You are on page 1of 35

Johann Gottlieb Fichte

- Temele koyduğu kavram “Ben” (Das-ich) kavramıdır.


- Descartes düalizmini aşmaya çalışır ve bunu eylem yoluyla yapar. ‘Ben’ dediği kavram
hem mutlak ben hem de bireysel benliktir.
- İdealist bir filozoftur. Nesneden değil özneden ilerlemek gerektiğini düşünür. Özne,
nesneyi kurar. Fichte bu özneye bir eylem katıyor.
- Wissencschaftslehre -> Bilim öğretisi, Antik Yunan’daki epistemoloji gibi. Belli bir
önermeden bu önermeye bağlı olarak ortaya çıkıyor. Bütünü kavrayan, bütünü
bütünlüğünde ortaya koyan bir sistem öğretisi.
-Kavramların birbirine zorunlu olarak bağlandığı bütüne yönelen bir bilim.
- Temele koyduğu önerme özdeşlik ilkesidir.
-A, A’dır. -> Ben, Ben’dir. -> Ben, benim. (ich bin ich, ben sadece ben olarak vardır.)
-Bütün kesinliği bize sağlayan özdeşlik ilkesidir. Bütünü açıklayan bir ilkedir. Bu
bağlamda, şu an bir başkası söz konusu değildir. Ben kavramı mevcuttur.
- Fichte özgürlük filozofudur. Kant’ın özgürlük düşüncesinden yola çıkar. (Kendini
belirleme anlamındaki özgürlük.)
- Akıl temelinde bir ilke ortaya koymaya çalışır. Thesis’in kendisi bir eylemdir. Bunu
ortaya koyduğunda ikinci bir önerme zorunlulukla ortaya çıkıyor. “Ben, Ben’im.” Yani
“Ben, Ben olmayan değilim.” Demiş oluyor. Böylelikle çelişmezlik ilkesi özdeşlik
ilkesinden ortaya çıkıyor ve onunla aynı kesinliği taşıyor.
-Ben, ben olmayan değil isem benim ben olmayan bir alanım var. -> böylece karşıtını
ortaya koymuş oluyor.
- Gegen-setzen - karşı koyum. -> Anti-thesis (ben’e karşı koyulan şey ben olmayandır.)
- Böylelikle diyalektik üçlünün ilk ikisi ortaya çıkmış oluyor. (Tez ve antitez.)
- Diyalektik dolayım ilkesi.
-Tez ile antitez arasında bir dolayım ilişkisi olması gerekiyor. Hem ben hem de ben
olmayan, ben aracılığıyla ve bende, karşılıksız olarak birbirini sınırlandıran şeyler olarak
ortaya konuyorlar. Yani tez ve antitez birlikte ortaya konuyor.
Syn-> Birlikte, syn-thesis: bir şeyleri birlikte ortaya koymak -> Sentez.
- Varlığı bütünde açıklayan ilkeleri ortaya koyuyor. Ben varım ve ben olmayan bir doğa
var. Peki, bu ilişki nasıl bir ilişki?
-Doğa, ben olmamakla kendini belirlemiş oluyor. Ben de doğa olmamakla kendimi
belirlemiş oluyorum. Bunların hepsi ben’in kendini ortaya koymasıyla yani benden dolayı
ortaya çıkıyor.
-Kant’ta negatif özgürlük: Doğa tarafından belirlenmeme olanağıdır.
-Fichte: Ben, doğa değildir. (Bütün bunlar Ben’in yaratımıdır.)
- Diyalektik düşüncenin temelinde dolayım ilkesi ve süreç yatar. Her şey bir süreçte ortaya
çıkar ve hiçbir şey birden bire olma. Bir şeylerin dolayımından geçerek ya da bir şeylere
dolayımlanarak ortaya çıkar.
- Ben’e söylenen her şey mutlak ben için de geçerlidir. Mutlak beni, kendini oluşturan bir
Tanrı gibi de düşünebiliriz. Mutlak ben tüm gerçekliğin kaynağı ve sınırsız etkinliktir.
Ben’in bu sınırsız etkinliği de ben olmayana bağlıdır.

1
- Tek tek bireysel benler olmasaydı saf ben de olmazdı. Saf benin kendisi kendisini ifade
eden, kendisini gösteren bireysel benlerden bağımsız değildir. İçkin bir saf ben.
- Biz olmasak tanrı bir hiçtir. Bizde gerçekleşen şey ile tanrı gerçekleşir. Bütün bir tarih
benin, ben olmayanla girdiği dolayım ilişkisinden ibarettir. Tarihte hep bir karşıtlık vardır.
Karşıtından geçmeyen hiçbir şey kendini gerçekleştiremez. Mutlak benin karşıtı olarak
ben olmayan alan (doğa alanı) vardır.
- Özgürlük, kendinin bilinci ve tam bilinçlilik hali aynı şeye gönderme yapar. Kendinin
bilincine varan aynı zamanda özgür de olmuş olur. Ama kendi bilincine varmak bir süreç
gerektirir. Bu süreç özgürlüğün tarihte gerçekleşme sürecidir.
-Aklın süreci olarak da adlandırılan özgürlüğün tarihte gerçekleşme süreçleri:
1. Susuzluk ya da masumiyet dönemi.
-Doğanın, içgüdünün insanı yönettiği dönemdir.
2. Aklın zorlayıcı bir güce dönüştüğü, yarı günahkârlık dönemi.
-Aklın doğadan ayrıldığı ve içgüdüye karşı geliştiği dönemdir.
3. Akla karşı bir kayıtsızlığın başladığı, tam günahkârlık dönemi.
-Aklın kendisinde bulunduğunu bilerek ona karşı çıkılan dönemdir.
4. Hakikatin yüksek bir değer olarak görüldüğü, yarı aklanma dönemi.
-Akıl bilimi dönemidir.
5. Akıl sanatı dönemi.
-Tam bir bilinçlilik ve özgürlük çağıdır. Saf ben’in kendi bilincine eriştiği aşamadır.
İnsanlık bu döneme doğru (tam aklanma) ilerliyor. Henüz varılmamış, gelecekteki bir
aşama, özgürlük gelecekte tam bir bilinçlilikle ortaya çıkacak.
*Bu tarihsel dönemlerin hangisinde yaşadığımıza dair Fichte tam günahkârlık dönemi
açıklamasını yapıyor. Aklın kendisinin ne olduğunu biliyoruz ya da ona göre bir
yorumumuz var fakat ona aykırı davranıyoruz.
- Özneler arası (intersubjektivitaet) düşünce ilk olarak Fichte’de ortaya çıkıyor.
- Hukuksal/ahlaksal ilişki (ich-du) yani; sen de benim gibi bir bensin ama ben değilsin ama
ben olmayan da değilsin.
- Dünyada ben olmayan olmasaydı benin kendine dair bir bilinci de olmazdı.
- Mutlak ben sonsuz, benim benim sonlu ama benim saf benim olmasa mutlak ben de
olmaz.

Schelling

-Fichte'yle birlikte, değişmez töz düşüncesini reddeder ve onun yerine evrensel yaşamı,
bilinçsizlikten bilince doğru gelişen ve nihai amacı, insandaki kendi kendisinin bilincine varan akıl
olan, canlı, yaratıcı ve amaçlı bir evrim ilkesini geçirir.

2
- Erken dönem Schelling, Fichte ile aynı çizgidedir.
- Fichte harici Schelling’in fikirlerini oluşturmasında etkili olan iki filozof vardır: Kant ve
Spinoza.
- Alman idealizminin ortaya çıktığı dönemde bir Spinoza tartışması vardır. Spinozacı olmak
bir küfür gibi algılanmaktadır çünkü ateizm ile bağdaştırılmaktadır. Schelling o dönemde
ilk defa Spinozacı olarak kendini ortaya atan filozoftur.
- Spinoza’yı kendi çağına taşımayı amaçlamıştır. Schelling felsefesinde içkinlik hâkimdir.
Buna ek olarak bir gelişim diyalektik öğretisi katmıştır. Temel düşüncesi indifferenz
(ayrımlaşmamış) düşüncesidir. Bu düşünceye göre, başlangıçta mutlak bir özdeşlik vardır.
Mutlak akıl, aklın dışında hiçbir şey yoktur, akıl evrenin nedeni değil kendisidir gibi.
Özdeşlik dediğimiz bütün karşıtların birliğidir. Başlangıçta her şey bir birlik içerisindedir,
mutlakta ayrımlaşmışlık yoktur. Daha sonra bölünmeler başlar ve özdeşlik bozulur. Özne
kendisini, nesneden/doğadan ayırıyor. Böylece sonluluk alanı ortaya çıkıyor; bölünme
başladığına sonlu olan şeyler ortaya çıkıyor.
- Doğa görünüşe gelen tindir, tin görünüşü olmayan doğadır. Tin ile doğa özdeştir. Tin
doğayı üretmez, doğa tini üretir.
- Doğa ile tin ayrılıyor: Kutuplaşmalar yoluyla bu ayrışmalar başlıyor. Adım adım bir
bilinci ortaya çıkmaya başlıyor yani doğanın tinden ayrışması aslında doğanın bilinçlenme
olayıdır. Bu durum bir kendisini ortaya koyma, açığa çıkma sürecidir. (Kendinin bilincine
ulaşma) başlangıçtaki ayrımlaşmamış, mutlak olanın kendisi bilinçsizdir. Schelling’e göre
doğa esastır, doğa yaratandır ancak bu başta kör, bilinçsiz bir olaydır. Bu ayrışmadan
sonra bir birlik kavrayışına nasıl varılacaktır? Hangi bilinç ediminde ortaya çıkacaktır?
Schelling bu soruya cevaben estetik bilinç edimini ortaya atıyor. İnsanın estetik bilincinde
böylesi bir kavrama bilincinin geliştiğinden ve bütünlüğün ancak bu şekilde
sağlanacağından bahsediyor.
- Tarihte özgürlük ile zorunluluk birdir. Tarihte zorunluluk vardır, bunun nedeni akıldır.
Tarihin içerisine özgürlük de girer. Tarihsel olarak açığa çıkma tarihin hiçbir döneminde
tam olarak gerçekleşmez. Çünkü tek tek akıllar yoluyla kendisini ortaya koymaktadır.
Tam olarak ancak tarihin en sonunda kendisini gösterir.
- Tarihte bizim özgür eylemlerimizle harekete geçen de bir güç var. Tarihi insan mı
yapıyor, yoksa zorunlulukla mı oluyor? Schelling bu ikisini birleştiriyor. Tarih bizimle
ortaya çıkıyor.
- Schelling’e göre doğa tini kendiliğinden ortaya çıkaramaz, bunu yapacak yalnızca
insandır. Çünkü Tanrı’nın kendini gerçekleştirmesi için muhakkak ben olmayana
müracaat etmesi lazım.
- İnsanın yegâne görevi Tanrı’ya ayna tutmaktır. Tarih Tanrı’nın kendini gerçekleştirdiği
bir yürüyüşten başka bir şey değildir.

Hegel (1770-1831)

3
- Alman idealizminin en etkili isimlerinden olmuştur. En önemli eseri Tin’in
Fenomenolojisidir. İkincisi ise Mantık Bilimi’dir. Hegel’de mantık, ontoloji ile aynı
anlamdadır.
- Hegel bir sistem filozofudur ve onun büyük sistemi sonrası sistem karşıtı filozoflar ortaya
çıkmıştır.
- “Hakikatin var olduğu, hakiki biçim ancak onun bilimsel sistemi olabilir.” , “Hakiki olan
bütündür.” Hakikat ancak bütünde ortaya konabilir. Yani hakikat kendini ortaya çıkaran,
oluşan, zamansal süreç içinde kendini bütünleyen bir süreçtir. Bu hakikati ortaya
koyabilecek şey ise bilimsel sistemdir. Hegel’e göre felsefe bilimsel bir sistem olmalıdır.
Bu sistem hakikat’in oluşum sürecinin kendisini ortaya koyar. Bu sistemde sadece tarih
değil, doğa alanı da vardır. Bu bilim mantık bilimidir. Bilimsel sistemin ortaya çıkmasının
koşulu bu sürecin tamamlanmasıdır.
- Bütün bunlar oluş sayesinde olur, durağan hiçbir şey yoktur. Bu kavramsal arka planı
Aristoteles’ten alır.
- Bir şey tohumken meyve değildir, meyve olabilmesi için belli başlı aşamalardan geçmesi
gerekir. Oluş ve tamlık kavramı bu açıdan önemlidir.
- Öznenin kendisi aynı zamanda nesnedir de. Varlık kendi kendine yaşıyorum der.
- Felsefe bütünü ancak bütün tamamlandıktan sonra kavrayabilir. Bütünün kendisi de
hakikattir. Sürekli bir hareket, devinim varır. Hiçbir yere bir duruş yoktur fakat
bireylerden geçiş vardır, buna tarihsel momentler de denebilir. Bahsi geçen hareket
başıboş bir devinim değildir. Bu hareketinde kendi iç ereği vardır ve bu erek kendilik
bincini/özünü ortaya çıkarmaktır ayrıca zorunlulukla gerçekleşen bir harekettir.
- Bir şeyin hakikatinden bahsetmemiz için o şeyin etkin bir şekilde gerçekleşmesi gerekir.
- İdenin kendini açması, bir bütün olarak ortaya çıkması, felsefenin yaptığı iş bunu ortaya
koymaktır.
- Hegel’de özgürlük, hareketin sebebi olan iç ereğin yani kendilik bilincinin veya öz
bilincin kendini ortaya koymasıyla gerçekleşir. Bu erek veya bilinç baştan belli değildir.
Bütün aşamalar geçilmeden ereğin, kendinin bilincine ulaşmak olduğunu söylemek
imkânsızdır. Bu erek baştan Tanrı tarafından bilinçlice konulmuş değildir ancak sondan
baktığımızda böyle bir ussallığın varlığından yani kendinin bilincine varan ve aynı
zamana özgür olan mutlaktan bahsedilebileceğini görüyoruz. Bütünü baştan belirleyen bu
bütünün dışında olan aşkın bir özne yoktur. Yani bilinçli bir şekilde yaratan ve bu bütünü
aşkın olan bir tanrı yoktur. Bu sürecin kendisi o tinsellik/tanrısallıktır. Yani doğaya ve
tarihe içkindir.
- Akıl ve idea, tin, mutlak içkindir. Bunların her birisinin bir yaşamı ve süreci vardır. Hem
tözdür hem de öznedir. Hakikatin kendisi yalnızca bir töz değil aynı zamanda da öznedir.
- Bu hakikate mutlak, idea, tin denebilir.
- Spinoza’nın töz anlayışına hareket ve devinim katıyor. Hakikati yalnızca töz olarak değil
de aynı zamanda bir özne olarak da düşünüp dile getirmek Hegel felsefesinin hareket
noktasıdır.
- Hegel’de idenin kendini açması, oluş olarak gerçekleşmesi bir süreç. Felsefe bunu ortaya
koymak ve betimlemekten başka bir şey yapmamaktadır.

4
- Felsefe bir refleksiyon hareketiyle bütünün kendisine, başlangıca dönerek bütünün
kendisini felsefi kavrayışla ortaya koyacaktır. Yani başlangıç sondur, son da başlangıç.
Yani felsefi betimlemenin başlangıcı gerçekleşmenin sonudur.
- “Felsefe çağın düşüncede özetlenmesidir.” Bir çağın açılıp bir çağın kapanmasıyla felsefe
ortaya çıkar ve o çağı bütünüyle özetler.
- Felsefe tarihinde doğruluk ya da yanlışlık diye bir şey yoktur. Olan vardır ve felsefe bunu
betimlemekle yükümlüdür. Her bir olan bir momenttir, aşamadır.
- Hegel’e göre gerçeklik olanaktan önce geliyor. Bu gerçekleşme sonucunda bütünü
açıklamanın olanağı ortaya çıktı. Hegel de bunu bir sistemle açıkladı. Bu sistem hakikati
bütünlüğüne ortaya koyan bir sistemdir. Bütün bir oluş ve diyalektik bu sürecin
betimlenmesidir.
- Tin nedir?
Tanrı değil, tanrı sadece kutsal tin olabilir. Yunancası pneuma (nefes). Hegel’de bu
kavram sadece ruha, nefese bir gönderme değildir aynı zamanda yaşam biçimlerine, bütün
kültür alanına ve yaşam biçimine de gönderme yapan bir kavramdır. Çağlar değiştikçe,
çağın tini de değişir. Tin de oluş halindedir.
- “Her filozof kendi çağının çocuğudur.” -> Kendi çağının tinini bize yansıtır, tin çağına
göre değişebilir. Söz konusu olan insan ise tin devreye girer. İnsan da doğanın belli bir
aşamasında ortaya çıkmıştır. Tin her zaman insanı gerektirir. İnsan tinsel bir varlıktır.
Hegel nesnelleşmiş olan bütün tinselliği (kültür formlarını da) tin olarak adlandırıyor.
- Hegel’de sistem düşüncesi özetle şu şekildedir: İdeanın/idenin kendisini açması, bunun bir
süreç olarak ereğe doğru gelişmesi yani kendilik bilincine varma yönünde ilerlemesi yani
özgürleşmesi ve bütün bunların rasyonel/ussal bir yapıda gerçekleşmesidir.
-“Ussal olan gerçektir, gerçek olan ussaldır.”
- Diyalektik, Hegel’de bu ussal yapıyı ortaya koyma yöntemidir.
-Ussal olarak kendisini gerçekleştiren sürecin temel yassı diyalektiktir. Yani bu diyalektik
bir şekilde olmaktadır.
-Diyalektik hem düşünmenin hem de varlığın temel yasasıdır/hareketidir. Yani düşünme
diyalektik bir şekilde gelişirken varlık da diyalektik bir şekilde gerçekleşmektedir.
-Diyalektik doğrudan varlıkla alakalıdır. Varlığın gelişim ilkesidir. Yani olan şey
diyalektik bir biçimde olmaktadır.
-Oluşun temel yasası, her türlü zorunlulukla olan gelişimin ilkesi diyalektiktir.
-Hegel’de diyalektik, Aristoteles’in 3 temel ilkesinden birini hedef alır ve onu eleştirmek
üzerine kuruludur. Bu ilke çelişmezlik ilkesidir. Çelişmezlik ilkesi “A, A olmayan
değildir.” önermesiyle ifade edilir fakat Hegel’de göre bu ilke “A, A’dır ama aynı
zamanda A olmayandır da.” Önermesine eviriliyor. Böylelikle de Hegel’in oluş
düşüncesini görüyoruz.
- Hegel’de devinimsiz olan hiçbir şey yoktur. Her şey oluş halindedir. Bir şey (her şey)
belirmeye başladığı anda, belirlendiği şeyi terk etmeye de başlar. (Her defasında bir başka
şeye dönüşmek)
-Bir şeyin gelişimi içerisinde her defasında başka bir şey olmaya doğru bir gelişim vardır.
*Yumurta -> civcive yani kendisini ortadan kaldıracak olan şeye doğru ilerler. Yumurta
olurken, başka bir şey olmaya da başlar. Yani yumurta aynı zamanda yumurta olmayandır
da.
5
*Ahmet yaşıyor, ölüyor. -> çünkü yaşamak demek ölüme doğru atılmak demektir.
-“Sonlu varlıkların kendilerine özgü bir kaderleri var. Onlar için doğum anları, ölüm
çanlarının da çalmaya başladığı andır.”
-> çünkü yaşamak demek ölmekte olmak demektir aynı zamanda.
-Sonlu olan şeyler oluş içerisinde, sınır belirlendiği anda o sınırı terk etmeye de başlarlar.
*Sonlu varlıklar kendi sınırlarını aşmaya yönelik yani kendisini ortadan kaldıracak şeye
doğru, sonsuza doğru ilerlerler.
-Her şey kendini yok edecek şeyi içinde taşır. (Tohum-bitki-meyve örneği)
*Tohum atıldığı anda tohum olmaktan çıkmıştır. Bitki olmaya doğru ilerlemekte yani
kendi tohum varlığını ortadan kaldıracak olan şeye ilerlemektedir. Bitki tohumu
olumsuzlayarak ortaya çıkmıştır. Meyve olumsuzlamanın olumsuzlanmasıdır. Tohum
tekrar meyvede ortaya çıkacaktır. Burada doğanın döngüselliğinin yanı sıra Hegel
diyalektiğinin en önemli kavramlarından biri de karşımıza çıkıyor. Kapsayarak aşma
(aufhebung). Her şey kendisini ortadan kaldıracak olan şeyi içinde taşıyarak beliriyor ama
o şey ortaya çıktığı zaman daha önceki aşamalar yitip gitmeden onda taşınarak o aşamaya
ulaşıyor. Bir veya iki aşama sonraki aşama öncekileri içinde taşıyarak onları aşıyor.
Düşünce tarihinde de durum böyle. Hiçbir düşünce yanlış denilip geçilmiyor, üzerine
çıkılıyor yani her şey kapsayarak aşmanın bir parçası. (Henüz değil aşamaları – mutlak
doğrunun aşamaları olarak)
*Doğrudan doğruya tez-antitez-sentez üçlüsü Hegel diyalektiğinde yok, temelde
kapsayarak aşma düşüncesine dayanıyor.
*Tarihin sonu, her şeyin bittiği an diye bir şey yoktur. İdelerin/fikirlerin gerçekleşmesi
vardır. Bu da olanak halindedir ve her yerde aynı anda gerçekleşmez.
-Hegel’e göre, felsefe olanın üzerine konuşmaktır; olması gereken, iyi-kötü vs. üzerinde
konuşulması gereken şeyler değildir. Bir şey olmuştur, iyi ya da kötü; bir ideal
gerçekleşmiştir. Tarihte iyi ya da kötü yoktur, olan vardır ve felsefenin amacı olanı
betimlemektir.
-Diyalektik zorunlu hareketin temelidir. Peki, bu zorunlu hareket nedir?
*İdeanın ya da mutlağın gerçekleşme hareketidir.
-Hegel’in sisteminin öğeleri:
-Üç aşamalı bir sistemdir;
1.Mantık bilimi aşaması
2.Doğa bilimi aşaması
3.Tin/Geist felsefesi aşaması.
-Bu sistemin başlangıcı nasıl olacak? Ne ile başlamalı?
-Hegel’e göre en soyut, en içeriksiz, belirli bir şey söylemeyen fakat geneli de kuşatacak
olan, her türlü somut nitelikten soyutlanmış şeyle başlamalı yani varlık. Varlık
dendiğinde herhangi bir var olandan bahsedilmez, tüm var olanlardan soyutlanıp onları
kapsar. Varlığı düşünmeye çalıştığımızda bir boşlukla/hiçlikle karşılaşırız. Varlıkla
başlayıp hiçliğe vardığımız bu yolda sistemin ilerleyebilmesi için üçüncü bir kavrama
ihtiyaç vardır. Böylelikle oluş meydana gelir.
*Oluş, varlıktan hiçliğe giden ilişkide her ikisini de kapsayıp aşan bir üçüncü olarak
ortaya çıkıyor. Dolayısıyla oluşla birlikte süreç başlamış oluyor.

