Professional Documents
Culture Documents
Uc Yusuf, Uc Ruya, Uc Gomlek - Senai Demirci
Uc Yusuf, Uc Ruya, Uc Gomlek - Senai Demirci
ÜÇ RÜYA
ÜÇ GÖMLEK
Senai Demirci
Yayın Yönetmeni
İkram Arslan
Editör
Cihan Dinar
Tashih
Kapak Tasarımı
Mustafa Halıcı
ISBN
978-605-183-103-9
Yayıncı Sertifika No
12403
Baskı Tarihi
Ocak 2018
Baskı ve Cilt
Eskişehir Yolu 40. Km. Başkent Organize Sanayi Bölgesi 22. Cad.
No: 6 Sincan/Ankara
Tel: (0312) 640 16 23
Matbaa Sertifika No
16031
www.nesilyayinlari.com bilgi@nesilyayinlari.com
Senai Demirci
@senaidemirci
@senaidemirci
@senai.demirci
@senaidemirci
senaidemirci@gmail.com
kıssaların en güzelini anlatacağım sana
en güzel sen olasın diye kıssanın sonunda
en güzel senle biterse, en güzel sonla biter kıssa
en güzel sen olunca, olanların hepsi en güzel kıssa
Yeni baskı vesilesiyle,
kitabın yazılış kıssası…
Bir kitabı yeniden basarken, içeriğini değiştirmek, yazdıklarını
gözden geçirmek, bir yazar için heyecan vericidir, aynı zamanda
eksiğini tamamlama fırsatıdır. Ama bu, önceki baskıyı satın alan
okuyucuya da haksızlık sayılır. Şimdiden haklarını helal etsinler.
Kur’ân’ın âlî hatırı, vahyin taze inişi, insanın vahyin her dokunuşuyla
dalgalanması, köşeli ve donuk bir duruştan fazlasını hak ediyor.
Sanki her şeyin açıklaması Yûsuf Kıssası. Her şeyin açıklaması. Her
şeyin başlığı. Var oluşun önsözü.
Senai Demirci
Önsöz
Herkesin içinde bir “Yâ esefâ...” inleyişi bestelenir. Her insan dünya
beşiğinde “Yâ esefâ...” diye ninnilenir. Yûsuf’un varlığının Yâkub’un
ağzından “Yâ esefâ...” diye esefle anılması, hasretle dillendirilmesi,
gam ve kedere yoldaş edilmesi, içimizdeki “Yâ esefâ”lara eğilelim
diyedir. Şimdi burada adımızı “Yûsuf” diye bilelim diyedir. Şimdi ve
burada feryadımızı “Yâ esefâ!” diye duyalım diyedir.
Evet, kıssa çoğu kez ucuza satılmıştır; olur olmaz fantezilerin konusu
edilmiştir. Rabb-i Rahîm’in anlatışı ile yetinilmemiş, kıssaya yersiz
diyaloglar, gereksiz finaller, şuh detaylar eklenmiştir. Kıssanın
aynaladığı gerçeği okumak yerine, aynanın yüzeyinde oyalandıkça
oyalanmıştır insanlar. Kıssanın bizi bize anlattığı unutulmuş, asıl
mesajı kuyuya atılmıştır, hakikati zindana mahpus edilmiştir. Mecazın
gömleği hoyratça yırtılarak, mecazın sakladığı Yûsuf hakikati
incitilmiştir.
Kıssanın mihver ayeti şöyle der: “Her bilenin üstünde bir Bilen var.”
Demek ki, her bilen üstündeki bir bilene göre gafildir, bilmezlik
içindedir. O bilmezin üstündeki bilen de, kendi üstündekine göre bir
başka bilmezdir. Sonu yoktur daha iyi bilenlerin. Sonunda Bir Bilen’e
bağlanır tüm bilmeler.
“Her işitenin üstünde bir İşiten de vardır elbet.” İnsanın işitmesi, asıl
İşiten’i, yani Semi’ olan Allah’ın işitmesini anlamak içindir.
İşitilmediğimizi sandığımız ya da işitildiğimizi ciddiye almadığımız her
türlü konuşma, söz sarfı, asıl Semi’nin işitmesine göre bir rüya
diyaloğudur. Asıl İşiten o işitmeleri tabir ederek, işitmeler üstünde
işitmeye, duyuşlardan âlâ bir duymaya çağırır insanı. Sözün
çeperlerini yırta yırta sessizliğin de işitildiği, niyetlerin de duyulduğu
bir şuura eriştirir bizi.
Dünyadan da geriye kalacak, sadece bir ‘dün’ hasreti, bir ‘yâ’ esefi:
“Dün yâ!”
Bu kitap bir rüya idi. Belki ilk bana görünmüş bir rüya. Ümidim o ki
Yûsuf’a görülmeye değer olur bu rüya. Duam o ki, Yûsuf’a
görünmeye değer rüya olurum ben de. Sen de.
Kitap boyunca “Hz. Yûsuf”, “Hz. Yâkub” gibi tabirleri tercih etmedim.
Her Yûsuf ya da Yâkub isminin yanına da “[a.s.]” notu koymadım.
Bunun sebebi hiç şüphesiz Yûsuf aleyhisselamı ve Yâkub
aleyhisselamı selamsız bırakmak değil.
Uykuya razı değilsen, rüya haram sana. Rüya, bedel olarak aldığı
uyanıklığa karşılık yeni boyutlarda bir uyanıklık armağan eder sana.
Yeter ki rüyandan uyanasın ve yeter ki rüyan doğru yorumlansın.
Uyanılmayan rüya, rüya olamaz. Rüyanın hepten rüya kalması,
rüyayı yeni uyanışların başı olmaktan çıkarır. Uyanılmayan rüya
sonu gelmeyen bir aldanıştır. Rüya görenin rüyanın rüya olduğunu
fark etmeden rüyaya dalması, hatta rüyasında uyanıp gördüğü
rüyayı anlatacak derecede kendini ‘uyanık’ sanması, rüya için
ödenen uyanıklık bedelini artırır. Uyanışı olmayan rüya uyanışın
yerine geçer. Rüyanın rüya olduğunu görmeyen, rüyanın gösterdiğini
göremez.
Yâkub’un içine akan çığlık isim oldu sana: “Yâ esefâ alâ Yûsufâ...”[2]
“Ey gamım...” dediğinde Yâkub, bir Yûsuf doğar dünya çölüne. Sen
düşersin akıllara. “Ey kederim...” diye hayıflandığında Yâkub, bir
Yûsuf görünür vefasız gözlere. Her “Yûsuf” seslenişi “Yâ esefâ”
feryadına salar nefesi ve sesi. “Yûsuf” adı dile değer değmez, “Ey
esefim, ey gamım, ey kederim...” feryadı inler yürekte. Söz değil
közdür dudaklarda “Yâ esefâ.”
Her baba Yâkub’ca bir “Yâ esefâ!” borçludur oğluna/kızına. Neyin
peşine ağlıyorsan o sana ‘Yûsuf’tur, sen de ona ‘Yâkub’sun.
Kaybından korktuğun her şey ‘Yâ esefâ...” çığlığı besler içinde.
Bir bak içinin içine... Gördüklerinin aslını gör. Kaç türlü “Yâ esefâ!”
büyütüyorsun yüreğinde. Ardı sıra koştuğun emellerin, özlemlerin,
hayallerin, “Ey gâmım, ey kederim, ey esefim...” demeye hazırlıyor
seni. Her sevda bir vedayı besliyor senin ülkende. Tutulduğun her
şey acı bir terk edişe hazırlıyor seni. Devriliyor tutundukların.
Dayandıkların yıkılıyor. Kapıldığın suretler dost kalmıyor. Ya sen
gidiyorsun ya onlar bitiyor, tükeniyor, batıyor. “Yazık sana...” “Yâ
esefâ...”
Yûsuf koydular adını; çünkü varlığın bin “Yâ esefâ!” çığlığına yankı
oldu. Babanın adı Yâkub oldu; çünkü ardın sıra koşan bir deli yürek
oldu. Senin gelme ihtimalini gözlerine ak diye düşürendir Yâkub.
Dönüşünü, gönlüne umut diye devşirendir baban. Bil ki, Yûsuf’ça bir
kaderin eşiğine doğdun sen. Yûsuf’ça bir kederin beşiğinde
uyuyorsun. Şimdi. Yûsuf’un düştüğü düştesin: “Babacığım, ben on
bir yıldız ile Güneş’i ve Ay’ı bana secde ederlerken gördüm.” Yüzün
babana ilk göründüğünde, bir Yûsuf yüzü taşıdığını bilemeyecek
kadar düşteydin. Düştüğün dünya bir düşmüş; görememişsin. Düşe
düştüğünü göremeyeceğin bir düşe düşeyazmışsın. Alnına yazılanı
okuyamamışsın. Yıldızlar, Güneş ve Ay emrine verilmiş bir kere; artık
hasedin ocağındasın. Hasetçilerin ocağına düştün bir kere. Âh!
Gördüğünü sanan bir kör, hem kördür hem körlüğüne kördür. Bir
körü, bir gören rahatsız edinceye kadar, görmesi gerektiğini görmez,
görme seçeneğine kör kalır. Görmeyişine razıdır en baştan. “Üstü
kalsın” der hâl diliyle. Körün, körlüğünü olsun ‘görmesi’ umulurdu
ama... Göremez.
[2] Vahyin, içimizi okuduğunu söyler bize ‘Yâ esefâ’ çığlığı. “İçinin
içinde uyuttuğun, unuttuğun bir sızı var, adını koyamadığın bir sancı
var, yüreğinde küllendirdiğin bir k/öz var, yanıp duruyor baksana.
Belli ki buraya ait değilsin; rahat yok bu dünyada. ‘Ağaç gölgesinde
dinlenen bir yolcu’ kadardır dünyadan nasibin. Yükünü hafif tut; boş
yere ağırlık taşıma. Sana içinin sesini veriyor Kur’ân; kulak ver o
sese, burada oyalanma.”
Yâkub’un içine akan çığlık isim oldu sana: “Yâ esefâ alâ Yûsufâ...”[2]
“Ey gamım...” dediğinde Yâkub, bir Yûsuf doğar dünya çölüne. Sen
düşersin akıllara. “Ey kederim...” diye hayıflandığında Yâkub, bir
Yûsuf görünür vefasız gözlere. Her “Yûsuf” seslenişi “Yâ esefâ”
feryadına salar nefesi ve sesi. “Yûsuf” adı dile değer değmez, “Ey
esefim, ey gamım, ey kederim...” feryadı inler yürekte. Söz değil
közdür dudaklarda “Yâ esefâ.”
Yûsuf’un birinci rüyası
Rüya gördü Yûsuf. Gerçek sandığı bir rüya. Rüya olduğunu inkâr
ettiren bir rüya. Rüya, gerçeğin yerine geçerek unutturur gerçeği.
Yûsuf da, gördüğünün rüya olduğunu göremedi uyanıncaya kadar.
Yûsuf da, her rüya gören gibi, rüyadan uykuya döndü, uykudan da
uyanıklığa geçti. Yoksa ne Yûsuf’un rüyasından ne de Yûsuf’un rüya
gördüğünden haberin olurdu. Rüya gören Yûsuf, gördüğü rüyanın
gösterdiğini Yâkub’tan öğrenecektir.
Her inkârın içinde bir büyüklenme gizlidir. Her türlü sapmada Rabbin
tercihini yok sayma teşebbüsü saklıdır. İblis’in ve ‘yoldaşları’nın
kavgası, “Sen mi, ben mi?” kavgasıdır. Seni yoktan ‘sen’ eyleyen
O’na, sana ‘sen’ denilme ayrıcalığını veren O’na yapıl[a]mayacak
şey!
Aralarında dediler ki: “Yûsuf’u öldürün veya onu [uzak] bir yere atın
ki baba[m]ızın teveccühü yalnız [b]ize kalsın!”
“En eski/mez” cinayet sebebidir haset. Ama hiç eskimez. Her insanla
yenilenir. Kendine sürekli yeni failler arar. İçini bir yokla; nasıl da
kolayca sobeler seni haset! Kalbinin üzerinde yanıp tutuşan bir ateş
gibi. Kendini kendi ellerinle hapsettiğin alevden parmaklıklar gibi.[6]
Başkasına verilene razı olmamak. Hiçbir köşede memnuniyet
bulamamak. Başkasını yakmak üzere tutuşturduğun ama önce ve
sadece seni kavuran ateş. Elinde patlayan bomba. Kalbine defalarca
sokup çıkardığın paslı hançer. Zalim ederken seni, sana da
zulmeden zulüm.
