You are on page 1of 326

ALICIA THOM PSON

A ni SU Ç bu k iu b ı
o k u m o m a k tır!’’
L —Alİ HoieİMÛMİ,
A}k H ip o itıin ın
* «Kİ MTİUM A m

Edebiyat alanında doktora yapan PHOBBB WALBHt gerçekten yaşanmış


suçları araştırmaya takıntılıdır. Hatta tutkusu o kadar büyüktür ki doktora
tezi için bu konuyu seçer. Ancak babasının ölüm haberini alınca, Florida’ya
gitmesi ve yazı orada geçirmesi gerekir. Travmalarla dolu eski evlerini
temizlerken, neredeyse hiç ilişki kuramadığı babası hakkındaki karmaşık
duygularıyla başa çıkmak zorunda kalır.

Fakat yeni komşusu BAM PENNINGB’in bir seri katil olduğuna dair
şüpheleri -gündüzleri sıradan iş kıyafetleri içinde masumca dolaşan adamın
geceleri bir şeyler karıştırdığı gözünden kaçmamıştır- işini tahmin ettiğinden
daha da zor hale getirir. Sam’i tanıdıkça fark eder ki asıl korkması gereken,
adamın seri katil olması değildir. Zira Sam, genç kadının kalbinin etrafına
sardığı kalın zırhı delip geçmek üzeredir.

'Bağımlılık yapan bir aşk romanı. Mükemmel ve alaycı mizahı, sevimli karakterleri
ve pek çok kalp burkan anıyla bu kitap baştan sona tam bir kusursuzluk örneği.
Phoebe ve Sam'in favori kurgusal çiftler listemde kalıcı bir yeri var."
-u m ı im mlomoh , \ oO)
■j—
m YORK T İM İ* Ç O M İT İH Y tZ iRI ^ CCD
OU
*0i-Xr
i^
C~. T jU lO l

9786256947351
MASAL fv
I PEREST nora
nemesiskltap.com o neme«l*Hap | noro | maıalperest 9 786256 947351
SOtİKATllUB
GÖIGCSİM AŞK
BİR

ÖRÜNÜŞE BAKILIRSA, VİKTORYEN tarzdaki doksan


G kiloluk çalışma masaları bir insanın tek başına kaldırabil­
mesi amacıyla tasarlanmamıştı. Neyse ki en azından, tıknaz bir
adam figürüyle mobilya kurulum unun anlatıldığı IKEA kullan­
ma kılavuzlarındaki gibi anlaşılması imkânsız talimatları ya da
denememenizi söyleyen bir uyarı yoktu.
Geriye doğru bir adım atıp arabam ın tepesindeki masaya
baktım. Kuzey Carolina’d aki eski ev sahibimin arabaya bağla­
mama yardımcı olduğu bu devasa şey, yanımda getirdiğim tek
mobilyaydı. Ve Florida’ya gelirken dinlenme tesislerinde kısaca
soluklanmak ve Starke’ta Taco Belle uğramak dışında hiç mola
vermememin sebebi de bu masaydı.
Eğer kayışları açarsam direkt aşağı kayması ihtimali büyüktü.
Onu yakalamaya çalıştığımı ama beceremeyip tıpkı piyanonun
altında tost olan bir çizgi film karakteri gibi göründüğüm ü ha­
yal ettim. Gerçi bedenimle destek olarak yavaşça yere indirm e

9
şansım da vardı. Sonra da paytak adım larla eve sürüklem eye
çalışırdım.
Arkamı dönüp ocak ayında vefat eden babam ın eski evine
baktım. Altı aydır boş olan ev, teknik olarak artık bana ve erkek
kardeşime aitti ama on üç yaşımdayken buradan ayrıldığım dan
beri kendimi hiç buraya ait hissetm emiştim . H atta belki de bu
his çok daha önce baş göstermişti.
Telefonum, saatin sabahın ikisi olduğunu gösteriyordu ama
kardeşim Conner hâlâ uyanık olabilirdi. K üçüklüğünden beri
bilgisayar oyunu bağımlısıydı ve seviye atlam ak ya da rekor kır­
m ak için saatler boyu ekran başında oturduğunu bilirdim . Gerçi
bu, Shani’yle aynı evde yaşamaya ve üniversiteden sonra çağn
merkezinde çalışmaya başlayana dek sürm üştü. H er neyse, za­
ten uyanık olduğundan emin olsam bile aptal bir m asayı taşım ak
için onu yardıma çağıracak değildim.
C onner ile o kadar yakın değildik. Birlikte büyüm em iştik;
ebeveynlerimiz boşanmaya karar verdiğinde ben annem le gider­
ken, o babamla kalmayı tercih etmişti. Ayrıca yaş farkım ız da
büyüktü. Ben otuzdum , o yirm i üç. Gerçi zıt kutuplar olm am ı­
zın tek açıklaması yaşlarımız sayılmazdı. O iyimser ve neşeliydi,
bense soğuk ve şüpheci biriydim. Bayramlarda ya da bazı hafta
sonlarında bir araya gelmiştik tabii ki am a şu anda bile onu d ü ­
şündüğüm de gözüm ün önünde, kâseye ketçap doldurup kaşık
kaşık yiyen altı yaşındaki hali canlanıyordu.
Telefonumu çıkarıp arama kutucuğuna, “Ağır mobilyalar tek
başına nasıl taşınır?' yazdım ve sonuçları gözden geçirdim. Nakliye
şirketlerinin reklamlarıyla kayışlar, tekerlekli çekiciler ve bende ol­
mayan diğer ekipmanlarla eşya taşımayı anlatan yazıları geçtim.
Böyle bir işe tek başına kalkışmamayı öğütleyen iki yazıyı bi­
tirm iştim ki arkamdan, “Yardıma ihtiyacın var m ı?Mdiye bir ses

10
geldi. Küçük bir çığlıkla yerimden sıçradım. Telefonum elimden
uçup dehşet verici bir çatırtıyla kaldırıma çarptı.
Arkamı döndüğüm de hiç tanımadığım biriyle karşı karşıya
geldim. Birdenbire ortaya çıkmıştı ve kaldırımda, benimle arası­
na mesafe koymuş şekilde dikiliyordu. Koyu renk, dağınık saç­
ları vardı ve yakasında kocaman bir delik olan bir tişörtle kot
pantolon giymişti. Kafamı eğdiğimde ayaklarının çıplak olduğu­
nu gördüm.
Hem benimle konuştuğu hem de sokağın ortasında yalınayak
durduğu için, “Bu ne şimdi?” dedim kendi kendime.
Asıl korkan oymuş gibi bir adım gerileyip ellerini ceplerine
soktu. “Yardım gerekiyormuş gibiydi ve...”
“Gerekmiyor,” diye tersledim. Telefonumu almak için eğildim
ve ekranının tam am en çatladığını fark ettim. Harika. Ayrıca ağır
mobilyaları kendi başınıza nasıl taşıyacağınızla ilgili aramamın
sonuçları da örüm cek ağı misali çatlakların arasından göz kır­
pıyordu. Aklımdan, yabancıyı buraya bu aram anın çektiği, hatta
belki de banliyödeki yardıma m uhtaç kadınlara yaklaşmak iste­
yen ürkütücü adamlara bu yolla bir sinyal gittiği gibi aşırı m an­
tıksız bir düşünce geçti.
Ve bu adam artık nerede yaşadığımı biliyordu. Arabama atla­
mak, yerel bir benzin istasyonuna gitmek ve otoparkta oturup bir
bölüm podcast dinledikten sonra bloku birkaç kez turlayıp eve geri
dönmek istedim. Gerçi beni en başmda bu kadar paranoyak yapan
şey bu podcast'lerdi zaten. Beynimin bir tarafı mantıklı düşünme­
ye çalışırken diğer tarafı çığlıklar atıyor, eski Evanescence fanı go­
tik podcast yayıncılarının bir gün konuşmaya giriş için tam olarak
bu senaryoyu kullanabileceklerini söylüyordu.
Kendimi tutamadan, “Burası benim evim değil,” deyiverdim.
Adam gözlerini kırpıştırdı; kafasının karıştığı belliydi. Aptal
çıplak ayaklarıyla karşımda öylece durmaya devam ediyordu ve

11
saniyeler geçtikçe daha zararsız görünüyordu. Benden sadece
birkaç santim uzundu. Ve muhtemelen daha hafifti; ben kıvrım lı
bir vücuda sahiptim, o ise sırım gibiydi.
Ama bunun gibi adamlar, karşılarındaki kişinin savunm a
duvarlarını tam olarak bu şekilde, zararsız ve yardım sever gÖrÜ-
nerek yıkmıyor muydu? Mesela seri katil Zodiac’ın stili, insan*
lara araba tekerleklerinin yalpaladığını söyleyip “tam ir etmeyi*
teklif ederek yaklaşmak, sonra arabayı sabote edip onları rehin
almaktı. Ted Bundy ise avlarına, sahte alçı takıp kendini çare­
siz göstererek ve aracına bir şeyler taşım ak için yardım isteyerek
yaklaşmıştı.
Siktir et! Rehin alınma riskine girm ektense kaba görünm eyi
yeğlerdim.
Yabancı, masayı işaret ederek, “Ağır görünüyor,” dedi.
O n saat aralıksız araba kullanm ak beynim in yanm asına ne­
den olmuş olmalıydı; çünkü bu sözleri alaycı bir nefes vererek,
sonra da kahkahalara boğularak karşıladım. Kom ik bir sahneydi.
Kendimi sabahın ikisinde, pek de sevdiğimi söyleyemeyeceğim
bir evin önünde, bir yabancıyla çok heceli sözcükler içerm eyen
bir konuşma yaparken bulm uştum ve C am ry m in tepesine bağ­
lanmış masam tepem izde kâbus gibi dikiliyordu. Ü stüne üstlük
kahve lekeli pijama akımlaydım. Eve gelir gelmez yatağa atlaya­
bilmek için böyle giyinmeyi seçmiştim am a ne yazık ki karton
bardağın doğru tarafından içme konusundaki şaşırtıcı becerik­
sizliğimi hesaba katmamıştım.
“Dostum,” dedim. “Bu m asa gözünü korkuttuysa bir de biber
gazı tabancam la tanışm aksın. Eğer geri basm azsan beş saniye
içinde bu tanışm a gerçekleşecek.”

12
Başka bir şey söyleyecekmiş gibi bir an bana baktı. Belki de
The Gift o f Fear kitabını tekrar okuma vaktim gelmişti; zira m i­
demde kanat çırpan kelebeklerin sebebinin endişe değil beklenti
olduğunun farkına varmıştım. Adamın ifadesinde zırhımı delip
geçen sessiz bir dikkat vardı ve bana baktığında ne gördüğünü
merak ediyordum.
Ama bunun yerine tekrar arabama döndüm ve yapmaya ça­
lıştığım şeyin tam tersi olmasına rağmen masayı bağlayan kayış­
lardan birini sıkıyormuş gibi yaptım. Bir dakika sonra omzumun
üzerinden baktığımda adam geldiği gibi sinsice yok olmuştu.
Alnımı arabanın metaline yaslarken masanm ayağını kavra­
yan parmaklarım gevşedi. Çok yorgundum. Binlerinin masamı
çalmakla ilgileneceğini ya da bu gece yağmur yağacağını hiç san­
mıyordum. İçeri girip yatmak, bu sorunu sabaha bırakmakydım.
İyice dinlenmiş, yeterk kafein almış halim bir çözüm yolu bulurdu.
Sırt çantamı yolcu tarafından aldım, arka koltuktaki büyük
silindir vakzimi yüklendim ve arabayı kilitledim. Babamın m a­
hallesi eskiydi ve karanlığa bakılırsa, sokak lambalarının bakı­
mına özen gösterilmesi gibi ev sahipleri birliği kurallarını çiğ­
neyip geçiyordu. Etrafa son bir kez göz gezdirdim. Sol taraftaki
komşunun garaj yolunda yatan bir kedi, kafasını hafifçe kaldırıp
bana baktı. Sağ taraftaki evin pencerelerinden biri hâlâ aydınlık­
tı. Yalnız olduğumdan emin olduktan sonra babamın evinin ön
kapısına ilerledim.
İçeri adım attığımda fark ettiğim ilk şey koku oldu. Sanki
banyo zemininde çok uzun süre bırakılmış bir havlunun neden
olduğu bir küf kokusu vardı. Alttan alttan da aynı havluya cam
silme sıvısı sıkılmış gibi bir antiseptik kokusu geliyordu. Conner,
haftada bir kez temizlik için buraya uğradığmı söylerken bunu
kastetmiş olmalıydı.
İçgüdülere güvenerek şiddetten korunm anın yollarını anlatan b ir kitap.
(ç.n.)

13
Fakat ev kesinlikle temiz görünm üyordu. Bu tam am en
C onner’ın hatası değildi, biliyordum. Babam gereksiz eşya top­
lamaya bayılırdı. Bu alışkanlığı, onu bir televizyon program ına
konu edecek kadar abartılı değildi ama küçük çaplı istlfçilerle
ölesiye kapışabilirdi. İçeri girdiğimde ayak başparm ağım ı dergi­
ler ve postalarla dolu plastik bir sepete çarptım , hem en ardından
da bir çalı süpürgesini yere düşürdüm . Süpürge örüm cek ağla­
rıyla kaplı olduğuna göre C onner biraz olsun tem izlik yapmıştı.
Çantalarımı oturma odasında bulabildiğim ilk boşluğa bırak­
tım. Babamın odası solumdaydı ama orada uyum am ın im kânı
yoktu. Tamam, orada ölmemişti -m arkette kalp krizi geçirm işti
ve doktorların dediğine göre ölüm ü hızlı o lm u ştu - am a sonuçta
onun odasıydı. Yatağmda yatamazdım.
Yine de içeriyi görmek için kapıyı açtım. Yatağın yanına üst
üste dizilmiş ve yere devrilip sayfaları açılmış bir dergi yığını da
burada vardı. Niçin bu kadar çok dergi topladığını hiç bilm iyor­
dum. Okumayı sevdiğini sanm ıyordum am a kasa yanındaki 100
En İyi Film, D -G ünunü Anm a, Dünyayı Değiştiren Fotoğraflar
gibi sınırlı sayıda basılmış dergilere fazlasıyla düşkündü.
Kapıyı kapattım ve karnım ı doyuracak bir şey bulm a u m u ­
dum olmasa da mutfağa yöneldim. Kilerde, raftan düşüp altı ay
boyunca bir karınca sürüsüne bayram ettirm iş bir şeker to rb a­
sıyla karşılaşacağımdan em indim . Ama buzdolabm ı açtığım da
şaşırtıcı derecede temiz olduğunu gördüm . Ve içinde büyük bir
paket Kit Kat ile yirmi dörtlü M ountain Dew paketi duruyordu.
Gazozların üstüne özensiz harflerle yazılmış bir n o t yapıştırıl­
mıştı: EVE HOŞ GELDİN, PHOEBE! Altında imza yoktu am a
evin anahtarının benden başka sadece bir kişide olduğunu biliyor­
dum. Aynca Mountain Devv’ü, bir keresinde yurt odasm a koym ak
için bir benzin istasyonundan gazozun karton m aketini çalmaya
çalışırken tutuklanacak kadar çok seven tek bir kişi tanıyordum .

14
Kendi k e n d i m e g ü l ü m s e y i p knfamı iki yana sallayarak b u z d o ­
labını k a p a ttım . C o n n c r 'ı n b a n a b ir şeyler b ı r a k m a y ı d ü ş ü n m e ­
si ç ok tatlıydı. Bu rad a özellikle ta tlı kelimesini k u l la n ı y o r d u m ;
ç ü n k ü b irk aç g ü n bu hediyelerle b e sle n ir se m şeker k o m a s ı n a
g ir ec eğ im kesindi. Sa bah y ap ılacak lar listeme alışverişe g i tm e k
de e k le n m işti.

Ama şimdi aşırı bitkindim ve tek istediğim şu kahve leke­


li pijama altından kurtulup kendimi yatağa atmaktı. Babamın,
kardeşimin ya da benim yatağımı atmamış olmasını umdum.
Conner buradan daha üç sene önce, yerel yüksekokuldan üni­
versiteye geçiş yaptığı zaman ayrılmıştı ama odasına baktığımda
yatağının orada olmadığını gördüm. Muhtemelen ya kendi alıp
götürmüştü ya da babam atmıştı. Tabii burada yaşadığma dair
kanıtlar hâlâ duruyordu. Duvarındaki dev Red Dead Redemption
posteri gibi. Bunun dışmda odada sadece bir köşeye itilmiş eski
bir masa, içi boş iki çamaşır sepeti ve kurulumun ortasında öyle­
ce bırakılmış gibi görünen birkaç bilgisayar donanımı vardı.
Bilgisayarı bu şekilde görmek içimde garip bir duygunun
belirmesine yol açtı. Babamı burada çalışırken, C onnera par­
çaların nasıl bir araya getirileceğini anlatırken ve ondan, henüz
açıklayamayacağı bir konuda sorular aldığında tahammülünü

Bildiğim kadarıyla bunu hiç yapmamışlardı. Ama bir an için


babam hayattaymış ve hemen karşımda duruyormuş gibi geldi.
Mikro işlemci çipinin nasıl çalıştığını anlatırken gülümsüyordu.
Sonra C onnera onu dinlemesi, kahrolası sözlerine biraz kulak
vermesi için haykırıp ana kartı duvara fırlatıyordu.
Eski odamın kapısını açmadan önce derin bir nefes aldım.
On beş yaşımda, bir daha hafta sonu ziyaretlerine gelmeyeceği­
mi söylediğimden beri buraya adım atmamıştım. Babam fiziksel
aktiviteden kaçındığı için evde spor odası isteyecek bir tip değil­

15
di. Misafir çağırmaktan da sakınırdı. Bu yüzden kapının ardında
beni neyin beklediğine dair hiçbir fikrim yoktu.
Ama odam aynen bıraktığım gibiydi. Ferforje çerçeveli tek
kişilik yatak, VValmart’tan alınmış mavi-sarı battaniye, siyah bo*
yalı duvarlar ve dergilerden kesip kolaj yaparak her yere astığım
gözler hâlâ duruyordu. Zam anım ın çoğunu, arkadaşlarım la di*
züstü bilgisayarımda sohbet ederek geçirdiğim köşedeki çalış­
ma masası, şifonyerde kuru çiçeklerle dolu vazo ve en sevdiğim
DVD’lerimden oluşan koleksiyonum da yerli yerindeydi. Bir sü­
redir aradığım Heathers DVD’si de burada olmalıydı.
Çamaşır dolabında bir nevresim buldum . Bakımsızlık ve
güve topu kokuyordu ama yatağı kaplayan şeylerden daha iyi
olacağım düşündüğüm için yine de alıp yaydım. Sonra çantaları­
mı odaya taşıdım, yere bıraktım ve hızlıca dişlerimi fırçalayarak
yatmaya hazırlandım.
Işığı kapatmadan önce yaptığım son şey, duvarlardaki kolajla­
rı tek tek sökmek oldu. Am ericas N ext Top M odel yarışm acıları­
nın gözleri tepeden bana bakarken uyursam, T yranın kaşlarım ın
rengini açmaya çalıştığı kâbuslarla boğuşm ak zorunda kalaca­
ğımdan emindim.
Birkaç dakika yattıktan sonra aklıma, yapılacak son bir şey
kaldığı gelince tekrar doğruldum , kom odinin lam basını yaktım
ve tüm tez notlarımı yazdığım günlüğüm ü alm ak için sırt çanta­
m a uzandım.

,
3 Haziran saat yaklaşık 02.00da tu h a f bir adamla kar­
, ,
şılaşma. Beyaz tenli 1.75 boylarında dağınık kahverengi
saçlı ve ha fif pejmürde. Yırtık tişört ve kot pantolon giym iş ,
ayakkabısı yok. Nereden geldiği ve nereye gittiği meçhul.
Muhtemelen gece gezgini.

16
Kalemin arkasını çiğnerken başka ayrıntılar eklemeli miyim
diye düşündüm. Karanlık olduğu için gözlerinin ne renk olduğu­
nu görememiştim ama sesi kalın, hafif pürüzlüydü. Hatta nere­
deyse. .. Yok hayır, bunu yazamazdım. Cesedim evin arkasındaki
ormanda bulunursa ve müfettişler bu defterin adli tıp analizini
yapacak kadar yetkin çıkarsa, anlatıyı karmaşık hale getiren yo­
rumlarım nedeniyle zorlanabilirlerdi. Etkileyici, ikna edici ya da
Tanrı korusun, seksi gibi kelimeler kafalarını karıştırırdı. Defteri
komodinin üzerine koydum ve lambayı söndürüp yattım.

17
İKİ

RTESİ SABAH TELEFONUMUN, robotik bir biplemeyle


başlayan ve çaldıkça nükleer saldırı uyarısına yakın bir şeye
dönüşen sesiyle uyandım. Ekranım ın neden çatlaklarla dolu ol­
duğunu hatırlamam birkaç saniyemi aldı. Gece yaşananların ha­
tırası bir bir dönerken, tek gözüm kapalı halde telefona öylece
bakakaldığım için aramayı kaçırdım.
En büyük çatlağın yeri göz önüne alındığında, arayanın kim
olduğunu anlamak bile güçtü. Ama sonra evin ön kapısı, klişe bir
ritimle tıklatıldı. Hafifçe inledim. Conner. Bu onun kapı çalışıydı.
Her ihtimale karşı, dolaptan eski elektro gitarım ı çıkardım.
Kapıda bir davetsiz misafir varsa enstrüm anı kafasına geçirebi­
lir ya da kendiliğinden kaçmasını sağlamak için “When I Come
Around" şarkısını akortsuz bir şekilde çalabilirdim.
Fakat kapıyı açtığımda karşılaştığım kişi kardeşim oldu.
Yüzünde gülünç derecede büyük bir güneş gözlüğü ve şapşal bir sı­
rıtış vardı. “Selam!” dedi aşırı coşkulu bir şekilde. “Gitar ne alaka?”

18
Enstrümanı kanepenin arkasına dayadım. "Boş ver," dedim,
onu içeri almak için kapıyı daha da açarak. "Eve bayağı geç saatte
vardım, bu yüzden etraf hâlâ darmadağınık."
C onner, “Eh, ben de bir gecede m ucizeler yaratm anı bek­
lem iyordum zaten, Phoebe,” dedi. “Bu arada, şu masa ne,
Tanrı aşkına?”
C onner’ın om zunun üstünden arabama baktım. Ama her iki
yanında dörder adet olmak üzere sekiz bacağı ve bir rafıyla bir
sürü çekmecesi bulunan masam orada değildi. Evin yan tarafı­
na taşınıp garajın üzerindeki saçağın altına yerleştirilmişti. Eğer
ayaklanıp araçtan inerek kendi başına oraya gitmediyse, bunu
yapan tek bir kişi olabilirdi. Gece Gezgini.
(Kaldırım Sapığı? Etkileyici Adam? Yalınayak Kasap? Eh,
um arım sonuncusu gerçek değildi.)
“Bu mahalle çok tuhaf?’ dedim. “İçeri gel.”
Kapıyı Conner’ın arkasından kilitledim ve o oturma odasma
bakarken ben de onu inceledim. Hatırladığımdan daha iriydi.
Acaba egzersiz mi yapıyordu? Küçük kardeşimin spor salonu­
na yazılacak kadar büyümüş olması fikri çok tuhaftı. Ama son­
ra baldırındaki Crash Bandicoot dövmesini gördüm. Ardından,
oyun konsolunun kumandası uzun süre boş bırakılınca yaptığı
gibi kafasını geriye atıp klasik pozuyla bana baktı ve işte o zaman
eski Conner gibi göründü.
Aslında sarılabilirdik. Ama bunun en başta, herhangi bir m u­
habbet açmadan önce doğal olarak gelişmesi gerekirdi. Conner
dönüp bana gülümsedi, ben de kapının yanından babamın der­
gilerinden birini almak için uzandım.
“Bu kadar dergi nereden geldi?” diye sordum. “Babamı do­
landırıp üye falan mı yaptılar?”
Conner omuz silkti. “Bir çoğunu kütüphaneden bedavaya
aldı. İlginç bulduğu makaleleri kesmeyi severdi.”

19
Sayfaları çevirdiğimde gerçekten de birkaç dikdörtgen boşluk
olduğunu gördüm. Makaleler özenle kesilip alınm ıştı am a sırt
kısmı bayağı yıpranmıştı. Dergiyi tekrar kutuya fırlattım .
“Emlakçı kadınla e-postalaştık,” dedim. “Evi tem m uz o rtası­
na hazırlamamızı tavsiye etti. Aileler, çocukların okul vakti gel­
m eden taşınmak isteyeceği için tapuyu o sıralarda devredebilir­
sek harika olurmuş.” Bu, evi temizleyip düzenlem ek için yaklaşık
bir buçuk ayımız olduğu anlam ına geliyordu.
Conner dağınıklığa göz gezdirdi. Bakışları yan sehpanın
üzerine bırakılan eski tabaklardan, odanın ortasındaki çam aşır
yığınlarına ve yassı hale getirilip kanepeyle duvar arasına sıkıştı­
rılmış karton kutulara kaydı. Babamın bu kadar çok işe yaram az
eşyayı, ıvır zıvırı ve çöpü neden biriktirdiğini bilm iyordum ve evi
daha önce düzenlemediği ve hatta babamızla ilgilenm ediği için
Conner a biraz kızmaya başlamıştım. Sonuçta her zam an b en d e n
çok onun babası gibiydi.
Ama kardeşim nihayet bana dönüp kom ik ve abartılı b ir
tiksinme ifadesi takındığında neredeyse gülüm seyecektim .
Neredeyse. Halbuki henüz sabah kahvemi bile içm em iştim .
“Ne diyeceğim,” dedim. “Bana on beş dakika ver. Hızlı bir duş alıp
giyineyim, ardından kahvaltıya gidip bir plan yapalım. O lur m u?”

EVÎN YAKININDAKİ WAFFLE Housea gittik M ekân belki de


uzun zamandır burada olduğu için çok rahatlatıcıydı ve kabin m a ­
salardan birinde, kardeşimin karşısında otururken kendim i on kat
daha huzurlu hissediyordum. İkimiz de her zamanki şeyleri y em e­
yecekmişiz gibi gözlerimizi yağ lekeli menülere dikm iştik
“Ee,” dedim siparişleri verdikten sonra. “Shani nasıl?”

20
C onnerın yüzü aydınlandı. Kız arkadaşını bu kadar çok sev­
mesi cidden mide bulandırıcıydı. Bununla gurur duymuyordum
ama yıldönümlerinin olduğu ayda kardeşimden gelecek sosyal
medya bildirimlerini engelliyordum. O ay boyunca her gün, sev­
gilisiyle ilgili sevdiği bir şeyi yazmayı alışkanlık haline getirmişti.
Güldüğünde burnunun sevimli bir şekilde kırışması. Hintli an­
nesinin masala dosa tarifini pişirmesi. Her zaman C onnerm ya­
nında olması. Liste sonsuza dek uzayıp gidiyordu.
Ama bununla kalmamış, bir de onun için hashtag oluştur­
muştu: #ShaniLove. Ne yaratıcı ama! Beni en çok şoka uğratan
paylaşımıysa, bir beysbol maçındaki beşinci randevularını an­
mak için hazırladığı sosisli sandviçin üzerine hardalla bu has-
htagı yazdığı fotoğraftı. Kim beşinci randevusunda ne yaptığını
hatırlardı ki?
“Çok iyi,” dedi. “Hemşirelik okulunda bir yılı kaldı. Sonra
mezun olacak. Nöroloji bölüm ünde çalışmayı gerçekten sevdi­
ğini ama o bölümde çok fazla iş olmadığını, bu yüzden boş bir
pozisyonu kabul edip oradan devam edeceğini söylüyor.”
Bacağını masanın altında deli gibi sallıyordu. Çocukken de
bir konuda heyecanlandığında bunu yapardı. Anlatmak istediği
daha çok şey olduğunu hissedebiliyordum.
“Peki...” deyip devam etmesi için ona zaman tanıdım. Belki
de Shani mezun olduktan sonra başka bir yere taşınmayı düşü­
nüyorlardı. Ama bunu bana rahatça söylememesi için bir neden
yoktu. Florida’ya sadece babamın evini temizleyip satmak için
gelmiştim. Yani Conner’ın da başka bir şehre taşınması benim
için hiç sorun değildi.
Kahretsin, yoksa Shani hamile miydi? Ama o zaman haya­
tı hiç etkilenmeyecekmiş gibi okulundan ve iş beklentilerinden
bahsetmezdi, değil mi?

21
"Ona evlenme teklif edeceğim!” deyiverdi kardeşim , ceb in ­
den çıkardığı gece mavisi kadife kutuyu açıp bana göstererek.
Göz ucuyla, restorandaki tek m üşterinin gazetesinden başını
kaldırdığını gördüm ve kutuyu kapatm ak için hızla uzandım .
"Tanrım! İnsanlar bana evlenme teklif ettiğini d ü şü n m ed en
önce kaldır şunu.”
“Üzgünüm,” derken yüzüğe son bir kez bakm ak için kutuyu
yine açtı. Sonra da kapatıp cebine geri koydu. “Bunu alm ak için
sanal gerçeklik sistemimi sattım. D ört yüz dolardı am a b en üç
yüz elliye aldım ve bu güzel kutuyu da bedavaya verdiler.”
“Harika,” dedim istediğimden daha zayıf çıkan sesimle.
Kardeşim için mutlu olmadığımdan değildi am a bu h ab er beni
sarsmıştı. Her şey çok hızlı gelişiyor gibiydi. “Beklemen gerektiğini
düşünmüyor musun? Yani... yaşın biraz daha büyüyene kadar?”
Bunu söylerken yüzüm ü buruşturm uştum am a C o n n e r gü-
cenmişe benzemiyordu. “Yoo,” dedi. “O kız kalbim in tam am ın a
sahip. Bunu ona itiraf etm ek için neden bekleyeyim ki?”
Garson kız yiyeceklerimizi getirince C onner h er zam an yap­
tığı gibi pastırmanın aşırı pişmiş olduğu ve neredeyse ken d i b a ­
şına dikilebileceği hakkında söylenmeye başladı. G arson b ir an
gerilip pastırmasmm yenilenm esini isteyip istem ediğini sordu,
sonra onun eti alıp tabağında yürütm eye başladığını görünce
gülmeye başladı. Kardeşim böyle biriydi işte.
Bense az önce söylediklerinde takılı kalm ıştım . Sebebi fev­
ri hareket ettiği için endişe duym am olamazdı. Tam am , henüz
çok gençti ve üniversiteden yeni m ezun olm uştu am a S haniyle
ilişkileri seneler öncesine dayanıyordu. Lise sondayken çıkm aya
başlamışlardı. Ayrıca Shaniyle tanıştığım da onu çok sevm iştim
ve kardeşimle çok mutlu olduğu açıkça belliydi.
O zaman sebep kıskançlık duym am olabilir miydi? Yaşadığım
son ilişkiye ilişki demeye bile dilim varm ıyordu. Lisansüstü b i­

22
rinci sınıftaki bibliyografi dersinden beri beğendiğim bir adamla
birkaç kez yatmıştım sadece. Adam sarı saçları ve güzel yüzüyle
Adonis’i andırıyor ve Beowulf üzerine çalışmalar yapıyordu (ki
bu lanet olası ilk tehlike işaretiydi). Birkaç defa seks isteğiyle beni
arayıp donuk donuk konuşmuş (sanırım bu da ikinci işaret sayı­
labilirdi), sonrasında da tek kelime etmeden iletişimi kesmişti.
Fakat bu olay sadece egomu zedelemişti, kalbimi değil.
Sanırım canım ı yakan şey kardeşimin “kalbimin tamamına sa­
hip” ifadesiydi. Ben hayatım boyunca birilerine ya da bir şeylere
hiç bu kadar büyük bir sevgi duymuş muydum? Bunu istediğimi
söyleyebilir miydim?
“Yum urtanın beyazlarını yiyecek misin?” diye sordu Conner,
çatalını tabağım a doğru uzatarak.
Huysuz tarafım evet demek istiyordu ama kardeşim, sahan­
da yum urtayı sadece kızarmış ekmeğimi sarılara bandırm ak için
sipariş ettiğimi biliyordu. Bu yaptığıma isim bile takm ıştı hatta:
Göz Oym a Sanatı.
Tabağımı ona doğru ittim. “Ben yemeyi bitirene kadar bekle-
seydin bari,” dedim beyazları kesip kendi tabağına kaydırmasını
izlerken.
“Ama o zaman soğur, Pheebs,” dedi kaşlarını oynatarak.
“Eee,” dedim , “Ne zaman evlenme teklif edeceksin?”
“ö n em li olan ne zaman değil, nasıl olacağı,” dedi Conner, yu­
murtayı çiğnerken.
Açıklamasını bekledim, yapmayınca da elimle devam etm esi­
ni işaret ettim. “Eee? Nasıl teklif etmeyi planlıyorsun?”
“Bilmiyorum! Ne zaman olacağına da bu yüzden karar ve­
remedim. Şu viral videolardaki ya da !daha sonra ne olduğuna
inanamayacaksınız’ başlıklarıyla insanları çeken yazılardaki gibi
destansı bir şey olmalı.”

23
Bu tür bir şeyi garanti etm enin en hızlı yolunun, bir şeylerin
destansı bir şekilde ters gitmesi olduğunu düşünüyordum ama
bunu ona söylemedim.
“Evlilik teklifi edeceğin yere giden yola gül yaprakları döşeye*
bilirsin,” diye önerdim.
“Amatörce.”
“Akvaryumdaki dalgıçlardan biri, teklifin yazdığı bir tabela
tutsun.”
Conner bana dertli bir şekilde gülümsedi. “Shani kaplum ba­
ğalardan nefret eder.”
“Gökyüzüne yazdır o zaman.”
“Araştırdım,” dedi. “Çok pahalı.”
Eh, açıkça görülüyordu ki bu benim alanım değildi. H ayatım
boyunca ne evlilik teklifi etm iş ne de almıştım. Yanma bile yak­
laşmamıştım. Ayrıca canım şöyle güzel bir korku seansı isteseydi,
spot ışıklan altında olm aktansa 48 Saat'in en dehşet verici b ö lü ­
m ünü açıp izlemeyi yeğlerdim. “Napaâa Kâbus” adlı b u bölüm de
katil, kurbanın eski ev arkadaşının kocası çıkıyordu ve gerçekler
ortaya çıkmadan önce adam, 48 Saate verdiği rö p o rtajd a k en d i­
ni son derece cana yakın gösteriyordu.
“Bir dakika!” Sonunda C onner’ın dediği şey kafam a d an k
etm işti “Shani kaplumbağalardan nefret m i ediyor? K öpek b a ­
lıkları, denizanalan veya yılan balıklarından değil de k ap lu m b a­
ğalardan mı?”
“Kabuklarının içinde bedenleri yok ya,” dedi kardeşim ,
“Vücutlarının kabuktan ibaret olması onu korkutuyor.”
“Anladım.” Tartışmamız gereken asıl konuya geçm eden önce
gözlerimi kırpıştırarak bu bilgiyi bir kenara attım . “H er neyse, az
önce de bahsettiğim gibi emlakçıyla görüştüm . Evi zam an ın d a
mükem m el hale getirmemizin hiçbir yolu olm adığını, bu y ü z­

24
den etrafı güzelce temizleyip elimizden geldiğince çeki düzen
vermemizi ve piyasa değerinin altında satmaya hazır olm am ı­
zı söyledi. Ayrıca eve fazla para yatırmamaya dikkat etmeliyiz.
Babamın tüm borçlarını ödedikten sonra elimizde pek bir şey
kalmayacak zaten.”
C onner’ın kaşları çatıldı. “Hangi borçlar?”
"Çoğunlukla Evden Alışveriş K analından yapılan alışve­
rişler için kullanılmış gibi görünen bir kredi kartının borçları.”
Duraksadım. “Bir de senin öğrenci kredi ödemelerin.”
“Ah,” dedi Conner. “Doğru.”
Bu konuda bir nebze bile suçluluk ya da utanç duymaması ca­
nımı acıttı. Sonradan öğrenmiştik ki ebeveynlerimiz boşanırken
tam zamanlı velayetini aldıkları çocuğun tüm masraflarını üst­
lenmek konusunda anlaşmışlardı. Ve annemiz benim eğitimim
için bir kuruş bile ödemeyi reddedip on sekiz yaşında olduğumu,
artık kendi kendime yetmeyi öğrenmem gerektiğini söylerken,
babamız Conner’ın lisans eğitimi için kredi belgesinin altına
müşterek imza atmıştı.
“Yeri gelmişken,” dedim, “Sonbaharda tezimin savunmasını
yapabilmek için çalışmalarımı bu yaz bitirmem gerekiyor. Eğer
ertelersem fon kazanmam imkânsız olacak. Senin yeni bir işe
girdiğini biliyorum, bu yüzden her gün gelmeni beklemiyorum.
Ama bana yardım etmek için hafta sonlarını ayırabilirsen çok
mutlu olurum. Tamam mı?”
Conner, “Elbette Dr. Walsh,” dedi. “Tezin ne hakkında?”
Soğuyan kahvemden büyük bir yudum aldım. “Henüz doktor
değilim. Tezim de gerçek suçlarla ilgili.” Konuyla alakalı fazla de­
taya girmek istemediğim zamanlarda yaptığım açıklama genelde
bu oluyordu. “Yazar ve özne ilişkisi, bir kültür olarak seri katille­
re olan hayranlığımız. Bu tarz şeyleri inceliyorum.”

25
“Neşeli konular,” dedi Conner. “ Waffleı bitirecek misin?”
Ağzıma bir lokma daha attım. “Geri bas, dostum. Waffle benim."

DEV YAZI MASAM hakkında ne yapacağım sorusu, eve vardı­


ğımızda yine çirkin yüzünü gösterdi. Hâlâ orada, ön kapının ya­
nındaki yerinde duruyordu. Eh, neyse ki Gece Gezgini işi abartıp
eve izinsiz girmeye falan kalkmamıştı.
O turm a odasında, düzgün bir aile olsaydık piyano yerleşti­
rebileceğimiz mükemmel büyüklükte bir oyuk vardı. Am a ba­
bam oraya eski bir deri koltuk koyup üstünü de bir sürü eşyayla
doldurmayı tercih etmişti. C o n n er’ı, koltuğu o d anın ortasına
çekip masayı da oyuğa yerleştirm e işinde bana yardım etmesi
için ikna ettim.
“Evi doldurm ak yerine...” C onner oflayarak masayı kapıdan
içeri itmeye çalıştı. “Boşaltmamız gerekmiyor m uydu?”
“Şu dünyada sevdiğim tek şey bu tahta parçası,” diye açıkla­
ma yapıyordum ki parm ağım ı masayla duvar arasına sıkıştırıp
tiz bir küfür savurdum. Kızarmış parm ağım a bakarak şimdi nasıl
yazacağım diye kara kara düşünm eye başlarken çok şükür ki acı
hafiflemeye başladı. “Ayrıca çalışm ak için ona ihtiyacım var.”
Ö n kapıyı kapatmak için döndüğüm de kaldırım da ilerleyen
bir adam gördüm. Hayır, öylesine bir adam değildi bu. O adam ­
dı. Gece Gezgini.
Göğüs kafesimden çıkacakmış gibi atan kalbimle eşikte öy­
lece dururken, adam kafasını kaldırıp bana baktı. G ün ışığında
biraz daha düzgün görünüyordu. Haki pantolonla beyaz gömlek
giymiş ve kahverengi saçlarını taramıştı. Ayrıca ayakkabıları da
vardı. Ben ona bakmaya devam ederken adam elini kaldırdı.

26
Kapıyı öyle hızlı kapattım ki eski gitarım alçak, tonsuz bir vı­
zıltıyla titredi.
"Noldu?” diye sordu Conner.
"Onu gördüm,” dedim, jaluziyi açıp dışarı bakmak için pen­
cereye geçerken. "Dün masamı taşıyan adamı.”
"Nasıl yani? Masayı taşıyan biz değil miyiz? Yoksa sende bun­
lardan iki tane mi var?”
"Hayır,” dedim sabırsızca. Dün geceki karşılaşmaya girmek
istemiyordum. “Masa arabamın üstüne bağlanmış durumdaydı.
Onu indirip evin önüne getirmiş.”
Conner, “Ne güzel!” dedi. “İyi bir komşu gibi davranmış.”
“O b ir...” diye başladım ama adamın yan taraftaki garaj yo­
lunda bir kamyonete binip geri geri sokağa çıktığını görünce du­
raksadım. Ah, demek gerçekten de bir komşuydu.
Ama bir şeyden emindim. Adam büyük bir taşkınlık sonrası
tutuklandığında ve yerel haber kanalları mahalleye röportaj için
geldiğinde ben şoke olmuş masum komşulardan olmayacaktım.
Kim ? O adam mı? O çok nazik ve iyi bir komşuydu! Bir keresinde
benim için ağır bir mobilyayı taşımıştı. Kendi halinde yaşayan, ki­
bar biriydi. Dışarıda karşılaştığımızda el sallardı.
Peki gerçekten kibar mıydı, yoksa kibarmış gibi mi görünüyor­
du? Masamı taşıyarak kendimi ona borçlu hissetmemi sağlamaya
mı çalışıyordu? Saklayacak bir şeyiniz varsa gizlilik en büyük ge­
reklilikti. Nezaket ise sosyal uyuşturucu olarak kullanılabilirdi.
Araştırmalara göre tüm seri katiller bir düzeyde yakalanmak
isterdi; planlarındaki dalgalanmayı açıklamanın tek yolu buydu.
Eski komşular birbirlerini tuhaf ve yabancı olarak görüyor­
lardı, dedim kendi kendime usulca.
Arkamdaki Conner güldü. “Burada tuhaf davranan biri varsa o
da sensin. Ned Flanders’ın cinayet işlediğine inanan Bart gibisin.”

27
Ben Tnım an Capote’un klasiği Soğukkanlılıkla ddan alıntı yap­
mıştım. Kardeşimse çocukken en sevdiğimiz Simpsons bölüm le­
rinden birine atıfta bulunmuştu.
“Bu odadan başlasak iyi olur,” dedim , jaluziyi yeniden indire­
rek. “Ben gidip çöp torbalarını getireyim.”

28
••

ONNER GİTMEDEN OTURMA odasında bayağı ilerleme


C kaydettik. Hâlâ ıvır zıvırla doluydu ama en azından eşyaları
düzgün bir şekilde istiflemiş ve bağışlanabilecek kadar iyi du-
rumdakilerle atılması gerekenleri ayırmıştık.
Daha sonra sıra yiyecek stoklama işine geldi. Babam yalan­
daki markette öldüğü için orası yerine arabama atlayıp birkaç
kilometre ötedeki markete gitmeyi tercih ettim. Döndüğümde
torbaları eve taşıyıp boşaltmak düşündüğüm den çok daha uzun
sürünce, tezim üzerinde çalışmaya başlama hayallerim suya düş­
tü. Tek istediğim biraz kestirmekti.
Ancak tam uykuya dalmak üzereyken kapıdan gelen sert tık­
lama sesiyle sıçrayarak kalktım. Bu seferkinin Conner olm adı­
ğından emindim; bugün daha fazla iş yapmak için dönm üş ol­
masının imkânı yoktu. Ayrıca giderken Mountain Dew paketini
de götürdüğü için neon yeşil sıvının cazibesine kapılarak geri
gelmiş de olamazdı.

29
Kapıyı açtığımda bir teslimat kamyonu sokakta uzaklaşıyor­
du ve ayaklarımın dibinde bir kutu vardı. Babam hayattayken
saçma sapan şeyler sipariş etmişti. Belki bu gelen de üye olduğu
bir sistemden otomatik olarak gönderilen bir kargoydu.
Ama hayır. Kutunun üzerindeki etikette açıkça Samuel
Denrımgs yazıyordu ve kapı numarası bizim kinden iki hane öte­
ye aitti.
Gece Gezgininin evine.
Lacivert kamyonetinin garaj yolunda olduğunu görünce fazla
düşünmeden oraya doğru yürüdüm ve kapısını çaldım . Kutuyu
bırakıp eve dönebilirdim ama bu o kadar tatm in edici olmazdı.
Artık adamın ismini de öğrendiğim için onu şöyle dikkatlice in­
celemek istiyordum.
Kapıyı tekrar tıklatmak üzereydim ki sonunda açtı. A ram ız­
daki mesafenin bu kadar az olm asına hiç hazırlıklı değildim . Bu
yüzden kutuyu bir bariyer gibi aram ızda tutarak geri adım attım.
Haki pantolonunu hâlâ çıkarm am ıştı. Kollarını dirseklerinin
yukarısına kadar kıvırdığı beyaz göm leğinin düğm eleri açıktı ve
yakası biraz kaymıştı. Koyu renkli saçları gözüne düşm üştü ama
bakışlarının üzerimde gezindiğini ve beni incelediğini görebili­
yordum. En azından bu sefer kahve lekeli pijam a altım ı giym e­
miştim. Üstümde günlük üniform am sayılabilecek siyah taytım la
siyah tişörtüm vardı. Saçlarım dağınık topuzdu ve o sabah canım
kuyruklu eyeliner çekmek istemişti.
O bana bakarken göbeğimin açılm adığından em in olm ak
için tişörtüm ü çekiştirme dürtüm e karşı koydum . H akkım daki
düşüncelerinin um urum da olduğundan değildi tabii.
“Sanıyorum bu senin, Samuel,” dedim kutuyu uzatarak.
Almadan önce bir an duraksadı. Kendime engel olam ayıp ar­
kasına baktığımda evinin babamınkiyle aynı düzende olduğunu,
sadece odaların yerinin değiştiğini, ayrıca çok daha tem iz oldu­

30
ğunu fark ettim. Söylenecek başka bir şey olmadığını düşünerek
eve gitmek için döndüm ama bir saniye sonra arkamdan boğa­
zını temizlediğini ve tek heceli bir kelime söylediğini duydum.
"Ne?” diye sordum ona dönerek.
“Sam,” dedi. "Adım sadece Sam.”
“Peki, sadece Sam,” dedim. “Posta kutuna kapı numaranı yaz­
mış olsaydın, muhtemelen böyle bir karışıklık yaşanmazdı.”
Konuşmam kendi kulağıma bile şirretçe gelmişti ama niye­
tim bu değildi. Gerçi adamın posta kutusuyla ilgili bir eleştirinin
kulağa nasıl gelmesini bekliyordum ki? Sorun şuydu ki babanım
evine dönm ek çok rahatsız ediciydi ve sürekli diken üstündey­
dim. Yine de gerginliğimi bu adam dan çıkarmam için hiçbir
sebep yoktu. Hatta komşularla iyi geçinmek her zaman en iyi
seçenekti. New Jersey’d e yaşayan ve “Gözcü” kod adlı birinden
aldıkları sayısız şifreli notlar yüzünden taşm mak zorunda kalan
şu ailenin hikâyesi hâlâ aklımdaydı.
Derin bir nefes alıp tekrar denedim.
“Bu arada teşekkür ederim,” dedim ama bu bile gönülsüz ve
huysuzca çıkmıştı. Belli belirsiz arabamı işaret ettiğimde kaşlan
çatıldı. “Masa konusunda yardım ettiğin için.”
Kapı çerçevesine yaslanmasında çok seksi bir hava vardı ama
bunu görmezden gelmek için elimden geleni yaptım. Kutuyu el­
lerinin arasında çevirip duruyordu ve bu hareket, kollarının alt
kısımlarındaki kasların esnemesine yol açıyordu. Belki bir süre­
dir bekâr olduğum içindi ama onu izlerken avuçlarımın soğuk
soğuk terlediğini hissediyordum.
Sonunda, “Sen Phoebesin,” dedi.
Pekâlâ, adama taktığım isimler silsilesine yenilerini ekleme­
nin vakti gelmişti. Kaldırım Hafıyesi. Psişik Sapık. Bu sonuncu­

31
sundaki ses tekrarının etkisini tam olarak hissetm ek için daha
sonra kendi kendime sesli olarak söyleyecektim.
Samuel şaşkın ifademi fark etmiş olmalıydı kİ saçlarını göz*
lerinin önünden çekti ve alçakgönüllü bir tavırla başını salladı.
H m m , demek gözleri maviydi. “Cenazedeydim,” dedi. “Ocak
ayında. Baban için üzgünüm.”
Ah. Babamın komşusu olduğuna göre bu gayet m antıklıydı.
Ama cenazeye katıldığı ve ben onun varlığından bile haberdar
değilken ailemle beni gözlemlediği düşüncesi... tüylerim i diken
diken ediyordu. Yani tamam, özellikle bana dikkat ettiğini falan
söylememişti ama yine de o günkü halim i bir yabancının gözün­
den görmeye çalışmaktan kendim i alam adım . Ve açıkçası gör­
düklerim hiç hoşuma gitmedi.
O gün bok gibi görünüyordum . C onner ve ben cenazeden
önceki gece, bizim için nadir olan bir kardeş bağı an ın d a birlik­
te sarhoş olmaya karar vermiş ve törene akşam dan kalm a halde
katılmıştık. C onner bir şekilde insan gibi görünm eyi başarm ıştı
ama ben gözlerimin altındaki m or halkalar ve solgun yüzüm le
Cadılar Bayramı makyajı yapmış gibiydim.
Ayrıca siyah elbiseme uygun ayakkabılarımı getirm eyi u n u t­
tuğum için tüm o kasvetli renklerin arasında, yanıp sönen neon
bir tabela gibi parlayan altın rengi, simli babetlerim i giym ek zo­
runda kalmıştım. Neredeyse her zaman siyah giyinen biri olarak
bunu nasıl başardığımı gerçekten hiç bilm iyordum .
Elbisemse internet reklam ındaki 2 beden m odelin üzerinde
fazlasıyla zarif duran, döküm lü, ince ve hafif bir parçaydı. Ama
bende, koca bir dans ekibinin tüm kostüm lerini üst üste geçirm i­
şim gibi duruyordu. O turduğum da insanların kirli çam aşırlarını
üzerim e atacağından korkm uştum.
En kötüsüyse... m uhtem elen hiç kederli görünm em em di.
Cenaze töreni benim için bir bulanıklık halinde geçmişti. Hâlâ

32
ellili yaşlarında olduğu ve henüz uzun bir öm rü olduğunu dü­
şündüğüm için babamın ölümü beni biraz sarsmıştı. Ve bütün
gün bir rüyadaymışım ya da başka birinin hayatını yaşıyormu-
şum gibi gelmişti. Ne söyleyeceğimi ya da nasıl davranacağımı
bilmiyordum ve bu yüzden bir nevi kendimi kapatmış, tıpkı ço­
cukken biraz sessizliğe ihtiyacım olduğunda yaptığım gibi kendi
kabuğuma çekilmiştim.
Ama insanlar olanları duyduklarında bana hep aynı şeyi söy­
lüyorlardı. Toplantımızı neden ertelemem gerektiğini öğrendi­
ğinde tez danışm anım , bir profesör ve eşi tarafından düzenlenen
oyun gecesinde cenazeyi ağzımdan kaçırdığımda bölüm arka­
daşlarım, bir süreliğine Florida’d a yaşayacağımı açıkladığımda
ev sahibim hep üzgün olduklarını dile getirmişlerdi.
Şimdi de Sam’d en aynı sözleri duyuyordum. Ben hatırlama-
sam da büyük ihtimalle cenazede de yanıma gelip konuşmuş ol­
malıydı ama o zaman da şimdi de nasıl karşılık vereceğimi bilmi­
yordum. Aslında babamla o kadar yakın değildik. Küçüldüğümden
buyana hayatıma pek dahil olmadı. Bana karşı o kadar iyi değildi.
Bunları mı söyleyecektim?
Hayır. Bu yüzden sadece, “Teşekkürler,” demekle yetindim.
En güvenli yanıt buydu. Çoğu insan, yeni konuya geçiş yapma­
dan önce bunu duymayı beklerdi.
Fakat Sam bana öylece bakıyordu. Bir an için yüzümde her
şeyi -kararsızlığımı, suçluluğumu, öfkem i- gördüğünden endi­
şelendim. Ve bu hareketimin utancı, hayatım boyunca peşimi
bırakmayacak olsa da parm aklarım ı tabanca şekline sokup elin­
deki kutuyu işaret ettim.
“Eğer onun içinde kesik bir kafa varsa çok üzülürüm,” dedim
ve şaşkın ifadesini görünce, “Wayne’in Dünyasından bir alıntı,”
diye ekledim. “Boş ver.”

33
Bir şey söylemek için ağzını açtı ama yanında daha fazla ka-
lamayacaktım. Her şeyi daha da tuhaf hale getirm eden önce to­
puklarım ın üzerinde dönüp eve yollandım.

HAFTANIN GERİ KALANINDA Sam’i daha fazla gözlemleme


fırsatım olmadı. Geliş gidiş saatlerinin sürekli değiştiğini bi­
liyordum ama. Evden aynı sıradan iş kıyafetiyle çıkıyor, bazen
dışarıda sadece bir saat kalırken bazen de yarım gün dönm ediği
oluyordu. Çarşamba günü evinin önüne bir sedan park edilmişti
ama aracın sahibini eve girerken ya da çıkarken görm em iştim .
Aynca çoğu gece geç saatlere kadar ayakta oluyordu. Pence­
relerindeki ışıklara bakılırsa, neredeyse benim kadar geç yatıyor­
du. Beni hiç ilgilendirmediğini biliyordum am a “Ne iş yapıyor?'
ya da “Hangi Myers-Briggs kişilik tipinde?' gibi sorulara cevap
aramaktan kendimi alam ıyordum . O nu tekrar yakından görebil­
mek için neredeyse kapım da b ir gizemli kargonun daha belirm e­
sini diler hale gelmiştim. Tüm bunların dışında, bir de tavsiyemi
dinleyip posta kutusuna kapı num arasını yapıştırm ış ve beni çok
şaşırtmakla birlikte m erakım a m erak katmıştı.
Ama artık kom şum un psikolojik profilini takıntı yapm aktan
ziyade, oturup tezime odaklanm am gerektiğini biliyordum . Zira
önümüzdeki hafta sonuna kadar danışm anım a bir bölüm daha
göndermekle yükümlüydüm.
İngilizce departm anını gerçek suç üzerine çalışm am a izin ver­
meye ikna etmek cidden hiç kolay olmamıştı. Program a teknik
olarak kabul edilmeden önce, m ülakat ve bilgilendirm e tu ru için
kampüse ilk adım attığım zamanı hâlâ hatırlıyordum . Bana etrafı
gezdiren yüksek lisans öğrencisi, ilk birkaç yılın m üfredatıyla ve
edebiyat, sözbilim ya da teknik iletişim gibi alanlardan hangisi-

34
m se ç t i ğ in e g öre d e ğ iş en faaliyetlerle ilgili bilgiler v e r m i ş ve asıl
k â b u s u n k o m p o z i s y o n sınavları o l d u ğ u n u b elirtm işti. S o n r a da
gö zleri p a r l a y a r a k , "Ama ne istersen çalışabilirsin,” d e m işti.

S o n r a d a n anlaşılmıştı ki asıl kastettiği, Hemingvvay'in yaralı k a ­


rakterlerini, L o lita d a k ı Faust g ö n d e r m e l e r i n i ya da k o m p o z i s y o n
ile yaratıcı yazarlık p edagojis in in kesişimini çalışabileceğin izdi.

Ancak gerçek suç da gelenekleri ve beklentileriyle diğer türler


gibiydi. Kurgu dışı olsa da hiçbir zaman tam anlamıyla nesnel
değildi ve daima trendleri, kültürel tepkileri ve halkın arzularını
yansıtırdı. Ve on üç yaşımda Helter SkelteA okuduğumdan beri
beni büyüleyen bir alandı.
Ne tesadüftü ki şu anda üzerinde çalıştığım konunun m er­
kezinde yer alan kitap da buydu. Gerçek suçta yazar ile özne
arasındaki ilişkiyi mesleki, kişisel ve ailevi ilişkiler olmak üzere
üçe ayırarak incelemeye karar vermiştim. Manşon Cinayetlerinin
Gerçek Hikâyesi alt başlıklı bir kitap olan Helter Skelterı ilk oku­
duğumda, içindeki herhangi bir bilgiden şüphe etmek ya da ya­
zarın bu hikâyeyi yazma amacını düşünm ek aklımın ucundan
bile geçmemişti. Ne de olsa olaylar gerçekleştiğinde Bugliosi,
başsavcı olarak oradaydı. Tamam, kitap gerçekten çok iyiydi ama
kelimenin tam anlamıyla suçluları parmaklıklar ardına gönder­
me işini savunmak için kitap yazmış bir adamın tabiatmda var
olan önyargıya biraz kafa yorm ak gerekirdi.
Fakat ilerlem e kaydetm em i engelleyen bir sorunum vardı.
Ü zerinde çalıştığım işaretli, altı çizili nüshayı asla bulam ıyor­
dum . D airem den getirdiğim tüm kutuları deşmiş, bana daha
yakın olsun diye sırt çantam a m ı koydum diye iki kez kontrol
etm iştim .
Çocukluğum da okuduğum nüshayı hâlâ odamda bir yerler­
de bulma şansım vardı aslında. Annemle buradan ayrılırken pek
çok eşyamı yanımda götürm üştüm ama hafta sonları ziyarete

35
geldiğimde canımın sıkılmasını önlemek için bıraktığım şeyler
de vardı. Kitaplığımı hızlıca taradığımda Emily o f New Moon se­
risinden ve sahip olmaktan hoşnut olduğum ama hiç okum adı­
ğım kocaman, ciltli bir Rasputin kitabından başka bir şey olm a­
dığını gördüm. Asıl ihtiyacım olan kitaptan eser yoktu.
Hızlı kargo vaat eden kapitalist bir internet sitesinden yeni
bir tane sipariş edebileceğimi biliyordum ama hayatım boyunca
zaten birden çok nüshasına sahip olduğum bir kitaba on beş do­
lar daha harcamayı hiç istemiyordum. İlçe kütüphanesinin çev­
rimiçi kataloğunu kontrol edip, yerel şubemde bir tane olduğu­
nu gördüm. Eh, bütün yaz burada tıkılıp kalacaksam kütüphane
kartı almak mantıklı olurdu zaten. Babamın adresini kendim in -
miş gibi kullanarak başvuru form unu doldurdum .
Formu göndermek için butona tıklarken evin dışından ge­
len bir güm bürtü duydum. Eğer dışarıda bir Golden State Katili
özentisi varsa cama gitmek m uhtem elen iyi bir fikir olmazdı.
Gerçi bir seri katil, m ahallede İngiliz anahtarıyla dolu bavulunu
sallaya sallaya gezecek değildi.
Perdeyi hafifçe araladığımda Sam'in açık garaj kapısından çık­
tığım fark ettim. Yine yalınayaktı ve kollarım tuhaf bir şekilde vü­
cudundan uzak tutuyordu. Uzaktan görebildiğim kadarıyla kollan
bir şeyde kaplıydı. Sıvı bir şey. Ama karanlık yüzünden rengini seç­
mek imkânsızdı. Kırmızı olabilir miydi? Kan olabilir miydi?
Kamyonetinin kapısını açmak için uzandı ama ellerinin de sı­
vıyla kaplı olduğunu görünce duraksadı ve bir süre öylece dikildi.
Omuzlarının gergince hareket etmesine bakılırsa, muhtemelen
alçak sesle küfürler savuruyordu. Sonra dönüp tekrar garaja girdi.
Gecenin on birinde ne halt ediyordu böyle?
Birkaç dakika sonra daha temiz bir şekilde dışarı çıktı ve
kamyonetinin kapısını bir bezle açtı. Parm ak izi bırakm ıyordu.
Zekice.

36
( A m a kapı k o l u n u n fazla t e m i z o l m a t ı d a h a şü ph e li g ö r ü n ­
m e z miy di? S o n u ç t a b u h e r g ü n ku lla nd ığı araçtı.)

Kamyonetinden naylon bir zemin örtüsü çıkardığında jaluzi­


yi bırakıp pencereden uzaklaştım. Bu çok garipti. Bir yıldır vahşi
suçların tüm detayları ve açıklamalarıyla iç içe olmam sebebiy­
le biraz fazla gergin olduğumu kabul ediyordum ama tek düşü­
nebildiğim az önce şahit olduğum sahnenin, bir Forensic Fileş'
canlandırmasında nasıl görüneceğiydi. En azından bu korkunç
hikâyede beni oynaması için şişman bir aktris seçmelerini um u­
yordum. Sonuçta temsil önemliydi.
Daha fazla düşünm eden C onner’ın numarasını çevirdim ve
her zamanki neşeli merhabasıyla cevap verdiğinde rahat bir ne­
fes aldım.
Jaluziyi tekrar aralarken, “Şu komşu hakkında ne biliyorsun?”
diye sordum. Sam görünürlerde yoktu ama garajından gelen
ışık hâlâ garaj yolunu aydınlatıyordu. Bu iyiye işaret olmalıydı.
Dexter’ınkine benzeyen, naylon örtülerle kaplı odasmda tüm
komşularının gözü önünde çalışacağını sanmıyordum.
“Pheebs,” dedi Conner, “Yine mi? Dostum, sakin ol.”
Hayatım boyunca hiç sakin ve soğukkanlı olmamıştım. “Adı
Sam Dennings,” dedim, sonra bu resmi bir sorgulamaymış da
yasal admı kullanmam gerekiyormuş gibi kendimi düzelttim.
“Samuel. Benim yaşlarımda. Belki benden birkaç yaş büyük ya
da küçük olabilir. Mesleğini bilmiyorum ama Verizonda çalışı­
yormuş gibi giyiniyor.”
Conner içini çekti. “Yaklaşık bir yıl önce taşındı,” dedi.
“Ondan önce o evde yaşlı bir çift oturuyordu. Köpeklerini hep
garaj yolunda tararlardı. İsimleri neydi hatırlayamıyorum. Ama
bizi sevmediklerini unutmadım.”

* Adli tıbbın, dava çözüm lerinde nasıl kullanıldığını gösteren bir A m erikan
program ı, (ç.n.)

37
Randy ve Viv. Onları şimdi hatırlamıştım. Sürekli havlayan,
Collie cinsi iki köpekleri vardı ve onları ne zaman tım arladık­
larını hep bilirdiniz çünkü tüy tutamları haftalarca havada sü­
zülürdü. Ve evet, bizden hiç hazzetmezlerdi. Sebebi m uhtem e­
len annem le babamın evli olduğu zamanlarda kavga seslerinin
onlara kadar gitmesi ve bahçemizin sunduğu m anzaranın kötü
olmasıydı.
“Sen söyleyene kadar adam ın adını bile bilm iyordum ,” dedi
Conner. "Ama iyi birine benziyor. O na karşı nazik olm alısın.
Eşyaları taşımak için onun yardım ına ihtiyacımız olabilir.”
Babam gitmiş olmasına rağmen, aileden olmayan ya da acil ta­
m irat için gelmeyen birinin bu eve adım atacağı fikrine karşı hâlâ
içgüdüsel bir tepkim olduğunu fark ettim. Küçüklüğüm de evim i­
ze kimse gelmezdi. Şimdiye kadar burada ağırlam ama izin verilen
tek arkadaşım Alisoridı ve o zaman bile evin yarısını tem izlem em
ve odamdan çıkmayacağımıza dair söz vermem gerekmişti.
Arkadaşlığımızın sona erm e şekli göz önüne alındığında, sa­
nırım annemle babam boşandıktan sonra güvenilir çevrem in ne
kadar küçüldüğünü düşünm em ek en iyisiydi.
Hattın diğer tarafında boğuk bir konuşm a gerçekleşti, a rd ın ­
dan C onner geri döndü. “Shani selam söylüyor.” B unu dedikten
sonra m uhtem elen telefonu ona uzatmış olm alıydı çü n k ü kızın
uzaktan, “Selam, Phoebe!” diyen tiz sesini duydum . Biraz h ışırtı­
dan sonra Shani telefonu aldı.
“Geçen gün bir kitap gördüm ve senin için satın aldım,” dedi.
“Okumak zorunda değilsin ama yardımcı olabileceğini düşündüm .”
“Eğer Helter Skelter olduğunu söylersen ilk çocuğum a senin
adını vereceğim,” dedim.
Kız güldü ama m uhtem elen söylediğimi kom ik b u ld u ğ u n d an
değil, kafası karıştığındandı. “Hayır. A dı...” Biraz daha hışırtı
duyuldu, sonra kitabın ismini zafer kazanm ış edasıyla okudu:

38
"Kayıplan Sonra Hayat: Gençler Yas Tutma Üzerine Konuşuyor.
Senin ya şının k ü ç ü k olm ad ığ ın ı b iliy o ru m tabii a m a b a b a n l a a r a ­
nıza mes afe g i r d iğ in d e o yaşlarda o l d u ğ u n u b ildiğim için b e lk i...”

Cümlesinin gerisini getirmedi. Sınırı aşmış olabileceğini fark


etmiş olmalıydı. Shani’yi seviyordum. Şirin olarak tanımlayabi­
leceğiniz insanlardandı. Ama evet, ölmüş babamdan ya da var
olmayan ilişkimizden bahsetmek istemiyordum.
“Teşekkürler,” dedim. Bu tek kelimeyi son zamanlarda dilim ­
den düşürmez olmuştum.
“Pekâlâ,” dedi. “Cumartesi gelirken getiririm. Faydalı bulaca­
ğını düşünüyorsan tabii.”
Milyon yıl geçse dahi o kitabı okumazdım. Ki zaten şu anda
MLA form atında yazabileceğim tez odaklı makaleler dışında bir
şey okumaya vaktim yoktu. “Tabii,” dedim. “Belki önce Conner
okumak ister.”
Shani şaka yollu laflarımı anlayacak kadar beni tanımıyordu
ama kardeşim kesinlikle fark etmişti. “Conner zaten psikoloğu-
nun tavsiye ettiği kitapları okuyor,” diye lafa dalmasına bakılırsa
hoparlör açık olmalıydı.
“Psikoloğa mı gidiyorsun?”
“Evet, dostum. Sen de gitsen iyi olur belki. Ebeveynlerimizi
çekiştirmek için mükemmel bir yer. Ayrıca şu komşuya neden bu
kadar takıntılı olduğunu da anlarsın.”
Bu kızarmama neden oldu ama neyse ki Conner göremi-
yordu. “Takıntılı falan değilim,” dedim. “Merak ediyorum.
Şüpheleniyorum da diyebilirim.”
“Ne farkı var?” dedi kardeşim. “Gerçekten endişeleniyor ol­
saydın, beni aramak yerine 91 l ’i arardın.”
Eh, haksız sayılmazdı. “Polise başvurmadan önce arayabile­
ceğin başka yerler var,” dedim gergince. “Ayrıca senden birkaç
tane boş kutu almanı istemek için aramıştım.”

39
“Tabii.”
“Yemin ederim bunun için aradım!”
“Sen öyle diyorsan öyledir. Birkaç kutu bulurum.”
“Üstünde SmirnofF yazanlardan olmasın lütfen,” dedim.
“Taşınırken kullanılan kutulardan birkaç boy al.”
Kardeşim uzunca bir süre sessiz kalınca gerçekten de içki
dükkânı çöpünü karıştırmayı aklından geçirdiğini anladım .
“Tamam, gidip satın alırım. Bu arada P hoebe...”
“Efendim?”
“Sakinleş.”
Buna sivri bir cevap verirdim am a bir kahkaha atıp telefo­
nu kapattL Görünüşe bakılırsa erkek kardeşlerin uyuzluğu şarap
gibi yıllandıkça tazeleniyordu.
Pencereden dışarı bir kez daha baktığım da sokak karanlıktı.
Esrarengiz komşum bile yatağa gitmişti.

40
DÖRT

RTESİ GÜN KÜTÜPHANEYE gitmek kam ım a bir tekme


E yemişim gibi hissettirdi. İçeriye girer girmez geçmişe gittim.
Küçükken neredeyse her cumartesi buraya gelip Korku Sokağı
kitaplarına göz atar ya da annem gelip beni çekiştire çekiştire
götürene dek büyük harfli Harlequin lerden okumaya çakşırdım.
Cinsellik eğitimimi porno izlemek yerine kitaplardan aldığıma
şükretmeliydi.
Kütüphane, birinci katta kurgu romanları, çocuk ve m ed­
ya kitapları, ikinci kattaysa kurgu dışı kitaplar ve bilgisayarlar­
la büyük bir binaydı. Burayı o kadar iyi tanıyordum ki Dewey
Decimal ya da Kongre Kütüphanesi sınıflandırma sistemlerin­
den biriyle düzenlenmiş gerçek suç kitaplarının yerini beş saniye
içinde tespit edebilirdim. Helter Skelter'ı bulduktan sonra, ilginç
bir şeyler var mı diye bölümün geri kalanını incelemeye başla­
dım. Kapağı Waffle House’d aki tabak aldıkları kadar yağlı görü­
nen, adı kocaman kırmızı harflerle yazılmış bir kitap dikkatimi
çekti. G örünüşe göre 1980 yılında Floridada yaşamış olan bir seri
katilin kızının anlattıkları kaleme alınmıştı. Araştırmam için bu

41
kitabı listeme aldığımı hatırlamıyordum ama yazar ve özne ara­
sındaki ilişkiyi incelememde yardımcı olabilirdi.
Sonunda bunu, Hclter Skelter'ı ve bir evi satışa hazır hale ge­
tirm ekle ilgili bir kitabı alıp giriş bankosuna doğru ilerledim.
M uhtemelen akşam yemeğimi yerken bu sonuncusuna göz ata­
caktım. Sonra telefonumu çıkarıp kütüphane üyeliği için gereken
kodun bulunduğu e-postayı açtım.
"Aman Tanrım,” diye bağırdı biri. “Phoebe WalshV’
Kafamı kaldırdım. Kütüphaneci, Güney Koreli güzel bir ka­
dındı. Siyah saçları çene hizasında şık bir tarzda kesilmişti ve
kırmızı çerçeveli gözlüğüyle gayet m odern görünüyordu. Belki
on beş yaşmda olduğundan çok daha sofistike göründüğünden,
belki de beni gördüğüne bu kadar sevineceğini beklenm ediğim -
dendi ama onu tanım am birkaç saniyemi aldı. “Alison,” dedim
sonunda. “Vay canına. Burada m ı çalışıyorsun?”
Bankonun arka tarafında olduğuna göre sorum un cevabı evetti
ama söyleyecek başka bir şey bulamamıştım.
“Geçen yıl kütüphane bilim inde yüksek lisans yaptım,” dedi.
“Kitap tavsiyesi vermekte çok iyi olacağımızı düşündüğüm üz
için kütüphaneci olm ak istediğim izi konuşurduk, hatırlıyor m u­
sun?” Bunların hepsi benim olabilirmiş gibi kollarını iki yana
açtL “Eh, ben artık bu işi yapıyorum ve çok seviyorum.”
Alison her zaman tanıdığım en organize insanlardan biri
olmuştu, bu yüzden kütüphaneci olması hiç şaşırtıcı değildi.
Arkadaşlığımızı neden sonlandırdığım ızı hatırlıyor m uydu aca­
ba? Hatırlamaması imkânsızdı. O zam anlar büyük bir mesele
haline gelmişti; yani en azından benim için. Fakat şu anki davra­
nışına bakılırsa, hiçbir sorun yokmuş gibiydi. Sanki uzun zaman
sonra bir araya gelen eski dostlardık.
“Çok güzel,” dedim.

42
Doğrusu ben kütüphanede değil, yerel Barnes & Noble’d a
çalışmak istiyordum çünkü o zamanlar tüm kütüphanecilerin
ücretsiz gönüllüler olduğuna inanıyordum. İnsanlara kitap
önereceksem en azından asgari ücret isterdim. Ama kitabevi
görevlileri, iş başvurusu sürecinin bir parçası olarak beni yüz
soruluk bir kişilik testinden geçirmiş, sonra da bir daha aram a­
mışlardı. Ah, sadece gerçek suçlar reyonunda bile ne güzel iş
çıkarırdım halbuki.
“Senden ne haber?” dedi. “Geri döndüğünü bilmiyordum.
Yoksa babanı ziyarete mi geldin?”
Babamın öldüğünden bahsetmemem muhtemelen tuhaftı. Bu
kız, Joseph Gordon-Levitte şiddetli karın ağrıları çekecek kadar
âşık olduğum ergenlik yıllarımda yanımda olan kızdı. Babamı da
tanıyordu. İmza yemeği olan Güney usulü gulaşından yemiş, ek­
mek torbasmı açık bıraktığım için bana bağırmasma şahit olmuştu.
Bu konuyu açmak istemememin sebebi tam olarak buydu as­
lında. O nu basit bir “teşekkürler” ile geçiştiremezdim.
“Yazın burada olacağım sadece,” dedim. “Aslında internet
üzerinden kütüphane kartı başvurusunda bulundum . Koda ih­
tiyacın var mı?”
Yüzünden geçen ifade incinmişlikti. “Soyadını girip bulabili­
rim,” dedi. “W -a-l-s-h değil mi?”
Pekâlâ, sanırım bunu hak etmiştim. “Evet, aynen öyle.”
Bilgisayara birkaç şey daha yazıp kartım ın çıkmasını bekler­
ken sessiz kaldı. Kartları böyle anında basabilmelerinin ne ka­
dar harika olduğu hakkında yorum yapacaktım ama sonra ona
soğuk cevap verdiğimden dolayı kendimi kötü hissettiğim için
(ki bu doğruydu) muhabbet açmaya çalıştığımı ya da çok kolay
etkilendiğimi (bu durum da belki bu da doğruydu) düşünürdü.
Kart hazır olduğunda önce onu, sonra da konularıyla ilgili
herhangi bir yorum da bulunrrçadan kitapları taradı. Son dere­

43
ce profesyoneldi. “Al bakalım,” dedi. "Bugün halk kütüphanesini
kullanarak kırk dokuz dolar seksen dokuz sent tasarruf ettin ”
Kitaplarla kartı aldım ve Alisona dostane ama temkinli bir te­
bessüm attım. Fakat o dikkatini çoktan başka bir kitap yığınına
vermişti. İşimizin bittiğini, beni aynı ona yaptığım gibi soğuk bir
tavırla göndereceğini düşündüm ama bir an sonra tekrar konuştu.
“Sadece senin için endişelenmiştim, Phoebe,” dedi. Elleri şim ­
di kitapların tepesinde hareketsizce duruyordu. Yüzük parm a­
ğında alyans vardı. Hayatımın bir bölüm ünde bu kız benim en
iyi arkadaşımdı ve evlendiğinden haberim bile yoktu. “Aslında
niyetim ... Şey... Beni korkutm uştun.”
Boğazımdaki ani yum ru yutkunm am ı zorlaştırdı. Bir şey söy­
lemek istiyordum ama zihnim bomboştu; kelimeler fiziksel ola­
rak ulaşamayacağım bir yere saklanmıştı.
“Artık daha iyi gibisin,” dedi, bana bakıp hafifçe gülümseye­
rek. Bunun bir soru olduğunun farkındaydım ve cevap olarak en
azından bir evet diyebilirdim.
Ama yapamadım. Kafamı bir kez aşağı yukarı salladım ve kü­
tüphaneden ayrıldım.

EVE GİTMEK İÇİN arabam a atladım am a yolda birkaç kez ne­


redeyse kütüphaneye geri dönecek oldum . A klım dan Alisona
diyebileceğim milyonlarca farklı şey geçiyordu. H içbir şey söy­
lememiş olmak çok garipti. O na artık kızgın olm adığım ı, yaptığı
şeyin nedenini anladığımı söyleyebilirdim. A ram ızın açılmasına
izin verdiğim için özür dileyebilirdim. D üğününü sorabilirdim .
Zihnim düşünceleri evirip çevirdikçe geri gitm e düşüncesi
saçma gelmeye başladı. Arabayı bizim evin garaj yoluna çektim

44
ve olnımı direksiyona yaslayıp kasabaya döndüğüm şu birkaç
gündür her şeyin ne kadar boktan olduğunu düşündüm.
Dışarıdan gittikçe yükselen bir motor sesi gelince kafamı kal­
dırdım ve Sam’in, kulağında dev kulaklıklarla bir çim biçme m a­
kinesini sürdüğünü gördüm. Arka bahçenin kenarından ilerleyip
tam arabadan inerken yanımdan geçti. Ellerimi kalçama dayayıp
bizim çimlerin üzerinde bir tur daha atmasını izledim. Sonunda
yüzümdeki bakışı görmüş olacaktı ki makineyi durdurup kulak­
lığın bir tarafını geriye kaydırdı ama motoru susturmadı.
“Burası benim bahçem!” diye bağırdım motor sesini bastır­
mak için.
Kafasını yana eğerek güneş karşısında gözlerini kıstL “Biliyo­
rum,” dedi.
“O zaman niye...” Çimleri işaret ettim. “Kadınların böyle işleri
yapma kabiliyeti olmadığını düşünen adamlarsın herhalde, ha? Ne
yani? Çim biçme makinesini itemez miyiz? Masamızı taşıyamaz
mıyız? Senden yardım istemedim bile. Bu yaptığın biraz...”
M otoru susturduğunda etraf tam am en sessizleşti ve son keli­
mem mahallede yankılandı.
“... cinsiyetçi!” diye bitirdim. Sonra kısık sesle tekrarladım:
“Senden yardım istemedim.”
Kulaklığı boynuna indirip m akinenin direksiyonuna yas­
landı. Böyle iyi görünm eye hiç hakkı yoktu. O nu son gördü­
ğüm de üstünün başının gizemli bir sıvıyla kaplanmış olduğunu
ve garajına bir naylon örtü götürdüğünü kendime hatırlatm ak
zorunda kaldım .
“Üzgünüm,” dedi. “Eskiden kendi çimlerimi biçerken baba-
nınkileri de hallederdim. O ... gittikten sonra da devam ettim.
Ama şimdi sana sorm adan yapmamalıydım, özür dilerim.”

45
Hayatım son zamanlarda bir AITA’ öyküsüne dönm üştü. Ve
evet, her seferinde pislik bendim.
“Hayır, sorun de...” Alnımı ovuşturdum. "Eskiden babamın
çimlerini mi biçerdin?”
"Kolay yoruluyordu,” dedi Sam. “Kalp krizinden birkaç ay ön­
cesinde başlamıştı; gerçi bağlantısı var mı bilmiyorum . Ama iş
yapmakta güçlük çekiyordu.”
Bunu bilmiyordum.
"Kendin yapmak istersen makineyi ödünç alabilirsin,” dedi.
"Yok, istemiyorum,” dedim . “Ben yaparsam bahçe kısa süre
içinde Area Xe dönüşür. Çim biçmek seni m utlu ediyorsa devam
edebilirsin. Ben yolundan çekilirim.”
Oluşan kısa sessizlikte ona dün gece neyin peşinde olduğunu
sorabilirdim aslında. Gayet sakin bir şekilde, “Bu arada, dün gece
garajından bir gürültü geldi. Her şey yolunda mı? Polis ihbar hat­
tını aramalı mtyım?n diyebilirdim. Am a Sam kulaklığı yeniden
kulağına geçirmişti bile. Küçük bir asker selamı verip yanım dan
ayrıldığında benim de eve girm ekten başka çarem kalmadı.

SONUNDA İHTİYACIM OLAN kitabı bulduğum a göre, artık


masanın başına geçip M anşon davasında Bugliosi’nin hem savcı
hem de doğruları anlatan adam olarak oynadığı role ilişkin üç
bin kelimelik bir analiz yazm am gerekiyordu. A m a b u n u n yerine
kitapları mutfak masasına atıp odam a geçtim.
Dolabımın kapaklarını açtım ve parm ak uçlarım da yüksele­
rek en üst rafa baktım. Alison’la sekizinci sınıftaki yazışm alarım ı­
zı sakladığım Converse Ali Stars kutusu oradaydı. Notlarım ızın
* Açılımı “Am I the Asshole? (Bu öyküde pislik b en m iyim ?)” olan b ir Reddit
kategorisi, (ç.n.)

46
hepsini, açmak İçin minik kulpları olan girift, küçük dikdörtgen­
ler halinde katlardık. Bir tanesini açıp baktığımda neredeyse her
zaman pembe, mor ya da turkuaz rengi jel kalemle yazdığı, ba­
loncuğu andıran harflerini hemen tanıdım.
Kâğıt parçasına o gün öğle yemeğinde servis edilen lazanya-
nın bir resmini çizmişti. O lazanyaya tuhaf bir şekilde takıntılı
olduğumu şimdi hatırlıyordum. Eve götürüp akşam yemeğinde
ısıtıp yemek için her zaman İkincisini satın alırdım. O yıl hem
kendim hem de Conner için sayısız kez hazır peynirli m akam a
ve ton balıklı sandviç yapmıştım. Bu tür şeyleri tamamen unu­
tup, parlak pembe kalemle çizilmiş dumanı tüten bir lazanya çi-
zimini görünce anım sam ak ne garipti. Tek bir kâğıt parçası her
şeyi geri getirmişti.

Cuma akşamı sinemaya gitmek için annenden izin


ALMALISIN. Stephen da orada olacak. Artık ondan hoş­
lanmadığını söylediğini biliyorum ama...

Bir başka notu çıkarıp açtığımda tam altı satın kaplayan ko­
caman, rengârenk harflerle yazılmış SIKILDIM!!!! kelimesiyle
karşılaştım.

Bir tanesini daha okudum: Dünyadaki en hastalıklı “hangisini


tercih edersin?" sorularını soruyorsun. Hehe. Sanırım ben de bo­
ğulmayı seçerdim. Yanmaktan daha hızlı olur sanırım, değil mi?
Bir tane daha: Kusura bakma, seni geri arayamadım. Annem
yine birlikte Friends izlemek istedi. Joey'nin Chandler’ın kıyafetle­
rini giydiği bölümü izledin mi? Aşırı komik!
ı

Notları katlamaya zahmet etmeden kutuya geri koydum.


Alisorila fen bilimleri dersimiz ortaktı ve gizli yazışmalarımızın

47
çoğunu bu derste yapardık. Şimdi bu kâğıtlara dokunm ak beni o
sınıfa ışınlamıştı adeta. Dörtlü gruplar halinde oturduğum uz si­
yah formika masaları, Bay Ford’un kel kafasını parlatan floresanı
net bir şekilde görebiliyor, hiç kaybolmayan kimyasal kokusunu
duyabiliyordum.
Annem ve ben taşındıktan sonraki ilk birkaç yıl fazla uzağa
gitmemiş, ilçenin daha doğusundaki bir apartm an dairesinde
kalmıştık. Her hafta sonu babam ın yanına gitmem yalnızca yir­
mi beş dakika sürüyordu.
Yine de yirmi beş dakika, yaşınızın henüz araba kullanmaya
yetmediği zamanlarda en yakın arkadaşınızla bile aranıza mesafe
girmesine neden olabilirdi. Alison’la mesajlaşarak veya telefonda
konuşarak iletişimde kalmaya çalışmış, fırsat buldukça da görüş­
m üştük ama aynı olmamıştı.
Ayrıca ebeveynlerim in boşanm asının ardından ailesinin
benim le görüşm esinden pek h oşnut olm adığını hissetm iştim .
O nun üzerine titrerlerdi. Sebebi tek çocuk olm ası m ı evlatlık
olması mı ya da hiç so run çıkarm ayan bir evlat olm asına rağ­
m en yine de evham yapm aktan vazgeçem em eleri m iydi bilm i­
yordum am a aşırı korum acıydılar. Ebeveyn figürleri yeterince
sağlam olm adığı için D isney C hannel dizilerini izlem esine bile
izin vermezlerdi.
Sonra da aram ızı daha da bozan olay yaşanmıştı.
Babamda kaldığım bir hafta sonuydu ve bu, iki koca gün bo­
yunca odam a kapanıp Alison la mesajlaşacağım ve M urderpedia
sekmeleri arasında dolaşacağım anlam ına geliyordu. Konu nasıl
oraya gelmişti bilm iyordum am a mesajlaşırken bir şişe hap yuta­
cağım konusunda bir şaka yapm ıştım .
Böyle bir şey hakkında şaka yapm anın gerçekten duyarsızca
ve saçma olduğunu şimdi biliyordum elbette. Am a o zam anlar
çok sıkıldığımı, huzursuz olduğum u veya bir şeylerden bıktığımı

48
söylemenin dramatik bir yolu olarak kullanmıştım. Kesinlikle
gerçek bir plan değildi.
Fakat Alison bir şekilde gerçek olarak algılayıp hemen anne­
me ulaşmıştı, annem de babamı aramıştı. Ben de kısa süre son­
ra, ayda iki kez babamın evine gitmeme gerek olmadığına, hatta
belki de hiç gitmesem daha iyi olacağma annemi ikna etmiştim.
O şakayı yapmamalıydım, biliyordum. Alison’ın iyi bir arka­
daş olmaya çalıştığının da farkındaydım. Ama tepki verme biçi­
mine -b an a göre aşırı tepki verm esine- ve bunun sebep olduğu
olaylar dizisine kızm aktan kendim i alamıyordum. Belki bu adil
değildi. Am a o zamanki hislerimi değiştirmiyordu maalesef.
Kutuyu kapatıp dolaba geri koydum. Sıra kendi odam ı te­
mizlemeye geldiğinde notlara tekrar bakabilirdim. Ama şimdilik
geçmişi daha fazla kurcalayacak enerjim yoktu.

49
BEŞ

ANIŞMANIM, TEZİM DE BİR sonraki bölüm e geçmeden


D önce telefonda görüşm e yapm ak istemişti. Bu yüzden yazı­
ma birkaç alıntı ve örnek daha ekledikten sonra ona görüşm e
için zaman ayarlam ak adına bir e-posta gönderdim . Şu anda
müsaitim, diyen cevabı şaşırtıcı bir şekilde anında geldi.
Dr. Nilsson fazlasıyla göz korkutucu biriydi. Birinci yılda he­
pimizin alm ak zorunda olduğu bibliyografya dersine o giriyor­
du ve saçmalığa taham m ülü olm am asıyla ünlüydü. Bir konuyu
fazla uzattığınızda hem en kol saatine bakardı mesela. Tanıdığım
en açık sözlü bilim insanlarının -lisansüstü eğitim e gönderilm iş
Billy M adison' olduğum u düşünüyorlarm ış gibi beni küçüm se­
yen kişilerin- bile onunla tartışm ayı kaybedeceklerini anladık­
larında, sert bakışları altında kızarıp titrediğine şahit olm uştum .
Uzmanlık alanı Virginia W oolf’tu ve final projesi olarak üniver­
site kütüphanesinde W oolf u n yazılarıyla ilgili ezoterik sorulara
-şu kitabın kaç nüshası bulunuyor, bu dipnot hangi edisyonlar-

Türkiye’d e “M irasyedi” adıyla yayım lanm ış, A m erik an y apım ı A dam Sand-
ler film inde, boş şeylerle uğraşan işsiz güçsüz baş k a h ra m a n ın adı. (ç.n.)

