You are on page 1of 31

BİLGİNİN OLANAĞI, KAYNAĞI

SORUNU
DOĞRULUK KURAMLARI
Bilginin Olanağı

1.Dogmatikler: Evet, bilgi olanaklıdır der. İnsandan bağımsız bir gerçeklik olduğundan ve bunun
bilinebileceğinden hiç kuşku duymazlar. Sadece bu doğru bilginin nereden geldiği konusunda (duyu,
akıl, deney, sezgi, yarar, vahiy) farklılık gösterirler.

2.Kuşkucular: Hayır bilgi olanaklı değildir. Bilen ve bilinen arasında uyuşum yoktur. Doğru herkes
için geçerli ve aynı olamaz derler. Nesnel ve objektif bilgi yoktur.

Kimisi her tür bilginin olanaksız olduğunu söylerken, bazıları kesin doğruluk taşıyan bilgi
olanaksızdır der.

Kuşkuculuğa götüren nedenler: Duyumların yanıltması, bilimsel bilginin tarihsel değişimi, toplumsal ve
bireysel görelik, varlığın değişim halinde olması, yöntem farklılıkları.
Kuşkuculuk çeşitleri:

1.Bir tavır olarak kuşkuculuk (Sokrates), şüpheye, eleştiriye ve hoşgörüye yer veren bir felsefi tavırdır. Eleştirici
ve sorgulayıcı düşünme ancak varolan üzerine şüphe duyulmasıyla başlar. Sokrates sofistlerin kuşkuculuğunu eleştiren
bir kuşkucu tavra sahipti. “Bildiğim tek bir şey var, o da hiçbir şey bilmediğimdir” cümlesinde bir alay ve eleştiri
gizlidir. Her felsefeci kendinden öncekileri eleştirmekle başlamalı ki bu, şüphe ve kuşku ile birlikte işleyen bir
süreçtir.

2.Yöntem olarak kuşkuculuk (Gazali ve Descartes), kuşkuyu doğru, güvenilir ve kesin bilgiye ulaşmakta bir araç
olarak kullanır. Kesin ve güvenilir bir bilgi elde edilir edilmez kuşkudan kurtulmalıdır.

Gazali, önce duyu bilgisinin (akıl çürütebilir) sonra da akıl bilgisinin (şüphe edebildiğimize göre kesin değildir)
güvenilmez olduğunu ileri sürer. Şüpheden kurtulmanın yolunu Tanrı’nın insan kalbine bağışladığı ışık’ta bulur. Ona
göre bu ışıkla insan Hakikatin bilgisine ulaşabilir. Aklın iki yönü vardır. İlki felsefe ve bilim yapan yönü, diğeri
inancın temelini oluşturan kalp veya aklın iç yönüdür. İşte bu aklın iç yönü ya da kalp verecektir kesin bilgiyi. Yani
duyu ve akıl görünüşlerin bilgisini verirken; kalp sezgi ve ilhamla varlığın iç bilgisini verir.
Descartes: Kuşkuculuğa karşı bilginin olanağını ortaya koyan bir görüş, on yedinci yüzyılda
yaşamış Rene Descartes’ın görüşüdür. Descartes da duyularımızın yanıltıcılığından yola çıkar.
Duyularımız bizi sık sık yanıltır. Örneğin, su içerisindeki kaşık kırık görünür, dörtgen bir kule
uzaktan bize yuvarlak gelir. Üstelik uyurken düş görürüz ve düşümüzde birtakım işler yaparız; hatta
düş sırasında düşümüzü gerçek sanırız.

Ama Descartes’a göre yanılmanın tek sorumlusu yalnızca duyular değildir. Anlık, anlama yetisi
de yanıltır bizi. Örneğin, matematikte de hata yaparız, en büyük matematikçilerin yapıtlarında bile
hata bulunur. O zaman kuşkulu olmayan, kesin, sarsılmaz hiçbir bilgimiz olmadığını mı kabul
edeceğiz?
Descartes’a göre yanılmanın olması yanılan bir “ben”in varlığına işaret eder: “Yanılıyorum
demek ki varım.” Kuşku duya duya, kuşku duyamayacağım bir yere gelirim. Kuşkulanmakta
olduğumdan kuşku duyamam. Kuşku duymak düşünmektir. Böylece Descartes, ünlü “Cogito
ergo sum” önermesine, bütün öteki hakikatleri, Tanrı’nın varlığına ilişkin önerme ile dış
dünyanın gerçekliğine ilişkin önermeyi kendisinden türetebileceği, ilk, yalın, açık ve seçik
hakikate ulaşır: “Düşünüyorum, demek ki varım.” Düşünüyor olmam varolduğumdan, düşünen
bir “ben”in olduğundan emin olmamı sağlamaktadır. Çünkü varolmasaydım düşünemezdim.

