You are on page 1of 266

MASONLUK TARİHİ

Bu çalışma, “Masonluk Nedir ve Nasıldır?” adlı kitabın,


kapak resmi görülen 2019 tarihli 5. basımının
dünyada Masonluk tarihi üzerine 6. – 12. bölümleri ile
Türkiye’deki Masonluk tarihi üzerine 15. – 17. bölümlerini
içermektedir.

Kitabın 2006 tarihli 4. basımından alıntılanmış


ilk 5 bölümü ile 19. ve 20. bölümleri
“Masonluk Nedir ve Nasıldır” başlığı altında okunabilir.
6
GENEL TARİHÇE ( I )

Eski Kaynaklar

Tarih ile ilgileniyor musunuz?


Sizin için ilgi çekici değilse, bu bölümü geçin. Çünkü çok sıkıcı olabilir. Hele
bilmem kaçıncı yıldan, daha önce adını duymamış olduğunuz falanca kişiden söz
edilince…
Ancak bu bölümde genelde ezoterizm, özelde Hermetizm ve Antik Misterler
üzerinde de anlatılar var. Belki onlar ilginizi çeker.
  

Önce şöyle bir olası soruya bakalım: «Masonluğun tarihi ne zaman başlar?»
Bu sorunun yanıtı “Masonluk” denilince bundan ne anladığımıza bağlıdır.
Kimine göre 18. yüzyılda, kimine göre Ortaçağ sonlarında başlar.
Kimisi Masonluğun tarihini Avrupa’daki bina inşaatı meslek ve zanaatının tarihi
ile bağdaştırır. Bunu iki bin yıl kadar hatta biraz daha önceye götürenler de vardır.
Kimine göre de Masonluğun tarihi ünlü Süleyman Tapınağı’nın yapımıyla birlikte
yani MÖ 10. yüzyılda başlamıştır. Ancak tarihte öyle bir tapınağın gerçekten
yapılmış olup olmadığı belli değil. Gerek bilimsel gerek arkeolojik bilgiler bunu
desteklemiyor. Bu nedenle onun bir “varsayım” olarak almak daha doğru.
Masonluk günümüzdeki düşünsel niteliğiyle değerlendirildiğinde, kimileri de
bunun yaklaşık altı bin yıllık bir geçmişi olduğunu söylüyor. Bu da bir varsayım.
Ancak bu varsayım, Masonluğun örgütsel bakımdan MÖ 4000 yılı dolaylarında
oluştuğu anlamına gelmiyor. Sadece çağımızdaki amaç, düşünü yapısı, ilke ve
yöntemlerinin köklü bir geçmişi olduğunu vurguluyor.
Kurumlar, geçmişlerinin çok eskiye dayandığı, köklü olduğu konusunda pek
duyarlıdır. Bunu Masonlukta da görüyoruz.
Nitekim Masonluğun tarihinin başlangıcı bakımından, kimileri şu MÖ 4000
yılına sıkıca yapışıyor; bunu dinsel nitelikli söylencelere bağlıyor. Masonluğun
tarihi bir bakıma Âdem’in yeryüzüne indirilişinin dinlerdeki varsayımsal tarihiyle
özdeşleştiriliyor.
Kimileriyse bu tarihi Mezopotamya’da oluşmuş ünlü “tufan” ile bağdaştırıyor.
Bu durumda ortaya kronolojik çelişkiler çıkıyor.

137
ESKİ KAYNAKLAR
Bu çelişkileri gidermek isteyenler, tarihi MÖ 2348 olarak veriyor.
Bazı eski belgelere göre, yapıcılık mesleği (Operatif Masonluk), tufandan bir süre
sonra, Babil Kralı Nimrod’un yaptırdığı ve “Babil Kulesi” olarak bilinen ünlü
ziggurat (basamaklı piramit) ile başlamış. Aslında bu varsayım da Tevrat kökenli
söylencelerden alınma.

Tufan söz konusu olunca, her nedense masonik yazında Gılgamış Destanı ile pek
ilgilenen yok. Belki bunun Sümer kaynaklı bir efsane olup, Tevrat’taki
anlatımlarla uyum içinde olmamasından ötürü.
Kimisi de tüm bunların hepsinin özentiden başka bir şey olmadığını savunuyor.
Buna karşın, gelin biz Masonluğun çok daha bir eski tarihçesi olduğunu ileri
sürenlerin görüşüne öncelik vererek, varsayımsal bile olsa şu eski kaynaklara
değinerek başlayalım

EZOTERİK SİSTEM
Masonluğun eski kaynaklarını anlayabilmek için önce
bu sistemin ne olup nasıl uygulandığını iyice
kavramak gerekir. Ezoterik sistem, yalnızca kendi
üyelerinin katılımıyla çalışan, öğretimini bir aşamalar
silsilesi içinde veren, doğrudan ve açık anlatımlardan
çok simgelere, özdeyişlere ve alegorik nitelikli
öykülere ağırlık veren kurumların uyguladığı bir
öğreti, örgütlenme ve çalışma tarzıdır.
Tüm uygarlık tarihi boyunca her dönemde ve her toplumda genel olarak insan,
çoğunlukla bencil, hırslı fakat tembel, çoğu kez değişimden pek hoşlanmayan
hatta tutucu bir eğilim benimsemiştir. Bu eğilim, insanlar arasında belirgin iki
sınıfın oluşmasına yol açmıştır: İnsanların bu genel eğiliminden yararlanan
“güçlü yöneticiler” ve “zayıf halk”.
Güçlü olanlar, bir kez elde etmiş oldukları gücü her ne pahasına olursa olsun
yitirmemeyi öncelikli tutmuştur. Başkalarıyla paylaşmaya hiç yanaşmamış,
geleceklerini de güvence altına alacak birtakım önlemlere başvurmuşlardır. Bu
önlemler arasında en etkili ve en sürekli olanı, halkı bilgisizliğe tutsak ederek
gerçeklerden uzaklaştırmak, dogma ve batıl saplantılara yöneltmektir. Halkın
uyuması, hiç uyanmaması istenmiştir ki kendilerine hizmet etmeyi sürdürsün.
Ancak toplumun sinesinden, istendiğince uyumaya yanaşmayan aydın kişilerin
çıkması da engellenememiştir.

138
ESKİ KAYNAKLAR
Aydın kişiler ise toplumlarını da aydınlatmak, keşfettikleri gerçekleri başkalarıyla
paylaşmak isteyince, bunun hiç de kolay olmadığını kavramakta gecikmemiş, üç
seçenekleri olduğunu görmüşlerdir:
1. Her ne pahasına olursa olsun, açıkça didişmek;
2. Çalışmalarını ve gerçeklere ilişkin bulgularını kendilerine saklamak;
3. Gerçekleri araştırmaktan cayıp egemen güce boyun eğmek.
Bunlardan en mantıklı ve en verimlisi olarak ikinciyi seçmişlerdir. Bunun için
aralarında sıkı bir dayanışma oluşturma gereğini duymuş, ezoterik denilen
çalışma sistemi ve yönteminin doğuşunu sağlamışlardır.
Bu arada, yönetimi ele geçirmeyi ya da yıkmayı amaçlayan örgütler oluşmuştur.
Yeterli güce sahip olmadıkları için gizli çalışmak zorunda kalmışlardır. Yıkıcı
eylemlerle kan dökülmesine yol açmış ama uzun ömürlü olamamışlardır.
Masonluğu olur olmaz suçlamalarla kötüleyenler arasında, mason derneklerini
“politik nitelikli gizli dernekler” ile özdeşleştirenler vardır.
Oysa Masonluk, tarihinin hiçbir döneminde yönetime karşı çıkan ve yıkıcı eylem
düzenleyen bir gizli örgüt niteliği taşımamıştır. O tür kuruluşlardan bazılarının
Masonluğu kendisiyle özdeş gibi gösterme çabasına giriştiği hatta bunda başarılı
olduğu görülmemiş şey değildir.
Ancak bu istisnalar Masonluğu bir gizli örgüt olarak nitelemeyi haklı çıkarmaz.
Masonluk ezoterik nitelikli bir kurumdur ve bu açıdan düşünsel kökeni eski
kaynaklarda aranabilir.
  

Günümüzdeki Masonluğun Antikçağdaki eski kaynakları, insana ve insanlığa


yararlı olmaya çalışan kurumlardadır. Bu tür kurumları üç gruba ayırabiliriz:
a) Dinsel amaçlı ya da nitelikli kurumlar;
b) Bilimsel amaçlı ya da nitelikli kurumlar;
c) Meslek ya da zanaat ve sanat örgütleri.
Günümüzde basit ve kolay gibi görünen bu ayırımı eski çağlardaki kurum ve
örgütler bakımından yapabilmek zordur. Çünkü tarihteki hiçbir kurum, “salt
dinsel”, “salt bilimsel” ya da “salt mesleki” olmamıştır.
Dinsel nitelikli olanlar bir felsefî eğilim de göstermiş, birçoğu gizemci (mistik)
bir nitelik taşımıştır.
Bilimsel nitelikli kurumlar, meslek ve sanat örgütleriyle de sıkı ilişki kurmuş,
felsefeyle ilgilenmekten de geri kalmamıştır.
Meslek ve sanat örgütleri de uğraşılarında başarılı olabilmek ve becerilerini
geliştirebilmek için öncelikle bilime dayanmak gereksinmesini duymuş ama
hiçbir zaman salt mesleki alanda kalamamış, beri yandan kendilerini dinsel inanç
ve kurumlardan hiçbir zaman uzak tutamamışlardır.

139
ESKİ KAYNAKLAR
Masonluğun ilkeleriyle de bağdaştırarak, şöyle bir şema kurabiliriz:

Bu aşamada «Bir gizli örgütün ezoterik nitelikli kurumdan farkı nedir?» diye
sorabilirsiniz.
Daha önce ezoterik çalışan bir kurumun özelliğini belirtmiştik. Demek ki bir de
gizli örgütü güzelce betimlemek gerekiyor.
Gizli örgüt kavramını şöyle tanımlayabiliriz: “Amaçları ve ilkeleri açıkça ortaya
konmayan, nerede ve nasıl çalışma yaptığı bilinmeyen, üyelerinin kimliklerini
açıklamayan, bilinen hiçbir otorite tarafından denetlenemeyen hatta varlığının
bile duyurulmasından özenle sakınılan kuruluş”.
Gizli örgüt kavramının bu tanımı, onun ezoterik nitelikli bir kuruluş ile aynı şey
olmadığını gösterir. Çünkü ezoterik bir kuruluşun saklı tutulan yanları, sadece
çalışmalarının kapsamı ile öğretiminin içeriğidir.
Bununla birlikte tarihte bazı ezoterik kuruluşlar, ortamın elverişsizliği ya da
zorlamasıyla bir gizli örgüt kimliğine bürünmüştür.
Öte yandan bir gizli örgütün herhangi bir öğretiminin ve derecelerinin bulunması,
kullandığı bazı kavramları simgeler ile yansıtsa da özdeyişler ve alegoriler
kullanması gerekli değildir. Tersine, bir öğretisi ya da doktrini varsa, bunu açık
seçik bir şekilde, yorum ya da farklı değerlendirmelere olanak tanımayan bir
biçimde verir.
  

Dedik ya, zaman zaman Masonluğun bir gizli örgüt olduğu ileri sürülmüştür.
Bunun nedeni ya ezoterik sistemin ne olduğunun bilinmeyişi ya da ön yargılı ve
art niyetli olarak bilmezlikten gelinip, bir aldatmaca yapılmasıdır.
Masonluğun bir gizli örgüt olması olanaksızdır çünkü bu, her şeyden önce
evrensel amacına ve ilkelerine ters düşer. Nitekim tarih boyunca mason
kuruluşları, zorunlu kalmadıkları sürece kendilerini gizlememiştir.

140
ESKİ KAYNAKLAR

Ezoterikliğin Tanımı
Burada önceden belirtmiş olduğumuz bazı noktaları tekrar edeceğiz. Bu kitabın
kapsamında her şeyin tek bir kez yazılıp geçilmesini beklemeyin; tekrarından
sıkılmayın. Çünkü ayrı ayrı başlıklar ve bölümlerde, önemli olan bu hususların
farklı tümcelerle tekrar edilmesi söz konusu olabiliyor.
«Bunları zaten biliyorum.» diyorsanız, okumayıp geçebilirsiniz. Fakat okursanız,
belki satır aralarında önceden bilmediğiniz şeyler yakalayabilirsiniz.
  

Sözlük anlamı bakımından ezoterik, “dışa kapalı ve kendi içine dönük” ya da


“apaçık olmayan” demektir. Türkçede aynı anlamda olmak üzere “içrek” terimi
de kullanılır. Eskiden “batınî” denirmiş.
Etimolojisi bakımından Yunancadaki “esoterikos” sözcüğünden alınma olan bu
sıfat, bir topluluk ya da bir örgütü, bir yöntem ya da sistemi, bir yazı ya da
konuşmayı nitelemek üzere kullanılabilir.
Bunun karşıtı “ekzoterik”tir; “herkese açık olan” anlamına gelir. Eski dildeki
karşılığı “zahirî”dir.
«Öz Türkçede bunun karşılığı ne olur?» diye sorarsanız; herhalde “dışrak”
dememiz gerekir ama bu dilimizde hiç kullanım bulmamıştır.
  

Ezoterik sistem ya da dizge anlamında olmak üzere “ezoterizm” teriminin de


kullanıldığını görebilirsiniz.
Şimdi belki «Bu durumda o bir doktrin olmaz mı?» diye sorabilirsiniz.
Hayır. Kimileri “izm” ile sonlanan her terimin bir doktrin olduğunu ileri sürer.
Oysa doktrin ile hiç ilgisi olmadığı halde “izm” ile sonlanan terimler de vardır.
Ezoterik bir kuruluş, bir topluluk, bir örgüt ya da bir dernek, kendine özgü bir
çalışma yöntemi ve öğretimi olan fakat üyesi olmayan kimseleri çalışmalarına
almadığı gibi, öğretimini kendi üyelerinden başkasına açmayan bir kurumdur.
Böyle bir kurumun bu niteliği, onun “gizli” olmasını gerektirmez. Çünkü varlığı,
amaçları, ilkeleri, üyelerinin kimliği, çalışmalarını nerede ve nasıl yaptığı ya bilinir
ya da öğrenilebilir. Gizli olarak nitelenebilecek tek bir yanı vardır. O da
üyelerinin kendi aralarında yaptığı toplantılarda görüşülenler ile bu kişilerin
edinmesi sağlanan eğitim ve öğretiminin ayrıntılarıdır.
Masonluk da ezoterik bir kurum olduğuna göre, aklınıza şöyle bir soru gelebilir:
«Masonluğun öğretimi kapsamında, salt masonlara anlatılan ve öğretilen ama
başkalarına söylenmeyen şeyler nedir?»
Herhangi iyi bir kitapçıdan alabileceğiniz birkaç kitapta yer alanlardan başka bir
şey yoktur. Hatta o kitaplarda Masonluktaki öğretimin kapsamında olanlardan çok
daha fazlasını bulabilirsiniz. Bunlardan çeşitli alıntılar yapılmış, Masonluğun
amaç ve ilkeleriyle uyumlu bir biçimde özetlenerek, ritüellere yerleştirilmiştir.

141
ESKİ KAYNAKLAR

Ezoterik Sistemin Özellikleri


Ezoterik sistemde çalışan bir örgüt ya da kurumu tasarımlayalım.
a) Üyeleri seçilerek, incelenerek, haklarında soruşturma yapılarak, birtakım
sınama evrelerinden geçirilip uygun oldukları belirlenerek alınır.
b) Öğretim, bilgi ya da beceriler topluca değil yavaş yavaş ve azar azar, bir
aşamalar silsilesi içinde yani derecelere bağlı olarak verilir.
c) Gerek ilk girişte gerekse daha sonraki aşamaların edinilişinde, bir ritüelik
tören uygulanır. İlgili aşama ya da derecenin öğretiminin büyük bölümü de
bu törende yer alır. Hemen kavranamayabilir; dikkatle yeniden incelenmesi
hatta tekrarlar gerektirir.
d) Öğretim, açıkça ve doğrudan değil simge ve özdeyişler kullanılarak, bazı
zaman sezdirilerek ya da alegorik öyküler aracılığıyla yani anlatılacak olan
şeyi doğrudan değil, ilk bakışta asal konuyla ilgisiz gibi görünen bir başka
örneğe bağlanarak, ardından bir ders çıkarılması gereken belki gerçek belki
kurgusal bir öyküyle iletilir.
e) Üyelerin, kendilerine öğretilen ve gösterilenleri ağız sıkılığıyla birer “sır”
gibi saklı tutması, aralarında kardeşçe bağlılık oluşturmaları öngörülür.
f) Üyeler yalnızca eğitim ve öğretim görmekle kalmaz. Bir öğrenme disiplini
edinir ve bununla hem kendi kendilerini yetiştirir hem de topluluğun diğer
üyelerinin de eğitimine katkıda bulunur.
Ezoterik Sistemin Tarihçesi ve İşleyişi
Ezoterik sistem, insanın doğanın gerçeklerini anlamaya çalışması ve doğa yasaları
üzerinde kafa yormaya girişmesi kadar eskidir. Düşünüleri gelişmiş aydınlar,
insanlara umut verme ve korkutma yoluyla kabul ettirilmiş olan ilkelerden
çoğunun akıl verileri ve gerçekler ile bağdaşmadığını görünce, doğru olduğunu
bildiklerini ortaya koyma çabasına girişmiş, ancak halkın çoğunluğu bunları
anlayamamış hatta tepkiyle karşılamıştır. Kimileri de bunları kendi çıkarları
uğruna ve kötüye kullanmaya yönelmiştir.
Bu durum, doğruların ve gerçeklerin araştırılıp aktarılmasında, sır saklamanın
insanlık için daha yararlı sonuçlar sağladığını ortaya koymuştur. Hiçbir önleme
başvurmaksızın bilimsel ve akılcı gerçekleri insanlığın yararına sunmaya kalkışan
birçok kimse, toplumlarındaki bilgisizlik ve bağnazlık nedeniyle ya da egemen
çevrelerin bunların kendi çıkarlarını olumsuz yönde etkileyebileceği korkusu
üzerine, kötülenmiş ve hor görülmüştür. Birçoğu saldırıya uğramış, yakalanıp
zindana atılmış, işkence altında kalmış hatta bu yolda yaşamını yitirmiştir.
Dolayısıyla, yeni düşünüler ile bilimsel ve akılcı gerçeklerin inançlara ya da
kanıksanmış ilkelere aykırı düşmesi durumunda, sadece bunları kavrayabilecek
bir kapalı topluluk içinde incelenip irdelenmesi zorunlu olmuştur. Bu durum,
günümüze gelinceye dek sürmüştür. Günümüzde de sürmektedir.
  

142
ESKİ KAYNAKLAR
Ezoterik sistemi benimseyerek uygulayan kurum ve kuruluşlardan bazıları,
öğretimi kapsamındaki bilgi ve bulguları yalnızca kendi üyelerinin almasını
öngörür.
Bazılarıysa bununla yetinmez; harici toplumu ve insanlığı da gözetir; ancak
yeterli ve uyumlu bir ortam sağlanmadıkça, bunların gelişigüzel bir şekilde ortaya
serilmemesini daha yararlı hatta zorunlu bulur.
Şimdi soracaksınız: «Bu durumda, söz konusu bilgilerin topluma ve insanlığa
mal edilebilmesi gecikmeye uğramaz mı?»
Evet, uğrar. Fakat bu gecikmeyi göze almak gerekir. Çünkü böylece bilgilerin
daha sağlam ve köklü bir şekilde benimsenmesi sağlanır. Bu ise çoğu kez ilgili
insanların yaşam döneminde tümüyle gerçekleşemez. Belki pek azı topluma mal
olur; gerisi ezoterik nitelikli kurumun bünyesinde saklı kalır. Kuşaktan kuşağa
aktarılır ve toplumsal ortam elverişli oldukça açığa çıkarılır.
Sistemin işlevi, ilgili kurumun ileri gelenlerince bilinenlerin bunları bilmeyenlere
öğretilmesiyle sınırlı kalmaz. Yapılan çalışmanın kapsamında bireyler arasında
uyumlu ve sürekli bir dayanışma öngörülür.
Birey öğrenmenin yanı sıra çalışır, inceler, araştırır. Önceki bilgiler hepsinin
katkısıyla genişletilir, derinleştirilir, yenilenir ve geliştirerek olgunlaştırılır.
  

Eğer bir kurum ya da kuruluşun öğretimi, içinde bulunduğu toplumu oluşturan


geniş halk tabakalarının kanılarıyla çatışmıyorsa, inançlara aykırı düşmüyorsa,
kanıksanmış bir dünya görüşüyle aynı paraleldeyse, toplumun yaşam düzeni ve
anlayışıyla çelişmiyorsa yani hiçbir değişiklik ya da yenilik getirmiyorsa; ezoterik
sisteme gerek yoktur. Belki sıradan bir kişi bu öğretimi temel bilgi birikiminin
yetersizliği nedeniyle anlayamayabilir ama yadırgamaz. Egemen güçler de bunlar
hiçbir değişiklik getirmediği ve kendilerini rahatsız etmediği için karşı çıkmaz.
«Keşke öyle olsa!» diyesimiz gelir çünkü genellikle ortam bunun tam tersidir.
Ezoterik nitelikli bir kurumun öğretimi toplumdaki çoğunluğun öteden beri
kanıksadığı eğilimlerle çatışır; inançlara da aykırı düşer. Ortaya konulan dünya
görüşü, yürürlükteki yaşam düzeni ve anlayışıyla çelişkilidir; değişiklik ve
yenilikler önermektedir.
  

Sıradan bir insan din, bilim ve sanat ile ilgili konularda yanılgı ve yanlışlarını
giderme çabasına girişmez. Aksine, doğru olduğunu sandığı şeyleri koruyup,
bunları sarsabilecek türden olanlara tolerans gösteremez. Hele konu akıl yoluyla
kavranması gereken bir bilgiyi içeriyorsa, bunun kırpıntısının bile inançlarıyla
çatışmakta olmasına dayanamaz; tepki gösterir. Karşı çıkmazsa, dünyasının allak
bullak hale geleceğini hatta yıkılacağını, kıyamet kopacağını sanır.
İnsanların çoğu bu dünyanın gelip geçici ve yalancı olduğu, asıl yaşamın ölümden
sonra “öteki dünya”da sağlanacağı inancına kapılmıştır. Dünya nimetlerinden
yararlanıp insanca yaşamaktan yoksun edilmişlerdir.

143
ESKİ KAYNAKLAR
Sıradan insana sınırlar konulmuş, bunun ötesine geçmesi “yasak” ve “günah”
kavramlarıyla engellenmiştir. Ancak işte o “sıradan insan”, her şeye karşın bu
dünyada ve bu koşullar altında yaşamaktan hoşnuttur.
Bu olgu ezoterik sistemi zorunlu tutmakta, önemini artırmaktadır.
Bilimsel ve akılcı bilgi, ortam yeterince elverişli olana dek saklı tutulmayı,
sadece bunları anlayıp sindirebilecek olanlara verilmeyi gerektirir. Elverişli
ortamın oluşması durumunda ise bilginin saklı tutulmasına gerek kalmayacaktır.
Üstelik o zaman bilgi kendiliğinden açılarak topluma ve insanlığa mal olacaktır.
Hiçbir ezoterik kurumun gücü bu olguyu engellemeye yetmez.
Ezoterik sistemin temel kurallarından biri uyarınca şöyle bir söz edilir:
“Bilgi, ancak yeterli düzeyde anlayış ve yetenekleri olan ve bu yolda
ilerleyebilme özelliği gösterenlere verilmelidir.”
Bilginin başkalarına verilmesinden özenle sakınılması gerekir. Çünkü bunun
yanlış değerlendirilmesi, belki tepkiyle karşılanması, belki anlayamayan kişiye
zarar getirmesi, belki de kötüye kullanılması söz konusudur. Sonuç ille de böyle
olmayabilir ama böyle olması göze alınamaz.
Ezoterik sistemin bir diğer temel kuralı da şöyledir:
“Bilginin tümü topluca verilmemelidir.”
Bilgiyi alması öngörülen kişi, belli düzeylerde sınanmalıdır. Daha ileriye gitme
yeteneği olup olmadığı araştırılarak anlaşılmalıdır.
Töresel nitelikli bilgiler açık ve kesin bir belirginlikle verilmemelidir.
Bilgiyi alan kişi de kendisine öğretilenlerle yetinmemelidir; salt öğrenmekle
kalmamalı, birbirleriyle bağlantısız bilgilerini birleştirerek olgunlaştırmalı, bunları
başkalarına aktarmalı, böylelikle bir genel yarar sağlamaya hazırlanmalıdır.
Din bağnazları (yobazlar), herhangi bir ezoterik kurumun üyelerini “tanrıtanımaz”
ya da “sapkın” olmakla suçlar. Çünkü onların indinde öncelikli olan birtakım
inanç ilkelerinin duyumsama ya da akıl kullanılarak anlaşılması kabul edilemez.
Bu nedenle, ezoterik sistem bilim ve sanattan önce din alanında yerleşmiştir.

HERMETİZM

Eski Mısır’da HERMES adı verilen varsayımsal bir


kişinin ardından kurulmuş olan öğretiye Hermetizm
denmiştir. Ezoterik sistemde çalışmayı zorunlu tutan
antik öğretiler arasında ayrıcalıklı bir yer tutmuştur.
Bazı kaynaklara göre Hermetizmin başlangıcı MÖ
3000 yılına kadar uzanır. Bazı kaynaklarda ise daha
yakın tarihler verilir. Hermes’in tam olarak ne zaman
yaşadığı hatta böyle bir kimsenin sahiden yaşamış olup
olmadığı kesin olarak bilinmemektedir.

144
ESKİ KAYNAKLAR
Eski Mısır’ın çok ünlü bir varsayımsal bilgin ve düşünürü olan Hermes, Eski
Mısır inançlarında “Thot” olarak anılan kişidir. Tevrat’ta adı “Hanok” olarak
geçen ve Hz. Nuh’tan önceki üçüncü kuşak olan “Enoş” (İslâm dininde İdris) ile
bir tutulduğu da olmuştur.
Bazı kaynaklarda iki ayrı Hermes’ten söz edilir. Biri yukarıda sözü edilen
Hermes ile özdeşleştirilir. İkincisinin MÖ 1100 yılı dolaylarında yaşamış olduğu
söylenir.
Bu ikinci Hermes, Antik Yunan’da “Ermis Trigmegiste”, Antik Roma’da ise
“Mercure Trismegistus” (Üç Kez Bilgin) olarak anılmıştır.

Hermes ile ilgili bir diğer kurama göre, aslında bu adı taşıyan “tek bir kişi”
yoktur. Eski Mısır tarihi boyunca Hermetik kurumların önderi olan birçok kişinin
hep Hermes adıyla anıldığı söylenir.
  

Kimi eski tarihçiler Hermes’in 42 kitabının olduğunu yazmıştır. Dendiğine göre


bunlardan bazısı Tanrı ve din konularını, bazısı Hermetizmin törenleriyle ilgili
ritüellerini, diğerleri ise çeşitli bilim dallarına ilişkin bilgileri içerir.
Bu kitapların hiçbiri günümüze gelememiştir. İskenderiye Kütüphanesi’nde
toplanmış olup, bu kütüphanenin MÖ 47 yılında yanmasıyla birlikte yitirildiği
söylenir. Bu da kitapların yitiriliş nedenini açıklayabilmek için uydurulmuş
izlenimi vermektedir çünkü o zamana kadar çoktan bu kitapların el yazması
kopyalarının çıkarılmış olması, bunların başka yerlerde bulunması gerekir.
Dolayısıyla, Hermes hakkında her ne söylenmişse, buna kuşku ile bakılabilir.
Bizim açımızdan ise, bu tarihsel kişinin kendisi, yaptıkları ve yazdıkları değil,
onun kurmuş olduğu benimsenen ezoterik sistem yani Hermetizm önemlidir.
Hatta bazı kaynaklarda Masonluğun bir “Hermetik sanat” olduğu belirtilerek
tarihsel kökeninin Hermetizme dayandığı ileri sürülür.

145
ESKİ KAYNAKLAR

Hermetizmin Doğuşu
Bazı eski el yazması belgelerde, Hermes ile ilgili olmak üzere efsane gibi bir
öykü anlatılır. Bu öykünün yazımında Tevrat’ın ilk bölümünden esinlenilmiş
olduğu bellidir ama bu Tevrat’ta anlatılan öykülerden biri değildir.
Şimdi bu öyküyü özetleyelim:
“Hz. Nuh’un dört üvey kardeşi vardı. Erkek kardeşlerinin adları Yabal, Yubal
ve Tubal-kain, kız kardeşinin adı ise Naama idi.
Üç erkek kardeş, tufandan önce tüm bilimlerin temelini oluşturan Yedi Bağımsız
Bilim ve Sanat’ı keşfetmişti. Kız kardeşleri, bunlardan yararlanıp dokumacılığı
oluşturmuştu.
Yakında geleceğini bildikleri tufandan sonra yitirilmemesi için; biri ateşte
yanmayan mermerden, diğeri suda batmayan bir hafif taştan (kimilerine göre içi
boş olmak üzere madenden) iki sütun yaptılar. Tüm bilgilerini bu iki sütunun üzerine
işlediler.
Yüzyıllar sonra Hermes, bu iki sütundan birini bularak Yedi Bağımsız Bilim ve
Sanat’ı öğrendi. Çağında, bu bilim ve sanatların üstadı oldu. Gerek bilimsel
gerekse töresel nitelik taşıyan öğretisini bunun üzerine kurdu.”
Hesapça, bu öyküde sözü edilen kişi, MÖ 1100 yılı dolaylarında yaşamış olduğu
ileri sürülen Hermes’tir. Öyle olmazsa, dinsel kaynaklarda yer alan benimseyişler
uyarınca tufanın oluştuğu tarih ile Hermes’in yaşadığı varsayılan daha eski
dönem arasında kronolojik çelişki doğar.
Ancak bu efsane, Eski Mısır’ın Hermetik kurumlarının o tarihten en az bin yıl
hatta daha eski oluşunu açıklayamamaktadır.
Bu bağlamda akla yatkın bir açıklamanın yapılabilmesi için, tufanın mutlaka
daha eski bir tarihte oluşmuş bulunması gerekir. Bilimsel bulgular ve Sümer
yazıtlarından çıkarılmış olan bilgiler de bunu doğrulamaktadır.
O zaman da Hz. Âdem’in yeryüzüne indiriliş tarihi olarak benimsenen MÖ 4000
yılının çok daha geriye alınması gerekir. Bu ise, Tevrat’taki soy ağacı anlatımını
ve insanın ilk atalarının varsayımsal yaşam sürelerini çelişkiye düşürür.
Çelişki varsa doğrunun ortaya konulması, yanlışların ve kronolojik farkların
giderilmesi gerektiği düşünülebilirse de bu iş pek o kadar kolay değildir. Çünkü
önemli göksel dinlerin temel öğeleri bu öyküler üzerine kuruludur. Bunların
düzeltilmesine kalkışılması, dinlerin dogmalarını zedeler.
Geç kalınmıştır.
Bundan sonra yapılabilecek tek şeyin, yetkili din adamlarının bu bağlamdaki
yorumlarına inanmak, gerçeği onların anlattığı gibi benimsemek olduğu kabul
edilmiştir.
Fakat konu Hermetizmin doğuşu olunca, bunun ille de bu öyküye dayanması da
zorunlu değildir. Eski Mısır’ın dinsel inançları, çok daha eski tarihlere uzanır.
Hermetizmin de o inançların uygulamasından kaynaklandığı söylenebilir.

146
ESKİ KAYNAKLAR

Hermetik Öğreti
Hermetizmin öğretisel özelliklerinden bazıları kısaca şöyledir:
 Özdek (madde) karanlık ile özdeştir. Işık ise ruhtur. Aydınlık ruhtadır.
Yeryüzündeki yaşam, ruhun özdekle savaşından oluşan bir sınav evresidir.
Eğer ruh bu sınavı kazanamazsa, karanlığa tutsak düşer ve varlığını yitirir.
Sınavı kazanan ruh ise göğe yükselir ve ölümsüzlüğe ulaşır.
 Ruhu ölümsüzlüğe götüren, dünya sınavında buyrultuya dayanıp gücünü
kullanarak, acı çekerek elde ettiği bilinçtir.
 Hiçbir düşünce Tanrı’yı resimlendiremez. Tanrı, hiçbir dil ile tanımlanıp
betimlenemez. Çünkü cisimle ilgisi olmayan, biçimi üzerinde her türlü
düşüncenin geçersiz olduğu bir kavram, insanın duyularıyla anlaşılamaz.
Sonsuz olan, zaman gibi kısa bir ölçüye gelmez.
 Nitelenmesi olanaksız Tanrı, seçtiği kullarından kimisine, kendi yüce
olgunluğundan birtakım görüntülere erişebilmeleri için, doğal olanakların
üstüne çıkma yeteneğini verebilir. Bu seçkin kişiler, gördüklerini halk diliyle
anlatacak sözcük bulamaz. Dolayısıyla nedenlerin nedeni her zaman saklıdır.
 İnsan ruhunun derinliklerinde taze bir biçimde bulunan niteliklerin ortaya
çıkabilmesi için, insanın üstün düzeyde eğitim görmesi gereklidir. Sürekli bir
çabayla ve bireysel buyrultunun kullanılmasıyla, insan evrenin güçleriyle ilişki
kurabilir. İnsanın uğraşıyla elde edebileceği başarının sonu yoktur. İnsan,
kendini vererek yürüttüğü yılmak bilmez bir uğraşı sonucunda tanrısallığa
bile erişebilir.
 Ateşe, suya, toprağa karşı dayanıklılık gösterebilen insan, özvarlığına da
egemen olabilmelidir. Ruh ve bilgi evreninin yüce aşamalarına ulaşmayı
öngörüyorsa, duygularının şaşırtmalarını aşabilmeli, özdeğin tutsaklığına
düşmekten kendini koruyabilmelidir.
Hermetizmin özet seçmelerini verdiğimiz temel öğretisi, karmaşık simgeler ve
astrolojik alegorilerle anlatılır.
Öğretinin kökeninde, o çağın yaygın çok tanrıcı (politeist) ortamı içinde bir tek
tanrıcı (monoteist) görüş belirir. Ancak bu tek tanrıcı görüş, aynı anda kamu
tanrıcı ya da doğa tanrıcı (panteist) bir nitelik de taşımaktadır.
İnsanın her yönden olgunlaşıp yetkinleşmesi yoluyla Tanrı’ya yaklaşabileceği
inancı, diğer tüm gizemci (mistik) öğretilerden önce Hermetizmde yer almıştır.
Hermetizmin temel öğelerinden biri olan “ışık-karanlık diyalektiği”, çağlarca
birçok din ve inanç sistemi için de bir asal esinlenme kaynağı olmuştur.
Nitekim günümüzdeki Masonluğun tarihsel kökeninin Hermetizme kadar
uzandığının belirtilişi bundan ileri gelebilir.

147
ESKİ KAYNAKLAR
Hermetizmin temel benimseyişlerinden biri uyarınca, zihinleri gelişmemiş
kimseler, gerçekleri ya anlayamaz ya da kaldıramaz. Özeleştirisini yapamayan
bir kişinin de gerçeklere ulaşma şansı yoktur. Bireysel istek ve tutkularından
sıyrılamayıp kötülüklerin tümünden arınamamış olanlar gerçekleri elde edecek
olursa, bunları yanlış ve zararlı uygulamalarda kullanır. Hem bedensel güçleri
hem zihinsel sağlıkları yerinde olmayanlar, gerçekleri araştırma yolundaki uzun ve
zorlu girişimlere katlanamaz, başarılı sonuçlar elde edemez.
Bu nedenlerle, Eski Mısır’da Hermetizmin beşiği olan tapınaklarda eğitim görecek
kişilerin gerek zihinsel, gerek töresel gerekse bedensel bakımdan üstün
yeteneklerinin bulunması, bunları yerinde ve zamanında kullanabilmesi için sıkı
bir eğitimden geçirildiği anlatılır.
Nitekim aşağıda anlatacağımız inisiyasyon yönteminin gerekçesi de budur.
Hermetik İnisiyasyon
Çağlar boyunca, ezoterik kurumlardan birçoğu Hermetizmden gerek öğretim
kapsamı gerekse adayların inisiyasyonunda uyguladığı yöntem bakımından hayli
esinlenmiştir. Buna karşın Hermetik inisiyasyon, ayrıntıları bilinen çeşitli eski
inisiyasyon yöntemleri arasında en ağır ve en zorlu olanıdır.
Bu inisiyasyonun nasıl yapıldığına ilişkin bilgiler, Eski Mısır papirüslerinin ve
çoğu tapınakların koridorlarına yer yer işlenmiş olan rölyeflerinin incelenmesi,
sonra bunların Eski Yunan kaynaklarında yer alan bilgilerle karşılaştırılması
sonucunda çıkarılmıştır.
Bu konuya değinen birçok kaynakta, âdeta adayın başından geçen bir serüven
öyküsü gibi anlatılır. Bunu birçok kitapta, bu arada Orhan Hançerlioğlu’nun
“Düşünce Tarihi” adlı kitabında da bulabilirsiniz. Ancak anlatımlar arasında yer
yer farklar da vardır; bu pek doğaldır.
Aşağıda bu konudaki bir derlemeyi elden geldiğince özetleyeceğiz. Bunu daha önce
bir yerde okumamış ya da dinlememişseniz, baştan sona okumanızı öneririz.
Tapınağa katılarak rahip olmak isteyen aday hakkında önce bir soruşturma
yapılırdı. Herhangi bir olumsuz bilgiyle karşılaşılmazsa, tapınağa çağrılan aday,
ağır ve pis işlerde çalıştırılarak isteminden caymasına uğraşılırdı.
Aday, hiç yakınmadan buna dayanırsa, sınavların başlayacağı yere götürülürdü.
Bir demir kapının önünde, eğer buradan içeriye girecek olursa bir daha geriye
dönemeyeceği belirtilirdi.
İçeriye girmek isteyen adayın eline bir yağ kandili verilir, karanlık bir labirentin
içine sokulurdu. Dizlerinin üzerinde sürüklenerek ilerleyebildiği, tehlikelerle dolu
bu labirentte, ne yapacağı, yolunu nasıl bulacağı söylenmezdi. Labirentin öteki
ucundaki demir parmaklıklı kapıyı bulursa, orada birinin gelip bu kapıyı açması
için saatlerce beklemesi gerekirdi. (Mısır’ın güneyinde Edfu ile Assuan arasında
yer alan Kom Ombo Tapınağı’nda, bu işlerin nasıl yapıldığı anlaşılabiliyor.)

148
ESKİ KAYNAKLAR
Buradan çıkarıldıktan sonra, her yanından alevler fışkıran, zemini korlarla dolu,
fırın gibi bir koridordan geçmesi gerekirdi. Ateş koridorundan çıkar çıkmaz,
bulanık su dolu bir havuzla karşılaşırdı. Bu havuzun dibi batak olduğu için, karşı
yakaya doğru hiç telaşa kapılmadan, ağır ağır yüzmesi gerekirdi.
Bu üç aşamanın herhangi birinde yani labirentte iken, sonra ateşten ve daha
sonra sudan geçerken ne yapması gerektiğini bilemeyen bir aday, orada takılıp
yaşamını yitirmiş olabilirdi. Bu nedenle, havuzdan çıktıktan sonra sınavları
başarıyla geçtiği için kutlanır, dinlenmek üzere yalnız bırakılırdı.
Uyuyup kalan aday, uyanınca karşısında çok güzel bir genç kız bulurdu. Genç
kız adaya, bundan böyle onun hizmetinde olduğunu söyler, onu kendisiyle yatmaya
teşvik ederdi. Ancak bunun için, önce genç kızla karşılıklı içki içmesi gerekirdi.
Aday bu oyuna kanarsa, buyrultusuna egemen olamadığı gerekçesiyle yaşamının
sonuna dek gün ışığını hiç görmeden tapınakta bir hizmetçi olarak çalışmak
zorunda kalırdı. Tersine, bunun bir tuzak olduğunun farkına varır ve genç kızın
teklifini geri çevirirse, bu kez dünya nimetinden yararlanmasını bilmediği için
azarlanır, böyle bir kimsenin tapınağa girmesine onay verilemeyeceği belirtilir,
ancak buradaki gizemleri öğrenmiş olduğundan ötürü de ölüme terk edilmesine
karar verildiği söylenirdi.
Aday, sabaha karşı elleri ve gözleri bağlanıp tapınaktan çıkarılır, çölde ıssız bir
vadiye götürülür, sadece başı dışarıda kalacak şekilde dar ve derin bir çukura
gömülürdü. Gözleri açılır, kızgın güneş altında tam bir gün ve onu izleyen bir
gece boyunca yalnız bırakılırdı. Öncekilere oranla pek basit gibi görünmesine
karşılık, bu sınav adayın aklını yitirmesine neden olabilirdi. Aklı başında kalırsa,
yine mabede götürülür, yine bir süre dinlendirildikten sonra bu kez görkemli bir
törenle karşılanırdı.
  

Sırasıyla hava, ateş, su ve toprak sınavlarını başarıyla geçirmiş olan gence


bundan böyle PASTOFOR denirdi. Onun için artık bedensel değil, zihinsel
acılarla dolu bir dönem başlardı. Girmesine izin verilen koridor ve bölmelerin
duvarlarındaki çeşitli hiyerogliflerden anlamlar çıkarmaya çalışırdı. Hiçbir şey
anlatılmaz, öğretilmezdi. Her şeyi kendi başına anlaması gerekirdi. Bir soru
sormaya kalkışırsa, sadece daha çok çalışması gerektiği öğütlenirdi. Ancak, ne
yapmakta olduğu, nelere ilgi gösterdiği de sürekli olarak izlenirdi.
Pastoforun sınav ertesinde tapınakta yalnız başına bir şeyler öğrenmeye ve ne
olup bittiğini anlamaya çalıştığı bu dönem, yıllarca sürebilirdi. Hiç kimse onunla
doğru dürüst ilgilenmediği için, isyan etmek istediği zamanlar olur ama her şeyi
bırakıp tapınaktan kaçmaya kalkışmanın bir yararı olmayacağını, bunun ölümle
sonuçlanacağını artık çok iyi bilirdi. Dönüp dolaşıp yapabileceği tek şeyin
çalışmayı sürdürmek olduğu kararına varırdı.
Tapınaktaki rahipler, pastoforun neler düşündüğünü, nasıl duygular içinde
olduğunu, kendileri de aynı aşamalardan geçmiş oldukları için gayet iyi bilirdi.
Bir süre sonra pastofor, yaptığı çalışmalardan anlamlı sonuçlar çıkarmaya başlar,
bilgisinin arttığını, düşünme ve değerlendirme yeteneğinin geliştiğini, tapınağa
girmeden önceki düşünüleriyle şimdikilerin birbirine uymadığını fark ederdi.

149
ESKİ KAYNAKLAR
Bu coşku ile çalışmalarını sürdürür, daha hızlı anlamaya, daha çok bilgi edinmeye
başlardı. Sürekli olarak izlenmekte olduğundan, gelişiminin ne ölçüde ilerlemiş
olduğu da bilinirdi.
Yeterli bir düzeye gelmiş olduğu kanısına varılan pastofor, bir diğer törenle
NEOZOR yani yardımcı rahip olurdu.
Hermetizmin asıl eğitimi bundan sonra başlardı. Yıllarca çeşitli evrelerden ve
sınavlardan geçerdi. Artık kendisine açıklamalar verilir, yol gösterilir, daha ileri
bilimsel ve düşünsel çalışmalar yapması için destek olunurdu.
Neozorlar çalışmalarını kardeşçe bağlılık ve dayanışma içinde sürdürür, bir
yandan da tapınağın yeni adaylarının inisiyasyonunu yürütüp, pastoforların
çalışmalarını izlerlerdi. Zaman içinde, Hermetizmin rahiplik derecelerine geçer,
sonunda PROFETA diye anılan dereceyi alabilirlerdi. Bir profeta, sırası
geldiğinde, HİYEROFANT yani tapınağın başrahibi olurdu.
  

Bu kitabın amaç ve kapsamı bakımından Hermetizm üzerinde belki gereğinden


fazla durduk. Ancak burada anlatılmış olanlar size yeterli gelmeyebilir. Daha
fazlasını, özellikle Hermetik öğretinin ayrıntılarını merak etmekte olabilirsiniz.
[Bunun için size Levent Sevsevil’in “Hermetik Gelenek” adlı kitabını önerebiliriz.
Ancak o kitabı piyasada, sahaflarda bile bulmak zor. Üye olunarak girilebilen
masonpedia.com adlı sitede bir kopyası var.]
ANTİK MİSTERLER

Eski çağların ezoterik nitelikli bazı kurumları dinsel


ve gizemci (mistik) öğretiler içerir ve genel olarak
“antik misterler” olarak anılırlar. Buradaki “mister”
sözcüğü, Yunanca “mysterion” teriminden alınma
olup, kısaca “inisiyasyon yoluyla öğrenilmesi
sağlanan ezoterik nitelikli gizem” anlamına gelir.
Antik misterler, hayli derin bir gizemsel nitelik taşırdı. Uygulandıkları kurumlara
girebilmek için, Hermetizmde olduğu gibi zor sınavlardan geçmek gerekirdi.
Önemli ortak özelliklerinden biri şuydu: Adaylar mutlaka önce “hava”, sonra
“ateş”, daha sonra “su”, son olarak da “toprak” sınavından geçirilirdi. Kuruma
alınan kişiye öğretilenler kesin bir ağız sıkılığıyla korunur, hiçbir yere
yazılmazdı. Bu nedenle, bu kurumlar hakkında ancak yüzeysel bilgi elde
edilebilmiş, öğretilerinin ayrıntıları günümüze dek öğrenilememiştir.
Antik misterlerin hemen hepsindeki öğretinin temeli, gizemci nitelikli bir efsane,
bir mit üzerine kuruluydu. Konularının birçok benzerliği vardı. Doğanın
koynunda saklı olduğuna inanılan yaratıcı gizemlerin akıl yolu ile araştırılıp
öğrenilmesine uğraşırlardı. Hermetizmdeki gibi “ışık ve karanlık diyalektiği”
üzerinde de özenle durulurdu. Bu diyalektik düşünce, daha sonraki birçok din ya
da inanç sisteminde, farklılaşmış bir biçimde yer bulmuş, “ikicilik” (düalizm)
kaynağını bu mitlerden almıştır.

150
ESKİ KAYNAKLAR
Bu mitlerde “kötüler” tarafından öldürülen bir önder ya da kahramanın “iyiler”
tarafından gösterilen çabalarla yeniden yaşama kavuşturulması, bundan sonra
ölümsüzleşmesi ya da tanrısallaşması anlatılırdı. Belli zamanlarda bir şenlik
düzenlenir, bu diriliş kutlanırdı. Bu bakımdan, antik misterler bazı dinlerdeki
“ruhun ölümsüzlüğü” inancının da temelini oluşturmuştur.
Antik misterler arasında özellikle şunları sayabiliriz:
a) Hint Misterleri: Asya’nın güneyinde eski Hint inançları (Brahmanizm) ile
bağdaşık olmak üzere oluşturulmuş misterlerdir. Çok tanrıcı (politeist) bir
nitelikleri vardır. Brahma (yaratıcı öğe), Vişnu (koruyucu öğe) ve Siva (yıkıcı
öğe) üçlemesi üzerine kurulmuşlardır. Geçmişi MÖ 2000 yılına kadar uzanır.

b) Mısır Misterleri: Eski Mısır’da geliştirilip uygulanmış olan gizemci öğreti


sistemleridir. Hermetizm ile birçok bakımdan yakın benzerlik gösterir ama
asıl kaynakları doğudadır. Osiris, İsis ve Serapis Misterleri olmak üzere üç
gruba ayrılırlar. Her biri benzerdir ama ayrı bir mit üzerine kuruludur.
İsis-Osiris-Horus üçlemesi, hepsinin ortak özelliğidir.

c) Dionysos Misterleri: Fenike, Antik Yunan ve Batı Anadolu’da görülmüş


olan gizemci öğreti sistemlerinin bir bölümüdür. Öğretilerinin temeli Şarap
Tanrısı olarak bilinen Dionysos’un, Olimpos tanrılarından önceki dev tanrılar
tarafından öldürülüşü, Ana Tanrıça Rhea’nın onlara karşı çıkıp Dionysos’u
arayıp bulması ve yeniden canlandırması üzerine kuruludur.

151
ESKİ KAYNAKLAR
d) Eleusis Misterleri: Antik Yunan tanrılarından Toprak Tanrısı ya da Tarım
Tanrısı olan Demeter’e tapınma ilkeleri üzerine kurulmuş misterlerdir.

e) Adonis ve Attis Misterleri: Doğu Akdeniz ve Güneybatı Anadolu’ya özgü


mitolojik öykülere dayanan misterlerdir.

f) Mitra Misterleri: Antik misterler arasında en önemlisi sayılır. Mitra, eski


İran dinlerindeki Işık Tanrısı ya da Güneş Tanrısı’dır. Bazı kaynaklara göre,
bu misterleri Zerdüşt oluşturmuştur. Kimine göre ise onun yaşamış olduğu
dönemden çok daha eski olmakla birlikte, ilkelerinden esinlenerek değişime
uğramıştır. Yalnızca İran yöresinde kalmamış, batıda Roma’ya kadar
uzanmıştır. Kendinden sonra doğan diğer misterleri etkilemiş ve çoğu için
esinlenme kaynağı olmuştur.

Zerdüşt, evrendeki tüm olayların ve olguların iki karşıt gücün çatışmasından


oluştuğunu ileri sürer. Bunlardan birini Hürmüz (Ahura Mazda ya da Angra
Mainyu) diğerini Ehriman olarak adlandırır. Hürmüz aydınlığı, tüm iyilik ve
olumlu öğeleri içerir. Ehriman da bunların karşısına, karanlık, kötülük ve
olumsuz öğelerle çıkar. Bu ilke, göksel dinlerin “Tanrı-Şeytan ikilemi”ne
benzer.
  

Antik misterler arasında, sadece Mitra Misterleri’nin varlığı Ortaçağ başlarına


kadar sürebilmiştir. Öğretisi Hıristiyanlığın önemli esin kaynaklarından biri
olmuştur.
Bununla birlikte, Roma İmparatorluğu’nda Hıristiyanlık devletin resmî dini
olarak kabul edildikten sonra, Mitraizm’e göz açtırılmayıp bu inanç sisteminin
ortadan kaldırılmasına uğraşılmıştır.

152
ESKİ KAYNAKLAR

PİSAGORCULUK

MÖ 6. yüzyılın ünlü matematikçi ve düşünürü olan


Pisagor’un adı, Batı dillerinde “Pythagoras” şeklinde
yazılır. Türkçede “Fisagor” ya da “Pitagor” olarak
geçtiği görülebilir. Bazı eski belgelerde ona “Naymus
Graecus” (Yunan adı taşıyan biri) denmiştir.
Pisagor, gençliğinde yıllarca Mısır, Mezopotamya ve İran’da kalmıştı. Oralarda,
çoğu gizemci nitelikli birçok ezoterik kuruma girip çıkmıştı. Doğuda edindiği
bilgiler ve bilgelik ile bugünkü Adriyatik Yarımadası’nın en güney ucundaki
Kroton (Crotonne) kentinde kendine özgü ekolünü kurmuştu.
Pisagor, çalışmaları, bulguları ve felsefesi üzerine bir yazılı yapıt bırakmadı.
Bununla birlikte, aritmetik, geometri, müzik ve astronomi başta olmak üzere
çeşitli bilimlere katkıları oldu.
Evrensel oluşumun her bir öğesini sayılara bağlayarak açıklamasıyla, ayrıca
kendine özgü ahlâk kurallarıyla da bilinir. Kurduğu ekol hem bilimsel hem
töresel hem de gizemci bir nitelik taşımış, kendinden sonraki diğer birçok ekolün
esinlenme kaynağı olmuştur.
Pisagor’un çalışmalarının bir bölümü, sonradan, bu ekole girerek çalışmalarda
bulunmuş, “Pisagorcular” (Pythagorasçılar) olarak anılan kimselerce yazılı hale
getirildi.
  

Bu ekolün temel benimseyişine göre, evrenin gerçeklerini anlayabilmek için


önce erdemli bir ruh sahibi olmak gereklidir. Beden öldükten sonra ruh yaşamını
sürdürüp bir başka bedene geçer. Her düşünü ve her kavramın bir sayısal karşılığı
vardır. Doğadaki uyum ve güzellik “sayılar arasındaki bir oranlanma ve
dengelenme” olgusudur. Tanrı, sonsuz sayıyı içeren birliktir. İnsan, en gelişmiş,
böylece Tanrı’ya en çok yaklaşmış yaratıktır.
Pisagor ekolü, iki bölüme ayrılmış bir örgüttü. Bunlardan ilki halka açık bir okul
gibiydi; her isteyen katılabilirdi. Özellikle töresel eğitime ağırlık verilir ama
ayrıntılara girilmezdi. İkinci bölüm ise tümüyle ezoterik nitelikli olup,
Pisagor’un asıl öğretisini içerirdi.
Ezoterik öğretime kabul edilebilecek bir kimsenin, önce halka açık olan eğitimi
yeterli bir süre için izlemesi, bu esnada zaman zaman farkına bile varmadan
geçirdiği sınavlarda başarılı olması, yetenek göstermesi gerekirdi. Birkaç yıl süren
açık eğitim sonunda başarılı görünenlere ezoterik öğretime girmeleri önerilirdi.
Bunu denemek isteyenler, bir hazırlık devresinden geçirilirdi. Adaya, daha önce
duymamış olduğu karmaşık ve korkunç öyküler anlatılır, aklı karıştırılırdı. Sonra,
bulutlu ve aysız bir gecede, yankılı garip seslerin duyulduğu bir kanyona götürülüp
yalnız başına bırakılırdı; “Bakalım sabaha kadar dayanabilecek mi?” diye...

153
ESKİ KAYNAKLAR
Dayanıklılık gösteren adaya, garip matematik problemleri verilerek çözmesi
istenirdi. Örneğin bir daire içine bir üçgen çizilir, buradaki geometrik ilişkiler
sorulurdu. Aday bunu yanıtlayabilirse, bu geometrik şeklin ne anlama geldiğini
anlatması istenirdi. Dolayısıyla, matematik ve geometri üzerinde durulmanın
ötesinde, simgesel anlamlarla felsefe yapmak da öngörülürdü.
İkinci aşamada “yüzey geometri”den “uzay geometri”ye geçilirdi. Bu aşamada
sorular çok daha zor olurdu. Örneğin bir küre içinde yerleştirilmiş on iki yüzlü
bir cismin nasıl olup da evrendeki tüm sayıları içerdiği sorulurdu. Aday buna
benzer problemler üzerinde uzun boylu çalışırdı. Her biri dönüp dolaşıp felsefi
nitelikli bir yoruma bağlanırdı.
Zihin gücü üzerine düzenlenen bu sınavlarda, aslında adayın doğru yanıtları
bulup bulmaması önemli değildi. Asıl önemli olan, olumlu bir bilimsel ve akılcı
düşünme uğraşısını ortaya koymasıydı.
Sabırlı ve yetenekli olduğunu gösteren adaya, sınavlarda başarısız olduğu, bu
yüzden işe yeniden, bu kez bedensel çalışmalarla başlaması gerektiği bildirilirdi.
Yorucu ve küçük düşürücü işlerde çalıştırılır, aç ve yalnız bırakılır, sinirlerini
bozucu davranışlarda bulunulur, durup dururken azarlanır, alaya alınırdı. Kendisi
gibi birer “aday” olduğunu sandığı diğer kişilerle bir arada iken, ötekilerin yanında
ona haksızlık ve hakaret edilirdi.
Tüm bunlara karşın sabırlı, tutarlı ve kendine egemen olmayı bilen aday, artık
Pisagor’un asıl ilke ve öğretilerini içeren uzun süreli çalışma aşamalarına
geçebilirdi. Her aşamada kendisine azar azar ve özet bilgi verilir, çoğunu kendi
çabalarıyla bulup öğrenmesi istenirdi.
Tüm bu nitelikleri nedeniyle, Masonlukta uygulanan çalışma yönteminin
düzenlenmesinde, dolaylı da olsa Pisagorculuktan esinlenildiği anlaşılıyor.
Öklit Ekolü
Artık bu bölümü bitiriyoruz ama Öklit’e değinmeden geçemeyiz. Üstelik
Masonluğun eski el yazması belgelerinde Öklit, Hermes ile özdeşleştirilmiştir.
Tarihte iki ünlü Öklit (Euclid, Euklidies) vardır. Buradaki sözü edilen, MÖ 4.
yüzyıl sonlarında İskenderiye’de bir ezoterik ekol kurmuş olandır.
İskenderiyeli Öklit, Hermetizme dayanan bir öğreti çerçevesinde yetişmiş ve
geliştirdiği bilimsel kuramlarla zamanında “Yedi Bilim’in Üstadı” olarak
anılmıştır. Öğrencilerine özellikle geometri ilkelerini öğretmiştir. Pisagor gibi
o da sadece bir bilim adamı olmakla kalmamış, töresel öğretiyi öncelikli tutan
bir ekol oluşturmuştur.
  

Bu bölüm sona ererken Geometri’nin vurgulanışı dikkatinizden kaçmamıştır.



154
OPERATİF MASONLARIN DÖNEMİ

7
GENEL TARİHÇE ( II )
Ortaçağ ve Sonrası

Antik Çağdaki bilimsel ve düşünsel gelişimin, 4. yüzyıl sonlarında âdeta bir


duraklama dönemine girdiği, bundan yüz yıl kadar sonra da neredeyse olduğu
yere çakılıp kaldığı görülür.
Yaklaşık bin yıl kadar süren Ortaçağ, bilimsel çalışmalar ve felsefesel akımlar
bakımından bir korkulu düş (kâbus) ve yıkım dönemidir. Antik Çağın ezoterik
nitelikli ekollerinden bazıları varlığını sürdürmeye çabalamış ama gerek feodal
rejim gerekse dinsel baskı, tutuculuk ve bağnazlık, bu ekollerin gizlenerek bile
çalışmasına olanak tanımamıştır. Hiçbir ezoterik yanı olmayan, düşünce üretimi
yapmayan, dine ya da egemen güçlere karşı çıkmayan meslek ve sanat örgütleri
bile ortadan kaldırılmıştır.
Önceki ezoterik ekollerden bazıları, varlığını sürdürebilmek için Hıristiyanlığın
egemenliğini kabul etmek zorunda kalmıştır. Bunun sonucunda akılcılık ve
bilimsellikten uzaklaşmış, temellerini dinsel dogmalardan alan bir farklılaşmaya
uğramışlardır. Kilise’nin sürekli ve sıkı denetimi altına alındıklarından, ezoterik
niteliklerini yitirmişlerdir.
Ortaçağdaki bu durum, yürütülmesi pek zor bile olsa, bilimsel araştırmaları ve
felsefeyi durduramamıştır. Ancak artık bilim adamı ve düşünürler, çalışmalarını
bireysel boyutta, aralarında kesinlikle iletişim kuramadan, sınırlı bir düzeyi de
aşmamak zorunluluğu ve dinsel kurumların sürekli denetimi altında çalışmak
zorunda bırakılmıştır.
Antik Çağdan kalma yazılı belgeler ya saklanmış ya da ortadan kaldırılmıştır.
Kopyalama, dehşetli bir denetim ve sansür altına alınmıştır. Sonradan oluşan
ekoller, bu karanlık dönemdeki varlıklarını ancak birtakım dinsel ve gizemci
tarikatların kapsamında sürdürebilmiştir.
Bunlara karşın birçoklarının günümüzdeki Masonluğun tarihteki kökeni olarak
gördüğü Avrupa’daki yapıcılık mesleği ve zanaatı ise korunmuş, Ortaçağın
özellikle sonuna yakın dönemlerinde olağanüstü gelişim sergilemiştir.
  

Günümüzde Batı dillerinde mason sözcüğünün karşılıkları, “taş ya da tuğla ile


duvar ören kişi” anlamına gelir. Başına “özgür” (hür) anlamına gelen bir sıfat
eklenmemişse, masonluk teriminin karşılığı da bir duvarcının yaptığı iş yani
“duvarcılık”, yerine göre “örme duvar” demektir.

155
OPERATİF MASONLARIN DÖNEMİ

«Başına özgür demek olan bir sıfat eklenince anlamı değişiyor mu?» diye
soracaksınız.
Evet, değişiyor; hem de çok. Şöyle:
Daha önceki çağlarda günümüzdeki karşılığı kısaca mason unvanı, genel olarak
mimardan niteliksiz düz işçiye kadar yapıcılık işiyle uğraşan ya da bu işte
çalışan, geçimini bu yoldan sağlayan kişiyi nitelemek üzere kullanılmaktaydı.
13. yüzyılda mesleğe çırak olarak girip, işin inceliklerini öğrenerek ilerleyen, sonra
kalfalığa geçerek ustalığı hak etme yolunu tutan kimselerin unvanlarının başına
“özgür” (hür) anlamına gelen bir sıfat eklendi. Neden ve nasıl eklendiğini bu
bölümün sonrasında göreceğiz.
Böylece bu kimselere, “özgür mason” denmesine başlandı.* (İngilizcede
“freemason”, Fransızcada “franc-maçon”, Almancada “Freimaurer”, diğer dillerde
bunların benzerleri.)
18. yüzyılda Avrupa’da geleneksel yapıcılık mesleği ve zanaatı birliklerinin
varlığı sona erip bunun yerini çağdaş anlamdaki mason örgütleri aldıktan bir süre
sonra, bu iki ayrı tür Masonluk arasındaki farkın belirtilebilmesi bakımından,
öncekilerin örgütü ve uygulamaları için OPERATİF MASONLUK, sonrakiler
için ise SPEKÜLATİF MASONLUK teriminin kullanılmasına geçildi.
  

Operatif Masonluk terimindeki operatif sıfatı, “uygulamaya dönük” ya da


“uygulamadaki” anlamına gelir. Doğrudan ve somut olarak bir iş yapılan, bir
yapıt üretilen Masonluğu niteler. Bu iş binadır.
Spekülatif Masonluk terimindeki “spekülatif” sıfatı ise “düşüncede oluşan” ya da
“düşünsel” demektir. Bu sıfattan türetilen sözcüğün Türkçeye dönüştürülmüşü
olan “spekülasyon”, güncel dilimizde kavramsal bakımdan hayli yozlaştırılmış,
“birtakım gizli tasarımlar oluşturma” gibi bir anlama çekilmiştir. Masonlukta bu
kullanım geçersizdir. Dilimizde mason sözcüğü, hiçbir zaman “duvar ören kişi”,
Masonluk terimi de “örme duvar” anlamına gelmek üzere kullanılmamıştır.
Bu yüzden aslında Türkçede “spekülatif” sıfatının kullanımına da gerek yoktur.
Nitekim dilimizde salt Masonluk, Spekülatif Masonluk ile eş anlamlıdır.
Belki bu terimlerin eski dildeki karşılıklarını da merak edersiniz. Eski yazılarda
Operatif Masonluk için “Amelî Masonluk”, Spekülatif Masonluk için ise “Fikrî
Masonluk” terimlerini görürsünüz. Özgür Masonluk terimi yerine Fransızcadan
dönüştürme “Franmasonluk” terimi yakın geçmişimize dek hayli sık kullanılmış;
mason sözcüğünün karşılığı olarak da “franmason”...

* Türk Masonluğunda “özgür mason” teriminden çok “hür mason” terimi kullanılıyor.
Hatta bu terim Batı dillerindeki karşılıklarına uysun diye bitişik olarak “hürmason”
biçiminde yazılıyor. Ancak bu kitaptaki tercihimiz, güncel dilimize daha uygun olan
“özgür mason” tarzını kullanmak. Hürmason terimini benimseyenler hoş görsün.

156
OPERATİF MASONLARIN DÖNEMİ
Bunların bir de “Farmasonluk” ve “farmason” biçiminde yazılmışları var ama
nereden çıktığı belli değil. Fransızcadan yapılan dönüştürmenin bir yozlaştırılmışı
olabilir. Üstelik bunu masonlardan çok Masonluğa karşıt girişimlerde bulunanlar
kullanmış. (Bu konuyu daha ayrıntılı olarak Türkiye’de Masonluğa karşıt
girişimleri inceleyeceğimiz 18. bölümde göreceğiz.)
  

Günümüzdeki Masonluğun esinlenmiş ve etkilenmiş olduğu eski kaynaklar bir


yana bırakılırsa; çoğu mason yazarlar, bu kurumun genel tarihini iki aşamaya
ayırır. İlki 18. yüzyıl ortalarına kadar süren Operatif Masonluğun tarihi, ikincisi
ise 17. yüzyıl ortalarında başlayan Spekülatif Masonluğun tarihidir. Burada bir
örtüşme söz konusudur; gerek öncekinin bitimi gerekse sonrakinin başlangıcı
kesin ve net bir tarihe bağlanamaz.
Masonik kaynaklarda ne denilirse denilsin, yapıcılık mesleği ve zanaatı insan
topluluklarının barınmak, bir araya gelmek ve dinsel gerekleri yerine getirmek için
bina yapmaya başlamalarıyla birlikte doğmuş sayılabilir. Başlangıçta sadece
gereksinmeyi karşılamayı amaçlayan bu mesleğin uygulamalarında, sonradan
işin içine estetik de katılmıştır. Böylece salt bir meslek ve zanaattan değil, aynı
zamanda sanattan söz edilir olmuştur.

Mesleğin önceleri basit olan uygulamaları, bina boyutları büyüdükçe teknik


çözümleri gerektirmiştir. İşin gerek tekniği gerek estetiği, diğer birçok meslek
ve sanat kuruluşundaki gibi yapıcılıkta da bu işe özgü bilgileri (sırları) saklamayı
zorunlu kılmıştır. Böylece bu meslek âdeta ezoterik nitelikli denilebilecek bir
sistem içinde gelişmiştir.
Ezoterik sistemin meslek ve sanat alanlarına da girişi, ilgili meslek sahiplerinin
ve sanatçıların varlık ve saygınlıklarını koruma gereksinmesi duyup, buna bir
çıkar yol aramalarından ileri gelmiştir. Sonraları bu ezoterik özellik, toplum
içindeki önemsenme düzeyine göre ilgili meslek kuruluşunun üyelerine yer yer
birtakım ayrıcalıklar sağlamıştır. Nitekim 18. yüzyıl ortalarında artık kendilerine
operatif mason denmiş olan bina yapımı mesleği ve zanaatı sahiplerinden her
birinin “özgür mason” anlamına gelen bir sıfatla anılması, böyle bir gelişimin
sonucudur. Tarihte başka hiçbir meslek, hiçbir zanaat, neredeyse tüm halkın köle
sayıldığı bir toplumsal rejim ortamında bu ayrıcalığı elde edememiştir. (Bu
konunun ayrıntılarına gireceğiz.)

157
OPERATİF MASONLARIN DÖNEMİ

YAPICILIĞIN KÖKENİ

Bina yapımına başlanmasının ötesinde, bu işin


tarihte ilk kez ne zaman, nerede ve nasıl bir
meslek niteliği edinmiş olduğu, tarihçilerin
üzerinde bir türlü uyuşamadığı konulardandır.
Kimine göre ilk kez büyük yapılara gereksinme
duyulduğunda başlamış, işin sanat yönüne
sonradan geçilmiştir.
Kimileri bu görüşü pek “romantik” olarak niteler; mesleğin başlangıcını ünlü
Babil Kulesi’nin yapımına bağlar. Bu görüş biraz da dinsel kaynaklıdır.
Bunu “belirsizliklerle dolu bir varsayım” olarak nitelendirenler, Masonluğun
eski el yazması belgelerinden birinde verilen bilgiye dayanarak, bu mesleğin
Eski Mısır uygarlığının ünlü düşünür ve geometri bilgini Öklit (Euklidies) ile
başladığını belirtir.
Kimileriyse, kronolojik çelişkisi nedeniyle buna kesin bir tavırla karşı çıkarak,
çok daha eski olduğunu ileri sürer.
Yapıcılık mesleğinin başlangıcını M.Ö. 10. yüzyılda Kudüs’te inşa edilmiş
olduğu kabul edilen ünlü Süleyman Mabedi’nin yapımına bağlayanlar da vardır.
Bu görüşe karşı çıkanlar, daha önce var olduğu bilinen Dionysos İşçileri adlı
örgütü göstererek, bu mabedin bile o topluluğun Fenike’deki bir kolu tarafından
inşa edilmiş olduğunu ileri sürer.
Masonluğun tarihini ayrıntılı olarak incelemiş olan kimi bilim adamlarına göre ise
bu meslek Roma İmparatorluğu’ndaki Kolejler (Collegia) ile başlamıştır.
Tarihçilerin yanı sıra mason yazarlara gelince... Onların indinde hem Babil
Kulesi, hem Dionysos İşçileri, hem Süleyman Mabedi hem de Kolejler pek
önemli birer aşamadır ve bunlar topluca Operatif Masonluğun tarihinin zincirinde
birbirini izleyen halkalardır.
  

Burada bir soru üretmeniz beklenebilir: «Neden inşaatçılık değil de yapıcılık?»


Operatif Masonluk genel olarak inşaatçılık değildir. Sadece bina inşaatı işini
kapsar. Yol, köprü, kanal, liman, baraj inşaatı gibi işleri kapsamaz; tarihte onlar
farklı bir meslek alanı olmuştur.
Güncel dilimizde bunun karşılığını “bina = yapı” sözcüğünden türetilen yapıcılık
olarak aldık; bu kadar basit. Eski dilde “banîlik” de denilmiş.
Bir de şöyle bir özlü söz var:
“Masonluk yapıcılık demektir.”
Bu sözü istediğiniz anlamda alabilirsiniz.

158
OPERATİF MASONLARIN DÖNEMİ

Dionysos İşçileri
Bu topluluk, M.Ö. 10. yüzyıl dolaylarında, özellikle Batı Anadolu’da, birçok
tapınak ve tiyatro inşa etmişti. Din bilginleri ve sanatçılardan oluşuyordu. Kimi
yazarlara göre asıl kökeni Fenike idi.
Sıkı kardeşlik bağlarının çok önemli tutulduğu bu kuruluşta, Şarap Tanrısı
Dionysos (Baküs) çalışmaların önderi olarak benimsenmişti. Belli zamanlarda
düzenlenen, halkın da katıldığı şenlikler düzenlenirdi.
Günümüzde mason localarının oturumlarından sonra düzenlenen kardeş sofrasının
tarihsel kökeninin Dionysos İşçileri’ne kadar uzandığı söylenir.
Süleyman Mabedi’nin Yapımcıları
M.Ö. 10. yüzyıl ortalarına doğru, Küdüs’te Hz. Süleyman tarafından yaptırılmış
olduğu söylenen bu ünlü fakat varsayımsal tapınak, tüm dinlerde saygı ve
övgüyle anılır. Bunun nedeni, “Tek ve Ulu Tanrı” adına yaptırılmış ilk tapınak
oluşu, o tarihte tüm dinlerin inançlılarına açık olması olarak gösterilir.
Şunu sorabilirsiniz: «Burada bu tapınak neden “varsayımsal” olarak niteleniyor?
Gerçekten yapılmamış mı?»
Yapılmamış olduğunu ileri sürmek yanlış olur. Ancak bir yandan tarihsel bilgiler
bunu doğrulamıyor diğer yandan arkeolojik bulgular bu konuda hiçbir kalıntı
emaresinden söz etmiyor. Aynı yerde daha sonra (MÖ 6. yüzyılda) yapılmış bir
tapınağın izleri var; bunda sorun yok. Fakat Kral Süleyman zamanındaki
tapınağa değinen tek bir tek kaynak var: Tevrat…
Kudüs’te “Ağlama Duvarı” olarak anılan bir eski ve yüksek duvar kalıntısı var.
Yahudiler bunun Süleyman Mabedi’nden kalma olduğuna inanıyor. Bilim ise
aslında MÖ 1. yüzyılda yapılmış ve “Herod Mabedi” diye anılan tapınaktan kalma
olduğunu gösteriyor.
Ancak böyle bir tapınak yapılmışsa, bunun tüm dinlerin inançlılarına açık olduğu
tartışmalıdır. Betimlenen özelliklerine bakılacak olursa, tümüyle Hz. Musa’nın
getirmiş olduğu ilk göksel dinin öğeleriyle donatılmış olduğu görülür.
Bu tapınağın nasıl yapıldığı, Tevrat başta olmak üzere birçok dinsel kaynakta
uzun uzun anlatılır. Günümüzün Masonluğunda “ülkü mabedi” ya da “insanlık
mabedi” olarak dile getirilen simgesel kavramın, tarihteki somut simgesi olarak
benimsenmiştir.
Çırak-kalfa-usta şeklindeki geleneksel derece sisteminin ilk kez bu tapınağın
yapımı sırasında doğmuş olduğu, bunu Fenikeli Sur Kralı Hiram’ın Kral
Süleyman’a göndermiş olduğu ve Hiram Abif olarak anılan bir mimarın
oluşturduğu söylenir. Tevrat’ta ise, bu kişinin adı sadece “yetenekli bir tunç dökme
ustası” olarak geçer. [Bu konuda çok daha ayrıntılı bilgileri Renan Mengü’nün
“Süleyman Mabedi” adlı kitabında bulabilirsiniz. Ancak basılı kitabı piyasada
sahaflarda aramak gerekir.]

159
OPERATİF MASONLARIN DÖNEMİ

Kolejler
Roma İmparatorluğu’nda her esnaf ve
sanatçı birliği “kolej” (collegium) olarak
anılırdı. Olağanüstü ayrıcalıkları vardı.
Kendi yasalarını kendileri yapardı.
Devleti pek umursamaz, ara sıra kafa bile
tutarlardı. Bir ara Roma senatosu bundan
hayli rahatsız olup, bu örgütleri ortadan
kaldırmaya girişmiş, dehşetli tepkilerle
karşılaşınca önceye dönmek zorunda
kalmıştı.
Konuya salt yapıcılık mesleği açısından bakıldığında, Roma İmparatorluğu’nda
“mimarlık”, “taşçılık”, “bina yapımı” ile “yol ve köprü yapımı” işleriyle ilgili
ayrı ayrı kolejler görülür. Operatif Masonluk açısından özellikle “Collegium
Artificum” (Mimarlık Koleji), “Collegium Latomorum” (Taşçılık Koleji) ve
“Collegium Caementarium” (Bina Yapıcıları Koleji) önem taşır. Yol ve köprü
yapımı kolejinin adı da “Collegium Pontificum” olarak geçer.
İmparatorluğun ikiye bölünmesi kolejleri pek etkilememiş ama ardından Batı
Roma da parçalanınca, zayıflamaya başlamışlardı. Ancak bunun asıl nedeni,
genel olarak rejimin giderek değişmekte oluşuydu. Nitekim bu kurumları ortadan
kaldıran asıl etken, Ortaçağ ile doğan ve hızla gelişen feodalite oldu.
Komo Ustaları
6. yüzyılda kolejlerin varlığı tümüyle tarihe karışırken, Mimarlar Koleji’nin
mirasçısı sayılan bir topluluk doğdu. Buna “Magistri Comacini” (Komo Ustaları)
denmişti. Bu topluluk, Ortaçağın sonraki tarihlerinde yeniden güç ve değer
kazanacak olan yapıcılık mesleğinin korunmasını sağladı. Feodal toplum düzeni
çerçevesinde bir tek bu topluluğa İtalya’nın kuzeyindeki Komo Gölü yakınında
bir okul gibi çalışmak üzere izin verilmişti.
Orta Avrupa’da 7. - 10. yüzyıllarda yapılmış olan büyük binaların çoğu Komo
Ustaları’nın yanında eğitim görmüş olanlarca gerçekleştirildi. Kendilerine özgü bir
mimarlık stili ve bir yapı tarzı oluşturmuşlardı. Bu tarz, genelde “Romanesk”
olarak anılmıştır ama kendi içinde birkaç ayrı türü vardır.
Manastırlar
6. yüzyılda kurulmasına başlanan manastırlar, Avrupa’nın hemen her yanında
çeşitli tarikatlar biçiminde örgütlenmişti. Kolejlerden arta kalan ustalardan
birçoğu kendine manastırlarda güvenli bir korunak bulmuştu.
Manastırlar, birçok meslekle, bu arada yapıcılık işiyle de ilgilenmeye girişti.
Katolik Kilisesi’nin desteklediği manastırların etkinliği üzerine, 10. yüzyılda
Komo Ustaları güçlerini yitirdi. Manastırlarda oluşturulmasına girişilen Gotik
Mimarî Stili, yaklaşık altı yüzyıldan beri uygulanan Romaneskin yerini aldı.

160
OPERATİF MASONLARIN DÖNEMİ

TAPINAK ŞÖVALYELERİ

Tapınak Şövalyeleri, Ortaçağda Katolik Kilisesi’nin


gözetiminde oluşturulmuş şövalyelik tarikatlarından
birinin üyeleridir. Türkçede kısaca “Tapınakçılar” ve
Fransızcadan dönüştürüme “Tampliyeler” adıyla da
anılır. Bu kurum, özellikle 12. ve 13. yüzyılların dinsel
ve askeri niteliği bir arada taşımış bir örgütüdür. Ancak
göstermiş olduğu ticari etkinliklerle bir tarikat olmanın
çok ötesine geçmiştir.
Bu kurumun tarihsel bakımdan üç aşaması vardır. Bunlardan ilki 12. yüzyıl
başlarında oluşturulmuş ve 14. yüzyıl başlarına kadar sürmüştür. İkincisi onu
izler ve 17. yüzyıl sonlarına kadar (belki biraz daha fazla) sürer. Sonuncusu ise
19. yüzyıl başlarında doğmuş olup Masonluğa benzer (paramasonik) nitelikli
çağdaş örgütlerden biridir.
Bu tarikatın özellikle ikinci aşaması, bu kitabın 10. bölümünde göreceğimiz
mason ritlerinden bazılarının esinlenme kaynaklarından biri olmuştur. Bu esin
kaynağını birinci aşamaya bağlayanlar da görülür ama o işin içinde aslında
tarihte gizli tutulmuş ve sonradan ortaya çıkarılmış bambaşka bir gerçek vardır.
Bu kitabın 13. bölümünde değineceğimiz “Tapınak Tarikatı” ise Masonluk ile
hiçbir bağlantısı olmaksızın, 14. yüzyıl başında ortadan kaldırılmış olan özgün
tarikatın 19. yüzyılda yeniden canlandığı savını ileri sürmüştür.
«Bu denilenler karmakarışık. Hiçbir şey anlaşılmıyor.» diye yakınabilirsiniz.
Haklısınız. Aslında sıra ile, teker teker anlatılması gereken bir tarihsel olaylar ve
olgular dizisinin üç tümceyle özetlenmesine kalkışılınca böyle oldu. İyisi mi, gelin
şu işin başından başlayalım.
Bu konuya hayli uzun bir yer ayıracağız çünkü günümüzdeki Masonluğun gerek
doğuşunun perde arkası gerekse ritlerinin oluşmasındaki esinlenme kaynakları
bakımından Operatif Masonluktan daha önemli sayılabilir.
  

Tapınak Şövalyeleri Tarikatı’nın özgün olarak kuruluşundaki amacın, 1099


yılında Haçlı ordularının Kudüs’ü ele geçirmelerinin ardından, Hıristiyanların
“Kutsal Topraklar”a hacca gidip dönerken ve orada kaldıkları sırada güvenliğini
sağlamak olduğu söylenmiştir. Ancak bunun sahiden de öyle olup olmadığı
tartışmalıdır; sanki pek değil gibi…
«Madem öyle değil, bunu söyleyen kim?» diye soracak olursanız, söyleyen
kendileri… Orada bulunuşlarını bir gerekçeye bağlamış olmak için.
1118 yılında Kudüs’e varan dokuz şövalye “Pauperes Commilitionis Christi”
(Mesih’in Yoksul Askerleri) adını almıştı. Kudüs Kralı Baudouin II şövalyelere
elinden gelen tüm desteği verdi. 1127 yılında bu topluluk, Katolik Kilisesi’nin
onayı ile “Tapınak Şövalyeleri Tarikatı” adını aldı. Dinsel kurumlar ve Avrupalı
çoğu soylular tarafından olağanüstü boyutta desteklendi.

161
OPERATİF MASONLARIN DÖNEMİ

Katılan şövalyelerin sayısı kısa süre içinde büyük artış gösterdi. Taşınmaz mal
ve nakit bağışlarıyla birdenbire zenginleşiverdiler.
12. yüzyılda Tapınak Şövalyeleri, Akdeniz’in doğusundan İskoçya’ya kadar
uzanan hemen her yerde örgütlendi. Mallarını ve paralarını işletmeye giriştiler.
Varlıklarına varlık kattılar. Katolik Kilisesi’nin tanıdığı ayrıcalıklarla, politik
bakımdan da güç edindiler. Hemen her Hıristiyan ülkesindeki politik etkinliklerin,
üst düzeydeki diplomasinin içinde yer aldılar. Şövalyeler, kuruluşları sırasında
benimsenmiş ilkeleri uyarınca kişisel varlık edinmezdi. Bir diğer deyişle, zengin
olan tek tek şövalyelerin kendisi değil genel olarak örgüttü.
Askerî, politik, ekonomik ve diplomatik güçlerine “bankacılık” denilebilecek bir
işi de eklediler. İsteyenlerin parasını ve değerli taşınır mallarını koruma altına
alır, İskoçya’dan Orta Doğu’ya kadar uzanan karargâhları aracılığıyla para transferi
yaparlardı. Sıkıntıya düşen tüccarlara, soylulara hatta krallara bile borç verecek
düzeye geldiler. Kredi olanaklarından Hıristiyanlar gibi Müslümanlar da
yararlanıyordu. Aralarında ticari uyuşmazlık olanlar, alacağını tahsil edemeyenler,
Tapınak Şövalyelerine başvururdu. Batı dünyasında ticaretle uğraşıp, onlarla
bağlantısı olmayan hiç kimse kalmamış gibiydi.
Tapınak Şövalyelerinin Sonu
1285 yılında Fransa tahtına çıkan 4. Philippe (Güzel Filip) çok hırslı bir kraldı.
Ülkesinin ekonomik sıkıntılarını giderebilmek için bu şövalyelerden borç
almıştı. Onların Paris’te bulunduğu bilinen hazinesinde gözü vardı. Bunun için,
bir entrika çevirerek bu örgütü ortadan kaldırmaya girişti. Bordeaux Başpiskoposu
Bertrand de Goth’un papa olarak seçilmesini sağlayıp, ona 5. Clement adını
verdirdi. Şövalyeleri sapkınlıkla suçlayabilmesi için bir düzen kurdu. 1307
yılında, çoğu Fransa’da bulunan Tapınak Şövalyelerini bir gün içinde tutuklattı.
Tapınak Şövalyeleri, bu komployu önceden duymuştu. Hazineyi gizlice Fransa
dışına kaçırdılar. Kral 4. Philippe emeline ulaşamadı. Şövalyeler Engizisyona
verildi. Bir yandan haksız kazanç elde etmek, diğer yandan Baphomet adlı bir
yalancı tanrıya tapınarak Hıristiyanlığın yerine yeni bir din getirmeye çalışmakla
suçlandılar. Hepsi de işkenceyle suçunu itiraf etmek zorunda bırakıldı ve çoğu
idam edildi. Katolik Kilisesi, tarikatın kapatıldığını ilân etti. Son olarak da
tarikatın o tarihteki büyük üstadı Jacques de Molay 1314 yılında Paris’te halkın
gözü önünde yakıldı.

162
OPERATİF MASONLARIN DÖNEMİ

Tapınak Şövalyelerinin Sonrası


Bu tarikatın ortadan kaldırılmasıyla birlikte Katolik Kilisesi, her yerdeki mal
varlığının kısaca “Hastaneciler” (Hospitaliers) olarak anılan bir diğer tarikata
devredilmesini öngördü. Ancak bu lâfta kaldı ve çoğu ülkelerin egemen güçleri,
Tapınakçılardan arta kalan mal varlığının çoğuna kendileri el koydu. Öyle
yapışlarının kendilerince haklı bir gerekçesi vardı: «Bunları tarikata zaten biz
vermiştik.» dediler.
Fransa kralının düzenlediği komplo ile sadece Fransa’daki Tapınak Şövalyeleri
ele geçirilebilmişti. Kral 4. Philippe öyle sinirlenmişti ki diğer ülkelerdeki
şövalyelerin de yakalanıp cezalandırılması için girişimlerini sürdürdü. Ancak bu
çabalarından elde ettiği başarı pek sınırlı kaldı; aldırış eden olmadı.
Tapınak Şövalyelerinden kimisi Hastanecilere, kimisi Ortaçağın bir diğer askerî
tarikatı olan Alman asıllı Töton Şövalyelerine sığındı. Bazı ülkelerin kralları ise,
kendi ülkelerindeki Tapınakçıları açıkça korudu.
Özellikle daha önce papa tarafından aforoz edilmiş olan İskoçların Kralı Robert
Bruce, Tapınak Şövalyelerine kucak açtı ve onlar için kendi ülkesinde yeni ve
ezoterik nitelikli bir örgüt bile oluşturdu.
Nitekim çağdaş Masonlukta ilk kez yüksek dereceler oluşturulurken, bu örgütün
ilke ve yöntemlerinden de büyük ölçüde örnek alındı. Hatta bazı yazılarda bu
bağlamda bir yanlışlık yapılmış olduğu görülür: Özgün Tapınak Şövalyeleri
Tarikatı’nın da ezoterik bir nitelik taşıdığı ileri sürülür.
Oysa bu bağlamda hiçbir belge, bu iddiayı destekleyecek hiçbir kanıt yoktur. 14.
yüzyıl sonrasında İskoçya’da gelişme gösteren Tapınak Şövalyeleri Tarikatı ile
bağlantılı olmak üzere ise vardır.
Yukarıda “üçüncü aşama” niteliğini takarak sözünü ettiğimiz çağdaş Tapınak
Şövalyeleri örgütlenmesi, bir ucundan Ortaçağın özgün tarikatına âdeta mirasçı gibi
bağlanmış ve bunun bir de belgesi ortaya konmuştur. (Bu konuyu Masonluğa
benzer kuruluşları inceleyeceğimiz 13. bölümde göreceğiz.
  

Tapınak Şövalyeleri Tarikatı hakkında bu kadar bilgi yeter mi?


Bu bölüm Masonluğun tarihiyle bağlantılı olduğundan, burada “özetin özeti”
denilebilecek bir kısa anlatım ile yetinildi.
Bu özet bilgi size yeterli gelebilir.
[Bu konu sizin açınızdan ilgi çekiciyse, daha ayrıntılı bir anlatım okumak
isterseniz şu iki kitap önerilebilir:
1- Bedii Nezih Öz’ün “Tampliyeler” adlı kitabı;
2- “Tapınakçılar Siyonistler ve Masonlar” adlı kitap.