6
*Oluşla birlikte somutlaşma başlıyor. Varlık v hiçliğin belirlenmemiş ve belirlenemez
olan soyutluğundan oluş ile somutlaşmaya geçiyoruz.
-Oluş ile birlikte şöyle bir sürecin içine girmiş oluyoruz:
*var olan şey yok olmakta, yokken bir şey var olmakta. Her an olmadığımız şeye doğru
hareket ediyoruz. Bu süreç oluş. Varlıktan hiçliğe, hiçlikten varlığa bir geçiş.
*Var oluşun temel kategorisi oluştur. Oluşla beraber devinim meydana gelir. Bu
devinimle birlikte ortaya çıkan somut görünüş belirli bir şeyin var olma halidir. Var
olma/ilk somut görünüm ile birlikte varlığın kategorileri ortaya çıkar. Bu kategoriler
sistemin ilk aşamasındaki mantık biliminin inceleme alanıdır.
-Nitelik, nicelik, ölçü -> varlığın kategorileri.
-Böylelikle varlık mantığı aşamasına gelinir ki bir de öz mantığı vardır. Öz
mantığında diğer üç kategoriye ek olarak varlık öz bakımından da ele alınır.
* Öz= var olan şeylerin var olma zemini. Özün kendisi de üç nedenden oluşur: görünüş,
öz görünüş ve gerçeklik.
-Böylelikle şu an elimizde iki alan vardır: varlık ve öz alanı. Bu ikilinin birleştiği daha
genel bir yapı olarak; kavram alanı ortaya çıkıyor.
*Kavram; varlık ile özün birliği/sentezidir. İkisini de kendinde taşıyıp aşan şeydir. Hem
tümel hem tikel, hem soyut hem somuttur. Sadece zihinde gerçekleşen bir şey değil yani
zihinsel bir süreç değildir. Varlıkta ve varlığın temelini oluşturan öze söz konusu olan bir
şeydir. Doğada, tarihte de kavram gerçekleşmektedir. Kavramın gerçekleşme aşamaları
tarihtedir. Belirli bir şeyin kendine özgü olanı gerçekleştirmesidir, bıçağın kesmesi gibi.
*Öznel ve nesnel kavram. -> bu ikilinin birliği idedir. Kavram idedir, kavramın
gerçekleşmesi idenin gerçekleşmesidir. İdenin kendisinin tarihsel olarak/ oluş halinde
gerçekleşmesidir. İdenin son aşaması ve mantık biliminin de son aşaması mutlak idea’dır.
Mutlak idea, yaşam ile bilginin birliğidir.
*Mantık bilimi, bütün varlığın ontolojik temelini bize sunan alandır.
*Mutlak idea kavramına ulaştık. Sırada bu ideanın nasıl gerçekleşeceğine yani
somutluğuna yönelmemiz, onu göstermemiz gerekiyor. Yani sırada Doğa alanı var. Doğa
alanında idenin nasıl verildiğine bakılacak, sonra da tarih/tin alanına geçilecek.
*İdea bu noktaya kadar karşımıza kendinde idea, kategorisel yapısı içerisine, mantıksal
yönüyle kendi başına olarak çıkıyor fakat şimdi doğa alanında kendisini gösterecek. Kendi
dışına çıkması, kendi olmayan alana doğru ilerlemesi aslında bir yabancılaşmadır. Çünkü
idenin kendisi doğada bize kendini doğrudan vermiyor ama doğanın bütün işlerinde
vardır.
*Doğa alanında bir bilinç söz konusu değil yani kendi dışına çıktığı alanda kendi için
olmak söz konusu değil. Bu durum sadece tin alanında mümkün.
*Doğada olan her şey yani idenin kendi dışsallığında görüldüğü alana kavram her
defasına kendisini doğal nedensellik ilişkileriyle ortaya koyar.
-Doğa alanı ilişki alanıdır. Doğa nesneleri hep bir uzam ve zaman içerisindedir. Bu
nesnelerin ilişki tarzı ise nedenselliktir. Belirli bir uzam ancak başka bir uzamın onu
sınırlaması ile bir var/belirlenim kazanabilir.
*Peki, tohumu attım fakat bitki halindeyken biri geldi ezdi ve olmadı. Böyle bir
duruma Hegel, burada da neden-etki olduğunu, bir şeyin o şekilde olmak yerine bu şekilde

7
olmasına a bir etkinin neden olduğundan bahsediyor. YANİ neden-etki: doğanın
belirleyici ilkesi.
*Üç temel neden/öğe:
1.İnorganik alan
2. Fizik olan alan
3. Organik alan. --> Fizik alan ve inorganik alanın birliği, kapsayarak aşılması.
-Doğa alanın her şey belirleyici bir cinsten.
-Doğanın kendi içerisinde bir tarih yok ya da tarihsel bir gelişim yok, doğada döngüsellik
var. -> Bir arıya bakınca, bütün olmuş arıların bir prototipini görürüz (evrim düşüncesi
yok)
-Bütün bu organik alanın en son noktasında bilinç geliştiren belirli bir canlı türü ortaya
çıktığı zaman bu tarihsiz düzen değişiyor. Tarihsel bir varlık olarak insan beliriyor.
*İnsan tarihsel olarak değişen, dönüşen ve gelişen bir varlık. (Tarihsel formasyonla
biçimlenmiş olandır, diğer şeylerden ayrımı budur.)
“Herkes kendi çağının çocuğudur.” -> İnsan için çağının tini belirleyicidir. (sadece insan
için ama)
-İşte tin alanı da bu şekilde başlar. Kendini doğa alanından ayıran insan ile.

TİN FELSEFESİ

Hegel’de Sistemin üç ana momenti vardır

1 mantık 2 doğa 3.tin felsefesi (geist)

Burada da alt bölümlemeler vardır.

İdenin tüm alana yayılan gelişiminin amacı doğa durumundaki yabancılık formundan kurtulup
kendisine ve kendisinin bilgisine ulaşmaktır. Kendinde ve kendi için tin/ide olarak ortaya
çıkmaktır. Doğa alanının son aşamalarında ya da doğa alanında ortaya çıkan insan varlığı ile
artık tin alanına girilmiştir. İnsan tinsel bir varlıktır, diğer canlılardan farklı olarak. Tinsel
varlık alanında artık tin söz konusudur. Bu tin ile birlikte (tarihsel alan) ide sistemin bütünü
olan idenin gelişiminde artık ide kendinde ve kendi için yani kendisine dönen ve kendisinin
bilgisine ulaşan ide olarak kendisini gösterir. Bu üçüncü aşama kendisinin bilincine varma
sürecidir. Doğa alanında kendi dışındaydı (uzamsal alan).Tarihsel alan olan Tin aşamasında
ise kendindedir. Kendisinin bilincine varması da bir süreç, bir hareket(ikisi de tarihsel)

Tin alanını da üç aşamaya ayırıyor.

Öznel tin alanı, nesnel tin alanı ve mutlak tin alanı. Mutlak tin aşaması mutlak tinin kendisini
tam olarak bilincine vardığı, özgürlüğün tam olarak gerçekleştiği aşamadır. Fakat bu mutlak
tin alanı öznel tin ve nesnel tin alanının birliğidir. Ya da bu ikisinin kapsanarak açılmasıdır.
Tin alanında her insan artık bir kişidir ve bir bilinç taşır. Özne tin alanında tinin öznel boyutu
hesaba katılır. Tek insanın yaşamındaki ide, bireyin tini. Öznel tin Hegel’e göre ‘’psikolojinin
alanıdır’’.Bir bilinç taşıyan insan psikolojinin konusudur. Öznel tin alanı tinin gelişiminin
önemli bir basamağıdır ama yeterli değildir.’’Henüz yeterli değil’’ Çünkü insanı toplumdan
yalıtıp bireyselliğinde ele almaya çalışıyor. Tek insanın yaşamını bireyselliğinde kavramak

8
istersek onu belirli bir tarihsel alana gerçekleştirmemiz gerekir fakat öznel tin alanında bunu
gerçekleştiremiyoruz. Dolayısıyla psikoloji her zaman eksik bir bilimdir. Dolayısıyla bireyi
bile kavramaya çalışsak bu öznel tin alanını aşacak bir toplumsal ilişkiler alanını(toplum, halk
vs) işin içine katmamız gerekir. İnsan ancak bir toplum içerisinde kendisini gerçekleştirebilir.
Dolayısıyla tarihselliğinden ve toplumsallığından soyutlayarak insanı anlayamayız. Öyleyse
bizim öznel tin alanından nesnel tin alanına geçmemiz gerekir. Yani Tinin nesnelleştiği alana
geçmek gerekir. Toplumsal alanda kendisini gösteren tine yönelmemiz gerekiyor. Yani
kendisini nesnellendirilmiş olan tine. Bu şekilde Hegel kendi yaşadığı dönemin bireysellik
anlayışını da aşmaya çalışıyor. Toplumda gerçekleşen bir şeyler vardır.

Nesnel tin alanı kendi içinde üç aşamaya ayrılıyor; Hukuk, Ahlak, Nesnel
Ahlak/Ahlaksallık

Üçüncü aşama olan nesnel ahlak alanı kurumsallaşmış olana gönderme yapıyor.*

-Birinci aşama olan Hukuk formel yasaları kapsar. Soyuttur, gerçekleşmemiştir. Genel
hukuksal ilkeler söz konusudur. Mesela bütün insanlar yasa bakımından eşittir. Bu ilkeler,
gerçekleşmemiş olanlar yanlış değildir fakat somut da değildir. Belirli bir toplumsal yapıda
gerçekleşmemiştir. Dolayısıyla hukuk alanı formel yasaları kapsamak bakımından henüz
gerçekleşmemiş soyut ilkelerden oluşur. Bunun toplumsal ilişkilerde gerçekleşmesi gerekir.

İkinci aşama; Ahlak. Bireylerin içinde somutlaşır. Bireyin istenci bir genel istenç olarak
kendisini gösterir. Yasanın kişilerde somutlaşması.’’Bütün insanlar eşittir fikrine sahip olan
bir birey var’’.Kendi iradesini bu fikrin kendisine bağlayan bir birey. Kişi bir yasayı kendi
yasası olarak koyuyor. Burada gönderme yaptığı şey Kant Ahlakıdır. İnsanlar hep belli
koşullar içerisinde yaşarlar. Onları belirleyen yapılar vardı, toplumsal yapılar. Her şey
koşullara göre olur. Kişinin kendi bireyselliğinden öteye geçip evrenseli ifade etmesi.

Üçüncü aşama; Etik yaşam/Nesnel Ahlak. Tek kişinin istemesi ile yeninin(?) istemesinin
uzlaşımı söz konusu. Üçüncü aşama üç kurumsal yapıda kendisini gösterir. Birincisi ailedir.
Herkes bir ailenin içerisine doğar. Aile temeldir. Aileyi bir çekirdek aile formunda el alması
bize modern aile yapısından bahsettiğini gösteriyor. Kurumsal yapılardan ilk önce gelen
ailedir. Buradan sivil topluma ya da burjuva topluma geçilecektir. Aile bir sevgi bağından
ziyada bir kurumdur. Ama aileyi oluşturan şey Hegel’de cinsel arzu ve aşktır. Fakat oluşan
şey kurumdur. Aile ilişkisi sırf bir sevgi ilişkisi değildir, Kurumsal ilişkidir. Dolayısıyla karı-
koca ilişkisi doğal arzu-cinsellik. Ebeveyn-çocuk ilişkisi, kız kardeş ile erkek kardeş
ilişkisi(burada arzu ve cinsellik söz konusu olamaz) Kadın ya da kız kardeş kutsalın
temsilidir. Evin içidir.(O dönemde kadınlar okula gitmiyor, dışarı çıkmıyor) Kadın evin
yasasına tabiiyken erkek dışarının yasasına tabiidir. Okul dediğimiz şey aile ile yurttaşlar
topluluğunun geçiş yeridir.(İçerisi ile dışarısı arasındaki geçiş yeri)

(Antigone*-Nereden geldiği belli olmayan ama bütün çağları da aşan yasalara tabiiyim)
Antigone’nin eylemi içerisi ile dışarısı arasındaki durumu sekteye uğratan bir eylemdir. Bir
kız kardeş erkek kardeşin ölüsünü sokakta bırakamaz. Yasa ne derse desin. Bu şekilde evin
yasasından hareketle dışarıya müdahale ediyor.

9
Modern toplum oluşumunda Antigone’nin eylemi Hegel’in kafasını sürekli meşgul etmiştir.
Onun için de Hegel içerinin yasası ile dışarının yasası arasında bir uzlaştırma peşindedir.
Kutsal yasalar ile konulmuş yasalar arasında. Antigone’yi eleştirmez sadece orada yaşanan
çatışma modern toplumda çözülecektir. Bu uzlaşma gerçekleştirilmezse bu gerilim toplumu
parçalar. İkisinin uzlaşacağı bir yapı lazım. Bu ancak üçüncü aşamada yani devlette ortaya
çıkacaktır.

Kız kardeş evin yasasına tabiiyken erkek kardeş evin yasasına tabiidir. Çünkü eğitim yoluyla
erkek dışarı çıkıyor. Anne-baba ve çocuk ilişkisinde çocukların eğitilmesi onların görevidir,
sorumluluğudur.

İkinci basamak; Sivil toplum/yurttaşlık toplum; Buradaki ilişki gereksinimler ve bireysel


çıkar ilişkisidir. Ama gereksinimler çerçevesinde ötekilerle kurulan bir ilişki vardır. Burada
belirleyici olan ise çalışma kavramıdır. Burada şöyle bir bilinç ortaya çıkıyor, çalışma
ortamında; benim gereksinimlerimi ben sadece ben karşılayamam. Ancak bir toplumsal
dayanışma yoluyla gereksinimler karşılanır. Ben çalışırken başkası için de çalışıyorum
öyleyse başkası da çalışırken benim için de çalışıyor. Dolayısıyla burada artık ben bizdir. Biz
aynı zamanda bendir. Benim çıkarlarım başkalarının çıkarlarıyla ilişkili ve bağlantılıdır.
Onları gözetmeden bir toplum içerisinde yaşayamayız. Kişiler birbirlerinden yalıtık kişiler
değildir. Burada bencillik belirleyici olamaz. Çünkü başkası yoluyla sen kendi
gereksinimlerini gideriyorsun. Burada bir sorun ortaya çıkar(Hegel’de sorun olarak ortaya
çıkıp da çözülmeyen tek sorun) Yoksulluk sorunu. Bu toplum sürekli zenginlik üretirken aynı
zamanda yoksulluk da üretiyor. Çünkü zenginlik belirli ellerde toplanmaya başlanmıştır.
Burjuva. Yoksullar sistemle bağlantılarını kopardıkları zamanda ‘’ayak takımın’’a dönüşürler.
Yoksulluk bir sorun değildir fakat onların ayak takımına dönüşü bir sorundur. Bu toplum öyle
bir toplumdur ki zenginler bile birden bire ayak takımına dönüşebilirler.(iflas gibi) Ayak
takımına dönüşmüş olanlar o toplumun kendi sistemi içerisinde ayakta kalmasına en büyük
engeldir. Ayak takımı sorununun çözülmesi lazım. Hecelin bu konuda ortaya koyduğu
çözümlerden hiçbiri yeterli değildir. Buradan da çeşitli bir birlikler yoluyla devlet aşamasına
geçiyor

Üçüncü basamak: devlet; Devlet bir organizasyondur, fakat canlı bir organizasyon. Tarihsel
süreç içerisinde gelişen bir yapı. Bir sözleşme ile kurulmuş değildir. Devletler kendi halk
temelinde tarihsel olarak ortaya çıkarlar ve tarihsel olarak da ortadan kalkarlar. Her bir
devletin organik bütünü beklediği bir sonu vardır. Akıllı ve canlı bir bütündür. Halka dayanır.
Kendisini devlet ilişkisi olarak biçimlendiren, kuran halkın kendisine dayanmaktadır.

