Professional Documents
Culture Documents
SELÇUK ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
DOĞU DİLLERİ VE EDEBİYATLARI ANABİLİM DALI
FARS DİLİ VE EDEBİYATI BİLİM DALI
Aytan HASANALİZADE
Danışman
Doç. Dr. Nuri ŞİMŞEKLER
Konya - 2013
İÇİNDEKİLER
BİLİMSEL ETİK SAYFASI ................................................................................................................ II
YÜKSEK LİSANS TEZİ KABUL FORMU ...................................................................................... III
ÖZET .................................................................................................................................................... IV
SUMMARY .......................................................................................................................................... V
ÖNSÖZ .................................................................................................................................................. VI
GİRİŞ...................................................................................................................................................... 1
MEŞRUTİYET DÖNEMİ İRAN HİKÂYECİLİĞİ........................................................................... 1
I. BÖLÜM .............................................................................................................................................. 7
I.1. Hayatı ve Yetiştiği Çevre ............................................................................................................ 8
I.2. Edebî Kişiliği ............................................................................................................................. 12
I.3. Eserleri ....................................................................................................................................... 16
I.3.1. Bilimsel Araştırma Konulu Eserleri: ............................................................................... 16
I.3.2. Hikâyeleri: .......................................................................................................................... 17
I.3.3. Siyasi-Toplumsal Konulu Eserleri: .................................................................................. 24
I.3.4. Tercüme Eserleri: .............................................................................................................. 24
I.3.5. Hatıra Eserleri: .................................................................................................................. 25
I.3.6. Fantezi Eserleri: ................................................................................................................. 25
II. BÖLÜM ........................................................................................................................................... 26
YEKÎ BÛD VE YEKÎ NEBÛD ADLI ESERİN DEĞERLENDİRMESİ ....................................... 27
III. BÖLÜM ......................................................................................................................................... 37
SEYYİD MUHAMMED ALİ CEMÂLZÂDE’NİN YEKÎ BÛD VE YEKÎ NEBÛD ADLI
HİKÂYE KİTABININ ÇEVİRİSİ ..................................................................................................... 38
III.1. DÎBÂÇE .................................................................................................................................. 38
III.2. FÂRSÎ ŞEKER EST .............................................................................................................. 45
III.3. RECÛL-İ SİYÂSÎ .................................................................................................................. 52
III.4. DÛSTÎ-İ HÂLE HERSE ....................................................................................................... 63
III.5. DERD-İ DİL-İ MOLLÂ KURBÂNALİ ............................................................................... 70
III.6. BÎLE DİG BÎLE ÇOĞONDER ............................................................................................ 77
III.7. VÎLÂNÜ’D-DEVLE .............................................................................................................. 85
SONUÇ ................................................................................................................................................. 88
KAYNAKÇA ....................................................................................................................................... 89
İNDEKS................................................................................................................................................ 91
ÇALIŞMAMIZA ESAS OLAN YEKÎ BÛD VE YEKÎ NEBÛD ADLI ESERİN TAM METNİ ... 92
I
T.C.
SELÇUK ÜNİVERSİTESİ
Numarası 104209021001
Aytan HASANALİZADE
II
T.C.
SELÇUK ÜNİVERSİTESİ
Numarası 104209021001
III
T.C.
SELÇUK ÜNİVERSİTESİ
Sosyal Bilimler Enstitüsü
Müdürlüğü
Ana Bilim / Bilim Doğu Dilleri ve Edebiyatları Ana Bilim Dalı / Fars Dili ve
Dalı Edebiyatı Bilim Dalı
ÖZET
Yazar, bu hikayelerde genel olarak o zamanki İran’ın siyasi durumunu konu edinmiş,
kitabını sade bir dille, halk dilinde yazmıştır. Bu nedenle yazar, hikayelerinde deyim ve
atasözlerine de bolca yer vermiştir. Kitap, 6 farklı hikayeden oluşmaktadır. Bu kitabın
hikayeleri Türkçe hariç, bazı dünya dillerine tercüme edilmiştir.
Modern İran Edebiyatının ilk ve en önemli örnekleri arasında yer almış olan bu eseri,
Türkçemize kazandırmanın bu alandaki eksikliği gidereceği kanısındayız.
Anahtar Kelimeler: Muhammed Ali Cemâlzâde, Yekî Bûd ve Yekî Nebûd, Modern İran
Edebiyatı.
IV
T.C.
SELÇUK ÜNİVERSİTESİ
Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü
Ana Bilim / Bilim Doğu Dilleri ve Edebiyatları Ana Bilim Dalı / Fars Dili ve
Dalı Edebiyatı Bilim Dalı
SUMMARY
The foundations of Iranian storytelling have been laid by Muhammed Ali Jamalzada
who had initially started his authorship as a novel writer with no success in this field. He then
decided to continue his writings in the forms of storytelling and tales. Works of Jamalzada
who is one of the most prominent faces of modern storytelling, are of great importance for the
Iranian literature. The book that gave him the worldwide fame was the first Western style
Persian storytelling collection, Yaki Bud and Yaki Nabud. We have used the volume of Yaki
Bud and Yaki Nabud that was prepared for publication by Ali Dahbashi (1379 hş./2000) that
was published by Iranian National Library in Tehran. In his stories the author has mainly dealt
with the political developments and situations of Iran.
He has done this by utilizing a plain and easy language so he could be understood by
the general more easily. That is why also he has used a lot of idioms and proverbs in the book.
The book has been consisted of six chapters, each of them narrating a different tale. The
stories of Yaki Bud and Yaki Nabud have been translated into various languages except
Turkish. That is why we believe it is an important task to translate Yaki Bud and Yaki Nabud
into Turkish.
As one of the first and most important examples of Modern Iranian literature this book
will be a very useful source for the scholars as well as general public.
Key Words: Muhammed Ali Jamalzada, Yaki Bud and Yaki Nabud, Modern Iranian
Literature.
V
ÖNSÖZ
İranlıların Avrupa medeniyetiyle tanıştığı XIX. yüzyılda Batı edebiyatının İran
edebiyatına etkisi büyüktür. Meşrutiyet dönemi olarak da bilinen bu dönem yazarları daha çok
siyasi ve toplumsal konularda eserler yazmaya başlamışlar, hikaye ve roman yazmayı ön
plana almışlardır. Bu dönemde özellikle Hacı Zeynülâbidîn Merâgaî, Mîrzâ Abdurrahim
Talîbof, Mîrzâ Ali Ekber Dihhodâ ve Seyyid Muhammed Ali Cemâlzâde gibi yazarların
eserlerinde açıkça nesir edebiyatının tezahürlerini görmek mümkündür.
İkinci bölümde, Cemâlzâde’nin Yekî Bûd ve Yekî Nebûd adlı hikaye kitabı
incelenmiştir. Bu bölümde, hikayelerin yazılma yıllarına göre sosyal açılardan içerdikleri
konular incelenerek kitabın genel bir değerlendirmesi yapıldı.
Üçüncü bölümde, yazarın Yekî Bûd ve Yekî Nebûd adlı hikaye kitabının Türkçe
tercümesi yapılmış, hikayeler tercüme edilirken Farsça-Türkçe atasözleri ve deyimler
sözlüklerinden yararlanılmıştır.
VI
Ayrıca hikayelerde geçen özel isim, yer ve eser adlarının tespiti yapılarak bunlar
indeks bölümünde verilmiştir, ancak hayali karakterler dikkate alınmamıştır.
Bu çalışmada başından beri bana yol gösteren, ilgisini hiçbir zaman esirgemeyen,
saygıdeğer danışman hocam Doç. Dr. Nuri ŞİMŞEKLER’e; ayrıca, kaynakların bulunmasında
bana yardımcı olan değerli hocam Doç. Dr. Ali TEMİZEL’e, bölümdeki diğer hocalarıma,
tezin tashihi ve gözden geçirilmesinde değerli vaktini esirgemeyen arkadaşım Leyla
SOLTANOVA’ya, bana hep destek olan yakınlarıma ve diğer arkadaşlarıma teşekkürlerimi
sunmayı bir borç bilirim.
Aytan HASANALİZADE
KONYA-2013
VII
GİRİŞ
MEŞRUTİYET DÖNEMİ İRAN HİKÂYECİLİĞİ
İlk modern sefernâmeyi, İngiltere’ye gönderilen bir öğrenci olan Mîrzâ Sâlih-i Şîrâzî,
İngiliz liberalizmini yüceltmek maksadıyla yazdı. Mirza Ali Han Emînü’d-Devle de, nesrinin
güzelliği, kişiler ve mekânlar konusundaki ustaca canlandırmasıyla dikkati çeken bir
sefernâme yazdı. Ancak sefernâme türündeki ilk öyküleri (hayalî sefernâmeleri) Merâgâî ve
Tâlibof yazdılar. (Mîr Âbidînî, 2002: I, 117)
1
Birinci gruba dahil olanlar arasında Rızakuli Hân-ı Hidayet, İtimâdüs-saltana, Şehzade
Muhammed Tahir-i Mîrzâ, Emînü’d-Devle, Müsteşarü’d-Devle ve Nâsırüddin Şah sayılabilir.
(Kanar, 2013: 60)
Nesirde meydana gelen değişimin ürünlerini bugünün nesir edebiyatının temel esasları
olarak sayabiliriz. Özellikle, Hacı Zeynelâbidîn-i Merâgaî, Mîrzâ Abdurrahim-i Talîbof,
Mîrzâ Ali Ekber-i Dihhodâ ve Seyyid Muhammed Ali Cemâlzâde’nin meşrutiyet sonrası
eserlerinde açıkça nesir edebiyatının tezahürlerini görmek mümkündür. (Hâkemî, 1386
hş./2007: 184)
Bugünün nesrinde genellikle ilmî ve teknik konulardaki eserler ile edebî eserler ve
roman, kısa hikaye, kitap, gazete ve çocuk kitapları görülür. Bu, temelinde sadelik bulunan bir
nesirdir. Son yarım yüzyılda nesir ve hikaye yazarları, kaçınılmaz olarak zamanın ihtiyacı
nedeniyle umumi ve genel dile yönelmişleridir. (Hâkemî, 1386 hş./2007: 184)
Cemâlzâde’den önce Mîrzâ Habîb-i İsfahânî Sergozeşt-i Hâci Baba-yi İsfahânî (1905)
adlı eserini halk deyimlerinden ve geleneklerinden oluşan bir hazine olarak sunmayı başarır.
Bu eserde, çeşitli kişilerin başından geçen olaylar anlatılarak, Kaçarlar dönemi başlarındaki
İran halkının hayatını canlı bir şekilde ve sade bir dille tasvir eder. Mîrzâ Habîb, okuyucunun
eski hayata duyduğu nefreti, tatlı bir alaycılıkla kışkırtır. Mîrzâ Habîb kendi zamanına
egemen olan zülüm ve eziyete savaş açmaya, halkın nasıl aldatıldığını ve hurafelere nasıl
inanıldığını amansız bir mizahla dile getirmeye çalışmaktadır. Mîrzâ Habîb, Avrupaî bir
piyesi Farsçaya çeviren ilk çevirmendir. Moliere’in Gozâriş-i Merdom-Gorîz’ini çevirir ve h.
1248’de İstanbul’da bastırır. (Mîr Âbidînî, 2002: I, 57)
2
Ali Ekber-i Dihhodâ
Mîrzâ Habîb’in ardından, Fars edebiyatının yenilikçi öncülerinden birisi olarak Ali
Ekber-i Dihhodâ’nın adını anmak gerekir. O, çarşı pazar konuşmalarını kayda geçirmede çok
duyarlı, sade halkın hayatının ve sıkıntılarının inceliklerini gözlemede çok dikkatliydi.
Dihhodâ, kısa mizahî parçalar yazmada öylesine bir maharet gösterir ki onun yazım tarzı
yıllarca, hiçbirisi bu konuda onun derecesine erişemeyen pek çok yazar tarafından ilgi görüp
taklit edilir. Dihhodâ öykü yazarı değildi, yazdıkları gazete tarzına sahip oluşları yüzünden,
kısa öykünün gereği olan genişliğe ulaşamamıştı. Onun Kanderûn adlı öyküye en yakın eseri
Sur-i İsrafil’in 27. ve 28. sayılarında basılmıştır. Dihhodâ, 1970’den itibaren Sur-i İsrafil’de
yazdığı Çerend o Perend’lerinde günün meselelerini, üslûp, sadelik ve tatlı dili bakımından o
zamana dek Fars dilinde benzeri olmayan hikayeler şeklinde anlatıyordu. Dihhodâ’nın
söylevsel dili ve keskin mizahı meşrutiyetin siyasi ve kültürel atmosferinin mirasıdır. (Mîr
Âbidînî, 2002: I, 57)
Sa’îd-i Nefîsî
Kısa öykü sahasında, Sa’îd-i Nefîsî Fars edebiyatında dikkate değer bir şeyler ortaya
koyan ilk şahıslardandır. Onun bu alanda sunduğu ilk ünlü örnek eseri Hâne-yi Pederî (Baba
Evi) adını taşıyordu ve daha sonraları Sitâregân-i Siyâh (Siyah Yıldızlar) adlı mecmuada yer
aldı, ama aslında 1916 yılına aitti. Roman olarak adlandırılan ilk deneyimi Firengis (1931)
adlı öyküsünden ibaretti ve yazım tarzı Goethe’nin Werther’i ve Rousseau’nun Heloise’sının
üslûbunu andırıyordu, yani içinde şu boş ve anlamsız romantik heyecanlar ve coşkular vardı.
Nefîsî, öykücülüğe devam etmedi, tarihle ve araştırmalarla uğraşması ona yeni şeyler yaratma
fırsatı vermedi. Sadece kişisel bir nefreti ve öcü ömrünün sonlarında onu Nîme Râh-i Bihişt
(Cennetin Yarı Yolu, 1952) adında aynı zamanda satirik olan ve bazı sınıfların kusurlarını
perdesiz bir şekilde tavsif eden romanımsı bir kitap yazmaya zorladı. Yine kısa tarihi
öykülerden oluşan bir mecmua olan Mâh-i Nahşeb (1949)’de yayımlandı. Tarihi makaleyle
kısa öykü arasında bir şeydi. Nefîsî’nin son romanı Âteşhâ-yi Nihufte (Gizli Ateşler, 1960)
Tahrân-i Musavver dergisinde tefrika edildi. Nefîsî’nin öyküleri, yayımlandıkları zamanda
sade yazım örneği olarak kabul edilmiştir. (Mîr Âbidînî, 2002: I, 61)
Abdurrahim-i Tâlibof
3
bir yazardır. O, gelecek nesillerin bilimsel ve kültürel bakımdan yeterli bir sermaye bulmaları,
daha küçük yaşta iken eğitimleri için çocuk hikaye, temsil ve şiirlerinin önemli bir etken
olduğu inancındadır. Kitab-ı Ahmed’i de bunun için yazmıştır. O, kitabını, her birinde
bilimsel, sosyal ve tarihi meselelerin bulunduğu “Sohbet” adlı kısımlara ayırmıştır. Kitabın
birinci cildindeki konular daha çok ilmi ve tarihi meseleleri içine alır. 1894 yılında basılan
ikinci ciltte ise bayındır bir İran’ın özlemi çekilerek İran’ın sorunları bütün açıklığı ile
anlatılır. Tâlibof bu romanında hikayenin kahramanı Küçük Ahmed’e yeni keşif ve icatlar,
Avrupa’nın ileride olması ve İran’ın geride kalmışlığından söz eder. Ona ahlak ve
vatanseverlik duygularını öğretir. Eski adet ve batıl inançları tenkit eder. Onun eğitim
düşüncelerini Ahmed adlı hikaye kahramanı vasıtasıyla açıklaması Jean-Jacques
Rousseau’nun Emile adlı kitabıyla büyük benzerlik gösterir. (Kanar, 2013: 72)
Tâlibof’un hayali seyahatname olan Mesâlikü’l-Mûsinîn adlı eseri resmi olarak 1905
yılında Kahire’de basılmıştır. O, bu eserini İngiliz bilgin ve kimyageri Sir Humpry Davy’nin
yazdığı Âhirîn Rûz-i Hekîm (Consolations in travel or the Last Days of a Philosopher) adlı
kitabını taklit ederek yazmıştır. Onun Mesâilü’l-Hayat, Pendnâme-i Markus Kayser-i Rûm,
Kitab-ı Fizik ya Hikmet-i Tabî’iyye, Nuhbe-i Sipihrî, Hey’et-i Cedîde, İzahat-ı Derbâre-i
Âzâdî, Siyâset-i Tâlibî gibi eserleri vardır. Sonuncu eseri hayatında basılmadığı eserdir. Fakat
ölümünden sonra bu eser Tahran’da basılmıştır. Onun Hablü’l-Metîn, Encümen ve Tebriz
gazetelerinde çıkan makale ve şiirleri de ayrı bir eser sayılabilir. (Kanar, 2013: 75)
Farsça sade nesrin temelini atan Tâlibof’un dili sade, tabii ve sağlamdır. Azerbaycan
Türkü olmasına, hatta ömrünü Rusya’da geçirmesine ve az da olsa Farsça yazarken Türkçenin
etkisi altında kalmasına rağmen Farsçayı eserlerinde başarıyla kullanmıştır. Hatta yaptığı
tercümelerde, o zamana kadar Farsçaya yerleşmemiş olan bilimsel terimlerin karşılıklarını
bulmakta güçlük çekmediği görülebilir. (Kanar, 2013: 76)
Sadık-ı Hidâyet
4
adlı hikayeler mecmuası basıldı. Hidâyet, 1933’de Sâyerûşen (Alacakaranlık), Nîrengistan,
batıl inançları alaya aldığı Aleviye Hanum ve Mâzyâr adlı eserlerini yayımladı. 1934 yılında
Muctebâ Minovî, Bozorg Alevî ve Mes’ûd Ferzâd ile dörtlü edebiyat topluluğunu kurdu.
Hayyâm hakkında şimdiye kadar yapılan en ciddi araştırmalardan biri olan ve Hayyâm’a ait
rubaileri tasnifte en doğru ayıklamayı yaptığı Terânehâ-yi Heyyâm (Hayyâm’ın Teraneleri)
yayımlandı. 1938’de Pehlevîce aslından çevirdiği Guceste ez Bâliş, Tahran’da basıldı. Bûf-i
Kûr (Kör Baykuş) Hidâyet’in trilojisini oluşturan şaheserlerden biridir. Bu roman yazarın
kendi ruhsal hayatının uzun bir öyküsüdür. Kör Baykuş ve Diri Gömülen adlı hikayelerinde
sürrealist bir yazar olarak karşımıza çıkan Hidâyet, aslında bir hicivnâme olan bu yapıtında
gerçekçi yazar kimliğini de kanıtlar. Farsçaya derin vukufunun yanı sıra çok iyi bir gözlemci
de olan Hidâyet, tarih, sosyoloji, antropoloji, folklor, ekonomi ve politikanın ışığı altında
âdeta 1940’lı yıllar İran’ının bir panoramasını verir. (Kanar, 2013: 129)
Kısa ama verimli yaşamında uzun öykü, kısa öykü, piyes, seyahatname, inceleme,
deneme gibi birçok alanda eser veren, bilimsel çeviriler yapan Sadık-ı Hidâyet, Türkiye’de
Kör Baykuş adlı eseriyle tanınmıştır. (Kanar, 2013: 130)
Hidâyet’in öyküleri, onun yaratıcılığını gösterir, zira eserlerinde gerçeği olduğu gibi
tasvir eder ve bu aslına sadık gerekçilik onun çağdaş İran edebiyatına yaptığı en büyük
5
hizmettir. Yazmak onun için makam kazanmak ya da iktidardakilere yakınlaşmak için bir araç
değil, bir yaşama biçimiydi. (Mîr Âbidînî, 2002: I, 160)
Muhammed-i Hicâzî
Zeynelâbidîn-i Merâgaî
Nâsırüddin Şah devrinin edebî ve sosyal simalarının en önemlileri arasında Mîrzâ Aka
Hân-ı Kirmânî’nin adını da gösterebiliriz. Onun eserlerinde kullandığı nesir iki türdedir.
Tarihi yazılarında ve araştırmalarında sağlam bir üslubu vardır. Fakat siyaset, yurt sevgisi ve
halk eğitiminden söz ettiği yerlerde dili sadeleşir ve günlük konuşma havasına bürünür. Âyîn-i
İskenderî adlı tarih kitabı eski İran tarihini içine alır. Nâme-i Bâstân adlı eseri manzum olarak
Şehnâme vezni ve üslubu ile yazdığı tarihi bir eser olup 1895 yılında Trabzon hapishanesinde
bulunduğu yıllarda kaleme alınmıştır. (Kanar, 2013: 84)
6
I. BÖLÜM
7
I. SEYYİD MUHAMMED ALİ CEMÂLZÂDE
I.1. Hayatı ve Yetiştiği Çevre
Seyyid Celâleddîn’in ikamet ettiği şehir İsfahan olsa da, vaaz vermek için başka
şehirlere de seferleri olmuştur. Çocukluk yıllarını İsfahan’da geçiren Cemâlzâde, küçükken
babasıyla birlikte başka şehirlere de gitmiştir. Lakin babası kaçak olduğu için Tahran’a
göçmek zorunda kalmışlar ve Cemâlzâde ilk eğitimini Tahran’da almıştır. On altı yaşında
babasının danışmasıyla eğitimini devam ettirmek için Beyrut’a gitmiş ve oradayken babasının
ölüm haberini duymuştur. Meşrutiyetin dağılması ve babasının ölüm haberi onu çok
örselemiştir. (Dehbâşî, 1379 hş./2000: 190)
8
kadar orada kalıyor. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonraki karışık boş yıllarda güçlü Ruslar ve
İngilizler İran’ın İstiklali ve Meşrutiyet için ciddi tehlikeler yaratmışlardı. Milliyetçilerin asıl
hedefi Alman Devletiyle birleşerek İran İstiklalini ve Meşrutiyeti korumakti. (Saâdet, 1386
hş./2007: 552)
Kâve dergisi basıldığı ilk dönemlerde (1916-1919) Milliyetçilerin asıl tebligat gazetesi
idi. Fakat İran Milliyetçilerinin faaliyeti dört sene sonra zayıflamaya başladı. Kazvînî Paris’e,
diğer grup ise İran’a dönüyor. Berlin’e döndüğünde Kâve dergisinden davet alıyor ve
Takîzâde ile birlikte orada çalışıyor. Kâve’nin bu dönemi edebi ve tarihi makaleleri ihtiva
eden mükemmel bir dönemdir. Cemâlzâde Takîzâde ile birlikte Kâve’nin yeni döneminin
başlangıcını koyuyorlar. (Saâdet, 1386 hş./2007: 552)
Kâve dergisi sadece bir gazete değildi. Orada toplananlar aynı zamanda ilmi sohbetler de
ediyorlardı. Cemâlzâde’nin birkaç makalesi burada yayınlanmıştır. O, Kâve dergisinin daimi
yazarı idi. Gazetenin tüm sayılarında yazıları yayınlanıyordu. İster siyasi, ister bilimsel, fark
etmez.
Kâve dergisi kapandıktan sonra Muhammed Ali, İran Büyükelçiliği görevine atanmış,
sonraları, Berlin’den Cenevre’ye göçmüş ve hayatının sonuna kadar orada yaşamıştır. Bu
zaman içinde defalarca Uluslar arası öğretim ve bilimsel konferanslara İran’ın temsilcisi
olarak katılmış, bir süre sonra bu görevden istifa etmiştir. Birkaç ay sonra Cenevre’deki
Uluslar arası Çalışma Bürosu’nda iş bulmuş, bu görevde kaldığı yirmi beş yıl içinde ara sıra
İran’ı ziyaret etmiştir. Bu arada Cenevre Üniversitesi’nde Farsça öğreticiliği de yapmıştır.
Yapıtlarından çoğunu II. Dünya Savaşı döneminde ve sonrasında yazmıştır. Bir dönem
Hacc’a da gitmiştir. Cemâlzâde ne zaman İran’a gitse zamanının büyük bir kısmını kendisinin
ağabeyi olarak bildiği Sadık-ı Hidayet’le geçirirdi. O Hidayet’e iş bulmak için birkaç defa onu
kendi tanıdıklarıyla tanıştırır ve müspet sonuçlar alır. Sadık-ı Hidayet eseri Bûf-i Kûr’un (Kör
Baykuş) otuz kırk sayfasını Cemâlzâde’ye yollar ve o da bu eseri Avrupa’da yayımlar.
9
Cemâlzâde çalışkan, cömert, mütevazi, misafirperver ve yardımsever bir insandı. O ve
Berlin’de evlendiği ikinci eşi İgi Cenevre’ye yerleştikten sonra kendilerini ziyarete gelen
arkadaşlarını büyük bir misafirperverlikle karşılarlardı. İgi Alman asıllıydı. Fransızca,
İngilizce ve aynı zamanda Farsça biliyordu. (Fennibay, 2007: 8)
Cemâlzâde birkaç kere İran’a gitse de, orada çok az vakit kaldı. O hayatının sadece on
altı yılını İran’da yaşadı. Vatanından uzakta olsa da, İran’la yaşıyordu, hep orayı özlüyordu.
Her gün Farsça kitaplar okuyor, sürekli İranlı arkadaşlarına mektuplar yazıyordu.
Araştırmalarının hepsi İran hakkındaydı. (Dehbâşî, 1379 hş./2000: 191)
Hatıralarının birinde Cemâlzâde şöyle yazıyor: “İsfahan benim memleketimdir ve tek ben
değil, belki de, her kes, her milletten olan insanlar bu güzel, sıcak şehir olan İsfahan’ı seviyor.
Neden İsfahan’a dönmediğimi sorabilirsiniz. Cevabında Hâfız-ı Şirazî’den bir beyiti
söyleyebilirim: Ayrılık derdinin nedenini öğrenmek için döndüm, Akıllı insan bu durumda ne
yapacağını bilemez”. (Mâhnâmei- Vahîd, 1342 hş./1963: 31)
Genel olarak, Cemâlzâde’nin biyografyasına bakarsak, Dr. Hâtem Gâderî onun hayat
yolunu dört grupa bölmüştür:
10
“Hakîkî Seyyid”, “Yüce Efendim” diye hitap ediyordu. Cemâlzâde Komite tarafından
Bağdad’a, oradan da İranlıları Ruslar ve İngilizlere karşı seferber etmek için İran’ın
Batı tarafına gidiyor. Bağdat’ta Restahiz gazetesini yayınlıyor. Cemâlzâde’nin
İran’daki memurluğu başarılı olmamış ve acı hatıralarını sonralar zikr etmiştir.
Berlin’e döndüğünde Kâve dergisinde çalışmaya başlıyor ve burada bazı edebî ve
araştırma konusunda olan eserlerini yayınlıyor.
3. Berlin hayatı ve İran Büyükelçiliğindeki görevi. Bu dönemde Cemâlzâde
siyasetten uzaklaşıyor. Berlin’de yaşadığı zorluklardan dolayı siyasetsiz bir hayatı
tercih ediyor. O yüzden, İran Büyükelçiliğinde göreve başlıyor. Aynı zamanda,
Nâme-i Ferhengistân ve Elm ve Honer gazetelerinde çalışıyor.