163
OPERATİF MASONLARIN DÖNEMİ

OPERATİF MASONLUK

Yapıcılık mesleği ve zanaatında, öncelikle Benediktin


Tarikatı’nın manastırlarında doğan Gotik Mimarî Stili,
yaklaşık yedi yüzyıl boyunca Avrupa’nın en önemli
tarzı oldu. Bununla birlikte sürekli olarak manastırların
elinde kalmadı; kalamazdı çünkü orada “özgürlük”
kavramına yer yoktu. Bina yapım ustaları keşişlerin
güdümü altında çalışmak zorundaydı. Bu ise hiç de
dayanılır bir yaşam değildi.
Önce İtalya’da patlak veren RÖNESANS akımının da etkisiyle, mimarlar ve yapı
ustaları, her şeyden önce işlerinde özgürlük ve bağımsızlık aramaya başladı.
Birer ikişer manastırları terk ederek aralarında birlik kurmaya yöneldiler.
Kendilerine Roma Kolejleri’ni örnek alarak örgütlenmeye giriştiler. Sadece
meslek ve zanaatlarında özgür olmayı değil, iç işlerinde de özerklik hakkını
öngördüler ve bunu elde etmeye çalıştılar.
Kralların ve prenslerin de desteğini kazanarak mesleklerini manastırların elinden
kurtarınca, LOCALAR doğdu. Operatif Masonluk dönemi de aslında bundan
sonra başladı.
Bu oluşumda, Tapınak Şövalyeleri’nin de etkisi olduğu söylenmiştir. Nedeni de
bu şövalyelerin, Rönesans akımı öncesinde doğu ile batı arasında sürekli bir
köprü kurmuş, bilim ve sanata da çok önem vermiş olmalarıdır.
Ancak tarihte Tapınak Şövalyeleri’nin neler yapıp etmiş olduklarına bir göz
atarsak, çoğu klasik Hıristiyan tarzında değil planda sekizgen tarzında kendi
kiliselerini yaptırdıkları fakat bundan çok daha önemlisi yol ve köprü inşaatına
ağırlık vermiş oldukları görülür.
Avrupa’daki operatif mason locaları, bağımsız ve özerk birimler olarak çalışma
hakkını da elde edince hızla gelişti.
Fakat Kıta Avrupası’ndaki gelişim ile Britanya’daki gelişimi birbirinden ayrı
tutmak gerekir. Britanya’da yapıcılık mesleği ve zanaatı daha kestirme bir yol
izlemiş, Komo Ustaları’nın yetiştirmiş olduğu Britanyalı mimarlar da sonradan
Gotik Mimarî Stili’ni uygulamaya girişmiş ama manastırların egemenliği altına
girmemişlerdi.
  

Yapıcılık mesleği ve zanaatının çağlar boyunca süregelmiş evrensel yasaları


vardı. Bunlar, Roma Kolejleri zamanında da Komo Ustaları tarafından da
çalışmaların manastırların çatısı altında yürütüldüğü dönemlerde de gözetilmişti.
Ancak bunların ayrıntıları bilinmemektedir çünkü yapıcıların ilkelerinden biri
meslek ve zanaatlarına ilişkin hiçbir şeyi yazıya dökmemekti. Her şey sözlü
olarak aktarılır, çok önemli olanlar belletilirdi. Herkes, ne zaman ne yapacağını
görerek öğrenirdi. Plan ve projeler de işleri biter bitmez yakılırdı.

164
OPERATİF MASONLARIN DÖNEMİ

ESKİ EL YAZMALARI

Masonlukta “eski el yazmaları” terimi, genel bir


anlamda değil, özel olarak 18. yüzyılın ilk çeyreği
öncesinde Operatif Masonluk ile ilgili olmak üzere
kaleme alınmış olan belgeleri niteler. Günümüze dek
bunlardan yaklaşık 60 kadarı bulunmuştur.
Bu belgelerin çoğu 16. ve 17. yüzyıllarda yazılmıştır. Fakat 15. hatta 14. yüzyıl
sonlarında kaleme alınmış olanları da vardır. Bu durum, Ortaçağ sonlarındaki
masonların, ister geleneklerinden ileri gelsin isterse yasaklanmış oluşundan
kaynaklansın “hiçbir şeyi kaleme geçirmeme” kuralını yer yer kırmış olduğunu
gösterir.
Bu arada, 18. yüzyılın ilk çeyreğinde bu kez daha çok Spekülatif Masonluk ile
bağlantılı olarak yazılmış birkaç belge de o sıralarda bunların yazılması doğru
olmadığından ya da başkaları bulunmadığından günümüzdeki Masonluğun eski
el yazmaları kapsamına katılmıştır.
Bir söylentiye hatta ele geçmiş sonraki tarihli bir başka el yazmasına göre bu tür
belgeler aslında daha çokmuş ama Masonluğa İngiltere’de yeni bir biçim
verilmesine girişildiğinde, kasten yakılarak ortadan kaldırılmış.
Günümüze kadar gelebilmiş olan en eski tarihli belge, 1390 yılı dolaylarında
İngiltere’de kaleme alınmış olan bir kitapçıktır. Kapağında “REGIUS” diye bir
başlık bulunan bu el yazması, 1838 yılında Londra’daki Britanya Müzesi’nde bir
rastlantı sonucunda bulunmuştur.
Gene İngiltere’de 15. yüzyılın ilk yarı ortalarında kaleme alınmış olan bir diğer eski
belge, “Cooke El Yazması” olarak anılır. Bu da 1861 yılında keşfedilmiştir. Bunun
en az iki ayrı kaynaktan kopyalanarak oluşturulduğu anlaşılmıştır.

Masonluğun eski el yazmalarının çoğu İngilizcedir. Orta Avrupa’da Almanca


olarak yazılmış sadece iki eski belge bulunabilmiştir. Bunların her ikisi de
“Bruderschaftsbuch der Steinmetzen” (Taş Yontucularının Kardeşlik Kitabı)
başlığını taşır. Öncelikli olan ilki 1396 yılına tarihlenmiştir. Bu eski el yazmaları
genellikle iki temel konuya değinir: Biri yapıcılık mesleği ve sanatının tarihçesi,
diğeri mesleğin o dönemde geçerli olan yasaları.
Çağdaş Masonluk açısından bu eski belgelerdeki en önemli konular, yapıcılık
mesleği ve zanaatının kuralları, çalışma yöntemleri ve töreleridir. Bunların çoğu
ya dinsel ya da feodal kökenlidir. Kimisi de kaynağını o tarihlerde yasa niteliği
taşıyan krallık buyruklarından alır.

165
OPERATİF MASONLARIN DÖNEMİ

Gotik Yasalar
Operatif Masonluğun ele geçmiş eski el yazmalarından anlaşıldığına göre,
Ortaçağda locaların bir araya gelerek örgütlenmelerine kesinlikle fırsat verilmiyor
ama her ülkede ortak sorunlarını görüşmek üzere yılda bir kez toplanmalarına
engel olunmuyordu. “REGIUS” adlı el yazmasında belirtildiğine göre, 926
yılında İngiltere’nin kuzeyindeki York kentinde bir araya gelen localar, Operatif
Masonluğun ilk yasalarını oluşturmuş, bunlar İngiltere Kralı Athelstan
tarafından onaylanmıştı.
Günümüzün en görkemli gotik yapıtlarından
biri olan Strasbourg Katedrali, Ortaçağ boyunca
Kıta Avrupası’ndaki hemen tüm mason
localarının merkezi olmuştu. Yapımı 400 yıl
sürmüştü. Bu katedralin asıl ince işlerinin
projelerini yapmış olan Erwin von Steinbach’ın
önderliğinde, 1275 yılında birçok locanın
katıldığı önemli bir toplantı yapılmış, mesleğin
uyulması gereken yasaları yeniden belirlenmişti.
Bundan böyle yapıcılık mesleğini yürütmekte olanlara “özgür mason” denmesi
de orada kararlaştırılmıştı.
1459 yılında Kıta Avrupası’nda çeşitli yerlerde çalışmakta olan birçok loca
Almanya’nın Ratisbon kentinde bir araya gelmiş, yasalarını gözden geçirerek,
bunların üzerinde bazı değişiklikler yapmışlardı. Yenilenmiş olan yasalar, 1498
yılında Germen İmparatoru 1. Maximilian tarafından onaylanmıştı.
  

Operatif Masonluğun yasalarının bir kral ya da imparator tarafından onaylanmış


olması çok önemliydi; zorunlu bile sayılırdı. Çünkü böylece tüm halkın “köle”
olduğu bir ortamda, yapıcılık mesleğini uygulayanlara ayrıcalık tanınmış oluyordu;
masonlar da soylular, şövalyeler ve din adamları gibi “özgür insan” niteliğini
ediniyordu. Nitekim İngiltere’de de “Cooke El Yazması” olarak anılan belgede sözü
edilen yasaların 15. yüzyıl ortalarında Kral 4. Henry tarafından onaylanmış olduğu
belirtilir.
Bu yasaların tümüne birden genel olarak “Gotik Yasalar” denmiştir. Bu terim, o
dönemde Gotik Mimarî Stili’nin âdeta doruğuna varmış olmasından ileri gelir.
Uyguladıkları mimari stilden dolayı böyle dendiği de düşünülebilir. Çağdaş
Masonlukta bunlar yer yer “Eski Yükümlülükler” olarak anılır. Günümüzde bu
terim, her masonun uyması gereken çok eskiden kalma kuralları nitelemek üzere
kullanılır. Aslında belgelerin yetersizliğinden ötürü bunların tümüyle nelerden
oluştuğu kesin olarak bilinememektedir.
Burada Masonluğun eski yazmalarının ayrıntılarına ilişkin bilgi verilmesine
girişilse bununla başa çıkılamazdı. Bu konuda daha geniş bilgi edinmek isterseniz
“Regius, Cooke ve Leland Elyazmaları” adlı kitabı okuyabilirsiniz.

166
OPERATİF MASONLARIN DÖNEMİ

DAYANIŞMA ÖRGÜTLERİ

Masonluğun genel tarihinde, Ortaçağ ve sonrasında


masonların kendi aralarında oluşturduğu dayanışma
örgütleri de hayli önemli bir yer tutar. Bu örgütlerin
ilkelerinden bazıları, Spekülatif Masonluğun yazılı
olmayan kurallarının oluşumuna yön vermiştir.
15. yüzyılda artık özgür masonlar localarını da özgürce kurabiliyor ve kendi iç
işlerine herhangi bir dış etkeni karıştırmıyordu. Özgürlüğün tek kısıtı, aralarında
“örgütsel birlik” oluşturamamalarıydı. Meslek ve sanatlarının yanı sıra, sosyal ve
ekonomik bakımdan düzenli bir dayanışmaya gereksinmeleri vardı.
Bu amaçla, bazı Batı Avrupa ülkelerinde yarı dinsel yarı toplumsal amaçlı
dernekler oluşturuldu. Bu derneklere genel olarak “confrèrie” (kardeşlik birliği)
deniyordu.
Çağın koşullarının halk örgütlenmesine henüz olanak tanımayışı nedeniyle, bu
dernekler birer gizli örgüt sayılıyordu. Aslında hiç de “gizli” olmak istemiyor
ama monarşinin buyruklarına aykırı bir tutumla örgütlenmeye girişmiş oldukları
için iyi gözle karşılanmıyorlardı.
Korporasyonlar
Bir meslek ya da sanatın bir ülkedeki tüm üyelerini kapsayan Ortaçağ sonu ve
sonrası örgütüne genel olarak “korporasyon” (corporation) denmiştir.
Bu örgütler önce İngiltere’de, sonra diğer bazı Batı Avrupa ülkelerinde, her
meslek ve sanat dalı için ayrı ayrı olmak üzere kurulmuştu.
Fransa dolaylarında “métier” (zanaat) adını taşıyorlardı.
Bunlar Osmanlı Devleti’ndeki “loncalar” ile yakın benzerlikler gösteriyordu.
Her birinin kendine özgü gelenekleri, sadece kendi üyeleri üzerinde etkili
yasaları vardı.
Korporasyonlar, bulundukları yerde devletin koruması altına alınmıştı. Bunun o
tarihlerdeki nedeni, uygulamadaki yöntemlerinin başıboşluktan kurtarılarak yurt
çapında bir düzene bağlanmasının öngörülmesiydi. Özgür masonların locaları,
ancak böylece kendi başına buyruk olmaktan kurtarılıp, denetim altına
alınabilirdi.
Devlet her mesleğin uygulanmasını istiyor ama örgütlerin kendisi karşısında güç
birliği edinmesini hiç hoş karşılamıyordu.
Ortaçağ sonrasındaki ekonomik bunalımlar, yapıcılık mesleği ve sanatı için
büyük bir dert kaynağı olmuştu. Localar arasında birlik kurulmalıydı. Mason
ustaları korporasyonlara bel bağlamıştı ama bu örgütler diğer masonlara hiçbir
gelecek güvencesi sağlamıyordu. Bu nedenle masonlar, korporasyonlara bel
bağlamaktan cayarak başka arayışlara yöneldi.

167
OPERATİF MASONLARIN DÖNEMİ

Londra’daki “Masonlar Şirketi”


Londra, öteden beri İngiltere’nin taşrasından hayli farklıydı. Bu kentte oturan bir
kişi doğrudan “özgür insan” sayılırdı.
1376 yılında Londra’daki bazı mason ustaları bir araya gelerek ekonomik
çıkarlarını birleştirmek üzere bir şirket kurdu. 1472 yılında, Londra’daki tüm
masonlar bu şirkete ortak edildi.

Şirket, herhangi bir loca gibi iş alabiliyordu. Alınan işin boyutuna göre bunu belli
bir locaya veriyor ya da birkaç locayı bir araya topluyordu.
Böylece günümüzün inşaat sektöründeki “yüklenici” (müteahhit), “taşeron” ve
“ortak girişim” ya da “konsorsiyum” olgularının ilk örnekleri oluştu.
Şirkete meslekten olmamakla birlikte loca üyeliğine alınmış başka kişiler de
ortaktı.
Ancak 17. yüzyıla gelindiğinde, bu gibi kişilerin şirketteki durumu göze batar oldu.
Hiçbir iş yapmadan para kazanıyorlardı. O tarihlerde, sermaye ya da yatırım
yöntemiyle kazanç elde etmek diye bir şey yoktu. Operatif masonlar, emek
üzerine kurulu gelenekleri uyarınca Kapitalizm görüşünü anlayamıyor, meslekten
olmayanların tutumunu onaylamıyor, onları suçluyordu.
Bunun üzerine, “kabul edilmiş masonlar” denildiğini az sonra göreceğimiz bu
kişiler, localarıyla olan ilişkilerini sürdürmekle birlikte, şirketten ayrılmaya
başladı.
Aynı sıralarda şirket de artık pek bir iş yapamaz olmuştu. 17. yüzyıl sonlarında
dinsel çatışmalara bağlı olarak birbiri ardınca patlak veren politik ve ekonomik
bunalımlar, şirketin dağılmasını gerektirir nitelikteydi. Başlangıçta sırf dayanışma
amacıyla kurulmuş olan bu şirket, açıkça ticarî bir kimliğe bürününce varlığını
koruyamaz hale gelmişti.

168
OPERATİF MASONLARIN DÖNEMİ

Gildler
Ortaçağın ilerleyen dönemlerinde ve sonrasında, aynı meslekten olan kişilerin
devlete karşı olan vergi yükümlülüklerini ortaklaşa ve dayanışma içinde yerine
getirmelerini sağlamak üzere oluşturulmuş örgütlere “gild” adı verilmiştir.
Aslında bunlara çok daha önce Antik Yunan’da ve Roma’da da rastlanmış,
feodalitenin ortadan kaldırmış olduğu bu tip kuruluşlar, 13. yüzyıl ortalarında
önce Britanya’da, sonra Kıta Avrupası’nda yeniden doğmuştur.
İlk kuruldukları sıralarda vergilerin daha kolayca ödenebilmesi için bir ortak
bütçe oluşturulması amacını taşımışlardır.
15. yüzyıl ve sonrasında ise amaç, meslek ya da sanatın üyelerini, parasal
sıkıntılara karşı ya da çalışamaz duruma düştüklerinde korumak ve desteklemek
olmuştur. Böylece gildler, çağımızdaki “sosyal sigorta” organizasyonunun temelini
atmıştır.
Gildlerin geleneksel yöntemlerinden bazıları, çağdaş Masonluğu da etkilemiştir.
Günümüzde localarımızın mabetteki oturumunun sonunda “iyilik işleri kesesi”
ya da “hasenat kesesi” olarak anılan bir kese dolaştırılması, gildlerden kalmadır.
Ancak, arada önemli bir fark vardır: Gildlerde toplanan ve giderek biriken para,
meslekten olanlar için bir tür “yardımlaşma sandığı” gibiydi, günümüzde ise
sadece iyilik işlerinde kullanılır.
Kompanyonaj
16. yüzyılda, bina yapımı işlerinde bir durgunluk hatta gerileme baş gösterince,
locaların yöneticileri olan ustalar mesleğe giderek daha az sayıda yeni çırak
almaya, buna karşılık ucuz işçilikle çalışan gündelikçiler tutmaya yöneldi.
Çıraklıktan kalfalığa geçiş süresi uzatıldı; kalfaların ücreti düşürüldü. Yer yer
kalfa ve çırakların işten çıkarılması bile söz konusu oluyordu.
Henüz usta olmamış özgür masonlar, haklarını elde etme ve gelecek güvencesi
sağlama kaygısına düştü. Kalfaların önderliğinde “işçi birlikleri” kurmaya
giriştiler. İlk kez Fransa’da kurulan ve sonra diğer ülkelere yansıyan bu tür
örgütlere, “Compagnonnage” (Kalfalık, Dostluk, Arkadaşlık) deniyordu. Bir tür
ilkel sendika niteliği taşıyorlardı.

Bu derneklere hiçbir zaman iyi bir gözle bakılmadı çünkü o dönemlerde henüz
işçilerin haklarını topluca koruyabilmek için örgütlenmesi benimsenemezdi.

169
OPERATİF MASONLARIN DÖNEMİ

KABUL EDİLMİŞ MASONLAR


Günümüzdeki Masonlukta da kullanılmasına karşın,
“kabul edilmiş mason” terimi, Operatif Masonluk
dönemine özgüdür. Her biri mason olarak anılan fakat
“özgür mason” sıfatını taşımayan kişileri betimler.
Kabul edilmiş mason, özgür masonların yürüttüğü
yapıcılık mesleği ve zanaatıyla ilgisi olmayan ama bir
mason locasına üye olarak alınmış kişidir.
Mason localarına meslekten olmayan kişilerin kabul edilmesine, 15. yüzyıl
ortalarında başlanmış olduğu söylenir. Masonluğun eski el yazmalarında da bu
konuya değinilir.
Belgelenmiş olarak adı bilinen ilk kabul edilmiş mason, 1600 yılında İskoçya’nın
Edinburgh kentinde bir locaya alınmış olan John Boswell adlı kişidir. Tarih
boyunca, bir kabul edilmiş mason olduğu bilinen kişiler arasında en çok 1646
yılında İngiltere’de Warrington kasabasında çalışan bir locaya alınmış olan Elias
Ashmole adlı bir antikacıya değinilir. Sonralarında tarihte adı geçmiş birçok
ünlü kişinin bir kabul edilmiş mason olduğu görülür.
Kabul edilmiş masonların çoğu, bu kurumu kendi amaçları ve yararlanmaları
bakımından elverişli bir ortam olarak görmüştü. Soylular bir yana bırakılacak
olursa; kabul edilmiş masonlardan çoğunun zaten bağlı olduğu bir grup vardı
ama bunlardan hiçbiri düzenli bir şekilde örgütlenmemiş ve kurumlaşamamıştı.
Örgütlenme ve birlikte çalışma özgürlüğünün henüz elde edilememiş olduğu
Ortaçağ sonrasında mason locaları, bu kişiler için âdeta bir korunak gibiydi.
Çünkü egemen güçler, denetim altında tutmaya çalışsalar bile sadece mason
localarının işlerine pek karışmıyordu.
Özgür masonlar, bu kişileri localarına yarar sağlayacağı görüşüyle, isteyerek
aralarına almıştı. Kimisi politik ya da sosyal alanlarda hayli etkiliydi. Locanın
yeni iş almasına ve devlet ile ilişkilerinin yürütülmesinde yardımcı olabilirdi.
Kimisi varlıklıydı; sıkıntılı zamanlarda locaya destek sağlayabilirdi. Aralarında
çok bilgili ve kültürlü kişiler vardı; çırakların yetişmelerine katkıları olurdu.
Özetle, bir karşılıklı yararlanma söz konusuydu.
Britanya’da durum biraz farklıydı. Dehşetli mal varlığı olan ama cebinde parası
olmayan kimi soylular için mason locası bir geçim kaynağıydı. Aralarında usta
olup kendi locasını kuran yani bir operatif mason olma yolunu tutanlar da çıktı.
Localara katılan bu kişiler, kendi görüş, inanış ve benimseyişlerini, bundan önce
bağlı oldukları bir akım ya da tarikat varsa onun ilke ve geleneklerini de getirdi.
Localardaki sayıları çoğaldıkça, getirdikleri bu spekülatif öğelerin çeşitliliği de arttı.
Birçoğunun bir mason locasına girerken bireysel doyum dışında herhangi bir
özel niyeti olmasa da bir art niyet besleyenler yani aslında bu kurumu kendi
amaçları doğrultusunda kullanmayı öngörenler de vardı. Bu sonuncular arasında
özellikle Alşimistler ve Rozkruacılar sayılabilir.

170
OPERATİF MASONLARIN DÖNEMİ

Alşimistler
Alşimi (Simya), “harflerin, sayıların ve geometrik şekillerin birtakım güçler
taşıdığı inancıyla, nesneleri olduklarından başka nesnelere -özellikle madenleri
daha yüksek değerdeki madenlere- dönüştürmek uğraşısı” olarak tanımlanır.
Aslında bu uğraşı içinde varlığın özünü kavramayı amaçlayan gizemci (mistik)
nitelikli eski bir deneysel bilim dalı sayılabilir.
Alşiminin amacı “bakırı altına dönüştürmek” biçiminde, basit ve yanlış olarak
yansıtılmıştır. Alşimistler, birtakım fizik ya da kimya deneylerinden çok gizemci
nitelikli bir felsefe ile uğraşmıştır. İnsanın, kendi benliğindeki güçleri ortaya
çıkarıp, bunları farkında olarak ve öz buyrultusuyla kullanmayı öğrenmesini,
böylece doğanın gerçeklerine yaklaşmasını önermişlerdir.
Alşimistler, bu ad altındaki bir kurumun üyeleri değildir. Ya bağımsız ya da bu
uğraşıya önem veren bir başka kurumun kanatları altında çalışmışlardır.
Rozkruacılar
Operatif Masonluğun son demleri diyebileceğimiz 17. yüzyılda, kabul edilmiş
masonlar arasında en önemli sayılabilecek yeri tutmuş kişiler aynı zamanda
Rozkrua (Gül-Haç) Tarikatı üyeleridir.* Öyle ki Çağdaş Masonluğun 18. yüzyıl
başlarındaki örgütlenmesini doğrudan onlara mal edenler bile vardır.
Aslında bu konu biraz karışıktır. Çünkü Masonluğun ilk kez örgütlenmesini
sağlayanların başında bir bakıma Siyon Örgütü üyeleri gelir. Fakat hem bu bir
“gizli örgüt” olup o sıralarda varlığı bilinmediğinden hem de o kişilerden çoğu
aynı zamanda birer Rozkruacı olduğu için böyle bir kanıya varılmıştır. (Bu konuya
çok daha ayrıntılı olarak bir sonraki bölümde gireceğiz.)
18. yüzyıldaki Rozkruacılar, “Rozkrua Şövalyeleri” olarak da anılır. Nitekim bu
sıfat Masonluğun yüksek derecelerine bir unvan olarak da girmiştir.
Rozkruacıların ilkelerini ve dünya görüşünü anlayabilmek için, özetle bile olsa
bu kurumun efsanesel nitelikli öyküsünü bilmek gerekir. 17. yüzyılın ünlü teolog
ve yazarlarından Johann Valentin Andreä’nin birbirini izleyen iki ayrı
kitabında anlattığı öykülerden biri, kısaca şöyledir:
“Christian Rosenkreuz, yıllarca gezdiği doğu ülkelerinde birçok gizemci kuruma
girip çıkmıştı. Yıllar sonra yurduna döndüğünde, özenle seçtiği kişilere bildiklerini
öğretti. Böylece bir kardeşlik örgütü oluşturdu. Öldükten sonra, dileği üzerine
cenazesi 120 yıl saklı kalmak üzere özel bir şekilde kaldırıldı. Yeri gizliydi. Bu
süre dolunca bulundu. Yanı başında yaşam öyküsü, sağlığında kullandığı
gereçler ve Paracelsus’un** sözlüğü vardı. Daha önce belirlemiş olduğu bir
kural uyarınca, tarikat bundan sonra gün ışığına çıktı ama örgütün kuralları
uyarınca üyeleri kendilerini gizli tuttu.”

* Türkçede Rozkruacılara Batı dillerinden dönüştürülerek alınmış bir terimle,


“Rozikrusiyenler” dendiği de görülebilir. “Rozkruvacılar” olarak da yazılıyor.
** Paracelsus: 16. yüzyılda kendine özgü bir tarikat kurmuş olan, dünya çapında ünlü
tıp bilgini, alşimist ve okültist.

171
OPERATİF MASONLARIN DÖNEMİ

Rozikruacıların örgütlenmesinde Andreä’nin âdeta birer roman gibi yazdığı


kitaplarındaki gizemci nitelikli felsefe, dönemin aydın çevrelerinde çok tutuldu.
Tıpkı günümüzde sanki birtakım tarihsel ya da güncel gerçekleri yansıtıyormuş
gibi roman tarzında hayli akıcı bir dille kaleme alınmış, kapsamına birtakım
esrarengiz olaylar katılmış kitapların kamuoyu üzerinde yaratmakta olduğu etki
gibi... Bunun sonucunda, 17. yüzyıl ortalarında Avrupa ülkelerinden birçoğunda
Rozkrua dernekleri kuruldu.
Rozkruacılık sadece gizemcilik ve alşimi ile ilgilenmekle kalmayıp işin içine
geniş çapta Okültizm de karıştığı için, Rozkruacılığı şarlatanlığa dönüştüren, bu
sayede göz boyayarak para kazanmaya çalışanlar da oldu. Nitekim bu nedenle
Johann Valentin Andreä, sonraki yazılarında Rozkruacılara şiddetle karşı çıkıp
onları suçladı ve kendisinin böyle bir örgütle ilişkisinin olmadığını belirtti.
Bu dönemin Rozkruacılarından olduğu bilinen kişilerin arasında şu ünlüleri
sayabiliriz: Francis Bacon, René Descartes, Robert Boyle, Robert Fludd, John
Locke, Isaac Newton, J. B. von Helmont, Johann Amos Comenius, Tommaso
Campanella, G. W. Leibniz… Masonluğun tarihindeki yerinin önemi bakımından
bu listeye ünlü kabul edilmiş mason Elias Ashmole de eklenebilir.
Ünlü bir bilgin ve matematikçi olan Robert Boyle, 17. yüzyılın ikinci yarısında
Londra’da “The Invisible Colledge” (Görünmez Kolej) adlı bir dernek kurdu.
Sonradan bu dernek, İngiltere Kralı 2. Charles tarafından “Royal Society” adıyla
bilinen ünlü Krallık Bilim Araştırma Kurumu’na dönüştü.

İşte bu çok önemli kurum, 18. yüzyılın başında Spekülatif Masonluğun tarihteki ilk
örgütlenmesinin sağlanması için kullanıldı. (Kimin tarafından ve nasıl kullanılmış
olduğunu izleyen bölümde göreceğiz.)
Rozkrua Tarikatı ile bağlantılı olmak üzere burada anlatılmış olanları yetersiz
bulmuş olabilirsiniz. Haklısınız; ilgilenenler için bu konunun birçok ayrıntısı
var. Daha önce önerilmiş “Tapınakçılar Siyonistler ve Masonlar” adlı kitaba
başvurabilirsiniz.
Tapınak Şövalyeleri gibi Rozkruacılık da 20. yüzyıl başlarında gizemci ve sosyal
nitelikli bazı çağdaş örgütlerin kurulmasına yön vermiştir. (Bu konuyu da
Masonluğa benzer kuruluşlarla ilgili bölümde göreceğiz.)

172
OPERATİF MASONLARIN DÖNEMİ

OPERATİF MASONLUĞUN ÇÖKÜŞÜ

Ortaçağ sonrasında tarihteki en parlak dönemini


yaşamış olan geleneksel yapıcılık mesleği ve zanaatı,
16. yüzyıl ortalarında zayıflamaya başladı.
Bunun nedenlerinden biri, bu yüzyıl içinde başlayıp
giderek tırmanış gösteren dinsel çatışmalar ile bunları
izleyen savaşların etkisiyle oluşan ekonomik krizlerdi.
Bir diğer neden ise Rönesans’ın etkisiyle gelişip giderek hızlanan bilimsel ve
teknik ilerlemeydi.
16. yüzyılda Katolik Kilisesi’nin otoritesinin tartışılmazlığına karşı çıkan ve
Hıristiyanlıkta “reform” olarak anılan akımların çoğunun doğuşunun temelinde
Rönesans’ın etkisi vardı. Bunlar, “Hıristiyan dogmaları ve tapınış yöntemleri ile
kilise yönetimi tarzının değişimi” olarak nitelenebilir.
Genelde “Protestanlık” denilen bu akımların başlangıcı aslında çok daha öncedir
ama 1517 yılında Almanya’da Martin Luther’in giriştiği eylemle patlak vermiş,
onu 1536 yılında İsviçre ve Fransa’da Jean Calvin’in atılımları izlemişti.
16. yüzyılda Luthercilik ile Calvincilik Kıta Avrupası’nda hızla ve ayrı ayrı
yaygınlaştı. İngiltere’de ise aslında Katolik mezhebi ilkelerini bir başka biçim
altında sürdüren Anglikan Kilisesi’ne karşı “Püritenlik” mezhebi oluşturuldu.
1560 yılında Calvinciliği İskoçya’ya taşıyan John Knox, “Presbiteryenlik” olarak
anılan mezhebi kurdu.
Katolik Kilisesi, bu akımları izlemekle yetinmedi. Bunlara karşı savaşmak için,
kendini perde ardında tutmakla birlikte tarihte kısaca “Cizvitler” (Jesuits) olarak
anılan örgütü kurdurdu.
  

Avrupa’daki ekonomik krizler, büyük ve görkemli binaların yapımını hemen


hemen durdurmuştu. Katolik Kilisesi’nin gücü azalmıştı. Artık eski katedrallerin
yerini çok daha küçük ve sade kiliseler alıyordu.
İşsizlik giderek artıyordu.
Yapıcılık mesleğini uygulamayı sürdüren localara yeni çırak alınmaz olmuştu.
Kaldı ki geleneksel olarak ustadan kalfaya ve kalfadan çıraklara aktarılmakta
olan mesleki bilgilerin, birer “akademi” niteliği taşıyan okullarda öğretilmesine
başlanmıştı. Böylece operatif masonların meslek ve zanaatlarına ilişkin yüzyıllarca
titizlikle korumuş oldukları sırlarının da bir anlamı kalmıyordu. Yeni mimarî
stiller oluşturulmasına da girişiliyordu. Üstelik yeni stiller hem daha kullanışlıydı
hem daha ucuza mal oluyordu.
Bu durum için dilimizdeki bir deyişle “alaylıların yerini mektepliler almaya
başlamıştı” diyebiliriz.

173
OPERATİF MASONLARIN DÖNEMİ

18. yüzyılın Operatif Masonluk için âdeta bir can çekişme dönemi olduğu
söylenebilir. Gerçi bu geleneksel zanaatın tek tük locaları 19. yüzyıl ortalarına
kadar yer yer dayandı ama işte artık olabildiği kadar…
Operatif Masonluğun, yerine Spekülatif Masonluğun geçmesiyle birlikte tarihteki
varlığını yitirdiğini ileri sürenler de çıkmıştır. Buna göre Operatif Masonluk
Spekülatif Masonluğa dönüşmüştür.
Bu görüşün doğru mu yanlış mı olduğunu ancak “spekülatif” olarak da nitelenen
Çağdaş Masonluğun kuruluşunda geçilen aşamaları ve bunun perde arkasında ne
gibi bir emel yattığını inceleyip iyice kavradıktan sonra değerlendirebiliriz.
Günümüzde İngiltere ve İskoçya’nın bazı kentlerinde operatif mason locaları var.
Binalarının üstündeki tabelada öyle yazıyor. Ancak gider de görürseniz bu sizi
yanıltmasın. Onlar sizin anladığınız anlamda birer “mason locası” değil; işleri
duvar örmek olan zanaatçıların bir tür yerel meslek odası…



174

8
GENEL TARİHÇE ( III )
Spekülatif Masonluk

Dilimizde “Masonluk” olarak andığımız kurumun adının başına “çağdaş” ya da


“spekülâtif” diye bir sıfat takıp takmamak, bir şey değiştirmez.
Daha önce de değinilmiş olduğu üzere Masonluğun Türkçedeki anlamı
bakımından Masonluk zaten tek bir anlama gelir.
Ancak hiç olmazsa şimdilik “spekülâtif” sıfatını da kullanmak daha doğru olsa
gerek. Çünkü hem bir önceki bölümde özetle anlatmış olduğumuz geleneksel
yapıcılık mesleği ve zanaatı yani Operatif Masonluk ile karıştırmayı önlemiş oluruz
hem de 18. yüzyıldaki Masonluk ile günümüzdeki durumun farkı belirginleşir.
  

Spekülatif Masonluk, 18. yüzyıl başında kısa süre içinde doğup hızla gelişmiş
bir akım değildi. Bunun temelinde çok eski dönemlere kadar uzanan, yüzyıllar
boyunca korunmuş bir özlem, bir ülkü vardı.
Tarihçi yazar masonlar, bu özlem ile ülküyü bambaşka bir açıdan alarak Antik
Çağa kadar uzandırmıştır. Sadece Avrupa’yı esas aldıklarından, Ortaçağ boyunca
uyumak zorunda kalmış olduğunu, Rönesans’ın ardından kıpırdanmaya başladığını
ve ancak 18. yüzyılda uyandığını ileri sürerler. Buna karşın, o tarihte bile hâlâ
Avrupa’nın hemen her ülkesindeki siyasal rejimin bir düşünü ve ahlâk
kuruluşunun kendisine kurumsal bir yapı edinmesine henüz olanak tanımadığını,
bunun Aydınlanma Çağı ile birlikte sağlanabildiğini eklerler.
Bu yaklaşımda konuya “Batılı” hatta “Hıristiyan dünyası” tarzıyla bakılmaktadır.
Çünkü madem Rönesans eylemi aslında doğudan etkilenerek oluşmuştur, çağdaş
anlamdaki Masonluk, Rönesans öncesinde gerek bilim gerekse felsefe bakımından
hayli parlak bir dönem yaşamış olan İslâm dünyasında doğmalıydı.
Gerçi Avrupa kıtası Ortaçağ karanlığına gömülü dururken İslâm dünyasında
bugün Masonluğun amaç ve ilkelerimize benzer amaç ve ilkeleri olan birçok
örgüt ve tarikat oluşmuştu.
Şimdi ne yapmalı?...
En iyisi, önce Spekülatif Masonluğun oluşumunu tarih kitaplarında yer aldığı
gibi anlatmak; bize göre yanlış olanı sonra göstermek.

175
SPEKÜLATİF MASONLUK

İLK ÖRGÜTLENME

1717 yılında Londra’da ve o tarihlerde ayrı bir kent


sayılan Westminster çevresinde çalışan dört mason
locası bir araya gelerek, federatif bir örgütlenme içinde
birleşti. Bunları tek bir şemsiye altında birleştiren bu
örgüte LONDRA BÜYÜK LOCASI adını verdiler.
Bu oluşum sadece Spekülatif Masonluğun örgütsel doğuşunu ortaya koymakla
kalmıyordu. Masonlukta yüzyıllarca sürmüş geleneksel yöntemlerin dışına çıkılıp
bir federatif örgütlenme oluşturulmuştu. Üstelik bu yeni örgüt “büyük loca” adını
almıştı. Böylece, diğer localara oranla bir büyüklük, üstünlük taslıyordu.
Bu nedenle İngiltere’nin diğer bölgelerindeki operatif nitelikli locaların çoğu,
Londra Büyük Locası’nın kuruluşunu tepkiyle karşıladı. Hele bu topluluğun
başına seçim yöntemiyle Anthony Sayer adlı, meslekle hiçbir ilgisi olmayan,
nerede ve ne zaman hangi locaya kabul edilmiş olduğu da bilinmeyen, herhangi bir
soyluluk unvanı bile bulunmayan, sıradan bir Londralının getirilip kendisine
“büyük üstat” denmesi dayanılır gibi değildi; kabul edilemezdi.
Londra Büyük Locası’nı kuranlar bu tepkiyi umursamazlıkla karşıladı. “İster
kabul edin, ister etmeyin. Bu büyük loca kurulmuştur. Bundan böyle spekülatif
nitelikli çalışmalar yapacaktır.” der gibi bir tavır takındılar.
  

Ertesi yıl, Londra Büyük Locası’nda yeniden seçim yapıldı ve büyük üstatlığa
George Payne seçildi. Bu kez bir soylu; üstelik vergi toplamakla görevli olan
devlet dairesinin başı… Fakat Operatif Masonlukta bilinen hiçbir geçmişi yok.
Öteden beri yani Operatif Masonlukta bir “büyük loca” olmadığı gibi, locaların
üstatları da zorunlu olarak ayrılmadığı sürece yaşam boyu locasının başında
kalırdı.
Spekülatif Masonluğun eski geleneklere olduğu gibi bağlı kaldığının ileri
sürülmesine karşın, şimdi hem büyük locada her yıl büyük üstat ve büyük
görevlilerin seçimlerinin yenilenmesi yöntemi getirilmiş hem bu yöntem büyük
locaya bağlı localarda da uygulanır olmuştu.
İkinci büyük üstadın yönetiminde bir “temel yasa” hazırlığına başlandı.
Bunun için Londra ve İngiltere’nin taşrasında Operatif Masonluk ile ilgili olmak
üzere bulunabilecek tüm belgelerin toplanmasına girişildi.
Ancak toplanan belgelerin tümü bir yangında yitirildi. Bunların neler içerdiği
öğrenilemeden kaldı.
Kimileri, bu yangının, toplanmış olan belgelerin ortadan kaldırılması amacıyla
kundaklama ile çıkarıldığını ileri sürmüştür. Gerekçesi de şöyle gösterilmiştir:
“Böylelikle, Spekülatif Masonluğun Operatif Masonluk ile olan tüm bağlarının
koparılması istenmişti.”
Bunun akla yatkın olup olmadığını siz düşünün!

176
SPEKÜLATİF MASONLUK

James Anderson
Spekülatif Masonluğun temel yasasına ilişkin ilk tasarı, Londra Büyük Locası
genel kurulu tarafından geri çevrildi. Bu arada Masonluğun tarihteki en önemli
çehrelerinden biri olan Jean Théophile Désaguliers büyük üstatlığa seçilmişti.
Ertesi yıl bir kez daha büyük üstatlığa seçilen George Payne, yasa tasarısını
uyumluca düzenlemesi için James Anderson’u görevlendirdi.
James Anderson, tüm Masonluk tarihi boyunca adından en çok söz edilmiş, ünü
günümüzde bile süren bir çehredir. Yeniden gözden geçirerek ve başına bir
“tarihsel bölüm”, sonuna ise bir “masonik şarkılar bölümü” eklediği tasarı,
Londra Büyük Locası’nın genel kurulunda birkaç kez tartışıldı. Sonunda kabul
edilerek 1723 yılında yürürlüğe kondu.

Şimdi şunu sorabilirsiniz: «Neden “temel yasa” deniyor. Bunun İngilizcesi


“constitution” değil mi? Türkçe karşılığının “anayasa” olması gerekmez mi?»
Haklısınız… İngilizcesinden ve diğer dillerden Türkçeye çevrilince “anayasa”
denilmesi gerekir. Ancak bizim ülkemizde anayasadan söz edilince, bu kavram
doğrudan sadece ulusa özgü gibi düşünülüyor.
Nitekim ülkemizde Masonluğa karşıt girişimlerde bulunanlar arasında bunu da
dillerine dolamış olanlar vardır; Masonluğun kendine özgü bir anayasası oluşu
nedeniyle bunun “devlet içinde devlet” oluşunun kanıtı diyerek suçlamada
bulunmuşlardır.
Oysa konuya farklı bir açıdan bakmak gerekir: 18. yüzyıl başlarında yeryüzünde
henüz hiçbir ülkenin anayasası yoktu; tüm ülkeler ya feodal rejimli ya monarşiyle
yönetilmekteydi. Bu nedenle Spekülatif Masonluğun İngiltere’de bir “devrim”
oluşturduğu bile söylenebilir.
Ancak dilimizde anayasadan söz edilince bunun sözlüklerdeki tanımı ille de bir
devletin yönetim biçimine bağlandığından, Masonluktaki bu kurallar dizinine
“temel yasa” denilmesi daha uygun bulundu.

177
SPEKÜLATİF MASONLUK

Londra Büyük Locası tarafından kabul edilen temel yasa bir kitapçık halinde
basılıp ortaya çıkarılır çıkarılmaz, salt operatif niteliklerini sürdürmekte olan
İngiliz locaları veryansın etti. Tepkiler başlıca şu gerekçelere dayanıyordu:
a) Masonluğun yüzyıllardan beri süregelen ve geçerliliğini sürdüren bir temel
yasası vardır. Bu yasa değiştirilemez.
b) Bu düzenlemeyle, çağlar boyunca Tanrı’ya, dine, krallara, prenslere ve
insanlığa hizmet etmiş olan zanaatın yok edilmesine çalışılmaktadır.
c) Asıl masonların, sosyal ve felsefî çalışmalarını daha rahat yapabilmeleri için
aralarına almış oldukları birtakım kimseler, kendilerine gösterilmiş bu iyiliğe
nankörlükle karşılık vermiştir. Kurmuş oldukları bir derneğe “mason locası”
adını takmaya ne hakları ne yetkileri vardır. Benimsedikleri kurallar mesleği
bağlamaz ve buna “Özgür Masonların Temel Yasası” denemez.
Operatif mason localarının bu tepkisi Londra Büyük Locası’nı hiç etkilemedi.
Belki biraz kaygılanmışlardır ama umursamaz göründüler. Operatif masonların
devletin üst düzey görevlilerine ve krala duyurulmak üzere kimi lordlara ilettikleri
yakınmalardan da sonuç çıkmadı. Çünkü o tarihlerde Londra Büyük Locası,
henüz açıkça “salt spekülatif nitelikli bir örgüt” olma savında değildi. Görünüşte
geleneksel yapıcılık mesleğini dışlamıyor, aksine devam ettiriyordu. Zaten temel
yasa da bunu gösteriyordu. Sadece Masonluğa yeni ve esaslı bir düzen
getiriliyordu, o kadar…
Evet, görünüşe bakılırsa öyleydi ama Londra Büyük Locası’nın ileri gelen kimi
üyelerine göre, artık Operatif Masonluktan Spekülatif Masonluğa geçiş dönemi
bile sona ermişti. Masonluğun tarihinde yeni bir evre başlamıştı. Şimdiye kadar
operatif masonların yanında “kabul edilmiş” denilerek âdeta sığıntı gibi kalmış
olan spekülatif masonlar, artık kimliklerini bulmuş ve bu örgüte sahip çıkmıştı.
Yapıcılık mesleği ve zanaatını sürdürenleri göz ardı etmeyip, onlara yanlarında
yer vermişlerdi. Operatif masonların bunu kabul edip etmemeleri kendi bilecekleri
bir işti. İsteyen kabul eder, istemeyen etmezdi.
Şimdi önemli bir sorunuzun olması beklenir: «Yukarıdaki anlatımda Operatif
Masonluktan Spekülatif Masonluğa âdeta bir sıçrama görülüyor. Bu böyle
birdenbire mi gerçekleşti? Zaman içinde hiçbir hazırlık yapılmadı mı? Bir tür
geçiş ya da değişim dönemi geçirilmedi mi?»
Elbette birdenbire olmadı. Geçirilmiş olan birkaç aşamalı bir süreç var. Zaten
masonik yazında o süreç dilimizde “geçiş dönemi” anlamına gelen bir terimle
anılır. Burada bu işin 1717 yılındaki sonucundan başladık. Hep böyle anlatılmış.
Oysa bundan yaklaşık 50 yıl kadar önce, bu işin içinde yakın geçmişimize kadar
pek bilinmeyen bambaşka senaryoları olduğu ortaya çıktı. Önce öteden beri
anlatılan tarihçenin özetini verelim; işin doğrusuna sonra sıra gelecek.
  

Masonlukta “yeni evre” olarak nitelenen bu dönemin ilk yüz yılı hiç de beklendiği
gibi çıkmadı. Yapıcılık mesleği ve zanaatı hızla varlığını yitirme yolunu tuttu.
Temel yasanın kapsamına konulmuş kurallar, kısa bir süre sonra geçersiz ve
anlamsız kaldı. İlke ve yöntemler üzerinde yeterince geniş ve öngörülü bir çalışma
yapılmamış olduğu da anlaşıldı. Uyuşmazlıklar doğdu.

178
SPEKÜLATİF MASONLUK

Bu arada, operatif locaların uyarısı üzerine İngiltere’deki dinsel çevreler bu temel


yasaya karşı tepki gösterdi. Masonluktaki yeni örgütlenme tarzına, mesleğin
uygulanışıyla ilgili olmak üzere değiştirilen kurallara pek aldırış etmiyor ama
dinsel inanç bakımından bu temel yasada o dönemde aşırı sayılan toleranslı
tutuma karşı çıkıyorlardı.
Londra Büyük Locası, operatif mason localarının tepkisine aldırmamıştı ama
dinsel çevrelerin baskısına karşı çok direnemedi. Temel yasa üzerinde birtakım
değişiklikler yapılması zorunluydu. Bu iş de yine James Anderson’a düştü.
Ancak istenilen değişikliğin yapılabilmesi yıllar aldı. (Bu bağlamda neler olup
bittiğini “Yasalar” başlığı altındaki 11. bölümde ayrıntılı olarak göreceğiz.)
Londra Büyük Locası, 1725 yılında “İngiltere Büyük Locası” adını aldı. Bunun
üzerine salt operatif nitelikli localar bir vaveyla daha kopardı. Kimsenin kulak
asmadığını görünce, onlar da kendi aralarında bir araya gelip “Bütün İngiltere
Büyük Locası” adı altında bir diğer örgüt kurdu.
Bu hayli ilginç bir olaydı. Operatif mason locaları, zorunluluk altında kalınca,
yüzyıllar boyunca benimsenmiş örgütlenme kuralını kırmış, üstelik onlar da
buna “büyük loca” adını vermeyi uygun bulmuştu. Ancak bu büyük loca
varlığını uzun süre koruyamadı ve localarının çoğu sonradan İngiltere Büyük
Locası’na katıldı.
Böylece sular duruldu mu dersiniz?
Hayır, hiç değil. Aksine, İngiltere Büyük Locası’nın çatısı altındaki çekişmeler
daha da arttı.

İNGİLİZ MASONLUĞU
Önce bu terimle ne demek istediğimizi belirtmeliyiz.
İngiltere’deki ulusal nitelikli Masonluğa günümüzde
“İngiliz Masonluğu” denebilir ama burada bu terimi
İngiltere’deki masonların 18. yüzyıldaki anlayışını
yansıtmak, özellikle Kıta Avrupası’ndaki Masonluk ile
farkını vurgulamak üzere kullanacağız.
Biliyorsunuz, Operatif Masonlukta, çırak ve kalfa olmak üzere iki derece vardı.
Üstatlık bir derece olmayıp, loca yöneticisine özgüydü. Bir locanın üstadı bir kez
bu görevi üstlenince yaşam boyu sürdürürdü.
Londra Büyük Locası, Operatif Masonluğun bu geleneğini değiştirmişti. Loca
üstatları ile görevlileri her yıl yeniden seçiliyordu. Bir mason, bir kez “üstat”
unvanını alınca bunu yaşamı boyunca korurdu. İşte bu gelenek olduğu gibi
korunmuştu ama locayı yöneten son seçilmiş olandı. Bu nedenle de Londra
Büyük Locası’nda “üstat” olan masonların sayısı hızla artış göstermişti. Her loca bir
üstat tarafından yönetiliyordu ama diğer üstatlar açıkta kalmıştı. Öyle ki büyük
locanın genel kuruluna kendilerinden sonra gelen üstatlar ile henüz üstat bile
olamamış ama nazırlık yaptıkları için bir ayrıcalık kazanmış kalfalar bile
katılabilirken, onlar sanki bir yana itilmiş gibiydi. Buna bir çare bulunmalıydı.

179
SPEKÜLATİF MASONLUK

Üstatların kendi başlarına toplanıp çalışmaları için bir “üstatlar locası” kuruldu.
Locaların çırak ve kalfa derecelerindeki çalışmalarında kullanılan ritüeller vardı. Bu
loca için de bir “üstat derecesi ritüeli” düzenlendi.
İngiltere Büyük Locası kurulduğunda bile “üstatlar locası” artık hayli kalabalık
olmuştu. Çünkü bir yandan yeni locaların kuruluşu sürmekteydi. Buna bir çıkar
yol olmak üzere, yeni üstat locaları kurulmasına başlandı.
Ancak bu uygulama pek tutmadı. Herkes bu derecenin ritüelini kendi locasında,
kendi başına uygulamak istiyordu. Kimileri kendi kendilerine bir “üstatlar locası”
kurmaya kalkışınca, diğerleri de aynı şeyi yapmaya girişti.
Sonunda, her locada ayrı ayrı uygulanmak üzere “üstat derecesi” oluştu ama
bunun İngiltere’de resmen onaylanması 1738 yılını buldu. Bundan böyle loca
yöneticisine de “saygıdeğer üstat” anlamına gelen bir görev unvanı verildi.
1738 yılının bir diğer olayı, James Anderson’un aldığı görevin sonuçlanmasıydı.
Bu ise temel yasanın istendiği gibi gözden geçirilerek yeniden düzenlenmesiydi.
Öyle oldu ve yeni temel yasa İngiltere Büyük Locası genel kurulunda onaylanıp
yürürlüğe girdi.
Böylece bu konu da çözümlendi mi dersiniz?
Hayır. Sadece Anglikan Kilisesi’ne bir ödün verilmişti, hepsi o kadar…
Kaldı ki İngiltere’deki locaların bir bölümü bu yeni yasayı benimsememiş ve
öncekine dönülmesi dileğindeydi.
İngiltere Büyük Locası, bir yandan hâlâ operatif nitelikli locaların hepsini çatısı
altına almaya uğraşırken diğer yandan da kendi içindeki ikilikleri gidermeye
uğraşıyordu.
Derken bir de daha sonra sözünü edeceğimiz Kıta Avrupası’na bakalım.. Orada
Spekülatif Masonluğun 1723 tarihli temel yasası benimsenmişti ve İngiltere’deki
değişim onları etkilemiyordu.
İngiliz Masonluğu’nun Bölünmesi
İngiltere’deki masonlar arasındaki çekişmeler 1751 yılında kesin bir bölünme ile
noktalandı.
İngiltere Büyük Locası’ndan ayrılan localar, kendi aralarında birleşerek yeni bir
obediyans kurdu. Buna “Eski Kuruluşlara Göre İngiltere Özgür Masonlarının
Büyük Locası” adını verdiler. Kısaca “Eskiler” (Antients) olarak anıldılar. Önceki
büyük locaya bağlı kalmayı sürdüren localara ise “Yeniler” (Moderns) dendi.
Eskiler, 1756 yılında “Ahiman Rezon” (Kardeşlerin Seçtiği Yasa) adı verilen
bir temel yasayı benimsedi. Bu temel yasa, Masonluğu açıkça belirgin bir dinsel
inanç koşuluna bağlamaktaydı. Yeniler ise 1723 tarihinde kabul edilmiş olan
özgün temel yasaya döndü. (Bu konunun ayrıntılarını “Yasalar” başlığı altındaki
11. bölümde inceleyeceğiz.)
  

180
SPEKÜLATİF MASONLUK

18. yüzyılın ikinci yarısında Eskiler ile Yeniler, yer yer birbirleriyle amansız
çekişmelere girişti. Her iki obediyans da kendisini İngiliz Masonluğu’nun tek
temsilcisi olarak görüyor, dünyada yaygınlaşmakta olan Spekülatif Masonluk
akımının önderi olmaya çalışıyordu. Bu nedenle denizaşırı ülkelerdeki etkinlikleri
en az İngiltere kadar önemsiyorlardı.
Dünyanın herhangi bir yerinde “düzenli bir masonik örgüt” kurmak için
İngiltere’deki “ana büyük loca”dan izin ya da onay alınması gerektiği, çeşitli
yöntemler kullanılarak benimsetildi. Bu bağlamda öncelikle ekonomik ve politik
baskılara başvuruldu. Öyle ki İngiltere’nin dış politikadaki eylemleri âdeta
Masonluk ile bağdaştırılarak yürütülür bir hale geldi. Bir diğer deyişle, İngiliz
localarına doğrudan ya da dolaylı olarak bağlı localar, İngiltere’nin politik ve
ekonomik ajanı gibi çalıştı.
«Böyle bir iş Masonluğa sığar mı?» diye soracaksınız.
Elbette her ülkenin mason kuruluşu, ilişkide bulunduğu diğer ülkelerde kendi
ülkesinin tanıtımı hatta bir ölçüde propagandasını yapar. Fakat ülkesinin politik
ve ekonomik çıkarlarını gözeten bir organ haline gelmemelidir. Ancak bu işi sadece
İngilizlerin yapmış olduğunu söylemek de yanlış olur. Özellikle 19. yüzyılda
diğer birçok Avrupa ülkesinin mason kuruluşlarının bu gibi etkinliklerde
bulunduğu görülmüştür. İngiltere, bunu aşırılığa vardırmıştır ama tek değildir.
İngiliz Masonluğu’nun bölünmüşlüğünde yer alan her iki kanat için de geçerli
olan bu tutum koloni ve dominyonlarda tutuyordu ama Avrupa’da yürümedi.
Amerika’da gelişmekte olan potansiyel göz önüne alınıp, orada daha yumuşak
davranıldı. Böylece, daha sonra 18. yüzyıldaki İngiliz Masonluğu’nun yerini
alacak olan Anglosakson Masonluğu’nun oluşumu bakımından dünya çapında
güçlü bir ortam hazırlanmış oldu.
İngiltere Birleşik Büyük Locası
19. yüzyıl başlarında, İngiliz Masonluğu’nu temsil eden iki ayrı obediyansın
sürekli çekişme içinde oluşu, İngiltere’nin dış politikasına hayli zarar vermeye
başlamıştı. İngiliz Masonluğu’nun kendi içinde birlik sağlayamamış olması,
duruma İngilizler açısından bakılırsa bağımsızlığını ilân etmiş olan Amerika
Birleşik Devletleri’ndeki potansiyeli de tehlikeye atıyordu.
Öte yandan Avrupa’daki siyasî ortam, İngiltere’nin her bakımdan birlik ve
bütünlük içinde olmasını gerektiriyordu. İngiltere’nin dış politikasında Masonluk
çok önemli bir yer tuttuğu için bölünmüşlüğün giderilmesi zorunluydu.
İngiltere’nin o sıradaki kralı 3. George’un biri Kent dükü diğeri Susseş dükü olan
her iki oğlu da masondu ama birbirine karşıt büyük locaların üyeleriydi.
1813 yılında, bu iki prens, büyük üstat olarak kendi obediyanslarının başına
getirildi. Bu “iyi niyetli komplo” ile her iki obediyansta da ilkelerinden ödün
vermeyen masonlar üzerinde baskı kuruldu ve İngiltere Birleşik Büyük Locası
adı altında birleşmeleri sağlandı. Sayısal çoğunluğun Yeniler’in elinde bulunmasına
karşın, yeni obediyansın benimsediği ilkeler bakımından Eskiler daha etkili oldu.

181
SPEKÜLATİF MASONLUK

Anglosakson Masonluğu
Bu terim, İngiltere’yi Masonluğun dünyadaki merkezi, İngiltere Birleşik Büyük
Locası’nı da “ana büyük loca” olarak benimseyen mason kuruluşlarının gerek
topluluğunu gerekse anlayışını niteler.

Alman ve İskandinav obediyansları ile denizaşırı ülkelerde kurulmuş mason


örgütleri -özellikle Amerika Birleşik Devletleri ve Avustralya’daki büyük
localar ile Kanada’dakilerin bir bölümü- İngiltere Birleşik Büyük Locası’nın
otoritesini benimsedi. Böylece, Anglosakson Masonluğu topluluğu oluştu.
İngiltere Birleşik Büyük Locası, dünyadaki tüm mason kuruluşlarını kendisine
bağlamak amacıyla yürüttüğü girişimlerden hayli başarılı sonuçlar elde etti.
Bunda, kurulduktan sonra büyük üstatlığa gelen önceki Sussex dükünün 1820
yılında 4. George adıyla İngiltere kralı olduktan sonra, gerek krallığı gerekse
büyük üstatlığı aynı anda etkin bir şekilde yürütmesinin büyük etkisi oldu.

İngiltere Birleşik Büyük Locası, egemenliğini kabul ettiremediği herhangi bir


ülkede, ulusal nitelikli Masonluğu bölünmeye zorladı. 20. yüzyıla dünyanın en
güçlü mason kuruluşu olarak girdi. Tanımadığı mason kuruluşlarını dağıtmak
için elinden geleni yaptı. 1929 yılında bir bildirge yayınladı ve Masonluktaki
düzen bakımından kendi görüşü uyarınca “tanıma koşulları”nı ilân etti. Bunları
kabul etmeyenler, tüm Anglosakson Masonluğu topluluğunda “düzensiz” sayıldı.
(Bu konunun ayrıntılarını bu kitabın 12. bölümünde göreceğiz.)

182
SPEKÜLATİF MASONLUK

FRANSIZ MASONLUĞU

Fransa’da bazı operatif mason localarının daha 18.


yüzyıl öncesinde bile mesleki niteliklerini terk edip
salt düşünsel nitelikli çalışmalar yapmaya başlamış
olduğunu ileri sürenler vardır. Kimileriyse o örgütlerin
aslında Fransa’da politik amaçlarla kurulmuş olup,
“mason locası” sayılamayacağını savunur.
Hiç kimsenin karşı çıkmadığı bir tarihsel gerçek ise Spekülatif Masonluğun
Londra Büyük Locası’nın Fransız asıllı üçüncü büyük üstadı Jean Théophile
Désaguliers tarafından 1721 yılında ana yurduna götürülmüş olduğudur.
Stuartist Localar
İngiltere tahtı, 1603 yılında İskoç asıllı Stuart hanedana geçmişti. Birleşik Krallık
(United Kingdom) böylece oluştu.
Ancak Stuart hanedanının egemenliği çok uzun sürmedi. Bu hanedanın son kralı
olan 2. James, 1688 yılında tahtını terk ederek Fransa’ya kaçmak zorunda kaldı.
Onunla birlikte Fransa’ya sığınan kimi Stuart hanedanı yandaşları yani Stuartistler,
Fransa ve Belçika’da politik nitelikli hücreler oluşturdu. Başlıca amaçları Stuart
hanedanının Birleşik Krallık tahtı üzerindeki hakkını kanıtlayıp buna yeniden
kavuşabilmesini sağlamaktı.
İşte kimilerince bu hücreler birer “mason locası” olarak nitelenmiştir.
  

Spekülatif Masonluk, 1720'li yıllarda İngiltere’den Fransa’ya geçer geçmez,


Stuartistler bu yeni tarz örgütlenmeden de yararlanmaya girişti. Zaten bir açıdan
bakılacak olursa, Jean Théophile Désaguliers tarafından Spekülatif Masonluğun
hızla Fransa’ya taşınmasının ardında da bu emel yatıyordu.
Fransa’daki Stuartist localar, politik nitelikli amaçlarını gerçekleştirebilmek için
çok uğraştı ama hiçbir başarı elde edemedi. Ancak bu arada Fransa’da İskoç
Masonluğu’nun temelini attılar.
İskoç Masonluğu’nun İskoçya ile doğrudan bağlantısı yoktur. O sırada bu tür
Masonluk, İngiliz Masonluğu’na karşıt bir akım niteliğindeydi.
Nitekim 18. yüzyıl ortalarından önce “Fransız Masonluğu” diye bir terim de
geçmez; sadece İngiliz Masonluğu ile İskoç Masonluğu’ndan söz edilir.
Bu bağlamdaki en önemli olaylardan biri, 1736 yılında Paris Büyük Locası'nın
büyük üstatlığına seçilen Charles Radclyffe'in göreve getirilmesinden sonra
düzenlenen şölende, Andrew Michael Ramsay'ın büyük locanın sözcüsü olarak
yaptığı konuşmadır.

183
SPEKÜLATİF MASONLUK

Fransa’daki Stuartistler hep İngiltere tahtının kendi


hakları olduğunu ileri sürüp duruyordu. Fransa kralı da
onları destekliyordu ama Stuartistlerin asıl eyleme
geçişleri, 1740’lı yıllarda Charles Edward Stuart’ın
(Bonnie Prince Charlie) Masonluğa girişiyle başlar.
Charles Edward, 1745 yılında yandaşlarıyla birlikte
İskoçya’ya gitti. Yakın ilgiyle karşılandı. Girişimleri
ne masonik ne de diplomatik alanda kaldı. İskoçya
ordusunun başına geçip, İngiltere’ye karşı yürüdü ama
bozguna uğradı.
Güneyden saldırıya geçen Charles Radclyffe de aynı akıbete uğramanın ötesinde
yakalanarak idam edildi. Charles Edward Stuart Fransa’ya dönerek bir süre daha
yandaşlarıyla birlikte mason localarını politik nitelikli amaçları doğrultusunda
yönlendirmeye devam etti ama sonunda umudunu yitirerek İtalya’ya göçtü.
Bu arada Fransa’daki Stuartist localarda “yüksek dereceler”in oluşturulmasına
başlanmıştı. Bu derecelerin ritüellerine, özellikle Stuartların politik amaçlarına
uygun tarzda yorumlanan simge ve alegoriler yerleştirilmiş, böylece tarihteki ilk
mason riti kurulmuştu. (Bu konunun ayrıntılarını da Masonluktaki ritleri
inceleyeceğimiz 10. bölümün başında göreceğiz.)
Kuşkusuz Fransa'daki masonların hepsi İskoç asıllı değildi. Fransız masonlar, İskoç
asıllı olanların yaptıklarının ardındaki gerçeği kavradıklarında, birer ikişer
localarından kopmaya başladı. Kendi aralarında birleşerek ulusal nitelikli Fransız
localarını kurmaya yöneldiler.
Fransız Masonluğu’nun Doğuşu
İngiltere Büyük Locası (1725 yılında kurulmuş olan), başlangıçta Masonluğun
Fransa’daki gelişmelerini kaygıyla izlemekle yetindi. Bir süre sonra, -baktı ki
olacak gibi değil- kendine bağlı localar kurdu. Fransa’daki bu İngiliz locaları,
1736 yılında kendi aralarında bir “il büyük locası” oluşturdu.
İngiltere Büyük Locası önceleri bunu onaylamadı ama 1743 yılında Fransa’daki
tüm locaları “Fransa’nın İngiliz Büyük Locası” adı altında tanımaya hazır
olduğunu bildirdi. Böylece Fransa’daki localar arasındaki birlik sağlanmışsa da
İngiltere’deki Masonluk bölününce Fransız masonlar arasında da ikilik doğdu.
1756 yılında bağımsız ve ulusal nitelikli Fransa Büyük Locası’nın kurulması,
bu ülkede Masonlukta çıkmış karmaşanın sona ermesini sağlayamadı. Hele 1766
yılındaki genel kurul toplantısında kavga çıkınca, bu büyük loca resmen kapandı.
Buna karşın Fransa’daki localardan birçoğu kendi başlarına çalışmalarını
sürdürdü. 1771 yılında “Fransa Ulusal Büyük Locası” adı altında yeni bir
obediyans kurdular. İki yıl sonra da bu obediyans, “Fransa Büyük Doğusu”
(Grand Orient de France) adını aldı.
Ancak bu oluşum da Fransa’daki masonlar arasında beklenen ve aranan birliğin
sağlanmasına yetmedi. Çekişme ve çatışmalar Büyük Fransız Devrimi’nin patlak
verip Fransa’da Masonluğu darmadağın etmesine kadar sürdü.

184
SPEKÜLATİF MASONLUK

Yüksek Derecelerin Oluşumu


Şimdi tarihçe bakımından yaklaşık 50 yıl geriye dönelim.
Masonlukta yüksek derecelerin oluşturulmasına 1738 yılında başlanmıştı. Bu
bağlamda, Andrew Michael Ramsay’ın girişimleri, hayli büyük bir etki yarattı.
O tarihte artık kesinlikle benimsenmiş ve Masonlukta günümüzde “simgesel
dereceler” olarak anılan ilk üç derecenin üzerine yüksek derecelerin eklenmesiyle
birlikte, Masonluktaki öğretimin kapsamı bakımından aralarında uyuşmazlıklar
olan masonlar bu kurumu ayrı ayrı yönlere doğru çekmeye başladı.
Her yüksek derece birimi kendi başına buyruk çalışıyordu.
1754 yılında, bu karışıklığın giderilmesi öngörüldü. Tüm yüksek derece birimlerinin
bir merkezî yönetsel organ altında toplanmasına çalışıldı ama bundan olumlu bir
sonuç elde edilemedi. Aksine, bir yetki karmaşası doğdu.
Yüksek dereceli kimi masonlar, gerektiğinde simgesel derecelerde çalışmakta
olan locaların iç işlerine karışma hakları olduğunu ileri sürünce, simgesel
derecelerde çalışan birtakım localar da yüksek derecelere el atmaya girişti.
Böylece durum öncekinden çok daha karmaşık bir hale girdi. Herkes bundan
hoşnutsuzdu ama ortaya konulan çözüm önerilerinden hiçbiri aynı anda herkesi
tatmin edemediği için daha düzenli bir ortam bir türlü sağlanamıyordu. (Bu olgunun
ayrıntılarını da Masonluktaki ritleri inceleyeceğimiz 10. bölümde göreceğiz.)
Büyük Fransız Devrimi
Masonluğa karşıt (antimasonik) girişimlerde bulunanlardan kimileri, Büyük
Fransız Devrimi’ni Masonluğun gerçekleştirmiş olduğunu ileri sürer.
Özellikle masonlar hakkında bir olumsuz ön yargı oluşmasını sağlamak için ileri
sürülen bu savın yanlışlığı, Büyük Fransız Devrimi’nin Masonluğa Fransa’da
verdiği zarardan bellidir.
Eğer bu devrimi masonlar yapsaydı, ardından Fransa’da hayli görkemli bir
“mason egemenliği” doğması gerekirdi.
Bu devrimin gerçekleşmesinde payı olan ünlü kişilerden kimisinin mason olduğu
yadsınamaz. Ancak yaptıkları “mason” oluşlarından ileri gelmiyordu. Bunları bir
“mason örgütü” adına yapmakta da değildiler. Devrimde rolü olan masonların
eylemleri, halklarının özgürlüğünü ve insanca haklarını arayan birer gerçek
yurtsever olmalarından kaynaklanıyordu.
Ayaklanmalar başladığında, localarda daha önce başlamış olan politik nitelikli
tartışmalar sürüyordu. Kimi masonlar “kralcı” kimisi “cumhuriyetçi” olduğu için,
birbirlerine düştüler.
Devrim öncesinde cumhuriyetçiler, devrim sonrasında da arta kalan kralcılar
idam edildi. Giyotine gidenlerin arasında devrimden önce büyük üstat olan
Orléans Dükü Louis Philippe de vardı.

185
SPEKÜLATİF MASONLUK

19. Yüzyılda Fransa’da Masonluk


Devrimden sonra Fransa’da varlığını koruyabilmiş olan pek az loca kalmıştı.
Fransa Büyük Doğusu’nun kendisini toparlayabilmesi 1796 yılını buldu. Yeni
bir stratejiyle çeşitli mason ritlerinde çalışmakta olan loca ve atölyeleri sinesine
kabul ederek yönetimi altına almaya girişti.
Bu tutumu nedeniyle birçok mason ritinin yüksek derece otoritesiyle arası açıldı.
Kendine özgü bir “temel yasa” benimsedi. Getirdiği en önemli değişiklik, dinsel
nitelikli olabilecek her öğe ve kavramın tüzük ve ritüellerden çıkarılmasıydı.
Bunun üzerine İngiltere Birleşik Büyük Locası, zaten öteden beri düzensiz
saydığı Fransız Masonluğu’nu “klandesten” (kötü niyet taşıyan ama bunu açıkça
ortaya koymayarak gizli tutan bir örgüt) olarak nitelendirdi.
Fransız masonlar arasında, Fransa Büyük Doğusu’nun benimsediği genel tutumu ve
yapılan değişiklikleri uygun görmeyenler de vardı. Birer ikişer Fransa Büyük
Doğusu’ndan kopmaya başladılar. 1880 yılında “Simgesel İskoç Büyük Locası”
adında bir diğer obediyans kurdular. Bu obediyans, 1894 yılında Fransa Büyük
Locası (Grande Loge de France) adını aldı.
Anglosakson Masonluğu’na göre çalışmak isteyenler ise 1913 yılında “Fransız
Ulusal Büyük Locası” (Grande Loge Nationale Française) adını verdikleri
üçüncü obediyansı kurdu.

DİĞER ÜLKELERDEKİ GELİŞİM

Masonluğun 18. ve 19. yüzyıllardaki genel tarihçesi


bakımından Fransa’dan sonra gelen en önemli ülke
Almanya’dır. Ancak, 1871 yılı öncesinde “Almanya”
diye bir ülke yoktu; Saksonya, Bohemya, Bavyera,
Prusya ve Brandenburg gibi krallıklar vardı. Biz kolay
anlaşılsın diye hepsine birden “Almanya” diyelim.
Ortaçağ ve sonrasında Almanya, geleneksel yapıcılık mesleği ve sanatının
Avrupa’daki merkezi gibiydi ama bunun Spekülatif Masonluğun gelişimiyle
hiçbir ilgisi yoktur.
Prusya Kralı 2. Friedrich (Büyük Frederik), prens iken Masonluğa girip iki yıl
sonra da Prusya kralı olunca, bu ülkede Spekülatif Masonluk hızlı bir gelişim
gösterdi. Berlin’de “Üç Yerküre Büyük Locası” (Grossloge zu den drei
Weltkugeln) kuruldu.
18. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak Almanya’da da çeşitli mason ritleri ve
obediyanslarının oluşturulduğu izlendi.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ise, Nazilerin darmadağın etmiş olduğu Alman
Masonluğu, savaştan galip çıkan ülkelerin desteğiyle yeni baştan toparlandığında,
Anglosakson Masonluğu’nun doğrultusuna girdi.

186
SPEKÜLATİF MASONLUK

Avusturya
Avusturya’da mason localarının kurulmasına 1742 yılında başlanmıştı ama ünlü
İmparatoriçe Maria Theresa von Habsburg Masonluğa karşı çıktığı için bu
ülkedeki localar beklenen gelişimi sağlayamadı. Bu durum imparatoriçenin
ölümünden sonra değiştiyse de, mason locaları 1918 yılına kadar Avusturya’da
kayda değer bir etkinlik gösteremedi.
İsviçre
İsviçre, uzun süre Fransız Masonluğu’nun etkisi altında kalıp onu yakından
izledi. 1844 yılında kurulan “Alpina Büyük Locası”, Masonluğun tarihçesinde
özellikle 20. yüzyıl başlarında çok önemli bir yer edindi. Ancak sonradan
tutumunu değiştirip Anglosakson Masonluğu’na yönelince, bu ülkede bir de
“İsviçre Büyük Doğusu” (Grand Orient de Suisse) kuruldu.
İtalya
Bu kitabın 14. bölümünde Masonluğa karşıt girişimleri inceleyecek, o sırada
1738 yılında Katolik Kilisesi’nin aforozunu göreceğiz. Bunun çok etkilediği
ülkelerden biri kuşkusuz İtalya idi. Bu nedenle de 19. yüzyıl öncesinde İtalya’da
kayda değer bir masonik etkinlikten söz edilemez.
Daha sonra birbiri ardınca kurulan İtalyan obediyansları Guiseppe Garibaldi
adlı masonun girişimiyle 1861 yılında birleşmişti. 20. yüzyılda ise İtalyan
Masonluğu, dünyanın diğer hiçbir ülkesinde görülmemiş boyutta çeşitli bölünme
ve parçalanmalara uğradı.
İspanya
Katolik Kilisesi’nin aforozunun etkisini gösterdiği bir diğer ülke İspanya oldu.
Üstelik bu etki 19. yüzyıl ortalarına kadar sürdü. İspanyol locaları, ancak 1868
yılından sonra gelişim gösterebildi. 1885 yılında kurulan “Catalonia-Baleares
Büyük Locası”, sonradan “İspanya Büyük Locası” adını aldı. 20. yüzyılda ise
İspanya’da Masonluk hayli gelişme gösterdi ama birbiri ardınca ayrı ayrı
obediyansların kurulduğu bir evreye girildi.
Portekiz
Portekizli masonlar, 18. yüzyılda İspanyol masonların çektiği sıkıntıları paylaştı.
Buna karşın, Portekiz İspanya’dan biraz farklı olduğu için bu ülkede varlığını
sürdürmeyi başararak gelişme gösteren localar bir araya gelip, 1809 yılında
“Portekiz Büyük Locası”nı kurdu. Bu ülkede daha sonra kurulan diğer
obediyanslar ise 1869 yılında “Lusitanya Büyük Doğusu” adı altında birleşti.
Belçika
18. yüzyılda Belçika Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun egemenliği
altındaydı. Bunun için, bir yandan İngiltere’ye diğer yandan Fransa’ya komşu
olmasına karşın, bu ülkede yoğun bir masonik etkinlikten söz edilemez. 1830
yılında bağımsızlığını kazanınca, hemen bir ulusal büyük loca kuruldu. Ancak
Belçika’daki masonlar hep Fransız Masonluğu’nun etkisi altında kalmış olduğu
için, sonrada buna bir de “Belçika Büyük Doğusu” eklendi.

187
SPEKÜLATİF MASONLUK

Hollanda
Hollanda gerek İngiltere gerekse Fransa’ya çok yakındır ama 20. yüzyıldan önce
bu ülkede de Masonluk hayli ağır bir gelişim gösterdi. Gerçi “Hollanda Büyük
Locası” 1756 yılında kurulmuştu ama 18. ve 19. yüzyıllar boyunca bu ülkede
önemli bir masonik etkinlik görülemedi.
Polonya
Katolik Kilisesi’nin aforozunun etkili olduğu ülkelerden biri de Polonya’dır. Bu
ülkedeki mason locaları ancak 1780 yılından sonra 40 yıl kadar kısa bir süre
boyunca varlık gösterebildi.
İskandinavya
İsveç’te Spekülatif Masonluk önceleri hiç de hoş karşılanmamıştı. Ancak 1762
yılında Kral Adolphus Frederick kendisini mason localarının koruyucusu ilân
edince iş değişti. 1796 yılında ise Kral 4. Gustav çok ilginç bir yasa çıkarttı;
mason locaları dışındaki tüm ezoterik kurumların etkinliğini yasakladı. Dahası,
İsveç prensleri bundan böyle “doğuştan mason” sayıldı. Böylece bu ülkede
Masonluk doğrudan krallığın yönetimi altına girdi. Gelişip yaygınlaşması, halka
mal edilmesi hiçbir zaman istenmedi. Aslında Anglosakson Masonluğu
topluluğu içinde yer almakla birlikte hep kendi içine kapanık kaldı. Danimarka
önceleri İsveç’teki Masonluğu taklit etti ama sonra bağımsız localar da kuruldu.
Danimarkalı masonlar, 20. yüzyılda bu locaları bir araya getirip, “Danimarka
Büyük Locası”nı kurmayı başardı.
Rusya
18. ve 19. yüzyıllarda Masonluğun ilginç olaylara sahne olduğu ülkelerden biri
Rusya’dır. 1765 yılında Çariçe 2. Catherina (Büyük Katerina) kendisini mason
localarının koruyucusu olarak ilân etmişti. Dolayısıyla Rusya’da Masonluk hızlı
bir gelişim içine girmişti.
1776 yılında “Rusya Ulusal Büyük Locası” kuruldu. Bazı locaların Fransızların
etkisiyle devrimci girişimlerde bulunacağına ilişkin bir söylenti çıkınca, Çariçe
Masonluğa karşı önceki tutumunu bir anda değiştiriverdi. Rusya’da bundan
böyle sadece mason localarının değil, ezoterik nitelikli tüm kurumların çalışmaları
yasaklandı. 20 yıl kadar sonra ise, prensliği sırasında gizlice Masonluğa girmiş
olan Çar 1. Paul, mason localarının çalışmalarına yeniden izin verdi. Bununla
kalmayarak, 1815 yılında “Astra Büyük Locası” adını verdiği bir obediyansı
doğrudan kendisi kurdu.
19. yüzyılın sonraki dönemlerinde Rusya’da Masonluğa karşıt (antimasonik)
girişimler hayli yoğunlaştı. Bu nedenle Rusya’da Masonluk beklenilen ölçüde
gelişim gösteremedi. 1917 yılında ise, ilk devrimden sonra başbakan olan
Alexander Feodeovich Kerensky, kabinesini baştan sona masonlarla donattı.
Bunu açıkça da ortaya koydu. Bu hükümetin başarısız olmasının faturası ise
Masonluğa çıkarıldı. Dolayısıyla, bundan böyle Rusya başta olmak üzere
Avrupa’daki tüm Komünist ülkelerde Masonluk yasaklandı.

188
SPEKÜLATİF MASONLUK

AMERİKA VE AVUSTRALYA’DAKİ GELİŞİM

Masonluğun Amerika kıtasındaki tarihi, doğrudan


spekülatif nitelikle başlar. Çünkü Amerika’da yapıcılık
mesleği ve zanaatı uygulanmış ama Avrupa’dakilere
benzer operatif mason locaları görülmemiştir.
Bu bağlamda Avustralya da farksızdır.
Amerika ve Avustralya kıtalarındaki Masonluk bakımından ilk sırayı Amerika
Birleşik Devletleri alır.
Daha 1730’lu yıllarda Amerika kıtasına geçen masonlar, gittikleri her yerde
localar kurmaya girişti.
Bunların sayısı pek kısa bir süre içinde tüm Avrupa’yı kıskandıracak boyutta
arttı.
Çoğu İngiliz ve İskoçya obediyanslarına bağlı olan bu localar, kendi aralarında
birleşerek “il büyük locaları” kurmaya başladı. Amerika Birleşik Devletleri’nin
bağımsızlık savaşı sırasında, kuzey eyaletlerde 25 il büyük locası vardı.
Amerika Birleşik Devletleri’nin “Bağımsızlık Bildirgesi”ni imzalayanların çoğu
masondu. Özgürlük, sosyal adalet ve ulusal bağımsızlıktan yana çıkınca, halkın
sempatisini kazanmakta güçlük çekmediler.
Nitekim George Washington ve Amerika Birleşik Devletleri’nin onu izleyen
başkanlardan çoğunun mason olduğu, A.B.D. halkı tarafından gayet iyi bilinir.

Zamanla Amerika Birleşik Devletleri’nin her eyaletinde ayrı bir büyük loca
kuruldu. 18. yüzyılın ikinci yarısında bunların bazısı İngiltere’deki “Eskiler”in,
diğerleri “Yeniler”in ilke ve yöntemlerini benimsedi. İngiltere Birleşik Büyük
Locası kurulduktan bir süre sonra bu ayrılık ortadan kalktı. Ancak bu arada
Avrupa’da kurulmuş olan mason ritlerinden birçoğu Amerika’da da uygulanma
olanağı bulmuştu.

189
SPEKÜLATİF MASONLUK

19. yüzyıl boyunca Amerika Birleşik Devletleri’ndeki büyük localar, tüm ülke
çapında geçerli olacak bir konfederasyon oluşturma girişiminde bulundu ama
olumlu bir sonuç elde edilemedi.
Ancak bu başarısızlık, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Masonluğun herhangi
bir şekilde bölünmüşlüğünün göstergesi değildir. Obediyanslar arasında olumlu
dostluk ilişkileri vardır. Nitekim daha 19. yüzyılda yeryüzündeki en güçlü masonik
kitle Amerika Birleşik Devletleri’nde idi.
Kanada
Kanada’da da her bir eyaletteki Masonluk, bir diğerinden ayrı olarak gelişti.
Ancak bu ülkede sadece İngiliz Masonluğu değil, Fransız Masonluğu da etkili
oldu. 19. yüzyıl sonlarına doğru tüm Kanada’yı kapsayacak bir konfederasyon
kurulması girişimi de başarılı olamadı.
Avustralya
Avustralya’da Masonluk ancak 19. yüzyıl başlarında görüldü. İskoçya Büyük
Locası ile İngiltere Birleşik Büyük Locası, bu ülkede kendilerine bağlı daha çok
loca kurabilmek için âdeta yarışa girişmişti. 19. yüzyıl sonlarına doğru ise
Avustralyalı masonlar artık kendi büyük localarını kurmaya yöneldi. Amerika
Birleşik Devletleri ve Kanada gibi, Avustralya’nın da her eyaletinde ayrı ayrı
büyük localar kuruldu ve hızla gelişti. Öyle ki kısa süre içinde Avustralya,
Anglosakson Masonluğu’nun dünya yüzünde en güçlü olduğu ülkelerden biri
niteliğini edindi.
Güney Amerika
Masonluğun yaygınlığı bakımından Güney Amerika ülkeleri arasında Brezilya
öncelik taşır; onu Arjantin, Uruguay ve Şili izler. Hepsinde de Masonluğun
gelişimi birbirine benzer. Onlara Meksika, Orta Amerika ülkeleri ve Antiller’i
de ekleyebiliriz.
Brezilya başta olmak üzere bu ülkelerin her birinde mason örgütlerinin yönetimi
âdeta paylaşılamaz olmuştur. Bunun sonucunda peşine birkaç loca takan her mason,
yeni bir obediyans kurmuştur. Bunlardan bazıları zaman zaman kendi aralarında
birleşmiş ama sonra gene bölünmeler baş göstermiştir.
Afrika ve Asya
Gerek Afrika gerekse Asya ülkelerine Masonluk pek geç tarihlerde ulaşmıştır.
Bu da Masonluğun aslında bir “Avrupa kuruluşu” olduğunun göstergelerinden
biri sayılabilir. Günümüzde bile bu kıtalardaki ülkelerin birçoğunda Masonluk
henüz bilinmemektedir.
[Bu bölümde anlatılanları yetersiz bulduysanız bu çok doğal. Masonluğun dünya
çapında oluşumu ve gelişimi bakımından apayrı .in çalışma yapılmalı.]

190
SPEKÜLATİF MASONLUK

MASONLUKTA KADINLAR

Mason ritleri, sistemleri ve kuruluşlarının çoğu kadınların


“mason” olabileceğini kabul etmez. Bu kitabın 5. bölümünde
söz etmiş olduğumuz üzere masonların eşlerinin, yetişkin kız
çocuklarının, annelerinin ve kız kardeşlerinin katılabildiği
beyaz oturumlar düzenler. Nasıl masonları “ erkek kardeş”
anlamına gelen bir sözcükle adlandırıyorlarsa, hanımlara da
“hemşire” der ama Masonluğu sadece erkeklere özgü bir
kurum olarak görürler.
Kadınların da mason olup olamayacağı, kadınları Masonluğa kabul eden bir
kuruluşun “düzenli” sayılıp sayılamayacağı, Masonlukta hep tartışılagelmiştir.
Spekülatif Masonluğun 1723 tarihli özgün temel yasasına bakılacak olursa,
kadınlar mason olamaz. 18. yüzyılda ve son olarak 1815 yılında İngiltere’de
yayımlanmış diğer yasalar da aynı kuralı korumuştur.
Ancak ortaya bir soru atılması üzerine kadınların Masonluğa alınmayışlarının
gerekçesi belirtilirken, bunu Masonluğun temel yasasına bağlamaktan kaçınılır.
Çünkü gerektiğinde yasalar değiştirilebilir. Dolayısıyla kadınların Masonluğa
alınmayışı, başka gerekçelere bağlanır.
Eskiden, bu gerekçe şöyle belirtilirdi: “Kadınlar, yaratılışları bakımından zayıf
ve pek duygusal olur. Masonluğun öğretimini kaldıramazlar. Sır saklamasını
beceremezler. Masonluğun ezoterik niteliğinin gereğine uyamaz, verilecek bilgileri
kavrayamazlar.”
Kadınları küçümseyen bu “erkekçi” (maskülist) görüş ve anlayış, gerek birçok
tarihsel gerçek gerekse akıl ile bağdaşmaz. Kaldı ki 20. yüzyılda böyle bir görüş ve
anlayış çağ dışı kalmıştır. Kadınlar, geçmişte “operatif mason” olamamışsa da
“spekülatif mason” olabileceklerini savunarak tezlerini kabul ettirebilmek için
yoğun çabalar sergilemiştir.
Bunu göz önünde tutan çağdaş görüş şöyledir: “Dünyanın birçok yerinde her
işi başaran, politikaya giren, asker olan, devlet başkanlığı yapan kadınlar
varken, bazı mason kuruluşlarının onların mason olamayacağına ilişkin
görüşte diretmesi akıl ve mantığa sığmaz.”
Üvey Localar
Bu terim, sadece erkeklerin mason olabileceğinin benimsendiği 18. yüzyıl
ortamında özel olarak kadınları Masonluğa kabul eden bir sistemi uygulayan
localara yakıştırılmış bir genel niteliktir. Aynı anlamda “adopsiyon locaları”
terimi de kullanılır.
Bu tür localara “üvey” denmiş olmasının nedeni, kuruluşları sırasında tam birer
“mason locası” olarak kabul edilmemeleri, ancak bazı localar ve obediyanslar
tarafından korunmuş ve desteklenmiş olmalarıdır.

191
SPEKÜLATİF MASONLUK

Kimileri bu terimi “yalnızca kadınların üye olduğu localar” ile eş anlamlı


tutarken, kimileri daha geniş bir kapsamda olmak üzere gerek kadın gerekse
erkeklerin bir arada üye olduğu “karma localar” için de kullanmıştır.
Üvey locaların tarihsel geçmişi, bazı kaynaklara göre 1730 yılına kadar uzanır.
1760 yılında Paris’te erkeklere özgü bir mason locasının ritüel ve çalışma şeklini
olduğunca uygulamış olduğu bilinen bir üvey loca vardır. Yaygın ve etkin bir
şekilde çalışmaya başlamaları ise 1774 yılını bulmuştur.
İlk Ünlü Kadın Masonlar
Masonluk tarihindeki en eski kadın mason, İrlandalı Elizabeth Aldworth’tur.
Masonluğa alınışı, Spekülatif Masonluğun Londra’daki ilk örgütlenişinden bile
öncedir. Bunun öyküsü özetle şöyledir:
“Bayan Aldworth’un kocası bir kabul edilmiş masondu. Cork kasabasındaki
kabul edilmiş masonlar, Aldworthların konağında toplanırdı. Bayan Aldworth,
neler yapılıp görüşüldüğünü gizlice izlerdi.
Bir toplantı esnasında yakalandı. O güne kadar birçok toplantıyı baştan sona
izlemiş olduğu ve masonların gizemlerini tüm ayrıntılarıyla öğrenmiş bulunduğu
ortaya çıktı. Bunun üzerine, o günün anlayışı uyarınca Masonluğa alınması
zorunlu oldu.”
İrlandalı masonlar, öteden beri kadınların mason
olamayacağına ilişkin kuralı çok sıkı bir şekilde
savunur.
Buna karşın, İrlanda Büyük Locası’nın 1744 yılında
düzenlenmiş olan genel üye listesinde, Elizabeth
Aldworth, İrlanda Büyük Locası’nın o tarihteki büyük
üstadının adının hemen altında görülür. Dilimizde bir
atasözü olarak “Güneş balçıkla sıvanmaz.” denildiği
üzere, bu durum günümüzde de aynen korunmaktadır.
Masonluğun genel tarihindeki en ünlü kadın mason
olan Maria Déraismes, 1870 yılından sonra Fransa’da
kurulmuş olan kadın mason localarını üveylik
niteliğinden kurtararak bağımsızlaştırmak için yoğun
çaba gösterdi. Daha önce kadınlar kendilerinin de
mason olabileceğini ileri sürerken, “kadın hakları”
üzerinde duruyordu. Maria Déraismes ise bunun
yerine “insan hakları”nı savunmaya girişti. Zaten
kadınların da mason olabilmesi, bunun doğal
sonucuydu. Başarılı da oldu.
İşin ilginç yanı, Masonluğa alınışı, tutumu bakımından bu konuya çok daha sıcak
bakan Fransa Büyük Doğusu’na değil, Fransa Büyük Locası’na bağlı bir locada
gerçekleşmiş olmasıydı. Ne yazık ki kadınları da Masonluğa kabul eden bir
obediyansın kuruluşunu görmeye ömrü yetmedi.

