You are on page 1of 277

ÜÇ YÛSUF

ÜÇ RÜYA
ÜÇ GÖMLEK
Senai Demirci
Yayın Yönetmeni

İkram Arslan

Editör

Cihan Dinar

Tashih

Semine Demirci, Yusuf Yıldız

Kapak Tasarımı

Mustafa Halıcı

ISBN

978-605-183-103-9

Yayıncı Sertifika No

12403

Baskı Tarihi

Ocak 2018

Baskı ve Cilt

Ertem Basım Yayın Dağıtım San. Tic. Ltd. Şti.

Eskişehir Yolu 40. Km. Başkent Organize Sanayi Bölgesi 22. Cad.
No: 6 Sincan/Ankara
Tel: (0312) 640 16 23

Matbaa Sertifika No
16031

© Fikir ve Sanat Eserleri Yasası gereğince bu eserin yayın hakkı

Nesil Basım Yayın Gıda Tic. ve San. A.Ş.’ye aittir.

İzinsiz, kısmen ya da tamamen çoğaltılıp yayımlanamaz.

Sanayi Cad. Bilge Sok. No: 4, 34196 Yenibosna-Bahçelievler/


İstanbul

Tel: (0212) 551 32 25 Faks: (0212) 551 26 59

www.nesilyayinlari.com bilgi@nesilyayinlari.com
Senai Demirci

1963 Samsun doğumlu. Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden


1990 yılında mezun oldu. Bir süre özel sağlık sektöründe yönetici
olarak çalıştı. Öğrencilik yıllarında başladığı yazı çalışmalarını
sürdürüyor. Çok sayıda telif ve tercüme eseri yayınlandı.

Televizyon ve radyo programlarına da katkıda bulunan Senai


Demirci, eğitim çalışmalarına Dr. Senai Demirci Özel Eğitim ve
Rehabilitasyon Merkezi’nde devam ediyor. Aylık esma-i hüsna
dergisi Esma’nın yayın yönetmenliğini sürdürüyor.

@senaidemirci

@senaidemirci

@senai.demirci

@senaidemirci

senaidemirci@gmail.com
kıssaların en güzelini anlatacağım sana
en güzel sen olasın diye kıssanın sonunda
en güzel senle biterse, en güzel sonla biter kıssa
en güzel sen olunca, olanların hepsi en güzel kıssa
Yeni baskı vesilesiyle,
kitabın yazılış kıssası…
Bir kitabı yeniden basarken, içeriğini değiştirmek, yazdıklarını
gözden geçirmek, bir yazar için heyecan vericidir, aynı zamanda
eksiğini tamamlama fırsatıdır. Ama bu, önceki baskıyı satın alan
okuyucuya da haksızlık sayılır. Şimdiden haklarını helal etsinler.
Kur’ân’ın âlî hatırı, vahyin taze inişi, insanın vahyin her dokunuşuyla
dalgalanması, köşeli ve donuk bir duruştan fazlasını hak ediyor.

Anlaşılan o ki, vahiy yağmuru toprağımıza her değdiğinde, yeni


filizler çıkacak, taze meyveler olgunlaşacak. Kalbimizin toprağını
böylesine yağmura açık hâle getirene hamd olsun. Hep yeni şeyler
söyleme imkânını vahiyle önümüze açan Aziz’e minnetimiz sonsuza
dek dillendirilse yeridir. Bu yüzdendir ki, sonsuzca bir konuşmaya
çağırır bizi Rabbimiz. Söz hiç bitmeyecek, konuşma hiç
kesilmeyecek, çoğaldıkça çoğalacak, cümleler yeni cümleleri
doğuracak.

Üç Yûsuf Üç Rüya Üç Gömlek’in yayınlanmasının üzerinden beş


yıldan uzun bir süre geçti. Bu süre içinde Yûsuf Kıssası’nı
sahnelerde anlattım, makalelerle duyumsamaya çalıştım,
söyleşilerde dillendirdim. Neredeyse her konuyu Yûsuf Kıssası’na
getirdim, getirebilirim. Yûsuf Kıssası’ndan hareketlenen başlıklar
açtım, açabilirim.

Sanki her şeyin açıklaması Yûsuf Kıssası. Her şeyin açıklaması. Her
şeyin başlığı. Var oluşun önsözü.

Öylesine heyecanlı bir akışı var ki kıssanın, sahnede anlatırken o


anda, sahnede, beni şaşırtan nice düğümler açıldı. Çoğunu
dinleyenlerimle ‘son dakika’ heyecanı içinde paylaştım. İçim içime
sığmaz oldu.
Kur’ân’ın diri bir metin olduğuna iman ettim. Her daim taze
seslenişlerle çağıldayan bir nehrin fıtrat yatağımızdan aktığını Yûsuf
Kıssası anlatımlarında iyice fark ettim. Kur’ân’ın ‘kerim’ olduğuna,
kendisine güveneni eli boş çevirmediğine, muhatabına verdiği
emekten fazlasını verdiğine dair imanım itminana dönüştü.

İbrahim’in [a.s.] kuşlarının geri dönüşü gibi içimde ümitler kanatlandı,


çırpındıkça çırpındı kalbim, çalkalandıkça duruldu aklım. Mûsa’nın
[a.s.] önündeki Kızıldeniz’i yaran bir asâ gibi dokunuyor aklımıza.
Nûh’un [a.s.] “Ben mağlup oldum…” cümlesini hece hece açıyor.
İnsan hayatının iç içe rüyalardan örülü, gömlek üzerine gömleklerin
giyildiği bir güzel kıssa olarak fotoğraflıyor. Bizi bu kadar anlayan,
bizi bu kadar anladığını bize bu kadar yakından söyleyen bir Rabbin
kulu olmanın mahcubiyetiyle yazıyorum bu takdimi.

2011 yılında, Kayseri’de geçirdiğim bir Ramazan ayında, orucun


bereketiyle, her gün her dakika sürprizlerini okudum Kur’ân’ın.
Vahyin doğum günü kutlaması olan Ramazan’da sıcak, sımsıcak
doğumlar yaşadım. Oruç sancısıyla, nice hakikat İsâ’sına annelik
etmek kısmet oldu.

Ramazan’ının o tatlı diyaloglarını her gün heyecanla kaydederek


yazıldı kitabın ilk nüshası. O heyecanın meyvelerini satırlarda
bırakarak, uzunca bir süre, kitaba dokunmadım, yaşanmış o anların
kaydı olarak ilave yapmamaya karar verdim. Fakat kitabı izleyen
süreç, kitabın Yûsuf Kıssası özelinde, tüm kıssalar adına, eşik değer
taşıyan bir bakış açısını yakalamasıyla, en güzel kıssanın akışına
yine yeniden katılmayı gerektirdi. Bir süre sonra, söyleşilerde
heyecanla anlattıklarımın, sonradan fark ettiğim kurguların, yeni
rüyaların, yeni gömleklerin kitabın dışında kaldığını gördüm.

Sonunda vaktinin geldiğini görerek, kitabın akışına müdahil oldum.


Böylece genişletilmiş ve gözden geçirilmiş yeni baskı çıktı ortaya.
Yûsuf Kıssası’na dair yazdıklarımın hepsini yine de içermiyor kitap.
Zaten Yûsuf Kıssası’na dair yazılacaklar da bundan ibaret değil.
Anlaşılan o ki, Yûsuf Kıssası gündemi hep göğümüzde olacak,
boynumuza borç olacak. Her şeyi anlatamadan gideceğiz bu
dünyadan. Üstünü o uzun ve sonsuz söyleşide, inşaallah,
Rabbimizle sohbetimizde tamamlayacağız.

Yûsuf Kıssası akışının ve kurgusunun, iyice bakana yeni derinlikler,


yeni sesler, yeni yansımalar sunması kaçınılmazdır. Dolayısıyla bu
kitabın sonuna geldiğinizde, Yûsuf Kıssası yorumunun bittiğini değil,
yazarı tarafından şimdilik terk edildiğini göreceksiniz. Şiir için
söylenilen şu söz, hayatın şiirini yankılayan Yûsuf Kıssası için daha
çok geçerlidir: “Bir şiir bitirilmez, sadece terk edilir…”

Anlatılan biziz. Kıssa biziz, biz kıssanın sonunda en güzel olmak


üzere buradayız. Kıssalara bakıyor değiliz aslında, kıssalarda
akıyoruz.

Bana Yûnus [a.s.] ve Eyyûb [a.s.] kıssaları örneğiyle, kıssalara ‘ayna’


diye bakmayı öğreten üstadım Said Nursî’ye ve onun başlattığı
bakışı 15 yıldır sessizce sürdüren özel talebesi eşim Semine
Demirci’ye müteşekkirim.

Kur’ân talebesi olarak çalakalem yazdığım bir ev ödevimi takdim


ediyorum.

Bizi Yûsuf’un düştüğü dünya kuyusunda ağırlayan Rabb-i Rahîm’e


şükrederek,

Bizi Yûsuf’un sürüldüğü dünya zindanında Yûsuf’a arkadaş yapan


Aziz-i Hakîm’in hatırını bilerek,

Bizi Yûsuf’un gördüğü, Yûsuf’un görüldüğü, Yûsuf diye görülen


rüyaların uykusuna yatıran Rahmân-ı Rahîm’e hamd ederek…

Senai Demirci
Önsöz

Pıhtılaşmış hayat damarlarında sıcacık bir akıştır vahiy. Ruhu


çekilmiş yaşayışın göğsünde taze bir kalp vuruşu. Varlık dağının
eteğinde duru bir pınar. Dudağımızı dayayıp içtiğimiz. Göklü söz
ağaçlarının boyumuz hizasına eğilişi. Çorak yüreğimize bin yağmur
inişi. Kıpır kıpır akan söz ırmağının göğsümüzden geçişi. İçimizden
geçen, içinden geçtiğimiz derin çağıltıların can kulağımıza değişi.

Katı yanlarımızı çözer vahiy. Uyuyanlarımızı uyandırır. Kabuğumuzu


çatlatır. Gizli yaralarımızı kanatır. Yüreğimizde saklı filizleri ayağa
kaldırır. Bulut bulut öper aklımızın yamaçlarını.

Yağmursa vahiy, Yûsuf sûresi aniden bastıran sağanaktır. Daha


yakından duyulur sesi. Serinlikler sunar nefesi. Ümit denizlerini
yeniden çalkalandırır. Bir Yûsuf çağrısı olur, içimizin tortularını
dağıtır. Yûsuf hüsnünü ayna diye tutar yüzümüze. Yûsuf hüznünde
tutar kalpleri. Yûsuf’un sesinde kendi iç sesimize kulak kesiliriz.
Yûsuf’u bekleyen, hep bekleyen Yâkub’a döneriz.

Kıssa, geçmiş zaman masalı değildir. Asla! Şimdi ve buradaki


varoluşumuzla bizi yüzleştiren aynadır. Bize geçmişin hiç de
geçmemiş olduğunu anlatır. Sancısı hiç ölmeyen geçmişin ucunu
dokundurur tenimize. Acısı hep canlıdır ölmüş günlerin.
yitirdiklerimizin, gizli sancılarımızın, utanmış arzularımızın, isimsiz
hasretlerimizin fery/adıdır “Yâ esefâ...” Her insanın içindeki çıtırtının
tercümanıdır. Yûsuf’un başından geçenler, “Yâ esefâ...”larımızın
yankısıdır.

Herkesin içinde bir “Yâ esefâ...” inleyişi bestelenir. Her insan dünya
beşiğinde “Yâ esefâ...” diye ninnilenir. Yûsuf’un varlığının Yâkub’un
ağzından “Yâ esefâ...” diye esefle anılması, hasretle dillendirilmesi,
gam ve kedere yoldaş edilmesi, içimizdeki “Yâ esefâ”lara eğilelim
diyedir. Şimdi burada adımızı “Yûsuf” diye bilelim diyedir. Şimdi ve
burada feryadımızı “Yâ esefâ!” diye duyalım diyedir.

Kur’ân’da hiçbir kıssa Yûsuf Kıssası kadar uzun ve detaylı


anlatılmamıştır. Yûsuf sûresinden başka hiçbir sûre, tek bir kıssaya
ayrılmamıştır. Kıssa Mekke’de, Mekke’nin Yûsuf’u olan
Peygamberimize [a.s.m.] bir teselli pınarı olarak akıtılmıştır.
Mekke’nin Yûsuf’unun [a.s.m.] dudağından insanlık kervanına
“Müjde, müjde, bir oğlan çocuğu!” diye fısıldanmıştır. Değerli bir meta
diye saklanmıştır, ama çoğu kez ucuza satılmıştır.

Evet, kıssa çoğu kez ucuza satılmıştır; olur olmaz fantezilerin konusu
edilmiştir. Rabb-i Rahîm’in anlatışı ile yetinilmemiş, kıssaya yersiz
diyaloglar, gereksiz finaller, şuh detaylar eklenmiştir. Kıssanın
aynaladığı gerçeği okumak yerine, aynanın yüzeyinde oyalandıkça
oyalanmıştır insanlar. Kıssanın bizi bize anlattığı unutulmuş, asıl
mesajı kuyuya atılmıştır, hakikati zindana mahpus edilmiştir. Mecazın
gömleği hoyratça yırtılarak, mecazın sakladığı Yûsuf hakikati
incitilmiştir.

Yûsuf’un yerinde kendimizi bulmak içindir kıssa. Yûsuf’un varlığını,


içimizin saklı sancılarına ışık diye tutar Rabbimiz. Yûsuf’un yerinde
durunca, renklerimizle tanışırız, tonlarımızın farkına varırız.

Bir sahnedir Yûsuf Kıssası. Eski sandığımız Yûsuf sahnesinin yeni


oyuncularıyız biz. Kur’ân’ın kurduğu Yûsuf sahnesine her gün yeni
oyuncular olarak gelir, rolümüzü yeniden oynarız. Ömürlerin
zembereğidir Yûsuf Kıssası. Döner döner oraya geliriz. Kur’ân’ın
kurduğu diyaloglar yeni ağızlarda “yeni sözler” olarak seslendirilir.
Allah’ın haber yaptığı bir olay için yer, zaman, kişiler ve nedenler hep
yenidir. Eskimez olaylar; hep tazelenir, hep yinelenir. Her daim
gündemdedir.
Bir farkındalık okuludur Yûsuf Kıssası. Uyku-rüya-uyanıklık arasında
gider gelir. Uykuda olan uyanık olana açılır, ardından uykuda olanı
uyandıran uyanığı da uyandıran daha uyanığı çıkar. Birbiri içine
sarılıdır uykular-uyanışlar. Uyanık olanların bir başkasına göre uyur
sayıldığı sarsıcı uyanmalar. Uyuyanların başka uyanıkların
dürtmesiyle uyandığı sarmaşık rüyalar. Her bilenin üstünde bir başka
bilenin konuştuğu unutmalar-hatırlatmalar... Her uyanığın üstünde bir
başka uyanığı gösteren uyarılar.

Kıssanın mihver ayeti şöyle der: “Her bilenin üstünde bir Bilen var.”
Demek ki, her bilen üstündeki bir bilene göre gafildir, bilmezlik
içindedir. O bilmezin üstündeki bilen de, kendi üstündekine göre bir
başka bilmezdir. Sonu yoktur daha iyi bilenlerin. Sonunda Bir Bilen’e
bağlanır tüm bilmeler.

Mihver ayetin bu cümlesini başka şekillerde kurmaya hakkımız var:


“Her görenin üstünde bir Gören var.” Herkesin görmesini çevreleyen
bir üst görme vardır elbet. O görmeye göre alttaki görmeler rüyadır;
bir görmeyi kuşatan üst görme, o görüşü, o rüyayı yorumlayan
uyanıklıktır. Görmeler açıldıkça, rüyaların gömleği de yırtıla yırtıla,
asıl Gören’in, Bir Gören’in, şahitler Şahidi’nin nazarında asilce var
olmaya başlarız. Uyanırız.

“Her işitenin üstünde bir İşiten de vardır elbet.” İnsanın işitmesi, asıl
İşiten’i, yani Semi’ olan Allah’ın işitmesini anlamak içindir.
İşitilmediğimizi sandığımız ya da işitildiğimizi ciddiye almadığımız her
türlü konuşma, söz sarfı, asıl Semi’nin işitmesine göre bir rüya
diyaloğudur. Asıl İşiten o işitmeleri tabir ederek, işitmeler üstünde
işitmeye, duyuşlardan âlâ bir duymaya çağırır insanı. Sözün
çeperlerini yırta yırta sessizliğin de işitildiği, niyetlerin de duyulduğu
bir şuura eriştirir bizi.

Kıssanın b/akışı, kıssa okuduğunu sanan muhatapları uyandırır.


Muhatabını şimdi ve burada kendi akışına katar. Her muhataba yeni
bir son yazar.

Bir Yûsuf rüyasına yatar insan. Bir Yûsuf uykusundan uyandırılır.


Kuyuda Yûsuf sen olursun, ben olurum, biz oluruz. Kâh Yûsuf’a kuyu
oluruz. Kâh Yûsuf’u kuyuya itenlerin yanında dururuz. An gelir,
Yâkub oluruz. Gün olur, kapıları sıkı sıkıya kapalı bir sınavda terleriz.
Züleyha’yı karşımızda buluruz. Gömleğimizi ele kaptırırız. Yûsuf’a
zindan arkadaşı oluruz. Gördüğümüze kanıp düşe düşeriz.

Kıssa, şimdilik anladığımız kadarıyla, üçlü sembollerin eşlik ettiği


eksenlerde yürür. İç içedir hikâyeler. Üç üçedir.

Kıssayı okumak için seçtiğimiz her eksen, eksen olmanın hakkını


verir. Odaklandığımız kişi ya da sahne birden diğer sahnelerin ve
serüvenlerin merkezine oturur. Merkeze aldığımız karakter, diğer
karakterleri resimleyeceğimiz harika bir çerçeve sunar.
Odaklandığımız sahne diğer sahnelerin üzerine ışık ve gölge
düşürür.

Üç gömleğin yakasına tutunarak da seyredebiliriz kıssayı. Üç


rüyanın içinden geçerek de katılabiliriz akışa. Kişilerin durduğu
yerden de okuyabiliriz. Üç Yûsuf sahnesi vardır kıssada meselâ:
Kardeşlerini üç ayrı sahnede karşılar Yûsuf. Bu üç karşılaşma
sahnesinde içimizin tüm macerasını sımsıcak yaşatır bize.

Üç Yâkub bekleyişi vardır meselâ. Evladını üç türlü bekler Yâkub;


her bekleyiş insanın yeryüzündeki, fani hayattaki sessiz kanayışını
temsil eder. “Belli ki, nefsiniz size tumturaklı bir oyun oynamış...”
diyerek, tasavvurlarımızın bir rüya aldanması olabileceğine dikkat
çeker. U/yandırır bizi.

Züleyha’yı üç sahnede okuyabiliriz kıssa boyunca. Yûsuf’u istediği,


Yûsuf’u isteyişinin anlaşılmasını istediği, Yûsuf’u isteyişinin
istenilmez olduğunu itiraf ettiği sahnelerde görürüz Züleyha’yı.
Bunların hepsi nefsimizin hakikat yolunda yorulmalarını, dünya
sınavındaki bocalamalarını ifade etmek içindir. Böyle okuyabilsek,
Züleyha hâlimizle de ümitlenebiliriz Rahmân’dan.

Meselâ, Yâkub’un durduğu yerden bakınca kıssa bambaşka bir renk


alır. Kıssa boyunca çok az konuşur Yâkub. Olayların akışını
yönlendiren ve anlamlandıran bir suskun kavşak gibidir. Yâkub’un
sabrı ve tevekkülü, olup bitenlerin, inip çıkanların arkasında sakin bir
fon olarak bekler.

Yûsuf’un gömlekleriyle Yâkub’un ilişkisi, hasretlerimizin yakasını


açar; mahrem sözler söyler yüreğimize: Yâkub, ilk iki gömleğe
bigâne, hele de birincisi burnunun dibinde olduğu hâlde kokusunu
alamıyor; ancak üçüncüde koku alabiliyor. Hem hissediyor hem
hissetmiyor, hem biliyor hem bilmiyor. Yâkub’un hikmetli bekleyişi
yüzeyde olup bitenlere bir dip akıntısı oluyor; olaylar Yâkub’un
ağzından yeni/den konuşuyor. Anlaşılan o ki, bizim de yitirdiğimizi
bilmediğimiz yitiklerimiz vardır, yitirdiğimizi çok geç fark ettiğimiz
yitiklerimiz de vardır. Yitirildiği bilinmeyen yitikler ne talihsizdir... Yitik
olduğunu fark etmediğimiz yitiğimizi buluşumuzla yaşadığımız
eseflerimiz ne çok Yûsuf yüzlüdür; “Yâ esefâ alâ Yûsufâ...” feryadı
ne çok tekrarlanır fıtratımızın vadilerinde.

Yûsuf’un üç gömleğini rüyaya üç farklı yaklaşım diye okuyabiliriz.


Zira her rüya, içinde bir Yûsuf hakikati saklar. Rüyayı gören Yûsuf’u
görmek ister. Bazıları—kardeşlerin yaptığı gibi—rüyayı alır eline,
rüyanın sakladığı Yûsuf yüzlü gerçeği değersiz görür, kuyuya atar.
Bazıları—Züleyha’nın yaptığı gibi—rüyayı gerçeğin kendisi sanır.
Rüyayı olduğu gibi yorumlamaya kalkarak, rüyadan da rüyanın
sakladığı hakikatten de olur. Bazıları—Yâkub’un yaptığı gibi—Yûsuf
hakikatinin rüya gömleğini çıkarmasını bekler; o vakit hayra yorar,
gömlek de, gömleğin sakladığı Yûsuf güzelliği de kendisine kalır.

Sonuçta, dünya ahiret Yûsuf’unu saklayan bir gömlek değil midir?


Kimileri, dünya rüyasının sakladığı cennet Yûsuf’unu değersiz görüp,
elinde kanlı gömlekle kalır. Dünya rüyasına kananlar, ahireti
unutanlar dünyayı kana bular. Kimileri, dünya rüyasının sakladığı
cenneti görür de, cenneti dünyada gerçekleştirmek ister, hemen
burada almak ister Yûsuf’u. Fakat böylece dünya gömleğini de
cennet Yûsuf’unu da yitirir. Cenneti dünyada gerçekleştirmek isteyen
Züleyha huylular, dünyayı fesada boğar, huzurun gömleğini yırtarlar.
Oysa Yâkub’ca bir tavırla bekleyebilsek, dünya rüyası ahiret
uyanıklığına zaten açılacaktır. Cennet Yûsuf’u dünya gömleğini
kendi üzerinden çıkaracak ve dünya gömleğine de Yûsuf cennetine
de erişeceğiz. Ama âh... Âh ki âh...

Kıssayı ilk anlatıldığı Mekke ortamında ilk muhatabının gözünden


okuma seçeneğimiz var. Hazreti Peygamber’e [a.s.m.] Mekke’nin
Yûsuf’u olarak ümitler veriliyor, teselliler sunuluyor Yûsuf Kıssası’yla.
Yûsuf’a öğrettiği “olayların altındaki gerçeği yorumlama”yı Mekke’nin
Yûsuf’una uygulamalı olarak öğretiyor. Diyor ki: “Ey Mekke’nin
Yûsuf’u, senin kardeşlerin de haset kriziyle canına kastedecek, seni
baba ocağından uzak edecek. Hicrete zorlayacak. Sonra, sen de
sana kasteden kardeşlerini senden yardım isterken bulacaksın.”
Gerçekten de, daha sonra, Hazreti Peygamber [a.s.m.] Hayber’in
fethinden elde ettiği ganimetleri o sırada kıtlık içindeki Mekkelilerin
yardımına gönderecektir.

Diyor ki Mekke’nin Yûsuf’una: “Çok daha sonra sana hıyanet eden


kavmin de tıpkı Yûsuf’un kardeşleri gibi yaptıklarına pişman
olacaklar, yüzleri yerde özür dilemeye gelecekler.” Öyle de oldu.
Mekke’nin fethi günü Kâbe’de namazını serbestçe kılan Hazreti
Peygamber Mekkelilere soracaktır: “Bugün size nasıl davranmamı
istersiniz?” Mekkeliler ise “Biz seni hep asil bir kardeş bildik...”
diyecektir. Bunun üzerine Peygamberimiz [a.s.m.] yıllar önce,
kardeşlerinin kendisini ve dostlarını aç bıraktıkları, canına kıymayı
planladıkları, sevdiklerini yalnızlaştırdıkları sırada aldığı ‘Yûsuf
Dersi’ni verecektir: “Ben de Yûsuf kardeşimin dediğini derim size:
‘Bugün size kınama yok...’”

Kıssa üç rüya ile katmanlaşır; üç gömlekle kıvrımlar kazanır. Her


rüya ile yeni bir katta akmaya başlar. Gömleklerin başına bir şey
geldiğinde ise Yûsuf’ça yaşayışın yeni sınamaları başlar.

Yûsuf’un başına gelenleri okuyan, kendi başına Yûsuf’un başına


gelenleri okumanın geldiğini görmeyebilir. Yûsuf’un gördüğü rüyaya,
yorumladığı rüyalara bakarak, Yûsuf’un da artık bir rüya olduğunu
görmeyebilir. Okuyucu uyuyabilir. Yazar uyuyabilir. Peki, şimdi bir
rüya değil mi kıssası anlatılan o Yûsuf? Nerede şimdi? Nerede
Yâkub? Nerede Mısır? Hangi sarayda Züleyha? Saray kaldı mı ki?
Nerede kardeşler? Yûsuf’un kuyusu nerede? Yûsuf’un oturduğu taht
da zindan da artık eşit değil mi? Hepsi gelmiş geçmiş. Hepsi bir
görünmüş bir kaybolmuş. Rüya.

Dünyadan da geriye kalacak, sadece bir ‘dün’ hasreti, bir ‘yâ’ esefi:
“Dün yâ!”

Yûsuf’tan binlerce yıl sonra anladığımız bu sırrı, Yûsuf, bizim gibi


yeryüzünde nefes alırken, hayal kurarken fark etmiş. Yûsuf’un
yaşarken kendisinin rüyalaşacağını fark ettiğini fark eden okuyucu
kendisinin rüyalaşacağını fark etmemişse, çok derin bir uykuda değil
midir? “Uyanın, uyanın!” der bize Yûsuf: “Siz de Yûsuf’sunuz. Siz de
sonra gelenlerin okuduğu bir kıssa olacaksınız. Şimdi ibret alansınız;
sonra ibret alınan olacaksınız.”

Yûsuf’un başına gelenleri okumak başına geldiyse, başına gelenleri


de Yûsuf’un başında okumaya geldi sıra.

Bu kitap bir rüya idi. Belki ilk bana görünmüş bir rüya. Ümidim o ki
Yûsuf’a görülmeye değer olur bu rüya. Duam o ki, Yûsuf’a
görünmeye değer rüya olurum ben de. Sen de.

Rüyanın gömleğini yırtan Züleyha olmak düşmüşse nasibe, nefsimi


temize çıkarmam asla, nefsim kötülük etmek ister elbette...
Aralık 2016, İstanbul
UYARI

Kitap boyunca “Hz. Yûsuf”, “Hz. Yâkub” gibi tabirleri tercih etmedim.
Her Yûsuf ya da Yâkub isminin yanına da “[a.s.]” notu koymadım.
Bunun sebebi hiç şüphesiz Yûsuf aleyhisselamı ve Yâkub
aleyhisselamı selamsız bırakmak değil.

Bu kitabın amacı, Yûsuf ya da Yâkub isimlerini, içimizi ölçen bir


miyar, varlığımızı tartan bir terazi olarak okumak. Yûsuf ya da Yâkub
oluşun içimizde denk geldiği yeri bulmak üzere sarsıcı bir yolculuğa
çıkıyoruz. Yûsuf’un ya da Yâkub’un içimizdeki karşılıklarını
bulduğumuzda, hayatımız “aleyhisselam” olacak. “aleyhisselam”ları
parantez içine sıkıştırmayacak, kalbimizi “a.s.”lere parantez
yapacağız.

Peygamber’e selam vermek, peygambere bizden itaatsizlik


çıkmayacağı konusunda güvence vermektir. Elçi’ye “Selâm üzerine
olsun” diyen bizden, Elçi’ye göre kendimize çekidüzen vererek
ispatlamamız istenir. Söylediğimizi eyleyen olmamız istenir.
Kalıbımızı peygamberliğin potasında eritebilirsek, varlığımız tepeden
tırnağa “aleyhisselam” olur. Salât’ın anlamı destek vermektir, sütun
olmaktır, direk olmaktır, ayakta tutmaktır. Peygamber’i O’nun
durduğu yerde durarak, O’nun beklediği cephelerde O’nun gibi
olarak ‘destekleriz’ ancak. Yoksa ‘salâtü selâm’larımız sözde kalır.
Yûsufça ve Yâkubca var olmaya niyetlendiğimizde, hayatımız “salâtü
selâm” e/der. Dudağımızda kalmaz salâtımız, desteğimiz,
Peygamberce olmayı hayatımıza omurga eyleriz. Peygamberin
yerine hücre hücre sütunlaşırız.
Rüya senin

Elif, lâm, râ.

Anlaşılmaz bir söz söylemez Allah. Anlaşılsın diye söyler söylediğini.


Anlayışlı görür seni. Elif Lâm Râ, seni aşan bir anlamla kuşatıldığını
ima eder sana. Her şey, senin anladığından ibaret değil demek ki.
Rüyanın başucunu bekleyen Rabbin konuşuyor sana. Dünya
uykusunun zarını yırtmak üzere şimdi Yûsuf Kıssası.

Bunlar, doğruyu apaçık gösteren, kendisi de apaçık olan kitabın


mesajlarıdır.

Kitap, okunur olandır. Kitap, anlam ortaya koyandır. Kitap, apaçıktır.


Seni açmak için açılır kitap. Sana açılmak üzere iner. Seni sende
okumaktır ‘kitab’ın niyeti. Apaçıktır; özünü özüne gösterir insanın.
Ayna sunar insana.

Biz onu [yalın ve anlaşılır] Arapça bir hitab olarak indirdik, ta ki


aklınızı kullanasınız.

Kur’ân tenezzüldür insana. İnsanın aklına eğilir ‘Söz.’ Akıl toprağının


altını üstüne getirir. Vahiy akla dokunur. Aklın örgüsü vahiyle yeniden
dokunur. Yağmur gibi vurdukça aklın toprağına, gizli saklı tohumlar
çatlar, sabırlı nüveler filizlenir.

Sana bu Kur’ân’ı vahyetmekle kıssaların en güzelini aktarıyoruz.

Kur’ân’ın indirilmesi, insana Söz’ün vahyedilmesi, insanın dünya


kuyusundan çıkması içindir. Yûsuf Kıssası’nın anlatılması Mekkeli
Yûsuf’a, onun ve biz kardeşlerinin bu yalnızlıktan kurtulma
ümidimizdir. Kur’an’ın sana vahyedildiği, kalbinin ince sızılarının
ciddiye alındığı ‘en güzel kıssa’nın kahramanısın. Allah’ın seninle
konuşmasıyla başlıyor en güzel kıssa.

Anla ki, kıssayı okuyan sen, kıssada okunansın. Yûsuf’sun bir


yandan. Yûsuf’a kardeşsin. Yâkub sabrıyla bekleyensin. Züleyhâ’sın
sarayda. Kıssalardan geçmekte yolun. Yolunda nice kıssalara rast
geleceksin.

Gerçek şu ki, sen daha önce bunlardan habersizdin.

Dünya rüyasından uyandırmak istiyor seni Rabbin. Haberdar


olmadıklarından haberdar ediyor seni. Gerçek diye gördüğünü yeni
uyanışların eşiği yapıyor. Yûsuf’ça uyanışın başlamak üzere.
Rüya öncesi

Yûsuf Kıssası, üç rüya üzerinde yürür. Bu üç tür rüyanın her biri


Yûsuf’un yüzünde dünyadaki üç ‘esef’i temsil eder. Her rüya bir
hüsranın habercisi olur. Rüyalar, ayrı ayrı Yûsuf’ların adı olur, türlü
türlü “Yâ esefâ” feryadı olur.

Birinci rüya Yûsuf’un gördüğü rüyadır: Yûsuf rüyadadır. Rüya


gördüğüne dair sevinci, “Sakın kardeşlerine anlatma!” uyarısıyla
yarım kalır; müjde diye gördüğü görüntüler hüsrana açılır.

İkinci rüyalar grubu Yûsuf’un yorumladığı rüyalardır: Yûsuf’tadır rüya.


Rüya görenlerin üzerinde bir görendir Yûsuf. Ne var ki Yûsuf da bir
görendir; Yûsuf’un üzerinde de bir gören olacaktır. Çünkü görmelerin
hiçbiri asıl Gören’in gördüğünü kuşatamaz. Her uyanıklık bir başka
uykuyla sarılıdır. Yûsuf, bu hâliyle, gördüğünü gördüğünden ibaret
sanan uykucuları “Yâ esefâ” çığlığına çağırır.

Üçüncü rüya ise Yûsuf’un Yûsuf Kıssası’nı okuyana gösterdiği


rüyadır: Yûsuf da rüyadır. Rüya diye görülmeyen rüyadır bu.
Yaşamanın ta kendisidir. Yûsuf, bu hayatta başkalarının gözüne rüya
diye görüldüğünü görmeyenleri uyarır. Son sözleriyle, Yûsuf
Kıssası’nı okurken Yûsuf’u başrole koyup ölümsüzleştireni hayal
kırıklığına uğratır. Yûsuf, kendini ‘uyanık’ gördüğü en derin rüyaya,
yani bu hayata kanmaz. Bu rüyadan fazlası vardır gerçekte; bu
dünyadan ötesi olacaktır. Kıssada anlatılan Yûsuf’u bir zamanların
rüyası diye görüp de kendisinin hayatta oluşuna kananları da bir
‘esef’ daha bekler. Yûsuf’un rüya olduğunu gören okuyucu, peki sen
rüyalaşmayacağını mı sanıyorsun? Uyan!
Rüya, olağandışı bir görüş sağlar. Görülmeyeni gösterir. Gözler
kapalıyken görülen, gözle görülenden fazlası değil midir? Bunun için
bir bedel ister rüya: Uykuya yatmak. Gözlerini kapatıp uyumalısın ki,
sana görülsün rüya. Uyanıklıktan vazgeçip gözlerini başka türlü
görmelere kapatmadıkça, rüyanı görmen mümkün değil. Razı
olduğun bir uykunun içindesin rüya sırasında. Rüyada görürsün,
ancak bu görüşün göz kapakları tarafından sarılıdır. Uyanıklık
bildiğin hâl, uykuyla kuşatılmıştır. Uykun ise seni bekleyen bir
uyanıklık tarafından sarılıdır. Rüyadan uykuya döneceksin, uykudan
da uyanıklığa...

Uykuda gördüğün rüyanın sahiden ‘rüya’ olması için rüyanın sona


ermesi gerek. Uyanman gerek. Rüyanı uyanıklığın gözlerinin içine
taşırsan, gerçekten ‘görülmüş’ olur. Hiç uyanılmayan bir rüya, rüya
diye anlatılamaz. Rüya gören, rüya gördüğünü uyanıncaya kadar
‘göremez.’ Rüyayı kesen o uyanıklık sayesinde, rüya yoruma konu
edilir ve uyanıklıktan öte uyanışlara vesile olur. Rüyasını kesmeyi
göze almayan, rüyasından olur, rüyasız kalır, rüyasına kanar.

Anestezi alan hastanın anestezisi derinleştiği ölçüde ‘iyi’ hisseder


kendini; çünkü ağrı duyusunu, algılama alanının dışında bırakan dar
bir uyanıklık alanına gönüllü olarak girmiştir. Hastanın kendince
‘iyiliği’ ve ağrısızlığı hekiminin gözünde ‘şimdilik’ razı olunacak,
uzatılması doğru olmayan geçici bir hâldir. Hasta ağrısızlık rüyası
görürken, hekim hastanın o rüyadan uyanması gerektiğini görecek
kadar uyanıktır, canını yakmak pahasına hastayı uyandırır.

Anestezinin derinliği azaldıkça, farkındalık alanının dışından


sızmalar oldukça, hasta ‘kötü’leşir, ‘iyi’liğini kaybeder. Başından beri
var olan ama kendi farkındalığının dışında kalmış ağrıları ve acıları
fark eder. Yeniden yaşamak için ameliyat masasından kalkan, ağrıya
yakalanır. Derin uyuşukluktan uyanıklığa dönen herkes sancılanır.
Her Yûsuf uyanışı bir, ‘Yâ esefâ’ çığlığı doğurur. Yûsuf’u uykusundan
uyandıran her Yâkub Yûsuf’u bir esefe, bir gama, bir tasaya, bir
kedere, bir sancıya çağırır: “Yâ esefâ alâ Yûsufa...”[1]
Şu hâlde Yûsuf Kıssası, “Yâ esefâ...” sancılarını taşır muhatabına.
Uykusunun çeperlerini yırtarak, rüya diye görüldüğünü gösterir
insana. Kendini uyanık sanan biz muhatapların, ahiret uyanıklığına
uyanmak üzere olduğunu haber verir. Ağrısızlıktan uyandırır bizi. En
derin rüya, uyanmayı düşünemediğimiz rüya değil midir? Yâ esefâ...
İşte hayat! Daha derin rüya mı var?

Yûsuf Kıssası’nda sadece Yûsuf değil, Yûsuf’un kardeşleri de,


Yûsuf’u ucuza satan kervancılar da, Yûsuf’u ayartmaya kalkan
Züleyha da, Yûsuf güzelliği karşısında ellerini kesen kadınlar da her
daim rüya içindedirler. Onları sürekli uyanıklık sandıkları bir uyku
içinde görürüz. Sonunda bizim görüşümüzün de bir rüya olduğunu
görmek üzere. Kendilerini sürekli uyanık sananların rüyası en
derinidir çünkü...

Kardeşlerin rüyasının—aslında onların sözde uyanıklığının—


derinliğine işaret eden, bu rüyanın sınırlarını bekleyen ‘Yâkub
uyanıklığı’nı inşa eden şu sözlerdir: Bir vakit, [Yûsuf’un kardeşleri]
konuşuyorlardı: “Sayımız bu kadar çok olduğu hâlde bile, Yûsuf ve
kardeşi [Bünyamin] babamızın gözünde daha değerli; gerçek şu ki,
babamız apaçık hata içinde.” Kardeşler, babalarını kendilerince
‘apaçık’ olan ‘hata’sını göremeyecek uyku içine yerleştiriyor. Güya
kendilerinin gözleri açık, babalarınınki kapalıdır. Oysa gözleri kapalı
sanılan baba, gözlerini açık sanan kardeşlerin gözlerinin
göremediğini de görmektedir. Göz açıklığı sandıkları bir rüyada
uyuyanların gözleri hep kapalıdır.

[1] Kur’ân’ın Yâkub’un [a.s.] ağzından insanlığa duyurduğu “Yâ ese­fâ


alâ Yûsufâ...” sözü, “Yûsuf” kelimesine sesteş ve anlamdaştır. “Yû­-
suf” “Yâ esefâ” demektir. “Ey esefim, ey gamım, ey kederim, ey
derdim, ey tasam...” anlamına gelen “Yâ esefâ” Yûsuf’a isim olarak
seçilmiştir. Şu hâlde “Yûsuf” kelimesi, insanın varoluş sancısını,
yaşama ağrısını temsil eder. İnsanın yeryüzündeki var­lı­ğından
yükselen gam, keder, dert, tasa, mihnet, gussâ, hüzün... gibi hâller,
bir patoloji olarak değil, insanın dünya yolculu­ğu­nun çizgileri olarak
anlaşılmalı.

Anestezinin derinliği azaldıkça, farkındalık alanının dışından


sızmalar oldukça, hasta ‘kötü’leşir, ‘iyi’liğini kaybeder. Başından beri
var olan ama kendi farkındalığının dışında kalmış ağrıları ve acıları
fark eder. Yeniden yaşamak için ameliyat masasından kalkan, ağrıya
yakalanır. Derin uyuşukluktan uyanıklığa dönen herkes sancılanır.
Her Yûsuf uyanışı bir, ‘Yâ esefâ’ çığlığı doğurur. Yûsuf’u uykusundan
uyandıran her Yâkub Yûsuf’u bir esefe, bir gama, bir tasaya, bir
kedere, bir sancıya çağırır: “Yâ esefâ alâ Yûsufa...”[1]

[1] Kur’ân’ın Yâkub’un [a.s.] ağzından insanlığa duyurduğu “Yâ ese­fâ


alâ Yûsufâ...” sözü, “Yûsuf” kelimesine sesteş ve anlamdaştır. “Yû­-
suf” “Yâ esefâ” demektir. “Ey esefim, ey gamım, ey kederim, ey
derdim, ey tasam...” anlamına gelen “Yâ esefâ” Yûsuf’a isim olarak
seçilmiştir. Şu hâlde “Yûsuf” kelimesi, insanın varoluş sancısını,
yaşama ağrısını temsil eder. İnsanın yeryüzündeki var­lı­ğından
yükselen gam, keder, dert, tasa, mihnet, gussâ, hüzün... gibi hâller,
bir patoloji olarak değil, insanın dünya yolculu­ğu­nun çizgileri olarak
anlaşılmalı.
Rüya gören,
rüyayı göremez

Uykuya razı değilsen, rüya haram sana. Rüya, bedel olarak aldığı
uyanıklığa karşılık yeni boyutlarda bir uyanıklık armağan eder sana.
Yeter ki rüyandan uyanasın ve yeter ki rüyan doğru yorumlansın.
Uyanılmayan rüya, rüya olamaz. Rüyanın hepten rüya kalması,
rüyayı yeni uyanışların başı olmaktan çıkarır. Uyanılmayan rüya
sonu gelmeyen bir aldanıştır. Rüya görenin rüyanın rüya olduğunu
fark etmeden rüyaya dalması, hatta rüyasında uyanıp gördüğü
rüyayı anlatacak derecede kendini ‘uyanık’ sanması, rüya için
ödenen uyanıklık bedelini artırır. Uyanışı olmayan rüya uyanışın
yerine geçer. Rüyanın rüya olduğunu görmeyen, rüyanın gösterdiğini
göremez.

Yûsuf’un uyanıp rüyasını babasına sevinçle anlattığı uyanıklık


düzeyinde, babası tarafından, “Sakın bu rüyanı kardeşlerine
anlatma...” diye uyarılması, rüyayı ve uykuyu geride bırakan Yûsuf
uyanıklığından da öte bir uyanıklığı haber verir. Uyanmıştır Yûsuf,
ama yine uykudadır. Kardeşlerine bu rüyayı anlatmaması gerektiğini
göremeyecek bir uyku içindedir. Bir Yâkub uyanıklığı gerekir Yûsuf
rüyasına ki, Yûsuf rüyası uyuyan Yûsuf’u uyandırabilsin. Yâkub
bakışı yoksa Yûsuf’un rüyası da uykuda kalacak, Yûsuf’un uyanıklığı
da uyku olacaktır. İnsanın dünya rüyası ile ilişkisi tam da böyledir.
Rüyalarını anlattığın son uyanıklıktır dünya, ama kendini uyanık
sandığın bir rüya bu dünya. En derin rüya. Rüya olduğunu
göremediğin rüya. Uyanıklığı ölümle başlayacak bir rüya.
Yâkub’un Yûsuf’u uyarmasından anla ki, her uyanığın üstünde bir
başka uyanık daha vardır. Senin uyanıklık dediğin hâl, daha uyanık
birinin baktığı yerden uyku hâlidir. Şu hâlde kimse uyanık olduğuna
emin olmamalı. Senin farkındalık alanın daha yüksek bir farkındalık
alanı tarafından kuşatılmış olabilir. Bu kuşatılmışlığı göremezsin.
Seni, farkındalık sınırlarının ötesinde kalan o gerçeklik rahatsız
etmez çünkü. Kendi farkındalık çemberin içinde rahatsındır; çünkü
çemberin dışında kalanlardan gafilsin. Çemberin bir dışı olduğunu
bile bilmiyorsun. Hatta sınırlı bir çember içinde olduğunu da
bilmiyorsun. Suyun içinde kaldığı için suyun kendisini çevrelediğini
asla fark edemeyecek balıklar gibi. Çemberin dışında bir şeylerin
daha olduğunu fark ettiğinde ise hem yeniden uyanman gerektiğini
hem de o ana kadar uyuyor olduğunu fark edersin. Rahatsız olursun.
Konforun bozulur. Senin uyanıklık dediğin hâl, bu konforun ta
kendisidir. Uykunun çevrelediği bu uyanıklık bandının dışında
kalanlardan ne kadar habersizsen, uyanıklığının ötesindeki sınırlarla
temasını ne ölçüde kaybetmişsen, o kadar uyanık sanırsın kendini
ve o kadar da uyanık geçinirsin. O kadar da rahatsındır. Sana
uykuda olduğunu söyleyecek bir uyanık gelir ve rahatını bozar,
keyfini kaçırır. Canını yakar. Senin de uykuda olduğunu duymaya
hazır uyanık kulakların olmalı. Uykuda olduğunu görecek kadar açık
gözlerin olmalı.

Rüyadasın. Uyuduğunu unutmuşsun. Rüya sensin. Hayra


yorulmuşsun.

Yâkub’un içine akan çığlık isim oldu sana: “Yâ esefâ alâ Yûsufâ...”[2]
“Ey gamım...” dediğinde Yâkub, bir Yûsuf doğar dünya çölüne. Sen
düşersin akıllara. “Ey kederim...” diye hayıflandığında Yâkub, bir
Yûsuf görünür vefasız gözlere. Her “Yûsuf” seslenişi “Yâ esefâ”
feryadına salar nefesi ve sesi. “Yûsuf” adı dile değer değmez, “Ey
esefim, ey gamım, ey kederim...” feryadı inler yürekte. Söz değil
közdür dudaklarda “Yâ esefâ.”
Her baba Yâkub’ca bir “Yâ esefâ!” borçludur oğluna/kızına. Neyin
peşine ağlıyorsan o sana ‘Yûsuf’tur, sen de ona ‘Yâkub’sun.
Kaybından korktuğun her şey ‘Yâ esefâ...” çığlığı besler içinde.

Bir bak içinin içine... Gördüklerinin aslını gör. Kaç türlü “Yâ esefâ!”
büyütüyorsun yüreğinde. Ardı sıra koştuğun emellerin, özlemlerin,
hayallerin, “Ey gâmım, ey kederim, ey esefim...” demeye hazırlıyor
seni. Her sevda bir vedayı besliyor senin ülkende. Tutulduğun her
şey acı bir terk edişe hazırlıyor seni. Devriliyor tutundukların.
Dayandıkların yıkılıyor. Kapıldığın suretler dost kalmıyor. Ya sen
gidiyorsun ya onlar bitiyor, tükeniyor, batıyor. “Yazık sana...” “Yâ
esefâ...”

Şimdi yokla içini... Ne kadar “Ah!” ediyorsan, o kadar “Yâ


esefâ!”çınlıyor içinde. Eseflerin kadar “Yûsuf” var içinde. “Yâ esefâ...”
feryadı ne kadar yükseliyorsa, o kadar ‘Yâ esefâ’sın sen, o kadar
‘Yûsuf’tur adın. Oğul ya da kız olan herkesin ölecek bir annesi ve
babası varsa, oğullar ya da kızlar “Yâ esefâ...” feryadına hazırdır.
Baba ya da anne olmaya razı olmuşsan, oğlunu da kızını da “Yâ
esefâ” hüznü için büyütüyorsun. Ya “esefâ!” diyeceksin evladın için
ya “esefâ!” diyecek evladın senin için. Terk edileceksin. Terk
edeceksin. Yâkub’un yüreğine değen “Ah!” sana da değecek. Belki
de çoktan değdi. Değerse, “Yâ esefâ” diyecek oluşuna da “Yâ
esefâ!” diyeceksin.

Varlığını yokluk uçurumunun başında buldun. Sevdalarını veda


tepelerine kurdun. Veda ediyorsun kendine. Varlığın kuyuya atılıyor
her dem. Kendine Yûsuf’sun sen. Yâkub’usun kendi Yûsuf’luğunun.
Fark ettiğinde Yûsuf’ça varoluş güzelliğini “Ya esefâ!” hayıflanması
indi yüreğine. Varlığını fark ettiğin an, sonlu bir ömür içre aktığını
gördün. Suya bırakılmış Mûsa gibi sevdiklerinle ayrılmaya yazıldın.
Gözlerin renkleri görür görmez, kaybetme hüznüne açıldı. Bakışın
sevdiğine değer değmez, ayrılığa yaş döktü. Kalbin bir güzel
sevdiğinde, terk edilme korkusu sarıldı göğsüne. Hayatın nabzı
göğsüne değer değmez, ölüme doğru sendeleyişini fark ettin. Duy ki,
seni hayatta tuttuğunu sandığın kalp atışların hayata vedanın ‘tik-tak’
sesleri. “Ey hüznüm...” diye diye kendi içindeki uçurumlara eğilen
sen, kendi “Yâ esefâ!”nı buldun. Kendine “Yâ esefâ!” diyebildin.
Kendini “Yûsuf” diye bildin.

Doğduğun gün sen farkında değildin; baban farkındaydı: Gamlar


büyüten bir sevinç olarak doğdun. Büyüdükçe azaldı ömrün;
hüzünler devşirdin. Yürüdükçe kederlere dokundun; vedalar
saklayan sevdaların ardı sıra koştun. Kendine geldikçe, ayrılıklar
doğuran bir vuslat olduğunu anladın. Geldin, gideceksin. Gitmeye
geldin... Visalin başlar başlamaz, zevalinle tanıştın.

İlk “Ben” dediğinde, aynaya düştün sen. Kırılgan. “Ben” deyişinle


yeniden var kıldığını sandın kendini. İlk aldanışın ilk uyanışınla
başladı. “Ben” iddiasındasın. “Ben bana yeterim!” davasındasın.
Kendini ezelden beri var sanıyorsun. Güya kendini sonsuzlaştırmak
için mala-mülke tutunuyorsun. Varlığını, ‘şey’leri çoğaltarak çok
edeceğini sanıyorsun. “Benim...” dediklerini çoğalttıkça, eksilmekten
korunacağına inanıyorsun. Unvanlarını yücelterek, makamlarını
yükselterek toprağa kök salma hesabındasın. Eskimek aklına hiç
düşmüyor. Eksildiğinin farkında değilsin. Sadece şimdilik buradasın.
Arz üzerinde senin olmadığın ne çok yıllar oldu. Sensiz geçecek
yıllar da bir o kadar çok. Sensizliğe zaten alışmış dünya hiç zorluk
çekmeyecek. Hiç umursamayacak yokluğunu. Âh!
Aynaya düştün bir kere. Ve başladı düş[üş]ün.

Yûsuf koydular adını; çünkü varlığın bin “Yâ esefâ!” çığlığına yankı
oldu. Babanın adı Yâkub oldu; çünkü ardın sıra koşan bir deli yürek
oldu. Senin gelme ihtimalini gözlerine ak diye düşürendir Yâkub.
Dönüşünü, gönlüne umut diye devşirendir baban. Bil ki, Yûsuf’ça bir
kaderin eşiğine doğdun sen. Yûsuf’ça bir kederin beşiğinde
uyuyorsun. Şimdi. Yûsuf’un düştüğü düştesin: “Babacığım, ben on
bir yıldız ile Güneş’i ve Ay’ı bana secde ederlerken gördüm.” Yüzün
babana ilk göründüğünde, bir Yûsuf yüzü taşıdığını bilemeyecek
kadar düşteydin. Düştüğün dünya bir düşmüş; görememişsin. Düşe
düştüğünü göremeyeceğin bir düşe düşeyazmışsın. Alnına yazılanı
okuyamamışsın. Yıldızlar, Güneş ve Ay emrine verilmiş bir kere; artık
hasedin ocağındasın. Hasetçilerin ocağına düştün bir kere. Âh!

Yûsuf’un uyanıklık sandığı uykudasın şimdi. “Hatırla[n]maya değer


bir şey”[3] bile olmadığın bir uykudan uyandığını düşündüğün hâlde,
hâlâ düştesin. “Ben” deyişin bile seni uyanıklık sandığın bir düşe
düşürmüş/müş. Kendini uyanık sananı uyandırmak ne kadar zordur,
bilir misin?

Bileydi düşte olduğunu, “Ben” diye/bildiğin seni dürterdi baban.


Kendini kendine yeter bilen “Ben”in kabuğunu kıyısından köşesinden
çatlatırdı. Tâ ki, acizlenesin. Bileydi gözlerini açtığın dünyaya kör
olduğunu; asıl gözlerin açılınca dünyaya körleştiğini bileydi,
uyandırırdı seni: “Yavrucuğum!” de[r]di, “gördüğünü sakın
kardeşlerine anlatma...”

Senin gördüğün kardeşlerinin gördüğü değil. Kardeşlerinin


görmediğini görüyorsun. Belli ki, uyanıksın. Kardeşlerinin
görmediğini görebilecek kadar açık gözlerin. Ama kardeşlerinin
görmediği gerçeği gördüğünü kardeşlerin görmemeliymiş. Nereden
bileceksin! Esef ki, ey Yûsuf, sen gördüğünün kardeşlerince
görünmemesini göremeyecek kadar düştesin. Kendini uyanık
sanırken sen, uyuduğunu görecek kadar uyanıktı baban. Dünya
düşünden uyandırdı seni. Sen de bir gün Yâkub olacaksın.
Oğlunun/kızının uyanış sanarak düştüğü düşün yanı başında bir
uyanık olarak bekliyor olacaksın. O doğduğuna ağlarken, sen
gülüyor olacaksın. O aldırışsız kahkahalar attığında, sen mahzun
olacaksın. Göremez ki Yûsuf, doğar doğmaz ölmeye başladığını.

Gördüğünü sanan bir kör, hem kördür hem körlüğüne kördür. Bir
körü, bir gören rahatsız edinceye kadar, görmesi gerektiğini görmez,
görme seçeneğine kör kalır. Görmeyişine razıdır en baştan. “Üstü
kalsın” der hâl diliyle. Körün, körlüğünü olsun ‘görmesi’ umulurdu
ama... Göremez.

Demiş olmalıydı baban: “...sonra sana tuzak kurarlar.” Tuzak


kuranlar uyanıktır. Kendilerine tuzak kurulanlar ise uykudadır. Sen
onların görmediğini gördün ya, onlar da sadece onların gördüğü,
senin görmediğin şeyle yolunu keserler. Düşürürler seni. Niye ki?
“Çünkü şeytan insana apaçık bir düşman.” Ah şu tuzak kuranlar,
kendilerine kurulan ‘apaçık’ tuzağı görmezler de, tuzağa düşerler.
Tuzağa düşürdüklerini sanıp tuzağa düşenler ne derin uykudadır.
Kardeşini tuzağa düşüren, kendi ‘nefsi’nin tuzağına düşer oysa. Âh,
zavallı!

Nereden bilebilirdin ilk haset kurbanının oğlu olduğunu. Baban Âdem


gözlerini açar açmaz, İblis’in hasediyle göz göze geldi. Varlığı bile
istenmeyendi. Var edilişine hasetçisi itiraz etti. Hiç yoktan var edildiği
için hiç yoktan düşman kazandı. Şimdi ‘apaçık düşman’ın seni
‘kardeş’i saymaya çalışıyor. ‘Kardeş’ görünüyor. Tuzak kuruyor.
‘Kardeş’lerinin kılığına bürünüyor. ‘Düşman’ın seni düştüğün düşe
kandırmaya çalışıyor. Uyanışından rahatsız oluyor. Uyuduğunu bile
unutacağın bir uykuya çağırıyor. Düşüşün için ayaklarını çekiyor.
Düşe düşüp düşte kalmanı bekliyor. O da biliyor ki, uyanıklık sanılan
düşler hiç uyanılmayacak düşlerdir. Uyanmış ve rüyanı anlattığını
görüyorsan rüyanda, uykunun en derin yerindesin. Rüyandan
uyandığını sandın ya; uyanacağın bir rüya kalmadı. Uyanışın da
rüyada kaldı. “Yâ esefâ...” Uyanışının yolunu kesecek kardeşlerin
bundan böyle; çünkü şeytan ‘apaçık düşman’dır sana ve kardeşine.
Aranızı açacak; bekle!

Apaçık düşmanını kardeş sananın aldanışı ne kadar da talihsizdir.


Düşmanın düşmanlığının apaçıklığı, düşmanın şerrinden emin eder
insanı. Düşmanı kardeş sanmak ise insanın kendine apaçık
düşmanlığıdır. Düşmanın düşmanlığından emin olmak tuzağa açık
eder tuzağa düşeni.

Böyle başladı düş[üş]ün; dikkat!

[2] Vahyin, içimizi okuduğunu söyler bize ‘Yâ esefâ’ çığlığı. “İçinin
içinde uyuttuğun, unuttuğun bir sızı var, adını koyamadığın bir sancı
var, yüreğinde küllendirdiğin bir k/öz var, yanıp duruyor baksana.
Belli ki buraya ait değilsin; rahat yok bu dünyada. ‘Ağaç gölgesinde
dinlenen bir yolcu’ kadardır dünyadan nasibin. Yükünü hafif tut; boş
yere ağırlık taşıma. Sana içinin sesini veriyor Kur’ân; kulak ver o
sese, burada oyalanma.”

[3] İnsan sûresi, 1: “Hatırlamaz mı insan, bir zamanlar hatırlanmaya


değer bir şey bile değildi!”

[3] İnsan sûresi, 1: “Hatırlamaz mı insan, bir zamanlar hatırlanmaya


değer bir şey bile değildi!”
[2] Vahyin, içimizi okuduğunu söyler bize ‘Yâ esefâ’ çığlığı. “İçinin
içinde uyuttuğun, unuttuğun bir sızı var, adını koyamadığın bir sancı
var, yüreğinde küllendirdiğin bir k/öz var, yanıp duruyor baksana.
Belli ki buraya ait değilsin; rahat yok bu dünyada. ‘Ağaç gölgesinde
dinlenen bir yolcu’ kadardır dünyadan nasibin. Yükünü hafif tut; boş
yere ağırlık taşıma. Sana içinin sesini veriyor Kur’ân; kulak ver o
sese, burada oyalanma.”

Yûsuf’un uyanıklık sandığı uykudasın şimdi. “Hatırla[n]maya değer


bir şey”[3] bile olmadığın bir uykudan uyandığını düşündüğün hâlde,
hâlâ düştesin. “Ben” deyişin bile seni uyanıklık sandığın bir düşe
düşürmüş/müş. Kendini uyanık sananı uyandırmak ne kadar zordur,
bilir misin?

Yâkub’un içine akan çığlık isim oldu sana: “Yâ esefâ alâ Yûsufâ...”[2]
“Ey gamım...” dediğinde Yâkub, bir Yûsuf doğar dünya çölüne. Sen
düşersin akıllara. “Ey kederim...” diye hayıflandığında Yâkub, bir
Yûsuf görünür vefasız gözlere. Her “Yûsuf” seslenişi “Yâ esefâ”
feryadına salar nefesi ve sesi. “Yûsuf” adı dile değer değmez, “Ey
esefim, ey gamım, ey kederim...” feryadı inler yürekte. Söz değil
közdür dudaklarda “Yâ esefâ.”
Yûsuf’un birinci rüyası

“Ey babacığım, ben rüyamda on bir yıldız, Güneş ve Ay’ı gördüm.


Bana secde ediyorlardı.” Yûsuf’un rüyasıyla girdin rüyana.
Uyandığında babanı buldun karşında. Dünya rüyası bu. Yûsuf’a
görünen rüya senin rüyan. Yûsuf’un uyanışını duyduğun bu hayat,
Yûsuf uykusu aslında. On bir yıldız, Güneş ve Ay senin hizmetinde.
Etrafında pervane olmuş bir âlem görüyorsun. Rüyadasın sen, ey
rüya arkadaşım.

Rüya gördü Yûsuf. Gerçek sandığı bir rüya. Rüya olduğunu inkâr
ettiren bir rüya. Rüya, gerçeğin yerine geçerek unutturur gerçeği.
Yûsuf da, gördüğünün rüya olduğunu göremedi uyanıncaya kadar.
Yûsuf da, her rüya gören gibi, rüyadan uykuya döndü, uykudan da
uyanıklığa geçti. Yoksa ne Yûsuf’un rüyasından ne de Yûsuf’un rüya
gördüğünden haberin olurdu. Rüya gören Yûsuf, gördüğü rüyanın
gösterdiğini Yâkub’tan öğrenecektir.

Uyandı Yûsuf. Rüya gördüğünü gördü. Uyanması bir başka


uyanıklığın içinde bir rüya idi. Uyanıklığının yine bir rüya olduğunu
Yûsuf’a hatırlatmak Yâkub’a düştü. Uykudaydı aslında; kardeşlerine
bu rüyayı anlatmaması gerektiğini göremediği uykuda. Kardeşlerinin
de bu rüyaya sevineceğini sandığı bir rüyada. Yûsuf rüyadan
uyanınca, Yâkub, Yûsuf’u uyanıklık sandığı rüyadan uyandırdı. Hem
Yûsuf’un rüyasını yorumladı hem Yûsuf’a hâlâ uykuda olduğunu
söyledi: “Demek ki, Rabbin seni de seçecek; sana olayların/rüyaların
iç yüzünü görüp yorumlamayı öğretecek...” Rüyadan uyanan Yûsuf,
rüyasının gösterdiği gerçeğin kardeşlerince görülmemesini görecek
uyanıklıkta değildi. Yâkub uyardı: “Sakın, rüyanı kardeşlerine
anlatma!”

Bundan böyle senin de yanı başında bir uyanıklık olacak Yûsuf’un


hatırası. Yâkub’un uyandırdığı Yûsuf’lardan biri olacak adın.

Aslında Yâkub hep uyanıktır. Yâkub uyanıklığı sadece Yûsuf’un


sözde uyanıklığını değil, Yûsuf’un kardeşlerinin uyanıklık sandıkları
hâli de kuşatan bir aydınlıktır. Yûsuf, kardeşlerine gördüğü rüyayı
anlatma konusunda ne kadar uykuda ise Yûsuf’un kardeşleri de,
Yûsuf konusunda nefislerinin kendilerini sürüklediği haset uykusunu
fark etmekte o kadar uykudadırlar. Yûsuf da, kardeşleri de uyanık
olduklarını sandıkları bir rüyadadır.

Çünkü rüya kendisini görene kendisini inkâr ettirdiği ölçüde gerçek


bir rüyadır. Senin rüyan, kendini rüyalardan uyanmış gördüğün bu
hayattır. Öyle gerçektir ki bu rüya, şimdi ben söylediğimde bile
inanmayacaksın rüyada olduğuna.

Yâkub, Yûsuf’un rüyasını da, uykusunu da, uyanıklığını da, Yûsuf’a


kurulan tuzağı da, Yûsuf’a tuzak kuranların sözde uyanıklığını da
kuşatan bir uyanıklığın adıdır. Buna karşılık hep uykuda olanlar da
vardır: Yûsuf’un kardeşleri, Yûsuf’u ucuza satan kervancılar, Yûsuf’a
iftira eden Züleyhalar hep uykuda olacaklar. Ne garip ki, uyanık
geçinir onlar, uykularını uyanıklık sanırlar. Hep rüya olduğunu inkâr
ettiren gerçek ‘rüya’ içindedirler. Yûsuf ise hem uyur hem uyanır.
Uyku-rüya-uyanıklık arasında gider gelir. Onları da uyandıracak bir
zemberektir Yûsuf’un geliş gidişleri. Başkaları rüyaya kanmasın
diyedir çırpınışları, dönüşleri, titreyişleri. Uyandıracak Yûsuf beni de
seni de.
Rüya, uyanıklık sandığın uykudur. Rüyayı uyanıklık sandığın ölçüde
derinleşir uykun. Rüya içinde rüyalara dalarsın. Böylece, rüyan
uyanıklığının yerine geçer. Kendini uyanık sanırsın. Çünkü
‘görürsün,’ ‘işitirsin’ rüyanda. Sahte bir uyanıklık hâliyle uyumaya
devam edersin. Görüşünü kaybetmişsindir. Farkındalık adanı sele
kaptırmışsın. Aldanıştasın. Öyle aldanırsın ki, aldandığını bilemez bir
aldanışta kalırsın. Kuyuya düşüp kuyuda olduğunu bilmeyen,
kuyunun dışından gelen seslere kulak asmayan, kuyunun başından
uzatılan ellere uzanmayan bir başka ‘Yûsuf’ olursun. Yûsuf’unkinden
daha derin bir kuyuda kalakalırsın.

Sana düşen, gördüğünün rüya olduğunu görmektir. Rüyayı rüya


diye/bildiğin ölçüde uyanırsın, yeni uyanışlara varırsın. Rüyadan
uyanır ve rüyayı doğru yorumlarsan, uyanıklıkta bile fark edemediğin
yeni uyanıklıklara varırsın. Göz açıklığıyla görülmeyen yeni görüşler
kazanırsın.

Rüya uyku içindedir. Uyku ise uyanıklıklarının arasına girer.


Uyanıklıklarını aralayan uykunun arasında gördüğün rüyanın, rüya
olarak fark edilmesi için evvela rüyadan uykuya dönmen, sonra da
uykudan uyanıklığa gelmen gerek. Uykuya dönmeyen, hiç bitmeyen
bir rüya görseydin, ihtimal ki, o uyku içindeki o rüyayı ‘uyanıklık’
bilirdin. Bu türden ‘sözde bir uyanıklık’ da, ‘uyku’yu yok sayar,
‘rüya’yı tanımsız bırakır. Böylece gördüğün rüyayı uyanık olarak
yeniden görme fırsatını kaybedersin. ‘Olanların aslı’nı yorumlama
fırsatın kalmaz. Rüyanın uyanıklıktan öte bir uyanıklığa götüren
ışığından yoksun kalırsın.

Rüya, uykunun içine atılmış bir tohumdur. Filizlenip uyanıklığın


bahçesine yeni uyanış meyveleri taşıması umulur. Ama uykuda
kalırsa çürüyüverir. Rüyayı bir uyanış takip etmeli ki, rüya gerçekten
görülsün. Rüya gören her Yûsuf’un başında bir Yâkub uyanıklığı
beklemeli ki, rüya görüldüğüne değsin. Rüyandan uyandığında,
kendi rüya Yûsuf’una bir Yâkub yorumcusu ararsın. O Yâkub da
sensin. Yûsuf rüyanı Yâkub uyanıklığıyla görmen beklenir.
Yâkub’unu bulamayan Yûsuf rüyaları, toprakta kalmış tohumlar gibi,
ne kendi varlığından haberdar eder, ne yokluğunu fark ettirir. Başını
uzatamaz bir türlü, zayi olur. Rüya uyku içinde uyuyan bir incidir; gün
ışığına çıkınca gösterir pırıltısını. Önce uyanmalısın ki, az önce
uykuda olduğunu göresin. Sonra da uyku içinde bir rüya gördüğünü
göresin.

Oysa, “Rabbin seni [muhatabı olarak] seç[miş], sana olayları


yormayı, gördüğünün arkasını görmeyi öğret[miş] [...] atalarına
tamamladığı nimetini de [senin üzerinde] tamamlayacaktır. Çünkü
Rabbin Alîmdir, Hakîmdir.”

Rabbin, kimin varlığını yokluğuna tercih edeceğini bilir; Alîmdir.


Rabbin birini bir başkasına hikmetiyle tercih eder; Hakîmdir. Senin
yerinde şimdi bir başkası olabilirdi pekâlâ. Sevdiklerinin ve
sevenlerinin gözünde bir başkası makbul ve mahbup olabilirdi.
Eksikliğin kimsenin eksiği olmayabilirdi. Burada olmayışın, kimsenin
hüzün ve keder sebebi olmayabilirdi. Burada olamayışına ne sen
itiraz edebilirdin ne sevdiklerin. Zaten yok olan sen, ne varlığını
isteyebilir ne de ‘var olmadım’ diye hayıflanabilirdin. Şimdi
buradaysan, senin bilmediğin bir tercihle, hikmetini
kavrayamayacağın bir seçimle buradasın. Sen senin yokluğuna razı
iken, senin yokluğuna razı olmadı Rabbin. Kimseler yolunu
gözlemezken, “İlle de Sen!” diye varlığında ısrar ediyor Rabbin:
Çünkü bilir O, hikmetli iş yapar. O’nun oldurduğu iş abes değildir.
O’nun takdiri anlamsız değildir. O kendi ‘yokluğunu’ bilmeyen
‘yok’ları da bilir. Kendi varlığının anlamını kavrayamayanları hikmetle
gün yüzüne getirir. Bunca anlamsızlıkta ezilebilecekken sen, şimdi
bin anlam taşıyorsun yüzünde. Anılmaya değer bir şey bile
olmayacak bir unutulmuşlukta aşağılanacakken sen, şimdi burada el
üstünde tutuluyorsun isminle. Kendi yokluğunu bile görmeyen seni,
senden önce Rabbin görür. Varlığının ne işe yarayacağını bilmeyen
senin var edilişin Rabbince hikmetlidir. Seni bu rüyaya görülmeye
değer gören Rabbindir. Sana bu rüyayı gösteren Rabbindir. Çünkü
Rabbin Alîmdir, Hakîmdir.”
Şeytanın ‘apaçık düşman’lığına karşı yenilmelerinin cümlesi,
Rabbinin Alîm ve Hakîm olduğunu unutmanla başladı. Yoluna çıkan
her şeyin O’nun bilgisiyle geldiğini ve O’nun hikmetiyle gönderildiğini
fark etmeyince şeytanın tuzaklarına düştün. Sen de başına gelenleri
Allah bilmiyormuş sanıyorsan, önüne çıkanların amaçsız olduğunu
düşünüyorsan, ‘apaçık düşman’ın karşısında savunmasızsın.
Tuzağa düşmek üzeresin. Rüyaya aldanmana az kaldı.

Şimdi buradasın. En temel gerçeğin, en yakın duygun budur. Şimdi


buradasın. İnkâr edebilir misin? Şimdi burada olmayabilirdin. Burada
olmasaydın şimdi, kim arayıp sorardı seni? Bak ki; yoklukta
kalabilecekken iken varsın. Bak ki; yoklukta kaldığına sen de itirazsız
kalabilecekken var edilmişsin. Var edildiğine memnunsun. Yoklukta
kalışına itirazsız kalışına da bigâne kalabilecekken varlığını
yokluğuna tercih eden Rabbine, sırf “Ben varım!” diye kafa
tutuyorsun. Varlığı Var Eden’e varlıkla karşı konulur mu? Varlık verildi
sana. Verilmekte. Seçilmişsin. Var edilmek üzere seçilmektesin her
an. Seçildiğini unutmuşsun. Seni, sen hiç yokken seçene isyan
etmeyi seçmek ayıp değil mi? Seçildiğini unutup seni seçeni
hatırlamayı çok görüyorsun. Bari O’na O’nun verdiğiyle isyan
etmeseydin. Bari O’na O verdi diye karşı çıkmasaydın.

Şüphesiz ki [sen] Yûsuf ve kardeşlerinin kıssasında soranlar için


ibretler var.

Sorarak kazmazsan gerçeğin arazisini sana hasat yok. Sor ki aklın


tarla olsun. Merak et ki akıl toprağın alt üst olsun. Yûsuf ve
kardeşlerinin öyküsü, senin ve kardeşlerinin öyküsüdür. Hayat
sahnesindesin artık. ‘Yûsuf rolü’ senin. Yûsuf’un kardeşlerinin rolü de
senin nasibin. Haset senin yakanda. Haset senin karşında. Şehvet
senin içinde koşuyor. Şefkat senin yüreğinde uyuyor. Yâkub’un rolü
de senin; Yâkub’sun sen; Yûsuf’ların ardı sıra koşan. “Yâ esefâ...”
dedikçe, yitik ümitleri eve çağıran. Züleyha’sın, yeri geldiğinde; eli
Yûsuf’un gömleğinde. Aynada seyrediyorsun kendini Yûsuf ve
kardeşlerinin öyküsünde. Ürküten yüzler görüyorsun içinin içinde.
Gizli yaraların boy veriyor Yûsuf hüznünün toprağında. Derinlerde
sakladığın yırtıkların açığa çıkıyor Yûsuf’un gömleğiyle. Zindanını
buluyorsun Yûsuf’ça kaldığın kapılar ardında. Yûsuf’a aynasın.
Yûsuf’un aynısısın.

Kardeşleri[n] dediler ki, “Yûsuf babamıza bizden daha sevgili. Oysa


biz daha kalabalığız, daha çoğuz. Babamız apaçık bir yanılgı
içindedir.”

Baban Âdem [a.s.] de meleklerin secdesine değer biri olarak


seçildiğinde, biri itiraz etmişti: “Niye o seçildi ki? Oysa ben ateştenim,
o ise topraktan. Ateş topraktan üstündür.”[4] Ateşi topraktan üstün
görenler, şimdi de kalabalığı biriciklikten üstün görüyor. Çokluk
olmayı haklı olmaktan yukarıda tutuyor. Baban Âdem’e (a.s.),
ateşten devşirdiği sözde itibarla secde etmeyi reddeden İblis’in
açıkça söyleyemediğini ‘kardeşler’ apaçık söylüyor: Sanki Rabbimiz
‘apaçık bir yanılgı içinde!’

Her inkârın içinde bir büyüklenme gizlidir. Her türlü sapmada Rabbin
tercihini yok sayma teşebbüsü saklıdır. İblis’in ve ‘yoldaşları’nın
kavgası, “Sen mi, ben mi?” kavgasıdır. Seni yoktan ‘sen’ eyleyen
O’na, sana ‘sen’ denilme ayrıcalığını veren O’na yapıl[a]mayacak
şey!

[4] Ateşi topraktan üstün görmek bir rüyadır. Kendisini, ateşten


yaratıldığı için topraktan yaratılandan üstün görmek ise o rüya­nın
içindeki sözde uyanıklıktır. Gördüğüne kanmaktır, gördüğüy­le
oyalanmaktır. Cümle ‘üstün görme’ler, aldatıcı bir ‘rüya gör­me’dir.

[4] Ateşi topraktan üstün görmek bir rüyadır. Kendisini, ateşten


yaratıldığı için topraktan yaratılandan üstün görmek ise o rüya­nın
içindeki sözde uyanıklıktır. Gördüğüne kanmaktır, gördüğüy­le
oyalanmaktır. Cümle ‘üstün görme’ler, aldatıcı bir ‘rüya gör­me’dir.

Baban Âdem [a.s.] de meleklerin secdesine değer biri olarak


seçildiğinde, biri itiraz etmişti: “Niye o seçildi ki? Oysa ben ateştenim,
o ise topraktan. Ateş topraktan üstündür.”[4] Ateşi topraktan üstün
görenler, şimdi de kalabalığı biriciklikten üstün görüyor. Çokluk
olmayı haklı olmaktan yukarıda tutuyor. Baban Âdem’e (a.s.),
ateşten devşirdiği sözde itibarla secde etmeyi reddeden İblis’in
açıkça söyleyemediğini ‘kardeşler’ apaçık söylüyor: Sanki Rabbimiz
‘apaçık bir yanılgı içinde!’
Kardeşlerin birinci rüyası

Aralarında dediler ki: “Yûsuf’u öldürün veya onu [uzak] bir yere atın
ki baba[m]ızın teveccühü yalnız [b]ize kalsın!”

Rüya, gerçek olmayanı gerçek sanmaktır. Uykuya kanmaktır.


Görünene aldanmaktır. Yûsuf’u uzak bir yere atmakla babalarının
teveccühünü kazanacaklarını sanıyor kardeşler. ‘Biricik’ olanı yok
sayınca, kendilerinin ‘biricik’ olacağını hesap ediyorlar; aldanıyorlar.
Babalarının gözdesi olarak görünecekleri boş bir rüyaya dalıyorlar.
Gördüklerinin gerçek olmadığını, en sonunda görecekler.
Uyandıklarında, aldandıklarına yanacaklar!

