You are on page 1of 14

HOCA: ÖZLEM KARA 2022 Merve Tunaboylu

TUR121 YAZ OKULU VİZE DERS NOTLARI

7 Temmuz 2022: 1. Ders

Konular; dillerin felsefesi, dil-düşünce ilişkisi, dil-kültür ilişkisi, anadilde eğitim, yabancı dilde eğitim, çeviri
sorunları, dil uygarlık bağıntısı, toplumun zihniyet yapısı, düşünce yolları ve kodlarımız, dillerin insana
yüklediği zaman ve mekan algısı, gerçeklik duygusu, dehaların durumu, bilinç akışı, bilinç ve kültür
arasındaki ilişki, kavramların sınıflandırması (var-yok, hayal-gerçek), karar yorum soru ve cevaplara
götüren düşünce yollarında düşülen düz mantık tuzakları, paradigma kayması nedir?, insanda bilişsel
sistem nedir? Bilinç yansımalarını toplumsal üretime nasıl kullanıyoruz? Türkçenin diğer dillerle benzeşen
ve ayrılan yönleri… Bunlardan bahsedeceğiz. Bu günkü temel konumuz dil-düşünce ilişkisi. Dil-düşünce
ilişkisiyle ilgili sorular yazacağım ve bunlar sınav sorularınız:

1) Dil edinimi nedir, dil öğrenimi nedir?


2) Dil-matematik-müzik bağıntısı hakkında bilgi veriniz?
Birbirlerini var ediyorlar ve birbirlerinin sağlamasını yapıyorlar, soyutlama yapıyorlar (Bunu son
ders sınavdan bahsederken dedi)
3) Otistik düşünce nedir?
4) Eminim demekle kesinlikle öyle demek arasındaki zihinsel fark nedir?

Dil-Düşünce İlişkisi

Dil ile ilgili köklü bilimsel çalışmalar, arkeolojinin gelişmesiyle gerçekleşti. Arkeologlar tarihi çağlara ait
tabletleri buldu. Bu metinlerin okunması gerekiyordu. Bu metinlerde yazılan tarih hiç de beklediğimiz gibi
değildi. İnsanlığın bilinç geçmişi hiç de tasarımladığımız gibi değildi. Bugün, dedenizin hayal bile etmediği
gündelik bir hayat gerçekliğiniz varsa bu, bilinçte dev bir sıçrama olmuş demektir. Bu sıçramayı dil ve
matematik köprüleri gerçekleştirdi. Matematiği sembollerle öğreniriz. Dil de bir sembolik yapılanmadır. Dil
ve matematik kendini gerçekleyen, kendi sağlamasını yapan, soyut örgütlenmelerdir. İnsan zihnine tüm
veriler dünyadan gelir. Dünyadan insan bilincine doğru, insan bilincinden de dünyaya doğru işleyen çift
yönlü bir otoban vardır. Gerçeklik algısını işte bu otobanın tam ortasında, dönüş yolculuğunun orta
noktasında kazanırız. Bu bize gerçekliğin kendisini değil, duygusunu verir ve toplumsal ara gerçeklik
dünyamızın sınırlarını dilimiz belirler. Ne kadar fazla şifre bilirsek o kadar geniş bir hakimiyet alanımız olur,
ufkumuz genişler. Karar verme, yorum yapma gibi bilişsel becerilerimizi daha etkin kullanır duruma geliriz.
Bunları başaramıyor olmamız, bilinç dünyamızın çok sınırlı olduğu anlamına gelmektedir. Bu da bizi
edilgen, pasif kılar. Sanki her şey rüyada olup bitiyor gibi, olup bitenlerin farkına varamayız, aleyhimize
giden bir olayın farkına varıp müdahale edemeyiz, kendimizi koruyamayız ve savunamayız. Eğer bu bilinç
yolculuğunu çok az gerçekleştiriyorsak, bir türlü kavrayış gerçekleşemez ve hayatımızın kontrolünü bir
türlü elimize alamayız. Böyle karanlık bir zihinsel durumla o önyargının kuyularında debelenip dururuz.
Ama eğer bu bilinç yolculuğu sürekli kendisini tekrarlarsa, zihin dünyamıza sürekli yeni kavramlar,
farkındalıklar, şifreler, formüller yüklersek yavaş yavaş alanımız büyür.

Tüm bilimler dünyadan insan zihnine giden yolu kullanır (tıp, fizik, mimari, hukuk vs.). Yalnızca iki alan
insandan dünyaya doğru gider: dil ve matematik. Etrafa baktığımızda rakamları, harfleri, ekleri, kökleri,
şifreleri görüyor muyuz? Hayır görmüyoruz. Bunları insan zihni hayat üzerinde kontrol sağlayabilmek için
oluşturdu (dil ve matematik sistemlerini). Dil müzik ve matematik bağıntısına baktığımızda birbirlerinin
örgütlenmelerini tamamlayan ve birbirlerini var eden sistemler olduğunu görürüz. Mesela dilin
matematiği vardır ve ona gramer deriz. Ör. basit + basit = birleşiktir. Kök sözcük + yapım eki = türemiş
sözcüktür. Bu tam bir matematiktir. Dilin matematiği vardır, matematiğin evrensel bir dili vardır, müziğin
matematiği vardır ve ona beste deriz, müziğin dili vardır, dilin müziği vardır... Yani her üçü de birbirinin
sistemlerini örgütleyen, varlıklarının oluşmasını sağlayan ve böylece insan zihninin hayat ürerinde soyut
bir kontrol sağlamasını sağlayan sistemlerdir.
Otistik Düşünce

İnsan dünyada daha güvenlikli, daha konforlu, gündelik problemlerini daha çabuk çözme ulaştırıcı bir
hayat tarzı ister. Ancak bunun için insan zihninin dünyanın yapısına uyumlu olması gerekir. İnsan bilinci
dünyanın yapısına baktığında dünyanın yapısının somut, sınırlı ve düzenli olduğunu gördü. Sonra bilinç
kendine baktı: ‘Ben ise tam tersiyim; soyut, sınırsız ve düzensiz.’ Bilinç dedi ki ‘Ben sana bu hayat üzerinde
çok daha konforlu bir hayat getirebilirim çünkü zihin ve hafıza gibi bir potansiyelim var. Hafızamda bizi
kararlara, yorumlara, sorulara ve cevaplara götürecek otoban yolları açabilirim ama bunun için dünyadaki
somut veriler ile işlem yapamam (koku, ağırlık, renkler, hareketler vs.). Bunlarla işlem yapmaya kalkarsam
otistik düşüncede kalırım ve bu çok hantal ve ilkel bir düşünce tarzıdır.’ Otistik düşünce bir tür zihinsel
resim çizmedir. İnsan dışındaki tüm canlılar otistik düşüncededir. Yalnızca insan sembolik düşüncededir.
Bir toplumun ilkel kalmasının sebebi dilinin gelişmemesidir. Çünkü dil gelişmezse düşünce gelişmez.
Yorumlama, kontrol etme, farklı seçenekleri değerlendirme yeteneklerini kullanamayıp otistik düşüncede
kalırlar. Oysaki insan zihni sembolik düşünen bir yapıya sahip. Bu konuda algılarımızın güdümündeyiz.
İnsan algıları yüzde yüz güvenilir değildir çünkü mantığımızın üzerinde mantık bariyerlerimizi yıkan çok
güçlü bir yapılanma vardır: egomuz ve duygularımız. Bunlar sürekli zihnimize hile yaparlar. Ör: egomuz
kendisini acıdan ve üzüntüden korumak için yaşanmış olayları ‘hayır böyle bir şey hiç yaşanmadı’ diye silip
atabilir ya da hiç yaşanmamış şeyleri kurgulayıp ‘evet yaşandı, gerçekleşti’ diye inandırabilir zihnimizi. İşte
bu yüzden insanlar mantıklı düşünür ama mantıksız davranırlar. Çünkü zihnimiz üzerinde mantık
bariyerlerini yıkan bir güç vardır ve bu nedenle algılarımız güvenilmezdir. Zaten iş algılamaya ve otistik
düşünceye kalsaydı, diğer canlılar bu konuda bizden çok daha yetenekliydi. Mesela bir kuşun görme
gücünün yanında neredeyse kör sayılırız. Köpeklerin aldığı kokuların çoğunu alamıyoruz. Yani çok net, çok
keskin algılara sahip değiliz. Eğer algıyla iş yapacak olursak çok hantal ve ilkel kalır ve yeterli potansiyelde
işlem yapamayız. Gerçeklik alanımız küçük olur. Böyle ilkel diller vardır; sözcüklerle resim çizme, zihinsel
olarak imajı canlandırma yaparlar. Bu dillerde zaman kipi yok, mekân bilgisi yok, fiillerde etken-edilgenlik
yok. Olmayınca, zihin için her şey bulanık, var ile yok arası görünüyor. Bu da o toplumun gelişmesini
etkiliyor. İlkel dil taşıdığı için zihinler de ilkel kalmıştır ve ilkel zihnin üretimi de zayıf olmuştur.