‘’Tinin olduğu yerde tarih söz konusudur’’

Hegel’in devlet anlayışı devletin idea olarak ulaşabileceği en son noktadır. Devlet üç olmazsa
olmaz tözsel öğeye ayrılır. Yasama yetkisi, yürütme yetkisi ve yönetme yetkisi. Bu açıdan
anayasal monarşik bir devlet. Devletler oluşan varlıklardır ve halk temeline dayanır. Hegel’in
bahsettiği de bir ulus devletidir. Devletleri aşan üst birlikler bu devletlerarasında güçlü olanın
işine yarayacaktır. Bu yüzden devletlerin üzerindeki birliklerin olmaması gerektiği görüşünü
savunur. Buradan yola çıkarak da şunu ifade eder ‘’devletlerin her biri bağımsız, egemen
varlıklardır. Başkaları tarafından tanınan varlıklardır. Tanınma mücadelesi içerisinde başarıya
10
ulaşamamış olan devlet, devlet olamıyor. Bu tanınma mücadelesinden başarı ile çıkması
gerekir. Tanınma mücadelesi aslında bütün toplumsal ilişkilerin temelinde yatar. Efendi-köle
diyalektiği de tam da burada ortaya çıkar.** Devletler bağımsız ve egemen birliklerdir. Kendi
sınırları içerisinde egemenliğini koruyamayan devletler tarihin aşamaları içerisinde yok olup
giderler. Peki devletlerarasındaki ilişkiler neye dayanır? Karşılıklı barış içerisinde yaşama
düşüncesi belirli olmalıdır diyor fakat çözülemeyen sorunlar söz konusu olduğunda savaş
devreye girmek zorundadır. Tarihe baktığımızda sürekli savaşları görüyoruz. Bu yüzden tarih
kanlıdır. Her biri bir birey gibi davranan devletler hakkındaki son yargıyı tarih verir. Bu
nedenle tarih yüksek bir dünya mahkemesidir. Devletlerin, halkların, ulusların, hak ve alın
yazılarını belirleyen şey tarihtir. Tarih son hükmü kendi elinde tutar. Dünya tarihi dediğimiz
şey tinin zamandaki açılmasıdır. İdenin uzamda doğa olarak açılması ve tinin zamandaki
dünya tarihi olarak açılması. Hegel aynı zamanda tarihi özgürlük bilincine doğru bir ilerleme
olarak görür. Bu ilerleme içerisinde de her bir dönemi temsil eden bir ulus devreye girer.
Büyük İskender gibi kişiler tarihin ne yöne gittiğini sezmektedirler. Onları lider yapan da bu
sezgilerdir. Oysa bu sezgileri araç olarak kullanan tarihin kendisidir. Bu da aklın onlara
oynadığı bir oyundur. Devletler oluşur ve yok olur. Peki, bu tarihsel süreçte sonsuzluğa nasıl
ulaşacağız? Burada nesnel tin aşamasından mutlak tin aşamasına geçmemiz gerekmektedir.
Hakikatin kendisini dile getirdiği bir alan olması lazım bu da üçüncü alandır.

3.Mutlak Tin

Mutlak tin de kendisini üç aşamada gösterecektir. Sanat, din ve felsefe

Bunlar arasında da diyalektik ilişkiler vardır. Birbirinden kopuk değildirler. Fakat felsefenin
sanat ve dini kapsayan bir yapısı vardır. Felsefe daha yüksek bir formdur. Her ne kadar hepsi
hakikati bir şekilde dile getirse de. Felsefe hakikati kavramlarla ortaya koyar. Bu düşünceyi
kısmen Spinoza, Farabi’den almıştır.

Sanat; Mutlak tini duyulur imgeler yoluyla sunar/kavrar. İmgeseldir. Duyusal bir yönden ele
alır. Burada bir ide, fikir duyusal yol ile meydana gelir. Bunlar bize tini sunar. Sanat yapıtında
tin dediğimiz şeyin kendisi bize seslenir.

Din; Hakikati, tinin kendisini semboller ve mitoslar yoluyla dile getir.

Felsefe; Felsefe hakikati kavramlarla ortaya koyar. Tinsel olan, tarihsel olan ne varsa aslında
felsefede kavramsal olarak dile getirilir. Bu aynı zamanda tinin kendisi hakkında ulaştığı en
yüksek bilinç biçimidir. Tin kendisinin bilincinde tin olarak ortaya çıkmaktadır. Böylece
sistem tamamlanır. Sistem felsefenin bütün bunları kavrayışı ile tamamlanır. FELSEFE HEP
SONDA GELİR! FELSEFE HEP GEÇ KALIR.

Felsefe olan bitenin düşüncede özetlenmesinden başka bir şey değildir.

EFENDİ KÖLE DİYALEKTİĞİ

Bilinçten kendilik bilincine geçişten bahsediyor. Doğal bir varlığın kendinin bilincinde olması
söz konusu değildir. Var olan şeylerin bir bilinci vardır. Kendi doyumunu hemen sağlarlar.
İnsanla birlikte bir ayrılma söz konusudur. Doğa ve bilinç arasında bir kopuştan söz eder.

11
Doğadaki diğer canlılar kendi arzularını dolaysız yolla karşılıyorlar. İnsanda ise doğadan
ayrılmasıyla birlikte arzunun boyutu da değişiyor. Sadece arzulamakla kalmayıp başkası
tarafından da arzulanmayı arzuluyor. Yani kendi arzu nesnem de beni arzulasın istiyor.
Tamamen insani bir duygudur bu. Özbilinçli bir varlığın yapısı. Bir özbilinç kendi doyumuna
ancak başka bir özbilinçle beraber ulaşır. İşte burada toplumsallık dediğimiz şey ortaya
çıkıyor. Böylece konumlar oluşmaya başlıyor. İnsan dünyası, bir tanınma mücadelesi
dünyasıdır. Ölümüne bir kavgadır, var olma kavgasıdır. Fakat ölümüne mücadelede ölümün
olmaması gerekir. Çünkü devam etmesi gerekir. Bu mücadele içerisinde ölüm korkusunu
yenebilen kahraman kendisini diğerine efendi olarak kabul ettirir. Ölüm korkusuna yenik
düşense o efendinin hizmetine girmeyi kabul etmektedir.Böylece iki konum ortaya çıkar;
efendi ve köle. Bu ilişkide belirleyici olan korkunun kendisidir. Korku ilişkiyi başlatıyor.
Birisi korkuyu yeniyor birisi korkuya teslim oluyor. Birbiri için zorunlu koşul olan iki konum
beliriyor böylece. Biri diğerinin ortadan tamamen kaldıramaz. Çünkü bu ilişkinin devam
etmesi gerekir. Köle teslim olduğunda efendi kendi arzu çerçevesi içerisinde köleyi
çalıştırmaya başlıyor. Şimdiye kadar efendiler üstün. Çalışmak demek doğayı dönüştürmek
demektir. Doğayı işlemek, biçimlendirmek (tarlayı sürmek gibi). İnsan doğayı dönüştürürken
aynı zamanda kendisini de dönüştürür. Uyuyan güçlerini/potansiyellerini ortaya çıkarır. Form
kazanma çalışma ile gerçekleşir. Köle çalışarak kendisini kabul ettirmeye çalışıyor. Kölenin
efendiden bir üstünlüğü vardır. Hem efendi ile ilişkisi vardır hem de doğa ile. Doğayı
dönüştürmektedir. Ama efendi hiçbir zaman doğa ile karşılaşmıyor, çalışmıyor. Dolayısıyla
bilinci hep eksik kalıyor. Bu yüzden tarih boyunca köle belirleyici olacaktır. Böylece köleler
tarihsel süreç içerisinde çalışarak özgürleşmeye başlıyorlar.’’Çalışmak özgürleştir’’.
Dolayısıyla çalışarak bir dönüşüm söz konusu ve kahramanlar yavaş yavaş silinmeye başlıyor.
Fakat efendisiz köle olmadığı için başka efendiler ortaya çıkar. Büyük efendiler. TANRI.
Artık tanrı için çalışıyorlar. Bu ilişki bütün bilinç biçimleriyle şekillenip tarihin son
aşamalarına doğru geliyor. Son aşamada modern devlet yapısı ile birlikte kölenin bilinci
üzerinden gelişen tarihin en son aşamalarında yurttaşlık ve devlet ilişkisi olarak kendisini
gösteriyor. Köle yurttaşa dönüşüyor, efendi devlete. Yurttaş artık klasik anlamda bir köle,
devlette efendi değildir. Devletsiz yurttaş, yurttaşsız devlet olmuyor. Bu yapı bütün tarihi
belirleyen bir yapı haline geliyor. Tarihte her şey çatışma yoluyla olur. İşte burada özbilincin
gelişimi söz konusudur. Mutlak bir bilin. Ortaya çıkıyor. Dolayısıyla bu ilişki ile birlikte
özgürleşmenin Gerçekleştiğini görüyoruz. Yurttaş ne efendi ne de köledir artık. Ama aynı
zamanda yurttaş bir efendi formunda çünkü devlet onun üzerine kuruludur. Devlet
yurttaşlarından bağımsız bir birlik değildir.

Feuerbach 1804-1872
Akademisyenliği görüşleri nedeniyle bırakmak zorunda kalıyor. Taraya çekilir ve okumaya ve
yazmaya devam etmektedir. Görüşlerinde dinle ilgili o dönem için tehlikeli noktalar vardır.
Hegelin ölümünde sonra iki grup Hegelci ortaya çıkıyor. Birinci grup Hegelin görüşlerini
Hristiyan dogmalarıyla uzlaştırıyorlar. Yaşlı ya da sağ Hegelciler olarak adlandırılıyor. Çok
etkili olmamışlardır. Asıl etki genç ya da sol Hegelciler tarafından gerçekleştirilmiştir. Bunlar
doğrudan hegelin öğrencileri değildir. Fakat Hegel öldükten sonra ortaya çıkmıştır. Feuerbach

12
bunların içerisinde öne çıkan bir isimdir. Bu grubun ikinci fikir babasıdır. Hegelin
düşüncesini aynı zamanda eleştirmiştir fakat Hegelci bir yönde eleştirerek onu aşmaya
çalışacak. Feuerbach Hegel’den hareket ediyor ve onun bilinç düşüncesini dönüştürmeye
çalışıyor. O genç kuşak da Feuerbach’ın kitabını okuyor ve hegeli fuerbachcı olarak
yorumlamaya başlıyor. Dolayısıyla Feuerbach Hegel-Marx geçişinde belirleyici bir isimdir.
Hristiyanlığın ön özünde ‘’Hegel için insanın tanrı hakkındaki bilgisi (tin/ide) tanrının kendi
hakkındaki bilgisidir’’ Yani tinin kendisini bilmesidir. Benim düşüncem ise ‘’İnsanın tanrı
hakkındaki bilgisi insanın kendisi hakkındaki bilgisidir’’ diyor Feuerbach. Yani insan Tanrı
dolayısıyla kendisini tanımaktadır. Tanrı insanın kendisinden çıkar. Kendi niteliklerine göre
yabancılaşması yoluyla ortaya çıkar. Tanrı insanın özünün dışa yansıtılması ve
aşkınlaştırılmasıyla ortaya çıkar ve bu da tarihsel olarak gerçekleşir. Dolayısıyla bizim tanrı
hakkındaki söylediğimiz her şey aslında kendimiz hakkında söylediğimiz her şeydir. Çünkü
tanrı insanın kendi özüne yabancılaşmasından başka bir şey değildir. Dolayım yoluyla
kavradığımız kendi hakkımızdaki bir izdir. Bu açıdan tarihsel olanı din üzerinden ele alıyor ve
bu dinsel yabancılaşmayı merkeze koyarak tarihsel gelişimi anlamaya çalışıyor. Hareket
noktası bakımından doğrudan Hegelle olan tartışması vardır.

*Spikülatif; Hegel de bütünü bir bütünlükle kavramak anlamına geliyor. Pozitif açıdan. Kendi
düşüncesini bu şekilde ifade ediliyor.

Feuerbach diyor ki spikülatif felsefe soyut olandan hareket ederek somuta geçer. Ççünkü ide
belirkeyici ideden de gerçekliğe geçiş olarak görür. Yani ideden hareket ediyor ve reele
geçiyor. Fakat benim düşünceme göre ideadan değil somut varlıktan yola çıkmak gerekir.
Yani düşşüncelerin, bilincin ve oradan çıkarabileceği doğadan yani nesnel gerçeklikten
hareket etmek gerekir. Yani hegelin kendi yorumu çerçevesi içerisinde feurbach’ın kendi
çerçevesi içerisinde kurduğu ilişkiyi tersine çevirmeye çalışıyor. İdea ile gerçeklik arasındaki
ilişkiyi tersine çevirmeye çalışıyor. Doğanın kendisinden hareketle ideayı ortaya çıkarmaya
çalışıyor. (Tersine çevirme meselesi daha sonra marxta da karşımıza çıkacak. Hegelin
düşünceleri doğru ama baş aşağı duruyor onu ayakları üzerine oturtmamız gerekir diyecktir.)

Nereden hareket edilmeli? Doğadan. O zaman natüralist. Bilincin doğadan çıktığı bir
natüralist görüş. Burada bir Spinoza etkisi de görülür. Öyleyse bu varlık doğa bilinç ise ikinci
dereceden bir gerçeklik. Doğadan ortaya çıkmış bir gerçeklik. Yani doğanın türevidir. Bilinç
derken insanı kastediyoruz. İnsan doğadan kendisini ayırarak bilinç sahibi olur. Doğadan
kendisini ayırıp bilinçli bir varlık olarak ‘’benim nesnem doğa’’ diyen insan kendi nitelikleri
üzerine düşünmeye başlar. Bu düşünceden sonra insanda akıl, sevgi ve isteme vardır der.
Doğadan kendisini ayırarak oluşan bilincin gelişiminde ilk yabancılaşma ortaya çıkıyor. Bu
nitelikler bende sınırsız ve sonsuz mudur? Böylece bir yabancılaşma daha ortaya çıkıyor.
Bunları sınırlı sonlu olarak gördüğü zaman sonsuzsuzlaştırarak ya da aşkınlaştırarak belli
başka bir varlığa atfediyor yani kendi dışındaki bir varlığa. Akıl, sevgi ve isteme gücü sonsuz
olan bir varlık var. Kendindeki nitelikleri aşkınlaştırıyor ve kendi niteliklerini kendisinden
ayırıyor sonra da başka bir varlığa atfediyor bu varlık Tanrıdır. Bu tanrının doğumu, tanrı
tasarımının ortaya çıkışıdır. Yani tanrı, insanların kendi nitelikleri üzerine düşünmeleri ile
ortaya çıkmıştır. Yani tanrı insandan ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla insanı yaratan tanrı değil,
tanrıyı tasarlayan insan, tanrıyı ortaya çıkarmıştır. Bu bir yabancılaşma biçimidir. Kendi

13
niteliklerini dışşsallaştırma biçiminde bir yabancılaşma. Kendi niteliklerini aşkınlaştırarak
bunları sınırlı ve sonlu görmeye başlar ve bunların hepsi sınırlı ve sonsuz olarak Tanrıda
vardır diyor. İnsanlık tarihi dinler tarihi üzerinden okunacaktır. Bu din tarihinin kendisi aynı
zamanda insanlık tarihinin kendisidir. Din tamamen insani bir olgudur. ‘’Hristiyanlığın Özü’’
kitabında söylediği şeyler tam da bu çerçevedeki şeylerdir. Dinsel yabancılaşma çerçevesinde
olan insanı konu alır. Din insanın kendi kendinden ayrılması ve kendi niteliklerine
yabancılaşması yoluyla ortaya çıkar. Özetle, doğadan hareket etmek gerekir. Bilinç doğadan
açığa çıkar. Bu da insanın kendisini doğadan ayırıp kendisi üzerine düşünmeye başlar. İnsan
doğadan, akıldan ve sevgiden oluşan bir varlıktır. Bunların sonlu olduğunu düşünür. Bu
nitelikleri dışarı yansıtır ve aşkınlaştırır ve tanrı tasarımını ortaya çıkarır. Bu nitelikler artık
kendi nitelikleri değil tanrının nitelikleridir. Tanrı sonsuz, insan sonludur. Tanrı mükemmeldir
ve tamdır insan sınırlıdır. Tanrı kalıcıdır insan geçici. Tanrı kutsaldır, insan günahkar.
Kendini aciz bir insan olarak görmeye başlıyor ve Tanrı onun karşısına bir güc olarak ortaya
çıkıyor. Bütün olumlu nitelikler tanıya atfedilirken olumsuzlar insana atfedilmeye başlar.
Bizim aklımız sınırlı tanrınınki ise sonludur. Onun istemesi ve iradesi sonsuzdur. Tanrı
mutlak sevgidir. Böylece yabancılaşma ortaya çıkar. İnsan kendisine, özüne yabancılaşmıştır.
Bu da bütün bir din tarihine yayılıyor. Din tarihi insanlık tarihidir. Din insanın kendisine
yabancılaşmasının temel görünümüdür. Dolayısıyla bu yabancılaşmanın aşılması gerekir, yani
dinin. İnsanın tekrar kendisine dönebilmesi ve tanrıya atfettiği şeyleri tekrar kendine
döndürmesi gerekir. Fakat bu demek değildir ki din gereksizdir. Aksine din insan bilincinin
gelişiminde belirleyici bir role sahiptir. İnsanın gelişimi din üzerine oluyor. Gereksiz değildir,
kaçınılmazdır. Daha sonrasında yabancılaşmanın aşılması gelir. Bu da bilim ve teknik yoluyla
mümkün olucaktır.