4. Cenevre’deki hayatı. Bu uzun dönemde Cemâlzâde yaklaşık 66 yıl Defter-i Beyne’l
Melel-i Kar’da çalışmıştır. Çalışmak için bir çok yerlerden davetler alsa da, O
Cenevre’de kalmayı tercih ediyor ve hayatının son günlerini bu şehirde
yaşıyor.(Kâderî, 1376 hş./1997: 110)
11
I.2. Edebî Kişiliği
Seyyid Muhammed Alî Cemâlzâde bilinçli bir girişim ve yönelişle Avrupaî öykü
tekniklerinden ayrıca klasik İran öykücülüğü geleneklerinden yararlanarak ilk Farsça kısa
öyküleri meydana getirdi. (Fennibay, 2007: 8)
Edebî faaliyetinin ilk yıllarına makale yazmak, tarihi ve edebî eserleri çevirmekle
başlamıştı. 1300 senesinden 1327 senesine kadar Bernardin de Saint-Pierre, Schiller, Moliere,
İbsen, Gobineau ve başka yazarların eserlerini Farsçaya çevirmiştir. (Saâdet, 1386 hş./2007:
554)
Cemâlzâde Kâve dergisinin ebedî yazarı idi. Basıldığı ilk günden ta son gününe kadar bu
gazetede makale ve yazıları, ister siyasi, ister edebî yayınlanmıştı. Makalelerinin bazılarını
“Şahorh” imzasıyla yazmıştır. Makalelerinin çoğu tarihi konuda idi. (Saâdet, 1386 hş./2007:
554)
Cemâlzâde 1320 hş. yılından sonra her ay İran’da çeşitli gazeteler tesis etti ve orada
makale ve hikayeler yayımlamaya başladı. Sohen, Yeğmâ, Râhnemâ-i Ketâb, Armağân, Honer
ve Merdom gibi gazetelerinde makaleleri vardır. (Dehbâşî, 1379 hş./2000: 194)
12
Fakat Cemâlzâde’yi tüm dünyada meşhur eden onun kısa öyküleri idi. Onun Yekî Bûd ve
Yekî Nebûd (1921) adlı ilk öykü mecmuası gerçekçi İran edebiyatının başlangıcı olarak kabul
edilmiştir. Bu kitap altı öyküden oluşup 1914-1921 yılları arasında yazıldı. Yazar okuyucuyu
sıkmayan sade ve akıcı bir nesirle kahramanların hepsinin tasvirini yapar. Amiyane kelimeleri
kullanırken çoğu zaman aşırıya kaçar. Eserlerinde dini terimler, Îslâmî inanç ve rivayetlerle
karışmış olan bir nesir görülür. Olayları ve kişileri betimlerken öğretici açıklamalar ve
yorumlar yapar. Öykülerin genel konusu yoksulluk ve baskıdır. Delikanlılığından itibaren
Avrupa’da yaşamış olduğu halde, İran kültürüne egemen olan geleneksel ataerkil kimliğin
korunmasına özen gösterir. (Fennibay, 2007: 9)
O, bütün eserlerinde “temiz kalpli bir insanın taassup ve gelenekle mücadelesindeki üzücü
başarısızlığı” temasını tekdüze bir şekilde işler. Anlatıcı-yazar, yıllar yıllar sonra Avrupa’dan
yurduna geri döner ve orada eski bir arkadaşını bulur. Bu arkadaş, ona kendi başından
geçenleri anlatır. Her öykünün, asıl öyküyü de kapsayan bir çerçevesi vardır. Bu öykü
geçmişe dönüş yoluyla dile getirilir. Aslında, öyküye dahil olan herkes, kendi hayat hikayesini
anlatır. Yeni bir maceranın anlatılması için bir önceki macera kesilir, böylece öykü içinde
13
öykü başlar ve (öyküler arasında belirgin bir yapısal bağlantı olmaksızın) bin bir gece
masallarına benzeyen bir yapı meydana gelir. (Mîr Âbidînî, 2002: I, 118)
Cemâlzâde, Rif’at gibi, Fars edebiyatının ıslahını yeni edebî türlerin kullanılmasına bağlı
görür: “Bugün için İran edebiyatının gelişmesinin en iyi yolu, o ülkenin ediplerinin ve
fazıllarının nesir ve nazım gibi edebiyatın bütün şubeleri, özellikle bugün çoğu ülke
edebiyatının aynası haline gelmiş olan öyküsel nesir üzerinde çalışmaları ve sıradan halkın
sözcüklerini ve deyimlerini dillerine sokmalarıdır. Böylece yavaş yavaş bizim edebiyatımız da
bir parlaklığa, letafete ve güzelliğe kavuşacak ve eski edebiyatımız her İranlının övünç sebebi
olacaktır.” (Mîr Âbidînî, 2002: I, 55)
Yekî Bûd ve Yekî Nebûd hikayesi hakkında 1304 hş./1925 yılında Muhammed Kazvînî
Takîzâde’ye yazmıştır: “Açıkçası, Cemâlzâde şaşırtan bilgin bir araştırmacıdır. Kimse bu
gencin bu kadar akıllı, dikkatli Avrupa tarzıyla aşina olduğunu bilemezdi.” (Sabûr, 1385
hş./2006: 163)
Rusya eleştirmeni ve müsteşriki olan Çaykin Yekî Bûd ve Yekî Nebûd hakkında şunları
yazmıştır: İran’da realist mektep ve üslup Yekî Bûd ve Yekî Nebûd’la başlamıştır. Bu mektep
ve üslup İran’da yeni hikayecilik edebiyatının temelini oluşturuyor. Bugünkü İran’daki en iyi
yazarlar arasında Cemâlzâde’yi gösterebiliriz. (Sabûr, 1385 hş./2006: 163)
14
Cemâlzâde’nin hem konularında, hem de hikayelerinde kullandığı günlük konuşma dili
kimileri tarafından tepkiyle karşılanıp yazar zevksizlikle suçlanmıştır. Onun bu üslubu daha
önceleri Hacı Zeynelabidin-i Merâgaî’nin Seyahatnâme-i İbrahim Beg ve Dihhodâ’nın
Çerend u Perend’lerindeki üslubundan daha sağlam olup, hikayelerinde Türkçe ve diğer
yabancı dillere ait kelimeler de bulunur. (Kanar, 2013: 125)
Cemâlzâde’nin ilk kitabı Genc-i Şâyigân veya İran İktisadi Tarihi adlanır. Bu kitap tarihi
kaynaklara ve özellikle de, ticari statiklere dayanarak yazılmıştır.
Târîh-i Revâbet-i Rus ve İran adlı kitabı devrin reislerine ve Avrupalıların 1925 yılına
kadar yaptıkları araştırmalara dayanan bir kitaptır. Ne yazık ki, Cemâlzâde bu eseri
tamamlayamamıştır. Bu kitap İran’da Ruslara karşı direniş zamanlarında İran Milliyetçiler
Komitesi’nin tavsiyesiyle telif edilmiş ve zamanla Kâve’de yayımlanmıştır.
Ferheng-i Lugât-i Âmiyâne kitabının temeli Yekî Bûd ve Yekî Nebûd adlı mecmuanın
hikayelerinin yazıldığı zamanlara dayanıyor. Halk deyimleri, atasözleri ve argo tabirlerini
içeren bu kitap İran’da basılmıştır. (Dehbâşî, 1379 hş./2000: 198)
Tolstoy’un Cemâlzâde üzerindeki etkisi açıktır: Meşrep değiştiren, hayatın yeni bir
anlamını bulmaya çalışan insanlar, sonunda mutluluğu mistisizme, geleneklere ve sade köylü
hayatına dönmekte bulurlar. (Mîr Âbidînî, 2002: I, 126)
15
I.3. Eserleri
Cemâlzâde Yekî Bûd ve Yekî Nebûd adlı eserinde kullandığı halk deyimleri,
atasözleri ve argo tabirleri kitabın sonunda sözlük halinde verdi. Bu sözlük yıllar sonra
genişletilerek Ferheng-i Lugât-i Âmiyâne adıyla İran’da basıldı. Bu eser İran Edebiyatı
için çok kıymetli bir eserdir. (Fennibay, 2007, 8)
Edebî konularda onun başlıca makaleleri şiir tartışmaları ile alakalıdır. Zira
Fars şiirine özel düşkünlüğü vardı. Bu konuda da “Mevlevî ve Mesnevî”, “Sîr ve
Seyâhet-i Der Mesnevî”, “Kelemât-i Arabî Der Şâhnâme”, ve Firdovsî hakkında başka
makaleler, “Ez Hâfız Tâ Bereşt”, “Yeğmâ-i Cendegî”, “Felekî Şirvânî” vb. gibi
makaleleri vardır.
16
1. Genc-i Şâyegân (1335 hş./1956)
2. Târih-i Revâbet-i Rus Bâ İran (1340 hş./1961)
3. Pend Nâme-i Sâ’dî Yâ Golestân Nîk Bahtî (1317 hş./1938)
4. Kısse-i Kıssehâ (1321 hş./1942)
5. Bâng-i Nây (1337 hş./1958)
6. Ferheng-i Lugât-i Âmiyâne (1341hş./1962)
7. Tarîke-i Nevîsendegî ve Destân Sorayî-i (1345 hş./1966)
8. Sergozeşt-i Hâcî Bâbâ-i İsfehânî (1348 hş./1969)
9. Endek Bâ Âşinâyî-i Bâ Hâfız (1366 hş./1987)
I.3.2. Hikâyeleri:
Bahs ettiğimiz gibi Cemâlzâde daha çok öyküleri ile tanınmıştır. Fakat Yekî
Bûd ve Yekî Nebûd’dan sonra mükemmel bir edebî biçime ulaşamayıp daha etraflı
formlar ve konular yaratamayınca kendi kendini tekrar eder, önceden geçilmiş
yollardan yürür. İran’dan uzak kalması yazarın çocukluk döneminin atmosferinde
dolaşmasına yol açar. Bu eserden sonra yazarlık tarzını değiştirmez. Hep aynı konuları
kullanır.
Mahmûd (yazar), mösyö adıyla tanınan Hidâyetali Han ile konuşunca, onun
perişan düşünceleri ve vehimleri olan, cinneti müjdeleyen ve yayan birisi olduğunu
17
anlar. Bununla birlikte onun aklını ve duyarlılığını överek, kendisini Hidâyetîn sayılı
‘içten ve dıştan dostları’ arasında sayar. Kitap aslında Cemâlzâde’nin Hidâyet’e karşı
bir tür edebî güç denemesi olup onun eser ve düşünce iklimi üzerinde bir gezintidir.
Eser 1941 yılında Tahran’da basılmıştır. (Mîr Âbidîni, 2002: I, 119)
18
bunların her biri birer toplumsal tipi temsil ederler. Cemâlzâde bunların karakterlerini
ve psikolojilerini şiveleri yoluyla betimler, her birinin kendine has sözcükleri ve
konuşma şivesi vardır. Yazar başlangıçtan itibaren onları mizahî bir tarzda betimler ve
zamanla geride kalmış, cahil bırakılmış bir toplunun gelenek, görenek ve psikolojisini
hicvederek ilginç bir tablo çizer. Bir takım reformlar gerçekleştirmek isteyen anlatıcı,
başına büyük bir dert açar: yöre halkı onu su yolunu tamir etmekle görevlendirir.
Anlatıcı mühendis, mimar, adliye vekili gibi adamlarla uğraşmak zorunda kalır. Her
biri bir şekilde onu aldatır. Bunun üzerine olabildiğince çabuk Avrupa’ya geri
dönmeye karar verir. Ancak komşuların her biri bir şekilde kendi paylarına düşen
borcu ödemekten imtina ederler. Geri dönmek için parası olmayan anlatıcı, vakıflar
dairesinde bir iş bularak orada kalır. (Mîr Âbidîni, 2002: I, 120)
Âteş-i Zîr-i Hâkister (Külün altındaki Ateş)’de alışveriş için Avrupa’ya giden
askeri grupların yolsuzluklarını ortaya koyarken, yolsuzluklarla mücadele gücüne
sahip olmadıklarından şaşkına dönen ve evlerine kapanan duyarlı gençler hakkında
yazar. (Mîr Âbidîni, 2002: I, 120)
Onun eserlerindeki tipik kahraman, Pîşvâ (Önder) adlı öyküdeki, önce ateşli
siyasi makaleler yazmaya yönelen, ancak halktan bir adamla karşılaşınca değişim
geçiren, kendisini tecrübesiz ve bilgisiz bularak bir köşeye çekilen genç yazardır.
Hâne-be-dûş (Evi Sırtında) adli öykünün okumuş genci de şehirli toplumun
kokuşmuşluğundan köye kaçar ve tesadüfen orada faydalı olur. (Mîr Âbidîni, 2002: I,
121)
19
Ru’yâ-yi Sâdıka düşler dünyasında mahşer alemini gören bir kişinin ağzından
yazılmıştır. İsfahan’ın büyüklerini ve ileri gelenlerini birer birer Mizan’da hesaba
çekip, yargılar ve cezalandırırlar.
Öykünün macera kitabı tarzı akışı, yazarın çocukluk dönemi arkadaşı Cevâd’ı
görmesi ve başından geçenleri ona anlatmasıyla kesilir. Buradan itibaren önceki
öyküyle ilgisi olmayan yeni bir öykü başlar. Amaçsızlıktan şaşkına dönmüş olan
Cevâd, Mevlâna Abdulhâdî adında özgür, bağnazlık karşıtı bir dervişle tanışır ve kendi
mistik yolculuğuna (seyr ü sülûk) başlar. Kitabın ikinci cildi, bu ikisinin gezip
dolaşmalarının şerhine ayrılmıştır. Kabri ziyaret edilen her şairin, bilgenin hayat
hikayesi anlatılır ve İsfahan’ın tarihi yapıları, halkının adetleri ve gelenekleri ayrıntılı
olarak tanıtılır.
Şimdi sıra kendi hayat hikayesini anlatan Mevlâna’dadır: Kendisi de bir başka
öykünün çerçevesi içinde yer alan öykü içinde bir öyküdür bu. Mevlâna ile yol
arkadaşı Derviş Subhân’ın yaşamındaki macera dolu olaylar, “yolculuk” temasıyla
birbirine bağlanır ve roman pikaresk bir şekle bürünür. Cemâlzâde, meşrutiyet
döneminin yarı roman yarı sefername türü eserlerinden etkilenerek, avare ve maceracı
kahramanlarının karakterlerini uzun bir yolculuk sırasında şekillendirir.
20
macerasını uzun bir öykü içinde anlatması bakımından ilginçtir. (Mîr Âbidîni, 2002: I,
124)
Yıllar sonra yurduna geri dönmüş olan yazar, bir kokteyle katılır. Konukların
kebap yeme ve şarap içmedeki hırslarını ve açgözlülüklerini tasvir ederken, İranlıların
şiire ve şairliğe düşkünlüklerini alaya alınır. Cemâlzâde’nin laf kalabalıkları ve sözü
uzatmaları, okuyucuyu yorar. Ondaki ironi artık öykünün yapısal bir öğesi olmayıp
kelime oyunlarından, insanların görünüşlerindeki kusurların abartılmasından,
davranışlarının ve hallerinin alaya alınmasından ibarettir. Cemâlzâde bu öyküsünü de
her zamanki tiplerinden oluşan bir meclis kurar ve ararlında her tipin kendine özgü
şivesiyle meramını anlattığı bir tartışma yaratır ve tartışmaları kendi ahlâkî, eğitici
amaçlarına ulaşmak için kendi istediği yöne kaydırır. Tartışma sırasında, dostları ona
neden yıllardan beri bir kitap çıkarmadığını sorarlar. Cemâlzâde, onlara cevabını
Ru’yâ başlıklı ikinci bölümde verir. Anlatıcı uykuya dalar, rüyasında “mutluluk içinde
yaşadığını göreceğine, toplumdan eteğini çekmiş, gamlı bir halde başkalarının
mutluluklarını anlatırken” görür. Bunun üzerine, şairleri ve yazarları yeren birçok
şiirler nakleder. Yazar kendi tezini şöyle dile getirir: “İnsanın bütün dünya lezzetlerini
elinin tersiyle itip gönlünü kendi hesabınca yazar olduğunu düşünmesiyle hoş
etmesine değer mi acaba?”. Yazarları, hayatın tadını almamış, değersiz bir ömür
sürmüş cansız varlıklara benzetir. Üçüncü bölümde Ru’yâ, düşünde Attâr’ı görür.
Kendisine nurdan bir kalem verip, “yaz” demektedir. O, bunun üzerine iki, üç gün
sonra herkesin beğendiği bir şaheser yaratır, sadece bazı kimseler kitaptaki kimi
konuları yazarın dini inancındaki gevşekliğe yorarlar. (Mîr Âbidîni, 2002: I, 124)
Yazar, öldüğünü hisseder. Dördüncü bölümde, yarım asır sonra yeniden dirilir.
Bir kütüphaneye giderek kendi ünlü kitabını ister. Ancak hiç kimse onu tanımaz, kitap
çoktan unutulmuştur. “Sâs ve Kırtâs” adında acayip bir yaşlı adam, onu şaheserler
dağına götürür ve ona zamanın geçişinin her şeyin üzerine unutulma tozu saçtığını ve
şaheserlerin de hatırlardan silindiğini anlatır. Cemâlzâde Âsmân o Rîsmân adlı
mecmuasındaki Murekkeb-i Mahv (Silgi Mürekkebi) adlı öyküsünde bir kez daha bu
konuya geri döner: Yazarların isimleri üzerine silgi mürekkebiyle iptal çizgisi
çizilmektedir. (Mîr Âbidîni, 2002: I, 125)
21
havası güzel bir yere gider. Çimenlerin üzerinde baştan ayağa çıplak bir halde yatan
bir kız görür, dünyadaki bütün şaheserlerin şaheseri odur. (Mîr Âbidîni, 2002: I, 125)
Anlatıcı, onun kaderini kendisi gibi şaşkın gençlere bir ibret vesikası olarak
kabul eder. İhtiyar adamın hizmetinde çiftçilikle meşgul olur: “İşim, işsizlerin ve
arsızların işi, yani yazarlık. Elimden gelen iş, yazarların elinden gelenden ibaret, yani
hiç” Kendi kendine şöyle der: “O içi boş ve saçma şaheserlerin uğursuzluğundan
kurtulup tek gerçek şahesere yani sade, hilesiz hurdasız bir hayata ulaştın ve sonunda
hayırlara geldi işte.” (Mîr Âbidîni, 2002: I, 125)
22
Cemâlzâde, kendine özgü bir düşünsel muallakta yaşar. Bir yandan Avrupaî
modernliği yaymaya çalışıp bağnazlığa ve geleneğe inatla karşı koyarken, bir yandan
da yöresel köklere geri dönme çığırtkanlığı yapar, modernist aydınları hicveder ve bu
geleneklerin ve taassupların koruyucusu olan sıradan halkı över. Gayr Ez Hodâ Hîçkes
Nebûd (Allah’tan Başka Hiçkimse Yoktu) adlı kitaptaki Do Âteşe ve Mîrzâ Hattât gibi
öykülerde gelenekle modernite arasındaki mücadelede, modernistlerin tarafındadır.
Ancak Kıssahâ-yi Kûtâh (Kısa Öyküler) adlı mecmuadaki Arûsî Dârîm (Düğünümüz
Var), Sakat-furûş (Sakatatçı), Pîr-i Kavm (Kavmin Ulusu) gibi öykülerde, okuyucuyu,
ataların kendileri için hazırladıkları ortak kaderi kabul etmeye davet eder. O, yenilikçi
olmaya kararlı ama aynı zamanda bütün varlığıyla doğulu, demokratik ölçülerle
baktığı topluma karşı eleştirici ama aynı zamanda o topluma aşıkça gönül bağlamış bir
yazardır. (Mîr Âbidîni, 2002: I, 122)
23
I.3.3. Siyasi-Toplumsal Konulu Eserleri:
Onun siyasi konularında birçok makaleleri vardır. Bunların çoğu da Kâve dergisinde neşir
edilmiştir. Cemâlzâde’nin bu alanda öne çıkan eserleri şunlardır:
Cemâlzâde’nin ilk tercüme kitabı Berlin’de neşir edilen Kahvehâne-i Sûrât Yâ Ceng-i
Heftâd o Do Mellet adlanır. Bu kitaptan sonra uzun bir zaman çeviri yapmıyor. Cemâlzâde
Schiller’in Don Carlos ve Vilhelm Toll adlı iki kitabını, Molier’in Hasîs, İbsen’in Doşmen-i
Mellet adlı piyeslerini çevirerek yayınlıyor. Onun çevirdiği ve neşrettiği kitapları
aşağıdakilerdir:
24
I.3.5. Hatıra Eserleri:
Cemâlzâde’nin birçok hatıra yazısı vardır. Bu hatıra yazıları iki kısımda ele
alınabilir. Bunların bir kısmı arkadaşları hakkında, bir kısmı babası ve kendisi
hakkındadır. Bu hatıra yazıları müstakil olarak çeşitli dergilerde yayınlanmıştır.
25
II. BÖLÜM
26
YEKÎ BÛD VE YEKÎ NEBÛD ADLI ESERİN DEĞERLENDİRMESİ
Yekî Bûd ve Yekî Nebûd adlı öyküsü tüm dünyada meşhurdur. Yukarıda da
bahsettiğimiz gibi, Cemâlzâde’yi meşhur eden yazdığı kısa öykülerdir. Bazı hikayelerinin
toplandığı bu kitap İran realist edebiyatının başlangıcı sayılır ve 1914-1921 yılları arasında
yazılmış altı öyküden oluşmaktadır. Cemâlzâde her öyküsünde, akıcı bir nesirle sosyal bir
tipin tasvirine yönelmiştir. Toplumsal rehaveti ve eski düşünceliliği, hüzün dolu bir mizahla
betimlemiştir. O, öykü dilini konuşma diline yaklaştırmaya çalışsa da çoğu zaman gevezeliğe
düşer ve yazılarını aşırı şekilde amiyane sözcüklerle doldurur. Cemâlzâde’nin nesri henüz
tamamen öykü dili değildir, vaaz ve söylev nesrinin etkisi yazılarında belirgindir. Yani yazar
olayları ve kişileri içsel ve yansız bir şekilde betimlemek yerine, öğretici açıklamalara ve
yorumlara girişiyor. Yekî Bûd ve Yekî Nebûd öykü nesrinin henüz insanların iç dünyalarını
canlandırma gücüne erişemediğini ve yine meşrutiyet nesrinin daha haber yazma havasında
olduğunu gösterir. (Mîr Âbidîni, 2002: I, 59)
Cemâlzâde bütün eserlerinde, ilk öykülerindeki konuları ve tipleri tekrar eder, ama
Yekî Bûd ve Yekî Nebûd’daki gibi, kendi zamanının olaylarıyla özdeşleşemez. Kendi
çalışmalarının içinde eskir, önceden geçilmiş yollardan yürür, sorunlara yeni bir bakış açısıyla
bakamaz. İran’dan uzak kalış ve çağdaş hayat konusundaki deneyimsizlik, yazarın çocukluk
döneminin atmosferinde dolaşmasına yol açar, üstelik yitirmiş olduğu zamanların da hayalî
bir tasvirini ortaya koyamaz. Cemâlzâde her öyküsünde, akıcı bir nesirle sosyal bir tipin
tasvirine yönelmişti. (Mîr Âbidînî, 2002: I, 117)
İran hikayelerinin başlangıç cümlesinden adını alan bu eser, Çağdaş İran edebiyatında
konuşma dilinde yazılmış ilk kitaptır. Bazı yazarlar bu kitabı eleştirseler de, okuyucular bu
küçük hikayelerin İran edebiyatında bir yenilik olduğunu söylüyorlar. (Âryenpûr, 1372
hş./1993: 279)
İran’da ele alınıp işlenmemiş pek çok konu bulunduğu, bunların roman ve hikaye
şeklinde kaleme alınması ve günlük konuşma diliyle yazılması gerektiği inancında olan
Cemâlzâde ilk hikayesi olan Fârsî Şeker Est’i Kâve dergisinde neşretti ve hikayelerinin
27
tümünü 1922 yılında Yekî Bûd ve Yekî Nebûd adı altında Berlin’de yayımladı. (Kanar, 2013:
123)
Altı hikayeden oluşan bu kitap konularını çağdaş İran’dan alır. Kitapta yazarın
hayatında karşılaştığı Tahranlı dar görüşlü kimseler, esnaf, tüccar, işçi ve halkın diğer
kesimleri zayıf tarafları, ihtirasları, yaşantıları gibi hemen hemen bütün özellikleriyle
aksettirilir. Cemâlzâde yalnız bu konularda yenilik getirmemiştir. Hikayelerin dili konuşma
dilidir. Kahramanlar yaşadıkları çevreye göre konuşurlar. Bu konuşmalarda halk deyimleri,
atasözleri ve argo tabirleri kitabın sonunda lügatçe halinde verilmiştir. (Kanar, 2013: 124)
Avrupalı yazarlar eserlerini günlük konuşma diliyle yazarlar. Hatta bilim adamları da
mümkün olduğu nispette bilimsel çalışmalarını halkın anlayabileceği dille kaleme alırlar.”
(Kanar, 2013: 124)
28
Roman hakkındaki görüşlerini açıklarken, romanın bir okul olduğunu, bir milletin
muhtelif kısımlarını birbirinden haberdar edip tanıttığını, diğer milletlerin sosyal, siyasal ve
psikolojik durumları hakkında bilgi edinmek isteyen kimseler için yeterli bir kaynak olduğunu
kaydeder. Ayrıca roman ve hikayelerin kelime ve deyimlerin kullanılışlarını gösterdiği için
sözlüklerden daha iyi olduğunu zikreder. Dibaçe’nin sonunda İran edebiyatının daha
mükemmele gidebilmesi için diğer ülkelerin edebiyatlarının ilerleme ve tekamülünün ölçü
olarak alınmasını tavsiye eder. (Kanar, 2013: 125)
Yekî Bûd ve Yekî Nebûd adlı öykü kitabı altı hikayeden oluşmaktadır: Fârsî Şeker Est,
Recûl-i Siyâsî, Dûstî-i Hâle Herse, Derd-i Dil-i Molla Kurbânali, Bile Dîg Bîle Çoğonder ve
Vîlânü’d-Devle.
Kitabın ilk hikayesi olan Fârsî Şeker Est çok meşhur olmuştur. Belki de bu hikayenin
dili çok zor olduğundan başka dillere tercüme edilmemiştir. Bu hikaye 1300 hş./1921 yılında
Kâve dergisinde neşredilmiştir. Bu hikayeyle Cemâlzâde çağdaş İran hikayeciliğinin temelini
oluşturmuştur. Mecmuanın sadece bu hikayesinin yazılma tarihi belli değildir. Yazarın
Berlin’de yaşadığı yıllar, yani 1919-1920 yılları bu hikayenin yazılma tarihi olarak kabul
edilmektedir. Bunun kanıtlayan bir çok delil vardır. Bu dönemlerde yazar Kâve dergisinde
birçok makaleler yayınlamış, mecmuanın Dibacesi de 1919 yılında yazılmıştır. Yazar bu
hikayeyi yazarken biraz da kendi başına gelenleri, yani 1915-1916 yıllarında Doğu
seferlerindeki hatıralarını kaleme almıştır. O İstanbul’a giderken oradaki gümrük
memurlarının onun pasaportunu elinden aldığını, aç susuz zindana atıldığını Farsi Şeker
Est’te şöyle anlatıyor:
“Allah hiçbir kafiri bu görevlilerin eline düşürmesin. Bu helal süt emmemişlerin bir
anda bizim başımıza neler getirdiklerini Allah biliyor. Ellerinden kurtarabildiğimiz tek şey
Avrupa’ya mahsus şapkamız ve imanımızdı. Hiç birine de ihtiyaçları olmadığı anlaşıldı. Bir
29
an içinde boşaltmadıkları delik ve cep kalmadı. Bu iş göz açıp kapayıncaya kadar bile
sürmemişti. Kendi deliliklerini yapamayacaklarını anlayınca bizi Enzeli sahilinin
gümrüğünde karanlık bir salona attılar.”
Meşrutiyet dönemi hikayelerinde olduğu gibi, yazar Avrupa’dan gelir ve yazdığı bir
dilekçedeki eleştiri yüzünden hapse düşer. Öyküde geçen karakterler konuşma tarzıyla diğer
karakterleri pekiştirirler. Ramazan cahil biri olduğu için Avrupalının da Şeyhin de
konuşmalarının çoğunu anlamaz. Ramazan’ın Şeyh’le karşılaşması onun için şaşırtıcı olduğu
halde, yazar okuyucuya Şeyh’in şahsında onun gibi birçok şeyhleri tanıma fırsatı veriyor.