Bir gıybet, bin Yûsuf’u bin kere kuyuya iter. Farkında olsan Yûsuf’a
ettiğinin, “Yâ esefâ...” diye hayıflanırsın Yûsuf’un ardından. Asıl
Yûsuf’a ettiğin işle kendine ettiğin kötülüğün farkına varsan, kendin
için “Yâ esefâ...”lar dersin. Gam ve kedere boğulur, ‘Ah!’larla yanıp
tutuşursun. Kuyuya itilmiş Yûsuf gibi, gözden düşürmek üzere,
gıybetini ediyorsun kardeşinin. Kana bulanmış bir gömleği vahşetine
kılıf edercesine, “Söylediğim doğru ama ...” diye kurda yem
ediyorsun kardeşini. “Yüzü olsa söylerdim...” diye diye, sen, evet
sen, kurt olup kapıyorsun kardeşini.
Sorsa baban Âdem [a.s.], sorsa sana, ana yürekli şefkat Peygamberi
Muhammed Mustafa [a.s.m.]: “N’ettin kardeşini?” “Biz tam oyuna
dalmıştık ki...” diye mi başlayacaksın? Tıpkı onlar gibi. Gözlerin
yerde, inanılmaz olduğunu bile bile... “Gerçi bize inanmazsın ama...”
diyerek yüzsüzce.
“Nasıl olsa, her Yûsuf’a ucuzcu bir kervan bulunur.” Öyle değil mi?
Arkandan konuşulunca, itibarının yağmalandığı bir kuyuya itiliyorsun
kardeşlerince. Gıybetin edilince, kendini, hiç aklayamacağın bir
kara[n]lıkta buluyorsun. Ne seni suçlayanlara hesap sorabilirsin ne
suçunu duyanlara karşı kendini savunabilirsin. Bir hatadan ibaret
bilirler seni. Sanki hiç temiz tarafın yokmuş gibi. Hepten çamura
bulanmış, tutacak temiz bir kenarı bile olmayan bez gibisin. Sanki
hep o kusuru işlermişsin gibi anılacaksın bundan böyle. O
günahından hiç pişman olmayacakmışsın farz edecekler seni de.
Sanki herkes bilsin, duysun, görsün diye işlemişsin gibi günahı. Seni,
senin olmadığın yerde bir günahınla anan kardeşlerin, o günahtan
hiç utanmıyormuşsun gibi, hiç pişman olmayacakmışsın gibi, o
günahı herkese göstere göstere yapacak kadar umursamaz,
utanmaz ve uslanmazmışsın gibi gösteriyor seni. Kardeşlerinin
günahı seninkinden çok daha utanç verici değil mi?
Değil misin?
“Yûsuf’u öldürdün yahut öyle bir yere attın ki, ne babanın yüzü kaldı
sana, ne bir daha salih biri olma fırsatı...” Bak ki, her şeye rağmen,
Yûsuf bekliyor seni izzet tahtında, dudağında sonsuz teselli sesiyle:
“Bugün size kınama yok...”
“Koruruz!”
Hiç inandırıcı geliyor mu sana? “Bol bol yesin içsin, biz mutlaka
koruruz onu.” Sana tanıdık geldi mi bu vaad? Bu vaade kanarak kaç
ömür heba edildi, ah! Kaç Yûsuf yüzlü yüz üstü bırakıldı? Kardeşleri
Yûsuf’un gövdesini beslemeye söz veriyorlar. “Bolca yesin içsin!”
diye yanlarına alıyorlar. “Onu mutlaka koruruz!” diyorlar. Sen de
kendini gövdenle var bildiğin ölçüde, itibarını tenine ayar ettiğince, bir
Yûsuf’sun kendi elinde. Kuyuya itiyorsun kendini. Dışını cilalarken,
çürümeye terk ediyorsun içini. Kuyuya atıyorsun kalbinin sızılarını.
Susturuyorsun “Yâ esefâ!”larını. Sana vahalar bulduracak
susuzluğunu inkâr ediyorsun. Seni cennet sofrasına oturtacak asil
açlıklarının ağzını tıkıyorsun. ‘Oyalıyorsun’ kendini. Avutuyorsun
dünya ile... Kandırıyorsun bulduğunla.
Oğullarının özlerini sözlerinin incitmesinden korumak isteyen
babaları dedi ki: “Onu götürmeniz beni mutlaka üzer. Siz ondan
habersizken onu bir kurdun yemesinden korkarım.”
Dünya hayatı, içimiz sıra akıp giden nehirdir. “Allah [seni] bu nehirle
sınayacak.”[7] Kalıbın bu yakada, ama kalbinin gözü nehrin öte
yakasında. Suya kanmaya, suyla kandırılmaya razı değil. “Olsa olsa
bir avuç kadar” sudur nasibin bu nehirden. Sadece tadımlık. Kana
kana içmeye kalkmayacaksın. Ama kardeşlerin olan nefsin, hevesin,
hırsın “bol bol yemeye, içmeye, oynamaya” çağırır kalbini.
Rabbinden ödünç aldığın kalp Yûsuf’unu şu dünya hayatında kuyuya
atacak, bu dünyaya razı edecek o kadar tuzak var ki... Üstelik bu
tuzakların hepsi “biz o [kalp Yûsuf’u]nu mutlaka koruruz” diye
kuruluyor. İyiliğini istermiş gibi yaparak kötülük ediyorlar karşı kıyılara
sevdalı kalbine. “Doya doya içerler nehirden, çok azdır içmeyen...”[8]
Çokları nehrin bu yakasında kalır; azlar nehri geçer. Kalabalıklar
suya kanar. Kananlar ve kandıranlar hep kalabalık olmalarına
güvenir. “Bu çağda...” diye başlarlar sözlerine. Bir yanlışı çoklarının
yapması, o yanlışı yanlış olmaktan çıkarırmış gibi. “Bu çağ”ın ezici
çoğunluğu, hatayı ‘moda’ diye süsler. Bu çağın karşı konulmaz
kalabalığı yanlışları onaylayarak vicdanı susturur. Çoğunluğa
güvendirerek günaha cesaretlendirir, çirkinliği güzel gösterir,
utanmayı elden alır. “Bak, herkes yapıyor...” diye kurulur tuzaklar.
Kalabalık olmak, haklı olmak sayılır. Eyvah![9]
Kalabalıklar kendi kendilerine kanarlar, kendi kendilerini kandırırlar.
Haklılıklarını çokluklarında ararlar. Onaylayanların çokluğunu
doğruluğun ölçüsü sayarlar. Kendi kendilerine sahte güvenceler
sunarlar. Kuvvetli olmayı haklılık gerekçesi yaparlar. Kendi
varlıklarını kendilerine kuyu yaparlar. Kendi yüzlerinden yüz bulurlar.
Kendi kendilerine ördükleri duvarları kapı sanırlar. Kalabalıklaştıkça
kendilerini hapsettikleri duvarlar yükselir, kalınlaşır. İçi boş vaatlerin
kuytusunda uyuklarlar. Kendilerini uyandıramayacak kadar aciz
sayılırlar gerçekte. Kendilerini Yûsuf’unkinden beter kuyulara
koyarlar. Markaların elinde satılırlar, statülerin altında kalırlar,
imajların sunağında kurban edilirler. Bir ömür dünya kuyusunda
kalırlar.
[7] Bakara sûresi, 249: Bu ayetin ‘nehir’ meselini, ‘dünya hayatı’ ola-
rak okuyabiliriz. Her şeyin aktığı, her şeyin gelip geçtiği bir nehir
gibidir dünya hayatı. ‘Kanma’ ve ‘doyma’ vaad eder, ama kanmaya
ve doymaya gelmez. ‘Bir avuç tatma’ya izin vardır sadece.
[8] Bakara sûresi, 249: ‘Nehrin karşı kıyısına geçebilmek için, nehrin
vaadinden de geçmek gerek. İnsan, dünyaya dünyada kalmak için
değil, dünyadan geçmek için gelir.
[9] “İşte nehrimiz. Ömrümüz. Akıp gitmekte sel gibi. Sessiz. İçinde
bizi de götürmekte. Sınanıyoruz ömürle. Belli ki, bu yakasında
kalamayacağız. Bizden öncekiler kalamamış ki. Yeni bir heyecanla,
yakın bir uyarı olarak duydu ayetin anlamını. “Bir nehirle
sınanacaksınız...” Tâlut’un ağzından duyuruluyordu ses ama sonuçta
Rabbin sözü değil mi Kur’ân! Merhameti ve sonsuz anlayışı gereği
kullarına kullarının ağzından uyarı gönderir O: “İçenler benden
değildir–bir avuç içmeye müsaadelisiniz. Kana kana içmeye değil.”
Bakınız: Güzelgâh, Semine Demirci, Hayy Kitap.
[9] “İşte nehrimiz. Ömrümüz. Akıp gitmekte sel gibi. Sessiz. İçinde
bizi de götürmekte. Sınanıyoruz ömürle. Belli ki, bu yakasında
kalamayacağız. Bizden öncekiler kalamamış ki. Yeni bir heyecanla,
yakın bir uyarı olarak duydu ayetin anlamını. “Bir nehirle
sınanacaksınız...” Tâlut’un ağzından duyuruluyordu ses ama sonuçta
Rabbin sözü değil mi Kur’ân! Merhameti ve sonsuz anlayışı gereği
kullarına kullarının ağzından uyarı gönderir O: “İçenler benden
değildir–bir avuç içmeye müsaadelisiniz. Kana kana içmeye değil.”
Bakınız: Güzelgâh, Semine Demirci, Hayy Kitap.
[8] Bakara sûresi, 249: ‘Nehrin karşı kıyısına geçebilmek için, nehrin
vaadinden de geçmek gerek. İnsan, dünyaya dünyada kalmak için
değil, dünyadan geçmek için gelir.
“En eski/mez” cinayet sebebidir haset. Ama hiç eskimez. Her insanla
yenilenir. Kendine sürekli yeni failler arar. İçini bir yokla; nasıl da
kolayca sobeler seni haset! Kalbinin üzerinde yanıp tutuşan bir ateş
gibi. Kendini kendi ellerinle hapsettiğin alevden parmaklıklar gibi.[6]
Başkasına verilene razı olmamak. Hiçbir köşede memnuniyet
bulamamak. Başkasını yakmak üzere tutuşturduğun ama önce ve
sadece seni kavuran ateş. Elinde patlayan bomba. Kalbine defalarca
sokup çıkardığın paslı hançer. Zalim ederken seni, sana da
zulmeden zulüm.
[7] Bakara sûresi, 249: Bu ayetin ‘nehir’ meselini, ‘dünya hayatı’ ola-
rak okuyabiliriz. Her şeyin aktığı, her şeyin gelip geçtiği bir nehir
gibidir dünya hayatı. ‘Kanma’ ve ‘doyma’ vaad eder, ama kanmaya
ve doymaya gelmez. ‘Bir avuç tatma’ya izin vardır sadece.
Dünya hayatı, içimiz sıra akıp giden nehirdir. “Allah [seni] bu nehirle
sınayacak.”[7] Kalıbın bu yakada, ama kalbinin gözü nehrin öte
yakasında. Suya kanmaya, suyla kandırılmaya razı değil. “Olsa olsa
bir avuç kadar” sudur nasibin bu nehirden. Sadece tadımlık. Kana
kana içmeye kalkmayacaksın. Ama kardeşlerin olan nefsin, hevesin,
hırsın “bol bol yemeye, içmeye, oynamaya” çağırır kalbini.
Rabbinden ödünç aldığın kalp Yûsuf’unu şu dünya hayatında kuyuya
atacak, bu dünyaya razı edecek o kadar tuzak var ki... Üstelik bu
tuzakların hepsi “biz o [kalp Yûsuf’u]nu mutlaka koruruz” diye
kuruluyor. İyiliğini istermiş gibi yaparak kötülük ediyorlar karşı kıyılara
sevdalı kalbine. “Doya doya içerler nehirden, çok azdır içmeyen...”[8]
Çokları nehrin bu yakasında kalır; azlar nehri geçer. Kalabalıklar
suya kanar. Kananlar ve kandıranlar hep kalabalık olmalarına
güvenir. “Bu çağda...” diye başlarlar sözlerine. Bir yanlışı çoklarının
yapması, o yanlışı yanlış olmaktan çıkarırmış gibi. “Bu çağ”ın ezici
çoğunluğu, hatayı ‘moda’ diye süsler. Bu çağın karşı konulmaz
kalabalığı yanlışları onaylayarak vicdanı susturur. Çoğunluğa
güvendirerek günaha cesaretlendirir, çirkinliği güzel gösterir,
utanmayı elden alır. “Bak, herkes yapıyor...” diye kurulur tuzaklar.
Kalabalık olmak, haklı olmak sayılır. Eyvah![9]
Dünya hayatı, içimiz sıra akıp giden nehirdir. “Allah [seni] bu nehirle
sınayacak.”[7] Kalıbın bu yakada, ama kalbinin gözü nehrin öte
yakasında. Suya kanmaya, suyla kandırılmaya razı değil. “Olsa olsa
bir avuç kadar” sudur nasibin bu nehirden. Sadece tadımlık. Kana
kana içmeye kalkmayacaksın. Ama kardeşlerin olan nefsin, hevesin,
hırsın “bol bol yemeye, içmeye, oynamaya” çağırır kalbini.