50
da var, VVoolf un şu kişinin yaşadığı eve gönderdiği m ektupla­
rın orijinal kopyaları nerede- yanıt bulacağımız bir hazine avı
düzenlemişti.
Bu projeden, ortalam am ı yüksek tutm ak için ihtiyacım olan
B-eksiyi zar zor alm ıştım ama bir keresinde cevap kağıdıma ilti­
fat gibi görünen bir “pervasızca” notu bırakmıştı. Bu yüzden de­
partm anda tezim için gerçek suç üzerine çalışmama izin verecek
birini -h erhangi b irin i- ararken aklıma o gelmişti.
“Dr. Nilsson, merhaba,” dedim , mikrofon kısmının ağzı­
ma yeterince yakın olduğundan emin olm ak için kulaklığımı
ayarlayarak. Nilssoriı tanıdıkça derste bazı zamanlarda “neden
bahsediyorsun?” diye sorm asm ın sebebinin işitme problemleri
olduğunu düşünm eye başlamıştım. Sadece zor insanı oynamaya
çalışmıyordu yani. “Ben Phoebe Walsh.”
“Phoebe,” dedi soğuk ve keskin sesiyle. “Anladığım kadarıyla
tezinin yeni bölüm ünü göndermeye hazırsın. Hangi konuda tar­
tışm ak istiyorsun peki?”
Her seferinde aynı şeyi yapıyordu. Bir görüşm e talep ediyor,
sonra konuşm ayı teklif eden benm işim gibi bunu soruyordu. Ben
de her seferinde tuzağa düşüyor, önceden soru falan ayarlamadı­
ğım için kaçınılm az olarak onu hayal kırıklığına uğratıyordum.
Hazırlıklı değilse neden görüşmek istiyor? diye düşündüğünü ne­
redeyse duyabiliyordum.
“Şey,” dedim , kulağa zekice gelmesini um duğum bir şey
arayarak. “Bu bölüm de M anşon davasındaki başsavcı olan
Bugliosi nin kitabına odaklandım . Ancak yaklaşımlarını karşı­
laştırm ak için M anson’ın savunma avukatı tarafından yazılan
Gacy adlı kitaba ilişkin analizimi eklesem mi karar veremedim.
Ya da Avery davasındaki savcının kitabından mı daha çok şey
eklesem? Gerçi bu kitaba aşırı yorum katılmış. Ö nsözünü Nancy
Grace’in yazdığı bir kitaptan da bu bekle...”

51
Bir okum am lazım,” diye sözümü kesti Dr. Nilsson. Ancak o
zam an yaklaşımınla alakalı daha fazla geri bildirim verebilirim.”
Aklımdan, ben de tam bu yüzden bu görüşmeye ihtiyaç duy-
mam ıştım , diye geçirirken taslağı eklediğim e-postayı gönder bu-
tonuna tıkladım. "Pekâlâ,” dedim, “ö y le yapalım o halde. Taslak
e-posta kutunuza düşmüş olmalı.”
"Mükemmel,” dedi ama şim diden dikkati dağılmış gibiydi.
“Şimdi iş başvuru m ateryallerinden bahsedelim . Elinde neler
var? CV’ni, öğretim felsefeni, örnek ders program ını ve ödevleri
hazırladın mı?”
Ne hazırlamıştım? Hiçbir şey. Bilgisayarımda, verdiğim ders­
ler için hazırladığım, m atruşka bebekleri andıran bir dosya var­
dı. En iyi ders program ım ı ve verdiğim ödevleri bulm ak için o n ­
ları karıştırabilirdim. Çoğunu benden önce aynı dersi verenlerin
hazırladıklarından kopyalam ıştım am a en az benzeyenini seçer­
dim. Konferanslara başvururken kullandığım bir CV’m de vardı
ama iş piyasasma hazırlam ak için biraz düzenlenm esi gerekiyor­
du. Eğitim felsefesi yazmak ise korkulu rüyam dı.
Dışarıdan Sam’in kam yonetinin güm bürtüsü geldi. H enüz
birkaç gündür buradaydım am a geliş gidişlerinin vakti tahm in
edilemez olsa da sesine artık aşina olm uştum . Jaluzilerin arasın­
dan baktığımda gereğinden fazla m iktarda buz torbasını evine
taşıdığını gördüm. Bu çok ilginçti.
Çok uzun süre sessiz kalm ış olm alıydım ki Dr. N ilsson sa­
bırsızca devam etti: “Gelecek yıl iş aram aya başlam ayı d ü şü n ü ­
yor m usun?”
“Aynen,” dedim jaluziyi indirirken. “Yani evet, ö y le um uyo­
rum . tş sahibi olmak her zaman iyidir, değil m i?”
Bir an için mizah duygusunun Dr. Nilsson’ın parlak özelliklerin­
den biri olmadığını unutmuştum. “Coğrafi kısıtlamaların var mı?”

52
Bunlar, akademik kozadaki altı yıllık süremin sonuna yak­
laştıkça geleceğini bildiğim sorulardı. Ben de devamlı bunları
düşünüyordum aslında ama şu anda zihnim bomboştu. Tek kar­
deşim Florida’d aydı, annemle yeni kocası Georgiaya taşınmışlar­
dı, ben de son beş yıldır lisansüstü eğitim için Kuzey Carolina’d a
yaşıyordum. Peki bu yerlerden herhangi birine karşı bir bağlılık
duyuyor muydum?
“Sayılmaz,” dedim. “Yok aslında.”
Dr. Nilsson m sorgulaması beni huzursuz edince sırf bir şey­
lerle meşgul olm ak için posta kutum u kontrol etmeye çıktım.
Dışarı adım attığım anda boğucu nem üzerime hücum etti. Sam
çoktan evine dönm üştü; m uhtem elen aldığı buzları soğutuculara
döküyordu. JefFrey D ahm er’ı aklıma getirmemeye çalıştım ama
bu benim için artık reflekse dönüşmüştü.
Diğer taraftaki kom şunun kedisi -geldiğim gece garaj yolun­
da olduğu için onun kedisi olduğunu varsayıyordum - serinle­
meye çalışıyormuş gibi bizim kapı eşiğindeki İspanyol karosu­
nun üzerine uzanmıştı. Tam m erhaba diyecekken hâlâ telefonda
olduğum u ve profesörüm ün beni deli sanacağını düşünerek sus­
tum. Yine de kediye hafifçe başımı salladım ve eve girmesin diye
kapıyı kapatırken üzerinden atladım.
“Hatırlatsana,” diye devam etti Dr. Nilsson, “Hayatında biri
var mıydı?”
Buraya geri döndüğüm den beri gerçek dostluk hususunda
bana ilham veren tek canlının bir kedi olduğunu düşünürsek ce­
vap “haytr”dı. Sonra Dr. Nilsson’ın rom antik ilişkileri kastettiğini
fark ettim. Ki buna cevabım “kesinlikle h ayır’dı.
“Şu anda yok.”
“Güzel.” Görüşmeye başladığımızdan beri sesinde ilk defa
m em nuniyet duydum. “Seçeneklerini açık tut. Bu sayede her­
hangi bir yere rahatça yerleşebilirsin.”

53
Kesinlikle,” dedim dalgınlıkla. Babamın posta kutusunda-
kiler çöpten ibaretti. Kuponlar, araç sigortasıyla ilgili bir rek­
lam ve ön sayfasında, eyalet çapında bir şarkı yazm a yarışm a­
sını kazanan bir çocuk hakkında bir hikâyenin yer aldığı yerel
b ir b ro şü r vardı.
“Pekâlâ. Şimdi bir sonraki bölüme mi geçiyorsun?” diye sor­
du Dr. Nilsson. “Tez önerini doğru hatırlıyorsam bu bölüm de
C apotea odaklanacaksın.”
Kedi hâlâ aynı yerde yatıyordu. Kapıya yaklaştığım da ilgi is­
tiyorm uş gibi başını geriye yatırıp gözlerini kısarak bana baktı.
Telefona, “Doğru,” derken kedinin çenesinin altını ihtiyatlı
bir şekilde kaşımak için dizlerim in üstüne çöktüm . H ayvanın
ne kadar vahşi olduğunu bilm iyordum . Sokak kedisi m iydi, ev­
cil ama sokağa çıkan bir kedi miydi yoksa m ahallenin m askotu
muydu? Küçüktü; tam olarak yavru sayılm azdı am a ergenlik ça­
ğında gibi görünüyordu ve siyah-beyaz patileri ve beyaz göbe­
ğiyle m inik bir smokine benziyordu. “Bir bölüm ün tam am ın d a
Soğukkanlılıkla ya odaklanm ayı düşünüyorum . C apote’u n Perry
ve Dick’le yakınlaşmasını, onlarla olan ilişkisinin, anlatısını ve
gerçek suç türünü bir bütün olarak nasıl etkilediğini ele alaca­
ğım. Bir başka bölüm ü de A nn Rule’un Ted B undy hakkındaki
kitabı The Stranger Beside M e y t ayıracağım. Yazar b u kitapta,
Seattle’d aki kriz kliniğinde Bundy’yle çalıştığı zam anı anlatıyor.”
Dr. Nilsson, “Bir planın olduğunu duyduğum a sevindim ,”
d ed i “Az önce attığın bölüm gelen kutum a düştü. Ö nü m ü zd ek i
hafta notlarımı gönderirim. Bunun dışında iş başvurusu için h a ­
zırladığın materyallerin taslaklarını gönderirsen onlara da göz
atmaktan memnuniyet duyarım.”
“Ah,” dedim. “Peki”
Bu cömert bir teklifti. Birkaç arkadaşım ın profesör d an ış­
manları da iş konusunda onlara yardım cı oluyordu ancak b u ­

54
nun sebebi yıllarca birlikte çalışmış olmalarıydı. Genelde birlikte
makale yazmış ya da konferansta sunum yapmış oldukları için
araştırmaları birbirine bağlı oluyordu. Veya profesörleri onları
direkt profesyonel bağlantılarıyla tanıştırıyordu.
Fakat Dr. Nilsson’la ben, bugüne kadarki tartışmasız en bü­
yük projem üzerinde birlikte çalışmamıza rağmen birbirimizi
o kadar iyi tanım ıyorduk. O nun beni himayesinde gördüğünü
düşünm üyordum .
“Sonra görüşürüz,” deyip telefonu kapattı.
Kedi hâlâ hafifçe mırlayarak onu okşamama izin veriyordu.
Tasması yoktu am a vahşi olmadığı açıktı. “Ted Bundy konusu
açılınca senin de ilgin çekildi, değil mi?” diye m ırıldandım ona.
“Ann onu hapishanede ilk kez ziyaret ettikten sonra bir rüya gör­
müş. K urtarm ak zorunda olduğu bir bebek varmış ama sonra­
dan bebeğin bir iblis olduğu ortaya çıkmış ve rüyasmda elini ısır­
mış. Rosemarynirı Bebeğindeki gibi. Akıllara Roman Polanski ile
Sharon Tate’i ve tabii tekrar M ansonı getiriyor.”
Kedinin bıyıkları kuşkuyla seğirdi.
“Aynen,” dedim . “Ben de bağlantıyı kuruyorum.”

CONNER İLE SHANİ o akşam, ellerinde burrito'larla yemeğe


gelerek beni şaşırttılar. Bunu asla itiraf etmezdim ama hem ye­
mek getirdikleri hem de beni yalnız bırakmadıkları için m in­
nettardım . Bu evde geçirdiğim birkaç günde tehlikeli bir şekilde
REDRUM bölgesine* yaklaşmıştım çünkü.
İkisiyle takılm a konusundaki tek sorunum (mide bulandırıcı
düzeydeki sevgi gösterilerinin yanı sıra) ağzımdan evlilik tekli­

* İngilizcede “cinayet” anlam ına gelen “m urder" kelim esinin tersten yazılışı.
“C in n e t” filmi ve kitabına atıfta bulunulm uştur, (ç.n.)

55
fiyle ilgili bir şey kaçıracağımdan ölesiye korkm am dı. C o n n erın
bana hiç söylememiş olmasını diliyordum çü n k ü şim d i sohbet
ederken sürekli aklıma gelip duruyordu. Bir başka beysbol m a­
çına gideceklerini anlattıklarında neredeyse “L ütfen d ev ekran­

la evlenme teklif edeceğini söyleme gibi bir yorum yapacaktım ,
Shani bitirmesi gereken bir ödevi olduğundan am a teslim tari­
hinin gelmesini hiç istemediğinden bahsettiğinde, “gelmesini
isteyeceğin başka bir tarih var aman deyip göz k ırp m a m a k için
kendimi zor tuttum. Ve ben asla göz kırpmazdım. Bu sır yüzün­
den içim içimi yiyordu resmen.
“Pheebs?" Connerın ses tonuna bakılırsa bir sü red ir dikkati­
m i çekmeye çalışıyordu.
“Hu?"
“Bir çöp konteyneri alsak mı, diye sordum,” dedi. “Ç ü n k ü b u ­
radaki bunca..." Dilimizdeki hiçbir kelimenin, anlatm ak istediği
şeyi tanımlayamayacağmı düşünüyormuş gibi etrafına bakındı.
Sonunda buradaki eşya y ığını için yeterli bir tanım olm asa da “...
şeyi ancak öyle toplayabiliriz,” demekte karar kıldı.
“Konteynerlerin maliyeti ne kadar?” Bugün Dr. N ilssonla ko­
nuşm ak, sadece başvuru sürecinin büe ne kadara mal olacağım
düşünm eye başlamama yol açmış ve beni ekonomik durum um la
alakalı bir sarmalın içine sokmuştu. Başvuru materyallerini yük­
leyeceğim siteler, mülakat için gideceğim yerlere alınacak uçak
bilederi, yeni ve şık bir ceket... Hepsi cüzdanımı aşındıracaktı.
“Bu cum a ilk maaşımı alacağım,” dedi Conner. “Parasını ben
ödeyebilirim.”
“Bölüşürüz olmazsa,” dedim. İçimdeki abla, küçük kardeşindi
b un u tek başm a üsdenmesine izin vermeyi hâlâ zor buluyordu.
H albuki izin versem üstüm den bir yük kalkacaktı.
C onner om uz silkti.

56
Shani veli toplantısındaymışız gibi, “İşinde çok iyi gidiyor,"
dedi. “Telefon görüşmeleri sekiz dakika sürüyor. Sekizdi, değil
mi?”
“Yedi buçuk,” dedi kardeşim, burrito'sundan bir ısırık alırken,
“O kadar da iyi değilim. Daha gidecek çok yolum var.”
“Biraz daha havadan sudan konuşamaz mısın?” dedim,
“Aralara rakamlar falan serpiştir mesela. Yabancılarla muhabbet
etme konusunda her zaman iyiydin.”
C onner lokmasını yutup ikimize bakarak gözlerini devirdi.
“Görüşmelerin daha kısa sürmesi gerekiyor,” dedi. “Başan sırala­
ması yapılırken verimlilik dikkate alınıyor. Bir saat içinde, arama
başı ortalam a altı dakika on beş saniye sürecek dokuz görüşme
yapmamızı istiyorlar. Bu da bir saatte yalnızca dört dakika kadar
mola verebileceğimiz anlamına geliyor. Eğer hepsini biriktirirsek
dört saatte bir on beş dakikalık mola verebiliyoruz.”
Conner a cesaret verici bir şekilde gülümseyen Shani ye baktım.
“Ne kadar çok... sayıdan bahsettin,” dedim.
C onner omuz silkti. “İstasyonumda durması için lamine bir
çıktı verdiler. Bu sayede matematiği kendim yapmak zorunda
kalmıyorum.”
“O rada çalışmayı seviyor musun?”
“Çok. Bana, üzerinde şirket logosu olan bir su şişesi verdiler.
Bir yıl boyunca çalışırsan tişört alıyorsun."
“Eh,” dedim. “İneklemeye devam o zaman.”
Conner, “En iyi yaptığım şey bu,” dedi. “Sonlardaki zorlu seviye­
lerin üstesinden gelmeye yetecek kadar can kazanmak için Heavy
Machinery’yi nasıl defalarca oynuyorduk, hatırlıyor musun?”
Ne hakkında konuştuğunu anlamam bir saniyemi aldı.
Yüzünde şapşal bir sırıtışla baldırındaki Crash Bandicoot döv­
mesini işaret ettiğinde gözlerimi kapattım. Tabii ya.

57
“En zoru Slippery Climb seviyesiydi,” dedim. “Karakterinin
yeniden doğması için ne uğraşırdın.”
Conner, “Bir de High Road vardı,” dedi. “O seviye de acayip
zordu.”
Shani bir ona bir bana bakıyordu. “Bir video oyunundan bah­
sediyorsunuz sanırım.”
“Bu, o video oyunu,” dedi Conner, “Her şeyi başlatan oyun.”
Shani’nin şaşkın ifadesine bakılırsa C onner’ın yaptığı açıkla­
ma, beklediği şey değildi.
“Ah,” dedi kız sonra, kanepedeki yerinden fırlayarak. “Sana
bahsettiğim kitabı getirdim.”
Dev çantasını karıştırıp, adı kilise broşürlerindeki yazı tipiyle
yazılmış, siyah-beyaz kapaklı, ince bir kitap çıkardı. G örünüşüne
bakılırsa hedef kitlesi sandığımdan çok daha küçük yaştaki oku­
yuculardı. Birkaç nedenden ötürü benim durum um a hiç uygun
değildi ve daha dikkatli incelediğimde gölge efektli yazı tipi gö­
züme çok battı. Ama Shani’nin beni düşünm esi çok hoştu ve ya­
landa ailemin bir üyesi olacağı için onu kırm ak istem iyordum .
Kitabı gülümseyerek kabul ettim.
“Gelirken birkaç sayfa okudum. Bayağı güçlü sözler b arın d ı­
rıyor,” dedi Shani, destek beklercesine C onner a bakarak. “Ken­
dinle özdeşleştirecek çok şey bulacağını düşünüyorum .”
Bu bakış çok şey anlatıyordu. Bu konuyu ve beni tartışm ış
olmalıydılar. Ne gibi sonuçlar çıkardıklarını ancak hayal ede­
bilirdim. Conner, anne babamız boşandığında sadece altı, ben
babama hafta sonu ziyaretlerini kestiğimdeyse sekiz yaşındaydı.
Yani zaten yıllardır hayatımda olmayan babamı kaybetm ek ko­
nusunda nasıl hissedebileceğime dair ne gibi bir fikri olabilirdi
ki? Gerçekten duymayı çok isterdim.
Fakat Shani bana hüzünlü bir şekilde gülüm seyince tü m öf­
kem uçup gitti. Bana “yardım etmek” için C onner’la bir çeşit iş-

58
birliği yapıyor olm alarından hoşlanmasam da beni düşünmesi
çok tatlıydı. Kitabı merak etmişim gibi sayfalan yavaş yavaş
çevirdim .
“O kum a listeme ekleyeceğim," dedim. “Şafak Katili’nin kızı­
nın yazdığı anı kitabından hemen sonra okurum. O olayı hatır­
lıyor m usun, Conner? Seksenlerde Orta Florida civarında en az
sekiz cinayetle bağlantısı vardı.”
C onner başım iki yana salladı. "Benim 7amammrfan çok ön­
ceymiş. Aynca siyah-beyaz televizyon izlemiyorum."
Gözlerimi devirdim. “Benim 7amammdan da önceydi herhal­
de, şapşal,” dedim. “Ama olay buraya yalan bir yerde olmuş. Bir saat
kadar kuzeyimizde. Adam hakkında bir şeyler duymuş olabilirsin.”
“Ben norm al insanlar gibi Pokemon kartlan toplamakla meş­
guldüm,” dedi kardeşim. “Normal insanlardan bahsetmişken, şu
kom şu parti falan mı veriyor? Ön tarafta bir sürü araba vardı”
D ışanyı kontrol etmek için yerimden zıpladım. Gerçekten de
garaj yolunda üç tane, sokakta da birkaç tane yabana araç vardı.
Tüm uyanıklığıma rağmen bu yeni gelişmeyi tamamen gözden
kaçırm ıştım .
“Ah, buzun sebebi anlaşıldı,” diye mırıldandım.
A rkam ı döndüğümde Conner’ı Shani’ye imalı bir bakış atar­
ken yakaladım, ö n ce kitap konusu, şimdi de bu. Daha fazla su-
sam azdım . “Ne?”
“Bir şey yok,” dedi kardeşim, gözleri kocaman açılmış halde.
Shani ise aynı anda, “Conner, hayatındaki değişiklikle başa çık­
m anın bir yolu olarak komşuna odaklandığını düşünüyor,” dedi.
C onner ona, ağzına taco sosu bulaşmamış olsa daha etki­
li olabilecek bir usağ ol ya“ bakışı attı, “öyle bir şey demedim.
Terapistim in, Phoebe’nin odağının orada olmasının açıklaması­
nın bu olabileceğini söylediğinden bahsettim.”

59
O n la r ı su stu r m a k için e lle r im i k a ld ırd ım . T e r a p istiy le d e mİ
b e n i ta rtışıyo rd u ? Y üce İsa!

“Sen de Dr. Freud da bunu çok büyütüyorsunuz,” dedim.


“Birkaç tuhaf şeyle karşılaştım, tamam mı? Yalnız yaşayan, bekâr
bir kadın olarak kendimi korum ak istemem çok doğal.”
“Tamam am a...” Conner aşırı sinir bozucu bir küçük kardeş
şüphesiyle burnunu kırıştırdı. “Sebebi onun tu h af olm ası mı,
yoksa senin tuhaf olman mı?”
“Hey, o ...” Dediğimi kanıtlamama yardımcı olabilecek b ir şey
söyleyemeyeceğimi fark edince sustum. Adam benim için m asa­
mı evimin önüne kadar taşımış, yanlışlıkla kapım a gelen paketi­
ni teslim ettiğimde nazikçe kabul etmiş, çim lerim i biçm işti. Yani
Macdonald üçlüsünü' sergilediği iddia edilemezdi.
Ama garajında bir şeyler karıştırdığını, elleriyle kollarını kap­
layan gizemli sıvıyı, aracından aldığı naylon örtüyü aklım dan çı-
karamıyordum. Bunların hiçbiri sinsi bir katil olduğunu göster­
mezdi tabii ama Ford B roncosunun her santim ini kaplayan kana
rağmen O.J. bile paçayı kurtarm ayı başarmıştı.
“Her neyse, sorun y o k Gidip ondan bir bardak şeker iste­
mem falan gerekmeyecek sonuçta, değil mi? İhtiyacım olsa bile
diğer taraftaki kedili kadın var.”
“Pat hâlâ orada mı?” dedi Conner. “O kadm bana h e r zam an
Napolyon Dynam itetaki büyükanneyi hatırlatırdı. B ahçesinde
kuşlara ekmek atarken, bunu sizin iyiliğiniz için yapıyorum , yiyin
bitirin sizi küçük boklar, der gibi görünürdü.”
“Aslına bakılırsa,” dedim, “Tüm o kedilere bakarken hâlâ kuş­
lan bahçeye yaklaşmaya teşvik etmesi tüyler ürpertici.”
Conner yüzünü buruşturarak, “Ben o şekilde d ü şü n m em iş­
tim,” dedi. “Neyse, dinle. Mesele şu ki burada çok yalnız oldu-

* Kişilerdeki şiddet eğilimini ve seri suçları öngörebilm ek a d ın a p sik iy a trist


John M acdonald tarafından ortaya atılm ış davranış üçlüsü teorisi, (ç.n .)

60
ğunu biliyoruz. Ve endişe içinde olman ya da kendini güvende
hissetm em en hiç hoşumuza gitmiyor.”
Shani’nin elini tutmak için uzandığında terapistiyle kendinden
değil, kız arkadaşıyla kendinden bahsettiğini anladım. Eh, sınırlar
hakkındaki şu ciddi konuşmayı yapmaktan kurtulmuştum.
“İşte bu yüzden bir karar verdik,” dedi Shani, yine destek için
kardeşim e bakarak, ”Biz de buraya taşınacağız. Böylece o kadar
yalnız kalmazsın.”
Yüzümün ne şekle girdiği hakkında hiçbir fikrim yoktu.
Z ihnim de gözlerim fal taşı gibi açılmıştı ve ağzım bir balık gibi
açılıp kapanırken burun deliklerim zar zor kontrol altına aldı­
ğım bir öfkeyle genişlemişti. Ama dışan fazla bir şey yansıtmıyor
olm alıydım ki kardeşim bana dünyadaki en güzel hediyeyi sun­
m uşlar gibi sırıtarak bakıyordu.
Aslında bunu iyi niyetle yaptıklarım biliyordum. Nazik bir
teklifti. Kasabada Alison dışında kimseyi ta n ım a d ığ ım doğruy­
du. A m a onunla b a ğ ım ız ın Teert Beat’in eski sayılanımı altına
göm ülüp unutulm ası en iyisiydi
Evde, C onner’ın daha sık gelip yardım etmesini istediğim
çok fazla iş olduğu da doğruydu. Fakat Conner ve Shani ile ya­
şam ak zorunda kalsaydım, aklımı kaçıracağım gerçeğini göz
ardı edem ezdim .
“Ah,” dedim , kelimelerimi dikkatle seçmek için düşünerek.
“Bu teklif için minnettarım ama...”
“Evi satmaya hazır hale getirene kadar kalınz,” diye araya gir­
di C onner, beni rahatlatmak ister gibi. “Dairemizin kira kontra­
tın ın bitm esine sadece bir ay kaldı. Yenisini imzalamadan önce
bir süreliğine eşyalarımızı depoya koyabiliriz.”
“Yatak dışında elbette," diye belirtti Shani.

61
C onner, “Aynen, yerde yatamayız,” dedi. “Xbox ve Playstation a
d a ihtiyacım ız var.” Bana umutla baktı. “Tabii kendininkini getir*
m ediysen?”
Şakaklarım ı ovuşturup başımı hafifçe iki yana salladım .
“Sorun değil. Benimkinde bir sürü harika oyun yüklü. Ayrıca
Shani için şahsi anlam taşıyan Buda heykelini de getirm em iz la ...”
“Budist değilim,” dedi Shani mahcubiyetle, “Am a lisedeki kır
sporları koçum dan hatıra ve.
“Ç ok büyük değil zaten,” diye araya girdi Conner. “Aa, b ir de
H ank var. Ama o neredeyse hiç yer kaplamıyor, sadece beş kiloyu
kaldırabilecek düz bir yüzey gerekli.”
“Beş litre,” diye düzeltti Shani, “Litre ve kilogram arasm da
fark vardır bebeğim. Hem H ank’in masasını da getirebiliriz.”
İşler kontrolden çıkıyordu. “H ank kim ?”
İkisi hızla kafalarını bana çevirirken oda sessizliğe b ü rü n d ü .
Yüzlerindeki ifade neredeyse... ihanete yakındı. Sanki b u soruyu
sorduğum a bile inanamıyor, daha öğrenecek çok şeyim o ld u ğ u ­
nu düşünüyorlardı.
“Hank bizim Japon balığımız,” dedi Conner. “O n u geçen yıl
ilçe panayırında kazandık.”
“Bu türün uzun öm ürlü olm adığını söylüyorlar,” d edi Shani,
“Ama Hank dayanıklı çıktı.”
“Biz de iyi bakıyoruz ama,” dedi kardeşim . “Ç oğu kişi, b alık ­
larını sadece klasik yemlerle besliyor am a biz in te rn e tte n ...”
“Pekâlâ, yeter,” dedim. “H ank buraya taşınm ıyor.”
Sesim çok sert ve balığa karşı önyargılıym ışım gibi çıkm ıştı.
Halbuki buraya taşınması için üçü arasında birini seçm em g erek ­
se Hank’i seçerdim. Cümleme en baştan başladım . “Teklifinizi
takdir etmediğimden değil. Gerçekten çok naziksiniz. Ev için de
kesinlikle yardımınıza ihtiyacım olacak ve gerçek ten ...” Off, bir

62
sonraki kısım çok dokunaklıydı. Kelimelerin boğazıma takıldı­
ğını hissettim. “... sizinle daha fazla vakit geçirme şansına sahip
olm ak harika olurdu. Ama üzerinde çalışmam gereken bir tez
nedeniyle olabildiğince sessiz sakin bir ortama ihtiyacım var.”
C onner kaşlarını çattı. “Ben de tam olarak bundan bahsediyo­
rum . Buraya tıkılıp kaldın. Korkunç cinayetleri okuyup okuyup
kom şun hakkında paranoyakça düşüncelere kapılıyorsun ve...”
“Ben paranoyak değilim! Ve mesele komşu değil. Bu arada
kendisinin adı Sam.”
“Hatırlıyorum,” dedi Conner. “Geçen gün ondan bahseder­
ken “o n u n bunun oğlu Sam” demiştin"
“O b ir şakaydı,” dedim. “Açıkçası komşumun gerçek bir seri
katil olduğunu düşünmüyorum. Her şeyden önce, bu civarda
birbiriyle bağlantılı görünen, çözülmemiş cinayetler bile yok. Ve
•i • • • yy
ıkincısı...
C o n n er kaşlarım kaldırarak bekledi. İlk kanıtımdan bekle­
diğim kadar etkilenmediğini görebiliyordum. Oysa ben öğren­
m ek için bayağı zaman harcamıştım. Pekâlâ. Belki de Conner ve
Shani’yi burada yaşama fikrinden vazgeçirecek kadar ikna edici
başka b ir şey bulmalıydım. Bu yüzden, “Sizce bir seri katilin ev
partisine gider iniydim?” dedim.

63
ALTI

EŞ DAKİKA SONRA üçüm üz de Sam’in kapısının eşiğinde


B duruyorduk; ben öndeydim, Shani ile C onner da arkam day-
dı. Zili zaten bir kez çalmıştık ama Sam içeride çalan H aw aii m ü ­
ziğinin sesi yüzünden duymamış olmalıydı.
“Temalı bir parti mi acaba?” dedi C onner arkam dan. “K ostüm
giymeli miydik?”
“Bilmem,” dedim, tuttuğum Kit Kat paketini diğer elim e geçi­
rip zile tekrar, uzun uzun basarken.
“Seni davet ederken bir şey dem edi m i?”
İçeriden birinin bağırarak kapının çaldığını söylediğini d u y a­
biliyordum. “Şşşt,” diye tısladım kardeşim e.
“Aman Tanrım, davetsiz m isafir miyiz yani?” d edi C o n n e r
tam kapı açılırken.
Üçümüzü görünce Sam’in gözleri kocam an açıldı a m a o bir
şey söyleyemeden Kit Kat paketini kollarına bıraktım . “Selam,”
dedim aniden gergin hissederek. “M üziğin sesini d u y d u k v e ..

64
Cüm lem i yanda bıraktım. Gerçekten de temalı bir partiydi.
Konuklar göze çarpan desenli gömlekler giymişti ve ellerinde
plastik ananas bardaklar vardı. Sam’in gömleği, üzerinde beyaz
çiçek desenleri olan parlak bir pembeydi. Kirli sakalı da eklenin­
ce tam M iami Vice karakteri gibi görünmüştü ama bu haliyle bile
fena değildi.
“Müziği kısayım mı?” diye sordu.
“Ah,” dedim . “Hayır, gerek yok. Biz aslında...”
Sam’in verandaya çıkıp kapıyı arkasından kapatması beni şa­
şırttı. Kişisel alanımı korumak için geri ad ım atmak zorunda kal­
dım . Bu da kardeşimin ayağına b a sm am a ve Conner m melodra-
m atik bir şekilde ulumasına neden oldu. Sam bir şey demeden
bizim garaj yoluna doğru yürüdü ve bir dakika boyunca etrafı
dinliyorm uş gibi orada durdu.
“OffT dedi Conner yüksek sesle, acısına verdiğim tepkiden
m em nun değilmiş gibi.
“Ah, hadi ama,” diye tısladım, gözlerimi Sam’d en ayırmadan.
“O kadar sert basmadım.”
“Ayağında asker botlan var.”
O nun ayaklarına baktım. “Sen de parmak arası terlik giymiş­
sin. Bu sana ayak parmaklarım daha iyi korumayı öğretir işte.
O nları kim senin görmesine gerek yok”
“En azından ben temayı yakalamışım,” diye homurdandı. “O
ne yapıyor orada?”
D ürüst olmak gerekirse hiçbir fikrim yoktu. Sam bizim eve
gidip kapının hemen önünde durmuştu. Biz ise onun kapısında
dikilmeye devam ediyorduk Sonunda dönüp bize doğru geldi.
“Gerçekten iyi kulakların olmalı,” derken tuhaf bulmuş gibi
kaşlarını çatmış halde Kit Kat paketine bakıyordu. Ardından ka­
fasını kaldırıp Conner ile Shani’yi inceledikten sonra dikkatini

65
y en id en bana verdi. “Affedersin. Garaja ses yalıtımı yapm ıştım .
M üziğin sesini azaltmalıydı. Neyse, içeri gelip bir şeyler içmek
ister m iydiniz?”
içeri girdi ve peşinden gitmemiz için kapıyı açık bıraktı ama
C o n n e r b ir elini koluma koyarak beni durdurdu. Phoebe, dedi.
“D ostum . Ses yalıtımı mı?”
“Sana demiştim,” dedim ve eve girdim.

İLK FARK ETTİĞİM şey, Sairim oturm a odasındaki küçük


oyukta bir piyano olduğuydu. Enstrüm anı çalm adığına, sadece
çalacak türden bir adam olduğu izlenim ini verm eyi sevdiğine
d air bahse bile girebilirdim. Ama sonra üstündeki d u varda asılı
büyük pankartı -SEN Î ÖZLEYECEĞİZ, B A R B A R A !- gördüm .
Bunu çözümlemem biraz zaman alacaktı.
“Barbara nereye gidiyor olabilir?” diye sordu Shani.
“Bodrum katına?” dediğimde C onner da ben de kah k ah alara
boğulduk Sam, elinde birkaç teneke LaCroix’la gelip içecekleri
bize uzatırken hâlâ gülüyorduk
“Kusura bakmayın, gazozum kalm adı,” dedi, “A m a ...”
Tropikal süslemeleri belli belirsiz işaret etti. D aha y a k ın d a n in ­
celediğimde palmiye ağaçlarının, m ukavvaların kıvrılm asıyla
yapıldığını fark ettim. “... m utfakta alkollü içecekler de var. Belki
kendi içeceğinizi kendiniz hazırlam ak istersiniz diye d ü şü n d ü m .”
Bunu söylerken bakışları kısa bir an için b an a kaydı. O d a n ın
karşısından biri adını seslenince o duym a m esafesinden çıkana
kadar bekledim, sonra C onner a dönüp y ü züm ü b u ru ş tu rd u m .
“Sanırım bizi duydu.”

66
“Duyarsa duysun, ne olacak ki?” Conner çilekli sodayı
Shani ye verip ondaki portakallıyı aldı ve açma halkasını gürül­
tüyle çekti.
Ev sahibinin kalabalığın arasından geçip mutfağa gitmeden
önce bir çiftle konuşmak için durmasını izlerken altdudağımı
çiğnedim. C onnerın umursamaz tavrının aksine, ben yine kaba­
lık ettiğim düşüncesiyle kam ım da bir gerginlik hissediyordum.
Hem partisine davetsiz gelmiş hem de hakkında ileri geri konuş­
m uştum . Benim parfümlü saç spreyi içmek isteyip istemediğime
karar verm em için gereken sürede, kardeşimin iki sodayı birden
bitirebileceğim bildiğim için açılm a m ış içeceğimi ona verdim ve
m utfağa yöneldim.
Sam üst dolaptaki bir kâseyi almak için uzanıyordu ve bu
hareketi tişörtünün yukarı sıyrılmasına ve kam ın ın bir kısmı­
nın ortaya çıkmasına neden olmuştu. Kâseyi tezgâha bırakıp
yüzüne düşen saçlan geriye iterken beni görüp hafifçe irkildi.
Yüzümün yandığım ve açık te n im in pembeye döndüğünü his­
settim . Bakışlarımı kaçınp o m z u n un arkasına baktığımda arka
bahçesinde bir yüzme havuzu olduğunu gördüm. Birkaç kişi ha­
vuzun etrafında toplanmış, bazılarıysa kenarına oturup bacakla­
rını suya sarkıtmıştı.
“Havuzun var,” dedim aptal gibi. Asıl demek istediğim şuydu:
Kendimi suya atsam ve sen dahil herkes gittikten sonra çıksam?
Bakışlarımı takip etti. “Evet." Kit Kat paketini dişleriyle y ırt­
tı ve ayrı ayrı ambalajlanmış çikolataları kâseye boşaltıp hafif­
çe salladıktan sonra tezgâhtaki cips ve sos tabaklarının yanma
yerleştirdi.
“ö y le yapmamalısın," dedim kendime engel olamadan.
Kaşlarını çatarken eli kâsenin üzerinde asılı kalmıştı. Kafamı iki
yana sallayıp sekiz milyonuncu kez, sorunumun ne olduğunu
düşündüm . “Dişlerinle bir şeyler açmanı kastediyorum. Diş sağ­

67
lığın için iyi değil. Sana ikinci sınıftaki bir kızın pestil yemesiyle
alakalı b ir hikâye an latırd ım ama parti ortamı için uygun kaçmaz.**
B ana öylece baktığına göre devam etm em i bekliyordu.
“G erçi kızın dişi zaten sallanıyormuş. Yani.. Sırf ellerim boş
k alm asın diye kâseden bir Kit Kat aldım. Paketi açm a şekline
o n ca la f ettikten sonra seçtiğim çikolatanın am balajını açam a-
m a m d a büyük ironiydi gerçekten. Ne kadar uğraşsam da aptal
şeyi açm ayı beceremeyince sonunda pes ettim . “A slında hikâye
b u kadar. Devamı yok.”
D udakları bir şey söyleyecekmiş gibi hafifçe aralandı. A m a
konuşm adan bir Kit Kat aldı ve ambalajı kolayca açıp çikolatayı
ağzm a attı. Uyuz.
Birinin bir şeyler çiğnemesini izlemek ne zam an b u kadar
tahrik edici olmuştu? Bir türlü bakışlarım ı kaçıram ıyordum .
M utfakta birbirimize bakarken anın içinde kilitli kalm ıştık ade­
ta. Mavi gözleri geniş alnım dan sivri çenem e, o rad an d a d u ­
daklarım a kaydı ve burada biraz oyalandı. A m a o k ad ar kısa bir
andı ki hayal etmiş bile olabilirdim . A rka planda Beach Boys’un
“Don’t W orry Baby” şarkısı çalıyordu. Bir süre so n ra nefesim i
tuttuğum u fark ettim.
Sam lokmasını yuttu. “M asa nasıl?”
Şimdi bir şey dem eden bakm a sırası bendeydi. S o ru su kafa­
m ın içinde dönüp duruyordu am a ne dem ek istediğini anlaya-
mıyordum.
Bir kaşını kaldırdı. “Hani şu ‘G am m az Yürek’i an ım satan , a h ­
şaptan yapılmış, ağır mobilyan?”
“Ah,” dedim. “O masa. O ldukça... hareketsiz.”
Biz konuşurken başka bir Kit Kat açtığını fark e tm e m iştim .
Bir tarafı açık çikolatayı bana uzattığında aldım am a b ah si geçen
mobilya kadar hareketsiz ve ağır hissediyordum .

68
Sam’in gözlerinin kenarlan kırıştı. “Güzel ö y le kalmasını
umalım.”

CONNER VE SHANİ’Yİ bir köşede, insanın gözlerini acıtacak


kadar parlak turuncu bir gömlek giyen, «akıllı bir adamla konu­
şurken buldum . Kardeşim beni görünce el «alladı
“Pheebs! Bu adamla üç yıldır League a f Legends oynuyor-
m uşuz, ne tesadüf ama? Beni sunucuya alan Dan in bir arkada­
şıymış. D an ayrıldıktan sonra ben oynamaya devam etmiştim
çünkü sunucudaki adamlar cidden iyi oynuyorlardı.” Shani imalı
bir şekilde boğazım temizleyince Connor aceleyle, “Kızlar da ta­
bii!” diye ekledi. “Yani, bizim takımda bildiğim kadarıyla hiç kız
yoktu am a kızlar da bügisayar oyunu oynayabilirler. Toksik cin-
siyetçiliği savunm uyorum elbette.” Shani onu dirseğiyle dürttü.
“H angi cinsiyette olursa olsun herkes oyun oynayabilir! îlla iki
cinsiyetten biri olacak değil”
T uruncu gömlekli adam gülerken bana elini uzattı. “Josue,”
dedi. “Barbara’yı tanıyor musunuz?”
“Hayır, tanımıyorum,” dedim. Sonra Sam’i bulmak için m ut­
fağa gitm em deki asıl sebebin, partisine davetsiz geldiğim için
özü r dilem ek olduğunu hatırladım. Bunun yerine gidip havuzu
ve dişleri hakkında saçmalamıştım.
“Ablam, Sam’in komşusu,” dedi Conner.
“Tam olarak değil aslında,” diye açıklama ihtiyacı hissettim.
“Yan taraf babamızın eviydi. O ölünce satmak için temizlemeye
geldim. Yani..." Sonra muhtemelen Josue’nin bunların hiçbirini
um ursam adığını fark ettim.
“Başınız sağ olsun,” dedi adam. “Evi ne zaman satışa çıkar­
mayı düşünüyorsunuz?” Hem baş sağlığı dilerken samimi gö­

69
rü n m ey i hem de hem en duygusal olarak daha dengeleyici bir
konuya geçmeyi başarmıştı. Bu konuda o kadar iyiydi ki onu
alkışlam ak istedim.
Ben, “Umuyoruz ki yakında,” derken C onner aynı anda, Eğer
Phoebe yardım ım ızı kabul ederse bir ay içinde,” dedi.
Gözlerim i devirdim. Hafta sonları gelip, basım ta rih le ri CSI
dizilerinin başlangıcından bile çok öncesi olan yüzlerce dergiyi
geri dönüşüm e göndermekte yardım etmeyi kastediyorsa b u ­
n u n la hiçbir sorunum yoktu. Sadece sürekli olarak y a n ım d a k al­
m alarım istemiyordum.
“Aslında eve bir göz atmak isterim,” dedi Josue. “H azır o ld u ­
ğunda oyunun sohbet odasında bana ulaşırsın.”
“Hadi canım?” dedi Conner, evi oracıkta tek b aşın a satm ış
gibi muzaffer bir ifadeyle bana bakarak.
“Ciddi misin?” dedim ben de. “Ev bayağı tam ir g erek tirecek ­
tir ama.”
Josue omuz silkti. “Sam iyi bir adam ve onunla k o m şu olm ayı
çok isterim. Ayrıca okula bu kadar yakın olm ak çok avantajlı.”
“Okul mu?” diye sordu Shani merakla. B unu yap tığ ın a se v in ­
miştim çünkü ben sorsam kesinlikle daha suçlayıcı g ö rü n e c e k
şekilde dillendirirdim.
“Evet,” dedi Josue birasından bir yudum alırken. “S am y o lu n
aşağısındaki ilkokulda müzik öğretm enliği yapıyor. B en d e d e ­
neyecek kadar cesur olduğum da dördüncü sın ıf ö ğ re n c ile rin e
matematik, fen bilimleri ve bazı temel hijyen k o n u la rın d a e ğ itim
veriyorum. Bu partideki çoğu kişi orada öğretm en; B a rb a ra n ın
emekliliği için toplandık.”
Pekâlâ. Sam’in bir ilkokul öğretm eni o ld u ğ u n u h iç ta h m in
etmiyordum. Bu gerçek yüzünden biraz sarsılm ış h is s e ts e m de
pek çok şey böylece açıklığa kavuşm uştu. S onra h o p a rlö rle rd e n

70
“VVouldn’t It Be Nice” şarkısı yükselmeye başladı ve eve adım attı­
ğım ızdan beri Beach Boys’d an başka kimsenin müziğinin çalma­
dığını fark ettim. Bununla birlikte bir parça daha yerine oturdu.
“D ur tahm in edeyim,” dedim. “Barbara Ann.”
“Aynen!” Josue bayağı keyiflenmişti. “Bu bağlantıyı kurm uş
olm an çok hoşuna gidecek. Dur hemen onu bulayım. Barb!”
Ben itiraz edemeden odanın diğer tarafına geçmiş ve bayağı
hacim li olsa da rahat görünen, çiçekli bir muumuu giymiş yaşlı
bir kadını dürtm üştü.
“Ayy,” dedi Conner. “Arkadaş ediniyorsun.”
“Eh, en azm dan altmışlı yaşlarında,” diye mırıldandım, “Bana
daha çok hitap ediyor.”
“D em in Sam’le de konuşuyordun,” d ed i “Neden bahsedi­
yordunuz?”
M utfaktayken yeni bir içecek almadığıma pişman oldum.
LaCroix bile gözüme hoş görünmeye başlamıştı. “Dişlerden.”
Shani’nin dudağı istemsizce, “kızım, sen umutsuz vakasın”
der gibi kıvrıldı. Conner ise neredeyse gazlı tuvalet suyunu yü­
züm e püskürtecekti.
“Ted Bundy’nin diş izlerinin kanıt olarak kullanılmasını falan
anlatm am ışsındır umarım,” dedi. “Neo Cortex aşkına, lütfen te­
lefonunu çıkarıp mahkeme fotoğraflarım gösterdiğini söyleme!”
“O kadar da yabani değilim,” dedim sinirli bir şekilde. “Bir
partide nasıl davranılacağım biliyorum. Bir sonraki hayatımda
bilirkişi olarak geri döneceğim, tek söyleyeceğim bu. Eminim
daha çok para kazanırdım.”
C onner gözlerini devirdi. “Demek Sam bir öğretmenmiş, bak
sen şu işe. Bu gerçeğin seri katil teorine nasıl bir etkisi oldu?”
“H içbir etkisi olmadı,” dedim. “Bir mesleğin öngörülen top­
lumsal ahlak anlayışını bir bireyin kişisel ahlakıyla bir tutmak,

71
b u ülkedeki polisin hiçbir bok b e c e r e m e m e s in in e n büyük sebe­
bi gerçekten de.”
Bir başka deyişle, komşu tehdidi etkisiz hale getirilm edi.
O m u z silktim. Göz ucuyla, Sam’in başka bir grupla m u h ab b et
ed erk en bize dönük durduğunu fark etm iştim am a başım ı çevir­
m eye cesaret edemedim. Dikkatini bana verip verm ediğini, b a ­
kışlarının nereye gidersem beni takip edip etm ediğini n ed e n bu
k ad ar önemsediğimi hiç bilmiyordum. Benim tüm d ik k atim in
n ed en onda olduğunu da bilmiyordum.
“Bir şeyi kabul ediyorum gerçi,” dedim isteksizce. “Belki p iya­
noyu gerçekten çalıyordun”

JOSUE BİZİ BARBARA’YLA tanıştırdığında, beşinci sınıftayken


onun gibi bir dil sanatları öğretmenim olsaydı keşke, diye d ü ş ü n ­
meden edemedim. Yirmi dakika boyunca H arry P otter kitap ları
hakkında muhabbet edip yazann TERF' olm ası k o n u su n d a ya­
landık. Sonra Barbara’yı emekliliği için tebrik ettim , o d a b an a
yakınlarında olmak için Indiana’ya taşındığı to ru n la rın ın fo to ğ ­
raflarını gösterdi.
Üç paragraflı denemeler hakkındaki coşkulu b ir so h b e tin
ortasındayken saatlerdir çalan Beach Boys birden sustu. K afam ı
kaldırdığımda Sam’in odanın m erkezinde d u rd u ğ u n u ve e lin d e ­
ki plastik çatalı boş yere bira tenekesine v u rd u ğ u n u g ö rd ü m .
“Hmm,” diye başladığında kalabalıktan biri k o n u şm a sın ı
yapması için bir sandalyenin üzerine çıkm asını söyledi. S am ’in
bunu gerçekten yaptığını gördüğüm de çok şaşırdım . B en o lsam
eski bir sandalyenin tüm ağırlığımı taşıyacağına g ü v en e m e zd im .
Hele ki insanlarla dolu bir odanın ortasm da asla.

* Trans ayrımcı radikal feminist, (ç.n.)

72
Kafamı hafifçe geriye yatırıp partinin ev sahibine baktım.
D oğrusunu söylemek gerekirse bu çok hoşuma gitmişti çün­
kü odadaki herkesin dikkati onun üzerinde olduğu için ben
de bulunduğum yerden hiç çekinmeden onu izleyebiliyordum.
Objektif olarak konuşmak gerekirse, bir insan bu kadar çekici
olmamalıydı. Burnu biraz eğriydi ve yüzüne göre çok büyüktü,
saçları yataktan yeni çıkmış gibi dağınık ve bakımsızdı ve fuşya
gömleği korneam ı yakıyordu.
Yine de etrafa yaydığı bir şey onu daha fa7İa tanım ak isteme­
me neden oluyordu.
“Geldiğiniz için hepinize teşekkürler,” dedi. "Ve evinde tadilat
yapmaya karar verip son dakikada mekân değişikliğine gitmemi­
ze neden olduğun için sana da teşekkür ederim, Terry."
Kalabalıktan kıkırtılar yükseldi ve Terry olduğunu düşündü­
ğüm yaşlıca bir adam plastik ananasım havaya kaldırdı. Barbara
bana doğru eğildi. “Böylesi daha iyi oldu," dedi “Terry’nin en
başta partiye ev sahipliği yapmak istemesinin nedeni, evindeki
yenilikler konusunda böbürlenmekti zaten. Son gelişmeler yü­
zünden ona gidemediğimiz için şanslıyız."
“H er neyse,” diye devam etti Sam. “Bu akşam burada kırm ı­
zı kalem sevdalısı, neredeyse BBC spikerliği yapabilecek kadar
güzel İngiliz aks anıyla konuşan, seksen tane beşinci sınıf öğ­
rencisini fotoğraf çekimi için aynı anda oturtmayı başarabilen,
öğretm enler odasındaki diyet kolaların koruyucusu ve hepim i­
zin favorisi olan kadını kutlamak için toplandık." Seyircilerden
birini işaret etti. “İşaretli kolalan kimin içtiğini biliyoruz. Evet
m illet, dünyadaki en tatlı insanlardan biri olan ve eksikliğini her
zam an hissedeceğimiz Barbara için bir alkış alalım!"
Bunu hiç düşünmemiştim ama Barbaranm hemen yanında
d urduğum için Sam’in parmağı şu anda bana doğrultulmuştu.
Yani tam am , beni işaret etmiyordu ama yine de herkesin gözü

73
sa n k i b e n im üzerim deydi. D iğerleriyle birlikte alkış tu tark en
y a n a kayarak, sp o t ışıkları altındaki B arbara’d an uzaklaşm aya
çalıştım .
T ekrar Same baktığım da sandalyeden inm işti ve göğsü hızla
in ip kalkıyordu. Birasından bir yudum alm ak istedi am a teneke­
n in boşaldığım fark etti. O sırada Barbara in san ların arasından
ilerleyip onu sıkıca kucakladı.
“Bu m uhteşem bir konuşmaydı,” dedi. “Ben de sizlerle çalış­
m ayı çok özleyeceğim.”
D urduğum noktadan, Sam m de kollarını o n a sard ığ ın ı ve
yaşlı kadının fısıldadığı diğer şeyler karşısında k u la k la rın ın kı­
zardığım görebiliyordum. Sonra çalışma ark ad aşın ın o m zu n u
sıktı ve gözlerini odada dolaştırıp beni buldu. H afifçe irk ilip to ­
puklarım ın üzerinde dönerek C onner ile Shani’yi b u lm ay a git­
tim . Bir an önce buradan ayrılm ak istiyordum .

74
YEDİ

ONNER O HAFTA sonu, bahsettiği konteyner ve benim is­


C tediğim kutularla çıkagelince biraz üzüldüğümü itiraf etme­
liydim. U nutm asını ya da yanlış bir şey « t ı n a lm a sın ı bekliyor­
dum . Böylece işleri ertelemek ve tüm za m a n ım ı Edgar Allan Poe
m asam da, Soğukkanlılıkla analizlerimi yazarak geçirmek için bir
bahanem olacaktı.
Hafta başında Sam’in partisine davetsiz daldığımızdan beri
yaptığım tek şey buydu. Normalde böyle şeyler karşısında güçlü
kalabilsem de evde tek başımayken gece geç saatlerde Capote’un
gerçek suç klasiğini okumanın zor olduğunu itiraf etmeliydim.
Bu nedenle çalışma programımı gün içinde daha fazlasını ya­
pacak şekilde değiştirmiş, gecelerimi de odadan odaya dolaşıp
düşünm eye ayırmıştım. Gerçi düşünmek de Dick ve Perry’yle
Holcom b, Kansas a, Clutterlarm evine yolculuk etmek kadar kor­
kutucuydu.
Babam hiçbir zaman gösterişi seven bir adam olmamıştı ve
küçüklüğüm üzde bile evde, onun çocukları olduğumuzu göste­

75
ren şeyler bulunm azdı. Duvarlara okul fotoğraflarımızı asmaz,
buzdolabına resimlerimizi yapıştırmazdı. Kiler kapısında yıl.
lar içinde boyum uzun nasıl uzadığını gösteren işaretler yoktu.
A nnem se daha duygusal bir insandı ve görünüşe de değer verir­
di. Bu yüzden babamla evliyken yapamadığı şeyleri boşandıktan
so nra yapmış, yaşadığımız yerleri şık ve sofistike bir şekilde dö­
şem iş, uyum suz biblolara ya da evde yapılmış saçm a sapan süs
eşyalarına asla izin vermemişti. Şimdi her Noel’d e üvey babam
Bill’le birlikte gümüş rengi yapay ağaçlarını çıkarır ve yalnızca
beyaz ve gümüş rengi süslerle süsleyip tepesine bir W aterford
kristal yıldızı takarlardı. C onner’m anasınıfında yaptığı kilden el
gibi şeylerin nerede olduğunu artık hiç bilm iyordum .
Aslında ben de kendimi çok duygusal veya gösterişi seven
biri olarak görmüyordum. The Offıce’te Jim’in herkese yoğurt
kapaklarından madalya yaptığı bölüm de Ryan’ın kendininkini
çöpe atmasına hak veriyordum mesela. Ç öpten yapılm ış b ir m a­
dalyayı ya şimdi atacağını ya da iki ay bekledikten sonra yine ata­
cağım söylemesi biraz kaba olsa da onu izlediğim de kendim den
bir şeyler bulmuştum.
Kuzey Carolina’da, İngilizce B ölüm ündeki başka b ir lisan­
süstü öğrenciyle paylaştığımız küçük ofis de Dr. Jekyll ve Mr.
Hyde m bir versiyonu gibiydi. Jekyll, Strarıger Thingst F unko Pops
ve artistik bir şekilde satürasyonu azaltılmış düğün fotoğraflarını
severken Hyde’ın tarafı idam m ahkûm larının kaldığı hapishane
hücrelerine benziyordu. Demem oydu ki kendi tarafım ı süsle­
meye zahmet etmemiştim çünkü işin geçici olduğunu, m ezun
olduğumda nasıl olsa ayrılacağımı düşünüyordum . B una rağ ­
men dört yıldır orada öğretmenlik yapıyordum ve bu, en uzun
süreli işimdi.
Bu yüzden babamın evinden bir şeyler atm ak benim için hiç
zor değildi. Conner ise bayağı zorlanıyormuş gibiydi.

76
"Dostum,” dedi, "Şuna bir bak. Sekizinci sınıftaki İspanyolca
dersinde aldığım sobresaliente ödülüm. Acayip bir şey ya. Bunu
saklamalıyım.”
Neye ait oldukları belli olmayan bir kutu eski cihaz parçasını
daha çöpe attım. Henüz bir saattir uğraşıyorduk ama şimdiden ter­
den sırılsıklam olmuştum. Tanrım, Floridadan nefret ediyordum.
"İspanyolca “acayip bir ş e f de bakalım,* dedim.
“Şey.” Cevap altında bir yerde yazılıymış gibi elindeki kupayı
çevirdi. “Pekâlâ, bu durum da acayip kelimesini çok iyi anlam ın­
da kullandığım ıza göre İspanyolcası... excdente"
“İstersen evine götürm ek için arabana koyf dedim. "Burada
kalamaz.”
Ö dülü havaya atıp bir kez dönmesine izin verdikten sonra
yakaladı am a köşesi avucuna battı. "OffiT dedi ve ödüle aşın gü­
cenmiş gibi görünerek çöpe fırlattı.
O esnada Sam her zamanki basit iş kıyafetiyle bitişikteki evin
kapısından çıktı. Haki pantolonu, beyaz gömleği ve kafasının te­
pesindeki güneş gözlüğüyle bir kredi birliğinin internet sitesin­
de bulunan klasik fotoğraflardaki adamları andırıyordu. Güneş
gözlüğünü gözüne indirip kamyonetine binmeden önce Conner
ve bana bakıp başıyla kısaca selam verdi
“Eh, b u garipti,” dedi Conner.
Hissettiğim kadar terli ve iğrenç görünüp görünmediğimi
kontrol etm ek için kendime baktım. Tannya şükür ki dar kot
pantolonum siyahtı ve bu yüzden leke göstermiyordu. Aşın ter­
lem em in bir nedeni muhtemelen buydu ama on yılı aşkın bir
süredir şort giymemiştim. Üzerimize güneş vuracağım bildi­
ğim den, en azından tişörtümü gri renkte seçmiştim. Göğsümde
yıkanm aktan çatlamış harflerle ÖLÜM + TEXAS yazıyordu.
Favorilerim den olan bu tişörtü Austin'deki, her yıl katıldı­
ğım Popüler Kültür ve Edebiyat konferansında satm almıştım.

77
D ağınık topuzum her zamankinden daha dağınıktı; saç tu tam la­
rı ensem e ve yüzüme yapışmıştı. Lastik tokamı çıkarıp saçlarım a
tek ra r sıkıca doladım ve düzgün kalmasını um dum .
“Sana diyorum işte,” dedim. “İnsan neyin peşinde olduğunu
m erak ediyor. Belki arada bir Dockers’ta boy gösterip in d irim
kazanıyordun”
Hayır,” dedi Conner, “Senin merhaba bile dem em iş olm an
tu h a f diyorum . Daha birkaç gün önce adam ın evindeydik.”
Ve oraya gitmişken kilitli olup olmadığını görm ek için garaj
kapısını kontrol etmeyi bile unutm uştum . G erçekten kaçırılm ış
b ir fırsattı. “Hı hı.”
C onner bana anlayamadığım bıkkın bir bakış attı. O akşam
partiden ani bir şekilde ayrılmak istediğim de biraz şaşırm ıştı
am a sonra Shani sabah ikisinin de işe gitm ek için erken k a lk m a ­
ları gerektiğini hatırlatınca om uz silkip ayrılm ayı kabul etm işti.
Kimseyle vedalaşmamıştık bile. Bu kaba mıydı?
Öyle olduğunu hissediyordum.
“Josue bana komşun Sam hakkında çok ilginç şeyler anlattı,”
dedi Conner, kaşlarını aşağı yukarı oynatarak.
“El yazısı örneğini de verdi m i?” diye sordum , eski p o sta la rla
dolu başka bir kutuyu biraz karıştırıp sonunda ta m a m ın ı çöpe
atarken. “Yazı yazarken kalemi fazla bastırıyor ve h arfler a ra s ın ­
da garip görünen boşluklar bırakıyor m u?”
“Kayıtsız görünmeye çalışıyorsun,” dedi kardeşim , “A m a el
yazısı analizinden bahsederken aslında cevabı ö ğ re n m e k iç in iç­
ten içe ölüyorsun, biliyorum.”
Sinirli bir şekilde, “Sadece JonBenöt fidye n o tu d a v a sın ın k a ­
panmaması yüzünden,” dedim. “Her ne öğrendiysen söyle gitsin,
Conner. Belli ki bunu yapana kadar beni rahat b ırak m ay acak sın .”
“Pekâlâ,” dedi, “öncelikle... kendisi bekâr.”

78
M idem in alt kısımlarında hain kanatların çırpındığını hisset­
tim. MYani?”
Conner, “Bir süre önce kız arkadaşı varmış,” d ed i “Uzun za­
m andır birliktelermiş. Josue bana ismini de söyledi, A ile başla­
yan bir şeydi sanırım. Her neyse, kız Noel'den hemen önce ayrıl­
m ak istemiş ve Sam tamamen yıkılmış.”
îçeri dönüp çöpe atılacak daha fazla şey betirlemeliydik.
D ışan taşıdığım ız şeylerin çoğunu konteynere doldurm uştuk
ve şu anda garaj yolunda boş boş dikilmiş muhabbet ediyorduk.
Am a nedense henüz bu anı bozmak istemiyordum.
“Josue sana b u n lan ne diye anlattı ki?”
“Ah,” dedi Conner. “Ben sordum.”
Buna tepki vermemeye çalıştım Conner ı tanıdığım için, çıkıp
ablasmm nasıl paranoyak olduğu ya da daha da kötüsü, uzun za­
m andır bekâr olduğu ve erkekler için giderek daha farla susadığı
gibi aşırı utanç verici bir şeyler söylemiş olabileceğini biliyordum.
“A m anda!” dedi Conner birden, Arşimet'in4Evrekaf diye ba­
ğırm ası gibi. “Kız arkadaşının adı buydu. Yani eski kız arkadaşı”
Bu konuşm ayı dışarıda yapmak için hava çok sıcaktı. Sonunda
kapıya doğru ilerledim. Dışan ta şım a m ız gereken çok fazla eşya
olm ası canım ı sıkıyordu.
“D u r tah m in edeyim,” dedim. “Kız zayıf, sofistike ve saçım
o rtadan ayıran biriymiş.”
“İşte, senin sorunun da b u ” Conner beni eve kadar takip etti
ve boş olup olmadığmı anlamak için kapının yanındaki bir kutu­
ya tekm e attı. Kutu tabii ki de boş değildi. “Tipik kız kıskançlığı
m ı yapıyorsun, yoksa yine seri katil göndermesi mi yapıyorsun,
hiç anlam ıyorum .”
“Kıskanmıyorum,” dedim kararlı bir şekilde, “öncelikle, Sam
üzerinde hiçbir iddiam yok, olmasmı da istemiyorum. İkincisi,

79
a ta e rk in in şim diye kadar yaptığı en büyük hilenin kadınları bir­
b irin e d ü şü rm ek olduğunu biliyor olmalısın.”
Bu k o n u d a çok ciddiydim . Fakat Sam hakkında d a h a fazla
şey ö ğ ren m ek içim de sebebini bilmediğim, gülünç b ir his oluş­
m a sın a n ed en oluyordu. Belki de günlerdir gözlem lediğim ve
h a k k ın d a bazı sonuçlara varm ışım gibi davrandığım adam ın,
geçm işi ve bugünü olan, gerçek bir insan o lduğunu k ab u l et­
m e k tu h a f geliyordu.
P artide Barbara’ya sanldığım gördüğüm de hissettiğim şey de
buydu. O radaki herkesin birbirleriyle ilişkileri, gerçek d uygulan,
o rta k esprileri ve geçmişleri olduğu çok belliydi. Z aten böyle et­
kinliklerde hep sudan çıkmış balık gibi olurdum am a o partide,
dipsiz bir okyanusun derinliklerinden çıkan ve b ird en b ire gün
ışığına m aruz kalmaktan büzülen bir su canlısı gibi h issetm iş­
tim . Sam’in sanim alarmın keyif verici olduğu aşikârdı. O kadar
İd benim de aynısını istememe neden olm uştu.
İğrenç.
“Evlilik teklifin hakkında düşündün m ü?” diye so rd u m çü n ­
kü bu noktada konunun değişmesi için her şeyi yapardım . Sonra
bir duvara itilmiş sandalyenin üzerine gelişigüzel yığılm ış eşyaları
incelemeye başladım. Giysiler, garanti belgelerinin b u lu n d u ğ u bir
dosya, kutularından çıkarılmamış kablosuz bir k u lak lık ... Kulaklığı
bir kenara ayırıp geri kal ani an bir çam aşır sepetine tıktım .
Kardeşimin yüzü aydınlandı. “A klım a grafiti y a p m a k geldi.
Evlenme teklifimi bir duvara dev harflerle yazıp y ü rü y ü ş e ç ık tı­
ğımızda birden karşımıza çıkm ış gibi yapabilirim . A m a san atsal
becerilerim ilkokul birinci sm ıf düzeyinde ve b u n u y a p tıra c a k
biri nereden bulunur ya da yaptırm ak yasal m ıdır, b ilm iy o ru m .
Bu yüzden sıfıra sıfır elde var sıfır.”
“Tam anlamıyla.”
Bana göz kırptı.

BO
“Bir şeyler bulursun.” Çamaşır sepetini kaldırıp kalçama da­
yadım ve içindekileri konteynere dökmek için dışan çıkmaya
hazırlandım . Conner boş ellerle peşimden gelirken bir elimde
sepetle kapıyı açmamın ne kadar zor olduğunun farkında bile
değil gibiydi.
“Belki hastanede bir şeyler yapabilirim diye düşündüm,”
dedi. “Shani’nin vardiyalarından birinde, hoparlörlerden aşkımı
ilan edebilirim . Ama bu da muhtemelen kurallara aykırıdır, değil
mi? Biri sana iş yerinde evlenme teklif etse kroır miydin?”
“Kızardım, evet,” dedim. Sonra kardeşimin üzgün ifadesini
görünce onu terslemekten pişmanlık duyup içimi çektim. "Ama
Shani benden çok farklı. Onu en iyi sen tanırsın. Sana şöyle bir
tavsiye verebilirim; onu rahatsız etmeyecek ya da uygunsuz kaç­
m ayacak bir anda teklif etmeyi düşün. Yani stresli ve berbat bir
gün geçiriyorsa ya da üstü başı bir hastanın vücut sıvılarına falan
bulandıysa o an pek uygun değildir. Çünkü öyle bir anda, evlilik
teklifi hayatının en mutlu deneyimi olm aktan çıkıp sinir bozucu
bir şeye dönüşebilir.”
C o n n e rın yüzünde alışılmadık, düşünceli bir ifade vardı.
“Yani ben öyle olacağım düşünüyorum," diye mırıldandım.
“Ne dem ek istediğimi anlamışsmdır”
“Evet. Bu iyi bir tavsiye,” dedi. "Teşekkürler. Kendimi rezil et­
m ek istemem.”
“Aynen.”
K om şunun kedisi yine bizim bahçeye gelmiş, bu sefer tepede­
ki m eşe ağaçlarının arasından parlayan güneş ışığı altında garaj
yoluna uzanmıştı. Bize göbeğini gösteriyordu ama yine de bunun
bir okşam a daveti olduğunu düşündürecek kadar güven vermi­
yordu. Belki de sadece kamının bronzlaşmasını istiyordu.
A m a C onner benim gibi düşünmüyor olmalıydı ki yere çö-
melip kedinin göbeğini hafifçe kaşıdı. Hayvan, gözlerini mem-

81
nunıyetle kısıp buna yarım dakika kadar katlandı, sonra patisini
kaldırıp C onner’ın elini iterek yerden kalktı ve arabanın altında­
ki gölgelere sığınmak için uzaklaştı.
“Sen nasıl bir evlilik teklifi isterdin?” diye sordu kardeşim
aniden.
“O yüzüğü tekrar çıkarmayı mı planlıyorsun, kaplan?”
Gözlerini devirerek doğruldu. “Ben ciddiyim. Shani’den çok
farklı olduğunu biliyorum. M odern bir çağda yaşadığım ızı ve
evlenme teklifini senin yapabileceğini de biliyorum . A m a bakış
açım anlamak bana yardımcı olabilir.”
Conner ve Shani gibi yıllardır süren bir ilişkiye sahip o ld u ğ u ­
m u hayal etmeye çalıştım. Investigation Discovery yayınını satm
alıp almama konusunda ortak karar verdiğimizi ya da b ir iş arka­
daşımızın bebek partisinden erken kaçm ak için birlikte bahane
uydurduğumuzu, o kişiyi sonsuza dek sevm ek için resm i olarak
söz verdiğimi gözümde canlandırdım. Tabii bunları d ü şü n ü rk e n
“sonsuza dek” ifadesinin, özellikle de anne babam ız gibi asla ev­
lenmemesi gereken insanlar için hiçbir anlam ifade etm ed iğ in i
unutmam gerekiyordu.
C onnera baktığımda yüzü tam am en açık b ir k itap gibiy­
di. Benimle aynı geçmişin ürünü olm asına rağm en, b u azm i ve
iyimserliği nasıl sürdürebiliyordu?
Hiç bilmiyordum. Ama bu iyimserliğini p aram p arça ed ecek
kişi ben olmayacaktım.
“Umurumda olmaz sanırım,” dedim. “O kişinin b e n i g erçek ­
ten sevdiğini görebildiğim sürece önem li değil.”
Gün sona ererken Conner ve ben, yazı m asam ve b ir köşeye
istiflediğimiz birkaç kutu eşya dışında tüm o tu rm a o d a s ın ı b o ­
şaltmıştık. Sadece bir kez, dev ekranlı televizyonu yol k e n a rın a
koyup koymama konusunda tartıştık. C o n n er k o y m am ız g e re k ­
tiğini, hâlâ mükemmel şekilde çalışan bir cihazı çö p e a tm a n ın

82
israf olacağını savundu. Bense gece dibanda kalıp nemlendikten
sonra, lanet şeyi tekrar konteynere kadar taşıyamayacağımı
söyleyerek karşı çıktım. Ama Conner binlerinin mutlaka gelip
alacağını iddia edince, kabul edip su içmek için beş dakikalığı­
na içeri girdim . Neyse ki tekrar bahçeye çıktığımızda televiz­
yon gitm işti.
“M erak etme,” dedi Conner. “Shani’yle birlikte buraya taşınır­
sak televizyon getiririz.”
“Öyle bir şey olmayacak,” dedim.
C onner m asam ın önünde durup Şafak Katilinin kızı ta­
rafından yazılan anı kitabım aldı. Bir sûredir Soğukkanlılıkla
yerine b u n u okuyordum . Aslında bunu yapmam çok saçmaydı
çünkü asıl çalışm am gereken ve yazımı daha akıcı olan kitap
Soğukkanlılıklardı. Ayrıca tezimde anı kitabından bahsetmek
istesem dahi -k i istiyor muydum henüz onu da bilm iyordum -
Dr. N ilsson ın izin vereceğini hiç sanmıyordum. Kitap fazlasıy­
la “sansasyonel” ve “m agazinserdi ve d a n ış m a n ım için bu iki
kelim e köpek bokuyla eşdeğerdi. Ucuz gerçek suç türünün bir
b ü tü n olarak değeri hakkında onunla tartışıp birkaç örnek de
sunabilirdim am a bunun sonucunda cinayetimle alakalı hikâ­
ye, vasat bir yazarın, kitlesel pazara sunulacak kitabının ilk bö­
lü m ü n d e yer alabilirdi.
Buna rağm en anı kitabında gerçekten dikkatimi çeken bir şey
vardı. Belki de kadının, birlikte büyüdüğü sevgili babası ile seri
katil olan babasını hâlâ ayrı tutuyor olması ilginçti. Gerçi ada­
m ın yaptığı şeyin akıl almaz karanlığıyla yaşamak zorunda ka­
lan birinin zihninde bu türden bir kopukluk oluşması normaldi.
A m a yine de bu soruya cevap bulmayı umarak kitabı okumaya
devam ediyordunuz.
C o n n er doğrudan, ortadaki parlak sayfalara basılmış fotoğ­
raflara yöneldi. Sonraki sözlerinden, tam olarak hangi fotoğrafa

83
baktığını anladım. Yazar ve babası, gülünç balıkçı şapkaları ve
yo rg u n gülümsemeleriyle bir akarsuyun önünde dikilirken ger­
çek b ir aile gibi görünüyorlardı.
“Gittiğim iz şu kampı hatırlıyor m usun?”
Hangi kamptan bahsettiğini belirtmesine gerek yoktu. Ç o ­
cukken birkaç kez kampa gitmiştik ama en unutulm azı sonun-
cusuydu. Ebeveynlerimizin boşanm asından önceki yazdı. Ben
o n iki yaşındaydım, Conner ise beş.
“Babam yine neye sinirlenmişti?” diye sordum .
“Marşmelovlara,” dedi Conner. “Birkaç tanesini y em iştik ve
kam p ateşinde kızartacak fazla m arşmelov kalm am ıştı.”
Gözlerimi yumdum. O hafta sonu pek çok çatışm a yaşam ış­
tık- Kimse çadırı kurmasına yardım etm iyor diye, kim se nasıl ça­
dır kurulacağını bilmiyor diye, kam p görevlileri d ah a ö n ce b a h ­
setmedikleri bir gider için fazladan beş dolarını alm aya çalışıyor
diye, yirmi dakika boyunca araba anahtarlarını b u lam ad ı diye
etrafa çatıp durmuştu. Ama en büyüğü m arşm elov so ru n u y d u .
Conner, “Hâlâ biraz kalmıştı aslında,” dedi. “A n n em zaten ak ­
şam yemeğinden sonra tok olduğunu söylemişti. B en de o z a m a ­
na kadar m uhtemelen kilom kadar şeker yem iştim . B abam b an a
o akşamlık daha fazla tatlı yiyemeyeceğimi söyleyip k en d isi ve
senin için birkaç tane kızartabilir ve meseleyi unutabilirdi.”
Ama tatlının yasak olduğu söylense C o n n er h em en a ğ la m a ­
ya başlardı, babam da çocuğunun bu kadar k o n tro ld en ç ık m a ­
sı onun suçuymuş gibi annem e çatardı. Yani sonuç y in e d eğ iş­
mezdi. Babam o akşam m arşm elovlan yem em ize kızıp y en i b ir
paket almak için markete gitmiş ve... geri d ö nm em işti. K am p
alanındaki tüm eşyalarımızı kendi başım ıza toplayıp b ir k e n a ­
ra ittiğimizi ve ertesi gün bizim yerimize kam p k u racak y eni b ir
çift geldiğinde çaresizce kalakaldığımızı hâlâ h atırlıy o rd u m . Ç ift

84
bize, neden hâlâ gitmiyorsunuz, der gibi bakımlar atarken annem
onlara gülüm seyip defalarca babama ulanmaya çalışmıştı.
Tabii ki babam sonunda gelmişti. Birlikte eşyaları arabaya
yükleyip bu konuda tek kelime etmeden eve dönmüştük.
C onner, “Babamı beklerken benimle taş, kağıt, makas oyna­
mıştın,” dedi. “Bunu hatırlıyorum çünkü kâğıdın taşı yendiğine
inanm am ıştım .”
“Taşın kâğıdı parçalayacağını söylemiştin.”
“Yanlış mı? Taş, kâğıttan güçlüdür. Makası ezebilir ama kâğı­
da bir b o k yapam az mı? Lütfen ama.”
Elindeki kitaba tekrar baktı. Garip bir şekilde, oradaki fotoğ­
rafa göz atm anın çocukluğumuzu anımsamasına neden olduğu
için rahatlam ıştım . Bu yalnız olmadığım anlam ına geliyordu.
Bu anıları okurken kendimi anlatıya çekilm iş bu lm a m ın ana
nedenlerinden birinin, bana kendi babamı düşündürmesi olduğu­
nu fark etm iştim . Elbette ki babamın Şafak Katiline benzediğini
düşünm üyordum ama yazarın çocukluğunda göz ardı edileme­
yecek kadar tanıdık gelen kısımlar vardı. Babası ne zaman “kötü
gününde” olsa ince buz üzerinde yürüyormuşçasma ihtiyatlı dav­
ranm aları, adam ın eşyalarına dokunulmaması ve ona asla soru so­
rulm am ası gerektiğini evdeki herkesin bilmesi, bazı günlerde ger­
çek şefkat ve m utluluk anlan olsa da her zaman başka hatıraların
ağırlığı nedeniyle bunların soğuk ve şüpheli gelmesi gibi.
C onner, “Böyle şeyleri okurken nasıl uyuyorsun anlamıyo­
rum ,” dedi.
“M elatoninden daha iyiler.”
“H adi canım ?”
G üldüm . “Hayır. Tam olarak değil. Şu sıralar pek uyumuyo­
ru m aslında. Am a beklenmeyecek bir şey değil. Tezimi yazarken
v e ...” Etrafı işaret ettim.

85
Gece gözetleme faaliyetlerine zaman ayırırken zor, değil m i?”
Yüzümü buruşturup kitabı elinden kaptım. O faaliyetler
çoktan durdu, çok teşekkür ederim,” dedim. Ya da en azından,
Sam son zamanlarda ilginç bir şey yapmamıştı. A rtık dışarıdan
şüpheli sesler gelmiyordu ve onu gece geç saatlerde garajına bir
şeyler taşırken görmüyordum. Hatta partiden beri yan ev bayağı
sessizliğe bürünmüştü. Geçen gece on bir sularında duyduğum
su sesi dışında tabii. Belki de Sam geceleri havuza giriyordu.
C onner kendi dairesine götürmek istediği eşyaları b ir kutuya
doldurdu ve çıkmadan önce bir kez daha kapıda d u rd u . “Eğer
kom şunun kötü bir şeyler çevirdiğini düşünüyorsan, belki de
Crim e Stoppers’ı çağırmanın vakti gelmiştir.”
Kitabı C onnera fırlatmak istedim am a k ü tü p h a n e n in m alı
olduğunu hatırlayınca durdum . O nu tek parça h a lin d e iade
etm em gerekiyordu. “Öyle bir şey düşündüğüm yok,” d edim .
“Hayatta kalmak için doğuştan hakkım olan p aranoyaya b ir an
için teslim oldum, o kadar. A rtık bu m eselenin p eşin i b ıra k a b i­
lirsin. Ben bıraktım.”
“Hmm,” dedi Conner. “Yazık oldu.”
“Niyeymiş?”
Conner bana sinir bozucu bir gülüm sem e attı. “Ç ünkü,” dedi.
“Josue, Sam'in de seni çok ilginç bulduğunu söylemişti.”

86
SEKİZ

ÜTÜPHANEYE İKİNCİ GİDİŞİMDE Alison yine orada, gi­


riş b an ko su n u n arkasındaki yerindeydi. Neyse ki başka bir
m üşteriyle ilgilendiği için o beni göremeden, seri katilin kızmın
anı kitabını iade kutusuna gizlice bırakıp üst kata yollandım.
G erçek suç bölüm üne gittim ama aradığım belli bir ki-
tap yoktu. Sadece biraz ilham bulmayı umuyordum. Şu anda
Soğukkanlılıkla hakkında yazıyor olmam gerekiyordu ve neden
işim i ertelediğim i gerçekten hiç bilmiyordum. Bu kitap, gerçek
suç tü rü hakkında tez yazma hususunda beni asıl heyecanlandı­
ran şeydi aslında. Ama belki de asıl problem, bu yüzden üzerim­
de b ir baskı oluşmaya başlamasıydı.
Rafta, Şafak Katili hakkında bir kitap daha olduğunu gördüm.
Siyah kapağı, m at kırmızı harfleri ve isminin altındaki sekiz fo­
toğrafla standart suç kitaplarına daha çok benziyordu. Stephen
K in g in 1980’lerde basılmış romanlarıyla eski bir yıllığın bir ara­
ya gelm esi gibiydi. Kitabı alıp alt kata indim ve ortaya yerleştiril­
m iş self servis kiosklardan birine gittim.

87
SERVİS DIŞI
Lütfen çıkış işlem leri için giriş b an kosuna g id in iz .

Bir dakika boyunca kiosklann karşısında dikilip üstlerindeki


Tim es New Roman stilinde yazılmış notlara baktım , ö n bankoya
göz attığım da korktuğum şeyin orada beni beklediğini gördüm .
Şu anda ana bilgisayarın karşısındaki tek görevli A lisondı. Yani
o n a görünm eden kitabı alıp gitmemin im kânı yoktu.
Kitabı okumak istiyordum. Ama A lisonla k o n u şm ak istem i­
yordum . İki ucu boklu değnekle öylece kalm ıştım .
Bu yüzden üst kata geri dönüp m asalardan birine yerleştim ve
kitabı açıp okumaya başladım.
Gerçek suça olan ilgime rağmen, şimdiye dek bana k en d i ço­
cukluğumu çok fazla hatırlatan bu seri katille alakalı h içb ir şey
okumamış olmam çok garipti Adam takm a adım , sabah koşusu­
na çıkan kadınlara saldırarak kazanmıştı. Tam da bu y ü zd e n beni
asla sabahın köründe, kulağımda son ses müzikle kaldırım larda
koşarken bulamazdınız. Hem zaten koşm aktan nefret ediyordum .
Kitaptaki en şaşırtıcı kısım, adam ın yakalanm a şekliydi. Polis
aslında on yıldır ondan şüpheleniyordu çünkü k u rb a n la rın ya­
kınlarında yaşıyordu ve bir keresinde bir evin içine gizlice b a k tı­
ğı için polisten uyarı almıştı. Fakat tüm parçaların birleştirilm esi
için hayati önem taşıyan bilgiyi veren kişi kızı olm uştu.
Bir gün evine hırsız girince kadın çalm an eşyaların listesini
yazmıştı. Bunların arasmda, ucunda kuş olan ince, altın b ir z in ­
cir de vardı. Kuşu, kanatları açık bir kırlangıç olarak ta r if e tm işti
ve eski davalarla alakalı dosyaları tekrar düzenleyen b ir m e m u r
bu tarifi görünce bağlantıyı hem encecik kurm uştu. Z ira o n beş
yıl kadar önce aynı görünüşteki bir kolyenin, Şafak K atili’n in
kurbanlarından birinden alındığı biliniyordu.

88
Paragrafı okumayı bitirdiğimde arkama yaslanıp biraz ara
verm em gerekti. Kadın, seri katil olan babası hakkındaki anı
kitabında bundan hiç bahsetmemişti. Halbuki ne kadar önemli
bir detaydı. Seneler önce aldığı hediyenin, babasını parmaklıklar
ardına gönderen en önemli kanıt olarak kullanılması gerçekten
büyük tesadüftü.
Şafak K atilinin Wikipedia sayfasını okuduğum için birkaç
yıl önce, altm ış yedi yaşındayken hapishanede öldüğünü biliyor­
dum . Acaba kızı hâlâ aynı bölgede nü yaşıyordu?
O kum am bittiğinde kitabı raftaki yerine koydum ve Alisonla
etkileşim e girm ek zorunda kalmadığıma şükrederek gün ışığına
çıktım. Yaz boyu ondan kaçmayı planlamıyordum tabü am a...
Aslına bakılırsa bu plan kulağa pek de kötü gelmiyordu.
C am ry’m e atlayıp kontağı çevirdim. Motor çalışmadı.
D ireksiyonu m u kilitledim diye kontrol ettim; arabam yaşlı ol­
duğu için bazen böyle tuhaflıkları oluyordu. Sonra bir kez daha
kontağı çevirdim am a yine çalıştıramadım.
“Siktir.”

K ütüphaneye gelirken hava yağmurluydu. Ama birkaç kilo­


m etre için sileceklerinizi çalıştırıp farlarınızı yakmanıza neden
olan anlık Florida yağışlarından biriydi sadece. Tabü arabayı
p ark ettikten sonra farları söndürmeyi unutmak böyle ortada
kalm anıza yol açabiliyordu.
G ün lerd en pazartesi olduğu için Conner işte olmalıydı. Gerçi
olm asa da onu rahatsız etmek istemezdim. Shani de muhtemelen
online derste ya da hastanedeydi ama onun numarasını rehberi­
m e kaydetm eyi hiç akıl etmemiştim.
D iğer seçeneklerim i gözden geçirdim. Yol yardımı hizmetleri
kaydım ı yenilem em iştim ama yayan gidebilecek kadar yakınım­
da b ir oto tam irci bulm ak için internete bakabilirdim. Ama ora­
ya gitsem ne yapacaktım? Yeni bir akü alıp arabaya kendim mi

89
takacaktım? Bunu çözmek için YouTübe Üniversitesi nde en az ya­
rım saat geçirmem gerekirdi. O zaman da telefonumun şarjı biterdi.
Bir anda aklıma Sam geldi. Conner, onun beni ilginç b u ld u ğ u ­
n u söylediğinden beri yeni komşum zihnim de belirip d u ru y o rd u
zaten. Ama artık, “başıma bir şey gelecek diye endişelenm eli m i­
y i m tarzı düşüncelere kafa yormaktan ziyade “ilginç bulm aktan
kastı ne olabilirV' diye düşünüyordum. Eğer n u m arasın ı alm ış ol­
saydım, parmağım şu anda arama tuşuna yaklaşıyor o lu rd u . Çok
şükür ki haysiyetimi zedeleyecek bir şey yapam ayacaktım .
Geriye tek bir seçenek kalıyordu ve istem esem de y a p m a k zo­
rundaydım.
İçeri döndüğümde Alison bankoda değildi. Ben d e ö n k ap ı­
nın yakınlarında dikilip rengârenk kütüphane b ro şü rle rin i ve ay­
raçları inceliyormuş gibi yaptım. Sonra bıraktığım k ita b ın hâlâ
iade kutusunda olduğunu gördüm. A rtık Şafak K atili h a k k ın d a
daha fazla şey öğrendiğim ve yakalanm asında öz k ız ın ın ro lü n ü n
büyük olduğunu bildiğim için gram er açısından k o ca b ir kâbus
olsa da kitaba tekrar göz atm ak istiyordum. K u tu n u n ağzı elim i
bileğime kadar sokabileceğim genişlikteydi. Kitabı p a rm a k la rı­
mın ucuyla tutup alabilir miyim diye denedim .
“Bu kutu tek yönlüdür,” dedi Alison tepem den, d u r u m u k o ­
m ik bulmuş gibi bir sesle.
Elimi öyle hızlı geri çektim ki bileğim in üst k ıs m ın ın sıy rıl­
masına neden oldum. “Kitabımı kazara içine d ü ş ü rd ü m . G eri
alabilir miyim diye bakıyordum.”
Alison, “Bunu yapmamalıyız aslında,” dedi am a y in e d e k u ­
tudan kitabı alıp bana verdi. “O kum a zevkinin d e ğ işm e d iğ in i
görebiliyorum.”
Buraya son gelişimde ona karşı soğuk d eğ ilm işim g ib i b an a
gülümsüyordu. Bugün içeri ilk girişim de beni g ö rm ü ş m ü y d ü ,
bilmiyordum bile.