Şeyh’in konuşmasını anlamak çok zordur. Zira, onun Farsçası birçok Arapça kelimelerle
karışmıştır. Bu şive Ramazan’a onu anlamakta yardım etmez, hatta tam tersi ondan nefret
etmesine sebep olur. Çaresiz kalan Ramazan bu defa Avrupalının yanına gider. Yazar Avrupa
hayranının Fransızca kelimelerle karışık Farsça konuşmasını verirken Farsçanın durumunu
kinaye yoluyla tenkit eder:
“Bu sözleri duyan Avrupa hayranı, sedirden indi, kitabın yaprağını ikiye katladı,
paltosunun geniş cebine sokuşturdu ve gülümseyerek Ramazan’a doğru gitti. “Kardeş,
kardeş!’ diyerek tokalaşmak üzere elini ona uzattı. Ramazan bu hareketi anlayamadı ve biraz
geri çekildi. Beyefendi de ister istemez elini bıyığına götürmek zorunda kaldı. Durumu
kurtarıp bozulmamak için öteki elini de çıkarıp her ikisini göğsüne koydu ve iki parmağını
yeleğinin kol yerine sokarak diğer sekiz parmağını kolalı gömleği üzerinde tıkırdatmaya
başladı. Sevecen bir tarzda “Aziz dostum ve vatandaşım!” niçin bizi bıraktılar buraya? Ben
de saatlerdir ne kadar başımı kazıyorsam, absuluman hiçbir şey bulamıyorum, ne pozitif, ne
negatif bir şey. Absuluman! Benim gibi en iyi familden diplomalı genci…bir kriminel için
tutmaları ve bana sıradan bir insanmışım gibi davranmaları komik değil mi? Ama bin yıllık
despotizm hiç şaşırtıcı değildir. Kendisini konstitüsyonel diye adlandırarak kendisiyle iftihar
eden bir memleketin kanuni tribunalleri olmalı ki hiç kimse zulme maruz kalmasın. Zavallı
kardeşim! Siz böyle bulmuyor musunuz?” dedi.
30
kısa aklınca zannetti ki Avrupa hayranı, onu halk ve toprak ağalarının zulüm ve haksızlığına
uğramış biri olarak tasavvur etti. Bunun üzerine “Hayır bayım, raiyyet değilim, şuracıkta
gümrükhanenin yirmi adım ötesinde kahveci çırağıyım” dedi.”
Yazar Farsçanın falude gibi tatlı olduğuna işaret ediyor. Bu hikayenin ana teması
Farsçanın güzel ve tatlı bir dil olduğunu göstermektir.
İkinci öykü Recûl-i Siyâsî’de sıradan kimselerin yüksek siyasi mevkilere yükselmesi
ve rüşvetçilik şaka yoluyla hicvedilir. Bu hikaye siyasetçi ve cahil halkı aldatan demagog
hakkındadır. Özelikle de 20. yüzyılın başlarında İran’da olan siyasi durumu ele alıyor. Bu
hikayede hallaçlık yapan, geçimini pamuk toplamakla sağlayan bir adamın dört yıl gibi kısa
bir zamanda milletvekili olabilmesi anlatılıyor. Evde karısının şikayetlerinden bıkıp sokağa
çıkan, tesadüfen bir karmaşanın ortasına düşen ve siyaset hakkında hiçbir fikri olmayan Şeyh
Cafer, kendini tesadüf sonucu başbakanın karşısında buluyor. Daha neden geldiğini, niye
orada olduğunu bilmiyor:
“Benim tek anladığım, beyaz saçlı adam Başbakandı, diğerleri ise ukala demokratlar,
ılımlılar ve Allah’ın kahrettiği başka varlıklar. Meclisten çıkarken insanlara duyduklarımı
uzun uzun konuşmayı hayal ederek birkaç kalıp halinde kafama koymuştum.”
Böylece, sahte bir kahraman doğmakta ve cahil halk da bu kahramanı “Önder” kabul
etmektedir.
Hikayedeki bir başka karakter de Hacı Ali’dir. Şeyh Cafer’in dili ile söylenirse:
“Feleğin çemberinden geçmiş tuhaf, tecrübeli ve tedbirli” biri; Hacı Ali Şeyh Cafer’e
nasihatler veriyor, ona iyi bir siyasetçi olmak için yol gösteriyor. Şeyh Cafer’e rüşvet almanın
da bir adabı, usulü olduğunu şöyle anlatıyor:
“Evet, ilk başta rüşvet almamak kapının anahtarıdır. İznin yoksa içeri bırakmazlar.
Eğer başından rüşvet almaya başlarsan, seni bu yoldan kovarlar. O yüzden ilk önce yerini
iyice sağlama almalısın. Ondan sonra artık kendini yol başındaki bekçi yerine koyabilirsin.
Artık bekçiye gece gezmek için izin gerekmez.”
31
Hikaye, İran’da anlatılan dönemdeki mevcut siyasi durumun çirkinliğini gözler önüne
sermektedir. Cemâlzâde, millet vekillerinin hangi yollarla bu mevkilere geldiklerini, perde
arkasında dönen rüşvet oyunlarını ve cahil halkın nasıl kandırıldığını okuyucuya bu hikayeyle
sunuyor. Şunu da belirtmeliyiz ki bu hikayeyi yazdığı dönemde Cemâlzâde, Almanya’da
yaşamıştır ve ona İran’daki bu siyasi durum hakkındaki bilgileri arkadaşları aktarmıştır.
Cemâlzâde’nin Yekî Bûd ve Yekî Nebûd isimli kitabının üçüncü hikayesi olan Dûstî-i
Hâle Herse’de, düşmana güvenilmeyeceğini savunulmaktadır.
İkinci Rusya-İran savaşı zamanında geçen olayda, birkaç arkadaş tehlikeli yollardan
geçerek eşinin, dostunun yanına gitmeye çalışırken başlarından geçenler anlatılıyor.
Hikayedeki “kurban” karakter Habibullah, biriktirdiği parayı yanına alarak abisinin
çocuklarına yardım etmek için Ruslar tarafından işgal edilmiş Kengaver şehrine gidiyor.
Hikayeyi anlatan karakter de annesine olan ‘analık borcunu’ ödemek için aynı şehre gidiyor.
Kaderin bir araya getirdiği bu insanlar, başlarına gelen bir olayla adeta imtihan ediliyorlar.
Yolda yaralı bir Rus’a rastlayan gençler onu arabaya alıp almamakta tereddüt ediyorlar. Fakat
içlerinde biri var ki, hiç tereddüt bile etmeden, arkadaşlarına “nerde kaldı bizim
Müslümanlığımız?” diyerek Rus’u arabaya alıyor. Bu adam alçak gönüllü, herkesin sevdiği,
iyi kalpli bir genç olan Habibullah’tır. Yaralı Rus’a acıyan, onu arabaya alıp sırtındaki abasını
dahi bu yolcuya veren Habibullah, arkadaşlarının “O bizim düşmanımız” demesine
aldırmıyor. Daha sonra yolda arkadaşlarına rastlayan Rus, Habibullah’ı şikayet ediyor ve
onun kendine kötü davrandığını ileri sürüyor. Rusların gazabına uğrayan Habibullah ne
yapacağını şaşırıyor. Hikayeyi anlatan karakter bu duruma üzülüyor, fakat arkadaşını bu
Rusların elinden kurtaramıyor. Hikayenin sonunda yolda aldıkları Rus, arkadaşının cesedine
doğru gittiğini gördüğünde bile hala olaya sağduyuyla yaklaşıyor: Ben o karanlığı tanıdım.
Bizim yaralı Kazak yolcumuz idi. Şaşkındım. Maksadını bilmiyordum. Belki de Habibullah’a
yaptıklarını telafi etmek ve cesedini karın üstünden kenara çekerek toprağa gömmek istiyor
dedim.
Fakat Rus’un niyeti başkadır: Fakat, hayır, yavaş yavaş Habib’in cesedine yaklaştı,
etrafa baktıktan sonra Habib’in şalını ve bazı eşyalarını aldı. Aceleyle aldıklarını kucağına
toplayıp, perişan ve hızlıca kuleye doğru koştu. İlk başta olayı anlayamadım. Fakat sonra
meseleyi anladım. Bu pis yaratık bu gencin onun için yaptığı tüm iyilikleri unutmuş, o
günahsızın kanının dökülmesine sebep olmuştur.
32
Daha önce de belirttiğimiz gibi, Cemâlzâde Rus-İran savaşı döneminde masum
insanların çektiklerini konu edinmiş, bunun yanı sıra, haksızlığa uğrayanların hakkının
aranmamasına da değinmiştir:
“Zavallı Habib’in cesedinin karlar altında kaldığını gördüm. Ne o pis yaratığın ayak
izleri, ne de Habip’ten bir iz kalmamıştı. Tabiatın itinasız eli her ikisini de örtmüştü. Cezadan
ve mükafattan bir iz bile görmedim.”
“Bazı haftalar on, bazı haftalar on beş kaside söylüyordum. Doğrusu, doğru dürüst
okuma ve yazmam yoktu. Fakat Al-i Aba sadakasını iyi biliyordum, hafızam iyiydi. Bir ilahiyi
bir, iki kere bir duyduğumda öğreniyordum. Zamanla meclisi ısıtıp, dua, Fatiha ve kaside
okumakta maharet kazandım.”
Fakat işler hep böyle yürümez. Kurbânali’nin komşusu olan Hacı’nın kızının
hastalanmasıyla birlikte onun da hayatı tamamen değişir. Hacı, kendi halinde, Kurbânali’nin
diliyle söyleyecek olursak, Allah’ı seven ve kutsal biri. Gözünün nuru tek evladı olan kızı
hastalanınca derde düşen Hacı, adak adar ve kızının iyileşeceği takdirde beş ay boyunca her
ay evinde ilahiler söyleteceğini arz eder. Biraz zaman sonra kızı iyileşir ve sözünü tutmak için
Kurbânali’ye gider. Kurbânali her zaman olduğu gibi, kasabalısına manevi hizmet için
Hacı’nın evine gider. Fakat burada karşılaşacaklarının ileride hayatını önemli biçimde
etkileyeceğinden habersizdir. “Dua”sını bitirdikten sonra Hacı on altı yaşındaki kızına
mollanın ücretini verir ve Kurbânali’ye iletmesini buyurur. Hikayedeki hadiseler bundan
sonra daha önemli bir şekilde cereyan eder. Kurbânali, Hacı’nın kızını görünce heyecanlanır
ve paraları düşürür. Kız onu almak için eğildiğinde başındaki örtü gülün dallarına takılır ve
başı açılır. Gördüğü manzara karşısında eli ayağı tutulan Kurbânali, amansız bir aşkın
pençesine düşmüştür. Kurbânali’nin derdinin ne olduğunu anlayamayan karısı da hastalanarak
hayatını kaybeder. Fakat Hacı’nın kızı tekrar hastalanır ve bu defa şifa bulamaz. Kızın
33
ölümüyle bunalıma giren Kurbânali, gece mezarlığa kızın cesedini görmeye gider ve gece
bekçisine yakalanarak zindana atılır.
Cemâlzâde’nin bu kitabının beşinci hikayesi olan Bîle Dig Bîle Çoğonder yani “Böyle
pancara böyle tencere” isimli hikayesinde, bir Avrupalının gözünden İran’a bakış ele
alınmıştır. Hikaye, gurbette yaşayan bir İranlının alışkanlığı üzerine hamama gitmeyi
arzulamasıyla başlıyor. Fakat Avrupa’nın göbeğinde İran hamamı bulmak pek de kolay
değildir. Birinin önerisi üzerine bir hamama gelmesiyle birlikte burada bir zamanlar İran’da
bulunmuş olan bir Avrupalıya rastlar. Bu hamamda çalışan kesecidir. Ona ne iş yaptığını
sorunca keseci danışman olduğunu söyler. “Ne danışmanı idin?” sorusuna ise keseci şöyle
yanıt verir: İç İşleri, Dış İşleri, Maliye, Adliye, Harp, Eğitim, Vakıflar, Posta, Telgraf,
Gümrük, Ticaret ve başka şeyler. Buna inanmayan İranlıya karşılık olarak “belli ki siz İran’ı
tanımıyorsunuz. Avrupa’da karnavalın nasıl bir bayram olduğunu biliyor musunuz? İran
baştanbaşa karnaval gibidir. Herkes istediği elbiseleri giyip dışarıya çıkıyor ve kimse de ona
bir şey diyemiyor” diye cevap verir. Kesecinin bu söyledikleri o dönem İran’ının içler acısı
durumunu anlatmaya yetiyor. Kendisinin İran’da nasıl yüksek mevkilere geldiğini anlatmaya
başlıyor. Tesadüf sonucunda şehrin tanınmış şahıslarından birini yaptığı masajla iyileştiren
kesecinin bu olayla birlikte “yıldızı parlıyor”. Olaylar normal olmayan bir şekilde gelişiyor.
“İlk başlarda bizi posta idaresine bıraktılar. Her sokağın başında posta kutusu var,
biz de bu düzeni az çok Tahran’da yaptık. Ne paralar geldi, gel de gör! Şah bize lakap ve
madalya verdi. Çok geçmedi ki ismimiz büyük küçük herkesin diline düştü, meclisten de bize
geniş yetkiler verildi. Bir çok bakanlıklar da yavaş yavaş bizim idaremize girdi. Biz de artık
reform yapıyorduk, meclise, devlete önerilerde bulunuyorduk.”
Bundan sonra İranlılara güveni olmayan keseci malını mülkünü alıp ülkeden kaçar.
Fakat yolda bir hırsız tarafından soyulur, meteliksiz Avrupa’ya döner ve eski mesleğini
yapmaya devam eder.
34
Bunları anlattıktan sonra keseci okuması için İran’da yazdığı günlüğünü misafire
takdim ediyor. Günlükten bir bölüm hikayede aktarılmıştır. En çok dikkat çeken de kesecinin
İran’da kadınlar hakkında yazdıklarıdır:
“Sokaklarda dört, beş yaşında küçük kız çocuklarını görmek mümkündür, fakat
ortalıkta kadın yoktur. Avrupa’da, her bir İranlının kadınla dolu bir hareminin olduğu
söylenir. Doğrusu, benim vatandaşlarım dünyadan çok habersiz. İran’da asla kadın yok.
Nasıl her kişinin kadınla dolu bir haremi olacak?” diye günlüğüne yazan keseci, İran’da
siyah çarşafta gezen kısmın kadın olduğunu anlamıyor: İran’da garip olan başka bir şey,
halkın bazı kısmı, memleketin yaklaşık yarısı, kendini baştan ayağa kadar siyaha kapatıyor,
hatta nefes almak için de delik koymuyorlar. Bu siyah keseyle sokakta gidip geliyorlar. Bu
şahısların sesini kimse duyamaz. Kahvehanelere gitmeye hakları yoktur. Hamamları da
özeldir, genel meclisleri de farklıdır. Yalnız iken bu şahıslardan bir ses bile çıkmaz, fakat bir
araya geldiklerinde garip gürültü, şamata ile yol giderler. Bunlar da, tıpkı Avrupa’daki gibi
garip ve acayip bir çeşit keşiştirler. Papaz olsalar bile, insanlar onlara o kadar saygı
göstermiyor, hatta onların adını, “güçsüz ve bir şeyi olmayan” manasına gelen “zayıf”
koymuşlar. Karakterin dilinden verdiği bu sözlerle Cemâlzâde, aslında İran’da kadın
haklarının ezilmesine olan tepkisini okura sunuyor. Cemâlzâde, kadınlara saygı duymayan,
onları “işe yaramaz, zayıf” diye niteleyen bu topluma karşı tepkisini dile getirmektedir. Bu
hikayedeki günlüğü okuyan diğer İranlı karakter, bunları okuduktan sonra şaşırmıyor ve
“Böyle pancara böyle tencere” diyor. Bu da Cemâlzâde’nin ülkesinde olanlardan kendi
halkını sorumlu tuttuğunu gösteriyor. Adamların kadınlara saygı duymamasının, onların
haklarını çiğnemesinin en büyük sorumlusu Cemâlzâde’ye göre kadınların kendileridir:
Son hikaye Vîlânü’d-Devle’dir. Vîlânü’d-Devle, İran’da her yerde kolayca yetişen arsız
bir bitkinin adıdır. Öykünün konusundaki karakter aynı bir bitki gibi nerde akşam orda sabah
yaşayıp giden biridir. Vîlânü’d-Devle işi gücü olmayan sade halkın sembolüdür. Hikayedeki
karakter kimsesi olmayan, hayatta ne istediğini bilmeyen biridir. Sonunda o, bu hayattan,
böyle bir yaşam tarzından bıkıyor ve çıkış yolunu intihar etmekte buluyor fakat intihar
etmeden önce halka bir mektup yazıyor ve herkesten özür diliyor:
“Elli yıllık düzensiz bir hayattan sonra bu fani dünyadan ayrılıyorum. Cesedimi bir
kişinin tanıyıp tanıyamayacağını bilmiyorum. Hayatım boyunca tanıdıklarıma zahmet ve baş
35
ağrısından başka bir şey vermedim. Eğer hakkımda sahip oldukları şefkati bilmeseydim benim
utanmam daha fazla olabilirdi. Hayatımın şu son anında özür dileyeceğim ama onlar
insanlığın şartlarına uygun davrandılar ve benim gibi özre ihtiyaçları yoktur. Şimdi de
hayatta beni düzene getiren bu insanlardan ölümümden sonra da acı hatıralarla beni
hatırlamalarını istiyorum. Eğer kabrimin bir taşı olursa, mürşidim olan Bâbâ Tâhir-i
Ûryân’ın şu beyiti mezar taşımın üstüne yazılsın:
36
III. BÖLÜM
37
SEYYİD MUHAMMED ALİ CEMÂLZÂDE’NİN YEKÎ BÛD VE YEKÎ NEBÛD
ADLI HİKÂYE KİTABININ ÇEVİRİSİ
III.1. DÎBÂÇE
38
sade ve halkın anlayabileceği eserler kaleme alınıyor. O memleketin insanları genellikle okul
görmüş ve eğitimlidirler, zor yazıları bile okumakta aciz değiller. Ama yine de sade yazılar da
övülüyor. Yazarlar, eserlerinde dilde yaygın olan, insanların pazarlarda, sokaklarda
kullandıkları kelimeleri, atasözleri ve deyimleri edebi bir şekilde kullanmaya çalışıyor ve ince
bir sanatsal şekilde yavaşça kağıt üzerine döküyorlar. Hatta büyük alimler bile kendi kitap ve
eserlerini mümkün olduğu kadar sade dilde yazmaya çaba sarf ediyorlar. İlaveten, onlardan
bir çoğu ilmi konuları anlatmak için onları hikaye şeklinde yazıyorlar. Mesela yüzyılın
meşhur alimlerinden Fransalı müneccim alim Felamaryun matematik ve astrolojide olan
önemli meselelerden bir çoğunu hikaye ve roman şeklinde yazmıştır. O romanlar birçok
dillere çevrilmiş ve dünya ondan faydalanmıştır. Oysa, eğer isteseydi yalnız kendi zamanının
alim ve bilginlerine hitap eder, zamanını az harcardı. Böyle olunca, sesi sadece alimlerden
birkaç kişinin, özellikle de astrolojiye ilgisi olanların kulağına giderdi. Oysa, bu gün adı
dünyada meşhur ve insan oğlunun birçoğunun ruhu onun yazdığı güzellikleri anlamak ve
tabiatın sırlarına vakıf olmak konusunda zevk almaktadırlar. İnsan ilk aşamada şimdiki
Fransız edebiyatına dikkat ediyor ve hızlıca bugünkü büyük Fransa edebiyatının temelini
oluşturan romana yükleniyor. Fransız edebiyatı noksan ve bozuklukların etkisinde olduğu
zamanda bile, şüphesiz, dünyanın hiçbir yerinde hiçbir zaman edebiyatın gelişmesi şimdiki
Fransız edebiyatının geldiği noktaya kadar gelmemiştir. Fransız halkının hayat tarzına dikkat
etmek yeter, kitap da çatal, bıçak, çorap ve mendil gibi onların hayatlarının bir parçasıdır.
Tabii ki bu meselenin asıl sebebi hikaye ve roman yazmaktır.
Romanın anılanlardan başka yararları da vardır: öncelikle medreseler. Onlar için su ve
ekmek gibi gerekli olan günlük zahmet, medreseye gitmek ve her gün gelişen manevi alemi
öğrenmek, ilmi ve felsefi kitapları akşam okumaktır. Oysa roman tatlı ve cazip bir şivesiyle
damak, canı tazeleyen ve sevinç lezzetiyle bize gerekli olan birçok malumatları veriyor, ister
tarihi olsun, ister felsefi, ister ilmi ve ahlaki. İlaveten, bir milletin tüm tabakalarının iş
anlaşmazlıkları, arkadaşlık, çeşitli haller ve hayalleri, hatta birbirlerinin oturup kalkmalarının
ayrıntılarından haberleri olmadığı halde birbirlerinden haberdar ve birbirlerine yakın gibi
görünürler. Mesela bir şehir köyde nasıl düğün olduğunu bilmiyor ve köylerde de şehirde
kadınların gününü nasıl geçirdiğini bilmiyorlar. Hatta şehrin fakirleri aynı şehrin zenginlerinin
işlerinden ve tam tersi zenginler ve büyükler de hizmetçilerinin hayatlarından, yaşamlarından
habersizler. Bizim İran’da, hatta büyük şehirlerimizde insanlar birbirlerinin ahlakı, adetleri,
durumları hakkında bir şey bilmiyorlar. Örneğin Kuçan’dakiler belki de Tahran’da Kurban
bayramının nasıl kutlandığını bilmiyorlar. Roman bir milletin çeşitli gruplarını birbiriyle
tanıştırıyor. Bir şehirliyi köylülerle, hizmetçiyi sahibiyle, Kürdü Beluç ile, Kaşkayı Gilekle,
39
dindarı Sufiyle, Sufiyi Zerdüştle, Zerdüştü Babi ile, öğrenciyi jimnastik salonunu işletenle,
idariyi çarşıyla birbirine yaklaştırıyor. Taassupla oluşmuş binlerce anlaşmazlığı ortadan
kaldırıp tanışmayı ortaya çıkarıyor. Başka milletlerin toplumsal, dahili, ruhi durumlarından
haberdar olmak isteyen insanlar için sadece o milletin siyasi ve askeri tarih kitaplarını
incelemek yeterli olmaz, bunu öğrenmek için o millet ve memleketle ilgili romanları
okumaktan başka yol yoktur. O memleket ve millet hakkında yaygın romanlar okumaktan
daha iyi ve rahat yol yoktur. Bugün mesela falan han Kürdistan’ın falan dağının yamacında
yaşadığından dünyanın öbür tarafında okyanusun ortasında yerleşen belki de şimdiye kadar
hiçbir İranlının ayağının oraya değmediği İzland adasının halkının adet ve yaşamının
ayrıntılarını sadece romandan öğrenebiliriz veya tam tersi.
Bir millete ve topluma has olan ahlaki halleri ve karakterlerini tanımak için romanın en
iyi aynalardan biri olduğunu söyleyebiliriz. Mesela, Rus milletini tanımak için Tolstoy ve
Dostoyevski’nin kitaplarını okumaktan daha iyi bir yol yoktur veya İranlıları tanımak isteyen
bir kişi için Morier’in ve Gobinean’nın Türkmen Savaşı ve Kamberalı kitaplarını okumak
yeterlidir. İnsan da genellikle roman okumakta zevkli ve meraklıdır. Bu yüzden siyasi
propagandanın her yüzünü ve tersini görmek mümkündür. Mesela Cezayir’de maharetli ve
kitapları Avrupa ve Amerika’da Leh yazarı Sengiviç Sengiviç’in romanları gibi meşhur olan
birkaç yazar vardır. Onlardan her biri birkaç ordunun yapacağı işi, söz söylemeyi çok iyi
bilen, tarafından yapılan birkaç nutkun yapacağı işi yapmaktadır. Zira halkın sevgi ve
şefkatini o memleket ve millet tarafa çekiyor, dünyanın genel düşüncesini müsait ve yoldaş
olarak gösteriyor.
Fakat roman ve roman yazarlılığın en önemli faydalarından biri de bir memleket ve
milletin dil özelliklerini ortaya çıkarmasıdır. Zira roman yazarlılığın maksadı ister kitap,
tiyatro, isterse de mektup veya başka bir şekilde bir dilin çeşitli lehçe, söz kurumlarını,
terimlerini, atasözlerini, deyimlerini, söz yapılarını ve lehçelerini nerede kullanmak
gerektiğini ortaya çıkarıyor. Hatta bir milletin çeşitli grupları ve tabakalarının gizli söz kutusu
da olabilir. Eski (Klasik) ve ilmi yazılar bu hizmeti ifa edemiyorlar ve bazen de kendisine
mahsus olan kelimelerin, tabirlerin ve kavramların kullanım yerlerini ortaya çıkarır. Mesela
İran’da en beğenilen şiir tarzı olan gazel ve kaside söyleyen bir şairin Nevruz bayramı
konusunda yazdığı bir kasidede veya av konusunda veya benzer konulardaki şiirlerinde
kullandığı kelimeler, kavramlar, tabirler Nevruzla, avla ilgili tabirlerdir. Bu tabirlerin şiirin
veznine veya fesahatına aykırı olması mümkündür. Sözlerde, terimlerde olan bu sınır
yabancıların fars dilini öğrenmeleri için bir engel oldu. Bu dilde öyle kolayca çok kısa bir
zamanda konuşmaları biz İranlıları gülerek alkışlamaya vadar etti. Mesela, medreselerde
40
Farsçanın öğrenilmesi zorunlu olan Osmanlı’da dost ve sevgili kelimesini yar, dildar, canan,
dilber, nigar vb. isimlerle kaydetmişlerdir. Lakin bu yarın mesela, ateşin eğsi otuna bir can
verdiği veya ateş tarafından küstah rakibin yüzünün çek ve keşide olarak isimlendirildiğini
bilmiyorlardı. Bu satırların yazarı o milletin meşhur edebiyatçılarından biriyle tesadüfen
buluşup konuştu, binlerce insan İran şairlerinin divanlarından ezber yapıyorlardı. Bununla
birlikte kendi sade konumuzu Fransız dilinde birbirimize söylemeye mecbur kaldık, çünkü
bizim Farsçamızı iyi anlamıyordu ve onun Farsçasını anlamıyordum. Bu durumun sebebi
bellidir. Bugünkü yaygın İran dilinde yazılmış kitap elde olmadığı için ondan hiçbir şey
öğrenemiyoruz. Bizim yazarlar da genellikle kendilerine nesir yazmayı şanlarına
yakıştırmıyorlar. Nesir yazmak isteseler bile, Sa’dî’nin Gülistan’ından geri kalmamaya
çalışıyorlar.
Meşhur Fransız şarkiyatçısı olan Barbier De Meynard günümüz Fars dilinde yazılmış
olan Ahundov’un temsillerinin mukaddimesinin tercümesinde Farsçayı öğrenen Avrupalı
öğrencilerin işine yarayacak kitaplar hakkında şöyle yazıyor: Sadece doğuluların
kendilerinden genel dil hakkında çeşitli örnekleri bizim için getirmeleri gerekir. Fakat
maalesef ki onların da elinde çok bir şey yoktur ve İslam aleminin edebi zevki ve kuralları ile
aşina olan bir kimse için nesrin bu kıtlığı ve yokluğu asla şaşkınlık sebebi değil. Zira İslam
aleminde bir kişi istediği gibi konuşup yazmayı, kelimeleri, kelamları, şiveyi ve sohbet tarzını
kitap ve mektupta yazmak isterse, kutsal şeylere hakaret etmekte ve pislik yapmakta suçlanır.
Tüm durumlarda bu olanlar ihanet gibi kabul edilir.
Son zamanlarda Hasan Ali Hân Amîr Nezâm, Mîrzâ Abûlkâsem Kâem Makâm ve
Mîrzâ Abdül Vahab Neşat gibi yazarlar kendi eserlerini eskiler gibi zor dilde değil, sade dilde
yazmışlar. Elde olan tüm eserleri neşir edilmiştir. Bizim edipler de bu meseleden bir netice
çıkarmamışlar. Yine korku onların önünü kesmiştir.