192
SPEKÜLATİF MASONLUK

Karma Masonluğun Oluşumu


Masonlukta “karma” sıfatı, hem erkek hem de kadın üye kabul eden loca,
obediyans ve sistemleri nitelemek üzere kullanılıyor. (Batı dillerinden dönüştürme
olarak “miks” diye bir sıfat kullananlar da var.)
Maria Déraismes Masonluğa girdikten sonra buna karşı birtakım tepkiler görüldü
ama 1880’li yıllarda Fransa’da kadınların Masonluğa kabul edilmesine de hız
verildi. Herhangi bir locada aynı anda hem erkek hem kadın üyeler olunca,
o localar ister istemez “karma” nitelik taşımaya başladı. Bu tür locaların sayısı
giderek arttı. 1893 yılında “İnsan Hakları Fransa Simgesel İskoç Karma Büyük
Locası” adı altında bir bağımsız obediyans kuruldu. Bundan sonra da dünyanın
birçok yerinde -kadınların mason olmasına şiddetle karşı çıkan İngiltere’de bile-
karma mason locaları ve oluşturdukları obediyanslar kuruldu. Bu obediyansların
çoğunun uyguladığı bir mason riti bile oluşturuldu. (Bu konuyu Masonluktaki
ritleri inceleyeceğimiz 10. bölümde göreceğiz.)

Kimi masonlar karma locaları “evrimin sonucu ve çağımızın gereği” olarak


nitelerken, Masonlukta bir ilke olarak kadın ve erkek arasında ayırım gütmeye
karşı olanlardan birçoğu, bir locada her şeyi kadınlarla paylaşmayı uygun
görmedi. Kadınların mason olmasına karşı çıkmayan erkek masonlara göre,
isterlerse loca toplantılarına katılabilirlerdi ama kendi locaları ayrı olmalıydı.
İşin ilginç yanı, kadın masonlardan birçoğu da aynı görüşteydi. İşte bu eğilimin
sonucunda, birçok ülkede sadece kadınların üye olduğu localar ve bunların bir
araya gelmesiyle oluşmuş büyük localar da kuruldu.

SİYON ÖRGÜTÜ

Spekülatif Masonluğun tarihini gözden geçirdiğimiz bu


bölümü bitirmeden önce başa dönüp, bu kurumun niçin ve
nasıl kurulmuş olduğuna, kısaca değinmek gerekiyor. Bunun
için de Batı dillerinde adı “Prieuré de Sion” olarak geçen,
dilimizdeki sözlük karşılığı bakımından “Siyon Manastırı”
gibi bir anlama gelen, ancak bizim burada Siyon Örgütü diye
anacağımız bir kuruluş hakkında biraz bilgi edinmeliyiz.
Siyon Örgütü’nün, aslında kuruluşundan beri Tapınak Şövalyeleri Tarikatı’nın
ardına gizlenmiş bir gizli organizasyon olduğu söylenir. Bunun doğru olup
olmadığı bilinemez ama bu örgütün 1188 tarihinden bu yana var olduğu
belgelenerek ortaya çıkmıştır. Bu "belgelenme" çok eski değildir; ancak 50 yıl
kadar bir geçmişi vardır.

193
SPEKÜLATİF MASONLUK

«Yine Tapınak Şövalyelerine mi döndük?» mü diyeceksiniz?


Hayır... Bu örgütün, Spekülatif Masonluğun gerek kuruluşu gerekse sonraki
gelişimi üzerinde olağanüstü etkisi olmuştur. Hatta Spekülatif Masonluğun
aslında bu örgütün üyelerince kurulmuş olduğu bile söylenebilir.
Geçmiş yazarlar, Masonluğun tarihini anlatırken bu konuya hiç değinmemiş,
Spekülatif Masonluğu geleneksel yapıcılık mesleği ve sanatının biçim
değiştirmiş devamı gibi göstermişlerdir.
Bundan ötürü onları suçlamak ya da yanlış yazdıklarını söylemek doğu olmaz.
Bilemezlerdi ki... Bilmiyorlardı ki... 20. yüzyılın ikinci yarı ortalarına kadar, hiç
kimsenin Avrupa’da tarih boyunca çevrilmiş birçok entrikanın ardında “Siyon
Örgütü” diye bir organizasyonun bulunduğundan haberi yoktu.
Andrew Michael Ramsay'ın 1737 tarihli ünlü söylevi de Tapınak Şövalyeleriyle
ilişkilendirilmişti. Ertesi yıl kurulmuş olan ilk İskoç ritinin son derecesinin
"Tapınak Şövalyesi" oluşu da bunun kanıtı sayılmıştı. Hiç kimse bu işlerin perde
arkasındaki kişinin gizli kimliğini bilmiyordu. Hem sadece onu değil, ondan
öncekileri de bilmiyordu.
Yapboz tarzındaki bilmecenin parçalarının her biri yerine oturtulunca, gerçek
tablo kendini ortaya çıkarıyor.
Bu tarihsel geçmişi acaba tablodaki parçaları teker teker çıkararak sondan başa
doğru mu yapmalı, yoksa tersine parçalardan başlayıp sonuca doğru mu gelmeli?
Belki en uygunu meselenin binlerce yıl önceki kökeninden değil de ortasından
başlamak, sonra hem gerekince geriye uzanmak hem tarihsel bakımdan ileriye
doğru gelmek olacak.
Örgütün Geçmişi
Tapınak Şövalyelerinin, 1099 yılında Hıristiyanlar tarafından fethedilmiş olan
Kudüs’ün güvenliğinden sorumlu olduğuna ya da kendilerini öyle gösterdiklerine
değinmiştik.
Bu şövalyeler, 1187 yılında Salâhattin Eyyubî’nin ordusu karşısında dehşetli bir
bozguna uğrayıp, Kudüs’ü yine Müslümanlara teslim etmek zorunda kalınca,
tarikatın içinde bir çatlak oluştu. Daha önce perde arkasında var olduğu söylenen
Siyon Örgütü, işte bunun üzerine Tapınak Şövalyeleri’ni terk etmişti. O tarihten
sonra Tapınak Şövalyeleri Tarikatı çeşitli ticarî işlere girişerek çok daha
zenginleşti ama o bizim buradaki konumuz değil.
Siyon Örgütü'nün asal amacı, 8. yüzyıl öncesinde başta eskiden Galya (Kelt
ülkesi) olarak anılan bugünkü Fransa toprakları olmak üzere Batı Avrupa’nın en
büyük gücü olan Frank kralları soyunun yani Merovenj hanedanının eski ve
görkemli egemenliğini yeniden sağlamaktı. Bunu bir zamanlar ellerinden,
sonradan Karolenj hanedanı adını alacak olan ve aslında soylu bile olmayan bir
aile ile işbirliği eden Katolik Kilisesi, bir entrika çevirerek almıştı; en azından
örgütün iddiası böyle…

194
SPEKÜLATİF MASONLUK

Üstelik Merovenjlerin soy ağacının çok daha eskiye, İsrailoğullarının Kudüs’ün asıl
sahipleri olarak nitelenen Benjamin kavmine kadar uzandığı benimseniyordu.
Örgütün adını aldığı Kudüs’teki Siyon Tepesi’nin yani bir zamanlar Süleyman
Tapınağı’nın yapılmış olduğu yerin de kendilerine ait olduğunu ileri sürüyorlardı.
(Kudüs’teki Siyon Tepesi ile Tapınak Tepesi aslında aynı yer değildir. Ancak bu
kabulde Tapınak Tepesi, "Siyon" olarak adlandırılıyor.)
Siyon Örgütü, işte bu nedenle Yahudilere de karşıt, Antisemitist nitelik taşıyan
bir eylem içindeydi. Bir yandan Fransa’yı, diğer yandan Katolik Kilisesi’ni ele
geçirmeye uğraşıyordu. Ancak bunu açıkça yapmıyor, başka kurumları elde
ederek onlardan yararlanmaya çalışıyor, çeşitli entrikalar çeviriyordu. Fransa ve
Katolik Kilisesi elde edildikten sonraki hedef Kudüs olacaktı. Yüzyıllar boyunca
başarılı bir sonuç elde edemediler ama umutlarını da yitirmediler.
Bu konuyu anlayamamış olabilirsiniz. «Şunu başından sonuna doğru dürüst,
adım adım anlatamaz mısınız?» diye yakınabilirsiniz. Tamam. Peki. Öyle yapalım.
1- Tevrat'ta yazılı olduğuna göre "vaat edilmiş topraklar" İsrailoğullarının
kavimleri arasında paylaştırıldığında, Kudüs'ün de içinde bulunduğu arazi
Benjamin ailesine verilmiş. (Yeşu, Bap:18)
2- Yahuda (Judah) ailesinin reisi Davut kral olunca gidip Kudüs'e yerleşmiş.
3- Benjaminler Hz. Musa'nın getirdiği yeni dini benimsemeye yanaşmamış.
Yehova (Jehovah) yerine en büyük tanrı olarak benimsedikleri Baal tapımını
sürdürmüşler.
(Bu arada bir not: J ve B baş harflerinin tekrarı dikkate değer olabilir.)
4- Çıkan çatışmalarda Benjaminlerin birçoğu öldürülmüş. Bir bölümü deniz
yoluyla kaçmış. Kaçanlardan kimisi günümüzdeki Fransa'nın Akdeniz kıyısındaki
Languedoc'a yerleşmiş; kimisi de Mora Yarımadası’nın kuzeyindeki Arkadya
bölgesi ve Truva'dan sonra Avrupa’ya geçip Tuna nehrini izleyerek batıya doğru
göçmüş. Onlar da sonunda Galya'ya yerleşmiş.
5- İşte bu son topluluğa, ilk krallarının adı nedeniyle Merovenjler denmiş.
Topraklarını giderek doğuya doğru genişletmiş, Frank krallıklarını oluşturmuşlar.
6- Hıristiyanlığı kabul ettiklerinde, Katolik Kilisesi Merovenjlerin liderini "Kutsal
Roma-Germen İmparatoru" olarak tanımış.
7- Sonradan Merovenjler ile Kilise arasında uyuşmazlık çıkınca, Kilise saray
kahyalarını elde edip Merovenjleri ortadan kaldırtmış ve imparatorluğu onlara
vermiş. Böylece Karolenjler hanedanı oluşmuş.
Avrupa’daki tarihçenin sonrası konumuzun dışında kalır. Şimdi Birinci Haçlı
Seferi'nin az öncesine sıçrayalım.
8- Merovenjlerin yeniden canlanmasını erek edinen bir grup keşiş, bugünkü
İtalya’nın güney ucundan Fransa’nın kuzeyindeki Ardennes bölgesine gelerek
orada bir manastır kurmuştu. Burada “Siyon Tarikatı” (Ordre de Sion) adlı bir
gizli örgüt oluşturulmuştu.

195
SPEKÜLATİF MASONLUK

Birinci Haçlı Seferi’nin sonunda “Kudüs Fatihi”


unvanını kazanmış olan Godfroi de Bouillon, 1090
yılında bu tarikata inisiye edilmiş, kendisine soyu sopu
anlatılmış, Kudüs’ün ele geçirmek üzere gerekli
hazırlıklara daha o tarihte başlanmıştı.
9- Godfroi de Bouillon Kudüs’teki Siyon Tepesi
üzerine yerleşmiş ama orada yapılması gerekenleri
yapamadan ölmüştü. Yerine geçen kardeşi Boudouin I
bu konuyla hiç ilgilenmemişti. Bu durum, sonradan
Tapınak Şövalyeleri adını alacak bir grubun oraya
giderek işe el koymasını gerektirmişti.
[Bu konuyu çok daha ayrıntılı olarak “Tapınakçılar Siyonistler ve Masonlar”
adlı kitapta okuyabilirsiniz. ]
10- Siyon Örgütü, amacına ulaşabilmek için öncelikle Fransa Krallığı’nı ele
geçirmek emelindeydi. Yüzyıllarca birçok entrika çevirdi. Hiçbirinden istediği
sonucu alamadı.
11- Çok daha sonra (17. yüzyılda), bu örgütün başına önce Rozkrua Tarikatı’nın
kurucusu olarak kabul edilen Johann Valentin Andreä geçti. Böylece Siyon
Örgütü, Rozkruacılarla özdeşleşmiş oluyordu.
12- Britanya’da Stuart hanedanının egemenliği sürerken, Oliver Cromwell Kral
1. Charles’ın kafasını kestirip Stuartları Fransa’ya sürdü.
O sıralarda Siyon Örgütü’nün başına geçen ünlü bilim adamı Robert Boyle,
İngiltere’de “Görünmez Kolej” adlı Rozkruacı örgütünü kurmuştu. Fransa’daki
Stuartistler ile Rozkruacılar işbirliği ederek, idam edilen önceki kralın oğlu 2.
Charles’ı tahta çıkarmayı başardılar.
Bunun üzerine 2. Charles, Robert Boyle tarafından kurulmuş olan örgütü koruması
altına alarak buna “Royal Society” adını verdi.
1688 yılında Kral 2. James döneminde Stuartlar ikinci darbeyi yedi ve yine
Fransa’ya kaçmak zorunda kaldılar.
Royal Society, görünüşünde bir bilimsel araştırma kurumuydu ama oluşumunu
Stuartlara borçlu olduğu için, üyelerinden kimileri bir yandan da bu hanedanın
İngiltere tahtını yeniden ele geçirebilmesi için çalışıyordu.
Dolayısıyla Siyon Örgütü bu dönemde bir kez daha Stuartlar ile kader birliği
etmişti. Hele ünlü Fizik bilgini ve Alşimist Sir Isaac Newton Siyon Örgütü’nün
liderliğini aldıktan sonra bir de Royal Society başkanı olunca, bu bağlamdaki
girişimler hızlandı.
Spekülatif Masonluğun oluşumuyla bağlantılı olaylar işte o zaman başladı.

196
SPEKÜLATİF MASONLUK

Newton ile Wren


Sir Isaac Newton bir plan hazırlamıştı. Buna göre Royal Society adlı kuruma
yepyeni bir biçim verilecek, Siyon Örgütü ile Stuartların amaçları doğrultusunda
kullanılacaktı.
Ona bu planında en değerli desteği veren kişi, Sir Christopher Wren idi.
Sir Christopher Wren kimdir?... Londra Büyük Locası’nın kuruluşunda adı hiç
geçmez ama Spekülatif Masonluğun ilk örgütlenişi bakımından çok önemli bir yer
tutmuştur. Masonluğun tarihçesini anlatan kitaplarda ona şöyle bir değinilip
geçilir. Burada anlatılacak olanlar da farklı değil ama işin içine Siyon Örgütü de
girdiği için konuya bir başka açıdan bakacağız.
Bir mekanikçiydi. Mimarlığa çok meraklıydı. 1666 yılında çıkan devasa Londra
yangını ertesinde, Kral 2. Charles tarafından Fransa’ya gönderilerek mimarlık
eğitimi görmesi sağlanmıştı. Döndüğünde, hem yeni baştan yapılması gereken
St. Paul Katedrali inşaatının başına geçmiş hem “büyük üstat” unvanı ile
İngiltere’deki mason localarını devlet adına denetlemekle görevlendirilmişti.
Royal Society üyesi de olmuş, bir süre başkanlığını da yürütmüştü.
Sir Christopher Wren, günümüzde İngiltere’de adı saygıyla anılan bir kişidir.
İngilizlerin en büyük kupürlü banknotu olan 50 Sterlin’in arka yüzünde bir
zamanlar onun resmi yer alırdı.

Newton ile Wren’in birlikte düzenlediği plan uyarınca St. Paul Katedrali’nin
locası bir bildirge yayınlayacak, buna göre “kabul edilmiş masonlar” da loca
üstadı olabilecek, yeni kurulacak olan localar bir araya getirilip Londra’da bir
büyük loca oluşturulacaktı. Tarih: 1702… Ancak bunun yapılabilmesi o tarihte
İngiltere tahtında oturan Kraliçe Anne tarafından onaylanmalıydı.
Fransa’daki önceki İngiltere Kralı 2. James’in kızı olmakla birlikte onu tahttan
indirenlerden biri olan Kraliçe Anne, Sir Christopher Wren’e istediği onayı
vermeyince, bu plan suya düştü. Elbette onaylamazdı… Bu girişimin arkasında
Stuartistlerin bir oyunu olduğunu ya sezmiş ya öğrenmişti. Bunun üzerine Sir
Christopher Wren istifa etti. Kraliçe onu da umursamadı.
Ancak berikilerin umudu tükenmemişti. İç politikada küçük ve masum sayılacak bir
entrika çevirip, siyasete zaten pek meraklı olan Royal Society’nin o sıradaki
başkanı John Somers’in parlamentoya girmesini sağladılar.

197
SPEKÜLATİF MASONLUK

Böylece Isaac Newton Siyon Örgütü’nün liderliğinin yanı sıra Royal Society
başkanlığını da üstlendi. Bir kez daha Royal Society bünyesinde Stuartistlerin ve
Siyon Örgütü’nün emellerini gerçekleştirecek bir yapılanma oluşturmaya
giriştiler.
Yıllarca uğraştılar ama boşuna!… Olmadı; yürümedi; başaramadılar. Kraliçe
Anne 1714 yılında ölene kadar…
Birleşik Krallık tahtı, Alman Hanover hanedanından Georg Ludwig’e geçti.
Yeni kral, daha önce İngiltere’de olup bitenleri bilmezdi. Dolayısıyla yeniden
Masonluk çatısı altındaki organizasyonu deneyebilirlerdi. St. Paul Katedrali’ni inşa
eden locanın yanı sıra, tümüyle spekülatif nitelikli üç loca daha kurdular. Bunlara
öteden beri yapıcılık mesleği ve zanaatını uyguluyormuş süsü verdiler. Kısa bir
süre önce Royal Society üyeliğine alınmış Jean Théophile Désaguliers ile James
Anderson da onlara katılanlar arasındaydı.
Londra’daki bu dört locanın birleşerek, Londra Büyük Locası’nı kurduğu ilan
edildi. O tarihte varlığı ve örgütlenmesi zaten onaylanmış Operatif Masonluğun
yerini almış gibi gösterildi. İngiltere’de geleneksel yapıcılık mesleği ve zanaatının
yüzyıllara uzanan tarihine de, yöntemlerine de sahip çıkıldı.
  

Londra Büyük Locası’nın gerek kuruluşu sırasında gerekse izleyen yıllarda, Sir
Christopher Wren dışında bu örgütün ileri gelenlerinden hiçbirinin Masonluk ile
önceye dayanan bir bağlantısı yoktu.
İngiltere’deki operatif mason localarının bu oluşumu şiddetle protesto etmelerinin
nedeni işte budur. Birileri, Masonluğu ellerinden koparıp almaya kalkışıyordu.
Ancak Londra Büyük Locası’nın kuruluşu ne Siyon Örgütü’nün ne de Stuart
hanedanının işine yaradı. Çünkü önemli bir yanlışlık yapılmış, kurulan yeni
örgüte “federatif” bir nitelik verilmişti. Böyle olunca, her kafadan ayrı bir ses
çıkıyordu. Dolayısıyla gerek Stuartistler gerekse Siyon Örgütü İngiltere’den
umudu keserek, oluşturmuş bulundukları Spekülatif Masonluğu bu kez Fransa’da
farklı bir yapılanma altında yeniden denemeyi öngördüler. Masonluktaki yüksek
dereceler de başlangıçta bu amaçla oluşturuldu.
Tarihçilerin “yüksek dereceleri icat eden kişi” diye nitelendirdikleri Andrew
Michael Ramsay’ın arkasında Charles Radclyffe vardı; Isaac Newton’dan sonra
Siyon Örgütü’nün başına geçmiş olan kişi.
İşte Spekülatif Masonluğun ilk örgütlenişinin arka planı budur vesselam!



198
9
GENEL TARİHÇE ( IV )
Son Yüzyıla Bakış

Masonluğun 19. yüzyılın ilk yarısında ulaştığı aşamada dönemin anlayışlarına


uygun eğilim ve gereksinmeler, ilk örgütlenmenin gerçekleşmiş olduğu 18. yüzyıl
başlarından çok farklıydı.
Aradan geçen bir buçuk yüzyıllık dönemin deneyimi, Masonluktaki çalışmalara
birçok açıklama getirilip, çağdaş kurallar üzerinde uyuşmaya varılması gerektiğini
ortaya koymuştu.
Geçmiş bir buçuk yüzyıllık dönemde ortaya öyle bir olgu çıkmıştı ki dünya
yüzünde “tek bir Masonluk” kalmamış, “çeşitli Masonluklar” oluşmuştu.
Bunların hepsi aynı amaç peşinde koştuğunu ileri sürüyordu ama benimsedikleri
ilkeler ve çalışma yöntemleri arasındaki farklar bunun hiç de öyle olmadığını
gösteriyordu.
İşte Masonluk, 20. yüzyıla böyle, “bölünmüş” denilebilecek bir durumda girdi.
  

Çözüm için, şu iki yoldan birinin seçilmesi gerektiği düşünülüyordu:


a) Amaçlarda, kavramlarda, anlayışlarda, çalışma yöntemlerinde ve locaların
uygulamalarında “hemen hemen aynı” denilebilecek ölçüde bir benzerlik
oluşturulması;
b) Dünyadaki tüm mason örgütlerinin, uluslararası nitelikte tek bir çatı altında
toplanarak, aralarında birlik ve bütünlük sağlanması.
Her ikisini de söylemek dile kolaydı ama iş uygulamaya gelince büyük güçlük
ve engellerle karşılaşılıyordu.
Bunlardan ilki, bir bakıma dünya çapında geçerli bir “evrensel mason riti”
oluşturulması demekti. Gerçi 20. yüzyıla gelindiğinde artık geçmişte oluşturup
uygulanması sürdürülen mason ritlerinin sayısı pek azalmıştı ama bunların
arasındaki fark belirgin olarak ortaya çıkmış, uyuşmazlıklar artmıştı. Şimdilik
böyle bir girişimden başarılı bir sonuç beklenmesi boş bir hayal olurdu.
Simgesel derecelerde çalışmakta olan mason örgütleri bir araya getirilerek
uluslararası düzeyde bir örgütlenmeye yönelmek ise henüz hiç denenmemişti.
Bu gerçekleşirse, belki ritler arasında bile yakınlaşma sağlanabilirdi.

199
SON YÜZYILA BAKIŞ

“Konvan” Kavramı
Masonlukta bağımsız masonik otorite ya da kuruluşların yetkili delegelerinin bir
araya gelerek yaptıkları ortak toplantıya “konvan” denir.
Böyle bir toplantıya aynı tür ya da aynı düzeydeki mason kuruluşlarının delegeleri
katılır. Örneğin simgesel derecelerde çalışan obediyanslar için düzenlenen bir
konvanda yüksek derecelerde çalışan mason kuruluşlarının temsilcileri yoktur.
Bir mason ritinin yüksek derecelerinde çalışan otoritelerin konvanlarında da
sadece o ritin aynı düzeydeki organlarının delegeleri bulunur.
Konvan genellikle uluslararası nitelik taşıyan bir toplantıdır. Bununla birlikte
kimi zaman aynı ülkede çalışan bağımsız kuruluşların ulusal boyutta konvanlar
düzenlediği de görülmüştür.
Bunların yanı sıra, bir mason kuruluşu, kendi başına bir konvan düzenleyip başka
mason kuruluşlarının temsilcilerini de çağırabilir. Ayrıca, yeni bir obediyans
kurulurken başka bağımsız mason kuruluşların bir araya gelip yaptığı toplantı da
konvan olarak anılır.
Özetle, konvanın asal tanımı yukarıdaki ilk tümcedeki gibi olmakla birlikte, bu
kavramın başka kapsamlarda da kullanıldığını görüyoruz. O nedenle bir mason
kuruluşu düzenlediği bir toplantıyı “konvan” olarak adlandırırsa, buna karşı
çıkılıp “Yo hayır, buna konvan denilemez.” tarzında bir söz yanlış olur. Hatta
yanlıştan da öte, bağnazlık olur.
Neden mi?
Çünkü «Benim dediğim doğrudur. Başka türlüsü olamaz.» tarzındaki bir tutum
bağnazlıktır da ondan…
  

Uluslararası nitelikli konvanların öncelikli amacı, bilgi ve görüş alışverişi ile


katılan mason kuruluşları arasındaki ilişkilerin sıklaştırılarak geliştirilmesidir.
Ortak sorunlar görüşülerek bunlara çözüm bulunmasına çalışılır.
Bir konvanda alınan kararlar genellikle “dilek” niteliğindedir; yaptırımcılıkları
yoktur. Bununla birlikte tarihteki bazı konvanlarda, katılan mason kuruluşları
için bağlayıcı özellikte kararların alınması da söz konusu olmuştur.
Bazı mason kuruluşları, uluslararası konvanları Masonluğun geleneklerine aykırı
görür. Bunların başında da İngiltere Birleşik Büyük Locası gelir. Bu yüzden
Anglosakson Masonluğu topluluğunda uluslararası konvan pek düzenlenmez.
Ancak İngiltere Birleşik Büyük Locası isterse kendisi bir konvan düzenleyebilir.
Şimdi «Bu nasıl oluyor? Hem konvan düzenlenmesine karşı hem isterse kendisi
düzenleyebiliyor. Burada çelişki yok mu?» diye sorabilirsiniz.
Çelişki yok… Çünkü İngiltere Birleşik Büyük Locası kendisini Masonluğun tüm
dünyadaki tek egemeni ve yetkili otoritesi sayar. Bu yetki ve otoriteyi de kendi
ülkesinin krallık gücüne (royal power) dayandırır.
Buna karşılık bazı mason kuruluşları, bu tür toplantıların Masonluğun evrensel
amacı bakımından çok yararlı hatta gerekli olduğunu savunur.

200
SON YÜZYILA BAKIŞ

İlk Uluslararası Konvan


Spekülatif Masonluk tarihindeki ilk uluslararası konvan, dünyadaki en yaygın
ritlerden biri olan Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti’nin çeşitli ülkelerdeki yüksek
konseylerini temsil eden delegelerin katılımıyla, 1875 yılında İsviçre’nin Lozan
kentinde düzenlendi.
Amaç, ritin uygulanmasında karşılaşılan sorunların görüşülüp çözümlenmesiydi. Bu
sorunlar özellikle son yıllarda artış göstermiş, ritin başına dert olmaya başlamıştı.
(Öyle denir ama bu sorunların ayrıntılarından pek söz edilmez. Çünkü bu işin bir
de perde arkası vardır.)
Bu konvanda alınan birçok önemli kararın yanı sıra, bir uluslararası bildirge
yayımlanmıştı. (Masonluğun tarihinde “Lozan İlkeler Bildirgesi” adıyla anılan bu
bildirgenin ayrıntılarına “Ritler” başlığı altındaki 10. bölümde değineceğiz.)
  

1875 tarihli Lozan Konvanı’nda, Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti’nin kimi
delegelerince bir “konfederasyon anlaşması” da imzalanmıştı. Bu anlaşma, ritin
dünya çapındaki bağımsız ve otoriter organları arasında eş güdüm sağlanmasını
öngörüyordu.
Bu ilk konvandan sonra, Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti’nin her ülkedeki
yetkilileri zaman zaman başka konvanlarda bir araya geldi. Ancak Avrupa’da
devletler arasındaki ilişkilerin giderek bozulması, hele Birinci Dünya Savaşı, bu
konvanların düzenli aralıklarla yapılmasını engelledi. Sonrakilerden hiçbiri 1875
tarihli ilk konvan kadar ilgi görmedi.
Bu anlattıklarımız bu bölümdeki konuların öncesindeki olaylardan bir özet…
Oysa buradaki konu kapsamımız uyarınca 20. yüzyıla gelmeliyiz.

ULUSLARARASI ÖRGÜTLER
20. yüzyıl öncesinde Masonlukta uluslararası boyutta
herhangi bir örgüt yoktu.
Bu konuda ilk girişimlere 19. yüzyıl sonlarına doğru
başlandı. Olumlu sonuçlar ise ancak Birinci Dünya
Savaşı’ndan sonra alınabildi.
1902 yılında İsviçre’nin Alpina Büyük Locası, “Masonik İlişkiler Uluslararası
Bürosu” adı altında bir örgüt kurdu. Bunun amacı dünya yüzündeki mason
kuruluşları arasındaki iletişimi güçlendirmek, kardeşçe ilişkileri geliştirmekti.
Örgüte birçok mason kuruluşunun üye olacağı, katkıda bulunacağı ve yapılacak
çalışmaları destekleyeceği sanılmıştı. Oysa ilgi gösterenlerin sayısı pek az oldu;
verdikleri destek de sınırlı kaldı.
Mason obediyansları henüz uluslararası iletişime hazır değildi. Dolayısıyla bu
örgüt birkaç yıl içinde kapandı gitti.

201
SON YÜZYILA BAKIŞ
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’daki mason kuruluşlarından birçoğu
aralarında bir sağlam birlik ve dayanışma oluşturmaya daha çok gereksinme duydu.
İlk girişimi verimsiz bir deneyim olarak kalan Alpina Büyük Locası, uluslararası
boyutta bir masonik örgütlenme için bir adım daha attı; 1921 yılında simgesel
derecelerde çalışan obediyansları İsviçre’nin Cenevre kentindeki bir konvana
çağırdı.
Uluslararası Masonluk Birliği (A.M.I.)
Cenevre’deki konvanda bir uluslararası birlik kurulması
kararlaştırıldı ve buna Fransızca olarak “Association
Maçonnique Internationale” adı kondu.
Birliğin ilkeleri özetle şöyle belirlenmişti:
 Masonluğun amaçları insanlar arasında kardeşlik bağları oluşturmak,
gerçekleri araştırmak, ahlâkın iyileştirilmesine ve masonlar arasındaki
dayanışmanın geliştirilerek bunun insanlığa yaygınlaşmasına çalışmaktır.
 Masonların görevi, insanlığın gerek maddî gerek manevî gelişimi gerek
düşünsel gerekse sosyal birlik ve bütünlüğü için itina göstermektir.
 Masonluğun en önemli düsturu toleranstır. Masonlar gerek öz varlıklarına
gerekse tüm insanların vicdan özgürlüğüne saygılı olmalıdır.
 Birlik üyesi olan tüm obediyanslar, bağımsızlıklarını korur; diğerlerinin
çalıştığı bölgelerdeki bağımsızlık, bütünlük ve egemenliğine de saygı
gösterirler. Bulundukları bölge bakımından yabancı obediyanslara bağlı olarak
çalışan locaların, o bölgedeki egemen obediyansa karşı düşmanca tavırlar
takınması önlenecektir.
Özellik şu son maddeye baktığımızda, o tarihte birçok yerdeki locanın kendi
ülkelerinde bir ulusal obediyans varken bile bir başka ülkedeki obediyansa bağlı
olarak çalıştığı açıkça görülüyor. Üstelik anlaşılan o ki bazı ülkelerdeki yabancı
localar, o ülkedeki ulusal obediyansa karşı yıkıcı bir tavır sergiliyordu.
Bunu bir bakıma henüz etkisi giderilmemiş sömürgeciliğin hatta emperyalizmin
Masonluğu kullanmakta olduğunun göstergesi sayabilir miyiz acaba?...
Öyle de olsa burada bir iyi niyet seziliyor. Bir bakıma deniyor ki “Siz bir ülkede
yabancı bir obediyansa bağlı olarak çalışmakta olsanız bile, o ülkede bulunan
ulusal obediyansa karşı saygılı davranın; kardeşliği öncelikli tutun.”
Bu belki birlik üyesi olanlarca benimsenebilirdi. Ya olmayanlar?...
  

A.M.I. hızlı bir gelişim gösterdi. Birliğe sonradan katılanlar oldu. 1924 yılında
üye obediyansların sayısı 42’ye yükselmişti.

202
SON YÜZYILA BAKIŞ

A.M.I. üç yılda bir değişik bir ülkede konvan düzenleniyordu. 1924 konvanını
geçelim; 1927 yılında Paris’te düzenlenen konvanda “bölgesellik” (territoralité)
olarak anılan bir kuralın uygulamaya konmasına karar verildi.
Buna göre A.M.I. üyesi bir obediyansın bulunduğu bir bölgede bundan böyle
yabancı bir obediyansa bağlı loca kurulmayacak, önceden kurulmuş localar da en
çok 10 yıl içinde ya ulusal obediyansa katılacak ya da çalışmalarına son verecekti.
İşte bu karar, hiç olmazsa o tarihte A.M.I. üyesi olan obediyansların Masonlukta
ulusallık niteliğine verdikleri önemin yansıması sayılabilir.
Aynı konvanda alınan bir diğer karar, A.M.I. üyesi olan obediyansların tüzük ve
ritüellerinde “Evrenin Ulu Mimarı” ya da benzeri bir kavrama yer verip
vermemeleri konusunda serbest olacaklarıydı.
İşte çatlama noktası!... +ler bireysel olarak çok toleranslı olabilir. Fakat mason
kuruluşları bu bakımdan daha katıdır.
Bu kararı uygun bulmayan obediyanslar A.M.I. üyeliğinden çekildiğini bildirdi.
Bunu fırsat bilen İngiltere Birleşik Büyük Locası, iki yıl sonra Masonlukta kısaca
“Tanıma Koşulları” olarak anılan bildirgesini ilan etti. Bunun üzerine birkaç
obediyans daha birlikten ayrıldı. (Bu konunun ayrıntılarını Masonluktaki
bölünmeleri inceleyeceğimiz 12. bölümde ele alacağız.)
  

Zayıflayan birlik 1936 yılından sonra toplanamaz oldu. 1950 yılında yeniden
gözden geçirilen ilke ve kurallar üzerinde uyuşma sağlanamayınca dağıldı.
Elbette bu olay Masonluktaki uluslararası örgütlenmelerin sonu demek değildi.
Belki bir süre böyle gidecekti; nitekim öyle oldu ama İngiltere Birleşik Büyük
Locası’nın güdümündeki Anglosakson Masonluğu topluluğu dışındaki bazı
obediyanslar yeniden bir araya gelmekten geri kalmadı. Az sonra göreceğiz.
Ancak şimdilik anlatımı tarih sırasına uyarak sürdürelim.
Evrensel Masonlar Birliği
Bu örgüt, 1905 yılında Avrupa’daki çeşitli mason obediyanslarının
kimi ileri gelenlerince, “Universala Framasona Ligo” adı altında
kuruldu. Bu nedenle adı “U.F.L.” olarak da kısaltılır ama bunun
Fransızcadaki karşılığı olan “Ligue Universelle de Franc-maçons”
adının kısaltması olan “L.U.F.” daha yaygın olarak kullanılmıştır.
Bu aslında bir “uluslararası örgüt” değildi. Her isteyen mason, bireysel olarak
üye olabilirdi. Bunların nasıl, hangi tutumda bir obediyansın üyesi olduğu
önemsizdi çünkü her mason bir obediyansı değil, kendisini temsil ediyordu.
Kuruluşun amacı, “masonların birbirlerine yakınlaşmalarını sağlamak, bunun
sonucunda yaygın bir masonik dayanışma oluşturmak” olarak açıklanmıştı. En
önemli temel ilkesi, “masonları, obediyanslar arasındaki çekişmelerden, ritler
arasındaki uyuşmazlıklardan bağımsız saymak” olarak ortaya konmuştu.

203
SON YÜZYILA BAKIŞ
L.U.F. üyeleri her yıl Avrupa’nın değişik bir yerinde toplanıyordu. Bilim, sanat,
felsefe, sosyoloji ve benzeri konular üzerinde konferanslar verilerek, bunların
üzerinde tartışma açılıyordu. Üyelerin bilgi ve kültür alışverişiyle yakınlaşmalarının
sağlanmasına çalışılıyordu.
Geçtiğimiz yaklaşık yüz yıl içinde bu kuruluşun çalışmaları zaman zaman sıklaştı,
zaman zaman ise unutuldu. Son yıllarda yeniden canlandı. Ancak bu kez her
ülkede bağımsız birer dernek kurulması, masonların kendi ülkelerindeki dernek
aracılığıyla üye olması öngörüldü.
Yürümedi.
Sonra ne oldu?...
Bu kitabın yazarı bu sorunun yanıtını bilmiyordu. Sizin için araştırdı ve şöyle bir
bilgi aldı: Hâlâ bireysel olarak ara sıra toplanıyorlarmış. (2018)
Lüksemburg Konvanı
1954 yılında bazı Orta ve Batı Avrupa ülkelerindeki büyük locaların yetkilileri
Lüksemburg’da bir ortak toplantı yaptı. Toplantının amacı, mason kuruluşları
arasındaki bölünmüşlük olgusuna bir çözüm bulmaktı.
Anglosakson Masonluğu topluluğunda yer alan obediyanslar zaten bu konvana
katılmamıştı. A.M.I. dağıldıktan sonra bile birliğin öngördüğü Masonluk anlayışını
benimsemeyi sürdüren obediyanslardan çoğu ise kendi ilkelerinden özveride
bulunmaya yanaşmıyordu.
Böylece Lüksemburg Konvanı da başarılı bir sonuç veremedi.
Ancak bundan böyle mason örgütlerinin anlayış ve eğilimleri arasındaki farklar
bakımından üçüncü bir kanat daha oluştuğu ortaya çıktı. Bu da İngiltere Birleşik
Büyük Locası’nın paralelindeki obediyansların benimsediği “tutucu” (muhafazakâr)
tavır ile karşıtlarının benimsediği “liberal” (özgürlükçü) anlayış arasında yer alan,
orta yollu ve “gelenekçi” ya da “gelenekselci” olarak nitelenebilecek bir tutumdu.
Bu günümüze kadar böyle sürdü mü?...
Hayır, sürmedi; süremezdi.
Hani politik rejim tutumu bakımından şöyle bir söz vardır ya: “Ya sağcısındır ya
solcu, bunun ortası, ortanın sağı solu yoktur.” benzeri…
Nitekim Lüksemburg Konvanı’nın da önderi sayılabilecek İsviçre Alpina Büyük
Locası başta olmak üzere böyle orta yollu bir tutumu benimseyen obediyansların
çoğu zaman içinde İngiltere Birleşik Büyük Locası’nın dikte ettirdiği kurallara
boyun eğdi.
Buna karşılık yakın geçmişte İngiltere Birleşik Büyük Locası da biraz yumuşama
eğilimi gösterince, bu kez İngiltere’de aşırı tutucu bir başka obediyans doğdu.

204
SON YÜZYILA BAKIŞ

C.L.I.P.S.A.S.
1961 yılında Fransa’da kısaca C.L.I.P.S.A.S. olarak
anılan bir diğer örgüt kuruldu.
Bu örgütün, aslı Fransızca olan tam adı şöyledir: “Centre
de Liaison et d’Information des Puissances Maçonnique
Signataires de l’Appel de Strasbourg” (Strazburg
Çağrısını İmzalayan Masonik Güçlerin Haberleşme
Merkezi). Bazı yerde noktasız CLIPSAS biçiminde
yazıldığını da görebilirsiniz.
Başlangıçta 10 obediyansın bir araya gelmesiyle oluşturulan bu örgütün amacı
kısaca A.M.I. olarak anılmış Uluslararası Masonluk Birliği ile hemen hemen
örtüşüyordu ama benimsediği ilkeler yer yer farklıydı.
Bu kuruluşun ilkeleri şöyle belirlenmişti:
 Tüm masonlar arasında, Masonluğun 1723 tarihli temel yasasına uygun bir
“birlik zinciri” oluşturulmalıdır.
 Gelenekler, ritler, simgeler ve inançlar arasındaki farklılıklar göz önünde
tutularak, vicdan özgürlüğüne sonsuz saygı gösterilmelidir.
 Tüm mason locaları ve mabetlerinin kapıları, tam ve yetkin bir locada
Masonluğa girmiş tüm masonlara açık tutulmalıdır.
İlginç değil mi?... Masonluğun ta 1723 tarihli özgün temel yasasına dönülüyor.
Ancak bu arada şunu da göz ardı etmemeli: Başta Fransa Büyük Doğusu olmak
üzere bazı Avrupa obediyansları, o temel yasaya boşveriyor.
C.L.I.P.S.A.S. bu temel ilkelerin ışığında tüm masonları vicdan özgürlüğüne ve
karşılıklı toleransa dayanan birlik zincirine katılmaya çağırdı.
Önceleri pek az sayıda obediyans katıldı. l980’li yıllarda gösterilen ilgi arttı.
Sonra Anglosakson Masonluğu topluluğu içinde yer almayan birçok obediyans
üye olmak istedi. Bu kez C.L.I.P.S.A.S. daha titiz bir tutum takınmaya, üye
olmak üzere başvuranlar hakkında sıkı bir soruşturma süreci başlattı.
C.L.I.P.S.A.S. “A.M.I.’nin mirasçısı” olarak da nitelenir ama bu iki örgüt
arasında çok önemli bir fark vardır: A.M.I.’nin üyesi olacak obediyansların
yalnızca “erkek üye” kabul etmesi gerekliydi. C.L.I.P.S.A.S. ise Masonlukta
kadın erkek ayırımı yapılmasına karşı çıkmış, kadın obediyansları ile karma
obediyansları da üyeliğe kabul etmiştir.
Günümüzde (2018), bu örgütün 100’den fazla üyesi vardır. Bu sayı giderek artış
eğilimi göstermekte ama örgütün kendi içinde yönetimsel ve mali sorunları olduğu
görülmektedir. Bundan ötürü, 20. yüzyıl sonlarında bu kuruluştan ayrılıp
Avrupa’da bir başka örgütlenme arayışına girişmiş olanlar da görülmüştür. Şunu
da ekleyelim: Türk ulusal obediyanslarından Özgür Masonlar Büyük Locası ile
Kadın Mason Büyük Locası bu örgütün üyelerindendir.

205
SON YÜZYILA BAKIŞ

Catena
Gerek yalnızca kadınları üyeliğe alan obediyanslar gerekse karma büyük localar
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra hızlı bir gelişim gösterdi. Avrupa’da “üvey
loca” kavramı tümüyle tarihte kaldı. İngiltere Birleşik Büyük Locası kadınların
mason olabilmelerine karşı çıkmayı sürdürdü ama Amerika Birleşik Devletleri,
Kanada ve Avustralya’da birçok kadın mason locasının kurulması engellenemedi.
Ya sonra?
Sonra İngiltere’de de hem bir kadın mason büyük
locası hem karma büyük loca kuruldu. İngiltere Birleşik
Büyük Locası baktı ki bu gelişimi engelleyemiyor, bu
obediyanslara resmen “düzenli” (muntazam) olarak
tanımasa da olumlu ilişkiler içine girdi.
Gerek kadın mason büyük locaları gerekse karma obediyanslar da uluslararası
örgütlenmeye yöneldi. 1971 yılında Avrupa’da bazıları bir araya gelerek
“Catena” (Latincedeki anlamı “zincir”) adı altında bir uluslararası örgüt kurdu.
Bu örgüt C.L.I.P.S.A.S. ile zıtlaşmaya girmedi; ayrı ayrı olmalarına karşılık
zaman zaman iş birliği etmekten geri kalmadılar. Zaten Catena’nın üyesi olan
obediyanslardan birçoğu, aynı zamanda C.L.I.P.S.A.S.’ın da üyesiydi.
1980’li yıllarda üyelerinin sayısı hızla arttı. Her ne kadar C.L.I.P.S.A.S. kadar
gelişip yaygınlaşamadıysa da bunun nedeni karma çalışmayan obediyansların
Catena’ya üye olamamasıdır. Sonuç: Günümüzde (2018), Catena’ya üye olmuş
sadece 7 obediyans vardır.
C.L.I.M.A.F.
Catena’dan önce bu örgütten söz etmek belki daha
doğru olurdu. Neyse, siz sıralamaya bakmayın; bunu
da ayrı bir başlık olarak görün,
Bu örgütün CLIMAF olarak da görülebilen kısaltılmış
adının Fransızcadaki açılımı şöyle: “Centre de Liaison
International de la Maçonnerie Féminine” (Kadın
Masonluğu Uluslararası İletişim Merkezi).
1982 yılında kurulmuş olan bu uluslararası örgüt, sadece kadın mason büyük
localarını üyeliğe kabul etmektedir. Kuruluşunun üzerinden hayli zaman geçmiş
olmasına karşın büyük bir gelişim gösterememiştir ama varlığını ve düzenli
çalışmalarını sürdürmektedir. Günümüzde (2018) sadece 8 üyesi vardır.
«Neden bu kadar az?» diye sorulacak olursa, bunun yanıtı “yeryüzünde sadece
kadınları üyeliğe kabul eden obediyansların sayısının az oluşu” diye verilebilir.
Türkiye’deki ulusal obediyanslardan Kadın Mason Büyük Locası da bu örgütün
üyelerindendir.

206
SON YÜZYILA BAKIŞ

Özgürlükçü Kanattaki Arayışlar


1996 yılında Fransa Büyük Doğusu ile onunla birlikte hareket eden bazı
obediyanslar C.L.I.P.S.A.S. üyeliğinden ayrıldıklarını ilan etti. Gerçi sonradan
dönenler de oldu ama bu ayrılışın gerekçesi hayli ilginçtir. O nedenle, bir ayrıntı
oluşuna karşın bilgi edinilmesinde yarar olduğu için bu konuyu şöyle bir
özetleyelim.
Ticaret yapmayan, “vakıf” niteliği de taşımayan her örgüt ve her dernek elbette
varlığını sürdürebilmek için bir parasal kaynağa gereksinme duyar. Bu kaynak
öncelikle üyelerin ödentileridir. Burada üyeler “kişi” olmayıp kurum oldukları
için, ödenti yönteminin farklı bir kriteri vardır. Genellikle her kurum, kendi üye
sayısı oranında sorumluluk alır. Çok üyesi olan, dolayısıyla çok ödenti veren
genellikle yönetimde diğerlerinden daha çok ağırlık sahibi olmak ister. Bu ise
örgütün bir tür konvan niteliği taşıyan toplantılarına daha çok sayıda delege ile
katılması demektir.
Nitekim C.L.I.P.S.A.S. önceleri bu ilkeyi benimsemişti ve Fransa Büyük Doğusu
başta olmak üzere diğer bazı Avrupa ülkeleri toplantılarda daha çok sayıda delege
ile temsil ediliyordu. Ancak örgütün üyeleri arttı ve 1996 yılında bundan böyle
her obediyansın eşit sayıda delege ile temsil edilmesi kararlaştırıldı. Ayrılmalarının
gerekçesi buydu. Böyle bir olay size hiç de masonca gelmeyebilir ama geniş çaplı
hele uluslararası örgütlenmelerde her şeyin tümüyle “masonca” olmasını
beklemeyin.
Önce “Association Maconnique Internationale Libérale” (Uluslararası Liberal
Masonluk Birliği) adı verilen bir örgüt kurulduğunu duyurmuşlarsa da bu
duyuru, ilgili obediyanslardan bazılarının genel kurulunda tepki gördü.
Bu kez yetkili organlarının onayını alan obediyanslar, kısaca S.I.M.P.A. olarak
andıkları “Sociéte Internationale Maçonnique des Puissances Adogmatiques”
(Dogmatik Olmayan Masonik Güçlerin Uluslararası Derneği) adlı bir diğer örgüt
oluşturdu.
O da başarılı olamadı ve öncekilerin yerine “Espace Maçonnique Européenne”
(Avrupa Masonluk Ortamı) kısaca E.M.E. adlı bir diğer örgüt oluşturuldu.
Bu ise 2015 yılında yapısal bir biçim değişikliğine
uğratıldı; merkezi Brüksel’de olan bir resmi derneğe
dönüştürüldü: “Alliance Maçonnique Européenne”
(Avrupa Masonluk Birliği) kısaca A.M.E. (Bu örgütün
adı İngilizce olarak “European Masonic Alliance”
olarak da geçiyor.
Bütün bunlar olup biterken Anglosakson Masonluğu kanadındaki örgütler kendi
aralarında tutarlılığını korudu. Liberal Masonluk kanadında ise arayışlar sürüyor.
Nitekim yakın geçmişimizde bu kez bölgesel nitelikli iki uluslararası örgüt daha
kuruldu.

207
SON YÜZYILA BAKIŞ
Bunlardan biri 2010 yılında İtalyanların önderliğinde
kurulduğundan İtalyanca “Unione Massonice del
Mediterraneo” (Akdeniz Mason Birliği) adını taşıyor.

Diğeri de 2015 yılında kurulmuş olan “Union


Maçonnique de la Péninsule Balkanique” (Balkan
Yarımadası Mason Birliği).
Özgür Masonlar Büyük Locası ile Kadın Mason Büyük
Locası bunların hepsine katıldı.

DÜNYADAKİ GENEL DURUM

Zihninizde şöyle bir soru canlanabilir:


«Acaba dünyadaki mason nüfusu ne kadar?
Hangi ülkede ne kadar loca, kaç mason var?»
Yanıtı pek basit: Bilinmiyor. Bu sorulara tam ve kesin bir yanıt verilemiyor.
Çünkü Masonluğun çağdaş durumunu tümüyle belirten, üstelik bunu yaparken
ayırım gözetmeyen, sık sık da yenilenen güvenilir bir istatistiksel bilgi kaynağı
yok. Sadece Anglosakson Masonluğu topluluğunda yer alan büyük locaların
bazılarının ya da sadece C.L.I.P.S.A.S. üyesi olan mason kuruluşlarının durumu
hakkında yaklaşık bir bilgi var. Kaldı ki bu yaklaşık bilgi de zaman zaman
obediyansların gerek kendi içlerindeki oluşumlar gerekse birtakım dış etkenlerle
değişime uğruyor. Üstelik dünyadaki mason örgütlerinin tümü bunlarla sınırlı da
değil. Ne Anglosakson Masonluğu topluluğu çerçevesinde yer alan ne de liberal
cephede olan birçok mason kuruluşu daha var.
Bu bağlamdaki ansiklopedik ve istatistiksel bilgileri toplamak öyle zor ki… Hele
bir de basılacak olduğunda, sık sık yeniden basımı gerekiyor. Dijital ortamlar bu
bakımdan daha güvenli, daha güncel olabiliyor.
«Mason örgütlerinin üye sayısı her yerde sürekli olarak artıyor mu? Artıyorsa,
bunun bir oranı yaklaşık olarak verilebilir mi?» diye de sorabilirsiniz.
Bazı yerlerde artış gösteriyor ama her yerde değil… Özellikle gelişmiş ülkelerde
Masonluk, geçtiğimiz yüzyıllardaki çekiciliğini yitirmiş durumda. Yeni üye,
bizim deyişimizle “aday” arayan bazı locaların, bunun için gazetelere ya da
sosyal medyaya ilan verdiği bile görülebiliyor. Endüstriyel bakımdan az gelişmiş
ülkeler ile bir zamanlar totaliter bir rejim altında ezilmiş ve şimdi demokrasiye
kavuşmuş olanlarda ise Masonluğun göreli olarak daha hızlı bir gelişim içinde
olduğu izleniyor. Masonluğun daha önce hiç var olmadığı ülkelerde masonlar bir
araya gelip localar, ardından yeni ulusal obediyanslar kuruyor.

208
SON YÜZYILA BAKIŞ

20. yüzyılın sonlarına doğru İngiltere’de ilginç bir yasa çıktı. Özellikle devlet
memuru statüsünde olan masonlar, Masonlukla olan bağlantılarını açıklamak
zorunda tutuldu. Bunu pek az açıklayan oldu. Geri kalanlar ise ya devletteki
görevinden ya da aramızdan ayrılmayı yeğledi.
Bunun üzerine sitemli bir yaklaşımla «Demek Masonluk onlar için o kadarmış!
Bireysel çıkar kaygıları Masonluktan daha üstünmüş!» demeyin. Masonluk
hiçbir mason için bir asal meslek, bireysel yaşamından daha önemli bir kurum
değildir. Masonluğun amaçları doğrultusunda, Masonluğun ilkelerini gözeterek
çalışmak için bir mason locasında “kayıtlı üye” olmak da zorunlu değildir.
Bunlara karşın az sonra birtakım yaklaşık bilgiler vereceğiz. Ancak hiçbirinin
yeterince güvenilir sayılmayabileceğini peşinen belirtmekte yarar var.
  

Kimileri şöyle bir soru atar ortaya: «Masonlukta “daha çok sayıda loca ve daha
çok mason” mu yoksa “amaç ve ilkelerin içtenlikle benimsenerek birlik ve
bütünlük içinde çalışıp olumlu üretimde bulunmak” mı önemlidir?»
Önce bu sorunun ilk bölümünü ayırıp bir başka soru haline getirelim: «Daha çok
sayıda mason mu yoksa daha çok sayıda loca mı önemlidir?»
Masonluğun amaçlarını göz önüne alacak olursak, daha çok sayıda masonun olması
önemlidir.
Ancak bu bağlamda o “daha çok sayıda mason”un amaç ve ilkeleri içtenlikle
benimsemiş ve sahiplenmiş olması da gereklidir. Sırf “mason” unvanını almış ama
gerçekten mason olmayı içselleştirememiş bir sürü insan olsa da olur olmasa da…
Hatta olmaması belki olmasından bile daha iyidir. Mason unvanını almamış ama
gerçekten de “mason” niteliği taşıyan, masonların “önlüksüz mason” dediği
kişilerin çokluğu Masonluk açısından daha yararlıdır.
Konuya bir obediyansın açısından bakacak olursak, daha çok sayıda loca daha
çok sayıda masona oranla öncelik taşır. Çünkü bir obediyansın gücü, üyelerinin
sayısıyla ölçülür. Ancak bir obediyansın üyeleri de masonlar değil localardır.
Şimdi asıl soruya dönelim…
Bunun yanıtı, masonların eğilim ve öznel değer yargılarına göre değişir. Masonlar
basmakalıp birbirinin aynı kişiler değildir ki... Çoğu, her ikisinin birden aynı anda
ve bir arada olması gerektiğini söyler.
Ancak Masonluğun yeryüzündeki genel görünümüne şöyle bir bakılınca, sayısal
çoğunluğu elinde tutanların her yerde daha etkili olduğu izleniyor.
Belki hani “Ülkü Mabedi” kavramını da göz önünde tutarak bugüne değil de
olası gelecek umuduna önem verenler olabilir. «Masonluğun geleceği farklı
olacaktır.» diye düşünür, güncel olguyu önemsemeyebilirler.
Keşke gerçekten de öyle olsa!...

209
SON YÜZYILA BAKIŞ
Tarihsel geçmişe bakılırsa yani konu Masonluğun genel tarihi bakımından ele
alınırsa, Masonlukta sayısal durumun hayli önemli olduğu görülür. Çağdaş
Masonluk spekülatif nitelikli bir kurum ve bir topluluk olduğu için, “nitelik”
(kalite) öncelik taşır. Fakat günümüze gelinceye dek bu yalnızca bir dilek olarak
kalmış, çoğu yerde “nicelik” (kantite) hep daha ağır basmıştır. Masonluk
açısından umut yitirilmemeli ama gerçeklerde görülmelidir.
  

Kitabımızın bu bölümünün konusu Masonluğun son yüzyıldaki tarihinin özetle


incelenmesiydi. Ancak bambaşka anlatımlara giriştik. Olası soruların ardı arkası
gelmiyor ki… Örneğin şöyle bir soru: «Bir ülke ya da bir obediyansta üyelerin
toplam sayısı mı, yoksa locaların toplam sayısı mı o ülkedeki Masonluğun ya da söz
konusu obediyansın gücünü daha iyi yansıtır?»
Buna sorulmadan da yanıt vermiştik ama bir başka açıdan da bakabiliriz. Bazı
locaların pek az, bazılarının çok üyesi vardır. Bir locanın üyelerinin sayısı, onun
gücünü yansıtmaz. Locanın gücünü yansıtan, üyelerinin niteliğidir.
Dolayısıyla her locasında pek az ya da pek çok üye bulunan bir obediyansın
localarının sayısı, onun gücünün ölçüsü olmayabilir. Obediyansın gücü de aynen tek
tek localar gibi localarının niteliğine bağlıdır. Dışarıdan bakıldığında daha çok
locası bulunan bir obediyans daha güçlü gibi görünebilirse de bu bir ağacın kabuğu
gibidir; asıl gövdesinin içine bakmak gerekir.
Masonların hep üstün nitelikli olduğu varsayılarak, her locanın üye sayısının en
elverişli (optimum) düzeyinin, -ulusal özellikler nedeniyle bir ülkeden diğerine
farklı olabilmekteyse de- 40 ile 60 üye arasında değişmekte olduğu görülmüştür.
Böylece, -tüm diğer etkenler bir yana bırakılınca- üye sayısı 40-60 olan bir
locanın hem daha tenha hem daha kalabalık bir locaya oranla daha güçlü olduğu
söylenebilir. Böyle bir durumda, ancak tüm localarının üye sayısı bu en elverişli
düzey dolayında olan bir obediyansın localarının toplam sayısı örgütsel gücünü
yansıtmak açısından göreli (rölatif) bir ölçü olarak alınabilir.
Aslında bir locanın ya da obediyansın gücünü üye sayısı ile ölçmek doğru olmaz.
Nitekim İsveç Büyük Locası bunun tipik örneklerinden biridir. Üye sayısı pek
azdır ama dünya yüzünde hayli önemsenen güçlü bir obediyanstır.
Böylece dağıtmış olduğumuz sözü şimdi toparlayarak son yüzyılda dünyadaki
mason örgütlerinin genel durumuna bir göz atmaya dönelim…
En kalabalık ve en güçlü olanından başlayalım.
Kuzey Amerika ve Avustralya
Amerika Birleşik Devletleri’nin her eyaletinde ayrı bir bağımsız büyük loca
vardır. Toplam loca sayısı 12 binin üzerindedir. Toplam yaklaşık iki buçuk
milyon kadar “kayıtlı mason” bulunmaktadır.
Ancak bu sayı sadece “beyaz masonlar” içindir.

210
SON YÜZYILA BAKIŞ

Amerikalı masonların çoğu bireysel görüş ve eğilimleri bakımından ırk ayırımına


karşı olabilir. Zaten ABD anayasası bunu engeldir. Ancak Masonlukta bu sorun,
örgütsel düzeyde çözümlenememiştir.
Geçmişte bu bağlamda olumlu bir adım atma girişiminde bulunmuş büyük localar,
diğerlerinden bazılarının sert tepkisiyle karşılaşmıştır. Buna ülkeyi zencilerden
arındırmayı öngören Ku-Klux-Klan adlı gizli örgütün tehditleri de eklenmiştir.
Oysa bu ülkede siyah ırktan olan masonlar hiç az sayılmaz.
Ülkenin her yerinde olmasa bile, en az 36 eyalette birer büyük locası bulunan
siyah ırktan masonların sayısının en az 300 bin dolayında olduğu sanılıyor.
2010’lu yıllarda bu bağlamda biraz yumuşama ve ilerleme görüşmüşse de tam bir
çözümün yakın gelecekte sağlanması umudu henüz görünmemektedir.
Amerika Birleşik Devletleri’nde bir de çok sayıda göçmen vardır. Özellikle 20.
yüzyılın ilk yarısında sayıları hayli artan, ABD yurttaşı olmakla birlikte aslında
kendini bu ülkeye gerektiğince uyarlayamamış azınlıklar da yer yer kendilerine
özgü localar kurmuş, bunlardan bazıları birleşip büyük localar oluşturmuştur.
  

Bunların tümü göz önüne alındığında, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki mason


nüfusunun sanılandan çok daha fazla olduğu söylenebilir.
Ancak ne yazık ki çoğu sadece “kayıtlı üye” niteliği taşır. Birçokları Masonluğa
“mason olmak ve bir locada gerektiğince çalışmalarda bulunmak” için değil,
başka bir amaçla girmiştir.
Bu bağlamda özellikle “Shriner” (Şrayner) olabilmek başta gelir çünkü bunun
için önce Masonluğa girip üstat derecesini almak gereklidir. Daha önceleri en
yüksek dereceyi almış olmak gereği vardı. (Bu ayrıntıya, Shrinerler konusu ile
birlikte paramasonik kuruluşları anlatırken değineceğiz.)
Hazır bu olgudan söz etmişken, şunu da belirtmeden geçmeyelim: Aynı durum
Kanada ve Avustralya’da da kısmen geçerlidir.
Dolayısıyla, Amerika Birleşik Devletleri’nde Masonluk, çoğu kişiler için bir
başka merdivene tırmanmayı sağlayan bir basamak taşı niteliğindedir. Birçoğu
loca ödentisini tüm yaşamı boyunca geçerli olmak üzere tek bir kerede vermiş
olduğundan, kendisi istemediği sürece locasındaki kaydı silinmeden durur.
İngiltere
Yeryüzünde Masonluktaki ikinci büyük kitlesel güç İngiltere’dedir. (Burada
İngiltere deyince Birleşik Krallık’tan söz etmiyoruz; Kuzey İrlanda dahil ama
İskoçya’yı ayrı tutmak gerek.)
İngiltere Birleşik Büyük Locası, daha önce değinmiş olduğumuz yasa nedeniyle
ister istemez kimi üyelerini yitirmiş olmasına karşın hâlâ “dünyanın en büyük
obediyansı” olma niteliğini korumaktadır.

211
SON YÜZYILA BAKIŞ
2004 yılında İngiltere Birleşik Büyük Locası’nın yumuşayan tutumuna karşı
çıkan “Regular Grand Lodge of England” (Düzenli İngiltere Büyük Locası) adlı
yeni bir ulusal obediyans kurulmuşsa da pek etkili bir çalışma göstermemiş,
gelişimi sınırlı kalmış, dolayısıyla İngiliz Masonluğunun genel durumunda pek
önemli bir değişiklik olmamıştır.
İngiltere Birleşik Büyük Locası’nın sadece İngiltere’de en az 7500, ayrıca başka
ülkelerde 1000 kadar locası vardır. Üyelerinin toplam sayısı belirtilmiş nedenden
ötürü azalmışsa da 300 bin dolayındadır
İngiltere Birleşik Büyük Locası’nın Masonluktaki erkinin yalnızca bu kitlesel
güçten ileri geldiği söylenemez. İngiliz Masonluğu, 18. yüzyıldan beri gücünü
hep korumuş, Büyük Fransız Devrimi’nin dışında kalmış, 20. yüzyıldaki dünya
savaşlarında Kıta Avrupası’ndaki obediyansların başına gelenleri yaşamamıştır.
Dış politikasını, -özellikle dış ekonomik ilişkilerini- Masonluk ile bağdaştırıp
yürütmeyi başarmıştır.
1910-1936 yılları arasında, İngiltere Kralı 5. George aynı zamanda İngiltere
Birleşik Büyük Locası’nın büyük üstadı olduğu için, 20. yüzyılda da İngiltere’nin
dış ekonomik politikası, masonik ilişki ve bağlantılar üzerine oturtulmuştur.
(Günümüzde İngiltere’de büyük üstadın kral ailesinden olması zorunludur.)
İskoçya
Siyasal bakımdan İskoçya 17. yüzyıldan beri Birleşik Krallığın (United Kingdom)
bir bölümüdür. Buna karşılık, İskoçya Büyük Locası, Anglosakson Masonluğu
topluluğunda yer almakla birlikte bağımsız bir obediyanstır. İngiltere Birleşik
Büyük Locası’na bağımlı değildir. Üstelik Masonluktaki çalışma yöntemleri de
İngilizlerden hayli farklıdır.
Bu nedenle, İngiltere’de yakın geçmişte görülmüş, özellikle “magazin” türündeki
basın ve yayın örgütlerini ilgilendirir türdeki olaylar, İskoçya’daki Masonluğu
pek etkilememiştir.
İskoçya Büyük Locası, kitlesel güç bakımından ilginç bir tarzda İngiltere Birleşik
Büyük Locası’nın ardındaki sırayı alır. Çünkü İskoçya’da 700 kadar mason locası
vardır ama bunlara bir de dış ülkelerdeki 450 kadar loca eklenir. Üyelerinin toplam
sayısı 100 bin dolayındadır.
İskoçya’nın nüfusunun İngiltere’nin nüfusunun onda biri kadar olduğu göz önüne
alınırsa, İskoçya’da Masonluğun İngiltere’den çok daha yaygın olduğu görüşüne
varılabilir.
İrlanda
Masonluktaki kitlesel gücü küçümsenemeyecek bir diğer obediyans da İrlanda
Büyük Locası’dır.
En ilginç olgusu, -daha önce anlatmış olduğumuz üzere- tarihteki ilk kadın mason
olan Elizabeth Aldworth’un İrlandalı oluşudur; adı büyük locanın kayıtlarında ikinci
sırada yer almayı sürdürmektedir.

212
SON YÜZYILA BAKIŞ

Numaralarına bakıldığında, loca sayısının bine yakın olduğu görülür. Aslında


bunlardan birçoğu kapanmıştır ama etkin olarak çalışanların sayısı her durumda
bunun yarısının altına düşmez.
İrlanda Büyük Locası’na bağlı olarak başka ülkelerde çalışan localarının sayısı,
doğrudan İrlanda’da olanlardan daha fazladır. Bunun nedeni ise, zaten İrlanda
halkının aşağı yukarı üçte ikisinin başka ülkelerde yaşamasıdır.
Avustralya
Masonik örgütlenme tarzı bakımından Avustralya, tümüyle Amerika Birleşik
Devletleri’ne benzer. Ancak, sosyal yapılanması bakımından büyük ölçüde hâlâ
İngiltere’nin etkisi altındadır.
Avustralya’da Yeni Zelanda ile birlikte toplam 8 büyük loca vardır. Bunların
localarının toplam sayısı 1200 dolayındadır. Tüm bu localardaki masonların
toplam sayısı ise 60 bin kadardır. Bu sanki pek az bir rakam gibi görünüyor ama
Avustralya ile Yeni Zelanda’nın toplam nüfusunun 25 milyon dolayında olduğu
göz ardı edilmemeli…
Kanada
Her eyaletinde en az bir ayrı ve bağımsız bir büyük loca kurulmuş olan ülkelerden
biri de Kanada’dır.
Bu ülkede 12 büyük loca vardır. Locaların toplam sayısı 2000 kadardır. Tüm bu
locaların üyelerinin toplam sayısı ise 150 bin dolayındadır.
Ancak Kanada’nın Amerika Birleşik Devletleri’nden önemli bir farkı var. Bu
ülkede Anglosakson Masonluğu’nun yanı sıra liberal kanatta çalışan localar da
var. Gerçi benzer durumu Amerika Birleşik Devletleri’nde de özellikle İspanyolca
konuşan masonların locaları bakımından görebiliyoruz ama ülkenin toplam
nüfusuna oranla pek bir azınlıkta kalıyorlar.
  

Buraya kadar saymış bulunduklarımız, genel olarak Anglosakson Masonluğu


topluluğunun çekirdeğini oluşturur.
Son yıllardaki azalma eğilimi göz ardı edilirse, dünyadaki masonların toplam
sayısının 6 milyon kadar olduğu sanılmaktadır.
Bunun yarıya yakını Amerika Birleşik Devletleri’ndedir. İngiltere, İskoçya,
İrlanda, Avustralya ve Kanada ile birlikte bu çekirdek, dünyadaki tüm kayıtlı
mason nüfusunun üçte ikisini aşar. Gerçi Anglosakson Masonluğunun egemen
olduğu ülkelerde Masonluğu özgür bir tutumla benimseyen localar da vardır ama
sayıları bir kitlesel güç oluşturan locaların yanında “devede kulak” denilebilecek
denli azdır. Masonların büyük çoğunluğu, yanı başlarında böyle localar olduğunun
farkında bile değildir.
Bu durum, birçok ülkede gerek bireysel olarak kardeşlerin gerekse kurumsal
bakımdan obediyansların görüşü açısından, Anglosakson Masonluğu’nu hayli
çekici (cazip) yapan bir etkendir. Özellikle 20. yüzyılda bu çekicilik kendini
iyice duyumsattırmıştır.

213
SON YÜZYILA BAKIŞ
Bu kitabın Türkiye’deki Masonluğun yakın tarihimizdeki geçmişini özetle ele
alacağımız 17. bölümünde, bu olgunun Türk Masonluğu’nu da nasıl etkilemiş
olduğunu göreceğiz.
Fransa
Yukarıda saydıklarımızdan sonra, Masonluktaki kitlesel güç bakımından en önemli
ülke Fransa olsa gerektir.
Günümüzde Fransa’da, ikisi karma ve biri yalnızca kadınlara özgü olmak üzere
10 obediyans bulunuyor. Bunların çoğu Özgürlükçü Masonluk kanadında, bir teki
(Fransa Ulusal Büyük Locası) Anglosakson Masonluğu topluluğunda… Genel ve
ayırımsız olarak Fransa’daki locaların toplam sayısının 4000 dolayında olduğu
söylenebilir. Gene ayırımsız olmak üzere, bu localarda 130 bin kadar mason
bulunmaktadır.
Günümüzde Fransa’daki Masonluğun diğer ülkelere oranla en önemli farklarından
biri, özellikle bu ülkedeki en büyük mason kuruluşu olup, Fransa Büyük Doğusu
(Grand Orient de France) adını taşıyan obediyansın âdeta çok güçlü bir “sivil
toplum örgütü” gibi çalışmakta oluşu, bu kadarla kalmayarak iç politikaya bile
etkin bir biçimde bulaşmasıdır.
Şimdi belki «Bu nasıl olur?... Masonluk politikayla uğraşmaz denilmez mi? Bu,
Masonluğun asal düzen kurallarından biri değil midir? Politikayla uğraşan bir
mason örgütü düzenini yetirmiş sayılmaz mı?» diye art arda pek de yanıt
beklemeyen birkaç soru sorabilir, dolayısıyla Fransa Büyük Doğusu’nun bu
tutumunu Masonluğa aykırı bulduğunuzu belirtebilirsiniz.
Haklı olabilirsiniz.
Ancak bu haklılığınız görelidir. Masonluğun benimsemiş olduğunuz ilkelerine ve
alışagelmiş olduğunuz geleneksel yöntemlerine göredir. İlkeler, gelenekler,
yöntemler, kurallar zaman içinde değişime uğramaktadır. Nitekim çağdaşlık bunu
gerektirmektedir. Fransa Büyük Doğusu’nun bu tutumuna benzer girişimlerde
bulunan başka obediyanslar da vardır.
Belki asıl sorulması gereken soru şudur: «Bu değişime neden Fransa Büyük
Doğusu başlamış?»
Konuya dünyadaki Masonluğun geneli açısından bakarsak, Fransa Büyük Doğusu
öteden beri “yaramaz çocuk” olarak nitelendirilebilir.
Masonluğun Temel Yasası’nı örnek alın. Gerçi bu konuya Masonluktaki yasaları
inceleyeceğimiz 11. bölümde bakacağız ama daha önce de belirtmiş olduğumuz
üzere, Fransa Büyük Doğusu 19. yüzyılın ikinci yarısında kendi açısından
bambaşka bir temel yasa benimseyerek ortaya koydu. Bu kadarla kalmadı; Ant
(Yemin) Kürsüsü üzerinde bulunması gereken kitap ya da kitapları, -nitelikleri
her ne olursa olsun- hepten kaldırdı. Ritüelik olarak “Masonluğun olmazsa
olmazı” sayılan “Evrenin Ulu Mimarı” kavramını bile kullanmaz oldu. Kendisine
göre bir gerekçesi ve haklılığı olan bu tutum başka obediyanslara da yansıyor.

214
SON YÜZYILA BAKIŞ

Brezilya
Fransa’dan sonra okyanusun öte yanına uzanıp Brezilya’ya geçişimizin nedeni,
Masonluğun bu ülkede çok tutulup yaygınlaşmış olmasıdır.
Brezilya’da Masonluk, 19. yüzyıl ortalarından bu yana çok gelişim göstermiş,
bazısı birbirinden hayli uzak eyaletlerde olduklarından, bazısı da masonlar
arasında yönetimsel konulardaki anlaşmazlıkların sonucu olmak üzere birçok
obediyans kurulmuştur.
O kadar çok ki yaklaşık bir sayı varmak bile olanaksız: Yüzlerce…
Kimisi “büyük loca”, kimisi “büyük doğu”, kimisi “federasyon”.
Kimisi salt erkekler, kimisi salt kadınlar için; kimisi karma…
Bunlara bağlı locaların toplam sayısı ise 5000’e yakın. Bu ülkede 220 bin kadar
mason bulunduğu hesaplanıyor ama belki daha da çok.
Orta ve Güney Amerika Ülkeleri
O kadar çok ki hangi birisinden söz etmeli…
Bunlara teker teker ele alacak olursak, sayfalar doldururuz.
En iyisi, hepsini bir başka çalışmada incelemek olacak.
  

Orta ve Güney Amerika ülkelerindeki Masonluktan söz ettiğimizde değinmemiz


gereken bir diğer nokta var: Dünyanın bu çevresinde tıpkı C.L.I.P.S.A.S. gibi iki
uluslararası mason örgütü de var. Bunlardan söz etmeyi özellikle bu aşamaya
bıraktık.
Bu örgütlerden birinin adı İspanyolca “Confederación
Masónica Interamericana” (Enteramerikan Masonik
Konfederasyon); kısaca C.M.I. Yeni bir örgüt olduğu
sanılmasın; 1947 yılında kurulmuş. Günümüzde 25
ülkeden 80 dolayında üyesi var.
Aynı nitelikteki bir diğer örgüt ise “Confederación Interamericana de Masóneria
Simbolica” (Enteramerikan Sembolik Masonluk Konfederasyonu) adını taşıyor
ve kısaca C.I.MA.S. olarak anılıyor.
2002 yılında kurulmuş olan ve tümüyle liberal bir
doğrultuda çalışan bu örgütün üye sayısı daha az.
C.M.I. üyesi olanlar arasında ise Anglosakson
Masonluğu kanadında bulunanlar da görülüyor.

Buna karşın Orta ve Güney Amerika’da etkin olan büyük locaların sayısının
yüzlerce olduğu göz önünde tutulursa, uluslararası nitelikli bu örgütlerin üye
sayısının pek sınırlı kalmış olduğu gibi bir yorum yapılabilir.

215
SON YÜZYILA BAKIŞ

Almanya
Yine Avrupa’ya dönelim…
Anglosakson Masonluğu topluluğunda Almanya çok önemli yer tutar. Çünkü
Alman Masonluğu’nun öteden beri kendine özgü bir yapısı vardır; her an bu
topluluktan kopma eğilimi gösterebilir.
Birinci Dünya Savaşı, Masonluğa en çok Almanya’da zarar vermişti. Buna
karşın Almanya, Masonluğun Kıta Avrupası’ndaki en gelişmiş ve yaygınlaşmış
olduğu ülkelerden biri olma niteliğini korumuştu. Ancak 1930’lu yıllarda Nazi
iktidarı, Almanya’daki diğer birçok halk örgütüyle birlikte tüm mason localarını
yerle bir etmişti.
Öyleydi ama birkaç yıl sonra farkında olmadan Masonluğa çok değerli, güzel bir
katkıda bulundu.
Bu katkı nedir, biliyor musunuz?...
Masonluğa “unutma beni” adı verilen bir çiçeğinin motifinden oluşan, 1940’lı
yıllarda iktidarın masonlarla bağlantısı olduğunu bilmeden verdiği izinle
kardeşlerin birbirlerini tanıyabilmek için yakalarına taktığı, savaştan sonra
dünyanın hemen her yerinde kullanılmasına başlanmış bir rozet…

  

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra da toparlanmayı başaran Alman masonlar,


değişik eyaletlerde 10 ayrı büyük loca kurmuş, 1950’li yıllarda bunlardan bazısı
kendi aralarında birleşmişti. Sonradan bu obediyanslardan bazıları kendi
aralarında birleşti.
1958 yılında ise Almanya Birleşik Büyük Locası (Vereinigte Grosslogen von
Deutschland) adı altında bir konfederatif örgüt oluşturuldu. Günümüzde Almanya
Birleşik Büyük Locası’nın kanatları altındaki 5 ayrı büyük locaya bağlı olmak
üzere 500 kadar loca ve 15 bin dolayında mason vardır.
Bu arada, 2003 yılında birkaç loca bir araya gelerek, Liberal Masonluk kanadında
Almanya Büyük Doğusu (Grossorient von Deutschland) adını alan yeni bir
obediyans kurmuşsa da günümüze kadar herhangi bir ses getirememiştir.
İtalya
İtalya’da Masonluk, bu kurumu daha 1738 yılında aforoz etmiş olan Katolik
Kilisesi’nin merkezi Vatikan’ın Roma’nın yanı başında yer alışına karşın çok
yaygındı. Bu olguda, 19. yüzyıl sonlarına doğru İtalyan birliğini sağlamış olan
ulusal kahraman Giuseppe Garibaldi’nin büyük etkisi olmuştu.

216
SON YÜZYILA BAKIŞ

Ancak çok geçmeden İtalya Faşizm’in kucağına düştü. Dolayısıyla mason


localarının tümünü bir anda silinip süpürüldü. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra
Almanya’da olduğu gibi İtalya’da da Masonluğun yeni baştan kurulup
örgütlenmesi gerekti.
Ancak İtalyan masonlar arasında bir türlü giderilemeyen ayrılıklar ortaya çıktı.
Öyle ki günümüzde İtalya’da varlığı bilinen en az 10 ayrı obediyans vardır.
Bilinen locaların toplam sayısı 800 kadar, kayıtlı masonların toplam sayısı ise 60
bin dolayındadır.
  

İtalya’daki Masonluk ile bağlantılı olmak üzere bir diğer konuya değinmeden
geçemeyiz. Aslında belki siz de bu konunun özetle anlatılmasını isteyecektiniz.
İtalya’da Masonluğun adı, diğer hiçbir ülkede görülmemiş boyutta politikaya ve
çeşitli skandallara karışmıştır.
Hatta bu yüzden “İtalyan Masonluğu, yakın geçmişimizde dünyada genel olarak
Masonluk hakkındaki yanlış kanıların doğmasına neden olmuştur.” diyenler bile
vardır.
Söz konusu olaylar arasında dünya çapında en çok duyulup yankı uyandırmış
olanı “P2 Locası Skandalı” adıyla anılmaktadır.
Bu olayda sözü edilen P2 (Propaganda Due) adlı loca, 1966 yılında kurulmuş
bir özel locaydı. Bu locaya Masonluğa girmeye istekli ama “mason” olduklarının
bilinmesini kesinlikle istemeyen kişiler alınıyordu. Dolayısıyla toplantılarına
kendi üyelerinden başka hiç kimse katılamıyordu. Bu nedenden ötürü isterseniz
bu locayı “kayıt dışı loca” olarak da niteleyebilirsiniz.
1969 yılında bu locanın başına geçen Lucio Gelli, kendi bildiğince gizli kapaklı
işler çevirmeye başlamıştı. Bu yüzden, 1976 yılında bu loca resmen kapatıldı.
Ancak Gelli bazı parlamenterleri, üst düzey bürokratlar ile yüksek rütbeli
subayları ve özel sektörden kimi önemli çehreleri toplamış olduğu bir gizli
örgütün etkinliklerini aynı locanın adı altında yürütmeyi sürdürdü.
Gelli, örgütünün üyelerinden çeşitli yollarla devletin önemli bilgi ve sırlarını
sızdırmaktaydı. Aslında bu örgüte katılmış olanlar, bir özel mason locasının
üyesi olduklarını sanıyordu. Kimileri de şantaj ile bu çatı altında tutuluyordu.
Bu örgüt hakkında bir rastlantı sonucu bazı bilgiler elde edilip soruşturma
derinleştirilince, Gelli’nin Sovyet Gizli İstihbarat Örgütü KGB ile de ilişkisi
bulunduğu, İtalya’da ekonomik ve politik dengesizlikler yaratmaya çalıştığı
anlaşıldı.
Bu skandalın ardından İtalya’da büyük boyutlu yolsuzluklar ve birçok dolambaçlı
düzenek ortaya çıktı. Üstelik açığa çıkarılan olgular ve sorunlar sadece İtalya’yı
ilgilendirmekle kalmadı; uluslararası boyutta ilişkileri de içerdiğinden, başka
ülkelere de uzandı ve dünya çapında büyük yankı uyandırdı.
Şunu sorabilirsiniz: «Bu olayın Masonluk ile ne ilgisi var?»

217
SON YÜZYILA BAKIŞ
Aslında doğrudan bir ilgisi yoktur ama İtalya Büyük Locası bunun zamanında
farkına varıp gerekli önlemleri almadığı için, zincirleme birbirine bağlı olan bir
entrikalar ve olaylar dizisi Masonluğa karşıt (antimasonik) girişimler çerçevesinde
“büyük bir masonik skandal” olarak nitelenmiştir.
İtalyan Masonluğu bu olaydan ötürü çok sarsıldı ama kendisini toparlamayı bildi.
Bununla birlikte günümüzde İtalya’da birbirinden ayrı o kadar çok mason örgütü
var ki bunlardan hangisinin düzenli hatta doğru dürüst, hangisinin düzensiz hatta
uyduruk olduğunu söylemek bile çok zor.
Komünist Ülkeler
20. yüzyılda, Nazizm ve Faşizmin yanı sıra Komünizm de özellikle Avrupa’daki
Masonluğu olumsuz yönde etkiledi.
Daha önce değinmiş olduğumuz üzere; 1917 yılında Rusya’da çarlık alaşağı
edildiğinde başbakanlığa atanan Alexander Fyodorovich Kerensky, Rusya’yı
ancak masonların kurtarabileceği gibi pek fantastik bir görüşe kapılmıştı. Bu
nedenle de yalnızca masonlardan oluşan bir hükümet kurdu. Üstelik bunu açıkça
ortaya koymuştu.
İzleyen aylar içinde Rusya’da hiçbir olumlu ekonomik gelişme görülemedi hatta
işler daha da kötüye gitti.
Ekim ayında Bolşevikler iktidara geçince, Rusya’nın bu hale düşmesinin
faturası Masonluğa çıkarıldı.
Rusya’da Masonluk yasaklandı. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Komünist
rejime geçen ya da geçmek zorunda bırakılan diğer Avrupa ülkeleri de birbiri
ardınca Rusya’yı izledi. Uzun yıllar boyunca birçok ülkede Masonluğun sözü
bile edilemez oldu.
  

Komünizm ile Masonluğun bir arada yaşayamayışlarının dünya yüzünde bir de


ilginç istisnası vardır: Küba.
1959 yılındaki devrimle komünist rejime geçen Küba’da Masonluk çok tutuldu.
Öylesine ki Küba’da devletin üst düzeylerinde görev alabilmek için önce
“mason” olmak gerekir hale geldi. Bunun başta Fidel Castro olmak üzere
devrimin ileri gelenlerinin mason oluşlarından kaynaklandığı söylenir.
20. yüzyılda Küba, 300’den fazla locanın ve 30 bine yaklaşan kardeşin bulunduğu
tek komünist ülke olmuştur. Ancak 11,5 milyon kadar nüfusu olan bu ülkenin
hemen her kasabasında hatta köylerinde bile mason locaları vardır.
  

Konu genelde “komünist rejim” olunca, bir zamanlar “Doğu Bloku” diye anılan ve
uzun süre Sovyetler Birliği’nin güdümü altında kalmış ülkelerde, Masonluğun
günümüzdeki durumunun ne olduğu sorusu ister istemez ortaya atılır.

218
SON YÜZYILA BAKIŞ

Almanya’da “Berlin duvarının yıkılması” olarak anılan olaydan bir süre sonra
Doğu Almanya’da masonik etkinlikler yeniden başlamış, Almanya’da özgün
birleşme sağlanınca iyice hızlanmıştır.
Polonya, Çekya, Slovenya, Macaristan, Romanya, eski Yugoslavya’nın yerine
geçen ülkeler, Bulgaristan, Arnavutluk, Ukrayna ve Rusya Federasyonu’nda
localar kurulmasına başlanmıştır.
En hızlı gelişim yine Rusya’da görülmektedir. Yakın geçmişimizde hem Rusya
hem diğer eski Doğu Bloku ülkelerinde, yalnızca simgesel derecelerde çalışan
locaların değil, ileri ve yüksek derecelerde çalışmak üzere atölyeler kurulması için
girişimlerde bulunulduğu da izleniyor. Başka ülkelerin obediyanslarına bağlı
localar giderek azalıyor.
Bu ülkelerde simgesel derecelerde çalışan locaların sayısının giderek arttığı, bir
araya gelerek büyük localar oluşturmaya başladıkları bir evreye girildi.
Bunlardan bazıları Anglosakson Masonluğu’na, bazıları ise Liberal Masonluğa
eğilim gösteriyor. Tarihte olduğu gibi, günümüzde de bu konu, ne yazık ki salt
masonik değil öncelikle politik ve ekonomik etkiler altında gelişiyor.
Diğer Ülkeler
Gerek 20. yüzyıl boyunca gerekse 21. yüzyıl başındaki durum bakımından bu
bölümde anlatmış olduklarımız aslında pek sınırlı kaldı. Sözü pek uzatmamak
için yakın geçmişin eskiye oranla pek daha iyi bilenen birçok olayına, yüzlerce
ülkedeki mason örgütlerine hiç değinmeden geçtik.
Ancak genel olarak şunu gördük ki dünya yüzünde Anglosakson Masonluğu
diğerlerine oranla ok daha güçlü... Buna karşılık liberal ya da özgürlükçü nitelikli
Masonluk ağır ağır daha çok yandaş topluyor.
Avrupa’nın birçok ülkesine değinmedik.
Afrika’dan, Orta Doğu’dan, Asya’dan, Uzak Doğu’dan hiç söz etmedik.
Oralarda mason locaları ve obediyansları olmadığı sanılmasın. Belki beklemezsiniz
ama Çin’de bile bir büyük loca var; hem de hayli gelişmiş bir büyük loca…
Acaba siz hangi ülkedeki Masonluğun bugünkü durumunu merak eder, en azından
şöyle bir göz atmak istersiniz?...
Buraya bir ülkeler listesi konulabilir ve ayrı ayrı bağlantı adresleri verilebilirdi.
Ancak gelin bunun yerine size internete girmenizi önerelim. Hangi ülke ilginizi
çekiyorsa, onun bilgilerine kolayca ulaşabilirsiniz.
Bu yöntemden hiç de hoşlanmamış olabilirsiniz. Elbette… Aramak zahmetli iş…
Üstelik ulaşacağınız adreslerde verilen bilgiler Türkçe olmayacak. Bütün bunları
bir kitap kapsamında toplamak da zor. Üstelik herhangi bir basılı kitapta verilen
ansiklopedik nitelikli bilgiler de bir bakıyorsunuz eskimiş, geçersiz kalmış.

219
SON YÜZYILA BAKIŞ
Ne var ki devir hızla değişiyor. Basılı kitapların yerini “e-kitap” olarak anılan ve
elektronik ortamda okunan kitaplar alıyor. Geçmişte kütüphane raflarına dizilen
cilt cilt ansiklopedilerin yerini çok daha geniş çaplı, üstelik her an güncellenen
internet siteleri alıyor. Aradığınızı bulmak için sayfalar içinde boğulmak zorunda
kalmıyorsunuz; bir tıklama yetiyor.
O nedenle biz de bu bölümü böyle bir öneriyle bitirdik.
Kuşkusuz, Masonluğun dünyadaki genel çeşitli ülkelerdeki özel durumu
üzerine bilgi edinmek için internet ile yetinmek zorunda değilsiniz. Bu konuda
günümüze daha yakın tarihte geçerli bir çalışma da yapılabilir.



220
10
Ritler

“Rit” teriminin tanımını daha önce vermiştik ama yineleyelim.