Böylece Descartes, doğrudan doğruya ulaştığı, doğruluğundan apaçık bir biçimde emin olduğu
en azından bir önerme olduğunu göstererek, kuşkuculuğun hiçbir şey bilinemez yollu temel
kanısını çürütmüş olur. Bilmek olanaklıdır.
Eskiçağ’da önemli bir yeri olan kuşkuculuk, öznenin kendi içine kapalı olduğunu, nesneyle ilişki
kuramadığını, kursa bile bunu gösteremediğini, başkasına aktaramadığını, dolayısıyla, bilginin
bir kuruntudan başka bir şey olmadığını ileri sürerek, bilginin, doğru bilginin, öznelerarası
bilginin olanağını yadsıyordu. Bu görüşün karşısındaki idealizm ise bilginin olanağını ortaya
koyar, onun sorunlarını çözmeye girişir.

Descartes doğruluğundan kesinlikle emin olacağı ilk hakikate “Düşünüyorum, demek ki varım”
önermesine ulaşasıya, o zamana dek bilinen her şeyden kuşku duyar. Ancak Descartes’in
kuşkuculuğu bilginin olanağını ortaya koymaya çalışan yöntemli bir kuşkuculuktur. Kuşkuculuk,
Descartes’in dile getirdiği dört yöntem kuralından ilkidir ve dogmacılığa yöneltilmiştir.
3.Deney-dışı bilgiye ait kuşkuculuk: Locke, bilginin kaynağı deneydir, deney dışı her tür bilgiden
kuşku duyabiliriz. Hume bilginin kaynağını deneyden gelen izlenim ve ideler olarak görür.
Nedensellik ilkesinin a priori, önsel, akılsal bir bilgi olmadığını, bu anlamda genel-geçer ve zorunlu
olmadığını ancak yalnızca bir alışkanlık olduğunu söyler.

4.Eleştirel kuşkuculuk: Kant, eleştirel kuşkuculuğu ile aklın neyi bilip neyi bilemeyeceğini
araştırır. Duyarlığın formları, anlama yetisinin kategorileri ile biliriz. Yani şeyleri duyarlığımızın
yeterliği ölçüsünde, bize verilen kadarı ile biliriz ki bu görünüşlerdir (fenomen). Şeylerin bize
verilmeyen bir de kendinde şeyleri (numen) vardır ki bunlar bilme yetimizin ötesindedir,
dolayısıyla bilemeyiz.
5.Aşırı kuşkucular: Sofistler (Gorgias, Protagoras) ve septikler (Pyrrhon)

Eskiçağ’da Yunan filozofu Gorgias üç sav ileri sürmüştür: İlki “Hiçbir şey yoktur”; ikincisi
“Bir şey olsaydı bile onu bilemezdik”; üçüncüsü, “Bir şey olsaydı ve bilinebilseydi, biz onu
başkasına aktaramazdık”. Gorgias’ın bu savlarından oluşan görüşe, felsefe tarihinde
“kuşkuculuk” adı verilir. Buradaki kuşku bilginin olanağı karşısında duyulan kuşkudur ve
bilmeyi olanaksız sayar. Bu tutumun temelinde duyulara dayalı bilginin yanıltıcılığı
bulunmaktadır.

Eskiçağ’ın en ünlü Sofistlerinden biri olan Protagoras da “İnsan her şeyin ölçüsüdür;
varolanların varolmasının ve varolmayanların varolmamasının ölçüsü” derken bu kuşkuyu
dile getiriyor, bilginin göreli olduğunu ileri sürüyordu.
Yine bir kuşkucu olan Pyrron ise “Bilginin bize mutluluğu sağlayamayacağını, çünkü birbirinin karşıtı olan iki
savın aynı kesinlikle doğrulanabileceğini, bundan ötürü yapılacak en iyi şeyin her şeyden kuşku duymak ve
yargıdan kaçınmak (epokhe) olduğunu” söylüyordu.

Bu tavrı benimseyenler için sonuç, önce “apatheia” (“yargıyı askıya alma tavrının bir sonucu” olarak ortaya çıkan
ve “hiçbir şeye değer vermemeyle”, “her şeye karşı kayıtsız kalmayla” belirlenen “kayıtsızlık”) ve sonra da
“ataraxia” (sükûnet ve ruh dinginliği-sarsılmazlık) olacaktır.”

Ama “Her şeyden kuşku duymak gerekir” önermesinin kendisinden de kuşku duyulabilir ve kuşkucuların
sayılan savlarıyla tutarlı kalınacaksa, bu önermeyi nasıl bildiğimiz de sorulabilir. O zaman kuşkucu “Her şeyden
kuşku duymak gerekir” önermesinin, doğruluğundan kuşku duyulmayacak tek önerme olduğunu söylemek
zorundadır. Bu da Gorgias’ın “Bir şey olsaydı bile onu bilemezdik” biçimindeki ikinci savını çürütür. Demek ki
bilginin olanaklılığından kuşku duymak çıkmaza götürmektedir. Kuşkuculuğa karşı çıkanlar onu böyle
eleştirmişlerdir.
Bilginin Kaynağı (Akıl, Deney, Hem Akıl hem Deney, Sezgi)

“Bilginin kaynağı nedir?” sorusu, bilgi felsefesi tarihinin ana sorunlarından biri olmuştur. Bilginin kaynağını,
sınırlarını belirlemek, böylece inançlarımızın, kanılarımızın temellerini ortaya koymak bilgi felsefesinin
uğraşı alanı içerisindedir.