Kısacası, hikaye yazmak sözlerin kullanımı yönünden en iyi yoldur. Sözlerin ve
terimlerin dilden gittiği zaman yeni terimler ve sözler meydana gelir. Roman kitapları ve
hikayeler de dil için sözlüklerden daha iyi bir hazine sayılır. Zira, lügat kitaplarında her ne
kadar kelimeler ayrıntılı bir şekilde açıklansa da, onların çeşitli kullanım yerleri ve kavramları
gösterilse de romanın üstlendiği görevi yerine getirmesi mümkün değildir. İlaveten her dilin
bazı tabirleri, kavramları ve işaretleri asla lügat kitaplarında yer almaz. Mesela, Meşhetliler
arasında kullanılan “ayak takımı” sözü veya halk arasında kullanılan bazı sözlerin de lügat
kitaplarında yer alması mümkün değildir. Mesela, bugün Farsça konuşanların birçoğu “Seyyid
Ali’yi uyandır” duyduklarında veya okuduklarında yazarın ne demek istediğini hemen
anlıyorlar. Fakat buradaki “be pa” kelimesinin kaldır manasına geldiğini hangi sözlük yazar?
41
Bu satırların yazarı, aşağı tabaka ve Meşhetliler arasında yaygın olan böyle sözleri
Fransızca “Argo” diye adlandırıyor. Bugün Fransa edebi meclisinin meşhur üyelerinden olan,
kendi dilinde şiir ve kitap yazmış olan J.Richepin ve F.De Villion yazarlar bu tür kelimeleri
kaydedip korumuşlar ve kendi dillerinin sermayesi olarak görüp zamanın geçmesiyle onları
unutmamış, ortadan kaldırmamışlardır. Diğer edebiyatçı ve faziletçi kimseler de yavaş yavaş
zamanın geçmesiyle bu kelimeleri kendi yazılarında kullanmışlardır. Bu başka memleketler
de bu şekilde görünür. Özellikle bu kelimelerden “bambul” (üç kağıt) “debe der averden”
(caymak, vazgeçmek) ve “hol” (aptal) gibi olanlar ve başkaları aynı manaya gelmezler. Yani
başka bir kelime onların manasını aynen karşılamaz. Yazar zaruret durumunda kendi konu ve
düşüncesini aktaracağında veya kendi amacını söylemek istediğinde o kelimeleri kullanmak
zorundadır. Bazıları, belki öncekilerin kullanmadığı kelime ve kavramları kullanmak
gerekmediğini düşünebilirler. Fakat bugün ilmen kanıtlanmıştır ki, dünyadaki her şeyin
ilerlemesi gibi hisler, zevk ve düşünceler bile ilerlemektedir. Lafız ve kelimeler mana ve
eşyanın oluşumundan sonra ortaya çıktığı için her gün yeni düşüncelerin, hakikatlerin, hislerin
kesinlikle yeni kelimelerle ve kavramlarla ortaya çıktıkları bir gerçektir. Yazarın bu
kelimeleri kullanmaktan çekinmesi kendi acısından birçok mahzurlara ve sorumlara yol açar.
Bu şekilde ne düşünce, ne de anlatılmak istenen konu gelişebilir. Aynı zamanda kavramlar da
zorluklardan uzak kalmayacaktır. Aslında yeni kelimelerden yüz çevirip eski kelimelerle
kanaat beyan etmek yeni manaları ve düşünceleri de ortaya çıkaracaktır. Bu, küçük süt emer
bir çocuğun elbisesini genç ve şişman birine giydirmek gibi oluyor. Fransa’nın meşhur yazarı
V.Hugo bu hususta şöyle yazıyor:
Dil, hiçbir zaman sabit durmuyor. İnsan düşüncesi daima gelişiyor. Dolayısıyla hareket
ediyor, dil de onunla birlikte hareket ediyor. Dünya böyledir, beden geliştikçe nasıl eski
kıyafetini giyebilir ki? XIX yüzyıl Fransızcası XVIII yüzyılın dilinden farklı, veya XVIII
yüzyılın dili XVII yüzyılın dilinden daha farklı vb. Montaigne ve Montesamieu’nun dili
Pascal’ın dilinden farklıdır. Bu dört yazarın hepsi kendi kendiliğinde çok yüceler, zira
her birinin kendine has özellikleri vardır. Her grubun hususi hayali ve anlamlı
sorumluluğu vardır. Tabii ki de, yeni manaları içeren yeni sözler ortaya çıkmalıdır. Dil
sürekli harekette olan bir deniz gibidir. Bazen düşünce dünyasının sahilinden
uzaklaşıyor ve kendi dalgalarında yüzüyor. Bu dalgalardan kenara çıktıkça kuruyor ve
kayboluyor. Hayaller, düşünceler, kelimeler ve sözler de böylece yavaş yavaş unutulup
gidiyor. Dil, dünyada olan her bir şey gibidir. Her yüzyıl dilden bir şeyler alıyor ve ona
bir şeyler katıyor. Dünyanın kuralları böyledir ve kaçılmazdır. Dilin özel hareketli
şekillere sahip olması boşuna değil. Dil güneşinin hükmünü veren edebi Josue’ların
42
çaba ve gayretleri tamamen batıl ve ürünsüz olsa da dil gene de güneş gibidir. Durmak
bilmez. Sadece hayatı sona erdiği ve öldüğü zaman durur.
Genellikle, bu konular hakkında görüşleri olan vatandaşlarımızdan birçoğu Fars
edebiyatının ıslahının İran edebiyatı için nasıl gerekli olduğunu bilen bilginler ve ediplerin
toplulukların düzenlenmesiyle ilgili olduğunu düşünüyorlar. Yazar, hangi kelimeleri kullanıp
kullanmayacağını bilmelidir. Gerçekte millet meclisi memleketin kanaat kuvvetini elinde
bulundurur. Bu meclis memleketin edebiyat seçimine de sahiptir. Bu düşünceye sahip olan
yazarlara göre anılan beyler Fransa’da Akademi adlanan ve edebi sorunlarla uğraşan bir
topluluğun olduğunu biliyorlar ve o memleketin edebiyatının böyle geliştiğini, böyle
topluluğun İran için de gerekli olduğunu düşünüyorlar. Yazar böyle bir topluluğun faydalarını
inkar etmiyor. Fakat Fransız Akademi’sinin vazifesinin sadece sözlük telif etme konusunda
olduğunu bilmek gerekiyor, bunun Fransız diliyle bir alakası yok. Eğer Fransa edebiyatına bir
hizmet ederse bu hizmet rağbet ettirme veya çekindirme yolunda olacaktır. Diğer yüksek
edebiyata sahip medeni memleketlerden birçoğu Fransa Akademisi gibi edebi bir topluluğa
sahip değildirler. Sayın Âgâ Mîrzâ Muhammed Ali Hân Zekaül Memâlek Fûrûgî bu hususu
çok iyi biliyordu ve 1333 yılının Recep ayında, Tahran’daki Amerikan medresesinin 23. yılı
için düzenlenmiş olan bir törende Fars edebiyatı hakkında şunları söylemiştir:
Bizim arkadaşlarımızın Fars dilini geliştirmek için garip düşüncelerden bir başkası ilmi
ve diğer bir deyimle topluluklar ve Akademi kurulmasının gerekliliğidir. Bu topluluk
yeni kelime ve kavram yapacaktır. Dış memleketlerde olan akademilerin ve ilmi edebi
toplulukların bu yaptıklarını zannetmektedirler. Kelime ve kavram yapmanın bu
toplulukların işi olmadığını bilmemektedirler. İlim ve fazilet ehli kimseler kendi zevk ve
becerilerine göre zaruri olduğu durumlarda bazı kavramları seçerler. Seçtikleri
kelimeler kaide ve uygunluğuna göre makbul olup kullanılırlar. İlmi ve edebi
topluluklar her ne kadar ilim ve edebiyatın olgunlaşması için çalışsalar da onların
görevleri genellikle kendi işlerini olgunlaştırmak ve kolaylaştırmak için teşvik ve
rağbetten ibarettir. (Yeni Asır gazetesi, 35.sayı, 1333 hş./1954)
Eğer insan başka memleketlerin edebi olgunlaşmasına ölçü kabul ederse başka
memleketler hangi yolla kendilerini olgunlaştırabilirler ki. Bu nedenle İran’ın edebi
ilerlemesinin en kolay yolu bu gün de memleketin edebiyatçı ve faziletli kimselerinin her sene
veya birkaç senede bir bayram, tören ve benzeri konularda gazel ve kaside yazmaları, eski
meşhur şair ve yazarlardan bahis etmeleri, kendi kalemlerini daha geniş bir alanda
oynatmaları nesirden nazıma bütün edebi şubelerde ve özellikle, bugün edebi açıdan gelişmiş
birçok memlekette olduğu gibi hikaye türünü kullanmaları, kendi yeni yazdıkları kitapları
43
yayınlayarak bize yeni bir can üflemeleri, bu alıcısı azalmış çarşıya latif açıklamalar ve ruh
bağışlayan düşünceler sunmalarıdır. Elbette, bu ilim ehli yazmakla meşguldürler. Onların
parlak tabiat ve selim zevkleri kaideler ve zaruretlerin göz önüne alınmasıyla dile yeni
kelimeler ve kavramlar dahil edecektir. Dil de aynı şekilde vücudumuzun spor yapması ve
terlemesiyle kan dolaşımının artması gibi ruha yeni bir kuvvet bağışlayacaktır. Edebiyatın
damarlarında dolaşan taze kan bizim sahip olduğumuz durumu güzelleştirecek, eskilerin
edebiyatları gibi her İranlının iftihar kaynağı haline gelecektir.
Yukarıda anılanlara bakılınca özellikle, Sayın Mîrzâ Muhammed Hân Kazvînî’nin
zamanla yayınlanmış olan ve yayınlanacak yazılarını samimi buluyorum. Onun zayıf sesi
seher horozunun bağırması gibi uykulu kervanı uyandıracak hayırlı bir sebep olmuş,
edebiyatçı ve bilginlerimizi dönemin zaruretleri konusunda uyarmıştır. Güneş gibi yeni fikir
ve düşüncelerden çok büyük bir inci gibi olan derin görüşlerini bulutun arkasına gözlemiştir.
Ümit ediyorum, bu hezeyan dolu hikayeler bütün perişanlığı ve düzensizliğine rağmen zevk
erbabı tarafından uygun bulunacak ve bizim gerçek yazarlarımızın güçlü kalemleri önünden
geçecektir. Ben, benim bu hizmet ve zahmet karşısında göz nurundan başka hediyem yoktur.
Seyyid Muhammed Ali Cemâlzâde
Berlin, 1 Zilkade, 1337 hş./1998.
44
III.2. FÂRSÎ ŞEKER EST1
Dünyanın hiçbir yerinde yaşla kuruyu İran’da olduğu gibi beraberce yakmazlar. Beş
sene sefalet ve kan kusmaktan henüz ayağım geminin güvertesinin yukarısından İran’ın o
saygıdeğer toprağına değmemişti ki, Enzeli’nin Gilan lehçesiyle şarkı söyleyen kayıkçıların
sesini duydum, “Balam can, balam can” diyerek sanki ölü bir çekirgenin çevresini sarmış
karıncalar gibi geminin çevresine toplanmış ve yolcuların canının belası haline gelmişlerdi ve
her bir yolcunun sakalı birkaç kürek çeken kayıkçı ve hamalın eline düştü. Fakat yolcuların
içinde benim işim hepsinden daha zordu. Zira, çomak ve ölüm zoru ile olsa bile keselerinin
ağzı açılmayan, azraile can vermeye hazır olanlar, yeter ki, paralarının rengini kimse
görmesin, bu zatlar genelde Bakü’nün ve Reşt’in uzun elbiseli ve kısa şapkalı
pazarcılarındandı. Avrupa’dan beri başımda olan ve değiştirmeye fırsatım bile olmayan leğen
şeklindeki ecnebi şapkalı anası ölmüş, bahtsız ve talihsiz biriydim. Herifler de bizi Hacı oğlu
ve yağlı lokma farz edip “sahip, sahip” diyerek çevreye aldılar. Eşyalarımızın her biri on
hamal ve on beş insafsız kayıkçının kavgasına sebep oldu. Öyle bir bağırtı ve feryat yükseldi
ki, dipsiz uçsuz kavga başladı. Biz şaşkın, sakin ve elimiz ağzımızda donup kalmıştık. Onların
elinden yakamızı nasıl kurtaracağımızı bilmiyorduk. Kuyruk açıldı, mübarek olmayan, ekşi
suratlı, inkir-minkir 2 gibi kırmızı kıyafetli, aslan ve güneş sembollü şapkalı, sanki deniz
rüzgarı harekete getirmiş kalın bıyıklı iki tezkere memuru bizim önümüzde ölüm meleği gibi
göründü. Bizim tezkereleri gördüklerinde şahın okla vurulduğu haberi veya azrailin yüksek
fermanı ellerine varmış gibi şaşırdılar, ağızlarını büktüler, sonra da gözlerini bize diktiler, kaç
kere aşağıdan yukarıya süzdüler ve Tahran çocuklarının dediği gibi, sanki bizim için elbise
dikmiş gibi bize baktılar. Sonunda biri “Nasıl? Siz İranlı mısınız?” dedi. “Maşallah, bu ne
biçim bir soru? Nereli olmalıyız ki? Tabii ki, İranlıyız. Yedi sülalem bile İranlıydı. Tüm
Sengleç mahallesinde alnında beyaz lekeli olan inek gibi beni tanımayan kimse yoktur”
dedim. Fakat hayır, beyefendi bu sözleri anlamıyordu. Belli ki, bu beş kuruşluk iş değildi.
Görevlilere çabucak “Sahip hanı” gerekli incelemeler yapılıncaya kadar alıkoymalarını
emretti. Görevlilerin birinin uzun çubuğu vardı. Sanki bir hançer sapı gibi sakalının
ortasından çıkmıştı. El attı bileğimi tuttu ve “Öne geç” dedi. Biz de işimizin durumunu
öğrendik. Çok korktuk. Önce sesimizi yükseltmek ve kendimizi göstermek istedik. Fakat
sonra durumun iyi olmadığını gördük. İşimizin doğrusunu makul olmakta gördük. Allah
hiçbir kafiri görevlilerin eline düşürmesin. Bu helal süt emmişlerin bir anda bizim başımıza
1
Cemâlzâde’nin Yekî Bûd ve Yekî Nebûd adlı mecmuasının Farsça Şekerdir adlı birinci hikayesi
2
Münker-nekir, Kabirdeki sorgu melekleri.
45
neler getirdiklerini Allah biliyor. Ellerinden kurtarabildiğimiz tek şey Avrupa’ya mahsus
şapkamız ve imanımızdı. Hiç birine de ihtiyaçları olmadığı anlaşıldı. Bir anda boşaltmadıkları
delik ve cep kalmadı. Bu iş göz açıp kapayıncaya kadar bile sürmemişti. Kendi deliliklerini
yapamayacaklarını anlayınca bizi Enzeli sahilinin gümrüğünde karanlık bir salona attılar.
Mezarın ilk gecesi onun yanında gündüz gibiydi. Bir grup örümcek kapı duvarlarında perde
yapmıştı. Kapıyı arkadan kapatıp gittiler ve bizi Allah’a emanet ettiler. Ben yolun ortasında
kayıkla gemiden sahile geldiğim vakit insanların ve kayıkçıların sohbetinden Tahran’da yine
şah ve meclisin karıştığını, tutuklanmaların başlandığını, merkezden yolcuların geliş gidişine
dikkat edilsin diye ferman verildiğini duymuştum. Tüm bu tutuklamaların bu emirden dolayı
olduğu anlaşılmıştı. Has görevlilerden biri bilhassa bu iş için o gün sabah Reşt’ten gelmişti.
Kendilerinin hizmeti göstermek, becerikliliğini, uzmanlığını göstermek için yaş ve kuruyu
beraber yakıyor, kuduz köpek gibi kimsesiz millete saldırıyor, bir de çaresiz hakimin işine
müdahale ediyor, Enzeli hükümeti alanını kendileri için ayarlıyorlardı. Onun hizmetçilerinin
övgüsü o gün sabahtan beri bir dakika bile Enzeli’den Tahran’a gelen telegraf hattını rahat
bırakmamıştı.
Ben önceleri öyle bir daralmıştım ki, bir müddet gözlerim hiçbir yeri görmüyordu,
fakat yavaş yavaş gözlerim bu karanlığa alıştığında bizimle birlikte başka misafirlerin de
olduğu anlaşıldı. İlk başlarda İran’da olay çıkarmış, lügatcı, şımarık ve eğitimsiz duran
Avrupa hayranlarından birine gözüm takıldı. Bizim Avrupa hayranımız, Kafkas petrolünün
dumanı gibi olan semaverin lülesinin rengindeki semaverini çıkarmış, sedirde oturmuş ve bu
yakanın tahtında boynuna ağırlık bağlanmış gibi bu karanlık ve ışıkta romanı okuyordu.
Yanına gidip “Bon jour, Mösyö” deyip, herifle konuşmak istedim. Fakat hapishanenin
köşelerinden kulağıma gelen ıslık sesi dikkatimi çekti. O üçgende dikkatimi çeken bir şey
oldu. İlk başta kömür kesesinin üstünde yuvarlanan ve uyuyan beyaz Burak kedinin olduğunu
sandım. Fakat hayır, medrese adetiyle iki dizini kucaklamış, bağdaş kurmuş, abasını
omuzlarına atmış bir şeyhi gördüğüm anlaşıldı. Beyaz Burak kedisi de çenesinden açık olan
ve kedinin kuyruğunun şeklini almış çok sevdiği baş sargısıdır. O ıslık sesleri onların salavat
sesleri idi.
46
hizmetçisi olan bu masum çocuğu suç işleme bahanesiyle habise attığı anlaşıldı. Yeni gelen
adam ağlayıp sızlamanın derdine deva olmayacağını anlayınca, gözlerini elbisesinin pis
eteğiyle silip bizim İran toprağının hususi tütünü ve Gergab kavunu gibi su görmemiş
küfürlerle ona buna küfür edip, kapıya ve duvara birkaç tekme salladı. Zindan her ne kadar
solmuş bir yer olsa da devlet memurunun gönlünden daha zor bir yer olduğunu görünce yere
bir tükürük fırlattı, yalnız olmadığı belliydi. Ben ki, Avrupa hayranıydım benimle işi yoktu,
bizim Avrupa hayranına da güvenmiyordu. Ayak ucuna basarak Şeyh’in yanına gitti ve uzun
uzun ona baktıktan sonra titrek bir sesle “Şeyh efendi, Hazret-i Abbas seninledir benim
günahım nedir? Vallahi, zalim insanlardan kurtulabilmek için kendimi öldürebilirim!” dedi.
Bu sözleri duyunca Şeyh’in mendili bulut lekesi gibi yavaşça hareket etti ve şapkalı gence
bakan o zayıf çift gözlerinin arasından düştü. Bir çift bakan gözle zayıf bir bakış attı, o
gözlerin iyi göremediği belli idi. Yavaşça aşağıdaki sözleri söyleyerek orada bulunanlara
duyurdu: “Asi nefsi kahır eliyle kazaba getirme. Çünkü Allah Kur’an’da “Öfkesini yutanlar
ve insanları af edenler”3 demiştir.”
Şapkalı bu sözleri duyarak şaşkın kaldı ve Şeyh’in sözlerinden sadece kazemi sözünü
anladığı için “Hayır efendim, hizmetçinizin adı Kazım değil, Ramazan’dır. Keşke neden bu
zindana, mezara atıldığımızı anlayabilseydik." dedi.
Bu defa da aynı metanetle o kutsal yerden şu sözler çıktı: “Ey Müslüman! Allah size
iyi bir karşılık versin. Sizin amacınız bu dua edeni anlamak. Sabır kurtuluşun anahtarıdır. En
yakın zamanda hapse atılışımızın nedeninin açıklığa kavuşmasını istiyorum. Elbette onun
alfabesini ya hemen, ya da daha sonra işiteceğiz. Şimdi bekleyişimiz sırasında
yapabileceğimiz en güzel şey yaratıcıyı zikir etmektir. Zira, bütün durumlarda en güzel uğraş
budur.”
Annesi ölmüş Ramazan, Şeyh’in tatlı Farsçasından bir kelime bile anlamadı. Sanki
Şeyh’in cinlerle ve bizden daha üstünlerle konuştuğunu zannediyordu. Ya da evrat ve dua
okumakla meşguldü. Korku ve vahşet eserleri kapıda ve bahçelerinde ortaya çıktı. Dudağının
altında Bismillah dedi ve yavaşça geri çekildi. Fakat malum olduğu üzere, çenesi ısınan Şeyh
o özel kişiye bir söz söylemek için gözlerini duvarın bir köşesine dikti, okumaya devam
ederek şöyle buyurdu: “Bizim tutuklanmamızın sebebi ya maslahat içindir, ya da kasıtlı bir
durum var. Umulur ki, yakın zamanda bu durum sona erer ve bu hakir kulu yokmuş gibi farz
edip, her hangi bir vasıtayla ve ya vasıtasız olarak yazılır veya sözle açıkça, ya da gizlice
3
Âl-i İmran suresi, 3/134
47
yüksek makamlardan isterler. Şüphesiz, benim maksadım aradığını bulmak ve istediğini ifade
etmektir. Benzerlerimiz arasında bizim beraat etmemize güneşin ortaya çıkması gibi şahir
olunacaktır.”
Bu zaman içinde Avrupa hayranı aynı yerde oturmuş ve kaşını çatarak dikkatini tatlı
romanını okumaya dikmişti. Etrafa itinasızdı. Fakat bazen ağzının arasında sarı akrep gibi
olan bıyıklarının arasından dudaklarını sallayarak araştırıyor, bazen saatini çıkarıyor ve
bakıyordu. Sanki kahve ve süt saatinin gelip gelmediğini görmek istiyordu.
Bahtsız ve dertleşmeye ihtiyacı olan Ramazan, Şeyh’ten bir hayırın olmadığını görüp
çareyi bir insanda gördü. Kalbini ekmek isteyen aç çocuk gibi denize attı ve Avrupa
hayranının yanına gitti. İnce ve titrek sesle selam verdi ve “Allah sizi bağışlasın, bay! Bizim
48
bu pisliklerden yakamıza yapışan ve başımıza gelmeyen kalmadı. Baygın ve cinli olan Şeyh
bizim dilimizi hiç anlamayan bir Arap’tır. Allah aşkına, bizi bu ölüm zindanına neden
attıklarını bana söyleyebilir misiniz?” dedi.
Bu sözleri duyan Avrupa hayranı, sedirden indi, kitabın varağını ikiye katladı,
paltosunun geniş cebine sokuşturdu ve gülümseyerek Ramazan’a doğru gitti. “Kardeş,
kardeş!” diyerek tokalaşmak üzere elini ona uzattı. Ramazan bu hareketi anlayamadı ve biraz
geri çekildi. Beyefendi de ister istemez elini bıyığına götürmek zorunda kaldı. Durumu
kurtarıp bozulmamak için öteki elini de çıkarıp her ikisini göğsüne koydu ve iki parmağını
yeleğinin kol yerine sokarak diğer sekiz parmağını kolalı gömleği üzerinde tıkırdatmaya
başladı. Sevecen bir tarzda “Aziz dostum ve vatandaşım! niçin bizi bıraktılar buraya? Ben de
saatlerdir ne kadar başımı kazıyorsam, absuluman hiçbir şey bulamıyorum, ne pozitif, ne
negatif bir şey. Absuluman! Benim gibi en iyi familden diplomalı genci…bir kriminel için
tutmaları ve bana sıradan bir insanmışım gibi davranmaları komik değil mi? Ama bin yıllık
despotizm hiç şaşırtıcı değildir. Kendisini konstitüsyonel diye adlandırarak kendisiyle iftihar
eden bir memleketin kanuni tribunalleri olmalı ki hiç kimse zulme maruz kalmasın. Zavallı
kardeşim! Siz böyle bulmuyor musunuz?” dedi.
Mösyö omuzunu yukarı kaldırarak sekiz parmağı ile göğsüne vurmaya ve ıslık çalarak
yürümeye başladı. Ramazan’a aldırmadan konuşmaya devam ediyordu: “Revolusyon öyle bir
şeydir ki, evolusyon olmadan onu düşünmek bile imkansızdır. Biz gençler kendimize görev
edinmeliyiz. Bu da milletin önderliğini yapmaya bakar. Bana bakan şey için suje hakkında bir
artikel yazdım ve kör edici bir açıklıkta tespit ettim ki, hiç kimse başkaları hakkında harekette
bulunmaya cesaret edemez ve herkes posibilitesi ölçüsünde vatana hizmet etmeli, herkes
görevini yapmalı. İlerlemenin yolu budur. Aksi takdirde dekadans bizi tehdit eder. Ama ne
49
yazık ki sözlerimiz halkı etkilemiyor. Lamartine bu hususta güzel söz söylemektedir…”
Filozof beyefendi, tesadüfen eskiden duyduğum ve Fransız şairi Victor Hugo’ya ait olduğunu
bildiğim ve Lamartine ile hiçbir ilgisi olmayan Fransızca bir şiir okumaya başladı.
Ramazan’a çok acıdım. Yanına gittim, elimi omzuna koyarak “Kardeş, ben nereden
Avrupalı oldum. Avrupalı demekle babamın mezarını çatlattın. Ben senin din kardeşinim ve
İranlıyım. Neden korkuyorsun? Ne oldu? Sen delikanlı değil misin? Neden böyle elden
ayaktan düştün?” dedim.
Ramazan Farsçadan anladığımı ve Farsça temiz konuştuğumu görünce elimi öyle bir
zevkle aldı ki, sanki dünyayı ona bağışladılar. Sürekli diyordu: “O ağzına kurban olayım!
Valla sen meleksin! Allah seni benim canımı almak için gönderdi!”. “Sakin ol, oğlum. Ben
asla melek değilim. İnsan olduğuma da şüphem var. Erkek adam yürekli olmalı. Ağlamak
neye lazım?” dedim. “Bu delilerin canına belalar ve dertler gönderdiler! Allah ödümün
koptuğunu bilmiyor. Bu delilerin nasıl konuştuğunu gördün. Bu delilerin hepsinin cinlerin
dilinde konuştuğunu ve sözlerinden hiçbir şey anlaşılmadığını gördün mü?” dedi.
50
“Arkadaş, bunlar ne cinler, ne de deli. Belki de İranlılar, vatan ve din
kardeşlerimizdirler!” dedim. Ramazan anlamış gibi bu sözleri duyduktan sonra bana baktı ve
kahkaha çekerek güldü. “Hazret Abbas için, benimle dalga geçmeyin. Eğer İranlı olsalardı,
neden bir kelimesi bile insan diline benzemeyen bir dilde konuşuyorlar?” dedi. “Ramazan,
konuştukları dil Farsçadır. Sonuçta…” dedim. Fakat Ramazan’ın inanmadığı anlaşıldı ve
Allah şahit ki, bin yıl bile geçse yine inanmazdı. Ben de zahmetimin boşa gittiğini gördüm.
Başka bir şey hakkında konuşmak isterken ilk defa hapishanenin kapıları açıldı. Mübaşir
içeriye girdi ve “Hadi, müjdemi verin ve Allah’a dua edin. Hepiniz özgürsünüz” dedi.
Ramazan bu sözleri duyar duymaz sevincinden bana sarıldı, eteğimi tutup “Vallahi
ben biliyorum, bunlar her zaman bir mahpusu celladın eline vermek istiyorlar, hep böyle
diyorlar. Allah’ım benim feryadıma yetiş!” dedi. Fakat Ramazan’ın titremesinin ve
korkmasının sebepsiz yere olduğu anlaşıldı. Tezkere memuru sabah istifa etmiş ve onun
yerine daha ağırbaşlı ve sağlam biri geçmiştir. Reşt hükümetinin kurallarını yerine yetirip
Enzeli’ye vardıktan sonra sabah memurunun yaptıklarını bozarak ilk iş olarak bizi bırakmıştı.
Allah’a bu hapishaneden çıktığımız için şükür ediyorduk ki, lehçesinden, kılığından, ağzından
Hoy ve Selmaslı biri olduğu anlaşılan bir genci gördük. Sabahki hizmetçiler onu hapishaneye
doğru getiriyorlardı. Genç de İstanbul hediyesi olduğu sonradan anlaşılan özel bir Farsça
lehçesiyle kendini “arz” ediyor, insanlardan “istirham” ediyordu ve sözlerine kulak
verilmesini “rica” ediyordu. Ramazan ona baktı ve şaşırarak “Bismillahir Rahmanir Rahim.