İNSAN GELİŞİMİ

Din Feuerbach da imgeleme dayanır. Bu ona özgü bir şey değildir. İnsanoğlu dinde kendi
niteliklerini dışa aktarır ve kendi üzerinde hegomonik bir güç kurmaya başlar. İnsan yer
yüzünde ve knedi pratik ilişkilerinde bulamadığı şeyi aşkın bir tanrıya atfederek bulmaya
çalışır. Hayat ne kadar boş ise tanrı tasarımı o kadar dolu ve somuttur. Gerçek dünyayı
yoksullaştırma ile tanrı tasarımını zenginleştirme bir ve aynıdır. Sadece yoksulun zzengin
tanrı tasarımı vardır. (Benzer bir şey marxta da karşımıza çıkacaktır. ‘’Din tanrının
afyonudur’’, ‘’Ruhsuz dünyanın ruhudur’’ Yani acıyı dindirme aracı) İnsanın bu dünyada
bulamadğı şey ona acı veriyor ve bunu tanrı da arıyor. Dolayısıyla dinin temelinde hayal gücü
yatar. Bu nedenle bilim dine karşıdır. Din aynı zamanda hayal gücü ile bağlantılı olarak arzu
etmenin bir biçimidir. Gerçekliği insan tatmini yönünde değiştirebilme çabasıdır. Arzu dinin
temelinde yatar. Arzu yegane geçerli yasayı verir. Din insan gelişiminin temeliyken dinin
temelinde de arzu yatar. Mesela doğa yasalarını değiştirememiz mucizeyi ortaya çıkarır. Ölüm
korkusuyla oluşan arzu ile ilgili Feuerbach ‘’insanların mezarları tanrıların doğum yeridir’’
diyor. İnsan doğaya bağımlı, doğanın belirleyiciliği söz konusu. İnsanlık tarihinin de iki
büyük aşaması var. Birinci aşama insanın tamamen doğaya bağımlı olduğu aşama bu
aşamadaki din biçimi ise çok tanrıcılık. İkinci aşama ise insanın doğadan nispeten koptuğu bir
aşama burada da tek tanrıcık söz konusu. Tek tanrıcılık çok tanrıcılığın dönüşmesi ile
meydana çıkmıştır. Yani aralarında bir bağlantı vardır. Farklı coğrafyada yaşayan insanlar

14
birbirlerinin tanrıları ile dalga geçerler. Çünkü gereksinimler farklıdır. Fiziksel gereksinimler
nedeniyle doğaya bağlılık vardır. Doğal unsurdan bağımsızlaşma yoluyla çok tanrıcılıkta bir
farklılaşma gerçekleşiyor. Toplumsallaştıkça tanrılar da toplumsallaşmaya başlıyor.
Feuerbach a göre krallar da kendi soylarını tanrılara bağlayarak kendilerini meşrulaştırıyorlar.
Politik ilişkiler gerçekleştikçe tanrılar da politikleşiyor. Burası çok tanrıcılıktan tek tanrıcılığa
geçiş de de önemlidir. Tek tanrıcılığa geçiş birden bire değil bir gelişim aşaması içerisinde
olmuştur. Tek tanrıcılıkta bir tinsellik belirleyici oluyor. Dikkatini kendi içine ve kendi
karakterine çeviriyor insan ve başta bahsettiğimiz özellikleri tek tanrıya atfetmeye başlıyor.
Yabancılaşma adım adım doruğuna ulaşmaya başlıyor. İlk başlarda doğaya bağlı olarak dağ
ve ırmaklar tanrılaştırılırken sonrasında çok tanrısalcılık içerisinde ırmak sadece bir ırmak
değil belirli bir görevi olan tanrıya dönüşüyor ve hiyerarşi ortaya çıkmaya başlıyor. Tek
tanrıcılık yabancılaşmayı büyütüyor ilk Yahudilik daha sonra Hristiyanlık geliyor.
Yabancılaşmanın en üst noktasına varılan Hristiyanlıkta ise yabancılaşma artık aşılacak bir
noktaya gelmiştir. Çünkü yabancılaşma sonuna kadar ulaşmadan aşılmaz. Neden Hristiyanlık?
Tanrının tekrar insan oluşunu beraberinde getiriyor. İnsandan çıkmıştı tekrar insana dönüyor.
İlk aşama olan Yahudilikte insan çok dar bir biçimde, egoist bir biçimde bir tanrısallık ortaya
koyuyor. Hristiyanlık ise ulusal sınırlama ve egoizmden arındırılarak yeni bir din olarak
ortaya çıkıyor. İsa kutsal kitapta bildirilmiş olan bir kurtarıcı olarak geliyor. Hristiyanlık
ortaya çıkışından itibaren tanrının insan haline geldiğini bildirdi. Mucizelere dayanıyor. Bütün
insanların arzularını tatmin edecek mucizelerdir bunlar. İsa’nın bir elmayı etrafındaki herkese
pay edebilmesi ve herkesin doyması Hristiyanlığın en alttakilerin hareketi olduğunu
gösteriyor. Yahudi zenginlerinden değil Yahudi alt kesimlerindendir İsa. Hristiyanlıkta hayal
gücü sınırsızdır. Yoktan var etmek de bunlardan biridir. Artık tanrı insanlaşmaya başlamıştır.
Yer yüzünden çıkmıştı ve tekrar yer yüzüne dönmüştür. İşte bu yabancılaşmanın aşılmaya
başlandığı noktadır. İnsanın kendi özünden ayırdığı şeyler tekrar insana dönmüştür. Dinin
aşılması noktasına varılmıştır. İnsan tekrar kendisinin farkına ve bilincine varıyor. Bütün
bunlar tüm bir tarihsel süreçtir. Bundan sonrası artık teoloji değil antropoloji meselesidir.
İnsanın doğal niteliklerinin bilim ve teknoloji ile en üst seviyelere taşınması sonucu ile artık
dinsel tasarımlara ya da hayal gücündeki tatminlere gerek kalmayacaktır. (fazla iyimser) Din
insan yaşamının nasıl biçimlendiğini bize gösteriyor. Bütün bir tarih dinin tarihi olarak
okunuyor ama dinin kaynağı bakımından bir yabancılaşma olarak bize sunuluyor. Nu
yabancılaşmanın aşıldığı noktada da artık din ortadan kalkacaktır çünkü dine ihtiyaç
kalmayacaktır. İnsan kendi özüne dönmüş olacak. Tanrı insanın özünün ifadesidir. Feuerbach
Hegel’in tinini tanrı olarak görüyor. İnsanın kendi yarattığı şey tarih boyunca ona
hükmetmiştir.

KARL MARX (1818-1883)

Almanya da Yahudilikten Hristiyanlığa dönmüş bir ailenin çocuğu olarak doğmuştur. Babası
hukukçu ve aydınlanma düşüncesine meraklıdır. Dolayısıyla Marx ı çok erken yaşlarda bu
yönde geliştiriyor. Çok erken yaşlarda Latince ve Yunanca öğreniyor. Tamamen entelektüel
bir yapıda gelişmiştir. İçinde bulunduğumuz toplumu çözümlediği eser kapital. Birçok alana
yayılmış bir ilgisi vardır. Hayatı yoksulluk içerisinde geçmiştir. Hiçbir zaman düzenli bir iş
yapmış değildir. Doktorasından sonra Üniversiteye alınmıyor. Politik görüşleri yüzünden

15
sürekli bir sürgün hayatı yaşıyor. Sekiz çocuklu bir aile babasıdır. Bu da enteresandır çünkü
Marx aile ile birlikte özel mülkiyet ilişkilerinin başladığını ve bu sürecin yani
yabancılaşmanın tam da burada ortaya çıktığını, yabancılaşmanın aşıldığı noktada aile
kurumunun da ortadan kalkacağını savunan biridir. Babasına yazdığı bir mektupta ‘’
Hegeldeki idea ile gerçeklik arasındaki ilişki sürekli kafama takılıyor’’ diyor. Gerçekliği mi
temele almak gerekir yoksa ideayı mı? Gerçekliği temele almak gerekiyor gibi görünüyor
diyor. İdeayı gerçekliğin kendisinde aramak gerektiğini düşünüyor. Nereden hareket etmek
gerekir? Var olan maddi, insani ilişkilerden. Maddi ilişkiler belirleyicidir. Pratik bilgiler.
Fikirler düzlemi değil, yapıp etmeler alanı. İdeleri buralardan çıkarmak gerekir Hegel’de bu
ters duruyor. ‘’İnsan beyninin yaşam sürecini bağımsız bir özne gibi düşünmüştür’’ diyor. İde
adı altında gerçek dünyanın yapıcısı haline getirmiştir. Gerçek dünya ideanın bir ürünü olarak
görülmüştür. Bunu insanın maddi zeminine oturtmak gerekir. Marx’ın sorunsallaştırdığı şey
kapitalist ilişkilerdir. ‘’Katı olan her şey buharlaşmış, kutsal olan her şey kutsallığını
yitirmiştir.’’ Her şey para, üretim ve tüketim ilişkilerine dönmüştür. Marx teorinin karşısına
pratik olanı koymuştur. Teoria ona göre insanların kendi yaşamlarını değerlendirme tarzları
olarak görür. Temelde olan şey insanların yaşam koşullarıdır. bizim yönelmemiz gereken şey
ise yaşam koşullarıdır. Maddi ilişkiler derken de içinde yaşadığı koşulları göz önünde
bulunduruyor. Mesela bir işçinin fabrikada kurduğu toplumsal ilişkiler. Bilinç başlangıçtan
beri toplumsal bir ürün olmuştur. Bilinç toplumsal bir ürün ve insanlar var oldukça da öyle kalacak.
İnsanlar Marx ın hareket noktasıdır bu nedenle kendisini tarihsel metaryalist olarak niteler. Buradaki
metaryalizm maddi şeylere gönderme yapıyor. Orada bir madde var ve o maddenin de benim zihnimde
bir karşılığı var. Kastettiği şey maddi toplumsal ve pratik ilişkiler. BU temelde açıklamak gerektiğini
söylüyor. Hegel ise ideanın yaşam sürecinde kendini gerçekleştirmesinin bir ürünü olarak görüyor her
şeyi. Bunu yapmakla gerçekliğin kendisini yitiriyor. Dolayısıyla düşünceyi pratikten yola çıkarak
açıklamak gerekiyor. Ahlak din metafizik gibi ideoloji biçimleri kendi başlarına bunların tarihi yoktur.
Bunlar maddi ilişkilerin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Dünya tarihini fikirler üzerinden
okuyamazsınız. Marx ideolojileri olumlamıyor. Marx ideolojiyi yanlış bilinç olarak görür. Çünkü
kendi gerçeklerine yabancılaşmışlardır insanlar kurdukları maddi ilişkikerde. İdeolojilerin maddi
temelinde ise bambaşka ilişkiler vardır. Üretim tüketim ilişkileri gibi. Belirli şeyleri üretirken biz ne
yapıyoruz gibi. Bugüne kadar kendileri hakkında hep yanlış bilince sahip olmuşlardır çünkü
yabancılaşma vardır. Bu yanlış düşüncelerin ortaya cıkardığı sorunlar ancak teoriyi mistisizme götüren
tüm sırlar kendi rasyonel çözümlerini insan pratiğinde ve bu pratiğin çözümlenmesinde bulurlar. Marx
hayatı boyunca toplumsal pratiğin çözümşenmesi işine girecektir. Toplumsal ve maddi ilişkilerin
çözümlenmesi. Ekonomik ilişkilerin çözümlenmesi gerekiyor. Bu da ancak eleştirel bir tarzda
yapılabilir. Toplumsal yapının çözümlenmesi bu şekilde yapılmalıdır. “mevcut gerçekliğin acımasızca
bir eleştirisini yapmak gerek” NEDEN? Eleştirel tarzda dönüştürmek için bunu yapıyor. Mevcut
gerçekliğin bu türden kurulmuş olması insanın kendi yapısına uygun değil bunun değiştirilmesi
gerekiyor. Felsefi çözümlemenin kendisi aynı zamanda politik bir çağrıyı da içeriyor. Arka planda bir
adalet duygusu vardır. Mevcut durumu ortadan kaldırmayı amaçlayan eleştirel bir çözümleme var. Bu
yapılırsa ancak dönüşüm gerçekleşebilir. “filozoflar dünyayı sadece yorumladılar asık olan onu
değiştirmektir” felsefeyi politik bir alana taşıyor. Din ile başlarsak, din mevcut gerçekliğin yanlış ve
yanıltıcı bir şekilde kavranışıdır. Dinin kendi başına bir içeriği yoktur. İnsanın dolambaçlı bir yolla
tanınmasıdır. (feuerbahcı) İnsanların kendi üzüntülerinin dışa vurumudur. Öyleyse din ruhsuz
dünyanın ruhudur, yanlış bir bilinç ve bir ideoloji biçimidir. Marx işçi sınıfını yüceltiyor ifadesi
yanlıştır. İşçi sınıfı insani koşullarda yasamıyor ve insanlıktan da çıkmış durumdadır. Diyalektik
materyalizm de yoktur. Tarihsel materyalizm var. Hegel olanı olduğu gibi anlatırken Marx olanı

16
değiştirmeye çalışıyor. Kurulu ilişkiler insani değil dolayısıyla aşılması gerekiyor. Din gibi ideoloji
biçimlerini ancak o gerçekliğin temelinde yatan yabancılaşmış ilişkiler alanını çözümleyerek
araştırabiliriz. Dolayısıyla din bir gökyüzü meselesi değil yeryüzü meselesidir. Öyleyse dinsel dünya
gerçek dünyanın yansımasından başka bir şey değildir. Biz gerçek dünyayı çözümlemeliyiz ki
dönüşünü gerçekleştirebilelim. **Bunlar diyalektik materyalizm değildir bu bir uydurmadır**

MARX TARİH VE METARYALİST GÖRÜŞÜ

Marx maddi ilişkileri temele almak gerektiğini düşünüyordu. Burada materyalist görüşü de bu şekilde
yorumlanmalıdır. İnsanların içerisine girdikleri toplumsal ilişkiler olarak. Yaşayan bireylerden ve
onların eylemlerinden bahsetmekteyiz. Gerçek, somut yaşayan bireyler ekonomik üretim ilişkilerine
girerler. Bunu tarihsel olarak belirleyen şey de tüm tarihsel üretim araçlarının üretilmesidir. İnsan araç
üreten bir varlıktır. İnsanı insan yapan şey çeşitli gereksinimlerini gidermek için çeşitli araçları
üretmesidir. Doğadaki bedensel olarak en güçsüz varlık insandır. Tarihsel olarak ilk eylem de bu
çeşitli araçları üretme eylemidir. Bu araçlar yeni gereksinimlere sebep oluyor. Bunlar için de başka
araçlar üretmeye başlanıyor. Bu üretim araçlarına kimlerin sahip olduğu toplumsal sınıfları
belirleyecektir. Tarihi Belirleyen üçüncü ilişki ise kişilerin kendilerini yeniden üretmeleridir. Bu da
ailede gerçekleşmektedir. Aile alanı tarihi belirleyen üçüncü ilişkidir. Bu ailenin kendisinde iş bölümü
ortaya çıkıyor. Bundan dolayı da özel mülkiyet ilişkisi ortaya çıkıyor. Ailelerin genişlemesi ile iş
bölümü ortaya çıkıyor bu da beraberinde mülkiyet ilişkisini ortaya çıkarıyor. İş bölümü ve özel
mülkiyet alanı tarihi belirleyecektir. Bunların hepsi ihtiyaçlar temelinde ortaya çıkar. Özel mülkiyetin
de belirli ellerde toplanması durumu vardır. Bütün bu ilişkiler maddi ve üretim ilişkileridir. Toplumun
ekonomik yapısı belirli bilinç şekillerine tekabül eden hukuki ve siyasal üst yapıyı belirler. Ekonomik
temel üst yapıyı son tahlilde belirler. Maddi hayatın üretim tarzı genel olarak toplumsal siyasal ve
entelektüel yapıyı belirler. Fakat ne ölçüde belirler tartışması ayrı bir konudur. Üretim ilişkileri
toplumsal sınıflara ve bu sınıflar arasındaki çatışmaya yol açar. Tarihi belirleyen şey bir mücadele ve
savaş durumudur. (Hegel gibi) Şimdiye kadarki tüm toplumların tarihi savaş sınıfının tarihidir. Sınıflar
arası ilişkinin temelinde de bir çatışma yatar. Maddi güçler ve üretim ilişkileri arasında bir çatışma
vardır. Maddi güçler sürekli artar büyür fakat eski sınıfsal egemenlikler korunmaya çalışır. Yönetici
sınıfı egemenliğini bırakmak istemez. Öte yandan toplum sürekli gelişir. Bundan dolayı bir çatışma
ortaya çıkar. Bu çatışma artık aşılamayacak bir noktaya geldiği zaman devrim olur. Bu çatışmanın en
son noktası devrimdir. Tarih devrimler ile ilerler. Kapitalist sisteme uygun bir üretim sistemi
oluşturabilmek için devrimler çağı başlıyor. Feodal sistemden kapitalist üretim sistemine geçilmeye
başlanmaktadır. Bu ancak devrimler yoluyla gerçekleşir çünkü egemen sınıf egemenliğinden
vazgeçmek istemez. Bazen erken devrimler çıkar ortaya ve başarısı olabilir. Burada bir zorunluluk
vardır. Tarihe belirli bir zorunluluk hükmeder. Bu çatışmalar, devrimler birer zorunluluktur.
Çatışmaların devamında devrimlerin gelmesi kaçınılmazdır. Tarihsel gelişimde sıkı bir zorunluluk var.
Değişim için bir müdahale gerekmektedir. Bundan dolayı içinde bulunduğu kapitalizmin
çözümlemesini yapıyor. (İngilterede) Buradaki toplumsal yapıyı çözümlüyor. Almanlar buradan bize
ne dediğinde ‘’Anlatılan senin hikayendir’’ diyor. Tarihin zorunlu gelişimi kapitalist sistemin doruk
noktasına ulaştığı İngiltere’den bütün her yere yayılabileceği görüşündedir. Bu yüzden böyle diyor.
Siz de bu noktaya geleceksiniz. İngiltere sizin örneği. Ben İngiltere’yi anlatırken bütün dünyanın
geleceği noktayı anlatıyorum çünkü tarihte bir zorunluluk var. Tarihe tarihsel bir bakış vardır. Tarihin
kendisini yasalardan bağımsız olarak görmüyor. Tarihsel bir gelişim ve yasalar vardır. İçinde
bulunduğumuz durum ezeli ve ebedi değildir. Yalnızca tarihsel bir momenttir. Başka biçimlerin
dönüşümünden bu noktaya gelinmiştir. Mutlak olarak öncesiz sonrasız bir aşama değildir. Belirli bir
tarihsel sürecin ürünü olarak ortaya çıkmıştır içinde bulunduğumuz durum. Dolayısıyla değişmez ve
dönüşmez değildir. Tarihsel bakışa sahipsek bunu rahatlıkla görebiliriz diyor. Kapitalizm sonsuz ve

17
ezeli ebedi değildir. Tarihin belli bir aşamasında ortaya çıkmıştır ve ortadan kalkacaktır. Bu bir
tahayyül meselesidir. Zamanı geldiğinde ortaydan kalkacaktır. Tarihe materyalist bakış bize bunu
gösteriyor.