Genelde rit, bağlanılmış olan yol ve yöntem ya da belli bir amaca uygun olan
çalışma sistemidir. Masonlukta bu kavramdan söz edilince, simgesel derecelerin
ötesindeki bir yüksek ya da felsefî dereceler dizgesinin varlığı anlaşılır.
«Simgesel derecelerde rit olmaz mı?» diye mi soracaksınız.
Kimilerine göre olur. Ancak simgesel derecelerdeki uygulamalarda “rit” diye bir
şey geçmez. Buna karşın bir büyük loca belli bir ritin simgesel derecelerinde
çalışmaktaysa, o zaman o ritten söz edilebilir.
Ayrıca, tarihte bazı mason ritleri sadece simgesel derecelerde çalışmıştır, bu da
bir gerçek. Başka obediyansların uygulamalarından farklı bir yön seçmiş oldukları
için, kendi yöntemlerini “rit” olarak nitelendirmişlerdir. Acele etmezsek örneklerini
göreceğiz.
Önce bu işin geneline, daha yaygın olanına bakalım.
  

Bir mason riti, derecelerinin sayısı ve bunlarda kardeşlere verilen unvan ya da


nitelikler bakımından bir diğerinden farklı olabilir.
Ancak ritleri birbirlerinden asıl farklılaştıran öğelerin başında benimsedikleri
ilkeler gelir. Bunu, her ritin tümü bakımından ritüellerinde yer alan öğretimin
genel kapsamı izler.
Bir ritin sırf derece sayısı ve çalışma yöntemine bakılarak niteliği üzerinde bir
yargıya varılamaz. Çok sayıda derecesi olması da öğretim kapsamının daha az
derecesi olanlara oranla daha geniş kapsamlı olduğunu göstermez.
Aşağı yukarı aynı öğretimi kendi ilkeleri doğrultusunda işlemekte olan iki ayrı
ritin birinde öğretimin kapsamı daha az sayıda derece kapsamında yoğunlaştırılmış,
ötekinde bölünüp daha çok sayıda dereceye dağıtılmış olabilir.
Masonluğun tarihi boyunca ortaya çıkarılmış olan ritlerden büyük çoğunluğu
yeterince tutulmamış, kısa bir süre içinde uygulanma olanağını yitirmiştir.
Bazıları kendi içinde bölünerek bazıları da birleşerek yeni ritler oluşturmuştur.
Kendi içinde bir değişim sürecinden geçmiş, zamanla yerini adı farklı konmuş
bir başka rite bırakmış olanları da vardır.

221
RİTLER
Böylece Masonluğun tarihi boyunca oluşmuş toplam 600 kadar farklı rit adı
belirtme olanağı doğar.
Günümüzde varlığını sürdüren mason ritlerinin toplam sayısı ise iki elin
parmaklarıyla sayılabilir.
Her mason riti kendisinin “asıl” ve “en önemli” hatta “tek doğru ve geçerli”
olduğunu ileri sürer.
Ritlerin bu savını olağan karşılamak gerekir. Çünkü öyle bir savı olmazsa, o rit
kendisine yandaş bulamaz.
Kuşkusuz kardeşlerin bağnaz olmaması, kendilerini bir başka masonik sistemi
yeğleyip izleyenlerden daha üstün görmemeleri beklenir ama her birimizin üyesi
olduğumuz kuruluşun uyguladığı sistemi öncelikli tutması da pek doğaldır.

YÜKSEK DERECELERİN OLUŞUMU

Başlangıcında geleneksel olarak iki derecesi bulunan


Spekülâtif Masonluğun localarında üçüncü derece
olarak “üstat” derecesi oluşturulduktan kısa bir süre
sonra, Kıta Avrupası’ndaki kimi kardeşler bunu yetersiz
görmüş... Spekülâtif Masonluğun öğretiminin çok daha
geniş olması gerektiğini düşünmüşler. Ancak isteyenin
üç dereceyle yetinip kalmak isteyebileceğini de göz
önünde tutmuşlar. Dolayısıyla, var olan derecelerin
kapsamını değiştirmektense, bunların üzerine yüksek
dereceler eklemeyi daha uygun bulmuşlar.
Yüksek derecelerinin oluşumunun gerekçesinin Masonluktaki standart anlatımı
böyle… Ancak kimine göre yüksek derecelerin çıkarılışının aslında çok daha
başka nedenleri vardı. Bu konuda özellikle şu üç tez üzerinde durulmuştur:
1) Spekülâtif nitelikli yeni Masonluğun hızla gelişip güç kazanması amacıyla
localara gelişigüzel birçok kimse alınmıştı. Bu kişiler toplum içinde önemli
bir yer tutabilir hatta “soylu” bile olabilirlerdi ama yeterince “değerli”
değildiler. Bir “arıtma” yapılması gerekiyordu. Localara yanlışlıkla ya da
gereksizce alınmış olan kimselerin uzaklaştırılması çözüm olmayacaktı.
Masonluğa gerçekten de yaraşır kimselerin onlardan ayrı, daha üst düzeyde
çalışmalar yapabilmelerini sağlamak için, standart üç derecenin üzerinde yer
alan birtakım yüksek derecelerin oluşturulmasına girişildi.
2) Kimileri, -özellikle politikayla yakından ilgilenen Stuart yandaşları- locaları
perde arkasından yönetip kendi emelleri doğrultusunda kullanabilmek için
birtakım yüksek dereceler kurdu.
3) Masonluğun bundan sonraki gelişimi için birtakım hatırlı kimselerin desteği
gerekiyordu. Onlara, gururlarını okşayacak unvanlar verilmeliydi. Bunun
için “yüksek” denilen birtakım uydurma dereceler oluşturuldu.

222
RİTLER
Bu üç tezden sonuncusu İngiliz masonların bakış açısıydı. Yüksek dereceleri hiç
hoş karşılamıyorlardı. Böyle bir şey büyük locanın otoritesini zedelerdi. Çünkü
localar “büyük” sıfatının üstünde “yüksek” olmayı taslayan bir başka gücün
yönetimi altına giremezdi. Bunların geleneksel yapıcılık mesleği ile de hiçbir
ilişkisi olmadığına göre, bu dereceleri “uydurma” olarak nitelediler.
Bunlar, yazar kardeşlerimizin kitaplarında belirtilmiş olan nedenlerdir.
Oysa yakın geçmişimizde ortaya bir de Siyon Örgütü ile bağlantılı bilgiler çıktı.
Buna bakılırsa, yukarıdaki tezlere bir dördüncüsünü eklemek gerekir.
4) İngiltere’de kurulmuş olan büyük loca, başlangıçtaki kuruluş amacını terk
etmiş, bambaşka bir yol tutmuş, ne Stuartistlerin ne de Siyon Örgütü’nün
işine yaramıştı. Localarda demokratik, locaların oluşturduğu büyük locada
federatif bir yönetim sistemi oluşturulunca, her kafadan ayrı bir ses çıkar
olmuştu. Böyle olacağı düşünülememişti. Ancak Spekülâtif Masonluğun çekici
bir kurum olduğu da açıkça ortaya çıkmıştı. Bu kuruma bambaşka bir biçim
verilmeli, otokratik yani liderin tartışılmaz otoritesine ve onun yanındakilerin
kararlarına uyulması sağlanmalıydı. Bunun için de büyük locadan farklı,
onun ötesinde yer alan bir yüksek dereceler dizgesi oluşturulmalıydı.
İlk Yüksek Dereceler
Yüksek derecelerin kurulmasına İskoç asıllı Andrew Michael Ramsay tarafından
başlandığı kabul edilir.
Ramsay, Royal Society üyesiydi ve Stuartlar ile de pek yakın ilişkileri vardı.
“Masonluğun kaynakları” üzerine bir kuram oluşturmuştu. 1737 yılında bunu
Fransa’daki locaların bir genel kurul toplantısının ardından düzenlenen agapta
verdiği söylevde ortaya koydu. Özetle şöyle diyordu:
“Spekülâtif Masonluğun kaynağının, yapıcılık zanaatı kuruluşlarının
tarihsel evreleriyle ilgisi yoktur. Operatif Masonluk, Çağdaş Masonluğun
düzenli bir şekilde örgütlenebilmesini sağlamak amacıyla kullanılmış
olan bir dış kalıp ya da bir olanaktan başka bir şey değildir. Spekülâtif
Masonluğun asıl kökeni, kısmen askerî kısmen dinsel nitelikli amaçlarla
kurulmuş şövalyelik tarikatlarındadır.”
Ramsay, tarihteki şövalyelik tarikatlarını övgüyle “Atalarımız olan Haçlılar”
diye anmıştı. Masonluğun standartlaşmış üç derecesinin üzerine üç de yüksek
derece ekledi. Bunların sonuncusu “Tapınak Şövalyesi” derecesiydi. [Söylevin
tamamının dilimize yapılmış bir çevirisi de var. Ancak bu apaydı-rı bir başlık
altında incelenmeli.]
Böylece İngiliz Masonluğu’na rakip olarak İskoç Masonluğu doğmuş oldu. Bu
sistem, çağdaş Masonlukta EKOSİZM olarak anılan mason ritleri kümesinin
temelini attı. Çok sonra “Eski İskoç Riti” olarak da anıldı.
Yüksek dereceler, birkaç yıl içinde Fransa’da hızlı bir gelişim temposu içine
girdi. İngiliz masonlar buna şiddetle karşı çıktı ama bu derecelerin İngiltere’ye
sokulmasını da engelleyemediler. Ancak, bu bağlamda İngiltere’deki gelişmeler
apayrı bir yol tuttu. (Bunu daha sonra göreceğiz.)

223
RİTLER

Aforoz
Fransa’daki ilk mason riti kurulurken, Katolik Kilisesi de Masonluğun aforoz
edildiğini duyurdu.
Nasıl olmasın ki?... Katolik Kilisesi’ne göre Tapınak Şövalyeleri, dört yüzyıl kadar
önce ortadan kaldırılmıştı. Ancak tarikatın arta kalan üyelerinin gizlice çalışıp bir
gün yine canlanmak üzere hazırlandığına, üstelik Kilise’den öç alacaklarına
ilişkin söylentilerin ardı arkası hiç kesilmemişti. Bu konu, Katolik Kilisesi için
yüzyıllardan beri âdeta bir kâbus gibiydi. Anlaşılan aradan bunca zaman geçmiş
olmasına karşın bu paranoya giderilmemişti.
Aforozun Spekülatif Masonluğun gelişimi üzerindeki etkisi sınırlı kaldı. Hele
İngiltere ve Fransa’da hemen tümüyle göz ardı edildi. Çünkü İngiltere’de zaten
Anglikan Kilisesi kurulalı beri papanın yetkileri tanınmıyordu. Fransa’da ise
geçerli olabilmesi için ise parlamento tarafından onaylanmalıydı ama bu onay
verilmemişti. Hele Fransa’daki durum, daha sonra papaları çileden çıkaracak bir
boyuta vardı ama bunun Masonluk ile bağlantısı kurulamaz.
Fransa’daki İlk Ritler
Fransa’da kurulduğu bilinen ikinci rit İrlanda Riti oldu. Aslında İrlanda halkı
bağnazlığa varır ölçüde Katolik idi. İrlanda’da mason localarına karşı saldırılar
düzenlenmiş, bunun üzerine birçok kardeş ülkesinden ayrılmak zorunda kalmış,
çoğu Fransa’ya göçüp orada bir tür İrlandalı mason kolonisi oluşturmuştu.
Fransa’da yerleşmiş Stuartist masonlar, Charles Edward Stuart’ın İngiltere tahtını
yeniden ele geçirmek üzere giriştiği başarısız darbe girişiminden sonra kurdukları
bir mason ritine Vielle-Bru Riti adını verdi. Bu adla, Stuartların gürleyerek
haklarını yeniden elde edeceğini vurgulamaya çalışmışlardı.
Fransa’da birçok rit kurulmasına başlanınca, bunların ortak bir yönetim altında
toplanması için 1754 yılında “Clermont Konseyi” adı altında bir yetkili kurul
oluşturuldu. Bu kurul, yüksek derecelerin nasıl oluşacağı ve nasıl yönetileceği
konusunda birkaç yıl çalıştı. Bir görüş birliğine varamadan dağıldı.
EKOSİZM
Fransızcadan dönüştürülme olan Ekosizm sözcüğü,
dilimizdeki sözlük anlamı bakımından “İskoççuluk”
demektir. Ancak, bu terim salt Masonluğa özgüdür.
Nasıl Fransa’daki İskoç localarının aslında İskoçya ile
doğrudan hiçbir ilişkisi olmamışsa, Ekosizm’in de İskoç
ulusçuluğu ile bağlantısı yoktur.
Ekosizm, bir “izm” eki taşımasına karşın bir doktrin değildir. Yerel ve çağdaş
koşullara uyarlanabilme esnekliğini gösteren bir masonik sistemdir. Bununla
birlikte 18. yüzyıl ortalarında Stuartist masonların elinde politik bir doktrin
biçimine sokulmasına çalışılmıştır. Ancak nasıl aslında “yapıcılık” demek olan
Masonluk spekülatif bakımdan yepyeni bir anlam edinmişse, “İskoççuluk”
demek olan Ekosizm de böyle farklı bir anlam taşır.

224
RİTLER

Yetkinleşme Riti
Az önce sözünü ettiğimiz Clermont Konseyi 1758 yılında dağılırken, geçen yıllar
içinde İlk İskoç Riti’ni geliştirerek Ekosizm’i oluşturmuş kimi masonlar toplanıp
25 dereceli bir rit kurdu. Buna Yetkinleşme Riti (Rite de Perféction) adını verdiler.
Ancak bu işin birdenbire olmadığını, simgesel derecelerin üzerine üç yüksek
derece eklenmesiyle oluşturulmuş İlk İskoç Riti’nin 1740’lı yıllarda aşama
aşama geliştirildiğini belirtmek gerekir.
Şöyle bir soru beklenebilir: «Buradaki çeviri doğru mu? Buna “olgunlaşma”
denilmesi daha uygun olmaz mı?»
Olabilir. Nitekim Türk Masonluğu’nda öyle diyenler var. Burada “yetkinleşme”
teriminin kullanımı sadece bir tercih…
1762 yılında bu ritin son derecesindeki dokuz mason toplanıp, bir anayasa
hazırladı.
Masonik yazında buna “anayasa” denir ama aslına bakılacak olursa bu kurallar
dizisine “tüzük” denseydi çok daha yerinde olurdu. (Bu konunun irdelenmesini
Masonluktaki yasaları inceleyeceğimiz 11. bölüme bırakalım.)
Şu görsel “Yetkinleşme Riti’nin patenti” olarak adlandırılmış:

Yetkinleşme Riti’nin Anayasası çeşitli tartışmalara yol açtı. Bu yüzden kopmalar


oluştu ve birtakım başka ritler kuruldu. Bunlardan biri, 1766 yılında “Doğu
Şövalyeleri Konseyi” adını alan bir kurulun yönettiği sistemdi.
Yetkinleşme Riti, dendiğine göre 1786 yılında ise bir değişime uğratıldı ve yerini
günümüzde dünyanın en yaygın mason ritlerinden biri olmayı sürdüren Eski ve
Kabul Edilmiş İskoç Riti’ne bıraktı. Ancak bunun nasıl oluştuğuna ilişkin
birtakım belirsizlikler vardır. Az sonra göreceğiz.

225
RİTLER

Sıkı İzleyiş Riti


Clermont Konseyi’nin çalışmaları sırasında beliren
genel eğilime ve ardından Yetkinleşme Riti’ne karşı
çıkanlardan Baron von Hund, Almanya’da kendi
görüş ve inançları doğrultusunda bir masonik sistem
geliştirmeye girişti. 1763 yılında, dilimizdeki karşılığı
“sıkı izleyiş” olan (Strikten Observanz) bir rit kurdu.
Burada söz konusu olan sıkı izleyiş, dendiğine göre
“Protestan inançlarına kesinlikle bağlılık” anlamına
geliyordu.
Söylendiğine göre ritin asıl yönetimi “Bilinmeyen Üstler” (Unbekannte Obere)
olarak anılan kişilerin elindeydi.
Bu varsayımsal kişilerin Stuartlar olabileceğini söyleyenlerin yanı sıra, yakın
geçmişimizde edinilmiş bilgilerin ışığında Siyon Örgütü’nün yöneticileri olduğunu
ileri sürenler de çıkmıştır.
Baron von Hund’un, kurmuş olduğu bu ritin kökenine ilişkin çok ilginç savları
vardı. Bunları, 14. yüzyıl başında Tapınak Şövalyeleri Tarikatı’nın Fransa’dan
İskoçya’ya göçmesi üzerine kurulu bir varsayıma dayandırıyordu.
O tarihte Almanya’da onun ileri sürdüklerini çürütebilecek bilgiye sahip kimse
yoktu.
Bu ritin uygulamaları, Masonluk tarihindeki en yoğun çekişmelerden birine sahne
oldu. Ritin kurucusu Baron von Hund’a kişisel karşı çıkışların etkisiyle, birkaç
yıl içinde yer yer bölünmeler ortaya çıktı.
Baron von Hund’a karşı çıkanlardan Johann August von Starck, 1767 yılında
Rahatlatılmış İzleyiş Riti (Ritus der Late Observanz) adını verdiği bir diğer
sistem kurdu. Bu ritte, yüksek derecelere kabul edilecek masonların Katolik
olmalarının zorunlu tutulmasına başlanınca, Starck’ın foyası ortaya çıktı;
Cizvitler ile gizli ilişkiler içinde olduğu, Masonluğa Katolik ilkelerini yerleştirip,
amacından saptırmaya çalıştığı anlaşıldı.

Eklektik Riti
Ritler arasındaki çekişmeler nedeniyle Masonluğun parçalanmaya yüz tuttuğu
Almanya’da birleştirici olmak üzere “Eklektik Birlik” (Eklektischeverein) adı
altında bir örgüt oluşturulmuştu. En önemli amaçlarından biri, Masonlukta
Hıristiyan ilkelerine sıkı sıkıya bağlı olunmasını sağlamaktı.
Bunun bir yan ürünü Almanya’daki Yahudileri etkiledi. Masonluk tarihi
boyunca dünyanın başka hiçbir yerinde görülmemiş bir din ayırımcılığı yapıldı.
Almanya’daki Yahudiler, yaklaşık 19. yüzyıl ortalarına dek Masonluğa alınmadı.
Bu örgütün uyguladığı sistem, sonradan Eklektik Riti (Eklektischeritus) olarak
anıldı.

226
RİTLER

ESKİ VE KABUL EDİLMİŞ İSKOÇ RİTİ

Kronolojik sıralamayı öncelikli tutup, kitabımızın bu


konudaki anlatımlarına aslında daha sonra girmemiz
gerektiği görüşünde olabilirsiniz. Tarihsel sıralanma
bakımından, evet, haklısınız, Avrupa’da buna gelinceye
kadar oluşturulmuş daha birçok rit var. O kadar çok ki
hepsine değinmemiz olanaksız. Ancak hazır Ekosizm
üzerinde durmuşken, şimdi tam sırası…
Önce bu ritin adının gerekçesi üzerinde duralım…
Bu konuda yanlış yorumlar var… Bunlardan biri “eski” terimiyle Operatif
Masonluk denilmek istendiği; dolayısıyla burada operatif masonların riti (!) ile
kabul edilmiş masonların ritinin bir araya getirilmiş olduğu tarzında…
Hayır… Bu yorumu her kim uydurmuşsa kusura bakmasın ama bu tam bir
saçmalık… Gerçi Anglosakson Masonluğu topluluğunda bazı obediyansların adına
dilimizdeki açılımı “eski ve kabul edilmiş masonlar” anlamına gelen “A.F.A.M.”
biçiminde bir kısaltma eklenir ama bunun onunla ilgisi yok.
Bir başka bakış açısı ise, bu ritin az sonra değineceğimiz kuruluşuyla bağlantılı
Latince yazılmış olan metinde geçen terime değinerek, dilimizdeki adının aslında
“Kabul Edilmiş İskoç Riti” olması gerektiğini belirtir. Ancak bu ritin başka
dillerdeki adlandırılışına bakacak olursak, bu görüş doğrulanamaz.
Bir de bu ritin Türkçedeki adının nasıl olması gerektiği üzerinde biraz spekülasyon
yapabiliriz. Ritin “kabul edilmiş” parçası değil de “eski” sıfatı sorun…
Batı dillerinde bunun karşılığı “Antient”, “Ancien” ya da bunlara benzer bir
tarzda geçer ki, bunun tam karşılığı “Antik” olur. Bu ise Türk Masonluğu’nda
hiç kullanılmamış bir sıfat…
Buna karşılık eskiden bu ritin dilimizdeki adı “Kadîm ve Makbûl İskoç Riti”
biçimindeydi. Günümüzde kimileri bir şeyin çok eskiden kalma, köklü olduğunu
belirtmek istediğinde şu “kadîm” sıfatına sarılır. Kim bilir, belki de doğrusu öyle;
“antik” değil ama “kadîm”.
İşin doğrusu ise şöyle: Andrew Michael Ramsay’ın 1738 yılında kurmuş olduğu rit,
önceleri kurulmuş olduğu yerin adıyla “Bouillon Riti”, sonra da kurucusunun adıyla
“Ramsay Riti” olarak anılmışsa da, Ekosizm’in gelişmesiyle birlikte buna “Eski
İskoç Riti” denmişti.
Bunun üzerine oturtulmuş Yetkinleşme Riti’nin ise toplam 25 dereceden oluşması
öngörülmüştü. Bunun da sayısal simgeciliğe bağlanan bir gerekçesi vardı.
Yetkinleşme Riti Amerika kıtasına taşındıktan sonra, ritin son derecesi olduğu
gibi korundu ama araya birtakım başka “kabul edilmiş” dereceler eklendi.

227
RİTLER
Yetkinleşme Riti’nin 25. derecesi, Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti’nin 32.
derecesi oldu.
Şimdi şöyle diyebilirsiniz: «Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti’nin derecelerinin
toplam sayısı 33 değil mi?»
Evet, öyle, 33. Ancak 33. ve sonuncu derece, diğerleri gibi bir öğretim içeren
türden derece değil, sadece yönetim organının derecesi.
  

Yetkinleşme Riti’nin geliştirilmesi, anayasasının (bu ritte öyle deniyor) yeniden


düzenlenmesi, derecelerinin sayısının sonunda 33’e çıkarılması ile oluşturulan
bu sistemin en önemli özelliği, bir merkezî otoritesinin olmamasıdır. Çünkü
zamanla, bu ritin uygulandığı hemen her ülkede ayrı bir bağımsız egemen otorite
kurulmuştur.
Ritin son derecesini almış üyelerinden oluşan otoritelerden her birine yüksek
konsey (yüksek şûra/süprem konsey) denir.
Bu noktada yine terminoloji bakımından şöyle bir duralım. Çünkü bu üç terime
takılmış olabilirsiniz.
Terimin İngilizcesi “supreme council”, Fransızcası “suprȇme conseil”. Çoğu diğer
Batı dillerinde de bunların benzeri…
Türk Masonluğu’nun Osmanlı döneminde “Şûrayı Âlî” denilmiş. Nitekim bu
kurulun sıfatının dilimizdeki tam karşılığı eski dildeki “âlî” yerine “yüce” olsa
gerek. Fakat Türk Masonluğu’nda bunun kullanımı yok.
Cumhuriyet döneminde “yüksek şûra” denilmiş. Sonradan bunun yerini “süprem
konsey” almış.
Ancak dilimizde Masonluk dışında “süprem” diye bir sıfatın kullanımı da yok.
Olmaması, kullanılamaması anlamına gelmez çünkü salt Masonluğa özgü başta
terim ve sözcüklerimiz de var.
Soru: «Peki “yüksek konsey” terimi nereden çıkıyor?»
O terim bu kitabın yazarının uydurmacası. Türk Masonluğu’nda bu terim de yok.
Bu uydurmacanın ise bir gerekçesi var.
Yurdumuzda şu anda bu ritin üç egemen otoritesi var: Biri “yüksek şûra” diğer
ikisi “süprem konsey” terimini kullanıyor. Bunların orta yolu “yüksek konsey”.
Böyle denilmesini beğenmemiş olabilirsiniz. Ancak bakarsınız bir gün kullanıma
girer. Nitekim her sözcük, her terim önce önerilir, beğenilirse kullanılmasına
başlanır, uzun süre kullanılınca da gelenekselleşerek yerleşir.
Türkiye’de bu bağlamda başka kullanımlar da var ama onları görmeyi şimdilik bir
yana bırakalım.
  

228
RİTLER
Bu ritin kuruluşu, Prusya Kralı 2. Friedrich (Büyük Frederik) tarafından çıkarılmış
bir buyruğa bağlanır. Öyle ki birçok tarihsel kaynakta ritin 1786 tarihli olduğu
söylenen anayasasının da doğrudan onun tarafından hazırlanmış olduğu bile
belirtilmiştir.
Kimine göre ise bu rit aslında Amerika’da oluşturulmuştur. Prusya kralının bu
işin içinde olduğu düzmecedir. 19. yüzyıl başlarında bile Avrupa’da henüz
monarşi ve aristokrasinin üstün etkisi sürmekte olduğundan, bu rite bir güç
sağlamak amacıyla, kuruluşu aksi kanıtlanamayacak bir şekilde krallık buyruğuna
bağlanmıştır.
Niçin “aksi kanıtlanamayacak bir şekilde”?
Çünkü bu buyruğun çıkarıldığı söylenen tarihte Büyük Frederik ağır hasta
durumdadır. Kısa süre sonra da ölmüştür. Ayrıca, bir mason olarak hep İngiliz
tarzı Masonluktan yana çıkmıştır; Fransa’da gelişmiş Ekosizm ile hiçbir bağlantısı
olmamıştır.
«Peki, bu şekilde olduğunun kanıtı var mı?» diye de sorabilirsiniz.
Hayır, yok. Fakat öteki türlü olduğuna ilişkin ortaya konulmuş olan belgelerin
uydurmaca olduğuna ilişkin sağlam gerekçe var. (Bu konuyu “Yasalar” başlığı
altındaki bir sonraki bölümde inceleyeceğiz.) Şimdilik sadece şunu söylemekle
yetinelim:
Yetkinleşme Riti’nin derecelerinin sayısının 25’ten 32’ye çıkarılması ve bunun
üzerine bir de 33. derece olarak eklenen yüksek konseyin ilkinin kuruluşu 1801
yılında Amerika’da gerçekleştirilmiştir. Onu 1804 yılında Fransa’da kurulan
ikinci yüksek konsey izlemiştir.
Bu ritin Amerika’da kurulmuş olduğu ve anayasasının da 1786 tarihinde değil,
çok daha sonra hazırlandığı şuradan da bellidir: Bu rit yaygınlaşma yolunu
tutarken, 1813 yılında İngiltere Birleşik Büyük Locası kurulmuştu.
O sırada Amerika’da çoğu İngiliz kökenli “Kuzeyliler” daha tutucu, Fransız
kökenli “Güneyliler” ise daha ilerici bir tutum benimsiyordu.
Bu olgu, Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti’nin kapsamında da kendini gösterdi.
Aynı tarihte Amerika’da ikinci bir yüksek konsey kuruldu. Bunlardan ilki kısaca
“Güney Jüridiksiyonu” (Southern Jurisdiction), ikincisi “Kuzey Jüridiksiyonu”
(Northern Jurisdiction) olarak anıldı.
Bu ritin anayasasında her ülkede bir tek, sadece Amerika’da iki yüksek konsey
olabileceği belirtilmiş. Demek ki, anayasanın hazırlanmış olduğu asıl tarih,
Amerika’daki ikinci yüksek konseyin kuruluşundan sonra…
Lozan Konvanı
Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti’nin tarihçesindeki en önemli olay, daha önce de
değinmiş olduğumuz gibi 1875 yılında İsviçre’nin Lozan kentinde düzenlenmiş
olan yüksek konseyler konvanıdır.

229
RİTLER
Bu konvanda ritin anayasası gözden geçirilerek üzerinde bazı düzeltme, değişiklik
ve açıklamalar yapıldı. Ancak bu konvana o tarihe kadar kurulmuş olan yüksek
konseylerin hepsi delege göndermediği gibi, bazıları da yapılan değişikliklere ve
alınan kararlara katılmadı. Böylece dünyada Masonluğun genelinde olduğu gibi
Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti’nin özelinde de aynı paralelde bir bölünme oluştu.
Masonluğun tarihinde “Lozan İlkeler Bildirgesi” (Prensipler Beyannamesi)
olarak anılan bu belgede, özellikle şu konulara değinilmişti:
 Masonluk “Evrenin Ulu Mimarı” adı altında yaratıcı bir ilkenin varlığını
benimser.
 Masonluk gerçeklerin araştırılmasına hiçbir sınır koymaz. Herkesin
özgürlüğünü güvence altına almak için koşulsuz bir tolerans önerir.
 Masonluk her ulus, her ırk ve dinden insanlara açıktır. Atölyelerinde dinsel
ve politik tartışmalar yapılmasını yasaklar. Dinsel inanç ve politik eğilimleri ne
olursa olsun, tüm özgür ve iyi ahlâk sahibi kişileri sinesine kabul eder.
 Masonluk her ne şekil ve görünümde olursa olsun bilgisizlik ile savaşmayı
görev edinmiştir. İnsanlar arasında sevgi bağları ile insanların mutluluğunun
geliştirilmesi için sürekli bir çalışma öngörür.
 Bir mason, hangi rite bağlı olursa olsun dünyadaki diğer tüm masonların
kardeşidir.
Bu bildirgeye katılan ve imzalayan yüksek konseyler bir de konfederasyon
kurmayı kararlaştırdı. Bunun için de bir “konfederasyon anlaşması” üzerinde
uyuşarak bunu da imzaladılar. Bundan sonra çeşitli tarih ve yerlerde düzenlenen
konvanlarda bir araya gelerek ilişkilerini güçlendirmeye çalıştılar.
Ancak bu girişimlerin sonucu olarak günümüze dek varlığını sürdürmüş olan bir
konfederasyonun varlığından söz edilemez.
Dolayısıyla bu anlaşmanın kâğıt üzerinde kaldığı söylenebilir. [Gerek 1875 tarihli
ilkeler bildirgesinin bütünü gerekse konfederasyon anlaşması çok uzun ve sadece
özet bilgiler vermeye çalıştığımız bu kitapta aşırı boyutta yer kaplar.
İlginizi çekiyorsa bu konunun hatta daha fazlasının ayrıntılı olarak incelenmiş
bulunduğu çalışmalar var.
  

Bir de bu konvanın perde arkasındaki birtakım olaylarla ilgili bir anlatım var.
Bu konvanın o tarihte Fransa Yüksek Konseyi’nin başındaki grankomandör olan
Adolphe Cremieux yüzünden anayasanın değiştirilmesi zorunluluğu doğunca
toplanmasının gerektiği belirtilir.
Yüksek konseyler arasında birtakım görüş ayrılıkları bulunduğu, dolayısıyla
Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti’nin dünya çapında bağdaşık (homojen) değil,
kendi içinde bölünmüş olduğu ortaya çıkmıştı. Nitekim bunun sonucunda bazı
ülkelerde birbirlerine karşıt ilkeler benimseyen yüksek konseyler kuruldu. Ritin
anayasası “her ülkede bir tek” diyordu ama buna aldırış eden olmadı.

230
RİTLER

AYDINLANMIŞLAR

18. yüzyılın ikinci yarısındaki bazı örgütlerin üyeleri,


kendilerine Aydınlanmışlar (Illuminati) demiştir. Bu
örgütlerden bazısı, Masonluk ile de sıkı ilişki kurmuş,
bu akımın Masonluğa da yansıdığı ritler oluşmuştur. Bu
sistemlerin tutumu “Aydınlıkçılık” (İlluminizm) olarak
anılmıştır. Türkçede “Işıkçılık” olarak da geçer.
Aslında şu yukarıdaki amblem ya da tasarım size hiç de yabancı gelmemiştir.
Nitekim bir tek bu örnek alınarak gerek geçmişte gerekse günümüzde Masonluk ile
Illuminati oluşumunu özdeş, en azından iç içe gösterenler var.
Oysa bu anlamlı çizim tarihin çok eski dönemlerine kadar uzanır ve sayısız kurum
tarafından bir simge olarak kullanılmıştır. Tek bir kuruma özgü tutulamaz. Tıpkı
Masonluktaki bir diğer simge olan “üst üste yerleştirilmiş gönye ve pergel” gibi…
Aydınlanmışlar olarak anılan bu kişilerin yöneldikleri bilgi ve aydınlanmanın
gizemci (mistik) niteliği önceliklidir. Bilgi ve akıl yolunu gerekli fakat yetersiz
görmüşlerdir. Sabır ve deneyim ile edinilebilen “sezgi” yöntemini de zorunlu
saymışlardır. Bu bakımdan ilkeleri, Antik Çağdaki bazı ezoterik kurumlar ile
İslâm tarikatlarından bazılarının öğretisiyle de yakınlıklar göstermiştir.
Bu bağlamda, 1767 yılında İngiltere’de “Aydınlanmış Teosofistler Riti”*,
1770’de Fransa’da “Avignon Aydınlanmışları Riti”, 1776’da Almanya’da
“Bavyera Aydınlanmışları Riti”, 1779’da Fransa’da “Pernety Riti”, 1783’te
“Swedenborg Riti” adını taşımış olan sistemler kurulmuştu. Bunların arasında
en ünlüsü Adam Weishaupt’un kurmuş olduğu ve sonra Baron von Knigge
tarafından bir tür mason ritine dönüştürülmüş Bavyera Aydınlanmışları’dır.

Ancak bunlardan çoğunun ne ölçüde bir “mason riti” sayılabileceği de hayli


tartışmalıdır. Açıkça görülen olgu şu ki 18. yüzyıl ortalarında Fransa başta olmak
üzere Batı Avrupa’da oluşumu başlayan Aydınlanma Çağı’nın felsefesi masonları
önemli ölçüde etkilemiş, kendi eğilim ve benimseyişleri doğrultusunda yeni ritler
kurmaya yöneltmiştir. Kurucularından her birinin iyi niyetli olduğundan kuşku
duyulamaz ama bu gizemciler temel ilkeleri bakımından birbirlerine benzer tarzda
düşünmekte olsalar bile, aralarındaki en ufak bir farklılık bile birbirlerinden ayrı
düşmelerine neden olmuştur.
Gizemcilik (Mistisizm) Masonluğa iyice girince, bunu Türkçede “Gizlicilik”
olarak da anılan Okültizm’in izlemesi beklenmedik bir olay sayılmaz.

* Teosofist “Tanrı bilgisine sahip kişi” demektir.

231
RİTLER

Martinizm
18. yüzyılda Fransa’da oluşturulmuş çeşitli mason ritlerinden birinin adı
“Seçilmiş Kohenler Riti”* (Rite des Elus Coëns) olarak konmuştu. Öğretiminde,
Hermetizm’in doğaüstü ya da gizemci ilkeleri ile Kabala’ya önemli yer verilmişti.
18. yüzyılın ünlü masonlarından Louis Claude Saint Martin, bu riti geliştirdi.
Metafizik felsefeye düşkünlüğü ile tanınan Saint Martin, daha önce birçok mason
ritine girip çıkmış, bunlardan özellikle “Filaletler Riti” adlı sisteme ısınmıştı.
1773 yılında Paris’te kurulmuş olan Filaletler Riti* (Rite des Philalèthes),
masonları o tarihe kadar etkilemiş olan çeşitli akımları bir araya topluyordu.
“Dünyadaki tüm mason kuruluşlarını birleştirmek” gibi fantastik bir amacı da
vardı.
Bunun ilk atılımı olmak üzere, 1785 yılında çeşitli ülkelerin ileri gelen masonları,
Paris’te toplanması öngörülen bir konvana çağrıldı. Konvan pek az ilgi gördü.
Bunun üzerine de rit kendi üyelerinin bile ilgisini yitirdi.
Saint Martin, Filaletler Riti’nden arta kalanlar ile Seçilmiş Kohenler Riti’nde
çalışanları bir araya getirip “Yenilenmiş Rit” (Rite Réctifié) adını verdiği bir
masonik sistem daha kurdu.
Bu sistem, Masonluk tarihinde “Martinizm” olarak anıldı.
19. yüzyılda Martinizm’in doğrultusunda birçok ekol ve tarikat kuruldu. Bunların
en ünlüsü “Papus” takma adıyla tanınmış olan Gérard Encausse tarafından
kurulmuş olan bir tarikattır.
20. yüzyılın ilk yarısında âdeta unutulan bu tarikat, 1960’lı yıllarda Papus’un
torunu Philippe Encausse’un önderliğinde yeniden canlandı. Günümüzde de bir tür
masonik tarikat olarak varlığını sürdürdüğü biliniyor.
19. yüzyılda ortadan kalkmış olan Seçilmiş Kohenler Riti de 1942 yılında yeniden
canlandırıldı. Bu sistem de “Çağdaş Martinizm” olarak anılıyor. [

  

* Kohen, “rahip” anlamına gelmektedir.


** Filalet, Yunancadan alınma bir sözcük olup, “gerçeği seven kişi” demektir.

232
RİTLER
Birçok mason ritinin öğretimi, Aydınlanmışların etkisiyle farklı bir boyut kazandı.
Önceleri var olan dinsel kaynaklı bağlanışların yerine bilimsel öğeler ve bunların
yanı sıra gizemci ve okültist eğilimler geldi.
İşin içine Okültizm girince, ortaya birtakım şarlatanlar çıktı. Olağanüstü güçlerle
donanmış olduklarını, üstün yetkiler taşıdıklarını ileri sürerek, bilim ve akıl ile
hiç bağdaşmayan birtakım uğraşıları Masonluğun asal ilgi alanı haline getirmeye
kalkıştılar. Yer yer başarılı da oldular. Kimileri, kendi başına sözüm ona bir
“mason riti” bile kurdu.
Bunlardan biri de Masonluk tarihinde hayli yankı uyandırmış olan Cagliostro
Riti’dir. “Alessandro Cagliostro” diye bir takma ad kullanan Sicilya asıllı
Guiseppe Balsamo’nun 1777 yılında Fransa’da kurduğu bu sistemin gerçekten
masonik bir nitelik taşıyıp taşımadığı çok tartışmalıdır.
Cagliostro, Masonluğun aslının ne olduğunu ve temel öğretimini Mısır’da
öğrendiğini ileri sürmüştü. Ortaya koyduğu sistem, tümüyle okült bilimler, büyü,
parapsikolojik deneyimler, meditasyon, astroloji, ruhlarla ve başka dünyaların
insanlarıyla iletişim kurma gibi uygulamalardan oluşmaktaydı. [Cagliostro’nun
hayli ilginç olan yaşam öyküsünü Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar adlı
kitapta okuyabilirsiniz.]
Buna benzer bir diğer sistemi de Avusturya asıllı olup Fransa’da yerleşmiş
Friedrich Anton Mesmer oluşturdu. Mesmer, tüm canlılar arasında “manyetik
ilişkiler” bulunduğunu ileri süren bir hipotez geliştirmiş, bunu bir gizemci
felsefeye dönüştürmüştü. 1782 yılında “Evrensel Ahenk Tarikatı” (Ordre de
l’Harmonie Universelle) adı altında kurduğu örgütü Masonlukla bağdaştırmaya
girişti. Böylece oluşturduğu sistem, “Mesmerik Masonluk” olarak da anıldı. Bu
terim ise daha sonra buna benzer başka uygulamaları betimlemek için de kullanıldı.
Bunların hepsinin ortak özelliği, ilkelerinin çoğunu Alşimistlerden almış,
günümüzde genel olarak “parapsikoloji” olarak anılan uygulamaları o çağın
koşulları altında Okültizm ile karıştırarak yürütmeye çalışmış olmalarıdır.
  

Clermont Konseyi’nin dağılması üzerine bir de “Doğu Şövalyeleri Konseyi”


diye bir örgütün oluşturulduğundan söz etmiştik.
Bunun kurucuları, Fransa’nın ünlü masonlarından Baron de Tschoudy’nin
tasarlamış olduğu bir masonik sistemi uygulayarak yaygınlaştırmak niyetiyle
yola çıktı ama çalışmaları dönüp dolaşıp “Fransa Genel Büyük Şapitri” (Grand
Chapitre Général de France) adı verilen bir örgütlenmeye dönüştü.
Bu örgütlenmenin, sonradan oluşan Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti’ne pek ilginç
bir yararı oldu: “Aziz Andre Şövalyesi” denilen 29. derece bu sistemden alındı.
Bu sistem ise sonradan Fransa Büyük Doğusu tarafından akademik nitelikli bir
dereceler koleksiyonuna dönüştürülüp buna Fransa Metropolitan Şapitri
(Chapitre Métropolitain de France) adı verildi. [Bu koleksiyonda 81 masonik
derece yer alıyordu.]

233
RİTLER

FRANSIZ MASONLUĞU’NUN ETKİSİ

Fransız Masonluğu terimi, İskoç Masonluğu’ndan


kaynaklanarak 18. yüzyılın ikinci yarısında Fransa’da
oluşmuş masonik anlayış türünü dile getirir. Önceleri
İngiliz Masonluğu’na, daha sonra ise Anglosakson
Masonluğu’na karşıt bir anlayışı temsil eder. Bir terim
olarak “Fransız masonların ulusal karakteri” anlamını
aşmış, bir genel kavram gibi kullanılmıştır.
Günümüzde elbette salt Fransa çapında geçerli olan ulusal nitelikli Masonluğa da
“Fransız Masonluğu” denilebilir ama burada ritlerin oluşumunu etkileyen bir
masonik tutum ve anlayış tarzıdır.
Fransız Masonluğu’nun Ekozism ile eş anlamlı İskoç Masonluğu benzerlikleri
kadar çelişkileri vardı. Bunlar 18. yüzyılın ikinci yarısında pek belirgin değildi
ama sonradan açıkça ortaya çıktı. En önemli fark iki bakımdan belirginleşmişti:
a) Değişik ritleri uygulamakta olan locaların “büyük doğu” (grand orient) adı
verilen bir obediyansın çatısı altında toplanması;
b) Birçok locanın, Masonluğun yalnızca simgesel derecelerinde değil, yüksek
derecelerde de çalışma yapmakta oluşu.
Fransız Masonluğu, örgütlenme bakımdan da İngiliz Masonluğu’nun tek elden
yönetimci (merkeziyetçi) tutumuna karşı çıkmıştı. Obediyansların özgürlük ve
bağımsızlıklarını benimseyen bir anlayışın bayrağını açtı.
Masonluktaki bu tür bir tutum ve anlayış, daha sonra “Liberal Masonluk”
(Özgürlükçü Masonluk) niteliğini aldıysa da şunun üzerini özenle vurgulayıp
altını çizmeliyiz: Liberal Masonluk ile Fransız Masonluğu terimleri ne eş
anlamlı ne de özdeştir.
  

Fransa Büyük Doğusu, değişik mason ritlerini uygulamakta olan loca ve


atölyeleri aynı çatı altında toplamayı öngördü. Bunun için, farklı ritlerin ortak
yanlarının bir araya getirecek bir akademik çalışma yaptırdı; az önce sözünü
ettiğimiz Fransa Metropolitan Şapitri’nin oluşturulması…
Ancak topu topu yarım yüzyıllık bir geçmişi olan Spekülatif
Masonlukta, yüzlerce derece oluşturulmuş bulunduğu anlaşıldı.
Bunların tümünde ritüelik çalışma yapılması olanaksızdı.
En önemli olanların daha az sayıda derecede bir araya
getirilmesine girişilince, ortaya bir mason riti daha çıktı. Buna
“Modern Rit” (Rite Français dit Moderne) adı verildi.
Günümüzde Fransa’nın yanı sıra diğer bazı ülkelerde de
uygulanan bu sisteme “Fransız Riti” de denir.

234
RİTLER

Karma Rit
Kadınlar ile erkeklerin aynı localarda ve aynı sistem çerçevesinde çalışmalarını
öngörerek örgütlenmiş, ritüellerini buna göre düzenlenmiş olan herhangi bir
mason ritine genel olarak “karma rit” denmektedir. Aslında “Uluslararası İnsan
Hakları Karma Riti” (Rite Mixte Internationale Le Droit Humain) adını taşıyan
bir masonik sistemi nitelemek üzere kullanılır.
1898 yılında düzenlenen bu ritte, Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti örnek alındı.
Aradaki önemli farklardan biri, simgesel derecelerle yüksek derecelerin ayrı ayrı
değil, tek bir organın yönetimi altında oluşuydu.

Bu ritin 1901 tarihli evrensel bildirgesinde, özetle şu konulara yer verilmişti:


 İnsanlar arasında ırk, din, seks ve düşünce farklılıklarından ötürü her türlü
ayırım güdülmesine karşı çıkılmalıdır.
 Masonluk, dünya yüzünde sosyal adaleti gerçekleştirmek üzere çalışan bir
kardeşlik kurumu niteliğini taşımalıdır.
 Uluslararası İnsan Hakları Karma Riti, dogmaların her türünü yadsır;
gerçeklerin araştırılmasıyla ilgilenir. Bunun için, insanların gerek kültürel
gerekse töresel gelişimini amaçlar.
Kadınların kesinlikle mason olamayacağını benimseyenler, bu ritin ve ilgili
örgütlerin ancak “paramasonik” (Masonluğa benzer) olabileceğini ileri sürer.
Schröder Sistemi
18. yüzyıl sonlarında, Fransız Masonluğu ile İngiliz Masonluğu’nu karşılaştırıp
vardığı sonucu Almanya’da uygulamaya girişen Ignaz Aurelius Fessler, 1800
yılında kendi adını taşıyan bir rit kurdu. Bu ritte “yüksek dereceler” olarak anılan
olguyu uygun bulmamış ama simgesel derecelerin öğretim kapsamını da yetersiz
bularak geliştirmişti.
Fessler’in çalışmalarından yararlanan Friedrich Ludwig Schröder, 1801 yılında
bir başka sistem oluşturdu. Bunun en önemli özelliği, aslında Masonluğun
yüksek derecelerinde yer alması öngörülen bazı öğelerin simgesel derecelere
indirgenmesiydi. Bu nedenle bir “rit” olarak anılmayan bu sistem 19. yüzyılda
Orta Avrupa’da hayli tutuldu. Günümüzde de yer yer uygulanmaktadır.

235
RİTLER

MISIR EZOTERİZMİNİN ETKİSİ

Spekülatif Masonlukta 18. yüzyıl boyunca ve daha


sonra oluşturulmuş ritlerden birçoğunun kapsamında
Eski Mısır’daki ezoterik sistemlerin etkisi görülür. 19.
yüzyıl başlarında bunlardan esinlenip, Antik Çağın
gizemci ekollerinden de yararlanarak kurulmuş mason
ritleri vardır.
Bunlardan biri, 1805 yılında İtalya’nın kuzeyinde kurulan ama asıl gelişimini
Fransa’da sağlayan Mizraim Riti*, diğeri ise 1814 yılında Fransa’da kurulan
Memfis Riti’dir. Ortak özellikleri, geleneksel yapıcılık mesleği ve sanatı ile pek
ilgilenmeyip, Mısır Misterleri başta olmak üzere Antik Misterler ve Kabala’yı çok
önemsemeleri, her ikisinin de 90 dolayında derecesi bulunmasıdır.
Fransa Büyük Doğusu, önceleri bu ritleri kendi çatısı altına almayı kabul etmedi.
Bu nedenle de bu ritler, 19. yüzyılda Avrupa’dan çok Amerika’da ilgi gördü.
1876 yılında İngiltere’de bu iki ritin birleştirilmesi tasarlandı.
Bunun üzerine tam o sıralarda Anglosakson Masonluğu ile dehşetli bir çekişme
içine girmiş olan Fransa Büyük Doğusu telaşa kapıldı. İngilizlerin bu vesileyle
bu ritleri ele geçirmemesi için, önceki direnişinden cayıp birleştirmeyi kendi
çatısı altında gerçekleştirmeyi denedi.
Bu deneyim başarısızlıkla sonuçlandı ama bu sayede her iki rit de kendisini
Fransa Büyük Doğusu’na kabul ettirmiş, böylece Kıta Avrupası’na da yerleşip
gelişme olanağını elde etmiş oldu.
Birbirine pek benzeyen bu iki ritin birleşmesi, 1959 yılında Amerika’da sağlandı.
Her iki ritte de tıpatıp aynı dereceler korundu; diğerinde karşılığı olmayanların
çoğu kaldırıldı. 97 derecesi olan Memfis-Mizraim Riti oluşturuldu.
  

Günümüzde, bu ritte çalışmakta olan loca ve atölyelerin çoğu Amerika Birleşik


Devletleri’ndedir. Ancak rit, başta Fransa olmak üzere birçok Avrupa ülkesinde,
Avustralya, Kanada ve bazı Güney Amerika ülkelerinde de hayli başarılı bir
boyutta örgütlenmiş durumdadır. Örgütlerinin bazısı sadece erkek, bazısı sadece
kadınlara özgüdür.
Bunların yanı sıra hem erkek hem kadın üyelerden oluşan bir de “Karma
Memfis Mizraim Riti” vardır ki bu sonuncusunun özellikle Kıta Avrupası’nda
diğerlerinden daha çok ilgi görmekte olduğu söylenebilir.

* Mizraim, Mısır’ı kurarak bu ülkeye adını vermiş olduğu söylenen efsanesel kişidir.
Tevrat’ta Ham’ın oğlu yani Hz. Nuh’un torunu olduğu belirtilir.

236
RİTLER

İNGİLİZ MASONLUĞU SİSTEMİ *


18. yüzyılda Kıta Avrupası’nda birçok yüksek derece oluşup çeşitli ritler
kurulurken, İngiltere’deki mason obediyansları bu eğilime karşı direndi; bunların
Britanya’ya girmemesi için ellerinden geleni yaptılar. Yüksek derece kavramını da
tepkiyle karşıladılar.
Bu nedenle, 18. yüzyılda özellikle İngiltere ve İskoçya’da Masonluğun yüksek
derecelerinin uygulanabilmesi sınırlı bir düzeyde kaldı. Buna karşın, 19. yüzyıl
öncesinde Britanya’da birtakım yüksek derecelerin oluşturulması önlenemedi.
İngiliz ve İskoç kaynaklı bu derecelerin yanı sıra Fransız ve Alman kaynaklı
ritler ile masonik sistemler de zaman içinde yer yer Britanya’ya sokuldu.
İskoçya’daki Eski Büyük Rit
Bu aslında bir mason riti değil, 46 dereceden oluşan bir derlemedir. Günümüzde
İngiliz Masonluğu Sistemi’nde uygulanmakta olan derecelerden birçoğunun bu
derlemeden kaynaklandığı söylenirse de tarihsel İngiliz-İskoç çekişmesi nedeniyle
İngilizler bu görüşü benimsemeye pek yanaşmaz.
Bu sistemde çok önemsenen derecelerden biri “Royal Arş” (Royal Arch), bir
diğeri “Tapınak Şövalyesi” (Knight Templar) derecesidir. Amerika’da bunlar
“Kutsal Royal Arş Tapınak Şövalyesi Rahibi Riti” adını taşıyan bir ritte aynı
çatı altında toplanmıştır.
İngiliz Masonluğu Sistemi’nin Oluşumu
İngiltere Birleşik Büyük Locası’nın kuruluşu sırasında “Masonluk, Royal Arş
dahil olmak üzere üç dereceden oluşur.” diye bir ilke benimsenmişti. Bundan
sonra gerek İngiltere gerekse İskoçya’da yıllardan beri çalışması sürmekte olan
diğer birçok derecenin ne olacağı bir sorun haline gelmişti. Buna İngilizlere özgü,
“temel kuralın zedelenmemesi, formalitenin yerine getirilmesi ama gereksinmenin
karşılanması” tarzında bir çözüm bulundu.
İngiltere Birleşik Büyük Locası, aslında simgesel derecelerden sonra gelen
derecelerde çalışma yapılmasından rahatsız olmuyordu. Bu derecelerde çalışan
atölyelerin, Fransa’da olduğu gibi kendi aralarında birleşerek otoriter örgütler ve
egemen yönetici organlar oluşturmasından kaygı duyuyordu. Bu yüzden
“yüksek” sıfatının kullanımından özenle sakınıyordu.
Dolayısıyla bu sistemdeki derecelere “ileri dereceler” (advanced degrees) dendi.
Her birinin, ritlerde olduğu gibi birbirini izleyen bir aşamalar silsilesi halinde
değil, birbirlerinden ayrı ayrı olmak üzere “üstat” derecesinin ayrıntılı uzantıları
olduğu benimsendi.

*
Batı ülkelerinin masonik yazınında “İngiliz Masonluğu Sistemi” diye bir terim
geçmez. Ancak İngiltere başta olmak üzere Anglosakson Masonluğu topluluğunda
uygulanmakta olan bir masonik sistem vardır. Bu sistem, gerek ritüelik gerekse
örgütsel bakımdan başlı başına bir “rit” olmanın bile ötesindedir. Kapsamında birçok
rit oluşturabilecek kadar çok derece vardır. Fakat İngiltere Birleşik Büyük Locası
Masonlukta “rit” kavramına sıcak bakmadığı için, bu sisteme de “rit” sözcüğünü
içeren bir ad verilmemiştir.

237
RİTLER
Tüm derecelerin İngiltere Birleşik Büyük Locası’nın denetimi altında olmaları
sağlanıp, herhangi bir “yüksek derece otoritesi”nin oluşumu engellendi.

York Riti
İngiltere Birleşik Büyük Locası’nın 1813 yılındaki kuruluşundan az sonra,
Amerika Birleşik Devletleri’nde pek eskiden kalma olduğu ileri sürülen bir rit
ortaya çıktı. Bunun, “İskoçya’daki Eski Rit” adlı dereceler derlemesiyle ilgisi
olduğu görülüyordu. Simgesel dereceler ile birlikte toplam yedi derecesi vardı.
Buna “Eski York Riti” deniyordu. Amerikalılar, bu riti kendilerine uyarlayarak
oluşturdukları yeni rite önce “Modern York Riti” adını verdi. Ünlü araştırmacı
mason yazar Albert G. Mackey ise, buna “Amerikan Riti” adını taktı.
Bu rit sonradan İngiliz Masonluğu Sistemi’ndeki ileri
derecelerden bazılarını da uygulama kapsamına aldı.
Bu amaçla, Royal Arş derecesinden sonra ikinci bir kol
oluşturuldu; buna Malta Şövalyesi ve Tapınak
Şövalyesi gibi ek dereceler yerleştirildi. Böylece,
kapsamı bakımından bu ritin Eski ve Kabul Edilmiş
İskoç Riti ile eş değerliği sağlanmış oldu.
Bu eş değerlik çok önemliydi çünkü Amerika’da birçok kişi Masonluğa aslında bir
“Shriner” (Şrayner) olabilmek için giriyordu. Shrinerler ise o tarihlerde üyeliğe
alacakları kimselerin, Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti’nin 32. derecesini almış
bulunmasını zorunlu görüyordu. Amerikan Riti bu bakımdan yetersiz kalıyor,
Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti ile boy ölçüşemiyordu. Ancak ritin kapsamı
genişletilip Tapınak Şövalyesi derecesine uzandırılınca, Shriner Örgütü’nün
kuralı da “ya Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti’nin 32. derecesini ya da York
Riti’nin sonuncu derecesini almış olmak” biçiminde değiştirilmişti. Günümüzde ise
artık bu bağlamda “üstat” derecesi yeterli görülüyor.



238
11
Yasalar

Masonluktaki yasalardan söz edince, yurdumuzda Masonluğa karşıt girişimlerde


bulunmaya kafasını takmış, bunun için biraz bilgilenmiş olanlardan kimileri,
-hani “mal bulmuş mağribi gibi” denir ya- hemen bu konunun üstüne gidiverir.
“Bakın, görüyorsunuz, masonların kendilerine özgü yasaları var. Kendilerini
ülkemizin yurttaşlarından saymıyor, bizden üstün sanarak ayrı tutuyorlar.»
tarzında lâflar ederler.
İşin ilginç yanı şu ki bu terimin kullanımını siz de yadırgamakta olabilirsiniz.
Ancak şunu göz önüne alın: Bir terim olarak yasa sadece ülkelerin yönetimine
özgü değildir. Gerek genel gerekse özel olarak “meslek yasası”, “sanat yasası”,
“ahlâk yasası”, “sporcu yasası” gibi yasalar vardır. Bunların her biri sadece kendi
alanında geçerlidir.
Masonlukta da “yasa”, “temel yasa”, “anayasa” gibi terimler kullanıldığında,
bunların sadece kurumsal olarak Masonluğu, bireysel olarak da masonları
ilgilendirdiği, masonik örgütlenme ve çalışmalarla bağlantılı olmak üzere
geçerliği olduğu bilinmeli, ülkelerin ya da devletlerin yasaları ile benzeştirme ya
da karşılaştırma (kıyas) yapılmamalıdır.
Masonluğun yasaları, ulusal (millî) ya da evrensel yasaların üzerinde değildir.
Onlarla çelişkileri, onlardan üstün olma ya da onların yerini alma gibi savları
yoktur. Bizi yurttaşlık ya da insanlık yasalarından bağışık (muaf) tutmaz. Her ne
ad altında olursa olsun, bir mason örgütünün çalıştığı ülkenin yasalarına uyma
zorunluluğunu da kaldırmaz.
Aklımıza şöyle bir soru gelir: «Madem öyle, o halde bunlara niçin “yasa”
deniyor da “tüzük” ya da “yönetmelik” gibi terimler kullanılmıyor?»
Mason kuruluşlarının tüzükleri, yönetmelikleri ya da bir başka ad taşıyan
“kurallar ve yöntemler tutamı” da vardır. Bunlardan her biri yalnızca ilgili mason
kuruluşuna özgüdür; bir başkası için geçerli ya da bağlayıcı değildir. Yasalar ise
bunların üzerindedir; genel olarak onları benimseyen tüm mason kuruluşları ve
bu kuruluşların üyelerini ilgilendirir.
Burada “onları benimseyen” sözüne dikkat edelim ve bunu yabana atmayalım.
Çünkü açıklamalarına geldiğimizde göreceğimiz gibi Masonlukta evrensel nitelikli
tek bir yasa yok. Gerçi her mason örgütü kendi benimsediği temel yasayı tek,
asıl ve evrensel sayar ama belli bir yönden değil de daha geniş bir bakış açısıyla
bakıldığında, durumun hiç de öyle olmadığı görülüyor.

239
YASALAR
Masonlukta nasıl yazılı ve yazılı olmayan ritüeller varsa, yazılı ve yazılı olmayan
yasalar da vardır.
Latince terimiyle “Lex non Scripta” olarak da anılan yazılı olmayan yasalar,
geleneksel yöntem ve kurallar ile törelerden oluşur.
Ancak bazı mason kuruluşları, tüzük ya da yönetmeliklerinde bunlardan bir
bölümünü yazılı hale de getirmiştir. Bazıları bunları ritüellerine de yansıtmıştır.
Elbette bu bağlamda mason kuruluşları arasındaki farklar daha da belirgindir.
Bazı yasaların yazılı olmayışının üzerine Masonluğa karşıt (antimasonik) cephede
yine kıpırdanma başlar: “Bakın, yazılı metni yok. Demek ki gizli... Kim bilir neler
saklıyorlar, ne dümenler, ne şeytanlıklar çeviriyorlar!”
Bu gibi sözleri hemen “bayağı” görmeyin. Masonluğa karşıt cephenin tarzı bu...
Saldırı ve mesnetsiz suçlamada nezaket beklenir mi?
Yazılı olmayan yasaların yazılı olmayışı onların “gizli” olduğu anlamına gelmez.
Bunların yazılı hale getirilmelerini engelleyen bir kısıtlama yoktur. Ancak bunlar
toplumun töreleri gibidir; kolayca yazılı hale getirilemez.
«Yazılı olmayınca nasıl öğrenilebilir ki?» diyenleriniz olabilir.
Yanıtı basit: Toplumun gelenek ve töreleri nasıl öğreniliyor? Görerek, yaşayarak,
izleyerek, deneyim edinerek, gerektiğinde bir bilene sorarak... Buna karşın, en
azından Türk Masonluğu’nda geçerli yazılı olmayan yasaların bir bölümünü
“Masonlukta Etiket” adlı kitapta okumak olanağı var.
Ancak bu kitabı da tek ve sadece Türk Masonluğu’na özgü bir durum sanmayın.
Yurdumuzda Masonluktaki etiket konusunu kaleme alıp makaleler hatta kitap
yazmış olanlar var. Başka ülkelerde çok daha fazlası…
Demek oluyor ki Masonluğun etiketini yani yazılı olmayan yasalarını öğrenmek
sadece gözlem ve deneyim ile oluşmuyor. Her ne kadar “yazılı olmayan yasalar”
deniyorsa da bunların yazılmışları da var.
Bu yazılmış olanların bazıları ilgili mason kuruluşlarının tüzük ya da yönetmelik
kapsamında yer alan kurallarda, bazıları da ritüellerinde belirtilmiştir. Ancak
bunların hiçbirinde belirtilmemiş olan, özellikle kardeşlerin hangi ortamdaki
tutum ve davranışının nasıl olması ve başka türlü olmaması gerektiğini ortaya
koyan birtakım kural dizgeleri de var. Nitekim “etiket” teriminin kullanılışı da
bundan ileri geliyor.
Yazılı yasalar ise “temel yasa” ya da “anayasa” terimiyle özdeşleşir. Bu iki terim eş
anlamlı sayılabilir.
Obediyansların genel yasalarına “temel yasa”, bir mason ritinin (özellikle Eski
ve Kabul Edilmiş İskoç Riti'nin) genel yasalarına ise “anayasa” deniyor.
Buna karşın Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti’nin Anayasası’nı incelemeye sıra
geldiğinde, buna da aslında “yasa” değil bir “genel tüzük” demenin daha doğru
olabileceğini göreceğiz.

240
YASALAR

MASONLUĞUN TEMEL YASASI

Bu kitabın 8. bölümündeki “İlk Örgütlenme”


alt başlığı altında anlatılmış olduğu üzere, 1723
yılında Londra Büyük Locası’nda yürürlüğe
konmuş olan yasa, Spekülatif Masonluğun ilk
temel yasasıdır. Sonradan bunu başka temel
yasalar izlemiştir.
Gerek Masonluğun 18. yüzyıldaki temel yasa
düzenlemeleri arasında ilk oluşu gerekse masonik
kurumları üzerindeki etkisi nedeniyle “en önemli”
sayılan bu temel yasanın toplam 91 sayfadan
oluşan basılı kitabı, dört asal bölümden oluşur:
1. Tarihsel Bölüm
2. Yükümlülükler
3. Genel Tüzükler
4. Şarkılar
Temel yasayı içeren kitabın hemen hemen yarısını kaplayan tarihsel bölüm,
Masonluğun tarihinde sonradan “en ünlü spekülatif mason” niteliğini edinmiş
olan James Anderson tarafından kaleme alınmıştır. Yazıldığı sırada beğeniyle
karşılanmış ama sonra birçok yanlışlık içerdiği anlaşılmış, 1738 tarihli basımında
yer yer düzeltmeler yapılarak bazı yanlışlar giderilmişse de bu kez yanlışlara
yenileri eklenmiştir. Tüm bunlar o yıllarda değil, çok sonra anlaşılmıştır. 18. yüzyıl
sonlarına doğru basılan temel yasa kitaplarında ise artık böyle bir bölüme yer
verilmemiştir.
«İyi yapılmış. Tarih yazmak tarihçilerin, yasa düzenlemek ise yetkili yönetimsel
organın işi.» diyebilirsiniz.
Doğru... Ancak bu ilk oluşum sırasında o tarihsel bölüme gereksinme vardı.
Temel Yasa köklü bir tarihçenin üzerine oturtulmalıydı. Fakat yazılmış olan
köklü tarihçe (!) kısmen yanlış, kısmen uyduruk, o ayrı… Ancak düşünün ki
Londra Büyük Locası'nın kurucuları arasındaki hayli geniş bilgi ve kültürlü
kardeşler bile bu yanlışların farkına varmamış. Fark edemezlerdi ki... Çünkü
bilmiyorlardı. Tarihçi olmayan kişiler için bu tür bilgilere sahip olunması, ancak
18. yüzyıl ortalarında Aydınlanma Çağı ile başlıyor. [Bu hatalı tarihçenin tümünü
“Anderson’un Kitabı” adlı kitapta okuyabilirsiniz.]
  

“Yükümlülükler” (Mükellefiyetler, Vecibeler) başlığı altındaki bölüm asıl temel


yasadır.
Bu bölümde altı başlık vardır. Bunların hepsine baştan sona yer vermeyeceğiz.
Ancak her birinin kapsamını özetle gözden geçirmek hem gerekli hem yararlı.

241
YASALAR
1. “Tanrı ve Din Konusunda”
Bu madde önce bir masonun töresel yasaya uymak zorunda olduğunu, hiçbir
zaman “budala bir tanrıtanımaz” (stupid atheist) ya da “dinle ilgisiz bir özgür
düşünceci” (irreligious libertine) olmayacağını belirtir.
Ardından “Herkesin özel kanılarının kendisine bırakılarak, tüm insanların
üzerinde uyuştukları bir dine uymaları uygun görülmüştür.” denir.
Bu yükümlülük tarih boyunca Masonlukta en çok tartışılmış konulardan biridir.
Düzenlendiği sırada, sonradan üzerinde çeşitli ve birbiriyle çelişkili yorumlar
yapılabileceği düşünülememiştir.
Elbette düşünülemezdi. Ne dendiği, ne yazıldığı o tarihteki anlayış uyarınca açık
seçikti. Başka bir anlama gelemezdi. Böyle bir şey neden olsundu ki?...
Oysa sonradan birbirleriyle uyuşmaz eğilimlerle çok farklı yorumlar yapılmıştır.
Bu da zamanla kardeşlerin arasının açılıp Masonlukta bir “bölünmüşlük olgusu”
doğmasına yol açmıştır.
Dolayısıyla Temel Yasa'nın bu ilk maddesinin üzerinde aslında daha çok
durmamız gerekir ama bunu Masonluktaki bölünmeleri ele alacağımız sonraki
bölüme bırakalım.
2. “Yüksek ve Alt Düzeyde Devlet Memurları Üzerine”
Bu maddede “bir masonun, bulunduğu ülkenin yasalarına bağlı, iyi bir yurttaş”
olacağı belirtilir. “Bir mason devlete baş kaldıracak olursa, bundan ötürü
locadan çıkarılmasa bile tutum ve eylemleri desteklenmeyecektir.” denir.
Buradaki asal konu, hem politikanın Masonluğa sokulmaması hem Masonluğun
politikaya karışmamasıdır.
Dikkat: Burada Masonluğun politikaya karışmamasından söz ederken, bireysel
olarak kardeşlerimizin değil kurumsal olarak bir mason örgütünün politikaya
karışmaması gereğinden söz ediyoruz.
Kimilerince burada sadece “iç politika”nın söz konusu olduğu ileri sürülmüş,
böylece mason örgütlerinin dış politikaya karıştırılabileceği gibi bir izlenim
verilmesine çalışılmıştır.
Nitekim özellikle 19. yüzyıl boyunca hatta 20. yüzyılda bunun dünya çapında
birçok örneği görülmüştür. Günümüzde bile görülebilmektedir. Beri yandan iç
politika bakımından bu maddeye her yerde uyulmuş olduğunu söylemek de
zordur. Ara sıra bunun da örneklerinden söz ediyoruz.
«İyi ama bu maddede politikanın sözü geçmiyor ki!» diyebilirsiniz.
Doğru... Politika ya da siyaset bu maddenin sonradan çıkarılmış bir yorumunun
ürünü. Özgün metinde öyle bir şey yok. Nitekim bu kitabın 9. bölümünün
sonunda belirtmiş olduğumuz üzere, Londra Büyük Locası'nın kuruluşunun
perde arkasında dehşetli bir politik emel vardı. Ancak bunun gizli tutulması,
kardeşlerin çoğunluğuna bile sezdirilmemesi çok önemliydi.

242
YASALAR
Bu nedenle de bir masonun isterse devlete (krala) karşı çıkabileceği fakat Büyük
Loca'nın bunu desteklemeyeceği özenle belirtilmiş. Çünkü zaten Büyük Loca'nın
kurulabilmesi İngiltere Kralı'nın izni sayesinde olmuştu; varlığını sürdürebilmesi
de aslında ona karşı hanedan açısından bir komplo tasarımına destek verildiğinin
farkına varmamasına bağlıydı.
O günlerden günümüze dek çok şey değişti. Nitekim birçok ülkede bu madde
yürümedi.
«Ülkemizdeki durum nedir?» diye soracak olursanız, bunun yanıtını zaten
bilirsiniz. Farklı bir yoruma gerek yok.
Ancak şunu aklımızdan çıkarmayalım: Ne masonlar arasında politik nitelikli
tartışmalar yapılmalı, ne güncel politika sorunları locaların gündemine getirilmeli
ne de büyük localar doğrudan politikayla ilgilenmelidir.
Tüm bunlar hiç kuşkusuz localarda politik sistem ve rejimlerin tarihsel, bilgisel,
sosyolojik, ekonomik ve benzeri bakımlardan irdelenmesini engellemez.
3. “Localar Üzerine”
Buradaki loca sözcüğü hem “masonların gerektiğince örgütlenmiş olduğu bir
kurum” hem de “masonların toplanıp çalıştığı yer” anlamına gelmektedir.
Bu yükümlülüğe göre “her mason bir locaya üye olmak, iç yönetmeliğine ve
genel tüzüklere uymak” zorundadır.
Buradaki “iç yönetmelik”, her locanın sadece kendi üyesi olan kardeşler için
bağlayıcı olmak üzere düzenleyebileceği bir kurallar ve yöntemler dizisidir.
Ancak her locanın böyle bir yönetmeliğinin bulunması zorunlu değildir; varsa
uyulması zorunlu olur. Bu zorunluluk ise localarda keyifsizlik yaratabilmektedir;
esnekliği ortadan kaldırmaktadır. Bu nedenle çoğu localar bir iç yönetmeliğinin
bulunmamasını tercih eder.
Burada söz konusu olan “Genel Tüzükler” ise büyük locanın genel tüzükleridir.
1723 tarihli temel yasa söz konusu olduğunda, bu yasanın yürürlüğe girişinden
önce Londra Büyük Locası'nın ikinci büyük üstadı George Payne tarafından
hazırlanıp büyük loca genel kurulunda onaylanmış, sonra da kitabın üçüncü
bölümü haline getirilmiş tüzüklerden söz edilmektedir.
Ancak içeriğinde dolaylı olarak belirtildiği gibi, her büyük loca kendi genel
tüzüklerini düzenleyebilir. (Aslında bu bir yorum üzerine böyledir. Temel Yasa
kitabında buna gerçekten olanak tanınıp tanınmadığı sorgulanabilir.)
Nitekim öyle olmuştur.
Her obediyans kendi tüzük ve yönetmeliklerini, kendi benimsediği genel ilke,
gelenekselleştirdiği kurallar ve yöntemler uyarınca kendisi belirlemiştir.
Dolayısıyla 1723 tarihli temel yasa kitabına girmiş olan genel tüzükler bir anı
niteliğinde kalmıştır. Bununla birlikte, o tarihlerdeki gereksinme ve yöntemlerin
nasıl olduğunu öğrenebilmek bakımından sırası gelince bunu da şöyle bir gözden
geçirmeliyiz.

243
YASALAR
Bu maddenin kapsamına devam edelim...
“Geçerli bir engeli olmadıkça loca toplantısına katılmazlık edemez.”
Günümüzde de yürürlüğünü sürdüren bir genel kuraldır bu... Ancak ne ölçüde
uyulduğu elbette sorgulanabilir. Obediyansların günümüzün koşulları uyarınca
benimsedikleri tutum ve yöntemleri, -locaların yönetimini üstlenen kardeşlerin
bu bağlamda gösterdikleri titizlik ya da gevşekliği bir yana bırakalım- bu yasa
kuralını gözetmeyi her kardeşin kendi masonik vicdanına bırakmıştır.
Devam...
“Üye olarak alınacakların iyi ve doğru, özgür doğmuş, sağgörülü ve ergin
yaşta kimseler olmaları” gerekli görülmüş, “köle, kadın, ahlâksız veya lekeli
kişi olmamaları” gereği eklenmiştir.
Töresel nitelikleri anladık; cinsiyet ayırımını da o günlerin anlayışı çerçevesinde
diyelim ki hoşgörüyle karşıladık; bir de şu “özgür doğmuş olma” koşulu var.
Bu koşul özellikle dikkat çekicidir.
O tarihlerde özgürlük, henüz salt somut bir kapsamda “köle olmamak” anlamına
gelirdi. Köle sayılan bir kişinin çocuğu da köle olarak doğar, köle olarak yaşardı.
Toplumsal yapı nedeniyle, geniş halk kitlelerini oluşturan insanların büyük
çoğunluğu köle sayılırdı. Bu arada bir de şunu eklemekte yarar var: Soylu olmasa da
Londra'da bir yıl yaşamayı başarmış bir kişi, özgür insan olmayı hak ederdi ama
hâlâ “özgür doğmuş” değil…
Bu koşul, 19. yüzyılda Masonluğun başına dert oldu. Bazı mason kuruluşları bunu
göz ardı etti; bazısı kendi anlayışına göre yorumladı. Sonunda olmadı, olamadı.
İngiltere Birleşik Büyük Locası, kendi benimsediği temel yasada bunun yerine
“özgür insan olma” koşulunu getirdi.
Günümüzde “özgür insan” kavramı bile hayli farklı anlamlara çekilebilir. Kimisi
bunu “demokratik bir toplumda uygar haklara sahip olma” şeklinde alırken
kimisi de “özgür düşünce sahibi olma” biçiminde değerlendirebilir.
Burada geçen “ergin yaş” kavramı da toplumların yasa ve töreleri uyarınca farklı
tutulmakta, 18 ile 25 arasında değişmektedir. En yaygın olanı 21 yaşını
doldurmuş olmaktır. Bu bakımdan günümüzde değişen bir şey yok. Bu koşul
Temel Yasa’da geçmese bile obediyansların tüzüklerinde belirtilir.
Temel Yasa’nın bu yükümlülüğüne bakılacak olursa kadınlar da mason olamaz,
biliyoruz.
Bazı mason kuruluşları bu koşul üzerinde diretmeyi sürdürürken, bazıları bu
yaklaşımın çağ dışı kalmış olduğu görüşündedir; onu da biliyoruz.
Şu halde bu maddenin geçerliğinin de bütünüyle değil ancak kısmen sürdüğünü
söyleyebiliriz. Üstelik böyle bir Temel Yasa hükmü olmasaydı da çoğu mason
kuruluşu zaten kadınları üyeliğine kabul etmeyecekti. Ancak bu hükmün varlığı, bu
konudaki tutumlarını bir gerekçeye bağlayabilmelerine olanak veriyor.

244
YASALAR
4. “Üstatlar, Nazırlar, Kalfalar ve Çıraklar Üzerine”
Bu maddeye geçmeden önce, bununla bağlantılı bir konuyu ele alalım.
Yıl 1723; yer Londra. Soru: Burada “üstatlar” denilince kimlerden söz ediliyor?
Masonlak hakkında hayli bilgi edindiniz. Şöyle mi yanıtlarsınız: «Günümüzde
localarda saygıdeğer üstat ya da üstad-ı muhterem denilen görevli.»
Doğru. Ancak o kadar değil; biraz daha fazla...
Londra Büyük Locası'nda her üstadın bir yıl görev yapması, her yılın sonunda
yenisinin seçilmesi gelenek edinilmişti. Böylece, her ne kadar özellikle İngiliz
Masonluğu'nda Operatif Masonluk döneminden kalma eski geleneklerin hiç
değiştirilmeksizin korunduğu ileri sürülmüşse de bir tek bu uygulama bile öyle
olmadığını gösterir. Dolayısıyla her locada “bir önceki üstat” ve “ondan önceki
üstatlar” vardı. Elbette yeni bir loca kurmak üzere ayrılan üstatlar da olurdu ama
üstat sayısının artış hızı locaların artışının çok üstündeydi.
1723 yılındaki loca sayısı 21… Başlangıçtaki (1717'de) loca sayısı 4. Altı yılın
ortalamasını 12 alırsak 72 üstat var demektir. Bunlardan 21'i locaların başında
olduğuna göre onlardan çok daha fazla sayıda “üstat” unvanını taşıyan kardeş
olduğu anlaşılır. Nitekim bu durum kısa süre sonra bir “üstatlar enflasyonu”
doğmasına neden olmuş.
Biz şimdi onu bir yana bırakıp, Temel Yasa yükümlülüklerinin dördüncüsüne
bakalım. Bu yükümlülükte, özellikle locadaki görevlilerin nasıl seçileceği ve
derecelerin nasıl verileceği anlatılır.
En önemli noktalarından biri şöyle: “Her türlü yükselme, yalnızca gerçek
değerlilik ve bireysel yararlılık üzerine kuruludur.” ... “Bir çırak, yıllarca
süren belirli bir dönem boyunca hizmette bulunursa, bir bedensel sakatlığı
veya noksanlığı da yoksa kalfa olabilir. Yararlılığı göz önünde tutularak nazır,
sonra locanın üstadı, büyük nazır ve en sonunda da bütün locaların büyük
üstadı olma onuruna ulaşabilir.”
Bir masonun çıraklık döneminin “yıllarca” sürdüğü belirtilirken kesin bir süre
verilmemiş olduğu dikkatinizi çekmiştir. Bunun nedeni, o sıralarda bu süre
üzerinde kesin bir karara varılamamış olması.
Kimisi bunun Operatif Masonluk dönemindeki gibi “en az yedi yıl” olmasını
istiyordu. Ancak o zaman yeni localar kurmak için yeterli sayıda kalfa bulunamazdı.
Kimisi bir yıl sürenin yeterli olabileceği görüşündeydi. Bir “orta yol” üzerinde
uzlaşmaya varılamamıştı. Dolayısıyla bu konunun üstatların değerlendirmesine
bırakılması yeğlenmişti.
Kalfalığa geçmesi söz konusu bir çırağın bedensel sakatlığının bulunmamasına
ilişkin gereklilik de ilgi çekici. Masonluğa alınacak bir adayın da herhangi bir
sakatlığının bulunmamasının gerekli görüldüğünü biliyoruz. Buradaki koşul,
çıraklık dönemi sırasında bir kaza geçirip sakat kalabileceği olasılığından ileri
gelse gerek...

245
YASALAR
Operatif Masonluktan alınma bu kural da Spekülatif Masonlukta sonradan bir
sorun haline gelmiştir. Operatif Masonlukta bedensel sakatlığı bulunan kişilerin
çırak olarak alınmalarını önleyen bir kural anlayışla karşılanabilir. Aslında onun
bile yer yer göz ardı edilmiş olmasına karşın sonradan sakatlananların derecelerinin
artırılmasına engel olan bu kural da işlememiştir.
Daha sonra yani Spekülatif Masonluk iyice yerine oturduğunda ise artık bedensel
değil “zihinsel sakatlık” öncelikli tutulmuştur.
Ancak o tarihlerde “bedensel sakatlık” denilirken bu herhalde zihinseli de içerir
bir şekilde düşünülmüş olsa gerektir.
Buna karşın günümüzde bile bedensel sakatlık ölçüsüne göre Masonluğa girebilmek
bakımından bir engel sayılır. Görme engelli, işitme ve konuşma engelli, yürüme
engelli kişilerin Masonluğa kabul edilmesi zor…
Fakat sakatlanma sonradan olamaz mı?
Elbette olur.
Öyle bir durumda sakat kalmış bir mason kapı dışarı mı edilecek?
Elbette hayır. Nitekim sonradan sakat kalan ama locasının toplantısına zar zor da
olsa katılan masonlar bulunduğu biliniyor.
Bu yükümlülükte ayrıca şöyle bir kural var: “Tüm kardeşler, büyük locanın yüksek
ve alt düzeydeki yöneticilerine, Eski Yükümlülükler’e ve tüzüklere yumuşak
başlılık, saygı, sevgi ve şevkle bağlanacaktır.”
Zaten bu yükümlülüğün en ilginç yanı “Eski Yükümlülükler” olarak nitelenen
şeylere bağlı olma koşuludur. Bunların neler olduğu herkesçe zaten bilindiği
varsayılarak anlatılmamış ve açıklanmamıştır. Sonradan bu konuda tartışmalar
çıkmıştır. Çıkmıştır da ne olmuştur sanki?
Masonluktaki Eski Yükümlülükler, “bir masonun uyması ve uygulaması gereken
kurallardan 18. yüzyıl öncesinden kalma olanları” diye tanımlanabilir. Ancak
bunlar gerektiğince belgelenmemiş olduğu için, nelerden oluştuğu tam ve kesin
olarak bilinememiştir. Günümüzde de bilinmemekte, sadece 7. bölümde değinmiş
bulunduğumuz “Eski El Yazmaları”ndan yararlanılarak bu bağlamda tahminlerde
bulunulabilmektedir. Bir diğer deyişle, günümüzde bile bunların nelerden
oluştuğu tam ve kesin olarak belli değil; yoruma bağlı.
5. “Çalışma Süresince Zanaatın Yönetimi Üzerine”
Buradaki “zanaat” (craft) sözcüğü aslında Operatif Masonluk anlamındadır ama
sonradan özellikle İngiliz Masonluğu'nda çalışmaları simgesel derecelerde
yapılan Masonluğu nitelemek üzere de kullanılmıştır. (Bu terimin karşılığını
“meslek” olarak alanlar da var.)
Bu yükümlülük, Temel Yasa'nın hazırlandığı tarihte Operatif Masonluğun henüz
tümüyle ortadan kalkmamış olduğunu, Spekülatif Masonluğun da bu geleneksel
mesleğin devamıymış gibi gösterilmesine çalışıldığını ortaya koymaktadır.

246
YASALAR
Bu yükümlülüğün sadece geleneksel yapıcılık mesleği ve zanaatını uygulamayı
sürdürenler için geçerli oluşu, Londra Büyük Locası’nın bu meslek ve zanaat
üzerinde âdeta bir tür “patronluk” taslamış olduğunu da gösterir.
Nitekim önce Londra Büyük Locası, ardından İngiltere Büyük Locası, ülkedeki
tüm önemli ve büyük yeni binaların temelinden çatısına kadar yapımını gözetim
altında tutma girişiminde bulunmuştur.
Bu bağlamda, varlığını sürdürmekte olan salt operatif nitelikli locaların şiddetli
tepki ve itirazlarına karşın İngiltere'nin özellikle güney bölgelerinde başarılı olduğu
söylenebilir. Bu başarı elbette Büyük Loca'nın devlet organlarına bağımsız çalışan
ve kendi aralarında örgütlenmemiş salt operatif nitelikli localara oranla daha yakın
oluşundan ötürüdür.
Nitekim bu olgu, sonraki yıllarda salt operatif niteliklerini sürdüren locaların da
kendi aralarında birleşerek başka büyük localar kurmaya yönelmelerine yol
açacaktır.
Bununla birlikte, bu yükümlülüğün Spekülâtif Masonlukta da geçerli olduğunu
ileri sürenler çıkmış, belirtilmiş kuralları simgesel anlamda değerlendirmeye
girişmişlerdir.
Konuya o açıdan bakınca, bu maddede belirtilen kuralların bir kardeşin loca
çalışmaları sırasında nelere dikkat etmesinin gerektiğini yansıttığı düşünülebilir.
Buna karşın, zaman içinde töreler, gelenekler ve yöntemler değişime uğradığı için,
burada sıralanmış kurallardan çoğu da geçerliğini yitirmiş hatta anlamsız kalmıştır.
Nitekim 19. yüzyılda düzenlenmiş yasalarda, artık Operatif Masonluk diye bir
şey de kalmamış olduğundan 1723 tarihli temel yasa ile biçim ve kapsam
bakımından benzer yasalarda bu gibi kurallar görülmez.
  

Temel Yasa’nın bu bölümünü baştan sona hepsini değil, seçilmiş maddeleri yer
yer kısaltarak vermekle yetineceğiz.
 Zanaatın kalfaları arasında en bilgili ve deneyimli olanı, Efendinin İşi’nin
yapılmasında Üstat ya da Denetici olarak seçilecek ya da atanacak, altında
çalışanlarca ÜSTAT olarak anılacaktır.
 Üstat, Efendinin İşi’ni en uyumlu şekilde üstlenecek, malzemeleri sanki
kendisininmiş gibi gereğince kullanacak, herhangi bir kardeşe ya da çırağa
hak ettiğinin üzerinde ücret ödemeyecektir.
 Üstat ve masonlar, gündelikle yapılması alışılagelmiş bir işi götürüymüş gibi
yürütmeyeceklerdir.
 Hiçbiri bir kardeşin başarısını kıskançlıkla karşılamayacak, ne de aynı işi
yapabilecek yetenekteyse onun ayağını kaydırmaya çalışacaktır.

247
YASALAR
 Bir zanaatkâr kalfa, üstadın yanında İşin Nazırı olarak seçildiğinde, hem
Üstada hem de kalfalara içtenlikle bağlı olacak, Üstadın yokluğu sırasında
işin Efendinin yararına yürütülmesini gözetecektir.
 Tüm masonlar, ücretlerini sızlanmaksızın alacak, iş sona ermeden Üstadı
terk etmeyeceklerdir.
 İşte kullanılacak tüm âletler, Büyük Loca tarafından onaylanmış olacaktır.
 Hiçbir işçi Masonluğa özgü işlerde çalıştırılamaz; özgür masonlar da bir
ivedi zorunluluk çıkmadıkça özgür olmayanlarla birlikte çalışamaz; ne de
kalfalara ya da kardeşlere öğretilenler, işçilere ya da kabul edilmiş olmayan
masonlara öğretilebilir.
Bunları dilediğinizce yorumlayabilir, günümüzdeki Masonluğa uyarlayabilirsiniz.
6. “Davranışlar Üzerine”
Bu yükümlülük, altı ayrı konu içerir. Her birini şöyle özetleyebiliriz:
1. Toplantı sırasında locadaki davranışlar:
Uygunsuz ve ilgisiz şeylerden söz edilemez. Güldürücü ve şakacı bir
tutum takınılamaz. Yakışıksız bir dil kullanılamaz. Kesin bir zorunluluk
olmadığı sürece, Masonluğu ilgilendiren konularda mahkemeye
başvurulmaz.
2. Loca kapandıktan sonra, kardeşler gitmeden önceki davranışlar:
Masonlar, şölen düzenleyip eğlenebilir. Aşırılıktan sakınıp birbirlerini
incitmemeye özen göstermelidirler. Hiçbir özel dargınlık ya da çekişme,
hele din, uluslar ve devletler politikası üzerinde tartışma yapılmamalıdır.
3. Kardeşlerin, loca toplantısı dışında, yabancı kimse yok iken
buluşmaları sırasındaki davranışları:
Masonlar birbirlerine karşı nazik olmalı, saygı göstermeli, üstünlük
taslamamalıdır.
4. Mason olmayan yabancıların yanında davranışlar:
Masonlar sözlerinde ve tavırlarında dikkatli olmalı, yabancıların
bilmemesi gereken şeylerden söz etmekten sakınmalıdır.
5. Evde ve çevredeki davranışlar:
Ailelerin, arkadaşların ve komşuların loca ile ilgili konuları
öğrenmelerine izin verilmemelidir.
6. Tanınmayan bir kardeşe karşı davranışlar:
Sağduyunun göstereceği gibi davranılmalı, gerçek ve dürüst bir
kardeşse, bir gereksinmesi de varsa, elden geldiğince kendisine yardımcı
olunmalıdır.
Masonluğun 1723 tarihli Temel Yasası’nın “Yükümlülükler” bölümü
böylece tamamlanmış oluyor.