Bilgi felsefesi tarihinde duyu bilgisi ile akıl bilgisi ayrımı ilk kez Eskiçağ’da yapılmıştır, Parmenides ile
Herakleitos görünüşün, değişenlerin, duyuların bilgisinin yerine, hakiki bilgiyi, aklın bilgisini,
değişmeyenin bilgisini temele koymuşlardır.

Herakleitos’a göre “Her şey akar”; değişmeyen hiçbir şey yoktur ve gerçek olan yalnızca oluştur: “Aynı
ırmağa iki kez girilemez.” Irmak aynı ırmak değildir, artık başka sular akmaktadır. Bu demektir ki değişen şey
hakkında doğru bilgi edinmek olanaksızdır. Duyular değişen şeylere tanıklık ettiğinden, doğru bilgi
değişendeki değişmeyeni, değişmenin yasasını, logos’u bilmeyi sağlayan akılla elde edilir.

Parmenides ise çokluk diye bir şeyin olmadığını, duyuların bize “bir”i “çok” gösterdiğini, çokluğun
ardındaki birliği ancak akılla kavrayabileceğimizi söylüyordu. Felsefe tarihinde bilginin kaynağına ilişkin
tartışmaları belirleyecek olan da, işte bu “duyu bilgisi – akıl bilgisi” ikiliğidir.
Bu ikilik, bilginin oluşumunda özneden gelen öğeler ile nesneden gelen öğelerin hangisine öncelik verileceği
sorunuyla birlikte ortaya çıkar. Duyular her zaman tek tek şeylerin, gelip geçici, değişen şeylerin bilgisini
verir bize; bu yüzden de yanıltıcıdır. Oysa akıl, duyu dünyasının bu gelip geçiciliğini, değişkenliğini aşar;
çeşitlilikteki birliği, değişenlerdeki değişmeyeni görür.

Bilgi felsefesi tarihinde bilginin kaynağı üzerindeki tartışmalar bu ikiliğin oluşturduğu çerçeve içerisinde sürüp
gider. Örneğin Platon “görülenlerin bilgisi” ve “düşünülenlerin bilgisi” diye iki çeşit bilgiden söz eder.
Görülenlerin bilgisi, Platon’a göre, tasarımlar ve kanılardır; bunlar tasarım ve inanç yoluyla bilinirler;
duyular iş başındadır. Platon bunlara genel olarak “sanı” (doksa) der. Düşünülenlerin bilgisi ise
varsayımların ve ideaların bilgisidir; bunlar sırasıyla tanıtlayıcı düşünme ve düşünceyle görme (noesis)
yoluyla bilinirler. Varsayımların bilgisi tek tek bilimlerin bilgisi, ideaların bilgisi felsefi bilgidir (episteme).
Görülenlerin bilgisi duyulara dayandığı, değişen şeylere ilişkin olduğu için kesin olmayan, yanıltıcı bilgidir; zaten
belirtildiği gibi burada tasarım ve inanç yoluyla bilme söz konusudur. Düşünülenlerin bilgisi ise kesin bilgidir.
İnsan felsefi bilgiye, asıl, kesin bilgiye düşünerek, kendi içine bakarak ulaşabilir.
Akılcılık

Duyu bilgisi – akıl bilgisi ikiliği bütün bir Ortaçağ boyunca sürer ve Rönesans’tan sonra bilginin her şeyden önce
bilen öznenin kendisine ilişkin bilincini gerektirdiği düşünülür. Descartes’ın daha önce sözünü ettiğimiz “Cogito
ergo sum”u böyle bir ben bilincinin anlatımıydı.

Bilgi bir bilinç içeriğinin, bir ben yaşantısının kavranışıyla ortaya çıkıyordu. Bu kavrayış elbet aracısız, dolaysız,
doğrudan doğruya olmalıydı. Descartes’ın “Düşünüyorum, demek ki varım” önermesi böyle kavranmış, açık seçik
bir hakikati dile getiriyordu. Açıktı, yani başka herhangi bir şeyin aracılığı söz konusu değildi; seçikti, yani öğeleri
başka şeylerle karışmamış, yalın bir biçimde karşımda duruyordu. Bu bilgi doğrudan doğruya görüyle, dolaysız
sezgiyle kavranıyor, duyular işe karışmıyordu.