Marx her şeyi bir felsefe çerçevesinde çözümlüyor. Kapital kitabında modern kapital toplumu sınıflı
bir toplum olarak ortaya koyuyor. Sınıfları ortadan kaldırmış değildir. Ara sınıflar yok olmuştur 2
temel sınıf kalmıştır. Modern burjuva sınıf ve modern işçi sınıfı. Bu iki sınıf arasında çatışma devam
etmektedir. Burjuva kent soylu demektir. Kentin getirdiği bütün o kompleksleri taşırlar. Burjuva
tarihte devrimci bir rol oynamıştır. Egemenlik kurduğu her yerde ataerkil ilişkileri ortadan
kaldırmıştır. Bu ilişkileri ortadan kaldırınca geriye ne kaldı? Pazar ilişkileri. Modern kapitalist toplum
bir alım satım ilişkisidir. Her şey alınıp satılan bir mala dönüştü. İnsani ilişkiler de ortadan kalktı. Her
şeyin ticarete girdiği bir dönem başlamıştır. Manevi ve maddi her şey pazara çıkabilir. Erdem bilgi
inanç da artık alınıp satılabilir. Para getiriyorsa değeri var. Artık kutsal olan şeylerde Pazar
ilişkilerinde bir mal değeri taşıyorsa kutsal gibi görünüyor ama kutsal değil artık. İnsani ilişkiler söz
konusu olduğunda tam bir çöküş vardır. Her şeyin değerinin evrensel değer ölçütü olan paraya göre
değer görmesi Burjuvazinin hekimi, şairi, bilim adamını, hukukçuyu, rahibi kendi ücretli işçisine
dönüştürmesi. Tarihin hiçbir döneminde görülemeyecek bir barbarlığın ifadesidir. Bir yandan bilim ve
sanayi gelişirken diğer yandan bir barbarlık söz konusu mevcut durumda. Artık değiş tokuş ilişkisi
belirleyici olmaya başladı. Önemli olan artık senin niteliğin değil Pazar ilişkisindeki değerin. Bu
değere sahipsen toplumda ayakta kalıyorsun yoksa yok olup gidiyorsun. Her şey bir mala
dönüşmüştür. Peki nedir bu mal denilen şeyin kendisi? Bunun çözümlemesi işine giriyor Marx. ‘’Şu
da ya bu şekilde insani bir gereksinimi gideren şeydir’’ Gereksinimi gideremiyorsa mal değildir.
İhtiyaç yoksa bir şey mal haline gelemiyor. Buradan da malın ikili bir yapısı ortaya çıkıyor. Bu
çözümleme işi soyuttan somuta doğru gitmektedir. Öncelikle bir şey her şeyden soyutlar ve o şekilde
çözümlemesini yapmaya başlar. Malın kendisi bir soyutlamadır. Mal kapitalist toplumun en soyut
hücre yapısıdır. Mikroskobik bir tarzda iş yapıyor. Hiçbir mal üretimden ve tüketimden bağımsız
olarak durmaz. Ama onu soyutlayarak çözümlemek gerekir. Bize verdiği kullanım değeridir.
Kullanılmayan şey mal haline gelemiyor. Her bir malın bir kullanım değeri var. Fakat kapitalist
toplumda sadece kullanım değeri önemli değil başka bir şey daha vardır. O da değiş tokuş değeridir.
Mal dediğimiz şey ikili bir değere sahiptir. Kapitalist toplum bu iki değer biçimini kendisinde taşır.
Ör/ 1 kilo un 10 tane yumurtaya denk geliyor. İlk başta mal ile mal değişilirken sonradan işin içine
para giriyor. Niceliksel bir ilişkidir. Bir miktar ilişkisi. Peki bir kilo unun 10 yumurtaya denk
gelmesini belirleyen ölçüt denir? Pazardaki üretim ve değişim ilişkileridir. Pazarın o şekilde
kurulmasından kaynaklanır. Bu pazarı belirleyen şey de emek olacak. Artık başka bir değer biçimine
ihtiyacımız vardır o da paradır. Artık 1 kilo un 10 TL iken 10 tane yumurtada 10 TL. Böylece işin
içine evrensel belirleyici olarak para girmiş oluyor. Para bizi zahmetten kurtarıyor kapitalist toplumda.
Peki paranın değerini belirleyen nedir? Marx a göre bir malın piyasadaki değerini belirleyen şey
emektir. Bir mal için gerçekleştirilen emek miktarı ve zamanıdır. Ekmek neden ucuz da pırlanta
pahalı? Pırlanta yaşamsal olarak doğrudan hiçbir ihtiyacı karşılamıyor. Sadece estetik. Ekmek
yaşamsal faaliyetleri etkiler. İşte burada da emek kavramı ortaya çıkıyor. Pırlanta için harcanan emek
daha fazladır. Burada emeğin de ikili bir yapısı vardır. Potansiyelin harekete geçirilmesi. Emek
gücünün açığa çıkarılması anlamında somut/canlı emekten bahsediyor. Nesneleşmiş emek. Bir de
soyut bir emek vardır. Malın üretilmesi için harcanan insan emeğinde tek biçimli ve homojenleşmiş
emektir. Bu daha çok seri üretimde açığa çıkar. Bir işi sürekli gerçekleştirmekten çıkan o mala değer
katan bir emek vardır. Üründe nesneleştirmiş emektir. Bütün bunlarda belirleyici olan bir malın
üretiminde geçen zaman miktarıdır. Maddeleşmiş emek miktarı. Kapitalist toplumda üretim araçlarına
sahip olan burjuva sınıfı emek gücünü satın alır. Emek gücünü satın almak. (dinamis energia-
Aristoteles) Marx aynı zamanda çalışmayı insanı insan yapan bir faktör olarak görür. Mallar bizim

18
karşımıza bir güç olarak çıkmaya başlıyor. İnsanlar kendi ürettiği şeyi parayla satın alıyor. Sermaye
sahibi olan kapitalist emek gücünü satın alıyor. Bu emek biçimi belirli bir zamanda açığa çıkacaktır.
Bu emek gücünü çalışan kişi harekete geçiriyor. Marx ın ayırıcı yönü potansiyelleri satın alan
kapitalist o malın üretimi için gerekli olan süreden daha fazla çalıştırıyor işçiyi. Bunun temelinde de
sermayenin arttırılması vardır. Marx bunu artı değer olarak nitelendiriyor. Kısaca artı emek ve artı
ürün ve emeğin bütün sonucu sermaye olarak ortaya çıkar. Kapitalistin satın aldığı emek gücünü kendi
zenginliğini arttırmak için zamansal olarak fazla kullanmakla, yani işçinin emeğinin fazla
kullanılmasının bir sonucu olarak işçinin emek zamanı çalınmaktadır. Sermayenin artışı buna bağlıdır.
4 saatte gerçekleştirilecek bir ürün için işçinin 8 saat çalıştırılmasına. Marx ın betimlediği toplumda 12
yaşındaki çocuklar bile 14 saat çalışmaktadır. Dolayısıyla insan ömrü oldukça kısa. Çünkü çalışılan
işler de oldukça ağır. Bu çalışma karşılığında çalışanlar ise sadece yeme içme gibi faaliyetlerini
karşılayabiliyorlar. Bu da sefaleti yaratıyor. İşçi zihnini ve bedenini tüketiyor ama hiçbir şey elde
etmiyor. İşçilerin emek zamanlarının çalınması, emek güçlerinin o kişiyi yok edecek derecede
kullanılması modern kapitalist sistemin zenginliğinin kaynağıdır. Bu toplumdaki zenginlik işçinin
sefaleti üzerinden elde edilir. Mmarx ın söylediği de işçilerin bu koşullar içerisinde fazladan
çalıştırılması, artı değer ve artı üretim. Çalışan sınıfı emeklerinden başka satacak bir şeyleri olmadığı
için giderek zayıflarken burjuva sınıfı zenginleşir. Kapitalist sistem çeşitli mallar ürettikçe yoksulluğu
da beraberinde üretir. Zengin ve yoksul arasındaki uçurum giderek açılır. Oysaki çalışmak tamamen
insana özgü ve onu diğer canlılardan ayırır.

Marx Çalışmadan Ne Anlıyor?

İnsanı hayvandan türsel olarak ayıran şey. İnsanı insan yapan şeydir. Çalışma marx a göre hem insanın
hem de doğanın rol oynadığı bir süreçtir. Bir şey yaparken insan doğa ile olan ilişkisini başlatır
süzenler ve kontrol eder. Doğa ona maddi yöne veriyor. (4 adımda marx ın aristotelesciliğinin kanıtı-
Çetin hoca) Doğanın sunduğunu insan işler biçimlendirir. Bunu yaparken kendisini de işler ve
biçimlendirir. Dolayısıyla doğa olmadan emek harcayan inan hiçbir şey yapamaz. Doğa ona malzeme
sunar. Alışma sürecinde belirleyici olan doğa değil insandır. Doğayı değiştirir, kendisini de değiştirir.
Uyuyan güçlerini uyandırır potansiyellerini açığa çıkarır. Dolayısıyla insanın potansiyelleri ancak
çalışırken açığa çıkar. Orada olan şeyi etkin hale getiriyor. Dolayısıyla da insanı hayvandan ayıran
temel şey çalışmadır. Doğanın işlenmesi ve biçimlenmesi. İnsanı bir örümcekle ve arıyla
karşılaştırıyor. Bir arı peteğini yaparken mimarı utandırır. Ancak mimar yapacağı şeyi imgeleminde
kurmaktadır. Yani farkındalıkla yapar bunu. İnsan belirli bir şeyi bilerek üreten ve gerçekleştiren bir
varlıktır. Arı ise peteğini yaparken onu önceden tasarlamaz. İnsanı diğer canlılardan ayıran şey bilinçli
bir şekilde yapıp etmesidir. İnsanın belirli bir bilinçli etkinliği vardır. Hayvanınki bilinçsizdir. Kapital
sistemde ne yaptığımızı bilmeden yapıyorduk. Öyleyse kapitalist toplumda insanla hayvanın bir farkı
kalmamıştır, çalışan kişi açısından. Emeğin gerçekleşmesi doğanın biçimlendirilmesi, doğa
biçimlenirken insanın da biçimlendirilmesi ve bu biçimlendirmelerin bilinçli bir şekilde yapılmasıyla
sağlanabilir. Dolayısıyla insan ‘’iş yapan canlıdır’’ Kapitalist toplumda insan kendisine
yabancılaşacaktır. Kapitalist toplum onu hayvandan ayıran niteliğine yani emeğine yabancılaştıran bir
toplumdur. Bu toplumda işçi ne kadar üretirse o kadar az tüketir, ne kadar çok değer yaratırsa o kadar
çok değerden düşer, kendi ürünü ne kadar biçimliyse işçi o kadar biçimsizdir, nesnesi ne kadar uygarsa
işçi o kadar barbardır. Marx işçi olumu hiçbir zaman yüceltmiyor. Ona göre işçi barbardır. İnsanın şu
an içinde bulunduğu durum insanlığına en yabancılaşmış olduğu durum. Çünkü işçi kendi emeğine,
kendini insan yapan şeye yabancılaşmakta. İnsani olan hayvanlaşmış, hayvani olan insanlaşmıştır.
İnsanın yüksek ihtiyaçları vardır, yeme içmenin dışında. Alttaki temel ihtiyaçları gidermekle insan,
insan olduğunu hissetmiyor. Kendi insanlığını başka şeylerde buluyor, mesela sanat yapıyor. İnsanın
bir de tinsel yanı vardır. Unsurları vardır. Kapitalist sistemde çalıştırılan birinin bu yüksek ihtiyaçlara

19
zamanı kalmıyor. İnsanın bu yabancılaşmasına estetik üretim de dahildir. Kendi ürünü karşısında
estetik haz duyan tek varlık da insandır. Peki bu kapitalist sistemde insanın estetik zevki nereye gitti?
Demek ki insanlığı gitmiştir. ‘’Hayvan gibi çalışma’’

Marx’ın temel derdi insanı oluş. Emeğe yapancılaşmış bir toplum. Peki bu emeğe yabancılaşma tam
olarak nasıl bir yabancılaşma?

EMEĞE YABANCILAŞMA

İnsan türsel bir varlıktır. Bilinçli yaşam etkinliği onu türsel bir varlık yapıyor. Aynı zamanda insan
toplumsal bir varlıktır. İnsan bir zoon politikondur. Bir başkasının ihtiyaçlarını da karşılamak için
yaşıyoruz. İnsan toplumsal bir şekilde üretir. Hem kendisi için hem de başkaları için.

Emeğe yabancılaşmanın 4 biçimi

İlki kendi emek ürününe yabancıdır artık. Kendi ürettiği şey onun karşısına yabancı bir güç olarak
dikilir. Mercedes firmasında çalışan kişi o şartlarda 100 yıl çalışsa ancak elde edebilecek seviyeye
geliyor. Kendi emek ürününün kölesi haline gelmiştir. Ortaya çıkan ürüne yabancılaşma süreci, üretim
sürecinin kendisine yabancılaşmasıdır. Üretim etkinliği sırasında çalışan kişi kendisini olumlamaz,
yadsır. Kendi tinsel ve fiziksel güçlerini yok eder. Kendi bedenini ve tinini harcar. Fiziksel ve tinsel
bir enerji harcamaz, kendi bedenini harcar, kendi tinini yok eder. Çünkü çalışması isteyerek yapılan bir
çalışma değil, zorlayarak yapılan bir çalışmadır. Çünkü işçinin etkinliği çalışma dışındaki
gereksinimlerini karşılama etkinliğine dönüşmüştür. Dolayısıyla çalışma süreci işçinin kendisine ait
değildir artık. Başkasının malıdır. Kendi emeği satın alınan bir mala dönüşmüştür. Çalışmadan bu
kadar kaçılmasının nedeni de bu etkinliğe yabancılaşmadır. İlk iki yabancılaşma şu şekildedir;
Etkinlik sırasında yabancılaşma yani yapılan işe yabancılaşma. İkincisi de bu işin sonucu olarak ortaya
çıkan ürüne yabancılaşma. Ürün de artık kendisinin değildir, tıpkı emeği gibi. Üçüncüsü; insan
evrensel ölçütlerde üreten bir varlıktır. Sadece kendi bireysel varlığı için üretmiyor türsel olarak
üretiyor. Bu türsel varlığa yabancılaşma. Kendi insani niteliklerine yabancılaşması. Bu ilk iki
yabancılaşmanın bir sonucudur. Çünkü artık tamamen kendi bireysel gereksinimleri için yapılan bir
üretimden bahsediyoruz. Sadece yaşamını sürdürmek ve hayvanlarla ortak olan ihtiyaçlarını
karşılamak için yapılan üretim. Dolayısıyla bu evrensel üretim ortadan kalmış durumdadır. İnsan,
insanlığına yabancılaşmaktadır. Bunların doğal sonucu olarak bir dördüncü yabancılaşma meydana
geliyor. Başka insanlara yabancılaşma. Emek sürecine, emek ürününe ve türsel varlığına
yabancılaşmanın sonucu olarak insan diğer kişilere yabancılaşmıştır. Diğer kişileri artık insani ilişkiler
kurabilecek biri olarak görmüyor. Toplum içinde herkes birbirini düşman olarak görebiliyor artık.
Bunlar emeğe yabancılaşmanın 4 biçimidir. Emeğe yabancılaşma ise temeldir diğerleri bu temelden
çıkar. Örneğin dinsel yabancılaşma.

Özgür bir toplumun koşulu nerede çıkacak?

Kişiler ancak özgür bir toplumda özgür olabilirler. Özgür bir toplumun koşulu ise bu yabancılaşma
biçimlerinin aşılmasıdır. Yani bu kapitalist üretim biçiminin ortadan kalkmasıdır. İnsan topluluk
içerisinde kendisini bir birey olarak var edendir. Marx bireyi hiç göz önünde bulundurmadı görüsü
tamamen temelsizdir. Toplumdan kendini yalıtıp kendine dönerek özgür olmak mümkün değildir.
Sadece kendini özgür sanırsın. Toplumdan soyutlanmış birey mümkündür fakat kapitalist sistem de
tam da bunu yapıyor. İnsanları birbirinden soyutluyor. İnsanların yabancılaşmadan kurtulmaları ve
özgürleşmeleri özgür bir toplumun yaratılması ile mümkündür. Kapitalist üretim ilişkilerini ortadan
kaldıran bir şey ortaya koymalıyız. İşte bunun adı marx da komünizimdir. Nerede? Gelecekte. Burada
Hegel ve Marx arasında bir fark çıkmıştır. Hegel geleceğe dair bir şey söylenmiyor. Marx ise

20
gelecekte ortaya çıkabilecek bir toplumdan bahsediyor. Şimdiki durumu ortadan kaldıran bir hareket.
Şimdiki sınıfsal ayrılma biçimlerini ortadan kaldıracak bir hareket. Fakat bunu betimlemiyor. Özel
mülkiyet ilişkilerinin ortadan kalkacağı bir toplum olacağını söylüyor. Peki bunu ortadan kaldıracak
sınıf hangisi olacak? Zaten mülkiyete sahip olmayan bir sınıf olacak. Orada işçi sınıfına bir misyon
yüklüyor. Senin zincirlerinden başka kaybedecek başka hiçbir şeyin yok. Öyleyse sen mülkiyetsiz bir
topluma uyum sağlayabilecek yegane toplumsal sınıfsın diyor. Mülkiyetsiz bir toplumu ancak
mülkiyetsiz olanlar yaratabilir. Bunu yapabilmek için de mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi
gerekiyor. Üretim araçlarına sahip olanlardan bu araçların alınması gerekiyor. Bu da ancak devrim
oluyor. İnsanlığın geleceği komünizmdir Marx a göre. Fakat bu geleceğin uzun süre beklenmesine
gerek yoktur. Doğum sancılarını hızlandırarak süreci hızlandırabiliriz. Bunun için yapılması gereken
şey işçilerin örgütlenmesidir. Ve bu çelişkilerin sonuca bağlanması yani devrimdir. Bu devrimle
beraber özgür toplum ortaya çıkacaktır. Bu özgür toplumda artı değer ortadan çıkacaktır. Sermaye
sınıfının ortadan kaldırılması demek onun emek hırsızlığının da ortadan kaldırılması demektir.
İnsanları fazladan çalıştıracak bir sınıf yok artık. Çalışma saatleri artık belli olacaktır geriye kalan
kısım boş zamandır. Özgür toplum boş zamanın üzerinde kuruludur. İnsanlar bu boş zamanlarını
kendilerini felsefe, edebiyat sanat yoluyla gerçekleştirmek için kullanacaklardır. Yani boş zaman yine
üretme zamandır fakat zorlama bir üretim değildir artık. İnsan, tam insan oluşunu burada kazanacaktır.
Ürettikleri şeyler yüksek ihtiyaçlara yönelik şeyler olacaktır. İnsan, insanlığını tam da burada
hissediyor. Kendi insani potansiyellerini ortaya çıkarabilmek için gerekli olan şey boş zamandır. Bu
boş zaman ancak artı değer sistemi üzerine kurulu olan kapital sistemin ortadan kalkışı ile mümkün
olabilir. Tarihsel olarak ortaya çıkmış kapitalist aşama insanın insan oluşu, tekrar kendisini buluşu,
kendi yabancılaşmasını aştığı bir toplumda ortadan kalkacaktır. Tarihsel olarak ortaya çıkmış ve
tarihsel olarak ortadan kalkacaktır. Ortadan kalkmayacağını düşünüyorsanız tarih bilinciniz yoktur
diyecektir. Komünist toplum, bilinçlenme ile kurulabilecek bir toplumdur.