Bilinç diyor ki benim bu otobanı açabilmem için iki koşul gerekli:

1) Veriler bana somut değil soyut olarak; kavram olarak gelmelidirler.


2) Ölçülebilir olmalıdırlar.

Nesneler üzerindeki kavramlaştırmayı dil örgütlenmesi gerçekleştirmiştir, nesneler üzerindeki


ölçeklendirmeyi ise matematik gerçekleştirmiştir. İşte biz bunu yaptık, dünyayı zihnimizin istediği modele
soktuk çünkü insan bilinci ancak o şekilde veriyi alıp kontrol edebilir. Buna ayna teorisi denir. Şimdi bir
soru: Gerçek nedir? Elimde tuttuğum kâğıt gerçek midir? Zamansal düzlemde algıladığımız ve bildiğimiz
her şey ama her şey yokluk-varlık kategorisine girecektir ve insana ait tek bir gerçeklik durumu vardır:
Ölümlü olmak. Bu bir kabulleniştir. Bilinçte ortak olarak gerçek kabul etmek zorunda olduğumuz tek bir
durum var; ölümlü olmak. Geriye kalan her şey spesifik ve belirsizdir. Bu nedenle elimde tuttuğum kâğıt
gerçek değildir. Biz de gerçek değiliz. Biz şu anki zaman dilimi için yansıma varlıklarız. Gerçeklik yanılsama
üzerine çalışır ve gerçeği biz biçimlendiririz. Bu nedenle temel bir gerçeklikten söz edemeyiz. O yüzden
“Gerçekten mi?” demek yanlıştır. “Bu doğru mu?” dememiz gerekirdi.

Bir soru: kendinizi aynada bizzat kristalize, en yoğunluklu halinizle hiç algıladınız mı? Ya da dünyadaki
herhangi bir şeyi insan zihni dünyada olduğu saf haliyle alabiliyor mu? Hayır, kesinlikle alamaz. Zihnimize
uygun hale getirip öyle alıyoruz. İşte bu uygulamayı yapan dil ve matematiktir. Kimyasal bir deney gibi bir
maddeyi dönüştürüyoruz. Somutu soyuta dönüştürtüyoruz. O şekilde alıyoruz. Zihnimizin çalışma prensibi
budur. Zihin ayna prensibiyle çalışır. Dil de kültür ürünü olduğu için kültür aynasının yansımalarını alıyoruz
ve orada yansıyanlara gerçek diyoruz. Fakat kültür bize olan biten her şeyi yansıtmaz. O toplumda
kendisine tehdit olarak görülen durumlar yaşanmaktadır ve ona şifre vermez. Bir isimlendirme faaliyetinde
bulunmaz. Bu sayede bu durumlar insan zihnine giriş yapamaz ve yok kabul edilir. Dünyada kalır ve insan
zihnine o yolculuğu yapamaz çünkü pasaportu (ismi) yok. Sizin isimleriniz de sizin soyutlamalarınızdır. Sizin
olmadığınız zaman ve mekânlarda sizi imaj olarak temsil eder. Sistemde iki karşılıklı ayna vardır.
Biri kültür aynasıdır. Her dil, kültür aynasına o insan grubunun bulunduğu coğrafya ve o toplumun tarihsel
bilincine ve inanç modellerine göre dünyanın sadece kısıtlı bir bölgesini, belirli bir kesitinin saf halini
yansıtır. Diğer ayna ise insan zihnidir ve bu kesitler kültür aynasından da insan zihnine yansır. Bu iki
aynanın arasında gerçekleşen verilere gerçek denir. Yani bu iki ayna arasında kalan ara boşluğa ‘toplumsal
gerçeklik alanı’ denir. Hiçbir kültür dünyanın bütününü insan zihnine yansıtamaz. Dil de bir kültür ürünü
olduğu için kültürün sınırları ile dünyamızın sınırları çizilmiştir. Toplumsal gerçeklik alanında ne kadar şifre
varsa yani ne kadar soyutlama yaptıysak hayat kontrolümüz o kadar yükselir. Bu da bizi daha güvenli ve
konforlu bir yaşama kavuşturur. Tabi bu iş bin yıllar aldı ve uygarlıklar böyle kuruldu.

Algılama
Dünya: İnsan bilinci:
Somut Soyut
sınırlı ve Dil-Mat. sınırsız ve
düzenli köprüsü düzensiz

Gerçeklik Alanı
Kültür Aynası Zihin Aynası

Bahsettiğim otoban bu iki ayna arasındadır. Dünyadan somut sınırlı veriler bu otobana girdiğinde dil ve
matematik köprüsünden geçiyorlar ve geçerken ağırlıklarını, kokularını, renklerini kaybediyorlar ve tam
ortada kavram haline gelip soyut oluyorlar. Bir şifre kazanıyorlar ve bu şifreyle kendilerinin olmadığı tüm
zaman ve mekanlarda kendilerini var etme yetisi kazanıyorlar. Dünyanın fiziksel yükünden kurtuluyorlar.
Mesela nesli tükenmiş hayvanların isimleri hala kavramsal olarak o gerçeklik alanında yaşamaya devam
ediyorlar çünkü kavramlar ölümsüzdür. Uygarlığı da bu kurdu çünkü bu bir süreklilik getirdi.

Gerçeklik Alanı Nedir?

Önce algılarımızla veriyi yakalıyoruz. Daha sonra onu bilinç otobanında geri yolculuğa gönderip otobanın
tam orta noktasındaki dil-matematik köprüsünden geçiriyoruz. O fiziksel yükünden kurtulup kavram haline
gelirken bir de ölçeklendirmesi de eklendiği anda toplumsal gerçeklik alanına işliyor. Gerçekliğin kendisini
değil, o durum hakkında gerçeklik algısını kazanıyoruz. Kullandığımız dilin tüm şifre ve kavramları bu
alanda yer alır. Kültürler, durumları gerçeklerken yani kavramları şifrelerken (o bilinç yolculuğuna
oturturken) belirli bir dayanak noktasına ihtiyaç duyar. Bu dayanak noktası zaman ya da mekandır. Bazı
kültürler zaman, bazıları mekân duygusuna göre şekillendirir her şeyi. Bu yüzden yabancı dil öğrenmek
demek yeni bir harita öğrenmek, yeni düşünce yolları keşfetmek demektir. O güne kadar hiç farkına
varmadığımız durumların farkına varmamızı sağlar. Yani yeni bir gerçeklik alanı edinmiş oluruz. Temelde
gerçek diye bir şey yoktur fakat düşüncemizi temellendirebilmemiz için onun bize verdiği duyguya
ihtiyacımız var (gerçeklik duygusu).