Rabbinden ödünç aldığın kalp Yûsuf’unu şu dünya hayatında kuyuya
atacak, bu dünyaya razı edecek o kadar tuzak var ki... Üstelik bu
tuzakların hepsi “biz o [kalp Yûsuf’u]nu mutlaka koruruz” diye
kuruluyor. İyiliğini istermiş gibi yaparak kötülük ediyorlar karşı kıyılara
sevdalı kalbine. “Doya doya içerler nehirden, çok azdır içmeyen...”[8]
Çokları nehrin bu yakasında kalır; azlar nehri geçer. Kalabalıklar
suya kanar. Kananlar ve kandıranlar hep kalabalık olmalarına
güvenir. “Bu çağda...” diye başlarlar sözlerine. Bir yanlışı çoklarının
yapması, o yanlışı yanlış olmaktan çıkarırmış gibi. “Bu çağ”ın ezici
çoğunluğu, hatayı ‘moda’ diye süsler. Bu çağın karşı konulmaz
kalabalığı yanlışları onaylayarak vicdanı susturur. Çoğunluğa
güvendirerek günaha cesaretlendirir, çirkinliği güzel gösterir,
utanmayı elden alır. “Bak, herkes yapıyor...” diye kurulur tuzaklar.
Kalabalık olmak, haklı olmak sayılır. Eyvah![9]
Dünya hayatı, içimiz sıra akıp giden nehirdir. “Allah [seni] bu nehirle
sınayacak.”[7] Kalıbın bu yakada, ama kalbinin gözü nehrin öte
yakasında. Suya kanmaya, suyla kandırılmaya razı değil. “Olsa olsa
bir avuç kadar” sudur nasibin bu nehirden. Sadece tadımlık. Kana
kana içmeye kalkmayacaksın. Ama kardeşlerin olan nefsin, hevesin,
hırsın “bol bol yemeye, içmeye, oynamaya” çağırır kalbini.
Rabbinden ödünç aldığın kalp Yûsuf’unu şu dünya hayatında kuyuya
atacak, bu dünyaya razı edecek o kadar tuzak var ki... Üstelik bu
tuzakların hepsi “biz o [kalp Yûsuf’u]nu mutlaka koruruz” diye
kuruluyor. İyiliğini istermiş gibi yaparak kötülük ediyorlar karşı kıyılara
sevdalı kalbine. “Doya doya içerler nehirden, çok azdır içmeyen...”[8]
Çokları nehrin bu yakasında kalır; azlar nehri geçer. Kalabalıklar
suya kanar. Kananlar ve kandıranlar hep kalabalık olmalarına
güvenir. “Bu çağda...” diye başlarlar sözlerine. Bir yanlışı çoklarının
yapması, o yanlışı yanlış olmaktan çıkarırmış gibi. “Bu çağ”ın ezici
çoğunluğu, hatayı ‘moda’ diye süsler. Bu çağın karşı konulmaz
kalabalığı yanlışları onaylayarak vicdanı susturur. Çoğunluğa
güvendirerek günaha cesaretlendirir, çirkinliği güzel gösterir,
utanmayı elden alır. “Bak, herkes yapıyor...” diye kurulur tuzaklar.
Kalabalık olmak, haklı olmak sayılır. Eyvah![9]
Yûsuf’un birinci kuyusu
Seni, Yûsuf gibi kuyu başına getirenler, seni sevdikleri için, sana dost
oldukları için böyle yaptıklarını ima ediyorlar. Ancak düştüğünde,
elinden tutmalarını beklerken, üzerindeki gömleği de çıkartıp sahte
acımalarla, ikiyüzlü şefkatlerle kanlayıp seni gerçekten sevenlere,
“Ne yapabilirdim ki, onu kurt kaptı!” diyebiliyorlar. Bu yüzden
gazetelerde, magazin haberleri kadar, cinayet ve kaza haberleri de
süslü ve çekici bir tüketim malzemesi olur. Modernliğin günaha doğru
dönen tekerine sokulası çomak olmasını umduğun ‘kanlı’ üçüncü
sayfa haberleri bile, “Onu kurt kaptı!” gerekçesinin süsü hâline gelir,
tekerin yağına dönüşür, çarkların dönüşünü kolaylaştırır.
Şimdi, Yûsuf’un birinci gömleğini henüz kuyuya itilmeden ve sahte
kanla lekelenmemiş hâliyle üzerinde hissedebiliyor musun? Yoksa,
çoktan beri, kör kuyular içine yuvarlanmış hâlde, nefsine ‘köle’ olarak
satılmayı göze alarak, hâris bir kervanın insafını mı bekliyorsun?
Aslında Yûsuf Kıssası da Yûsuf gibi kuyuya atılmış güzeller güzeli bir
gerçek değil mi? Nefis ve hevâsına uyan biz ‘kardeşleri’ sayesinde
Yûsuf Kıssası’nın üzeri toz toprakla örtülmüş. Yûsuf’un hatırasını
kenara itmişiz. Gönlümüzden düşecek bir ışığı bekliyor Yûsuf sûresi.
Anlaşılmayı umuyor. Hiç olmazsa ‘köle’ kadar önemseneceği kayıtsız
bir kervanın insafını bekliyor. O kervanda yürüyorsun sen. Seni sana
gammazlayan bir ayine belki de kıssa. Unutuş kuyusundan
çıkardığında o ayineyi, neler göreceksin neler! Hâllerini söyleyecek
sana. Ürkütücü görüntülerin ve sırların saklandığı bir ayna bil ve
öylece yüzüne tut şimdi kıssayı. Gözünün pasını sil. Bakışını
puslardan arındır. Yüzleş kendinle. Ve sor aynaya: Hangi sırrımı ifşa
ediyorsun? Hangi hâlimi âyân ediyorsun?
[11] Hz. Hatice’nin [r.a.] Hira’dan dönen Hz. Peygamber’e [a.s.m.] te-
selli sözleri arasında yer alır. Yanlışlıkla “Akrabalarla bağını
kesmezsin” diye tercüme edilir. Doğrusu, “Her şeyle bağını rahmet
üzerinden kurarsın” olmalıdır. Bu ifade, “Akrabalarla bağını
kesmezsin” anlamını da içerir elbet. Ama ‘akraba’ sadece kan
bağıyla bağlı yakınlar değil, iman bağıyla bağlı olan tüm insanlıktır,
tüm varlıktır. Cansız ve canlı her şey ‘yakın’ sayılır nübüvvet’in ‘sıla-
yı rahim’ mektebinde.
[11] Hz. Hatice’nin [r.a.] Hira’dan dönen Hz. Peygamber’e [a.s.m.] te-
selli sözleri arasında yer alır. Yanlışlıkla “Akrabalarla bağını
kesmezsin” diye tercüme edilir. Doğrusu, “Her şeyle bağını rahmet
üzerinden kurarsın” olmalıdır. Bu ifade, “Akrabalarla bağını
kesmezsin” anlamını da içerir elbet. Ama ‘akraba’ sadece kan
bağıyla bağlı yakınlar değil, iman bağıyla bağlı olan tüm insanlıktır,
tüm varlıktır. Cansız ve canlı her şey ‘yakın’ sayılır nübüvvet’in ‘sıla-
yı rahim’ mektebinde.
İnsan, kötülüğü isteyen nefsiyle, her daim ‘kapıları sıkı sıkıya kapalı’
ve “Haydi gel!” diyen Züleyhalar inşa eder. Bu anlamda, ‘suç’ biraz
da Yûsuf olmakta aranmalı, değil mi? Ne işi vardı Züleyha’nın
orada? Yûsuf’ta muradına değer bir şey olmasa, muradını Yûsuf’ta
arar mıydı Züleyha?
Belki de, bize Yûsuf’un kardeşlerinin rolü düşer son kertede. Çünkü
vahyin kurduğu her sahne, Firavun ve Nemrut tarafında olsa bile bizi
bekler. Her birimizin o sahnede de yer alabileceğini hatırlatır.
Yûsuf’un kardeşlerinin sahnesinde yer aldığımızda, görürüz ki,
pişmanlık hepimizin yüreğine değecek bir köz. Yakar, ama serinlik
vaad eder. Utandırır, ama yüzümüzü en sonunda ak eder. Pişman
olmamak, o pişmanlığın konusu olan hatadan çok daha büyük bir
hatadır. İnsanı günahı değil, günahtan pişman olmayışı batırır,
imandan eder. Bu yüzden Rabbimiz günahsızlık değil de istiğfar
bekler biz kullarından.
Belki de, sen kendisini israf edip kuyuya atan bir talihsizsin. Hem
Yûsuf’sun; kuyuda mazlum. Hem kardeşlerdensin; Yûsuf diye
kendini kuyuya iten. İç dışa, dış içe çevrilecek olsan, hâlini Yûsuf’tan
bin beter bulacaksın. Onun atıldığı kuyu, sadece şu kısacık dünya
hayatını tehdit ediyor. Senin hırslarının itmesiyle, şehvetinin
dürtmesiyle atıldığın kuyular ebedî hayatının mahvına çalışıyor.
Onun itildiği kuyu bir taneydi, ama senin dünyan baştan başa kuyu.
[Yâkub] dedi ki: ‘Bilakis nefisleriniz size [kötü] bir işi güzel gösterdi.
Artık [bana düşen] hakkıyla sabretmektir. Anlattığınız karşısında
[bana] yardım edecek olan ancak Allah’tır.’”
Nefsin kötü bir işi güzel göstermesi, gönüllüce rüyaya dalmaya denk
gelir. Kandığı rüyayı uyanıklık sanmaktır. Yâkub’un sabrı, o rüya
çekirdeğinin kabuğunu kırması için beklemekten ibarettir. Çünkü
çekirdek içeriden kırarsa kabuğunu, neşvünema bulur, gerçeğini
görür, gösterir. Dışarıdan sabırsızca kırıldığında, çekirdeğin cevheri
çürür, çekirdek hepten kaybedilir, uykusuna mahkûm edilir. Anla ki,
sabır pasif bir duruş değil; aktif bir bekleyiştir. Hareket hâlinde bir
ümittir; sürekli devinen bir inançtır. “Allah sabredenlerle
beraberdir”[12] gerçeği gereği, sabretmek Allah’ı yanında bilmektir.
Sabredenler Allah’la beraberdir. Kendini uyanık sananların rüyasının
hemen yanı başında Allah’ı görür sabredenler. Sadece Allah’tır artık
yardım edecek olan. Sadece Allah!
Kuyunun huyu hep bir kervan beklemektir. Kuyunun huyu hep bir
Yûsuf gizlemektir. Bir göreni olmayan hep bir kuyudadır. Kendisini
görene görünmediğini sanan, daha derin bir kuyudadır. Kendisini bir
gören olduğunu gören ise ‘ihsan’ sırrını yakalar. Allah tarafından
göründüğünü görenin her yaptığı ‘güzel’dir, her eylediği ‘hüsün’dür.
Yaptığını Allah’ın bildiğini bilen her işini güzel yapar; çirkin işlerden el
çeker. Faydasız ve meyvesiz eylemlerden uzak durur. Kendini
dünyaya ‘ucuza satılacak’ bir köle olarak görüyorsan, Yâkub’ca bir
güzel bakışı kendine çok gördüğündendir. Rabb-i Rahîm’in gözdesi
olduğunu unutursan, gözden düşmüşlerin pazarına sürersin kendini;
değil mi? Başkalarının kovasını saldığı yerde beklersen, ucuza
gidersin. Başkalarının ağzında “Müjde!” diye zikredilirsin. Seni asıl
müjde bilen Yâkub’un nazarından uzağa düşersin.
Bak ki, Yâkub’un gözünde biriciktir Yûsuf. Her güzelin güzelliği, güzel
görenin gözündedir. Güzel görmek herkesin kârı değildir. Başka
gözlerde değersiz görünür Yûsuf. Bunun sebebi, Yûsuf’un
değersizliği değil, bakanların bakışlarının değersizliğidir. İşte bu,
İblis’in baban Âdem’e [a.s.] bakışı gibidir; çamuru kadar kıymetlidir
Âdem İblis’in gözünde; toprağı kadar muteberdir. Uğrunda secde
etmeye değmez! Oysa Allah’ın bak dediği yerden bakan melekler
için Yûsuf güzelliğindedir Âdem. Toprağının içinde, çamurunun
gerisinde ‘Hazreti İnsan’ cevheri taşır. Sen de kardeşine Allah’ın bak
dediği nazarla bak; hatalarına bakıp hepten mahkûm etme onu.
[16] Hadis metninde lafzen “Allah’ı görür gibi ibadet etmendir” der.
Ama ibadet ile hayatı birbirinden ayırmış çağdaş aklımıza, Hz. Pey-
gamber’in [a.s.m.] asıl niyetini yansıtmak için böyle bir tercihte
bulundum. İbadet hayatın omurgasıdır. Omurgadan tüm bedene
haber gider, omurgaya tüm bedenden haberler gelir. Ayrık ve kopuk
değildir. Ubudiyet, Allah’a göre yaşamaktır, Allah’ı gözeterek hayat
bulmaktır.
