deyimin Altı-
nordu Devleti zamanında Türkçe’den alınmış olduğunu ve “Tamga” ya
da “Damga”dan bozma olduğunu belirtiyorlar.
İlk gümrük uygulamasının ne zaman olduğuna ilişkin tarihi bilgiler
ise şöyle: Prof.Dr Tahsin Özgüç “Kültepe-Kaniş/Neşa Sarayları ve Ma-
betleri “adlı kitabında, Orta Anadolu’da yaptığı arkeolojik kazılarda bulu-
nan saray ve mimari eserler yanında, vergi uygulamaları ve ticarete dair
de bilgiler veriyor: “Kaniş sarayının en önemli işlevlerinden birinin
Asur’dan ithal edilen tekstil ve kalay gibi malların denetimi olduğu anla-
şılıyor. Mallar, önce sarayda görülüp, denetlenmesi amacıyla orada depo
ediliyor. Vergilerin hesaplanıp ödenmesinden sonra malların dışarı çıkarı-
lıp halka satılmasında bir gümrük binası işlevi de görüyor. Dünyaca ünlü
Karum arşivlerinde bulunan çivi yazılı tabletlere göre saray, dokumadan
yüzde 5, kalaydan da yüzde 3 vergi alıyordu. Tunç yapımında, bakır ka-
dar önemli olan kalay Anadolu’da bulunmadığı için Asurlu tüccarlar bu
madeni daha doğudaki ülkelerden Kayseri’ye getiriyorlardı. Saray, doku-
maların yüzde onunu öncelikli satın alma hakkına sahipti. Değerli taş ve
lüks malların ticareti yasaklanabiliyordu.”
Tarihi bilgiler, Asurlular’ın Arabistan’ın aldığı “baharat vergisi”ni
vermemek için savaşıp çok sayıda ölü de verdiklerini gösteriyor.
Yine tarihi kayıtlar, Roma İmparatorluğu’nda ve Bizans dönemle-
rinde “Portaria” adı altında bir gümrük vergisinin alındığını göstemek-
369

tedir. Orta Çağ’da kent sahibi konumundaki senyörlerin haraç benzeri


“baç” almaları nedeniyle, gümrük terimi, İngilizce’de “Gümrük Bor-
cu” anlamına gelen “Custom Duty” şeklinde ifade edilir olmuştur.

OSMANLI İMPARATORLUĞU ÖNCESİ DÖNEMİ


Bazı yabancı tarihçiler, Türklerin ilk dönemlerde göçebe halinde
yaşamış olmalarına rağmen, tarihlerinin başlangıcından beri teşkilatlı
bir vergi sistemlerinin bulunduğunu belirtmektedirler. Şüphesiz bu teş-
kilatlı vergi sistemi içinde gümrükler ile gümrük vergileri de vardır.
Türklerin, Osmanlılardan ve hatta İslamiyet’ten önce de, diğer ülkeler-
le ticari ilişkiler içinde olduklarına ve bu ilişkiler sonucu gümrük uy-
gulamalarının ve gümrük kurumlarının bulunduğuna dair, sınırlı da ol-
sa, bazı bilgiler mevcuttur. Selçuklular’dan ve İslamiyetten önce Türk-
lerde ve Moğollarda gümrük vergisi karşılığı olarak ‘tamga’ terimi kul-
lanıldığı gibi, bu vergiyi tahsil eden memurlara da‘tamgacı’deniyor-
du.... Gümrük memuru anlamında ‘tamgacı’ ünvanının, Göktürklerden
başka diğer Türk devletlerinde ve kavimlerinde de bulunduğuna dair
bazı bilgiler vardır. Bu bilgilere bir örnek, Volga Bulgarlarında görül-
mektedir. Nitekim A. Zeki Velidi Togan’ın belirttiğine göre, Volga Bul-
garlarına ait bazı mezar taşlarında, gümrük memuru anlamına gelen
‘Tamgacı’ ünvanına rastlanmaktadır. Tamga, Oğuz Kağan Destanı’nda
da geçiyor: “Men senlerge boldum kagan /Alalıng ya takı kalkan/Tam-
ga bizge bolsun buyan/Kök böri bolsungıl uran/Temür çıdalar bol or-
man/Av yirde yürüsün kulan /Takı taluy takı müren /Kün tuğ bolgıl kök
kurıkan”
İslamiyet’ten önce gümrüklerimizle ilgili olarak elde, ancak genel
nitelikte bilgiler bulunmaktadır. Dönemin gümrük tekniği ve gümrük
işlemleri ile ilgili yeterli bilgi yoktur. İslamiyetten sonra Selçuklular
dönemi de gümrüklerimiz açısından ayrı özellikler taşımaktadır. Nite-
kim, Selçuklular’da ve daha sonra Anadolu Beylikleri ile İlhanlılar dö-
neminde gümrüklerde, İslam gümrük kurallarından çok, örf kuralları-
nın ve özellikle diğer ülkelerle yapılan ticaret anlaşmalarının uygulan-
dığı anlaşılmaktadır. Selçuklular dönemi ayrıca, Türklerin Bizans’la
doğrudan ilişkide bulundukları bir dönemdir. Selçuklular döneminde
Türkler aynı zamanda diğer islam ülkeleri ile de yakın ve devamlı iliş-
kiler içinde idiler. Bu ilişkiler sonucu Selçuklular dönemi, Türklerin
fiAN VERGILER
370 / EDEBIYATLAfiA

Karahanlılar, Gazneliler, ve Samanoğulları gelenekleri ile Sasani ve İs-


lam geleneklerinden etkilenerek, devlet kurumlarını düzenledikleri, da-
ha sonra da diğer milletleri çeşitli açılardan etkiledikleri ve İslam ülke-
lerinde Türk örf ve geleneklerinin yayıldığı bir dönemdir. Şüphesiz, bü-
tün bu gelişmeler dolayısıyla Selçuklular dönemi, aynı zamanda güm-
rüklerimiz açısından da, bazı karşılıklı iktibasların yapıldığı bir dönem
olmuştur. Tarihçiler, Büyük Hun Devleti’nin (M.Ö. 161-126) belirli
vergi sistemleri ile ticari ilişkilerinin ve gümrüklerinin olduğunu, Gök-
türkler’de (552-744) gümrük vergisi uygulaması ile gümrük memuru
bulunduğunu, Uygurlar’ın (744-1353) gümrük kurumlarının olduğunu,
Saman Oğulları’nda gümrük vergisinin eşyanın kıymeti üzerinden de-
ğil, yük üzerinden alındığını, muntazam bir gümrük teşkilatlarının bu-
lunduğunu, gümrük müfettişliği müessesesinin olduğunu, Karahanlı-
lar’ın da, Saman Oğullarının gümrük teşkilatlarını aynen devam ettir-
diklerini, Gazneliler’de gümrük terimlerinin bulunduğunu ve Anadolu
Beylikleri’nde de gümrükler ile gümrük vergisi olduğunu kaydetmek-
tedirler. “Ortaçağ’da Yakındoğu’da, esir ticareti güney Rusya’nın Ka-
radeniz Bölgesi ile Mısır ve Batı Avrupa arasında yapılıyordu. Beylik-
ler döneminde de Anadolu’da Tatar, Slav ve Yunan esirler Ege Sahille-
rinde Efes ve Manisa’dan ihraç ediliyordu... Selçuklular’da olduğu gi-
bi, beylikler döneminde de esir ticareti önemini koruyordu ve gümrük-
lerde alınan sair vergilerden biri de esir vergisi idi. Gümrüklerde, ihraç
edilen esirlerden vergi alınması uygulanmasına Menteşe ve Aydınoğul-
ları ile batılı ülkeler arasında yapılan ticaret anlaşmalarında örnekler
vardır. Nitekim, Menteşe Beyliği ile Girit Dukalığı arasında yapılan
1331 ve 1337 tarihli anlaşmalara göre, ihraç edilecek esirler için esir
başına 10 akçe vergi alınıyordu. Aydınoğulları ile Venedik arasındaki ti-
cari ilişkilerde de, esirlerden alınan vergi esir fiyatının %4’ü oranında
idi. Esirlerin ihracında alınan bu vergi, metinlerde gümrük vergisi ola-
rak geçmektedir.” (Dr. Turhan ATAN’ın Gümrük Tarihi isimli kitabın-
dan). Karadeniz’in kuzeyi ile İdil-Ural boylarında yüzyıllarca hüküm-
ran olan Kıpçaklar, Bulgarlar, Hazarlar, Uzlar, Peçenekler ve Tatarlar
gibi Türk boyları; Asya ile Avrupa’yı birbirine bağlayan İpekyolu’nu
da ellerinde bulunduruyorlardı. Bu bulundurma onlara kervanlardan
yüksek gümrük alma imkanını veriyordu. “Her kesenin onda biri” ver-
gi olarak alınır ve her “Damga” kendi payını alırdı. Boyların sınırı, dam-
371

ga ile belli edilirdi. Türk boyları arasındaki savaşlar daha çok, damga-
nın etki alanını genişletme isteğinden çıkardı. İklil Kurban’ın “Yaşlı Ta-
rihin Yankısı” adlı kitabında; Bulgar Türkleri’nin iyi bir gümrük örgü-
tü kurdukları, İdil(Volga) Nehri’nden geçen gemilerden gümrük vergi-
si tahsil ettikleri, dericilikte çok ileri gittikleri için, tüccarlarının hükü-
mete işlenmiş deri olarak vergi verdikleri yazılı.

OSMANLI İMPARATORLUĞU DÖNEMİ


TANZİMAT ÖNCESİ VE SONRASI DÖNEM
Bazı yabancı tarihçiler, Osmanlı İmparatorluğu’nda birçok idari ve
mali kurumların, İstanbul’un fethinden sonra toplu bir şekilde Bi-
zans’tan alındığını yazmaktadırlar. Bazı tarihçiler de, gümrüklerimizin
İstanbul’un fethinden sonra kurulup düzenlendiğini belirtirler. Ancak,
gümrüklerimizin İstanbul’un fethinden sonra kurulup düzenlendiği ve
bu düzenlemelerin de, Bizans gümrük sisitemi esas alınarak yapıldığı
yolundaki görüşler, mevcut bilgilerle çelişmektedirler. İstanbul’un fet-
hinden sonra gümrüklerimizle ilgili yapılmış olan düzenlemeler, Fatih
Kanunnamesi’nin başlangıcında yer alan Hatt-ı Hümayun’da belirtildi-
ği şekilde, ötedenberi yazılı ya da gelenek şeklinde uygulanmakta olan
diğer kurallarla birlikte, gümrük kurallarının da
bir araya getirilmesi, derlenmesi ve bir sıra halinde tasnif edilme-
sidir. Osmanlı İmparatorluğu’nda gümrüklerimiz ve gümrük vergisi
konusu tanzimat öncesi dönem, tanzimat dönemi ve ikinci meşrutiyet
dönemi olarak üç ayrı bölüm halinde ele alınmaktadır. (Kaynak:
İGMD)

A-TANZİMAT ÖNCESİ DÖNEM :


Osmanlılarda “Gümrük” kelimesi maliye dilinde yer (mekan) an-
lamına kullanılmıştır. “Gümrük” kelimesi hem anlamı ve hem de konu-
su itibariyle, Osmanlı mamul ve mahsullerinin yabancı memleketlere
ve yabancı memleket mamul ve mahsullerinin de Osmanlı Devleti’ne
ithal veya ihraç edilmesi sırasında, ithal veya ihraç eşyasının çıkarıldı-
ğı, getirildiği daire anlamında kullanıldığı gibi, genel kullanımda bu ke-
lime, bu daireye çıkarılan her türlü eşya üzerinden alınan resim anlamı-
na da gelmektedir. Bu tarife göre, gümrük resmi esasen Osmanlı Dev-
leti’nden yabancı ülkelere veya yabancı ülkelerden Osmanlı Devleti’ne
fiAN VERGILER
372 / EDEBIYATLAfiA

ithal veya ihraç olunan eşya üzerinden alınan bir çeşit ticaret vergisi
ise de, ülke toprakları içinde bir iskeleden diğer bir iskeleye denizden,
bir şehir veya kasabaya karadan nakledilen veya çıkarılan eşyadan da,
muhtelif isimler altında asırlarca gümrük resmi alınmış, daha sonra
bunlardan bir kısmı zaman içinde kaldırılmıştır.
Diğer taraftan, Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Bey zama-
nında, bazı geçiş yerlerinde “Meks” adı altında “Baç” biçiminde bir tür
vergi alınırdı. Ancak, halk Meks’in şeriata uygun olmadığını düşündü-
ğünden, “Mekkas” diye adlandırılan gümrük memurluğu mesleğine
karşı o dönemlerde fazla ilgi göstermez ve bu görevi almaktan kaçınır-
lardı. Osmanlı İmparatorluğu’nda tanzimat öncesi döneme rastlayan ta-
rihlerde tahsil edilen resimlere “Ezmine-i Atika Gümrükleri” denilirdi.
Bunlar tahsilleri zaman içinde çeşitli kanun ve nizamlarla kararlaştırıl-
mış olan ve yabancı devletlerle hiçbir anlaşmaya bağlı bulunmayan rü-
sumattır.
O dönemlerde, sözü edilen bu gümrük vergilerinden; eşyanın gel-
diği ülke, gideceği yer ve yerli veya yabancı olup olmadığı gözetilmek-
sizin, gerek karadan ve gerekse denizden getirilen veya nakledilen, her
türlü mal ve ticari eşyadan alınan gümrük resmine “Amediyye”, eğer
bu mal ve eşya evvelce dahil olduğu mahalde sarf ve istihlak olunma-
yarak diğer mahalle nakledilirse, ondan alınan gümrük resmine “Ref-
tiyye” , eğer eşya dahil olduğu mahalde sarf ve istihlak olunacak oldu-
ğu takdirde, ondan alınan gümrük resmine “Masdariyye” ve yabancı
memleketten gelip, dahilde sarf olunmayarak, bir başka yabancı mem-
lekete sevkedilen eşyadan alınan resme de “Müruriyye” deniliyordu.
“Masdariyye” resmi, şimdiki mevzuat gözönüne alındığında bir
nevi tüketim vergisi anlamına gelmektedir ki, sonraları gümrük işlem-
lerinden kaldırılmış ve o tarihlerde sadece İstanbul Balıkhanesi’ne
mahsus kalmıştır.
Öte yandan, bu dört çeşit verginin konulması aynı anda olmamış,
belki asırlar boyu elde edlen tecrübeler, yabancı devletlerle yapılan an-
laşmalar ve beliren ihtiyaçlar nedeniyle zaman içinde muhtelif nizam-
name ve talimatlarla uygulanmaya başlamıştır.
Gümrük Resmi genelde kıymet esasına göre tesbit edilirdi. Ancak,
bu sistem tüccarla gümrükçüler arasında malın gerçek değerinin tayini
hususunda devamlı tartışmalara sebeb olduğundan, 18 inci yüzyıldan
373

itibaren gümrük resimleri, belli tarihteki mal fiyatlarına göre tesbit edi-
len spesifik tarifeler üzerinden alınmaya başlandı. Osmanlılar, “güm-
rük resmi”ni, uygulama ve etkisi yönünden bakılacak olunduğunda
devlet gelirleri içinde en zoru, tahsil edilmesi açısından bakılacak olun-
duğunda da, en çabuk elde edileni olarak görmüşlerdir ki, doğrusu da
budur. Buna dair çarpıcı bir örnekler vardır. 1512 yılında yalnız Bursa
‘da ipek ticâretinden alınan ve merkezi hazineye giden gümrük geliri
43.000, 1562 yılında Şam ‘a getirilen baharattan alınan gümrük resmi
ise 110.000 düka altın idi. 1527 yılında 277 milyon akçe olan merkezi
devlet bütçesi içinde, yalnız Bursa ve Şam’ın bu iki gümrük vergisi ka-
leminden aldığı vergi gelirinin 7.5 milyon akçenin üstünde olması (1
Venedik dükası 50 akçe hesabıyla) yani bütçe gelirlerinin % 2.7’sini
teşkil etmesi ticâretin Osmanlı maliyesindeki ağırlığını göstermektedir.
1590 yılında,Yeniçerilerin et ihtiyaçlarını karşılamak üzere, gümrük
resmine “zarar-ı kassabiye” adıyla %1 oranında ilave yapıldığı da görül-
mektedir. Sivas Valisi Murtaza Paşa ve Rumeli Beylerbeyi Melek Ah-
met Paşa’nın emrinde çalıştığı dönemlerde; İç Anadolu, Arnavutluk ve
Rumeli’nin muhtelif yerlerinde Vergi Memuru olarak görev yapan Ev-
liya Çelebi, Urfa’nın Birecik İlçesi’nin deve kervanları için işlek bir
geçit yolu olduğunu yazıyor. Günde beş altı bin deve, kayıklarla Fı-
rat’ın bir kıyısından öte kıyısına geçiriliyormuş. Osmanlı Devleti’nin
Birecik Gümrüğü’nden sağladığı gelir, yetmiş yükü karşılayacak tutar-
da akçe. Yani, binde ondört nisbetinde bir vergi. Evliya Çelebi, İsken-
derun için de şunları yazıyor: “Halep’e iki konak mesafede olup gemi-
ciler için sevilen bir iskeledir. Her yıl limana iki yüz kadar frenk ve is-
lam kalyonları gelip demir atarak yatarlar. Kalesi yarım kaldığından
frenkler gümrük ödemede inat ve terslik gösterip giderler. Frenklerin
âsi ve korsan kalyonları bu konuda zorluk çıkarsalar da tüccar gemile-
rinin buna karşı çıkmaları mümkün değildir. Onun içindir ki bugün de
İskenderun limanı yıllık yetmiş yük akçe ile iltizama verilen bir güm-
rük eminliğidir.”
Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk dönemlerinde, diğer vergiler gibi
gümrük vergileri de, mali yapı içinde hazineye bağlı olarak “İltizam”
ve “Emanet” şeklinde adlandırılan iki ayrı usule göre toplanıyordu.
Gümrükler de, madenler, darphaneler ve dalyanlar gibi birer kiralama
konusu idi. Vergilerin devlet memurları vasıtasıyla toplanması anlamı-
fiAN VERGILER
374 / EDEBIYATLAfiA

na gelen emanet usulü ile idarede “Emin”, Devlet tarafından tayin edi-
len bir memur statüsündeydi. Toplanan gümrük vergileri Gümrük
Eminleri ve memurlar vasıtasıyla hazine hesabına alınıyordu. Buna gö-
re, gümrükte çalışanların maaş ve aylıkları, kira, kırtasiye, temizlik ve
yakacak masrafları, gümrüğüne göre ödenmesi planlanan tophane, ba-
ruthane, kale neferleri ulufeleri gibi harcamalar çıktıktan sonra, artan
para merkeze yollanıyordu.

GÜMRÜK İLTİZAMINI TEKELİNE ALAN YAHUDİLER


Duraklama dönemine girmekle her alanda bozulup çözülmeye uğ-
rayan Osmanlı’nın bu halinden en iyi yararlanmanın yolunu Yahudiler
bilmiştir. Samiha Ayverdi “Türk Tarihinde Osmanlı Asırları” adlı kita-
bında şunları yazıyor:
“Daima içinde yaşadığı memleketin bünyesinde, o memleket aleyhi-
ne teşkilatlanmak an’anesine sadakatle bağlı bulunan Yahudi Cemaati,
gümrük iltizamı ile ticareti artık dört başından kavramış bulunuyordu.
Yahudilerin zaferine doğru gelişen bu faaliyette, Padişahın, bir sö-
zünü iki etmediği Hasekisi Venedikli Safiye Sultan’ın yardımı pek bü-
yüktü. Devlet hazineleriyle bile gözü doymayan bu kadının, büyük
menfaatler karşılığı himaye ettiği Yasef Nassi ve Ester Kira şebekesi-
nin nüfuzu, kolaylıkla ‘dîvana hulûl ve saraya duhûl’ ederek ırkdaşları
lehine iktisadi hayatın bütün kilit noktalarını tutmuş bulunuyordu. Böy-
lece de alıp yürüyen ihtikâr, akibeti karanlık gören Türk tâcirlerini kuş-
kulandırarak ‘İskele ve gümrük eşyaları vesair mültezim tâifesi yahudi
tâifesinden olmaktan, hizmet edenleri dahî aynı tâifeden seçmekten
îmân-ı islâmımıza zarar vâki olmuştur’ diye şikâyete sevk ediyordu.”

B- TANZİMAT DÖNEMİ :
Osmanlı İmparatorluğu’nda tanzimat öncesi dönemde, gümrük
vergilerinin toplanması iltizam usulüne göre müteahhitler aracılığıyla
yapılıyordu. Ancak, mültezimlerin kendilerine büyük menfaatler sağla-
maları dolayısıyla bu konuda çeşitli şikayetler de vaki oluyordu. Bu şi-
kayetlerin de etkisi ile iltizam usulü 1840 yılında terkedildi ve emanet
usulü uygulamasına geçildi. İstanbul ve çevresi için “İstanbul Emtia
Gümrüğü” kuruldu ve öteki yörelerde de maaşlı memurlar görevlendi-
rildi. Bu tarihte emanet usulü uygulamasına geçilirken ve gümrükler
375

maliye hazinesine nakledilirken, o zamana kadar bazan gümrük resim-


leriyle birlikte ve bazan da ayrı olarak ihale edilen bütün belediye rü-
sumları da, hazinenin denetimi altına alınmış (Dersaadet) İstanbul ve
bağlı gümrükleri yeni kurulan İstanbul Emtia Gümrüğü Emanetine ve
Dersaadet’in müteferrik belediye resimleri de sonradan “Şehr Emane-
ti” adını alan “İhtisab Nezareti”ne nakledilerek katılmış, taşraların ben-
zer gümrük ve belediye resimleri de birbirinden ayrılıp, vergi tahsildar-
larının nezaretleri altında olmak kaydıyla, özellikle seçilen ve tayin olu-
nan maaşlı ve yeminli memurlar vasıtasıyla idare ettirilmiş, bunların
maaş ve masraflarından arta kalan gelirlerinin, mahalli mal sandıkları-
na yatırılması usulü getirilmiş, o tarihe kadar gümrük olmayan yerler-
de de gümrük idareleri kurulması ayrıca kararlaştırılmıştır.
Ancak, Emanet usulünün bu uygulaması da ancak, 1841 yılı son-
larına kadar sürmüş ve 1842 yılında tekrar iltizam usulüne dönülmüş-
tür. Zira, hazinece, gümrüklerin emaneten idare olunmasından bekle-
nen gelir ve fayda bu dönemde gerçekleşmemiş ve aşağı yukarı bunla-
rın birer senelik gelirlerinin yetersizliği de görülüp anlaşılmıştır. Bu
usul gümrüklerin tamamının emaneten idareye bırakıldığı 1858 senesi
sonuna kadar devam etmiştir. 1859 senesi Mart’ından itibaren, taşrala-
rın gerek sahil ve hudut ve gerekse kara gümrükleri itibariyle birtakım
emanetlere bölünmesi ve tamamının emanet usulü ile idare edilmesinin
daha hayırlı olacağı, Maliye Nezareti’nden, bir Takrir ile Bab-ı Aliye
arzedilerek bildirilmiştir. Bunun üzerine, bütün sahil, kara ve hudud
gümrükleri için onyedi Gümrük Emaneti kurulmuştur.
Tanzimat döneminde ayrıca, yapılan bu yeni düzenlemelerin bir
sonucu olarak, Gümrükler Maliye’den ayrılarak, doğrudan Sadrazam-
lığa bağlı bir teşkilat olarak, “Rüsumat Emaneti” adı altında organize
edilmiş, “Gümrük Müfettişliği” ihdas olunmuş ve ayrıca, Gümrük
Muhafaza Teşkilatı kurulmuştur. Gümrük Muhafaza Teşkilatı’nın da
kurulmasından sonra, görülen işler ve bağlı bulunan kuruluşlar itiba-
riyle Rüsumat Emaneti’nin, Cumhuriyet Döneminde göreceğimiz
Gümrük ve Tekel Bakanlığı’nın idari yapısına benzer bir hüviyet gös-
terdiği anlaşılmakta ve Maliye Nezareti’nin 1838 yılında kurulmuş ol-
duğu gözönüne alındığında da, bu tarihten 23 yıl sonra Gümrük Teşki-
latının Osmanlı İmparatorluğu’nun idari yapısı içinde, müstakilen orga-
nize edilebilmiş olduğu görülmektedir.
fiAN VERGILER
376 / EDEBIYATLAfiA

BALTALİMANI ANLAŞMASININ TÜCCAR VE


SANAYİCİMİZE VURDUĞU BALTA
Hüseyin Perviz Pur’un Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türkiye’nin
Borç Prangası adlı eserinde 1838 yılında Osmanlılarla İngilizler arasın-
da imzalanan Baltalimanı Ticaret Anlaşması’nın gümrük oranlarıyla
oynamak suretiyle, yerli sanayici ve tüccarı, yabancılar karşısında nasıl
ezdirdiğini şöyle anlatıyor:
“Anlaşma öncesi Osmanlı’da ithalat ve ihracattan tek oran olan
%3 gümrük vergisi alınıyordu. Yabancı ve yerli tüccarlar Osmanlı top-
rakları içinde bölgeler arası yapılan ticarette %8 iç gümrük vergisi öde-
mekteydiler. Yapılan değişikliklerle ithalattan alınan vergi %3’ten
%5’e, ihracatta ise %3’ten %11’e artırıldı. Böylece Osmanlı tüccarı %3
vergi öderken %11 ödemek vergi ödemek suretiyle ihracat satış fiyatı
aleyhine yükselmiş oluyordu. Ham madde ithalatında gene aleyhine
%3’ten %5 oranında yüksek vergi ödeyerek imalatın maliyeti artmıştı.
Toplam olarak Türk tüccarı ve imalatçısı ihracatta %8, ithalatta %2
olamk üzere toplam %10 gümrük vergisi yükünün altına girmişti. Böl-
geler arası iç gümrük vergisindeki değişiklik yol haritasını daha da be-
lirginleştirmektedir. Yerli tüccarlar iç ticaret gümrük vergisi olan %8’i
ödemeye devam ederlerken, yabancı tüccarlar bu vergiden muaf tutul-
muştu. Böylece yabancılarla Türk tüccarlar arasında vergi farkı %18’e
çıkarak yerli tüccar ve imalatçının yok olmasına göz yumulmuştu.
(...) Osmanlı, topraklarını devamlı kaybediyordu. Bundan dolayı
seri vergiler –ki bütçenin 2/3’ü- azalmış, azınlıklar toprak kaybı ile be-
raber yeni kurulan kendi devletlerine vergi ödediklerinden Osmanlı’ya
ödenen cizye vergisi hemen hemen kalkmıştı. Geriye gümrük vergile-
ri kalmıştı. 1838 anlaşması bunu da kalktı denebilir düzeye indirmişti.
(...) Anlaşma, ticaret anlaşması değil, Osmanlı’nın hükümranlık
haklarının ihanet edilerek devredilmesiydi.”

OKTRUVA VE NAMIK KEMAL’İN GÖRÜŞLERİ


Oktruva, Bir vergi türünün adıdır. Bir tür iç gümrük vergisidir de
denilebilir. Ortaya çıkışı itibariyle önceleri merkezi idare tarafından
başta komünler olmak üzere mahalli idarelere verilen vergi almak yet-
kisine verilen adıdır. İlk kez Roma döneminde İtalya’da “vectigal” ya
da “portorium” adıyla uygulanmıştır. Zamanla, ülke içindeki mahalli
377

birimlerin -özellikle eyaletlerin- sınırlarından geçen mallardan alınan


geçiş veya geçiş harcına dönüşmüştür. Verginin toplanma maliyeti, ge-
tirisine göre yüksek olabilmektedir.
Osmanlı Devleti’nde 19 yüzyılın ilk yarısına değin süregelen “tica-
ret-i dahiliye rüsum-u kadimesi”, bir tür Oktruva idi.
Vatan şairi Namık Kemal, İbret Gazetesi’nin 8 Kasım 1871 tarih
92 nolu sayısında, bu verginin uygulanmasındaki aksaklıkları şöyle an-
latıyor: “Bir ülkede ipek üretiliyor. Boyanmak için oradan deniz yoluy-
la bir başka vilayete gidiyor. Gönderilirken %8 gümrük veriyor. Boya-
nıyor, oradan da bükülmek için deniz yoluyla bir başka vilayete gidi-
yor. Çıkarken bir o kadar daha gümrük veriyor. Bükülüyor, oradan da
dokunmak için yine deniz yoluyla bir başka vilayete gidiyor. Gittiği
zaman bir o kadar gümrük daha ödüyor, dokunuyor. Oradan İstanbul’a
geliyor. Gönderildiği zaman bir kat gümrük daha alınıyor. İstanbul’da
gömlek veya hırka yapılıyor. Mesela Selanik’e gönderiliyor. Yine gi-
derken bir kat daha gümrük alınıyor. Avrupa’ya oranla ürünlerimizin
kalitesi zaten düşükken bir mal çiftçiden çıkıp satıcı dükkanlarına va-
rıncaya kadar dört beş vilayetimizde kıymetinin %8’i oranında gümrük
alınır. Avrupa sadece bir tek vergi ile memlektimizde bu kadar güzel
eşya aktarırken bizde sanatın var olması mümkün mü?
Hangi devlette karada giden eşya gümrükten muaf tutulurken, de-
nizden gidenden vergi alınıyor? Bizim deniz seferlerine bir düşmanlı-
ğımız mı var? Hangi ülkede bir defa vergisini veren eşyanın tezgâhlar-
dan geçtikten ve biçimin değiştirdikten sonra bir defa daha vergiye ta-
bi tutulduğu görülür? Sanattan bir kötülük gördüğümüz için mi ülke-
mizden kalkmasını istiyoruz?
Duyulduğuna göre bir defasında iç gümrüklerin kaldırılması husu-
su Şuray-ı Devlet’te (Danıştay) tartılıp karara bağlanmışken sonradan
Hazine-i Celile’nin şüphe ettiğimiz bir zararından dolayı bu karardan
vazgeçilmişti. Düşünce ve koruma madem hazinenin bu tür gelirlerle
büyümesine feda ediliyor, neden bu kararın alınmasına sebep ‘merhum
kişiler’ kara gümrüklerini geri getirmemişler ki hazineye giren gelir
alanı daha oluşturulmuş olurdu.
Bizim düşüncemize göre iç gümrükler kaldırılırsa hem sanat ve ti-
caret ve ticaret geliştirilmiş hem de hazinenin gelirinde bir azalma or-
taya çıkmaz.”
fiAN VERGILER
378 / EDEBIYATLAfiA

Namık Kemal’in bu dedikleri ancak, Kurtuluş Savaşımız bitip


Milli Hükümet bütün dizginleri ele aldıktan sonra olabilmiş. 1924 yılı-
na ait Keskin Gazetesi’nde çıkan bir haber bunu ispatlıyor: “KESKİN
KİBRİTİNDEN ŞEKERDEN OKTRUVA? ALINMAYACAKTIR.
Oktruva resmi kanunu meclis-i umumi-i vilayet bi’t-tedkik resme tabi
tutulması lazım gelen şeylerden tefrik olunmuş ve bu meydanda şeker-
den resm alınmamasına hükmetmiştir. Keskin fabrikasının imal edece-
ği kibritten de oktruva resmi alınmayacacak.”

CUMHURİYET DÖNEMİ
İkinci Meşrutiyet Dönemi’nde teşkilatın yapısında değişiklik ya-
pılması ve gümrüklerin Umum Müdürlük şeklinde Maliye Vekaleti’ne
bağlanmasından sonra, gümrüklerin bu teşkilat yapısı Cumhuriyetin ilk
dokuz yılında da aynen sürdürülmüştür. Ancak, Cumhuriyet dönemi
gümrüklere sahip çıkılan ve gümrüklerle ilgili köklü tedbirlerin alındı-
ğı bir ayrı dönem olmuştur. Cumhuriyet döneminin başlangıç yılların-
da gümrük mevzuatı çeşitli kanun, kararname ve tefsirlerle oldukça da-
ğınık bir uygulama içinde idi. Cumhuriyetin ilk dokuz yıllık dönemin-
de, önce, müeyyide olarak yeterli bulunmasa da, 1126 ve 1510 sayılı
Kaçakçılığın Men ve Takibine Dair Kanunlar yürürlüğe konulmuş; Ye-
ni Gümrük Tarifesini hazırlamak üzere Bakanlar Kurulu Kararı ile bir
komisyon kurulmuş ve sonuçta, spesifik sistemi esas alan 1.6.1929 ta-
rihli 1499 sayılı ilk “Gümrük Tarifesi Kanunu” 1 Ekim 1929 tarihinde
uygulanmaya başlanılmıştır. Böylece gümrük mevzuatı ilk defa bir bü-
tünlük kazanmıştır.
Bugün yürürlükte olan ve vergilendirmede “Advalorem” esasını
getirmiş olan “Gümrük Giriş Tarife Cetveli” ise, 14.5.1964 tarihli 474
sayılı Kanundur. Tarife kanunlarından ayrı olarak yayınlanan ilk Güm-
rük Kanunu da 2.5.1949 tarihli 5383 sayılı yasadır. 1499 sayılı Gümrük
Tarifesi Kanunu’nun 1.10.1929 tarihinden itibaren uygulanmaya baş-
lanması ve gümrük resimlerinin de arttırılmış olması nedeniyle, kaçak-
çılık olaylarında da artışlar görülmüş ve kaçakçılık olayları güney sınır-
larımızda büyük boyutlara ulaşmıştır. Bunun üzerine, gerek gümrük
hizmetlerinin daha iyi bir şekilde yürütülmesinin temini ve gerekse ka-
çakçılıkla mücadelede etkinlik sağlanması yönlerinden, bir dizi tedbir-
ler alınması gerekliliği duyuldu. Bu tedbirler cümlesinden olmak üze-
379

re, 27 Temmuz 1931 tarihli 1841 sayılı Kanunla, güney sınırlarımızda,


yarı askeri bir hüviyet gösteren Gümrük Muhafaza Umum Kumandan-
lığı kuruldu. Bu tedbirler meyanında, Gümrük Teşkilatının idari yapı-
sında da çok önemli bir değişikliğe gidilerek, 29 Aralık 1931 tarihli ve
1909 sayılı Kanun’la Gümrük ve İnhisarlar Vekaleti kuruldu. Ayrıca,
1917 sayılı kanunla Gümrük Muhafaza Umum Kumandanlığı ve 1989
sayılı kanunla da o tarihte Maliye Bakanlığına bağlı bulunanTekel İda-
re ve İşletmeleri, yeni kurulan Gümrük ve İnhisarlar Vekaleti’ne bağ-
landı.
Bu arada, mevzuata yönelik yapılan çalışmalar da yürütülüyordu.
Bu çalışmalar sonucunda, daha önce uygulamaya konulmuş olan 1510
sayılı kanuna göre daha ağır müeyyideler taşıyan, 1918 sayılı “Kaçak-
çılığın Men ve Takibine Dair Kanun” 1932 yılında yürürlüğe konuldu.
Halen yürürlükte bulunan ve zaman içinde günün koşullarına göre çe-
şitli değişikliklere uğramış olan bu kanuna göre, kaçakçılık davaları tu-
tuklu olarak devam eder, kaçakçılık suçlarından dolayı mahkumiyet ha-
linde ceza tecil edilmez ve sürgün cezası uygulanırdı. Ayrıca, bu kanu-
na göre kaçakçılık davalarına bakmak üzere üç yıl süre ile özel ihtisas
mahkemeleri de kuruluyordu.
Diğer taraftan, Cumhuriyet öncesi 1918 senesinde uygulamaya
konulan Gümrük Kanunu, günün değişen ekonomik şartları karşısında
yetersiz kaldığından, bu konuda da yapılan yeni çalışmalar sonucu ha-
zırlanan tasarı kanunlaştı. 2 Mayıs 1949 tarihli 5383 sayılı olan bu ka-
nun Cumhuriyet döneminin ilk Gümrük Kanunu’dur. Bu dönemde, ül-
kemiz uluslararası gelişmeleri de yakından takip etmiş ve merkezi Ce-
nevre olarak 1947 yılında kurulan ve 1948 yılında faaliyete geçen
Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması’na (GATT) (Bugünkü
Dünya Ticaret Örgütü) katılınırken, merkezi Brüksel olarak 1950 yılın-
da kurulan Gümrük İşbirliği Konseyi’nin (Bugünkü Dünya Gümrük
Örgütü), ilk üyeleri arasında yer almıştır. Uluslararası ticaretin kolay-
laştırılması ve bu nedenle de ülkeler arasında gümrük uygulamalarının
yeknesaklaştırılması bakımından, Gümrük İşbirliği Konseyi tarafından
hazırlanan Nomanklatür ve Kıymet Sözleşmelerine, 7 Ocak 1955 tarih-
li 6449 sayılı Kanunla taraf olunmuş, yürürlükteki 5383 sayılı Gümrük
Kanunu’nda yapılan değişikliklerle, spesifik tarife terkedilmiş ve kıy-
met sistemine dayalı yeni nomanklatür uygulanmaya başlanmıştır.
fiAN VERGILER
380 / EDEBIYATLAfiA

Bu dönemde günün ekonomik şartlarından kaynaklanan gereklilik


nedeniyle yeni bir gümrük kanunu çalışmalarına başlanmış, hazırlanan
ve halen yürürlükte bulunan 19 Temmuz 1972 tarihli l615 sayılı Güm-
rük Kanunu, 1 Şubat 1973 tarihinde uygulamaya konulmuştur.
Cumhuriyet döneminde gümrüklerce tahsil edilen vergilere baktı-
ğımızda, zaman içinde oldukça değişim gösterdiğini görüyoruz. Güm-
rüklerce tahsil edilen vergilerin tamamına “gümrük vergileri” denil-
mektedir. “Gümrük vergisi” de bu tanıma dahildir. İthalatta alınan ver-
gi ve resimlerin en belirgini gümrük vergisidir. Gümrük vergisinin da-
yanağı Gümrük Kanunudur. Bunun yanında, kendi özel kanunlarına ve
çeşitli matrahlara göre “İstihsal Vergisi”, “Rıhtım Resmi” (Ulaştırma
Alt Yapıları Resmi), “Damga Resmi”, “Belediye Hissesi” ve “Fon”lar
ithalatta zaman içinde tahsil edilegelmiştir. Halen, ithal eşyası sadece
gümrük vergisi ve katma değer vergisine tabi tutulmakta, tarım ürünle-
ri gibi bir kısım mallarda da bunlara ilaveten fon tahsil edilmektedir.
Bu dönemde, ihracat vergisi uygulamasına son verilmiştir. İhracatta
bazı yerli mahsullerin ihracına uygulanan fon dışında herhangi bir ver-
gi bulunmamaktadır.
Cumhuriyet döneminde ve yakın tarihte gümrük uygulamaları açı-
sından gerçekleştirilen en önemli çalışmalardan birisi de, Avrupa Top-
luluğu ile Türkiye arasında sağlanan “Gümrük Birliği” konusunda ol-
muştur. Türkiye-Avrupa Topluluğu 36 ncı Ortaklık Konseyi’nin
6.3.1995 günlü Kararı ile 1.1.1996 tarihinde başlamak üzere taraflar
arasında bir “Gümrük Birliği” tesisi öngörülmüştür
VERGİ VE DİN

Vergi ve İslam Verginin İslamisi, Gayriislamisi Olur mu ?


Din’e, insanları doğruluğa, iyiliğe, mutluluğa götüren Tanrısal bir
yol olarak bakmayıp, onu siyasal bir ideoloji gibi algılayan, dünyevi
bütün problemlerin çözümü olarak gören birtakım insanlar var dünya-
da ve ülkemizde.
Bu kafadaki insanlar, verginin de İslami’si olabileceğini öne sür-
mekteler.
Acaba böyle mi? Bunu irdelemekte yarar var.
İslam, dönem ve bölgelere göre değişebilen ve o günkü toplumun
gereksinmelerini karşılayacak özel vergiler konmasına cevaz vermiş
olup, bunlara “nevaib” denmektedir. Hazreti Peygamber’in “Malda ze-
kattan başka haklar da vardır” yolundaki hadisi, vergi almanın temel
dayanak noktası olmuştur. Hazreti Ali ise, toplumun kimi kesimlerin-
de oluşan gelir fazlasının, daha düşük gelirlilere aktarılmasını devletin
ödevleri arasında saymıştır. (Yararlanılan kaynak: Ahmet Debbağoğlu/
İslam İktisadı )
Gayrimüslimlerden alınan Haraç ve Cizye gibi vergiler için
Kur’an-ı Kerim’de herhangi bir hüküm bulunmadığında, İslam bilgin-
leri neredeyse ittifak halindedirler. Yapılan kimi uygulamalar hadislere
fiAN VERGILER
382 / EDEBIYATLAfiA

dayandırılmış, matrah ve oran konusu, Devlet Başkanı’nın takdir yetki-


sine bırakılmıştır. Harac’ı Müminun Suresi 72’inci, Cizye’yi ise Tevbe
Suresi 29’uncu Ayeti’ne dayandıranlar varsa da, bunların zorlama yo-
rumlar olduğuna en büyük kanıt, bu vergilerin İslam öncesi toplumlar-
da da uygulanmış olmasıdır.
Harp ganimetleri dışında, zekat da dahil, hiç bir vergi için Kur’an-ı
Kerim’de oran belirlenmemiştir. (Harp ganimetlerinde oran beşte birdir)
Örf ve adete göre alınan vergiler bazı istisnai durumlar dışında, İs-
lami dönemlerde de varlıklarını sürdürmüşlerdir. Sözgelimi “Öşür” ad-
lı vergi, İslam’dan önce de özellikle Doğu Asya ve Orta Doğu’da uy-
gulanmıştır. Öşür sözcüğü Kur’an’da geçmez; Asurca “İşru” dan gel-
mektedir. Asurlular bu vergiyi buğday ve hurmadan alıyorlardı. İslami
dönemde bu vergi, En’am Suresi 141’inci Ayeti’ne dayanılarak salın-
mış ve alınmıştır. Ayet meali şöyledir: “Çardaklı ve çardaksız (üzüm)
bahçeleri ürünleri çeşit çeşit hurma ve ekinleri, zeytinleri, narları -bir-
birine benzer ve benzemez biçimde yaratan- hep O’dur. Her meyva
verdiği zaman meyvasından yiyin, hasat günü hakkını ( zekat ve sada-
kasını ) verin, fakat israf etmeyin. Çünkü O, israf edenleri sevmez! “Yi-
ne İslam öncesinde İran ve Orta Doğu’da “Haraga” adlı bir vergi alını-
yordu. İslami dönemde bu vergi, varlığını “Haraç” adıyla sürdürmüştür.
Cizye’ye gelince; o da yine İslam öncesinde Mısır, Asur, Pers, Roma
ve Sasani yönetimlerince uygulanan bir vergi türü idi.
Öşür topraktan alınan bir vergi iken, Cizye bir baş vergisi nite-
liğinde idi. Batılı anlamda bir vergilemeye geçinceye dek, İslam top-
lumlarında yalnızca dolaylı vergiler uygulanmamış, verginin tüketi-
ciye yansıtılması adil bulunmamıştır. Ancak bu uygulama, kesin bir
yasaklamayı içermemektedir. Dönemsel bir yorum farkı olarak kabul
ediliyor.
Alman sosyal demokrat hareketinin önde gelenlerinden biri olan
August Bebel, “Hazreti Muhammed ve Arap-İslam Kültürü Dönemi”
adlı eserinde; Hazreti Peygamber ve dört halife dönemindeki vergi sis-
temi ve uygulamalarına ilişkin ayrıntılı bilgiler veriyor:
“İster toprak olsun, ister hayvan, para ya da ziynet eşyası olsun,
öşür ve zekat şöyle hesaplanırdı:dört deveden ya da bunların yerini tu-
tacak değer biriminden fazlasına sahip olmayan kişi, vergiden muaf tu-
tulurdu ama canı isterse yine de vergi ödemekte serbestti. 5-24 devesi
383

olan bir deve yavrusu (puduk), 25-35 devesi olan iki yaşında bir dişi
deve (taylak), 36-45 devesi olan üç, 46-60 devesi olan dört deve ver-
mek zorundaydı; bu oran korunarak, deve sayısına göre verilecek deve
belirleniyordu. İnekler 29, koyunlar 39 başa kadar vergiden bağışıktı-
lar; 30-39 inekten bir dana, 40 ve daha fazlasından üç yaşında bir inek
vergiye ayrılıyor; bu oran artan inek sayısına göre korunuyordu. Her
120 baş koyundan biri vergiye giriyor, 121-200 baş koyundan ikisi
vergilendiriliyordu, vb.
Vergi hesap memurlarının ve resmi kişilerin işini kolaylaştırmak
için develerin değerleri, inek, koyun ve para olarak hesaplanmıştı. Ver-
gi toplayıcıları, yükümlülerin en iyi hayvanlarını almamaları için uyarı-
lırlardı, ama çok yaşlı hayvanları toplamamaları için de kendilerine ta-
limat verilirdi. Bu yoldan devlet mülkiyetine katılan hayvanlar için ül-
kenin çeşitli yerlerinde büyük otlaklar kurulmuş, hayvanların buralar-
da bakımları sağlanmıştı. Devlet yapısı babaerkil koşullara bağlı olmak-
tan çıkıp despot bir rejime dönüşmeye, ticaret ve alış-veriş ilişkisi iyi-
ce gelişip para ekonomisi yaygınlaşmaya başlayınca , vergiler de para
birimi üzerinden ödenmeye başlanmış, yalnızca öşür ve toprak vergisi
doğal ürünlerle karşılanmaya devam edilmişti.
At, Keçi, Kümes Hayvanları, Meyve, Arazi Ve Kira İstisnaları
Arapların büyük önem verdikleri, özel bir özen ve dikkatle terbi-
ye edip yetiştirdikleri ve soyunu ıslah ettikleri atlar da vergiden bağı-
şıktılar. Tıpkı atlar gibi keçiler ve kümes hayvanları da vergi dışıydı-
lar.Toprak ürünlerinden öşür (onda bir) alınırdı. (...) Ama bu ürünlerin
çoğu öşür vergisinden bağışıktı. Sadece kabuklu meyveler (ceviz, fıs-
tık, vb. ), tahıl, sebze, hurma ve zeytinden vergi alınırdı. Arazi vergisi,
pratik olduğu kadar, mükellefin haklarını adilce gözetecek biçimde dü-
zenlenmişti. Bu vergi, arazinin büyüklüğüne, verimliliğine ve işleniş
durumuna göre hesaplanırdı. Örneğin, şeker kamışı ekilmiş 1169 met-
rekarelik bir topraktan (garib toprağı) 6 dirhem, buğday ekilmiş aynı
büyüklükteki topraktan 4 dirhem, ekin arpa olursa 2 dirhem vergi alı-
nırdı. Ekin, toprak sahibinin kabahati olmaksızın zarara uğrarsa, ondan
vergi alınmazdı.
Kişinin özel hizmetinde kullanılan köleler için de durum böyle idi
(vergi yoktu). Buna karşılık, köleler kiralanınca ya da efendilerince
belli bir miktar ödemede bulunup kendi başlarına özgürce çalışabilme
fiAN VERGILER
384 / EDEBIYATLAfiA

olanağı kazanınca, ödedikleri bu para ya da kiralama işleminden elde


edilen gelire de vergi uygulanırdı. Ev kiraları için de vergi söz konu-
suydu. 20 dinara kadar olan kira gelirleri vergiden bağışıktı.
Altın Ziynet Eşyası Ve Define Vergileri Cizye ve Vergi Makbuzu Yerine
Boyuna asılan Kurşun Sikke
Altın ziynet eşyası, madencilik de vergiye tâbi idi. Toprakta bulu-
nan definelerin beşte biri devlete aitti. Herhangi bir istiladan önce ya
da teslim olduktan sonra boyun eğmiş olanlar cizye ve arazi vergisi
ödemek zorundaydılar. Cizye vergisi üç sınıfa ayrılmıştı: birinci sınıf
vergi, zenginler için yılda 4 dinar, ikincisi orta tabaka için 2 dinar ve
üçüncüsü imkânları kıt olanlar için yılda 1 dinardı. Vergi makbuzu ye-
rine, vergi ödeyene, bir bağcıkla boynuna asmak zorunda olduğu kur-
şun sikkelere verilirdi.”
Bütün bu anlatımlar ve diğer bilgiler ışığında, İslam’ın vergi olgu-
suna bakışını; 6 başlık halinde toplayabiliriz.
1-Adalete özenle uymak. “Kuşkusuz Allah, emanetleri ehline ver-
menizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi
emreder.” (Nisa Suresi)
2 - Hazret Peygamber; kendisi, ailesi ve mensubu bulunduğu ka-
bilesinin zekat almasını haram olarak niteleyerek yasaklamıştır.
3 - Haram yolla kazanıldığı belirlenen servet, müsadere edilir. Ser-
vetin belli ellerde birikmesine izin verilmez. Verginin sosyal adalet ve
kalkınma amacıyla araç olarak kullanılmasına İslam cevaz verir. Yüce
Allah, Ar’af Suresi’nde “Fazlasını al”, Bakara Suresi’nin 219’uncu
ayetinde ise “Sana neyi infak edeceklerini soruyorlar, de ki fazlasını”
diye buyrulmaktadır. Fazlasının tayin ve tesbiti ise; döneme, şartlara ve
ülkelere göre olacaktır.
4 - Vergilemede emeğin rolü gözönünde bulundurulur. Üretimde
emeğin katkısı arttıkça, vergi azalır. Yalnızca yağmur suyu ile sulanan
araziden onda bir vergi alınırken, çiftçinin kendi çaba ve emeği ile su-
ladığı tarlada bu oran yirmide bire inmektedir.
5 - Zekatı vergi saymak mümkün değildir; çünkü İslam’ın beş şar-
tından biridir ve yoksula bir lutuf değildir, onun hakkıdır.
6 - Medine pazarlarında gümrük vergisi uygulayan Hazreti Pey-
gamber, bu verginin konusu, matrahı ve oranını belirlerken “Mütekabi-
liyet (Karşılıklılık)” ilkesini esas almıştır.
385

Beytü’l Mal Nedir?