90
Parlak kırmızı ruju ve puantiyeli gömleğiyle Taylor Swift ile
bir anasınıfı öğretm eninin bir araya gelmiş hali gibi görünü­
yordu. “Kusura bakma,” dedi yüzünü buruşturarak. “Normalde
m üşterilere karşı yargılayıcı görünmemek için kitap seçimleri
hakkında yorum yapmamaya çalışırım. Seni yargılamıyorum
kesinlikle. Sadece lisede suçlarla alakalı çok fazla şey okuduğunu
hatırlıyorum .”
“Babam öldü,” deyiverdim birden.
N iyetim bu şekilde söylemek değildi aslında Ama gerçeği so­
n unda dillendirdiğim ve başka bir yerden duyup da ona neden
söylem ediğim i düşünm esi endişesinden kurtulduğum için ra­
hatlam ıştım . Yüzünün tam da beklediğim gibi anlayışla dolmaya
başladığını görünce hızlıca cümlenin devamım getirdim.
“Kalp krizi yüzünden,” dedim. “Bu senenin başında öldü. Ani
oldu. Ben de şu anda evi satışa hazırlamak ve birkaç işi halletmek
için buradayım .”
“Aman Tanrım,” dedi Alison. “Çok üzgünüm. Hiç bilmiyordum.*
“Ö nem li değil.”
T uhaf bir sessizlik oldu. “Bilmemen sorun değir demek
istem iştim am a “babamın ölmesi sorun değir gibi çıkmış­
tı. Kastettiğim bu değildi tabü ki. Sadece uben iyiyim, acımaya
ya da anlayışa ihtiyacım yok” mesajı vermek niyetindeydim.
Sözcüklere, asıl kastettiğim anlamı yüklemeye çalışmak cidden
çok yorucuydu.
Alison, eldivenli elleri akrep ve yelkovan görevi gören Mickey
M ouse olm asa çok zarif görünen, incecik saatine baktı. “On beş
dakikalık ara verebilirim,” dedi. “İstersen biraz sohbet edip arayı
kapatabiliriz.”
O ndan arabamla ilgili yardım istemeyeceğimi zaten biliyordum.

91
Tamam, dedim. Görünüşe göre bu kelim eden vazgeçem i-
yordum .

KÜTÜPHANE, ÜSTÜNDE KÜÇÜK bir çardağa gid en köprüsü


bulunan, yapay bir göle bakıyordu. Alison’ın kısa m o lasın d a daha
uzak bir yere gitme şansımız olmadığı için oraya d o ğ ru y ü rü d ü k
“Biz çocukken de burası var mıydı?” Varsa bile hatırlam ıyordum .
“Sanırım çardağı sen gittikten sonra yaptılar. B en lisedey­
ken kafayı bulmak ya da öpüşm ek için herkes b u ra y a gelirdi.”
Bana hüzünlü bir tebessümle baktı. “Ben ikisini de fazla dene-
yimlemedim.”
Ben de deneyimlememiştim. Lisenin ilk iki yılını ödevlerim i
yapmayıp neden yapmadığım hakkında yalan söyleyerek, berbat
bir uyku düzenim olduğundan dolayı, okuldan d ö n ü n c e kes­
tirmeme izin vermesi için annem i ikna edip sabaha k arşı ikide
vampir gibi ayaklanarak geçirmiştim. “Seni hiç g ö rm ü y o ru m ?
demişti kötü bir kavganın ortasında bana. Ben de “A m a ç da hu
zaten? diye bağırmıştım.
Lise üçte, Olay’d an hemen sonra durulm uştum . Ç alışıyorm uş
gibi yapmanın, çalışmamanın ya da çalışmayı erteleyip d u rm a n ın
asim da çalışmaktan çok daha yorucu olduğunu fark etm iş, n o tla­
rımı düzeltip burs başvuruları yapmış ve kendi k u rallarım a göre
yaşayabilmek için birkaç eyalet ötedeki bir üniversiteye gitm iştim .
Ama şu anda kendi hayatımdan değil, A lison’ın h a y a tın ­
dan bahsetmek istiyordum. “Evlenmişsin,” d ed im ihtiyatla.
“Tebrikler.”
Bakışlarını yüzüğüne eğdi, sonra ışıldayan y ü zü n ü b a n a çe­
virdi. “Sağ ol,” dedi. “Eylülde üçüncü yıldönüm üm üzü ku tlay a­
cağız. D isne/de eğlenceli bir hafta sonu planladık.” B ileğini k al­
dırıp M icke/nin ellerine bakarak mütevazı bir tavırla gözlerini

92
devirdi. "Biliyorum, biliyorum. Karım Maritza, büyük bir Disney
fanıdır. Zam anla beni de dönüştürdü.”
Alison ve ben sekizinci sınıftayken, her hafta sonu lunapar­
ka giden ve okula dönünce, Epcot’ta yedikleri şu yeni tatlıdan
bahsedip en sevdikleri lunapark oyuncaklarını karşılaştırarak
böbürlenen sınıf arkadaşlarımızla çok dalga geçerdik. Hangi
oyuncağın en iyisi olduğu her hafta değişiyordu ve bir keresinde
öğle yem eğinde kızın biri masama çöküp hızlı bir konuşmayla,
“H aunted M ansion mı, Space Mountain mı?” diye sormuştu.
“Ne?” diye karşılık vermiştim, üstüne aşın mayonez sıktığım
tavuklu sandviçle dolu ağzımla.
Sekizinci sınıf cidden tam bir kara delikli
Kız, değerli vaktini boşa harcıyormuşum gibi bir tavırla ve
öncekinden çok daha hızlı bir konuşmayla sorusunu tekrarla­
mıştı. H er iki oyuncağı da duymuştum tabii; sonuçta mağarada
yaşam ıyordum . Ve benim için yanıt kesindi “Haunted Mansion.”
Kız gözlerini devirip, “Iyy,” demiş ve bir sonraki masaya geçmişti.
Geriye dönüp baktığım da en azından birkaç öğrencinin, po­
püler görüşe uyum sağlamak ve kabul görmek için yalan söyle­
diğinden em indim . Bazen Alison ve ben, evrende Disney ye git­
m em iş tek kişilerm işiz gibi geliyordu. Daha da önemlisi, gitmişiz
gibi davranıp uyum sağlamayı umursamıyorduk bile.
A lison ın on beş yıl önce tanıdığım kişi olmayacağım biliyor­
dum . Ben de o zam anlar olduğum kişi değildim zaten. Ama her
nedense, hayatlarım ızda ne kadar çok şeyin değişmiş olduğunu
bu şekilde görm ek beni hüzünlendirmişti.
“Senden ne haber?” dedi Alison. “Görüştüğün biri var mı?”
“Yok...” Gözlerim in doğru gördüğünden emin olmak için
çardağın korkuluğuna yaslanarak biraz öne eğildim. Çünkü eğer
halüsinasyon görmüyorsam, Sam koltuk altına sıkıştırdığı bir

93
kitapla kütüphanenin otoparkında ilerliyor gibiydi. S o n ra içeri
girip gözden kayboldu.
... diyemem,” diye bitirdim.
Alison devam etmemi bekliyormuş gibiydi am a b u yeni ge­
lişm e yüzünden nutkum tutulmuştu. Sam’i bir şekilde buraya
çağırm ış olabilir miydim?
Yoksa beni takip mi ediyordu?
Am a hayır, bu çılgmcaydı. Geçen gün kardeşim in d e belirttiği
gibi, karaoke gecesi yapsak “Creep” şarkısını söyleyecek kişi ben
olurdum , Sam değil.
“Pekâlâ,” dedi Alison, dikkatimin nereye kaydığını a n lam a­
ya çalışıyormuş gibi om zunun üzerinden bakarak. “D inle. Yıllar
önce işlerin kötüye gittiğini biliyorum. A m a seni g ö rd ü ğ ü m e
gerçekten çok sevindim ve vaktin olursa birlikte ta k ılm a k iste­
rim. Ne dersin?”
Birkaç gün önce bu fikir canım ı sıkabilirdi. A m a n e d e n s e şu
anda kulağa hoş geliyordu. En azından... yapılabilirdi.
Telefonlarımızı çıkarıp iletişim bilgilerimizi değiş to k u ş ettik,
son on yılda bölgede yapılan değişiklikler hakkında b irk aç d ak i­
ka daha konuştuk ve Alisonm işe dönm e vakti gelince vedalaştık.
Korkunç bir an için bana sarılacağını sandım am a ay rılırk en elini
hafifçe sallamakla yetindi. O gittikten birkaç dakika s o n ra telefo­
numun çatlak ekranında, “Ben Alison!” diyen bir m esaj belirdi.
Cevap olarak, H adi canım , yazdım am a h em en sild im . H er
zamanki alaycılığımın şu anda uygun kaçm ayacağını h is s e tm iş ­
tim. İnternette gördüğüm sevimli kedi fotoğraflarıyla alay e tm e k
gibi bir şey olurdu. Bunun yerine, “Ben P h o eb e!” yazıp s o n d a ­
kikada gülen yüz ekledim.
Kafamı kaldırdığımda Sam’in kütüphaneden çık tığ ın ı g ö r­
düm, telefonumu cebime koydum ve battı balık yan g id e r d iy e­
rek ona doğru ilerlemeye başladım.

94
DOKUZ

A M ’E D O Ğ R U YAPTIĞIM yirmi metrelik yürüyüşte altı


farklı açılış cüm lesi buldum ama karşısına geçtiğimde aklıma
gelen ilk şeyi söyleyiverdim.
“Selam.”
K orkuyla sıçrayıp elindeki iki kitabı yere düşürdü ve bir kâğıt
parçası uçuşarak kaldırım a indi. Yalan söylemeyecektim, bura­
ya geldiğim ilk gece ödüm ü bokuma karıştırdığı için bu şekilde
intikam alm ış olm ak aşın keyif vericiydi. Ama ben en azından
telefonunu sağlam bırakmıştım. Kızmış olsam da kinci değildim.
O n a yardım etm ek için eğildim. Kitaplardan biri» bir erkek ve
kız kardeşin, aile evine döndüğü ve aşkı, kaybı, aayı tattığı elli
yılı anlatan, birkaç yıl önce bayağı popüler olmuş bir romandı.
D ü rü st olm ak gerekirse, “destansı" ya da "fazlasıyla sürükleyici”
olarak tanım lan an kitaplar normalde beni fazla çekmezdi ama
bu rom anı okusam şu an hassas noktama dokunabilirdi.
İkincisiyse parlak çimen yeşili kapağa sahip, ağır bir kaynak ki­
taptı. Üstüne koyu mavi harflerle Lehimcilik kelimesi basılmıştı.

95
Kapakta, ilk bakışta 1980’lerin geometrik desenlerine benze­
yen, kaynak kitaplara koymayı sevdikleri türden bir resim vardı.
D ah a dikkatli incelendiğinde bir çift küpe fotoğrafı o ld u ğ u anla­
şılıyordu.
Takı mı yapacaksın?” diye sordum kendim i tu tam ad an .
A lison, yargılıyormuş gibi görünmemek için m ü şterilerin kitap
seçim leri hakkında yorum yapmadığını söylemişti. îşte b e n bu
yüzden kütüphanede çalışmıyordum.
“Yok," dedi.
Eh, bu gerçekten hiç şüphe uyandırıcı değildi! Ü ste lik yine,
ısrarla Normal Adami oynuyorm uş gibi beyaz g ö m le ğ in i ve
haki pantolonunu giymişti. Kısa bir an için o n d a n y a rd ım
istememeyi düşündüm. Belki de A lisona geri d ö n m e li ya da
C onner’ın işten çıkmasını beklem eliydim . A m a k ü tü p h a n e ­
nin etrafında dolanıp durm aktan bıkm ıştım ve a ç lık ta n ö lm ek
üzereydim.
“Şey,” diye başladım. “Küçük bir so ru n u m var. A ra b a m ...”
Zavallı, aciz C am rym i belli belirsiz işaret ettim , “. ..ç a lış m ı­
yor. Büyük ihtimalle akü bitti ama bende takviye k a b lo su yok.
Acaba sen...”
Cümleyi yarım bırakmak soruyu sorm uş o lm ak a n la m ın a
gelecekmiş gibi sustum. Ama beni geri çevirirse ya d a y a rd ım
edemeyeceğini söylerse bir çıkış yolum olsun istem iştim . Sakin
ol psikopat, sadece sen de akü konusunda aynı fikird e m isin diye
sormak istemiştim! Tabii ki kendi başımın çaresine bakabilirim !
Ama o gözlerine düşen saçları geri attı ve bakışlarını ü z e rim ­
den hiç ayırmadan, “Elbette,” dedi.

96
TEK SORUN SAM’İN aracının kütüphane otoparkında olma*
maşıydı, ö n c e yakınlardaki başka bir işini hallettiği için kamyo­
netini de o m ekâna bırakmıştı, ö lü arabama bağlamak için gidip
kam yonetini getirmeyi önerdi ama Florida sıcağında yürümek
pek cazip gelmese de şu işin ne olduğunu merak ettiğimden d o ­
layı ben de onunla gitmeyi teklif ettim.
K aldırım o kadar dardı ki yürürken ara sıra birbirimize çarp­
m am am ız im kânsızdı. Fakat nereye gittiğimizi bilmediğim için
öne geçm ek istem ediğim gibi köpek yavrusu misali Sam’in pe­
şinden koşm ak da istemiyordum. Kendimi olabildiğince küçült­
meye çalıştım am a kalçalarımı kesip atacak değildim. Sam avu­
cunu pantolonuna sürttü ve ağır oldukları için fazladan desteği
varm ış gibi kitapları iki eliyle tuttu.
A ram ızdaki sessizlik nem kadar yoğundu ama Sam bozmaya
niyetliym iş gibi görünm üyordu. Connerın, oyun oynarken ko­
nuştuğu Josue’yi yanlış anlayıp anlamadığım merak ettim. Adam
beni ilginç buluyor olsa muhabbet etmek için bir konu açardı.
değil mi?
D aha önce hiç konuşmamış değildik ki. Çimleri biçmekle il­
gili b ü tü n bir cüm le kurm uştu mesela. Araba amalarıyla ilgili
sohbetler de pekâlâ eğlenceli olabilirdi!
“Fazla konuşm uyorsun,” dedim sonunda. Şüpheye düştü­
ğüm de bariz gerçekleri dillendirmeyi severdim.
“Sen ise kedilerle bile konuşuyorsun. Seri katiller hakkında,”
dedi. Bunu öyle duygusuz biçimde söylemişti ki dudaklarının
köşesindeki tebessüm ü yakalamak için kafamı çevirmek zorun­
da kaldım .
“Tez danışm anım la telefonda konuşuyordum,” dedim, kedi­
nin A nn Rule hakkındaki fikrini sorarken telefonu çoktan kapat­
mış olm am a rağm en. Ama Sam’in bunu bilmesine gerek yoktu.
“Bu arada, o kim in kedisi?”

97
Birinin kedisi olduğunu sanmıyorum,” dedi Sam. M ahallede
p ek çok sokak kedimiz var, belki fark etm em işsindir. Köşedeki
h an ım ın kedileri sürekli doğuruyor.”
“Am a bu kısırlaştırılmış,” dedim. “Kulağında kesik var.”
“Pat bütün hayvanları beslediği için o da yakınlarda takılıyor.
Bahar olmadığı için şanslısın. O dönem de Pat’in kuş yem liğine
gelen bir kardinal kuşu, kendi yansımasını bölgesine te h d it ola­
rak görüp sizin evin pencerelerine saldırıyor.”
Bu, Sam’in benimle konuşurken kurduğu en u z u n cüm leydi.
Ve bir kardinal kuşu hakkındaydı. Eh, Betty D rap er gibi tüfeği­
ni çıkarıp kuşu vurduğunu söylemediğine göre hayvan zu lm ü n ü
uyan listemden silebilirdim.
Dikkatim onda olmadığı için Sam’in b ir o to p ark a doğru
döndüğünü fark etmeyince om zu benim kine çarptı ve kaldırım
kenarındaki çimenlere doğru yalpalamam a ned en oldu. Bunu
görünce hemen elini uzatıp dengemi sağlam am a y ard ım cı oldu.
“Çok üzgünüm.”
“Senin suçun değil.” Ona gülümsemeye çalıştım, ç ü n k ü canım ı
yakmış olabileceği için gerçekten üzgün görünüyordu. A m a ifa­
dem muhtemelen Wednesday Addams’m C hippew a K am pı’ndaki
eğitmenlere bakarken takındığı ifadeye benziyordu.
Sam içini çekti. “Normalde bu kadar sakar değilim dir.”
“Cidden hiç problem değil. Kimsenin telefonu kırılm ad ı, k im ­
se kitaplarım düşürmedi.” Kafamı kaldırdığım da, tabelasm da
JOCELYN’ÎN MÜZİK OKULU yazan, büyük bir b in an ın ö n ü n d e
durduğumuzu fark ettim. Sam’in kamyoneti otoparkın ö b ü r u c u ­
na park edilmişti “Halletmen gereken iş burada m ıydı?”
Sam elini saçlarından geçirmek için kolum dan çekti ve bu
anlık temasın kaybolmasının neden olduğu soğuklukla şaşkına
döndüm.

98
“Burada yaz dersleri veriyorum,” dedi “Tam zamanlı iş değil,
ö ğ re n ci sayısına bağlı olarak haftada dört veya beş saatimi alabi­
liyor. Biraz fazladan para kazanmak için iyi bir seçenek.”
Bununla birlikte puzzle m birkaç parçası yerine oturdu. Eve
giriş çıkış saatlerinin belirsizliğinin ve şu lanet haki pantolonla­
rın nedeni belli olmuştu. Kıyafetini işaret ettim. "Bu rahat giysi­
ler de üniform an oluyor o zaman?”
K endine baktı. “Bu tarza teknik olarak nötr profesyonel di­
yorlar. Açık renkli, desensiz, logosuz bir gömlek ve haki panto­
londan oluşuyor. Lacivert veya siyah çok sert renkler olarak gö­
rülüyor sanırım . Ben de bu kombinden birkaç set ald ım çünkü
böylesi d aha kolaydı.”
“Yani gardırobunu açsam Doug Funnienmki gibi bir askı do­
lusu beyaz göm lek ve haki pantolonla mı karşılaşırım?” Başımı
iki yana sallayarak gardırobuyla ilgili tüm görüntüleri hemen
aklım dan çıkardım . Adamın yatak odasına ne demeye girecek­
tim ki? “Birkaç dakikalığına içeri girelim hadi,” dedim, müzik
m ağazasına do ğ ru yürüyerek. “Alacak bir şeyim yok ama biraz...
klim a esintisi iyi gelir.”
A slında mağazayı gezmek de istiyordum. Artık Sam’in gi­
zem lerinden en az biri çözüldüğüne göre, zamanının bir kısmını
geçirdiği b u yeri m erak ediyordum. Küçüklüğümde mağazanın
b u ra d a olduğunu hatırlamıyordum ama müziğe fazla düşkün ol­
m adığım için dikkat etmemiş de olabilirdim. Lisede havalı ola­
cağını düşündüğüm den dolayı kendi kendime gitar öğrenmeye
çalışm ış ve m üziği dördüncü sınıftaki zorunlu blok flüt dersle­
rin d en so n ra bırakm am gerektiğini bir kez daha anlamıştım.
İçerisi apaydınlıktı ve her türden enstrümanla doluydu.
K apının hem en yanındaki cam vitrinde kemanlarla viyolalar
asılıydı ve orglar, dükkânın içinde bir yürüyüş yolu oluşturacak
şekilde iki yana dizilmişti. Ayrıca küçük çocukların çalma de-

99
nem eleri yüzünden, m uhtem elen çalışanların k âb u su haline
gelm iş iki bateri vardı. Şu anda da bir çocuk, b a te rile rd e n biri-
n in ö n ü n d e dikilmiş, annesi görevliyle konuşurken m u tlu lu k la
davula vuruyordu.
“Eee, ne dersi veriyorsun?” ö n tezgâhın yanındaki başka bir
cam vitrinin içine bakmak için eğildim ve ism ini bile b ilm ed i­
ğim enstrüm anların yedek parçalan gibi görünen çeşitli küçük
objelerle karşılaştım. O sırada tezgâhın arkasında başka b ir gö­
revli belirdi ve satış yapmak üzere olduğunu d ü şü n erek b e n i ilgi
ve neşeyle selamladı. Hızla doğruldum .
“Ah, merhaba Sam,” dedi sonra. A rkam da d u rd u ğ u n u so n ­
radan fark etmiş olmalıydı. Adamın adını söylerken sesi biraz
heyecanlı mı çıkmıştı, yoksa bana mı öyle gelm işti? O n u n üze­
rinde hiçbir hak iddia edemezsin, diye hatırlattım k en d im e. O nu
kıskanmıyorsun.
“Merhaba Jewel7’ dedi Sam. “Sadece göz atıyoruz.”
Jewel mı? Şimdi kıskanmıştım işte. Ç ünkü bu isim m u h te şe m
ötesiydi. Keşke benim ismim de Jevvel olsaydı.
Kız bize bakarken kaşlarını kaldırdı. Kim o ld u ğ u m u m e ra k
ettiğini görebiliyordum ama sorm ayacağından da e m in d im .
H om urdanarak bir şeye ihtiyacımız olursa seslenm em izi söyledi
ve bizden sonra gelmiş bir müşteriye yardım etm ek için d ö n d ü .
Mağazada gezmeye devam ederken iki kişi d ah a Sam e selam
vermek için geldi. Sanırım haftada dört beş saatini geçird iğ i b ir
yeri gezmek istemek benim hatam dı. D ersler h a k k ın d a k i s o ru ­
ma cevap vermediğini hatırlayınca tekrar sordum .
“Çoğunlukla gitar,” dedi. “Birkaç tane de piyano d e rsim var.”
“Kaç enstrüman çalıyorsun?”

• (lng.) “Cevher, m ücevher” (ç.n.)

100
Sayı bayağı fazla olduğu için açıklama konusunda utanıyor-
muş gibi süklüm püklüm göründü. “Ustalıkla çaldıklarım çok
değil. Üflemeli çalgılar uzmanlık alanım değil mesela; sadece
saksafon çalabiliyorum , o da vasat bir lise öğrencisi seviyesinde.”
“U stalıkla çaldıkların kaç tane?”
Yanından geçtiğimiz bir orgun fildişi tuşlarında parm aklan'
nı gezdirdi. Bir tanesine hafifçe bastığında prize takılı olmadığı
için en strü m an d an donuk bir ses çıktı. “Dokuz sanırım. Tefi de
sayarsak. C idden çok iyi tef çalarım.”
K endim izi arka tarafta küçük bir odada bulduk. Bir duvarda
akustik, diğer duvarda elektrogitarlar ikişer sıra halinde asılıy­
dı. E n strü m an ları denem ek için oturmak isteyen müşteri olursa
diye koyulm uş taburelerin yanında da birkaç amfi vardı.
“Bir şeyler çalsana,” dedim.
“H adi ama,” dedi. “Olmaz.”
“N eden? İyi çaldığından eminim.” Gözlerimi kocaman açtım.
“Yoksa şey gibi m i o ldu... bir dakika, önce en iyi gitaristin kim
o ld u ğ u n u söyle.”
“D ö n em ve tarz önemli. Ama bence... John Frusdante"
Suratım ı ekşittim . “Red Hot Chili Peppers mı? Neyse tamam,
b u n a so n ra döneriz. Demek istediğim, John Fnısdante’d en bir
şeyler çalm asını istem em ama onun, on bin dolardan daha ucuz
gitarların penasına bile elimi sürmem, demesi gibi bir şey mi bu?"
Sam güldü am a yine utandığını görebiliyordum. “Hayır, öyle
bir şey değil.”
“O zam an çalışından etkilenip şuracıkta pantolonumu indi­
receğim den endişeleniyorsun," dedim. “Çalarken çok mu çeki­
ci oluyorsun yoksa? Konser sahnesindeki John Mayer gibi mi?
Gerçi hiç John Mayer konserine gitmedim çünkü kalbimin kal­
dırabileceğini düşünm üyorum .”

ıoı
O dada, enstrüm anları almak için bir görevliden yard ım is­
tenm esi gerektiğinin yazılı olduğu birkaç tabela vardı am a bunu
önem sem eden elektrogitarlardan birine uzandım . Ne de olsa
Sam, nötr profesyonel üniformasıyla yanımdaydı.
“Akla gelebilecek en salakça şeyi çal o zaman,” d ed im . “Söz
veriyorum pantolonumu indirmeyeceğim.”
G itarı elimden alıp kafasını “gerçekten miT' d e r gibi yana
eğdi. Ben de “evef, gerçekten ’ dermişçesine, taburelerden birine
oturm ası için abartılı bir hareket yaptım.
Eğilip amfiye bağlı kablolardan birini gitara taktı ve sesi kısıp
enstrüm anı akort etmeye başladı. Uyuz herif, tabii ki de b u n u
ses olmadan yapabilecek kadar iyi bir kulağa sahipti. B en im gi­
tar öğrenmeyi bırakmamın ana nedenlerinden biri, a n n e m in bir
Noel’d e hediye ettiği dijital akort cihazını kaybetm iş o lm am d ı.
Tabureyi kütüphaneden aldığı kitapları koym ak için kullanıp
kendisi ayakta kalmayı tercih etti ve ne çalacağını d ü şü n ü y o r­
muş gibi yüzünü tavana dikti. Sonra tellere vu ru p ağır, h ü z ü n ­
lü bir melodi çalmaya başladı. Notalar bir yerden ta n ıd ık geli­
yordu ama çalması hızlanana kadar ne olduğunu çık aram ad ım .
Sonunda anladığımda sırıtmaya başladım.
u,Farmer in the Dell’ mi?” dedim. “Şaka yapayım d e rk e n şa-
kalandın, ahbap. Bu şarkı hücrelerime kadar beni anlatıyor. Bu
peynir her zaman tek başına ayakta durdu.”
“Anaokulundakiler bayılıyorlar.”
“Ne zamandır ilkokulda müzik dersi veriyorsun?”
“Beş yıldır.”
“Seviyor musun?”
“Evet,” dedi tereddüt etmeden. “Ç ocuklar m üziğe bayılıyor.
Havalı şarkıları ya da derin sözleri değil, sadece to k m ak la k silo ­
fona vurmayı ve çıkan sesi dinlemeyi seviyorlar.”

102
Konuşurken parm aklan rasgele bir melodi çalmaya devam
ediyordu. O nu şimdiye dek hiç bu kadar rahat görmemiştim
ve buna, çıplak ayakla karşımda durduğu ya da plaj kıyafetleri
giydiği zam anlar da dahildi. Daha önce fark etmemiştim ama
Sam’d e, gitarı eline aldığında uçup giden bir gerginlik, bir içine
kapanıklık hali vardı.
“Beşinci sınıfta koro seçmelerine Iratılmışım* dedim.
“A rkadaşım Alison çok istiyordu, ben de neden olmasın diye
düşünm üştüm . İlkokulda herkesin koroda olabileceğini, harika
bir sesin yoksa bile arkaya atılıp ağzım açık tutm an ın yeteceğini
duym uştum . A m a ne olduğunu asla tahmin edemezsin.’*
G ülüm sediğinde gözlerinin kırışması çok hoştu. “Seçilmedin-"
“Sizin okulun korosu da bu kadar acımasız mı?”
“Pek sayılmaz,” dedi. “Koridor devriyesi seçmeleri daha çe­
kişm eli geçiyor.”
B u rn u m d an alaycı bir nefes verdim. “Yedinci sınıfta bir m ü ­
zik öğretm eni gelmişti,” dedim. “Aslında onunla hiç dersim ol­
m adı ç ü n k ü ... korodan ret yemiştim. Ama Alison..."
Tüm çocukluk hikâyelerimin Alison ı içerdiğini ve anlatmak
üzere olduğum hikâyenin çok da harika olmadığım fark edince
sustum . Film lerdeki okullar gibi dolapları olan ortaokuldaki ilk
yılım dı ve on iki yaşındaki asi beynim, ders aralarının yedi da­
kikadan d ah a uzun olması gerektiği gibi bir fikre kapılmıştı. O
hırs ve coşkuyla bir dilekçe yazıp sınıftan dolaba, dolaptan sınıfa
ve diğer yerlere gitm enin ne kadar sürdüğüyle ilgili bir şema bile
hazırlam ış ve sınıf arkadaşlarım arasında dolaştırıp imzalamala­
rı için ısrar etm iştim . Ve görünüşe göre benim gibi ezik biri bile
toplu b ir m ücadele başlatabiliyordu çünkü gören herkes dilek­
çeyi im zalam ıştı. Bir gün Alison, orkestra dersindeki bir çocuğa
kâğıdı uzatırken öğretm en onu yakalamış, el koymuş ve dilek­
çeyi geri istiyorsam gidip kendim almam gerektiğini söylemişti.

103
Ö ğretm enin bana kızmasını bekliyordum am a hiç kızgın de­
ğildi. Aksine biraz eğlenmiş görünüyordu. M üzik dersi alm ayı ya
d a koroya katılmayı düşünüp düşünm ediğim i so rm u ştu . M üzik
yeteneğim den etkilenmediğini biliyordum; her şeyden önce, bu
k o n u d a yeteneksiz olduğumu biliyordum. A m a zaten b ir grup
öğrencinin isminin yazılı olduğu bir kâğıda b akarak o d a bunu
anlayamazdı. Etkilendiği şeyin küstahlığım o ld u ğ u n u söyledi­
ğinde beşinci sınıfta koroya kabul edilm ediğim i a n la tm ıştım , o
d a gülüp, “Herkes eğitilebilir,” demişti.
Söz konusu müzik olunca buna inanm am çok zordu. A n n em le
babam ın da kardeşimle benim de m üzik kulağım ız y o k tu . O k a ­
d a r kötüydük ki bunu kütüğümüze bile yazabilirlerdi. H a tta bel­
ki de yanına, üstüne çarpı atılmış nota resm i bile çizerlerdi.
Kadının dediğini yapma zahmetine girm em iştim . A yrıca yaz­
dığım dilekçe de sonuçsuz kalmıştı çünkü ders saatlerinin ö ğ ret­
m enler sendikası tarafından belirlendiği ve yeniyetm e b ir aktivistin
bunu değiştirmek için pek bir şey yapamayacağı ortaya çıkm ıştı.
Ama bir nedenden ötürü o öğretm enin sözleri h a fız a m a k a ­
zınmıştı. Cehennemin yedi çem berinin birleştiği b ir V enn ş e m a ­
sı olan ortaokulda, onunla konuştuğum o an b en im için g erçek ­
ten özeldi. Buna ne kadar aç olduğum u o güne dek fa rk e tm e m iş
olsam da görüldüğümü hissetmiştim. Potansiyelim o ld u ğ u n a
inanmıştım.
Sam hikâyeyi anlatacakken geçmişe gittiğim i a n lam ış ve sa ­
bırla geri dönmemi bekliyormuş gibi beni izliyordu. B o ğ azım ı
temizledim.
“Her neyse,” dedim. “Kusura bakma. A rtık gidelim m i? A ra ­
bamı çalıştırmama yardım etmeyi kabul ettin am a ben z a m a n ım
boşa harcıyorum.”
Bakışları ağzıma indi ve bir an için beni öpeceğini d ü ş ü n ­
düm . Sebebi, sonu gelmeyen beyaz göm leklerinde k u llan d ığ ı, ad ı

104
m uhtem elen dağ esintisi falan olan deterjanın kokusunu alabile­
ceğim kadar yakın durm am ız olabilirdi Elimdeki dokunuşunu
ve o kısacık on saniyede aramızda oluşan arzu elektriklenmesini
hâlâ hissedebildiğim e yemin edebilirdim. Aynı kıvılcım şimdi
geri d ö n m ü ştü ve nefesimi kesiyordu.
Ve şaka bir yana, gitar çalmak cidden on kat daha seksi gö­
rün m esin e neden olmuştu. Kendime engel olamadan ona biraz
yaklaştım . Neyse ki Sam zamanında geri çekilip beni kendimden
kurtardı. K ablosunu çıkardığı gitarı dikkatlice duvardaki yerine
yerleştirdi. Amfiyi kapattığında çıkan klik sesi hayal kırıklığımın
bir yansım asıydı.
“Z am an ım ı boşa harcamadın,” dedi “Ama tabu İd istersen gi­
debiliriz.”

SAM ’İN KAM YONETİNİN YOLCU koltuğuna yerleşip keme­


rim i b ağ lad ım ve park yerinden geri geri çıkarken trafiği ta­
kip etm ek için başını çevirdiğinde ona yandan bir bakış attım.
Ç enesin d ek i, yine içine kapandığım gösteren gerginlik geri
d ö n m ü ştü .
Birkaç dakika öncesini düşündüm. Gerçekten müzik mağa­
zasının o rtasın d a beni öylece öpeceğini mi sanmıştım? Birlikte
yalnızca yarım saat geçirdikten sonra mı? Neyim vardı benim?
Kafayı m ı üşütm üştüm ?
K endim e o n u n BufFalo Bili olabileceğini hatırlatmam gereki­
yordu. B enim için erotizm yüklü bir anda o, losyon sürdürme
hayalleri ku ru y o r olabilirdi. Beni herhangi bir yere götürebilirdi.
H angi otoyol çıkışının ceset atmak için en iyi ormanlık alana sa­
hip o ld u ğ u n u bilen bir adama benziyordu. Belki de bu yüzden
kam yonet kullanıyordu. Ve ben şu anda o kamyonetteydim.

105
Bu seçeneklerden hangisi beni daha çok k o rk u tu y o rd u hiç
bilm iyordum : Sam’in bazı karanlık işler peşinde olabileceği mİ,
yoksa ona abayı yakmaya başlamam mı? Belki de gerçek su ç hak­
kında o kadar çok şey okumam beni cidden duyarsızlaştırm ıştı.
Ç ünkü seçeneklerden hangisinin kalbimi h ızlan d ırd ığ ın ın far-
km daydım .
“Geldik,” dedi Sam. Nasıl geldiğimizi, ne zam an geldiğim izi
anlamamıştım. Belki de beş dakikadır k ü tüphane o to p a rk ın d a
oturuyorduk.
Neyse ki Sam arabamın hemen yanına p a rk edebilm işti.
Kamyonetten aşağı atladım ve kendi aracım a gidip s ü rü c ü ka­
pısını açarak kaputun düğmesine bastım . Bu k o n u d a d a h a faz­
la bilgim olmadığı için Sam’in yardım ım a ihtiyaç d u y m a m a sın ı
umuyordum. Şükür ki çoktan kam yonetinin ark a sın d a k i b ir alet
kutusuna uzanmış, takviye kablolarını çıkarm ış ve o n la rı b ağ la­
mak için kendi kaputunu açmıştı.
“Geçen gece neden öyle aniden gittin?”
Bu soruyu sorduğunda Sam’in kafası hâlâ k a p u tu n a ltın d a y ­
dı, bu yüzden onu doğru duyduğum dan em in o la m a d ım . D o ğ ru
duyduysam bile duymamış gibi davranm anın m ak u l b ir y o lu ol­
masını diledim; çünkü beni bir pislik ya da yalancı g ib i g ö ste r­
meyecek bir cevap düşünemiyordum.
“Şey...” Birkaç saniye bocaladıktan sonra, gerçeğe y a k ın bir
cevap vermenin işe yarayacağına karar verdim . “... p a rtile rd e
pek iyi değilim.”
Akü terminalindeki bağlantılardan birini k ıp ırd a ttık ta n s o n ­
ra, elini üstüne sürünce haki kumaş üzerinde, Jocelyn M ü z ik te k i
Jocelyn’in hiç hoşlanmayacağı siyah lekeler o lu ştu rd u . S o n ra
kamyonetinin motorunu çalıştırdı ve park y erlerin in y a n ın d a k i
çimenlikte bana katıldı.
“Partilerde pek iyi değilim, derken neyi k asted iy o rsu n ?”

106
G özlerim i devirdim . “Dinle, partine davetsiz geldiğim için
özür dilerim . Bir iş etkinliği olacağını bilmiyordum. Kardeşim
C o n n er -o n u hatırlıyorsundur, yanında sevgilisi Shani vardı-
küçük bir paket Kit Kat olsa da hediye getirmemiz gerektiğini
söylem işti. Bence yine de kabalık ettik. Ve daha fazla kalsaydım
m uhtem elen Charles Manşon ile Beach Boys arasındaki bağlantı
hakkında konuşm aya başlayacaktım ki bu hiç iyi olmayacaktı.”
“Ben öyle düşünm üyorum ,” dedi Sam.
Ah, b ir bilseydi. Konuyu açmamak için çok büyük çaba sarf
etm iştim ve b u n u n tek nedeni, Barbara Anrî in emeklilik parti­
sinde arzu ettiği atm osferin bu olmadığım düşünmemdi.
“Kit Kat fikri güzeldi,” d edi “Rolleri değişmemizle alakalı bir
yorum yapm ayı düşünm üştüm aslında. Ben kapıyı kostümlü hal­
de açarken sen eşikte bir paket çikolatayla bekliyordun.”
G ülüm sedim . “Kesinlikle yapmalıydın,” dedim. “Tersine Cadı­
lar Bayramı gibiydi.”
A lnını kaşıdığında orada da siyah bir leke bıraktığım fark et­
tim . “A klım a geldiğinde iş işten geçmişti.”
Bakışları b ir an bana kaydı, sonra uzaklaştı. “Ben de partiler­
de de p ek iyi değilimdir,” dedi.
P artide B arbara için yaptığı konuşmanın ne kadar sıcak ve
esprilerle dolu olduğunu ve tüm o söylediklerinin, kadının na­
sıl h o şu n a gittiğini hatırladım . Ama sandalyeden indikten sonra
nasıl kıpkırm ızı kesildiğini de hatırlıyordum. Kasabaya döndü­
ğüm gece bana yaklaşanın o olduğu düşünülünce, partideki hali
şaşkınlık vericiydi. Şimdi o ilk adımı atmanın onun için ne kadar
zor o ld u ğ u n u biliyordum. Ve hakkındaki bir gizemi daha böyle-
ce çözm üştüm .
Sam utangaç biriydi.

107
Hâlâ nasıl cevap vereceğimi bulmaya çalışıyordum kİ kafa»
sıyla arabam ı işaret etti. "Şimdi çalıştırmayı dene b ak a lım . Akü
yeteri kadar dolmuş olmalı"
N eredeyse m otorun çalışmamasını u m ara k s ü r ü c ü k o ltu ­
ğ u n a geçtim. Çalışmasını istiyordum tabii ki a m a ş a rj o lm a ­
sın ın beş on dakika daha sürm esinden b ir zarair g elm ezd i,
ö z e llik le de şimdi Sam’Ie bir yere v arıy o rm u şu m g ib i h is s e t­
m eye başlamışken.
Ama elbette dünyadaki en kötü şansa sahip o ld u ğ u m için
kontağı çevirdiğimde motor bir anlık teklem eden s o n ra k ü k re ­
meye başladı, ö n camdan Sam’in bana b aşp arm ağ ın ı k a ld ırd ığ ı­
nı gördüm.
“Sorun çözüldü,” dedi, takviye kablolarını sö k erk en . “A k ü n ü n
yeterince şarj olduğundan emin olm ak için m o to ru k a p a tm a d a n
önce en az on beş dakika çalıştırsan iyi olur.”
“Bugün kütüphane pek yoğun görünm üyor. B u ra d a biraz
daha takılmamız sorun olmaz sanırım.”
“Ah, arabayı kullanabilirsin,” dedi Sam. “Eve u z u n y o ld a n git­
meyi tercih edip mahallede birkaç tu r atarsan ta m a m d ır.”
Acaba bizim aramızdaki bağlantı da araçlarım ızı b ağ lay an
kablolar aracılığıyla mı aktarılmıştı? Ç ünkü araçları a y ırır ayır­
maz bizim bağımız da kopmuş gibi g ö rü n ü y o rd u . O n u öğle
yemeğine davet etmeyi ve yardımı için teşekkür o la ra k h esab ı
ödemeyi düşünmüştüm ama arabam ın ak ü sü n ü n h e r a n te k ra r
bitebileceği ve onun da benden kurtulm ak için ca n a tıy o r gibi
görünmesi göz önüne alındığında bunu yapm ak a p ta lc a o lu rd u .
İnsanlarla arama bu yüzden mesafe koyuyordum işte. B irin in
size bir mesaj göndermesini, bir daveti kabul etm esin i v ey a s iz in ­
le takılmak isteyip istemediğini gerçekten u m u rs a d ığ ın ız d a işler
çok daha karmaşık hale geliyordu.

108
Koltuğuma iyice yerleşip kapıyı kapattım ve camı indire­
rek Sam’c kaygısızca el salladım. "Yardımın için teşekkürler.
S anırım ... sonra görüşürüz?”
“Mutlaka.”
Park yerinden dikkatlice çıktım ve otoparkın çıkışma geldi­
ğim de dikiz aynam a baktım. Sam, elinde kablolarla aynı yerde
du ru y o rd u ve kam yonetinin kaputu hâli açıktı. Neredeyse kapıyı
açıp ona seslenm eyi ve evin orada buluşup öğle yemeğine gitm e­
yi tek lif ed ecek tim am a sonra tezim üzerinde çalışmam gerek­
tiğ in i h a tırla d ım . Ayrıca mahallede buluşup yemeğe gitmeye
kalk sak n ered e yiyeceğim izi ve kimin arabasıyla gideceğimizi
ta rtışm a m ız gerekirdi ve Tanrı korusun Sam bunu bir rande­
vu o la ra k görebilirdi. Tanrı korusun ben bir randevu olarak
gö reb ilird im .
Bu yüzden dönüş sinyalimi yaktım ve otoyola çıktım.

109
ON

KLIMA YAZACAK BİR şey gelm ediğinde, işi n e kadar


A ertelesem de kelimeler sihirli bir şekilde b ilg isay ard a b e­
lirmiyordu- Aksine, açık tez belgemdeki yanıp sö n en im leç her
zamankinden daha suçlayıcı görünüyor, sanki "İşini ne demeye
erteliyorsun, sürtük? Madem Soğukkanlılıkla’yı bu kadar seviyor­
dun, neden hakkında yazacak bir şey bulamıyorsun?” d iy o rd u .
Görünüşe göre bilgisayarımın iç sesi bayağı kabaydı.
Gerçekten işe koyulmaya karar verdiğim de, in te rn e tte boş
boş dolaşm am ak için Wi-Fi bağlantım ı kapatırdım . A m a b a ğ la n ­
tıyı açabileceğim ikon bir tık kadar yakınım daydı ve b e n i b u n ­
dan alıkoyan tek şey kendi kırılgan iradem di. S o n u n d a k e n d im e
kısa bir mola vereceğimi söyledim ve aram a m o to r u n a Şafak
Katili’nin kızının ismini yazdım.
Çıkan bilgilerin çoğu klasik şeylerdi. K itabıyla alak a lı e le şti­
riler, yerel bir CBS bağlantısına verdiği bir rö p o rta j... Ü ç ü n c ü
sayfaya geçtiğimde bir yıl önce bir örgü sitesine y az d ığ ı y o r u ­
m u buldum . İhtiyacı olan, üretim i d u rd u ru lan k u m a ş ta n e lin d e

110
fazladan olan var mı diye soruyordu. Takip eden yorumlarından
birinde yerel kum aş mağazasından bahsettiğini gördüğümde he­
m en orayı arattım .
M ağaza, babam ın evinden yaklaşık bir saat uzaklaydı. Demek
kadın hâlâ bu bölgede yaşıyordu. Ve koca bir tebriki hak ediyor­
du. B enim babam bir grup insanı öldürmemişti ama onu tanıyor
olabilecek insanlarla karşılaşma olasılığımın daha yüksek olduğu
bu yere geri döndüğüm için aşın gergindim.
M asanın üzerinde duran telefonum çalınca gözümü arama
so n u çların d an ayırm adan cevapladım. “Alo?”
“Phoebe. Nasılsın?”
H attın ö b ü r ucu n d a Dr. Nilssonın sesini duymayı hiç bek­
lem iyordum . İlk önce e-posta ile zamanı kararlaştırmadan beni
hiç aram azdı. Beyhude internet aramamı kapattım ve danışma­
n ım bilgisayar ekranım ı telefondan görebiliyor ve oyalandığımı
anlayabiliyorm uş gibi tez belgemi açtım.
“Ç o k iyiyim,” dedim , norm alden biraz daha tiz çıkan sesimle.
“C ap o te b ö lü m ü m üzerinde çalışıyorum.”
A caba b u aram a teslim ettiğim son bölümle mi alakalıydı? O
k ad a r k ö tü m üydü ki beni şahsen paylamak için aramak zorun­
d a kalm ıştı? Yoksa fazla hatalı virgül kullanımım yüzünden göz­
le rin in k an am asın a neden olmuştum da ameliyata girmek için
anestezi alırken son bir eylem olarak Sin ye beni araması emrini
m i verm işti?
K ah retsin , yoksa yine dikkate almaksızın ifadesini mi kullan­
m ıştım ? Bir keresinde beş sayfalık bir analiz ödevinde hiç dü­
şü n m e d e n b u kelim eyi kullanmıştım ve Dr. Nilsson, altım iki kez
çizip k en a r boşluğuna HAYIR yazmıştı. Şu dünyada beni korku-
tab ilen tek şeyler, Halka filminde dolapta saklanan kız ve Dr.
N ilsso n ın örüm ceksi harfleriyle yazdığı bu iki heceydi.

111
“Stiles Üniversitesinden bir meslektaşımla ko n u ştu m ,” dedi.
Sanırım orası senin yaşadığın yerin yakınlarındaydı.”
O kulu duymuştum. Kırk beş dakika güneydeki S arasota’da,
biraz eksantrik olmakla tanınan küçük bir sosyal b ilim ler fa-
kültesiydi. Liseden tanıdığım ve tek tekerlekli bisiklet sürm ede
eyalet şampiyonu olan bir çocuk oraya kabul ed ilm işti. O kulun
yetenek yarışmasında hünerlerini sergilemek istediğinde, m ü d ü r
yardımcısı ekonomik sıkıntıları gerekçe göstererek b u n u re d d et­
mişti. Ama her nasılsa Britney Spears’ın “Toxic” şark ısın d a, iki
kızın kendi koreografıleri olan jim nastik ru tin in i sergilem esine
izin verilmişti.
“Aynen,” dedim. “Yani, evet. Çok uzak değil.”
“Dr. Blake orada Afro-Amerikan edebiyatı dersi veriyor,” dedi
Dr. Nilsson. “Okulun Octavia Butler bursu m ükem m el b ir fırsat. Ve
müsaitlik durumunla alakalı iletişime geçebilirsen, dersler yeniden
başlamadan önce seninle bir ön görüşme yapmayı kabul ettiler.”
Ah. Bu gelişmeyi hiç beklemiyordum. Öyle ki h a k k ın d a n e his­
sedeceğimi bile bilemiyordum. Beni düşündüğü ve k a riy e r bek­
lentilerimde bana yardım etmeye kararlı olduğu için D r. N ilsson’a
minnettardım. Fakat her şey çok hızlı gelişiyormuş gibiydi. Hâlâ
eğitim felsefem hakkındaki yazıyı yazmamış, h atta tezin şu lanet
bölümünü bile tamamlayamamıştım. Buna rağm en b e n d e n ön
görüşmelere gitmemi mi istiyordu?
“Müsait misin?” diye sordu, kibar bir tonlam ayla.
“Elbette,” dedim. “Teşekkürler.”
“İstihdam edilebilirliğin hususunda bölüm d ışın d a n b irin in
fikrini almanın sana iyi geleceğini düşünüyorum . T anrı b iliy o r ki
hepimiz en sevdiğimiz öğrencileri biraz kayırırız. A m a D r. Blake
lafinı esirgeyen biri değildir, bu yüzden görüşm eyi en y a k ın b ir ay
sonrasına ayarlamanı tavsiye ederim. H azırlanm ak için k e n d in e
biraz zaman tanımalısın. Giderken de blazer giym elisin. D o la b ın ­
da var, değil mi?”

112
Lafını esirgemez ifadesinden ne kadar hoşlandığımdan emin
değildim. M üm künse terslenmemeyi tercih ederdim. “Hayır,”
dedim , sonra aceleyle ekledim, “Ama gidip alırım, sorun değil.”
“Güzel,” dedi profesörüm. “İnternette biraz araştırmayla Dr.
Blake’in e-posta adresini bulabilirsin ama ne ohır ne olmaz diye
sana vereceğim.”
E-posta adresini hızlıca not aldım. Dr. Nilssonın bu yorumla,
Dr. Blake’le görüşm eden önce onunla alakalı araştırma yapmam,
EBSCO’da birkaç makale okumam, YouTube’d an konferansları­
nı izlem em gerektiğini hatırlatmak istediğini biliyordum. Eh, bu
sayede en azından Şafak Katili takıntımdan kurtulur, daha sağ­
lıklı bir tavşan deliğine girmiş olurdum.
“Son bölüm ün hakkmdaki yorumlarımı yarın sana ileteceğim,”
diye devam etti. “D aha genel önerilerimden bazılarım şu anki b ö ­
lüm üne uygulam ak isteyebilirsin. Bu nedenle önümüzdeki hafta
başı için b ir görüşm e daha ayarlayalım, olur mu?”
G erçekten soru olmayan bir soru daha. “Olur tabii," dedim,
aslında hissetm ediğim bir özgüvenle.
“H arika. Sonra görüşürüz.”
Telefonu kapattığında öyle şaşkın haldeydim ki konuşma es­
nasında söylediği bir şeyi idrak etmem birkaç dakikamı aldı. En
sevdiği öğrencilerinden biri olduğumu ima etmişti!

ESASINDA DR. NILSSON’LA konuşmanın beni tezimde yeni


bir aşam aya başlam aya teşvik etmesi gerekiyordu. Ama sonraki
bir saati paragrafları yazmakla ve kesip, NOTLAR diye isimlen­
dirdiğim b ir taslak e-postaya yapıştırmakla harcadım. Bu taslak,
bir n o k tad a teze dahil edeceğime dair kendime söz verdiğim ya­
zılarla dolu b ir m ezarlık gibiydi.

113
Eskiden, işi ertelem e tekniğim temizlik yapm aktı. D airem
h içb ir zam an sınavlarım a hazırlandığım yıl kadar tem iz o lm a ­
m ıştı. A m a bugünlerde babamın evinde yaptığım tek şey sağı
solu toplam ak, bir şeyleri çöpe atmak ve yüzeyleri silm ek ti. Bu
ço k sıkıcıydı ve beni baskılıyordu.
Son zamanlarda tüm havalı insanlar, işlerini ertelem ek için bir
şeyler pişirmeye yöneliyordu ama ben genellikle m utfakta d a u m u t­
suz vakaydım. Nasıl yapıldığını tam olarak bildiğim tek şey pişiril-
m eyen Nutella turtasıydı. Ah, şimdi olsaydı nasıl da iyi giderdi.
H em en arabaya adayıp uzaktaki markete giderek —b a b a n ım
ö ld ü ğ ü yere h â lâ gitmiyordum- bir Oreo pasta ta b a n ı aldım .
A m a eve döndüğüm sırada planım değişti. Sam’in k a m y o n e ti g a­
raj yolundaydı. Arabam bozulduğunda ona teşekkür e tm e fırsatı
b u la m a d ığ ım a göre şimdi bir turtayla teşekkürlerim i su n a b ilir­
d im , değil mi? Bu hiç tuhaf kaçmazdı.
Böyle zamanlarda, bu tür şeyler hakkında m esaj atab ilece ğ im
gerçek bir yalan dostum olmasını çok isterdim . L isa n sü stü eği­
tim programımdaki birkaç kişiyle arkadaş o lm u ştu m a m a çoğu
benden on beş yirmi yaş büyüktü. Bazıları evli ve ç o c u k lu y d u , ev
kredisi ödüyordu ve gerçek yetişkin hayatları yaşıyorlardı. B ense
on yıldır oy verecek yaşta olmama rağmen on ların d ü z e y in d e d e ­
ğildim. İçlerinden birine durup dururken, Hey, uzun hikâye am a
yan komşum olan genç adama biraz turta götürsem kuyruk sallı-
yormuş gibi olur muyum? diye mesaj atsam nasıl cevap v e rirle rd i
hiç bilmiyordum.
Bu yönden balonca yapmasam daha iyi olacağını d ü ş ü n d ü m .
Am a bu da doğru gelmiyordu; evren bir şekilde k o m ş u m a tu rta
verme sözümden döndüğümü bilecekmiş gibiydi.
C onner’a sorsam yap gitsin derdi. Hatta bir tan e d e o n a y a p ­
m am ı isterdi. Alison ise...
Eh, kim bilirdi. Uzun zamandır arkadaş değildik.

114
Turta hazır olduktan sonra ikiye bölerek yansını bir tabağa
ayırıp streçledim ve kendim için buzdolabına koydum. Diğer
yansını da en kayıtsız ve rahat halimle Saırie götürecektim.
Ü stüm de eski Batman Forever tişörtüm ve bir dizinde delik olan
taytım vardı. Makyaj yapma zahmetine girmedim. Bu bir kuyruk
sallama turtası değildi, sıradan ve arkadaşça bir şeydi
Gerçi sıradan ilişkiler pek de iyi olduğum bir alan değildi
Yine de kapısını çalıp, açmasmı beklerken yüz hadartmı ta­
m am en n ö tr hale getirdim. Zili iki kez çalmayacaktım. Bu «m ır»
aşm ak olurdu.
Sonunda açtığm da uykudan yeni uyanmış gibi gözleri şiş­
m işti ve h er zam ankinden daha darmadağınık görünüyordu. Ne
olursa olsun turtayı gördüğüne sevineceğini düşünmüştüm ama
öğle uykusuna yatmış olma ihtimalini hiç göz önünde buhmdur-
m am ıştım . Beni iyi şaşırtmıştı.
“Jugment Ridge deki gibi ürkütücü şekilde kapında belirdiğim
için üzgünüm ,” dedim. “Bu turtayı yaparken düşündüm ki... Şey,
arabam la ilgili yardım m için gerçekten m innettarın ı Buyur*
Kabı uzattığım da aldı ama hâlâ biraz kuşkulu görünüyordu.
“Yarısı yok,” dedi.
“Şey, evet. Ben de biraz yemek istedim. Ama ikiye kesmek
için bıçak kullandım , ıstakoz pençelerimle ya da başka bir şeyle
parçalam adım .”
Kapı pervazına yaslandı, nihayet kendine geliyor ve konuşma­
ya alışıyordu. “Peki ben pastanın ikiye bölünmesini istemeseydim
bü tün olarak alabilir miydim? Ya öyle daha çok seviyorsam?*
“Senin için bu kadar önemliyse kalanını buzdolabımdan geti­
rip kaba geri koyabilirim.”
“Hayır, hayır,” dedi, beni gücendirdiğinden gerçekten korku-
yorm uş gibi alnı kırışırken. “Bana turta yaptığın için teşekkür

115
ederim . Daha önce kimse benim için turta pişirm edi; yarım tur­
ta bile. Gerçekten çok hoş bir davranış.”
Ah. Ben de kimsenin bana daha önce hoş dem ediğini söy­
leyebilirdim. Daha çok duyduğum sıfatlar “asabi" ve “soğuk"t\ı.
Bazen de “korkutucu” diyorlardı ama kafama takm ıyor ya da kız­
m ıyordum .
“Pişmiş değil, dostum. Bu turta olsa olsa dam a olabilir, sat­
ranç değil,” dedikten sonra eve gitmek için döndüm am a hem en
adım ı seslendi.
“Neden bir dilim yemek için içeri gelmiyorsun? Eğer sayıyı
eşit tutmak senin için bu kadar önemliyse daha sonra şendeki bir
dilimi paylaşabilirsin.”
Şimdi onunla oturup bir şeyler yemek, üstüne bir de daha son­
rası için sözleşmek bir nevi bağlılık sayılabilirdi. Am a kendisinin
de partilerde iyi olmadığını söylerken ne kadar sam im i ve dürüst
göründüğünü hatırlayınca omuz silkip peşinden evine girdim .
“Judgemerıt Ridge tam olarak nedir?” diye sordu dolaptan iki
tabak, çekmeceden de iki çatal alırken.
Bazen ağzımdan çıkanların yarısının bile farkına v arm ı­
yordum. “Gençken okuduğum bir gerçek suç kitabı,” dedim .
“Dartm outh cinayetleri hakkında. İki liseli çocuk, ders için çevre
araştırması yapma numarasıyla yaşlı bir profesör çiftin kapısına
gitmişler. Ne tesadüf ki adam jeoloji ve yerbilim profesörüym üş
ve bunun, gençleri eğitmek için m ükem m el fırsat olacağını d ü ­
şünmüş. Sonra d a ... olanlar olmuş.”
Sam, Nutella’lı turtadan bir parça alırken duraksadı. “Tanrım ,”
dedi. “Bu gerçekten üzücü.”
“Aynen,” dedim . “Birisi kapım a habersiz g e ld iğ in d e ü r k ­
m em in en büyük sebebi bu. Böyle şeyler k ita p la rd a h iç iyi
sonuçlanm az.”

116
“Buna rağm en sen benim kapıma üç kez geldin. Birincisi kar­
go için, İkincisi parti için, üçüncüsü...”
“Tam am , tamam,” dedim, çocuk tekerlemesi gibi söylediği
cüm leyi bölerek. “Devam etmene gerek yok. Kes artık hadi.”
Tam elim i pasta tabağına doğru uzatırken bunun kulağa nasıl
geldiğini fark ettim . “Ah Tannm,” dedim. “Turtayı kes demek is­
tem iştim . Yani konuşurken öyle gelişti ve...”
Ç enem i kapam am gerekiyordu. Kendimi susturmak için tur­
tad an hızlı, açgözlü bir lokma aldım. Ve offf. Yine yapmıştım ya­
pacağım ı. Fazla beyin hücresi gerektirmeyen, beş malzemeli bu
basit şey leziz ötesi olmuştu.
“B unu söyleyeceğime inanamıyorum ama...” dedim. “Buraya
ilk taşın d ığ ım d a senin seri katil olduğunu sanmıştım ”
Bu sözlerim Sam’in ilk lokmasının boğazına tak ılm asın a ne­
d en oldu. O k adar çok öksürüyordu ki sonunda elindeki tabağı
bırak ıp buzd o lab m m kapağındaki sebilden su almak için kalk­
m ak z o ru n d a kaldı. O uzun uzun su içerken ben de âdemelması-
n ın h arek et etm esini izledim.
“N e ...” d edi sonunda. Ya boğazı sorunun geri kalanım çıka­
ram ayacak k ad ar acıyordu ya da sorusu bu kadardı. Çünkü bana
öylece bakıyordu.
“Yani, tam olarak öyle değil,” dedim. “Aslında herkesin ka­
ra n lık şeyler yapabilm e kapasitesi olduğuna inanıyorum. Hem
o gece b ird en b ire karşım a çıkıvermiştin, ya ne düşünecektim?”
“Tam b u ra d an çıkıp geldim,” dedi. “Kendi evimden.
Y aşadığım yerden.”
“Eh, o zam an bunu bilmiyordum. Ayrıca her zaman gizemli
şeyler yapıyordun. Ses yalıtımlı garajında bir şeyler karıştırıyor
- k i ses y alıtım ın ın çok tuhaf olduğunu kabul etmelisin- ve ol­
m ad ık saatlerde eve girip çıkıyordun.”

117
Gerçekten artık susmalıydım. Bunların hiçbirini Sam’e söyle­
meyi ve aklımı kaçırmış gibi görünmeyi düşünm em iştim .
“Peki, birden ona kadar bir ölçek olduğunu düşünelim ,” dedi,
“Bir num arada büyükannen, on num arada da H. H. H olm es var.
Bana kaç puan verirdin?”
Çatalımı ona doğrulttum. “Bu kötü bir örnek. B üyükannem
gerçek bir kara dul olabilirdi. Ama ilk karşılaştığım ız geceyi d ü ­
şünürsek. .. sanırım altı num ara diyebilirim.”
“O h a” Cevabım karşısında böyle şoke olm ası pek sevim liydi.
“Senin ölçek yanlış ama,” dedim. “Çünkü ya seri k a tilsin d ir ya
da değilsindir.”
“Partime geldiğin zaman?”
Sorusunu anlamamış gibi yapmaya zahm et etm ed im . “O za­
m an dörde inmiş olabilir.”
“Araban için benden yardım istediğinde?”
“Üç nokta altı.”
Kaşlarını kaldırdı. “Seri katil olabileceğini d ü şü n d ü ğ ü n b iri­
nin aracına binmek hayatı kıyılarda yaşamak gibi b ir şey olm alı.
Peki ya şimdi?”
Ona baktım. Gerçekten baktım. Bakışlarımı, b u sefer g erçek ­
ten uyku esnasında dağıldığını düşündüğüm k a rm a k a rışık saç­
larının tepesinden, muzipliğin yanı sıra başka bir d u yguyla d a h a
parlayan mavi gözlerine çevirdim. Elinde, yarısını b itird iğ i tu r ­
tasının tabağıyla lavaboya yaslanmış dikilirken tiş ö rtü n ü n in ce
ve yumuşak kumaşı kollarıyla göğsüne yapışm ıştı ve gayet h o ş
görünüyordu. Ve bugün, o her zamanki n ö tr profesyonel p a n to ­
lonu yerine kot giymişti.
Onu böyle açık bir şekilde inceleyebilmenin sarh o ş ed ici b ir
yanı vardı. Ayrıca... bu mutfak niye bu kadar sıcaktı?
“İki,” dedim en sonunda, turtadan bir lokm a alarak.

118
“Ne yapsam bire düşerim?” diye sordu. “Bu evde döşeme altı
boşluğu olm adığını söylesem yeterli olur mu?”
“A m a garajın var.”
“G arajım da bir şey sakladığımı mı düşünüyorsun?”
O m u z silktim . Elleriyle kollarının şüpheli bir sıvıyla kaplı ol­
duğu gece onu gözlemlediğimi ve paranoya yaparak kardeşimi
aradığım ı asla anlatm azdım . “Bu da bir başka gizem. Çözülmesi,
bir p u an a düşm eni sağlayabilir belki”
D ö n ü p tabağını sudan geçirdi, lavaboya bıraktı ve ellerini bir
bulaşık havlusuna sildi. “O zaman gidelim.”
“D ah a tu rta m ı bitirm edim bile,” dedim dolu ağzımla
“Y anında getir.”
“O ra d a herhangi bir şey iştahımı kaybetmeme neden olur­
sa gerçekten çok kızacağım,” desem de peşine düştüm. Oturma
o d asın d ak i piyanonun yanından geçerken SENİ ÖZLEYECEĞİZ,
B A R B A R A yazısının kaldırıldığını ve altındaki fotoğrafların or­
taya çıktığını fark ettim. Sam’in, akıllara duygunluk verecek sa­
yıdaki in san la çekilmiş bir sürü aile fotoğrafı vardı. WhatsApp’ta
gru p so h b etleri olan ve aile toplantılarında bir örnek tişört giyen
şu ailelerden birine mi sahipti acaba? Öyle olsa da ona olan gü­
venim artm azd ı gerçi. Fotoğrafları daha fazla incelemeye fırsat
b u lam ad an kendim i garaj kapısmda buldum.
O k ad a r ani durm uştu ki neredeyse ona çarpacaktım. Eli kapı
k o lu n d ay k en arkasını döndü. “Normalde insanlara önce bir giz-
lik sözleşm esi imzalatırım.”
“Şirket Katili,” dedim . “'Katil, onlart evrakların altına gömü­
y o r d u ' Dateline program ında mıyız?”
Kapıyı ard ın a kadar açıp ışığı yaktı. Tabii ki ilk bakışta her
şey n o rm a l görünüyordu. Hayal kırıklığına neden olacak kadar
n o rm al. Bir köşeye çamaşır makinesi ve kurutucu yerleştirilmiş­

im
t i Üstündeki metal rafta çeşitli alet edevat kutuları, eski boya te­
nekeleri ve diğer garaj aletlerinin bulunduğu metal bir ra f vardı.
D uvarların önlerinde, üstleri örtülmüş birkaç büyük eşya d u ru ­
yordu. Sanırım bahsettiği ses yalıtımının bunlarla bir alakası vardı.
Yerde, halı demeye bin şahit isteyecek şeyin üzerinde b ir bateri
vardı ve daha güzel günler yaşamış olduğu belli olan, boyası sol­
m uş, üstü eski çıkartmalarla dolu bir gitar da duvara yaslanm ıştı.
Garajın ön tarafında, bir masa üzerinde dengelenm iş iki a h ­
şap tahtanın üstünde de parçalara ayrılmış bir başka g ita r d u ­
ruyordu. Tahtaları kaplayan naylon örtüyü fark ed in ce g izem ­
lerden biri açıldığa kavuşmuş oldu. Am a ellerindeki sıv ın ın ne
olabileceğini tahm in edemiyordum.
Şüpheli lekeler görmeye çalışarak beton zem ine b a k tım . Ben
adli tıp incelemesi yapıyormuş gibi odanın içinde d o laşırk en
Sam, ellerini ceplerine sokmuş halde kapıda dikiliyordu.
“Geçen gece bir çarpma sesi duyduğum u san d ım ?” d e d im so ­
nun d a kendim e hâkim olamayarak.
N ot defterime yazdığım için tam tarih ve saati söyleyebilir­
dim . Ama sevimli bir nevrotikten, saplantılı sapığa geçiş y a p m a ­
sam (çok mu geçti?) m uhtem elen daha iyi olurdu.
“Hm m ,” dedi. “Başka bir gizem.”
“Soruşturm ada işbirliği yaptığını sanıyordum .”
Kaşlarını kaldırdı. “Ah, öyle mi? A m a benim tü m s ırla rım d a n
vazgeçmem, seninse ser verip sır verm em en hiç adil değil.”
Boş tabağımı çamaşır m akinesinin üstüne b ıra k ırk e n d e te r­
jan ın a göz atm aktan kendim i alam adım . Koku k o n u s u n d a h ak lı
çıkmıştım: dağ esintisi.
“Pekâlâ,” dedim nabzım hızlanırken. “Ne bilm ek istiy o rs u n ? ”
Soracağı soruyu enine boyuna düşünüyorm uş gibi b e n i in ­
celedi. "Neden Batman Forever?” gibi kolay b ir şey so rm a s ın ı

120
um uyordum . Böylece Penguen ve Two-Face gibi isimler takılmış
kötülerin çok daha iyi olduğu gibi bir espri yapabilirdim.
En büyük u m u d u m babamla ilgili bir şey sormamasıydı.
"Tezini ne üzerine yazıyorsun?” diye sordu sonunda.
Bir an için tez yazdığımı nereden bildiğini merak ettim, sonra
geçen gün danışm anım la telefonda konuştuğumdan bahsettiği­
mi hatırlad ım . “G erçek suç,” dedim, bahsettiğimiz konuyla ala­
kasının tesad ü f olm adığm ı belirtir gibi yüzümü buruşturarak.
“Ah, ta h m in etmeliydim,” dedi kuru bir sesle. “Konusu spesi­
fik olarak ne peki?”
Bu k açınılm az soru için hazır bekleyen cevaplarım vardı. Zira
N etflix’teki Bir Katilin İfadeleri: Ted Bundy gibi konular yerine
söz sanatı ya d a tür teorisi gibi şeylerden bahsettiğimde insanla­
rın u y k u su n u n geldiğini biliyordum. Ama nedense, hayatımın
son beş sen esin i nasıl geçirdiğimi anlaması için Same açıklama
y ap m ak istiyordum . Beni anlamasının benim için neden önemli
o ld u ğ u n u irdelem eyecektim .
“G erçek suç özellikle ilgi çekici bir türdür,” dedim, “Çünkü
genel o lara k suça karşı kültürel tutumumuzu yansıtma ve şe­
k illen d irm e eğilim indedir. Detaylı bir şekilde incelendiğin­
de tü rü n so n altm ış yılda nasıl dönüştüğü, Tnıman Capote’un
Soğukkanlılıkla kitabı sayesinde nasıl daha edebi hale geldiği,
seksenlerde ve doksanlarda daha sansasyonel ve gerçekçi şeyler
yazıldığı, b az en de k o n u n u n Michelle McNamaramn I'U Be Gone
in the D a rk’ta yaptığı gibi şahsileştirildiği görülebiliyor. Benim
analiz e ttiğ im şey b u kitapları kimin yazdığı, özneyle ne gibi bir
ilişkileri var? Ya d a karanlık bir tavşan deliği diyebileceğimiz ya­
zım sü re c in d e özneyle nasıl bir ilişki kuruyorlar? Bilgiyi ne şekil­
de su n m ay ı tercih ediyorlar ve bu, okuyucunun konu hakkında
ne h issed eceğ in i nasıl etkiliyor? Yazım şekilleri, kitapların “ger­
çek” o lu şu n u değiştiriyor mu? Yoksa..."

121
Nefesim in kesildiğini fark ettiğimde sustum . K usura bak­
ma,” dedim . “Bu konuda yüz seksen sayfa daha konuşm aya de­
vam edebilirim . Burada duracağım.”
“Bana bir örnek ver,” dedi Sam. "Kitabın ne kad ar gerçek ol­
d u ğ u n u değiştirebilecek şeyler neler olabilir?”
“Tamam, peki,” dedim konuya ısınarak. Bu aslında şu anda
evde yazıyor olmam gereken bölümdeki önem li b ir analiz
noktasıydı. Belki bu konuşmayı “beyin fırtınası” o lara k sayar­
sam işimi yarım bıraktığım için kendim i suçlu hissetm ezd im .
“Soğukkanlılıkla'yı okudun mu?”
Başmı iki yana salladı. “Bunun için benim le dalga geçeceksin,
biliyorum,” dedi, “Ama o tür kitapları pek k ald ıram ıy o ru m .”
Göğsümde bir sıcaklığın yeşerdiğini hissettim . O n u n la d a l­
ga geçebileceğim konular olduğu ve beni, b u n u yapabileceğim i
bilecek kadar iyi tanıdığına bakılırsa belirli bir dü zey d e y ak ın lık
k u rm u ştu k Ama doğruyu söylemek gerekirse gerçek su ç u k a ld ı­
ramadığı konusunda onunla dalga geçeceğimi d ü şü n m e si, g er­
çekten dalga geçme ihtimalimi azaltıyordu.
Kitabın ana fikrini, C apoteun iki katille nasıl y a k ın la ştığ ın ı ve
hapishanede onlarla birçok görüşme yaparak cinayetin a n la tısın ı
nasıl oluşturduğunu kısaca anlattım. “C a p o te u n yazım ta rz ın ın
yenilikçi yanı,” dedim, “bir rom an okuyorm uşsun gibi h is s e ttir­
mesi. Kitap boyunca kurgusal nitelendirm e tek n ik leri k u lla n m ış ,
gerilim ve dram a oluşturmak için tezat ifadeleri yan y a n a g e tir­
m iş... ve her şeyi oradaymış gibi anlatmış. O k u d u ğ u n d a o a n ın
içindeymiş, gerçekte ne olduğunu izleyen bir rö n tg e n c iy m iş gibi
hissediyorsun. Ve kendini bu anlatım a dahil e tm ed iğ i, sad e ce
objektif bir anlatıcıymış gibi göründüğü için h e r şey ç o k d a h a
inandırıcı geliyor. Ama biraz... hiç Am ericas N ext Top M o d e l y a ­
rışmasını izledin mi?”
“Şey,” dedi Sam, konuyu birden değiştirm em k a rş ıs ın d a g ö z ­
lerini kırpıştırarak, “Tam bir bölüm izledim d iy em em s a n ırım .”

122
‘"lam am , bu konuda seninle daha sonra dalga geçeceğim.
Yarışmada, Yale’d e okum uş bir yarışmacı vardı ve konuşmaların­
da devam lı Yale şöyle, Yale böyle deyip duruyordu. On beş sani­
yede bir Ivy League eğitiminden bahsetmeden duramadığı için
de kendini beğenm iş bir mankafa gibi görünüyordu. Ama daha
sonra bir röportajını izledim -bana öyle bakma, o zamanlar ya
sürekli M urderpedia okuyor ya da Television VVithout Pity izli­
yordum ; böyle çok yönlü oluşuma şükretmelisin- ve yapımcıla­
rın sürekli Yale’i anlatm asını istediğini öğrendim. Röportajlarda
soruyu da sesli olarak okum aları gerektiği ve görüntüler yapım­
cıların isteğine göre kırpıldığı için kız ağzından okulunu düşür-
m üyorm uş gibi görünüyordu.”
Sam bana gerçek olduğum a inanamıyormuş gibi bakıyordu.
H akkım da iyi m i düşünüyordu yoksa kötü mü bilmiyordum ama
birdenbire u tanm am a neden olmuştu.
“A kadem ik bir m akalede bir top model yarışmasından bah-
sedem em tabii ki,” dedim . “Ama Capote’un yaptığının özeti bu.
Katillere sorduğu soruları, vurgulamayı seçtiği noktalan, anla­
tının hangi bölüm lerinin olgusal, hangi bölümlerinin duygusal
olarak gerçek olduğunu ve bunun önemli olup olmadığım ince­
lem ek oldukça enteresan.”
“Vay, bu çok kapsamlıydı,” dedi Sam. “Çözülmüş Gizemlerin
bu bö lü m ü n ü n kazananı sensin.”
G erçek suç söz konusu olduğunda, biraz... tutkulu olabiliyor­
dum . A m a tekrar özür dileme dürtüsüne direndim. Zaten Sam
de özür dilem em i bekliyormuş gibi görünmüyordu.
“Eee, o duyduğum güm bürtü neydi?”
“Ah.” Ensesini ovuşturup metal rafı işaret etti. “O gece elimde
bir şeyler vardı ve onları bırakmadan raftan tornavida almaya ça­
lışmıştım. Rafı devirdim ve üzerindeki her şey etrafa saçıldı. Bir
teneke boya da dahil. Üstüm başım battı. O kadar da ilgi çekici
bir gizem değil yani.”

123
Boya. Elini kaplayan sıvı boyaydı demek.
Birbirimize öylece baktık. O turtayı yapıp kapısına gelmem,
birlikte birer dilim yeme davetine evet dem em , ü stü n e bir de
bana gayet masum olan garajını göstermesi için neredeyse kaba­
dayılık etmem en başından saçmaydı.
"Pekâlâ. Beni buraya getirip gece duyduğum gizem li seslerin
kaynağını açıklayarak bir soru sorm a hakkı daha kazan d ın . Ben
sana sadece tezimle ilgili açıklama yaptım çünkü.”
“Bayağı katmanlı bir açıklamaydı ama.”
“Olsun. Yine de bir şey sorabilirsin.”
Son birkaç dakika içinde Sam bana yaklaşm ıştı. Ya d a b e n ona
yaklaşmıştım çünkü artık ikimiz de dem onte g itar p arçaların ın
yanında duruyorduk. Ellerim bir şeye do k u n m ak için kaşınıyor­
du ve gitar tam oradaydı, ben de parm ağım ı h en ü z boyanm am ış
gövdenin pürüzsüz ahşabında gezdirdim .
“Bir gizem daha,” derken Sam benden çok kendiyle k o n u şu ­
yormuş gibiydi. “Senin gizemlerle dolu o lduğunu hissediyorum .
Anlaşılması zor bir insansın, Phoebe Walsh.”
Ben de aynı şeyi onun için söyleyebilirdim . N e z a m a n b ir ara­
ya gelsek saçma sapan şeyler konuşan bendim . O ise h e r zam an
ağzı sıkı taraftı.
Bakışları gözlerimi buldu, sonra başım ın ü s tü n e kaydı.
“Saçların ne kadar uzun?”
Gözlerimi kırpıştırdım. Bilmek istediği bu m u y d u ?
“Bayağı uzun,” dedim. “Uzun zam andır k e stirm e d im . S anırım
en son altı ay önce sadece kırıklarını aldırm ıştım .”
“Görebilir miyim?”
Neden karşısında soyunmamı istemiş gibi h isse d iy o rd u m ? Ve
bu his neden... korkutucu olm asının yanı sıra h ey ecan vericiydi?

124
“İki g ü n d ü r yıkamadım,” diye uyardım çünkü tam bir aptal­
dım ve kendi kendim i sabote etmeye bayılıyordum. Altıncı sı­
nıftayken bir arkadaşım , altın rengi ince bir zincir ucunda, yine
altın rengi harflerle Phoebe yazan kolyeme iltifat etm işti Ona
kolyenin beş dolar bile etmediğini söylemiş ve ne kadar ucuz ol­
du ğ u n u kanıtlam ak için ikiye bölmüştüm. Köşeye sıkışmış his­
settiğim de hep böyle saçmalardım. Ve maalesef ki nazik sözler,
iltifatlar ve ilgi böyle hissetmeme neden olan en büyük şeylerdi
L astik tokam ı çıkarm ak için uzanıp dağınık topuzumu açtım,
saçlarım ın koyu dalgalar halinde omuzlanma düşmesine izin
verd im ve p arm aklarım la dolaşıklan açıp kabarttım. Topuzu aç­
m ış olsam d a şakaklarım da hâlâ komik bir gerginlik vardı. Belki
de saçlarım ı d ah a sık salık bırakmalıydım. Baş ağrılarımın nede­
ni b u saç stili olabilirdi.
“Yani y a k la şık ...” Saçlarımın nereye kadar geldiğini göster­
m ek için elim i kaldırdım ama sonra göğüslerimin hemen altını
işaret e tm e k üzere olduğum u fark ettim. “Her neyse.”
Sam h â lâ saçlarım a bakıyordu. Gözleri saç uçlanma kaydı­
ğ ın d a a slın d a göğüslerim e baktığını fark etti ve hemen kafamın
te p e sin e o d a k la n ıp boğazm ı temizledi. “Güzel,” dedi. “Saçların
ço k güzel.”
T iş ö rtü m ü n altm da göğüs uçlanm sertleşti ve sutyenimin
ince k u m a şm ı gerdi. Jim Carrey’nin canlandırdığı Riddler’a bu
k a d a r m in n e tta r olacağımı hiç düşünmezdim. Tişörtümdeki fo­
toğrafı, v ü c u d u m u n duyduklarıma verdiği tepkiyi saklamakta iyi
iş çık arıy o rd u .
“Teşekkürler,” dedim . Başka ne diyebilirdim ki? Uzanıp saç­
larım ı te k ra r toplam aya başlamıştım ki garajın dışında bir yer­
le rd e n gelen g üm bürtüyle duraksadım. Sam'le şaşkınca bakıştık.
S o n ra aynı ses yine duyuldu. Kapı. Biri ön kapıyı çalıyordu.
Sam , “Judgem ent Ridge,” diye fısıldadı.

125
Koluna vurdum. “Sus ya.”
“O olayı hayatıma sokan sensin,” dedi Sam. “K apım çaldığın­
da bir daha asla eskisi gibi kolayca açamayacağını.”
Şaka bir yana, birlikte kapıya giderken biraz endişeliydim .
Sam’in arkasına saklanarak ilerledim ve kapıyı açtığ ın d a, göz
ucuyla gelenin kim olduğunu görmeye çalıştım.
“Conner?'

126
ON BİR

N DAKİKA SONRA C onnerın arabasındaydım ve bana

O h en ü z açıklam adığı bir yere doğru son sürat giderken aya­


ğım ın altındaki fast food torbalarım itmekle uğraşıyordum. Bir
konuyla ilgili “yardım a ihtiyacı olduğunu9 söylemişti ama bu,
gerçek b ir acil d u ru m da olabilirdi, yine benzin istasyonundan
M o u n tain D ew m aketi çalmak da.
“Sam’in evine gelmek zorunda değildin,” diye homurdandım.
“Beş dakikaya eve dönm üş olacaktım zaten.”
“B enim açım dan bakmaya çalış,” dedi kardeşim. “Sana mesaj
attım am a cevap vermedin. Aradığımda açmadın.”
M / n * * i •• »
Ç u n k u ...
Telefonum u neden evde bıraktığımla ilgili açıklamamı dinle­
m ek istem ediğini belirtir gibi kafasını iki yana salladı.
“Eve geldiğim deyse kapı kilitli değildi,” diye devam etti.
“Dateline m tü m bölüm lerinin kilitsiz kapılarla başladığım sen
söylem em iş m iydin?”

127
Hayır, dedim. “Teknik olarak tüm Dateline bölüm lerinin
A m erikan Rüyasına ulaşmak üzere olan ailelerle başladığını söy­
lemiştim. Her neyse. Same birkaç dakikalığına uğradım sadece..
Yani en azından birkaç dakika olacağını düşünüyordum .
A m a orada yarım saat kalmıştım ve kardeşim gelm eseydi kim
bilir daha ne kadar kalırdım.
“Kızmadım,” dedi Conner sırıtarak. “Ev hapsinde falan değil­
sin sonuçta. Ayrıca saçlarını salık halde görm ek de güzeldi.”
Offf. Kardeşimin, saçlarımın öyle dağınık o ld u ğ u n u anında
fark edeceğini ve daha sonra bunu ısıtıp ısıtıp ö n ü m e sunacağını
kapıyı açar açmaz anlamıştım.
Küçük kardeşler bizleri sinir etm ek için vardı zaten. Şahsi
hayatıma karıştığı için ona kızdığımı söylesem, şahsi b ir haya­
tım olduğunu bile bilmediğini söylerdi. Sam’le geçirdiğim vakti
böldüğü için sinirlendiğimi söylesem, ilginç b ir şeyi b ö lm ü ş gibi
kaşlarını aşağı yukarı oynatarak dalga geçerdi.
Sam’le aramızdaki o anın ne anlam a geldiğini ya d a biraz
daha devam etsek neye dönüşeceğini bilm iyordum . A m a k ard e­
şime açık verirsem mutlaka tuhaflaşır, herhangi b ir şey y aşan d ı­
ğını reddetmeye çalışır, bunu başaram ayınca da d a h a ço k şüphe
çekerdim. O zaman daha çok alay ederdi. En iyisi b u k o n u d a çe­
nem i kapalı tutm ak ve konuyu değiştirm ekti.
“Nereye gidiyoruz?” diye sordum . “Bu akşam b itirm e m gere­
ken yazılar var.”
“Bütün gün komşunla takılacağına yazını bitirsey d in ,” dedi
Conner. Tanıdık gelen eski bir yağ değişim i istasy o n u n u , hâlâ
kapanmamış olmasına şaşırdığım bir sandviç d ü k k â n ın ı ve k a­
yan yazı tabelalarına her zaman yerel spor tak ım ları için cesaret
verici şeyler yazan hukuk bürosunu geçtik. Bu yolu ta n ıy o rd u m .
Ve birdenbire nereye gittiğimizi anladım.

128
“Beni Skate Spacee götürdüğünü söyleme,” derken öyle hızlı
d o ğ ru ld u m ki ayağım ın altındaki boş kola şişelerinden birkaçı
gürültüyle ezildi.
A m a parlak pem be binanın otoparkına çoktan girmiştik. “Gel­
dik!” diye ilan etti Conner. “Evlilik teklifi etmeyi düşündüğüm yer
burası!”
A k lım d a b ir sü rü soru vardı ama ödemeyi yapıp kiralık pa­
ten lerim izi teslim alm ak için arka tarafa geçene dek hiçbirini dile
dö kem edim .
“N ed e n bu ray ı seçtin?” dedim etrafıma bakarak. İçerisi, mor
lam balar ve p arla k boyalar kullanılarak uzay temasıyla dekore
edilm işti. D u v ar resim lerinden biri -uzayda uçan, astronot kıya­
fetli d ev b ir fa re - özellikle rahatsız ediciydi çünkü ben loiçnkkpn
b u ra d a gerçek ten farelerin cirit attığım biliyordum. Muhtemelen
kir saklam ası için özellikle geometrik desenli olarak seçilen ha­
lılar, h e r zam an k i gibi kirli görünüyordu ve salona ayak kokusu
h âk im d i.
“S hani’yle ilk randevum uz için buraya gelmiştik,” dedi, beyin
patlatıcı b ir ses düzeyinde hoparlörlerden yükselen Halsey şarkı­
sını b a s tırm a k için bağırarak.
“Kaç yaşınızdaydm ız? O n iki mi?”
“O n yedi. Ve hız pateni gecesiydi! Hız pateninde ne kadar iyi
o ld u ğ u m u b ilirsin !”
A slın d a bilm iyordum . Shani’yle bu kadar uzun zamandır bir­
likte o ld u k la rın ı bilm ediğim gibi.
C o n n e r k o n u şu rk en benim le tezgâhta beklemek yerine ya­
k ın d a k i b ir b a n k a o tu rd u ve elinde taşıdığım bile fark etmediğim
b ir ç a n ta d a n lim o n yeşili tekerlekleri olan bir çift paten çıkardı.
K endi p a te n le rin i getirm işti demek. Patenlerin kayışlan o kadar
ço ktu ki giy d iğ in d e olimpiyat sporcularına benzedi

129
Tezgahın arkasındaki yağlı saçlı genç elem an b an a dönüp,
Kaç num ara?” diye sordu. Ayakkabılarımı gönülsüzce çıkardım
ve bana uzattığı bej rengi patenleri aldım. Kahverengi bağcıkları
ve tu ru n cu tekerlekleriyle 1982’d en gelmiş gibiydiler.
“Ben neden buradayım peki?” dedim , C o n n er ın y a n ın a o tu ­
ru p patenleri giyerken. Kaymayı unutm am ış olm ayı u m u y o r­
du m , yoksa rezil olurdum. Bu tekerlekli zam an m a k in e le rin i gi­
yerken kendim i tepetaklak yerde bulursam çok sinirlenecektim .
“Bana daha önce çok iyi tavsiyeler verdin,” d ed i kardeşim .
“Bu konu için de ablamın görüşlerini alayım dedim .”
Eh, bu doğruydu. Ayağa kalkm am a yardım e tm e sin e izin
verdim çünkü pislik içindeki halıyla buluşursam h issedeceğim
utancın ne kadar büyük olacağını biliyordum. Yavaş ve te m k in li
adım larla cilalı ahşap zemine doğru ilerledik.
“Eee, plan ne?” diye sordum. Herkes aşırı hızlı kayıyordu.
“Saat yönünde kaymaksın,” dedi Conner, siyah-beyaz h ak e m
tişörtü giymiş bir adama işaret ederek “Yoksa yön d e ğ iştirm e n i
söylerler. Sen gerekirse duvara tutunabilirsin am a b en b ira z hızlı
kaymayı planlıyorum.”
“Evlilik tekkfı planını soruyorum.”
C onner piste çılanca peşinden gittim am a yerler b e k le d iğ im ­
den daha kaygandı. Neredeyse daha başlam adan d ü şe c e k tim
am a tam zamanında duvarı yakaladım.
“Anlamlı bir şarkı seçmeyi düşünüyorum . G ö rev liler h o p a r ­
lörden özel bir ilan yapacaklarını bildirirken ben de p is tin o r ta ­
sında bir dizimin üstüne çökebilirim.”
Bu kulağa oldukça sevimli geliyordu aslında. K lişe o lsa d a
sevimliydi. “Hangi şarkı?” diye sordum . “Lütfen k ızın n e k a d a r
güzel olduğundan haberi bile olmadığıyla ilgili olan şu ş a rk ıla r­
dan olmasın.”