[16] Hadis metninde lafzen “Allah’ı görür gibi ibadet etmendir” der.
Ama ibadet ile hayatı birbirinden ayırmış çağdaş aklımıza, Hz. Pey-
gamber’in [a.s.m.] asıl niyetini yansıtmak için böyle bir tercihte
bulundum. İbadet hayatın omurgasıdır. Omurgadan tüm bedene
haber gider, omurgaya tüm bedenden haberler gelir. Ayrık ve kopuk
değildir. Ubudiyet, Allah’a göre yaşamaktır, Allah’ı gözeterek hayat
bulmaktır.
Nefsin kötü bir işi güzel göstermesi, gönüllüce rüyaya dalmaya denk
gelir. Kandığı rüyayı uyanıklık sanmaktır. Yâkub’un sabrı, o rüya
çekirdeğinin kabuğunu kırması için beklemekten ibarettir. Çünkü
çekirdek içeriden kırarsa kabuğunu, neşvünema bulur, gerçeğini
görür, gösterir. Dışarıdan sabırsızca kırıldığında, çekirdeğin cevheri
çürür, çekirdek hepten kaybedilir, uykusuna mahkûm edilir. Anla ki,
sabır pasif bir duruş değil; aktif bir bekleyiştir. Hareket hâlinde bir
ümittir; sürekli devinen bir inançtır. “Allah sabredenlerle
beraberdir”[12] gerçeği gereği, sabretmek Allah’ı yanında bilmektir.
Sabredenler Allah’la beraberdir. Kendini uyanık sananların rüyasının
hemen yanı başında Allah’ı görür sabredenler. Sadece Allah’tır artık
yardım edecek olan. Sadece Allah!
Her insan kendi Yûsuf’unu kuyuda bulup ucuza satmaya niyetli bir
kervandır. Oysa insanın müşterisi ancak Allah’tır. Gerçek değerini
sadece Allah’ın verebileceği bir ‘ben’i ve ‘benim’ diye/bildikleri vardır.
“Allah’ı gör[ürcesine ibadet ed]en” ve “Allah tarafından görüldüğünü
gören” mü’minlerin nefisleri ve malları Allah’ın müşteri olduğu
tezgâhta değerlenir. Mü’minler ancak Allah’la alışveriş eder. Ancak
Allah’ın satın almaya değer göreceği iş çıkar ellerinden, Allah’ın
işitmesine göre söz çıkar dillerinden, Allah’ın bilmesine değer niyet
taşırlar kalplerinde. Bakışları Allah’ın satın alacağı güzelliktedir.
Duruşları Allah’ın değer vereceği doğruluktadır. Susuşları Allah’ın
bileceği asalettedir.
“Mısır’da onu satın alan adam, karısına dedi ki: ‘Ona değer ver ve
güzel bak! Umulur ki, bize faydası olur veya onu evlât ediniriz.’”
Adı “Yâ esefâ” feryadına eşitlenmiş her Yûsuf, birilerinin “Umulur ki,
bize faydası olur veya onu evlât ediniriz” temennisiyle bu yere
yerleşti. Anne babasının ümidiyle arzda buldu kendini.
Annen ve baban da, tıpkı kervancılar gibi, kuyuda sürpriz bir şekilde
buldular, umulmadık bir müjde olarak karşıladılar seni: “Müjde! İşte
bir oğlan!” Ancak yüzüne hemen söyleyemedikleri bir gerçekle
doğdun: Ölmek üzere doğdun. Ayrılıklara savrulmak üzere kavuştun
sevdiklerine. Vedaların pusu kurduğu sevdalara tutuldun.
Sevdiklerinin senin yüzüne her bakışı “Yâ esefâ...” feryadını besledi.
“Ey gamım, ey kederim, ey hüznüm...” sızısını büyüttün sevdiklerinin
yüreğinde.
Delikanlı olan her Yûsuf şehvetin çekimine tutulur. Reşid olan her
kul, “Züleyha’nın evinde” bulunur. Bir ‘Züleyha Evi’dir dünya. Öyle
çok şehvet objesiyle bezenmiştir ki dünya; her fırsatta bir
kadının/erkeğin “Haydi gel!” davetini alır gibisindir. Neden? Her
reklam karesi, her pazarlama yöntemi, ısrarla ve inatla şehvet
unsurlarını hatırlatır. Neredeyse her tüketim malzemesi bir kadın
imajı üzerinden çekici hâle getirilir. Sanki her şey cinselliği tahrik
ettiği ölçüde vazgeçilmezleşir. Her kadın sadece cinselliği üzerinden
kıymet kazanır. Her erkek cinselliği öncelediği ölçüde yücelir.
Her kadın ve her erkek arasında murad alma isteği dolaşır. Nefisten
alınacak murad tenseldir, bedenseldir; ötesi ve fazlası yoktur.
Nefisten murad alma sırasında, insanlar kalplerinden ve ruhlarından
soyunur; insan olmaktan geri çekilirler. Sadece bir dişi ve bir erkek
sıfatıyla orada bulunurlar. Karşıdaki ile sadece cinsiyeti üzerinden
ilişki kurarlar. Bu ilişki ‘özel’ olmaktan uzaktır, çünkü ‘herhangi bir’
erkek ile ‘herhangi bir’ kadın arasındadır. Kalıbını koyduğun yerde
kalbin de yoksa, ‘insan’ olarak orada değilsin. Et ve kemiğinle
sadece bir boşluğu dolduruyorsun, ceset olarak hacim kaplıyorsun.
Sen yoksan orada, muradını kimler alsın?
Ellerini kestiler, ama farkına bile varmadı kadınlar. Yûsuf, adını bir de
‘şehirli kadınlar’ın feryadında buldu: “Yâ esefâ...” “Ey gamım, ey
kederim, ey tasam...” diye ağlarken, ellerinin acısını duymadılar.
Yitiklerine eseflenişleri, asıl yitiklerine eseflenmelerine engel oldu.
Asıl “Yâ esefâ!” diyeceklerine “Yâ esefâ!” diyemediler. Kayıplarına
ağlayamadılar.
Senin de böyle bir sevdan var mı? Yûsuf’ça güzel olsun ve başkaca
kaygıları unuttursun. Senin de yüreğin asil hüzünler ağırlamaz mı,
öyle ki, ucuz acıları uyutsun.
Dedi ki: “Bakın, işte beni kendisinden dolayı kınadığınız kişi bu!
Doğrusu, ben onu baştan çıkarmaya çalıştım, ne ki, o geçit vermedi.
Ve eğer arzumu yerine getirmezse, kesinlikle zindana atılacak ve
sürüm sürüm sürünecek.”
Ne güzel ki, kulu Yûsuf’un sözünü sözü ederek sana taşıyan Rabbin,
sen kulunu da Yûsuf’la söz birliğine çağırıyor. Demek ki vahiy
Rabbinden kuluna doğru konuşma değil sadece, kulun sözünü
Rabbin duyduğunun da belgesi, sesi. Yûsuf’un sözü Allah’ın sözü
içindeyse, demek ki Allah Yûsuf’ça kul sözlerini hem duyuyor, hem
duyurmaya değer görüyor. Ne tatlı müjde! Rabbinin rahmet kapısını
sevgili kulu Yûsuf’un sözüyle çalarsan, kapı sana açılır.
Yûsuf’un bıçak sırtı sözünü sana taşı[rı]yor Rabbin. Belli ki, Yûsuf’la
hâlleşmeni istiyor. Onun yerine koyarken seni, sen de onun yerine
koy kendini. Yüreğini değdir ayete. Yüreğine vur ayeti. Orada sen
olsan, n’ederdin? Zinaya mı razı olurdun, zindana mı? Yûsuf’un
yüreğine değen bıçağın ucu senin de yüreğine değsin ki, sana
d/okunsun ayet. Seyirci kalırsan ayete, sana d/okunmadan geçer
gider. Seyrine katıl ayetin.
Onunla birlikte iki genç daha zindana girdi. [Bir gün] iki gençten biri
dedi ki: “Kendimi şaraplık üzüm sıkarken gördüm. Diğeri ise, “Ben de
başımın üzerinde ekmek taşıdığımı, kuşların da ondan yediğini
gördüm” dedi. “Bize gördüğümüz [rüyalar]ın aslını haber ver. Biz
görüyoruz ki, sen ‘muhsin’lerdensin [kimselerin görmediğini
görüyorsun].
Sen İbrahim olduktan sonra, aldırma, varsın yansın ateş. Sen hele
bir Yûsuf ol; varsın daralsın zindan, kararsın odalar. “Yûsuf
zindandan çıkar mı, çıkmaz mı?” değildir senin davan. “Yûsuf’la
zindan zindanlıktan çıkar mı?” olmalı davan.
Feryadın, adındır senin “Ey Yûsuf!” Sen sussan da, yüreğinde “Yâ
esefâ...”lar çığlık atmakta. Sen azalırken, yüreğinde Yûsuf’lar
yerleşmekte, “Yâ esefâ...”ların çoğalmakta. Sen duymasan da
yüreğin “Yâ esefâ alâ Yûsufâ...” diye seni çağırmakta. “Yâ esefâ...”
diye inleyişin bir “Yûsuf”u doğurmakta. “Yâ esefâ” deyişin, içinin
kuyularındaki Yûsuf’u duyuşundur; unutma... Suskunluklarından “Yâ
esefâ” feryadını çıkar ki, kaderdaşın olsun Yûsuf, teselli sunsun sana
“Yâ esefâ...” Küllendirdiğin “Yâ esefâ...”ları elinde avucunda korlaştır
ki, yoldaşı olasın Mûsa’nın, ateş diye görünsün[30] gözüne “Yâ
esefâ...”
Diğer [zindan arkadaş]ı: “Ben de başımın üzerinde ekmek taşıdığımı,
kuşların da ondan yediğini gördüm” dedi.
İşin içinde iş var. Aldığını hak etmelidir insan. Azalttığını çok etmeli.
Verilene değer katmalı. Şükretmeli. Ama çoğu şükretmez insanların.
Çoğu kez şükretmez insanlar. Çoğu çoğu kez şükretse de insanların,
o şükür, verilenler yanında az kalır. Aldığını hak eden hep azdır.
Kendisi uğrunda harcananı verimli kılan nadirattandır. Verileni zayi
etmeyip azami ürüne çeviren, azlar arasındadır.
“Yâ esefâ...”
Hayra yorulmazsın.
Kaymada yalnızlığa
Yumuşak ve sonsuz.”[38]
Uyan!
Sensin, bir ömrü şaraplık üzüm diye sıkan zindan ehli... Sensin
Efendisine şarap sunma işini sürdürecek talihli. Sensin Yûsuf’un
zindandan saraya gönderdiği... Sensin Yûsuf’un “Efendinin yanında
beni an!” dediği. Der ki Yûsuf sana, şimdi bu satırları okuyuşun da
“Rabbinin yanında beni an!”ışın değil mi?
[31] Kasas sûresi, 77. ayetin anlam eksenini izleyen cümleler: “Al-
lah’ın [burada] sana verdiklerinden öte yurd[a lazım olacaklar]ı ara.
Dünyadan nasibini unutma...”
[32] Kasas sûresi, 77: Bu ayetin iki cümlesi arasına ‘ama’ bağlacı
koyarak anlayanlar da var: “Allah’ın [burada] sana verdiklerinden öte
yurda lazım olacakları ara ama dünyadan da nasibini unutma.” Ama
bu ‘ama’ya da bir ‘ama’ gerek. Bu ‘ama’ bağlacı, ‘dünya’yı önceleyen
bir bilinçaltını ele veriyor. Oysa ikinci cümle birinci cümlenin işaret
ettiği anlamı kayıt altına almaz, açar. “ Allah’ın [burada] sana
verdiklerinden öte yurda lazım olacakları ara ki, dünyadan nasibini
unutma.” Allah’ın verdiklerinden öte yurda lazım olacakları
aramaktan dünyayı unutan mı var ki, Allah dünyadan nasip almayı
unutanları uyarsın?
[35] Dedi ki: “Efendinin yanında beni an!” Ama unutturdu şeytan ona
Efendisini[n yanında] anmayı. İkinci cümlede şeytanın anmayı
unutturduğu ‘o’ zamiri hem zindan arkadaşına hem de Yûsuf’a dönük
olmalı. Ayetin akışı bize bu cümleyi en az iki türlü kurma izni veriyor:
1. “Unutturdu şeytan o[zindan arkadaşı]na Efendisinin yanında onu
[Yûsuf’u] anmayı.” 2. “Unutturdu o[Yûsuf’a] Efendisini anmayı.” Her
iki anlam hem birbirinin yerine geçebilir niteliktedir hem de birbirini
sonuç verecek gerekçeleri söylemektedir. Yûsuf, nasıl arkadaşının
kralın huzurunda olacak olmasıyla Rabbini anmayı unuttuysa,
arkadaşı da Kral’ın huzurunda olunca Yûsuf’u unuttu. Ettiğinin
karşılığını gördü Yûsuf. Yûsuf’un, Rabbinin hep yanında olduğunu
unutması nasıl bir uykuysa, Rabbinin yanında değil de başkalarının
yanında anılmayı umması ne kadar gafletse, zindan arkadaşının
başkalarının yanında iken Yûsuf’u unutması da, Yûsuf’un hatırını
saymaması da öyle bir uyku, öyle bir gaflettir. Kendi ettiğini
arkadaşının aynasında gördü Yûsuf.