İslâm devletinin hazinesi, devletin malîye işleriyle ilgilenen ku-
rum. Beyt, Arapça “ev” anlamında olup, “beytü’l-mâl” mal evi, hazine
demektir. İslâm’da devlet hazinesi ve mâliye dairesine beytü’l-mâl adı
verilmiştir. Beytü’l-mâl tabiri ile hem devletin maliye işlerinin idare
edildiği bina, hem de devlet hazinesi kasdedilir. Beytü’l-mal İslâm
devletinin hazinesidir. Bu tabir ilk zamanlarda sadece soyut bir kavram
iken, Hz. Ömer’in hilâfeti zamanında daha belirgin bir duruma Hz.
Muhammed (s.a.s.) beytü’l-mâl üzerinde hassasiyetle durur, mal gel-
dikçe hiç bir şey kalmayıncaya kadar dağıtımında bizzat hazır bulunur-
du. Hz. Peygamber vefat ettikten sonra bu işe yerine geçen halifeler
bakmıştır. Hz. Ömer zamanında fetihler nedeniyle devletin gelirleri art-
mış ve bunların hepsini hemen dağıtmak ihtiyacı kalmayınca, gelirin bir
deftere kaydedilmesi ve yapılan ödeme ve harcamalardan arta kalanın
korunması usulü getirilmiştir. Böylece onun zamanına kadar soyut bir
kavram olan beytü’l-mâl, onun zamanında somut bir durum almıştır.
Nitekim dört büyük halife devrinin sonlarına doğru beytü’l-mâl’e ba-
kan bir veznedar görevli görülmektedir.
Rüşveti Hediye Diye Alana, Peygamberce Tavır
Aynî olarak topladığı vergileri develere yükletmiş Medine’ye dö-
nüyordu tahsildar. O tahsildar, Medine’ye döndüğünde, deve kervanını
Beyt-ul Mal’e yönlendirirken; kendisine verilen hediyelerin yüklendi-
ği deveyi de kendi evine gönderdi. Bu durum dedikodulara yol açtı.
Tahsildar ‘Onlar bana verilen özel hediyelerdir..’ dedi.. Hazreti Pey-
gamber, çağırtıp sordu bu tahsildara: “Tahsildar olmasa idin, bu hedi-
yeler sana gene verilecek miydi?”. Tahsildar “hayır” demek zorunda
kaldı. Hediye yüklü devenin yükü de Beyt-ul Mal’e aktarıldı.
Vergisiz Pazar Kurdurtan Hazreti Peygamber’e Düşman
Olan Şair: Ka’b b. Eşref
Döneminin en büyük şairlerinden biri olan Ka’b b. Eşref, ahlaken
düşük bir kimse idi. Kendisini evinde konuk eden birisinin karısına sa-
taşmış, yazdığı aşk şiirlerinde Medineli müslümanlara iftira etmişti.
Hazreti Peygamberin Medine’de vergisiz pazarlar kurmasına tepki du-
yan bu şair, bu pazarların kurulduğu yerleri kendi bölgesi olarak değer-
lendiriyor ve bu pazarları kendisine rakip olarak görüyordu. Bedir Sa-
vaşı’ndan sonra müşriklerle işbirliği yapmak amacıyla Mekke’ye gitti.
fiAN VERGILER
386 / EDEBIYATLAfiA

Hazreti Peygamber’i ağır biçimde yeren şiirler yazdı (Hazreyi Pey-


gamber bu yüzden ona beddua etti), Kureyşlileri Peygamber ve müs-
lümanlar aleyhine kışkırttı.
Ka’b b. Eşref’in evine, aralarında kendi süt kardeşinin de bulun-
duğu bir silahlı müslüman birlik tarafından bir baskın düzenlenmiş ve
bu şair öldürülmüştür.
(Kaynak: www.cumhuriyet.edu.tr- M.J. Kister/Çeviri:Abdullah
Kahraman)
İslam Peygamberi’nin Vergi Muafiyeti Tanıdığı Pazar Yeri’nden
Muaviye Vergi Aldı
Ömer b. Şebbe’nin Ata b. Yesar’dan nakledilen sahih bir rivayet-
te, Hazreti Peygamber’in Medine’de vergisiz bir pazar kurmaya karar
verdiğini ifade edilmektedir. “Hazreti Peygamber, önce Beni Kaynuka
pazarına geldi, sonra da Medine’de pazar kurmayı tasarladığı yere gel-
di. Pazar yerinde, ayağını yere vurarak dedi ki: ‘Burası sizin pazarınız-
dır, burası daraltılmayacak ve bu pazardan asla vergi (haraç) alınmaya-
cak’. İbn Useyd rivayet ediyor ki, Medine pazarının yeri, bir kişi (yani
Peygamberin taraftarlarından birisi) tarafından Peygamber’e öneril-
miştir. Peygamber bu yeri ziyaret edip toprağına ayağıyla vurdu ve bu-
ranın daraltılamayacağını ve vergilendirilemeyeceğini söyledi. Az fark-
lı bir rivayet İbn Mace tarafından Ebu Useyd kanalıyla nakledilmiştir.
Buna göre, Peygamber Nebit pazarına gitti oraya bir göz attı ve dedi ki:
Bu asla sizin pazarınız olamaz. Sonra bir (başka) pazara gidip baktı ve
bu asla sizin pazarınız olamaz dedi. Daha sonra da bu pazara dönüp et-
rafını dolaştı ve dedi ki: İşte sizin pazarınız budur, burası daraltılmaya-
cak ve burada vergi alınmayacaktır
Hazreti Peygamber’in pazar yeri olarak belirlediği bu alan, Be-
ni Saide bölgesinde idi ve mezarlık olarak kullanılıyordu. Beni Sai-
de önce karşı çıktı ancak daha sonra razı oldu. Burası açık bir alan-
dı. Atlı bir kimse pazar yerine inip devesinin palanını bıraksa, paza-
rı dolaşırken ne tarafa gitse palanını görebilirdi. Pazara bazı yapılar
yapma yahut çadır kurma teşebbüsleri (önce) Peygamber daha son-
ra da Hazreti Ömer tarafından yasaklanmıştı. Pazara “Dâru’l-Katı-
rân” ve “Dâru’n-Nuksân” adında iki ev yapan ve zorla vergi alan ilk
kişi Muâviye’dir.
387

Müslümanlar Kimleri Vergi Dışı Tutmuşlardır ?


İslamiyet’in yayılış ve fetihler döneminde yapılan çeşitli uygula-
malar, müslüman yönetimlerin gayrimüslim ahaliden kimleri vergiden
muaf tuttuğu konusuna açıklık getirmektedir.
August Bebel, İslamiyeti seçen gayrimüslimlerin, arazi vergisi ve
haraçtan muaf tutulmasını ve tıpkı öteki müslümanlar gibi, yalnızca
öşür ve zekat verdiklerini yazıyor ve İslam’ın bu uygulamasının hristi-
yanlıkta olmadığına dikkat çekiyor.
Mehmet Oruç, “Dinlerarası Diyaloğ Tuzağı ve Dinde Reform” ad-
lı kitabında, “Mecmu’a-i Münşeât-üs Sâlihin” adlı eserden aldığı, Haz-
reti Peygamber’in bir mektubuna yer veriyor. Mektupta şu uyarı ve
buyruklar var:
“ (...) Eğer hristiyan bir rahip veya bir seyyah bir dağda, bir dere-
de, çöllük bir yerde, bir yeşillikte ya da alçak yerlerde kum içinde iba-
det amacıyla perhiz yapıyorsa kendim, dostlarım, arkadaşlarım ve bü-
tün milletimle beraber, onlardan her türlü teklifi kaldırdım.
Onlar benim korumam altındadır. Ben onları, başka hristiyan-
larla yaptığımız ahidler mucibince, ödemeye borçlu oldukları bütün
vergilerden affettim. Vergi vermesinler veya kalpleri razı olduğu ka-
dar versinler. Onları cebretmeyin, zor kullanmayın.Onların dini reis-
lerini makamlarından indirmeyin. Onları ibadet ettikleri yerden çı-
karmayın.
(...) Ticaret yapmayan ve ancak ibadet ile meşgul olan kimseler-
den her nerede olurlarsa olsunlar, vergileri almayın. Onlar benim hima-
yem altındadırlar. Ben onlara izin verdim. Ticaret yapanlardan gelir
vergisi almak gerekirse, ne kadar zengin olurlarsa olsunlar,ne kadar
malları ve mülkleri bulunursa bulunsun, yılda oniki dirhemden fazla
vergi almayın.”

Fetholunan Şehir, Geri Verilince, Vergiler de İade Edildi


Bizans İmparatoru Herakliyus’un ordularını bozguna uğratan İs-
lam Ordusu Başkomutanı Ebu Ubeyde Bin Cerrah, fethettiği şehirlere
Halife Hazreti Ömer’in bir emrini tebliğ eder. Emre göre; hristiyan
halk, can ve mallarının korunması, ibadetlerini özgürce yapabilmeleri
karşığında, İslami Yönetim’e cizye verecektir. Müslümanlardan da
öşür alındığı, bu emirde hatırlatılmaktadır.
fiAN VERGILER
388 / EDEBIYATLAfiA

Suriye’nin Humus Şehri halkı, istenen cizyeyi derhal öder. Ancak


bir süre sonra, İmparator Herakliyus’un büyük bir ordu ile Antakya
üzerine yürüdüğü haberi gelince, Humus’taki askerlerin Yermük’e sev-
kini kararlaştırıldı. Ebu Ubeyde Bin Cerrah, şehirde tellallar dolaştıra-
rak, şehri terkettikleri için, ahaliye verilen sözleri yerine getiremeye-
ceklerini, bundan dolayı da, alınan cizyenin iade olunacağını açıkladı.
Kimden ne alındığı defterlere eksiksiz kaydolunduğu için, bu iade işle-
mi kolaylıkla gerçekleştirildi.
Maliye Bakanı Yusuf Peygamber
Peygamberlerin içinde bir de maliye bakanı var. Hazreti Yusuf’un
maliye bakanlığının öyküsü Kur’an-ı Kerim’de anlatılmaktadır.
Kur’ân-ı Kerim’in 111 ayetten oluşan 12. suresi, Yusuf aleyhisselamın
hayatıyla ilgilidir. Allahü Teala Yusuf aleyhisselama ait bu kıssayı “ah-
senu’l kasas/kıssaların en güzeli şeklinde vasıflandırmıştır. Yusuf aley-
hisselam, Hazret-i Yakub’un oğludur. Dedesi Hazret-i İshak, babasının
amcası Hazret-i İsmail, büyük dedesi ise Hazret-i İbrahim’dir. Hem
kendisi, hem de ataları Efendimizin bir hadis-i şeriflerinde “el Ke-
rim/keremli” sıfatı ile yadedilmişlerdir. Her peygamber gibi sıkıntı ve
belalarla imtihan edilmiş ve çektiği acı ve ızdıraplardan sonra günün
birinde kendisine risalet verilmiştir.
Babası tarafından Yusuf aleyhisselama gösterilen ilgiyi kıskanan
diğer kardeşleri bir komplo hazırlarlar. Önce bir bahaneyle öldürmek
isterler. Ancak daha sonra bir kuyuya atmaya karar verirler. Babaları-
nın istememesine rağmen zorla razı ederek Hazret-i Yusuf’u gezintiye
götürürler ve bir kuyuya bırakırlar. Bir süre sonra oradan geçen bir ti-
caret kervanı tarafından çıkarılır ve Mısır hükümdarının yüksek rütbeli
memurlarından birine bir kaç dirheme satılır.
Aradan yıllar geçer. Hazret-i Yusuf bütün güzelliğiyle Mısır’da
nam yapmıştır. Onun bu yakışıklılığı takat getirilemeyecek bir baskıya
maruz kalmasına neden olur. Baskıyı yapan da Hazret-i Yusuf’un köle
olarak bulunduğu evin sahibesi Zeliha’dır. Hazret-i Yusuf’un dayanıl-
maz cazibesinin yanısıra, kocasının iktidarsız ve kendisinin bakire ol-
ması, Mısır sosyetesini oluşturan kadınların kışkırtmasıyla Hazreti Yu-
suf’u taciz eder. Hazret-i Yusuf kapıya doğru kaçarken kadının kocasıy-
la burun buruna gelirler. Mesele anlaşılır ancak suçlunun kim olduğu
merak edilir. Kadın tarafından birisi; “Eğer gömleği önden yırtılmışsa
389

kadın doğru söylemiş demektir. Değilse, arkadan yırtılmışsa, erkek


doğru söylemiştir” diye şahidlik eder. Kocası, gömleğin arkadan yırtıl-
mış olduğunu görünce Hazreti Yusuf’un suçsuz olduğu anlaşılır. Yusuf
aleyhisselam hiç kimseye bir şey anlatmasa da, olay şehirde duyulur
ve yayılır. Rahatsızlık verici boyutlara ulaşır. Devlet otoritesini sarsıcı
bir hal alır. Hazret-i Yusuf, suçsuz olduğu bilindiği halde hapse atılır.
Fakat zindan onun için bambaşka bir aleme açılan kapı olur. Burada
peygamberlikle şereflenir ve İslamı tebliğe başlar. Güneş görmeyen bu
karanlık yerde ibadetlerini aksatmamak için o güne kadar yapılmamış
yeni bir “zaman tespit aracı” yapar. Zindan bir medrese halini alır.
En azılı suçlular bile onun tebliğiyle hidayete ererler. Burada bir
kaç sene kalır. Kendisiyle birlikte hapse giren iki kişinin rüyasını yo-
rumlar. Bu kişiler, Mısır hükümdarının yakın hizmetinde bulunan kim-
selerdir. Hazret-i Yusuf’un yaptığı yoruma göre biri kurtulacaktır, diğe-
ri ise asılacaktır. Gerçekten de biri asılır, diğeri kurtulur. Kurtulacağını
tahmin ettiği kişiye; “Beni Efendinin yanında an” demesine rağmen
şeytan unutturur. Hazret-i Yusuf bu sebeple bir kaç yıl hapiste kalır.
Köleliği bir rüya ile başlamıştı. Sultanlığı da bir rüya ile başlar. Ama
bu sefer rüyayı gören Mısır Melikidir. Birgün maiyyetine; “Yedi zayıf
ineğin yedi semiz ineği yediğini, yedi başlı başak ve bir o kadar da kuru-
muş başak görüyorum. Bu rüyayı yorumlayabilecek kimse varsa söyle-
sin” dese de kimse yorumlayamaz. Nice zaman sonra hapisteki iki kişi-
den kurtulmuş olanı bu rüya sebebiyle Hazret-i Yusuf’u hatırlar ve hü-
kümdara bahseder. İzin alarak zindana gider ve rüyayı anlatır. Ondan yo-
rumlamasını ister. Yusuf aleyhisselamın yorumu şöyledir; “Yedi sene bo-
yunca ekip biçtiğiniz ekinin yediğinizden artanını başaklarında bırakın.
Sonra bunun ardından yedi kurak yıl gelir. Tohumluk için saklayacağınız
az miktar hariç, önceden biriktirdiklerinizi yiyip götürür. Sonra bunun ar-
kasından da bir yıl gelecek, insanlar sıkıntıdan kurtarılıp bereketlendirile-
cekler.” Hükümdar, yorumu duyunca çok beğenir. Yusuf aleyhisselamı
hapisten kurtararak onu maliye bakanlığına getirir. Doğruluğu, iffeti ve
müşfik idaresiyle kısa zamanda bütün Mısır’ın sevgilisi olur. Bir yandan
dev bir ülkenin maliyesini idare ederken diğer taraftan Peygamberlik gö-
revini ifa eder. Nihayet beklenen uzun kıtlık yılları gelir. Hazret-i Yu-
suf’un aldığı tedbirler sayesinde, civar ülkeler kavrulurken Mısırlılar kıt-
lık yüzü görmezler. Hatta zahiresiz kalan komşu toprakların insanları,
fiAN VERGILER
390 / EDEBIYATLAfiA

peşpeşe kervanlarını Mısır’a yollarlar. Hiçbiri boş olarak çevrilmez. İşte


bu kervanlardan birinde, Yusuf aleyhisselamı babasından ayırıp kuyuya
atan kardeşleri de vardır. Kardeşler Hazreti Yusuf’u tanımazlar. Bir dizi
olaydan sonra Hazreti Yusuf kendisini tanıtır ve babasını da Mısır’a davet
eder... (Kaynak: www.turkcebilgi.net)
Zu’l-Karneyn’e Ye’cüc-Me’cüc Vergisi
Kur’an-ı Kerim’in Kehf Suresi’nde Ye’cüc ve Me’cüc adlı, yeryü-
zünde bozgunculuk çıkaran bir kavimden söz edilemektedir. Bu kav-
min en olduğu konusunda İslam bilginleri arasında fikir birliği yoktur.
Zaten konumuz da bu değildir. Kehf Suresi’nde, elinizdeki kitap açısın-
dan ilginç olan: “Ey Zu’l-Karneyn, gerçekten YE’CÜC VE ME’CÜC,
YERYÜZÜNDE BOZGUNCULUK ÇIKARIYORLAR, bizimle onlar
arasında bir sed inşa etmen için sana vergi verelim mi?” (Kehf Suresi,
94) denmesidir. Bu ayette sözü edilen verginin çeşitli biçimlerde veril-
diği, Kehf Suresi’nin izleyen ayetlerinden açıkça anlaşılıyor: 95- Dedi
ki: “Rabbimin bana vermiş olduğu servet ve saltanat, sizin vereceğiniz
şeyden daha hayırlıdır. Bana maddî yardımda bulunun da sizinle onla-
rın arasına en sağlam seddi yapayım. 96-“Bana, demir kütleleri geti-
rin.” Nihayet dağın iki ucunu denkleştirdiği vakit: “Ateş yakıp körük-
leyin” dedi. Demiri bir ateş koru haline getirince. “Bana erimiş bakır
getirin üzerine dökeyim” dedi.
Vergi Fetvaları
Vergi konusunda uzmanlıkları ve bilgileri yeterli bulunmayan ki-
mi din bilginleri ve hocalar, işin aslına nüfuz edip konuyu yeterince
analiz etmeden fetvalar veriyorlar. Elbette söylediklerinde doğru yan-
lar da var, ama vergi konsundaki bilgileri öylesine yetersiz ki, “Bir kaç
yıldır, hac mevsimi kurban bayramına denk geliyormuş” diye haber ge-
çen muhabiri aratmıyorlar. Bunlardan vereceğimiz iki örnek, yukarıda-
ki tesbit ve savlarımıza pekiştirecek. Önce, Prof.Dr. Hayrettin Kara-
man’ın “vergi fetvası”:
Soru: Devlete ödenen KDV helal midir? Fazla KDV iadesi alma-
ya çalışmanın hükmü nedir?
Cevap: KDV devletin koyduğu bir vergidir. Bu verginin adil ve bu
mânada meşru olup olmaması ayrı konudur. KDV iadesi mevzuata uy-
gun olursa alınır, KDV almak için hile yapılırsa kul hakkına tecavüz
edilmiş ve haram yenmiş olur.
391

“www.besmele.net” adlı internet sitesinden aldığımız bir fetva:


Soru:KDV’ye bağlı olarak memurlara ödenen vergi iadesinin hük-
mü nedir? Eksik kalan faturaların başkalarından tamamlanması caiz
midir? Bir satıcıdan bir mal almadan fatura alıp, vergi iadesinde kulla-
nıbilir mi?
Cevap:Önce KDV denen olayı şu haliyle benimsemediğimizi
ve de Islâmî olmadığını vurgulamak isterim. Çünkü KDV üreticiden
değil, tüketiciden, bir başka ifade ile fabrikatörden değil, işçiden ve
çiftçiden alınan matrahına zarurî harcamaların da dahil olduğu bir
vergidir. Meselâ otuz tane fabrikası bulunan falan ağa, ürettiği mal-
lara istediği fiyatı koyarak satar ve ilk el olduğu için devlete böyle
bir vergi de ödemez. Beş-on çocuğu bulunan, kirada oturan ve her-
hangi bir işe giremediği için sosyal güvenliği de olmayan, bu yüz-
den çoluk-çocuğunun tedavisi dahil her türlü ihtiyacını simit satarak
karşılamaya çalışan Veli Efendi çocuğuna aldığı bir lastik ayakka-
bıyla, hanımına alacağı basma fistana ve ilaca KDV öder. Bu yolla
devletin kasasında toplanan KDV (enflasyon hesaba katıldığında)
yan fiyatından daha aşağıya yine o falan ağaya teşvik kredisi olarak
verilir. Falan ağa da, gerçekte aldığı krediye faiz vermemekle bera-
ber hatta bir de üste atmakla beraber, rakamsal faizi maliyetine yan-
sıtır. Mesela 1000.-TL.ye satacağı malı söz konusu faizli 1400.-
TL.ye satar. Beri taraftan tüketici Veli Efendi böylece KDV dışında
o ağanın kredi borcunu (faiz demiyorum) da ödemeye ortak edilir.
Halbuki fakirden dolaylı ya da dolaysız hiç bir vergi alınmamalı, ma-
lı transfer zenginden fakire doğru olmalıdır. Şu anda durum tam ter-
sinedir. Herhalde bu kapitalizmin gereği olarak yapılmaktadır. Buna
bağlı olarak tüketiciye ödenen vergi iadesinin en olumsuz yönü de
sadece bir sosyal güvenlik müessesesine bağlı olup prim ödeyenle-
re verilmesidir. Böylece sanki devlet, “yüz verirsen on veririm” de-
miş olmakta ve temelde insana değil üretime değer verildiği göste-
rilmektedir. Bu da müslümanlar olarak bizim sosyal devlet anlayışı-
mıza uymayan bir durumdur. Buna göre KDV’yi ödeyen bizim si-
mitçi Veli Efendi vergi iadesi de alamayacaktır. Sebep: İş bulup dev-
lete prim ödememiştir. Işte bizim anladığımız sosyal devlet, sadece
hakkı olan değil, görevleri de olan bir devlettir ve vatandaşına iş
bulmak onun görevleri arasındadır.
fiAN VERGILER
392 / EDEBIYATLAfiA

Sorunun diğer bölümlerine gelince: Vergi iadesi devletten çalın-


mamakta, devlet bunu bilerek vermektedir. Hatta aldığının belki, sade-
ce yarısını iade etmektedir. Bu yüzden alınmasında bir mahzur yoktur.
Eksik kalan faturaların başkasından tamamlanmasının da sakıncası
yoktur. Çünkü bu iadeyi veren devlet bunu şart koşmamakta, sadece
maaşından fazla olanı kabul etmeyeceğini söylemektedir. Onun için
önemli olan, belli miktarda KDV’nin yatırıldığının faturalarla ibraz
edilmesidir. Faturalar sahte olmadıktan ve KDV’ye tabi özel fatura ol-
duktan sonra, şuradan ya da buradan olması önemli görülmemektedir.
Herhangi bir mal almadan fatura almakta da durum aynıdır. Yani iade-
yi veren taraf (meselâ devlet) bundan zarar değil kâr etmektedir ve
eğer sorulsa kabul edeceği açıktır. Çünkü karşılıksız fatura verdiği sanı-
lan esnaf aslında bunu karşılıksız veriyor değildir, bir başkasına verme-
si gerekip de vermediği faturayı vermektedir ki, bu da devletin işine
gelir ve karşılığında alınan vergi iadesi haksız yere alınmış olmaz, helâl
olur (Allah’u a’lem).
Haciz’in Değil Maciz’in İçinde ise...
Ve şimdi de www.dinibilgiler.com adlı internet sitesinden bir ver-
gisel fetva:
Sual: Hacizli ve birkaç yıllık vergi borcu olan bir arabam vardı.
Bir arkadaşa sattım. Satarken, (Benim arabamın hacizi macizi var. Bü-
tün borçları ile al) dedim. (Aldım) dedi. Sonra vergi borçlarının oldu-
ğunu öğrenince, (Bana, vergi borcu da olduğunu söylemedin. Söyle-
mediğin borçları ödemem) dedi. Halbuki ben ona bütün borçları ile sat-
mıştım. Hacizi macizi var demiştim. Vergi borçları macizin içinde idi.
Vergi borçlarını da ödemesi gerekmez mi?
CEVAP: Hayır ödemesi gerekmez. Çünkü, Müslümanlıkta aldan-
mak ve aldatmak yoktur. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Satılan malın
kusurunu gizlemek ve söylememek helal değildir.) [Hakim]
Gümrük Vergisi Alan Cennete Giremezmiş
www.hilafet.com adlı web sitesinde Abdurrahman El Maliki adlı
kişinin verdiği fetva oldukça ilginç ve günümüz gerçeklerine uymadı-
ğı için de oldukça düşündürücü:
“Devletin gelirleri ile ilgili delillere gelince: Cizye, fey, haraç ve
hazinelerin beşte biri ile ilgili delillerde bunlar açık ve net bir şekil-
de belirtilmektedir. Müslümanların maslahatları ile ilgili yerlere an-
393

cak bu gelirlerden harcama yapılır. Çünkü şeriat, Beytü’l Mala bun-


ların dışındaki gelirlerden harcama hakkı vermemiştir. Dolayısıyla
Beytü’l Malın gelirleri bu dördüyle sınırlıdır ve harcamalar da ancak
bunlardan yapılır.
Burada; Devlet, insanlardan vergi toplamakta ve topladığı vergile-
ri raiyyenin maslahatlarına harcamaktadır. Dolayısıyla Beytü’l Malın
yukarıda saydıklarımızdan başka gelirleri de vardır denilemez. Böyle
bir iddiada bulunulamaz. Çünkü Beytü’l Malın yapması gereken harca-
maları karşılamak üzere devletin Müslümanlardan vergi toplaması ca-
iz değildir. Çünkü şeriat, vergi gelirlerini Beytü’l Malın gelirlerinden
saymamıştır. Müslümanlara vergi koymaya Beytü’l Malın hakkı yok-
tur. Buna rağmen insanlardan vergi alınırsa şeriatın cevaz vermediği bir
şekilde delilsiz olarak devlet, insanlardan mal almış olur. Zira Resulul-
lah (sav)’in şu hadisine göre gümrük vergileri yasaklanmıştır. “Müküs
sahibi cennete giremez.” Yani kim insanlardan gümrük vergisi alırsa
cennete giremez denilmektedir. Çünkü Allah’u Teâla Müslümanların
mallarını genel olarak haram kılmıştır. Resulullah (sav) şöyle demekte-
dir: “Kendi rızasıyla olmadıkça Müslüman bir kimsenin malı helal de-
ğildir.”
Ya Rüyamızda Gümrük Görürsek
Gümrük vergisi alanın cennete giremeyeceği iddiasına karşın, rü-
yada gümrük görmenin Allah Teala nın koyduğu sınırlara delalet ede-
ceğine dair yorumlar var. (Kaynak:www.diyadinnet.com)
Fetvalar Karışıklığını Sona Erdirmek İçin Tütün
Vergisi Ve Bayiliği Önermiş Kâtip Çelebi
Kâtip Çelebi 1656 yılında yazdığı “Mîzânü’l Hakk Fî İhtiyari’l
Ahak” (En Doğruyu Seçem İşinde Hak Terazisi) adlı eserinde, tütün
hakkında verilen birbirini tutmaz ve birbirine aykırı fetvalara değine-
rek, halka tütün içme ya da içmeme yönünde baskı ya da tavsiyeye ge-
rek bulunmadığını söylüyor ve kendi çözümünü şöyle açıklıyor:
“Bir şey hem mubah, hem mekruh ve hem haram olur mu? Çeliş-
me değil midir? Denilirse, yönlerinin başka başka olması bakımından
olur. Çelişmenin sabit olmasının şartları vardır, mantık kitaplarında ya-
zılıdır. Meselâ baklava yemek helal iken, doyduktan sonra yemek ha-
ram olur, zira zararlıdır. Bundan sonra müslümanların başında bulunan-
lar için yeğreği budur ki Osmanlı İmparatorluğu ülkelerinde her yerde
fiAN VERGILER
394 / EDEBIYATLAfiA

tütün yaprağı için ağır mukataalar bağlayıp eminler koysunlar ve okka


başına yarımşar kuruş vergi bağlamağa tahammül vardır. Ve her şehir-
de bir belli yerde satılıp sokaklarda satılması yasaklansın, yılda bir yük
akça elde edilir.”
Deniz Ürünleri Vergiye Tâbi Değil
İslam bilginlerinin genel kabullerine göre, denizden çıkarılan inci-
ler, mercanlar ve benzeri ürünlerden vergi alınmıyor; bunlar bulup çı-
karanların oluyor. Yeter ki bunlar, vaktiyle kimi insanlar tarafından de-
nizde bir define olarak saklanmış altın ve gümüş ve benzeri değerli eş-
ya ve taşlardan olmasınlar. Bu mesele Ebû Hanîfe ve imam Muham-
med’e göre böyledir. Ebu Yûsuf’a göre ise bütün bunlar beytülmâle
irat olarak kaydolunmaldır.
Denizden çıkarılacak balıklardan vergi almamayacağı hususunda
bütün müctehidler ittifak etmişlerdir (Ömer Nasuhî Bilmen, Hukuk İs-
lâmiyye ve lstılahatı Fıkhıyye Kamusu, l V, 104-106)
Rüyada Vergi Ödemek Ve Vergi Memuru Görmek
İslamî rüya tabirleri yaptığını iddia eden www.diyadinnet.com ad-
lı siteden aldığımız iki rüya tabiri, vergi ödeme ve vergi memuru gör-
meye dair:
“Rüyada vergi ödediğinizi görmek, veya vergi ihbarnamesi almak
işarettir. Sıkıntıdan kurtulmanıza, feraha çıkacağınıza, bir rivayete göre
de sıkıntılı bir haber alacağınıza işarettir. Rüyada vergi memurunu gör-
mek, borcu ödemeye, yahut polise, ya da elçiye veyahut emanetçiye
işarettir. Rüyada vergi memurunu görmek, başkasının işlerine müdaha-
le eden kimseye, musibet ve belaların ve Allah (C.C.) in onlar sebebiy-
le kişiyi günah ve hatalarından temizleyen üzüntü ve kedere işarettir.”
Vergi Muafiyeti Aşkına Mürid Olanlar Ve Hacı Bayram-ı Veli
Hacı Bayram-ı Velî, Ankara’ya Sultan Murâd Hanın verdiği fer-
mânla geldi. Fermanda, Hacı Bayram-ı Velî hazretlerinin talebelerinin,
yalnız ilim ile meşgûl olmaları için, onların vergi ve askerlikten muâf
tutulduğu bildiriliyordu. Bunu duyan pekçok kişi, vergi ve askerlikten
kurtulmak için Hacı Bayram-ı Velî’nin talebesi olduğunu söylemeye
başladı. Bunlar o kadar çoğaldı ki, Ankara’nın mâlî ve askerî düzeni
bozuldu. Sonunda Sultan, Hacı Bayram-ı Velî’den talebelerinin bir lis-
tesini istemek zorunda kaldı. Hacı Bayram-ı Velî de, Ankara’nın Kanlı-
göl mevkiinde bir çadır kurdu ve; “Bize intisâb edenler, talebe olanlar
395

burada toplansın.” diye ilân etti. Hacı Bayram-ı Velî’nin talebesi oldu-
ğunu söyleyen herkes, akın akın gelip meydanı doldurdu. Hacı Bayram-
ı Velî; “Dervişlerim, müridlerim! Bana intisâb eden talebelerimi bugün
burada kurban etmem emrolundu. Canını, malını bana feda eden, çadı-
ra girsin.” buyurdu. Bütün talebeleri bir korku aldı. Bir uğultu yüksel-
di. Vergiden kaçmak için talebe görünenler; “Bu ne biçim mürşit; bu
nasıl müridlik.” diye söylenip duruyorlardı. Hacı Bayram-ı Velî de, eli-
ne keskin bir bıçak ile çadırın kapısında beklemeye başladı. Bu sırada
topluluktan, bir erkek ile bir kadın kalabalığı yararak doğruca çadırın
içine girdiler. Arkalarından Hacı Bayram-ı Velî de girdi. Daha önceden
çadıra koyduğu koyunu içeride hemen kesti. Kırmızı bir kan, çadırdan
dışarı çıktı. Kanı gören herkes hemen kaçtı. Meydanda kimse kalmadı.
Daha sonra dışarı çıkan Hacı Bayram-ı Velî; “Anladık ki, bu kadar tale-
bemiz varmış. Bunlardan başka herkes, vergi vermek ve askerlik yap-
mak sûretiyle, devlete olan borcunu ödemelidir.” buyurdu.
Hazreti Ali Ve Vergi
“www.huzuradogru.de” adlı internet sitesinden alınan Hazreti
Ali’ye dair bir buyrultu ve uygulama, o dönemlere gerçek anlamda ışık
tutmaktadır.
“ Sakif’ten bir zat anlatır: Hz. Ali, beni vâli tâyin etti ve şehrin
halkının yanında bana şöyle dedi:
-Vergiyi tam olarak al! Bu işte sakın sende bir zaaf görmesinler.
Daha sonra bana şöyle dedi:
-O sözü onların yanında söylememin sebebi, onlar hîlekâr bir ka-
vimdir. Onlara âit bir elbiseyi, yedikleri bir şeyi, taşıt olarak kullandık-
ları bir hayvanı alıp satma. Para yüzünden onları kırbaçlama ve ayakta
da bekletme. Vergi olarak aldıklarından, onlara bir mal satma! Eğer bu
sözlere muhâlefet edersen Allah benim yerime seni yakalar. Emre mu-
hâlif bir hareketini duyarsam seni azlederim.”
Alevi Dedeleri Ve Şii Mollalarının Vergisi: Humus ve Hakkullah
Ümit Kaftancıoğlu’na bir kitap yazdıran ve alevilerin onu “Yol
Düşkünü” ilan etmelerine (afaroz) yol açan Hakullah’ı, aleviler şöyle
tanımlayıp anlatıyorlar: “Kentlerde cemevleri var. Kırsal kesimde ce-
mevi diye bir kavram yok. Babaevi, Babadamı, Kırklar Meydanı, Sofa
adı verilen yerlerde yapılırdı cemler. Burada halk kendi masrafını ken-
disi karşılar. Kazancından belirli bir miktarı dedeevine bırakır. Buna ha-
fiAN VERGILER
396 / EDEBIYATLAfiA

kullah denirdi. Ortak harcamaların yapıldığı bir sandık gibidir. Dede de


bunu beşe böler ve şöyle üleştirir: 1-Velayet Makamı olarak Hacı Bek-
taş Dergâhı’na “Kara Kazan Hakkı” 2-Mürşid Makamına, 3-Pir Maka-
mına, 4-Rehber Makamına, 5-Yoksullara ve ihtiyaç sahiplerine.”
Alevi Yazar Ali Balkız’a göre ise, Hakullah eskiden bir tür vergi
idi, ama günümüzde artık buna vergi demek mümkün değildir, buna
bağış denilebilir: “Aleviler dün köyde, elde ettikleri ürünlerinin belli
bir bölümünü “Hakullah” ( ya da Hakkullah) adı ile yaptığı hizmetlerin
karşılığı olarak dedeye verirlerdi. O da bir kısmını kendine ayırır, diğe-
rini dergâha aktanrdı. Talip, dedesine, hakullahını kendi gönlü ile verir-
ken öbür yandan da Osmanlı’nın vergi memurlarından köşe bucak ka-
çardı. Bugün kent koşullarında bu olanaksızdır. Herkes vergi mükelle-
fidir. Kim dedesine, ocağına, dergahına bir yardımda bulunacaksa yine
bulunur kuşkusuz, ama artık o eskisi gibi olmayacaktır.”
Alevi Dedesi Mustafa Güvenç, Doç.Dr.İbrahim Arslanoğlu ile yaptı-
ğı söyleşide, Hakullah’ın, Humus’un 1/5’i olduğunu ifade ederek şunları
söylüyor: “Alevilikte hem zekat, hem de humus vardır ve her ikisi de farz-
dır. Zekatı bakmakla yükümlü olmadığımız akrabalarımızın dışındaki akra-
balardan başlayarak komşularımıza ve diğer müslümanlara ve sonra bü-
tün ihtiyaç sahibi insanlara öncelik sırasına göre veririz. Eğer ihtiyaç sa-
hibi yoksa Türk Hava Kurumu’na vermeyi tercih ederiz. Enfal Suresi’nin
41. ayeti gereği olan Humus ise aynı şekilde olup ancak bunun 1/5’ini yol
hakkı yani Hakkulah veya tercüman olarak pirlere verilir. Pirlere (dedele-
re) zekat ve sadaka verilmez ve zaten verilse bile onlar da bunu almazlar,
çünkü bu Kur’an’ın Şura 23, Yasin 21. ayetlerinde yasaklanmıştır.”
Dede Mustafa Güvenç’in, Humus almaya cevaz verdiğini belirtti-
ği Enfal Suresi’nin 41’inci ayetinde şöyle deniyor: “Eğer Allah’a ve
ayrılma gününde, o iki topluluğun karşılaştığı günde kulumuza (Mu-
hammed’e) indirdiğimiz şeye inanmışsanız bilin ki kazandığınız şeyle-
rin beşte biri, Allah’a, Elçisi’ne ve yakına, yetimlere, yoksullara ve
yolda kalana aittir. Allah, her şeye kadirdir.”
Şiiler de bu ayete dayanarak, Humus ödemenin bir farz ve ibadet
olduğunu ifade ediyorlar. Şii ulema, humusu, kayıp on ikinci imam adı-
na toplayıp, dağıtma görevlerinin bulunduğunu öne sürüyor. Dr. Yaşar
Kalafat, İran’da bulunan İmam Rıza Külliyesi’nin Humus’ta gelen pa-
yının yılda 50 milyon doları bulduğunu yazıyor.
397

Bazı yazarlar, Hakkullah almaya cevaz veren hükümlere, Haşr


Suresi 7.Ayeti de dahil ediyorlar.
Bazı dönemlerde Sultanlar da alevi dergâhlarına “çerağ hakkı”
göndermişlerdir.
Kara Kazan ve Kara Kazan Hakkı
Yukarıda, Hakkullah’ın beşte birinin “Kara Kazan Hakkı” olarak
Hacı Bektaş Dergâhı’na gönderildiğini ifade etmiştik, şimdi bu hak
için ayrıntılı bilgi aktaralım:
“Yesevî geleneğinde, tekkede büyük bir kazan olur, onda pişirilen
çorba, gariplere, yoksullara ve dervişlere dağıtılır. Seyyid Ali Hemezanî,
Keşmir’de İslâm’ı yayma faaliyetleri sırasında, halifelerinden birinin
böyle büyük bir kazanı olması ve bu kazanda pişen yemekten bütün bir
çevrenin istifâde etmesi, o civarda bir iskân kolonunun oluşmasına sebe-
biyet vermiştir. Farsça’da kazan anlamına gelen Lenger kelimesi, o kasa-
banın adı olmuş ve “Langer-hatta” diye anılmıştır. Ortaasya tasavvuf ge-
leneğini sürdüren Hacı Bektaş Velî’nin, Hacıbektaş’taki merkezî tekke-
sinde, bu amaca yönelik büyük bir kazanı vardı. Bu kazan “Aş Evi”ndey-
di. Bektaşîler, bu kazanın, altında ateş olmaksızın kaynadığı inancında-
dır.Bu kazanın, bir Moğol komutan tarafından tekkeye hediye edildiği
söylenir. “Kara kazan hakkı için” sözü alevîler arasında bir and sözüdür.
Eskiden öşür usûlü, vergi sisteminin esâsını teşkil ediyordu. Köylerin
ekin hasılatının onda biri (öşürü) artırma ile satılırdı. Köyün öşürünü alan
kişi (mültezim), onda biri aldıktan sonra, eğer köy alevî köyü ise, üçler,
yediler, kırklar hakkı olarak, üç, yedi ve kırk şinik buğday alır, köylü se-
sini çıkarmazdı. “Harman kaldırma zamanı” köylere, çeşitli yerlerden de-
deler ve dervişler de gelirdi. Hacı Bektaş çelebisi tarafından gönderilen
vekiller de gelirler, kimisi “Hazret-i Pîr”, kimisi “Kara Kazan”, kimisi
“Gül Yüzlü Efendim” (Çelebi) için Hakkullah toplar, köylünün harma-
nından nasibini alır giderdi.” (www.tasavvufalemi.com)
Cengiz Han Yasası’nın 10. Maddesi, Ehl-i Beyt Soyuna Ve
Din Adamlarına Vergi Muafiyeti Tanıyor:
Müslüman olmayan Cengiz Han’ın, Ehl-i Beyt’e ve din adamları-
na olan saygısı, ünlü yasalarına dek girmiş. Nihat Çetinkaya, “Kızılbaş
Türkler” adlı kitabına, Dr.Erenjen Karadavan’ın “Bir Komutan Olarak
Cengiz Han” adlı eserinden yaptığı alıntıya göre, Cengiz Han Yasası’nın
10. maddesi şöyle:
fiAN VERGILER
398 / EDEBIYATLAfiA