SCHOPHENAUER

1. Oturum

-Schophenauer, yirmili yaşlarında Hegel’den 18 yaş genç ama Hegel’in en popüler olduğu
dönemde aynı üniversitede ders veriyorlar. Soylu, zengin bir aileden geliyor. Annesi roman
yazarı, aşk romanları vb. yazıyor. Alman idealizminin etkin olduğu düşüncenin hemen
ardından ortaya çıkıyor.

-Temel yapıtı İsteme ve Tasarım Olarak Dünya (1817) ölümüne kadar bu kitap üzerinde
uğraşıyor.

*İstenç ya da İsteme meselesi > Doğrudan doğruya bir şeyi istemeye gönderme
yapmaktadır. Bunu da metafizik ilke haline getirir. (İstemenin kendisi.) Her şey istemenin bir
görünüşü ya da tezahürü şeklinde kendini gösterir.

-Düşünce dünyasına etki eden filozoflar

*Kant hariç bütün Alman İdealizmi filozoflarına küfür eder. Kant’ın kendinde şey ve
görünüş ayrımını kendine temel alıyor. Kantta kendinde şey Schophenauer’de istemeye
dönüşüyor.

*Platonun idealar öğretisini de kendine kaynak alır.

21
*Tasarım Olarak Dünya bağlamında ise Berkeley’nin Özne’nin Tasarımı düşüncesinin etkin
olduğunu görüyoruz. Bu üç kaynak dışında belirleyici olan şey ise uzak doğu bilgeliğidir.
Hint Felsefesinden upanişadlar Schophenauer’in temele aldığı yapıtlardır.

*Kant, Platon, Berkeley, Uzak Doğu fels.

-Schophenauer’in düşünce yapısı Dünya’yı açıklayan bir düşünce yapısıdır ve felsefe’den


ziyade psikoloji ve edebiyatta çok etkili olmuştur.

*Dünya nedir?

-Öznenin tasarımıdır yani ‘bana verildiği şekildedir’. Göründüğü şekliyle dünya bir
tasarımdır. Dünyanın yalnızca tasarım olarak başka deyişle öteki şey olarak yani tasarlayan
dolayısıyla orada olduğu açık ve kesin hale gelir. Eğer herhangi bir hakikatten a priori olarak
söz edilebilirse o da tam anlamıyla budur. Yani bir tasarlayana bağlı bir dünyadan
bahsediyoruz. Tasarlayan kısmı var tasarlanan kısmı var. Tasarlanan dünya, tasarlayan ise
bilen, tasarlayan öznedir. Bilme konusu olan her şey yani bu dünyanın bütünü özneye yani
onun görüsüne; tasarlayanın tasarısına, algılayanın algısına bağlı olan, tasarım olarak
nesnedir. Dünyaya ait ne varsa özne tarafından koşullanmıştır. Dünya bir öznenin –benim-
tasarımımdır. Tasarım olarak ele aldığımız dünya özsel ve zorunlu iki ayrı parçadan oluşur.
Birisi özne diğeri de nesnedir. Bu nedenle her iki yarı da düşünce için birbirinden ayrı
tutulamaz. Her ikisi de birlikte var olur. Özne ortadan kalkarsa nesne de ortadan kalkar.

-Tasarım ifadesi geniş bir ifadedir bu sebeple Schophenauer çeşitli ayrımlar yapmıştır. Kimisi
intüitif ya da görüsel kimisi de soyuttur. Görüsel olanı ifade eden temel yetimiz anlama yetisi,
soyut olanı ifade eden temel ise akıldır. Anlama yetisi Schophenauer’de hem görüsel bilgiyi
göstermek hem de neden etki bağını kurabilmesi bakımından ele alınmıştır. Akıl ise var
olanlar içerisinde sadece insana özgü bir soyutlama yetisine gönderme yapar. İnsanı bütün
hayvanlardan ayıran yetenek budur. Tasarım olarak dünya bu iki yetiye göre tasarlanmıştır.
Bir yanda somut, görüsel, görmeye dayalı bilgi diğer yanda soyut, kavramsal bilgi vardır.
Hayvanlardan bizi ayıran ikinci bilgi türü yani soyut, kavramsal bilgidir. Soyutlama gücünü
bize sağlayan akıl bizi hayvanlardan ayırır fakat bu akıl bizi etik yapmaz. Akıl varlığın özünü
kavramamıza olanak sağlamaz; evet, soyutlama yapabiliyoruz ama varlığın temeli olan şeyi
görmemizi sağlayacak şey görüsel olan bilgidir.

2. Oturum

-Dünya sadece tasarım olarak ele alınmıyor. Schophenauer’de dünya istemenin görünüşe
gelmesiyle tasarlanan bir dünyadır. Dünya ikili bir dünya değildir. Tek bir dünya vardır o da
istemenin görünüşe gelmesi şeklinde ifade ettiği dünyadır. Tek tek şeyler dünyanın özünün öz
yapısının uzamda ve zamanda ortaya çıkması nedensel ilişkiler içine girmesidir. Tek tek
şeyler arasında nedensel bağlar vardır. Her bir tek şey bir başka şeyle neden etki ilişkisine
girer. Bu ilişki içerisine giren her bir şeyin de varlıksal ve bilgisel anlamda yeterli sebebi
vardır. Dünyanın özü istemedir. Benim tasarımım olan dünya bir tezahürden başka bir şey

22
değildir. Görünüşe gelen şeyin temeli istemedir. İsteme her yerde görünür (doğanın bütün
kuvvetlerinde).

-İstemenin görünüş basamakları

*İlk basamak inorganik dünyadır. İsteme burada kendisini nüfuz edilemezlik, ağırlık şeklinde
gösterir. Nesnelerin birbirini itmesi çekmesi, güç ilişkileri vb.

*Organik dünya, bitkilerin dünyası bir önceki basamağa göre daha açık gösterir. İsteme
burada çeşitli uyaranlara yanıt verdiren bir kuvvete dönüşür. (bitkinin güneşe doğru dönmesi
gibi) burada yaşama bağlılıkla da kendisini gösteriyor. Bu aşamadan sonraki bütün aşamalara
etki edecek olan şey yaşama bağlılık olgusudur. Bu aşamada tekilleşme başlar. Birbirinin aynı
olan iki yaprak yoktur. Hem türe özgüdür hem de diğerlerinden farklıdır. Çokluk burada
başlar. İsteme bireyselleşme yoluyla çoklaşmaya başlıyor. Çok çeşitli şekillerde kendini
gösteriyor. Platonun ideaları burada etkin. İsteme kendisini ideler yoluyla gösteriyor.

İsteme-ideler-çokluklar. İsteme kendisini şeylerin ilk örnekleri olan idealara göre gösterir.
İdeayı yakalayabilen şeylerin asıllarının ne olduğunu da kavrayabilen kişilerdir. Bu kişiler de
sanatçılardır. Tek tek şeylerde ideaları kavrayabilenler sanatçılardır.

*İnsan dünyası, burada belirleyici olan şey güdülere yanıt vermektir. Belirli güdüler hayvanı
ve insanı belirler. İnsanın bedeniyle belirli şeylere güdülenmesi bu basamağın ürünüdür.
Yeme parçalama vb. Bilgi bu noktada araçtır ve bu bilgi tek tek durumları kavrayan istemeyi
doğurmaya yarayan bilgidir. İsteme kendisini artık daha yakıcı bir biçimde göstermeye başlar
mesela avcının avını elde etme arzusu gibi.

-Her şey neden etki bağına göre gerçekleşiyor. Bu aşamaların hiçbirinde özgürlük söz
konusu değil.

*Tamamen insan dünyası, isteme kişilerin bedeni ve karakteri olarak tam bir şekilde
gerçekleşir. Klasik felsefedeki ruh beden ikililiğinin yansıması karakter ve beden. Bu
basamak insan dünyasıdır, burada da özgürlük söz konusu değildir. Karakter belirlenmiştir ve
hiç değişmez. Doğa tarafından belirlenmiştir. İnsandaki değişimleri akla bağlar. Değişen insan
aklını kullanıp kendini gizlemeyi öğrenir. Burada da akıl bilgisi istemenin hizmetinde. İnsan
neden kendi karakterini gizlemek ister? Dışlanmamak için, toplumsallık ve sürü psikolojisinin
getirdiği böyle yapmamalısın düşüncesi var ve aklını, akıl bilgisini kullanarak kendi
karakterini gizliyor.

İstemenin görünüşe geldiği basamakların hiçbirinde ÖZGÜRLÜK söz konusu değildir. Bizi
istemeler yönetir, hayvanı da bitkiyi de. Nedensel bağlar, nedensel ilişkiler söz konusudur.
Olan şeylerin nedenlerini bilirsek, istemelerin görünüşe gelmesi halinde rahat ediyoruz. İki
isteme arasındaki boşluk bizi sıkıntıya sokan tek şey. İstediğimiz bir şeyle istediğimiz diğer
şey arasındaki boşluk bize bir şeyleri hatırlatıyor ya da bir şeylere vesile oluyor. Bu bir can
sıkıntısı. İstemeler bizim üzerimizde hüküm sürüyor. Bir şeyi elde ettikten sonra hemen
başka bir şeyi arzulamamız gerekiyor. İki isteme arasındaki süre uzadığı zaman boşluğa
düşüyoruz. İki isteme arasındaki uzun sürmüş boşluk bize hiçliği yaşatır. Bütün bu istemelerin

23
boşluğunu bize gösteriyor. Her yerde bir determinasyon var her şeyi isteme belirliyor.
İstemediğimiz zamanda canımız sıkılıyor. Özgür irade söz konusu değil.

3. Oturum

Schophenauer’in istemesi Spinoza’nın tözü gibi. Spinoza’da töz sonsuz özniteliklere/sıfatlara


sahip ve sonsuz tarzda kendini gösteriyor. Burada da isteme kendisini sonsuz tarzda tek tek
şeylerde gösteriyor ama göstermesini sağlayan ideası var. İsteme kendisini idealar yoluyla
gerçekleştiriyor, kendini gerçekleştiren İSTEME. Bir şeyin idesi gerçekleşmiyor, isteme
ideaya göre gerçekleşiyor. Bu bir oyun. Herkes bu nedensellik zinciri içerisinde bir
belirlenime sahibiz yani bizim üzerimizde kör bir belirlenim hâkim.

İstemenin bu oyunu gerçekleştiğinde, çeşitli aşamalarda isteme nesneleştikten sonra dördüncü


basamaktaki o karakter ve bedeniyle belirlen insan dünyaya somut bir şekilde bakan ve
kavrayan bir kişi ortaya çıkar. Tüm bu istemenin boşluğunun kavrayışına sahip olan insan
karşımıza çıkar. Nasıl kavrıyor?

Bu kişi artık istemenin belirleniminin dışına çıkabilen kişidir. Bütün bu istemelerinin


temelinin aslında bir temelsizlikte temellendiğinin farkına varır. İstemeler arasındaki süre
uzadığında biz hiçliği yaşıyorsak demek ki bütün bu istemelerin tümü aslında bir hiç. İnsan
yaşamının bütününü dolduran bu istemelerin ağında tutukluyuz. Nedenler zincirine
hapsolmuşuz. Birden bire (nirvana gibi) varlığın özünün ne olduğunu kavrıyor. Bunu
kavradığında istemesini de kırmış oluyor bunu yapanlar ulu kişilerdir. Dünyanın özünü
kavramış olan kişide isteme ya susar ya da kırılır. Doğanın fabrikasyonu olan bütün
insanlardan ayrı olarak ulu insan varlığın hiçlik olduğunu görmüştür ve istemenin zincirini
kırdığı anda da hiçbir yerde görülmeyen bir özgürlük ortaya çıkar. Bu istememekle gelen bir
özgürlüktür. Artık bir isteme beni belirleyemez. Belirlenemezlik anlamında bir özgürlüktür.
En ulu kişi açlıktan bile kendini özgürleştiren kişidir. Yani yemeyi istememe durumu.

İnsan istemelerle dolu olan bu dünyadan yüz çevirir. Bunu yaptığında o artık dünyayı yansıtan
bir ayna haline gelir. İsteme kendini o insanda görür. Kendi özünün gerçekleşmesinin bir
oyun olduğunu bu insanda görür. Dünyanın özüne bakan göz olmuştur bu insan artık. Bu
insan hiçbir şey istemez artık. Yaşamı da reddetmesi gerekir böylece intihar bir sorun olarak
çıkar karşımıza. Peki, neden bir Budist rahip veya ulu kişi yaşamaya devam eder? Çünkü
intiharın kendisi de en büyük istemelerden birisidir. En temel belirleyenlerden birisidir,
yaşamdan kaçma isteğidir.

4. Oturum

İstemenin kırılması sonucunda bizi belirleyen karakterin birden bire ortadan kalkışı söz
konusu. Karakter değişmez ama kişi kendi yapısına mevcut belirlenimine hayır dediği anda
karakterini de ortadan kaldırmış oluyor. Kendi kişiliğini silme, ona hayır deme söz konusu.
Akıl karakteri biçimlendiren, gizleyen, istemenin hizmetine sokulmasına belirleyici olan akıl
devreden çıkıyor yerine görmeye dayalı bir bilgi geliyor. Varlığın özünde temelinde ne
olduğunu bize gösteren bu bilgiyle karakterimizden kişiliğimizden de sıyrılıyoruz. Varlığın
temelinde ise temelsizlik var. Bu kişi özgür kişidir dünyaya bağımsız bakar, belirli bir

24
istemeyle belirlenmemiş olan kişidir. Mutlak anlamda özgürlük ise ölüm durumudur ama
kendini öldürme/intihar en büyük belirlemelerden biridir.

İnsan bu duruma nasıl ulaşır?

-Bu sorunun cevabı;

1.Sanatçının konumunu aydınlatır

2.Ulu insanları aydınlatır.

*Acı unsuru* hayatın temeli olan bir unsur.

İstemelerin sürekliliği bizi sürekli bir acı durumuna sürükler. Sürekli istemenin kendisi.

Böylesi bir kişinin varlığın özünü kavrayıp o özle bir olması ancak büyük bir acıyı yaşaması
yoluyla mümkün olur ya da büyük bir acı yaşayan bir kişiyle bu acıyı paylaşması yoluyla
olur. (bütün her şeyi anlamsızlaştıran büyük bir acı)

Bu acıyı ya doğrudan yaşayacak ya da başkalarının acısını paylaşarak bu acıyı yaşayacak.


Başkasının acısıyla karşılaştığımızda kendi acımıza bakarız. Bu tür durumlar kişiyi
istememeye götürür. Bizi istemenin zincirinden bir anda çıkaran bir unsurdur. Bu iki kişide
gerçekleşir. Bir sanatçılar, yaratım sürecinde bütün istemelerinden sıyrılırlar. Büyük sanatçılar
büyük acılar çeken kişilerdir. Sanatçının tekte kavradığı şey idedir. Teke bakar ve ideyi görür.
Bir şeyi o şey yapan şeyin ne olduğunu kavramıştır. Bunu kavrayabilmesi için tekil nedensel
belirlenimlerin ötesine geçmesi gerekir. Yaratma anlarında hiçbir şey istemezler ama
sanatçılar bunu ulu kişiler gibi bütün hayatları boyunca sürdürmezler. Yaratım süreci bitince
nedensellik zincirine geri dönerler. Sanatçı sadece yaratma anında özgür. Büyük sanatçılar ve
ulu kişiler dışındakiler doğanın fabrikasyonudur.

Matrix’in içinde olduğumuz şey Maya perdesi, ondan çıkan kişiler artık gerçeği yani hiçliği
görüyor. Bütün bu görünüşlerin boşluğu.

NIETZSCHE

1. Oturum

Nietzsche (1844-1900)

Son on yılı mental çöküntü içerisinde geçmiştir. Müthiş bir parlak zekâ, klasik filoloji
alanında çalışmalara başlıyor ve 24 yaşında üniversitede kürsü sahibi oluyor. Çok kısa bir
süre sonra sağlık sorunları yaşıyor ve üniversiteden malulen emekli oluyor. Sağlık sorunları
migren ve üzerine binmiş olan bir frengi mikrobu nedeniyle beyni yavaş yavaş ölmeye
başlıyor. Üç gün boyunca kör bir şekilde sadece baş ağrısını hissederek yani duyumlarının
tümünü yitirterek üç gün boyunca kusmuş. Durum böyle olunca sağlık, hastalık, iyileşme,
sağlık kazanma Nietzsche‘nin metinlerini betimleyen ana temalardandır fakat bunu kültür
bakımından ele alıyor. Acı yaşamda belirleyicidir ve acısız bir yaşam söz konusu değildir.

25
Richard Wagner ve eşi ile olan dostluğu da belirleyicidir. Cossima Wagner’e olan aşkı
platoniktir ve mental krize girdiği dönemde ona mektup yazmıştır, bu mektuplar antik yunan
tragedyaları etrafında yazılmıştır. Ve bu platonik aşk çok belirleyicidir. Bir de Salome’ye
yönelik bir aşkı vardır.

Nietzsche’nin bir askerlik tutkusu vardır (militarizm) hatta frengiyi gönüllü olarak orduya
katıldığında kaptığı söyleniyor.

*Düşünce dünyası

Dekadans Kavramı: Çöküş, çöküntü, düşüş, yozlaşma, bozulma gibi anlamlara gelir, hep
çöküntü ile ilgili anlamlara gelir. (Mevcut yüksek değerlerin yitirilmesi=kültür için kullanımı,
dekadan bir kültür.) İnsana, topluma ve kültüre ilişkin kullanılıyor. Nietzsche için en başta
organik fizyolojik bir şey. Nietzsche yaşam filozofu olarak nitelendirilir. Varlıktan ziyade
yaşam için konuşmuştur. Yaşamı bilebileceğimizi iddia eden bir filozoftur. Bu yaşamdaki
çöküş, çöküntü yaşamın kendisine ait bir niteliktir. Dekadans aslında zorunlu bir sonuç,
yaşayan varlık doğar, büyür, ilerler, serpilir, atılır, çöker ve ölür. Dekadans kavramını
anlayabilmemiz için yaşamı anlamamız gerekir. Dekadan bir toplumda yaşıyoruz bunun
sonucu olarak da ortaya Nihilizm çıkıyor der. Yaşamın kendisinin dekadan oluşu sebebiyle
yaşamın kendisi üzerine konuşmamız gerekir. Biz sadece yaşamı biliriz. Varlık nedir
sorusunun bir anlamı yoktur, varlık oluştur. Yaşam varlığın bizce bilinen yönüdür. Nerede bir
yaşam varsa orada bir isteme vardır. Doğrudan Schophenauer ile karşılaşma şeklinde değil
sokakta kitap satan birinden görüyor İsteme ve Tasarım Olarak Dünya’yı ve hayatının belli
dönemlerinde okuyor. Yaşamayı isteme değil güçlü olmayı istemedir bu istenç. Buradaki güç
–ebilmek manasındadır. Yani güçlü olmak demek aynı zamanda kendi ilişki alanı içerisinde
iktidar sahibi olmak, bir şeyleri yapabilme gücüne sahip olmak demektir. Yaşamın kendisi
güç istencidir. Nerede canlı bir varlık varsa orada güç istenci vardır yani yaşayan varlığı
belirleyen şey güç istencidir. Güç istencinin olmadığı yerde çöküş vardır. Güç istencinin
zayıfladığı yerde fizyolojik bir dekadans vardır (yaşlılık gibi). İnsan, toplum ve kültür için de
geçerlidir. Yaşamın kendisi sonsuz bir akıştır, varlık oluştur ve bu oluşun bir amacı hedefi
yoktur. Varlığın oluşuna ya da oluş olan varlığa hedef koyan bizleriz. (Herakleitos etkisi)
(oyun kavramı). Oluş hakkında söylenebilecek tek şey oluşun akışın sonsuz bir biçimde
olmasıdır. Biz sadece yaşam kısmını biliriz. Sonsuzluk içerisinde olan şey ise dönüp dönüp
tekrarlar. Bu onun bengi döngü, ebedi dönüş düşüncesidir.