[38] Dünyaya düş diye düşmüşlerden biri. Düşüne şiir diye notlar
düşürmüş. Rainer Maria Rilke, düşüşün düşünü tatlı bir dürtüşle
yırtıyor.
Feryadın, adındır senin “Ey Yûsuf!” Sen sussan da, yüreğinde “Yâ
esefâ...”lar çığlık atmakta. Sen azalırken, yüreğinde Yûsuf’lar
yerleşmekte, “Yâ esefâ...”ların çoğalmakta. Sen duymasan da
yüreğin “Yâ esefâ alâ Yûsufâ...” diye seni çağırmakta. “Yâ esefâ...”
diye inleyişin bir “Yûsuf”u doğurmakta. “Yâ esefâ” deyişin, içinin
kuyularındaki Yûsuf’u duyuşundur; unutma... Suskunluklarından “Yâ
esefâ” feryadını çıkar ki, kaderdaşın olsun Yûsuf, teselli sunsun sana
“Yâ esefâ...” Küllendirdiğin “Yâ esefâ...”ları elinde avucunda korlaştır
ki, yoldaşı olasın Mûsa’nın, ateş diye görünsün[30] gözüne “Yâ
esefâ...”
Yumuşak ve sonsuz.”[38]
“Dünyadan nasibini unutma...”[32] Ey Yûsuf’un dünya arkadaşı.
Dünyadan nasibin ahirettir. Bitip tükenenlerin yüzünde tebessüm
eden hiç bitip tükenmeyecek Güzel’i görmeye geldin. Terk edip
gidenlerin ardında hiç terk etmeyecek Sevgili’yle tanışmaya geldin.
Önünde akıp giden varlık ırmağının damlacıkları üzerinde parıldayan
Güneş’le tanışmaya geldin. Kaldır başını. Batıp gidenleri sevme.
Terk edip küsenlerin ardına düşme. Sonlu dünyadan sonsuz cennet
çıkarmaya niyetlen. Dünya tarlasına ahiretin hasılası olacak tohumlar
ek. Öğünün bu dünyadır; bu öğünden ebedî öğünler hazırla. Bu
dünyadan bir cennet çıkaramazsan, dünyayı heba edersin. Dünya
sofrasının başına asıl nasibini bilerek otur. İçtiklerine hamd edersen,
içtiklerini cennete taşırsın. Yediklerine şükredersen, yediklerini
sonsuza taşırırsın. Dediğince Yûsuf sözlülerin: “Burada
‘Elhamdülillah’ dersin orada ‘Elhamdülillah’ yersin.” Şükretmezsen,
buradaki sofrayı boşa çıkarırsın, buradakilerle kalırsın. Hamd
üretmezsen, burada suya kandığınla kalırsın. Sana verilenlerden
‘öte’ kalacakları inşa etmezsen, ebedî açlık çekersin, sonsuz
susuzluğa düşersin.
[35] Dedi ki: “Efendinin yanında beni an!” Ama unutturdu şeytan ona
Efendisini[n yanında] anmayı. İkinci cümlede şeytanın anmayı
unutturduğu ‘o’ zamiri hem zindan arkadaşına hem de Yûsuf’a dönük
olmalı. Ayetin akışı bize bu cümleyi en az iki türlü kurma izni veriyor:
1. “Unutturdu şeytan o[zindan arkadaşı]na Efendisinin yanında onu
[Yûsuf’u] anmayı.” 2. “Unutturdu o[Yûsuf’a] Efendisini anmayı.” Her
iki anlam hem birbirinin yerine geçebilir niteliktedir hem de birbirini
sonuç verecek gerekçeleri söylemektedir. Yûsuf, nasıl arkadaşının
kralın huzurunda olacak olmasıyla Rabbini anmayı unuttuysa,
arkadaşı da Kral’ın huzurunda olunca Yûsuf’u unuttu. Ettiğinin
karşılığını gördü Yûsuf. Yûsuf’un, Rabbinin hep yanında olduğunu
unutması nasıl bir uykuysa, Rabbinin yanında değil de başkalarının
yanında anılmayı umması ne kadar gafletse, zindan arkadaşının
başkalarının yanında iken Yûsuf’u unutması da, Yûsuf’un hatırını
saymaması da öyle bir uyku, öyle bir gaflettir. Kendi ettiğini
arkadaşının aynasında gördü Yûsuf.
[32] Kasas sûresi, 77: Bu ayetin iki cümlesi arasına ‘ama’ bağlacı
koyarak anlayanlar da var: “Allah’ın [burada] sana verdiklerinden öte
yurda lazım olacakları ara ama dünyadan da nasibini unutma.” Ama
bu ‘ama’ya da bir ‘ama’ gerek. Bu ‘ama’ bağlacı, ‘dünya’yı önceleyen
bir bilinçaltını ele veriyor. Oysa ikinci cümle birinci cümlenin işaret
ettiği anlamı kayıt altına almaz, açar. “ Allah’ın [burada] sana
verdiklerinden öte yurda lazım olacakları ara ki, dünyadan nasibini
unutma.” Allah’ın verdiklerinden öte yurda lazım olacakları
aramaktan dünyayı unutan mı var ki, Allah dünyadan nasip almayı
unutanları uyarsın?
[31] Kasas sûresi, 77. ayetin anlam eksenini izleyen cümleler: “Al-
lah’ın [burada] sana verdiklerinden öte yurd[a lazım olacaklar]ı ara.
Dünyadan nasibini unutma...”
Derken, kral anlattı: “Ben [rüyamda] yedi besili ineğin zayıf olan diğer
yedisi tarafından yenildiğini gördüm; ayrıca yedi yeşil başak ve bir o
kadar da kuru başak gördüm. Siz ey seçkin yorumcular; eğer
rüyaların yorumunu biliyorsanız, benim rüyamı da yorumlayın,
bakalım.”
Güzel bir rüya, güzel bir Yûsuf gözü ister. Yûsuf’un yüzünde
görünmek ister Yûsuf’ça rüya. Yûsuf’a görünmezse, uykuda kalır.
Görüldüğüne değmez rüya. Kör kalır.
Ömür dediğin yedi zayıf ineğin yedi semiz ineği yediği kıtlık sahnesi.
Yedi zayıf gece yedi semiz gündüzü yutuyor her daim. Hiç yokmuş
gibi olan şeffaf zaman, semizce var olan gövdeni kemirdikçe
kemiriyor. Yutulan sensin. Eriyorsun. Eskiyorsun. Eksiliyorsun.
Gördüğüne anlam verecek bir Yûsuf bakışı ara! Gözden
kaybolacaksın yoksa...
Gör ki, uykuların hepsinin dibinde bir Yûsuf uyanıklığı bekliyor. Yırt
benlik toprağını, kaz kendini ki, kendi suyunu bulasın.
Her iktidar gündüzünün bir akşamı vardır. Yükselip zirveye varan her
saltanatın batışı başlar. Âlemin kanunudur bu. Gün akşamlıdır
vesselâm. Mısır’ın akşamının haberi ilişti gözüne kralın.
Unutma ki, etin kemiğin hatırına seni el üstünde tutanlar, ilk fırsatta
elden çıkaracaklar seni. Toprağa terk edecekler etten kemikten
değerini. Yüzüne bakamayacaklar.
Gör ki, içinde “yedi kuvvetli yedi zayıfa yeniliyor.” Şefkat hasede
yeniliyor. Cömertlik bencilliğe yeniliyor. Kanaat hırsa yeniliyor. Ümit
ümitsizliğe yem oluyor. İffet şehvete yeniliyor. Hayret aldırışsızlığa
yeniliyor. Şükür nankörlüğe yeniliyor.
Oysa ne kadar da cılız görünür galip gelen taraf. Adı yoktur hasedin;
kimse yakasına yakıştırmaz. Bencillik tartıya gelmez; pek hafif
gibidir. Hırs bağırıp çağırmaz; sanki nefes almaz, aldırmaz. Ümitsizlik
görüntülere düşmez; gölgede sabahlar. Şehvet yüzünü göstermez;
şeffaftır. Zayıftır aldırışsızlık; rengi siyaha çalar. Kırıldı kırılacak sanki
nankörlük; ele gelmez.
“Sonra, bunların ardından yedi yıllık bir kıtlık dönemi gelecek ve sizin
zor zamanlar için ayırdığınız her şeyi—muhafaza ettiğiniz az bir
miktarın dışında—silip süpürecek.”
Gönderilen elçi gelince [Yûsuf] dedi ki: “Haydi Efendine dön, sor ona;
o ellerini kesen kadınların maksatları ne imiş?”
O gün bugündür bir “Yâ esefâ!” feryadı geri çağırır iktidar sosunda
boğulmuş vicdanları. “Ben var ya ben!” deme sarhoşluğunun
kuyulara ittiği vicdanı bulamayınca, “ben”ler üzerinden firavunluğa
yol olur insan. Nemrutlara saray olur varlığı. Vicdanının sızısını
yitirenler önce kendilerini yakan ateşleri alevlendirirler. Kalplerini
ateşten parmaklıklar ardına sokarlar. Rüyaya dalarlar. Çok geç
kalmadan rüyanın gerçeği ortaya çıkar. Dünyanın rengârenk zindanı,
zindandan çıkmayı unutturur insana. Tıpkı derin rüyalar gibi, uyanışı
çok görür kurbanına.
İşte bu şunun içindir: “Bilsin ki, ben ona gıyabında hainlik etmedim.”
Yaralarını görenler; ilaç arar, ilaç bulur, ilaç olur. Kanadığını fark
edenler kan arar, can olur. Rüzgârda yıkılabileceğini bilirse ağaç,
kabuk bağlar, köklerini derinleştirir, gövdesine göz kulak olur. Hata
edebileceğini gören kullar en başından mahcuptur. Şımarmaz. Kibre
kapılmaz. İhtiyatlı yürür. Dikkatle basar. Yüzü kızarır. Kıldan ince,
kılıçtan keskin sıratları adımladığını bilir. Kendine kurtarıcı kesilmez.
Rabbinin merhametine sığınır. Rahmet kapısının eşiğinde boyun
büker. “Bana kalsa ben kötülük ederim, çirkin işler işlerim, ama
Rabbim bana merhamet ederse başka...” Kurtuluşunu Rabbinden
bilir.
De ki:
De ki:
“Beni de bir Yûsuf kurtarır kendi zindanımdan. Ben bana kalsam,
çıkamam o kapıların ardından. Rabbimin merhameti değil midir bana
Yûsuf’u hatırlatan? Benim nefsim hep kötülüğü ister, ama Rabbim
merhamet edip Yûsuf’u gösterirse başka... Ben hep Züleyha’dan
yana olup kötülüğü isterim, ama Rabbim merhamet edip Yûsuf’un
yanına alırsa başka...”
Yoksa bitti mi ömrüm? Nakd-i ömür oldu heba; öyle mi? Pazar
dağıldı mı dedin? Göçtü kervan, âh. Nasıl olur ama! Niye
uyandırmadı kimse beni? Hep kötülük ettim de iyilik ettiğimi sandım;
âh. Çirkindim, ama güzel diye gördüm kendimi aynada.
“Yâ esefâ” feryadımı Yûsuf’u anışım diye duyar mı Rabbim? Ben hep
kötülük etmişim, Yâ esefâ. Yûsuf’un sözünü ümidim bilirim: “Rabbim
bana merhamet ederse başka...”
Sen böyle dersen, Rabbin de sana; kralın Yûsuf’a dediğini der: “Artık
bugün yanımızda mevkii olan, güvenilir bir dostsun.” Şimdi sana
kralın Yûsuf’a dediğini duyuran Rabbin, kralın Yûsuf’a dediğini
sonunda Rabbinden duyacağından emin olmanı ister. Kralın Yûsuf’a
merhametinden daha az değil ki Rabbinin sana merhameti! Yûsuf’un
kıymetini takdir eden kraldan daha mı az kıymet bilir senin Rabbin?
Kıssadan uyan: Sana şimdi diyor ki Rabbin: “Artık bugün yanımızda
mevkii olan, güvenilir bir dostsun.”
Gömleğin varsa, gömleğe uzanacak eller var, bilesin. Elin varsa, sen
de bir gömleği yırtabileceğini bilesin. Kimse masum değil.
Öyle saf bir ayna ol ki, sana baktıklarında kardeşlerin, “Biz hataya
batıp gitmişiz işte...” yarasını yanında kanatmaktan korkmasınlar.