Bu da birinin oyuncağı. Allah’ım nerede deli ve salak varsa buraya gönderiyorsun! Verdiğine
de, vermediğine de şükür!” dedi. Ona bunun da İranlı ve dilinin Farsça olduğunu söylemek
istedim. Fakat yine alay geçtiğimi düşünür, kalbi kırılır diye korktum. Büyüklük bizde kaldı
ve gittik. Reşt’e giden arabanın peşine düştük. Birkaç dakika sonra Şeyh ve Avrupa hayranı
arabaya bindiler ve hareket etmek şerefine nail olduk. Ramazan’ın koşarak geldiğini gördük.
Bana bir mendil dolu çerez verdi ve yavaşça kulağıma “Gevezelik ettiğim içi bağışlayın fakat,
zannimce bunların delilikleri sizi de etkilemiştir, bunlarla safere çıkmaya nasıl cüret
ediyorsunuz!” dedi. “Biz senin gibi korkak değiliz, Ramazan.” dedim. “Allah sizinle olsun,
canınız ne zaman isterse bu çerezden yiyin ve hizmetçinizi hatırlayın!” dedi. Arabacının
kamçısının sesi geldi ve biz yola koyulduk. Arkadaşlarımızın yerinin boş kalması çok iyiydi,
özellikle de, yolda yeni tezkere memurunun ulak ile Enzeli’ye gittiğini gördüğümüzde keyif
aldık. O kadar güldük ki, neredeyse bayılmaya yakındık.
51
III.3. RECÛL-İ SİYÂSÎ4
Dört sene önce hallaç olduğumu, işimin sadece pamuk toplamak ve hallaçlık olduğunu
bilmelisin. Bir gün iki bin tümen, başka gün bir tümen kazanıyordum. Akşam yemeği için Bir
men5 tandır ekmeği ve beş sir6 farklı et alıp eve götürüyordum. Eksik akıllı karım her akşam
sitem edip, şöyle diyordu: “Git, hadi hadi, yürü pamuk topla, saçın sakalın örümcek ağına
bulaşana kadar çalış, öyle eve gel. Bir sene önce inleyecek ahi olmayan komşumuz Hacı Ali
yavaş yavaş toplum içine çıkmış, gidip gelmeyi öğrenmiş. Karısı, bugünlerde millet vekili
olacağını söyledi. Yüz tümen maaş, iki binlik genelge ve bin saygıyla. Sense hayatının sonuna
kadar güzel güzel pamuk toplamalısın. Keşke şapkan da biraz yünlü olsaydı.”
Evet, karımın da hakkı vardı. Yalın ayak, başıkabak olan Hacı Ali gerçekten de toplum
içine çıkıyor, ismi gazetelerde yazılıyordu. Hatta demokrat olduğunu, uğraşmadan milletvekili
olacağını ve mecliste oturacağını, şahla, bakanla oturup kalkacağı da söyleniyordu. Doğrusu
artık kendim de işlerden en kötüsü olan, lanet olası bu işten bıkmıştım. Yayın güzel sesi
kulağıma kötü sesten daha kötü geliyordu. Her ne zaman hallacımın çekicini elime alsam
edepsiz oluyor, sanki çekici değil de, erkek eşeğin aletini elime almış gibi oluyorum. Bir gece
yine yüzsüz karımın serzenişi çoğaldığında kendi kendime, yavaş yavaş Hacı Ali’nin
yolundan gitmeye karar verdim. Tesadüfen bahtım yaver gitti, Allah da bunu istediğim
şekilde rast getirdi. Ne oldu da çarşıda işler karıştı, bilmiyorum. “Dükkânları kapatın ve
mecliste toplanın” diye bağırmaya başladılar. Biz de aciz kalmış eşek gibi hızlıca dükkânları
kapattık ve çarşının içerisinden bağırarak geçmeğe başladık. Namazı niyazı bir kenara
bıraktık. Birkaç kez böyle durumlarda nelerin söylendiğini görmüştüm. Sanki önceden evde
karımla kararlaştırılmış gibi feryatlar atıyordum, gel de gör! “Ey gayretli İranlı!” diyordum.
“Ne zamana kadar başını kuma sokacaksın? Vatan elimizden gitti. Birlik! Birleşme!
Kardeşlik! Gelin de bu işi sonlandıralım. Ya öleceğiz ve şehit olup ismimiz şerefle sonsuza
dek kalacak, veya bu rezillik ve utançtan kurtulacağız. Haydi! Gayret! Allah yardımcıdır!”
İnsanların hepsi dükkân, çarşıyı kapatıyorlardı. Her ne kadar her hangi bir kızgınlık
göstermeseler de güneşin battığı gibi dükkânları yavaş yavaş kapatıp, ekmek ve su alıp eve
doğru yönelseler de çarşıların bu ansızın kapanışı, mağaza çıraklarının kahvehanelerde
4
Cemâlzâde’nin Yekî Bûd ve Yekî Nebûd adlı mecmuasının Siyasetçi adlı ikinci hikayesi
5
Bölgelere göre değişen, 3-6 kg.lık bir ağırlık birimi
6
75 gramlık bir ağırlık birimi
52
toplanmalarına ve kendi kendilerine İnşallah birkaç dükkân, çarşı kapalı durur diye
ümitlenmelerine sebep olmuştu. Böylece, İmamzade Davud’a gitmek için bir fırsat ortaya
çıkabilirdi. Ben de gerçekten yanlış bir iş yaptığımı ve bütün bunların benim bağırış,
çağırışımın sonucu olduğunu düşünüyordum. Ben semaver gibi kaynıyor, ateş püskürüyor,
kaba sözler söylüyordum. Sonra kendim de şaşırdım. Özellikle, “Şah bile bize yardım etmezse
onu tahtan düşürürüz!” dediğimde çok etkili olmuştu. Arkadaşlar ve tanıdıklar başlangıçta
birkaç defa yanıma gelip kulağıma “Cafer Bey, Allah kötülük vermesin. Aklını mı yitirdin?
Ne saçma sapan konuşuyorsun! Hallaç bir insanın bu fuzuli ve saçma şeylerle ne işi olur! Git
bu aklı değiştir!” dediler.
Fakat bu söylenenlerin hiç biri Şeyh Cafer’in kulağına gitmiyordu. Vatan derdiyle
yanan ben, öyle bağırıyordum ki sesim dondurma ve Şemiran hiyarı satanların sesini
bastırıyordu. Yavaş yavaş işsizler, serseriler ve etrafta gezinenler bize katılmaya başladılar.
Biz kendimizi asker ve hizmetkâr gibi gördük. Oğlum Hasani’nin okulda öğrenip geceleri
bana anlattığı bir hikâye olan Demirci Kâve gibi, sarhoş deve gibi meclise doğru yaklaştık.
Yolda sayımız o kadar çoğaldı ki bine kişiye ulaşmıştık. Meclise varınca, bekçi önümüzü
kesip içeri girmemizi engelledi. Biz onu küfürlerle korkutmak istedik, lakin gördük ki adam
işini iyi bilen eski heriflerdendir, kılını bile kıpırdatmadı. Zorbalık ve güç de işe yaramadı.
İçeriye giremedik. Meğerse adam Türk imiş, şaka bir tarafa, dili anlamıyordu. Kemerinin
çevresinde de tren resmi vardı. Duruşundan da şaka maka anlamadığı belliydi. Bu yüzden ben
insanlara dönüp şöyle söyledim: “Ey insanlar! Kanunlara saygı duyulmalı. Konuyu
milletvekillerine arz etmek için aramızdan birini seçmeliyiz. Oradakilere birinin yüz bin
kişiyle geldiğini ve adalet istediğini iletsin. Bugün İran’ın cesur ve iffetli vekilleri kendi
görevlerini yapmalılar. Eğer yapmazlarsa millet canını feda etmeye hazırdır ve ben milleti
engellemekle sorumlu değilim desin.” Ansızın sarığının altından kâkülü görünen bir genç
seyyid ortaya cıktı. Meclisin hizmetçilerine benziyordu. Göğsünü kabartıp “Ben
söylediklerinizi iletirim” deyip, meclise girdi. Birkaç dakika geçmeden meclisten birileri geldi
ve “Sayın Şeyh Cafer’i çağırdılar” dedi. Biz de gururla içeriye girdik. Şimdi sana ne
istiyorsun? Amacın nedir? diye sorarlarsa Allah’ın da hoşuna gidecek ne cevap vereceksin
diye kendi kendime düşünmeye başladım. Önümden gidip yol gösteren meclis hizmetçisine:
“Kardeş, bugün olanların asıl sebebi nedir? Çarşıları neden kapattılar, neler oldu?” diye
sormak istedim, lakin fırsat olmadı. Kendimi aniden milletvekillerinin karşısında buldum.
Telaştan ayağım ayakkabıdan çıktı. Bir ayağımda ayakkabı, öbürü yalın ayak içeri girdim. İlk
defa böyle bir meclis görüyordum. Allah bereket versin. İçeridekiler yapışık sandalyelere
53
oturmuş, namaz kılar gibi yan yana durmuş ve tespih taneleri gibi dizilmişler. Bazen de
tespih, sarık ve bir mendil arada küçük molla gibi görünüyordu. Önde mihraba benzeyen bir
yerin karşısında büyükler oturmuş, iki üç kişi de onlara hizmet etmekteydi. Sanki Ahiret’te
günah ve sevapları yazan kâtipler gibi kalem ve mürekkepler ellerinde yazıyorlardı. Kısacası,
kafanızı da ağrıtmayayım, önde ilk sırada sandalyede oturan beyaz saçlı adama yüzünü bana
çevirip, şöyle söyledi: “Sayın Hacı Şeyh Cafer! Devlet heyeti hızlı ve ciddi bir şekilde halkın
istek ve teşebbüslerini uygulamaya hazırdır. İyi sonuçlar elde edeceğimizden umutluyuz.
Milletin haklarını bilen zat-ı âlinizden millet adına sessiz kalmamanızı, milletin isteklerinin
şüphesizce hakkı olduğu şekilde yerine getirileceğini bilmenizi istiyorum” dedi. Ardından
başka birkaç kişi de karmaşık şeyler söylediler. Benim tek anladığım, beyaz saçlı adam
Başbakandı, diğerleri ise ukala demokratlar, ılımlılar ve Allah’ın kahrettiği başka varlıklar.
Meclisten çıkarken insanlara duyduklarımı uzun uzun konuşmayı hayal ederek birkaç kalıp
halinde kafama koymuştum. Fakat bir baktım kimse yok, herkes dağılmış, gitmiş. Soylu ve
gayretli halk kendi hukuku yolunda bundan fazla baskıyı uygun görmemiş, işinin peşine
gitmişti. Herkes kendi işinin başına dönmüştü. Tavuğun arkasından giden horozlar gibi ta
çarşıdan peşime takılan ezik ve serserilerin hala meydanda üç aşık kemiği oyunu 7 oynamak
için durduklarını gördüm. Beni hiç umursamadılar. Birkaç dakika önce burada kulakları sağır
eden “Yaşasın Şeyh Cafer!” çığlıklarının olduğuna inanmak artık insana zor geliyordu. Biz de
başımız önümüzde bir an önce bugün olanları karımıza anlatmak için eve gittik. Yolda
meydanın köşesinde Şeyh Cafer beyin haberini götürmeye gönüllü ola genci gördüm.
Kahvehanenin iskemlesine yaslanmış, sarığı eğilmiş, çay içmekle meşguldü. Birkaç dakika
önce saylı ve gayretli İran halkı ve Devlet Kurulu arasında doğrudan aracı olduğunu unutmuş
gibiydi. Eve giderken kendi kendime diyordum: “Karım ve çocuklarımız alcıktan ölseler de
siyasetçi olacağım!” Kahramanlığım benden önce evime varmıştı. Ben daha içeri giremeden
Hasani’nin annesi büyük sevgiyle gülerek beni karşıladı ve “Aferin! Şimdi insan oldun. Daha
dün hiç kimse yüzüne bile bakmıyordu, bugün ise şahın ve başbakanın karşısında sancak
kaldırıyorsun. Bölük bölük askerle ve gönüllülerle birleşiyorsun, bülbül bülbül gibi
konuşuyorsun. Başbakanın ta kendisinin seni öptüğünü söylüyorlar. Helal olsun! Bin kere
aferin! Bırak da Hacı Ali’nin karısı kıskançlıktan patlasın” dedi. Kısacası, karımın gerçekten
de eşinin hikâyeleri anlatılan Rüstem olduğunu hayal ettiğini gördüm. Ben de çaktırmadan
soğukkanlılığımı koruyarak: “Evet, sonuçta memleketin de sahibi var. Halkın istekleri yerine
7
Eski Türkçede ayak bileği, ayak bileği kemiği ve o kemikten yapılma oyun zarı anlamlarına gelen ‘aşuk’
sözcüğünden gelmektedir. ‘Aşık atmak’ deyimi hayvan aşık kemiklerinden yapılma zarla oynanan aşık
oyunundan gelmektedir.
54
getirilmeli.” Kısacası, mecliste görüp duyduğum garip ve acayip kelime ve cümleleri meclisin
önünde millete söyleyemesem de, onları karıma anlattım, hatta onunla bu konuda aynı fikirde
olduk .
Ertesi sabah başkentin tüm gazetelerinde dün olanların hepsi, benim halkta milli ruhu
uyandırmak çabalarım yazılmıştı. Özellikle de, Hakikat-ı Şe’şe’ani gazetesi bu yönde daha
çok çaba harcıyordu. Hasani’nin bana yanlış-manlış okuduğu zamandan beri onun ilk cümlesi
ta bugüne kadar hala hafızamda olan bu gazete şöyle yazıyordu: “Her ne kadar pamuk bir
bitki, demir madense de, Cafer pamuk toplayan ve demirci Kâve ikisi de aynı gül bahçesinin
maden ve çiçeğidir. Her ikisi güçlü İran Devletinin evladı, onun istiklali ve özgürlüğünü
koruyanlardır.”
Kendini muhbir diye adlandıran ve benimle röportaj yapmak isteyen biri gelmişti. Cini
bile aklına gelmeyecek şeyler soruyordu, derdinin ne olduğunu anlayamıyordum. Ondan
sonra fotoğrafımı çekmek isteyen bir Avrupalı gelmişti. Karın yüz defa küfür etti ve evin
kapısını asla açmadı. Zira böyle saçmalıklarla biz İranlıların kafasının dolduğunu
düşünüyordu.
Uzun lafın kısası, bir siyasetçi olduğumun ilk belirtileri şunlardı: Dün olanlardan dolayı
ertesi gün çekirgelerin harmana üşüştüğü gibi evime gazeteci gelmeye başladı. Bana
vermedikleri lakap kalmamıştı: “Halkın hakiki önderi”, “Vatanın ve vatanseverlerin atası”,
“Zamanının Eflatun’u”, “Devrinin Aristo’su”. Kuyruğumuza takmadıkları lakap kalmamıştı.
Ne yazık ki karım bunların gerçek manasını bilmiyordu. Ben kendim de ondan geri
kalmıyordum.
Kısacası, başıma gelenlerden sonra o gün öğleden önce Hacı Ali’nin ta kendisi beni
görmeye geldi ve benimle baş başa konuşmak istediğini söyledi. Nargile yapıp ona uzattım ve
sizi dinlemeye hazırım dedim. Hacı Ali nargileden bir nefes çekti ve kaşlarını kaldırarak
konuşmaya başladı: “Kardeşim, bu hastalığın sana da bulaştığı belli oluyor. Meşhur bir
deyimle senin de başın gurme sebzi 8 kokusu alıyor. Bin kere seni alkışlıyorum, fakat
bilmiyordum ki, siyasetin “Frengi” 9 gibi bulaşıcı olduğunu bilmiyordum. Her ne kadar
meslektaşlar birbirlerini görmek istemese de, akıllı insanın kafası tüm bunlara açık olmalı.
Her ne kadar yüzyıllık yolu birden geçmiş ve çarşı pazarda ismin dillerde olsa da, meydana
yeni indin. Biz bu yolda senden daha tecrübeliyiz. Çarşıda adın insanların dilinden düşmüyor.
8
Yani boynunu vurmak.
9
Genellikle cinsel yolla bulaşmasına rağmen başka yollarla da bulaşabilen, bakteriyel bir hastalıktır.
55
En iyisi tehlike dolu bu siyaset yolunda el ele verelim ve birbirimize sığınalım. Biliyorsundur,
tek elden ses çıkmaz. Elbette siz de bir elin sesinin olmayacağını eşitmişsiniz. Özellikle,
siyasi işlerde meydana inen kişiler yalnız kalırlarsa görmek için gözleri olmaz. Yeni bir
dostun onları meydana bırakması gerekir. Bugün vekillerle ve bakanlarla görüşünce
ekmeğimin üstüne yağ sürüldüğünü mü zannettin? Hayır, kardeş! Rüyadasın! Yarın artık iftira
dolu sözler öyle başına yağacak ki, en düşük sonuç da karın seni, evini lanetleyecek ve sende
intihar etmeyi düşüneceksin.”
Bunları söyledikten sonra Hacı Ali nargileyi içine öyle çekti ki marpucundan su aktı,
dumanını burnundan tüm kuvvetiyle üfürdü. Ben gerçi onun söylediklerinden hiç bir şey
anlamasam da, Hacı Ali’yi tanıyordum, feleğin çemberinden geçmiş tuhaf, tecrübeli ve
tedbirli biriydi. Aslında, karımın yanında kendimi onunla denk görmek hoşuma gitmiyor
değildi. İsteğini ve mümkün olduğu kadarıyla Hacı Ali’nin milletvekili olması için çalışmayı
kabul ettim. O da karşılığında siyasi işlerde dürüstçe bana yol gösterecek ve yönlendirecektir.
Ayrıca, bana birkaç öğüt vererek kendinin de dediği gibi benim ayağımı siyasi merdivenin ilk
basamağına koymuş oldu. Nargilenin ateşinin artık söndüğünü ve bir işe yaramadığını fark
edince kalktı ve çıkarken bana sordu: “Sıradaki oturum ne zaman ve nerede olacak?”
“Oturum” kelimesi bana tanıdık değildi ve cevabında ne söyleyeceğimi bilmiyordum, şaşırmış
durumdaydım. Hacı Ali olayı anladı ve bana “Anlamamakta haklısın” dedi. “Kuyumcuların
kendi dilleri olduğu gibi, siyasetçilerin de onlara mahsus dilleri vardır ki yavaş yavaş sen de
bunları öğreneceksin. Örneğin “Oturum” kelimesi meclis söyleşi demektir. İnsanlar
birbirlerine “Bir daha ne zaman görüşeceğiz?”,siyasetçiler ise “Sıradaki oturumu ne zaman
yapacağız” derler.” Daha sonra, Hacı Ali her “Oturumda” siyaset dilinden birkaç kelimeyi
bana öğretti. Hatta onlardan bir kaçı hala aklımda:
Ba meslek-yani dinine bağlı, hem meslek-yani dost ve tanıdık, fe’al-yani köpek gibi
koşan, nezaket harici-yani tatsız, zende bad-yani Allah ona uzun ömürler versin, mevki’iyyet-
yani hal ve durum, diğerlerini de buna kıyasla.
Hacı Ali gidince, üstümü başımı düzeltip, karıma “Oturumum var” dedim. Zavallıyı
şaşkın bir halde bırakarak çarşıya, dünyada ne var ne yok diye bakmaya gittim. Mahalle
serserilerinin, bakkalların selamından sonra anladım ki, benim şan şöhretim onların da
kulağına gitmiştir. On beş gün veresiye alma imkânım vardı. Kendi kendime güldüm ve “Çok
yaşa, İran milletinin pamuk toplayan önderi, Şeyh Cafer! Yaşasın kendi zamanının Kâve’si!”
dedim. Yolda birkaç kişi etrafımda toplandı. Her kes kendisine karşı yapılan haksızlığı bana
56
söylemeye çalışıyordu. Sanki, ben mahallenin muhtarı ve hakimiyim. Hatta şaha yakın birisi
adamın birini evinden zorla çıkarıp, malını mülkünü, sahiplenmiş. Bilginlerden biri, bir
başkasının karısını zorla boşattırmış ve kendi o güzel dul kadınla şeriata uygun nikah kıymış.
Kısacası, çarşıya varınca Tahran şehrinin yüzyıllık geleneksel ve kanuni şikâyetlerini
duydum. Ben de şu sözleri bol bol kullanıyordum: “Allah sana uzun ömürler versin!
Düşmanlarını ve kötülüğünü isteyenleri değersiz edip, yok etsin!” Aslında, politikacı
sakalının Enuşirevan’ın adalet zinciri gibi sabah azanından akşam azanına kadar şikâyet edip,
şikâyete maruz kalacağı benim için belli oldu. Onun saltanat ahırı hırsız, düzenbaz, müflis ve
katillerin kutsal mekânı haline gelecek ve artık gel gör ki insan Hızır ömrüne de sahip olsa bu
şikâyetlerden birini bile tamamlamak için ömrü yeterli olmayacak.
Yavaş yavaş çarşıya varmıştım. İçimden gizlice kibirlenmiştim. Nihayet, Şeyh Cafer’in
tatlı ve gülen yüzünü görünce selamların karşılığını o kadar samimi ve içten veriyordum ki
sanki elli yıldır mahallenin mollasıydım. İnsanlar bana “Şeyh Cafer, ne gibi yeni görevleriniz
var?” diye soruyorlardı. Sanki evimde sandığımda İran’ın tüm bakanlıklarının ve diğer
ülkelerin sırlarını saklıyordum. Cevabında çok kısa ve anlaşılmaz bir dille “Allah merhamet
etsin! İşler o kadar da kötü değil! Umut edelim. Durum hassas. Kriz ihtimali var” ve başka şeyler
söylüyordum. Hacı Ali’den öğrendiğim sözleri yerli yersiz kullanıyordum.
57
ise sizin zavallınızım söylüyordu. Boynu eğilip düzeliyor ve diyordu: “Ben sizin dergâhınızın
kuluyum. Kısası, deccal gibi onun her kılının dili vardı, vücudunun her yeri beni övüyordu ki
bunları bir araya toplarsan iki kuruş para etmez”. Uzunca bir müddet beni övdü. Önce, sadece
bir duacıydı, sonra dergâhımın hizmetçisi, sonra ise kulum ve kapımda yatan köpeğim oldu.
Önce bana yüzyıl ömür arzuluyordu. Sonra halifenin kesesinden para döküldüğünü görünce
yüzyıl bin yıla dönüştü. Sanki Ziyâretname’yi ezberlemiş ve bana söylüyordu. Bir müddet
ağzımı açmaya fırsat vermedi, bazen peşimden geliyor, bazen karşıma çıkıyordu, sakalını
oynatıyor, ellerini göğsünden gözüne, gözünden başına koyuyor, gülerek, başını sallayarak.
Bana, evladıma, evladımın evladına, babama, dedeme dua ediyordu. Kafam karıştı, neredeyse
bağıracaktım. İster istemez evime doğru gitmeye başladım. Benim Ziyâretnâme okuyucum da
yola koyuldu, tatula10 yemiş köpek gibi etrafımda dolanıyordu. Yavaş yavaş evime vardım,
kapıyı çaldım, kapı açıldı, eve girdim ve ondan kurtulduğumu düşündüm. Fakat hayır herif de
içeriye girip, kapıyı güzelce kilitlemiş. Sonra ise “Şükürler olsun, şimdi rahatça birkaç kelime
konuşa biliriz” dedi. Ben bu iki ayağı olan varlığa şaşırmış haldeydim ve işin içinden nelerin
çıkacağını görmek istiyordum. Lakin herif ansızın elini sakalına sürdü ve Hakanu’s-
Saltana’nın canına, yüceliliğine, devletine dua etmeye başladı. Dudakları ve dişleri su
değirmeni gibi kımıldıyor ve duayı un gibi döküyordu. Belki de cinnet geçiriyordur diye
kendi kendime düşündüm. Lakin onun övgüleri öncelikle banaydı. Allah’ın Hakanu’s-
Saltana’ının kapısını kapatmasının veya bin sene kapatmamasının benimle ne ilgisi var. Tüm
bunları düşünürken herif nefes almadan Hakanu’s-Saltana’nı bir kenara bırakıp, şimdiki
başbakan Fagfuru’d-Devle’nin yakasına yapıştı. Bu kez değirmen övgü ve dua yerine lanet ve
beddua öğüttü. Herifin hoş sözlü olduğu gibi küfürbaz olduğu da ortaya çıktı. Zavallı
Fagfuru'd-Devle hem hain, hem vicdansız, hem de namussuz oldu. Söylemediği şey kalmadı.
Herifin Fagfuru’d-Devle’nin ailesini ve çocukluk yıllarını iyi bildiği anlaşıldı. Bu konuda
neler söylemedi ki. Sonunda ben artık dayanamadım ve bağırdım: “Ey arkadaş, senin çenen
ne kadar düşüktür? Çene kemiğin ağrımıyor mu? İki saattir konuşuyorsun, kafamı yedin.
Canımdan ne istediğini bilmiyorum. Söylemek istediğin bir şey varsa söyle, yok eğer yoksa
Allah ve Peygamber aşkına elini yakamdan çek. Sen beni Allah’a ısmarla, ben de seni Allah’a
ısmarlayayım.” Herif havanın iyi olmadığını ve benim sabrımın tükendiğini görünce acı acı
gülerek “Allah korusun, sizi üzmek istemiyorum. Yemin ederim, ben temiz niyetle sizin
hizmetinizdeyim. Fakat bunu nasıl yapacağımı bilmiyorum. Evet, sizin zavallı kulunuzu Hakanu’s-
Saltana’ın karşısında temize çıkaracaksınız. O sizin adaletinize çok saygı duyuyor. Hatta ondan daha
10
Tatula-Kaynatılıp suyu içildiğinde halüsinasyonlar gördürten tuhaf bir çiçek. Nam-i diğer Boru otu
58
öte! Bana gelince ise, isteklerinizi yapar ve sizden övgüleri eksiltmem. O sadr-ı azam olunca
hizmetinizin hakkını nasıl vereceğini göreceksiniz. Ben ona hizmetinizi sundum: Şeyh Cafer
bey her mecliste sizi övüyor. Erken bir zamanda Vatan’ı satan hain Fagfuru’d-Dovle’nin
şerrinden sizinle beraber, bütün çaresiz mahlûkatın kurtulacağını umut ediyorlar.
59
istiyorsun?” dedim. Hacı Ali gülümseyerek “Hayır, okuyup yazmak siyasetçinin ne işine
yarar? Politikacı okul açmaz ki?” dedi. “Öyleyse ipucu ve işi bilmek gerektiğini söylemek
istiyorsun” dedim. “Ah, Allah babana rahmet etsin, ipucu ne işe yarar, politikacı ipucu
yazmak istemez ki?” dedi. “Öyleyse ne ister? Mekke, Kerbela ve Meşhed’e gidip bunlarla
müşerref olmak mı ister?” dedim. Hacı Ali, “Hayır, siyasetçi çoban, hac satıcısı ve kervancı
değildir. Söylemek istediğim şey dürüstlüktür. Politikacı, dürüst olmalı. Okuryazarlık ve
dindarlık, bunlar boş sözlerdir. Siyasetçi insanın sermayesi dürüstlüktür. O kadar” dedi.
“Dürüstlük, mesela kimsenin karısına bakmamak ve çocuğuna ihanet etmemek midir?”
dedim. “Hayır, bunların dürüstlükle ne alakası var? Dürüstlük, yani rüşvet almamaktır.
Siyasetçi rüşvet almayan insandır” dedi. “Rüşvet almaktan kastın nedir? Müçtehitlere ve
mollalara verilen para mı?” dedim. “Evet, eskilerde fakir ve fukara büyüklere, şeyhlere,
mollalara ve sosyeteye rüşvet veriyordu. Lakin Meşrutiyet döneminde her şey değişti. Şimdi,
şah ve çevresi, vezirler ve hakimler kendileri gereken adamlara rüşvet veriyorlar” dedi.
“Tamam da, bu rüşvet mi? Bu sadaka gibi bir şeydir, burada günah olan ne?” dedim. “Sadaka
Allah yolunda verilir, fakat rüşvet farklı bir şeydir. Önceler, iyi bir görev almak isteyenler bir
veya iki bin tümen şaha ve etrafındakilere rüşvet veriyorlardı ve işleri yolunda gidiyordu.