“Ali Bek Talip Oğlulları’ndan hiç kimse vergi ve haraca tâbi tutul-
mayacaktır. Keza dervişlerden, Al-Kur’an hafızlarından, fakihlerden,
tabiplerden, ilim erbabından, münzevi hayat yaşayan ve kendini duala-
ra vermiş olan ilim erbabından, müzezzinlerden ve ölüleri yıkayanlar-
dan vergi ve haraç alınmayacaktır.”
Cinler Muhasebeci Olsa
Alevi yazarlara göre, Peygamber (s.a.a)’den Ehl-i Beyt’in fazilet
ve menkibeleri hakkında nakledilen çok sayıda hadis var. Menakıb-ı
Harezmi’de Hz.İbn-i Abbas, Resulullah’ın şöyle buyurduğunun riva-
yet edildiğini ifade ediyor bu yazarlar: “Ağaçlar kalem, denizler mü-
rekkep, cinler muhasebeci ve insanlar da katib olsalar, Müminlerin
Emiri Ali’nin faziletlerini sayamazlar.”
Cinlerin muhasebeciliğine; sayılarının çokluğundan dolayı mı vur-
gu yapılıyor, yoksa muhasebeciler cin, cinler de muhasebeci gibidirler
mi denmek istiyor, bilinmez. Doğrusunu bu yazarlar bilirler.
İmam Rıza Mülkü
Azerbaycan’ bağlı Nahcıvan Özerk Bölgesi ile bizim Iğdır İlimiz
komşudur. Otuz kilometrelik bir sınırımız vardır “Iğdır-Dilucu”nda.
Sovyetler Birliği’nin çözülme yıllarında yapımına başlanan “Hasret
Köprüsü” bağlar bizi Nahcıvan’ın Sederek İlçesi’ne. Aras Nehri üzeri-
ne kurulan bu köprü, Ermenistan ve İran arasına sıkışıp kalan Nahcıvan
için bir nefes ve hayat borusudur.
Sederek İlçesi’nin gümrük kapısından dolayı küçümsenmeyecek
bir geliri vardır.Bu gelir, Sederek’i kısa zamanda büyütüp geliştir-
miştir.
Bugün böylesi bir konum ve işlevi bulunan Sederek, tarihte bir
vergi cenneti idi. Şiilerin 12 imamından 8’incisi olan İmam Rıza’nın
mülkü sayılıyordu Sederek ve burada yaşıyanlardan hiç vergi alınmı-
yordu. Nahcıvan’ın Ordubat İlçesi de, böylesi bir kutsallıktan dolayı
vergi ödenmeyen bir yer durumundaydı.
Müslümana Zekat Eziyeti
Endülüslü gezgin İbni Cübeyr, 1183 yılında Endülüs’ten Mek-
ke’ye yaptığı serüven dolu hac seyahatini anlattığı kitabında, Mısır’ın
İskenderiye şehrinde hacılara yapılan zekat eziyetini şöyle anlatıyor:
“İskenderiye’ye varışımızın ikinci günü, 1 Zilhicce pazardı. Karaya çık-
tığımız gün Sultan’ın görevlileri, yolcuları ve getirilen malları kayda
399

geçirmek için gemiye çıktılar. Tüm müslümanların adları, nitelikleri,


memleketleri tek tek kaydedildi. Üzerinden yıl geçmiş olsun veya ol-
masın, zekatı ödenmek üzere her birin eşyası ve parası sorgulandı. Bu
insanların çoğu hac için yola çıktıklarından, yanlarında erzaklarından
başka bir şeyleri yoktu. Üzerinden yıl geçip geçmediğini sormadan
mallarının zekatını vermeye zorlandılar. Kendisinden Mağrip hakkında
bilgi alınmak ve eşyaları üzere gemiden indirilen Ahmet b. Hasan, ko-
rumalar eşliğinde önce Sultan’a, sonra kadıya, ardından divan üyeleri-
ne, sonunda da Sultan’ın dostlarından bir topluluğa ifade vermek üze-
re dolaştırıldı. Onlardan her biri kendisine sorular sordu, notlar aldı ve
nihayet serbest bıraktılar. Müslümanlardam eşyalarının ve erzaklarının
fazlasını indirmeleri istendi. Sahilde, indirilen eşyaları divana taşıyan
görevliler vardı. Hepsi teker teker çağrılıp sorgulandı. Divan, insanlar-
la dolup taşmıştı. Büyük küçük bütün mallar gözden geçirildi. Eşyanın
bir kısmı birbirine karıştı. Herkes malını bulmak için eşyalarını araştırı-
yordu. Sonunda ortadakinden başka bir şeyleri olmadığına dair hepsin-
den yemin alındı. Bu sırada kargaşa ve kalabalıktan dolayı çoğunun eş-
yası kayboldu. Bir sürü alçaltıcı ve yüz kızartıcı muameleden sonra ser-
best bırakıldılar. Allah’tan bunu ecrinin bolca vermesini dileriz. Şüphe-
siz yüce Sultan Salahaddin’in (Eyyûbî) bütün bunlardan haberi yoktur.
Zira o adalet ve merhameti ile tanındığından, bunları bilmiş olsa engel
olurdu.”
İbni Cübeyr, Salahaddin Eyyûbî hakkında söyledikleri, gelişigü-
zel söylenmiş sözler değil; bu seyahatin ileriki günlerindeki izlenim ve
gözlemlerine dayanıyor. Sözgelimi, Ayzb adlı şehirde hacılardan alınan
ve ödeyemeyenlerin kulaklarından asılıp ya da çeşitli işkencelere ma-
ruz bırakıldıkları vergileri, Sultan Salahaddin kaldırmış.
Sapık Mezhep Bahailik ve 1/19 Vergisi
İsrail ve ABD’nin İslam’ı yozlaştırmak, özünden saptırmak, müs-
lümanları bölmek amacıyla araç olarak kullandığı Bahailik’te bir defa-
ya mahsus olmak üzere 1/19 oranında bir vergi alınmaktadır.
Bahaîlik, Bahâullah Mirza Hüseyin Ali Nuri (1817-1892)’nin kur-
duğu batıl bir mezheptir. Bâb lâkabıyla tanınan Mirza Ali Muhammed
1844 yılı Mayıs ayında insanlığa yeni bir haber getirdiğini bildirip, Bâ-
bilik mezhebini kurdu. Devlet güçlerine başkaldırmaları sonucu Bâbi-
lerin birçokları öldürüldü. Bâb Mirza Ali Muhammed 1850 yılının
fiAN VERGILER
400 / EDEBIYATLAfiA

Temmuz ayında irtidat suçuyla Tebriz’de kurşuna dizildi. Bâb’ın ya-


kınlarından olduğunu ileri süren Mirza Hüseyin Ali, Bâb tarafından ha-
ber verilen ve zuhur edeceği bildirilen kişinin kendisi olduğunu açık-
layıp, bu mezhebi Bahâilik adıyla yeniden faaliyete geçirdi. Bâbilerin
İran şahı Nasirûddin’e karşı giriştikleri bir suikast teşebbüsünden son-
ra Mirza Hüseyin Ali ve kardeşi Harun Yahya, İran’da tutunamayınca,
Osmanlılar’a sığındılar. Bir müddet Edirne’de ikamet ettiler. Burada da
sapık inançlarını yaymaya çalışınca Akka’ya sürgün edildiler.
Bahâullah, davet ettiği dinin yeni bir din olduğunu, Allah’ın ken-
disine hulûl ettiğini ve her şeyi kendisine vahyettiğini iddia ediyordu.
Bu inanç ve mezhebini “el-Kitâbü’l-Akdes” adını taşıyan eserinde top-
ladı. Ölümünden sonra büyük oğlu Abbas, Mısır, Avrupa ve Amerika’yı
dolaşarak gezdiği yerlerde Bahâîliği yaymağa çalıştı.
Bahâîlik üzerinde Babîliğin, Bâtınîliğin, Hurûfîliğin ve Hristiyan-
lığın açık etkileri görülmektedir. Bahâîliğin temel ilkesi genel bir dilin
konuşulması ve genel bir yazının kullanılmasıdır. Din birliği esas olup
dünya tek vatan, insanlar da bu vatanın vatandaşıdır. Vahiy süreklidir.
Kimseye kötülük yapmamak, mütevâzi olmak şarttır. Dünya barışının
sağlanması zorunludur. Haksızlığı önlemek için haksızlık yapana karşı
bütün insanların birleşmesi gerekmektedir. Kadınların hak ve hukuku-
nu gözetmek esastır.
Her Bahâî bir defaya mahsus olmak üzere malının 19/1’ini vergi
olarak cemaate öder.
Yahudi Adından Kurtulma Harcı
Yahudi olduğu halde, Türklüğe ve Türkçülüğe inanan, Ziya Gö-
kalp’i üstad bilen Moiz Kohen (adını sonradan değiştirmiş, Türkçe, Te-
kin Alp adını almıştır), Türkiye’de yaşayan yahudilere, yahudiliğin on
emri yanında, kendi geliştirdiği Türklüğün on emrine uymalarını tavsi-
ye etmiştir. Bu emirler arasında, duaların Türkçe olması, Türkçe konu-
şulması ve Türkçe adlar alınması da vardır.
Tekin Alp 1928 yılında kaleme aldığı “Türkleştirme” adlı eserinde,
Avrupa Yahudilerinin bulundukları ülkelere uyum sağlamak için nasıl
çaba gösterdiklerini, bu uğurda neleri göze aldıklarını da anlatıyor. Söz-
gelimi, Türkiye’de kendi adını rahatlıkla kullanan, bu addan dolayı aşa-
ğılanmayan, adını değiştirme ihtiyacı duymayan yahudiler, Avrupa’da
yahudi adından kurtulmak gereksinimi duymakta ve bunun için harç
401

ödemeyi de göze almaktaymışlar. Ancak, kurnaz Avrupalı bakınız neler


yapıyorlarmış: “ (...) Avusturya ve Prusya memurları, musevilere dört
grup ad vermişlerdi. Bu grupların her birine özgü bir de ücret çizelge-
si vardı. Adın incelik ve seçkinliğine göre harç alınırdı. Hayvan adları
ücretsiz verilirdi. Çiçek ya da ağaç adları harca tabi idi.”
Almanya, tarih boyunca, yahudilere yaptığı kıyım ve zulümler-
le gündeme gelmiştir. Vergi konusunda, Almanlar’ın yahudilere
yaptıkları ile, Almanya’dan Osmanlı Ülkesi’ne göç eden yahudile-
re, Osmanlı’nın tanıdığı vergi kolaylıklarını Onur Bilge Kula’nın
“Alman Kültüründe Türk İmgesi” adlı eserinden öğrenelim: “(...)
1492’den önce Osmanlı topraklarına sığınan yahudilerin önemli bir
bölümü de Almanya’dan gelir. Yahudilerin Almanya’yı terk ediş
nedenleri İspanya’yı terk ediş nedenlerinden pek farklı değil. Özel-
likle 1095 yılından sonra yani 1.Haçlı Seferinin hazırlıkları sürecin-
de, Alman Yahudilerinin yaşadığı aşağılanma, dışlanma ve daha
fazla vergi ödeme gibi baskılar, zorla hristiyanlaştırmaya, kıyımla-
ra, hatta toplu ölümlere dönüşür.
(...) Almanya’dan göçerek Türk topraklarına gelen yahudiler, kar-
şılaştıkları olumlu durum karşısında şaşırırlar. Yahudiler, Almanya’da-
ki yahudilerin ödemekle yükümlü oldukları her türlü vergiden bağışık
tutulurlar.
(...) Fatih, bilge ve deneyimli bir yahudi olarak bilinen Moşe Kap-
salı’yı, Osmanlı topraklarında yaşayan yahudilerin hahambaşılığına atar
ve divan (saltanat şurası) üyeliğine getirir. Moşe Kapsalı, yahudi top-
luluğu çevresinde vergi salmak, toplamak, yargı işlerini yürütmek, ha-
hamları atamak gibi çok önemli ve geniş yetkilerle donatılır.”
Beşinci Haçlı Seferi İçin Vergi
www.sevivon.com adlı yahudilere ait web sitesinde, geçmişten
haberler adı altında ilginç haberlere yer verilmektedir. Cuma 28 Ka-
sım 1215 tarihini taşıyan Roma kaynaklı bir haberde şöyle deniyor:
“Beşinci Haçlı Seferi’nin masrafları, hristiyan din adamlarından üç
sene boyunca alınacak özel yüzde beşlik bir vergi ile karşılanacak.
Papa ve Kardinaller ise gelirlerinin yüzde onunu vergi olarak öde-
yecekler. Bu karar, on beş günlük tartışmanın ardından artık faali-
yetlerine ara vermek üzere olan Dördüncü Lateran Meclisi tarafın-
dan alındı.”
fiAN VERGILER
402 / EDEBIYATLAfiA

Yahudi’nin Çapul Vergisi


Muharref Tevrat’ın (daha doğrusu Talmut’un) çeşitli bölümlerin-
de savaş sırasında karşı tarafın bütün yerleşim yerlerini yerle bir edip;
bütün kadın, erkek ve çocukların öldürülmesi; karşı tarafın bütün zen-
ginliklerinin çapul edilmesi istenilmektedir. Talmut’un “Sayılar 31/25-
29” bölümünde ise, çapul edilen malların nasıl paylaştırılacağı ve bun-
lardan nasıl vergi alınacağı açıklanmakatdır: “Ve Rab, Musa’ya söyle-
yip dedi: Sen ve kâhin Eleazar ve cemaatin atalar evlerinin reisleri;
adam olsun hayvan olsun, çapul edilmiş olan malın hepsini alın. Ve ça-
pul malını, savaşa katılan erkekler ve bütün cemaat arasında yarı yarı-
ya bölün. Ve savaşa katılan bütün askerlerden; adamdan olsun, sığır-
dan, eşekten olsun, sürülerden olsun beş yüzden bir can olmak üzere
Rab için vergi alın.”
Hristiyanların Yahudilere Vergi Zulmü
www.seviyon.com internet sitesinde, Avrupa’da hristiyanların ta-
rih boyunca yahudilere yaptıkları zulümlerden de söz ediliyor: “Bu zu-
lümlerin bir kısmı da vergi zulmü. Bütün bu zaman zarfında Yahudiler
fiziksel olarak zulüm görüyor, dövülüyor, yakılıyor, ırzlarına geçiliyor;
ekonomik açıdan zulüm görüyor, talan ediliyor, soyuluyor, ölümüne
vergilendiriliyordu. Aslında onlara tahammül edilmesinin nedenlerin-
den biri paralarıydı. Yahudiler krallık için iyi bir gelir kaynağı idi. On-
lara ceza niteliğinde özel “Yahudi vergileri” kesiliyordu. Almanya’da
daha sonra Yahudilere 38 özel verginin dayatıldığını göreceğiz. Doğum,
ölüm, kipa takma, evlenme, sünnet, Şabat mumları yakma, Yahudi ol-
dukları için her durumda hizmet etmelerine izin verilmeyen Alman or-
dusundan muaf tutulma vergileri... Yahudilerin vergiden kaçınmada
neden bu kadar becerikli olduğunu, neden bu kadar çok Yahudi muha-
sebeci olduğunu öğrenmek isterseniz, bu düşmanları tarafından ölümü-
ne vergilendirilmeleri karşısında sağ kalmaya çalıştıkları 1.500 yıllık
deneyimden kaynaklanmaktadır. Sonunda olacak olan da, paraları tü-
kendiğinde Yahudilerin kovulmasıdır. İngiltere’de 5.000 kişilik Yahudi
nüfusun krallığa gelirinin %20’sini sağladığı İngiltere’de olan budur.”
Yahudi Geçmişinden Bir Vergi Bildirisi
www.seviyon.com adlı internet sitesinde, Yahudi Devleti’nin geç-
mişine dair bir bildiri var. Yahudi takvimine göre tarihlenen bu bildiri
şöyle: “RESMİ BİLDİRİ: Maliye Bakanlığı gelecek ayın birinci günü
403

devreye girecek olan yeni vergi yasalarını bildirdi : Gelir Vergisi: Her
vatandaş toplam yıllık gelirinin onda birini Kraliyet Hazinesine ödeye-
cektir. Kraliyet Vergi Memurları her haftanın ikinci ve dördüncü gü-
nünde görev başında olacaklardır.
Tapınak Vergisi: Her vatandaş, Başrahip için, gelirinin ellide biri-
ni, Leviler için ise onda birini Tapınak hazinesine ödeyecektir. Leviler
gelirlerinin onda birini rahiplere ödeyeceklerdir.
Yeruşalayim(Kudüs) Vergisi: Başkenti geliştirmek ve ruhani bir
merkez olarak büyümesini sağlamak için, birinci, ikinci, dördüncü,ve
beşinci senelerde, gelirlerin onda biri Yeruşalayim’e getirilerek bura-
da harcanacaktır. Üçüncü ve altıncı senelerde bu onda birlik vergiler,
yoksul, dul ve yetimler için kullanılacaktır.
Yedinci Sene Muafiyeti :Vergi çevriminin son senesi olan yedinci
senede ise vatandaşlar her türlü vergiden muaf tutulacaktır.
(İmza) ADORAM
Vergi Memuru 13 Tişri, 2803”
Kilise Vergisi
Katolik ve Protestan kiliselerine üye olan kişiler, Almanya’da ki-
lise vergisi öderler. Bu vergi, sadece kiliselere üye olan ve geliri asga-
ri geçim için gerekli geliri aşan hristiyanlardan alınır. Çocuklar, işsiz-
ler, emekliler, sosyal yardım alanlar ve üniversite öğrencileri bu vergi-
den muaftırlar. Yahudi cemaati üyeleri de kilise vergisine benzer bir
vergi öderler. Diğer dini cemaatler için kilise vergisi toplanmaz. Din-
sel bir vergiyi toplamayı, Alman yasalarına göre hak etmiş bir İslami
Kurum bulunmadığından, müslümanlar için dinsel bir vergi Alman-
ya’da toplanamıyor, bu sebeple, Almanya’da yaşayan alevi ve sünni
müslümanlar bu vergiyi ödemiyorlar. Bu ülkede, kilise vergisinin ora-
nı %10 olup kaynakta kesiliyor.
Danimarka’da kilise vergisi, ulusal ve yerel vergilerle birlikte top-
lanır. Mevzuatı yerel vergiler mevzuatı ile aynıdır. 0.39 ile 1.50 oranla-
rı arasında (belediyeler bu oranlar arasında tek bir oranı tercih etmek
zorundalar) ödenen bu verginin matrahı, gelir vergisi matrahıdır. Kilise
Vergisi, Danimarka’da yalnızca Devlet Kilisesi için alınabiliyor.
Kilise Vergisi uygulanan ülkelerde, bu vergiyi ödemeyenlerin ce-
nazeleri kaldırılmıyor, birçok avrupalı, cenazesi ortada kalmasın diye
bu vergiye ses çıkarmıyor.
fiAN VERGILER
404 / EDEBIYATLAfiA

Fransa ve ABD’de ise uygulama farklı. Fransa Devleti, dinsel ce-


maatlere, özellikle de katolik kilisesine ekonomik destek veriyor. Fran-
sa, kiliselere yapılacak yardımlara çeşitli vergi istisnaları uyguluyor,
kiliselerin yönettiği okulları doğrudan sübvanse ediyor. ABD’de kilise-
ler bir işletme gibi hizmetlerini satıp pazarlıyorlar, Resmî okullarda di-
nî eğitim verilmemekte; buna karşılık çeşitli dinî cemaatler din okulla-
rı açabilmekte ve eyaletlerde kilise okullarına devam eden çocuklara
devlet yardımı yapılmakta ve bu okullara vergi muafiyeti tanınmakta.
İsviçre’de ise kilise vergisi ihtiyari, dileyen ödüyor.
19. yüzyıl boyunca İtalya, İspanya ve Portekiz’de katolik kilisesi-
nin özellikle de ruhban cemiyetlerinin mal varlıkları devletleştirilince,
devletler, ruhbanların geçimini sağlamak durumunda kalmıştı. Hristi-
yan din adamlarını devlet memuru durumuna getiren ve laiklikle bağ-
daşmayan bu uygulama, çeşitli sorun ve tartışmalara sebep olmuştu.
İspanya ve İtalya’da bu duruma şöyle bir çözüm getirildi. Her vergi
mükellefi, vergisinin belli bir kısmını, kendisinin tercih edeceği bir yar-
dım ya da hayır kuruluşuna bağışlayabilecekti. Yasalaşan ve yıllardır
uygulanan bu sisteme göre, bağış oranları İspanya’da %0,52, İtalya’da
ise %0,8’dir.
Herkese Bir Vergi Numarası, Tanrı Karşıtlığı mı?
2000 yılında Rusya Federasyonu’nda herkese bir vergi numarası
uygulamasına geçilmiş. Geçilmiş ya, tepki umulmadık bir yerden, ki-
liseden gelmiş. Ortodoks Kilisesi, bu uygulamayı Tanrı karşıtı bir dav-
ranış olarak nitelendirmiş.
Savaşa Gitmeme Vergisi
Ortaçağda Avrupa feodal beyliklerinin etkin ve egemen olduğu
yıllarda, çeşitli hristiyan tarikatları feodal beylerle anlaşmalar yapıp,
bir çeşit ‘savaş vergisi’ ödeyerek üyelerini ordu hizmetinin dışında tut-
muşlardır.
Bu uygulamayı ilk terk eden ve feodal rejimin ya askerlik hizme-
ti ya savaş vergisi dayatmasına karşı ilk ciddi başkaldırı ise, Alman-
ya’daki Wiedertaeufer Tarikatı’ndan olmuştur. Bu başkaldırı, katolik
kilisesinin kışkırtmasıyla kanlı bir şekilde bastırıldı.
Türk Korkusu Vergisi
Tarih boyunca Kilise, her zaman bir Türk korkusu icat etmiş, insan-
ları duygusal ve mali bakımdan sömürmenin yolunu bulmuştur. Attila’nın
405

Avrupa içlerine yaptığı akınlar sebebiyle başlatılan bu inanç ve duygu sö-


mürüsü, haçlı seferleri ile ayyuka çıkmıştır. Öyle bir sömürü idi ki bu; Al-
manya kral, prens ve derebeylerinin istedikleri zaman halktan topladıkla-
rı bir tür savunma vergisinin adı “Türkensteuer” yani “Türk Korkusu Ver-
gisi” idi. ( Kaynak:Alp Hamuroğlu/ Alman İslamı)
Bu vergi son olarak, Osmanlı Devleti’nin l521’de Belgrad’ı,
l522’de Rodos’u fethetmesi, 1526’da da Mohaç’ta büyük bir zafer ka-
zanmsının ardından çeşitli kentlerde toplanan Alman Meclisleri’ nin
(Reich stag) tarafından yürürlüğe konulmuş ve uzun yıllar alınmıştı.
İncil’de Vergi Görevlileriyle Fahişeler Ve Sofular
“Mesih’i günahkarlar ve vergi mültezimleriyle dostluk yapmakla
suçluyorlardı. Mesih’in cevabı ‘hastanın doktora ihtiyacı olduğu şek-
lindeydi’. Bunu doktorların olmadığı bir dönemde dile getiriyordu.”
(İstanbul Presbiteryen Kilisesi İnternet Sitesi)
Matta İncili 21.Bölüm, 31 ve 32’inci ayetlerinde diyor ki: “İsa da
onlara, ‘Size doğrusunu söyleyeyim, vergi görevlileriyle fahişeler,
Tanrı’nın egemenliğine sizden önce giriyorlar’ dedi. Yahya size doğru-
luk yolunu göstermeye geldi, ona inanmadınız. Oysa vergi görevlile-
riyle fahişeler ona inandılar. Siz bunu gördükten sonra bile pişman
olup inanmadınız.”
İncil’e bakılırsa, hidayete ilk erenler vergi görevlileriyle fahişeler-
miş. Neden acaba? En çok onlar mı azmış ve sapmıştırlar? Hadi fahi-
şeleri anladık da, vergi memurları neden zikrediliyor? Fahişelerle bir-
likte anılmak dokunmaz mı vergi memurlarına? Hristiyan vergi me-
murları ne derler bu sonradan yazılma kutsal(!) kitabın yazdıklarına
www.hristiyan.net adlı internet sitesinde bu konu hakkında şu izahta
bulunuluyor: “Vergi toplama görevi dönemin en çürümüş, yolsuzluk-
larla dolu görevlerinden biriydi. “
İncil’de bir sofu ile bir vergi memuruna dair de bir kıssa bulunu-
yor: “Kendi doğruluklarına güvenip başkalarına tepeden bakan bazı ki-
şilere İsa şu benzetmeyi anlattı: ‘Biri Ferisi, (Sofu) öbürü vergi görev-
lisi iki kişi dua etmek üzere tapınağa çıkmış. Ferisi ayakta dikilip ken-
di kendine şöyle dua etmiş: `Tanrım, diğer insanlar gibi soyguncu, hak
yiyici ve zina edici olmadığım için, hatta şu vergi görevlisi gibi olma-
dığım için sana şükrederim. Haftada iki gün oruç tutuyor, bütün kazan-
cımın ondalığını veriyorum.’
fiAN VERGILER
406 / EDEBIYATLAfiA

Vergi görevlisi ise uzakta durmuş, gözlerini göğe doğru kaldırmak


bile istemiyor, ancak göğsünü döverek, `Tanrım, ben günahkâra mer-
hamet et’ diyormuş.
Size şunu söyleyeyim, Ferisi’den çok, bu adam aklanmış olarak
evine dönmüş. Çünkü kendini yücelten herkes alçaltılacak, kendini al-
çaltan ise yüceltilecektir.»
www.incilturk.com adlı internet sitesinde, yukarıda metinleri bu-
lunan Luka 18:9-14 ayetindeki vergi mültezimi ile ilgili ilgili şu yorum
ve açıklamalara yer veriliyor:
Soru: Ferisi,duasında kendi kalitesini öne çıkarma gayreti içinde-
dir. Vergi mültezimi ise,kendisi için merhamet dilenmektedir. Vergi
mülteziminin duasındaki üç bölüm nedir? Duasını Tanrı ile başlayıp
kendisi ile bitirmesinin önemi nedir?
Cevap: Öncelikle Vergi Memuru kim olduğunu Tanrı’nın kim olduğu-
nu ve Tanrı’nın karakterini iyi biliyordu, Öyleki Vergi memuru Tanrı’nın
günahtan nefret ettiğini ve kendisininde fazlasıyla günaha sahip olduğunun
farkındaydı, İkincisi Tanrı huzurunda günahını tam bir alçak gönüllükle iti-
raf etmekteydi, Adem’in yaptığı gibi bahaneler aramadı “Evet Tanrım ben
bunu yaptım diye günahını olduğu gibi itiraf etmekteydi, günahın etkilerin-
den biri olan acı çekme hissinide üzerinde taşıyordu ve böylece Kutsal
olan Tanrıya yaklaşamayacağını bilip Tanrıdan ayrılıktan dolayıda acı çeki-
yordu vicdanı sızlıyordu, ve tüm bu olumsuzlukları çözebilecek olan’ın
Tanrı’nın olduğunu biliyordu ve Tanrı’dan merhamet dileniyordu.”
Vergi Ödeyenlerin Azizi
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Güzelyurt Bölgesi’nde bulu-
nan Mamas Manastırı 18. Yüzyılda inşa edilmiş bir tarihi yapıdır. Bu
yapının bir de söylencesi var. Söylenceye göre, St. Mamas vergilerini
ödemeyi reddetmiş, bunun üzerine yöneticiler kendisini yakalamak ve
cezalandırmak üzere asker göndermişler. Başkente giderken Mamas,
bir kuzunun ardında bir aslan görür, kuzuyu kollarına alır, arslanın da
sırtına binerek başkente gider. Bunu gören Bizans yöneticisi, Mamas’ın
tüm vergilerini ve cezssını bağışlar. Bu olaydan sonra, St. Mamas, ver-
gi ödeyenlerin azizi olarak anılmaya başlar.
ABD’de Ölüm Vergisi ve Bush
Ölüm Vergisi, bizde ve birçok ülkede uygulanan “Veraset ve İntikal
Vergisi”nin bir diğer adı aslında. ABD’de “Ölüm Vergisi” deniyor ve 2
407

milyon doların üstündeki miraslardan alınıyor. ABD Başkanı George


Bush, çiftçilerden ölüm vergisini kaldıracağını söylemek isterken “çiftçi-
nin ölüm cezasını kaldıracağım” dediği için alay konusu olmuştu.
Uygur Yazmalarında Vergi Düzenlemeleri ve Budist
Manastırlarının Vergi Dışı Bırakılması
Kültür Bakanlığı’nca yayımlanan “Türk Edebiyatı Tarihi” adlı ese-
rin 1.cildinin 162. sayfasında şunlar yazılı: “Doğu Türkistan’da bulun-
muş olan Uygurca yazmalar arasında eski Türk hukuk belgeleri önem-
li yer tutar. Bunlar toprak satışı, toprak kiralama, borç para verme, ver-
gi toplama, evlat edinme, hayvan kirlama, Budist manastırlarının vergi
dışı bırakılması, köle satışı, köle azat etme, vasiyet vb. konmularla ilgi-
lidir.”
VERGİ İSYANLARI

İSYANA GÖTÜREN PSİKOLOJİK


SEBEPLER VE VERGİ PSİKOLOJİSİ
Prof.Dr Coşkun Can Aktan’ın internetten aldığımız ve aşağıya
özetleyerek aktardığımız makalesinde, Vergi Psikolojisi’ne dair değer-
li bilgiler verilmekte, çözümlemeler yapılmaktadır. Vergi psikolojisi ve
vergileme karşısında, mükellefin psikolojik tutum ve tepkilerini anla-
yıp öğrenmeden, vergi isyanlarını anlamak mümkün değildir, bu maka-
lenin önemli yanı budur.
Coşkun Can Aktan, vergi psikolojisinin önemini şöyle ifade edi-
yor: “Vergilerin özellikle sosyolojik-psikolojik etkilerinin dikkate alın-
ması büyük önem taşımaktadır. Vergiler toplumsal yaşamın vazgeçil-
mez bir unsuru olmakla birlikte, eğer vergilerin bireysel davranış, ka-
rar ve tercihleri üzerindeki etkileri dikkate alınmaz ise, devlet açısından
vergi kaybının çok ötesinde sorunlar çıkabilir. Bireylerin kendi iradele-
ri ile meşruiyetini kabul ettikleri bir vergi, ne zaman ki keyfiliğe dönü-
şür, adaletsiz bir şekilde dağıtılır, dahası bir zulüm haline gelmeye baş-
larsa işte o zaman vergiler, medeniyeti tahrip etmeye, dahası siyasi oto-
ritenin varlığını tehdit etmeye başlar.”
fiAN VERGILER
410 / EDEBIYATLAfiA

Mükelleflerin Vergileme Karşısındaki Tutumlarının Psikolojik


Sebepleri, Oransal ve Psikolojik Vergi Yükü, Vergi Baskısı
Aktan’ın bu bağlamda söylediklerini şöylece özetleyebiliriz:
“Vergileme karşısında mükelleflerin psikolojik tutumlarının incelen-
mesi, tutumların davranışlara yol açması bakımından önceliklidir. An-
cak, vergileme karşısındaki tutumların bireysel olma özelliği, inceleme
açısından güçlükler oluşturmaktadır. Bu nedenle vergileme karşısında
mükellef tutumlarının incelenmesinde genelleme yapılma gereği ortaya
çıkmaktadır. Genel olarak değerlendirildiğinde, mükelleflerin vergile-
me karşısındaki tutumlarının en önemli belirleyicisi, mükellefler üze-
rinde oluşan vergi yüküdür. Vergi yükünün belirleyicisi ise vergi oran-
larıdır. Kanaatimizce mükelleflerin vergileme karşısındaki tutumlarının
derecesi ile vergi oranları arasında doğrusal bir ilişki bulunmaktadır.
Vergileme nedeniyle oluşan vergi yükü, kullanılabilir gelirde
meydana getirdiği kayıplar ve mükellefin hissettiği fedekârlık derecesi
açısından ikiye ayrılmaktadır. Literatürde birinci durumla ilgili olarak
‘oransal vergi yükü’, ikinci durumla ilgili olarak da ‘psikolojik vergi
yükü’ kavramları kullanılmaktadır. Psikolojik vergi yükü, mükellefin
bilgi seviyesine ve hissettiği vergi tazyikine göre değişmektedir. Mü-
kellef rasyonel hareket ettiği sürece bu yük oransal vergi yüküne yak-
laşmakta, aksi durumda ise uzaklaşmaktadır. Psikolojik vergi yükü bi-
reysel düzeyde oluşan hoşnutsuzluk haliyle ilgili olduğundan ‘vergi
baskısı’ olarak da isimlendirilmektedir.”
Mükelleflerin Vergi İle İlgili Psikolojik Tutumlarının Dört Aşaması:
Sempati, Apati, Antipati Ve Nefret
Can Aktan, vergi mükelleflerinin vergilere karşı tutumlarını dört
aşamada ele alıyor.
-Birinci aşama, mükellefin düşük oranlı bir vergiye karşı duydu-
ğu sempatidir. Mükellef ‘kabul ve gönüllü uyum’ da diyebileceğimiz
bu aşamada, devletin aldığı vergilerle kendisine daha iyi hizmet getire-
ceğine inanmakta ve devlete güvenmektedir.
-Mükellefin vergiye karşı tutumundaki ikinci aşama ‘apati’ olarak
adlandırılıyor. Apati’nin sözlük anlamı ilgisizliktir. Mükellefler, apatik
durumda, vergilere karşı ilgilerini ve isteklerini yitirmeye başlıyorlar.
Olumludan olumsuza gidişte bir köprü gibi telakki ediliyor apati aşa-
ması. Bir sineye çekme, edilgenlik sözkonusu. Dolayısıyla bu aşamada
411

genel bir kararsızlık hali sözkonusu oluyor ve subjektif açıdan mükel-


lef tutumları farklılık gösterebiliyor. Bu farklılığın en önemli unsurları
şunlar: eğitim seviyesi, sosyal sınıf farklılıkları ve devlete bağlılık.
-Üçüncü aşama olan ‘antipati’ aşaması ise, mükellefin, genel ola-
rak vergilere karşı olumsuz tutumlarının pekiştiği aşama olarak değer-
lendirilmektedir. Vergilerdeki artışlar, sempatiyi antipatiye dönüştür-
mekte, apati aşamasında kararsızlık hali içinde bulunan mükellef, bu
aşamada, artık olumsuz bir tutum takınarak kararlılık hali göstermekte,
bazı riskler almaktadır.
-Dördünci ve son aşamada ise mükelleflerin vergiye karşı tutumu,
artan vergi ödemeleri karşısında ‘nefret” olarak kendini göstermekte-
dir. Bu nefrete, ileri düzeyde vergi allerjisi de deniyor. Mükellefler an-
tipati aşamasında hile ve gizli olarak gerçekleştirdikleri tepkileri bu
son aşamada aleni hale getirebilmekte, protesto ve gösterilerle vergi
yönetimine karşı direnebilmekte, hatta başkaldırmaktadır.
Temsilsiz Ve Adaletsiz Vergileme
Vergiye karşı tepkileri belirleyen tek sebep ağır vergiler değildir.
Can Aktan, iki etkenin daha bulunduğunu belirtiyor; bunlar, temsilsiz
ve adaletsiz vergilemelerdir. Temsilsiz vergilemede, egemenliğin mut-
lak sahibi olan toplum, yetki vermediği bir otorite tarafından vergilen-
dirilmektedir.Yetkilendirmenin olmadığı durumda, vergilere muhatap
olan mükelleflerin vergiye karşı tepki göstermelerinde haklı gerekçeler
bulunmaktadır. Tarihsel bilgiler bize, birçok ülkede, temsilsiz vergile-
menin ayaklanmalara ve devletlerin yönetim yapılarında önemli deği-
şikliklere yol açtığını söylüyor. Adaletsiz vergilemeler de vergiye karşı
gösterilen tepkilerin önemli bir nedenidir. Vergi yükünün toplumu
oluşturan bireyler arasında âdil ve dengeli olarak bölüştürülmemesi,
kimi kişi ve zümrelere ayrıcalıklar ve bağışıklıklar getirilmesi, adaleti
bozan başlıca uygulamalardır.
Adaletsizliğin ısrarla ve inatla uygulanmasının, halktaki dayanma
gücünü sıfırlayarak isyanlara yol açtığını aşağıda verdiğimz örnekler
fazlasıyla kanıtlayacaktır.

VERGİ İSYANINI BASTIRAMAYAN GÖKTÜRK DEVLETİ


YIKILMIŞTI 1300 YIL ÖNCE...
Göktürk Hükümdarı Çuluk Kağan, çinli eşi İ-çing Katun tarafın-
dan ağulanır. Yerine kardeşi Kara Kağan geçer. Kara Kağan, kardeşi-
fiAN VERGILER
412 / EDEBIYATLAfiA

nin ölümünü soruşturmaz bile. Üstelik töreyi bahane ederek evlenir İ-


çing Katun’la.
Çuluk Kağan’ın iki oğlundan biri olan Tulu Han’ı, Doğu’daki
Tunguzlar ve Tatarlar’a Han olarak gönderir.
Tulu Han, amcası Kara Kağan’ın, babasını ağulayan İ-çing Ka-
tun’la evlenmesini hiç affetmemiştir. Fırsat kollamakta, zaman zaman
da çinlilerle gizli gizli anlaşmalar yapmaktadır.
Kara Kağan’ın askeri konulardaki yetersizliklerine, yanında bulunan
çinli danışmanlarının dalavereleri eklenince, Çin’e yaptığı akınlardan elde
ettiği ganimetlerle geçinen Ötüken’de (Göktürk Başkenti) kıtlık başlar.
Baş ulağı Börü Tarkan’ı, Tulu Han’a gönderir Kara Kağan. Nihal
Atsız, Bozkurtların Ölümü adlı romanında Tulu Han’la Börü Tarkan
arasındaki diyaloğu şöyle nakleder:
“ - Kağan’ın buyruğu nedir?
- Sırtarduşlar, Dokuz Oğuzlar, Bayırkular isyan ettiler.
- Evet?
- Yüce Kağan bu isyanı bastırmağa seni memur etti.
(....) Tulu Han bu ağır yumuştan (görevden) hiç de kıvanmamıştı.
Sırtarduşlar, hele Dokuz Oğuzlar gibi yiğit kişilerle çarpışmak; hem de
hiç sevmediği amcası Kara Kağan’ın tahtı için çarpışmak hoşa gider bir
şey değildi. Börü Tarkan’a keskin bakışlarla baktı:
- Neye isyan etmişler?
- Açlıktan. Kara Kağan, Ötüken’i doyurmak için vergi istemişti.
- Kağan şimdi de bizden kan vergisi istiyor.”
Tulu Han,yanına Kara Kağan’ın Ötüken’den gönderdiği iki tüme-
ni de alarak isyancılara karşı harekete geçer. Ne var ki, açlık ve yoklu-
ğun perişan ettiği Göktürkler, kahramanca çarpışmalarına karşın, yeni-
lirler Dokuz Oğuzlar’a.
Yenilginin sorumlusu olarak görülen Tulu Han yakalanıp tutukla-
nır ve zincire vurulur. Göktürk egemenliği sarsılır. Son bir çare olarak
Çin’e akın yapan Göktürkler burada da yenilmekten kurtulamazlar.
Göktürk Devleti yıkılır, tutsak olur Göktürk komutan ve çerileri.

SOĞDİYANA HALKI, MÜSLÜMAN OLDU, VERGİDEN


KURTULMAK İSTEDİ, OLMAYINCA İSYAN ETTİ...
Müslüman Araplar 8.yüzyılda Orta Asya’daki Soğdiyana’ya hü-
cum ettiler. Soğdiyana halkı, uzun savaşlar sonunda; ağır vergiler öde-
413

mek ve müslüman olmak kaydıyla teslim olmayı kabul etti. Önce ver-
gilerini ödediler, sonra müslüman olarak vergiden muaf tutulmayı ta-
lep ettiler; ancak Şam’daki Halife kabul etmedi; “müslüman olmanız
iyi, ancak, verginizi sürekli olarak ödemeniz gerekir” dedi. Bu cevap
Soğdları isyan ettirdi. Araplar bu isyanı çok kan dökerek bastırdılar.
(Kaynak: L:N Gumilyov: Son Ve Yeniden Başlangıç)

SULTAN SENCER’İ DE VERGİ YIKMIŞ


Selçuklu başkentini Merv’e taşıyan Sultan Sencer, Büyük Selçuk-
lu Devleti’nin son büyük hükümdarıdır. Onun zamanında devlet yeni-
den güçlenmeye başlamıştır. Sultan Sencer henüz Horasan meliki iken
Gaznelileri ve Karahanlıları, 1121’de ise Afganistan’daki Gurlu Devle-
ti’ni kendine bağlamıştır. Ayrıca Selçuklu ülkesinin tamamında hâkimi-
yet kurarak birliği sağlamıştı. Fakat 1141 yılında doğudan gelen Kara-
Hıtaylar ‘a karşı yaptığı Katavan Savaşı’nda yenilince gözden düştü,
Maverâünnehir Kara-Hıtayların eline geçti . Ülkede tekrar başıbozuk-
luk ve başıboşluğa düştü. Bu durumdan yararlanan İran asıllı memur-
ların fazla vergi istemesi üzerine, devletin aslî unsuru olan Oğuzlar
(Türkmenler ) isyan ederek daha fazla toprak ve yetki istediler. Sultan
Sencer, soydaşı olduğu Oğuzlara esir düştü (1153). Oğuzlar Horasan
bölgesini ellerine geçirdiler. Sultan Sencer serbest bırakıldı. Fakat bir
müddet sonra öldü. Sencer’in ölümüyle Büyük Selçuklu Devleti fiilen
son bulmuştur (1157)

BABAÎ İSYANI’NIN VERGİSEL YANI


Babaî İsyanı, bir Kızılbaş İsyanı olarak anılıp bilinse de, işin bir de
vergisel yanı vardır. Nihat Çetinkaya, “Kızılbaş Türkler” adlı eserinde,
işin bu yanını da okura aktarıyor:
“Babaî Türkmen ayaklanmasında, bardağı taşıran son damla,
II.Gıyaseddin Keyhüsrev’in sultanlığı (1237-1245) ile başlar. Genç
yaşta sultan olan II.Gıyaseddin, Gürcistan hükümdarının kızı olan zev-
cesine büyük bir aşkla tutulmuş, bu yüzden devlet işlerini unutarak
zevke dalmıştır. (...) Devlet işlerinden elini çekerek yetkilerini bir an-
lamda veziri Sadettin Köpek’in üstüne devrettiğini bütün kaynaklar
yazar. Bu vezir ve miayetindekiler, memleketi kendi siyasi menfaatle-
ri doğrultusunda idare ediyor, devlet memuriyetlerini ve birtakım yük-
fiAN VERGILER
414 / EDEBIYATLAfiA

sek mevkileri rüşvet karşılığında sanki peşkeş çekiyorlardı. Bu otorite


boşluğundan ve denetimsizlikten yararlanan mültezimler, halkı yüksek
vergilerle eziyorlardı.
(...) Asıl Babaî İsyanı, Baba İlyas’ın halifesi Baba İshak tarafından,
Sultanın vergi memurunun, kendisine yaptığı haksızlık ve hakaretler
vesile yapılarak başlatılır. Olayın başladığı tarih de oldukça ilgi çekici-
dir. Elvan Çelebi, ebcet hesabıyla bu tarihi 10 Muharrem 637 (1239)
olarak verir.”

CELALÎ İSYANLARI’NDA VERGİ ETMENİ


“16. yüzyılın ortalarından sonra, her alanda dayanılması güç bir
darlık yaratan iktisadi sarsıntı, devlet ve toplum yaşamına önemli yıkı-
cı etkiler getirmiştir. Devlet düzenindeki aksamalar, akça değerinin
düşmesi ve hazine gelirlerinin masraflara yetmemesi nedeniyle önem-
li boyuta ulaşmıştır. Reaya (çiftçi) yükseltilen vergiler altında ezilme-
ye ve ücretler dirlik sahipleri (bir erden padişaha kadar) reayaya mu-
sallat olmaya başlamıştır. Faizcilik, borçlandırdıkları köylülerin ürünle-
rini ucuza kapatma, ele geçirdikleri topraklarda ekicilik ve hayvancılık
yapma gibi işlerle halkı sömürmeye başlamışlardır. Bunlar köylülere
angarya yaptırmaktadırlar. Mültezim, emin, amil gibi kişiler de benze-
ri işler yapmaktadırlar. İstanbul’da oturup çeşitli vilayetlerde hasları ve
çiftlikleri bulunan “rical” ve sancakbeyleri ve beylerbeylerinden olu-
şan ümera köylünün sırtından servetlerini çoğaltmaktadır. Bunların
“ekabir” denilen adamları köylüye baskı yapmaktadır. 16. yüzyıl Os-
manlı reayasının emeği devlet görevlilerince sömürülmektedir. Vergiler
sürekli artırılmakta, bu da köylüyü ezmektedir. Hükümet adamlarının
usulsüz ve yasaya dayanmayan bedavacılıkları da (haraçları, konakla-
ma giderleri gibi) ağır gelmekte; göçerlerin yağmaları ve geçip gittik-
lere verdikleri zarar da bunların üstüne binmekte ve sürekli borç altına
giren köylülerin durumu günden güne kötüleşmektedir. Tarlasını bıra-
kıp oraya buraya kaçan ve adına “çiftbozan” denilen köylüler kasaba-
lara ve kentlere akmaya başlamış; geçimi köye bağlı olan kentlerdeki
yaşam da kötüleşmeye başlamıştır.
Akdağ, “Daha 1515 yılında, Kasari Sancağı Beyi Hüseyin’e yazı-
lan bir “hükm-i hümayun”da bazı yerlerde “hırsız ve haramiler’in faali-
yette olduklarını belirtip bu konuda sayısız şikâyet olduğunu ve yetki-
415

lilere “suçlu ve sanıkların sorumlular eliyle mutlaka yakalanmaları ge-


rektiğinin” bildirildiğini söylüyor (s. 98-99).Ülke bu hırsızlık ve hara-
miliğin kıskacına girmiştir. Bu işsiz ve bekar ordusuna Osmanlı askeri
düzeninin ve medrese sisteminin getirdiği bekarlık da eklenince top-
lumsal ve ahlaki sorunlar baş göstermektedir. Çiftbozanlar, çoğalmak-
ta, biraraya gelmektedir. Yavuz Sultan Selim’in sert, zalimce ve kanlı
kovuşturmaları karışıklıkları daha da çoğaltmıştır.
Osmanlı yönetimine karşı ilk önemli ayaklanma Yozgat (Bozok)
Türkmenleri arasınnda başlamıştır. Celal adındaki bir kişinin önderli-
ğinde ayaklananlar Tokat’a geçmiş ve Kızılırmak-Yeşilırmak arasında-
ki bölgede etkin olmuşlardı. Ayaklanma bastırılıp Celal öldürüldükten
sonra da ayaklanmaların ardı arkası kesilmedi ve tarih bu dönem ayak-
lanmalarına “Celali Ayaklanmaarı “” adını verdi. Bir yandan çiftbozan-
ların, bir yandan da Osmanlı vergi toplayıcılarının, yöneticilerin soy-
gunlarıyla bunalttıkları Türkmen bölgeleri halkı çeşitli yerlerde, çeşitli
önderlerin çevresinde toplanmayı sürdürdüler. Kanuni’nin tahta geç-
mesinden sonra getirdiği “arazi tahriri”nin uygulanmasıyla da vergi
yükü iyice ağırlaşan çiftçilerin topraklarının ellerinden alınmasıyla da
tam anlamıyla kızılca kıyamet koptu. Arazi yazımının yarattığı hoşnut-
suzluk büyük ayaklanmalara dönüştü.” (Kaynak:www.pirvakfi.com)

SÜKLÜN KOCA İSYANI


Celali ayaklanmalarının en önemlilerinden biri “Süklün Koca İs-
yanı” olup, sebebi yalnızca vergiye bağlı olan bir isyandır. Nihat Çetin-
kaya, “Kızılbaş Türkler” adlı eserinde, bu isyanı şöyle anlatıyor:
“Kanunî, bu ağır mali sıkıntıyı aşmak için yeni yürürlüğe giren ka-
dastro kanunu gereğince ‘toprak yazımının’ yenilenmesi ve vergilerin
yeniden tesbit edilerek yükseltilmesinin emrini verir. Bundan, daha
çok tımarlı sipahiler, çiftçiler, köylüler ve göçebe Türkler etkilenirler.
Türkmen başçılarının, il yazıcılarının keyfi vergi artırımlarına iti-
razları dikkate alınmaz. Hatta cezalandırmalarla karşılanır. Bu ve ben-
zeri baskılar yeni bir Türkmen ayaklanmasına yol açar. Ayaklanmanın
başındakiler, Süklün Koca ve bazı kaynaklara göre de Baba Zün-
nun’dur.
O sırada, Bozok Sancak Beyi, Hırvat dönmesi Ferhat Paşa’nın ak-
rabası Hersekzâde Ahmet Ahmet Paşa’nın oğlu Hersekzâde Mustafa
fiAN VERGILER
416 / EDEBIYATLAfiA

Bey’dir. Mustafa Bey, aynı zamanda, ana tarafından II.Beyazid’in to-


runu, dolayısıyla da Kanunî’nin halasını oğlu idi. Mustafa Bey’in emri
ile Kadı Muslihiddin ve kâtibi Mehmet, köylülerden yeni vergiler top-
lamaya kalkarlar. Bozoklu Dulkadirli Türkmenbeylerinden Süklün
Koca’ya 200 akçe vergi yazılır. Süklün Koca, bunun çok fazla olduğu-
nuve 100 akçeye indirilmesi talebiyle şikayette bulunur. Talebi redde-
dildiği gibi, Türkmen töresince, büyük aşağılama ve hakaret kabul edi-
len muamelelerle karşılaşır. Saçı sakalı kesilir ve bir merkep üzerine
ters bindirilerek obada dolaştırılır. Bu durum karşısında, ağır vergiler-
den ürkmüş olan bölge Türkmenleri ayaklanır ve ayaklanma büyüye-
rek geniş bir alana yayılır. Bu ayaklanma sırasında, ayaklanmayı bastır-
maya çalışan Karaman Beylerbeyisi İskender Paşazade Hurrem Paşa,
İçel Sancak Beyi Bostancı Ali Bey, Kayseri Sancak Beyi Behram Bey,
Türkmenler atarfından mağlup edilerek öldürülürler. Neticede, Rum
(Sivas) Beylerbeyisi Hüseyin Paşa ve Adana Beylerneyisi Ramaza-
noğlu Piri Bey, çok sayıdaki kuvvetleriyle Türkmenlerin üzerine yürür-
ler. 26 Eylül 1526 tarihinde Höyüklü denilen yerde Türkmenler zorluk-
la mağlup edilirler.”

