You are on page 1of 4

9.

TÜMEL TİKEL KAVRAMLARI BAĞLAMINDA


EPİSTEMOLOJİK YAKLAŞIMLAR
En temel olarak Antik Yunan'da başlayan kavram kargaşasını gördük. Kavram
kargaşası tümel-tikel kavramlar ile ilgiliydi. En az beş yüzyıl kadar tartışılmıştır. Bu
tartışmanın uzantıları günümüzde bir şekilde devam etmektedir.
Bir filozofun muhakkak bir ontolojik görüşü bir de epistemolojisi olmalıdır. Bilgi
açısından baktığımız zaman bir ontolojiden kastımız nedir? Söyle düşünelim: Bir birey varlığı
nasıl bilebilir?

Günümüzün doğa anlayışı ile Antik Yunan‟daki doğa anlayışı farklıdır. 20.yy‟da kapalı
mekanların insanlarıyız. Onun için doğayı bizim dışımızda görürüz, tasavvur ederiz. Antik
Yunan‟daki varlık anlayışı ise farklıdır. Örneğin Aristo‟da varlık tözden oluşmuştur. Ama
şimdi insan müstesna yerde ve doğaya daha farklı bakıyor.

Platon‟un düşüncelerine de bakalım. Platon‟da varlık nasıl var olur? Hatırlayalım. Ona
göre gördüğümüz şeyler yansımalardır. Görünür nesneler gerçek değildirler. Nesneleri gerçek
zannetmemiz zihnimizle alakalıdır. Yani bir şeyi gerçek zannetmemize neden olan zihnimizdir.

Berkeley‟ göre varlıkları bilmemizin nedeni algılarımızdır. Yani algılamadığımız


hiçbir şeyi bilemeyiz. Baktığımız zaman arabaları, evleri, ağaçları görürüz ve algılarız.
Algıladığımız şey vardır. Algılanmış olmak demek var olmak demektir. Algılamadığımız bir
şey var değildir.

Örnek: iki kap alalım ve içine su koyalım. Sular ılık olsun. Ellerimizi bu kapların içine
sokalım ve sıcak diye düşündüğümüz zaman sıcak hissederiz soğuk diye düşündüğümüz zaman
soğuk hissederiz. Yani varlığın olması onu nasıl algıladığımız ile ilgilidir. Doğa kendiliğinden
orada vardır fakat asıl olan onu nasıl algıladığımızdır. Doğanın varoluşu benim onu nasıl
algıladığımla alakalıdır. Bu düşünceye göre varlık zihnimizde bir yerdedir.

Bu iki düşünce örneğine göre sıradan insanların varlık diye algıladığı şeylerin gerçekten
var olup olmadıkları zihne bağlanır.

Hegel‟i düşünecek olursak ona göre varlığın en temeli geisttir. Geist her şeydir. Aynı
zamanda hiçbir şeydir. Her şey kendinden çıktığı için aynı zamanda hiçbir şeydir. Her şey ona
bağlıdır. Ortada geist diye bir şey yoktur fakat masanın geistten çıktığına; bütün doğanın
geistten çıktığına; insanların oradan geldiğine; hukuk sisteminin, devletin, ahlakın ondan
çıktığına ilişkin bir şüphe de yoktur. Dolayısıyla Hegel‟in sistemi, hiç bilmediğimiz
zihnimizdeki bir şeyden her şeyin çıktığı bir sistemdir.
Sıradan insanların somut dünya diye adlandırdıkları dünyanın, hiç bilmediğimiz ama
zihnimizde olabilecek bir şeyden türediğini varsayan düşünce sistemlerine, idealizm deriz.

Söyle düşünüp anlattıklarımızı şekillendirelim: bir şahıs ağaca bakıyor, görüyor,


dokunabiliyor çünkü zihninde bundan önce başka bir ağaç algısı vardı. Sıradan insanların bu
şekilde anlamaları zihin ile alakalıdır. Dışarıdaki dünya yani, zihnimizin dışındaki dünyanın
varlığı zihnimizle alakalıdır. Zihnimiz olmasa dış dünya var değildir.