Şimdi ise her şey değişmiş, bir veya iki bin tümeni beş yere bölüp, otuz kırk kişiden alıyorlar,
sonra onlara istedikleri görevi veriyorlar, yani istenilen makama ulaşmasına yardım ediyorlar.
Gördüğün gibi siyasetçilerin gece gündüz tek bir derdi var, haraç ve rüşvet” dedi. “Ama sen
siyasetçi rüşvet almamalıdır diyordun” dedim. “Evet, ilk başta rüşvet almamak kapının
anahtarıdır. İznin yoksa içeri bırakmazlar. Eğer başından rüşvet almaya başlarsan, seni bu
yoldan kovarlar. O yüzden ilk önce yerini iyice sağlama almalısın. Ondan sonra artık kendini
yol başındaki bekçi yerine koyabilirsin. Artık bekçiye gece gezmek için izin gerekmez. Eğer
kimsenin anlamadığı bir usul biliyorsan öyle rüşvet al, fakat bunu her kesten, hatta karın ve
çocuklarından da sakla. Böylece, bu yolda çok ilerlersin. Lakin her kes bu kadar zeki olamıyor.
Ayrıca, bu yola girdikten sonra mollalık, imamlık, seyyitlik gibi işler yaparsın, kimse rüşvet
aldığından şüphelenmez.” dedi.
Hacı Ali’nin sözlerinden nasıl bir hilyeye geldiğimi anladım. Başım dertte. Belki de
artık şehrin her bir köşesinde meşhurum. “Şeyh Cafer daha sudan çıkmadan, gözünü açmadan
rüşvet almaya başladı” diyorlar. Kendi kendime “Ağa Şeyh sen tam bir geri zekalısın” dedim.
Büyük ihtimal sokakta, köşede dost ve düşman hakkımda “Demek ki, beş beş alıyor diyorlar!”
Şimdi bir şeyler uydurmalıyım ki, böyle zahmetle kazandığım adım üç beş kuruş yüzünden
dağılmasın.
60
Evden çıkıp Meclise doğru gitmeye başladım. Meclise vardığımda her kesin
toplandığını ve bağırıp çağırdığını gördüm. Neler olduğunu bilmiyordum, sadece “Hapis”,
“İhanet”, “Mahkeme” gibi sözleri duydum. Anladım ki, birileri diğerlerinin ayağına
basmışlar, insanlar da ateşlenmiş. Yavaş yavaş etrafımda insanlar toplandı ve “Şeyh Cafer
konuşmak istiyor” diye bağırdılar. Kendime gelemeden beni kaldırdıklarını ve bir bankın
üstüne koyduklarını gördüm. Herkes ağzını, gözünü, kulağını açıp bekliyordu. Acaba Şeyh
Cafer’in ihanet edenlerin layığını ellerine nasıl vereceğini görmeye hazırdılar. Tabii ki, ben de
Hacı Ali’nin bana öğrettiği yedi, sekiz kelime söyledim. Konuşmama “Vatan hainleri” gibi
abartılı kalıpları birleştirip, “Milli kazap ve milli kahır” gibi sözlerle onları korkuttum. Sonra
gülerek “Yeni bir haberim var, beni de kendileri gibi hain etmek istiyorlar, fakat yollarını
kaybetmişler. Bizim gözümüz ne paralar gördü. Cebimize zorla koymak istedikleri yüz bin
tümen değil, beş yüz bin de olsa yine de bizi vatanseverlik yolundan çıkaramazlar!” Nutuk
atanların âdeti olduğu üzere, konuşmamın ardından Avrupalıların vatanseverlik
hikâyelerinden bahsetmek istedim, fakat bir şey bilmediğimi, öbürülerin üstatlığına
ulaşamadığım fark ettim. Sonra cebimden Hakanu’s-Saltan’ın para kesesini çıkarıp, aklıma ilk
defa gelen bir şiirle konuşmaya başladım. İnsanlar alkışlayıp bitirdikten sonra, halkın içinde
beni alkışlayan dükkândaki yardımcımı Haşemi’yi çağırıp “Al bu parayı ve sahibine ver.
Falanca adam diyor ki, vatansever birinin ağzı bunlarla kapatılamaz de” dedim. “Haşemi ne?
Nasıl?” demek isterken etrafta yeniden: “Yaşasın Şeyh Cafer! Yaşasın Vatan namuslu
severleri!” bağırtıları yükseldi. Herkes etrafımızda toplanmaya başladı, tıpkı Hazret Abbas’ın
şifa verdiği kör insanın etrafında toplandıkları gibi. Kendime geldiğimde herkesin gittiğini ve
yine tek kaldığımı gördüm. Başım ağrımaya başlamıştı. Bir sigara içmek istedim. Lakin ara
karıştığı zaman cebimden tütün kesemi ve bazı hırdavatları almışlardı. Beni daha çok üzen ise
Hakanu’s-Saltan’ın parasından kendime aldığım iki, üç bin tümenin çalınması oldu. Daha
doğrusu, benim aldığım değil, cebimin köşesine düşen para. O parayla su ve ekmek almak
istiyordum. Ansızın kulağıma tanıdık birinin sesi geldi, titremeye başladım. Karşımda
Hakanu’s-Saltan’ın parasını bana veren herif duruyordu. Tabii ki, ben ona vatanseverliğimi
göstermek ve birkaç küfürlü sözler demek istedim. Fakat gördüm ki, etrafımda kimse yok ve
siyasi dilde desek “Vatanseverlik” gibi cümlelerle artistlik yapmaya gerek yoktu. Gerçi, herif
de ağzımı açmaya fırsat vermedi. Dün olduğu gibi yine övgüler yağdırmaya başladı. Ondan sonra
derinden nefes çekip Hakanu’s-Saltan’ın dua ve selamlarını bana ulaştırıp dedi: “Bugünkü
konuşmanızda ben vardım, dehşetti. İşin gerçeğini böyle gördüğünüz için öyle konuştunuz.
Husrev’in yaptıkları Şirin içindir. Gerçekten de üstatsınız. Zamanımızın Eflatun’u. Yakında
şerefinize altından heykelinizi de dikerler. Tüm Avrupa’da kuşkusuz sadece sizi
61
konuşuyorlar. Hakanu’s-Saltan’ın yakın zamanda sizin sayenizde başkan olacağından
eminim. Ayrıca, başınıza yağan sadakadan bana da bir şey geleceğini düşünüyorum. İnsanları
kendinize dua ettireceksiniz dedi” Kısacası, bu herif ta eve gidene kadar konuştu. Ben bunun
ağzından nasıl kurtulacağımı bilmiyordum. Eve girince hemen kapıyı kilitledim ve tek başıma
kaldım. Derinden nefes aldım, tam abdest alacaktım ki, karımın bağırtılarını ve Haşemi’nin
sesini duydum. “Ağa Şeyh gel de gör bu edepsiz neler yapıyor, gönderdiğin paradan on beş
bin tümen almış ve aylık ücretim diyor. Gel de şimdi kediyi etin bekçisi yap, sen bu yüzsüzü
tanımıyor musun? Yapabiliyorsan kendin onun peşine düş.” Anlaşılan mecliste Haşemi
benden aldığı parayı kime ve nereye götüreceğini anlamamış, parayı eve götürmüş ve on beş
binini kendisi için harçlık olarak almıştı. Olsun, demek ki, Allah böyle olmasını istemiş, biz onun
isteklerine karşı çıkamayız ki. Tabii ki de ben Haşemi’yi biraz azarladım, oysa hiçbir tepki vermeden
tekrar on beş bini cebine koydu ve sıvıştı.
Ertesi gün herkes benim hakkımda konuşuyordu. Olanları görenler pazarın bazı
yerlerinde benim, bana gönderilen on beş tümene bakmadığımı söylüyorlardı. Hatta bazıları
güya şah demiş ki, eğer ona dokunmazsam birkaç köyü benim adıma geçireceğini
söylüyorlardı.
Kısacası, yavaş yavaş şehrin ünlü isimlerinden olduk. Birkaç kere yanıma Hacı Ali
gelmişti. Onu unuttuğumdan şikayetleniyordu. Sonradan, kendi işini kurduğunu, onun peşine
koşturduğunu duydum. Yani insanın karnı tok olunca, siyaseti hiç hatırlamıyor.
Birkaç ay sonra, seçim zamanı gelince demokratlar ve liberaller tarafından binlerce oyla
meclise seçildim. Bir süre çalıştıktan sonra, bu işin çok tehlikeli olduğunu anladım. İnsanın
yemeğe ekmeği olsa da, her zaman dikkatli olmalı, daima dövüşken horoz gibi olmalıdır.
Gerektiğinde şahın da, vezirin de, yaşlının ve gencin de paçasından tutmalıdır. Ben yıllarca
onurumla yaşamıştım. Yavaş yavaş merkez kalabalığından uzakta olan Nain şehrinde kendim
için saltanat kurdum ve ailemle birlikte oraya taşındım. Şimdi bir müddettir rahat bir hayat
yaşıyoruz. Geçenlerde oğlum Fars eyaletinin Milli Eğitim Müdürü seçildi, iyidir, biz de
iyiyiz. Sizden ise bir isteğim var: artık bizi politikacı olarak görmeyin ve bizi bu şekilde
çağırmayın.
Berlin, 27
62
III.4. DÛSTÎ-İ HÂLE HERSE11
Talih yüzüme güldü ve Melayir’den Kengaver’e hareket eden bir araba buldum.
Rusların Kengaver’i işgal ettiği ve Biyd-i Sorh sarp yamacında İran ve Osmanlı kuvveleriyle
savaştığı zamanlar idi. Allah’ın yardımıyla Melayir’den Kengaver’e gittik. Oradan da alçak
Cafer han her ne olursa olsun bizi Kengaver’den Kirmanşah’a götüreceğine söz verdi ve
“Şapkamızda olan Aslan ve Güneş bugün de olmasa, peki ne zaman derdimize çare olacak.
Rus denilen bu zatlar gebersinler, biz devletimizin kölesiyiz. Allah Şah Ahmet’in kılıcını
keskin etsin. Rus İmparatoru kendisi de kimin köpeğidir ki, şoförümüzün ayakkabısına bile
yan baksın” dedi.
Fakat biz bu gürültü, parıltı ve numaraları yemiyorduk ve içimizden Cafer han’ın nasıl
bir hallaç herif olduğunu ve bardağının ne kadar su aldığını biliyorduk. Aslında, kendisi işini,
hakkını iyi bilen kabadayı bir genç idi, lakin aşırı esrar aklını almış, gücünü yavaş yavaş
gidermişti. Dört bir yolu iyi tanıdığını, eski işçilerden olduğunu ve bizi Kirmanşah’a
ulaştıracağını iyi biliyordum. Zararı yoktur ama bakayım dedim. Etraftan gelen çay, şeker,
turşu gibi şeyleri ona yedirip içiriyordum. Mümkün olan en fazla şekilde onu övüyordum.
Onu o kadar övdüm ki, kendisi bile hata edip, gerçekten bir kelimesiyle General Baratof’un
bile bağdaş kurup kendisiyle nargile içeceğine inanıyordu. Fazla yolcumuz yoktu. Cafer
11
Cemâlzâde’nin Yekî Bûd ve Yekî Nebûd adlı mecmuasının Ayının Dostluğu adlı üçüncü hikayesi
63
han’dan başka sayısız şehzadelerden biri bizimle beraberdi. Feresbec’te inip, Tuserkan’a yaya
yürüyecekti.
Habibullah yirmi iki yaşında yakışıklı, uzun boylu, geniş omuzlu, mutlu, güler yüzlü,
iyi huylu, tatlı dilli, lafını bilen, şakayı anlayan, sıcakkanlı, sporcu ve tüm Melayir halkının
güvendiği ve sevdiği bir gençti. Zira, yüzünden düzenli ve ahlaklı olduğu belliydi. Ayrıca,
azimli, çalışkan ve Allah’tan korkan biriydi. Birkaç kez onu Hükümet konağına çağırmışlar,
fakat hiçbir zaman bu teklifi kabul etmemişti. “İnsan yakasını tüm pisliklerden çekmeli,
insanların bedduasını yoğurt gibi ekmeğe sürmeye gerek yok” diyordu. Kısacası, Habibullah
eksiksiz ve olgun, terbiyeli, sözüne sadık, votka ve şarabın tadını bilmeyen, cesur, bazı çirkin
işlerden uzak, iki kez yürüyerek Saheb-i Zülfükar’ı ziyarete gitmiş, garipleri sevindiren,
fakirlerin dostu ve ilaveten zevkli, temiz ve müşterilerin dilini bilen bir gençti. Onun böyle
olması kahvehaneye insanların gelme sebebiydi. Gün oluyordu iki kelle Rus şekeri
kullanıyordu. Melayir ve etrafta Habibullah’ın nargilesi çok meşhurdu, hatta şehrin ünlü,
saygılı insanları huzur bulmak, Meşhedi Habibullah’ın çay ve nargilesini içmek için
kahvehaneye geliyorlardı. Ne nimetler vermiyor, ne övgüler yapmıyorlardı ki.
64
altında kalmış ve buzların süzgecinden baharı özlüyordu. Bunun yanı sıra, aç kargaların elleri
yeni ölmüş hayvan leşlerinin üstünde görünüyordu. Açgözlülük ve hırsla deri ve eti kemikten
ayırmakla uğraşıyorlardı. Çıplak leşin omurga sütununu ağaç gövdesinde tuhaf bir şekilde
sanki başka alemden bu sahraya gelmiş gibi gagalıyorlardı.
Hamza adlı Arap şoförü Bağdad hapishanesinden kaçmış, İran’a gelmiş ve yıllarca o
yolda seyislik ve sürücülük yapıyordu. Tüm sürücüler gibi kendi görevini fayton atlarıyla
Türkçe konuşmakta görüyordu. Türkçeden iyi sözler değil de, sadece birkaç “Köpek oğlu”
gibi küfürler biliyordu. Onlar sırr hikmetleri, aşıkane bir niyaz ve yakınlık olup olmadığı
bilinmiyordu. Tuyeserkani şehzadesi afra tafra dolu, ah vah edip duran, devamlı şikayet eden,
tüküren ve suphanallah diyen biri idi. Habibullah onun adını “Tüküren, aman ve suphanallah
diyen” şehzade koymuştu. Feresbac’ta indi, affedilmiş Hakan şivesiyle kimseyi umursamadan
gitmek istedi, fakat Hamza konuşmaya başladı ve düzgün Türkçesiyle ondan bahşişini aldı ve
onurla gitti. Biz, arkadaşlar, soğuk ve kar ile kaldık, Allah’tan haber yoktu.
65
Hamza’nın dediğine göre, Kengaver’e sadece birkaç fersah 12 kalmıştı. Kar gittikçe
daha çok yağıyor, taneleri de büyüyordu. İlk önce sivrisinek, sonra ise sinek ve gittikçe eşek
arısı gibi büyüyordu. Milyonlarca gümüş renkli kelebekler halinde ortaya çıkıyor ve dinsiz,
sevinç, gök yüzünün en kutsal tabakasının bahçelerinden fethedilmiş aşktan yere yağıyor,
yerdeki aşıklara fedakarlık kurallarını ve beyaz bir giysi getiriyordu.
Ansızın caddenin kenarından bir ses geldi ve bizi uykudan uyandırdı. Başımızı
battaniyenin altından çıkardığımızda bir Rus’u gördük. Zayıf, sarı saçları kara bürünmüş ve
hüzünlü bir şekilde yalvarıyor ve ayağını gösteriyordu. Cafer han dedi: “Arkadaşlar, siz de
biliyorsunuz, rintler bize tuzak kurmuşlar”. Sonra Hamza’yı azarlayarak “Kamçıyı al da git,
Allah kahretsin!” dedi. Lakin Habibullah şaşkın bir halde “Allah babanı affetsin! Tuzak
muzak da ne? Allah’ın yaralı kulu yalan söyler mi? Kırmızı kanı doğruyu söylüyor. Düşman
olsa bile, güçsüz ve aciz insanca davranmamak namertliktir. Bu zavallıyı böyle bir durumda
bırakıp gidersek Allah’a hoşuna gitmez” dedi. Bu sözlerle ayağa kalktı, kendisi Rus’un yanına
gitti, koluna girdi, şefkatle kaldırdı, yardım etti ve arabaya getirdi. Hamza Ruslara Türkçe
küfür ettikten sonra arabaya baktı. Habib Rus’u arabaya koydu, sonra kendisi de bindi, araba
yola koyuldu. Rus “Arkadaş” sözünden başka bir şey bilmiyordu, o da büyük bir ihtimal ya
Tebriz’de, ya da Rus ordularının oraya saldırmasından aklında kalmıştı. Türkçe ve Farsça
başka bir şey bilmiyordu. Lakin, Cafer han her ihtimale karşı yavaşça Habib’in kulağına dedi:
“Olan oldu, fakat doğru yapmadın. Sana ne ondan?” Habib güldü ve “Ey baba, evet Rus’tur,
fakat bizim Müslümanlığımız nereye gitti? İnsan çöl kurduna da merhamet etmeli!” dedi.
Cafer han başını sallayarak “Peki!” dedi. Kısacası, binlerce zahmet ve zorluklardan sonra
malum oldu ki, birkaç Rus azık toplanmak görevi ile gönderilmişlerdi, bizim bu arkadaş da
onlardandır. Dağın arkasında saklanan Hazallar bunlara ateş etmiş ve onlar da koşmaya
başlamışlar. Bu bahtsız da yaralanmış, Hazallara esir düşmüş, atını, silahını elinden almışlar.
Ceplerini boşaltmış ve kendisini de bırakmışlar. Pantolonu komple kana bulanmıştı.
Habibullah yanında getirdiği av heybesinden bir şal çıkardı ve şefkatle onun yarasını sardı.
Cafer han da büyüklük göstererek bir Hemedan votkasından biraz Rus’a içirdi. Rus yavaş
yavaş kendine geldi. Rus’un göz bebeklerinin rengi değişti, gözüne hayat geldi, hayat
belirtileri ortaya çıktı.
Habibullah sanki yüzyıllardır onun kardeşidir, önüne kişniş ve kayısı getirdi ve “Belki
Ruslar da bizim abimize böyle davranırlar” dedi. Hamza sürekli homurdanıyor ve sızlıyordu
12
Doğu dünyasında kentlere ve bölgelere göre değişen bir uzunluk ölçüsü birimi, ortalama altı kilometrelik bir
uzunluk birimi
66
ki, kendi yükümüz azdı, bir de bu başımıza çıktı ve sinirini dilsiz atlarda patlatıyordu. Habib
sonunda bunaldı ve “Ey fare yiyen Arap, daha ne kadar Hacı Bakır’ın kızı gibi
homurdanacaksın? Derdini biliyorum, gel bu iki riyalı al ve kan davasını unut!” dedi. İpek
Yezd şalının altından keseyi çıkardı ve iki bini Hamza’nın önüne attı. Keseyi şalının altına
koymak istediğinde kese elinden düştü ve iki binlikler yere döküldü. Bu paralar Habib’e
verilen ücret ve bahşişler idi. Sonralar bu paralarla düğün yapmayı hayal ediyor ve
biriktiriyordu. Şimdi de o paraları kaybolmuş kardeşinin çocuklarına ve karısına vermek
istiyordu. Birkaç tümen ise hocasının Kürt tütünü almak için biriktirdiği ve ona verdiği para
idi. Toplam yirmi tümen yapıyordu. Fakat benim dikkatimi başka bir şey çekti: paralar
keseden dağıldığında tesadüfen Rus’un gözlerine baktım ve çok kötü parladığını gördüm.
Kebap gören aç kişi gibi paralara bakıyor ve gözüyle paraları yutmak istiyordu.
Dinsiz kar durmak bilmiyordu. Siyah bulutlar kuş kanadı gibi gök yüzünü kapatmış,
kar taneleri kuş tüyleri gibi yere düşüyordu. Soğuk taşı yarıyordu. Yaralı Rus sudan çıkmış
fare gibi titriyor, sarı kirpikleri ve gözleri ile bize şaşkın şaşkın bakıyordu. Soğuk onu
ihtiyarlatıyordu. Birden Habibullah yumuşak ve sıcak Kürt abasını omzundan alıp, kazağın
omzuna attı ve “Ey baba, bizim havuzda kireçlenmiş derimiz Melayir’in hükümet konağından
daha kalındır, lakin bu derbeder olmuşu soğuk öldürecek!” dedi. Gencin bu insanlığı ve
mertliği bana zevk verdi, utanıyordum. Ayağa kalktım şapkanın iz bıraktığı geniş alnına bir
övgü busesi kondurdum. Kısacası, araba Kengaver’de köyün yanında yerleşen taştan yapılmış
eski kuleye varana kadar Rus başını abanın altından çıkarmadı. Yolda bir grup Rus’u ateş
yakmış, etrafında toplanmış ve sarhoş seslerle şarkı söylüyordu. Yaralı Rus tanıdık sesleri
duyunca başını abadan çıkardı ve bedenine yeni ruh girmiş gibi ağzı kulaklarına gitti. Ayağa
kalktı. Arkadaşların Rusça seslendi. Kazaklar da onu görünce bağırarak ve gülerek arabaya
doğru koştular ve yaralı arkadaşlarını arabadan indirmek için ona yardım ettiler. Arabadan
inerken onun arkadaşlarına bir şeyler söylediğini ve kazakların da Habibullah’a asabi ve ters
ters baktıklarını gördüm. Fakat, yaralıya arabadan inmek için yardım eden Habib onların
bakışlarının farkında değildi. Rus’un ayakları yere değince, rütbesi olan ve ağzından alkolün
kokusu ta arabaya kadar gelen diğer kaba kazaklardan biri Habib’in bileğinden tuttu ve tüm
gücüyle onu arabadan yere attı. Diğer kazaklar da hakikati bilmeden her taraftan kamçılarla
onu dövmeye başladılar, sonra da kale doğru onu sürüklediler. Ben şaşkın şaşkın Cafer hana
baktım. Lakin çok sakin ve temkinli bir şekilde alt dudağını ısırıp bana sesimi çıkarmamağı
işaret etti. Sonra ise yüzünü Hamza’ya çevirdi ve “Uyuyor musun? Neden arabayı
sürmüyorsun? Lanet olsun!” dedi. Hamza atları kamçıyla vurdu ve Arapça, Türkçe birkaç
67
laneti atlara söyledi. Aslında dedikleri Allahsız Ruslara idi. Araba yola koyuldu, dönemeci
döndükten sonra at arabası garajına varıp, durdu, biz de indik.
Mesele şöyle çözüldü: Habib’i onunla yol arkadaşı olan Rus’a kötü davranmakta
suçladıkları anlaşıldı. Kamçıyla ağzını, burnunu dağıttıktan sonra Rus kumandanı etrafta
Ruslarla iyi davranmayanlara ders olsun diye onu kurşuna dizmeyi emir etti. Özellikle, onun
yardım ettiği, ölümden kurtardığı yaralı Rus Habib’le çok kaba ve kötü davranmıştı. Ne
başınızı ağrıtayım. Bu haberi duyduktan sonra dünyam başıma yıkıldı. Sersemlemiş bir
şekilde Cafer hanın yanına koştum. Cafer han garajın yanındaki pis bir kahvehanede yolun
yorgunluğunu atmak için esrar içiyordu. “Ne oturuyorsun? Annesi ölmüş bahtsızı onlar
öldürecekler! Kalk gidelim, elimizden geleni yapalım. Günahsız insanın kanının haksızca
dökülmesine izin vermeyelim!” dedim. Cafer han dudağını esrar içilen çubuktan emziğinden
çekti, gözlerini kıstı, iki bölük dumanı burnunun her iki deliğinden ve dudaklarından siyah
korkuluklara doğru bıraktı. Tekrar esrar çubuğunu aldı ve başını kaldırmadan dedi: “Vay,
aklını mı yitirdin? Kellenin gitmesini mi istiyorsun? Boşuna onlara ayı demiyorlar. Ayının
dostluğu hakkında hiçbir şey duymadın mı sen? Git akrebin kuyruğunu öp de karşılığını nasıl
verdiğini gör, hay hay!” ve yeniden esrarı içmeğe başladı.
Halim çok perişan ve karışıktı. Kanım pirinç dövme aletinin vurduğu gibi şakalıma
vuruyordu. Kafam neredeyse yarılacaktı. Farkına varmadan merdiveni aldım, gittim garajın
damına çıktım ve Kengaver meydanına açılan manzaraya bakarak ağlamaya başladım. Güneş
batalı iki, üç saat olmuştu. Bulutlar gökyüzünden çekilmiş, ay yıldızların gül bahçesine
vakarla gitmek için doğudan batıya doğru koyulmuştu. Kar zamanı ve sahipsiz İran toprağını
kefen gibi sarmıştı. Güneşin battığı yönden esen rüzgar eski İran’ın büyük ve görkemli
mezarlığı olan Medayin balkonundan, Şirin’in sarayından, mutsuz Ferhat’ın ve mutlu
Husrev’in mekanı olan Bisutun’dan geçiyor, Kengaver bağlarına ulaşıyordu. Onun kapısı
giysisiz ağaçların teli ve yüreği yakan mersiyeleri ile dilsiz bir dille diyordu: “Dünya, dünya!
Ne renkler, ne boyalar! Keykavus’un vatanı! Ruslar tarafından ezilmiş! Yazık! Bin kere
yazıklar olsun!”
Ansızın birkaç Kazak askerinin ortaya çıktığını gördüm. Onların arasında şapkasız,
saçları dağınık, elleri arkaya bağlanmış Habibullah da vardı. Onu KenKâver kasabasına yakın
bir tepeye götürüyorlardı. Kendime gelemeden çok geçmeden bir tapanca sesi yükseldi ve
hemen sustu. Kurşunun sesiyle etraftaki köpeklerin havlamaları içimi sızlattı. Ağacın
budaklarında oturan kargalar telaşla bir budaktan diğer budağa uçtular. Sonra sanki taş
68
kuyuya düştükten sonra yaranan sessizlik gibi uykulu köye sessizlik çöktü. Ben iradesiz
damdan indim, tatula yemiş köpek gibi aptal ve delicesine adi geçen tepeye doğru koştum.
Hatırladığım tek şey sakinleşmek için dişlerimi devamlı birbirine vurduğumdu. “Yazıklar
olsun size! Bize yazıklar olsun!” diyordum. Ansızın benden biraz ilerde Habibullah’ın cesedi
görüldü. İki eli açık halde karın üstünde uzanmıştı, sanki Allah’ı bu haksızlığa göz
kapatmamağa çağırıyordu. Yanından kara akan kanı yolda yaralı uzanan Rus’un kanını bana
hatırlattı, içim yanıyordu. O an siyah bulutların bir parçası sanki Adem oğlunun yaptıklarını
perde ile kapatmak için ayın yüzünü kapattı. Işıklı dünya bir an karanlığa büründü. Bu
karanlıkta birden yavaş yavaş ve hareketsiz cesede doğru giden bir siyahlık gördüm. Ağacın
arkasına saklandım ve gözümü dikip dikkatle ona bakmaya başladım. O an ay yüzen timsahın
burcunun karnından çıkıp geceyi aydınlatmaya başladı. Ben o karanlığı tanıdım. Bizim yaralı
Kazak yolcumuz idi. Şaşkındım. Maksadını bilmiyordum. Belki de Habibullah’a yaptıklarını
telafi etmek ve cesedini karın üstünden kenara çekerek toprağa gömmek istiyor dedim. Fakat,
hayır, yavaş yavaş Habib’in cesedine yaklaştı, etrafa baktıktan sonra Habib’in şalını ve bazı
eşyalarını aldı. Aceleyle aldıklarını kucağına toplayıp, perişan ve hızlıca kuleye doğru koştu.
İlk başta olayı anlayamadım. Fakat sonra meseleyi anladım. Bu pis yaratık bu gencin onun
için yaptığı tüm iyilikleri unutmuş, o günahsız kanının dökülmesine sebep olmuştur.
Ertesi sabah Cafer handan Kengaver’den Kirmanşah’a doğru gitmek için izin aldık.
Habibullah’ı son kez görüp, veda ederek ruhuna Fatiha okumak istedim. Lakin, zavallı
Habib’in cesedinin karlar altında kaldığını gördüm. Ne o pis yaratığın ayak izleri, ne de
Habip’ten bir iz kalmamıştı. Tabiatın itinasız eli her ikisini de örtmüştü. Cezadan ve
mükafattan biriz bile görmedim.