248
YASALAR
Genel Tüzükler
1723 tarihli Temel Yasa kitabındaki bu bölüm, daha 1720 yılında derlenmiş olan
yönetimsel kural ve yöntemleri içerir. 39 maddeden oluşmaktadır. Kitabın
basıma hazırlığı sırasında bir de eklenti yapılmıştır.
Burada 39 maddenin tümü verilebilir ama bu hayli yer kaplar, sayfalar tutar çünkü
bazılarını bir de açıklama ya da yorum eklemek gerekebilir.
O nedenle gelin bunlardan en önemli olanlarını seçelim; seçtiklerimizi bir de
özetleyelim ya da en önemli tümcelerini alalım.
«Kime göre en önemli?» derseniz, elbette bu kitabın yazarına göre… (Kaynak:
“Anderson’un Kitabı”)
I. Büyük Üstadın ya da kaymakamının, herhangi bir locada sadece
bulunmaya değil, her nerede olursa olsun Locanın Üstadının sol yanında
yer almak üzere Locayı yönetmeye ve büyük nazırların da kendisine
katılmalarını buyurmaya hakkı ve yetkisi vardır. …
Birçok obediyansta büyük üstat bir locaya geldiği zaman saygıdeğer üstat ya da
üstad-ı muhterem olarak anılan görevli ona çekicini sunarak yerini verir. Büyük
üstat isterse çekici alır, kürsüye geçer ve oturumu yönetir. İstemezse almaz ve
genellikle onun hemen sağ yanındaki kendi yerine geçer. (Burada “sol” denmiş;
o pek önemli değil.)
Bu bağlamdaki düzen bir obediyanstan diğerine değişir.
Ancak bu maddedeki ilginç kural, büyük üstat kaymakamının (ilk yardımcısının) da
aynı yetkiye sahip oluşu… Ayrıca büyük üstat ile birlikte büyük nazırlar da
toplantıya katılıyorsa, oturumu büyük üstadın yönetmesi halinde onların da
nazırların yerine geçişi…
II. … Üstadın hastalığı, ölümü ya da yokluğu durumunda; eğer daha önce o
locanın üstatlığını yapmış hiçbir kardeş de yoksa, birinci nazır geçici
olarak üstadın yerini alacaktır. …
Bu kural günümüzde çoğu obediyanslarda korunuyor. Hatta locanın birinci
nazırına, koşullar her ne olursa olsun, daha önce bir locada saygıdeğer üstat ya da
üstad-ı muhterem olarak görev yapmamışa, locayı yönetme yetkisi tanınmaz.
Bunun gerekçesi şöyle: Loca, büyük locadan alınan yetkiyle yönetilir. Kendisine
büyük loca tarafından bu yetki verilmemiş olan mason, locayı yönetemez.

VI. Hiç kimse, bir aday olarak önerildiğinde, Üstadın hazır bulunan loca
üyelerine görüşlerini resmen sorması üzerine onların oy birliği ile
verecekleri bir karar olmadıkça Kardeşliğe giremez. …
Bu konudaki “oy birliği” koşulu hayli sorun yarattığı için birçok obediyansın
tüzük ve yönetmeliklerinde yumuşatılmıştır.

249
YASALAR
VII. … Aday, yasalara, yükümlülüklere, tüzüklere ve diğer yararlı uygulamalara
uyacağına resmen söz verecek, bunlar kendisine zamanı ve yeri gelince
açıklanacaktır.
Buradaki şu “zamanı ve yeri gelince açıklanacak” sözünü yadırgayabilirsiniz.
Öyle ya, bir insan ne olduğunu bilmediği şeylere uyacağı üzerine nasıl söz
verebilir?...
Ancak demek ki o günün koşulları böyleymiş!
VIII. … Eğer bir masonlar grubu ya da topluluğu, Büyük Üstadın ruhsatı
olmaksızın bir loca kurmaya kalkışırsa; düzenli localar onlara gereğince
kurulmuş ve doğru dürüst kardeşler olarak sahip çıkmayacaktır; ne de
çalışmalarını ve işlemlerini onaylayacaktır. …
Günümüzde genellikle şöyle denir: “Yeterli sayıda ve nitelikte mason bir araya
gelip yeni bir loca kurabilir. Bu bağımsız loca, bir obediyansa katılmak isterse,
kuruluşundan sonra başvuruda bulunur.”
Bu doğru ama Masonluğun etiketi uyarınca, başvurulacak obediyansın büyük
üstat ya da yetkili organının önceden hiç olmazsa sözlü onayını almak gerekir ki
sonradan bir sorun doğmasın. Burada ise bu onayın kuruluştan önce alınması
gerektiği belirtiliyor. Kim bilir, belki öylesi daha iyi!

XII. Büyük Loca, kayıtlı tüm düzenli localardan oluşur ve onların üstatları ile
nazırlarından, Büyük Üstat başlarında, kaymakam onun sol yanında, Büyük
Nazırlar da kendi yerlerinde olmak üzere kurulur. …
Burada Büyük Loca “genel kurul” anlamında kullanılmış. Günümüzde genel
kurulu kimlerin oluşturacağı, bir obediyanstan diğerine farklılık gösterebiliyor.
Ancak hiç kuşkusuz her locanın yöneticisi ile büyük üstat, kaymakamı ve büyük
nazırlar bu kurulun üyeleri arasında yer alıyor.
Buradaki fark şu: Locaların nazırları delege niteliği taşıyor; obediyansın diğer
büyük görevlileri ise genel kurula katılamıyor. Ancak izleyen maddede, büyük
locanın hazine emini ile sekreterinin de genel kurul üyesi olduğu eklenmiş.

XV. Büyük Locada, büyük nazırlar hazır bulunuyorsa onların yerine hiç kimse
nazırlık yapamaz; ancak yokluklarında Büyük Üstat ya da onun yerini almış
olan kimse özel nazırların geçici olarak büyük nazırlık yapmalarını
isteyecektir. …
Bu madde size hiç de ilginç gelmemiş olabilir. Gerçekten de genel olarak bir özelliği
yok. Bu bağlamda ilginç olan, Londra Büyük Locası’nın o tarihlerdeki
toplantılarına ilişkin tarihsel kaynaklarda geçen bir anlatım: Büyük nazırlardan
biri hiç gelmezmiş; geçici olarak onun yerine hep James Anderson geçermiş…

250
YASALAR
XXII. … Büyük Loca her yıl bir yeni Büyük Üstat, Kaymakam ve nazırların
seçimi için uygun bir yerde ve Aziz Yahya’nın gününde, eğer pazara
geliyorsa ertesi gün yıllık toplantısını yapmak zorundadır.
Aslında Londra Büyük Locası’nın genel kurul toplantıları, daha önce burada göz
ardı edilmiş bir maddede belirtilmiş olduğu üzere yılda dört kez yapılıyor ve
bunların üçü “çeyrek yıllık birleşim” olarak anılıyor. Bu ise, seçimlerin de
yapıldığı yılsonu toplantısı.

Şimdi sonuncu maddeye geliyoruz. Bu arada atlayarak geçmiş olduğumuz
maddelerde, büyük locada adayların önerilmesi, seçimlerin yapılması, şölen
düzenlenmesi işlemlerine ilişkin yöntemler uzun uzun anlatılıyor. Sonuncu
madde ise Masonluğun sonrası bakımından belki öncekilerin hepsinden daha
önemli…
XXXIX. Her Yıllık Büyük Loca, bu eski Kardeşlik Kurumu’nun gerçek yararı
için yeni tüzükler yapmak ya da bunları değiştirmek gücüne ve
otoritesine doğal olarak sahiptir; yeter ki eski LANDMARKLAR
özenle korunsun ve böyle değişiklikler ile yeni tüzükler yıllık büyük
şölenden önceki üçüncü çeyrek yıllık birleşime önerilmiş ve
üzerinde uyuşmaya varılmış olsun. …
Londra Büyük Locası’nın genel tüzüklerinin en önemli ve en değerli yönlerinden
biri, o dönemde olağan bir şekilde uygulanan “değişmezlik” damgasının bu genel
tüzüklere vurulmamış olmasıdır.
Büyük loca genel kurulunda değişiklikler yapılabileceğini belirten esneklik, o
tarihlerde pek ender olan bir ileri görüşlülük olarak nitelenebilir. Ancak sonradan,
kimileri bu esnekliğin yalnızca Londra Büyük Locası’na tanınmış olduğu,
dolayısıyla İngiltere Büyük Locası dışında hiçbir obediyansın genel tüzükler
üzerinde değişiklik yapma hakkı bulunmadığı şeklinde, bağnazlığa varan bir
tutum sergilemiştir.
Masonlukta sonradan önemli bir soruna dönüşmüş olan Landmark kavramı, ilk
kez burada kullanılmıştır. Ancak bu kavram ile ne denilmek istendiği hiçbir
şekilde açıklanmamış ve anlatılmamış olduğu için, Masonlukta bu konuda sonu
gelmez tartışmalar çıkmıştır.
Bu tartışmalar günümüzde bile henüz kesin bir sonuca ya da çözüme
ulaşamamıştır.
Şarkılar
1723 tarihli temel yasa kitabının sonunda bazı şarkı sözleri ve besteleri vardır.
Bunlar, 18. yüzyılın ilk yarısındaki bir geleneği yansıtır. O tarihlerde her loca
toplantısının sonunda -özellikle kardeş sofrasında- hep bir ağızdan masonik
içerikli çeşitli şarkılar söylenirmiş. Bu amaçla 1720’li yıllarda birçok şarkı sözü
yazılmış ve besteler yapılmış.

251
YASALAR

TEMEL YASA DEĞİŞİKLİKLERİ

Masonluğun 1723 tarihli ilk temel yasası yürürlüğe


konurken, bunun hep kalıcı olacağı sanılmıştı. Oysa
18. yüzyılda bu yasa üzerinde zaman zaman ve yer yer
birtakım değişiklikler yapıldı. Bu değiştirmeler 1815
yılına kadar sürdü.
Buna değişikliklere yol açan üç etki kaynağı vardı:
a) Dış Etkiler: Başta Anglikan Kilisesi’nin ayrıca bazı devlet organlarının
Masonluğun yasalarının değiştirilmesi için yaptığı baskılar;
b) İç Etkiler: Bazı maddeler üzerinde kardeşler ve localar arasında çıkan görüş
ayrılıklarının uyuşmazlık boyutuna varması;
c) Çağdaş Etkiler: Temel yasanın kapsamının hızla gelişme gösteren çağdaş
gereksinmeleri karşılayamaması ile birlikte bazı maddelerin geçerlik ya da
uygulanabilirliğini yitirmesi; başka maddelere gerek duyulması.
İlk değişiklik 1738 yılında yapıldı. En önemlisi “Tanrı ve Din Konusunda”
başlığını taşımayı sürdüren ilk yükümlülük üzerindeydi.
Kilise’nin bastırması üzerine “bir mason” sözü yerine “Hıristiyan bir mason”
sözü kondu. Bu masonun “sadık bir Noaşit” olması gerektiği, tüm dinlerin
“Nuh’un üç yüce buyruğu” üzerinde uyuştuğu eklendi.*
Bu değişikliklerin yapılmasında başrolü yine
James Anderson üstlenmişti.
Nitekim yaptığı değişiklikler İngiltere Büyük
Locası’nın genel kurulu tarafından onaylanınca,
yeni yasa kitabını yazarı olarak kendi adını
belirterek “Yeni Temel Yasa Kitabı” başlığını
taşımak üzere bastırttı.
Genel Tüzükler de değiştirilmişti. Bir adayın kabul
edilmesi için “Tanrı’yı ve Kilise’yi seven, azizlere
saygıda kusur etmeyen bir kişi” olması gerektiği
koşulu getirilmişti.
Artık Masonluk üç dereceli olduğundan, buna
göre yapılmış uyarlamalar da vardı.

* Noaşit “Hz. Nuh’un buyruklarına uyan ya da onun izinden yürüyen kişi” demektir.
Teolojinin ilk ve özgün kurucusu olarak benimsenen Nuh’un yedi buyruğu vardır.
Bunlardan öncelikli sayılan ilk üçü “tüm putları reddetmek”, “Gerçek Tanrı’ya
inanmak” ve “insan öldürmemek”tir.

252
YASALAR
Masonik nitelikli birçok kitapta, 1723 tarihli özgün Temel Yasa’nın “Anderson
Yasaları” olarak anıldığını görebilirsiniz. Bunun nedeni, ilk temel yasaya pek
itibar edilmemesi, bunun James Anderson’a mal edilip, onun ürünüymüş gibi
gösterilmesidir.
Oysa Anderson’a mal edilecek yasa işte bu 1738 tarihli olandır.
Zaten 1723 tarihli temel yasa bir yandan salt operatif nitelikli masonlarca hiç
beğenilmezken, diğer yandan da birinci yükümlülüğünde yer alan hayli geniş
dinsel tolerans ilkesini henüz içlerine sindiremeyen spekülatif masonlarca da
benimsenememişti. Hatta o tarihlerde büyük loca genel kurulunun üyesi olmadığı
için temel yasa kitabını ancak yayımından sonra görebilenlerden birçoğunun
âdeta şoka uğramış olduğu bile söylenebilir.
Benzer bir etki bu kez 1738 yılında Masonlukta tam bir inanç özgürlüğünü,
olasıya geniş bir dinsel toleransı savunanların üzerinde olmuştu.
Buna karşılık yeni yasa kitabı, Masonluğun belirli bir dinsel niteliğinin olması
gerektiğini savunanların yüreklerini biraz serinletmiş fakat yeterli olmamıştı.
Tersine, bu yeni yasanın 1723 tarihli özgün temel yasa kitabının yerini
alamayacağı görüşünde olanlar da vardı.
Nitekim yapılan değişiklikleri benimsemeyen localar direnişe geçti. Çekişmeler
çıktı. 1723 tarihli özgün temel yasaya bağlı kalmayı savunanlar, kendilerine
yandaş toplayarak güçlerini artırmaya, İngiltere Büyük Locası’nın genel
kurulunda çoğunluğu elde etmeye girişti.
Bu girişim, birtakım düzensiz locaların kurulmasına da neden oldu. Oy sayısına
artırmak amacıyla kurulmuş olan bu locaların İngiltere Büyük Locası’nın
yönetimini elinde tutanlar tarafından kabul edilmeyişi, localar arasındaki
çekişmeyi daha da artırdı.
Ahiman Rezon
İngiliz Masonluğu, on yılı aşan bir süre boyunca kendi içinde itişip kakışmalarla
sürüklendi. Sonunda, 1751 yılında kesin olarak ikiye bölündü. Bu kitabın
“Spekülâtif Masonluk” başlığı altındaki 8. bölümünde belirtmiş olduğumuz
üzere, hem eski geleneklere bağlı kalan hem de Masonluğun belirgin bir dinsel
nitelik taşımasından yana olanlara kısaca “Eskiler” (Antients), hem evrimsel bir
tutum benimseyen hem de Masonluğu dinlerin üzerinde tutmaktan yana olanlara
ise “Yeniler” (Moderns) denir oldu.
Bütün bunların daha da ince ayrıntıları var ama burada zihninizi karmakarışık
etmemek için özet bilgiler vermekle yetiniyoruz.
Yeniler, 1738 yılında yapılmış olan değişikliği göz ardı ederek 1723 tarihli özgün
temel yasaya döndü. Eskiler ise 1756 yılında “Ahiman Rezon” adı verilen bir
diğer temel yasa değişikliğini benimsedi. Sözlük anlamı bakımından Ahiman
Rezon, etimolojisine göre ya “kardeşlerin seçtiği yasa” ya da “gerçek ve inanmış
bir kardeşin görüşleri” anlamına gelir.

253
YASALAR
İçeriğinin genel görünümü bakımından Ahiman
Rezon, Anderson’un 1738 tarihinde yayımlamış
olduğu yeni temel yasa kitabına benziyordu.
Ancak ondan da ileri giderek, Masonluğa tam bir
dinsel tarikat niteliği vermiş gibiydi.
Operatif Masonluk döneminden kalmış olduğu
benimsenen “Eski Yükümlülükler”e özenle yer
verilmiş olan bu temel yasada da önceki temel
yasalarda görülenlere benzer kurallar vardı.
İlk yükümlülükte şöyle denmişti: “Bir mason,
Sonsuz Tanrı’ya doğru bir şekilde tapınmaya
olduğu gibi, Kilise’nin ileri gelenlerinin ve
pederlerinin, tüm insanların yararlanması için
derleyip yayımlamış oldukları bütün o kutsal
belgelere de sarsılmaz bir inançla bağlanmak
zorundadır.”
Böylece Anglikan Kilisesi’ne olasıya ödün verilmiş olduğu gibi, 1738 yılında
Masonluğu aforoz etmiş olan Katolik Kilisesi’nin de gönlü okşanıyordu. Ancak
neye yarar?... Katolik Kilisesi’nin umurunda bile değildi. Protestanlar ise bunu
anlayışla karşılayabilirdi. Nitekim pek seslerini çıkarmadılar.
Eskiler Ahiman Rezon’u hazırlarken Yeniler de 1723 tarihli temel yasayı gözden
geçirip güncelleştirdi. Bu yeni metin üzerinde sonradan iki değişiklik daha
yapıldı. Nitekim Ahiman Rezon da ilk hazırlanmış olduğu gibi kalmadı; aşağı
yukarı her on yılda bir değişikliğe uğradı.
İngiltere Birleşik Büyük Locası’nın Temel Yasası
Masonluğun İngiltere’deki bölünmüşlüğü sona
erdirilip İngiltere Birleşik Büyük Locası
kurulduktan sonra, Temel Yasa yeni baştan
düzenlendi. İngiltere Birleşik Büyük Locası’na
göre bu temel yasa Masonluğun evrensel ölçekte
geçerli temel yasasıydı ama yeryüzündeki büyük
locaların hepsi bunu böyle benimsemez.
1815 yılında yürürlüğe konan bu yasa, genel
görünümü bakımından öncekilere benzemekle
birlikte kapsamında birçok değişiklik yapılmıştı.
Salt Spekülatif Masonluk için düzenlenmişti ama
şu da eklenmişti:
“Eski Yükümlülükler ve Landmarklara kesinlikle
bağlı kalınacaktır.”
Az önce değinmiş olduğumuz gibi, 19. yüzyılda Masonluktaki “Landmarklar”
konusu üzerinde çeşitli tartışmalar çıktı. Bunun üzerine, bazı obediyanslar
İngiltere Birleşik Büyük Locası’nın Temel Yasası’nı benimserken bazıları da
1723 tarihli özgün temel yasaya bağlılığını korudu.

254
YASALAR
Daha sonra, her iki temel yasayı da geçersiz sayarak, kendi temel yasasını
oluşturan mason kuruluşları da görüldü.
1723 tarihli özgün temel yasa aslında Londra’daki localar için düzenlenmiş ama
başkalarınca da benimsenmişti.
1738 tarihli temel yasa, sadece İngiltere’deki locaların bir bölümü tarafından kısa
bir süre için geçerli olmuş, onun yerini Ahiman Rezon almıştı. Her ne kadar
Ahiman Rezon İngiliz Masonluğu için düzenlenmişse de Amerika’da daha çok
tutulmuştu.
Nitekim İngiltere Birleşik Büyük Locası’nın Temel Yasası yürürlüğe girdikten
sonra bile Amerika’daki obediyansların bazıları Ahiman Rezon’a bağlı kalmaya
sürdürdü. Bunun gerekçesi tarihinden, 1723 ve 1738 tarihli olanların göz ardı
edilip Ahiman Rezon’un özgün (orijinal) sayılışından ileri geliyor.
Bu arada «Gerek 1723 tarihli temel yasa gerekse Ahiman Rezon üzerinde 18.
yüzyılın ikinci yarısında yapılmış değişiklikler ne oluyor? Bunlar sonradan
yapılmış değişiklikleriyle birlikte mi yoksa ilk metin olarak mı kabul ediliyor?»
diye soracak olursanız, bunun yanıtı yok.
  

İngiltere Birleşik Büyük Locası’na göre 1815 tarihli temel yasa dünyadaki tüm
mason örgütleri için geçerli olmak yani evrensel bir nitelik taşımak üzere
hazırlanıp yürürlüğe konmuştu.
Bunu benimseyen mason kuruluşları, İngiltere Birleşik Büyük Locası’nın
Masonluktaki otoriter egemenliğini ve “ana büyük loca” olduğunu kabul etmiş
oluyordu.
Böylece, Anglosakson Masonluğu oluştu.
Şöyle bir soru getirebilirsiniz: «Buna göre, Anglosakson Masonluğu topluluğu
1723 tarihli temel yasayı hiçe mi sayıyor?»
Hayır. Öyle bir durum yok. Ona saygı duyuyor ve tarihsel bir anı olarak alıyor.
Nitekim Londra Büyük Locası yerine “İlk Büyük Loca” (Premier Grand Lodge)
terimini kullanıyor ve ilk temel yasayı da aynı kefeye koyuyor.
  

İngiltere Birleşik Büyük Locası’nın Temel Yasası’nda da birinci yükümlülük en


önemli maddedir.
Bu maddede de bir masonun “tanrıtanımaz” ve “özgür düşünceci” olmayacağı
belirtildikten sonra şöyle denmektedir: “Bir insanın inandığı din ve tapınma
şekli her ne olursa olsun, düzenin dışında bırakılmaz; yeter ki Yerin ve
Göklerin* Şanlı Ulu Mimarı’na inansın ve töresel bakımdan doğru bir insan
olmanın kutsal görevlerini yerine getirsin.”

* Buradaki yer ve gökler (earth and heavens), “dünya ve cennet” anlamına da gelir.

255
YASALAR

Eski Yükümlülükler
Spekülatif Masonlukta uzunca bir süre “Eski Yükümlülükler”den söz edilmiş
olmasına karşın, bunların neler olduğu çok sonra anlaşılabildi. Bunun için 18.
yüzyıl ve öncesinde kaleme alınmış olup önceki tarihlerde Belki sadece varlığı
üzerinde az buçuk bilgi olan ama içeriği bilinmeyen “eski el yazmaları”ndan
bazılarının bulunup incelenmesini beklemek gerekti.

Zaman içinde, -özelikle 19. yüzyılda- çeşitli yerlerde Masonluk ile bağlantılı eski
el yazmaları bulundu. Belki hâlâ bulunamamış olanları da vardır.
  

Bu yükümlülüklerin bir bölümünün “mesleki”, bir bölümünün “dinsel”, bir diğer


bölümünün ise “sosyal ve töresel” olduğu söylenebilir.
Meslekî eski yükümlülükler arasında şunları sayabiliriz:
 Bir köle, sakatlığı olan ya da kan bağı bilinmeyen bir kişi Masonluğa
alınmamalıdır.
 Bir mason, kutsal günde dinlenebilmek için nafakasını hak edecek şekilde
çalışmalıdır.
 Hiçbir mason bir diğerinin karısı ya da hizmetçisiyle ilişki kurmamalıdır.
 Çırak masonlar sırayla sofralarda diğer kardeşlerine hizmet etmelidir.
Sofraların harcamaları, hesapları çok iyi tutularak haklıca bölünmelidir.
 Bir mason işini iyi yapmayan bir kardeş gördüğünde, yanlışını düzeltmesi
için ona yardımcı olmalıdır.
 Meslekte yükselecek olan bir masonun, bilgi ve yeteneği kadar, saygılı ve
erdemli bir kişi oluşu da göz önünde tutulacaktır.
Dinsel nitelikli eski yükümlülüklerden de şöyle örnekler verebiliriz:
 Masonlar kendilerine ışık tutan “Yedi Bilim”in, İsa’nın yüce erdemiyle
Cennet’ten geldiğini bilmelidir.
 Kiliseye giren her mason İsa’nın önünde sevgiyle diz çökmeli, Kutsal
Kilise’nin yasalarına uymalı, yaşamı boyunca “Yedi Günah”tan uzak
kalmalı, böylelikle Cennet’e gidebilmek için yakarışta bulunmalıdır.
Bu yükümlülüklerin özellikle Katolik mezhebinin inanç ilkeleri üzerine kurulu
olduğu dikkati çeker. Bunun nedeni, Hıristiyan dünyasında fakat Protestanlığın
doğuşundan önce düzenlenmiş olmalarıdır. “Kutsal Kilise” terimi doğrudan
Katolik Kilisesi’nin otoriter egemenliğini niteler. Ancak, Hz. Nuh’un yasaklarına
karşı gelmek olan “Yedi Günah” Protestanlıkta da korunmuştur.

256
YASALAR
“Eski Yükümlülükler”in sosyal ve töresel nitelikli olanları arasında ise özellikle
şunlar dikkat çekicidir:
 Masonların genel toplantısına, ülkenin ve çevrenin soyluları ile ileri gelen
devlet yetkilileri de çağrılmalıdır.
Burada sözü edilen “genel toplantı” gerek Britanya gerekse Kıta Avrupası’ndaki
hemen her ülkede locaların yılda bir kez düzenlenen geleneksel konvanıdır.
 Soylulara ve devlet yetkililerine karşı uygunsuz bir davranışta bulunan
mason, ülkenin yasalarına göre yargılanarak cezalandırılacaktır.
 Masonlar her zaman ve her yerde alçak gönüllü, doymazlıktan uzak,
sağgörülü ve iyi huylu olmalıdır.
 Üstü başı temiz olmayan bir mason, soylular arasında bulunduğunda, hiçbir
yere yaslanmamalı ve oturmamalıdır.
  

Şimdi şunu sormanız beklenir: «İnsanlar arasındaki sosyal ayırımcılığın henüz


sona ermemiş olduğunu kesin bir şekilde vurgulayan, bir kardeşin giysisinin
temiz olmayabileceğini belirten böyle bir kural, günümüzün Masonluğunda nasıl
geçerli tutulabilir? Bu açıkça bir “aşağılama” değil midir?»
Yanıtı: Haklısınız!... Sonrasında da benzer kural ve öneriler var.
 Bir mason sofraya temiz olarak oturmalı, önüne yiyebileceği kadar yiyecek
almalı, ete ve güzel lokmaya kendinden önce yanında bulunan değerli kişinin
uzanmasını beklemeli, ellerini temiz tutmaya çalışmalı, peçetesini
kirletmemeli, burnunu sümkürmemeli, dişini karıştırmamalıdır.
 Sofrada içkiyi çok kaçırmamaya dikkat etmek gerekir.
 Dolu ağızla içmeye ya da konuşmaya başlamamalıdır.
 Hanımlar arasında bulunan bir mason, nazik davranmalı, dilini tutup gözünü
açmalı, bilgiçlik taslamamalı, kahkaha atmamalı, kaba ve kötü sözler
etmekten kaçınmalıdır.
 Bir mason akranı olmayanlarla şakalaşmamalı, dedikodu etmemelidir.
 Bir mason kendinden daha değerli olan bir kişinin önünden yürümemelidir.
 Bir mason başka birisi konuşurken onun sözünü kesmeden dinlemeli, kendi
sözünü de önce düşünüp sonra açık seçik olarak söylemelidir.
  

Salt töresel nitelikli olup görgülü davranışı gerektirenler bu yükümlülüklerden


çoğu, uygar bir insanın toplum içindeki tutum ve davranışları bakımından
günümüzde bile geçerli sayılabilir. [“Regius, Cooke ve Leland Elyazmaları”
başlıklı kitabı okumanız önerilir.

257
YASALAR

LANDMARKLAR

İngilizce bir sözcük olan “landmark”, sözlük anlamı


bakımından “arazi işareti” ya da “sınır taşı” demektir.
Böyle bir işaret ya da taş, bir arazinin sınırlarının
değişmezliğini sağlar. Büyük bir yapı, farklı bir tepe
ya da belirgin bir diğer coğrafi özellik de “landmark”
olarak anılabilir.
Ancak mecazî anlamda landmark, “değiştirilemez kural” anlamına gelir.
Nitekim Masonlukta bu terim, bazı mason kuruluşlarınca “Masonluğun temel
öğeleri sayılan kuralları ve gelenekleri belirleyen ilkelerden her birinin genel
adı” anlamında benimsenmiştir.
Bu sözcüğün diğer dillerde de karşılığı vardır ama Masonlukta tüm dillerde hiç
değiştirilmeksizin böylece kullanılmıştır.
  

“Masonluğun Landmarkları” denilen ilkelerin gözden geçirilmesine başlanınca,


birçok mason kuruluşunun kendine göre birtakım farklı landmarkları olduğu
görülür. Bazı kuruluşlar kendilerine özgü olacak landmarklar belirlemeye girişmek
yerine, kendilerinden önce bir diğerinin belirlediği landmarkları olduğu gibi
kabul ederek benimsemiştir.
Bazıları bu terimin Masonluktaki kullanılmasına şiddetle karşı çıkar ve Masonluğun
hiçbir landmarkı olamayacağını savunur.
Masonluktaki bir kural, gelenek ya da ilkenin “landmark”ın tanımıyla uyumlu
olabilmesi için dünyanın her yerinde aynı olması gerekir. Bu yüzden, tüm mason
kuruluşlarınca ortaklaşa benimsenmekte olmayan ilkelerin evrensel boyutta
“landmark” olamayacağını ileri sürenler çıkmıştır.
Kimileri ise, bu kavramın Masonlukta kullanılmasına pek ses çıkarmamış ama
“değişmez ve değiştirilemez” olarak benimsenmesini hoş karşılamamıştır.
Anglosakson Masonluğu topluluğundaki bazı mason kuruluşları “İngiltere
Birleşik Büyük Locası, Masonluğun ana büyük locası olduğu için, gerçek ve
doğru landmarklar bu büyük locanın benimsemiş olduklarıdır.” der. Ancak
İngiltere Birleşik Büyük Locası “Masonluğun Eski Landmarkları olduğu gibi
korunacaktır.” demişse de bu konuda herhangi bir açıklama yapmamıştır.
Kendilerine göre gerçek ve doğru landmarkların neler olduğunu açıklayanlar,
öncelikle Amerikalı masonlar ve Amerikan obediyansları olmuştur.
Landmarkların aslında ne olduğu ve ne olması gerektiği araştırıldığında, önce
Masonluğun ne olduğu ve ne olması gerektiği sorusunun belirgin bir şekilde
yanıtlanması gerekir. Bu nedenle iki ayrı mason kuruluşu Masonluğu farklı bir
şekilde tanımlıyorsa, benimsedikleri landmarkların da farklı olması doğaldır.

258
YASALAR

Landmark Listeleri
19. yüzyılın ünlü araştırıcı ve yazar kardeşlerimizden birçoğu landmarkları başlı
başına inceleme konusu olarak ele almıştı.
Ardından özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nde çeşitli landmark listeleri
düzenlendi.
Bu listelerin sayısı artarken, landmarklara karşı çıkanlar da gene öncelikle
Amerikalı kardeşler oldu.
Bu arada İngiltere Birleşik Büyük Locası’ndan hiç ses çıkmadı.
Kimileri İngiltere Birleşik Büyük Locası’nın 1929 yılında yayımlamış olduğu
ünlü “Tanıma Koşulları”nı Masonluğun ana büyük locası olduğunu kabul
ettikleri bu büyük locanın benimsediği landmarklar olduğunu ileri sürer. Oysa
sonradan bazı yerleri değiştirilmiş olan bu bildirgenin kapsamında bir mason
kuruluşunun düzenli olması için öngörülen koşullar arasında “Masonluğun Eski
Landmarkları’na uyulması gereği” de belirtilmiştir. Bu da ya İngiltere Birleşik
Büyük Locası’nın “landmark” kavramını başka türlü yorumladığını ya da bu
konuda açıklama yapmak istemediğini gösterir.
Çeşitli kişi ya da kuruluşlarca düzenlenmiş olan landmark listelerinde, önce
“Tanrı inancı” konusu üzerinde durulur.
Bir diğer önemli konu, her locanın çalışmaları sırasında hazır bulundurulması
gereken “yasa kitabı” ile ilgilidir. Kimilerine göre bu, “Kutsal Kitap” kavramıyla
özdeştir.
Landmark listelerinde ayrıca şu konulara değinilir:
 Bir locanın ve bir büyük locanın nasıl kurulacağı;
 Masonluğa kimlerin alınabileceği, kimlerin alınamayacağı;
 Bir locanın görevlilerinin ve bir büyük üstadın yetkileri;
 Masonların masonik hak ve yükümlülükleri.
Bu listelerin çoğunun sonunda, -bunlar birer landmark olduğu için- belirtilen
kuralların hiçbir zaman değiştirilemeyeceği de vurgulanır.
Bu açıdan bakıldığında, “Masonluğun Landmarkları” denilerek ortaya konmuş
olup “değişmez ve değiştirilemez” olarak da nitelenen kuralların birçoğunun
aslında çok eskiden kalma değil, olsa olsa 18. yüzyılda Spekülatif Masonlukta
benimsenmiş olan yeni gelenek ve yöntemler olduğu görülür. Karşı çıkışların
nedenlerinden biri de budur. Çeşitli yerlerde bu gibi düzenlemelerin yapıldığı
19. yüzyıl ortalarında, Masonluğun hep olduğu gibi kalmayıp çağın gerekleri
uyarınca zaman içinde değişime uğrayacağı da iyice anlaşılmıştır. Dolayısıyla,
Masonluktaki landmarkların evrensel ölçüde geçerli bir anlatımı yapılamamıştır.

259
YASALAR

Fransa Büyük Doğusu’nun Tutumu


Fransa Büyük Doğusu (Grand Orient de France) Masonluktaki “landmark”
kavramına kökten karşı çıkanların başında geliyordu. 1849 yılında ortaya kendince
benimsediği bambaşka bir temel yasa çıkardı.
Gerekçesini özetle şöyle açıkladı:
a) Masonluğun 1723 tarihli temel yasasında yer alan ve değişik anlamlara
çekilebilecek ya da yoruma elverişli konuları açıklığa kavuşturmak gerekir.
b) Artık uygulanma olanağı hiç bulunmayan salt operatif nitelikli öğeler, çağdaş
Masonluğun yasalarının kapsamından çıkarılmalıdır.
c) Çağdaş gereklere uygun ve Spekülatif Masonluğun artık anlaşılmış ilkeleri
açıkça ortaya konmalıdır.
Fransa Büyük Doğusu’nun benimsediği temel yasa üzerinde çok tartışıldı. Bu
tartışmalar Fransa’da Masonluğun bölünmesine, geleneksel tutumdan yana
olanlarca 1884 yılında “Fransa Büyük Locası” (Grande Loge de France) adlı
obediyansın yeniden kurulmasına yol açtı.
Bu arada, Fransa Büyük Doğusu bünyesindeki tartışmalar henüz durulmamış,
benimsenen temel yasa ancak 1871 yılında son halini alabilmişti. Bu temel yasanın
en çok dikkati çeken özelliği “din ve inanç” konusuna hiç değinmemesiydi.
Fransa Büyük Doğusu’nun Temel Yasası’nın ilk maddesi şöyledir:
“Masonluk, töresel eğitim ve dayanışma ile gerçeklerin araştırılmasını
amaçlayan, kesinlikle hümanist, felsefi ve evrimsel bir kurumdur. Maddi ve
manevi gelişim, bireysel olgunlaşma ve insanlık için çalışır. İlkeleri, karşılıklı
tolerans, bireyin hem başkalarına hem kendisine saygısı ve mutlak bir vicdan
özgürlüğüdür. Metafizik kavramlar üzerine tüm üyelerinin kendine özgü bireysel
değer yargıları olabileceği için, her türlü dogmatik benimseyişe kesinlikle
karşıdır. Özdeyişinin “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” oluşu bundan ileri gelir.”
  

Bu temel yasada, geleneksel yapıcılık mesleği ve zanaat ile bağlantılı hiçbir öğe
yoktur. Operatif Masonluk döneminden kalma gelenek, kural ve yöntemlere de
değinilmemiştir. Masonluğun üç dereceden ibaret kalmadığı açıkça belirtilmekte
olmasa da sezdirilmektedir.
Bu temel yasayı benimsemiş başka obediyanslar da vardır.
Ancak, nasıl İngiltere Birleşik Büyük Locası kendisini dünya yüzündeki tek
masonik otorite olarak görüyor ve bunun Anglosakson Masonluğu topluluğunda
benimsenmesini sağlıyorsa, Liberal Masonluk kanadında da Fransa Büyük
Doğusu bir benzer tutum takınmakta, “ana büyük loca” savında olmasa da
kendisini üstün görmektedir.
Liberal Masonluk kanadındaki diğer obediyanslar bunun farkındadır. Birçoğu bu
yasanın sadece Fransa Büyük Doğusu’nu bağlayacağı görüşündedir.

260
YASALAR

ESKİ VE KABUL EDİLMİŞ


İSKOÇ RİTİ’NİN ANAYASASI

Bu anayasa, Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti’nin


temel ilkelerini, örgütlenme yöntemini, derecelerin
verilmesinde uygulanması gerekli olan kuralları
belirtir.
Masonluğun temel yasasına herhangi bir aykırılığı
yoktur. Hatta kapsamında 1723 tarihli özgün
temel yasa ile uyumlu olduğu açıkça yazılmıştır.
Bu bakımdan “anayasa” terimi yerine “genel
tüzükler” teriminin kavramsal bakımdan daha
uygun olacağı düşünülebilirse de, “tüzük” denilen
bir kuralar dizisinin tüm kuruluşlar için geçerli
sayılamayacağı da göz önünde tutulmalıdır.
Nitekim ritin dünyanın her yerindeki örgütleri için genel geçerli ve bağlayıcı ortak
kuralları olması için bir anayasasının bulunmasına gerek duyulmuştur.
Bu anayasanın Prusya Kralı 2. Friedrich (Büyük Frederik) tarafından onaylanmış
olduğu da söylenir. Bir kralın “tüzük onayı” gibi sıradan bir iş yapmayacağını,
böyle bir onayı ancak bir anayasa için verebileceğini, o günün koşulları altında bir
anayasanın herhangi bir kral tarafından onaylanmasının da ona güç kazandıracağı
düşünülmüş olsa gerektir.
«Neden Büyük Frederik?» diye soracak olursanız, bunun ne özgün (orijinal)
belgelere dayanan ne de akla yatkın bir yanıtı var.
  

Bu anayasa üç aşamadan geçmiştir:


1. Yetkinleşme Riti’nin 1762 tarihli anayasası;
2. 1786 tarihli olduğu söylenen anayasa;
3. 1875 tarihli değiştirilmiş anayasa.
Bunların hepsi birden topluca “Büyük Anayasalar” (Grand Constitutions,
Constitutions grandes) olarak anılıyor.
«Neden?» diye soracaksınız.
Masonlukta şu “ötekilerden büyük olmak”, “diğerlerinden yüksekte olmak”
kompleksi bir türlü giderilememiştir de ondan…
Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti açısından bu “anayasa” denilen tüzük ya da
yönetmelik, diğerlerinden daha önemli tutulabilir ama bir de kardeşçe eşitlik
düzeyine inilebilse!...

261
YASALAR

1762 Tarihli Anayasa


Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti’nin oluşumunda, bunun temelini oluşturan
“İskoç” nitelikli bir önceki rit vardı. Bu kitabın 8. bölümünde değinmiş olduğumuz
üzere, Ekosizm’in oluşumu sırasında Fransa’da yüksek derecelerin derlenip
toparlanması için kurulmuş olan Clermont Konseyi dağıldıktan sonra birçok rit
kurulmuştu. Bunlardan birine Yetkinleşme Riti (Rite de Perfection) adı verilmişti.
1761 yılında kurulmuş olan bu ritin 25 derecesi vardı. 35 maddeden oluşan bir
anayasa düzenlenmişti. Hep değindiğimiz üzere aslında bir tür tüzük niteliği
taşıyan bu kurallar ve yöntemler dizisinde, ritin derecelerinin her birinin nasıl
verileceği, bu derecelerdeki masonların yetkilerinin neler olduğu, alt birimlerin
nasıl kurulacağı anlatılmıştı. Hayli uzun olan ve hepsini yazarsak sayfalar tutacak,
üstelik tamamı pek de işinize yaramayabilecek bu anayasa metninin seçilmiş
bazı maddelerini kısaltarak en önemle noktalarını vermekle yetinelim.
1. Ülkesinin dinine ilişkin saygıdeğer ilkeleri benimsemeyen ve dinsel
görevlerini yerine getirmeyenlerle özgür ana-babadan doğmuş olduğu, iyi
bir yaşam sürdüğü, iyi tanınmış olduğu, şimdiye kadar ulaştığı
derecelerdeki çalışmalarının olumlu geçtiği, her zaman bağlı, uysal,
çalışkan, iyiliksever ve araştırıcı bir kişiliği bulunduğu onaylanmayan hiç
kimse, üstün derecenin kutsal gizemlerine inisiye edilmeyecektir. …
Burada dikkati çeken bir nokta “özgür ana-babadan doğmuş” olma koşuludur.
Demek oluyor ki bu tarihte bile (1762) toplum içinde özgür-köle ayırımcılığı
sürmekteydi ve Masonluk da bunun üzerine çıkarak “eşitlik” kavramını henüz
benimseyememişti. Burada geçen “üstün derece” ise ritin 15. derecesidir.
2. Royal Sanat ya da Özgür ve Kabul Edilmiş Masonlar Kurumu, kendi
düzeni içinde tanınmış ve onaylanmış 25 derece içerir. …
Böyle denildikten sonra bu dereceler ve her birinde geçirilmesi gereken süre
belirtilmiştir. Dikkati çeken nokta, çırak derecesindeki çalışmalar için 3 ay,
çırak+kalfa derecesindeki çalışmalar için 5 ay, kalfalıktan üstatlığa geçiş için 7
ay süre konmuş olmasıdır. Bundan sonraki dereceler için de birer süre verilir ve
hepsi bir sayısal simgecilik (sembolizm) ile bağdaştırıldıktan sonra şöyle denir:
Bu derecelerde geçecek ayların misterli sayısı inisiyeye önceden
bildirilmeyecek, birbiri ardınca her dereceye ulaşıldığında, 81 ay sayısı
oluşacaktır. …
4. Royal Sır Yüce Prensleri’nin Egemen Büyük Konseyi yılda 4 kez
toplanacak, Büyük; Konsey’in üç aylık bu birleşimlerinin 25 Haziran, 21
Eylül, 21 Mart ve 27 Aralık’ta olmak üzere çağrıları yapılacaktır.

12. Büyük Genel Sekreter, Paris ve Bordeaux için bir kayıt defteri, taşra ve
yabancı ülkeler için de bir başka defter tutacak, bunlarda eskiliklerine göre
özel konseylerin isimleri, kuruluş tarihleri, üyelerinin adlarıyla durumları,
dereceleri, mertebeleri, sosyal durumları ve nerede oturdukları, denetçiler
ve yardımcılarının verecekleri örneklere uygun olarak belirtilecektir. …

262
YASALAR
Bu düzenlemeye bakılırsa, bu ritin merkezi Paris ve ritin kurulduğu Bordeaux
kentlerinden biri olduğu anlaşılıyor.

15. Özel konseyler, Paris ve Bordeaux vadileri ile taşrada veya bir başka yerde
etkinlik gösterenler, yasa ve tüzük yayımlayamazlar. …
Nitekim burada Bordeaux ile Paris’in üstünlüğü bir kez daha vurgulanmış.

17. Önemli bir serveti yönetmekle görevli Büyük Hazine Emini, bütün
kaynakları Egemen Büyük Konsey’in yararlarına kullanacak veya yardım
amacıyla değerlendirecektir. …
Buradaki “önemli bir servet” sözü dikkat çekici…
Dilimize doğrudan çevirisi böyle olmakla birlikte aslında burada öyle çok yüklü
tutarda bir para söz konusu olmasa gerek.
Şimdi birbiri ardınca çok ilginç kurallar içeren üç madde göreceğiz.
23. Eğer Büyük Konsey düzenli olarak toplanmışsa, 7 üyenin varlığı belirtilen
saatte çalışmaya başlamak için yeterlidir. 7 üyenin oy çokluğuyla alacağı
kararlar, sanki tüm üyeler toplantıya katılmış ve kabul etmişler gibi, yasa
gücünde olacaktır. …
24. Eğer kimi üyeler Büyük Konsey toplantılarına şarap içmiş ve sarhoş bir
durumda gelirlerse ya da bu saygıdeğer toplantıya egemen olması zorunlu
uyuma ters olan yanlış davranışlarda bulunurlarsa, ilk kez için
uyarılacaklardır. Aynı durum ikinci kez görülürse, hemen ödemekte
yükümlü oldukları para cezasına çarptırılacaklar, üçüncü kez
yinelenmesinde ise rütbeleri geri alınacak, eğer Büyük Konsey çoğunluğu
kabul edecek olursa, atılacaklardır.
25. … Eğer bir konseyin veya özel locanın başkanıysa görevi sona erecek,
hangi dönemde olursa olsun konseyine veya locasına bir başka başkan
atanacaktır.
Demek ki o tarihlerde toplantılara sarhoş olarak gidenler varmış!

31. Kudüs Prensleri, yenilenmiş Masonluğun çok değerli prensleri oldukları
için tüm localarda, şapitrlerde, Doğu Şövalyeleri Konseyi de dâhil olmak
üzere her yerde önceliklerden yararlanacak ve aşağıda belirtileceği şekilde
bu yerlerde saygı göreceklerdir. …
Bu maddede bundan sonra uzun bir protokol yöntemi anlatımı var. Eksik bilgi
kalmaması için şu açıklama yapılabilir: “Kudüs Prensi” bu ritin 16. derecesi…
“Doğu Şövalyeleri Konseyi” ise 15. derece çalışmasının yapıldığı atölye.

263
YASALAR

35. Royal Sır Prensleri’nin bağımsız bir konseyi, görevliler dahil 15 üyeden
çok olamaz. Müjdeci Aziz Yahya’nın gününde, her bağımsız büyük konsey
9 görevli belirleyecektir. …
Müjdeci Aziz Yahya’nın günü 25 Aralık’tır.
Ancak yasanın bir diğer ayrıntılı maddesinde bu toplantının 27 Aralık günü
yapılacağı belirtilmiş.
Hıristiyanlıkta bu tarihlere pek önem verilir. Bunlar Masonlukta da öteden beri
uygulanmıştır.
Bir diğer önemli gün de “Vaftizci Aziz Yahya’nın günü” yani 24 Haziran’dır.
  

Az sonra göreceğimiz üzere, Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti’nin bir yüksek
konseyinde en çok 32 etkin üye bulunabiliyor. Dolayısıyla bu ritte, o tarihlerin
koşulları altında 15 üye bulunması pek doğal.
Ancak 23. maddeye dönerek bir göz atacak olursanız, düzenli yani gerektiğince
duyurulmuş bir toplantı 7 üyenin katılımıyla yapılabiliyor; bunlardan dördünün
oyu ile alınacak bir karar bizdeki “kanun hükmünde kararname” gibi yasa niteliği
taşıyabiliyor.
Bu kural ise tam anlamıyla bir otokratik sistemi yansıtıyor.
Ritin en yüksek organında karar için oylama yapıldığına göre, demek ki hiç
olmazsa orada bir demokratik uygulama var. Fakat 15 üye varsa, 7 üyenin
katılımıyla toplantı yapılabiliyorsa, bunlardan dördünün oyu çok nemli bir kararın
alınmasına yetiyorsa (neredeyse dörtte bir), demokratik bir uygulamanın
varlığından söz etmek de zor olsa gerek.
Avrupa’nın, Ortaçağ öncesinde yitirmiş olduğu demokrasiyi yeniden tanıyabilmesi
için daha çok zaman geçmesi gerekecek.
  

Bu anayasa, şu sözlerle bağlanmış:


Biz, Pek Saygıdeğer Özgür ve Kabul Edilmiş Masonlar Kardeşliği’nin
Royal ve Askeri Tarikatı’nın Royal Sır Egemen Yüce Prensleri’nin
egemenleri, bu yasa, tüzük ve yönergeleri belirledik ve uyulmasına
karar verdik.
Biz, deneticilerimize ve yardımcılarına, bunları bütün konsey, şapitr ve
royal localarda ve gerekli olan her yerde okutmalarını ve uygulamalarını
emrediyoruz.
Son olarak belki siz de şunu sorarsınız: «Özgür (Hür) ve Kabul Edilmiş
Masonlar” terimi Anglosakson Masonluğu’na özgü değil mi?»
Sonraları için evet… Ancak demek ki o tarihlerde Fransa’da bile kullanılıyormuş.

264
YASALAR

1786 Tarihli Anayasa


Bu anayasanın ancak 1830’lu yıllarda ortaya çıkmış olmasına karşın, -daha önce
de belirtmiş olduğumuz üzere- Prusya Kralı 2. Friedrich (Büyük Frederik)
tarafından 1786 yılında onaylanıp yürürlüğe girdiği söylenir.
Kimileriyse sözü edilen tarihte Prusya Kralı’nın çok hasta, âdeta ölüm döşeğinde
olduğunu belirterek bu yasayı onaylamasının söz konusu olamayacağını ileri
sürer.
Nitekim bu bağlamda ortaya konmuş herhangi bir özgün belge yoktur. Mevcut
belge, 2. Friedrich’in elinden çıkmış olduğu ileri sürülen bir buyruk ile yasanın
kopyasının ikinci kopyasıdır.
Ritin ilk yüksek konseyinin 1801 yılında Amerika’da kurulmuş olması da bu
konudaki savların doğruluğunun kuşkuyla karşılanmasına neden olmuştur.
Ancak 19. yüzyıl başlarında kimi ünlü kardeşlerimiz, bu onaya tanık olduklarını
belirtmiştir.
Bu tanıklığa ilişkin özgün belge de yoktur; sadece onun da bir kopyası vardır.
Bu bağlamda ortaya, genellikle tarihçilerin pek rağbet ettiği şu görüş konur:
“Elde özgün belge olmayınca, özgün belgenin ilk kopyası özgün belge sayılır.”
Diyeceksiniz ki «Böyle bir tutum çalınan minareye kılıf uydurmak gibi işi kitabına
uygun hale getirmek amacıyla ortaya konmuş bir iddia sayılmaz mı?»
Evet, öyledir. Üstelik bu bağlamda ortaya konulmuş olan iki kopya belgenin
altında yer alan onaylama imzalarından üçü görünmeyecek bir şekilde silinmiştir.
Bunun üzerine, bu silintinin “deniz suyu etkisiyle” oluştuğu ileri sürülmüştür.
«Nerede deniz suyu etkisi? Berlin’de mi?» diye sormaz mısınız?
Yok canım, öyle olur mu? Berlin’de deniz ne arar? Bu belge Almanya’dan
Amerika’ya gönderilirken deniz suyundan etkilenmiş!
Ortada iki ayrı belge var. Her ikisinin altında imzalar var. İşin ilginç yanı şu ki
ikisinde de aynı üç kişinin adı silinmiş. Şu deniz suyu ne kadar becerikliymiş!
Belgelerden birinin imzalarını silince, ötekinde de aynı işi yapmış.
Masonluk açısından aslında çok ciddi olan bu olayın yanlışlığını, uydurmaca
olduğunu göstermek için böyle hicivli bir değerlendirmeden geri kalınamıyor.
Şunun doğrusu açıkça ortaya konulmuş olsa… Hani denilse ki “O kişiler önce
bu belgenin kopyası çıkarılmış olan aslının tıpatıp aynısı olduğunu onaylamış
ama sonradan adlarının görülmesini uygun bulmayıp silinmesini istemişler.”
Öyle bir durumda belki belgenin özgün bir kopya olduğuna güvenilebilir. Fakat
şu 1786 tarihi hiç de güvenilesi değil… Çünkü Yetkinleşme Riti’nin Amerika’da
Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti’ne dönüştürülmesi sırasında yapılıp edilenlere
ilişkin bir sürü el yazması belge var. Fakat her nedense onların arasında 1786
tarihli bu yasadan hiç söz edilmiyor.

265
YASALAR
Bu işin bir de dahası var… Hatta bir değil iki…
25 derecesi olan Yetkinleşme Riti Amerika’da 33 dereceli Eski ve Kabul Edilmiş
İskoç Riti’ne dönüştürülürken bu iş birdenbire, tek bir kerede yapılıp bitirilmemiş.
Zaman içinde birer ikişer yeni derece eklenmiş ve ritin tüm dereceleri 32’ye
çıkarılmış. Yetkinleşme Riti’nin o en üstün 25. derecesi de giderek yenilenen bu
ritte 32. derece olmuş.
Sonra ritin tüm örgütünü yönetmek üzere bir yüksek konsey kurulmuş ve buna da
33. derece denmiş.
İleri sürüldüğüne göre Prusya Kralı 2. Friedrich bu ritin anayasasını ve bunun
uygulanmaya konması için gereken buyruğunu doğrudan kendisi, eliyle yazmış.
Peki ama bu ritin yürürlüğe Amerika kıtasında konması için herhangi bir talimat
vermemiş.
Üstelik orada ritin 33 dereceli olarak düzenleneceğini nereden biliyormuş acaba?
İkincisi şöyle: Ritin ilk yüksek konseyi 1801 yılında kurulmuş. Burada bir sorun
yok. 1813 yılında Amerika’da aynı ritin bir de ikinci yüksek konseyi kurulmuş.
Anayasa der ki: “Her ülkede bir tek, sadece Amerika’da iki yüksek konsey
kurulabilir.”
Prusya Kralı 2. Friedrich, böyle olacağını da mı biliyormuş?... Üstelik Amerika’da
ikinci yüksek konsey kurulurken, bunun 1786 tarihli anayasasının tanıdığı hakla
yapılmış olduğuna ilişkin hiçbir kayıt yok.
Dahaların bir de üçüncüsünü ekleyelim mi?
Masonluğa girişinden beri hiç İskoç Riti’nden yana olmayıp İngiliz Masonluğu’na
yakın bir eğilimi olan 2. Friedrich’in, merkezi öteden beri Fransa’da bulunan
Yetkinleşme Riti’ni alıp Berlin’e getirdiğine ilişkin de hiçbir bilgi yok. Ancak
akıl yolu, bunun olamayacağını söyler.
Şimdi diyeceksiniz ki «Bütün bunlar çok mu önemli?»
Hepsini geçmişte bırakıp günümüze bakarsak, hiç de önemli değil. Fakat bu ritin
tarihçesindeki bu ileri sürüşlerin gerçek belgelere dayanmadığını bilmemiz önemli.
1804 yılında Fransa’da ritin ikinci yüksek konseyi kurulduktan sonra kimi
kardeşlerimiz ritin kuruluşunu sağlam bir temele bağlamak istemiş, bunun için
yıllarca önce ölmüş olan bir kralın adını kullanmışlar. Ne yazık ki bunu yaparken
yalancının mumunun yatsıya kadar yanacağını bilememişler. [Bu konuyu daha
ayrıntılı olarak incelemek isterseniz “Tapınakçılar Siyonistler ve Masonlar”
adlı kitabın “Büyük Frederik” başlığı altındaki bölümünü okuyabilirsiniz:]
Dolayısıyla bu konu üzerinde daha fazla durmak gerekmez.
Ritin anayasasının ileri sürülmüş olduğu gibi 1786 yılında düzenlenmiş olması
ile birtakım yüksek konseylerinin oluşumundan sonraki bir tarihte düzenlenmiş
olması pek önemli bir fark yaratmaz. Ancak “İstim arkadan gelsin!” deyişine
uygun bir iş yapılmış olduğunu gösterir, o kadar...

266
YASALAR
Tamamı 18 asıl ve 3 ek maddeden oluşmak üzere hazırlanmış olan bu anayasa
yürürlüğe konurken, buna bir de Prusya Kralı 2. Friedrich imzalı bir buyruk
katılmış. Anayasada yazılı olanlar, bu riti uygulayarak çalışan mason kuruluşları
için pek önemlidir ama Prusya kralının kaleme alıp yayımlamış olduğu söylenen,
tıpkı anayasa gibi özgün olup olmadığı kanıtlanamamış bu buyruğun kapsamı
çok daha ilginç... Bu buyruktan şöyle birkaç paragraf alabiliriz:
“Biz Friedrich, Tanrı’nın lütfuyla Prusya Kralı, Brandenburg
Margravı, Egemen Büyük Koruyucu, Büyük Komandör, Evrensel
Büyük Üstat, Özgür Taş Yontuculuğu Sanatının yönetim ve güvenlik
düzeni ya da Kardeş Masonlar adlarıyla bilinen çok eski ve saygıdeğer
Birleşik Eski Masonlar Topluluğu ya da Birleşik Mimarların tüm inisiye
olmuş çok sevgili kardeşlerine sesleniyoruz: Aramızda TOLERANS-
BİRLİK-BAŞARI vardır.”
“Son dönemlerde bize yansıtılan yeni ve etkin görüşler, karşıtların
kardeşler arasında yaygınlaştırmaya çalıştıkları hoşgörüsüz
düşünceye, bölünmeye, dağılmaya ve anarşiye, en kısa sürede etkin bir
engel oluşturma gerekliliğini kanıtlamıştır. Bu karşıtların amaçları
aşağı yukarı belirginleşmiştir. Ya çok saf ya art niyetlidirler. Amaçlarını
gizleyerek davranmakta ve Masonluğun özgür sanatını değiştirerek
hedefinden saptırmaya, böylece Masonluk düzenini etkisiz hale getirip
yıkmaya yönelmektedirler. Komşu krallıklarda olanları gördükten sonra,
bizce alınacak etkin önlemlerin kaçınılmaz olduğuna inanıyoruz.”
“Saygıdeğer devrimimizin temeli olarak, bu ritlerden ilkinin adı ile
sonuncunun hiyerarşik derecelerini birleştirerek, şimdi ve her zaman
için geçerli olmak üzere duyuruyoruz ki Eski Masonluğun gerçek
özünü ve uygulamasını meslek edinenler, tüm İskoç ritlerinin yerine
geçecek olan tek bir düzenleme içinde birleşmişlerdir. Bunun adı Eski
ve Kabul Edilmiş İskoç Riti olacaktır.”
Anlaşıldığına göre 2. Friedrich ya da onun bu bağlamda adını kullanmış olanlar,
o tarihte Ekosizm’e uygun olarak çalışan tüm ritlerin “Eski ve Kabul Edilmiş
İskoç Riti” adı altında bir araya getirilmesini öngörmektedir. Prusya kralının
aslında Fransa kökenli olup Amerika’da geliştirilmiş bulunan bu ritin kuruluşuna
niçin ve nasıl karıştırılmış olduğu anlaşılamamış, akla ve mantığı uygun bir
açıklaması yapılamamışsa da asıl önemli olan, Eski ve Kabul Edilmiş İskoç
Riti’nin ve bir anayasasının varlığıdır.
Burada, Yetkinleşme Riti’nin Anayasası’nın aktarımında yapmış olduğumuz
gibi Eski ve Kabul edilmiş İskoç Riti’nin de asal maddelerini özetleyip yer yer
kısaltarak, en önemli noktalarını vereceğiz.
1. Bu düzenlemenin içeriğine karşı olmayan, 1762 yılında dokuz Royal Sır
Yüce Prensi Büyük Komiseri’nin konseyi tarafından kaleme alınan bütün
anayasa maddeleri, yönetmenlikler ve kurallar korunacak ve bunlara
uyulacaktır. Karşı olanlar yürürlükten kaldırılmış ve kesin olarak iptal
edilmiş sayılır.

267
YASALAR
Böylece bir bakıma bu anayasanın daha kısa ve öz olması sağlanmıştır ama bu
ilk madde açıkça ritin Fransa kökenli olduğunu hatta Almanya’da değil Fransa’da
düzenlenmiş bulunduğunu ortaya koyar.
2. Yasalara uygun şekilde görevlendirilen masonlara 33’üncü derece,
Düzenin Egemen Büyük Genel Koruyucularının nitelik, sıfat ve yetkisini
verir.
Bu maddenin sonrasında, ritin herhangi bir ülkedeki 33. derecedeki kardeşlerden
oluşan yüksek konseyin herhangi bir nedenle dağılması durumunda nasıl yeniden
oluşturulabileceği anlatılıyor. Başka hiçbir mason kuruluşunda olmayan bu yöntem
pek ilginç ama yasanın özgün metninde anlatımı daha kısa olsa da yazılmış
olduğu biçimde anlaşılabilmesi biraz zor. Çevirisinde de öyle. Şöyle bir anlatım
çok daha kolay anlaşılır olabilir:
a) Her şeyden önce, 33. dereceyi almış tek bir kardeş hem gerekli hem yeterli.
Bu kardeş, uygun gördüğü bir başka kardeşe yöntemine uygun olarak 33.
dereceyi verme hakkına sahip. Bunu uygular.
b) Bu iki 33. derecedeki kardeş, uygun gördükleri üçüncü bir kardeşe gene
yöntemine uygun olarak 33. dereceyi verir.
c) Uygulama böyle sürdürülür ve 33. derecedeki kardeş sayısı en az 9 olunca
yüksek konsey kurulur.
3. Bu dereceye ilk yükseltilen iki kardeş, itirazsız, Yüksek Konsey’in ilk iki
görevlisi yani Pek Güçlü Egemen Büyük Komandör ve Pek Güçlü
Yardımcı Büyük Komandör olurlar.1 …
Böylece yeni bir yüksek konsey kurulunca, ilk iki görevlinin nasıl belirleneceği
kurala bağlanmış oluyor. Ancak görev sürelerinin ne kadar olacağı ve yenisinin nasıl
belirleneceği konusunda bir kayıt yok. Sadece şayet biri ölür ya da görevini
bırakırsa ne yapılacağı yazılmış. Anlaşılan o ki, bundan sonrasının yürütülme
yöntemini her yüksek konseyin kendi tüzüklerinde belirlemesi öngörülmüş.
4. Gerekli nitelik ve yeteneklere sahip bütün masonlar bu yüce dereceye
yükseltilir ve on Frederik altını ya da on Lui altın veya bulunduğu ülkenin
parasından bu değer karşılığı miktarı katılım payı olarak öder. 30, 31 ve
32’nci dereceye yükseltilen kardeşten de her derece için aynı miktarda bir
ödeme istenir. …
Hiç kuşkusuz mason olmak bedava değildir ve her kardeşin gerek yıllık ödentisi
gerekse derece artırımlarında ödemesi gereken bir tutar vardır. Ancak burada
ritin en yüksek derecelerini almanın hayli pahalı olduğu görülüyor. «Bu yüksek
tutarlı ödeme niçin gereklidir ve neyin karşılığı olarak alınır?» diye soracak
olursanız, anayasanın bu maddesinin sonunda şöyle bir açıklama var:

1
“Pek Güçlü Egemen Büyük Komandör unvanı, günümüzde Türkiye’deki yüksek
konseylerde geçerli değil… Süprem Konseyler “Pek Güçlü Egemen Grankomandör”,
Türkiye Yüksek Şûrası ise “Pek Muktedir Hâkim Büyük Âmir” unvanını kullanıyor.

268
YASALAR
Yüksek Konsey bu fonların idaresini gözetir ve düzenin yararı için
kullanır.
5. Tüm yüksek konseyler, en az dördü ülkenin hâkim dininden olan, dokuz
33’üncü derece Egemen Büyük Genel Denetçi’den oluşur.* … Avrupa’nın
her büyük ulusunda, krallığında veya imparatorluğunda, bu dereceden
sadece bir yüksek konsey bulunabilir. Kuzey Amerika’yı oluşturan devlet ve
illerde, ister kıtada ister adalarda olsun, birbirinden mümkün olduğu kadar
uzak iki konsey bulunacaktır. Güney Amerika’yı oluşturan devlet ve
vilayetlerde, ister kıtada ister adalarda olsun, aynı şekilde birbirinden
mümkün olduğu kadar uzak iki konsey bulunacaktır. Asya’nın, Afrika’nın
vb., her imparatorluk, egemen devlet krallığında sadece birer yüksek konsey
bulunacaktır.
Bu “iki yüksek konsey” konusundan daha önce de söz etmiştik. Burada aynı
uygulamanın Güney Amerika için de geçerli olacağı belirtildiğini görüyoruz. Ancak
“… oluşturan devlet ve illerde” deyişi hayli yoruma açık… Kıtadaki devletlerin
tümünde topluca mı yoksa her birinde ayrı ayrı mı belli değil. Nitekim sonradan
elbette her devlet kendini ötekilere bağımlı görmeyip kendi ülkesinin yüksek
konseyine kurma yoluna gitmiştir.
6. Yüksek Konsey, 17. derecenin altındaki derecelere veya Doğu ve Batı
Şövalyelerine her zaman doğrudan hükmedemez. Yerine ve duruma göre
yetkisini kendiliğinden anlaşılabileceği bir şekilde iletebilir. …
Daha önce bu yasanın aslında 1786 yılında değil, Berlin’de de değil, 19. yüzyılın ilk
çeyreğinde Fransa’da oluşturulmuş bulunduğuna ilişkin bir değerlendirme
yapmıştık. Bu madde o görüşü destekliyor. Çünkü o tarihlerde Fransa Yüksek
Konseyi, ritin ancak 18. ve daha yüksek dereceleriyle ilgilenmiş ve alt derecelerin
yönetimini Fransa Büyük Doğusu’na bırakmıştı.
Anlaşılan, o tarihlerde oradaki fiilî durum yasa maddesine yansıtılmış. Ancak
sonradan, Fransa Büyük Doğusu yüksek derecelere gereken önemi vermeyince,
bu uygulamaya son verilmişti.
7. 16’ncı derecenin üstündeki bütün mason ve konseyler, Egemen Büyük
Genel Denetçiler Yüksek Konseyi’ne başvurma hakkına sahiptir. Yüksek
Konsey kendilerini tanıtmalarına ve önünde şahsen konuşmalarına izin
verebilir.
8. Bir Royal Sır Prens Masonları Büyük Konsistuvarı, kendisini oluşturan
32’nci derece üyeleri arasından başkanını seçer. Fakat her halükarda bir
büyük konsistuvarın kararları 33’üncü derece yüksek konseyi tarafından
onaylanarak değer kazanır. …

* Türkiye Yüksek Şûrası “Hâkim Büyük Umumî Müfettiş” unvanını kullanıyor.

269
YASALAR
Başında “büyük” sıfatı olsa da olmasa da “konsistuvar” bu ritin 32. derecesinin genel
adıdır. Bu maddede konsistuvarda bir seçimden söz edilmesine karşın, iplerin
aslında doğrudan yüksek konseyin elinde olduğu açıkça belirtilmiş.

11. Kadoş Şövalyesi derecesi, 31 ve 32’nci dereceler gibi, en az 3 egemen büyük
genel denetçi huzurunda ve lâyık olduğuna karar verilen masonlara verilir.
Bu ritin 19.-30. derecelerinde çalışan masonik birim (atölye), “Areopaj” olarak
anılır. Kadoş Şövalyesi, bunun son derecesinin unvanıdır. Ancak bu maddeden
anlaşıldığına göre, iş bir kardeşe bu derecenin verilmesine geldiğinde, areopaj
kendi başına hareket edemez; yüksek konsey bu işlemi doğrudan denetler.

13. … Yüce derecelerin el yazması ritüeli, sadece her konseyin ilk iki görevlisine
ya da başka bir ülkede aynı derecede bir konsey kurmakla görevlendirilmiş
bir kardeşe emanet edilir.
“Yüce dereceler” teriminden anlaşılması gereken 31., 32., ve 33. derecelerdir.
Demek o tarihlerde bu derecelerin ritüelleri basılı hale getirilmez ve el yazması
ritüeller o derecelerdeki kardeşlere bile verilmezmiş!
Bundan sonraki maddeler bir yüksek konseyde patentlerin nasıl verileceğini,
uzun uzadıya toplanan ödentilerin ve diğer paraların kullanımı ile hesapların
denetlenmesi yöntemini anlattığından, o ayrıntılara girmiyoruz. Yasanın en
sonunda ise şunlar yazılı:
Düzenin Çok Güçlü Egemeni, Büyük Koruyucu, Büyük Komandör,
Evrensel Büyük Üstadı ve Gerçek Muhafızı, Tanrı’nın lütfuyla Prusya
Kralı, Brandenburg Magravı vb. isminin ikincisi Yüce Majeste
Frederik’in huzurunda ve onayıyla, düzenli olarak çağırılan, birleşen
ve toplanan 33’üncü derece Büyük Yüksek Konseyi’nde hazırlanan ve
onaylanan karar. … Berlin’deki sarayımızda, 1786 şükran yılının
Mayıs ayında, birinci takvim günü ve hükümdarlığımızın 47’nci
yılında onaylandı ve yayımlandı.
1875 Değişikliği
Daha önce değindiğimiz gibi Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti’nin anayasası,
bazı yüksek konseylerin 1875 yılında bir araya geldiği Lozan Konvanı’nda
gözden geçirildi ve bazı maddelerinin değiştirilmesinin gerektiği görüldü.
Yapılan önemli değişikliklerden biri, 33. derecedeki masonların yetkilerinin
kısıtlanması oldu. Bunun gerekçesi anayasadaki bu yetkilerin zaman zaman
yanlış kullanıldığının görülmesiydi.
Bu gerekçe üzerinde o tarihte ayrıntılı bir açıklama yapılmamıştı. İşin aslı çok
daha sonra, 20. yüzyılın ikinci yarı ortalarında ortaya çıktı. Bu da Siyon Örgütü
ile bağlantılı bir olayın sonucuydu. Özeti şöyle:

270
YASALAR
19. yüzyıl ortalarında, varlığını sürdürmekte olan Siyon Örgütü’nün başına o
dönemin dünya çapında ünlü yazarlarından Victor Hugo geçmişti. 1870’li
yıllarda Fransa Yüksek Konseyi’nin başında da, o tarihlerde Fransa’da çok iyi
tanınan, zaman zaman Fransız hükümetinde yer almış olup Komünist eğilimli
olduğu da bilinen, Yahudi asıllı Adolphe Crémieux bulunuyordu.
Bu ikisi arasında bir anlaşma yapılmıştı. Bu anlaşma, asıl adı daha uzun olmakla
birlikte kısaca “Siyon Protokolleri” diye anılmış olan bir dizi belgedir.
Bu belgelerden bazılarında, Siyon Örgütü’nün bundan sonra ne gibi etkinlikler
göstereceği, Masonluğun da buna nasıl katkıları olacağı belirtiliyordu.
Burada bir süre duralım ve “Siyon Protokolleri” olarak anılan bu belgelerin
kamuoyunda nasıl tanınmış olduğuna değinelim.
  

1897 yılında Avusturyalı bir Yahudi olan Theodor Herzl’in önderliğinde olmak
üzere, İsviçre’nin Basel kentinde bir uluslararası Yahudi kongresi toplanmıştı.
Bu kongrede, Yahudilerin ana yurtlarına kavuşmaları için bir örgüt kurulması,
delegelerden birinin önerisi üzerine buna “Dünya Siyonist Organizasyonu” adı
verilmesi kararlaştırılmıştı. Böylece örgütün politik ülküsü de “Siyonizm” adını
almıştı.
Bu kadarla da kalmadı; sonraları İsrail Devleti’nin egemenlik politikası da bu
adla anılır oldu.
Nitekim gününüzde de Siyonizm denilince herkesin anladığı budur.
Ancak bu konuyu bilenlerin indinde bir çelişki ortaya çıktı.
Çünkü “Siyonizm”, aslında yüzyıllardan beri varlığını gizlemiş olan Siyon
Örgütü’nün ülküsüydü.
Bu ülkü, özelliği bakımından Antisemitist yani Yahudilere karşıt bir nitelik
taşıyordu.
Sözünü ettiğimiz şu Yahudi kongresinin delegeleri bunu bilmiyordu. Bu bir gizli
ülkü olduğundan bilmeleri olanaksızdı.
Bilselerdi, kendi örgütlerinin adını öyle koymaz, politik ülkülerine de “Siyonizm”
demezlerdi.
Durum böyle iken, 20. yüzyıl başlarında Yahudilere veryansın etmekte olan
Antisemitistlerin eline, otuz yıl kadar önce düzenlenmiş “Siyon Protokolleri”
geçti. Bu belgelerde yazılı olanlar çok yanlış anlaşıldı ve olmayacak bir şekilde
yorumlandı. Öylesine ki Siyon Örgütü’nün ülküsü Yahudilere mal edildi.
Bu belgelerde Masonluğun adının geçtiği hatta bir de sonunda “Siyon’un 33.
dereceli ileri gelenlerince imzalanmıştır.” diye bir söz bulunduğu için,
Masonluğun da Yahudi ülküsüyle bağdaştırılmasına girişildi.

271
YASALAR
Ancak bu anlattıklarımız, daha sonraki olayların özeti... Bu vesileyle Masonluk
ile Siyonizm arasında niçin bağlantı kurulmuş olduğunu da görmüş olduk ama
şimdi bu konuyu bir yana bırakalım.
Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti yüksek konseylerinin Lozan’da toplanan 1875
tarihli konvanında anayasa üzerinde birtakım değişiklikler yapılırken, yüksek
konsey üyelerinin yetkilerinin kısıtlanması işte bundan ileri geliyordu. Artık bir
yüksek konsey üyesi kendi kafasına estiğince istediğini yapamayacaktı.
O toplantıda bulunan Adolphe Crémieux, bu değişiklik üzerine acaba ne yaptı,
nasıl bir tepki verdi, orasını bilemiyoruz. İşin o yanı dedikodu…
Bu konuyla bağlantılı olarak şöyle bir soru beklenir: «Siyon Örgütü Yahudilere
karşı… Adolphe Crémieux ise bir Yahudi… Bu nasıl açıklanır?»
Evet, Adolphe Crémieux Yahudiydi. Hatta 1860 yılında Fransa’da kurulan
Alliance Israélite Universelle (Evrensel İsrail Birliği) adlı örgütün başkanlığına
getirilmişti. Fakat bir süre sonra bu örgütü elinde tutmak isteyen Rotshild ailesiyle
geçinemediğinden ayrılmıştı. Masonlukta da birkaç ayrı ritte dolaşmıştı. Ancak
hepsinden önce bir politikacıydı. Çoğu politikacılar gibi öncelikle kendi çıkarını
düşünürdü.
Demek ki Masonlukta çok ilerlemiş hatta hayli yüksek bir görev üstlenmiş
bulunmak bile “mason” olmanın göstergesi sayılmayabilir.
  

Bu bölümde Masonluktaki yasaları incelerken bir yandan da bunların üzerindeki


uyuşmazlıkları, dolayısıyla Masonluğun dünya çapındaki bölünmüşlüğünün asal
nedenlerinden bazılarını görmüş olduk.
İzleyen bölümde o konuya gireceğiz.



272
12
Bölünmeler

Olası sorunuzla başlayalım: «Masonlukta bölünmeler nasıl söz konusu olabilir?


Bu Masonluğun amaç ve ilkelerine aykırı değil mi?»
Bu retorik sorunuzun yanıtı şöyle: Haklısınız… Olmamalı.
Ancak geçmişte olmuş ve günümüzde olmaya devam ediyor ne yazık ki…
Bundan ötürü Masonluğu sorumlu tutmamalı.
Sorumlu olan masonlar…
Birçoğu üyesi olduğu bu kurumun amaç ve ilkelerini bir türlü evrensel boyutta
benimseyemedi, içine sindiremedi. Geniş düşünmeye alışamadı. Masonluğa at
gözlüğü takmış gibi dar bir açıyla ve tek bir yöne doğru bakmaktan kendisini
kurtaramadı. Dolayısıyla aralarındaki bölünmeler de kaçınılmaz oldu. Bunun
sonradan oluştuğunu sanmayın; başından beri vardı zaten...
  

Dış dünyaya şöyle bir bakalım…


Masonluk üzerine yüzeysel ya da kulaktan dolma bilgiler edinmiş olanlar
arasında bu kurumun dünya çapında “tek beden” olduğunu sananlar çoktur.
Birçok kişi de Masonluğu bir merkezî organın hatta kişiler topluluğunun
egemenliği altındaki güçlü bir örgüt olarak tasarımlar. Masonluk belki güçlüdür
ama buradaki “güç” kavramı görelidir; bu örgütsel bir yapılanma olarak değil
ancak düşünsel bakımdan geçerlidir. Mason örgütleri de bir merkezi organın
egemenliği ya da belli birtakım kişilerin yönetimi altında değildir.
Bunun ötesinde Masonluğun bölünmeye uğramış olmasının birtakım nedenleri
vardır.
Bunlardan bazısına önceki bölümlerde de sırası gelmiş olduğu için değinmiştik.
Bir kez daha yineleyelim:
Bölünmüşlüğün nedeni, amaçlar üzerinde anlaşma sağlanamamış olması değildir;
ilkeler ve çalışma yöntemleri üzerinde uyuşma, birlik ve bütünlük sağlanamamış
olmasıdır. Buna bir de Masonluğu kendi özel emelleri hatta zevkleri uğruna
kullanmak isteyen, bu kuruma kendi maddî ya da manevî çıkarları doğrultusunda
yön vermeye çalışanlar, bu kurumu kullanarak kendilerini doyuma ulaştırmak
isteyenler çıkınca, hele “İlle de benim dediğim, benim istediğim gibi olacak.”
diyenler eklenince, bölünmeler kaçınılmaz olmuştur.

273
BÖLÜNMELER
Günümüzde herhangi bir ülkede birbirleriyle çekişen, çekişmeseler bile dostluk
ilişkileri kurmaya yanaşmayan iki mason kuruluşu varsa, o ülkede Masonluk
bölünmüş demektir.
Fakat bir ülkede birbirinden ayrı, yönetim bakımından hiç ilişkisi olmayan en az
iki mason örgütünün bulunması o ülkede Masonluğun mutlaka bölünmüş
olduğunu göstermeyebilir. Birbirinden ayrı bağımsız mason örgütleri arasında pek
âlâ yakın dostluk ilişkileri kurulabilir. Nitekim bölünmelerin yanı sıra böyle
dostça, kardeşçe ilişkiler de izlenebilmektedir.
Masonluğun herhangi bir ülkedeki durumuna şöyle bir bakıp, başka ülkelerdeki
durumun da benzer olacağını varsaymak ise yanlıştır. Gelişmiş Batı ülkelerinde
bile bu yanılgıya düşen çoktur. Bazı ülkelerde tek bir tür Masonluk vardır.
Buna karşılık bazılarındaki Masonluğun türü bambaşkadır. Bazı ülkelerde aynı
anda birkaç tür Masonluk görülebilmektedir.
Dolayısıyla, bölünmelerden söz ederken, bu konuyu ayrı ayrı ülkeler çapında
değil, dünya çapında genel olarak göz önünde tutmak daha doğru olur.
«Farklı tür Masonluk ile ne denilmek isteniyor?» diye soracak mısınız?
Öncelikle, ilkeleri farklı olan ve bu nedenle aynı çatı altında birleşemeyen mason
kuruluşları…
Sonra örgütlenme ve çalışma yöntemleri farklı olan kuruluşlar…
Dolayısıyla ritüelik öğretimleri farklı olanlar… Nitekim bu kitabın 10. bölümünde
birçok mason ritinin oluşturulmuş bulunduğunu, günümüzde de birçok ritin
varlığını sürdürdüğünü gördük. Ancak bu bölümde Masonluktaki bölünmelerden
söz ederken ritleri değil, yeryüzünde tek bir mason riti olsa bile bunun da kendi
içinde bölünmelere yol açmış olacağı etkenleri inceleyeceğiz.
  

Bir ülkede farklı tür Masonluklar varsa, o ülkenin sadece kendi localarının
toplantılarına gelip gitmekle yetinmeyip daha geniş çapta bilgi edinmeyi, gerek
kendi üyesi oldukları örgütün gerekse başkalarının özelliklerini öğrenmeye de
önem veren masonlar bu durumun farkındadır. Fakat o ülkede sadece tek tür bir
Masonluk varsa, -çoğu mason Masonluğun başka ülkelerdeki özelliklerini de
araştırıp öğrenmeye pek de hevesli olmadığından- Masonluğu sadece kendi
üyesi olduğu kuruluşun uyguladığı gibi olduğunu sanır, başka türlüsünün de
olabileceğini aklına bile getirmez.
Sözün uzatıldığından yakınarak «Nedir bu etkenler?» diye sorabilirsiniz.
Yanıt olarak şu asal etkenleri sayabiliriz:
1. Dinsel inanç konusu;
2. Masonluk anlayışı ve örgütsel düzen ilkeleri konusu.
3. Irk ve cinsiyet ayırımcılığı konusu.
Şimdi bunları sırasıyla ele alıp, olabildiğince ayrıntılı ancak sizi çok usandırmış
olmamak için özetleyerek anlatmaya girişelim.

274
BÖLÜNMELER

DİNSEL İNANÇ KONUSU

Masonluktaki ilk bölünmelerin başlıca nedeni, temel


yasa üzerindeki uyuşmazlıktı. Buna çok eskiden kalma
olduğu söylenen “Eski Yükümlülükler”in ne denli
geçerli olduğu ile ilgili tartışmalar eklendi. Giderek
ikisi de dinsel inanç konusu üzerinde yoğunlaştı.
“Eski Yükümlülükler”in en önemlilerinden biri, “Tanrı’yı, peygamberleri ve
Kutsal Kilise’yi sevmek” biçiminde belirtilmişti. Sadece Katolikler için geçerli
olan bu kural Protestanlıkta geçersizdir. Masonluğun 1723 tarihli özgün temel
yasasında da böyle bir kural yoktu. Orada, -açıkça belirtilmese bile- Teizme karşı
ve Deizm ile daha uyumlu bir tutum benimsenmişti. Bu ise, Masonluğun Teizme
bağlı kalmasını isteyenlerin kabul edebileceği basit bir fark değildi.
Teizm ve Deizm
Teizm, evreni yaratan ve yöneten, alın yazısına egemen olan, buyruklarını
kullarına “vahiy” yoluyla ileten, nitelikleri belirli bir Tanrı’nın varlığını savunan
dinsel öğretilerin genel adıdır. Buna uygun dinlerde mutlaka bir “kutsal kitap”
vardır. Bu kitapta, tüm doğa olaylarının Tanrı’nın buyruğu ile oluştuğu, bunların
insanlara ve diğer canlılara yaşam sürelerinde verilen ödül ve cezalar olduğu
anlatılır. İyi ve doğru insan olmak, Tanrı’nın dileğini yerine getirmek içindir.
Tanrı’yı hoşnut etmek için ona tapınmak gerekir. Tapınanlar, “öteki dünya”da
ödüllendirilir; inanmayanlar cezalandırılır.
Deizm ise Tanrı’yı yalnızca bir “ilk neden” olarak benimseyip onun birtakım
nitelik ve güçleri üzerinde tanım ya da varsayımlarda bulunmayan, dogmaları
yadsıyan dinsel benimseyişlerin genel adıdır. En önemli özelliği, “vahiy”in
kesinlikle kabul edilmeyip bunun karşısına akıl ilkelerinin konmasıdır. Tanrı ile
insan arasında bir din adamına gerek olmadığını savunulur. Din adamlarının
“tanrısal bilgi” konusundaki otoritelerine karşı çıkılır. Tanrı’nın varlığı yadsınmaz
ama bir “ilk neden” olmanın ötesinde evreni, dünyayı, insanı ve diğer tüm
varlıkları sürekli olarak yönetim ve denetimi altında tuttuğuna, geleceklerini
düzenleyip değiştirdiğine ilişkin görüşler benimsemez.
Bu inanca göre, Tanrı evrendeki olaylara, insanın düşünü ve
eylemlerine karışmaz.
Bu inanç sisteminin dünya çapında genel geçerli şöyle bir
amblemi bile var.
Teizmde ise Tanrı’nın nitelikleri tanımlandığı ve evrendeki her şeyi yaratmış
olduğu gibi her şeyi yönettiği, buyruklarını insanlara seçtiği kulları aracılığıyla
ve “vahiy” yoluyla ilettiği bu tür inancın temel ilkelerinden biri olduğu için,
Deizmin tutumu “sapkınlık” olarak nitelenir hatta Ateizm (Tanrıtanımazlık) ile
bile özdeş sayılır.
Böyle olunca, elbette bu iki temel dinsel inanç ilkesinden birinin doğruluğunu
savunanlar arasında uyuşma sağlanamaz.

275
BÖLÜNMELER

Ateizm (Tanrıtanımazlık)
Ateizm Tanrı’nın varlığını yadsıyan bir inanç sistemidir. Aslında doğrudan Teizmin
karşıtıdır ama Deizm ile de bağdaşmaz. Tarihsel bakımdan Teizm kadar eskidir
çünkü ona bir tepki olarak onunla birlikte doğmuştur.
Teist nitelikli inanç sahiplerince inançsızlık hatta inanmada kararsızlık, Ateist
olmakla bir tutulur. Deizmin de böyle görülmesi bundan ileri gelir. Oysa bu
özdeşleştirme yanlıştır. Çünkü nasıl Teizmde Tanrı’nın varlığına inanmak
gerekiyorsa, Ateizmde de yokluğuna inanmak gerekir. Bu bakımdan Ateizm çok
farklıdır ve Teizme karşı olduğu gibi Deizme de karşıdır.
Aslında Ateizm, Tanrı’nın varlığını yadsıma yoluyla insanın varlığının ortaya
konabilmesi için oluşturulmuştur. Özgün amacı Tanrı ile uğraşmak değil inanç
kavramlarına karşı çıkarak insanı yüceltmektir. Tanrı’nın varlığını yadsımak,
bunun sonucudur.
Önceleri salt Tanrı’nın var olmadığı üzerine bir görüş olan Ateizm, sonradan
hiçbir din ya da dinsel inancın gerekli olmadığını, dinlerin tümünün insanlarca
uydurulduğunu, her türlü doğaüstü benimseyişin yanlışlığını savunur bir biçime
dönüştürülmüştür.
Böylece Ateizm sadece Teizme karşı çıkan bir öğreti
olmaktan çok öteye gitmiş, inançsızlığı savunmakta
oluşuna karşın kendine özgü bir inanç sistemi olmaya
dönüşmüştür. Bu nedenle de nitelikleri arasında
farklar olan birçok inanç sistemini karşısına almıştır.
Masonluğun temellerinden birinin dinsel inanç olması gerektiğini ileri sürenler,
Ateizmi hiç hoş göremedikleri, toleransla karşılayamadıkları için bir Ateistin
mason olamayacağını ileri sürmüşlerdir. Nitekim gerek Masonluğun Deist eğilimli
1723 tarihli özgün temel yasasının gerekse daha sonraki yasalarının bu konuda
şöyle bir yargısı vardır:
“Bir mason, budala bir Ateist ve din ile ilişkisiz bir özgür düşünceci olamaz.”
Kimi kardeşler ise buna karşı âdeta düz mantık kullanarak demagoji olarak da
nitelenebilecek şöyle bir görüş ileri sürmüştür: «Masonluğun temel yasası, bir
masonun Ateist olamayacağını değil, “budala bir Ateist” olamayacağını belirtmiş.
Oysa insan “akıllı bir Ateist” olabilir. Ateizmi bilerek ve anlayarak benimseyen
bir kişinin, mason olmasına yasa bakımından herhangi bir engel yoktur.»
Sonra da şöyle devam etmişler: «Temel yasa bir masonun “din ile ilişkisiz bir
özgür düşünceci” olamayacağını belirtmiş. Oysa bir masonun özgür düşünce
sahibi olması onu ille de tüm dinlerden ve dinsel inanç sistemlerinden soyutlamaz.
İnanç sahibi olabilmek için mutlaka başkalarının kurmuş olduğu bir dine
bağlanmak zorunlu değildir. Dolayısıyla kendilerine göre bir tanrı inancı olan
özgür düşünce sahibi kimselerin mason olmalarına da yasal bakımından engel
yoktur.»