“Keşke hiç olmasaydı Yûsuf!” demektir Yûsuf’un canına kast etmek.


Yûsuf’u yok etmekle Yûsuf’u Var Eden’in iradesi yok sayılır aslında:
“Keşke seçmeseydin Yûsuf’u...” Bir cana kıymak, bütün canları can
eden iradeye karşı koymak gibidir. Birini istemeyen, binini istemez
demektir. Baban Âdem’in (a.s.) de tek suçu buydu: Var olmak. Var
olan herkes Var Eden’in dilemesiyle vardır. Var edilene itiraz, aslında
Var Eden’e itirazdır.

Başkalarını yok ederek, daha çok var olacağını sanmak, ne elemli


yanılgıdır. Oysa teveccühü biriciktir Rabbinin. Seni biriciği bilir;
sıradan görmedi hiç. Olağan sanıldığını sanıyorsan, bu senin
kuyundur. Kendini uzak bir yere atışındır. Gözden düşüşün. Gözde
düşün!

Var edilenin ardında, Var Eden’in dilemesini gören melekler “Âdem


için secde edin!” emrine itaat ettiler. Âdem’in toprağında, sadece var
edilen Âdem’i değil, Âdem’i Var Eden’i gördüler, itirazsız secde
ettiler. İblis ise Âdem’de sadece Âdem’i gördü. Âdem’in toprağına
takıldı gözü. Aslında bu Âdem’i bile görememekti. Âdem’in toprağına
takılınca kendi gövdesinin ateşine takıldı, ayağı kaydı. “Ben
ateştenim, o ise topraktan...” hesabı yaptı. Hesabını ateşler ve
topraklar üzerinden yapanlar o gün bugündür İblis’in tarafında kaldı.
Kardeşlerini ‘uzak bir yer’e ittiler. Böylece baştan aldıkları teveccühü
de israf ettiler, o teveccühü hak etmediklerini gösterdiler. Gözden
düştüler.

Kardeşler[in]den biri ileri atılır, “Yûsuf’u öldürmeyin!” der.

Kötülüğü sırf kötülük olarak işlemeye razı değil kardeşlerin. Kötülüğe


apaçık ve bilerek özne seçemiyorlar kendilerini. İlle de kendilerine
süslü görünecek, başkalarınca güzel görülecek bir kılıf arıyorlar: “İlle
de bir şey yapacaksanız, onu bir kuyunun derinliklerine bırakın; nasıl
olsa bir kervan gelip ona el koyacaktır.” Öldürmeye fail olmayacaklar
güya, ölüme terk ediyorlar, öldürmemiş gibi yapıyorlar... “-miş gibi”
yapmaların hepsi, seni sahteleştirecek; uzak bir yere atacaksın
kendini. Farkında mısın?

Gel şimdi, biraz da Yûsuf’a kardeş ol. Yûsuf’un kardeşlerinin yanında


gör kendini. Korkma, Yûsuf rolünü aldığın gibi, Yûsuf’un kardeşleri
rolünü de al. İçindeki kötüyle yüzleş! Kardeşlerince kuyuya atıldığın
kadar kardeşini kuyuya atanlardan da olacaksın. Kardeşine ettiğin
her iş kendine ettiğindir aslında. Bak ne diyorsun: “İlle de bir şey
yapacaksanız, Yûsuf’u bir kuyunun derinliklerine[5] bırakın; nasıl olsa
bir kervan gelip ona el koyacaktır.”

Yûsuf’u kuyuya atmak, itibarsızlaştırma projesidir. Gözden düşürme


teşebbüsüdür. Canına kastedemediğinin onuruna kastetmektir. Sen
de kardeşini başkalarının gözünde itibarsızlaştırarak derin kuyulara
atıyorsun. Gıyabında kötü sıfatlarla andığın kardeşini, kıymetini
yeniden kazanamayacağı kuyulara itiyorsun. Kıymetini takdir
etmeyecek kervanların eline düşürüyorsun. Ucuza satıyorsun.
Değerini yağmalatıyorsun. Şimdi ve daima.

Uzak mısın o çirkin suçun işlendiği yerden? Ellerin kuyuya itmeye


yanaşmaz mı sanıyorsun bir Yûsuf güzelliğini? Hasedin kavurucu
ateşi, kalbinin odacıklarına hiç değmedi mi? Emin misin? Gün gelir,
herkes, önce öznesini yakıp kavuran, önce failine zulmeden hasedin
faili olarak bulur kendini. Kendi kendisinin mağduru olur.

“En eski/mez” cinayet sebebidir haset. Ama hiç eskimez. Her insanla
yenilenir. Kendine sürekli yeni failler arar. İçini bir yokla; nasıl da
kolayca sobeler seni haset! Kalbinin üzerinde yanıp tutuşan bir ateş
gibi. Kendini kendi ellerinle hapsettiğin alevden parmaklıklar gibi.[6]
Başkasına verilene razı olmamak. Hiçbir köşede memnuniyet
bulamamak. Başkasını yakmak üzere tutuşturduğun ama önce ve
sadece seni kavuran ateş. Elinde patlayan bomba. Kalbine defalarca
sokup çıkardığın paslı hançer. Zalim ederken seni, sana da
zulmeden zulüm.

Herkesin nöbetine tutulduğu karahumma seni çağırıyor işte!


Kalbinden hiç uzak olmadı, uzak olamayacak o ayartıcı fısıltısı. Kaç!

Ucuzcu bezirgânların insafına bıraktığın olmadı mı hiç kardeşini?


Senin dilin de “öldürmeyelim ama...” diye vahşetine kılıflar aramaya
çıkmadı mı sanıyorsun?

Doğru; öldürmedin kardeşini... Diriliğine hiç dokunmadın,


dokundurtmazsın da. Açık bir cinayetin bedelini ödemeye hazır
değilsin elbette.
Canına dokunmadığın, dokundurtmadığın kardeşinin onuruna
dokunduğunun farkında değil misin? Bedenine kastetmediğin
kardeşinin haysiyetine kastettiğini görmüyor musun? Hem de
düşmanının değil, kardeşinin haysiyetine. Bir cesedin etlerini
dişlerinle koparırcasına. Hiç savunmasız olduğu anda. Aciz bir
bebeği boğazlarcasına. Elini kaldırmaz olduğu demde. Dilini
kıpırdatamaz olduğu hâlde. Ölü olduğunu fırsat bilerek hem de.

Bir gıybet, bin Yûsuf’u bin kere kuyuya iter. Farkında olsan Yûsuf’a
ettiğinin, “Yâ esefâ...” diye hayıflanırsın Yûsuf’un ardından. Asıl
Yûsuf’a ettiğin işle kendine ettiğin kötülüğün farkına varsan, kendin
için “Yâ esefâ...”lar dersin. Gam ve kedere boğulur, ‘Ah!’larla yanıp
tutuşursun. Kuyuya itilmiş Yûsuf gibi, gözden düşürmek üzere,
gıybetini ediyorsun kardeşinin. Kana bulanmış bir gömleği vahşetine
kılıf edercesine, “Söylediğim doğru ama ...” diye kurda yem
ediyorsun kardeşini. “Yüzü olsa söylerdim...” diye diye, sen, evet
sen, kurt olup kapıyorsun kardeşini.

Sorsa baban Âdem [a.s.], sorsa sana, ana yürekli şefkat Peygamberi
Muhammed Mustafa [a.s.m.]: “N’ettin kardeşini?” “Biz tam oyuna
dalmıştık ki...” diye mi başlayacaksın? Tıpkı onlar gibi. Gözlerin
yerde, inanılmaz olduğunu bile bile... “Gerçi bize inanmazsın ama...”
diyerek yüzsüzce.

Sahi dalmadın mı sanıyorsun dünyanın oyununa? Ezdirmedin mi


vicdanını sonu gelmez çoğaltma tutkularına?

“Nasıl olsa, her Yûsuf’a ucuzcu bir kervan bulunur.” Öyle değil mi?
Arkandan konuşulunca, itibarının yağmalandığı bir kuyuya itiliyorsun
kardeşlerince. Gıybetin edilince, kendini, hiç aklayamacağın bir
kara[n]lıkta buluyorsun. Ne seni suçlayanlara hesap sorabilirsin ne
suçunu duyanlara karşı kendini savunabilirsin. Bir hatadan ibaret
bilirler seni. Sanki hiç temiz tarafın yokmuş gibi. Hepten çamura
bulanmış, tutacak temiz bir kenarı bile olmayan bez gibisin. Sanki
hep o kusuru işlermişsin gibi anılacaksın bundan böyle. O
günahından hiç pişman olmayacakmışsın farz edecekler seni de.
Sanki herkes bilsin, duysun, görsün diye işlemişsin gibi günahı. Seni,
senin olmadığın yerde bir günahınla anan kardeşlerin, o günahtan
hiç utanmıyormuşsun gibi, hiç pişman olmayacakmışsın gibi, o
günahı herkese göstere göstere yapacak kadar umursamaz,
utanmaz ve uslanmazmışsın gibi gösteriyor seni. Kardeşlerinin
günahı seninkinden çok daha utanç verici değil mi?

Kardeşini kuyuya atma günahı o sahneye yazıldıysa, bundan sonra,


bütün kardeşleri bekler o günah. Kimi kardeşini atan olmakla düşer,
kiminin nasibine atılmak düşer. Bir gün kendini ya kuyunun başında,
ya dibinde bulacaksın. Belki hem başında, hem dibinde olacaksın.
N’eylersin; olan olmuş bir kere; bin kere daha olacak. Ellerinden
gelmeyince; dilleriyle kuyuya atarlar seni. El değmeden dille iterler
seni. Kuyuların insafına bırakılırsın. Seni gıyabında anıldığın hâlinle
tanıyanlar, seni her hayal ettiklerinde kuyu dibinde bilirler. Öyle ‘kötü,’
öyle ‘değersiz’ bulurlar. Ucuza satmaya hazırlanırlar seni. Sana
yakıştırılan hata ile tartarlar, sana yapıştırılan günahla ölçüp biçerler
seni. Köle diye pazara sürerler seni, kuyuda bulan ‘kervanlar’ın
hepsi.

Yûsuf düşmedi kuyuya... Kardeşleri düştü elbet. İttikleri Yûsuf’un ardı


sıra kalplerini de ittiler kuyuya. Yitirdiler bütün yokuşları düz edecek
doğruluklarını. Yüz üstü bıraktılar kendilerini düştüğü yerden
kaldıracak vicdanlarını. Sonra ne onlara görünür oldu vicdanları, ne
onları görür oldu. Kaybettiler, kayboldular.

Kırıldı yansımaların hepsi. Köreldi ışıklar. Yüzlerini aradılar


aynalarda. Özlerini aradılar sözlerinin dibinde. Bulamadılar. Bir
Yâkub susuşu gerekti gürültüye boğdukları vicdanlarını bulmaları
için. Yûsuf’u bulana kadar vicdanlarını bulamayacaklardı.
Sen, ey diliyle kardeşini yaralayan yeni zamanlar hasetçisi... Sen, ey
sözüyle kardeşinin yakasına bir daha hiç çıkaramayacağı en
yapışkan, en zalim etiketi takan şimdiki zaman kalleşi...

Bilmez misin ki, kıymetini kardeşlerinin bilmediği bir kardeş, güzeller


güzeli Yûsuf da olsa, ucuza satılıktır. Bilmez misin ki, onuru ayaklar
altına alınmış bir kardeş, rüyaların sultanı da olsa köle pazarında
bulunacaktır. Görmez misin ki, önyargılarla infaz edilmiş bir kardeş,
âlemin gözdesi de olsa, gözlerin hapsindedir artık? İşitmez misin ki,
dili yok, eli yok, savunmasız ve itirazsız hâldeyken seve seve eti
dişlenen bir kardeş, yaşıyor da olsa, ‘ölü’dür? Bakacak yüzü,
bakılacak yüzü yoktur artık. Farkında değil misin kardeşini kalbinden
kovduğunun? Yüzü sana tutmayacak artık. Yüzünden oldu kardeşin
senin yüzünden.

Gıyabında kötülüğüyle andın ya kardeşini; bil ki, artık baba


ocağından sürdün onu. Yâkub’u “Yâ esefâ!”lara boğdun. İşitmeyişini
fırsat bilerek, ayıbını açık ettin ya kardeşinin, bil ki, ana kucağından
düşürdün onu: Anası bile pak edemez artık kirlerini. Bir daha
silemeyeceğini bile bile, günahıyla andın ya kardeşini, sığınacağı
köşelerin hepsinden kovdun onu: Tesellilerin hiçbiri yetmez hüznüne.
Azıcık da olsa savunma hakkı tanımadan suçladın ya kardeşini,
örtüneceği örtülerin hepsini çektin üzerinden: Çıplak kalmıştır artık
insafsız bakışların ayazında.

Farkındasındır artık, dilin ve dudağın Yûsuf’un kardeşlerinin


eylemine özenmiş. Gıybetini ettiğin kardeşini gözden düşürüyorsun,
gönüllerden uzağa itiyorsun. Kuyuya atıyorsun. Öyle bir kuyu ki bu
kuyu, kıymet bilenler başlarını eğip de bakmazlar bile. Öyle bir kuyu
ki, ucuzcu kervanların uğrak yeri olur, en fazla. Öyle bir kuyu ki,
yağmacı haramilerin gözdesidir sadece. Öyle bir kuyu ki, ayağına
günahlar bağlayıp da itiyorsun kardeşini, ne aklayabilir kendini, ne
çıkarabilir oradan. Az bir pahaya satılacak köleye dönüştürüyorsun
Yûsuf masumiyetini...

Yûsuf’ları kuyuya atma suçundan masum musun sahi? Kulağın


duyunca ağzından çıkanları; Yûsuf yüzlüleri ucuza satmaktan ve
satın almaktan beraat ettirir misin kendini? Kimin dilinde kardeşi
Yûsuf’un sırtından soyduğu kanlı gömlek yok ki...

Yabancı ve insafsız gözlerle, aldırışsız ve ölçüsüz sözlerde delik


deşik ediyorsun kardeşini. Sözlerinin mızrağını sokuyorsun göğsüne.
Sesinin uğultusunda boğuyorsun cılız yalvarışlarını. Dişlerinin
arasında öğütüyorsun utangaç gözlerini. Dudağınla parçalıyorsun
sessiz masumiyetlerini.

Hadi itiraf et sen de: Arkadan çekiştirdiğin kardeşini Yûsuf gibi


kuyuya itmekte değil misin?

Değil misin?

“Yûsuf’u öldürdün yahut öyle bir yere attın ki, ne babanın yüzü kaldı
sana, ne bir daha salih biri olma fırsatı...” Bak ki, her şeye rağmen,
Yûsuf bekliyor seni izzet tahtında, dudağında sonsuz teselli sesiyle:
“Bugün size kınama yok...”

Ömür dediğin, “Bugün size kınama yok...” tesellisini bekleyişten


ibaret. Gün gelir Yûsuf söyler kardeşlerine. Mahcup günahkârların
hepsi, “Bugün size kınama yok...” sözünün arifesinde gezinir.
Sokağa atılmış, kimsesiz kalmış pişmanlıkların hepsi, “Bugün size
kınama yok...” sözünün eşiğine baş koyar. An gelir, Muhammed’in
[a.s.m.] ağzından dökülür Mekke’nin mahcuplarına. Gözü yaşlı,
boynu bükük, yüzü yerde nankörlüklerin, kıymet bilmezliklerin
cümlesi, “Bugün size kınama yok...” noktasıyla biter. Gün olur,
Rabbinin serin yüzlü kelâmı düşer kalbine Yûsuf sûresinden: “Bugün
size kınama yok...” Yûsuf sûresini tohum diye ekersen kalbine,
bugün, “Bugün size kınama yok...” alicenaplığı sende de filizlenir.
Yûsuf’un sözüne değdirirsen sözünü, nasibine bugün, “Bugün size
kınama yok...” affı düşer.

Gerçek şu ki, sonrasında tövbe etmeyi hesaplayarak işlediğin günah


başından tövbesizliğe mahkûmdur. Böyle planladığın bir günah hata
olmayı aşar, hileye dönüşür. Oysa tövbe ve pişmanlık ancak
günahtan sonrasıdır. Günahı hazırlayan, hatayı kolaylaştıran tövbe
planı ve pişmanlık hesabı, tövbeyi tövbe olmaktan çıkarır, pişmanlığı
sahteleştirir. Günahın öncesinde ‘sonradan salih olma’yı
hesaplıyorsan, günahtan önce ‘salih olmak’ niye aklına gelmez?
“Sonra [tevbe ederek, yine] sâlih kimseler olursunuz!” diyenlere kulak
asmayasın.

Yûsuf’u kandırmak isteyen ‘kardeşleri’ de kandıran biri var. Yûsuf’u


tuzağa düşürmeden çok önce tuzağa düşürülmüş olmalılar. Yûsuf’un
düştüğü kuyuya bir kervancı ip uzatabilir ama kardeşlerinin gıybetle
düştüğü kuyunun yanından ne kervancı geçer ne ip uzatan olur. O
kuyu nice kervanlar yuttu, nice ömürler heba etti, nice güzelleri yedi
bitirdi. Kendini kuyudan kurtardığını sananların kuyusudur o.
Kardeşlerini kuyuya itenleri saran kuyu o. Kuyu değilmiş gibidir ama
kuyudur. Kuyu değilmiş sanılan kuyudan çıkış yolu yoktur.

Dediler ki: “Ey babamız, sana ne oluyor da Yûsuf hakkında bize


güvenmiyorsun. Oysa ki biz onun iyiliğini istemekteyiz.”

Güven vermezlerin güven istemeleri ne kadar tuhaf. Güven


vermeyeceklerini bile bile güvenilmez sanılmalarına itiraz etmeleri
daha tuhaf! Güven vermezlerin, güvenenlerin güvensizlik
göstermekten utanmalarına güvenerek güven elde etmesi daha da
tuhaf! Tek yüzü olanların, ikiyüzlülüğü baştan belli olanların
ikiyüzlülüklerini yüzlerine karşı açık etmekten utanması ne kadar
ince bir erdem! Münafıklarla birlikte münafıklara itiraz etmeksizin
yaşayan Elçi’nin [a.s.m.] suskunluğu asil bir cefa olmalı! İkiyüzlünün
yüzüne ikiyüzlülüğünü söylemekten geri durmakla, onun tek
yüzlülüğe dönüş yolunu açık tutmak ne çileli bir şefkat!

Mekke’nin Yûsuf’una Rabbinden tavsiyedir: Yâkub gibi sus...


Yâkub’ca bir uzun bekleyişe hazırlan.

Özü sözünden geri kalırsa insanın, insan sahteleşir. Sözü özünden


gelmeyince, sözü ‘kalp para’ olur, geçersizleşir. Gerçeğine çok
benzeyen ama gerçek olmayan paralar, insanı mahcup eder ya
hani... İnsanın en değerli eseri olan sözünün altından özü çekilmişse,
kendi sahtesini üretir insan. Tedavülden kaldırır kendini.
Değersizleştirir. Geçersizleşir insanlığı. Sözüyle özünü imha eder.
Bak ki, kardeşlerin sözleriyle özlerini incitmeyi tercih ettiler:
“[Babacığım,] yarın Yûsuf’u bizimle beraber gönder de bol bol yesin,
içsin, oynasın. Biz onu mutlaka koruruz.”

“Koruruz!”

“Mutlaka koruruz biz!”

Hiç inandırıcı geliyor mu sana? “Bol bol yesin içsin, biz mutlaka
koruruz onu.” Sana tanıdık geldi mi bu vaad? Bu vaade kanarak kaç
ömür heba edildi, ah! Kaç Yûsuf yüzlü yüz üstü bırakıldı? Kardeşleri
Yûsuf’un gövdesini beslemeye söz veriyorlar. “Bolca yesin içsin!”
diye yanlarına alıyorlar. “Onu mutlaka koruruz!” diyorlar. Sen de
kendini gövdenle var bildiğin ölçüde, itibarını tenine ayar ettiğince, bir
Yûsuf’sun kendi elinde. Kuyuya itiyorsun kendini. Dışını cilalarken,
çürümeye terk ediyorsun içini. Kuyuya atıyorsun kalbinin sızılarını.
Susturuyorsun “Yâ esefâ!”larını. Sana vahalar bulduracak
susuzluğunu inkâr ediyorsun. Seni cennet sofrasına oturtacak asil
açlıklarının ağzını tıkıyorsun. ‘Oyalıyorsun’ kendini. Avutuyorsun
dünya ile... Kandırıyorsun bulduğunla.
Oğullarının özlerini sözlerinin incitmesinden korumak isteyen
babaları dedi ki: “Onu götürmeniz beni mutlaka üzer. Siz ondan
habersizken onu bir kurdun yemesinden korkarım.”

Kapıyı aralık tuttu. Belki açarlar umuduyla. Kendileriyle yüzleşmeleri


için bir ayna tuttu, ama kördüler. Kendi sözlerinin aslını duymalarını
bekledi, ama sağırlığı tercih ettiler. Pişman olmaları için bir yol
gösterdi, ama dönemediler. Yüzlerine körleştikleri, sözlerine
sağırlaştıkları, dönüşlerinin yolunu kapattıkları aldanış kuyusunda
öylesine kaybolmuşlardı ki, özlerinden uzaklaşmayı sürdürdüler
sözleriyle. Dediler ki: “Hakikaten biz kalabalık olduğumuz hâlde, eğer
onu kurt yerse, o zaman biz gerçekten aciz kimseler sayılırız.”

Dünya hayatı, içimiz sıra akıp giden nehirdir. “Allah [seni] bu nehirle
sınayacak.”[7] Kalıbın bu yakada, ama kalbinin gözü nehrin öte
yakasında. Suya kanmaya, suyla kandırılmaya razı değil. “Olsa olsa
bir avuç kadar” sudur nasibin bu nehirden. Sadece tadımlık. Kana
kana içmeye kalkmayacaksın. Ama kardeşlerin olan nefsin, hevesin,
hırsın “bol bol yemeye, içmeye, oynamaya” çağırır kalbini.
Rabbinden ödünç aldığın kalp Yûsuf’unu şu dünya hayatında kuyuya
atacak, bu dünyaya razı edecek o kadar tuzak var ki... Üstelik bu
tuzakların hepsi “biz o [kalp Yûsuf’u]nu mutlaka koruruz” diye
kuruluyor. İyiliğini istermiş gibi yaparak kötülük ediyorlar karşı kıyılara
sevdalı kalbine. “Doya doya içerler nehirden, çok azdır içmeyen...”[8]
Çokları nehrin bu yakasında kalır; azlar nehri geçer. Kalabalıklar
suya kanar. Kananlar ve kandıranlar hep kalabalık olmalarına
güvenir. “Bu çağda...” diye başlarlar sözlerine. Bir yanlışı çoklarının
yapması, o yanlışı yanlış olmaktan çıkarırmış gibi. “Bu çağ”ın ezici
çoğunluğu, hatayı ‘moda’ diye süsler. Bu çağın karşı konulmaz
kalabalığı yanlışları onaylayarak vicdanı susturur. Çoğunluğa
güvendirerek günaha cesaretlendirir, çirkinliği güzel gösterir,
utanmayı elden alır. “Bak, herkes yapıyor...” diye kurulur tuzaklar.
Kalabalık olmak, haklı olmak sayılır. Eyvah![9]
Kalabalıklar kendi kendilerine kanarlar, kendi kendilerini kandırırlar.
Haklılıklarını çokluklarında ararlar. Onaylayanların çokluğunu
doğruluğun ölçüsü sayarlar. Kendi kendilerine sahte güvenceler
sunarlar. Kuvvetli olmayı haklılık gerekçesi yaparlar. Kendi
varlıklarını kendilerine kuyu yaparlar. Kendi yüzlerinden yüz bulurlar.
Kendi kendilerine ördükleri duvarları kapı sanırlar. Kalabalıklaştıkça
kendilerini hapsettikleri duvarlar yükselir, kalınlaşır. İçi boş vaatlerin
kuytusunda uyuklarlar. Kendilerini uyandıramayacak kadar aciz
sayılırlar gerçekte. Kendilerini Yûsuf’unkinden beter kuyulara
koyarlar. Markaların elinde satılırlar, statülerin altında kalırlar,
imajların sunağında kurban edilirler. Bir ömür dünya kuyusunda
kalırlar.

[5] Yûsuf’un kuyusu, Kur’ân’da “gayâbet’ül cubb” diye ifade edilir.


“Cubb” kuyu demektir; ‘gayâbe’ ise derinlikler demeye gelir. ‘Gıyab’
ve ‘gıybet’ kelimelerinin akrabalığından yola çıkarak diyebiliriz ki,
gıyabında kötülüğüyle anılan kardeşler kuyuların derinliklerine atılır.
Gıybet, seni, içinden zor çıkacağın, belki de hiç çıkamayacağın
‘gayâbe’lere, derinliklere gömer.

[6] Hümeze sûresi ayetlerinin anlam yatağında akışan sözler... Sû­re­-


de kınanan ‘hemz edenler’, gıyabında oldukları insanları
görmemelerini gerçek sanırlar, onlar gerçekten yokmuş gibi onları
çekiştirirler. Sûrede kınanan ‘lemz edenler’ ise gördüklerine kanarlar;
yüz yüze oldukları insanları, ‘o topraktan...’ gibi bir baha­neyle
küçümserler, varlıklarını yok sayarlar. Rüyaya kanarlar.

[7] Bakara sûresi, 249: Bu ayetin ‘nehir’ meselini, ‘dünya hayatı’ ola­-
rak okuyabiliriz. Her şeyin aktığı, her şeyin gelip geçtiği bir ne­hir
gibidir dünya hayatı. ‘Kanma’ ve ‘doyma’ vaad eder, ama kanmaya
ve doymaya gelmez. ‘Bir avuç tatma’ya izin vardır sadece.
[8] Bakara sûresi, 249: ‘Nehrin karşı kıyısına geçebilmek için, nehrin
vaadinden de geçmek gerek. İnsan, dünyaya dünyada kalmak için
değil, dünyadan geçmek için gelir.

[9] “İşte nehrimiz. Ömrümüz. Akıp gitmekte sel gibi. Sessiz. İçinde
bizi de götürmekte. Sınanıyoruz ömürle. Belli ki, bu yakasında
kalamayacağız. Bizden öncekiler kalamamış ki. Yeni bir heyecanla,
yakın bir uyarı olarak duydu ayetin anlamını. “Bir nehirle
sınanacaksınız...” Tâlut’un ağzından duyuruluyordu ses ama sonuçta
Rabbin sözü değil mi Kur’ân! Merhameti ve sonsuz anlayışı gereği
kullarına kullarının ağzından uyarı gönderir O: “İçenler benden
değildir–bir avuç içmeye müsaadelisiniz. Kana kana içmeye değil.”
Bakınız: Güzelgâh, Semine Demirci, Hayy Kitap.

Gel şimdi, biraz da Yûsuf’a kardeş ol. Yûsuf’un kardeşlerinin yanında


gör kendini. Korkma, Yûsuf rolünü aldığın gibi, Yûsuf’un kardeşleri
rolünü de al. İçindeki kötüyle yüzleş! Kardeşlerince kuyuya atıldığın
kadar kardeşini kuyuya atanlardan da olacaksın. Kardeşine ettiğin
her iş kendine ettiğindir aslında. Bak ne diyorsun: “İlle de bir şey
yapacaksanız, Yûsuf’u bir kuyunun derinliklerine[5] bırakın; nasıl olsa
bir kervan gelip ona el koyacaktır.”

[9] “İşte nehrimiz. Ömrümüz. Akıp gitmekte sel gibi. Sessiz. İçinde
bizi de götürmekte. Sınanıyoruz ömürle. Belli ki, bu yakasında
kalamayacağız. Bizden öncekiler kalamamış ki. Yeni bir heyecanla,
yakın bir uyarı olarak duydu ayetin anlamını. “Bir nehirle
sınanacaksınız...” Tâlut’un ağzından duyuruluyordu ses ama sonuçta
Rabbin sözü değil mi Kur’ân! Merhameti ve sonsuz anlayışı gereği
kullarına kullarının ağzından uyarı gönderir O: “İçenler benden
değildir–bir avuç içmeye müsaadelisiniz. Kana kana içmeye değil.”
Bakınız: Güzelgâh, Semine Demirci, Hayy Kitap.

[8] Bakara sûresi, 249: ‘Nehrin karşı kıyısına geçebilmek için, nehrin
vaadinden de geçmek gerek. İnsan, dünyaya dünyada kalmak için
değil, dünyadan geçmek için gelir.

“En eski/mez” cinayet sebebidir haset. Ama hiç eskimez. Her insanla
yenilenir. Kendine sürekli yeni failler arar. İçini bir yokla; nasıl da
kolayca sobeler seni haset! Kalbinin üzerinde yanıp tutuşan bir ateş
gibi. Kendini kendi ellerinle hapsettiğin alevden parmaklıklar gibi.[6]
Başkasına verilene razı olmamak. Hiçbir köşede memnuniyet
bulamamak. Başkasını yakmak üzere tutuşturduğun ama önce ve
sadece seni kavuran ateş. Elinde patlayan bomba. Kalbine defalarca
sokup çıkardığın paslı hançer. Zalim ederken seni, sana da
zulmeden zulüm.

[7] Bakara sûresi, 249: Bu ayetin ‘nehir’ meselini, ‘dünya hayatı’ ola­-
rak okuyabiliriz. Her şeyin aktığı, her şeyin gelip geçtiği bir ne­hir
gibidir dünya hayatı. ‘Kanma’ ve ‘doyma’ vaad eder, ama kanmaya
ve doymaya gelmez. ‘Bir avuç tatma’ya izin vardır sadece.

[6] Hümeze sûresi ayetlerinin anlam yatağında akışan sözler... Sû­re­-


de kınanan ‘hemz edenler’, gıyabında oldukları insanları
görmemelerini gerçek sanırlar, onlar gerçekten yokmuş gibi onları
çekiştirirler. Sûrede kınanan ‘lemz edenler’ ise gördüklerine kanarlar;
yüz yüze oldukları insanları, ‘o topraktan...’ gibi bir baha­neyle
küçümserler, varlıklarını yok sayarlar. Rüyaya kanarlar.

[5] Yûsuf’un kuyusu, Kur’ân’da “gayâbet’ül cubb” diye ifade edilir.


“Cubb” kuyu demektir; ‘gayâbe’ ise derinlikler demeye gelir. ‘Gıyab’
ve ‘gıybet’ kelimelerinin akrabalığından yola çıkarak diyebiliriz ki,
gıyabında kötülüğüyle anılan kardeşler kuyuların derinliklerine atılır.
Gıybet, seni, içinden zor çıkacağın, belki de hiç çıkamayacağın
‘gayâbe’lere, derinliklere gömer.

Dünya hayatı, içimiz sıra akıp giden nehirdir. “Allah [seni] bu nehirle
sınayacak.”[7] Kalıbın bu yakada, ama kalbinin gözü nehrin öte
yakasında. Suya kanmaya, suyla kandırılmaya razı değil. “Olsa olsa
bir avuç kadar” sudur nasibin bu nehirden. Sadece tadımlık. Kana
kana içmeye kalkmayacaksın. Ama kardeşlerin olan nefsin, hevesin,
hırsın “bol bol yemeye, içmeye, oynamaya” çağırır kalbini.
Rabbinden ödünç aldığın kalp Yûsuf’unu şu dünya hayatında kuyuya
atacak, bu dünyaya razı edecek o kadar tuzak var ki... Üstelik bu
tuzakların hepsi “biz o [kalp Yûsuf’u]nu mutlaka koruruz” diye
kuruluyor. İyiliğini istermiş gibi yaparak kötülük ediyorlar karşı kıyılara
sevdalı kalbine. “Doya doya içerler nehirden, çok azdır içmeyen...”[8]
Çokları nehrin bu yakasında kalır; azlar nehri geçer. Kalabalıklar
suya kanar. Kananlar ve kandıranlar hep kalabalık olmalarına
güvenir. “Bu çağda...” diye başlarlar sözlerine. Bir yanlışı çoklarının
yapması, o yanlışı yanlış olmaktan çıkarırmış gibi. “Bu çağ”ın ezici
çoğunluğu, hatayı ‘moda’ diye süsler. Bu çağın karşı konulmaz
kalabalığı yanlışları onaylayarak vicdanı susturur. Çoğunluğa
güvendirerek günaha cesaretlendirir, çirkinliği güzel gösterir,
utanmayı elden alır. “Bak, herkes yapıyor...” diye kurulur tuzaklar.
Kalabalık olmak, haklı olmak sayılır. Eyvah![9]

Dünya hayatı, içimiz sıra akıp giden nehirdir. “Allah [seni] bu nehirle
sınayacak.”[7] Kalıbın bu yakada, ama kalbinin gözü nehrin öte
yakasında. Suya kanmaya, suyla kandırılmaya razı değil. “Olsa olsa
bir avuç kadar” sudur nasibin bu nehirden. Sadece tadımlık. Kana
kana içmeye kalkmayacaksın. Ama kardeşlerin olan nefsin, hevesin,
hırsın “bol bol yemeye, içmeye, oynamaya” çağırır kalbini.
Rabbinden ödünç aldığın kalp Yûsuf’unu şu dünya hayatında kuyuya
atacak, bu dünyaya razı edecek o kadar tuzak var ki... Üstelik bu
tuzakların hepsi “biz o [kalp Yûsuf’u]nu mutlaka koruruz” diye
kuruluyor. İyiliğini istermiş gibi yaparak kötülük ediyorlar karşı kıyılara
sevdalı kalbine. “Doya doya içerler nehirden, çok azdır içmeyen...”[8]
Çokları nehrin bu yakasında kalır; azlar nehri geçer. Kalabalıklar
suya kanar. Kananlar ve kandıranlar hep kalabalık olmalarına
güvenir. “Bu çağda...” diye başlarlar sözlerine. Bir yanlışı çoklarının
yapması, o yanlışı yanlış olmaktan çıkarırmış gibi. “Bu çağ”ın ezici
çoğunluğu, hatayı ‘moda’ diye süsler. Bu çağın karşı konulmaz
kalabalığı yanlışları onaylayarak vicdanı susturur. Çoğunluğa
güvendirerek günaha cesaretlendirir, çirkinliği güzel gösterir,
utanmayı elden alır. “Bak, herkes yapıyor...” diye kurulur tuzaklar.
Kalabalık olmak, haklı olmak sayılır. Eyvah![9]

Dünya hayatı, içimiz sıra akıp giden nehirdir. “Allah [seni] bu nehirle
sınayacak.”[7] Kalıbın bu yakada, ama kalbinin gözü nehrin öte
yakasında. Suya kanmaya, suyla kandırılmaya razı değil. “Olsa olsa
bir avuç kadar” sudur nasibin bu nehirden. Sadece tadımlık. Kana
kana içmeye kalkmayacaksın. Ama kardeşlerin olan nefsin, hevesin,
hırsın “bol bol yemeye, içmeye, oynamaya” çağırır kalbini.
Rabbinden ödünç aldığın kalp Yûsuf’unu şu dünya hayatında kuyuya
atacak, bu dünyaya razı edecek o kadar tuzak var ki... Üstelik bu
tuzakların hepsi “biz o [kalp Yûsuf’u]nu mutlaka koruruz” diye
kuruluyor. İyiliğini istermiş gibi yaparak kötülük ediyorlar karşı kıyılara
sevdalı kalbine. “Doya doya içerler nehirden, çok azdır içmeyen...”[8]
Çokları nehrin bu yakasında kalır; azlar nehri geçer. Kalabalıklar
suya kanar. Kananlar ve kandıranlar hep kalabalık olmalarına
güvenir. “Bu çağda...” diye başlarlar sözlerine. Bir yanlışı çoklarının
yapması, o yanlışı yanlış olmaktan çıkarırmış gibi. “Bu çağ”ın ezici
çoğunluğu, hatayı ‘moda’ diye süsler. Bu çağın karşı konulmaz
kalabalığı yanlışları onaylayarak vicdanı susturur. Çoğunluğa
güvendirerek günaha cesaretlendirir, çirkinliği güzel gösterir,
utanmayı elden alır. “Bak, herkes yapıyor...” diye kurulur tuzaklar.
Kalabalık olmak, haklı olmak sayılır. Eyvah![9]
Yûsuf’un birinci kuyusu

“Onu götürüp de kuyunun dibine atmaya ittifakla karar verdikleri


zaman, biz ona şöyle haber verdik: ‘Sen onların bu işlerini onlar
farkına varmadan, kendilerine haber vereceksin.’”

Kuyuya atılacağını bilmeyen, kuyuya atacaklarını bilenlerden daha


fazlasını biliyor. Kardeşine kuyu kazıp da masum kalacağını
sanmaktan daha derin bir kuyu var mı? Kimselerin görmeyeceği
yerde suç işleyebileceğini sanacak kadar körleşmişlerin vicdanından
daha derin kuyu olur mu? Yaptığı her işe Bir’inin gafil olmadığı
insanın gafil olmaya hakkı var mı? O gaflete düşenin elinden tutacak
bir kervan var mı? Sen kendisinden gafil olunan değilsin ki, gafil
olasın? Her an göz önünde bulunanın üzerindeki bakışın hakkını
vermesi beklenmez mi?

Kuyu dibindeki Yûsuf, kuyu başındaki kardeşlerin düştüğü kuyuyu


görüyor. Kardeşler uyuyor. İş, bildikleri gibi değil. Yûsuf uyanık
kalıyor, işin aslını görüyor. Kuyuya atılan tüm Yûsuf’lar bilsin ki, Allah
kimin kimi kuyuya attığını biliyor. Allah’ın bildiğini bilmemenin kuyusu
öyle derin ki, çokları bir ömür orada uyuyor.

“Akşam olunca ağlayarak geldiler babalarına.”

Ağlayarak babalarına geldiler. Çünkü, “Ağlayarak babalarına geldiler”


diye haber edildiklerinden habersizler. Niye ağladıklarını bilmiyorlar.
Ağlayarak babalarına geldiler. Çünkü, “Ağlayarak babalarına geldiler”
diye anılacaklar bundan böyle. Ağlamalarını da sahteleştirdikleri için
ağlamaları gerekti aslında; göremediler. “Ağlayarak babalarına
geldiler” çünkü ağlayarak babalarına geldiklerine de ağlayacaklar
sonunda. Ağlayışını sahteleştirenlerin sahih hiçbir şeyi kalmamıştır;
bari bu yüzden gerçekten ağlasalar...

Ağlayışın yalansa, bir gün yalandan ağlayışına da ağlar mısın?


Gözyaşının sahiciliğini de gözden düşürmüşsen, sahiden dökeceğin
bir gözyaşı daha bulabilecek misin? Gözyaşı ki, içtenliğin son
damlası, kendine sakladığın bir damla daha kaldı mı? Gözyaşını da
gösterişe harcadın sen, boşa döktüğün gözyaşın için dökecek
gözyaşın var mı? Gözyaşını gözden düşürdün sen; “Yâ esefâ...”

Belki de yalan değil ağlamaların. Hepten sahte edemez kendini


insan. Bilerek ettiğin kötülüğe ağlayan bir yanın vardır. Günahını
kınayan bir uyaranın vardır. Kurduğun tuzaklara takılan bir ayağın
vardır. Kardeşini ittiğin kuyuya düşen bir figanın vardır. Canlar
yakınca, senin de yanan bir canın vardır. Ağına düşürdüğünde bir
masumu, ağlayan bir vicdanın vardır. Yıkıp viran eylediğinde perdeyi,
belki senin de bir yerin virandır.

Mekke’de akşam olunca Mekkeli Yûsuf’un dudağından geldi bu söz:


“Akşam olunca ağlayarak geldiler babalarına.” Vaktin akşamına
doğru, insanlığın ufkuna inen bu sözün ardından, ‘akşam olunca
ağlayarak geldiler babalarına’ evlatlar. Giden babalara ağlayışlar,
ömrün de bir akşamı olacağını haber verdi. Babaların ömrü akşam
olunca, evlatlar ‘ağlayarak geldiler babalarına.’

Böyle oldu hep. Böyle oluyor. Böyle olacak.

“Akşam olunca ağlayarak geldiler babalarına” cümlesi, babalar ve


evlatlar için gelecek zamanlarda, geçmiş zaman kipiyle kurulacak.
Başlarına geleceklerini ummadıkları gerçek, bir de bakmışlar ki,
gelmiş ve geçmiş olacak.
“Ey babamız,” dediler, “biz yarışmak üzere uzaklaştık. Yûsuf’u
eşyamızın yanında bırakmıştık. [Ne yazık ki] onu kurt kapmış.”

Kalbin Yûsuf’tur senin. Oyuna dalarsan dünyada, kalbini kapacak


kurtlar çıkacak meydana. ‘Eşyanın yanında’ bırakma kalbini. Kalbine
yâr olmaz mal ve mülk. Kalbini yormaya değmez servet. Kalbin
ilgisini hak etmez şu dünya. Sûrete kaptırmışsın kalbini. “Yüzleri
dost, özleri düşman” olandan usanırsın sonra. Sonsuz sevdaların
yurdunu, geçici heveslere işgal ettirme. Rabbinin muhabbetine
ayrılmış kalp evine başkalarını oturtma. Kurda kaptırma Yûsuf’u.
Bulduğuna kanma. Gördüğüne yaslanma. Ötesini ara.

Sen de yarışmak üzere uzaklaştın Yûsuf’tan. Çoğaltma yarışına


daldığından beri uzak oldun Yûsuf’tan. Uzak tuttun dilini Yûsuf’u
anmaktan. Uzak tuttun yüreğini “Kitab’ta Yûsuf’u an!” diyeni
anlamaktan. “Oyalamakta [mı seni de] çoğaltma tutkusu. Mezarlara
varıncaya dek. Ama hayır! Vakti gelince, gerçeği burada
öğreneceksin. O da olmadı, o zaman vakti gelince gerçeği orada
öğreneceksin. Yooo; eğer bu tutkunun neye mal olduğunu bilseydin,
elbet dünyayı kendine cehennem ettiğini de görürdün. Tut ki, burada
görmedin, ama daha sonra, ahirette zaten kendi gözlerinle
göreceksin. Nihayet o gün, buradakiler için yarışırken, [Yûsuf’la
birlikte olma] nimetini nasıl da yitirdiğin sorulacak sana.[10]

Güveneni güvensizliğinden utandırarak güven dilediler yine: “Fakat


biz doğru söyleyenler olsak da sen bize inanmazsın.” Yalan
söyleyenlerin kaybı, söylediklerinin yalan olması değildir sadece,
doğruyu söyleyenler olduklarında da ‘yalan söyleyen’ sanılmalarıdır.
Küçük bir yalan, süte bulaşmış kan gibidir. Doğruların hepsini
götürür, ak sütü karalar.
[10] Tekâsür sûresinin anlam eksenini izleyerek.

Sen de yarışmak üzere uzaklaştın Yûsuf’tan. Çoğaltma yarışına


daldığından beri uzak oldun Yûsuf’tan. Uzak tuttun dilini Yûsuf’u
anmaktan. Uzak tuttun yüreğini “Kitab’ta Yûsuf’u an!” diyeni
anlamaktan. “Oyalamakta [mı seni de] çoğaltma tutkusu. Mezarlara
varıncaya dek. Ama hayır! Vakti gelince, gerçeği burada
öğreneceksin. O da olmadı, o zaman vakti gelince gerçeği orada
öğreneceksin. Yooo; eğer bu tutkunun neye mal olduğunu bilseydin,
elbet dünyayı kendine cehennem ettiğini de görürdün. Tut ki, burada
görmedin, ama daha sonra, ahirette zaten kendi gözlerinle
göreceksin. Nihayet o gün, buradakiler için yarışırken, [Yûsuf’la
birlikte olma] nimetini nasıl da yitirdiğin sorulacak sana.[10]

[10] Tekâsür sûresinin anlam eksenini izleyerek.


Yûsuf’un birinci gömleği

“Gömleğinin üstünde sahte bir kan ile geldiler.”

Sen, ey Yûsuf kaderli, seni kuyuya atmakla kalmıyorlar, çıplak da


bırakıyorlar. Kuyuya itince seni, kuyuya itme suçlarını örtmek için
senden gömlek de çalıyorlar. Gıybetini ederek seni kuyuya atanlar,
kendilerini suçsuz çıkaracak bir haklılık da ararlar. Bir gerekçeleri
vardır hep. Kabahati örten. Suçu süsleyen. “Hiç beklemezdim
ondan...” demeler. “Çok severim kendisini ama...”lar.

Kandan bir yalan. Varlık gömleğine sürülen. Senin üzerinden


çıkardıktan sonra, istedikleri lekeyi sürerler gömleğine. Seni çıplak
ve savunmasız bıraktıktan sonra, seni gömleğin üzerinden lekelerler.
Gıybetini ettiğine de sen öyle yapıyorsun. Gıybetin edildiğinde de
sana öyle yapılıyor. Adın anılır anılmaz, bir hayâl oluyorsun gözlerde.
Ses çıkarmayan, itiraz etmeyen, karşı koymayan, suçlamaların
hiçbirine ses çıkarmayan bir ‘gömlek’ giyiniyorsun, gıybetin edilirken.
Kan sürüyorlar üzerine. Çıkaramayacağın kadar yapışkan. Babanı
bile üzecek kadar gerçek sanılan.

Kardeşlerin seni gıybetin kuyusuna ittikten sonra, üzerindeki itibar


gömleğini de soydular. Hatalı olsan da şefkat edebilirlerdi, etmediler.
Kusurlu olsan da, merhametle onarabilirlerdi, onarmadılar. Kusuruna
mahkûm ettiler seni. Günahına eşitlediler seni; acımadılar.
Üzerindeki itibar gömleğini soyarken, aslında kendi üzerlerindeki
şefkat ve merhamet gömleğini soyundular. Kendilerini, rekabet,
haset, kıskançlık fırtınaları karşısında çıplak ve savunmasız
bıraktılar. Kalpleriyle sıcak temaslarını yitirdiler. Vicdanlarının sesini
susturdular. İnsanlara ve eşyaya müşfik bir bakıştan yoksun kaldılar.
Kendilerinin de varlık sebebi olan rahmetten yüz çevirdiler. Oysa,
“Her şeyle bağını merhamet üzerinden kuran”[11] Muhammed [a.s.m.]
gibi olamadılar. Sıla-yı rahimi [merhamet bağlarını] kesip kopardılar.
Kuyuda kaldılar.

Yûsuf’un üzerinden gömleği soymak, Yûsuf üzerinden gömleğini


soyunmak demektir. Çünkü bir eylem, nesnesinden önce öznesini
niteler. Örneğin, katil [öldüren] maktulden [öldürülenden] daha önce
maktuldür [öldürülendir]. Öldürme iradesinin ilk mağduru, öldürendir.
‘Maktul’ olmaktan daha öldürücüdür ‘katil’ sıfatını almak.

Seni kuyuya itenler, senin dost bildiklerin, sevgi umduklarındır. İşte


sen de, her vesileyle, ‘dost’ ellerin ‘sıcak dokunuşu’yla günahların
kıyılarına itekleniyorsun. Bedenin, günahlara akan yokuşların
başında tutuluyor sürekli. Kötülüklerle arandaki direnç noktalarını
kırmayı hedefliyor çağdaş görüntüler ve görünmeler. Harama karşı
durmanı sağlayan fıtrî yokuşları düzlemeye ayarlı çoğu çağdaşlık
manevraları. Seni bilen ve seven Rabbince “Sarhoşluktan uzak
durun!” diye uyarıldığın hâlde, sarhoşluğa yakın sıcak yüzlü, dost
çehreli mekânlar, “Bir kereden bir şey olmaz ki!” etiketli fırsatlar, ‘iyi
niyetli’ ve ‘dostane’ tadımlıklar sunuluyor sana. Ayakların sürekli
kuyuya yakın tutuluyor. Uçurum kenarlarına, kaygan zeminlere davet
ediliyorsun. Oysa, Rabbin sana, meselâ; ‘Zina yapma!’dan önce,
“Zinaya yaklaşma!” diye sesleniyor. Çünkü yaklaştığın zina ise zinayı
yapman hayli kolaylaşır. ‘Yaklaşılmış zina’dan ‘yapılmış zina’ya giden
yol kısadır, kolayca kayabilirsin. ‘Uzak durulmuş günah’ ile
‘yaklaşılmış günah’ arasındaki mesafe çok daha uzun olmalı ki,
direnebilirsin. Kaymaktan kurtulabilirsin. Hata yapmamanın en akılcı
yolu hataya yaklaşmamaktır. Hataya yaklaşanın hata yapmaya
direnmesi, hataya yaklaşmaya direnmekten çok daha zordur. Oysa
çağ, seni hep hataya ‘yakın’ yerlerde dolaştırıyor; billboardlarda,
reklam sekanslarında ‘hataya yakınlık’ estetize ediliyor. Magazin
haberlerinde, pazarlama tekniklerinde, modernliğin çoğu sosyal
tezahürlerinde ‘zinaya yakınlaşmalar’ süsleniyor, normalleştiriliyor,
kanıksatılıyor, kışkırtılıyor. ‘Yakınlaşılmış günah’ların karşı konulmaz
çekim alanına çekiliyorsun.

Peki ya, seni hiç yaklaşmaman gereken kuyuların başına itekleye


itekleye getirenler, o kuyuların içine düştüğünde ardın sıra geliyorlar
mı? Senin hayırhâhın gözükenler, sana iyilik ediyormuş gibi
yapanlar, seni getirdikleri eğimli alanlardaki kaymalarının
sorumluluğunu da üstleniyorlar mı? “Biz seni kuyunun başına kadar
iteledik, düşmene sebep olduk, ver elini çıkaralım seni bu kuyudan!”
diyorlar mı?

“Yâ esefâ Yûsuf’lara...”

Sarhoş olman için kapıları tebessümle ve kolaylaştırarak açanlar,


sarhoşluğunun sonucunu hiç görmezden gelirler. “Sarhoş
olabilirsin/olmalısın, ama sarhoş olup adam öldürürsen karışmayız!”
diyorlar. “Zinalara yakın yaşaman için seni sonuna kadar
destekliyoruz, ama zina edersen seni tanımayız!” diyorlar. Kuyuya
düşersen arkalarını dönüyorlar.

Seni, Yûsuf gibi kuyu başına getirenler, seni sevdikleri için, sana dost
oldukları için böyle yaptıklarını ima ediyorlar. Ancak düştüğünde,
elinden tutmalarını beklerken, üzerindeki gömleği de çıkartıp sahte
acımalarla, ikiyüzlü şefkatlerle kanlayıp seni gerçekten sevenlere,
“Ne yapabilirdim ki, onu kurt kaptı!” diyebiliyorlar. Bu yüzden
gazetelerde, magazin haberleri kadar, cinayet ve kaza haberleri de
süslü ve çekici bir tüketim malzemesi olur. Modernliğin günaha doğru
dönen tekerine sokulası çomak olmasını umduğun ‘kanlı’ üçüncü
sayfa haberleri bile, “Onu kurt kaptı!” gerekçesinin süsü hâline gelir,
tekerin yağına dönüşür, çarkların dönüşünü kolaylaştırır.
Şimdi, Yûsuf’un birinci gömleğini henüz kuyuya itilmeden ve sahte
kanla lekelenmemiş hâliyle üzerinde hissedebiliyor musun? Yoksa,
çoktan beri, kör kuyular içine yuvarlanmış hâlde, nefsine ‘köle’ olarak
satılmayı göze alarak, hâris bir kervanın insafını mı bekliyorsun?

Aslında Yûsuf Kıssası da Yûsuf gibi kuyuya atılmış güzeller güzeli bir
gerçek değil mi? Nefis ve hevâsına uyan biz ‘kardeşleri’ sayesinde
Yûsuf Kıssası’nın üzeri toz toprakla örtülmüş. Yûsuf’un hatırasını
kenara itmişiz. Gönlümüzden düşecek bir ışığı bekliyor Yûsuf sûresi.
Anlaşılmayı umuyor. Hiç olmazsa ‘köle’ kadar önemseneceği kayıtsız
bir kervanın insafını bekliyor. O kervanda yürüyorsun sen. Seni sana
gammazlayan bir ayine belki de kıssa. Unutuş kuyusundan
çıkardığında o ayineyi, neler göreceksin neler! Hâllerini söyleyecek
sana. Ürkütücü görüntülerin ve sırların saklandığı bir ayna bil ve
öylece yüzüne tut şimdi kıssayı. Gözünün pasını sil. Bakışını
puslardan arındır. Yüzleş kendinle. Ve sor aynaya: Hangi sırrımı ifşa
ediyorsun? Hangi hâlimi âyân ediyorsun?

[11] Hz. Hatice’nin [r.a.] Hira’dan dönen Hz. Peygamber’e [a.s.m.] te­-
selli sözleri arasında yer alır. Yanlışlıkla “Akrabalarla bağını
kesmezsin” diye tercüme edilir. Doğrusu, “Her şeyle bağını rah­met
üzerinden kurarsın” olmalıdır. Bu ifade, “Akrabalarla bağını
kesmezsin” anlamını da içerir elbet. Ama ‘akraba’ sadece kan
bağıyla bağlı yakınlar değil, iman bağıyla bağlı olan tüm in­san­lıktır,
tüm varlıktır. Cansız ve canlı her şey ‘yakın’ sayılır nü­büv­vet’in ‘sıla-
yı rahim’ mektebinde.

[11] Hz. Hatice’nin [r.a.] Hira’dan dönen Hz. Peygamber’e [a.s.m.] te­-
selli sözleri arasında yer alır. Yanlışlıkla “Akrabalarla bağını
kesmezsin” diye tercüme edilir. Doğrusu, “Her şeyle bağını rah­met
üzerinden kurarsın” olmalıdır. Bu ifade, “Akrabalarla bağını
kesmezsin” anlamını da içerir elbet. Ama ‘akraba’ sadece kan
bağıyla bağlı yakınlar değil, iman bağıyla bağlı olan tüm in­san­lıktır,
tüm varlıktır. Cansız ve canlı her şey ‘yakın’ sayılır nü­büv­vet’in ‘sıla-
yı rahim’ mektebinde.

Kardeşlerin seni gıybetin kuyusuna ittikten sonra, üzerindeki itibar


gömleğini de soydular. Hatalı olsan da şefkat edebilirlerdi, etmediler.
Kusurlu olsan da, merhametle onarabilirlerdi, onarmadılar. Kusuruna
mahkûm ettiler seni. Günahına eşitlediler seni; acımadılar.
Üzerindeki itibar gömleğini soyarken, aslında kendi üzerlerindeki
şefkat ve merhamet gömleğini soyundular. Kendilerini, rekabet,
haset, kıskançlık fırtınaları karşısında çıplak ve savunmasız
bıraktılar. Kalpleriyle sıcak temaslarını yitirdiler. Vicdanlarının sesini
susturdular. İnsanlara ve eşyaya müşfik bir bakıştan yoksun kaldılar.
Kendilerinin de varlık sebebi olan rahmetten yüz çevirdiler. Oysa,
“Her şeyle bağını merhamet üzerinden kuran”[11] Muhammed [a.s.m.]
gibi olamadılar. Sıla-yı rahimi [merhamet bağlarını] kesip kopardılar.
Kuyuda kaldılar.
Gömlek çıkarma bahsi

Birinci gömleği, kardeşler, hasetleri nedeniyle Yûsuf’un üzerinden


çıkarırlar. Kardeşler gitmiştir, ama haset şimdi de buradadır. Haset
kendine yeni kardeşler bulmakta hiç zorlanmayacaktır. En eski ama
hep yeni ve yenilenen bir cürüm olarak yakamızdadır. Hasetçi
kardeşler Yûsuf’un gömleğini üzerinden çıkarırken, aslında kendi
üzerlerindeki şefkat ve merhameti soyunurlar. Doğrusu, hasedin var
olduğu yerde şefkat ve merhamet kuyuya atılır şimdi ve daima.
Şefkat ve merhameti kuyudan çıkarmak bize düşer şimdi ve daima.

İkinci gömleği Züleyha yırtar. Gömleği yırtan ve gömleği yırtılan


tarihte kalmış olsa da, gömleği yırttıran şehvet şimdi de burada.
Şehvet de kendine her daim yeni Züleyhalar bulur. Züleyha da
Yûsuf’un gömleğini çıkarmak isterken, aslında kendi üzerindeki iffet
gömleğini soyunur. Kendisini şehvete karşı savunmasız bırakır.
Kendisini nefsin kötülük isteyen fırtınasına açık hâle getirir. Gömleği
yine de yırtmayı başarır; ama arkadan... Şehvetin hedefi olan her
kadın ve erkeğin Züleyha’nın el uzatacağı bir gömleği vardır: Şimdi
ve daima...

Yûsuf gömleğinin yırtığı, en iffetli erkeğin ve kadının bile, yırtılmaya


müsait bir yanının olduğunun habercisidir. Kimse şehvete karşı
korunmuş değildir, kimse ‘kötülüğü isteyen nefis’ karşısında
bağışıklanmış değildir. Öyle ki, Kur’ân ‘kadın’ın Yûsuf’a meyletmesini
anlatırken, “... o da kadına [meyletti]” sahnesine koyar Yûsuf’u.
Yûsuf’un fazileti şehvete meylinin olmaması değil, meyli olduğu
hâlde şehvete karşı durabilmesidir. Şehvetin olmadığı yerde iffetten
söz edemeyiz. “Gönlünün akmadığı şeyle sınanmış olmazsın ki...”
İnsanın içinde karşı koyması gereken, direnç göstermesi beklenen
bir şehvet olmasaydı, hiç kimse için ‘iffetli’ diyemezdik. Her erdem
gibi iffet de sınamayla açığa çıkıyor. Tıpkı cambazın marifetini ip
üzerinde göstermesi gibi, biz de ipler üzerinde düşme ihtimaliyle
yürüdükçe iffetli sayılırız. Düşmeyi göze alamayan yükselemez. Tam
da burada hatırlamalıyız ki, kimse nefsini yok ederek fazilete
kavuşacağını düşünmesin. Kimse ne kadar fazilet sahibi olursa olsun
günaha uzak kalacağını iddia etmesin.

Herkesin arkasından yırtılabilir bir gömleği vardır; hatta önden de


yırtılabilir, en nihayet hepten çıkarılabilir. Şu hâlde, gömleği üzerinde
ve bütün olan gömleği arkadan yırtık olanı, gömleği arkadan yırtık
olan önden yırtık olanı, önden yırtık olan hepten gömleksiz kalanı
ayıplamamalı... Her birimizin meyledeceği, kayabileceği,
sürüklenebileceği o karşı konulmaz yokuşun aşağı doğru uzanan
eğimi göz önünde. Sınanmadığımız günahların masumu sayamayız
kendimizi. Sınanıp kaybedenleri görünce de, sırf sınanmayışımız
yüzünden masum kalışımızı da başkalarını ayıplama gerekçesi
yapamayız. Yoksa kendimizi hatasız kılmak gibi bir yokuşa sararız.

Nefsinin kötülüğü istediğini bilmeyen, nefsinin istediği kötülükleri iyilik


sanıp yapmaya devam eder. Tam da burada, “tezkiye-yi nefis,
tezkiye-yi nefis etmemektir” diyen Said Nursî’ye can kulağı vermeli.
Yani ki, nefsini temize çıkarmak istiyorsan, nefsini temize
çıkarmayacaksın. Bir ömürlük paradokstur bu; bıçak sırtında bırakır
insanı. Nefsini kötülükten uzak tutmak istiyorsan, onun kötülüğe her
daim yakın durduğunu kabullenmen gerekir. Nefsini temize
çıkardığında, nefsinden emin olursun, aldanırsın, kirlenirsin.
Aldatmalarına karşı savunmasız kalırsın. Karşı koyman daha da
zorlaşır.

İnsan, kötülüğü isteyen nefsiyle, her daim ‘kapıları sıkı sıkıya kapalı’
ve “Haydi gel!” diyen Züleyhalar inşa eder. Bu anlamda, ‘suç’ biraz
da Yûsuf olmakta aranmalı, değil mi? Ne işi vardı Züleyha’nın
orada? Yûsuf’ta muradına değer bir şey olmasa, muradını Yûsuf’ta
arar mıydı Züleyha?

Üçüncü gömleği, Yûsuf kendisi çıkarır. Kardeşlerine merhameti


yeniden öğretir. Böylece kardeşlerine, üzerlerinden çıkardığı
merhamet gömleğini yeniden giydirir. Kendi nefislerinin kendilerine
neler ettirdiğini gösterir. Eylemleri arasında kaybettikleri niyetlerini
gün yüzüne çıkarır. Onları yeniden kardeşlerini bilecekleri, kardeşliği
de bilecekleri merhamet yurduna çağırır. Pişman olmalarına izin
verir. Ki pişmanlık, merhamet ve bağışlanmayı çağıran davetçidir.

Yûsuf’un üç gömleği üç kırılma anında sahneye girer. O kırılma


anları, tüm hayatların kırılmalarının izdüşümüdür. Sahnenin
oyuncuları geçmiş gitmiş olsa da, sahne şimdi de buradadır.
Gerçektir. Günceldir. Aktiftir. Kendine yeni oyuncular arar. Ve bulur
da. Gömleğin nesne olduğu sahnelerin hepsinde, tarafları tahrik
eden hâller şimdi de buradadır.

Belki de, bize Yûsuf’un kardeşlerinin rolü düşer son kertede. Çünkü
vahyin kurduğu her sahne, Firavun ve Nemrut tarafında olsa bile bizi
bekler. Her birimizin o sahnede de yer alabileceğini hatırlatır.
Yûsuf’un kardeşlerinin sahnesinde yer aldığımızda, görürüz ki,
pişmanlık hepimizin yüreğine değecek bir köz. Yakar, ama serinlik
vaad eder. Utandırır, ama yüzümüzü en sonunda ak eder. Pişman
olmamak, o pişmanlığın konusu olan hatadan çok daha büyük bir
hatadır. İnsanı günahı değil, günahtan pişman olmayışı batırır,
imandan eder. Bu yüzden Rabbimiz günahsızlık değil de istiğfar
bekler biz kullarından.

Yûsuf’un üçüncü gömleğine ne kardeşleri ne Züleyha dokunur.


Yûsuf’un kendi üzerinden soyduğu gömlektir bu. “Alın bunu babama
götürün...” Üçüncü gömlek, Yûsuf’ça bir iradeyi giyinir; ilk ikisinden
daha çok Yûsuf’tur. ‘Gözleri açar,’ uykudan uyandırır.
Yûsuf’un gömleğinin üzerindeki kan, içinin yaralarını hatırlatmalı
sana. Gömleği kanlanan yaralıdır, unutma. Gömlek değildir kanayan.
Senin yaralarından sızıyor gömleğe kan. Kanıyorsun sürekli. Kırık
camlar üstünde yürüyorsun, farkında değilsin. Ölmeye yatırmışlar
seni; bilmiyorsun. Kan[dırma]lar içinde kalmışsın, görmüyorsun.

Gömleğin üstündeki kan acıtır mı Yûsuf’u? Hayır! Canın yanmıyor;


doğru. Gömleğim kanıyor diye biliyorsun. Görüntünü onarmaya
çalışıyorsun. İç kanamaların sürerken, dışını onarmaya kalkıyorsun.
Yüreğinden anlam çekilirken, sen markalarla, modalarla, iyi
görünmelerle oyalanıyorsun. Hem kanıyorsun hem kandırılıyorsun.
Uyan!

Kalp Yûsuf’u, ‘akıl Yâkub’una kendisine itaat eder gibi görünen


‘kardeşleri’ni, yani nefsânî duyguları mı anlatmıştı en başında?
Kalbin saf sevinci karşısında, akıl, bu hevâî kardeşlerinin kendisine
kötülük edebileceğini mi hatırlatmıştı ona? Kalp, nefis ve hevânın
elleriyle mi kötülük kuyusuna itilir her daim? Kalp Yûsuf’u güya
arkasından ağlanarak, güya yitirilişine ağıt yakılarak dünya kuyusuna
itiliyor değil mi? Alakaya değmeyen ucuz şeyler peşinde koşturuluyor
değil mi kalp? Yûsuf’un sahte kanlı gömleği bu çıplak gerçeğin
kisvesi mi yoksa?

Nesisin sen Yûsuf Kıssası’nın? Yû­suf’un yalnızlığını kuyulara terk


eden, kalabalığa güvenen kardeşlerden misin? Eğer öyleyse, Yûsuf
sözlerini kalabalığın gürültüsüne boğduruyorsun, Yâkub’ca zümrüt
bakışlılara Yûsuf’u çok görüyorsun, Yûsuf’un sahnesini kuru
kalabalıklara çiğnetiyorsun, Yûsuf’un duru duruşunu ucuz hayallerin
pazarına sürüyorsun.

Yûsuf’u gözden düşürmeye çalışan Züleyha mısın yoksa? Eğer


böyleyse, çağın seni dört bir yandan sarıp sarmalayan gaflet ve
hıyanet duvarları arasında, idrak kapılarını sıkı sıkıya kilitleyip o
‘güzeller güzeli’ kıssayı yalın kat bir hikâye seviyesine indiriyorsun.
Söylediğinin söylediğinden ibaret olduğunu sanıyorsun, anlattığından
ötesine sağırlaşıyorsun, ‘işaret ettiklerine’ köreliyorsun, ‘ikinci
gömleği’ni ‘arkadan’ yırtıp iftira ediyorsun. Yûsuf’un da kıssasının da
‘unutulmuşluk’ zindanına atılmasına razı oluyorsun.

Belki de Yûsuf Kıssası’nın kendisi “Yûsuf’un üçüncü gömleği” senin


için. Yâkub’un gözlerini açan Yûsuf kokulu gömlek gibi Yûsuf Kıssası
da sabırla hasretini çekenlerin gözlerini açıyor, gönüllerini sonsuz
ufuklara bitiştiriyor, Kenan ilinden müjdeler fısıldıyor. Belki de,
gördüğün sâdık rüyadır sana Yûsuf Kıssası. “Ahsen-ül kasas” yani
kıssaların en güzeli, görünenin ötesini görme yeteneğinin Yûsuf’u
zindandan çıkarması gibi, dünya uykusunu kendine yurt edinene
faniliğin ve hiçliğin zindanından kurtuluşu haber veriyor.

Belki de, sen kendisini israf edip kuyuya atan bir talihsizsin. Hem
Yûsuf’sun; kuyuda mazlum. Hem kardeşlerdensin; Yûsuf diye
kendini kuyuya iten. İç dışa, dış içe çevrilecek olsan, hâlini Yûsuf’tan
bin beter bulacaksın. Onun atıldığı kuyu, sadece şu kısacık dünya
hayatını tehdit ediyor. Senin hırslarının itmesiyle, şehvetinin
dürtmesiyle atıldığın kuyular ebedî hayatının mahvına çalışıyor.
Onun itildiği kuyu bir taneydi, ama senin dünyan baştan başa kuyu.

Dünya ki, şimdilik bulunduğun ama ebediyet arzunun


gerçekleşmeyeceği, duygularının hiçbirinin doymayacağı
“denî/alçak” yerdir. Gaflet nazarıyla bakınca, her yanı hiçlikle,
yoklukla, vahşetle çevrilidir. Geçmiş, sevdiklerini öldürüp yutan bir
mezarlık kuyusu. Gelecek; seni ve sevdiklerini idam etmeye
hazırlanan darağacı. Sağında korkular, solunda hüzünler... Altında
sana umut vermeyen bir dünya. Üzerinde anlam veremediğin ateş
küreleri. Dünya hayatı kuyuda bekleyen Yûsuf gibi resmediyor seni.
Seni kuyuya atmaya niyetli hırs ve hevân ancak iş işten geçtikten
sonra pişman olacak gibi. Öyleyse, Yûsuf’un kardeşlerinden daha
insafsız kardeşlerin var senin. Öyleyse, Yûsuf’un sahte kanlı
gömleğini üzerinde bilmeye, Yûsuf’tan bin kere daha çok muhtaçsın.
Yâkub’un birinci bekleyişi

[Yâkub] dedi ki: ‘Bilakis nefisleriniz size [kötü] bir işi güzel gösterdi.
Artık [bana düşen] hakkıyla sabretmektir. Anlattığınız karşısında
[bana] yardım edecek olan ancak Allah’tır.’”

Nefislerinde kötüyü iyi gören birilerine iyiyi anlatamazsın. Cahildirler.


Tasavvurlarında çirkini güzel gören birilerine güzelliği gösteremezsin.
Kördürler. Vicdanlarında yalanı doğru sayan birilerine doğruyu
işittiremezsin. Sağırdırlar. Öyleyse onlardan yardım beklemek,
anlayış ummak boşuna. Yâkub [a.s.] yüzünü onlardan çeviriyor: “İllâ
Allah”

Nefsin kötü bir işi güzel göstermesi, gönüllüce rüyaya dalmaya denk
gelir. Kandığı rüyayı uyanıklık sanmaktır. Yâkub’un sabrı, o rüya
çekirdeğinin kabuğunu kırması için beklemekten ibarettir. Çünkü
çekirdek içeriden kırarsa kabuğunu, neşvünema bulur, gerçeğini
görür, gösterir. Dışarıdan sabırsızca kırıldığında, çekirdeğin cevheri
çürür, çekirdek hepten kaybedilir, uykusuna mahkûm edilir. Anla ki,
sabır pasif bir duruş değil; aktif bir bekleyiştir. Hareket hâlinde bir
ümittir; sürekli devinen bir inançtır. “Allah sabredenlerle
beraberdir”[12] gerçeği gereği, sabretmek Allah’ı yanında bilmektir.
Sabredenler Allah’la beraberdir. Kendini uyanık sananların rüyasının
hemen yanı başında Allah’ı görür sabredenler. Sadece Allah’tır artık
yardım edecek olan. Sadece Allah!

İyiyi iyi görmek Allah’ın göstermesi sayesindedir. Çirkini çirkin bilmek


Allah’ın bildirmesiyledir. “Allah’tır [sana] imanı sevdiren ve onu
gönlüne sindiren. Küfrü, fıskı ve isyanı da [sana] çirkin gösteren.”[13]
Demek ki, iman ederek Allah’a lütufta bulunuyor değilsin, imanı
sevdirerek Allah sana lütufta bulunuyor. Allah’ın kendisinden yüz
çevirdiği kimse yüzünü kime çevirecek? “Allah’ın vechi”nden yüzünü
kaçıran kimse kimden yüz bulacak?

“Yüzünü Allah’a teslim et!”[14]

Bir kervan geldi ve sucularını [kuyuya] gönderdiler, o da [gidip]


kovasını saldı, [Yûsuf’u görünce] “Müjde! İşte bir oğlan!” dedi. Onu
bir ticaret malı olarak sakladılar. [Oysa] Allah onların yaptıklarını çok
iyi bilir.”

Kuyunun huyu hep bir kervan beklemektir. Kuyunun huyu hep bir
Yûsuf gizlemektir. Bir göreni olmayan hep bir kuyudadır. Kendisini
görene görünmediğini sanan, daha derin bir kuyudadır. Kendisini bir
gören olduğunu gören ise ‘ihsan’ sırrını yakalar. Allah tarafından
göründüğünü görenin her yaptığı ‘güzel’dir, her eylediği ‘hüsün’dür.
Yaptığını Allah’ın bildiğini bilen her işini güzel yapar; çirkin işlerden el
çeker. Faydasız ve meyvesiz eylemlerden uzak durur. Kendini
dünyaya ‘ucuza satılacak’ bir köle olarak görüyorsan, Yâkub’ca bir
güzel bakışı kendine çok gördüğündendir. Rabb-i Rahîm’in gözdesi
olduğunu unutursan, gözden düşmüşlerin pazarına sürersin kendini;
değil mi? Başkalarının kovasını saldığı yerde beklersen, ucuza
gidersin. Başkalarının ağzında “Müjde!” diye zikredilirsin. Seni asıl
müjde bilen Yâkub’un nazarından uzağa düşersin.

“İhsan, Allah’ı görür gibi yaşamandır. Çünkü sen O’nu görmesen de


O seni görür.”[15] Allah tarafından görüldüğünü görmek, Allah’ı
görmek gibidir. O’nun bakışıdır seni var eden. O’nun nazarıdır seni
başka bakışların ilgisine lâyık eden. Bak ki, rüya bile Yûsuf’a
göründü diye Yûsuf gibi güzel oldu. Yoksa rüya da kuyudaydı.
Bak ki, sen de Rabbince görmeye, görülmeye değer görüldüğün için
buradasın. Rabbinin görülmeye değer görmediği bir rüya olsaydın,
gerçek olamazdın. Hep rüya kalırdın. Hep rüya. Hayata
uyanamazdın. Hepten rüyada kalırdın. Gözlerini sonsuzluğa
açamazdın. Bir görünüp bir kaybolmuş bir rüya diye anılırdın.
Değerini O’nun nazarında ara. Başka bakışlar çaresiz. Kıymetini
O’na görünmekte ara. Başka görenler, başkaca görenler insafsız.
Yüzünü O’nu veçhine çevir. Başka teveccühler vefasız. Kimse O’nun
gördüğü gibi görmüyor. Kimsenin görmeye değer görmediği seni
yalnız O görüyor. O gördüğü için seni, başkalarına görünür kılıyor,
başkalarını görür kılıyor. Yoksa sadece bir ticaret malı olarak
saklanırsın.

“İhsan, Allah’ı görür gibi yaşamandır;[16] çünkü sen Allah’ı görmesen


de Allah seni görmekte.” Allah’ın kendisini gördüğünü görmeme
derin ‘uyku’ hâlidir. Uykuda nasıl ki insan görüldüğü hâlde
görüldüğünü görmez, Allah tarafından görüldüğünü gözetmeyen de
talihsiz bir uykuya yatırır kendini. Allah kendisini görmüyormuş gibi
yaşayarak kendince ‘uyanıklık’ yapan, kendisini uyanık sanan uyur-
gezerler gibidir. Allah’ın Elçisi [a.s.m.] Allah tarafından görüldüğünü
göstererek, uyanık olmaya çağırır rüya ehlini. Senin kendini uyanık
sandığın uykunun yanı başında bir Uyanık vardır. “Hayy’dır O. Diridir.
Her şeyi diri tutar, dik tutar. Kayyum’dur O. An’ı ayakta tutar. Gözleri
gözde eyler. Hepten yok olacakları hep var kılar. O’nu ne uyuklama
tutar, O’na ne uyku var.”[17]

Yûsuf’u Allah’tan kaçırmaya çalıştı kervancılar. Ucuza kapattılar. Sen


de Yûsuf gibi güzel an’ları kaçırmaya mı niyetlisin Allah’tan? Yûsuf’u
görecek, Yûsuf’ça görülecek denli güzel bakışlarını kaçırdığını mı
sanıyorsun Allah’tan? Kendini bir kenara çektiğini mi sanıyorsun?
“Ben yokum...” demeye mi çalışıyorsun, göz önünde olduğunu bile
bile? “Ben” diye bildiğini, “benim” diye bildiklerini Müşteri’nden
saklamaya mı çalışıyorsun? Kime satmaya hazırlanıyorsun kendini?
Kim alır senden eskiyen canını? Kim sonsuz diri kılmaya değer görür
kurumuş kemiklerini? Kim cennet aynalarında seyre değecek kadar
gözbebeği eder gözlerini? Kim el üstünde tutar zaten elinden çıkacak
servetini? Müşterin Allah iken senin, değerini başka pazarlarda
araman ayıp değil mi?[18] Bilmiyor musun ki; Allah’tan mal
kaçırılmaz. Allah, Allah’tan mal kaçıranları çok iyi bilir.

Yûsuf hep aynı Yûsuf’tur. Hep güzeldir Yûsuf, ama Yûsuf’a


bakışların hepsi Yûsuf’ça ‘güzel’ değildir. Yâkub’un gözünde Yûsuf
öyle güzel, öyle özeldir ki! Kardeşlerinin gördüğü Yûsuf, canına
kastedilesi, kuyularda yitirilesidir. Kervancıların gördüğü Yûsuf bir
ticaret metaıdır, ucuza satılasıdır.