Dil kültür ürünü olduğu için kültürün yakaladığı veriler insan zihnine yansır. Yakalayamadıklarını
yansıtamaz. Bir de kasıtlı olarak yakalamadıkları vardır. Kültür kendisine tehdit olarak algıladığı bir
durumla karşılaştığında onu gerçeklik alanına almak istemez. Onu aynasına yansıtmaz. Yani ona şifre,
isimlendirme, ölçeklendirme vermez ki, dil-matematik köprüsünden geçemesin. Öylece dünyada kalır.
Gerçeklik alanına giremediği için de insan zihinlerinin o durum üzerinde düşünme ve müdahale etme şansı
olmaz. O durum insan zihni için var-yok, hayal-gerçek 4 kategorisinden yok kategorisinde kalır (kavramın 4
kategorisi). Kültür onu yok sayar.

Bazen kültür şoku yaşarız. Farklı bir kültüre girdiğimizde rahat hareket edemeyiz. Nasıl oturup nasıl selam
verileceğini bilmeyiz. Çünkü oradaki gerçeklik alanını tanımıyoruzdur. Her toplumun farklı bir gerçeklik
alanı vardır. Öyleyse ortak anadilde olanlar birbirlerine yabancı dil öğretemez. Paradigma kayması
yaşarlar. Yeni bir dil öğrenmek yeni bir düşünce haritası öğrenmek gibidir. O dilin gerçeklik alanında, o
kültürde yaşayarak öğrenilmelidir çünkü aksi halde anadil kodumuz baskın gelir, öğrenmeye sekte koyar.
Bilime göre bir dili öğrenmiş olmanın kriteri rüyaları o dilde görmek ve temel matematik işlemlerini o dille
yapabilmektir çünkü o zaman bilinçten bilinçaltına doğru inmiş, bilinçaltında derinleşmiş demektir. Yeni dil
sonsuza kadar korunacak değildir, öğrenilen bilgilerin unutulma riski her zaman vardır. Edinilen bilgiler ise
öyle değildir. Anadil de edinilen bir veridir. Yani hiçbir niyet ve çaba göstermeden kendiliğinden
yakaladığımız verilerdendir. Yeni dil öğrenirken kendi gerçeklik alanımızdan bir tünel oluşturuyoruz ve o
tünelden geçip yeni bir gerçeklik alanına giriyoruz (adeta paralel bir evrene geçmek gibi). Bu da ön
yargılarımızın kırılması ve zihin hapishanemizin açılması anlamına gelir. Buraya kadar dil kültür ilişkisine
değindik.

Paradigma Kayması Nedir?

Paradigma koddur, yapılanmadır. Otobanın çizildiği düşünme rotalarıdır. Yabancı dille yazılmış bir metini
okurken kendi kodumuzla düşünürsek yanlış otobanda olduğumuz için hata yaparız. Bizi yanlış çıkarımlara
götürür. Buna düz mantık tuzağı denir ve düz mantıkla elde ettiğimiz veriler bize çok mantıklı ve akılcı
veriler gibi gelir. Bu nedenle ortak anadildekiler birbirine yabancı dil öğretirse bu onları paradigma
kaymasına götürür. Ör Arapça raks-ı küre ifadesinden kendi düşünce yolumuzla deprem çıkarımına
varmamız çok zordur. Bunu bir metinde okuyup dünyanın dönüşü olduğunu düşünürsek paradigma
kayması yaşamış oluruz. Bizim düşünce kodlarımız mekân bilgisine dayanır. Bu tamlama ise zaman
bilgisiyle oluşmuş bir tamlamadır.

4) Eminim Demek ile Kesinlikle Öyle Demek Arasındaki Zihinsel Fark Nedir?

Emin olmak subjektif bir bakış açısıdır. “Bu durum, benim kanaatimce ve benim yaşamımda kendini
gerçekledi ve ben eminim” demektir. “Eminim” onaylı bir bilgi değildir ve kaynağını kişiden alır. “Kesinlikle
öyle” dediğinizde o, evren tarafından onaylıdır ve her durum ve şartta kişiye bağlı olmaksızın kendisini
gerçekler. Tüm o gerçeklik alanında yaşayan herkes için geçerlidir. Ancak bir durum için “kesinlikle öyle”
demek için evrenden, bilimden onaylı bir bilgiye sahip olmanız gerekir. Genelde insanımız bir durumu
gerçeklerken “eminim”i yoğun kullanır. Bunun nedeni, gerekli bilgiye sahip olmamasıdır. Bu bilgi kırıntısını
bir şekilde yaşamında deneyimlemiştir fakat bu herkes için geçerli olacak bir bilgi değildir. Başka insanlar
“eminim” ile gelen bilgiye dayanarak işlem yaptığında hayal kırıklığına uğrar. Çünkü her durumda ve her
kişi için geçerli olacak diye bir garantisi yoktur ve risklidir. Ancak bu “eminim” o kadar yaygın hale geldi ki,
kavramın anlamında bir kayma oldu. İnsanlar “eminim” ile gelen verilere gerçek muamelesi yapmaya
başladı. “Eminim”, “kesinlikle öyle”nin alanına girdi ama bu hayal kırıklıklarını gidermedi. Çünkü
değiştirmemiz gereken cümle değildi, zihniyetimizdi. Kafayı evrenden onaylı bilgi ile doldurmalısın ki
güvenle, hayal kırıklığına uğramadan ilerleyebilesin. Bunun için kafanın zenginleştirilmesi gerekir ancak
bunu yapmıyoruz. Tembellik yapıyoruz ve başkasının deneyimini kendimize örnek alıp uygulamaya
geçiriyoruz. Hayal kırıklığı ve başarısızlık sonsuz bir döngüye giriyor. Kimse hedeflerine ulaşamamasının
sorumlusu olarak kendini görmüyor, “Çünkü ben doğru düşünmedim ve kendimi geliştirmedim.” demiyor.
Toplumsal okuma oranı %1 olursa, toplumun gerçeklik alanı küçük olur. Toplumsal olarak hiçbir alanı
kontrol edemezsiniz, ne hukuku ne eğitimi ne trafiği ne sosyal hayatı ne insan ilişkilerini ne geleneği ne de
yönetimi. Hepsi kontrolden çıkar. Toplumda gruplar arasında çatışmalar başlar. İnsanımız zihniyetini
değiştirmeyi tercih etmiyor. Günde 7 saat TV izliyor fakat bu kişinin gerçeklik alanını genişletmiyor. Bu
alanı genişleten metinlerdir. Metin bir beyinsel örgütlenmedir, yazarın beynini temsil eder. Okuma ve
yazmayla ilgilenmememizin kültürel sebepleri var. Okuma ve yazmayla tarihin hiçbir döneminde pek
ilgilenmedik. Sadece konuşmaya yatırım yaptık. Hala da öyle.
22 Temmuz 22: 2. Ders