274
BÖLÜNMELER
Böylece Masonlukta Teizm-Deizm çekişmesi sonuç vermez bir biçimde sürerken,
buna bir de Ateizm, ardından Ateizm ile de bağdaşık olması gerekmeyen “özgür
düşünce ve bireysel buyrultu ile oluşturulan bir inanç” katılmıştır.
Aslında açıkça Ateizmden yana çıkan bir mason kuruluşu yoktur. Sadece bazı
kuruluşlar Teistlere ve Deistlere olduğu gibi Ateistlere de tolerans gösterilip,
insanların din ve inançlarına karışılmamasından yana çıkmıştır. Bazı mason
kuruluşları ise hiçbir dinsel inancı savunmamayı yeğlemiş ama her masonun bir
inancının olmasını gerekli görmüştür. Bunun nedeni, hiçbir şeye inanmayan
kişilerin Masonluğun amaçları doğrultusundaki ortak çalışmalarda yararlı
olamayacağı tezidir.
Kimileriyse masonların belirgin olarak tanımlanmış bir dinsel inanç sahibi
olmalarını zorunlu tutup bunda direttikleri için uyuşmazlık çözümlenemez bir
biçim almıştır.
Mistisizm (Gizemcilik)
Mistisizm ya da Gizemcilik, amaçlarını halka açık olan dinlerde belirtilmiş olan
yöntemlerle değil, kendine özgü ezoterik yöntemlerle gerçekleştirmeye çalışan
inançsal dünya görüşleri ile bunlarla bağlantılı felsefe sistemlerinin genel adıdır.
Temeli Antik Çağın gizemci din ve ahlâk sistemlerine dayanır.
Eski Mısır’da Hermetizm, Hindistan’da Brahmanizm, Çin'de Konfüçyüs öğretisi
ve Taoizm, Eski Yunan’da Orfizm ve Pitagorculuk en önde gelenleridir.
Göksel dinlerde de gizemci akımlar oluşmuştur. Bunlar Yahudilikte Kabala,
Hıristiyanlıkta Gnoz, Müslümanlıkta Tasavvuf adını alır.
Gizemcilikte Tanrı’nın yaratıcı gücü yadsınmaz ama onun egemenliği altında
yaşayarak ölüm sonrasına hazırlanmak yerine yaşam süresinde Tanrı’ya ulaşıp
onunla bütünleşmek öngörülür. Tapınmak, dua etmek, yalvarıp yakarmak değil
“gönül bağlantısı” gerekli sayılır. Akıl inançtan üstün tutulur ama gerçeklerin
bulunmasında en etkili yolun “sezgi” olduğu benimsenmiştir.
  

Masonluktaki öğretim ile Gizemcilik arasında yer yer benzerlik oluşu, kimilerinin
Masonluğu da bir “gizemci kurum” olarak görmesine neden olmuştur. Gizemciliği
“bilim ve akıl dışı bir yanılgı” olarak niteleyen mason kuruluşları da vardır.
Nitekim Gizemciliğin de Masonluktaki bölünmelerin odaklarından biri olduğu
söylenebilir ama bundan ötürü gizemcileri suçlamak doğru olmaz çünkü yanlış
bulsalar bile dinsel inançlara ve dindarlara karşı saygıda kusur etmezler. Buna
karşılık dinciler (yobazlar), kendileriyle benzer inançları olmayanlara karşı
tolerans gösteremez hatta onları hor görür.
Dolayısıyla Masonlukta bölünmelere yol açan asıl konu ne din ne de inançtır.
Sorun açıkça “toleranstan yoksunluk” yani katı bir tutumda diretmedir. Töresel
ilkelerine bakılırsa, Masonluğun bağnazlığa karşı olması hatta bununla savaşması
gerekir. Ancak birçok masonun bunu beceremediği anlaşılmaktadır.

277
BÖLÜNMELER

MASONLUĞUN TÜRLERİ

Masonlukta “din ve inanç”, öteden beri üzerinde çok


durulan önemli konulardan biri olmuştur. 18. ve 19.
yüzyıllarda, bu bakımdan mason kuruluşları arasında
uyuşma sağlanamamıştır. Her biri kendi görüşünün
doğruluğunda diretmiştir. 20. yüzyıla gelindiğinde, din
ve inanç sorunu bakımından Masonluğun üç gruba
ayrılmış olduğu görülür:
1. Kapsamı belli bir dinsel dogmanın Masonluğun ilk ve öncelikli temel öğesi
olmasını zorunlu tutan, bu zorunluluğa uyum göstermeyenleri Masonluğun
dışında sayanlar;
2. Masonluğun 18. yüzyıl başları ve öncesinden kalma geleneklerine bağlı
kalınmasını, toplumların çoğunluğunca öteden beri benimsenmiş olan bir
dinsel inancın da Masonluğun temelini oluşturmasını gerekli bulanlar;
3. Masonluğun dinlerin ve inanç sistemlerinin üstünde ve dışında tutulması
gerektiğini, bu nedenle de kardeşlerin din ve inançlarına ya da dinsizlik ve
inançsızlıklarına hiçbir şekilde karışılmamasını savunanlar.
Bunlardan ilkine “tutucu” (konservatif = muhafazakâr), ikinciye “gelenekselci”
(tradisyonalist), sonuncuya da “özgürlükçü” (liberal) diyebiliriz.
Tutucu Masonluk
Tutucu nitelikli Masonluk, öğretiminde birtakım temel inanç ilkelerini ya da
dogmaları zorunlu tutan, bunları tartışılmaz sayanların genel niteliğidir. Bu tür
bir Masonluk anlayışına sert bir şekilde karşı çıkanlardan kimi kardeşlerimiz,
bunu “Dogmatik Masonluk” olarak da nitelendirmiştir.
Bazı mason kuruluş ve sistemlerini “dogmatik” olarak niteleyip bu sıfatı bir
suçlama gibi kullananlar, kendi benimsedikleri ilkeler dışındaki her türlü dogmayı
sistem ve öğretimlerinden uzaklaştırmaya çalışır. Bundan ötürü de kendilerini
“özgürlükçü” ya da “liberal” olarak nitelemişlerdir. Bu bağlamda son yıllarda bir
de “adogmatik” (dogmatik olmayan) diye bir sıfat da kullanılmıştır.
Ötekiler ise kendilerine “dogmatik” sıfatını yakıştıranları Masonluğun dışına iter,
Onları en azından “düzensiz” (gayri muntazam) sayarlar. Onlar için, kötü ve
zararlı anlamına gelen “klandesten” sıfatını da kullanmışlardır.
Bu iki birbirine karşıt türdeki Masonluğu benimseyenler arasındaki çelişme, bir
görüş ve anlayış farkı olarak kalmamış, atışma ve suçlamalara varmıştır.
Tutucu Masonluğun iki belirgin özelliği vardır:
1. Operatif Masonluk döneminden kalma olduğu söylenen eski geleneklerin hiç
değiştirilmeksizin korunarak uygulandığının ileri sürülmesi;
2. Teist nitelikli bir Tanrı inancının Masonluğun ilk, temel ve kaçınılmaz
koşulu sayılması.

274
BÖLÜNMELER
Bu tür Masonlukta hiçbir Tanrı inancı olmayanlar bir yana dursun, kitaplı
dinlerdeki Tek Tanrı’ya ve “vahiy”e inanmayanlar da Masonluk için yararsız
hatta zararlı olarak nitelenir.
Bu tür Masonlukta benimsenen kardeşlik anlayışı, Masonluğun dinsel inanç
konusundaki tutumunun ürünüdür.
Buna göre Tanrı tüm insanların babasıdır. Tüm insanlar bu nedenle kardeştir.
Nitekim masonların kardeş oluşu da öncelikle inanç üzerinde birleşmelerinden
ileri gelir.
Ancak bu bir “din kardeşliği” değildir. Belki “inanç kardeşliği” diyebilirsiniz.
Bu anlayışı benimseyen kuruluşlardan çoğu Anglosakson Masonluğu topluluğu
içinde yer alır.
Fakat bu olgu Tutucu Masonluk ile Anglosakson Masonluğu terimlerini
özdeşleştirmez.
Anglosakson Masonluğu, Tutucu Masonlukta bir sayısal çoğunluk, bir kitlesel güç
oluşturur ama tümünü içermez. Tutucu Masonluk anlayışını benimsemekle
birlikte, İngiltere Birleşik Büyük Locası’nı “ana büyük loca” olarak kabul
etmeyen ve herhangi bir diğer büyük locaya oranla dünya çapında geçerli bir
üstünlüğünün olduğunu yadsıyanlar da vardır.
Gelenekselci Masonluk
Gelenekselci Masonluk, 18. yüzyıl başları ve öncesinden kalma eski gelenek ve
yöntemlerin titizlikle korunarak uygulanmasını öngören mason kuruluşları,
toplulukları ve sistemlerinin genel niteliğidir. Bu gelenek ve yöntemlerin dinsel
özelliği üzerinde tartışma yapılmaz.
Buradaki “gelenekselci” sıfatını beğenmemiş olabilirsiniz. Zaten ülkemizde kimi
masonlar “gelenekçi” kimisi “geleneksel” diyor. İkisi de aynı şey… Sıfata değil de
Masonlukla bağlantılı tanıma bakalım.
Bu tür Masonluk anlayışı dinsel inanç gereği açısından Tutucu Masonluk ile
bağdaşır.
Özgürlükçü Masonluk anlayışıyla belirgin bir çelişkisi vardır. Çünkü eskiden
kalma gelenek ve yöntemlerin titizlikle korunarak bunlara uyulması bir koşul (şart)
haline getirilince, Özgürlükçü Masonlukta buna karşı çıkılır.
Bu tür Masonlukta o eski geleneklerin her çağa ve her ortama göre en iyi ve en
uygun şekilde düzenlenmiş olduğu, bunların yüzyılların deneyim ve birikimi ile
gelenekselleştiği, değiştirilebilecek hiçbir yanlarının bulunmadığı savunulur.
Masonların inançlı kişiler olmaları gerekli görülür ama bununla bağlantılı bir ön
koşul konulmaz.
Bir diğer deyişle, Gelenekselci Masonluk elbette Ateizme karşıdır ama Teizm
ile Deizm arasında fark gözetmez. Dinden ve inançtan yanadır ama belirgin bir
dogmayı savunmaz.

279
BÖLÜNMELER

Özgürlükçü Masonluk
Özgürlükçü ya da Liberal Masonluk, masonların dinsel görüş ve inançlarında
hiçbir sınırlamaya bağlı tutulmaksızın özgür olduklarını benimseyen, bu nedenle
öğretimlerinde dinsel dogma olmayan, ritüellerini de bu ilkelere göre düzenleyip
uygulayan mason kuruluşları, toplulukları ve sistemlerinin genel niteliğidir.
Buradaki “liberal” terimini sadece bu tür Masonluk anlayışını benimseyenler ile
“Masonluk” konusunu yansız (objektif) olarak inceleyenler kullanır. Tutucu ve
Gelenekselci Masonluk anlayışını benimseyenlere göre ise “Liberal Masonluk”
diye bir şey yoktur; hiçbir zaman da olmamıştır; bu terimi Masonluğa benzer
birtakım yöntemler uygulayarak çalışmakta olan taklitçi örgütler uydurmuştur.
Buna karşın biz burada kimi zaman “Özgürlükçü Masonluk” kimi zaman da eş
anlamlı olarak “Liberal Masonluk” terimini kullanmayı sürdüreceğiz. Çünkü
buna karşı çıkanlar her ne derse desin, dünyada bu tür bir Masonluğun bulunduğu
yadsınamaz. Bu tür Masonluğu benimseyen kuruluşların birçoğunun adlarında
“liberal” sıfatının kullanıldığı görülmektedir.
  

Bu tür Masonlukta, Masonluğun amaçları bakımından dinsel inançlar bir temel


koşul sayılmaz. Hiçbir mason kuruluşunun belirli bir dinsel inanç sistemini
gözetmeyip, savunmaması öngörülür.
Ancak bu, dine ve dinsel inançlara karşı çıkıldığı anlamına gelmez. Hiçbir din,
hiçbir Tanrı inancı, hiçbir tapınma biçimi ve bunlarla ilgili diğer uygulamalar ne
önerilir, ne savunulur, ne yerilir ya da aşağılanır ne de bunlardan herhangi birinin
diğerlerine oranla daha iyi ve daha doğru ya da üstün olduğu ileri sürülür. Tek
benimsenen ilke, yan (taraf) tutulmaması, hiç kimsenin dinsel inanına, görüş ya
da benimseyişlerine karışılmamasıdır. Liberal Masonluk, inançlarından ötürü
insanlar arasında herhangi bir ayırım ya da ayrıcalık güdülmesine de karşıdır.
Liberal Masonluğun böylesine geniş bir özgürlük ve tolerans üzerine kurulmuş
olması, ister istemez loca çalışmalarında birtakım kısıtlamaların getirilmesini
gerektirmiştir. Hiçbir mason kendi inançlarını -hangi ölçüde olursa olsun- bir
mason topluluğuna mal edemez; bunları başka inançlardan daha üstün olarak
gösteremez ve diğerlerini küçümseme ya da aşağı görme gibi bir davranış
sergileyemez.
Bir diğer deyişle, vicdan özgürlüğünün hiçbir sınırı yoktur ve bu tarz Masonluk
“özgürlükçü” olmasına karşın düşünce ve söz özgürlüğü, diğer kardeşleri
etkileyecek ya da incitebilecek noktada sınırlandırılmıştır. Her ne kadar bu sınırlama
“özgürlük” kavramıyla çelişkili gibi görünebilirse de, kardeşler arasında barış ve
uyumun korunabilmesi bakımından zorunlu sayılır.
  

Liberal Masonluğun, diğer iki Masonluk türü ile karşılaştırıldığında onlardan


daha tutarsız olduğu görülür. Kendi içinde daha çok çelişki ve tartışma çıkar.
Çağdaşlığı öngördüğü için sürekli değişim içindedir. Evrimselliği savunmakta
oluşu çağdaşlığın da ötesine geçerek hep yenilenme göstermesini gerektirir.

274
BÖLÜNMELER

ÖRGÜTSEL DÜZEN SORUNU

«Hangi mason kuruluşları düzenli, hangileri düzensiz


sayılır?» gibi olası bir sorunuzun yanıtı araştırmaya
girişecek olursak, Masonluktaki bölünmelerin asıl
nedeni ortaya çıkar.
İngiltere Birleşik Büyük Locası’nın önderi olduğu Anglosakson Masonluğu,
dünya çapında en büyük masonik kitlesel gücü elinde tutmaktadır.
Bu kitlesel gücün örgütsel düzeydeki benimseyişine göre, İngiltere Birleşik
Büyük Locası dünyadaki “ana büyük loca” niteliğini taşır; Masonluğun egemen
otoritesidir. Bu tartışılamaz.
Bazı mason kuruluşları ise böyle bir üstünlüğü ve egemenliği kabul etmemekte,
her obediyansın eş değerliğini savunmaktadır.
İngiltere Birleşik Büyük Locası’nın egemenliğini kabul etmeyen obediyanslar
arasında bazıları, 19. yüzyılda kendi aralarında dostluk ilişkileri kurmuştur.
İngiltere Birleşik Büyük Locası buna pek ses çıkarmamış, mason kuruluşlarının
kendi izni ve onayı olmadan aralarında ilişki kuramayacağını ileri sürmemiş,
sadece egemenliğini açıkça benimsemeyen mason kuruluşlarından birçoğunu
düzensiz (gayri muntazam) saymıştır. Bazılarına ise dokunmamıştır. Bu çifte
standartlı tutum ise uluslararası politik ve ekonomik nedenlerden kaynaklanır.
Şimdi siz şunu soracaksınız: «Bu anlatım yanlı (taraflı) bir tutum değil mi?»
Evet öyle!... İngiltere Birleşik Büyük Locası’nın her şeyi kendine yontan yanlı
tutumu karşısında, masonca yansız, tümüyle objektif olunamıyor.
Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti’nin Durumu
Bu ritin yüksek konseylerinden bir bölümü, -önceki bölümde değinmiş
olduğumuz üzere- 1875 yılında İsviçre’nin Lozan kentinde toplanan uluslararası
konvanda ilk kez bir araya gelirken, İngiltere Yüksek Konseyi’nin de bunların
arasında bulunuşu dikkat çekicidir.
Yine önceki bölümde belirtmiş olduğumuz üzere; aslında bu konvandan sonra
yayımlanan “İlkeler Bildirgesi”, gerek ritin 1786 tarihli olduğu benimsenen
anayasasında yapılmış olan değişikliklerden gerekse bazı yüksek konseylerin
imzaladığı konfederasyon anlaşmasından daha önemlidir.
Bu bildirge sadece 1875 tarihinde onu benimseyerek imzalamış olan yüksek
konseyler için değil, Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti’ni uygulamasalar bile bu
bildirgenin kapsamını uygun bulan mason kuruluşları için de değerli bir tarihsel
belge niteliğindedir. Nitekim Masonluktaki bölünmüşlük olgusu bu bildirgenin
kapsamının benimsenip benimsenmeyişiyle kendini belli eder.
Bu bildirgenin en önemli maddeleri bu kitabın “Ritler” başlığı altındaki 10.
bölümünde özetle verilmişti. Onları burada bir kez daha yinelemenin anlamı ve
gereği yok. Ancak şunları eklemekte yarar olabilir:

281
BÖLÜNMELER
Lozan İlkeler Bildirgesi’nin kapsamında yer alan ilkeler objektif bir görüş
açısıyla bakıldığında mason örgütlerini birleştirici gibi görünüyorsa da, işin
içinde olanlardan kimilerine göre hiç de öyle değildir.
Nitekim Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti’nin daha sonra düzenlenen konvanlarında
bu bildirgede geçen çeşitli sözcük ve terimlerin -özellikle “Evrenin Ulu Mimarı”
kavramının- anlamı üzerinde titizlikle durulmuştur.
Aynı ritin kapsamı içinde olmakla birlikte ortaya çeşitli yorumlar çıkmıştır.
Tüm çabalara karşın yüksek konseylerin arasındaki çelişkiler giderilememiştir.
Masonluğun 33. derecesini almış ve bir yüksek konseyi yöneten, bu bakımdan
kimi gözlerde çok büyütülen kardeşler birbirlerine bir türlü tolerans göstermeyince,
onların da arasında uzlaşma sağlanamamıştır.
Dolayısıyla, Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti’nin de belli bir adı taşıdığı, belli
bir öğretim dizgesini uyguladığı gerekçesiyle kendi içinde dünya çapında tek
beden olduğu sanılmamalıdır. Masonluğun genelinde olduğu gibi o da kendi içinde
“tutucu”, “gelenekselci” ve “evrimsel” olmak üzere ayrı kanatlara bölünmüştür. Bu
olgu, ritin herhangi bir derecesinin -hangisi olursa olsun- birbirinden farklı
yüksek konseylerin uygulamasındaki ritüelik içeriği şöyle bir karşılaştırıldığında
hemen kendini belli eder.
Uluslararası Masonluk Birliği’ndeki Uzlaşmazlık
Bu kitabın 9. bölümünde Masonluktaki uluslararası örgütlenmelerden söz ederken,
İsviçre Alpina Büyük Locası’nın girişimiyle 1902 yılında “Masonik İlişkiler
Uluslararası Bürosu” adı altında bir iletişim örgütü kurulduğunu, ancak yaptığı
çalışmalardan başarılı bir sonuç elde edemediği için kapandığını belirtmiştik.
Bu kuruluşun 1904 yılında yayımlamış olduğu bir bildirge var ki ayırımsız olarak
tüm kardeşler için ibret olması gereken bir yakınma içeriyor:
“Sözde evrensel denen ve mutlaka bir kardeşlik birlikteliği göstermesi
gereken, amacı ise ayırmak değil birleştirmek olması zorunlu olan bir
topluluk içinde derin ayrılıkların görülmesi çok acıdır.
Bu topluluğun birçok gruplarının birbirlerini aforoz ettiğini,
kendilerinden farklı düşünmekten başka hiçbir suçu olmayan
insanları ve kardeşleri lânetlediklerini görüyoruz.
Bize inceleme yapıp denemeyi, tartışmayı, suçlamadan önce dinlemeyi
öğütleyen aklın sesine karşı sağır olan bu kimseler kendilerini suçsuz
saymaktan hoşlanıyor ve tutumlarıyla farkına varmadan özgürlüğe
sonsuzcasına düşman kesiliyor.”
Bu karamsar görüşe karşın, 1921 yılında masonik yazında kısaca A.M.I. olarak
anılan Uluslararası Masonluk Birliği’nin kurulduğundan da söz etmiş, ilgili
obediyansların ortak görüşlerinin açıklandığı bildirgenin en önemli maddelerini
sıralamıştık.
Bunların da burada bir kez daha yinelenmesi gerekmez.

274
BÖLÜNMELER
Birçok obediyans Uluslararası Masonluk Birliği’nin ortayla koyduğu ilkeleri
“Eski Yükümlülükler” ile “Landmarklar”a aykırı buldu.
Buna hiç şaşırmamak gerekir çünkü o kuruluş Liberal Masonluk ilkelerini
benimseyen obediyanslardan oluşuyordu. İşin ilginç yanı birliğin ilkelerinin Eski
ve Kabul Edilmiş İskoç Riti’nin 1875 tarihli Lozan Konvanı’nda belirlenmiş
olanlardan bazılarıyla çelişkili olduğunu ileri sürenler de çıkmıştı.
Belki bu da olağan karşılanabilir ama bu işin perde arkasındaki sorun başkaydı:
Masonluğun simgesel derecelerinde çalışan obediyanslardan oluşan birliğin,
aslında Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti’nin ilkelerini olduğu gibi izlemesinin
gerektiği ileri sürülmekteydi.
Olmayacak, Masonluk ile bağdaşmayacak işler…
Aynı senaryo yineleniyordu...
Üstün olan, sözünün dinlenmesi gereken örgüt hangisidir?... Masonluğun asal
derecelerinde çalışmakta olan bir obediyans mı, yoksa simgesel derecelerle
birlikte yüksek dereceleri de sinesinde barındıran bir yüksek konsey mi?...
Aslına bakılacak olursa buradaki sorunu yaratanlar, -eskiden beri olduğu gibi-
bazı yüksek konseylerin ileri gelenleriydi. Çünkü onlara göre, 1. dereceden. 33.
dereceye kadar uzanan Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti’nin ilk üç derecesini
yönetmekte olan obediyanslar, ritin egemen otoritesinin sözünü dinlemeliydi.
Buna karşılık, simgesel derecelerde çalışmakta olan obdiyansların seçilmiş
yöneticileri de bir yüksek konseyin yetki alanının ancak 4. dereceden sonra
başlayabileceğini, simgesel derecelere karışamayacağını ileri sürüyordu.
Bu sorun, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde ortaya çıkmış değildi; önceden de vardı.
Daha sonra da sürdü ve günümüzde de yer yer sürmektedir.
Ancak bunu “bölünme” olarak görmek doğru olmaz. Bu, diyalog noksanından
kaynaklanan bir uyuşmazlıktan başka bir şey değildir. Çözümü vardır. Şayet bir
yüksek konsey ilişkide bulunduğu obediyanslarla aralarındaki ilişkilerin nasıl
düzenleneceği konusunda anlayışlı bir tutum takınacak olursa sorun çıkmaz. (Böyle
bir sorunun nasıl çıktığını ve nasıl çözümlenebildiğini ya da tersine nasıl
çözümsüzlüğe sürüklenebildiğini, 17. bölümde Türkiye’deki Masonluğun yakın
tarihini incelerken göreceğiz.)
  

Uluslararası Masonluk Birliği bünyesinde çıkan uyuşmazlıklar sadece Eski ve


Kabul Edilmiş İskoç Riti’nin bazı yüksek konseylerinin tutumu ile bağlantılı
değildi. Öyle ki “Lozan İlkeler Bildirgesi” diye bir şeyin olup olmaması, birlik
üyesi olan obediyanslar arasında iyi bir uyum sağlanması ya da tersine uyuşmazlık
çıkmasını etkilemiyordu.
Asıl sorun, birliğin bünyesinde Özgürlükçü Masonluk ilkelerini benimseyen
obediyanslar olduğu gibi, Gelenekselci Masonluk ilkelerini benimseyenlerin de
bulunmasıydı. Önceleri aralarında hiç sorun yok gibi görünüyorlardı ama bir süre
sonra uyuşmazlık patlak verdi.

283
BÖLÜNMELER
Birliğin konvanlarında Gelenekselci Masonluğu benimseyen obediyansların
delegeleri, özellikle “Evrenin Ulu Mimarı” kavramının gündeme getirilerek
görüşülmesini, birliğin bu konudaki tutumunun belirlenip apaçık bir şekilde
ortaya konmasını istiyordu.
Nitekim 1927 yılında Paris’te toplanan konvanda, bu konu da gündeme alınıp
görüşülünce, obediyansların anlayışları arasındaki farklar sapır sapır ortaya döküldü.
Yapılan tartışmaların sonunda görüş birliğine varılır gibi oldu; Masonlukta genel
olarak “Evrenin Ulu Mimarı” terimiyle dile getirilen bir yüce ilke ve idealin
varlığının tanınması gerektiği üzerinde uyuşmaya varıldı.
Oraya kadar iyiydi ama iş o kadarla kalmadı.
Böyle bir tanımanın hiçbir dinsel inanç ve bağlanışı ne önerdiği ne de yadsıdığı,
her obediyansın kendi tüzük ve ritüellerinde bu ya da benzeri bir kavramı
bulundurmalarının zorunlu olmayacağı eklenince tartışmalar yine alevlendi.
Birliğin üyelerinden bazılarına göre din ve inanç konusundaki görüş ve eğilimlerde
obediyansları tümüyle serbest bırakan böyle bir kararın benimsenmesine olanak
yoktu. Aksi takdirde Masonluğun Deizm gibi Ateizme de açılacağını, bunun
Masonluğun temel yasasına aykırı olup Ateistleri üyeliğe kabul eden tek bir
locanın bile Masonluğun adını kötüye çıkaracağını ileri sürüyor, bu kararın
değiştirilmesini istiyorlardı.
Bu karar değiştirilemedi. Çünkü Özgürlükçü Masonluk anlayışını benimseyenler
çoğunluktaydı.
Bunun üzerine Gelenekselci Masonluğu benimseyen obediyanslar önce konvanı
terk etti, sonra da birlikten ayrıldılar.
  

Uluslararası Masonluk Birliği’ndeki bu olay sırasında İngiltere Birleşik Büyük


Locası, kendine daha yakın gördüğü obediyansların bu gibi toplantılara katılıp
uluslararası etkinliklerde pay almasından endişe duyuyor ama bunu pek belli
etmiyordu. Şöyle bir yorum yapmakla yetinmişti:
“Biz orada değildik... Böyle bir kongre yapmak üzere bizim onayımız
alınmamıştır. Dolayısıyla bu kongre bizim görüş açımızdan geçerli
değildir ve kararları da Mason Dünyası’nı bağlamaz.”
İngiltere Birleşik Büyük Locası’nın dediği doğruydu. Ancak bunları bu tarz ile
deyişi, «Dünyada Masonluk bizden sorulur.» anlamına geliyordu.
Uluslararası Masonluk Birliği’nde bir çatlak oluşunca, İngiltere Birleşik Büyük
Locası bundan yararlanmasını bildi. 1929 yılında, tarih boyunca ilk kez olmak
üzere bir evrensel bildirge yayımladı ve bir mason kuruluşunun düzenli olarak
tanınabilmesi için kendince uymasını zorunlu gördüğü koşulları açıkladı.
Bu koşullar aslında İngiltere Birleşik Büyük Locası’na özgü olmakla birlikte
Dünya Masonluğu’nda genel olarak “Tanıma Koşulları” terimiyle anılır. Bir
diğer deyişle Masonlukta “Tanıma Koşulları” denilince doğrudan bu anlaşılır.

274
BÖLÜNMELER

TANIMA KOŞULLARI

Bu kitabın Masonluktaki örgütlenme kurallarının


incelendiği 4. bölümünde değinilmiş olduğu üzere
herhangi bir mason kuruluşu, bir diğerini de kendi
benimsediği örgütsel düzen ilkeleri uyarınca “düzenli”
görünce, o kuruluşa bir “tanıma belgesi” ya da “patent”
verir. Bunu yapması zorunlu değildir ama bu işlem
dünya çapında benimsenmiş bir gelenektir.
İngiltere Birleşik Büyük Locası’nın bu bağlamda 1929 yılında belirleyerek, bir
bildirgeyle duyurmuş olduğu koşulları şöyledir:
1. Kökenin düzenliliği yani her büyük locanın yasal olarak gereğince
tanınmış bir büyük loca ya da düzenli bir şekilde oluşturulmuş üç veya
daha çok loca tarafından kurulmuş olması;
Daha sonra yapılan bir açıklama uyarınca bunun anlamı şöyledir: Düzenli olarak
tanınacak bir büyük loca ya doğrudan İngiltere Birleşik Büyük Locası tarafından
kurulmuş olmalı ya da onun tarafından patent verilmiş localarca oluşturulmalıdır.
Çok daha önce kurulmuş büyük locaların ise “konsekrasyon” denilen yöntemin
uygulanmasıyla düzene kavuşturulması gerekir.
Bu aşamada bir noktaya daha parmak basmakta yarar var: İngiltere Birleşik
Büyük Locası sadece büyük localardan söz eder; “büyük doğu” diye bir oluşumu
kabul etmediğinden, ona hiç değinmez.
2. Evrenin Ulu Mimarı’na ve onun vahiy yoluyla iletilmiş dileğine
inanmanın üyelik için zorunlu nitelik olması;
İngiltere Birleşik Büyük Locası, Evrenin Ulu Mimarı kavramını şöyle tanımlar:
“Bütün insanların babası olan, yaratıcı, düzenleyici, denetleyici ve yönetici, tek
ve ulu Tanrı, Yüce Varlık” (Supreme Being)… Bu koşula daha sonra “ruhun
ölümsüzlüğüne inanmak” da eklenmiştir.
Ancak yakın geçmişimizde İngiltere Birleşik Büyük Locası “ruhun ölmezliğine
inanma” koşulunu kaldırdı. Acaba neden?
İngiltere Birleşik Büyük Locası bu gibi yapıp etmeleri üzerine herhangi bir
açıklama yapmaz, bir gerekçe göstermez ki… Öyle uygun görülmüştür, öyle
yapılacaktır, hepsi bu kadar!
Bu değişikliğin olası gerekçesi üzerine ancak bir tahminde bulunabiliriz. Son
yıllarda dünya ekonomisinde Çin’in çok önemli bir yeri var. Şayet Çin’de bu
inanç zorlamasıyla Anglosakson Masonluğu ilerletilebilir mi?
İşin ilginç yanlarından biri de şu: İngiltere Birleşik Büyük Locası bu koşulu
kaldırdı ama onu “ana büyük loca” olarak benimseyen büyük localardan çoğu
tüzüklerinde henüz bu bağlamda bir değişiklik yapmadı.

285
BÖLÜNMELER
Şimdi soracaksınız: «Onların da mı bu değişikliği yapması gerekiyor?»
Hayır. İlle de gerekmiyor. İngiltere Birleşik Büyük Locası böyle bir koşula karşı
değil ki! İsteyen istediği gibi devam eder. Bir de zaten bu büyük loca her ne derse
ona gözü kapalı uyanlar var. Yeni adaylara ruhun ölmezliğine inanıp inanmadığını
sormazlar, olur biter.
3. Tüm inisiyelerin (Masonluğa girmiş olanların), kutsal kitap üzerine ya da
ona gözlerini bağlayarak ant içmesi; böylelikle inisiye olan kişinin vicdanını
yukarıdan gelen “vahiy”e bağlaması;
Burada söz konusu Kutsal Kitap, öncelikle “İncil”dir. Buna “Tevrat” da dahildir.
Ancak, dinsel inançlar arasındaki farklar nedeniyle, sonradan şu kitapların da bu
amaçla localarda bulundurulabileceği açıklandı: Vedalar, Tripitaka, Kuran, Tao
Teh King, Zend Avesta ve Konfüçyüs Kitapları.*
4. Büyük loca ve her locanın üyelerinin yalnızca erkeklerden oluşması; her
büyük locanın karma localar ya da kadınları da üyeliğe kabul eden
örgütler ile hiçbir masonik ilişkide bulunmaması;
5. Büyük locanın, kendi denetimi altında bulunan localar üzerinde egemen
jüridiksiyonunun bulunması yani ilgili jüridiksiyon** kapsamında zanaat
dereceleri ya da simgesel dereceler (çırak, kalfa ve üstat) üzerinde tek ve
tartışmasız otoritesi olan, sorumlu, bağımsız ve kendi kendini yöneten bir
organizasyonunun olması; bu otoriteyi, her ne şekilde olursa olsun bir
yüksek konseye ya da bu dereceler üzerinde bir denetim ve gözetme
yetkisi bulunduğunu ileri süren bir başka güce devretmeyip onunla
paylaşmaması;
6. Masonluğun Üç Büyük Işığı’nın (Kutsal Yasa Kitabı, gönye ve pergel) en
başta Kutsal Yasa Kitabı olmak üzere büyük loca ve ona bağlı localar
çalışırlarken mutlaka ortada bulundurulması;
7. Locada din ve politika konuları üzerinde görüşme yapılmasının kesinlikle
yasaklanması;
8. Eski Landmarkların ilkelerine, geleneklerine ve zanaatın uygulamalarına
kesinlikle uyulması.
İşte yine landmarklar…
Peki ama nedir bunlar?

*
Vedalar: Hinduizmin kutsal kitapları
Tripitaka: Budizmin kutsal kitabı
Tao Teh King: Taoizmin kutsal kitabı
Zend Avesta: Mazdaizmin kutsal kitabı.
**
Jüridiksiyon: Masonlukta bu terim en çok Eski ve Kabil Erdilmiş İskoç Riti’nde
geçmekle birlikte genel olarak herhangi bir mason örgütünün egemenlik bölgesini
nitelemek üzere kullanılır.

274
BÖLÜNMELER
Bu konuda zahmet edip bir açıklama yapsalardı da birçok yazar kardeşimiz kaleme
aldığı kitaplarında kendi kafasından değerlendirmeler yapacağına, otoriter organ
olarak tanıdığı bu büyük locanın tanımları çerçevesinde çalışsaydı.
Belki şunu soracaksınız: «İngiltere Birleşik Büyük Locası tutumu bakımından
“kuralcı ve sistemci” bir örgüt olduğuna göre, dünyanın birçok yerinde farklı
değerlendirmelere yol açan bu konu üzerinde niçin açıklama yapmıyor?»
Bilemeyiz ki…
Gidip bu büyük locanın en üst düzeydeki yetkililerine sorsak, onlar da ya bilmez
ya da bu soruya yanıt vermekten kaçınır.
Bu durumda yorum yapmaktan, tahminde bulunmaktan başka çare kalmıyor.
Şöyle:
Bu konuda bir açıklama yaparsa, kendi kendisini bağlamış olur. Yeterince geniş
düşünülmeden yapılan bir açıklama noksan kalabilir. Sonradan buna bir şey daha
eklemeye girişirse, bunu kendisinin uydurduğu belli olur. Başlangıcından
fazlaya kaçarsa, birtakım karşı çıkışlar (itirazlar) doğabilir. Değinerek geçtiği
gelenekleri ve “zanaatın eski uygulamaları” dediği şeyleri anlatmaya girişirse
yanılgılara düşebilir.
Bütün bunlar Büyük Loca’nın otoritesini zedeler. En iyisi kurumsal açıklamalar
yapmamak bunları kardeşlere bırakmaktır. Çünkü öyle bir durumda beğenmediği
anlatımlara karşı çıkabilir ve bunların “bireysel” olup Büyük Loca’yı bağlamadığını
belirtebilir.
  

İngiltere Birleşik Büyük Locası’nın bu koşullarından bazıları zaten dünyanın her


yanında aynen benimsenmektedir. Bazıları ise birçok obediyansın görüş ve
anlayışıyla çelişkilidir. Bu koşulların tümünü içtenlikle benimseyen ya da farklı
eğilimleri olsa bile kabul eden mason kuruluşları, hep birlikte Anglosakson
Masonluğu topluluğunu oluşturur.
Ancak bu koşullar bu kadarla kalmamıştır. Az önce belirtmiş olduğumuz yakın
geçmişteki değişikliğin öncesinde birtakım başka değişiklikler ve eklemeler de
yapılmıştır. Bunlardan ilki 1932 yılında yapılmış bildirgede yer alır. Onları
tamamlayıcı olması bakımından yukarıdaki ek açıklamalar kapsamında verdik.
Ardından, 1738 yılında İskoçya Büyük Locası ile İrlanda Büyük Locası’nın da
katılımıyla bir bildirge daha yayımlandı. Bu bildirgede şu ek koşullara yer verildi:
 Barışı ve sosyal düzeni bozucu eylemlerde bulunan kişiler mason localarına
alınamaz.
 Her mason ülkesinin yasalarına uymak zorundadır.
 Dinsel ve politik sorunlar hiçbir suretle localarda görüşülüp tartışılamaz.
 Mason kuruluşları, politik konu ve olaylar üzerine görüş belirtemez ve
açıklamalarda bulunamaz.

287
BÖLÜNMELER
 Uluslararası nitelikte birtakım kuruluşlar oluşturulması ve toplantılar
yapılması Masonluğun temellerine aykırıdır.
 Tüm bu ilkeleri tartışmasız olarak benimseyip uygulamayan örgütler bir
“mason kuruluşu” olarak tanınmayacaktır ve bunlarla hiçbir masonik ilişki
kurulmayacaktır.

Böylece Britanya kökenli mason kuruluşlarının Masonluktaki düzen konusunda


takındıkları tavır ortaya çıkmış oluyor. [Bu kadarla da kalmadı. Dahası da var.
Ancak burada onları da yazacak olursak işi çok uzatmış olacağız.]
Özgürlükçü Masonluk Topluluğunun Karşı Görüşleri
Masonlukta kendilerine “özgürlükçü” ya da “liberal” sıfatını takan obediyansların
çeşitli tarihlerde yayımlamış oldukları bildirgelerde, İngiltere Birleşik Büyük
Locası’nın Tanıma Koşulları’nda belirtilen kurallardan bazılarına karşı çıkıldı.
Bu görüşlerin genel özetini şöyle verebiliriz:
 Bazı mason kuruluşlarının tarihsel geçmişi diğerlerinden çok daha eski ve
köklü, bazıları diğerlerinden daha iyi örgütlenmiş olabilir. Çevre etkisiyle
oluşmuş gelenekler farklılık gösterebilir.
Ritlerdeki derecelerin kapsamı birbirine uymayabilir. Dinsel ya da özgürce
benimsenen inançlar arasında çelişkiler görülebilir. Masonluğun simge ve
kavramları değişik şekillerde yorumlanabilir.
Tüm bunlar Masonlukta bir evrensel birlik ve bütünlüğün oluşmasına engel
değildir.
Bunlardan herhangi birini diğerinden üstün tutmak, mason kuruluşları arasında
çekişme ve bölünmelere neden olmakta, Masonluğun evrensel amaçlarının
gerçekleşmesi için yapılacak çalışmalarda gecikmelere yol açmaktadır.
 Her obediyans Masonluğun temel yasasını dilediği gibi benimseyebilir ve
yorumlayabilir.
Hiçbir obediyans, kendi benimseyiş ve yorumunun bir diğerinden farklı oluşu
nedeniyle düzenini yitirmez.
İngiltere Birleşik Büyük Locası’nın Tanıma Koşulları ile Anglosakson
Masonluğu topluluğunda “Landmarklar” adı altında benimsenen kurallar,
bunları uygun gören ya da isteyenlerce benimsenebilir. Ancak hiçbir mason
kuruluşu bunlara gözü kapalı olarak uymak ve uygulamak üzere zorlanamaz.
Böyle bir şeyi ancak kurumsal özgürlükleri olasıya kısıtlı tutarak güdümleri
altına alıp, bundan kendi çıkarlarını sağlamak isteyen emperyalistler isteyebilir
ve buna da ancak onlara boyun eğmek zorunda kalanlar uyar.
 Mason töresinin mutlaka dinsel nitelikli görüş ve bağlanışlara dayanması
gerekmez.
Dinler ve inançlar, bunların tek yanlı olarak savunuluşu, çağlar boyunca
insanların ve toplumların birbirlerini kırmalarına yol açmıştır.

274
BÖLÜNMELER
Bundan ötürü, tüm insanların ve tüm toplumların barış ve mutluluğunu
amaçlayan Masonluğun din ya da inançları her ne olursa olsun tüm iyi ve
doğru insanlara kapılarını açmaması için hiçbir neden yoktur.
 Bir mason örgütünün “düzenli” sayılabilmesi için, Spekülâtif Masonluğun
kuruluşundan bu yana Dünya Masonluğu’nda benimsenmiş temel kurallara
uyması, böylece oluşturduğu düzenini bundan sonra da koruması yeter.
Tüm obediyanslar arasında birinin, bulunduğu ülkenin uluslararası boyuttaki
politik ve ekonomik gücüne dayanarak kendi başına oluşturduğu, sonra da
birçoklarına kabul ettirmeyi başardığı ilke ve yöntemleri olduğu gibi
benimsemek, öncelikle onun izin ve onayını almak gerekmez.
 Masonluğun temeli öteden beri özgürlük ve bağımsızlık üzerine kuruludur.
Bir mason örgütünün bunları kendi tekeline alarak, aynı hakkı başkalarına
kendi dileğince tanımaması Masonluğun özüne aykırıdır.
 Eğer bir mason kuruluşu kendini Dünya Masonluğu’nun önderi olarak
görüyorsa, tutum ve davranışları bir “önder”e yakışır biçimde olmalıdır.
Buyruklar vererek, peşin koşullar ileri sürerek, önderi olduğunu ileri sürdüğü
diğer mason kuruluşlarını hiçe sayarcasına küçümseyip ezmeye çalışarak,
kendi dediğini ve istediğini zorla kabul ettirmeye girişerek önderlik olmaz.
Tümünü bir araya getirerek, dinleyerek, onlara haklarını tanıyarak, saygın
olabilmek için öncelikle saygılı olmayı bilerek ve sevgi göstererek olur.
Eğer kendisi diğer mason kuruluşlarını bir araya toplayıp gerçekten de
evrensel olan Dünya Masonluğu’nda birlik ve bütünlük oluşabilmesi için
girişimde bulunamıyorsa, başkalarının bu doğrultudaki etkinliklerini kötüleyip
baltalamak yerine, katılmayı ve desteklemeyi bilmesi gerekir.
  

Bu tarz tutum ve yaklaşım Anglosakson Masonluğu topluluğundaki büyük localar


tarafından hayli sert bir tepkiyle karşılandı. Kendilerine karşı çıkan mason
kuruluşları ile muhatap olmamayı yeğleyip şöyle bir açıklama yaptılar:
“Eğer gerçekten mason olsalardı, Masonluğu ve onun yüce amaçlarını
anlayabilselerdi, örgütleri gerçekten birer mason kuruluşu sayılsaydı,
bu gibi sözler etmezlerdi... Bu sözler, onların Masonluk ile uzaktan
yakından ilgileri olmadığını gösterir.”
Anglosakson Masonluğu topluluğunda yer alanlara göre Masonluktaki tek sorun
kendilerine “özgürlükçü” ya da “liberal” sıfatını takarak “Düzenli Masonluk”
ilkelerine baş kaldıranların tutumundan ileri gelmiştir. Ancak onlar zaten birer
“mason kuruluşu” sayılamaz. Dünya Masonluğu’nda herhangi bir “bölünmüşlük
olgusu” yoktur.

289
BÖLÜNMELER

IRK VE CİNSİYET AYIRIMI

Masonluğun temel ilkeleri, insanlar arasında ırk ve


cinsiyet ayırımı güdülmemesini gerektirir ama bu
kurumun kendi içinde bu bakımdan da yer yer
ayırımcılık yapıldığı, bunun da mason kuruluşları
arasında bölünmelere yol açtığı görülmektedir.
Irk Ayırımcılığı
Masonlukta ırk ayırımına dayanan bir bölünmenin bulunması, böyle bir ayırımı
güden masonların en azından kendilerinden utanmalarını gerektirir. Bazı mason
örgütleri, -bulundukları ülkenin yasaları ırk ayırımı yapılmasını yasaklamış
olsa bile- Masonluğa alınacak kişiler bakımından buna aldırış etmemekte ya da
açıkça karşı çıkmaktadır.
Bu olgunun en belirgin örneği Amerika Birleşik Devletleri’nde görülmüştür.
Ülkede genel olarak beyazların egemenliği söz konusu olduğundan, onlara göre
siyah ırktan olanlar ile Kızılderililer Masonluğa alınamaz.
19. yüzyıl ve öncesinde, bu tutumun insana ilk bakışta mantıklı gibi gelen bir
gerekçesi gösterilmiştir. “Masonluğun temel yasası, yalnızca özgür doğmuş
kişilerin mason olabileceğini, kölelerin Masonluğa alınamayacağını belirtiyor.
Zenciler doğuştan köle olduğuna göre, Masonluğa giremez.” denmiştir.
Amerikalı beyazlar, böyle bir gerekçenin geçerliliğini çoktan yitirmiş olması bir
yana dursun, kendi atalarının Afrikalı özgür gençleri kaba güçle tutsak ederek bu
ülkeye getirmiş, zorla kendilerine köle etmiş olduğunu göz ardı etmektedir.
Kaldı ki bu toprakların özgün sahibi olan Kızılderilileri zaman içinde ortadan
kaldırıp resmen bir soykırım yapmış olduklarını da unutmaktadırlar.
Dünyanın birçok yerinde siyah ırktan olanlar tümüyle özgürdür. Birçoğu kendi
ülkelerini yönetir. Siyah ırktan olan Amerikalı yurttaşlar, bu ülkeyi birçok alanda
başarıya ulaştırmış, üstün mevkilerde yer almış, ülkelerine en az beyazlar kadar
hizmet etmiştir.
Buna karşın, Barrack Omaba başkan olana dek beyazların bu konudaki tutumunda
herhangi olumlu bir gelişme, bir değişiklik olmamıştır.
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin yayımlanmış olduğu, üstelik kendisini tüm
dünya yüzünde “insan hak ve özgürlüklerini koruyup savunmakta önder” sayan
bir ülkede böylesine katı ve çağ dışı kalmış görüşleri koruyan, üstelik bunları
değiştirmeye yanaşmayan birçok masonun bulunması pek acıdır.
Hatta bu olgu Masonluk adına bir yüz karasıdır. Öyle ki bunun yanında tenlerinin
rengi koyu olanlar pek “ak” kalır.
Amerika Birleşik Devletleri’ndeki eyaletlerin birçoğunda yalnızca beyazların
üye olabildiği büyük locaların yanı sıra yalnızca zencilerin oluşturduğu büyük
localar da vardır. Beyazların bu konudaki yargısı şöyledir:

274
BÖLÜNMELER
“Zenci locaları düzensiz örgütler olup, Masonlukta yasa dışı sayılır.
Zenciler mason olamaz. Çünkü geçmişte beyazlarla aynı haklara sahip
olamamışlardır; gelecekte de olamayacaklardır.”
Amerikalı beyaz masonlar, zencilerin Masonluğa alınmalarına karşı çıkmanın
ırkçılığa dayanmadığını, Masonluğun Landmarkları’nın gereği olduğunu da ileri
sürmüştür.
Oysa Amerika’da siyah ırktan olan masonlar ilk kez doğrudan İngiltere Birleşik
Büyük Locası’na bağlı localarda Masonluğa girmiştir. Üyesi oldukları localar
ve sonradan oluşturdukları büyük localar, az önce sözünü ettiğimiz “Tanıma
Koşulları”na uyum gösterdiği sürece İngiltere Birleşik Büyük locası tarafından
“düzenli masonik örgütler” olarak tanınmaktadır.
Bununla birlikte İngiltere Birleşik Büyük Locası bu konuda Amerika Birleşik
Devletleri’ndeki obediyanslarla çekişmeye girmez.
Bu bir diplomasi gereğidir; onları kendi haline bırakır. Sorun çıkarmak istemez.
Düzenli sayılan bir obediyansın gene düzenli sayılan bir diğerini “düzensiz”
görmesi ya da bir başka nedenle onunla ilişki kurmaması, kendi bileceği bir iştir;
buna karışılmaz. Sadece tersi düşünülebilir: Şayet düzenli bir büyük loca
“düzensiz” sayılan bir örgütle ilişki kuruyorsa, o da düzensiz sayılır.
İngiltere Birleşik Büyük Locası zenci kardeşlerimizin Amerika’daki önderleri
sayılan “Prince Hall” genel adı altında kurmuş oldukları büyük locaları düzenli
olarak tanımaktadır ama onlarla doğrudan ilişkisi yoktur.
Öte yandan kendisi de İngiltere’de benzer bir tutum takınmıştır. “Irk Ayırımsızlığı
Yasası” adını taşıyan başlı başına bir yasa uyarınca siyah ırktan olan İngiliz
uyrukluların Masonluğa girmesini engellememiştir ama herhangi bir sorun
çıkmaması için, beyaz masonlar ile siyah ırktan olanların localarının ayrı
olmasını sağlamış, toplantı yerleri de birbirlerinden uzak tutmuştur.
  

Özellikle siyah ırktan olanlara karşı beslenen bu olumsuz tutum, dolayısıyla


olanların kendilerine özgü apayrı localarının bulunması olgusu, Avustralya ve
Kanada başta olmak üzere diğer bazı ülkelerde de söz konusudur.
Belki şunu soracaksınız: «Peki, ya melezler?... Ya Orta Amerika yerlileri ve
Araplar gibi çok esmer olanlar?... Ya uzak doğulular?... Amerikalı beyazların
indinde onların durumu nedir?»
Bu pek yerinde bir soru ama mantıklı bir yanıtı yoktur. Locaların tutumu üyelerin
tolerans düzeyine bağlıdır. Hoş karşılandıklarını söylemek zordur. Ancak bilinen
şu ki gidip onların ülkelerinde localar kurar, sonra yerli halktan olanları
Masonluğa kabul ederler. Fakat bu konuda çok konuşmamayı öngörürler çünkü
oralarda localar kurmak ”Masonluk” için değil kendi çıkarları içindir.
Nitekim Amerika Birleşik Devletleri’nde özellikle ana dili İspanyolca olan
esmer tenlilerin, siyah ırktan olanlar gibi kendi localarını hatta büyük localar
kurduğu, Masonluktaki çalışmalarını kendi dil ve soy birliği olanlarla birlikte
yürütmeyi yeğledikleri görülmektedir.

291
BÖLÜNMELER

Cinsiyet Ayırımcılığı
Kadınların mason olup olamayacağı 18. yüzyıl ortalarından beri tartışılan, hâlâ
kesin bir biçimde sonuçlandırılamamış bir konudur. Kadınların yer yer ve zaman
zaman Masonluğa kabul edilmiş olması, çoğu masonlarca “hoşnutsuz ve düzeni
bozucu istisnalar” sayılmıştır.
Fransa, gerek sadece kadınların üye olabildiği “kadın mason locaları”nın gerekse
hem kadın hem erkeklerin birlikte üye olduğu “karma localar”ın kurulmasına
öncülük eden ülke olmuştur. Birçok ülkede liberal kanatta yer alan obediyanslar,
-kendi localarına sadece erkek üye alsalar bile- kadınların mason oluşuna sıcak
bakar; birçoğu, kadın kardeşlerimizi toplantılarına konuk olarak kabul eder.
Toplantılara kabul etmeyenler de vardır ama kadınların kendi düzenleri içinde
mason olmasına karşı olumsuz bir tutum takınmazlar. Aynı durum, üyeleri
sadece kadınlardan oluşan mason kuruluşları için de söz konusudur.
Ancak bu konuya hangi yönden bakılırsa bakılsın, sadece erkeklerin mason
olabileceğini benimseyerek bu tutumda direten mason kuruluşlarının günümüzde
bile dünya yüzünde büyük çoğunluğu oluşturduğu yadsınamaz.
Elbette «Bunun gerekçesi nedir?» diye soracaksınız.
Bunun asıl nedeni ayırımcılıktır ama bu hiçbir zaman açıkça dile getirilmez ve
bir gerekçe olarak gösterilmez. Başka açıklamaların ardına sığınılır.
Kimine göre kadınların Masonluğa alınamayışı, Masonluğun temel yasasında bu
konuda yer alan belirgin kuraldan kaynaklanır: “Kadınlar mason olamaz.” İşte
bu kadar!
Kimine göre Masonluğun temel yasasının gereği öyle açık bir yasak olmasaydı
bile kadınlar Masonluğa giremezdi çünkü tarih boyunca bu meslek salt erkeklere
özgü olmuştur: “Herkes yerini ve işlevini bilsin. Masonluk kadınlara göre değil.”
Bunun tartışılması abestir.
Kimisi konuyu bambaşka bir açıdan alır ve masonik bakımdan herhangi bir engel
olmasa bile kadınların mason olamayacağını ileri sürerek şöyle der: “Masonluk
kadınlara uygun değildir. Çalışma tarzı ve öğretimi, yalnızca erkeklere göre
düzenlenmiştir.”
Bu son görüşte olanların gerekçelerinin temeli kadın ile erkeğin bedensel yapısı
arasındaki farklar üzerine kuruludur; kadınların ritüellerdeki bazı hareketleri
gerektiği gibi yapamayacağını ileri sürerler.
Bir de aralarında kadınları “zayıf yaratıklar” olarak niteleyenleri vardır; onlara göre
kadınlar “yufka yürekli” olduğu için Masonluğun ritüelik öğretimini kaldıramaz.
Konuyu salt “cinsellik” açısından alanlar da vardır. Erkek ile kadının masonik
kardeşlik ortamında bir arada olamayacağını, bunun yürümeyeceğini ileri
sürerler. Kadının toplumdaki yerinin ve işlevinin farklı olduğunu belirtirler.
Kadınların da mason olabileceği savunanlar ise bu karşıt görüşlerin tümünü
“çağın gerisinde kalmış salt erkeksi yaklaşımlar” hatta “Antifeminizm” olarak
nitelendirerek şöyle der:

274
BÖLÜNMELER
“Günümüzde kadınlar artık her türlü meslek sahibi hatta asker bile
olabilmekte, politikaya girmekte, devlet başkanı olabilmektedir. Masonluk
tüm mesleklerden ve devlet yönetiminden daha üstün bir kurum değildir.
Masonluğun amaçları doğrultusunda localarda yapılacak çalışmalar,
erkeklerin tekelinde kalamaz. Üstelik bu amaçların gerçekleştirilebilmesi
için kadınların etkin çalışmalarına gereksinme vardır.
Kadınların, bazı bakımlardan toplum üzerinde erkeklerden çok daha etkili
olduğu yadsınamaz. Hemen her ailede çocukların yetiştirilmesi,
erkeklerden önce kadınların elindedir. Masonluğun amaçları bakımından
bu olgu, kadınların erkeklerden önce Masonluğa girip, çocuklarını
Masonluğun ilkeleri ve öğretimi doğrultusunda yetiştirmelerini
gerektirir.”
Kadınların da mason olabileceğini savunanlar arasında konuya bambaşka bir
açıdan bakanlar da vardır. Onlar da şöyle demektedir:
“Hiçbir güç ataerkil bir toplum düzeni kurularak bu ortamda insanlarca
yapay olarak oluşturulmuş erkek ile kadın eşitsizliğinin ortadan
kaldırılmasını durdurmaya yetmeyecektir. Bir gün gelecek, dünya
yüzünde yalnızca erkeklerin ya da yalnızca kadınların üye olarak kabul
edildiği mason locası kalmayacaktır.”
Bu bağlamda belki en umutsuz ülke, -buna hayret edebilirsiniz- Amerika Birleşik
Devletleri’dir. Bu ülkede kadınlar erkekler kadar özgür, erkekler kadar güçlüdür.
Bunun bilincine varan Amerikalı kardeşlerimiz, kadınları Masonluktan uzak
tutmak için Masonluğa benzer (paramasonik) nitelikli bir örgüt oluşturmuşlardır.
Sadece kadınlara özgü olan ve “Doğu Yıldızı” (Eastern Star) adını taşıyan bu
örgüt öylesine ilerleyip gelişmiştir ki kadınların Masonluğa girme niyetini silip
süpürmüştür. Günümüzde salt erkeklere özgü olmayı sürdüren Masonluk ile eş
düzeye gelmiş bulunduğu söylenebilir. (Bu konuyu Masonluğa benzer kurumları
inceleyeceğimiz izleyen bölümde ele alacağız.)
  

Günümüzde bu konuda Masonlukta öyle dehşetli bir “ikiye bölünmüşlük olgusu”


görülmektedir ki bölünmüşlüğe neden olan diğer konular çözümlense bile bu
konu en sona kalıp çözümsüzlüğü devam edecek gibi görünmektedir.
Sadece erkeklerin mason olabileceği görüşünde direten kuruluşların çoğu,
kadınları da localarına kabul eden ya da onları destekleyenlerin tutumlarının yanlış
olduğunu belirtmekle kalmamakta, onları masonik bakımdan “düzensiz” sayarak
onlarla masonca ilişki kurmaktan sakınmaktadır.
Kadınların bu bağlamda “Kadın Hakları” diye bir savunma peşinde koşmaları
hiçbir yarar sağlamamıştır. Çünkü konunun çözüm anahtarı “İnsan Hakları”dır.
Nitekim günümüzde yeryüzünde en yaygın Karma Masonluk türü de adının
kapsamında bu terimi kullanmaktadır.

293
BÖLÜNMELER

Saçma Sapan İşler


Bu bölümü böyle saçma sapan bir başlıkla bitireceğiz. Çünkü size göre belki
aşağıda yazacaklarımızın hepsi saçma sapan.
Anglosakson Masonluğu’nda geçerli bir ritüelik uygulamaya göre, bir aday
mabet kapısına getirilmeden önce “soyunma” denilen bir yöntemle hazırlanır. Bu
yöntemin ayrıntılarından biri, adayın gömleğinin iyice açılıp, bir göğsünün çıplak
hale getirilmesidir. Günümüzde bu uygulamanın gerekçesi bir simgesel açıklama ile
yapılmaktadır. Ancak eskiden “gerçekten erkek olduğunun belli olması için” diye
açıklanırmış.
Peki, erkek olmasına erkek de göğsünü bir kadın gibi büyütmüşse ne olacak?
Seyrek de olsa hiç dışarıya çıkık göğsü bulunmayan, anatomik bakımından tam
bir erkek görünümünde kadınlar var. Erkek olduğunu ileri sürerek Masonluğa
girmek isterse, bu test ne işe yarayacak?
Bir kardeşimiz, -erkek olsun, kadın olsun- Masonluğa girdikten sonra operasyon
geçirerek cinsiyet değiştirirse ne olacak? Atılacak mı?
Böyle bir operasyonu Masonluğa girme dileğinden önce geçirmişse ne olacak?
Özgün olarak erkek mi sayılacak, kadın mı?
Erkeklik ya da kadınlık sadece anatomik görünüm ile mi belirlenir? Bunun bir de
zihinsel ya da duygusal boyutu yok mu?
İsterseniz şunu sorun: «Bu sözle denilmek istenen nedir?»
Denilmek istenen şu: Kadın olsun erkek olsun, eşcinseller ne olacak? Masonluğun
hiçbir yasasında “Eşcinseller mason olamaz.” diye bir kayıt yok.
Bunlara bir de dünyada sayıları hayli çok olan biseksüelleri, transeksüelleri
ekleyebilirsiniz.
Üstelik Masonluk öncelikle cinsellik ve seks üzerine mi kurulu?... Bu çok mu
önemli? Amaçlarımızı, ilkelerimizi, çalışma yöntemlerimizi, ritüellerimizdeki
öğretim öğelerini göz önüne alalım. Tüm bunlarda cinselliğin etkisi var mı?
Demagojik saçmalamayı bırakalım. Masonluktaki cinsiyet ayırımımın, bundan
ötürü dünya çapındaki bölünmüşlük olgusunun Masonluğa hiç de yakışmadığını
belirterek bitirelim.



274
15
TÜRKİYE’DEKİ TARİHÇE ( I )
Osmanlı Dönemi

Bu bölümden başlayarak Masonluğun Türkiye’deki tarihçesi, diğer


ülkelere oranla çok daha ayrıntılı bir şekilde anlatılacak.

Masonluğun Türkiye’deki tarihi başlı başına bir kitap olabilecek niteliktedir.


Nitekim öyle kitaplar yazılmıştır da…
Bu bağlamda tüm yayınlanmış kitapların arasında
belki en güzel ve en değerlisi Kemalettin Apak
kardeşimizin “Ana Çizgileriyle Türkiye’deki Masonluk
Tarihi” adlı, boyutu küçük ama kapsamı hayli ayrıntılı
yapıtıdır. Sonraki çalışmalar hep bu kitabı kaynak
almıştır. Ne yazık ki basım tarihi bakımından eskide
kalmış (1958) olduğu için Türk Masonluğu’nun tarihinin
yakın geçmişini içermemektedir.
Zaten konu tarihçe olunca, basılı yayınların en büyük
sıkıntısı budur. Ne eksiği giderilebilir, ne yanlışlığı
(varsa) düzeltebilir ne de güncellenebilir. Günümüzde
bu bakımdan elektronik ortam böyle olanakları sağlıyor.
  

Daha sonra yayınlanmış tarihçe kitapları da var. Bunların arasında Celil Layiktez’in
“Türkiye’deki Masonluk Tarihi” adlı üç ciltlik yapıtı gerçekten başlı başına bir
emek ürünü… Gerek basılı gerekse CD olarak günümüzde de elde edilebiliyor.
Ancak bu çalışma özellikle son cildinde Anglosakson Masonluğu eğilimli bir
tutumla kaleme alınmış olduğundan, Türkiye’deki Masonluk üzerine verdiği
bilgilerden bazılarının doğruluğu tartışılabilir.
Güngör Öcal’ın “Türk Masonluğu” adlı kitabını da göz ardı edemeyiz. Bu kitap da
günümüzde basılı olarak bulunabiliyor.
Bütün bunlar varken bu kitapta Türkiye’deki Masonluğun tarihini anlatmak abes
olur ama değinilmeden de geçilemez. Çünkü bu kitapta sadece düz anlatımlarla
yetinmiyor, hem birtakım açıklama ve yorumlar yapıyor hem sizin olası
sorularınızı yanıtlamaya çalışıyoruz.
Bu açıklamayı burada yaptık ama Türkiye’deki tarihçe bakımından izleyecek
olan iki bölüm (16. ve 17. bölümler) için de geçerli sayın lütfen.

357
OSMANLI DÖNEMİ
Osmanlı Devleti’ndeki İlk Localar

Osmanlı Devleti sınırları içindeki ilk mason locasını 1721 yılında İstanbul’da
bulunan Fransız kardeşlerin kurduğu söylenir.
Adı bilinen ilk Türk mason, Fransa’da elçi olarak bulunurken Masonluğa girmiş
olan Yirmisekiz Mehmet Çelebizade Sait Çelebi’dir. Bir diğeri, aslında bir
Fransız soylusu iken devşirilmiş olan Kumbaracı Ahmet Paşa’dır.
1720’li yıllarda İstanbul’da kurulan localar pek uzun yaşayamamış çünkü Padişah
Sultan 1. Mahmut mason localarının çalışmalarını yasaklamış.
Gerekçesi belli değil.
Bu yasak 18. yüzyıl sonlarına kadar sürmüş. Ancak Makedonya ve Rumeli denilen
bölgedeki locaların çalışmalarına göz yumulmuş.
3. Selim ise Avrupa ülkeleriyle yakın dostluk ilişkileri kurduğu için daha anlayışlı
davranmış. Onun döneminde İstanbul’da da çeşitli yabancı obediyanslara bağlı
locaların kurulup çalıştığı anlaşılıyor.
Yaklaşık yüzyıl böyle gitmiş.
İngilizlerin, İskoçların, Fransızların, İtalyanların çeşitli ülkelerde doğrudan
kendilerine bağlı locaları varmış. Osmanlı Devleti de işte o ülkelerden biri
olmuş. Bu tür locaların üyelerinin arasına yerel halktan tek tük kabul ettikleri
kimseler de olurmuş.
Osmanlı Devleti gibi halkın çoğunluğunun Müslüman olduğu bir ülkede zaten
yerel halktan çoğu kimsenin “gâvur icadı” diye düşünülen Masonluğa girmeye
heveslenmesi beklenmezdi.
  

Geldik 19. yüzyıl ortalarına…


1833-1856 yılları arasındaki Kırım Savaşı sırasında Osmanlı Devleti, birçok
Avrupa ülkesiyle kültürel bakımdan yakınlaşma sağlamıştı. Bu dönemde Osmanlı
Devleti’nde özellikle Batı Trakya, İstanbul ve İzmir’deki localar giderek arttı.
1850’li yıllarda farklı obediyanslara bağlı localar tutum değiştirdi. Artık Türk
aydınlarını da kendilerine çekebilmek için birbirleriyle âdeta yarışa bile giriştiler.

İlk Büyük Loca


Osmanlı Devleti’nde ilk büyük locanın 1857 yılında “Grande Loge de Turquie”
(Türkiye Büyük Locası) adı altında İzmir’de kurulduğu, bu büyük locaya bağlı
altı locadan her birinin ayrı bir dilde çalıştığı, Türkçe çalışan locanın adının
“Orhaniye” olduğu söylenir.
Doğruluğu tartışmalı bir bilgi bu…
19. yüzyılda ne sözü edilen bu büyük loca ne de İstanbul’daki localar uzun
ömürlü olabilmiş. Çünkü masonların çoğu, bu kentlerdeki yabancı görevlilermiş.
Görevi biten gidiyormuş. Pek az sayıda Türk ayrı ayrı localara girmiş ama
localarının tutarlı bir çalışma göstermesini sağlayabilecek güçte değilmişler.

358
OSMANLI DÖNEMİ
İlk Yüksek Konsey

Kronolojik sıralamaya göre gidince, Osmanlı Devleti’nde ulusal obediyansın


kurulmasından önce 1861 yılında Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti’nin bir yüksek
konseyinin kurulduğunu görüyoruz: Adı Şûrayı Âlîyi Osmanî yani Osmanlı
Yüksek Şûrası… Başında büyük komandör (gran komandör/hâkim büyük âmir)
olarak Mısır asıllı Prens Muhammed Abdülhalim Paşa var.
O tarihlerde bu ülkede henüz yüksek derecelerde çalışma yapacak yeterli sayıda
mason yoktu. O nedenle bu yüksek konsey gerçekten ritin asal kuralı uyarınca
düzenli bir şekilde mi kuruldu yani 33. derecede dokuz mason var mıydı yoksa
yeterli sayı yok idiyse de kurulmuş mu sayıldı, orası belli değil.
Ardından bu yüksek konseyin başına Hyde Clark adlı bir İngiliz masonun
geçtiği, konseyin merkezini İzmir’e taşıdığı. herhangi bir masonik etkinlik
gösteremediği, sonunda bu kuruluşun eriyip gittiği anlaşılıyor.
Aslında tüm bunların tarihçesi, her ne olup bitmişse o kadar çok önemli değil…
Belki çok önemseyenler çıkar ama bizim burada, konuyu özetle gözden geçirip
ayrıntılara girmeyişimiz bakımından önemli değil.
Önemli olan bir şey varsa o da bu yüksek konseyin kuruluş tarihi.
Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti’nde herhangi bir coğrafyada (jüridiksiyonda)
ilk yüksek konseyin kuruluş tarihi çok önemsenir. Hani bu kitabın 11. bölümünde
Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti’nin Anayasası uyarınca bir yüksek konseyin
herhangi bir nedenle dağılması durumunda yeni baştan nasıl toparlanabileceğini
anlatmıştık ya… İşte bu nedenle bir kez yüksek konseyin kurulmuş olması çok
önemlidir. Çünkü bu uluslararası ölçekte sıralanmanın yerini belirler.
Nitekim Türkiye’deki yüksek konseyin kuruluş tarihi 1861 olarak belirtilir. Bu
kurumun sonradan yenilendiği tarih, daha sonraki isim değişiklikleri hep sadece
birer tarihsel olay olarak nitelenir.
Dahası, 1968 tarihinde Türkiye’deki yüksek konseyler ikileşince, -her birinin
asıl kendisinin geçerli olduğunu ileri sürüşünü bir yana bırakın- Gerek Türkiye
Süprem Konseyi gerekse Türkiye Yüksek Şûrası adlarını taşıyan iki ayrı yüksek
konseyin her ikisi de kuruluş tarihini 1861 olarak göstermiştir.

“Ser” Locası

Osmanlı Devleti’nde Masonluk, Sultan Abdülaziz’in döneminde (1861-1876)


hayli gelişme göstermişti. İstanbul’daki Ermeni kardeşler “Ser” (Ermenicede
“Sevgi”) adlı bir loca kurmuştu.
O dönemin mason olan aydınlarından çoğu Fransa Büyük Doğusu’na bağlı olan
bu locanın üyesiydi. Keçecizade Fuat Paşa, Mithat Paşa, Ziya Paşa, Ahmet Vefik
Paşa, Tunuslu Hayrettin Paşa, Şinasi, Namık Kemal, İbrahim Hakkı Paşa,
Türkiye’nin genel tarihinde adı bilinen daha birçok ünlü kişi vardı. Sultan 5.
Murat ile kardeşleri Şehzade Nurettin ve Şehzade Kemalettin efendiler de...
Saray da Masonluğa sokulmuştu âdeta.

359
OSMANLI DÖNEMİ
Baskı Rejimi Dönemi

1861 yılında Sultan Abdülaziz tahta çıkarken, Şehzade Sultan Murat da veliaht
ilan edilmişti. (Elbette bu olayın tarihiyle yüksek konseyin kuruluş tarihinin
örtüşmesinin bir bağlantısı yok.)
Abdülaziz 1876 yılında tahttan indirildiğinde, Sultan 5. Murat padişah olmuş
ama iki ay sonra o da tahttan indirilip yerine meşrutiyet ilan edeceğine söz veren
2. Abdülhamit getirilmişti.
2. Abdülhamit sözünü tuttu ve meşrutiyeti ilan etti ama Osmanlı Devleti’nin
Rusya ile giriştiği savaşta bozguna uğramasından sorumlu tuttuğu Meclis-i
Mebusan’ı 1878 yılında kapattı. Bundan sonra dış politikada uyuşmacı bir tutum
benimsediyse de içte dehşetli bir baskı rejimi kurdu.
Böylece, tarihte genellikle “İstibdat Devri” olarak anılan dönem başlamış oldu.
Bu dönem düşünce özgürlüğünün tümüyle ortadan kaldırılmasına çalışılan, en
ufak bir yenileşme girişimine bile fırsat tanınmayan, padişahın dış politikadaki
başarısızlıklara pek aldırış etmeyip yalnızca her türlü tehlikeye karşı saltanatını
korumaya çalıştığı karanlık bir dönemdir.
Sokakta karşılaşan birkaç kişinin birbirleriyle konuşmalarından bile huylanıldığı,
bundan ötürü peşlerine hafiye takıldığı bu dönemde, locaların kapatılmasını ve
Masonluğun yasaklanmasını da doğal karşılamak gerekir.
Gerçi yabancılar uluslararası anlaşmalar uyarınca anınmış ayrıcalıklar gereği
sınırlarını aşmaksızın her istediklerini yapabiliyordu ama Türk aydınlarının, hele
devletin üst düzeyinde görevleri olanların akşamları kendi aralarında toplantı
yapmalarına izin yoktu.
Hele hele bu toplantılarda Türkler ile yabancıların aynı çatı altında bir araya
gelmelerine kesinlikle göz yumulamazdı.
Ortamın böyle oluşuna karşın bu dönemde de Osmanlı Devleti’nde Masonluk
gerek İstanbul’da gerekse taşrada gelişimini sürdürdü. Çeşitli yabancı büyük
localara bağlı olmak üzere birçok yeni loca kuruldu. 1883 yılında İstanbul’da bir
“mason balosu” bile düzenlendi.
  

Sultan 2. Abdülhamit’in padişahlığı sırasında Osmanlı Devleti’nde Masonluğun


yaşayabilmiş olması iki temel nedene bağlanır:
a) Abdülhamit benimsediği dış politika uyarınca Avrupalıları kızdırmamaktan
yanaydı. Kapitülâsyonlar iyiden iyiye yerleşmiş, Osmanlı Devleti’nin tüm
ekonomik yapısını âdeta ele geçirmişlerdi. Bundan ötürü yabancıların özel
işlerine pek karışılmaması uygun görülüyordu.
b) Çırağan Sarayı’na kapatılmış olan Sultan 5. Murat’ın mason olduğu sır
değildi. Sultan Abdülhamit, mason localarının üstüne fazla gidilecek olursa,
devletin üst düzeylerinde yer almakta olan Türk masonlarının yabancıların
desteğini alarak onu tahttan indirebilecekleri konusunda uyarılmıştı. Aslında
Abdülhamit, Masonluğun ne olduğunu ve ne olmadığını biliyordu.

360
OSMANLI DÖNEMİ
Dolayısıyla Türklerin de çalışmalarına göz yumulan locaların toplantılarına
katılmalarını engellenmedi; sadece sıkı bir şekilde izlenmeleriyle yetinildi.
Bu masonlardan birçoğu zaman zaman başka gerekçeler uydurularak ya İstanbul
dışına sürüldü ya da kendilerine Masonluk ile ilgisi olmayan bir suç yüklenerek
yargılanıp cezalandırıldı.
Sultan 5. Murat’ın şehzadeliği sırasında Batı ülkelerinde -özellikle İngiltere’de-
tanıştığı, mason olan kimi devlet adamlarına gizlice haber ileterek, hiçbir sağlık
sorununun kalmamış olduğunu bildirdiği, Çırağan Sarayı’ndaki tutsaklığından
kurtarılması için girişimlerde bulunulmasını rica ettiği söylenir. Fakat böyle bir
ricada bulunduğunun doğru olup olmadığı, doğruysa yerine ulaşıp ulaşmadığı,
ulaşmış olsa bile nasıl değerlendirildiği ve ne yapıldığı bilinmemektedir.
Bir söylentiye göre kimi Avrupalı devlet adamları, Osmanlı Devleti’nden bir
ödün koparabilecekleri zamanı kollamış, kendilerince sırası geldiğinde Sultan 5.
Murat’ın salıverilmesi için bir diplomatik girişimde bulunmuşlar. Padişahın buna
karşı tepkisi pek sert olmuş. Bunun üzerine Batılı diplomatlar, Sultan 5. Murat’ın
yaşamının korunacağı üzerine güvence verilmesiyle yetinmek zorunda kalmış,
Osmanlı’nın iç işlerine karışmamayı yeğlemişler.
Bu da bir söylenti… Tarih kitaplarında bu konuda bilgi var mı acaba?
Şunu sorabilirsiniz: «Peki ama siz bu bilgiyi verirken hangi kaynaktan aldınız?»
Zamanında bu konudaki bilgiler derlenirken bir akademik çalışma yapılması söz
konusu olmadığı için tüm bilgiler sadece biriktirilmiş, sonradan derlenmiş. Hangi
bilginin hangi kaynaktan alınmış olduğu not edilmemiş. Kusura bakmayın. Ancak
şöyle bir olasılık var: Orhan Koloğlu’nun “Abdülhamit ve Masonlar” adlı
kitabından alınmış olabilir. Bizim burada yazdıklarımızın kaynağı ya daha önce
yapılmış çalışmalarımızda yer alıyor ya da bellekteki birikim…
  

Bilindiği kadarıyla Sultan 5. Murat 28 yıl boyunca Çırağan Sarayı’nda tutsak


yaşadı. 1904 yılında eceliyle öldü.
Hemen ardından masonlar üzerindeki baskılar şiddetleniverdi. İstanbul’daki birçok
loca kapanmak zorunda kaldı.
Bu olgu, Masonluğu pek iyi bilen ve tanıyan Abdülhamit’in, Sultan 5. Murat’ın
mason oluşundan gerçekten de çekinmiş olduğunun bir göstergesi sayılır mı
acaba?
Türk Masonluğu’nun tarihçesindeki “Sultan Murat Olayı”nı 18. yüzyılın ilk
yarısında İngiltere’deki “Stuartlar Olayı”na benzetebiliriz.
Ancak Stuartlar çok daha etkin girişimlerde bulunmuş, Masonluk ile politikayı
bağdaştırmışlardı. Bunun Masonluk üzerinde birtakım belirgin etkileri olmuştu.
Sultan Murat Olayı’nda ve sonrasında ise böyle bir etki görülmemiştir.
Bir diğer deyişle, Türk masonlar bu konuyu Masonluktan soyutlamıştır. Devlet
işlerine Masonluğu karıştırmamışlardır.

361
OSMANLI DÖNEMİ
1905 yılında, giderek artırılan baskı ve sıkı denetim nedeniyle İstanbul’da locaların
toplantı yapmaları iyiden iyiye güçleşirken, Anadolu ve Batı Trakya’da kardeşler
biraz daha rahat bir nefes alabilme olanağını elde etti.
Nitekim daha sonraki dönemlerde yoğun etkinlik göstermiş ve önemli görevler
üstlenmiş kardeşlerden birçoğu, İtalya Büyük Doğusu’na bağlı olarak Kadıköy’de
çalışan “Calcedonia” adlı locanın üyelerindendi. Bu kardeşler arasında İhsan
Abidin, Fuat Süreyya Paşa, Faik Paşa, Fuat Hulûsi Demirelli ve Hakkı Şinasi
Paşa gibi her biri Türk Masonluğu’nda çok önemli görevlerde bulunmuş olanları
sayabiliriz.
  

Batı Trakya’daki locaların çoğu konumu bakımından o tarihlerde önemli bir


ticaret merkezi olan Selânik’teydi.
O localar arasında gene İtalya Büyük Doğusu’na bağlı “Macedonia-Risorta”
ile Fransa Büyük Doğusu’na bağlı “Véritas” adlı localardan özellikle söz etmek
gerekir.* Bu iki locanın İttihat ve Terakki Cemiyeti ile de yakın ilişkisi olduğu
söylenir.
Macedonia-Risorta Locası’nın üyelerinden Kâzım Paşa, Mithat Şükrü Bleda ve
daha sonra Sultan Reşat’ın padişahlık döneminde sadrazamlık yapmış olan
Talât Paşa, Masonluğun Türkiye’deki tarihçesini kaleme almış olan yazarların
adlarına değindikleri kişiler arasında yer alır.
Véritas Locası’nın üyelerinden Bahriye Nazırı Cemal Paşa, Faik Süleyman Paşa,
İsmail Canbolat ve Emanuel Karasu ise adları bilinen masonlardandır.

İttihat ve Terakki Cemiyeti

Osmanlı Devleti’ndeki Masonluğun kapsamında en çok ilgi konusu İttihat ve


Terakki Cemiyeti’yle olan ya da olmayıp da olduğu varsayılan ilişkidir. Buna
çok önem verilmiş olsa gerektir ki değerli tarihçilerimizden Orhan Koloğlu
“İttihatçılar ve Masonluk” adında da bir kitap yazıp yayınlatmıştır.
Bu örgüt kimilerine göre 1905 yılında, kimilerine göre ise bundan en az birkaç
yıl daha önce kurulmuştu. Kimlerin kurduğu da bilinmiyor çünkü tam anlamıyla bir
“gizli örgüt” niteliği taşıyordu. Gerçi birçok Türk aydını ve subayı ya bu
örgütün üyesiydi ya da bu örgütle yakın ilişkisi vardı ama bu durum örgütün
“gizli” oluşunu ortadan kaldırmıyordu.
Bu örgütün özellikle Batı Trakya’da padişahı devirmek üzere komplo hazırlıkları
içinde olduğu, üyelerinin İstanbul’a kadar sızdığı biliniyordu. Fakat hiçbiri ele
geçirilemiyor ve ne yapmakta oldukları da bir türlü saptanamıyordu. Bu konuda
çok titiz davranıyorlardı. Padişah 2. Abdülhamit’in baskı önlemlerini giderek
artırışının nedenlerinden biri de buydu.

* Bu kitabın 16. bölümünde Atatürk’ün Masonluk ile olan ya da olmayan ilişkisinden


söz edeceğiz. Şayet Atatürk gençliğinde Masonluğa girmişse (bu kesin değildir), bunun
adı geçen iki locadan birinde gerçekleşmiş olması olasılığı yüksektir.

362
OSMANLI DÖNEMİ
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin bu ad altındaki varlığı ancak 1907 yılında kesin
bir şekilde ortaya çıktı. Örgütün amacı ülkede demokratik rejimin sağlanması
olarak belirtildi. Üyeleri, -adları bilinmese de- “İttihatçılar” diye anılır oldu. Bu
“ittihat” sözcüğü de karşıtlarınca “ihtilâl” ile âdeta eş anlamlı tutuldu.
Bir yandan İttihatçıların yapmak istediği diğer yandan o günlerin koşulları ve
devlet anlayışı göz önünde tutulacak olursa, Osmanlı Sarayı’nın böyle bir örgütün
varlığına dayanamamasını ve bir an önce ortadan kaldırılması için her türlü
önleme başvurmasını haklı görmek gerekir.
Bunun henüz bir “ulus” değil bir “ümmet” sayılabilecek Osmanlı toplumuna
yararlı ya da zararlı olduğu apayrı bir konudur. Tıpkı 18. yüzyıl sonlarında
Fransa’daki devrimci eylemlerin gerek aristokratlar gerek monarşi rejiminden
yana olanlarca hiç de hoş karşılanmayışı ve bu tür eylemlere karışanların giyotine
gönderilmelerinin göreli bir haklılığının bulunuşu, buna karşın gerçekleşen
devrimin sonunda Fransız halkına getirdiği yararın apayrı bir konu oluşu gibi...
  

İttihat ve Terakki Cemiyeti üzerinde bu kadar uzun durmamızdan ötürü sıkılmış


olabilirsiniz. İsterseniz bundan sonrasını okumayın.
Ancak şunu belirtmekte yarar var: Bu konu ülkemizdeki Masonluğun iyi
anlaşılabilmesi bakımından çok önemli… Öyle olmasaydı, iki paragraf ile de
geçiştirilebilirdi.
Bu cemiyet, kimi üyelerinin zaman zaman yakalanmasına karşın varlığını
korumayı başardı. 1908 yılında 2. Abdülhamit’in tahttan indirilip ardından
2. Meşrutiyet’in kurulmasında önemli payı vardı. Örgüt, amaçlarına ulaştıktan
sonra bir politik partiye dönüştü.
Daha önce değinmiş olduğumuz üzere İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Batı
Trakya’daki mason localarıyla özdeşleşmiş olduğu da ileri sürülmüştür. Bunu
sonradan ileri sürenler, 2. Abdülhamit dönemindeki rejimin bilir bilmez özlemini
çeken, o dönemi göklere çıkarırcasına pohpohlayan, demokratik ve laik rejime
karşı çıkarak devletin “şeriat” üzerine kurulu olmasını isteyenlerdir.
Ancak iş bu kadarla kalmaz; onlara bireysel ya da zümresel çıkarlarını böyle bir
düzen içinde arayanlar da eklenir; öncekilerin gereksinme duyduğu özdeksel desteği
sağlayanlar da bunlardır.
Osmanlı Devleti’ndeki bazı mason localarının, özellikle Batı Trakya’da kurulu
olanların (“Macedonia-Risorta” ve “Véritas” gibi) İttihat ve Terakki Cemiyeti ile
ne ölçüde olduğu bilinmeyen birtakım ilişkileri olduğu yadsınamayacak bir
gerçektir.
Fakat bu ilişkilerden söz edilirken mason locaları ile İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni
özdeşleştirmek hatta birlikte çalıştıklarını ve aralarında iş birliği kurduklarını
söylemek yanlış olur.
Meşrutiyet öncesinde kimi masonlar İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne hiç kuşkusuz
katılmıştır ama ne tümü hatta herhangi bir locanın üyelerinin tümü aynı zamanda
bu örgütün üyesi olmuştur.

363
OSMANLI DÖNEMİ
Tüm ön yargılı ya da art niyetli iddiaların aksine, aynı zamanda İttihat ve Terakki
Cemiyeti’nin de üyesi olan masonlar, localarındaki masonik nitelikli çalışmalar ile
politik bir amaca yönelik cemiyet çalışmalarını birbirine karıştırmamayı bilmiştir.
İttihat ve Terakki Cemiyeti ile o tarihlerde Türk masonların yoğunlaştığı
locaların tutumu ancak bazı arayışları bakımından birleşmekte olabilir.
Bu arayışlar “özgürlük”, “eşitlik” ve “çağdaşlaşma”dır.
«Kardeşlik yok mu?» diyecek olursanız, bu ilke Masonluk açısından elbette var
ama İttihat ve Terakki Cemiyeti bakımından öncelikli değil.
  

İttihat ve Terakki Cemiyeti ile Masonluğun özdeşleştirilmesindeki yanlışlık, bir


bakıma Büyük Fransız Devrimi ile Masonluğun özdeşleştirilmesindeki yanlışlığa
benzer.
İlle de bir benzerlik kurulması gerekirse; bu benzerliğin hiç olmazsa amaçları
bakımından 19. yüzyıl başlarındaki “Karbonariler” ile kurulması gerektiğini
söyleyebiliriz. (Bu kitabı baştan sona, bölümlerin sırasına uyarak okuyorsanız,
13. bölümün sonunda Karbonariler konusunu gözden geçirdiğimizi hatırlarsınız.
Orasını okumamışsanız, dönüp bir göz atın.)
Dahası, o tarihlerde etkinlikte olan bazı mason localarında ülke boyutunda olmak
üzere padişaha ya da saltanata değil, doğrudan Osmanlı Devleti’nin çıkarlarına
aykırı birtakım girişimler tasarlandığı da bilinmektedir. Aslında Masonluğun
amaç ve ilkelerine ters düşen bu tür girişimlerde bulunanlar ise yabancı uyruklu
masonlardır. Kendi misyonlarını Masonluğun genel amaç ve ilkelerine oranla
öncelikli tutmuş, bir diğer deyişle Masonluğu kendi ülkelerinin politik ve
ekonomik çıkarları doğrultusunda kullanmaya kalkışmışlardır.
O tarihlerde bunun farkına varan Türk masonlar ise ellerinden geldiğince bu tür
girişimleri önlemeye çalışmış, bunların yoğunluk kazandığı localardaki sayılarını
artırmaya, yönetimi ele geçirmeye çalışmışlardır.
Ara sıra şöyle bir eleştiri atılmıştır ortaya: “Türk masonların yabancı localarda işi
neydi?... Onlara katılacak yerde gidip kendi localarında çalışsalardı ya!”
Yukarıdaki açıklama, bu eleştirinin yerinde olmadığını gösterir mi acaba?
İttihat ve Terakki Cemiyeti ile Masonluğun özdeş gibi gösterilmesi, Türkiye’de
antimasonik girişimlerde bulunanların işidir. Bu savın yandaş bulabilmesi için,
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kötü işler yapmış olması gerekir.
Acaba öyle mi?
Günümüzde ise bazı çevrelerde Lions ve Rotary Kulüpleri Masonluk ile
özdeşleştirilmektedir. Bu yanlış özdeşleştirmenin nereden kaynaklandığına daha
önce değinmiştik. Türkiye’de çoğu kimse önce bir Lions ya da Rotary Kulübü’ne
üye olur; orada tanıştığı masonlar aracılığıyla Masonluğa girer. İttihat ve Terakki
Cemiyeti’nde ise bunun tam tersi olmuştur; bu cemiyete üye olması öngörülen
kişilerin çoğu masonlar arasından seçilerek alınmıştır.

364
OSMANLI DÖNEMİ

TÜRK MASONLUĞU’NUN DOĞUŞU

Tümüyle ulusal bir nitelik taşıyan Türk Masonluğu,


daha doğru bir deyişle “Osmanlı Masonluğu” 1909
yılında doğdu.* Kimilerine göre bu oluşum aslında
düzenli bir tarzda gerçekleşmemişti. Ancak o günün
koşulları öyle olmasını gerektirmiş, “düzen” sonra
sağlanmıştı; “istim sonra gelsin” deyişi gibi.