Bilgi felsefesinde bu bilgi görüşüne akılcılık adı verilir. Akılcılık, doğrudan doğruya aklın kaynaklık ettiği bilgiyi
kesin bilgi sayar. Ama bu, duyulardan gelen bir bilgimiz olmadığı anlamına gelmez. Duyuların verdiği bilgiden,
dış dünyaya, dış dünyanın gerçekliğine ilişkin bilgimizden Cogito ergo sum sayesinde emin oluruz.
On yedinci yüzyıl felsefesi, akıl denen, tümel kavramları, bilgileri kendinde taşıyan yetiyi, bilmenin, anlamanın,
kavramanın tek aracı olarak görür. Akılcı düşüncenin temelinde matematiksel fizik bulunur. Rönesans’tan
başlayarak önemli gelişmeler gösteren matematiksel fizik, doğayı matematiksel kavramlarla, matematiksel
çerçevelerle ele alıp kavrayabileceğimizi göstermiş; matematik aracılığıyla doğa, doğadan çıkarılmayan, doğrudan
doğruya akıldan türetilen kavramlarla, yasalarla açıklanmıştır.

Yani doğa ile akıl arasında, bilinen nesne ile bilen öznenin zihni arasında tam bir uygunluk bulunduğu,
dolayısıyla aklın doğayı kendinde, kendi içerisinde bulduğu ilkelerle kavrayabileceği düşünülür.

Galileo’nun “Geometri doğanın dilidir, onunla o dilde konuşmak gerekir” düşüncesi egemen olur.

Bu yüzyılın filozoflarından Spinoza, Eukleides geometrisini örnek alarak, tanımlarla ve aksiyomlarla başlayan, bu
tanımlar ve aksiyomlara dayanarak önermelerin birer birer tanıtlandığı bir felsefe sistemi kurmuştur.

Leibniz ise matematiğe dayalı evrensel bir felsefe dili kurmaya çalışmıştır.
Akılcılık doruk noktasına on dokuzuncu yüzyılda Hegel ile ulaşır. Hegel’e göre “Akla uygun olan
gerçek, gerçek olan akla uygundur.” Onun için Hegel gerçeğe kurgulama yoluyla, yani deneye
başvurmadan ulaşmaya çalışır.

Hegel’e göre felsefe, nesnelerin düşünceyle görülmesi, düşünceyle ele alınmasıdır. Özne ile nesne,
aklın iki görünümü olduğundan, nesnenin kendisi de özne gibi ussal olduğundan, böyle bir bilme
olanaklıdır. Felsefenin getirdiği en önemli bilgi, aklın dünyaya egemen olduğudur.
Deneycilik

Descartes ve genel olarak akılcı filozoflar, insan aklının doğuştan kavramları olduğunu söyleyerek, bu
kavramların ruhumuzda duyuların verilerinden, deneyden önce bulunduğunu, açık ve seçik bir
biçimde kavrandıklarını ileri sürüyorlardı. Bu çeşit deney öncesi kavramlara ve bilgilere felsefede a
priori kavramlar, a priori bilgiler adı verilir.

Buna karşılık on sekizinci yüzyıl İngiliz filozofu John Locke ruhumuzda doğuştan kavramlar denen
şeylerin bulunmadığını ileri sürerek, bütün bilgilerimizin duyulardan, algılardan kısaca deneyden
geldiğini söyler. Locke’a göre insan aklının daha önce duyularda bulunmayan hiçbir kavramı
yoktur.
Descartes’a göre örneğin matematiğin ve mantığın ilkeleri ruhumuzda doğuştan bulunan ilkelerdir. Bir
şeyin aynı zamanda hem kendisi hem kendisinden başka bir şey olamayacağını belirten “çelişmezlik ilkesi ya da
“A, A’dır” biçiminde dile getirilen özdeşlik ilkesi akılcı filozoflara göre bu türden ilkelerdir. Oysa Locke
bunların doğuştan ilkeler olduğuna karşı çıkar. Ona göre bu ilkeleri çocuklar, okumamışlar ve budalalar
bilemez. Doğuştan olsaydı, onların da bilmesi gerekirdi. Çocuk acıyı tatlıdan, kırmızıyı yeşilden ayırmayı,
çelişmezlik ilkesini öğrenmesinden çok önce öğrenir.

Bu demektir ki insan anlığının doğuştan kavramları ve bilgileri yoktur. Locke’a göre anlık başlangıçta düz
beyaz bir kağıt (tabula rasa) gibidir, üzerine hiçbir şey yazılmamıştır. Kavramlarımız deneyden gelir, bütün
bilgilerimiz eninde sonunda deneye dayanır, deneye çıkar. Düz beyaz bir kağıt gibi olan anlık, deneyle
doldurulur. Anlıkta doğuştan olan, yalnızca birtakım yatkınlıklardır. Düşünme yetisi, hayal gücü,
algılama yetisi vb. doğuştandır.
Bilginin kaynağının deney olduğunu ileri süren bu görüşe, bilgi felsefesinde deneycilik adı verilir. Akılcılık ve
deneycilik, bilgi felsefesi tarihinde iki ana çizgi olarak karşımıza çıkar. Ancak bu iki tutum arasında, ileri
sürdükleri savın köktenliği bakımından önemli bir fark bulunur.

Akılcı filozoflar aklın yalnızca kesin bilginin kaynağı olduğunu söyleyip duyu bilgisini yadsımazken;
deneyciler her türlü bilginin kaynağının deney olduğunu söylerler.