“CAN- VERİR ÖRGÜTÜ”NÜN ÖRGÜTLEDİĞİ


VERGİ İSYANI
Erzurum’da, Sultan II.Abdulhamid devrinde, uygulanan vergileri
bahane eden büyük bir isyan çıkmıştır.
Ömer Sami Coşar’ın “Atatürk Ansiklopedisi” adlı eserinde bu is-
yana dair önemli ayrıntılar veriliyor. 5 Mart 1906’da başlamış bu isyan.
Gerekçe; uygulanan hayvan vergisinin ağırlığı ile baskıcı yönetim anla-
yışı. Halk bu yönetime vergi vermeyi reddetmekte, İstanbul’a giden
vergilerden Erzurum’a hiçbir yatırım ve harcama yapılmadığını iddia
etmektedir.
Prof.Dr.Orhan Türkdoğan, Türk Dünyası Dergisi’nde bu isyanla
ilgili daha ayrıntılı bilgiler veriyor. İsyan, İttihat Terakki ile Teşebbüs-
i Şahsi ve Ademi Merkeziyet Cemiyetleri tarafından organize ve idare
edilmiş. Teşebbüs- Şahsi ve Ademi Merkeziyet Cemiyeti’nin önemli
isimlerinden Hüseyin Tosun Bey, Prens Sabahattin’in talimatı ile Kaf-
kasya üzerinden Erzurum’a gelerek bu isyanın bir koluna liderlik et-
miş. İsyanın diğer kolu ise, İttihat Terakki Cemiyeti’nin önderliğinde
417

gelişmiş. İngiliz Belgeleri bu isyanların “Can - Verir” adlı yeraltı örgü-


tünce hazırlanıp yönetildiğini açıklıyor. 1906 ve 1907 yıllarında, bir se-
ri ayaklanmaya yol açan bu isyan, sıkı yönetim ilan edilerek bastırılmış.
İsyanın elebaşıları Sinop’a sürgün edilmişler. Bu isyan, 1908 Meşruti-
yetine giden yolda, Enver ve Resneli Niyazi Beylerin Makedonya dağ-
larına çıkması kadar önemli sayılıyor.

ÇARŞI ESNAFININ VERGİ İSYANI


“Avcı” lakaplı IV.Mehmet, daha yedi yaşına basmadan 1648 yılın-
da padişah olup, 39 yıl hükümdarlık yapmıştır. Avcı Mehmet’in salta-
nat yıllarının 1648-1651 yılları arasındaki dönemine nâibe-i saltanat
denmektedir. Bu dönemde, padişahlık, çocuk yaştaki Mehmet’e niyâ-
beten Kösem Sultan tarafından yürütülmüştür. Bu döneme verilen bir
diğer ad ise
“Ağalar Saltanatı” dır. Kösem Sultan, devlet işlerini ağalar eliyle
yürütmüştür. Başını Kara Murat Ağa’nın çektiği ağaların amacı, servet-
lerine servet katmaktı.
Naima Tarihi’nde, işte bu döneme ait önemli bir olay nakledil-
mektedir. Yıl 1650’dir. Yeniçerilerin maaşları konusunda Osmanlı Yö-
netimi, tam bir açıkgözlülük sergileyerek, kelimenin tam anlamıyla ka-
zıklamaktadır bu askerleri. Yahudiler ve sarraflar aracılığı ile Arnavut-
luk’ta kestirilen ayarı düşük akçeler yeniçerilere verilmekte, bunu ya-
pan ağalar köşeyi dönüp, bin kesede üçyüz kese kâr etmektedirler.
Bütün bunlar olurken, hazine tamtakırdır. Defterdar Emin Musta-
fa Paşa’ya vezirlik verilmiş, kendisinden bir çözüm bulması istenmiş-
tir. Defterdar, düşük ayarlı akçalarla servet sahibi olan ağalarla bir ara-
ya gelerek çözüm aramıştır. Bulunan çözüm şudur: bu ağaların ve mey-
hanecilerin elindeki kalp akçalar toplanacak, her 118 akçeye bir altın
olmak üzere zorla esnafa satılacak, böylece toplanan 12 bin altın; 1 al-
tına 2 riyal olmak üzere yahudilere bozdurularak elde olunan 240 bin
riyalle devletin açığı kapatılacak.
Bulunan çözüm doğrultusunda hemen harekete geçilir. Toplanan
akçeler, çarşı esnafına verilip altınlar istendi. Çarşı esnafı, soluğu Vezi-
riâzam’ın yanında aldı:
-Devletlûm, Biz bu yıl, 14 ayrı vergi ödedik. Ağalar, Karadeniz ve
Akdeniz’den getirdikleri malları tutturduklarına verdiler bize, pazarlık
fiAN VERGILER
418 / EDEBIYATLAfiA

şansımız olmadı, zarar ettik. Durumumıuz iyi değil. Şimdi bir de ayarı
bozuk akçenin 118’ine 1 altın verirsek halimiz nice olur?
Sadrazam Melek Ahmet Paşa, celallendi:
-Yıkılın bire zındıklar! Varın tiz tedarik edin!
Çarşı Esnafı, toplanıp Şeyhülislam Aziz Efendi’nin evine vardılar,
itiraz eden ve kaçmaya kalkışan Müftü’nün eteğine yapışarak onu bir
ata bindirip ardına düştüler. Bir de tellal bulup bağırtmaya başladılar:
-Ey Ümmet-i Muhammed, bu zulme razı olacak mıyız? Kapatın
dükkanlarınızı düşün arkamıza!
On binden fazla insan toplanıp vardılar Padişah’ın yanına, hem
müftü, hem de halk, halini arz ettiler Sultan’a. Çocuk Sultan, “Bunla-
ra rızamız yoktur” deyip, Kanuni Sultan Süleyman’dan o güne kadar
çıkarılan bütün vergileri bağışladı. Melek Ahmet Paşa azledilerek yeri-
ne Siyavuş Paşa getirildi, ancak ağalara dokunulmadı.

PATRONA HALİL İSYANINI ATEŞLEYEN VERGİ


Hüseyin Perviz Pur, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türkiye’nin Borç
Prangası adlı eserinde, 1730 yılında çıkan Patrona Halil İsyanı’nı ateş-
leyen bir vergiden söz ediyor:
“Lale devrinin kültürel ve sosyal değişimleri Avrupa’ya yakın-
laşmalar softa grubunu rahatsız etmeye başlamıştı. Eğlencelere harca-
nan paralar yüzünden İran’a sefer yapılamıyor, İran doğu vilayetleri-
mizi işgal ederek sünni vatandaşlarımızı acımasızca öldürüyordu.
Halk saraydan tepki bekliyordu. Ordu Üsküdar’da toplandı, ancak ay-
larca sefer emri verilmiyordu. Böyle bir zamanda devam eden eğlen-
ce masraflarının karşılanması için İstanbul’da perakende satılan mal-
dan ‘bidat’ isimli –günümüzün katma değer vergisine benzeyen- bir
vergi türü satıcılardan alınmaya başlandı. Bu vergi bardağı taşıran son
damla oldu. Bunu fırsat bilen provokatörler piyonlarını sokağa sala-
rak her an patlamaya hazır hale gelmiş halkı ateşlediler. (...) Toplana-
cak vergilerin eğlencelere, yalılara gittiğini gözlemleyen esnaf ve
halk, vergiye başkaldırarak kırmızı peşkiri kılıcına saplayarak Beyazıt
Meydanı’na fırlayan Patrona Halil’in etrafında toplanmıştır. Ekipler
evvelce hazırlıklarını yapmışlardı. Padişah III.Ahmet, damadı Sadra-
zamı isyancılara teslim ederek susturdu. Kanlı “Patrona Halil” isyanı
Lale Devri’ni sona erdirmiştir.”
419

KABAKÇI MUSTAFA İSYANI’NDA VERGİNİN ROLÜ


Kabakçı Mustafa İsyanı’nın sebebi olarak hep “Nizam-ı Cedid”
Ordusu gösterilir. İmtiyaz, etkinlik ve konumlarını yitirmek istemeyen
yeniçeriler, bu orduyu kendilerine rakip ve tehlike olarak görmüşler-
dir, bu doğru, ancak eksik. Bu ayaklanmanın gözardı edilen bir vergi-
sel boyutu var ki, Nizam-ı Cedid kadar önemli.
III.Selim, Nizam-ı Cedid’i oluştururken, Yeniçerilerin tepkisini en
aza indirmek için, bu yeni oluşuma, mevcut ordunun bütçesinden de-
ğil, yeni ve özel bir bütçeden harcama yapmayı tercih etmişti. Oluştu-
rulan bu yeni bütçeye “İrad-ı Cedid Hazinesi” adı verilmiş ve bu hazi-
neye fon sağlamak amacıyla da yeni vergiler konulmuştur. 200 bin ke-
selik İrad-ı Cedid’in kaynakları; pamuk resmi, esham mahlulatı, miri
ve haremeyn mukattaaları, humbaracı tımarları ile müskirat, kahve,
Mora Üzümü, yapağı ve canlı hayvan resimleriydi. On üç yıllık uygu-
lama sonunda, 1807’de İrad-ı Cedid hazinesinde toplanan para 70 bin
keseyi buluyordu.
Bu vergilerle sağlanan imkânları, Nizam-ı Cedid kisvesine bürün-
müş kimi kimselerin geçim ve ikbal aracı yapması, itişam ve sefahatın
Lale Devri’ni hatırlatacak ölçüde artması, III.Selim’e yakın kimselerin
devlette aşırı kadrolaşması, halkta rahatsızlık yaratıyor; başta Şehzade
Mustafa olmak üzere ikbal ve çıkar beklentisi içinde olan bazı devlet
adamları, fitne çıkarıp kışkırtcılık yapıyorlardı. Tüm bu olumsuzluklara
III.Selim’in yumuşak huyluluğu ve eski deyimle “mücazat ile mükafat
dengesini kuramaması” sonucunda Kabakçı Mustafa İsyanı patlak ver-
di. III:selim 1808’de şehit edildi. Nizam-ı Cedid dağıtıldı ve İrad-ı Ce-
did Hazinesi de kaldırılarak kalan paralar Darphane-i Âmire hazinesi-
ne devrolundu.

ATÇALI KEL MEHMET İSYANI


“Vali-yi vilâyet, hademe-i devlet, Atçalı Kel Mehmet” cümlesi,
bir atasözü olmuştur Aydın yöresinde, bu sözün elbette bir sebebi
vardır. Vergi ve Edebiyat adlı bölümde türküsünü verdiğimiz Atçalı
Kel Mehmet, haksızlıklara isyan edip, Aydın’ın hâkimi olabilecek
noktaya kadar gelmiş bir yiğit adamdır. Bu söz de o yıllara ait işte.
Atçalı’nın hikâyesini, www.sevginehri.net adlı internet sitesinde şöy-
le anlatılıyor:
fiAN VERGILER
420 / EDEBIYATLAfiA

“Aydın’ın Atça kasabasında olan Atçalı Kel Memet Efe, Osmanlı


tarihçisi Lütfi tarafından “Eşkıya, hırsız ve katil” olarak gösterilirken,
tarihçi Çağatay Uluçay, Atçalı’yla ilgili şu bilgileri veriyor:
Kel Memet, fakir bir zeybektir. Genç yaşında dağa çıkmış, daha son-
ra bir ihtilalin lideri olmuştur... İhtilal diyorum, daha doğrusu ben demi-
yorum da ona ait vesikalar Kel Memet’in liderlik ettiği Aydın ayaklanma-
sına “Aydın İhtilali” adını veriyorlar... Bu, Osmanlı tarihlerinde bilhassa
şehirlerde ve kasabalarda ayaklananlar ve idarecileri kaçıranlar veya ka-
rışıklığa meydan verenler için kullanılan bir terimdir. (...)
Kel Memet’in liderliğinde meydana çıkan Aydın ayaklanması tam
manasıyla bir halk ihtilali karakterini taşır görünmektedir.
Çünkü Kel Memet, şimdiye kadar gelmiş geçmiş eşkıyaların ya-
pamadığı bir işi başarmıştır.Aydın ihtilaline lider olan Memet ilk olarak
savaş vergilerinden bunalan Aydınlılara bu vergiyi kaldırdığını ilan etti.
Daha sonraları mültezimlerin, voyvodaların ve zabitlerin halktan keyfi
olarak topladıkları vergileri kaldırdı.
Kel Memet bunlarla da yetinmedi, hükümetten serbest ticaret ve
tarımın korunmasını, kanunların değiştirilmesini, daha eşit kanunlar ya-
pılmasını ve askerliğin yeni esaslara bağlanmasını istedi.
Aydınlılar, Kütahya, Manisa ve Denizli’nin bazı kazaları, onun ile-
ri sürdüğü fikirleri sevinçle karşıladılar, ona kapılarını açtılar ve kendi-
lerine efendi yaptılar.
Kel Memet’in ilk ayaklanmasında yalnız Aydın mütesellimi ve ya-
nındaki adamları hariç, diğer kasabalarının hiç birisinde ona karşı silah
atılmadı. Aksine, adamlarıyla birlikte bu kasabalara birer kurtarıcı gibi
girdi.
Halk, Kel Memet’in ileri sürdüğü fikirleri samimi, ciddi ve adil
buldu.. Onun etrafında toplanıverdi... Böylece Aydın ihtilali dediğimiz
ihtilal başladı...
Aydın’a bir vali gibi yerleşen Kel Memet, eski düzeni kökünden
yıktı.. Kötü idareciler ve ayanlar bulundukları yerlerden kaçtılar. Onla-
rın yerlerine adamlarını koydu, ileri sürdüğü esaslara göre hakim oldu-
ğu bölgeyi idareye başladı.
Kel Memet, idaresi altında bulunan yerlerde halkının malına, canı-
na ve ırzına saygı gösterdi. Gezi hürriyetine engel olmadı. Üstelik pa-
dişahı da efendi ve halife olarak tanıdı, ahlaksız, zalim ve hırsız memur-
421

ların amansız bir düşmanı oldu. Ağır vergiler altında inleyen, dövülen,
hapsedilen ve sürgüne gönderilen halkın koruyuculuğunu yaptı. Çile-
lerle dolu bu halkı, zalim memurların pençesinden kurtarmak için elin-
den gelen her şeyi yaptı.
Kel Memet’ten önce gelen şakiler, astılar, kestiler, soydular, hal-
kın kızlarını, oğullarını dağlara kaçırdılar, kanunları çiğnediler düzenle-
ri bozdular. Halbuki Kel Memet, onların aksine zulmü ve adaletsizliği
ortadan kaldırmak, yeni bir düzen kurmak için çalıştı. O bu idealleri
uğruna fermanlı oldu ve başverdi... Fakat onun ileri sürdüğü fikirler,
İkinci Mahmut’un yaptığı yenilikler hareketinde, Tanzimatın ve Birin-
ci Meşrutiyetin ilanında önemli rol oynadı.
Kel Memet’in liderliğindeki Aydın ihtilali, bize yeni bir şey daha
öğretmiş oldu. Eski tarihlere ve klasik tarihi görüşlere göre Osmanlı
İmparatorluğundaki bütün ihtilalleri Yeniçeriler ve alimler yapmışlar-
dır. Halk ihtilali olmamıştır. Halbuki Kel Memet’in Aydın’da uyguladı-
ğı, gerçekten de bugünkü manada bir halk ihtilali idi. Bu ihtilale, onun-
la aynı hizada yürüyenler, zeybekler, yörükler, şehrin esnafıyla alt ta-
bakadan olan halk katıldı.
Kel Memet’in liderliğindeki Aydın ihtilali bu klasik görüşü yıkı-
yor. Önümüze yeni bir ufuk açıyor. Kel Memet, halk hareketlerinin te-
meli ve ışığı oluyordu. Bu bakımdan fermanlı Kel Memet, reform ve
halk hareketleri konusunda sosyal tarihimizde önemli bir yer alacaktır.
(Bkz. C. Uluçay’dan aktarılarak Örsan Öymen: Atçalı Kel Memet Efe,
Milliyet, 30 Ocak 1977)
Aydın ile Nazilli arasındaki Atça kasabasında bugün Atçalı’nın anı-
sına bir “Atçalı Kel Memet” anıtı bulunduğunu belirtelim.”
Atçalı Kel Mehmet’in hayatının Orhan Asena tarafından oyunlaştırıl-
dığını da biz ekleyelim.

SEPETÇİOĞLU’NUN TEK KİŞİLİK VERGİ İSYANI


Mehmet Özbek, “Folklor Ve Türkülerimiz” adlı eserinde, Sepetçi-
oğlu Türküsü’nü doğuran öyküyü ve Sepetçioğlu Osman Efe’nin, tek
kişilik vergi isyanını şöyle anlatıyor:
“Sepetçioğlu Osman Efe, zulme ve haksızlığa karşı gelen, verdiği
mücadele ile halkın gönlünü kazanan, orada efsaneleşen yiğit bir Ana-
dolu uşağıdır.
fiAN VERGILER
422 / EDEBIYATLAfiA

Osman Efe, babasını küçük yaşta kaybedince köydeki ağanın zul-


müne dayanamayarak anasıyla Kastamonu’ya göçer, orada baba sana-
tını devam ettirir, sepetçilik yapar.
Halktan çok ağır vergi, daha doğrusu haraç alan derebeyinin
adamları, bir gün ondan da bir haftaya kadar yüz sepet yapıp vermesi-
ni isterler. Bunun imkânsız olduğunu, ne yaparsa anlatamaz zorbalara.
Derebeyi hakkında kötü konuştuğu iftirasıyla Osman’ı tutup derebyi-
nin huzuruna getirirler. Derebeyi ona hakaretlerde bulunur. Buna daya-
namayan hırslı Osman, koltuğunun altında taşıdığı saldırmayı çektiği gi-
bi derbeyinin kafasını gövdesinden ayırır.
Yakalanıp zindana atılan Sepetçioğlu oradan kaçar, dağa sığınır.
Artık zalim ve zorbalara karşı mücadele başlamıştır. Halktan da büyük
yardım görür. Kimsenin malını gasp etmez, kimseden haraç almaz. Ka-
rısını ve anasını da dağa, yanına alan Sepetçioğlu ne yazık ki, bir müd-
det sonra derebeyinin kuvvetleri tarafından zorlu bir mücadele sonun-
da öldürülür. Annesi ve karısı da bu çatışmada ölür.
Anlatıldığına göre Sepetçioğlu, yiğit olduğu kadar da sazdan söz-
den anlayan sanatkâr yapılı bir kişiymiş. Güzel saz çalar, bir o kadar da
güzel türkü çağırırmış.”
Avni Özbenli’den alınan Sepetçioğlu Türküsü’nün sözleri şöyle:

“Sepetçioğlu bir ananın kuzusu


Hiç gitmiyor kollarımdan efem de sızısı vay vay
Böyle imiş alnımızın yazısı
Yassıl yassıl dağlar yassıl, Osman Efem de geliyor vay vay

Kalk gidelim kışla önü aşağı


Salı vermiş ince belden efem de kuşağı vay vay
Yaman olur Kastamonu uşağı
Yassıl dağlar yassıl, Osman Efem de geliyor vay vay”

BOSNA’DA BİR KÖY’ÜN VERGİ İSYANI


Boşnak Yazar Meşa Selimoviç’in “Kale” adlı romanında is-
yancı bir köyden söz edilir. Adı “Jupçe” dir bu köyün. Jupçeliler,
II.Abdulhamid devrinde, savaş vergisi ve asker vermek istemezler,
direnirler.
423

Osmanlı yönetimi, sert karşılık verir. Köy İmamı ve kışkırtıcı iki


köylü, bir gece yörede bulunan Kale’ye götürülerek boğdurulurlar.
Roman’ın kahramanlarından Ahmet Şabo, bu imam ve köylülerin
cenazelerinin sahiplerine teslimi için dolgun bir ücret karşılığında
dilekçe yazar.
Yönetim ve egemen güçler aleyhine sürekli olarak camide va-
azlar verdiği için tutuklanarak Kale’ye götürülen bir başka İmam;
Ramiz, buradan başarılı bir girişimle kaçırılarak kurtarılır. Jupçe’de
saklanmaya başlar. Selimoviç sonraki günleri şöyle anlatıyor: “Gö-
nülden bağlı olduğum yurdumda yine savaş bayrakları dalgalanma-
ya, savaş vergisi toplanmaya başlandı. İnsanlar dünyada ne kadar
savaş varsa hepsine sövüp duruyorlar, ama yine de vergiyi veriyor,
askere gidiyorlardı.
İsyan eden Jupçeli köylülerdi sadece. Devlet memurlarını kovduk-
ları gibi, vergi de vermediler, asker de göndermediler.”
Selimoviç, Jupçeliler’in bu son isyanlarında, köyde saklanan Ra-
miz’in payının büyük olduğunu da yazıyor.
18’inci yüyzyılda yaşamış Boşnak vakanivüs ve şair Molla Mus-
tafa Başeskiya’nın yazdıklarından yararlandığını, romanlarındaki bir
çok tarihi olayıın kaynağının bu vakanivüs olduğunu belirtiyor Seli-
moviç.

GÖKALP’İN ÖRGÜTLEDİĞİ VERGİ İSYANI


Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde yerleşik bulunan “ milli “ adlı
aşîretin mensupları, Sultan Abdulhamid’in kurduğu Hamidiye Alayla-
rı’na katıldıktan sonra, yörede tam bir baskı, tehdit ve terör düzeni oluş-
muştu. Milli Aşireti’nin önderi İbrahim Paşa, halktan zorla vergi al-
makta, vermek istemeyenlerin mallarını yağmalatmaktaydı.
O yıllarda, memleketi Diyarbakır’da bulunan Ziya Gökalp, halkı
örgütleyerek bu çeteyle silahlı mücadeleye girişti. 1906 yılında başla-
yan mücadele, 1907 yılında da sürdü. Sonunda Sultan Abdulhamid, İb-
rahim Paşa ve alayını, başka bir İl’e göndermek zorunda kaldı.

ARNAVUTLUK İSYANI
Nurten Aslan, “Küçük Anılarda Büyük Sırlar/Mustafa Kemal Ata-
türk” adlı otobiyoğrafik romanında, Osmanlı’nın son yıllarında Arna-
fiAN VERGILER
424 / EDEBIYATLAfiA

vutluk’ta çıkan ve nedenleri arasında vergi de bulunan isyanla ilgili


olarak şunları yazmış:
“1 Nisan 1910’da devlet nizamına uymak istemeyen ve vergi ver-
memek için direnen Arnavutluk’ta isyan patlak verdi.
Özellikle müslüman arnavut mebuslar daha bir çılgınlaşmış, Arna-
vutluk’taki isyanı bastırmak için ordu gönderilmesini bile istemiyorlar-
dı.
Ergeri Mebusu Arnavut Müfit, Meclis kürsüsünden: ‘Asker gön-
dermek lüzumsuzdur; çünkü Arnavut isyanı meşrudur’ diye bağırdı.
Denizli Mebusu Sadık: ‘Siz ki Osmanlı Mebususunuz. İhanet edi-
yorsunuz, cânileri koruyorsunuz!’ diye Arnavut Mebusun üstüne yürü-
dü.
Fakat Mecliste başka hainler de vardı. Berat Mebusu Arnavut Sü-
reyya, Türk Sadık’a bağırırken asıl kinini kusuyordu; ‘Câni olan senin
milletindir, Türklerdir!’
(...) 1911 Mart’ında, katolik Arnavutların isyanı büyüdü ve Kara-
dağ bu isyancılara yardım etti. İtalya da bütün gücü ile Karadağ’ı des-
tekleyince, Türkler arasında ordunun harekete geçmesi gerektiği inan-
cı yaygınlaştı.”
Bu isyanı bastırmak için önce Cafer Tayyar komutasında bir birlik
gönderilir. O tarihte kolağası rütbesinde bulunan Mustafa Kemal Bey
de (Atatürk) kurmay heyetine alınır. Ancak Cafer Tayyar işi hafife al-
maktadır. Bu hafife alış iyice büyütür isyanı. Durumun vehametini an-
layan Mahmut Şevket Paşa, bu isyanı söndürmek için Selanik’te bir
birlik hazırlar. Mustafa Kemal Bey, arkadaşları Mehmet Nuri ve İzzet-
tin’i de kurmay heyetine dahil eder. Geçilemeyen Çilova Boğazı, asi-
lerden temizlenerek geçilir ve isayn bastırılır. İsyancıları çoğu Kara-
dağ’a sığınır.

VERGİ KAYNAĞINI ÖLDÜRMEMEK


Yunan isyanı sırasında, devrin sadrazamının, Osmanlı silahli güç-
lerince öldürülen Yunanlılar hakkındaki söz ve değerlendirmeleri ol-
dukça ilginçtir. Sadrazam, Osmanlı Komutanı’na “vergi kaynağını ku-
rutma” demektedir.
Falih Rıfkı Atay, şunları yazmaktadır bu bağlamda: “ (...) Bilindi-
ği üzere Türkler, ispanyolların yaptığı gibi, kendi dinlerinden olmayan-
425

ları öldürmemişlerdir. Bu bir yandan, İslam Dini’nin kitap ve peygam-


ber sahibi öteki dinlere karşı toleransından, bir yandan da müslüman
olmayanlar haraca bağlandığı için hristiyanların belli başlı vergi kayna-
ğı olmalarından ileri gelir. Yunan isyanı sırasında Avrupa Türkiye-
si’ndeki vilayetlerde suçlu suçsuz rum öldüren bir Paşa’ya yazdığı
mektupta Sadrazam, yalnız, neden suçsuzları da öldürüyorsun, demez,
her öldürdüğün hristiyanla devlete vergi kaybettirdiğini unutuyor mu-
sun? “ der.
W.Yan, “Son Denize Kadar” adlı belgesel romanında, Cengiz
Han’ı, Çinli danışmanı Yeh-Lü-Chu-Tsai’nin şöyle uyardığını yazıyor:
“Eğer bütün halkı öldürürsen, sana ve torunlarına kim vergi ödeye-
cek?”
Cengiz, bu söze hak verip büyük bir katliamdan vazgeçmiş.

DERSİM İSYANI’NIN VERGİSEL YANI


1937 yılında çıkan Dersim (Seyyit Rıza) İsyanı’nın gerçek nedeni,
genç Türkiye Cumhuriyeti’nin 25 Aralık 1935’de çıkardığı “Tunceli
Yasası” olduğu biliniyor. Bu yasa, yöredeki seyyit, aşiret reisi ve ağa-
ların nüfuz ve çıkarlarını sona erdirmekteydi. Yüzyıllarca, halkı sömü-
ren güçler, bu yasaya tabii ki razı olmayacaklardı. Dr. Suat Akgül’ün
“Dersim İsyanları ve Seyit Rıza” adlı kitabında, yasa öncesi ekonomik
ve sosyal yapı şöylece anlatılıyor: “Türkiye’nin milli ekonomisinin dı-
şında kalan Dersim’de, az gelişmiş olan ticaret, tamamen aşiret reisle-
rinin ve onların adamlarının elindeydi. Başka vilayetten hiçbir tüccar
Dersim’de iş yapmayı göze alamıyordu. Çünkü Dersim ağaları silahlı
adamları vasıtasıyla buna izin vermiyorlardı. Devletin Dersim’de yasal
vergileri toplaması ve askerlik yükümlülüğünü gerçekleştirmesi de pek
mümkün olmuyordu. Bu iki mesele de ağalar ve şeyhler tarafından hal-
lediliyordu. Ağalar kendi yönetim ve yargı yetkileri altında bulunan
aşiret ahalisinden işine geldiği gibi vergi alıyor, bunun küçük bir dev-
lete veriyordu.”
Bu feodal ve çarpık yapı sebebiyledir ki, isyandan önce bir toplan-
tı yapan aşiret reisleri, devlete şu ültimatomun verilmesini kararlaştır-
mışlardır:
1-Dersim vilayetinde karakol yaptırmaktan vazgeçeceksiniz,
2-Köprü kurmayacaksınız,
fiAN VERGILER
426 / EDEBIYATLAfiA

3-Yeni ilçe ve bucak merkezleri ihdas etmeyeceksiniz,


4-Silahlarımıza dokunmayacaksınız,
5-Biz her zamanki gibi pazarlık usulüyle vergimizi vereceğiz.

Seyyit Rıza Nasıl Vergi Toplardı?


Devlete böyle bir ültimatom vermeye cüret eden aşiret reisleri,
nasıl vergi toplarlardı, adaletin o yerlerde namı var mıydı? Bu soruların
cevabını gazeteci Naşit Hakkı’nın Derebeyi ve Dersim (Ankara 1931)
adlı eserinde buluyoruz. İşte bu eserden çarpıcı bir örnek:
“Hırsları kabardı mı, kendi aşiretlerinden mi, dost aşiretten mi
demezler. Malına, ırzına, hayatına kasttan çekinmezler ve hatta haz
duyarlar.
Birgün Seyit Rıza’nın yanında idim. Civardan bir köylü ve karısı
ağlıyarak geldi ve Seyid’in mekruh ayağına kapandı:
-Ne olur, hayvanımı size getirmişler, verin... diye yalvardı.
Adını unuttuğum adamına gitmesini ve işe onun bakacağını söyle-
di. Köylüler yine ağlıyor ve belki merhamete gelir de verir diye yalvar-
maya devam ediyorlardı.Seyit, sakalını sığadı ve bana döndü:
-Görüyor musun, malı giden ne tuhaf oluyor. Diye gülmeye baş-
ladı. Seyit gülüyor, etrafında diz çöken dört beş avenesi bu sözü kah-
kahalarıyle teyit ediyorlardı. Oğlu yanıma sokuldu:
-Ne yapalım, bizde böyle vergi alır, fukara yüzünden geçiniriz, de-
di. Sonra öğrendim; Seyit Rıza’nın biçare köylünün işine bakacak, di-
ye gönderdiği adam, herzamanki tarifeyi tatbik etmiş. (300) meçi; di-
ye almadıkça katırı vermemiş...
Aslen neslen Türk olduğuna şüphem olmasa da böyle adamlara
nasıl Türk diyeyim.”

YOZGAT İSYANI’NINDA VERGİNİN ROLÜ


Kurtuluş Savaşımız’ın önemli simalarından ve Atatürk’ün yakın
dostlarından Kılıç Ali Bey, anılarında, Yozgat İsyanı’nda tanık olduğu
gerçeklere de değiniyor.
“1 Haziran 1920’de Yozgat’a vardığımda durum şöyle idi: Bu böl-
gede maalesef teşkilatlanmaya önem verilmemiş ve başlangıçta ayak-
lanma harekatı önemsenmemiş ihmal edilmişti. Asiler bölgede rahat
hareket ediyorlardı. Bütün şehir halkı zehirlenmişti. Askerlik ve vergi
427

muafiyeti vaadiyle kandırılan halk, asiler tarafına geçmişti. Hükümet


zayıf, isyancılar güçlü görülüyordu.”

KIBRIS’TA DEVLETE GERİ ADIM ATTIRAN İSYAN


“Yeni vergi talepleri, diğer yerlerde olduğu gibi, Kıbrıs’ta da bü-
yük tepkilere yol açmış ve isyana sebep olmuştur. 1763-1764 senele-
rinde, ada nüfusunun çoğalması ve mahsûlatın artması bahane edilerek,
Kıbrıs varidâtına önce 30.000 kuruş, bunun hemen arkasından da
(1764-65) Sadrazam Bâhir Mustafa Paşa tarafından yapılan 40.000 ku-
ruşluk zam eklenince, Kıbrıs halkı tahammül edilmez hâle gelmiş ve
isyan etmiştir. İsyan ancak 1766 Eylül’ünde bastırılabildi ve konulan
vergiler kaldırıldı.” (Kaynak: Prof.Dr.Yusuf Halaçoğlu/ 18. Yüzyılda
İskan Siyaseti)

ENOSİSÇİLER DE VERGİYİ BAHANE ETMİŞLER


Yunan İsyanı’nın 100. yıldönümü olan 25 Mart 1921’de, 500 kili-
sede halk oylaması toplantıları yapan Rumlar, Enosis doğrultusunda
kararlar aldılar. Rumlar, bu kararlarını İngiliz Yönetimine de bildirmiş-
lerdir. Aradan 10 yıl geçtikten sonra, 17 Ekim 1931’de Kavanin Mec-
lisi üyesi olan Nikodimus adlı bir papaz, bir vergiyi bahane ederek,
halkı isyana çağırdı ve Enosis istedi. Nikodimus’un kışkırtmalarına, Yu-
nan Konsolosu Kyrou da katıldı. İsyancı Rumlar, hükümet binalarına
saldırdılar, vali konağını yaktılar. 7 kişi öldü, 67 kişi yaralandı. İngiliz
Yönetimi aldığı sert önlemlerle isyanı bastırdı. 400 kişi tutuklandı, Ka-
vanin Meclisi kapatıldı, Yunan Konsolosu Kyrou, sınır dışı edildi. İngi-
lizler bununla da yetinmeyerek, rumların milli tarihlerinin okutulması-
nı, yunan bayraklarının asılması ve çekilmesini de yasakladı.
İngiliz Yönetimi, fırsat bu fırsat diyerek, bu isyanla hiç ilgisi ol-
mayan Türkleri de yasaklar kapsamına aldı.

DOĞU TÜRKİSTAN’DA “BARIN İSYANI”


Doğu Türkistan, Uluğ Türkistan’ın Çin işgaline uğrayan parçası.
Çinliler, adını bile değiştirip “Sinkiang” yani “kazanılmış toprak” koy-
dular. İkiyiz elli yılı aşkın bir zamandan beri, her türlü zulüm, kıyım ve
işkenceye maruz kalıyor Doğu Türkistan halkı. Ama yılmıyor, her fır-
satta isyan edip özgür ve bağımsız olmak istiyor. Ta 1760’larda, Türk-
lerin elinden verimli topraklar zorla alınarak Çinlilere veriliyor, Türk-
fiAN VERGILER
428 / EDEBIYATLAfiA

lere ödeyemeyecekleri vergiler yükleniyor, ödeyemeyenlerin elinden


ticaretleri alınarak Çinlilere veriliyordu. Daha yakın bir zamanda,
1989’da bu topraklarda çıkan bir isyanın sebepleri arasında ağır ve hak-
sız vergiler de var.
Doğu Türkistanlılar’ın “Barın İnkilabı” dedikleri bu olay hakkında
şunlar anlatılıyor: “Köylerde çiftçilere olan türlü baskı, ağır vergi ve
emek, kürtaj, işkenceler yüzünden Kaşgar vilayetine bağlı Aktu ilçesi-
nin “Barın Köyü”nde Zeyniddin liderliğinde bir ihtilâl oldu. Çinliler
buraya 4-5 bin kadar asker gönderip ihtilâli bastırdı. Zeyniddin ve ar-
kadaşları kahramanca savaşarak şehit oldular. Çin ordusu 20. asırda da
Barın köyünde yaşlı çocuk demeden katliam yaptı, bu köyün insanları-
nı tamamen kurşuna dizdi.”

MİNG HANEDANI’NI DA VERGİ YIKMIŞ


Ming Hanedanı, Zhu Yuanzhang’nın 1368 yılında Nanjing ken-
tinde tahta geçmesiyle kuruldu. Ming Taizu olarak adlandırılan Zhu
Yuanzhang, tahtta kaldığı 31 yıl içinde baskıcı ve gaddar bir yönetim
tarzı benimsiyep uygulayarak tahtını sağlama almak istedi. Kendisi-
ni iktidara getiren üst düzey yetkililer ve halktan kişileri öldürterek
imparatorluk otoritesini berkitme yoluna gitti. Ming Taizu’nun ölü-
münden sonra torunu Jianwen tahta geçti. Ancak Jianwen’ın hü-
kümdarlığı fazla sürmedi, amcası Zhu Li tarafından tahttan indirildi.
Zhu Li, kendisini Chengzu İmparatoru ilan etti ve başkenti 1421 yı-
lında Beijing’e taşıdı.
Ming Handanı döneminde, önemli ekonomik gelişmeler olmuştur.
İmparator Ming Taizu, topraksız ve işsiz kimselere toprak verdi ve ver-
giyi indirdi. Bu uygulama sayesinde, ürün çeşitliliği ve rekoltede bü-
yük artış ve gelişmeler oldu.
Ancak bu toprak düzeni, Ming Hanedanı’nın son yıllarında bozul-
du. Topraklar büyük ölçüde kraliyet ailesinde ve feodal beylerin eline
geçti. Vergilerin durmadan artırılması huzursuzluklara yol açtı. Top-
lumsal eşitsizlik ve yolsuzlukları aktarmak isteyen kimi aydın, bürok-
rat ve bilginler, sık sık biraraya gelip tartıştılar ve danıştılar. Vergi top-
layıcısı hadımlar ve seçkinlerin ayrıcalıklarının azaltılmasını istediler.
“Dong Lin Partililer” olarak adlandırılan bu insanlara baskı yapılmaya
başlandı. Bu durum, toplumsal huzursuzluğu iyice artırdı.
429

Köylerde kalkışmalar başladı. 1627 yılında Shanxi eyaletinde ya-


şanan afet sırasında yöneticilerin zorla vergi toplamaları, köylüleri is-
yan ettirdi. Onbinlerce köylünün katıldığı bu isyan büyüdü. İsyancılar,
1644 yılında Beijing Şehri’ne girdiler. Bunun üzerine İmparator Cong
Zhen kendini asarak intihar etti. Böylece Ming hanedanı, devrildi.

VERGİYE İSYAN EDENE, VERGİ İSYANI


Taşkent Valisi Azizbey, gönderilen haraç memurlarını Taşkent
burçlarına astırıp baş kaldırmış Kokan Hanlığı’na. Kokan Hanı Huda-
yar, beş bin kişilik bir askeri birliği Narmuhammed adlı komutanın
emrine vererek Azizbey’in üzerine göndermiş. Taşkent halkı, zulme
karşı durduğunu gördüğü için, zalimliği ile bilinen bu Vali’nin yanında
yer alıp, Taşkenti yetmiş gün boyunca savunuyor. Azizbey, kuşatma sı-
rasında, komutanlarına ve askerlerine bol keseden armağanlar ve para-
lar dağıtıyor. Narmuhammed komutasındaki Kıpçaklar çok sayıda ölü
ve yaralı bırakarak çekiliyorlar. Halk sevinç içinde. Kendisini valilik-
ten hükümdarlığa terfi ettiren Azizbey, danışmanı Hacı Yusuf Bey’i ça-
ğırtarak hazinenin tamtakır olduğunu, tüm halka 32 tenge (Özbek pa-
rası) vergi salıp bir hafta içinde de tahsil etmesini istiyor. Yusuf Bey iti-
raz edecek oluyor, ama bakıyor ki kellesi gidecek, razı oluyor. Azizbey
kendisine bir çuha don (elbise) hediye ederek görevine gönderiyor.
Bu olayın geri kalan bölümünü, Özbek Yazar Abdullah Kadiri’nin
“Ötken Günler (geçmiş günler)” adlı tarihi romanından okuyalım: “Ha-
cı Yusuf Bey, üzerindeki çuha donla Şeyhan Tahur’daki Zincirli mahal-
lesine gelince, kendisine selam vermek için ayağa kalkanlara hitaben:
-İyi düşünün ey cemaat! İyi insandır diyerek yoluna can verdiği-
niz Azizbey, bugün sizin hizmetlerinizin mükafatı olarak otuz iki ten-
ge vergi koydu. Şimdi önünüzde iki yol var: ya oğlunuzu, kızınızı sata-
rak bu otuz iki tengeyi Azizbey’in hazinesine vereceksiniz, ya da ok
yaydan çıktı deyip Azizbey’i tahttan indireceksiniz!.. İyi düşünün müs-
lümanlar.
-Otuz iki tenge ha!
Hacı Yusuf Bey’den bir kötülük görmeyen, yanlış bir hareketine
tanık olmayan halk, o hangi tarafa çekerse o tarafa gitmeye hazırdı.
Özellikle otuz iki tenge vergiyi duyanlar, canı yanmış danalar gibi bö-
ğürerek isyan bayrağını açıvermişlerdi.
fiAN VERGILER
430 / EDEBIYATLAfiA

İlk önce Zincirli Mahallesi sakinleri Azizbey’e karşı savaşmak


için yollara barikatlar kurdular. Yusufbey, Eski Leğenciler Mahalle-
si’ne kadar yürüyüp halkı uyarmak niyetindeydi. Burada büyük bir
topluluğa hitap ederek Azizbeyle aralarında geçen konuşmaları anlatıp
sırtındaki çuha donu gösterdi ve alaycı bir ifade ile:
-Biz vergi falan vermeyiz demeyin! Çünkü sizin itaatiniz bana
böyle donlar kazandırır! dedi. Halk iyice sinirlenmişti. Sanki birisi arı
kovanına çomak sokmuş gibi, ortalık ana baba gününe dönüverdi:
-İyiliklerimizi unuttu domuz! Biz gösteririz otuz iki tengenin ne
olduğunu! Bir
ay içinde mi ister, şimdi mi? şeklindeki sözler ortalıkta dolaşma-
ya başladı. Hemen üç kişi Sebzar, Gökçe ve Beşağaç mahallelerine ha-
ber ulaştırmak için gönderildi. Halk, ya devlet başa, ya kuzgun leşe di-
yerek ant içmişti!”
İsyan ateşi yanmıştır artık, bütün dükkanlar kapatılır, herkes silaha
sarılır. Azizbey’in isyanı bastırmak için gönderdiği askerleri öldürülür,
her taraf ateşe verilir. Hacı Yusuf Bey, Kokan Hanı’nın komutanı Nar-
muhammed’e haber göndererek Taşkent’e çağırır. Azizbey yakalanıp
Narmuhammad’e teslim edilir. Bir vergi isyanı başarıyla sonuçlanır
böylece.

KERİMOV’A VERGİ İSYANI


Aşağıdaki haber 11.11.2004 tarihli Radikal Gazetesi’nde yayım-
lanmıştır, yoruma ve ilave bir izaha yer bırakmayacak derecede yeterli
ve ayrıntılıdır.
“TAŞKENT - Özbekistan’da Devlet Başkanı İslam Kerimov’un,
lisansı olmayana ticareti yasaklayan kararnamesi ülkeyi karıştırdı. Bir
şeyi alıp satmanın imkânsız hale geldiği ve vergi memurlarının malları-
na istediği an el koyabildiğini söyleyen esnaf kazan kaldırdı. Esnafın fi-
tilini, ay başında yürürlüğe giren kararname ateşledi. Yasağa en şiddet-
li tepkiyi Fergana Vadisi ve Hokand şehri verdi. 1 Kasım’da Ho-
kand’daki Yangi Pazarı’nda bazı işyerlerinin kapatılması ve mallara el
konulması üzerine, ülke tarihinde görülmemiş bir muhalefet patlak
verdi. 10 bin kişi sokaklara döküldü, polis araçları ateşe verildi, kamu
binaları taşa tutuldu. İsyan Fergana ve Margilan’ın yanı sıra güneybatı-
da Karşı, batıda Buhara ve kuzeyde Harezm’e sıçradı. Polis günlerdir
431

insanları tek tek gözaltına alıp hesap soruyor. İsyanlara rağmen hükü-
met geri adım atmadı. Ancak vergi memurları pazaryerlerinden şimdi-
lik uzak duruyor. Hokand’daki pazarın benzin varilleriyle çevrildiği ve
vergi memurları yaklaştığında ateşe verileceği tehdidi savrulduğu be-
lirtiliyor. Fergana’da ise ramazan süresince uygulamanın askıya alındı-
ğı söyleniyor. Her tüccara ticaret lisansı almayı ve banka hesabı açma-
yı zorunlu kılan kararname, ülkeye sokulan malların dış ekonomik iliş-
kiler ajansı, gümrük müdürlüğü, belediye ve vergi müdürlüğüne bildi-
rimini şart koşuyor. Tüccarlar ağır bürokrasiden yakınırken, hükümet,
ticareti kayıt altına alıp vergi gelirini artırma derdinde. Ancak işsizlik
oranının yüzde 70’e vardığı şehirlerde insanların tek geçim kaynağı kü-
çük sermayelerle döndürdükleri ticaret. Mallar da genelde Çin’den ge-
liyor. Yeni düzenlemelerle yüz binlerce insanın açlığa sürükleneceği
uyarısı yapılıyor. “

İNGİLİZ USULÜ ÇIPLAK KRALİÇE İSYANI


1057 yılında İngiltere Hükümdarı olan Mercia Dükü Leofic, Co-
ventry şehrine ağır vergiler koymaya kalkışır. Dük’ün eşi Lady Godi-
va, kocasına, bu kararından dönmediği takdirde bir at’ın üstüne çırılçıp-
lak binerek şehrin bütün sokaklarını dolaşacağını söyler. Hükümdar,
dönmez kararından ve salar ağır vergilerini, Lady Godiva, şehir halkı-
na bütün pencere perdelerini kapatmalarını söyler ve bir at’a çırılçıplak
olarak binerek tüm şehri dolaşır. Bütün şehir, perdelerini kapatmış,
Lady’nin ricasına uymuştur. Yalnızca Tom adındaki bir kişi, perdeyi
aralayarak kraliçeyi röntgenlemiştir. O gün bu gündür, İngiltere’de
röngencilere “Peeping Tom” denilmektedir.