Sen kendine kimin baktığı yerden bakıyorsun? Hangi bakışlarda


arıyorsun güzelliğini? Dünya kuyusuna itilesi, kıymeti ete kemiğe
indirilesi biri diye mi değer biçiyorsun kendine? Genç ve güzel
olduğu sürece el üstünde tutulan, gözde edilen, yaşlanıp elden
ayaktan düşünce gözden düşecek bir meta olarak mı tanımlıyorsun
kendini?

Yûsuf güzelliğine Yâkub’ca güzel bir bakış gerekir. Rabbinin


nazarında ara kıymetini. Allah’ın müşteri olduğu, “ben” dediğini de
“benim” dediklerini de sonsuzluk karşılığı satın almaya değer
gördüğü bir Yûsuf’sun sen.[19]

Kimin gözünde arıyorsun kıymetini? Kimlerin gözdesi olmaya


çalışıyorsun? Hangi nazarda yer tutmak istiyorsun? Hangi bakışın
kirpik uçlarına asıyorsun itibarını?

Bak ki, Yâkub’un gözünde biriciktir Yûsuf. Her güzelin güzelliği, güzel
görenin gözündedir. Güzel görmek herkesin kârı değildir. Başka
gözlerde değersiz görünür Yûsuf. Bunun sebebi, Yûsuf’un
değersizliği değil, bakanların bakışlarının değersizliğidir. İşte bu,
İblis’in baban Âdem’e [a.s.] bakışı gibidir; çamuru kadar kıymetlidir
Âdem İblis’in gözünde; toprağı kadar muteberdir. Uğrunda secde
etmeye değmez! Oysa Allah’ın bak dediği yerden bakan melekler
için Yûsuf güzelliğindedir Âdem. Toprağının içinde, çamurunun
gerisinde ‘Hazreti İnsan’ cevheri taşır. Sen de kardeşine Allah’ın bak
dediği nazarla bak; hatalarına bakıp hepten mahkûm etme onu.

Yâkub ol kardeşin Yûsuf’a... “Yâ esefâ...” diye çağır onu; eksiğini


tamamla, ayıbını ört, kusurunu onar. Düştüğü yerden kaldır. İblis’in
Âdem’e yaptığını yapma! Sen de kardeşinden Yâkub’ca bir bakış iste
şimdi. Hakkındır.

[12] Bakara sûresi, 153.

[13] Hucûrat sûresi, 7.

[14] Lokman sûresi, 22.

[15] Bkz: Cibrîl Hadisi.

[16] Hadis metninde lafzen “Allah’ı görür gibi ibadet etmendir” der.
Ama ibadet ile hayatı birbirinden ayırmış çağdaş aklımıza, Hz. Pey­-
gam­ber’in [a.s.m.] asıl niyetini yansıtmak için böyle bir tercihte
bulundum. İbadet hayatın omurgasıdır. Omurgadan tüm bedene
haber gider, omurgaya tüm bedenden haberler gelir. Ayrık ve kopuk
değildir. Ubudiyet, Allah’a göre yaşamaktır, Al­lah’ı gözeterek hayat
bulmaktır.

[17] Bakara sûresi, 255 (Âyet’el Kürsî).

[18] Tevbe sûresi, 111: “Allah müşteridir mü’minlerin nefislerine ve


mallarına cennet karşılığında...”

[19] Tevbe sûresi, 111’in “Allah mü’minlerin nefislerini [ben dedikle­ri­-


ni] ve mallarını [benim dediklerini] cennet karşılığında satın alır”
mealini izlersek, şu sonuçları çıkarabiliriz: Allah’ı ‘Müşteri’ bilen
başkasına satmaz kendini. Allah’ı ‘Müşteri’ bilen Allah’ın satın
alacağı kalitede yaşar. İman etmek, ancak Allah’ın ‘müşteri’ olacağı
bir değer kazanmaktır.

“İhsan, Allah’ı görür gibi yaşamandır. Çünkü sen O’nu görmesen de


O seni görür.”[15] Allah tarafından görüldüğünü görmek, Allah’ı
görmek gibidir. O’nun bakışıdır seni var eden. O’nun nazarıdır seni
başka bakışların ilgisine lâyık eden. Bak ki, rüya bile Yûsuf’a
göründü diye Yûsuf gibi güzel oldu. Yoksa rüya da kuyudaydı.

İyiyi iyi görmek Allah’ın göstermesi sayesindedir. Çirkini çirkin bilmek


Allah’ın bildirmesiyledir. “Allah’tır [sana] imanı sevdiren ve onu
gönlüne sindiren. Küfrü, fıskı ve isyanı da [sana] çirkin gösteren.”[13]
Demek ki, iman ederek Allah’a lütufta bulunuyor değilsin, imanı
sevdirerek Allah sana lütufta bulunuyor. Allah’ın kendisinden yüz
çevirdiği kimse yüzünü kime çevirecek? “Allah’ın vechi”nden yüzünü
kaçıran kimse kimden yüz bulacak?

[14] Lokman sûresi, 22.

[15] Bkz: Cibrîl Hadisi.

[16] Hadis metninde lafzen “Allah’ı görür gibi ibadet etmendir” der.
Ama ibadet ile hayatı birbirinden ayırmış çağdaş aklımıza, Hz. Pey­-
gam­ber’in [a.s.m.] asıl niyetini yansıtmak için böyle bir tercihte
bulundum. İbadet hayatın omurgasıdır. Omurgadan tüm bedene
haber gider, omurgaya tüm bedenden haberler gelir. Ayrık ve kopuk
değildir. Ubudiyet, Allah’a göre yaşamaktır, Al­lah’ı gözeterek hayat
bulmaktır.

[17] Bakara sûresi, 255 (Âyet’el Kürsî).

[18] Tevbe sûresi, 111: “Allah müşteridir mü’minlerin nefislerine ve


mallarına cennet karşılığında...”

[19] Tevbe sûresi, 111’in “Allah mü’minlerin nefislerini [ben dedikle­ri­-


ni] ve mallarını [benim dediklerini] cennet karşılığında satın alır”
mealini izlersek, şu sonuçları çıkarabiliriz: Allah’ı ‘Müşteri’ bilen
başkasına satmaz kendini. Allah’ı ‘Müşteri’ bilen Allah’ın satın
alacağı kalitede yaşar. İman etmek, ancak Allah’ın ‘müşteri’ olacağı
bir değer kazanmaktır.

Nefsin kötü bir işi güzel göstermesi, gönüllüce rüyaya dalmaya denk
gelir. Kandığı rüyayı uyanıklık sanmaktır. Yâkub’un sabrı, o rüya
çekirdeğinin kabuğunu kırması için beklemekten ibarettir. Çünkü
çekirdek içeriden kırarsa kabuğunu, neşvünema bulur, gerçeğini
görür, gösterir. Dışarıdan sabırsızca kırıldığında, çekirdeğin cevheri
çürür, çekirdek hepten kaybedilir, uykusuna mahkûm edilir. Anla ki,
sabır pasif bir duruş değil; aktif bir bekleyiştir. Hareket hâlinde bir
ümittir; sürekli devinen bir inançtır. “Allah sabredenlerle
beraberdir”[12] gerçeği gereği, sabretmek Allah’ı yanında bilmektir.
Sabredenler Allah’la beraberdir. Kendini uyanık sananların rüyasının
hemen yanı başında Allah’ı görür sabredenler. Sadece Allah’tır artık
yardım edecek olan. Sadece Allah!

Yûsuf’u Allah’tan kaçırmaya çalıştı kervancılar. Ucuza kapattılar. Sen


de Yûsuf gibi güzel an’ları kaçırmaya mı niyetlisin Allah’tan? Yûsuf’u
görecek, Yûsuf’ça görülecek denli güzel bakışlarını kaçırdığını mı
sanıyorsun Allah’tan? Kendini bir kenara çektiğini mi sanıyorsun?
“Ben yokum...” demeye mi çalışıyorsun, göz önünde olduğunu bile
bile? “Ben” diye bildiğini, “benim” diye bildiklerini Müşteri’nden
saklamaya mı çalışıyorsun? Kime satmaya hazırlanıyorsun kendini?
Kim alır senden eskiyen canını? Kim sonsuz diri kılmaya değer görür
kurumuş kemiklerini? Kim cennet aynalarında seyre değecek kadar
gözbebeği eder gözlerini? Kim el üstünde tutar zaten elinden çıkacak
servetini? Müşterin Allah iken senin, değerini başka pazarlarda
araman ayıp değil mi?[18] Bilmiyor musun ki; Allah’tan mal
kaçırılmaz. Allah, Allah’tan mal kaçıranları çok iyi bilir.

[12] Bakara sûresi, 153.

[13] Hucûrat sûresi, 7.


“İhsan, Allah’ı görür gibi yaşamandır;[16] çünkü sen Allah’ı görmesen
de Allah seni görmekte.” Allah’ın kendisini gördüğünü görmeme
derin ‘uyku’ hâlidir. Uykuda nasıl ki insan görüldüğü hâlde
görüldüğünü görmez, Allah tarafından görüldüğünü gözetmeyen de
talihsiz bir uykuya yatırır kendini. Allah kendisini görmüyormuş gibi
yaşayarak kendince ‘uyanıklık’ yapan, kendisini uyanık sanan uyur-
gezerler gibidir. Allah’ın Elçisi [a.s.m.] Allah tarafından görüldüğünü
göstererek, uyanık olmaya çağırır rüya ehlini. Senin kendini uyanık
sandığın uykunun yanı başında bir Uyanık vardır. “Hayy’dır O. Diridir.
Her şeyi diri tutar, dik tutar. Kayyum’dur O. An’ı ayakta tutar. Gözleri
gözde eyler. Hepten yok olacakları hep var kılar. O’nu ne uyuklama
tutar, O’na ne uyku var.”[17]

Yûsuf güzelliğine Yâkub’ca güzel bir bakış gerekir. Rabbinin


nazarında ara kıymetini. Allah’ın müşteri olduğu, “ben” dediğini de
“benim” dediklerini de sonsuzluk karşılığı satın almaya değer
gördüğü bir Yûsuf’sun sen.[19]

“İhsan, Allah’ı görür gibi yaşamandır;[16] çünkü sen Allah’ı görmesen


de Allah seni görmekte.” Allah’ın kendisini gördüğünü görmeme
derin ‘uyku’ hâlidir. Uykuda nasıl ki insan görüldüğü hâlde
görüldüğünü görmez, Allah tarafından görüldüğünü gözetmeyen de
talihsiz bir uykuya yatırır kendini. Allah kendisini görmüyormuş gibi
yaşayarak kendince ‘uyanıklık’ yapan, kendisini uyanık sanan uyur-
gezerler gibidir. Allah’ın Elçisi [a.s.m.] Allah tarafından görüldüğünü
göstererek, uyanık olmaya çağırır rüya ehlini. Senin kendini uyanık
sandığın uykunun yanı başında bir Uyanık vardır. “Hayy’dır O. Diridir.
Her şeyi diri tutar, dik tutar. Kayyum’dur O. An’ı ayakta tutar. Gözleri
gözde eyler. Hepten yok olacakları hep var kılar. O’nu ne uyuklama
tutar, O’na ne uyku var.”[17]

“Yüzünü Allah’a teslim et!”[14]


Yûsuf’un ikinci kuyusu

“[Kafile Mısır’a vardığında] onu değersiz bir pahaya, sayılı birkaç


dirheme sattı. Onlar zaten zahidlerdendi [ona değer vermemişlerdi].”

Her insan kendi Yûsuf’unu kuyuda bulup ucuza satmaya niyetli bir
kervandır. Oysa insanın müşterisi ancak Allah’tır. Gerçek değerini
sadece Allah’ın verebileceği bir ‘ben’i ve ‘benim’ diye/bildikleri vardır.
“Allah’ı gör[ürcesine ibadet ed]en” ve “Allah tarafından görüldüğünü
gören” mü’minlerin nefisleri ve malları Allah’ın müşteri olduğu
tezgâhta değerlenir. Mü’minler ancak Allah’la alışveriş eder. Ancak
Allah’ın satın almaya değer göreceği iş çıkar ellerinden, Allah’ın
işitmesine göre söz çıkar dillerinden, Allah’ın bilmesine değer niyet
taşırlar kalplerinde. Bakışları Allah’ın satın alacağı güzelliktedir.
Duruşları Allah’ın değer vereceği doğruluktadır. Susuşları Allah’ın
bileceği asalettedir.

Mü’minler, sadece Allah’a satarlar, Allah’a satılırlar. Allah’ı kendine


“Müşteri” bilmeyen, değerinin altında satılır, kolayca harcanır. Bir
daha bu ömrü, bu hayatı, bu nefesi bulamaz. Yitirdiğini geri alamaz.

Sana değer vermeyen ellerde bırakma elini. Seni değerlendiremeyen


gözlere satma bakışını. Sözüne değmeyen kulaklara yağmalatma
sesini. Ucuz niyetlerin tezgâhı yapma kalbini. Müşterin Allah’tır
senin; başkalarının tezgâhında harcatma değerini.

“Mısır’da onu satın alan adam, karısına dedi ki: ‘Ona değer ver ve
güzel bak! Umulur ki, bize faydası olur veya onu evlât ediniriz.’”

Sen sana emanetsin. Dilersen, ‘değer verir ve güzel bakar’sın.


Dilersen, değersizleştirir ve çirkin işlere alet edersin. Allah satın
almış bir kere seni.[20] Ancak Allah’ın satın alabileceği ve karşılığını
hakkıyla verebileceği bir Yûsuf’sun sen! Yâ esefâ ki, dünya
Züleyha’sına emanet edilmişsin!

“İşte böylece, dünyanın aslını bildirelim, olanların ardında saklı olanı


okutalım diye Yûsuf’u o yere yerleştirdik. Allah, muradını yerine
getirmeye kadirdir. Fakat insanların çoğu bilmezler.”

Sen bilenlerden misin?

Bugün ‘Züleyha’nın evi’ndesin.[21] Dünya kuyusuna atılmış hâldesin.


Ucuza satılacağın yerdesin. İftiraya uğrayacağın zemindesin. Köle
sanıldığın devirdesin. Kaybedebileceğin ve kaybolabileceğin
‘saray’dasın. Bu saray, sana saray olana kadar sabır
sınamasındasın. Ve nice zamandır gömleksizsin. Kıymetini bilen
biricik Yâkub bakışından uzağa düştün. Kuytudasın. Köle diye
iteklendiğin şu dünyadan nasibin ebedî sultanlık olacaktır. Allah’ın
muradı budur. Fakat insanların çoğu yeryüzüne ahiretin sultanı
olmak üzere geldiklerini bilmez. Sanırlar ki, hep burada kalacaklar.
‘Dünya rüyası’na kanarlar; düştükleri düşün kuyusuna razı olurlar.
Fazlasını, ötesini isteyemez olurlar.

Kendilerini değersiz bir pahaya, sayılı birkaç dirheme satarlar. Onlar


zaten zahidlerdendi. Aza kanaat ederler, dünyadan, dünyadan
fazlasını ummazlar. Buraya razı olurlar. Sonsuzluğa burun kıvırmış
‘zahid’lerdir. İnsanların çoğu bilmez.

Adı “Yâ esefâ” feryadına eşitlenmiş her Yûsuf, birilerinin “Umulur ki,
bize faydası olur veya onu evlât ediniriz” temennisiyle bu yere
yerleşti. Anne babasının ümidiyle arzda buldu kendini.
Annen ve baban da, tıpkı kervancılar gibi, kuyuda sürpriz bir şekilde
buldular, umulmadık bir müjde olarak karşıladılar seni: “Müjde! İşte
bir oğlan!” Ancak yüzüne hemen söyleyemedikleri bir gerçekle
doğdun: Ölmek üzere doğdun. Ayrılıklara savrulmak üzere kavuştun
sevdiklerine. Vedaların pusu kurduğu sevdalara tutuldun.
Sevdiklerinin senin yüzüne her bakışı “Yâ esefâ...” feryadını besledi.
“Ey gamım, ey kederim, ey hüznüm...” sızısını büyüttün sevdiklerinin
yüreğinde.

Böyle böyle “dünyanın aslını bildirdi, olanların ardında saklı olanı


okuttu sana Rabbin. Yâ esefâ...” feryadı yeryüzüne böylece yerleşti.

Delikanlı olan her Yûsuf şehvetin çekimine tutulur. Reşid olan her
kul, “Züleyha’nın evinde” bulunur. Bir ‘Züleyha Evi’dir dünya. Öyle
çok şehvet objesiyle bezenmiştir ki dünya; her fırsatta bir
kadının/erkeğin “Haydi gel!” davetini alır gibisindir. Neden? Her
reklam karesi, her pazarlama yöntemi, ısrarla ve inatla şehvet
unsurlarını hatırlatır. Neredeyse her tüketim malzemesi bir kadın
imajı üzerinden çekici hâle getirilir. Sanki her şey cinselliği tahrik
ettiği ölçüde vazgeçilmezleşir. Her kadın sadece cinselliği üzerinden
kıymet kazanır. Her erkek cinselliği öncelediği ölçüde yücelir.

“Evinde bulunduğu kadın, onun nefsinden murad almak istedi.”

Her kadın ve her erkek arasında murad alma isteği dolaşır. Nefisten
alınacak murad tenseldir, bedenseldir; ötesi ve fazlası yoktur.
Nefisten murad alma sırasında, insanlar kalplerinden ve ruhlarından
soyunur; insan olmaktan geri çekilirler. Sadece bir dişi ve bir erkek
sıfatıyla orada bulunurlar. Karşıdaki ile sadece cinsiyeti üzerinden
ilişki kurarlar. Bu ilişki ‘özel’ olmaktan uzaktır, çünkü ‘herhangi bir’
erkek ile ‘herhangi bir’ kadın arasındadır. Kalıbını koyduğun yerde
kalbin de yoksa, ‘insan’ olarak orada değilsin. Et ve kemiğinle
sadece bir boşluğu dolduruyorsun, ceset olarak hacim kaplıyorsun.
Sen yoksan orada, muradını kimler alsın?

Şehvet, ancak ruhsal ve duygusal çerçeve içinde olursa anlamlı ve


zariftir. Mahremiyet ve sadakatin, adanmışlığın ve bağlılığın
zemininde yaşanan cinsellik hak edilmiş bir lezzet sofrasıdır. Bu
sofrada yenecekleri bedenler taşır, ancak ruhlar pişirir. Sadece
şehvetin özne olduğu yerde kadın ve erkek nesneleşir. Bir hazzın
öznesi ve üreticisi olmaktan çıkarlar. Şehvetin tek başına
hükmetmesi, kadını ve erkeği asıl bağlamlarından soyar, bütün
yakınlıklardan alıkoyar. Tüketirler ve tükenirler. Sadece şehvetiyle
var olan erkek veya kadın, bedeniyle oradadır; kalbine ve aklına
giden bağlardan uzaktadır. Her iki taraf da kendilerini kendileri
olmaya götürecek ‘kapıları sıkı sıkıya kapat’mıştır. Şehvetin aniden
gelip vuran çekimi, kalbe, akla ve ruha giden kapıları kapatır. “Kalp,
akıl ve ruh böyle aşağı, zararlı, süflî şeylere tenezzül etmez, ama
herkeste nefs-i emmâre bulunur. Hükmünü kalp, akıl ve ruhun
rağmına icra eder.”[22] Kalbin, ruhun ve aklın işi değildir yapıla[cak
ola]n; nefis, hevâ ve his ve vehim aldatıp, rol çalar.

“Kapıları sıkı sıkıya kapattı.”

“Züleyha Evi”nin kapıları sıkı sıkıya kapatılmıştır. Dünyadan çıkış


yoktur Yûsuf’lara. Pazarlama ve ikna etme tekniklerinin cinsellik
üzerinden olması modalaştırılmıştır. Aksini düşünecek cılız bir ışık
bile sızmamaktadır kapı aralığından. Kapılar kapalıdır; çünkü
cinsellik unsurları öylesine yaygın ve sinsice kullanılır ki, öylesine
beklenmedik ve çarpıcı biçimde ortaya dökülür ki, bakışlarını başka
bir yere kaçırman mümkün değildir. Her köşede, her sözde, her
sahnede, her reklamda şehvet ayartısı başını aniden uzatıverir.
Kapılar kapalıdır; çünkü cinselliğin kuşatması altında kadının
kendisini kalbiyle ortaya koymasına, erkeğin kadını kişiliği üzerinden
tanımasına fırsat tanınmaz. Gerek de görülmez. Kadın ve erkeğin
varlığı cinselliğe endeksli gibidir; cinsellik geriye çekildiği ölçüde
kadın da erkek de önemini kaybeder! Sıkı sıkıya kapalı kapılar, asıl
önemli olanı dışarıda bırakır.

“Haydi gel!” dedi.

Bu çağrı sadece Züleyha’dan Yûsuf’a doğru değildir. Çağrı,


Yûsuf’tan Yûsuf’a doğru da yankılanır. Çağrıyı yapan, çağrıda
bulunduğu kişide çağrısına denk gelecek bir meylin olduğunu bilir ki,
çağrıda bulunur. Karşılık bulmayacağı başından belli bir çağrı
anlamsız ve yersiz olurdu.

Yûsuf’un da içinde yankısını bulduğu çağrı ona “Haydi git!” der.


Nefsin çağrısıdır bu; kötülüğü ister. Kötülük eğiminin başında tutar
ayaklarını. Her fırsatta kaymaya, kaydırmaya hazırdır.

Nefsin kaydırmasının ardından devreye hevâ girer. Suç işlemeye


uygun mekânı hazırlar, ortamı tüm uyarılardan temizler, ışıkları
söndürür. Aydınlığı kovar, rahatsız edici bakışlardan uzak tutar.[23]
His de gerekçeler üretir; yapılanı doğru gösteremese de, yerinde
gösterecek çarpıcı ve çarpık ‘akıl yürütmeler’e yeltenir. Vehim ise
rahatlatıcı mekanizmalar geliştirir: “Kimse görmüyor ki!” “Bir defadan
bir şey olmaz!” “O da istiyor ya!” “Allah beni affeder!” “Sevabımız
çok, bir de günahımız olsa ne olur ki!”

Çağımız, cinselliğin kızdırılmasını norm hâline getirerek, seni sürekli


şehvetin çekim alanı içinde tutuyor. Kadının Yûsuf’a yaptığı “Haydi
gel!” teklifini daha sistematik ve ısrarlı hâle getiriyor. Üstelik bu teklifi
karşı konulmaz kılmak için kimsenin kimseyi sapkınlığından ötürü
ayıplamadığı bir medya/ortam oluşturuyor. Aldatılmanın ve
aldatmanın kanıksandığı onaylanmış bir laubaliliğe çağırıyor.
Cinselliğin aleni ifadeleri yaygınlaştırıldıkça, her erkek ve kadın
kendisini sıkı sıkıya kapalı kapılar ardında buluyor. Toplumun
ayıplama yaptırımı üzerinden kalkıyor, çekebileceği vicdan azapları
köreltiliyor, kendini kimseye hesap vermek zorunda olmadığı derin
bir loşlukta buluyor, utançlarına çare olacak sofistike mazeretlerle
donatılıyor. Kapılar sıkı sıkıya kapatılıyor.

Kadının varlığını cinsel detaylara indirgemek, kızlarını diri diri


toprağa gömen cahiliye âdetinin modern yansımalarıdır. Kadınların
ve erkeklerin kişiliği, çekici ve cilâlı bedenlerinin toprağına diri diri
gömülür. Kadın ruhu, kimliksiz tenlerin parıltısında, sadece şehvet
malzemesi kılınmış beden parçalarının sığlığında yağmalanır. Mini
eteklerin açıkta bıraktığı ince ve uzun beden parçaları saygın olarak
görülmenin vazgeçilmez malzemesi olarak sunuldukça, kadının
yüzünde beliren kişiliği görünmez hâle gelir, şahsiyeti silikleşir, ruhu
önemsizleşir. Bacaklarına endekslenerek ‘tanınır’ kadınlar, göğüs
dekoltesi üzerinden kıymet kazanırlar.

Bu durumda, kadın, gerçek kimliği ile izzetli kişiliği ile ‘burada’


bulunamaz. Kendini var kılmanın biricik yolu olarak dişiliğini ortaya
koymak zorundadır. Sadece ‘dişi’ olmaya indirgenmiştir. ‘İnsan’
olarak kimliğini ortaya koymaktan utandırılır. Sadece bedensel varlığı
içine ‘gömülü’ kalır. Tensel hazları kişiliğinin üzerine toprak gibi atılır.
Kelimenin tam anlamıyla, diri diri toprağa gömülürler.

[Ama, Yûsuf], “Hayır!” dedi, “[böyle bir şey yapmaktan] Allah’a


sığınırım. Hem Rabbim bana iyi baktı; doğrusu zalimler asla iflah
olmazlar.”

Yûsuf, kendisini kendisinden uzaklaştıran, kalbine ve ruhuna


yabancılaştıran çekim gücüne karşı Rabbini hatırlayarak, hatırlatarak
direnir. Yûsuf’un “Rabbim” dediğinin, kendisine sarayda ikramda
bulunan ‘efendisi’ olduğunu da, Yûsuf’a hayatı ve varlığı veren
“Âlemlerin Rabbi” olduğunu da düşünebilirsin. İkisi de anlamlıdır.
Eğer, kastettiği Züleyhâ’nın eşi olan ‘efendisi’ ise zina edilecek
kişinin bağlamlarından koparılmış ve akrabalıklarından arındırılmış
biri olmadığını hatırlayarak, yapacağı kötülüğün gerçek boyutlarını
görür, kötülüğü yapmayı kendine zorlaştırır. Zina edeceği kadının
birinin eşi ve eşinin ise iyiliklerini gördüğü efendisi olduğunu
hatırlayarak kadını ve kendisini tensel sığlıktan ve duygusal
yalnızlıktan çekip alır. Susturduğu vicdanını ortama çağırır. “Kapılar
sıkı sıkıya kapalı” diye aldanmak üzereyken, vicdanının gözü önüne
taşır kendini. Hain olduğunu fark ettirir.[24]

Yûsuf, “Haydi gel!” çağrısı karşısında, Âlemlerin Rabbini hatırlıyor ve


hatırlatıyor. Demek ki, Rabbinin “Kadın onu, o da kadını istedi” diye
tasvir ettiği ‘hevâ boşluğu’nda, Yûsuf’un/Züleyha’nın ağzından “Hep
kötülüğü ister!” diye ihbar ettiği nefis kaymalarında, Rabbinin
keremini hatırlayabilen, ayaklarını kaymaktan kurtarabilir.

Haramı, öylesine belirlenmiş, sanki sana inat konulmuş bir yasak


olarak gördüğün sürece, kötülüğe karşı kalbinle direnemezsin.
Sadece halk tarafından ayıplanma korkusu olur frenin. Ki, çoğu
zaman tutmaz. Tutsa bile, hatırını sayman gerekenin hatırı adına
değil, başka hatırlar adına olduğu için huzur vermez.[25] Ne zaman ki
her bir günahı, Rabbinin sana sunduğu evrende, Rabbinin sana
ihsan ettiği bedenle, Rabbinin sana verdiği zaman içinde, Rabbinin
sana lûtfettiği güç ve iktidarla yaptığını fark edersin, o zaman, sana
bunca iyilik edene hıyanet ettiğini görüp sahiden utanır, gerçekten
çekinmeye başlarsın.

Doğrusu, kadın onu gözüne kestirmişti, eğer Rabbinin bürhanını


müşahede etmemiş olsaydı, o da kadını gözüne kestirip gitmişti...

Yûsuf’u gözüne kestiren kadın kadar, Yûsuf da kadını gözüne


kestirmeye aday... Kadın durmaz, ama Yûsuf kaçar. Şahit olduğu
‘bürhan’ sayesinde. Yûsuf kadının görmediğini görür. Kadın için
‘kapılar kapalı’ysa bir gören yoktur. Ama Yûsuf, kapı ardını göreni de
görür. Görüldüğünü görür. Rabbi tarafından görüldüğünü gören
Yûsuf, gözüne kestirmek üzere olduğundan gönlünü kaçırır.
Tüm aldanışlara karşı Rabbinin sana yaptığı iyiliği, Rabbinin gözdesi
olma güzelliğini görmen beklenir. İşte o zaman ne edersen güzel
eylersin. Güzel olursun.[26] Ancak o zaman, günaha karşı kalbî ve
ruhî bir direnç kuşanırsın Yûsuf’un ikinci gömleği gibi. Bu gömlek
yırtılsa yırtılsa, kötülüğün elinin erişebileceği en yakın yerden, yani
nefis, hevâ, his ve vehmin hükmettiği arka taraftan yırtılır. Kalbin ve
ruhun var olduğu ve varlıklarını yansıttığı yüz sağlam kalır. Yoksa
nasıl bakardın aynadaki yüzüne?

[20] Bkz., Tevbe sûresi, 111.

[21] Kur’ân, Yûsuf’un evinde bulunduğu o kadının adını Züleyha


olarak belirtmez. Sadece ‘o kadın’dır. Anlatım kolaylığı açısından,
Züleyha diye gelenekselleştirilmiş bu iyi niyetli kişileştirmeyi
benimseyerek yola devam ediyoruz. Züleyha, şehvetle sınanan her
kadını/her erkeği temsil eder; ‘o kadın’ ya da ‘o erkek’ olmak
herkesin üzerine alması gereken roldür. Züleyha kişileştirmesini, bu
rolü tarihte bir yere gömerek, kendimizden uzaklaştırmak için
kullanırsak, ‘o kadın’/’o erkek’ mesajını anlayamayız. Kıssayı ayna
olmaktan çıkarırız; kendimiz kaybederiz.

[22] Said Nursî, İhlas Risalesi’ndeki bu zarif hatırlatmayla, nefs-i em­-


mâ­re­nin ettiği işler yüzünden kalp, akıl ve ruhtan ümit kesmez.
Kesilmesini istemez. “Nefsimi temize çıkarmam, nefsim kötülü­ğü
ister ama Rabbim merhamet ederse başka” diyen Yûsuf/Züleyha
sözünü, bir başka vadide dillendirir. Nefis kötülüğü ister, ama kalp,
akıl ve ruh “Allah’ın rahmeti”ne tutunma yeridir. Rabbin merhametini
hak edecek asalettedir. İnsanın sadece kalıbını özne kabul eden,
kişiliksiz dişilikler, şahsiyetsiz erkeklikler, ruha, kalbe ve duygulara
giden kapıları sıkı sıkıya kapatır. İnsanı ete kemiğe hapsederek, asıl
ve asil cinsellik sofrasını kaldırır. Şehveti yağmalar, lezzetleri
sığlaştırır.
[23] Züleyha’nın tam da bu sırada odada bulunan bir heykelin
yüzünü kapattığı da belirtilir. Sahih kaynaklarda olmamakla birlikte,
kıssanın bu bölümüne şu detayı ekleyenlerin demek istediği tam da
bu olmalı: Demek ki, böyle hâllerde, insan kendi yüzünü de duygusal
olarak kapatır, kendisiyle yüz yüze gelmekten kaçınır, kendisiyle de
ötekiyle de göz teması kurmak istemez. Kendi yüzünün kendisine
dönük olmasından rahatsız olur. Bu yüzden olsa gerek, insanın
aynaya bakıp kendi gözlerinin içine odaklanarak yalan konuşmasının
çok zor, neredeyse, imkânsız olduğu söylenir. İnsan kendisini uzak
bir yerlere göndererek ancak kötülük işleyebilir!

[24] Bu noktada, Hz. Peygamberin [a.s.m.] zina etmek isteyen bir


gence son derece müşfik yaklaşımını hatırlamak gerek.
Peygamberimiz delikanlıya sakince sorar: “Kız kardeşinin biriyle zina
etmesini ister misin?” “Annenin biriyle zina etmesini ister misin?”
Cevaplar elbette ki, “Hayır!”dır. Böylece Peygamberimiz, ruh ve
kalbinden yabancılaştırılarak, bağlamlarından kopa­rı­la­rak bir
‘beden’e indirgenebilecek muhtemel zina nesnesi bir ‘di­şi’yi, empatik
bir yöntemle, delikanlının gözünde asıl yerine oturtur.

[25] ‘Haram’ı ‘yasak’ diye çevirmek Rabbanî edebe uygun düşmez.


Yasak, kuru bir kelimedir. Güçlü olan herkes, dilediğine dilediğini
yasak edebilir. Yasak koyan ile yasak konulan arasındaki sadece güç
ilişkisi olabilir. Yasak koyan, yasak koyduğunu ikna etmek zorunda
değildir. Bu yasak hikmetsiz, anlamsız, faydasız da olsa, yasak
konulan uyacaktır. Yasak konulan kişi ‘zoraki’ uyar yasağa. Oysa
‘haram’ın içinde ‘hürmet’ anlamı saklıdır. Rabbinden iyilik gördüğünü
bilen bir mü’min Rabbine hürmetlidir. “Efendi­sinin hatırını sayar.”
Rabbinin ‘yapma’ dediklerini Rabbine hürmeti gereği yapmaz.
Efendisinin kendisine keremini hatırlar da, Efendisine ihanet etmez.
Böylece ‘haram’dan uzak durmak onurlu bir eylem olur. Yasak diye
yapmamak ise ömür boyu hazmedilmez bir zorlamadır. Demek ki,
ardında iman gerekçesi olmayan bir amel gerçekten ‘sâlih’ değildir.
Allah’ın adına başlamayan bir eylem ‘hayır’ değildir. “Bismillah her
hayrın başıdır.”
[26] Daha detaylı bir okuma için: Metin Karabaşoğlu, “Yûsuf’un
Bürhanı Neydi?”, Kur’ân Okumaları, İz Yayıncılık.

[26] Daha detaylı bir okuma için: Metin Karabaşoğlu, “Yûsuf’un


Bürhanı Neydi?”, Kur’ân Okumaları, İz Yayıncılık.

[25] ‘Haram’ı ‘yasak’ diye çevirmek Rabbanî edebe uygun düşmez.


Yasak, kuru bir kelimedir. Güçlü olan herkes, dilediğine dilediğini
yasak edebilir. Yasak koyan ile yasak konulan arasındaki sadece güç
ilişkisi olabilir. Yasak koyan, yasak koyduğunu ikna etmek zorunda
değildir. Bu yasak hikmetsiz, anlamsız, faydasız da olsa, yasak
konulan uyacaktır. Yasak konulan kişi ‘zoraki’ uyar yasağa. Oysa
‘haram’ın içinde ‘hürmet’ anlamı saklıdır. Rabbinden iyilik gördüğünü
bilen bir mü’min Rabbine hürmetlidir. “Efendi­sinin hatırını sayar.”
Rabbinin ‘yapma’ dediklerini Rabbine hürmeti gereği yapmaz.
Efendisinin kendisine keremini hatırlar da, Efendisine ihanet etmez.
Böylece ‘haram’dan uzak durmak onurlu bir eylem olur. Yasak diye
yapmamak ise ömür boyu hazmedilmez bir zorlamadır. Demek ki,
ardında iman gerekçesi olmayan bir amel gerçekten ‘sâlih’ değildir.
Allah’ın adına başlamayan bir eylem ‘hayır’ değildir. “Bismillah her
hayrın başıdır.”

[23] Züleyha’nın tam da bu sırada odada bulunan bir heykelin


yüzünü kapattığı da belirtilir. Sahih kaynaklarda olmamakla birlikte,
kıssanın bu bölümüne şu detayı ekleyenlerin demek istediği tam da
bu olmalı: Demek ki, böyle hâllerde, insan kendi yüzünü de duygusal
olarak kapatır, kendisiyle yüz yüze gelmekten kaçınır, kendisiyle de
ötekiyle de göz teması kurmak istemez. Kendi yüzünün kendisine
dönük olmasından rahatsız olur. Bu yüzden olsa gerek, insanın
aynaya bakıp kendi gözlerinin içine odaklanarak yalan konuşmasının
çok zor, neredeyse, imkânsız olduğu söylenir. İnsan kendisini uzak
bir yerlere göndererek ancak kötülük işleyebilir!

[24] Bu noktada, Hz. Peygamberin [a.s.m.] zina etmek isteyen bir


gence son derece müşfik yaklaşımını hatırlamak gerek.
Peygamberimiz delikanlıya sakince sorar: “Kız kardeşinin biriyle zina
etmesini ister misin?” “Annenin biriyle zina etmesini ister misin?”
Cevaplar elbette ki, “Hayır!”dır. Böylece Peygamberimiz, ruh ve
kalbinden yabancılaştırılarak, bağlamlarından kopa­rı­la­rak bir
‘beden’e indirgenebilecek muhtemel zina nesnesi bir ‘di­şi’yi, empatik
bir yöntemle, delikanlının gözünde asıl yerine oturtur.

[21] Kur’ân, Yûsuf’un evinde bulunduğu o kadının adını Züleyha


olarak belirtmez. Sadece ‘o kadın’dır. Anlatım kolaylığı açısından,
Züleyha diye gelenekselleştirilmiş bu iyi niyetli kişileştirmeyi
benimseyerek yola devam ediyoruz. Züleyha, şehvetle sınanan her
kadını/her erkeği temsil eder; ‘o kadın’ ya da ‘o erkek’ olmak
herkesin üzerine alması gereken roldür. Züleyha kişileştirmesini, bu
rolü tarihte bir yere gömerek, kendimizden uzaklaştırmak için
kullanırsak, ‘o kadın’/’o erkek’ mesajını anlayamayız. Kıssayı ayna
olmaktan çıkarırız; kendimiz kaybederiz.

[22] Said Nursî, İhlas Risalesi’ndeki bu zarif hatırlatmayla, nefs-i em­-


mâ­re­nin ettiği işler yüzünden kalp, akıl ve ruhtan ümit kesmez.
Kesilmesini istemez. “Nefsimi temize çıkarmam, nefsim kötülü­ğü
ister ama Rabbim merhamet ederse başka” diyen Yûsuf/Züleyha
sözünü, bir başka vadide dillendirir. Nefis kötülüğü ister, ama kalp,
akıl ve ruh “Allah’ın rahmeti”ne tutunma yeridir. Rabbin merhametini
hak edecek asalettedir. İnsanın sadece kalıbını özne kabul eden,
kişiliksiz dişilikler, şahsiyetsiz erkeklikler, ruha, kalbe ve duygulara
giden kapıları sıkı sıkıya kapatır. İnsanı ete kemiğe hapsederek, asıl
ve asil cinsellik sofrasını kaldırır. Şehveti yağmalar, lezzetleri
sığlaştırır.

[20] Bkz., Tevbe sûresi, 111.

Yûsuf, kendisini kendisinden uzaklaştıran, kalbine ve ruhuna


yabancılaştıran çekim gücüne karşı Rabbini hatırlayarak, hatırlatarak
direnir. Yûsuf’un “Rabbim” dediğinin, kendisine sarayda ikramda
bulunan ‘efendisi’ olduğunu da, Yûsuf’a hayatı ve varlığı veren
“Âlemlerin Rabbi” olduğunu da düşünebilirsin. İkisi de anlamlıdır.
Eğer, kastettiği Züleyhâ’nın eşi olan ‘efendisi’ ise zina edilecek
kişinin bağlamlarından koparılmış ve akrabalıklarından arındırılmış
biri olmadığını hatırlayarak, yapacağı kötülüğün gerçek boyutlarını
görür, kötülüğü yapmayı kendine zorlaştırır. Zina edeceği kadının
birinin eşi ve eşinin ise iyiliklerini gördüğü efendisi olduğunu
hatırlayarak kadını ve kendisini tensel sığlıktan ve duygusal
yalnızlıktan çekip alır. Susturduğu vicdanını ortama çağırır. “Kapılar
sıkı sıkıya kapalı” diye aldanmak üzereyken, vicdanının gözü önüne
taşır kendini. Hain olduğunu fark ettirir.[24]

Bugün ‘Züleyha’nın evi’ndesin.[21] Dünya kuyusuna atılmış hâldesin.


Ucuza satılacağın yerdesin. İftiraya uğrayacağın zemindesin. Köle
sanıldığın devirdesin. Kaybedebileceğin ve kaybolabileceğin
‘saray’dasın. Bu saray, sana saray olana kadar sabır
sınamasındasın. Ve nice zamandır gömleksizsin. Kıymetini bilen
biricik Yâkub bakışından uzağa düştün. Kuytudasın. Köle diye
iteklendiğin şu dünyadan nasibin ebedî sultanlık olacaktır. Allah’ın
muradı budur. Fakat insanların çoğu yeryüzüne ahiretin sultanı
olmak üzere geldiklerini bilmez. Sanırlar ki, hep burada kalacaklar.
‘Dünya rüyası’na kanarlar; düştükleri düşün kuyusuna razı olurlar.
Fazlasını, ötesini isteyemez olurlar.

Nefsin kaydırmasının ardından devreye hevâ girer. Suç işlemeye


uygun mekânı hazırlar, ortamı tüm uyarılardan temizler, ışıkları
söndürür. Aydınlığı kovar, rahatsız edici bakışlardan uzak tutar.[23]
His de gerekçeler üretir; yapılanı doğru gösteremese de, yerinde
gösterecek çarpıcı ve çarpık ‘akıl yürütmeler’e yeltenir. Vehim ise
rahatlatıcı mekanizmalar geliştirir: “Kimse görmüyor ki!” “Bir defadan
bir şey olmaz!” “O da istiyor ya!” “Allah beni affeder!” “Sevabımız
çok, bir de günahımız olsa ne olur ki!”

Şehvet, ancak ruhsal ve duygusal çerçeve içinde olursa anlamlı ve


zariftir. Mahremiyet ve sadakatin, adanmışlığın ve bağlılığın
zemininde yaşanan cinsellik hak edilmiş bir lezzet sofrasıdır. Bu
sofrada yenecekleri bedenler taşır, ancak ruhlar pişirir. Sadece
şehvetin özne olduğu yerde kadın ve erkek nesneleşir. Bir hazzın
öznesi ve üreticisi olmaktan çıkarlar. Şehvetin tek başına
hükmetmesi, kadını ve erkeği asıl bağlamlarından soyar, bütün
yakınlıklardan alıkoyar. Tüketirler ve tükenirler. Sadece şehvetiyle
var olan erkek veya kadın, bedeniyle oradadır; kalbine ve aklına
giden bağlardan uzaktadır. Her iki taraf da kendilerini kendileri
olmaya götürecek ‘kapıları sıkı sıkıya kapat’mıştır. Şehvetin aniden
gelip vuran çekimi, kalbe, akla ve ruha giden kapıları kapatır. “Kalp,
akıl ve ruh böyle aşağı, zararlı, süflî şeylere tenezzül etmez, ama
herkeste nefs-i emmâre bulunur. Hükmünü kalp, akıl ve ruhun
rağmına icra eder.”[22] Kalbin, ruhun ve aklın işi değildir yapıla[cak
ola]n; nefis, hevâ ve his ve vehim aldatıp, rol çalar.

Sen sana emanetsin. Dilersen, ‘değer verir ve güzel bakar’sın.


Dilersen, değersizleştirir ve çirkin işlere alet edersin. Allah satın
almış bir kere seni.[20] Ancak Allah’ın satın alabileceği ve karşılığını
hakkıyla verebileceği bir Yûsuf’sun sen! Yâ esefâ ki, dünya
Züleyha’sına emanet edilmişsin!

Tüm aldanışlara karşı Rabbinin sana yaptığı iyiliği, Rabbinin gözdesi


olma güzelliğini görmen beklenir. İşte o zaman ne edersen güzel
eylersin. Güzel olursun.[26] Ancak o zaman, günaha karşı kalbî ve
ruhî bir direnç kuşanırsın Yûsuf’un ikinci gömleği gibi. Bu gömlek
yırtılsa yırtılsa, kötülüğün elinin erişebileceği en yakın yerden, yani
nefis, hevâ, his ve vehmin hükmettiği arka taraftan yırtılır. Kalbin ve
ruhun var olduğu ve varlıklarını yansıttığı yüz sağlam kalır. Yoksa
nasıl bakardın aynadaki yüzüne?

Haramı, öylesine belirlenmiş, sanki sana inat konulmuş bir yasak


olarak gördüğün sürece, kötülüğe karşı kalbinle direnemezsin.
Sadece halk tarafından ayıplanma korkusu olur frenin. Ki, çoğu
zaman tutmaz. Tutsa bile, hatırını sayman gerekenin hatırı adına
değil, başka hatırlar adına olduğu için huzur vermez.[25] Ne zaman ki
her bir günahı, Rabbinin sana sunduğu evrende, Rabbinin sana
ihsan ettiği bedenle, Rabbinin sana verdiği zaman içinde, Rabbinin
sana lûtfettiği güç ve iktidarla yaptığını fark edersin, o zaman, sana
bunca iyilik edene hıyanet ettiğini görüp sahiden utanır, gerçekten
çekinmeye başlarsın.
Yûsuf’un ikinci gömleği

Ve kapıya koştular... Ve kadın [Yûsuf]un gömleğini arkasından yırttı.

Yûsuf’un ikinci gömleğinin üzerinde birinci gömleğinin aksine kan


yoktur. Yûsuf’un ikinci gömleği birinci gömleğinin aksine yırtıktır.
Birincisi, yırtılmadığı hâlde üzeri kanlanmış bir gömlekti. Bu, kanın
sahte olduğunun işaretiydi. Bir kurt, gömleği sağlam bırakıp bedeni
paralayacak değildi ya! İkinci gömlekteki yırtık Yûsuf’a kastedenin
bedenine kastettiğini açıkça gösteriyordu, ama kan yoktu. Bedenini
yok etmek değildi gömleğini yırtan kadının niyeti. Aksine, Yûsuf’un
bedeni ile birlikte olmayı murad ediyordu; aksine, bedenini yüceltmek
istiyordu.

Şu hâlde, bir kurdun Yûsuf’un gömleğini yırtmadan kanını


akıtabileceğini öne süren kardeşlerin mazeretleri ne kadar sahte ise
bedenini incitmeden, kanını akıtmadan Yûsuf’un gömleğini yırtan
kadının Yûsuf’a muhabbeti o kadar sahtedir. Eline kansız ve yırtık
gömleği geçiren Züleyha’ların edebileceği, ellerinde kanlı ve yırtıksız
gömlekle eve dönen kardeşlerin ettiğinden daha az ve daha masum
değil. Bedeni bedenden ibaret bilip ruhsuzlaştıranlar, bedeni
parçalayıp yok etmekten daha dehşetli değil midir? Her iki hâlde de
can gözden çıkarılır, ruh yok sayılır.

Züleyha’nın eline geçebilecek bir gömleği giyinmektir yaşamak.


Nefsin elinden kaçarken yırtılmaktır aşk.

Bir yanınla Züleyha, bir yanınla Yûsuf’sun. Yûsuf’un kazanırsa,


Züleyha’nın sana, senin Züleyha’na ‘az kalsın meyl ettiğini’ anlamış
bir kul olursun. Züleyha’n kazanırsa, Yûsuf’unu “Benim nefsim
kötülüğü ister” derken bulursun. Ömrün boyunca ne Züleyha’n
Yûsuf’undan el çeker, ne Yûsuf’un Züleyha’nın önünden çekilir.
“Kadın ona meyletti, o da kadına meyletti” sahnesinde gidip gelirsin.
Yûsuf’ça “Allah’a sığınırım” demelerdesin.

“Rabbinin bürhanını görmekte” misin?

Dünya sana Züleyha. Senin gömleğine asılı elleri. Yırtılır gömleğin


ve sen ‘kapı’ya koşarsın. Züleyha’nın arkasından yırttığı masumiyet
gömleğini, tövbe Yûsuf’unun dönüşüyle kurtarırsın. O ‘kapı’ hep açık
sana.

Kapıda hanımın efendisine rastladılar. Kadın dedi ki: “Senin ailene


kötülük yapmak isteyenin cezası, ancak zindana atılmak veya elim
bir azaptır.”

Kötülük ve iyilik nasıl kolayca yüz değiştiriyor. Yûsuf’un istemediği


kötülük, Züleyha’nın gözünde iyilikti. Yûsuf’un istediği iyilik,
Züleyha’nın gözünde kötülüktü. Görünen o ki, Yûsuf tarafından
reddedilmeyi kendine yapılmış kötülük olarak gördü. Şimdi eşinin
gözlerini boyuyor: “Ehline kötülük edenin cezası ya zindandır ya elim
bir azap.” Züleyha’nın bak dediği yerden bakınca, görünenlere
kanıyor eşi.

Kime anlatabilirsin ki, görüntünün ardını görmemek görüntüye


yapılan en büyük ihanettir. Görünene kanıp aslını aramamak,
gömleği arkadan yırtmaktır. Dünya rüyasına dalmak, seni hem
dünyadan eder hem de dünyanın sakladığı ahiretten. Hiçbiri kalmaz
sana. Gömleğin de Yûsuf’un da Züleyha’ya kalmaması gibi.
Dünyayı dünya için sevmek, dünyayı sevgili olmaktan çıkarıyor.
Böylece, dünya rüyasının sesi oluyor Züleyha: “Ehlin olan bu
dünyaya bu kötülüğü yapana ya zindan ya da elim bir azap gerektir.”
Öyle değil mi?

[Yûsuf:] “Benim gönlümü çelmek isteyen asıl o!” dedi.

Gönlün varsa, çelen olacaktır elbet. Gömleğin varsa, el uzatan


olacaktır. Gönül çelenlerin hükmettiği bir devirdir bu. Niye şaşıyorsun
ki... Yeryüzünde çelinebilir bir gönülle yürümek, en azından arkadan
yırtılabilir bir gömlekle yürümektir.

O an kadının yakınlarından duruma tanık olan biri: “Eğer gömleği


önden yırtılmışsa, kadın doğru, beriki yalan söylüyor demektir...”
dedi.

Gömleğin varsa, elbette yırtılacaktır; kaçamazsın. Yırtıksız gömlekle


geçmek imkânsız bu kapıdan. Günaha bulaşacak ellerin, kötülüğe
dolanacak nefeslerin. Kaçınılmaz! Masum kalamayacaksın belli...
Sorulacak sana: “Mahcup musun günahından, yoksa memnun
musun?” Günahtan kaçarken mi yakalandın günaha, yoksa günaha
koşarken mi? Gömleğinin yırtığını arkanda tut her daim; tövbeye
sarıl, mahcubiyetini seslendir. Kapıdan başka türlü geçemeyeceksin.

Ve şehirde hanımlar [birbirlerine şöyle] dedi: “Aziz’in karısı genç


hizmetçisini baştan çıkarmaya yeltenmiş. Besbelli ki, tutku kadının
yüreğine işlemiş. Biz onu çok azıtmış görüyoruz.”

“Çok azıtmış” diye gördükleri kadının gördüğünü görmedikleri için


kınamayı kendilerine hak görüyorlar. Oysa görmek her şey değildir.
Yâkub, Yûsuf’un yüzünde müjde görmüşken, kardeşler tehdit
gördüler. Kervancıların köle diye satacak kadar ucuz gördüğü
Yûsuf’a Mısır’ın Aziz’i “Belki evlat ediniriz” diyecek kadar ‘iyi
bak’mıştı. Mûsa [a.s.] da Hızır’ın yaptıklarını sadece gördüğü için
itiraz etmişti. Aslolan görünenin ardını görmektir. Gördüğünün aslını
görene kadar elini kestiğin ama canının yanmadığı bir rüya görürsün.

Öyleyse, günah işlerken gördüğün kardeşine, gördüğün üzerinden


etiket yapıştırma. Ayıplama. Kınamaya kalkma. Sen onun yerinde
değilsin, onun gördüğünü görmüyorsun. Belki de sen aynı konumda
olsaydın, onun gördüğü sana görünseydi, daha büyük hataya
düşecektin. O günahı yapmadıysan, henüz sınanmadığın içindir.
Öyleyse sen sınanana kadar sınanıp da kaybedeni kınama.
Kınayanın kınanmayı daha çok hak ettiği günahlar vardır kınayanlar
için de.
Şehirli kadınların rüyası

Kendi gördüğünü onlar da görsün diye, dedikodularını işittiği


kadınlara, dayalı döşeli bir ziyafet sofrası hazırladı; her birinin eline
birer bıçak tutuşturdu. Ve [Yûsuf’a], “Çık karşılarına!” dedi. Hanımlar
onu görünce büyülendiler ve [farkına varmadan] ellerini kestiler.

Ellerini kestikleri hâlde acı duymadıkları bir yerde duruyor şehirli


kadınlar. Acısız kan rüyada akar. Demek ki, rüyadalar. Züleyha’nın
kandığı rüyaya kanmışlar; kandıklarınca kanıyorlar, ama acı
duymuyorlar.

Acı, uyanışın bedelidir; kadınlar uyanamadılar. Dünya rüyasında


iken, “Yâ esefâ...” çığlığını susturanlar, ellerini cennetten kesseler de
acı duymazlar. İnsanın dünya rüyasına aldanışı da böyle olmalı. Elini
kesiyor sonsuzluktan ama hiç yanmıyor canı. Kaybediyor ebediyen
ama hiç ağlayamıyor. Ne tatlı[!] aldanış bu! Aldanışın tatlılığı,
aldanışı daha da acı yapıyor!

Züleyha, kınayıcıların kınamasını asılsız çıkarmak için ‘işin aslı’nı


gösteriyor. Kandığı rüyaya kınayıcılarını da çağırıyor. Elbette ki,
Züleyha’nın tutkusu kınamayı hak ediyor, ama Züleyha’yı
kınayanların şehirli kadınlar olması hak değil. Onlar da en az
Züleyha kadar savunmasız aldanış karşısında. Züleyha gibi
büyülenmeye açıklar.

Züleyha’yı sözleriyle taşlamaya kalkanların hiçbiri günahsız değil. İlk


taşı atacak günahsız yok ortada. Demek ki, Yûsuf güzelliği
karşısında elini kesmek, Yûsuf güzelliğinden el çekmekten daha
kolaymış. Ellerini kesmeyi el çekmekten kolay gördü kınayıcılar.
Züleyha’nın kandığına kandılar.
Diyor ki sana Züleyha: “Sınanmadığın günahın masumu değilsin;
asla!”

Ellerini kestiler, ama farkına bile varmadı kadınlar. Yûsuf, adını bir de
‘şehirli kadınlar’ın feryadında buldu: “Yâ esefâ...” “Ey gamım, ey
kederim, ey tasam...” diye ağlarken, ellerinin acısını duymadılar.
Yitiklerine eseflenişleri, asıl yitiklerine eseflenmelerine engel oldu.
Asıl “Yâ esefâ!” diyeceklerine “Yâ esefâ!” diyemediler. Kayıplarına
ağlayamadılar.

Senin de böyle bir sevdan var mı? Yûsuf’ça güzel olsun ve başkaca
kaygıları unuttursun. Senin de yüreğin asil hüzünler ağırlamaz mı,
öyle ki, ucuz acıları uyutsun.

Dedi ki: “Bakın, işte beni kendisinden dolayı kınadığınız kişi bu!
Doğrusu, ben onu baştan çıkarmaya çalıştım, ne ki, o geçit vermedi.
Ve eğer arzumu yerine getirmezse, kesinlikle zindana atılacak ve
sürüm sürüm sürünecek.”

Yûsuf’a zindanın yolunu gösteren Züleyha, kendini saraya lâyık


görüyor. Kaynağını şehvetten alan aşk, rahmetten beslenen
şefkatten ayrılıyor. Aşk ve şefkat, aynı yönde yürürmüş gibi
görünürlerken, Yûsuf kavşağında yollarını ayırıyorlar. Yâkub
merhametinin nazarında Yûsuf ne kadar kuyularda da olsa beklenir.
Ama Züleyha aşkının gözünde Yûsuf sarayda da olsa zindana
atılacak kadar değersizdir.

‘Yâkub’ca şefkatin kucağında Yûsuf zindanda da kalsa ümit beslenir,


ama Züleyha’ca aşkın ellerinde unutulmuşluğa terk edilir. Züleyha
kadar aşkının yanında Yakup kadar şefkatin yoksa sevdiğini ucuza
satarsın, eşini yolda bırakırsın.
[Yûsuf] “Rabbim” dedi, “benim için zindan bunların çağırdığı
[zina]dan daha hayırlıdır.”

Ayeti okur okumaz, Yûsuf’un sözünü kendi ağzına koyuyorsun.


Yûsuf’un yüreğinde pişen güzel söz, senin dudağına dokunuyor,
nefesinde hayat buluyor, sesinle ruh giyiniyor. Yeni bir Yûsuf daha
var oluyor yeryüzünde. Yûsuf’un yerine seni koyuyor Rabbin.
Yûsuf’un bin zahmetle açtığı iffet cephesinde sen nöbete
duruyorsun. Şerefleniyorsun. Gel, şimdi, Yûsuf’un sözünü taşıdığın
gibi diline, Yûsuf’un özünü de taşı kendine. Yûsuf’ça bir bedel
ödemeye hazırla kendini. Günah dediğin, kalıbını sarayda bıraksa da
kalbini zindana atar. İffet ise, kalıbını zindana atsa bile kalbini saraylı
kılar. Züleyha sarayda ama zindandadır, Yûsuf zindanda ama
saraylıdır. Kalıbının kalbini kuyuya atmasına izin verme. Yûsuf’un
yanında kal. Yûsuf’ça kal.

Kendini sarayda gören Züleyha gibi rüyaya mı kanacaksın? Zindana


girme pahasına kalbini sarayda tutan Yûsuf uyanıklığında mı
kalacaksın?

Ne güzel ki, kulu Yûsuf’un sözünü sözü ederek sana taşıyan Rabbin,
sen kulunu da Yûsuf’la söz birliğine çağırıyor. Demek ki vahiy
Rabbinden kuluna doğru konuşma değil sadece, kulun sözünü
Rabbin duyduğunun da belgesi, sesi. Yûsuf’un sözü Allah’ın sözü
içindeyse, demek ki Allah Yûsuf’ça kul sözlerini hem duyuyor, hem
duyurmaya değer görüyor. Ne tatlı müjde! Rabbinin rahmet kapısını
sevgili kulu Yûsuf’un sözüyle çalarsan, kapı sana açılır.

Rabbine kulları İbrahim’in, Nuh’un, Yâkub’un, Mûsa’nın, İsa’nın


[aleyhimusselâm] sözüyle seslenirsen, makbul seslere zarf edersin
dilini. Rahmet kapısını defalarca açmış, rahmetin sahibince söz
etmeye değer görülmüş bu sözler, seni ümitsizlik kuyusundan çeker.
Kendi içinin kuyularına bin ümit ışığı düşürür.

Senden önce yakılmış söz çerağına değdir dilini. Senden önce


nicelerini doyurmuş yakarış korosuna kat sesini: “Rabbim” de,
“benim için zindan bunların çağırdığı [zina]dan hayırlıdır.”

Yûsuf’un bıçak sırtı sözünü sana taşı[rı]yor Rabbin. Belli ki, Yûsuf’la
hâlleşmeni istiyor. Onun yerine koyarken seni, sen de onun yerine
koy kendini. Yüreğini değdir ayete. Yüreğine vur ayeti. Orada sen
olsan, n’ederdin? Zinaya mı razı olurdun, zindana mı? Yûsuf’un
yüreğine değen bıçağın ucu senin de yüreğine değsin ki, sana
d/okunsun ayet. Seyirci kalırsan ayete, sana d/okunmadan geçer
gider. Seyrine katıl ayetin.

Sancı çekmeden Meryem olunmaz, hakikat İsa’sı doğmaz. Doğsa


bile senden doğmaz. Sor şimdi kendine. Manevi tutsaklık mı, fiziki
tutsaklık mı? Hangisi daha büyük onursuzluktur? Kalıbını saraya
koyup kalbini zindana bırakmak mı, kalıbını zindana koyup kalbini
özgür bırakmak mı? Hangisidir talihsizlik? Asıl tutsaklık, dürtülerinin
seni attığı zindanda yaşanır. Asıl kölelik heva ve hevesinin kalbini
zincire bağladığı yerde başlar. Görünüşte özgür aslında tutuklu
Züleyha sarayı kendine zindan eder, Güneş’i perdeler. Mahpus
sanılan özgür Yûsuf ise zindanı “medrese”leştirir, zulmeti nur eyler.
Sen neredesin? Sen nerelisin? Aydınlığı bile soğuran bir karaltı
mısın? Yoksa karanlığı karanlık olduğuna pişman edecek bir ışık
pınarı mı?

Yûsuf borçlusun zindanlara; unutma!


Yûsuf’un üçüncü kuyusu

Bunun üzerine Rabbi [Yûsuf]un duasına icabet etti ve o[kadın]ların


tuzaklarına karşı kendisini korudu: Çünkü O’dur işiten, bilen.[27]

Yûsuf’un Rabbi Yûsuf’u tuzaklardan korudu, ama nasıl? Zindandan


uzak tutarak değil. Zaten sonunda yetkililer, gördükleri belge ve
delillerin ardından [olayın aslını bilmelerine rağmen] [Yûsuf’u]
hapsetmenin daha uygun olacağını düşündüler. Demek ki, zindana
düşmemek değilmiş tuzaktan kurtulmak. Rabbini ‘işitir ve bilir’
bilmekmiş.

Sözünü Rabbinin işitmesine uzak sandığında kurulur tuzağın. Yapıp


ettiklerini Rabbinin bilmesine uzak sandığında düşersin tuzağa.
“Sorumlu değilim nasılsa...” deyip günahların kuyusuna fırlatırsın
nefsini. “Nasılsa işiten yok...” diye savrulursun sözlerinle. Dudağını
közlere değdirirsin. Kokuşmuş kuytulara salarsın nefeslerini. Dil
ucunda yangınlar başlatırsın. Kulağını kanlı sözlere yapıştırırsın.
Yüreğine korlar koyarsın.

Rabbi Yûsuf’u tuzaklara karşı korudu. Senin kurguladığın ‘uzak’ları


kaldırdı Yûsuf’un aklından. Yûsuf, Rabbini her şeyi işitir ve her işi
bildi. Başkalarının işitmesinden daha yakın bildi Rabbinin işitmesini.
O işitmiyormuş gibi konuşmadı. O’nun, “Dinleme!” dediğine kulak
kabartmadı. Başkalarının bilmesinden daha çok ciddiye aldı
Rabbinin bilmesini. O bilmiyormuş gibi yaşamadı. Sen de sesinin
yanı başında bil Rabbinin işitmesini. Burnunun ucunda bil Rabbinin
bilmesini. Unutma ki, tuzaklar uzaklara kurulur. Unutma ki, pusular
tenhalarda bekler. Tenhada ara Rabbini. Rabbinden tenha olma
yeter ki...

Rabbin işitmezmiş gibi konuşman hapse atar seni. Rabbin bilmezmiş


gibi yaşamanla başlar asıl zindanın.

[27] Kur’ân’ın gramatik kurgusunun kat kat sırlar saklayışına bir


örnek. Ayeti farklı kurgularda okuyarak farklı anlamlara ulaşıyoruz:

1. Bu ayetin ilk cümlesinde ‘konuşan’ geçmiş olayı aktarır: “Bunun


üzerine Rabbi [Yûsuf]un duasına icabet etti ve o[kadın]ların
tuzaklarına karşı kendisini korudu.” İkinci cümlesinde muhataba
döner ve şimdiki zamana dair bir hakikati hatırlatır. “O işitmekte,
bilmektedir.” O’nun işitmesini ve bilmesini geçmişte kalmış sanma
sakın! O’nun işitmesiyle ve bilmesiyle sınanan sadece Yûsuf değil;
sen de sınanmaktasın, unutma!

2. “Bunun üzerine Rabbi [Yûsuf]un duasına icabet etti ve


o[kadın]ların tuzaklarına karşı [Rabbin] işitir ve bilir [diye bildirerek]
kendisini korudu.” Çünkü Yûsuf da onlar gibi Rabbi işitmiyormuş ve
bilmiyormuş gibi yaşasaydı, onların kurduğu ve aslında Rabbinin
onlara kurduğu tuzağa düşerdi.

3. İkinci cümledeki ‘o’ zamiri Rabbe değil, Yûsuf’a atfen okunabilir:


“Bunun üzerine Rabbi [Yûsuf]un duasına icabet etti ve o[kadın]ların
tuzaklarına karşı kendisini korudu: Çünkü o[Yûsuf, Rabbinin izniyle]
[gerçeği] işitir ve [işin aslını] bilir.” Yani, dünya rüyasına kanmadı
Yûsuf; duymazdan gelmedi gerçeği ve bilmezden gelmedi
sınandığını.

Bunun üzerine Rabbi [Yûsuf]un duasına icabet etti ve o[kadın]ların


tuzaklarına karşı kendisini korudu: Çünkü O’dur işiten, bilen.[27]

[27] Kur’ân’ın gramatik kurgusunun kat kat sırlar saklayışına bir


örnek. Ayeti farklı kurgularda okuyarak farklı anlamlara ulaşıyoruz:
1. Bu ayetin ilk cümlesinde ‘konuşan’ geçmiş olayı aktarır: “Bunun
üzerine Rabbi [Yûsuf]un duasına icabet etti ve o[kadın]ların
tuzaklarına karşı kendisini korudu.” İkinci cümlesinde muhataba
döner ve şimdiki zamana dair bir hakikati hatırlatır. “O işitmekte,
bilmektedir.” O’nun işitmesini ve bilmesini geçmişte kalmış sanma
sakın! O’nun işitmesiyle ve bilmesiyle sınanan sadece Yûsuf değil;
sen de sınanmaktasın, unutma!

2. “Bunun üzerine Rabbi [Yûsuf]un duasına icabet etti ve


o[kadın]ların tuzaklarına karşı [Rabbin] işitir ve bilir [diye bildirerek]
kendisini korudu.” Çünkü Yûsuf da onlar gibi Rabbi işitmiyormuş ve
bilmiyormuş gibi yaşasaydı, onların kurduğu ve aslında Rabbinin
onlara kurduğu tuzağa düşerdi.

3. İkinci cümledeki ‘o’ zamiri Rabbe değil, Yûsuf’a atfen okunabilir:


“Bunun üzerine Rabbi [Yûsuf]un duasına icabet etti ve o[kadın]ların
tuzaklarına karşı kendisini korudu: Çünkü o[Yûsuf, Rabbinin izniyle]
[gerçeği] işitir ve [işin aslını] bilir.” Yani, dünya rüyasına kanmadı
Yûsuf; duymazdan gelmedi gerçeği ve bilmezden gelmedi
sınandığını.
Yûsuf’un ikinci rüyalarının ilk
ikisi

Onunla birlikte iki genç daha zindana girdi. [Bir gün] iki gençten biri
dedi ki: “Kendimi şaraplık üzüm sıkarken gördüm. Diğeri ise, “Ben de
başımın üzerinde ekmek taşıdığımı, kuşların da ondan yediğini
gördüm” dedi. “Bize gördüğümüz [rüyalar]ın aslını haber ver. Biz
görüyoruz ki, sen ‘muhsin’lerdensin [kimselerin görmediğini
görüyorsun].

Rüyada gördüğüne kanarsın. Ne fazlasını ararsın ne ötesini


sorarsın. O hâlde şu dünyada gördüğüne kanarsan rüyadasın.
Rüyada gördüğünle kalırsın. Ne dahasını istersin ne sonrasını
beklersin. Dünyayı buldum diye fazlasını aramazsan, sonrasını
ummazsan rüyada kalırsın. Uyanamazsın. Demek ki, görmelerin
hepsi, görünenin aslını görünceye kadar rüyadır.

‘Zindan arkadaşları’ gördüklerine kanmıyorlar ki aslını soruyorlar.


Gördüklerinin gördüklerinden ibaret olmayacağını biliyorlar ki,
gördüklerinin gösterdiğini merak ediyorlar. Dünya, işte böyle bir
‘zindan’dır. Sen de Yûsuf’la beraber, Yûsuf’a yoldaş olmak üzere
girdin buraya...

Zindan arkadaşları Yûsuf üzerinden sana konuşuyor: “Biz görüyoruz


ki, sen ‘muhsinler’densin. Sen çokları gibi gördüğüne kanmazsın,
çoklarının görmediğini görürsün. Dünyanın arkasını görürsün.
Dünyayı tarla bilirsin, tarlanın yüzüne takılmazsın. Tarladan ahiret
hasadı beklersin. Eşyanın suretine kilitlemezsin bakışlarını, hakikati
gözetirsin. Bulduğundan daha fazlasını umarsın.”
Zindandan Yûsuf’a mektup

Seni şöyle görüyoruz biz ey zamanın Yûsuf’u: sende Yûsuf’lar saklı.


İçinin kuyularındaki “Yâ esefâ”ların elinden tutacak Yâkub’lar
bekliyor. Sızılarının çatlağından bize ballar sızdırmanı umuyoruz.
Çektiğin acıların pınarından bize teselliler içireceksin, biliyoruz.
Sancılarının rahminden müjdeler doğur bize.

Ey Yûsuf, biz sende kimsenin görmediğini görüyoruz. Biz, seni


kimsenin görmediği gibi görüyoruz. Seni kimsenin görmediğini
görenlerden biliyoruz. Herkesin unuttuğunu hatırlayansın sen.
Çoklarının önemsiz bildiğini önemseyensin. Uyuyanların kenara
ittiğini yüreğinin başköşesine koyan. Yûsuf’sun sen.
Muhsinlerdensin.

Bizi bu dünya zindanından çıkaracak bir Yûsuf bakışı sun bize.


Karanlıktan aydınlığa çağır bizi de. Gördüğümüze bırakma bizi.
Bulduğumuza razı etme. ‘İşin aslı’nı söyle...

Allah’tan kaçıramazsın bakışlarını.

Burası zindan. “Kapılar sıkı sıkıya kapalı.”

Sarayda Yûsuf’un üzerine kapılar sıkı sıkıya kapalıydı. Yûsuf’u


Allah’tan kaçırmak için. Zindanda Yûsuf’un üzerine kapılar sıkı sıkıya
kapatıldı. Yûsuf’u Allah’a kaçırmak için.

Bilmez ki Züleyha, Allah’tan kaçırmak istediği Yûsuf Allah’a kaçmayı


diler. “Rabbim” der, “benim için zindan bunların çağırdığı [zina]dan
hayırlıdır.” Görmez ki Züleyha, Yûsuf’u Allah’tan kaçırmak isterken,
kendini Allah’tan kaçırmayı diler. Fakat ‘kapılar sıkı sıkıya kapalıdır.’
Kaçamaz. Züleyha’dır kapıları sıkı sıkıya kapatan, ama kapattığı
kapıları bile görmez. Kapıları kendi gözleri üzerine kapatır. Kapıları
sıkı sıkıya kapalı bir rüyadadır. Kapıları sıkı sıkıya kapattığını
gördüğü bir rüyadadır. Uykudadır.

Kapıları Allah’a kapatan Züleyha da olsan, Allah’tan kaçış yok.


Üzerine kapılar kapalı Yûsuf da olsan, Allah’a kaçış çok.

Sen hangi kapalı kapıların ardında olmak istersin? Allah’tan kaçtığını


sandığın kapıların ardında Züleyha mı? Allah’a kaçtığın kapıların
ardında Yûsuf mu?

Sıkı sıkıya kapalı kapılara güvenip sesini Allah’tan sakladığını


sanabilirsin. Kalın perdelerin arkasına sığınıp bakışını Allah’tan
kaçırdığını sanabilirsin. Kalın duvarlara ve zırhlı kapılara yaslanıp
ölümlülüğünü gözlerden kaçırdığını sanabilirsin. Kabarık hesapların
üzerine oturup Allah’a ihtiyacın kalmadığını sanabilirsin. Çağın
aldırışızlığına kanıp, senin gibi düşünenlerin çokluğuna kanıp,
herkesçe onaylanmana bakıp hayatını Allah’tan kaçırdığını
düşünebilirsin. Ama...

Attığın her adım Allah’a yaklaştırır seni. Kaçtığın bütün köşelerde


Allah bekler seni. Gizlendiğini sandığın perdeler Allah’a açılır.
Vicdanın bulur seni.[28] Yakana yapışır kalbin. Yûsuf gibi.

Kendini Allah’tan kaçırdığını sanıyorsan, Züleyha’sın kendi


karanlığının zindanında. Dört açsan da gözlerini, uykudasın sıkı
sıkıya kapalı göz kapaklarının ardında. Gördüğüne aldanmışsın.
Rüyadasın. Bulduğunla kalmışsın. Uykudasın. Yûsuf zahiren
zindanda, sen sahiden zindandasın.
Demişti Yâkub: “Daha önce atan İbrahim’e nimetini tamamladığı gibi
senin üzerindeki nimeti tamamlayacaktır Rabbin.” İbrahim’e serinlik
ve selamet olduğu gibi ateş, Yûsuf’a özgürlük olur zindan. İbrahim
gül eyler ateşi, Yûsuf özgürlük çıkarır zindandan. Ateş İbrahim’le
denenir. Zindan Yûsuf’la sınanır. “Ey ateş, serin ve selametli ol!”
deyişi gibi, “Ey zindan, geniş ve aydınlık ol!” demiş midir Yûsuf’un
Rabbi? İbrahim hatırına huyunu değiştirdiği gibi ateş, Yûsuf hatırına
zindan da zindan olduğuna utanmış mıdır?

Sen İbrahim olduktan sonra, aldırma, varsın yansın ateş. Sen hele
bir Yûsuf ol; varsın daralsın zindan, kararsın odalar. “Yûsuf
zindandan çıkar mı, çıkmaz mı?” değildir senin davan. “Yûsuf’la
zindan zindanlıktan çıkar mı?” olmalı davan.

Dünyadır aslında senin zindanın... Sınandığın yer. Geri


dönemediğin. Kapıları hepten kapalı. Allah’a dönmekten başka çıkış
yolu bulamadığın. Allah’a kaçıştan başka kurtuluşu olmayan. Yûsuf’a
‘zindan arkadaşı’ olasın diye geldin buraya. Bu zindana
gelmeseydin, nasıl tanışacaktın Yûsuf’la?

Korkma; zindan olmayacak burası sana. Yûsuf’ça güzellerin de


girdiği yer güzeldir elbet; güzele gebedir. Yûsuf’ça bakışların yüzüne
değdiği yer zindan değildir. Bir bakışı bin Yûsuf eden Rabbinin
nazarındasın burada; öyleyse mahpus değilsin asla. Asıl tutsaklar,
Yûsuf’ça bakışlara uzak kalanlardır. Zindan ehli onlardır.

Gördüğünün neyi gösterdiğini sen de merak etmiyor musun? Hâlini


hayra yoracak bir Yûsuf sözlü aramıyor musun? Bir ömrü ‘şaraplık
üzüm sıkarak’ geçiriyorsun. Evet, evet; ‘üzüm sıkıyorsun.’ Sürekli
çalışıyorsun; çabalarının sonucunu hemen alamıyorsun.
Çalışmalarının meyvesiz kaldığını görüyorsun. “Asr’ın seni bir üzüm
gibi sıktığını görmüyor musun? Zaman eritiyor seni, çözüyor. Posanı
bırakıyorsun geriye. Eksiliyorsun günbegün. Ama nereye
birikiyorsun? Eskiyorsun saatin tiktakları arasında. Gözden
düşüyorsun yaşlandıkça. Terk ediyorsun bedenini. Kırışıyorsun
zamanın yüzünde. İyi ama kim değerlendirecek seni? Nereye akıyor
ömrünün kum saati? Hiç endişe etmiyor musun? Hangi terazide ağır
basacaksın? Kaygılanmıyor musun? Kendini şaraplık üzüm sıkarken
gören sen, Yûsuf’ça bakışı yüreğine indiren Rabbine de ki: “Bize
gördüğümüz [rüyalar]ın aslını haber ver.”

“Ve’l asr” diye sesleniyor sana Rabbin. Hüsrandan kurtuluşunu haber


veriyor. Yûsuf’ça bakışları var eden Rabbin, gördüklerini sana tabir
ediyor. Zamanın akışını şahit gösteriyor. Senin görmediğini gören bir
‘muhsin’ olarak, işin aslını haber veriyor. “Tanık olsun ki asr;
hüsrandadır insan...”[29] Asr, yani zamanın geçişi, dünya hayatını
sıkıp posasını bırakır. Canını alır, tenini toprağa bırakır. Asr’a karşı
asl’a tutunmalısın ki, hakikat ‘şarab’ın olsun.