Kınayıcı bakışlarını çek gözlerinden de, “Doğruya doğru, Allah seni
bize üstün kılmış...” itirafını yağmalanma korkusu olmadan
dökebilsinler eteklerinden. Ayıplayıcı sözlerini acıyla da olsa yut ki,
“Bugün size kınama yok...” sözünü ince bir şal gibi sarıversinler
suçluluklarının üzerine.
Farkında mısın; “Ben hep kötülük etmek isterim, ama Rabbim
merhamet ederse başka...” sözüyle huzuruna kabul ediyor seni
Rabbin. Karşısına koyuyor ki, sen de kötülük eden kardeşlerin
karşısında Rabbinin merhametinin aynası olarak durasın. “Ben hep
kötülük etmişim” diyen mücrimlerin sahnesinde, sen de “Rabbim
merhamet ederse başka...” ümidine sözcü olasın. “Benim hatırıma
öyle dur ki benim mücrim kullarım karşısında, mücrim olarak
huzuruma geldiğinde sen, Ben de seni öyle kabul edeyim. Çünkü,
“Bizim hatırımızı burada gözetip iyilik edenlerin hatırını Biz de orada
gözetir, iyilik ederiz. Bizi ‘görmelerine’ karşılık Biz de onları ‘görürüz.’
İyiliklerini zayi etmeyiz.”[54]
Bir yerde bir kriz çıkarsa, üzülme. Bir yeri kanarsa ülkenin, korkma.
Bekle ki, kardeşler çıkmıştır yola. Kıtlık çıkmasaydı ülkede,
kardeşlerini bulur muydu Yûsuf? Krizler, acılar, hüzünler, hüsranlar,
ölümler, ayrılıklar kardeşlerin kardeşliğini bulma vaktidir.
Muhtaçlıklar, çaresizlikler, arayışlar yeryüzünde kardeşliğin ayağa
kalkma fırsatıdır. Sen Yûsuf ol yeter ki, kıtlığın zarfında sana bolluk
gönderir Rabbin. Yûsuf olana, ölümün kara duvağından dirilişi gelin
diye gösterir Rabbin.
[41] Fussilet sûresi, 53; “Yetmez mi onlara Rabbinin her şeye şahit
olduğu[nu bilmek]” diye meal verilir. Gerçekte, Rabbinin gördüğünü
görmemelerin hepsi bir rüyadır; bin aldanış.
[42] Kur’ân’daki “Yâ eyyühe’l insan,” hitabıyla başlayan ayetler,
insana unuttuğunu hatırlatma temasında ilerler. ‘İnsan’ kelimesi,
‘unutmak’ anlamındaki ‘nisyan’la aynı köke dayanır. Bu yüzden “ey
insan!” hitaplarını “ey unutan!” diye okumak, anlamı yeniler,
derinleştirir. Bu hitapla başlayan ayetleri bir dizi hatırlatmaların
izlemesi hiç de şaşırtıcı değildir. Meselâ, İnfitâr/6 ve İnsan/1 ayetleri
bu bağlamda yeniden okunabilir.
[48] Nebe’ sûresi, 17: Yevm-i Fasl: İyinin kötüden ayrıldığı, hakkın
batıldan ayıklandığı ‘hesap günü.’
[54] “İhsanın karşılığı ihsan değil midir?” [Rahmân, 60] diye soran
vahyin anlam ekseninde ilerliyor cümleler. Kralın, Yûsuf’a kendi
yanında “güvenilir bir dost” olarak yer vermesini hatırlatırken,
“muhsinlerin mükafatını zayi etmeyiz” der. Sahnede Yûsuf ve Kral’ı
gösteren ayet, asıl sahnede biz kulları ve Rabbimizi görmemizi ister.
Burada “Allah’ı gözetenlerin orada Allah tarafından gözetileceği”nin
haberidir bu. İhsana karşılık ihsan... Dünyadaki azıcık ihsanına karşı
ebedî ihsan gören kula sormak gerek: “Allah’ın nimetlerini nasıl inkâr
eder insan!” İmkânsız. Allah’ın nimetlerini inkâr ederken bile Allah’ın
nimetini kullananlar, Allah’ın nimetlerini inkâr etmeyi başaramazlar.
[56] “Bunu benim emrime veren Allah Sübhandır; yoksa ben onu
yanımda tutamazdım...” [Zuhruf, 13].
[41] Fussilet sûresi, 53; “Yetmez mi onlara Rabbinin her şeye şahit
olduğu[nu bilmek]” diye meal verilir. Gerçekte, Rabbinin gördüğünü
görmemelerin hepsi bir rüyadır; bin aldanış.
[48] Nebe’ sûresi, 17: Yevm-i Fasl: İyinin kötüden ayrıldığı, hakkın
batıldan ayıklandığı ‘hesap günü.’
[56] “Bunu benim emrime veren Allah Sübhandır; yoksa ben onu
yanımda tutamazdım...” [Zuhruf, 13].
[54] “İhsanın karşılığı ihsan değil midir?” [Rahmân, 60] diye soran
vahyin anlam ekseninde ilerliyor cümleler. Kralın, Yûsuf’a kendi
yanında “güvenilir bir dost” olarak yer vermesini hatırlatırken,
“muhsinlerin mükafatını zayi etmeyiz” der. Sahnede Yûsuf ve Kral’ı
gösteren ayet, asıl sahnede biz kulları ve Rabbimizi görmemizi ister.
Burada “Allah’ı gözetenlerin orada Allah tarafından gözetileceği”nin
haberidir bu. İhsana karşılık ihsan... Dünyadaki azıcık ihsanına karşı
ebedî ihsan gören kula sormak gerek: “Allah’ın nimetlerini nasıl inkâr
eder insan!” İmkânsız. Allah’ın nimetlerini inkâr ederken bile Allah’ın
nimetini kullananlar, Allah’ın nimetlerini inkâr etmeyi başaramazlar.
“Ayrıca yedi yeşil başak ve bir o kadar da kuru başak” var dünyada.
Tarladır burası. Can tarlası. Bir ekilir, bir biçilir. Bir dolar dünya, bir
boşalır. Âdemoğlu tohumdur; saçılır dünya toprağına. Kimi biter, kimi
yiter. Yiğit iken ölür herkes, ‘gök ekini biçmiş gibi.’ Yeşil başaklar kuru
başaklara bırakır yerini. Yedi gece yedi gündüzü yedikçe, tazeliğini
kaybeder ten, solar yeşil ümitler. Yaz kışa döndükçe, can taneleri
toprağa düşer. Ruh sığmaz olur beden kabuğuna. Gün akşama
erdikçe, başaklar savrulur göğe. Yeşil başaklar gibi dünyaya gelen
bebeler, kuru başaklara dönüp ecele boyun eğer. Ahiret harmanına
düşer gök ekinlerin cümlesi. “Gelir geçer ömrün senin şol yel esip
geçmiş gibi. Hele sana şöyle gelir şol göz yumup açmış gibi.”[47]
Birinci Yûsuf sahnesi
O [Allah] onları çok iyi tanır, o[insa]nlar O’nu yok sayar, tanımazdan
gelir.
O her şeyden ve herkesten çok var iken, O’nu yok sayıyorsun. Seni
her şeyden çok var kılmışken, sırf seni daha çok var kıldığı için
O’nun varlığını unutuyorsun, O’na yabancılaşıyorsun. Seni herkesten
çok ettikçe, O’nu yok saymaya yelteniyorsun. Sana verdiklerine
yaslanarak, sana vermediğini sanmakta daha çok diretiyorsun. Seni
“sen” eden O’na, “ben” diye diye isyan ediyorsun.
Belli ki, Yûsuf “Başka kardeşiniz var mı sizin?” diye sormuş onlara.
Bu soru, onlara kaybettiklerini hatırlatmak içindir. Vicdanlarına
dokunmak içindir. Bu soruyu sorarak, kendi adını söyletmek istedi
Yûsuf onlara: “Yâ esefâ...” Bile bile yitirdiklerini hatırlamalarını umdu.
Kendilerini haklı gördükleri rüyanın gömleğini yırttı usulca... Yûsuf’a
dair cürümlerinin soğuk rüzgârıyla tanıştılar o an. Hem Yûsuf’a
ettikleri kötülüğü hatırlamalarına hem Yûsuf’u yok saya saya
ördükleri masumiyet gömleklerinin bir nefeste yırtılışına “Yâ esefâ...”
dediler.
Ne var ki insan tam da “tam ölçek” aldığı için, “tam ölçek” aldığını
görmez olur. İnkâra kalkar. Kendisine verilenlerin nihayetsizliği
gerçekleştikçe, kendisine verilenleri yok saymaya başlar. Garip ki, bu
da rüya görmeye benzer. Rüyası derinleştikçe insanın, rüyaya kanar,
rüyadan uyanabileceğini inkâra kalkar. Rüya gördükçe, gördüğünün
rüya olduğunu göremez olur. Nisyana düşer. İsyana yeltenir.
“Görmüyor musunuz...” hitabıyla, gördüğüne kanan seni uyandırmak
istiyor Rabbin. Görmüyor musun, uyanmayı bile düşünemez olduğun
bir rüya ülkesindesin. Kendini uyanık sandığın, ötesini sormadığın,
sonrasını istemeyi unuttuğun, fazlasına ilgisiz kaldığın dünya
düşündesin. Sana verilenler seni uyandırmak içindir. “Tam ölçek”
donatılman, ‘tam ölçek’i görmeye yetecek bakışın olsun diyedir.
Görmüyor musun?
Yâkub’un sözünü can kulağıyla dinle şimdi. Başka, bambaşka bir şey
söylüyor sana Rabbin Yâkub’un ağzından. Daha önce kimseler
güvenilir değildi; seni yokluğunda aramadı hiçbir kardeşin.
Arayamazdı. Yokluğuna ağlayamazdı. Eksikliğine üzülemezdi.
Yokluğuna razı olmayanı gör Yâkub’un sözlerinde. Ki, o sözler artık
Yâkub sözleri değildir. Allah’ın Yâkub’un ağzından seçip de sana
duyurmak istediği sözdür: “Allah’tır en hayırlı koruyucu; O’dur
merhametlilerin en merhametlisi.”
Dedi ki: “Ey oğullarım, [şehre] tek bir kapıdan girmeyin; her biriniz
ayrı ayrı kapılardan girin. Bununla beraber [eğer başınıza yine de bir
hâl gelirse, bilin ki] Allah’a karşı sizin için elimden bir şey gelmez:
Çünkü hüküm Allah’a aittir. Ben O’nu vekil ediyorum. Ve O’na iman
ed[ip güven]enler yalnız O’na tevekkül etsinler.”
Başı yoktur rüyanın; hep yarıdan başlar, ama bütün gibidir. Bitişi
yoktur rüyanın; kesilir sadece, terk edilir. Terk edince, bir başka
rüyaya; dünya rüyasına uyanır insan. Kendini uyanık sandığı daha
derin bir rüyaya. İşte o rüyayı da kuşatır Allah. Rüyasına
hükmedemez insan; Allah’ındır rüyanın hükmü. Rüyayı hayra
yormak Allah’a kalmıştır.
“Hayret, vallahi” dediler. “Siz de bilirsiniz ki, biz hırsız değiliz.” “Eğer
yalan söylüyorsanız” dedi elçiler, “bunun cezası nedir?” Dediler ki:
“Bunun cezası, yükünde kap bulunan kimsenin [kap yerine] rehin
alınmasıdır. Biz zulmedenleri böyle cezalandırırız.”
Hiç yükün yokken, hiç karşılık beklemeden sana yük veren ‘O’ değil
mi? Ne çabuk unuttun. O yükleri kaybetsen ne gam! Asıl kaybın
Yûsuf’un yanındaki yerini kaybedişindir. Sarayda kendine yer
bulamayışın ziyandır. Yûsuf’un tuzağına düşmeye değmeyecek
kadar düşmüşsen, hüsrandasın.
“Al bu yükü, git uzaklara, bir daha seni gözüm görmesin...” der mi hiç
Rabbin? Dünya yüküne razı olmana razı olmaz ki! Kendi
yakınlığından uzaklaştırırken seni, dünya yükünü omuzlarına
yüklerken, Yûsuf gibi ümitli değil midir senden? Belli ki geri çağırmak
için yüklerinin arasına “cennetli ka[l]p” koydu. Geri çağırma bahanesi
olsun diye...
Oysa senin uykunun uyku olduğunu gören bir uyanık var. Senin iyi
bildiğinden daha iyisini bilen Biri var. Mutluluğun geri dönmelerin
ucunda saklı... Aradığın huzuru, yolu yarıda bırakıp “Saray”a varınca
bulacaksın... Babanın yanına varmaktan daha hayırlısının, babanı da
saraya çağırmak olduğunu daha sonra anlayacaksın. Bu hayatın
hatırına kaçtığın ölümün ardında bu hayattan daha güzelini
bulacaksın.