2. Oturum

Böyle Buyurdu Zerdüşt kitabının yazım şekli diğer kitaplarına göre farklıdır. Diğer kitapları
fermanlar şeklindedir fakat bu kitapta dil bir kutsal kitap tonundadır. İncillerin yazım biçimi
tarzında yazılmıştır fakat onun tam tersi içerikten oluşur.

“Her şey gider geri döner..” pasajı -> yaşamın içerisinde sürekli bir döngü var, varlık böyle
tasarlanıyor. Yaşam içerisinde de kalsak yaşam sürekli tekrarlar. Aynı şeyleri yaşayıp yaşayıp
duruyoruz AMINA KODUMUN HAYATINDA

26
Yükselme var çöküş var, isteme var istememe var her şey tekrardan ibaret yaşayan varlıklar
olarak sürekli ebedi bir dönüş içindeyiz.

Yaşamın olmazsa olmaz parçası acılardır. Bedensel, ruhsal fark etmez, tamamen acıdan muaf
bir hayat söz konusu olamaz. Her acı aynı değildir, acının tekrarı vardır ama her bir tekrarda
bir farkla gelir. Bu her şey için geçerlidir. Mutluluklar, sevinçler, umutlar, acılar, çöküşler
ebedi dönüş içerisinde hep vardır ama aynı şekilde değil farklı şekillerde tezahür eder. Gücün
bittiği yerde varlıktan çekilme başlar. (Spinoza’nın Conatus kavramına benzer.) İşte böylesi
tekrarlar içerisinde geçen yaşamın kendisi, kendinde, kendi başına hiçbir anlam, erek taşımaz.
Bu döngünün içinde yaşayabilmemiz için ona bir değer yüklememiz gerekir. Yaşamın kendisi
değerler koyduğumuz zaman bizimle değer kazanan bir şeydir. Yaşam kendi başına ne iyidir
ne kötüdür. Biz bir şeye iyi veya kötü deriz. Yaşamla ilgili iki şey belirleyicidir yaşam denen
şey güç istencidir ve ebedi bir döngüden başka bir şey değildir. Bunların haricinde yaşama
atfedilen her şey bizim yaptığımız değerlendirmelerdir. Yani yaşam bizi değerler koymaya
zorluyor ve bütün değerlerimiz gücü istediğimizin bir görünümü olarak gerçekleşiyor. Güç
istencinin görünümüne göre yalama ilişkin değerlendirmeler yapıyoruz.

Sistemci bakış açısı bir korkaklık belirtisidir. Evrende bir nokta kadar dahi olmayan dünyanın
sistemini açıklamaya kalkışmak korkaklıktan dolayı gerçekleşir.

Kavrama biçimimiz kendi yaşamımızdır.

Nietzsche düşüncesi basit bir kadercilikten ibaret değildir. Yazgıyı sevmek (amor fati) demek
yaşamın onaylanması, olumlanması demektir. Bu bizi yaşam ötesi umutlardan kurtarır. Yaşam
bir, tek onun ötesinde hiçbir şey yok. Yaşamı olumlamak, kendi yaşamına evet demek
belirleyici olandır. Bütün bu yaşamı acılarıyla kederleriyle mutluluklarıyla yeniden yaşamak
ister misin dendiğinde, bu tanrısal bir şey olurdu benim için diyor Nietzsche. Bu yaşam
Sisifos’un yaşamı gibi olsa da. Bu sebeple intihar söz konusu değil.

Stoa’cıların kendini belirleme düşüncesine okey der ama diğer düşüncelerine tüh kaka der.

3. Oturum

Yaşama ilişkin yapılan değerlendirmeler yaşamdan yana mı olacak, yaşamın kendisinde olan
gücü artıran bir değerlendirme mi olacak yoksa yaşama aykırı güçte azalmaya neden olan bir
değerlendirme mi olacak?

Dekadans işte yaşamın değersizleştirilmesiyle ortaya çıkıyor. Bu dekadan kültür Sokratik


kültürdür. Adım adım dekadansa yol açmıştır. Karşımıza yunanların trajik çağını çıkarıyor
Nietzsche. Sokrates, Hıristiyanlık vb bunlar yaşamı yadsıyan şeyler. Müslümanlık bile daha
iyi çünkü yaşamı kucaklıyor. Sağlıksız kültür formları bunlar sağlıklı kültür formları trajik
çağ falan. Bütün bunlar bize sağlıklı-sağlıksız, dinç-güçten düşmüş yaşam formları olduğunu
gösteriyor. İşte bu alanlara yönelik değerlendirmelerimiz de ahlak-moral dediğimiz alanı
oluşturuyor. Belirli bir varlığın yani insanın değerlendirmelerinin bütünü ahlak anlayışını
oluşturuyor. Dolayısıyla nasıl değerlendirdiğine göre de ahlak biçimleri şekillenir. Yaşama
yönelik, yaşama uygun tarzda değerlendirme yapıldığında efendi ahlakı ortaya çıkar. Tam
tersine yaşamı alçaltan yaşam ötesi umutlar vaat eden değerlendirmeler yapıldığında köle

27
ahlakı kendini gösterir. Ahlak derken bahsettiği Nietzsche’nin genelde bu köle ahlakıdır. Güç
istencinde ahlakın iki tipi birbirine karıştırılmamalıdır. Biri sağlıklı içgüdünün kendini
dekadansa karşı koruduğu ahlaktır (efendi ahlakı) diğeri ise dekadansla kendini dile getiren
aklı çıkaran ve batışa götüren ahlaktır (köle ahlakı). Bütün ahlaksal tipler bu ikisinin içinde
yer alır. Modern toplum ahlakı ise dekadandır. Sokratik olanın biçim değiştirip kendini belli
etmesidir. Hıristiyanlık halkın Plâtonculuğudur. Modern toplum modern kültür köle ahlakının
belirleyici olduğu toplum çöküş içindedir. Bunun bizi sürüklediği yer nihilizmdir.

*Nihilizm

Çağa özgü, çağın yaşayacağı bir durumdur. Nietzsche’de nihilizm Tanrı öldü sözüyle
belirlenir. Nihilizm, genel anlamda istenecek bir şeyin radikal bir biçimde reddedilmesidir. En
yüksek değerlerin değerden düşmesi, hedef eksikliği, niçin sorusuna yanıt eksikliğidir. Bu en
başta çağın bir özelliğidir ama kişilerin de özelliği olmaya başlayacaktır. Avrupa’nın ilk tam
nihilisti ama kendisi bunu geride bıraktığını söylüyor.

Hiçbir şeyin anlamı yoksa bütün değerler değersizleştiyse her şey yapılabilir mi? Mesela baba
katli (İvan Karamazov karamazov kardeşler.)

Nietzsche’nin son nihilist olduğunu nasıl anlayacağız? Çünkü bu bir aşama, o aşamayı aşmış
geçmiş.

Bütününde anlamsız olan şeyde anlam aranıyor, anlam bulunamayınca her şeyin anlamsız
olduğu düşünülüyor. Yapılan ve düşünülen her şey boş. Boşunalık. Bu boşunalık duygusu
beraberinde bir kötümserlik çıkarır ve bu da nihilizmin ilk adımıdır.

Nihilizm kendini iki tarzda gösterir. Aktif nihilizm, parçalayan-değer yıkan şekilde ya da
pasif nihilizm artık hiçbir şey yapılamaz şeklinde. Bütün yalanların hakikat olarak
gösterilmesinden tiksinirken yapacak hiçbir şey kalmadığını görmek-pasif nihilizm.

Aktif nihilizmi aşmaya yönelen bir hareket var.

4. Oturum

Kant’tan beri antropolojik sınıflaması yapılmaktaydı ve ilk ortaya çıkışında da temeli ırkçılığa
dayanıyordu. Nietzsche ırkçı falan değil, üstün ırk Almanlar kafasında da değil. Nietzsche
daha çok Hıristiyanlıktan nefret ediyor. Kız kardeşinin eşi Almanya’da Yahudi düşmanlığının
belirleyici isimlerinden biri ve Nietzsche’nin Nazizm ile olan ilişkisi kız kardeşi ve onun eşi
ile oluyor. Kız kardeşi, Nietzsche’nin kitabını yayımlarken büyük bir kısmı kırptığı için
Yahudi düşmanı olarak gözüküyor fakat Nietzsche zaten en çok Almanlara sallıyor.

Nietzsche’nin Plâtonculukla olan derdi de Hıristiyanlıktan ileri geliyor. Çünkü Hıristiyanlık


yalandır (nihilizm). Nietzsche’nin çok sıkı bir dini eğitimi vardır ve ailesi de oldukça
dindardır.

Nihilizm inançların yitirilmesidir. Her inanç ise bir şeyi doğru kabul etmedir. Nihilizmin en
uç şekli ise her inancın zorunlulukla yanlış olacağını savunmaktır. Böylece de neden sorusuna
kalan yanıt eksikliği kendini gösteriyor. Aydınlanma döneminde ise bunun yerine akıl otorite

28
yapılmaya çalışılmıştır ama bilimin hakikatperestliğinin de ortadan kalktığı bir duruma
varılmıştır. Yani modern çağda Tanrı ölmüştür. Bu durum çağın ve kişinin yaşadığı olgusal
bir değerlendirme. Nihilizmi ifade ediyor. Tanrı öldü demek tanrısal olan değerlerin
ölmesidir. Yüksek değerler el birliğiyle (toplum) ortadan kaldırıldı.

Bunların arka planını oluşturan iki gelenek var biri metafizik gelenek diğeri de
Yahudilik/Hıristiyanlık. Nietzsche’ye göre Hıristiyanlık Yahudiliğin biçim değişirmiş bir hali.
Asıl hareket Yahudilik ile başladı (bu hareket ahlak alanında kölelerin başkaldırması.).

Antik yunanda dekadans bir topluma ilaç olarak geldiği düşünülen Sokrates’in kendisi zaten
dekadan bir kişiliktir. Sokrates ile birlikte yunan soylu beğenisi diyalektiğin işin içine
sokulmasıyla ortadan kalkmaya başlar. Sokrates gibi dekadan bir tip bunu ortaya çıkarıyor
işte. Sokrates’in diyalektik yöntemi değeri düşük olan şeyin meşru kılınması yöntemidir.
Çünkü değeri yüksek olan şeyin meşru kılınmaya kanıtlanmaya ihtiyacı yoktur. Aklın
kurtarıcıymış gibi görüldüğü düşüncesi bütün bir geleneğe yayıldı. Sokrates’in bulduğu
bilgi=erdem=mutluluk denklemi trajik çağın sonunu getirir ve sokratik kültür başlar.
Yaşamsal içgüdüyü bastıran kişi hastadır. Yani Sokrates hastalıklı bir insandır. İçgüdünün
yaşamdan çekilip alınması demek yaşamın hastalıklı bir hale dönüşmesi demektir çünkü sırf
aklın yönettiği bir hayat olmaz.

Nietzsche’nin trajik kültürdeki gördüğü iki öğe, iki yön belirleyicidir. Dionysos ve Apollon
ikililiği bir birlik oluşturuyor. Birbirine karşıt gibi görünen iki yön (içgüdü ve akıl) bir araya
geliyor; hem doğada, hem sanatta. Diyonisik yön içgüdüleri apollonik yön aklı temsil ediyor.
İkisinden biri ortadan kalktığı zaman denge bozuluyor. Sokratik kültürle sadece apollonik.

5. Oturum (24 aralık 1. Oturum aslında ama Nietzsche’ye devam ediyoruz.)

Ahlaksal yapı ve nihilizm ilişkilendirmesi:

Mesela Sokrates ahlakı; Sokrates’in belirli bir işlevi var tarihsel anlamda Nietzsche açısından.
(Sürü ahlakının yerleşmesi bakımından)

Metafizik geleneğindeki dönüşümü Sokrates ve Platon üzerinden ele alıyoruz.

Sokrates tarafından başlatılan hareket Platon ile devam ediyor. Bozulmanın büyük kavşağı
aslında burasıdır. Yunanların tanrılarını kendi iyi kavramıyla değerden düşüren kişi olarak
Platon dekadansın büyük etkileyicisidir. Platon’un dünyayı ikiye bölmesi (hakiki dünya ve
görünen dünya) onu büyük oranda önemli yapıyor. Hıristiyanlık da Nietzsche’ye göre halkın
Plâtonculuğudur (Yeni Plâtonculuk). Platonla birlikte bir öte dünya düşüncesi gelişiyor ve iyi
olan öteki dünyada bu da yaşamı yadsımanın bir biçimi. Öte dünyaya ne kadar değer
yüklersek yaşamı o kadar değersizleştiriyoruz. Platonun varlıksal olarak yaptığı ayrım aslında
bir değer ayrımı çünkü filozofun bir değerlendirme biçimi olarak karşımıza çıkıyoruz, Platon
yaşamı yadsıyarak bir ahlak formu geliştiriyor ve bu da köle ahlakından/sürü ahlakından
başka bir şey değildir. Platon’da kendinde olan ideaya/iyi ideasına ne kadar yaklaşırsak
hakikate o kadar yaklaşırız düşüncesi gelişiyor. Sokrates nasıl ki trajik kültürde aklı öne
çıkararak bir kurtarıcı olmayı amaçladıysa burada da yine o hareketi devam ettiren kişi olarak
Platon’da akla olan kör bir güvenin sonucu olarak çıkarımlarda bulunuyor. Ama ahlaksal

29
değer yüklemenin sonucu olarak gerçekleşiyor yani filozofun kendi psikolojik durumu
sonucuyla. Bu dünya görünüşler dünyasıdır düşüncesi baştan kölece bir düşüncenin
sonucudur ve varsayımın kendisi hatalıdır. Bir görünüş dünyası, neyin dünyası hakiki
olanların görünüşü. O halde bu dünya sonlu sınırlı olan bir dünyadır ve öteki dünya olarak
sınırsız sonsuz bir hakikat dünyası vardır. Nietzsche için bu çıkarımların hepsi yanlıştır. Akla,
karşıtlık mantığına olan kör bir güvenden ibarettir. Peki, filozof neden bu çıkarımları
yapmaya gitti? Bu psikolojik bir durumdur. Burada bir arzu vardır. Hakiki bir dünya olmalı
düşüncesi bu dünyaya duyulan bir kin ve dekadansın bir ifadesidir. Yaşamsal içgüdüler zayıf
ve dekadan bir tip. Ama Platon neden böyle olsun ki? Sokrates’te olmayan tüm özellikler
Platon’da var. Soylu, zengin, yakışıklı. Bu durumu Nietzsche, Platon’un realite karşısındaki
korkaklığına bağlıyor. Gerçekliğin karşısında korkakça bir geri adım atış, hayatın sonluluğuna
katlanamamak. Bunlara sığınarak kendini korumaya çalışıyor. Bunun sonucu olarak da
ahlak/iyinin kendisi en yüksek değer olarak görülüyor ve bu dünya hiçbir işe yaramaz bu
hakiki bir dünya değil düşüncesi karşımıza çıkıyor. Aynı durum bu dünyayı yadsıyan ve bir
öte dünyacılık geliştiren Hıristiyanlıkta da karşımıza çıkacak. Hıristiyanlık Platonculukla
şekilleniyor. Nietzsche’nin bu durumu neden böyle değerlendirdiğine bakmamız da gerekiyor.
Nietzsche, Platon’un değerlendirmesinde de güç istenci olarak ortaya çıkan dekadan içgüdüler
vardır diyor. Güç istenci hakikat istencine dönüşüyor. Nietzsche filozofların bu hakikat istenci
nereden çıktığını düşündüğünde bu hakikati güç istencine bağlıyor. Bu hakikat isteğinin
ardında güç istenci yatıyor. Şimdiye kadar en yüksek değerler olarak görülen şeyler güç
istencinin özel bir durumudur. Ahlakın kendisi de ahlaksal olmayanın özel bir durumudur.
Hakikat istenci güç istencinin bir biçimidir.

*Değerlerin yeniden değerlendirilmesi kavramı

Ahlakın değer koyma ölçütü çerçevesinde dünyanın bir değerlendirilişiyle karşı karşıyayız.
Bu değerlerin yeniden değerlendirilmesinin vakti gelmiştir. Yaşam bizi değerlendirme
yapmaya zorladığından her insan değerlendirme yapar ya da insan kendini korumak için
şeylere değer yükler. Şeylere değer yükleyen kişi kendi önünde hazır bulduğu iyi ve kötü
değer tablolarına göre değerlendirme yapar ya da daha önceki değer tablosunu problemleştirir
ve onlarla dünyaya yeni anlamlar yükler. Mevcut iyiler ve kötülere göre değerlendirme yapar
ya da mevcut iyi ve kötüleri problemli hale getirir ve dünyaya böyle anlam yükler. Yeni bir
değer yaratılacaksa eski değer tablolarının yıkılması gerekir yani bir tapınağın kurulabilmesi
için bir tapınağın yıkılması gerekir. Böyle bir şeyin vakti geldi çünkü tüm yüksek değerler
değerden düştü. Aslına bütün bu çaba değerlerin değer bakımından incelenmesidir. İyinin ve
kötünün ötesinde değerlendirme yapmayı amaçlıyor. Değerden düşmüş değerler yerine yeni
bir değerlendirme yapmak çabasında. Dekadans içgüdüsüyle kedini gösteren ve sonunda
nihilizme götüren o anlam yüklerini sırtımızdan atmamız gerekiyor. Bütün bunların ötesinde
olmamız gerekiyor. Hakikat ve hakikatçiliği sorunsallaştırmamız gerekiyor.