Hâsılasızsa ömrün, ölümün ebedî olur. Meyvesi yoksa hayat


ağacının, mevsim hüsran olur. Her an bir gök ekin gibi biçilmektesin.
Her dakika bir kılıç darbesi olup kesmekte başını. Başucunda
sakladığın taneleri büyüt ki, hasat mevsiminde adın Yûsuf’lar
arasında okunsun. Önemsediğin yüzün posa diye atıldığında,
senden arta kalan öz’ünü hazırla hasat zamanına... “İman edip,
imanınca salih işler yapanlar”dan değilsen, başakların koruk, özün
kof, elin boş, şarabın yok demektir.

Ömrünün astarını ebediyetin kumaşına ilikle ki, ‘ölü’nden diri çıksın.


Ölümün elinden kurtar ûsareni...

Varlığı zamanın potasında üzüm gibi sıkılırken, şarap derdine


düşmeyene “Yâ esefâ...” Ömrü ölümün eşiğine doğru tükenirken, ‘ya
sonra...’ diye kedere düşmeyene “Yâ esefâ...”
Sonsuzluğu satın alacağı biricik sermayesini oyalanmalarda eritirken
telaşa düşmeyene “Yâ esefâ...”

Sevdaların, vedaların duvarına çarpıp tuz buz dağılırken


yazıklanmıyorsun; yazık sana.

Sevdiklerin, her günün akşamı kızılca kıyamet ufuklarda alçalırken


vah etmiyorsun, vah sana.

Emellerin, ecelin eşiğinde tökezleyip düşerken hıçkırıklarını


susturuyorsun, esef sana.

Yüzün aynalarda eksilip solarken cız etmiyor için, kimler âh etsin


sana.

Sonsuzluğa âşık bir sonlusun; feryadın “Yâ esefâ” olmalı senin.


Buradasın, ama burada kalmayacak bir yolcusun; adın “Yûsuf”tur
senin. Bir ağaç gölgesinde kısa bir süre dinlenmeye gelmiş Yolcu’ya
yoldaşsın; yürümeni bekliyor Yûsuf. Sen gölgelere kansan bile,
gölgeler kalmaz sana; uyarıyor seni içindeki çığlık: “Yâ esefâ!”
Burada kalma. Buraya kanma! İbrahim’in sesini duy kalbinde: “Lâ
uhibbu’l afîlîn...” Batan şeyleri, solup gidenleri, senden yüz
çevirenleri sevme. Terk edenlere kalbini bağlama.

Feryadın, adındır senin “Ey Yûsuf!” Sen sussan da, yüreğinde “Yâ
esefâ...”lar çığlık atmakta. Sen azalırken, yüreğinde Yûsuf’lar
yerleşmekte, “Yâ esefâ...”ların çoğalmakta. Sen duymasan da
yüreğin “Yâ esefâ alâ Yûsufâ...” diye seni çağırmakta. “Yâ esefâ...”
diye inleyişin bir “Yûsuf”u doğurmakta. “Yâ esefâ” deyişin, içinin
kuyularındaki Yûsuf’u duyuşundur; unutma... Suskunluklarından “Yâ
esefâ” feryadını çıkar ki, kaderdaşın olsun Yûsuf, teselli sunsun sana
“Yâ esefâ...” Küllendirdiğin “Yâ esefâ...”ları elinde avucunda korlaştır
ki, yoldaşı olasın Mûsa’nın, ateş diye görünsün[30] gözüne “Yâ
esefâ...”
Diğer [zindan arkadaş]ı: “Ben de başımın üzerinde ekmek taşıdığımı,
kuşların da ondan yediğini gördüm” dedi.

Bir ömür, kuşlara yem olacak şeyler taşırsın başında. Başkalarına


yâr olacak şeyleri baş tacı edersin. Toprağa bırakılacak teni,
çürümeye terk edilecek bedeni yük edinirsin kalbine. Bir ömür
kuşlara yem çanağı olacak baş taşırsın omuzların üstünde. Yazık
sana. Başında taşıdığı ekmeği kuşlara yediren sensin. Yazık sana.

Acı kendine, ey Yûsuf’un zindan arkadaşı. Telaşlar var başında.


Kalbin ateşte. Başköşeye oturttukların seni teselli etmiyor. Başında
gezdirdiklerin başını yiyor. Arkasını dönüyor. Terk ediyor. Tükeniyor.
Soluyor. Kuşlara yem oluyor. Kaygılandıkların kaygıya değmiyor.

Asıl, kaygılanmadıklarına kaygılanmadığın için kaygılanman


bekleniyor. Ekmeğin başının üzerinde iken ekmek taşıma
telaşındasın. Rızkın garanti edilmişken rızık koşuşturmacasındasın.
Esef ki; garanti edilmiş rızkın için telaştayken, garanti edilmemiş
akıbetin için telaşsızsın.

Yaşadığın dünya gözünü büyülüyorsa, kork. Aynaya takılmışsın sen.


Gördüğünün hepsini, gördüğünden ibaret sanıyorsan, ufkunu
kapatmış eşya. Güneş’e küsmüşsün sen. Aynada kalmışsın. Düşe
düşeyazmışsın. Doyamayacağın sofralara oturmuşsun. Boş yere
ekmek taşımışsın başında, “Yâ esefâ...”

Korkular ve hüzünler taşıyorsun başında. Ekmeğin başının üzerinde


oldu hep. Fark edemedin. Ekmek kaygısı, ekmeğini huzurla
yemekten alıkoydu seni. Hüzünlerinden ötürü lokmanın tadını
alamadın. Rızık kaygısını baş belan ettin. Kuşlara bıraktın
kaygısızca yemeyi içmeyi. Hâlbuki kuşların ne yarın endişesi oldu ne
düne dair kederi. Sen ise bugünün huzuruna yarınlardan korkular
taşırdın. Bugünün aşına dünden acılar kattın. Sonraların endişesi ve
öncelerin kederiyle şimdi’nin huzurunu dağıttın.“Yarın ne olacağım?”
kaygısı başından hiç eksik olmadı. Geçmişte yitirdiklerinin hüznünü
baş derdin yaptın. Dünün fotoğraflarında sararıp solan yüzünden
gam sıçradı yüreğine. Başında taşıdıkların sana ekmek olmadı.
Kuşlar kadar kaygısız uçamadın, “Yâ esefâ...”

Kanatları sonsuzca açılmak isterdi kalbinin. ‘An’ın parmaklıklarına


takılıp kaldın. Lezzetlerin bittiği yerde elemler tattın. Sonunda
biteceğini bildiğin için her lezzete elemle başladın. Gördüğünle
kaldın sen de. Bulduğuna kandın. Var olduğun yerde yıkıldın. Ayağa
kalktıkça düştün. Sonunun sonsuzluk olduğunu anlayamadın.
Öleceğini bildiğin için her anın eşiğine ölüm ko(r)kusu bulaştırdın.
Hiç olacağına inandığın için Güneşlerini doğmadan batırdın. Kafanda
taşıdıkların yüzünden, kuşlar kadar kaygısız doyamadın. Dünyadan
lezzet almakta kuşlardan geri kaldın. Demek ki, sen olman gereken
yerde olamadın. Ekmeğini ahiretin tarlasında arayacaktın. Öte’sine
göz dikecektin dünyanın. Buraya kandın. Başından aldandın.
Teessüfler sana.

Arkadaşlarının gördüklerini tabir eder Yûsuf. İşin aslını gösterir:


“Gerçek şu ki insanların çoğu şükretmez.”

Zindan arkadaşlarının gördüğü senin dünyada gördüğünün aynısı.


Sıktığın üzümü görüyorsun ama şaraptan habersizsin. Başının
üzerinde ekmek taşıdığını görüyorsun ama yemeğe körsün. Burada,
bu dünyada içtiklerinden ve yediklerinden hazırlanan “öğünün,
[ahirette] önüne gelmeden, sana gördüğünün aslını haber
vereceğim” der Yûsuf.

Söz, Yûsuf’un ağzından söylenmiştir, ama şimdi burada Rabbinin


sözüdür: “Burada önüne konulan öğünlerin arkasını gör. Burada
önüne konulan öğünler, o öğünlerin hakkını verip vermediğini
sınamak içindir. Dünyadaki öğünlerin hakkını verip vermediğine
bakacak Yûsuf nazarlı Rabbin.

Senin görmene göre, Rabbin ahirette öğünler koyacak önüne. Asıl


öğünün ahirette bekliyor seni. Asıl öğünün önüne gelmeden,
buradaki öğünün aslını gör. Gölgelerde ve suretlerde kalma, asıllara
asıl. Yoksa, burada doyup orada aç kalmak var. Burada suya kanıp
orada yana yakıla su aramak var. Önüne konulan dünya sofrasından
ahirette önüne konulacak sofraya lazım olacakları al. Rüyanda
önüne konulan öğünden, uyandıktan sonraki öğününe yiyecek
içecek taşı[r].”[31]

“Dünyadan nasibini unutma...”[32] Ey Yûsuf’un dünya arkadaşı.


Dünyadan nasibin ahirettir. Bitip tükenenlerin yüzünde tebessüm
eden hiç bitip tükenmeyecek Güzel’i görmeye geldin. Terk edip
gidenlerin ardında hiç terk etmeyecek Sevgili’yle tanışmaya geldin.
Önünde akıp giden varlık ırmağının damlacıkları üzerinde parıldayan
Güneş’le tanışmaya geldin. Kaldır başını. Batıp gidenleri sevme.
Terk edip küsenlerin ardına düşme. Sonlu dünyadan sonsuz cennet
çıkarmaya niyetlen. Dünya tarlasına ahiretin hasılası olacak tohumlar
ek. Öğünün bu dünyadır; bu öğünden ebedî öğünler hazırla. Bu
dünyadan bir cennet çıkaramazsan, dünyayı heba edersin. Dünya
sofrasının başına asıl nasibini bilerek otur. İçtiklerine hamd edersen,
içtiklerini cennete taşırsın. Yediklerine şükredersen, yediklerini
sonsuza taşırırsın. Dediğince Yûsuf sözlülerin: “Burada
‘Elhamdülillah’ dersin orada ‘Elhamdülillah’ yersin.” Şükretmezsen,
buradaki sofrayı boşa çıkarırsın, buradakilerle kalırsın. Hamd
üretmezsen, burada suya kandığınla kalırsın. Sana verilenlerden
‘öte’ kalacakları inşa etmezsen, ebedî açlık çekersin, sonsuz
susuzluğa düşersin.

Dedi ki [Yûsuf]: “Rızıklanacağınız öğününüz önünüze gelmeden


önce size tabirini haber vermiş olurum; bu bana Rabbimin
öğrettiğidir.”

Yûsuf’un da uğradığı bu zindandaysan, sıkı sıkıya kapalı kapıları


açacak sırrı fısıldayayım sana: “Bize gördüğümüzün aslını göster ey
Yûsuf bakışlı...” “Bize bu işlerin aslını bildir ey Yûsuf sözlü.” Şöyle
cevap verir Yûsuf’un gözünü, yüzünü, sözünü sana sırdaş eyleyen
Rabbin: “Allah’tan bu dünyadan fazlasını [ahireti] ummayanlarla
yolunu ayır.” Onlar ki, bundan daha fazlasını vereceği konusunda
Allah’a güvenmiyorlar. Önünde bulduklarından daha değerlisini ve
daha kalıcısını bulacaklarına inanmıyorlar. “Nankördür onlar.”
Görmezler. Perdenin ardındaki pencereden habersizler. Gölgenin
ışıktan haber verdiğini bilmezler. Düşte kalırlar. Düşe düşerler.

Farkında değiller; başkaca bel bağladıkları yıkılacak. Başkaca ümit


kaynakları, onları hayal kırıklığına uğratacak. Yaslandıklarının hepsi
devrilecek. Doyduklarını sandıkları sofralardan aç kalkacaklar.
Vaadlerine kandıkları eşya ellerini boş bırakacak.

“Seni başkalarından umdurmayacak, başkalarının önünde


eğdirmeyecek, başkalarının kapısına yollamayacak Bir ve Biricik
Allah’a güvenmen daha makûl değil mi?”[33]

Öğünün önüne gelmeden gördüğünün aslını gör.” Başka seçeneğinin


kalmadığı[nı gördüğün] gün Allah’ı seçersen, bu seçim senin seçimin
olmayacak. Mecbur kalacaksın, seçimin geçerli olmayacak. Biricik
seçeneğin sonunda önüne gelmeden şimdiden seçimini yap. Yûsuf,
asıl seçeneğin önüne gelmeden şimdiki seçeneklerinin doğrusunu
gösteriyor sana.

Görünen o ki yer, içer, tüketir, harcar, eskitir yıpratır insan.


Hesapların hepsi yeme içme üzerine yapılır. Doyanlar kendilerini
kârda görür. Başkalarının aç kalmasına göz yumabilir. Çoğalttıkça
kazandıklarına inanırlar. Aç bıraktıklarının kaybettiğini sanırlar. Az
almaktan, azalmaktan ölesiye korkarlar. Öyle görünür onlara. İşin
aslı bu değildir oysa. Uyanamazlar. Hesaplarını görünenler üzerine
yapanlar aldanırlar. Elleri boş kalır, hüsrana uğrarlar. Rüyadadırlar.

İşin içinde iş var. Aldığını hak etmelidir insan. Azalttığını çok etmeli.
Verilene değer katmalı. Şükretmeli. Ama çoğu şükretmez insanların.
Çoğu kez şükretmez insanlar. Çoğu çoğu kez şükretse de insanların,
o şükür, verilenler yanında az kalır. Aldığını hak eden hep azdır.
Kendisi uğrunda harcananı verimli kılan nadirattandır. Verileni zayi
etmeyip azami ürüne çeviren, azlar arasındadır.

Ey dünya sofrasına Yûsuf’la beraber çağrılan arkadaşım, ne kadar


çok şükredersen et, şükrün hakkını vermekten geri kalmaktasın.
Yetişemezsin sana verilenin hakkını vermeye. Yazık sana. “Yâ
esefâ...” Adını bir de sana verilenlerin hakkını veremeyişine esef
diye/rek anla: “Yâ esefâ alâ Yûsufâ...”

Üzümden fazlasıdır şarap. Şaraplık üzüm sıkıyorsan, yediğinden


şükür çıkarıyorsun demektir. Tükettiklerinden hamd üretiyorsun.
D/işlerinin arasında öğüttüğün rızıklardan daha değerlisini
çıkarıyorsun. Hayranlıklar üretiyor aklın. Takdirler, tesbihler,
tahmidler çoğalıyor seninle. Harcadığından daha değerlisini inşa
ediyorsun. Aldığından fazlasını veriyorsun. Şükür ehlisin ki, sana
gelen sende diriliyor. Ağzında öğüttüklerin ebedî öğünlere
dönüşüyor. Göğe bakıyorsun hayretle; bakışın ebedî göğe
dönüşüyor. Su içiyorsun minnetle, minnetin ebedî pınarlara kaynak
oluyor. Kendinden fazla ediyorsun, hamd ederek. Olduğundan
dahası oluyorsun hayranlığını ifade ederek. Hamd ettiğine göre, sen
ebedî diri olacaksın. Hayranlığını dillendirdiğine göre, sen sonsuz
hayranlıklar yaşayacağın bir cennete alınacaksın. “Sonunda [sen]
Efendine şarap sunma işini sürdürecek[sin].” Üzümü sıkıp şükür
çıkarmaya devam edeceksin. Cennet sofrasına oturtulacaksın.
“Rabbinin nimetlerini andıkça an!”acaksın.[34]

Başının üzerinde kuşlar ekmek yiyorsa, görünen o ki, kafanı ekmek


çanağına çevirmişsin. Hak etmeyen yerlere baş koyuyorsun. Verimli
kullanmıyorsun kafanı. Değersizleştiriyorsun başının üzerindekileri.
Sana verilen en değerli rızkı, aklını, israf ediyorsun. Tanıklıklarından
hayret çıkmıyor. Çöpe atıyorsun bakışını. Kalbin minnet ve şükür
üretmiyor. Taş taşıyorsun göğsünde. Dilinden, dudağından,
gırtlağından şükür ve minnet sesleri çıkmıyor. Boşa açıyorsun ağzını.
Nefesine sıcacık hamdler, tesbihler dolanmıyor. Boşa harcıyorsun
nefesini. Şahit olduğun kâinatı takdir etmiyorsun. Gözünün önündeki
güzelliklere tepki vermiyorsun. Boş yere duruyorsun bu sanat
galerisinde. Ömrünün hasılası, kuşların ekmek çanağı kuru kafadan
ibaret kalıyor.

“Yâ esefâ...”

Sen kafanı ekmek taşımakta kullanıyorsun. İşe yaramakta, kuşlardan


geri kalıyorsun. Sana gelen sende değerini yitiriyor. Kendini
değersizleştiriyorsun. Seni görür ve işitir eyleyenin senden umudunu
boşa çıkarıyorsun. Sana bir dil, iki dudak bahşedenin emeğini zayi
ediyorsun. Bir kan pıhtısı, bir çiğnemlik et olduğun hâlde, seni
sanatının takdir edicisi olarak seçen Usta’nın senden beklediğini
yerine getirmiyorsun. Kendini gereksiz kılıyorsun. Adını lüzumsuza
çıkarıyorsun. Başköşeye oturtulduğun varlık sofrasından kendini
kovuyorsun. Kendine yazık ediyorsun: “Yâ esefâ...” “İşte [sen]
asılacaksın...”

Senden geriye kuşların ekmek yiyeceği, ekmeği edeceği kafatası


kalacak. Asıl öğünün böyle olacak. Asıl öğünün önüne gelmeden işin
aslını görmeni istiyor Rabbin... Uyan!
Ve [Yûsuf] kurtulacağına inandığı[arkadaşı]na dedi ki: “Efendinin
yanında beni an!” Unutturdu şeytan ona Efendisini[n yanında]
anmayı.

Yûsuf’un gördüğü rüyayı babasına anlatışını hatırla. Uyanmıştı


Yûsuf. Ama Yâkub, uyanık Yûsuf’u bir daha uyarmıştı: “Gördüğünü
kardeşlerine anlatma...” Yûsuf’un uyanıklığı, Yâkub’un baktığı yerden
bakınca bir uykudur. Rüyadan uyanır Yûsuf ama rüyayı kardeşlerine
anlatmaması gerektiği gerçeğine uyanamaz. Bu yüzden Yûsuf’un
rüyasının başucunda bir Yâkub uyanıklığı bekler. Yûsuf uyanıklığının
üstünde bir Yâkub uyanıklığı vardır.

Bak ki, artık Yûsuf başkalarının rüyalarının başında bekleyen Yâkub


rolünde... Zindan arkadaşları gördüğü ile kalmışken, gördüklerinin
gösterdiğini gösteriyor Yûsuf. Rüyadan uyanan arkadaşlarının
uyuduğunu fark ediyor. Demek ki, zindan arkadaşlarının
uyanıklığının üstünde bir Yûsuf uyanıklığı var. Sen de artık kendini
uyanık bilenlerin üstünde bir uyanıklık umudu olmalısın. Kendini
uyanık bilen sen de, senin üstündeki bir uyanıklığa umutlanmalısın.

Peki ya Yûsuf’un uyanıklığının üstünde bir uyanıklık yok mudur? Hiç


olmaz mı? Yûsuf uyanıklığını da rüya diye gören bir uyanıklık var
elbet. Bak ki, Yûsuf kurtulacağına inandığı arkadaşından sarayda
kendini hatırlamasını istiyor. Kurtulacağını gördüğü arkadaşına
kurtuluşunu bağlayan Yûsuf uyanıklığı da bir uykudur aslında.

Yûsuf, arkadaşına göre uyanık ama kendini uyanık sandığı bir


uykuda.

“Efendinin yanında beni an!” diye uyaran Yûsuf, aslında


uyumaktadır.

“Efendi’nin yanında beni an!” diyen Yûsuf, Efendisi’nin yanında


olduğunu unutmaktadır.
Rabbinin yanında Rabbini anmayı unutmak, Rabbince anıldığını
unutmak, ne derin bir uykudur.

Uyuyor Yûsuf. Uykuda yakalanıyor. Arkadaşından unutmamasını


istediğini, en başında Yûsuf unutuyor.[35]

Rabbinin katında hep hatırlı olduğunu unutup başkalarının yanında


arıyorsun hatırını. Uykudasın. Seni saraya lâyık gören ‘Aziz’ Rabbini
unutup, seni dindanda unutanların gözünde kıymet arıyorsun. Yazık
ediyorsun. Tuzağın tanesini görüyorsun, ama seni tuzağına lâyık
gören, kolunda şahin diye gezdirecek Padişah’ı görmüyorsun. Ne
esef!

Adın yine feryadın oluyor ey Yûsuf. “Yâ esefâ alâ Yûsufâ”


hayıflanmasını giyiniyorsun. Yûsuf uykusuna yatıyorsun. “Yâ esefâ”
kuytusuna düşüyorsun. Zindanını kendin örüyorsun.

Yûsuf biraz daha zindanda kaldı.

Yûsuf’a “Yâ esefâ!” feryadı kaldı.

Yûsuf’un fer/yadı zindana yazıldı.

“Yâ esefâ alâ Yûsufâ...”

Hatırının Rabbince sayıldığını unutursan dünya sürgünü uzar. Yeni


sürgünler boy verir kör budaklarından. Dünya kuyusuna indirilişini,
Rabbinin seni unutuşu sanırsan, kuyun körleşir. Rabbinin yanında
anıldığını unutursan bu zindanda, zulmetin koyulaşır. Yeni zindanlar
doğurur zindanın.
Sıkı sıkıya kapalı bu kapılar ardında bekleyişini Rabbinin seni terk
edişi sandıysan, kapılar iyice kapanır. Sonlu sürgünün sonsuzlaşır.
Asıl hapis, kendini Rabbinden uzak saymandır. Asıl zifir
unutulduğuna inanmandır. Biricik zindanın Rabbini sana uzak
sanmandır. Rabbinin seni gördüğünü görmezsen, gördüğüne
aldanırsın. Zindan kapıları açılsa da zindanda kalırsın. İşte o vakit,
uyuduğunu unutan, uyanmaya utanan bir uykuda yakalarlar seni...

Hayra yorulmazsın.

“Uyuduğunu unuttuğun uykundan uyandığın bu sabah berraklığı


şahit olsun ki adını anamadığın, sevildiğini bilemediğin,
sevdiklerinden uzağa düştüğün, uykuda geçirdiğin bu gece derinliği
şahit olsun ki Rabbin seni ne terk etti ne darıldı sana. Bundan
sonrası senin için bundan öncesinden hayırlı olacak. Verecek Rabbin
sana, sen de razı olacaksın.”[36]

Zindana zindanda kalmaya gelmedin Yûsuf ey. Zindana adam


olmaya geldin. Zindana adamlık sunmaya geldin. Zindanı adam
etmeye geldin. Uyanacaksın bu zindan rüyasından... Bu dünya
yetimliğinden çekip çıkarılacaksın, cennette barındırılacaksın. Şaşkın
kaldığın bu karanlıktan alınıp yola konulacaksın. Zelil olduğun
kapıların ardından alınıp aziz yapılacaksın. Öyleyse sen de içinde
“Yûsuf’um, ah, Yûsuf’um” diye ağlayan yetim yanını kuyulara itip,
dünyaya kandırma. Sana “Yâ esefâ...” feryadıyla yol soran kalbini
karanlığa terk edip yüz üstü bırakma. Düştün ya dünyaya,
kalkacaksın. Düştün ya dünyada: uyanacaksın. Uyanıklık olacaksın.
Öyle ki, sana verilenleri bir bir sayacaksın.[37] Sakın, yok sayma!

Düşün içine düşmektir asıl düşüş.


“Yapraklar düşmede, bilinmez nerden

Gök kubbede uzak bahçeler bozulmuş sanki

Yapraklar düşmede gönülsüz

Ve geceler ağır dünyamız kopmuş gibi yıldızlardan

Kaymada yalnızlığa

Hepimiz düşmedeyiz, şu gördüğün el düşüyor

Nereye baksan hep o düşüş

Ama Biri var ki, bu düşenleri tutuyor

Yumuşak ve sonsuz.”[38]

Seni bu düşüşe bırakan, tutmak için düşürmektedir elbette.


Düştüğün yerden seni kaldırmak O’na düşer. Yeter ki, düştüğünü bil
sen. Yeter ki düşmediğini sandığın bir düşe düşmüş olma. Sakın!

Görmüyor musun; nereye baksan o düşüş. En çok yerden kalkmak


için dayandığın el düşüyor. En başta, seni yerden kaldıracaklara
uzatacağın elin yana düşüyor. Düşmeyeyim diye elde avuçta olanı
tuttuğun avuçların dökülüyor. Aynaların gözünden düşmeme
telaşıyla el üstünde tuttuğun gençliğin düş oluyor. Düşkünlerden
olmayayım diye ellerinle yığdığın, üst üste koyduğun servetinin
değeri düşüyor. Düşmekten korktuğun unutuş uçurumlarına karşı
tutunduğun itibarın gözden düşüyor. Elden düşme şeyleri düşürmeye
çalışıyorsun eline. Ama senin ellerin de elinden düşüyor. Elden ne
gelir; düşüyorsun! Düş/üş budur işte!
Uyanıklık sandığın bu hayatın bir zamanlar başkalarının düşü
olacağını bile bile gözü açık geçiniyorsun. Bugünü, yarının eşiğine
ölü bir dün olarak düşeceğini bile bile ayakta karşılıyorsun. Sabahını
akşam etmeye çalıştığın her ‘bugün’ün ömrün defterinden
düşüleceğini göre göre yaşıyorsun. Dokunulmaz bildiğin bedenini
terk edeceğini bile bile besliyorsun. Çizikleri yaklaştıramadığın
teninin günbegün toprağa düşeyazdığını bile bile gülüyorsun. Her
şeyin üzerinde tuttuğun, vazgeçilmezin bellediğin ‘ben’inin bir gün
nüfustan düşüleceğini bildiğin hâlde, düşlere düşüyorsun.
Unutuyorsun. Düştüğünle kalıyorsun.

Dibine doğru hızla düştüğü kuyunun duvarlarındaki süslemelerle


oyalanan aymazlar gibiyiz sen ve ben. Düşüyor olduğunu en
sonunda dibe vurduğunda anlayacak ‘uyur-düşer’leriz. Yûsuf’un
uzayan zindanının kısa yoldan söylenişi bu: “Düştüğün Yerden
Kalkacaksın.”[39] Zindanın Yûsuf’u, Yûsuf’lara dünyayı zindan
edenlere sesleniyor: “Yâ esefâ...” “Yazık Yûsuf’lara...”

Yûsuf’un adı, “Yâ esefâ!” feryadı, düşenlerin kalbine umut tohumları


düşürüyor. Sen de Yûsuf’un feryadını düşür yüreğine... Kendi
derdine düş ki, eseflerin ayağa kaldırsın düşlerini düştükleri yerden...
“Yazık bana...” hayıflanmasını Yûsuf’tan bin kat daha çok hak ettiğini
gör ki, düştüğünü bilemeyen, dünyadan nasibine aldatıcı ‘düş’ler
düşmüş uyurların yüzüne serin meltemler düşsün nefesinden.

Yüz üstü düşmüş umutları varlığın en sahih yağmuruyla, rahmet-i


İlahî soluğuyla ayağa kaldır. Meğer biz hata ile düştüğümüz
dünyadan özrümüzle kalkabilirmişiz. Dünyadan cennet inşa edecek
bir ‘kalfa’ olarak tayin edildiğimizi bilirsek, bu iniş bir düşüş değil bir
ödül olabilirmiş. Kayarak düştüğümüz sırata, pişmanlığımıza
tutunarak yeniden tutunabilirmişiz. Ellerimizi gevşettiğimiz için
koptuğumuz Allah’ın ipine, yine O’nun rahmetinden ümitlenerek
sımsıkı sarılabilirmişiz. Pişmanlıkla düşürdüğümüz her gözyaşı, hiç
şüphesiz gözünden düştüğümüz kutsilerin makamına yeniden
yükseltebilirmiş bizi. Sözü düştüğü yerden, medeniyeti
sukûtun/düşüşün diplerinden, insanı gövdenin esaretinden, şefkati
şehvetin pençelerinden tutup kaldırabilirmişiz meğer. Dua eder ve
yükselirmişiz yeniden. Gözümüzün demir perdelerini aralar, merak
ve hayretin verimli bahçesine uyanabilirsek eğer, ülfeti kırıp hayreti
kuşanabilirsek eğer, hayata bir çocuğun kalbinden bakabilirsek eğer,
kalkabilirmişiz yine. Düştüğünü bilmek, nereden düştüğünü bilmek,
kalkabilmenin ilk hamlesi Yûsuf’un gözünde.

Düşmek deyince internet bağlantısının kopmasını, yükselmek


deyince dolar kurunun fırlamasını anlıyorsun sen, ey zamane. Başka
türlü olabileceğini gösteriyor Yûsuf sana. Sen üzümünden şarap um.
Tohum diye düştüğün dünya tarlasından hasat bekle. Gölge
düşmüşse nasibine, sen Güneş topla. Gel, hadi, bir ince derde düş.
Düştüğün dert, gerçek kılsın düşlerini. Dediğince şairin: “Düşmek hiç
ayıp değil kalkmasını bil. Ve acele et önce, şu gözyaşını sil.”

Rabbinin yanında andığı Yûsuf’a de ki: “Rabbinin yanında an beni!”

Rabbini yanında andığın Yûsuf’a de ki: “Rabbinin yanında an beni!”

Rabbinin yanında, andığın Yûsuf’a de ki: “Rabbinin yanında an


beni!”

Der ki Mekke’nin Yûsuf’u: “Hayrı Yûsuf yüzlüler yanında ara...”

Yûsuf görmüş bu dünyanın yüzünde kalma; daha fazlasını iste.


Yûsuf sözlerini ilk duyan, ilk duyuran Mekke’li Yûsuf’un [a.s.m.]
yanında açılır bahtın. Yûsuf’un sözünü s/özü eden Kitab’ın Yûsuf
yüzünde okunur alın yazın. Şimdi Yûsuf sözünün yanağına koy
dudağını da hayrı bekle. Şimdi, Yûsuf’un zindan arkadaşına dediği
söz, Yûsuf’un dudağından sana söyleniyor, dinle: “Rabbinin yanında
beni an...” Yûsuf’un yanında durarak, Yûsuf’u anarak iste
Rabbinden. Nasibinde senin de bir Yûsuf güzelliği vardır elbet.

Uyan!

Sensin, bir ömrü şaraplık üzüm diye sıkan zindan ehli... Sensin
Efendisine şarap sunma işini sürdürecek talihli. Sensin Yûsuf’un
zindandan saraya gönderdiği... Sensin Yûsuf’un “Efendinin yanında
beni an!” dediği. Der ki Yûsuf sana, şimdi bu satırları okuyuşun da
“Rabbinin yanında beni an!”ışın değil mi?

[28] ‘Vecede’ kökünden gelen ‘vicdan’ kelimesi, bulmak ve bulunmak


anlamlarına gelir. Vicdanıyla buluşan insan kendini bulur. Vicdan,
kendini kaybedenlerin aranacağı yerdir. Vicdanı ölmemişse insanın,
her şeyi kaybettiğinde, yükleri üzerinden attığında kendini vicdanıyla
baş başa bulur. Bu da Bünyamin’in çuvalı boşaltıldığında çıkan
‘saraylı kaba/kalb’e denk gelir. İnsan, unuttuğu vicdanını
hatırladığında sarayda alıkonulur, ‘saraylı’ olur, içinin cennetiyle
buluşur.

[29] Zamanın geçişini ifade eden ‘asr’ kelimesi, “sıkıp suyunu/özünü


çıkarıp posasını atmak” anlamından kök alır. Meyve özütlerinin adı
bu yüzden ‘usare’dir. Meyve özleri, ‘asr’ eyleminin, yani sıkmanın
hasılasıdır. İkindi vaktine ‘asr’ denmesinin sebebi de gündüzün
hasılat vakti sayılmasındandır. ‘Hesap günü’ diye de yorumlanan
‘asr’ ömrün hasılat vaktidir. Zindan arkadaşının kendini şaraplık
üzüm sıkarken görmesi, dünya hayatının özetidir, usare fotoğrafıdır.
Bir ömür sıkılıyoruz; ta ki posamız toprağa verilirken usaremiz
ahirete aksın.

[30] Musa’nın [a.s.] Tûva vadisindeki ümidinin sesidir “ânestü nâra...”


“Bir ateş görüyorum uzakta...” [TâHâ, 10. ayet] Anne bûsesi gibi
sıcak bu Mûsa sesini, “ânestü nâra” diye ortak sesimiz eyleyen şair
Şükrü Karaca’ya rahmet duasıyla.

[31] Kasas sûresi, 77. ayetin anlam eksenini izleyen cümleler: “Al­-
lah’ın [burada] sana verdiklerinden öte yurd[a lazım olacaklar]ı ara.
Dünyadan nasibini unutma...”

[32] Kasas sûresi, 77: Bu ayetin iki cümlesi arasına ‘ama’ bağlacı
koyarak anlayanlar da var: “Allah’ın [burada] sana verdiklerinden öte
yurda lazım olacakları ara ama dünyadan da nasibini unutma.” Ama
bu ‘ama’ya da bir ‘ama’ gerek. Bu ‘ama’ bağlacı, ‘dün­ya’yı önceleyen
bir bilinçaltını ele veriyor. Oysa ikinci cümle birinci cümlenin işaret
ettiği anlamı kayıt altına almaz, açar. “ Al­lah’ın [burada] sana
verdiklerinden öte yurda lazım olacakları ara ki, dünyadan nasibini
unutma.” Allah’ın verdiklerinden öte yurda lazım olacakları
aramaktan dünyayı unutan mı var ki, Allah dünyadan nasip almayı
unutanları uyarsın?

[33] Sûre’nin 39. ayetinde Yûsuf’un ağzından Rabbimizin hatırlattığı


‘Vahid-i Kahhar’ esmâsı, Allah’ın hem bir, hem de kahredici olduğu
şeklinde anlaşılır. Kanaatimce, ‘Vahid-i Kahhar’ tamlamasın­da,
‘Kahhar’ı Vahid’i tanımlayan sıfat olarak da okuyabiliriz. Al­lah’ın Bir
oluşu gerçeği, öylesine kesindir ki, başka ihtimalleri siler süpürür.
Öylesine Bir ve Biriciktir ki Allah, Allah’ın yanında bir de başkalarının
olabileceği zanlarının hepsini kahreder, yok eder. Bir ve biricik oluş
gerçeği, başka türlü zanları kahredici/yok edici bir gerçek olarak
ortaya çıkar. Bir oluş gerçeği, öbür seçenekleri kah­redip perdesiz
ortaya çıkınca, gözler ‘başka’ diye bir şey görmez. Kulaklar ‘başka’
sesler işitmez. Kalpler Allah’tan başkasını ara­yamaz.

Şu an da geçerli olan bu kahredici, inkâr edilmez, karşı konulmaz


gerçek, sırf perdelerden ötürü öyle değilmiş gibi gelir bize. “Allah
vardır” diyorsak, ‘vardır’ kelimesini başkaları için kullanmak
geçersizleşir. Çünkü hiçbir şey Allah gibi var değildir. Var’ı Var
edene, var demeyi Var Eden’e, var edilenleri Var Eden’in gerçekliğini
‘var’ kelimesiyle anlatıyorsak, var edilenlerin gerçekliğine başka bir
kelime bulmamız gerek. En doğrusu, “Allah haktır” demek. ‘Var’
kelimesi, Hakkın var olmalarını hak gördüğü için var olabilen var
edilmişlere ayrılsın.

[34] Duhâ sûresi, 11. ayet: Rabbinin nimetlerini andıkça anan,


kendisini de, Rabbini andıkça anan bir ‘nimet’ eyler. Rabbini andıkça
anan, Rabbinin andıkça andığı bir ‘nimet’ olur. Rabbini andıkça,
Rabbini daha çok anan ve Rabbince daha çok anılan bir nimete
dönüşenin ‘andıkça anmak’tır güzelliği. Böyle birinin andıkça
anmaları, kendisinin nimet oluşunu anmaya bile yetişmez. Hep az
kalır. Anacağı nimet sürekli çoğalır, kıymetlenir. Anışı ise geri kalır,
Rabbimizi anmanın hakkını vermek için ‘sonsuz zaman’a ihtiyacımız
var. Bu yüzdendir sonsuzluğa aday kılınışımız.

Ver ya Rabbi... Sonumuzu sonsuzluğa bitiştir, bu sonluluktan


nasibimizi sonsuzluk eyle ey Rahmân, ey Rahîm...

[35] Dedi ki: “Efendinin yanında beni an!” Ama unutturdu şeytan ona
Efendisini[n yanında] anmayı. İkinci cümlede şeytanın anmayı
unutturduğu ‘o’ zamiri hem zindan arkadaşına hem de Yûsuf’a dönük
olmalı. Ayetin akışı bize bu cümleyi en az iki türlü kurma izni veriyor:
1. “Unutturdu şeytan o[zindan arkadaşı]na Efendisinin yanında onu
[Yûsuf’u] anmayı.” 2. “Unutturdu o[Yûsuf’a] Efendisini anmayı.” Her
iki anlam hem birbirinin yerine geçebilir niteliktedir hem de birbirini
sonuç verecek gerekçeleri söylemektedir. Yûsuf, nasıl arkadaşının
kralın huzurunda olacak olmasıyla Rabbini anmayı unuttuysa,
arkadaşı da Kral’ın huzurunda olunca Yûsuf’u unuttu. Ettiğinin
karşılığını gördü Yûsuf. Yûsuf’un, Rabbinin hep yanında olduğunu
unutması nasıl bir uykuysa, Rabbinin yanında değil de başkalarının
yanında anılmayı umması ne kadar gafletse, zindan arkadaşının
başkalarının yanında iken Yûsuf’u unutması da, Yûsuf’un hatırını
saymaması da öyle bir uyku, öyle bir gaflettir. Kendi ettiğini
arkadaşının aynasında gördü Yûsuf.

[36] Duhâ sûresini, dünyaya düştüğüne yanan, dünyanın yüzüne ka­-


nan, terk edildiğini sanan, küsüldüğüne inanan ‘insan’ın hüznü­ne
eğilen bir çağrı olarak d/okumalıyız yüreğimize... Dünya zindanında
gecelerken, Efendisinin katında anılmadığını sanan mahzunlara
tesellidir Duhâ. Günaha kayıp, hataya düşüp bağışlanma ümidini
yitirmiş mahcuplara müjdedir Duhâ. Ölümün kışında, kemikleri kuru
dallara dönecek, canı soğuyacak, unutulu­şun zemherisinde
üşüyecek ölümlülere bahar haberidir Duhâ.

[37] Duhâ sûresinin ikinci yarısı ekseninde akan sözler...

[38] Dünyaya düş diye düşmüşlerden biri. Düşüne şiir diye notlar
düşürmüş. Rainer Maria Rilke, düşüşün düşünü tatlı bir dürtüşle
yırtıyor.

[39] Kendine ad diye Yûsuf’u seçen dostum Yûsuf Özkan


Özburun’un kitabının adı. Düşe düşmüşleri uyandırıyor, düş
düşkünlerinin elinden tutuyor. (Düştüğün Yerden Kalkacaksın)

Senin görmene göre, Rabbin ahirette öğünler koyacak önüne. Asıl


öğünün ahirette bekliyor seni. Asıl öğünün önüne gelmeden,
buradaki öğünün aslını gör. Gölgelerde ve suretlerde kalma, asıllara
asıl. Yoksa, burada doyup orada aç kalmak var. Burada suya kanıp
orada yana yakıla su aramak var. Önüne konulan dünya sofrasından
ahirette önüne konulacak sofraya lazım olacakları al. Rüyanda
önüne konulan öğünden, uyandıktan sonraki öğününe yiyecek
içecek taşı[r].”[31]

Feryadın, adındır senin “Ey Yûsuf!” Sen sussan da, yüreğinde “Yâ
esefâ...”lar çığlık atmakta. Sen azalırken, yüreğinde Yûsuf’lar
yerleşmekte, “Yâ esefâ...”ların çoğalmakta. Sen duymasan da
yüreğin “Yâ esefâ alâ Yûsufâ...” diye seni çağırmakta. “Yâ esefâ...”
diye inleyişin bir “Yûsuf”u doğurmakta. “Yâ esefâ” deyişin, içinin
kuyularındaki Yûsuf’u duyuşundur; unutma... Suskunluklarından “Yâ
esefâ” feryadını çıkar ki, kaderdaşın olsun Yûsuf, teselli sunsun sana
“Yâ esefâ...” Küllendirdiğin “Yâ esefâ...”ları elinde avucunda korlaştır
ki, yoldaşı olasın Mûsa’nın, ateş diye görünsün[30] gözüne “Yâ
esefâ...”

Yumuşak ve sonsuz.”[38]
“Dünyadan nasibini unutma...”[32] Ey Yûsuf’un dünya arkadaşı.
Dünyadan nasibin ahirettir. Bitip tükenenlerin yüzünde tebessüm
eden hiç bitip tükenmeyecek Güzel’i görmeye geldin. Terk edip
gidenlerin ardında hiç terk etmeyecek Sevgili’yle tanışmaya geldin.
Önünde akıp giden varlık ırmağının damlacıkları üzerinde parıldayan
Güneş’le tanışmaya geldin. Kaldır başını. Batıp gidenleri sevme.
Terk edip küsenlerin ardına düşme. Sonlu dünyadan sonsuz cennet
çıkarmaya niyetlen. Dünya tarlasına ahiretin hasılası olacak tohumlar
ek. Öğünün bu dünyadır; bu öğünden ebedî öğünler hazırla. Bu
dünyadan bir cennet çıkaramazsan, dünyayı heba edersin. Dünya
sofrasının başına asıl nasibini bilerek otur. İçtiklerine hamd edersen,
içtiklerini cennete taşırsın. Yediklerine şükredersen, yediklerini
sonsuza taşırırsın. Dediğince Yûsuf sözlülerin: “Burada
‘Elhamdülillah’ dersin orada ‘Elhamdülillah’ yersin.” Şükretmezsen,
buradaki sofrayı boşa çıkarırsın, buradakilerle kalırsın. Hamd
üretmezsen, burada suya kandığınla kalırsın. Sana verilenlerden
‘öte’ kalacakları inşa etmezsen, ebedî açlık çekersin, sonsuz
susuzluğa düşersin.

[36] Duhâ sûresini, dünyaya düştüğüne yanan, dünyanın yüzüne ka­-


nan, terk edildiğini sanan, küsüldüğüne inanan ‘insan’ın hüznü­ne
eğilen bir çağrı olarak d/okumalıyız yüreğimize... Dünya zindanında
gecelerken, Efendisinin katında anılmadığını sanan mahzunlara
tesellidir Duhâ. Günaha kayıp, hataya düşüp bağışlanma ümidini
yitirmiş mahcuplara müjdedir Duhâ. Ölümün kışında, kemikleri kuru
dallara dönecek, canı soğuyacak, unutulu­şun zemherisinde
üşüyecek ölümlülere bahar haberidir Duhâ.

[35] Dedi ki: “Efendinin yanında beni an!” Ama unutturdu şeytan ona
Efendisini[n yanında] anmayı. İkinci cümlede şeytanın anmayı
unutturduğu ‘o’ zamiri hem zindan arkadaşına hem de Yûsuf’a dönük
olmalı. Ayetin akışı bize bu cümleyi en az iki türlü kurma izni veriyor:
1. “Unutturdu şeytan o[zindan arkadaşı]na Efendisinin yanında onu
[Yûsuf’u] anmayı.” 2. “Unutturdu o[Yûsuf’a] Efendisini anmayı.” Her
iki anlam hem birbirinin yerine geçebilir niteliktedir hem de birbirini
sonuç verecek gerekçeleri söylemektedir. Yûsuf, nasıl arkadaşının
kralın huzurunda olacak olmasıyla Rabbini anmayı unuttuysa,
arkadaşı da Kral’ın huzurunda olunca Yûsuf’u unuttu. Ettiğinin
karşılığını gördü Yûsuf. Yûsuf’un, Rabbinin hep yanında olduğunu
unutması nasıl bir uykuysa, Rabbinin yanında değil de başkalarının
yanında anılmayı umması ne kadar gafletse, zindan arkadaşının
başkalarının yanında iken Yûsuf’u unutması da, Yûsuf’un hatırını
saymaması da öyle bir uyku, öyle bir gaflettir. Kendi ettiğini
arkadaşının aynasında gördü Yûsuf.

Üzümden fazlasıdır şarap. Şaraplık üzüm sıkıyorsan, yediğinden


şükür çıkarıyorsun demektir. Tükettiklerinden hamd üretiyorsun.
D/işlerinin arasında öğüttüğün rızıklardan daha değerlisini
çıkarıyorsun. Hayranlıklar üretiyor aklın. Takdirler, tesbihler,
tahmidler çoğalıyor seninle. Harcadığından daha değerlisini inşa
ediyorsun. Aldığından fazlasını veriyorsun. Şükür ehlisin ki, sana
gelen sende diriliyor. Ağzında öğüttüklerin ebedî öğünlere
dönüşüyor. Göğe bakıyorsun hayretle; bakışın ebedî göğe
dönüşüyor. Su içiyorsun minnetle, minnetin ebedî pınarlara kaynak
oluyor. Kendinden fazla ediyorsun, hamd ederek. Olduğundan
dahası oluyorsun hayranlığını ifade ederek. Hamd ettiğine göre, sen
ebedî diri olacaksın. Hayranlığını dillendirdiğine göre, sen sonsuz
hayranlıklar yaşayacağın bir cennete alınacaksın. “Sonunda [sen]
Efendine şarap sunma işini sürdürecek[sin].” Üzümü sıkıp şükür
çıkarmaya devam edeceksin. Cennet sofrasına oturtulacaksın.
“Rabbinin nimetlerini andıkça an!”acaksın.[34]

[34] Duhâ sûresi, 11. ayet: Rabbinin nimetlerini andıkça anan,


kendisini de, Rabbini andıkça anan bir ‘nimet’ eyler. Rabbini andıkça
anan, Rabbinin andıkça andığı bir ‘nimet’ olur. Rabbini andıkça,
Rabbini daha çok anan ve Rabbince daha çok anılan bir nimete
dönüşenin ‘andıkça anmak’tır güzelliği. Böyle birinin andıkça
anmaları, kendisinin nimet oluşunu anmaya bile yetişmez. Hep az
kalır. Anacağı nimet sürekli çoğalır, kıymetlenir. Anışı ise geri kalır,
Rabbimizi anmanın hakkını vermek için ‘sonsuz zaman’a ihtiyacımız
var. Bu yüzdendir sonsuzluğa aday kılınışımız.

Ver ya Rabbi... Sonumuzu sonsuzluğa bitiştir, bu sonluluktan


nasibimizi sonsuzluk eyle ey Rahmân, ey Rahîm...
[33] Sûre’nin 39. ayetinde Yûsuf’un ağzından Rabbimizin hatırlattığı
‘Vahid-i Kahhar’ esmâsı, Allah’ın hem bir, hem de kahredici olduğu
şeklinde anlaşılır. Kanaatimce, ‘Vahid-i Kahhar’ tamlamasın­da,
‘Kahhar’ı Vahid’i tanımlayan sıfat olarak da okuyabiliriz. Al­lah’ın Bir
oluşu gerçeği, öylesine kesindir ki, başka ihtimalleri siler süpürür.
Öylesine Bir ve Biriciktir ki Allah, Allah’ın yanında bir de başkalarının
olabileceği zanlarının hepsini kahreder, yok eder. Bir ve biricik oluş
gerçeği, başka türlü zanları kahredici/yok edici bir gerçek olarak
ortaya çıkar. Bir oluş gerçeği, öbür seçenekleri kah­redip perdesiz
ortaya çıkınca, gözler ‘başka’ diye bir şey görmez. Kulaklar ‘başka’
sesler işitmez. Kalpler Allah’tan başkasını ara­yamaz.

Şu an da geçerli olan bu kahredici, inkâr edilmez, karşı konulmaz


gerçek, sırf perdelerden ötürü öyle değilmiş gibi gelir bize. “Allah
vardır” diyorsak, ‘vardır’ kelimesini başkaları için kullanmak
geçersizleşir. Çünkü hiçbir şey Allah gibi var değildir. Var’ı Var
edene, var demeyi Var Eden’e, var edilenleri Var Eden’in gerçekliğini
‘var’ kelimesiyle anlatıyorsak, var edilenlerin gerçekliğine başka bir
kelime bulmamız gerek. En doğrusu, “Allah haktır” demek. ‘Var’
kelimesi, Hakkın var olmalarını hak gördüğü için var olabilen var
edilmişlere ayrılsın.

Zindana zindanda kalmaya gelmedin Yûsuf ey. Zindana adam


olmaya geldin. Zindana adamlık sunmaya geldin. Zindanı adam
etmeye geldin. Uyanacaksın bu zindan rüyasından... Bu dünya
yetimliğinden çekip çıkarılacaksın, cennette barındırılacaksın. Şaşkın
kaldığın bu karanlıktan alınıp yola konulacaksın. Zelil olduğun
kapıların ardından alınıp aziz yapılacaksın. Öyleyse sen de içinde
“Yûsuf’um, ah, Yûsuf’um” diye ağlayan yetim yanını kuyulara itip,
dünyaya kandırma. Sana “Yâ esefâ...” feryadıyla yol soran kalbini
karanlığa terk edip yüz üstü bırakma. Düştün ya dünyaya,
kalkacaksın. Düştün ya dünyada: uyanacaksın. Uyanıklık olacaksın.
Öyle ki, sana verilenleri bir bir sayacaksın.[37] Sakın, yok sayma!

[39] Kendine ad diye Yûsuf’u seçen dostum Yûsuf Özkan


Özburun’un kitabının adı. Düşe düşmüşleri uyandırıyor, düş
düşkünlerinin elinden tutuyor. (Düştüğün Yerden Kalkacaksın)
[38] Dünyaya düş diye düşmüşlerden biri. Düşüne şiir diye notlar
düşürmüş. Rainer Maria Rilke, düşüşün düşünü tatlı bir dürtüşle
yırtıyor.

[37] Duhâ sûresinin ikinci yarısı ekseninde akan sözler...

Attığın her adım Allah’a yaklaştırır seni. Kaçtığın bütün köşelerde


Allah bekler seni. Gizlendiğini sandığın perdeler Allah’a açılır.
Vicdanın bulur seni.[28] Yakana yapışır kalbin. Yûsuf gibi.

Uyuyor Yûsuf. Uykuda yakalanıyor. Arkadaşından unutmamasını


istediğini, en başında Yûsuf unutuyor.[35]

“Ve’l asr” diye sesleniyor sana Rabbin. Hüsrandan kurtuluşunu haber


veriyor. Yûsuf’ça bakışları var eden Rabbin, gördüklerini sana tabir
ediyor. Zamanın akışını şahit gösteriyor. Senin görmediğini gören bir
‘muhsin’ olarak, işin aslını haber veriyor. “Tanık olsun ki asr;
hüsrandadır insan...”[29] Asr, yani zamanın geçişi, dünya hayatını
sıkıp posasını bırakır. Canını alır, tenini toprağa bırakır. Asr’a karşı
asl’a tutunmalısın ki, hakikat ‘şarab’ın olsun.

Dibine doğru hızla düştüğü kuyunun duvarlarındaki süslemelerle


oyalanan aymazlar gibiyiz sen ve ben. Düşüyor olduğunu en
sonunda dibe vurduğunda anlayacak ‘uyur-düşer’leriz. Yûsuf’un
uzayan zindanının kısa yoldan söylenişi bu: “Düştüğün Yerden
Kalkacaksın.”[39] Zindanın Yûsuf’u, Yûsuf’lara dünyayı zindan
edenlere sesleniyor: “Yâ esefâ...” “Yazık Yûsuf’lara...”

“Seni başkalarından umdurmayacak, başkalarının önünde


eğdirmeyecek, başkalarının kapısına yollamayacak Bir ve Biricik
Allah’a güvenmen daha makûl değil mi?”[33]

“Uyuduğunu unuttuğun uykundan uyandığın bu sabah berraklığı


şahit olsun ki adını anamadığın, sevildiğini bilemediğin,
sevdiklerinden uzağa düştüğün, uykuda geçirdiğin bu gece derinliği
şahit olsun ki Rabbin seni ne terk etti ne darıldı sana. Bundan
sonrası senin için bundan öncesinden hayırlı olacak. Verecek Rabbin
sana, sen de razı olacaksın.”[36]

[32] Kasas sûresi, 77: Bu ayetin iki cümlesi arasına ‘ama’ bağlacı
koyarak anlayanlar da var: “Allah’ın [burada] sana verdiklerinden öte
yurda lazım olacakları ara ama dünyadan da nasibini unutma.” Ama
bu ‘ama’ya da bir ‘ama’ gerek. Bu ‘ama’ bağlacı, ‘dün­ya’yı önceleyen
bir bilinçaltını ele veriyor. Oysa ikinci cümle birinci cümlenin işaret
ettiği anlamı kayıt altına almaz, açar. “ Al­lah’ın [burada] sana
verdiklerinden öte yurda lazım olacakları ara ki, dünyadan nasibini
unutma.” Allah’ın verdiklerinden öte yurda lazım olacakları
aramaktan dünyayı unutan mı var ki, Allah dünyadan nasip almayı
unutanları uyarsın?

[31] Kasas sûresi, 77. ayetin anlam eksenini izleyen cümleler: “Al­-
lah’ın [burada] sana verdiklerinden öte yurd[a lazım olacaklar]ı ara.
Dünyadan nasibini unutma...”

[30] Musa’nın [a.s.] Tûva vadisindeki ümidinin sesidir “ânestü nâra...”


“Bir ateş görüyorum uzakta...” [TâHâ, 10. ayet] Anne bûsesi gibi
sıcak bu Mûsa sesini, “ânestü nâra” diye ortak sesimiz eyleyen şair
Şükrü Karaca’ya rahmet duasıyla.

[29] Zamanın geçişini ifade eden ‘asr’ kelimesi, “sıkıp suyunu/özünü


çıkarıp posasını atmak” anlamından kök alır. Meyve özütlerinin adı
bu yüzden ‘usare’dir. Meyve özleri, ‘asr’ eyleminin, yani sıkmanın
hasılasıdır. İkindi vaktine ‘asr’ denmesinin sebebi de gündüzün
hasılat vakti sayılmasındandır. ‘Hesap günü’ diye de yorumlanan
‘asr’ ömrün hasılat vaktidir. Zindan arkadaşının kendini şaraplık
üzüm sıkarken görmesi, dünya hayatının özetidir, usare fotoğrafıdır.
Bir ömür sıkılıyoruz; ta ki posamız toprağa verilirken usaremiz
ahirete aksın.

[28] ‘Vecede’ kökünden gelen ‘vicdan’ kelimesi, bulmak ve bulunmak


anlamlarına gelir. Vicdanıyla buluşan insan kendini bulur. Vicdan,
kendini kaybedenlerin aranacağı yerdir. Vicdanı ölmemişse insanın,
her şeyi kaybettiğinde, yükleri üzerinden attığında kendini vicdanıyla
baş başa bulur. Bu da Bünyamin’in çuvalı boşaltıldığında çıkan
‘saraylı kaba/kalb’e denk gelir. İnsan, unuttuğu vicdanını
hatırladığında sarayda alıkonulur, ‘saraylı’ olur, içinin cennetiyle
buluşur.
Yûsuf’un ikinci rüyalarının
üçüncüsü

Derken, kral anlattı: “Ben [rüyamda] yedi besili ineğin zayıf olan diğer
yedisi tarafından yenildiğini gördüm; ayrıca yedi yeşil başak ve bir o
kadar da kuru başak gördüm. Siz ey seçkin yorumcular; eğer
rüyaların yorumunu biliyorsanız, benim rüyamı da yorumlayın,
bakalım.”

Yûsuf’un gördüğü rüya ne kadar Yâkub bakışı istiyorsa, kralın


gördüğü rüya da bir o kadar Yûsuf bakışı bekliyor. Diğerlerinin uyku
duvarına çarpıyor kralın rüyası: “Tuhaf, karma karışık düşler bunlar;
biz rüyaların tabirini bilmeyiz.”[40]

Güzel bir rüya, güzel bir Yûsuf gözü ister. Yûsuf’un yüzünde
görünmek ister Yûsuf’ça rüya. Yûsuf’a görünmezse, uykuda kalır.
Görüldüğüne değmez rüya. Kör kalır.

Sen de bir rüyasın ey zamane Yûsuf’u. Bir görünüp bir kaybolansın.


Gelip geçiyorsun dünyanın uykulu gözlerinden. Göründüğün aynalar
kırılgan. İtibarını aradığın gözler vefasız. Kendini var kıldığın yüzün
eksilmekte. Ruhunu yığdığın tenin eskimekte. İyisi mi, bitmeden bu
rüya, bir Yûsuf bakışı ara! Bir Yûsuf bakışına değsin gör[ün]düğün
rüya.

Bir Yûsuf bakışına değmezse yüzün; yazık olmaz mı sana? “Yâ


esefâ...” Rabbinin gözbebeği iken, başka bakışlarda aramaktasın
itibarını; “yazık sana...” Yetmez mi sana Rabbinin seni görüyor
olması?[41]
Bir bakışı bin Yûsuf eden Rabbinin gördüğüsün sen. Kendine ‘ben’
diyebilmen Rabbinin seni ‘sen’ diye bilmesinden başka ne ki?
Kimseler görünür değilken, Rabbin gördü seni. Sen bile ortalıkta
olmayışına aldırışsızken, senin meydana gelmende ısrar edendir
Rabbin. Kimsenin görmeye değer bulmadığı seni, görülmeye değer
görendir Rabbin. Rabbinin görmeye değer kıldığısın sen.

Kimseleri görmeyi özlemezken, Rabbince Yûsuf’un yanında


görünüyorsun şimdi; güzel değil mi? Yûsuf’u gördün. Yûsuf’a
göründün. Yûsuf’ça görünür oldun. Yûsuf’u gören Rabbinin gördüğü
bir Yûsuf da sen oldun.

Görünmediğini sandığın uykudan kalk. Gördüğüne kandığın rüyadan


uyan.

Zindan ki kimselere görünmediğin, kimseleri görmediğin yerdir.


Rabbine görünmediğini sanıyorsan başkalarına görünmelerini
hesaba katma. Rabbinin seni gördüğünü görmüyorsan, başka
görmeleri ciddiye alma. Gördüğün ve göründüğün O değilse,
görünmelerin de görmelerin de boşa çıkar. Seni başkaları görse
neye yarar; sen başkalarını görsen neye yarar! Karanlıktasın; hem
görünmezsin hem göremezsin. “Yâ esefâ...” Kendine Rabbinin
nazarında yer ara.

Kral, kıtlığı görünce Yûsuf kıtlığı çıktı ortaya. Yokluk kapıya


dayanınca, Yûsuf’un yokluğu meydan aldı.

Nice bolluk vardır ki, Yûsuf’ları zindanda unutturur. O bolluk bir


Yûsuf’tan eder adamı. Öyle varlık olur ki, Yûsuf’u yok sayar. O varlık
Yûsuf’suz eder sarayı. İşler düzgün yürürse, Yûsuf aranmaz. Kıtlık
gelip çatmazsa, kardeşler yola çıkmaz. Yûsuf’u aratmayan
düzgünlük nice işleri bozar.
Senin eksikliğini gösterecek bir eksiklik seni tamamlar. Senin
yokluğunu hatırlatan yokluk, seni var kılar. Hatırla, kim görmüştü
senin yokluğunu. Senin eksikliğini kim eksiklik bilir, anla... Senin
olmayışını bolluk bilenleri, senin yokluğunda varlıkla oyalananları
‘rab’ edinme kendine.

Gördüğüne kanmıyorsa kral, gördüğünün gösterdiğini görecek bir


Yûsuf arar. Bulduğuyla kalmıyorsa kral, Yûsuf’un kapısına koşar.
Bulduğuna kanmayan, bulmaya değer olanı arar.

Ömür dediğin yedi zayıf ineğin yedi semiz ineği yediği kıtlık sahnesi.
Yedi zayıf gece yedi semiz gündüzü yutuyor her daim. Hiç yokmuş
gibi olan şeffaf zaman, semizce var olan gövdeni kemirdikçe
kemiriyor. Yutulan sensin. Eriyorsun. Eskiyorsun. Eksiliyorsun.
Gördüğüne anlam verecek bir Yûsuf bakışı ara! Gözden
kaybolacaksın yoksa...

Kralın rüyası için doğruyu söylemişti aslında yorumcular: “Bu


gördükleriniz ‘edgâsü ahlam’dır, kralımız! Sapla samanın karıştığı ot
demetleri. Karmakarışık. Gördüğünüz doğru; çünkü siz kurunun
yanında yaşı yaktınız, kralımız! Sapla samanı karıştırdınız, kralımız!
Başaklar ve taneler görüşünüz ondandır. Sizin adalet diye
gördüğünüz ‘edgâsu ahlam’dır, ey kralımız. Teraziniz şaşmış,
ölçüleriniz kaçmış! Yürüyüşünüz bozulmuş, ayaklarınız birbirine
dolaşmış.

Sizin adalet diye gördüğünüz hayra yorulacak gibi değil, kralımız!


Yûsuf’un masumiyetini kadınların hasedine yedirdiniz! Yûsuf’un
iffetini kadınların şehvetine yem ettiniz! Yûsuf’un saflığını kirli
hesaplarınız uğruna harcadınız! Yûsuf’un hakkını iktidar hırsına
harcattınız! Zayıfın semizi yediğini gördüğünüz doğrudur; çünkü
Yûsuf’un kuvvetli kanıtlarını, Züleyha’nın cılız savunmasından hafif
saydınız. Hayra yorumlanacak gibi değil, hayır diye gördüğünüz ey
kralımız!

Kralın rüyasının tabircisi değil, tabiridir Yûsuf. Çünkü rüya Yûsuf’u


buldurdu ona. Yûsuf’u gösterdi rüya krala. Rüyada Yûsuf’a yaptığını
gördü kral. “Yâ esefâ alâ Yûsufâ” feryadına uyandı. Ettiğine yandı.
Gam ve kederle doğruldu uykusundan. İçinin sancısından Yûsuf’a
nidalar yükseldi.

Şimdi kral sensin. Kralın ettiğini ediyorsun Yûsuf’a. Uykuya terk


ediyorsun. Yûsuf’suz rüyalara yatıyorsun. Şimdi, “Yâ esefâ!”larının
dizi dibine geliyorsun. Unuttuğunu hatırlıyorsun. Yûsuf’u görüyorsun.
Göz ardı ettiğini, gözbebeğin eyliyorsun. Uyanıklık sandığın rüyaların
kabuğu Yûsuf’a doğru kırılıyor. Yûsuf’u bulmak üzeresin. Kendini
buluyorsun aslında. Kendini görüyorsun Yûsuf’un aynasında. Yûsuf
olmak üzere gördüklerinin tabiri. Yûsuf’la uyanıyorsun. Yûsuf’a
uyanıyorsun.

Gör ki, uykuların hepsinin dibinde bir Yûsuf uyanıklığı bekliyor. Yırt
benlik toprağını, kaz kendini ki, kendi suyunu bulasın.

Gözün beyazı kördür, karası görür. Gündüzlerin arasına giren uyku,


gündüzün beyazı içine kara gözbebeği olur. Her beyaz akışın içinde
bir gözbebeği pürüzü ara. Sorunsuz akıp giden hayatın içinde pürüz
çıktığında, düzgün giden işlerin ortasında kriz çıktığında, yeni bir
bakış ara. İçine daldığın rüyadan bir çıkış ara. Bir gözbebeği
bulacaksın kör beyazlığın ortasında. “Yâ esefâ!” diye cız ediyorsa
için, uyuşturduğun yanların kanayacak. Bir iğne ucu dokunacak
şişirdiğin rahatlık balonuna. Kırılacak ayağının altındaki zemin.
Sendeleyeceksin. Geriye bıraktığın, kenara ittiğin, unuttuğun Yûsuf
bakışının eşiğinde bulacaksın kendini.
Rahatlığa kanıp, konfora aldanıp hepten Yûsuf’suz kalmak mı
istersin yoksa? Demek ki, Rabbin seni uyuduğunu unuttuğun
uykudan uyandırdı. Sana unuttuğunu hatırlattı. Uçuruma doğru
yürürken sen, ayaklarına çelme taktı. Yûsuf’a acıktırdı seni.
Doyuracak. Yûsuf’a acıktırdığı yüreğini. Kandıracak, susattığına
göre. Açlığı Yûsuf olanın iftarı ne güzeldir. Asıl kendini Yûsuf’a tok
sanan açtır; hep aç kalacaktır. Tokluktan ölecektir.

De ki: “Yollayın beni...” Yûsuf’a yol oldu zindan arkadaşının esefi...


Kalbinin yırtığından Yûsuf yüzü göründü gözüne. Gamını yoldaş etti
kalbine. Yûsuf’a vardı “Yâ esefâ!” feryadı. Fakra düşen Mısır’ı ayağa
kaldırmak için yola düştü. Geceye yoldaş oldu, karanlıktan çıkarmak
için Yûsuf’u. Oysa farkında değil; Mısır Yûsuf’u değil, Yûsuf Mısır’ı
karanlıktan çıkaracaktı. Yûsuf Mısır’a aziz olacak değil, Mısır
Yûsuf’la aziz olacaktı.

O ikisinden, kurtulanı hatırladı.

Hatırlamak kurtuluştur. Kurtulanlar hatırlayanlardır. Oysa insan, öyle


unutkan, öyle unutkan ki... “Ey insan!” dediğinde Rabbin, hatırla ki,
“Ey unutan!” diyor sana.[42] “Hatırla!” “Unuttuğunu hatırla!” “Unutkan
olduğunu hatırla!”[43] Yolun sonu Yûsuf’sa, de ki, “...gönderin beni,
işin aslını öğreneyim.” Unutma “Yâ esefâ...” kederini ki, yok sayma
eksikliğini ki, sonunda tamamlanasın, rüyan hayra yorulsun, işin
aslını göresin.

Onca unutuştan sonra, sen de Yûsuf[luğun]u hatırla!


Sarayın debdebesine kanıp Yûsuf’u unutma. Dünyanın konforu
sana, burada, “Yâ esefâ...”larını susturmasın. Kanmaya kalkma
dünyaya. Yetinme bulduğunla; sonrasını ara. İçindeki sonsuzluk
sancılarıyla yırt rüya gömleğini. Sarayda kalacağına aldanıp yolcu
olduğunu unutma. Yolu unutup hancı olma.

Hatırla ki, sana sarayı Yûsuf müjdelemişti. “Beni an!” demişti. Bu


saraya gelişin Yûsuf’u anmak içindi. Saraya dalınca, unuttun
Yûsuf’u, kuyuya attın. “Yâ esefâ...” hicranını unutan, Yûsuf’un
güzelliğinden mahrum olur. Hatırla şimdi, sen de unutuş
zindanındaydın; aranıp sorulan biri değildin. Yolu gözlenen, hasretle
beklenen değildin. “Anılmaya değer bir şey” bile olmadığın uzunca
bir süre geçti üzerinden. Senin yokluğuna herkes çoktan razıydı.
Eksikliğin çekilmiyordu sarayda. Ne çok ve ne çabuk unuttun, ey
unutkan, ey insan! “Bir su damlasıydın en fazla; tuttun, “Rabbine
hasım kesildi”n![44]

Kralı gördün, Yûsuf’tan vazgeçtin. Bilmez misin ki, Yûsuf’u unutana


kral da yâr olmaz Yûsuf da. Dünyayı görüp de ahireti unutursan,
dünyadan olursun, ahiret de kalmaz sana. Yûsuf’u hatırlarsan
Efendi’nin yanında, hem Yûsuf’u gözbebeğin edersin, hem
Efendi’nin gözbebeğisin. Rabbini anarsan dünyada, hem dünyanın
gözbebeği olursun, hem ahiretin gözdesi edilirsin. “Rabbimiz bizi
dünyada da Yûsuf [güzelliği ile] eyle, ahirette de Yûsuf [güzelliği ile]
eyle...”

Arayan Yûsuf’unu bulamıyorsa, Yûsuf değil arayan kayıptır.


Sonunda Yûsuf yoksa, Yûsuf değil yol kayıptır. Ayna Yûsuf’a
tutulmuyorsa, Yûsuf’a değil aynaya ayıptır. Rüya Yûsuf’a
görülmüyorsa, Yûsuf’a değil rüyaya yazıktır. Yûsuf’u arayansın.
Yûsuf’a yol olansın. Yûsuf’a tutulmuş aynasın. Yûsuf’a görülmüş
rüyasın. Yûsuf’un yanında bul müjdeni. Yûsuf’un yanında gör aslını.
Yûsuf’un yanına yol eyle hüznünü. Yûsuf’un rüyası eyle ömrünü.
Hayat gemin delinmişse, belki Hızır konuk olmuştur hayatına.
Huzurun kıyısından köşesinden delinmişse, bil ki korsanlara
kaptırmak istemiyor seni Rabbin. Mûsa gibi, bekle! İtiraz etme.
Gördüklerinin aslı başka. İşin içinde işler var. Yûsuf’un yokluğunu
hissediyorsan, güzel bulacaksın, güzel olacaksın demek ki. Yûsuf’un
yanında olmayışına yanıyorsan, Yûsuf gözlü pınarlara dudak
olacaksın demek ki. İçindeki Yûsufsuzluğa “Yâ esefâ!” diye
eğiliyorsan, Yûsuf’un kapısında bulacaksın kendini. Kral da olsan,
Yûsuf’u eksiğin bileceksin. Yarım bilince kendini, yârini bileceksin:
“Aslımı bulmaya gidiyorum, Yûsuf’a gönderin beni!”

Her iktidar gündüzünün bir akşamı vardır. Yükselip zirveye varan her
saltanatın batışı başlar. Âlemin kanunudur bu. Gün akşamlıdır
vesselâm. Mısır’ın akşamının haberi ilişti gözüne kralın.

Gün batacak. İşler bozulacak. Kriz çıkacak. Bolluğun yazı, darlığın


güzüne dönecek. Rahatlığın gündüzüne kıtlığın gecesi inecek.

Geceleri aranır ya ay... Mısır’da gece görününce, ay yüzlü Yûsuf


doğar. Göz bağlayıcı sahte huzurlar çekilince, Hızır’ın hükmü başlar.
Gömlek yırtılırsa, can telaşına düşer insan. Çıplak kalınca, üşüyünce
umutlar, gömlek diye Yûsuf’una sarılır Züleyhalar. Duvar yıkılınca
ortaya altınlar çıkar ya hani. Yıkılınca bir yanın, gelir Yûsuf, Hızır gibi
yetişir, taşlarını yerine koyar. Bulduğunu yitirirsin, yitiğini bulursun
böylece. Uyanışın başlar. “Yâ esefâ...”ların çığlığı yükselir.

Yûsuf’u görünce, hüsranını hatırladı arkadaşı. “Yâ esefâ” feryadına


eşitledi Yûsuf’un adını. Dedi ki: “Yûsuf, ey sıddık... Yazık bize, esef
bize; ey sâdık; biz aldandık. Sana sâdık olamadık. Yazık ettik sana,
bulduklarımızla avunduk, seni yitiğimiz bilemedik. Esefler olsun bize
ki, karanlığı aydınlık sandık. Başımızı ışığa uzatamadık. Sahte
ışıklara aldandık. Sâdık sensin ki, bakışımıza ışık oldun, gecemize
Ay diye doğdun. Ey Yûsuf, ey sâdık; biz geceye düştük, gel sen
Güneş’e şahitlik et. Biz şafaktan ümit kestik, konuş da sabahları
müjdele. Biz rüyadan uyanmak istemedik, gel de rüyamızın aslını
göster. Yazık bize; ey doğru sözlü...”

Unutkan arkadaşının Yûsuf’a söylediğini şimdi Mekke’nin Yûsuf’una


da söylüyor olmalısın: “Ey Mekkeli Yûsuf, sen bizi varlığa şahit
olmaya çağırdın, biz sahip olmaya kalktık.” “Ben görüyorum ki...”
diye başlayacaktık cümlelerimize. “Niye o da benim değil ki...” diye
eseflenmelere tutulduk. Şu âleme aziz bir seyirci olmamızı isterken
sen, âlemin kulu kölesi olduk, “Daha çok...”ların peşine düştük. Sahip
olduklarımız da elimizde kalmadı, kalamazdı. Ele geçenler arttıkça,
ele geçirileceklerin sayısı arttı. Çoğalttığımızda, yeni çoğaltılacaklar
çıktı karşımıza. Daha zengin olduğumuzu sandığımız her defasında
daha yoksul bulduk kendimizi. Daha muhtaç olduk sahip
olamadıklarımızı görünce. “O benim olmalı...” dediklerimiz arttıkça,
az aldığımızı düşündük. Az aldık, azaldık. Ezildik. Kavgaya karıştık;
yıkıldık. Şikâyetlerimizi artırdık hep “daha...”sına acıkınca. Müjdeci
olamadık. Kaşlarımız çatıldı; yüzümüz gerildi. Kimseyi uyaramadık.
Biz uykuya daldık. Hayallerimizi senin avuçlarına koyacaktık.
Rüyalarımıza seni şahit tutacaktık. Rüyalarımızı tabir ederken sen,
müjdeler duyacaktık. Uykularımızın başında seni uyarıcı bulacaktık.
[45] Yâ esefâ, ey sıddık, uyuyakaldık...

Tenini ağırlayan bu zindanda, canın Yûsuf’tur. Bedenine geniş gelse


de dünya, can Yûsuf’u mahpustur. Kalıbını doyurabilir servet; ancak
kalbin hep açtır. Yûsuf bil canını, teninin razı olduğuna razı eyleme.
Yûsuf nefhasıdır ruhun, bedenini bıraktığın yerde bırakma. Yûsuf’tur
kalbin; kalıbının düştüğü yere terk etme. Kapısına koş zindanda
unuttuğun Yûsuf’un. De ki: “Yâ esefâ...”
Sen Rabbin için Yûsuf ümidisin, Yûsuf’unu içinde çürütme. Bir sen
vardır sende senden içeri, içinin Yûsuf’larını uyutma. Kulak kesil “Yâ
esefâ!”lara, Yûsuf’unu zindanda unutma.

İçinde saklı ağacı unutursa tohum, ağaç değil tohum kayıptır.


Bağrındaki tohumu çürütürse toprak, tohum değil toprak hüsrandadır.
Karnındaki sancıyı uyutursa Meryem, İsa değil âlem ziyandadır.
Kuytularında Yûsuf uyutan sen, eğil kendine, tut Yûsuf’unun elinden.
Kapılar ardında Yûsuf’u hapseden sen, yık duvarlarını,Yûsuf’una
seslen. İçinin içine esefler salan sen, kır kabuğunu, Yûsufluğuna ses
ver: “Yûsuf, ey sıddık, işin aslını bana söyle de, insanlar arasına
değeri[mi] bilmiş olarak döneyim”

Değerli bir akçesin sen. Antik para. Üzerindeki saltanat mühründen


habersizsin. “Oku...” ki, “Rabinin ismi”ni gör üzerinde. Rabbin adına
varsın sen. Sultanın değerli kıldığısın. Bakırında arama değerini.
Yüzüne Yûsuf mührü basan Sultan, bakırınla tartmaz seni. Yüzünde
taşıdığın tuğrada saklı değerin.

Gör ki, ete kemiğe bürünmüşsün ‘Rahmân sureti’ diye


görünmektesin. Değerin etinden budundan değil, yüzündeki ‘isim’den
gelir. Tuğranın kıymetini bilen antikacıların gözünde ara sen
kıymetini. Ah, ne yazık ki, bakırcılar çarşısında satıyorsun kendini.
Yûsuf olduğunu bile bile, köle pazarına sürüyorsun bedenini.