On sekizinci yüzyıl İngiliz felsefesi bu deneyci tutuma uygun olarak gelişir.

Berkeley duyularımızın yalnızca özneyle ilgili olduğunu, öznel olduğunu ileri sürer. Bütün kavramlarımız
yalnızca bizim duyumlarımızdır, duyu yaşantılarımızdır. Bunlar nesnelerle ilgili değildir. Duyu
verilerinden yola çıkarak, konusu oldukları şeylerin asıl yapısı, özü, varlığı hakkında konuşamayız.
Öznenin dışında, ondan bağımsız bir nesne yoktur. Böylece Berkeley cisimsel tözü ortadan kaldırır. Onun
bu bilgi görüşüne “duyumculuk” adı verilir. Berkeley’e göre varolmak algılanmaktır. Dış dünya hakkında
duyularımıza dayanarak ileri süreceğimiz tek şey, onu algılamakta olduğumuzdur. Dış dünya duyu
yaşantılarımızdan başka bir şey değildir. Bu yaşantıların, algıların ötesine geçemeyiz.
Yine on sekizinci yüzyılda yaşamış bir İngiliz filozofu David Hume, Locke’un açtığı yoldan giderek “nedensellik”
ilkesini eleştirmiştir. Ona göre kaynağında duyu izlenimlerinin bulunmadığı hiçbir kavramımız yoktur. Buradan
hareketle Hume, art arta gelen iki olay arasında zorunlu bir bağ olduğunu nereden bildiğimizi sorar, bu bağın
zorunluluğunun nereden geldiğini araştırır.

Ona göre bu ilkeyi a priori olarak, deneye dayanmadan bilmiyoruz. Çünkü herhangi bir nedenin içinde etkisi
bulunmaz. Etki, nedenden ayrı bir olaydır. Ama deney de bize bu ilkenin doğruluğunu göstermez. Çünkü
deneyin bize gösterdiği bir “a” olayının ardından bir “b” olayının geldiğidir. İkisi arasındaki bağı, zorunlu
nedensellik bağını algılayamayız. İki olayı sürekli art arda gördüğümüz için, aralarında zorunlu bir bağ
olduğuna inanır, öznel bir bağı nesnel bir bağ haline getiririz. Yani, kendi kurduğumuz bağı iki olay arasında
gerçekten varmış gibi düşünürüz. Dolayısıyla nedensellik ilkesi alışkanlıktan doğan bir inancın ifadesidir.
Güneşin şimdiye dek hep doğmuş olmasına alıştığımız için, yarın da doğacağına inanırız. Hume’un bu eleştirisi
bilimlerin temelinde bulunan tümevarımın temelsizliğini gösterir. Çünkü tümevarım, geçmiş deneyimlerimizden
geleceğe ilişkin sonuç çıkardığımız bir akıl yürütme biçimidir.
Eleştirel Felsefe

Akılcılık, aklın malzemesinin kavramlar olduğunu, bu kavramları doğrudan doğruya bildiğini, hakikate onlar
arasında mantıksal bağlar kurarak ulaştığını ileri sürüyordu.

Deneyci filozoflar ise, hakikate duyuların verdikleriyle, doğrudan doğruya duyusal görü aracılığıyla
ulaşıldığını söylüyorlardı.

Yani, akılcılık ile deneycilik hem yola çıkış noktaları bakımından hem de yöntemleri bakımından
ayrılıyorlardı.

İşte bu ayrılığı vurgulayan ve iki görüşü de eleştiren, on sekizinci yüzyıl Alman filozofu Immanuel Kant’a
göre “Her türlü bilgi deneyle başlar, ama deneyden çıkmaz.” Bunun için de bilginin öğelerinin ortaya
konması için özneden gelen öğelerle nesneden gelen öğelerin belirlenmesi gerekir.
Kant için sorun şudur: Bilme sürecinde akıl ne sağlar, deney ne sağlar? Bunu ortaya koyabilmek için aklı
“mahkemeye çıkarır”; amacı aklın sınırlarını, neleri bilebileceğini, neleri bilemeyeceğini belirlemektir.
Ancak burada sorgulayan da sorgulanan da akıldır; böylece akıl kendi kendini eleştirir. Kant’ın
felsefesine “eleştirel” denmesi bundan ötürüdür.

Kant, insan aklının kendisi ile dış dünya arasındaki ilişkiler üzerine düşünmesini konu edinir ve buna
“transandantal düşünme” der. Transandantal düşünmenin ürünü olan bilgi nesnelerle ilgili değil, bizim
bu nesneleri nasıl bildiğimizle, bu nesneleri bilmemizin “olanağının koşulu” ile ilgilidir. Bu bilgiyi
ortaya koyan da bilgi felsefesidir.