Gel, yeni baştan hesap edelim: Ömür dediğin bir Hızır yoldaşlığıdır.
Mûsa’nın yanındaki Hızır, Allah’ın bildiğini bilen taraftır. Allah’ın
bildirdiğince davranır Hızır. Mûsa’nın Hızır’da gördüğü her iş Allah’ın
izniyle olur. Her yaprağın dalından Allah’ın bilmesiyle koptuğu şu
dünyada, Hızır’a “işlerin aslı”nı bildiren Bilen’le berabersin. Başına
geleni çirkin görsen de, altında güzellik saklıdır, görmelisin.
Yanında Yûsuf’a ait mal varsa, Yûsuf seni alıkoyar; başkasını değil.
Zaten, Mısır’da Yûsuf’a ait olmayan mal var mı ki? Senin sandığın
malın Yûsuf’a ait olduğunu itiraf edersen, Yûsuf seni yanına alır.
Korkma, malını elinden almaz Yûsuf; elinde kalır. Doğruya “doğru”
dersin, daha güzel olursun. Doğruyu doğrulayarak “güzelliğe”
erişirsin.[66]
Aslında hiç olmayan sana seni veren seni malının yanına koydu.
Malını senin yanına koymaktan fazlası bu. Seni yanında tutmak için
bu. Yoksa ne sen “ben” diyebilirdin kendine ne de “benim” dediklerin
olurdu. “O” konuşuyor şimdi: “Malımızı kimin yanında bulursak...”
şartını seslendiriyor.
[66] Leyl suresi, 6-7: “Kim Güzel’e sâdık olursa, ona kolayı kolay
eyleriz.” Sadaka kelimesi, ‘doğrulama’ anlamındaki ‘tasdik’le aynı
köktendir. Kendisine bir Güzel tarafından güzelce verilen güzelliği bir
başka güzelle güzel güzel paylaşan bir güzel, Güzel’e sâdık kalır,
güzel olur. Sadaka veren, kendisine Güzel’den güzellik verildiğini
eliyle doğrular; sadece diliyle değil.
Yanında Yûsuf’a ait mal varsa, Yûsuf seni alıkoyar; başkasını değil.
Zaten, Mısır’da Yûsuf’a ait olmayan mal var mı ki? Senin sandığın
malın Yûsuf’a ait olduğunu itiraf edersen, Yûsuf seni yanına alır.
Korkma, malını elinden almaz Yûsuf; elinde kalır. Doğruya “doğru”
dersin, daha güzel olursun. Doğruyu doğrulayarak “güzelliğe”
erişirsin.[66]
[66] Leyl suresi, 6-7: “Kim Güzel’e sâdık olursa, ona kolayı kolay
eyleriz.” Sadaka kelimesi, ‘doğrulama’ anlamındaki ‘tasdik’le aynı
köktendir. Kendisine bir Güzel tarafından güzelce verilen güzelliği bir
başka güzelle güzel güzel paylaşan bir güzel, Güzel’e sâdık kalır,
güzel olur. Sadaka veren, kendisine Güzel’den güzellik verildiğini
eliyle doğrular; sadece diliyle değil.
Artık senin ağzına emanettir bu çığlık. Anla işte, sana kulu Yâkub’un
sızısını aşılıyor Rabbin. Kulunun arayışını önemsiyor ki, sözünü
kendi sözü yapıyor: “Yâ esefâ alâ Yûsufâ.”
Yâkub’un Yûsuf’u arayışını duyuruyor sana.”Ey esefim, ey
Yûsuf’um!” çığlığı yüreğine değsin istiyor. Kulunun arayışını duymanı
önemsiyor, onun hasretini koyuyor ağzına:”Yâ esefâ alâ Yûsufâ.”
Yûsuf sana buranın da derin bir uyku hâlinde görülen bir rüya
olduğunu fısıldıyor; o hâlde bu dünya içinde yaşanılanlar da rüya
içinde kalmalı. Yaşadıklarımızı sır gibi yaşayıp başkalarının
kınamasına malzeme yapmamalı. Ağyarın diline düşürmemeli
sınamalarımızı. Ne kazananlar ne kaybedenler orada burada ilan
edilmemeli. Adımız ve imtihanlarımız Rabbimizle bizim aramızda.
Alınanlar ve verilenler, kırılanlar ve dökülenler aramızda kalmalı.
Rüya rüyada yaşanmalı.
Herkes “Allah” der ama herkes o sesin içine aynı anlamı koyamaz.
“Allah” kelimesinin içine kim hangi anlamı doldurur bilinmez ki...
“Allah” var “Allah” var; öyle değil mi? Demek ki ömür dediğin, “senin
bildiğin Allah”ı, “Yâkub’un bildiği Allah”a eşitlemek üzere geçer.
Eşitleyemezsin belki ama farkı kapattıkça, başka herkesten yüz
çevirip tükenmişliğini ve hüznünü sadece kendisine arz edeceğin
Allah’a yaklaşırsın.[74]
[Dedi ki Yâkub:] “Ey oğullarım, gidin ve Yûsuf ile kardeşi hakkında bir
haber almaya çalışın; Allah’ın ‘revh’inden ümit kesmeyin.”
Böylece başlıyor kardeşlerin ‘dönüş’ü. Hatadan itiraf etmeye dönüş.
Kusurdan pişman olmaya dönüş. Günahtan tövbeye dönüş. “Onların
bildiği Allah” belki dönüşlerini beklemiyor. “Yâkub’un bildiği Allah,”
“Yâkub’un bildiği kadar bilemediğin Allah,” “Yâkub’un üzerinden
kendini sana bildiren Allah” her daim yolunu gözlüyor, dönüşünü
bekliyor. Hatalı da olsan O’na giden bir “rah” var. Günahkâr da olsan
O’ndan sana gelen hoş kokulu selâm var. Mahcub olmuşsan, O’nun
tarafında seni üzmeyen, başına kakmayan, sonsuz anlayışlı,
kusurunu saklayan, hiç olmamış sayan “rahmet” var. Ümit kesme
Allah’ın “reyhan”ından. Sana üflediği “ruh”, O’ndan sana esen
bağışlayıcı rahiyadır; durma yola çık. Sana anlattığı Yûsuf kıssası,
sana müjdelediği “Yûsuf kokusu”dur; al eline af gömleğini, gözlerini
aç. Rüzgâra bırak kendini. Aç istiğfar kanatlarını.
[74] Yûsuf Kıssası’nın başından beri ince teması olarak devam eden
‘gıybetten uzaklaşma’ya zarif bir çağrı vardır bu ayette. “İyi ama
bana yaptıklarını, içimde tutayım da, kimseye anlatmayayım mı?
Yoksa içim yanacak!” diye yapılan savunmaya cevap verir ayet:
“Eğer Allah’ı Yâkub’un bildiğince bilirsen, pes ettiğinde, için
yandığında, kederlendiğinde en yakının olarak Allah’ı bulursun.
Başkalarına değil Allah’a şikâyet edersin canını yakanları. Böylece
hem gıybet etmek gibi çirkin bir alışkanlıktan taşınırsın hem de her
haksızlık gördüğünde Allah’la yeniden tanışırsın.
Herkes “Allah” der ama herkes o sesin içine aynı anlamı koyamaz.
“Allah” kelimesinin içine kim hangi anlamı doldurur bilinmez ki...
“Allah” var “Allah” var; öyle değil mi? Demek ki ömür dediğin, “senin
bildiğin Allah”ı, “Yâkub’un bildiği Allah”a eşitlemek üzere geçer.
Eşitleyemezsin belki ama farkı kapattıkça, başka herkesten yüz
çevirip tükenmişliğini ve hüznünü sadece kendisine arz edeceğin
Allah’a yaklaşırsın.[74]
Hep böyle etmez mi Rabbin sana; kurtarıcı diye görev verir sana,
ama aslında sen kendini kurtarasın diyedir bu. Yetime öksüze sahip
çıkmanı isterken, muhtacı ve mülteciyi gözetmeni beklerken, aslında
senin yetimliğine sahip çıkar, sana yurt yuva sunar. Hacer gibisin
dünyanın Safâ-Merve’sinde, İsmail’i kurtarayım diye çırpınırken,
İsmail’e bulduğun zemzem, seni kurtarır, seni suya kandırır.
Nezakete bak ki, “cahillikle ettiniz” diyor. Aslında sen özünden böyle
etmek istemezdin, ama cahilliğin yaptırdı bunu sana. Senin
cevherinden kaynaklanmıyor bu hata; sana rağmen oldu, anlasana.
Memnun değilsin ettiğinden; çünkü yazıklanıyorsun, âh ediyorsun,
ağlıyorsun, utanıyorsun, “Yâ esefâ...” diye diye yanıyorsun, itiraz
ediyorsun ettiğine. Belli ki, düştüğün yerden kalkmak istiyorsun.
Elinin ettiğine kalbin razı değil. Dilinle ettiğinden kalbin rahatsız.
Hiç yokken gördü seni Allah; ihsan etti. Ki, ihsan “görülmeyen”i
görmektir. Şimdi de senin O’na ihsan etmeni umuyor. Kimselerin
görmediği Allah’ı gör şimdi. Kimselerin öncelemediği Allah rızasını
öncele. Allah’ı gör ki, “muhsin”lerden olasın. Allah yokmuş gibi
yapmayasın. Allah işitmiyormuş gibi konuşmayasın. Allah
görmüyormuş gibi davranmayasın.
Unutma ki, sana Allah’ı unutturan her yüz bir rüyadır. Gördüğüne
kanma. Unutma ki, seni Allah’tan uzaklaştıran her güzellik rüyadır.
Aslını gör o güzelliğin; zahire takılma, rüyaya aldanma. Allah, Allah’ı
görerek yaşayan uyanıkların, yani muhsinlerin hakkını zayi etmez.
Varlığın perde ardında Allah’ı görmek, en büyük kârdır sana.
[Kardeşler]: “Doğruya doğru, vallahi, Allah seni bize üstün kılmış, biz
ise hataya batıp gitmişiz.”
[Yûsuf]: Bugün size kınama yok; Allah sizi bağışlasın, O’dur
merhametlilerin en merhametlisi.
Bir daha hatırla. Âlemlerin Rabbi sık sık kulunun sözünü kendi sözü
yapar. Kendi sözünün içine kul sözleri katar. Çok yerde İbrahim’in
[a.s.] sözünü kendi sözü eyler mesela: “Batan şeyleri sevmem!”
Nuh’un [a.s.] sözünü kelamı arasına alır. Kâh Yâkub’un ağzından
konuşur, kâh Yûsuf’ça hitap eder. Lokman’ın oğluna babacan
konuşmasını seslendirdiği de olur, Yunus’un ateşli yakarışıyla da,
Eyyûb’un mahzun çığlığıyla da ağız birliği eder. Niye ama?
Kur’ân’da kulların ağzından gelen her söz, bir kul olarak hepimizin
ağzına gelesidir. Sanki o sözler Kur’ân’ın göğünde bulutlar gibi
bekleşmektedir, ihtiyaç olduğunda taze damlalar gibi dokunacaktır
yüreklere. Kur’ân’ın zikrettiği her hâl, canlandırdığı her diyalog gün
gelip bize değecektir, bizim gerçeğimiz, bizim taze yağmurumuz
olacaktır. Mavi göğümüz olup kuşatacaktır bizi de.
Çıkış yok Yûsuf 91-92 arasından. İyi ki yok. Tüm özgürlükler burada.
Omuzlarını çökerten yüklerin hepsini bu arada çözüp yere
bırakıyorsun. Ayağına pranga vuran pasların cümlesi bu arada
eriyor. Kin ve nefreti bu arada nefesleniyorsun ve kalbinden silmeye
karar veriyorsun. Küskünlüğü ve dargınlığı, uzaklıkları ve
soğuklukları bu(a)rada tüketiyorsun. Kalbinin kanatlarına sonsuz bir
gök aralıyor iki söz arası.
[Kardeşler]: “Doğruya doğru, vallahi, Allah seni bize üstün kılmış, biz
ise hataya batıp gitmişiz.”
Gün gelecek, seni senden iyi bilen, seni senden önce tanıyan
Rabbinin haber verdiği bu diyaloğun içinde bulacaksın kendini. Senin
duygularının nereye doğru aktığını gören Rabb-i Rahîm, sözlerinin
bu kavşağa uğrayacağını bilir elbet. Önünde sonunda döneceğin yer
bu iki sözün arası. Ömürlerin cümlesi bu iki söz arasında tüketilir.
Hem kuyuya atansın hem kuyuya atılansın sen. Kuyuya atan
kardeşler ile kuyuya atılan Yûsuf’un paylaştığı o sahnede yerini
alacaksın. Ya Yûsuf’a yanlışlık yapan “kardeşler”in rolünde
olacaksın. Mahcup, pişman ve özür dileyici. Ya da kardeşlerince
kendisine yanlışlık yapılan Yûsuf rolünü alacaksın. Sabırlı, ümitli ve
affedici.