Göğün nazlı Ay’ı iken, kuyuda arıyorsun bedrini. Cevherini cürufa


değişiyorsun, yazık sana, Yâ esefâ! Cam kırıklarını elmasla
karıştıran şaşkınların gözdesi olmak için çırpınıyorsun. Elmas iken
cam diye tartılmak ağrına gitmez mi?

Unutma ki, etin kemiğin hatırına seni el üstünde tutanlar, ilk fırsatta
elden çıkaracaklar seni. Toprağa terk edecekler etten kemikten
değerini. Yüzüne bakamayacaklar.

Onların muteber gördüğünde arama itibarını. Onların terazisinde ağır


basarsan, yazık sana. Bakırlığınla tüm terazileri devirsen, kefelerin
hepsini ağdırsan neye yarar ki![46] Gençliğinle milyonları kendine
hayran etsen, teninle dünyayı ardın sıra koştursan, ne kazanırsın ki?

Ucuzcu bezirgânların elinden kurtar kendini. Aziz’in nazarında


bulacaksın izzetini.

Aynalarda gördüğün güzellik rüyadır; kanma. Kerem eyle kendine,


aslını ara! Hayran gözlerde güyâ varsın; aldanma. Uyanınca “Yâ
esefâ...” diyeceksin nasılsa. Yûsuf ol da, yorul hayra.

Gör ki, içinde “yedi kuvvetli yedi zayıfa yeniliyor.” Şefkat hasede
yeniliyor. Cömertlik bencilliğe yeniliyor. Kanaat hırsa yeniliyor. Ümit
ümitsizliğe yem oluyor. İffet şehvete yeniliyor. Hayret aldırışsızlığa
yeniliyor. Şükür nankörlüğe yeniliyor.

Oysa ne kadar da cılız görünür galip gelen taraf. Adı yoktur hasedin;
kimse yakasına yakıştırmaz. Bencillik tartıya gelmez; pek hafif
gibidir. Hırs bağırıp çağırmaz; sanki nefes almaz, aldırmaz. Ümitsizlik
görüntülere düşmez; gölgede sabahlar. Şehvet yüzünü göstermez;
şeffaftır. Zayıftır aldırışsızlık; rengi siyaha çalar. Kırıldı kırılacak sanki
nankörlük; ele gelmez.

Çoğu kez meydan kötülüğe kalır. Ruhla besili duygular ezilir.


Zayıfların yanında durur. Ezilmişlerin eline kalır. Şefkat kapı dışarı
edilir sıcacık evlerden, köprü altına atılır. Cömertlik aç bırakılır,
sofralardan kovulur. Kanaat çöpe dökülür. Ümidin gözleri hep
bağlıdır. İffet ucuza satılır. Hayret uykuya yatırılır. Şükür oburca
öğütülür, harcanır. Kalbin yedi besilisini nefsin yedi cılızı yer bitirir.
Görmüyor musun?
“Ayrıca yedi yeşil başak ve bir o kadar da kuru başak” var dünyada.
Tarladır burası. Can tarlası. Bir ekilir, bir biçilir. Bir dolar dünya, bir
boşalır. Âdemoğlu tohumdur; saçılır dünya toprağına. Kimi biter, kimi
yiter. Yiğit iken ölür herkes, ‘gök ekini biçmiş gibi.’ Yeşil başaklar kuru
başaklara bırakır yerini. Yedi gece yedi gündüzü yedikçe, tazeliğini
kaybeder ten, solar yeşil ümitler. Yaz kışa döndükçe, can taneleri
toprağa düşer. Ruh sığmaz olur beden kabuğuna. Gün akşama
erdikçe, başaklar savrulur göğe. Yeşil başaklar gibi dünyaya gelen
bebeler, kuru başaklara dönüp ecele boyun eğer. Ahiret harmanına
düşer gök ekinlerin cümlesi. “Gelir geçer ömrün senin şol yel esip
geçmiş gibi. Hele sana şöyle gelir şol göz yumup açmış gibi.”[47]

“Öteden beri yapageldiğiniz gibi yedi yıl ekip biçeceksiniz...” Hayatın


tekdüze akışına kaptıracaksınız kendinizi. Hiç ölmeyecekmiş gibi
yaşayacaksınız. Ayrılıklar yakanıza yapışmayacak bir süre. Acıları
hep başkalarına uğrar sanacaksınız. Acıkıp doyacaksınız. Uyuyup
uyanacaksınız. Dünyanın beşiğinde sallanacaksınız. Hülyalara
dalacaksınız. Fotoğraflarla çoğaltacaksınız kendinizi. Görüntüleriniz
renklendikçe kalma inadınız derinleşecek. İsminizin orada burada
anılmasıyla dünyanın çeperlerine tutunacaksınız. Eriyişinizi,
tükenişinizi, azalışınızı unutacaksınız. Çok tükettikçe çok var
olduğunuza inanacaksınız. Servetinizi ölüme karşı kalkan
yapacaksınız. Sabahı akşam etmekle oyalanacaksınız. Akşamı
sabah etmek için yeni uykulara yatacaksınız.

Zamanı öldürmek için otururken, zamanın sizi öldürdüğünü


görmeyeceksiniz. Öteden beri yapageldiğinizi yapacaksınız.
Köreleceksiniz işin aslına. Buraya sonradan geldiğinizi
unutacaksınız. Ezelden beri buradaymışsınız gibi gelecek size. Hep
burada kalacakmış gibi arkanıza yaslanacaksınız. Ama...
Öteden beri yapageldiğinizi yaparak avunacaksınız. Öteden beri
yapılagelenleri yapıyor olmakla teselli bulacaksınız. Hep hayatta
kalışınıza, hep başkalarının ölmesine şaşırmayacaksınız. Siz yaşıyor
iken başkalarının ölmüş olmasına aldırış etmeyeceksiniz. Öteden
beri yapılagelenleri yapacaksınız, ama öteden beri yapılagelenleri
yapanların başına geleni başınızda bulacaksınız. Öteden beri
yapılageldiği gibi, öteden beri yapılagelenleri yapanların başına
gelecek olanı başınıza gelmez sanacaksınız.

Ekip biçeceksiniz. Alıp vereceksiniz. Acıkıp doyacaksınız. Gidip


geleceksiniz. Uyuyup uyanacaksınız. Umutlar ekip hüsranlar
biçeceksiniz. Sevda diktiğiniz yerde veda bulacaksınız. Lezzete
kavuştuğunuz sofralarda elemler tadacaksınız. Ama öteden beri
yapılagelenleri yapacaksınız; hüsranınızı görmeyeceksiniz. Öteden
beri yapılageldiği gibi, vedalarınızdan ders çıkarmayacaksınız. Elemi
göreceksiniz, ölüme kör kalacaksınız. Hep buradaymış gibi ve hep
burada kalacakmış gibi yapagelenlerin yaptığını yapacaksınız.
Ölümden bahsedecek ama ölmeyeceksiniz. Ahiretin lafını
edeceksiniz, ahireti bilmeyeceksiniz. Sizden sonrakiler de öteden
beri yapageldiğinizi yapmayı sürdürecek. Bu defa siz mezarda, onlar
hayatta olacak ama onlar da uyanmayacak. Sizden öncekiler sizi
uyandıramadığı gibi, siz de onları uyandıramayacaksınız. Böyle
gelmiş böyle gidecek. Öteden beri yapılagelenler, öteden beri
yapılageldiği gibi yapılagelecek.

“Biçtiğiniz ekini sapında bırakacaksınız.”

Vakti gelince bu hayat başağından olgunlaşmış bir dane gibi


kopacağınızı bildiğiniz hâlde, danenin hep sapta kalacağına
inanacaksınız. Sizin gibi nicesini kendi ellerinizle toprağa
koyduğunuz hâlde, kendinizi bu dünyanın sıcacık yatağında kalıcı
sanacaksınız. Biçtiğiniz ekinler sapında kalacak diye
oyalanacaksınız. Her an kendi ölümünüzü ekiyorsunuz tarlaya ama
siz onu kendiniz için hiç biçilmeyecek sanacaksınız. Her ayrılıkta
ölüm ekini biçtiğiniz hâlde ölümün kavuşmalarınızın kuytusunda
filizlendiğini unutacaksınız. Her elemde ölüm acısını tattığınız hâlde
ölüm kılıcını kınında unutacaksınız.

Dünya, biçtiğin ekini sapında bıraktığın yerdir. Başını secdelere


koyarsın toprağa tohum saçar gibi ama ekinini göremezsin.
Doğruluğunu dürüstlüğünü koyarsın şehrin kaldırımlarına ama
kimsenin gözdesi olamazsın. Ter dökersin helalin için, sabrını
koyarsın taşın altına, meyvesini hemen deremezsin. Ömrün erir,
yüzün kırışır, kalbin yırtılır, ama vaad edilen karşılığı hemen
bulamazsın. Biçtiğin ekin sapında kalır. “Az bir miktarını yersin!”

Ahiret harmanından ümitlenerek ektiklerinden şimdi çok azını


tadarsın. Şimdi tattıkların harmanda tadacaklarının yanında çok
azdır aslında; aldanmayasın. Asıl ziyafet için hasat zamanını bekle.
Ekinin başaktan ayrıldığı ‘fasl günü’nü gözle.

Bir tarladır dünya. Ömrünü bırakıyorsun toprağa. Emeğini tohum


diye saçıyorsun ümidin yamaçlarına. Terk ediyorsun bugünleri; dün
eyliyorsun. Yarınları eskitip solgun hatıralar arasına itiyorsun. Kapına
kadar gelen taze sabahları elinden çıkarıyorsun her günün
akşamında. Kendi kendinin çiftçisisin. Ömrünü savuruyorsun vaktin
vadisine. Kendini ahiretin harmanında hasat diye bulasın diye. Bu
dünyanın başağında, yüzü sonsuza bakan bir tane olarak
olgunlaşasın diye.

Ancak bir süre “biçtiğin ekini sapında bırakacaksın.” Hesap gününü


gözleyeceksin. Sapında kalacak tanelerin. “Ayrışma günü”nü[48]
bekleyeceksin. Ömrünün meyvesi dalında bekleyecek. Hemen
derilmeyeceksin.

“Öteden beri yapageldiğiniz gibi... Taneyi sapında bırakacaksınız.”


Öteden beri böyle oldu. Hep böyle olacak. Taneyi sapında
bırakacaksınız. İyi ve kötü iç içe olacak. Çirkin ve güzel yanyana
duracak. Zalimler ve mazlumlar aynı kefede tutulacak. Sapla saman
karışacak. Hayır ve şer birbirine dolanmış olacak. Saf güzel çok az
olacak. Gölgesiz iyilik nadir bulunacak. Lekesiz huzur az olacak.
Helal ve haram aynı tasta yenecek. Katışıksız helalden yemek için
az bir miktara razı olmalısınız.

“Sonra, bunların ardından yedi yıllık bir kıtlık dönemi gelecek ve sizin
zor zamanlar için ayırdığınız her şeyi—muhafaza ettiğiniz az bir
miktarın dışında—silip süpürecek.”

Zor zamanlar diye dünyanın yarınlarını görüyorsunuz. Ufkunuz


ölümün berisinde kalıyor. Ölüm sonrasına dair kaygınız yok. Zor
zamanlar ondan sonra başlıyor, ama uyuyorsunuz. “Ne olur ne
olmaz!” kaygısıyla biriktiriyorsunuz. İstifliyorsunuz. Servetten
umuyorsunuz kurtuluşunuzu. İtibar yükseltme derdine düşüyorsunuz.
Dahası olursa, kendinizi garantide görüyorsunuz.

Sizin zor zamanlar için ayırdığınız her şey, zor zamanlara


yetişemeyecek. Elde etmek için çırpındıklarınız elinizden düşecek.
Yığmaya kalktıklarınız üstünüze devrilecek. Kıtlık dönemi gelecek.
Kimsenin kimseye faydasının olmadığı “şiddetli bir gün”
göreceksiniz. Servet ve evlâdın, itibar ve soyluluğun kâr etmediği
devirlerde bulacaksınız kendinizi. Muhafaza ettiğiniz az bir miktar
kalacak elinizde. Azımsadıklarınız, önemsiz gördükleriniz, kenara
ittikleriniz ağır basacak terazide. Dünya sonrasına ayırdığınız az
vakitler gerçek ömür olacak size. Âhiret kaygısıyla harcadığınız az
miktarlar ziyafet diye konulacak önünüze.

Çok önemsedikleriniz önemsizleşecek, önemsiz sandıklarınız çok


önemli olacak. Çok emek verdikleriniz eriyecek, az emek verdiğiniz
kulluğunuz servetiniz olacak. Dünyanızı genişletmek için yaptığınız
yatırımlar boşa çıkacak, dar vakitlere sıkıştırdığınız secdeler size
ebedî genişlik olacak.
Daha sonra, bunun da ardından insanların darlıktan kurtulup bolluğa
kavuştuğu, yağmura doyduğu bir devir gelecek. Sonunda insanlar
[şaraplık üzüm de] sıkabilecek.

Hesap gününün darlığından kurtulacaksınız. Üzerinize rahmet


yağmurları yağacak. Sevapça kıtlık içinde olduğunuz hâlde, azınız
çok sayılacak. Az bir bedelle geldiğiniz hâlde, az bedeliniz kantarda
tam çekecek. Üzerine bir de ikram göreceksiniz. Mahcup olmuş
yüzlerinize, af sağanakları dokunacak. Doyacaksınız yağmura.
Sonunda, cürufundan temizlenecek varlığınız ve saf cevherinizle var
olacaksınız. Posasını dünyaya bıraktığınız ömrün hasını cennette
bulacaksınız.

‘Elhamdülillah’ diyerek yedikleriniz dünyada kalacak, yediklerinize


dediğiniz ‘Elhamdülillah’ları önünüzde yemek diye bulacaksınız.
Dünyada ‘Elhamdülillah’ dediğiniz için cennette ‘Elhamdülillah’
yiyeceksiniz. Tattıklarınızdan süzdüğünüz ‘hamd’ler, cennetinizin öz
suyu olacak. Kısacık ömrünüzün hasılası sonsuz cennet olacak.
Dünya üzümünüzden cennet şarabı sıkmaya devam edeceksiniz.

Bunu duyan kral “Bana getirin onu” dedi.

Rüyasının zindanında kalan kral, Yûsuf’a zindan arkadaşı oldu.


Zindanın hâlinden anlar oldu. Yûsuf’u yanında görmek istedi. Yûsuf’u
yanında görmek kendini görmekti çünkü. Yûsuf’u yanında görmek
körlüğünü görmekti. Yûsuf’a kapıları açmak kendi zindanının
kapılarını aralamaktı. Onca zaman geçtikten sonra Yûsuf’u ilk defa
“gördü.” İçinde uyuduğu sahte uyanıklığın çeperlerinden ışık
sızınca,Yûsuf yüzü görünür oldu. Rüyanın zarları yırtılınca, içindeki
Yûsuf nüvesine dokundu. Yûsuf’u sayıkladı: “Onu getirin bana!”
Yûsuf’un fery/adını dudağına değdirdi: “Yâ esefâ...” Yûsuf’a dair
esefini geç farkeden krallara “Yâ esefâ!”
Sen toprak olursan, yağmurlar iner sana. Sen renk olursan, gözler
değer sana. Sen ayna olursan, yüzler sürülür sana. Sen dudak
olursan, söz pınarları akar sana. Sen rüyanın b/eşiğini tutarsan,
Yûsuf gelir sana.

Gönderilen elçi gelince [Yûsuf] dedi ki: “Haydi Efendine dön, sor ona;
o ellerini kesen kadınların maksatları ne imiş?”

Belli ki Yûsuf zindandan memnun, acelesi yok. Önce kralı ve


yanındakileri zindandan çıkarmak istiyor. Büründükleri hoşnutluk
gömleğini bir soruyla yırtıyor. Züleyha’nın kuytuda uyuttuğu kalbini
kanatıyor. Hançer sokuyor huzurunun göğsüne. Zulme bulaşmış
rahatlığın kabuğunu çatlatıyor. Vicdanın sesine çağırıyor saraylıları.
Sahte uyumları bozuyor. Tel koparıyor içeriden. Yüzdürdükleri
gemiye Hızır’ca bir delik açıyor. Tâ ki yansınlar. Uyansınlar. Tâ ki
gaflet korsanlarına teslim etmesinler vicdanlarını. Gaspçılara
kaptırmasınlar “eyvah!”larını.

Tâ ki, Yûsuf’un adını “Yâ esefâ!” feryadının ucunda bulsunlar.


Yûsuf’a değil kendilerine yansınlar. İşin aslını bilsinler. “Yâ esefâ!”
demenin bedelini ödesinler, Yûsuf’u hak etsinler.

Yûsuf yüzlülerin yüz görümlüğüdür “Yâ esefâ!” Kendine ağlayış.


Kendine Yâkub oluş. Kendini yitirdiği kuyularda arayış. İçinin
uçurumlarına eğiliş... Kendini kendine yeter bilene Yûsuf’un yüzü
haram! Ben beni ebedî kılarım diyene Yûsuf’un ülkesi haram.

Akşam olunca gördüğü yıldıza yetinene sabah ışıkları haram! Gece


çökünce gördüğü Ay’a kanana Güneş’ler haram! Sabah gördüğü Gü­-
neş’le avunana göklerin mülkü haram! De ki: “Batan şeyleri
sevmem!” İbrahim’ce sevdalan. Yûsuf sözlülerin sözünü koy ağzına.
Zevale meyledenlere meyletme. Batan şeylerin batması “Yâ esefâ!”
dedirtmiyorsa sana, Yûsuf kapına gelmez. Huzurunun yumuşak
tenine paslı bir hançer gibi sokuver şu sakin soruyu: “O ellerini kesen
kadınların maksatları ne imiş?”

Ellerini kesen kadınları niye hatırlattı ki Yûsuf? Hani o kadınlar


kınamıştı Züleyha’yı, Yûsuf’a kandı diye. Sen de öyle değil misin
dünya Yûsuf’u karşısında? Senden öncekilerin dünya ile
aldanmasını kınarsın, ama kendini kınamayı unutursun. Senden
önce yaşamışların, senden önce ölmüşlerin dünya Yûsuf’una nasıl
da aldandıklarının hikâyelerini okurken, o hikâyenin senin hikâyen
olduğunu fark etmezsin. Dünya senin karşına çıkınca, sen de
kanarsın. Unutursun ellerinin daha fazlasını avuçlamak için
verildiğini. Gül diye uzandığın dikenler[l]e kanarsın. Dünyanın güzel
yüzüne dalıp emeller beslersin. ‘Benim olacaklar’ listesini uzatır da
uzatırsın. O liste geçmez eline, geçse de kalmaz elinde. Bir gün
ecelin bıçağı gelir de keser em/ellerini.

E[me]llerini kesildiğinde anlarsın ki, dünya Yûsuf’unu görüşün de bir


rüya. Kan akar em/ellerinden ama acı hissetmezsin. Kanarsın
rüyan(d)a ama rüya gördüğünü bilemezsin. Uyursun. Acını
duysaydın, rüyadan uyanırdın. “Yâ esefâ!” diye yazıklansaydın,
e[me]llerini değil rüyanı keserdi ecelin bıçağı. Dünyanın yüzüne
kanmanın sancısını çekseydin, dünyaya kanmazdın. Dünya Yûsuf’u
gözüne görününce, sen de hoşnut oldun. Razısın dünyaya. Fazlasını
istemekten vazgeçmişsin. Ölüm sonrasının sancısıyla
kıvranmıyorsun. Acımıyor kalbin. Acımıyorsun kendine. Ne
kederdesin ne gam yükü var üzerinde. Esef etmiyorsun dünya ile
yetinişine. Sana yetiyor şimdilik hazlar. Kâfi geliyor ölümün elinden
şimdilik kurtulmalar. Kanıyorsun buraya. Ellerin kanışına
aldanıyorsun. Ellerinin kanamasına aldırış etmiyorsun. Yâ esefâ,
dünya Yûsuf’una aldanan sana.

Dedi ki: “Yûsuf’un nefsinden murad almak istediğiniz zaman


durumunuz neydi?”
Mazlumların cılız “ah!”ları, zalimlerin gurur balonuna dokunan incecik
iğne ucudur. Şişirilmiş benlikler yeni filizlenen gerçeğin karşısında
erimeye hazırdır. Kartopu uykular bir kıvılcımın dokunuşuna bakar.
Su gibi sakin ve uysal görünür masumiyet. Kendi yatağında sessizce
akar. Ancak bir gün katılaşır da zulmün kalın demirlerini bir çırpıda
parçalar. Gafillerin kendilerini seyre daldıkları aynalar cılız bir soruyla
parçalara ayrılır. Yüzünü aynada unutanların yüzleri her an
parçalanmaya hazırdır. Gerçeğin üstünü bakışının ayartısıyla
örtenleri bir sancılı uyanış bekler. Yûsuf’tan murad almak isteyenlerin
kuyu dibine ittikleri vicdanları gün gelir ağlar. Kabuğunu kırar
uykunun; filizlenir, dallanır budak salar.

Buz üstünde yürüdüğünü unutursan, seni de bir soğuk duş bekler.


Yastıkta unuttun kendini. Senin uykun incecik bir zar içinde. Ha
yırtıldı ha yırtılacak. İnfilakı yaklaşmış nüveler gezdiriyorsun içinin
içinde. Küllendirdiğini sandığın ateşler alev alacak, lav olup
kavuracak uyuyan yamaçlarını. İçinin dağları patladı patlayacak.
İnfilakın Rabbine sığın...[49]

Ne güzelsin sen, ey Yûsuf; sahiplerince yüz üstü bırakılmış


vicdanları ayağa kaldırıyorsun. Ne güzelsin sen ey Yûsuf, canına
kastedilmiş kalplere taze nabız oluyorsun. Ne güzelsin sen ey esef,
ey gam, ey keder, uyuduğumuz taşlıklara gölge diye uzanıyorsun.
Ne güzelsin ki sen “Yâ esefâ...” içimin kuytularında susturduğum
ağlayışlara ses oluyorsun.

[Züleyha] dedi ki: “İşte şimdi gerçek ortaya çıktı.”

Hapsedildiği zindandan çıktı gerçek. Ölü toprağını attı üzerinden.


Kefeni yırttı. Yûsuf, zindandan kendisinden önce gerçeği tahliye etti.
Muktedirlerin hep yitiregeldiği vicdanı ellerine verdi.

O gün bugündür bir “Yâ esefâ!” feryadı geri çağırır iktidar sosunda
boğulmuş vicdanları. “Ben var ya ben!” deme sarhoşluğunun
kuyulara ittiği vicdanı bulamayınca, “ben”ler üzerinden firavunluğa
yol olur insan. Nemrutlara saray olur varlığı. Vicdanının sızısını
yitirenler önce kendilerini yakan ateşleri alevlendirirler. Kalplerini
ateşten parmaklıklar ardına sokarlar. Rüyaya dalarlar. Çok geç
kalmadan rüyanın gerçeği ortaya çıkar. Dünyanın rengârenk zindanı,
zindandan çıkmayı unutturur insana. Tıpkı derin rüyalar gibi, uyanışı
çok görür kurbanına.

Mücrimler cürümleriyle yüzleşene kadar vicdanları kuyudadır.


Vicdanını kuyuda unutanlar yeni cürümlere özne olacaktır. Belki de
bu yüzden, itiraf eden kurtulur. Utancıyla tanışanlar, utanılacak yeni
cürümlerden uzaklaşırlar. Pişmanlığı bir gül diye büyütür: “Yâ esefâ!”
hayıflanması da mücrimlere Yûsuf gözlü bir pınar sunar. Yûsuf’a
kapıları açanlar, kendi tutsaklıklarının zincirlerini çözer. Yûsuf kendini
değil, başkalarını çıkarır zindandan. Kimse Yûsuf’u mahpus edecek
kadar özgür olmadı ki. İşte şimdi gerçek ortaya çıktı: Yûsuf’a kapıları
açtığını sananlar gerçekte kendilerine gerçeğin kapısını araladılar.

Ne demişti Züleyha: “İşte şimdi [Yûsuf bir] gerçek [olarak] ortaya


çıktı.” Saklı gerçeğimiz, yıkık yanımızı görünce ortaya çıkar.
Unuttuğumuz eseflerimiz, hatalı yanımızla temasa geçince ortaya
çıkar. Cevherimiz, uyuttuğumuz kederlerimiz uyanınca ortaya çıkar.
Yok saydığımız kırıklarımız canımızı yakınca, posamız geride kalır
da hasımız öne çıkar. İnkâr ettiğimiz yırtıklarımız açılınca, rüyamızın
zarı incelir, gerçek gün yüzüne çıkar.

Yûsuf senin yüzünde görünür oldu Yâ esefâ... Ayna tut ki esefine


Yûsuf görünsün gözüne.

İtirafa hazırlıyor seni Yûsuf. Fery/adını bir daha söyletiyor. İçinde


uyuttuğun feryada sesleniyor. Küstürdüğün çığlığını ağzına koyuyor:
“Yâ esefâ...” Ey gamım, ey kederim, ey esefim... Seni yüzümü
seyrettiğim Yûsuf’um bilirim. Kederi dostum bilince, aynamda kırk
kırık Yûsuf bulurum.

Sızını yüreğinden kovma ki, Yûsuf’u zindandan çıkarasın. Sancını


dünyanın yastığında uyutma ki, Yûsuf yanına Yâkub olasın. “Ah!”
yangınlarını unutma ki, Yûsuf yüzlü serinlikleri yanında bulasın.

İşte bu şunun içindir: “Bilsin ki, ben ona gıyabında hainlik etmedim.”

Dünya zindanından çıkan her kul, Rabbiyle yüzleşeceğinde bu


cümleyi söylemeyi ümit eder: “Ben O’na gıyabında hainlik etmedim.”
Ancak herkesin diline düşmeyecek kadar kıymetlidir bu cümle. Yûsuf
sözlülerin dudağına değer sadece. O gün sadece Yûsuf yüzlülerin
yüzü tutar Rabbine: “Ben Sana gıyabında hainlik etmedim.” O gün,
yüzü tutmayana, sözü yetmeyene “Yâ esefâ...”

Rabbinin gıyabında geçirirsin bir ömrü. Öyle sanırsın. Sanki, O


yokmuş sanırsın ama vardır, var bildiklerinden daha fazlasıyla var. O
görmüyormuş sanırsın, ama hiç göremeyeceğin incelikte görür.
Gördüklerinden daha çok görünür. Görmesinden çekindiklerinden
daha çok görür. O işitmiyormuş gibi gelir sana ama hiç
bilemeyeceğin yönlerden işitir. İşitmesinden çekinip sustuklarından
daha yakındır işitmesi. Seni umursamıyormuş sanırsın, ama her an
senden ummaktadır. Asla gafil değildir senden ve ettiklerinden.
Sanmalarının hepsi, O’nun gıyabındadır. O’nun gıyabından olduğunu
sanmaların en derin rüyadır.

Oysa hep yüz yüzesin Rabbinle. “Nereye dönersen, O’nun veçhini


bulursun.”[50] Ne var ki hain olup olmadığının anlaşılması için O’nun
gıyabında hissetmen gerek kendini. Hıyanetler, ve de sa­da­kât­ler
ancak dostun uzağında olduğunda ortaya çıkar çünkü. Bu yüzden
dünya uykusundasın şimdi. O’nun güya görmediği, bilmediği,
işitmediği, umursamadığı bir rüya içindesin. O’nun sana verdiklerini
O’na isyan etmekte kullanıyorsan hainsin. Sana gençlik, sağlık,
güzellik, servet verene, verdiklerine güvenerek kafa tutuyorsan...
Verene verdi diye, üstelik verdiğiyle karşı çıkmak; olacak iş değil!
Kendine azıcık saygısı olan herkesin uzak duracağı bir onursuzluk
bu.

Hıyanet eylemi, önce öznesini mağdur eder. Hainler önce kendilerine


ihanet eder, asla kazanamazlar. Kazandıkları gün, bir kazanan
bulamazlar ortada. En başından, yıkmışlardır kendi özneliklerini.
Kendi kendilerini imha etmişlerdir. Öznesi oldukları o iş, başından
“nesne” etmiştir onları. Hıyanetin faili görünseler de, hıyanetin elinde
oyuncak olmuşlardır. Kişilikleri yoktur. Kazanılan zaferin ardında
duracak özne çoktan yok olmuştur. Hıyanetin sonucu ortadadır, ama
faili görünmez ortalarda. Hain, kendi fiilinin nesnesidir. Çünkü dünya
uykusundan uyanmayı göze almayan ‘nesne’ kılar kendini. Savrulur.
Uykudan uyanan özne olur. Dik ve diri durur.

“Ben nefsimi temize çıkarmam, benim nefsim hep kötülük etmek


ister; Rabbim merhamet ederse başka...”

Sözü kimin söylediği belli değil. Sözü kimin söylediğini belirsiz


bırakan Rabbinin belli bir kastı vardır elbet. Günah karşısında üç
konumu vardır insanın:

Sınanıp kaybetmek; Züleyha gibi.

Sınanıp kazanmak; Yûsuf gibi.

Henüz sınanmadığı için kaybetmemek; Yûsuf’un Züleyha ile


sınanmasına şahit olanlar gibi.

Kimin ağzındadır bu söz? Züleyha’nın mı? Yûsuf’un mu? Yoksa


diğerlerinin mi?
Belli ki herkese yakışıyor bu itiraf.

“Ben nefsimi temize çıkarmam, benim nefsim hep kötülük etmek


ister; Rabbim merhamet ederse başka...”

Züleyha mıdır itirafın sahibi?

Züleyha’ya yakıştırabilirsin sözü. Çünkü aldanış rüyasına dalan,


“Benim nefsim hep iyiliği ister” der. Kötülüğünü iyilik sanır. İyi
yapıyorum sanarak kötülük işler. Çünkü, insan bile bile kötülüğün
öznesi olmaya razı olmaz. İyilik kılıfında yapılır kötülükler. Kurtarıcı
sanır kendisini bozguncular. Kırıp dökerken bile onardığına inanırlar,
“Yâ esefâ...”

Züleyha ise sözün sahibi, belli ki uyanmıştır. “Ben kötülüğü iyilik


sanarak istemişim” demek ister. Ancak, “Rabbim merhamet edip
uyandırmasaydı, hep iyilik diye kötülük ediyor olacaktım.”

Züleyhaların ayaklarının kayacağı tuzağı gösterir bu itiraf. İşlerin aslı


çirkinlikken güzel diye boyayanları uyandırır. Oysa boyacının en
güzeli Allah’tır: Allah’ın dediğince görünmeyi dileyenlerin boyası ne
güzel boyadır. “Rabbim merhamet ederse, güzel görür beni, güzelleri
gördürür, güzellere gördürür, güzellerle gördürür.”

En güzel boya Rabbine güzel göründüğün kıvamdır.[51]

Sınanıp da kaybeden Züleyhalar için kurtuluş yolu kapanmış değildir;


“Kötülüktür ettiğim, inkâr edecek değilim, ama Rabbim merhamet
ed[ip affed]erse başka.” Züleyha sensin; durma sen de itiraf et:
Masumiyetin kurtarmayacak seni, mahcubiyetine sarıl.
Yoksa Yûsuf mudur “Benim nefsim hep kötülüğü ister” diyen? Niye
olmasın? Niye yakıştıramayasın? Yûsuf’ça güzel olmanın yolu
kendini kötü bilmekten geçer. Kendini hepten iyi sananlar, baştan
güzel bulanlar aldanır. Kötülük edebilirliğine kör olanlar, kötülük
ederken bulurlar kendilerini. Kötülük edebileceğine inanmayanlar,
kötülük ettiklerine iyilik ettiklerini sanırlar. Kendilerine biçtikleri iyilik
rüyasına kanarlar. Çamura bulanır, ama çamuru misk ü amber
sanırlar. Yüzlerine gözlerine bulaştırırlar. Kötülüğün öznesi olurlar.

Sınanıp da kazansan bile Yûsuf gibi, sakın güvenme nefsine.


Kazanmak öyle kolay değil. De ki: “Bakmayın bu defa kazandığıma,
nefsimi temize çıkaramam, nefsime kalsa hep kötülük isterim,
Rabbim merhamet etti de öyle kazandım.”

Yaralarını görenler; ilaç arar, ilaç bulur, ilaç olur. Kanadığını fark
edenler kan arar, can olur. Rüzgârda yıkılabileceğini bilirse ağaç,
kabuk bağlar, köklerini derinleştirir, gövdesine göz kulak olur. Hata
edebileceğini gören kullar en başından mahcuptur. Şımarmaz. Kibre
kapılmaz. İhtiyatlı yürür. Dikkatle basar. Yüzü kızarır. Kıldan ince,
kılıçtan keskin sıratları adımladığını bilir. Kendine kurtarıcı kesilmez.
Rabbinin merhametine sığınır. Rahmet kapısının eşiğinde boyun
büker. “Bana kalsa ben kötülük ederim, çirkin işler işlerim, ama
Rabbim bana merhamet ederse başka...” Kurtuluşunu Rabbinden
bilir.

Henüz sınanmayanların ağzına da yakışır, “Ben nefsimi temize


çıkarmam...” sözü. Başkasının sınanıp da kaybettiğine şahit olan,
henüz sınanmadığı için kaybetmemiştir. Sınanıncaya kadar kaybedip
kaybetmeyeceğini bilemez. O hâlde, bir sınavda kaybedeni
kınamadan önce, kendini de sınanacaklardan saymalısın. De ki: “O
nefisten bende de var, benim nefsim de kötülük etmek ister. Rabbim
merhamet etti de beni o günahla sınamadı...”

Sınanmadığın günahın masumu sanma kendini.

Ne Züleyha’nın ne Yûsuf’un sözüdür artık o söz. Senin ağzına


konuldu az önce. Senin diline değdi. Sana yakıştırıldı. Bir de sen
diyeni olasın diye duyanı oldun sözün. “Dedi”leri unut. Kim dediydi,
kime dediydi; sorma.

Şimdi sen sen ol ve de ki: “Ben bana kalsaydım hep kötülük


ederdim; Rabbimin merhameti sayesindedir iyiliklerim... Ne iyiliği
bilirdim; ne iyileri tanırdım; ne iyiler arasında olabilirdim; ne de iyilik
etmenin iyiliğini tadardım. Ben bana kalsaydım, kendimi köle
pazarında yağmalardım. Ne Kitab’ı bilirdim, ne güzelliği.
Sağırlaşırdım sözün güzeline. Kör kalırdım gördüklerime bile. “Yâ
esefâ!”

De ki:

“Rabbim merhamet etti de, Yûsuf’un yanında anıyorum şimdi


kendimi. Yûsuf’a eseflenen Yâkub’un göğsüne koydum kalbimi.
Yûsuf’a ettikleriyle eseflenenlerin yüzünde tanıdım kendimi. Ayna
oldu kötüler kendi içimin saklı kötülüklerine. Kardeşini kuyuya
atanlardan olabilirmişim meğer; şimdi gördüm. Züleyha ben
olabilirdim, yeni fark ettim. Gömleği yırtılan değil, gömleği yırtanın
rolü de benimmiş; az önce bildim. Ben de ucuzcu bezirgânların
safına geçip içimin Yûsuf’larını yağmalamışım; âh ki geç anladım.
Beni kurtarmak için inleyen “Yâ esefâ”larımı, sancılarımı, gam ve
kederlerimi zindana itebilirmişim; şimdi uyandım.”

De ki:
“Beni de bir Yûsuf kurtarır kendi zindanımdan. Ben bana kalsam,
çıkamam o kapıların ardından. Rabbimin merhameti değil midir bana
Yûsuf’u hatırlatan? Benim nefsim hep kötülüğü ister, ama Rabbim
merhamet edip Yûsuf’u gösterirse başka... Ben hep Züleyha’dan
yana olup kötülüğü isterim, ama Rabbim merhamet edip Yûsuf’un
yanına alırsa başka...”

Yoksa bitti mi ömrüm? Nakd-i ömür oldu heba; öyle mi? Pazar
dağıldı mı dedin? Göçtü kervan, âh. Nasıl olur ama! Niye
uyandırmadı kimse beni? Hep kötülük ettim de iyilik ettiğimi sandım;
âh. Çirkindim, ama güzel diye gördüm kendimi aynada.

Demek, rüyaya kanmışım! Uyuyordum da kendimi uyanık sanmışım.


Uyanamadım. Şimdi, uyandım. Niye bu kadar geç kaldım! İyilik diye
kötülük ettiğimi daha önce anlamalıydım. “Yâ esefâ...” Dost ol bana,
ey kederim. Yanımda kal ey tasam, ey kaygım. Şahit ol bana hayal
kırıklığım, hüznüm! Ben böyle olmayacaktım. Kendime
yakıştıramadığım işler yapmışım. Yâ esefâ, yazık bana.

“Yâ esefâ” feryadımı Yûsuf’u anışım diye duyar mı Rabbim? Ben hep
kötülük etmişim, Yâ esefâ. Yûsuf’un sözünü ümidim bilirim: “Rabbim
bana merhamet ederse başka...”

Rabbi karşısında günahkârın hâli Züleyha’nın hâli gibidir: “Ben hep


kötülüğü istedim, bugün Rabbim merhamet ederse başka...” Rabbi
karşısında salih kulun hâli, Yûsuf’un hâli gibidir: “Ben bana kalsaydı
hep kötülük ederdim, Rabbim merhamet ettiği için başka...” Rabbi
karşısında herkesin nasibine mahcubiyet düşer aslında: “Rabbim
sen bağışlayıp merhamet edersen başka... Ben kurtaramam
kendimi. Ben bana kurtuluş olamam ki. Senin rahmetinden başka
çıkış yok bana...”

Sen böyle dersen, Rabbin de sana; kralın Yûsuf’a dediğini der: “Artık
bugün yanımızda mevkii olan, güvenilir bir dostsun.” Şimdi sana
kralın Yûsuf’a dediğini duyuran Rabbin, kralın Yûsuf’a dediğini
sonunda Rabbinden duyacağından emin olmanı ister. Kralın Yûsuf’a
merhametinden daha az değil ki Rabbinin sana merhameti! Yûsuf’un
kıymetini takdir eden kraldan daha mı az kıymet bilir senin Rabbin?
Kıssadan uyan: Sana şimdi diyor ki Rabbin: “Artık bugün yanımızda
mevkii olan, güvenilir bir dostsun.”

Yûsuf, kendine kötülük edenlere, “Ben masumum, siz zalimsiniz”


demiyor. Ancak elini kesen kadınların muradını hatırlatarak,
kendilerinin kendi zulümlerini görmesini diliyor. Zalimleri saran
umursamazlık kabuğunu dışarıdan kırmaya kalkmıyor. İnsanın
içindeki iyilik nüvesinin insanın unutkanlık kabuğunu içeriden
çatlatacağına iman[52] ediyor. Ümit ediyor insandan. Rabbinin insana
dair ümidini seslendiriyor. Biliyor ki, cevherinde saklı iyiliği insan
kendisi isterse çıkarır. Kendi kabuğunu pişmanlıkla kırandır ancak,
içindeki iyilik filizini dallandırıp budaklandıran.

Yûsuf kendini temize çekmiyor. İnsan tekinin hata edebilirliğini açıkça


beyan ediyor. Masumiyetinden kendine ayrıcalık çıkarmıyor.
Mazlumluğunu zulüm aracı olarak kullanabilecekleri insafa davet
ediyor. Kendini günahsızların safına çekip, günahkârları taşlama
ikiyüzlülüğüne karşı uyarıyor. “İlk taşı günahsız olan atsın” dese İsâ,
herkesin elinden taşın düşeceğini biliyor. Damı akmayan kimse yok
ki şu âlemde. Herkesin odası su alıyor. Gömleği sağlam değil
kimsenin. Yırtıldı, yırtılıyor. Yırtılmaya hazırlanıyor.

Gömleğin varsa, gömleğe uzanacak eller var, bilesin. Elin varsa, sen
de bir gömleği yırtabileceğini bilesin. Kimse masum değil.

Demek istiyor ki Yûsuf: “Sizin ettiğiniz kötülüğü ben de ediyor


olabilirdim. Ben, ben olduğum için değil, Rabbim bana merhamet
ettiği için masum kaldım. Zalim olmayışım, zalim olamayacağımdan
değil.

Bir kötülük varsa ortada, herkes o kötülüğün faili olabilir. Herkesin


ayağı tuzağa kayabilir. Herkesin içinden bir zalim çıkabilir. Kimse
sınanıncaya kadar günahın masumu değil.

Yûsuf olmak bedel ister. Yûsuf’luğun sancısını göze almayan,


Yûsuf’u dilsiz bırakır. Bedelini ödeyemeyen Yûsuf’unu zindanda
unutur. Herkes kendine bir Yûsuf borçludur. Bu ömür, Yûsuf’luğun
bedelini ödemek içindir. Ödemeye var mısın şimdi? Dudağını
ısıracak denli kendi içinin kötülüklerine eğilebilir misin? Sana yapılan
kötülüklerden de kendi kötülük edebilirliğini görecek kadar açık mı
gözlerin? Kendi hatalarınla uğraşırken başkalarının hatalarını
unutacak kadar kapattın mı gözlerini? İçini kanatıyor mu kötülüklere
dair şahitliğin? Kendini temize çıkarma derdini unutmaya hazır
mısın? “Kusur bende, hata bende...” diyecek misin? Başkalarını
kınarken kendini temize çıkarmanın konforuna yaslanmaktan
vazgeçecek misin? Yûsuf kınamaz kendi zalimlerini. Zalimlerinin
aynasında kendi zulmedebilirliğini görür. “Ne oluyor bana ki, sizi
böyle görüyorum...”[53] der açık cürümler karşısında.

Öyle saf bir ayna ol ki, sana baktıklarında kardeşlerin, “Biz hataya
batıp gitmişiz işte...” yarasını yanında kanatmaktan korkmasınlar.
Kınayıcı bakışlarını çek gözlerinden de, “Doğruya doğru, Allah seni
bize üstün kılmış...” itirafını yağmalanma korkusu olmadan
dökebilsinler eteklerinden. Ayıplayıcı sözlerini acıyla da olsa yut ki,
“Bugün size kınama yok...” sözünü ince bir şal gibi sarıversinler
suçluluklarının üzerine.
Farkında mısın; “Ben hep kötülük etmek isterim, ama Rabbim
merhamet ederse başka...” sözüyle huzuruna kabul ediyor seni
Rabbin. Karşısına koyuyor ki, sen de kötülük eden kardeşlerin
karşısında Rabbinin merhametinin aynası olarak durasın. “Ben hep
kötülük etmişim” diyen mücrimlerin sahnesinde, sen de “Rabbim
merhamet ederse başka...” ümidine sözcü olasın. “Benim hatırıma
öyle dur ki benim mücrim kullarım karşısında, mücrim olarak
huzuruma geldiğinde sen, Ben de seni öyle kabul edeyim. Çünkü,
“Bizim hatırımızı burada gözetip iyilik edenlerin hatırını Biz de orada
gözetir, iyilik ederiz. Bizi ‘görmelerine’ karşılık Biz de onları ‘görürüz.’
İyiliklerini zayi etmeyiz.”[54]

Bundan sonra Yûsuf izzet sahnesindedir. “Aziz” olanın aziz kıldığı


yerde bulur kendini. Der ki: “Beni ülkenin hazinelerine bakmakla
görevlendir.” Demek ister ki: “Ben izzetimi ülkenin hazinelerine
bağlamam. Çok mal sahibi olarak aziz kılmaya kalkmam kendimi.
Servetin peşinde koşarak, izzetimi servetin ayakları altına atmam.
Şahit olurum sadece. Nezaret ederim. Bakarım. Malın mülkün bana
sahip olmasına izin vermem. Beni ele geçiremez onlar. Sahip olmak
için koşturmam. Çoğaltma tutkusuna kapılmam.”

Ey zamane Yûsuf’u; ülkenin hazinelerine sahip olmaya değil, şahit


olmaya bak. Hiçbir şey için “Benimdir” deme. “Benim olsun!” diye
sevdalanma. De ki, “Sadece yanımdadır. Sahibim yanımda tutuyor
şu dünya mülkünü.[55] Yoksa elde edemezdim hiçbirini. Elim bile
elimde değil ki. Elimde tutamam elimdekileri. Elim bile elimden
düşecek değil mi?”[56]

Sahip olmaya kalkarsan, sahip olacaklarının sonunu


getiremeyeceksin. Elindekiler ne kadar çoğalırsa çoğalsın, ele
geçiremediklerin hep daha çok olacak. Hep az bulacaksın
elimdekileri. Hep yoksul bileceksin kendini. Çoğaltma tutkusuyla
oyalanacaksın, mezara varıncaya dek.[57] Oyuncakların elinde
oyuncak olmuş bir cesetle kalacaksın sonunda. “Yâ esefâ...”

Yûsuf’un izzeti ülkenin hazinelerine sahip oluşundan değil, şahit


oluşundandır. Yanlış yerde arama izzetini.

Bir yerde bir kriz çıkarsa, üzülme. Bir yeri kanarsa ülkenin, korkma.
Bekle ki, kardeşler çıkmıştır yola. Kıtlık çıkmasaydı ülkede,
kardeşlerini bulur muydu Yûsuf? Krizler, acılar, hüzünler, hüsranlar,
ölümler, ayrılıklar kardeşlerin kardeşliğini bulma vaktidir.
Muhtaçlıklar, çaresizlikler, arayışlar yeryüzünde kardeşliğin ayağa
kalkma fırsatıdır. Sen Yûsuf ol yeter ki, kıtlığın zarfında sana bolluk
gönderir Rabbin. Yûsuf olana, ölümün kara duvağından dirilişi gelin
diye gösterir Rabbin.

Açlığını Rabbinden bilen, Rabbine doyacaktır.

[40] İman etmek, Allah’tan ümit etmektir. Her mü’min, bulduğu


dünyadan fazlasını umar Allah’tan. Gördüğünün ardında, daha
güzeller olduğuna emin olur, Allah’ın vaadiyle. Kralın rüyasını
“karmakarışık düşler bunlar” diyerek boşa çıkaranların tarafında
olmaz, köreltenlerin yanında durmaz. Kendilerine gösterilen “göklerin
ve yerin yaratılı­şı üzerinde inceden inceye düşünürler de derler ki:
“Ey Rabbimiz! Sen bunları[n hiç birini] anlamsız ve amaçsız
yaratmadın...” [Âl-i İmrân, 191].

[41] Fussilet sûresi, 53; “Yetmez mi onlara Rabbinin her şeye şahit
olduğu[nu bilmek]” diye meal verilir. Gerçekte, Rabbinin gördüğünü
görmemelerin hepsi bir rüyadır; bin aldanış.
[42] Kur’ân’daki “Yâ eyyühe’l insan,” hitabıyla başlayan ayetler,
insana unuttuğunu hatırlatma temasında ilerler. ‘İnsan’ kelimesi,
‘unutmak’ anlamındaki ‘nisyan’la aynı köke dayanır. Bu yüzden “ey
insan!” hitaplarını “ey unutan!” diye okumak, anlamı yeniler,
derinleştirir. Bu hitapla başlayan ayetleri bir dizi hatırlatmaların
izlemesi hiç de şaşırtıcı değildir. Meselâ, İnfitâr/6 ve İnsan/1 ayetleri
bu bağlamda yeniden okunabilir.

[43] ‘Zikr’ hatırlamaktır. Kendi konumunu bilmek. Rabbi karşısındaki


konumunu aklına iyice yerleştirmektir. ‘Zikr’ sadece dudakla yapılan
bir eylem değildir; dimağın eylemidir. Aklın işidir. Akıl sorar, sormalı:
“Neredeyim ben?” “ Nereye gidiyorum?” “Burada işim ne?” Buraya
niye geldiğini unutan gittiği yerde unutulur.

[44] Yâsîn sûresi, 77.

[45] “Ey nebi, Biz seni şahit, müjdeleyici ve uyarıcı olarak


gönderdik...” mealindeki Ahzab, 45. ayetin ekseninde yürüyen
ifadeler. Buna göre, ‘şahit’ olamayan müjdeci olamaz, müjdeci
olamayan da uyarıcı olma hakkını kaybeder.

[46] Antika bakır bir paranın değeri yüzünde taşıdığı mühürden


kaynaklanır; bakırlığından değil. İnsanın kıymeti de etinden kemiğin­-
den teninden değil, yüzünde saklı ‘Rahmân mührü’nden gelir. İman
bir intisaptır; kendini Sahibine nisbet etmeyen insan, kıyme­tini
bakırcı terazilerindeki ağırlığında arayan antika para gibidir.

Bkz: Yirmi Üçüncü Söz, Bediüzzaman Said Nursî.

[47] Yunus Emre.

[48] Nebe’ sûresi, 17: Yevm-i Fasl: İyinin kötüden ayrıldığı, hakkın
batıldan ayıklandığı ‘hesap günü.’

[49] Felâk sûresi, cümle çoğalışların ve genişlemelerin, tüm doğuşla­-


rın ve açılışların Rabbine sığınmamızı ister. O’nun bizden istedi­ği­dir
genişlemek, filizlenmek, neşvünema bulmak, dal budak ço­ğalmak.
Yoksa daralırız, yoksa azalırız, yoksa az alırız, yoksa ziyan oluruz,
yoksa kabuğumuzda hapsoluruz, yoksa varlığımızla boğuluruz.

[50] Bakara sûresi, 115.

[51] Tin sûresi, 4. ayet’in ilhamıyla...

[52] Rabbimizin bir güzel ismi de Mü’mindir; kuluna güvenir Mü’min.

[53] Mekkeli Yûsuf’un [a.s.m.] dostlarının hataları karşısındaki Yû­-


suf’ça tavrı... “Size yanlışı yakıştırmam, ihtimal ki, ben yanlış
görüyorum...” Hata yapıyor diye gördüklerimiz karşısında, gördü­ğüne
göre değil işin aslına göre hükmetme edebi bu olsa gerek. Çünkü
hata sahibini o hataya sürükleyen asıl sebebi görmüyoruz. Kim bilir;
biz o hâlde olsaydık, o gördüğümüzden daha büyük hatalar
yapardık! Günahkâra değil günaha tavırlı ol.

[54] “İhsanın karşılığı ihsan değil midir?” [Rahmân, 60] diye soran
vahyin anlam ekseninde ilerliyor cümleler. Kralın, Yûsuf’a kendi
yanında “güvenilir bir dost” olarak yer vermesini hatırlatırken,
“muhsinlerin mükafatını zayi etmeyiz” der. Sahnede Yûsuf ve Kral’ı
gösteren ayet, asıl sahnede biz kulları ve Rabbimizi görmemizi ister.
Burada “Allah’ı gözetenlerin orada Allah tara­fın­dan gözetileceği”nin
haberidir bu. İhsana karşılık ihsan... Dünyadaki azıcık ihsanına karşı
ebedî ihsan gören kula sormak gerek: “Allah’ın nimetlerini nasıl inkâr
eder insan!” İmkânsız. Al­lah’ın nimetlerini inkâr ederken bile Allah’ın
nimetini kullananlar, Allah’ın nimetlerini inkâr etmeyi başaramazlar.

[55] Kehf sûresi, 39 anlam ekseninde...

[56] “Bunu benim emrime veren Allah Sübhandır; yoksa ben onu
yanımda tutamazdım...” [Zuhruf, 13].

[57] Tekasür sûresi 1 ve 2. ayetler.

En güzel boya Rabbine güzel göründüğün kıvamdır.[51]


Hatırlamak kurtuluştur. Kurtulanlar hatırlayanlardır. Oysa insan, öyle
unutkan, öyle unutkan ki... “Ey insan!” dediğinde Rabbin, hatırla ki,
“Ey unutan!” diyor sana.[42] “Hatırla!” “Unuttuğunu hatırla!” “Unutkan
olduğunu hatırla!”[43] Yolun sonu Yûsuf’sa, de ki, “...gönderin beni,
işin aslını öğreneyim.” Unutma “Yâ esefâ...” kederini ki, yok sayma
eksikliğini ki, sonunda tamamlanasın, rüyan hayra yorulsun, işin
aslını göresin.

Ey zamane Yûsuf’u; ülkenin hazinelerine sahip olmaya değil, şahit


olmaya bak. Hiçbir şey için “Benimdir” deme. “Benim olsun!” diye
sevdalanma. De ki, “Sadece yanımdadır. Sahibim yanımda tutuyor
şu dünya mülkünü.[55] Yoksa elde edemezdim hiçbirini. Elim bile
elimde değil ki. Elimde tutamam elimdekileri. Elim bile elimden
düşecek değil mi?”[56]

Hatırlamak kurtuluştur. Kurtulanlar hatırlayanlardır. Oysa insan, öyle


unutkan, öyle unutkan ki... “Ey insan!” dediğinde Rabbin, hatırla ki,
“Ey unutan!” diyor sana.[42] “Hatırla!” “Unuttuğunu hatırla!” “Unutkan
olduğunu hatırla!”[43] Yolun sonu Yûsuf’sa, de ki, “...gönderin beni,
işin aslını öğreneyim.” Unutma “Yâ esefâ...” kederini ki, yok sayma
eksikliğini ki, sonunda tamamlanasın, rüyan hayra yorulsun, işin
aslını göresin.

Oysa hep yüz yüzesin Rabbinle. “Nereye dönersen, O’nun veçhini


bulursun.”[50] Ne var ki hain olup olmadığının anlaşılması için O’nun
gıyabında hissetmen gerek kendini. Hıyanetler, ve de sa­da­kât­ler
ancak dostun uzağında olduğunda ortaya çıkar çünkü. Bu yüzden
dünya uykusundasın şimdi. O’nun güya görmediği, bilmediği,
işitmediği, umursamadığı bir rüya içindesin. O’nun sana verdiklerini
O’na isyan etmekte kullanıyorsan hainsin. Sana gençlik, sağlık,
güzellik, servet verene, verdiklerine güvenerek kafa tutuyorsan...
Verene verdi diye, üstelik verdiğiyle karşı çıkmak; olacak iş değil!
Kendine azıcık saygısı olan herkesin uzak duracağı bir onursuzluk
bu.

Yûsuf’un gördüğü rüya ne kadar Yâkub bakışı istiyorsa, kralın


gördüğü rüya da bir o kadar Yûsuf bakışı bekliyor. Diğerlerinin uyku
duvarına çarpıyor kralın rüyası: “Tuhaf, karma karışık düşler bunlar;
biz rüyaların tabirini bilmeyiz.”[40]

Yûsuf olmak bedel ister. Yûsuf’luğun sancısını göze almayan,


Yûsuf’u dilsiz bırakır. Bedelini ödeyemeyen Yûsuf’unu zindanda
unutur. Herkes kendine bir Yûsuf borçludur. Bu ömür, Yûsuf’luğun
bedelini ödemek içindir. Ödemeye var mısın şimdi? Dudağını
ısıracak denli kendi içinin kötülüklerine eğilebilir misin? Sana yapılan
kötülüklerden de kendi kötülük edebilirliğini görecek kadar açık mı
gözlerin? Kendi hatalarınla uğraşırken başkalarının hatalarını
unutacak kadar kapattın mı gözlerini? İçini kanatıyor mu kötülüklere
dair şahitliğin? Kendini temize çıkarma derdini unutmaya hazır
mısın? “Kusur bende, hata bende...” diyecek misin? Başkalarını
kınarken kendini temize çıkarmanın konforuna yaslanmaktan
vazgeçecek misin? Yûsuf kınamaz kendi zalimlerini. Zalimlerinin
aynasında kendi zulmedebilirliğini görür. “Ne oluyor bana ki, sizi
böyle görüyorum...”[53] der açık cürümler karşısında.

Farkında mısın; “Ben hep kötülük etmek isterim, ama Rabbim


merhamet ederse başka...” sözüyle huzuruna kabul ediyor seni
Rabbin. Karşısına koyuyor ki, sen de kötülük eden kardeşlerin
karşısında Rabbinin merhametinin aynası olarak durasın. “Ben hep
kötülük etmişim” diyen mücrimlerin sahnesinde, sen de “Rabbim
merhamet ederse başka...” ümidine sözcü olasın. “Benim hatırıma
öyle dur ki benim mücrim kullarım karşısında, mücrim olarak
huzuruma geldiğinde sen, Ben de seni öyle kabul edeyim. Çünkü,
“Bizim hatırımızı burada gözetip iyilik edenlerin hatırını Biz de orada
gözetir, iyilik ederiz. Bizi ‘görmelerine’ karşılık Biz de onları ‘görürüz.’
İyiliklerini zayi etmeyiz.”[54]

Sahip olmaya kalkarsan, sahip olacaklarının sonunu


getiremeyeceksin. Elindekiler ne kadar çoğalırsa çoğalsın, ele
geçiremediklerin hep daha çok olacak. Hep az bulacaksın
elimdekileri. Hep yoksul bileceksin kendini. Çoğaltma tutkusuyla
oyalanacaksın, mezara varıncaya dek.[57] Oyuncakların elinde
oyuncak olmuş bir cesetle kalacaksın sonunda. “Yâ esefâ...”
Ancak bir süre “biçtiğin ekini sapında bırakacaksın.” Hesap gününü
gözleyeceksin. Sapında kalacak tanelerin. “Ayrışma günü”nü[48]
bekleyeceksin. Ömrünün meyvesi dalında bekleyecek. Hemen
derilmeyeceksin.

[45] “Ey nebi, Biz seni şahit, müjdeleyici ve uyarıcı olarak


gönderdik...” mealindeki Ahzab, 45. ayetin ekseninde yürüyen
ifadeler. Buna göre, ‘şahit’ olamayan müjdeci olamaz, müjdeci
olamayan da uyarıcı olma hakkını kaybeder.

[44] Yâsîn sûresi, 77.

[46] Antika bakır bir paranın değeri yüzünde taşıdığı mühürden


kaynaklanır; bakırlığından değil. İnsanın kıymeti de etinden kemiğin­-
den teninden değil, yüzünde saklı ‘Rahmân mührü’nden gelir. İman
bir intisaptır; kendini Sahibine nisbet etmeyen insan, kıyme­tini
bakırcı terazilerindeki ağırlığında arayan antika para gibidir.

Bkz: Yirmi Üçüncü Söz, Bediüzzaman Said Nursî.

[41] Fussilet sûresi, 53; “Yetmez mi onlara Rabbinin her şeye şahit
olduğu[nu bilmek]” diye meal verilir. Gerçekte, Rabbinin gördüğünü
görmemelerin hepsi bir rüyadır; bin aldanış.

[40] İman etmek, Allah’tan ümit etmektir. Her mü’min, bulduğu


dünyadan fazlasını umar Allah’tan. Gördüğünün ardında, daha
güzeller olduğuna emin olur, Allah’ın vaadiyle. Kralın rüyasını
“karmakarışık düşler bunlar” diyerek boşa çıkaranların tarafında
olmaz, köreltenlerin yanında durmaz. Kendilerine gösterilen “göklerin
ve yerin yaratılı­şı üzerinde inceden inceye düşünürler de derler ki:
“Ey Rabbimiz! Sen bunları[n hiç birini] anlamsız ve amaçsız
yaratmadın...” [Âl-i İmrân, 191].

[43] ‘Zikr’ hatırlamaktır. Kendi konumunu bilmek. Rabbi karşısındaki


konumunu aklına iyice yerleştirmektir. ‘Zikr’ sadece dudakla yapılan
bir eylem değildir; dimağın eylemidir. Aklın işidir. Akıl sorar, sormalı:
“Neredeyim ben?” “ Nereye gidiyorum?” “Burada işim ne?” Buraya
niye geldiğini unutan gittiği yerde unutulur.
[42] Kur’ân’daki “Yâ eyyühe’l insan,” hitabıyla başlayan ayetler,
insana unuttuğunu hatırlatma temasında ilerler. ‘İnsan’ kelimesi,
‘unutmak’ anlamındaki ‘nisyan’la aynı köke dayanır. Bu yüzden “ey
insan!” hitaplarını “ey unutan!” diye okumak, anlamı yeniler,
derinleştirir. Bu hitapla başlayan ayetleri bir dizi hatırlatmaların
izlemesi hiç de şaşırtıcı değildir. Meselâ, İnfitâr/6 ve İnsan/1 ayetleri
bu bağlamda yeniden okunabilir.

[48] Nebe’ sûresi, 17: Yevm-i Fasl: İyinin kötüden ayrıldığı, hakkın
batıldan ayıklandığı ‘hesap günü.’

[47] Yunus Emre.

[50] Bakara sûresi, 115.

[49] Felâk sûresi, cümle çoğalışların ve genişlemelerin, tüm doğuşla­-


rın ve açılışların Rabbine sığınmamızı ister. O’nun bizden istedi­ği­dir
genişlemek, filizlenmek, neşvünema bulmak, dal budak ço­ğalmak.
Yoksa daralırız, yoksa azalırız, yoksa az alırız, yoksa ziyan oluruz,
yoksa kabuğumuzda hapsoluruz, yoksa varlığımızla boğuluruz.

Unutkan arkadaşının Yûsuf’a söylediğini şimdi Mekke’nin Yûsuf’una


da söylüyor olmalısın: “Ey Mekkeli Yûsuf, sen bizi varlığa şahit
olmaya çağırdın, biz sahip olmaya kalktık.” “Ben görüyorum ki...”
diye başlayacaktık cümlelerimize. “Niye o da benim değil ki...” diye
eseflenmelere tutulduk. Şu âleme aziz bir seyirci olmamızı isterken
sen, âlemin kulu kölesi olduk, “Daha çok...”ların peşine düştük. Sahip
olduklarımız da elimizde kalmadı, kalamazdı. Ele geçenler arttıkça,
ele geçirileceklerin sayısı arttı. Çoğalttığımızda, yeni çoğaltılacaklar
çıktı karşımıza. Daha zengin olduğumuzu sandığımız her defasında
daha yoksul bulduk kendimizi. Daha muhtaç olduk sahip
olamadıklarımızı görünce. “O benim olmalı...” dediklerimiz arttıkça,
az aldığımızı düşündük. Az aldık, azaldık. Ezildik. Kavgaya karıştık;
yıkıldık. Şikâyetlerimizi artırdık hep “daha...”sına acıkınca. Müjdeci
olamadık. Kaşlarımız çatıldı; yüzümüz gerildi. Kimseyi uyaramadık.
Biz uykuya daldık. Hayallerimizi senin avuçlarına koyacaktık.
Rüyalarımıza seni şahit tutacaktık. Rüyalarımızı tabir ederken sen,
müjdeler duyacaktık. Uykularımızın başında seni uyarıcı bulacaktık.
[45] Yâ esefâ, ey sıddık, uyuyakaldık...

Hatırla ki, sana sarayı Yûsuf müjdelemişti. “Beni an!” demişti. Bu


saraya gelişin Yûsuf’u anmak içindi. Saraya dalınca, unuttun
Yûsuf’u, kuyuya attın. “Yâ esefâ...” hicranını unutan, Yûsuf’un
güzelliğinden mahrum olur. Hatırla şimdi, sen de unutuş
zindanındaydın; aranıp sorulan biri değildin. Yolu gözlenen, hasretle
beklenen değildin. “Anılmaya değer bir şey” bile olmadığın uzunca
bir süre geçti üzerinden. Senin yokluğuna herkes çoktan razıydı.
Eksikliğin çekilmiyordu sarayda. Ne çok ve ne çabuk unuttun, ey
unutkan, ey insan! “Bir su damlasıydın en fazla; tuttun, “Rabbine
hasım kesildi”n![44]

Buz üstünde yürüdüğünü unutursan, seni de bir soğuk duş bekler.


Yastıkta unuttun kendini. Senin uykun incecik bir zar içinde. Ha
yırtıldı ha yırtılacak. İnfilakı yaklaşmış nüveler gezdiriyorsun içinin
içinde. Küllendirdiğini sandığın ateşler alev alacak, lav olup
kavuracak uyuyan yamaçlarını. İçinin dağları patladı patlayacak.
İnfilakın Rabbine sığın...[49]

Ey zamane Yûsuf’u; ülkenin hazinelerine sahip olmaya değil, şahit


olmaya bak. Hiçbir şey için “Benimdir” deme. “Benim olsun!” diye
sevdalanma. De ki, “Sadece yanımdadır. Sahibim yanımda tutuyor
şu dünya mülkünü.[55] Yoksa elde edemezdim hiçbirini. Elim bile
elimde değil ki. Elimde tutamam elimdekileri. Elim bile elimden
düşecek değil mi?”[56]

Bir Yûsuf bakışına değmezse yüzün; yazık olmaz mı sana? “Yâ


esefâ...” Rabbinin gözbebeği iken, başka bakışlarda aramaktasın
itibarını; “yazık sana...” Yetmez mi sana Rabbinin seni görüyor
olması?[41]

[56] “Bunu benim emrime veren Allah Sübhandır; yoksa ben onu
yanımda tutamazdım...” [Zuhruf, 13].

[55] Kehf sûresi, 39 anlam ekseninde...


[52] Rabbimizin bir güzel ismi de Mü’mindir; kuluna güvenir Mü’min.

[51] Tin sûresi, 4. ayet’in ilhamıyla...

[54] “İhsanın karşılığı ihsan değil midir?” [Rahmân, 60] diye soran
vahyin anlam ekseninde ilerliyor cümleler. Kralın, Yûsuf’a kendi
yanında “güvenilir bir dost” olarak yer vermesini hatırlatırken,
“muhsinlerin mükafatını zayi etmeyiz” der. Sahnede Yûsuf ve Kral’ı
gösteren ayet, asıl sahnede biz kulları ve Rabbimizi görmemizi ister.
Burada “Allah’ı gözetenlerin orada Allah tara­fın­dan gözetileceği”nin
haberidir bu. İhsana karşılık ihsan... Dünyadaki azıcık ihsanına karşı
ebedî ihsan gören kula sormak gerek: “Allah’ın nimetlerini nasıl inkâr
eder insan!” İmkânsız. Al­lah’ın nimetlerini inkâr ederken bile Allah’ın
nimetini kullananlar, Allah’ın nimetlerini inkâr etmeyi başaramazlar.

[53] Mekkeli Yûsuf’un [a.s.m.] dostlarının hataları karşısındaki Yû­-


suf’ça tavrı... “Size yanlışı yakıştırmam, ihtimal ki, ben yanlış
görüyorum...” Hata yapıyor diye gördüklerimiz karşısında, gördü­ğüne
göre değil işin aslına göre hükmetme edebi bu olsa gerek. Çünkü
hata sahibini o hataya sürükleyen asıl sebebi görmüyoruz. Kim bilir;
biz o hâlde olsaydık, o gördüğümüzden daha büyük hatalar
yapardık! Günahkâra değil günaha tavırlı ol.

Onların muteber gördüğünde arama itibarını. Onların terazisinde ağır


basarsan, yazık sana. Bakırlığınla tüm terazileri devirsen, kefelerin
hepsini ağdırsan neye yarar ki![46] Gençliğinle milyonları kendine
hayran etsen, teninle dünyayı ardın sıra koştursan, ne kazanırsın ki?

Yûsuf, kendine kötülük edenlere, “Ben masumum, siz zalimsiniz”


demiyor. Ancak elini kesen kadınların muradını hatırlatarak,
kendilerinin kendi zulümlerini görmesini diliyor. Zalimleri saran
umursamazlık kabuğunu dışarıdan kırmaya kalkmıyor. İnsanın
içindeki iyilik nüvesinin insanın unutkanlık kabuğunu içeriden
çatlatacağına iman[52] ediyor. Ümit ediyor insandan. Rabbinin insana
dair ümidini seslendiriyor. Biliyor ki, cevherinde saklı iyiliği insan
kendisi isterse çıkarır. Kendi kabuğunu pişmanlıkla kırandır ancak,
içindeki iyilik filizini dallandırıp budaklandıran.
[57] Tekasür sûresi 1 ve 2. ayetler.

“Ayrıca yedi yeşil başak ve bir o kadar da kuru başak” var dünyada.
Tarladır burası. Can tarlası. Bir ekilir, bir biçilir. Bir dolar dünya, bir
boşalır. Âdemoğlu tohumdur; saçılır dünya toprağına. Kimi biter, kimi
yiter. Yiğit iken ölür herkes, ‘gök ekini biçmiş gibi.’ Yeşil başaklar kuru
başaklara bırakır yerini. Yedi gece yedi gündüzü yedikçe, tazeliğini
kaybeder ten, solar yeşil ümitler. Yaz kışa döndükçe, can taneleri
toprağa düşer. Ruh sığmaz olur beden kabuğuna. Gün akşama
erdikçe, başaklar savrulur göğe. Yeşil başaklar gibi dünyaya gelen
bebeler, kuru başaklara dönüp ecele boyun eğer. Ahiret harmanına
düşer gök ekinlerin cümlesi. “Gelir geçer ömrün senin şol yel esip
geçmiş gibi. Hele sana şöyle gelir şol göz yumup açmış gibi.”[47]
Birinci Yûsuf sahnesi

Yûsuf’un kardeşleri çıkageldiler ve onun yanına vardılar.

Yokluktan geldi kardeşler. Varlık ise Yûsuf’un yanında. O yardım


istenen; onlar ise yardım isteyen. Yokluğa terk ettikleri Yûsuf’un
yanında buldular varlığı. Daha çok var olmak için yokluğuna
hükmettikleri Yûsuf’un yanında tadacaklar yokluğun hükmünü.

Yûsuf’un huzuruna girdiler, ama Yûsuf’un huzurunda olduklarından


henüz haberleri yok. Rüya içindeler; gördüklerinin gerçek olduğunu
sanıyorlar. Yûsuf’suzluk görüntüsüyle oyalanıyorlar; göz göre göre
Yûsuf’u görmezden geliyorlar. Görmüyorlar ki, hiçbir şey göründüğü
gibi değil. Gördüklerinin aslını en sonunda görecekler, işte o vakit
“Yâ esefâ...” diyecekler. Bu ilk karşılaşmaları... Onların gördüklerine
kandıklarını görüyoruz. Rüya görüyorlar, ama rüya gördüklerini
göremeyecek kadar uykudalar. “Yâ esefâ...” çığlığıyla uyanacaklar,
ağrıyacaklar, ağlayacaklar.

Yûsuf’u kuyudan kurtaran, kölelikten çekip alan, zindandan çıkaran


Rabbin, seni bu yokluk-varlık sahnesine alarak uyandırmak istiyor.
Görünen hiçbir şeyin asıl olmadığını görmeni istiyor. Gördüklerine
göre yaptığın hesapların tutmayacağını öğretiyor. Bulduklarına
dayandırdığın hesaplarının boşa çıkacağını söylüyor. Yeter ki Yûsuf
ol sen, seni kuyuya itenlerin kendilerini düşürdüğü kuyuya el
uzatacak olan yine sen olacaksın. Yeter ki Yûsuf ol... Kuyuyu
utandırır, zindanı sevindirir, Mısır’ı aziz edersin.
O onları hemen tanıdı, onlar onu yok saydı.[58]

Yardım istenen yardım isteyenleri hemen tanıdı. Yardım isteyenler


yardım istediklerini hiç tanımadı. Kardeşler için karşılarındakinin
Yûsuf olma ihtimali yoktu. Yûsuf diye birinin var olma ihtimali bile
yoktu. O yüzden kendilerini hemen tanıyan Yûsuf’u tanımadılar,
tanımaya teşebbüs bile etmediler, benzetmeye de kalkmadılar.

“O” ve “onlar” ayırımına dikkat et şimdi... O “tek” olan. “Biricik” Ehad


ve “Muhtaç Olmayan” Samed. “Onlar”ın biricik yardım edeni.

“O” bir ve ihtiyaçsız; “onlar” çok, “onlar” muhtaçlar.

[58] Kur’ân’da, Yûsuf ve kardeşlerinin karşılaşması anlatılırken, ‘o ve


onlar’ diye iki zamir tercih edilir. Bu tercih, hiç şüphesiz kasıtlıdır. “O
[Allah]” ve “o[insa]nlar” diye açımlanabilecek sembolik anlatımı
kanatlandırır. İyi niyetli bir somutlaştırma kastıyla, bu zamirlerin
yerine “Yûsuf” ve “Yûsuf’un kardeşleri” öznelerini koyan bir meal
tercihi, Kur’ân’ın muhataplarını bu sembolik açılımdan mahrum eder,
temsilin kanatlarını kırar, ifadeyi somutlaştırayım derken
soyutlaşmasını engeller. Hucûrat sûresinin ders verdiği edeple bir
kez daha anlıyoruz ki “Allah’ın önüne geçmemek” gerek. Allah bir
konuyu belirsiz bıraktıysa, öne atılıp o konuyu belirlemeye
kalkmamak gerek. O’nun belirsiz bırakışının da belirli bir anlamı
vardır diye sözünü geride tutmak gerek.

O onları hemen tanıdı, onlar onu yok saydı.[58]

[58] Kur’ân’da, Yûsuf ve kardeşlerinin karşılaşması anlatılırken, ‘o ve


onlar’ diye iki zamir tercih edilir. Bu tercih, hiç şüphesiz kasıtlıdır. “O
[Allah]” ve “o[insa]nlar” diye açımlanabilecek sembolik anlatımı
kanatlandırır. İyi niyetli bir somutlaştırma kastıyla, bu zamirlerin
yerine “Yûsuf” ve “Yûsuf’un kardeşleri” öznelerini koyan bir meal
tercihi, Kur’ân’ın muhataplarını bu sembolik açılımdan mahrum eder,
temsilin kanatlarını kırar, ifadeyi somutlaştırayım derken
soyutlaşmasını engeller. Hucûrat sûresinin ders verdiği edeple bir
kez daha anlıyoruz ki “Allah’ın önüne geçmemek” gerek. Allah bir
konuyu belirsiz bıraktıysa, öne atılıp o konuyu belirlemeye
kalkmamak gerek. O’nun belirsiz bırakışının da belirli bir anlamı
vardır diye sözünü geride tutmak gerek.
Kuş bakışı

Kıssada, Kardeşleri Yûsuf’la üç ayrı sahnede karşılaşırlar. İlk


karşılaşma, Yûsuf’un onları çok iyi tanıdığı ama onların Yûsuf’u
tanımadığı sahne. İkinci karşılaşma Yûsuf’un isteğiyle Bünyamin’i de
yanlarına alarak geldikleri sahne ve Yûsuf’un Bünyamin’i ‘saraylı
kap’la rehin aldığı sahne. Üçüncü karşılaşma, rehin alınmış
Bünyamin’i almak için geldikleri ve Yûsuf’la tanıştıkları sahne... Tüm
bu sahneler, Kur’ân’ın “O” ve “onlar” diye tanımladığı anlatım
ekseninde, bir Allah ve çok olan kullarının karşılaşması olarak
okunmaya açıktır. Bu sahnelerde, Yûsuf’un kardeşlerine yaptıkları,
Yûsuf’u bize anlatan Rabbimizin bizim için yaptıklarını imgeler.
Kardeşlerin Yûsuf’a her gelişi, kulların Rabbine yönelişinin evreleri
olarak tasvir edilir. Sahnelerin üçü de, kulların, Ehad ve Samed olan
Allah karşısındaki konumlarını öğretir. Rabbin kullarından her şeye
rağmen ümit kesmediğini anlatır. Kulların Rabbine borçlu olduğu
sözleri eşsiz bir nezaketle ağızlarına koyar. Bu yüzden, her bir sahne
burada ve şimdidedir. Asla tarihî değildir.

O [Allah] onları çok iyi tanır, o[insa]nlar O’nu yok sayar, tanımazdan
gelir.

Anla ki, Rabbin bundan sonra Ehad ve Samed olan “Kendisi”nin


müştak ve muhtaç olan kullarıyla karşılaşmasını anlatmayı murad
ediyor. Yûsuf ve kardeşlerinin diyalogları, artık, Yaratıcı ve
yaratılanların diyaloğu olacak. “O” ve “onlar” dediğinde Rabbin anla
ki, Bir Yaratıcı ve çok yaratılanlardır söz konusu olan.[59]

O onların yüklerini tam ölçek yükledi.