Demek ki Kant, felsefesinin temeline bilgi felsefesini koyarak, bilginin nasıl ortaya çıktığını, sınırlarının
ne olduğunu soruşturmaktadır.
Duyarlık: Kant’a göre her türlü bilgi deneyle başlar. Bilginin bütün malzemesi, yani içeriği duyulardan,
algılardan, deneyden gelir. Ama bu malzemenin bilgi haline gelebilmesi için belli işlemlerden geçmesi gerekir.
Bilen özne bu malzemeyi alır, işler ve bilgi ortaya koyar. Kant’a göre duyu bilgisinin de a priori, yani
deneyden önce gelen öğeleri vardır. Bunlar uzay ve zamandır. Hiçbir şey düşünemeyiz ki, belli bir yerde,
belli bir zamanda olmasın. Uzay ve zaman gözümüzde gözlük gibidir. Bütün nesneleri bu iki form içerisinde
algılarız. Bu formların içi boştur, duyu verileri onları doldurur; formlar da duyu verilerine biçim verir,
düzene sokar.

Ancak insan zihni yalnızca duyu verilerini almakla kalmaz. Aklın, duyarlığın uzay ve zaman denen a priori
formlarından geçen duyu verilerini işlediği, düzene soktuğu, böylece bu duyu verilerine dayanarak yargıda
bulunmamızı sağlayan bir yetisi vardır ki, Kant buna “anlık”, “anlama yetisi” der. Anlama yetisinin de a
priori kavramları vardır ve bu kavramlar sayesinde duyu verilerinin bize sunduklarını işleyerek dış dünya
hakkında yargıda bulunuruz.

Kant bu görüşünü “Görüsüz kavramlar boş, kavramsız görüler kördür” sözüyle özetler.
Anlama yetisinin kavramlarına Kant “kategoriler” der. Kategoriler genel kavramlardır ve sağladıkları bilgi
tümel, kesin ve zorunludur. Hume’un çözümlemesini yaptığı ve inanç diye gördüğü nedensellik ilkesi, Kant’a
göre anlama yetisinin “a priori” bir kavramının, nedensellik kategorisinin bir ürünüdür; dolayısıyla kesin,
zorunlu bir ilkedir. Hume’un düşündüğü gibi deneyle edinilmiş bir alışkanlığın ürünü değil, insan aklının
doğuştan bir kavramıdır. Fizik bilimi de bu ilkenin zorunluluğu sayesinde olanaklıdır.

Anlama yetisinin kavramları deneyde geçerlidir ve deneyi olanaklı kılar. Bu kavramların deneyi aşan
kullanımının yarattığı tartışma alanına Kant “metafizik savaş alanı” der. Biz yalnızca bize göründükleri
biçimiyle nesneleri bilebiliriz; bize görünüşlerin dışında, kendinde nesnelerin nasıl olduğunu bilemeyiz. Doğa
bize göründüğü biçimiyle doğadır ve biz yalnızca bu doğayı, yani fenomenleri bilebiliriz, bunların ardındaki
“kendinde şey” alanını bilemeyiz.
Duyarlığın ve anlama yetisinin kavramlarının yanı sıra aklın da ideleri vardır. Bunlar evren, Tanrı, ruh,
özgürlük gibi olanaklı deneyi aşan nesnelere ilişkindir.

Bu nesneler hakkında anlama yetisinin kavramlarına dayanarak yargıda bulunduğunda akıl çelişkilere düşer.
Akıl bir sorun hakkında ileri sürdüğü bir savın tam tersini aynı kesinlikle savunabilir. Yani burada sağlam bir
bilgi söz konusu olamaz. Bu anlamda metafizik bize bilgi veremez.

Ancak, bilme yetisi olarak akıl, “kendinde şey” hakkında bilgi veremezken, eylem ilkelerini koyan pratik akıl,
ahlak alanında böyle bir bilgi ortaya koyabilir. Pratik akıl, ahlak alanında duyulara dayanmak zorunda
değildir, yasalarını kendi koyar. Bu alanda akıl, yasa koyucu ve özgürdür. Bu anlamda bir metafizik, yani ahlak
metafiziği olanaklıdır.

Demek ki, Kant’a göre bilginin kaynağı ne tek başına deney ne tek başına akıldır. Bilginin iki kaynağı vardır;
akıl ve deney bilginin iki oluşturucu öğesidir.
Bilginin Kaynağı Sezgidir:

Sezgicilere göre, insan aklı sınırlıdır çünkü zaman ve mekan içinde deneye dayanarak bilgi verir. Bu
kaynak bize hakikatin bilgisini veremez.

Öncelikle akıl ve deney kendisini dille ifade eder, bu tarz bir ifade yetersizdir. Çünkü ifade kavram ve
terimleri kullanır ve bunların kapsamı sınırlıdır.

Ayrıca akıl ve deney bilgisi dolaylıdır.