Bu arada Cafer han’ın sesi kulağıma geldi. Uzaktan beni çağırdı ve “Dehşetli soğuk
var, eğer ölmemek istiyorsanız alın bu esrardan biraz için!” dedi. Araba da hazırlanmıştı, biz
yola koyulduk.
69
III.5. DERD-İ DİL-İ MOLLÂ KURBÂNALİ13
Bazı haftalar on, bazı haftalar on beş kaside söylüyordum. Doğrusu, doğru dürüst
okuma ve yazmam yoktu. Fakat Al-i Aba sadakasını iyi biliyordum, hafızam iyiydi. Bir
ilahiyi bir, iki kere bir duyduğumda öğreniyordum. Zamanla meclisi ısıtıp, dua, Fatiha ve
kaside okumakta maharet kazandım. İnsanlar da o zamanlar yasa uygun davranıyorlardı.
Yılda bir kere bile olsa yas iniltisi sesi çıkmayan ev yoktu. Muharrem ayında yirmi evden
birinde çadır kuruluyordu. Şimdi her şeye canlılık veren iblisin kafirliğinden bile daha yaygın
olan gazetedir. Fakat konudan uzaklaştım ve gevezelikle sizin değerli başınızı ağrıttım. Nasıl
13
Cemâlzâde’nin Yekî Bûd ve Yekî Nebûd adlı mecmuasının Molla Kurbânali’nin Derdi adlı dördüncü hikayesi
14
Eskiden kullanılan elli dinarlık para birimi
70
oldu da bu zindana düştüğümü, kemiklerimin, boynumun derisine zincirlendiğini, ayağıma bu
zincirlerin (keşke mezara gitse) vurulduğunu soruyordunuz. Bu hikayenin uzun geçmişi var,
bu olanlar başınızı ağrıtır. Ağrıtmaz mı? Vallahi ağrıtmaz mı? Çok iyi, gerçekten de
istekliğinizse, sıkıntı yok. İlahi okumaya başladıktan birkaç yıl sonra bizim mahallemizde bir
insanların en eziyetsiz olan cinsinden manifaturacı vardı. Kimse Hacı’nın sesinin yükseldiğini
duymamıştı. Ben birkaç kez bizim mahallenin Çarşamba akşamlarında tesadüfen birkaç
kelime Hacı’yla sohbet ettim. Hacı’nın Allah’ı seven ve kutsal biri olduğu belli idi. Sabah
erken namazlarını kılar, abasını giyer ve dükkanına giderdi. Akşam olunca dükkanını kapatır,
ekmeğini suyunu alıp, abasını çıkarıp tekrar namazını kılar, eve döner. Evin kapısı Hacı sabah
evden çıktıktan sonra açılmıyor, ta ki Hacı gündüz eve gelene kadar. Cuma akşamları da Hacı
tekrar abasını giyip Hazret-i Abdül Azim’in ziyaretine gider, gece yarısı veya seher vakti
döner. Anahtarıyla kapıyı açar, içeri girer. Cuma öğleden önce de hamama gider. Oradan da
dosdoğru alış veriş yapmaya. Sonra yine evine döner. Kimse hiçbir zaman onun evinden
eğlence, şikayet, kavga seslerinin çıktığını duymamıştır. Bununla birlikte, her kes Hacı’nın
karısının ve çocuklarının olduğunu biliyordu. Fakat onun çocukları sadece bir kızdan ibaretti.
Bu kız da bir gün rahatsızlandı. Hacı eğer kızı şifa bulursa, beş ay boyunca her hafta evinde
ilahi söyletmek için adak adadı. Kız da Hazret-i Aba Abdullah-el Hasan’ın bereketiyle şifa
buldu. Hacı bizimle komşu olduğundan bir gün benden Cuma akşamları evine giderek zikir
edip, dua okuma sözünü aldı. Üçüncü haftanın olduğunu iyi hatırlıyorum, bir düğün
mersiyesini yeni öğrenmiştim, inceden ölülerin Tanrı tarafından bağışlanması, isteklerin
olması, büyük kişilerin eşiklerinin öpülmesi için dualar okudum. Çay ve nargile içtikten sonra
evden çıkmak istedim ki, arkamdan hoş bir ses (ilk kez bilmiyorum neden titremeye
başladım) “Ağa Şeyh!” dedi Döndüm, başı kapalıydı, elinde bir iki binlik vardı, elini örtünün
altından çıkardı ve bana doğru uzattı. Üç haftalık duaların parası olduğunu anladım. Hacı
kızının kendi eliyle şehitlerin efendisini zikir edene parayı vermesi için parayı kızına vermişti.
İki binliği almak için elimi uzattım fakat elim tuhaf bir şekilde titremeye başladı. İki
binlik elimden yere düştü, bahçe ve avlu tarafına gitti. Kız da iki binliği almak için bahçeye
doğru eğik bir şekilde gitti. Ansızın örtüsü kırmızı gül ağacına takıldı ve başından düştü. Başı
açık eyvah diyerek (çünkü başörtüsü başında değildi ve saçları açıktı) iki eliyle utancından gül
gibi kızarmış yüzünü kapatmaya çalışıyordu. Ben aniden gördüğümden şaşırmış bir halde
kalbim şiddetle çarparak kala kaldım. İki binliği alıp evden çıkmayı bekliyordum. Kapının
arkasında garip bir halde kapıya yaslanarak bir müddet durdum. Şehitlerin efendisinin
bereketiyle durumum düzeldi, yürüyecek kuvveti buldum. Cuma gecesi olduğu için okunacak
71
birkaç ilahi daha yerim vardı. Güneş henüz batmamıştı fakat durumum kötü olduğundan eve
döndüm. Karım (Fatime-i Zehra ile haşrolsun, benzersiz bir kadındı) halimi görünce
“Üşütmüşsün” deyip, çabucak sıcak su ve yağ getirdi. Lakin hayır, iyileşmiyordum ve nasıl
oldu bilmiyorum, aklım sürekli, Hacı’nın evine, gül ağacına ve açık saçlara gidiyordu.
Tüm bunların lanetlenmiş şeytanın hilesi olduğunu, Hüseyn’i zikr edenin karıştırmak
istediğini, Şiileri bu kutsal Cuma gecesinde zikretmekten uzaklaştırmak için olduğunu
biliyordum. Lakin şeytana çok lanet etsem de, bir türlü çaresi olmadı. Karıma (Allah
kadınların en hayırlısı ile onu haşretsin, çünkü emsalsiz bir kadındı) “Kumaşçı Hacı’nın
karısını tanıyor musun?” diye sordum. “İki, üç ay önce Hacı’nın kardeşinin ölüm haberi
Kerbela’dan gelmişti, Hacı Fatiha meclisi yaptı, ben de komşuluk namına gittim, başın sağ
olsun dedim. O gün Hacı’nın karısını ilk defa gördüm, ondan sonra da bir kere hamamda
gördüm.” dedi. “Hacı’nın kızı nasıldır?” dedim. Karım şaşırdı ve “Sen bu gece bana ahiret
soruları soruyorsun! Bunlardan sana ne! Benim Hacı’nın karısı ve kızını tanıyıp tanımadığımı
neden soruyorsun? Mersiye söyleyen insan evin köşesinde yere oturmuş, beynimi yiyor” dedi.
“Güçsüz kadın, sen kendin de benden daha iyi biliyorsun ki, Hacı benden kızının şifası için
beş aylığına dua okumaya söz aldı. Hangi duaları okuyacağımı bilmem için kızın kaç yaşında
olduğunu bilmeliyim.” dedim. Karım “Kasem duası iyi olur, zira kızın daha on altı yaşı var.
Maşallah, Maşallah. Hacı’nın evinin kapısından çıkmış ay gibidir” dedi. “Ay mıdır, yıldız
mıdır, beni ilgilendirmez” dedim. Aklımda gül ağacı ve perişan saçları canlandı ve içimden
dertli bir ah çektim.
Karım da (Allah rahmet etsin, namuslu ve iffetli idi) halimi görünce biraz homurdandı,
namazını kıldı, ekmek peynir ve üzümü yedi, çeşitli dualar okuyarak aceleyle etrafa üfürdü ve
uyudu. Beni uyku tutmuyordu, kalbim hızlı hızlı atıyordu. Mehtaplı bir gece idi. Damın
arkasından iki kedinin myav myav sesleri geliyor ve birbirlerini kovalıyorlardı. Karım (En
temiz kadınla haşrolunsun, zira çok namuslu bir kadındı) uyandı, gözünü açmadan
homurdandı ve “Yine bahar geldi, bu kediler bağrışıp duruyor” dedi. Bahar kelimesiyle ben
gül ağacını ve dağınık saçları hatırladım. Bu defa (Estağfurullah) saçların altında, namahrem
adamın karşısında utanan, sanki o gül ağacının yaprakları kıskançlıktan çadırı başından
kapıya atan bir yüz aklıma geldi ve yüreğime gam dikeni battı. Kalbim öyle atıyordu ki, bu
atışların sesinden şimdi karımın uyanacağını ve rezillik çıkacağını düşündüm. (Betül-i Azra
ile haşrolunsun, çünkü benzersiz bir kadındı) Fakat hayır. Gün içindeki yorgunluk ve ev işleri
onu bu dünyadan çıkarmıştı. Çalgıcıların seslerinin bile onu uyandırmayacağı belli idi.
72
Kısacası, başınızı ağrıtmayayım, ne tövbe suresi netice verdi, ne de çocukluktan ezbere
bildiğim uyku duası. Ne etsem de gözüme bir türlü uyku girmedi. Sabrım tükendi. Yatak
odasından çıktım, gömleğimi giydim ve çıplak ayakla merdivenleri indim. Damın arkasına
gittim. Komşular uyuyorlardı, kimseden ses çıkmıyordu. Mehtap baştan başa alemi kaplamış,
damların arkası ve duvarlar gümüş renkte beyaz süt gibiydiler. Caminin kubbesi uzaktan
büyük yumurta, minareleri ise iki parmak gibiydi, o yumurta aralarından gözüküyordu.
Daha önce söylediğim gibi, iki kediden biri ayaklarımın arasından kaçtı ve kayboldu.
Ara sıra uzaklardan bazen rüzgarın tatlı sesi kulağa geliyordu. Kafası güzel bir erkek şu şiiri
söyleyerek sokağın arkasından geçiyordu:
Kısacası, dünyanın ruhu, bizim ise keyfimiz vardı. Fakat ansızın yakınlıktan kadının
boğucu bir sesi yükseldi ve bizim kısa uykumuzu böldü. Bekçinin sesine komşu evlerden
birinde süt emen çocuk uyandı, bağırmaya ve çingenelik yapmaya başladı. Annesinin de sesi
geliyordu, bazen dua, bazen de lanet ve küfür ediyordu. Çarşının köpekleri de aniden
birbirlerine düşüp, kavga etmeye başladılar. Ben kendime gelince kumaşçı Hacı’nın damının
arkasına gizlenip, kırık odunların arasından kızın odasına bir delikten bakıyor olduğumu fark
ettim. Beyaz bir yatağın üstünde dağınık saçlı bir kız vardı. Yumuşak bir sesle bazen ilahiler
arasında okuduğum şu şiiri mırıldanıyordum:
Yaptığım bu divanelikten kendim de şaşırmıştım, kaç kere tövbe ettim. Bir gömlek ve
bir pantolonla, başı açık ve ayak yalın iki kere parmaklık ve duvarlardan geçip evimize
döndüm. Çaresiz karımın afallayarak bu taraftan o tarafa koştuğunu gördüm. Bağırarak
“Molla, Molla, hangi siyah mezara gittin?” diyordu. “Akılsız, zayıf kadın, (Ali Aba’nın
beşincisi ona şefaat etsin, kadın değil, bir mücevherdi) çığlık ve bağırtılarınla komşuları
uyandırdın. Ne oldu? Bu gece mehtap gecesi olduğu için damın arkasına gitmiştim ve Allah’a
dua ediyordum!” dedim. “Münacatın beline vursun” dedi. Homurdandı ve yorganını başına
çekti, bir daha da sesi gelmedi. Ben de belki uyurum diye yatağıma doğru gittim, fakat yine
73
beyaz yatak hayali aklımdan geçti. Gül ağacı, açık saçlar, gül yanaklı yüzü aklıma geldi,
durumum değişti.
Kısacası, evden dışarı çıkamadım. Her gün halim daha da kötüleşti. Karım üzüntüden
hastalandı. Neyimiz varsa, tek tek sattık ve yedik. Hafta sonlarını sadece Kumaşçı Hacı’nın
evine gidiyordum. O da evimiz yakın olduğundan dolayı. Karımın hastalığı günden güne
kötüleşiyordu. Bir gün sabah azanında bu fani dünyadan ebedi dünyaya gitti, gam ve
üzüntüden kurtuldu. Allah rahmet etsin! O günden sonra biz kaldık, kendimiz, yalnız ve
bakıcısız. Evimizde eşyalardan başka bir şey kalmayınca zahiren kutsal ve dindar görünen,
arpa buğday satan hilekar mahalle oduncusuna eşyaları rehin bırakıp, üç yüz tümen aldım.
Borç harçla hekim, atar ve ölü yıkayana verdi. Her şey tamam olduktan sonra kalan iki parayı
yemek için sakladım. Bir gece karanlık odada hasta kaldım ve bu şiiri okudum:
Yavaş yavaş kimsesiz bir halde ağlamaya başladığımda evde bir sesin yükseldiğini
gördüm. Gecenin bu yarısında beni kimin hatırladığına çok şaşırdım. Gözlerimi sildim ve
kapıyı açmaya gittim. Hacı Bezar’ı gördüm. “Molla, bizim mücevherimizin rahatsızlığı ikinci
kez nüksetmiş ve annesi çok perişandır. Sizden rica ediyorum, bu gece bu işi bitirin, belki
sizin nefesinizle Allah ona bir kere daha şifa gönderir” dedi. Kabul ettim ve kapıyı kapattım,
odaya geçmek istedim, fakat kuvvetim yoktu, merdivenlerde düştüm. Hıçkırarak inledim,
yüzümü karanlık ve siyah gökyüzüne döndürüp kendimden geçerek söylenmeye başladım. Lal
olası dilime her biri bin cehennem ateşine layık olan birçok küfür geldi. Fakat Allah da bir
suçumun olmadığını biliyor, benim yerimde kim olsa, yolundan çıkardı. Şöyle dediğimi
hatırlıyorum: “Ey varlığını bilmediğim, olmadığı da söylenemeyecek olan sen, göz gibi
utanmadan biz talihsizlerin gözyaşlarını sayan on milyonlarca yıldızları yarattın. Birbirlerine
göz kırpıyorlar. Bu gün gece gidip, ertesi gece gelip yene dalga geçiyorlar, eğer bizi, yeri,
gökyüzünü yaratmaktan maksadın buysa, faydasız! Haydi Kerbela’yı, İmam Huseyn’i
yarattın, Zülcevşen’i neden yarattın? Biliyorsun şahinin pençesi kasabın bıçağı gibi keskindir.
Kuyruksallayan kuşun vücudunu neden o kadar güzel yaptın? Eğer cefa, yalan, eziyet iyiyse,
neden arkamızdan devamlı iyilik yapmaya çağıran peygamberleri gönderdin. Sen Huseyn’i
zikr edenin kalbinin ince olduğunu biliyorsun neden Hacı Bezar’ın kızına o yüzü, o saçı
veriyorsun. Sonra da sebepsizce belayı onun nazik bedenine sokuyorsun? Acaba bu mükafat
benim otuz yıllık belam mıdır? Bedelimizi avucumuzun içine koyduğun için ellerin dert
74
görmesin! Masum kızın elinden aniden iki binliği yere düşürüyorsun, sonra peçeyi dikenin
eliyle açıyorsun ve hayatımı karartıyorsun! Emsalsiz karımı elimden alıyorsun ve bu gece
gözyaşlarımı kan etmek istiyorsun, gidiyorsun insanların kızını tekrar hastalandırıyorsun.
Gerçekten bu karışıklık haddini aştı!”
Evet, Estağfirullah, Estağfirullah, bu türden çok kötü söz ettim, fakat çok saçmaladım
ve Allah’ın bağışlayacağını biliyordum. Bütün geceyi aynı şekilde gah yalvarmak, iniltiyle,
gah hitap, tersleme ve azarlamayla geçirdim. Sabah azanı okundu. Belki hastadan bir haber
alırım diye evden dışarıya çıktım. Kumaşçı Hacı’nın evinin önünde hekim başının katırının
durduğunu gördüm. Hekim başının hizmetçisi katırın yularını eline dolamış, sekide
uyukluyordu. Yavaşça uyandırdım ve “Meşhedi, hastanın durumunun nasıl olduğunu biliyor
musun?” dedim. Bana keskin bakışlar attı ve “Sen insanları uykudan uyandıran hasta bir
mollasın, hasta nasıl mıdır? Eğer onun durumu iyi olsa sabahın köründe hekimin bu evde ne
işi var?” dedi. Herifin haklı olduğunu anlayınca utanarak eve döndüm, kapıyı kilitledim ve
“Bu kapı ölü yıkayanın cesedimi götürüp, toprağa vermek için gelene kadar açılmayacak”
dedim. Kendim yalnızlıkta dua okuduğumu hatırlıyorum, ağlıyordum, Kumaşçı Hacı’nın
kızının şifa bulması için dua ediyordum. O gün öyle geçti, boğazımdan ne bir yudum su, ne de
bir lokma ekmek geçti. Akşam olunca abdest aldım, namaz kıldım. Fakat gördüm bir faydası
yoktur, pek yakında delireceğim. Çamaşır ipinin bir tarafı evin kenarında olan dut ağacına, bir
tarafı da duvardaki çiviye bağlıydı, açtım, bir ucunu dut ağacının bir budağına bağladım,
diğerini de yavaşça düğümledim. İnalillah deyip bu beladan kurtulmak için boğazıma
dolamak istediğimde evde bir ses yükseldi. Sesi umursamadım, lakin ansızın Kumaşçı
Hacı’nın sesini duydum. “Molla Kurbânali, Molla Kurbânali” diyordu. İhtiyarsız kapıya
doğru sıçradım ve kapıyı açtım keşke açmasaydım. Rüzgar o yeni açılan çiçeği hayat
budağından almıştı. Hacı, sabah kefenlenen ve caminin yakınında toprağa verilecek olan kızı
için Kur’an okumamı istiyordu. Eğitimsiz olduğumu söylemek istedim, fakat boğazımdan ses
çıkmadı. Hacı benim sessizliğimi kaldıramadı ve gitti. Yine yalnızlık ve ben kaldım.
Garip bir mehtap vardı, esen güzel rüzgar dut ağacına bağlı olan ipi yavaş yavaş bu
taraftan o tarafa götürüyor, gölgesi de toprağa düşüyordu. Hayat ve ölüm saatlerini
hesaplayan pandul saati aklıma geldi. Aniden Hacı’nın kızının yüzünü gördüğüm mehtap
gecesini hatırladım. Yine aklıma o gül ağacı, o perişan saçlar geldi ve derin bir ah çektim. “Ne
olursa olsun o güzel ay yüzlüğü bir daha görmeliyim” dedi. Merhum karımın (Allah kıyamet
günü şefahetle onu haşretsin, benzersiz bir kadındı) yüz kere dağıttığı ve keşke kefenim olsa,
abamı omuzlarıma attım ve camiye gittim. Tahmin ettiğiniz gibi, öyle bir haldeydim ki, Allah
75
bendelerinden hiç birine bunu yaşatmasın! Önceleri ölmüş heykel gibi sessiz ve hareketsiz
donup kalmıştım. Gördüğüm bu güzelliğin şimdi cansız ve bu namaz örtüsü altında
uyuduğuna, yarın da toprağa verilmek için mezarlığa gideceğine inanamıyordum. Fakat,
Kur’an okumak için buraya geldiğimi hatırladım ve yavaş yavaş mırıldanmağa başladım.
(Kur’an’ı okuyamıyordum, aklımda olan bütün duaları okudum) Fakat, göz yaşlarım fırsat
vermiyordu, ırmak gibi akıyordu. Geceden kaç saat geçtiğini Allah biliyor. Dışarıdan hiç ses
gelmiyordu, gam ve üzüntü beni delirtiyordu. Bildiğim her duayı, Ayetü’l-Kürsi’yi, diğer
ayetlere karıştırarak okudum. Halsizlik ve zayıflıktan dilim hareket etmiyordu. Yavaş yavaş
ben de burada öleceğimi zannettim. Öyle bir halde idim ki, anlatamam. Ansızın yakından bir
münacat sesi geldi ve gecenin yarısında şu şiiri duydum:
Bu şiir halimi öyle değiştirdi ki sanki yeniden can bedenime girdi, yerimden sıçradım ve
bağırdım: “Ey mutsuz kişi, neden kalkmıyorsun? Sen ve ölüm?”. “Kendi kendime o yüzü bir
kez daha görmeliyim” dedim. Heyecansız ve geç kalmadan elim namaz örtüsünü açtı, kızın
yüzü, güzel saçları ve gülen dudakları ortaya çıktı. Eğildim, dudağımı dudağına yaklaştırdım,
kendimden geçerek gözlerim kapandı, dudağım goncanın dudağına yapıştı ve ne olduğunu
anlamadım. Aniden sırtımda sıkı bir tekme hissettim, bayıldım, kendime geldiğimde kendimi
karanlık bir yerde buldum, ellerim ve ayaklarım bağlı, boynumda da zincir. Gece bekçisinin
caminin yanından geçtiği anlaşıldı. Mezarlıkta ışık görüp, hırsızın geldiğini, kilim veya
perdeyi çaldığını sanmış. Yavaşça içeriye girip olayı görmüş, elimi ayağımı bağlayıp, beni
oradan çıkarmış. Sakalımı kesip, çok dövüp beni zindana atmışlar. Gördüğünüz gibi hala
buradayım. Fakat, o gül ağacı, o perişan saçlar ve güler yüzün aklıma gelmediği tek bir
günüm bile geçmiyor! Fakat başınızı çok ağrıttım, kusura bakmayın, yedi senedir kimseyle
sohbet etmiyordum.
76
III.6. BÎLE DİG BÎLE ÇOĞONDER15
Alışkanlık gerçekten de, Samire dilencisi, evcil kedi, istekli Yahudi ve İsfahan
kuyumcusu (veya Tahranlıların diliyle desek “çöpçü”) gibidir. Bin kere bu kapıdan çıkarsan
da, öbür kapıdan yine içeri girer. Avrupa’da bir ömür yaşadıktan sonra insanın yüreği bazen
ne bahaneler aramıyor, insan çocukluk hayalleri kuruyor ve çocuk gibi bazı şeyleri istiyor!
Ayrıca, insanın gurbette Vatanından bir şey aklına geliyorsa, eşeğin aklına karpuz geldiği gibi
oluyor. Akıllı, olgun bir adamın hamile bir kadını bulup, onunla dostluk kurması gibi artık
gündüzü geceden ayıramaz.
15
Cemâlzâde’nin Yekî Bûd ve Yekî Nebûd adlı mecmuasının Böyle Pancara Böyle Tencere adlı beşinci hikayesi
77
Bu arada kapı açıldı ve sessiz sedasız olan kesecinin kellesi göründü. Örtünmek istedim,
fakat Hazret-i Adem’in hiçbir şeyle örtünmediği aklıma geldi, aynısını bize de tavsiye etmişti.
Herifin gözleri bendeydi, siyah saçlarımdan, kaşlarımdan, vücudumdan Doğulu olduğumu
anladı, gülümsedi, İranlı olduğumu anlayınca ağzı kulağına vardı. Hemen suyu başımdan ve
bedenimden döküp gitti ve az sonra elinde kalın, yünlü bir keseyle döndü. Allah’ım, onu
görmek dünyanın parasına değerdi. Kısacası, bizi İran usulü (yastıksız ve şalsız) uzattı ve kese
yapmaya başladı. Nasıl bir keyif aldım, anlatamam, helva demekle ağız tatlanmaz. Aslında
herifin gerçekten de, işinin üstadı olduğunu yavaş yavaş gördüm, keseciliğin tüm tekniklerini
biliyordu. Sevindiğimi belirtmek için “Üstat, İran’da olduğunu duydum” diye sordum.
Elindeki keseye işaret ederek “Bu ısbatıdır” dedi. “İran’a gittin de ne yaptın?” dedim.
Gülümseyerek “Tahmin et” dedi. “Belki de, Avrupa’ya gelen şahlardan biriyle gitmişsindir
İran’a” dedim. “Hayır” dedi. “Belki gezici bir hizmetkar olmuşsundur?” dedim. “Hayır” dedi.
“Belki de bir hırsızlık yapıp, polisin elinden kurtulup emniyetli bir yere gitmek istemişsindir”
dedim. “Hayır” dedi. “Gencliğinde İran’ın zenginlerinden biriyle İrana gitmişsindir” dedim.
“Hayır” dedi. “Benim artık aklıma hiç bir şey gelmiyor, kendin söyle orada neler yaptın”
dedim. “Danışmanlık yaptım” dedi.
Şaşkınlıktan ağzım hamam hazinesi gibi açık kaldı. Gözlerim hamam kubbe tavanı gibi
döndü. “Danışmandın, ha?” dedim. “Evet, danışmandım, ne oldu? Olamaz mıyım?” dedi.
“Ne danışmanı idin?” dedim. “İç İşleri, Dış İşleri, Maliye, Adliye, Harp, Eğitim, Vakıflar,
Posta, Telegraf, Gümrük, Ticaret ve başka şeyler” dedi. Gülmek istedim, fakat herifin şaka
yapmadığını gördüm. Gerçekten de, sözleri gerçek gibiydi. “Kendin de biliyosun, İran’da
Müsteşarlık yaptığına inanmak o kadar da kolay değil” dedim. Güldü ve “Belli ki, siz İran’ı
tanımıyorsunuz. Avrupa’da karnavalın nasıl bir bayram olduğunu biliyor musun?” dedi.
“Tabii ki de biliyorum, karnaval, insanların garip elbiseler giydiği, yüzlerine maske taktıkları,
şakalaştıkları bir bayramdır , lakin bunun bizim konuşmamızla ne alakası var?” dedim. “Ben
İran’da on sekiz aydan çok kalmadım ama anladığım kadarıyla İran baştanbaşa karnaval
gibidir, her kes istediği elbiseleri giyip dışarıya çıkıyor ve kimse de ona bir şey diyemiyor”
dedi. “Diyelim, tüm bunlar doğru, fakat sizin danışman olmanız...”. “Size bir hikaye
anlatayım, dinleyin. Her günümü kendi Seyahatname kitabımda yazmdım ve eğer isterseniz
okumanız için verebilirim” dedi. “Çok memnun olurum, lakin şimdi fırsat varken kitaptan bir
parçayı bana anlatın, bakalım, şu an bağdaş kuran ve sırtımı keseleyen bir şahıs nasıl İran’ın
sekiz Bakanlığında ve o memleketin önemli dayirelerinde danışmanlık yapmış?” dedim. Herif
kese ile sinemde toplanan kirleri temizledi ve suyla dolu kovayı bedenimden döktü ve dedi:
78
“Babam o şehirde keseci idi, ben kendim de çocukluktan hamam, kese, sabun ve masajtan
başka bir şey bilmiyordum. Tam yirmi sene önce, şehrin tanınan şahıslarından biri hastalandı.
Avrupa’da olan tüm en iyi doktorları getirttiler ve çaresi bulunamadı. Birgün tesadüfen bu
hasta hamama geldi. Ben de orada çalışıyordum. İyi bahşiş karşılığında sırtındaki şişliğe
masaj yaptım.Yarın tekrar geldiğini gördüm ve dün ilk defa altı sene önceki gibi rahat
uyudum dedi. Bunun senin masajının etkisi olduğu belli. Tekrar tecrübe etmek istedim dedi.
Kısacası, o günden sonra hergün geldi, meğerse bizim masajımız kendimiz bile bilmeden
onun dermanı olmuş. Ekmeğimize yağ sürülmüştü. Herifin bize olan inançı hergün
çoğalıyordu, işsiz kalmıyordum. Birgün kendi evinde küçük bir hamam yaptı ve bizi ücret
karşılığında çağırdı, evinde bir oda verdi, yavaş yavaş aile üyelerinden biri olmaya başladık.