Yûsuf’un karşısında duran kardeşler, senin Rabbin karşısındaki
duruşunu temsil ediyor. “Yâ esefâ...” diye aradığın, yakınlığını
özlediğin Rabbinin karşısındasın her an. İstediğin neyse vermekte
sana. İsteyemediklerini de vermekte. İstemesini bilmediklerini bile
verdi. Bak işte, “insan” diye varsın burada; gör ki tam ölçek almışsın
O’ndan. Bundan ötesi yok ki! Garip ki tam ölçek aldığın Rabbini, tam
da tam ölçek aldığın için yokmuş sanıyorsun. Göklere, dağlara,
yıldızlara vermediği “ben” deme yetkisini sana verdi diye, inkâra
kalkıyorsun sana verdiğini. O’nun sana “sen” diye hitap etmesi
sayesinde “ben” olduğun hâlde, “en yakının olan kendi”ne kendinden
de yakın iken, O hiç yakınında değilmiş gibi davranıyorsun.

O her şeyden ve herkesten çok var iken, O’nu yok sayıyorsun. Seni
her şeyden çok var kılmışken, sırf seni daha çok var kıldığı için
O’nun varlığını unutuyorsun, O’na yabancılaşıyorsun. Seni herkesten
çok ettikçe, O’nu yok saymaya yelteniyorsun. Sana verdiklerine
yaslanarak, sana vermediğini sanmakta daha çok diretiyorsun. Seni
“sen” eden O’na, “ben” diye diye isyan ediyorsun.

Kendini başına buyruk gördüğün bir rüyadasın. Uyuyorsun; rüyaya


kanıyorsun.

Hatırla şimdi, sen o sahnedeki “kardeşler”densin. Tam ölçek verildi


sana. Hiç ummadığını aldın O’ndan. Yokluktan çıkarılıp varlıkla
teçhiz edildin. Varlığın üstüne bir de hayatla donandın. Ne yoklukta
bırakıldın ne cansızlar arasında kaldın. Hayatın üzerine bir de şuur
lütfedildi sana. Nefes aldığı hâlde, nefes aldığını bilmeyenlerden
olabilirdin. Aynalarda göründüğün hâlde, aynada kendini
tanımayanlardan olabilirdin. Kendisine verilen hayatı, hayat diye
bilemeyen hayvanlardan olabilirdin. Şimdi Rabbinin karşısındasın;
tam ölçek yük yüklenmiş olarak. Şimdi, yok saydıkça dertlere
daldığın, yok sandıkça eseflendiğin Rabbinle yüz yüzesin. Adını
koyamadığın “Yâ esefâ...” deyişlerinin biricik çaresinin huzurundasın.
Sana senden de yakın iken, yine de O’nu tanımıyorsun, uzağında
sanıyorsun kendini.
“Bana baba bir olan kardeşinizle gelin” dedi.

Belli ki, Yûsuf “Başka kardeşiniz var mı sizin?” diye sormuş onlara.
Bu soru, onlara kaybettiklerini hatırlatmak içindir. Vicdanlarına
dokunmak içindir. Bu soruyu sorarak, kendi adını söyletmek istedi
Yûsuf onlara: “Yâ esefâ...” Bile bile yitirdiklerini hatırlamalarını umdu.
Kendilerini haklı gördükleri rüyanın gömleğini yırttı usulca... Yûsuf’a
dair cürümlerinin soğuk rüzgârıyla tanıştılar o an. Hem Yûsuf’a
ettikleri kötülüğü hatırlamalarına hem Yûsuf’u yok saya saya
ördükleri masumiyet gömleklerinin bir nefeste yırtılışına “Yâ esefâ...”
dediler.

Nefsinin ettiğini unuttukça, nefsinin kötülüğü istediğini de unutan


sana, varlığına dair hatırlatmada bulunuyor Rabb-i Rahîm’in. “Senin
bir yitiğin yok mu?” diyor her an. “Hatırını kuyuya attığın için
eseflendiğin Bir’i yok mu?” “Bak ağlayışlarına, bak sızlanmalarına,
bak hicranlarına, Bir’ini kaybetmişliğin tercümanı hepsi...”

Yeni baştan oku şimdi şu cümleyi: “Bütün firaklardan gelen feryadlar,


aşk-ı bekadan gelen ağlamaların tercümanlarıdır.”[60] İçinin saklı
sancılarını uyandırmak istiyor Rabbin. Akşamdan sabaha, sabahtan
akşama ucundan aşınan, kıyısından eksilen, yakası çekiştirilen
dünya rüyasının rüyalığını hatırlatıyor sana.

Uykunun içindesin ama uyanıklıktan bir ışık sızıyor içeri.


Gözyaşlarından anla! Kirpik uçlarından dökülen acı damlalarından
gör. Bu dünya uykusuna kanma. Dünyanın kuyusuna razı olma.
Sana, senin asıl hâlini anlatan “kardeş” sesini duy içinden. Seni
senden uzaklaştıran “gürültü”lerde yitirme kalbinin sesini. “Yâ
esefâ”ların nöbetini tutan kalbinle gel Rabbinin huzuruna.
“... kardeşinizle gelin öbür sefer.”

Yani, “Kardeş olma hatırını hatırlayarak gelin.” “Eksiğinizi eksiklik


görerek gelin.” “Yitik parçanızın acısıyla gelin.” “Kalbinize kardeş
hasretleri de getirin.” “Gönlünüze eş hicranlarla gelin.”

Yûsuf’un unutulmuşluğunu hatırlatarak, içinde uyuttuğun ‘Yâ


esefâ’ları uyandırıyor Rabbin. Yûsuf’un kaybının acısını sana
tattırarak, “esef”lerinin ardı sıra gitmeyi öğretiyor sana. Aradığının
ardı sıra ‘Yâ esefâ’ diyen bir Yâkub olmanı istiyor. Senin “Yâ
esefâ!”larının hepsi Allah’a çıkıyor. Bu yüzden, bu sahnede “Yûsuf”
bir “Yâ esefâ” hayıflanması olarak Allah’a hasreti temsil ediyor.

“Görmüyor musunuz tam ölçek verdim size...”

Şimdi burada, bu cümleyi anlıyor olmak, Allah’tan “tam ölçek” almış


olmanın belgesidir. Yaratıcı’dan tam ölçek almaktır insan olmak.
Vermek istediğinin hepsini insana verir Allah. Allah’ın şaheseri
olmaktır insan olmak. “Ötesi yok!” dedirten bir sınırsızlıkta var
olmaktır. Görüyor olmaktır. Duyuyor olmaktır. Anlıyor olmaktır.
Konuşuyor olmaktır. Olmaların en ileri hâliyle olmaktır insan olmak.
Sonsuzca var olmaya değer olmaktır insan olmak.

Ne var ki insan tam da “tam ölçek” aldığı için, “tam ölçek” aldığını
görmez olur. İnkâra kalkar. Kendisine verilenlerin nihayetsizliği
gerçekleştikçe, kendisine verilenleri yok saymaya başlar. Garip ki, bu
da rüya görmeye benzer. Rüyası derinleştikçe insanın, rüyaya kanar,
rüyadan uyanabileceğini inkâra kalkar. Rüya gördükçe, gördüğünün
rüya olduğunu göremez olur. Nisyana düşer. İsyana yeltenir.
“Görmüyor musunuz...” hitabıyla, gördüğüne kanan seni uyandırmak
istiyor Rabbin. Görmüyor musun, uyanmayı bile düşünemez olduğun
bir rüya ülkesindesin. Kendini uyanık sandığın, ötesini sormadığın,
sonrasını istemeyi unuttuğun, fazlasına ilgisiz kaldığın dünya
düşündesin. Sana verilenler seni uyandırmak içindir. “Tam ölçek”
donatılman, ‘tam ölçek’i görmeye yetecek bakışın olsun diyedir.

Görmüyor musun?

“Görmüyor musun?” hitabını anlıyorsan, anla ki, görüyorsun. Gör ki,


gördüğünü de görüyorsun. Gör ki, görüldüğünü de görüyorsun. “Tam
ölçek” almayanlar sadece görürler, gördüklerini görmezler,
görüldüklerini bilemezler. Şuurun olmasaydı, farkında olmasaydın
varlığının, sadece görürdün; bir rüya gibi olurdu görmen. Gördüğüne
kanar, gördüklerinin gösterdiklerine kör olurdun.

“Ağırlayanların en hayırlısıyım Ben.”

Sana seni verenden daha hayırlısı var mı sahi? Sana “benim”


dediklerini vermekle kalmadı O; “ben” dediğini verdi asıl. “Benim”
dediklerin olsaydı, ama ‘ben’ diyemeseydin kendine; neye nasıl
sahip olabilirdin ki! Neyin yanında durabilirdin ki! Yanında olanlarla
nasıl ilişki kurabilirdin ki!

Başkalarının ağırlaması sen var olduktan sonra başladı, var olduğun


için ağırladılar seni. Ama O seni ağırlamak istediği için var etti.
Ağırlamaların hiçbiri bu ağırlamaya denk midir, söyle!

Yakınında duran sevdiklerine bak şimdi. Yakınlıkların tümünü bir


kenara bırakarak düşün ağırlanmayı. En şahane yerde de olsan,
sevdiklerin yoksa yanında başköşede olamazdın ki... Sen bile
kendinle olamazdın, kendinde olamazdın ki! O seni yakını diye
seçtiği için, kendini kendine yakın görüyorsun şimdi. O’nun sana
yakınlığı, senin sana yakınlığından daha önce ve daha fazla. Hiç
kimselerin aramadığı seni var etmeye değer bulduğu için O, kendini
kendinde buluyorsun şimdi.

Gör ki, seni ağırlayan Rabbinin seni ağırlaması ağırlaştıkça,


ağırlandığını unutuyorsun. Başköşelere oturtuldukça, başköşeleri
görmez oluyorsun. Görmelerini körelmelere bahane yapıyorsun.
Rüya görüyorsun; rüya gördüğünü göremiyorsun.

“Münzil”dir Senin Rabbin; olmaz idin olur etti seni. İmkânsızlıktan


indirdi insanlığını; imkânsızken mümkün yaptı seni. Şimdi imkân
içindesin ki, mümkün değilken mümkün edildiğini göresin.
“Münzillerin en hayırlısı” seni sen yapandır, sana seni verendir, seni
sende ağırlayandır, seni biriciği eyleyendir. Biricik mihmanı sensin o
“Mihmandar”ın.

Yokluğunu varlığa çevirenden daha hayırlı Mihmandar var mı? Başka


mihmandarlar seni var olduktan sonra ağırlamaya başlar. Gör ki,
Münzil olan Rabbin, yokluğuna razı olmuyor da seni ağırlamayı
tercih ediyor. Yokluğuna rağmen seni ağırlayacak başköşeleri var
ediyor. Eksikliğin eksiklik bilen sadece O. Yokluğunda seni arayan bir
O. Konuğunu var olduğu için konuk ediyor değil, konuk etmek
istediği için var ediyor Münzil. Konukseverliğin böylesini hiç gördün
mü?

“Bana o [kardeşiniz]le gelmezseniz, benden alacağınız bir şey yok...”

Rabbinden cennet istiyorsan, yanında kardeşinle döneceksin.


Rabbinin senden hoşnut olmasını umuyorsan, önce kardeşinin
yanında olacaksın.
Hatırla ki, melekleri ve İblis’i kardeşleri Âdem üzerinden sınar Allah.
Âdem’i Allah’a secdelerine kıble tayin eder. “Âdem için secde edin!”
der. Allah’a itaatinin sağlaması, senin gibi “Âdem” kardeşlerinin
hakkını gözetmen üzerinden yapılır. Rabbin karşısındaki nezaketinin
ölçütleri, Rabbinin yanına verdiği yaratılmışlara karşı nezaketindir.
Her şeye ve herkese Rabbin adına incelik borçlusun. Rabbine
döndüğünde, ancak kardeşlerinin senin lehine şahitliğiyle Rabbini
razı edebilirsin. Yaratılmışlara “kardeşçe” davranman, onları senin
yanına yerleştiren Rabbinden razı olduğunun göstergesidir.[61]

...ve [Bana] yaklaşamazsınız.

Rabbine yakınlığın yolu, kardeşine hak ettiği kardeşliği vermendir.


Rabbine doğru yürüyüşün “kâinat kardeşleri”[62]nin hoşnutluğunu
kazanmakla gerçekleşir. Allah’a itaat edeyim derken, hem de Allah’a
itaat adına, Allah’ın yarattıklarına kabalık etmek, Allah’ın varlığını
yokluğuna tercih ettiklerine hürmetsizlik etmektir. Bu, Allah’a itaati
naylonlaştırır, secdeleri sahteleştirir. Böylesi bir yaklaşım, barış ve
adaleti, merhamet ve zarafeti ayakta tutan Nebevî “medeniyet”i inşa
edemez.[63]

Sakın İblis’in ettiğini etme kardeşlerine. Onların varlığını çirkin


görme. Irkın, cinsiyetin, mevkiin, makamın üzerinden kendinde
üstünlük görme. Bir rüyadır böyle görmen; aldanma sakın. Verilen
her şey Allah’ın dilemesidir. “De ki ‘mülkün mâliki Sensin Allah’ım,
mülkü dilediğine dilediğince verirsin, mülkü dilediğinden dilediğince
alırsın, dilediğini dilediğince aziz edersin, dilediğini dilediğince zelil
edersin...’”[64]

Sen kendi başına ‘aziz’ değilsin; Rabbinin dilemesidir azizliğin. “Ey


Âziz...” diye hitap ettiğin Yûsuf da olsa, izzet kullara ödünç verilmiştir.
Gör ki, “aziz” diye biliniyorsan, “aziz” diyebiliyorsan Yûsuf’a, Rabbinin
dilediğincedir.
Dediler ki: “Onu babasından isteriz, bunu yapmakta failiz!”

Kardeşlerinin, Yûsuf olduğunu bilmedikleri Yûsuf’a cevabı, içine


düştükleri düşü açık ediyor. Göz kapağının ardında kalan ise
gördüğünü sanır; açık bilir gözlerini. Dışarıdan bakan, rüya uğruna
kapanmış gözleri görür. Kardeşlerin düş[üş]ünü gördüğün bu yerde,
sen de düşüşlerini gör, düşebileceğini gör.

Babalarına Bünyamin’i almayı sormayı düşündükleri anda bile,


vicdanları ‘Yâ esefâ...” diye inlemiş olmalı. Onlara Yûsuf’a ettiklerini
hissettiriyor Yûsuf! Bir “Yâ esefâ...”ları, yani yitik Yûsuf’ları olduğunu
öğretiyor. Yitiklerini aramayacak kadar körleşmiş vicdanlarına
dokunuyor. Canlarını yakıyor; tüm uyandıranlar gibi.

Seni uyandırmak istiyor şimdi Rabbin. “Babasından ister ve kesinlikle


alırız” cevabı, geçmişlerinin hiç de geçmiş olmadığını söylüyor
onlara. Kendilerini sakladıkları[nı sandıkları] perde yırtılıyor. Bu
cevabı verirken, daha önce Yûsuf’a yaptıklarını tekrarlıyorlar içleri
sıra. Yûsuf’u da babasından istemişler ve başarılı olmuşlardı.
Bünyamin’i niye alamasınlar ki!

Bünyamin’i isterken niyetleri “iyi” olacaktı elbet. Ama “iyi” niyetlerinin


babalarınca “kötü” sanılmasıyla sarsılacaklar. İçlerinde
sakladıklarının kötülüğüyle yüzleşecekler. O kötülüğü babalarının
bakışında görecekler.

Senin de bir Yûsuf’un vardır elbet. Aramayı unuttuğun. Eksikliğini


eksiklik hissetmediğin. Yokluğunu dert etmediğin. Uzaklığından
dolayı ağlamadığın. Vardır elbet “var” demeye korktuğun bir “Yâ
esefâ”n.
[Yûsuf] adamlarına da dedi ki: “Sermayelerini yüklerinin içine
koyuverin belki ailelerine vardıklarında anlarlar da [geri] dönerler.

“Tam ölçek” diye verdiğini sana karşılıksız veriyor Rabbin. Hiç


ummadığın hâlde insan diye var edilişine hayret ve minnetle
mukabele etmeni de yine senin için istiyor. Senden beklediği, şükür
ve minnettarlık, beğeni ve hayranlık, sana verdiğini fark etmen. Bu
da, yine senin lehine, senin iyiliğin için. Daha çok doyman için.
Tattıklarını daha derin tatman için. Lezzetleri kesintisiz alman için.
Daha çok “insan” olman için. Nimetlere karşı talep ettiği şükrün
karşılığını, sonunda, sonsuzca yanında kalmak üzere heybene
yeniden koyuyor Rabbin. Güzelliğe karşı hayretinin karşılığını, en
sonunda, sonsuz göğün olarak başının üzerinde yükseltiyor, sınırsız
cennetin olmak üzere yanına koyuyor. Nimetlerine duyduğun
minnetin karşılığını, en sonunda, tükenmez bir bahçede, eşsiz bir
sofrada yenileyerek önüne koyuyor.

Vaktâki babalarına döndüler, “Ey babamız” dediler, “bizden ölçek


men edildi, bu kere kardeşimizi bizimle beraber gönder yine tam
ölçek [yardım] alalım ve biz onu mutlaka muhafaza ederiz.

Babalarının yüzünde, sakladıkları ve saklandıkları yüzleriyle


tanışıyorlar. Yûsuf’a ettiklerini tekrarlamak değil niyetleri, ama
yeniden “tam ölçek” almak için Yûsuf’a ettiklerini tam ölçek tartmaları
gerekiyor vicdanlarında. Yûsuf’u kuyuya atarken, aslında kendi
vicdanlarını kuyuya ittiklerini görmeleri için gerekli bu yüzleşme. “Biz
onu mutlaka koruruz...” derken, korumadıkları Yûsuf geliyor
hatırlarına, kuyuya ittikleri “Yâ esefâ...”ları çıkıyor kuyudan. Kendi
yalanlarının aynasında kırılıyor yüzleri. Yakalarına asılıyor cürümleri.
Artık hep y/anlarında olacak Yûsuf’un fery/adı.

[Yâkub] dedi ki: “Daha önce [Bünyamin’in] kardeşi [Yûsuf] hakkında


size güvendiğim gibi mi güveneceğim şimdi size? Oysa Allah’tır en
hayırlı koruyucu: O’dur merhametlilerin en merhametlisi.”
Anla ki, Bünyamin Yûsuf’u andırıyor. Anla ki, Yûsuf Bünyamin
üzerinden kendini hatırlatmak istiyor. Bünyamin’i babadan istemek,
Yûsuf’u babadan isteme sahnesini yeniden yaşatıyor. Unuttukları
vicdanlarını hatırlıyorlar şimdi. Yeniden kazanmaları mümkün demek
ki. İlkinde kardeşlerini kaybetmek üzere istemişlerdi. Bu defa,
kaybettikleri kardeşi bulmak üzere istiyorlar; bilmiyorlar. Rüyadalar.

Babalarının yanında kaybettikleri güveni yeniden istiyorlar. Samimiler


istemekte; başka niyetleri yok sahiden. Hiç olmadıkları kadar
yakınlar Yûsuf’a. İçlerindeki “Yâ esefâ...”nın çağıltısını duyuyorlar.

Yâkub’un sözünü can kulağıyla dinle şimdi. Başka, bambaşka bir şey
söylüyor sana Rabbin Yâkub’un ağzından. Daha önce kimseler
güvenilir değildi; seni yokluğunda aramadı hiçbir kardeşin.
Arayamazdı. Yokluğuna ağlayamazdı. Eksikliğine üzülemezdi.
Yokluğuna razı olmayanı gör Yâkub’un sözlerinde. Ki, o sözler artık
Yâkub sözleri değildir. Allah’ın Yâkub’un ağzından seçip de sana
duyurmak istediği sözdür: “Allah’tır en hayırlı koruyucu; O’dur
merhametlilerin en merhametlisi.”

Yokluğunda sana acıyan oldu mu hiç? Yokluğunu dert edinen oldu


mu hiç? İşte öyledir merhameti Allah’ın. Eksiksizdir; hiç olana bile
heptir. Yokluğuna razı değildir. Var etmesi merhametindendir. Gör ki,
O’nun merhametinden başka var olma sebebin yok. Hiçbir şey
alacaklı değildin varlıktan yana. Hiç hakkın yoktu insan diye
yaşamaya. Buradasın işte, burada... Gör ki, sadece O’nun
merhametinden... Hesaba gelmeyecek merhametinden. Sınır
konulamayacak rahmetinden.

‘Hayr’ul Hafizîn’dir O. Varlığını korumakla kalmaz, yokluğunda da


korur seni, yokluğundan kollar seni. Düştüğün yokluktan yakınlığına
alır, düştüğünü göremediğin yokluktan çekip alır seni. Düşebileceğin
yokluk uçurumlarını gösterir sana. Savrulabileceğin uzaklık
soğukluğunu hissettirir iliğine kadar. ‘ErhamurRahimîn’dir O.
Anlamanı ister ki, kimse böyle merhamet edemez sana. Varlığına
değil sadece, yokluğuna da merhamet eden sadece O’dur. Gör
şimdi.

Ve yüklerini açtıklarında, [ücret olarak] verdikleri malların kendilerine


iade edilmiş olduğunu gördüler. “Ey babamız!” dediler, “Başka ne
isteyebiliriz ki? İşte, verdiğimiz karşılık aynen bize iade edildi.
Bunlarla ailemiz için tekrar erzak alabiliriz. Üstelik hem kardeşimizi
korur, hem fazladan bir deve yükü daha alırız; [zaten] bu
[getirdiğimiz] tartıca az bir miktar.”

Umduklarından fazlasını buldular; doğru. Ama buldukları


umduklarından fazlasıdır; görmüyorlar. Nicedir umduğunu
bulamamaktan korkuyorsun, bulduğun ummadığın olduğu hâlde. “Yâ
esefâ...”

Sen de gör ki, burada bulunmayı ummuyordun. Umduğundan


fazlasını aldın Allah’tan. Hiç ummadığını sana hiç sebepsiz veren, en
çok umduğunu vermez mi hiç? Hatırlasana, umuyor olmayı bile
umamazdın aslında.

Şimdi Allah’tan cennet umuyor olman, Allah’tan umduğun cennetten


daha değerli; görmüyor musun? Allah’tan cennet isteyen adam
olmayı hiç ummazdın, verildi sana. Seni ummadığın hâlde cennet
isteyen adam yapan Allah, Allah’tan istediğin cenneti sana çok görür
mü? Yeter ki “Yâ esefâ...” de vefasızlığına. “Yâ esefâ...” de
nankörlüğüne. Yeter ki...

“...hem kardeşimizi koruruz...”


Kardeşlerini korumamışlardı oysa. Bile isteye yitirmişlerdi. Kuyuya
atmışlardı kardeşliği ve vefayı. Şimdi, yitiklerini hatırlayarak acı
çekiyorlar ki, vicdanlarının kabuğu kırılsın. Hem getirdikleri ücretin
hak ettiğinden fazlasını veren hem getirdikleri ücreti iade eden
Yûsuf, Bünyamin’i getirmeleri karşılığında hem Bünyamin’den
değerlisini verecek olmalı hem de sonunda Bünyamin’i iade edecek
olmalı. Henüz farkında değiller. Yûsuf Bünyamin’i alacak ellerinden,
karşılığında onları Bünyamin’i yitirme mahcubiyetiyle donatacak.
Yûsuf’u yitirmenin y/adı olacak Bünyamin. Bünyamin’i yitirecekler
Bünyaminliği kazanacaklar. Ummadıklarını alacaklar.

Bu senin hikâyen. Böyle böyle oldu da, masumiyetini elinden aldı


Rabbin. Yerine daha hayırlısını verdi; mahcubiyetle donattı seni. Ki
masumiyet kaybettirebilir kibirlendirerek, ama mahcubiyetin meyvesi
sadece tevazudur. Kâr bil mahcubiyetini; çünkü masumiyetin
kurtarmayacak seni. Hem seni kurtaracak masumiyetin de yok ki...

[Yâkub] dedi ki: “Her tarafınızdan kuşatıl[ıp imkânlarınız


tüken]medikçe onu bana geri getireceğinize dair Allah adına yemin
edip söz vermedikçe, onu sizinle birlikte asla yollamam!” Onlar yemin
ettiklerinde ise “Allah konuştuklarımıza vekildir!” dedi.

Her taraftan kuşatılmıştır rüyada olan. Rüyanın çeperlerini


kıramadığı için, rüya içinde olduğunu göremez. Rüyaya sızan ışık
gibidir Bünyamin’i istemek. Kardeşler için Yûsuf’suzluk rüyasından
Yûsuf’a uyanış. Yâkub için Yûsuf sızısından Yûsuf’a uyanış.

Ümittir Bünyamin. Rüyadan uyanma ümidi. Yûsuf’la tanışma ümidi.


Aldanış aynasını kırar. Uykunun zarlarını yırtar. “Yâ esefâ...”ları
hasretle sonuçlandırma ümidi olur Bünyamin. Yâkub da farkında
değil kuşatılanın kendisi olduğunun. Dediği olur da Bünyamin geri
getirirlerse, kuşatma devam edecek. Oysa, Bünyamin’in yitirilmesi
yırtacak derin uykunun zarını. Bünyamin’i kaybederek kazanacak
Yâkub ve evlatları.

“Allah konuştuklarımıza vekildir...” cümlesi, ne güzel doğruluyor


kendi hükmünü. Gerçekten vekil ki Allah o konuşmalara, işte şimdi o
konuşmaları duyuruyor. Bil ki, Allah senin konuşmalarına da vekildir.
Allah adına konuşursan, yanındadır Allah. Allah adına söz verirsen,
mahcup etmez seni Allah. Allah için konuşursan, mahzun etmez seni
Allah.

Dedi ki: “Ey oğullarım, [şehre] tek bir kapıdan girmeyin; her biriniz
ayrı ayrı kapılardan girin. Bununla beraber [eğer başınıza yine de bir
hâl gelirse, bilin ki] Allah’a karşı sizin için elimden bir şey gelmez:
Çünkü hüküm Allah’a aittir. Ben O’nu vekil ediyorum. Ve O’na iman
ed[ip güven]enler yalnız O’na tevekkül etsinler.”

Yâkub rüyaya kandıklarını söylemek istiyor oğullarına. “Allah’ın


takdirine karşı elimden bir şey gelmez” diyerek, korunduklarını
sandıkları rüyadan çıkarıyor onları.

“Ayrı ayrı kapılardan” girilir rüya şehrine. Rüyaya girerken herkes


kendi başınadır. Herkesin rüyası kendinedir. Rüya şehri aynıdır, ama
herkes ayrı bir kapıyı aralar, ayrı bir kapıdan çıkar gerçeğe. Her
uyuyan ayrı bir kapıdır rüyaya. Biriciktir her bir rüya. Biriciktir rüyayı
görenin görmesi.

Başı yoktur rüyanın; hep yarıdan başlar, ama bütün gibidir. Bitişi
yoktur rüyanın; kesilir sadece, terk edilir. Terk edince, bir başka
rüyaya; dünya rüyasına uyanır insan. Kendini uyanık sandığı daha
derin bir rüyaya. İşte o rüyayı da kuşatır Allah. Rüyasına
hükmedemez insan; Allah’ındır rüyanın hükmü. Rüyayı hayra
yormak Allah’a kalmıştır.

Ama onlar [şehre] babalarının talimatına uygun olarak girdilerse de,


bu, Allah’ın takdirini onlardan savmadı; yalnızca Yâkub’un [oğullarını
korumak yönünde] duyduğu arzunun ifadesi olarak kaldı. Çünkü ona
[her zaman Allah’ın hükmünün geçerli olduğu] ilmini verdik; ama
insanların çoğu [bunu böyle] bilmezler.

Tedbir, insanın kendi rüyasında yürüyüşüdür. Gördüklerin üzerinden


hareket edişidir. Takdir ise Allah’a aittir; rüyayı çevreleyenin işidir. Ne
edersen et, rüyanı çevreleyen gerçek değişmez. Yâkub’un bildiği bu.
Kardeşlerinin Yûsuf’u bile isteye kuyuya attığını anladığında bildiği.
Az sonra, Bünyamin’in kaybolduğunu öğrendiğinde de bildiği.
Bünyamin’in kaybolduğu haber verildiğinde “Kınamayın beni ama
ben Yûsuf’un kokusunu alıyorum” dediğinde de bildiği.

İnsanların çoğu gördüklerinin rüya olduğunu bilmez. Uyanık sanırlar


kendilerini; uyuyorlardır aslında. Uyanmayı akledemedikleri derin bir
rüya içinde.

[59] Metnin ilerleyen sayfalarında İkinci Yûsuf Sahnesi ve Üçüncü


Yû­suf Sahnesi başlıkları altında izleyebileceğiniz gibi, üç sahnede
de, Kur’ân’ın tercihi “O” ve “onlar” zamiridir. İkinci ve üçüncü
karşılaşmalarda, “onlar”ın ağzından “O”na, “ey Aziz...” diye hitap
edilmesi de bu amaca yöneliktir; “Aziz,” “O” diye semboli­ze edilen
Allah’ın esmasındandır. “Aziz”i, “Yönetici,” “Melik” gibi keli­me­ler­le
meallendirmeye kalkmak, yine karşılaşmaların sembolik açılımını
kapatır. Kardeşlerin Yûsuf’a “yâ eyyuhe’l Aziz...” diye hi­tabında,
muhtaç, mücrim ve mahcup kulların ihti­yaçlarını karşılayacak,
cürümlerini bağışlayacak, mahcubiyetlerini anlayışla görecek bir
“Aziz” muhatap arayışı seslendirilir.

[60] Bediüzzaman Said Nursî’nin adeta kalbini kanatarak yazdığı


Üçüncü Lem’a, Yûsuf Kıssası’nın gizli nidası “Yâ esefâ...”yı kalbin
demirbaşı yapıyor. Said Nursî, gerçeğimizi bir ‘müfessir’ disipliniyle
değil de, yaralanabilir bir insan sesiyle, düşebilir bir insan içtenliğiyle
anlatıyor.

[61] Yaratıcı’ya karşı dikey itaatin yaratılmışlara karşı yatay neza­ket


olarak yaşanması “medeniyet”in aslıdır. “Medeniyet,” “borç”
anlamındaki “din” kelimesinden kök alır. Yaratılmış herkesin, varlığını
Allah’a borçlu olduğunu bilerek, birbirlerine de iyilik borçlu olma
şuuruyla yaşadığı yerdir “Medine.” Medine, Ara­bis­tan’da bir şehir
ismi değil; şehirleri inşa eden “borçluluk bilinci” ruhunun adıdır.
Peygamberimizin [a.s.m.] Mekke’den hicret ettiği şehrin adı Yesrib’dir
Yesrib’i “Medine” yapan ise, kâinatı taşından toprağına, kedisinden
köpeğine, yıldızından dağına “kardeş” olarak gören “deyn”/”borçluluk
bilinci”nin hayata geçirilmesidir.

[62] Said Nursî’nin bir Fâtiha okuması eşliğinde, kâinatın mü’min


gözündeki yerini tasvir ederken tercih ettiği ifade. İman, varoluşa bir
bakıştır; her şeyi âlemlerin Rabbi’yle ilişkilendirerek “kardeş”
olduğunu gösterir.

[63] İslam’dan kaynaklanmadığı hâlde, kimi Müslümanların eliyle


üretilen kabalık ve vahşet görüntülerinin promosyonunun yapıldığı bu
çağ, bu ince ilkenin unutuluşunu simgeler.

[64] Âl-i İmrân sûresi, 26.

[64] Âl-i İmrân sûresi, 26.

[62] Said Nursî’nin bir Fâtiha okuması eşliğinde, kâinatın mü’min


gözündeki yerini tasvir ederken tercih ettiği ifade. İman, varoluşa bir
bakıştır; her şeyi âlemlerin Rabbi’yle ilişkilendirerek “kardeş”
olduğunu gösterir.
[61] Yaratıcı’ya karşı dikey itaatin yaratılmışlara karşı yatay neza­ket
olarak yaşanması “medeniyet”in aslıdır. “Medeniyet,” “borç”
anlamındaki “din” kelimesinden kök alır. Yaratılmış herkesin, varlığını
Allah’a borçlu olduğunu bilerek, birbirlerine de iyilik borçlu olma
şuuruyla yaşadığı yerdir “Medine.” Medine, Ara­bis­tan’da bir şehir
ismi değil; şehirleri inşa eden “borçluluk bilinci” ruhunun adıdır.
Peygamberimizin [a.s.m.] Mekke’den hicret ettiği şehrin adı Yesrib’dir
Yesrib’i “Medine” yapan ise, kâinatı taşından toprağına, kedisinden
köpeğine, yıldızından dağına “kardeş” olarak gören “deyn”/”borçluluk
bilinci”nin hayata geçirilmesidir.

[60] Bediüzzaman Said Nursî’nin adeta kalbini kanatarak yazdığı


Üçüncü Lem’a, Yûsuf Kıssası’nın gizli nidası “Yâ esefâ...”yı kalbin
demirbaşı yapıyor. Said Nursî, gerçeğimizi bir ‘müfessir’ disipliniyle
değil de, yaralanabilir bir insan sesiyle, düşebilir bir insan içtenliğiyle
anlatıyor.

[59] Metnin ilerleyen sayfalarında İkinci Yûsuf Sahnesi ve Üçüncü


Yû­suf Sahnesi başlıkları altında izleyebileceğiniz gibi, üç sahnede
de, Kur’ân’ın tercihi “O” ve “onlar” zamiridir. İkinci ve üçüncü
karşılaşmalarda, “onlar”ın ağzından “O”na, “ey Aziz...” diye hitap
edilmesi de bu amaca yöneliktir; “Aziz,” “O” diye semboli­ze edilen
Allah’ın esmasındandır. “Aziz”i, “Yönetici,” “Melik” gibi keli­me­ler­le
meallendirmeye kalkmak, yine karşılaşmaların sembolik açılımını
kapatır. Kardeşlerin Yûsuf’a “yâ eyyuhe’l Aziz...” diye hi­tabında,
muhtaç, mücrim ve mahcup kulların ihti­yaçlarını karşılayacak,
cürümlerini bağışlayacak, mahcubiyetlerini anlayışla görecek bir
“Aziz” muhatap arayışı seslendirilir.

Rabbine yakınlığın yolu, kardeşine hak ettiği kardeşliği vermendir.


Rabbine doğru yürüyüşün “kâinat kardeşleri”[62]nin hoşnutluğunu
kazanmakla gerçekleşir. Allah’a itaat edeyim derken, hem de Allah’a
itaat adına, Allah’ın yarattıklarına kabalık etmek, Allah’ın varlığını
yokluğuna tercih ettiklerine hürmetsizlik etmektir. Bu, Allah’a itaati
naylonlaştırır, secdeleri sahteleştirir. Böylesi bir yaklaşım, barış ve
adaleti, merhamet ve zarafeti ayakta tutan Nebevî “medeniyet”i inşa
edemez.[63]
[63] İslam’dan kaynaklanmadığı hâlde, kimi Müslümanların eliyle
üretilen kabalık ve vahşet görüntülerinin promosyonunun yapıldığı bu
çağ, bu ince ilkenin unutuluşunu simgeler.

Hatırla ki, melekleri ve İblis’i kardeşleri Âdem üzerinden sınar Allah.


Âdem’i Allah’a secdelerine kıble tayin eder. “Âdem için secde edin!”
der. Allah’a itaatinin sağlaması, senin gibi “Âdem” kardeşlerinin
hakkını gözetmen üzerinden yapılır. Rabbin karşısındaki nezaketinin
ölçütleri, Rabbinin yanına verdiği yaratılmışlara karşı nezaketindir.
Her şeye ve herkese Rabbin adına incelik borçlusun. Rabbine
döndüğünde, ancak kardeşlerinin senin lehine şahitliğiyle Rabbini
razı edebilirsin. Yaratılmışlara “kardeşçe” davranman, onları senin
yanına yerleştiren Rabbinden razı olduğunun göstergesidir.[61]

Anla ki, Rabbin bundan sonra Ehad ve Samed olan “Kendisi”nin


müştak ve muhtaç olan kullarıyla karşılaşmasını anlatmayı murad
ediyor. Yûsuf ve kardeşlerinin diyalogları, artık, Yaratıcı ve
yaratılanların diyaloğu olacak. “O” ve “onlar” dediğinde Rabbin anla
ki, Bir Yaratıcı ve çok yaratılanlardır söz konusu olan.[59]

Rabbine yakınlığın yolu, kardeşine hak ettiği kardeşliği vermendir.


Rabbine doğru yürüyüşün “kâinat kardeşleri”[62]nin hoşnutluğunu
kazanmakla gerçekleşir. Allah’a itaat edeyim derken, hem de Allah’a
itaat adına, Allah’ın yarattıklarına kabalık etmek, Allah’ın varlığını
yokluğuna tercih ettiklerine hürmetsizlik etmektir. Bu, Allah’a itaati
naylonlaştırır, secdeleri sahteleştirir. Böylesi bir yaklaşım, barış ve
adaleti, merhamet ve zarafeti ayakta tutan Nebevî “medeniyet”i inşa
edemez.[63]

Sakın İblis’in ettiğini etme kardeşlerine. Onların varlığını çirkin


görme. Irkın, cinsiyetin, mevkiin, makamın üzerinden kendinde
üstünlük görme. Bir rüyadır böyle görmen; aldanma sakın. Verilen
her şey Allah’ın dilemesidir. “De ki ‘mülkün mâliki Sensin Allah’ım,
mülkü dilediğine dilediğince verirsin, mülkü dilediğinden dilediğince
alırsın, dilediğini dilediğince aziz edersin, dilediğini dilediğince zelil
edersin...’”[64]
Yeni baştan oku şimdi şu cümleyi: “Bütün firaklardan gelen feryadlar,
aşk-ı bekadan gelen ağlamaların tercümanlarıdır.”[60] İçinin saklı
sancılarını uyandırmak istiyor Rabbin. Akşamdan sabaha, sabahtan
akşama ucundan aşınan, kıyısından eksilen, yakası çekiştirilen
dünya rüyasının rüyalığını hatırlatıyor sana.
İkinci Yûsuf sahnesi

Yûsuf’un yanına girdikleri zaman, o, kardeşi [Bünyamin]i bağrına


bastı; “Ben” dedi. “Senin gerçekten kardeşinim. Artık onların
ettiklerine üzülme.

Bünyamin, Yûsuf için kardeşlik ümididir. Kardeşlikten ümidini


Bünyamin üzerinden ayağa kaldırır Yûsuf. Bünyamin’i diğerlerinden
ayırmak değildir amacı. Bünyamin’de saklı kardeşlik tohumunu
uyandırmaktır.

Yûsuf, olanca varlığıyla yağmur olup kardeşlik toprağından hasat


almak ister. Tarlaya attığı tohum başak versin ister. Dünya üzerinde
kardeşliğin gerçekleşeceği ümidini filizlendirmek ister. O ümidi
görünce, herkesin o ümidi görmesini ister, herkesi o ümitle görmek
ister.

Yûsuf’un niyeti Bünyamin’in kardeşliğini diğerlerinin kardeşliğine


maya yapmaktır. Bünyamin’den ümitlenerek, diğer kardeşlerinden
kestiği ümidi var kılmak ister. Bünyamin’in kardeşliği üzerinden
diğerlerinin kardeşliğini uyandırmak ister. Yüreğinde sakladığı soruyu
sorar: “Bünyamin’den kardeş oluyorsa, sizden niye olmasın?”
Yûsuf’un kardeşlik ümidi, kardeşlerin kardeşlik vaadine bir yağmur
gibi iner. Çorak toprağı uyandırır; uyuyan tohumları çatlatır.

Sen de Bünyamin’sin Rabbinin nazarında. Senin için var ettiği her


Yûsuf güzelliğiyle seni Yûsuf’ça “bağrına basan” Rabbin, senden
kulluk ümit eder: “Senin gerçekten Rabbinim...” demeye getirir ki,
“Senden ümitliyim. Senden bekliyorum Yûsuf güzelliğini...” Rabbin
için “adam olma” ümidisin sen. Kardeşlerine kardeş olma ümidi.
Rabbine kul olma ümidisin. Şimdi burada, gören, işiten, konuşan,
düşünen bir insan olarak var olmanın başka bir açıklaması var mı?

Haydi, ey Bünyamin’in kaderdaşı, Rabbinin senden ümidini boşa


çıkarma. Bu ümidi boşa çıkaranlar olacak, elbette; “üzmesin seni
onların ettikleri...” Onların ettiklerine [bakarak, sen de onların
ettiklerini etme ki, sonunda] üzülme.

Yüklerini kendilerine hazırlayınca da, [saraya ait] kabı kardeşi


[Bünyamin]in yükü içine bıraktı.

Yûsuf, herkesin yüküne kap koymaz. Sen Yûsuf’un ümidiysen,


Yûsuf’un tuzağına değersin. Yûsuf’un tuzağına değer olmaktır
Bünyamin olmak. Bünyamin olduğun için arkandan elçiler gönderir
Rabbin: “Ey kafile sizler gerçekten hırsızsınız” demeye getirir. Bir
iltifattır bu insanlık için; “Bana borcunuz var!” demeyi murad eder
Allah. Anla işte, senin yüklerinin arasında “saraylı bir emanet” var.
Uzaklaştığın mutluluk evine geri çağrılman için bir bahane var. “Geri
dön!” diyor Rabbin; “Sende saraylara lâyık bir ka[l]p var.”

Güzellerin eline geçmek istiyorsan, o güzellere lâyık şahin olmalısın.


Kargaya tuzak kurulmaz ki... Allah ki, kendini “tuzak kuranların en
hayırlısı” diye isimlendirir, Yûsuf’un ağzından sana şöyle seslenir:
“Sen gerçekten hırsızsın.” Yûsuf’un tuzağının tanesidir o sözler:
“Hırsızsın sen; alıp başını gidemezsin. Borcun var, sonunda sana
borç verene döneceksin.” Duraksatır kervanı bu söz. Saraydan yana
çevirir yüzünü. Kendilerine rağmen kendilerinden ümitli olanın
tavrıdır bu. Merhamet. Şefkat. İncelik. Nezaket. Zarafet.

Sonra elçiler arkalarından yetişti: “Ey kafile, sizler gerçekten


hırsızsınız.”
Böyledir Rabbin işte: “Tuzak kuranların en hayırlısı”nın tuzağına
düşmen için elçilerini koşturur ardın sıra: “Hırsızsın...” Sen
kendisinden gafil olunan değilsin ki, gafil olasın. Sende “saraylı”
olmaya değecek bir fazlalık var. Sen, “Al dünya senin olsun, ne hâlin
varsa gör!” denecek adam değilsin. Sarayda alıkonacaksın. Cennete
davetlisin. Buraya yerleşmeye kalkma. Burayla yetinmeye yeltenme.

Kafile sordu: “Neyi kaybettiniz?” Elçiler dediler ki: “Kralın kabını


kaybettik...”

“Kralın kabını kaybettik” diyen elçiler, aslında kafileyi kazanmak


istiyor. Kafilenin kaybolmasını istemiyor. Kafilenin saraydan
uzaklaştırmak istemeyen Yûsuf adına konuşuyorlar. Yûsuf “saraylı
kab”ı ortaya çıkararak, kardeşlerinin hasretlerine kıble yapmak istiyor
“saray”ı.

Dünya yükleri arasındaki “saraylı ka[l]b”ın vahiydir. Evet, “saraylı”dır


vahiy. Evet, cennetlidir Kur’ân. Sana cennetli Kur’ân’ın
sorumluluğunu yüklendiğine göre, belli ki cennete dönmeni istiyor
Rabbin. Muradı bu. Cennetlisin aslında. Cennete cezbetmek istiyor
seni, cennetli Söz’üyle eğilerek aklına.

Gör ki, gözden çıkarmıyor seni Yûsuf’un. Kalbini cennetli yapmak


için cennetli Söz’le yoğuruyor kalbini.

“Allah’ın benim ibadetime ne ihtiyacı var ki?” diye soruyorsan, “Neyi


kaybettiniz?” diye soran kafilenin yerinde duruyorsun. Senin
kulluğun, Allah’ın eksiğini tamamlamak için değil. Eksiklik sende ama
sen bilmiyorsun. Muhtaç olan sensin; farkında değilsin. Allah’ın
muradı senin kaybolmamandır. “Rabbine kulluk borçlusun” diyen
elçiler, dünya yükünün içinde saklı “saraylı emanet”i hatırlatıyor
sana. Saraydan uzaktasın, ama yanında saraylı bir ka(l)p var.
Sen kaybolmayasın diyedir elçilerin sözleri. Saraya geri dönesin
diyedir ardın sıra koşmaları. Belki de şöyle okuman gerek o diyaloğu:
Kafile sordu: “Neyi kaybettiniz? Elçiler dediler ki: “Sizi. Evet, sizi. Sizi
kaybetmek istemiyor Yûsuf. Sizi size çaldırmak istemiyor Yûsuf.
Kendi elinizle kendinizi zayi etmenizi istemiyor. Kendi cevherinizin
hırsızı olmanızı istemiyor.”

“Hayret, vallahi” dediler. “Siz de bilirsiniz ki, biz hırsız değiliz.” “Eğer
yalan söylüyorsanız” dedi elçiler, “bunun cezası nedir?” Dediler ki:
“Bunun cezası, yükünde kap bulunan kimsenin [kap yerine] rehin
alınmasıdır. Biz zulmedenleri böyle cezalandırırız.”

Garip ki, şu dünyadan gelip geçen kafilelerin çoğu ‘saray’la bağını


inkâr ettiler. Aldıkları borcu hatırlamaz oldular. Oysa borçlarını itiraf
etselerdi, “sarayın rehini” olacaklardı. Arayıp durdukları, uzak
kalışlarına içten “Yâ esefâ...”larla yazıklandıkları Yûsuf’un yanında
olacaklardı. Yazık ki, kendilerini kendilerine yeter görme rüyasına
kandılar. ‘Borç Günü’ gerçeğine uyanamadılar.

İnsana varlığı borç verilmiştir, ama unutur insan. Görmesi, duyması,


konuşması ödünç verilmiştir; ama ezelden beri böyle olduğunu sanır
insan. Yaşaması şimdiliktir, emanettir; ama sonsuza dek böyle
yaşayacağını sanır insan. Oyalanır. Oyuna dalar. Kendini kendinden
bilir. Oysa, insanın insan oluşu kendisine beklenmedik sürprizdir. Der
ki: “Biz hırsız değiliz...” “Saraydan bir şey ç/almadık.” Böylece saraya
dönüş yolunu kapatır.

Oysa insanlığa gönderilmiş elçiler nezaketle hatırlatır: “Ya yalan


söylüyorsan... “Ya işin aslı böyle değilse...” Anlaması beklenir
insanın: “Kimin yükleri arasında saraylı kap çıkarsa, sarayda
alıkonulacaktır.” Alacağı karşılık budur dünya yüklerinin içinde saraylı
emaneti saklayanın. Her işinde “saraya çağrılı” olma sorumluluğunu
gözetenler saraya alınır.

Yûsuf, kardeşi[Bünyamin]in yükünden önce diğerlerinin yüklerini


yokladı. Sonunda [saraya ait] kabı kardeşinin yükünün içinden
çıkardı.

Sen malı mülkü zenginlik sayıyorsun. Çoğaltma hırsıyla


oyalanıyorsun. Burada taşıdığın servetin ağırlığıyla övünüyorsun.
Biriktirdikçe kârda olduğunu sanıyorsun. Oysa Yûsuf’un yanında
olan, Yûsuf’un yanında olman, biriktirdiğin servetten, üst üste
yığdıklarından daha hayırlıdır, daha kalıcıdır. Yûsuf’un verdikleri
Yûsuf’tan uzaklaşma sebebi olmasın; Yûsuf’a yakınlık vesilesi olsun.
Yûsuf’un yanında, sarayda, senin için daha nice yükler vardır.
Yitirmekten korktuğun servetinden daha kalıcısını, üzerine titrediğin
yüklerden hayırlısını verebilir sana Yûsuf.

Hiç yükün yokken, hiç karşılık beklemeden sana yük veren ‘O’ değil
mi? Ne çabuk unuttun. O yükleri kaybetsen ne gam! Asıl kaybın
Yûsuf’un yanındaki yerini kaybedişindir. Sarayda kendine yer
bulamayışın ziyandır. Yûsuf’un tuzağına düşmeye değmeyecek
kadar düşmüşsen, hüsrandasın.

Yüklerinin içinden saraylı kap çıkmazsa, Yûsuf’un yanında kalma


hakkını kaybedeceksin. Yüklerinin içindeki “saraylı kabı” gör şimdi.
Kalbini Kur’ân’ın kabında yoğur; göklü Söz’ün avuçlarına koy
hayatını.

[İyi bil ki ey muhatap:] Yûsuf’a böyle tuzak kurmayı Biz öğrettik.


Yoksa kardeşini yanına alıkoyamazdı.
Yûsuf’a böyle tuzak kurmayı Rabbin öğretti. Rabbinin bunu sana
duyurması, seni uyandırmak için. Diyor ki Rabbin, “Yûsuf’a sevdiğini
yanına alması için böyle tuzak kurmayı Biz öğrettik.” Demek ki,
Yûsuf’un ‘Ustası’ Rabbindir. O’ndan öğreniyor Yûsuf uzaklara
gönderdiği sevdiğini yeniden yanına çağırmanın yolunu. Bu üslup
Rabbinin üslubudur. Anla ki, sen de Rabbinin tuzağına
düşürdüğüsün. Değiyorsun demek ki, “Tuzak kuranların en
hayırlısı”nın tuzağına.

Gör ki, sevdiğini yanına yeniden çağırmak üzere uzaklara


gönderenlerin ilkidir Rabbin. Yûsuf’un yanında Bünyamin’in değeri
neyse, Rabbinin yanında senin değerin de o. Yûsuf’un Bünyamin’e
merhametinden daha az değildir, Rabbinin sana merhameti. Baba
ocağın ve ana kucağın cennetten şu dünyaya, şu “aşağı yer”e bunca
hayat yüküyle gönderirken seni, geri çağırmamak üzere göndermedi
elbet.

“Al bu yükü, git uzaklara, bir daha seni gözüm görmesin...” der mi hiç
Rabbin? Dünya yüküne razı olmana razı olmaz ki! Kendi
yakınlığından uzaklaştırırken seni, dünya yükünü omuzlarına
yüklerken, Yûsuf gibi ümitli değil midir senden? Belli ki geri çağırmak
için yüklerinin arasına “cennetli ka[l]p” koydu. Geri çağırma bahanesi
olsun diye...

Uyan: Bünyamin sensin. Yûsuf’a, uzaklara giden sevdiğini geri


çağırma yolunu gösteren Rabbindir. Farkına var hemen; sen de geri
çağrılmaya değersin. “Saray”da alıkonulmaya lâyıksın. Cennette,
sevdiklerinle, sevenlerinle, sevildiğini bilerek, sevdiğini severek ebedî
rehin alınacak olansın. Yüklerinin arasından düşürmeyesin saraylı
emaneti...
Anla ki, “Cennetli Söz”ü yüklerinin arasından düşürmemen için sana
namazı emrediyor Rabbin. Yirmi dört saatlik günün içine koyuyor beş
vakit namazı. İçinde Kur’ân’ı okuduğun için “saraylı” oluyor namazda
geçirdiğin vakit. Okuyuşuna göre kıyama durduğun, rükûlarca
eğildiğin, secde secde baş koyduğun o Söz’ü, ömrünün beş
köşesine yerleştiriyor ki, dönüş ümidi olasın cennete. Demek ki, 24
saatlik yükün içinde, namazda geçirdiğin 1 saat “saraylı”dır. O “kap”
hatırına bütün ömrün saraylı oluyor.

Kur’ân’ın doğum ayında, Ramazan’da oruç tutmanı istiyor Rabbin.


Bir ay aç susuz kalarak Cennetli Söz’ün hatırını sayıyorsun. On iki
aylık yılın içine bir “ay”ı “cennetli kap” olarak yerleştiriyor Rabbin.
Oruç tutturarak sana, “saraylı kabı” yüklerinin arasında tutmanı
istiyor Rabbin; anla! Oruç tut ki, saraylı kabı yüklerinin arasında tut!

Kur’ân’ın emrettiğince, malının en az kırkta birini zekât olarak


vermeni istiyor Rabbin. Sana verdiğinden başkalarına vermeni
istiyor. Rabbin “ver!” dedi, diye vermen, Rabbinin “ver!” diyen
Söz’ünü ciddiye almandır. Yükünün boşalması pahasına “saraylı
kabı”n yanında durmandır. Kırk birimlik servet yükünün bir birimini
“saraylı kap” diye istiyor senden Rabbin. Dalıp da mala mülke,
aldanıp da dünya yükünün cezbesine, yükten daha değerli olana,
mal mülkten daha kalıcı olana körleşmekten alıkoyuyor seni. Sana
verdiğini senden isteyerek, “saraylı” yapmak istiyor seni.

Dilediği budur Allah’ın...

Biz dilediğimizi derecelerle yükseltiriz; [çünkü] her bilenin üstünde bir


Bilen vardır.
Yûsuf’un kardeşleri hırsızlıkla suçlandılar. Mahcup oldular. Yüzleri
yerde kaldı. Yollarından alıkonuldular. Bünyamin’i kaptırdılar.
Babaları Yâkub’a ne diyecekler? Bünyamin’siz eve dönmeye yüzleri
yok. Sıkıntıdalar. Başlarını belaya soktular. Öyle biliyorlar. Öyle
görüyorlar. Rüyadalar.
Kardeşlerin ikinci rüyası

İşin aslını Yûsuf kadar bilmiyorlar. Oysa Yûsuf onların bilmediğini


biliyor. Uyanıklıkları, Yûsuf’un uyanıklığının yanında derin bir uyku.
Bünyamin’i kurtarma rüyasına öyle dalmışlar ki, uyanamıyorlar.
Uyanmaları gerektiğini bilmeyecek kadar uykudalar. Keşke bilselerdi,
Bünyamin’e saraylı kapla kurulan tuzak, onlara da saraylı
Bünyamin’le kuruldu. Bünyamin’i saraylı kapla rehin alan Yûsuf,
Bünyamin’le de kardeşlerini rehin almayı planlıyor. Kardeşleri, Yûsuf
olduğunu bilmedikleri Yûsuf tarafından iftiraya uğradıklarını sanıyor,
ancak kendilerini kendilerinden daha iyi bilen Yûsuf, derecelerini
yükseltmeyi murad ediyor.

Sen de şimdi o kardeşlerin yerinde duruyorsun. Bildiğin, sadece bu


dünyanın iyiliğinden ibaret. Ufkunu dünya kapatmış, ötesini
göremiyorsun. Burada yüklerini ağırlaştırmayı kâr sayıyorsun.
Saraya geri çağrılmayı yoldan alıkonulmak sanıyorsun. Mutluluğunu
Yûsuf’un sarayından uzakta biliyorsun. Babanın yanına varmakla
huzur bulacağını hesap ediyorsun. Bildiğin bu...

Oysa senin uykunun uyku olduğunu gören bir uyanık var. Senin iyi
bildiğinden daha iyisini bilen Biri var. Mutluluğun geri dönmelerin
ucunda saklı... Aradığın huzuru, yolu yarıda bırakıp “Saray”a varınca
bulacaksın... Babanın yanına varmaktan daha hayırlısının, babanı da
saraya çağırmak olduğunu daha sonra anlayacaksın. Bu hayatın
hatırına kaçtığın ölümün ardında bu hayattan daha güzelini
bulacaksın.

Ölenler için ağlıyorsun şimdi. Aslında ölmeyişine ağlamalısın.


Senin bildiğinden daha iyisini bilen Biri var. Daha önce de oldu bu;
buraya gelmeden önce buraya gelmenin hayırlı olduğunu
bilmiyordun. Sorulsaydı sana, ana rahmine razı olacaktın. Rahmin
“ahireti” olan bu dünyaya gelmemek için çırpınıp duracaktın. Bildiğin
dünyaya veda vaktini geciktirmek için rahmin duvarlarına sıkı sıkıya
yapışacaktın. Direnecektin. “Öte dünya”ya gitmekten ölesiye
korkacaktın. Ki ana rahminin “öte dünyası”na gelir gelmez ağladın,
ama “öte dünyalı”lar güldü ana rahminden ölüşüne. Senin bilmediğini
bilen sevdiklerin sevindi ana rahminden ölüşüne... Gör ki, bu dünya
da seni, “öte dünya”ya hazırlıyor. Hatırla: Geldiğinde sen ağladın,
başkaları güldü. Gittiğinde başkaları ağlasın ama sen gül!

Gel, yeni baştan hesap edelim: Ömür dediğin bir Hızır yoldaşlığıdır.
Mûsa’nın yanındaki Hızır, Allah’ın bildiğini bilen taraftır. Allah’ın
bildirdiğince davranır Hızır. Mûsa’nın Hızır’da gördüğü her iş Allah’ın
izniyle olur. Her yaprağın dalından Allah’ın bilmesiyle koptuğu şu
dünyada, Hızır’a “işlerin aslı”nı bildiren Bilen’le berabersin. Başına
geleni çirkin görsen de, altında güzellik saklıdır, görmelisin.

Gör bakalım, Mevlâ neyler. Şahit olduğun olaylar nahoş görünse de


Mûsa gibi hemen itiraz etme. Bekle. O’nun bak dediği yerden bak.
O’nun görmeni dilediğini görmeyi dile. Doğdun madem Hızır’a yol
arkadaşısın. Yaşamaya razı olduğuna göre, sana tuhaf görünen
işlerin altındaki sırrı görünceye kadar susacaksın. Hızır’la
yürüyorsan, Mûsa olmayı göze alacaksın...

Kardeşler, Yûsuf’un yanında Mûsa şaşkınlığı yaşıyorlar şimdi.


Bildikleri o ki, Yûsuf zulmetti; ekmek teknelerini deldi, erzak
çuvallarını boşalttı. Gördükleri o ki, Yûsuf bir çocuğun hayatına
kastediyor; Bünyamin’i babasının elinden alıyor. Zaten başından beri
Hızır’a bir parça ekmeği çok gördükleri hâlde, Yûsuf’tan yardım alan
köylüler rolündeler. Şimdi yeniden o rolü alıyorlar. Dediler ki: “daha
önce, bunun kardeşi [Yûsuf] de hırsızlık etmişti.” Yûsuf sustu ve
içinden dedi ki: “Siz daha kötü bir konumdasınız. Sizin uyduruyor
olduğunuzu Allah bilir.” Sustu Yûsuf. Ki, Hızır da susmuştu.
Kendisine zarar veren kardeşlerinin yıkık duvarını onardı. Çünkü
“işin içinde işler var”dı.[65]

Kardeşlerin göremediği gerçek şu ki: Hiçbir şey göründüğü gibi değil.


“Her bilenin üstünde bir Bilen var.” O Bilen’e göre bilenler cahildir.
Her görenin üstünde bir Gören var. O Gören, görenlerin hepsinin
gerçekte kör olduğunu görür. Her işitenin üstünde bir İşiten var. O
İşiten işitenleri sağırlıktan kurtarmayı diler. Her uyanığın üstünde bir
Uyanık var. O Uyanık, uykusunu uyanık sananları uyandırmak ister.

[Kardeşler] dediler ki: “Ey aziz, gerçek şu ki, o[Bünyamin]nun yaşını


başını almış bir babası var; onun yerine bizden birisini alıkoy. Biz
senden hep iyilik gördük.” Gerçekten “aziz” olan Yûsuf’un yaptığı
iyiliği görmüyorlar. Kendi iyilikleri, kötülük sandıkları yerde saklı;
görmüyorlar. En başında, Yûsuf’u kuyuya atarken, kötülüklerini iyilik
sanmışlardı ya; şimdi kötülük sandıkları bir iyilik görüyorlar. Gerçek
kötülüğü iyilik sanan tasavvurları, gerçek iyiliği kötülük sandıklarının
içinde görünce kuyudan çıkacak. Altüst olmuş tasavvurları, bir daha
altüst olacak; üstü altına, altı üstüne gelecek. Bu defa doğru yerde
duracak. Uykudan uyanacaklar. Hızır’ın Mûsa’yı uykusundan
uyandırması gibi olacak. Ama bu defa uyandıranla uyananların
yolları ayrılmayacak.

[O] dedi ki: “Malımızı kimin yanında bulursak, yanımızda onu


alıkoyarız. Bir başkasını alırsak, zalimlerden oluruz.”

Yanında Yûsuf’a ait mal varsa, Yûsuf seni alıkoyar; başkasını değil.
Zaten, Mısır’da Yûsuf’a ait olmayan mal var mı ki? Senin sandığın
malın Yûsuf’a ait olduğunu itiraf edersen, Yûsuf seni yanına alır.
Korkma, malını elinden almaz Yûsuf; elinde kalır. Doğruya “doğru”
dersin, daha güzel olursun. Doğruyu doğrulayarak “güzelliğe”
erişirsin.[66]

Aslında hiç olmayan sana seni veren seni malının yanına koydu.
Malını senin yanına koymaktan fazlası bu. Seni yanında tutmak için
bu. Yoksa ne sen “ben” diyebilirdin kendine ne de “benim” dediklerin
olurdu. “O” konuşuyor şimdi: “Malımızı kimin yanında bulursak...”
şartını seslendiriyor.

“Kim yanındakini ‘Bizim malımız’ bilirse...” demeye getiriyor. Sahip


olma telaşıyla koşturanları, çoğaltma hırsıyla kıvrananları, “şahit
olma”ya çağırıyor. Güzel olan, güzele sahip olmak değildir; güzele
şahit olmaktır. Sahip olmayı değil de şahit olmayı seçersen, güzeli
güzel bulursun, güzeli güzel bilirsin. Güzel’in yanında tutulmaya
değer bir güzellik kazanırsın. Güzel’e yoldaş olursun. Güzelliğine
sâdık olanlarla beraber bulursun kendini. Güzelliği inkâr edeni güzel
saymak güzelliğe haksızlık olur. Güzel’in kıymetini takdir etmeyeni
güzelin yanında tutmak zulüm olur.

Ayna değilsen sen, Yûsuf’un evine giremezsin. Ayna değilsen,


Yûsuf’un elinde duramazsın. Yûsuf’un yanıysa yerin, ayna ol sen,
ayna kal... Çirkin etme yüzünü. Çamura bulama yüreğini. Yûsuf gibi
bir güzele vereceğin en anlamlı hediye, aynadır. Yûsuf güzelliğini
Yûsuf’a yansıtan bir yansıma olmak...

Ey kıssa yorumu okuyan okuyucu, rüyaya çok daldın. Ey kıssa


yorumcusu rolünde oyalanan yazar, rüyada rüyanı anlatıyorsun.
Uykunun en derin yerindesin, uyandığını sanıyorsun ve hatta
uyardığını sanıyorsun. Kendini uyanık sananı uyandırmak ne zordur.
Kendini uyarıcı sananı uyandırmak daha da zor! Uyan! Yûsuf’un
ağzından duyduğun o söz, kimin sözü? “Malımızı kimin yanında
bulursak, onu yanımızda alıkoyarız” diyen kim? Kimden duyuyorsun
o sözü? Yûsuf’la ağız birliği eden kim? Yûsuf’un dudağından senin
kulağına şefkatle fısıldayan kim?

Yûsuf’un sözünü sözü eyleyen şimdi burada. Yanı başında. Sen


şimdi burada mısın? Yoksa rüyaya mı daldın?

Uyan! Rüyadan başını kaldır. Yûsuf’un sözü diye okuduğun o söz,


ayettir. Rabbinin sözü olarak geliyor şimdi yüreğine. Eskimiş değil,
geçmişte kalmış hiç değil. Şimdi burada taze ve diri. Bir “son dakika”
haberi. “Sıcak gelişme!” Ne diyor sana Rabbin: “Malımızı kimin
yanında bulduysak, yanımızda onu alıkoyarız; bir başkasını değil.”

Masal okuyor değilsin, gerçeğin ortasındasın. Öykü senin öykün.


Olaylara çoktan karışmışsın. Yûsuf ve kardeşlerini sürükleyen o
nehrin içindesin. Yûsuf’un aynasında gör kendini. Yûsuf’un aynısı bil
kendini.

Yüklerinin içinde saraylı kap konulası bir Bünyamin’sin sen. Hatırın


var Rabbinin katında. Şimdi saraylı kabı arıyor yüklerinin arasında.
En sona saklıyor seni. Malını senin yanında bulmak istiyor. Diyor ki:
“Seni yokluk kıtlığından çıkarıp, insanlık yükünü omuzlarına
yükledim. Sende emanetim var. Hiç hak etmediğin hâlde, Benim
muhatabım oluverdin. Ardın sıra elçiler gönderdim. Sözler indirdim
yüreğine. Hiç hakkını veremeyeceğin hâlde, ‘Benimle’ sonsuz
birlikteliğe aday oluverdin. Saray’a geri çağırdım seni. Bana dönücü
olduğunu söyledim. Farkında değil misin; uzaklara gönderirken seni,
yanıma çağırmak üzere gönderdim. Bünyamin sensin. Yûsuf’un
gözündeki Bünyamin kadar Benim katımda alıkonulmaya değersin.
Yüklerinin arasına saraylı olduğunu hatırlatacak kalbini koydum.
Kalbin saraylıdır senin. Yalnız Beni sevmeye ayarlı. Yalnız Benimle
olmaya razı... Düşürme kalbini...”
İnfak ederken, yükünün içindeki o saraylı kabı çıkarıyorsun.
Servetinin içinde yoksulun yetimin hakkını ararken, yükünün içindeki
“saraylı emanet”i arıyorsun. Servetinden Allah hatırına infak edince,
Saray’a dönersin, Saray Sahibi’nin gözüne girersin. Zekâtını verince
Bünyamin’in tarafına geçersin; aklanırsın, arınırsın. Çuvalında Yûsuf
tarafında/n alıkonulmaya değer yüz ağartıcı kap çıkar. Temize
çıkarsın.

Zekât, üzerine düşeni yapar, arındırır seni. Sarayda mahcup


olmazsın. “Ak akçe” olur zekât sana dünya yüklerinin geçer akçe
olmadığı o “kara gün”de. Aklar seni. Servetinin içinde Allah’ın
vermeni istediği payı inkâr edersen, muhtaçlara ayrılanı kendine
saklarsan, servetin yük olur sana. Saray’da elin boş kalır. Yüzün kara
çıkar. “Ey Aziz, bizden birini alsan onun yerine...” diye yakaran
talihsizlerin safında kalırsın.

Kalbinin her kıpırtısı bir Yûsuf fısıltısıdır sana. Sevdaların ardında


saklı vedalar, “yüreğindeki gereksiz yükleri boşalt” diyor sana.
Lezzetlerini tahrip eden tükenişler,[67] geri döneceğini hatırlatıyor
sana. Sevinçlerini sararıp solduran güzler, aşklarını rüzgârların
önünde dağıtan hazanlar, sonsuz bahar ümidini haber veriyor sana.
Bak işte, Yûsuf çağırıyor seni. Yanına. Çöle açılma. Yüklerini hafif
tut. Deveni durdur. Davanı Yûsuf’un yanına dönmeye ayarla.

“Dönün geri, içinizde hırsız var!” Hiç beklemediğin bu çağrı ile


sınanıyorsun şimdi. Çoktan dünyaya razıydın. Ötesini istemekten
vazgeçmiştin. Fazlasını yanında bulma ümidin yoktu. Bulduğunla
kalacaktın. Yitiğini aramayacaktın. İşler yolundaydı. Görevliler, “Dur”
dedi sana.
Bu işte hayır var. Dur, düşün bir kere. Çoğaltma tutkunu çözüver.
Yüreğini saran iptilaları gevşet. Hırslarınla doldurduğun yü(re)kleri
omuzundan indir. Geri çağrılı olduğunu duydun artık. “Sonunda O’na
döneceksin!” göğüne savur biriktirdiklerini.

Yüküne değil, yükünün içinde saklı kalbine güven. Bünyamin ol!


Sadece Bünyamin’lerin yükünde çıkar o saraylı kalp. Yanında olsun
saraylı vahyin dirilttiği kalp. Bir’e kanmış, Bir’i bir bilmekle kanlanmış
kalp. Havf ve reca arasında titremiş, korku ve ümitle bir kasılıp bir
gevşemiş kalp. Dediğince Yûsuf sözlü Geylânî’nin: “Kalb, Allah’la
olursa, Allah onu sebeplere ve halka bırakmaz. Sebeplerle
alışverişini keser. İşe yaramazların tezgâhına yormaz. Düşük
hâllerini ayağa kaldırır. Rahmetinin kapısında oturtur. Lütfunun
başköşesinde uyutur.”

Rabbin, o kalbin sahibini alıkoyar yanında; başkasını değil. Yoksa


sen de hüsran içinde dudağına değerken bulursun Yûsuf’un
kardeşlerinin sözlerini: “Ey aziz [olan Rabbimiz] onun yerine
içimizden birini al...” Olmaz ki!

Ola ki bir gün, ömür boyu doldurduğun çuvalların boşalırsa, boşalan


çuvala değil çuvalını boşaltana bak. Sana kabını göstermek istiyor.
Ola ki bir gün, övündüğün mülkün elinden çıkacak olursa, eline değil,
elini eline Veren’e bak. Sonunda elinde avucunda kalacak kalbini
hatırlatıyor sana. Ola ki bir gün, bel bağladığın itibarını yitirirsen,
yitirdiğine değil “itibarı”nı senden almayı dileyene bak. Demek ki,
itibarının asıl kaynağını gör istiyor. Ola ki bir gün, umut kapılarının
cümlesini kapalı bulursan, kapıları önüne koyana bak. Eşikte
oyalanma, kapıya kapılanma, “ümidin yalnız Benim” demek istiyor.

Kim bilir Bünyamin yükleri boşaltılırken ne kadar üzüldü, kaybettiğini


sandı, zarara uğradım diye ağladı. Yükünün kalabalığında gizlenmiş
o kap sonunda ortaya çıkınca Yûsuf’ça güzelliğe yoldaş oldu. Saraylı
kap’tan fazlasını aldı, saraylı oldu. Sarayı kap oldu, saraya kapıldı.
Yüklerini boşalttığında, kazandıklarını yitirdiğinde, biriktirdiklerin
elinden çıktığında, üzülme. Rabbin senden Bünyamince ümitli
demek ki... Kendince güvendiklerinden yüz çevirtip, Kendisiyle
yüzleşmeni istiyor demek ki. Sana kaybettirip sana Kendini
buldurmak istiyor. Yanındakini azaltıyorsa, seni yanında tutmak
istiyor demek ki. Çiftçi ümitli değilse topraktan, toprağın altını üstüne
getirmez ki. Altını üstüne getiriyorsa Rabbin, kendini ümit bil.
Bünyamin’in yanına yazılmış alın yazın demek ki...

Yüklerinin nerede boşaltıldığını hatırla. Kazandıklarının kimin


huzurunda azaldığına bak. Kimin izniyle mahzun olduğunu unutma.
Saraydasın sen. Saraya çağrılısın. Bir nazarı bin Yûsuf olan
Rabbinin yanındasın. Yûsuf’un Rabbinin yanındasın, üzülme.
Yûsuf’un Rabbinin nazarındasın, yitirdiğine ağlama. Sana seni
veren, senden bir şey alırsa, sana daha fazlasını vermek istediği
içindir. Senden ne alırsa alsın, aldığını kendi eliyle parlatarak,
onararak geri verir.

Oruç tutmak da yüklerini boşaltmak değil midir? Niyetin yüreğine


değer değmez, seni doyurduğunu sandığın nice erzak bir anda
tükeniverir. Çaresiz kalır dudağın. Erir elinin altında bildiklerin.
Tutulduklarından sıyrılırsın. Tutundukların erir. Güvendiklerin yıkılır.
Sular çekilir dudağından. Lokmalar elinden düşer. Vazgeçersin
doymalardan. Uzak kalırsın sofralara. Su kandırmaz olur seni; suyu
verene kanarsın. Ekmek doyurmaz olur; ekmeği verene doyarsın.
O’nun iznine bakarsın. Saray yönüne çevrilir yüzün.

Komşun bilirsin Rabbini. Hemen yanında. İznini beklediğin. Ev


sahibin. Sofraya buyur etmesini özlediğin. Yeryüzünde Rabbine
misafir olduğunu anlarsın. Sofranı O’nun izniyle açar, O’nun emriyle
kapatırsın. Boşalır çuvalın; yalnız O’nun hatırıyla kalırsın. O’nun
hatırını sayarsın köşelerde kuytularda. O’nun nazarında bilirsin
kendini kimselerin görmediği yerde. Başkaları ayıplasa da
ayıplamasa da aldırmazsın. Tutarsın kendini. Başka aynalarda itibar
aramazsın. Sade Rabbinin ayıplamasını ciddiye aldığın bir saraya
varırsın. Saraylı kabı tutarsın niyetinle. Yalnız O’na ait. O’nun bildiği
niyetine tutunursun. O’ndan sana emanet olan o kapla var olursun.
Doymaların arasında unuttuğun. Yüklerini gözetirken, göz ardı
ettiğin. Elindekileri çoğaltırken, elinden düşürdüğün kalbini bulursun
kalabalık yüklerin arasında. Saraylı kalbini. Saray’a doğru yol alırsın,
yol olursun.

Ölüm seni “Saray”a geri çağırır. Değerli bildiklerini elinden alır.


Vazgeçilmezlerini omuzundan indirir. Tende kalmaz can. Tenin terk
eder âlemi. Ömür binası çöker. Düşer “ben” dediğin. Arkada kalır
“benim” diye bildiklerin. Adın silinir şehirden. İşinden gücünden
olursun. Sona kalır öncelediklerin. Sona bıraktığınla baş başa
kalırsın. O’na kalırsın. O’nunla kalırsın. Değerin yeni baştan
belirlenir. Etin kemiğin atılır, niyetin tartılır gülden terazilerde. Sesin
kesilir, sözün konulur kefeye. Kalıbın yok sayılır, kalbin satılır bu
pazarda.

Yüklerine güvendiysen, Yûsuf’un sarayında yükler değersizdir. Zaten


Yûsuf yüklemedi mi o güvendiğin yükleri? Malını mülkünü evladını
çoğaltarak kendini ebedî kılmak istersen, Rabbinin katında mal ve
evlada itibar edilmez. Zaten O vermedi mi onları sana? Yanında niye
kıymetli olsun! Hele de O’nun verdiğini unutarak O’na O’nun
verdiklerini vermeye kalkarsan, iyice kabalaşırsın, hepten değerini
yitirirsin. O’nun verdiğini unuttuklarınla O’nun yanında itibar aramak
ne büyük edepsizliktir! En iyisi, yüklerini bir kenara bırak...

Yüklerin değil, kabın sorulacak sana. Kalbin... “Sende Yûsuf


güzelliğinin sahibi Güzeller Güzeli’ne ayna olacak pak bir kalp var
mı?” “Nerede selim kalbin?” Yoksa yüklerini çoğaltayım derken
düşürdün mü? Servet sevdasına düşünce, saraylı kalbini elinden
çıkardın mı? Kalbin, Yûsuf’un Rabbinin alıkoymasına değiyor mu?
O’nun metaı var mı göğsünde? Dön de bir bak...

Böylece, o[Bünyami]ndan ümitlerini kesince, [aralarında konuyu]


görüşmek üzere bir kenara çekildiler. En büyükleri “Babanızın
sizden, Allah’ı şahit tutarak söz aldığını ve ayrıca bundan önce Yûsuf
konusunda nasıl güven kırıcı davrandığınızı hatırlamıyor musunuz?”
dedi.

Kendilerini güvenilir gördükleri rüyadan uyandılar. Daha önce


verdikleri sözü tutmayarak içlerinde sakladıkları hıyanet, şimdi
verdikleri sözü tutamayarak vicdanlarına batar oldu. Şimdiki kayıpta
kaza vardı, ama öncesinde kasıt vardı. Şimdi kasıtlarıyla yüzleştiler.
İrade etmedikleri hâlde başlarına gelen, irade ettiklerini hatırlattı.
Uyuttukları uyandı. Bünyamin’i istemeden kaybedince, Yûsuf’u bile
isteye kaybedişleri kuyudan çıktı. Artık kuyuya attıkları Yûsuf
hatırıyla yüzleşecek kıvama gelmek üzereler. Yûsuf’u kuyuya itmenin
cürmü ilelebet kuyuda kalamazdı.