-Perspektifli bilgi anlayışı

Bu sorunsallaştırma/problemleştirme sonucunda ortaya çıkan yeni bir bilgi anlayışı


geliştiriyor. Platon vs. tarafından ortaya atılan hakikatçiliği sorunsallaştırırken sonsuz akış,
30
ebedi döngü olan bu varlık yapısının kavranma biçiminin ne olacağına bakıyor. Kendinde şey,
kendinde hakikat vs bunlar kalmadı artık bunların ötesine geçmemiz gerekiyor. Bunlar yok,
her şey oluşmuş ebedi olgular yok mutlak hakikatler yok dünyanın gizli bir anlamı yok.
Sayısız anlamı var, çok çeşitli şekillerde yorumlanabilen bir şey bunun tanrısı (oluşun, akışın,
döngünün). Bütün bunlar çok çeşitli şekillere yorumlanabilir ve çoğul anlamlara sahip olan
şeyler. Hakikat yaratılacak bir değil bir oluştaki bir şeye bir ad koymak sadece. Oluş sürecine
ad koymaktan başka bir şey değil hakikat. Bir oluşu bir noktada durdurduğu için hakikat
aslında bütün oluş düşünüldüğünde bir yanlışlık. Yapıp etmeler çeşitli perspektiflerden
değerlendiriliyor. Sürüce değerlendiren birinin perspektifiyle, yeniden değerlendirme yapan
yaratıcı bir kişinin perspektifi tabi ki aynı olmayacaktır. Üst insanın bakışıyla sürünün bakışı
aynı olamaz. Yorumlanan şeyin kendisi yorumlayana göre de belirleniyor ama yorumlar
birbirine denk yorumlar değil. Çünkü ebedi olgular yoktur. Yaşamı hiç kimse bütünlüğünde
doğru kavrayamaz çünkü her kavrama akış halinde olan şeyi bir noktada durdurmak zorunda
kalır ve bu durduruşuyla da bireysel/tekil olanı sürekli gözden kaçırır. Her kavram aynı
olmayanın aynı olarak kabul edilmesiyle oluşur yani aynılaştırma sonucunda oluşur. Fark
unsurunu devre dışı bırakarak kavramlar oluştururuz. Bu bireysel farklılıkları keyfi bir
biçimde bir yana bırakarak oluşturulan kavramlar, o kavramı yüklediğimiz şeyin ardında
gerçekten o kavram olan bir şey (ide) olduğu düşüncesine bizi ulaştırmaktadır. Bireysellikleri
bakımından her şey birbirinden farklıdır ve bu farklılıkları unutarak kavram oluşturuyoruz.
İnsan bu farkları unutarak, farkları devre dışı bırakarak yaşıyor. Öyleyse insan aslında bu
farkları unutma çerçevesinde kendince bir kavramsal dünya yaratıyor. Bu nedenle işte hakikat
belli bir canlı türünün onsuz yaşayamayacağı bir çeşit yanılgıdır.

6. Oturum (24 Aralık ikinci oturum ama Nietzsche devam)

Hakikat kendinde bir yanılgıyı taşıyor Nietzsche’ye göre. Filozoflar, düşünürler kendi hakikat
tasarımlarıyla bütün bu oluşa bir ilke belirlemeye çalışıyorlar. Bu durumun getirdiği acizliği
anlatmak için bir pasaj yazıyor (Düşünürler Topluluğundan başlıklı). Oluş bir okyanus, bir
sandaldan büyük olmayan bir adada uyanıyoruz biz göçmen kuşlar falan filan (pasajın
tamamını okuyor). Oluşu bir şekilde değerlendirmenin sonucu olarak bir öte dünyacılık
geliştiriyoruz. Yaşamdan kaçmanın bir biçimi bu başka bir değil. Oysaki bu oluşun kendisine
katlanabilmektir asıl olan şey. İleride üst insan kavramı oluşun kendisini kendi gözleriyle
görüp katlanan kişi olarak.

Platon’un metafizikteki görünümünden Hıristiyanlıktaki görünümüne yani halkın


Plâtonculuğuna geçiyoruz. (Hıristiyanlık halkın Platonculuğudur diyor.) Sokratik geleneğin
bir devamı niteliğindedir.

Hıristiyanlığın temeli birlikte acı çekmek. Burada Spinozacı bir değerlendirme yapıyor.
Merhamet, birlikte acı çekmek bunlar Hıristiyanlığın temeli oysaki merhamet dediğimiz şeyin
kendisi yaşam enerjisini ya da conatusu azaltan bir duygu. Çöküntü verici bir etkisi vardır.
Merhamet akla uygun bir erdem değil ama Hıristiyanlıkta bu bir erdem. Neden birlikte acı
çekelim? Neden merhameti iyi görelim? Merhamet etmekle, merhamet duymakla neyi
çözmüş olacağız? Gücümüzü azaltmak dışında neyi değiştiriyor neyi iyi kılıyor? Hiçbir şeyi
31
değiştirmiyor sadece merhamet yoluyla hayatı yadsıyoruz. Kederli, melankolik ruh haliyle
gücümüz azalıyor. Merhamet öte dünyaya inandırır o yüzden Hıristiyanlıkta bir erdemdir.
Çünkü Hıristiyanlıkta Yeni Plâtonculuğun devamı niteliğindedir. Hıristiyanlık, merhamet dini
eninde sonunda şuna dönüşüyor: bu hayata değer vermeyin, öbür dünyada mutluluk var falan.
(Sezar’ın hakkı Sezar’a İsa’nın sözüymüş. Hıristiyanlık bir hareket olarak gelişip
büyüdüğünde hâkim olan Roma idi. Yoksulların hareketi olarak gelişip büyüdüğünde İsa’ya
gidiyorlar ve vergi vermek istemediklerini söylüyorlar. Bunun üzerine söyleniyor.) bu
dünyada size mutluluk vaat edilmedi, hakiki dünyada mutluluk var. Hıristiyanlık yıkıkların
hareketi, bastırılmış ve ezilmiş içgüdüler var burada. Bir kurtuluş arayışı içinde bu sebeple
Hıristiyanlık. Dolayısıyla da bu dünyada güçlü olanlara karşı bir hınç ahlakı geliştiriyor.
Burada güçlü olamayanların kendi beklentilerini kurtuluşlarını öteye ertelemeleri söz
konusudur. Hıncın bu şekilde bastırılması söz konusu ama içten içe zaten güçlü olana karşı
reaktif bir hareket Hıristiyanlık. Çünkü aktif insan kendi değerini koyar karşısındakinin
değerine karşı bir hınç ahlakı etrafında değerler sistemi yaratmaz. Reaktifler kendilerini
karşıtlarıyla belirler. Hıristiyanlık bir köle ahlakının sonucudur. Ahlak ve din Nietzsche için
bir arada gelen kavramlar değil ama Hıristiyanlıkta din ve ahlak birleştirilmiş
(ahlaksallaştırılmış bir din) ve buradaki ahlak köle ahlakı. Bütün dinleri eleştirmiyor. Dinler
arasında ayrımlar yapıyor mesela Budizm, Hıristiyanlık bunlar nihilizm biçimler ama
paganlık vs bu tarz şeyler değil. Kendisini doğal olana vermiş. Bu dünyadaki mutluluğu hiçe
sayan, değerlendirme bakımından nihilizme ulaşıyor Hıristiyanlık. Bunu Yahudilikle de
ilişkilendiriyor. Hıristiyanlık aslında Yahudi dininin ortaya koyduğu ahlaksal değerlendirme
biçimini sürdürmedir diyor. Ahlak açısından kölelerin başkaldırısı Yahudilerle başlamıştır.
Yahudiler asil güçlü efendi olanlara başkaldırdılar temelde firavunla olan mücadeleleri vardı.
Yahudilerde sadece acı çekenler –özetle- iyi oluyor böylece de bu düzen Hıristiyanlığa doğru
devam ediyor. Platon ve Yahudilik birbirinden bağımsız gelmiyor. Hatta Nietzsche Platon bu
fikirleri nereden öğrendi acaba Mısır’dan mı falan diyor. Platon’un Mısır’a gittiği dönemde
Yahudilik yaygın bu sebeple Nietzsche bu durumu düşünüyor. Hepsi birden öte dünyacılık,
asil olanın karşısına çıkardıkları reaktif hınçla kendisini şekillendiren yoksulluk hastalık
düşkünlük olarak beliriyor. Bunlar doğal değerlere karşıt bir ahlaksal formu beraberinde
getiriyor, din ile ahlak böylelikle birleşiyor ahlaksal bir din ortaya çıkıyor. Yani zayıflık bir
erdem haline gelmiştir. Merhametin bir erdem olması da bu yüzden zaten kederli melankolik
ruh hallerine yol açan şey bir zayıflığın ifadesi başka bir şey değil. Hıristiyanlıkta intikam
almaya gücün yetmemesi bir erdem haline dönüşüyor :D Düşmanını sevme erdem haline
gelmiş durumda çünkü “öç alma! intikam alma! düşmanlar öte dünyada cezalarını çekecekler
zaten”. Hıristiyanlığın sevgi dini olarak sunuluşu aslında güçsüzlüğün, yoksunluğun bir
ifadesidir. Reaktif duyguların bir şekil şekilde bastırılması ve ertelenmesi ile (bir başka
boyuta) ortaya çıkan şeydir. Aziz Pavlus bunu çok iyi kullandı diyor Nietzsche. (Deccal
kitabında her şey var.). Bugün Hıristiyanlık olarak adlandırılan her şey İsa’nın reddedeceği
şeydir. İsa yalnızca kendini tanrı gibi hissetmek için nasıl yaşanması gerektiğini göstermiştir.
Bu sırf içselliktir. Bir yaşama biçimi, saflık, temizlik abidesinden başka bir şey değildir İsa.
(Dostoyevski Budala romanı, Prens Mişkin bu karakter İsa ile ilişkilendiriliyor ve kötülüğe
iyilikle cevap vermek gibi bir durum yok çünkü Prens Mişkin kötülüğü algılayamıyor bile)
Hakikat İsa’da bir yürek durumu, öte dünya, ölümden sonra gelecek olan bir şey değil. İsa bir
kurtuluş fikrini yaymak için gelmedi nasıl yaşanması gerektiğini göstermek için geldi

32
gösterdiği gibi de öldü. Pavlus ise bu çarmıhı kullandı. Tanrı bile bedensel acı çekiyor
şeklinde bir imaj yaratarak (çarmıhtaki tanrı) bir kıvılcım çaktı ve bir hareket başlattı. Öfkeyle
yıkıp yenisini kuran bir hareket değil. Hınç duygusuyla hareket ediyor. (Üst insan İsa ruhlu
bir Sezar’dır. Yani İsa’nın ruhsallığı ve Sezar’ın gücü. Kimseye karşı kin tutmaz, öfkeliyse
harekete geçer sonra unutur, çocuk gibidir.) Pavlus’un İsa’sı ise böyle değil. Acı duyan
herkes, çarmıha gerilen herkes tanrısaldır. Biz de acı çektik biz de çarmıha gerildik o zaman
en tanrısal biziz kafasında ilerliyor. Bu düşünce 300’lü yıllarda Roma’yı içten içe ele
geçirecektir. Bu imgenin kendisi Roma’yı Hıristiyanlaştırmıştır. Bu bedensel acının (Tanrının
da bizim de çektiğimiz) bir karşılığı var, sonsuz mutluluk getirecek bir acı bu. Daha sonra
beden düşmanlığı başlıyor (Katoliklik).

7. Oturum (24 Aralık 3. Oturum ama Nietzsche devam)

Pavlosçu Hıristiyan görünümü yaşamı ve insan kavramını alçaltan bir etkiye sahip ve tüm bu
kutsal yalanların ardında bir güç istenci var. Bu güçlü olma isteği kendini öte dünyacılık
olarak gösteriyor. Kutsal yalanların kaynağı güç istencidir, güçsüzlerin güç kazanma isteğinin
bir göstergesi. Zayıf ve güçsüz insanlar hayatın doluluğundan nasibini almış, güçlü insanlara
karşı güç kazanmaya çalışıyorlar. Psikoloji, Nietzsche için güç istencinin gelişimi olarak
adlandırılıyor.

Temel sorunumuzun varlıklar sıralamasında insanlığın yerini ne almalıdır sorusu değildir


hangi insan tipinin daha yaşamaya değer, daha sağlam bir geleceğe sahiptir diye yetiştirilmesi
istenmesi gerektiğini söylüyor (?). bu açıdan üst insan insanüstü, insanın yerine geçecek bir
varlık değil. Yetiştirilmesi gereken, istenmesi gereken bir şey üst insan da nihayetinde
insandır. Belirleyici ölçüt yaşamın kendisidir. Yaşamı yadsımayan insanlar yetiştirmek
olmalıdır insanlığın hedefi.

Nietzsche’nin eğitimin amacı olarak gördüğü bir yüksek insan tipi var. Eğitimin ideali olan bu
yüksek insan tipi dışında kalanlar yok edilmeli gibi bir şey söz konusu değil bu sürü insanları
her zaman olacak diyor. Üst insanın korunmasına yönelik bir eğitim olması gerek çünkü
sürünün karşısında tek kalanı korumak gerekiyor. Çünkü eğitim politikalarını
geliştirmediğimiz takdirde o insanı yok ederiz.

Temelde iki tip insan tipi: Sürü insanı ve üst insan.

Sürü insanı çok geniş bir kategoriyi ifade ediyor toplumun en düşük katmanından en yüksek
mevkilerine kadar, büyük düşünürlerden büyük siyasetçilere kadar. Bu insanlar iyi veya kötü
gözükebilir buna karar veren de sürüdür, büyük düşünürler büyük kabul edilen sanatçılar
sürüce zaten iyi kabul edilirler çünkü sürüye yönelik değerlendirme yaparlar. İyi ya da kötü
olabilirler, fakat bizim iyi ve kötünün ötesinde olmamız gerekiyor çünkü zaten iyi veya
kötüyü problemleştiriyoruz. Sürüce düşünme biçimi, kendisinden önce belirlenmiş olan iyi ve
kötü değer tablolarına göre yaşamaktan başka bir şey değildir. Sürü insanı için değerlerin
değerlendirilmesi kendisinden önce yapılmıştır zaten, kendisi değer yükünü yüklenmekle
yükümlüdür. (sürünün hem kendine hem de sürüye hitap tarzı –meli –malı.)

Sürü değerlerinin en üst değerler yapılmak istenmesinin nedeni:

33
1. Sürünün güçlü ve bağımsız kişilere karşı olma içgüdüsü
2. Acı çekenlerin ve nasibi kıt olanların mutlu olanlara karşı olma içgüdüsü
3. Orta insanların seçkin (yetenekleri vb. bakımından) insanlara karşı olma içgüdüsü

Burada içgüdüler hâkim, içgüdülerle güçlü insanları haklı haksız ilan ederler. Köle ahlakına
göre iyi olanlar Zerdüşt gibilerden nefret ediyorlar. Bu iyiler mevcut iyi ve kötü değer
tablosuna göre belirlendiğine göre iyi ve kötülerdir. Farklı olan katlanılmaz olandır. Sürünün
ilerisinde olmak değil sürünün içinde olmamak gerekir. Bütün bu değerlendirme biçimleri
hastalıklı yıkık kişilerin gücü istemesinin görünümüdür.

Sürü insan tipi toplumun her kesiminde görülen yaygın ortalama bir kategoridir. Bundan bir
kopuş gerçekleşmesi gerekiyor ki bağımsız bakan insanlar ortaya çıkabilsin yani bu sürüce
değerlendirme biçimlerinin ikna ediciliğinin ortadan kalkması gerekiyor ki yaratma için alan
açılsın. İşte burada aslan tipi olarak nitelendirilen özgürlük alanı açan ara tip karşımıza
çıkıyor. Sürü insanı ile üst insan arasındaki bir tip. İki görünümüyle bir nihilist tiptir.

8. Oturum (24 Aralık 4. Oturum)

Nihilizm durumunda sürüden kopuş başlamıştır çünkü sürünün değerleri artık ikna edici
değildir ve kişi sürüden kopar. Psikolojik süreç olarak nihilizm budur. Pasif ve aktif nihilizm
vardır. Pasif nihilizm Budistler olarak değerlendirilebilir. Mevcut ahlaksal değerlere inanmasa
da ona başkaldıramaz, bir boşunalık duygusundan kendini alamaz bu nedenle de hiçbir şey
isteyemez. Aktif nihilist ise yıkan parçalayan nihilizmdir. Aktif nihilist yıkar, parçalar ve
böylece kendine alan açar. Hayır diyen, yıkan, parçalayan bu aktif nihilist yaratıcı edimin
önünü açan. Yaratma için alan açan özgür insan aktif nihilisttir ve sürüden üst insana geçişte
bir ara tiptir. Hayır diyebiliyor ama henüz yeni değerler yaratamıyor. Sadece bunun zeminini
hazırlıyor. Nietzsche kendisini ilkin en tam nihilist olarak görür. Ama bu aşama arkada
bırakılmalı bu aşamada kalınamaz. Sadece yıkma aşamasında kalınamaz. Yıkma ediminden
yaratma edimine, hayırdan evete geçilmelidir.

*Üst insan tam olarak nedir?

Tarih boyunca rastlantı olarak ortaya çıkan tiplerdir fakat belirli bir kişiyi de işaret etmiyor.
Herakleitos’u böyle gördüğü düşünülüyor fakat işaret etmiyor.

*Üst insanın nitelikleri nedir?

1. Sürüce gelen değerlendirmelere hayır, iyi ve kötü değerlendirmelerine hayır demelerin


yanında yaşamın kendisine bir olumlama edimi olarak evet, binlerce hayır içerisinde bir
evet deme söz konusu.
2. Yeni değerler yaratma, yaratıcı olma
3. Dionizik bir yapıya sahip olması
4. Kendi sonluluğunu olumlar ve buna katlanır. Yani realitenin kendisini olumlayan bir yönü
vardır. Trajiktir.
5. Çocuktur. Öfkelenir, ağlar, çabuk unutur, her defasında yeni bir başlangıç yapar. Bir
oyunu sürdürür ama oyunu oynarken de sürekli unutur.

34
6. Üst insanla birlikte yeryüzü anlam kazanıyor çünkü yeni değerleri yaşama katan üst
insanın kendisi.
7. Varlık çemberinin sonsu dönüşünü kavramıştır. Ebedi döngüyü kavramıştır. Tekrarlarla
birlikte ama her defasında yeni şekillerde gelen bu yaşamın döngüsünü anlamıştır. Bu
yaşam tek yaşam buna evet demiş. Zaten bu nedenle trajik
8. Gerçekliği kendi gözleriyle gören yaşamdaki hazları olduğu kadar acıları da tekrar
yaşamaya okey. Hayata maya perdesinin ardından bakmıyor.

Amor fati yazgını sev – yaşamını sev onu yadsıma.

Değerleri belirleyen, yeni değerler koyan, yaratıcı insandır. Değer koymasıyla yaşam anlam
ya da anlamlar katar. En yüksek değerlere sahip insanlara yön veren insandır.

Eğitim politikası üst insan için zemin olmalıdır ama hiçbir zaman mutlu ideal üst insanlar
yetiştiren bir toplum hedefi yok Nietzsche’nin çünkü zaten bu tasarım cennet anlayışına
benziyor, Nietzsche gerçekçi.

Üst insan trajik insandır.

Doğada eşitlik yoktur.

Üst insan saf, temiz, içsel. Biri kendini üst insan olarak tanımlıyorsa orda asla üst insan yoktur
khfgk

35

You might also like