DİLLERİN DÜŞÜNSEL SINIFLAMASI

Kavramsal sınıflamadır.
Çin<
Doğu kolu Batı kolu
Orta Asya: Türkçe<
Batı dilleri, Doğu<
dilleri; İbranice,
Sanskritçe

MEKÂN MERKEZLİ VE ZAMAN MERKEZLİ DÜŞÜNME KOŞULLANMASI

➢ Mekân Duygusu

Zihnin Düşünsel Soyutlama İşleminin Basamakları:

1) Olay/olgu: Doğadaki durumları olayları hareketleri yakalıyor


2) Gözlem (Algılama): Gözlemliyor, tadına bakıyor, sesini duyuyor, tartıyor.
3) Adlaştırma (Kodlama): Dil matematik köprüsünden geçiyorlar; kavramlaştırma= insan bilincine taşıma:
artık bir ismi var sembolik düşünce için kullanılabilir. İlkel diller bu aşamada takılır çünkü zaman kipi
kullanmıyorlar.
4) Kavramlaştırma (İmaj): Zihnimizde imaj olarak canlanabiliyor ve hafıza kaydımıza alınabiliyorlar. At
deyince herkesin aklında ortak bir canlı beliriyor.
5) A. Genelleme: mekâna dayanma > içselleştirme > yargı
B. Sınıflama: zamana dayanma > yargı

Kavramlaştırmaya kadar tüm insan zihinleri ortak işlem yapıyor(ilkel-yetkin). Bundan sonra kültür
müdahalesi geliyor.

Kültür belirli bir kesiti belirli açıda insan zihnine yansıtır. Bu sınırı belirleyen toplumun; coğrafya, tarihsel
deneyim ve inanç modelidir. Düşünsel kodun oluşturulması için itici bir güç olarak bir dayanak noktasına
ihtiyaç vardır hayat bize 2 dayanak vermiştir zaman ve mekân bilgisi. Bazı kültürler mekân bilgisini
kullanırlar bu da ifade ediş biçimine yansır. Her şeyi mesafe ve boyut olarak düşünce sistemlerine sokarlar,
genelleme yaparlar ve yargı ortaya çıkar. Mekân dayanağını kullanıp genelleme yapan insanlar iki gruba
ayrılır; bir grup mekân bilgisine oturur genelleme yapar yargı oluşur ve burada keser. Diğer grup
genelleme yaptıktan sonra bir zihinsel işlev daha yaparlar: içselleştirme yaparlar. Yargı ondan sonra çıkar.
Genellemeden sonra aslında yargı ortaya çıkar ama İçselleştirme aslında yargıyı muayenedir yani yargının
sorumluluğunu üstlenmedir, yargının ağırlık merkezini tespittir. Zaman bilgisini kullanarak sınıflama
yapanlar: Kavramları sınıflandırırlar ve sonra yargı ortaya çıkar.
Genelleme Sınıflama yapan
yapan zihin zihin

Kavramlar; özgür, şeffaf, bağımsız, Kavramlar sımsıkı kilitlenmiş hücrelere (sınıflara)


hareket halindedir. Dinamik hapsedilir ve yalın halleriyle kalırlar. Sınıflar
anlamlandırma esası vardır. kavramları nitelendirir. Statik anlamlandırma
Türkçe vardır. Latin, Sanskrit kaynaklı diller: Almanca
sınıflamada en detaylandırılmış dildir.

Dinamik anlamlandırmada hayat esnek, rastlantısallığa açık ve daha toleranslı bırakılmıştır çünkü düşünsel
sistemin ağırlık merkezi insandır. Sınıflama yapan dillerde ise ağırlık merkezi nesnedir ve yüzyıllar içinde
kavramlaştırmada isimlerin sayısı çok yükselmiştir çünkü hayatı isimlerle doldurma, hayatı aşırı kontrol ve
asla rastlantısal bilgiye izin vermeme gibi bir durum ortaya çıkmıştır. Dinamik anlamlandıran diller ile statik
anlamlandıran dillerin ağırlık merkezlerinin farklı olması gramatikal yapılarını etkilemiştir. Ör Türkçe de
özneyi gösteren birçok sözcük vardır, lokomotif olan özne o kadar güçlenmiştir ki cümlenin ilk ögesidir. Bu
tip düşünen zihinler özneli düşünme alışkanlığı kazanmıştır. Bu nedenle öznesiz cümleler havada kalmışlık
hissi yaratır halbuki bir eksiklik yoktur.

Türkçede bozulmak fiili; hava bozuldu, araba bozuldu, moralimiz bozuldu, yemek bozuldu…somutta
soyutta takılıda takısızda öznede nesnede her durumda aynı sözcüğü kullandığımız için artık tek başına
onu tanıyamıyoruz. Cümlede görmemiz lazım. Halbuki Almancada bu durumlar için farklı sözcükler
kullanıyor. Araba bozulduğunda somut fiiller hücresinden bir sözcük kullanıyor, morali bozulduğunda
soyut fiiller hücresinden bir sözcük kullanıyor. Anlam değiştikçe sözcüğü değiştiriyor. Biz ise
değiştirmiyoruz çünkü dinamik anlamlandırma yapıyoruz. Genelleme yapıyoruz ve bütünleştirme,
toparlama, kısaltma eğilimi vardır mekân merkezli dillerde. Sınıflama yapan dillerde ise parçalama eğilimi
vardır. Bizde cümleler kısa ve derli topludur. Bu düşünsel soyutlama yöntemlerinin hepsi doğru ve
geçerlidir. Sadece oluşturulma yöntemleri farklıdır.

Bir sözcük grubunu insan zihninin yargı olarak kabul etmesi için 3 şartı sağlaması gerekir:

1. Varlık meselesini çözmüş olmalı (yani dil matematik köprüsünü geçmiş olmalı).
2. Zaman taşımalı.
3. Eylem taşımalı.

Almancada dünyada sınıflamada en ileri düzeydedir çünkü kavramlar çok detaylandırılmıştır. Batı
düşüncesinin çıkış noktası eylemin kendisidir. Doğu düşüncesinin çıkış noktası ise eylemin türüdür. Ya da
nesnenin kendisi değil türüdür. Köpeğin kendisi değil sarı renkte olmasıdır. Batı düşüncesinde ise sarı
köpeği kavramlaştıran bir ayrı bir sözcük vardır. Almanca, “Ben dişimde acılara sahibim” diyerek zamanı,
varlığı ve eylemi parçalamış. Türkçe ise “dişim ağrıyor” diyerek birleştirmiş. İşte genelleme budur. Bana ait
olan diş yerine dişim diyerek genellemiş oluyoruz, varlık meselesini çözmüş oluyor, küt diye dil-matematik
köprüsünden geçiyor. Ağrıyor derken de zaman ve eylemi birleştirmiş oluruz. Yani genelleme yapan diller
kriterleri birleştirir, sınıflama yapan diller parçalarlar çünkü doğu kültürünün düşünce tarzı eylemin türüne
yöneliktir batı kültüründe eylemin kendisine yöneliktir.
İçselleştirme nedir?

Doğu kültürü tüm sorumluluğu insana verir. Özne merkezlidir. Öznesiz düşünmeye alışkın bir yapılanları
yoktur. Yargının tüm sorumluluğunu ve kaynağını insan olarak gösterir. Dünyada olup biten her şey insan
merkezlidir. Bunu gramere yansıması ise iyelik ekleridir. “Acıktım." dediğinde acıkmanın kaynağı,
oluşmasının nedeni insan olarak gösteriliyor. Fransızcada ise “Acıkma var.” diye ifade ediliyor. Bu cümle
anlam olarak sadece durum bildiriyor. Bu cümlede merkez insan değil nesnedir. “Acıktım.” dediğimde “Bu
durumun kaynağı ve yaratıcısı benim.” demiş oluruz ve yargımızı sahipleniriz. İşte bu içselleştirmedir. Batı
dilleri ise nesne merkezli olduğu için “Dışarıdan, nesneden bir etkiye maruz kaldım ve bende bu durum
oluştu.” demiş olur. Yani içselleştirmiyor ve yargının sorumluluğunu almıyor. Çünkü onlarda içselleştirme
aşaması yok.