“... Bu yüzden, ben artık, babam bana izin verinceye kadar bu


ülkeden ayrılmayacağım yahut Allah lehimde bir hüküm verinceye
kadar. Çünkü O hükmedenlerin en hayırlısıdır.”

İçlerinden büyük olan kardeşin sözü bu. Kardeşlerin üzerinde


yükselen mahcubiyet sesi. Kardeşlerin henüz seslendirmeye hazır
olmadığı sessizliği yırtıyor. “Bünyamin neredeyse, ben de orada
kalacağım” diyor. Bünyamin’in yanında duranların ilki olarak sesini
yükseltiyor. Allah’a verdiği söze sâdık kalamayanlar için bir başka
“saray yolu” vardı elbette: “Sâdıklarla beraber olun!”[68]
Allah’ın insandan ümit kesmediğinin belgesidir Tevbe sûresindeki bu
çağrı. “Hâlâ dönebilirsiniz” demeye gelir. “Yine de saraylı olabilirsiniz”
diye kullarını cesaretlendirir. Zira, “Hükmedenlerin en hayırlısıdır
Allah.” Hemen gözden çıkarmaz kulunu. Kulu arkasına döndü diye
kuluna arkasını dönmez. Dönüşünü bekler kulunun. Kulu rahmetine
rağmen O’ndan ümit keser, ama O günahına rağmen kulundan ümit
kesmez.[69]

“Siz[e gelince, ey kardeşlerim] babanıza dönün.”

Tevbenin yolunu anlatıyor bize Rabbimiz kullarının ağzından.


“Dönmek, ümit edenlerin işidir.” Bünyamin’in yanında duracak kadar
ümitli olan kardeş, dönme ümidini aşılıyor kardeşlerine.

“‘Ey babamız,’ deyin, ‘oğlun hırsızlık yaptı; fakat biz bildiğimizden,


gördüğümüzden başkasına şahit değiliz ve (sana söz vermiş olsak
da onu) bizim göremeyeceklerimize karşı koruyamazdık.’”

Demek ki, hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Bünyamin’in


yaptığınının “hırsızlık” diye göründü sadece. İşin aslı başka olabilir.
“Rüya”dan uyanış temrinidir bu. Ki rüya gördüğüne kanmaktır. Zahire
razı olmaktır. Kabukta kalmaktır.

Kardeşlerin savunması bu gerçeği gözetiyor: Gördüğümüz sadece


Bünyamin’in hırsızlık yaptığı; başka bir şeye şahit değiliz. Bünyamin’i
sadece gördüğümüz tehlikelere karşı koruyabildik; göremediğimiz
tehlikelerden koruyamazdık. Demek ki, insan için en büyük tehlike
gördüğüyle kalmak, gördüğüne aldanmak. Rüyayı gerçek sanmak.

“‘Bulunduğumuz şehir halkına, birlikte yolculuk yaptığımız


kervancılara sor, istersen: ‘biz gerçekten doğru söylüyoruz.’”
Doğru söylemek, doğruyu dosdoğru görenlerin işidir. Her doğruyu
söylemek doğru değildir. Doğru, seslendirmek için doğru bir dudak
ister, saf bir nefes bekler.

[65] Bu sahnedeki gidip gelmeler Hızır-Musa kıssasının üç


sahnesindeki diyalogları da canlandırır. Hızır ile Mûsa Kıssası ile
Yûsuf Kıssası’nın paralelliği ayrı bir açılım konusudur.

[66] Leyl suresi, 6-7: “Kim Güzel’e sâdık olursa, ona kolayı kolay
eyleriz.” Sadaka kelimesi, ‘doğrulama’ anlamındaki ‘tasdik’le aynı
köktendir. Kendisine bir Güzel tarafından güzelce verilen güzelliği bir
başka güzelle güzel güzel paylaşan bir güzel, Güzel’e sâdık kalır,
güzel olur. Sadaka veren, kendisine Güzel’den güzellik verildiğini
eliyle doğrular; sadece diliyle değil.

[67] “Lezzetleri tahrip eden [ölüm]ü çokça anın!” mealindeki hadis,


dünya rüyasından uyanmaya çağırır insanı. Ölmeye değil daha derin
yaşamanın yolunu gösterir.

[68] “Sâdıklarla beraber olun...” [Tevbe, 119] Zımnen: Sâdık


olamadınız, bari sâdıkların yanında durun. Bünyamin olamadınız,
bari Bünyamin’in yanında olun.” Yûsuf, kardeşlerini Bünyamin’le aynı
yerde tutmak istiyor. Rabbin de seni hiç olmazsa Bünyamin’in
yanında görmek istiyor. Nitekim üçüncü sahneye Bünyamin’in ardına
düşerek gelecek kardeşler. Yûsuf’a sâdık olamadılar, ama Yûsuf’a
sâdık olan Bünyamin’e sâdık kaldılar. Saraya dönmek isteyen,
Bünyamin olma fırsatını kaçırdıysa, Bünyamin’in yanında olma
seçeneği vardır.

[69] Zümer sûresinin 10. ve 53. ayetlerini birlikte okuduğumuzda


ortaya çıkan anlam: Takva sahibi kullarına “kullarım benim...” diye
hitap eden Rahmân, kendilerini israf eden, günaha düşen kullarına
da “kullarım benim...” diye sarıveren sıcak bir üslupla hitap ediyor.
Kardeşler, Yûsuf’un yanında Mûsa şaşkınlığı yaşıyorlar şimdi.
Bildikleri o ki, Yûsuf zulmetti; ekmek teknelerini deldi, erzak
çuvallarını boşalttı. Gördükleri o ki, Yûsuf bir çocuğun hayatına
kastediyor; Bünyamin’i babasının elinden alıyor. Zaten başından beri
Hızır’a bir parça ekmeği çok gördükleri hâlde, Yûsuf’tan yardım alan
köylüler rolündeler. Şimdi yeniden o rolü alıyorlar. Dediler ki: “daha
önce, bunun kardeşi [Yûsuf] de hırsızlık etmişti.” Yûsuf sustu ve
içinden dedi ki: “Siz daha kötü bir konumdasınız. Sizin uyduruyor
olduğunuzu Allah bilir.” Sustu Yûsuf. Ki, Hızır da susmuştu.
Kendisine zarar veren kardeşlerinin yıkık duvarını onardı. Çünkü
“işin içinde işler var”dı.[65]

Yanında Yûsuf’a ait mal varsa, Yûsuf seni alıkoyar; başkasını değil.
Zaten, Mısır’da Yûsuf’a ait olmayan mal var mı ki? Senin sandığın
malın Yûsuf’a ait olduğunu itiraf edersen, Yûsuf seni yanına alır.
Korkma, malını elinden almaz Yûsuf; elinde kalır. Doğruya “doğru”
dersin, daha güzel olursun. Doğruyu doğrulayarak “güzelliğe”
erişirsin.[66]

Kalbinin her kıpırtısı bir Yûsuf fısıltısıdır sana. Sevdaların ardında


saklı vedalar, “yüreğindeki gereksiz yükleri boşalt” diyor sana.
Lezzetlerini tahrip eden tükenişler,[67] geri döneceğini hatırlatıyor
sana. Sevinçlerini sararıp solduran güzler, aşklarını rüzgârların
önünde dağıtan hazanlar, sonsuz bahar ümidini haber veriyor sana.
Bak işte, Yûsuf çağırıyor seni. Yanına. Çöle açılma. Yüklerini hafif
tut. Deveni durdur. Davanı Yûsuf’un yanına dönmeye ayarla.

Allah’ın insandan ümit kesmediğinin belgesidir Tevbe sûresindeki bu


çağrı. “Hâlâ dönebilirsiniz” demeye gelir. “Yine de saraylı olabilirsiniz”
diye kullarını cesaretlendirir. Zira, “Hükmedenlerin en hayırlısıdır
Allah.” Hemen gözden çıkarmaz kulunu. Kulu arkasına döndü diye
kuluna arkasını dönmez. Dönüşünü bekler kulunun. Kulu rahmetine
rağmen O’ndan ümit keser, ama O günahına rağmen kulundan ümit
kesmez.[69]

İçlerinden büyük olan kardeşin sözü bu. Kardeşlerin üzerinde


yükselen mahcubiyet sesi. Kardeşlerin henüz seslendirmeye hazır
olmadığı sessizliği yırtıyor. “Bünyamin neredeyse, ben de orada
kalacağım” diyor. Bünyamin’in yanında duranların ilki olarak sesini
yükseltiyor. Allah’a verdiği söze sâdık kalamayanlar için bir başka
“saray yolu” vardı elbette: “Sâdıklarla beraber olun!”[68]

[67] “Lezzetleri tahrip eden [ölüm]ü çokça anın!” mealindeki hadis,


dünya rüyasından uyanmaya çağırır insanı. Ölmeye değil daha derin
yaşamanın yolunu gösterir.

[66] Leyl suresi, 6-7: “Kim Güzel’e sâdık olursa, ona kolayı kolay
eyleriz.” Sadaka kelimesi, ‘doğrulama’ anlamındaki ‘tasdik’le aynı
köktendir. Kendisine bir Güzel tarafından güzelce verilen güzelliği bir
başka güzelle güzel güzel paylaşan bir güzel, Güzel’e sâdık kalır,
güzel olur. Sadaka veren, kendisine Güzel’den güzellik verildiğini
eliyle doğrular; sadece diliyle değil.

[69] Zümer sûresinin 10. ve 53. ayetlerini birlikte okuduğumuzda


ortaya çıkan anlam: Takva sahibi kullarına “kullarım benim...” diye
hitap eden Rahmân, kendilerini israf eden, günaha düşen kullarına
da “kullarım benim...” diye sarıveren sıcak bir üslupla hitap ediyor.

[68] “Sâdıklarla beraber olun...” [Tevbe, 119] Zımnen: Sâdık


olamadınız, bari sâdıkların yanında durun. Bünyamin olamadınız,
bari Bünyamin’in yanında olun.” Yûsuf, kardeşlerini Bünyamin’le aynı
yerde tutmak istiyor. Rabbin de seni hiç olmazsa Bünyamin’in
yanında görmek istiyor. Nitekim üçüncü sahneye Bünyamin’in ardına
düşerek gelecek kardeşler. Yûsuf’a sâdık olamadılar, ama Yûsuf’a
sâdık olan Bünyamin’e sâdık kaldılar. Saraya dönmek isteyen,
Bünyamin olma fırsatını kaçırdıysa, Bünyamin’in yanında olma
seçeneği vardır.

[65] Bu sahnedeki gidip gelmeler Hızır-Musa kıssasının üç


sahnesindeki diyalogları da canlandırır. Hızır ile Mûsa Kıssası ile
Yûsuf Kıssası’nın paralelliği ayrı bir açılım konusudur.
Yakub’un ikinci bekleyişi

Ve babalarının yanına dönüp olup biteni anlattıkları zaman Yâkub:


“Yoo; yine kendi muhayyilenizdir olmayacak bir işi size olağan
gösteren, (bana gelince) artık sabır en iyisidir; belki de Allah onların
hepsini birden bana (geri) getirecektir. Gerçek şu ki, Allah Hakîm’dir
Alîm’dir.”

Onların bilmediğini biliyor Yâkub. Biliyor ki, “Bünyamin”i alan,


Bünyamin’i almak için almadı; Bünyamin’den fazlasını vermek için
aldı. Anlaşılan o ki, çuvalı boşaltılan sadece Bünyamin değil;
Yâkub’un da çuvalını boşalttı Yûsuf. Bu Yûsuf iradesinde hikmet
gizlidir, işin aslı sonra bilinecektir. Hakîm’dir O. Alîm’dir O.

Ve [Yâkub] başını onlardan öteye çevirip: “Yâ esefâ alâ Yûsufâ...”


dedi.

Yûsuf’un hasreti öyle değerlidir ki, Yûsuf’a kavuşturur insanı. “Yâ


esefâ...” ad olur Yûsuf’a. Artık, cümle eksikliklerin yâdıdır Yûsuf.
Yitiklerin adresidir. Bu dünyadaki eksikliğine eseflenen, ömrün
fenasıyla kederlenen, ötesini arıyor demektir, fazlasını istiyor
demektir. Yûsufsuzluğu hissetmemek Yûsufsuzluktan beterdir.

“Yâ esefâ alâ Yûsufâ...”

Artık senin ağzına emanettir bu çığlık. Anla işte, sana kulu Yâkub’un
sızısını aşılıyor Rabbin. Kulunun arayışını önemsiyor ki, sözünü
kendi sözü yapıyor: “Yâ esefâ alâ Yûsufâ.”
Yâkub’un Yûsuf’u arayışını duyuruyor sana.”Ey esefim, ey
Yûsuf’um!” çığlığı yüreğine değsin istiyor. Kulunun arayışını duymanı
önemsiyor, onun hasretini koyuyor ağzına:”Yâ esefâ alâ Yûsufâ.”

Bu sessiz çığlık insanlığın göğü olsun diye. Yağmuru oradan insin


hasretlerin diye. “Yâ esefâ...” ufkundan doğsun Güneş’i vuslatların
diye.

“Yâ esefâ alâ Yûsufâ...”

“Arayan olmak”tır Yâkub olmak. Eksiğini görmektir kul olmak.


Yarımlığını fark etmektir. Yitiğini yitik bilmeyenden daha talihsizi var
mı ki? Eksiğinin eksikliğini fark etmeyen ne çok eksiktir, âh! Kendi
Yûsuf’una kör olana esefler ola... Yûsuf’unun ardından “Yâ esefâ”
diyemeyene “Yâ esefâ!”

Öyleyse sen aradığımı bulamıyorum diye üzülme. Şu dünyada


“arıyor olma”nın kendisi, arayıp bulamayacağın bir hazinedir.
Yâkub’ca duruştur arayış. Göz açıklığıdır Yûsuf’a...

İçini dolduran hüzünden gözleri karardı.

Yûsuf’un hakikati görünmüyorsa, bakılmaya değmez ki dünya.


Ardındaki ışığı saklıyorsa, pencere değildir ki pencere. Yâkub’un
gözleri “körleşir” ışığa, ucunda Yûsuf güzelliği yoksa. Yûsuf
güzelliğini göstermiyorsa, görmeye değer görmez dünyayı Yâkub.
Kör olur ölesiye...

O ‘körlük’ sadece Yûsuf’a açmaktır gözlerini. “Ya esefâ alâ... “


sadece Yûsuf’a saklamaktır sevincini... “Yûsuf’a...”
“Allah şahittir ki” dediler, “[bu] Yûsuf sevdası, seni iyice çökertmeden
ya da öldürmeden peşini bırakmayacak.”

Bin ömürlük sevdadır Yûsuf Yâkub’a. Onların baktığı yerden


bakmıyor Yâkub Yûsuf’una. Eksiği hep hissedilecek kayıptır Yûsuf.
Razı olunacak bir hâl değildir Yûsuf’suzluk. Kardeşlerin
anlayamadığı işte bu.

Sen de anlayamadın Rabbini. Vazgeçilebilir görüyorsun kendini.


Yokluğunda senden vazgeçmeyen Sâhibin, varlığında vazgeçer mi
senden? Olacak iş mi? Yâkub’un Yûsuf’u arayışı gibi arıyor seni.
Düştüğün yerden kaldırmak istiyor seni. Yittiğin kuyulara indiriyor
sözünü. Unutulduğun boşluklardan sıyırıyor hatırını. Dünyanın dert
duvarları arasından çıkabileceğini hatırlatıyor sana. “Yakıştırma
kendini bu dünyaya!” diyor. “Yetinme aşağı yerin lezzetleriyle...” diye
sesleniyor. “Aza razı olma...” diyor. “Kaldır başını yerden; mahzun
olma!” diyor. Ümit kesmiyor senden asla.

Nezaketine bak ki, senden ümit kesmediğini kulu Yâkub’un ağzından


duyuruyor. Emin ol artık, Yâkub’un Yûsuf’u bekleyişi gibidir Rabbinin
seni bekleyişi.

Dedi ki: “Ben tükenmişliğimi ve hüznümü sadece Allah’a söylerim;


çünkü benim bildiğim Allah sizin bildiğiniz [Allah gibi] değil.”[70]

“Benim hâlimi yalnız Allah bilir” demeye gelir bu söz. Çünkü


Yâkub’un Yûsuf’unu aradığı gibi arar kulunu Allah. “Benim bildiğim
Allah’ı bilseydiniz, benim Yûsuf’a sevdamı anlardınız. Allah’ı benim
bildiğim gibi bilseydiniz, Yûsuf’un ardı sıra koşuşuma şaşırmazdınız.”

Gör ki, senin tükenmişliğini görüyor Allah. “Bittim” dediğini duyuyor.


Anla ki, kederlendiğini biliyor Allah. Tükenmişliğini, çaresizliğini
sadece Allah’a söyle. O’dur merhametli. O’na şikâyet et seni
tüketenleri. O’na söyle seni kederlendireni. Sakın O’nu başkalarına
şikâyet etme. O’na şikâyet et başkalarını. Çünkü merhametsizlere
şikâyet edilmez merhametliler merhametlisi. Merhametsizler
merhametliye şikâyet edilmeli.

Demişti ki Yâkub Yûsuf’a, “Sakın rüyanı kardeşlerine anlatma!”


Aynısını kendisine söylüyor şimdi. “Ben tükenmişliğimi ve hüznümü
sadece Allah’a anlatırım; başkasına anlatmam. “Yûsuf’un başını
bekleyen Yâkub uyanıklığı sürüyor hâlâ. Yûsuf’un yolunu gözleyen
göz açıklığı hâlâ nöbette. Bundan böyle senin de yanı başında bir
uyanıklık olacak Yûsuf’un hatırası: ... “rüyanı anlatma!”

Yûsuf sana buranın da derin bir uyku hâlinde görülen bir rüya
olduğunu fısıldıyor; o hâlde bu dünya içinde yaşanılanlar da rüya
içinde kalmalı. Yaşadıklarımızı sır gibi yaşayıp başkalarının
kınamasına malzeme yapmamalı. Ağyarın diline düşürmemeli
sınamalarımızı. Ne kazananlar ne kaybedenler orada burada ilan
edilmemeli. Adımız ve imtihanlarımız Rabbimizle bizim aramızda.
Alınanlar ve verilenler, kırılanlar ve dökülenler aramızda kalmalı.
Rüya rüyada yaşanmalı.

İşte burada gıybete mahâl vermemek de var, gıybet etmemek de...


Kardeşinin sana ettiğini başkalarına anlatır anlatmaz, şeytanın
apaçık düşmanlığı işlemeye başlıyor. Gıybet ettiğin için, gıybetini
ettiğin kardeşine kaybettiriyorsun, açık ediyorsun onun avret
yerlerini. Gıybet eden sen ise baştan kaybediyorsun, gıybet edebilir
olduğunu açık ediyorsun, avret yerin açılıyor. Güvenilmez oluyorsun,
güvenilmez olduğunu teşhir ediyorsun, doğruyu eğrilten niyetinin
üstünü açıyorsun. Bundan böyle meydan şeytana kalacak, emin ol;
ne gıybetini ettiğin kardeşini kazanabilirdin ne gıybetini dinlettirdiğin
kardeşlerine kazandırdın. Düşük sözünle, onu dinleyenlerin gözden
düşürürken, sen de dinleyenlerin gözünden düştün. Gör artık;
kardeşinin sana dönüş yolunu kapattın, kardeşine senin dönüş yolun
kapandı. Açtın ağzını ve kardeşliğin yolunu kapattın. Kardeşine
hatasından dönüş yolu da kapandı. Açık olan, sadece şeytanın
düşmanlığı. Hem de “apaçık...”

Yâkûb’un: “... ben yalnız Allah’a söylerim” deyişi gıybetin yolunu


kapatıyor, kardeşliğin yolunu açıyor. Demek istiyor ki: “Kardeşlerimin
benimle, benim kardeşlerimle sınandığım dünya rüyamı kimseye
anlatmam. Yalnız Allah’a anlatırım. Zira gördüğümü hayra yoracak
olan bir O’dur. Ben öyle bilirim O’nu.”[71]

Allah’ı böyle bilen Yâkub’un belli ki Allah’ın “revh”[72]inden, yani


kulları üzerinden üflediği “rüzgâr kokusu”ndan, yani kardeşlikten
ümidi vardır. Az sonra diyecek ki Yûsuf’un kardeşlerine: “Dönün
şimdi; Yûsuf ve kardeşinden haber getirin. Ümit kesmeyin Allah’ın
“revh”inden. Çünkü Yâkub biliyor ki, Yûsuf rüyasını başkalarına
anlatmaz; gıybet etmez. Kardeşlerinin dönüş yolunu açık tutar,
kardeşlerine dönüş yolunu açık tutar. Yûsuf’un tarafından esmektedir
kardeşlik rüzgârı. “Benim bildiğim Yûsuf, sizin bildiğiniz Yûsuf gibi
değil!” demek ister.

Daha önce demiştim sana: “Rüya kendisini görene kendisini inkâr


ettirdiği ölçüde gerçek bir rüyadır.” Buradaki rüyayı inkâr ettikçe
dünyaya bağlanıyorsun. Kendini dünya üzerinde ‘gerçek’leştirirken;
asıl hayattan siliyorsun. Burayı rüya diye kabul etmediğin ölçüde
dünya rüyasına kanıyorsun. Ölümü rüyadan uyanış diye görmeyince,
hep buraya, bu rüyaya asılıyorsun, ölmek istemiyorsun, ne kadar çok
yaşarsan kâr sayıyorsun. Rüyayı rüya kabul ettiğin ölçüde uyanırsın,
rüyanın rüyalığını reddettiğin ölçüde uykuya dalıyorsun.

“İnkâr ettiğin ölçüde gerçek bir rüya”dasın. Hâliyle senin rüya


olduğunu kabul etmediğin rüyayı; elbette bir uyanıklık olarak
yaşıyorsun. Herkesi uykuda sanıyorsun, “Âlemin uyanığı benim”
diyorsun. Uyandığını sandığın ölçüde rüyaya dalıyorsun. Bu
sarmalda yüzlerce kez döndün; her yenilediğinde sarmal daha geniş
bir uykuy[l]a sarılıyorsun. Hesaplarının hepsini buraya
sığdıramayacaksın. Yarım kalacak rüya; uyanınca fark edeceksin.
Uyanmadan önce uyan da, uykuda olduğunu gör, hesabının hepsini
burada görmeye kalkma... Senin tüm görmelerini kuşatan Allah’ın
görmesini gör... Senin gözler[inin gördüğü] O’nu[n görüşünü]
kuşatamaz; O, senin gözleri[nin gördüğünü] kuşatır.[73]

“Ben tükenmişliğimi ve hüznümü sadece Allah’a söylerim; çünkü


benim bildiğim Allah sizin bildiğiniz [Allah gibi] değil.

Yâkub’un ağzından bu sözü sana duyurmayı tercih eden Rabbin, bu


tercihiyle kendine bir soru sormanı istiyor: “Benim bildiğim Allah,
Yâkub’un bildiği Allah mı?” Eğer Yâkub’un bildiği Allah’ı bilseydin,
yüklerinin boşaltılmasıyla sevinirdin. Eğer Allah’ı Yâkub’un bildiği gibi
bilseydin, “saraylı kabı” geri isteyince senden, kaybettiğinden
fazlasını alacağını da bilerek sevinerek verirdin. Eğer Yâkub’un
bildiği Allah’ı bilseydin, Bünyamin’i aldığında senden, üzerine
Yûsuf’u da vermeye hazırlandığını bilirdin. Kayıplarına tebessüm
ederdin. Yitiklerine sevinirdin. “Bu sevda seni yedi bitirdi” diyen
nadanlara güler geçerdin.

Herkes “Allah” der ama herkes o sesin içine aynı anlamı koyamaz.
“Allah” kelimesinin içine kim hangi anlamı doldurur bilinmez ki...
“Allah” var “Allah” var; öyle değil mi? Demek ki ömür dediğin, “senin
bildiğin Allah”ı, “Yâkub’un bildiği Allah”a eşitlemek üzere geçer.
Eşitleyemezsin belki ama farkı kapattıkça, başka herkesten yüz
çevirip tükenmişliğini ve hüznünü sadece kendisine arz edeceğin
Allah’a yaklaşırsın.[74]

[Dedi ki Yâkub:] “Ey oğullarım, gidin ve Yûsuf ile kardeşi hakkında bir
haber almaya çalışın; Allah’ın ‘revh’inden ümit kesmeyin.”
Böylece başlıyor kardeşlerin ‘dönüş’ü. Hatadan itiraf etmeye dönüş.
Kusurdan pişman olmaya dönüş. Günahtan tövbeye dönüş. “Onların
bildiği Allah” belki dönüşlerini beklemiyor. “Yâkub’un bildiği Allah,”
“Yâkub’un bildiği kadar bilemediğin Allah,” “Yâkub’un üzerinden
kendini sana bildiren Allah” her daim yolunu gözlüyor, dönüşünü
bekliyor. Hatalı da olsan O’na giden bir “rah” var. Günahkâr da olsan
O’ndan sana gelen hoş kokulu selâm var. Mahcub olmuşsan, O’nun
tarafında seni üzmeyen, başına kakmayan, sonsuz anlayışlı,
kusurunu saklayan, hiç olmamış sayan “rahmet” var. Ümit kesme
Allah’ın “reyhan”ından. Sana üflediği “ruh”, O’ndan sana esen
bağışlayıcı rahiyadır; durma yola çık. Sana anlattığı Yûsuf kıssası,
sana müjdelediği “Yûsuf kokusu”dur; al eline af gömleğini, gözlerini
aç. Rüzgâra bırak kendini. Aç istiğfar kanatlarını.

“Bilin ki, Allah’ın ‘revh’inden ümit kesen ancak kâfirlerdir.”

Allah’a giden yolu kesen ancak Allah’tan geldiğini inkâr edendir.


Allah’a giden yolu Allah kesmez; Elçileri kesmez, mü’minler kesmez.
Allah’a giden yol hep açıktır, hep açık kalır. “Firar edin Allah’a...”[75]
diyen Allah’tır, Allah! Kendini tüm kaçışların menzili olarak gösterir.
Yeryüzü yangın yeri; serinlik O’nun yanında. Dünya boğucu
dalgalarıyla boğuyor seni; emin limanlar O’nun yakınlığında. Nefsin
yutup öldürmek üzere seni; sakin kıyılar O’nun katında. Durma...
Kendisine yöneleni önemser; her fısıltıyı önemser, her “âh”ı yanında
ağırlar, utangaç pişmanlıkları sever, mahcupları bağışlar.
Günahından dönene döner; kusurunu bileni utandırmaz. Yol açık,
yola çık...

[70] Böyle bir meali tercihim, ayet metnindeki “min’Allah” ibaresinin,


“Allah’tan” diye değil de, “Allah hakkında” şeklinde okunmasına
dayanır. “Benim Allah hakkında bildiğim, sizin bildiğiniz gibi değil.” Bu
anlamı biraz sadeleştirirsek, “Benim bildiğim Allah, sizin bildiğiniz
[Allah gibi] değil” ifadesine ulaşırız [Yûsuf, 86].

[71] Gıybet edecekken susmak, gıybeti seslendirmek yerine susmayı


tercih etmek, sözün kelime-i tevhidini idrak etmektir, sesin kıblesini
bulmaktır. Allah işitir diye susan, bir bakıma hâl diliyle der ki, “Lâ
semi’ illâ Allah/Allah’tan başka işiten yoktur.”

[72] Yûsuf sûresinin 87. ayetinde geçen ‘revhillah’ deyimi, ‘Allah’ın


rah­meti’ diye meallendirilir. ‘Revh’ kelimesi, ‘rih’ ‘rayiha’ ‘ruh’ ‘râh’
‘râhat’ ‘reyhan’ kelimeleriyle kökteştir; ‘koku’ ‘rüzgâr’ ‘yol’ an­lamını
çağrıştırır. Allah’a giden yol... Allah tarafından gelen bir reyhan...
Allah’ın lütfettiği sevinç rüzgârı... Kötülükten uzakta bir huzur... Hepsi
de ‘rahmet’ kelimesi içinde yer alan bu an­lamların izini sürersek,
‘gömlek kokusu’ ‘Yûsuf ruhu’ ‘Yûsuf’a gi­den yol’ ‘kardeşlik rüzgârı’
gibi çağrışımlarla, Yûsuf kıssasının asıl tema’sıyla temasa
geçebiliriz.

[73] En’am, 103’ün anlamı ekseninde...

[74] Yûsuf Kıssası’nın başından beri ince teması olarak devam eden
‘gıybetten uzaklaşma’ya zarif bir çağrı vardır bu ayette. “İyi ama
bana yaptıklarını, içimde tutayım da, kimseye anlatmayayım mı?
Yoksa içim yanacak!” diye yapılan savunmaya cevap verir ayet:
“Eğer Allah’ı Yâkub’un bildiğince bilirsen, pes ettiğinde, için
yandığında, kederlendiğinde en yakının olarak Allah’ı bulursun.
Başkalarına değil Allah’a şikâyet edersin canını yakanları. Böylece
hem gıybet etmek gibi çirkin bir alışkanlıktan taşınırsın hem de her
haksızlık gördüğünde Allah’la yeniden tanışırsın.

[75] Zâriyât sûresi, 50.

Allah’ı böyle bilen Yâkub’un belli ki Allah’ın “revh”[72]inden, yani


kulları üzerinden üflediği “rüzgâr kokusu”ndan, yani kardeşlikten
ümidi vardır. Az sonra diyecek ki Yûsuf’un kardeşlerine: “Dönün
şimdi; Yûsuf ve kardeşinden haber getirin. Ümit kesmeyin Allah’ın
“revh”inden. Çünkü Yâkub biliyor ki, Yûsuf rüyasını başkalarına
anlatmaz; gıybet etmez. Kardeşlerinin dönüş yolunu açık tutar,
kardeşlerine dönüş yolunu açık tutar. Yûsuf’un tarafından esmektedir
kardeşlik rüzgârı. “Benim bildiğim Yûsuf, sizin bildiğiniz Yûsuf gibi
değil!” demek ister.

Allah’a giden yolu kesen ancak Allah’tan geldiğini inkâr edendir.


Allah’a giden yolu Allah kesmez; Elçileri kesmez, mü’minler kesmez.
Allah’a giden yol hep açıktır, hep açık kalır. “Firar edin Allah’a...”[75]
diyen Allah’tır, Allah! Kendini tüm kaçışların menzili olarak gösterir.
Yeryüzü yangın yeri; serinlik O’nun yanında. Dünya boğucu
dalgalarıyla boğuyor seni; emin limanlar O’nun yakınlığında. Nefsin
yutup öldürmek üzere seni; sakin kıyılar O’nun katında. Durma...
Kendisine yöneleni önemser; her fısıltıyı önemser, her “âh”ı yanında
ağırlar, utangaç pişmanlıkları sever, mahcupları bağışlar.
Günahından dönene döner; kusurunu bileni utandırmaz. Yol açık,
yola çık...

“İnkâr ettiğin ölçüde gerçek bir rüya”dasın. Hâliyle senin rüya


olduğunu kabul etmediğin rüyayı; elbette bir uyanıklık olarak
yaşıyorsun. Herkesi uykuda sanıyorsun, “Âlemin uyanığı benim”
diyorsun. Uyandığını sandığın ölçüde rüyaya dalıyorsun. Bu
sarmalda yüzlerce kez döndün; her yenilediğinde sarmal daha geniş
bir uykuy[l]a sarılıyorsun. Hesaplarının hepsini buraya
sığdıramayacaksın. Yarım kalacak rüya; uyanınca fark edeceksin.
Uyanmadan önce uyan da, uykuda olduğunu gör, hesabının hepsini
burada görmeye kalkma... Senin tüm görmelerini kuşatan Allah’ın
görmesini gör... Senin gözler[inin gördüğü] O’nu[n görüşünü]
kuşatamaz; O, senin gözleri[nin gördüğünü] kuşatır.[73]

Yâkûb’un: “... ben yalnız Allah’a söylerim” deyişi gıybetin yolunu


kapatıyor, kardeşliğin yolunu açıyor. Demek istiyor ki: “Kardeşlerimin
benimle, benim kardeşlerimle sınandığım dünya rüyamı kimseye
anlatmam. Yalnız Allah’a anlatırım. Zira gördüğümü hayra yoracak
olan bir O’dur. Ben öyle bilirim O’nu.”[71]

[73] En’am, 103’ün anlamı ekseninde...


[74] Yûsuf Kıssası’nın başından beri ince teması olarak devam eden
‘gıybetten uzaklaşma’ya zarif bir çağrı vardır bu ayette. “İyi ama
bana yaptıklarını, içimde tutayım da, kimseye anlatmayayım mı?
Yoksa içim yanacak!” diye yapılan savunmaya cevap verir ayet:
“Eğer Allah’ı Yâkub’un bildiğince bilirsen, pes ettiğinde, için
yandığında, kederlendiğinde en yakının olarak Allah’ı bulursun.
Başkalarına değil Allah’a şikâyet edersin canını yakanları. Böylece
hem gıybet etmek gibi çirkin bir alışkanlıktan taşınırsın hem de her
haksızlık gördüğünde Allah’la yeniden tanışırsın.

[70] Böyle bir meali tercihim, ayet metnindeki “min’Allah” ibaresinin,


“Allah’tan” diye değil de, “Allah hakkında” şeklinde okunmasına
dayanır. “Benim Allah hakkında bildiğim, sizin bildiğiniz gibi değil.” Bu
anlamı biraz sadeleştirirsek, “Benim bildiğim Allah, sizin bildiğiniz
[Allah gibi] değil” ifadesine ulaşırız [Yûsuf, 86].

[71] Gıybet edecekken susmak, gıybeti seslendirmek yerine susmayı


tercih etmek, sözün kelime-i tevhidini idrak etmektir, sesin kıblesini
bulmaktır. Allah işitir diye susan, bir bakıma hâl diliyle der ki, “Lâ
semi’ illâ Allah/Allah’tan başka işiten yoktur.”

[72] Yûsuf sûresinin 87. ayetinde geçen ‘revhillah’ deyimi, ‘Allah’ın


rah­meti’ diye meallendirilir. ‘Revh’ kelimesi, ‘rih’ ‘rayiha’ ‘ruh’ ‘râh’
‘râhat’ ‘reyhan’ kelimeleriyle kökteştir; ‘koku’ ‘rüzgâr’ ‘yol’ an­lamını
çağrıştırır. Allah’a giden yol... Allah tarafından gelen bir reyhan...
Allah’ın lütfettiği sevinç rüzgârı... Kötülükten uzakta bir huzur... Hepsi
de ‘rahmet’ kelimesi içinde yer alan bu an­lamların izini sürersek,
‘gömlek kokusu’ ‘Yûsuf ruhu’ ‘Yûsuf’a gi­den yol’ ‘kardeşlik rüzgârı’
gibi çağrışımlarla, Yûsuf kıssasının asıl tema’sıyla temasa
geçebiliriz.

Herkes “Allah” der ama herkes o sesin içine aynı anlamı koyamaz.
“Allah” kelimesinin içine kim hangi anlamı doldurur bilinmez ki...
“Allah” var “Allah” var; öyle değil mi? Demek ki ömür dediğin, “senin
bildiğin Allah”ı, “Yâkub’un bildiği Allah”a eşitlemek üzere geçer.
Eşitleyemezsin belki ama farkı kapattıkça, başka herkesten yüz
çevirip tükenmişliğini ve hüznünü sadece kendisine arz edeceğin
Allah’a yaklaşırsın.[74]

[75] Zâriyât sûresi, 50.

Dedi ki: “Ben tükenmişliğimi ve hüznümü sadece Allah’a söylerim;


çünkü benim bildiğim Allah sizin bildiğiniz [Allah gibi] değil.”[70]
Kardeşlerin üçüncü rüyası

Bünyamin’i kurtarmaya gidiyorlar; görünen bu. Fakat aslında


Bünyamin onları kurtarıyor. Gördükleri rüyada kendilerini kurtarıcı
diye görüyorlar, ama gerçek başka, bambaşka.

Hep böyle etmez mi Rabbin sana; kurtarıcı diye görev verir sana,
ama aslında sen kendini kurtarasın diyedir bu. Yetime öksüze sahip
çıkmanı isterken, muhtacı ve mülteciyi gözetmeni beklerken, aslında
senin yetimliğine sahip çıkar, sana yurt yuva sunar. Hacer gibisin
dünyanın Safâ-Merve’sinde, İsmail’i kurtarayım diye çırpınırken,
İsmail’e bulduğun zemzem, seni kurtarır, seni suya kandırır.

Böyle sürprizleri vardır Rabb-i Rahîm’inin sana, yolda yürüyorum


sanırsın, ama yol senin içinde yürür.

Dönüş yolundalar şimdi. Ümit oldu Yâkub’un sözü onlara. Yola


çıktılar. Bünyamin’i düştüğü kuyudan çıkaracaklar. Yûsuf’u kuyuya
atan siy/ah parçaları kuyunun karanlığından çıkınca, o siyahla var
olmak canlarını yaktı. Artık inkâr edemiyorlar. Kendilerine atfettikleri
akl[ığ]a yakışmıyor o siyah. Aklanmaları için, o ‘siyah’ı bir ‘beyaz’la
değiştirmeleri gerek.

Çöldeler; acz ve fakr ile. Kendilerini değil kardeşlerini önceliyorlar.


Bedenlerinin derdinden geçtiler, ruhlarını kurtarmaya niyetlendiler.
İmkânsızı istiyorlar. Olmazı oldurmak için ümitleniyorlar. Mahcuplar;
yüzleri yok bir şey istemeye ama “aziz” diye bildikleri Yûsuf’un
izzetine güveniyorlar. Ellerinde koz yok; ne bedel götürüyorlar ne
savunmaları var; sadece “Aziz”in ikramına, alicenaplığına
sığınıyorlar. Az olduklarını biliyorlar; çokluklarına yaslanmıyorlar
artık. Birbirlerinin gözlerinde “Yâ esefâ...”lar okuyorlar; Yûsuf diye
görünüyorlar birbirlerine.

Daha önce yaptıklarının tam tersini yapıyorlar şimdi. Yûsuf’u bile


isteye kuyuya atmışlardı, ama şimdi Bünyamin’i canla başla kuyudan
çıkarmak istiyorlar. Üstelik Yûsuf masum olduğu hâlde kuyuda
kalmıştı. Ama Bünyamin, onların gördüğü kadarıyla kendi suçu
yüzünden kuyuda kaldı.

Onların görmediğini gör şimdi. Hep yapageldiklerinin tersini


yaptırıyor Yûsuf onlara. Ta ki saraya lâyık olsunlar. Saraya dönüş
yolunda, saraylı olmaya da dönüşsünler. Onları çok özel bir sahneye
alıyor; yaptıklarından sahiden pişman oldukları ve samimi olarak
yaptıklarının tersini yaptıkları bir yürüyüş bu... Biri şimdi “bunlar kendi
kardeşlerini kendi elleriyle kuyuya atmışlardı” dese, kimse
inanmazdı. Çünkü onlar kendisini kendi elleriyle kuyuya atan
kardeşlerini kurtarmaya gidiyorlar şimdi. Öyle samimiler ki...

Farkında mısın hem “sâdıklarla beraber ol”mayı başardılar hem de


“sâdık olma”ya doğru yaklaşıyorlar. Kusurlarını inkâr etmediler,
hatalarını kabul ettiler, tövbe ettiler. İşte seni de böyle bir dönüş,
böyle sahih bir tövbe bekliyor. “Yâ esefâ...” diye diye yakardığın
Rabbin bunun gibi dönüş sahnelerinde tutuyor seni. Hep
yapageldiklerinin tersini yaptığın işler yaptırıyor sana. O işler şahit
olsun istiyor içinde saklı “beyaz”ına... Karalarını hepten silecek ak
tohumlar büyütüyor ömründe.

Namaz, dönüştür Rabbine; ak tohumdur siyahının tarlasında.


Namaza durarak lehine şahit çıkarıyorsun günün beş köşesinde. Der
ki namaz hâl diliyle: “Bak işte Rabbim, senin kulun başka her şeyi
bırakıp sadece Sana yöneldi. Yüzünü döndü dünya dolusu çıkardan
da, Senin hatırına eğildi. Beni kılarak, bende durarak, kâinat kadar
menfaatten vazgeçti. Senden başkasına secde etmedi, boyun
bükmedi, yüz sürmedi. Senin bu kulun hiç üç beş kuruş menfaat için
eğilir mi?
Zekât, Rabbine dönüştür; ak tohumdur siyahının tarlasında. Lehine
şahitlik edecektir Rabbinle karşılaştığında: “Şahidim Allah’ım, Senin
bu kulun kendi cebindekini sırf sen ver dedin diye yetime öksüze,
muhtaca mülteciye, yoksula hastaya verdi. Seve seve verdi, verince
sevindi. Bu kulun hiç kardeşinin cebindekini göz diker mi?”

Oruç, dönüştür Rabbine; ak tohumları uyandırır siyahın yüzünde.


Tutup seni ihbar eder Rabbine: “Şahidim Allah’ım, senin kulun sırf
sana verdiği gizli sözü tutmak için aç susuz kaldı. Tenhada, kapı
arkasında, dört duvar arasında dönmedi vaadinden. Senin
gördüğünü görerek tutundu orucuna. Başkalarının kınamasına
aldırmadı, Senin övgünü bekledi sessizce. Başkalarının vaadlerine
kanmadı, Sana verdiği vaadde kaldı; dudakları çatladı dönmedi,
açlıktan kıvrandı caymadı. Bu kulun hiç Sen yokmuşsun gibi yaşar
mı?”

Hac, dönüştür Rabbine; ömrünün siyahını ‘Hacer’ül Esved’in


siyahına devredersin, ihramın beyazında karalıklarını eritirsin.
Yerinden yurdundan geçip de, zahmet içinde vardığın kıblen şahit
olur sana: “Şahidim ey Allah’ım, kulun ‘kibri’ni yıktı da geldi
huzuruna, Senin hatırına pervane oldu Kâbe’ye, düşürdü başka
hatırları kalbinden duruldu Arafat’ta, sâdıkların yolunda yürüdü
aşkla... Böyle iken senin bu kulun hiç başkalarına minnet eder mi,
senden başkasına kul olur mu?”

Nasibine saray düşsün diye Bünyamin’in ardına düşürdü seni


Rabbin. İçimizdeki “saraylı kardeşimiz”dir Muhammed Mustafa
[a.s.m.]. “Saraylı kabımız” Kur’ân, onun yükünün içinde geldi
aramıza. Cennete dönelim diye cennete alınmış “Bünyaminiz”dir
Allah Resûlü... Gör ki, namazla “Bünyamin”in durduğu makama vekil
kılıyor seni. Oruç tutturmakla, Bünyamin’in hâlinde tutuyor seni.
Zekât vermeni isteyerek, Bünyamin’in şefkatli kalbini veriyor sana.
Hacca çağırdığında, Bünyamin’in yöresinde gezdiriyor, Bünyamin’in
yurduna hazırlıyor seni. Kelime-i şehadeti seslendirmeni isterken,
Bünyamin’e şahit yazıyor sesini, Bünyamin’le ağız birliği ettiriyor
sana.

Ne güzel ki, “sâdıklarla beraber ol”ma sahnesidir namaz. “Sâdıklarla


beraber ol”ma susuşudur oruç. “Sâdıklarla beraber ol”ma
vazgeçişidir infak. “Sâdıklarla ol”ma adanışıdır hac. “Sâdıklarla
beraber ol”ma sözüdür kelime-i şehadet.

Az sonra, mahcubiyetini dile döktüğün son sahnedeki müjdeyi duyan


olmayı hak etmen için bunların hepsi: “Allah [sâdıklara] sâdık
kalanların karşılığını verir.” Yana yana sâdıklarla yan yana duranlara
müjdeler olsun.
Üçüncü Yûsuf sahnesi

Yanına vardıklarında, “Ey Aziz” dediler, “bize ve ailemize zarar


dokundu, üstelik [sana bedel diye] getirdiklerimiz pek az; sen yine de
bize tam ölçek ver, üstüne ikramını ilave et.”

Mahcupların aziz karşısındaki cümlesidir bu. Yanlışlık yapanların


yanlışlık yaptıklarına hitabı. Samimi itiraf. İçten açıklama. “Varlık
Sende, yokluk bizden yana...” deyiş. “Sen azizsin, biz zeliliz...” deyiş.
“Bağışlamak Senden, hata bizde...” deyiş. Arzuhal diye içini döküş
Aziz’in huzuruna. Utandırılmayacağından emin olarak, kınanma
korkusu olmadan içinin içini döküş... Kendi aslına sâdık kalış...
Süsleri üzerinden sıyırış. Fazlalıkları omuzundan indiriş... Aklıyla
bilmediği hâlde, gözüyle gördüğünü fark etmediği hâlde, gönlünün
hasretini konuşturarak, kalbinin acısına dokunarak Yûsuf’a adıyla
sesleniş. İçinin içindeki Yûsuf fery/adını keşfediş... Son defa “Yâ
esefâ...” diye sesleniş.

Anladın mı şimdi “Yâ esefâ”m; Yûsuf’a hasretini kaybeden Yûsuf’tan


fazlasını kaybeder. Ben sana Yûsuf’un hasreti Yûsuf’un vuslatından
hayırlıdır demedim mi?

Gördün mü şimdi Züleyha[yanı]m; Yûsuf masumiyetini kaybedenin


Yâ­kub’ça mahcubiyeti olmalıdır. Ben sana masum kalamadığına
değil, mahcup olamadığına ağla demedim mi?
Bu son sahnede onlara tanıtıyor kendini O. Hani ilk sahnede, O
onları tanımış ama onlar Onu tanımamıştı ya. Artık onlar Onunla
tanışmaya hazırlar. Çünkü onlar kim olduklarını gördüler, O onlara
kim olduğunu söyleyebilir. Çünkü onlar hatalarını fark ettiler, O onlara
“Yâ esefâ...”ları olduğunu açık edebilir.

O ve onlar. Allah ve kullarını temsil eder. Gerçekten de bu cümleler,


mahcup bir kulun Rabbi karşısında söyleyebileceği son sözleridir.
Başka türlü söze mecali yetmez mahcupların, muhtaçların,
mücrimlerin, günahkârların. Emin ol ki, sen de ben de, Rabbimizle
tanış olduğumuz o sahnede, mahşer gününde, başka türlü
konuşamayız. Bugünden “o gün”e hazırlıyor bizi Rabbimiz. “Yâ
esefâ...” diye huzuruna varmaktan korktuğumuz. O gün
söyleyeceğimizi şimdiden ağzımıza veriyor. Bizi hazırlıyor o
sahneye...

Belli ki, O hazır o sahneye... Bize verdiği rol, mahcupların rolü.


Muhtaçların rolü... Bize takdir ettiği yer, üzerlerine merhamet
çekenlerin yeri. Bizi beklediği cephe, bağışlanmayı hak edenlerin
cephesi. Haydi, al rolünü, sev repliğini, yerine geç, cephene koş...

“‘Ey Aziz, ‘biz ve ailemiz perişanız...’ dediğinizde şaşırmayacağım’”


demek istiyor. “‘Ey Âziz Rabbimiz, ‘Sana bedel diye getirdiğimiz
ibadetlerimiz pek yetersiz’ diye inlediğinizde, anlayışla
karşılayacağım.’” “‘Benim huzuruma bin kusurla geldiğiniz hâlde,
‘yine de bize tam ölçek ver’ demenizi çok görmeyeceğim.’” “‘Kabul
ediyorum sizi her hâlinizle, yeter ki hâlinizi itiraf edin, saklanmaya
yeltenmeyin Benden.’”

Allah, [Allah’a] sâdık [kalan]ların karşılığını verir.


Kuyuya atarak Yûsuf’a vefasızlık etsen de Yûsuf’a hasretini inkâr
etmeyesin. Masumiyetini yitirsen de mahcubiyetini yitirmeyesin.
Yûsuf’a sâdık olamasan da Yûsuf’a sâdık olan Bünyamin’e sâdık
kalasın. Suçlu olsan da suçunu kendine yakıştırmayasın. Yûsuf’u
kuyuya atsan da, Yûsuf’u kuyuya atmanın pişmanlığını kuyuya
atmayasın. Yûsuf’u ucuza satsan da Yûsuf’un eksikliğini küçük
görmeyesin. Yûsuf’u zindana göndersen de Yûsuf’un yokluğuna
hükmetmeyesin. Yûsufsuz bir rüyaya kansan da, uyuduğunu inkâr
etmeyesin. Uykuyla kuşatılmış olsa da gördüklerin, gördüğünle
yetinmeyesin; belki bir ışık gelir de yırtar o rüyanın şeffaf zarını diye
bekleyesin.

“Fark ettiniz mi şimdi” diye karşılık verdi, “cahilken Yûsuf’a ve


kardeşine yaptığınızı.”

İşte ilk rüyanın gerçekleştiği an. Babasının kardeşlerine


anlatmamasını istediği rüya, kardeşlerinin anlatacağı rüya oldu artık.
İlk gördüğü rüyanın tabiri oldu Yûsuf. “On bir yıldız, Güneş ve Ay
hürmet etmekteler kendisine.” Yûsuf’a ve kardeşine ettiklerini fark
etmelerini isterken, vicdanlarına hapsettikleri asil sesi, acı itirafı gün
yüzüne çıkarıyor şimdi. O, onların iç seslerini dışarı çağırıyor;
zindandan çıkarıyor. Şimdi uyandılar ‘Yûsufsuzluk rüyası’ndan.
Anlayacaklar ki, kandıkları rüyadan daha hayırlıdır uyandıkları
gerçek.

Rabbin de sana böyle konuşuyor: Uyuttuğun iç seslerini uyandırıyor,


unuttuğun sancılarını hatırlatıyor, susturduğun nidalara ses oluyor.
Yûsuf’un ağzından sesleniyor sana. Yûsuf’un mahcup kardeşlerinin
ağzından ses koyuyor ağzına. “Tutunacağın kelimeleri”[76] veriyor
sana.

Nezakete bak ki, “cahillikle ettiniz” diyor. Aslında sen özünden böyle
etmek istemezdin, ama cahilliğin yaptırdı bunu sana. Senin
cevherinden kaynaklanmıyor bu hata; sana rağmen oldu, anlasana.
Memnun değilsin ettiğinden; çünkü yazıklanıyorsun, âh ediyorsun,
ağlıyorsun, utanıyorsun, “Yâ esefâ...” diye diye yanıyorsun, itiraz
ediyorsun ettiğine. Belli ki, düştüğün yerden kalkmak istiyorsun.
Elinin ettiğine kalbin razı değil. Dilinle ettiğinden kalbin rahatsız.

İşte kâr bu: Kaptırmamışsın kalbini kötülüğe, direniyorsun hâlâ


iyilikte. Senden çıksa da, çirkinliği onaylamıyorsun. Yûsuf’a kardeş
olmaya hakkın var. Bünyamin’in yanında yerin var.[77]

“Cahilken Yûsuf’a ve kardeşine yaptığını hatırla...” Yûsuf ki, kaybını


fark etmediğin, uzak kalışına ağlamadığın, yanında olamayışına “yâ
esefâ...” diyemediğin Rabbini temsil ediyor. Allah’ı arayan eseflerini
susturdun cahilliğinde. Allah’a dönük hasretini başka yüzlere
harcadın; bilemedin. Allah’ı arayan ana duygunu ve o duyguya eşlik
eden kardeş duygulurını yok saydın. Firaklardan gelen feryatlarının
beka aşkından gelen ağlamalar olduğunu anlamadın. Kendi
gözyaşına inanmadın, kendi ağlayışına sağırlaştın. İbrahimvâri “Lâ
uhibbul âfilîn...” sızısına refakat etmeni bekledi Rabbin; geç kaldın.
De ki, “Cahildim; dünyanın rengine kandım/hayâle aldandım, boşuna
yandım...”[78]

“Ne? Yoksa sen Yûsuf musun?” diye haykırdılar.

İlk sahnede Yûsuf başka kardeşlerinin olup olmadığını sorduğunda,


Yûsuf’u hatırlayarak, gizlice “Yâ esefâ...” demişlerdi. Farkına
varmadan Yûsuf’un adını zikretmişlerdi. Şimdi Yûsufsuzlukta
dedikleri “Yâ esefâ”yı Yûsuf’un yüzüne söylüyorlar. “Yâ esefâ...”
feryadının içi Yûsuf’la doldu. Artık, “Babamızın bildiği Yûsuf, bizim
bildiğimiz gibi değilmiş” demeye hazırlanıyorlar.
Sahne senin. Sen bu sahnenin şaşkınısın. Mahcubu sensin.
Rabbinle sonunda yüz yüze kaldığında, söyleyeceğin bu. “Yâkub’un
bildiği gibi bilmiyormuşum Seni...” Senin bildiğin Allah, Yâkub’un
bildiği Allah olana kadar yürümeli, yürümeli, yürümelisin.

“Yûsuf’um ben” dedi, “bu da kardeşim, Allah bize lütfedip in’am


buyurdu. Hakikat şu ki, kim Allah’a ittika eder [Allah’ı ciddiye alır,
Allah’a göre yaşar] ve sabrederse, Allah muhsinlerin ecrini zayi
etmez.”

Sonunda, en sonunda, sana söyleyeceğini Rabbin işin başında


söylüyor. Senin ‘Yâ esefâ’n Benim. Ardından ağladıkların, yokluğuyla
kederlendiklerin, eksikliğinde feryad ettiklerin, uzak düştüğünde
yazıklandıkların, terk edişlerde, ayrılıklarda eyvahlandıkların sana
Beni hatırlatmak içindi. Ama sen başka sevdalarda yandın, başka
yüzlerde oyalandın, başka yakınlıklara aldandın, rüyaya kandın.”
Rabbin Yûsuf sözüyle eğiliyor. Yûsuf yüzüyle tebessüm ediyor.

Hiç yokken gördü seni Allah; ihsan etti. Ki, ihsan “görülmeyen”i
görmektir. Şimdi de senin O’na ihsan etmeni umuyor. Kimselerin
görmediği Allah’ı gör şimdi. Kimselerin öncelemediği Allah rızasını
öncele. Allah’ı gör ki, “muhsin”lerden olasın. Allah yokmuş gibi
yapmayasın. Allah işitmiyormuş gibi konuşmayasın. Allah
görmüyormuş gibi davranmayasın.

Unutma ki, sana Allah’ı unutturan her yüz bir rüyadır. Gördüğüne
kanma. Unutma ki, seni Allah’tan uzaklaştıran her güzellik rüyadır.
Aslını gör o güzelliğin; zahire takılma, rüyaya aldanma. Allah, Allah’ı
görerek yaşayan uyanıkların, yani muhsinlerin hakkını zayi etmez.
Varlığın perde ardında Allah’ı görmek, en büyük kârdır sana.

[Kardeşler]: “Doğruya doğru, vallahi, Allah seni bize üstün kılmış, biz
ise hataya batıp gitmişiz.”
[Yûsuf]: Bugün size kınama yok; Allah sizi bağışlasın, O’dur
merhametlilerin en merhametlisi.

Bir daha hatırla. Âlemlerin Rabbi sık sık kulunun sözünü kendi sözü
yapar. Kendi sözünün içine kul sözleri katar. Çok yerde İbrahim’in
[a.s.] sözünü kendi sözü eyler mesela: “Batan şeyleri sevmem!”
Nuh’un [a.s.] sözünü kelamı arasına alır. Kâh Yâkub’un ağzından
konuşur, kâh Yûsuf’ça hitap eder. Lokman’ın oğluna babacan
konuşmasını seslendirdiği de olur, Yunus’un ateşli yakarışıyla da,
Eyyûb’un mahzun çığlığıyla da ağız birliği eder. Niye ama?

Bu kutsî tercih belli ki, seni onurlandırmak adınadır. Hem sözü


alıntılanana hem sözden alınmak isteyene şereftir bu. “Seninle hem
yoldaşım hem haldaşım hem solukdaşım!” demeye getiriyor Rabbin.

Allah sözlerinin arasında insan sözlerinin olması, O’nun sözlerinin


her insanın dudağına değesi sadelikte olduğunu göstermek içindir.
İşte bu kadar yanımızdan konuşur Allah-karşımızdan değildir
konuşması. Bu kadar eğilir seviyemize. Kur’ân’la “tenezzül” eder
Rahmân bize; sözünü nazenin bahar dalları gibi eğer aklımızın
hizasına. Kur’ân’ın anlamı olan “okuma”yı hakkıyla yerine getirir;
içimizi okur bizim, içimizi okutur bize. Hakkı olduğu hâlde tepeden
konuşmaz sözleriyle... Kimse itiraz edemeyeceği hâlde, tahakküm
edasıyla konuşmaz. Nezaketle konuşur. Şefkatin anadiliyle hitap
eder. Gönüllü katılımımızı bekler emirlerine. Zorlamaz. Zorlamamızı
da zorlanmamızı da çirkin bulur.

İnsanî şaşkınlıkları ve beşerî sürçmeleri sözlerinin katına alan


âlemlerin Rabbi, her gün gözümüzün önünde yaptığı işlerin benzerini
yapıyor aslında. Yarattığı gibi konuşuyor.

Yağmur gibi dokunduruyor sözlerini kirpiklerimize. Denizlerinde


çalkalanan tuzlu suları göğe kaldırdığı gibi, içimizin çalkantılarını
duru sözler olarak katına alıyor. Muhtaç olana, özleyene, hasretle
yanana, dudağı kavrulana hep yine ama hep yeni bir yağmur olarak
dokunduğu gibi, vahyin göğünden taze dokunuşlar indiriyor.
Gönlümüze serinlik bahşediyor. Yüreğimize su serpiyor. Bir dağı
şehrin başında sessizce beklettiği gibi, sözüyle tüm hırçınlıklarımızın
başını okşuyor, yatıştırıyor. Küsüyoruz, unutuyoruz ama söz bizi terk
etmiyor. Özlediğimizde yanımızda buluyoruz sözünü dağ gibi.
Eteklerinden duru pınarlar değdiriyoruz dudağımıza.

Yağmur gibidir Rabbinin sözü. Eski sanırsın, ama her dokunuşu


yenidir, tazedir. Kimseyi kimseden ayırmaz. Herkese yağar, her yere
iner. Her kişiye özeldir. Her pencere önüne kendince birikir. Her saç
teline dokunuşu bi’tanedir.

Kur’ân’da kulların ağzından gelen her söz, bir kul olarak hepimizin
ağzına gelesidir. Sanki o sözler Kur’ân’ın göğünde bulutlar gibi
bekleşmektedir, ihtiyaç olduğunda taze damlalar gibi dokunacaktır
yüreklere. Kur’ân’ın zikrettiği her hâl, canlandırdığı her diyalog gün
gelip bize değecektir, bizim gerçeğimiz, bizim taze yağmurumuz
olacaktır. Mavi göğümüz olup kuşatacaktır bizi de.

Rabb-i Rahîmimizin hâlimizi anladığının işaretidir bu. İnsanlık


hâllerimizin O’nun tarafından anlaşılır olduğunun zarif fısıltısıdır.

Yüreğimizin tam ortasında akıp duran hâlleri söze döküyor Rabbimiz.


Bizi ne kadar güzel anlıyor. Sözünü şahdamarımızdan da yakın bir
yerden söylüyor. Dilsiz acılarımızı seslendiriyor. Suskun sızılarımız
için ağzımıza dil veriyor. Yakıcı pişmanlıklarımız için kelimeler
tutuşturuyor dudaklarımıza.

İşte bu yüzden, tam da bu yüzden, Kur’ân okuyan kendisiyle tanışır,


kendine doğru yürür, kendi yüreğini adımlar, yitik cennetinin altından
akan ırmakların çağıltısını duyar. “Oku!”yan kendini okur, kendine
dokunur, kendini yeni baştan dokur.
“Doğruya doğru, Allah seni bize üstün kılmış, biz hataya gömülüp
gitmişiz işte...”

Yûsuf’un kardeşleri, kuyuya attıkları, unuttukları, unutturdukları


Yûsuf’u kendilerine iyilik yapar hâlde bulunca, derin pişmanlıklarını
ve yakıcı utançlarını işte bu ayetin anlam yatağına akıtırlar. Bizim
kaderimizin akışıdır bu. Pişmanlıklarımızın çağıltısı,
mahcubiyetlerimizin kan revan dalgalanışı.

Yûsuf’un kardeşlerine söylediği ise Allah sözünün arasına katışarak


gelir: “Bugün sizi kınayıp ayıplama yok, Allah sizi affetsin, O
merhametlilerin en merhametlisidir.”

Artık hem Yûsuf sözüdür bu hem Allah sözüdür. Yûsuf’ça bir


civanmertliğin arkasında durmuştur Rabbimiz. O kadar ki, Yûsuf’un
sözünü sözü etmiştir. Yûsuf’un sözünü eden bizlere de o sözün
ardında durmak düşer. Rabbimiz kendi yaptığını bizden de ister.
Bizden istediğini önce kendi yapar.

[Yûsuf]: “Bugün size kınama yok; Allah sizi bağışlasın, O’dur


merhametlilerin en merhametlisi.”

Kardeşlerinin Yûsuf karşısındaki duruşları, bizim Rabbimiz


karşısındaki duruşumuzun fotoğrafını veriyor. Onlar Yûsuf’u
tanımıyorlar ama Yûsuf onları tanıyor. Kul Rabbini tanımıyor ama
Rabbi kulunu tanıyor. Onlar Yûsuf’a kötülük ettiklerini unutacak kadar
kötülük içindeler ama Yûsuf onlara iyilikler hazırlıyor. Kul Rabbini
unutuyor, Rabbine isyan ediyor, kafa tutuyor ama Rabbi kuluna hep
iyilikler hazırlıyor, her suçundan sonra beyaz sayfalar açıyor.
Sonunda bizim de “Rabbimiz sensin ha; doğruya doğru; sen bizim
sandığımızdan da iyisin. Biz ise Sana karşı hataya batıp gitmişiz...”
diyeceğimiz mukadderdir.
Kardeşlerinin Yûsuf’a yaptıklarını Rabbimize yaptığımızı
anlayacağımız “hesap günü” biz mücrimleri bu sözle
karşılayabileceğinin müjdesini veriyor Rabbimiz. Biz de kuyuya
atmadık mı Rabbimizin hatırını? Biz de unutkanlık zindanlarına
sürmedik mi Yaradanımızın kadrini? Biz de nankörlükle karşılık
vermedik mi Yûsuf’ça güzel iyiliklerine? Biz de Rabbimizin bize
verdiğiyle hatta Rabbimiz bize verdi diye Rabbimize kafa tutmaya
kalkmadık mı utanmadan?

Yûsuf kadar güzeldir bu bağışlama cümlesi. Bu güzelliğe muhatap


olmak için, “Doğruya doğru, Allah seni bize üstün kılmış, biz ise
hataya gömülüp gitmişiz işte” harbiliği, duruluğu gerekiyor elbet.

“Bugün size kınama yok...”

Yûsuf yüzlü olmaya can atanları Yûsuf sözlü olmaya da çağırıyor bu


cümle: “Sen de bağışla...” Yûsuf yüzlülerin bağışını hak etmenin
şartını hatırlatıyor kardeşlerin ağzından çıkan cümle: “Biz hataya
gömülüp gitmişiz işte...”

Şu kısa ömrümüzde ya Yûsuf rolünde oluruz ya kardeşleri rolünde,


ya bir yanlış yapmışızdır Yûsuf’ça güzel bir kalbe. Ya da bir yanlış
yapılmıştır Yâkub’un gözlerden sakındığı Yûsuf yüzlü kalbimize. Ne
incitmekten sakınabilir insan da ne incinmekten uzak kalabilir. Dünya
bu. İncitmek kaçınılmazdır; incinmekten kaçılmaz.

Burası, “yanlış yapan [kardeş]ler” ve “yanlış yapılan [Yûsuf]lar”


sahnesidir. Bu sahnede yeri olmayan yok ki. Bu senaryoda rolü
olmayan yok ki. Hepimiz, her birimiz, korku ve ümit arasındayız işte.
“Biz hataya batıp gitmişiz” diyen olma korkusu ile “Kınama yok
size...” sözünü duyan olma ümidi arasında sarkaçlanmaktayız.

Senin ömrün “Hataya batıp gitmişim işte...” sözünü yüreğime yağmur


gibi indirecek pişmanlıklarla dolu. Hatalar yaptın. Ayıpsız değilsin.
Saklıyorsun sadece. Belli ki, kardeşlerin senden “Allah sizi bana
üstün kılmış, hata bendeymiş...” sözünü duymak için gün sayıyor.
Elbet, sana da hata yapıldı. Hangi birini sayarsın ki. Sen yanlış
yaptın ve sana yanlış yapıldı. Elden ne gelir? Nasılsa sonunda “Ben
hataya batıp gitmişim” sözünü hem diyen hem duyan olacaksın.

Bak işte, Kur’ân okumak kaderini okumaktır; iç sesini duymaktır.

Diyenler-duyanlar arasında geçiyor ömrün. Gidecek başka yer yok.


Kimse kaçamaz buradan. Kulların hatalı olduğu şu kısa ömürde,
“Bugün seni kınama yok...” sözünü duymayı özleyen yok mu senin
gibi benim gibi? “Biz hataya gömülüp gitmişiz, sen ise...” sözünü
kardeşlerinden duyacak olsa, “Size kınama yok” sözünü Yûsuf’ça
söylemeye heveslenenler yok mu?

Hayatın manşetinde bu sözler öylece beklerken, kimse masum


sayamaz kendini. O sözler, idrakimizin göğünde yağmur yüklü
bulutlar gibi bekleşirken, kimse o sözlerin sağanağına tutulmaktan
kurtaramaz kendini. Haber orada yazılıyken, kimse o haberin konusu
olmaktan alıkoyamaz kendini.

Ömrünün özetini çıkarsan, sahiden “öz” bir geçmiş yazsan, Yûsuf


sûresinin 91. ve 92. ayetleri yeter sana. Farklı sahnelerde, farklı
zamanlarda, farklı oyuncularla hep aynı repliği söyleyerek geçirdin
bu ömrü. Siperin Yûsuf 91 ve 92. Herkes oraya atmış kendini; yoksa
pişmanlık ateşi kavuracak hepimizi, hayalkırıklıkları parçalayacak
kalplerimizi.

Kalbinin savruluşlarına açık adrestir Yûsuf 91-92 arası. Bir o duvara


çarpıyorsun başını, bir berikine: “Biz hataya gömülüp gitmişiz işte...”
diyensin bir gün, “Bugün size kınama yok” diyecksin bir başka gün.
Özür dilemek de bağışlamak da nasip diye yazılmış sana bana.
Nasibi ayet olana ne mutlu! Dudağını ayetin nehrine susayarak
değdirenlerin nasibi ne çok...
Demek ki, Yûsuf 91’in “nüzul sebebi”sin her daim. Ya arefesindesin
Yûsuf 91’in ya ertesinde. Ya söyleyenisin ya söyleneni. Sen
yaşadıkça iniyor ayet. Nefeslendiğin her yere siniyor anlamları.
Pişmanlıklarının ve kırgınlıklarının yarıklarına değiyor sesleri.
Yağmurun açtığı yaralar gibi kırıyor benlik kabuğunu. Diline
değmekten öte bir d/okunuş sunuyor sana. Pişmanlıklarının ve
tereddütlerinin sesi oluyor. Kalbinin sessiz titreyişlerini tercüme
ediyor. Her hatada yeniden titreyen sinir uçlarında ayetlerin sesi
tazeleniyor. Yûsuf’un ve kardeşlerinin sesini duyduğun o koroya
katıldıkça, susturduğun acılardan teselliler tomurcuklanıyor.
Kanattığın yaralarından güller açılıyor.

Çıkış yok Yûsuf 91-92 arasından. İyi ki yok. Tüm özgürlükler burada.
Omuzlarını çökerten yüklerin hepsini bu arada çözüp yere
bırakıyorsun. Ayağına pranga vuran pasların cümlesi bu arada
eriyor. Kin ve nefreti bu arada nefesleniyorsun ve kalbinden silmeye
karar veriyorsun. Küskünlüğü ve dargınlığı, uzaklıkları ve
soğuklukları bu(a)rada tüketiyorsun. Kalbinin kanatlarına sonsuz bir
gök aralıyor iki söz arası.

Doğruya doğru, ya özür dilenecek ya özür dileyecek birisin. Hem


özür dilenecek birisin hem özür dileyecek birisin. Hem aldandın hem
aldattın. Hem hıyanet ettin, hem hıyanet edildi sana. Çırpınışlarının
hepsi Yûsuf 91’in avuçlarında sakinleşecek ve Yûsuf 92’nin
kucağında bağışlanacak... Tesellilerin adresi bu iki söz arası.

Şimdi kendini Yûsuf 91’in dizi dibine mahzun ve mahcup bırak.


Kendilerine mahcup olacağın sözler söylediğin, haklarına girdiğin
kardeşlerin var. Yûsuf tahtında bekliyorlar seni. Özlediğin ayet derin
pişmanlığını sebep eyleyerek iniyor sana: “Doğruya doğru; Allah sizi
bana üstün kılmış, ben ise hataya batıp gitmişim.”

Hiç kimseden bu sözü duymayı hak etmeden yaşamaya razısın.


Yûsuf’un kardeşlerinin rolü de düşse sana hoşnut olmalısın. O
zaman herkesi Yûsuf bulursun karşında. Herkese Yûsuf rolü düşse
ve sana “Yâ esefâ...” pişmanlığı kalsa, yine de güzel olur. “Kötü
benim, başkaları benden iyi” demeye hazırla kendini.

Yûsuf 91’in dizi dibindesin. Dileyen herkes gelsin yanına. Geri


kalanını bu köşede beklesen bile zayi olmaz ömrün. Başka ne işe
yarar ki ömür? Vaktin elinden hüzünle kayıp gidişlerini, hayatının
hüsranla eksilmesini hangi kârla telafi edebilirsin ki? Bari “lekad
asârekellahû aleynâ” sesine zarf olsun nefesin. Bir âyete taze bir iniş
sebebi olsun utancının ateşi. De ki: “Ey ateş serin ve selâmetli ol!”
“Allah seni bana üstün kılmış...” itirafı, “Bugün seni kınamak yok”
bağışı, ateşler içinde İbrahim eyler seni...

Ümitvar olasın. O sözü dudağına değdirince aklanmayı umabilirsin.


O tesellinin kucağında kalbinin yüklerini atıp hafiflemeyi bekle. O
sözü dünya zindanının ufku eyleyen Rabb-i Rahîm’in bağış ve
merhametini bir sabah serinliği gibi hüznüne dokundurmasını iste.

Üstelik Yûsuf’un kardeşlerinden daha da fazlasıyla ümitlenmeyi hak


ediyorsun. Yûsuf sözlü Peygamber’e [a.s.m.] Yûsuf’un kardeşlerinin
Yûsuf’a yaptığının daha kötüsünü yapmadın yine de; öyledir ümidim.
Yapmış olsan bile Mekkeli Yûsuf’un bağışlamakta Yûsuf’tan geri
kalacağını sanma. Sonunda, en sonunda şu sözü O’nun ağzından
duymak olsun ümidin. O sözü O’nun ağzından duyan olmayı en
sonunda hak etmek için kardeşlerini gıyaplarında kınamaktan uzak
duracağına söz ver. O sözü, mahcup bir kardeşi olarak O’ndan
duyabilmek için sana karşı mahcup olmuş her kardeşine can-ı
gönülden söylemeye hazırlan: “Bugün seni kınayıp ayıplamak yok,
Allah bağışlasın seni, çünkü O’dur merhametlilerin en merhametlisi.”
Sahi, Yûsuf sözlü Peygamber’den [a.s.m.] Yûsuf tebessümlü bir söz
olarak duyulmuş değil miydi bu söz? İlk söyleyeni âlemlere Rahmet
Peygamber [a.s.m.] ise, son söyleyeni niye O olmasın? Sonunda
dediği bu sözün en son duyanı niye sen olmayasın? Ömrün ki, en
güzel kıssa olası. Kendi kıssanın sonunda Yûsuf’tan da güzel bir
Güzel’in ağzından, güzeller güzeli Yûsuf sözünü güzel güzel duymak
istemez misin: “Bugün sana kınama yok...”

[Kardeşler]: “Doğruya doğru, vallahi, Allah seni bize üstün kılmış, biz
ise hataya batıp gitmişiz.”

[Yûsuf]: “Bugün size kınama yok; Allah sizi bağışlasın, O’dur


merhametlilerin en merhametlisi.”

Gün gelecek, seni senden iyi bilen, seni senden önce tanıyan
Rabbinin haber verdiği bu diyaloğun içinde bulacaksın kendini. Senin
duygularının nereye doğru aktığını gören Rabb-i Rahîm, sözlerinin
bu kavşağa uğrayacağını bilir elbet. Önünde sonunda döneceğin yer
bu iki sözün arası. Ömürlerin cümlesi bu iki söz arasında tüketilir.
Hem kuyuya atansın hem kuyuya atılansın sen. Kuyuya atan
kardeşler ile kuyuya atılan Yûsuf’un paylaştığı o sahnede yerini
alacaksın. Ya Yûsuf’a yanlışlık yapan “kardeşler”in rolünde
olacaksın. Mahcup, pişman ve özür dileyici. Ya da kardeşlerince
kendisine yanlışlık yapılan Yûsuf rolünü alacaksın. Sabırlı, ümitli ve
affedici.

Sana yanlışlık yapandan, “Allah seni bize üstün kılmış, biz ise hataya
batıp gitmişiz” pişmanlığını duymak için bekliyorsun. Yanlışlık
yaptığın kardeşine de “Allah seni bana üstün kılmış ben ise hataya
batmış gitmişim” sözünü diyen olmak için fırsat kolluyorsun. Söz,
seslendirilmek üzere seni bekliyor: O sözün ya duyanı ya diyeni
olasın diye. Diyeni olmak için benlik kabuğunu kırmış olman gerek.
Duyanı olmak için gururun pasını silmen gerek. Sözler, senin
hatadan dönüşünle ayağa kalkacak, senin özür dilemenle ete
kemiğe bürünecek, senin sesinle dirilecek, senin nefesinde tazelenip
yaşayacak. Senin de özür dileyeceğin bir Yûsuf’un varsa, “Doğruya
doğru, vallahi Allah seni bize üstün kılmış...” ayetinin anlamı yeniden
d/okunacak sana. Senden özür dileyen kardeşlerin de senin
ağzından “Bugün size kınama yok...” sözünün anlamını serin bir
pınar gibi içecekler. Senin yüreğinin kıvrımlarında ses bulan ayetin
tesellisini yüreklerine taze bir nesim edecekler. Kardeşine kuyu
kazanların yakıcı pişmanlığı ayete tutunarak ayağa kalkacak.
Sonsuz müşfik bir kabullenmenin içinde kendine yer bulacak, eşsiz
bir ümit olacak. Kardeşlerince kuyuya atılanların sabır serinliği ayetin
yatağında yeniden akacak. Sonsuz bir anlayışın vahasına inecek,
tatlı bir teselli olup gönüllere akacak.

“Doğruya doğru; Allah seni bize üstün kılmış, biz ise hataya batıp
gitmişiz” sözünün duyanı olduğunda Yûsuf gibi, sana da Yûsuf gibi
şu sözün diyeni olmak düşer: “Bugün size kınama yok...” “Doğruya
doğru; Allah seni bize üstün kılmış, biz ise hataya batıp gitmişiz”
sözünün diyeni sen olsaydın, cahillikle kötülük yaptığın kardeşinden
de Yûsuf’ça “Bugün size kınama yok...” sözünü duyan olmak
isterdin. Kardeşinin sana, senin kardeşine kapattığın kapıları açıyor
ayetler. Kardeşinin ve senin suskunluğa hapsettiği sızılara ses
veriyor ayetler. Suskunluk toprağı altında bekleyen pişmanlık
tohumlarını çatlatıyorlar: “Doğruya doğru...” Filizleniyor nedametler:
“Allah seni bize üstün kılmış...” İçten özürlerin tomurcukları patlıyor
dal uçlarında: “... ben ise hataya batıp gitmişim.” Sonra, kendi
göğünü arıyor mahcubiyet ağacı, yapraklarına sözün sıcacık güneşi
değsin istiyor: “Bugün sana kınama yok...” Ayrılık ufkunda
kaybolmuşsa da sönmüş değildir merhamet güneşi. Duru mavi bir
mağfiret göğünün ortasından uzatır başını: “Allah bağışlasın seni;
O’dur merhametliler merhametlisi...”