130
C o n n er kaymaya başlamıştı ama ben hâlâ duvara yapışık ol­
duğum için yanım da yavaş yavaş ilerliyordu. Dört yaşlarındaki
bir çocuk yanım dan ikinci defa geçtiğinde gururumun son kı­
rıntılarını da ayakkabılarımla birlikte geride bıraktığımı kabul­
lendim . Bu patenler ayağımda kaldığı sürece de gururuma kavu­
şam ayacaktım .
“Nasıl yani?”
“Bilirsin işte,” dedim . “Güzel olduğunu bilmediğin için çok
daha güzelsin falan diyorlar ya. Kızların kendilerine güvenmesi
çok çirkin b ir şeym iş gibi. Bir tanesi de ne kadar güzel olduğunu
sen bilm iyorsun am a ben biliyorum diyor. Kızın güzelliği ona
kaldı sanki.”
“Shani o şarkıya bayılıyor!”
“Eh, in san ların seveceği melodiler kullanmasını iyi biliyorlar
da ondan! K endi kendine ‘Blurred Lines*şarkısını m ırıldandığın
için sin ir o lu rsu n am a yine de devam edersin. Müziğin gücü işte.”
“Belki b u şarkıyı kullanırım,” dedi Conner, etrafımızı saran
ezgiyi im a ed er gibi tavanı işaret ederek Şarkıyı tanım am biraz
zam an aldı am a tan ır tanım az yüzümü ekşittim.
“Evlilik teklifi şarkın olarak ‘Whoomp! (There It Isjl kullan­
m ayacaksın,” dedim . “Paten pistlerinin vazgeçilmez şarkısı olsa
da olm az.”
“İlk ra n d ev u m u zd a da bu şarkının çaldığından eminim.”
“D o k san lard an beri çalıyorlar zaten.”
C o n n er bana sırıttı ve hızlanmaya başlayıp beni geçti. Ben de du­
varı bırakacak kadar özgüven kazanmıştım ama hâlâ bebek adım­
larıyla ilerliyordum . D ört yaşındaki çocuk yanımdan Apolo Ohno
gibi uçtu ve estirdiği şiddetli rüzgâr yalpalamama neden oldu.
“K ahretsin,” diye m ırıldanıp pistin diğer tarafında, oturabi­
leceğim b a n k la rın olduğu halı kaplı alana adım attım. Bu, Con-
n er’ın planıydı. K endim e eziyet etmeme gerek yoktu.

131
Saçlarım azıcık aktivitenin ard ın d a n gevşediği için topuzu*
m u n etrafındaki lastiği sıkmak için uzandım . G erçek şuydu kİ
o salak şarkılarla dalga geçiyor olabilirdim am a Sam b an a iltifat
ettiğ in d e cidden etkilenmiştim.
G örünüşüm ü açık ve dolaysız şekilde değerlendirebildiğim
için kendim le hep gurur duyardım. Mesela şişman oldu ğ u m u bili­
yordum ve kullanan kişi aşağılayıcı bir şekilde dem ediği sürece bu
kelimeyle sorunum yoktu. Alnınım çok açık olduğunu ve kâkülle­
rin ardına saklamaya çalışmanın işe yaramadığını da biliyordum .
A lt dişlerim yamuktu ama sadece çok fazla gülersem belli oluyor­
lardı. Neyse ki çok gülmek, her zaman yaptığım bir şey d e ğ ild i
Am a ışıkta bazen kızıl görünen koyu kahverengi saçlarım ın çok
sağlıklı ve güzel olduğunun bulandaydım . Ayrıca, u zu n k irp ik ler­
le çerçevelenmiş iri gözlerimi de her zam an sevm iştim . E skiden
kahverengi yerine menekşe rengi olm alarım dilerdim am a artık
aştığımı söyleyebilirdim. En azından bunun, kadın k ah ram an ların
gözlerinin ışıldayan zümrütler ya da kadifemsi lacivertler olduğu
aşk rom anlarının yan etkisi olduğunu biliyordum.
Şarkıların verdiği, güzel olduğunu bilmediğin için çok daha
güzelsin, mesajlarından hâlâ nefret ediyordum am a b irile rin in
beni fark etmesinin, hakkım daki bir şeyi tak d ir e tm e sin in h o ş
bir şey olduğunu inkâr edemezdim. Sadece d ü şü n m e k bile ayak
parm aklarım da başlayıp om urgam a kadar yayılan sıcak b ir k a ­
rıncalanm a hissetmeme neden oluyordu.
Gerçi bu hissin nedeni, ayağımı aşın sıkan şu patenler de olabilirdi.
O sırada Conner önüm den, “Şunu izle!” diye b ağ ıra rak geçti.
D önüp geri geri kaymasını ve köşeyi dönm eden ö n ce b a n a sı­
rıtıp tekrar düz ilerlemesini izledim. Böyle caka satm ası ço k sin ir
bozucuydu ama bana çocukluğunu hatırlattığı için g ü lü m se m e ­
den edemedim. O zaman da hep ilgiye m uhtaçtı; o n u e n y ü k ­

132
sek ağaca tırm anırken, oyunda seviye atlarken ya da kaçınılmaz
olarak batıracağı bir kart numarası gösterirken izlememi isterdi
"İzliyor m u sun?” diye seslendi yine, yanımdan geçerken.
"Evet!" dedim am a beni duyduğundan şüpheliydim. Çoktan
m etrelerce uzağa gitmiş, tekrar geri geri kaymak için dönmüştü.
O lacakları yarım saniye önce anladım ve onu durdurmak için
bir şey yapabilirm işim gibi ayağa fırladım. Ne yazık ki pistin öbür
uçundaydı ve aşırı hızlıydı. Bir başka patenciye çarptı ve kendini
korum a am acıyla ellerini altına almaya çalışarak kıç üstü yere
düştü. D iğer kişi tökezlese de düşmekten kurtulmayı başarmıştı.
“C o n n er!”
P atenciler etrafına doluştu ama kardeşim hemen ayağa kalk­
madı. H akem tişö rtü giymiş adam ona yaklaşırken yerde kaldı
Halı kaplı alanda, pistin diğer tarafına koşar adım larla yü­
rüm eye çalıştım am a ayağımda patenlerle bu ykîld#» h ıy h ra
gitm em im kânsızdı. Bu yüzden kaygan zemine geri döndüm ve
kardeşim e u laşm ak için çaprazlama kaymaya başladım. Saat yü­
nüne kaym a k u ralın ı falan unutmuştum.
“Hey,” d ed im yanına vardığımda. “îyi misin?"
H akem çoktan ayağa kalkmasına yardım etmiş ve kayarak
uzaklaşm ıştı. C o n n e rın bir yetişkin olduğunun ve bayılmadığı-
nın ya d a b ir y erin in kanam adığının, koca bir piste tek başına göz
kulak o ld u ğ u için hakem in işinin çok olduğunun faikındaydım
am a yine de b u form alite icabı muameleden rahatsız olmuştum.
“Ah,” d ed i kardeşim , sol bileğini tutarak. “Kırdım galiba."
P istten çık m asın a yardım etmek için uzandım ama neredeyse
dengem i kaybedecek gibi olunca durdum. Onu kendimle birlikte
aşağı çekm e şansım ın daha fazla olduğunu biliyordum. Aynca
artık ay aklan m ıştı ve kendi başına hah kaplı zemine kadar yü-

133
rüyebilecek gibi görünüyordu. Sonunda banklardan b irin e varıp
çöktüğüm üzde hâlâ bileğini tutuyordu.
Parm aklarını oynatabiliyor m usun?” diye sordum .
Parm aklarını kıvırmaya çalışınca yüzünü buruşturdu. “Acıyor.”
“T am am ” dedim, patenlerimi çözüp ayaklarım dan çıkarırken.
“Patenlerini kendin çıkarabilir misin yoksa yardım edeyim m i?”
“Sanırım çıkarabilirim.”
Çoraplarım la ayağa kalktım ve patenlere m ü m k ü n o ld u ğ u n ­
ca az dokunm ak için bağcıklarından tuttum . “Bu çirk in tuğlaları
verip kendi ayakkabılarımı alacağım," dedim . “S onra hastaneye
gidebiliriz. Shani çalışıyor mu? O nu aram ak ister m isin ?”
Conner, “Bu akşam arkadaşlarıyla dışarıda,” dedi. “O n u ra ­
hatsız etmemeyi tercih ederim. Ayrıca hastaneye verecek k ad a r
para kazandığımı mı düşünüyorsun? A ncak acil sağlık h iz m e tle ­
ri kliniğine gidebilirim.”
Gözlerimi devirdim. “İyi,” dedim . “O aptal şeyleri ay a k la rın ­
dan çıkarırken canın acırsa beni bekle. H em en d ö n erim .”
“Ama daha pizza bile yiyemedik!” diye seslendi ark am d an ,
ben kasaya doğru ilerlerken.
Böyle yerlerde servis edilen ılık, yağlı yiyecekleri d ü şü n d ü m .
Şapşal kardeşimin bileğini kırm ış olm asının tek iyi y an ı o n ları
yemekten kurtulm uş olmamızdı.

“EVYVET,” DEDİ DOKTOR, m uayene odasında C o n n e r ın k e­


m iklerinin röntgenine bakarken. “Şurada küçük b ir k ırık var.”
Kardeşim, röntgen filmlerini işaret ederek, “B unlar b e n d e k a ­
labilir mi?” diye sordu.

134
Bakışlarım ı Candy Crush oynayan birinin enerjisiyle tableti­
nin ek ran ın a dokunup duran doktora çevirdim. Akşam altıdan
sonra hâlâ röntgen çeken bir acil sağlık hizmetleri kliniği buldu­
ğum uz için şanslıydık ama doktorun bu tavrı buraya geldiğime
pişm an olm aya başlam am a neden oluyordu.
“Kırık bir bilek için tam olarak ne yapmamız gerek?" diye sor­
dum . “Alçıya ihtiyacı olacak mı?”
“Hıı?” D oktor kafasını kaldırdı. “Bugünlük gerek yok. Atd takıp
şişliğin inm esini bekleyeceğiz. Birkaç gün sonrası için tekrar ran­
devu alırsanız bir kez daha muayene ederiz. Anlaştık mı, ahbap?"
Son so ru y u bizden ziyade duvardaki bir noktaya yönlendir­
miş gibiydi. S onra tabletinde bir şeylere daha tıklayarak odadan
çıkıp gitti.
B urası sta n d a rt b ir acil bakım odasıydı. Fazlasıyla sade ve za­
rarsızdı am a aynı zam anda insanda klostrofobi oluşturacak ka­
d ar dardı. D uvarlar, üzerinde kirli beyaz minik çiçek desenleri
olan k ırık beyaz kâğıtla kaplanmıştı ve en geniş duvarda rengi
solm uş b ir d en iz m anzarası resmi asılıydı. Bunun dışında içeride
sadece m ed ik al eşyalar, ilaç reklâmları ve test sonuçlarınızı üç
gün içinde alm azsanız telefon etmeniz gerektiğini söyleyen bir
uyarı tabelası vardı.
Bir an önce b u ra d an ayrılmak istiyordum.
“B u rad a b irin in atel takm ak için gelmesini mi bekleyeceğiz
şim di?” d ed im . “Yoksa resepsiyona geri mi döneceğiz?”
C o n n e r b ileğ in in röntgen filmlerini almak için muayene m a­
sasına u zan d ı. “B unlara para ödüyorum, değil mi? Tabü ki bende
kalacak.”
“D o k to rla rd a n nefret ediyorum,” dedim. “Sinüslerim tıkandı­
ğı için m uay en ey e gidiyorum , günde kaç kalori yiyorsun diye so­
ruyorlar. İd ra r yolu enfeksiyonum var dersem, iş yerinde asansör
yerine m erd iv en leri kullanm alısın diyorlar.”

135
İğrenç,” dedi Conner. “İdrar yolu enfeksiyonundan bahsetm e.”
“S hani’yi aram ak istemediğinden em in m isin? N e d e olsa
h em şirelik okuyor. Başka bir şey olmasa bile profesyonel m erak
ned en iy le gelmek isteyebilir.”
K ardeşim şişmiş bileğine bakarak içini çekti. T anrıya şü k ü r
tü y ler ü rp ertici falan değildi ama diğer eline kıyasla kesinlikle
to m b u l ve yangılıydı.
“O n a mesaj attım,” dedi, “Ama m uhtem elen şu a n d a sin e m a ­
dadır. Shani, sinema salonunda hiçbir cihazın açık o lm am ası
k o n u su n d a katıdır. Lütfen film esnasında kim seyi rahatsız e tm e ­
y in iz, diyen reklamları çok ciddiye alıyor.”
“Akıllı ve duyarlı bir kadın,” dedim . “Eee, p aten p is tin d e evli­
lik teklifi planı suya mı düştü şim di?”
“ö f C dedi. “Düşmek deme. D ürüst olm ak g erekirse se n h a k ­
lıydın. Orası ayak kokuyordu.”
O kadar üzgün görünüyordu ki ona acıdım . “Y ine d e ilk r a n ­
devunuzdaki sahneye geri dönm ek güzel ve d ü şü n c e li b ir şey
olurdu.”
“Sanırım.” Bana öyle bir sırıttı ki an ın d a an lay ışım ın b ir g ra ­
m ım geri almak istedim. “Sam’in evinde ne y ap tığ m h a k k ın d a
konuşm ak ister misin?”
O rada olduğum, turta yediğim ve Soğukkanlılıkla h a k k ın d a
gevezelik ettiğim zamanın üzerinden bir ö m ü r geçm iş g ib i g eli­
yordu. Bir öm ür önce o mavi gözleri tü m dikkatiyle b a n a b a k ı­
yordu ve elleri, uzanıp saçlarıma dokunm aktan sadece b ir san iy e
uzakta gibiydi.
Sam’in evinde ne yaptığım hakkında k o n u şm a k is te m iy o r­
dum . D aha da önemlisi, Sam’in evinde ya p m a d ığ ım şey h a k ­
k ında kesinlikle konuşm ak istem iyordum . A ram ızd a h iç b ir şey
yaşanmamıştı.

136
Y a ş a n m a s ı n ı istediğim den değildi tabii.

"O n u n la arkadaşız,” dedim , Conner'a bir yanıt vermekten çok


kcııdi üzerim e soğuk su serpm ek için. Ve söylerken bunun doğ­
ru o ld u ğ u n u fark ettim . Arkadaşlığa adım atmıştık. Sam’in, ko­
nuşabileceğim biri olduğunu hissetmiştim. Yan evde olması bile
kendim i d ah a az yalnız hissetmemi sağlıyordu. "Eğer sorduğun
buysa, artık o n u arananlar listesindekilerin robot resimleriyle
karşılaştırm ıyorum .”
“H er güzel dostluğun başlangıcı böyledir zaten."
“K apa çeneni. K albim in olması gereken yerde, güvensizlikle
dolu k ara b ir ç u k u r olduğunu biliyorsun.”
“İn sa n la rın böyle düşünm esini istediğini biliyorum."
B u n u n la b e n i gafil avlamıştı. Böyle açık ve net olmasını bek­
lem iyordum . A m a b en tesirli bir karşılık bulamadan kapı hafifçe
tıklatıldı ve h astan e önlüklü bir adam içeri girdi FlindAi, cırt
cırtları sark an kalın atel, C o n n erın hız patenlerinin bir parçası
gibi g ö rü n ü y o rd u .
H em şire, k en d i kendine yapışmış cırt cırtlardan birini gevşe­
tirk en b ir y a n d a n d a C o n n er’la konuşmaya, ateli nasıl takarağım
anlatm aya başladı. A m a benim kulağım onda değildi
H er zam an k o ru d u ğ u m kalbimi düşünüyordum. Çocukken
bile, in san ların gerçekten nasıl hissettiğimi bilmemesi benim için
önem liydi. Sekizinci sınıftayken, saçlarım Gerard Way in “Helena"
video k lib in d e yaptığı gibi şekillendiren bir çocuğa âşık olduğum
h ak k ın d a (çok d o ğ ru ) b ir söylenti çıkmıştı. Çok utanmış ve bunu
inkâr e tm iştim . Ta ki M ini G erard okul kafeteryasında yanıma ge­
lip, “Ben d e sen d en hoşlanıyorum,” diyene kadar.
G en ç k alb im kısa devre yapmıştı. Bu itirafla başa çıkamamış,
ne y ap acağ ım ı bilem em iştim . Onunla el ele mi tutuşacaktım? İşi
pişirecek m iy d im ? Bu ifadeyi duymuştum ama ne anlama geldi­
ğini b iliy o r sayılm azdım .

137
Harika, demiştim. “Ama ben senden arkadaşça hoşlanıyorum."
Sonra öğle yemeğimi tepsisiyle beraber çöp k u tu su n a atmış
ve yürüyüp gitmiştim.
Bu olay nedeniyle şimdi bile kendimi kötü hissediyordum .
Ç ocuk, benim le alay edenler güruhuna katılm ak yerine, yanım a
gelip kalbini açacak kadar cesaret gösterm işken reddedilm eyi
hak etmiyordu. Ayrıca yemek tepsisi ağır plastikten yapılm ıştı,
çöpe atılmaması gerekiyordu.
“Phoebe!” dedi Conner, beni gündüz dü şü m d en kopararak.
Atel kolundaydı ve hemşire çoktan gitmişti. “O resim deki gemiyi
bulduysan artık buradan gidebilir miyiz?”
C onner araba kullanabilecek kadar iyi olduğu k o n u su n d a ıs­
rar edince doktorun ya da hem şirenin bunu y apm asm ı açıkça
yasaklayıp yasaklamadığını duyacak kadar d ikkatim i v erm ed i­
ğim için kendime kızdım. Yine de benim gözetim im altındayken
bu halde motorlu taşıt kullanmasına izin verem ezdim .
Conner’m dairesine vardığımızda Shani oradaydı; film i, biz
klinikten çıktıktan kısa bir süre sonra bitm işti. H em en C o n n e r a
sanhp bileğinin nasıl kırıldığı ve doktorun ne söylediği h ak k ın d a
sorular sormaya başladı. Kardeşim ilgi sayesinde gözle g ö rü lü r
bir şekilde canlansa da kızın tüm sorularına bilm iyorum ya da sa­
nırım gibi belirsiz ifadelerle cevap vermeyi seçti. S o n ra d a rö n t­
gen filmlerini çıkarıp, banyoya asarlarsa duş p e rd e le rin e uyup
uymayacaklarını sordu. Onları alm aktaki am acının tıb b i m erak
olmadığını anlamalıydım.
“Paten pistinde ne yapıyordun ki?” dedi Shani. “N e z a m a n d ır
oraya gitmemiştik.”
“tik randevumuzdan beri,” dedi Conner. S onra b an a, sakın
bir şey söyleme, der gibi abartılı bir ifadeyle baktı am a b u b en im
ağzımdan dökülecek herhangi bir şeyden daha şü p h e çekiciydi.
“Bilmem. Canım paten kaymak istedi.”

138
"Eh, um arım bir daha canın istemez. Zaten orası çok fena
ayak kokuyor,” dedi kız. A rdından bana döndü ve kendimi kur­
taram adan hızlıca sarıldı. Bunu asla itiraf etmezdim ama bazen
selâm laşırken otom atik olarak kucaklayan insanlara minnettar
hissediyordum . Selamlaşmayı başlatma baskısını üzerimden alı­
yorlardı ve değer verdiğin biri tarafından birkaç saniyeliğine bile
olsa ku cak lan m ak iyi hissettiriyordu. Sorun, sarılmak istediğim
insanlar listem in oldukça kısa olmasıydı.
A m a içim deki hoş hisse bakılırsa Shani listemdeydL Geri çe­
kilirken tek elim le sırtına hafifçe vurdum.
“Kliniğe gitm esini sağladığın için çok teşekkür ederim,” dedi.
“Tek b aşın a olsaydı m uhtem elen eve gelir, biraz ağrı kesici alır ve
günler so n ra bileğinin neden hâlâ ağrıdığını merak ederdi”
“Ah, hiç so ru n değil.”
“Kalıp bizim le takılm ak ister misin? Selling Sunsef i izlemeye
başlam ıştık am a istersen ilk bölüm e geri dönebiliriz.”
K asabaya d ö n d ü k ten sonra erkek kardeşimi ve nişanlısı ol­
m ak üzere olan genç kadını daha iyi tanımaya başlamış olabilir­
dim am a şu an a dek b u rad a gerçek bir yaşamlan olduğunu tam
olarak an lam am ıştım . Burası yaşadıkları, okula gittikleri, çalış­
tıkları yerdi. B irbirlerine sahiplerdi ve birlikte düzenli bir şekilde
izledikleri p ro g ram ları vardı.
Bense yaklaşık b ir ay sonra gidecektim ve burada gerçekten
yerim yoktu. Beni dahil etmeye çalışmaları çok hoştu ama işgalci
gibi araya g irm ek istem iyordum .
“A h, belki başka zam an. Çünkü eve gitmek için çoktan bir
araç ayarladım ,” diye yalan söyledim.
O n larla vedalaştım ve sitenin girişine yönelip yakınlarda mü­
sait araç olup olm adığına bakm ak için telefonumdaki ortak araç
kullanım ı uygulam asını açtım. Bu, seyahat etmek için pek tercih
ettiğim b ir yol değildi aslında ama şirketin son suç raporlarına

139
bakılacak olursa nispeten güvenli bir uygulamaydı. H er ihtim ale
karşı C onnera araçla ilgili bilgilerin ekran görüntüsünü gönderdim .
Neyse ki şoförüm, ortak araç kullanımı için bir iş arkadaşı*
nı gönülsüzce evinden almaya gelen birinin tavrına sa h ip ti ve
benim le neredeyse hiç konuşmaması otom atik o larak b eş yıldız
verm em i sağladı. Beni evden bir blok önce b ırak m asın ı istedim
ve yolun geri kalanını yayan tamamladım.
Sam’in evi yolumun üzerindeydi. Bu kasıtlı b ir şey o lm a sa da
önünden geçerken yavaşladım ve bir dakikalığına uğrasam m ı
diye düşünm eden edemedim. Yine aniden ayrıldığım iç in ö zü r
dileyebilir ya da garajda bıraktığım kirli tabağı tem izlem ey i tek lif
edebilirdim. Gerçi muhtemelen tabak artık orad a d eğildi; Sam ’in
m utfak lavabosunun benimkinden kat kat tem iz o ld u ğ u g ö z ü m ­
den kaçmamıştL
Evime doğru yürümeye devam edip yine garaj y o lu n d a yatan
kedinin üstünden atladım. Ben geçince hayvancağız h e m e n ayak­
lanıp eve girmek istermiş gibi bacaklarıma dolanm aya başladı.
“Üzgünüm küçük dostum.” İçeri adım attım ve g irm e sin i aya­
ğımla engelledim. “Burası senin evin değil.”
Kedicik minik bir miyavlama sesi çıkarırken kapıyı k a p a ttım .

140
ON İKİ

O N N E R ’IN BİLEĞİNİN KIRILMASININ bir avantajı da


C - e n az ın d a n o n u n iç in - evde pek fazla iş yapmak zorunda
k alm am ası oldu. Ben de kendi kendime, mutfağı derinlemesine
tem izlem ek için tezim i yazmayı bir kez daha ertelemem gerek­
tiğini söyleyip işe koyuldum . Evin ana odalarındaki mobilyala­
rın ve ıvır zıvırın çoğu artık gitmiş, geriye yalnızca panjurların
to zu n u alm a, süpürgelikleri sürtm e ve 2000’lerin başından beri
asp iratö re y apışan yağı ve pisliği ovma gibi ince işler kalmıştı.
H I Be G one in the D ark'm sesli kitabını kütüphane uygula­
m am aracılığıyla indirdiğim için temizlik yaparken bir yandan
da tezim ü z e rin d e çalışıyor sayılırdım. Yani tamam, buna çalış­
m ak d e n m e se de en azından ruhsal olarak gelişiyordum; Golden
State K atili ta k ın tısın d a Michelle McNamarayı takip ederken
hep h isse ttiğ im buydu. Bazı insanları geliştiren Ye, Dua Et» Sev’di.
B enim için aynı görevi Vll Be Gone in the Dark görüyordu.
T am k itab ın ad ın ın nereden geldiğinin açıklandığı kısımday­
ken - tü y le r ü rp e rtic i bir andı gerçekten- iki büyük çöp torbasını

141
yüklenip evden çıktım. Ellerim dolu olduğu ve geri döneceğim İçin
kapıyı açık bırakmıştım ama kafamı eğip baktığım da lanet kedinin
bacaklarım ın arasından fırlayıp içeri koşturduğunu gördüm .
K ahretsin.
Bu sefer kapıyı bilerek açık bırakıp belki girdiği hızla çıkar
diye um dum . Ama çoktan evin derinliklerinde bir yere gizlenm iş
gibiydi; tüm odalan dolaşsam da onu hiçbir yerde g örem edim .
“Gel pisi pisi,” dedim, kendimi aptal gibi hissederek. Cevap
verm esini umarak, dilimi dişlerime vurup cık-cık-cık diye b ir ses
çıkardım . Bu iki tekniği televizyonda öğrenm iştim ve eğ er işe ya­
ram azlarsa elimde başka çözüm kalmıyordu.
D aha önce iki hamster ve bir balık dışında hiç evcil hayvanım
olmamıştı. Ailece bu evde yaşarken, babam alerjisi o ld u ğ u n u
söylediği için hayvan beslememize izin verilm iyordu. A m a k ö ­
peği olan başka birinin evinde veya kıyafetleri kedi tüyüyle kaplı
birinin yanında olduğumuz nadir d urum larda bile h iç b ir zam an
bu aleniye dair bir belirti görem em iştim . Bu n ed e n le bazı şü p ­
helerim vardı.
A nnem le buradan ayrıldıktan sonra kedi evlat e d in m e k is­
tem iştim . Kalbim, kedi bağışıklık yetmezliği v irü sü taşıd ığ ı için
barınağa terk edilen güzel bir Mavi Rus kedisindeydi ve an n e m e ,
barınağın onu eve götürm em iz için ihtiyacım ız o lan h e r şeyi te ­
m in ettiği konusunda ikna etmeye çalışm ıştım .
“Tabii ederler. Çünkü bundan sonra veteriner fa tu ra la rın a ve
ilaçlara servet ödeyecek olan sen olacaksın,” dem işti.
“Ama bu kedi onunla ilgilenecek birini h ak etm iy o r m u ? ”
“Phoebe,” demişti annem, daha fazla tartışm ayacağı a n la m ı­
na gelen o sesle, “ölm ekte olan bir kediyi eve getirm ey ecek sin .”
Teknik olarak hepimizin ölmekte olduğunu b e lirte b ilird im
am a sustum. O kedi de sonunda iyi bir yuva buldu. A m a b ilin e n

142
b i r h a s t a l ı ğ ı o l m a y a n b a ş k a b i r k e d i fikrini ortaya attığ ım d a a n ­
n e m o n u d a reddetti.

Ben üniversite için başka bir yere taşındığımda üvey babam­


la tanıştı ve adam ın, iki Avustralya çoban köpeği vardı. Onlar
geldikten so n ra annem “köpek annesi” olduğunu iddia eden bir
araba çıkartm asıyla gezmeye başlamış, benim de bir evcil hayva­
nım değil, iki köpek üvey kardeşim olmuştu.
“Güzel kedicik,” diye seslendim odalara doğru. Sonra nazik
bir şey söylerken kendim i rahat hissetmediğim için, “Sinsi kedi­
cik. Gel pisi pisi,” diye devam ettim.
B abam ın yatak odasının kapısı kapalıydı, buraya geldiğim
günden b eri de hiç açm am ıştım . Bu yüzden oradan uzak dur­
dum ve so n u n d a ö n kapıyı da kapatıp evi bir kez daha taradım.
Kediyi gizlilikle alt edemeyeceğim i çözdüğüm için mümkün ol­
duğunca çok ses çıkarıyordum ; böylece belki Godzilla geldi diye
korkarak saklandığı yerden çıkabilirdi.
En n ih ay etin d e odam da dizlerimin üzerine çöktüm ve ya­
tağın altın a b ak m ak için eğildim. Ve tabii ki karanlığın içinden
bana b ak an iki p arlak san gözle karşılaştım.
Yere bağdaş k u rarak oturdum . Oraya elimi hayatta uzatmaz­
dım . Bitm eyecek Ö ykü d e, G m ork’un Atreyu ile savaşmak için ka­
ranlıktan çıktığı o sahneyi yaşıyordum sanki. Bu yüzden hiçbir
şey yapm ayıp kendiliğinden çıkmasını bekleyecektim.
“E n in d e so n u n d a oradan çıkmak zorunda kalacaksın,” de­
dim . S o n ra ak lım a b ir şey gelince yüzümü buruşturdum. “Lütfen
tuvaletini yapm a dostum . Ben bu odada kalıyorum.”
A caba b ir ism i var mıydı? Filmlerdeki bilgisayar korsanlan-
nın, b irin in bilgisayar şifresini bulmak için komodinine en sev­
diği kitabı falan bırakm ış mı diye kontrol etmesi gibi, ben de isim
ko n u su n d a ilham alm ak için odama göz gezdirdim. Bakışlarım
direkt o larak R asputin in kitabına kaydı; şu anki duruma çok uy­

143
g u n görünüyordu. Ama sonra devasa Edgar Allan Poe koleksiyo­
n u m u gördüm ve m ükemmel isim zihnim de beliriverdi.
“Lenore,” dedim usulca, dilim de test etm ek için. “H adi dışarı
çık Lenore. G ününü bir yatağın altında geçirm ek istem ezsin."
A ncak kedinin gününü tam olarak geçirm ek istediği y er orası
gibi görünüyordu. Böyle bir d urum karşısında ne y ap m ak gerek­
tiği konusunda Reddit’in fikrini alm ak için telefo n u m u çıkar­
d ım ve k ın k ekrana bir kez daha küfrettim . Yazılar g ö rü n ü y o rd u
am a tekrarlayan cevaplan, alakasız konuları ve faydalı y o ru m la n
ayırm aya çalışmak başımı ağntıyordu.
B unun yerine son m esajlaşm alarım a bakıp bu in sa n la rd a n
herhangi birinin kedisi olup olm adığını h atırlam ay a çalıştım .
C o n n er ve Shani m uhtemelen akvaryum balığı H a n k ’in ebevey­
nleri olarak deneyimlerine dayanarak bana tavsiyelerde b u lu n u r­
lardı. Am a bunların işe yaram ayacağını biliyordum . L isansüstü
program ım daki başka bir kadınla birkaç kez m esajlaşm ıştım
am a daha çok, aralık ayında m ezun olm ayı p la n lıy o rsak teslim
etm em iz gereken belgelerle ilgiliydi. Şim di b ir k ed i h a k k ın d a
rasgele bir soruyla sohbete girm ek garip olurdu.
Son olarak Alison la kütüphanede num aralarım ızı b irb irim ize
verdiğimiz mesajlaşmalanmız vardı. Mesaj k u tu su n u a ç m a k için
tıklam adan önce, başparmağım bir an ism inin ü zerin d e oyalandı.
Fazla düşünürsem yapmazdım, bu yüzden so ru m u hızlıca y azd ım
ve kendim e tereddüt etme fırsatı bırakm adan "gönder’e b astım .

Hey, kediler hakkında bilgin var mı?

Yanıtı neredeyse anında geri geldi.

Lezbiyen bir kütüphaneci olduğum için aynı zam anda ke­


dici kadın olduğumu mu varsaydın? [kedi emojisi]

144
Bunu bir m esaj daha takip etti:

Evet, iki kedim var. [iki kedi emojisi] Neden?

D u ru m u elim d en geldiğince kısaca anlattım.

Muhtemelen açtır! diye yanıtladı. Evinde ton balığı kon­


servesi var mı? Ama kutudan yemesine izin verme, bir
tabağa birkaç kaşık koy ve onu cezbedip çıkarmak için
odanın ortasına bırak.

G o ld en State Katili, insanların evlerine zorla girdiğinde böyle


bir m isafirp erv erlik görm em işti ama olsun. Bu durumun biraz
farklı o ld u ğ u n u kabul ediyordum . Kedinin yerinden ayrılıp ay­
rılm ad ığ ın ı k o n tro l etm ek için eğildim -evet, parlak san gözler
bana b a k ıy o rd u -, so n ra kilerde ton balığı konservesi var mı diye
b ak m ak için ayağa kalktım .
M aalesef yoktu.
Bir d ak ik a d u ru p seçeneklerimi düşündüm. She-Ra’ya bağlayıp
yatağı k aldırm ayı deneyebilirdim ama aynı zamanda hem yatağı
tutup h em kediyi dışarı çıkmaya ikna etme yeteneğime güvenmi­
yordum . Bir süpürge alıp çıkması için dürtebilirdim ama bu gerek­
siz kabalık olurdu. O n u n la uğraşmaktan vazgeçebilir, evi kilitleyip
gidebilir ve evde o tu rm a hakkım kediye verebilirdim.
S o n u n d a farklı b ir seçenekte karar kılıp Sam’in kapışma gittim.
Beni şim d iy e d ek sadece en kötü halimde görmesi talihsiz bir
d u ru m d u . K ahve lekeli pijam a altım ve Batman Forever tişörtü­
m ün a rd ın d a n b u g ü n de tem izlik için eski yırtık kot pantolonu­
m u ve ü n iv ersite zam anından kalan ve birazcık dar gelen Metrik
tişö rtü m ü giym iştim . H atta saçıma bandana bile sarmıştım çün­
kü telev izyo n d a tem izlik yapanlar hep böyle yapıyordu.

145
“Selam , dedim nefes nefese, kapıyı açtığında. “Bir k u tu ton
balığı ö d ü n ç alabilir miyim?”
B aşını yana eğdi. "Bir bardak şeker olm asın?”
D ehşetle, “Kediler şeker yememeli,” dedim . “Bu s in d irim sis­
tem leri için iyi olmaz.”
“Bir dakika,” dedi Sam. “Ne hakkında k o n u şu y o ru z?”
“Ton balığını al da gel, hadi.”
O n u beklem edim ama içeri girm esinin so ru n o lm a d ığ ım a n ­
lam ası için kapıyı aralık bıraktım. Lenore’u n ço k tan y e r d e ğ iştir­
m iş olm asından korkuyordum am a yatağınım a ltın a b a k tığ ım d a
hâlâ oradaydı.
C ebim deki telefonum başka bir m esajla titred i. E ee?? ? y az­
m ıştı Alison. Kediyi çıkarabildin mi? Çıkardıysan ne za m a n fo­
toğraf gönderiyorsun???
Cevap vermedim. Paylaşacak bir güncellem em o lm a s ın ı b e k ­
lem ek daha iyiydi.
Sam odam ın kapısında belirdi ve içeri davet e d ilm e si g e re k e n
bir vam pirm iş gibi tereddüt ederek eşikte bekledi. “T o n balığ ı
getirdim ,” dedi, bir elindeki teneke kutuyla d iğ er e lin d e k i k ü ç ü k
m utfak gerecini göstererek “Ve bir konserve açacağı. H e r ih ti­
m ale karşı.”
İçeri girm esi için işaret ettiğim de yerde bana k a tıld ı.
M utfaktan çoktan bir çatalla tabak getirm iştim . L en o re’u n d ış a rı
çıkm ası için yeterince iştah açıcı g ö rü n d ü ğ ü n ü u m a ra k , to n b a ­
lığı konservesini açıp birazmı tabağa aldım . K esinlikle y e te rin c e
güçlü kokuyordu.
“Bu şeytani bir ayin mi?” diye sordu Sam. “Ç ü n k ü a y in le re
katılm adan önce onayım ın alınm asını tercih ed erim .”
“Şşt,” dedim . “Belki de geri çekilip ona alan b ıra k m a lıy ız .”

146
Sırtını dolaba dayanana kadar halının üzerinde geri geri kay­
dım. Sam dc bana katılıp yatağın altını gprmek için başını eğdi.
Uzanıp saçını karıştırabileceğim kadar yakınımdaydı. Ellerimi
kalçamın altına sıkıştırmam ve kendimi kontrol etmek için muaz­
zam bir çaba gösterm em gerekti ama dürtüye direnmeyi başardım.
"Oraya nasıl girdi?”
“Son zam anlarda eve girmeye çalışıyordu zaten," dedim.
“Bugün kapıyı açık bıraktığımı görünce fırsatı değerlendirdi.
Şimdi de yatağın altından çıkmıyor. Onu incitmek istemiyorum
a m a ... ya tuvaletini falan yaparsa? Bununla uğraşmak zorunda
kalm ak istem iyorum .”
“Tuvaletini yapsa yine iyi,” dedi Sam. “Salabileceği diğer ko­
kuyu çık arm ak daha zor olur.”
“Tanrım , sağ ol ya,” dedim . “Çok moral verdin."
O dayı inceliyorm uş gibi etrafına bakındı. “Burası çocukluk
odan m ı?” diye sordu. “Ç ok fazla siyah var.”
“O n d ö rt yaşım a basıp da odamın ruhumu yansıtmasını is­
tediğim de b u şekilde boyamıştım. Çocukluğumdaki hali gayet
norm aldi, teşekkürler. Gül desenli duvar kâğıdım ve şifonyeri-
m in ü zerin d e bir A m erican Girl bebeğim vardı.”
“D ur tahm in edeyim.” Bana bakarken gözlerini kıstı. “Samantha.”
“E sm er kızların hepsinde Samantha bebeği olacak diye bir
şey yok,” d ed im gücenerek. “Ama evet, benimki Samantha’ydı.
Çok havalı, ekoseli bir kıyafeti ve küçük bir valizi vardı. Ve ço­
cuk işçi çalıştırm aya karşıydı. Kendini beğenmiş bir zengin kızı
olduğunu d ü şü n m e sakın.”
Sam teslim olm uş gibi ellerini kaldırdı. “Asla düşünmem.”
“Sende Pleasant C om pany kataloğu falan mı vardı? Erkek ço­
cuklarının bebeklerle oynayamayacağını düşündüğümden değil
ama Molly, Felicity, Addy, Kirşten, Josefına ve Kit’i de biliyormuş
gibi S am antha dedin.”

147
“O kadarını bilm iyorum ” dedi. “Ama kız kardeşlerim var.
Sayelerinde birkaç konuda bilgi sahibiyim.”
Evinin duvarındaki fotoğraflarda gördüğüm kalabalığı d ü ­
şü n d ü m . Hepsi de birlikte zaman geçirm ekten keyif alıyorm uş
gibi gülümsüyordu. “Kaç kardeşin var?”
“Beş,” dedi ama kendimi hazırlamış olsam da bu ra k a m beni
bayağı şaşırttı.
“Altı çocuklu bir aileden mi geliyorsun?”
Parmaklarıyla saymaya başladı. “En b ü yüğüm üz Tara. Sonra
Jack, Megan, ben, Erin ve Dylan geliyoruz.”
“Birbirinize yakın mısınız?”
Om uz silkti. “Öyle denebilir sanırım . B ugünlerde h e p im iz bir
yerlere dağılmış durum dayız tabii. Tara ve M egan, C hicago’d a
büyüdüğüm üz yere yakın oturuyorlar. D ylan h âlâ aile evinde.
Jack yurt dışına yerleşti ve Erin de Seattle’d a yüksek lisan s yapı­
yor. Ama WhatsApp’ta grup sohbetim iz var.”
Biliyordum!
“Sen ve Conner yakın olmalısınız,” dedi. “D ü n ak şam seni n e ­
reye götürdü?”
Elimi salladım. “Uzun hikâye.” Evlilik teklifi p la n ın ın nasıl
ters gittiğini ve C onner’ın bileğinin kırıldığını an latam ay acak tım .
“C onner ve ben birbirimizi pek tanım ıyoruz aslında. A ra m ız d a
yedi yaş fark var ve ben annem le birlikte b u rad an ay rıld ığ ım d a o
daha altı yaşındaydı. Babamla kaldığı için ç o c u k lu ğ u m u z u n b ü ­
yük kısm ını beraber geçirmedik.”
“Ah.” Sam göğsüne çektiği dizlerinin etrafına k o lların ı sa ra r­
ken anlattıklarım ı düşünüyorm uş gibiydi. O n u n la, yaşayan bir
Tolstoy sözü gibiydik; o mutlu bir ailenin üyesiydi, b e n m u tsu z
bir ailedendim.

148
“Kulağa K om ik Tuzak filminin çarpık hali gibi geliyor, biliyo­
rum ,” dedim . "Ama ebeveynlerimiz bizi ayırmadı, kiminle kal­
mak istediğim izi kendim iz seçtik. Babam her zaman Conner’ın
istediği şeyleri yapm asına izin verirdi; sanınm erkek olduğu ve
daha küçük olduğu içindi. Bana karşıysa... şöyle diyeyim, beni
anladığını hiç hissetm edim . Denemeye bile zahmet etmedi. Yani
kardeşim için de benim için de seçim yapmak zor değildi”
U zun zam an d an beri ilk defa bir yabancıya ailemi böyle de­
taylı anlatıyordum . Ne tuhaftı ki Sam’e bunları anlatmanın verdi­
ği his, o n u n b ir zam anlar neredeyse hiçbir insanın girmesine izin
verilm eyen b u evde olm asının neden olduğu hisle çok benzerdi
G erçek dışıydı am a nahoş değildi.
“B ana zo r b ir k arar gibi göründü,” dedi 'Sonuçta sadece
ço c u k tu n u z .”
B en im k in e çok yakın duran yüzü ve masmavi gözleri anlayış
doluydu. N eyse ki kedi sayesinde cevap vermekten kurtuldum
çü n k ü so n u n d a k arn ın ın üstünde sürünerek yatağın altın d an
çıkm ış ve bize ihtiyatlı bakışlar atarak ton balığına yaklaşmaya
başlam ıştı.
H iç d ü şü n m e d e n elimi Sam’in kolunun alt kısmına koydum.
Teni, b u ra y a yaptığı kısa yürüyüşün ardından hâlâ sıcak, parmak
u çlarım ın altın d ak i kasları sertti. Elimi sonsuza dek orada tut­
m ak istiy o rd u m . K olunu sıkm ak istiyordum.
“Şşş,” d e d im gereksiz yere. “İşe yaradı.”
L enore’u n , k en d in i yemeğe tamamen vermeden önce azıcık
tad ın a b a k m a k istercesine tabağı yalamasını izledik. Onu çok iyi
an lıy o rd u m .
“Şim di ne olacak?” diye fısıldadı Sam.
A lison o k ad a rın ı anlatmamıştı. Hızlıca kedinin fotoğrafını
çekip o n a g ö n d erd im , altına da Sam’in sorusunu ekledim.

149
Biraz gevşediğini anlayınca onu tabakla birlikte kucağına
alıp dışan bırakabilirsin. Ardından bekle de yemeğini yesin.

Üç nokta göz kırptı, sonra ekranda bir mesaj d a h a b elird i:


Tabii onu evde tutmak istemiyorsan?? [popo sallayan kedi
gifi, omuzlarını kıvıran Shaq gifi]

“Kedi bakamam,” dedim yüksek sesle.


“Neden olmasın?” diye sordu Sam. “Bence çok tatlı.”
“Am a bana ait değil ki.”
“Yan evdeki hanım dışarıdaki bütün kedileri besliyor. K uşlan
ve s in çaplan da. Yani bu kedi üzerinde bir hak iddia edeceğini z a n ­
netmiyorum. Ama istersen ona sorabilir ya da kendini d a h a iyi h is­
setmeni sağlayacaksa mahalleye kedi bulundu diye ilan asabilirsin.”
Pat gerçekten de insanlardan çok hayvanları se v iy o rm u ş gibi
görünüyordu. Yanında bir çocuk, karşısında b ir tim s a h o lsa ç o ­
cuğu ayaklarından tutup tim sahın ağzına d o ğ ru sa llay ac ağ ın d an
em indim . Ona bir şey sormak beni birazcık k o rk u tu y o rd u am a
kedi bulundu diye ilan asmak kötü fikir değildi.
Ama ben sadece bir aylığına buradaydım . S o n ra K uzey
Carolina’d a başka bir ev bakm am gerekecekti ve e ğ e r k e d im
olursa evcil hayvan depozitosu verm ek z o ru n d a k a la c a k tım .
Aralıktaki mezuniyetten sonra da zaten y en id en ta şın a c a k tım .
Yani hayır. Bir kediyi yanıma alm am im kânsızdı.
Kediye uzanmaya yeltendim am a sonra o n u n asıl a la c a ğ ım a
dair hiçbir fikrim olmadığını fark ettim . O n u k u c a k la d ık ta n s o n ­
ra zorlanm am ak için önce ayağa mı kalkm alıydım ? A n i b ir h a r e ­
ket yaparsam tekrar yatağın altına kaçar m ıydı? K ed iler h a k k ın ­
da bildiğim bir şey varsa tutuş şeklinin önem li o ld u ğ u ve y an lış
tutarsanız tırm alam a tahtasına dönebileceğinizdi.

150
“Kediyi sen al,” diye fısıldadım, hayvan konuşmamızı anlıyor-
m uş gibi. “Ben de tabağı alacağım. Üçe kadar sayıyorum. Bir, iki,
»«
u ç...
Yemeğini ö n ü n d en alm adan önce Sam’in harekete geçip hay­
vanı tu tm asın a izin verdim. Kediyi kolaylıkla kucaklayıp ayağa
kalktı ve başının üstünü hafifçe kaşıdı. Lenore kaçmak istermiş
gibi b ir kez gerindi am a hepimiz ön kapıya doğnı ilerlerken
Sam’in kucağına yerleşmiş gibiydi
H em en peşlerinden çıkıp tabağı garaj kapısının önüne bırak­
tım . L enore d a Sam’in kollarından aşağı atlayıp tekrar yemeğine
koştu. A m a balığa odaklanm adan önce ikimize de “Bu gerekli
m iy d ir şim di diye sert bir bakış attığına yemin edebilirdim.
“Y ardım ın için teşekkürler,” dedim. “Biraz beklersen Lenore un
dikkati yem eğindeyken konserve açacağım kapıp gelebilirim.”
O d am a koşup açacağı aldım ve kedi tekrar içeri girmeyi de­
neyecekm iş gibi hızlıca dışarı çıktım. “Al bakalım”
Sam açacağı alırken yüzüm e bakıyordu. “Lenore mu?”
U tan ıp sıkılarak, kediyle uğraşırken kayan bandanamı dü­
zeltm eye çalıştım . “O na seslenmek için bir isim gerekiyordu,”
dedim . “ ‘K uzgun süper bir kitaptır.”
Kafam ı eğdiğim de içeri girip geldiğim kısa süre içinde kedinin
tü m balığı bitirdiğini gördüm. Çok fazla yoktu ama küçük küçük
yalarken b ird en hepsini mideye indirmesi şaşkınlık veridydl İşi
bitince tabağm yanında karın üstü uzandı ve kocaman esnedi

T itrey en telefonum u cebimden çıkardım. Eee, kedi kalıyor


mu?? [oyuncak ayıcığa sarılan kedi gifi]

G ö rü n ü şe göre Alison büyük harfler ve bir sürü noktalama


işareti ku llan m ay a bayılıyordu. Mesleği göz önünde bulunduru-

151
lunca bu şaşırtıcı değildi ama bu kadar çok em oji ve g if k u lla n ­
m asını beklemezdim.
Sam’e “Pardon,” deyip Alisona cevap yazdım. N e re d e n b a ş la ­
yacağım ı bile bilmiyorum ki. "Arkadaşım kediyi eve a lm a m için
baskı yapıyor. Aslında bu çok komik çünkü ona m esaj a tm a m ın
tek nedeni kediyi evden dışarı nasıl çıkaracağım ı so rm a k tı.”
Alison’ı tanımlarken arkadaşım sözcüğünün a ğ z ım d a n b u k a ­
d a r kolay çıkmasına şaşırmıştım doğrusu. T eknik o la ra k sah ip
olduğum en eski arkadaştı ve şu birkaç mesaj bile b irb irim iz in
hayatlarında yeniden yer edinebilecekmişiz gibi h is s e ttirm iş ti.

Hmm, keşke bir şeyler öğrenmek için gidilebilecek bir yer


olsaydı... Aklına gelebilecek her konuda bilgi veren, b e d a ­
va kitapların olduğu bir yer mesela... [kitap yığını emojisi]

Gülümseyerek, internet denen zımbırtı olabilir mi? d iy e d alg a


geçtim.
Sonra telefonumu arka cebime koydum ve y a p m a k ü z e re o l­
duğum çılgınlığı her açıdan düşünm eye çalışırken d e r in b ir n e ­
fes aldım. “Kütüphaneye gitmek ister m isin?”

152
ON ÜÇ

A M ’LE YARIM SAAT içinde evimin önünde buluşup kü­


S tü p h an ey e gitm eyi kararlaştırdık. O, kitaplarım toplaması
ve birkaç işini b itirm esi gerektiğini söylemişti. Ben de eğer diğer
insanların d ü n y asm a yeniden gireceksem acilen duş alm alı ve
giysilerim i değiştirm eliydim .
K endi k e n d im e b ir kediye nasıl bakılacağına dair bir iki ki­
tap a lm a n ın so ru n olm ayacağını söyledim. Lenore a süveter fa­
lan ö rü y o r d eğ ild im ya! Kedi bakımıyla ilgili bir şeyler okumak,
bana b ir evcil hayvanı evlat edinmeye karar verirsem ne bekleye­
ceğim e d a ir b ir fikir verirdi sadece.
A y rıca b ir sü reliğ in e de olsa gerçekten evden çıkmam ge­
rek iy o rd u .
N o rm a ld e o ld u ğ u n d an biraz daha hoş giyinmemem için bir
sebep g ö re m iy o rd u m . Bu nedenle, üzerinde baskı olmayan, gö­
ğüs d ek o ltem i azıcık belli eden, siyah, V yakalı bir tişört seçtim
ve ey elin er ile k ırm ızı ruj sürdükten sonra ikisinin birden fazla
o ld u ğ u n a k a ra r verip ruju sildim.

153
H er zamanki dağınık topuzum dan bıkm ıştım a m a Sam ’in kar­
şısına, onun ilgisini çekmek için uğraşıyorm uşum ya d a kasıtlı ola­
rak garajdaki sohbetimize atıfta bulunuyorm uşum gibi çıkm am ak
için saçlarımı salık bırakmaktansa tek o m zu m u n ü s tü n e düşecek
şekilde gevşek bir örgü yapmaya karar verdim .
Dışarı çıktığımda Sam çoktan beni bekliyordu. Ve e ğ e r yan­
lış görm üyorsam , o da görünüşü için biraz çab a s a r f e tm işti. En
azından saçına bir şeyler yapmıştı; hâlâ d a ğ ın ık o lsa d a h e r za­
m anki gibi karmakarışık değildi. B unu o n a asla sö y lem ezd im
am a esasmda saçlarının dağınık hali h o şu m a g id iy o rd u .
“Hazır mısın?”
Aküm ün bittiği gün aldığı kitapları g ö sterd i. “N e k a d a r hazır
olabilirsem o kadar hazırım.”
Arabam ın kilidini açıp sü rü cü ta ra fın a y e rle ş tim v e o yolcu
koltuğuna oturana kadar bekleyip, “Bu n e d e m e k ş im d i? ” diye
sordum . “Yola çıkmadan önce d aha fazla z a m a n a ih tiy a c m v ar­
sa söylemen yeterliydi. Ya da istem iyorsan g e lm e y e b ilirs in , k e n ­
dim giderim.”
Hafifçe güldü. “Babamın hep söylediği b ir ş e y b u . H azır
olup olmadığı sorulduğunda n e olursa o lsu n b ö y le c e v a p verir.
Ağzımdan çıktığının farkında bile değildim .”
“Ah.”
Babam da aynıydı. Belirli d u ru m la rd a b u t ü r k ıs a ifadeler,
deyim ler veya soğuk espriler kullanırdı. M esela, “A çım ,” d erse k ,
“M erhaba Aç, ben John,” diye karşılık v erird i. Ya d a “B ilg isay ara
oturacağım,” dediğimizde, “Lütfen bilgisayarın ü s tü n e o tu rm a ,”
derdi. Babamı düşündüğüm de gözüm ün ö n ü n d e se ssiz , ciddi,
kolayca öfke patlamaları yaşayan am a m iz a h a n la y ış ı o la n b ir
adam beliriyordu. Bazen şapşallıkları da o la b iliy o rd u , ö r n e ğ in
evde bir kurbağa bulsa -k i Florida’d a o ld u ğ u m u z iç in e v d e k u r­
bağalarla sık sık karşılaşırdık- onu bir b ard ağ a alıp d ış a r ı s a la r ve

154
aşırı bir hüzünle, "Bir şeyi seviyorsan gitmesine izin vermelisin,”
derdi. "U m arım bize geri dönmekte ısrarcı olmazsın, kurbağa
dostum ; çünkü burada bulabileceğin tek şey klozet suyu.”
Sam, "Seninle kütüphaneye gelmemi teklif etmene sevindim,”
diyerek düşüncelerim i böldü. “Oradan aldığım bir şeyi ilk defa
erken teslim edeceğim.”
“Benim de yeni kitaplar almam gerekiyor.” Kitapları çevrimiçi
olarak kolayca bulabileceğim i belirtmeyeceğini umdum.
“Sakıncası var m ı?” diye sordu, elini geniş çantama doğru
uzatarak. K afam ı iki yana salladığımda Şafak Katüfnin kızının
kitabını çıkardı ve arkasını okum ak için çevirdi
K itabın k o n u su n u n ne kadar karanlık olduğu, babanın bir
seri katil o ld u ğ u n u öğrenm enin ne kadar berbat olacağı konu­
sundaki kaçın ılm az yorum için kendimi hazırladım Ama Sam
gırtlağından belirsiz b ir ses çıkardı ve kitabı kucağına koyup
pencereden d ışarı bakm aya başladı.
Bir süre so n ra, “Tezin, gerçek suçta yazar ve özne arasındaki
ilişki hakkındaydı,” dedi. “Değil mi?”
“Ö zetle, evet.”
“Peki n e d e n b u konuyu seçtin? Konuyla ilişkin nedir?”
Sesinde su çlam a değil, m erak vardı ama yine de sorulara karşı
içgüdüsel b ir d iren ç hissettim . Hayatı boyunca özelini kendine
saklam ış b iri için b u gayet doğal bir tepkiydi aslında. Sam bunu
yüzüm de g ö rm ü ş olm alıydı ki aceleyle, “Kusura bakma,” diye
ekledi. “K o n u şm ak istem ediğin bir şeyse cevaplamak zorunda
değilsin.”
“Hayır.” H âlâ düşünüyorm uş gibi yavaşça konuşuyordum.
“Sorun değil. A slında yerinde bir soru. Tez savunmamda da so­
racaklardır.”
“P ro fesö rlerin in karşısında çalışmanı sunduğun zaman mı?”

155
"Evet. Komite karşısında,” dedim . Tüm d ü n y a m o k a d a r uzun
zam andır bundan ibaretti ki bazen akadem i d ışın d a k i insanların
hangi kısımları anlayıp, hangi kısım lara F ransız k alac ağ ım unu*
tuyordum . "Komite, ana danışm anım ve üç d iğ e r profesörden
oluşuyor. Bu kişilerin ve katılmak isteyen sey irc ilerin karşısında
sunum yapmam ve sorulan olursa cevaplam am gerekiyor. Sonra
seyirciler ayrılacak ve komitemle baş başa k alacağ ım . O n la r da
yalnızca tezim hakkında değil, son beş b u ç u k y ıld ır çalıştığım
tüm konularda istedikleri her şeyi sorabilecekler.”
“Vay canına. Son derece zor görünüyor.”
“Birkaç yıl önce adamın biri su n u m u n o rta s ın d a ağlam aya
başladı; çünkü sırf ikinci senesinde F ransız e d e b iy a tı d e rsi aldı
diye Fransız İhtilali hakkında soru so rm u şlard ı. B en ce b u , profe­
sörün şerefsizliğiydi. Norm alde böyle k a n d ırm a c a la r y ap m am a-
lan gerekir. Yani, öyle umuyorum.”
Sam bir parmağını kitabın sayfaları ü z e rin d e g ezd iriy o rd u ;
hafif hışırtı sesi tuhaf bir şekilde rahatlatıcıydı. “Y ani s u n u m u n
ardından doktor m u olacaksın?”
“Teknik olarak, mezun olana k ad ar o lm ay acağ ım ,” d edim .
“Ancak tez savunması kesinlikle hayati b ir d ö n ü m n o k ta sı. B unu
geçtikten sonra genel olarak sadece so n d ü z e n le m e le r ve tü m
park cezalarının ödendiğinden em in o lm ak gibi lo jis tik k o n u la r­
la ilgileniyorsun.”
Geçen yıl, tez savunm asının neye b e n z e d iğ iy le ilg ili fikir
edinebilm ek amacıyla m üm kün old u ğ u n ca ç o k s u n u m a k a tıl­
m ıştım . Birkaç yıl önce girdiğim kapsam lı sın a v la r b e n i k o rk u t­
m uştu am a kendi savunmamı d ö rt gözle b e k liy o rd u m . S enelere
yayılmış bir çabayı ve çalışmayı iki saate s ığ d ırm a k v e s o n u c u n ­
da batacak mısm çıkacak m ısm bilem em ek c a n sık ıcıy d ı; am a
gerçek suçtan ve tür geleneklerinin geçtiğim iz y ü z y ıld a nasıl
dönüştüğünden bahsetmeyi çok seviyordum . Ve k e n d im i h az ır
hissediyordum .

156
1i a 11a tezi bitirm ek zorunda kalmadan direkt o kısma atlaya-
bilscm atlardım .
Sarnin, konuya neden ilgi duyduğuma dair sorusuna cevap
verm ediğim i fark ettim ama tatmin edici bir cevabım yoktu.
R adyonun düğm esine uzanıp yerel istasyonu açtım ve rahatça
konuşm aya devam edebilm ek için sesi kıstım. “Sen neden müzik
öğretm eni olm ak istedin?”
“B üyükannem piyano eğitmeniydi,” dedi Sam. "Ailedeki tüm
çocuklara d a ders verdi ama müziğe bağlı kalan tek kişi ben ol­
dum . D ah a so n ra ortaokulda orkestrada keman çaldım ve lisede
davulcu o larak bandoya geçiş yaptım. Müzik, hayatımdaki tek
değişm ez şeydi. N otlarım iyi olmuş, kötü olmuş; arkadaşım ol­
muş, olm am ış fark etm ezdi. Çünkü müzik hep yanımdaydı"
O n a y an d a n bir bakış attım. Kitabın sayfalarım karıştırmayı
bırakm ıştı am a o kadar sıkı tutuyordu ki eklem yerleri bembeyaz
olm uştu. M üzik hakkında konuşurken takındığı tavır, onu bu
kadar ön em sem esi hoşum a gitmişti.
“A rk ad aşın olm adığına inanm ak zor,” dedim. Eğer çocuklu­
ğunda da şim d ik i gibiyse, birilerinin onunla iyi geçinmeyeceğim
hayal ed em iy o rd u m .
“A ltıncı sınıftayken hâlâ aşın kısa şortlar giyiyordum,” dedi
“A nnem h e r sabah kıyafetlerimi hazırlayıp yatağımın üzerine
koyardı, b e n de h er şeyden habersiz onlan giyerdim. En sevdi­
ğim tişö rtü m , Titanik m üzesinden aldığımdı.”
G ü lü m sem em i bastırdım . “Üçüncü sınıftayken, okuldakilere
ö ldüğüm ü söylem iştim .”
“Yani hay alet m iydin? Yoksa Weekend at Bemies filmindeki
gibi b ir şey m iydi?”
“Hiç h atırlam ıy o ru m , inan. Sadece çocukların beni rahat bı­
rakm asını istem iştim .”

157
Kütüphaneye son geldiğimde park ettiğim yer b o ştu ama bir.
kaç sıra aşağı park ettim çünkü kötü şansa in an ıy o rd u m . Bir kf.
resinde yeni bir eteğimi giydiğimde ufak çaplı b ir tra fik kazaaı
yapm ış ve bir daha o eteği giymemiştim.
“Farların kapalı mı?" dedi Sam. G örünüşe g ö re o d a geçen
gün yaşananları düşünüyordu.
“Ha ha," dedim ama kontrol etm eden a ra b a d a n in m ed im .
Bu kez, içeri girip Alison’ı medya bölüm ünde raflara D V D yer­
leştirirken gördüğümde selam vermek için direkt y a n m a gittim .
“Biliyordum,” dedi beni görür görm ez. “Ü st k at, b ö lü m altı
yüz otuz altı, hayvan yetiştirme. Kedilerle ilgili k ita p la rım ız ı ora­
da bulabilirsin. Ama çocuk bölüm ünde de birkaç ta n e var. Dalga
geçmiyorum, bazen çocuk kitapları daha iyi o lu y o r ç ü n k ü ko­
nuyu temele indirgeyerek anlatıyorlar. Ayrıca say fa lard a b ir sürü
çizim oluyor.”
Kuru bir sesle, “Sanırım yetişkin k itap larıy la b a şa çıkabi­
lirim,” derken Alisonın merakla arkam a b a k tığ ın ı g ö rd ü m ve
Sam’i işaret ettim. “Bu benim komşum , Sam. S am , b u d a arka­
daşım, Alison.”
Arkadaş kelimesini söylerken biraz te re d d ü t e ttiğ im i ikisinin
de fark etmemesini umuyordum.
Sam el sallamaya yeltendi ama Alison to k a la ş m a k iç in elini
uzatmıştı bile. “Merhaba, Sam,” dedi. “Seni b u ra la rd a g ö rm ü ş­
tüm. Son aldığın...” Dudaklarına ferm uar ç e k iy o rm u ş gibi bir
hareket yaparak kendini durdurdu. “A ffedersin. M ü ş te rile rin ya­
nında, diğer müşterilerin aldığı kitaplar h a k k ın d a k o n u ş m a m a ­
lıyız! Bu, Kütüphane Bilimi temellerinden biridir.”
Sam, “Sorun değil,” deyip bana döndü. “A rk a d a ş ın , geçen
günkü lehimleme kitabını bulmama yardım etm işti.”

158
"Y,w c a n ı n a , ” dedim. MBunca zamandır kafamda o kelimeyi
y a n lış tc latiu/. cdiyormuşum. “Sm olderinf kelimesiyle benzer
t c l a l l u z edilm ediğinden emin misin?"

D udağının kenarı bir gülümsemeyle seğirdi "Evet, eminim.”


“Tüh, sana bir sone yazıyordum ama şimdi tüm kafiye düzeni
bozulacak.”
Bu sadece bir şakaydı; tabii ki kimseye sone falan yazmıyor­
dum . Lise ikinci sınıftan beri şiir bile yazmamıştım. O zaman,
“Kayıtszlık” adlı şiirim, başlığındaki yazım halasma rağmen
Poetry.com’d a yayım lanm ak için seçilmişti ve benimle sevdikle­
rim için antolojiye erişim, altmış dolarcık gibi minik bir ücrete
tabiydi. Gerçi şim di keşke satm alsaydım diye düşünüyordum.
O şiirde pek çok kış imgesine yer vermiştim ve özellikle son di­
zeleriyle g u ru r duyuyordum : “Ve çökerken dizlerimin üzerine /
Kayıtsızlık hissediyorum sadece”
Sonra birden, yaptığım esprinin Sam için bir şiir yazdığım
ve onu ta rif etm ek için “için için yanmak” ifadesini kullanmayı
planladığım anlam ına gelebileceğini fark ettim.
Y anaklarının hafifçe kızarmış olmasına şaşmamak gerekirdi
Alison ise b an a bilm iş bilmiş bakıyordu. Kendim i açıklama­
ya çalışm anın h er şeyi daha da kötüleştireceğini biliyordum, bu
yüzden k onuyu değiştirm eye çalıştım.
“Eee, kedi kitapları üst katta mı şimdi?"
“Aynen,” d edi Alison, bana ve Same geniş bir gülümsemeyle
bakarak. “V eteriner olarak da Preston ve Crosby’nin köşesindeki
Çare C linic’i tavsiye ederim. Kedinin sokakta yaşadığım ya da
sokaktan k u rtarıld ığ ın ı söylersen indirim yapıyorlar."

* A m e rik a n İngilizcesinde, yazılışları benzer olsa da “lehimcilik* anlamı­


na gelen “so ld e rin g ” kelim esinin telaffuzu, “için için yanmak* anlamına
“sm o ld e rin g ” k elim esin in telaffuzundan biraz farklıdır, (ç.n.)

159
Kediyi eve alacağımdan değil»" dedim . Konu h ak k ın d a bir
şeyler okum ak istedim sadece.”
“Hı hı.”
“Bilgi edinmeyi severim.”
Alison arkamda duran Same bakıp hafifçe göz devirdi.
O na dönüp sırıttığını görerek ihanete uğram ış gibi b ak tığ ım ­
da, Sam omuz silkmekle yetindi. “Kediye Lenore ad ın ı v erd i”
dedi Alisona.
“A m an Tanrım!” dedi Alison. “G am m az Y ürek için yaptığın
dioram ayı hatırlıyor musun? Tik tak seslerinin çıkm ası için bir
yol bile bulmuştun.”
“Eski bir mutfak saati sayesindeydi,” diye m ırıld a n d ım .
“Siz ne zam andır arkadaşsınız?” diye sordu Sam, b ir o n a bir
bana bakarak.
Bunun cevabı biraz karmaşıktı. A lisonla beşinci sınıfta tan ış­
m ış ve neredeyse hemen kanka olm uştuk. S onrasında üç yıl b o ­
yunca aynı dersleri alabilmek için çabalamış, derslerde gizli n o t­
larla konuşmuş, birbirim izin evinde yatıya kalm ıştık. A n n em le
buradan ayrılıp başka bir okulda okum aya b aşlad ık tan sonra
bile, Olay a dek tam iki yıl boyunca iletişim i sü rd ü rm ü ştü k . Yani
sanırım beş yıl artı birkaç haftadır arkadaştık am a b u n u b u şekil­
de nasıl söyleyeceğimi bilm iyordum . H er y anıtın yanlış olduğu
bir m atem atik problemi gibiydi.
Fakat Alison rahatlıkla, “Neredeyse yirm i yıldır,” dedi.
“İlkokulun sonunda tanıştık. Buraya yeni taşın m ıştım ve tü m
çocuklar benimle dalga geçiyordu. Irkçılık yapıyor ve gözlük
zevkimi eleştiriyorlardı. Phoebe bir gün beni öğle y em eğ in d e
yalnız otururken gördü ve yanım a oturdu.”
“Eski masamın tamamı Backstreet Boys fanıydı,” d ed im .
“NSYNC’nin daha iyi olduğunu tartışm aktan y o ru lm u ştu m . H er
zam an haklı olmak çok yorucu.”

160
“Aynen. Ben iki grubu da dinlemiyordum.”
“Bilm em ek ayıp değil, öğrenmemek ayıptır,” diye alıntı yaptım.
“Sana No Strings Attached albümünü dinletmeme izin vermiştin.”
Alison, “H er neyse,” deyip dikkatini yeniden Same yöneltti.
“Mesele şu ki Phoebe, başka kimsenin iyi davranmadığı bir za­
m anda b an a karşı nazikti.”
Tenim karıncalandı; Sam’in bakışlarını üzerimde hissedebili­
yordum . A lison ı b en im için bir karakter tanığı olsun diye onun­
la tan ıştırm a m ıştım am a niyetim buymuş gibi görünüyordu.
“T am am , peki,” dedim , “Siz isterseniz anılar koridorunda ge­
zintiye d ev am edebilirsiniz. İhtiyacınız olursa ben üst katta, hay­
van b ak ım ı b ö lü m ü n d e olacağım.”
C evap b ek lem ed e n ikinci kata çıkan dev rampaya yönelir­
ken A lison’ın ark am d an “Care Clinic!” diye seslendiğini, sonra
daha alçak b ir sesle, Kusura bakmayın, dediğini duydum. Bunu
tah m in en , sesin i yükselterek tüm dünyadaki kütüphanelerin bir
n u m aralı k u ra lın ı çiğnediği için rahatsız olan yakındaki müşte­
rilere söylem işti.
Sam h ız lıc a y a n ım a gelip benim le üst kata çıktı. “Arkadaşın
A lison h a rik a biri,” dedi. “Buraya her geldiğimde onu görüyor­
dum am a k ü tü p h a n e y le alakalı genel konular dışmda hiç ko-
n u şm am ıştık .”
“A slında b iz ço cu k k en arkadaştık,” dedim. “Liseden beri gö­
rü şm em iştik . B uraya döndüğüm de yeniden karşılaştık ve ona
kedi h a k k ın d a so ru soru n ca da mesajlaşmaya başladık.”
B unları Sam e açıklam anın benim için neden bu kadar önemli
o ld u ğ u n u b ilm iy o rd u m . Alison ın anlattıkları nedeniyle, beşinci
sınıftan b e ri o n u n y an ın d a olan sadık, iyi kalpli bir arkadaş oldu­
ğum gibi yan lış b ir izlenim e kapılacağını düşünmüştüm ve bunu
d ü zeltm ezsem suçluluk hissedecektim. Çocukken, Bebek Bakıcı
K u lü b ü n e y ak ışır b ir arkadaşlığım ız olmuş olabilirdi ama sonra
her şey değ işm işti.

161
636 no’lu koridorda ilerleyip evcil hayvanlarla ilgili yayınları
g ö rü n ce durdum . Kediler adında en az on sekiz tan e k itap m ev­
cu ttu ; ben de daha kapsamlı olacağını d ü şü n d ü ğ ü m için en ka­
lın ın ı seçtim .
“G ö rü n ü şe göre bu rad a k ö k lerin var,” d e d i Sam . “A lison ve
k a rd e şin in bulunduğu y e re ... kalıcı o lara k d ö n m e y i h iç d ü ş ü n ­
d ü n m ü ?”
“Hayır.” Kitabın sayfalarını çevirm eye başladım a m a çeşitli ırk­
ları ayrıntılı olarak ele aldığı ve tarihteki ü n lü kedileri anlattığı için
kısa süre içinde kafam kanştı. Belki de ansiklopedi b en z eri yayın­
lardan uzak durm alıydım . Kitabı geri koyup y arım dakini aldım .
“Ya bir iş bulursan? Veya biriyle tan ışırsan ?”
“İnsanlarla ve iş fırsatlarıyla h e r yerde karşılaşabilirsin,” de­
d im ona pek dikkatim i verm eden. “D ü n y a ü z e rin d e b ir tek
Florida kalm adı ya. Hey, k ed ilerin b u ru n la rın ın in sa n p a rm a k
izleri k adar eşsiz olduğunu biliyor m u y d u n ? B u n d a n böyle
Lenore eve izinsiz girm ekten paçayı sıyıram ayacak.”
“İlk ceza ton balığıysa ikinci ceza ne olacak? K edi o tu m u ? ”
G ülm eye başladım am a espri yapm asm a ra ğ m e n Sam ’in y ü ­
zü n d e soğuk bir ifade görünce sustum . Elleri c e p le rin d e , kaşla­
rın ı çatm ış halde köpeklerle ilgili kitaplara b ak ıy o rd u . Ya M arley
& Ben kitabında canını sıkan b ir şey vardı ya d a b e n y an lış bir
şey söylem iştim .
“Üzgünüm,” dedim . “K abalık ettim san ın ın . S enin b u ra d a k e n ­
di isteğinle yaşadığını biliyorum . A m a b en im b u k a s a b a d a ... pek
m u tlu anılarım yok m aalesef’
G özlerinde kaybolm ak çok kolaydı. Ç oğu z a m a n sa ç la rım y ü ­
z ü n e düşürm esi iyi bir şeydi. Yoksa güneş tu tu lm a s ın a b a k a rk e n
gözlük taktığım ız gibi, o n u n gözlerine b ak a rk en d e k o ru y u c u bir
şeyler takm am ız gerekirdi. G erçi saçları y ü z ü n e d ü ş tü ğ ü iç in bir
nevi k o ru n m u ş oluyorduk zaten, değil m i? K endi b e n z e tm e m d e

162
kaybolduğum u hissederken, elini cebinden çıkarıp uzatmasını
izledim. Bir dakika, bana m ı uzanıyordu? Anlayış falan bekledi­
ğimden değildi am a dokunm asını beklerken nefesimin boğazı­
ma takıldığını inkâr edem ezdim .
Ama hayır. K apağında kehribar gözlü, turuncu-beyaz, ka­
barık tüylü b ir k ed in in fotoğrafı olan ince, yeşil sırtlı bir kitaba
uzanm ıştı. Evcil hayvan bakım ı üzerine eksiksiz bir kullanma kı­
lavuzu o ld u ğ u n u iddia eden, Almancadan çevrilmiş bir kitaptı.
“N eredeyse o n yıl önce yayımlanmış,” dedim ön sayfayı aça­
rak. “Ya k edi yavrusu teknolojisindeki en son güncellemeler
hakkında h içb ir şey içermiyorsa? Ya Lenore’un cam diğer tüm
kedilerin sah ip o ld u ğ u yüksek teknoloji ürünü lazerle oynamak
isterse ve b e n b u n u anlam azsam ?”
Sam, “Tem el bilgiler her zaman aynıdır,” dedi. “Yemek, su,
kum kabı, v eterin e r ziyaretleri. Sevgi. Bu kadar.”
Sevgi. B u kelim ey i söyleyiş tarzı ve her şeyden önemlisi
buym uş gibi sö y lem ed en önce duraksaması midemin bir tak­
la a tm a sın a n e d e n oldu. A m a b u aptalcaydı. Canlılar açlık ve
su su zlu k tan ya d a d o k to ra görünm em ekten ölebilirdi. Evdeki
ked in in k u m k a b ın ın olm am ası da düşünmek istemediğim bazı
m ik ro p sal faaliy etlere neden olabilirdi. Fakat kimse sevgi ek­
sik liğ in d en ö lm ezd i.
“Neyse,” d e d im , “O n u bir daha göreceğimi sanmıyorum za­
ten. G irecek b aşk a b ir ev bulacaktır. O, sokaklarda dolaşan vahşi
bir yaratık.”
“G eri dönecek.”
“D ö n m e se d e s o ru n değil,” dedim. “Kedi isteyip istemediğimi
bile b ilm iy o ru m .”
“Phoebe,” d ed i Sam. “Sana söz veriyorum. Lenore geri dönecek”

163
A M A LENORE GERİ dönm edi; yani en azın d an o akşam . O na
k o ca b ir kutu ton balığı verm iştim —peki, tam am , S a m vermiş*
t i - am a n an k ö r şey bir daha yem ek verir m iyiz diye yakınlarda
kalm aya bile tenezzül etm em işti.
K ütüphaneden sonra Sam’le vedalaşıp ay rıld ım . Eve d ö n ­
m ek istem iyordum aslında am a o nunla zam an geçirm ey e devam
edersem işimi asla tam am layam ayacağım ı b iliy o rd u m . Seri katil
olabilir mi? şüphesinden k u rtu ld u k tan so n ra Sam , z a m a n içinde
birlikte takılmayı en sevdiğim kişi haline gelm işti. C o n n e r k a­
d a r sin ir bozucu değildi ve Alison gibi suçluluk u y a n d ırm ıy o rd u .
G öze de gayet hoş geliyordu.
Burada geçireceğim zam an boyunca kom şuyla k a ç a m a k yap­
m an ın nasıl bir şey olacağını m erak etm eye b a şla m ıştım d o ğ ru ­
su. A ncak bu birçok açıdan k ötü bir fikirdi.
Birincisi, hayatım zaten yeterince m eşguliyet içeriy o rd u . Dr.
N ilsson soru işaretleri içeren e-p o stalar g ö n d e rm e y e b aşlam ış­
tı am a ben şu lanet olası C apote b ö lü m ü n ü h âlâ b itirm e m iştim .
Babam ın evinde tam am lanacak bir sü rü iş v ard ı ve içeriy e biraz
canlılık katm ak için hafta sonu tü m o rta k alanı b o y a m a k gibi çıl­
gınca. bir plan da yapmıştım. Tabii o zam an C o n n e r’d a n y a rd ım
alacağım ı düşünüyordum . Ne yazık ki a rtık k a rd e ş im in bileği
kırıktı ve sağlam eliyle boyam a rulosuyla u ğ ra şm a sın ı istem ek
zalim lik olurdu. Hem işi onun yapm ası, d u v a rla rın H G T V ye y a ­
raşır güzellikte olm asını büyük ölçüde engellerdi.
İkinci olarak, geçmişte “k a ç a m a k y a p m a y ı” d e n e m iş a m a hiç
tatm in olm am ıştım . Ciddi ilişkilerdeyse k e n d im i h a p s o lm u ş h is ­
sediyordum . Duygularım ı, karşım daki k işin in iste d iğ i şek ild e
ifade edem iyordum . H atta bazen hiç duygu g ö ste rm iy o rd u m .
Bazı zam anlar bana ihtiyacın yokm uş gibi h isse d iy o ru m ,” diye

164
yakınm ıştı, üniversiteden sonra altı ay çıktığım bir çocuk. Çünkü
ihtiyacını yo k, dem ek istemiştim ama bunu dillendirmemem ge­
rektiğinin farkındaydım . Bu farkındalığa ve duygusal olgunluğa
eriştiğim için de g u ru r duyuyordum. Ama yine de birkaç hafta
sonra ayrılm ıştık.
O lm adığım biriym işim gibi davranmak zorunda hissetmedi­
ğim için kaçam aklar her zaman daha iyiydi. Ama çoğu kaçamak­
ta hiçbir şey hissetm iyordum ; göğsümde sadece boşluk ve belki
belli belirsiz b ir h ü zü n oluyordu. Geceyi kötü realite şovlarım
izleyerek geçirdiğiniz ve keyif aldığınızı sandığınız ama sabah
kalktığınızda vaktinizi harcadığınız için pişman olduğunuz za­
m anlardaki gibi b ir histi.
Sam’le k a ç a m a k yapsam böyle hissedeceğimi sanmıyor­
d u m esasın d a.
A m a n e d e n riske atacaktım ki? Hem onun da aynı şeyi isteyip
istem eyeceğini bilm iyordum . Bazen ondan bana doğru sıçrayan
kıvılcım ları hissedebildiğim e yemin edebilirdim. İnsan çikola­
tayı kazara m ü steh cen bir tavırla yemez, bir yabancının saçma
sebepsiz yere iltifat etm ezdi, değil mi?
A m a Sam , iyi b ir adam olmakla durumu karmaşıklaştırıyor­
du. B abam için o n ca zam an çimleri biçmişti ve şimdi buna de­
vam e tm esin in ark asın d a kom şu nezaketinden başka bir niyet ol­
d u ğ u n u d ü ş ü n m e k tam am en saçma da olabilirdi. Hem bir hamle
yapan v arsa o d a b en d im . Kalkıp partisine davetsiz katılmıştım.
A rabam için y ard ım ın ı istemiştim. Kediyi evden çıkarmak için
destek kuvvet o lara k çağırm ıştım .
H ep sin i b ir araya g etirin ce... resmen kendimi onun kollarına
atm ış gibi g ö rü n ü y o rd u m . Bunu düşünmek bile iğrençti.
H ayır, k o m şu m la kaçam ak yapmak istemiyordum. Evime bir
kedi alm ak istem iyordum . Alison’la tekrar arkadaş olmak iste­
m iyordum . Ve b u ra d a gereğinden fazla kalmak istemiyordum.
Bir şeyleri istem em ek gerçekten çok yorucuydu.

165
ON DÖRT

MLAKÇI, DUVARLARI KIRIK beyaza boyam am ızı öner­


E mişti. Böylece kimsede içgüdüsel olarak n eg atif düşünceler
oluşmayacaktı ve evi hangi renge boyayabilecekleri konusunu
kafaları karışm adan düşünebileceklerdi.
“Sonuçta kendileri tekrar boyam ayacaklar m ı?” d em iştim ka­
dına. “Ne diye boyamaya zahm et edelim ki?”
“Evin satılabilmesi için gereken h er şeyi yapm alısın,” dem işti,
hafif rahatsızlık gösteren bir sesle. Bazen evi satm am ıza yardım
etmeyi, sırf babamı tanıdığı için kabul ettiğini u n u tm ay ı çok
zorlaştırıyordu gerçekten. Am a satıştan kazandığım ızın yüzde
altısını alacakken bunu bir “iyilik” olarak d ü şü n m e n in n e kadar
doğru olduğu tartışılırdı.
“Duvarları silmeyi planlam ıştım aslın d a...”
“Misafir banyosundaki fayansları ve m utfak d o lap ların ı de­
ğiştirmeyi düşünmüyorsan, en azından bad an a yapm ayı kabul
etmelisin.”