İlk başlarda bizi posta idaresine bıraktılar. Avrupa’da her kesin postaneden haberi var
ve postacının özel kıyafeti vardır. Her mahallenin postanesi vardır. Her sokağın başında posta
kutusu var, biz de bu düzeni az çok Tahran’da yaptık. Ne paralar geldi, gel de gör! Şah bize
lakap ve madalya verdi. Gazetelerde hakkımızda yazıyorlardı, şairler kasideler söylüyordu,
çalgıcılar şarkılar yazıyordu. Çok geçmedi ki, ismimiz büyük küçük her kesin diline düştü,
meclisten de bize geniş yetkiler verildi. Bir çok Bakanlıklar da yavaş yavaş bizim idaremize
girdi. Biz de artık reform yapıyorduk, meclise, devlete önerilerde bulunuyorduk. Biz
yaygarayı çoğalttık, boynumuzda hiç bir sorumluluk yoktu.
79
kımıldanıyor ve gülüyordu. Lakin, büyüklük göstererek yüzümüze hiç bir şey demiyordu, biz
de öyle.
Çok geçmedi ki, kendimi zengin buldum. Aklıma İran’da okuduğum “Hacı Baba
İsfahani’nin” kitabından bir cümle geldi. Diyor ki, “Ey dostlar, iranlılara güvenmeyin, çünkü
vefasızdırlar. Onların savaş ve barış silahları yalan ve ihanettir. Hiç yoktan insanı tuzağa
atarlar. Onların evlerini yapmak için her ne kadar çalışsan da, senin harap olman için
çalışırlar. Yalan onların milli rahatsızlığı ve fıtri ayıplarıdır, yemin bunun büyük şahididir.
Onların yeminlerine bir bakın! Doğru sözün yemine ne ihtiyacı var? Senin canın için, kendi
canım için, evladım ölsün ki, anne ve babanın ruhu için, şahın başı için, şahın tacı için, senin
ölümün için, senin sakalın için, selam ve aleyk için,ekmek ve tuz için, Peygamber için,
Peygamber’in temiz soyu için, Kıble için, Kur’an için, Hasan ve Hüseyin için, on dört masum
ve on iki imam için, aba ehli beş kişi için, tüm bunlar onların yemin ıstılahlarındandır. Ölünün
can ve ruhundan, canlanıp baş ve göze kadar, mübarek sakal ve bıyık, kırık diş, kesik kol,
ateş, lampa, hamam suyuna kadar her şeyi kendi yalanlarına dayamak olarak kullanırlar.” Bu
yüzden işi sağlama bağlamak için bütün kazandığımı alıp kendi vatanıma geri döneyim
dedim. Zira İran’da kalmaın bin türlü tehlikeli vardı. Yavaş yavaş İranlıların ahlakıyla da
aşina olmuştum. Rintlerin habersizce kuyumu kazmalarından korkuyordum.
Kısacası, başını ağrıtmayayım, elde olan tüm kendi altın ve paraları alıp, hastayım ve
Avrupa’ya gitmek zorundayım bahanesiyle sefere çıktım. Iran’daki Kum, Kaşan, İsfahan,
Şiraz, Buçehr yoluyla Avrupa’ya dönmek istedim. Tahran’a gittiğim gün gerçekten de tarihte
kalmalı: şehirdeki bütün ahali kabileleriyle, çadırlarıyla, ahırlarıylai şehrin ötesinde beni
karşıladılar, kapıları kapattılar, çiçekleri serptiler, koyun ve inekleri kurban kestiler, kasideler
söylediler, ağladılar, fakat henüz Kum’a varmadan bir grup hırsız başımı aldatıp, varımı
yoğumu çaldı. Gene Ali ve onun havuzu kaldı. Bin türlü macera ve borç harçla Avrupa’ya
vardım. On beş yıldır Devletin büyükleri İran aleyhine gece gündüz hırsızları yakalamaya ve
malları geri vermeye çaba sarf ediyorlar, bin kere söz verdiler, lakin bir siyah gaz bile elime
geçmedi.
Avrupa’da ac kalmamak için eski işimle uğraşmak zorunda kaldım. Şöyle ki...”
Hikaye buraya geldikten sonra, herif su dolu kovayı başıma döktü, bir ah çekti ve
düşüncelere daldı. Benim de çocukluğumda böyle hikaye duyduğum aklıma geldi. İran’ın
durumuna ve vatandaşlarıma şaşırdım, kendi kendime düşündüm, gerçekten de, böyle milletin
böyle danışmanı olur. Gülerek “Böyle pancara, böyle tencere” dedim. Herifin bu pancar
80
kelimesini anladığı belli oldu ve “Niye pancardan bahs ediyorsun, ne alaka” dedi. “Bu bir
Fars atasözüdür” dedim. “Anlamını söyleyebilir misin?” dedi. “Tabii” dedim, fakat ne kadar
uğraşsam da, bu ata sözünün anlamını açıklayamadım. Hamam saati de bir saat idi, zamanım
bitiyordu, kıyafetlerimi giydim ve çıktım. Hamamın binasından çıkmak isterken herifin elinde
defterle geldiğini gördüm, yaklaştı ve “İran’dayken İran ve İran halkı, onların ahlakı, tuhaf ve
garip düzenleri hakkında bir şeyler yazmıştım, belki de bakmak istersin. Lütfen bir daha
hamama geldiğinde getir.” dedi. Defteri aldım, insanı rahatlatan kese, hamamdan aldığım
keyifle eve gittim. Defteri okumaya başladım.
Herifin hakikate uygun şeyler yazdığını gördüm. Çok eğlendim. Danışman beyefendi
her şeyi Avrupa’da olduğu gibi zannediyormuş. İran’a geldiğinde doğal olarak bu yeni alem
ona çok garip gelmiş. Büyük hayranlık, sadelik, şaşkınlıkla kendisinin şahit olduklarını
yazmıştır. Yaklaşık yüz sayfa olan bu defter bir kaç bölümden oluşmaktadır. Bu defterden
örnek olarak bir bölümü burada nakl ediyorum.
Birgün benimle yakın olan, bir kaç çocuğu olan İranlı dostuma “Karın nerededir?” diye
sordum. Hemen kızardığını gördüm, gözleri deliler gibi göz yuvasından çıktı. Durumu çok
81
değişti. Büyük hata yapdığımı anladım, özür diledim ve o günden bu yana anladım ki, bu
memlekette bırak kadının olmamağını, adını bile ağzına alamazsın.
İran’da garip olan başka bir şey halkın bazı kısım, memleketin yaklaşık yarısı, kendini
baştan ayağa kadar siyaha kapatıyor, hatta nefes almak için de delik koymuyorlar. Bu siyah
keseyle sokakta gidip geliyorlar. Bu şahısların sesini kimse duyamaz. Kahvehanelere gitmeye
hakları yoktur. Hamamları da özeldir, genel meclisleri de farklıdır. Yalnız iken bu şahıslardan
bir ses bile çıkmaz, fakat bir araya geldiklerinde garip gürültü, şamata ile yol giderler. Bunlar
da, tıpkı Avrupa’daki gibi garip ve acayip bir çeşit keşiştirler. Papaz olsalar bile, insanlar
onlara o kadar saygı göstermiyorlar, hatta onların adını, “Güçsüz ve bir şeyi olmayan
manasına gelen zayıf” koymuşlar.
Şimdi de biraz erkeklerden bahs edelim. İran erkekleri şapkaları ile tanınırlar. Üç grupa
bölünürler, her grupun özellikleri ve nitelikleri vardır: Sarı şapkalılar, Beyaz şapkalılar ve
Siyah şapkalılar.
Siyah şapkalılar ve Beyaz şapkalıların tüm fikri ve hayalleri Sarı şapkalılardan daha
çoğuna sahip olmaktır. Sürekli onların alış veriş eşyalarıdırlar. Fiyatları o kadar düşük ki,
İran’da olduğum zamanda hiç bir zaman onların tek tek alındığını veya satıldığını görmedim.
Bizim Avrupa’da arı balını peteğiyle aldığımız gibi, İran’da da sarı şapkalıları evleri, köyleri,
kasabalarıyla toptan alıp satıyorlar. Mesela diyorlar ki, bugün falan insan yüz aile olan falan
Sarş şapkalı köyü falan fiyata satın aldı.
Bu Sarı şapkalılar tayfası, Avrupa’da adı her yerde olduğu halde, kendisi hiç bir yerde
olmayan özgürlük, beraberlik ve kardeşlik nimetinden faydalanıyorlar. Örneğin onlar o kadar
özgürdürler ki, varını yoğunu, ırz ve namusunu, kendi canını, hatta yakınlarının canlarını
82
Siyah ve Beyaz şapkalılara feda etmelerine engel yoktur. Eşitlik konusunda, doğrusu onların
arasında birinin sahip olup da diğerinin sahip olmadığı biri çıkamaz. Hatta öldüklerinde her
kes eşit olsun diye kabirlerine taş, tuğla ve bir alamet bile koymazlar. Çok geçmeden yağmur
ve rüzgar onların kabirlerini yok ediyor ve hepsi de toprakla eşit oluyorlar. Fakat kardeşlik
konusunda adı geçen tabaka kardeşliği birbirlerine “Taş” diye seslenmeye kadar vardırmıştır,
bu da kardeş manasındadır.
Şimdi ise İran’da kendilerine “Han” diyen Siyah şapkalılar topluluğuna gelelim.
Merkezde, vilayetlerde ve ayaletlerde olan tüm Devlet dayireleri bu topluluğun elindedir.
Onların farmasonlar gibi büyük toplulukları vardır. Bu toplulukta olan her kes zengindir. Bu
topluluk “Dîvân” diye adlanır. Bu kelime dev yani şeytan kelimesinden gelir. İran
efsanelerinde şu meşhur cümleler söylenir: şeytanın işi eğridir. Yani mesela şeytana iyilik
yaparsan ilk lokması olursun, eğer doğruyu söylersen senin düşmanın olursun, yalan söylersen
senin arkadaşın olursun. Bu Siyah şapkalılar da öyledirler, işleri eğridir, bu yüzden de
topluluklarının adını “Dîvân” koymuşlar.
Bu topluluğa giren her kes ilk önce adıni değişmelidir, onlara verilen yeni isimlerin
çoğu hayvan, eşya ve savaş isimleridir, mesela “Kelbü’d-Devle” yani çakal, “Mikrazu’s-
Saltana” yani makas (Doğruyu söylemek gerekirse, Berber beyefendi Arapça kelimeleri iyi
çeviremiyor, fakat sarı it de çakalın kardeşidir, yani o kadar da konudan uzaklaşmamıştır)
Siyah şapkalıların amacı İran’ın her yerinde hüzur ve sükuneti sağlamaktır. Zira,
muhalifet ve kötülüklerin paradan çıktığını bildiklerinden, paranın başkasının eline
geçmemesi için tüm çabalarını harcarlar. Kimin parası varsa elinden alırlar, para muhabbeti
olan yerleri ele geçirirlar. Bu yüzden memleketin her dört bir yerine kendi memurlarını
gönderip, her vesile ile parası olan kişilerin aleyhinde akıllıca tedbirler bularak onların
zararını engellerler. Bu suretle, para hem İran’da kalmış, uzağa gitmemiş olur, hem de sonuçta
Takî’nin kesesinden Nakî’nin kesesine geçer. Keşke Avrupalılar bu nükteden ibret alsalar da,
kendi çaresiz insanlarını memleketlerine toplayabilseler.
83
Siyah şapkalılar arasında sakallarını tıraş eden, bıyıklarını kıvıran, şapkaları bir kaç
parmak kısa olan “Fokoli” adlanan bir grup vardı. Bu grup Dîvân topluluğunun
nizamnamesinde bazı reforma ve değişiklikler edilmesinin tarafdarıdır. Mesela şimdiye kadar
nizamnamede Beyaz şapkalılar, yanı ahuntların yapması gereken şeyler genellikle bu tüzüğe
uymuyor. Bazen onların idarelerinin ele geçirilmesinden habersiz oluyorlar. Bundan sonra bu
iki gruba eşit davranmalı ve Sarı şapkalılarla Beyaz şapkalılar arasında bir fark
bırakmamalıdır. Bence de, bu fokoliler haklılar. Burada bir Avrupalı olarak kendi
medeniyetimle gurur duyuyorum. Zirâ, bu genc Siyah şapkalılarda kendi memleketimi
görüyorum. Kendilerini Avrupa düşkünü olarak adlandıran ve Avrupalaşan bu Siyah
şapkalılar bu eşitliği kendi memleketlerinde de yaymaya çalışıyorlar.
Ilginç bir hüsus “Esperanto” şeklinde adlandırılan dildir. Bir kaç dilden oluştuğunu
diyorlar. Yaygınlaşması ve Uluslararası bir dil olması için her kes uğraşıyor. İran’da
yaygındır. Fokoli grupu bu dilden başka dilde konuşmuyor. Çeşitli Avrupa, bazen de Farsça,
Arapça ve Türkçe kelimelerden oluşan bu dili anlamak bizim için genellikle zor olmuyor.
Kısacası, İran erkek ve kadınları, İran Devleti ve Milleti ile ilgili görüp düşündüklerim
bunlardır!
84
III.7. VÎLÂNÜ’D-DEVLE16
Vîlânü’d-Devle sadece İran toprağında yetişen bir bitkidir, meyvesinin de adı “Tüm
yemeklerin nohudu” diye adlandırılır.
Zavallı Vîlânü’d-Devle! O kadar meşgul ki, başını kaşımaya fırsatı yoktur. Sanki
insanlar onu umursamıyor, sanki insanlar onu baştan salıyor. Evde kendini rahat hissedeceği
bir gece yoktur! Açıkçası, Vîlânü’d-Devle’nin belli kendi bir yatağı ve evi yoktur, “Gece
olunca her yer dervişin sarayıdır” deyimi onun hakkındadır, fakat insanlar da abartmışlar, bir
saniye bile zavallıya kendi kendine düşünmeye fırsat vermiyorlar, talihsiz Vîlânü’d-Devle her
zaman sahte para gibi bu elden öbür ele geçmelidir. Vallahi yakasını bu yüzsüz halktan
kurtarmasına bir şey kalmadı. Sonuçta insan her Allah’ın gecesi ölümle uğraşamaz ki. Ah, bu
halkın babasına lanet olsun!
Vîlânü’d-Devle her sabah uyandığında kendini tanımadığı yatak ve başka evde görür.
Dilekçenin boş olmaması için çayın yanında artık yağ ve ekmek yemez, zira Allah biliyor, bu
aç göz ve yüzsüz halkın elinden gündüz bir lokma ekmek zıkkımlanmaya bile fırsat yoktur.
Sonra Vîlânü’d-Devle yatarken ev sahibi “Acele yapılması gereken işlerin” peşine gittiği
biliniyor. Vîlânü’d-Devle Allah’a şükür ediyor ki, iki gün ve üç gece sonra nihayet bu bencil
ev sahibini çabayla yakalamayı başardı. Fakat gizlice biz her gece uyurken nasıl olup da ev
sahibi için sabah erkenden yapılması gereken işlerin ortaya çıktığını merak ediyor. Peki neden
Vîlânü’d-Devle için hiçbir zaman bunun gibi acele gerektiren işler meydana gelmiyor? Yoksa
yapılması gereken iş terk etmeyi mi gerektiriyor? Zira hamamın düdüğü çalmadı ki insanın
yakasına yapışsın. Vay, daha sütçü gelmedi, daha dükkanların kapıları açılmadı! Yapılması
gereken iş ne demektir? Fakat belki de ev sahibi banyoya gitmek istiyormuş. Tamam,
Vîlânü’d-Devle de bayadır banyoya gitmek için fırsat bulamamıştı. Birlikte gitmeleri de
mümkündü. Doğrudur, Vîlânü’d-Devle’nin kese yapmak, başını yıkamaya zamanı yoktu,
fakat en azından hastalık ve yorgunluktan uzak olmak için keselenip, sabunlanıyordu.
Vîlânü’d-Devle kıyafetlerini giymek istedi, lakin çoraplarının eşek arısı evi gibi,
gömleğinin ise aşıkların yırtık gömlekleri gibi yırtık olduğunu gördü. Ev sahibinin
hizmetçisini çağırıp, “Meslektaş, Arkadaş! Biliyor musun, bu halk, ben zavallıya suyu
boğazımdan ayaklarıma kadar dökmeye, gidip bir çift çorap almama fırsat vermiyor, şimdi
bile Bakan beni bekliyor, eve gidip çorabımı değiştirmeye zamanım yoktur. Oraya git, söyle
16
Cemâlzâde’nin Yekî Bûd ve Yekî Nebûd adlı mecmuasının Vîlânü’d-Devle adlı altıncı hikayesi
85
ağanın bir çift çorap ve bir gömleğini hemen göndersinler, zamanım azdır” dedim. Vîlânud
Dovle yeni çoraplarını giymek istediğinde şaşırıp kalıyor, zira çoraplar bir meslektaşının
evinde gece kaldığı zaman ona getirilmiş olan bir çorapla bağlanmıştı. Her biri de aynı
renktir. Bunu bir uğur olarak görmüş, dışarı çıkmak yedi sekiz önce tanıdıklar birinden ödünç
aldığı ve henüz geri vermeye fırsat bulamadığı abayı omzuna atmıştı. Zavallı Vîlânü’d-Devle
ölü yıkayanlar gibi elbisesinin her parçası başka bir yerden gelmiş ve başka birinindir. Onun
insanların elinden çöle kaçmaya hakkı vardı.
Sokakta henüz yirmi adım bile gidemeden on arkadaş ve on beş tanıdığa rastlıyordu.
İnsan ne yapabilir ki! Kırk senedir, bu şehrin çocukları arkalarını insanlara dönemiyorlar.
İnsanlar da şahın hareminin kadını değiller! Böyle hayata! Talihsiz Vîlânud-Devle! Yedi gün
olan bir hafta içinde iki öğün yemeği aynı yerde yememiş, haberci beygiri gibi sabah arpasını
bu menzilden, akşam arpasını diğer menzilden yememiştir.
Vîlânü’d-Devle bugün çok kırgın ve üzgündür. Dün geceyi caminin gece kalınan
odasında geçirmiş ve bugün de yorgun ve zayıf haliyle kimin yanına gideceğini bilmiyor.
Nereye gitse ev sahibi yapılması gereken işler için evden çıkmış gitmiş ve öğlen yemeğine
gelmeyeceğini söylemiş. Zavallının iki kuruş parası yok ki bir lokma ekmek alıp yesin. Cebi
boş, kucağı boş, dünya malı olarak bir siyah sigara paketinden başka bir şeyi yoktur. Ay,
yıldız kendisinin de nereden, kimin yanından gelip gittiğini bilmiyordu. Vîlânü’d-Devle kredi
çekmeye, borç ve vereselik almaya alışkındır, paketi eline aldı ve caminin yakınında dükkanı
olan atarın yanına hareket etti ve “Bu paketin karşılığında bana iki, üç kınakına verir misin?”
dedi. Atar paketi aldı, Vîlânü’d-Devle’nin tipine baktı, gördü ki, “Bu talihsiz zavallıyı üzgün
86
bırakmak Allah’ın da hoşuna gitmez” dedi. Sorun değil, kınakına şişesini aldı, fakat Vîlânü’d-
Devle mülayim bir sesle dedi: “Tamam arkadaş, mademki Allah rızası için bir şeyler yapmak
istiyorsun, kınakına yerine birkaç gram esrar ver, işime gelir.” Atar da kınakına yerine iki
parmak ölçüsü kadar esrarı kâğıda sardı ve Vîlânü’d-Devle’ye verdi. Vîlânü’d-Devle esrarı
aldı ve cami tarafına gitti. Kendi kendine diyordu “Evet, ilaç bulmak için dert gerek, kınakına
hangi derde derman olur?”
Mirza-i camisinin kapısını görünce güneş genişliğindeki abasını dört parça yapıp
katladı, önünde kalemlik, kâğıt rulosu, dua kitabı ve birkaç tane paket olduğu halde beklerken
makasla tırnaklarını kesti. Önüne düştü, selam verdi ve dedi: “Mirza, izin ver de
mürekkebinle iki yazı yazayım.” Mirza edeple kalemliğini ve bir kağıt parçasını önüne koydu.
Vîlânü’d-Devle yorgun ve zayıf görünüşüyle yazmaya başladı. Yazmayı bitirdikten sonra
yavaşça esrar paketini kendi saat cebinden çıkardı ve kalem bıçağıyla kesti. Kimsenin haberi
olmadan hepsini ağzına koydu, esrarın üstünde olan birkaç yudum içkinin hepsini birden içti
ve Mirza tarafından kovuldu. Camiye doğru gitti, ayakkabılarını başının altına koydu, ah çekti
ve İnnalillahi ayetini okuyup gözlerini kapattı.
Ertesi gün sabah erkenden cami hizmetçisi odaya girdi ve artık bu dünyada olmayan
Vîlânü’d-Devle’yi gördü. Çok geçmeden dost ve tanıdıklar haberi aldılar ve caminin odasında
toplandılar. Esrarı içmeden önce kâğıdın arkasına şunları yazmıştı:
Elli yıllık düzensiz bir hayattan sonra bu fani dünyadan ayrılıyorum. Cesedimi bir
kişinin tanıyıp tanıyamayacağını bilmiyorum. Hayatım boyunca tanıdıklarıma zahmet ve baş
ağrısından başka bir şey vermedim. Eğer hakkımda sahip oldukları şefkati bilmeseydim benim
utanmam daha fazla olabilirdi. Hayatımın şu son anında özür dileyeceğim ama onlar
insanlığın şartlarına uygun davrandılar ve benim gibi özre ihtiyaçları yoktur. Şimdi de
hayatta beni düzene getiren bu insanlardan ölümümden sonra da acı hatıralarla beni
hatırlamalarını istiyorum. Eğer kabrimin bir taşı olursa, mürşidim olan Bâbâ Tâhir-i
Ûryân’ın şu beyiti mezar taşımın üstüne yazılsın:
87
SONUÇ
Seyyid Muhammed Ali Cemâlzâde’nin Hayatı, Eserleri ve Yekî Bûd ve Yekî Nebûd adlı
hikaye kitabının çevirisinden oluşan bu çalışma, bir giriş ve dört bölümden meydana
gelmektedir. Giriş bölümünde Meşrutiyet Dönemi İran hikayeciliği incelenmiş,
Cemâlzâde’nin çağdaşları ve onların eserleri ayrıntılı bir şekilde tanıtılmaya çalışılmıştır.
İkinci bölümde, Yekî Bûd ve Yekî Nebûd adlı eserin değerlendirilmesi yapılmıştır. Bu
bölümde, eserde bulunan hikayeler tek tek incelenmiş, yazarın neden böyle bir hikaye kitabı
yazdığı araştırılmıştır. Cemâlzâde’nin toplumsal konulardaki yaklaşımları ortaya konulmuş,
siyasi ve ahlâkî kişiliğinden de bahsedilmiştir. Bu şekilde Cemâlzâde’nin aldığı eğitimden
psikolojik yapısına kadar birçok konuya değinilerek çeşitli çıkarımlar da yapılmıştır.
Üçüncü bölümde, yazarın dünyaca meşhur olan Yekî Bûd ve Yekî Nebûd adlı hikaye
kitabı Farsçadan Türkçeye tercüme edilmiştir. Bu kitabın bazı hikayeleri birçok dile çevrilmiş
olmakla birlikte muhtemelen hikayelerin dilinin zor ve deyimlerle dolu olmasından
hikayelerin bazıları başka dillere tercüme edilmemiştir. Bu çalışmayla, bu eserin tüm
hikayeleriyle tam olarak çevrildiği tek dil Türkçe olmaktadır. Bunun da modern Türk
edebiyatı açısından önemli bir kazanç olduğu düşünülebilir.
Yazarın yaşadığı dönemde İran’ın sosyal ve siyasi durumunu anlayıp irdelemek için
önemli bir hikaye kitabının araştırılıp incelenmesiyle, bu konuda araştırma yapacak ilim
insanlarına yardımcı olunacağı ümit edilmektedir.
88
KAYNAKÇA
CEMÂLZÂDE, Muhammed Ali, Yekî Bûd ve Yekî Nebûd, (yayına hazırlayan: Ali Dehbâşî)
Kitabhane-i Milli-yi İran, Tahran, 1379 hş./2000.
FENNİBAY, Aslı, “Modern İran Öyküsünün Kurucusu Muhammed Ali Cemâlzâde, Hayatı,
Eserler ve Edebî Üslubu”, Doğu Edebiyatı (Kültür, Sanat ve Edebiyat Dergisi), S.1.,
İlkbahar-Yaz, İstanbul, 2007.
HÂKEMÎ, İsmail, Edebiyat-ı Muasır-ı İran, Enteşârât-ı Esâtîr, Tahran, 1386 hş./2007.
İSTİ’LÂMÎ, Muhammed, Modern İran Edebiyatına Giriş, (çev: Mehmet Kanar), Çantay,
İstanbul, 1999.
KANAR, Mehmet, Çağdaş İran Edebiyatının Doğuşu ve Gelişmesi, Say Yayınları, İstanbul,
1999.
MÎR ÂBİDÎNİ, Hasan, İran Öykü ve Romanının Yüzyılı, C.I, (çev: Derya Örs), Nüsha
Yayınları, Ankara, 2002.
89
MU’ÎN, Muhammed, Ferheng-i Farsi, Tahran, 1375 hş./1996.
SAÂDET, İsmail, Dânişnâme-i Zebân ve Edebî Fârsî, C.II., İntişârât-ı Ferhengistân-i Zebân
ve Edebî Fârsî, Tahran, 1386 hş./2007.
SEBÛR, Dâryûş, Ferheng-i İran ve Nivisendegan-i Muasır-ı İran, Tahran, 1387 hş./2008.
YÂHAKKÎ, Muhammed Câfer, Çûn Sebûyi Teşne (Târîh-i Edebiyat-ı Muâsır-ı Fârsî), Nil,
Tahran, 1374 hş./1995.
YÂSEMÎ, Reşîd, Edebiyat-ı Muasır, İntişârât-ı İbn Sînâ, Tahran, 1352 hş./1973.
YUSÛFİ, Gulam Huseyin, “Dîdâr-i Bâ Ehli Kalem”, İntişarat-ı Danişgah-ı Meşhed, Meşhed,
1357 hş./1978.
90
İNDEKS
Bu İndeks Cemâlzâde’nin Yekî Bûd ve Yekî Nebûd adlı eserinde geçen özel isim, yer ve eser
adlarını kapsamaktadır. Hikayelerde geçen hayali karakterlerin isimleri buraya dahil
edilmemiştir.
91
Morier ......................................................40 Şemordi El-Cuşen ................................... 57
Nain .........................................................62 Şeyh Hasan ............................................. 50
Ramazan .................... 47, 48, 49, 50, 51, 76 Şiraz ........................................................ 80
Reşt .............................................. 45, 46, 51 Şirin................................................... 62, 68
Rus .................40, 63, 64, 65, 66, 67, 68, 69 Tahran ........... 39, 43, 45, 57, 70, 77, 79, 80
Rüstem ...............................................54, 77 Tolstoy .................................................... 40
Sa’dî ........................................................41 Tuyeserkani ............................................. 65
Saheb-i Zülfükar ......................................64 Türk ......................................................... 53
Samire......................................................77 Türkmen Savaşı ...................................... 40
Selmas .....................................................51 V.Hugo .................................................... 42
Sengiviç Sengiviç ....................................40 Victor Hugo ............................................ 50
Sengleç ....................................................45 Yahudi ............................................... 65, 77
Seyyid Ali ................................................41 Yeni Asır gazetesi ................................... 43
Seyyid Muhammed Ali Cemâlzâde.........44 Yezd .................................................. 64, 67
Sinan İbn Enes .........................................57 Zadıl Mead .............................................. 70
Şah Ahmet ...............................................63 Ziyâretname ............................................ 58
Şemiran....................................................53 Zülcevşen ................................................ 74
92
ÇALIŞMAMIZA ESAS OLAN YEKÎ BÛD VE YEKÎ NEBÛD ADLI ESERİN
TAM METNİ
93