Edilgen fiilleri içselleştiremediğimiz için kullanmıyoruz. Kırıldı, çalındı, döküldü… Kim, nasıl? Sorumluluk
belirsiz kalıyor. Özneli düşünmeye alıştığımız için edilgen cümleleri içselleştiremiyoruz. Bu da bizde eksiklik
duygusu uyandırıyor. Halbuki eksik bir cümle değil. Bu da tarih boyunca kullanım oranlarını düşürmüştür.
Aslında bu da soyutlamada bir basamaktır ve soyutlamada ne kadar ileri gidersek gerçeklik duygusu o
kadar artar.

Dünyayı kültür gözlüğün görebildiği mesafe ile görebiliyoruz. Kültür zayıfsa dünyayı iyi yansıtamıyorsa ya
da açısı yanlışsa ilkel dillerdeki gibi, o zaman mitolojik dönemde kalıyor zihin, insan zihnine yansıyanlar çok
farklı yorumlanıyor. Örn Hindistan’da yakın zamanda bir kıtlık oldu, bunu çözmek için iki kurbağayı
evlendirdiler çünkü kültürel yapı mitoloji dönemini tamamlayamamış o dönemin buhusunda kalmıştır.
Bunun sosyal nedenleri var: kalabalık, inanç sistemlerinin aşırı baskısı vb.

Mesela biz eşyaları işlevlerinin dışında kullanıyoruz çünkü yoksunluk pratik zekamızı geliştirmiş.
Almanya’daki gündelik yaşama bakın ve eşyaların kullanışına bakın. Rastlantısallıktan hoşlanılmaz; geç
kalmak, işi yetiştirememek, bahaneler... Bu da verimi yüksek ve disiplinli bir toplumsal yapı getirdi. Ev
düzenleri de hukuk sistemleri de öyle. Bizim rastlantısal, toleranslı ve yoruma açık düşünme biçimimiz ise
daha kaotik fakat insana karşı daha toleranslı bir yapılanma getirdi.

Dünyanın en iyi mühendislerinin almanlar olmasının bu sınıflandırmada ileri gitmesi ile alakası var. Çünkü
mesleğin yapısı da dilin yapısıyla örtüşür: detay, hesap, sınıflama, ayrımlamaya dayalı bir meslek olduğu
için mesleğin doktrinlerini daha hızlı kavrarlar. Yorum yoktur, net ve kesin bilgi vardır.

Uyarı levhalarından bahsediyor hoca. Almancadakinde hitap var, gerekçe var (çünkü o kafa sorgular.)
“Sürücüler,burası ambulans park yeri olduğu için bu alana park edilmez, şuraya park ediniz.” gibi… Bizde
ise hitap ve gerekçe yok çünkü açıklama beklemeyiz, Dur! Geç! şeklinde genele hitap eder yani geneller.

İlkel Diller ve Otistik Düşünce

İlkel dillerde böyle ayrımlar yoktur. Zaman kipi, içselleştirme, mekân duygusu, zaman duygusu yoktur. O
yüzden de gerçeklik algısı oluşmuyor bu insanlarda ve mitolojiye dalıp kurbağaları evlendiriyorlar. Bu
insanların ilkel olmasının sebebi dillerinin ilkel olması, dil-mat köprüsünde bir türlü kavramsal geçişi
gerçekleştirememesidir.

Bir Kızılderili cümlesi: adam, o, bir canlı, ayakta, isteyerek, bir ok atarak, tavşanı, canlı, oturmuş, bir, o
tavşanı öldürdü.

Zihnimiz bir fotoğraf görüyor, resim çiziyor, sembolik bir cümlenin anlam açılımını yapamıyor. Adam ve
tavşan kavram olamadığı için zihniniz resim çizdi ve otistik düşüncede kaldı. Otistik düşünce sözcüklerle
resim çizer. Bu bir av sahnesi. Cümlenin çözümlemesi:

• Bir adam düşün


• Canlı bir adam düşün
• Ayakta bir adam düşün
• İstekli bir adam düşün
• Elinde ok olan bir adam düşün
• Bir tavşan düşün
• Canlı bir tavşan düşün
• Oturmuş bir tavşan düşün
• Tavşanı düşün
• Öldürdü.

İnsan zihnine soyut halde giriş yapamadıkları için hep dünyada fiziksel varlıkları ile kalıyorlar ve resim
olarak canlandırılıyorlar. Çünkü kip yok, mekân duygusu yok, zaman duygusu yok, gramer kuralları eksik.
Biz bu cümleyi adam okla bir tavşan vurdu şeklinde söyleriz çünkü yüzyıllar içerisinde kültür adam
sözcüğünün de ve tavşan sözcüğünün de ok sözcüğünün de içini doldurduğu için adam dediğimiz anda
adamın formu, ağırlığı, rengi… hemen imaja girebiliyor, hemen kavramlaştırmaya girebiliyor. Bu sembolik
bir cümledir. Kızılderili’ninki ise bir resimdir ve otistik düşüncenin ürünüdür. Bu dille felsefe, matematik,
hukuk, eğitim, çevre bilgisi vs. aktaramazsınız nesillerinize. Bu dille bir yasa bir sistem oluşturulamaz. Bu
nedenle bu toplumlar ilkel kaldı. Aşamalarda kodlama (adlandırma)’ya kadar gelinmiş, adam ve tavşan
adlandırılmıştır fakat kavramlaştırılamamıştır çünkü köprüyü geçememiştir. Kavram olacak ki mekân ya da
zaman bilgisine oturup üzerine sınıflama veya genelleme yapıp yetkin, soyut düşünceye ulaşsın. Sembolik
düşünceyi değil otistik düşünceyi kullanan halkalara İlkel halklar denir. Otistik düşünce mitolojinin işine
yarar fakat doğa üzerinde hakimiyet kurmamızda mitoloji başarısız olmuştur çünkü çok fantastiktir. Bilim
başarılı olmuştur fakat ilkel dille bilim yapılamaz.

Tanrı da bir kavramdır. Hatta zihinsel kategorilerde gerçeklik durumunda değildir, mutlak gerçeklik
durumunda olması için tüm insan zihinlerinin kabullenmesi gerekir ama öyle olmadığı için varlık ya da
yokluk durumunda kalır. Zihinlere göre var yok kategorisindedir ve zihne göre değişir.