Şûrayı Âliyi Osmanî’nin Örgütlenmesi

Daha Meşrutiyet ilân edilmeden önce, Türk masonlar, ortamın hiç de elverişli
olmayışına karşın tümüyle ulusal nitelikli bir masonik örgütlenmenin arayışı
içindeydi. Ticarî ilişkileri ya da diplomatik görevleri nedeniyle yurt dışına gidip
gelenler, bu konuda Avrupa’da tanıdıkları masonlara danışıyor, destek almak
için bazı girişimlerde bulunuyorlardı.
Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti’nin bazı yüksek konseylerinin 1907 yılında
Brüksel’de bir araya geldiği uluslararası nitelikli bir konvanda, 1861 yılında
kurulmuş fakat doğru dürüst gelişme gösteremeden sönüp gitmiş olan Osmanlı
Yüksek Şûrası’nın yeniden canlandırılması kararlaştırıldı. Gerekli hazırlıklar
için Mısır Yüksek Konseyi görevlendirildi.
Bu yüksek konsey de o sıralarda Osmanlı ordusunda İstanbul’daki bir askerî
birliğin komutanlığını yürütmekte olan Prens Aziz Haşan Paşa’yı yetkilendirdi.
Ayrıca Belçika Yüksek Konseyi üyelerinden Joseph Sakakini de ona yardımcı
olmak üzere İstanbul’a gönderildi. Ancak Meşrutiyetin ilân edilmesinden önce bir
şey yapılamadı.
2. Meşrutiyetin kuruluşundan kısa bir süre sonra, Eski ve Kabul Edilmiş İskoç
Riti’nin anayasası uyarınca çalışmalarına başlayan Aziz Hasan Paşa ile Joseph
Sakakini, çoğu Osmanlı Meclis-i Mebusanı üyelerinden olan 12 yüksek dereceli
masonu ritin 33. ve sonuncu derecesine getirdiler.**
3 Mart 1909 günü düzenlenen bir toplantı ile Şûrayı Âliyi Osmanî yeniden
örgütlendi. Âmir-i Hâkim-i Âzam yani Büyük Komandör (Gran Komandör/
Hâkim Büyük Âmir) olarak Prens Aziz Hasan Paşa seçildi. Joseph Sakakini de
Şûrayı Âliyi Osmanî’nin üyeliğine geçti.***
Osmanlı Yüksek Şûrası’nın diğer kurucular arasında kimlerin bulunduğu belki
sizin için hiç de önemli değildir. Ancak elinizdeki bu kitabın kapsamı bakımından
gereklidir. Ola ki bir gün merak eder, burada yazılmış olduğunu hatırlar, o zaman
bu sayfayı açar bakarsınız.

*
Buradaki grafik bir amblem değildir. Türk Masonluğu’nda, ulusallığın Masonluğa
oranla öncelikli tutulduğunu simgeyelen bir düzenlemedir.
**
Bunun nasıl yapılabildiğini, “Yasalar” başlığını taşıyan 11. bölümün sonunda, Eski
ve Kabul Edilmiş İskoç Riti’nin Anayasası’nı incelerken özetlemiştik.
***
Sonraki bazı gelişmeler nedeniyle bu çok önemlidir.

365
OSMANLI DÖNEMİ
Baştan sona hepsini olmasa da şu kişileri sayabiliriz:
Daha önce dahiliye nazırlığı ve sadrazamlık yapmış olan Mehmet Talât Sai Paşa,
Davit J. Kohen, Mithat Şükrü Bleda, Rıza Tevfik Bölükbaşı, Fuat Hulûsi
Demirelli ve o sıradaki Maliye Nazırı Mehmet Cavit.
Kuruluştan sonraki birkaç ay içinde alınanlar arasında da şu kişileri görüyoruz:
Faik Süleyman Paşa, Doktor Mehmet Ali Baba, Hüseyin Cahit Yalçın ve
Jandarma Umum Kumandanı Galip Paşa.
Neden sadece bu kişilerin adlarını belirttiğimizi soracak olursanız, gerekçesi şöyle:
Hepsi de Türk Masonluğu’nun sonraki gelişim aşamaları sırasında önemli
yönetimsel görevler üstlenmiştir. Sizi daha fazla isim yığınına boğmamak için
bu kadarıyla yetineceğiz.

Yüksek Şûra’nın nizamat-ı umumiyyesi (genel tüzükleri) 24 Haziran 1909


tarihli toplantısında kabul edilerek yürürlüğe girdi. Ertesi yıl, ritin yüksek
derecelerinde çalışacak olan atölyelerin oluşturulmasına başlandı.*
Âmir-i Hâkim-i Âzam Prens Aziz Hasan Paşa’nın 1913 yılında İstanbul’dan
ayrılması üzerine de Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanına kadar geçen on yıllık süre
içinde bu göreve önce Joseph Sakakini, bir süre boşluktan sonra da Dr.
Mehmet Ali Baba seçildi.
  

Yüksek derece atölyelerinden söz edilince değinilebilecek farklı bir nokta var.
Birçok masonun bile öteden beri merak ettiği ve herhangi bir yerde açıklaması
yazılmamış bu konu, Türkiye’de ritüelik çalışması yapılan derecelerle ilgilidir.
Türkiye’de yüksek derece atölyeleri, -hangi yüksek konseyin yönetiminde olursa
olsun- öteden beri Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti’nin az önce sözünü etmiş
olduğumuz “nizamat-ı umumiye”de belirlenmiş derecelerinde çalışır.**
Niçin bu derecelerde çalışıldığı, ritin tüm derecelerinden çalışılmayacaksa neden
başka türlü bir belirleme yapılmadığı masonlarca da sorulagelmiştir. Buna kesin
bir yanıt verilemezse de mantıklı bir olasılıktan söz edilebilir.
Yüksek konseyin yeniden örgütlenmesinde ve sonrasında büyük emeği geçmiş
olan Joseph Sakakini Belçika’dan gelirken sadece bu derecelerin ritüellerini
getirmiş, dolayısıyla elde bulunanlar uygulamaya konmuştu.

* Yüksek derecelerde çalışan loca benzeri birimlere “atölye” deniyor.


** Türkiye Süprem Konseyi pek yakın bir geçmişte bu bağlamda bir değişiklik yaptı.

366
OSMANLI DÖNEMİ

İLK TÜRK ULUSAL OBEDİYANSI

Yukarıda Şûrayı Âliyi Osmanî’nin yeniden örgütlenme


tarihini belirtmiştik: 3 Mart 1909… İlk Türk ulusal
obediyansı olan Maşrık-ı Âzam-ı Osmanî’nin kuruluşu
ise bundan 5 ay sonra 1 Ağustos 1909’da…
Bu bağlamda hem bir soru hem de yanlış olan bir iddia
vardır.
Önce soruyla başlayalım:
«Madem artık ulusal nitelikli bir Masonluk oluşturuluyor, neden önce bir
obediyans kurulmamış da yüksek konseyin yeniden örgütlenmesi sağlanmış?»
Keşke o günleri yaşamış olanlar bunun yanıtını veren bir belge bırakmış olsaydı.
O tarihlerden kalma birtakım el yazması belgeler var ama bu açıklamayı vereni
yok. Bu bağlamda yapabileceğimiz tek şey, çok daha sonra 1951 yılında doğan
bir oluşuma benzeştirerek yorum niteliğinde bir açıklama yapmak. (Diğerini bir
sonraki bölümde göreceğiz.)
Durup dururken, sıfırdan bir obediyans kurmak hiç de kolay bir iş değil. Önce
yeterli sayıda mason sağlanacak; bu masonlar en az üç loca kuracak; sonra bu üç
loca arasında uyum sağlanacak; sonra da bu localar bir araya gelerek bir
obediyans kurmaya karar verecekler.
Olamaz mı?
Olur ama olması zaman alır. Türk masonlar, Türkiye’deki Masonluğun ulusal
nitelikli bir çatı altında örgütlenmesini bir an önce gerçekleştirmek istiyordu.
Yüksek konseyin kuruluşu ise çok daha kolay… Eski ve Kabul Edilmiş İskoç
Riti’nin 33. derecesinde bulunan tek bir mason yetiyor. Hemen 33. derecedeki
masonların sayısının 9’u bulması sağlanıyor. İşte kuruluş tamamlandı.
Yanlış olan iddia ise şöyle: “İlk Türk ulusal obediyansı, Şûrayı Âliyi Osmanî’nin
koruması hatta egemen yönetimi altında oluşturulmuştur. Bu nedenle kuruluşu
düzensizdir.”
Hayır!... Bu iddia “antimasonik” denilebilecek ölçüde yanlış hatta art niyetlidir.
Üstelik bunu ileri sürmüş olanlar da yurdumuzdaki masonlardır.
«Neden böyle bir iddiada bulunmuş olsunlar ki?» diye sitem edebilirsiniz.
Nedeni Türkiye’deki Masonluğun içindeki bölünme olayını inceleyeceğimiz 17.
bölümde billurlaşır. Düzenli bir yüksek konseyin var olabilmesi için önce düzenli
bir büyük locanın bulunması gerektiği görüşünden kaynaklanır.
Siz de «Öyle değil mi?... Düzenli bir yüksek konseyin varlığı için düzenli bir
obediyansın bulunması gerekmez mi?» diye o görüşü destekleyebilirsiniz.
Yanlış yaparsınız. Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti’nin kuruluş ve örgütlenme
sistemini bir kez daha gözünüzün önüne getirin. Herhangi bir büyük locadan söz
ediliyor mu?

367
OSMANLI DÖNEMİ
Büyük locayı bir yana bırakın; simgesel derecelerde çalışan herhangi bir locadan
söz ediliyor mu?
Bu ritte her şey tepedeki örgütlenmeden başlıyor. Yukarıdan aşağıya doğru iniyor.
Ritin egemen otoritesi olan yüksek konsey, isterse simgesel dereceler aşamasına
geldiğinde doğrudan kendisine bağlı localar da kurabilir. Ortada bir büyük loca
bulunması da gerekmez.
Nitekim bu sistemin yurdumuzda da üstelik simgesel derecelerde çalışan localar
bile varken nasıl uygulandığını, izleyen bölümde göreceğiz.
«Peki, böyle bir iş yapılması doğru mu?» diyeceksiniz.
Doğru olmayabilir. Fakat bu “doğru değil” tarzındaki değerlendirme, günümüzün
olanakları altında düşünmemizden ileri gelmektedir.
Bir de zor koşulları olan, pek az sayıda mason bulunan bir ortamı düşünün…
Ne yapılabilir?
Yanıtınız: «Büyümeye çalışılır.»
Evet, doğru!... Ne kadar zamanda yaılabilir?
Yanıtınız: «Mümkün olan en kısa zaman içinde.»
Böyle dediğinize göre bu işi yıllara yaymamak, bir an önce gerçekleştirmek
gerekir, öyle değil mi?
Olası yanıtınız: «Evet!»
Öyle bir durumda büyüme “sağlıksız” olmayacak mı? Bir an önce büyüyelim,
kardeşlerimizin sayısını artıralım, localar kuralım, obediyansımızı oluşturalım
diyerek, bu hızlı büyüme kaygısıyla Masonluğa girmesi aslında hiç de uygun
olmayan birtakım kimseleri almak gafletine düşmeyecekler mi?
Sakın bu soruyu «Hayır! Dikkat edilir.» diye yanıtlamayın… Geçmişte böyle
düşünerek bu düşüncelerini eyleme dönüştüren, sonra da bunun acısını çekmiş,
“Keşke daha yavaş büyüseydik!” diye hayıflanmış masonlar olmuştur.
  

İlk Türk ulusal obediyansının kuruluş aşamaları gözden geçirildiğinde, yukarıda


sözü edilen iddianın doğru olmadığı anlaşılır. Bunu şöyle özetleyebiliriz:
Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti’nin atölyelerinin gelişebilmesi için, localarda
“üstat” derecesini aldıktan sonra yüksek derecelerde de çalışma dileği gösterecek
kardeşlere gereksinme vardı; bu doğru. Osmanlı Yüksek Şûrası, bu bakımdan
yabancı obediyanslara bağlı localara bel bağlamak istemiyordu.
Bu nedenle, “Muhibban-ı Hürriyet”, “Vatan”, “Şafak” ve “Vefa” adlarını
alan dört locanın kurulması sağlandı. Böylece tümüyle ulusal nitelikli bir
simgesel localar nüvesi oluştu. Daha önce Mısır Büyük Locası’na bağlı olarak
çalışmakta olan “Resne” ve “Uhuvvet-i Osmanîyye” (La Fratérnité Ottomane)
adlı localar da bu gruba katıldı.

368
OSMANLI DÖNEMİ
Fransa Büyük Doğusu’na bağlı olarak çalışan “Renaissance” adlı locadan
ayrılan kimi masonlar da gene aynı ulusal localar grubunda yer almak üzere,
“Terakki ve İttihat Hakikî Muhipleri” (Les Vrais Amis de l’Union et de
Progrés) adı altında bir diğer loca kurdu.
Şimdi iş, simgesel derecelerde çalışmakta olan locaların bir obediyans kurabilmesi
için bir toplantı (konvan) düzenlenmeye kalmıştı. Böyle bir toplantı yapılabilmesi
için gereken çağrıyı ve organizasyonu yapma işini, zaten örgütlenmiş durumda
olan Osmanlı Yüksek Şûrası üstlendi.
İlk Türk ulusal obediyansının bir yüksek konseyin kanatları altında kurulmuş
olduğunu ileri sürenlerin gösterdikleri gerekçelerden biri de işte budur: “Neden
bu çağrıyı o yedi locadan biri yapmamış da yüksek konsey yapmış! Üstelik bu
toplantıyı yüksek konsey üyesi olan masonlar yönlendirmemiş mi!”
Buna “ille de öküz altında buzağı aramak” denmez de ne denir?
Kötü mü olmuş?
Osmanlı Devleti’nin bir de “31 Mart Vakası” olarak anılan isyanı yeni yaşamış,
karmakarışık bir dönemindeki bu başarıyı kutlamak gerekmez mi?
1 Ağustos 1909 tarihinde yapılan bu toplantıda, yukarıda adlarını belirtmiş
olduğumuz locaların delegelerinin yanı sıra, İstanbul’da çalışmakta olan bazı
yabancı locaların temsilcileri de “gözlemci” olarak bulundu.
Ulusal obediyansın kurulması, buna Maşrık-ı Âzam-ı Osmanî adı verilmesi
sadece sözü edilen yedi locanın delegelerinin oylarıyla kararlaştırıldı.
Önemli olan noktalardan biri bu işe ne Şûrayı Âliyi Osmanî’nin ne de yabancı
obediyanslara bağlı locaların karışmış olduğudur. (Elbette yüksek konsey
üyelerinden her biri aynı zamanda simgesel derecelerdeki localardan birine
üyeydi; bu pek doğal.)
  

Bu aşamada terminoloji üzerinde de biraz durmamızda yarar var. Bu Osmanlıca


kelimeler kafaları biraz karıştırıyor; neyin ne olduğunu anlamayı zorlaştırıyor.
İlk Türk ulusal obediyansına, niteliği bakımından “maşrık-ı âzam” denmişti.
1923 sonrasında da “büyük maşrık” denildi. Bunun günümüz Türkçesindeki
karşılığı “büyük doğu”… Böyle değil de “büyük loca” olsaydı, “mahfil-i âzam”
denirdi.
Acaba bu bir terim kullanımı yanlış mıydı?
Hayır!... Büyük loca değil, büyük doğu olması öngörülmüştü.
Nitekim bu da ilk Türk obediyansının kuruluşunun yüksek konseyin kanatları
altında olmadığını gösterir.
Şimdi sizin olası sorunuz şudur: «Niçin büyük loca değil de büyük doğu?»
Durum aynı durum… Bu konuda hiçbir yazılı açıklama yok. Bu sorunun yanıtı
ancak bir yorum ile verilebilir ne yazık ki…

369
OSMANLI DÖNEMİ
İlk Türk ulusal obediyansı kurulurken tüm kurucu locaların Eski ve Kabul
Edilmiş İskoç Riti’nin simgesel derecelerinde çalışması öngörülmüştü ama ülkede
başka ritlerde çalışmakta olan localar da vardı.
Nitekim kimi masonların kurucu localardan birini oluşturmak üzere ayrıldıkları
“Renaissance” adlı loca Fransız Riti’nde çalışıyordu. Başkaları da olabilirdi. Bunun
için obediyansın statüsünün “büyük doğu” olması öngörülmüştü.
Bu açıklamanın üzerine şöyle bir sorunuz gelebilir: «Obediyansın statüsünün büyük
doğu oluşu daha sonra bir işe yaradı mı yani locaların başka ritlerde de çalışması
söz konusu oldu mu?»
Başlangıçta hatta uzunca diyebileceğimiz bir süre, büyük doğu yani büyük maşrık
sadece obediyansın adında kaldı. Bu soruya çok sonraki bazı olayların etkisiyle
“Olamazdı çünkü Yüksek Konsey buna izin vermezdi.” diye yanıt verenler de
çıkmıştır. Bu yanıtın doğruluğu olabilir ama sadece bir varsayımdır.
O çok sonraki olaylara biz de sonra, sırası geldiğinde değineceğiz.
  

Maşrık-ı Âzam-ı Osmanî’nin kuruluş konvanında, o sırada meclis-i mebusanın


reis-i sanîsi (Millet Meclisi 2. Başkanı) olan Mehmet Talât Sai Paşa, üstad-ı
âzam (büyük üstat) olarak seçildi.
Üç ay sonra, Şûrayı Âli (Yüksek Konsey) ile Maşrık-ı Âzam arasında bir
konkordato bağıtlandı.
Bu anlaşma uyarınca; Şurayı Âliyi Osmanî (Osmanlı Yüksek Şûrası), Maşrık-ı
Âzam-ı Osmanî’nin Osmanlı Devleti sınırları içinde Masonluğun ilk üç
derecesinde yapılacak çalışmaların tek düzenli ve egemen yönetici otoritesi
olduğunu kabul ediyordu.
  

Maşrık-ı Âzam-ı Osmanî, kuruluşundan kısa bir süre sonra Avrupa’daki yedi
ayrı obediyans tarafından düzenli olarak tanındı.
Bunun üzerine de Osmanlı Devleti’nde daha önce yabancı obediyanslara bağlı
olarak çalışan localardan bazısı peyderpey ulusal obediyansa bağlandı.
Cumhuriyetin ilanı öncesinde Maşrık-ı Âzam-ı Osmanî’ye bağlı locaların sayısı
42’ye ulaştı ama bunların arasında Mısır, Suriye, Lübnan ve Batı Trakya’da
çalışan localar da vardı.
Birinci Dünya Savaşı sonunda Osmanlı Devleti’nin toprakları hayli daralınca,
Türkiye’deki locaların sayısı da azaldı.
Türk ulusal obediyansının bu 14 yıllık ilk döneminde, Mehmet Talât Sai Paşa’dan
sonra sırasıyla Faik Süleyman Paşa, Mehmet Ali Baba (görevi bırakması
üzerine yine Faik Süleyman Paşa), Mehmet Cavit, Rıza Tevfik Bölükbaşı,
Fuat Hulûsi Demirelli ve Besim Ömer Paşa Maşrık-ı Âzam’ın Üstad-ı Âzamı
olarak görevde bulundular.

370
OSMANLI DÖNEMİ
İyilik İşleri

İlk Türk obediyansının üyesi masonların bireysel girişimlerle gerçekleşmesine


önayak oldukları bir yapıta değinmeden edemeyiz.
1917 yılında, İstanbul’da çalışan “Necat” adlı locada, bakıma gereksinmesi olan
kimsesiz çocukların korunmalarının sağlanması amacıyla birtakım etkin
girişimlerde bulunulması önerisi ortaya atılmıştı.
Bu öneri diğer localardan diğer masonlarca da pek tutuldu.
Konu locaların dışına çıkarıldı ve masonların bireysel olarak ilgilendikleri bir
biçime dönüştürüldü. Hızlı bir çalışma yapılarak aynı yıl içinde “Himaye-i Etfal
Cemiyeti” (Çocuk Esirgeme Kurumu) kuruldu.
Kurtuluş Savaşı sırasında pek bir etkinlik gösteremeyen ve giderek varlığını
yitirmeye yönelen Himaye-i Etfal Cemiyeti, 1921 yılında, o sıralardaki Üstad-ı
Âzam Besim Ömer Paşa’nın çabalarıyla, bu kez merkezi Ankara’da olmak
üzere yeniden canlandırıldı.
Günümüzde varlığı sürmekte olan bu kurum, Türk masonlarının iyilik işlerine
yönelik çalışmalarının ilk ürünü sayılır. Daha sonra Kızılay’ın kurulmasına da
destek vereceklerdir. Hadi onu geçtik; bu gibi çalışmalar zaten her masonun
görevidir.
Ancak Çocuk Esirgeme Kurumu farklıdır çünkü onu doğrudan adları belli
masonlar kurmuştur.
Fakat günümüzde bu kurumun internetteki sitesine bakarsanız, bunlardan söz
edildiğini göremezsiniz.
Masonlara göre zararı yok. Yaptıkları iyilik işleriyle ve gerçekleştirdikleri
yapıtlarla övünmezler. Bunların yapılmış olmasının görmenin mutluluğunun
yeterli olduğunu söylerler..

Uluslararası İlişkilerin Başlangıcı

Maşrık-ı Âzam-ı Osmanî yurtta kendi içine kapanık kalmadı; bir obediyansa
yakışır tarzda uluslararası ilişkilere de önem verdi. Nitekim 1921’de İsviçre’nin
Cenevre kentinde toplanan uluslararası konvana çağrıldı; Muslihiddin Adil
tarafından temsil edildi. Bu konvanda kurulması kararlaştırılan ve sonradan
A.M.I. kısaltılmış adıyla anılan Uluslararası Masonluk Birliği’ne de katıldı.
Böylece benimsemiş olduğu Masonluk anlayışını da ortaya koymuş oldu.

Çirkin Politika

Sonraki bölümlerde de göreceğimiz üzere Türk Masonluğu’nda her şey hep iyi,
doğru ve güzel gitmedi. Masonluğun kesinlikle etkin politikanın dışında
tutulmasının evrensel boyutta benimsenmiş bir temel kural, üstelik Masonluğun
temel yasasının gereği olmasına karşın, dünyanın birçok yerinde görülmüş ve
görülmekte olduğu gibi Türk Masonluğu da tarih boyunca birkaç kez politikaya
karıştırıldı ya da âlet edildi. Bunun ilk örneği 1918 yılında yaşandı.

371
OSMANLI DÖNEMİ
“İttihat ve Terakki Fırkası” iktidardaki politik parti olma niteliğini koruyordu.
Daha sonra kurulmuş olan “Hürriyet ve İtilâf Fırkası” muhalefetteydi. Maşrık-ı
Âzam-ı Osmanî’nin üstad-ı âzamı olan Rıza Tevfik Bölükbaşı, muhalefetten
yana olan bir gazete çıkarmaktaydı. İktidardaki partiyi yıpratarak gözden
düşürmek amacıyla, gazetesinde o partinin üyesi olan masonların adlarını açığa
vurmaya girişti. Özellikle Şeyhülislâm Musa Kâzım Efendi’nin “farmason”
olduğunu ilan ederek ağır bir dille suçladı.
Genel seçimlerde Hürriyet ve İtilâf Fırkası iktidara geçince, yapılmış olan bu
yayına dayanılarak Masonluk hakkında bir soruşturma açıldı. Yeni hükümet,
İstanbul’daki masonların yakalanması için bir baskın düzenlenmesine bile karar
verdi.
Ancak böyle bir baskının yapılacağı öğrenildi. O sıralarda Beyoğlu’nda Koloğlu
Sokağı’nda bulunan bir binada çalışan localara baskın için gelenlerin olumlu
izlenim edinmeleri için gerekli önlemler alındı.
Baskın gerçekleşti. “Farmasonları iş başında basmak” (!) üzere gönderilen
kolluk görevlilerine, Masonluğun ne olduğu ve nasıl çalışmalar yaptığı anlatıldı.
Olay örtbas edildi ve gazetelere de yansıtılmadı.
Bu olaydan sonra Rıza Tevfik Bölükbaşı, üzerinde kurulan baskılara dayanamayıp
görünüşte kendi dileğiyle Masonluktan ayrıldı. Başkalarınca unutulan ve daha
sonra üzerinde pek durulmayan, âdeta küllendirilmesine çalışılan bu olay Türk
Masonluğu’nun tarihçesindeki yerini masonik yazın kapsamında korudu.
  

Aslında bu ve bundan sonra gelecek olan iki bölümdeki konumuz, Masonluğun


Türkiye’deki tarihçesini önemli noktalarına değinerek kısaca anlatmak... Fakat
özetlemiş olduğumuz şu son olay üzerine bir kısa değerlendirme yapalım.
Anlaşılıyor ki Masonluk, ilkeleri ve ritüelik öğretimiyle «Ben masonum!» diyen ve
bununla gurur duyan her masonun gerçekten mason olmasını sağlayamıyor.
Mason olabilmek, insanın kendi kişiliğinde ve kendi karakterini geliştirme
yeteneğinde bulunuyor.
Bir masonun Masonluğa girişinin üzerinden yıllar geçmiş, loca çalışmalarını
düzenli olarak izlemiş, bu süre içinde yüksek dereceler almış hatta edinilebilecek en
üst dereceye bile varmış, önemli yönetim görevleri üstlenmiş hatta “büyük üstat”
unvanını bile taşımış olması, onun gerçekten “mason” olduğunu göstermiyor.



372

16
TÜRKİYE’DEKİ TARİHÇE ( II )
Cumhuriyet Dönemi

Osmanlı Devleti’nde ulusal nitelikli bir obediyans kurulduktan sonra geçen 15


yıl içinde hızlı bir gelişme görülemedi. Ülkenin sürekli olarak savaş ortamında
olmasının, hele Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra parçalanıp bölüşülmesinin de
bunun üzerindeki etkisi büyüktü.
Önceki bölümde değindiğimiz, 1918-1921 yılları arasındakiler sadece “çerez”
sayılır.
  

Cumhuriyet ilan edilir edilmez, Türkiye’deki ulusal mason kuruluşlarının adları


değiştirildi. Maşrık-ı Âzam-ı Osmanî “Türkiye Büyük Maşrıkı”, Şûrayı Âliyi
Osmanî de “Türkiye Yüksek Şûrası” oldu.
O sırada tüm ülkede ulusal nitelikli topu topu 15 loca vardı. Tek tük yabancı loca da
çalışmalarını sürdürüyordu.
Uluslararası Masonluk Birliği’nin bu kitabın 9. bölümünde sözünü ettiğimiz
“bölgesellik” ilkesi uyarınca, yabancı localar zaman içinde ya kapandı ya da
Türkiye Büyük Maşrıkı’na katıldı.
1935 yılına kadar salt ulusal nitelik taşıyan locaların sayısı 40’a yükseldi.
1923-1935 yılları arasında, sırasıyla Besim Ömer Paşa, Servet Yesari, Fikret
Takiyiddin, Edip Servet, kısa bir süre için yine Servet Yesari, sonra Mim
Kemal Öke, Mustafa Hakkı Nalçacı ve son olarak Muhittin Osman Omay
Türkiye Büyük Maşrıkı’nın üstad-ı âzamı oldular.
Türkiye Yüksek Şûrası’nda ise âmir-i hâkim-i âzam olarak Mehmet Ali Baba’dan
sonra sırasıyla, Fikret Takiyiddin, Fuat Hulûsi Demirelli, Servet Yesari,
Mustafa Reşat Mimaroğlu ve İsmail Hurşit bulundu.
Burada kimi masonların hem büyük üstatlık hem büyük komandörlük yapmış
olduğu dikkatinizi çekmiştir.
Bunun en belli başlı nedeni, bu görevleri yürütebilecek kardeşlerin az oluşuydu.
Hiçbirinin aynı zamanda her iki mason örgütünün başında bulunmadığını da
özenle belirtmek gerekir.

373
CUMHURİYET DÖNEMİ
İlk Mason Dernekleri
Cumhuriyetin ilanından önce, diğer birçok kurum gibi mason örgütlerinin de
yasal olarak herhangi bir tüzel kişiliğinin bulunması gerekmiyordu. Aslında
1909 yılında çıkarılmış ve 1923 yılında bazı maddeleri değiştirilmiş olan bir
“Cemiyetler Kanunu” vardı ama bunun kapsamı öncelikle o tarihlerde sendika
kurması yasak olan işçilerin haklarının korunmasını sağlamaktı. Bununla birlikte,
-yürürlükteki yasalar zorunlu tutmasa da- Türk masonlar Cumhuriyetin ilerleyen
yıllarında resmen kayıtlı bir dernek olarak örgütlenmeyi tercih etmişti.
«Madem gerekmiyor, neden?» diye sormayı düşünür müsünüz?
İki nedenle:
Birincisi, 1926 yılında çıkarılmış olan Türk Medenî Kanunu, çeşitli amaçlarla
kurulabilecek olan cemiyetlerin (derneklerin) nasıl çalışacaklarına ve nasıl
denetleneceklerine ilişkin hususlar içeriyordu. Buna göre, mason localarının da
tescil edilmiş bir dernek çatısı altında organize olması, resmî kaydı olmadan
kendi başlarına buyruk bir şekilde çalışmalarından hem kurumsal bakımdan hem
masonlar açısından çok daha yararlıydı.
İkincisi daha da önemliydi: Ezoterik nitelikli bir kurumun bir dernek kimliğinde
hiçbir yerde kaydı olmadan çalışmasını, Masonluğa karşıtlığın yoğun olduğu bir
ortamda kime nasıl açıklardınız?
Bugün bile açıklayamazsınız.
Dernek haricî kurallara ve yöntemlere göre işlediğinden masonik bakımdan
birtakım zorluklar çıkarıyor, bu doğru. Fakat gerek yasalar, gerek devlet gerekse
toplum bakımından çok daha sağlam ve güvenli.
Üstelik yasal işlemlerle masonik çalışmalar birbirinden ayrı tutulunca, bir
sakıncası da yok. Hele masonlar, -ilgilenmedikleri sürece- üyesi oldukları bu
kurumun aynı zamanda bir dernek statüsü bulunduğunun farkında bile olmaz.
  

Çocuk Esirgeme Kurumu ile Kızılay’ı göz ardı edersek, Türk masonlar tarafından
kurulmuş olup, masonik değil doğrudan salt sosyal yardım amacını taşıyan
dernekler de vardı.
İlki 1914 yılında “Topkapı Fukaraperver Cemiyeti” adıyla kurulmuş, ancak
Birinci Dünya Savaşı ile Kurtuluş Savaşı sırasında pek etkinlik gösterememiş,
Cumhuriyetin ilanından sonra yeniden canlandırılmıştı.
1926 yılında İzmir’de kurulmuş olan benzer amaçlı bir diğer dernek ise “Yetimlere
Yardım Cemiyeti” adını taşıyordu; o kadar çok yardıma gereksinmesi olan çocuk
vardı ki Kurtuluş Savaşı’nda yetim kalmış olan…
Bilindiği kadarıyla bunlardan ilki, -Türk Masonluğu’nun 1935 yılında uykuya
yatıp çok zaman sonra yeniden ekinliğe geçmesi nedeniyle kardeşlerimiz doğrudan
ilgilenmeyi yitirmiş olsa da- yakın geçmişimize kadar varlığını korudu; günümüzde
“Topkapı Yoksullara Yardım Kurumu” adı altında etkinliğini sürdürüyor.

374
CUMHURİYET DÖNEMİ

Türkiye’de bir mason örgütünün ilk resmî derneği, Türkiye Büyük Maşrıkı ile
özdeşleşerek 1927 yılında kuruldu. Önceleri “Tekâmül-ü Fikrî Cemiyeti” adını
almıştı.
1929 yılında ise bu ad “Türk Yükseltme Cemiyeti” olarak değiştirildi.
Bu derneğin tüzüğünde, üyelerine “mason” dendiği açıkça belirtilmişti.
İşte bu çok önemli…
Bu durumda hiç kimse Masonluğun bir “gizli örgüt” olduğunu, masonların bunu
perde arkasında tutup öne sanki bir dernek etkinliğinde bulunuyorlarmış gibi
göründüklerini söyleyemezdi.
Galiba yanlış bir lâf ettik çünkü söylediler.
Masonluğa karşıt olanları ön yargıdan kurtarmanın, ikna etmenin olanağı yok ki…
Nasıl olsa bildiklerini okuyacaklar.
Masonluğun ezoterik niteliği kaldırılsa, yoldan geçen herkes sorgusuz sualsiz loca
toplantılarına kabul edilse bile bunun çıkarı yok. Daha çok şeyi terk etmek gerekir;
bilgisizlik ve bağnazlıkla savaşım gibi, bilimsellik ve akıl ilkelerini öncelikli
tutmak gibi…
«O zaman arta kalan Masonluk olur mu?» diyeceksiniz.
Haklısınız. Olmaz! Zaten olmayacağı için de böyle şey olmaz.
Tarihsel anlatıma dönelim.
Türkiye Yüksek Şûrası’nın da ayrı bir dernek kurması gerekiyordu. Çünkü bu
iki masonik örgütün gerek nitelikleri gerekse yönetimi birbirinden farklıydı.
Bu amaçla 1932 yılında “Türkiye Yüksek Masonluk Cemiyeti” de kuruldu.
  

Bu dernek oluşumu, zaman zaman masonları duraksamaya düşürdü. «Masonik


yöntemler uyarınca oluşturulmuş örgüt mü yoksa dernek mi önceliklidir?»
sorusunun yanıtı hep arandı.
Olağan yöntem şöyledir: Dernek açısından önemli olan konular, derneğin genel
kurul toplantısından önce örgütün en yetkili organında ve iç tüzüğü ya da
yönetmeliği (hangisi varsa) uyarınca görüşülerek karara bağlanır. Genel kurul
üyeleri de masonca (Masonluğun gerektirdiği biçimde) davranır ve önceden alınmış
kararlara uyum gösterir.
«Uyum göstermeyen olursa ne yapılır?» diye soracak mısınız?
Burada sözünü ettiğimiz nedir?... Dernekçilik mi Masonluk mu? Dernekte üyeler
vardır, Masonlukta masonlar… Tüm dernek üyesi masonların Masonlukta olduğu
gibi dernek üyeliğinde de “masonca” davranması beklenir.
Ancak o tarihlerde masonlar henüz buna yeterince alışamamıştı. Nitekim bu nedenle
Türk Yükseltme Cemiyeti’nin 1930 yılındaki genel kurul toplantısı “politikanın
Masonluğa karışması” biçiminde yorumlanan bir olaya sahne oldu.

375
CUMHURİYET DÖNEMİ
1930 Yılındaki Olay

Bir mason örgütünde “dernek” açısından önemli olan konular, -başka bir sorun
bulunmadığı sürece- “seçimler” ve “bütçe” olarak nitelenebilir. Bu konular dernek
genel kuruluna getirilmeden önce düzenlenen masonik toplantıda belirlenir.
Türkiye Büyük Maşrıkı’nda 1930 yılında da öyle olmuştu. Daha doğrusu öyle
olacaktı ama olamadı.
Derneğin genel kurul toplantısını o sıralarda Halk Partisi’nin ileri gelenlerinden
olan Hakkı Şinasi Paşa yönetiyordu. Yeni büyük üstat ve büyük görevlilerin
seçimlerine geçilmeden önce bir “adaylar listesi” dağıttırmıştı.
Diğer kurumlardan birçoğunda pek alışılagelmiş hatta “olağan” sayılabilen bu
yöntem, masonik anlayışa kesinlikle aykırıydı. Karşı çıkışlar olunca, «Hükümet
mason cemiyetini tanımıyor; ancak Türk Yükseltme Cemiyeti’ni tanıyor. Biz de
ancak bu cemiyet için intihap (seçim) yapacağız. Halk Partisi bütün cemiyetleri
kontrol ettiği gibi bu intihabı da kontrol edecektir. Dağıtılan listeye reylerinizi
vereceksiniz. Emr-i âlî böyledir; münakaşaya yer yoktur.» diyerek seçimleri bu
yöntemle yaptırmıştı.
Şimdi belki «Emr-i âlî ne demektir?» diye soracaksınız.
Günümüzün Türkçesine çevirirsek “Yüce makamın buyruğu”. Burada asıl sorulması
gereken ise o yüce makamın neresi olduğu…
Elbette gerçekten böyle bir buyruk olup olmadığı da belli değil. Önemli de değil.
Önemli olan, obediyansın kendi bünyesinde özgürce yapması gereken seçimlere
böyle bir müdahalede bulunulmuş olması; üstüne üstlük bir politik parti adı
belirtilerek...
Denilen o ki aslında listede yer alan adayların seçilmesine hiç kimsenin pek bir
diyeceği yokmuş. Nitekim listedeki adayların tümü seçilmiş. Fakat tartışma
dinmemiş. Masonlardan birçoğu böylece siyasetin Masonluğa sokulduğundan
yakınıyormuş. Seçilmiş olan “daimî hey’et üyeleri” yani büyük görevliler bile
aynı görüşteymiş. Sonunda topluca istifa etmeye karar vermişler.
Dolayısıyla “umumî hey’et” yani genel kurul yeniden toplanmış ve seçimler
masonik yöntemlere uyularak, bu kez hiçbir dış etki altında kalınmaksızın
yenilenmiş. Bu olay da Türk Masonluğu’na önemli boyutta bir hasar vermeden
sona ermiş.
  

Diğer birçok ülkede de Masonluğun politikaya karıştırıldığı gibi politikanın da


Masonluğa karıştırılmasına ilişkin örnekler görülmüştür. Özetle değindiğimiz bu
olay, Türk Masonluğu’nda bildiğimiz ikinci önemli olaydır. Masonlar bu olayı
kamuoyuna yansımasına meydan vermeden atlatmış.
Fakat ülkenin 1930’lu yıllardaki politik ortamının ve kimi politikacıların bireysel
hırslarının etkisiyle, anlattığımız bu olaydan beş yıl kadar sonra derneklerinin
kapanmasına karşı yeterince direniş gösterememişler. Az sonra bu konuya da
gireceğiz ama önce sözünü etmemiz gereken iki konu daha var.

376
CUMHURİYET DÖNEMİ

Türk Masonluğu’ndaki İlk Bölünme

Türkiye’deki Masonluğun bölünmesinden söz edildiğinde akla 1965-1966


olayları ve bunu izleyen olgu gelir.
Oysa 1932 yılının başlarında Türk Masonluğu’nda ilginç bir olay var. Bu da bir
bakıma “bölünme” sayılır ama “kopma” desek belki daha doğru.
Daha önce demiştik ya, yurdumuzda simgesel derecelerin ulusal boyuttaki egemen
yönetici ve düzenleyicisi olan Türk obediyansı, 1909 yılındaki kuruluşundan beri
“büyük mahfil” (büyük loca) değil “büyük maşrık” (büyük doğu/grand orient)
olarak adlandırılmıştı.
Evrensel boyuttaki masonik terminoloji dikkate alınırsa, pratikteki durum her
nasıl olursa olsun bunun anlamı şöyle yorumlanabilirdi:
Türkiye Büyük Maşrıkı tek bir rit ile bağımlı değildir. Çatısı altında farklı
ritlerde çalışan localar bulunabilir.”
Nitekim obediyansın kuruluşu sırasında düşünülen oydu. Yabancı obediyanslara
bağlı olarak çalışan bazı localar ulusal obediyansa katılmak dileğinde bulunabilir
ancak daha önce çalışmakta oldukları riti değiştirmemek isteyebilirlerdi.
Ancak öyle bir şey olmadı. Ta ki bu konu “Azim” adını taşıyan bir locada enine
boyuna tartışılıp, locanın Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti’ni terk ederek Fransız
Riti’nde çalışmak üzere hazırlık yapılmasının öngörülmesine dek…
1909 yılındaki özgün düşünce böyle değildi elbette… Sonradan kurulup Büyük
Maşrık bünyesinde yer almış bir locanın rit değiştirmeye kalkışması kimin aklına
gelebilirdi ki!...
Buna izin verilecek miydi?
Bu eğilim büyük maşrıkın ileri gelenlerince hiç de olumlu karşılanmayınca,
Azim Locası’nın üyeleri çalışmalarını durdurma kararı aldı.
Bunun üzerine gerek Azim Locası gerekse bireysel olarak üyeleri hakkında
topluca masonik nitelikli bir soruşturma açıldı. Gerek loca gerekse kardeşler
yargılandı.
Bu işlemin sonunda başta Azim Locası’nın üstad-ı muhteremi ile loca üyelerinden
kimilerinin büyük maşrıktan çıkarılmasına (ihraç edilmesine), locanın ise
kapatılmasına karar verildi.
Kapatılan locanın üyelerinden birçoğu kendi aralarında birleşerek “Müstakil
Türk Masonluğu Azim Mahfil-i Âlîsi” adını verdikleri bağımsız bir loca, bunun
paralelinde aynı adı taşıyan bir de dernek kurdular.
  

Bu olay gazetelere de yansıdı ve üzerinde çeşitli spekülasyonlar yapıldı. Ancak


bu örgüt düzenli ve sürekli bir etkinlik gösteremedi ve gelişemeden kapandı.
Aslında bu konu bu kadarcık değil… Bir sürü hoşnutsuz ayrıntısı var. Biz ise
burada özetle, bu kadarıyla yetinmeyi yeterli gördük.

377
CUMHURİYET DÖNEMİ
Uluslararası Etkinlikler
Türk Masonluğu’nun 1923-1935 tarihleri arasındaki döneminde uluslararası
masonik etkinlikler de oldukça hareketliydi. Türkiye Büyük Maşrıkı, kısaca
A.M.I. olarak anılan Uluslararası Masonluk Birliği’nin 1924 ve 1925 yıllarında
Brüksel’de, 1926’da Belgrat’ta, 1927’de Paris’te, 1930’da gene Brüksel’de
yapılan konvanlarına katılmaktan geri kalmadı. Türk masonlar, bu örgütte üst
düzeyde yönetimsel görevler de aldı.
Birliğin sekizinci konvanı 1932 yılında İstanbul’da toplandı. Bu konvana 23 ayrı
ülkeden delegeler katıldı. Görkemli bir balo düzenlendi; halkın da izlediği bir vapur
gezisi ve daha birçok etkinlik yapıldı.

Gazeteler, obediyanslar arasında yapılan toplantılara değilse de bu vesileyle


düzenlenen sosyal etkinliklere geniş yer ayırdı. Basın organlarının göstermiş
olduğu ilgi o tarihlerde masonlar tarafından kıvançla karşılanmıştı. Ne var ki bu
güzel yankılanmanın, kısa bir süre sonra Türkiye’de Masonluğa karşıt eylemlerin
başlaması üzerinde etkisinin olduğu da söylenebilir.

Diğer Bazı Konular


Türk Masonluğu’nun 1923-1935 yılları arasındaki döneminde, her biri ayrı ayrı
önemli sayılabilecek başka olaylar da var.
En önemli sorunlardan biri, derneklerin kendi malı olacak binalar sağlamaktı.
Locaların kiralık yerlerde çalışması hayli sıkıntı yaratıyordu. Bu bağlamdaki ilk
atılım, 1929 yılında Beyoğlu Polonya Sokağı No. 25 adresindeki eski bir konağın
satın alınması oldu. Konak onarılıp yenilendi ve Türk Masonluğu’nun ilk binası
olarak hizmete girdi. Sokağın adı da “Nuru Ziya Sokağı” olarak değiştirildi.*
Günümüzde Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası’nın merkezi hâlâ
aynı yerde; sadece sokaktaki kapı numarası değişti.
1931 yılında “Büyük Şark” adlı bir masonik dergi çıkarılmasına başlandı. Bu
derginin 1935 yılı Mayıs ayına kadar her üç ayda bir olarak 19 sayısı yayımlandı.
Aynı yıl “Türk Yükseltme Cemiyeti Teavün Sandığı” adlı bir yardımlaşma fonu
kurulmuştu. Türk masonların tümünün doğal üyesi olduğu bu sandığın işlevi,
herhangi bir mason öldüğünde ailesinin ivedi gereksinmelerini karşılayabilecek
belli bir maddî katkıda bulunmaktı.

* Yakın geçmişimizde Beyoğlu Belediyesi bu adı “Nuri Ziya Sokağı” diye değiştirdi.

378
CUMHURİYET DÖNEMİ

UYKU DÖNEMİ

1935 yılının Ekim ayında Türk Masonluğu, masonik


deyişle uykuya yattı. Bunun anlamı, ülkedeki tüm
mason örgütlerinin belirsiz bir süre için kapanmış
olmasıdır. Masonlukta simgesel bir terim olan “uyku”
sözcüğü çalışmaların şimdilik belirsiz bir süreyle tatil
edildiğini, bir gün yeniden başlayabileceğini belirtir.
Kamuoyunda kimileri bu olay için “Türkiye’de mason locaları kapatıldı.” dedi.
Kimine göre de o tarihte “Türkiye’deki Masonluk ilga edildi.” yani ortadan
kaldırıldı.
Hatta kimilerine göre bu işlem “Atatürk’ün isteği üzerine” gerçekleşti yani
Türkiye’deki locaları Atatürk’ün kapattırdığı söylendi.
Kimi masonlara göre, o sıralardaki politik ortamın koşulları ne yazık ki locaların
çalışmalarını tatil etmeyi gerektiriyordu. Kimilerine göre ise, aslında başta
büyük üstat olmak üzere diğer ileri gelenler boşuna telâşa kapıldı ve bu konuda
bireysel yetkileri olmadığı halde çalışmaları durdurdular.
Üzerinde hayli spekülasyon yapılmış olan bu konuyu biraz ayrıntıya girerek
incelemeliyiz. Çünkü bu olayın üstünden bu kitabın yazıldığı tarihte 83 yıl
geçmiş olmasına karşın günümüzde bile tartışmaları sürmektedir.
Elbette Türkiye’deki Masonluğun tarihçesini anlatan kitaplarda da bu olayın
ayrıntıları var ama biz de burada kendi tarzımızla anlatmaktan geri kalmayalım.
  

Yurdumuzdaki mason kuruluşlarının 1935 yılında niçin ve nasıl kapanmış


olduğu üzerine gerçekçi bir yargıya varabilmek, ancak bu olayı hazırlayan
nedenleri iyice inceleyip kavramakla olanaklıdır.
“Atatürk Türkiye’deki mason localarını kapattırmıştır; işte o kadar.” diyerek
kestirip atmak, Masonluğa karşıt birtakım yazarların savlarının, gerçekten de
doğru olup olmadıklarına bakmaksızın körü körüne peşinde gitmekten, “Ha!”
diyenin “Hu!” deyiciliğini yapmaktan başka bir şey olmaz.
Atatürk’ün Masonluğa karşı tutumunun nasıl olduğunu, Masonluk konusunda o
tarihlerde Çankaya’da yapılmış konuşmaları bilmek, buna dayanarak bir yargıya
varmak gerekir.
Üstelik sonraki yıllarda yayımlanmış birtakım anılar, kitaplar ve gün ışığına
çıkarılmış belgeler bu konuyu iyice aydınlığa kavuşturmuştur.
Antimasonik yazarlar ise bunları göz ardı ederek kendi bildiklerini okumayı
sürdürür.
Bu nedenle, önce böyle bir sonucu hazırlayan etkenler üzerinde durmalıyız. Yer
yer açıklama ve yorum yapma hakkımız da var elbette.

379
CUMHURİYET DÖNEMİ
Bunları bu kitabı okuyanlara şayet günümüze kadar bu konuda edindikleri
bilgiler yanlışsa onlara düzeltme fırsatı vermenin ötesinde, bulundukları çevrede bu
konu gündeme gelecek olursa, isterlerse gerektiğince açıklama yapabilmeleri
için anlatacağız.
Dolayısıyla şunu da ekleyelim:
Bunların anlatılmasında hiçbir sakınca yok.

Masonluğa Karşıt Akımlar

Masonluğa karşıt akımlar Türkiye’de öteden beri vardı. Fakat Osmanlı Devleti
döneminde, -hele meşrutiyet öncesinde- antimasonik girişimlere gerek kalmadığı
söylenebilir. Çünkü zaten padişahın tutumu Masonluğa karşıttı. 2. Abdülhamit,
antimasonik girişimlerde bulunacak kimselerin yapabileceklerini onlardan çok
daha etkili bir şekilde becerebilecek güçteydi.
1908 yılında 2. Meşrutiyet ilan edilip ertesi yıl 2. Abdülhamit tahttan indirilince,
antimasonik cephede âdeta bir boşluk oluştu.
Masonluğa karşıt kimi yazarların iddiaları uyarınca, zaten padişahı devirenler de
“vatan haini masonlar” idi. Onlara göre, gerek 2. Meşrutiyet gerekse padişahın
tahttan indirilmesi halkın ve devletin genel yararlarına değil, masonların haince
emellerinin gerçekleşmesi amacına yönelikti. Bunu da İngilizler ve Fransızlar
başta olmak üzere tüm “batılı kâfirler” olanca güçleriyle desteklemişti.
Dolayısıyla, Türk Masonluğu’nun 1909 yılında ulusal nitelikle örgütlenmesiyle
birlikte antimasonik girişimler de başladı.
  

Masonlar «O tarihte Türk Masonluğu ulusal (millî) bir kimlik kazanmıştır.»


diyor.
Masonluğa karşıt olanlar ise Masonluğun hiçbir suretle “ulusal” bir nitelik
taşıyamayacağını, dolayısıyla masonların etkinliklerinin ulusal çıkarlara aykırı
olduğunu savunuyor.
Bu yeni ya da çok sonraki bir söylem değil. Gerçi Osmanlı Devleti’nin bir “ulus”
olup olmadığı da tartışılabilir ama o bizim buradaki konumuzun dışında. Bizi
ilgilendiren, o tarihlerde de aynı şeylerin söylenmekte oluşu...
Antimasonik nitelikli girişimler önceleri pek uzun sürmedi. Nasıl Türkiye’deki
Masonluk gerek Birinci Dünya Savaşı’nın gerekse hemen ardından Kurtuluş
Savaşı’nın etkisiyle zayıflamışsa, antimasonik etkinlikler de bu birkaç yıl içinde
durakladı. Masonluğa karşıt olanlar şimdi işi gücü bırakıp bir de Masonluk ile mi
uğraşacaktı! Onlara göre zaten ha ülkemize kasteden düşmanlar ha Masonluk.
Ne fark ederdi ki… Topunun canı cehenneme!
Burada asıl konumuzu bırakıp Türkiye’deki antimasonik girişimlere daldık.
Evet, öyle çünkü Türkiye’deki Masonluğun “Uyku Dönemi” bir antimasonik
etkinliğin ürünüdür.

380
CUMHURİYET DÖNEMİ

Cumhuriyetin kuruluşundan sonra ise Masonluğa karşıt olanlar, Türkiye’nin


çağdaşlaştırılarak uygarlaştırılması doğrultusunda gerçekleştirilmesine başlanan
devrimler karşısında bir duraksama dönemi geçirdi. O sıralarda neye ve nasıl
karşı çıkacaklarını bilemediler; bir süre beklediler.
Cumhuriyet, genç Türkiye’ye, aydınların Osmanlı Devleti döneminde dört gözle
baktığı ilerici bir devlet anlayışı, halkın çağdaş bir yaşam düzenine geçiş atılımı
getirmişti. Bu bakımdan Masonluk, demokratik rejimle yönetilen diğer özgür ve
lâik ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de daha rahat sayılabilecek bir çalışma ortamı
bulmuştu.
İşte bu yeni ortam, antimasonik cephede yeni eylemler doğurdu. Genç Türkiye
Cumhuriyeti onuncu yılına yaklaşırken antimasonik girişimler de hız kazandı.
Bunların başını ise bir yandan Masonluğun ne olduğunu hiç bilmeyen ya da bilse de
anlamayan, okumuş olsa da aydınlanamamış kimseler diğer yandan benimsemekte
oldukları fanatik ülküler nedeniyle kendilerini Masonluk ile savaşmak
gerektiğine kaptırmış olan çevreler çekiyordu.
Bu akımlar, durup dururken, kendiliğinden ortaya çıkmış değildi. Nitelikleri
bakımından Cumhuriyet öncesindeki antimasonik tutum ve eğilimlerden farklı
sayılırdı. Yalnızca yurt içinden doğmuyor, dış kaynaklarca da kışkırtılıyordu.
Yurdumuz açısından bu yeni sayılabilecek tarzdaki antimasonik girişimlerde
özellikle ve öncelikle devletin yasama organı üzerinde etkisi olan kişi ve gruplar
kullanılıyordu. Basın organlarının etkinliğinden de yararlanılmaktaydı. Her şeyden
önce kendi kazançlarını düşünen birkaç gazete ve dergi, her söylentiyi allayıp
pullayarak, yalnızca dikkati çekmekle kalmayıp sansasyon yaratabilecek nitelikte
haber ve makaleler yayımlıyordu.
Uluslararası Masonluk Birliği’nin üyesi olan çeşitli mason kuruluşlarının
temsilcilerinin İstanbul’da toplandığı sıralarda, Türkiye’de Masonluğun amaçları,
ilkeleri ve çalışma yöntemi üzerine çeşitli görüşler ileri sürülüyordu. Bırakın
bunların birçoğunun yanlış olmasını, çoğu baştan sona uydurmaydı. Üstelik bu
görüşler arasında açık çelişkiler de vardı. Fakat zaten tüm bunlar Masonluğun ne
olup ne olmadığını bilmeyenlere yöneltildiği için, içerdikleri yanlışlıkların ve
çelişkilerinin ayrıtına varılamıyordu.

Bir yanda 2. Abdülhamit döneminin hayranları ile “şeriat”ın geri getirilmesini


isteyenler vardı. Bir diğer yanda Türk ulusçuluğunu fantastik boyutlara vardırıp
“Turancılık” peşinde koşanlar, Komünizm gibi totaliter rejimlerin ya da
Faşizm ve Nazizm gibi dikta yönetimlerinin egemen olduğu bazı ülkelerin
politikalarını Türkiye’ye de yansıtmaya çalışanlar…
Hepsi de Masonluğa karşıt bir başka cephe oluşturuyordu.
«Bu biraz abartı oldu galiba!» diyecek misiniz?
Deseniz de demeseniz de yanıtı: Hayır. Şayet her birinin salt Masonluğa karşıt
girişimlerde bulunduğunu söylemiş olsak, doğru! Fakat her biri ayrı ayrı kendi
doktrinleri çerçevesinde Masonluğu da hedef alıyordu.

381
CUMHURİYET DÖNEMİ
İşte bunlar 1930’lu yıllarda giderek artış gösterirken, bir de kendilerini âdeta dev
aynasında gören ya da öyle görmeye yönlendirilmiş politikacılar vardı.
Aralarından kimileri Cumhuriyet öncesinin İttihat ve Terakki Partisi ile Türk
Masonluğu’nu özdeşleştiriyor ve iç politika çevrelerinde oldukça tutulan şöyle
bir görüş ileri sürüyorlardı:
“Cumhuriyetin ilanıyla birlikte İttihat ve Terakki’nin de işlevi sona
ermiştir. Dolayısıyla artık Türkiye’de Masonluğun varlığına gerek
kalmamıştır. Üstelik Masonluğun yurt çapındaki amaç ve ilkeleri,
Halk Partisi’nin programıyla hemen hemen aynıdır. Bir kez de bu
nedenle Türkiye’de mason derneklerinin varlığına gerek yoktur.”
Bu deyişteki en ilginç taraf, Masonluğun amaç ve ilkelerinin bir politik partiyle
aynı olması durumunda, o politik partinin de Masonluk ile özdeş sayılması
gerektiğinin gözden kaçırılmakta oluşuydu.
Bir diğer deyişle, bu söyleme göre Halka Partisi = Masonluk oluyordu.
Kuşkusuz böyle bir şey olamazdı ama bu görüşü ileri sürenler kendi sözleriyle
kendi içlerinde çelişki yaratıyordu. Gerçi Masonluğun ne olup ne olmadığını
bilmeyen bunu da bilemezdi ama zararı yok; inansın yeter!
  

Öte yandan o sıralarda genellikle “Farmasonluk” olarak anılan bu kurumun zaten


“gâvur icadı bir gizli örgüt”, “dinsizlik ve Allahsızlık”, “milliyetçiliğe aykırı bir
beynelmilelcilik” olduğunu, Türklük ve Müslümanlık ile kesinlikle uyum içinde
olamayacağını ileri sürenler vardı. Masonluğu her nasıl olursa olsun kamuoyunun
gözünde küçük düşürmeyi hatta halkı masonlara karşı eylemsel girişimlerde
bulunmak üzere galeyana getirmeyi amaçlıyorlardı.
Masonların, kendilerinden başka hiç kimseyi almadıkları yerlerde toplanarak
“ne idüğü bilinmez” diye nitelenen “gizli kapaklı” hatta “ahlâk dışı” birtakım
işler çevirmekte olduğu üzerine savlar da alıp yürümüştü. Bunlar, Masonluğun
niteliğini, locaların çalışmalarının nasıl yapıldığını bilmeyen kişilerin kuşkularını
kamçılıyordu. Toplumda “aydın” geçinen kimseler arasında bile bu tür iddialara
kananlar vardı. Üstelik bu ağır suçlamalara karşı masonların hiç sesleri solukları
çıkmıyordu. Buna bakılarak Masonluk hakkında söylenenlerin “doğru” olduğu
sonucu çıkarılıyordu.
Masonların Tutumu

O tarihlerde masonlar, aklı başında kişilerle özel söyleşilerde kendilerine bu


saldırı ve suçlamaları niçin yanıtlamadıkları sorulduğunda, şöyle diyordu:
«Masonluğa böylesine bilgisizce ve bilinçsizce ya da ön yargılar ve art
niyetle saldıranlar, yöntemlerini “demagoji” üzerine kuruyor. Yanıt
vermek, bizi ister istemez onlarla polemiğe girmek zorunda bırakır. Bunun
da hiçbir yararı olmaz. Masonluk hakkında ileri sürülen yanlış savların
hepsinin boş lâf olduğu, bize ve diğer kardeşlerimize iftira edildiği er geç
anlaşılacaktır. Bunların kamuoyu üzerindeki etkisi gelip geçici olacak,
zamanla unutulacaktır. Gerçeğin ne olduğu bir gün ortaya çıkacaktır.»

382
CUMHURİYET DÖNEMİ

Masonların bu tutumu tek bir sözcük ile nasıl nitelenebilir? Buna “umut” mu demeli,
“güven” mi, “umursamazlık” mı, yoksa “çaresizlik” mi?
Masonların bu konuda üyesi oldukları bu kurumun amaçlarını ve ilkelerini ortaya
koymaktan, hele kendilerinin de Masonluğa girmiş bulunduklarını açıkça
belirtmekten çekindiklerini hatta korktuklarını söylemek pek yanlış sayılmaz.
Fakat bu çekingenliklerini hatta korkularını haklı bulmak da gerekir. Çünkü o
günlerin koşulları altında karşıtlarıyla didişmeye girişselerdi, -bunu hangi
yöntemi uygulayarak yapmış olurlarsa olsunlar- pek bir şey değişmezdi. Aslında
o günden bugüne geçmiş olan yıllar boyunca da genel olarak durumda pek bir
değişiklik oluşmadı. Sadece şimdi insanlarımız biraz daha bilgili; olur olmaz
savlara kolayca inanmamayı, safsatalara kulak asmamayı biliyor. Bunu da elbette
sadece bir “okumuş azınlık” için söyleyebiliriz.
Masonlar o günlerde kendilerini savunmaya girişseydi, bunu yaparken ister
istemez iç politikada etkin ya da üst düzeyde bir devlet görevlisi durumunda olan,
halkın adlarını sık sık duyduğu kimi ünlü kimselerin de Masonlukla ilişkisi açıkça
ortaya çıkardı.
Herhangi bir olumsuz ön yargısı bulunmayanlar «Bunun ne sakıncası olabilir ki?
Masonluk saygın bir kurum değil mi; kişiye de saygınlık kazandırmaz mı?» diye
düşünebilir. Öyledir ama Masonluk hakkında yeterince bilgisi olmayanlar, aslında
kimlikleri ve olumlu çalışmalarıyla halkın beğenisini kazanmış bu kimselerin
mason olduğunu öğrenince, hiç de Masonluğun yararlı ve saygın bir kurum
olduğu görüşüne varmazdı. Hiç de «Bu saygın devlet büyüklerimiz mason olduğuna
göre, Masonluk da iyi bir şey olsa gerek!» demezdi. Yalnızca Masonlukla ilişkisi
olduğu öğrenilen o kişiler halkın gözünde saygınlıklarını yitirirdi, o kadar... Bu
fırsatı kaçırmayacak olan antimasonik çevrelerin kışkırtmaları halkın üzerinde
çok daha etkili olmayı sürdürürdü. “Masonluk, devlet büyüğü olarak gördüğümüz
önemli kişileri de ele geçirmiş; ne yazık!” diye kaygılar yaratılırdı.
Büyük olasılıkla o kadarla da kalmazdı. Antimasonik yazarlar, bu olguyu hemen
kendi savlarının bir kanıtı olarak yakalayıp, Masonluğun Türkiye Cumhuriyeti’ni
çökertmek için nasıl da devletin üst düzeylerine kadar sızmış olduğuna dair
vaveylâ koparır, tehlikenin çok büyük boyutlara varmış olduğunu ileri sürüp
halkı Masonluğun başının bir an önce ezilmesi gerektiğine inandırmak üzere
yoğun propagandalara girişirlerdi.
Tüm bunlar ne Türk Masonluğu’na hele ne de Türk ulusuna bir yarar sağlardı.
Ancak antimasonik girişimlerde bulunanların işine gelir, bu kişi ve çevrelerin
ekmeğine yağ sürülmüş olurdu.
1930’lu yıllardaki bu söz konusu akımlar, saldırılar, olumsuz propagandalar ve
suçlamalar yalnızca Masonluğu ve masonları hedef almakta da değildi. Mason
dernekleriyle birlikte daha birçok sosyal ve kültürel nitelikli dernek ya da kurum,
düşünü çerçeveleri pek dar olan bağnaz çevrelerin yaygaralarından etkilenmekteydi.
Nitekim birçok dernek yeterli direnişi gösteremeyerek kapanmak zorunda kaldı.
Bunların arasında Türk Kadınlar Birliği de vardı.
  

383
CUMHURİYET DÖNEMİ
Tüm bunlarla birlikte, Türkiye’deki mason derneklerinin kapanmasına asıl bu
etkenler değil, birkaç kişinin Masonluğa karşı beslediği bireysel hınç neden oldu.
Elbette bu kişiler niçin Masonluğa karşı çıkmakta olduklarını açıkça ortaya
koyamazdı. Yoksa “Şecaat arzederken merd-i kıptî sirkatin söyler.” * deyişindeki
gibi, kendi kusurlarının açığa çıkarmış olurlardı.
Dolayısıyla bu kişiler, antimasonik propagandaların kapsamındaki suçlamaları
ve kötülemeleri kullanmaya girişti. Fakat bu tutum politik çevrelerde istenilen
tepkiyi yaratmada yetersiz kaldı. Bunun üzerine, Türkiye’de mason derneklerinin
varlığına hiç de gerek bulunmadığı görüşüne sarılarak, bunu yaygın bir şekilde
benimsetmeye yöneldiler.
Kuşkusuz bu yöndeki propagandaya karşılık “Bu dernekler gereksiz olabilir;
ama açıkça belirgin bir zararları var mı?” sorusu ortaya atılabilirdi.
Bunun için mason derneklerini Türkiye Cumhuriyeti’nin geçen on yıllık dönemdeki
yararlı ve başarılı atılımlarının hemen tümünü kendisine mal etmekte olan Halk
Partisi’ne âdeta bir rakip kuruluş gibi gösterdiler. Böylece, mason olmayan birçok
politikacının Masonluktan çekinmesini, en azından Masonluğa hiç de sıcak
bakmamasını sağlamış oldular.
Nitekim daha 1931 yılında Türk Ocakları da yaklaşık aynı nedenle, politik bir
nitelik kazanabilecekleri gerekçesiyle kapatılmış, onların yerine doğrudan Halk
Partisi’nin denetimi altında olan Halk Evleri kurulmuştu.

Politika Sahnesindeki Etkinlikler

Türkiye’deki mason derneklerinin kapanmasına üç kişi neden oldu.


1. Nafıa Vekili (Bayındırlık Bakanı) Recep Peker.
«Nedeni belli mi?» diye soracak mısınız?
Belki söylenmeden de tahmine edebilirsiniz: Ankara’da Masonluğa girmek
üzere yapmış olduğu başvuru geri çevrilmişti.
2. Hükümette Adliye Vekili (Adalet Bakanı) olarak da bulunmuş olan ünlü
hukukçulardan Mahmut Esat Bozkurt.
O da İzmir’de Masonluğa girmek istemiş ama kabul edilmemişti. Hatta bundan
ötürü Karşıyaka’da bir locanın çalışmakta olduğu binayı kurşunlamıştı.
3. Mahmut Esat Bozkurt’tan sonra Adliye Vekili olan Şükrü Saraçoğlu.
O da açıkça Masonluğa karşıt bir tavır takınmıştı ama bunun öncekilere benzer
bir nedeni olup olmadığı bilinmiyor.
Halk Partisi içinde çok etkili olan bu üç politikacı, Masonluk konusunun sık sık
parti toplantılarının gündemine getirilmesini ve tartışılmasını sağlıyorlardı. Bu
tartışmalarda Masonluk üzerine iyi ve doğru bir şey söylendiği pek yoktu.

*
Çingenenin merdi yiğitliğini gösterirken suçunu söyler.

384
CUMHURİYET DÖNEMİ

Toplumda ve basında antimasonik girişimlerde bulunanların görüşleri de ara sıra


toplantılarında yineleniyordu. Böylece o dönemdeki parti üyeleri arasında
oldukça büyük bir kitle Masonluğun “kötü ve zararlı” olduğuna, en azından ileride
bir zararının ortaya çıkabileceği düşüncesiyle “gereksiz” bir kurum olduğuna
inandırılmıştı. Özellikle, Atatürk’e pek yakın olduğu bilinen Mahmut Esat
Bozkurt, birkaç kez Atatürk ile bu konuda ayrıntılı söyleşilerde bulunduklarını
belirterek «Esasen Reisicumhurumuz Gazi Mustafa Kemal Hazretleri de bu
cemiyetlerin kapatılmalarını muvafık (uygun) bulmaktadırlar.» demişti.
Nitekim 1935 yılında Türkiye’de mason derneklerini Atatürk’ün kapattırmış
olduğuna ilişkin iddianın gerekçesi budur. Bu konunun aslının nasıl olduğunu,
böyle bir iddianın nereden çıkarıldığını az sonra göreceğiz.
Bu aşamada sizin olası sorunuz şöyle olabilir: «Peki ama gerek partide gerek
hükümette masonlar yok muydu? Var idiyse, onların eli armut mu topluyordu?
Neden karşı girişimde bulunmamışlar?»
Bunun yanıtını az önce gördük ama şunu da ekleyebiliriz: Evet, vardı ama bir
saldırıya karşı verilebilecek yanıt, yapılabilecek girişim bulunmaması bir yana,
mason derneklerini kapattırmaya kafasını takmış, bu bağlamda âdeta başka
hiçbir şey düşünemez hâle gelmiş olan, hemen herkesle bire bir özel görüşerek
onları da kendi cephelerine çekenlere karşı işe yarar bir etki sağlayamazdı ki!
Oysa gerek parti üyeleri gerekse milletvekilleri arasında birçok mason vardı.
Örneğin Millî Müdafaa Vekili (Milli Savunma Bakanı) Kâzım Özalp ile
Dahiliye Vekili (İçişleri Bakanı) Şükrü Kaya… Fakat bu hükümet üyelerinden
biri ya da mason olan herhangi bir milletvekili çıkıp da şöyle mi diyecekti: «Ben de
masonum... İşin içindeyim... Bu arkadaşlarımız konuyu iyi bilmiyor ve yanılıyorlar.
Masonluk, ileri sürüldüğü gibi kötü ve zararlı bir kuruluş değildir. Bu iddiaların
tümü yalan ve boş suçlamalardır.»
Hiçbiri böyle bir şey söyleyememişti. Söyleyemezdi. Hiçbir mason kendinde
Masonluk ile ilgili gerçekleri açıkça ortaya serebilecek gücü görememişti.
Sonuç: Parti toplantılarında bu konu giderek alevlendi. Üyelerin çoğunluğunun
eğilimi aşağı yukarı belirginleşmişti. Millet Meclisi’nin gündemine alınmak
üzere, mason derneklerinin kapatılması için bir yasa önergesi hazırlanmasına bile
başlanmıştı. Özellikle Ankara’daki masonlar bu durumun geleceğinden çok endişe
duyuyordu.

Önemli Bir Toplantı

Şükrü Kaya, -belki de dahiliye vekili oluşunun etkisiyle- parti toplantılarındaki


gelişmelerden ötürü hayli telâşlanmıştı. Durumu o sırada Ankara’daki tek loca olan
Cumhuriyet Locası’nın Üstad-ı Muhteremi, Ziraat Bankası İdare Meclisi Reisi
İhsan Abidin’e aktardı. İhsan Abidin, çok hatırı sayılan, gerek Türkiye Büyük
Maşrıkı’nda gerekse Türkiye Yüksek Şûrası’nda zaman zaman önemli görevler
üstlenmiş hayli eski ve deneyimli bir masondu. Hemen herkes onu çok sever, saygı
duyar, görüşlerine güvenirdi. Şükrü Kaya’nın dileği üzerine Türk Masonluğu’nun
o sıralardaki ileri gelenlerini Ankara’da yapılması öngörülen bir toplantıya çağırdı.

385
CUMHURİYET DÖNEMİ
Çağrılanlardan kimilerinin adlarını verelim çünkü bu çok önemli.
- Türkiye Büyük Maşrıkı Üstad-ı Âzamı, İstanbul Emlâk Bankası Umum
Müdürü Muhittin Osman Omay;
- Türkiye Yüksek Şûrası Âmir-i Hâkim-i Âzamı İsmail Hurşit ile birlikte
kaymakamı (yardımcısı) Nurettin Ramih;
- Türkiye Büyük Maşrıkı’nın daha önceki üstad-ı âzamlarından İstanbul
Milletvekili Edip Servet;
- Türkiye Yüksek Şûrası’nın önceki âmir-i hâkim-i âzamlarından Şûrayı
Devlet Reisi (Danıştay Başkanı) Mustafa Reşat Mimaroğlu;
- Gene Türkiye Yüksek Şûrası’nın daha önceki âmir-i hâkim-i âzamlarından
Fuat Süreyya Paşa.
Toplantıya çağrılmış olmakla birlikte gelemeyenler de oldu. Ancak katılanlar
arasında Türkiye Yüksek Şûrası’nın ileri gelenlerinden Muhib Nihat Kuran,
Millet Meclisi Grup Reis Vekili Hasan Saka, Tekirdağ Milletvekili Cemil
Uybadin ve Ankara Valisi Nevzat Tandoğan da vardı.
Bu isimleri sayışımızın nedeni buradaki konumuzla doğrudan bağlantılı değil…
O tarihlerde gerek siyasette gerekse devlet çarkında masonların ne gibi mevkilerde
bulunduklarını görüyorsunuz. Bu durum bir ülkede Masonluğun değil ama
masonların önemini yansıtıyor. Günümüzde bunun yarısı olsa, diğer masonlar da
kim bilir Masonluğun amaçları doğrultusunda ve ülkemizin yararına neler yapar
neler!... Nitekim o zamanlar adları bir “ünlüler listesi”nde geçmeyen birçok
mason, ulusumuzun yararına kimsenin duymadığı ve bilmediği çok şey
gerçekleştiriyordu.
Bu araya girişten sonra konumuza dönelim.
  

8 Ekim 1935 günü Ankara’nın o tarihlerde pek ünlü olan Karpiç Lokantası’nda
yapılan toplantı, Türk Masonluğu’nun tarihinde çok önemli bir yer tutar.
Neler olup bittiğini şöyle özetleyebiliriz:
Şükrü Kaya, son parti toplantısında belirlenen görüşü uzun uzun anlattı. Mason
derneklerinin bir an önce kapatılmasını önerdi.
Gerek Türkiye Büyük Maşrıkı gerekse Türkiye Yüksek Şûrası ileri gelenleri,
loca ve atölyelerin çalışmalarını şimdilik durdurabileceklerini fakat derneklerin
kapatılabilmesi için mutlaka ayrı ayrı olmak üzere umumî heyetlerin (genel
kurulların) toplanmasının gerektiğini, kendilerinin böyle bir karar vermeye
yetkilerinin olmadığını belirttiler.
Şükrü Kaya diretti. Durumun çok kritik bir aşamaya girmiş olduğunu, zaman
yitirilmemesi gerektiğini, üstelik umumi heyet üyelerinin koşulların zorlayışını
anlamakta güçlük çekebileceklerini, dolayısıyla ters bir karar verebileceklerini,
bu konuda bir yasa çıkacak olursa kardeşler hakkında da tek tek soruşturma
açılabileceğini söyledi.

386
CUMHURİYET DÖNEMİ

Dahiliye Vekili Şükrü Kaya’nın ilk söyledikleri diğer kardeşleri pek etkilemedi
ama «Masonlar hakkında da tek tek soruşturma açılabilir.» demesi hayli endişe
yarattı.
Üstelik bunu herhangi biri değil, içişleri bakanı söylüyordu.
Kuşkusuz hiçbir masonun, salt bir mason derneğinde üye olarak kayıtlı oluşundan
ötürü veremeyeceği bir hesap yoktu. Fakat gerçekten de böyle bir şey yapılacak
olursa, bu bir felâket olurdu ve bu felâketi yaratan fırtına dindikten sonra bile
Türk Masonluğu’nun yeniden derlenip toparlanabilmesinden umudu kesmek
gerekebilirdi.
Yönetici masonlar çaresiz kalmıştı.
Daha iyi bir çıkar yol bulunamayacağı kanısına vararak Şükrü Kaya’nın
önerisine uymaya razı oldular. Önceden hazırlanmış bir bildirgeyi imzaladılar ve
“Dahiliye Vekili” sıfatıyla ona verdiler.
Derneklerin Kapanışı

10 Ekim 1935 tarihli gazetelerde, Anadolu Ajansı aracılığıyla verilmiş şöyle bir
haber çıktı:
“Mes’ul ve ma’ruf (sorumlu ve bilinen) imzalar altında ajansımıza
verilmiştir: Türk Mason Cemiyeti, memleketimizin sosyal tekâmülünü
(gelişimin) ve günden güne artan muazzam terakkilerini nazar-ı itibare
(göz önüne) alarak ve Türkiye Cumhuriyeti’nde hâkim olan demokratik
ve cidden lâik prensiplerin tatbikatından doğan iyilikleri müşahede
ederek, faaliyetine, bu hususta hiçbir kanun olmaksızın nihayet vermeği
ve bütün mallarını memleketin sosyal ve kültürel kalkınmasına çalışan
Halk Evlerine teberruu muvafık görmüştür.”
Biraz eskice bir dil… Bazı sözcükleri anlayamamış olabilirsiniz. Bunun için
sözlük karıştırmanız gerekmez. Burada hepsini günümüz Türkçesiyle yeni baştan
yazma zahmetine de katlanmadık. Özü şu: Türkiye’de mason dernekleri kapanmış,
malları Halk Evleri’ne bağışlanmıştır.
Türkiye Büyük Maşrıkı’nın Üstad-ı Âzamı Muhittin Osman Omay, bir genelge
yayımlayarak tüm locaların çalışmalarının yeni bir duyuruya kadar tatil edilmiş
olduğunu bildirdi.
Ertesi günkü gazetelerin birçoğunda bu bildirge “Mason locaları birer birer
kapanmaya başladı.” biçiminde yorumlandı.
Türkiye Yüksek Şûrası da kendisine bağlı atölyelerinin çalışmalarını durdurdu.
Şükrü Kaya, dahiliye vekili sıfatıyla bu konuda kendisine yöneltilen bir soru
üzerine kısaca şunları söylemişti: «Türk masonları, kendi ideallerinin hükümetin
esas programına dahil olduğunu görerek, kendi teşkilâtlarını kendileri
feshetmişlerdir. Hükümetin bu iş üzerinde hiçbir teşebbüs ve alâkası yoktur.»
  

387
CUMHURİYET DÖNEMİ
Gazeteler, bunu izleyen birkaç gün boyunca Masonluk ile ilgili haber ve yorum
yayımlamayı sürdürdü. Bunların hem doğruları hem yanlışları vardı ama artık
hiç kimse neyin doğru neyin yanlış olduğu üzerinde durmuyordu.
İşin en ilginç yönü, masonların büyük çoğunluğunun localarının kapanmış
olduğunu gazetelerden öğrenmesiydi. Türk Masonluğu, bireysel birtakım hınçlar
nedeniyle ve tutkular uğruna, bilerek ya da bilmeden, isteyerek ya da istemeden
verilmiş olan bir politik ödünün kurbanı olmuştu.
Cumhuriyet gazetesinin 14 Ekim 1935 tarihli yayınında “Türkiye Mason Locaları
Bir Emirle Kapatıldı” başlığı altında çıkan haber makale şeklindeki bir yazıda
şöyle bir yoruma yer verilmişti:
“Türkiye’de halen ecnebî maşrıklarına mensub localar kalmamış,
bunlar vaktile Türk Maşrıkı’na dahil olmağa mecbur edilmiş
olduklarından, bu suretle son zamanlarda İtalya, Almanya ve Rusya’da
olduğu gibi Mason teşkilâtı memleketimizde de ilga edilmiş oluyor. Bu
teşkilâtın kaldırılmasını icabettiren sebep, son fırka programında kökü
dışarıda bulunan teşekküllerin memleketimizde yer bulamıyacağına dair
olan kayıttır. Maamafih masonlar kendi köklerinin dışarıda olmadığını,
konfederasyon halinde idare edilen Masonluğun burada serbest,
müstakil ve milliyetçi olduğunu söylüyorlardı. Esasen son zamanlarda
yapılan muhtelif neşriyatta da görüldüğü üzere, Masonluk
memleketimizde bir sır olmaktan çıkmıştı. Zira Masonluk daha ziyade
lâiklik ve eskiliğe karşı aleyhdarlık ve müntesibleri arasında tesanüd ve
mütekabil yardımlar fikrini güden bir müessese olup koyu taassuba
aleyhdarlığından dolayı hatta dinsizlik veya milliyetsizlik isnadı altında
bile bulunuyordu.”
Bunun da biraz eskice bir dil oluşuna karşın herhalde ne denilmekte olduğunu
anladınız.
Bir karşı yorum yapalım.
Türk ulusu ne bir İtalyan Faşizmini ne bir Alman Nazizmini ne de bir Rus
Komünizmini benimseyebilirdi. Bu ülkelerde ve bu politik rejimlerin baskısı
altında Masonluğun yasaklanışı ile Türkiye’deki mason derneklerinin kapanması
olayını benzeştirip bağdaştırmaya kalkışmak büyük bir yanılgıydı. Diğer özgür
ve demokratik ülkelerde olduğu gibi Türkiye Cumhuriyeti’nde de Masonluğun
yaşayamaması ve locaların çalışmalarını kesintisiz sürdürmemeleri için hiçbir
neden olmamalıydı. Buna karşın mason derneklerinin kapanmak zorunda kalışı,
ortamın henüz yeterince olgunlaşamadığını, politikacıların henüz kişiliklerini
bulamamış olup şuna buna kolaylıkla kapıldıklarını gösteriyordu. Bağnazlığa
varır boyutta aşırı tutucu çevreler ile kimi hırslı ve kindar kimselerin doğrudan
ortaya çıkmaksızın birtakım dolambaçlı yollardan giriştikleri eylemlerle, Türk
Masonluğu harcanmıştı.
Şayet Türkiye o tarihlerde İtalya’daki, Almanya’daki ve Rusya’daki gibi asla
Masonluk ile bağdaşamayacak, Masonluğu barındıramayacak bir politik rejimi
benimsemekte olsaydı, bu ülkede mason localarının kapatılmalarını mantıklı bir
gerekçeye bağlamak olanağı doğardı.

388
CUMHURİYET DÖNEMİ

Türkiye, sonraki yıllarda, özellikle Batı ülkeleriyle olan ilişkileri bakımından


ulusal nitelikli bir mason örgütünün bulunmayışı nedeniyle birçok olanağı ne
yazık ki kaçırdı. Locaların kapanmasına neden olanlar ise bunun farkına bile
varamayacak bir gaflet, daha doğrusu umursamazlık içindeydi.
Neyse ki Cumhuriyet gazetesinin yukarıda vermiş olduğumuz yazısının sonunda
Masonluğun niteliklerine ilişkin bir gerçeğe de yer verilmişti. Üyeleri arasında
karşılıklı yardımlaşmayı güttüğüne ilişkin varsayımı geçin!...
Kapanışın Sonrası

Locaların çalışmaları tatil edilip mason dernekleri de kapanırken masonların çoğu,


masonik deyimiyle bu “Uyku Dönemi”nin belki bir-iki yıl, bilemediniz üç-beş
yıl süreceği kanısındaydı.
Kapanıştan sonraki ilk yıllar şaşkınlık içinde geçti. Masonluğa zaten pamuk
ipliğiyle bağlı olan kimi masonlar «Olsa da olur, olmasa da! Ne yapalım?
Kader!» deyip geçmiş olabilir ama birçoğu için umutlu bir bekleyiş başladı.
Kimi masonlar, sosyal ilişkilerini geliştirerek birbirlerinden kopmamaya çalıştı. Sık
sık evlerde, kulüplerde, lokantalarda, otellerde bir araya geldiler.
Buluştuklarında hep aynı şey konuşuluyordu: “Localar ne zaman açılacak?”…
“Uyku Dönemi’nin sona ermesi zamanı daha gelmedi mi?”
Sonraları görüşülen konu biraz değişti: “Türk Masonluğu bundan sonra yeniden
nasıl toparlanabilir?” ... “Bunu gerçekleştirebilmek için ne yapmalı?”
Pek de bir şey yapılamadı. Çözüm bulunamadı.
İstanbul’daki masonlardan kimilerinin sabrı tükendi. Bu iş böyle salt bekleyerek
olmazdı. 1939 yılında evlerde gizlice çalışmak üzere üç loca kurdular: “İdeal”,
“Ülkü” ve “Kültür”.
Şu işe bakın!... Masonluk gizli olmadığı, masonlar hiç de gizli çalışmak istemediği
halde, o dönemde birtakım başka ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de masonik
nitelikli çalışmaları sürdürmek isteyen, bundan bir türlü vazgeçemeyen masonlar
âdeta buna zorlanmıştı.
Kimi masonik yazarlar, bu üç locanın Türkiye Yüksek Şȗrası’nın yönetimi altında
çalıştıkları için “düzensiz” olduklarını ileri sürmüştür.
O günün koşulları altında düzenliymiş, düzensizmiş, ne fark eder?
Uyku Dönemi’nin sonrasındaki localar için de aynı şey söylenmiştir.
Ne fark eder?... Hiç olmaması “düzensiz” olmasından daha mı iyi?
  

Türk Masonluğu’nun “Uyku Dönemi” resmen 13 yıl sürdü; 1948’e kadar…


Bir masonun masonik etkinlik süresini ortalama 20 yıl olarak kabul edersek,
-bunun doğruluğu elbette tartışılabilir- çoğu masonlar için tümüyle uykuda
geçmiş bu sürenin hiç de kısa olmadığı sonucuna varırız.

389
CUMHURİYET DÖNEMİ
Loca çalışmaları bir yana dursun, masonlar arasındaki sosyal ilişkiler de zamanla
zayıflamaya yüz tutmuştu.
Buluşmalar seyrekleşmiş hatta rastlantılara bağlı kalmıştı.
Çoğu localarının açılmasından umudu kesti. Kimisi bir zamanlar masonik
etkinliklerde bulunduğunu bile unuttu.
Çoğunluğun durumu öyleydi ama locaların yeniden çalışmaya başlayacağına
ilişkin umutlarını yitirmeyenler de vardı.
Gelişigüzel sosyal ilişkileri bir yana bırakarak, belirli gün ve saatlerde belirli
yerlerde bir araya gelmeye başladılar.
Masonluktaki geçmişlerinin biriktirmiş olduğu alışkanlıklar, hevesleri, sevgileri,
edinmiş oldukları bağlılık ve görev duyguları, yeniden etkin masonik çalışmalara
başlamak üzere arayışlara girişmelerine neden oldu.
Nitekim sözünü ettiğimiz o üç loca da böyle doğdu. Ancak işte hepsi o kadar…
  

Türk Masonluğu’ndaki uyku döneminin 13 yıl sürmüş olması kuramsal (teorik)


sayılır. Yurdumuzdaki mason derneklerinin 1935-1948 yılları arasında kapalı
kalmış olduğunu söylemek daha doğrudur.
Mason dernekleri kapanmıştı ama Türkiye’de Masonluk herhangi bir yaptırımcı
güç tarafından yasaklanmış değildi. Locaların yeniden kurularak çalışmalarına
başlayabilmeleri bakımından hiçbir yasal engel yoktu.
Sadece ülkenin içinde bulunduğu politik ortam, bir de Türkiye Cumhuriyeti
doğrudan katılmış olmasa bile İkinci Dünya Savaşı’nın yaratmış olduğu ortam,
derneklerin yeniden etkinliğe geçmesi bakımından henüz elverişli değildi.
Bu görüşte zorlamadan kaynaklanan bir çelişki vardı:
Masonluğun Temel Yasası, masonların bulundukları ülkenin yasalarına kesinlikle
uymasını gerektiriyordu.
Türkiye’de bunun için mutlaka “dernek” kurulması ya da önceki derneklerin
yeniden açılması gerekirdi.
Dolayısıyla kimi masonlar loca ve atölyelerin yeniden kurulup çalışmalarına
başlayabilmeleri için hiçbir yasal engel olmadığını düşünürken, yerel yasaları
kendi işlerine geldiği gibi yorumluyordu.
Dönüp dolaşıp hep bu konu üzerinde kafa yoruyorlardı.
Diyelim ki herhangi bir yasal dernek olmadığı halde localarını kurarak
çalışmalara başladılar… Bu işi nasıl yapacaklardı? Nerede çalışacaklardı? Maddî
sorunları nasıl çözeceklerdi? Derneklerin malları Halk Evleri’ne bağışlanmıştı; her
şeye yeni baştan, sıfırdan mı başlayacaklardı?
Birkaç loca kurmayı başarsalar bile, -az önce değinmiş olduğumuz üzere-
İkinci Dünya Savaşı’nın yansıttığı zor yaşam koşulları altında bir obediyans
oluşturmak olanaksız gibiydi.

390
CUMHURİYET DÖNEMİ

Ancak bir umut ışığı vardı.


Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti’nin kendine özgü anayasası uyarınca, 33.
derecede 9 kardeş var oldukça Türkiye Yüksek Şûrası var demekti.
Türkiye Büyük Maşrıkı ortadan kalkmış olduğuna göre, iki kurum arasında
bağıtlanmış olan konkordatonun da geçerliği kalmamıştı.
Yüksek Şûra kendisini toparlarsa, hem yüksek derecelerde çalışacak atölyeler
kurabilir hem simgesel derecelerde çalışacak locaların kurulmasını sağlayabilirdi.
(Düzensiz olurmuş!... Kim ne derse desin… Bulunabilmiş tek çare buydu.)
Bir araya gelebilen 33. derecedeki masonlar, Yüksek Şûra’nın çalışmalarına kalmış
olduğu yerden devam etmesine karar verdi. Âmir-i Hâkim-i Âzam olarak Nurettin
Ramih’i seçtiler.
Yapılan toplantılarda simgesel locaların durumunun ne olacağı da görüşüldü;
önceki locaların uyandırılarak yeniden etkinliğe geçirilmesi sakıncalı bulundu.
Bunun üzerine birçok yüksek dereceli mason aralarında gruplaşıp az önce
sözünü ettiğimiz üç yeni locayı kurdular.
  

Bu anlatımı tekrar edip duruyoruz ama Türk Masonluğu’nun tarihçesi bakımından


bu çok önemli bir olgu…
Öyle yapmasalardı, belki 1948 yılındaki uyanma da gerçekleşmeyecekti.
Unutmayalım ki, loca çalışmaları olmaksızın geçirilen her yıl, aktif masonların
sayısının biraz daha azalmasıyla sonuçlanıyor. Kimisi bu arada yaşama veda
ediyor, kimisi ilgisini yitiriyor.
Bu iş 1939 yılında yapıldığına göre; demek oluyor ki
Türkiye’deki Masonluğun Uyku Dönemi aslında 13
değil 4 yıl sürmüştü. Bununla birlikte, kurulan o üç
locanın düzenli bir şekilde çalışması ve gelişmesi,
bunlara başka locaların eklenmesi 1945 yılını buldu.
O tarihte, Yüksek Şûra’nın âmir-i hâkim-i âzamlığına
Mim Kemal Öke seçildi.
Bu kitaba sözünü ettiğimiz masonların fotoğraflarını da
yerleştirebilme olanağı var ama belki birini bulamayız
diye hiçbirini koymamayı yeğliyoruz. Mim Kemal Öke
ise Türk Masonluğu’nda ayrıcalıklı bir yer tutuyor.
Onu ihmal edemedik.
5 Şubat 1948 günü, 1938 yılında kabul edilerek yürürlüğe girmiş olan Cemiyetler
Kanunu uyarınca Türkiye Mason Derneği kuruldu.
Hemen ardından Ankara ve İzmir’de de birer loca açıldı.
Böylece Türk Masonluğu’nun uyku dönemi sadece masonik açıdan değil bir de
yasal bakımdan resmen sona erdi.