Bu noktada Berkeley ile ilgili bir örnek verebiliriz: Dağda bir çiçek düşünün. Bu çiçeği
daha önce hiçbir insan algılamamış olsun. Böyle bir çiçeğin varoluşunu hayal edebiliyor
musunuz? Bütün insanların bu konuda hisleri vardır. Hiçbir insan ona dokunmasa bile hisleri
vardır. Hiçbir insan görmese bile dağlarda çiçekler, hayvanlar, bitkiler vardır. Peki, insanlarda
neden böyle hisler var? Eğer algılanmış olmak var olmak ise algılamadığım halde orada bir
çiçeğin olduğunu nereden biliyorum? Varlığın gerçekten var olması için algılanmış olması
lazım. Algılamadığımız bir şeyin var olmasının sebebi birisinin onu algılamış olmasıdır. Birisi
derken bu bir başka insan değildir bu. Bu Tanrı‟dır. Algılayan tanrıdır. O yüzden dağda bir
çiçeğin olduğu hissi bizler de vardır. Bunun için Tanrının varlığından şüphe edemez. Sonuç
itibarıyla dışarıdaki nesnenin, zihnimizin dışındaki nesnenin var oluşu yine zihnimize bağlıdır.
Öncelikli olan bizim zihnimizdir. Birinci olasılık varlıkların var oluşları zihnimize bağlıdır.
Dışarıdaki nesneler vardır çünkü bizim zihnimizde bunlara tekabül eden bir mekanizma var.
Biz olmasak dışarıdaki nesneler olamaz.

İkinci alternatif/olasılık ise; insanın zihninde önsel olarak hiçbir şey yoktur. Dolayısıyla
her bir nesneyi tek tek algılayıp zihnimize koyarız. Gerçekliği zihnimizde kurarız. Dışarıdaki
nesnelerin varoluşu zihnimize bağlı değildir. Biz olsak da olmasak da dışarıdaki nesneler
vardır. Varlık insanın zihnine bağlı olmadığı için varlık her yerde devam eder. Varlığın
varoluşu insanların zihnine bağlı değildir.

Bu iki düşünce iki büyük ekoldür. İnsan ve doğa arasındaki ilişkilerin kurgulanması ile
alakalıdırlar. Bunu ilk defa yirminci yüzyılda yapmıyoruz. İnsanlar ilk defa yirminci yüzyılda
düşünmeye başlamış değil. İlk defa yirminci yüzyılda eğitimi keşfetmediler. Bu konuların tarihi
2500 yıllıktır. 2500 yıldır insanlar düşünüyor, bilgilerini birbirlerini aktarıyor ve düşünceleri
geliştiriyorlar. İnsan ve doğa arasındaki ilişkileri, insanla insan arasındaki ilişkileri, doğanın
ilişkilerine anlamaya çalışıyorlar. Bu tür ilişkileri anlarken ileriye sürdükleri yaklaşımlardır
bunlar.
Daha önce tarihte tümel varlıkların mı tikel varlıkların mı daha önce geldiğine dair
tartışmalar olmuştur. Tümel kavramların zihnimizde olduğunu varsayanlar önceden zihnimizde
algılarının olduğu düşüncesini savunurlar. Onlara göre varlığı biz tümel kavramlar aracılığıyla
biliriz. Bizim algımızdaki şeyler vardır. Varlığın önceden zihnimizde olmadığını düşünenler
ise zihnimizde tikel kavramları tek tek oluşturduğumuzu söyler. Biz olmasak bile varlık vardır.
Bizden bağımsız olarak vardır.

Tümel tikel kavramların epistemolojik görüşüne bakılacak olursa burada Aristoteles‟in


çıkarımlardan yararlanabiliriz. Aristoteles‟in çıkarımı şöyle idi: Bütün insanlar ölümlüdür. Bu
doğru bir çıkarımdır. Bütün insanlar ölümlüdür, bundan şüphemiz yoktur. Hâlbuki bu bilgiye
sahip olabilmemiz için mantıken bütün insanların ölmüş olması gerekir. Bunun mümkün
olmayacağı acıktır. Bütün insanların ölümlü olduğunu biz doğada gözleyemeyeceğimiz halde
bunu biliyorsak bu tek tek bilgilerden oluşmuş bir bilgi olamaz, dolayısıyla tümel bilgidir. Öyle
olmuş olsaydı bütün insanların ölmesi gerekirdi. Ama bir taraftan da bütün insanların ölümlü
olduğuna dair bizim bir bilgimiz vardır. Şüphelendiğimiz bilgi var ki zaten Aristoteles de
çıkarımını bunun üzerine kuruyor. Doğru önerme olması için öncüllerinin de doğru olması
gerekir. Bütün insanların ölümlü olduğu bizim zihnimizdedir. Aristoteles buna „genel kanılar‟
ismini verir. Genel kanılar öyle doğrudur ki kimse bundan şüphe etmez. Hiç kimsenin şüphe
etmediği bir şeyin pratikte hiçbir görünümü yoktur. Nasıl ispat edileceği ile ilgili hiçbir şey
yoktur fakat yine de kimse ondan şüphe etmez. Bu bir genel kanıdır. Genel kanılar zihnimizde
vardır. Pratiğe bakmadan doğru kabul edilir. Eğer varlıkları bu şekliyle kabul edersek birinci
tür epistemoloji yapmış oluruz. Yani bilgiler bizim zihnimizdedir.