➢ Zaman Duygusu

Zaman en soyut kavram oldu için toplumların zamana bakışı ve zaman algısı farklı olmuştur. Modern
olmayan toplumlarla modern toplumlar arasındaki en temel fark zaman zaman duygusudur. Orta çağa
kadar zaman algısı doğanın işleyişiyle kazanılıyordu. Yani güneşin doğması batması gibi doğa olayları
gözlemlenerek oluşuyordu. Zaman yavaş algılandığı için hayatın işleyişi yavaşlıyordu. İnsan zamanın
üzerinde kontrol sahibi değildi. Mekân duygusu ise sadece insan gözünün algılayabildiği kadardı ve
merkezinde kendi bedenimiz vardı ve insan dünyanın içindeydi. Rönesansa kadar zaman ve mekân
birbirine karışmış olgulardı. Rönesans zamanı ve mekânı ayırdı. Bu insan zihni için büyük bir devrimdi.
Coğrafi keşifler, haritacılık, geometri, perspektif gelişti. İnsan ilk kez haritacılıkla kendini dünyadan
soyutladı ve dünyaya dünyanın içinden değil tepeden baktı ve büyük resmi gördü. İlk kez zaman ve mekân
kontrolü rönesansta insanın eline geçti. Daha sonra zaman, bölümlendirilerek daha kullanışlı ve kontrol
edilebilir hale getirildi. Bugünkü ekonomik sistemde insanlar çalıştıkları zamana göre ücretlendiriliyor.
Modern dünyada gündelik yaşamda zaman, her şeyin temelini oluşturdu. Bu algıda bir devrim
gerçekleştirip orta çağdan bir kopuş yaşanmasına neden oldu. Mekân, zamana göre daha somut ve
kavranması daha kolaydı. Zaman ise tıpkı dil ve matematik gibi soyuttu. Bu kopuştan sonra insanlar bu
soyut yapıyı bilinçlerinde haritalandırdılar ve toplumsal zaman algıları oluştu ve bugüne de olduğu şekilde
geldi. Örn. batıda zaman doğrusal şekilde, doğuda ise döngüseldir (çekim olarak). Bu haritadan (şekilden)
gramerler etkilendi ve zaman kipleri oluştu. Yani zamanı kavramlaştırmayı kipler ile sağladık.
Geçmiş
(Yukarı Çin zaman algısı: dikey doğru
hafta) olarak algılar. Yüzü geçmişe
dönüktür. Geçmişten ders
Gelecek Şimdi (An) Geçmiş çıkarır. Geleneklere bağlıdır.
Şimdi Yazısı da dikeydir.
Batıda zaman algısı: doğrusal, yüzü
geleceğe dönük. “Şimdi”. Yarın
Gelecek
yokmuşçasına anı değerlendirir. Tam bir (Aşağı
girişimcidir. (Amerikan, İsveç, Alman) hafta)

Orta Doğu: spiral


Japon zaman algısı:
şeklinde algılar.
silindiriktir. Ne
“Katlanan zaman”.
geçmişe ne
Zaman yavaş akar.
geleceğe arkasını
Döngüseldir; “gün de
döner. Zamanı en
tekrar ediyor ay da…
iyi yöneten
Ölüyoruz yeniden
toplumdur. Çok
doğuyoruz.” Döngüler
fazla para
kendini tekrar eder.
biriktirirler. Eşyaya
Geçmişten ders
değer vermezler.
almaz. Erteleme
Minimalisttirler.
hastalığı vardır.

Türk zaman algısı (Orta Asya): Geniş bir daire,


bunun gramerdeki adı “geniş zaman”. Zamanı çok
Geniş Zaman parçalı, bereketli ve geniş bir oyun alanı gibi
algılarız (tıpkı geniş bozkırlar gibi). Tüm zamanları
yan yollarla geniş zamana bağlarız. Bu nedenle
zamanı sonsuz gibi algılar, savurgan ve hoyratça
harcarız. İşleri erteler son ana bırakırız. Zaman
Gelecek Şimdiki Zaman Geçmiş yönetimi kötüdür. Çünkü zamanı mekanlara
sıkıştırdık, zamanı mekânsal ölçtük. Zamanın
biteceği bilgisini kültür aynamız bize vermez.
Yaşlanınca anlar, hayal kırıklığına uğrarız. Hiçbir
dilde olmayan spesifik kiplerimiz vardır. “Koş-
acak-mışım”
28 Temmuz 22: 3. Ders

SÖZCÜK KODLARIMIZ VE OLUŞTURMA ŞEKLİMİZ

Karşıt Anlamlar Sistemi

Sözcükler göstergelerdir. Dillerde sözcüklerin oluşma yöntemler farklıdır. Türkçede sözcükler zıtları ile var
olurlar. Sözcükler bal peteği şeklindedir çünkü çok anlamlı olduğu için çok yan duvarı vardır. Bu da bizim
paradigmamızı oluşturur. Paradigmamız petek şeklindedir. Bir sözcük öğrenince tüm örgütü ile öğreniriz.
Sözcükleri ne kadar ne olduklarıyla değil, ne kadar ne olmadıklarıyla anlamlandırırız. Sözcük netliğini ve
yoğunluğunu zıttından kazanır. Zıttına ne kadar zıtsa anlamı o kadar netleşir. Bir sözcüğün örgütlenme
sistemine girebilmesi için bir zıt anlamı olması yeterlidir yani tek duvarla katılabilir. Daha sonradan bu
duvarlar artar yani farklı zıt anlamlar edinir. Bu sistem insanın nörolojik davranış biçiminden oluşmuştur:
aslında seçmiyoruz; eleme yapıyoruz. Yani seçmediklerimizi eliyoruz. Elimizde kalan seçimimiz oluyor. Her
seçim bir vazgeçiştir. Bu eleme zıtları oluşturuyor. Bu mantık sözcük sistemimizde de aynen var. Bir tek
inmek fiilini öğrendiğinizde bu yan duvarlarını da öğrenmiş oluyorsunuz. Ve bu inmeyi var eden şişmek de
yanına sönmeyi alıyor, o da yerini sağlamlaştırmak için yanına yan duvar olarak yanmayı alıyor. Böylece
birbirine yapışık bir dizilim oluşuyor. Bu dizilim bizim paradigmamızı oluşturur. Bu çok verimli bir
yöntemdir çünkü elimizi bir üzüme uzattığımızda bir salkım üzüm geliyor.
Sözcük örgütlenmemiz (paradigmamız) negatif anlamlandırma sistemine dayanır. Bir kavram ne olduğuyla
değil ne kadar ne olmadığıyla anlam kazanır. Zıttı ne kadar fazlaysa hafıza plakasında o kadar güçlüdür.
Zaman içinde bunlar birbiriyle örgütlenerek, dizilerek bir bal peteği biçimini alır. Bütün kavramların bir
dizilim halinde birbirine yapışık şekilde birbirini var ettiği soyut bir örgütlenme sistemidir bu. Buna karşıt
anlamlar sistematiği diyoruz. Bizim paradigmamızı oluşturan sistem budur. Seçilmeyenler seçilenin
anlamını var ederler, onlar da kendi seçilmeyenleri ile duvarlarını oluşturarak kendi kendilerini var ederler.
Yani Türkçede kavramların isimlendirilmesi hangi teknikle yapılıyor sorusunun cevabı: zıtların birliği
esasına göre yapılıyor. Varlığı en çok var eden yokluktur. Yani ondan en uzak anlamda olan, en şiddetli bir
temel duvar var, işte o duvarın olması sözcük plakasına girmesi için yeterli. Sadece ikili birliklerle de bu
plakaya dahil olabilirler. Zaman içinde kültür yeni kavramlarla tanıştıkça yeni zıtları getirir ve diğer yan
duvarları oluşturur.

İnmek kelimesi hangi duvarıyla plakaya girmiştir? İnmeyi en çok var eden çıkmaktır. Diğerleri sonradan
katılmıştır plakaya.

Bir Hafızanın Sözcük Edinme Yöntemi Nedir?