Seni kuyuya atan kardeşlerinden bir gün sana “Allah seni bize üstün
kılmış...” sözünü duyan olmayı hak etmen de gerekir. Bunun bedeli
sabırlı bir suskunluktur: Sana yanlışlık yapan kardeşlerini, onların
olmadığı yerde, duymadığı köşelerde hoşlanmayacakları sözlerle
anmaman gerekir. Yoksa sana yapılan kötülüğün dedikodusunu
yaparak, o kötülükten daha fazlasını yapmış olursun. Günahın
gıybeti günahın kendisinden de günahtır. “Bugün seni kınama yok...”
sözünü duymayı hak etmek için susman, susman ve susman gerek.
Bedelini hayatınla ödersen, en sonunda çaresizliğine çare olur ayet:
“Bugün seni kınama yok, bağışladı Allah seni...”

Kıssanın sessiz ve sözsüz dersine can kulağı kesil şimdi. Belli ki


Yûsuf, onca kişiden onca kötülük gördüğü hâlde, kötülük edenlerin
gıyabında konuşmaz. Susar. Susmuş olmalı. Kimseyi ardından
yaptıkları nahoş işlerle anmaz. Ne kardeşlerini, ne kendini ucuza
satan kervanı, ne saldırısına ve iftirasına maruz kaldığı “Züleyha”yı
ne de haklı olduğunu bildiği hâlde zindana atılmasına göz yuman
kralı.

Yûsuf, en başta, kardeşlerinin gıybetini yapabilirdi. Yapmamış olmalı.


Kendisine haksızlık yapmışlardı. Haksızlık yapanları orada burada
anlatabilirdi. Kime anlatsa başına gelenleri, ona hak verecekti.
Üstelik söyleyecekleri doğru olacaktı. Kendisine haset etmişlerdi.
Önce öldürmeye kalkmışlar, sonra kuyuya atmışlardı. Üstelik
gömleğini de üzerinden sıyırıp almışlar, çıplak bırakmışlardı. Eğer
Yûsuf kardeşlerinin gıyabında, onları yaptıkları nahoş şeylerle
ansaydı, sonunda, kendilerini Yûsuf’un karşısında bulup
pişmanlıklarını ifade ettiklerinde sevinebilecek miydi? Kendisini bulan
kervancılara anlatabilirdi doğruları. Kendisini satın alan krala
gammazlayabilirdi. Güzelliği karşısında ellerini kesen kadınlara
anlatabilirdi nasıl da kuyuya itildiğini. Çile çektiği zindanda uzun
dedikodulara konu edebilirdi kardeşlerini...

Belli ki sustu Yûsuf, susmuş olmalı.

Eğer kardeşlerinin gıybetini yapsaydı Yûsuf, kardeşlerinden “Allah


seni bize üstün kılmış...” sözünü duyma hakkını kaybederdi. Çünkü
kardeşlerin kötülüğünün gıybeti, kardeşlerin kötülüğünden daha
büyük bir kötülük olurdu. Gıybet etseydi Yûsuf, kardeşlerinin itibarını
onlarca kez kuyuya atmış olurdu. Eğer gıyaplarında kötülüklerini
anlatsaydı saray ehline, onların pişman olup kendisinden özür
dilemesinin yolunu kapatmış olurdu. “... biz ise hataya batıp gitmişiz”
diyenleri susturması gerekirdi: “Hayır; asıl hataya batıp giden
benmişim. Siz bir kötülük ettiniz, ben ise yüzlerce...”

Yûsuf orada burada çekiştirmiş olsaydı kardeşlerini, “Bugün size


kınama yok...” deme hakkını da ebediyen kaybederdi. Çünkü o
andan itibaren kınamaktan vazgeçse bile kardeşlerini, gıybetini
dinleyenler, gıybetini dinleyenleri dinleyenler, dinleyenleri dinleyenleri
dinleyecekler kardeşlerini insafsızca kınamaya devam edecekti.
Yûsuf sussa da onlar susmayacak. “Artık size kınama yok...” sözü,
Yûsuf yüzünden kınamaya devam edenlerin sayısınca yalan
olacaktı. Demek ki, gıybet etmek, kardeşlerini kolayca
durduramayacağın, asla susturamayacağın kınamalara mahkûm
edecek. Sen istemesen de binlerce ağızda acımasızca dişleniyor
olacak kardeşlerin. Seni geri dönüşü olmayan, giderek çoğalan,
çoğaldıkça insafı azalan bir günahın öznesi eyleyecek gıybet.

Kıssanın finalinde, kötülük ettikleri, gözden düşürdükleri ve


kaybettikleri Yûsuf’u kendilerine iyilik ederken, izzetli bir makamda
bulan kardeşleri, “Allah seni bize üstün kılmış...” dediler
mahcubiyetle. Sonunda söylenecek en doğru sözü söylediler.
Samimiydiler. Ancak Yûsuf da bu sözleri duyan olmayı hak etmiş
olmalıydı. Yoksa, içtenlikle söylenmiş sözleri içtenlikle dinleyemezdi.
“Sen gerçekten Yûsuf’sun, öyle mi?” şaşkınlığının eşiğinde itirafa
durduklarında, gıybet etmiş bir Yûsuf’un hâli nasıl olacaktı? İnsaflı bir
Yûsuf, “Ah, ah, kardeşlerim, ben sizi nicelerine kötüledim, bundan
böyle size yeni bir sayfa açma hakkım kalmadı” demek zorunda değil
miydi? O sahici mahcubiyetin önünde sahici bir haklılıkla durabilecek
miydi? Bu sahici pişmanlığın oluşmasına katkıda bulunmuş
sayabilecek miydi kendini? “Bundan böyle ben sizi bağışlamış olsam
da, gıybetinizi dinlettiklerim sizi hep kötü bilecek, sizi hiç
bağışlamayacak. İyiliğine şimdi inandığım kardeşlerimi bir ömür
kötülükle etiketleyen ben özür dilenmeyi hak etmedim ki...” diye
yanıp yakılmaz mıydı?

Gıybet ettiğinde, gıybeti ettiğin kardeşinle yüz yüze bakmayı ömür


boyu iptal ediyorsun. Arkasından nahoş şeyler söylediğini bildiğin
biriyle yüz yüze konuşurken utanmayacak mısın? Karşısında kendini
ikiyüzlü hissetmeyecek misin? Ardından konuşacak kadar gözden
çıkardığın kardeşin gözünün önüne gelince vicdanın sızlamayacak
mı? Yoksa vicdanının sızısını iptal mi edeceksin? Kardeşine karşı
işlediğin cürmü kardeşine bir itiraf etmeyi dene istersen. Bıçak
sırtında bulacaksın kendini. İtiraf etsen, bir kusurunu andığın için
kardeşini utandıracaksın. Sen zaten utanacaksın. Hakkındaki nahoş
gerçekle kardeşini utandırdığına da utanacaksın. Konuştuğun gerçek
dışı olsaydı, yani gıybet değil de iftira etseydin, belki sadece sen
utanmakla kalırdın, o da zaten kendisinde olmayan bir sıfatla anıldığı
için utanmak zorunda kalmazdı.

Ne garip, iftira gıybetten daha ağır bir suç olduğu hâlde, gıybetin
özrü iftiranınkinden daha zor. Kardeşin hakkında söylediğin yalan
olsaydı, zaten üzerine alınmayacaktı. Böylece onu utandırmaktan
korkmazdın, onu utandırdığın için utanmak zorunda kalmazdın.
Kendi utancın tek taraflı bir perde olarak kalırdı arada. Ancak gıybete
konu edilen nahoş gerçek ortaya döküldüğünde, her iki tarafı birden
utandırır. Utanmalar karşılıklı aynalarda çoğalır. Hakkında gerçeği
konuştuğun birinin yüzüne bakmaya utanırsın. Onu da yüzüne
bakmaya utandırırsın. İki taraflı bir perde örülür aranızda. Birbirinizi
kalın perdeler arkasına itersiniz, “Yâ esefâ...”
Peki ya itiraf etmezsen ne olur gıybetini? İtiraf etmezsen,
kendisinden sürekli sakladığın bir sır olduğu için kardeşinle ilişkin
asla açık ve içten olamaz. Kardeşinin sana her iltifatında utanırsın,
kardeşine iltifatın sana sahte gelir, yine utanırsın. Utandığın için
ilişkiniz bir türlü içtenlik kazanamaz. Sadece senin bildiğin, senin
yaptığın hata yüzünden aranıza engeller dikilir. Hata senindir, ama
cezasını kardeşine çektirirsin. Sürekli saklanırsın kardeşinden.
Çünkü kardeşinin yüzü ettiğin çirkinliğe ayna olur. İçinin
kokuşmuşluğunu açığa çıkarır yüzü. Kaçarsın kardeşinden.
Kardeşine kendi kötülüğün yüzünden yeni kötülükler yaparsın.
Aranızdaki soğukluk hep kalır. Görüşmeleriniz giderek buzlanır.
Vicdan azabın yüzünden, kardeşin sana yakın olmak istediği hâlde
sen onu kendinden uzak tutarsın. Kuyuya itmişsindir bir kere. Ne sen
çıkartabilirsin artık, ne kendisi çıkabilir. Niye yaptın bunu? “Baba[m]ın
teveccühü yalnız [bana] kalsın!” diye. Gıybetinle kardeşini
başkalarının gözünde itibarsızlaştırırken kendine itibar devşirirsin.
Hak etmediğin teveccühleri kazanmaya yeltenirsin. Ama hak ettiğin
teveccühleri bile yitirirsin. “Yâ esefâ...”

Kardeşinin gıybetini ettiysen, Yûsuf’un pişman olan kardeşlerine


söylediği asıl sözü söyleme hakkını kaybettin. Güzeller güzeli
Yûsuf’un ağzına değen sözü, dudağına değdirerek Yûsuf’ça güzel
olma fırsatını kaçırdın: “Bugün size kınama yok. Allah sizi bağışlasın.
O merhametlilerin en merhametlisidir.” Gıybet ettiysen, ağzına alsan
bile bu sözü, yüreğine koyamazsın. Yûsuf’ça güzel sözü yüreğine
koymayı hak etmek istiyorsan, yüreğini koymalısın sözün altına.
Kardeşlerin sana kötülük etmişse de Yûsuf’ça güzel olmak hatırına,
Yûsuf’un Rabbinin güzel hatırına, kardeşlerine pişmanlık yolunu hep
açık tutmak adına susmalısın. Dudaklarını kilitlemeli, yüreğini
konuşturmalısın. Gıyabında defalarca kınadığın kardeşlerine “Bugün
sana kınama yok” dersen, bir anda nasıl da ikiyüzlü oluverirsin! Dün
niye kınama vardı peki? Bugün kınamamaya karar verdiğin kardeşin
dünkü kınamalarını dinleyenlerin hatıralarında bugün de, yarın da
kınanacak ama. “Bugün sana kınama yok!” deme ikiyüzlülüğünü
göze alsan bile, üzüm salkımları gibi çoğalan, sürekli yavrulayan
kınamaları durduramazsın. Kardeşin, hakkında söylediklerinden
habersiz olduğu için, bildiklerini kimlere söylediğini bilmediği için,
kendisini asla savunamayacağı kişilerin gözünde sürekli ve
insafsızca kınanacak. Kuyularda kalacak. Seni kuyuya atan
kardeşinden öyle bir intikam alıyorsun ki, daha derin kuyularda
bırakıyorsun Yûsuf’ça güzelliğini.

“Bugün sana kınama yok!” deme hakkını elde etmek istiyorsan,


dünlerin hiçbirinde kardeşlerini kınamış olmaman gerek. Yoksa,
Yûsuf sözlü olma fırsatını dilinle tepersin. Güzeller güzeli Yûsuf
Kıssası’nın güzel sözlü finalisti olamazsın. En güzel sen’le bitmez
yoksa kıssa. En güzel olmaz sana.

Ben de şimdi kıssamın sonunu bekliyorum. Yûsuf sözlü


Peygamberim’in (a.s.m.) ben kardeşine sonunda diyeceği o sözü
duyan olmayı hak etmek için suçlarımı itiraf ediyorum. Kendimi
temize çıkarmıyorum. Kuyuya ben ittim Yûsuf’umu. Baba ocağından
ben kopardım Yûsuf diye yanıma verilmiş kalbimi. Ucuza satan
benim güzeller güzeli Yûsuf hatırını. Gömleğini ben yırttım Yûsuf
yüzlü masumluğumun. Ben hapsettim Yûsuf sözlü vicdanımı
yüzsüzlüğün zindanına. Sonunda kıtlığa uğradım. Beni tanıyan ama
tanımadığım, beni benden iyi tanıyan ama beni tanıdığını bilmediğim
Rabbimin huzuruna utanarak varacağım o günün konuşmasını
hazırlıyorum: “Ey Aziz Rabbim Biz ve ailemiz bugün sevapça
perişanız. Sana az bir sermaye ile geldik. Sen yine de bize tam ölçek
ver. Üstüne bir de ikramını ekleyiver.”

Kıssamın sonunda o sözü duymayı umuyorum: “Bugün size kınama


yok...”
[76] Bakara sûresi, 37: “Âdem Rabbinden kelimeler aldı...” Yani,
“Âdemoğlunu düştüğü yerden Rabbinin ağzına verdiği, kalbine
sevdirdiği kelimeler kurtaracak...” Kelimeler Allah’a dönüş yolunun
tutamağıdır. Kelimeler Allah’ın kullarından ümit kesmediğinin
tutanağıdır.

[77] “Bir kötülüğü elinle engelleyemiyorsan, dilinle


engelleyemiyorsan, kalbinle buğz et; bu imanın en küçük parçasıdır.”
Bu hadis, kendi elimizle etsek de, kendi dilimizden çıksa da, kötülüğe
kalben razı olmamamızı ister. Kalbin direnişi imanın parçası
olduğuna göre; elin ve dilin direnişinden daha güçlüdür. İnsanın
düştüğü yerden kalkabileceğinin göstergesidir. Dönüş yolunu açık
tutar.

[78] Neşet Ertaş türküsünün bu yanık sesi de Yûsuf kıssasının


vadisinde akıyor; yakılan tüm türküler gibi.

[76] Bakara sûresi, 37: “Âdem Rabbinden kelimeler aldı...” Yani,


“Âdemoğlunu düştüğü yerden Rabbinin ağzına verdiği, kalbine
sevdirdiği kelimeler kurtaracak...” Kelimeler Allah’a dönüş yolunun
tutamağıdır. Kelimeler Allah’ın kullarından ümit kesmediğinin
tutanağıdır.

[77] “Bir kötülüğü elinle engelleyemiyorsan, dilinle


engelleyemiyorsan, kalbinle buğz et; bu imanın en küçük parçasıdır.”
Bu hadis, kendi elimizle etsek de, kendi dilimizden çıksa da, kötülüğe
kalben razı olmamamızı ister. Kalbin direnişi imanın parçası
olduğuna göre; elin ve dilin direnişinden daha güçlüdür. İnsanın
düştüğü yerden kalkabileceğinin göstergesidir. Dönüş yolunu açık
tutar.

[78] Neşet Ertaş türküsünün bu yanık sesi de Yûsuf kıssasının


vadisinde akıyor; yakılan tüm türküler gibi.

İşte kâr bu: Kaptırmamışsın kalbini kötülüğe, direniyorsun hâlâ


iyilikte. Senden çıksa da, çirkinliği onaylamıyorsun. Yûsuf’a kardeş
olmaya hakkın var. Bünyamin’in yanında yerin var.[77]
Rabbin de sana böyle konuşuyor: Uyuttuğun iç seslerini uyandırıyor,
unuttuğun sancılarını hatırlatıyor, susturduğun nidalara ses oluyor.
Yûsuf’un ağzından sesleniyor sana. Yûsuf’un mahcup kardeşlerinin
ağzından ses koyuyor ağzına. “Tutunacağın kelimeleri”[76] veriyor
sana.

“Cahilken Yûsuf’a ve kardeşine yaptığını hatırla...” Yûsuf ki, kaybını


fark etmediğin, uzak kalışına ağlamadığın, yanında olamayışına “yâ
esefâ...” diyemediğin Rabbini temsil ediyor. Allah’ı arayan eseflerini
susturdun cahilliğinde. Allah’a dönük hasretini başka yüzlere
harcadın; bilemedin. Allah’ı arayan ana duygunu ve o duyguya eşlik
eden kardeş duygulurını yok saydın. Firaklardan gelen feryatlarının
beka aşkından gelen ağlamalar olduğunu anlamadın. Kendi
gözyaşına inanmadın, kendi ağlayışına sağırlaştın. İbrahimvâri “Lâ
uhibbul âfilîn...” sızısına refakat etmeni bekledi Rabbin; geç kaldın.
De ki, “Cahildim; dünyanın rengine kandım/hayâle aldandım, boşuna
yandım...”[78]
Yûsuf’un üçüncü gömleği

Şu benim gömleğimi götürün de babamın yüzüne koyun; o zaman


[işin aslını] görecek duruma gelir.

Yûsuf’un üçüncü gömleği rüyalar sonrasında gelen bir “uyanış”ın, bir


“hatırlanış”ın habercisidir. Bu yüzden, birinci ve ikinci gömleklerden
farklı bir yerde durur. Birinci gömlek Yûsuf’a rağmen üzerinden
çıkarılır ve kanlanır. İkinci gömlek de Yûsuf’a rağmen yırtılır. O
yüzden o gömleklerin içinde Yûsuf yoktur. Kansız ve yırtıksız olan
üçüncü gömleği ise bizzat Yûsuf çıkarır. Bile isteye bedenini çıplak
bırakır. Niye çıkardığını bilir gömleğin. O gömleğin içinde Yûsuf
iradesi vardır, o yüzden Yûsuf kokusu taşır.

Yûsuf’un üçüncü gömleği, Yâkub’un en başından gördüğünü


doğrular. Rüyaların hepsine tabir olur. Görünenlerin altında yatan
gerçek, üzerine giydirilen deli gömleğini Yûsuf’un iradesiyle çıkarır.
Yûsuf güzelliğini saklayan peçe “Yâ esefâ!” feryadıyla açılır. Yûsuf’un
gömleği üzerinden gözleri açılır Yâkub’un. Kimseler görmezken
sadece kendisinin gördüğünü gözleri önünde bulur. İşin aslını
Yûsuf’un gömleği üzerinde okur.

Gömleği çıkarır Yûsuf ve Yûsuf’un aslı görünür. Kuyuda


kaybolmayacak, pazarda satılamayacak, iftirayla horlanmayacak,
zindana sığmayacak “Yûsuf yüzlü gerçek’” gelir ve gözleri açar. Tüm
uykuların sonuna mavi uyanışlar koyar. Gecelerin ucuna aydınlık
sabahlar yerleştirir. Uykuları gül kokulu dikenlerle böler. Yûsuf’un
gömleği, kendilerini vicdanlarından saklayan mücrimleri açıkta
bırakır. Üzeri gafletle örtülmüş pişmanlıkları çıplak bırakır.
Vurdumduymazlıkla kapatılmış yaraları bir daha kanatır.
Yâkub’un üçüncü bekleyişi

[Yâkub] yanındakilere dedi ki: “Eğer bana bunamış demezseniz


inanın ben Yûsuf’un kokusunu alıyorum!”

Yâkub ne kadar ümitliyse Yûsuf’undan, Rabbin en az o kadar


ümitlidir sen kulundan. Günah kuyusuna düşsen de haber bekler
senden, Yâkub’un Yûsuf’tan haber beklediğince bekler. Dünya
pazarında ucuza satsan da kendini, “Yâ esefâ!” diyerek dönüşünü
ümid eder. Pişmanlıkla dönenler için yanında başköşeyi hep hazır
tutar. Gafletin zindanına hapsetsen de kalbini, bir gün “Yâ esefâ...”
diyeceğini bilir de dönüş yolunu açık tutar.

Komşularının Yâkub’a söylediklerini sen de Allah’a mı söylüyorsun


yoksa? “Sen hâlâ eski şaşkınlığındasın! Hâlâ, “Yûsuf’um Yûsuf’um!”
diye yanıp tutuşuyorsun. Kulundan hiç ümit kesmiyorsun. Yolunu
gözlüyorsun. Olacak iş değil! Şaşıyoruz Sana!”

Sen bilmiyorsun Rabbini. Tanımıyorsun Allah’ı. Senin tanıdığın


kadarıyla kalsaydı, bu kadar eğilmezdi biz kullarının gözleri hizasına.
Senin sandığın gibi olsaydı Rabbin, bunca isyan ve gaflet varken,
tutmazdı elimizden. Hatalarımız boyumuzu aşmışken, çamura
bulamışken her yanımızı, adam yerine koymazdı bizi.

Senin bildiğin gibi olsa Allah, yola koymazdı seni yine de. Gözdesi
etmezdi seni isyanlarına rağmen. Belki en başından ümit keserdi de,
hiç var etmezdi seni. Kimselerin arayıp sormadığı seni en başından
yoklukta bırakırdı. Arayıp sormazdı yokluğunda seni. “Ne hâlin varsa
gör!” diyenlerden olup düştüğün düşte “unuturdu” seni. Düştüğünde
yüreğinden tutmazdı.

“Öyle değil” diyor Yâkub. Siz yanlış biliyorsunuz Allah’ı. Kulu


Yâkub’un ağzından duyuruyor Rabbim kendisini tanımadığımızı.
Yâkub’un sözünü ardımız sıra koşturuyor Yâkub gibi: “Rahmetim
şaşırtacak sizi. Sandığınızdan daha iyi bulacaksınız beni.”

Rabbinden müjde gelince, Yâkub [işin aslını] görür. Dememiş miydim


size “Benim bildiğim Allah sizin bildiğiniz gibi değil!”

Müjde, Yûsuf gömleğidir Yâkub’a... Yûsuf gömleğini giymek, varlık


gülşenine dâhil edilmektir. Başlı başına müjdedir bu. Gör ki, sen de
Yûsuf’ça insan olmaya değer görülmüşsün. Farkında değil misin
aldığın müjdenin? Yûsuf sahnesindesin. Yâkub’un ümit ettiğisin.
Züleyha’ların gıpta ettiğisin. Kralların yanında yer edinmişsin. Hiç
beklemezdin bunları. Hiç ümid etmezdin.

Müjde almışsın ve müjde olmuşsun sevdiklerine. Daha ne istersin?


Bundan sonran, bundan öncekinden hep daha iyi olacak. Verecek
sana Rabbin, öyle ki, daha fazlasını isteyemeceksin. Verilenle
hoşnut olacaksın. Sen de Yâkub gibi bilsen Rabbini, müjdenin aslını
göreceksin, aslını müjde diye göreceksin. Görüşlerinin hepsi müjde
olacak. Baktığın her yüzde müjdeler göreceksin. Seni gören herkes
yüzünde müjdeler görecek. Keşke Rabbini Yâkub’un bildiği gibi
bilseydin...

Ömür dediğin, ey Yûsuf, senin bildiğin Allah’tan Yâkub’un bildiği


Allah’a doğru yolculuktur. Senin bildiğin Allah’la Yâkub’un bildiği
Allah arasındaki farkı ne kadar azaltırsan, o kadar şaşırmaz olursun
Allah’la yüzleştiğin gün. “Gayb perdesi açılsa, imanım artmaz!” diyen
Âli sözlünün seni beklediği yere doğru yürü. Varamasan da yürü.
Yolda kalsan da yola düş. En sonunda anlayacağın o gerçeği, bari
şimdiden gerçekleşecek bir rüya diye fısılda kendine: “Benim bildiğim
Allah sizin bildiğiniz gibi değil!”

Unutma ki, Allah’tır en güzel Yûsuf kokusu alan. Günahtan


dönenlerin “Yâ esefâ”larını önce O duyar. Kendine yazık edenlerin
“ah!”larını geri dönüş müjdesi diye duyar. Yûsuf’ça yitirildiğin her
demde Rabbini Yâkub gibi yolunu gözler bulursun. Ey Yûsuf, sen
müjde kokulusun... Ey Yûsuf, sen Rabbimin müjdesi kokuyorsun.
Seni sürenler ne güzel koktular...

Üçüncü gömlek sadece Yâkub’u sevindirir, başkalarını utandırır.


Yâkub’un durduğu yerden kaçanları sobeler, hainleri gammaz
aynalara yakalatır. Utananların yanındaysan üçüncü gömleği
gördüğünde, yine de ümitlen kendinden; iyi bir yerdesin. İyi
olabileceklerin yanında duruyorsun yine de... Yüzün kızarıyorsa,
kendini utandırdığını görebiliyorsun demek ki aynada. Dönüş yolunu
kapatmamışsın; sevin!

Seni başkalarına, yakınlarına sağırlaştıran, yetimi ve yoksulu itip


kaktıran bencilliğine inat, kardeşlerine merhamet etmeye ve onları
hoşgörmeye çağrıdır üçüncü gömlek. Seni bedeninin cilâlı
görüntüleri içine hapseden, lezzetlerini şehvetin sığlığına iteleyen
şehvetine inat, kalbinin derinliğine, ruhunun nefesine çağrıdır üçüncü
gömlek.

Kendini hapsettiğin kozadan çıkışı müjdeliyor sana üçüncü gömlek.


Hayırlı olsun kanatların...

Üçüncü gömlek, ‘sıla-i rahim’dir; yakınlık kuşatmasıdır. İnsanı ben’i


ve bedeni üzerinden sivrilten bencilliğini devirir. Başkalarının
dertlerine bigâneleştiren benciliğe direnci ziyadeleştirir. İçinin içinde
sakladığın rahmete aldırışsızlığını siler. Yûsuf kokulu, Yûsuf bakışlı o
gömlek, yakınlıkları yeniden giydirir sana. Kalbinin ve ruhunun
dairesinde ağırlar seni. Giderek kalınlaşan unutuş kabuğunu çatlatır,
“rahmetin rahminde” ninniler seni. Rahmân’ın Yûsuf’ça “aziz”i
olduğunu yeniden hatırlatır.

Yûsuf’un üçüncü gömleği, unuttuğunu hatırlatır sana. Yûsuf’un


üçüncü gömleği unuttuğunu unuttuklarını da hatırlatır sana. Seni
Yûsuf’leyin dünyanın aldatıcı çekimi karşısında çıplak kılar, ölümün
gerçeği önünde bahanesiz bırakır. Böylece ucuzcu kervanlar için de
şehvetli Züleyhalar için de ‘ele geçmez’ olursun. T/uzaklara uzak
kalırsın.

Üçüncü gömlek Yâkub’u sevindirir. Yâkub’un Yûsuf ümidine


şaşanları mahcup eder. Yûsuf’un gömleğine sahte kanla
lekeleyenleri mahzun eder. Yûsuf’un gömleğine asılan Züleyha’nın
yüzünü kızartır. Yûsuf’u zindanda unutan kralı utandırır. Demek ki,
sadece Yâkub’un gözlerini açmaz üçüncü gömlek; diğerlerini
içlerindeki kuyulara baktırır. Herkese kendi yaralarını gösterir. Kendi
kanayan yanlarına açar gözlerini. Utandırır. Yitirdiği Yûsuf yanını,
vicdanını buldurur. Gönüllerine Yûsuf kokusu tattırır.

Senin yüzün de bir Yûsuf gömleği. Aynadaki yüzün sevindiriyor mu


seni Yâkub gibi? Yoksa utandırıyor musun aynada gördüğün
kadını/adamı? Hâlâ daha bakabiliyorsan yüzüne, ya kendine
aynadan bakan o adamı veya kadını utandırmamak için kendinden
kaçırıyorsun utancını ya da onu utandıracak ve ona bakınca
utanacak bir şey yapmadın Yâkub gibi.

Gözlerin Yâkub gözleri mi? Yoksa...

Yûsuf’un gömleği bir kılıç gibi yırtar uyuşukluğun kumaşını. Tedirgin


eder sahte huzurları. Sendeletir. Şaşırır. Dürter. Unutkanlığın
ortasında bir çerağ olur, tutuşur. Tutuşturur suları.

İnsan unutkandır; öylesine unutkandır ki, unutkan olduğunu da


unutur. İnsanın en talihsiz kaybı, kaybettiğini unuttuğu kaybıdır; hiç
aramayacağı için asla bulunmaz o kayıp. Unuttuğunu da unutanın
unuttukları sebebiyle rahatsız olmasını ummak ise beyhudedir.
Unutkan, zaman içinde, unuttuklarının çevrelediği ve sınırlarının
ötesindeki her şeyi yok saydığı bir alan içinde kalır. Bu alan giderek
daralır. Unuttuklarını hiç hatırlamaması ve hatırlama ihtiyacı
hissetmemesi yetmiyormuş gibi hatırladıkları arasından bazıları da
unuttuklarının arasına kayıverir. İnsanın kendine çizdiği ve sınırlarını
hiç zorlamadığı bu alan ona hiçbir şekilde hapsedilmişlik hissi
vermez, daralma rahatsızlığı yaşatmaz. Çünkü bilincin dışında kalan
alan, adı üzerinde bilinç dışındadır; bilincinin de dışarıda
bıraktıklarının eksikliğini çekmesi söz konusu değildir. Uykudadır ve
hep uykuda kalır.

Sen de uyanmayı çok görüyorsan kendine, belli ki, uykunu da uyutan


derin bir rüyadasın.

Anlatıldığına göre, aniden kaynar su içine atıldıklarında sıçrayarak


tepki gösteren kurbağalar, yavaş yavaş ısıtılan suya konulduklarında
daha itaatkâr bir davranış sergiliyorlarmış. İtirazsız haşlanıyorlarmış.
Çünkü yavaşça ısıtılan suda, kurbağa vücut sıcaklığının “üzerindeki”
sıcaklığı, yine o sıcaklığın vücudu “üzerindeki” etkisi nedeniyle
algılayamaz hâle gelir. İhtimal ki insan da bilinç dışına
kaydırdıklarının, hatıralarından uzaklaştırdıklarının giderek
artmasının yine bilinci ve uyanıklığı üzerinde artan etkileri nedeniyle
uyanıklık alanının daralmasına itiraz edemiyor, bilinci “haşlanıyor”
çünkü.

Aldanma bu ılık suya...


Rüya, bilincinin dışarıda bıraktıklarından taşanların gözlerinin önüne
serildiği hâldir. Garip ki tam da kendini unuttuğun uykuda, kendisini
unutturan uykuda “görürsün” rüyayı. Kendini uyanık
saydığın/sandığın uyku hâlinin yırtıldığı yerdir rüya.
Üç gömleğe kuş bakışı

Her gömlek bir rüyanın gövdesinden düşer. Uyandırır insanı. Her


gömlek bir rüyanın kozasını örer; uyutur insanı. Koza da öyledir ya;
kelebeği hem saklar hem de açığa çıkarır gibidir. Birinci gömlek,
Yûsuf’un kardeşleri tarafından kıskançlık/haset hesabıyla çıkarıldı.
Kıskançlık/haset ise bencilliği besledi. Bencillik üzerinden başlayan
eylem ise insanın kardeşini kuyuya itmesini, babasını üzüntüye
boğmasını sonuç verir. İkinci gömlek, Züleyha tarafından cinsellik/
şehvet hesabıyla çıkartılmak istenmiş, yırtılmıştı. Cinsellik/şehvet ise
kötülük isteyen nefsi besledi. Nefis üzerinden başlayan eylem ise
sevdiğini kendi bedenine hapsettirir. Gül yüzleri unutuşun zindanına
itecek aldırmazlıklara gebedir. Oysa üçüncü gömlek, bizzat Yûsuf
tarafından kardeşlik/merhamet saikiyle çıkarılır. Yûsuf, hem
bedenine kasteden kardeşlerinin gözleri önünde, hem de
bedeninden murad almak isteyen Züleyha’nın ülkesinde, gömleğini
çıkartarak bedenini savunmasız hâle getirir. Böylece onları, içlerinde
unutayazdıkları, unuttukça da hatırlama ihtiyacı hissetmeyecekleri,
eksikliğini asla çekmeyecekleri, eksikliğini bilmedikleri için de hiç
peşine düşmeyecekleri kardeşlik merhametine çağırır. Üçüncü
gömleği kendi üzerinden çıkarırken, suçlulara en başından
çıkardıkları gömleklerini yeniden giydirir.

Ve ana babasını en yüksek onur katına çıkardı ve onlar[ın hepsi]


O’nun önünde hürmet ve tazimle yere kapandı. Bunun üzerine
[Yûsuf] “Ey babacığım!” dedi, “Vaktiyle gördüğüm rüyanın aslı buydu
demek...”

Gerçekleşen her rüya seni sana anlatır, unuttuğun var edilmişliğini


hatırlatır. Anne babanın hiç ummadığı, anmaya değer bir şey bile
görmediği bir hâldeydin. Bak ki buradasın. Annen de baban da
yıldızlar, Ay ve Güneş de senin için secdede. Senin hatırını
sayıyorlar. De ki, “Ey babacığım, vaktiyle gördüğüm rüyanın aslı
benmişim demek ki... Rabbim, bana dair rüyamı benimle
gerçekleştirdi. Var olma hülyamı beni var ederek gerçek eyledi.

Bir rüya iken seni gerçekleştiren Rabbinin, rüya diye gördüklerini


gerçekleştirmesinden şüphe ediyorsan “Yâ esefâ,” yazık sana. Seni
ümidi eyleyen Rabbinin senin ümitlerini boşa çıkaracağını
sanıyorsan “Yâ esefâ...”
Yûsuf’un üçüncü rüyası

“Ey Rabbim! Bana mülkten nasip verdin; olayların altında yatan


gerçeği görmeyi de öğrettin. [Ey] göklerin ve yerin yaratıcısı! Sensin
benim dostum; [beni benden iyi bilirsin]. Şimdi al canımı, bütün
varlığımla sana teslim olmuşların arasına kat!”

Yûsuf’un üçüncü rüyasını görüyorsun şimdi. Yûsuf’un son rüyasına


görülüyorsun. Mülkten nasibin var. Dünyadasın. Hayattasın.
Ölmüşler arasında değilsin. Gördüğünü gerçek biliyorsun. Bak ki,
Yûsuf “uyumuyor.” Diyor ki, “Rabbim bu dünya rüyasının en güzel
yerindeyim şimdi. Mülküm çoğaldı. İktidarım yüceldi. Ama sen bana
olan bitenin aslını görmeyi de öğrettin. Al beni bu rüyadan. Kandırma
beni bu mülke. Aldanmam ben bu rüyaya. Uyandır. Vefat ettir ki,
uyanayım bu rüyadan. Ta ki, Sen olasın beni yoran!” Artık Yûsuf da
rüyadır; görmüyor musun?

Yûsuf’un üçüncü rüyası hemen görülmez kıssada. Rüya gibi değildir.


Yûsuf’un uyanıklığıdır. Dünya saadetidir. Zafer gerçekliğidir. Ama
şimdi buradan bakınca hepsi gelmiş geçmiştir. Yûsuf ve zaferi “bir
varmış bir yokmuş”tur. Senin şimdi gördüğünü Yûsuf kendi
şimdisinde görür. Rüyaya kanmaz. Bulduğuna razı olmaz. “Uyandır
beni bu rüyadan. Vefat ettir.”

Kendi içine dalmaz Yûsuf, kendini bir başkasının düştüğü düşte


yakalar. Şimdi senin gözünden de bakar kendine. O zaman
Yûsuf’luğun rüya olduğunu anlar. Sen senin de rüya olduğunu
görmüyor musun şimdi?
Aynaya bakmak, sanıldığından çok daha büyük bir iştir. Unutmuş ve
de yeterince akıl edememiş olabilirsin ama çocukluğunda ilk aynaya
bakışın bir devrim olmuş olmalı senin için. Kendi çeperlerinin dışında
var olan bir başka seni ilk görüşün irkiltmiş, hatta korkutmuş olmalı
seni. Hiç aynaya bakmadan büyüyen biri olsaydı aramızda, onun
kendisini aynada bir başkası olarak görüşü, hiç şüphesiz kayda
değer heyecanlar, söze gelmez sırlar doğururdu. Aynada, “ben”
olarak içinde büyüdüğün, kabuklarından dışarı hiç taşmadığın,
sınırlarının içinde hep ötekilerden ayrı tuttuğun kendini “bir başkası”
olarak görürsün. Şimdilerde bu işi, hemen çekiliveren ve neredeyse
aynada oluşan görüntü hızında gözüne ulaşan fotoğraflar yerine
getiriyor. Kendini bir başka gözden görmeye ya da başkalarının
gözünde nasılsan öyle göstermeye fırsat veriyor fotoğraf. Bir başkası
olarak kendi gözbebeğine düşersin fotoğrafta da aynada da.
Kuyudur fotoğrafın senin, kendine kardeş eylediğin akrep ve
yelkovanın, Züleyha’nın evi gibi içinde ağırlandığın günlerin ve
yılların seni o kuyuya atar. Eskirsin. Eksilirsin. Fotoğrafta kalan sen,
şimdiki senin gözünde bir rüyasın artık görmüyor musun? Her an
rüyalaşıyorsun farkında değil misin?[79]

“Hatırlamaz mısın ki sen, ey unutkan insan, bir zamanlar


hatırlanmaya değer bir şey değildin” diye uyarır âyet.[80] Kendini bir
öteki olarak görmeye çağırır seni. İnsan, kendisini ötekileştirdiğinde
ancak, zamanın üzerindeki etkisini fark ediyor. Kendini kıyıdan
seyrettiğinde, “dehr”in nehrine kapıldığını görebiliyor. Günlerin
akışıyla tükendiğini, azaldığını fark ediyor. Üzerinden hatırlamaya
değer bir şey bile olmadığın bir devrin geçmiş olması, sana, devrin
geçişiyle inşa edilmiş, zamanın aşinalıklarıyla önemli kılınmış ödünç
bir varlık olduğunu hatırlatır. “Şimdilik”tir bu varlık. Nasıl zaman
içinde sana gelmişse, zaman içinde de senden gidecek demektir.
Vazgeçilmez sandığın varlığının tuğlalarının düştüğünü, duvarlarının
yıkıldığını görmeye başlarsın böylece. Kendi varlık hamurunu—ki
hiçlik ve unutulmuşluktur—keşfedersin. “Yâ esefâ!” koyarsın adını
Yûsuf’un, Yûsuf’luğunun.
Hatırla ki, bir zamanlar, mesela doğum gününden sadece bir yıl
kadar önce, yoktun. O kadar yoktun ki, kimse yokluğunu dert
edinmiyor; kimse eksikliğini çekmiyordu. Varlığınla yokluğun
arasında fark yoktu. Yani, olmasa da olur “bir şey”din. Hatta bir “şey”
bile değildin. Varlığını “olmazsa olmaz” diye bellediğin içindir ki, sana
anılmaya değer bir şey olmadığın sıfır noktası hatırlatılıyor. Sen
kendi kendinde kaldıkça, tenini kaçırıyorsun fenanın hükmünden,
ömrünü kurtardığını sanıyorsun zamanın fermanından, uzaklaştığına
inanıyorsun ölümün eşiğinden. Dokunulmazlığını ilan ediyorsun.

Bir de bakıyorsun ki, “ölen”ler başkaları oluyor. Ölen o başkası için


de sen bir “başkası” değil miydin ki? Ölen sen olsaydın, elbette ki, o
başkaları da başkalaştırdıkları ölümü senin üzerinden göz ucuyla
okuyup kendilerini ölümden sıyırıvereceklerdi. Çünkü ölen yine
başkasıdır; o kadar. İşte bu yüzden önemlidir; bir başkası olarak da
görebilmen kendini. O zaman farkına varmadan giydiğin sahte zırhını
soyunursun, hazırlıksız yakalandığın zaman sağanağına
hazırlanırsın. Bir başkası da olabileceğini aynada fark edersin,
fotoğraf üzerinden öteki olarak okumaya başlarsın kendini.

Çaresiz, kaderin musallasına teslim edersin sözüm ona ölümsüz


varlığını. Kendilik kabuğunu kırdığın her fırsatta, kendi yüzünü elinde
avucunda öteki olarak gördükçe, hep ötekilere yakıştırdığın
etkilenmelerin alanına kayarsın. Dokunulmazlığın kalkar, zamana
karşı bağışıklığın zayıflar, vaktin eline düşersin. Bir zamanlar
hatırlanmaya bile değer bir şey bile olmayan, şimdilerde hatırlanan,
hatırı sayılan ama bir zaman sonra da hatırlanmayacak olan,
hatırlanmaması da kanıksanan bir önemsize çıkar varlığın.

İnsanın kendini aynalardan uzak tutması, Narkissos hikâyesinin


aksine, onu daha çok tekebbüre, büyüklenmeye iter. Kendisini öteki
olarak gör(e)meyen insan, zaman içinde mutlak bir özneye, sonsuz
kudret sahibi bir faile dönüşüverir. Kendi dışında olup kendini ötekiler
gibi etkileyenlere dair gafletini artırır. Dokunulmaz oldukça, kendine
dokunanları yok sayan derin bir uykunun içine düşer. Her derin
uykulu gibi rüyalar görmeye başlar, uyku derinliği arttıkça uyanık
sanır kendini. Kendini uyanık sandığın rüyadan uyanınca, aldanabilir
olduğunu fark edersin. Uykudan uyanmakla uyuyabilir olduğunu
bellersin. Her günkü uyku-rüya-uyanıklık deneyiminde kendinin
kendinden öte olduğunu fark edersin. Sen sende değilsin, sen sana
ait değilsin.

İnsan sûresinin çağrısı, uykunun kurgusunu çözmeye çağırır seni.


Uyku öyle bir zaman dilimidir ki, kendini hatırlayamazsın, varlığını
hatırlamaya değer bir şey olarak bilmezsin içinde. Uyanınca ancak,
kendini unuttuğunu hatırlarsın. Uyanıklık sandığın uykunun benlik
rüyasına dönüştüğünü fark edersin. Uyuduğunu unutan,
uyandırılacağını unutan kişi, başkalarının gözünde bir cesede
dönüşen “ben”ini, akşam yastığa bırakıp sabah yeniden bulduğunu
unutur. İşte Yûsuf’un içine atılıp da bulunduğu kuyu budur. Kuyu ki,
yeryüzünde geçici olarak görünmez kılar seni. Kuyu ki, içine
düştüğünde hiç olmazsa o görünmezliği yitik olarak algılayan
kardeşlerince aranır eyler seni. Ama öyle bir kuyu düşün ki, senin
yokluğunu dert edinip araması gereken/ler içine atıyor seni. Öyle bir
kuyu ki, sen de atıldığını bilmiyorsun kuyuya, ne çıkma çaban var ne
de çıkaracaklardan haber. Öteki de olduğunu öte ittiğin benlik uykusu
bu. Başkası olmayı başkalarına bıraktığın kendilik kuyusu bu.
Kendini uyanık sandığın her hâl gibi: Rüyadır bu.

Hep başkalarının öldüğünü görüyorsun. Başkalarının acılarını


seyrediyorsun. Toprağa verilen başkası. Sen ardından ağlayanlardan
oluyorsun. Vefat ilanlarında başkalarının adı yazıyor; sen sadece
okuyanlardansın. Hatırası soluk fotoğraflarda kalan başkaları; sen
mahzun olansın. Sen acıyansın, başkaları acınan. Öyle görüyorsun.
Öyle gördün şimdiye kadar.
Gördüğün gerçek değil ey Yûsuf. Hep başkalarının öldüğü bir dünya
gerçek değil. Her defasında senin hayatta kaldığın dünya sahici
değil. Sadece başkalarını “rahmetli” diye anışın şimdilik. Mezar
taşlarında başkalarının isimlerini okuduğun dünya geldi geçiyor.
Rüyadasın. Rüyanda başkalarının öldüğünü görüyorsun. Oysa sen
de başkalarının gözünde sadece bir başkasısın. Sen de başkalarının
gördüğü rüyada ölüyorsun. Hep başkalarının öldüğünü gördüğün
rüyadan uyanacaksın. Sen de bir başkasına görülen rüyanın gerçeği
olacaksın.

Zor bir cümleyi anlamaya hazırla kendini:

“Düşündüklerinin ve eylemlerinin alanı farkına varamadıklarınla


sınırlıdır ve farkına varamadığının farkına varamadığın için farkına
varamamanın düşüncelerini ve eylemlerini nasıl biçimlendirdiğinin
farkına varana kadar bunları değiştirmek için bir şey yapmazsın.”[81]

Farkına varmadığın ama var olan çok şey var. Ama sen sırf farkına
varmadığın için onlarsız düşünüyor ve onlar yokmuş gibi
davranıyorsun. Onların varlığı düşüncelerini ve eylemlerini
etkilemiyor, çünkü onlar senin için yok. Farkına varamadıklarını yok
bildiğin için, farkına varamadıklarını dışarıda bırakan kendi
farkındalık alanında pek rahatsın, dilediğin gibi düşünüyor, dilediğini
dilediğin biçimde kanıtlıyor, sık sık haklı çıkıyor, seni haksız görenleri
“Ben dememiş miydim?” benzeri uyanıklık ifadeleriyle haşlıyorsun.
Seni uyandırmak isteyenler ise farkına varamadığın şeylerin farkında
ama bunları sana fark ettiremiyor ya da fark etme yeteneğinin ve
niyetinin olmadığını acıyla görerek susuyor. Tıpkı, uyuyan birinin
başını bekleyen uyanık biri gibi bekliyor farkındalığının yanı başında.
Uyurken rüya gördüğünü de fark ediyor, yüz şeklinin rüyana göre sık
sık değiştiğini, kâbus görüp bağırdığını duyuyor, yüzünün gerildiğini,
vücudunun kasıldığını görüyor, ama belki sadece tebessüm ediyor.
Nasılsa uyanacağını, uyanınca gördüğünün sadece rüya olduğunu
fark edeceğini biliyor. Ama sen gördüğün rüyanın içinde, rüyanı
saran asıl gerçekliğin farkına varamadan kıvranıp duruyorsun.
Gördüğünün rüya olduğunu göremiyorsun. Gördüğünden fazlasını
göreceğini göremiyorsun. Gördüğünü gördüğünden ibaret biliyorsun.
Senin gerçeğin rüyadan fazlası değil. Ama uyanık olan, senin
uykuda olduğunu görüyor, senin rüya gördüğünü görüyor, senin
rüyadan uyanacağını görüyor, senin rüyadan uyanınca “kötü bir
rüya” gördüğünü söyleyeceğini biliyor. Senin farkında olmadıklarının
farkında olan kişi, senin farkında olmadıklarının farkında olmaman
nedeniyle kendine göre bir gerçeğinin olduğunun farkındadır.

Düşündüklerine, gördüklerine, görüşlerine ve yaptıklarına karşı


kendinden emin bir suskunlukla karşılık verir. Senin bağırmanı
ciddiye alıp o da bağırmaz. Korktuğundan o da korkmaz.
Ağlamandan etkilenip ağlamaya kalkmaz. Seni güldüren onu
güldürmez. Senin için en hayırlı olanı bilir ve bekler. Uyanmanı
bekler yahut seni dürtüp uyandırır. Uyanınca fark edersin ki:
“Farkında olmadıklarımın farkında olmadığım için boş yere
üzülmüşüm [ya da sevinmişim], farkında olmadıklarımın da var
olduğunun farkında olmadığım için kendimi rüyaya kaptırmışım,
rüyayı gerçek sanmışım...”[82]

Yûsuf rüyalarının yanı başında işte böyle bir “uyanık” bekler: Yâkub.
Yâkub’un durduğu yerden bakarsan olan bitene, olan bitenin aslını
bilenin, olayların altında yatan gerçeği yorumlayanın Yâkub’un
olduğunu fark edersin.

Kıssanın en başında, “Bu rüyanı kardeşlerine sakın anlatma!” diye


Yûsuf’u uyarır. Ki, Yûsuf’un uyandığı hâlde içinde kaldığı uykunun
farkında olan bir uyanıktır Yâkub. Yâkub kardeşlerinin Yûsuf’a
kuracağı tuzak konusunda da uyanıktır: “Siz ondan habersizken onu
bir kurdun yemesinden korkarım.” “Onu bir kurt kaptı” diyerek
Yûsuf’un sahte kanlı gömleğini getirdiklerinde de bir kurdun bir
gömleği yırtmadan kana bulayamayacağını düşündürtemeyen
“uyku”larından uyandırmaz sözde “uyanık”ları. Ama kıskançlıkla ve
hasetle düştükleri “uyku”yu/“gaflet”i bilir. Nefislerinin sözde
uyanıklığının onları sürüklediği “rüya”yı/“görüş”ü görür: “Aslında,
nefisleriniz size [kötü] bir işi güzel gösterdi.” Bu söz, Yâkub’un
uyanıklığının göstergesidir ve bu yüzden diğerlerini kendi uykularına
bırakıp uyanıncaya kadar beklemeye niyetlenir: “Artık [bana düşen]
hakkıyla sabretmektir.” Demek ki, sabretmek olan bitenin altındaki
gerçeği görenlerin kârıdır.[83]

Kötü bir işi güzel gören hep rüyadadır. Rüyada kalacaktır. Uyanmayı
unutacaktır. Sabırla bekleyen ise yalnız Allah’tır.

Hakka dayalı bu sabır yüzünden, kıssa boyunca olup biten her şeyi
bir Yâkub [a.s.] suskunluğu ve bekleyişi kuşatır. Örneğin; en
başında, ne oğullarına bir uyarı yapar ne de Yûsuf’u [a.s.] aramaya
kalkmak gibi bir eylemde bulunur. “Sabr-ı cemîl”le, “güzelce bir
sabır”la susar ve bekler. Sabredemeyenlerin göremediği güzellikleri
gören birinin sabrıyla susar. Sabredemeyenlerin hiç ummadığı
hayırları uman birinin bekleyişiyle bekler. Uyuyanların uyanmasını
bekleyen uyanıkların yaptığını yapar. Susar ve bekler. Farkına
varamadıklarının farkına varamayanların, farkına varamadıkları için
farkına varamamanın düşüncelerini ve eylemlerini nasıl
biçimlendirdiğinin farkına varana kadar bunları değiştirmek için bir
şey yapmayacağının farkında olarak, bir şey yapmaz, bir şey
söylemez. Bekler, susar.

Yâkub’un durduğu yerde durunca Yûsuf’lar gelir gider. Züleyhalar


utanır, utandırır, unutur, hatırlar. Kardeşler aldanır, aldatır, ağlar,
anlar, utanır. Yâkub ise sadece susar, bekler. Bilir ki, Mevlâ neylerse
güzel eyler.
Sevgili Yûsuf, şimdi sen de başkalarının gözünde bir rüya olmaya
adaysın. Gerçek diye bildiklerin başkalarının gözünde bir düş diye
anılacak; bu kesin. Üzerinde gezdiğin yeryüzü seni de bir hatıra
olarak kenara koyacak. Şimdi seyrettiğin gökyüzü başkalarının
gerçeği olunca, sen de bir zamanların gelmiş geçmişi diye
anılacaksın, çaresiz.

Öyleyse ey Yûsuf, rüya bil kendini. Uyku bil uyanıklığını; uyan. De ki


“Rabbim beni hayra yor!”

Esefle hatırla ki, hep başkasının öldüğünü görüyor ve sen hiç


ölmüyorsun, gerçek değil gördüğün. Rüyadasın. Bir gün başkalarının
hep başkasının öldüğünü gördüğü o rüyada sen öleceksin.
Başkalarının rüya diye gördüğü ölümün gerçeği sen olacaksın. Ölüm
senin gerçeğin olacak. Rüya olacaksın. Rüyadasın.

Uyuduğunu unutmayasın. Uyanasın ki hayra yorulasın.

[79] Şair Ah Muhsin Ünlü’nün önümüze koyduğu ‘Yûsuf fotoğrafı’na


bir daha bakmak gerek şimdi: Fotoğrafı vel asr ile açıkla derdi
babam/Kuyulardır, derindir, içinde adam vardır/Yûsuf bile düşmüştür
aleyhisselam.

[80] İnsan sûresi, 1.

[81] Cümle, anti-psikiyatri akımının öncüsü olarak tanıdığım R. D.


Laing’e ait. Daniel Goleman’ın Hayati Yalanlar, Basit Gerçekler
(Arion Yayınevi) adıyla Türkçe’ye çevrilen kitabında geçiyor.
Cümlenin tercümesi için Betül Yanık epey uğraşmış olmalı, çünkü
tam olarak çevrildiğinde bile zihne oturmakta zorlanıyor. Fakat zihne
oturmayı hak ediyor. Ağır da olsa taşımaya değiyor.
[82] Tüm uykuluların üzerinde bir uyanık olan Peygamber [a.s.m.]
der ki: “Benim bildiğimi bilseydiniz, az güler, çok ağlardınız.”

[83] “İman edip salih amel işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye


ederler, sabrı tavsiye ederler” [Asr sûresi] Demek ki, olan bitenin
altındaki gerçeği, yani hakkı, göremeyenler sabrı tavsiye edemezler.

Aynaya bakmak, sanıldığından çok daha büyük bir iştir. Unutmuş ve


de yeterince akıl edememiş olabilirsin ama çocukluğunda ilk aynaya
bakışın bir devrim olmuş olmalı senin için. Kendi çeperlerinin dışında
var olan bir başka seni ilk görüşün irkiltmiş, hatta korkutmuş olmalı
seni. Hiç aynaya bakmadan büyüyen biri olsaydı aramızda, onun
kendisini aynada bir başkası olarak görüşü, hiç şüphesiz kayda
değer heyecanlar, söze gelmez sırlar doğururdu. Aynada, “ben”
olarak içinde büyüdüğün, kabuklarından dışarı hiç taşmadığın,
sınırlarının içinde hep ötekilerden ayrı tuttuğun kendini “bir başkası”
olarak görürsün. Şimdilerde bu işi, hemen çekiliveren ve neredeyse
aynada oluşan görüntü hızında gözüne ulaşan fotoğraflar yerine
getiriyor. Kendini bir başka gözden görmeye ya da başkalarının
gözünde nasılsan öyle göstermeye fırsat veriyor fotoğraf. Bir başkası
olarak kendi gözbebeğine düşersin fotoğrafta da aynada da.
Kuyudur fotoğrafın senin, kendine kardeş eylediğin akrep ve
yelkovanın, Züleyha’nın evi gibi içinde ağırlandığın günlerin ve
yılların seni o kuyuya atar. Eskirsin. Eksilirsin. Fotoğrafta kalan sen,
şimdiki senin gözünde bir rüyasın artık görmüyor musun? Her an
rüyalaşıyorsun farkında değil misin?[79]

“Hatırlamaz mısın ki sen, ey unutkan insan, bir zamanlar


hatırlanmaya değer bir şey değildin” diye uyarır âyet.[80] Kendini bir
öteki olarak görmeye çağırır seni. İnsan, kendisini ötekileştirdiğinde
ancak, zamanın üzerindeki etkisini fark ediyor. Kendini kıyıdan
seyrettiğinde, “dehr”in nehrine kapıldığını görebiliyor. Günlerin
akışıyla tükendiğini, azaldığını fark ediyor. Üzerinden hatırlamaya
değer bir şey bile olmadığın bir devrin geçmiş olması, sana, devrin
geçişiyle inşa edilmiş, zamanın aşinalıklarıyla önemli kılınmış ödünç
bir varlık olduğunu hatırlatır. “Şimdilik”tir bu varlık. Nasıl zaman
içinde sana gelmişse, zaman içinde de senden gidecek demektir.
Vazgeçilmez sandığın varlığının tuğlalarının düştüğünü, duvarlarının
yıkıldığını görmeye başlarsın böylece. Kendi varlık hamurunu—ki
hiçlik ve unutulmuşluktur—keşfedersin. “Yâ esefâ!” koyarsın adını
Yûsuf’un, Yûsuf’luğunun.

Kıssanın en başında, “Bu rüyanı kardeşlerine sakın anlatma!” diye


Yûsuf’u uyarır. Ki, Yûsuf’un uyandığı hâlde içinde kaldığı uykunun
farkında olan bir uyanıktır Yâkub. Yâkub kardeşlerinin Yûsuf’a
kuracağı tuzak konusunda da uyanıktır: “Siz ondan habersizken onu
bir kurdun yemesinden korkarım.” “Onu bir kurt kaptı” diyerek
Yûsuf’un sahte kanlı gömleğini getirdiklerinde de bir kurdun bir
gömleği yırtmadan kana bulayamayacağını düşündürtemeyen
“uyku”larından uyandırmaz sözde “uyanık”ları. Ama kıskançlıkla ve
hasetle düştükleri “uyku”yu/“gaflet”i bilir. Nefislerinin sözde
uyanıklığının onları sürüklediği “rüya”yı/“görüş”ü görür: “Aslında,
nefisleriniz size [kötü] bir işi güzel gösterdi.” Bu söz, Yâkub’un
uyanıklığının göstergesidir ve bu yüzden diğerlerini kendi uykularına
bırakıp uyanıncaya kadar beklemeye niyetlenir: “Artık [bana düşen]
hakkıyla sabretmektir.” Demek ki, sabretmek olan bitenin altındaki
gerçeği görenlerin kârıdır.[83]

[83] “İman edip salih amel işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye


ederler, sabrı tavsiye ederler” [Asr sûresi] Demek ki, olan bitenin
altındaki gerçeği, yani hakkı, göremeyenler sabrı tavsiye edemezler.

[82] Tüm uykuluların üzerinde bir uyanık olan Peygamber [a.s.m.]


der ki: “Benim bildiğimi bilseydiniz, az güler, çok ağlardınız.”

[79] Şair Ah Muhsin Ünlü’nün önümüze koyduğu ‘Yûsuf fotoğrafı’na


bir daha bakmak gerek şimdi: Fotoğrafı vel asr ile açıkla derdi
babam/Kuyulardır, derindir, içinde adam vardır/Yûsuf bile düşmüştür
aleyhisselam.

[80] İnsan sûresi, 1.

[81] Cümle, anti-psikiyatri akımının öncüsü olarak tanıdığım R. D.


Laing’e ait. Daniel Goleman’ın Hayati Yalanlar, Basit Gerçekler
(Arion Yayınevi) adıyla Türkçe’ye çevrilen kitabında geçiyor.
Cümlenin tercümesi için Betül Yanık epey uğraşmış olmalı, çünkü
tam olarak çevrildiğinde bile zihne oturmakta zorlanıyor. Fakat zihne
oturmayı hak ediyor. Ağır da olsa taşımaya değiyor.

Düşündüklerine, gördüklerine, görüşlerine ve yaptıklarına karşı


kendinden emin bir suskunlukla karşılık verir. Senin bağırmanı
ciddiye alıp o da bağırmaz. Korktuğundan o da korkmaz.
Ağlamandan etkilenip ağlamaya kalkmaz. Seni güldüren onu
güldürmez. Senin için en hayırlı olanı bilir ve bekler. Uyanmanı
bekler yahut seni dürtüp uyandırır. Uyanınca fark edersin ki:
“Farkında olmadıklarımın farkında olmadığım için boş yere
üzülmüşüm [ya da sevinmişim], farkında olmadıklarımın da var
olduğunun farkında olmadığım için kendimi rüyaya kaptırmışım,
rüyayı gerçek sanmışım...”[82]

“Düşündüklerinin ve eylemlerinin alanı farkına varamadıklarınla


sınırlıdır ve farkına varamadığının farkına varamadığın için farkına
varamamanın düşüncelerini ve eylemlerini nasıl biçimlendirdiğinin
farkına varana kadar bunları değiştirmek için bir şey yapmazsın.”[81]
Rüya sensin

İşte bu gayb haberlerindendir, sana onu vahyediyoruz; onlar işlerine


karar verip tuzak kurarlarken sen yanlarında değildin.

Tuzak kuranlar kendilerini uyanık sanır ama uyumuşlar aslında.


Yanlarındakini görememişler. “Sen yanlarında değildin” diyor
kıssanın anlatıcısı. “Ben yanlarındaydım” demeye gelir bu. “Bir araya
gelip tuzak kurduklarında” hem de. Tuzak kuranlar, hem de topluca
tuzak kuranlar, tuzağa düşüreceklerini uykuda yakalamayı umar.

Tuzak kuranları anlatan bu kıssa, tuzak kuracak kadar uyanık


olanlardan daha uyanık olan Birinin olduğunu haber veriyor sana.
“Sen onların yanında değil”ken hem de. Anla ki, tuzak kurduklarını
gördükleri bir rüyanın tuzağındadır insanların çoğu. Uyanıklık
sandıkları bir uykuda rüya görmekteler.

Yine de—bunu ne kadar yürekten istesen de—insanların çoğu iman


etmiş olmayacak.

Senin emin olduğuna, insanların çoğu emin olmayacak. Kendi


rüyalarına kanacaklar, kendi uykularında kalacaklar. İnsanların ancak
az bir kısmı rüyanın gömleğini yırtabilecek. Senin istemen, çok
istemen, hırsla istemen, fazlasıyla arzu etmen, sana düşendir. Bil ki
sonuç almak senin elinde değildir. Sen çoklarını inandırabileceğini
gördüğün bir rüyadasın; uyan.

Oysa sen onlardan herhangi bir karşılık da beklemiyorsun; bu, bütün


insanlığa bir hatırlatmadır sadece.
Onlar senin onlara tuzak kurduğunu sanıyorlar. Oysa tuzakçılar
verdikleri yem karşılığında bir şey kazanmayı umar. Oysa sen
gerçeğin yanında olmakla, gerçeği kendi tarafına çekmiyorsun.
Hakkı Hakk’ın hatırı için anlatıyorsun. Hakkı kendin için araca
dönüştürmüyorsun. Taraftarlık diye bir bedel istemiyorsun
muhataplarından. İnsanların iyiliğini istiyorsun sadece. Fakat onlar
sadece kendine çıkar sağlayanları gördükleri bu rüyada kalmakta
ısrar ediyorlar. Seni de böyle görüyorlar, böyle görmek istiyorlar.
Böyle görmeleri, uykularını kesmiyor, rüyalarını bozmuyor.

Oysa bu bir hatırlatma, sadece hatırlatma. İsteyenin, sırf istediği için


seçebileceği bir tercihe işaret ediyor. Başkaca bir şey istemiyor.
İnsanı kendini bulmaya çağırıyor. Başka bir yere çağırmıyor;
ayaklarına çelme takmıyor…

Kaldı ki, semâlarda ve arzda nice ayetler, işaretler var ki, onlar
[üzerinde düşünmeden] sırtlarını çevirerek yanlarından geçip
gidiyorlar!

Ayetleri görebilecekleri bir uyanıklığa çağırıyorsun sen onları. Buna


rağmen, gördüklerine kandıkları rüyada kalıyorlar, gördükleriyle
kaldıkları uykudan uyanmıyorlar. Asıl göreceklerine gönüllerini
açmıyorlar. Gönül ardı ediyorlar gerçeği. Göz kapaklarının arkasına
saklanıyorlar.

Onların çoğu Allah’a şirk koşmaksızın iman etmez.

Allah’a iman etmek, sadece Allah’ı ‘fail’ bilmektir. Olan her şey,
gerçekleşen her eylem Allah’ın eseridir. Senin ettiğin sadece tercihtir;
tercihin yüzünden özne oluyorsun; eylemi icra ettiğin için değil.
Başka kimseleri ‘fail’ sanmak, uykusunu uyanıklık sanmaktır.
Gerçeğin yerine rüya koymaktır. Bu rüya, aciz yaratılmışları, şuursuz
sebepleri de ‘özne’ sayacakları bir aldanış tuzağıdır. Böyle görüyor
olmaları, öyle oluyor sanmalarını sonuç verdi. Oysa uyanmaları için
gökleri ve yeri de nice ‘uyaran’la donattı Allah.

Yoksa onlar Allah’ın azabı olarak bir örtünün kendilerini sarıyor


olmasından uzak mı görüyorlar kendilerini…

Kendilerini serbest gördükleri bu görüntünün bir başka uyanıklık


tarafından sarıldığının farkında değiller mi? Gördüklerine kanarak,
bulduklarıyla oyalanarak yaptıkları, görmedikleri ve fark etmedikleri
asıl gerçeğin kuşatması altındadır; farkında değiller.

…ve Son Saat’in onlar farkında değilken ansızın gelip çatmasından


büsbütün güvencede mi görüyorlar kendilerini?

Rüyanın derinleşmesi, onları iyice uyanık olduklarına ikna ediyor.


Oysa rüya her an biraz daha sona yaklaşıyor. Gördüklerine kanmaya
alıştıkça, hiç görmek istemedikleriyle yüzleşmeleri sarsıcı olacak,
canlarını yakacak… Rüyayı uzatmak da derinleştirmek de son saatin
gelişine engel değil. Görünen o ki, sonunda uyanacakları bir rüyayı
sonsuz sanıyorlar, oyalanıyorlar, oynuyorlar.

De ki: “Budur benim yolum: basiret üzere Allah’a çağırıyorum, ben ve


bana uyanlar da öyle…”

Görmeye çağır insanları. Gördüklerinin ötesini görmeye.


Gördüklerinin gösterdiğini görmeye. Hiçbir şeyin göründüğü gibi
olmadığından emin olmaya davet et. Gözün gördüğüne değil, gönlün
gördüğüne uyandır onları.

De ki: “Subhandır Allah; ben müşriklerden değilim.”


Anlamsız değildir Allah’ın çağırdığı yer. Abes iş yapmaz O. Faydasız
yöne çağırmaz. Allah’ın ve elçisinin çağırdığı yerdedir hayat.
Gördüklerini perde yapma O’nu görmeye. Onlar onu görmen için
kondu önüne, O’na kör olasın diye değil. Seni dünya rüyasına alan
Allah, bu rüyadan ve bu rüyayı kuşatan uykudan daha hayırlısını
vaad ediyor sana.

Ve Biz senden önce de her topluma kendilerine vahyettiğimiz


adamlar gönderdik.

Daha önce de oldu bu. Uykuda kalanlara uykuları kalmadı; acıyla


uyandılar. Rüyaya kananlara, rüyaları kanmadı; sarsılarak uyandılar.
Belli ki, şimdikiler de uykuda kalacaklar. Uyananların acısı,
sonrakilerin uykusunu önlemedi. Uyuma nöbetini başka uyuyanlar
aldı. Rüya görenler gitti, rüya görmeler kaldı. Yeni değil bu. Seninle
olanlar ölümün acısıyla uyandığında da yeni doğanlar rüyaya
kanmaya, uykuda kalmaya devam edecekler.

Yeryüzünde dolaşıp da kendilerinden önce gelip geçenlerin


sonlarının nasıl olduğunu görmüyorlar mı?

Yeryüzündeki her kalıntı, daha önce kendilerini uyanık sananların


uykularının belgesidir. Taşlaşmış şehir kalıntıları, heykelleşmiş insan
tekebbürleri, içine iyice dalınmış, uyanmanın unutulduğu derin
rüyaların uzantısıdır. Öylesine uyanıklık saymışlar ki uykularını, o
uykuda kimileri kendisini efendi görmüş, başkalarını köle sanmış.
Öyle uyanılmaz bir rüyaya dalmışlar ki, saraylardan hiç
çıkmayacaklarını sanmışlar, zindanlara koyduklarının hep orada
kalacaklarına inanmışlar.

Bir bak şimdi o kalıntılara: Makamlar silinmiş, rütbeler sökülmüş,


servetler sıfırlanmış, imtiyazlar geçersizleşmiş. O rüya gelmiş
geçmiş. Şimdi saray da zindan da eşittir artık; hepsi aynı soğuk
taşlardan ibaret. Rüya bozulmuş, uykulardan uyanılmış; zenginler
yoksullara eşitlenmiş, ezenler de ezilenler de aynı taşın altında
kalmış, güçlüler ve zayıflar aynı sessizliğin içinde eriyivermiş.
Masalmış meğer dünya; “bir varmış, bir yokmuş!”

Şimdi sen ey uyku sırası gelen, ey dünya rüyası gören, her şeyin
birbirine eşitlendiği gerçeğin belgelerini gözlerinle görürken,
eşitsizliklerin sivriltildiği bu rüyanın rüya olduğunu inkâr ediyorsun.
Doğrusu, en derin rüya kendisinin gerçek olduğuna inandıranıdır. En
tehlikeli rüya, uyanmayı unuttuğun rüyadır.

Allah’a karşı sorumluluk bilinci taşıyan kimseler için âhiret yurdu


daha tercihe şayandır. Öyleyse artık akıllarını kullanmayacaklar mı?

Bu dünya rüyası ahirete açılmaktadır. Kandığın bu rüyadan daha


güzeli âhiret uyanıklığında saklıdır. Bulunduğun bu uykudan daha
hayırlısı uykunun sonrasındadır. Rüyaya kanan rüyada kalır. Rüyada
kalan rüyanın gösterdiği uyanıklığa körelir. Akledersen, buradan
fazlasını hak ettiğini göreceksin. Sen sen ol; ne yokluğa yerin ne
varlığa sevin. Kaybedişin kazancın olabilir, kaybın kazandırabilir.
Uykunun biteceğini bil; rüyanın geçmesini bekle.

Nihayet elçiler ümitlerini kesecek hâle geldikleri ve yalancı


çıkarıldıklarını zannettikleri vakit onlara yardımımız erişti de
dilediklerimiz kurtuluşa erdirildi;

Gerçeği dile getiren elçiler de, bu derin rüyaya kanmışları uykudan


uyandırma konusunda ümitsizliğe düştüler. Gördüklerini öylesine
gerçek sanır ki rüya görenler, uykunun yanı başında bekleyen elçiler
de kurgulanmış o ‘gerçek’in baskın çıkmasıyla, süslenmiş o rüyanın
çeldirici renkleriyle, cezbeli aldanışlarıyla, ‘yalancı’ çıkarıldıklarını
sanırlar, yalancı olmakla suçlanırlar. Yalan öylesine gerçek sanılır ki,
gerçeğin kendisi yalan diye görülür. Yalana karşı gerçeği
seslendirenler yalancı diye suçlanır. Bu öylesine zor bir sınamadır ki,
gerçeği söyleyenler bile yalanın süsleri karşısında ‘acaba?’ diye
tereddütlere düşer.

Sonunda onlara yardım erişir de, kendi yalanlarını gerçek sananlar,


elçilerin doğrularını yalanlayanlar, asıl gerçekle yüzleşirler. Ölüm
yakınlaşır, kandıkları dünya rüyası kanlanır, acılanır. Pürüzsüz
sandıkları yeryüzü pürüzlenir. Ya bir kayıp ya bir hastalık rüyayı
bitirir; yalana kananlar için bir ‘yardım’dır bu; kanmaları, aldanmaları,
yalanlamaları sınırlanır. Hata içinde olup hata ettiklerini itiraf ederler.
Uyanıştır bu. Rüyayı yarıda kesen her acı kârdır.

“…fakat [günahta ısrar eden] mücrimler güruhundan ise azabımız


geri döndürülmez.”

Fakat hatada ısrar eden mücrimler için uyanış yoktur. Rüyaları


derinleştikçe, etrafları daha kalın bir uykuyla kuşatılır. Azapları geri
döndürülmez; pişman olma nasipleri de ellerinden alınır. Azap geri
çevrilmez. Demek ki, günahından dönebilen ümitsiz olmamalı.
Hatasını itiraf edene dönüş yolu hep açıktır; yürümeli, yürümeli...

“Onların kıssalarında kavrayış sahipleri için ibretler vardır.”

Kıssalar geçmiş olayların anlatımı değildir. Şimdi geçmekte olanların


aynasıdır. İbret almak isteyene ibret olsunlar diyedir. Gör ki, şimdi
sen ibret alansın; oysa ibret alınan olabilirdin. Sınanıp da
kaybedenler arasında olabilirdi adın; şimdi sınanmaktasın,
kaybetmeyesin diye uyarılmaktasın.

Bu uydurulmuş bir söz değildir.


Seni sana anlatan Söz’dür bu. Senin gerçeğini gösteriyor sana.
Özüne ayna tutuyor. Düştüğün düşten almak istiyor seni. Düşe
düşenlerin gerçeği sana göre değil. Rüyaya aldananların gördüğü,
sana yetmez, seni taşıyamaz, seni doyurmaz. Seni sana
yakışmayan yerde tutuyor sahte söz sahipleri. Fâni olana razı
ediyorlar; sonsuzluktan ediyorlar.

Sonsuzluğu isteyen bir kalple seni Yaratan, o kalbin kanatlarını bu


dar kafese mahkûm eder mi hiç? Bu sınırlı dünyada tutarak kalbini
kanatlarını kırar mı hiç? Kalbine kanatlarını veren, o kalbin uçacağı
göğü de var etmiştir. Seni dünya ile sınırlayanlar, uykuda tutanlar,
rüyaya kandıranlar, seni sonsuzluğu isteyen kalple var edene iftira
ediyorlar. Sonsuzluğun göğünü çekip alıyorlar üzerinden. Buraya razı
edip öteye körleştiriyorlar. Bulduğunla kandırıp aradığını aramaktan
vazgeçiriyorlar.

Sen Yûsuf’a Yâkub olmak için buradasın oysa…

“[Bu Söz] kendinden öncekileri tasdik eden, her şeyi açan/fasleden,


iman eden toplum için de hidayet ve rahmettir.”

Rüya görenler öncekilerin rüyasını görürler, ama öncekilerin rüya


gördüğünü göremezler. Şimdi sana seslenen bu söz, öncekilerin de
rüya gördüğünü anlatıyor. Demek ki bu Söz’ün sahibi, uyuyanların
yanında bekleyen uyanıktır. Demek ki sana konuşan, tuzak
kuranların yanı başında olan ‘en hayırlı tuzak kuran’dır.

Sana hidayettir bu Söz: Yâkub’u hidayet diye koyar önüne. Yâkub’un


bekleyişine refakat ettirir seni. Sana rahmettir bu Söz: Yûsuf’un
hasretini koyar kalbine. Yâkub’un aradığını arattırır sana. Yâkub
hidayeti ile Yûsuf merhametine susatır.
Uyan artık rüyadan: Sana bu dünyada Yâkub’ca hidayet veren
Rabbin, ahiretine Yûsuf’ça rahmetle sevindirecek. Seni Yûsuf
hasretine Yâkub yapan Rabbin, “Yâ esefâ…”larının cümlesini teselli
edecek.
Son göz

Denizin mavi gecesinde uykuya dalan sedef, beyaz parlak bir rüya
görür. Kıyıyı bekleyen insan ise uykuya dalmış sedefin rüyasını ‘inci’
diye yorar. Deniz gecesinin kıyısında gündüzü bekleyen insanın
uyanıklığı olmasaydı, inci kimsenin rüyası olmaz, kimse inci rüyası
anlatamazdı.

Dünya gecesinde uykuya dalmışsın, ölümsüzlük rüyası görüyorsun.


Ölümün kıyısını bekleyen Rabbin ise ölümsüzlük rüyanı cennet diye
yorumluyor, o rüyaya göre cennet hazırlıyor. Rabb-i Rahîm rüyanı
hayra yormasaydı, gördüğün rüya ile ümitlenmezdin. Sen rüyadasın,
sen de rüyasın. Bir uyanıklığı besliyorsun. Bir sabahı bekliyorsun.
Uyandığına değmesi için en güzel rüya sen olmalısın.

‘En güzel’ rüya olman için rüyadan uyanman gerek. Rüyada kalan
rüya yorumlanmaz. Rüyasına kanan, rüyadan kâr çıkarmaz.
Sadefinde uyuyakalan inci, inci sayılmaz. Öldüğünde hayra
yorumlanası bir rüya diye gör ömrünü. Gördüğün en güzel rüya, rüya
diye görüldüğüne değsin.

Her görenin üstünde bir Gören var.

You might also like