Sana yanlışlık yapandan, “Allah seni bize üstün kılmış, biz ise hataya
batıp gitmişiz” pişmanlığını duymak için bekliyorsun. Yanlışlık
yaptığın kardeşine de “Allah seni bana üstün kılmış ben ise hataya
batmış gitmişim” sözünü diyen olmak için fırsat kolluyorsun. Söz,
seslendirilmek üzere seni bekliyor: O sözün ya duyanı ya diyeni
olasın diye. Diyeni olmak için benlik kabuğunu kırmış olman gerek.
Duyanı olmak için gururun pasını silmen gerek. Sözler, senin
hatadan dönüşünle ayağa kalkacak, senin özür dilemenle ete
kemiğe bürünecek, senin sesinle dirilecek, senin nefesinde tazelenip
yaşayacak. Senin de özür dileyeceğin bir Yûsuf’un varsa, “Doğruya
doğru, vallahi Allah seni bize üstün kılmış...” ayetinin anlamı yeniden
d/okunacak sana. Senden özür dileyen kardeşlerin de senin
ağzından “Bugün size kınama yok...” sözünün anlamını serin bir
pınar gibi içecekler. Senin yüreğinin kıvrımlarında ses bulan ayetin
tesellisini yüreklerine taze bir nesim edecekler. Kardeşine kuyu
kazanların yakıcı pişmanlığı ayete tutunarak ayağa kalkacak.
Sonsuz müşfik bir kabullenmenin içinde kendine yer bulacak, eşsiz
bir ümit olacak. Kardeşlerince kuyuya atılanların sabır serinliği ayetin
yatağında yeniden akacak. Sonsuz bir anlayışın vahasına inecek,
tatlı bir teselli olup gönüllere akacak.
“Doğruya doğru; Allah seni bize üstün kılmış, biz ise hataya batıp
gitmişiz” sözünün duyanı olduğunda Yûsuf gibi, sana da Yûsuf gibi
şu sözün diyeni olmak düşer: “Bugün size kınama yok...” “Doğruya
doğru; Allah seni bize üstün kılmış, biz ise hataya batıp gitmişiz”
sözünün diyeni sen olsaydın, cahillikle kötülük yaptığın kardeşinden
de Yûsuf’ça “Bugün size kınama yok...” sözünü duyan olmak
isterdin. Kardeşinin sana, senin kardeşine kapattığın kapıları açıyor
ayetler. Kardeşinin ve senin suskunluğa hapsettiği sızılara ses
veriyor ayetler. Suskunluk toprağı altında bekleyen pişmanlık
tohumlarını çatlatıyorlar: “Doğruya doğru...” Filizleniyor nedametler:
“Allah seni bize üstün kılmış...” İçten özürlerin tomurcukları patlıyor
dal uçlarında: “... ben ise hataya batıp gitmişim.” Sonra, kendi
göğünü arıyor mahcubiyet ağacı, yapraklarına sözün sıcacık güneşi
değsin istiyor: “Bugün sana kınama yok...” Ayrılık ufkunda
kaybolmuşsa da sönmüş değildir merhamet güneşi. Duru mavi bir
mağfiret göğünün ortasından uzatır başını: “Allah bağışlasın seni;
O’dur merhametliler merhametlisi...”
Seni kuyuya atan kardeşlerinden bir gün sana “Allah seni bize üstün
kılmış...” sözünü duyan olmayı hak etmen de gerekir. Bunun bedeli
sabırlı bir suskunluktur: Sana yanlışlık yapan kardeşlerini, onların
olmadığı yerde, duymadığı köşelerde hoşlanmayacakları sözlerle
anmaman gerekir. Yoksa sana yapılan kötülüğün dedikodusunu
yaparak, o kötülükten daha fazlasını yapmış olursun. Günahın
gıybeti günahın kendisinden de günahtır. “Bugün seni kınama yok...”
sözünü duymayı hak etmek için susman, susman ve susman gerek.
Bedelini hayatınla ödersen, en sonunda çaresizliğine çare olur ayet:
“Bugün seni kınama yok, bağışladı Allah seni...”
Ne garip, iftira gıybetten daha ağır bir suç olduğu hâlde, gıybetin
özrü iftiranınkinden daha zor. Kardeşin hakkında söylediğin yalan
olsaydı, zaten üzerine alınmayacaktı. Böylece onu utandırmaktan
korkmazdın, onu utandırdığın için utanmak zorunda kalmazdın.
Kendi utancın tek taraflı bir perde olarak kalırdı arada. Ancak gıybete
konu edilen nahoş gerçek ortaya döküldüğünde, her iki tarafı birden
utandırır. Utanmalar karşılıklı aynalarda çoğalır. Hakkında gerçeği
konuştuğun birinin yüzüne bakmaya utanırsın. Onu da yüzüne
bakmaya utandırırsın. İki taraflı bir perde örülür aranızda. Birbirinizi
kalın perdeler arkasına itersiniz, “Yâ esefâ...”
Peki ya itiraf etmezsen ne olur gıybetini? İtiraf etmezsen,
kendisinden sürekli sakladığın bir sır olduğu için kardeşinle ilişkin
asla açık ve içten olamaz. Kardeşinin sana her iltifatında utanırsın,
kardeşine iltifatın sana sahte gelir, yine utanırsın. Utandığın için
ilişkiniz bir türlü içtenlik kazanamaz. Sadece senin bildiğin, senin
yaptığın hata yüzünden aranıza engeller dikilir. Hata senindir, ama
cezasını kardeşine çektirirsin. Sürekli saklanırsın kardeşinden.
Çünkü kardeşinin yüzü ettiğin çirkinliğe ayna olur. İçinin
kokuşmuşluğunu açığa çıkarır yüzü. Kaçarsın kardeşinden.
Kardeşine kendi kötülüğün yüzünden yeni kötülükler yaparsın.
Aranızdaki soğukluk hep kalır. Görüşmeleriniz giderek buzlanır.
Vicdan azabın yüzünden, kardeşin sana yakın olmak istediği hâlde
sen onu kendinden uzak tutarsın. Kuyuya itmişsindir bir kere. Ne sen
çıkartabilirsin artık, ne kendisi çıkabilir. Niye yaptın bunu? “Baba[m]ın
teveccühü yalnız [bana] kalsın!” diye. Gıybetinle kardeşini
başkalarının gözünde itibarsızlaştırırken kendine itibar devşirirsin.
Hak etmediğin teveccühleri kazanmaya yeltenirsin. Ama hak ettiğin
teveccühleri bile yitirirsin. “Yâ esefâ...”
Senin bildiğin gibi olsa Allah, yola koymazdı seni yine de. Gözdesi
etmezdi seni isyanlarına rağmen. Belki en başından ümit keserdi de,
hiç var etmezdi seni. Kimselerin arayıp sormadığı seni en başından
yoklukta bırakırdı. Arayıp sormazdı yokluğunda seni. “Ne hâlin varsa
gör!” diyenlerden olup düştüğün düşte “unuturdu” seni. Düştüğünde
yüreğinden tutmazdı.
Farkına varmadığın ama var olan çok şey var. Ama sen sırf farkına
varmadığın için onlarsız düşünüyor ve onlar yokmuş gibi
davranıyorsun. Onların varlığı düşüncelerini ve eylemlerini
etkilemiyor, çünkü onlar senin için yok. Farkına varamadıklarını yok
bildiğin için, farkına varamadıklarını dışarıda bırakan kendi
farkındalık alanında pek rahatsın, dilediğin gibi düşünüyor, dilediğini
dilediğin biçimde kanıtlıyor, sık sık haklı çıkıyor, seni haksız görenleri
“Ben dememiş miydim?” benzeri uyanıklık ifadeleriyle haşlıyorsun.
Seni uyandırmak isteyenler ise farkına varamadığın şeylerin farkında
ama bunları sana fark ettiremiyor ya da fark etme yeteneğinin ve
niyetinin olmadığını acıyla görerek susuyor. Tıpkı, uyuyan birinin
başını bekleyen uyanık biri gibi bekliyor farkındalığının yanı başında.
Uyurken rüya gördüğünü de fark ediyor, yüz şeklinin rüyana göre sık
sık değiştiğini, kâbus görüp bağırdığını duyuyor, yüzünün gerildiğini,
vücudunun kasıldığını görüyor, ama belki sadece tebessüm ediyor.
Nasılsa uyanacağını, uyanınca gördüğünün sadece rüya olduğunu
fark edeceğini biliyor. Ama sen gördüğün rüyanın içinde, rüyanı
saran asıl gerçekliğin farkına varamadan kıvranıp duruyorsun.
Gördüğünün rüya olduğunu göremiyorsun. Gördüğünden fazlasını
göreceğini göremiyorsun. Gördüğünü gördüğünden ibaret biliyorsun.
Senin gerçeğin rüyadan fazlası değil. Ama uyanık olan, senin
uykuda olduğunu görüyor, senin rüya gördüğünü görüyor, senin
rüyadan uyanacağını görüyor, senin rüyadan uyanınca “kötü bir
rüya” gördüğünü söyleyeceğini biliyor. Senin farkında olmadıklarının
farkında olan kişi, senin farkında olmadıklarının farkında olmaman
nedeniyle kendine göre bir gerçeğinin olduğunun farkındadır.
Yûsuf rüyalarının yanı başında işte böyle bir “uyanık” bekler: Yâkub.
Yâkub’un durduğu yerden bakarsan olan bitene, olan bitenin aslını
bilenin, olayların altında yatan gerçeği yorumlayanın Yâkub’un
olduğunu fark edersin.
Kötü bir işi güzel gören hep rüyadadır. Rüyada kalacaktır. Uyanmayı
unutacaktır. Sabırla bekleyen ise yalnız Allah’tır.
Hakka dayalı bu sabır yüzünden, kıssa boyunca olup biten her şeyi
bir Yâkub [a.s.] suskunluğu ve bekleyişi kuşatır. Örneğin; en
başında, ne oğullarına bir uyarı yapar ne de Yûsuf’u [a.s.] aramaya
kalkmak gibi bir eylemde bulunur. “Sabr-ı cemîl”le, “güzelce bir
sabır”la susar ve bekler. Sabredemeyenlerin göremediği güzellikleri
gören birinin sabrıyla susar. Sabredemeyenlerin hiç ummadığı
hayırları uman birinin bekleyişiyle bekler. Uyuyanların uyanmasını
bekleyen uyanıkların yaptığını yapar. Susar ve bekler. Farkına
varamadıklarının farkına varamayanların, farkına varamadıkları için
farkına varamamanın düşüncelerini ve eylemlerini nasıl
biçimlendirdiğinin farkına varana kadar bunları değiştirmek için bir
şey yapmayacağının farkında olarak, bir şey yapmaz, bir şey
söylemez. Bekler, susar.
Kaldı ki, semâlarda ve arzda nice ayetler, işaretler var ki, onlar
[üzerinde düşünmeden] sırtlarını çevirerek yanlarından geçip
gidiyorlar!
Allah’a iman etmek, sadece Allah’ı ‘fail’ bilmektir. Olan her şey,
gerçekleşen her eylem Allah’ın eseridir. Senin ettiğin sadece tercihtir;
tercihin yüzünden özne oluyorsun; eylemi icra ettiğin için değil.
Başka kimseleri ‘fail’ sanmak, uykusunu uyanıklık sanmaktır.
Gerçeğin yerine rüya koymaktır. Bu rüya, aciz yaratılmışları, şuursuz
sebepleri de ‘özne’ sayacakları bir aldanış tuzağıdır. Böyle görüyor
olmaları, öyle oluyor sanmalarını sonuç verdi. Oysa uyanmaları için
gökleri ve yeri de nice ‘uyaran’la donattı Allah.
Şimdi sen ey uyku sırası gelen, ey dünya rüyası gören, her şeyin
birbirine eşitlendiği gerçeğin belgelerini gözlerinle görürken,
eşitsizliklerin sivriltildiği bu rüyanın rüya olduğunu inkâr ediyorsun.
Doğrusu, en derin rüya kendisinin gerçek olduğuna inandıranıdır. En
tehlikeli rüya, uyanmayı unuttuğun rüyadır.
Denizin mavi gecesinde uykuya dalan sedef, beyaz parlak bir rüya
görür. Kıyıyı bekleyen insan ise uykuya dalmış sedefin rüyasını ‘inci’
diye yorar. Deniz gecesinin kıyısında gündüzü bekleyen insanın
uyanıklığı olmasaydı, inci kimsenin rüyası olmaz, kimse inci rüyası
anlatamazdı.
‘En güzel’ rüya olman için rüyadan uyanman gerek. Rüyada kalan
rüya yorumlanmaz. Rüyasına kanan, rüyadan kâr çıkarmaz.
Sadefinde uyuyakalan inci, inci sayılmaz. Öldüğünde hayra
yorumlanası bir rüya diye gör ömrünü. Gördüğün en güzel rüya, rüya
diye görüldüğüne değsin.