166
Kadınla tartışm an ın lüzum u yoktu. Telefonu kapattıktan son­
ra banyoda dikilm iş, fayanslarda ne sorun olduğunu anlamaya
çalışmıştım. Eski olduklarını biliyordum ama kirleri diş fırçasıy­
la tem izlem iştim ve artık gayet iyi görünüyorlardı.
M utfak dolaplarıysa başka hikâyeydi. Ahşap görünümlü la-
mine, 1978 yılında orijinal ve mükemmel bir seçim olmuş olabi­
lirdi am a şu an d a kim se o çirkinlik abidesini Instagram gönderi­
lerinde m illete gösterm ek istemezdi.
Boyayı satın alm aya gittiğimde Parlak İnci, Uçuk Palomino,
Pürüzsüz İpek gibi çok fazla seçenekle karşı karşıya geldim. Sırf
pasif-agresif olm ak için Ayakkabı Bağcığı admdakini seçmeyi
dü şü n d ü m am a en sonunda Keten Beyazında karar kıldım. En
azından kulağa şık geliyordu.
H ırdavat m ağazasından aldıklarımı eve taşımak için ikinci
turu y ap ıy o rd u m ki Sam’in kamyoneti evinin garaj yoluna gir­
di. N ö tr profesyonel üniform ası üstünde olduğuna göre dersten
dönüyor olm alıydı. D ikkatli olmazsam bu gidişle haki pantolon
fetişi geliştirm eye başlayacaktım .
“B adana m ı yapacaksın?” diye seslendi.
K olum un altın d ak i rulodan anlamış olmalıydı. “Evet.”
“C o n n e r ve Shani yardım a gelecek mi?”
“S hani’n in h astan ed e mesaisi var,” dedim, “Conner da yar­
dım tek lif etti am a bileği kırık olduğu için hâlâ dinleniyor.
Badanaya k a rışm a sın ın ne onun için ne de duvarlar için iyi ola­
cağını san m ıy o ru m .”
Bir an öylece d u ru p elindeki anahtarları atıp tuttu. “Pekâlâ,”
dedi so n u n d a . “B irazdan geliyorum.”
“Hayır,” d ed im , “Hiç gereğ i...”
A m a ço k tan evine girip gözden kaybolmuştu. Siktir. Bu, yap­
maya k arar v erd iğ im şeyin tam tersiydi. Neyse ki bu sefer yardı-

167
m in i ben istem em iştim . Yani kendim i kucağına atıyor sayılmaz-
d u n , değil mi?
K apının tıklatıldığını duyup Same içeri girm esi için seslendi­
ğim de daha tek bir duvarın süpürgeliğini m avi k o ru y u c u bantla
kaplam ıştım .
“N ed en ...” dedim başım ı k aldırm a z a h m e tin e g irm ed en , "...
kim se badanaya hazırlık aşam asının ne k a d a r u z u n sü rd ü ğ ü ko­
n u su n d a uyarı yapmıyor? C eh en n em d en gelen b ir m atem atik
problem ini çözmeye çalışıyorum sanki. O dantn çevre uzunluğu
nedir ve ölmek için dua etmeye başlam adan önce tü m odayı bant­
la kaç kez çerçeveleyebilirsin? Cevap, 0.2 kez.”
“Bir fikrim var.” Sam eğilip yapıştırdığım b a n d ı sökünce is­
tem siz bir şekilde sinirle haykırdım . “B antlam a ve ince boyam a
işlerini bana bırak. Sen de ruloyla çalışm aya başla. O lu r m u ?”
Kafamı kaldırdım ve yaptığım azıcık çalışm ayı m ahvettiği ve
işi bu şekilde devraldığı için o n u paylam aya yeltendim am a şoke
olarak sessizliğe büründüm . O n u gecenin b ir yarısı çıplak ayakla
ve çocuklara “Come As You A re” şarkısını ya da b u yüzyılda kar­
şılığı neyse onu çalmayı öğretirken giydiği kıyafetle görm üştüm .
A m a bunu hiç beklem iyordum .
“Tulum m u giydin?”
Kendine baktı. “Evet.”
“Ü stünde ism inin yazdığı b ir tu lu m ?”
G öğsüne kırm ızı, kıvrım lı harflerle işlenm iş ism in e hafifçe
vurdu. “Boya badana işleri için kişiselleştirilm iş kıyafetin olm a­
dığından dolayı kıskandın, değil m i?”
Birazcık kıskanm ış olabilirdim . B enim ü stü m d e k o t şo rt ve
Hayvan Mezarlığı baskılı kolsuz bir tişö rt vardı ve kol oyuklan,
sutyenim i gösterecek kadar genişti. B irilerinin, özellikle Sam m
uğrayacağını hiç düşünm ediğim için g ö rü n ü şü m e ö ze n göster­

168
m em iştim am a şim di fazla şey sergiliyormuş gibi hissediyordum.
Elimle alm m ı siliyorm uş gibi yaparak sutyenimi kontrol ettim.
Eh, en azından neon m or renkli, dantelli bir tane seçmiştim.
Sam boyayı benim için bir tepsiye, kendi için de plastik bir
bardağa döktü ve hem en işe koyuldu. Onu izlerken yapıştırdığım
bandı neden söktüğünü anlam am uzun sürm edi Bu işte baya­
ğı iyiydi. M ükem m el şekilde düm düz bir çizgi halinde boyuyor,
yere tek bir dam la bile dam latm ıyordu. Her hareketi metodikti.
Ben de boyam aya başlamalıydım ama gözlerimi ondan alamı­
yordum . Çalışm asını izlemek büyüleyiciydi Duvann dibine Keten
B eyazından bir şerit çizmek için bedenine açı verirken bir dizini
yukarı kaldırm ış, boya bardağını tutan elini bacağına dayamıştı.
“Hilecisin,” dedim .
“P ard o n ?”
Bana değil de duvara bakıyor olmasına rağmen yaptığı işe işa­
ret ettim . “B oyam a işinde bu kadar iyi olduğunu söylememiştin.
Yan m eslek o lara k falan m ı yapıyorsun yoksa?”
S o n u n d a b ir h ata yaptı. Tek b ir boya damlası süpürgeliğe düş­
müştü. B aşparm ağıyla lekeyi sildi, sonra elini tulumuna sürttü.
“Yapıyordum,” dedi. “Liseden sonraki yaz A-Plus boya şirketi
için çalışm aya başladım . A rdından hafta sonlan ve üniversitenin
ilk iki y ılın d a tatillerd e devam ettim.”
“İşten ay rılırk en tu lu m u n u alm ana izin mi verdiler?” Lacivert
kum aşın ü z e rin d e birkaç leke olduğunu fark ettim. Ama profes­
yonel b ir bo y a u stasın d an beklenecek kadar çok değildi. Ya da
belki de Lisa F ran k kırtasiye ürünlerindeki, her yere boya sıçra­
tan p an d alar b a n a yanlış bir fikir vermişti.
“A slında b u n u ken d im satm aldım,” dedi. “Şey için...”
Sustu ve boya fırçasını sürm ekte olduğu köşeye bakıp kaşla­
rını çattı. B enim d u rd u ğ u m yerden bakınca çıkardığı iş gayet iyi

169
görünüyordu; neden durduğunu anlayam adım . Belki ben im dc
a rtık işe başlam am ı bekliyordu. Ne de olsa b u rası b e n im evimdi.
Ruloyu alıp duvarı Keten B eyazına boyam aya başladım .
“Eğer o cüm leyi bitirm ezsen...” dedim , “K afam ın için d e, 1bir
insan vücudunu asit dolu küvete atarken g iy m e k için’ diye ta­
m am layacağım ı biliyorsun.”
Yum uşak bir kahkaha attı. “Bu kum aşın asit b an y o ların a daya­
nacak şekilde üretildiğini sanm ıyorum ,” dedi. “G eçen sene kendi
gitarlarım ı üretm eye başlam ak gibi b ir fik rim vardı. T ulum u da
o proje için aldım. Sırf o işe özel bir ü n ifo rm a m olsa h em havalı
olu r hem de boya, vernik veya yapıştırıcı sü rm e k o n u su n d a en­
dişelenm em diye düşündüm .”
“G itar m ı üretiyorsun?”
“Hayır,” dedi. “Proje hayata geçm edi.”
G arajında gördüğüm , yeniden birleştirilm ek üzereym iş gibi
bırakılan gitar parçalarını dü şü n düm .
“Sen dev bir ineksin,” dedim , b u n u b ird en fark etm işim gibi.
Gerçi öyleydi. Kendi en strü m an ını üretm eyi d ü şü n e n ve bunun
için özel bir üniform a yaptıran kişi b en im k itab ım d a kesinlikle
bir inekti.
“Evet,” dedi, “D aha önce de duydum .”
Bunu söyleyiş tarzına ve om uzlarının teslim iyetle çöküşüne
bakılırsa yorum um u niyetlendiğim gibi espri o larak algılama-
m ıştı. “A m a bu kötü bir şey değil,” diye devam ettim . “Benim
Disappeared belgeseli için bir çizelgem var. H er ay vakaları
Google’d a aratıp çözülüp çözülm ediklerini k o n tro l ediyorum .
Aslına bakılırsa m üzik daha sağlıklı b ir tak ın tı gibi görünüyor.”
“Bahsi geçmişken,” dedi, “Ç alışırken biraz m ü zik açabiliriz.
Eğer istersen tabii.”
Susm am için ipucu verildiğinde anlardım . A m a evde m üzik
çalm ak için sadece telefonum vardı. Ses d ah a yüksek çıksın diye

170
telefonu bo ş b ir plastik bardağın içine yerleştirdim ama çalma
listem deki iki şark ın ın ardından Sam buna daha fazla dayana­
m ayacağını söyleyip Bluetooth hoparlörünü almak için evine
koştu. O yokken telefonum a baktım ve C onnerdan birkaç mesaj
geldiğini g ö rd ü m .
Bana ihtiyacın olursa yardıma gelebilirim, diyordu ilk m e­
sajda. S o n ra, En azından manevi destek için merdiveni tutarım,
yazm ıştı.
B irkaç d ak ik a so n rak i mesajındaysa, Ama bu kulağa pek gü­
venli gelmiyor, değil mi? dem işti.

Y arım saat ö n ce olsaydı, b en iş yapmak zorundayken onun


boş b o ş d u rm a s ı b ir abla olarak sinirlerimi bozacak olsa da tek­
lifini k esin lik le k ab u l ederdim . Ama artık Sam vardı ve tam ben
m esaj y a z a c a k k e n geri dönm üştü. Saçlan terden hafifçe alnına
y ap ışm ıştı ve h o p a rlö rü çalışm a masamın üzerine koyarken bana
sam im i b ir g ü lü m sem ey le bakıyordu. Connera, Sorun değil, ben
hallediyorum. O kadar suçlu hissediyorsan yarın öğle yemeği
getirebilirsin. O dam ı boyamama da yardım edersin, yazdım ve
b irkaç k u ru k a fa em ojisi ekledim . O siyah boyayı kapatmak için
çok fazla e m e k gerekecekti.
Sam ’le b ir ritim yakalayıp boya işine devam ettik.
Ç a rp ış m a m a k için zıt duvarlarda çalışıyorduk. Aslında onun
için ü z ü lü y o rd u m ; b e n düzgün olacağından emin olmasam da
kolayca ru lo y la çalışırken o iki büklüm halde yerde oturm ak ve
ellerin in titre m e m e s i için çabalam ak zorundaydı.
Fakat o ak sin i d ü şü n ü y o r olmalıydı çünkü başını kaldırıp bana
b ak tığ ın d a se m p a tik bir şekilde yüzünü buruşturarak, “Birazını
ben y ap ay ım m ı? Kas gerektiren tüm iş sana kaldı,” dedi.
Bu d a b a k ış la rım ın doğal olarak kollarına kaymasına neden
oldu. Bazı k ıs ım la rın d a Keten Beyazı noktalar olsa bile yine de

171
leziz görünüyorlardı. Dişlerimi, kan akıtacak k ad a r olm asa da
sert bir şekilde bileğinin belirgin dam arlarına g eçirm ek istedim .
Yüce İsa. Kendimi bile korkutm aya başlam ıştım . “B ana neden
bu kadar iyi davranıyorsun?” diye sorarken bu y ü zd en sesim is­
tediğim den daha kaba çıktı.
Sam boya yapmayı bıraktı. Fırçası havada asılı kalm ıştı. “N e?”
“Burada olmak zorunda değilsin,” dedim . “Boya y ap m ak sıkı­
cı bir iştir. Z orunda olm asaydım asla girişm ezdim .”
“Ben boya yapmayı seviyorum aslında.”
“Biliyorum. Böylece A-Plus’taki günlerini yad etm iş oluyorsun,
değil m i?” dedim. “Ama cidden, ben sana o k ad ar nazik d av ran m ı­
yorum . Senin bana neden nazik davrandığını anlam ıyorum .”
Sam bana bakarken elindeki fırçayı u n u tm u ş gibiydi.
“Dam lıyor!” diye bağırdığım da h em en fırçayı b o y a kabına
geri koydu ve bakışlarını bardağa dikti; ö lü m d en kıl payı k u rtu l­
m uş ve hayatın anlam ını sorguluyorm uş gibiydi.
“Sanırım bir molaya ihtiyacım var,” dedi. “G eçen g ü n k ü tu r­
tadan kaldı m ı?”
Kalmamıştı am a son paket esm er şekerli tarçın lı P o p -T a rt’ları
paylaşıp kızartm adan direkt olarak folyodan yedik. O rta k alan d a
çalışm a m asam dışm da m obilya olm adığı için o tu ra c a k yer y o k ­
tu. Sam ayakta durup bacaklarını germ ek isted iğ in i söyleyince,
ben m asam ın önündeki sandalyeye yerleşip b irk aç d a k ik a so n ra
kalkacak enerji bulmayı diledim .
“Bana karşı nazik olm adığını d ü şü n d ü re n n e?” diye s o rd u so ­
nunda. Sesi o kadar rahattı ki az önceki k o n u şm a m ız la a ra s ın d a ­
ki bağlantıyı neredeyse kuram ayacaktım .
O m uz silktim. O na çoktan u n u tm u ş olabileceği b irk a ç h u y ­
suzluğum u hatırlatm ak istem iyordum .
N azik zaten saçma bir kelime,” dedi. “N ezak et b e n c e y ü ze y ­
seldir. N azik olmayı salla gitsin.”

172
Bu k o n u d ak i ciddiyeti karşısında gözlerimi kırpıştırdım.
O na katılıyordum aslında ama onca insan arasından Sam’in bu
duyguyu ifade ettiğini duym ak şaşırtıcıydı. “Peki,” dedim, “Ama
buraya b ad an a yapm am a yardım etmeye gelmişken kalkıp sana
inek d ed im . Yüzeysel nezaket ile birini yüzüne karşı aşağılama
arasında bir o rta yol olm alı ama ben bulamıyor gibiyim.”
“Ben gerçekten ineğim ama,” dedi. “Hiç aşağılanmış hisset­
m edim . Bu k o n u d a hassas göründüysem ... sebebi son ilişkimin
tem elde b u y ü zd en bitm esi olabilir. Ama bunu bilemezdin. Yani
senin b ir h a ta n yok.”
“Eski sevgilin seni inek olduğun için mi terk etti?” Sorumu
daha d ip lo m atik bir şekilde ifade edebilirdim ama herhangi bir
filtre uygulayam ayacak kadar şoke olmuştum. Bahsettiği kişi,
C o n n er’ın anlattığı, Noel’den hem en önce Sam’d en aynlan şu eski
kız arkadaş olm alıydı. “Ciddi bir soru: Artık Disney, Star VVars’un
sahibi o ld u ğ u n a göre gerçek bir inek olmak mümkün mü?”
B una g ü lü m sed i. “D ü rü st olm ak gerekirse,” dedi. “Ayrılırken
‘hiç havalı değilsin ifadesini kullandı.”
“Seni o tu lu m u n içinde gördü mü hiç?” diye sordum. Bunu
havayı y u m u şa tm a k için espri olarak söylemiştim ama samimiy­
m işim gibi çıktı. Sözleri yüreğim i burkmuştu. Birinin, özellikle
de güvenip d eğ er v e rd iğ i... ve hatta muhtemelen sevdiği birinin
ona böyle b ir şey söylem esi hiç hoşuma gitmemişti.
A ni p a n iğ im in y üzüm den belli olmamasını umarak kalkıp
ruloyu ald ım ve tek ra r boyamaya giriştim. Kendi kalbimi her
zam an k o ru m u ş tu m , evet. A m a Sam’in kalbine karşı bu kadar
k o ru m acı olacağ ım ı hiç tah m in etmezdim.
“B ana h av alılık k o n u su n d a söz sahibi olan bu kişiden bahset-
sene biraz,” d e d im , sesim in kararlı çıkmasından memnun ola­
rak. “D ilin d e p ie rc in g v a ı m ıydı?”
“B u rn u n d a v ard ı aslında,” dedi Sam. “Nereden bildin?”

173
Liseye geri dönm üş ve birinin nasıl k o rk u tu cu d ereced e baş
belası gibi görüneceğini düşünm eye çalışm ıştım . B ana göre, d u ­
dak veya dil piercing’leri her zam an sikim de değil ve k u la k kana­
tan m üzikler dinliyorum mesajı verirdi. Belki de d eğ erlen d irm e
listem i güncellemeliydim.
“Ne kadar zam andır birlikteydiniz?”
“îki yıl,” dedi Sam. “Bir barda tanışm ıştık. B en ark ad aşım ın
gru b u n d a gitar çalıyordum, A m anda d a en ö n s ıra d a n bizi iz­
liyordu. Bence bu sorunun bir parçası buydu. B eni ro c k yıldızı
olm ak isteyen biri olarak görm üştü am a b en sadece, g ru b u n gi­
taristi yeni doğmuş bebeğine vakit ayırırken y e rin i d o ld u rm a k
için oradaydım.”
Sam’in son birkaç haftaya ait g ö rü n tü leri z ih n im d e b elir­
di. Sabahın ikisinde karşım da çıplak ayakla ve p e jm ü rd e halde
durm ası, gülünç tropikal göm leği ve elinde b ir p a k e t K it K at’la
kapısında dikilmesi, m üzik m ağazasm da “F arm er in the D elY\
çalması, o aptal haki pantolonlarla d o laşm ası...
Müziğe olan sevgisine rağmen, gerçekte rock yıldızı klişesine pek
uymadığını görebiliyordum. O nun gerçeği bundan çok d ah a iyiydi.
“O zaman da tef çaldın m ı?” diye so rd u m . “B u n u n kızlara
yanlış fikir verebileceğini unutm am alısın.”
Sam de işe geri döndüğü için rahatça k o n u ş u y o rd u m . El
m erdivenine tırm anm ış, tavanın duvarla birleştiği y eri b o y a m a ­
ya hazırlanıyordu. Kıçını izlem em için m ü k e m m e l b ir b a h a n e
bulm uştum . Tabii kısa süreliğine. Yine de keyifliydi.
Ç ünkü çok hoş bir kıçı vardı.
“Devam etseydi onunla evlenir m iydin sen ce?” S o ru d ah a
düşünem eden ağzımdan çıkm ıştı. Kahretsin! Bu k e sin lik le b en i
ilgilendirm ezdi. Hem ne zam andır b irin in m e d e n i d u ru m u y la
ilgilenir olmuştum?

174
Sam hem en cevap vermedi. Fırçasını tekrar daldırdığı bardağa
bakıyordu. Ben de ensesine bakıp söylemediği şeyleri okumaya ça­
lıştım. Evet, ona deliler gibi âşıktım. Böyle mi düşünüyordu acaba?
“B ilm iyorum ,” dedi sonunda. “Bunu hiç düşünmemiştim as­
lında. Ve a rtık ayrıldığım ız için de sanınm asla kesin olarak bile­
m eyeceğim . Z aten birbirim iz için yaratılmadığımız açık.”
“B irbiri için yaratd an insanlar var m ıdır ki gerçekten?”
Fırçaya boya alm ası gereğinden uzun sürdü. “Olmadığına mı
in an ıy o rsu n ?”
“Ted B undy’yi anlatan The Phantom Prince adında bir kitap
var,” dedim . “G üncellenm iş versiyonun önsözünde yazar, Ted
Bundy’yle üişkisini kesinlikle tanımadığım belirtiyor. Eğer bu seni
rom an tizm in öldüğüne ikna etmezse hiçbir şey etmeyecektir”
Sam b u k o n u şm ay ı sağlam zeminde yapmak istermiş gibi
m erd iv en d en indi. “B unu çok sık yapıyorsun,” dedi. “Sohbet cid­
diye d ö n ü n c e seri katillerle Ugüi konuşmaya başlıyorsun.”
“T oplu cin ay etten dah a ciddi ne olabilir ki?”
B ana içim i k arın calan d ıran bir bakış attı. Beni tanımıyorsun,
dem ek istiy o rd u m am a b ir yandan da siktir, beni gerçekten ta­
nıyor, diye d ü şü n m e d e n edem iyordum . Gözlerime düşen saçla­
rım ı üfleyerek ittim . B andana tek görevini yerine getirmiyordu.
“A n n e m le b a b a m b en on üç yaşmdayken boşandı,” dedim.
“B iliyorum , b u ço k n o rm al bir şey. Ebeveynleri artık birlikte ol­
m ayan ya d a h iç b ir araya gelmemiş bir sürü insan var. Annemler
b o şa n m a d a n b ir yıl önce sınıfım daki bir çocukla konuştuğumu
h atırlıy o ru m . Saçları hep yağlıydı ama ondan hoşlanıyordum.
Bana e b ev ey n lerin in boşandığından bahsetmişti ve ben de ‘Keşke
benim kiler de boşansa,’ dem iştim . Çocuğu etkilemek, herkes gibi
o lm ad ığ ım ı g ö sterm ek istem iştim ama bir yandan da bunu ger­
çekten istiy o rd u m . A nnem le babam sürekli kavga ediyorlardı.

175
Kavga etmedikleri zaman da sürekli tem kinli o lm ak zo ru n d ay ­
dık; çünkü tartışma başlatacak bir şey yapm ak istem iyorduk,”
Sam de ben de artık boyayla uğraşıyorm uş gibi bile yapm ı­
yorduk, Ben ellerimi hareket ettirirken yere boya d am latm am ak
için ruloyu tepsiye geri bırakmıştım. O da b en i d in le m e k için
m erdivene oturup dirseklerini dizlerine dayam ıştı.
“Bir keresinde C onnerın canı jöle istem işti. N e d e n in i bilm i­
yorum ama ağırlığınca jöle yemeyi kafasına tak m ıştı ve eğlence­
li bir cumartesi etkinliği olacağına inanıyordu. A n n e m iz onun
için yapacağına söz vermişti am a işten hep y o rg u n geliyordu.
Sanırım o zamanlar hâlâ bir hukuk firm asında ofis m ü d ü rü ola­
rak çalışıyordu ve firmanın ortaklarından b iri şerefsizin tekiydi.
Bir Anm a G ününde planladığımız bir seyahatim iz o ld u ğ u için,
üç günlük hafta sonu tatili yapm ak istediğini söyledi diye onu
kovmakla tehdit etmişti.”
Konudan sapıyor ve niyet ettiğim den d ah a fazlasını an latı­
yordum ama ağzım açılmıştı bir kere. Susam ıyordum . “H e r ney­
se. Annem yorgun diye C onner için jöleyi ben y ap ay ım d em iş­
tim. O kadar da zor olamazdı, değil mi? Bir k ab a re n k li şeker
doldurup suyla karıştırmak ve buzdolabına a tm a k ta n ib are t, beş
dakikalık bir işti. Ama babam, buzdolabm ın arka ta ra fın d a k i bir
şeye ulaşamadığı için tam olarak d onm adan jöleyi ç ık a rd ı ve dev
kâseyi oraya koyduğu için annem e öfkelendi. A n n e m d e sa v u n ­
m aya geçti ve kendi yapacağını söylemişken b e n im k a rışıp jöleyi
yapm am a kızdı. Sonra da C onner ağlamaya b aşlad ı ç ü n k ü jöleyi
yem ek istiyordu ama tatlı hâlâ d o n m am ıştı...”
Babamın kâseyi mutfağın karşı tarafına fırlatıp, h e r y eri olay
yeri gibi kırmızıya boyadığı kısmı anlatm adım . Evi sa tm a d a n
önce buzdolabını yerinden çıkardığım ızda, k ırm ız ı b o y an ın
bir kısm ının hâlâ zemin fayansında olduğunu g ö receğ im izd en
em indim .

176
"K usura bakm a,” dedim . “Bunlan sana neden anlattığımı
bilm iy o ru m .”

"İlişkilerden, aileden ve aşktan neden şüphe duyduğunu an­


layabiliyorum ,” dedi Sam. “Zorlu bir çocukluk geçirmişsin ve
b u n u n için çok üzgünüm . Ama Phoebe, annenle baban dünya­
daki tek çift değil ki. Ted Bundy ve o yazar kız arkadaşı da öyle.
K ahretsin, B onnie ve Clyde, acı sonlarına dek birlikte kaldılar
am a o n lar da şu koca dünyadaki iki insandı sadece. Dünya görü­
şü n ü b u k ü çü k veri küm esine göre belirleyemezsin.”
“G ayet de belirleyebüirim .”
E n sesin i o v u ştu rd u . Ya saatlerdir boya yapmaktan dolayı
b ir ra h a tsız lığ ı v ard ı ya da bu konuşm a onu yıpratıyordu. Belki
h e r ikisi de.
“Ya C o n n e r ve Shani?” dedi. “Onlar bir süredir birlikteler, de­
ğil mi? Ve C o n n e r evlenm e teklif etmeyi planlıyor.”
“T ekliften nasıl haberdar oldun?”
“C o n n e r p a rtid e beni köşeye sıkıştırdı ve yüzüğü gösterdi. Bir
an b e n im k a rşım d a dizinin üstüne çökecek sandım.”
Bir k a h k a h a attım . Tam da Conner’ın yapacağı bir şeydi bu.
“S ence o n la r d a m ı ayrılmaya mahkûm?”
Bu h iç ad il değildi. Tüm insani bağlantıların hayal kırıklığı üe
so n u ç la n a c a ğ ın a inansam ve iki kişinin uzun süre birlikte kalabi­
leceğini d ü şü n m e se m de kardeşinin ilişkisinin bitmeye mahkûm
o ld u ğ u n u söyleyen b ir pislik olmayacaktım.
A m a k a rd e şim in ne kadar azimli, ne kadar iyi huylu, ne ka­
d a r açık k alpli o ld u ğ u n u düşündüğüm de, Shani’ye ihanet ettiğini
veya o n a k ö tü davrandığını gözümde canlandırmakta zorlandı­
ğım ı fark e ttim . Shani’nin ne kadar özverili ve düşünceli olduğu­
nu, k a rd e şim i ne k ad ar çok sevdiğini düşününce, onun da ilişkiyi
b o za cak b ir şey yaptığını hayal edemiyordum.

177
“Bu soruya cevap verm em e h akkım ı kuU anıyorum ," dedim
am a n ih ai kararım ı yüzüm e yansıtm ış o lm alıy d ım ç ü n k ü Sam ’ln
d u d ak ları y an m bir gülüm sem eyle kıvrılm ıştı.
“Belki de m üziği yeniden açmalıyız,” diye ö n e rd im .
“B ana uyar.”
C hvrches’in Love Is D ead’ alb ü m ü n ü seç tim ve k e n d i esp rim e
sırıtarak ilk şarkıyı başlattım .

• (tng.) Aşk öldü, (ç.n.)

178
ON BEŞ

AAT SABAHA KARŞI biri gösterirken ilk katı atmayı bitir­


S dik. D ah a iyi kapatm ası için astar boyaya fazladan para öde­
diğim için sev in iy o rd u m . Gerçi Sam renk dengesizlikleri gördü­
ğünü id d ia ed ip b irk aç yere son dokunuş yapmak istemişti ama
bence sebebi loş ışıktı, duvarlarda o kadar da sorun yoktu.
“K endim ize C -A rtı Boyacılar diyebiliriz,” dedim. “Çok dik­
katli b ak m azsan B-Eksi bile olabilir.”
Sam işe d ev am ed erk en bir ara tulum unun fermuarını açmış
ve üst k ısm ın ı çık arıp beline düşm esine izin vermişti. Bu yüzden
şim di ü s tü n d e sadece beyaz atlet vardı ve köprücük kemiklerini
yalam ak ya d a tu lu m u n geri kalan kısmım da üstünden söküp
atm ak gibi çılgınca şeyler yapm ak istememe neden oluyordu.
Beni k en d isin e bak ark en yakaladığında yüzümün alev aldığı­
nı h issettim . H em b oya işi hem de utanç yüzünden yanaklarımın
al al o ld u ğ u n d a n em in d im .
“T an rım , ne sıcak!” dedim , tişörtüm ün eteğiyle karnım ı yel­
leyip k ızarm a m ı sıcağa bağlam asını umarak. “Bu nemli havada
m erkezi k lim a bile işe yaramıyor.”

179
“Benim havuzum var,” dedi Sam. “Yüzmek ister m isin ?”
Hayır demeliydim. Saat geç olmuştu ve Dr. N ilsson’a g ö n d e­
receğim bölümü akşamüstü beşten önce bitirebilm ek için sabah
erken kalkmam gerekiyordu. Soğuk bir duş alıp yatağa girm em
akıllıca olurdu.
Am a şu anda yüzmek kulağa harika geliyordu. Ve Sam ’le
y ü zm ek ...
“İsterim.”
En son ne zaman yüzdüğümü hatırlam ıyordum . B ir m ayom
bile yoktu çünkü mayo alışverişi tam bir k âbustu ve k e n d im i p a ­
zar sabahı çizgi filmlerindeki Cathy gibi h issetm em e n e d e n olu­
yordu; ki bu istediğim en son şeydi. îç çam aşırlarım b irb irin e
uyumsuz olsa da -altım siyah, üstüm m o rd u - yeterli geleceğine
karar verdim. Hem kimin um urundaydı ki?
Sam um urunda olmadığını söyledi ve ben so y u n u rk en b ak m a­
yacağına söz verdi. Ben böyle bir söz verm ediğim için boxer şo rtu ­
na, atletini çıkarırken gerilen sırt kaslarına ve tu lu m u n u çıkarm ak
için eğildiğinde omurgasının çıkıntısına şöyle b ir göz atm ayı ih ­
mal etmedim. Sonra suya balıklama atlayarak beni şaşırttı.
Bir süre dipte ilerledikten sonra yüzeye çıktı. “Su ılık,” dedi.
“Am a yine de harika hissettiriyor. Hadi gel.”
Havuzun diğer tarafına yüzüp kollarım b eto n k e n a ra dayadı.
Bunu bana mahremiyet tanım ak için yaptığını b iliy o rd u m . Bir
yanım , mahremiyeti boş ver, izle beni, diye seslen m ek istiyordu.
Sonuçta bir yetişkindim ve böyle şeylerden u ta n m a k ap talca ge­
liyordu. Ayrıca bana bakarken, gözlerinin hayal e ttiğ im gibi koyu
maviye dönüp dönmeyeceğini m erak ediyordum . A m a b ir şey
dem eden şortum la tişörtümü çıkardım ve suya a d a d ım .
Gerçekten dediği kadar harikaydı. Suyun ü ze rin d e ta m a m e n
ağırlıksız halde süzüldüm. Havuz lam balarının p arıltısı ten im i

180
soluk m avim si bir renge dönüştürüyordu. Kendimi bir uzaylı
gibi hissettim . M utlu hissettim .
“Buna alışabilirim,” dedim havuzdan daha fazlasını kastederek.
Sam beni izleyerek yüzmeye başladı ama.tam bir şey söyleye­
ceğini d ü şü n ü rk en ya da belki de ben söylemeliyim, derken suya
daldı. Yüzeydeki kabarcıklar bana doğru geldiğini gösteriyordu.
Birkaç saniye so n ra sığ tarafta bana katılmıştı. Su beline geliyor­
du. Saçlarını geriye yatırıp ellerini yüzüne sürterken damlacıkla­
rın gö ğ sü n den aşağı, dü m d ü z k am ına doğru kaymasını izledim.
“S açında boya var,” dedim .
“Senin d e ...” Bakışları göğüslerime kaydı, sonra tekrar yüzü­
me d ö n d ü . Sebebi havuzun ışıklan ya da kirpiklerinin su nede­
niyle koyu renge dönm esi olabilirdi ama gözleri elektrik mavisi
görünüyordu.
Kafam ı eğip göğüs dekoltem e baktığımda sol göğsümün tam
üstünde b ir boya lekesi olduğunu gördüm. “Aa,” dedim. “Buraya
nasıl d am lam ış?”
Bir şeyi d a h a fark etm iştim . Meme uçlarım sutyenin dante­
linden gayet açık b ir şekilde görülebiliyordu. Hay aksi.
Sam’in k u lak ların ın uçları artık o kadar pembeydi ki gündüz
olsaydı gü n eş yanığı olduğunu düşünürdüm .
“Ne k ad a r d a ko lay ...” dedim suda ona yaklaşarak
“Kolay o lan ne?”
“Seni u tan d ırm ak .”
P arm ak u çlarım d a yükselip elimi boynuna kaydırdım. Teni
su nedeniyle kaygan ve sıcaktı. Ensesindeki saçları kavrayarak
onu k en d im e çektim ve öpm eye başladım. Aslında bir saniye ö n­
cesine k a d a r b u n u yapacağım ı bilmiyordum ama sanırım o aptal
masayı k ap ım ın ö n ü n e taşıdığı günden beri düşünüyordum.
İlk b aşta k o n tro llü hissediyorsam bile uzun sürmedi. Yanak­
larım ı kavrayıp d u daklarım a iyice yapışarak öpücüğü derin­

181
leştirdi. Altdudağımı dişlerinin arasına alıp hafifçe ısırdığında,
gırtlağım dan bana hiç benzemeyen bir inlem e yükseldi. İnce su t­
yenim in altından göğüs kafesine sürtünen m em e u çlarım se rt­
leşm işti ve ağrıyordu. Bir elini dantelin altına k ay d ırıp göğsüm ü
avuçladı. Parmakları meme ucum u sıkarken öyle m ü th iş b ir his
veriyordu ki neredeyse canım yanıyordu.
“M ükemmel göğüslerin var,” diye m ırıld an d ı b o y n u m a d o ğ ­
ru. “Bunu söylememe izin var m ı?”
Sutyenim artık yarı eğri duruyordu; b ir askısı o m z u m d a n
düşm üştü. “Göğüslerim dışarıdaysa b u n u söylem ekle y ü k ü m lü ­
sün dem ektir zaten.” Kıçını kavram ak için u za n d ım ve sertliğ in i
uyluğum da hissedene dek onu kendim e çektim . “M ü k e m m e l b ir
kıçın var. Tulumun içinde bile iyi görünüyor.”
“Tulumun seni çıldırtacağını um m uştum .”
“Asıl çıldırtıcı şey göğsündeki isim baskısıydı. B ir d a h a ara­
bam konusunda yardım etm eye gelirsen yine tu lu m u n u giy.
Böylece sahip olduğum u bile bilm ediğim seksi tam irci fantezim i
yaşayabilirim.”
Gülümsemesini dudaklarım da hissedebiliyordum . “P h o eb e?”
“Hıı?”
“Şu anda benim aklım dan başka şeyler geçiyor,” d ed i. “Eğer
senin için de sorun değilse...”
“Üstüme atlamak gibi şeyler m i?”
Beni tekrar öptü ve cevabını yutup m id em d e b ir y e rle rd e bir
titreşim e dönüşmesini hissettim. Sonra elleri k ıçım ı k av ray ıp b a ­
caklarım ı beline dolayarak beni kucakladığında ve o n u , o m u r­
gam da ani bir ürperti uyandıran bir şekilde ta m e rk e z im d e h is­
settiğim de tüm mantıklı düşünceler kafam dan u ç u p gitti.
“Üşüdün m ü?” diye sordu.
Başımı iki yana salladım, “ö p m e y e devam et.”

182
A ltdudağım ı ve boynum u emdi, dilini kulak mememde gez­
dirdi ve tek rar d u daklarım a kaydırdı. Ona doyamıyor, çıplak te­
nini kendi ten im üzerinde hissetm ek istiyordum. Havuzda öpüş­
mek de çok seksiydi am a aram ızda su olmasa daha iyi olurdu.
“E vinde...” derken biraz nefes aldım, sonra onu tekrar öp­
tüm. “... p rezerv atif var mı?”
Bunu so rd u ğ u m için ya da belki de her şey bu kadar hızlı ge­
liştiği için şaşırm ış gibi kaşlarını kaldırdı.
“Evet,” dedi. “S en ...”
Yavaşça aşağı kayıp dilimle köprücük kemiğine hafifçe do­
kundum ç ü n k ü k endim e b u n u yapacağıma dair söz vermiştim.
Tadı klor, tu z ve Sam gibiydi. “Eminim,” dedim çünkü içimden
bir ses b u n u soracağını söylüyordu. “Odana gidelim mi? Lütfen?”
A rka v e ra n d a d a d u ran havlulara sarınıp sürgülü cam ka­
pıdan içeri g ird ik ve Sam elimi tutarak beni evde yönlendirdi.
Daha önce h iç böyle hissettiğim i hatırlamıyordum. Bir insanla
bağlantı k u rm ay a hiç bu kadar ihtiyaç duymamıştım. Belki de
bunu çok u z u n zam an d ır seks yapmamama ve son birkaç hafta­
da Sarni izleyerek, o n u düşünerek, onunla vakit geçirerek bek­
lentiyle d o lm am a bağlam alıydım . Bir kere seks yaptıktan sonra
onu sistem im d en atacağım a inanıyordum. Tam istediğim gibi
bir k açam ak olacaktı.
Fakat o d a sın a ad ım attığım ızda birden bunun sadece bir yaz
kaçam ağı o lm ad ığ ın ı hissetm eye başladım. Odası ona benziyor­
du. Bir şekilde tam olarak hayal ettiğim gibiydi. Kitapların geli­
şigüzel b ırak ılm ış olduğu bir raf, duvarlardan birine yaslanmış
gitar k u tu su , aceleyle kalkm ış gibi yatağın ayak ucunda tortop
olm uş lacivert yatak ö rtü sü ... Ama onu pek tanımıyor olmama
rağm en, nasıl o dası o n u n gibi hissettirebilirdi ki?
Kapıyı ark asın d an kapattı ve bana biraz mesafe tanımak ister
gibi ahşaba yaslandı. Bakışlarımı boynunun yukarısında tutm a­
ya çalıştım çü n k ü geri kalanı çok dikkatimi dağıtıyordu.

183
“Saat geç oldu,” dedi. “İstersen uyuyabiliriz. Ya d a kıyafetleri­
ni alınz ve ben seni kapma kadar götürürüm .”
"İstediğin bu mu?”
Aptal stratejimdeki sorun, yüzüm de beliren çeşitli duygulan
izlerken içime işleyen o gözleri hafife alm ış olm am dı.
“Burada benim isteklerimin söz ko n u su o ld u ğ u n u d ü şü n ­
m üyorum .”
“Hey, önce ben seni öptüm,” dedim . “N iyetim i açıkça belli et­
tiğim i düşünüyorum.”
Belinden düşmediğinden em in olm ak istercesine b ir eliy­
le havlusunu tutup bana yaklaştı. Bense o n u izlerken havlunun
düşm esini umuyordum.
“Ya şimdi?” dedi.
Hissettiklerimi kelimelere nasıl dökeceğim i bilm iyordum .
Söylemek istiyor muydum onu da bilm iyordum . E sasın d a b ir sü­
redir bu anı, öylesine biriyle değil de S a m le birlikte olm ayı bekli­
yordum . Şimdi beklentim gerçekleşiyordu ve aynı a n d a h e m kor­
kutucu hem heyecan vericiydi. Ve son birkaç h aftad a hayatım da
önem li bir yere sahip olan bu adam ın, şim di farklı b ir açıdan
önem li hale geleceğini bilmek biraz tuhaftı.
Ellerimi göğsünde yukarı kaydırıp başparm aklarım ı om uzla­
rına bastırdım. “Bunu istiyorum,” dedim , tik düşüncem , “seni is-
tiyorumnd\ı ama diğer şekilde dillendirm ek daha güvenli g elm işti
Havlumun yere düşmesine izin verdim ve k a rşısın d a üstsüz
halde dikildim. Havuzun yeşilimsi ışığı p en c ered e n içeri do lu ­
yordu. Lambaları kapatmayı u n u tm uştuk am a şu a n d a u m u rsa ­
yacak durum da değildim. Parm aklarım ı lastiğine geçirip k ü lo tu ­
m u aşağı indirdim.
Beni izlerken Sam’in keskin bir nefes aldığını ve güçlükle
yutkunduğunu duydum. Saçımdaki tokayı nazikçe çek m ek için

184
u /a n d ı ve o m u zlarım a yayılan dalgalan parmaklarıyla taradı.
Bu yaptığı kafa d erim e masaj gibi gelince gözlerimi kapatıp ona
doğ ru sallandım .
“Ç ok güzelsin,” diye m ırıldandı ağzıma doğru. Beni öperken
elleri hâlâ saçlarım daydı. Bu seferki bir şekilde havuzdakilerden
farklıydı; b en i keşfetm ek ister gibi yavaşça öpüyordu. Dünyadaki
tüm vakte sah ip m iş ve h er dakikasını benimle geçirmek istiyor­
m uş gibi.
B ense o n u b ir an önce içim de hissetmezsem patlayacakmış
gibi sab ırsızd ım .
H a v lu su n u n ü ze rin d e dolaşan ısrarcı ellerim ona bir ipucu
verm iş o lm alıy d ı ç ü n k ü beş saniye içinde ikimiz de çıplaktık ve
yatakta b irb irim iz e dolanm ıştık. Dokunabildiğimiz her yere do­
kunuyor, ö p eb ild iğ im iz h e r noktayı öpüyorduk. Sertleşmiş aleti­
ni av u c u m a alıp, b aşp arm ağ ım ı ipeksi ucuna değdirdiğimde tüm
v ü cu d u ü rp e rd i.
“Ah,” d e d i b o ğ u lu y o rm u ş gibi. “Bunu yapmaya devam eder­
sen fazla d ay an am am .”
“Neyi? B u n u m u ? ” d ed im ve tekrar yaptım. Onu bu şekilde
k o n tro ld en çık m ış, loş ışıkta gözleri vahşice parlarken görmek
çok h o ş u m a g itm işti. A m a so n ra beni yatağa sırt üstü mıhlayıp
dizg in leri elin e ald ı ve b o y n u m d a öpücüklerden bir yol çizme­
ye başladı. G ö ğ sü m d e d u ru p m em e ucum u emmekle biraz oya­
la n d ık ta n s o n ra d ilin i k arn ım a, oradan da klitorisime kaydırdı.
B elim iste m siz c e yay çizdi ve bedenim daha fazlasma ihtiyacı
o ld u ğ u n u z ih n im d e n önce biliyorm uşçasına kalçam ona sür­
tü n m e y e b a şla d ı. D ilin i içim e daldırıp beni yaladı, emdi, ağza
a lın m a y a c a k şey ler yaptı. Bir noktadan sonra istesem bile ken­
d im i tu ta m a y a c a ğ ım ı an lad ım . Çarşafı yum ruklarım ın içinde
sık tım ve o rg a z m ın şo k d algalarını üzerim de hissederken kesik
nefesler a ld ım .

185
Sonunda soluğum düzene girdiğinde uyluğum u bacağ ın a do ­
ladım ve kontrolü elime almak için üstüne çıktım . “Prezervatif?"
dedim dudaklarına doğru.
“Komodinin çekmecesinde .”
Paketi dişlerimle yırtıp açarken ağzının bir k öşesinin seğirdi­
ğini gördüğümde anlık bir bocalama yaşadım . A ram ızd a seksten
daha fazlası vardı sanki. Partisinde m utfakta yaşadığım ız a n gibiy­
di. Kaçamak konusunda beni korkutan şey b ir b o şlu k hissi verm e­
siydi Ama belki de asıl korkmam gereken, bo şlu ğ u n ta m tersiydi
Fakat buna kafa yoracak vaktim olm adı ç ü n k ü p re zerv a ti­
fi takar takmaz tek bir sert hareketle k en d im i o n a b a stırd ım ve
aniden o kadar dolu hissettim ki istem sizce iç g eçird im .
“Siktir” dedi Sam. Bu kelimeyi onun ağ zın d an ilk kez d u y u ­
yordum. Elleri arkama kayıp kıçım ı sıktı ve ik im iz d e te rd e n sı­
rılsıklam olup bitkin düşene kadar üzerinde h a re k e t etm ey e de­
vam ettim. Sonunda da kendimi göğsüne b ırak ıv erd im .
Bir dakika boyunca öylece yattık. O d a d a k i te k ses, yüksek
nefes alışverişlerimizdi. Birden utanm aya b a şla d ım ve n e diye­
ceğimi bilemedim. Sam şakağım a y u m u şacık b ir ö p ü c ü k k o n ­
durup, yüzüme düşen saç tutam larını geriye itti ve b a n a d o ğ ru
yuvarlandı.
“Bu harikaydı,” dedi. “Sen harikasın. N asıl h isse d iy o rsu n ? ”
O kadar soru varken neden bunu so rm ak z o ru n d a y d ı? V ücu­
dum yorgun, ağrılı ama tatmin olm uş h issed iy o rd u ve b ir yanım
hâlâ, Sam’in güzel olduğumu söylediği ve p ü rü z lü sesiyle k ü fre t­
tiği bulutun üzerinde süzülüyordu. Am a z ih n im y av aştan d ü n y a­
ya dönüş yapmış ve bazı şeyleri sorgulam aya b aşlam ıştı. K afam ın
içi “Bundan böyle aramız tuhaf mı o l a c a k “S u ty e n im i havu zd a
mı bıraktımİT gibi sorularla doluydu.
“Yorgunum,” dedim, çünkü bu verebileceğim e n d ü rü s t ya­
nıttı. Hissettiğim çelişkiyi fark ettirm em eyi u m a ra k o n a gülüm -

186
setlim ve ağzının kenarına bir öpücük kondurdum. Ne de olsa
bunu ben istem iştim . O nu öpen, buna teşvik eden bendim.
“O zam an kal,” dedi. “Burada uyuyabilirsin.”
Buna karşı gelm ek istedim . Geceyi bir erkeğin evinde geçir­
meyeli çok u zu n seneler olm uştu. En son ne zaman yaptığımı
bile hatırlam ıyordum . Belki de lisansüstü eğitime başlamadan
önceydi. O zam an d an beri de sadece kaçamaklar ve seks am aç­
lı ilişkiler yaşam ıştım . Ayrıca y an n tamamlamam gereken çok
fazla yazı vardı. B unun yanı sıra boyanın kapağım açık bıraktığı­
mız ve sutyenim i kesinlikle havuzda unuttuğumuz gibi endişeler
beynim i kem irm eye başlam ıştı.
Am a y atak çok rahattı, Sam’in kolu beni sıcacık tutuyordu ve
saat sabahın ü çü falan olmalıydı. Gözlerimi yumdum ve kendimi
uykuya bıraktım .

RÜYAMDA BAŞKA BİR sese dönüştürdüğüm bir tıklama sesiy­


le uyandım . Yana d ö n ü p kendi yatağımda olmadığımı fark et­
tiğim de ve y an ım d a hâlâ uyuyan Sam’i gördüğümde kafam bir
anlığına karıştı.
Tek k aşın ın ü zerin d e küçük bir yara izi vardı. Ciddi bir şeye
benzem iyordu -m u h te m e le n düzgün bir şekilde iyileşmemiş bir
çocukluk sıy rığ ıy d ı- am a sadece bu kadar yakın durduğumuz
için özüm seyebildiğim bir detaydı.
P arm ak u çlarım ı üzerinde dolaştırm ak istedim ama tıklama
sesi yine d u y u lu n ca o n u om uzlarından sarsıp uyandırmak zo­
runda kaldım .
“Sam. K apıda biri var.”
“H m m ,” d ed i gözlerini açm adan, bana daha da sokularak.
Ereksiyonunu bacağım da hissettiğimde, karnımın derinlikle-

187
rinde bir kıvılcım çaktı. Bunu bir aleve d ö n ü ştü rm e y i çaresizce
istiyordum ama dışarıdakinin kim olabileceği k afam a d a n k etti­
ğinde kıvılcım sönüverdi. Sam’i tekrar sarstım .
"Sam,” dedim. “Sanırım kardeşim geldi.”
Bu gözünü açmasına neden oldu. “C o n n e r n e d e n b e n im ka­
pım da olsun ki? Saat kaç?”
D ün boyaya yardım edem ediğinden dolayı, C o n n e r ’a bugün
bana öğle yemeği getirmesini söylediğimi h a tırla d ım . Yani saatin
kaç olduğunu düşünmek bile istem iyordum . B ir s ü re d ir u y u m a ­
dığım kadar uyumuş olmalıydım.
“Muhtemelen aramıştır,” dedim inleyerek. Şu a n d a u ğ ra şm a k
istediğim son şey buydu. “Ama ben yine te le fo n u m u ev d e u n u t­
tum . Şimdi kapıya bakmazsam endişelenir.”
“Tamam,” dedi Sam, kalkıp tem iz iç çam aşırı ve k o t p a n to lo n
alm ak için şifonyerine doğru eğilerek b an a çıp lak p o p o s u n u n
nefis manzarasını sunarken. “Giyecek bir şey ö d ü n ç a lm a k ister
misin? Tişörtle boxer şort verebilirim.”
“Çok iyi olur,” dedim. “Eğer dikkatini d a ğ ıta b ilirse n b e n de
arka kapıdan gizlice çıkıp çitin üzerinden atlay arak b iz im eve ge­
çebilirim. En fazla beş dakikam ı alır. En sezgisel v id e o o y u n u n u n
hangisi olduğunu sor. Bu onu bir süre oyalayacaktır. S o n ra beni
görm ediğini söyleyip bizim evin kapısını b ir kez d a h a çalm asın ı
önerebilirsin.”
Sam kaşlarını çattı. “Neden onu içeri davet e tm iy o ru m ki? Sen
de hazır olduğunda yanımıza gelirsin. Ya d a o n u n la y ü zleşm ek
istemiyorsan ona hâlâ uyuduğunu söyleyebilirim . B iliy o ru m b i­
raz garip ama hepimiz yetişkiniz sonuçta. E n in d e s o n u n d a b ir­
likte olduğumuzu öğrenecek.”
Bunu söylemesinin ardından aram ızda g erg in b ir sessizlik
oluştu. Cevap vermeyişimin ne anlam a geldiğini a n la d ığ ı a n y ü ­
zünde beliren ifadeyi ve gözlerindeki ışığın b ir m ik ta rın ın tit-

188
rcşcrck sö n m esini görm ezden gelmek çok zordu. Bunun kişisel
olm adığını, sadece C o n n er’ın sinir bozucu laflarıyla uğraşmak
istem ediğim i açıklayam am ak beni öldürüyordu. Ayrıca aram ız­
daki bu şeye birilerini karıştırm ayı ve her şey bittiğinde onlara
açıklam a yapm ayı da istem iyordum. Fakat açıklama yapacak za­
m an yoktu. Beni anlam ası ve bana yardım etmesi için ona bakış­
larım la yalvardım .
“Sezgisel video oyunu,” diye mırıldandı. “Tamamdır. Boxer\di
en üst çekm ecede, tişörtler de İkincide. Sen inmeden ön kapıyı
kapatırım , yoksa arkam dan geçtiğini görür.”
“Sağ ol,” d ed im am a çoktan gitmişti. Kapıyı açıp Conner’la
konuşm aya başlam asını dinledim . Sonra gelen klik sesi, dışarı
çıkıp kapıyı k ap attığ ın ı gösteriyordu.
Ç ekm eceleri açıp kırm ızı bir boxer şortla elime gelen ilk ti­
şörtü aldım . Parlak sarı renkli tişörtün önünde bir roket çizimi,
ÖĞREN M EY E UÇUYORUZ! kelimeleri ve bir okul adı vardı.
M uhtem elen çocukluğum dan beri bu kadar renkli giyinmemiştim
ama fazla d ü şü n ecek vaktim yoktu. Bu yüzden ikisini de aceleyle
üstüm e geçirip kayan kapılardan gizlice arka bahçeye çıktım.
Tam d a ta h m in ettiğim gibi neon mor sutyenim, dün gece ya­
şan an ların h atırasıy la havuzun ortasında yüzüyordu. Uzanıp al­
m ak isted im am a verandadaki giysilerimi toplamakla yetindim.
C o n n e r’ı ev ine g ö n d erd ik ten sonra diğer her şeyi çözebilirdim.
A m a s o n ra Sam ’in yüzündeki bakış gözlerimin önünde belir­
di. H ayal k ırık lığ ı ve dü şü n m ek istemediğim, çok daha derin bir
başka d u y g u n u n birleşim iydi. Sanırım bir şeylerin çözüleceğin­
den o k a d a r d a em in olm am alıydım .

189
ON ALTI

OĞUK TACO BELL yemeyi pek terc ih e tm e z d im a m a ye­


S meğin soğumasının kendi hatam o ld u ğ u n u d a k a b u l ed iy o r­
dum. Sam’in iç çamaşırının üstüne b ir p a n to lo n g e ç irip , b ir ilko­
kul m üzik öğretmeniyle yattım ! diye b ağ ıra n p a r la k s a rı tiş ö rtü n
yerine de temiz bir sutyenle kendi siyah tiş ö rtle rim d e n giym ek
için tam zamanında eve varm ıştım .
Conner, burritosum bir paket acı sos sık a rk e n , “K apıyı yüz
kere tıklattım,” dedi. “Ayrıca telefon da e ttim . C id d e n P heebs,
kafamı cinayetler ve suçlarla alakalı şeylerle d o ld u r u p s o n r a da
böyle yapamazsın. Komşun sürekli seni k o n tro l e tm e k iç in oraya
gidiyorum diye deli olduğumu d ü şünm eye b aşlayacak.”
“Üzgünüm, duştaydım.” Saçımın ıslak bile o lm a d ığ ın ı ve çok­
tan duş aldığımı söylemenin öğle yem eğinden s o n ra d u ş alm a
şansımı yok edeceğini fark ettim. Ve yıkanm aya fe n a h a ld e ih tiy a­
cım vardı. “Duş almak üzereydim,” diye düzelttim . “S am n e d ed i?”
“Orada olmadığını söyledi, ne diyecek,” d e d i C o n n e r. “S onra
bana video oyunları hakkında garip şeyler so rd u . Ş im d iy e k ad ar

190
doğru düzgün bir oyun oynamamış, biliyor musun? Mass Effecf ten
bahsettiğim de bana uzaylı görmüş gibi baktı. Mass EffectT
“Ah,” derken bir yandan da “Nasıl görünüyordu?”, “Bana kızgın
gibi m iydi?” gibi sorulan kardeşime bir şey hissettirmeden nasıl
sorabilirim diye düşünüyordum . Ama tabü ki bu imkânsızdı.
“Bahsi geçm işken...” B urritosunu dengesiz bir şekilde dizi­
nin ü stü n e koydu ve yanındaki çantaya uzanıp etrafına güç kab­
losu sarılm ış siyah, dikdörtgen bir şey çıkardı. “Sana bir hediye
getirdim . Eski olduğunu biliyorum ama hiç yoktan iy id ir diye
düşündüm . İçinde Crash Bandicoot ve diğer bazı oyunlar yüklü.
Babam ın odasın d ak i küçük televizyonu buraya bağlayabilirsin.
Ben şu an d a bileğim yüzünden oynayamıyorum, bu yüzden canın
sıkıldığında yapacak bir şey olsun diye sana getirmek istedim.”
B uraya g eldiğim den beri hiç boş kalmamış, tüm zamanımı
ev işleri, eşya toplam a, boya yapma, okuma ve yazmayla geçir­
m iştim . Bir d e Sam vardı tabii. Zihnim diğer her şeyden çok ona
od ak lan ıy o rd u . İm alı b ir şey söylediğimde boynunun kızarması,
dü n gece ü stü n e çıktığım da gözlerinde beliren bakış...
Pek ço k şey h issed iy o rd u m am a can sıkıntısı bunlardan biri
değildi.
Yine d e C o n n e rın beni düşünmesi çok hoştu. Sağlam
eliyle tu tm a y a devam etm ek zorunda kalmasın diye uzanıp
P layS tationı o n d a n aldım . Bu esnada dirseği burritosuna çarptı
ve b ir şa p ırtı sesiyle yere düşürdü.
“B u n u n olacağını biliyordum,” dedi neredeyse neşeyle, yeme­
ğinin z a rar g ö rm em iş olm asındansa haklı çıküğı için daha m ut­
luym uş gibi. Yere dökülenleri kahverengi peçetelerden biriyle
silm ek için u za n d ı am a yapmaması için elimi sallayıp temizlik
spreyi ve kâğ ıt havlu alm aya mutfağa gittim.
“B e k le d iğ im d e n çok daha fazlasını yapmışsın,” dedi Conner,
K eten B eyazı d u v arla ra göz atarak. “HGTV eve el atmış gibi gö­
rü n ü y o r.”

191
“Aynen. Sam de yardıma geldi. Chicago’d a üç yaz m evsim ini
ev boyayarak geçirdiğini biliyor m uydun? B ütün in ce boya idle­
rini kendi başına yaptı.”
“Ha?”
C o n n er’m ses tonu kafamı yerden k a ld ırm a m a n e d e n oldu.
“N e?”
“Garip geldi,” dedi. “Az önce Sam’le k o n u ş tu ğ u m d a sen i gör­
m ediğini söyledi. Dün gece buraya boya y ap m ay a geldiğinden
hiç bahsetmedi.”
“Dostum, İtiraf Kasetleri p ro g ram ın d a değiliz,” d e d im . “O
kadar önemli bir şey değil. Beni bu g ü n g ö rm e d iğ in i söylem ek
istemiştir. Ki bu doğru.”
Eğer yanlış hatırlamıyorsam kardeşim e sö y le d iğ im ilk direkt
yalandı bu. Ve hiç iyi hissettirm em işti. S am d en y a la n söylem e­
sini istemek de iyi değildi. A m a C o n n er zaten k o m ş u y a tak ın tılı
olm am konusunda bana laf edip d u ru y o rd u , şim d i b ir d e yaşa­
nanları öğrense daha da sinir bozucu o lu rd u . D e v a m lı Sam ’le
hâlâ görüşüp görüşmediğimi, onu d ü ğ ü n e d av e t e d ip etm ey e­
ceğimi, kendim ne zaman düğün y apacağım ı s o ru p d u ru rd u .
Video oyunları konusundaki ısrarcılığını, h a y a tm h e r k ısm ın a
uygulamakta üstüne yoktu.
“Tamam ya. Niye saldırıya geçtin ki? S adece g a rip o ld u ğ u ­
nu düşündüm . Aa bu arada, sana soracağım şeyi h a tırla d ım . 4
Temmuz için planın var mı?”
Kardeşimin kısa dikkat süresi için hiç bu k a d a r m in n e tta r ol­
m am ıştım . “Evet. Kırmızı-beyaz-mavi re n k le rd e ü ç k a tlı b ir p a s­
ta yapıp ülkemiz için doğum günü p artisi v ereceğ im .”
“Hadi canım ?”
“Hayır tabii ki de!” dedim. “Hak etm iy o r zaten . N ey se, n ed en
sordun? Ne planlıyorsun?”

192
“Shani’ye evlenm e teklif edeceğim,” dedi. “Senin de orada ol­
mam istiyorum .”
Bu beni neden duygusallaştırmıştı ki şimdi? Korkunç bir an
için gerçekten ağlayacağımı sandım. Regl dönemim yaklaşıyor
olmalıydı. M illetin ortasında yapılan evlilik tekliflerinden nefret
ederdim am a C o n n er’ın dahil olmamı istemesi beni onurlandır­
mıştı. H atta duygulandırm ıştı.
Boğazımı tem izledim . “Tabii,” dedim. “Olur. Nasıl yapacaksın?”
P lanını an latırk en yorum yapmadan dinledim. Çocukken
bazen n eh re izlem eye gittiğimiz havai fişekleri patlatan adamla
konuşm uştu. A dam belirli bir ücret karşılığında, evlilik teklifini
açıklayan özel b ir gösteri yapabileceğini, zamanlamayı önceden
ayarlarlarsa S hani’n in önünde tam vaktinde diz çökebileceğini
söylemişti. Plan, kulağa çok tatlı ve çok pahalı geliyordu.
K ardeşim i d in lerk en b ir yandan da Sam’i düşünüp durdum.
Ne yaptığını, d ü n gece konusunda pişman olup olmadığım me­
rak ediyordum . Ç ü n k ü ben yalanlarıma rağmen hiç pişman his­
setm iyordum . #
C o n n er gittikten sonra evde bir süre huzursuzca volta attım.
Tezim ü zerin d e çalışm ak için masama oturdum ama tek yazabil­
diğim Dr. N ilsson’a özür e-postası oldu. Kendimi iyi hissetmediği­
mi ve C apote b ö lü m ü n ü yakın zamanda göndereceğimi söyledim.
Sonra Helter Skelter bölüm ü hakkında bana gönderdiği notlan aç­
tım am a değişikliklerin sayısı yüzünden boğulacakmış gibi olunca
hem en kapattım . B ununla daha sonra ilgilenebilirdim.
B unu y ap m ak gözüm ü korkutsa da Sam’le konuşana kadar
kendim i iyi hissetm eyecektim . Aramızın iyi mi kötü mü olduğu­
nu b ilm em gerekiyordu.
Tabii ki çık m ak için ön kapıyı açar açmaz o lanet kedi tek­
rar içeri d ald ı ve direkt olarak odam a yöneldi. Günlerdir ortaya
çıkm asını u m m u ş ve gelmeyince hayal kırıldığına uğramıştım

193
am a şimdi buradaydı ve şüphesiz ki leziz yiyecekleri kapana dek
yatağım ın altına kamp kuracaktı. Ama bu sefer b u n a izin verm e­
yecektim.
Geri dönüp sığ bir kaseyi suyla d o ld u rd u m ve içm esi için ya­
tak odam ın ortasma koydum. Sonuçta bir can av ar d eğ ild im .
“Şimdilik alacağın tek şey bu, Lenore,” diye se sle n d im odaya
doğru. “Yiyecek istiyorsan sosyalleşmelisin.” S o n ra b ira z d ü şü n ­
düm . “Aslında, beslenmemin diğer insanlarla ilişki k u rm a yete­
neğime bağlı olmasını istemezdim. H er neyse, p a ş a gönlünün
istediğini yap. Ama tuvaletini yapma. A n laştık m ı? ”
İçimden bir ses anlaşmadığımızı söylü y o rd u a m a y in e de
odam dan çıktım ve görünürdeki h er şeyi p en ç eley ip k o k u püs­
kürtmemesi ya da on dakika yalnız k ald ık ların d a k e d ile r n e ya­
pıyorsa onları yapmaması için kedi ta n rıla rın a d u a e ttim .
Sam’in kapısını çalıp beklerken yüreğim ağ zım d ay d ı. A çıp aç­
mayacağını bilmiyordum am a açm asa da o n u suçlayam azdım .
Adamı öylece bırakıp kaçmıştım resm en.
Ama onun duygusal açıdan benden d a h a u y u m lu o ld u ğ u n a
güveniyordum ve haklı da çıktım. Ç ü n k ü s o n u n d a k ap ıy a geldi.
Hâlâ tişört giyme zahmetine girm em işti ki b u n d a h iç b ir sorun
yoktu -sonuçta kendi eviydi- am a o n u n la k o n u ş u rk e n d ik k ati­
mi toplamamı zorlaştıracağı kesindi. Sol göğüs u c u n u n h em en
üstünde küçük, yuvarlak bir m orluk o ld u ğ u n u fa rk e ttim . D ün
gece ısırdığım için oluşmuş olmalıydı. S o n u n d a g ö z le rim i y ü zü ­
ne çevirdim ama ifadesi okunm uyordu.
“Selam,” dedim. “Girebilir m iyim ?”
Kenara çekilip içeri girm em e izin verdi. P e ş in d e n o tu rm a
odasına gittim ve o dikilirken ben piyanoya d o ğ ru g id ip ü s tü n d e ­
ki fotoğrafları işaret ettim. “Tahm in edeyim ,” d e d im ve Sam ’d en
on yaş kadar büyük görünen kadını gösterdim . “B u T ara. Cubs
şapkası takmış olan Jack. O nların o rtasın d ak i M eg a n . Pem be

194
tişört giym iş olan Erin ve sana kolunu sarmış olan da Dylan.”
Gözlerim i kısarak fotoğrafı inceledim. “O boynundaki deniz ka­
buğundan kolye mi? Bu fotoğraf hangi yılda çekildi?”
Ucuz b ir num araydı am a belki hafızamdan etkilenir diye d ü ­
şünm üştüm . O k u lu n ilk gününde oynanan, sınıfta dolaşıp tüm
öğrencilerin ism ini ve kendileri hakkında söyledikleri bir şeyi
bilme o y u n ların a hep bayılırdım . Ayrıca Same, onu dinlediğimi
ve u m u rsad ığ ım ı gösterm ek istemiştim.
“M egan ve E rin yanlış oldu,” derken umduğum kadar etkilen­
miş g ö rü n m ü y o rd u . D aha doğrusu pek bir duygu göstermiyordu.
K argosunu v erm ek için geldiğimde, beni kapıda karşılayan yaban­
cıdan b ir farkı yoktu. “A m a diğerleri doğru. Conner gitti mi?”
“B irkaç d ak ik a önce gitti,” dedim . “Bu arada kedi geri geldi.
Tıpkı ta h m in ettiğ in gibi.”
“H arika.”
S o ru n şu y d u ki ilk içgüdüm onu öpmek ve dün gece olduğu
gibi b e n d e erim esin i sağlayıp sağlayamayacağımı görmekti. Ama
b u n u n h a ta olacağını biliyordum . Aramızdaki mesele fiziksel
şeylerle alakalı değildi.
“S a m ...” Y utkundum . Ne diyeceğimi bilemiyordum. Keşke ona
istediğini verebilm em i sağlayacak ama aynı zamanda savunmasız
kalm am ı engelleyecek sihirli bir formülüm olsaydı. Ama içimden
bir ses b u n u n çözülm ez bir denklem olduğunu söylüyordu.
M asaya d o ğ ru bak tığ ın d a b en de bakıp bir tabakta yansı yen­
miş b ir san d v iç o ld u ğ u n u gördüm . Öğle yemeğini de bölmüş­
tüm . T a n rım , ne k ad ar kötü bir insandım.
“B en im h atam d ı,” dedi sonunda. “Dün geceden sonra d ü ­
ş ü n m ü ş tü m k i . ..” Ö n em li olduğu açıkça belli olmasına rağmen
önem i y o k d e rm iş gibi om uz silkti. “Kardeşine henüz söylemek
istem iy o rsan an larım . O n a ne kadarını anlatacağını da bilm i­
y o ru m gerçi.”

195
“Detayları anlatmayacağım kesin,” dedim . "A nnem bir ke­
resinde bana üvey babam ve seks salıncağı içeren b ir olaydan
bahsetmişti. O görüntüyü asla beynim den silem eyeceğim . Noel’i
onlarla geçirmeyi dayanılmaz hale getirdi.”
Sam biraz gülümsedi ama içinden gelm ediğini görebiliyor­
dum . “Yani... biz neyiz şimdi? A rtık erkek ark ad aşın m ıyım ? Ya
da cinselliğe dayalı çıkarları olan arkadaşlar m ıyız? Y oksa... tek
gecelik ilişki miydi?”
Erkek arkadaş deyişi tüylerimi ürpertti. A m a b u ço k saçm ay­
dı çünkü bir erkek arkadaşım olması şu an d a isteyeceğim veya
ihtiyacım olan son şeydi. Özellikle de b u rad a o k a d a r u z u n süre
kalmayı planlamıyorken. Ama Sam bu ifadeyi k u lla n ın c a k endi­
mi birden onuncu sınıfta, hayran olduğum ço cu ğ u n a d m ı m ate­
m atik defterime karalarken bulm uştum .
“Kesinlikle bir geceden fazlasını istiyorum ,” d ed im .
Göz teması beni tüketiyordu. “Ben de.”
“Sonrasında...” Çaresizce om uz silktim . “Sadece iki kişi ola­
maz mıyız? Ara sıra -tercihen sık sık - seks yapan a m a şim dilik
bunun ötesinde bir beklentisi olmayan k o m şu lar o lsak m esela?”
“Yani... cinsel çıkarları olan komşular.”
“Aynen,” dedim. “Seks arkadaşı gibi.”
Bu planı tam o anda uygulamaya koym aya h a z ırd ım am a
Sam’in hâlâ kafasında bir şeyleri evirip çevirdiğini g ö rebiliyor­
dum. Zavallı unutulmuş sandviçi hâlâ m asan ın ü z e rin d e y d i ve
dün geceki mükemmel anlardan sonra b u g ü n h e r şey in m ah v o l­
ması yüzünden kendimi berbat hissediyordum .
“Dinle,” dedim, “Ne olursa olsun yine de a rk ad aş kalabiliriz,
değil mi? Conner beni 4 Temmuz havai fişek g ö ste risin e davet
etti; aslmda o gece Shani’ye evlenme teklif edecek a m a b u n u b e n ­
den duymadm. İşin yoksa sen de gelmek ister m isin ? ”

196
Sam elini saçlarından geçirdi. “Şu an programımı tam hatırla­
m ıyorum ,” dedi, aslında bunun tam tersi olduğunu düşündüren
bir sesle. “D aha so n ra bilgi versem olur mu?”
“Tabii,” d ed im incinm em eye çalışarak. Zaten 4 Temmuz en
kötü bayram dı. Havai fişeklerden ve sorgusuz sualsiz vatan sev­
gisinden nefret ediyordum . Hem Same de hak vermeliydim; bu
sabah o n u te rk edip giden kadınla vakit geçirmek istemiyor ola­
bilirdi. “H içb ir şey olm am ış gibi davranabiliriz.”
K üçük b ir k ah k ah a attı am a daha çok sesli nefes vermiş gibiy­
di. “Tam o lara k b u n o k tad a bağlantı kopukluğu yaşıyoruz işte,”
dedi. “N eyse, h a b e r vereceğim.”

EVE D Ö N D Ü Ğ Ü M D E HEM hâlâ yorgun olduğum hem de d i­


ğer o d a la rd a o tu ru p dinlenecek başka bir yer kalmadığı için ken­
dim i y atağ a attım . Yatağım m altından çıkıp da yerden bana mi-
yavlayana k a d a r L enore’u tam am en unutmuştum. Bana temkinli
bir şekilde b ak tı, so n ra üstüm e zıplayıp tişörtümün üzerinden
k arn ım ı y o ğ u rm ay a başladı.
“N e o lu y o r?” diye sordum . “Ne yapıyorsun?”
K ü tü p h a n e d e n aldığım kedi kitabına ulaşıp bu davranışın
ne a n la m a geldiğine bakabilm eyi diledim. Bir çeşit saldırganlık
eylem i o lm a d ığ ın ı varsayıyordum çünkü gergin görünmüyordu.
H atta m ırla m a y a ve yoğurduğu yeri yalamaya başlamıştı. Nemli
k u m a şta n p ü rü z lü d ilini hissedebiliyordum.
B en d en sü t em m eye mi çalışıyordu?
“Yalan söylem eyeceğim ,” dedim . “Bu biraz tuhaf*
A m a y ap m ay a devam etm esine izin verdim çünkü bu onu
m u tlu e d iy o rm u ş gibi görünüyordu. Elimi ihtiyatla uzatıp sırtı­
nı b a şta n aşağı tek b ir kez sıvazladım. Bundan hoşlandığından

197
em in değilmiş gibi azıcık irkildi ama sonra tiş ö rtü m ü emmeye
geri döndü. Sonunda elimi kafasına götürüp okşam ayı başardım .
Bunu da sorun etmiyor gibiydi.
“Eminim bu tüylerin arası pire doludur,” d e d im . “Ayrıca
bahse girerim insanların çöplerini k a rıştırıy o rsu n d u r, değil mi,
seni pis çöp kedisi? Bundan sonra sana L en o re y e rin e kısaca
PÇK diyeceğim.”
İsim değişikliğinden hiç rahatsız olm am ış gibi tiş ö rtü m ü bi­
raz iğrenç, biraz da sevimli bir şekilde yalam aya d e v a m etti. Ama
ben kendimi kötü hissedip takm a ismi geri aldım . “A slın d a bunu
yapmayacağım,” dedim. “Sokaklarda geçirdiğin z a m a n a büyük
saygı duyuyorum ama seni bir an önce v eterin e re g ö tü rü p te­
mizlememiz gerektiğini düşünüyorum .”
Telefonumu çıkarmak için cebim e u zandım , L en o re’u n b ir fo­
toğrafını çektim ve Alisona gönderdim . Kedi, ü s tü m d e siyah bir
leke gibi görünmüştü ama Alison’ın anlayacağını u m u y o rd u m .
Cevabı dakikalar içinde geldi.

Ay çok tatlı!!!! Onu eve almaya karar verm ene sevindim.

Parmağımı ekrandaki çatlaklardan b irin in p ü rü z lü k en a rın d a


gezdirdim ve fazla düşünm eden cevabımı g ö n d e rd im :

Ne yaptığım hakkında hiçbir fikrim yok. Kedi eşyaları al­


mama yardım etmek için işten sonra bir ara benim le bu­
luşabilir misin?

Hayır deseydi gücenmezdim aslında. M u h te m e le n işiyle ve


yeni Epcot festivalleriyle ya da D isney seven in s a n la r n e yapıyor­
sa onlarla çok meşgul olmalıydı. Hem zaten k ed i için g erek en leri

198
kendim de bulabilirdim ; kütüphaneden aldığım kitapta bir liste
olması ihtim ali büyüktü. Lenore’un, tişörtüm ü sırılsıklam eden
şu tuhaf yalam a ve yoğurm a işlemi biter bitmez kalkıp kitabı
kontrol edecektim .
Fakat A lison’ın yanıtı kısa sürede geldi. Bay B urnsun par­
m aklarını b irb irin e v urduğu gifı gördüğüm de bir kahkaha attım.
O rtaokulda ne k ad ar çok Simpsons izlediğimizi unutm uştum .
Sonraki m esajında, bugün izin günü olduğunu söylüyor ve ö n ü n ­
de pem be fil ve kırm ızı deve heykelleri olan Dunkin Donuts’ın
yanındaki evcil hayvan dükkânında buluşmayı teklif ediyordu.
Tam olarak n ered en bahsettiğini bildiğimi fark ederek kendi­
mi bile şaşırttım .

199
ON YEDİ

EDİ İÇİN GEREKEN temel m alzem eleri - k u m kabı, m am a,


K kedi tabıma çantası- alırken, Alison b an a k ed i b ak ım ın ın
p ü f noktalarını anlatmaya çalıştı am a Sam’le a ra m ız ın nasıl b o ­
zulduğunu düşünürken ona odaklanam ıyordum . R a n d e v u için
veterineri aradığımızda kedinin kaç yaşında o ld u ğ u ya d a bana
ulaşabilecekleri iletişim num arası gibi basit bilgileri bile v erm e k ­
te güçlük çekince, Alison sonunda telefonum u e lim d e n alıp gö­
rüşmeyi benim için tamamlamak zorunda kaldı.
“Hey,” dedi telefonu kapatıp bana uzatırken. “B u n u y ap ab i­
lirsin. Gerçekten hiç zor değil. Kediler, tüy y u m a k la rı k u stu k ları
ya da içeceğini sehpadan devirdikleri d u ru m la r d ış ın d a ço k az
bakım gerektirir. Seninle veterinere gelm em i ister m is in ? ”
“Zaten çok zahmete girdin,” dedim am a iç te n içe, evet, çok
şükür, lütfen bana yardım et, çünkü burada b o ğ u lu y o ru m , diye
bağırıyordum . “Ama o kedi tüm evi m a h v e tm e d e n ö n c e b iraz
vaktim iz olduğunu düşünüyorsan sana b ir k ah v e ıs m a rla m a k
isterim .”

200
"Ah. k e d i l e r i n b i r evi m ahvetm esi için sıfır nokta iki saniye
veler.” d e d i A l i s o n ve kocam an açılmış gözlerimi görünce güldü.
“Ama L e n o r c ’u n şu anda çok fazla yaramazlık yaptığını sanm ıyo­
rum. Yeni ç e v r e hâlâ gözünü korkutuyor olmalı.”
Tum m alzem eleri arabam a yükleyip kahve içmek için yan ta ­
rafa geçerken A lison devam lı kediler hakkında gevezelik ediyor­
du. M asam ıza vardığım ızda bana kendi evindeki kedilerin en az
otuz fotoğrafını gösterm işti.
“Bu M aritza olmalı,” dedim gri çizgili kediye öpücükler kon­
duran bir k ad ın ın fotoğrafını göstererek. Koyu kıvırcık saçlan ve
yanağında b en i vardı. “Neyse ki galerinde kannın da bir fotoğra­
fı var. Ç ok güzelm iş.”
Alison gülüm sedi ve telefonunun ana ekranına geri dönerek
bana ikisinin birlikte olduğu b ir fotoğrafı gösterdi. Gerçekten
çok sevim liydiler. Bu ikisini de aniden uzamaya başlayan sağ­
lıklı çiftler listem e m i eklem eliydim şimdi? Kaçınılmaz kitap an­
laşmasına kadar, hangi m ahkûm iyet sonrası ilişkilerin sürdüğü
konusunda W ikipedia’da sık sık araştırm alar yaptığım zamanlar
çok daha eğlenceliydi doğrusu. Ö rneğin Sondra London, bir de­
ğil tam iki m ah k û m katille çıkm ış ve onlarla ya da onlar hakkın­
da kitaplar yazm ıştı. İşte b u n a bağlılık denirdi.
“Eskiden kedi fotoğrafları yüzünden sürekli benimle dalga
geçerdi,” diye anlattı, “A m a sonra yanıma taşındı ve kendi de o n­
lara bağlanm aya başladı. İddiaya girerim birkaç ay içinde senin
telefonun da aynı böyle olacak. Lenore’un bugün seni öyle yo­
ğurm ası yü rek len d irici bir şey. Sana güvendiğini gösteriyor.”
“En azın d an biri güveniyor,” dedim.
A lisonın kaşları çatıldı. Bugün yine hippi gözlüklerinden
birini tak m ıştı ve tel çerçeveleri nedeniyle tam bir kütüphaneci
gibi görün ü y o rd u . “N eden bahsediyorsun?”

201
Bu konuyu açmak istemiyordum. C o n n e r’ın bile bilmesi*
ni istememişken, Alison’la özel hayatımı tartışm ak için bir ne­
den görmüyordum. Ama o, hayatımın geri kalanıyla çok daha
az bağlantılıydı ve olanlar sabahtan beri içim de köpürüyordu.
Birine anlatıp rahatlamak için ölüyordum.
“Sam’le yattım.”
“Şu ateşli komşun olan Sam mi?” dedi. “T ahm in etm iştim .”
“Evet, sadece...” Sustum. Sözlerini yeni id rak ediyordum .
“Bir dakika, ne?”
“Sam’in, kediye verdiğin isimden bahsetm e şeklinde bir şey­
ler vardı,” dedi bir omzunu kaldırarak. “Bana birlikte olduğunu­
zu düşündürdü.”
“O zaman değildik aslında. Şimdi de birlikte değiliz diyebili­
rim. Sanırım her şeyi mahvettim.”
Tezgâhta donut almakta olan bir anneyle küçük oğlunun, ko­
nuşmamızın her kelimesini duydukları h u susunda birden para­
noya hissettim ve sandalyeme gömüldüm. A m a anne, çocuğuna
yapışkan jöleli bir donut ve bir peçete uzatıp kendi tükürüğüyle
oğlanın yüzünü silmekle çok meşguldü.
Alison bana kuru bir bakış attı. “H eteroseksüel ilişkiler konu­
sunda uzman olduğumu iddia edemem fakat yıllardır filmlerde
ve kitaplarda gördüğüm için güvenle söyleyebilirim ki bir şeyleri
mahvetmiş olma olasılığın çok düşük.”
“Sam bir ilişki istiyor,” dedim.
Alison’ın gözleri kafede şöyle bir dolaştı. Sanki so ru n u n ne
olduğunu anlamaya çalışıyordu. “Bu kötü bir şey m i?”
Sebepleri parmaklarımla saymaya başladım . “Birincisi, Kuzey
Carolina’ya dönmeme bir ay kaldı. Ve aralık ayında m ezun ol­
duktan sonra nereye gideceğim hiç belli değil. D anışm anım
seçeneklerimi açık tutmanın en iyisi olduğunu söyledi. San

202
Dicgo Ü niversitesine post doktora yapabilir ya da Pawhuska,
O klahom a’d a m isafir profesör olabilirim.”
“Eh, o şehirlerde d e ... Sam ne işle meşguldü?"
“Bir ilkokulda m üzik öğretmenliği yapıyor.”
A bartılı bir yüz ifadesi yaptı. “Ay ne harika. Buna bayıldım,”
dedi am a ban a pek yardım cı olmadığını fark edince başım iki
yana salladı. “Pardon. Dem ek istediğim, Pawhuska, Oklahomada
da m üzik öğ retm en leri vardır herhalde. Ya da uzun mesafe yapa­
bilirsiniz. A yrılabilirsiniz bile. Eğer ondan gerçekten hoşlanıyor­
san d en e m e m e k için bir neden yok bence. Ve gerçekten hoşlanı­
yorm uş gibi görünüyorsun.”
Bu d o ğ ru y d u , bu yüzden cevap vermeye zahmet etmedim.
“İkincisi,” d ed im , ilişkiye başlamamam için birçok neden oldu­
ğunu anlam ası önem liym iş gibi parmaklarımı kaldırarak. “O nun
düzenli, m ü th iş bir hayatı var. Noelde annelerine sürpriz yap­
m ak için farklı farklı şehirlerden uçağa atlayıp gelen, hep bir­
likte oldukları için yeterince mutlu olduğundan dolayı hediyeye
ihtiyacı olm asa da aralarında para toplayıp doğum taşlarından
oluşan b ir kolye yaptırarak ona hediye eden çocukların olduğu
şu b üyük ailelerden birine sahip.”
“B unları bir reklam da falan mı gördün?” dedi Alison. “Aslında
o kolyelerin o kadar da pahalı olduğunu düşünmüyorum.”
G erçekten de reklamda görmüştüm. “Anlatmak istediğim şu
ki; benim le ilişkiye başlıyor olabilir ama neye adım atacağının far­
kında bile değil. İnsanların, boşanmış ebeveynlerin çocuklarının
parçalanm ış ailelerden geldiğini söylemesinden nefret ediyorum
ama bu laf benim durum um a cidden uyuyor.”
“ö y ley se riolmuş? Kimin um urunda? Ona bakılırsa ben de
evlat edinildim . Bazı insanlar bunun çözülmemiş bağlanma so­
ru n larım falan olduğu anlam ına geldiğini düşünebilir. Eminim
bazı evlatlık çocuklar için d urum böyledir ama benim için değil.

203
ö te yandan, ırklar arası bir evlat edinm e o ld u ğ u için insanların
aklına bile gelmeyen başka sorunlar yaşadım . B aşka b ir örnek
vermek gerekirse, Maritzanın ailesinin bir kısm ı d a ay n ı cinsi­
yetten ilişkileri kabul etmiyor ve kız bu yükle y aşa m a k zorunda.
Yani hepimizin problemleri var”
Alison’ın söylediklerinin mantıklı o lduğunu ve b e n im n e ka­
dar berbat durumda olduğumu herkesten çok o n u n b ild iğ in i bi­
liyordum. Ne de olsa on beş yaşımdayken k en d im i öldürm ekle
alakalı mesajları gönderdiğim kişi oydu. H er zam an b u n u n bir
şaka olduğunu söylemiştim ve bir bakım a öyleydi. A m a k ü çü k ­
lüğümden beri şakaları kendimi ifade etm en in en güvenli yolla­
rından biri olarak görüyor, asıl söylemek isted ik lerim in üstünü
onlarla örtüyordum. Bazen de içim dekileri d o ğ ru d a n söylüyor,
daha sonra şaka olduklarını iddia ediyordum .
“Yaptığım bir gözlemden bahsedebilir m iyim ?” d e d i Alison.
Zaten çok şey söylemişti, bu yüzden devam etm esi için el salla­
dım. Susmasmı söylemek için bir neden yoktu.
“Sen her zaman biraz...” Karton kahve b ard ağ ın ı elin d e çe­
virirken sözlerini tam olarak hangi sıraya koyacağını bulm aya
çalışıyormuş gibiydi. “... ya hep ya hiç taraftan oldun.”
O tel gözlüklerin ardından bana bir bakış attı. A n la tm a k is­
tediği o kadar açıktı ki gözlerimi kaçırm ak z o ru n d a kaldım .
Arkadaşlığımızı bitiren şey de buydu çünkü. A n n em i aram asın ı
büyük bir ihanet olarak görmüş ve bu tek olay y ü zü n d e n birlikte
geçirdiğimiz tüm o yılları çöpe atm ıştım . H aklı o ld u ğ u n u bili­
yordum. Ama bu, duymanın kolay olduğu an lam ın a gelm iyordu.
“Yani Sam’le arandakiler konusunda belki sadece aç ık fikirli
olmalısın. Hazır değilsen bir ilişki içinde olm ak z o ru n d a değil­
sin. Ama ilişkiye başlamamak konusunda da inatçılık e tm e m e li­
sin. Anlıyor musun?”
Keşke anlamadığımı söyleyebilseydim. Bu cü m led e ç o k faz­
la çifte olumsuzluk vardı. Ama Alison’ın ne dediğini ta m olarak

204
biliyordum çü n k ü yine haklıydı. Sam’in yanında uyandığım an
b u n u n sadece seks olduğunu, duygusal olarak d ahil olmadığımı
n etleştirm en in yollarını düşünmeye başlamıştım. Bu beni hücu­
ma iten b ir savunm aydı ve bunu daha önce de yapmıştım.
“Tam am ,” dedim . “A rtık bu sorunu çözdüğüne göre başka bir
konuya geçebiliriz. Söyle bakalım, Lenore’un kum kabım nereye
koyacağım ?”
A lison b an a pis pis sırıttı. “Şimdiye kadar muhtemelen evin
bir köşesine kakasını yapmıştır,” dedi “Tam olarak oraya koyma­
nı ö n eririm .”

G ER Ç EK TEN DE LENORE’UN yaptığı tam olarak buydu.


Birkaç k ab a söz savurup yeri temizledikten sonra kum kabım,
işini g örm eyi tercih ettiği noktaya yerleştirdim.
“B urası a rtık senin belirlenmiş alanın,” dedim. “Birbirimizi
daha iyi tan ıy ın ca sana bu ifadenin geçtiği Dateline bölümünü
izletirim . B ölüm deki kız, hep birlikte tuz arazilerini gezmeye
gittikleri gün, erkek arkadaşının eski sevgilisini öldürmeyi asla
p lan lam ad ık ların ı iddia ettikten sonra, ağrından belirlenmiş alan
ifadesini kaçırıyor ve Keith M orrison bu hatayı anında yakalıyor.
Sadece b u bölüm le Emmy kazansa yeriydi”
K ü tü phaneden aldığım kitap, yeni çevresini anlamaya çalışır­
ken Lenore’u görm ezden gelmemi ve ona alan tanımamı tavsiye
ediyordu. Bu kısım gayet kolaydı. Kediyi oynamaya teşvik etmek
içinse dostça konuşup bir oltayı ya da başka bir oyuncağı yavaş
yavaş sallam am ız gerektiği söyleniyordu. En sevdiğiniz gerçek
suç p ro g ram ın d an bahsetm enizi öneren bir bölüm yoktu ama
özellikle bahsetm em eniz de söylenmiyordu.

205
Kediyle ilgilenirken bir yandan da Sam’in k a m y o n e tin in sesi
yaklaşıyor mu diye kulağım dışarıdaydı. K afeden eve d ö n d ü ­
ğüm de garaj yolunda olmadığını görm üştüm ve o n u n la k o n u şa­
bilmek için bir an önce eve gelmesini istiyordum .
Ne söyleyeceğimi henüz planlamış değildim aslın d a. Bir
özürle başlamak iyi olabilirdi. O bana güzelsin d em iş, seksin h a ­
rika hissettirdiğini söylemiş -ki bu yüzde yüz d o ğ r u y d u - ve ge­
ceyi yanında geçirmemi istemişti. Bense ona ço k y o ru ld u ğ u m u
söylemiş, sabah kalkar kalkmaz da iki parça k ıy afetin i üstüm e
geçirerek oradan tüymüştüm.
Bunu öğrenmek için internette araştırm a y a p m a m a gerek
yoktu; ben koca bir pisliktim.
Sonunda Lenore, yerde hafifçe sağa sola salladığım oyuncağa
yaklaştı. Alison, bu tüylü sopayı görünce delireceğine d a ir söz
vermiş olsa da kedi bana, bu saçmalıklara kanacağım ı m ı san­
dın? der gibi gözlerini kısmış halde bakıyordu. A m a oyuncağa
atlamayı reddetse de ilemeye devam ettiği için b e n d e hareket
ettirmeye devam ettim.
“Anladım,” dedim. “Fazla onurlusun. Bu o y u n se n in seviye­
nin altında. Sen New York Times\n stil b ölüm üne layıksın çünkü,
değil mi?”
Kuyruğunu salladı. Belki de daha çok güncel olaylarla ilgile­
nen türden bir kediydi.
“Sen de benim gibisin. Onurlu bir şekilde yaln ızsın
Dışarıdan bir uğultu gelince sırtım ı d ik leştird im ve k u lak la­
rım tıpkı kedininki gibi dikleşti. Ama sonra ses yü k selip uzaklaş­
tı ve mahalle tekrar sessizliğe gömüldü. Başka b ir a raç geçip git­
miş olmalıydı. Tekrar kam burum u çıkardım . E lim deki oyuncağı
tam am en unutmuştum.
Lenore mutfağa kaçtı ve onun için hazırladığım y e m e k kâse­
sini karıştırmaya başladı.

206
“Pekâlâ, b u ra d a onurlu olan yalnızca sensin,” dedim. "Benim
artık o n u ru m falan kalmamış.”