TOWNSHEND VERGİ YASALARI VE BOSTON’DA İSYAN


Amerika’nın İngiliz sömürgesi olduğu yıllarda, İngiliz Parlamen-
tosu, Maliye Bakanı Charles Townshend’ın hazırladığı dört adet vergi
yasa önerisini kabul etti. Bakan’ın adından dolayı “Townshend Yasala-
rı” olarak ünlenen bu yasaların neler getirdiğine bir bakalım:
1. Yasa: New-York Meclisi’nin yasama yetkisini askıya alarak, İn-
giliz yasalarının tartışmasız üstünlüğünü kabul ediyordu.
2. Yasa: Limanlarda kurşun, kağıt, boya ve cam üzerinden vergi
alınmasını öngörüyordu.
fiAN VERGILER
432 / EDEBIYATLAfiA

3. Yasa: Sömürgelere katı ve yüksek gümrük vergileri konuluyor;


yasaları uygulamak için memur, araştırmacı, denetçi ve katipler alını-
yordu. Ayrıca Boston’da bir gümrük komisyoncuları masası açılacak,
bunların giderleri, gümrük gelirleriyle karşılanacaktı.
4. Yasa: Çay üzerinden alınan gümrük vergisi kaldırılarak, İngiliz
çayının sömürgelere girişi kolaylaştırıldı.
Çıkarılan bu yasalarla birlikte kolonilerde hoşnutsuzluklar yaşan-
maya başladı. Para Yasası, Konaklama Yasası, Pul Yasası vb. yasalar bu
tepkilerin hızla gelişmesine yol açtı. Örneğin, çay satışı tekelinin Doğu
Hindistan Şirketi’ne verilmesi nedeniyle Bostonlu Amerikalılar eyle-
me geçerek İngiliz gemilerine yüklenen çayları denize döktüler. 13 ko-
loni bir araya gelerek bu yasanın uygulanmasına karşı çıktılar. İngilte-
re’nin kolonilere çıkardığı yasalarla kolonilere vergi koyamayacağı ilan
edildi. Kolonilerdeki tüccarlar da İngiltere ile olan iktisadi ilişkilerini
kestiler.
Amerikalılar’ın İngilizler’e olan tepkisi örgütlülüğe dönüşmekte ge-
cikmedi. “Özgürlük Çocukları” adıyla bilinen örgüt çıkarılan yasaya kar-
şı halk arasında örgütlenme faaliyetleri yürütüyor ve ayaklanmaları ör-
gütlüyorlardı. Bu yasanın teşhiri için vergi toplayan memurlar katrana
batırılıp bir tüy yığınının içinde sokaklarda teneke çalarak gezdiriliyordu.
1765 yılı Ekim ayında ilk kez koloniler arasında bir kongre düzenlendi.
Bu kongrede, anayasa ilkelerine göre, kendi meclislerinden başka hiçbir
gücün şimdiye kadar kolonilere vergi koymadığı ve bundan sonra da ko-
yamayacağı ve çıkarılan yasaların da koloni halkının hak
ve özgürlüklerini yok saydığı konusunda çeşitli kararlar alındı. Bu
dönemde kolonilerin eylemleri daha çok ticaret merkezi durumundaki
Boston’da gelişmekteydi.
1770 yılında Olayları durduramaycağını anlayan İngiliz Yönetimi,
çay vergisi dışındaki tüm Townshend yasalarını yürürlükten kaldırdı.
Sonu, bağımsızlık olmuş bu sürecin...
ABD’ye ilk yerleşenler, dinsel ve ticari özgürlük için buralara
geldiklerini, önce kendi başlarına ve kendilerini İngiltere’den ayrı dü-
şünmeden eyalet şeklinde örgütlendiklerini, ancak İngiliz ordusunun
ve Kralın kendilerine sormadan kanun getirmeleri ve vergi koymaları
ile bağımsızlık hareketinin başladığını; “Temsil olmadan vergi olmaz
(“No taxation without presentation)” ilkesinin bağımsızlığı ateşleyen
433

bir kıvılcım olduğunu, bağımsızlık bildirgesinin bu kıvılcımla büyüyüp


özgürlük ateşi olduğunu ifade ediyorlar.

VİSKİ VERGİSİ AYAKLANMASI


1791 yılında ABD Hazine Bakanı Alexander Hamilton’un, hazine
borçlarının karşılanması için viski’ye koymayı önerdiği vergi, Kongre
tarafından kabul edilerek yasalaştı.
Viski imal eden çiftçilerin bu yasaya tepkileri sert ve şiddetli ol-
du. Vergi toplayan federal memurlara saldırdılar. Temmuz 1794’te ise
yaklaşık 500 silahlı adam, bölge vergi müfettişlerinin evlerini ateşe
verdi. Başkan George Washington’un uyarı ve girişimleri sonuçsuz ka-
lınca, 13 bin kişilik bir askeri güç, isyancıların üzerine yollandı. Ancak
bu güç’ün bir şey yapmasına gerek kalmadı, çünkü aralarında çözülme-
ler başlamıştı, isyancılar karşı koymadılar. Elebaşıları yakalanarak yar-
gılandılar. Vatana ihanetten suçlu bulunan 2 kişi de bir süre tutuklu kal-
dıktan sonra affedildiler.

FRANSIZ DEVRİMİ DE BİR VERGİ İSYANIDIR ASLINDA...


1789 Fransız Devrimi’yle, feodaliteye karşı halkı yanına alan bur-
juvazi, Avrupa’da ilk kez siyasal iktidarı ele geçirmiştir.
18. yüzyılın ikinci yarısından sonra Fransa’nın içinde bulunduğu
ekonomik ve toplumsal koşullar, ülkede mali bunalıma neden olmuş-
tur. Halk yoksulluk çekerken, kral, yeni vergiler koyuyor; halk bu ye-
ni vergiler konusunda görüşlerinin ve onayının alınmasını, bunun için
de yasama organında temsil edilmek istiyordu. Oysa Kral, elindeki si-
yasal gücü kimseyle asla paylaşmak istemiyordu. Ekonomik bunalımın
etkisiyle halk, 28 nisan 1789’da ayaklandı. Kralın meclise ve halkın is-
teklerine ters düşmesi, halkın doğrudan devrime katılmasına sebep ol-
du. Halk silahlandı, 14 temmuzda Bastille kalesini ele geçirdi ve bu
olay devrimin simgesi oldu. Bu, mutlak iktidarın ve rejimin yıkılması
sonucunu doğuruyordu. Kralda bu durumu kabul etmek zorunda kaldı
ve 14 temmuz Fransa’nın ulusal bayramı ilan edildi. Bunun ardından
meclis, yıkılan eski düzenin yerine bir anayasayla yeni düzenin ilkele-
rini ortaya koydu ve hazırlanan İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesini
kabul etti. Bu bildirgenin en önemli yanı evrensel oluşudur. Yalnız
Fransız halkını değil tüm insanlığı kapsayan özgürlük anlayışını dile ge-
fiAN VERGILER
434 / EDEBIYATLAfiA

tirmiştir. Bildirgeye göre kişinin temel hakları; özgürlük, güvenlik, di-


renme, mülkiyet haklarıdır. Bireyler anayasa önünde eşittir. Bildirge,
egemenlik hakkını kralın elinden almış, bu halka değil onu temsil eden
meclise vermiştir.

FRANSA’DA POUJADE HAREKETİ


“Vergiye karşı tipik bir tepki olan Poujade hareketi 1953 yılında
Fransa’da başlamış ve kısa zamanda yayılarak bir vergi grevine dönüş-
müştür. Bu toplu direnişi başlatan ve yöneten Pierre Poujade, küçük
bir kasabada kırtasiyeci idi. Önce kendi kasabasında vergi karşıtı bir
hareket başlattı. 1953 yılında Küçük Esnaf ve Sanatkârları Savunma
Birliği’ni kurdu ve başına geçti. Birlik, Fransa’da hızla yayıldı ve üye
sayısı 400 bini buldu. 1956 yılında yapılan genel seçimlerde Poujade
2.5 milyon rey alarak kurduğu birlik 53 milletvekili çıkardı ve parla-
mentoya girdi. Böylece Fransa’da vergi grevi hareketi siyasal bir zafer
kazanmış oldu.
Fakat bu akım zaman içinde hızını ve güncelliğini kaybetti ve
1980’li yıllarda P. Poujade unutuldu. Fakat Poujade’ın başlattığı “ver-
gisiz hayat vaatleri”, “vergi aleyhtarlığı” akımı, vergi idaresinin sert ve
ifrata kaçan tutumuna karşı yasal ve fiili bir savunma niteliğinde idi.
Hareket olumlu sonuçlar da verdi. Vergi sorunları uzun süre kamuoyu-
nu meşgul etmiş ve sonuç olarak Pierre Poujade’ın vergi grevi, maliye
literatüründe yerini almıştır.”
(Bir bölümü alıntılanan yukarıdaki yazı 10.10.2003 tarihli Dünya
Gazetesi’nde Prof.Dr. Selahattin Tuncer imzası ile yayımlanmıştır.)

VERGİ DAİRESİ BOMBALAMIŞLAR


Fransa yönetimiyle mücadele eden Korsikali Milliyetçiler 1999
yılında işi bir vergi dairesi bombalamaya kadar götürdüler. Ajansların
bu bombalama ile ilgili olarak geçtikleri haber-yorum şöyle idi: “Adli
kaynaklardan yapılan açıklamada, vergi dairesinin yakınındaki bir evde
uyuyan iki çocuğun, patlamanın şiddetinden dolayı ranzadan düşmele-
ri sonucu hafif yaralandıkları ve hastaneye kaldırıldıkları belirtildi. Pat-
lamanın vergi dairesinin giriş kapısını havaya uçurduğu ve dışarda park
eden araçların camlarının kırıldığı kaydedildi. Saldırının sorumluluğu
henüz üstlenilmezken, polis, seçilen hedef ve saldırı yönteminden ha-
435

reketle Korsikalı milliyetçilerden şüpheleniyor. Devrimci Korsika Si-


lahlı Kuvvetleri adındaki bir ayrılıkçı grup, bu ayın başlarında yaptığı
bir açıklamayla, silahlı eylemlerine yeniden başlayacağını bildirmişti.
Korsika milliyetçisi gruplar daha fazla özerklik elde etmek ve Fransız
hükümetine vergi vermemek için 20 yıldan daha uzun zamandan beri
mücadele ediyor. Korsika adası 1768 yılından beri Fransız hakimiyetin-
de bulunuyor.”

BELÇİKA’DAKİ TÜRK KÖYÜ’NÜN ÖYKÜSÜ


Belçika’da bir Türk köyü var. Türk olmayan Türkler yaşıyorlar
burada. Adı Türk olan köyün, bu adı nasıl aldığının öyküsü şöyle: Bel-
çika krallığı bir vergi koymuş. Bu köylüler de biz vermiyoruz bu ver-
giyi demişler. Kral’ın vergi memurları, “Nasıl vermezsiniz, siz Türk
müsünüz ki?” deyince, onlar da evet biz Türk’üz demişler. O zaman-
dan bu yana orası Türk köyü. İsyan bile etmeden, vergiden kurtulma-
nın yolu, o yıllarda, “Türküm” diyebilmekten geçiyormuş demek ki...

ÖZGÜRLÜK SİMGESİ TUZ VERGİSİ


Çinliler, Romalılar, Fransızlar, Venedikliler, Habsburglar ve diğer
bir çok yönetim, savaşlar için para bulmak üzere tuz vergisi koymuş-
tu. Çin’de tuz üretimine ilişkin en eski yazılı kaynak, İ.Ö. 800’e aitti.
Belgede, Xia Hanedanlığı sırasında bin yıl önceki deniz tuzu üretimi ve
ticaretinden söz ediliyordu. Çin yönetimleri yüzyıllarca tuzu, devletin
bir gelir kaynağı olarak görmüşlerdi. Çin’de İ.Ö. 12. yüzyılda tuz ver-
gisinden söz eden metinler bulundu.
17.yüzyılda Fransa’da tuz vergisi önemli sıkıntılara yol açmıştı.
Tuz vergisi toplayıcılarından nefret ediliyordu. Tuz vergisi toplayıcıla-
rı, özellikle kadınlardan kuşkulanır ve onlara karşı kötü davranırdı. Ka-
dınlar bazen, vücutlarının çeşitli yerlerine sakladığı tuz torbalarıyla ya-
kalanırdı. Kadınlar aranmayacaklarını düşündükleri göğüslerinde, kor-
selerinde tuz saklarlardı. 18. yüzyılın sonlarında tuz vergisine karşı iş-
lenen suçlardan dolayı her yıl üç binden fazla Fransız erkek, kadın ve
hatta çocuk ölüm cezasına çarptırılıyordu.
‘Pasif direniş’in mucidi, Hintli lider Mahatma Gandhi’nin tuz
vergisine karşı kampanyası, tuzu, özgürlük sembolü yapmıştır. Gand-
hi’nin çağrısıyla, binlerce Hintli denize yürümüş ve kendi tuzunu çıkar-
fiAN VERGILER
436 / EDEBIYATLAfiA

mıştır, tuz vergisi yasasını çiğnemişlerdir. Bu, Britanya İmparatorluğu-


nun ekonomik çıkarlarına doğrudan bir darbe olmuştur.

SAKDAL AYAKLANMASI
Sakdal, Tagalog dilinde “suçlama” anlamına geliyor. Sakdal Hare-
keti, Filipinler’de 1930 yılında çıktı ortaya. Önderi, eski bir kamu gö-
revlisi olan Benigno Ramos’tu. Gandi’nin pasif direniş eylemini ken-
dilerine örnek alan sakdallar, halkı, seçimleri boykota ve vergi ödeme-
meye çağırdılar.
Sakdal Hareketi, 2 Mayıs 1934 gecesi ayaklanmaya dönüştü. Lu-
zon’un orta kesiminde yaşayan bir ksımı silahlı köylüler, 14 kasaba be-
lediyesini işgal ettiler. Talepleri, öncelikle yoksul kesimlerin vergi yü-
künün azaltılması ve toprak reformu yapılması idi. ABD ile olan ilişki-
lerin tamamen kesilmesi de ayrıca isteniyordu.
Hükümet güçleri ile Sakdalcılar arasında çıkan çatışmalarda 100
kişi öldü. Ayaklanma ertesi gün bastırıldı. Ramos, Tokyo’ya kaçtı. Sak-
dallar dağıtıldı.

İSPANYOL SÖMÜRGELERİNDE VERGİ İSYANI


19. yy’ın ilk yarısında İspanyol kolonilerinde yaşayan halklar, İs-
panya’nın koyduğu yüksek vergi oranlarına karşı ayaklandı. José De
San Martin, Şili ve Arjantin’i bağımsızlığa kavuşturdu ve 1821’de Li-
ma’ya girdi. Aynı dönemde Simon Bolivar, Venezuela ve Kolombi-
ya’da egemenlik kurdu ve mücadele arkadaşı Sucre’u 1822’de Ekva-
tor’a gönderdi. San Martin, Ekvator’da yapılan görüşmeler sonrasında
Fransa’ya dönüp orada yaşamaya karar verirken, Bolivar ve Sucre, Pe-
ru’nun bağımsızlığı için savaşmaya devam ettiler.

ROBİN HOOD
İngiliz kültür emperyalizminin bütün dünyaya ezberlettiği Robin
Hood hikayesinin de bir vergisel isyan yanı var. Kısaca anlatalım:
İngiltere Kralı Aslan Yürekli Richard, kara Avrupasında kurulan
haçlı ordusuna katılarak tâ Kudüs’e kadar gider. Aradan uzunca bir süre
geçer, geri dönmeyen Richard’ın esir düştüğü ya da öldüğü söylentileri
yaygınlaşır ülkede. Bunu fırsat bilen Notthingam Şerifi, halkı zulüm ve
ağır vergilerle inletmeye başlar. Bu sırada, genç bir savaşçı, yurda dön-
müş, Notthingam Şerifi’nin, babasının, dolayısıyla kendisinin olan bütün
437

toprak ve mallara el koyduğunu, İngiltere Kralı olabilmek için eski ya-


vuklusu Prensesle zorla evleneceğini görüp öğrenmiştir.
İsyan eder bu genç savaşçı. Mekan tuttuğu Sherwood ormanları-
na, onunla birlikte savaşmak için birçok kişi gelir. Robin Hood, tıpkı
bizim Köroğlu gibi, halkın umudu ve sevgilisi olur.
Robin Hood Ve Çakıcı
13 Ekim 1998 tarihli Hürriyet Gazetesi’nde Enis Berberoğlu şun-
ları yazmıştı:
“Hürriyet’in bugünkü manşetinde Alaattin Çakıcı ile İngilizler’in
destan kahramanı Robin Hood arasında ilişki kurulmuş... Yakıştırma
belirli ölçüde doğru. Artık çocukların bile TV ekranından tanıdığı Ro-
bin Hood ne yapardı? Ormanda soyduğu zenginlerin parasıyla, yoksul
köylüye yardım ederdi.
Anlaşılan Alaattin Çakıcı İstanbul’da orman yasasıyla topladığı pa-
rayla çok hayır işlemiş, yoksul çocuk okutmuş, açları beslemiş.
Ancak Robin Hood ile Çakıcı arasındaki benzerlik bu kadar!
Çünkü Robin Hood efsanesi, 10’uncu, 11’inci yüzyıldaki adalet-
siz İngiliz vergi düzenine başkaldırıyı yansıtır. Haçlı seferleri, bitmek
bilmeyen taht savaşları, yoksul köylüler kadar derebeylerini de tüketti.
13’üncü yüzyılın sonlarında kralı köşeye sıkıştıran soylular verginin uz-
laşmayla, yani meclis kararıyla toplanmasını kabul ettirdi. Çoğu Batılı
kaynağa göre bu anlaşma demokrasiye ilk adımdır. Yani İngiliz halkını
eşkıya Robin efsanesine bağımlı kılan koşullar tarih içinde düzeldi.
Oysa Osmanlı, vergi sistemini reform gereğini hiç duymadı. Os-
manoğlu ailesi yıllık harcamasına göre vergi saldı, gerisine karışmadı.
Türkiye Cumhuriyeti, demokrasiyi yanlış anladı, milletine vergi
salmayı zulüm sandı. O yüzden özel mültezimler türedi; Alaattin Çakı-
cı gibi... Durumdan vazife çıkaran bu kabadayılar, devletin sırtını dön-
düğü gelir kaynaklarından beslendi, büyüdü. Alaattin Çakıcı gibi olan-
ları Cumhuriyet’in sadece vergi toplama yetkisini üstlenmekle kalma-
dı, hayır işleriyle harcama sorumluluğunu da devraldı. (O yüzden dev-
let çetelere emanet dediğimizde kimse alınmasın.)
Özetlersek, her ikisi de zenginden alarak, yoksula dağıtmalarına,
gelir transferine aracılık etmelerine rağmen, Robin Hood ile Alaattin
Çakıcı arasında tarihi fark vardır: Robin Hood adaletsiz vergi düzenine
isyan sürecinde, Alaattin Çakıcı aynı düzenden beslenerek doğdu.“
VERGİLER VE ERMENİLER

Vergi Memurlarını Öldürerek Ayaklandılar


Hikmet Ilgaz’ın “Vergi Ve Edebiyat” ile “Kürtler’de Vergi” bö-
lümlerinde sözünü ettiğimiz “Şark Yıldızı” adlı romanında, Birinci
Dünya Savaşı’nda Van’daki ermeni ayaklanmasının nasıl başladığını
şöyle anlatıyor: “Bu sabah, Errinin Köyü’ndeki ermeniler isyan etmiş-
ler (18 Nisan 1915) ve bunlardan bir kısmı bağlarda pusu kurarak ver-
gi toplamaya gelen memurları yaylım ateşiyle öldürmüşlerdi.”
Ermenilerden Ağır Vergiler İstenmiyordu
Soykırım yalanlarıyla dünyayı ayağa kaldıran ermeniler, yıllarca
Millet-i Sâdıka olarak hizmet ettikleri Osmanlı’ya karşı giriştikleri
ayaklanmaların bir sebebinin de ağır vergiler olduğunu söyleyip yazı-
yorlar. Bunun doğru olmadığını arşivlerimiz kanıtlıyor. Kanıt yanında
tanıklar da bulunuyor. Bu tanıklardan biri de, ermenilerin büyük bir
katliam yaptıkları Van-Zeve 1903 doğumlu İbrahim Sargın. Bakınız ne
anlatıyor bu görgü tanığı:”Ermeniler Osmanlı Devleti’ne bir altın vergi
verirlerdi. Olmayandan yani fakirden ise, beş mecidiye alınırdı. Bu
Sultan Hamid ve Reşat döneminde bazı değişikliklere uğradı. Dediler
ki, ‘Ermenilerle Müslümanlar eşit şartlara sahip olacaklar. Kardeş ola-
fiAN VERGILER
440 / EDEBIYATLAfiA

caklar.’ Bu şekilde bir kanun çıkartıldı. Bu kanunla dendi ki: “Ben siz-
den haracı kaldırdım. Artık bizimle eşit oldunuz kardeş oldunuz.’ Artık
davullar, zurnalar çalındı, Ermeni papazlarıyla bizim din adamlarımız
kucaklaşıp öpüştüler. Ancak bu zamanda Ermenilerin bizlerle beraber
askerlik yapmaları da kararlaştırıldı. Bizim mekteplerimizde okumala-
rı istendi. Ermeniler bu şekilde görünce dedi ki: ‘Dünya varmış’. As-
lında padişahlar bunların ne melun ve hain olduklarını çok iyi bilirler-
di. Bunlara fırsat vermeye gelmezdi. Bunlar fırsatı bulur bulmaz hemen
isyana kalkıştılar, fedai örgütleri kurdular.”
Prof.Dr.Nejat Göğünç’ün tesbitleri ise, ermenilerin uzun yıllar,
vergi bağışıklıklarına sahip olduklarını ortaya koyuyor: “Ermeniler
Osmanlı idaresinde geniş imkanlara sahip olmuşlardır. XVI. yüzyıl-
da Vezir Mehmet Paşa XVII. yüzyılda Kaptan-ı derya ve Sadrazam
olan Halil Paşa Ermeni asıllı olup, Müslüman olmuşlardır. 1523te
Toroslarda Gülek kalesinde oturan 165 hane, 50 bekâr yaklaşık 875
kişi Ermenidir, kale hizmetlerinde çalıştıklarından olağanüstü vergi-
lerden (avarız) muaftırlar. Karaisalı’da En-Nahşa kalesinde oturan
Ermeniler de öşür, cizye ve bad-i hava gibi vergileri vermemektedir-
ler, muaf tutulmuşlardır. Belli ki bazı hizmetleri karşılığında bu bağı-
şıklığı kazanmışlardır.”
Silah Vergisi
Ermeni isyanlarını hazırlayan, örgütleyen ve yöneten Taşnak ve
Hınçak adlı örgütlerin, Van’da, Ermeniler’den “Silah Vergisi” adı altın-
da para topladıkları, çeşitli kaynaklarca ifade edilmektedir. Van’da
Hınçaklar’ın, 1895’te Taşnaksutyan’a katılmış olan Portakalyan’ın
adamlarından olan Armenaganların özellikle Taşnaksutyan mensupla-
rının teşkilatı vardı. Oluşturulan isyan komiteleri, diğer yerlere göre
Van’da daha güçlüydüler. Buraya İran ve Kafkasya yollarıyla bol mik-
tarda silah ve cephane getirilmişti.
Müslümanlardandan Savaş Vergisi
www.devletarsivleri.gov.tr adlı web sitesinden aldığımız aşağıdaki
bilgiler, Ermenilerin, müslüman ahaliden de yasadışı ve zoraki bir “Sa-
vaş Vergisi” topladığını gösteriyor:
“On Beşinci Kolordu Kumandanlığı’ndan yazılıp Erzurum vilaye-
tine gönderilen üç adet raporda; Ermenilerin Gülantap, Pozat ve Kuru-
dere’ye baskın yaparak halkı katletmeye başladıkları, Kurudere’den se-
441

kiz kişinin öldürülüp, otuz beş kişi ile dört yüz kırk hayvanın götürül-
düğü, Akçakal’a’ya tâbi dört köye hücum ederek birinin halkını tama-
men katledip diğer üçünden altmışar kişinin kesildiği; Sarıkamış ve
Kars civarında Müslüman gençlerin toplanıp götürülmesinden sonra
hiçbirinden haber alınamadığı; Kars ve Göle ileri gelenlerinden sekiz
kişinin öldürülerek, savaş vergisi adı altında Müslümanlardan at, öküz,
araba ve diğer hayvanların toplandığı,vermek istemeyen Akçakal’a çu-
kurundaki sekiz köyün topa tutulması üzerine köy halkının Allahuekber
dağına çekildiği, Zengezor, Nahcıvan ve Dâr–ı Alagene mıntıkalarında-
ki Müslümanların silahlarının zorla toplandığı, Karaurgan’da bulunan
Ermeni müfrezelerinin, Sarıkamış’dan gelen yüz hanelik Müslüman
muhacirlerin hayvan, zahire ve paralarını gasbederek aralarında bölüş-
tüklerinin ifade olunduğu.”
Ermenilerin Vergi Oyunları
Berlin Kongresi’nde, Ermeni Patrikhanesi, Doğu Anadolu’da 3
milyon ermeninin yaşadığını iddia ediyor. Amaç, bu kongre kararıyla,
bağımsız bir Ermenistan’a sahip olmak.
Olmuyor. Evdeki hesap çarşıya uymuyor. Tam da o yıllarda, Os-
manlı Hükümeti, hristiyanlardan vergi alınmasına dair bir karar alıyor.
Patrikhane, yeni bir sayım yaptığını öne sürerek Osmanlı topraklarında
yaşayan ermeni sayısını bu kez 1 milyon 780 bine indiriyor.
Buharlaşıp uçuyor (!) böylece, 3 milyon ermeninin yarısı...
Ermeniler ve vergi konusunda Necdet Sevinç’in “Arşiv Belgele-
riyle Tehcir, Ermeni İddiaları ve Gerçekler” adlı eserinde başka değer-
li bilgiler de bulunuyor. Ermeni Taşnak Örgütü, 1896 yılında Osmanlı
Bankası’nı basıyor, yerleştirilen bomba ve dinamitleri patlatıyorlar.
Amaç, Osmanlı Devleti’ni güç durumda bırakmak. Çok kişi ölüyor. İl-
ginç olan, Taşnak örgütünün bu baskın sırasındaki istekleri arasında
vergiye dair olanlardır. Ermeni teröristler, ermenilerin birikmiş vergi
borçlarının tamamen terkinini ve beş yıl ermenilerin vergiden muaf ol-
masını talep etmişler.
Sultan Abdülhamid’in Ermeni Maliye Bakanları
Ermeni komitacıların suikast düzenlediği II.Abdulhamid’in , Os-
manlı padişahları içinde, servet sahibi olan ve borsada oynayan ilk pa-
dişah olduğunu çoğu kimse bilmez. Abdulhamit’e bütün bunları yap-
makta yardımcı olanların ermeniler olduğunu bilmedikleri gibi.
fiAN VERGILER
442 / EDEBIYATLAfiA

Avni Özgürel, 9 Şubat 2003 tarihinli Radikal Gazetesi’nde yazdı-


ğı köşe yazısında birçok gerçeğe parmak basıyor ve açıklıyor:
“2. Abdülhamid’in şehzadeliği sırasında gelirini borsada oynaya-
rak artırdığı biliniyor. Tahta geçince ilk iş olarak güvenebileceği bir
Hazine-i Hassa Nazırı aradığı da. Osmanlı Bankası’na başvurarak ‘gü-
venilir bir eleman’ isteyen padişaha önerilen isim Agop Kazas adında
bir memurdu. Abdülhamid onunla çalışmayı kabul etti; paşalık unvanı
verdi ve Dolmabahçe Sarayı’nda daire tahsis etti. Padişahın servetinin
idaresinde öylesine başarılı oldu ki Agop Paşa iki defa Hazine-i Hassa
Bakanlığı uhdesinde kalmak şartı ile Maliye Bakanı da oldu.
Osmanlı Bankası’yla devletin ilişkilerinde gerilimlerin yaşandığı, borç-
lanmalarda Hazine lehine faiz indirimlerinin yaptırıldığı, Osmanlı ma-
liye memurlarının muhasebe bilgisinin sınırlı olması sebebiyle fark ede-
medikleri hesap hataları yüzünden Hazine’nin uğradığı zararların taz-
min ettirildiği bir dönem oldu onun iktidar devresi.
Agop Paşa devletin kredi ilişkilerinde o zamana kadar tek kaynak
olarak görülen Osmanlı Bankası’na alternatif olarak Kredi Liyone Ban-
kası’nı devreye sokan kişi olarak da dikkat çekti. Sonuçta Osmanlı
Bankası’nın hışmına uğrayıp Maliye Bakanlığı’ndan uzaklaştırıldı, Ha-
zine-i Hassa Bakanı’yken Abdülhamid’in hediye ettiği bir ata binerken
düşüp öldü.
İlk olarak kimi hassa mülklerinin tapulu olarak Abdülhamid’in
üzerine geçmesini sağladı Agop Paşa. Padişahın gözünde ‘prima’ydı:
“Ben hemen hemen bir şehir halkı kadar insanı geçindirmekteyim. Yıl-
dız Sarayı mensuplarını ve memurların üçte birini. Ayrıca Halife olmam
dolayısıyla kesem bütün dünya Müslümanlarına aittir. Büyük bir servet
yapabildiysem bu Agop Paşa’nın dirayeti sayesinde olmuştur. Mülkü-
mü gayet iyi idare etmiş, yılda 500 bin altın gelir getirecek hale koy-
muştur. Özel kişilere ve vakıflara ait olmayan araziyi Sultan Malı ilan
etmek fevkalade bir fikirdi.
Agop Paşa gibi becerikli bir insanı kaybettikten sonra Abdülha-
mid onun yetiştirdiği bir diğer Ermeni asıllı maliyeciye emanet etti
şahsi servetinin idaresini: Mikael Portakal Efendi. Maden ve petrol iş-
letme imtiyazlarını Abdülhamid’in şahsi mal varlığı haline getiren isim
o oldu. Türk asıllı Başmabeynci Ragıp Bey’in Güney Afrika’daki altın
madenlerinin hisse senetleri üzerinde yaptığı spekülatif alım- satımlar-
443

dan sonra Abdülhamid’in şahsi serveti 8 milyon altın düzeyine ulaştı.


Bu durum herkes tarafından biliniyordu.”
Kürt Musa Bey Olayı
Musa Şaşmaz, “Kürt Musa Bey Olayı” adlı kitabında, bazı ermeni
yazarların çarpttığı bu olayın gerçek yönünü açıklıyor. Muş ve Bitlis il-
lerinde ABD’li misyonerler ve ermenilere saldırılar ve tecavüzlerde bu-
lunduğu gerekçesiyle, o günün egemen güçlerini temsil eden devletler
tarafından Osmanlı hükûmetine şikayet edilen Kürt Musa Bey, İstan-
bul’a getirilerek yargılanmış ve beraat etmişti. Musa Şaşmaz, Kürt
Musa Bey’in yargılanması için yapılan baskıların ardında bazı vergi uy-
gulamalarının da yattığını ifade ediyor: “Musa Bey’in Muş çevresinde
seçkin bir yere sahip olması, Hoyt Nahiyesi’nin müdürlüğünü uzun yıl-
lar yapması ve bu nahiyenin öşrünü de açık artırma sonunda kendisinin
alması, mahalli halk arasında özellikle Ermeniler arasında hoşnutsuzlu-
ğa sebep olabilirdi. Bu paranın toplanıp hükûmete ödenmesi bazı sert
tedbirlere müracaatı gerektirebilirdi. Bu da tabii olarak Musa’nın düş-
manlarının çokluğunu gerektirmekte idi. Nitekim 1889 yılında Hoyt
öşür vergisi için hükûmete 500 lira vermiş ve bunu da halktan fazla-
sıyla toplama yoluna gitmişti. Tabii olarak bu derece büyük bir mebla-
ğın halktan toplanması kolay değildi ve bu sebeple birçok insan bu
yüzden Musa Bey’e karşı düşman oldular ve hakkında asıllı asılsız hü-
kûmete şikayetlerde bulunmaya başladılar.”
Hep Ermeniymiş Ankara’nın Muhasebecileri
L.Funda Şenocak Cantek’in “Yabanlar ve Yerliler” adlı kitabında
Kurtuluş Savaşı öncesi ve sırasında Ankara’daki azınlıklara dair önem-
li bilgiler bulunuyor. Bu bilgiler yalnızca sayısal bilgiler değiller. An-
kara İli’ndeki meslek dağılımı ve ekonomik yapı da açıklanıyor.
“19’uncu yüzyıl Ankara’sında ticaretle uğraşanlar genellikle Er-
meni ve Rumlar’dır. Ermeniler bankerlik, muhasebecilik ve tiftik keçi-
si yetiştiriciliği de yapmaktadırlar. Müslümanların ağırlıklı uğraşları ta-
rımsal üretim, demircilik ve semercilik gibi işlerdir.”
Osmanlı döneminde bazı muhasebe kayıtlarının Ermenice olarak
tutulduğu da biliniyor.
Yani demek oluyor ki Cumhuriyet, muhasebeciliği bile Türkleş-
tirmiştir.
fiAN VERGILER
444 / EDEBIYATLAfiA

Kürt’e Vergi Veren Boş Kafalı Ermeni


Lord Kınross, Van Gölü içindeki Akdamar adasında bulunan Kili-
se’nin bir Ermeni Kilisesi olduğunu iddia ederek, 1830’larda burada
görev yapan Ermeni Piskoposu’nun, Konsül Brant tarafından “Kürt Li-
der Mahmut Han’a vergi veren boş kafalı cahil bir adam.” olarak nite-
lendirildiğini yazıyor. (Kaynak: Kutsal Anadolu Toprakları)
Ermeni hayranı Kınross’a da dokunmuş ki bu vergi verme işi, ki-
tabına alma gereği duymuş.
Hz.Osman, Muaviye, Alpaslan ve Melikşah’a
Sığınmış, Bizanstan Ve Vergilerden Kurtulmuşlar
Dr.Davut Kılıç, “Osmanlı İdaresinde Ermeniler Arasındaki Dini Ve
Siyasi Mücadeleler” adlı kitabında, Ermeni-Bizans ve Ermeni-İslam
ilişkileri hakkında değerli bilgiler veriyor.
“ (...) Hazreti Osman zamanında Ermenilerin yaşadığı bölgeler
Arap hakimiyetine girdi ( 646 -647 ) . Ermenilerin Arapların hakimi-
yetini kabul etmesine üzülen Heraclius’un torunu II.Konstant ( 641-
668), Sempad’ı Ermenilere vali olarak tayin etti. Sempad da Arapların
ikinci bir istilasından korkarak, yüklü bir vergi vermeyi ve Halife Os-
man’a tabi olmayı uygun buldu. Bu olaya sinirlenen Constant, Erme-
nilerin üstüne yürüdü. Ermeni ruhani reisi III. Nerses kendisini yatış-
tırdı, Bizansın hakimiyetine tekrar girdiler.”
Ancak bu giriş kalıcı olamıyor, mezhep farkı sebebiyle, Muaviye dö-
neminde Ermeniler gönüllü olarak İslam hakimiyetini kabul ediyorlar. Bu
durum asırlarca sürüyor. 1071 yılında yapılan Malazgirt Savaşı’nda da Bi-
zans ordusunu ilk terk edenler Ermeni güçleri oluyor. Sebep hep aynı: Er-
meni kilisesine karşı kötü davranılması ve ağır vergiler. Sultan Alpaslan,
öylesine memnun oluyor ki Ermeniler’den, onların ileri gelenlerinden bi-
rinin kızı ile de evleniyor. Alpaslan’ın oğlu Melikşah’a da geliyorlar Er-
meniler. Anı Ermeni başpikoposu Barseğ başlanlığına bir heyet, İsfahan’a
giderek Melikşah’ın huzuruna çıkıyor, Ermeni katoğikosluğunun tek bir
makamda birleştirilmesini ve bütün manastır, kilise ve din adamlarının
vergiden muaf tutulmasını istiyor. Heyete ikramlarda bulunan Melikşah,
dileklerinin kabul olunduğuna ilişkin bir fermanı kendilerine veriyor.
Vergi Rekortmeni Kerhaneci Matilt Manukyan
1990’lı yıllarda, birçok ünlü ve büyük işadamını geride bırakarak
vergi rekortmeni olan Matilt Manukyan, İstanbul’da genelevler işleten
445

bir ermeni kadındı. “Ermeniler seninle gurur duyuyor” sloganını haykı-


ran ermeni yurttaşlarımız belki olmuştur, ancak bizde sayılamayacak
kadar çok olan “Ermeni Muhipleri”, bu kadını kahraman olarak takdim
ve ilan etmişlerdi o yıllarda.
2001 yılında 87 yaşında ölmüştü Manukyan.

YUNAN VE ERMENİ ZULMÜ GÖREN


VERGİ MEMURLARI
Necdet Sevinç, Arşiv Belgeleriyle Tehcir Ve Ermeni İddiaları ad-
lı eserinde, Mehmet Hocaoğlu’ndan alıntılayarak aktarıyor. Olay,
1895’te Siverek’te olmuş. Osmanlı’nın zayıflamasından yararlanan er-
meniler, bazı büyük devletlerin kışkırtmasıyla birçok yerde olduğu gi-
bi Siverek’te de ayaklanıyorlar. Vergi dairesi kâtibi, bir ermeni tüccar
tarafından keserle başına vurularak öldürülüyor. Bahane hep aynı: er-
menilerden ağır vergiler alınmış.
Dr. Necdet Ekinci tarafından hazırlanan Türkiye’de Yunan Vahşe-
ti adlı eserde ise şunlar yazılı: “Çanakkale Vergi Müdürlüğü’nün 1 Şu-
bat 1921 tarih ve 22 sayılı, tasdikli örneği saklı bulunan raporunda bil-
dirdiğine göre; Yunan müfrezesinin bir çavuşu, Kara Biga-Kemer ver-
gi memurlarını yanına çağırmış, bunlardan Hacı İsmail Efendi’ye cop
ve kırbaçla acımasızca vurmaya başlamıştır. Ayrıca, Kumkale yakının-
da bulunan Halileli köyüne de inen Yunanlılar, köylülerin evlerini ta-
lan etmiş, Kumkale’de vergi memuru olan ve o anda orada bulunan
Mehmet Sait Efendi’yi de dövmüş ve hakarette bulunmuştur.”
VERGİ VE MUHASEBE’NİN ÖTEKİ
BİLİNMEYENLERİ

VERGİ AHLÂKI
Vergi mükelleflerinin, vergi kanunlarının hükümlerini tam olarak
yerine getirip vergilerini ödemelerini ifade eden bir kavram. Ancak, bu
objektif ölçünün ötesinde vergi ahlakının sübjektif değer yargılarına
bağlı bir yönü de vardır. Şöyle ki : Bazen mükellefler, kendi takdir ve
inançlarına göre yeterli vergiyi ödedikleri kanısına kapılmakta ve vergi
ödevini yerine getirdiklerine inanmaktadırlar. Çünkü onlara göre, baş-
kaları kendileri kadar da vergi ödememektedir. Bu gibi durumlarda
mükellefin vicdanının öngördüğü ölçü ile vergi kanunlarında öngörü-
len ölçüler arasında farklılık doğmaktadır. Mükellef inancında gerçek-
ten samimi ise, kendisinin vergi ahlakına sahip bir kimse olduğuna
inanmaktadır. Ancak kanun nazarında böyle bir kimse vergi ahlakına
sahip olmayan biri olarak kabul olunmaktadır. Şayet idare ile bu konu-
da bir ihtilaf doğarsa elbetteki kanunların öngördüğü kural ve ölçüler
geçerli olmaktadır. Vergi ahlakının yukarda açıklanan kişisel yönünün
yanısıra toplumsal bir yönü de vardır. Vergi kanunlarının anlaşılmaz
fiAN VERGILER
448 / EDEBIYATLAfiA

oluşu, ağır ve haksız vergilerin mevcudiyeti, İdare’nin mükelleflerle


iyi ilişkiler kuramaması, toplum üyelerine iyi hizmetler sunulmaması,
kamu fonlarının israf edildiği inancının yaygın hale gelmesi gibi sebep-
ler toplumun vergi ahlakının bozulmasına sebep olmaktadır. Ayrıca, ır-
kî bazı hasletler de bu hususta rol oynamaktadır. Örneğin, latin ırkının
vergiye karşı büyük bir alerjisi vardır. Buna mukabil nordik ülkeler
halkı ile anglo - saksonlar vergi kanunlarında itaatkar tabiata sahiptir-
ler. Vergi ahlakının toplumda yerleşebilmesi için hem mükellelleri bu
hususta eğitmek, hem de vergi ahlakının bozulmasına sebep olan fak-
törleri ortadan kaldırmak gerekir. (Kaynak: Mali Ansiklopedi)

VERGİ MÜKELLEFİNİN DİNİ BÜTÜNÜ MAKBULMÜŞ


Milliyet Gazetesi’nin Ege Eki’nde 31 Ocak 2005’te yayımlanan
yazı, vergi ahlakı konusunda ilginç tesbitlere yer veriyor:
“Vergi psikolojisi garip şey vesselam! Ama olayın fizyolojik bo-
yutu da önemli. Çünkü “vergi”, bizde tek başına psikolojik ve fizyolo-
jik rahatsızlık yaratabilecek etkiye sahip çok derin bir kelime. Adamın
birini yoldan çevirip ‘vergi borcu’ deyin, dizlerinin bağı çözülmezse
adam değildir. İşyerine gittiğinde vergi memurlarıyla karşılaşan kişi,
‘besmele görmüş şeytan’ gibi korkmazsa, psikolojisinde bir bozukluk
var demektir. Vergi idaresinin ‘buyurun bir çayımızı için’ davetini alıp
da beti benzi atmayan mükellef, mükellef bile değildir. O kadar kesin
söylüyorum. Her ne kadar ‘borçlunun duacısı alacaklısı’ olsa da, Türki-
ye’de bunu kimseye anlatamazsınız.
İşte bu durum, yani vergi psikolojisi kavramı, geçenlerde çok gü-
zel bir makale konusu olarak karşımıza çıktı. İzmir Serbest Muhasebe-
ci Mali Müşavirler Odası’nın yayın organı Dayanışma’da İzmir Gelir-
ler Bölge Müdürü Mehmet Becergen’in hazırladığı ‘Vergiye karşı reak-
siyon’ başlıklı yazı, işin içinde olan birisinin yaptığı ‘yerinde’ tesbitler
olarak dikkat çekti.
Becergen’in seminer notları olarak hazırladığı bu çalışmada, birbi-
rinden ilginç saptamalar ve öneriler var. Örneğin Mehmet Bey, ‘Vergi-
ler, yaşamın vazgeçilmez bir unsuru olmakla birlikte, bunun kontrollü
olarak kullanılması gerekmektedir. Aksi halde devlet bu durumdan za-
rar görebilir. Vergi, bilinçli kullanılmayan ellerde önemli ve yok edici
bir silah olabilmektedir’ diyor. Sonra mükelleflerin vergiye karşı reak-
449

siyonlarını anlatıyor. Diyor ki: ‘Vergi zorunlu olarak ödendiğine göre,


mükellef her vergiye karşı değişik ölçülerde tepkiler vermektedir. Ver-
giye karşı verilen tepkiler; verginin niteliğine, sürekliliğine, yüksekli-
ğine ve yükümlünün insani zihniyetine göre değişebilmektedir.’
Yani her mükellefin kaynama noktası farklıdır demeye getiriyor.
Şimdi kaldığımız yerden devam edelim: ‘Kişilerin kendi gelirleri-
ne uygun olarak vergilendirilmesi gerekmektedir. Bazı kişilerdeki ver-
gi ahlakının düşüklüğü, bunun bir hastalık gibi kişiden kişiye yayılma-
sına neden olur. Kanunen ödenmesi gereken bir verginin tam olarak
ödenmesi, kişinin vergi ahlakının tam olduğunu gösterir. Kişiler din
motifleri kullanarak en ufak kaçırılmış bir paranın sonucunda dinen ce-
zalandırılacağına inandıkları zaman vergiye karşı uyum davranışında
bulunabilmektedirler.’
İşte burası çok önemli! Demek ki, vergi mükellefinin ‘dini bütü-
nü’ makbul.
Gelelim eğitim düzeyine.
Mehmet Becergen, eğitim düzeyinin yüksekliği ile vergi bilinci-
nin yerleşmiş olması arasında bir doğru orantının bulunması gerekttiği-
ne dikkat çekip ekliyor: ‘Ancak bu ilişki maalesef doğru orantılı değil-
dir. Bugün ülkemiz koşulları dikkate alındığında en fazla okuyan ve
doktorlar, avukatlar gibi kendi bilgi becerileri doğrultusunda para ka-
zanan kesimlerin en çok vergi kaçırdıkları gözlemlenmektedir.’
Ve aynı makaleden birkaç önemli tesbit daha: “Kişiler devlete
ödedikleri vergilerin tamamiyle hortumlanmadan kendilerine dönece-
ğine inanırlarsa, bu taktirde vergiye karşı uyumlu bir şekilde hareket
edeceklerdir. İktidar partisine oy atıp onların programlarına güvenen
kişilerin vergiye karşı uyumu daha fazla olmaktadır. Yani iktidar parti-
sini sevmeyen bir mükellefin kendi sevdiği, ideolojisini benimsediği
partinin seçimi kaybetmesiyle vergiye karşı uyumsuz hareket ettiği
gözlemlenmiştir. Ülkemizde iktidar değişme durumunda o partiyi be-
nimsemeyen kişilerin ya da grupların vergiye karşı bir uyumsuzluk içi-
ne girdikleri görülmektedir.”
Mehmet Becergen’in tesbitlerinde doğruluk payı var elbette, an-
cak genelleme yapıp bunları kesin gerçekmiş gibi takdim etmek son
derece yanlış. Sözgelimi, dini bütün olanlar vergi kaçırmaz, olmayan-
lar kaçırır hükmü, doğruluk içerse de tümüyle doğru değildir. Türki-
fiAN VERGILER
450 / EDEBIYATLAfiA

ye’yi “dar-ül harp”, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni de kâfir devlet


olarak gören birçok cemaat ve tarikatın vergi vermediğini görmezlik-
ten gelemeyiz.