Sezgi ise kavram ve terimlere ihtiyaç duymaz. Doğrudan kavramadır. Bireye özgüdür ve üstelik birey
sezgisi aracılığıyla ulaştığı hakikati başkasına aktaramaz. Dolayısıyla hakikate ulaşmak için her bireyin
kendi sezgi yetilerini kullanması gerekir. Gazali ve Bergson önemli temsilcileridir.
Doğruluk (Hakikat) Sorunu ya da Doğru Bilginin Ölçütleri

Beş görüş vardır: Uygunluk, Tutarlılık ve Yarar, Tümel Uzlaşım ve Apaçıklık

1. Uygunluk: Bilgi felsefesinin en önemli sorunlarından biri, kuşkusuz doğruluk sorunudur. Eskiçağ’dan beri
doğruluğun ne olduğuna ilişkin sorular sorulmuştur. Örneğin Platon Theaitetos’ta yanlışın, nesnelerin yanlış
işaretlerle karşılanmasından ileri geldiğini söyler. Söz, olmayanı olmuş gibi gösterince yanlış ortaya çıkar. Yani
nesne ile işaret arasında uygunluk yokken varmış gibi gösterilmesidir yanlış; doğruluk işaretlerle nesnelerin
birbirine uygunluğu demektir. Bu, “tasarımın nesnesine uygunluğu” biçiminde de dile getirilebilir. Bu doğruluk
görüşü felsefe tarihinde birçok filozof tarafından savunulduğu gibi, günlük kullanıma da çok yakındır.

Buradaki uygunluk iki yönlü düşünülebilir. Bir şey bir düşünceye karşılık gelebildiği gibi, bir düşünce, bir yargı,
bir önerme de bir şeye karşılık gelebilir ve o düşünceye “doğru” denir. Dünyadaki şeylerin, olup bitenlerin
doğru ya da yanlış olması söz konusu değildir. Doğruluk (hakikat) ile gerçekliğin birbirine karıştırılmaması
gerekir. Doğruluk yalnızca düşüncelerin, yargıların, önermelerin özelliğidir. Gerçeklik ise bir varolma tarzıdır.
Demek ki burada doğruluk tanımı “bir ifadenin nesnesine uygunluğu” biçiminde de dile getirilebilir.
Ancak ilk bakışta çok yalın, çok açık görünen bu tanım, uygunluktan ne anlaşıldığı sorulduğunda güçlükle
karşılaşır: İfade hangi anlamda nesnesiyle uyuşur? Nesnenin bir kopyası mıdır yoksa benzeri midir?
İfade ile nesne arasındaki uygunluğu açıkça görebilmek için, ikisini birbirinden ayırmamız, birbiriyle
karıştırmamamız gerekmez mi? Bilmediğimiz bir nesne hakkında yargıda bulunan bir ifadeyi, bilmediğimiz
o nesneyle nasıl karşılaştırabiliriz?

Uygunluk kuramına yöneltilen eleştirilerden ilki düşünme ve gerçeklik aynı cinsten iki varlık mıdır ki
birbirleriyle örtüşsün veya uygun olsun? İki farklı şey nasıl birbirine uygun olsun?

İkinci eleştiri: Biz bu uyuşmayı tam olarak bilemeyiz çünkü uyuşmayı sağlayan şeyin ne olduğunu
bilmiyoruz. Acaba kendiliğinden mi oluyor yoksa bir yüce varlık mı sağlıyor?
2. Tutarlılık: Uygunluk kuramının karşılaştığı bu güçlüklerden ve eleştirilerden ötürü, bir başka doğruluk görüşü
çıkar karşımıza. Tutarlılık kuramı denen bu görüşe göre, doğruluk tasarımın nesnesine uygunluğu değil,
tasarımın daha önceki bilgilerimizle ya da daha önceki tasarımlarımızla uygunluğudur. Yani bir önermenin
doğru olması, doğru olduğunu önceden bildiğimiz önermelerle tutarlı olmasıdır. Bu görüşe göre, örneğin, bilim
tarihinde kuramlar olgularla doğrulandıkları için değil, bilimsel bilgi yığınıyla daha iyi uyuştukları, onlarla
tutarlı oldukları için onay görmüşlerdir.

Ne var ki, bu doğruluk görüşü de bizi matematik ve mantık gibi formel bilgi alanlarıyla sınırlamaya
zorlamaktadır. Oysa bilgi alanı matematik ve mantıktan ibaret değildir. Üstelik karmaşık kuramlar söz konusu
olduğunda usa yatkın görünen bu doğruluk anlayışı, yalın önermeler karşısında hiç de öyle görünmez. Örneğin,
şu anda bu dersi anlatan kişinin, şu anda bu dersi anlatmakta olup olmadığı, ancak bir karşılaştırma yoluyla,
olguyla karşılaştırılarak yanıtlanabilir. Yanıt evetleyici ise, zorunlu olarak doğrudur ve doğru olması herhangi bir
başka önermeyle tutarlı olmasını gerektirmez. Yani bu durumda ifadenin nesnesine uygunluğu söz konusudur.
Buna yönelik eleştirilerden ilki tutarlılığın doğruluğu sağlayıp sağlamadığına yöneliktir. Öyle
mükemmel ve kendi içinde tutarlı sistemler vardır ki bunlar doğru mudur? Örneğin bir masal.
Demek ki tutarlılık tek başına doğruluğu sağlamıyor.