SAM’İ ERTESİ G Ü N de görmedim. Ama bir ara eve gelmiş ol­


malıydı çü n k ü çöpe ve geri dönüşüme gidecek şeyleri dışarı çı­
karm ıştı. B unları görünce benim de aynısını yapmam gerektiğini
hatırladım .
Evin yan tarafındaki teneke çöp kutularına doğru yürürken
yan k om şum Pat, beni izlemek için kafasını açık garajından dı­
şarı uzattı. Garaj kapısını her zaman açık bırakır ve çoğunlukla
orada, k atlan ır b ir sandalyede oturup arka arkaya sigara tüttü-
rürdü. H ep dışarılarda olması göz önünde bulundurulunca, eğer
bir seri k atil olsaydı Sam’in gizli aktivitelerini ben gelmeden
çok önce o görm üş olurdu. Garaj inin gölgeli saçağının altın d a n
m erakla m ahalleyi izleyen o gözlerden hiçbir şeyin kaçacağım
düşü n m ü y o rd u m .
O na el salladım çünkü çoktan net bir şekilde göz teması kur­
m uştuk ve b u n u yapm am ak garip kaçabilirdi Ama Pate saygı
duym alıydım ; böyle sosyal incelikleri kıçına takmadığı için sela­
m ım a karşılık falan vermeyip dik dik bakmaya devam etti.
“Aileen W uornos’tan aşağı kalır yanı yok,” diye mırıldandım,
çöp tenekelerini sokağa doğru sürüklerken.
Bu düşünce, du ru p Pat’in arazisinin arkasındaki kulübeyi
incelem em e neden oldu. Belki de dikkatli olmasının asıl nede­
ni başkalarına güvenm em esi değil, kendine ait sırlan korum ak
istemesiydi. İşlediği suçlara dair kanıtlan ya da koca bir aileyi
o kulübede saklıyor olabilirdi. Jaycee Dugard’ın tutulduğu evin
hem en yan tarafında h er şeyden bihaber yaşayan insanlar gibi
olm ak istem iyordum .

207
Yanımdan boğuk bir ses, “Başın sağ olsun,” d eyince yerim den
sıçradım.
Pat’le aramda koca bir çit vardı ama bana yaklaştığı için yine
de rahatsız olmuş ve tehdit altında hissetm iştim . “E fe n d im ? ”
“Baban için,” dedi. “Başın sağ olsun.”
“Ah.” İkisinin on yıllardır komşu olduğu b ird en k a fa m a d an k
etti. Gerçi babamın antisosyal kişiliği ve k en d in i te c rit etm esi
nedeniyle büyük ihtimalle pek m uhabbet etm em işlerd i. İkisi de
hayaletli olduğu iddia edilen bir evin dibinde yaşayıp, b u n u hiç
takmadan kendi işlerine bakabilecek tiplerdi.
Boğazımı temizledim. “Son zam anlarda evim e g elen b ir kedi
var,” dedim temkinli bir şekilde. “Siyah-beyaz ren k li, b ay ağ ı k ü ­
çük bir şey. Senin kedin mi?”
Bunu sormanın doğru olacağını d ü şü n m ü ştü m a m a b ir ya­
nım , cevabım istediğimden emin olm adığım b ir s o ru s o rd u ğ u m
için öfkeyle tepiniyordu. Ya evet derse ve L enore u g eri v e rm e k
zorunda kalırsam ne olacaktı? Bu seçeneği d ü ş ü n m e k b ile iste ­
mediğimi fark edince kendime çok şaşırdım. A m a m a h a lle d e b ir
kedi hırsızının dolaştığıyla ilgili bir N extdoor g ö n d e risin e k o n u
olmak da istemiyordum.
Pat bana başka bir gezegenden gelmişim gibi baktı. “O k e d ile r
bana ait değil,” dedi. “Kimseye ait değiller. O n lar hayvan.”
“Doğru,” dedim.
Köşeden dönen bir arabanın sesi geldi ve o n u n k a m y o n e ti­
nin sesi olmadığını bilmeme rağmen Sam’i g ö re cek m işim gibi
otomatik olarak o yöne baktım. Tekrar Pate d ö n d ü ğ ü m d e , sig a ­
rasını kot şortunun kalın kumaşına bastırarak dik k atlice s ö n d ü r ­
düğünü ve izmariti cebine soktuğunu gördüm .
“İnsanlar da kimseye ait değildir,” dedi esrarengiz b ir tav ırla.
Sonra garajına geri döndü.

208
Sanı ve benden mi bahsediyordu? Dikkatli bakışlarıyla neler
gördüğü veya hangi sonuçlara vardığını bilmem mümkün değildi.
ö y le ya da böyle, bunun kaçırdığı bir aileyi kulübesinde giz­
lice tutan bir kadından beklenecek bir duyarlılık olmadığım dü­
şündüm ve çöplerim i kaldırıma doğru sürüklerken Pat’in cani
olma ihtim alini listem den sildim.

EN A ZIN D A N ARTIK Lenore’u beslediğim ya da veterinere gö­


türdüğüm için Pat’in benden bir tür intikam alması konusunda
endişelenm em gerekmiyordu.
İlk veteriner randevum uzda Lenore’un en az üç yaşında oldu­
ğunu ve bazen kedilerin aşı vurulurken minik şeytanlara dönü­
şebileceğini öğrendim . O kadar ki veteriner hekimler özel koru­
yucu eldiven takm alarına rağmen, muayene odasından haşatlan
çıkmış h alde çıkabiliyorlardı.
“H er şey tam am !” dedi kadın. Ama Lenore’un ne kadar iyi
bir kedicik olduğuna dair ek bir övgüde falan bulunmadı. Kedi
sahibi olm ak böyle bir şey miydi? Diğer insanların, kedilerini
Instagram ’da #enuslukedi etiketiyle paylaştığım gördüğümde bir
öfke p atlam ası hissetmeye mahkûm muydum?
A lison’a m esajla sorduğumda, Evet, diye yanıt verdi.
“Sen gerçekten arızasm,” dedim Lenore’a, taşıyıcısını araba­
ya geri koyark en ona doğru eğilerek. “Bu unvanı senden kimse
alam az.”
B u rn u m u n direği amonyak kokusuyla sızladı.
“Süper,” dedim . “Sağ ol.”
T elefonum bir süredir C onnerın yarınki havai fişekler hak-
k ın d ak i m esajlarıyla çınlıyordu. Ne giyeceği, evden çıkmadan

209
ğd cs b azck aifcd; «is* socıın oicp oimapac^ı g i* soe^bn sor-
ö l fÖSLnae «sok zrr ö efm ctan gûzei bir fişört ve gön d e* g jt
A /rc a itaferan yemde dması bence en iyisi o h c )
Be grr^ !-»f»rî çok K iim fin t Asimda ben d e C on er
id n b e s d e Senfm pbp g h n e m e ğ p n hâlâ öğnenem edîğnıı îçaa
g r r g r ö nL Oou tderer görmeyi, her şeyi y o h n n tüla m j ı Btıyor-
dnm Vznn sûreden beri Ok kez görüşm eden b o kadar T]mM
gwprTTTtprk frfrnrrm r dahil o İm ag n a a h p n ış rm ı

Sonunda çnaı Huğumdan beri sahip old uğu m , rârimA»


fftoebe'rm Çohpna Seti yzzzn ve sakız m akinesi çizimi olan kır­
tasiye serinden eski bir kağıt kopardım ve hızlı bir n o t karaJadmr

Sam... Tam bir pisft g ft davrandığım içm üzgünüm. Yarın


saat yedde nehir kenanndafci parkta havai fişek gösteriş»-
tu eziyor olacağız. Bizimle orada buluşur musun? -P

Aslında onunla gidebilmeyi çok isterdim çünkü bu, bize ko­


nuşmak için biraz zaman verirdi Ama Conner, pla nladığı ye­
mek için bir şeyler almaya gitmemi istem işti G örünüşe bakılırsa
Shani Pinterest’trki şık şarküteri sunum panolarına takıntılıydı
ve kardeşim onun için bunlardan birini hazırlam ak istiyordu. Bu
özel anlarına dahil olmak beni ne kadar duygulandırm ış olsa da
Conner"a, sevgilisinin sevdiği peynir tepsilerinin ve d iğer şeyle­
rin bulunacağı türden bir pikniğin tadının baş başa çıkarılm ası
gerektiğini açıklamaya çalıştım. Fakat öyle bir anda norm al bir
konuşma yapamayacak kadar heyecanlı olacağı için her şeyi ba­
tıracağını söyleyen ve tamamı büyük harflerden oluşan bir mesaj
yazıp bîr zahmet briç peynirini unutmamamı tem b ih led i

210
Ben de ona bildiğini tek şekilde cevap verdim. Roller tersine
döaseyvü o küçük bokun bana cevap vereceği şekilde.

D o s tu m . B ira z g e v ş e .

Ama sonra bir gülen surat ekledim çünkü stresli olduğunu


belliydi- Ye benim küçük kardeşimdi.

211
ON SEKİZ

TEMMUZ İÇİN fırtına uyarısı yapılmıştı ve biz p ik n ik örtü­


4 müzü geniş, çimenlik bir alana sererken gökyüzü gerçekten
de gri ve öfkeli görünüyordu. Kardeşim, yeterince endişelenir­
se bulutlar uzaklaşacakmış gibi sürekli göğe b ak ıp duruyordu.
Shani ise kahverengi teninde m ükem m el g ö rü n e n sarı, askılı
elbisesiyle yerde oturuyor; her şeyden bihaber halde, C o n n e ra
şirketten verilen şişeye doldurduğum uz şarabı m u tlu lu k la yu-
dumluyordu.
“Yağmur yağacak,” dedi Conner.
“Floridanın nasıl olduğunu bilirsin,” dedim . “N eredeyse her
gün fırtına uyarıları yapılıyor zaten. Yağmur yağsa bile sadece
yarım saat sürer. Yağış esnasında bir yere sığınır, so n ra geri dö­
neriz. Hem etkinliği de iptal etmediler, baksana herkes burada.”
Kardeşim çimlerde toplanmaya başlayan kalabalığa bakarken
biraz olsun rahatlamış görünüyordu.
“İptal ederlerse eve gideriz,” dedi Shani. “Z aten şu Versace evi
bölümünü izleyecektik.”

212
“G ö rd ü n m ü ? ” d ed im C o n n era. “Her kötü şeyin bir iyi
yanı vardır.”
“Bana öyle gelm iyor ama,” dedi. “Sen niye bu kadar gerginsin
bu arad a?”
“Ne? G ergin falan değilim.”
“O to p ark a y irm i kez baktın. Arabaları çekeceklerinden falan
mı en d işelen iy o rsu n ?”
“Hayır, sad ece...” Sam’i davet ettiğimi kardeşime söyleyip
söylem em e k o n u su n d a kararsızdım . Buna aldırmayacağım bili­
yordum ; yaklaşan evlilik teklifi için ne kadar kalabalık o kadar
iyi tu tu m u sergiliyor gibi görünüyordu. Ayrıca Mass Effect konu­
sundaki cahilliği b ir kenara bırakılırsa, Sam’i de gerçekten sevi­
yor gibiydi. A m a o n a söylersem ve Sam gelmezse, üzüldüğümü
fark ed erd i ve bu, yattığım ızı bilmesinden çok daha kötü olurdu.
A m a so n ra Sam’i, elleri ceplerinde çimlerin üzerinden bize
doğru gelirken gördüm . Açık mavi tişörtle kot pantolon giymiş­
ti ve saçları eliyle düzeltm eye çalışmış gibi yana yatıktı. Gözleri
kalabalığı tarıyordu. S anki... beni anyor gibiydi. Bakışlarımız
bulu ştu ğ u nd a yüzü rahatladı. Ve göğüs kafesim in içinde havai
fişekler patlam aya başladı.
“Sam’i de davet etmiştim,” dedim Connera alçak sesle.
“D ü şü n d ü m k i...”
“Selam,” dedi Sam yanımıza gelerek Bana bir tebessüm atıp
kardeşim e döndü. “Phoebe buraya havai fişekleri izlemeye gele­
ceğinizi söylemişti. U m arım size katılmamın bir sakıncası yoktur.”
“H iç sakıncası yok, dostum ,” dedi Conner, sunum tahtalarına
yerleştirilm iş etleri ve peynirleri işaret ederek “Yeterince yiyece­
ğim iz var.”
“M erhaba, Sam!” dedi Shani, Brie peynirinin hemen yanın­
daki yerinden el sallayarak. C onner bu şeyleri ne kadar sevdiği

213
konusunda haklıydı. Daire şeklindeki peynirin y an sı şimdiden
bitmişti ve ben daha oturmamıştım bile.
“Selam, Shani,” derken Sam’in gözlerinde, bu akşam neler ola­
cağını bir bilseıı, dercesine bir parıltı vardı. Bu haliyle a şın dere­
cede sevimli görünüyordu.
Kardeşime, onu buraya neyim olarak çağırdığım ı söylesem
bilemiyordum. Randevulaştığımızı söylem ek d o ğ ru olu r muy­
du? Yoksa bir şey söylemek yerine uzanıp Sam’in elini tutarak
kendi gözleriyle görmelerine izin mi verm eliydim ?
Ama Sam’in elleri hâlâ ceplerindeydi ve v ü cu t diliyle ses tonu
sadece arkadaşız mesajı veriyordu. B unun bir ran d ev u olduğunu
bilmiyor muydu? Yoksa birkaç gün önce yaptıklarım yüzünden
randevu olmasını istemiyor muydu?
“Havaya bakın,” dedi Conner, gökyüzüne bir kez daha endi­
şeli bir bakış atarak, “Hiç iyi görünm üyor. İptal edecekler, bunu
hissedebiliyorum.”
Shani omuz silkti. “Havai fişekler o kad ar da abartılacak bir
şey değil zaten,” dedi. “Çok gürültülü.”
Evlenme teklif etmeyi planlayan benm işim gibi m idem bu­
landı. “Ben havai fişekleri severim,” derken sesim aşırı tiz çıktı.
Conner bana sakin ol der gibi bir bakış atınca boğazım ı temizle­
dim. “Yani çok... görkem olduklarını düşünüyorum .”
Yanımdaki Sam boğulur gibi bir k ahkaha attı. “G örkem mi?”
“Görkemli,” dedim. “Görkemli dem ek istedim . Sizce de öyle
değil mi?”
“Muhteşemler,” dedi Sam, bakışlarını benim kilere dikerek.
Pekâlâ, buraya kadardı. Kardeşimle m üstakbel nişanlısını ya
da sadece birkaç metre ötemizde oturan aileyi falan um ursam a­
dan kendimi kollarına atacaktım.

214
Ama sonra Sam ö rtü n ü n üzerine bağdaş kurarak oturup ra­
hatça bir dilim prosciutto'ya uzanınca, o kısa anı hayal edip et­
m ediğim i m erak etm eye başladım. Ben oturduğumda çoktan
Shani’yle m uhabbete dalm ıştı ve hastalarından biriyle ilgili ko­
mik hikâyesine gülüyordu.
C o n n er ise saatine bakm akla meşguldü. “Erken başlamaları
gerekm ez m i?” dedi. “Ya daha sonra hava iyice kapanırsa?”
Havai fişekler sekiz buçukta, hava karardıktan sonra başlaya­
caktı. K ardeşim e h er şeyin yoluna gireceği konusunda güvence
vermeye çalıştım am a hem onu rahatlatmak hem de Shani’nin
bir şeyler d ö n d ü ğ ü n ü anlam am ası için çabalamak tüm enerjimi
alıyordu. C o n n e r evlenm eyi planladığı kadınla kaygısızca soh­
bet edebilsin diye o n u n yerine gökyüzünü izlemeye söz verdiğim
için avuçlarım ı çim lere dayayıp gözlerimi havaya dikmiştim ki
sırtım da h afif b ir dokunuş hissettim.
“Hey,” d ed i Sam yanım dan, alçak sesle. Bilek kemiğimde ka­
yan b aşp arm ağ ı içim e ürpertiler gönderiyordu. “Aramızın iyi
olduğunu söylem ek istedim . Kardeşine ya da başka birine açık­
lam ak z o ru n d a da değiliz.”
İlk h issettiğim şeyin rahatlam a olması korkunç muydu? Ama
hem en a rd ın d a n kafa karışıklığı geldi, zira daha önce bayağı
üzgün g ö rü n en adam ın şimdi hiçbir sorun olmadığım söyle­
m esinin n ed en in i anlayamıyordum. “Ama sana pislik gibi dav­
randım ,” dedim . “Seksin ne kadar iyi olduğunu bile söylemedim.
A slında söylem ek istem iştim çünkü o gece gerçekten...”
C o n n e r ile Shani’nin bize bakıp bakmadığım kontrol ettim
am a kardeşim sevgilisine daha fazla Brie yedirmekle meşgul gö­
rü n ü y o rd u . B urada olm ak istemememin seksen beşinci nedeni
tam o larak buydu.
“A -artıydı,” diye bitirdim . “Kesinlikle.”
Sam , “A -artı-artı,” derken bakışları bir şey ararcasına yüzüm-
deydi. S o nunda yan dönüp bana profilinin manzarasını sundu.

215
Tanrım, burnunun kusurlu çıkıntısına, altd u d ağ ın ın yumuşak
kıvrımına bayılıyordum. Burada baş başa olup m uhabbet edebil*
meyi, öpüşebilmeyi ya da içimizden geleni yapabilm eyi diledim.
"Hâlâ arkadaş olabildiğimiz için m u tlu y u m ” d ed i sonunda.
“Bu yaz seninle vakit geçirmekten cidden keyif aldım , Phoebe.
Bir gecenin bunu mahvetmesine izin verm ek çok yazık olurdu.”
Sözlerini kafamın içinde bir plağın sıyrılırken çıkardığı ses
gibi duydum. Alisonla konuşup tavsiye aldığım , h e r g ü n umutla
kamyonetini beklediğim, bu akşam gelir diye saçlarım ı salık bı­
raktığım için aptal gibi hissediyordum.
“Doğru,” dedim. “Kesinlikle.”
Aniden havai fişeklerin patlaması için C onner kadar sabırsız
hissettim. Gecenin sona ermesini istiyordum. Hava çok ağır ve
nemliydi ve sivrisinekler uçuşmaya başlamıştı. Ya da zaten uçuyor­
lardı ama benim sinirime tam şu anda dokunm aya başlamışlardı.
Yanımızdaki aile gökyüzüne bir kez d ah a b ak ıp toplan­
maya başlayınca, Conner’ın iyice endişelendiğini fa rk ettim.
Gözlerimi Sam’den Shani’ye çevirerek, so h b et açıp dikkatini
dağıtması için ona telepatik bir mesaj g ö n d erm ey e çalıştım.
Neyse ki mesajı almış gibiydi çünkü ona d ö n d ü ve hem şirelik­
ten mezun olduktan sonraki planlarının ne o ld u ğ u hakkında
kibarca sorular sormaya başladı.
Ben de hemen gömleğinin kolundan tutup C o n n e r’ı kendim e
çektim. “Dinle, planın bu akşam gerçekleşm eyeceğini kabullen-
sen iyi olur bence.”
“Ne?”
“Ciddiyim,” dedim. “Kendine şunu söyle; 'Eh, ne yapalım,
başka zaman olur. Evlenme teklif edeceğim am a havai fişekler sı­
rasında olmayacak
“Ama her şey ayarlandı,” dedi. “Parasını ödedim .”

216
"Paranı geri alacağız,” dedim , “Bunu yapmak için güçlü bir
m ektup yazm am gerekse bile yapanm . Benden sonra tekrar e t
Bu gece o gece değil?
“Bu gece o gece değil,” dedi çaresizce.
“H arika,” d ed im göm leğini bırakarak. “Yağmur yağarsa yağ­
sın. Biz de Brie’m izi -y a n i kalanını- alıp koşabildiğimiz kadar
hızlı koşarız. O lu r d a hava açılırsa ve havai fişekler patlamaya
başlarsa S hani’n in ö n ü n d e diz çöküp hayalindeki rom antik anı
yaşayabilirsin. A m a şim dilik buna uzak bir ihtimal olarak b a­
kacak ve ak şam ım ızın geri kalanının tadım çıkaracağız, tam am
mı? Şim di, b o ş bo ş beklem ek yerine onu nehir kenarında y ü rü ­
yüşe çıkar hadi.”
K onuşm am daki kararlılık karşısında biraz şaşırmış olan
C onner gözlerini kırpıştırdı, sonra Shani’ye doğru eğilip kula­
ğına b ir şeyler fısıldadı. Kız mutlulukla gülümseyip onun yardı­
mıyla ayağa kalktı ve birlikte uzaklaştılar.
Sam b an a b iraz daha yaklaştı. “Aşkın zorlukları, ha?”
“Beklentileri yönetm ek diye buna denir,” dedim, kalabalığın
arasında kaybolana kadar kardeşimle Shani yi izleyerek. “Aldı var­
sa hem en oracıkta, su kenarında evlilik teklifini edip kurtulur.”
“G erçek b ir ro m an tik gibi konuştun.”
O na baktım . Sözlerinde kin yoktu ama romantizmle alaka­
lı güncel çatışm alarım ız göz önünde bulundurulduğunda, bana
garezi olsa bile onu suçlayamazdım.
“G eçen gün sana karşı dürüst davrandım,” dedim. “Seninle
arkadaştan ötesi olm ak istiyorum . Henüz ilişkiyi tanımlamamıza
gerek yok am a açık fikirli olabilirim.”
Sam yerden birkaç ot koparıp parm aklarının arasında çevirdi.
“Sanırım benim de beklentilerim i yönetmeyi öğrenmem gereki­
yor. Sen sıradan bir şey arıyorsun; ki bunun mantıksız olduğunu

217
söylemiyorum. Ama konu sen olunca sıradan ilişkiyle yetinebilir
miyim, bilmiyorum.”
"Yani... öpüşme yok mu?”
Hüzünlü bir şekilde gülümsedi. “Sen gerçekten istem ediğin
sürece yok”
Her seferinde gerçekten istiyordum, dem ek isted im am a dem e­
dim. “Her zaman bir ilişki adamı oldun, ha?”
“Sanırım öyle,” dedi. “Üniversiteye kadar h iç g erçek kız arka­
daşım olmadı. Zavallıca, değil mi? Ama lisede çok u tan g açtım ve
neredeyse kimseyle konuşmazdım. Birkaç kişiyle öylesine çıktım
ama biriyle birlikteysem çoğunlukla bir gelecek b ek len tim olur.”
Gelecek... Bu güzel bir fikirdi ama ben h e n ü z geleceğimi
Sam’le ya da başka biriyle hayal edem iyordum .
“Amanda gibi,” dedim.
Bu konuyu neden tekrar açtığım dan p ek e m in değilm iş gibi
kaşlarını çattı. Bir yanım, hâlâ canı yanıyor m u diye o n u test
etmek istemişti. Bu yaptığımın korkunç o ld u ğ u n u biliyordum
aslında. Hatta nasıl bir sonuç beklediğim den bile e m in değil­
dim. Amandayı hâlâ unutamadıysa bir şekilde k u rtu lu ş yolum
olacaktı sanırım. Aramızdaki şeyin bu yüzden yürüm eyeceğini,
benden kaynaklanan bir sorun olm adığını d ü şü n ec ek tim . A m a
eski sevgilisini unutamadığı için aynı zam anda ço k fen a kıska­
nacak ve üzülecektim.
“Amanda biraz...” Birkaç çimen daha k o p arıp b ak m ad a n
örmeye başladı. Bunu yaptığının farkında olup o lm a d ığ ın ı bile
bilmiyordum. Buradan gittiğimizde o tu rd u ğ u m u z y e rin y an m d a
kel bir nokta olacaktı. “Sana geçen anlatm ıştım . O n u n la y k e n h er
zaman çok çaba sarf etmem gerekiyordu. Belli b ir k a lıp ta o lm a­
mı istediğini ve onu sürekli hayal kırıklığına u ğ ra ttığ ım ı h issed e­
biliyordum. Ama ona ayak uydurm ak beni m eşgul e d iy o rd u ve
benden ayrıldığında bir afallama yaşadım. A slında şa şırm a m a m

218
gerekirdi çü n k ü d o ğ ru olm adığını başından beri biliyordum.
Koşu b an d ın d an inip sert zem ine bastığında tuhaf hissetmek ve
bir dakika, ben zaten en başından koşu bandına binmek istemi­
yordum, çoktan inm em gerekirdi, demek gibiydi.”
“Bu çok uygun b ir örnek oldu,” dedim. “Koşu bantlarının cam
cehennem e. Şafak Katili peşime düşmediyse hayatta koşmam.”
“O n u n hap ish an ed e öldüğünü söylediğini sanıyordum.”
“Sen de aslında b ir koşu bandıyla çıkmadın,” dedim. “Burada
mecazi k o n u ştu ğ u m u zu sanıyordum.”
Sam gülüm sedi. “Peki ya sen?”
“Ben ne?”
“Sana so n ilişkim le ilgili eksiksiz rapor verdim,” dedi. “Şimdi
şeninkini d u y m ak istiyorum.”
“Eski sevgililerim izle ilgili hikâyelerimizi anlatmak kötü bir
fikir değil m i sence de?”
O m u z silkti. “İki arkadaş olarak sohbet ediyoruz sadece.”
“Peki, peki.” Birlikte olduğum son birkaç erkeği zihnimde sı­
raladım am a hiçbiri gerçekten ilişki sayılmazdı. Same ilişki keli­
m esinin tam tan ım ın ı sorsam kendim i başka sorulara açık hale
getirm iş o lurdum , bu yüzden üniversiteden sonraki tek erkek
arkadaşım ı anlatm aya karar verdim. Gerçi bu hikâye... altı sene
öncesindendi. Tanrım .
“Adı Brandondı,” dedim . “Yakınlarımdaki bir alışveriş merke­
zinde b u lu n an vitam in takviye mağazasında yan zamanlı çalışı­
yordu. Yani fitness meraklısıydı. Eğer bu mümkün olsaydı kesin­
likle b ir koşu bandıyla çıkardı. Birbirimize uyacağımızı düşünen
o rtak arkadaşlarım ız aracdığıyla tanışmıştık ama sonradan çok
az o rtak noktam ız olduğunu görmüştük. Arkadaşlarımız neden
öyle düşünm üşlerdi hiç bilmiyorum. Genel olarak hoş bir çocuk­
tu am a bence aradığı sevgili daha çok...”

219
Cümleyi nasıl bitireceğimi bilemeyerek om u z silktim . Ama
tabii ki Sam’in öğrenmeden rahat etmeyeceğini bilmeliydim .
“Daha çok ne?”
“Duygularını gizlemeyen, sevecen birini arıyordu diyebilirim
sanırım. Ben esprilerine pek gülm üyordum çü n k ü espri yaptığı­
nı bile anlamıyordum. Zor bir gün geçirmiş gibi göründüğünde
omuzlarına masaj yapmayı falan teklif etm iyordum . O ise sürekli
bana masaj yapmaya çalışıyordu ve çok acıtıyordu. Etim i oyu­
yordu resmen. Ayrıca protein tozunu direkt k ab ın d an yiyordu.
Bu hiç doğru değil.”
Sam hafifçe gülerek geriye kaydı ve avuçlarım çim lere dayadı.
Serçe parmaklarımız neredeyse birbirine değiyordu.
“Birbirimize tamamen zıttık,” dedim. “A yrıldığım ızda bunu
o da söyledi. Onun sert bir vücudu ve yum uşak b ir kalbi vardı.
Benimse... şey... biliyorsun.”
Sam’in bakışlarım yüzümde hissedebiliyordum am a gözleri­
mi kısıp kafamı nehre çevirerek yapmam gereken en önem li şey­
miş gibi Conner ve Shani’ye bakındım. O sırada el ele kalabalığın
arasından çıktılar ve çimlere yöneldiler. Hava artık hiç açılmaya­
cakmış gibi görünse de kardeşim sevgilisiyle konuşurken daha
rahattı ve gülümsüyordu. Belki de düşündüğüm gibi n eh ir kena­
rında evlenme teklif etmişti. Bunun pek olası olduğunu sanm ı­
yordum gerçi. Mutlu görünüyorlardı am a yüzükle onlarca selfie
çekip gelmiş olmanın mutluluğuna benzem iyordu.
“Saçmalıyorsun,” dedi Sam.
“Bu vücut bıngıl bıngıl,” dedim pek de düz olm ayan karnım ı
dürterek.
“O vücut mükemmel ötesi. Ve eğer Benchpress B randon o
cümleyle sana herhangi bir şekilde hakaret etmeyi amaçladıysa
umarım protein tozunda boğulur. Ayrıca senin sert bir kalbin yok.”

220
O m uz silktim . "Beni o kadar iyi tanımıyorsun.”
"B urada, k arşım d a oturuyorsun ya,” dedi. “Havai fişekler­
den nefret etsen de kardeşin istedi diye burada ona moral des­
teği veriy o rsu n . S inirlerini bozsa da sana Pheebs demesine ses
çıkarm ıyorsun. O kediyi, evsiz olmasına dayanamadığın için
yanına ald ığ ın ı biliy o ru m . Ve üzücü hatıralarla dolu o eve, sırf
kardeşin işlerle tek b aşm a uğraşm ak zorunda kal m asm diye
geldiğini de biliyorum .”
Bir y ağ m u r dam lası kolum a düştü. Sonra bunu bir tanesi daha
takip etti. A m a b en ne havaya ne de etrafımızdaki insanların
toplanıp gitm eye başlam asına dikkatimi veremiyordum. Sam’in
sözleri n u tk u m u n tutulm asına neden olmuştu. Kardeşimin kul­
landığı zam an lar dışında, Pheebs takma adından nefret ettiğimi
nereden biliyordu?
“K usura bakm a,” dedi, avuçlarım kotuna silerek. “Biz de kalk­
sak iyi...”
K endini iterek kalkm aya yeltendi ama tişörtünü sıkıca tutup
onu aşağı çektim ve dudaklarım ı onunkilere bastırdım. Zarif bir
öpücük değildi -b u rn u m u yanağına acı verici bir şekilde batır­
dığım ı hissedebiliyordum - ama duygular bunu telafi ediyordu.
Gerçekten istiyorum, gerçekten istiyorum, gerçekten istiyorum.
E llerini saçlarım ın araşm a daldırıp kafamın arkasını kavra­
yarak ö p ü cü ğ ü derinleştirdi. Ama sonra geri çekildi ve gergin
bakışlarını arkam daki bir şeye dikti. “Kahretsin," dedi. “Conner
ve Shani saat altı yönündeler. Sana göre on iki yönünde oluyor
sanırım . B unlara hiç kafam basmıyor.”
“U m u ru m d a değil,” dedim ve onu tekrar öpmeye başladım.
Yağmur üzerim ize boşanıyordu ama bu da hiç umurumda değildi
Yine de geri çekilip tişörtüm ü düzeltmeyi başardım -h e r na­
sılsa, yan tarafım da tam Sam’in elinin şeklinde cayır cayır yanan
bir iz kalm ış gibi hissediyordum - ve kardeşimle sevgilisi gelme-

221
den sırtımı dikleştirdim. Seneler boyunca tüm sosyal m edya ta­
kipçilerini maruz bıraktığı aşk tablosundan so n ra bunu cn çok
hak eden kişi Conner olsa da ben kalabalığın o rta s ın d a öpüşüp
koklaşma)! pek tercih etmiyordum.
Bize yaklaşırken, “Kendinize bir oda bulun,” d e d i am a sırıtı­
yordu. Elini kargo pantolonunun cebine so k arak S h an i’ye dön­
düğünde bir an hemen burada evlenme teklif ed eceğ in d en en­
dişelendim. Bu çok garip olurdu. Ama b u n u n y e rin e cüzdanını
çıkarıp yirmi dolarlık bir banknot aldı ve Shani’n in uzattığı eline
sertçe bıraktı. “Sen kazandın.”
“Neyi kazandı?” diye sordum, neler d ö n d ü ğ ü n ü , kızın bana
bakıp neşeyle başparmaklarını kaldırm asından an lam ış olsam
da. İşte tam da bu yüzden onlara bir şey söylem ek istem em iştim .
Kendi ilişkimi ve evliliğimi hayal ettiğim zam an lar yok denecek
kadar azdı ama hep kimseye bahsetm eyip ayrı evlerde yaşamaya
devam ettiğimiz, sağlık sigortası amaçlı bir m üessese olacağını
düşünmüştüm.
Eh, en azından Conner bunu büyük bir m esele h alin e ge­
tirecekmiş gibi durmuyordu. Tüm yiyecekleri toplayıp tekrar
soğutucuya koyarken her zamanki rahat haline geri dönm üştü.
Yağmur şimdi daha da şiddetlenmişti ve tişö rtü m ü sırılsıklam
edip saçlarımı yanaklarıma yapıştırıyordu am a C o n n e r’ın acelesi
yok gibiydi. Bense sayısız nedenden ötürü - k i y ağ m u r listede en
sondaydı- bir an önce buradan ayrılmak istiyordum .
“Şey,” dedim, “Ben Sam’in arabasıyla gitm eyi d ü şü n ü y o ru m .”
“İyi, hadi gidin,” dedi kardeşim, elini sallayarak. “Yarın sana
mesaj atıp babamın odasını toplamak için uğrarım .”
Kesinlikle dört gözle beklemediğim bir görev olsa d a “Ç o k iyi
olur,” dedim.
Sam çoktan ayağa kalkmış, beni de kaldırm ak için elini uzat­
mıştı. Kalktıktan sonra elini bırakabilirdim - b ir ço c u k gibi yön-

222
Icndirilm em c gerek y o k tu - ama sıcak avucunun benimkine değ­
mesi, parm ak larım ızın birbirine kenetlenmesi iyi hissettirmişti.
O toparka d o ğ ru koşar adım larla ilerlerken beni kendine çekip
vücuduyla yapabildiği kadar yağmurdan korudu. Ama arabaya
bindiğim izde sırılsıklam olm uştuk ve gülmekten ölüyorduk.
“Eee,” dedi Sam.
“Eee?” Islanınca ağırlaşmış saçlarımı ellerimle toplayıp en ­
sem de birleştird im , sonra tekrar serbest bıraktım. Adrenalin vü­
cud u m d a o k ad ar yoğun bir şekilde dolaşıyordu ki fişi nereye
bağlayacağım ı bilsem , arabayı kendi enerjimle bile çalıştırabilir­
dim. “Senin eve gidiyor muyuz, yoksa bir devlet okulu öğretm e­
niyle k am y o n etin d e m i yiyişeceğim?”
“En azın d an birim iz örnek bir topluluk üyesi olarak rolüm ü
düşünüyor. Ç ü n k ü şu anda ben böyle şeyleri düşünebilecek d u­
rum da değilim.” A nahtarı kontakta çevirip geri geri giderek bir
tüm seği geçti ve eve doğru yola çıktık.

EVİNE VARDIĞIM IZDA BİRBİRİMİZİN üzerine atlamak için


neredeyse kapıdan girm eyi bekleyemeyecektik. Yatak odasına
giderken yolda kıyafetlerim izi çıkarıp savurduk ve yatağa değilse
de en azından b ir duvara ulaştık.
“B unun sana da sıradan gelmediğini söyle” Sam boynuma
öpücükler k o n d u ru rk en bileklerimi kavrayıp nazikçe gövdeme
bastırdı. “Tanrım , Phoebe. Senden çok hoşlanıyorum."
B eynim in m antıklı düşünceler oluşturmayı başarabilen kü­
çük bir kısmıyla, en azından nötr profesyonel seviyesini atladık
gibi bir espri yapm ayı düşündüm . Ama aramızdakiler ne nötr ne
de profesyoneldi. Ve Sam’in sözleri göğsümde bir yerlerin kıpır-

223
danmasına neden olmuştu. Aşk kelimesini ku llan m ış olsa belkj
bu kadar büyük bir etki oluşturmazdı.
"Ben de senden hoşlanıyorum,” diye fısıldadığım a n d a dilini
ağzımın içinde hissettim ve uzunca bir süre b aşk a h iç b ir şey
düşünemedim.

SAM BENİ GECE kalmam için ikna etmeye çalıştı am a Lenore’u


o kadar uzun süre yalnız bırakma konusunda endişeliydim .
“Bana ilgi gösterdiğinden değil,” dedim . “A m a a rtık ku m ka­
bını kullanıyor ve eğer başında olmazsam sırf yaram azlık olsun
diye başka yerleri pisleteceğinden eminim.”
“Mantıklı.”
Yatağında uzanırken kolu boynum un altındaydı ve p arm ak la­
rı hafifçe saçlarımla oynuyordu. Burada uyum ak cazip geliyordu
aslında ama bir şekilde bu ayrımı yapm am gerektiğini hissedi­
yordum. Bir erkek arkadaşım -tabii Sam artık erkek arkadaşım ­
sa- olmasıyla ilgili korkularımdan biri kişiliğim i k ay b etm ek ve
tüm dikkatimi ilişkiye verip kendim e has, önem li özelliklerim in
yok olmasına izin vermekti. Daha sonra ilişki so n a ererse - k i ka­
çınılmaz olarak sona erecek, dedi kafam ın içindeki sinsi s e s - bu
özelliklerimi geri kazanabilir miydim, bilm iyordum .
“Beyninin çalıştığını duyabiliyorum,” dedi Sam.
Yatakta yuvarlandım ve yüzüne bakabilm ek için d irsek lerim ­
den güç alarak doğruldum. Bana gülüm sedi am a so n ra d ü şü n c e ­
lerimin ciddi bir yöne saptığını hissetti. Eli saçım d an d ü ştü ğ ü n ­
de bu kısa teması kaybetmenin m idem de o lu ştu rd u ğ u boşluk
beni çok korkuttu.
“Tezimi bitirmem gerekiyor,” dedim.

224
m n
Tamam.
“Ü zerinde çalıştığım bölüm ü danışmanıma bir hafta önce
teslim etm em gerekiyordu,” diye devam ettim. “Bunu yaptıktan
sonra b ir bö lü m d ah a tam am lam am ve ayrıca sonuç ve bibliyog­
rafya b ö lü m lerin i yazm am gerekiyor. Üstüne bir de biçimlendir­
me kısm ı var ki akıllara zarar. Ve ben uzun zam an d ır kopyala
yapıştır y ap m ak tan başka bir şey yapamıyorum. Aynca Conner
yarın evi toplam aya yardım a gelecek ve evlilik teklifi fiyaskosu
h ak k ın d a y akınıp yeni planı konusunda beyin fırtınası yapmak
isteyecek. O n a söyleyebileceğim tek şey, at biniciliği ya da flash
m ob’ içeren b ir şeyler planlıyorsa tek başına yapması gerektiği.
Ç ünkü b e n asla ata binm em ve dans etmem.”
“H epsi hallolacak,” dedi Sam. “Ben de seve seve yardım ede­
rim . Tabii tezle alakalı olmazsa. Çünkü sadece “tümünü seç” ve
“yazı tip in i değiştir” özelliklerini biliyorum; ki senin zaten bun­
ları yapabileceğini varsayıyorum.”
“Aynen.” dedim . “İkinci yılımda sadece bunun üzerine bir
d ersim vardı.”
“T ah m in ettiğim gibi. Ama boya konusundaki yeteneğimi ka­
n ıtlad ığ ım a göre tekrar gösteriş yapma fırsatım memnuniyetle
karşılarım . A letim i gözüne fazla sokarsam uyarman yeterli.”
Şaşkınlıkla b ir kahkaha attım. Sam’in üzerinde ne kadar kötü
b ir etki bırak tığ ım ı şim diden görebiliyordum. İlk tanıştığımızda
sırf o n u şoke etm ek için böyle açık seçik yorumlar yapan ben­
dim . Şim diyse o böyle şeyler söylüyordu ve karanlıkta bile ya­
n a k la rın ın hafifçe kızardığını gördüğüme yemin edebilirdim.
U m arım b u özelliğini hiç kaybetmezdi.
“A n latm ak istediğim , biraz alana ihtiyacım olabileceği,” de­
d im b ird e n ciddileşerek. “Taylor Swiffc tarzında değil tabü.

* B ir g ru p in sa n ın , ö n ced en belirlenen bir yerde ve zamanda toplanıp çoğun­


lu k la eğ len ce am açlı b ir eylem i gerçekleştirmeleri, (ç.n.)

225
S e n i n le birlikte olmayı i s t iy o r u m . .. S a d e c e çok işim var. Bir tak­
lağı b iti r m e k için birkaç g ü n l ü ğ ü n e e v d e saklanmam gerektiğin­
d e b e n i a n la m anı istiyorum.”

"Phoebe," dedi. "Seni anlıyorum. Benimle olabilmek için her şeyi


geride bırakmanı beklemiyorum. Yavaştan alabiliriz» tam am mı?"
Kafa sallayıp boğazımdaki yumruyu yuttum .
“Ama eve dönmek istiyorsan hemen yapm alısın çünkü şu
anla pozisyonunda durmaya devam edersen gitm ene izin vere­
bileceğimi sanmıyorum.”
Kafamı eğip baktığımda kollarımın göğüslerim i sıkıştırdığını
ve dekoltemi her zamankinden daha dolgun gösterdiğini gör­
düm. “Aman Tanrım dedim . “Memelerim acayip iyi görünüyor.”
“Aynen,” dedi Sam. “Ben de onu diyorum.”
“Bir daha asla bu kadar iyi görünmeyebilirler. Fotoğraflarım çek.”
“Beni kışkırtma.”
Yavaşça ona doğru kayınca sertliğini bacağım ın içinde his­
settim. “Alan tanıma şeyine yirmi dakika kadar so n ra başlasak
da olur.”
“Kırk beş olsa?”
“En fazla bir saat.”
“Bunu kabul edebilirim,” dedi ve iki eliyle kıçım ı kavrayarak
beni üstüne çekti.

226
ON DOKUZ

ABAMIN EVİNE ANCAK sabaha karşı ikide dönebildim.


B Bu yüzden C onner, gelm eden önce mesaj atma zahmetine
girm eden tü m neşesiyle erkenden kapıda belirdiğinde umduğu
karşılanmayı göremedi.
“Buna özveri denir,” dedi, artık basit bir bandaj sarih olan bile­
ğini göstererek. Ya tam alçıya gerek olmamıştı ya da Conner buna
para harcam ak istem em işti, hiç bilmiyordum. “Üniversitede bu
denli sorum luluk sahibi olabilseydim, sabah sekiz derslerinin
çoğundan kalm azdım .”
“Sabah sekizin çok erken olduğunu fark etmeden kaç derse
kaydolm uştun?”
Y üzünü ekşiterek düşündü. “D ört galiba. Gerçi sadece bir
tanesinde başarısız oldum . İki dersi bıraktım ve diğerinden de
B-eksiyle geçtim . Profesör sene sonuna doğru derse gelmeyi
bırakm ıştı.”
Ben üniversitede kafayı yemiş gibiydim. Olabildiğince çok
ders alm aya ve her şeyi dengede tutm ak için akıllara durgunluk

227
veren sayıda listeler hazırlamaya çalışıyordum. B azen yaptığım
tek çılgınca şeyin, lisans edebiyat dergisine bağış etkinliği İçin
KeShanın “TiK ToK” şarkısının parodi versiyonunu hazırlam am
olduğunu hissediyordum, öncesinde alışılm adık m ik ta rd a sıvı
cesaret tükettiğim için hatırlayabildiğim tek şey, şa rk ın ın ilk sa­
tın olmuştu. Sabah kendimi Joan Didion gibi hissederek uyanıyo­
rum / Bir şeyler yazmak için bilgisayarımı alıp dışarı çıkıyorum.
Bundan sonrası bulanıklıktan ibaretti.
“Eee” dedi Conner, kaşlarını çizgi film karakterleri gibi oyna­
tarak. “Komşunlasın, ha?”
“Shani’yle bu konuda iddiaya girdiğinize in an am ıy o ru m .”
Conner, “Shani partiden sonra, ah, ona neden bu ka d a r ta­
kıntılı olduğunu şimdi anlıyorum, demişti,” dedi. “B en b u n u tak­
madım çünkü özgüvenim yeterince yüksek. H er neyse, ortada
uykunda katledilme korkundan daha farklı b ir şeyin olduğunu
söyledi ama ben, yok be, ablamı tanımıyorsun, o cidden devam lı
seri katilleri düşünür, dedim.”
Tuhaf bir şekilde Connerın beni savunm asından etk ilen m iş­
tim. Ama ona bu tatmini yaşatmak istem iyordum ve gerçekten
Sam’i konuşmak niyetinde değildim. Bu yüzden kilere g ird im ve
kahvaltıda hızlıca atıştırabileceğim, besin değeri d ü şü k n e b u la­
bilirim diye baktım. Ara sıra Waffle H ousea gitm ek d ışın d a pek
kahvaltı insanı değildim ve şu anda yiyebileceğim tek şey Pop-
Tart ya da granola barı gibi görünüyordu.
Kardeşim, “Esmer şekerli tarçınlısı kalm adı m ı?” diye sordu,
sonra omuz silkip bir paket çilekli Pop-Tart aldı ve e k m e k k ız a rt­
ma makinesine attı.
“Vay canına, şu haline bak,” dedim. “Pop-Tart’ını k ız a rtıy o r­
sun! Sonradan görme seni.”
“ödemelerimizin hepsini zamanında yaptığım ız için elek trik
şirketinin bizi ACH sistemine terfi ettirdiğini bilm eni isterim .”

228
"S en d e b u ışığı g ö rm ü ş tü m zaten.”
"Ama cidden,” dedi Conner, ekmek kızartma makinesindeki
tartını baş ve işaret parm aklarının ucuyla tutarak alırken. “Sen
kızartm adan m ı yiyorsun? Kızartılmak için üretildiklerini bili­
yorsun, değil mi? Paketinde bile yazıyor.”
Tek o m zu m u silktim . “A nnem çok fazla abur cubur yememe
izin verm ezdi,” dedim . “Ben de odam da gizlice mideye indirebi­
leceğim şeyleri tercih ederdim.”
“Ah.” Bir an düşündü. Sonra, konuyu tartışıyormuşuz da son
bir noktaya değinm esi gerekiyormuş gibi birdenbire, “Babamla
yaşamayı seçm em in asıl nedeni buydu,” dedi.
“E km ek k ızartm a m akinesini kullanmana izin vermesi mi?”
“C an ım ne isterse yapm am a izin verm esi Nasıl biri olduğunu
hatırlıyorsundur. Mesela annem, arkadaşlarımla Busch Gardensa
gitm ek istediğim de hem en kim olduklarım, annelerinin kim ol­
duğunu, o d am ı toplayıp toplamadığımı, kendisi ada para ver­
meyeceği için yiyecek bir şeyler almaya param olup olmadığım
sorardı. B abam sa hiç um ursam azdı. Sanınm evden çıkmam ya
da b ü tü n g ü n bilgisayar oyunları oynamam işine geliyordu. Ç ün­
kü o zam an o n u rahatsız etmiyordum.”
B abam ızın b u özelliğini hatırlıyordum, evet. Aslında onunla
ilgili en çelişkili şeylerden biri buydu. Bazı zamanlar dünyanın
en c ö m e rt insanı olur, istediğimiz her şeye sahip olmamızı ister­
di. A m a isteklerim iz, geçmemizi istemediği görünmez bir sının
aşarsa b ird en soğuk, mesafeli ve hatta öfkeli birine dönüşürdü.
Yani m id e n in aldığı kadar marşmelov yiyebilirdin ama kendisi
elini p ak ete daldırıp da hiç kalmadığım görürse delirirdi.
“A n n em , BiH’le tanıştıktan sonra biraz gevşedi ama,” dedim.
“T em iz b ir sayfa açma felsefesi falan.”
“D oğru.” C onner, velayet düzenlemesi gereğince iki haftada
b ir h afta sonları bize geldiği için annemin değişimini görme fır-

229
satı bulmuştu ama tabii ki sürekli birlikte yaşam akla b ir degUdL
O günlerden en az birini aile gibi davranarak, zam anım ızı kutu
oyunları ve mini golf oynayarak geçirirdik. Bir k eresin d e de Pink
Floyd lazer ışığı gösterisine gitmiştik ki bu m u h tem elen Bill’in
fikriydi. Evet, bayağı eğlenmiştik ama bir yan d an d a h e r zaman
bir takım faaliyetler peşinde olduğumuz için ko n u şm ay a ve ger­
çekten aile olmaya vaktimiz kalmıyor gibi geliyordu.
Küçücük, şekerli bir kahvaltı atıştırmalığı böyle d e rin düşün­
celere dalmamıza neden oluyorsa, önüm üzde gerçekten u zu n bir
gün var demekti.
Conner tartından bir ısırık aldı ama sıcak dolg u ağzını dol­
durunca irkildi.
“Icarus’un güneşe çok yakın uçmasını izlem ek gibi,” dedim
kafamı iki yana sallayarak. “Hadi gel, neyle karşı karşıya olduğu­
muza bir bakalım.”

BURAYA GELDİĞİM GÜNDEN beri babam ın odasını gözüm de


büyütmüştüm ama görünüşe bakılırsa fazla abartm iştım . Bazı ki­
şisel eşyaları vardı elbette; giydiğini hatırladığım giysiler, faturalar,
evraklar ve muhtemelen satm almayı hiç düşünm ediği araçların
etrafına halkalar çizdiği bir otomobil broşürü gibi. A m a çoğu, ko­
laylıkla çöp poşetlerine doldurulabilecek önem siz şeylerdi.
Bir Noel’de ona hediye ettiğim mavi ekoseli göm leği g ö rd ü ­
ğümde hiç beklemediğim şekilde duygulandım . H âlâ dolabında
olmasmın özel bir anlamı olduğuna inandığım dan değildi tabii.
Sonuçta uzun süre kullanılabilecek bir hediyeydi ve b ab am bir

230
şeyleri atm ayı sevm ezdi. Ama içimden, gömleği çöpe atmak gel­
m edi. Bu yüzden C o n n er’ın Shani’ye telefon etmesini bekledim
ve o k o n u şu rk en gömleği katlayıp odamdaki valizlerimden biri­
nin dib in e tıkıştırdım .
G eri d ö n d ü ğ ü m d e kardeşim in telefonu kapattığım görünce,
“D ün akşam evlilik teklifi planın yolunda gitmediği için üzgü­
nüm ,” d ed im . “G eri ödem e için adamla konuştun mu?”
“K o n u şm am a gerek kalm adı. Uygulama aracılığıyla parayı
direkt g ö n d erd i ve yılbaşına kadar teklif etmezsem tekrar dene­
yebileceğim izi söyleyen b ir mesaj attı.”
“Fena fikir değil,” dedim . “Yılbaşı kutlamaları sırasında teklif
etm en güzel olabilir.”
C o n n er o m uz silkti. “Bir gün işten eve geldiğinde dirim in üze­
rine çöküp oracıkta da teklif edebilirim , hiç bilemiyo ru m ”

Ben b aşın d an beri bu mütevazı yaklaşımı savunuyordum ama


kardeşim i böyle kederli görmek, romantizm karşıtlığımı yutma­
ma n ed en oldu. “Birkaç hafta beklersen bir şeyler bulursun belki.
Am a aklına yeni b ir fikir gelmezse ve doğru an olduğunu hisse­
dersen teklif et gitsin.”
Ö n kapı tıklatıldığında anlık olarak her zamanki Judgement
Ridge irk ilm em i yaşadım ama sonra gelenin muhtemelen Sam
o lduğunu düşündüm . Gerçekten de oydu ve elindeki karton bar­
dak taşıyıcıda üç kahve vardı.
“Selam ,” d ed i ve bana ayak parm aklarımı kıvırm ama ne­
d en o lan hızlı b ir ö p ü cü k verm ek için eğildi. Böyle gelişigü­
zel sevgi g ö sterilerin e hâlâ alışamamıştım. Nedense seksten
çok d a h a tehlikeli geliyorlardı. “C onnerın arabasını burada
g ö rü n c e b ir uğrayayım dedim . Kusura bakmayın, kahvenizi

231
nasıl içtiğinizi bilmiyordum, bu yüzden d eğ işik tatlandırıcılar
ve krem alar da getirdim.”
Masanın üzerine koyduğu şeyler gerçekten ço k fazlaydı.
“Kafeyi buraya taşımışsın,” dedim. "Bunu d ah a so n ra yerel suç
kayıtlarında görürsem seni ihbar ederim , h ab erin olsun."
Sam, kahveme karıştırmakta olduğum iki p ak et h am şekeri
göstererek, “Şimdi sen de suça yataklık etm iş oluyorsun,” d ed i
“Yani sessiz kalacağına inanıyorum.”
Kendi deyimiyle “basit bir adam” olan ve içecek zevki M ountain
Dew ve Red BulTun ötesine geçemeyen C onner’m kahvesini bana
doğru ittiğini görünce rahatladım. Ama Sam’in onu da düşünm esi
çok hoştu, bu yüzden teşekkür olarak kolunu hafifçe sıktım .
Elimden gelen tek sevgi gösterisi buydu ve aslm d a o kadar
da kötü hissettirmemişti. Hatta Sam’in sıcak ve sert k o lu n u avu­
cum da hissetmek güzeldi. Bu tem asm onun d a h o şu n a gittiği­
ni gösteren gülümsemesiyse daha da güzeldi. Bana kalsa elimi
üzerinden hiç çekmezdim ama Lenore H anım saklandığı yerden
çıkıp bizleri varlığıyla şereflendirmek için o anı seçm işti.
Sam onu selamlamak için çömelip elini koklasın diye burnuna
uzattL Ve küçük hain bunu gerçekten de yaptı. Teknik olarak, Sam’le
daha uzun süredir komşu oldukları için onu daha uzun zam andır
tanıyordu. Yine de bıyık altından m ırıldanm adan edem edim .
“Ne?” dedi Sam.
“Bir şey yok.”
“Yahuda dedi,” diye araya girdi kardeşim. “A m a seni m i, yok­
sa kediyi mi kastettiğinden emin değilim.”
Ona ters ters baktım. “Eh, artık seni kastediyorum . G ü n ge­
lecek absürt evlilik teklifin için benden yardım isteyeceksin, o
zaman bunu hatırlatacağım.”

232
“Aa, şimdi hatırladım,” dedi Sam, aktif bir şekilde mırtamasa da
en azından temasa göz yuman Lenore’u rahatça okşamaya başlarken.
Kediyi okşam asını seyretmenin beni tahrik etmesi yanlış mıydı?
"Phoebe geçen dans etmekten bahsetti ve bu, zihnimde bir fikrin şe­
killenmesini sağladı. Eğer istersen evlilik teklifinde kullanabilirsin.”
“İstem ez m iyim dostum ?” dedi Conner. “Anlat bakalım"
Sam, geçen yıl üçüncü sınıf öğrencilerine öğrettiği bir ko-
reografıyi açıklam aya girişti. Hareketlerin büyük kısmının,
çoğu ço cu ğ u n oynadığı bir çevrimiçi oyundan alındığım duyan
C o n n e r’ın gözleri heyecanla parladı; zira kendi de koca bir ço­
cuktu. O y u n d a k i hareketlerin adını kullanarak sohbet ederler­
ken, b e n tu h a f b ir lehçe dinliyor gibiydim. Fakat kardeşim sani­
yeler geçtikçe fikre daha da ısınıyordu.
“O k u l aile birliği aracılığıyla velilere bir e-posta gönderip ço­
cu k ların p ark ta ya da başka bir yerde gösteri için bize katılmala­
rına izin v erirler m i diye sorabilirim. Ama küçük bir sorun var
ve b u k o n u d a ne düşünürsün bilem iyorum ”

C o n n er, “Kulağa harika geliyor,” dedi. “Shani mutluluktan ha­


valara uçacak.”

S o n u n d a b u m uhabbetten bıkmış gibi görünen Lenore bana


b ir b ak ış bile atm adan yanımızdan sıvıştı ve mutfağa yollandı.
O ra d ak i k ap tan su içme sesleri kulağıma geldiğinde, kedi bakı­
m ın d a en azından bir şeyi doğru yaptığıma sevindim.
Sam de ayağa kalktı ve kahvesine uzanıp bir yudum aldı. “Ta­
m am ,” dedi. “A m a çocuklar dansı belirli bir şarkıyla öğrendiler
ve kısa süre içinde başka bir şarkı kullanarak tekrar öğretebilece­
ğ in » san m ıy o ru m . Hem şu anda yaz mevsimindeyiz ve herkesin
k en d i p la n la n var. Yani başka seçeneğin olmayacak"

233
"Sorun olmaz," dedi kardeşim. “Güzel olduğunu bilmiyorsun
bile mesajı veren bir şarkı olsa da Shani’ye kendine değer verme­
sinde hiçbir sorun olmadığını ve bunun, güzelliğini etkilem edi­
ğini açıklayabilirim.”
Parmaklarına tabanca şekli vererek bana d o ğ ru ltu p ağzının
kenarından küçük bir klik sesi çıkardığında gözlerim i devirdim.
Eh, en azından söylediğim bir şeyleri dinlem işti.
“Eee, şarkı ne?” diye sordum. Üçüncü sınıflara dans eğitimi
verirken, hangi şarkıların kullanılabileceğine d air h içbir fikrim
yoktu. Let It Go remix versiyonu mu? Ya da seks arzusunu yeni­
den çerçevelendirip, birlikte misket oynam a arzusuna dönüştü­
ren bir Kidz Bop şarkısı mı?
“Tubthumping,” dedi Sam. “Chumbatvamba’n m şarkısı.”
İçtiğim kahve boğazımda kaldı ama kesinlikle dizilerdeki şu
sevimli anlardan değildi. İçecek yanlış boruya kaçıp bir öksürük
krizi başlattı ve Sam, ölmediğimin garantisini verm ek için iki
başparmağımı kaldırana dek sırtımı sıvazladı.
“Kusura bakma,” dedim. “Ama şu an hangi yıldayız?”
“Bu şarkı bir klasik,” dedi Sam. “Ve dayanıklılığı öğretiyor.
Birileri seni yere serse de tekrar kalkabileceğini söylüyor.”
“Belki bunu bir şekilde teklifime dahil edebilirim ,” dedi, çok­
tan telefonunu çıkarmış olan Conner. M uhtem elen şarkı sözleri­
ne bakıyordu.

“‘Shani, seninle bir viski içeceğim, bir bira içeceğim,’ m i diye­


ceksin?” diye terslendim. “Bu şarkı çocuklar için nasıl uygun ola­
biliyor ayrıca?”

“Alkol referansları, çocukların ne dediklerinin farkında bile


olmadan söyledikleri bazı şeylerin yanında solda sıfır kalır,”

234
dedi Sanı. “Gerçi bazıları ne dediklerini çok iyi biliyor; ki bu
çok d a h a kötü.”

“Tam am dır, ben varım,” dedi Conner. “Chumbawamba ey­


lem çağrını başlatabilirsin. Herkese uygun olursa bu cumartesi
yapabiliriz. Off, acayip ötesi olacak.”
İkisi ayrıntıları hallederken yanlarından aynldım ve babamın
odasına, pisliği toplam aya döndüm . Aslında pislik kelimesi yan­
lış geliyordu am a başka ne denebilirdi ki? Buradaki çoğu şey be­
nim için çöpten ibaretti. Bana yazılmış bir kutu dolusu mektup
bulsam güzel olurdu ama bir filmde değildik.
Giysileri bağış ve çöp poşetlerine ayırmaya devam ederken,
Sam veda etm ek için odaya geldi. “Bugün iki gitar dersim var.
Ama saat iki gibi evde olacağım. Birlikte bir şeyler yapmak is­
ter m isin?”

Evet demeyi çok istiyordum. Hatta bu istek o kadar büyüktü


ki beni şoke etmişti. Ama çalışmalarıma olumsuz etki edeceğini
biliyordum ve huysuz yanım, sırf yapabileceğimi görmek için sı­
nır çizmem konusunda ısrarcıydı. Sam’in bunu sorgusuzca kabul
edeceğini bilm ek ve bir bakım a bunu kendime kanıtlamak için
yapıyor olm ak kötü hissettiriyordu ama yine de “Bugün gerçek­
ten, gerçekten tezim üzerinde çalışmalıyım,” dedim. “Akşam ye­
meğinden önce bitirebilirsem uğrarım ama zannetmiyorum.”
“Tamam,” dedi. Beni öpmek istediğini görebiliyordum. Kapı
eşiğinde hafifçe öne doğru eğilmişti ve parmakları ahşap çerçeve­
de tempo tutuyordu. Ama ben yüksek bir giysi dağının arkasında,
askılardan bir şeyler çıkarmakla meşguldüm ve ona yaklaşmak
için herhangi bir hamlede bulunmadım. Geldiğinde zaten bir kere
öpüşmüştük. Sonra o benim için getirdiği kahveyi vermiş, kediyi

235
sevmiş, kardeşimin sorununu çözmüştü. Ben de koluna dokun­
muş ve müzik zevkiyle dalga geçmiştim. Eğer bunlara başka bir
şey daha eklersek yanlış bir fikre kapılabilirdi.
Nasıl birfikre mesela?
İçten içe kendime sakin olma emri verdim ve Sam e kaygısız
göründüğünü umduğum bir tebessüm göndererek, “Sonra görü­
şürüz,” dedim.
O gittikten sonra, Conner odaya geri dönüp gönülsüz de olsa
kaldığı yerden devam etti. Günün geri kalanında b en im için ya­
rarsız olacağmı biliyordum; kafası yine evlilik teklifi planlarıyla
dolmuştu. Beni üç defa “Tubthumping”i dinlem eye zorlayınca
daha fazla dayanamadım ve tezim üzerinde sessiz sakin çalışa­
bilmek için evine gitmesini söylemek d u ru m u n d a kaldım .
Soğukkanlılıkla’yı konu alan bu bölüm ü yazm am ın bu kadar
uzun sürmesinin bir nedeni -h e r zam anki dikkat dağınıklığı ve
erteleme sorununun yanı sıra- yazm aktan korkm am dı. Çünkü
Capoteun bu kitabı, türünün en temel örneğiydi ve d ah a önce
benden çok daha zeki insanlar tarafından analiz edilm işti.
Bölümün giriş kısmındaki savlarım dan biri, gerçek suçun
nihayetinde yer ve zamanla ilgili olduğu, yazarların d ah a geniş
kültürel bağlamı anlamak için suç eylem inin ken d isin i b ir m er­
cek olarak kullandığıydı. Olaya bu şekilde bakılırsa C apote un,
Clutter cinayeti hakkında anlatmaya çalıştığı şeyin yalnızca kitap
için araştırma yaparken Perry ve Dick’le nasıl b ir ilişki geliştirdi­
ği değil, 1960’ların orta Amerika’sı hakkındaki bakış açısı olduğu
görülebiliyordu.

Capote, o zamanlarda sadece tek bir kişinin evinin kapısm ı


kilitlediği -ki bu, dikkat çekecek kadar alışılm adık b ir şeydi-

236
bilinen bir kasaba olan Holcomb, Kansas’ın havasını yansıtmak
için çok zam an harcam anın yanı sıra, kitaptaki her karakterin bir
şeyler arzuladığından em in olmuştu. Dicle'm sırf sahte bir çeki
elinden çık arm ak amacıyla, P e rr/y i uydurma bir etkinlik için
düğün kıyafeti alm aya götürdüğü sahne özellikle etkileyiciydi
çünkü P erry b u n u n gerçek olmasını tüm kalbiyle arzuluyordu.
Kendini b ir an için Dick’in yalanlarının gerçek olduğuna, bir
kadının gerçekten ona âşık olabileceğine ve çocuk sahibi olup
yuva kurabileceklerine inandırıyordu. Bu, Amerikan Rüyasının
en saf, en acı-tatlı haliydi. Ve aynı iki adamın, yakın mesafe atışla
dört kişinin A m erikan Rüyası’m sona erdiren kişiler olduğunu
düşünm ek çok garipti.

A rtık k en d im i iyice kaptırmıştım; parmaklarım klavyenin


üzerinde uçuyordu adeta. Ama sonra Lenore masaya zıplayıp
klavyenin üzerine çıktı ve kıçını yüzüme dayadı
“Sağ ol ya,” dedim , tüm çalışmamı minik patileriyle yazdığı
asno;wiwn;;aj karakterleriyle değiştirmeden önce kaydederek.
“Çok yardım cı oluyorsun.”

G erçek suç hikâyelerinin, daha doğrusu etraflı düşünülünce


tüm insanların hayat hikâyelerinin özünde hepimizin arzulan,
um utları, hayalleri, sevgisi olması ama buna rağmen sonun­
da olacaklar üzerinde kontrol sahibi olamamamız yatıyordu.
Süperm arketlerde satılan en popüler romanlarda kurbanların,
hayvanları çok sevdiği için veteriner olmak isteyen ya da doğum
gününe üç gün kalmış olan birileri olmasının bir sebebi vardı.
Ç enesinin altını kaşıyarak, “Bu kitaplar adalet vaat ediyor. Bir
çeşit kapanış yani,” dedim Lenore’a. “Ama sonuçta, pek çok haya­
tın kesintiye uğradığı, pek çok hayalin gerçekleşmediği gerçeğini
de pekiştiriyorlar.”

237
Kısık gözleriyle bana bakıp kafasını hafifçe yana eğmesi, kaşı­
maya devam etmemi istediğinin tek göstergesiydi.
"İşte bu yüzden anı yaşamalısın, PÇK,” d edim . “Bir şeyi ar­
zulamak, kendini hayal kırıklığına uğratm ak tan başka bir şey
değildir”
Kuyruğunun hızlı hareketi, anı yaşamayı ben icat ettim zaten,
kaltak ve Capote klasiği üzerine üç bin kelimelik analiz yazdıktan
sonra durumu gün batımı fotoğrafıyla paylaşılan bir Instagram
alıntısına mı indirgedin yani? der gibiydi.
O sırada düşüncelerim Same kaydı. Acaba ne yapıyordu?

238
YİRMİ

H P EKÂLÂ, BİR ANLAŞMA yapalım,” dedim ona yirmi da-


I kika sonra, sırt çantam da dizüstü bilgisayarımla kapışım
çaldığım da. “Bu bölüm ü bugün bitirmem gerekiyor, bu yüzden
çalışmaya devam edeceğim. Ama dikkatimin dağılmasını istemi­
yorum ve sen de Red H ot Chili Peppers konser DVD’leri izlemek
ya da boş vakitlerinde ne yapıyorsan onu yapmak yerine bir şey­
ler üzerinde çalışırsan çok m em nun olurum.”
“O gru b u öyle sandığın kadar sevmiyorum bile,” dedi Sam.
“Sadece m üzisyenliklerine saygı duyuyorum...”
Sırt çantam ı çoktan yemek odası sandalyelerinden birinin
arkasına asmış ve m asanın üzerine koymak için dizüstü bilgisa­
yarım ı çıkarm ıştım . “Demek istediğim, zamanını şu yarım kalan
gitarı tam am lam ak için çalışarak geçirsen güzel olabilir bence.
Bir saat falan sonra ara verip biraz takılabiliriz. Bilgisayarımı
nerede şarj edebilirim ?” Karşımdaki, plaklarla dolu iki kitaplığa
bakarak kaşımı çattım. Priz varsa bile bunlar kapatıyordu.

239
"Diğer tarafta” dedi Sanı. Karşı duvarda, aynı noktada açık
bir priz vardı.
"Baksana, normal konuşmanda bile RHCP şark ıların ın isim­
lerini kullanıyorsun’,” dedim. “Kendine engel olam ıyorsun ”
“Aynen öyle.”
Gözlerimi devirdim, sandalyeye yerleştim ve im alı hareket­
lerle kulaklığımı taktım. Sam’in gitar k o n u su n d a direktiflerim i
takip etmesini beklemiyordum aslında. Ben k ap ısın d a belirm e­
den önce ne yaptığına dair bir fikrim yoktu ve so n u çta onun
patronu değildim. Ama sonra göz ucuyla garaja d o ğ ru gittiğini
gördüm. Kapıyı arkasından kapattı ve m u h tem elen gitarının
başına geçti.
Bölümü bitirip -aşırı zor olsa da en azından tam am lanm ıştı-
Dr. Nilssona e-postayla gönderdikten sonra ben de garaja gittim
ama kapıyı çalıp çalmama konusunda em in değildim . A rtık bu­
ranın bir seri katilin gizli sığınağı olm adığını bilm em e rağmen,
Sam’i rahatsız edeceğim düşüncesi içimi kem iriyordu. A m a içeri
adım attığımda kafasını işinden kaldırıp bana b ir tebessüm gön­
derdi. “Bitti mi?”
“Bölüm bitti, evet,” dedim. “D anışm anım ın görüşm em i iste­
diği, yakınlardaki bir profesöre e-posta gönderdim ve b ir blazer
bulmama yardım edip edemeyeceğini öğrenm ek için Alisona
mesaj attım.” Hepsi aşırı sıkıcıymış gibi elimi salladım . “H er ney­
se. Alışverişten nefret ederim. O noktaları niçin koyuyorsun?”
Sam, ham ahşap gövde üzerinde mesafeleri ölçüyor ve o rta­
daki dümdüz çizginin üzerine noktalar koyuyordu. “Sap ölçüsü­
ne hâlâ karar vermedim,” dedi. “Eğer boyu yirm i beş nokta beş
olursa köprü şurada, manyetikler de şuralarda olacak.”

* Red H ot Chili Peppers’ın “O therside [Diğer T araf]” şark ısın d a n b ah sed ili­
yor. (ç.n.)

240
Anlatırken gitarın çeşitli noktalarını işaret ediyordu ama ben
kullandığı kelimelerin yarısının ne anlama geldiğini bile bilmiyor­
dum. Bu yüzden ahşabın üzerindeki silgi tozlarım silkerken elinin
ne kadar iyi göründüğüne, onu heyecanlandıran bir şeyi anlatır­
ken sesinde beliren enerjiyi ne kadar sevdiğime odaklandım.
“Benim de liseden kalm a bir elektro gitarım var,” dedim. “Çok
eski olduğu için artık tellerinden kötü bir cızırtı geliyor.”
“Perdelerin dengelenm esi gerekiyordur,” dedi Sam. “Getir de
senin için tonlayıp yeni teller takayım.”
“Çok iyi olur, sağ ol,” dedim. “Ama çalabildiğim tek şarkı ‘Doll
Parts’. Aşırı kolay olduğu için bir tek onu hatırlıyorum. Ayrıca,
bence K urt’ü n başına gelenlerle Courtney’nin bir alakası yok.”
Sam, “C o u rtn ey Love beni hiç korkutmuyor,” derken kalemi
bıraktı ve b an a baktı. “İnsanların gözünü korkutmaya alışkınsın,
değil m i?”

O m uz silktim. “H adi itiraf et. Benimle ilk tanıştığında kork­


muştun.”
“H erhalde yani. Beni biber gazıyla tehdit ettin. Aynca dostum
deyişinde çok tehditkâr bir hava vardı. Gerçi yine de çok tatlı
olduğunu düşünm üştüm . Halbuki sen, seri katil ölçeğinde altı
num arada olduğum u düşünüyormuşsun.”
Bu çok uzun zaman önceydi. Sam’i şu anda tanıdığım gibi
tanım ıyordum . Bir şeyi gerçekten komik bulduğunda gözleri­
nin nasıl parladığını, bazen bir şeye konsantre olduğunda di­
linin u cu n u ağzm ın kenarına nasıl bastırdığını bilmiyordum.
Boşalırken bana olabildiğince yakın olmak istiyormuş gibi kal­
çalarım ı nasıl sıkacağından haberim yoktu.
A rtık onu seri katil ölçeğim de rahatlıkta bir numaraya yer­
leştirebilirdim .

241
Yine de beni hâlâ korkutuyordu ve korku seviyem zam an geç­
tikçe artıyordu. Çünkü bu aramızdaki kısa süreli b ir yaz kaça­
mağı olmalıyken, daha fazlasıymış gibi hissettirm eye bağlamıştı.
"Ben yaklaşık bir ay içinde Kuzey C arolina’ya gideceğim ,” de­
dim. Konuyu tamamen değiştirdiğimin farkındaydım am a ka­
famda, geçiş çizgisi tamamen netti. “D aha önce yaşadığım sitede
yeni bir daire bulacağımı düşünüyorum am a halletm em gereken
başka şeyler var.”
“Tamam, peki,” dedi Sam. “Biz öğretmenler, ağustosun ilk haf­
tasında işe başlıyoruz. Öncesinde taşınmana yardım cı olabilirim.”
Bu fazlasıyla kafa karıştırıcı bir cevaptı. Bir yandan, gidişi­
m in konusunu alakasız yere açan taraf olm am a rağ m en beynim
otomatik olarak, gitmemi istediğini düşünm üştü. Ö te yandan...
taşınmama yardımcı olma teklifi zihnim de dolanıp duruyordu.
Yani on saat araba sürecek, benimle eşyalarım ı koyduğum de­
poya gelecek ve muhtemelen hiç ihtiyacım olm ayacak olmasma
rağmen asla atmayacağım kolilerce kitabı açıp yerleştirm em e
yardım mı edecekti?
Bu bir yaz kaçamağı değil, uzun vadeli vaat gibi görünüyordu.
“Bakarız,” dedim, sonra kendimi d u rduram adan ağzım dan
kaçırdım: “Peki ya önümüzdeki birkaç hafta ne olacak? Aramız-
dakinin biteceğini biliyorsak şu anda ne yapıyoruz?”
Sam çenemi ellerinin arasına aldı ve orada bir cevap arıyor­
muş gibi gözlerini yüzümde gezdirdi. İfadesi, aradığını bulup
bulmadığını göstermiyordu. “Aram ızdakinin değişeceğini bili­
yoruz,” dedi alnını benimkine dayayarak. “Yine de b itm ek zo­
runda değil. Tabii bitmesini istemiyorsan. A m a tüm ilgim in sen­
de olduğunu bil, Phoebe. Ben bir yere gitm iyorum .”
Bu senaryoda bir yere gidenin ben olduğum la ilgili espri dili­
min ucuna kadar geldi ama anı bozmak istem ediğim için yuttum
ve parmak uçlarımda yükselip kulağının arkasına b ir öpücük
kondurdum. “Dostum.”

242
SAM'LE AKŞAMIN GERİ kalanını film izleyerek -Kuzuların
Scssizliği'ni açm am a izin vermesi için onu ikna etmeyi başarmış­
tım - ve elleriyle hazırlayıp lezzetiyle beni çok etkilediği m akar­
nayı yiyerek geçirdik.
“İçinde beş m alzem e falan var,” dedi. “Yani olsa olsa dama
olabilir, satranç değil.”
O luşturduğum uz balonun içinde seve seve kalırdım. Geceyi
kanepede üst üste geçirir, bir kez daha havuzunda yüzerdik. Ama
hâlâ bütün geceyi Lenore’dan ayrı geçirme fikrinden hoşlanm ı­
yordum. Beni görm ezden gelmeye devam etse de.
Ayrıca ertesi gün alışveriş merkezinde Alison la buluşup bla-
zer bakacaktım . B unun nafile bir arayış olacağım biliyordum
aslında. L bedene kadar çıktıkları için müşterilerin m innettar ol­
ması gerektiğini düşünürm üş gibi görünen pek çok marka vardı.
Çoğu m ağazanın raflarında bir milyon adet 4 beden varsa, ancak
bir adet falan 16 beden oluyordu. Ve omuzlar, kol uzunluğu ve
bazı kadınların büyük göğüsleri olduğu hesaba katılırsa blazer en
zorlayıcı giysilerden biriydi.
M ağazalardan birinin raflarını karıştırırken Alison, “O m uz­
ların oturm ası en önemlisi,” dedi. “Senin çok güzel, düz omuzla­
rın var. Eğer düzgün oturan bir tane bulamazsak terziye tamire
gönderebilirsin.”
“Elli dolarlık polyester bir kumaş parçasını terziye falan gön­
dermem,” dedim . “Bu sadece parayı çöpe atmak olur.”
Alison om uz silkti. “Aslında arayışına daha yüksek kaliteli
ürünlerle başlam an iyi olurdu. Ama zamanının kısıtlı olduğunu
biliyorum , bu yüzden elimizdekilerle yetineceğiz.”
O nun için söylemesi kolaydı tabii. Giysileri üretirken baz
alınan türden, zayıf ve ince bir vücuda sahipti ve üstünde her

243
şey harika görünüyordu. Ama bir şey dem edim ç ü n k ü yine ak­
silik damarımın tuttuğunun farkm daydım ve o n u yardım a ça­
ğırmamın bir sebebi vardı. Eğer kendi başım a alışveriş yapsam
Target’ta ilk gördüğüm ceketi hızlıca deneyip d ü şü n m e d e n alır,
eve geldiğimdeyse üstüme tam oturm adığını fark ed erd im .
“Sam’le işler nasıl gidiyor?”
“Tavsiyene uydum,” dedim, “Açık fikirli olm aya çalışıyorum .”
Bana aynı ceketin üç farklı bedenini uzattı. “D a h a d a önem ­
lisi, Lenore nasıl?”
“Küçük velet,” dedim. “Evde olmayı isteyen oydu. Taşıyıcı
kedi annesiymişim gibi tişörtüm ü em meye çalışan d a oydu. Ama
öyle değilmiş gibi davranıyor. Ayrıca sana söylem iş m iydim ?
Veterinerin dediğine göre en az üç yaşındaym ış. Sadece küçük
kalmış. Belki de banliyö sokaklarının sert k o şu lların d a yaşayıp
yetersiz beslendiği içindir. İnsanın aklına, b ir çiftin Rusya’d an
çocuk evlat edindiği ve onun aslında, n ad ir b ir h o rm o n bozuk­
luğu yüzünden büyüyememiş bir yetişkin o ld u ğ u n u öğrendiği
film geliyor. Sonra bu kişi hepsini öldürm eye çalışıyordu yanlış
hatırlamıyorsam.”
Alison burnunu kırıştırarak, “Bu pek h oşum a gidecek b ir fil­
me benzemiyor,” dedi.
Onun korku filmlerini hiç sevmediğini ve evlat ed in m ey i aşı­
rı derecede olumsuz ya da aşırı derecede ilham verici b ir şekilde
tasvir eden hiçbir şeye sıcak bakm adığını h atırlad ım ve b u k o n u ­
yu açtığım için kendimi pislik gibi hissettim.
“Üzgünüm,” dedim. “Her neyse, Lenore iyi. H âlâ b irb irim ize
alışmaya çalışıyoruz.”
“Biraz zaman alacak Aslında evde kalm ayı bu k a d a r kolay
kabullenmesi cesaret verici. Tüm hayatını dışarıda geçirdiği için
sürekli kaçar diye endişeleniyordum.”

244
“Kaçmak için önce saklandığı yerden çıkması gerekir.”
“Bir ham ster’ın vardı, hatırlıyor musun? Münzevi gibiydi.
Onun için aldığın m inik ev gibi yataktan asla çıkmazdı.”
H am ster’ım a yaratıcı bir şekilde Roket adım vermiştim. Ç ün­
kü onu aldığım gün, babam ın C onnera arka bahçede fırlatması
için bir roket seti aldığı gündü. Antisosyal hayvan yalnızca ye­
mek yem ek için dışarı çıkardı ve eğer yuvasını temizlemek ya da
Tanrı korusun, o n u okşam ak için elimi uzatırsam parmak uçla­
rımı ısırıverirdi.
“Ö ldüğünde onu o küçük eviyle birlikte gömdüm,” dedim.
Alison elini göğsüne koydu. “Ah, bu çok tatiı. Sonsuzluğu en
çok sevdiği şeyle geçirebilecek.”
Aslında b en im niyetim , yatağını çok seviyorsan al başına çak
gibi bir şeydi am a A lisonın öyle algılaması daha hoş olduğu için
yorum yapm adım .
“K üçükken pisliğin tekiydim,” dedim.
“Tüm ço cuklar b ir bakım a öyle değil m idir?” dedi Alison.
“K ütüphanede hikâye günü yaptığımız zamanlar bunu daha
iyi anlıyorum . Beni yanlış anlam a, çocuklar çok sevimlidir ve
çoğu açıdan ebeveynleri yerine o n lan tercih ederim ama aynı
zam anda bencildirler. Bu gelişimsel olarak kaçınılmaz bir şey.
Kitabı d ah a iyi görm ek için ayağa kalkıp diğerlerinin önüne ge­
çerler, sen okurken ayağını okşam ak isterler -bunu yapan bir
kız var ve nasıl tüylerim in ürperdiğini sana anlatam am - ya da
başka b ir çocuğun elindeki kurabiyeyi kaparlar. Ama sonuçta
onlar çocuk. İşleri bu.”
“A m a sen küçük çocuklardan bahsediyorsun,” diye belirt­
tim . “Şu anda elindeki kurabiyeyi kapsam çok kaba olduğumu
d ü şü n ü rd ü n . Yıllar önce bana yardım etmeye çalıştığında yap­
tığım gibi seninle konuşm ayı kesmemin de kötü bir davranış
o lduğunu biliyorum .”

245
İşte. Söylemiştim. Bu konuyu açacağım ı bile bilmiyordum
a m a ağzım dan çıktığı an bir rahatlam a h iss e ttim . Son birkaç
haftada A lisonla tekrar yakınlaşm ak h arik a y d ı a m a geçmişin
hâlâ aram ızda olduğunu biliyordum . Belki d e a r tık konuşma
zam an ı gelmişti.
Kütüphaneciliğin hakkını verm ek adına d o la b ın ın hırkalarla
dolu olmasını istiyormuş gibi görünen A lison, üst üste dizilmiş
rengârenk hırkaların düzenini bo zm am ak için h e r b irin in ucunu,
üzerindeki beden etiketini görecek kadar k a ld ırırk e n duraksadı.
“Ebeveynlerin boşandıktan sonra öfke doluydun,” dedi. “Başka
bir yere taşındığın ve ikimiz de araba sürecek yaşta olmadığımız
için seni kaybettiğimi hissediyordum. H e m mesafe yüzünden
h em de...” Belli belirsiz havayı işaret etti.
“Depresyon yüzünden m i?” diye so rd u m . “Biliyorum. O
zam anlar kara bir bulutun içindeydim . Bazen hâlâ nereye git­
sem beni takip eden gri bir b u lu tu m o ld u ğ u n u düşünüyorum .
Biliyorum, anne babası boşanan bir sü rü insan var ve h er genç,
Hot Topic’ten alışveriş yaptığı ve bana gülüyorsun çünkü farklı­
yım , sana gülüyorum çünkü herkesle a yn ısın , gibi şeyler söylediği
bir zamandan geçer. Ama bana çok ağır gelmişti ve sen de dahil
çoğu kişiyi kendimden uzaklaştırmıştım.”
“Çok şey yaşadığını anlayabiliyordum ,” d ed i Alison. “Bu
y üzd en... bir şişe hapı yutacağını sö y le d iğ in d e ciddi olabile­
ceğini düşündüm . Başını belaya s o k m a k iste m e z d im am a eğer
dediğini gerçekleştirsen öylece o tu r d u ğ u m için k e n d im i asla
affetmezdim. O hafta sonu b a b a n ın ev in d e o ld u ğ u n u biliyor­
d u m ama onunla yakın olm adığın için a n n e n i a r a m a m ın daha
iyi olacağını düşünm üştüm . V erdiğim k a r a r y anlıştı sanırım,
gerçekten üzgünüm.”

Verdiği karar nedeniyle an nem le b ab a m arasın d a yeni bir


kavga çıkmıştı. Annem, beni yetiştirm ekte başarısız olm uş gibi

246
g ö r ü n ü r k e n babam da bana bakmayı beceremiyormuş gibi gö­
r ü n m ü ş t ü . Sonraki bir yıl boyunca annem tüm mesajlarımı
okumak istemiş ve bayram larda gözünü üzerimden asla ayırma-
mıştı. Özellikle yılbaşında keçileri kaçıracağımdan çok korktuğu
belliydi. O layın yaşandığı akşamsa Alisonla mesajlaşırken ba­
bam odam a dalıp “Benim evimde olmaz!” diye haykırmıştı. Bu
konu hak k ın d a bana direkt olarak söylediği tek şey buydu. Ve
belki yanlıştı ya da d u ru m u fazla dramatize etmiştim ama onun
gözetim inde olm adığım sürece kendim i öldürmem um urunda
değilmiş gibi hissetm iştim . İşte bu yüzden, pekâlâ senin evine bir
daha hiç gelmem o zam an, diye düşünm üş ve hafta sonlan ziya­
rete gitm eyi kesm iştim .
Ama b u n ların hiçbiri A lisonın suçu değildi.
“O zam an sana kızmıştım,” dedim. “Ama sanınm asıl kız­
gınlığım kendim eydi. Hap yutmayı falan planladığımdan de­
ğildi, sadece ilgi çekm ek istemiştim. Ve bu yüzden kendimden
nefret etm iştim .”
Alison kaşlarını çattı. “İlgiye ihtiyaç duymanın nesi kötü ki?
Özellikle de acı ve sıkıntı içindeysen.”
O m uz silktim . “Oğlak burcu olunca böyle oluyor,” dedim. Bu,
d u ru m u basite indirgeyen bir cevaptı çünkü act çekiyorum, sıkın-
tı içindeyim, sana ihtiyacım var, deme düşüncesinin bile tüyleri­
mi nasıl diken diken ettiğini başka nasıl açıklayacağımı bilemi­
yordum . İnsanların sosyal medyada “Kötü bir gün geçiriyorum,
lütfen iyi dileklerinizi gönderin/” gibi paylaşımlar yapması beni
her zam an şaşırtırdı. Böylesine açık ve rahat olmaları onlar için
iyiydi tabii ama ben bu tür bir gönderi paylaşmaktansa kendi
ayaklarım ı doğramayı yeğlerdim.
“ö y le ya da böyle, geri döndüğün ve tekrar görüşebildiğimiz
için çok mutluyum. Seni özlemiştim.”

247
"Ben de seni” dedim ve iyice duygusala bağlamadan, filin*
rengi bir blazcr i alıp üstüme tuttum. “Nasıl sence?
"Rengi gayet güzel,” dedi Alison. “Siyahla giyersen renk uy­
durma sorunun da olmaz.”
"Zaten renk uydurmaya çalışmak şu dünyadaki en büyük sı­
kıntılarımdan biri,” dedim, ceketi kolumda biriken yığının üstü­
ne atarak “Artık soyunma kabinlerine gidelim m i?”