VERGİ VE SOSYOLOJİ
Doç.Dr.Ali Seyyar, Vergi Sosyolojisini şöyle tanımlıyor: “Mali
olaylar ve özellikle vergilerin insanlar ve sosyal gruplar üzerinde yap-
tığı çeşitli etkileri inceleyen sosyolojinin bir bilim dalıdır”. Prof.Dr.
Âmiran Kurtkan, 1960’larda yazdığı “Mali Sosyoloji” adlı kitapta, ver-
gilemenin sosyolojik boyutlarını ele alıyor. Kurtkan Hoca, Türkiye’yi
mali güç, gelenek ve görenekler, yerleşik toplumsal anlayışlar bakı-
mından bölgelere ayırıyor. Maliye Bakanlığı’nın gerek vergi yasa tasa-
rılarını hazırlarken, gerekse vergileme yaparken bu toplumsal duyarlık-
ları gözönüne alması,insan yapısını incelemesi gerektiğine dikkati çeki-
yor.
Amiran Kurtkan, çok öykündüğümüz Batı’da bu işlerin böyle ya-
pıldığını da belirtiyor.
Osmanlı’da Vergi bölümünde yer verdiğimiz “Temettuat Uygula-
ması”, Osmanlı’nın vergi alırken sosyo-ekonomik gerçekleri gözününe
aldığını gösteriyor.
Cumhuriyet döneminde, Vergi İdaresi’nin, mali sosyoloji’den ge-
reğince ve yeterince yararlandığını söyleyemeyiz.

VERGİ GÖÇLERİ
Osmanlı’da İç Göçler
Prof.Dr. Yusuf Halaçoğlu, Osmanlı İmparatorluğunun 18. yüzyıl-
da halktan savaş ve hazine ihtiyaçları için yeni vergiler istemesinin iç
göçlere sebep olduğunu şöylece anlatıyor: “Bu yeni vergi talepleri
Anadolu’nun bir kısım yerlerindeki köylerde büyük nüfus dalgalanma-
ları meydana getirmiştir. Konulan vergileri ödeyemeyecek duruma ge-
len birçok yerlerde, köylerde oturanların yerlerini terkederek, Anado-
lu’nun büyük şehirlerine göç ettiği dikkati çekmektedir. Bu durum
memleket içinde nizamın daha da bozulmasına yol açmıştır. Göç edilen
şehirler arasında başta başkent İstanbul gelmekteydi. Bu sebeple İstan-
bul’da zamanla bir işsizler grubu ortaya çıkmıştır. Hükümet bu göçe
sebep olan şartları ortadan kaldırmak yerine, gelenlere engel olup yurt-
451

larına geri çevirmek şeklinde hareket etmiştir. Mesela, hükümetin, bir


kısmı göç etmiş köyün vergisini kalanlardan alması, diğerlerinin de
yerlerini terketmesine sebep olmaktaydı. Fakat devlet bu iç göçü önle-
me teşebbüsünde başarılı olamamıştır.”
Şair Gülten Akın, Ağıtlar Ve Türküler adlı kitabının Seyran Desta-
nı adlı bölümünün sunuşunda şunları yazıyor vergi göçleri bağlamında:
“Anadolu’da Celalî İsyanlarının 1603’ten 1610’a kadar süren döne-
minde bir büyük göç vardır. Halk buna ‘Büyük Kaçgunluk” demiştir.
Bu dönemde çok kişi çiftlerini bozarak, köylerini bırakarak göçmişler-
dir. Kalelere, palankalara sığınmışlardır. Ulaşılması güç, sarp, ormanlık
yerlerde kurdukları yeni köylere taşınmışlardır. Doğu’ya sınır illerine
göçmüşlerdir.
(...) Niye göçmüştür halk?
Devletin gücü tükenmiştir çünkü. Vergi alma yöntemini boyuna
değiştirir olmuş, yasaya, geleneğe bakmadan, reayaya kaldırabilece-
ğinden fazla vergi yüklemiştir. Özellikle topraktan alınan vergileri çe-
şitlendirip artırmıştır.
Dirlik erbabı, ümera, ‘tekalif-i şakka’ suretinde salmaları toplar
olmuştur.”
Sırpların Vergi Zulmü Sonucu Göçen Türkler
1829’da Osmanlı egemenliğinde bir prenslik, 1877-1878 Osman-
lı-Rus harbinden sonra da tam bağımsız olan Sırbistan, etnik arındırma
amacıyla Türkleri bu ülkeden göçe zorlamıştır. Bu zorlamalar arasında,
vergi zulüm ve baskılarının da büyük payı vardır. Sırplar, bağımsızlıkla-
rını aldıktan sonra bu ülkedeki Türkler’den hem Osmanlı dönemindeki
vergileri, hem de kendi koydukları vergileri istemişlerdir. Neredeyse
tamamına yakını çiftçi olan Türkler, bu ağır vergileri ödeyemediler.
Topraklarını satan 50 bine yakın Türk, Osmanlı’nın elinde kalan toprak-
lara göçtüler. Sırplar, Türkler’den aldıkları bu toprakları, ABD’ye daha
önce göç eden Sırpları geri getirerek onlara verdiler.
Gazneliler’in Vergi Zulmü ve Göç
Hindistan’ dan elde ettikleri altın ve gümüş ile ücretli köle asker-
lere dayanan Gazneliler Devleti, bunlarla zenginleşince düzenli bir or-
du kurdu ve civardaki bölgeleri ele geçirdi. Gazneliler’in vergi topla-
ma siyaset ve yöntemleri zulüm esasına dayanıyordu. Zulme uğrayan-
lar yalnızca mükellefler de değillerdi, vergi toplayıcılarını bile sert yön-
fiAN VERGILER
452 / EDEBIYATLAfiA

temlerle çalıştırıyorlardı. Kendilerinden istenen vergiyi toplayamayan


vergiciler kalan kısmı kendi ceplerinden ödemek zorunda bırakılıyor-
lardı. Ödeme yapamayanların mallarına el konulur, bunlar satılır ve pa-
rası ile eksik vergi tamamlanarak hazineye ödenirdi. Vergi konusunda
görevini iyi yapmayanlara ağır cezalar verilir ve bunların elleri ile
ayakları kesilirdi. Ailelerinden kişiler rehin alınır, bazıları ise fillere ez-
dirilirdi. Vezir, devletin en üst yetkilisi olarak vergi toplamanın da baş
sorumlusudur. En çok para toplayan vezir en gözde kişidir. Gazneli
Mahmud devletin kuruluş dönemlerinde halktan çok vergi toplar ama,
gene de gözü doymaz. Daha fazla vergi isteyince bu kez vezirleri se-
ferber olur. Vergi toplayamayanlar mahzenlerde işkence ile öldürülür.
Gizli servetleri söyletmek amacıyla yapılan işkenceler Gazneliler dev-
letinde çok gelişmiştir. Bu işi yapmak için özel olarak konuşturucular
çalıştırılmıştır. Vezirler sultanlar için çalışmak zorundadırlar, kendileri-
ni düşünürlerse hemen öldürülürlerdi
Gazneliler’in zulmüne uğrayan ilk yer Horasan’dır. Horasan ve-
rimli bir ovadır; bu bölgenin ürününe el konur ve halkından yıllık ver-
gi alınır. Zorla alınan ağır vergiler nedeniyle köylüler, Horasan yaylası-
nı bırakarak dağlık bölgelere ve kentlere göç ederler. Horasan’daki
göçler, bir süre sonra Gazneliler devletinin gelirlerinin düşmesine ne-
den olur. Müslüman halk Gaznelilerin zorla ağır vergi almasını Bağ-
dat’taki halifeye giderek anlatırlar. Gazne askeri rejimi yalnızca yoksul
halkı değil, Horasan’ın eşraf ve zenginlerini de ağır biçimde vergilmiş-
ti. Horasan halkı çareyi, göçebe Türkler’den yardım istemekte bulduy-
sa da bundan da bir sonuç alamadı.

DOBERMAN KÖPEĞİNİ GELİŞTİREN ALMAN


VERGİ TAHSİLDARI
Doberman Köpekleri, soyguncuların ve hırsızların bulunduğu
bölgelere seyahat eden Alman vergi tahsildarı Lois Doberman tarafın-
dan, kendisini korumak amacıyla 19’uncu yüzyılın ikinci yarısında
geliştirildi.
Doberman köpeklerinin özellikleri şunlar: dişileri, kendisini ye-
tiştirenlere karşı sokulgan, yabancılara karşı kuşkucudur. Erkekleri ise
akıllı, aceleci ve saldırgandır. İyi bir eğitim alması şarttır. Bitip tüken-
meyen enerjisini atması için geniş alanlara ihtiyacı vardır. Polis ve or-
453

du tarafından uzun yıllardır kullanılıyor. İyi bir bekçi köpeği olan Do-
bermanlar uzun ömürlüdür. 20 yaşına kadar yaşayanlar vardır.

BİLGİSAYARIN İCADINA GİDEN YOLUN


BAŞINDAKİ TAHSİLDAR
Bilgisayarın icadına giden yolun başlangıcında da bir tahsildar var.
Fransız Pascal, 1642 senesinde vergi tahsildarı babasına, yardımcı ola-
cağını düşündüğü bir makine geliştirdi. Küçük tekerlekler biraz çeviri-
lince, toplama veya çıkarma işlemleri otomatik olarak yapılabiliyordu.
Ancak geçimlerini saatler alan hesap işlerinden kazanan kâtipler, Pas-
cal’ın makinesini bir rakip olarak gördüler ve ona hiç iltifat etmediler.
Bir süre sonra Alman matematikçisi Wilhelm, bu makineye çarp-
ma ve bölme işlemlerini yapabilme yeteneğini kattı. Wilhelm’e göre
değerli insanlar, tıpkı esirler gibi hesaplama işinde saatler kaybetmeye
layık değillerdi.
1948 yılında transistörlerin kullanımıyla bilgisayarların ağırlıkları
azaltılmaya, hacimleri küçültülmeye, bellek kapasiteleri ve hızları artı-
rılmaya başlanmıştır.
1963 yılından sonra birden fazla transistörün birleştirilerek enteg-
re devrelerin bulunması, bilgisayarın gelişimini daha da hızlandırmıştır.
Bilgisayar alanında kısa sürede yaşanan bu önemli gelişmeler sayesin-
de, tonlarca ağırlıkta, yavaş işlevi yapabilen modellerden, milyonlarca
işlemi çok kısa sürede yapabilen, lap-top (elde taşınabilen) ve hatta ce-
be girebilen modeller geliştirilmiştir.
Bilgisayarın kısa hikayesi böyle işte. Tahsildarlar iyi işlere de ve-
sile olabiliyorlar.

MAGNA CARTA VE VERGİ


İngiltere’de 1215 yılında, topraksoylular (aristokrası) tarafından
Kral John’a kabul ettirilen “Magna Carta Libertatum (Büyük Özgürlük
Fermanı)” adını taşıyan hukuki belge ile, vergi toplamak, kral ve aile-
sine tanınan belli istisnalar dışında, millet temsilcilerinden oluşan par-
lamentonun oluruna bağlanmıştı. Böylece, kralın vergilendirme yetki-
sine sınırlama getiriliyordu.
1688 ihtilalinden sonra kabul edilen Bill of Rights ile de vergi
alınması tamamen kralın yetkileri dışında bırakılmıştır. Vergi koymak ve
fiAN VERGILER
454 / EDEBIYATLAfiA

kaldırmak konusundaki bu değişiklik, bütçelerin de parlamentolar ta-


rafından onaylanması yönetimini de doğurmuştur.

GELİR VERGİSİ NEREDE VE NASIL DOĞDU?


Gelir Vergisi ilk kez İngiltere’de uygulandı. 1798 yılında Fransa
ile yapılan savaşın getirdiği bütçe açıklarını kapatmak için, Maliye Ba-
kanı Wiliam Pitt (1759-1806) tarafından olağanüstü durum vergisi ola-
rak konulup, daha sonra 1860 yılında kalıcı hale getirildi.
Gelir Vergisi aynı yıllarda ABD ve Almanya’da da uygulanmaya
başlandı.

MEĞER ZİRAİ KAZANÇ ELDE EDİYORMUŞ


YARIŞ ATI SAHİPLERİ
219 seri numaralı Gelir Vergisi Kanunu Genel Tebliği, yarış atı ye-
tiştirici ve sahiplerine yapılan ödemelerden (teşvik pirimi ve ikramiye
gibi ödemeler dahil), Gelir Vergisi Kanunu 94’üncü maddesi birinci
fıkrasının 11 nolu bendininin a alt bendi uyarınca gelir vergisi kesintisi
yapılacağını ifade etmektedir. Bu ifade ve vergi kanunlarımızdaki diğer
hükümler sonucunda yarış atı sahipleri ve yanlarında çalışanların vergi
karşısındaki durumları şöyle olmaktadır:
1-Yarış atı yetiştirici ve sahipleri zirai kazanç elde etmektedirler.
Gelir Vergisi Kanunu 54’üncü maddesindeki işletme büyüklüğü ölçü-
sü (yani 150 adetten az büyükbaş hayvan) aşılmadığı takdirde, bu ka-
zançlardan yalnızca %2 kesinti yapılacak ve bununla yetinilecektir.
2-28 nolu Veraset Ve İntikal Vergisi Genel Tebliği, at yetiştirici ve
sahiplerine ödenen ikramiyelerin, gelir vergisi konusuna girdiği, dola-
yısıyla veraset ve intikal vergisine tabi olmadığını açıklamaktadır.
3-At yarışlarının vazgeçilmez elemanları olan jokey, jokey yar-
dımcısı ve antrenörlerin kazanılan ikramiyelerden aldıkları paylar ise,
vergi idaremizce ücret olarak nitelendirilip vergi kesintisine tabi tutul-
muştur. Ücretin kesinti oranı, zirai kazançtan daha yüksek olduğundan,
bu elemanlar, yarış atı sahibinden daha çok vergi ödemektedirler.
4-Seyislerin aylıkları ise, Gelir Vergisi Kanunu 23/2’ye göre ver-
giden istisnadır.
Evet, burası Türkiye... Yarış taı yetiştirciliğinin zirai kazanç kabul
edilip,150 adetten aşağı yarış atı olanların %2 stopaj gelir vergisi dışın-
da vergi ödemediği garip ülke...
455

TOPRAK MAHSULLERİ VERGİSİ


“Toprak mahsulleri vergisi ise, çiftçileri olağanüstü bir vergileme-
ye tâbi tutmaktadır. Bu kanunla; afyon, kendir, keten, pancar, patates,
tütün, narenciye vb. ürünler nakdi olarak vergilendirilirken; hububat,
bakliyat, fındık, fıstık, incir, üzüm, zeytin, pamuk vb. ürünler de aynî
olarak vergileniyordu. Vergi oranı, hükümetin tesbit ettiği fiyatlarla alı-
nan ürünlerde %8, diğer ürünlerde ise %12 olarak tayin edilmişti. An-
cak uygulamada başarılı sonuç alınamamış, tahmin edilenlerin çok az-
bir kısmı tahsil edilebilmiştir. Aynî vergileri tahsilinde görevlendirilen
memurların davranışları o devri yaşayan çiftçilerin hafızalarında bugün
dahi bütün canlılığıyla yaşamaktadır.”
Bu satırları, D.Mehmet Doğan’ın “Tarih Ve Toplum” adlı kitabından.
Varlık vergisini dillerine dolayanlar, aynı dönemlerde Türk köylüsünün
bu tür vergileri vermekte nasıl zorlandığını görmezlikten geliyorlar.

BÖYLE OLUR “GÖK KEŞİF”İN VERGİSİ


Araştırma Görevlisi Celal Metin, tek parti döneminde, Manisa’nın
Demirci İlçesi’nde kurulan vergi tahrir ve takdir komisyonlarına halkın
“Gök Keşif Heyeti” adını taktığını, bu heyetin uygulamalarının çeşitli
adaletsizliklere yol açtığını şöyle anlatıyor:
“Toprak ürünlerini vergilendirmek amacını taşıyan ve olgunlaştığı
zaman sahibinden alınacak olan Toprak Mahsulleri Vergisi Kanunu 15
Mayıs 1943’te kabul edilmiş ve üç ürün dönemi uygulanarak 23 Ocak
1946 yılında yürürlükten kaldırılmıştır. Halkın, oranı %10’u geçmeme-
sine rağmen, öşür vergisi olarak adlandırdığı bu verginin uygulanması,
Tahmin Komisyonları oluşturarak, ürünün cinsine göre vergi yüküm-
lülüğünün miktarını saptamaya ve genellikle ayni olarak tahsil edilme-
sine dayanıyordu. Demircide de Tahmin Komisyonu oluşturulmuş ve
bu komisyona bağlı olarak Vukuf Heyetleri teşkil edilmiştir. Vukuf
Heyetlerinin işleyişi, ekilen tarım alanları ve köylerdeki tarım arazile-
rini heyetler halinde dolaşılarak, daha ürün tarlada olgunlaşmamışken
verilecek vergiyi aynî olarak tespit etmeye dayanıyordu. Tahmin Ko-
misyonları her il ve kaza merkezinde birer tane iken, Vukuf Heyetleri
il ve ilçe merkezlerinde birden çok ve köyler için birkaç köyü içine ala-
cak şekilde birer heyet oluşturuluyordu.Demircide Tahmin Komisyo-
nu kaymakamın başkanlığında vilayet umum encümeninden bir kişi,
fiAN VERGILER
456 / EDEBIYATLAfiA

mal müdürü, ziraat dairesinden bir kişi ve bir ziraat öğretmeninden


oluşmaktaydı. Son Vukuf Heyetlerinden birinde bulunan Memduh
Çakmakoğlu’nun verdiği bilgiye göre halkı temsilen kendisi, maliye
memuru, belediye muhasebe memuru ve bir köy öğretmeninden olu-
şan heyet, Demircinin kuzey-batısında kalan tarım arazileri ile civarda-
ki köylerin Mahsül Vergisi yazımında bulunmuştur. Genelde Ege, Mar-
mara ve İç-batı Anadolu bölgelerinde Vukuf Heyetleri “Gök Keşif”
Heyeti olarak bilinmektedir. Çakmakoğlu içinde bulunduğu “Gök Ke-
şif” uygulamasını şöyle anlatmaktadır: “Keşife çıkacak heyet içinde
halktan bir kişide bulunurdu. Heyete beni de yazmışlar... Heyetle bir-
likte önce Demircinin Yenice, Sinan Mahalleleri içinde olan Yukarı Kı-
ran, Kumlu, Taşoyuğu mevkilerindeki arazilerde tahrir yaptık. Yanı-
mızda mahalle muhtarları, her tarlanın başında durup kaç dönüm oldu-
ğunu söyler, maliye memuru ne kadar aynî vergi düştüğünü bildirir ve
muhtarlar bunların listesini tutardı...Sonra aynı şeyi Öncüler, Mahmut-
lar, Bardakçı, Söğütçük köylerinde muhtarlar yine yanımızda kaydet-
tik. Ekin daha yeşilken kaydediliyordu. Ben çoğuna itiraz ettim, bura-
dan bu kadar ürün çıkmaz diye...Bir çoğunu düşürdüm. Her şey kitap-
taki gibi değil ki, bizim buraların arazisi bire üç, bilemedin bire beş ve-
rir ancak. Devlet nerdeyse hepsini vergi diye yazıyor... Sonra harman
vakti yine tahsildar gelir, paylarına düşeni alır giderdi...Milletin belini
büken bu “Gök Keşif” bereket versin ertesi yıl kaldırıldı, yine beyan
esasına dönüldü...”

FERİT MELEN’İN ALTIN DEĞERİNDE ANILARI


Maliye, Milli Savunma Bakanlıkları ve Başbakanlık yapmış olan
rahmetli Ferit Melen, kendisiyle yapılan bir söyleşide mesleki anılarını
aktarmış. Maliye tarihimize ait altın değerinde anılardır bunlar. İbret
verici ve ışık tutucu:
“Mülkiye’ de iken, daha çok idari hayatı düşünüyordum. Kayma-
kam, Vali olmak, memlekete o yollardan hizmet etmek için, Maliye
Teftiş Heyeti hiç aklımdan geçmiyordu; babam maliyeci olmasına rağ-
men. Babam uzun süre Mal Müdürlüğü yaptı; hatırlarım, küçükken eve
her akşam dosyalarla gelirdi. Gece yarılarına kadar çalışırdı. Çok yor-
gun düşerdi ve her defasında bize “Sakın maliyeci olmayın” diye tav-
siyede bulunurdu. Bu da aklımdaydı benim.
457

Mülkiyeden mezun olduktan sonra, Bursa Vilayeti maiyet memur-


luğuna tayin edildim. Gemlik, Orhangazi, Mudanya gibi ilçelerde
1931-1933 yılları arasında Kaymakam Adaylığı yaptım. Bu sırada, ilk
köy yollarını, Gemlik’te ben yaptırdım. Gemlik’ten Bozburun’a kadar
35 km. yol açtık. Gemlik’in çayı vardı, sıtma yapıyordu, onu kuruttuk,
zorlu çalışmalar yaptık. Bu çalışmalarda, yer yer mukavemetler de olu-
yordu. Bunlar, partililer tarafından yapılıyordu. Rahat bir kaymakamlık
yapma imkanını görmedim.
O sırada, Mülkiye’de Haydar Saatçioğlu isminde bir arkadaşım
vardı. Teftiş Heyeti imtihanını kazanmıştı. Mektuplaşıyorduk. O ehliyet
imtihanından döndü. Daha sonra, İstanbul’da Milli Emlâk Müdürlüğü
yaptı. Ondan sonra ayrıldı. şimdi hayatta değildir. Bu arkadaşım, müte-
madiyen bana, Teftiş Heyetini övüyordu. Mektuplar yazıyordu. Telki-
ni ile, Mudanya Kaymakam vekili iken, açılan imtihana müracaat et-
tim. İstanbul’da imtihana çağırdılar. Vali Fatin Bey, çalışmalarım dola-
yısıyla beni beğeniyordu. İzin istedim, müsaade etmedi. İzinsiz kaçtım.
İstanbul’a gittim, yazılı imtihana girdim ve görev yerime döndüm. Bir
ay sonra, sözlüye çağırdılar. O vakit, Fatin Beye rica ettik, gene izin
vermedi. Teftiş Heyetine geçebilmek için İçişleri Bakanlığı vasıtasıyla
izin alındı. Sözlüye, benimle birlikte on kişi çağırmışlardı; fakat benden
başka hiç kimse sözlü imtihana girmedi. Sözlüyü de kazandım. Ve bu
şekilde Maliye Müfettiş Muavinliğine tayin edildim. 1932 yılının Ekim
veya Kasım aylarıydı. Hatta Ankara’ya bugünkü gibi bir havada geldi-
ğimi hatırlıyorum.
Bu şekilde, Müfettiş Muavinliğine başladım. Beni Hakkı Kamil
Beşe’nin yanına gönderdiler. Kendisine çok şey borçluyum. Gayet ti-
tiz, sert bir Maliye Müfettişiydi. Öğreticiydi. İyi bir arkadaştı. Hatırlı-
yorum, ben gider gitmez, bir klâsik tahsilat teftişii nasıl olur diye, otur-
du bir not verdi. O not hâlâ yanımdadır. Evvela makbuz koçanlarının
kontrolü ile başladık. Bana bir oda açtı. Oda dolusu makbuz koçanı
vardı. Bunların tek tek toplamını alacaksın dedi. Tefttişi, Bolu Defter-
darlığı’nda yapıyorduk. Daha önce Hakkı Kamil Bey oradaydı. Ben
ona, daha sonra katıldım. Makbuzları aldım, evvela yarım saatte bir ko-
çanı bitiriyordum. Sonradan bu, on beş dakikaya, hatta on iki dakika-
ya düştü. On gün bu kontrolü yaptım. Uyuduğum zaman gözümün
önünden makbuzlar geçiyordu. Öyle çetin bir şekilde göreve başladık.
fiAN VERGILER
458 / EDEBIYATLAfiA

Arkasından da polisiye bir iş yaptık. Orada bir ihbar almıştık. Tahsil-


darlar, tahsil ettikleri paraları, tüccarlara veriyormuş; bir ay için. Geç
yatırıyorlarmış. Beş tahsildara baskın yapmaya karar verdik. Kendisi
bir istikamette, ben bir istikamette baskın yapacaktık. Ben bir ata bin-
dim. O vakit yol da yoktu. Çarşamba (şimdiki Seben) ve Kıbrıscık na-
hiyelerine, Bolu Dağını aşarak gittim. Tahsildarı yakaladık, zabıt tuttuk.
İlk görevim de budur. Memuriyetten atıldılar.
(...) Sonra Hadi Hüsman Bey’le beraber bir turne yaptık. Boğazlı-
yan ve Gebze’de normal teftiş yaptık. O vakit Buğday Koruma Vergi-
si vardı. Boğazlıyan’da şöyle bir hadise hatırlıyorum. Bir un fabrikası
vardı. İhbar aldık. Kayseri’ye, vergisi verilmeden un kaçırılıyormuş, di-
ye. Hadi Bey, beni Kayseri’ye gönderdi. Boğazlıyan’da bir taksi vardı.
Kayseriye gittik. Gidinceye kadar 7 defa lastik patladı. Normal olarak,
1,5 saatlik yolu, 6-6,5 saatta aldık. Gittiğimiz zaman, Hükümet Kona-
ğında fabrika sahibi bizi karşıladı. O yaylı arabayla benden önce gel-
miş. “Hayrola Müfettiş Bey” dedi. Şunu söylemek istiyorum; o tarih-
te Türkiye’de Müfettişlik gayet zordu. Büyük mahrumiyetler vardı.
Yol, otel, lokanta vs. yoktu. Yani, şimdiki imkanlar yoktu. Boğazlı-
yan’a gittiğimizde İsmail Rüşdü Aksal Bey vardı. Onlar tetkik memu-
ru idi. Sonra Müfettiş oldu. Bir de Reşit Egeli vardı. Beraberdik. Bo-
ğazlıyan’da otel bulamadık. Han gibi bir yere gittik. Hancıya sordum;
“burada pire olur mu?” O da “Bey, han olur da pire olmaz mı?” dedi.
Orda yatamadık. Hadi Bey yeni evlenmişti. Ona 2 odalı bir ev buldu-
lar. Biz de, kaymakam’ın boşalttırdığı sağlık dispanserinde kaldık. Kar-
yolalarımızı kurduk, orada yattık. Bir sabah, 38 derece ateşle hepimiz
uyandık. Merak ettik. Hasta falan değildik. Ateş niye yükseldi? Sağlık
memuru geldi; “Efendim” dedi, “Kerkenez kuşunun biti ısırmıştır sizi”.
Meğer kuşun yuvası tavandaymış, biz filit sıkmıştık. Sivrisinekler için.
Filitten dolayı bitler dökülmüş. Hepimizin ateşi yükseldi.
Sonra Gebze’ye döndük. Gebze’den sonra, İstanbul’a kış turnesi
geldi. İstanbul’da ben, yeterlik sınavına çalışıyordum. İstanbul’da ba-
na, Fener bölgesindeki fabrikaların ve imalathanelerin “Muamele Ver-
gisi ‘ teftişini vermişlerdi. Bunların arasında kumaş, çivi, kilit fabrika-
ları gibi önemli fabrikalar vardı. Asıl büyük macera bir kumaş fabrika-
sında oldu, bu fabrika’nın hesaplarını tetkik ederken. Ben mali şubeden
mezun olmadığım için, muhasebe bilgim zayıftı. Muhasebeyi hiç oku-
459

mamıştım, hatta İstanbul’a imtihanlara gittiğim zamana kadar. Muha-


sebe sınavı 2. gündü. Kirkor Kömürcüyan’ın muhasebe kitabı vardı.
Onu 2 gece okudum. Kitabın sonundaki soruları çözdüm. O bilgiyle sı-
nava girdim. Tesadüfen sorular o kitaptan çıktı. En yüksek notu da on-
dan aldım.
Normal bir hesap düzeni dışında bir de metraj hesabı vardı. “Metraj
hesabı ne?” diye sordum. Muhasebeci ise “Bu mamul takibi için tuttuğu-
muz bir hesap olup, netice hesabı değil, geçici bir hesaptır’ dedi. Bana,
bu kaçak bir hesap gibi geldi. Ne yapabiliriz diye düşündüm. İki tane sa-
tış mağazası vardı. Bu mağazaların hesaplarını karşılaştırdım. Bir miktar
da Anadolu’ya satmışlar. Bunları da Defterdarlıklara yazılar yazarak iste-
dim. Bunları tahkik ettim. Baktım ki, satışları, normal hesapla metraj he-
sabının yekununa eşit. Bakanlığa, bir hesap mütehassısı göndermeleri için
yazı yazdım. Müller adında bir hesap mütehassısı gönderdiler. O’ da yap-
tığım işi doğru buldu. Yaklaşık, o tarihte 1 milyon liralık kaçak tespit et-
tik. Bu hadise bana teftiş heyetinde isim yaptırdı.
Daha sonra yeterlik sınavını kazandım. Teftiş hayatımda, bir çok
yerlerde teftiş yaptım. Soma’da Elbistan’da, Malatya’da teftişler yap-
tım. Tesadüftür, teftiş yaptığım her yerde, büyük suistimaller ile karşı-
laştım.
(...) Asıl olarak Elbistan’da büyük bir tahkikatla karşılaştım. İstas-
yondan Elbistan’a gece saat 11’de vardık ve kaptıkaçtıyla bu yolu beş
saatte aldık. Oranın kaymakamı benim Bursa Lisesi’nden arkadaşımdı.
İlk önce otel gibi bir yere gittik. Baktık koridorlarda adam yatıyor, ba-
rınmaya imkan yok. Bu zamanlarda sene 1936 idi. Elbistan’a gittiğim-
de önce Hükümet Konağı’na gidip bekçiyi buldum ve vezne odası ve
diğer bazı ambar, depo gibi odaları mühürledim. Daha sonra kaymaka-
mın evine giderek gece yarısı uyandırdık, orada misafir olduk. Ertesi
sabah gelip odayı açtığım zaman, Mal Müdürünün odasında bir yığın
mecidiye para gördüm. O tarihte gümüş paralar tedavülden kaldırılı-
yordu, Hazine bunları satın alıyordu ve her hafta bir kuruş zam geliyor-
du. Malmüdürü bunları topluyor ve vezneye alması lazım gelirken al-
mıyordu. Her hafta fiyat değiştiği için bir hafta sonraki fiyatlarla yatı-
rarak aradaki farkı kazanıyordu. Ben bunu tespit ettim.
(...) 1943 yılında vekaleten Tetkik Heyeti üyeliğine getirildim.
29.11.1943 tarihinde de Vasıtalı Vergiler Genel Müdürü oldum. 11 yıl
fiAN VERGILER
460 / EDEBIYATLAfiA

bilfiil Müfettişlik yaptım. 1946’da Vasıtalı Vergiler, Vasıtasız Vergiler


ve Tahsilat Genel Müdürlüğü birleştirilerek Gelirler Genel Müdürlüğü
haline getirildi. Gelirler Genel Müdürlüğü görevim 1950 yılına kadar
sürdü. Biz, Gelirler Genel Müdürlüğü döneminde Gelir Vergisi refor-
mu hazırladık. Vasıtalı Vergiler Genel Müdürlüğünde iken Kazanç Ver-
gisinde değişiklik yapmak üzere, Rüştü Koray Bey’in başkanlığında
bir komisyon kurulmuştu. Ben, Suat Başar, Ali Alaybek ve Sait Naci
Ergin o komisyondaydık. Bir iki ay çalıştıktan sonra Ali Alaybek bir fi-
kir ortaya attı; Kazanç Vergisini ne kadar ıslah edersek edelim bir şey
olmaz, bunun yerine gelir vergisi sistemini getirelim dedi. Ali Alay-
bek’in hazırlığı vardı, çünkü o tahsilini Almanya’da yapmıştı ve Alman
gelir vergisi sistemini iyi biliyordu. O bunu özet olarak komisyonda iki
gün bize anlattı ve komisyon olarak uygun bulduk. Zamanın Maliye
Bakanı Nurullah Esat Sümer, aydın bir bakandı ve meseleyi o istikame-
te çevirdik; Gelir, Kurumlar, Vergi Usul ve Esnaf Vergisi kanunlarının
ön tasarılarını hazırladık. Benimsetmek için başka bir otoritenin yardı-
mına ihtiyaç duyduk. Prof. Neumark’ı davet ettik. Meseleyi ona anlat-
tıktan sonra Neumark da bir kaç makale yazarak bizi destekledi. Bun-
dan sonra da bunu maliyeye resmen mal ettik. Bu model bir çalışmay-
dı ve meseleyi Cumhurbaşkanı İsmet Paşa’ya açtığımızda o da kabul
etti. Maalesef şimdi böyle çalışmalar yapılmıyor. Bütün ilgili kurum ve
kuruluşlardan mütalâa aldıktan sonra tasarı haline getirerek Meclise
verdik. Mecliste Karma Komisyonu kuruldu. Komisyon 3 yıl çalıştı ve
3 yıl zarfında bizim aynen Maliyede yaptığımız gibi bütün ilgili kurum
ve kuruluşlardan görüş aldı. Tasarı 3 yıl zarfında kanun haline geldi. İş-
te böyle bir hizmetim de var; fakat asıl büyük şeref Ali Alaybek’e ait-
tir. Çünkü fikir ona aitti.1946 yılında, Gelirler Genel Müdürlüğüm sıra-
sında kurulan Hesap Uzmanları Kurulunun ilk kuruluş dönemi içinde
Kurul Başkanlığını da ben yaptım.
1950’de politikaya girdim. Gelirler Genel Müdürü iken yardım-
cım Şükrü Birgili bir gün bana gelerek; “Efendim, ben ayrılmak is-
tiyorum, serbest çalışacağım” dedi. “Niye, benden bir şikayetin mi
var”, dedim. “Asla” dedi. Hazine Genel Müdürü Sait Naci Bey ile
Müsteşar Yardımcısı Celal Erçoklu’yu bularak, “gelin bir meseleyi
konuşalım” dedim. Geriden gelen arkadaşlarımızın önünü tıkama-
mak için üçümüz politikaya girmeye karar verdik. O sırada Van’dan
461

da bana heyetler geliyordu. Halk Partisi (CHP)’nden Van Milletve-


kili olarak aday oldum. Ben kazandım, ancak diğer arkadaşlarım ka-
zanamadı. Muhalefet milletvekili olarak politik hayata başla-
dım.1954’de seçimi kaybettiğimde Devlet hayatına tekrar dönemez-
dim. Karar vererek, Ankara’da Saraybosna isimli bir handa serbest
mali müşavirlik bürosu açtım. İki üç ay kimse gelmedi. Bir felsefe
kitabı aldım ve felsefe okumaya başladım. Bir gün bir telefon geldi.
Hava meydanları yapan bir Amerikan şirketi benimle görüşmek is-
tedi. “Muhasebeyi Türkçe tutmamızı zorunlu tutuyorlar, Prof.Fadıl
Hakkı Sur sizi tavsiye ettiler, gelir misiniz?” dediler. O tarihte mil-
letvekili maaşı 1.300 liraydı. 5.000 lira teklif ettiler. Bu şirketin mu-
vakkat olduğunu düşünerek ben bir büro açtığımı söyledim ve ancak
haftada üç gün gelebilirim, dedim. Bunun için de 2.5001ira istedim,
onlar da kabul ettiler. Böylece işe başladık. Üç dört şirket bana abo-
ne oldu. Böylece aylığımızı 20 bin liraya getirdik. İlk üç sene rahat
ettik. Daha sonra 1957 seçimlerine girdim. O vakit iki yerden aday
olmak mümkün olduğundan Ankara ve Van’dan aday oldum, ikisi-
ni de kazandım. Ancak Van milletvekili oldum. 1960’a kadar böyle
devam etti.
27 Mayıs 1960 İhtilali oldu. Daha sonra Kurucu Meclise girdim.
Sonra da 1961 seçimini kaybettim. Tekrar yazıhaneye döndüm. Altı ay
sonra da Meclis dışından Maliye Bakanlığına, Haziran 1962’de getiril-
dim. 1965’e kadar üç yıl Maliye Bakanlığı yaptım. 1 965’de ise bütçe
müzakerelerinde hükümet düşürüldü. Bu arada, 1 964’de Maliye Ba-
kanı iken CHP’nden Van Senatörü seçilmiştim. Maliye Bakanlığım sı-
rasında Yüksek Planlama Kurulu’nda biz Gelir Vergisi reformunu sa-
vunduk. O tarihte plancılar da bir İngiliz profesörünün raporuna daya-
narak Arazi Vergisini savundular. Ben, Yüksek Planlamâ da buna itiraz
ettim. Bunun bir iptidai sistem olduğunu söyledim. Yüksek Planla-
ma’da böylece uzun mücadeleler oldu. Ben, Ali Alaybek’i götürdüm
ve orada Gelir Vergisi sistemini savunduk. O zaman koalisyon hükü-
meti vardı ve Başbakan Yardımcısı Ekrem Alican bize destek oldu.
Fevzioğlu ise o vakit plancıların yanındaydı. İsmet Paşa bizim itirazı-
mızı kabul etmeye mecbur oldu ve bundan sonra da plancılar istifa et-
tiler.” (Kaynak:members.fortunecity.com)
fiAN VERGILER
462 / EDEBIYATLAfiA

İBN HALDUN’UN YÜKSEK VERGİ ORANLARINA


İLİŞKİN GÖRÜŞLERİ
Yrd.Doç.Dr. Abdulkadir İlgen’in “Vergi Dünyası Dergisi”inde
yazdığı yazıdan aktarılan aşağıdaki alıntılar, büyük tarih felsefecisi İbn
Haldun’un vergi oranlarına ilişkin görüş ve tesbitlerinin günümüzde de
geçerliliğini koruduğunu göstermektedir.
“Bilmelisin ki devletin erken safhalarında vergi oranı ve vergi yükü
düşük, hasılat ise yüksek olur; daha sonraki safhada ise (tevziat) vergi
yükü ağır ancak toplam vergi hasılatı düşük olur. (...) Devletin erken saf-
halarında reaya üzerine yüklenen vergi ve külfet az olduğundan, bunla-
rın çalışma ve teşebbüs şevki artarak iş görmeye daha fazla istek duyar-
lar. Vergilerin düşük olması umran ve inkişafı artırır. Bu durum, müte-
şebbislerin ödemek zorunda oldukları vergi oranlarının, kâr oranlarından
düşük olmasından dolayıdır. Umran artmasını, vergi çeşitlerinin artışı ve
toplam vergi hasılatındaki artış izler. Devlet aynı tarz üzere devam eder
ve aynı kiyaset ve kavrayıştaki sultanlar birbirini takip eder. Bedevi âdet
ve özelliklerinden olan sadelik, yerini haderi âdetleri olan inceliklere
terk eder. İşte o zaman, hanedanlık mensupları için daha iyisini arzu et-
me türünden yeni âdetler edinirler. İçinde bulundukları refah ve bolluk-
tan dolayı âdet ve ihtiyaçlar çoğalır. Bu sebeple reâya ve çiftçilik yapan
köylülerin üzerine ve vergi resimler koyarlar. Kendi gelirlerini artırmak
ve vergi hasılatını çoğaltmak için, zorla vergi oranlarını yükseltirler. Ay-
rıca alım-satım vergisi ve şehir girişlerine târifeler koyarlar.(...) Zaman-
la halkın vergi borcu ağırlaşır, ama bunu hazmederek verilmesi gerekli
mûtad borç sayarlar. (...) Daha sonra vergi artışları itidal haddini aşar.
Faydanın azalması sebebiyle gönüllerdeki çalışıp kazanma arzusu yok
olduğundan, halkın umrana olan gönüllü katkısı ortadan kalkar. Dolayı-
sıyla ağır vergilerle, kazanmayı bekledikleri çıktı ve net kâr arasındaki
faydayı karşılaştıran müteşebbislerin cesaretleri kırılır. Sonuç olarak ver-
gi hasılatıyla birlikte üretim de düşer.
(...) Bundan dolayı anlamalısın ki; işin başarısı ve refahı artırmak
için en önemli faktör, işadamları üzerindeki ağır vergileri mümkün ol-
duğu kadar düşürmek ve yüksek kârları garantiye almak suretiyle te-
şebbüsü cesaretlendirmektir.
Şu halde vergileri bütün vergi mükellefleri arasında dürüst, adil ve
hakkaniyetli bir şekilde dağıt ve genelleştir. Ne üst tabakadaki soylu-
463

luk veya büyük zenginliklerinden, ne de kendi memurlarından , saray


adamlarından ya da onların izleyicilerinden olması dolayısıyla hiç kim-
seyi bundan muaf tutma. Ve hiç kimseye zorla, ödeme kapasitesinin
üstünde bir vergi yükü yükleme.”
Cevdet Paşa da Aynı Fikirde
Osmanlı devlet adamı ve tarihçisi Cevdet Paşa da, vergi konusun-
da İbn-i Haldun’a yakın durmaktadır:
“Mülki mamuriyet, devletin halkından az para almasıyla, yahud
hiçbir şey almamasıyla hasıl olmayıp, belki ahalinin devlete verdiği
vergiyi kolaylıkla ve kendilerine ağırlık olmayacak takrib ve suret ile
vermelerinin yolunu bulmak ve alınan paranın her akçesi, mülk ve te-
banın sahihen faydalanacağı yerlere harcanmak suretiyle olur.”
Cevdet Paşa, yeni gelir kaynakları ararken, vergilerin artırılması
ve müsadere gibi usullerin bir fayda sağlamayacağı görüşündedir.
(Kaynak: Cevdet Paşa’nın Toplum Ve Devlet Görüşü/Ümit Meriç)
Fazla Vergi, Vergiyi Öldürür
İbni Haldun’un tesbitlerini, Fransızlar da asırlar sonra doğrulayıp
“Fazla vergi, vergiyi öldürür” demişler. Gerek İbni Haldun’un, gerek-
se Fransız maliyecilerinin yüksek vergi oranlarına ilişkin bu tesbitleri-
nin uygulama ile ispat edildiği ülkelerin başında ise Türkiye geliyor.

VERGİ TAKOZU
“Vergi Takozu” deyimini Türkiye gündemine ilk sokan yazar, Kork-
maz İlkorur oldu. Bu yazar, Radikal Gazetesi’nde 24.03.2005 tarihli ya-
zısında bu konuda şu ek bilgileri de veriyordu: “OECD’nin her yıl üye ül-
kelerdeki sıralamasını verdiği ‘vergi takozu’ konusunu yıllar önce bu sü-
tunda ilk kez dile getirmiştik. Vergi takozu bir çalışan başına devlete öde-
nen vergi ile sosyal güvenlik kesintisinin toplamını ifade ediyor. Vergi ta-
kozu kavramı neden önemli? Bu önem gelişmiş ülkelerle gelişmekte
olan ülkeler arasında farklı açılardan etki yapmaya başlıyor ama sonuçta
olumsuz etkilenen büyüme, rekabet edebilirlik ve fiyat istikrarı oluyor.
Gelişmiş, sosyal güvenlik sistemleri kuvvetli, bir bakıma İsveç gibi ‘re-
fah’ devletlerinde yüksek vergi takozu istihdam edilebilir nitelikteki iş
gücünün çalışmak yerine evde oturmasına neden oluyor. Emek piyasala-
rına katılım az olunca da büyüme ve enflasyon üzerinde olumsuzluklar
başlıyor. Bizim gibi ülkelerde ise yüksek vergi takozu her şeyden evvel
fiAN VERGILER
464 / EDEBIYATLAfiA

kayıt dışı ekonominin büyümesine neden oluyor; rekabet olumsuz etkile-


niyor; dolayısıyla gerek ülke içi yatırımlar, gerekse yabancı sermaye yatı-
rımları gerektiğince olmuyor; bu, istihdamın artışını engelliyor; büyüme
düşük kalıyor; faktör ve ürün piyasaları istikrara kavuşamıyor; velhasıl
ekonomi hep topallıyor. Biz bu konuyu ilk kez yazdığımızda OECD ülke-
leri içinde İsveç’ten sonra Belçika ile birlikte en yüksek vergi takozuna
sahip ikinci ülke idik. O zaman da belirtmiştik; İsveç’in veya Belçika’nın
yüksek vergi takozuna sahip olmasının emeğe tahripkâr etkisi Türki-
ye’deki kadar değildir. Çünkü, her şeyden önce, yüksek vergi takozuna
rağmen İsveç ve Belçika’daki kişi başına ücret Türkiye ile kıyaslanma-
yacak kadar yüksektir. Dolayısıyla brüt ücretten ‘haneye götürülen’ kısım
Türkiye’ye kıyasla çok çok fazladır. İkincisi, İsveç ve Belçika gibi ülke-
lerde vergi ve sosyal güvenlik kesintisi ödemeleri o ülkelerin vatandaş-
larına hem daha kaliteli hem de daha iyi dağıtılan kamu hizmeti olarak ve
insana daha yakışır nicelikte sosyal güvenlik ödemeleri olarak geri döner.
Aradan geçen birkaç sene içinde, aferin Türkiye’ye, bu konuda birincili-
ğe yükselmiş. Hem de brüt ücret sıralamasında OECD ülkeleri arasında
24’üncü sırada olmasına rağmen: Türkiye’de evli ve 2 çocuklu bir çalışa-
nın istihdamında vergi ve sosyal güvenlik kesintilerinin toplamı brüt üc-
retin yüzde 42.7’sini oluşturuyor. Sosyal güvenlik kesintisinin işveren
payı dışarıda bırakılırsa bu oran yüzde 30.4; yani, evli ve iki çocuklu bir
çalışan ücretinin yüzde 30.4’ünü vergi ve sosyal güvenlik kesintisi ola-
rak devlete ödüyor. Bunun OECD ortalaması yüzde 13.1. Bizden sonra
yüzde 29.5 ile Polonya geliyor. O da, zaten, Türkiye ile birlikte
OECD’nin en problemli ikinci ülkesi...”