Dolayısıyla biz insanlar bilgimizi varlıklar üzerine kurarız. Bilgiler varlıklara dairdir.
Biz varlıklara bakarız ve öyle bilgi elde ederiz. Onun için önce bir ontoloji kurmalı filozoflar
sonra da epistemolojik kuram gelmelidir.

İkinci tür epistemoloji ise tikel olandır. Her bilgiye tek tek bakarız. Biz olmasak bile
varlığın var olduğunu biliriz. İkinci tür epistemolojide gözlem vardır. Çıkarımlarımızı gözlem
üzerinden yaparız. Biz gerçeğin peşindeyiz. Makbul bilgi gidip bakılan bilgidir. Her bir
nesneye, objeye gidip bakarız.

Şöyle diyelim: Birinci şahıs gitti ağaçlara baktı yeşil dedi. İkinci şahıs gitti baktı o da
yeşil dedi. Ama inanmayan biri olursa gidip bakabilir. Kontrol edilebilir. Tek tek kontrol
ettiğimiz aktiviteye gözlem deriz. Doğayı gözleyebilmemiz için varsayımlardan hareket ederiz.
Bu varsayımla gider doğaya bakarız. Herkes bakabilir. Bu bilgi her şeye açıktır. Çünkü
varsayımımız varlığın bizim dışımızda olduğudur ve biz bunu kontrol edebiliriz. Zihnimizden
bağımsız varsaymazsak inceleme imkanımız da olmaz. Herkes inceleyebilir nihayetinde kanaat
getiririz.
“Bütün insanlar ölümlüdür” derken bunu inceleyemeyiz orada bütün insanları
öldürmemiz gerekir. Ama „şu ana kadar yaptığımız gözlemlerde bütün insanlar öldü‟
diyebiliriz.
İkinci tür epistemolojide nesnel bilgi vardır. Objektiftir, süjesinden bağımsızdır.
Kontrol etme imkânımız vardır.

Modern bilgi dediğimiz bilgi bu varsayımdan hareket edilerek elde edinilen bilgidir.
Burada objektif bilgilerin üretilme süreci vardır. Böyle bir yöntem anlayışına bir ad bulmak
istesek bu pozitivizm olacaktır. Pozitivizmin temellerindeki varsayım budur. Hiçbir şey
kendiliğinden ortaya çıkmaz. Bugünkü pozitivist anlayış çok eskilere dayanır. Bilgiler kuşaktan
kuşağa aktarılarak gelmektedir. Böylece kurallar oluşur. Birçok araştırmacı bu sürece katkıda
bulunmaktadır. Bugünkü pozitivizmin üstünde 2500 senelik bir olgunlaşma süreci vardır.
Müthiş bir efor vardır. Antik Yunan tartışmaları günümüze kadar gelmiştir. Kolay bir süreç
değildir bu. Çok zor bir süreçtir. İnsanların düşüncesini değiştirmek kadar zor bir şey yoktur
hayatta. En zoru budur. Yüzyıllar alıyor.

A. Comte gelişen ve 19. yy.da gittikçe taraftar bulan pozitivist düşünceyi sosyoloji adı
vererek kurdukları yeni araştırma alanına taşıyan kişidir. Pozitivizm Comte ile doğmuş
değildir. Çok eskidir. Comte zamanında zaten vardı.

Doğa kompleks değildir. Onu kompleks hale getiren bizleriz, insanlardır. Biz bakarız
ve anlamadığımız zaman onu kompleks sayarız. Pozitivst anlayış geliştikçe doğa da daha basit
hale gelmektedir.

Biz genelde objektif bilgileri makbul sayıyoruz bu yüzyılda. Çünkü bu tür bilgiler
asırlardır gelişiyor.

Birinci tür epistemolojiye anti-pozitivist anlayış denir. Bu anlayışın sosyal bilimlere


yansımaları vardır.

İkinci tür epistemolojiye pozitivizm denir. Günümüz bilimlerine sosyal ya da doğa


bilimlerine hakim olan anlayış pozitivizmdir.

You might also like