248
YİRMİ BİR

O N U N D A BİRİ FÜME, diğeri siyah olmak üzere iki farklı


S blazer ve yeni b ir çift ayakkabı aldım. İş görüşmesi için kı­
yafetimin b ir kısm ını ayarladığım ve bir kez bile hüsranla hıçkı­
rıklara boğulm adığım düşünülürse başardı bir alışveriş olmuştu.
Eve girip giysileri dolabıma asarken, Lenoreun gelip gelme­
yeceğini görm ek için her zaman otomatik olarak yaptığım gibi
dilim i şaklattım . Ç ağrdarım a nadiren cevap verse de bunu yap­
m ak zorundaym ış gibi hissediyordum. “Tatlım, eve döndüm,”
derm iş gibi.
İçerisi tu h af şekilde ekstra sessizdi. Lenore burada olsa ya ya­
tağım ın altında ya da babamın odasındaki panjurların arkasın­
da, pencere pervazında oturmuş kuşlan seyrediyor olurdu. Son
zam anlarda en sevdiği yer orasıydı ama odaya girsem hemen ka­
çıp dolabın altına saklanırdı.
Yatağın altına bakm ak için eğüdim. Orada yoktu.
D ilim le ses çıkarmaya devam ederek evde dolaşıp bakışla­
rım la h er bir köşeyi taradım. Artık eşyaların çoğu gittiği için

249
o r t a k a la n la r d a girebileceği ç o k hi'jkı ) c r V °k tu . dünyada^
çeşitliliğe kıyasla ev oının is‘in i n a n ı l m a z derecede sıkıcı olmj.
lıydı. N e d e n d a h a ö n c e bıııuı düşünüp, şu kitapla tavsiye edildjğj
gibi lanet bir kedi kulesi lalan a l m a m ı ş t ı m ?

Lenore pencere pervazında değildi. Dolapta da değildi.


Mama kabına baktığımda çoğunun dolu olduğunu gördüm. Ve
o sabahı düşününce aklıma kapıyı bir anlığına açık bırakmış ola­
bileceğim geldi. Alison alışverişe giderken, m ülakatta giymeyi
düşündüğüm gömleği de yanımda götürm em i istemişti, bu ne­
denle arabaya binmeden önce son anda odam a koşm uştum. Esa­
sında bu hiç benlik bir şey değildi; özellikle de istenmediğinin
işareti olarak gördüğü için kilitli evlere asla girm eyen ve yalnızca
kilitlenmemiş evleri hedef alan Sacramento Vampiri hakkında
okuduğum şeylerden sonra. Ama sadece birkaç saniyeliğine açık
bıraktığımdan emindim.
Sam’in kamyonetinin garaj yolunda olduğunu görünce he­
m en gidip zilini çaldım. Kapıyı neredeyse anında açıp bana ko­
caman bir gülümsemeyle baktı. “Zili çalm ak zorunda değilsin,"
dedi. “Direkt girebilirsin.”
Görünüşe bakılırsa birileri Sacramento Vampiri konusunda
benim kadar bilgili değildi. Ama şu anda bunun düşünecek za­
man yoktu. “Lenore gitmiş.”
Gülümsemesi kayboldu. “Emin misin? Belki yatağm altındadır.”
“Orayı da her zaman saklandığı diğer yerleri de kontrol ettim.
Bu sabah acelem vardı ve sanırım kapıyı bir süreliğine açık bırak­
tım. Tabii ki de kaçmıştır. Neden kaçmasın ki? H atta muhteme­
len bunu kahramanca bir kaçış olarak görm üştür. Cleveland’deki
bodrum katında esir tutulan kadınları kurtaran siyahi bir adam
var, biliyor musun? Verdiği röportajda “çok belliydi” deme­
si sonradan esprili bir paylaşıma dönüştürülm üştü. Her neyse,
Lenore’un kaçacağı da çok belliydi.”

250
Sam uzanıp kollarım ı tuttu vc om uzlanm a masaj yaptı. “İyi ha-
N r >u kı o akıllı bir kedi,” dedi. “Yolunu biliyor. Yıllardır buralarda
\a>ı\or ve her zam an bu mahalleye dönüyor. Onu bulacağız.”
“Ben yine de m ahallede dolaşıp etrafa bakınacağım.”
“Bir saniye bekle,” dedi Sam. “Ben de geleyim.”
ö n basam akta onu beklerken, belki Lenore bir şekilde gelir
diye gözlerim i yan taraftaki evim den hiç ayırmadım. Ama Sam
ayakkabılarını giyip kapıyı arkasından kilitlerken kedi hâlâ o rta­
lıkta değildi.
“B unun m antıksız olduğunu biliyorum,” dedim biraz y ü rü ­
dükten sonra. “Yani o n u n için endişelenmemin. Dediğin gibi o
yıllardır bu çevrede yaşıyor. Kapı açılınca mavi gökyüzünü görür
görmez, Vahşi kalbim i kim se evcilleştiremez! diye bağırıp dışarı
koşmuş olm alı. O n u eve kapatm ak benim suçum da”
“Hâlâ k ed id en m i bahsediyoruz, yoksa bu konuşmanın altın­
da başka m an alar m ı var?”
O nu o m zu m la d ü rttü m . “Sus ya.”
Mahalle sessizdi. Çoğu insan muhtemelen akşam yemeğinin or-
tasındaydı. Ara sıra perdesi açık olan evlerin önünden geçtiğimiz­
de, pencereye yansıyan televizyon ışıklarım görebiliyorduk. Güneş
batmıştı am a hava henüz karanlık değildi ve alacakaranlık yüzün­
den gördüğüm her gölgenin Lenore olabileceğini düşünüyordum.
“Alışveriş iyi geçti m i?”
“G ayet...” İyi diyecektim, zira alışveriş merkezine yapılan
bir gezi için kullanabileceğim en güzel iltifat buydu. Ama sonra
aslında g ü n ü m ü n harika geçtiğini fark ettim. Birkaç parça giysi
bulm uş, Alison la yapm am gereken konuşmayı yapmıştım. Hem
eğlenm iştik de. Acayip ü rünler mağazasına gidip uygunsuz buz­
dolabı m agnetlerine gülm üş, yemek katında portakallı ördek ve
chow mein yem iştik.

* K ırm ızı et, tavuk, deniz ü rü n le ri ve sebzelerle yapılan kızarm ış erişte, (ç.n.)

251
"Evet." dedim sonunda. "Çok iyi geçti. Sizin dans pratiği ruıddır
Sam ile Conner, danslı evlenme teklifini nerede yapabilecek -
lerini planlamak için birkaç çocuk ve yetişkin refakatçileriyle
kasabadaki bir oyun parkında buluşmuşlardı, ö n c e sin d e birkaç
Dünce Morns göndermesiyle Sam’le dalga geçm iştim ama yarış­
m anın sadece reklâmlarını gördüğüm için espri m alzem em kısa
süre içinde bitmişti.
"Harikaydı,” dedi. “Çocuklar çok heyecanlılar”
“Ya Conner?”
“Çocuklar dedim ya,” dedi Sam, “Kardeşin de dahil olmak
üzere yani. Doğrudan kendisinden alıntı yapm ak gerekirse, his­
settiği şey ‘heyecanın da ötesindeymiş.”
“Böyle konuşmayı nereden alışkanlık edindi, hiç bilmiyorum.
Seksenlerden bir sörfçü gibi.”
“Ayrıca benden düğününde çalmamı istedi,” diye devam etti.
“Ona tef çalmak dışmda canlı müzik yapmadığımı ve eğer tefçisi ek­
sik bir müzik grubu bulursa seve seve yardım edeceğimi söyledim.”
Bir evin önünden geçerken kürklü bir şeyin bir aracın altına
doğru koşturduğunu gördüm ve durdurm ak için Sam’in kolunu
çekiştirdim. “Şunu gördün mü? O m uydu?”
“Bana turuncu bir kedi gibi göründü.”
“Lenore olabilir,” dedim. “Turuncu ve siyah, karanlıkta ger­
çekten benzer görünüyor.”
“Gece saatlerinde bisiklete binm ek için siyah ve turuncu ti­
şört arasında seçim yapman gerekse, bunlardan hangisinin akıl­
lıca seçim olacağı çok belli değil mi?”
“Renk teorisini sanat öğretmenlerine bıraksan iyi olur bence,”
diyordum ki kedi, aracın altından çıkıp evin arkasındaki ağaçlığa
geri koştu. “Pekâlâ. Bu kedi turuncuymuş.”

252
Neyse ki Sam sana demiştim falan dem edi Sadece kolunu
om /um a doladı ve fiziksel temas konusunda hislerimin değişken
olduğunu biliyorm uş gibi kafama hızlıca bir öpücük kondurup
beni bıraktı. Mesele şuydu ki fiziksel temasta bulunan Sam olunca
hislenm hep olumlu yöndeydi Aklıma bugün Alisonla yaptığım
konuşma geldi. Bir şeyi istiyorsan tek yapman gereken dile getir­
mekti, bunu anlam ıştım fakat hâlâ kendime yediremiyordum.
“G ezegendeki en kötü kedi sahibi gibi hissediyorum," dedim.
“Bana kedi annesi dem eye bin şahit ister. Bu konuda berbatım."
“Değilsin.”
“H am sterim ı küçük uyuz eviyle birlikte gömdüm” dedim.
“Cidden, evcil hayvan sahibi olm ama izin verilmemeli.”
Sam k ald ırım d ak i bir çatlağa takılıp tökezledi. “Yüce Isa. Kaç
yaşındaydın?”
“O n falan.” Sonra Sam’in yüzünü gördüm ve beni tamamen
yanlış anladığını fark ettim. “Am an Tannm. Hamster ölmüştü.
Canlı canlı göm m edim .”
“Edgar Allan Poe hayranlığını düşününce, sonuca atladığım
için beni suçlayamazsın.”
“Ben b u n u n için yaratılmamışım.” Artık etraf iyice karanlık
olm uştu ve lanet kediyi asla bulamayacağımızdan endişe etm e­
ye başlam ıştım . Evet, tamam, yarın kapımda belirip kaygısızca
kuyruğunu sallayarak, Niye bu kadar üzüldün ki? bakışı atabilirdi
ama geri dönem em e ihtimali de yok muydu? Belki bir arabanın
altında kalm ış, bir kır kurdunun saldırısına uğramış ya da evin
yolunu bulam ayacak kadar uzağa gidip kaybolmuş olabilirdi.
Belki de onu kısa süreliğine de olsa eve almam, onun için ya­
pabileceğim en kötü şeydi ve en çok ihtiyacı olduğu anda sokak
içgüdülerinin körelmesine neden olmuştu.
“Ben bir canlıyla ilgilenemem,” diye devam ettim. “İyi bes­
leniyor mu, diğer kedilerle sosyalleşmesi gerekir mi ya da varo-

253
luşsal ihtiyacı olan özgürlüğünü kısıtlıyor m uyum diye düşünüp
duramam. Yaşlanmasını izleyemem. V ücudunda çıkan tu h af bir
şişlik için veterinerin ne diyeceği konusunda endişelenem em ,
Sam, eğer bu kediyi eve alırsam temelde bir gün ö lü m ü n ü izle*
yeceğimi kabul ettiğim anlamına gelir. Ve bu çılgınlık. A nnem o
hasta Mavi Rus kedisini eve almama izin verm em ekte haklıymış.
Belki de Lenore’un gitmesine izin verm em en d o ğ ru su d u r. Belki
de sokakta çok daha mutludur ve hayatım ızı birlikte geçirmek
kaderimizde yoktur. Finalde baş karakterlerin b ir araya gelm edi­
ği şu filmler gibi. En başta yok artık oluyorsun am a aslında filmin
adında, reklamlarında ve müziklerinde bile ikisinin aslm da sa­
dece kısa bir süreliğine, belki bir şeyler öğretm ek için birbirleri­
nin hayatına konuk olduğunun belli edildiğini fark e d i...”
“Phoebe,” dedi Sam.
“O filmlerden ve özellikle de karakterlerden b irin in saçma
sapan bir kazada ölmesinden nefret ediyorum . D uygusal mani-
pülasyonlannızı da alın ve defolup gidin.”
“Phoebe,” dedi Sam, bu sefer daha fazla vurgu yaparak. Bir
elini belime koymuş, diğer eliyle bizim evi işaret ediyordu.
Mahallenin çevresinde tam bir tur atm ıştık ve kendi düşünce­
lerime o kadar dalmıştım ki aramaya çıktığım kediden iz var mı
diye etrafa bakmayı bile neredeyse unutm uştum .
Ama şimdi kedi tam karşımdaydı. Ö n verandanın basam ağı­
na uzanmış, rahat rahat patisini yalarken, sabahtan beri bekliyo­
rum burada, der gibi bakıyordu. Başından beri oyun oynuyor-
muşuz gibi.
“Geri dönmüş,” dedim ve gözyaşlarına boğuldum .

254
SA DECE BİRKAÇ SAATLİĞİNE kaybolmuş bir kedi için abar­
tılı kaçacak d ereced e fazla gözyaşı döktüm. Gerçi bunun tek bir
sebebi yoktu m uhtem elen. H er şey bir anda üzerime çökmüştü;
b ab am ın ö lü m ü , kardeşim le geçiremediğim yıllar, Alison la ar­
kadaşlığım ı so n lan d ırışım ve eve girer girmez en sevdiği pervaza
koşan aptal k e d i...
Evde a rtık çalışm a sandalyem ve yatağım dışında oturacak
yer k alm am ıştı. Bu yüzden önceden anlaşmış gibi Sam’le yatak
o d a m a g itm iş ve tek kişilik dar yatağımda yan yana oturmuştuk.
"Hey,” d e d i Sam, sırtım ı sıvazlayarak. “Sorun yok. O burada.
G üvende.”
B aşım ı iki yana salladım. Sebebin yalnızca kedi olmadığım
açık lam ak isted im cima her şeyi kelimelere nasıl dökeceğimi bi­
lem iy o rd u m . B oğazım sıkışmış ve yanıyordu. Devam eden göz­
yaşlarını d u rd u rm a k için ellerimle gözlerimi sildim.
“B u n u n için yaratılm adığım düşünme,” dedi Sam. “Gayet iyi­
sin. K ediler kaçar, bu her zaman olabilecek bir şeydir. Onu vete­
rin ere g ö tü rd ü n , m am asını beğenmedi diye gidip başka m ama
aldın, değil mi? Bunlar, onu önemsediğini açıkça gösteriyor.”
O k a d a r yakınım da duruyordu ki boğazında atan nabzım, en­
sesinde k ıv rılan uzamış saçlarım görebiliyordum. Bir zamanlar
tam am en yabancı olan birinin, hayatınızdaki en önemli insana
d ö n ü şm esi gerçekten çılgınca bir şeydL
“B eyninin çalıştığını duyabiliyorum,” dedi Sam, neredeyse fı­
sıltı sayılabilecek bir sesle.
D u d ak larım ı boğazındaki o noktaya, nabzının üzerine bas­
tırm a k için eğildim. “Düşünm ek istemiyorum. Sadece hissetm ek
istiyorum .”
T işö rtü n ü n eteğini sabırsızca çekiştirip başından çıkardım ve
yere fırlattım . Göğsü çok güzel, sıcak ve güçlüydü. Ama protein
tozu kullanm ış gibi aşırı kaslı değildi. Bir avucumu kalbine ko­
yup ritm ik atışlarım parm ak uçlarımda hissettim.

255
Sam de bileğimi tutup başparmağını nabız n o k ta s ın a koyarak
avucumu tenine daha sıkı bastırdı. “Phoebe,” d ey işin d e ç o k farklı
bir şey vardı. Durmamı istiyor gibi değildi am a d e v a m etm em i
de ima etmiyordu. Çok özel olduğunu d ü şü n ü rm ü ş gibi ta m bu­
rada, bu anda öylece durmamı bekliyordu.
Gözyaşlan açıklanamaz şekilde tekrar g ö zlerim i y ak m a­
ya başladı ama yeterince ağlamıştım. Sam’in b e n i b ö y le gör­
mesini istemiyordum. Kendimi böyle görm ek istem iy o rd u m .
Bakışlarım neredeyse tereddütlü bir şekilde, izin istercesin e d u ­
daklarına kaydı. Tekrar gözlerine baktığım da m avi d erin lik lerd e
evet cevabı vardı. Gözkapakları seksi bir şekilde y a rı kapalıydı
ama arkalarında seksten daha fazlası olduğunu görebiliyordum .
Evet cevabı yalnızca bu an için değildi.
Elimi göğsünden ayırmadan dudaklarım ı o n u n k ile re değdi­
rip yavaş, derin bir öpücük bıraktım. Sam d ilin i gözyaşlanyla
nemlenmiş dudaklarımın kenarlarında gezdirdi ve e llerin i tişö r­
tüm ün altına kaydırdı. Okuldan sonra öpüşen iki erg en gibiydik.
Çocukluk odamda, on beş yaşımdan beri aynı ö rtü n ü n serili ol­
duğu yatağımda gerçekten de öyle hissediyordum esasm da.
Belki Sam de bunu hissetmişti çünkü tiş ö rtü m ü n altın d ak i
elleri, beni daha önce birkaç kez çıplak görm üş o lan b iri için faz­
la yavaş hareket ediyordu. Avuçlarını kaburgam dan y u k a rı kay­
dırıp göğüslerimin altındaki hassas yeri okşadı ve su ty e n im in
altında acı verici şekilde gerilmiş göğüs uçlarım ı b ir k ez ç im d ik ­
ledi. Ama sonra ellerini aşağı indirip taytla kaplı u y lu k la rım ı sı­
karak, beni çıplak tenimdeki dokunuşuna hasret b ıraktı.
“Ne hissetmek istiyorsun?” diye m ırıldandı, sıcak n efesin i y a ­
nağıma vurdurarak
Her şeyi. Ama bunun yerine söylediğim, “tlgi,” oldu.
Beni öperken geri çekilip alev alev yanan gözlerini y ü z ü m e
dikti. “Tişörtünü çıkar.”

256
T iş ö rtü m ü eteğ in d en tu ttu m ve saçlarımı dağıtıp yüzüme
d ü ş ü re n tek b ir hareketle üstüm den çıkardım. Saç tutam larım
a ln ım d a n ve şak ak larım d an geriye iterken Sam’in yüzünde, göz­
le rin d e k i aleve rağ m en düşünceli bir ifade vardı. “Sutyenini de.”
O n u n b u o to rite r yanına alışkın değildim. Ama sonra ne
y a p tiğ in i a n la d ım . H içbir şey düşünm ek istemediğim için karar
v e rm e y i ya d a u zu v larım a ne yapacaklarım söylemeyi de isteme­
y ec eğ im i b iliy o rd u . Bu görevi benim için üstlenmişti. Ve bu aşın
seksi o lm a s ın ın y an ı sıra aşın sevimliydi de.
E lle rim i a rk a m a g ö türüp sutyenimi açtım ve yatağ ın yanına,
yere b ıra k tım .
A v u ç la rın ı om u zlarım d a, köprücük kemiklerimin çıkıntıla­
rın d a g ez d ird i. P arm akları sırtım ın üst kısm ına baskı uygulama­
ya, ta h r ik ed ici d aireler çizmeye başladığında dudaklarım dan bir
in iltin in k a ç m a sın a engel o lam adım .
“İlgi g ö rm ey i h a k ediyorsun,” dedi, elini kalçama kaydırıp
b en i y ö n le n d irirk e n . “D ön de daha düzgün yapayım.”
A rk a m ı d ö n d ü m ve geriye kayıp b araklarının arasına yerleş­
tim . B aşp arm a k la rın ın yavaş hareketleriyle kürek kemiklerimin
arasın a m asaj yaparken, “Ç ok sert gelirse söyle,” dedi sessizce ku­
lağım a. K afam ı iki yana salladım, harika hissediyordum.
T ırn a k la rın ı sırtım da aşağı kaydırıp omurgamda enfes bir
elek trik len m e oluşm asına neden oldu, ardından uyanmış si­
n ir u çlarm ı yatıştırm ak için belime doğru ovarak ilerledi.
P arm ak ların ı taytım la külotum un beline geçirip çekiştirdi.
“Şim di tay tın ı çıkar,” dedi. “Sadece taytım."
D irektifini yerine getirm ek için ayağa kalkmam gerekti. Taytı
kalçam d an aşağı kaydırıp ayaklarımdan çekerek çıkarırken, yan
kapalı göz kapaklarının arasından beni izleyen Sam’in yüzüne
b ak m a şansı buldum . Ve şu an yaptıklarımızın sırf benim zevk
alm am için olduğuna dair şüphelerim tamamen yok oldu. Tekrar

257
bacaklarının arasındaki yerimi aldığımda hissettiğim sertlik de
bunu kanıtlıyordu.
Bana daha erotik bir şekilde dokunm asını bekliyordum ama
o, omuzlarıma yavaşça masaj yapmaya devam etti. Çıplaklığı
saymazsak bir arkadaşın yapacağı gibi. Am a v ü cu d u m dokunul­
mak için çığlıklar atıyordu. Ellerini her yerim de hissetm ek isti­
yordum; göğüslerimde, ağzımda, bacaklarım ın arasında. Ona bir
mesaj vermesi umuduyla kalçamı ereksiyonuna hafifçe sürttüm.
“Şşşş,” dedi Sam kulağıma. Sesinde em irden ziyade hoşgörü
vardı. “Zamanımız var. Bütün gece bizim.”
Uyluklarımı sıkıp masaj yapmak için ellerini ön tarafım a kay­
dırdı. Parmaklarının uçları kışkırtıcı bir şekilde külotum un ke­
narlarına değiyordu. Bu pozisyonda özgüvensiz hissetmeliydim
aslında. Pencereden giren ay ışığı m uhtem elen solgun bacakla­
rımdaki selülitleri ve oturduğum da kalçam la göbeğim in nasıl
yayıldığını görmesine neden oluyordu. A m a Sam’le birlikteyken
beynimin bu kısmı kapanıyordu. Ellerinin ten im d e nasıl gezin­
diğine ve bacaklarımı iki yana daha da açm am için nasıl bastır­
dığına odaklanabiliyordum.
Sonunda parmak boğum larını nabız gibi atan merkezime
sürttü ve bu küçük temas bile o kadar erotikti ki külotum un
daha da ıslanmasına neden oldu. D okunuşuyla istem sizce irkil­
dim ama bu his geldiği gibi çabuk gitti. Sam kalçam ı kavrayıp
beni kendisine doğru çekti. V ücutlarım ız b irb irin e değdiğinde
aldığı keskin nefesin tadını çıkardım . O da en az benim kadar
tahrik olmuştu.
Ellerini altımdan çıkarıp bu sefer de göğüslerim i avuçladı ve
meme uçlarımı sıkarak nefes alışverişlerim in sıklaşm asına ne­
den oldu. “Avuçlarımı doldurm ana bayılıyorum ,” dedi. “Sadece
memelerini düşünerek bile boşalabilirim. A slın d a... daha önce
sadece memelerini düşünerek boşaldım.”

258
“ö y le m i?” K endi sesimi tanıyamıyordum.
“ Hı hı,” d ed i. “A ra b an ın aküsünün bittiği akşam eve dönüp,
seni ve yan y a n a y ü rü rk e n tenlerim izin nasıl temas ettiğini
d ü ş ü n d ü m .”
“Vay can ın a, b u kadar kolay m ı ya?” dedim ama beni o şekil­
de d ü ş ü n d ü ğ ü n ü duym ak içimi kıpır kıpır etmişti.
Bir eliyle m em e ucum u sıkmaya devam ederken diğer elini
k arn ım a, o ra d a n da külotum un içine kaydırıp ıslak merkezimi
okşam aya başladı.
“Ah,” d e d im nefes nefese, bir parmağını içime kaydırdığında.
“Siktir, Sam.”
“A dım ı söylem en öyle hoşum a gidiyor ki”
T ekrar te k ra r adını söyledim ama bir parmağı daha içime da­
lıp h arek etleri d ah a da hızlanınca konuşacak mecalim kalmadı.
S ırtım ı o n a yasladım . Kafamı omzuna koyduğumda saçlarım
sert göğsüne yayıldı.
“Ç o k iyi h issettiriyorsun,” dedi, ona sunduğum boynum a
d o ğ ru .
Bir p o rn o d ay d ık adeta. Ben bacaklarımı göğsüme çekip onun
için açm ıştım , Sam de parmaklarını içime sokup çıkarmaya de­
vam ediyordu. O n u n kotunun hâlâ üstünde olması ve külotumun
içinde hareket eden parm aklan nedense sahneyi daha da m üs­
tehcenleştiriyordu. Fakat kendimi bu kadar açmam ve kulağım­
da d uyduğum hızlı soluklan nedeniyle aynı zamanda kırılgan bir
anm ış gibi de geliyordu. Boşalmam o kadar ani oldu ki kendim
bile şaşırdım . Vücudum elinin etrafında kasıldı ve artçı şokların
içimi sarsm ası sona erene dek bileğini tutup bırakmadım.
Sonunda elini karnım dan yukarı doğru kaydırarak meme
ucum da benim ıslaklığımdan bir iz bıraktı. Kirpiklerimin ara­
sından ona bakıp ıslak meme ucumu parmağının arasında dön­
d ü rü rk en ağzını açmasını, altdudağını ısırmasını izledim.

259
Sonra kendimi yutağa sırtüstü bırakıp onu da üstüm e çektim
ve derin bir öpücükle dudaklarına yapıştım. Bu öpücükle om
bir şey anlatmaya çalışıyordum ama kendim de ne olduğunu bil*
miyordum. Söylemek istediklerim içimde dolaşıp dilim aracılı­
ğıyla onun ağzına geçerken, parm aklarım ı k o tu n u n düğmesine
götürüp çaresizce açmaya çalıştım. Başaram ayınca gırtlağımdan
kısık bir kahkaha yükseldi. Sam işi devralıp tek eliyle düğm esi­
ni açtı ve pantolonunu üstünden çıkardı. O b u n u y ap a rk en ben
de bacaklarım m yardımıyla külotumu çıkarm aya, b ir yandan da
yreni alıp yatağın altına sakladığım prezervatif p a k e tin e u zan m a­
sı için ona talimat vermeye çalışıyordum. Bu tu h a f telaş, anın
büyüsünü bozmalıydı aslında ama her nasılsa b o zm ad ı. Ve Sam
dudaklarıma aç bir öpücük daha k o n d u rd u k tan so n ra , tek bir
akıcı hamleyle içime girip nefesimi çaldı.
Kafamı kaldırdığımda gözleri açıktı ve bakışları yüzüm dey-
di. Ağzının köşesi bir tebessümle kıvrılm ıştı am a sebebi, şu anda
aldığı zevk ya da az önceki telaşı kom ik bulm ası gibi g ö rü n m ü ­
yordu. Daha çok... huşu gibiydi. O kadar ki a v u c u m u istem siz­
ce dayadığım göğsünün ortasından bir çeşit ışıltın ın yayıldığını
hissedebiliyordum.
Böyle bir yüz ifadesiyle söyleyebileceklerinden k o rk u y o r­
dum. Kendi söyleyebileceklerimden daha da k o rk u y o rd u m . Bu
yüzden ellerimi kollarından sırtına kaydırıp tırn a k la rım ı ten in e
batırdım, sonra ensesini kavrayıp onu kendim e çek tim . A ynı za­
manda kalçamı yukarı kaldırıp onu benim le h arek et etm ey e d a ­
vet ettim. Ritmimiz ilk başlarda çok yavaştı am a b ir sü re geçince
yatağımın demir başlığının duvara vurm asına n e d e n o la c a k k a ­
dar hızlandı.
“Tam orası,” dedim nefes nefese, Sam içim e g irip ç ık a rk e n el­
lerimi geriye atıp yatak başlığının dem irlerine tu tu n u rk e n . “Tam
orası Sam, ah Tanrım!”

260
Bu seferki boşalm am öncekinden daha sakindi ve bir dalga
gibi tü m b ed en im i sardı. Sam’in de yaklaştığını görünce iç kas­
larım ı e tra fın d a sıktım ve ikimiz de zirveye ulaşana dek beni
becerm esi için o n u yüreklendirdim . Boşalırken yüzünü izledim;
çenesi sıkılıp gevşedi ve bir an için nefes almayı unutm uş gibi
so lu k lan ırk en âdem elm ası yukarı aşağı hareket e tti Daha önce
hiçb ir seks p a rtn e rim i tatm in anında izlememiştim. Gözlerimi
açm ak ak lım a bile gelmemişti. Ama Sam’leyken tüm dikkatimi
ona v erm e k istiyordum .
S o n u n d a kalkıp prezervatifi çıkardı ve yanıma dönüp dar ya­
tak ta b a n a yapışarak uzandı.
“S an ırım başlığı kırdık,” dedim , yatak başlığım takırdatm ak
için u zan arak .
“G ayet sağlam görünüyor.”
“Eh, en az ın d a n utandırdığım ız kesin. Bu benim çocukluk
yatağım dı.”
“M obilyaların herhangi bir yargıda bulunma ve eyleme geç­
m e yetisine sahip olduğunu düşünmüyorum.”
B una gülüm sedim ve göğsümdeki başım okşayıp parm ak­
larım ı y u m u şak saçlarına daldırdım. aBu yatakta yatıp nasıl bir
h ay atım ın olacağını düşünürdüm hep.”
Bir an sessiz kaldı. Tenime vuran nefesi öyle dengeliydi ki
uyuyakalm ış olabileceğini düşündüm . Ama sonra, “Hayatım na­
sıl hayal etm iştin?” diye sordu.
“Belki yazar olurum diyordum,” dedim. “Ya da editör. Kitap­
larla ilgili herhangi bir meslek işte. Her zaman, televizyonda gör­
düğüm üz büyük şehirlerde, havalı bir apartman dairesinde yaşa­
m ak istedim. Ufka bakan pencereleri ve ilginç bir kapıcısı olan bir
apartm an. Ah, bir de kedi hayal ediyordum. Aslında her zaman
bir kedim olacağını düşünm üştüm fakat hayallerimdeki, vahşi bir
sokak canavarından çok mırlayan bir kucak hayvanıydı."

261
Sam kuru bir sesle, "Lcnorcü neredeyse kaybetm iş olm anın te­
sirinden kurtulmuş olduğunu görmek güzel,” dedi. “Ece, devam eL*
"Şimdi düşününce hepsi çok sıradan geliyor aslında. Muh»
temelen her çocuğun hayalini kurduğu şeylerdi çü n k ü hepimiz
aynı filmleri izledik. Bebeklikten kalma yağlarım ı kaybedip çir­
kin ördek yavrusundan güzel kuğuya dönüşeceğim i hayal ediyor­
dum. Bunun, annemin beni daha çok sevm esini sağlayacağını ve
pazar hrunc/ı’lannda karşılıklı mimoza içen şu anne-kızlardan
olacağımızı düşünüyordum.”
Yutkundum. “Her zaman, babamın benim le gerçekten gurur
duyacağı ve bunu belli edeceği anın geleceğini hayal etm iştim .
Asla söylemezdi çünkü onun tarzı değildi am a b ir şekilde anla­
rım diyordum.”
Ve artık buna hiç sahip olamayacaktım. Şu an a dek, birinin
gidişiyle sadece geçmiş anılarının değil, geleceğe d a ir u m u tları­
nın da kaybolmasının ne kadar değişik bir keder o ld u ğ u n u fark
etmemiştim. Geçmişe, babamla olan karm aşık ilişkim e o kadar
takılmıştım ki gelecekte bir gün her şeyin farklı olacağı hayalle­
rimi unutuvermiştim.
“Benden hiç bahsetti mi?”
Ağzımdan çıkana dek bu soruyu soracağımın farlan d a bile de­
ğildim. Pat diye sorduğum için geri almak istesem de yapam az­
dım. Babam tabii ki de benden, neredeyse hiç konuşm adığı, hatta
büyük ihtimalle hayatından sildiği kızından bahsetm em işti.
“Baban pek konuşkan biri değildi,” dedi Sam. Yüzü g ö ğ sü m ­
de olduğu için fiziksel olarak titretmişti. “Senin de b ild iğ in gibi.
Ama gelen postalarını kontrol etme şeklinden, ne k a d a r ço k g u ­
rur duyduğunu anlayabiliyordum.”
Yanağımın içini ısırdım. “Bu m üm kün değil.”
“Ah evet,” dedi. “Garaj yolunda bir yürüyüşü vardı ki g ö rm e ­
liydin. Gösterişli hareketleri, kızının doktor unvanı a lm a k ü zere

262
o k l u ğ u n u b a s b as bağırırdı sanki. Posta kutusunu açar, içindeki
rar İla n ç ık a r ır vc hepsine tek tek bakardı. Tıpkı senin geçen yılki
p o p ü le r k ü ltü r konferansında, Cinnet filmindeki maskülinite ve
gaddarlık h ak k ın d ak i konuşm anda kartlarına yaptığın gibi...”
D irsek lerim in üzerinde doğruldum . “Bir dakika, sen bunu
n e re d e n ..
“Seni G oogle’da arattım ,” dedi Sam. “Her neyse, postalarını
alıp garaj y o lu n d an eve geri dönerken de çalmamdan geçilmez­
di. T üm m ahalleye kızının ne kadar güçlü, anlayışlı, zeki, komik
ve m u h teşem o ld u ğ u n u açıkça gösterirdi. Zarflan dibandaki çöp
ku tu su n a atark en , hakkındaki düşüncelerini sana kendisinin
söylem enin b ir yolunu bulam adığı için üzüntüsü ve pişmanlığı
acı verici b ir şekilde açık olurdu.”
B oğazım yanarken, “Tüm bunlan posta kutusuna yürüyü­
şünden an lad ın , ha?” dedim .
“B unu h e r gün yapıyordu,” dedi Sam. “Ne diyebilirim ki ben
gözlemciyim.”
O n a sokulup om zuna bir öpücük kondurdum. “Çok tatlısın.”
“Sadece senin için.”
Bu klişe söz karşısm da inleyip ona şakacı bir şaplak attım.
A m a gerçek şuydu ki sebep olduğu sıcaklık ne olursa olsun kal­
bim e sızm ıştı. Bu yatakta yatan küçük bir kızken hayal ettiğim
şeylerin, pem be kalplerle dolu Sevgililer G ünlerinin ve vıcık
vıcık aşk şarkılarının gerçek olabileceğine bir geceliğine olsun
in an m am ı sağlamıştı.

263
YİRMİ İKİ

ONNER’IN EVLİLİK TEKLİFİ g ü n ü n ü n sabahına, karde­


şimden altmış sekiz yeni mesajla uyandım . M ekân bilgisi
veriyor, Shani’yi öğle yemeği için götüreceğim yeri ta r if ediyor,
saat kaçta parkta olmamız gerektiğini, hatta ne giym em gerekti­
ğini bile söylüyordu. (Dolabının boktan gotik eşyalarla dolu oldu­
ğunu biliyorum ama fotoğraflar için birazcık renkli giyinsen???)

Fotoğraflarda yer almam gerektiğini bile d ü şü n m em iştim ki


ben! Evlilik teklifi böyleyse düğün nasıl olacaktı kim bilir?
Sam de aşırı heyecanlıydı am a bu onu h e r zam anki gibi se­
vimli gösteriyordu. Bu sabah, parktaki son düzenlem eleri yap­
mak için erkenden çıkmak zorundaydı. O tuz k ad a r çocukla dans
gösterisini ayarlamakla kalmamış, “Tubthum ping” şarkısını k o r­
kunç derecede yüksek bir sesle çalmak için kendi ses sitem ini
bile götürmeyi önermişti.
“Ayrıca marketten peynir, kraker ve elm a dilim leri falan da
almalıyım,” dedi, telefonunda mesaj yazarken. “H em çocukların

264
hem de ebeveynlerin yiyeceği bir şeyler olmalı. Belki biraz da su
ve C apri Sun alırım .”
"Pacific C o o ler olduklarından emin ol,” dedim, çalışma san­
dalyem e o tu ru p dizüstü bilgisayarımı açarken. Dr. Nilsson, son
b ö lü m ü m le ilgili yorum larını bugün göndereceğini söylemişti
ve b en de şen lik başlam adan önce bir göz atma şansı bulmayı
u m u y o rd u m .
“Phoebe,” d ed i Sam. “Yıllardır çocuklarla çalışıyorum. Capri
S u n in d iğ er çeşitlerindense Pacific Cooler’ı tercih ettiklerinden
h ab e rim var, em in ol.”
A rk am a gelip başım ın tepesine bir öpücük kondurdu ve beni
Dr. N ilsso n ın e-postası ve artık bulunduğum odada takılmayı
kab u llen m iş olan Lenore’la baş başa bırakarak gitti. Kedi, onun
için y an çevirdiğim boş kutunun girişinde her zamanki gibi bir­
kaç d aire çizdikten sonra içine yerleşip dinlenmeye başladı.
“B u rad a ne varm ış, bir bakalım,” dedim e-postayı açarken.
Lenore’d an önce de kendi kendim e konuştuğumu inkâr edemez­
dim am a o n u n varlığı kesinlikle bunun daha sık o lm asını sağlı­
yordu. Ve artık sesli konuşm ak için bir bahanem vardı.
Dr. N ilsson e-postasına, Dr. Blake’ten haber aldığı ve görüş­
m eyi ayarladığım için m utlu olduğunu söyleyerek başlamıştı.
Bunu, Soğukkanlılıkla bölüm üm le ilgili geribildirimleri takip
ed iy o rd u ve d ah a ilk kelimeden kanımın soğumaya başladığım
hissedebiliyordum . H enüz tüm yazıyı okuyamadan, “en iyi çalış­
m an değiF, “saçma sapan ve kopuk”, adaha derin ve sağlam bilgi­
ler gerekiyor” gibi ifadeler gözüme ilk çarpan şeyler oldu.
Y orum larını okum ak için dosyaya çift tıkladığım anda, stres­
ten m iydi yoksa ekranım daki renk patlamasından mıydı bilmi­
y o rd u m am a kırm ızı düzeltme işaretlerinin çokluğu gözlerimin
yaşarm asına neden oldu. Olum lu cümleler de vardı ama Dr.
N ilsson, bu tü r y o rum lan kısa kesmeyi tercih ederdi, örneğin

265
b ir cüm lenin yanma çizilmiş b alo n cu ğ u n içindeki îy i kelimesi
ço k şey ifade ediyordu. Fakat üzerine çapraz çizgi çektiği ya da
bir argüman» savunacak daha fazla kanıt istediği yerlerin sayısı
ço k daha fazlaydı. Yazısının en so n u n a, so n bir yorum eklemişti-

Bu çalışmaya metinsel edebi analiz olarak bakarsak


fena olmadığını söyleyebiliriz. Ancak teori ve kültürel
bağlamla gerekli bağlantıları kurmakta başarısız olduğu
için doktora düzeyinde etkileyici bir çalışma olmamış.
Yüzdün yüzdün kuyruğuna geldin, buradan sonra kendini
salıverme.

Bu sözler midemde bir çukur oluşturdu ve S hani’yle öğle ye-


meğindeyken bile etkisini sürdürdü. Yine de kızın k arşısın d a yü­
züme bir gülümseme oturtmak için elim den geleni yaptım . O nu
dışarı yemeğe davet ettiğim için çok m utlu o lm u ştu ve d a h a sık
görüşmeyi her zaman istediğini söyleyip d u ru y o rd u . D o ğ ru su
kardeşim bu planı yapana dek böyle bir şey ak lım d an bile geç­
mediği için kendimi bir tık suçlu hissetm iştim ç ü n k ü S hani çok
iyi bir insandı, eğlenceliydi ve hastaneyle ya da k ard eşim in ap tal­
lık ettiği zamanlarla ilgili bir sürü hikâyesi vardı.
O salak, bir saatten az bir süre içinde sana evlenm e te k lif ede­
cek, demek için içim içimi yese de sırrı saklam ayı b aşa rd ığ ım d an
dolayı kendimle gurur duyuyordum. Son d ak ik ad a p atlarsam
kendimi asla affetmezdim.
Teklifin gerçekleşeceği parka uğram ak için S hani’ye orayı ço ­
cukluğumdan hatırladığımı ve eski günleri yad e tm e k a d m a zi­
yaret etmek istediğimi söyleyecektim. Ama eskiden orada birkaç
bank ve ağaçlardan başka bir şey yoktu kil y azm ıştım C o n n e r’a,
bu fikri ortaya attığında. Çocuk parkı eklemeleri neden umurum­
da olsun ki? Kardeşimin cevabı, AMA SHANİ BUNU B İLM İYO R I

266
NOSTALJİYE BAYILIR, LÜTFEN YAP ŞUNU! olmuştu. Bunu
ikinci kcz yapıyorduk am a ilk seferde olduğu kadar heyecanlı ve
gergindi.
Parkın yanından geçerken direksiyonu son dakikada kınp
oraya yöneldiğim de h er şeyi belli edecekmişim gibi hissediyor­
dum. “Şu parka uğrasak sorun olur mu?” dedim. “Çocukken b u­
rayı çok severdim , b ir göz atm ak istiyorum.”
“Tabii,” dedi Shani. “C onner bundan hiç bahsetm edi Bazen
onu başka bir m ahalledeki oyun parkına götürdüğünü ve bir gün
birinin sana orada yaşayıp yaşamadığınızı sorduğunu anlatm ıştı.”
Bunu tam am en unutm uştum am a anılar şimdi birdenbire geri
gelmişti. C o n n er’ı, o d ö rt ya da beş, bense on bir-on iki yaşların­
dayken yan m ahalledeki küçük oyun parkına götürürdüm. Park­
ta sadece iki salıncak ve m inicik bir t ı r m a n m a oyuncağı vardı.
Yeni kurulm aya başlam ış bir mahalle olduğu için ağaç sayısı azdı,
bu yüzden eve döndüğüm üzde C onner kaçınılmaz olarak biraz
güneş yanığı olurdu am a yine de onu oraya götürmem için yal­
varırdı. Sonra bir gün, tanım adığımız bir yetişkin y a n ı m ı z a gelip
orada mı yaşıyoruz diye sormuştu. Hem dürüst olmak hem de
kendim izi korum ak adına hayır demiştim; bir yabancıya nerede
yaşadığımızı söyleyecek değildim.
“O zam an bu parkta oynamanıza izin yok,” demişti yetişkin
kadın, bizi m ağaza hırsızlığı yaparken yakalamış gibi ciddi bir
ses tonuyla. Z am anda geri dönebilseydim ona siktiri çeker, biri
bizi sürükleyerek ayırana dek her gün Conner’ı oraya götürmeye
devam ederdim . Ama o zam anlar kadından ürkmüş ve bir daha
oraya ayak basm am ıştık.
Geçmiş günlerin anıları beni şaşırtmaya devam ediyor, aslında
C onner la yakın olduğumuz bir zaman olduğunu ya da en azın­
dan benim onunla ilgilendiğim zamanlar olduğunu hatırlatıyordu.
Ama şu anda kendimi geçmişe kaptıramazdım. Dikkatimi ver-

267
mcm gereken bir etkinlik vardı. Parka baktığım da oyuncaklar*
da oynayan bir sürü çocuk (muhtemelen hepsi d an s gösterisine
dahil değildi) olduğunu gördüm. Avuçlarım o k ad a r terlemiştl İd
ellerimi kotuma sürtmek zorunda kaldım.
"Hatırladığın gibi mi görünüyor?” diye so rd u Shani, parka
doğnı yürürken.
Bir gnıp insanın, piknik m as alarmın etrafında takıldığı bir çar­
dağın yanında Sam’in ses ekipmanı duruyordu. B unlar ebeveynler
olmalıydı. Masalardaki Capri Sunlar gözüm den kaçmam ıştı.
“Şey...” dedim. “Pek sayılmaz..
Parktaki belirli bir noktaya ayak bastığım ızda bu, m üziğin ve
dansın başlamasının işaretçisi olacaktı. Kendi ses sistem i olduğu
için müzik işini Sairiin yapmak isteyeceğini d ü şü n m ü ştü m ama
ebeveynlerden birinden rica etmiş olmalıydı. Shani n in onu gör­
m e riskini almak istememesi m antıklıydı am a nerede olduğunu
m erak etmiştim doğrusu.
“Sana verdiğim kederle ilgili kitabı o k u d u n m u ?” diye sordu
Shani.
Harika! Belirlenen yere varmamıza on m etred en az kalmış­
ken büyük sorular başlamıştı. Ne yapacaktım şim di? O tuz kadar
çocuk dans etmek için heyecanla işareti beklerken yürüm eyi ke­
sip soruyu mu cevaplayacaktım? Ç ocukların birkaçının açıkça
bize baktığını çoktan fark etmiştim. Eğer biraz d ah a ertelersek ve
gösteri zamanında başlamazsa Mısır Ç ocuklarına dönüşm eleri
an meselesiymiş gibi geliyordu.
“Henüz okumadım ” dedim. “Kusura bakm a. En kısa zaman­
da okuyacağım. Eee, oyun parkında yapmayı en sevdiğin şey ne?
Ben salıncakları her zaman çok sevmişimdir.”

* Stephen King tarafından yazılan kısa öyküde, şey tan a d ö n ü ş ü p ebeveynle­


rini ve diğer insanları katleden çocuklar. D ilim izd e K o rk u Ç o c u k la n olarak
da bilinirler, (ç.n.)

268
O k u ld a ark ad aş edinm eye çalışan birinci sınıf öğrencisi gi­
biydim . Shani biraz şaşırm ış görünse de kederle ilgili o kitap
h ak k ın d a k o n u şm ak istem ediğim i düşünm üş olmalıydı. Ki ger­
çekten de istem iyordum .
“Salıncakları b en de severim,” dedi Shani, sonra aklına daha iyi
bir cevap gelm iş gibi canlandı. “Aaa, asıl neyi severdim biliyor m u­
sun? D enge tahtalarını! Dengem harikadır. Bu parkta onlardan...”
O ta m k o n u şu rk en hedefe ulaştık ve birdenbire şarlanın açı­
lış n o ta la rı yükseldi, tik önce uzaktan gelen bir ses gibi kısıktı
am a n a k a ra t başlar başlam az parkta gümbürdeyerek yankılan­
dı. Böyle olacağını bilsem de hafifçe irkilmeme engel olamadım.
N akaratla b irlikte çocuklar da tırm a n m a oyuncağından aşağı at­
lam ış, u y u m lu adım larla dansa b aşlam ışlardı Sam’in anlatmaya
çalıştığı şeyi şim di görebiliyordum ; aslında bu tam bir dans de­
ğildi, sadece b ir dizi pozdan oluşuyordu. Ve çocuklardan biri ar­
kad aşların ın hareketlerini izlerken yarım ritim geriden geliyordu
am a aşırı derecede sevimliydi.
“Şunu görüyor m usun?” dedi Shani, gülümsemesi keyifle ge­
nişlerken. “Birbirlerini tanıyor olmalılar. Müzik nereden geliyor?"
Başını çardağa doğru çevirdi ama o sırada şarkı yavaşlamış,
bir k ad ın sesi tü m geceyi içki içerek geçirmekle ilgili sözleri
söylem eye başlam ıştı. Böyle bir şarkıyı bir ilkokul yönetim inin
nasıl onayladığını hâlâ aklım almıyordu. Kadın vokal söylemeye
devam ederken bir başka grup çocuk, yeni bir dizi senkronize
hareketle bize doğru yaklaştı.
“Bu inanılmaz," diye bağırdı Shani, müziği bastırm ak için.
“D ah a önce hiç böyle bir şey görmüş müydün?"

“Hayır,” dedim .

269
Sam’le birlikte birkaç JJash tnob evlilik teklifi videosu İzlemiş
ve C onner’ı, ne kadar kısa sürerse o kadar tatlı olacağına ikna
etmiştik. Sam, bizimkini çocuklarla yaptığım ız için aşırıya kaç*
m am anın iyi olacağını belirmişti, ben de zaten aH ib th u m p in g m
aynı sözlerin tekrarlandığı bir şarkı olduğu için fazla uzatmaya
gerek olmadığını söylemiştim. Plan, C o n n er’ın üç dakikadan az
bir sürede ortaya çıkmasıydı.
Yine de oldukça büyülü bir an olduğunu in k â r ed em ezd im .
Şarkı nakarattan diğer dizeye her geçtiğinde d a n sa yeni bir
grup çocuk ekleniyordu. Kızların b irin d en özellikle g özleri­
mi alamıyordum. Tombul, kıvırcık kızıl saçlı ve gözlüklüydü.
Kollarını, yakınında duranları hiç d ü şü n m e d e n , çılg ın ca bir
boş vermişlikle sallıyordu. Ne yapm ası g erek tiğ in i y etişk in lere
soruyormuş gibi habire çardağa doğru b ak an sıska b ir oğlanı
neredeyse imha edecekti.
Shani mest olmuştu. İlk başta tüm b u n la rın k en d isi için ol­
duğuna dair hiçbir fikri yoktu, sadece g ö sterin in ta d ın ı çık arı­
yordu. Ama şarkı ilerledikçe çocuklar bizim e tra fım ız d a yarım
daire oluşturdular ve Shani bana dönüp, N e oluyor? d e rm iş gibi
baktL Omuz silkmekle yetindim ama yüzüm deki şapşal sırıtışa
engel olamıyordum.
Bir sonraki nakaratta Sam de son çocuk grubuyla o rtay a çıktı
ve bir ayağı diğerinin önüne atma, om uzları sallam a, geri ad ım
atma ve hepsini en baştan tekrarlam adan oluşan d an s a d ım la ­
rıyla bize doğru yaklaştı. Saçları terden alnına yapışm ıştı -b iz
Shani’yle Tayland yemeği yerken o birkaç saattir b u ra d a y d ı ta ­
bii- ama o kadar neşeli ve özgüvenli g ö rünüyordu ki gözlerim i
ondan alamıyordum.
Dans etmesini hiç beklemiyordum. B unu k o n u şm am ıştık .
Ama bu rutini çocuklara öğretirken kendisinin de ö ğ re n m iş o l­
ması mantıklıydı.

270
D an sçılar şim di çevrem izde büyük bir grup oluşturm uştu ve
çevredeki b irk aç yetişkin telefonlarıyla çekim yapıyordu. Sadece
d an sa k atılan ço cu k ların ebeveynleri veya refakatçileri değil, d i­
ğer y etişk in ler de. Sam çocuklara son bir adımda önderlik etti ve
hepsi o ld u k la rı yerde çılgınca bir koşu tutturdular, ö n c e yavaştı­
lar am a gittikçe hızlandılar ve ellerini havaya kaldırarak serbest
d an sa başladılar. K im i kalçasını sallıyor, kimi sallanıyor, kim i ro­
b o t d an sı yapıyordu. Kendi etrafında daire çizip, gözlerine düşen
saçlarını tek b ir hareketle geriye atan Sam ise 80’lerde çekilmiş
b ir k ü p te n fırlam ış gibiydi. D üz beyaz bir tişörtle açık renkli kot
giym işti ve d an s ederken kırm ızı ayakkabıları bir bulanıklık h a­
lind e g ö rü n ü y o rd u . Kollarını kaldırdığında renkli boxer şortu­
n u n beli o rtay a çıkıyordu.
S o n ra ço c u k la r dans etm eyi kesmeden ikiye ayrıldılar ve
k o lların ı ark a sın d a kavuşturm uş halde dikilen kardeşimi ortaya
çıkardılar. S hani’ye çiçek verm eyi çok istemişti ama ben, elleri
dolu olursa y ü zü ğ ü rahatça alamaz, diyerek vazgeçmesini sağ­
lam ıştım . Şim di b u n u yapmayı neden istediğini anlayabiliyor­
du m . D an sç ıla rın arasından sevgilisine doğru yürürken ellerini
oyalayacak b ir şey istem işti. Ben hâlâ böylesinin daha iyi oldu­
ğ u n u d ü şü n ü y o rd u m . D aha saf bir andı. Aralarında hiçbir şey
yoktu. M üziğin sesi yavaş yavaş azalırken, ben kenara çekilip
ikisine alan tan ıd ım .
S hani’n in “A m an Tanrım,” demesi, müzik artık kısık olduğu
için rah atça duyulm uştu. C onner’ı gördüğü anda ağlamaya baş­
lam ıştı ve kardeşim in de kendini toparlamakta güçlük çektiğini
görebiliyordum . Same baktım . Çocuklar, oyun parkından katı­
lan diğer çocuklarla birlikte hâlâ onun etrafında dans ediyorlar­
dı fakat Sam durm uş, kardeşim in tek dizinin üstüne çökm esini
izliyordu. D ikkatinin bana yöneldiğini hissettim am a ona baka­
m adım . Sadece kardeşim e ve Shani’ye odaklanmazsam, bu anı
atlatıp atlatam ayacağım dan em in değildim.

271
“Shani,” dedi Conner, sonra boğazını tem izlem ek için durak*
sadı. "Bence sen harikasın. Seninle tanıştığım gün hayatımın en
şanslı günüydü ve her geçen gün şansımın katlanarak arttığını dü­
şünüyorum.” Yüzük kutusunu cebinden çıkarmış am a açmamıştı.
Şimdi de kaşlannı çatmış halde kapağına bakıyordu. “Gerçi şansım
katlanarak arttıysa o zaman o ilk gün hayatımın en şanslı günü ola*
m az... ama sen ne demek istediğimi anladın. K endim i çok şanslı
hissediyorum. Kastettiğim bu. Üzgünüm. Çok güzel b ir konuşma
hazırlamıştım aslında.”
Keşke onu bir şekilde yüreklendirebilseydim. Yürekten ko­
nuştuğu belliydi ve önemli olan da buydu. Shani de başm ı sallı­
yor, hafifçe hıçkırıyordu. Ağlarken aynı anda sevim li görünm e­
yi başaran şu kızlardandı. Ben asla onlardan biri olamamıştım.
Benim gözyaşlarını her zaman tom bul ve çirkindi.
“Seninle daha fazla şanslı gün geçirmek istiyorum . A m a sadece
şans değil, çaba da gerektiğini biliyorum. Ç ünkü ilişkiler çaba gös­
termeden ilerlemez. Bunu herkes bilir. Am a seninleyken zoraki
bir çaba göstermek zorundaymışım gibi hissetm iyorum v e... her
neyse, Shani, seni seviyorum. Benimle evlenir m isin?”
Kız, yapabileceği tek şey buym uş gibi kafa salladı. “Evet
Evet\n Conner doğrulup onu sıkıca kucakladı, so n ra birden yü­
zük kutusunu açmadığını fark etti. Kutuyu Shani’ye verdi ve ikisi
birlikte kapağı açıp yüzüğü parm ağına taktılar. K ardeşim , daha
önce onun yüzüklerinden birini gizlice alıp ölçüsüne baktırdığı
için yüzüğün tam olacağından emindi. H akikaten de uym uş ol­
malıydı ki takar takmaz bana dönüp sevinçle başparm ağım kal­
dırdı. Sanki bunun gerçekleşmesini ben sağlam ıştım .
Ben de ona başparmağımı kaldırdım . A rd ın d an gözüm den
kaçan tek bir damla yaşı siliyordum ki Sam’in kolunu om zum a
dolayıp beni kendisine çektiğini hissettim , “tyi gitti gibi, ha?”

272
"K ahretsin, acayip iyi gitti,” dedim ve etrafımızdaki çocuklara
bir göz attım . “Yani evet. Çok harikaydı. Sen de ne kadar iyi dans
c d iy o rm u şsu n .”

"Pek sayılm az,” dedi Sam. “Hiç ders almadım.”


“Yine de ç o k ...” Ne diyeceğimi bilemedim. Bu cümleyi tam am ­
layacak en iyi kelim e seksi olurdu ama sağım ız solumuz çocuk
dolu old u ğ u için söyleyemezdim. Belki bulaşıcı diyebilirdim; onu
o k adar eğlenirken görünce benim de içimden eğlenmek gelmiş
gibi. Ki gerçekten de onu izlerken benim de dans edesim gelmişti
ve bu d ah a önce asla am a asla hissetmediğim bir şeydi Ya da belki
de cüm lem i, özgür görünüyordun, diye tam am layabilirdim .
Bana gülüm seyip, “Diyeceğini unutma,” dedi “Gidip iki daki­
kalığına yetişkinlerle konuşmam gerek. Onlara ve çocuklara gel­
dikleri için teşekkür etmeliyim. Hemen döneceğim.”
Ben de paylaştıkları anı bozmak istemesem de Conner ve Shani’yi
tebrik etm ek için yavaş adımlarla y a n la r ın a gittim. Ama boşuna kay-
gılanm ıştım çü n k ü beni görür görmez ikisi de aynı anda üstüme
atlayıp kollarını etrafım a sardılar.
C o n n er, “B unu sensiz yapamazdım,” dedi. “Ciddiyim.”
“İşin büyük kısm ım Sam halletti,” dedim. “Ses sistemi, çocuk­
lar, dans...” Sonra, Shani onunla öğle yemeği yemenin benim için
zorunluluk olduğunu düşünmesin diye dürüstçe ekledim: “Ama bu
olay vesilesiyle yemeğe çıkıp seni daha iyi tanımaya fırsat buldu­
ğum için çok mutluyum. Ne de olsa artık kız kardeşim olacaksın.”
Vay canına. Bunu dillendirmek çok garip gelmişti.
“Hayır, sadece bugün için demiyorum," dedi Conner. “Diğer
şeyleri de kastediyorum . Kendine ait bir hayatın olduğunu ve
seri katillerle ilgili yazılarını falan bitirm en gerektiğini biliyorum
am a bu yaz burada o lm an ...”

273
"Tubthumpiııg" çalmaya başladığı anda danışm anım ın yo­
rumlarını ve yazımı toparlayabilmek için neredeyse en baştan
çaba göstermem gerektiğini unutm uştum am a o dehşet çukuru
midemdeki varlığını şimdi yeniden hatırlatm ıştı. “S o n ın değil,"
dedim. “Aslında halletmem gereken bazı şeyler var ve eğer sizin
için sakıncası yoksa gitsem çok iyi olacak. A m a bu hafta içinde bir
kutlama yemeği ayarlayalım, olur m u?”
“Olur tabii,” dedi Conner. “Seni seviyorum , Pheebs.”
“Ben de...” dedim ve ne kadar eksik ifade etmiş olsam da bu duy­
guya onun da dahil olduğunu göstermek için Shani ye gülümsedim.
Onlardan ayrıldıktan sonra, insanların ço ğ u n u n artık dağıl­
dığı çardağa doğru ilerlemeye başladım . Sam çöm elm iş, dirsek­
lerini dizlerine dayamıştı ve dans esnasında neredeyse kızıl saçlı
tombul kızın coşkusunun kurbanı olacak sıska çocukla konuşu­
yordu. Bu haliyle onu gerçekten bir öğretm en olarak görebiliyor;
tahtanın önünde dikildiğini, ksilofonlarını tü m enerjileriyle çal­
maları için çocukları yüreklendirdiğini hayal edebiliyordum .
Onunla ilgili ilk izlenimimi düşünüyordum d a ... ne kadar
da çılgmcaydı. Gerçek şuydu ki bu Sam, beni daha çok korkutu­
yordu. Ailelerin büyük ve mutlu, dansın eğlenceli olduğu farklı
bir gezegenden gelmiş gibiydi. Bense başka b ir uzak, yalnız yıl­
dızdan geliyordum ve ciğerlerim onun gezegeninin atm osferini
solumaktan acizdi.
I

Ama neden şu anda böyle iç parçalayıcı duygulara kapıl­


mıştım ki? Gerçi düşününce... sabah d an ışm an ım d an aldığım
e-posta, sonrasında da C onnerın Shani’ye evlilik teklifi derken
duygusal bir hız trenine binmiş olm am gayet norm aldi. Sanırım
şu anda ihtiyacım olan şey uyum ak ve kendim i resetlem ekti.

274
"Bize sö y led iğ in iz gibi kafam ın içinde adımları saymaya çalı­
şıyordum ," d iy o rd u ço cu k Same, “Ama her şeyi batırdım. Yavaş
k ısım lar ço k zor.”
“Z o r o ld u k la rı k o n u su n d a haklısın,” dedi Sam. “Şarkının na­
sıl aynı tem p o y u sü rd ü rd ü ğ ü n d en bahsetmiştik, değil mi?” Bir
p arm a ğ ın ı d izin e v u ra rak ritm i saymaya başladı. “Kelimeler ya­
vaşlıyor, v u ru ş la r aynı kalıyor. Am a biraz kafa karıştırıcı olsa da
sen gayet iyi id are ettin.”
“Sizin evlenm e teklif edeceğiniz kişi bu mu?” diye sordu çocuk,
b an a bak arak . O ra d a durduğum u fark ettiğini hiç anlamamıştım
ve b ir a n d a konuşm aya çekilince irkildim. “O zaman dansı tekrar
yapabiliriz. A dım ları doğru sayacağıma söz veriyorum.”
Sam b an a b ak m ak için başım çevirdi “Bir gün,” dedi, gözlerini
ben im k ilerd en ayırm adan. Sonra tekrar çocuğa döndü ve yumruk
çaksın diye y u m ru ğ u n u gösterdi. “Bugün geldiğin için çok teşek­
kür ed erim M arcus. D ördüncü sınıf için heyecanlı mısm?”
B iraz d a h a konuştular, sonra çocuk koşarak oynamaya gitti.
Sam de ayağa kalkıp piknik masasındaki artık yiyecekleri ve çöp­
leri toplam aya girişti. Yardım için ona katıldığımda çocukların
atıştırm alık ları için lim on yeşili küçük tabaklar getirdiğini gör­
düm . Ben b u detayı kesin unuturdum .
“D em in ne dem ek istedin?” diye sordum. “Bir gün derken?”
Bu konuda son derece rahatmış gibi kafasını kaldırm adı bile.
Yassılaşmış Capri Sun paketlerini toplamaya devam etti. Bir gün
dem ek istedim işte. Sana evlenme teklif etmeyi düşünüyorum ta ­
bii ki. Bunun gibi olmayacak ama. İçimden bir ses senin böyle
gösterilerden hoşlanmayacağını söylüyor. Belki baş başa olaca­
ğımız, sessiz bir yerde tek dizimin üstüne çöker, hakkındaki his-

275
lerimi itiraf ederim. Yakın gelecekte olm ayacağını d a biliyorum
ama yine de düşünmek güzel.”
Bu sohbet nereye gidiyordu böyle? “A m a b en evlenm ek iste­
yip istemediğimi bile bilmiyorum. Belki hiç evlenm em .”
Sam omuz silkti; bu da önemli değilm iş gibi. “O zam an ev­
lenmeyiz.”
Arka planda çocukların tiz cıyaklam aları ve heyecan çığlık­
ları, muhtemelen düşüp bir yerini acıtan ço cu k ların ağlamaları
ve ebeveynlerin “ağzına toprak doldurup d u rm a ” ya da “karde­
şini rahat bırak” gibi bağrışlarından oluşan b ir kakafoni vardı.
“Çocuk isteyip istemediğimden de em in d eğ ilim ”
O zaman Sam başmı kaldırdı ve ben yüzünü okum aya çalışır­
ken, “Sorun değil,” dedi. “Benim için çocuk olsa da olur olmasa da.”
Gerçekten hissettiği bu olamazdı. Tanrı aşkına, adam ilkokul
öğretmeniydi! Harika bir baba olacağı şim diden belliydi. Hem
büyük bir aileden geliyordu. Bunları dile getirdiğim de de yüz ifa­
desi değişmedi.
“Bak, çocukları severim,” dedi. “Yani sevm esem bu mesleği
yapmazdım. Ama dediğin gibi h er gün çocuklarla beraberim za­
ten. Ayrıca dört yeğenim var ve hepsine m inik bateriler alacak
amcaları benim. Bu arada em inim kardeşlerim b u n a bayılacak­
lardır. Her neyse, böyle konuları konuşm aya açığım . Bir gün de­
diysem, bugünü kastetmedim.”
Kafamı iki yana salladım. “Yapamam.”
Bu, ciddi olduğuma, gelecek hakkında öylesine konuştuğu­
muzu düşünmediğime dair ilk işaret olm uş olm alıydı ki yüzü de­
ğişti. Gelecekle ilgili nasıl düşüneceğim i bile bilm iyordum ben.
Birkaç ay sonrasını tasarlamak bile beni şüpheye düşürüyordu.

276
Tezim i z a m a n ın d a b itirip bitirem eyeceğim i, bitirsem de doktora
d erecem i alıp alam ayacağım ı veya Sam’le ilişkimizin farklı şehir­
lerde y aşam ay ı k ald ırıp kaldıram ayacağım bile bilm iyordum .
E lindeki b u ru ş u k peçeteleri bırakıp avuçlarını kotuna sildi ve
b en i ç a rd a k ta n uzağa, m eşe ağaçlarm m gölgesinde daha rahat
ko n u şab ileceğ im iz b ir yere çekti.
E kipm anını orada bırakmamalısın,” dedim. “Pahalı görünüyor.”
“Ö n e m li değil.”

G ö z le rin d e ‘Baby Shark*parıltısıyla aletlerin yanında duran


b ir ç o c u k var. H er an b ir şey yapabilir.”
“P hoebe,” d ed i Sam biraz sabırsızlanarak, “ö n em li değil.
K onuş b e n im le . B ana neden birden böyle kaygılandığını söyle.”
“B ü tü n b u n la r çok hızlı ilerliyormuş gibi geliyor,” dedim . “Biz
ne yapıyoruz? A ram ızdakinin bir yaz kaçamağı olması gereki­
y o rd u a m a şim d i evlilik ve çocuklardan bahsediyoruz. Bu çok
fazla, Sam . Yapam am .”
G eri çekilip elini saçlarından geçirdi ve teri artık kuruduğu
için k u lak ların ın etrafındaki saçlar diken diken göründü. Yaz ka­
çamağı ifadesinin onu incittiğini görebiliyordum ve bir parçam
bu sözleri geri alm ak istiyordu. Bu ilişkinin onun için geçici ol­
m adığını b an a defalarca söylemişti ve dürüst olm ak gerekirse o
ilk geceden beri bana da geçiciymiş gibi gelmiyordu. H atta belki
de d ah a öncesinden beri, em in değildim.
A m a aynı zam anda bunun uzun vadeli bir ilişki olacağını d ü ­
şün d ü ğ ü m için kendim i saf ve aptal hissediyordum. O nun hayatı
buradaydı, benim ki uzaklarda. O, beyaz çitli bir evde güzel bir
gelecek için yaratılm ıştı ve bunu hak ediyordu. Bense böyle bir
şeye uyduğum dan bile em in değildim.

277
“Çocuk bana bir soru sordu,” dedi. “Ben de cev ap lad ım . Ne
diyecektim? 'Hayır evlat, o sadece benim kom şum , arada bir siki-
şiyoruz,' mu?”
İlk kez birlikte olduğumuz gecenin sab ah ın d a y a p tığ ım gibi,
aramızdaki bu şeyin kurallarını bu şekilde y en id en yazm aya ça­
lışmam hoş değildi ama yine de kullandığı dil k a rşısın d a irkil­
dim. “En azından daha dürüstçe olurdu,” diye m ırıld a n d ım .
Sam bir an beni hiç tanım ıyormuş gibi y ü z ü m e bakakaldı.
Ben de kendimi zar zor tanıyordum . S öylediklerim in hepsini
ağzıma geri tıkıp bu konuşmaya yeniden b aşlam ak istedim . O
zaman başımın ağrıdığını, tezim üzerinde çalışm am gerektiği­
ni ve onunla sonra konuşacağımı söyleyip o ra d an ra h a tç a ayrı­
labilirdim. Aramızdaki şey sona erebilirdi - k i zaten çocukken
kurduğum, gökyüzü manzaralı bir dairede yaşam a h ay alim gibi
bunun da tamamen gerçek dışı olduğu belliy d i- a m a b u şekilde
de bitmek zorunda değildi.
“Dürüstçe...” dedi, benden çok kendine. “H ak lısın , d ü rü st
değildim. Sana gönlümü kaptırdım , Phoebe. B unu m ilyonlarca
kez söylemek istedim. Ama her seferinde seni k o rk u ta c a ğ ım d a n
ve doğrusunu söylemek gerekirse buna çok b e n z e r b ir k o n u şm a
yapacağımızdan endişelendiğim için kendim i tu ttu m . S en in h e ­
nüz aynı şekilde hissetmeyebileceğini biliyorum . B ir ilişki içinde
olma fikrinin seni korkuttuğunu ve sadece yaz sü resin c e b u ra d a
olacağın için bunun karmaşık geldiğini de b iliy o ru m . A m a sana
olan hislerim... kesinlikle karm aşık değil.”

Etrafımızda oyun oynayan çocukların çığlıkları b u k o n u ş-


maya uygun bir arka plan değildi. Keşke b ir şekilde o n u n evine
ya da benimkine ışınlanabilseydik. Keşke sö zlerin in b e n i k o r­
kutmadığı bir kafa yapısında olabilseydim. A m a k o rk u tu y o rd u .

278
D eh şete d ü şü rü y o rd u . Bana gönlünü kaptırdığım söylemişti ve
kelim e seçim i bile ban a acıyı ve kontrol kaybını çağrıştırıyordu.
B ana g ö n lü n ü k ap tırm ış olamazdı, benim asla ona gönlümü kap­
tı ra m a y acağ ım gibi.
“Ç o k y o ğ u n birkaç hafta oldu,” dedim. “Kahretsin, özellikle
b u g ü n aşırı yoğ u n d u . Yaz kam plarındaki hızlandırılmış kaynaş­
m a p e riy o tla rı ya da Keanu ve Sandranın Hız Tuzağı filmindeki
hızlı ta n ışm a sı gibi. H albuki birbirimizi daha yeni yeni tanım aya
başlıyoruz.”
“A n la t o zam an,” dedi Sam, kollarım göğsünde kavuşturarak.
“B ana se n in h ak k ın d a bilm ediğim önemli bir şey söyle. Nasıl
h issettiğ im le ilgili fikrim i değiştirecek bir şey.”
“G ö b e k ad ım ı bile bilmiyorsun.”
“R ile b aşladığını biliyorum,” dedi, sonra yüz ifademi görün­
ce ekledi: “M akalelerinde Phoebe R. Walsh ismi var. Rachel mı?
R ebecca m ı? Rum pelstiltskin mi?”
İlk tah m in d e bildiği için huysuzlarıarak gönülsüzce, “Rachel," de­
dim . Şim di bir de Friendse gönderme yaparsa düşüp bayılacaktım.
“B en im k i Copeland. İşin garibi, tüm kardeşlerimin göbek ad ­
ları C o p elan d . Ç ünkü bu, annem in kızlık soyadı. Pekâlâ, göbek
adı m eselesini aradan çıkardık.”

“Kaç yaşındasın?” Bu en temel bilgiydi ve ben cevabını bilm i­


y o rd u m . K onusu hiç açılmamıştı.

“Y irm i sekiz. Başka bir soru?”


B enden neredeyse iki yaş küçüktü. Aslında bunda bir sorun
yoktu am a bir şekilde, gelecekle ilgili planlar yapmak için sağlam
bir zem inde olm adığım ızı kanıtlar gibiydi.

“Ben yakında gidiyorum”

279
Gözlerinde gölgeler belirdi ama bakışlarını y ü z ü m d e n ayırm a­
dı. “Biliyorum. Ama telefonla ve e-postayla görüşebiliriz. Birbi­
rimizi ziyaret etmek için kendi araçlarımızı, olm adı havayolunu
kullanırız. İşçi Bayramında ekstra iki gün izin alabilirim . Şükran
Gününde de bir hafta tatilim olacak. Sen doktora p ro g ra m ın ı bi­
tirene dek idare edebilir, sonra ne yapacağımıza d a o za m a n baka­
biliriz.”
Her şeyi o kadar kolay, o kadar akla uygun gösteriy o rd u ki.
Ama ben kilometrelerce uzak olmayı bırak, aynı şeh ird e oldu­
ğum kişilerle bile ilişki yürütmeyi hiç becerem em iştim .
“Üzgünüm,” dedim. “Bu konuşmayı b u g ü n yapm ayı hiç iste­
mezdim. Özellikle de şeyden so n ra ...”
Ses ekipmanına, çardağa ve oyun parkına işaret ettim . Sonra
birden, parkta hâlâ çocuklar ve aileleri olabileceğini hatırladım .
Belki de sergilediğimiz bu sahneyi izliyorlardı. A m a neyse ki se­
simizi duyabilecek kadar yakında değillerdi.
Kahretsin. Sam, kardeşimin evlilik teklifinin hafızalara kazı­
nacak kadar özel olması için o kadar uğraşm ışken, b e n kalkıp
her şeyi mahvetmiştim. Bu, kendim den n efret etm em e neden
oldu ama aynı zamanda yapılacak en d o ğ ru şey o ld u ğ u k o n u ­
sundaki kararlılığımı artırdı. Ç ünkü ne k ad a r u zatırsak bize o
kadar zarar verecektim.
“Ne zaman konuşmayı planlıyordun?” d ed i Sam. Pek so ru so-
ruyormuş gibi değildi.

“Seni uyarmıştım,” dedim alçak sesle. “C id d i b ir şeyle başa


çıkıp çıkamayacağımı bilmediğimi ta en b aşm d a söylem iştim ."
“Söyledin, evet. Sanırım seni dinlem eliydim . B eni ö n em sed i­
ğini gösterdiğin küçük jestlerinin, 4 T em m u zd a b e n i ö p m en in ,

280
o g ita rı b itirm e m için b eni teşvik etm enin ya da Lenore’un git­
tiğ in i sa n d ığ ın akşam sana sarılm am a izin vermenin arkasında
b ir şey o ld u ğ u n u düşünm em eliydim . Şimdi bana karşı dürüst ol,
P h o eb e. H a k k ım d a ne hissediyorsun?”
“T abii ki seni önem siyorum ,” derken çok ciddi olsam da se­
sim y a p m a c ık çıkm ıştı. “A m a sana âşık olamam.”
K afasını başka yöne çevirdi ve güçlükle yutkundu. Tekrar bana
d ö n d ü ğ ü n d e bakışları buğuluydu. “Olamaz mısın, olmaz mısın?”
F ark n e y d i ki? B irine âşık olmak; ona ihtiyaç duymak ve ken­
d in i acıya, red d ed ilm ey e ve kayba açmak dem ekti Elbette tüm
k a lb im le güvenebileceğim birini bulmayı ben de hayal ediyor­
d u m ve so n h aftalard a içimde, bu kişinin Sam olabileceğine dair
ü m it k ırın tıla rı belirm işti. Ama gerçekten riske atılacak çok fazla
şey v ard ı. Ç o k u zu n zam andır yalnız başımaydım ve bildiğim tek
yaşam şek li buydu. D anışm anım bile kendimi salıverdiğimi söy­
lem işti. A rtık to p arlan m a vakti gelmişti.
“Y apam am ,” dedim . “Bende böyle bir yetenek yok. Üzgünüm."
Sam neşesiz, küçük bir kahkaha attı. “Eh, bayağı dürüstsün.
İtira f etm eliy im ki bunu hiç beklemiyordum.”
“Farkındayım ,” dedim . Çirkinleşeceğimi bildiğim için ağla­
m a m a k için kendim i zor tutuyordum. Tek yapabildiğim, yaşlı
gözlerle p iknik masasındaki boş Capri Sun kutusuna bakm ak
oldu. O sabah, evlilik teklifi gösterisinin heyecanıyla nasıl da
u m u t dolu ve güzel geçmişti. Daha sonra sohbet ettiğimizde,
C o n n er h er şeyi en baştan tekrar edip mutluluğunu paylaşmak
isteyecekti am a ben içten içe ölüyor olacaktım. “Sana yemin ede­
rim bunu planlam adım . Her şeyden, özellikle de cumartesi gü­
n ü n ü harcadığından dolayı pişman olmuş olmalı..."

281
Cümlemi tamamlayamadım. Zira ne kadar kö tü hissettiğimi
hangi kelimeyle anlatırsam anlatayım her şey d ah a b eter olacaktı.
“Hiçbir şeyden pişman değilim,” dedi. “N e so n birkaç hafta
yaşadıklarımızdan ne bugün olanlardan ne de b u tartışm ayı baş­
latmış olsa dahi o çocuğa ‘bir gün diye cevap verm ekten. Sana
kalbimi verdiğim için de zerre pişm anlık d u y m u y o ru m , Phoebe.
Ama keşke ona daha iyi baksaydın.”
Gözyaşlarıma daha fazla engel olam adım . A m a b u n u n önem ­
li yoktu çünkü Sam çoktan arkasını dönüp gitm işti.

282
YİRMİ ÜÇ

A M ’D E N AYRILMAMDAN SONRAKİ günler çok zor geç­


S ti. Dr. N ilsson, revize edilmiş bölümü bir hafta içinde tes­
lim etm em i istem işti am a hayatta en sevdiğim şeye -gerçek suç
analizleri y a p m a k - geri dönm ek birdenbire hiç cazip gelmemeye
başlam ıştı. Saatlerce m asam da kam burum çıkmış halde o tu ru ­
yor, aynı cüm leyi b in kez okuyordum. Sonra yorulup yatağıma
geçerek b ir şeyler yazmaya çalışıyordum ama yatak başlığına d a­
y an m ak bile Same dair hatıraları geri getirdiği için fazla devam
edem iyordum . Evde çalışamaymca çıkıp kasabadaki bir kafede
yazm ayı denem iştim ama tek yapabildiğim yanımdaki masalara
d o ğ ru dalıp gitm ek olmuştu. O kadar ki en sonunda üniversite
çağındaki bir kız kabaca, “Bir şey mi lazımdı?” diye sorm uştu.
“Hayır,” dem iştim , “ö z ü r dilerim.”
Eşyalarım ı toplayıp kalkarken o ve arkadaşları arkam dan gül­
meye devam etmişlerdi.

283
Bir sabah kapımda bir kutuyla karşılaşm ıştım ve hiçbir şey
sipariş etmediğim için belki yine Same gelen k u tu bizim eve bı­
rakılmıştır da onu tekrar görürüm diye u m u tlan m ıştım .
Ama böyle bir şansım olmamıştı çünkü k u tu Sam’d en bana
gelmişti. Üstüne etiket yapıştırmamış, kapaklarını d a birbirinin
içinden öylece geçirip kapatmıştı. Açtığım da, o n u n evinde bı­
raktığım Savage Appetites kitabımı ve tem izlenip güzelce dürül­
müş mor sutyenimi buldum. Not falan yoktu.
Doğru şeyi yapmıştım, bundan em indim . Z am anlam am ber­
bat olabilirdi ama ne kadar hayal edersem edeyim bizim gerçek
bir geleceğimiz olamazdı. Ve yazın sonuna dek uzatsaydık, bitir­
mek çok daha zor olurdu.
Ama bazen geceleri yatağımda uzanırken o n u n dans ettiği
anlar aklıma geliyor; sıcaktan, hareketten ve m utluluktan kızar­
mış yüzü gözlerimin önünde beliriyordu. Sonra da aynı yüzün,
ona âşık olamayacağımı söylediğim anda aldığı hali düşünüyor­
dum. Yıkılmıştı ve buna ben sebep olm uştum .
Böyle düşünceler zihnimi meşgul ederken p ek uyuyabildiği-
mi söyleyemezdim.
Yine uykusuz bir gece yatakta bir o yana, bir b u yana döner­
ken Lenore yatağa zıplayıp karnım a çıktı ve k aran lık ta parlayan
gözlerini, ne kadar berbat halde olduğum u inceler gibi üzerim de
dolaştırdı. En sonunda biraz göbeğimi yoğurdu ve k en d i etrafın­
da bir kez dönüp üstüme yerleşti. O kşanm ak istediği için gelme­
mişti, elimi bile uzatsam kaçacağını biliyordum . Bir kâğıt ağırlığı
gibi beni öylece yerimde tutuyordu ve bu çok sin ir bozucuydu.
Diğer yandan tuhaf şekilde rahatlatıcıydı ve m azoşist yanım ı
durduran tek şey olmuştu.
Bu haldeyken yapmak istediğim son şey, akadem ideki gelecek
kariyerim için Dr. Blake’le buluşm aktı am a h er şey çok önceden
ayarlanmıştı. Ayrıca Dr. Nilsson’ı farklı b ir şekilde d a h a hayal kı-

284
rık lığ ın a u ğ ra tm a k istem iyordum ve şu aptal blazer da hâlâ d o ­
la b ım d a b ek liy o rd u . Bu yüzden 1950’ler tarzında, sevimli, siyah
b ir elbise giyip füm e blazer ı üstüne geçirdim ve ölü gibi görün­
m e k te n d a h a iyi olacağını um arak biraz da kırmızı ruj sürdüm.
Ç ık a rk e n , L enore’u n yine kaçmadığından emin olmak için
kapıyı d ik k atlic e k apattım ve tam anahtarı kilitte döndürürken
Sam ’in k a m y o n e tin in garaj yoluna girdiğini duyarak donakal­
dım . N e y ap acağ ım ı bilem iyordum . Hızlıca koşup arabama
b in sem o n d a n kaçıyorm uş gibi görünürdüm . Ama belki de ona
saygı d u y a ra k b u n u yapm alıydım , zira o bir süredir benden ka-
çıy o rm u ş gibiydi.
Kamyonetinden inerken ben de aptal gibi kapı eşiğinde öyle­
ce dikildim . Anahtarım hâlâ elimdeydi.
S açlarını kestirm işti. Hâlâ uzundu ama eskisi gibi dağınık de­
ğildi. E lin de h azır yem ek torbası vardı. Kafasını kaldırıp bana
gergin b ir teb essü m attı. M uhtemelen daha fazla ilerletmeyecekti
ve b u belki de en iyisiydi. Ama kendime engel olamayıp, “Selam,”
diye seslendim .
“Selam.”
Tek kelimelik selamlamalardan sonra ikimiz de hiçbir şey
yapmadan dikildik. Sorun şuydu ki başka ne diyeceğimi bilemi­
yordum. İçgüdüsel olarak yeni baştan özür dilemeye başlamak
istedim ama bunun beyhude olacağının farkındaydım. öylesine
muhabbet etmek için de konu bulamıyordum. Ne hava duru­
muyla alakalı bir şey ne de gerçek suçla alakalı önemsiz bilgiler
geliyordu aklıma.
Seni özledim. En çok söylemek istediğim buydu ama tabii ki
buna hakkım yoktu.
Sam kaşını kaşıdı; vücut dili, konuşmaya devam etme husu­
sunda karar veremediğini gösteriyordu. Sonunda boyun eğmiş
bir şekilde kolunu yanına İndirdi. “Hoş görünüyorsun.”