TOPLUMSAL VE TARİHSEL GELİŞMEDE


VERGİSEL ÜRETİM AŞAMASI
Bayram Kaya, Türk Felsefe Tarihi adlı eserinde, Mısırlı marksist
eğilimli iktisatçı Samir Amin’in, toplumsal tarihsel gelişmede “beşli
marksist aşama”yı yeniden yorumlayıp dörde indiriyor. Bu aşamların
biri de “Vergisel Üretim Aşaması”:
“Samir Amin, marksizmin ilkel komünal, köleci, feodal, kapita-
list, sosyalist toplumlar diye başlayan beşli formülasyonunu kabul et-
mez. (...) Samir Amin toplumsal tarihsel gelişme sürecinde dört eşik
olduğunu savunuyor: 1-İlkel Komünizm Aşaması, 2-Vergisel Üretim
465

Aşaması, 3-Kapitalizm Aşaması, 4-Komünizm Eşiği (Sosyalist Aşa-


ma). Bunlar birbirinden geçiş dönemleriyle ayrılır.
(...) Vergisel Üretim Tarzı, henüz sınıflaşma sürecini tamamlama-
mış kabilelerin (komünal üretim tarzlarına uygun toplumsal kuruluşla-
rın) daha ileri bir sosyo-ekonomik formasyonu (Roma İmparatorluğu)
ele geçirmeleri sonucu oluşmuştur. Feodal tarz, tamamlanmamış, ilkel
vergisel tarzdan başka bir şey değildir. Feodalizm köleci aşamadan
çıkmamıştır. Komünal aşamadan sonra gelen aşama vergisel aşamadır.
Köleci tarz gibi bir ara aşama yoktur.
Samir Amin, vergisel tarzda sınıf savaşımının, üretici köylülerle,
artığa vergi yoluyla el koyan yönetici-sömürücü sınıf arasındaki sava-
şın Asya, Afrika, Avrupa dahil tüm vergisel kuruluşların tarihinin itici
gücünü oluşturduğunu düşünüyor.”

RÜŞVET VE YOLSUZLUK VERGİSİ


Günümüz maliyecileri, firmalara vergi etkisi yapan ödemeleri de
vergiden sayıyorlar. Böylece iki kavram ve terim doğmuş oluyor: Rüş-
vet Vergisi (Bribe Tax) ve Yolsuzluk Vergisi (Curripton Tax).
Etkin vergi idaresi ve vergi adaleti olan ülkelerde rüşvet vergisi
doğal olarak düşük çıkıyor. Özellikle eski Doğu Bloku ülkelerinde ise
bu haksız vergi, firmaların harcamalarında önemli rakamlara ulaşıyor.

CENİN’DEN VERGİ MÜKELLEFİ OLUR MU?


Vergi Dünyası Dergisi’nin Temmuz 2005 tarihli 287. sayısında,
kendisiyle söyleşişi yapılan Eski Hesap Uzmanı Sadık Baklavacıoğlu,
şunları anlatıyor: “Vergi sisteminin yerleşmesinde tabii Hesap Uzman-
ları’nın rolü büyük oldu. (...) Biz, evvela İstanbul’da Eminönü Halke-
vi’nde, İstanbul Maliye Teşkilatı’nın gelir vergisi sistemi konusunda
bilgilendirilmesi üzerine konferanslar düzenledik. Hatırladığım kada-
rıyla, 20 civarında konferans düzenlenmiştir. Keşke o konferansların
notları bulunsa. O zamanlar, ceninin bile vergi mükellefi olma durumu-
nu tartıştık. Yani şeytanın cinsiyetini tartışmak gibi bir şey.”

ABİDE VERGİ DÜZENLEMELERİ...


ALAYBEK VE NEUMARK
Vergi Kanunları’nın yorum ve açıklamalarına bir ömür (50 yıl) veren
Yılmaz Özbalcı, Vergi Dünyası Dergisi’nin kendisiyle yaptığı bir söyleşi-
fiAN VERGILER
466 / EDEBIYATLAfiA

de “Size göre mevzuat hazırlamanın ne gibi özellikleri var? Yani iyi bir
vergi düzenlemesi nasıl olmalıdır?” sorularına şu cevabı veriyor: “Olayı
bir tedvin tekniği, bir de hedefler açısından ele almak gerekir. Hedefler
açısından teknisyenler elbette serbest değil, ancak bazı doğru düzenleme-
ler siyasi tercihlere rağmen yapılabilir. Fakat netice itibariyle vergi poli-
tikasını yani hedefleri politik kadro belirler. Tedvin tekniği açısından ise,
kuralların soyut, genel, basit ve açık olması beklenir. Maalesef bunu pek
göremiyoruz. Bazı kanunlar tebliğ açıklaması gibi yapılıyor. Tabii mev-
zuatın belirttiğimiz şekilde yapılabilmesi için, uygulamanın ve sorunların
çok iyi izlenmesi gerekir. Hep biliriz Ali Alaybekler’in ve Prof.Neu-
marklar’ın 1950’de yaptıkları düzenlemeler birer abidedir. 1960’larda
sapmalar ve zaafiyetler başlamıştır. Peki Ali Alaybekler ve Neumarklar
bu işi nasıl başarmışlardır? Ali Alaybek ve ekibi bu işe 5 yılını vermiştir.
Prof.Neumark haftanın belli günlerinde Eminönü Vergi Dairesi’nde ta-
hakkuk ve tahsilat servisinde oturup uygulamayı izlemiştir.”
Birşeyler eklemeye, yorum yapmaya gerek var mı?..

NEUMARK’IN NASİHATI: DEVLETİ MALİYENİN


EMRİNE SAKIN SOKMAYIN
M.Kemal Cabioğlu, “Ekonomide Kurtuluş Savaşı” adlı kitabında,
Hocası Neumark’ın kendilerine şöyle nasihat ettiğini yazıyor: “Devlet
ile maliye devamlı mücadele içindedir. Ya maliye devleti yahut da dev-
let maliyeyi emrine alır. Yarınlarda sizler, mali konularda söz sahibi
olacaksınız. Dikkat ediniz, devleti, maliyenin emrine sokmayınız. Ma-
liye, devletin emrinde olsun.”
Cabioğlu, Neumark’ın bu sözlerine şöyle açıklık getiriyor: “Devle-
tin maliyenin emrine girmesinin anlamı şudur: Devlet, görevlerini yapa-
bilmesi için gerekli geliri elde edemez; vergiyi toplayamaz; borçlanarak
görevini yapmak zorunda kalır. Bu durumda devlet yakasını maliyeye
kaptırmış olur. Maliyenin devleti emrine alması nedir? Devlete kim para
veriyor ise, para verenin emrine girer. İçeride huzursuzluklar başlar. Dış
güçler böyle bir devleti sömürge devleti olarak görür. Neumark sanki gü-
nümüz Türkiyesini anlatıyordu. Neumark’a şöyle bir soru yönelttim:
Devlet maliyenin esaretinden nasıl kurtulacak?
Olağanüstü hal ilan edecek, ürettiği ile yetinecek, borç alarak tü-
ketmeyecek; böylece dış ticaret bilançosu artı verecektir.”
467

VERGİ REFORMCUSU DA VERGİ DAİRESİ MAĞDURU


1944 Yılında Türk Vergi Sistem’nin reform çalışmlarını başlatan
kişi olarak bilinen Ali Alaybek’le ilgili bir anıyı, Vergi Dünyası Dergi-
si’nin Haziran 2002 tarihli sayısında Fahri Hesap Uzmanı Orhan Güre-
li şöyle anlatıyor: “Yani bugün vergi dairelerinde makbuzların koçan-
larını bulamazsınız. Şimdi ben size örnek vereyim. Ali Bey’in büyük
bir geliri falan yoktu, yalnız eşinin İzmir’de bir gayrimenkulü vardı.
Oradan kira geliri elde ederdi. Ve aile reisi sıfatıyla yıllık beyanname
verirdi. Bu işi beraber yapardık. Bir sene yine yaptık ve beyannameyi
Galata Vergi Dairesi’ne gönderdik. Nusret Efendi parayı yatırdı ve
makbuzunu da getirdi. Ali Bey de makbuzu çekmecesine attı. Ali Bey
öyle makbuz falan saklamazdı; adeti de değildir. Bir süre sonra Ali
Bey’e ödeme emri gelmiş. Sordu bana “Orhan nedir bu böyle ?” Ver-
gi dairesinde kayıtlara baktılar, tahsilat işlenmemiş. İşte memur kayıt-
lara işlese görecek tahsilatı. Makbuzu istediler, Ali Bey makbuzu at-
mış, neticede Ali Bey ödenmiş vergiyi bir daha ödedi.
Türk vergi reformunun kurucusu Ali Bey iki kere vergi ödemiş oldu.”

EKOLOJİ NEDİR Kİ?


Prof.Dr.Halil Nadaroğlu’nun da, Ali Alaybek’e dair anıları var.
Vergi Dünyası Dergisi’nde yayımlanan bir söyleşisinde şunları anlatı-
yor: Komisyonda üyeler arasında zaman zaman farklı görüşler çıkabi-
liyordu. Ali Alaybek, bilgisi ve davranışlarıyla olağanüstü bir kişilikti.
Görüşleri üzerinde kesinlikle baskı yapmaz, karşı görüşlere de son de-
rece saygılı davranırdı. Burada sizlere iki anımdan bahsetmek istiyo-
rum. 1967 yılında Ali Bey, ekolojik harcamaların Gelir Vergisi Kanunu
kapsamında gider olarak kabul edilmesi önerisini getirdi. Bu öneri kar-
şısında bir üye ‘böyle önemsiz konuların Gelir Vergisi Kanunu’na da-
hil edilerek yapının bozulmaması gerektiği’ şeklinde biraz sertçe bir
görüş bildirdi. Ali Bey manolya gibi dokunulduğunda solan çok nazik
bir adamdı. Bu çıkış karşısında hiç sesini çıkarmadı. O sırada Komis-
yonda herkes fısıldayarak ekoloji ne demek diye birbirine soruyordu.
20 yıl sonra bu sert çıkışı yapan arkadaşla bir kez daha karşılaştık. Ken-
disi bana, ‘Hocam, ben o gün çok sert bir eleştiri getirmiştim, ama
ekolojinin ne demek olduğunu ben de bilmiyordum. Şimdi ekolojinin
önemi arttıça, gündeme geldikçe vicdan azabı duyuyorum’ dedi.”
fiAN VERGILER
468 / EDEBIYATLAfiA

BU DA, TURİST’İ MEMNUN ETME VERGİSİ


22 Eylül 1999 tarihli Hürriyet Gazetesi’nde Venedik Gezisi izle-
nimlerini aktaran Doğan Hızlan, şunları yazıyordu: “Şehrin sokakları-
nın dezenfektan maddelerle yıkanmasının vergi mükelleflerinin her bi-
rine yüklediği para 273.6 dolar”. İlginç mimarisi, sokak kanalları ve
gondollarıyla çok sayıda turist çeken Venedik Şehri’nin bu vergiyi sal-
masında herhalde bir gariplik yoktur. Kaz gelecek yerden tavuk esirge-
nir mi? Şehir akpak olunca, turist daha çok memnun olur, mükellef de
daha çok para kazanır.

SEÇMEN OLMAK İÇİN ÖDENMESİ


GEREKEN ASGARİ VERGİ
Engin Ardıç’ın 24.6.2006 tarihli Alşam Gazetesi’nde yazdığı yazı-
nın bir bölümünü okuyunca, bir zamanlar, seçmen olmak için ağır ver-
gi şartları konduğunu anlıyoruz: “Bu gerçektir, tarih ve sosyoloji öyle
söylüyor, bir toplumda burjuvazi olmazsa demokrasi de olmaz. Bürok-
rat, özü gereği, demokrat değildir. Halk da özgürlük değil serbestlik is-
ter, aslında para ister. Aslında herkes para ve güç ister de, buna ulaşma-
nın yolları çeşitlidir. Türkiye’de ‘az burjuvazi’ olduğu için az demok-
rasi vardır, pilav üstü az kuru ya da az döner gibi. ‘Millet’ kavramını da
batıda burjuvazi yaratmıştır (bize Osmanlı aydın ve subayları ithal et-
mişlerdir bunu), ‘demokrasi’ kavramını da. Elbette burjuvazi tarihin
her döneminde demokrat değildi. Çok uzun süre kadınlara oy hakkı
vermemiştir. Erkeklere bile seçme ve seçilme hakkını sınırlı tutmuş,
belli bir vergi ödeme sınırı aramıştır... 1830 ve 1848 devrimlerinin baş-
lıca tartışma konularından biri, seçme ve seçilme hakkı için gelir vergi-
si limitinin yılda dört yüz franktan iki yüz franka indirilmesi gibi kav-
galardı. (Türkiye geriye dönüp buna benzer bir uygulamaya gitse seç-
men kitlesi kaç milyon azalırdı acaba?)”

SALMA SALMAK GELENEĞİ


VE KÖY KANUNUNDA SALMA
Cumhuriyet’ten sonra Köy Kanunu’na da giren “Salma Salmak”
geleneğinin nereden geldiğini Prof.Dr Alemdar Yalçın ve Uzman Hacı
Yılmaz, “Kargın Ocaklı Boyu İle İlgili Belgeler” başlıklı yazılarında
şöyle izah ediyorlar:
469

“Anadolu’da yakın zamana kadar ister alevi ister sünni olsun bü-
tün köylerde köyün ortak işleri için “Salma Salmak”, “Hak Toplamak”
ya da “Serpmek” adıyla ortak bir bütçe oluşturulduğu ve bir çok işin
imece usulüyle yapıldığı bilinmektedir. Ocaklara bırakılan “hak”ın kay-
nağı hiç kuşkusuz halkın kendiliğinden geliştirdiği bu sosyal örgütlen-
medir. Toplanan hak’ın beşe bölünerek kullanıldığı ikinci alan, gönlü
kazanılmak istenilen insanlara yardımdı. Üçüncüsü, dul ve yetimlere,
dördüncüsü sefer sırasında savaşa katılanlara, beşincisi gerektiği za-
man at, eşek ve beygir gibi nakil hayvanlarının beslenerek hazır tutul-
masına kullanılıyordu. “
1924 yılında yürürlüğe giren 442 sayılı Köy Kanunu’nda, bir köy
ve köylü vergisi olarak nitelendirilebilecek olan Salma, şöyle tanım-
lanmakta: “Madde 16 - (Değişik: 5/7/1939 -3664/1 md.) Köy gelirleri,
köy işlerini gören köyün aylıklı adamlarının aylık ve yıllıklariyle köy sı-
nırları içinde yapılacak mecburi köy işlerine yetmezse: En yüksek had-
di yirmi lirayı aşmamak üzere herkesin hal ve vaktine göre köy ihtiyar
meclisi karariyle köyde oturanlara ve köyde maddi alakası bulunanla-
ra salma salınır.
Ek Madde 1-(5/7/1939 tarih ve 3664 sayılı Kanunun 2 nci madde-
si hükmü olup, ek maddeye çevrilerek teselsül için numaralandırılmış-
tır.) Salma köyde oturanlar için hane başına tevzi edilir. Bir hanede otu-
ranların kendilerine ait gelirleri olduğu takdirde bunlar dahi ayrı hane
sahibi sayılırlar. Salma tevzi edilirken her hanenin tediye kudreti esas
olarak gözönünde tutulur. Köy haricinde oturup da köyde maddi alaka-
sı bulunanların vergi miktarı, o köydeki alaka ve istifadelerinin derece-
si nisbetiyle ölçülür ve ona göre tayin olunur.”

AYAKBASTI PARASI
Ayakbastı, Türk Dil Kurumu Türkçe sözlükte şöyle tanımlanıyor:
“ayakbastı: (isim) Bir yere dışarıdan gelen insan ve eşyadan alınan ver-
gi, toprakbastı.”
Halen birçok ülke, çeştli biçimlerde bu vergiyi alıyor. Sözgelimi,
İngiltere, okumak ve çalışmak için ülkeye gelen kimselerden 500 ster-
lin ayakbastı parası alıyor. Kuzey Irak’taki Kürt yönetimi, Türk TIR’la-
rından tahsil ettiği milyarlarca dolar ayakbastı paraları ve bu TIR’lara
ek depolarına doldurduğu mazotlarla beslenip güçlendi. Turistlerden
fiAN VERGILER
470 / EDEBIYATLAfiA

ayakbastı parası alan ülke sayısı ise oldukça kabarık. Ayakbastı parası-
nın en acımasızı Almanya’da. Bugün Almanya’da her hastaneye başvu-
ruda ayakbastı parası alınıyor ve bu durum, yoğun tepkilere neden olu-
yor.
Suudi Arabistan hacdan da önemli miktarda gelir sağlamaktadır.
Suud yönetimi hacılardan ayakbastı parası, özel hizmet parası gibi çe-
şitli vergiler almaktadır. Suudiler, ayakbastı parasına hangi İslamî kılıfı
uydurdular, bilmiyoruz; bildiğimiz ülkemiz din adamlarının hacılardan
alınan ayakbastı parasına haram demeleridir. www.dinibilgiler.org adlı
internet sitesinde bu konuda şöyle deniyor: Sual: Müslümanlardan ve-
ya kâfirlerden ayakbastı parası almak haram mıdır? CEVAP Evet ha-
ramdır.

FİLİPİNLER KOMÜNİST PARTİSİ’NİN DEVRİM VERGİSİ


Proletarya diktatörlüğü isteyen bütün komünist partileri gibi Fili-
pinler Komünist Partisi de ‘İktidar namludan çıkar’a inanıyor ve çözü-
mü seçimde değil, devrimde görüyor. Ancak taktik icabı ve şimdilik
“burjuva demokrasisi”nin imkanlarından yararlanmayı da ihmal etmi-
yor. Kendi kontrolündeki bölgelerde yerel yönetimler için belli bağım-
sız adaylara destek veriyor.
FKP, çok ilginç, belki tuhaf, ama özgün bir uygulama daha yapı-
yor. Seçim kampanyası boyunca, kendi kontrolündeki bölgelerde se-
çim propagandası yapan aday ve partilerden “devrim vergisi” alıyor.
Bu vergilerden elde edilen gelirler, bölge halkının altyapı ihtiyaçları
için kullanılıyor.

VİETKONG’UN BAŞARISINDA VERGİNİN DE PAYI VAR


Önce Fransız, ardından da yıllarca ABD emperyalizmine karşı
uzun ve amansız bir gerilla harbini yürüten Vietkong Örgütü hakkında,
Osman Pamukoğlu’nun Kara Tohum adlı kitabında verdiği bilgileri
okuyunca, bu örgütün başarısındaki sırlara da vakıf oluyoruz. Bu sırlar-
dan biri de vergi:
“İlk hareketler Vietkong’un uzak bölgelerdeki askeri tesislere ve
polis karakollarına saldırmasıyla başladı. Klasik aşamalardan geçerek
güçlendi. 1964 yılında Vietkong 140 binin üzerinde savaşçısıyla Güney
Vietnam ordusuna her alanda rakip olacak güçteydi. Bazı güçlü üs böl-
471

geleri ise Saygon’a sadece bir top atımı mesafedeydi. Ülkenin hemen
hemen bütün önemli merkezleri kısa sürede kuşatma altına girdi. Viet-
kong tarımsal üretimi denetliyor ve ülkenin hemen her yerinden vergi
topluyordu.”

SOVYETLERDE İŞLETME KÂRI VERGİSİ


SSCB vergi sistemi piyasa ekonomisinin vergi sistemiyle hiç
uyuşmuyordu. SSCB’de kararlar merkezden veriliyor, planlamalar
merkezde yapılıyordu. Bu merkeziyetçiliğin doğal sonucu olarak, ikti-
sadi birimler kendi başına karar verme yetkisine sahip değillerdi. Tüm
işletmelerden “İşletme Kârı Vergisi” alınmaktaydı. Bu vergi, 1990’a yı-
lına dek, Sovyet bütçe gelirlerinin 1/3’ünü oluşturuyordu. Yani Devlet,
hem vergi yükümlüsü, hemde toplayıcısı idi. Devlet, kendi işletmeleri-
nin kârlarını vergilerken istisna ve muafiyet ve indirimleri de gelişigü-
zel ve keyfi olarak belirleyip uyguluyordu. Vergi oranları sanayi kolla-
rına, işletmelere göre değişiyordu.

ÖZBEK USULÜ GERÇEK VE TÜZEL KİŞİL


ER İLE VERGİLER
ABD Dış İşleri Bakanlığı’na bağlı bir kuruluş adına, Özbekis-
tan’da vergi reform çalışmalarına katılan Prof.Dr.Kenan Bulutoğlu,
Dünya Kazan Ben Kepçe adlı kitabında, Sovyetler Birliği’nin çöküp,
kurumlarının ise tamamen ayakta olduğu dönemde Özbekistan’ın uy-
guladığı gelir vergisi sistemini şöyle anlatıyor: “ (...) Vergi gelirden alı-
nır; ama devlet işletmelerinin çoğu zarar ettiklerinden, bu kurala göre
gelir vergisi ödememeleri, hatta zararlarını ileriki yılların kârlarından
mahsup etmeleri gerekiyordu. Uygulamada ise, işletmelerden zarar et-
seler bile vergi alınıyordu. Bu amaca ulaşmak için, işletmede çalışan-
lara ödenen ücretler de gelir vergisi için kurum kazancı matrahına ka-
tılıyordu. Böylece oluşan vergi matrahı, bir gelir vergisinden çok kat-
ma değer vergisine benziyordu.”
Özbekistan ve eski Sovyet Cumhuriyetleri’ndeki “gerçek” ve “tü-
zel” kişi tanım ve ayrımları da oldukça farklı. İşçiler ile yanlarında iş-
çi çalıştırmadan çalışanlar gerçek kişi, yanında herhangi birini çalştır-
makta olanlar ise tüzel kişi olarak nitelendiriliyorlarmış. Tüzel kişi sa-
yılanların hesaplarını bir bankada toplama mecburiyetleri de varmış.
fiAN VERGILER
472 / EDEBIYATLAfiA

Kenan Bulutoğlu,Fransız Hukukçu Gaston Jeze’nin “Hiç bir tüzel kişi


ile yemek yemedim” sözünden yola çıkarak diyor ki: “Bu ülkelerde tü-
zel kişilerle yemek yiyebilirsiniz.”
Özbekler “Vergi İdaresi” ne “Salıklar Başkarması” diyorlarmış.
“Salıklar” sözcüğünün bizdeki “ salma salmakla “ yakın akraba oldu-
ğunu anlamak zor değil .Bır Kırgız ata sözü şöyle der: “Devlet alımın (
ödünç) alsa, salığın salsa.”

KAFKAS KARTALI’NIN VERGİ MUAFİYETLERİ


“Esaretin düşmanı, cesaretin timsali Şeyh Şamil”, “Kafkas Dağla-
rı’nın hürriyet güneşi Şeyh Şâmil”, Azerbaycanlı şair Elmas Yıldırım,
Şeyh Şamil adlı şiirinde, bu büyük mücahide, bu sıfatları veriyor haklı
olarak. Bir avuç inanmış adam ve dirençle inancın en görkemli sente-
zini yapabilmiş bir cesur ve mazlum halkla, koca rus ordularına yıllar-
ca kök söktüren bir müthiş adamdır Şeyh Şamil.
Şamil’in büyüklüğü yalnızca savaşçılığından gelmiyor, o aynı za-
manda iyi bir önder ve idareci. Osman Pamukoğlu, Kara Tohum adlı
eserinde, Şamil’in bu yönünü ve vergi uygulama ve politikalarını şöy-
le anlatıyor: “Savaş örgütlenmesini, onlu, yüzlü, beş yüzlü ve binli sa-
vaş esasına göre kurdu. Her erkek, mensubu olduğu askeri birliğe ken-
di silahlarıyla gelmek zorundaydı ve bu silahlar; bir tüfek, bir kılıç, bir
kama ve iki tabancadan oluşacaktı. Herkes her an çağrıya hazır olacak-
tı, bunun için savaşçılara, uyurken bile silahlarından ayrılmayı yasakla-
dı. Silah yapım merkezi çalıştırdı, barut fabrikası kurdu, Rus asker ka-
çaklarından yararlanarak top bile döktürdü. Silah ve cephane olarak en
büyük lojistik desteği ise Türkiye’den aldı.
Her köyden, müşterek on evden bir erkeği askere aldı ve onun aile-
sini vergiden muaf tuttu. Askere aldığı aileinin tüm araç ve gereçlerinin iş-
lerliği ile beselenmelerini de diğer dokuz ailenin sorumluluğuna verdi.”

SAVAŞA HARCANAN VERGİLERE AÇILAN DAVA


ABD’de Folk Müziği Kraliçesi olarak ünlünen şarkıcı Joaz Baez,
Vietnam savaşı karşıtlığı ile de öne çıkan bir isimdir. David Harris adlı
savaş karşıtı biriyle de evlenmiştir 1968 yılında.
Baez devlete ödemesi gereken yıllık gelir vergisinin %60’ını öde-
mez, ayrıca 56 kişi Amerikan hükümetini Vietnam’da savaşarak vergi
473

gelirlerini boşa harcadığı için mahkemeye verirler, ancak bu kişiler


1968 yılında bu davayı kaybederler.

YENİ DÜNYA DÜZENİ, KÜBA’YA DA


VERGİ VE MUHASEBE REFORMU YAPTIRTTI
Aşağıdaki satırlar, Küba Komünist Partisi’nin 8 Ekim 1997’de ya-
pılan 5.Kongresine sunulan rapordan alınmıştır.
“Politik Büronun göstermiş olduğu çalışmaların önemini belirt-
meliyiz, bölgelere yaptığı ziyaretlerle, doğrudan halkla teması sağla-
mış, ülke çapında sorunlara ilişkin ayrıntılı tahliller çıkarmış, göz-
lemler oluşturmuş ve Ulusal Muhasebe Bürosu ve Ulusal Vergi İda-
resi Bürosunun yaratılmasını sağlayan muhasebe sistemleri kurmuş-
tur. Merkezi devlet aygıtının ve Halk İktidarının yapısı tadil edilmiş
ve mümkün olduğunca ekonomik hale getirilmiştir. Bazı sanayiler
mevcut gerçeklere uyarlanmış ve üretim, ihracat, döviz değişimin-
den elde edilen gelirleri ve yakıt ve hammadde kaynaklarının korun-
ması için teşvik edici yeni formüller araştırılmaya başlanmıştır, çün-
kü daha etkili kullanarak gelişme sağlamak için büyük bir potansi-
yel vardır.”
Evet, ulusal muhasebe bürosu ve ulusal vergi idaresi kurmak için,
komünizmin yalnızca Küba’da kalması gerekiyormuş demek ki...

OTOMOBİL SÜRME VERGİSİ


Aşağıdaki haber 7 Haziran 2005 tarihli Radikal Gazetesi’nde ya-
yımlandı.
“BBC - LONDRA - Britanya’da otomobile binmek paralı hale ge-
lebilir. Hükümetin Leeds kentinde pilot uygulamaya koyacağı tasarıya
göre tüm otomobillere karakutu benzeri bir alet takılacak ve sürücüler
kat ettikleri her mil (1.6 km.) için 1.34 sterlin (yaklaşık 3.25 YTL) öde-
yecek. Kırsal kesimde bu ücret 2 sterlin (5 YTL) olacak. Hükümet Los
Angelas’taki trafik kaoslarını yaşamamak için çok otomobile binenin
çok para ödemesi gerektiğini savunuyor. Uygulamanın 10 yıl içinde
tüm ülkeye yayılması planlanıyor.”

VERGİ BORCU BİLDİRİMİ ELİNE GEÇİNCE, KRİZ GELMİŞ


NTV adlt televizyon kanalı, Dünya Medyası’ndan yaptığı gün-
lük alıntılar bağlamında, 25 Mart 2004 tarihinde şu haberi aktardı:
fiAN VERGILER
474 / EDEBIYATLAfiA

“Times ‘ölümcül kalp krizlerine son’ başlığını atıyor; gazeteye göre


2013 yılına kadar, 65 yaş altı kimse kalp hastalığından ölmeyecek.
Dev bir kalp fotoğrafının eşlik ettiği habere göre, 1990’dan bu ya-
na tedavilerde ilerleme ve hayat tarzında değişiklik nedeniyle, 65
yaş altı kadın ve erkeklerde koroner kalp rahatsızlıklarından ölüm
yarıya inmiş. Habere eşlik eden karikatürde, hastanenin kalp hasta-
lıkları birimi önünde gözyaşları içinde bir kadın yanı başındaki
hemşireye ‘vergi borcu bildirimi eline geçene kadar, kocam turp gi-
biydi’ diyor.”

“AMERİKA’DA VERGİYİ ENAYİLER ÖDER” DİYEN


KADINA NE OLDU?
“Amerika’da ağır cezanın vergi kaçakçılarına verildiğini hepi-
miz biliyoruz. Hatta meşhur gangster Al Capone sayısız adam öl-
dürttüğü halde bunların hepsinden delil yetersizliğinden kurtuldu.
Fakat vergi kaçakçılığından ağır bir mahkumiyet aldı ve hapiste öl-
dü.
‘Amerika’da vergiyi enayiler öder’ diyen Leona Helmslay adlı ka-
dın ise bu sözlerinin cezasını çok ağır ödedi. ‘Cadı Kadın’ lakaplı Leo-
na, kendi ismini taşıyan New York’taki meşhur Helmsley Otelleri’nin
paroniçesi. Ayrıca kocası H.Helmsley de, Empire State Building ve di-
ğer on beş gayrimenkulün sahibi.
Sert yönetimi ve gereksiz konuşmalarıyla dikkati çeken bu kadı-
nın, 1989 yılında evinin bahçesindeki havuzun faturasını sahip olduğu
otellerin hesabından ödettiği ve vergi kaçırdığı kanıtlandı. Ayrıca evin-
de, bahçesinde ve özel işlerinde çalıştırdığı personeli şirketlerde gös-
terdiği tesbit edildi.
1992’de dört yıl hapse ve yedi yüz elli saat kamu hizmetlerinde
çalışmaya mahkum edildi. Şirketlerin cirosunun ancak binde ikisi ka-
dar olan bu masrafların yanlışlıkla yazıldığını iddia ettiği halde, çok ağır
para cezasına çarptırıldı. 1921 doğumlu ‘Cadı kadın’ hâlâ Amerika’nın
en zengin kadınlarından biri... Kocası Harry Helmsley de 1998’de
ölünce bütün servet ona kaldı.
Olayın içyüzü sonradan anlaşıldı. Kadın ‘Amerika’da vergiyi ena-
yiler öder’ dediği için hâkimler onu affetmemişti.” (Kaynak: Metin Er-
gin/İşte Biz Böyleyiz)
475

AMERİKA’DA BİR KDV BASKINI: 100 DOLARLIK


ALIŞVERİŞE 75.000 DOLAR CEZA
Gazeteci Metin Ergin’in anılarını topladığı “İşte Biz Böyleyiz” ad-
lı kitapta, ABD’de tanık olduğu bir vergi baskını ve sonucuna dair bil-
giler veriyor:
“Nev York’ta bir gün, bir Drugstore’den alışveriş yaparken, müş-
teriye on cross kalem satan bir mağazaya maliyeciler baskın yaptı...
Toplam yüz dolarlık satışta, müessese fiş kesmemiş ve dokuz dolar tu-
tan KDV’yi cebe indirmiş.
Amerikan kanunlarına göre bu, vergi kaçakçılığından başka bir
şey değildi. Maliyeci, mağaza sahibine, ‘Sen bu kalemlerin satışından
kırk dolar kazanmışsın... Aynı zamanda gelir vergisini de cebe indir-
mişsin...’ dedi.
Birkaç ay sonra sonucu öğrendim... Drugstore’ya toplam 75.000
dolar ceza verilmiş. (Yazarın notu: Metin Ergin, ceza rakamını yanlış
öğrenmiş olabilir, 100 dolarlık alışverişe, 75 bin dolar ceza olmaz gi-
bime geliyor.)

ABD’DE MALİYE VE VERGİ KORKUSU, ÇEK SORGUSU


VE YAHUDİ ÇÖZÜMÜ
Gazeteci Metin Ergin, anılarında, ABD’de başından geçen bir çek
öyküsü de var:
“Amerika’da hiç kimse korkudan başkasına ait bir çeki paraya çe-
viremiyor! Maliye hemen yakasına yapışıyor ve vergi kaçakçılığı şüp-
hesiyle yapmadığını bırakmıyor! Ama yine de maliyeyi atlatanlar... Ba-
kınız kimler?
1995’li yıllarda elimde Avrupa kökenli bir şirketin 15.000 dolarlık
bir çeki var... Amerika’da paraya çevirmek gerekti... Önce şirketin New
York’taki genel merkezine gittim. Yetkili müdüre kendimi tanıtıp tahsil
etmek istedim. Pasaportumu, hüviyetlerimi ve mühürlerimi gösterdim.
Şimdi uzatmak istemiyorum. Birkaç sebep göstererek çeki iade etti. En
önemlisi, maliyenin bunu tahkikat mevzuu yapacağı şeklindeydi.
Birader ne uğraşıyorsun bu adamlarla? Park Avenue’deki banka-
nın merkezine gittim. Belgelerimle birlikte çeki uzattım. ‘Biz sizi şah-
sen tanımıyoruz. Bu çekin kaynağı da bizce müphem! Ödememize im-
kân yok’ dediler.
fiAN VERGILER
476 / EDEBIYATLAfiA

Firması olan bir Türk arkadaşıma verdim. ‘Canıma okurlar. Vergi


kaçakçısı diye yakalarlar’ dedi.
Türkiye’de temsil ettiğim reklam ve pazarlama firmasının New
York’taki patronuna verdim. ‘kaynak ve sebep göstermeyince, hakkı-
mızda tahkikat açarlar’ dedi.
En sonunda Empire State Building’deki Türkiye’den gitme yahu-
di dostum aklıma geldi. ‘Yarın sabah gel, paranı al demez mi?’ Ertesi
gün gidince 15.00 doları bir zarf içinde sundu. ‘New York’ta epeyce
yer dolaşmış bu çek. Niye doğrudan bana gelmedin’ dedi.
Nasıl yaptı anlamadım. Öyle az bir para de değil. O sırada bir ah-
babımın ‘ABD’de sorun çözmek istiyorsan yahudi avukatları veya işa-
damlarına gideceksin! Amerika’yı Amerika yapan yahudilerdir. Onlar-
la iyi geçin’ sözünü hatırladım.

ABD’DE KIZILDERİLİLERE VERGİ MUAFİYETİ


ABD’de Kızılderili kabileler, egemen millet olarak kabul edildiği
için, vergilerden ve birçok kuraldan muaf sayılıyor.
Bu ülkenin birçok yerinde, alışveriş için şehir dışında outlet cen-
terlar var. Ancak bunların en ucuzları Kızılderililere ait olanlar. Kızılde-
rililere ait bölgedeki outlet centerlarda vergi olmadığından fiyatlar çok
makul. ABD’de Kızılderililerin işlettiği kumarhanelerin sayısı da ol-
dukça fazla. Kumarhaneler, 2004 yılında 18.5 milyar dolarlık bir eko-
nomik büyüklüğe ulaştı. ABD basınına göre, 28 eyalette bulunan 411
kumarhane, 223 Kızılderili kabile tarafından işletiliyor.

ABD’DE KUMAR ŞEHİRLERİNDEN SAĞLANAN BÜYÜK


VERGİ GELİRLERİ
Gezeteci Metin Ergin, “İşte Biz Böyleyiz” adlı kitabında, ABD iz-
lenimlerine de yer veriyor. Ergin, ABD’nin iki kumar şehri olan Las
Vegas ve Arlantic City’den ABD hazinesinin yılda, kurumlar vergisi ve
KDV olarak 2 milyar dolara yakın bir tahsilat yaptığını ifade ediyor.

ABD’DE EYALET SİSTEMİ VAR AMA


EYALET VERGİLERİNE GEÇİT YOK
Ülkemizde özellikle son yıllarda, yerinden yönetimin yararları sa-
yılıp dökülmekte, Ankara’nın bütün yetkileri elinde topladığından yakı-
nılmaktadır. Özal döneminden bu yana da, Eyalet Sistemi zaman za-
477

man gündeme getirilmektedir. Peki, ABD Eyalet Sistemi, hangi konu-


larda eyaletlere serbesti tanıyor, sözgelimi, eyaletler vergi toplayabili-
yorlar mı? Bu soruların cevabı, ABD Anayası’sının Bölüm 9, Kongreye
Tanınan Yetkiler başlıklı 2 ve 3. maddelerinde yazılı. İşte o maddeler:
“Hiç bir eyalet, kendi denetim yasalarını uygulamak için kesinlik-
le gerekli olan dışında ve Kongre’nin rızası olmadan, ithalat yada ihra-
caat üzerine herhangi bir vergi ya da resim koymayacak ve herhangi
bir eyaletin ithalat ve ihracaata koyacağı bütün vergi ve resimlerin net
tutarı Birleşik Devletler hazinesine ait olacaktır ve bu gibi bütün yasa-
lar Kongrenin inceleme ve denetimine tabi olacaktır.
Kongrenin rızası olmaksızın herhangi bir eyalet, denetimini karşı-
layacak küçük bir ücret dışında eyalete giren ya da çıkan mallara vergi
koyamaz. Eyaletler arası ticarete konan verginin sağladığı kazanç fede-
ral hükümete gider. Hiç bir eyalet Kongrenin rızası olmadan tonaj ver-
gisi koyamayacak”
Burada sözü edilen tonaj vergisi, bizde de “yıllık tonaj harcı“ola-
rak uygulanıyor. 5266 Sayılı Yasa’nın 3. maddesinin b bendi şöyle di-
yor: “Yıllık tonaj harcı: Gemilerden ve yatlardan Türk Uluslararası Ge-
mi Siciline kayıtlı olduğu her takvim yılı için her bir net ton başına 1
ABD Doları karşılığı Türk Lirası alınır. Bu harç ocak ve temmuz ayla-
rında olmak üzere iki eşit taksitte tahsil olunur. Vadesi gelen yıllık to-
naj harcı taksitleri ödenmedikçe sicilin terkini ve yeni sahibi adına tes-
cili yapılmaz. Devir sırasında vadesi gelmeyen harç taksitleri tescil
olunduğu yeni sahibi tarafından taksit süreleri içinde ödenir. Bakanlar
Kurulu bu miktarı on katına kadar artırmaya yetkilidir. Türk Uluslara-
rası Gemi Siciline kayıtlı gemi veya yatın sicilden re’sen terkinini ge-
rektiren sebeplerin meydana gelmesi halinde, sicil kaydı daha sonra
terkin edilse bile tonaj harcı yükümlülüğü terkin sebebinin gerçekleş-
tiği tarihi takip eden ay itibariyle sona erer.”

AMERİKAN SİLAH GÜCÜNE YAPACAĞINIZ KATKILAR


İÇİN HİÇBİR GELİR VERGİSİ VE DOLAYLI VERGİ
ÖDEMEYECEKSİNİZ
ABD Başkanı Roosevelt, İkinci Dünya Savaşı sırasında yaptığı sı-
ra dışı işler ve atılımlarla da ünlüdür. Metin Ergin’in anılarında bu bağ-
lamda da yazılar var:
fiAN VERGILER
478 / EDEBIYATLAfiA

“Amerika’yı Amerika yapan General Motors, Ford, Chrysler, Kai-


ser, Frazer gibi birkaç yüz dev sanayi grubunu toplayarak, ‘Amerika’yı
kurtarmazsak hepimiz yok oluruz. Japonlar ve Almanlar bizi yok et-
mek için çalışıyorlar. Bugünden itibaren savaş zaferle sonuçlanıncaya
dek, Amerikan silah gücüne yapacağınız katkılar için hiçbir gelir vergi-
si ve dolaylı vergi ödemeyeceksiniz. Vatanperverliğinizi göstermenizi
bekliyorum’ dedi. Başkan Roosvelt sözüne şöyle devam etti: ‘Sizden
önümüzdeki yirmi ay içinde 185.00 uçak, yaklaşık 200.000 tank, mil-
yonlarca modern silah ve İngiltere’ye yardım yetiştirecek 600 şilep is-
tiyorum. Japonya’dan önce Alman nazilerine layık oldukları dersi ver-
memiz gerekiyor.’
Amerikan sanayicileri seferber olmuş ve yirmi ay içinde yukarı-
daki hedefi yakalamıştı. O kadar ki her biri 12.000 ton Victory veya Li-
berty şileplerini on gün içinde denize indiriyorlardı.”

ABD’DE VERGİ BEYANNAMELERİNİN DOLDURULMASI


İÇİN HARCANAN 3,5 MİLYAR SAAT
“Amerikan vergi kanunları karmaşıklığı ve anlaşılmazlığı ile ün
salmış durumda. Amerikan vatandaşları her yıl vergi beyannamelerinin
doldurulması için ortalama 3,5 milyar saat harcamakta, bir vergi mü-
kellefi de yılda ortalama 26 saatini vergi beyannamelerini doldurmak
için harcamakta. Vergi mükelleflerinin her yıl sadece beyannamelerini
hazırlamak için 140 milyar dolar harcadığı tahmin edilmekte. Bu raka-
mın bir çok ülkenin Gayri Safi Milli Hasılasından yüksek olduğu göz
önüne alındığında harcanan tutarın ne kadar yüksek olduğu anlaşılabi-
lir. Vergi kanunları Bush’un başkanlığından önce de son derece karma-
şıktı, ancak son beş yıl içinde vergi kanunları daha da karmaşıklaştı ve
içinden çıkılmaz bir hal aldı.” (Kaynak: Vergi Dünyası Dergisi Haziran
2006 sayfa 181)

İMF’NİN VERGİ CEZASI KESTİĞİ DİKTATÖR


Yalçın Doğan imzalı aşağıdaki yazı, 25.05.1997 tarihli Milliyet
Gazetesi’nde yayımlandı. Yazı her şeyi anlatıyor, ayrıca yoruma gerek
yok:
“YARISI yırtık afişler duvarlarda sırıtıyor: “Mobutu ya mukolo
aleki kaka.” Sondaki “kaka” lafına aldırmayın siz, cümle “en büyük
479

Mobutu, başka büyük yok” demek. Zaire Halkı bu slogana 32 yıldır


aşina. Ama, Mobutu da artık bizim anladığımız anlamda “kaka.” Onu
oraya getiren Amerika, Belçika, Almanya ve Fransa Mobutu’yu “kaka
çocuk” ilan ediyor. Oysa, 1965’te bu ülkeler bu diktatör bozuntusuna
büyük umut bağlıyor. Mobutu gerçi onları pek utandırmıyor, ancak
“hırsızlıkta işin kakasını” çıkardığı için, bir Afrika ülkesinde bile, halk
ayaklanıyor. Zaire’deki zengin elmas ve altın madenleri Batılı ülkelerin
iştahını kabartıyor. “CIA darbesiyle” devrimci Lumumba’yı öldüren
Mobutu için, o tarihte Avrupa Basını utanmadan “Afrika’ya bir değil,
bin Mobutu gerek” diye manşetler atıyor. 60’lı yıllar, sosyalizmin dün-
yada zaferden zafere koştuğu dönem, kapitalizm hıncını Afrika’dan alı-
yor. Mobutu’nun “yüksek fikirleri” var iktidara geldiğinde: “Demok-
rasi iyi hava koşullarında, yüksek kültürlü ülkeler için geçerlidir. Afri-
ka’da çok partili yaşam, sadece ölüm demektir!..” Bu düşüncesini he-
men uyguluyor. Timsahlara atılan rakipler, buzdolaplarında dondurulan
profesörler, arenalarda birbirlerini çekiçle öldürmek zorunda bırakılan
politikacılar, Mobutu yönetiminin birkaç örneği. Bu arada öyle bir
hırsızlık başlıyor ki, en iyisi kendi ağzından aktarmak. Mobutu: “Benim
eğer bir milyon dolara ihtiyacım varsa, sekreterime söylüyorum. O
başbakana iki milyon, başbakan maliye bakanına üç milyon, diyor.
Maliye bakanı da merkez bankasından dört milyon dolar istiyor.” Hır-
sızlık zincirleme reaksiyon gibi!..1978’de IMF Zaire’de vergi reformu
öngörüyor. Vergi reformunu IMF Mobutu’dan başlatıyor, ona tam “4.2
milyar dolarlık vergi” kesiyor. Mübarek, tek kişilik ekonomik sektör
sanki!.. Ne okul, ne yol, ne hastane. Halka bunların hepsi lüks. Çünkü,
“para yok!” Ama, kendisine doktor Paris’ten, terzi Lozan’dan uçakla
geliyor. Her geçen gün koyulaşan diktatörlük, sistemi ayakta tutabil-
mek için, hırsızlığı kendi yandaşlarıyla paylaşıyor. “Kişisel hırsızlık, ör-
gütlü” hale dönüşüyor. Zaire Halkını özgürlüklerin kısıtlanmasından
çok, hırsızlık ve yolsuzluk etkiliyor. Halk asıl buna ayaklanıyor. CIA
desteğini çekmek zorunda kalıyor, diğer ülkelerde bir zamanlar destek
verdiği, hırsızlıkları ayyuka çıkınca, kendi kaderine terk ettiği “CIA
damgalı hırsız yöneticiler” gibi!.. Diktatörlüklerde Mobutu’ları devir-
mek daha kolay. Çünkü, orada işin içinde bir de özgürlük sorunu var.
Demokrasilerde ise, hırsızları uzaklaştırmak zaman alıyor. Önce hükü-
metten koparmak, sonra parti kongrelerini toplamak gibi. Ama, sonun-
fiAN VERGILER
480 / EDEBIYATLAfiA

da hepsi yargı önünde hesap veriyor. Sokaklarda saçlarından sürüklenir


ya da “ailece” hapiste çürürken, CIA dönüp bakmıyor bile”.

VERGİ BEYANNAMESİ VERMEYENE GÖÇMENLİKTEN


VATANDAŞLIĞA GEÇMEK YOK
ABD vatandaşlığına geçme başvurusu yapmak isteyen Sürekli Ya-
sal Yerleşimciler gerekli süre içinde iyi ahlaklı kişiler olduklarını kanıt-
layabilmelidirler. Bu kanıtlama süresi çoğu kez 5, kimi zaman da 3 yıl
bulabilmektedir. ABD Vatandaşlık ve Göçmenlik Hizmetleri tarafından
bir kişinin bu gerekli süre içinde iyi ahlaklı olup olmadığının belirlen-
mesinde göz önüne alınan ana ölçütlerden birisi de bu süre içinde, o ki-
şilerin Gelir Vergisi Beyannamelerini verip vermedikleridir. Bu kişile-
rin beynanamelerini vermedikleri anlaşılırsa, USCIS Memurun, bunla-
rın ahlaklı kimseler olduğu kanısına varması pek mümkün olmaz ve o
kişinin ABD vatandaşlığı başvurusu büyük ihtimalle reddedilir.