Bunun üzerine içkin tutarlılık ile deneyi uzlaştırmaya çalışırlar. Fakat bu kez de şöyle bir eleştiri
ile karşılaşırlar. Aynı konuda iki tane hem kendi içinde tutarlı hem de deneyle uyumlu sistem
varsa hangisi doğrudur? Aynı konuda iki doğru olabilir mi?

Bir diğer eleştiri, içsel tutarlılık ve deneyin uyuşması temel ilke ise gelecekteki deneyler buna
dahil edilecek mi? Bu bitmeyen bir zaman dilimini varsayar ve doğru yoktur sonucu çıkar.
3. Doğru Bilginin Ölçütü Tümel Uzlaşımdır: Herkesin veya çoğunluğun kabul ettiği bilgiler doğrudur. Bu ölçüt
demokrasinin öne sürdüğü doğruluktur. Çoğunluğun bir şeye doğru demesi acaba onu doğru yapar mı? Tarih
çoğunluğun yanılabileceğini göstermiştir. Ayrıca tümel uzlaşı yani herkesin uzlaşısı olanaklı mıdır? O halde
böyle bir ölçütün kesin ya da evrensel doğruyu verme olasılığı zayıftır.

4. Doğru Bilginin Ölçütü Apaçıklık, açıklık, seçikliktir. Böyle bir bilginin herkes için kuşku duyulmayan olması
gerekir. Böyle bilgiler ancak sezgisel kavrama ve çıkarsama ile elde edilir. Descartes’in “düşünüyorum demek
ki varım” önermesi bu türdendir. Bir bilgi açık olabilir fakat seçik olmayabilir. Ama her seçik bilgi aynı
zamanda açıktır. Örneğin dişimizin ağrıdığı kendimize açıktır ama hangi dişimizin ağrıdığını bilmiyorsa seçik
değildir. Yani doğrudan, başka herhangi bir şeyin aracılığı olmadan elde edilen bilgi açıktır; öğeleri başka
şeylerle karışmamış bilgi seçiktir.
5. Pragmatizm: Doğruyu bir değer olarak gören beşinci bir doğruluk görüşü vardır ki, bu görüşe göre, bir ifadenin
doğru ya da yanlış olduğunu söylemek, onun hakkında bir değerlendirme yapmaktır. Doğru ile yanlış burada
yararlı ile yararsız anlamına gelir. İçerisine herhangi bir insani yarar karışmadıkça, her kuram, her türlü önerme
anlamdan yoksundur ve doğru olamaz. Bu görüşe pragmacılık (pragmatizm) denir.

Charles Sanders Pierce, John Dewey ile William James’in temsil ettiği pragmacılık, tasarımlarımızın işe
yaradıkları ölçüde doğru olduğunu ileri sürer. Doğru, iyi olduğu kabul edilen şeydir; neye inanmamız iyi ise o
doğrudur. Bir tasarım, kendisine göre hareket eden kişiyi arzu ettiği sonuca götürüyorsa doğrudur.

William James’e göre yaşamımız boyunca edindiğimiz kanıların tek ve son doğruluk ölçütü, onların yaşam içinde
doğrulanmasıdır. Öyle ki doğruluğun kendisi bile doğrulanışını eylemlerimizde bulur. Evrensel öncesiz-sonrasız
hakikat yoktur.

Bu görüş de insanı mutluluğa ve başarıya götüren tasarımların doğru olduğunu ileri sürerken, mutluluk
sağlamayan tasarımların yanlış olduğunu söylemektedir. Oysa bu da güçlüklerle karşılaşan bir görüştür. Örneğin,
Hitler’in 1939’da Polonya’ya savaş açtığı doğrudur, ama bunun insanları mutlu ettiği pek söylenemez. Yine, işe
yaradığı için toplumun çoğunluğunca onaylanan bir görüşün, sırf bundan ötürü doğru olduğu söylenebilir mi?
6. İnşaçı Doğruluk Anlayışı:

Hakikat sosyal olarak inşa edilir, tarihsel ve sosyal olarak özgül bir karaktere sahiptir.

İktidar mücadeleleri tarafından şekillenir, inşa edilir. Uzlaşımlara, insani algı ve sosyal deneyimlere bağlıdır.

Giambattista Vico: “Verum ipsum factum” : “Doğru, kurulan/yapılan/yaratılan bir şeydir”.

Marx: Olup bitenin diyalektik kavranışının ortaya koyduğu bilgi karşısında ideolojik bilgiden bahseder.

Foucault: Hakikat rejimlerinden bahseder. Hakikatın bilgi-iktidarları/güçleri tarafından inşa edildiğini söyler.
Hakikatin keşfi değil üretimi söz konusudur.

Ana fikir: İktidar/biyoiktidar insan bedenine yönelik müdahaleci dikkat ve kontrol aracılığıyla hayata
geçirilir. Kuramlar boş bir entelektüel merakın değil, iktidarların hayata geçirilmesinde kullanılan
unsurlardır.

You might also like