285
“Teşekkürler.” İçimdeki küçük, sapkın kısım , fazla yıpranm ış
gündelik kıyafetlerimi giyerek geçirdiğim bir y azd an so n ra beni
bu şekilde görebildiği için mutluydu. “M ülakata gidiyorum .”
“Hatırlıyorum.”
"Senden ne haber? Hâlâ Jocelyn’in yerinde ders veriyor m u­
sun?” Zihnimde, Michael Scotfın iğrenç d er gibi y ü z ü n ü b uruş­
turduğu gif dev ekranda oynuyordu. Ne saçm a b ir so ru sorm uş­
tum. Okul başlayana kadar orada çalışacağını, h a tta başladıktan
sonra da ekstra gelir için hafta sonları gitm eye devam edeceğini
daha önce anlatmıştı zaten.
Elindeki paket servis torbasını kaldırdı. “Y em eğim soğuyor,”
dedi. “Mülakatında başarılar.”
“Sana da...” diye karşılık verdim. Neyse ki salaklığım kar­
şısında kendi kendime yüzümü b u ru ştu rd u ğ u m u görem eden
evine girmişti. Conner’m evlenme teklifinden b eri ilk kez karşı
karşıya geliyorduk. Daha kötü de gidebilirdi.
Ama kesinlikle daha iyi de gidebilirdi.
Stiles Üniversitesine gidip ziyaretçi o to p ark ın a p a rk ederken
bunu kafamdan atmaya çalıştım. Dr. Blake e-p o stasm d a, aslm da
kampüste öğrenciler tarafından işletilen kafede buluşabileceği-
mizi ama yaz tatili olduğu için kapalı o ld u ğ u n u söyleyip ö zü r
dilemiş ve Fakat kampüste yürüyüş yapabiliriz, s a n a etrafı gös­
teririm, diye eklemişti. Hâlâ bu m ülakatın am acın ı a n la m ış d e­
ğildim doğrusu. Dr. Nilsson, iş görüşm esi o lm a d ığ ım k e sin bir
dille söylemişti. Stiles’ın internet sitesine b ak tığ ım d a d a İngilizce
Bölümünde açık bir pozisyon görem em iştim . İsta tistik p ro fe sö ­
rü olsaydım belki bir şansım olabilirdi.
Dr. Blake, ders için gereken materyalleri o ku m a d ıysa n sen i sı­
nıfta rezil ederim, tipinde bir profesördü am a k en d i p ro g ra m ım ­
daki profesörlerden konuşmaya başlayınca b iraz ra h a tla d ım ,
Bana bir öğrenciden çok meslektaşıymışım gibi y a k la şıy o rd u ve

286
h a tta , y a z d ığ ım b ir m akaleye atıfta bulunarak, esasında birbirin­
d en farklı g ö rü n e n iki m edya parçasını, feminist bir mercekle
b a k a ra k b irb irin e bağlam ayı başardığım için bana iltifat bile et­
m işti. Bu b a n a Sam ’i ve internette çalışmalarımı incelemek için
za m a n ay ırd ığ ı gerçeğini hatırlattı. Ama şu anda bunları düşün­
m e m riskliydi. Bu yü zd en odağım ı tekrar Dr. Blakee yönelttim.
“A k a d e m i esas olarak hizm et sektörüdür,” diyordu. “A raştır­
m a la rım ız , ö ğ rettik lerim iz ve akıl hocalığımız hep gelecek nesil
d ü ş ü n ü rle re h iz m e t etm ek içindir. Sen doktora derecenle bunu
nasıl y ap m ay ı d ü şü n ü y o rsu n ?”
Bu s o ru s u n u n altm d a “gerçek suç incelemesi ilim sayılmaz ”
y a n k ıla rın ı d u y m a m adil değildi belki de. Ama bu benim doğal
sa v u n m a te p k im d i. Cevabım ı gerçekten düşünerek iletmek iste­
diğ im için yavaş yavaş konuştum .
“E d eb iy at veya söz sanatı üzerinde yapılan çalışmaların her
zam an h ak sız eleştirilere m anız kaldığım biliyorum,” dedim .
“Y irm i, elli, h a tta iki yüz yıl önce yazılan şeyleri tetkik etm ek­
teki ve d a h a önce yapan çok kişi olmasına rağmen aynı şeyleri
tek ra r te k ra r incelem ekteki am acın ne olabileceğini soran çok
in san var. B ence b u radaki temel amaç, önemsemeyi öğrenmek.
Bir şeyi irdelem eyi, hakkında sorular sormayı ve farklı açılardan
bak m ay ı d a tabii. Ne hakkında yazıyorsak kültürüm üzde o var
d em ek tir ve b u yazıları incelemek, dünyayı nasıl gördüğüm üz
h a k k ın d a p ek çok ipucu verebilir.”
Y anım daki Dr. Blakee baktım am a beni dinlerken ellerini ar­
kasın d a kavuşturm uştu ve düm düz ileriye bakıyordu. “Gerçek
suç da b u n u n m ükem m el bir örneğidir,” diye devam ettim ,
“ö z ü n d e , insanlığın kötülük kapasitesi hakkında bildiklerimiz ve
nelerden korkm am ız gerektiği yatar. Bu soruların cevaplan, özel­
likle ayrıcalık ve gücün kesiştiği noktalara, hikâyeleri anlatan
kişilere ve hikâyelerin öznelerine bakıldığında bize çok şey an ­

287
latabilir. Pek çok insanın, gerçek suçun ucuz b ir tü r o ld u ğ u n u ve
analiz etmeye değer olmadığmı düşündüğünü b iliy o ru m . Fakat
çoğunlukla sevilen şeylere bu kadar yakından bağ lan tılı olması
bu türü daha değerli kılıyor, öğrencilerin bu hikâyeleri, anlatıl*
ma ve anlaşılma şekillerini dikkate alm asını sağlayabilirsem işi­
mi yaptığımı hissederim.”
Düşüncelerimi daha önce hiç bu şekilde dile g etirm em iştim .
Bunu kendime bile itiraf etmek utanç vericiydi a m a insanlara
nasıl hizmet edeceğimi fazla düşündüğüm ü söyleyem ezdim .
Öğretmekten, sınıfta tahtanın önünde olm aktan, ta m kapasite
çalıştığımda ortaya çıkan kimyadan ve yaptığım esp rilerin öğ­
renciler tarafından anlaşılıp kom ik b u lu n m asın d an k e y if alıyor­
dum. Fakat bu iş aynı zamanda stresli ve y o rucu d a olabiliyor ve
doktora derecemi almak için yapmam gereken çalışm aları erte­
lememi gerektirebiliyordu.
Doğrusunu söylemek gerekirse Sam’i ve k en d i ö ğ ren cilerin e
yaklaşımını görmek, kendi öğretim şeklim i d ah a ço k d ü ş ü n m e ­
me yol açmıştı. Dr. Blake’in bahsettiği şeye ö rn e k o la ra k Sam
verilebilirdi. Deneyimlediği ve öğrendiği h e r şeyi, b ir ço cukta
müzik için heyecan uyandırmak ve tem po, ad ım gibi k a v ra n ıla n
kolayca öğretmek için kullanabiliyordu.
Haftalar önce bana neden gerçek suça ilgi d u y d u ğ u m u so r­
muştu. O zaman ne cevap vereceğim h a k la n d a h iç b ir fik rim
yoktu ama şimdi daha nettim.
“Ben pek çok şeyden korkarak büyüdüm ,” d e d im . “H ay atta
çok fazla belirsizlik var ve bilhassa çocukken b u h is d a h a güçlü
oluyor. Babanızın neden kızgın olduğunu, a n n e n iz in b u n a n e ­
den katlandığını ya da içinizi dökebilecek gerçek b ir a rk a d a şa sa­
hip olup olamayacağınızı merak ediyorsunuz. B elki b ira z ça rp ık
gelebilir ama ergenlik dönemimde, seri katilleri o k u m a k b an a
bir nevi rahatlama sağlıyordu. A l işte, gerçekten ko rka ca k b ir şey%

288
d iy o rd u m san k i kendim e. Buna odaklan, başka bir şeye değil. Bu
hik ây elerd e d e açık uçlu sorular ve belirsizlik var elbette ama
e n in d e s o n u n d a cevaplanıyorlar. Adalet yerini buluyor, kurban­
lar h atırlan ıy o r, ra h a t b ir nefes alıyorsun. Ancak şöyle bir şey var
ki b e n b u k ita p la rd a n bazılarım yeniden okuduğumda ve daha
d ik k atli in celed iğ im d e adaletin, gerçeğin ve korkunun ne anlama
geldiğini so rg u lam ay a başladım.”
“İlg in ç b ir o d a k noktası,” dedi Dr. Blake. Çalışmalarım hak­
k ın d a “ ilginç” y o ru m u n u yapan çoğu insanın aksine, sesinde
p a tro n lu k taslay an b ir to n yoktu. “Eğer fırsatın olsaydı spesifik
o lara k g erçek su çta söz sanatı üzerine ders vermek ister miydin?”
“Ç o k isterd im ,” dedim . “A m a bunun yakın bir ihtim al ol­
m ad ığ ın ı b iliy o ru m . Kompozisyon, profesyonel yazarlık ya da
fa tu ra la rım ı ö d e m e m i sağlayacak herhangi konu üzerinde ders
verm eye h a z ırım . Sonra belki bir gün, 1960 lardan günüm üze
A m erik a n gerçek suç edebiyatına daha çok nHaHanahiİpçpğim
ken d i d e rsim i v erm em e m üsaade edecek bir yer bulurum.”
“Soğukkanlılıkla,” dedi Dr. Blake.
“K esinlikle. G erçi artık türde çok daha fazla çeşitlilik ve nüans
var. The Third Rainbow Giri, No Place Safe ve The Fact o f Body en
sevdiğim eserlerdendir. Ayrıca tü r artık sadece cinayeti işlemek­
le kalm ıyor, beyaz yaka suçlarıyla ilgili kitaplar da çok etkileyici
olabiliyor. B ad Blood , The Wizard o f Lies veya The BigShort gibi”
K am püsün ortasından geçen tuğla döşeli yolda uzun zaman-
d ir y ü rü y o rd u k ve şim di de yeşil panjurları olan küçük, beyaz bir
eve varm ıştık.
“Pekâlâ,” dedi Dr. Blake. “Dr. Nilssonın da sana muhtemelen
söylediği gibi, şu anda açık bir pozisyonumuz yok. Ancak yeni
öğretim yılının başlangıcından önce İngilizce Bölüm ünde, üç
yıllık sözleşmeli bir m isafir eğitm en kadrosu açacağımızı düşü­
nüyorum . D ediğin gibi kompozisyon ve diğer dersler ağırlıklı

289
olacaktır takat adayın uzmanlık alanı üzerine de b ir iki d e n açı­
lacaktır. Gerçek suç üzerine bir dersin bayağı p o p ü le r olacağını
düşünüyorum. Pozisyon açıldığında stan d art iş d u y u ru su n u ya­
pacağız, dolayısıyla bu garantili bir teklif değil am a sen in başvu­
runu da görme)i çok isterim. Sözleşme sona erd iğ in d e pozisyo­
nun kalıcı olma ihtimali olabilir ancak bu da g aran ti değil. Ne
düşünüyorsun?”
Ne mi düşünüyordum? “Kulağa harika geliyor,” d edim , sakin
olmaya çalışsam da başaramayarak.
Dr. Blake, coşkumu hissetmiş ama - u m a r ım - b u n u çocukça
değil de sevimli bulmuş gibi gülümsedi. “İngilizce B ölüm ü binası
burası,” dedi, ev gibi görünen yeri işaret ederek. “İçeri gel, sana
bir çay yapayım.”
Eve döndüğümde mülakat konusunda içim ra h attı ve dokto­
ra sonrası geleceğim hakkında da gayet iyim ser hissediyordum .
Hâlâ lanet olası tezimi bitirmem gerekiyordu tabii am a b u n u dü­
şünmek istemiyordum. Zihnim daha çok, m antıklı b ir gidiş-geliş
mesafesindeki bir pozisyona kabul edilm enin ne an lam a gelebi­
leceğiyle ilgileniyordu.
Gerçi bu bana umut vermekten çok m elankolik hissettiriyordu.
Sam’le aramızda olabilecek herhangi bir ilişkinin lojistik engelinin
ortadan kalkma ihtimali her şeyi değiştirecek değildi. O defter ar­
tık kapanmıştı. Köprüleri yakmıştım ve diğer tarafa d ö n m en in bir
yolu olup olmadığını merak ederek kendim e eziyet etm enin bir
anlamı yoktu.

KUZEY CAROLINA’YA DÖNMEK üzere kasabadan ayrılm am ­


dan önceki gece, Conner ziyaretime geldi. H em o n u hem de
Shani’yi dışarıda son bir akşam yemeğine davet etm iştim çünkü

290
evde fazla b ir şey kalm am ıştı ve C onnerın, arabamın tavanına
b ağ lam am a y ard ım etm esi gereken masam dışmda oturacak yer
yoktu. Fakat kardeşim , “istediğim kadar sık vakit geçiremedik,”
diyerek y em ekte sadece ikim iz olsak daha iyi olacağını söylemiş­
ti. “A m a s a n ırım b u norm al,” diye eklemişti sonra. “Sen okul iş­
leriyle m eşg u ld ü n , b en de çalışıyordum. Bu arada, görüşmeleri
artık yedi d a k ik a n ın altında bitirebiliyorum. Ama açık olm ak
g erek irse b u işi hiç sevm iyorum . Sanınm düğüne kadar dayanıp
vardiya b aşlan g ıcın d a telefonum u bir dolaba kilitlememi gerek­
tirm e y e c e k b ir iş bulm aya çalışacağım.”
C o n n e r ile Shani bahar düğünü düşünüyorlardı ve kızın Hintli
ak rab aları tö re n in detaylarıyla ilgili konuşmalara katıldıkça plan­
lara e tk in lik ü stü n e etkinlik ekleniyordu. Güzergâh ve ikinci kıya­
fe t gibi k elim eler havada uçuşmaya başlamıştı ama kardeşim, giy­
m esi gereken geleneksel kıyafetler konusunda aşın heyecanlıydı.
K apı çalıp C o n n e r geldiğinde, Soğukkanlılıkla bölüm ünde­
ki so n d ü zen lem elerim i bitiriyordum. Capote’un an la tım ın daki
gü v enilirliğe ve “gerçeği” tasvir edişine daha çok odaklanınca
y az d ık larım eskisinden kat kat iyi olmuştu. Programın biraz
g erisin d e k alm ıştım ve The Stranger Beside Me bölümü ile so­
nuç k ısm ın ı söm estr başladıktan sonra yazmam gerekecekti.
S av u n m am ı ekim in sonlarına doğru yapacağım düşünülürse tezi
b itirm e k için en ideal tarih bu değildi ama bir şekilde başaraca­
ğ ım d a n em in d im .
“Ş u n u dinle,” dedim kardeşime, kitabın bir sayfasını açarak.
“Diğer insanlarla ilişkilerinde rahatsız hissediyor ve kalıcı kişisel
bağlar oluşturup sürdürme konularında patolojik bir yetersizliği
var. B urada kendim i gördüm ve hiç hoşuma gitmedi."
“N ereden alıntı bu?”
“D ick Hickock’ı duruşm a için muayene eden psikologun
açıklam ası,” dedim .

291
Conner gelip kitabı elimden aldı. "Senin b ir an önce evden
çıkman gerek. Hadi bakalım.”
Benim arabamla gitmeyi teklif ettiğim için C a m r /y e yö­
neldik. Kontağı çalıştırmadan önce bir anlığına duraksadım ve
Sam’in evine göz attım. Kamyoneti garaj yolundaydı fakat onu
mülakata gittiğimden beri, yani günlerdir g ö rm em iştim . H er ne­
reye gidiyorsa orada kalıyor olmalıydı çünkü eskisi gibi Jocelyn’in
yerindeki derslerine gidip geldiğini hiç g ö rm üyordum .
“Hâlâ onunla konuşmadın m ı?” diye sordu C onner.
Olanlardan ona biraz bahsetmiştim. Biraz derken, sadece bir­
likte olduğumuzu ve ayrıldığımızı biliyordu. A yrılm am ızın, onun
evlilik teklifinin hemen ardından gerçekleştiğini söylem em iştim;
anılarım herhangi bir şekilde lekelemek istem iyordum . Kardeşim
hâlâ o kadar coşkuluydu ki sosyal m edyada teklifinin videolarıyla
ne zaman karşılaşsa bana da iletiyordu.
“Hayır.”
“Evine uğrayıp bizim için yaptığı h er şey için o n a tek rar te­
şekkür etmeyi düşünüyordum,” dedi. “İstersen sen d e n b a h ...”
“Hayır,” dedi. “Gerek yok. Lütfen Conner.”
Teslim olmuş gibi ellerini kaldırdı. “Peki, p e k i H er neyse, nere­
ye gitmek istersin? Ben ısmarlayacağım. A m a O u tb ack gibi şık bir
yer olmaz, tamam mı? Düğün için birikim yapm am lazım , soğan
çiçeği gibi lükslere para harcayamam. Hızlı, g ü n lü k yem ekler ha­
zırlayan bir yere gidebiliriz.”
“Aslında... Bir süredir gitmek istediğim b ir y er v a r ve b u be­
nim tek şansım olabilir. Ama yol biraz uzun. En az b ir saat sürer.”
“Olsun, gidelim.”
Yolculuk sırasında fazla konuşmadık, sadece yerel alternatif
radyo istasyonunu dinledik Kendi m üzik tü rü o lm asına rağm en,
sanatçıları yalnızca Popüler Bir G rup ya da Bir B aşka Popüler

292
G rup diye tan ıtan bu istasyonu bile özleyeceğimi fark edince içim ­
de bir sızı h issettim .
O to b a n d a n çıkıp, benzin istasyonları veya diğer herhangi bir
m edeniyet göstergesi arasm da kilom etreler bulunan kırsal ke­
sim e y ö n eld iğ im izd e C o n n er’ın şüphelenmeye başladığım gör­
düm . S o n u n d a b ir sokağa dönüş yapıp eski ve köhne b ir evin
ö n ü n e çektim . G ö rü n ü şe göre terk edilmişti ve etrafı yabani o t­
larla çevriliydi. A rabayı yol k en an n a park edip em niyet kem eri­
m i çö zd ü m .
“B urası, Şafak K atilin in eviydi,” dedim. “O n yıl önce ailesi ta ­
şın d ığ ın d a n b e ri boş.”
"Ah,” d ed i C onner. “Kıvırcık patates kızartması falan yapan
bir yere g id iy o ru z sanm ıştım .”
D ah a so n ra yem ek yiyecek bir yer buluruz. Sadece eve bir göz
atm ak istiyorum .”
Şafak Katili n in kızının, anı kitabındaki yazım şekli aşırı süslü
ve ağır olsa d a iyi yaptığı bir şey vardı. Kelimeleriyle, büyüdüğü
eve hayat verm işti. Hikâyesini okurken z ih n im d e evinin kroki­
si kolaylıkla şekillenm işti ve duvar k â ğ ıtla rın ı kendi parm akla­
rım la söküyor, babasının nadiren kahvaltı hazırladığı günlerden
b irin d e m u tfak tan gelen pastırm a c ız ır tısın ı kendi kulaklarım la
duyuyor gibi hissetm iştim . Tabii daha sonra, adam ın erkenden
kalkm a sebebinin, yakınlardaki koşu yolunda egzersiz yapan bir
kızı öldürm eye gitm iş olması olduğu ortaya çıkıyordu am a bu­
n u n dışında tasvir edilenler norm al bir aile hayatı gibiydi. Bana
kendi çocukluğum u hatırlatmıştı.
“A dam b u rad a... herhangi bir şey yapmış mı?” diye sordu
C onner, uzun otların arasında peşim den gelerek.
“Hayır.” İçeriyi görm ek için, m uhtem elen nem den buğulan­
m ış olan cam a yüzüm ü dayadım. Şaşırtıcıydı ama odada hâlâ
eşyalar vardı. Bir tarafa doğru eğilmiş eski bir kanepenin ya-

293
nında giysiler, ıslak kartonlar veya tavandan d ö k ü lm ü ş yalı-
tim maddesine benzeyen, hangisi olduğuna e m in olam adığım
bir yığın duruyordu. Babamın evi de terk ed ilm iş olsaydı aynı
böyle görünürdü.
Kardeşim aklımı okumuş gibi, “Babamın bir seri katil olma­
dığını biliyorsun, değil mi?” diye seslendi arkam dan.
“Teknik olarak bunu bilmiyoruz,” dedim . “A m a evet, pek olası
olmadığının farkındayım. Eğer öyle olsaydı, b u tü re olan ilgim
ürkünç bir ironiye dönüşürdü.”
“Peki,” dedi Conner. “Buradan bakınca fark ın d a değilmişsin
gibi görünüyor da. O sıradan bir adam dı sadece. Sanırım son on
yıldır pek bir ilişkiniz olmadığı için zihninde onu kötü niyetli,
korkunç bir insana dönüştürdün. Konu babalık olunca p ek hari­
ka olduğu söylenemezdi, evet. D urup du ru rk en sinirlenir, sevdi­
ğimiz şeylere asla ilgi göstermez ve hatta aptalca olduklarım dü­
şünürdü. Benim bilgisayar oyunlarımı, senin d e ...” İlgilendiğin
şu tuhaf saçmalıkları, der gibi evi işaret etti. “İn san a dengesiz
olduğunu, aşırı hassasiyet gösterdiğini ya da yaşanan şeyleri
yanlış hatırladığını düşündürür, bazen de çok o n u r kırıcı olurdu.
Ayrıca dünyaya olumsuzluk penceresinden bakardı.”
Sonuncusu beni can evimden vurdu. En bü y ü k korkularım ­
dan biri, bir şekilde babama dönüşm ekti. Zaten alaycı m izah an­
layışını miras olarak almıştım, daha fazlasmı istem iyordum .
“Ama o sadece sıradan biriydi,” dedi C o n n er tekrar. “Hatta
şöyle bir düşünürsen, aslında acınacak biri o ld u ğ u n u fark eder­
sin. Çocuklarıyla yakın ve anlamlı ilişkiler k u rm a k için p ek çok
fırsatı elinin tersiyle itti resmen. O na başka b ir eve taşınacağım ı
söylediğimde ne dedi biliyor musun? Bilgisayarı götürm e, parası
benim cebimden çıktı. Oysa doğum günüm de sadece birkaç do­
nanım hediye etmiş, gerisini sonra alacağmı söyleyip asla alm a­
mıştı. Ama yapacak bir şey var mı? Yok. O yüzden böyle şeylerin
canımı sıkmasına izin vermeyeceğim.”

294
Kasabaya geldiğim ilk geceyi, C onner’ın odasında yere saçıl­
mış bilgisayar parçalarını düşündüm . Tam olarak babam ın ya­
pacağı bir şeydi gerçekten de. İnanılm az derecede cöm ert ola­
biliyordu -ö rn e ğ in C o n n er’ın öğrenci kredilerine sorunsuzca
imza a tm ış tı- am a bir saniye sonra değişebiliyor ya da aslında en
başından b eri verm eye niyetlenm ediğini söyleyebiliyordu. A şın
sıkıntılı b ir yaşam biçim iydi bu. Ve C onner’ın da benim de bu
nedenle trav m alarım ız olm ası hiç şaşırtıcı değildi.
“Beni sevdiğini b ir kez bile söylediğini sanmıyorum,” dedim .
“Ç oğu zam an b u duyguya sahip olup olmadığım sorguladım.”
C o n n er, “Sevginin zıttı korkudur,” d e d i “Bence babam tan ı­
dığım en k o rk a k insandı.”
“Vay anasını.” O lduğum yerde durdum ve ilgim birdenbire bu
küçük, sırad a n evden kardeşim in söylediklerine çekildi “O tera­
piye v erd iğ in p a ra n ın karşılığını aldığın nasıl da belli”
“Ah, b u Shani’nin sevdiği bir şarkıdan bir dizeydi,” dedi Conner.
“Am a çok doğru.”
“S anırım b en de biraz onun gibiyim,” dedim. “Ketum, korku
dolu, sevm eyi becerem eyen biriyim.”
“Değilsin.”
R ahatsızca om uz silktim. Sam’le son konuşmamın nasıl geç­
tiğini bilse nasıl bir canavar olduğum u anlardı. O günü her d ü ­
şü n d ü ğ ü m d e, ağzım dan çıkan sözlerle onu incitmemin neden
olduğu u tanç tü m bedenim i sarıyordu adeta. Ama söylediklerim
yanlış mıydı? Ve düşününce, böyle şeyleri söyleyebilmiş olm am
bile ilişkiler konusunda beceriksizin önde gideni olduğum ger­
çeğini kanıtlam ıyor muydu?
“Pheebs,” dedi Conner. “O nun gibi değilsin. Soğukkanlılık­
la dakı adam gibi de değilsin. Beni seviyorsun mesela, değil m i?”
Gözlerimi devirdim. “Sen başımın belasısın.”

295
"Ama sevimli bir baş belasıyım.”
Bir homurdanmayla dediğini onayladım. Evin ark a tarafına,
artık bir sinekliği olmayan ve çatısının b ir köşesi, zamanında
orada barbekü yapılmış gibi kararmış verandaya varm ıştık. Şafak
Katili bile bir zamanlar pastırma pişirmiş ve 4 T em m u zd a bah­
çede barbekü yapmıştı. Bir yandan da kadınları ö ldürm eye de­
vam etmişti. Ebeveynlerinden birinin katil o ld u ğ u n u öğrenm ek
bir çocukta nasıl bir etki oluştururdu, m erak ediyordum . Ama
kadıncağız ne yapacaktı ki? Geçmişi geçm işte bırakm ayıp, onu
da bir şekilde lekelemiş olan karanlığın ku rb an ı o larak yaşamaya
devam mı edecekti?
“O sözcükleri dillendiremiyorum,” dedim . “B oğazım a yapı­
şıp kalıyorlar. Neden bilmiyorum ama yazam ıyorum bile. Alison
her mesajlaşmamızda gayet rahat bir şekilde söylüyor am a ben
koca bir pislik gibi gülen suratla cevap verm ekle yetiniyorum .”
“Öyleyse yavaş yavaş başla,” dedi Conner. “Ö nce SÇS yaz m e­
sela. Birkaç harfi de yazabilirsin, değil m i?”
u r*
Sanırım.»
Conner cebimi işaret ederek, “Telefonunu çıkar ve yap hadi,”
dedi. “Tabii bu Tanrının cezası yerde şebeke varsa.”
“Bana gönderdiği son mesaj, izlemeye başladığı b ir ev orga­
nizasyonu programıyla ilgiliydi,” dedim. “Şim di d u ru p du ru rk en
nasıl öyle bir şey diyeyim?”
“Ah, sanırım Shani’nin izlediği program ,” d ed i Conner.
“Acayip sıkıcı, aynı ninni gibi. H er gece o n u izleyerek uyuyabili­
rim. Neyse, yarınki gidişinle ilgili bir şey yaz, so n u n a d a kısalt­
mayı ekle. Biraz daha yumuşatmak istersen em oji de ekleyebilir­
sin. Böyle şeyleri bilmiyorsan doktor olm anın ne an lam ı var?”
Telefonumu çıkardım. Şaşırtıcı bir şekilde şebeke vardı. Ve
daha da şaşırtıcı bir şekilde, Alison’la m esajlaşm am ızı tereddüt
etmeden açabildim. Ama kardeşimin tavsiyesini d ü şü n ü rk en

296
b a şp a rm a k la rım klavyenin üzerinde biraz asılı kaldı. N eden bu
kadar k o rk u y o rd u m ki? Reddedilm ekten mi? Alison aynı şeyi
bana b in lerce kez söylem işti zaten, şimdi ben söyleyince neden
red d etsin d i ki? H em bu senaryoda, ne kadar yakınlaşırsak ya­
kınlaşalım , sö zlerin in zırhım ı delmesine izin vermeyerek onu
re d d ed en ta ra f h ep ben olm am ış mıydım?
A lison’ın son m esajı bana bakıyordu. îlk bölüm deki çiftin, Y
k u şağ ın ın k o rk u n ç klişelerinin tüm ünü nasıl sergilediklerini an ­
latm ıştı, b en se b asit b ir ha! ile cevap vermiştim. D erin bir nefes
alıp y azm ay a başladım .

Hey, bildiğin gibi yarın yola çıkıyorum! O sırada işte olaca­


ğını biliyorum, bu yüzden buradan tekrar teşekkür etmek
istedim. Kedi, blazer ve diğer her şey için. SÇS!

Ü nlem işareti olm adan denedim ama böylesi gözüme fazla


ciddi g ö rü n ü n ce tekrar ekledim. Sonra bu çok yapmacık geldiği
için kısaca “seni svyrm!" yazdım ve gözlerinde kalp olan kedi em o-
jisi ekleyerek d ah a fazla tereddüt etmeden mesajı gönderdim.
“Güzel,” d edi C onner, om zum un üzerinden ekrana bakarak.
“A rtık b u ra d a n gidebilir miyiz lütfen? Açlıktan ölüyorum ve tam
olarak ne yem ek istediğim i biliyorum.”

C O N N ER ’IN DAHA ÖNCE "şehirdeki en iyi kıvırcık patates kı­


zartm ası yapan ye ru dediği restoranı seçmesini bekliyordum an­
cak evin yakınlarına döndüğüm üzde beni birkaç dükkânın yan
yana sıralandığı bir yere yönlendirdi. Burada bir Starbucks, bir
m anikürcü, bir de hiç adım atm adığım market vardı.

297
“Kahveye hiçbir zaman hayır dem eyeceğim i biliyorsun,”
dedim. “Ama havalimanında değilsem vıcık vıcık olm uş paket
sandviçlere asla seksen dolar ödemem. Aslına b ak arsan havali­
manında bile ödemem.’
“Oraya değil.” Kardeşim kafasıyla m arketi işaret etti. “Şuraya
gideceğiz.”
Elim kapı koluna yapışıp kaldı. “Hayır, gitm eyeceğiz.”
“Sen beni kuş uçmaz kervan geçmez bir yere, b ir seri katilin
evine götürebiliyorsan ben de seni uzun z a m a n d ır kaçındığın
markete götürebilirim.”
“Ama babamız orada öldü.”
“Aynen,” dedi Conner. “Şimdi onu anm a vakti. H ad i bakalım .”
Dışarıdan bakıldığında markette hiç de u ğ u rsu z b ir hava yok­
tu aslmda. Yaşlı bir çift karşıdan karşıya geçip kapıya ilerlerken,
diğer kapıdan da yarış arabasına benzeyen iki d irek siy o n lu alış­
veriş arabalarından birinde ikiz çocuklarıyla b irlik te b ir k ad ın
çıkıyordu.
“Conner.” Ayaklarımı asfalta göm ebilsem y ap ard ım .
“Söz veriyorum,” dedi Conner. “Sorun çıkm ayacak. Beş d a k i­
kacık, tamam mı?”
Kaşlarını kaldırmış halde bana bakıyordu. Ve b iliy o rd u m ki
ne kadar sinir bozucu olursa olsun, eğer gerçekten y a p a m a y a ­
cağımı söylersem beni dinler ve arabaya d ö n m e m e izin v e rir­
di. Fakat haklı olduğunu da biliyordum. Z ararsız b ir m ark e te
girmek istememek aptalcaydı. Belki de d erin lerd ek i b ir y an ım ,
cenazeden sonra, hatta evindeki eşyaları toplayıp a ttık ta n so n ra
bile babamın gitmesine izin verememişti. M arkete g irm e k b ir şe ­
kilde yardımcı olacaksa buna değerdi.

298
Bu yüzden kardeşim in peşinden otom atik kapılardan girdim
ve ön k ısım daki in d irim raflarını geçip temizlik reyonuna gittim.
C o n n er tam olarak nereye gittiğini biliyor gibiydi ve açıkçası bu
beni şaşırtm ıştı. Bu konuyu, cenazeden önceki gece körkütük
sarhoş o ld u ğ u m u zd a bile hiç açmamıştık ama düşününce, olay
old u ğ u n d a k ard eşim on dakika ötede yaşıyordu. M uhtemelen
am bulans ay rılm ad an önce m arkete çağrılmıştı.
“Bulaşık deterjanı,” dedi, rafların önünde dunıp mavi sıvıy­
la dolu şişelerden birini alarak. “Hep aynı markayı kullanırdı.
Ü stünde, yağı kolayca söker, ovalamaya gerek kalmaz, yazıyor. Ama
ne olursa olsun insanlar yine de bulaşıklarım aynı şekilde ovalaya­
rak yıkar, sence de öyle değil mi? Kas hafızası gibi bir şey Deterjan
senin yerine o görevi yapıyor diye bulaşığı savsaklamazsım”
“G üvenilm ez, evet,” dedim , şişeye bakarak. Dünyevi bir şeyi
alm ak için gelip dünyadan ayrılmak ne garipti. “Çok acı çekmiş
m idir sence?”

“H astanedeki doktor -b an a onun öldüğünü söyleyen dok­


to r- hayır dedi. Yere yığılırken çoktan bilincini kaybetmiş ve her
şey çok hızlı olmuş. Belki de doktorlar böyle şeyler için eğitil­
d ik lerin d en dolayı öyle konuşuyorlar ama ben doğru olduğuna
inanıyorum . Babamın korkacak vakti olduğunu sanmıyorum.”
Bence babam tanıdığım en korkak insandı. Şu anda net olarak fark
ediyordum ki bu doğruydu. Küçükken, bağırırken kıpkırmızı kesi­
len yüzü ve her an öfkeyle patlayabilecek doğasıyla onun korkutucu
olduğunu düşünmüş olmama rağmen asıl korkan oydu, ölürken

Birden C onner’a dönüp kollarımı boynuna sıkıca sardım.


“Seni seviyorum," dedim. “Koca bir baş belasısın ve düşündüğün
kadar çekici değilsin ama seni gerçekten seviyorum.”

299
“Bunu sağdıç konuşmana ekleyebilirsin,” dedi C onner. “Hatta
aralara biraz iltifat serpiştirsen fena olmaz.”
“Bir dakika.” Geri çekildim. “Ne?”
“Sağdıç,” dedi. “Ya da nikâh şahidi. A rtık h e r n e deniyorsa.
Tabii ki de bu kişi sen olmalısın. Bu yaz Shani ve b a n a çok yar­
dımcı oldun. Mihrapta sensiz dikilmek istem iyorum . Sen benim
ablamsm, Pheebs.”
Ona tekrar sarıldım. M uhtemelen uzunca b ir sü re böyle ka­
lırdım ancak bulaşık deterjanı şişesini avucum a b astırm ay a ça­
lıştığını hissedince geri çekildim.
“Ne yapıyorsun?”
“Shani dedi ki senden sağdıç ya da nik âh şah id i o lm an ı rica
ederken bir hediye vermem gerekiyormuş. A slında, o k u d u ğ u bir
internet sitesine göre birini düğününün bir parçası olm aya davet
ederken kullanabileceğin pek çok değişik tak tik varm ış. Kendisi
arkadaşlarını özel bir sürprizle davet edecekm iş m esela. Am a
ben artık bittim. Evlilik teklifi planlam ası tü m e n e rjim i çekti.
Mümkünse Pinterest saçmalıklarından bir süre u za k k alm ak is­
tiyorum. Yani, bu bulaşık deterjanını alıp h ediyen o lara k kabul
etsen olmaz mı?”
“Hediyeye ihtiyacım yok,” dedim . “O lsa bile b a b a m ın ölü­
müyle ilişkili olan bir şişe sıvıyı hediye olarak k ab u l e d e r m iy­
dim, bilemiyorum.”
“Ah,” dedi Conner. “O yönden bakınca haklısın.” D eterjanı
rafa geri koydu. “Birkaç atıştırmalıkla iki sandviç alıp evde ye­
meye ne dersin? Küçük televizyonla PlayStation’ı o ra d a bırak­
mıştım. Belki Crash Bandicoot falan oynarız.”
“Süper olur,” dedim.

300
K o rid o rd a ilerlerken, “Bekle,” dedi Conner. “Ekmek kızart­
m a m ak in esi d u ru y o r m u, yoksa Pop-Tart'lanm ı yine bir hayvan
gibi so ğ u k m u yem ek zo ru n d a kalacağım?”

301
YİRMİ DÖRT

RTESİ SABAH, ÇALIŞMA m asam ve Lenore dışında her


E şeyim toplanmıştı. Conner’ın, önceki gece m asayı arabama
yüklememe yardım etmesi gerekiyordu am a sohbet ve oyun yü­
zünden geç saatlere kadar oturm uştuk. Başka bir şey yapmaya
vaktimiz kalmamıştı çünkü bütün akşam orijinal C rash oyunu­
nun, anahtar gerektirenler dahil tüm seviyelerini atlam aya çalış­
mıştık. Ben en sonunda pes edip renkli cevherleri kazanm ak için
hangi seviyeleri, hangi sırayla geçm em iz gerektiğini öğrenm ek
için internete baksam dahi başaram amıştık.
Lenore hâlâ evde dolanıyor, taşım a çantasına huzursuz ve
şüpheli bakışlar atıp duruyordu. O nu çantaya koym ayı son da­
kikaya kadar ertelemeyi düşünüyordum çünkü d ah a yolculuğun
ilk saatinde her yere çişini yapacağını bildiğim için bu h em onun
hem de benim açımdan daha iyi olacaktı.

302
O n u , k u m kabı ve m am asıyla birlikte yatak odam a g ö tü r­
dü m ve kapıyı ü stü n e kapatırken özür dilerim, özür dilerim,
özür dilerim diye tekrarlayıp yeni evimize vardığım ızda sevece­
ği b ir ö d ü l m am ası almaya söz verdim. Üniversitenin yakınında
eskiden o tu rd u ğ u m sitedeki bir daire için çoktan ödeme yapm ış­
tım ve ev sahibim , anahtarı benim için resepsiyondaki kasaya bı­
rakacağını söylem işti.
M asayı ö n kapıya do ğ ru birazcık itmeyi başardım am a daha
fazlasını becerem eyeceğim i anlayınca C onnera mesaj atıp işe
g itm e d en ö n ce beş dakikalığına uğrayıp uğrayamayacağmı sor­
m ak z o ru n d a kaldım . Aksi takdirde, diye yazdım mesajımda.
Masayı burada bırakacağım ve sömestr başlamadan önce bana
nakliyeyle göndermen gerekecek. Seçim senin.

“Y ardım a ihtiyacın var mı?”

A rk am d a Sam’in boğuk sesini duyup döndüğüm de, o kadar


y ak ın ım d ay d ı ki irislerinin etrafındaki lacivert halkaları görebi­
liyordum . Ü stünde, daha önce hiç görmediğim yeni bir n ö tr p ro ­
fesyonel kom bini vardı. Hoş bir kot pantolon ve kollan düzgünce
d irseklerine kadar kıvrılmış, orm an yeşili gömlek. Saat sabahın
yedi buçuğuydu am a bir yere gitmek için hazırlandığı belliydi.
Bu artık beni ilgilendirmezdi tabü. Aynca bana yardım etm e
zo runluluğu da yoktu. Belki de devasa mobilyayı burada bırakıp
d ah a so nra icabına bakm ak en iyi seçenekti.
“Ben hallederim,” dedim. “Yine de teşekkürler”
“Phoebe. Bir kere de yardım ı kabul et, olmaz mı? A rabanın
üstüne mi bağlayacaksın?”
“ö y le yapmayı düşünüyordum "

303
Masayı iki yanından kavrayıp h om urdanarak k ald ırd ı ve ağır­
lığını dengelemek için belini geriye doğru k ıv ırarak yavaş adım*
larla ilerleyip arabamın yanma bıraktı.
uO ilk gece tek başına nasıl taşıdığını h ep m e ra k etm iştim ,"
dedim.
“Bayağı ağır bir parça.”
Bu karşılaşma aynı anda hem kalp atışlarınım b iraz hızlan­
masına neden olacak kadar arkadaşça hem de içim in pişm anlık­
la dolmasına neden olacak kadar mesafeliydi. “Sam , b e n ..
Sözümü kesti. “Ama arabanın tepesine k ald ırm ak için yardım
etmen gerekecek. Ben bir tarafı tutsam sen de d iğ er tarafı tuta­
bilir misin?”
O, işin ağır kısmım yüklenip masayı aracın tav an ın a baş aşağı
gelecek şekilde yerleştirirken, ben de bana en yak ın u c u n d a n tu ­
tup yardım a oldum. Bağlamak için kayışlan istediğinde, bagajı
açıp valizlerle kutuların üstünden alarak ona uzattım .
“Akşam yemeği vaktinde Kuzey Carolina’d a olursun sanırım , ha?”
“Fazla mola vermeden gidersem evet,” dedim . “A m a Lenore’a
bağlı olarak birkaç kez durm am gerekebilir.”
“Ona veda edebilir miyim?”
“Ah,” dedim gözlerimi kırpıştırarak. “Tabii.”
Masanın ayaklarına karmaşık çaprazlam alarla d o lad ığ ı kayış­
lan sıkmayı bitirdi ve ittiğinde hareket etm ed iğ in d en e m in oldu.
Sonra ona, Lenore’u koyduğum yatak odam a k a d a r eşlik ettim .
Lenore tabii ki de yatağm altındaydı. O d am d ak i p e k ç o k şeyi
toplamıştım ama uyumak için hâlâ ihtiyacım o ld u ğ u n d a n d o la­
yı yatağı bırakmış ve Connera, onunla ne isterse yapabileceği-

304
ni söylem iştim. Siyah duvarları düzeltmeye fırsat bulamamıştık
ama kardeşim, kırık bileği nedeniyle birkaç haftalığına izinli ol­
duğu için odanın boyasıyla ve diğer birkaç küçük işle kendi il­
gilenebileceğini söylemişti. Ayrıca Josueyle satış konusunda ko­
nuştuğundan ve adamın eve bakmak için yalanda geleceğinden
de bahsetmişti. Eylüle kadar satılacağım düşünüyordu ama ben
o kadar em in değildim. Gerçi bu artık emlakçımn sorunuydu.
“Biliyor musun?” dedim, “Florida’da, cinayet ya da intihar
olsa bile bir evde birinin öldüğünü alıcılara açıklama zorunlu­
luğu yok. Ayrıca evin hayaletli olduğunu düşündüğünden falan
bahsetmek de zorunlu değil çünkü bunların hiçbiri maddi olgu­
lar olarak kabul edilmiyor.”
Sam, Lenore’u koklamaya davet edercesine elini tutarak yere
çömeldi. “Birini odana davet ettikten sonra, böyle bir şeyi anlat­
mak inanılmaz derecede ürkütücü kaçıyor.”
Yanaklarımın yandığım hissettim. Tabü ki haklıydı. Bunu dü­
şünmemiştim bile. Her zamanki gibi ağzımın kendi özgür irade­
siyle hareket etmesine izin vermiştim.
Kafasını kaldırıp bana hüzünlü bir tebessüm attı. “Sorun de­
ğil,” dedi. “Bu haline alışkınım.”
Ayağa kalktı, kedinin dışarı çıkacağına dair umudunu yitirmiş
gibiydi. Sonra etrafına bakınıp boş siyah duvarları ve hâlâ nevre­
sim örtülü olan yatağı inceledi Ne düşündüğünü merak ediyor­
dum. Acaba o da benim hatırladığım şeyleri mi hatırlıyordu?
“Artık gitsem iyi olur,” dedi. “Okulda öğretmenler toplantısı var.”
Ah. Bu neden şık giyindiğini açıklıyordu. Her şey böyle bite­
cek, onu bir daha göremeyeceğim, hislerimi söyleyemeyeceğim

305
diye ani bir paniğe kapıldım. Karnımı kaplayan bu soğuk, hasta
edici his aşk mıydı bilmiyordum ama ona, b en im için ne kadar
önem li olduğunu, birlikte geçirdiğimiz zam anlara k ıym et verdi­
ğim i ve onu çok özleyeceğimi söylemek zorundaydım .
Fakat kelimeler boğazımda düğüm lendi. Saırie söylemek,
Alison veya Connera söylemekten farklıydı. Ç ü n k ü riske atıla­
cak çok şey vardı. Beni reddetme ihtim ali çok yüksekti. Zaten
reddedilmeyi de hak ediyordum.
“Bunu al,” dedim, gitarıma uzanıp duvara yaslayarak.
Kaşlarını kaldırarak bana baktı. “Hâlâ g itarını ta m ir etmemi
m i istiyorsun?”
“Hayır. Sende kalsın. Benden daha çok kullanacağın kesin.”

Gitarın arkasında hâlâ iki çıkartm a vardı. Biri, lisede katıl­


dığım Uluslararası Af Örgütü çıkartması, diğeri de m üziklerini
neredeyse hiç dinlemediğimi utanarak itiraf etsem de logoları
güzel diye yapıştırdığım bir çıkartmaydı. B unların, gitarın de­
ğerini düşürüp düşürmediğini bilm iyordum am a sonuçta hâlâ
çalışır haldeydi.

Ancak Sam, enstrümana uzanmadı. “İstemiyorum,” dedi. “Alın­


ma Phoebe ama ben bunu yapamam...”

Neyi yapamayacağını açıklamadan sustu. C üm leye sözlükteki


en dehşet verici sözcüklerle başlayıp da gerisini getirm em esi za­
limlikti. Alınma ama... Neyi yapamazdı? Evinde b a n a ait b ir şeyi
tutam az mıydı? Beni hatırlatacak bir şeyi alam az m ıydı? Beni ar­
tık önemseyemez miydi?

“Acı verici olur,” dedi sonunda. “Bunu h er gün g ö rm ek yani.”

306
Bu ta m a m e n m antıklıydı. Ama nedense aniden, ona verdi­
ğim b ir şeyi alm ayı kabul etm esinin benim için her şeyden daha
ön em li o ld u ğ u n u hissettim . Ç ünkü bu, aramızda geçen şeylerin
b ir h atırlatıcısı olacaktı.
“O za m a n p arça niyetine kullan,” dedim. “Kır, parçala. Rock
y ıld ız la rın ın sah n ed e gitarlarını parçalamaları her zaman çok
ta tm in edici g ö rünür. Bir tefi yere fırlatıp kırmaya çalışarak aynı
zevki elde edem ezsin.”
G ü lü m sem ed i.
“L ütfen, Sam. Ben nasıl olsa kullanmayacağım. M anyetiklerini
ya d a h e r n eresin i istiyorsan al, gerisini de çöpe at. Ya da telleri­
ni yenileyip m üzikle ilgilenen öğrencilerinden birine ver. Benim
için ö n em li değil. A m a lütfen al.”

G itarı sap ın d an tutup kaldırdı, sonra nazikçe aynı yere bıra­


kıp d u v ara yasladı. Ö ne doğru bir adım atıp bana sarıldığında
gö zlerim in yanıp karıncalandığım hissettim.

O m uzlarım ı saran kollan sıcacıktı ve avuçlarım kürek kemik­


lerim in arasına bastırmıştı. Partisine davetsiz gittiğimiz o akşam­
d an beri, sarılm a konusunda çok iyi olacağından emindim zaten.
O zam an bile dokunuşunu arzulamış, kollarım tıpkı şu andaki gibi
bana dolam asını istemiştim. Dudaklarımdan bir hıçkırık kaçar­
ken yanağım ı om zuna dayadım ve ben de kollarımı ona sardım.

Ben de hiçbir şeyden pişman değilim , demek istedim. Sonunda


olanlar hariç hiçbir pişmanlığım yok . Zamanda geriye gidip o
günü geri alabilsem yapardım.

“Dikkatli sür,” dedi. Sonra beni son bir kez sıktı, saçıma bir
öpücük kondurdu ve gitti. Gitar onun bıraktığı yerde kaldı.

307
Nihayet yatağın altından çıkmaya karar veren Lenore» beni
burnum daki dev sümük baloncuğunu çekerken gördü.

"Biliyorum,” dedim. “Ağlarken hiç güzel değilim . H atta iğren­


cim. Hadi gidelim de buradan bin kilom etre ö ted e birlikte iğ­
rençleşelim.”

308
YİRMİ BEŞ

ÖMESTR, AĞUSTOSUN SON haftasında başlayınca


S eski rutinime geri dönmek beni bir nebze olsun rahatlattı.
Lisansüstü kariyerimde öğreteceğim son iki dersin p ro g r a m ın ı
hazırladım, Dr. Nilssona yorumlaması için gönderilecek son bö­
lümleri de bitirdim ve aralık ayında mezun olabilmem için ge­
rekli evrakları tamamladım.
Her şey normale dönmüştü.
Ama normal gibi gelmiyordu. Artık bir kedim vardı ve beni Flo-
rida’da olduğundan daha çok seviyor gibi görünmese de en azından
yeni evdeki, sineklikle kapatılmış küçük balkona bayılmıştı.
Bense uyku sorunu çekiyor, bir dakika bile boş kalsam hemen
melankoliye kapılıyordum. Kalbimin olması gereken yerde ko­
caman bir boşluk vardı ve ne yapsam dolduramıyordum. Kitap
okumak, yazmak, öğrencilerin ödevlerini kontrol etmek, Netflbc
izlemek... Hiçbiri işe yaramıyordu.

309
Conner’la haftada en az bir kez telefonda konuşuyorduk ve
ani uykusuzluğumla ilgili bir şey söyleyecek olursam tıbbi gö­
rüşünü almam için hemen telefonu Shaniye veriyordu. Kızın
tavsiyeleri iyiydi ama internette söylenenlerle aynıydı: ikiden
sonra kafein yok, sekizden sonra ekran yok, yatağı uyku dışında
kullanmak yok. Tabii ki ben bunların tam tersini yapıyor, bütün
geceyi yatağımda kahve içerek ve telefonum dan R eddit’e girip
çözülmemiş gizemleri okuyarak geçiriyordum .
Babamızın evini görmek için birkaç kişi gelm işti ve bunlara
Josue de dahildi. Fakat maalesef ki o kadar işi ü stlen m ek istem e­
diği için evi satın almaktan vazgeçmişti.
“Odamın siyah duvarları yüzünden,” dedim telefonda C onnera,
neredeyse boş olan buzdolabımı kontrol ederken. “Sana orayı bo­
yamamız gerektiğini söylemiştim.”
“Aslında...” Hattın diğer ucundan, C o n n er harek et ediyor­
muş gibi bir hışırtı geldi. Ona kulaklığındaki m ik ro fo n u n çok
hassas olduğunu kaç kez söylemiştim am a b ard ağ ın ı buzla dol­
durmak ya da konuşurken bir yandan da son ses bilgisayar oyu­
nu oynamak gibi şeyleri ısrarla yapmaya devam ediyordu. Hatta
bir keresinde çişini yapmasını bile dinlem ek z o ru n d a kalm ış ve
bir daha telefondayken tuvalete girm em esini ya da saygılı in san ­
ların yapacağı gibi konuşmayı sessize alm asını söylem iştim .
“Shani ve ben düşündük de belki oraya taşınabiliriz,” diye de­
vam etti kardeşim. “Tabii ki ödem eleri üstlenecek ve alacaklılara
da sana da gereken parayı vereceğiz. Şu anki d a ire m iz in kira­
sından daha ucuza geleceğini tahm in ediyoruz. O za m a n odayı
da boyamaya gerek kalmayacak çünkü karan lık sayesinde içerisi
oyun için ideal bir mekâna dönüşecek.”
Çocukluk odamı, oyun odasına m ı çevireceksin?”
Conner, “En azından m ağara dem edim ,” dedi. “Eee, n e d ü ­
şünüyorsun?”

310
Söylediği h er şey çok mantıklıydı. Yazın başmda, C onner’ın
ev h ak k ın d ak i düşüncelerinin benimkiyle aynı olduğunu, kötü
anılarla dolu olduğu için oraya dönm eyi asla istemeyeceğini san­
m ıştım . Fakat orada birkaç ay kalmak bile bana evin yalnızca
d ö rt d u v ard an , bir çatıdan ve nem den şiştikleri için tam olarak
k apanm ayan birkaç kapıdan ibaret olduğunu göstermişti. Yeni
hayatlarını k u rarken ona ve Shani’ye iyi gelecekse, oraya taşın­
m aları b en i çok m utlu ederdi.
A m a b ir s o ru n vardı. “Tanrım,” dedim . “Sam’le kom şu
o lacak sın ız.”
“E v et...” dedi Conner. “Biraz tuhaf. Sen gittiğinden beri hiç
k o n u şm ad m ız, değil m i?”
M o ralim in çok bozuk olduğu bir gece telefonuma uzanmış,
Sam’e m esaj atm ayı ciddi ciddi düşünmüştüm. Basitçe bir merha­
ba diyebilir ya da hoş bir fotoğrafımı “kazara” ona gönderebilir­
dim . A m a böyle taktiklerle asla kendimi al çaltınazdım.
H em zaten istesem de yapamazdım çünkü birbirimize telefon
n u m aralarım ızı verm em iştik Buna ihtiyacımız o lm a m ış tı. O her
zam an orada, bir bahçe uzağımdaydı.
“O n u hiç gördün m ü?” diye sordum kardeşime, sesimin rahat
çıkm asını u m a ra k
“G eçen gün karşılaştık,” dedi Conner. Bir anlık tereddütten
so nra ekledi: “Yanında bir kız vardı. Onu Gem ya da Gem m a gibi
bir isimle tanıttı, tam hatırlayamıyorum.”
M üzik mağazasındaki o güzel tezgâhtarın, Sam’d en hoşlandı­
ğını biliyordum. "Jewel.”
“Aynen!” C onner bir süre sessiz kaldı, arkadan Shani’nin sesi
geliyordu. “Shani sana bunu anlatmam am gerektiğini söyledi.”
“ö n em li değil,” dedim.

311
Ama... kahretsin ki önemliydi çünkü günler sonra bile tek
düşünebildiğim buydu. Hiçbir zaman kıskanç biri olmamıştım
ama Sam'in başka bir kadınla olması fikri tam anlam ıyla mide­
mi bulandırıyordu. Hiç benim yapacağım türden bir şey olmama­
sına rağmen her gece, ondan ödünç alıp bilerek geri vermediğim
ÖĞRENMEYE UÇUYORUZ! tişörtü ve boxer şortuyla uyuyordum.
Tez savunmamı yapacağım hafta sonunda gelip çattı ama
neyse ki bu konuda aşırı gergin değildim. Son beş buçuk yıldır
buna hazırlanıyordum ve hiçbir şeyin odağım ı başka yöne çek­
mesine izin veremezdim.
Dr. Nilsson, savunmamla alakalı son birkaç şeyi gözden geçir­
mek için bir görüşme daha ayarlamak istemişti. O na sonuç bölü­
münü ve notlarına dayanarak düzelttiğim diğer bölüm leri bir süre
önce göndermiştim ve tezimin artık düzgün olduğundan emindim.
Toplantının sonuna doğru, her şeyi konuşup bitirdiğimizi
düşünürken profesörüm, “Perşembe günü savunm ana kimler
gelecek?” diye sordu. Umarım siz ve komitenin geri kalanı, demek
istesem de bundan daha farklı bir cevap beklediğini görebiliyor­
dum. Ama ne gibi bir cevap istediğinden em in değildim .
“Ailen, arkadaşların...” diye açıkladı. “İlk kısm a dilediğin
kişileri davet edebilirsin. Bu yolculukta seni destekleyen insan­
lara, bunca zamandır ne üzerinde çalıştığını gösterm iş olursun.
Herkes bilir ki doktora dereceleri tek başm a kazanılm az.”
“Bölümden birçok kişi orada olacak,” dedim . Son birkaç yı­
lımı işime odaklanarak geçirmiş ve ders dışı arkadaşlıklara pek
zaman ayırmamış olsam da bazılarım arkadaş olarak görüyor­
dum. Ama uzunca bir süredir tek başım aydım ve bu h e r zaman
hoşuma giden yaşam biçimi olmuştu. Tüm k a ra rla n kendi ba­
şıma vermek ve kendimden başka kim seden so ru m lu olm am ak
güzeldi. Hiç yalnız hissetmemiştim.

312
F akat şim d i a n id e n öyle h issed iy o rd u m .
“Hm m ," dedi Dr. Nilsson. Aslmda konuyu burada kapatırdım
am a m ırıld an m asın d ak i yargılayıcı hava beni kızdırmıştı.
“Seçeneklerim i açık tutm am gerektiğini söyleyen sizdiniz,” de­
dim. “Değil mi? Akadem ide istihdam edilebilmem için bir yere
veya bir kişiye fazla bağlanm am anın iyi olacağım söylemiştiniz.”
Böyle hararetle konuşm am a şaşıraıışçasına gözlerini kırpış­
tırdı. M u htem elen şaşırm ıştı da. O konuşmayı hatırladığından
bile şüpheliydim fakat benim hiç aklımdan çıkmamıştı.
“Evet,” dedi yavaşça. “Bu bir dereceye kadar doğru. Senin için
en uygun k ad ro lu pozisyona yerleşene dek bir süre göçebe hayatı
yaşam a ih tim alin var. Ve yalan söylemeyeceğim, bu alanda reka­
bet artık eskisinden çok daha fazla. Fakat sana ilişki yaşayamaya­
cağın izlenim i verdiysem kusurum a bakma. Böylesine zorlu bir
yolda y ü rü rk en , bazen o türden bağlar en çok ihtiyacımız olan
şey oluyor. Ö rn eğ in benim annem le babam, tez savunmamı izle­
m ek için ta İsveç’ten gelmişlerdi.”
“G erçekten m i?”
“Yıllar önceydi tabü,” dedi biraz alaycı bir şekilde. “Ve tek bir
kelim esini bile anlamadılar. Ama odada etrafıma bakıp yüzlerini
orada görm ek benim için çok şey ifade etmişti.”
G ergin olduğunuzda insanları iç çamaşırlarıyla hayal et­
m ekle ilgili bir şaka yapm ak gibi saçma bir dürtü hissettim .
A m a nasıl dillendireceğim i kafamda hızlıca şekillendireme-
dim . G erçi bu m uhtem elen iyi olm uştu, zira Dr. Nilsson m izah
anlayışıyla tanınan biri değildi. Bunun yerine olduğum yerde
öylece o tu ru p kaldım ve onlarca yıl önce ailesinin ona verdiği
desteği d ü şünürken profesörüm ün yüzünde beliren yum uşak
ifadeyi sindirm eye çalıştım.
Dr. Nilsson bana gülümsedi. “İyi hazırlandın, Phoebe,” dedi.
“Şimdi biraz dinlen. Perşembe günü görüşürüz.”

313
MAALESEF Kİ HİÇBİR zaman, biraz dinlenm em i tavsiye eden­
leri dinleyebilen biri olamamıştım. D inlenm ek yerine, koltuk­
taki her zamanki yerinden beni izleyen L enore’u n karşısında
volta atmaya, bir yandan da biraz kafa dağıtm ak için seyrede­
cek bir şeyler bulmaya çalıştım. Tabii ki yine gidip Disappeared
belgeselini bulmasam olmazdı. H er nasılsa bu bölüm ü daha
önce hiç izlememiştim.
Program başlarken Lenore’un çenesinin altını hafifçe kaşı­
yarak, “Farkındayım, farkındayım,” dedim . “Sağlıklı seçimler
yapmıyorum.”
Bu bölüm de klasik olarak, A m erikan R üyasına erişm ek için
iki işte birden çalışan genç bir karıkocayı konu alıyordu. Keşke
Conner burada olsaydı da böyle program ların anlatım tarzla­
rının hep belirli bir kalıpta olduğunu ona kanıtlayabilseydim.
Çoğu hikâyede olduğu gibi bunda da çift sürekli çalıştığından
dolayı adamın, karısının kaybolduğunu fark etm esinin üzerin­
den üç gün geçiyordu ve bunda m akul inkâr edilebilirlik varmış
gibi gösteriliyordu. Ama yine de en sonunda büyük ihtim alle her
şeyin kocanın başının altından çıktığı anlaşılacaktı.
Kafamı kanepenin arkasına yasladığım da Lenore gözlerini
hafifçe açıp bana baktı, ardından ekm ek gibi to rto p olup uyum a­
ya devam etti. O anda aniden, Sam’in yanım da olm ası için kuv­
vetli, yakıcı bir arzu hissettim. Burada olsaydı Lenore’u kucağına
oturması için ikna eder ve kaybolan karısını çılgınca aradığım
anlatan şu Disappeared ahm ağının suçsuz o ld u ğ u n u savunurdu.
Kahretsin, ben bile Sam burada olm am asına rağ m en b u bölüm ­
de aşkı savunma isteğiyle karakterim in dışm a çıkm ış, polisin
onu neden ciddiye alıp bir an önce kayıp şahıs ra p o ru oluştur­
madığını düşünmeye başlamıştım.

314
Kadın son u n d a gerçekten de canlı bulundu ve korkunç bir
araba kazasının kurbanı olduğu anlaşıldı. Eğer kocasının ısrar­
ları olm asaydı onu zam anında bulamayacaklardı. Son dakikaları
izlerken gözlerim den sicim sicim yaşların süzüldüğünü hissede­
rek şoke oldum . Kadının her şeye rağmen iyi olduğunu görmek,
gerçek suç program larını izlerken pek sık hissedilemeyecek bir ra­
hatlamayla dolm am ı sağlamıştı. Fakat bundan daha fazlası vardı.
Sam b ir şekilde şüpheci yanımı törpülemeyi başarmıştı. Bu
zırhı o k adar zam andır inşa ediyordum ki o olm adan kendim i ta-
nıyam ayacağım dan endişe ediyordum. Ama Sam’le birlikteyken
dö n ü ştü ğ ü m kişiyi sevmiştim. Dr. Nilsson, akadem inin ne kadar
zorlayıcı olabileceğinden bahsettiğinde sözlerine pek ehemmiyet
verm esem de haldi olduğunun farkmdaydım.
Z orlu yollara tek başım a çıkmaktan korkmuyordum. Ne de
olsa d ah a önce de yapm ıştım . Ama artık yapmak istemiyordum.
Bu tez savunm ası için çok uğraşmış, sunum um u defalarca
tekrar edip alıştırm a yapmış, gelebilecek sorulan tahm in etm e­
ye ve b u n lara kısa, anlaşılır cevaplar hazırlamaya çalışmıştım.
Fakat araştırm alarım ı dinlem ek için gelen insanların karşısında
d u rm an ın nasıl hissettireceğine hiç kafa yormamış, iş arkadaşla­
rım ya da diğer öğrenciler dışında, beni önemseyen ve benim de
önem sediğim birilerini davet edip hayatımın bu kısmım paylaş­
mayı hiç düşünm em iştim .
Bu kadar geç davet etm em e rağmen, işlerini ayarlayıp ge­
lebilirlerse C onner ile Shani’nin orada olmasını istiyordum.
Sunum um un ardından kardeşimin bana bir beşlik çakmasını ve
anlattığım onca şey arasından seçip çıkardığı tek çarpık ayrıntı
hakkında saçma bir yorum yapmasını istiyordum. Shani’nin tüm
pozitifliği ve cesaret verici doğasıyla yanımda durm asını istiyor­
dum . A lisonın gelme ihtim alinin çok düşük olduğunu biliyor­
dum ama o da katılabilse çok sevinirdim.

315
Ve özellikle Sam’in gelmesini arzu ed iy o rd u m .

DÜZENLEMELERİ YAPMAK DÜŞÜNDÜĞÜM DEN daha ko­


lay oldu. Birkaç mesaj gönderdikten sonra, geçen yılki eğitmen­
lik stajımdan tanıdığım bir şair, ben yokken m em nuniyetle gelip
Lenorea mama verebileceğini ve kum kabını temizleyebileceğini
söyledi. Kadının bu kadar çabuk cevap verm esi neredeyse kötü
hissetmeme neden olmuştu çünkü onu hep, fazla ortak noktam
olmayan bir tanıdığım olarak görm üştüm. Yeni yeni fark ediyor­
dum ki ben kendimi bir baloncuğun içine kapatıp birilerine yak­
laşmayı denemenin bir anlamı olmadığını düşünürken, insanlar
ilk fırsatta arkadaş olmaya hazırlardı.
Eğer bir yere uğramadan direkt gidersem, gece yarısı Sam’in
evinde olabilirdim. Böylece ertesi gün tekrar arabaya atlayıp
Kuzey Carolinaya dönebilir ve sonraki sabah da tez savunmama
gidebilirdim. Otobana çıktığımda yaptığım ilk şey C onner’ı ara­
yıp, gelmek isteyip istemeyeceğini sorm ak oldu.
“Dostum,” dedi kardeşim. “İstemez miyim? Benim on altı saat­
lik birikmiş iznim var, Shani de cumartesiye kadar işe gitmeyecek”
“Gelmek zorunda değilsiniz,” dedim . “Yani, çok geç haber
verdiğimin farkın...”
“İstiyorum. Daha önce soracaktım am a sen böyle şeylere
insanların katılmadığını söylemiştin. Ben de edebiyat dersi gibi
falan olur diye düşünmüştüm.”
“Sıkıcı olmayacağına söz veremem. A m a o rad a olm anız be­
nim için çok şey ifade eder. Uçak biletlerinizi ya d a benzin para­
nızı ve otel ücretlerinizi ben karşılarım
“Biz hallederiz.”

316
“O zam an yarın sabah Waffle House’d a buluşalım m ı?”
C o n n er güldü. “H em en şimdi nasıl yola çıkalım? A ncakyann
akşam yemeği saatlerinde falan orada olabiliriz.”
“Hayır,” dedim . “Evin yakınındakiııi kastediyorum. Floridaüda-
kini. Ah bu arada, b u gece kalacak bir yere ihtiyacım olabilir. Gerçi
olm am asını um uyorum ama.”
“Sen şu a n d a ...” D urum u anlamış gibi duraksadı. “Ah. Yok
artık, Pheebs! S a m le konuşm ak için buraya mı geliyorsun?”
“Evet. A m a sakın beni vazgeçirmeye çalışma. Benden nefret
etm esi, başka biriyle çıkm ası ya da kendimi rezil etm e ihtim alim
olm ası u m u ru m d a değil. O na hislerimi açıklamalı ve...”
H atta an id en tiz b ir çığlık yankılandı ve irkilmeme neden
oldu. Telefonu Shani almış olmalıydı.
“A m an T anrım , evet/” diye bağırdı. “Ben de tam olarak böyle
bir şeyin olm asını um uyordum . Siz ikiniz birbiriniz için m ükem ­
m elsiniz. Sen gittiğinden beri Sam eskisi gibi değil O kız hâlâ
evindeyse bile b u önem siz bir detay. Ki bu arada, bence C onner
b u n u sana söylememeliydi.”
A rka p lan d a C o n n e rın itiraz ettiğini duydum. Shaninin ha­
fifçe vu rarak onu susturduğunu gözümde canlandırabiliyordum.
“Nasıl eskisi gibi değil?”
Sam’in de benim kadar yalnız ve harap hissetmesi, bu saye­
de b eni tekrar hayatına kabul edebileceği fikriyle kendime boş
üm itler verm em tehlikeli olabilirdi.
“Sessizleşti,” dedi Shani. “Bir süredir taşınma işleri nedeniyle
oraya gidip geliyoruz. Ne zaman karşılaşsak selam veriyor am a
fazla... nazik bir şekilde.”
Bunu Sam’d en beklerdim. Yani en azından ilk tanıştığım
utangaç versiyonu ve en sonunda ona söylediklerimden sonraki

317
mesafeli versiyonundan. Bu ikisinin arasındaki gerçek bam çok
düşünceli, çok espritüel, çok açık ve kibar biriydi.
“O ...” diye lafa girdim am a C o n n e r’m sesi h a tta tekrar
duyuldu.
“Fazla düşünme,” dedi. “Doğru olanı yapıyorsun. Başka bir
şeye ihtiyacın olursa ara. Olmazsa da yarın sabah sekiz gibi
Waffle House’da görüşürüz, tamam m ı?”
“Tamamdır.”
Shani arkadan, “Sam’i de getir!” diye bağırınca m idem dü­
ğüm düğüm olmasına rağmen gülümsedim.
“Deneyeceğim.”

318
YİRMİ ALTI

A M ’İN EV İN İN ÖNÜ ND E durduğum da saat gece yansını


S geçm işti ve sokak lam baları olmadığı için etraf karanlık­
tı. Evinin pencerelerinde de ışık yoktu. Hafta içi kaçta yattığını
hiç b ilm iy o rd u m am a b ir keresinde okul başladığında yorgun
düşüp saçm a saatlerde uyuyakaldığını anlatm ıştı. Yani çoktan
uyuyor olabilirdi.

A ltdudağım ı dişledim ve yan eve gidip onunla yüzleşmeyi ya­


rına ertelesem m i diye düşündüm . Fakat tez savunm am için geri
dönm ek istiyorsam burada fazla zaman harcayamazdım ve bu
kadar yolu gelmişken Sam’i görm eden gitmem m üm kün değildi.
Kapısını olabildiğince sessiz bir şekilde tıklatırken uyanık
olm asını ve duym asını üm it ettim. Fakat birkaç dakika sonra
uyuduğunu kabullenip daha sert tıklattım. Hatta C onner’ın kla­
sik ritim li vuruşunu yapmıştım ve bunun için kendim den nef­
ret ediyordum ama kapıdakinin polis falan olmadığını anlaması
için böyle bir şeye başvurmam gerektiğini düşünm üştüm . Yine
açmayınca son çare olarak zili denedim.

319
İçeride bir ışık yandı ve yüreğim ağzıma geldi. TÜm yol bo­
yunca ne diyeceğimi düşünmüş, kendimi küçültecek olsam bile
gerekirse yaltaklanmayı planlamıştım am a kilidin açıldığını duy­
duğum da tüm planlarım hiçliğe karışıverdi.
Sam bir eşofman altı ile Tampa Bay L ightning tişörtü giy­
mişti. Ayakları çıplak, saçları darm adağınıktı ve yanağında hâlâ
yastığının izi vardı. O kadar rahat, sevimli, sıcak v e... kendisi
gibi görünüyordu ki hemen uzanıp kollarım ı boynuna sarmak
istedim. Fakat yüzünde oynaşan rahatsızlık, ihtiyat, endişe gibi
çeşitli duyguları gördüğümde bir adım geriledim .
Merhaba demek yetersiz görünüyordu. A m a birbirim ize ba­
karken saniyeler geçmişti ve konuşm adan durm aktansa basitçe
selam vermek daha iyiydi sanki. Dam ağım a yapışan dilim i ora­
dan kurtarıp kelimeyi söylemeye çalıştım.
“Kendimi Judgement Ridge*te hissettim,” dedi Sam en sonun­
da, uykudan dolayı hâlâ boğuk olan sesiyle.
“Aslında bu daha çok gündüz gelen ziyaretçiler, özellikle de
avukat ya da bilirkişi gibi d avrananlar nedeniyle oluşan bir kor­
ku,” dedim.
Kapı pervazına yaslanıp elini ağzına götürdü. Bu hareketini iz­
lemekten kendimi alamadım. Keşke onu öpebilseydim . O zaman
söylemek istediğim her şeyi dudaklarım la kolayca aktarabilirdim.
“O olaydan aylar önce gecenin bir yansı b ir a d a m ı n kapışım
çalmış ve içeri davet edilmek için arabalarında so ru n varm ış gibi
yapmamışlar mıydı? Adam bir şeylerden şüphelendiği için onları
eve almamıştı.”

Gözlerimi kırpıştırdım. “Sanırım haklısın,” dedim . “Bir daki­


ka, kitabı okudun mu?”

320
İçeri g irm em için geri çekilip kapıyı ardına kadar açtı. Tekrar
evine ad ım attığ ım d a böylesine b ir rahatlık hissedeceğimi asla
tah m in ed em ezd im . Burayı özlemiştim. Onu özlemiştim.
“Yalnızca ilk iki bölüm ünü okudum,” dedi arkam dan. “Asıl
k u rb a n la r tan ıtıld ığ ın d a bırakm ak zorunda kaldım.”
Bu söylediğinden sonra, onu gerçek suçla alakalı tez savun­
m am a nasıl davet edecektim acaba? Gerçi kitabı okumayı dene­
m iş olm ası cesaret verici sayılmaz mıydı? Keşke, ne zam an oku­
d u n ? Ben kalbini kırm adan önce m i sonra mı? diye sorabilseydim.
“N ed en b u ra d a olduğum u m erak ediyorsundur.”
“A k lım d a n geçti, evet.”
D ah a ö n ce hiç görm ediğim ince, örgü bir bileklik takmıştı.
Bu gece ev in d e b irin in olabileceği o anda kafama dank etti. Belki
de Jewel şu an d a yatağında uzanm ış onu bekliyordu. Eğer öy­
leyse g ecen in k ö rü n d e kapısını çalmam ekstra tuhaf kaçacaktı.
Fakat garaj y o lu n d a başka araç yoktu ve evde ikimizden başkası
varm ış gibi gelm iyordu.
“B ilekliğin güzelmiş,” dedim.
K afasını eğip bilekliği gergince çekiştirdi. “O kuldan bir ço­
cu k yapm ış,” dedi. “Bana hediye ettiği için duygulandım am a
ertesi g ü n b u bileklikleri Shark Bucks karşılığında okulda sa­
tark e n yakalandı.”
Yüz ifadem i görünce, “Shark Bucks, bizim okulun parası,”
diye ekledi. “İyi davranışlarda bulunanlar kazanıyor. Tabu m ü­
dür, el altından bilezik satılmasını iyi davranış olarak görmüyor.”
“Bana iyi bir girişimci gibi göründü," dedim. “Ve onu sana
verdiği için m utlu olmalısın. Tabii sonrasında Shark Bucks için
dizkapağını falan kırmadıysa.”

321
Sam başını iki yana salladı. “Eee, neden buradasın?"
“Seni görmek istedim ”
Tişörtünün üstünden göğsünü ovuştururken, aniden uykusu
bölünmüş bir adam kadar bitkin göründü. Tanrım , sanırım doğ­
ru dillendirememiştim. Belki de ona bir m ektup yazmalıydım.
Böylece söylemek istediklerimi öncesinde d ü şünüp tam niyetimi
aktarabilirdim. Hem o tişörtün içinde ne kadar iyi göründüğünü
ve öğrencilerine değer vermesinin ne kadar hoş olduğunu düşü­
nerek dikkatim dağılmazdı.
“Phoebe,” dedi. “Kardeşinin yan eve taşm acağını biliyorum.
Bunun, seninle tekrar karşılaşabileceğim anlam m a geldiğini bili­
yordum. Bu düşünce bir bakım a içimi rahatlatm adı desem yalan
olur. Ama buralara geldiğin her seferinde aynı şey olacaksa ve
tek istediğin birkaç günlüğüne benim le yatm aksa b u n u ... bunu
yapamam. Üzgünüm ama olmaz.”
Kaşlarımı çattım. “Buraya seks için geldiğimi mi düşünüyorsun?”
Elmacık kemiklerinde beliren o kızıl çizg i... Sam’e dair özle­
diğim bir diğer şeydi. Kimi kandırıyordum ? O n a d air her şeyi
özlemiştim.
“Hadsizlik ettim,” dedi. “A ffedersin. Böyle b ir şey söyleme-
meliydim.”
“Hayır,” dedim ona doğru bir adım atarak. “Asıl ben üzgü­
nüm. Buraya söylemeye geldiğim şeylerden biri b uydu ve doğru­
su nereden başlayacağımı bilem iyorum. Ö ncelikle, b u gece seni
uykundan uyandırdığım için özür dilerim . A m a en çok da o gün
parkta söylediklerim ve yaptıklarım için özür dilerim . Ç ok kork­
tuğum için saldırıya geçmiştim. Seni incitm eyi hiç istemezdim.”

322
Pek de doğal sayılmayacak bir şekilde om uz silkti. “Bunun
için zaten özür diledin,” dedi. “Pek çok defa. Fakat hislerini de­
ğiştirem ezsin, Phoebe. Bu yüzden özür dilemene gerek yok.”
“Am a öyle hissetm iyorum ki,” dedim pürüzlü bir sesle. “Yani
bir şeyler hissettiğim kesin ama sana yalan söyledim. Kendime
de yalan söyledim.”
“Saat çok geç,” dedi Sam. “Ve ben aşın yorgunum. Ne dediği­
ni anlayam ıyorum .”
“Seni seviyorum ,” deyiverdim. Söylemek düşündüğüm kadar
zor gelm em işti, b u nedenle tekrar ettim. “Seni seviyorum, Sam.
Bu hisler tam olarak ne zaman başladı, bilmiyorum ama parktaki
o gün de kesinlikle seviyordum. Sadece... anlayamamıştım ve ir­
delem eye korkm uştum . Duygularımla yüzleşmek istememiştim.
Ama gerçekten de sevme yeteneğim olmadığım sanıyordum,
orası yalan değildi. Büyürken yaşadıklarıma ve ilişki geçmişime
b ak ılın ca.. B urada hafifçe hıçkırdım. Çaresiz, m inik bir kahka­
ha atm aya çabalam ıştım . “Olduğum kişi yüzünden aşkın, sevgi­
nin b an a uygun olm adığını düşünüyordum.”
Bir eliyle piyanoya tutununca parmağı yanlışlıkla tuşlardan bi­
rine değdi. Bana nutku tutulmuş halde, öylece bakakalmışü. Bunu
teşvik edici bir işaret olarak algıladım zira şu noktada başka seçe­
neğim yoktu.
“İki gün sonra hayatımın en önemli ikinci sunum unu ya­
pacağım ve fark ettim ki seni orada istiyorum. Orada olmana
ihtiyacım var. Biliyorum, habersizce gelip böyle büyük bir şey
istem em tuhaf. M uhtemelen işin vardır ve seni ürküten bir konu
hakkında konuşm am ı dinlemek için ta Kuzey Carolinaya gel­
mekle ilgilenmezsin ama hiç önemli değil. Asıl önemli olan, seni

323
hayatımda istiyor olmam. Birkaç ay öncesinde olsak, bu cümleyi
kurm a düşüncesi bile tüm iç organlarım ın büzüşm esine neden
olurdu ama şimdi eğer söylemezsem daha kötü hissedeceğime
inanıyorum. Sen artık hakkım da aynı şekilde hissetm iyorsan ya
da Jewel veya başka biriyle hayatm a devam etm iş olsan bile söy­
lemek zorundaydım. Bu yüzden yolda polis k o n tro lü n e takılıp,
üstümü başımı kahveyle yıkayacak olm aktan kıl payı kurtulsam
da pes etmeyip on saat direksiyon salladım ve gecenin b u saatin­
de kapını çaldım. Sırf sana, seni sevdiğimi ve hayatım da olm ana
ihtiyacım olduğunu söylemek için. Tekrar ö zü r dilem ek için.”
Derin bir nefes alırken, son birkaç dakikadır zar zor soluklandı­
ğımı fark ettim. “Tabii bu sırayla söylem edim am a neyse.”
Sam artık kendini hafifçe piyanonun üzerine bırakm ış, hatta
yan oturmuştu. Tekrar ayağa kalkarken birkaç tuşa basıp ses çı­
kardı. “Vay canına,” dedi.
“İyi anlamda mı?” diye sordum umutla. “Yoksa kötü anlam da mı?”
Buraya, reddedilme olasılığımın farkında olarak gelm iş, ken­
dimi buna hazırlamış ve eğer Sam yapam ayacağını söylerse ağır­
başlılıkla karşılamaya karar verm iştim . S onrasm da yan eve gidip
ağlaya ağlaya uyuyabilirdim. Sonuç ne olursa olsun hissettikleri­
mi söylemek benim için önemliydi.

“Açıklığa kavuşturulacak çok şey var,” dedi Sam. “H azırda


kahvem olsaydı keşke. Jewel ile ilgili ne d em ek isted in ?”

Biraz hayal kırıklığına uğram ış halde, “A h, C o n n e r bahsetti.


Onu burada görmüş,” dedim.

Sam’in alnı kırıştı, sonra düzeldi. “M ağaza için yenilediğim


eski bir kemanı almaya gelmişti. O n dakika falan kaldı. Başka
biriyle çıkmakla ilgilenmiyorum.”

324
Başka biriyle çıkm akla ilgilenmiyorum. Kalbimin kanatlarım
birazcık açm asına izin verdim . “Ah.”
“V e... tez savunm ana gelm em i mi istiyorsun?” diye sordu.
Söyleyiş tarzım ın kulağa çok cesurca geldiğini fark edince ol­
d u ğ u m yerde kıpırdandım . “Evet,” dedim. “Yani, orada olursan
çok sevinirim . C o n n er ile Shani de gelecek. Ama senden bunu
istem enin tu h a f olduğunun ve emrivaki yapmış gibi göründüğü­
m ü n farkındayım . Yani eğer istem ezsen...”
“L isansüstü kariyerinin en önem li dönüm noktası olduğu­
nu söylediğin şeyle aynı m ı bu? Kabalık ediyorsam özür dilerim
am a d e m in h ayatm m en büyük ikinci sunum u olduğundan b ah ­
setm iştin sanki. Biraz kafam karıştı.”
“Şey, evet,” dedim . “Ç ünkü hayatınım en önemli sunum unu
şu an, sen in için yapıyorum . PowerPoint’te bir şeyler hazırlam a­
dığım için üzgünüm .”

A ram ızdaki mesafeyi sadece birkaç adımla kapattı ve yanakla­


rım ı ellerinin araşm a alıp sırtımı kapıya dayayarak beni öpmeye
başladı. D udaklarını dudaklarım da hissetmenin neden olduğu şok
ve aynı zam anda rahatlam a hissi gözlerimden yaşlar süzülmesine
neden oldu. D urm asın diye bu tepkimi ondan saklamaya çalıştım.
Fakat fark edip geri çekildi ve başparmağım çeneme sürttü.
“Ah,” dedi kısık sesle. “Lütfen ağlama. Ben de seni seviyorum,
Phoebe. H er zam an seveceğim.”
Hafifçe hıçkırdım . “Her şeyi mahvettiğimi sanıyordum.”
“Hayır,” dedi. “Aslında söm estr bitene kadar bekleyecek, son­
ra C o n n erd an num aranı isteyecektim. Kendi kendim e böyle ka­
rar verm iştim . Senden nasıl bir karşılık alacağımı bilmesem de
bizden vazgeçmeye hazır değildim.”

325
“Gerçekten mi? Beni unutm uş olm adan korkm uştum ."
"Bu mümkün değil.” Köşeyi işaret ettiğinde, bana ne göster­
meye çalıştığından emin olamayarak d ö ndüm ve bakışlarım du­
vara dayalı bir rafta sıralanmış birkaç gitarla birlikte du ran gita­
rıma odaklandı. “Burada seni hatırlatan bir şeyin olm am ası daha
acı vericiydi. Bu yüzden C onnerdan rica edip o n u aldım .”
Küçük piç bana söylememişti bile.
“Senin de tişörtün hâlâ bende,” dedim .

“Biliyorum. Geçenlerde arayıp bulam ayınca fark ettim.


Perşembe günleri önceki yılların tem alı tişörtlerini giym emiz
gerekiyor da.”
Yüzümü buruşturdum. “Hay aksi. Affedersin.”
Gülümseyerek dudağımın kenarm a bir ö p ü cü k kondurdu.
“Sorun değil. Seni, tişörtüm ü giyerken hayal etm eyi seviyorum.”
“Giymezken hayal etmeyi de seviyor m u su n ?”
Ellerini sırtımdan aşağı kaydırıp kalçam a yerleştirdi ve beni
kendisine yaklaştırdı. “Çok daha fazla.”
“Saatin geç olduğunu biliyorum,” dedim . “Sen yorgunsun,
ben de on bir saattir araba kullanıyorum a m a ...”
“Benim için hiç endişelenme,” dedi Sam, m eydan okurcasına
bir kaşını kaldırarak. “Yarın işten izin alacağım . Kız arkadaşım ın
tez savunmasını hayatta kaçırmam.” G özlerini k ısarak b a n a şirin
bir bakış attı. “Kız arkadaşım dem em de salonca v ar m ı?”
“Artık o kelimeden korkm uyorum ,” dedim . “H âlâ k o rk tu ğ u m
pek çok şey var, mesela kaçırılm ak gibi. A m a b u n d a n , seni sev­
mekten ve senin tarafından sevilmekten korkm uyorum .”

326
Sam , “B azıları o k u d u ğ u n şeylerin bunda çok etkisi olduğunu
söyleyebilir,” dedi. “Peki, yatak odasına götürülm ek, kaçırılm ak
sayılır m ı? N e d ersin ?”
Y üzüm ü o n a d o ğ ru çevirip dudaklarına bir öpücük daha k o n ­
d u rd u m . “Seninle h er yere gelirim. Hadi beni yatak odasına götür.

327
SONSÖZ

ONNER VE SHANİ, benim m ezuniyetim in ard ın d an nisan


ayında evlendiler. Konukların yüzde doksanını Shani’nin
ailesi, geri kalanını da kardeşimin hiç tanım adığım arkadaşları,
annem ile üvey babam, bir de Sam, ve ben oluşturuyorduk.
Nikâh şahidi konuşmamı yeni bitirmiş, koltuğum a çökm üş­
tüm ama yüzüm hâlâ kızarıktı ve dam arlarım adrenalin ve duy­
gusallıkla doluydu. Sam kolunu om zum a dolayıp saçlarım ı ö p ­
mek için beni kendisine çekti.
“Başardın,” dedi. “Crash Bandicoot referanslarından hiçbir
şey anlamasam da çok iyi konuşmaydı.”
“Oyun göndermeleri, konuşmayı hazırladığım kişi içindi za­
ten,” derken, ona olabildiğince yakın olm ak için elim i k o lu n a ko­
yarak göğsüme daha sıkı bastırdım. Başkalarıyla tem as ettiğim de
tuhaf ve diken üstünde hissettiğim senelerin ard ın d a n , Sam’d en
uzak kalamıyor olmam büyük yenilikti.
“Sence annen beni gerçekten sevdi m i?”

328
D ü n o n ları prova yem eğinde tanıştırdığım da Sam, A lm an
çoban köpekleriyle ilgili soru sorm uştu ve annem de onu düzel­
tip k ö p ek lerin aslında Avustralya çoban köpeği olduğunu söyle­
mişti. Z avallıcık d ü n d en beri bu konuda endişeliydi.
A slında ona, “İki tü rü n de adında çoban var,” diye tem inat
verm iştim . “K arıştırılm ası normal.”
“Evet am a tam am en farklı görünüyorlar,” dem işti Sam.
“K öpeklerle golf oynam aya gidip de yüzlerine karşı A lm an ço­
ban köpekleri falan dem edin ya. A nnem senin çok hoş olduğunu
düşünüyor. K endi ağzından duydum.”
Son b irkaç ay çok hızlı am a çok güzeldi. Tez savunm am , k o ­
m item d ek i b ir profesörün benden gerçek suç m akalelerinin k ro ­
nolojisiyle ilgili sorduğu zorlayıcı bir soru ve benim b u n u teğet
geçerek birazcık alakasız bir şekilde en sevdiğim A prodite Jones
kitabı h a k k ın d a konuşm aya başladığım an dışında süper geçm iş­
ti. S o n rasın d a Sam ve ben, Noel’i ailesiyle birlikte geçirm ek için
C hicago’ya g itm iştik Kardeşleri, annelerine burç taşlarından
kolye alm ak için aralarında yirm işer dolar toplam am ış olsa da
ailedeki herkes beklediğim gibi coşkulu, m utlu ve kucaklam ayı
seven insanlardı. Bayram da şaşırtıcı derecede iyi geçmişti.
Şim di, Stiles’ın yeni açılan m isafir eğitm enlik pozisyonu için
b en d en b ir görüşm e talep edip etmeyeceğini beklerken Sam’le
yaşıyor ve bir kitap teklifi üzerinde çalışıyordum. Sam, tası tarağı
toplayıp ülkenin herhangi bir yerine taşınm anın sorun olm adı­
ğını söyleyince başka şehirlerdeki başka işlere de başvurm uştum .
A ncak garip bir şekilde Florida’d a kalmayı um uyordum . Bizden
bir şeyler istem ek için sık sık gelip, m arkete gittiğinde tam olarak
ne aldığını sorgulam am a neden olsa da kardeşim le kapı kom şu­
su olm ak güzeldi.
D üşüncelerim esnasında düğündeki kahverengi saçlı, göz­
lüklü, uzun boylu, beyaz bir adam gözüme çarpınca kafam la

329
onu işaret ederek, "Şu adama baksana!” dedim Same. “Dcnnis
Nilsena çok benzemiyor mu?”
“Şu Dennis, seksenlerin başında yaşamış bir bilgisayar program-
cısı mı?” dedi Sam. “Çünkü bu adam tam olarak öyle görünüyor."
“Hayır, o...” Daha fazla devam etm eden kendim i tuttum.
İçimden bir ses, İskoç seri katilleri ve tuvalet deliğine insan kalıntısı
atıp sifonu çekmenin mantıksızlığı hakkında konuşm ak için kar­
deşimin düğününün doğru yer olmadığını söylüyordu. “Boş ver.”
Sam bana elini uzatarak ayağa kalktı. “Benimle dans eder misin?”
“‘Kaçınabildiğim sürece, dans gibi bir saygıyı h içb ir m ekâna
gösterm em ’,” dedim, çünkü bir şeylerden paçayı sıyırm anın en
iyi yollarından biri Gurur ve Önyargı alıntılarına başvurm aktı.
Sam’in dudaklarının bir tarafı kıvrıldı. “Ya şim di benim le bu
dansa kalkarsın ya da birazdan 'Tubthum ping* dansına katılırsın.
Seçim senin.”
Yavaş danstan daha kötü bir şey varsa o da hızlı danstı. Bu
yüzden elimi Sam’in avucuna koyup beni kaldırm asına izin ver­
dim. Ellerini belime yerleştirirken şarkı çoktan başlam ış, piste
diğer çiftler de çıkmıştı. Dans ederken kollarım la ne yapacağımı
asla bilemezdim. Konserlerde bile kafamı sallayıp ellerim i cep­
lerime sokmakla yetinirdim. Şimdi ne yapm am gerekiyordu?
Sam’in omuzlarına mı tutunacaktım?
“Ellerini boynuma sar,” dedi Sam. “Dans, d ö rt dakika b o ­
yunca birbirimize sarılmak için sosyal olarak kabul edilebilir bir
yöntemdir. Tabii biraz da sağa sola sallanm ak zorundasın.”
Sam’le ritmi bulmak kolaydı. Ellerinin sıcaklığını kalçam da
hissetmek, boğazını tıraş ederken hafifçe kestiği yeri görecek k a­
dar yakınında olmak ve nefesimi kesecek k ad ar m avi gözlerine
bakmak muhteşem bir histi.
“O kadar da kötü değilmiş,” dedim .

330
O m z u n u n ü s tü n d e n b ak ın ca, d an s etm ek te olan C o n n e r
ile S h a n iy i g ö reb iliy o rd u m . K ardeşim i h iç b u k a d a r m u tlu
g ö rm e m iş tim .
“Sanırım ben de bir gün bunu yapabilirim, dedim. Evliliği yani.
“Ö yle m i?”
“ö y le.” E nsesinde birleştirdiğim ellerim i sıktım ve saçlarıyla
oynadım . “Bir gün.”

331

You might also like