VERGİ, HARAÇ YA DA BAÇ DEĞİL, ARMAĞANMIŞ...


Çinli’nin, Hunlu’ya verdiği baç’ı, guruna yediremeyip ‘armağan’
olarak nitelemeye, çalıştığını “Hunlarda Vergi” adlı bölümümüzde yazmış-
tık. Türk’e rakip ve düşman olanların bu niteleme ve kamufle çabaları, ile-
riki yüzyıllarda da sürmüş. İşte örnekleri: Prof.Dr. Osman Turan “Selçuk-
lular Zamanında Türkiye” adlı eserinde, Kutalmış Oğlu Süleyman Şah’ın
Bizans’ı akınlarıyla bunalttığını, çaresiz kalan İmparator Alexios Komme-
nos’un anlaşma yapmaya mecbur kaldığını, bu anlaşmayla Bizans’ın Tür-
kiye Selçukluları’na ağır vergiler ödemeye mecbur kaldığını yazıyor. Os-
man Turan, Bizans yazarlarının, bu vergilere ısrarla “armağan” dedikleri-
ni belirtiyor. Radovan Samarcic, Sokollu Mehmet Paşa adlı belgesel ro-
manında, Avusturya İmparatorluğu’nun Osmanlı’ya her yıl usulden olan
armağanların yanısıra otuz bin taler de (gümüş Alman parası) vergi yolla-
dığını, ancak İmparator’un bütün dünyaya ısrarla bunun bir vergi olmadı-
ğını iddia ettiğini yazıyor. Avusturya İmparatoru’na göre bu otuz bin taler,
barışı satın almak için açgözlü bir düşmana ödenen bir bedelmiş

BAŞ VERGİSİ
Özellikle Gelir Vergisi’nde uygulanan “Hayat Standardı Esası” adı
verilen vergi güvenlik önleminin uygulanması sırasında, bazı uzmanlar,
bunun bir “Baş Vergisi” olduğunu iddia etmişlerdir.
481

Peki nedir bu Baş Vergisi? Baş Vergisi kısaca şu: “Bireyler


arasında ekonomik güç farklılıklarının bulunmadığı varsayımıyla ki-
şi başına eşit miktarda alınan vergi. Verginin konusu ve matrahı,
yükümlünün kendisidir. Zaman içinde nüfus artışı, toplumsal ilişki-
lerin gelişmesi sonucunda baş vergisinin gerçek ödeme gücünü
temsil etmemesi, adil olmaması, vergiyi ilkel bir uygulama haline
getirmiştir.”
Baş Vergisi, Avrupa ülkelerinde uygulanmış bir vergi türüdür.

ELEKTROMANYETİK DİNLEMEYLE VERGİ DENETİMİ


Elektromanyetik dinleme yoluyla, kullandığımız bilgisayarlara da-
ir her türlü bilgi öğrenilebiliyormuş. Bu öğrenme işi, vergi alanına da
yansımakta gecikmemiş. İngiltere ve Tunus’da “televizyon vergisi”’ni
ödemeyen yurttaşları tespit etmek için mahallelerde Van Eck alıcılarıy-
la donatılmış araçların dolaştığı biliniyor.

AZERBAYCAN’IN VERGİDE MODEL ÜLKESİ TÜRKİYE


AMA ORADA BİR DE VERGİ CİNAYETİ VAR
11 Şubat 2000 tarihinde Maliye Nazirliği’nden (Bakanlığı) bağım-
sız bir Vergiler Nazirliği oluşturan kardeş Azerbaycan, vergi yasaları
ve vergi türleri konusunda kendisine model olarak Türkiye’yi aldı.
Azerbaycan Respublikasının (Cumhuriyet) Vergi Mecellesi’ne göre,
Azerbaycan’da Fiziki Şahs’lardan (gerçek kişiler) Gelir Vergisi, Hügu-
gi Şahs’lardan da (Tüzel Kişiler) Menfaat Vergisi alınıyor. Azerbay-
canlılar katma değer vergisine “Elave Değer Vergisi” adını takmışlar.
“Oran” ve “vergi kesmek” terimleri, olduğu gibi alınmış ve kullanılı-
yor. Azerbaycanlılar, mükellef yerine “ödeyici” diyorlar, çok da iyi
ediyorlar. Ancak, vergi denetmeni yerine ‘auditor’ diyorlar ki, işte bu-
nu iyi etmiyorlar.
Azerîler, vergi rekortmenine “iri vergi ödeyen”, vergiden kaçın-
maya “vergiden yayınma” diyorlar. “Vergi tahsilatı” teriminin Azer-
baycan’daki karşılığı “Vergi Dâhil Olmaları”, vergi tahakkukununki de
“verginin emele gelmesi”. Ama en ilginci, vergi suçuna “vergi cinaye-
ti” denmesi. Vergi kaçırmanın cinayet sayıldığı Azerbaycan’ın, vergile-
ri ise şunlar: Maden Vergisi, Torpag Vergisi, Emlak Vergisi, Belediye
Vergisi, Aksiz Vergisi (Alkollu içkilerden alınıyor)
fiAN VERGILER
482 / EDEBIYATLAfiA

Azerbaycan, vergi bakımından Dünya’ya ve Türkiye’ye entegre


olurken, muhasebesi, hâlâ Sovyet döneminden izler taşıyor. Uluslara-
rası muhasebe tekniğinin kullanılmaması ve gelişmiş ülke uygulamala-
rında işletmelerin faaliyetleri nedeniyle yapmış oldukları harcamaların
(reklam harcamaları, faiz giderleri vb) bazılarına sınır getirilmesi ve bir
kısmının ise, hiç kabul edilmemesi şirketlerin olduklarından daha kârlı
görünmelerine yol açıyor ve bu da vergi yükünü artırıyor. Bu nedenle,
zarar eden işletmeler bile kâr etmiş görünebiliyor ve vergi ödüyorlar.

VERGİ İNCELEMESİ GÖRME SEBEPLERİ ARASINDA


RÖPORTAJ DA VARMIŞ
Televizyon dizileri için yazdığı aile hikâyeleri ile üne kavuşan Bi-
rol Güven, 4.10.2004 tarihli Aksiyon Dergisi’nde kendisi ile yapılan
söyleşide şunları söylüyor:
“Ben, başarının bu kadar cezalandırıldığı bir ülke görmedim. Ba-
şarılı bir işadamı ile röportaj yapılınca devlet ona vergi denetimine gi-
diyor, ‘Bunun cirosu iyidir. Gidin şunu inceleyin’ diye. Benim dostla-
rım var, röportaj kabul etmiyorlar bu yüzden. Çünkü vergi incelemesi-
ne geliyorlar.”

65 BİN KİŞİLİK YÜZER VERGİ CENNETİ


Aşağıdaki haber, Mustafa Kutlay imzasıyla, 29 Şubat 2001 tarihli
Hürriyet Gazetesi’nde yayımlandı, önemli yerlerini aktarıyoruz:
“ABD’li Freedomship International Inc., Freedomship City adıy-
la, 65 bin nüfuslu yüzen bir şehir yaratıyor. 8 milyon metrekarelik şe-
hirde, metrodan, otoyollara, üniversiteden stadyuma kadar her türlü
yaşam imkanı bulunacak. Freedomship aynı zamanda denizde olduğu
için ‘sıfır’ vergili bir off-shore kenti olacak.
ABD, tarihin en büyük insan yapımı yüzen kitlesini inşaa etmeye
hazırlanıyor. Florida merkezli Freedomship Internotional Inc.’nin ha-
zırladığı Freedomship City (özgürlük gemisi şehri) adlı proje 7 yılda ta-
mamlanacak. 8 milyon metrekarelik bir alanda 65 bin kişinin yaşaya-
cağı ve çalışacağı Freedomship bir ulaşım aracı değil, herşeyiyle yüzen
bir yaşam merkezi olacak. Freedomship’in en büyük özelliği ise, de-
nizde olması nedeniyle tamamen vergisiz bir yaşam sunması. Free-
domship’te yaşayanlar ve şirketler ne kazanırken, ne de harcarken ver-
483

gi ödemeyecekler. Çünkü, Freedomship yüzen bir vergi cenneti statü-


sünde olacak. Kısa bir süre, Florida açıklarında kalması planlanan Free-
domship City, daha sonra tüm dünyayı dolaşacak.
Her biri 320 bin metrekare kullanım alanına sahip 25 kattan olu-
şan Freedomship’te bir metropolde olan her türlü yaşam altyapısı bu-
lunacak. İşte bunlardan bazıları: Freedomship, ticari ve yaşamsal ol-
mak üzere iki kısımdan oluşacak. Yüzen şehirde her biri 2 bin yatak
kapasiteli üç tam donanımlı hastane bulunacak. Şehirde 15 bin kişilik
bir personel bulunacak. Bu personelin 3 bini güvenlik için hizmet ve-
recek. 21 kilometre uzunluğundaki metro hattı sayesinde yüzen şehrin
merkezi bölgelerine birkaç dakikada ulaşılabilecek. Freedomship için
geliştirilen özel otomobiller, yüzen şehrin üzerindeki toplam 130 kilo-
metre uzunluğundaki otoyolları kullanacak. Bu araçlar sadece elektrik
enerjisi ile çalışacak. Geminin en üst katı, orta boy ticari uçakların da
inebileceği büyüklükte bir havaalanı olacak.
Yüzen şehir üzerinde toplam 1 milyon 200 bin metrekarelik yeşil
alan bulunacak. 60 tenis kortu, 30 basketbol sahası, 30 olimpik yüzme
havuzu ve 20 bin kişilik bir stadyumu da bulunacak olan Freedomship,
gerektiğinde olimpiyat oyunlarının da düzenlenebileceği bir altyapıya
sahip bulunacak.
Yüzen şehirde, 20 kadar kilise ve 10 tane de cami bulunacak.
Yüzen şehirde eğitim için de gerekli tüm imkanlar bulunacak.
Anaokulu düzeyinden üniversiteye kadar tüm eğitim altyapısına sahip
olan şehirde, eğitim alanı tek bir yerleşkede toplanacak.
Freedomship, televizyon, radyo ve günlük gazetesi ile de bir med-
ya sektörüne sahip bulunacak.
2007 yılında tamamlanması beklenen Freedomship’in satışları
geçtiğimiz hafta başladı. Tüm dünyada 46 ofis aracılığı ile satılan Free-
domship’te yeralmak isteyen Türkler’in Brüksel’de oluşturulan ofise
başvurmaları gerekiyor.”

DÜNYADA 55 KADAR VERGİ CENNETİ (SIĞINAĞI) VAR


Vergi Cennetleri (ya da Vergi Sığınakları) yolsuzluk ekonomisinin
yaygınlaşmasında oynadığı rol de önemli.. Vergi cennetleri sadece ye-
raltı ekonomisi için değil, legal sınırlar içinde kalan fonlar için de bir
sığınak. Dünyada 55 kadar vergi cenneti var ve bunlar çok büyük fon-
fiAN VERGILER
484 / EDEBIYATLAfiA

ların kaydi veya transit merkezleri olarak faaliyette.. Neredeyse nüfu-


sundan fazla bankaya sahip olan Caiman Adaları, dünyanın beşinci bü-
yük banka merkezi ve orada birçok Türk bankası da faal. AB Üyesi
oluncaya kadar, Kıbrıs Rum Kesimi de önemli bir vergi sığınağı idi ve
daha çok Rus Mafyası’nın kara paraları sığınıyordu buraya. Anadolu
Ajansı, geçtiğimiz yıllarda geçtiği bir haberde, Bakü-Tiflis-Ceyhan
Boru Hattı’nın, bu hattı finanse eden şirketlerce, bir vergi cennetine ku-
rulan merkezden idare edileceğini duyurmuştu.

TOBİN VERGİSİ
Uluslararası sermaye hareketlerin vergilendirilmesi, güncel ve
önemli bir konu. Bu konuyu ele alan aşağıdaki makale, Aysel Arıkbo-
ğa tarafından kaleme alınmıştır. Bu makalenin önemli bölümlerini ak-
tarıyoruz.
“1970’li yıllarda ortaya atılan ancak o dönemde fazlaca ilgi gör-
meyen “Tobin Vergisi” olarak bilinen öneri, adını Nobel ödüllü iktisat-
çı James Tobin’den almaktadır. Tobin’in uluslararası sermaye hareket-
lerinin vergilendirilmesi ile ilgili önerisi, 1970’li yıllarda, günümüze
oranla sermaye hareketliliğinin yoğun olarak yaşanmaması sebebiyle
pek de ilgiyle karşılanmamıştır. 1980’li yıllarla birlikte sermaye hare-
ketlerinde görülen hızlı artış, -günümüzde bu hacim günlük olarak 1,5
trilyon dolara ulaşmıştır- dönem boyunca gözlenen finansal serbestleş-
me çabalarının ve işlem sürecini (transaction process) hızlandıran yo-
ğun teknolojik gelişmelerin etkisi (Felix, 1995) ile ortaya çıkmıştır. İş-
te böylesi bir dönemde, yani aşırı finansal hareketliliğin yaşandığı, ser-
mayenin mobilitesi karşısında emek gücünün ve mal dolaşımının aynı
hızda olmadığı bir süreçte, Tobin’in ifadesiyle, “mallar ve emek, ulus-
lararası fiyat sinyallerine karşı akışkan fonlardan çok daha yavaş hare-
ket ederler” (1982, s.489), sermayenin spekülatif hareketlerine bağlı
olarak yaşanan iktisadi krizlerin sıklaşması, ilk olarak 1970’li yıllarda
ortaya atılan Tobin vergisini yeniden gündeme getirmiştir.
Spekülatif amaçlı uluslararası sermaye hareketlerinin giderek art-
masının neden olduğu finansal ve ekonomik dalgalanmaları önlemek
ve ulusal politikaları piyasanın diktatörlüğünden korumak için, James
Tobin 1972 yılında dünya çapında uygulanacak bir döviz işlemleri ver-
gisi önerisinde bulundu. Bu öneri özet olarak, bir para biriminden baş-
485

ka bir para birimine çevirilecek olan paradan yüzde 0.1 ile yüzde 0.5
arasında değişen bir oranda vergi alınmasını içermekteydi (Boukhari
vd, 1999).
James Tobin kendisi ile yapılan bir röportajda, finansal küreselleş-
me içinde devletlerin parasal özerkliğini nasıl koruyabilecekleri soru-
suna ülkelerin, yabancı paraların giriş çıkışlarını yavaşlatmanın yolları-
nı bulmaları ve kendi ülkelerinin parasının yabancı paraya çevrilmesini
ülkenin bütünü için daha az zararlı hale getirmesi gerektiği karşılığını
vermiştir. Yine aynı röportajda Tobin, bu vergi önerisini açıklarken dö-
viz işlemlerinin oldukça düşük bir oranda vergilendirileceğini ve bu
şekilde sadece çok kısa-vadeli sermaye hareketlerinin cesaretlerinin kı-
rılacağını belirtmiştir (Boukhari vd, 1999).
Tobin’e göre, temel sorun, “özel finansal sermayenin uluslararası
-ya da daha iyisi, paralararası- aşırı hareketliliğiydi” (1982, s.488). To-
bin’in önerisi, yapılacak işlemin büyüklüğüne bağlı olarak, para ika-
mesi sırasında uluslararası tektip bir vergi alınmasını içermektedir. To-
bin, bu verginin özellikle, kısa-vadeli sermaye hareketleri açısından
caydırıcı olacağını düşünmektedir. Verginin etkisinin daha uzun vadeler
için daha düşük olacağı belirtilmektedir (1982, s.490).
Tobin’in ortaya attığı “döviz işlemleri vergisinin” etkin bir biçim-
de uygulanabilmesi için, verginin uygulama şekli konusunda küresel
bir “uyumun” (Boukhari vd, 1999) sağlanması gerekmektedir. Aksi
halde sermaye hareketleri bu sefer de vergiyi hiç uygulamayan ya da
daha düşük oranda uygulayan ülkelere doğru kayacaktır.
Bu vergi önerisi, her ne kadar günümüzde uygulama yönündeki
çeşitli engeller (vergi oranının kaç olacağı, uygulama alanının genişliği
vb. gibi) sıralanarak bazı çevrelerce kabul görmese de aslında bu tepki-
nin, verginin uygulanması esnasında karşılaşılabilecek olan teknik
problemlerden çok politik kaygılar sonucu oluştuğu konusunda görüş-
ler mevcuttur. Bu konudaki en önemli engellerden biri de dünya çapın-
da finans sektörünün vergilendirilmeye karşı gösterdiği dirençtir (Fe-
lix, 1995). IMF’nin, üye ülkelerin tüm sermaye işlemleri için paraları-
nın tam konvertibl yapılmasını (Felix, 1995) istediği bir düzenle, ser-
maye hareketleri üzerine vergi konulmasını isteyen yaklaşımın -bir dö-
viz işlemleri vergisinin- birbiriyle çatışması olağandır.”
fiAN VERGILER
486 / EDEBIYATLAfiA

MOON TARİKATI’NI KURAN MOON DA


VERGİ KAÇAKÇISI
Ergün Poyraz’ın “CİA talimatı ile kurulmuştur, CİA yönetir”, de-
diği ünlü MoonTarikatı’nı kuran Güney Koreli Sun Myung Moon, do-
landırıcılık ve vergi kaçakçılığısuçlarından mahkum olmuş.
Moon Tarikatı, Hristiyan Dünyası’nın tuzak çalışması olan “Dinle-
rarası Diyaloğ” ve “Hoşgörü” gibi maskeler kullanarak Türkiye gibi
ülkelerde misyonerlik çalışmaları yapmaktadır.

KAYIT DIŞI’NIN BOYUTUNU ÖĞRENİNCE, SUSAN


KOMUTAN
Metin Ergin, “İşte Biz Böyleyiz” adlı eserinde, kayıt dışılığın bo-
yutu konusunda bir askerin anlattığı ilginç bir anısını naklediyor:
“Yarım asır önce, yanında yedeksubay olarak görev aldığım ku-
mandanım, 1980’deki Kenan Evren müdahelesinden sonra, orgeneral
olarak Birinci Ordu Komutanlığı ile İstanbul Sıkı Yönetim Komutanlı-
ğı’na atanmıştı. Bir gün kumandanım, nasıl oldu tam hatırlamıyorum,
kendiliğinden müthiş bir açıklama yaptı: ‘Metin, ben İstanbul’da ka-
nun kaçaklarını, oto hırsızlarını, cinayetlerin ve olayların sanıklarını,
hırsızları, kapkaççıları, yankesicileri, eşkiyaları yakalamak için özel
bir araştırma yaptırdım. Sonuçlar tüyler ürpertici’ dedi ve devam etti:
‘İstanbul’da hiçbir işyeri olmayan, vergi kaydı bulunmayan, ismine
hiçbir gayrimenkul bulunmayan iki yüz bine yakın insan yaşadığını be-
lirledik. Bu adamların büyük bir kısmı liks apartmanlarda veya siteler-
de oturuyor hiçbir vergi ödemiyorlar. Altlarındaki üiks arabalar da ca-
bası. Eşleri ve çocukları ise şoförlü arabalarla saltanat sürüyorlar. İş-
lin içinden çıkmayacağımı anlayınca, fazla konuşmama kararı ver-
dim.’ “

UYUŞTURUCU KAÇAKÇILARINI SIKIYÖNETİM BİLE


VERGİLEYEMEMİŞ...
Kemal Yamak, “Gölgede Kalan İzler Ve Gölgeleşen Bizler” adlı
kitabında, 12 Eylül Askeri Yönetimi döneminde, Diyarbakır’da 7. Ko-
lordu ve Sıkıyönetim Komutanı iken, “gizli” kaydıyla üst makamlara
gönderdiği bir yazıyı açıklıyor. Bu yazı, sıkıyönetimlerin bile haksız ve
kanunsuz servet artışlarını vergileyemediğini gösteriyor.
487

“Memleketimizi en çok rahatsız eden olayların başında uyuşturu-


cu madde ve silah kaçakçılığı geldiği ve bu ikisinin çok defa iç içe ça-
lıştığı yüksek malumlarıdır.
(...) Bu uygulamanın sadece Diyarbakır’da dahi sayısız örnekleri-
ni görmek mümkündür. (...) Dün bölgenin fakir yapısı içinde etrafından
farksız bulunan bu kişi ve aileler uyuşturucu madde işiyle meşgul ol-
maya başladıktan sonra başlarından birkaç soruşturma veya mahkeme
olayı da geçmiş olmasına rağmen süratle büyük bir servet sahibi ol-
muşlar, dükkanlar, oteller ve işletmeler satın almışladır.
(...) Bu yolla kıas sürede zengin olan kimselerden dikilen han-
ların, satın alınan otel, işyeri ve işletmelerin nasıl alındığı sorulama-
maktadır.
(...) Bölgede halkın gözünde böyle bir görüntüye sahip, hakikaten
uyuşturucu madde kaçakçılığıyla uğraştığı bilinen fakat yasal yönden
mahkûm edilememiş veya yeteri kadar ceza alamamış kimselerden
oluşan bir liste hazırlanmış ve Maliye Bakanlığı adına malî denetleme
için bölgeye gelen hesap uzmanları heyetine durum ve ihtiyaç anlatıla-
rak ne yapılabileceğinin incelenmesi istenmiş ve misal olarak geçen yıl
vergi mükellefi bile olmayan bir kişinin bu yıl 100 milyonluk bir ote-
lin sahibi ve müşterisi olarak görülmesi halinde soruşturma yapılması-
nın gereği üzerinde durulmuştur.
Ayrıca konu bölgede görevli Maliye Bakanlığı gelirler kontrolör-
leri heyetine de duyurulmuşur. Mevcut yasalar çerçevesinde bu incele-
meler değişik makamlarra yönelik olduğundan çok sınırlı kalmış hiçbir
sonuç alınamamıştır.”

HAŞHAŞ VE DİĞER İLLEGAL İŞLERDEN VERGİ


Gazeteci Yavuz Selim, “Afganistan ve Dostum” adlı kitabında,
Afganistan ekonomisine değinirken şu ilginç bilgileri veriyor: “1990’lı
yıllarda kamu harcamaları GSMH’ın %13’üydü. Buna haşhaş ve diğer
illegal işlerden alınan vergiler dahil değil.”
Vergiciler bilirler, vergileme yapılabilmesi için, elde olunan geli-
rin yasal yollardan elde edilmiş olma şartı yoktur; kumar ve beyaz ka-
dın ticareti de vergiye tâbidir. Ancak, Afganistan’da haşhaş, ekonomi-
nin ve verginin vazgeçilmez bir parçası olmuş. İşte bu kötü...
fiAN VERGILER
488 / EDEBIYATLAfiA

AFGANİSTAN’DA GÖREVLİ SUBAYI, TÜCCAR SAYAN


MALİYE BAKANLIĞI
Emekli Orgenaral Kemal Yamak, 1960 yılında Afganistan Harp
Okulu’nda öğretmen-subay olarak görev yapmış. “Gölgede Kalan İz-
ler Ve Gölgeleşen Bizler” adını verdiği kitapta topladığı anılarında, o
yıllara ilişkin olarak bir de vergisel olaya yer veriyor Yamak Paşa.
“Bu sırada elçilikten bir arkadaşım, bize bir ikazda bulundu. Di-
yordu ki: ‘Sizin dönüş tarihinize göre, dış görevdeki hizmet süreniz on
dokuz ay olacak, bu süre yirmi dört aydan az olursa hane nakli hakkı-
nız olmayacak; yani Afganistan’dan ve yurt dışından hiçbir eşya götü-
remeyecek veya dışarıdan ısmarlayıp yurda sokamayacaksınız’. Bu ar-
kadaşımız, kendileri için bir süre sınırlaması olmadığını ancak, ‘Devlet
size izin vererek buraya gönderdiği için, bu yirmi dört ay sınırını uygu-
layacağını açıklıyor, şimdiden Maliye Ve Gümrük Bakanlığı’na müra-
caat ederk çözüm bulmalısınız’ diyordu. Bizi Genel Kurmay Başkanlı-
ğı ve Milli Savunma Bakanlığı gönderiyordu. Kadrosu olan bir göreve
geliyorduk. Bu ayrıcalığa aklımız ermiyordu ama gerekli belgeleri de
ekleyerek, gerekçeli bir dilekçeyle müracaatımzı yaptık.
Maliye Bakanlığı ik ay sonra dilekçemize cevap vermişti. Aklımız
almıyordu demiştik ya, bir akıl almaz cevap da Maliye Bakanlığ’ndan
geliyordu. Bakanlık özetle şöyle diyordu: ‘siz yurt dışına çıkan tüccar
ve ticaret erbabı statüsünde mütaala edildiğinizden, kanunen size hane
nakli tanımaya imkân yoktur. On dokuz ayı, yirmi dört aya tamamlaya-
bilirseniz bu hak doğacaktır.’
Bu cevabı alır almaz, hemen müracaatımızı Milli Savunma Bakan-
lığı’na çevirdik. Dilekçemizde ‘İç Hizmet Kanunu’nun suç saydığı ila-
ve iş ve ticaretle meşguliyet yasası varken, Maliye Bakanlığı bize tüc-
car diyor. Bu göreve biz talip olup gelmedik, tayinlerimiz Milli Savun-
ma Bakanlığı’nın onayıyla Genel Kurmay Başkanlığı’ndan çıktı, tayin
emrimiz ektedir. Maliye Bakanlığı’nın ticari görev ve tüccar diye nite-
lediği bu göreve bizi devletimiz atadı. Ayrıca hizmet süremizi uaztıp kı-
saltmak da, bizim yetkimizde değildir. Maliye Bakanlığı’nın ekteki ya-
zaısına gerekli cevabın verilmesi’ diyor ve bakanlığımızdan bize sahip
çıkmasını istiyorduk. Aynı müracaatı Genel Kurmay Başkanlığı’na da
yapmıştık.. Sonuçta ne mi oldu? Biz bir seneye yakın uğraştık, iktidar-
da Milli Birlik Komitesi ve 27 Mayıs’tan sonra kurulan hükümet var-
489

dı. Bu yarı askeri dönemde kendi hükümetimize memur-subay olduğu-


muzu, ticaret için Afganistan’da bulunmadığımızı ve tüccar olmadığı-
mızı, ispat edemeden, tabii ki hane nakli hakkını da kazanamadan yur-
da döndük.”

VEJETERYANLAR VERGİYE DE HAYIR DİYORLAR


“Biz hayvanlarız ve bütün hayvanlarla dayanışma içindeyiz” di-
yen vejeteryanlar, vergi ödemeyi de reddediyorlar: “Herkes gibi bizim
de tarafsız bir tıbbî bilgiye hakkımız var. Büyük miktarda hayvanları
yetiştirmek ve öldürmek için kullanılan vergileri ödeyerek katliama
suç ortağı olmak istemiyoruz.” (Alıntı: www.veggiepride.org)
KAYNAKÇA

KİTAPLAR
Abdullayev Cengiz-Kurtlar Sofrasında/Kaknüs Yayınları
Adıvar Halide Edip-Kubbede Kalan Hoş Sada/İnkilap Kitabevi
Ahmet Mithat Efendi-Müşâhedat/MEB Yayınları
Akgül Suat-Dersim İsyanları Ve Seyit Rıza/Berikan Yayınları
Akgül Suat-Musul-Kerkük Harekatı/Berikan Yayınları
Akgündüz Ahmet ve Öztürk Sait-Bilinmeyen Osmanlı/Osav Yayı-
nevi
Akın Gülten-Ağıtlar ve Türküler/Yapı Kredi Yayınları
Alatlı Alev-Valla Kurda Yedirdin Beni/Alfa Yayınları
Ali Sabahattin-Kuyucaklı Yusuf/Yapı Kredi Yayınları
Alp Tekin-Türkleştirme/Kültür Bakanlığı Yayını
Altheim Franz-Asya’nın Avrupa’ya Öğrettikleri/Özne Yayınları
Ana Brittanica Ansiklopedisi-Ana Yayıncılık
Arıt Fikret-Bu Hayatı Yaşamak Lazım/Çağlayan Yayınevi
Arslan Nurten-Küçük Anılarda Büyük Sırlar Mustafa Kemal Ata-
türk/Mavi Kuş Yayınları
Atan Turhan-Gümrük Tarihi
Atay Falih Rıfkı-Çankaya/Bateş Yayınları
fiAN VERGILER
492 / EDEBIYATLAfiA

Atay Falih Rıfkı-Zeytindağı/MEB Yayınları


Atsız Nihal-Yolların Sonu/Ötüken Yayınevi
Atsız Nihal-Bozkurtların Ölümü /İrfan Yayınevi
Atsız Nihal-Dalkavuklar Gecesi/İrfan Yayınevi
Ayaşlı Münevver-Pertev Bey’in Üç Kızı,İki Kızı,Torunları/Timaş
Yayınları
Aydemir Şevket Süreyya-Suyu Arayan Adam/Remzi Kitabevi
Aytekin Hakan-Bu Toprağın Masalları/Su Yayınları
Aytmatov Cengiz ve Şahanov Muhtar-Kuz Başındaki Avcının Çığ-
lığı/Tolkun Yayınları
Aytmatov Cengiz-İlk Turnalar/ Elips Yayınları
Aysan Mustafa-Atatürk’ün Ekonomik Görüşleri/Toplumsal Dö-
nüşüm Yayınları
Ayverdi Samiha-Türk Tarihinde Osmanlı Asırları/Damla Yayınevi
Balaban İbrahim-Nazım Hikmetle Yedi Yıl/Berfin Yayınları
Baykurt Fakir-Irazca’nın Dirliği/Remzi Kitabevi
Bebel August-Hazreti Muhammed ve Arap-İslam Kültürü Döne-
mi/Bordo-Siyah Yayınları
Behramoğlu Ataol-Şiirler/Adam Yayınları
Bener Erhan-Bürokratlar/Remzi Kitabevi
Beyanname Düzenleme Klavuzu/Hesap Uzmanları Derneği Yayı-

Buğra Tarık-Yağmur Beklerken/İletişim Yayınları
Bulutoğlu Kenan-Dünya Kazan Ben Kepçe/Türkeli Yayınları
Böll Heinrich-Hikayeler/Sabah Yayınları
Blocqeville Henry De-Türkmenler Arasında/Kültür Bakanlığı Ya-
yını
Cabioğlu Kemal-Ekonomide Kurtuluş Savaşı/Bir Harf Yayınları
Cantek l.Funda Şenocak-Yabanlar Ve Yerliler/İletişim Yayınları
Cemil Paşazade-Öküz Arabasını Satan Derviş/Akis Kitap
Çemenzeminli Yusuf Vezir-Ali Ve Nino/Kaknus Yayınları
Coşar Ömer Sami-Atatürk Ansiklopedisi
Çetinkaya Nihat-Kızılbaş Türkler/Kum Saati Yayınları
Çığ Muazzez İlmiye-Sumerli Şair Ludingirra’nın Öyküsü/Kaynak
Yayınları
Çubukçu Mete-Bizim Filistin/Metis Yayınları
493

Daldal H.Feyza-Bereketli Künay/Yeni Hayat Yayınları


Debbağoğlu Ahmet-İslam İktisadı/Dergah Yayınları
Deliorman Altan-Kırık Kanatlı Jöntürk/Bayrak Yayınları
Demircan Hasan Ali-Hayal Şehirler/Akçağ Yayınları
Doğan Mehmet-Tarih Ve Toplum/Dergâh Yayınları
Dölek Sulhi-Truva Katırı/Varlık Yayınları
Dranas Ahmet Muhip-Yazılar/Adam Yayınları
Eflatun-Devlet/Karanfil Yayınları
Ekinci Necdet-Türkiye’de Yunan Vahşeti/Yeniden Anadolu Ve
Rumeli Müdafaa-i Hukuk Yayınları
Engels Frederik-Köylüler Savaşı
Erhan Ahmet-Çağdaş Yenilgiler Ansiklopedisi/Bilgi Yayınevi
Ergin Metin-İşte Biz Böyleyiz/Altın Kitaplar
Erkural Kenan-Muhasebe Organizasyonu/İİTA Vakfı Yayınları
Esendal Memduh Şevket-Ayaşlı ve Kiracıları/Bilgi Yayınevi
Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nden Seçmeler/Cümle Yayıncılık
Fattah Nurihan-Tanrıların Ve Firavunların Dili/Selenge Yayınları
Fiş Radi-Ben de Halimce Bedrettinem/Yön Yayınları
Flaubert Gustave-Madam Bovary
Gogol Nikolay-Ölü Canlar/Oda Yayınları
Gökbilgin Tayyip-İslam Ansiklopedisi 1945
Gölpınarlı Abdulbaki-Mevlana Fihi Ma Fih/MEB Yayınları
Gör Yavuz- Seyahatname/ Çağdaş Yayınları
Göyünç Nejat-XVI.Yüzyılda Mardin Sancağı/Türk Tarih Kurumu
Basımevi
Gumilyov L.N-Hunlar/Selenge Yayınları
Gumilyov L.N-Son Ve Yeniden Başlangıç/Selenge Yayınları
Güngör Nuri-Yollar Ve Zaman/Kültür Bakanlığ Yayını
Güntekin Reşat Nuri-Kavak Yelleri/İnkilap Kitabevi
Güntekin Reşat Nuri-Miskinler Tekkesi/İnkilap Kitabevi
Gürbüz Cazim-Ateşkes Çağrısı/Şiir Defteri Yayınları
Hablemitoğlu Şengül-Küreselleşme Düşlerden Gerçeklere/Top-
lumsal Dönüşüm
Yayınları
Halaçoğlu Yusuf-XVIII. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun İs-
kân Siyaseti Ve
fiAN VERGILER
494 / EDEBIYATLAfiA

Aşiretlerin Yerleştirilmesi
Hamuroğlu Alp-Alman İslamı/Kaynak Yayınları
Hikmet Nazım-Memleketimden İnsan Manzaraları/Bilgi Yayınevi
Hikmet Nazım-Son Şiirler/Adam Yayınları
Hisar Abdülhak Şinasi-Fahim bey Ve Biz/Yapı Kredi Yayınları
Hudaynazarov Berdinazar-Kumlular/Kaynak Kitaplar
Ilgaz Hikmet-Şark Yıldızı/Berikan Yayınları
Ilgaz Rıfat-Meşrutiyet Kıraathanesi-Geçmişe Mazi/Çınar Yayınla-

Ilgaz Rıfat-Don Kişot İstanbul’da/Çınar Yayınları
Istrati Panait-Akdeniz/Varlık Yayınları
Işınsu Emine-Bukağı/Ötüken Yayınları
İbn Cübeyr-Endülüsten Kutsal Topraklara/Selenge Yayınları
İğci Nurettin-Enteller Dantel/Gür Yayınları
İnan Afet-Atatürk’ün Medeni Bilgiler Kitabı/ Türk Tarih Kurumu
Yayını
Kadiri Abdullah-Ötken Günler/Selenge Yayınları
Kadirov Pirim-Son Timurlu/Selenge Yayınları
Kamil Ve Sait Paşa’nın Hatıraları-Arba Yayınları
Karagöz Erkan-Kars Ve Çevresinde Aydınlanma Hareketleri/As-
ya-Şafak Yayınları
Karakoç Abdurrahim-Vur Emri/Töre-Devlet Yayınları
Karakoyunlu Yılmaz-Salkım Hanım’ın Taneleri/Öteki Yayınevi
Karakoyunlu Yılmaz-Yorgun Mayıs Kısrakları/Doğna Kitap
Kasımbekov Tölügün-Adam Olmak İstiyorum ve Sınğan Kı-
lıç/Kafkas Yayınevi
Kâtip Çelebi-Mîzânü’l Hakk Fî İhtiyari’l Ahak/MEB Yayını
Karay Refik Halit-Memleket Hikâyeleri/İnkilap Kitabevi
Kaya Bayram-Türk Felsefe Tarihi/Asya-Şafak Yayınları
Kemal Mehmet-Acılı Kuşak/Çağdaş Yayınları
Kemal Yaşar-İnce Memed/Yapı Kredi Yayınları
Kesten Fikret-Şeyh Ede Balı/Kendi Yayını
Kılıç Ali-Atatürk’ün Sırdaşı Kılıç Ali’nin Anıları/İş Bankası Yayın-
ları
Kınross Lord-Kutsal Anadolu Toprakları/Nokta Yayınları
Kılıç Davut-Osmanlı İdaresinde Ermeniler/Asam Yayınları
495

Kırbaş Sadık-Vergi Hukuku/Siyasal Kitabevi


Kısakürek Necip Fazıl-Yeniçeri/Büyük Doğu Yayınları
Kırcı Haluk-Firar Zamanı/Burak Yayınları
Kırzıoğlu Fahrettin-Kıpçaklar/Türk Tarih Kurumu Yayını
Koestler Arthur-Onüçüncü Kabile/Say Yayınları
Koç Ali ve Koç Yusuf-Milliyetçi Hareketin Lideri Başbuğ Ata-
türk/Kamu Birlik Hareketi Yayını
Koloğlu Orhan-Arap Kaymakam/Aykırı Yayınları
Kökden Uğur-İstanbul/Zaman Açılan Kapı/Yapı Kredi Yayınları
Kula Onur Bilge-Alman Kültüründe Türk İmgesi/Gündoğan Ya-
yınları
Kurban İklil-Yaşlı Tarihin Yankısı/AD Yayıncılık
Kurtkan Amiran-Metedolojik Bir Deneme Olarak Mali Sosyoloji/
İstanbul Üniversitesi İktisat Fakiltesi Yayınları
Kutlu Mustafa-Beyhûde Ömrüm Dergâh Yayınları
Kutluk Şakirov-Adnan Aslan-Tüzûkat-ı Timur/Kaynak Yayınları
Meriç Ümit-Cevdet Paşa’nın Toplum Ve Devlet Görüşü/Tmiaş
Yayınları
Mehmet Arif Bey-Başımıza Gelenler/İrfan Matbaası
Mesudî-Murûc Ez-Zeheb/Selenge Yayınları
Mrozek Slawomir-Sazan/T.İş Bankası Yayınları
Naima Tarihi-Kültür Bakanlığı Yayını
Narmanlıoğlu Sayıl-Kar’a İz Bırakanlar/Kendi Yayını
Nizamülmülk-Siyasetname/Dergah Yayınları
Nutuk-Mustafa Kemal Atatürk
Oruç Mehmet-Dinlerarası Diyaloğ Tuzağı Ve Dinde Reform/Arı-
Sanat Yayınları
Özakman Turgut-Şu Çılgın Türkler/Bilgi Yayınevi
Özbalcı Yılmaz-Katma Değer Vergisi Yorum Ve Açıklamala-
rı/Oluş Yayıncılık
Özbek Mehmet-Folklor Ve Türkülerimiz/Ötüken Yayınevi
Özgüç Tahsin-Kültepe/Kaniş/Neşa Sarayları ve Mabetleri/Türk
Tarih Kurumu Yayınları
Özkişi Bahaeddin-Göç Zamanı/Ötüken Yayınevi
Öztuna Yılmaz-Türk Tarihinden Yapraklar/MEB Yayınevi
Öztuna Yılmaz-Büyük Türkiye Tarihi/Ötüken Yayınevi
fiAN VERGILER
496 / EDEBIYATLAfiA

Öztuna Yılmaz-Yavuz Sultan Selim/Babıali Kültür Yayıncılığı


Öztürk Saygı-Kasadaki Dosyalar/Ümit Yayıncılık
Pamukoğlu Osman-Unutulanlar Dışında Yeni Bir Şey Yok/Har-
moni
Yayınları
Pamukoğlu Osman-Kara Tohum/İnkilap Kitabevi
Poyraz Ergün-Misyonerler Arasında Altı Ay/Toplumsal Dönüşüm
Yayınları
Pur Hüseyin Perviz-Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türkiye’nin Borç
Prangası/Otopsi Yayınları
Sakaoğlu Saim-Bayburtlu Zihni/Kültür Bakanlığı Yayını
Samarcic Radovan-Sokollu Mehmet Paşa/Nokta Yayınları
Saramago Joze-Kısırdöngü/İş Bankası Yayınları
Sarı Mehmet Paşa-Devlet Adamına Öğütler/Kültür Bakanlığı
Yayınları
Selim Yavuz-Afganistan Ve Dostum/Hiler Yayınları
Selimoğlu Zeyyat-Deprem/ Varlık Yayınları
Selimoviç Meşa-Kale/Ötüken Yayınları
Sevinç Necdet-Osmanlı’dan Günümüze Misyoner Faaliyetle-
ri/Milenyum Yayınları
Sevinç Necdet- Arşiv Belgeleriyle Tehcir ve Ermeni İddiaları/Av-
rasya-Bir Yayınları
Sezer Sennur-Özyalçıner Adnan-Bir Zamanların İstanbul’u/Rem-
zi Kitabevi
Solak İbrahim- XVI Asırda Maraş Kazası/Akçağ Yayınları
Straub Peter-Yitik Oğlan Yitik Kız/İthaki Yayınları
Sudi Nevzad-Küllük Anıları/Mephist Yayınları
Sunata İ.Hakkı-Gelibolu’dan Kafkaslar’a/İş Bankası Yayınları
Süleyman Sabri Paşa-Van Tarihi Ve Kürt Türkleri Hakkında İnce-
lemeler/Türk Kültürü
Araştırma Enstitüsü Yayınları
Süreyya Cemal-Sevda Sözleri/Yapı Kredi Yayınları
Şah Tahmasb-Tezkire/Anka Yayınları
Şaşmaz Musa-Kürt Musa Bey Olayı/Kitabevi Yayınları
Şensoy Ferhan-Hacı Komünist/Orta Oyuncuları Yayınevi
Şimşir Bilal N.-Ankara Ankara...Bir Başkentin Doğuşu/Bilgi Yayınevi
497

Tahir Kemal-Yol Yarımı/Sander Yayınları


Taner Haldun-Hikayeler/Bilgi Yayınları
Tanyer Turan-Taş Mektep/Yapı Kredi Yayınları
Topuz Hıfzı-Meyyale/Remzi Kitabevi
Torun Esma-Sivas’tan Büyük Kongreye CHP/Kocaeli Üniversite-
siYayınları
Turan Osman-Selçuklular Zamanında Türkiye
Turgut Hulusi-Attaürk’ün Sırdaşı Kılıç Ali’nin Anıları/İş Bankası
Yayınları
Turhan Nesrin-İhtilalin Süvarisi/Doğan Kitap
Turkay Cevdet-Başbakanlık Arşiv Belgelerine Göre Osmanlı İm-
paratorluğunda Oymak ve
Cemaatler
Türkdoğan Orhan-Sosyal Hareketlerin Sosyolojisi/IQ Yayınları
Uçuk Cahit-Bir İmparatorluk Çökerken/Yapı Kredi Yayınları
Urgan Mina-Bir Dinazorun Anıları/Yaşantı Yayınevi
Vahapzade Bahtiyar-Yücelikte Tenhalık/Ötüken Yayınevi
Yakubov Adil-Uluğbey’in Hazineleri/Selenge Yayınları
Yalkın Ali Rıza-Cenup’ta Türkmen Oymakları/Kültür Bakanlığı
Yayını
Yamak Kemal-Gölgede Kalan İzler Ve Gölgeleşen Bizler/Doğan
Kitap
Yan W.-Son Denize Kadar-Selenge Yayınları
Yavuz Hilmi-Hüzün ki En Çok Yakışandır Bize/Can Yayınları
Yazman M.Şevki-Anadolu’nun İşgali/Berikan Yayınları
Yılmaz Uluğtekin Mevlüt-Osmanlı’nın Arka Bahçesi/MUY Yayını
Yusuf Has Hacip-Kutadgu Bilig/Fikri Silahdaroğlu/Kültür Bakan-
lığı Yayınları
Yusufoğlu Şükrullah-Kefensiz Gömülenler/İtil yayınları
Yücelen Hilmi-Türk Mali Tarihine Toplu Bir Bakış ve Maliyeci
Şairler Antolojisi
Zeyrek Yunus-IV.Sultan Murat’ın Revan ve Tebriz Seferi Ruzna-
mesi/Kültür
Bakanlığı Yayını
Türk Edebiyatı Tarihi/Kültür Ve Turizm Bakanlığı Yayını
YAZILAR

Aktan Coşkun Can-www.canaktan.com


Arıkboğa Aysel-www.istanbul.edu.tr
Arslanoğlu İbrahim- www.hbektaş.gazi.edu.tr
Azmi Demirci-Vergi Dünyası Dergisi
Balkız Ali-www.aleviten.net
BARKEY K. (1994), Bandits and Bureaucrats: The Ottoman Rou-
te to State Centralization, Ithaca: Cornell University Press.
Benazus Hanry-Bütün Dünya Dergisi
Birdoğan Nejat-Sivas Kitabı
İlgen Abdulkadir-Vergi Dünyası Dergisi
İnalcık Halil-Türk Kültürü Dergisi
İrfan Erdoğan-Osmanlı İmparatorluğunda Kölelik/ www.circassi-
ancanada.com.tr
Metin Celal-www.ait.hacettepe.edu.tr
Nalbantoğlu Muhittin- Büyük Kurultay Gazetesi
Seyyar Ali- www.sosyalsiyaset.com
Sıralı Recep- www.ordutarim.gov.tr
Sırrı İzzet-Hisar Gazetesi
fiAN VERGILER
500 / EDEBIYATLAfiA

Taşağıl Ahmet-Bilim ve Ütopya Dergisi


Türkdoğan Orhan-Türk Dünyası Dergisi
Özkan İsmail-Team Dergisi
Yalıner Ekrem Galip/www.minidev.com
www.abanagazetesi.com
www.antoloji.com
www.blogcu.com
www.cunhuriyet.ed.tr
www.devletarsivleri.gov.tr
www.diyadinnet.com
www.eso-es.net
www.forum.draligus.com
www.fuatkivran.sitemnet.com
www.geocities.com/dersimsite/zazalar.html
www.geredehayat.com
www.gumrukler.gov.tr
www.hilafet.com
www.kerkuk-kurdistane.com
www.maliye.gov.tr
www.mekanım.net
www.members.fortunecity.com
www.ntvmsnbc.com
www.pirvakfı.8m.com
www.radyoilkhaber.com
www.sevginehri.net
www.sevivon.com
www.tasavvufalemi.com
www.turkcebilgi.net
www.ulkuocakları.org.tr

You might also like