Bu şifreler (sözcükler), ya konuşma ya dinleme ya da okuma dilinden gelir. Toplumumuz genelde dinleme
eylemi ile yeni sözcükler edinir. Eğer biri o kavramı yanlış ifade ediyorsa siz de yanlış ifadeyi doğru olarak
alıyorsunuz. Bu da paradigma kayması yaşatır. Kavramların en doğru örgütlenmiş biçimleri metinlerdir.
Çok az zıt bilen birisi çok az sözcükle idame eder ve kavramlar birbirinin içine girmeye başlarlar. Bu, kişide
kafa karışıklığını yaratıyor. Sık sık mantık hataları yapmamıza neden olur. Konuşma dili ile yaptığımız
sınıflandırmalar genelde yanlış oluyor ve kafamızı bulandırıyor. Bu nedenle okuyarak dünyamızın ufku
genişletiriz.

Bu plakada bir de asalak sözcükler var. Dil biliminde buna ara sözcükler deniyor. Bunların herhangi bir zıttı
yani duvarı yani yuvası yok. Bu, oturmuş fiillerin duvarlarına tutunup onlardan beslenirler fakat bu geçiş
sözcükleri toplumsal uzlaşmada işe yaramazlar çünkü net bilgi veremezler. Hastanın durumu nasıl? + İyi
değil. Bu cevabın anlamı bulanıktır. Çünkü ‘iyi değil’in zıt anlamı yoktur, kötünün duvarına tutunmuş
ondan beslenir. Halbuki iyi veya kötü desek net bir cevap olacaktı. Bunlar paradigmaya uymuyor çünkü bir
zıtları yok. Bu ara sözleri toplumda çok kullanıyoruz çünkü kafalar net değil, çünkü insanlar yeterince şifre
bilmiyor, gerçeklik alanları çok küçük. 5000 sözcükle gündelik hayatı geçirmeye çalışıyorlar. Toplumdaki bu
belirsizliğin, karanlığın, şiddetin temel nedeni zihinlerimizin de öyle olmasıdır. Bu durumda beyin var
olabilmek için sembolik düşünceyi bırakır çünkü sembolik düşünebileceği kodlar yok. O zaman içgüdüsel
yaşama moduna geçer. Bu modda yaşayanların kafasının yansıması hâkim hale gelirse şiddet, çatışma ve
suç oranları yükselir. Çünkü bu çok temel bir hayatta kalma güdüsüdür, hukuki yolları bilmez bile, bunun
yerine şiddete başvurur, tehdit eder. Bunun adına da cehalet denir.

Zaman kodumuz: Dairesel

Düşünsel kodumuz: Genelleme + içselleştirme

Sözcük kodumuz: Petek şeklinde, zıtların birliği esası var, buna da negatif anlamlandırma esası deniyor.

Doğu Batı

Türkçe: Sorumluluk > Soru kökü İngilizce: Responsibility > Response kökü
Arapça: Mesuliyet > Sual kökü Fransızca: La Responsanbilite
Fince: Vastov > Vas (soru) kökü İspanyolca: Responsabilidad

Çok farklı coğrafyalardan gelen kültürlerdeki diller binlerce kavramdan aynı örgütü nokta atışı ile
kullanıyor. Bu kolektif bilinçtir, buna da evrensel bilinç denir.
29 Temmuz 22: 4. Ders (Vizeden önceki son ders)

TÜRKÇENİN YAYILMA ALANLARI LEHÇELERİ VE ŞİVELERİ

Dünyada şu an yaşayan diller arasında en yoğunluklu bölüm şivelerdir. İngilizce de bir şivedir. Şiveler
yazıdan sonraki dönemde oluşmuştur, gramerleri ortaktır, ses ve anlamda farklılık gösterirler. Yani aynı
kök dilden gelen insanların farklı tarihi maceralara ve coğrafyalara girmeleriyle oluşur.

Anadilden şiveler doğmuştur. Şiveler, bilinen sosyal olaylar neticesinde dilden ses ve anlam (sözcükleri
isimlendirme) bakımından ayrılan kollardır ancak grameri ortaktır yani paradigma ortaklığı vardır. Şive
sözcüğü yanlış kullanılıyor. Karadeniz ve ege şivesi değil ağızdır, bölgesel ses farkları ağızdır.

Türkçenin iki lehçesi vardır. Rusya topraklarında bulunur. Lehçe, çok farklı bir yapılanmadır ve artık diller
yeni lehçe çıkartamıyor. Lehçe doğumunun zor olma nedeni gramerinin de farklı olmasıdır. Bu yüzden
lehçeler ayrı bir dil statüsündedir. Lehçeler yazıdan önceki dönemde bilinmeyen bir nedenle anadilden
gramer, ses ve anlam farklılıkları ile ayrılan kollardır. Sadece kavramlar, sesler ve alfabetik sistem
değişmez; gramerleri, paradigmaları ve düşünsel kodları da değişir. Bu kod değişince de yabancı bir dil
konumuna gelirler. Artık lehçe çıkması için ciddi bir toplumsal parçalanma gerekir, bu artık
gerçekleşmiyor.
Türk halkının tarihsel geçmişi çok hareketli olduğu için, çok coğrafyada bulunduğumuz için Türkçe şive
konusunda çok doğum yapmıştır. Şivenin oluşum nedeni göçlerdir. Batıya ilerledikçe kuzeyde halklar
öbekleşti: Özbek, Kıpçak, Tatar, Gagavuz gibi öbekler kuzey şivesini oluşturdu. Batıya ilerleyen Azeri ve
Oğuzlardan Anadolu’ya giren Oğuzlar Anadolu şivesini oluşturdu. Türkçenin Orta Asya’dan batıya uzanan
bir yay şeklinde, 300 milyon insanın anadil olarak kullandığı bir yapılanması vardır. Tüm bu şive ve lehçeler
içinde en fazla gelişim gösteren Anadolu şivesi olmuştur. Çünkü siyasal birliğini en erken kuran Anadolu
Türkleri oldu. Diğer şiveler ile arasında neredeyse 1000 yıl vardır. Anadolu’da 3 kıtadan beslenen Anadolu
lehçesi eksiklerini hızla kazandı. Bugün İstanbul ağzının yazı dili olarak esas alındığı Anadolu Türkçesi şivesi
ortaya çıktı. Sadece iki ağızımız ortalama 70 yıllık süreçte şiveleşme yoluna girdi: Trakya ve Kıbrıs. Bu iki
ağızda cümleyi kısaltma toparlama genelleme yatkınlığı yoktur, aksine genişletme ve dağıtma eğilimi
vardır. Kıbrıs: İngiliz, Türk ve Rum kültürü çatıştı: Gramer Türkçedir, sesler Rumcadır, kavram dünyası
İngilizcedir.

Dünyada en yaygın anadil kökdil İspanyolcadır. Türkçe ise 5. sıradadır.

Dil>Lehçe>Şive>Ağız

Günümüz Türkçesinin Sorunları:

a) Dilin birikimini çok geç derli toplu bir literatür haline getirdik (modern Türkçe döneminde). Yalnız
gramere hiç dokunmadığımız için bu dil 3000 yıldır ayakta kaldı. Taban (altyapı) aynı kaldı. Üst yapı
ise sürekli değişti. Dede Korkut’un kullandığı düşünsel paradigma bugünkü ile hala aynıdır.
b) Türkçenin sosyal problemleri var. Eğitim dilinin İngilizce olması, İngiliz sesleriyle Türkçe
konuşmamız ve cümlelerin içine çok yabancı dil katılması (plaza ağzı), yabancı dil öğrenme yaşının
çok düşürülmesi... (Dil ve Ekin makalesinde bu konu detaylı anlatılıyor.)
c) Bir sosyal sorun daha var: konuşma dili çok ilerledi (son 40 yılın sonucu) yazı dili geri kaldı.
Konuşma dili çok işlevsel. Toplum çok konuşuyor ama yazmıyor. Yazı dili geri planda kaldı. Yazılan
ve konuşulan dil artık aynı değil. Konuşma dilindeki zenginlik ve detayı yazı dilinde
yakalayamıyoruz.
d) Türkçenin bir gramer sorunu var: sondan eklemeli bir dil olduğumuz için cümlenin olumsuz olduğu
en son anlaşılıyor, ön eke dilin yapısı izin vermiyor. Verimli değil çünkü anlamı inşa edip son anda
bina yıkılıp tekrar kurulmak zorunda kalıyor. Olumsuzluğu baştan görmemizi sağlamak için yabancı
dillerden olumsuzluk yapan ön ekleri aldık: -na, -bi, -anti gibi.
e) Toplum gündelik konuşmada yani sözünü çok kullanır oldu. Karşıdan geri bildirim zayıf geldiği için
yani diyerek daha detaylı açıklıyoruz. Bu da bir iletişim kazasıdır ve son 30 yılın getirisidir.

Vizeden Önce Son Ders Hocanın Sınav Hakkında Söyledikleri:

Verdiğim makaleden ağırlıklı sorunuz gelecek. Kesinlikle ondan bir soru olacak. Bir tane de aşağıdaki gibi
bir bilgi sorunuz olacak. Bir de bir gramer sorusu veya anlatım bozukluğunu ya da kötü bir çeviriyi
düzeltmenizi isteyebilirim.

1. Günümüz Türkçesinin sorunları hakkında bilgi verin.


2. Dil müzik mat. İlişkisini açıklayın.
3. Dil sınıflamaları hakkında bilgi verin.
4. İnsanda paradigma kayması nedir? (Düşünsel sistemin oturtulamaması ve ulaşılması gereken
noktadan daha uzak bir noktaya düşme ya da boşlukta kalma, hiçbir noktaya erişememe durumu
ortaya çıkar. Özellikle çeviri yaparken bu sorun yoğun yaşanır çünkü kendi koşullanmamız ile diğer
dillere yaklaşınca kayma yaşıyoruz. Zamanda ve mekânda kafa karışıklığı yaşıyoruz çünkü kodlarımız
aynı değil; düşünsel sistemlerimiz aynı yolları vermiyor farklı yollar veriyor ve kullandığımız yollarda
toplumsal bir birikim elde ediyoruz? Olmayan yolların üretimlerini dışarıdan alıyoruz.
5. Dillerde insanlarda zaman ve mekân algısının farklı olmasının nedenleri nelerdir? Sonsuz ve parçalı bir
zaman algımız vardı. Tüm günleri aynı gün olarak yaşıyorduk bu da toplumsal davranış olarak zamanı
çok hoyrat kullanmayı getiriyordu.
6. ?’da sözcük oluşturma yöntemleri nelerdir? Dün anlattım.
7. Lehçeler ve şiveler
8. Dil kodlarının insan zihninin zaman ve mekân algısına etkisini yazınız.
9. Türkçenin diğer dillerden ayrılan ve benzeşen yönleri nelerdir? Ayrışan yönü: kişiselleştirme yapması,
dairesel zaman algısı, her şeyi mekânsal ve mekânda düşünmesidir, duyguları bile mekânsal ifade
ediyoruz ki duygular en soyut kavramlardır. Zamandan sonra duygular gelir insan zihninin
kavrayabileceği.
10. Gerçek kavramını açıklayınız.
11. Türkçe düşünsel sistemin oluşma aşamaları
12. Dil kültür uygarlık bağıntısını açıklayınız. (şeması var: dille düşünce yollarımızı oluşturuyorduk,
düşünce yollarımız kültürel üretimleri sağlıyordu onun üzerine? koyduğumuz zaman uygarlık ürünleri
ortaya çıkıyordu. Tepeden inme uygarlığa gidiş kestirme yok. Toplumun mutlaka bu aşamaları
tamamlaması gerekiyordu.
13. Dil eğitim ilişkisini yorumlayınız (yabancı dilde eğitim/ anadilde eğitim)
14. Dilsel gerçeklik ile zihinsel gerçeklik arasındaki farkı belirtiniz. (Dünyayı hiçbir zaman saf haliyle
alamıyoruz zihnimize. Onu zihnimize uygun hale getirerek alıyorduk. Burada da kültür aynasının
yansımalarına bakıyorduk. Kültür aynası bize hangi yansımayı verdiyse o tarzda bir toplumsal bilinç
oluşturuyorduk.
15. Dilin toplumsal yapılanma üzerindeki etkilerini açıklayın örnekleyin (dün anlattım.) Şarkı sözleri
toplumun bilinç olarak hangi düzeyde olduğunu çok net gösterir. Trafik düzeni bir toplumun iletişim
örgüsünün somut göstergesidir çünkü trafik de bir ilişki biçimidir. Şehir planlamaları, eşyaları kullanış
biçimi. Mesela biz eşyaları işlevlerinin dışında kullanıyoruz çünkü yoksunluk pratik zekamızı geliştirmiş.
Almanya’daki gündelik yaşama bakın; rastlantısallıktan hoşlanılmaz, geç kalmak, işi yetiştirememek,
bahaneler. Bu da verimi yüksek ve disiplinli bit toplumsal yapı getirdi. Ev düzenleri de hukuk sistemleri
de öyle. Bizim rastlantısal toleranslı ve yoruma açık düşünme biçimimiz ise daha kaotik ama insana
karşı daha toleranslı bir yapılanma getirdi. Zihinsel yapı bu şekilde toplumsal hayata toplumsal
davranış kalıplarımıza yansıyor.
16. Türkçenin dünyaya bakış açısı ve toplumsal düzene etkisi hakkında bilgi veriniz: insan ağırlıklıdır. Özne
bağımlısıydı. Hayata tepeden bakan bir gözlemciydi, hayatın içinde değil bir gözlemciydi ve her şeyi
kuş bakışı algılıyordu. Nesnenin değil insanın merkeze alındığı bir felsefesi vardı.

NOT: VİZEDEN SONRA SINAVDA ÇIKACAK BİR KONU İŞLEMEDİ BU NEDENLE NOT BURAYA KADAR.

2022 Yaz Okulu Vize Sorularımız:

1. Dil ve Ekin makalesinde değinilen tüm konuları yazınız (makale hocanın paylaştığı notlarda)
2. Dil-matematik bağıntısını açıklayınız.
3. “Unutmak hatırlamaktır.” cümlesini yorumlayan bir paragraf yazınız.
4. Bu cümledeki zaman kaymasını gösteriniz: Vermont’ta … bir gündü. … oluşuyordu.

Finalden Önce Son Ders Hocanın Sınav Hakkında Söyledikleri:

• Vizede verdiğim sorulara tekrar göz atın


• Bir bilgi sorusu, bir gramer sorusu, bir cümle üzerinde çalışma, ya da bir kompozisyon yazmanızı
isteyebilirim ya da bir şiir verip yorumlamanızı isterim.
Kitap Önerileri:
• Masallar ve Toplumsal Cinsiyet, Çevre Psikolojisi İnsan Mekan İlişkileri, Kanser Koğuşu, Görme
Biçimleri, Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi

2022 Yaz Okulu Final Sınavı Sorularımız: bir kitaptan okuma metni dağıttı ve metindeki tüm fikirleri
incelediğimiz 3 paragraflık bir kompozisyon yazmamızı istedi sadece.

You might also like