391
CUMHURİYET DÖNEMİ

ATATÜRK İLE İLGİLİ KONULAR

Masonluk ile bağlantılı olarak Atatürk’ten söz edilince,


hemen ortaya konulan ilk soru şu:
«Atatürk mason muydu?»
Yoksa bu sizin de mi sorunuzdu?
Bu soruya şöyle bir yanıt versek acaba ne dersiniz?
Evet, Atatürk masondu. Hem de sapına kadar masondu. Öyle ki mason
olduğunu bildiğiniz kişilerin hepsinden daha masondu.
Demek ki ortaya konulan soru yanlış!
Şöyle sorulmalıydı: «Atatürk Masonluğa girmiş miydi?»
Yanıt: Bilinmiyor.
İki soru arasındaki farkı gördünüz, değil mi?...
Kimileri, böyle bir düzeltme üzerine şöyle der: «Ha Ali ha Veli. İkisi de aynı şey.
Masonluğa girmişse mason demektir. Girmemişse değildir. İşi demagojiye
vurmayın.»
Sizce demagoji mi yoksa “anlayana saz” türünden bir deyiş mi?
Elbette Masonluğu bildiğini sanan ama bilmeyen, hele mecazî ve simgesel dili
anlayamayan birisine böyle demenin bir anlamı yok.
«Belki bir ara önlük takmıştı, belki hiç takmamıştı. Ancak her durumda, yaşamı
boyunca hep önlüksüzdü.» desek, bunu anlamış olmanız gerekli.
  

Atatürk’ün Masonluk ile ilgisi, bir yanda masonlar diğer yanda Masonluğa karşıt
olanlar tarafından ayrı ayrı ve elbette zıt biçimde irdelenmiştir.
Az önce belirtmiş olduğumuz üzere, 1935 yılında Türkiye’de Masonluğun
Atatürk’ün emriyle kapatıldığı ileri sürülmüş, bu iddia kanıtlanamamış ama aksi de
kanıtlanamayınca kamuoyunda genel kabul görmüştür.
Bu konunun en ilginç yanlarından biri, Türkiye’de Masonluğu Atatürk’ün ortadan
kaldırmış olduğunu ileri sürenlerin, aynı zamanda özgürlüğe, yeniliğe, çağdaşlığa,
laikliğe, cumhuriyetçiliğe, Atatürk’ün önderliğinde yapılmış Türkiye Cumhuriyeti
devrimlerine, özetle Atatürk’ün yolunu açmış olduğu hemen her şeye, genelde
Atatürkçülüğe karşı olmalarıdır.
Türk halkının “Atatürk” ile ilgili duyarlılığını kötüye kullanmışlardır.
Üstelik aynı kişiler bu arada bir de Atatürk’ün de mason olduğuna ilişkin bir başka
söylentinin peşinden gitmekten de geri kalmamıştır.
Biz de bu konudaki anlatımlara o söylentiyle başlayalım.

392
CUMHURİYET DÖNEMİ

Atatürk’ün Mason Olduğu Hakkındaki Söylenti

2. Meşrutiyet öncesinde Atatürk’ün Batı Trakya’da Masonluğa girmiş olduğuna


ilişkin söylentilerin hepsi dış kaynaklıdır.
Türkiye’de bu konuda yazılmış olanlar, o kaynaklardan yararlanılarak, verilen
bilgilerin “mutlaka doğru” olduğu varsayılarak aktarılmıştır.
Oysa dış kaynaklarda bu konuda verilmiş olan bilgilerin hiçbiri belgelenerek
kanıtlanabilmiş değildir. Hepsi birbirini kaynak olarak gösterir.
Bir diğer deyişle, Mustafa Kemal’in Masonluğa girmiş olduğunu gösteren
bir somut belge, örneğin imzalamış olduğu bir “toplantıya katılma
çizelgesi” ya da üyesi olduğu locanın onun da adını içeren bir “üye kayıt listesi”
bulunamamıştır.

Söylendiğine göre, Mustafa Kemal Selânik’te ya Fransa Büyük Maşrıkı’na bağlı


olarak çalışan “Véritas” ya da İtalya Büyük Maşrıkı’na bağlı olarak çalışan
“Macedonia Risorta” adlı locada Masonluğa girmiş.
Bunlardan ilkinin doğru olduğunu benimseyenler, 2. Meşrutiyetin ilanından
hemen önce bu locanın Osmanlı Devleti’ne karşı birtakım politik girişimlere
karıştığını, Mustafa Kemal’in de bu nedenle bir daha dönmemek üzere locadan
ayrıldığını belirtir.
Belirtir de neye dayanarak?... Belli değil. Herhangi bir belge yok.
Kimi masonlar bu bağlamda derin araştırmalar yaptı. Fransa ve İtalya’da ilgili
mason kuruluşlarının arşivlerine girdiler. Hiçbir şey bulamadılar.
Bu bağlamda anılarını anlatan bir kişi de yok.
Buna karşın 2. Meşrutiyet’in ilan edilmesinde payları bulunan masonlardan
kimisinin “Veritas” adlı locanın üyesi olduğu bilinmektedir. Bu belgelenmiştir.
Aralarında İttihat ve Terakki tarafından padişaha tahttan indirildiğini bildirmekle
görevlendirilmiş olan Selânik Mebusu Emanuel Karasu, Gümülcine Mebusu Hoca
Fehmi Efendi, sonradan Bahriye nazırı olan Cemal Paşa, Türk Masonluğu’ndaki
önemli çehrelerden Faik Süleyman Paşa ile İsmail Canbolat sayılabilir.
İkinci varsayımın yani Mustafa Kemal’in Masonluğa
“Macedonia Risorta” adlı locada girmiş olduğunu
benimseyenler, bu konuda özellikle İtalyan masonik
yazınında çıkmış birtakım makaleleri dayanak olarak
alır. Bu yazılardan en yakın tarihli olanlarından biri,
“Rivesta Masonica” adlı İtalyan mason dergisinin Ocak
1973 sayısıdır. Dergide Atatürk’ün de mason olduğunun
belgelendiği belirtilmiştir.
Bu dergideki yazı, belge aramadan inanmaya hazır
olanlar için geçerlidir çünkü yanda görüldüğü gibi tek
başına Atatürk’ten söz etmekte değildir. Diğer birçok
ünlü devlet adamına da yer verilmiştir.

393
CUMHURİYET DÖNEMİ
Türk masonların sözü edilen o belgelerin kopyalarını rica etmesi üzerine, “ne
yazık ki (!) İkinci Dünya Savaşı sırasında yitirildiği” söylenmiştir.
Şayet Atatürk gerçekten Masonluğa girmişse, bu inisiyasyon “Macedonia Risorta”
adlı locada da yapılmış olabilir.
Çünkü bu locanın bilinen üyeleri arasında da sonradan dahiliye nazırlığı ve
sadrazamlık yapmış olan Talât Paşa, sonradan Muş mebusu olan Binbaşı Naki,
Kolağası Kâzım Nami, Drama Jandarma Kumandanı Hüseyin Muhittin, özellikle de
gençliğinden beri Mustafa Kemal ile yakın dost oldukları bilinen Kâzım Özalp
sayılabilir.
  

1921 yılında İstanbul’daki İngiliz İşgal Kuvvetleri Karargâhı’nda görevli olarak


bulunan General Harrington, İngiltere Savunma Bakanlığı’na vermiş olduğu
raporlarından birinde Mustafa Kemal Paşa’dan söz ederken mason olduğuna da
özellikle değinmiştir.
Neye dayanarak?
Belli değil.
Dolayısıyla Harrington’un bu sözü de Atatürk’ün Masonluğa girmiş olduğunu
kanıtlamaz çünkü yaklaşık 15 yıl öncesinden söz etmektedir.
Ancak elde hiçbir somut belge bulunmayışı Atatürk’ün Masonluğa girmemiş
olduğunu da kanıtlamaz.
Mustafa Kemal’in kısa bir süre için de olsa İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne girmiş
olduğu tarihsel bir gerçektir.
Fakat bunun Masonluk kanalıyla mı, yoksa doğrudan mı olduğu bilinmemektedir.
  

Mustafa Kemal, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin üyelerinin, o tarihlerdeki ortamda


gerçekleştirilmesi olanaksız birtakım düşler peşinde koştuğunu öngörmüştür.
Sadece lâf üretmekle kalıp, eylemsel boyutta doğru dürüst bir iş yapmadıklarından
yakınmıştır. Bu eleştirileri nedeniyle cemiyet üyelerince pek hoş karşılanmadığı,
nitekim kendisinin de örgütün çalışmalarına pek güvenmeyerek uzaklaştığı
bilinmektedir.
Haklı mıydı, haksız mı?...
Mustafa Kemal ile İttihat ve Terakki arasında her ne geçmişse o bizim konumuz
değil. Bu konuda yorum yapmak bize düşmez.
İttihat ve Terakki Cemiyeti üyeleriyle Batı Trakya’daki masonlaür arasında bir
yakınlık bulunduğunun gerçek oluşu ise, Mustafa Kemal’in de Masonluğa girmiş
olduğunu göstermez.
Şu halde, «Atatürk Masonluğa girmiş miydi, girmemiş miydi?» biçimindeki bir
sorunun yanıtı ancak şöyle olabilir:
“Belli değil.”

394
CUMHURİYET DÖNEMİ

Atatürk’ün Masonluğa Karşı Tutumu

Masonlar öteden beri Atatürk’ün hiçbir zaman Masonluğa karşıt bir tutum
takınmamış olduğunu savunur. Bunun açık bir göstergesi olarak da ülküsel
görüşlerini, söylevlerindeki özdeyişleri gösterir, bunların Masonluğun ilkeleriyle
tam bir uyum içinde olduğunu belirtirler.
Atatürk’ün gerek ulusal gerekse evrensel boyutlardaki görüş ve yaklaşımı,
Masonluğun amaç ve ilkeleriyle de uyumludur. Fakat bunun böyle olması,
Masonluğun çalışma tarzını da uygun bulup onaylamış olduğunu göstermez.
Diğer birçok insan gibi Atatürk de Masonluğun ezoterik sistemde, kendi içine
kapanık olarak çalışmasını uygun görmemiş olabilir.
Masonluğun amaçlarını ve ilkelerini benimseyen bir kişinin, çalışma tarzı ve
yöntemini de uygun bulmakta olması gerekmez. Fakat konu Atatürk ile bağlantılı
olunca, onun Masonluğun ezoterik sistemde çalışmakta oluşu nedeniyle bu
kuruma karşı çıktığını söylemiş olan yoktur.
Gelin çeşitli tarih ve çeşitli yerlerdeki bazı sözlerine bakalım: (Biraz eski dil
olduğu için lütfen ağır ve dikkatli okuyun.)

«Fikirler, cebr ü şiddetle (kaba güçle), top ve tüfekle asla öldürülemez.»

«Hürriyet olmayan bir memlekette ölüm ve izmihlâl (yok olma) vardır.


Her terakkinin ve kurtuluşun anası hürriyettir.»

«Hakikî kurtuluş istiyorsak, her şeyden evvel bütün kuvvetimiz, bütün


sür’atimizle cehaleti ortadan kaldırmaya mecburuz.»

«Biz “cahil” dediğimiz vakit, mutlaka mektepte okumamış olanları


kastetmiyoruz. Kastettiğimiz ilim, hakikati bilmektir. Yoksa okumuş
olanlardan en büyük cahiller çıktığı gibi, hiç okumak bilmeyenlerden de
hakikati gören hakikî âlimler çıkar.»

«Dünyada her şey için, maddiyat ve maneviyat için, hayat için,


muvaffakiyet için, en hakikî mürşit (yol gösterici) ilimdir, fendir... İlim ve
fennin haricinde mürşit aramak gaflettir, cehalettir, dalâlettir. Yalnız
ilim ve fennin yaşadığımız her dakika safhalarının tekâmülünü idrak
etmek ve terakkiyatını (ilerlemelerini) zamanında takip eylemek şarttır.»

«Sömürgecilik ve emperyalizm dünya sathından yok olacak ve yerlerine


milletler arasında renk, din ve ırk tefriki yapmayan yeni bir ahenk ve
teşrik-i mesai (iş birliği) asrı hâkim olacaktır.»

395
CUMHURİYET DÖNEMİ

«Din, bir vicdan mes’elesidir... Herkes vicdanının emirlerini takip


eylemekte serbesttir. Biz dine hürmet ederiz; fikre ve mefkûreye muarız
değiliz. Biz sadece, din işlerini millet ve devlet işleriyle karıştırmamaya
çalışıyor ve kaste (kötü niyete) ve fiile (eyleme) dayanan, taassuba kaçan
hareketlerden imtina ediyoruz. Gericilere asla fırsat vermeyeceğiz.»

«Kendilerini gûya bahtiyar kılmak bahanesiyle, insanları diğerini


boğazlamaya sevk ve teşvik etmek, gayri insanî bir sistemdir. İnsanları
bahtiyar kılabilecek yegâne tedbir, onları birbirlerine yaklaştırabilecek,
sevdirecek ve sulh ve müsalemet (barışık olma) dairesinde ihtiyaçlarını
temin edecek bir faaliyet sarfetmektir.»

Atatürk’e İletilen Öneri

Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti’nin anayasası uyarınca, bu ritin herhangi bir
ülkedeki egemen otoritesi olan bir yüksek konseyde en çok 33 etkin üye vardır.
Ritin dünyanın her yerinde uygulanmakta olan bir geleneği uyarınca bu
üyeliklerden biri o ülkenin devlet başkanı için ayrılır; bu nedenle de bir ülkedeki
33. dereceli masonların sayısının en çok 32 olacağı belirtilir.
Konu dışı bir söz etmedik. Bunun Atatürk ile bir bağlantısı var.

1925 yılında, Türkiye Yüksek Şûrası’nın bir toplantısında Atatürk’e bu üyeliğin


verilmesi önerisinin götürülmesi kararlaştırılmıştı. Bu önerinin iletilmesi için de
Yüksek Şûra üyelerinden Fikret Takiyyiddin görevlendirilmişti.
Atatürk’ün, bu konuda başkalarının da yanında vermiş olduğu yanıt şöyledir:
«Şimdilik kalsın... Kendinizi gösteriniz... Sonra görüşürüz.»
Atatürk’ün bu yanıtı şöyle yorumlanmıştır:
“Kendisinin de doğrudan bir mason derneğinin üyesiymiş gibi görünüp bilinmesini
uygun bulmamıştır. Ancak Masonluğa karşıt olmadığını da gösterir.”
Nitekim ertesi yıl, İzmir-Çeşme’de yapılan söyleşi niteliğindeki bir toplantı
sırasında yine bu konuya değinilmiş. Atatürk bu kez şöyle demiş:
«Ben sizin cemiyetin çok faydalı bir teşekkül olduğunu, İnsanlık İdeali’ne
büyük hizmet ettiğini biliyorum. Bunun için size mümkün olduğu kadar
yardımcı olmak isterim. Mussolini’nin yaptığı gibi takibata uğramanıza
asla müsaade etmeyeceğim. Sadece büyük vazifem itibariyle sizin
usullerinize tâbi olamayacağım için, aranıza katılmam mümkün değildir.»
Antimasonik yazarlar, Atatürk’ün bu sözünün asıl büyük bölümünü kırparak
sadece kendi işlerine gelen sonunu ortaya koyar, ardından da “İşte böylece
Atatürk masonların ağızlarının payını verdi.” derler.

396
CUMHURİYET DÖNEMİ

Atatürk’ün Sofrasındaki Konuşmalar

1930’lu yıllarda Atatürk’ün akşamları Çankaya’da düzenlettirdiği ve devletin


ileri gelenleriyle birçok aydını çağırdığı sofraları pek ünlüdür.
Çeşitli tarihsel kaynaklarda, o sırada yurdun geleceğine ilişkin birçok konunun
bu sofralarda görüşülüp tartışıldığı, uzmanların görüşlerine başvurulduğu hatta
birçok önemli kararın bile burada alındığı anlatılır.
  

İşte bu sofralardan birinde Atatürk, -olağan alışkanlığının biraz dışına çıkarak-


şöyle der:
«Bu akşam akademik konuşacağız. Söz verilen, mütalâasını ayağa kalkarak
söyleyecektir.» der. Günün konusunu da şöyle belirlemiştir: “Efkarı umumiye
(kamuoyu) değiştirilebilir mi?... Değiştirilebilirse, nasıl?”»
Birçok kişi söz alır; görüşlerini belirtir.
Riyaset-i Cumhur Umumî Kâtibi Tarihçi Hikmet Bayur konuya Masonluğu da
karıştırır.
Atatürk’ün Trablusgarp’tan yakın dostu, aynı zamanda özel doktoru olan Mim
Kemal Öke de bu sofradadır. Atatürk onun ileri gelen masonlardan biri olduğunu
bilmektedir. «Duydunuz ya Kemal Bey, sıra size geldi.» diyerek bir açıklama
yapmasını, Masonluğun ilkelerinin neler olduğunu anlatmasını ister.
Mim Kemal Öke’nin yaptığı özet açıklama sırasında, önceden belirlenmiş söz
alıp konuşma tarzının dışına çıkanlardan biri, o sıralarda dillere dolanmış bir
görüşü ortaya atar:
«Mademki Masonluk milliyetçidir, halkçıdır, cumhuriyetçidir; Halk Fırkası’nın
umdeleri de bunlardan başka bir şey olmadığına göre, Masonluğun hikmet-i
vücudu (varlığının nedeni) yoktur.» der.
Mim Kemal Öke susar; kısa bir sessizlik olur. Konu politik bir boyut kazanmaya
başlamıştır.
Atatürk’ün «Kemal Bey, buna ne dersiniz?» diye âdeta zorlayıcı sorusu üzerine,
polemiğe girmeden kısa bir yanıt vermeyi öngören, bu yüzden daha da güç
durumda kalan Mim Kemal Öke şöyle bir açıklama yapar:
«Evet, memleket dahilinde realize etmek istediğimiz yüksek ideal ile Masonluğun
tahayyül etmek istediği ideal aynı olabilir. Halk Fırkası’nın umdeleri memleket
dahilinde câridir (geçerlidir). İşte Masonluk, bu idealin memleket hudutları
haricinde intişarına (yayılmasına) vasıta olan, rasyonel, hissî bir teşekküldür. Bu
bakımdan hikmet-i vücudu reddedilemez.»
Atatürk Mim Kemal Öke’ye biraz daha yüklenerek, «Peki Kemal Bey, hangi
memleket masonları masonların en bahtiyarıdır?» diye sorar.
Mim Kemal Öke bu soruyu “stratejik”, bir açıdan “diplomatik” olarak da
nitelenebilecek, âdeta ulusal duyguları okşayıcı bir yaklaşımla yanıtlar:

397
CUMHURİYET DÖNEMİ
«Diktatör memleketlerinde mason locaları yıkılır yakılırken, masonlar nefy ü
imha (sürgün ve yok) edilirken, Türk millî masonları, ulu önderinin ve onun
hükümetinin itimat ve müzaheretine mazhar olmakla daima bahtiyarlık
duymuşlardır. Dünyada en bahtiyar ve mes’ut (mutlu) masonların Türk masonları
olduğuna şüphe edilemez. Türk masonların bu vaziyetine yakından vakıf olan
ecnebi masonlar, memleketimizdeki masonların haline gıpta ettiklerini defeatle
(çok kez) söylemişlerdir.»
Şimdi siz bu sözün hiç de doğru olmadığını, dürüstlüğe sığmadığını, dolayısıyla
böyle ileri gelen bir kardeşimize yakışmadığını düşünebilirsiniz.
Haklı olabilirsiniz.
Ancak bir de ortamın kritikliğini, gerginliğini düşünün…
Daha bitmedi.
Atatürk «Reisiniz kimdir?» diye sorunca, Mim Kemal Öke şöyle yanıtlar:
«Memleket dahilinde sulh ve selâmet tavsiye eden ve bütün cihana hitab ederek
bu idealin tahakkuk ettirilmesini temenni eden zat-i devletleridir.».
Bunun üzerine Atatürk sert bir çıkışta bulunur:
«Ben bu cemiyete girmem. Ben başkalarının yaptığı prensiplere değil, ancak
kendi prensiplerime uyarım.»
Mim Kemal Öke, yanılgılı bir yanıt vermiş olduğunu anlamış ama geç kalmıştır.
Türk Masonları’nın Atatürk’ü kendilerine önder olarak aldıklarını söylemek
isterken, bunu kısaca dile getiriş tarzıyla âdeta onun da bu kurumun üyesi hatta
Türkiye’deki mason örgütünün başında bulunduğunu belirtir bir izlenim
yaratabilecek bir söz söylemiştir. Bu nedenle de Atatürk’ün bu haklı tepkisine
yol açmıştır. (Bunu kendi yazılarında belirtmiş.)
Durumu düzeltebilmek için sözünü şöyle sürdürür:
«Ben, Masonluğun temsil ettiği yüksek idealin kolayca tahakkuk ettirileceğini
kabul etmek istemiyorum. Fakat bu, her memlekette İnsanlık İdeali’nin
tahakkukuna çalışan entelektüellerin bir araya gelmesine, yaklaşmasına hizmet
etmesi bakımından faydalı olabilir.»
Atatürk, bu görüşe de şu karşılığı verir:
«Hayır Kemal Bey!... Bunu söylemeye mezun (yetkili) değilsin!... Günün birinde
İnsanlık İdeali’nin tahakkuk ettirilemeyeceğini kabul etmek doğru değildir.
Beşeriyetin (İnsanlığın) günün birinde bu mes’ut neticeye (mutlu sonuca) erişmesi
gayri varit (olamaz) değildir.»
Atatürk’ün bu sözü, antimasonik girişimlerde bulunanlarca Masonluğa karşıt
tutumunun kanıtı olarak gösterilmiştir. Hatta bir antimasonik yorumda bu söz
“mason şefinin suratına indirilmiş bir tokat” olarak nitelendirilmiştir.
Mim Kemal Öke, 1951 yılında kaleme aldığı bir makalesinde bu konuyu
anlatırken şöyle bir yorum yapmış:

398
CUMHURİYET DÖNEMİ

“Bana yanlış düşündüğümü ihtar eden bu hitap, beşeriyet için refah ve saadet
düşünen Atatürk’ün, insanlık hakkındaki yüksek ve asil bir düşünüşünün ifadesi
idi. Atatürk, beşeriyet için daima bizim fevkalbeşer (insan üstü) telâkki ettiğimiz
ideallerin tahakkuk ettirilebileceğine inanan bir insandı...”
Sofradaki görüşmenin bu biçimde saptırılmasına neden olan Hikmet Bayur,
yıllar sonra yayımlanan anılarında bu konuya değinirken şunları yazmış:
“Bildiğime göre yeryüzünde var olan locaların büyük bir kısmı ya İngiliz
Büyük Locası’na veya Fransız Grand Orient’ine şu veya bu ölçüde
bağlıdır. Masonluktaki zincirleme itaat, masonları farkına varmadan
İngiliz veya Fransız etkisi altına sokmaya kadar gidebilir. Atatürk
Masonluğu bu nedenle, üyelerini etkileyebilecek, kökü veya başı dışarıda
bir örgüt olduğu için yasaklamıştır.”
Hikmet Bayur, yurdumuzun tarihinde önemli bir yer tutmuş olan, eğitimci, tarihçi
ve politikacı, saygın bir kişidir. Ancak Masonluk ile bağlantılı olarak birtakım
yanlış bilgiler edinmiş olduğu görülüyor.
Atatürk’ün Masonluğu yasaklamış olduğunu nereden çıkarmış, bu da anlaşılır gibi
değil!
O da yorum yapmış, bizim burada yapmakta olduğumuz gibi…
  

Bu kitabın Türkiye’de Masonluğa karşıt girişimleri ele alacağımız 18. bölümünde


M. Raif Ogan’ın 1951 yılında yayımlanmış olan ve bayağı bir dille Masonluğu
yerden yere vuran antimasonik kitabından bazı pasajlar vereceğiz. Ancak bu
konuda yazmış olduklarını hemen buraya alalım:
“Türkiye’de Masonluk, Tanzimat devrinde harekete geçti. İttihat ve
Terakki, o devirde hürriyet kâbesi sayılan Selânik’te Yahudi ve dönme
masonların elinde idi. Meşrutiyet ilân olununca, İttihat ve Terakki ile
Masonluk atbaşı beraber, ikiz kardeş gibi büyüdü ve ilerledi.
Anadolu İstiklâl Savaşı’nın muvaffakiyetle neticelenmesinden sonra, Türk
Masonları gene baş kaldırdılar, sapıklık ocağının ateşini tazelediler.
Atatürk onlara birinci darbeyi İzmir suikastı mücrimleri arasında
masonlarca büyük dereceyi haiz Cavid Bey ile diğer masonları
kurtarmamakla vurdu.
Masonlar şaklabanlıkta ileri gittiler, fakat kâr etmedi.
Günün birinde Atatürk kat’i ve son darbeyi yerleştirdi. Artık Türkiye’de
Masonluk ilga olunmuştu. Fakat ne yazık ki sağ iken inkılâp sevgisiyle mest
olmuş görünen masonlar, Ata’nın ölümünü fırsat saydılar ve türlü
muvazaalarla büyücülük kazanının yine fayrap ettiler...”
Bunun üzerine bir yorum yapmak gerekir mi?
  

399
CUMHURİYET DÖNEMİ
Masonluk ile hiçbir ilişkisi olmadığı bilinen Celal Bayar’ın çok sonraları kaleme
alınmış anılarında da bu konuya şöyle değinilmiş:
“Atatürk’ün masonlara karşı bir sempatisi ya da antipatisi olduğu
söylenemez. 1935’de masonların zararlı bir davranışı olmamıştır.
Ancak, o zamanki siyasî iç hava, birlik halinde bulunmanın daha yararlı
olacağını göstermesi nedeni ile, bazı derneklerin faaliyetlerini tatil
etmeleri uygun görülmüştü. Mason Derneği’nin kapanışı da bundandır.”
İşte bunun bir objektif değerlendirme olduğu söylenebilir.
Yurdumuzun ünlü politikacılarından doktor-gazeteci Tevfik Rüştü Aras da
anılarında bu konuda şunları belirtmiş:
“Atatürk mason değildi... Ancak masonlara karşı bir özel sempatisi veya
antipatisi de yoktu. O devirde parti grubunda, Büyük Millet Meclisi’nde
ve kabinede mason olan ve olmayan kişiler vardı. Bunların arasında aynı
derecede inandığı ve güvendiği kişiler vardı. Meselâ, kabinede her
zaman birkaç mason bakan bulunurdu. Bunlar mason olduklarından
değil, kaabiliyetlerinden dolayı kabineye girerlerdi ve Atatürk bunları ve
diğer ileri mevkilerde bulunan masonları bilirdi. Kabinede, mecliste ve
partide, mason olanların birbirlerine yardım ve davranışı karşısında,
Mahmut Esad ve Şükrü Saracoğlu bunu kendileri için bir handikap
saymaya başladılar ve Masonluk aleyhine bir hava yaratmaya
çalıştılar.”
  

Böylece yine önceki konumuza dönmüş oluyoruz...


Zaman zaman gazetelerde Mahmut Esat Bozkurt’un Masonluğa karşıt yazıları
çıkıyordu. İzmir’de bir mason binasının kurşunlanmasından sonraki bir ayrıntıyı,
Atatürk’ün yıllarca özel hizmetkârlığını yapmış olan Cemal Granda’nın 1970
yılında Yeni Gazete’de yayınlanan anılarından öğreniyoruz:
“İzmir’de bir akşam sofraya tam oturulacağı sırada, Atatürk’ün yıllarca
yaverliğini yapmış olan Salih Bozok ve gençlik arkadaşı Tahsin Özer
şöyle demişler:
«Paşam, dün gece Adliye Vekili Mahmut Esat Bey, Karşıyaka’daki
mason cemiyetinin camlarına tabanca attırmış. Cemiyet üyeleri de
korkmuşlar.» Bunun üzerine Atatürk, bir süre durup düşünmüş ve şöyle
demiş: «Bu ne biçim iş?... Gecenin yarısında bir cemiyete silâh atmak
olur mu?... Atılır mı?... Eğer cemiyetin faaliyeti zararlı ise, kanunla
kapatılsın. Silâha ne lüzûm var?... Burası dağ başı değil ki...»”
İşte bu, Atatürk’ün mason derneklerinin kapatılmasına ilişkin söylemiş olduğu
bir söz... Antimasonik girişimlerde bulunanlar, olağan yöntemleri uyarınca
söylenen bir sözün işlerine gelmeyen bölümlerini göz ardı eder. Bu sözü ele alır,
bir güzel kırpar, tek bir tümcesini vurgular, Atatürk’ün Masonluğu zararlı
görmüş olduğunu ve Türkiye’deki mason derneklerinin kapatılması için bir yasa
çıkarılmasını istediğini belirtirler.

400
CUMHURİYET DÖNEMİ

Antimasonik girişimlerde bulunanların, Atatürk’ün mason derneklerini nasıl


kapattırmış olduğuna ilişkin bir kanıt olarak gösterdikleri asıl olay ise şudur:
Çankaya’daki sofralardan birinde, Mahmut Esat Bozkurt ile Recep Peker yine
“Masonluk” konusunu açarak, birbiri ardınca kötülemelerde bulunurlar. Bunun
üzerine Atatürk şöyle der:
«Usandım bu dırdırdan... Mademki bu cemiyet bu derece zararlıdır,
kapatıverelim de bu mesele bitsin.»
İşte “Atatürk’ün mason derneklerinin kapatılması için vermiş olduğu emir ve
talimat” denilerek, Halk Partisi’nin toplantısına taşınmış olan, daha sonra da
antimasonik yazarlarca kullanılmış olan sözü budur.
  

Gereğinden de çok spekülasyona uğratılmış olan bu konu üzerinde başkaca


söylenebilecek pek bir şey kalmadı.
Türk masonları her zaman Atatürk’ü baş tacı etmiştir.
Türk Masonluğu’nda yönetimsel nitelikli tüm organların toplantısı, mutlaka
öncelikle Atatürk için saygı duruşuyla başlar.
Masonik şölenlerde “Onurlar” denilen aşamaya gelinince, önce Cumhuriyetimizin
kurucusu ve ulu önderimiz Atatürk anılır.
Bunlar sadece bugün geçerli değildir. Türk Masonluğu’nun tarihçesi boyunca,
daha doğrusu 1948 yılından bu yana hep böyle olmuştur.
Bundan sonra da öyle olacağı söylenebilir.
  

Yurdumuzdaki tüm mason kuruluşlarının her yılın Kasım ayında Anitkabir’i


ziyaret edişleri artık bir gelenek halini almıştır.
Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası ve Türkiye Yüksek Şûrası üyeleri
(2018):

401
CUMHURİYET DÖNEMİ

Özgür Masonlar Büyük Locası, Kadın Mason Büyük Locası, Türkiye Süprem
Konseyi ve Kadın Süprem Konseyi üyeleri (2018):

  

Şimdi, 1948 yılından bu kitabın yazıldığı 2018 yılına doğru Türk Masonluğu’nun
tarihçesinin özetle anlatımına izleyecek bölümde devam edelim.



402

17
TÜRKİYE’DEKİ TARİHÇE ( III )
Son Yetmiş Yıl

Daha önce belirtmiştik; yineleyelim:


1935 yılında mason derneklerinin kapanışıyla birlikte, Türkiye’de simgesel
derecelerde çalışan localar uykuya girmişti ama Eski ve Kabul Edilmiş İskoç
Riti’nin kendine özgü kuralları uyarınca Yüksek Şûra’nın varlığı sürüyordu.
Nitekim 1939 yılından sonra bu konseyin yönetimi altında simgesel derecelerde
bile pek sınırlı da olsa çalışmalar yapılıyordu.
Türk Masonluğu 1948 yılında resmen yeniden uyandı.
O tarihte, Yüksek Şûra’nın âmir-i hâkim-i âzamlığına Mim Kemal Öke seçildi.
Yeni Cemiyetler Kanunu uyarınca yetkili devlet organlarına gerekli başvuruda
bulunuldu ve Türkiye Mason Derneği yeniden kurularak etkinliğe geçti.
Bundan sonra hızla yeni localar kuruldu ve yüksek derecelerde çalışacak olan
atölyelerin de oluşturulmasına başlandı.
1953 yılında, Yüksek Şûra’nın adı “Süprem Konsey”, âmir-i hâkim-i âzam unvanı
“suvren gran komandör” olarak değiştirildi. (Ancak 1960 yılında yine eskiye
dönüldü, suvren gran komandör de “hâkim büyük âmir” oldu. Sırası gelince bu
değişikliği göreceğiz. Kafanızı takmayın; pek o kadar önemli değil.)
Simgesel derecelerde çalışan localar bir araya getirilip, Süprem Konsey’e bağlı
olmak üzere “Türkiye Granloju” adı altında örgütlendi.
Elbette soracaksınız «Neden büyük loca değil de granloj?” diye…
Bu soruyu belki o tarihte de soran olmuştur.
Gerek “Süprem Konsey” gerek “gran komandör” terimi bu tercihin anahtarı olmalı.
Kullanılan ritüellerin henüz Fransızca olduğu Osmanlı döneminde bile o günün
yerel diline (Eski Türkçe ya da Osmanlıca) uygun terimler kullanılmıştı. Şimdi ise
bunların yerine Fransızcadan dönüştürülme terimler getiriliyordu ama bunun
gerekçesi sorulduğunda bir yanıtı yok.
Nitekim uzunca bir süre Masonluk terimi de kullanılmayacak, daha sonra “Hür
Masonluk” denilecek olan “Franmasonluk” geçerli olacak, masonların her biri
“franmason” olarak anılacaktı.

403
SON YETMİŞ YIL

1948 ile başlayan ilk iki yıl içinde o günlerin koşullarına göre hayli hızlı bir
gelişim görüldü. İkisi Ankara’da, biri İzmir’de, diğerleri İstanbul’da olmak üzere 8
yeni loca daha kuruldu.
Türkiye Granloju adı verilen obediyansın elbette bir büyük üstadı da olacaktı.
Ona “büyük üstat” denilmesini beklemezsiniz herhalde!... Nitekim “granmetr”
denildi. İlk granmetr olarak da Mustafa Hakkı Nalçacı seçildi.

Şu terimlerin Fransızcadan dönüştürülmesine ilişkin bir özet tablo yapalım:

Fransızcası Dönüştürme Türkçesi


Suprȇme Süprem Yüksek
Conseil Konsey Kurul
Grand(e) Gran Büyük
Souverain Suvren Hâkim (Egemen)
Loge Loj Loca
Commandeur Komandör Komutan
Franc Fran Özgür, hür
Maître Metr Üstat
Türkiye Granloju adı altındaki bu kuruluşun, “göstermelik” nitelik taşıdığını
belirtmeliyiz.
Çünkü localar doğrudan Süprem Konsey’in yönetimi altındaydı. Evrensel
boyutta benimsenmiş masonik örgütlenme kuralları uyarınca “düzenli bir
obediyans” sayılamazdı.

“Üniteler” Oluşturulması

Şimdi belirteceğimiz tarzdaki örgütlenme de sadece Türk Masonluğu’nun tarihi


çerçevesinde görülmüştür.
Bilindiği kadarıyla bunun dünyanın başka bir yerinde benzeri yoktur.
Türkiye Granloju’nun İstanbul’daki merkez yönetimi, o günün kısıtlı olanakları
altında Ankara ve İzmir’deki localar ile gerektiğince hızlı iletişim kurmakta
güçlük çekiyordu. İşler gecikiyordu.
Örneğin Masonluğa girmek için başvuran adaylara “onay belgesi” verilmesi…
Bunun için posta kullanılıyordu. Bu sorunun çözümlenebilmesi için, üç kentte
“büyük loca” yetkilerini kullanabilecek birer organ oluşturulması öngörüldü.
Bunların her birine “ünite” adı verildi.
«Anlaşılan o tarihlerde Türkiye’deki Masonlukta garip hatta olmayacak işler
yapılmış.» diyeceksiniz.
Evet, öyle…

404
SON YETMİŞ YIL

Ancak bu işlerde bir art niyet olmadığını, Süprem Konsey’in ille de egemenlik
taslamaya kalkışmadığını, sadece Masonluğun gelişip serpilebilmesi bakımından
kendince bir yöntem uygulamaya giriştiğini de belirtelim.
1954 yılında uygulanmasına geçilen bu sistem uyarınca tüm locaların Süprem
Konsey’in yönetimi altında çalışmaları olgusunun değiştirilmesi şimdilik söz
konusu değildi. Ancak bu ünitelerin hiç olmazsa birer “il büyük locası” olarak bir
merkezî büyük loca çatısı altında toplanması da düşünülmemişti.
Bu nedenle pek işe yaramayan “Türkiye Granloju” da kaldırıldı.
Her biri “granmetr” unvanını taşımak üzere; İstanbul’daki ünitenin başına 1953’te
Türkiye Granloju’nun granmetri olarak seçilmiş olan Dr. Fethi Erden,
Ankara’daki ünitenin başına Muhittin Osman Omay, İzmir’dekiin başına da
Hamdi Nüzhet Çançar getirildi.
Süprem Konsey, “Ünite Talimatnamesi” adı altında bir yönetmelik hazırlayıp
bunu 1954 yılında yürürlüğe koydu. Aslında ayrı ayrı tam birer büyük loca
niteliğinde olmayan bu üniteler “İstanbul Granloju”, “Ankara Granloju” ve
“İzmir Granloju” olarak anılıyordu.
Bu şekilde bir örgütlenmeye girişilmesinin bir gerekçesinin de ikinci aşamada
“Türkiye Müttehit Granloju” (Türkiye Birleşik Büyük Locası) adı verilmesi
düşünülen bir örgüt kurmak olduğu söylenir. Bu amaçla her üç kentteki ünite,
kendi yöneticilerini (ünite görevlilerini) seçmek üzere serbest bırakıldı.
İstanbul ve İzmir’de yapılan seçimler sonucunda herhangi bir değişiklik olmadı.
Ankara ünitesinde ise bu kez granmetr olarak Kemalettin Apak seçildi.
  

Kendi görevlilerinin seçimlerini yapabilmekle birlikte aslında Süprem Konsey’e


bağlı olarak çalışmayı sürdürmeleri, localardan birçoğunu hayli rahatsız ediyordu.
Evrensel masonik kurallara uygun, düzenli bir obediyans kurulması isteniyordu.
Türkiye Süprem Konseyi de bu görüşe katılıyor, simgesel derecelerde çalışan
locaları ille de kendi yönetimi altında tutmak istemiyordu.
Nitekim 26 Haziran 1955 tarihli toplantısında simgesel derecelerin tek egemen
otoritesi olacak bir Türkiye Granloju’nun kurulmasını kararlaştırmış ve bu
konudaki çalışmalara hemen geçileceğini tüm örgüte duyurmuştu.
Süprem Konsey’in bu eğilimi simgesel derecelerde çalışan localarca hoşnutlukla
karşılandı ama yaklaşımı uygun bulunmadı.
Localara göre, evrensel boyutta benimsenmiş masonik kural ve gelenekler
uyarınca bir büyük loca kurulması doğrudan locaların kendi özgür buyrultularına,
ortaklaşa karar vermelerine bağlı olmalıydı.
Süprem Konsey bu işe karışmamalıydı.
Gerçi Süprem Konsey de karışmayacak gibi görünüyordu ama yapmış olduğu
duyuru sanki bunun ancak kendi izniyle olabildiği gibi bir izlenim yaratıyordu.

405
SON YETMİŞ YIL

Bu bağlamda ilk atılımı, Ankara’daki localar gösterdi. 12 Ağustos 1955 tarihinde


toplanıp “Türkiye Büyük Locası” adı altında bir bağımsız obediyans kurmaya
karar verdiler. Büyük üstat olarak da Ahmet Salih Korur’u seçtiler.
Böylece oluşan Türkiye Büyük Locası, İstanbul ve İzmir’deki localara “çağrı”
niteliğinde bir genelge göndererek kendisine katılmalarını istedi.
İstanbul ve İzmir’deki localar, tümüyle bağımsız bir ulusal obediyans kurulması
görüşünü destekliyordu ama bunun böyle bir “oldu bitti” ile değil, etkinlikte olan
tüm localarca ortaklaşa gerçekleştirilmesi gerektiğini savunuyorlardı.
Bu arada İstanbul’daki localar, çoğunluğun kendi kentlerinde olduğu gerekçesiyle,
böyle bir toplantının İstanbul’da yapılmasını istiyordu. Dolayısıyla, Ankara’da
kurulmuş olan Türkiye Büyük Locası’nı tanımadılar.
Böylece Türk Masonluğu içinde aslında sadece iletişim noksanlığı nedeniyle, hiç
olmaması gereken hiç de istenmeyen bir “ikilik” doğmuş oldu.
Bir bakıma ortaya yine bir bölünme çıktı ama bunu öyle nitelemek de doğru olmaz.
Belki “uyuşamama” demek gerekir. Nitekim bu da giderilecekti ama hemencecik
olamıyordu işte!
Yönetim işleri söz konusu olduğunda her nedense ilgili masonlar Masonluğun
ilkeleri ve töresiyle uyumlu bir tutum benimseyemiyor, davranışlarını da ona
göre düzenleyemiyor.
Tam anlamıyla “mason” olamadıkları için mi acaba?
Bunun örneklerini daha sonra da göreceğiz.

Ulusal Konvanlar

İstanbul Granloju’nun girişimiyle, 5 Şubat 1956 tarihinde İstanbul’da toplanan


konvanda çoğunluk kararıyla Türkiye Granloju kuruldu. Granmetr olarak da
Ekrem Tok seçildi.
Yine granloj, yine granmetr!
Bu kez Ankara’daki localardan çoğu bu kuruluşa karşı çıktı ve Türkiye Büyük
Locası’nın varlığını ileri sürerek Türkiye Granloju’na katılmadı.
16 Aralık 1956 tarihinde yapılan ikinci konvanda bu ikiliğin giderilmesi sağlandı.
Tüm locaların katılımıyla, merkezi Ankara’da olmak üzere Türkiye Büyük
Locası’nın yeni baştan kurulması üzerinde uyuşmaya varıldı.
Büyük üstat olarak da yine Ahmet Salih Korur seçildi.
Türkiye Büyük Locası’nın 23 Haziran 1957 tarihli genel kurul toplantısında,
obediyansın adının bundan böyle “Türkiye Hür ve Kabul Edilmiş Masonları
Büyük Locası” olarak değiştirilmesi kararlaştırıldı. Ancak bu adın uzunluğu
nedeniyle çoğu zaman “Türkiye Büyük Locası” adının kullanımı da sürdürüldü.

406
SON YETMİŞ YIL

İşte Türk Masonluğu’nda değişim rüzgârlarının esmesi başlıyor… Nitekim siz de


sorabilirsiniz, «Neden sadece büyük loca yerine “hür ve kabul edilmiş masonlar
büyük locası” terimi getirilmiş?» diye…
Bunda Büyük Üstat Ahmet Salih Korur’un isteğinin çok önemli etkisi vardı.
Gerekçesi de bundan iki yıl kadar sonra kendiliğinden ortaya çıkar. O nedenle
şimdilik sorunuzu yanıtlamayalım; bu bölümün sonraki anlatımlarına bırakalım.

Büyük Loca’nın Resmî Derneği

Önceki anlatımlardan biliyorsunuz: Süprem Konsey, “Türkiye Mason Derneği”


adı altında bir dernek kurmuştu. Bu aşamaya kadar localar, granlojlar falan her
ne yapmış olurlarsa olsun, yasal bakımdan tüm resmî işlemler bu derneğin çatısı
altında yani aynı binada yürütülüyordu.
Ankara’daki masonlar, daha doğrusu localar buna “Dur!” dedi ve kendi başlarına
bir “Türkiye Büyük Locası” kurduklarında, buna paralel olarak bir de “Türkiye
Masonlarının Büyük Locası Derneği” adı altında olmak üzere bir resmî dernek de
oluşturdular.
Şu karmaşıklığa bakın!... En azından Ankara’daki locaların hangi masonik
örgüte bağlı olarak çalıştığı belli değil.
Yukarıda sözünü ettiğimiz gelişme sağlanınca,
bu derneğin kapatılıp yerine bir yenisinin
kurulması gerekmiyordu. Dolayısıyla, İstanbul ve
İzmir’deki localar da resmen bu derneğe katıldı
ve bu iş bitti.
Türkiye Büyük Locası, Türk Masonluğu’nun
uykuya girdiği 1935 yılında geçerli olan ana
tüzük uyarınca Halk Evleri’ne bağışlanmış olan
mallarının geri alınması dileğindeydi; özellikle
İstanbul’da Nur-u Ziya Sokağı’ndaki binayı.
Bunun gerçekleşebilmesi bakımından yasal işlemlerde kolaylık için derneğin adı
bir kez daha değiştirildi ve yine “Türk Yükseltme Cemiyeti” adı alındı.
Sonra?...
Sonrası uzun uğraşılar sonucunda hukukçu masonların başarısı.
Ya dernek adı?... Uzunca bir süre ona dokunulmadı. Son halinde kaldı.

Süprem Konsey’in Durumu

Türkiye Süprem Konseyi, daha 1951 yılında “Türk Mason Dergisi” adlı bir
sürekli yayın çıkarmaya başlamıştı. Üç ayda bir çıkan bu dergide yayımlanan
yazılar, sonraki yıllarda masonik araştırmalarda bulunanlar için çok değerli
kaynakça oldu. (Bu derginin yayını, Özgür Masonlar Büyük Locası’nın sahipliği
altında günümüzde de “Mason Dergisi” adıyla sürüyor.)

407
SON YETMİŞ YIL

1955 yılında Süprem Konsey Grankomandörü Mim Kemal Öke ölünce, bu


görevi kısa bir süre için Fuat Hulûsi Demirelli yürüttü. Ancak aynı yıl onun da
sonsuzluğa güçmesi üzerine bu göreve Hazım Atıf Kuyucak seçildi.
Türkiye Büyük Locası kurulduktan sonra, simgesel derecelerdeki çalışmaları
düzenleyen bu obediyans ile Süprem Konsey arasındaki ilişkilerin kurallarını
belirleyen yeni bir “konkordato” bağıtlandı.
21 Nisan 1957 tarihinde yürürlüğe giren anlaşma uyarınca Türkiye Süprem
Konseyi, Türkiye Büyük Locası’nın yurdumuzdaki Masonluğun simgesel dereceleri
üzerindeki “tek egemen otorite” olduğunu benimsedi.
Bu çok önemlidir çünkü öteden beri Süprem Konsey ya da Yüksek Şȗra üyeleri, her
fırsat çıktığında Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti’nin 1.-33. derecelerin tümünü
kapsadığını ya da 1’den 33’e kadar olduğunu söyleyip durur. Bu deyişle, Süprem
Konsey ya da Yüksek Şȗra’nın simgesel dereceler üzerinde de egemenliği
bulunduğunu vurgulamaya çalışırlar. Hatta 1931-1933 yılları arasında Türkiye
Yüksek Şûrası’nın Âmir-i Hâkim-i Âzamı olan Servet Yesari, bir konuşmasında
«Büyük maşrıklar Yüksek Şȗraların zadeleridir.» diyerek, bu eğilimi açıkça
ortaya koymuş.
Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti’nin 33 derecenin tümünü kapsadığı doğrudur
ama iki kuruluş arasında düzenlenen anlaşmayla yani bir konkordato ile simgesel
dereceler üzerindeki egemenlik ilgili büyük locaya devir ve terk edilmektedir.
Hatta 19. yüzyıl başlarında Fransa Yüksek Konseyi’nin 18. dereceye kadar olan
çalışmaların düzenlenmesi ve yönetimini Fransa Büyük Doğusu’na bırakması
bile söz konusu olmuştur. Ancak bu elbette o günün koşullarının bir gereğidir;
sonradan vazgeçilmiştir.
Bu konu üzerindeki tartışmalar ilerleyen yıllarda da sürmüştür.
Aslında çok daha sonra değinilmesi uygun olmakla birlikte hazır sırası gelmişken
belirtelim:
Günümüzde bu tartışma yumuşak bir tarzda olsa da Özgür Masonlar Büyük
Locası ile Türkiye Süprem Konseyi üyeleri arasında devam etmektedir.
Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası ile üyelerini bu kaynaktan alan
Türkiye Yüksek Şȗrası arasında günümüzde böyle bir tartışma yoktur çünkü
zaten bu iki kuruluş arasında konkordato da yoktur.
Konkordato bulunmayışı, daha sonra farklı bir olaya yol açmıştır; ona da sırası
geldiğinde değineceğiz.
Beri yanda Kadın Mason Büyük Locası ile Kadın Süprem Konseyi de Özgür
Masonlar Büyük Locası ile Türkiye Süprem Konseyi arasında olduğu gibi bir
anlaşma bağıtlandı.
Böylece durumun özeti şu: Büyük localar ritin 1-3. derecelerinde, yüksek
konseyler de 4-33. derecelerinde çalışıyor.
  

408
SON YETMİŞ YIL

1950’li yıllarda Türkiye Süprem Konseyi, Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti’nin
diğer yüksek konseyleriyle dostluk ilişkileri kurmak bakımından hayli başarılı
girişimler sergiledi. Gerek Avrupa’daki gerekse Kuzey ve Güney Amerika’daki
otuza yakın yüksek konsey ile yakın ilişkileri oldu. Uluslararası konvanlarına
çoğuna katıldı. O tarihlerdeki Türkiye Süprem Konseyi’nin Amerika Birleşik
Devletleri’nde hem “Kuzey Jüridiksiyonu” hem de “Güney Jüridiksiyonu”
olarak anılan her iki yüksek konsey ile olumlu masonik ilişkiler kurmayı
başarmış oluşu da kayda değer.

TÜRKİYE BÜYÜK LOCASI


1960’lı yıllara gelindiğinde, Türk Masonluğu artık
gerek dış etkilerden gerekse kendi iç sorunlarından
kaynaklanan güçlükleri gidermiş, hızla gelişmek üzere
âdeta düze çıkmıştı. 27 Mayıs 1960 hareketinden sonra
Büyük Üstat Ahmet Salih Korur, devletteki görevi
nedeniyle tutuklanıp Yassıada’ya gönderildi. Ancak bu
durum Türk Masonluğu’nu pek etkilemedi. Yapılan
seçimde büyük üstatlığa Kemalettin Apak getirildi.
Bu aşamada kısa bir süre durup, Ahmet Salih Korur’un büyük üstatlık döneminde
yaratmış olduğu bir durumdan söz etmeliyiz.
Hani az önce “hür ve kabul edilmiş masonlar” terimiyle bağlantılı bir sorunuz
olmuş ve bunun yanıtını ertelemiştik… Operatif Masonlukta bu terim locada
hem geleneksel bina yapımı meslek ve zanaatını uygulayan hem de bu iş ile
bağlantısı olmadığı halde locaya üye olarak alınmış kişilerin birlikteliğini
nitelemekteydi.
Spekülatif Masonluk oluşturulduğunda, her ne kadar bu oluşumu kabul edilmiş
masonların gerçekleştirdiği söylenirse de o tarihteki masonlar hiçbir zaman bu
terimi kullanmamış, aksine alaydan gelme hür (özgür) masonların adlarına bile
sahip çıkmışlardı.
Spekülatif Masonluğun sonraki dönemlerinde, Masonluk anlayışı bakımından
ortaya iki belirgin kanat çıktığında, tutucu nitelikli bir Masonluk türünden yana
olanlar bu terimi kullanmaya başlamıştı. Böylece eski (kadîm) Masonluk ile yeni
Masonluğu birleştirdiklerini öngörmekteydiler.
Sonradan bu terim Anglosakson Masonluğu topluluğunun âdeta göstergesi oldu.
Nitekim günümüzde hangi büyük locanın adında (genellikle asıl adının sonrasında)
bu terimin İngilizcesinin kısaltması olan “F.A.M.” (Free and Accepted Masons)
ya da bir de buna “eski” (antik) sıfatının da eklenmesiyle “A.F.A.M.” (Ancient Free
and Accepted Masons) harflerini görürseniz, bilin ki o büyük loca Anglosakson
Masonluğu topluluğunun bir öğesidir. Bu kısaltmayı kullanmadan doğrudan
adını “Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar ….. Büyük Locası” tarzında benimsemiş
büyük localar da vardır.

409
SON YETMİŞ YIL

Bu arada… Böyle bir kullanımın Britanya’daki büyük locaların dışında, diğer


ülkelerde kullanıldığını da belirtelim. Belki de Britanya’daki büyük localar buna
gereksinme duymadıkları, zaten öyle olduğu için!
Bunun üzerine şöyle bir sorunuz olabilir: «Bu durumda, Türkiye Büyük Locası
Anglosakson Masonluğu topluluğuna katılmış mı oluyordu?»
Hayır, henüz değil… Bu, öyle olma hazırlığının ilk aşamasıydı. Nitekim hayli
sonra gerçekleşebilmiş olan bu değişimin başlangıcı sayılır. Şayet Büyük Üstat
Ahmet Salih Korur Türkiye Büyük Locası’nın başında olmayı sürdürebilseydi,
belki çok daha önceki bir tarihte, 1960’lı yılların başlarında gerçekleşebilirdi.

“Evrenin Ulu Mimarı” Sorunu

Büyük Üstat Ahmet Salih Korur bu kadarla kalmamış, Türk Masonluğu’nda


Uyku Dönemi’nden sonra kullanılmasına başlanmış olan “Kâinatın Ulu Mimarı”
terimine de takılmıştı.* Bu terimin yerine “Kâinatın Ulu Yaradanı” teriminin
getirilmesini, ritüellerin buna göre değiştirilmesini istiyordu. Büyük locanın ileri
gelen kardeşlerinden birçoğu bunu benimsemiyor, Büyük Üstada karşı direniş
gösteriyorlardı.
Bunun üzerine Ahmet Salih Korur «O halde ben de çeker giderim.» dedi. Belki
tıpatıp böyle söylememişti ama dediği şu anlama geliyordu: “Ya bunu kabul
edersiniz ya da ben yokum.”
Berikiler ne dedi?
“Aman Büyük Üstadım, anan yahşi baban yahşi, tamam, peki değiştiririz, yeter ki
sen başımızdan ayrılma.” gibi sözler…
Belki siz bundan ötürü masonları kusurlu görebilirsiniz. «Hiç de masonca
davranmamışlar. Öyle “Ya benim dediğimi yaparsınız ya da ben giderim.” diyen
birisi olursa, uygun davranış, ona gidiş yolunu göstermek olmalı.» diyebilirsiniz.
Doğru dersiniz ama bir de o günün koşullarını ve Ahmet Salih Korur’un kim
olduğunu düşünün: Başbakanlık müsteşarı…
Büyük Üstadın istediğini yapmayın, devleti karşınıza alın!... Yeniden uykuya
girin!
Türk Masonluğu, bu vartayı ancak 27 Mayıs 1960 hareketinin dolaylı etkisiyle
atlattı. (Burada o devrimden yana bir tutum takındığımız sanılmasın. Bu gibi
devrimler ilgili ülkenin yararına olsa da Masonluğu her zaman olumsuz etkilemiştir.
Konu Türk Masonluğu’nun özgür ve bağımsız oluşu, devlet gücüne yaslanan
“tek adam” buyrultusundan sıyrılmış olmasıdır.)

* Daha önce bunun yerine “Sanî-i Âzam-ı Kâinat” terimi kullanılırdı. “Sanî”
sözcüğünün birkaç anlamı vardır. Bunlardan biri “yapan” bir diğeri “yaratan”dır.
Ayrıca “ikinci” anlamına da gelir ki eskiden ikinci nazıra “nazır-ı sanî” denirdi.
“Evreni Ulu Mimarı” terimine çok daha sonra, 1970’li yıllarda geçildi.

410
SON YETMİŞ YIL

1960 devriminin Türk Masonluğu üzerindeki asıl etki, Ankara’nın bundan böyle
büyük locanın merkezi olarak tutulmasının “güvensiz” bulunuşuydu.
Bu nedenle büyük locanın ve dolayısıyla derneğin merkezinin İstanbul’a
aktarılması kararlaştırıldı. 1962 yılında da büyük üstatlığa Ekrem Tok seçildi.
  

Bu sıralarda Türkiye Süprem Konseyi, İstanbul’da Meşrutiyet Caddesi No. 111


adresinde bulunan binayı “Türkiye Mason Derneği” adına satın almıştı.
Büyük Loca’ya bağlı localar da daha önce toplandıkları
kiralık yerleri bırakarak, bu binada çalışmaya başlamıştı.
İstanbul’da bu durum hayli sıkışıklık ve zorluk
yaratıyordu. Hem simgesel derecelerde çalışan localar
hem de yüksek derecelerde çalışan atölyeler bir tek
binaya sığamıyordu. 1935 yılındaki kapanış sırasında
zorunlu olarak Halk Evleri’ne bağışlanmış olan
binanın bir an önce geri alınması gerekiyordu.
Nitekim bu bağlamdaki yasal girişimler olumlu sonuç
verdi ve Türkiye Hür ve Kabul Edilmiş Masonları
Büyük Locası kendi binasına taşındı.
  

Az sonra “Türk Masonluğu’nun Bölünmesi” olayını ayrıntılarıyla anlatmaya


girişeceğiz. Ancak bu olay ile ilgili bir noktaya değinmeden geçemeyiz.
Bu kitabın 9. bölümünde, 1921 yılında kurulmuş olan Uluslararası Masonluk
Birliği’nin 1950 yılında kapandığını, bundan ötürü Özgürlükçü ya da Liberal
Masonluk anlayışını benimseyen obediyanslar arasındaki ilişkilerde de bir
kopma oluştuğunu belirtmiştik.
Bu olgu kendini yeniden toparlamaya çalışan Türk Masonluğu’nu da etkiledi.
Şöyle ki Türkiye Büyük Locası’nın bağımsız bir obediyans olarak kuruluşu
sağlanmadan önce Türk Masonluğu’nun, -Süprem Konsey’in yönetimi altında
olduğu için- simgesel derecelerde çalışmakta olan diğer obediyanslar ile herhangi
bir ilişkisi olamamıştı. Türkiye Büyük Locası ise localarının Süprem Konsey’in
egemenliğinden sıyrılıp bağımsız oluşundan sonra bu konuda tutuk davranmış,
sadece Avrupa’daki birkaç obediyans ile ikili dostluk ilişkileri kurabilmişti.
Türk masonlardan çoğu sadece kendi localarında çalışıp büyük loca yönetimiyle
ilgilenmediklerinden ötürü bu eksikliğin farkında değildi ama farkında olanlar
hayli rahatsızlık duymaktaydı. Türkiye’de Masonluk sanki kendi kabuğu içine
kapanmış gibiydi. Oysa artık locaların sayısı artmış, Türk Masonluğu kimliğini
bulmuştu. Şimdi bu kimliğin dünyaya da açılması gerekliydi.
Kuşkusuz bu çok doğru, çok yerinde, çok olumlu bir düşünceydi. Fakat bunun
sonrası Türk Masonluğu’nun bölünmesine yol açtı.
«Neden?» diye sorar mısınız?

411
SON YETMİŞ YIL

Şundan: Türkiye’deki Masonluk, 1909 yılındaki oluşumundan bu yana hep


özgürlükçü (liberal) tutumu izlemişti. Dünyadaki Masonluğun büyük çoğunluğu ise
Anglosakson Masonluğu’nun doğrultusundaydı. Amerika gibi uzak kıtaları bir
yana bırakın, Avrupa’da bile bu böyleydi. Hani Türkiye’deki Masonluğun
bölünüşüne “Süleyman Demirel olayı” diyebileceğimiz bir sorunun yol açtığı
söylenir ya… Az sonra göreceğimiz üzere o yanlış; sadece bir dıştan görünüş.
Kimilerine göre Türk Masonluğu’nun dünyada tanınabilmesi, zaten “hür ve kabul
edilmiş” sıfatını adına katmış olan ulusal obediyansın tanınması, ikili masonik
ilişkiler kurabilmesi için çizgisini değiştirmesi gerekiyordu.

BÖLÜNMEYE DOĞRU GİDİŞ

Masonluğun Türkiye’deki bölünmesi konusuna hayli


geniş yer ayıracağız. Çünkü bugünkü durumu iyice
anlayabilmeniz bakımından bu olayın ayrıntıları pek
önemli.
Baştan sona belgelenmiş olan bu olayı anlatmak zor
değil ama bölünmenin asıl nedenleri karmaşık. Bundan
ötürü, olay anlatılırken, işin içine öznel (sübjektif) bir
görüşe dayanan yorumların girmesi kaçınılmaz.
Bu konu üzerinde o kadar çok spekülasyon yapılmıştır ki masonların çoğu bile
bunlardan birinin etkisi altında kalarak bölünmeyi oluşturan asıl nedenleri tüm
açıklığıyla kavrayamamışlardır.
Buradaki anlatımlarda “Başkalarının iyice kavrayamamış olduğunu kavrama
olanağını elde etmiş olmak” gibi bir savımız yoktur. Birtakım eksikler, yanlışlıklar,
yanılgılı yaklaşımlar, öznel görüşlerden etkilenmeler olabilir. Ancak önemli olan
nokta, yorum ya da değerlendirmeden bağımsız olan gerçekleri (yaşanmış olayları)
hiç saptırmadan anlatmaktır.

Bölünmenin Nedenleri Üzerine Varsayımlar


Yukarıda değinmiş olduğumuz üzere, Türk Masonluğu’nun bölünmesinin asıl
nedenleri kimilerince tümüyle yanlış bilinmiş, öyle anlatılmış, sonunda yanlış
anlamalara yol açmış olduğu için burada bunlara “varsayımlar” dedik.
Bölünmenin asıl nedeni, çeşitli kaynaklarda bile anlatılan “görünürdeki
magazin olayları” değildir.
Çoğu yerde bölünmenin etkenleri olarak, 1964 ve 1965 yıllarında Türkiye Büyük
Locası içinde yaşanmış bazı olaylar gösterilmiştir.
Nitekim kamuoyunda Türkiye’deki Masonluğun ikiye bölünmüş olmasının
gerekçesi “O sıralarda politikaya atılmış olan Süleyman Demirel’e gerçek dışı
bir belge verilmiş olmasının sonucu.” diye aktarılmıştır.
Oysa bu iş o kadar basit değildir.

412
SON YETMİŞ YIL

Daha sonra ayrıntılarıyla anlatacağımız bu olayın bölünmeyi etkilemiş olduğu


yadsınamaz. Fakat bu etki sadece bölünmeyi hazırlayan olaylar dizisinin ilk
halkalarından biridir. Hatta konuya salt Masonluk açısından bakarak abartılmış
olduğu, üzerinde böylesine durmayı gerektirebilecek ölçüde önem taşımadığı bile
söylenebilir.
Açıkça belirtelim: Süleyman Demirel’e Masonluk ile bağlantılı bir gerçek dışı
belge verilmiş olması, Türk Masonluğu’nun bölünmesine yol açmış olamaz.
Çünkü söz konusu belgenin verilişi 1964 yılında, bölünme ise 1966 yılındadır.
Arada geçen iki yıllık süre içinde daha birçok olay yaşanmıştır.
Bu iki yıl içinde yer alan olaylar dizisinin akışı çok daha başka türlü olabilirdi.
Sonunda Türk Masonluğu, Süleyman Demirel’e verilmiş olan o gerçek dışı
belgeyi sineye çekip, hiç bölünmeyebilirdi.
Üstelik bu olay, o tarihlerde ve sonraki birkaç yıl içinde “gerekçe” sanılmışsa da
günümüzde de sürmekte olan “bölünmüşlük olgusu”nu açıklayamaz.
  

Türk Masonluğu’ndaki bölünme olayını iç politikadaki parti kutuplaşmalarına


bağlayanlar da çıkmıştır.
O dönemin iki büyük partisi olan Adalet Partisi ile Cumhuriyet Halk Partisi’ni
tutan masonların, localarda çıkan politik tartışmalarda birbirlerine düşmeleri
sonucunda Türkiye’deki Masonluğun da bölündüğü ileri sürülmüştür.
Bunun hiç de doğru olmadığını hatta saçma sapan bir düşünce olduğunu bir yana
bırakın, bölünme olayının üstünden 14 yıl geçtikten sonra her iki politik parti de
kapatılmıştır.
Türk Masonluğu’nun bölünmüşlük olgusu ise sürmüştür.
Beş yıl kadar sonra, Türkiye’de âdeta bir politik parti enflâsyonu baş göstermiş,
yeniden kurulan politik partilerden bazıları da kendi içlerinde parçalanmıştır.
Türk Masonluğu’ndaki olgu değişmemiştir.
Demek oluyor ki Türk Masonluğu’nun bölünmesi böyle bir nedene bağlanamaz.
Bu olayın politika ile uzaktan yakından hiçbir ilgisi yoktur. Bunun için
Masonlukta zaten politik nitelikli tartışmaların yasak olduğunun belirtilmesi bile
gerekmez çünkü böyle bir şey olmamıştır.
  

Bazı çevrelerde Türk Masonluğu’nun bölünmesinin nedeni şöyle anlatılmıştır:


“Masonluğun 33. ve sonuncu derecesinin kadrosu dolmuştu. Bu derecedeki
masonların sayısı sınırlı olduğundan, bu dereceye çıkma durumundaki diğer
yüksek dereceli masonlara yer yoktu; önleri tıkanmıştı. Aynı anda, zaten Yüksek
Şûra üyeleri arasında da Süleyman Demirel nedeniyle çekişme çıkmıştı. İşte
Türkiye’deki Masonluk bu yüzden ikiye bölündü.”

413
SON YETMİŞ YIL

Bu görüş, konuyu yeterince değerlendirememiş ve inceliklerini anlayamamış


olanların bireysel yorumlarının yanlışlığından kaynaklanmıştır.
Gerçi Türk Masonluğu’nun ikiye bölünmesi olayında o tarihlerdeki Yüksek Şûra
ya da Süprem Konsey’in tutumunun da önemli payı olmuştur ama bunun bir
kadro sıkışıklığı ya da bir iç çekişme ile ilgisi yoktur.
Öyle olsaydı, Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti’nin yaygın olduğu diğer birçok
ülkede günümüze gelininceye kadar Masonluğun çok kez bölünmeye uğramış
olması gerekirdi. Birçok Batı ülkesinde de Masonluğun bölünmüş olduğu
görülür ama nedeni bu değildir.
  

İngiliz Masonluğu ile Fransız Masonluğu arasında tarih boyunca görülmüş,


günümüzde bile süren uyuşmazlık ve çekişmenin Türk Masonluğu’na da
yansıması sonunda, dünyadaki birçok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de bir
bölünme oluştuğunu söyleyenler çıkmıştır.
Önce buradaki terim kullanımı yanlışlarını giderip “İngiliz Masonluğu” yerine
“Anglosakson Masonluğu”, “Fransız Masonluğu” yerine “Liberal Masonluk”
terimlerini getirecek olursak, bu görüşün üzerinde durmaya değer.
Ancak bu da Türkiye’de Masonluğun bölünmeye uğramasının nedenini değil,
“bölünmüş kalma olgusu”nun nedenini açıklayabilir.
  

Demek oluyor ki, bilgi edinmiş olmanız bakımından değinmiş olduğumuz bu


varsayımları bir yana bırakıp, işin aslına bakmalıyız.

Türk Masonluğu’ndaki Etkilenmeler

Türkiye Cumhuriyeti’nin ekonomik düzeninde, ilk 30-35 yıl boyunca öncelikle


devlet yatırımları öngörülmüş ve kamu sektörüne ağırlık verilmişti. Türkiye,
kapitülâsyonların kaldırılmasıyla birlikte ağır bir dış borç yükü altına girmişti ama
tercih edilmiş olan ekonomik politika böyleydi.
Burada bu ekonomik politikanın doğru ya da yanlış olduğunu tartışamayız.
Konumuz bakımından önemli olan, 1950’li yıllardan önce Türkiye’de yabancı
sermayeye hemen hiç yüz verilmemiş olmasıydı. Tümüyle ulusal nitelikli özel
sektör yatırımlarına bile pek az olanak tanınmıştı.
Bu politikanın bir yan ürünü olarak Türk aydınlarının batı ülkeleriyle olan
ekonomik ilişkileri de pek sınırlı bir düzeyde kalmıştı.
Osmanlı Devleti zamanındaki kapitülâsyonların çoğu Fransız kökenli şirketlerin
elindeydi.
Bu ekonomik olgu 20. yüzyıl başlarında Osmanlı Devleti ile Fransa arasındaki
kültürel ilişkilerin gelişmesine de yol açmıştı.

414
SON YETMİŞ YIL

Diplomatik ilişkilerde Fransızca kullanılırdı. Türkiye’de de yabancı dil olarak


öncelikle Fransızca öğrenilirdi. Hatta bu dönemde yazarların ve üst düzey devlet
memurlarının az da olsa Fransızca bilmeleri zorunlu gibiydi. Aksi takdirde birçok
kavramı anlamak ve anlatmak neredeyse olanaksızdı.
Varlıklı sayılan ya da öyle görünen kimselerin sosyal çevrelerinde (sosyetede)
Fransızca bilmemek, ayıplanmayı hatta aşağılanmayı gerektiren bir noksanlık
sayılırdı. Fransızca, Türkiye’nin kentsel alanda -özellikle İstanbul’da- kullanılan
dilini olağanüstü ölçüde etkilemekteydi. Nitekim bu nedenle yabancı dillerden
dönüştürülme olup dilimizde günümüzde bile kullanılan birçok sözcük ve terim
Fransızca kökenlidir.
Bu etkiler altında, 1909 yılında Türk Masonluğu ulusal niteliğini edinerek
örgütlenirken de ondan sonra da Fransızca konuşan ülkelerin uygulamalarından
esinlenilip yararlanıldı.
Bu yüzden Türk Masonluğu’nda, hiçbir “Türkçe Sözlük”te bulamayacağımız
“süprem”, “gran” gibi sıfatların günümüzde bile kullanılmakta olduğunu
görüyoruz. (Bu kitapta bunlardan olabildiğince kaçınmayı, doğrudan Türkçedeki
karşılıklarını kullanmayı öngördük ama o da işte olabildiği kadar.)
  

Gerek Osmanlı Devleti zamanında gerekse Cumhuriyetin ilanından sonra


Türkiye’de İngilizce konuşan ülkelerin locaları kurulmamış değildi. Ancak
bunların ulusal Türk Masonluğu üzerinde pek bir etkileri olmamıştı. Zaten
üyeleri de büyük çoğunlukla kendi ülkelerinin masonlarından oluşuyordu.
Türk masonlar bu localara pek ilgi göstermemişti. Bunun bir nedeni, o tarihlerde
masonların Özgürlükçü (Liberal) Masonluk anlayışından yana oluşlarına
bağlanabilir. Nitekim Türkiye Büyük Maşrıkı da tümü bu tutumu benimseyen
obediyansların oluşturduğu Uluslararası Masonluk Birliği’nin de üyelerinden
biri olmuştu.
  

1950’li yılların ortalarına kadar, uluslararası boyuttaki masonik ilişkilerin


yalnızca Fransızca konuşan mason kuruluşlarıyla sürdürülmesi yeter görülüyor
gibiydi. Fakat Türkiye’de çok partili demokrasiye geçildikten kısa bir süre sonra,
ekonomik politikada hayli önemli değişiklikler yapıldı.
Yaklaşık otuz yıldan beri sürdürülmüş olan “devletçilik” ilkesine karşı “karma
ekonomi” sistemi benimsendi.
Gerek yerli gerekse yabancı sermayeye dayalı özel sektör yatırımlarına ağırlık
verildi. Bunda, Türkiye’nin NATO’ya katılmasının da önemli rolü vardı.
Türkiye’nin özellikle Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere ile olan ekonomik
ilişkileri hızla gelişti.
Böylece 1950’li yıllarda Türkiye’nin yalnızca dış politikası ve ekonomik
ilişkileri bakımından değil, kültürel yapılanmasında da farklı eğilimler doğdu.

415
SON YETMİŞ YIL

Bunun bir yan ürünü de öncelikli tutulan yabancı dil olan Fransızcanın yerini
İngilizcenin almasıydı.
  

İkili ilişkilerin sıklaştığı İngiltere’ye ve Amerika Birleşik Devletleri’ne işleri


nedeniyle ya da gezmek için giden masonlar, hazır oradayken bu ülkelerdeki
locaların toplantılarına da katılma girişiminde bulundu. Bu istemlerine karşı
olumsuz bir tavır görünce şaşkınlığa düştüler. Üstelik sadece İngilizce konuşan
ülkelerde değil, diğer birçoklarındaki locaların kapılarının kendilerine kapalı
olduğunu, bu durumla Fransa’da bile karşılaşıldığını gördüler.
Oysa kendileri öyle mi yapardı!... Dünyanın her neresinden gelmekte olursa
olsun bir yabancı mason kardeşi büyük bir konukseverlikle hatta pek fazla sorup
soruşturmadan hemen toplantılarına alır, ağırlamakta kusur etmemek için
ellerinden geleni esirgemezlerdi.
Önceleri, pek anlam veremedikleri bu ters tutumu pek yadırgadılar. Kimileri
gene de yabancı ülkelerdeki loca toplantılarına katılabildi ama Türkiye’den
gelen, Türkiye Büyük Locası’nın üyesi olan bir “konuk kardeş” olarak değil,
oradaki bir masonun tanıdığı ve toplantıya katılmasında bir sakınca olmadığı
üzerine güvence verdiği bir kişi olarak… Bu deneyimleri geçiren Türk masonlar
kendi aralarında dertleştiğinde, daha önce pek farkına varmamış oldukları, önem
vermedikleri şu gerçekler ile tüm çıplaklığıyla karşılaştı:
1. Dünya yüzündeki obediyansların büyük çoğunluğu Türkiye Büyük Locası’nı
tanınmıyordu;
2. Fransızca konuşan ülkeler de dahil olmak üzere birçok yerde, Türkiye’de
mason localarının bulunduğu bilinmiyor, en az elli yıl öncesinden bu yana
Türkiye’de ulusal nitelikli mason localarının etkinlikte bulunduğu hayretle
karşılanıyordu. Sadece Osmanlı Devleti zamanından arta kalmış birkaç yabancı
loca bulunabileceği sanılıyordu. Üstelik onlara göre Türkiye bir İslâm ülkesiydi.
Ne Masonluk İslâm diniyle ne de İslâm dini Masonlukla bağdaşabilirdi. Bu
durumda nasıl olurdu da Türkiye’de tümüyle ulusal nitelikli localar, hele bir
obediyans bulunabilirdi!
3. Türkiye’de ulusal nitelikli mason localarının varlığının bilindiği yerlerde ise,
simgesel derecelerde çalışmakta olan locaların da tümüyle Eski ve Kabul
Edilmiş İskoç Riti’nin bir yerel yüksek konseyinin yönetimi altında olduğu
sanılıyordu.
Sonuç özetle şöyleydi: Dünya yüzünde Türkiye’de mason locaları bulunduğunu
bilen ve Türkiye Büyük Locası’nı “düzenli bir obediyans” olarak tanıyanların
sayısı pek azdı. Bunlar da Uluslararası Masonluk Birliği’nin 1950 yılındaki
dağılmasından sonra Anglosakson Masonluğu Topluluğu’na katılmayıp, Liberal
Masonluk cephesinde kalmış olan Avrupa ve Lâtin Amerika obediyanslarının
sadece birkaçından oluşuyordu.
  

416
SON YETMİŞ YIL

1959 yılında, dünyadaki diğer obediyanslarla tanışmak ve kardeşlik ilişkileri


kurmak üzere girişimlere başlandı.
Bu girişimleri, o sıralarda Türkiye Büyük Locası’nın büyük kâtibi (sekreteri)
olan Enver Necdet Egeran yürütüyordu. Bir-iki obediyans, Türkiye Büyük
Locası’nın bu girişimine olumlu yanıt verdi. Çoğunluğu ise öncelikle İngiltere
Birleşik Büyük Locası tarafından tanınmış olması ya da bu büyük locanın
“Tanıma Koşulları”na uyum sağlaması gerektiğini bildirdi.
Tüm bunlardan anlaşılan şuydu: Türk Masonluğu ve onu temsilen Türkiye
Büyük Locası dünyada çok daha yaygın bir şekilde tanınmak, uluslararası
boyuttaki kardeşlik ilişkilerini geliştirmek istemindeyse, bunun tek çıkar yolu
Anglosakson Masonluğu’na yönelmekti.
Enver Necdet Egeran, konuyu büyük üstat Ahmet Salih Korur’a açtı. O ise zaten
bireysel olarak “Gelenekçi Masonluk” anlayışına eğilimliydi. Dolayısıyla Enver
Necdet Egeran’a girişimlerini somut sonuçlar alacak biçimde sürdürmesi
bakımından izin ve destek verdi.

Anglosakson Masonluğu’na Yöneliş

Önce 1960 yılında Ahmet Salih Korur’un Masonluktan ayrılmak zorunda kalışı,
ardından da büyük loca merkezinin İstanbul’a taşınması Enver Necdet Egeran
tarafından başlatılmış olan girişimlere sekte vurdu.
Fakat yılmadı. Kurmuş olduğu iletişimi geliştirerek sürdürdü. Büyük Loca bu
bağlamda kendisine özel bir izin ya da yetki vermemiş olsa bile Türk Masonluğu
adına bireysel çalışmalar yaptı hatta bu bağlamda olağanüstü çaba gösterdi.
İskoçya Büyük Locası’nın büyük sekreteri ile yapmış olduğu yazışmalardan
şöyle bir sonuç çıkıyordu:
Türkiye Büyük Locası’nın “düzenli bir masonik örgüt” olarak tanınabilmesi için
öteden beri Türkiye’de uygulanagelmiş örgütlenme biçimi, dolayısıyla tüzükleri,
ayrıca ritüelleri üzerinde birtakım değişiklikler yapılması gereklidir.
İskoçya Büyük Locası’nın büyük sekreteri, gelecekte İngiltere Birleşik Büyük
Locası’nın Türkiye Büyük Locası’nı “düzenli bir obediyans” olarak tanıması
bakımından kolaylık sağlanabilmesi için ayrıca bir de “Konsekrasyon Töreni”
uygulanmasını öneriyordu.
Türk Masonluğu’nun o günlerdeki ortamı ve Türk masonları arasında ileri
gelenlerin çoğunluğunun görüşleri, böyle bir uygulamaya elverişli değildi.
Bu yüzden Egeran’ın girişimleri sonuçsuz kaldı. Bunu “elverişli ortamın bulunacağı
bir tarihe ertelendi” biçiminde de yorumlayabiliriz.
  

Özellikle Ankara’daki locaların direnişine karşın Türkiye Büyük Locası’nın


merkezi İstanbul’a taşındıktan sonra, dış ilişkilerin sıcak tutulması bakımından
gerekli olan yazışmaları yeni büyük kâtip Nafiz Zeki Ekemen yürüttü.

417
SON YETMİŞ YIL

Bu arada önce büyük birinci nazır, daha sonra da Ankara’daki büyük üstat
kaymakamı olan Enver Necdet Egeran da sık sık çıktığı yurt dışı iş gezileri
sırasında Anglosakson Masonluğu topluluğundaki yabancı obediyanslarla ilişkileri
geliştirmek bakımından girişimlerini sürdürdü.
  

Az sonra hemen tüm basın organlarında sakız gibi çiğnenip tüm yurtta büyük
yankı uyandırması sağlanmış olan “gerçek dışı belge olayı”nı anlatacağız. 1964
yılı sonlarına doğru çıkan bu olay, Türk masonlar arasında büyük huzursuzluk
doğmasına neden oldu.
Türkiye Büyük Locası Genel Kurulu, özellikle bu konunun görüşülmesi için
toplantıya çağrıldı.
Şimdi şu olaya bakın:
1965 yılının Mayıs ayı başında yapılan bu toplantının ikinci günkü oturumunun
gündemine “İskoçya Büyük Locası’ndan gelen konuklarla tanışma töreni”
diye bir madde eklenmişti.
Bunun anlamı neydi?... Şimdi böyle bir şeyin sırası mıydı?...
Genel Kurul çok önemli iç işleriyle uğraşırken bir de yabancı konuklarla mı
ilgilenecekti?...
Üstelik bu nasıl bir törendi?... “Türk masonlarının ve konukların karşılıklı olarak
birbirlerini kardeşçe tanımaları için düzenlenen bir protokol töreni” mi, yoksa
“Konuklar ile birlikte ortaklaşa düzenlenen ve masonik anlamda karşılıklı
tanışmayı sağlama amacına yönelik bir tören” mi?
Kimsenin bu konuda doğru dürüst sayılabilecek bir bilgisi yoktu ama ortam
öylesine karışık, öylesine gergindi ki bunun üzerinde duran olmadı. (Biz burada
önemsiz olanak niteledik ama o sırada “gerçek dışı belge verilmesi olayı” ilk ve
en önemli gündem konusuydu.)

Konsekrasyon Töreni
Büyük Loca genel kuruluna katılanlar, içinde bulundukları keyifsiz ortamın
etkisiyle gündemdeki bu törenin uygulanışını da pek önemseyemedi. 29 Nisan
1965 günü Türkiye Büyük Locası’nda, İskoçya Büyük Locası’ndan gelmiş olan
konuklar, Büyük Üstat Kaymakamı Enver Necdet Egeran ile birlikte Konsekrasyon
Töreni’ni uyguladılar.
Bu törenin anlamı, niteliği ve nasıl yapıldığı sorulabilir.
Ünlü masonik araştırıcı ve yazarlardan Fikret Çeltikçi’nin “Hür Masonluk
Tarihinden Notlar” adlı yapıtında, bu törenin uygulanışı anlatılmış. Biz de onun
anlatımını burada olduğu gibi (yorumsuz) aktaralım.
“Bu tören Mason lisanında «Consécration» adını almaktadır. Bizim
otoritelerimiz bu sözcüğü «Tanzim» olarak tercüme etmişlerdir. Anlam
itibariyle bu çeviride bir terslik görülmeyebilir.

418
SON YETMİŞ YIL

Bu «consécration» işiyle Türkiye Büyük Locası’nı düzenli kılmak,


kullanılan deyimle tanzim etmek, -Fransızca deyimle de «régularisé»
etmek- istenmiştir. Fransızca aslından hareket edilince bu sözcüğün anlamı
«bir şeyin veya bir kişinin dinî bir maksat için tanımlanması, tahsisi»
olarak kabulü gerekir. Örneğin bir mabedin «consécration»u gibi. Genel
lisan anlamında da bu sözcükle bir şeye tahsis etme, ayırma, bağlama
manâları anlaşılır. Şu kadarı var ki kelimenin ilk anlamında bir şeyin
kutsal kabul edilerek Tanrı’nın emrine tahsis etme fikri bulunmaktadır.
Türk Mason topluluğuna tanzim işi olarak tanıttırılan «Consécration
töreni sembolik ve alegorik birtakım anlamları içeren ve gerçekten çok eski
devirlerden kalma bir çeşit âyinden farklı değildir. Böylece uygulanan
merasimle Türkiye Büyük Locası Tanrı yoluna adanmış kabul edilmiş
sayılmaktadır.
Bu tören için İskoçya Büyük Locası Büyük Üstadı Lord Bruce birader
Büyük Kâtibi Buchan biraderle İstanbul’a gelmiştir. İstanbul’da
kendisine Sime biraderle, İskoçya Büyük Locası tarafından fahrî ikinci
nazır seçilen Necdet Egeran birader eşlik etmişlerdir.
Bu merasim gerçekten dinî bir törene benzemektedir. Bu merasimde
Türkiye Büyük Locası Tanrı’ya hizmet etmek için düzenli kılınmış ve bu
hal tören süresince bütün dünyaya ilân edilmiştir. Bu nedenle törenin
gerçekten dinî bir mahiyet taşıdığını söylemek mümkündür. Ancak
aslında bu törenin çok eskilere kadar uzanan bir mazisi olduğu bilinirse
bu töreni birçok eski ritlerde uygulanan törenlere eş değerde görülen
sembolik bir merasim olarak kabul etmek mümkündür. Bu itibarla da bu
tören Masonik geleneklere uygun güzel törenlerden biri olarak kabul
edilebilir.”

Fikret Çeltikçi’nin belirtmiş olduğu üzere bu tören dinsel esinlenmeli olduğu için
bir “Hıristiyan âyini”ni andırmaktadır. İlk kez 1813 yılında İngiltere Birleşik Büyük
Locası’nın kuruluşu sırasında uygulanmıştır.
Daha sonra Anglosakson Masonluğu’nda her bir yeni loca ya da büyük locanın
kuruluşu sırasında uygulanması gelenekselleştirilmiştir.
Törenin en önemli bölümü, bir yandan İncil’den ilâhîler okunurken diğer yandan
mabede “buğday”, “şarap” ve “zeytinyağı” serpilmesidir.
Bunun gerekçesini kısaca şöyle belirtebiliriz:
M.Ö. 10. yüzyılda Kudüs’te inşa edildiği söylenen Süleyman Mabedi için
gerekli olan tüm keresteyi ve diğer birçok malzemeyi Sur Kralı Hıram sağlayarak
göndermiş. Hz. Süleyman da Sur kralına borcunu buğday, şarap ve zeytinyağı
ile ödemiş.
Anglosakson Masonluğu’nda, bu üç öğeden buğday “ilâhî iyilik”, şarap “neşe ve
mutluluk”, zeytinyağı ise “huzur ve bereket” kavramlarının simgesi olarak
benimsenmektedir.
Bu açıklamalardan sonra şimdi asıl konumuza dönelim...

419
SON YETMİŞ YIL

Türkiye Büyük Locası’nın yukarıda değindiğimiz genel kurul toplantısına ilişkin


tutanaklarda, yapılmış olan bu tören kısaca anlatılmış fakat bu anlatımda
“konsekrasyon” terimine değinilmemişti.
Zaten Enver Necdet Egeran da bu tören uygulanmadan önce İskoçya Büyük
Locası’nın büyük sekreteriyle yürüttüğü yazışmalar sırasında böyle bir törenin
Türkiye’deki masonların tepkilerini uyandırabileceğine dair endişesini belirtmiş,
dolayısıyla törenin olabildiğince basitleştirilip kısaltılarak uygulanması ricasında
bulunmuştu.
O tarihlerde bu konuda hiçbir ayrıntılı açıklamada bulunulmamasına özen
gösterildi. Bu törenin asıl amacı daha sonra ortaya kondu.
  

Türkiye Büyük Locası’nda uygulanmış olan konsekrasyon törenine henüz sırası


gelmeden fakat sözün gelişi öyle gerektirdiğinden değinmiş olduk.
Şimdi bundan birkaç ay öncesine dönelim.

Gerçek Dışı Belge Olayı

Bu olayın üzerinden 60 yıldan fazla süre geçti.


Bu konuyu özellikle araştırıp okumamış gençler, zihinlerinde ancak hayal meyal
tasarlayabiliyordur. Belki hiç duymamış olanlar bile vardır.
Zaman, böyle keyifsiz olayları tarihte canlı tutmak yerine küllendiriyor. Canlı
tutulduğu yıllar oldu elbette ama onlar da geldi geçti. Sonradan masonlar arasında
yaşanmış birçok olay da yazıya geçirilmemiş olduğu için unutuldu gitti.
1964 yılında Süleyman Demirel, Adalet Partisi’nin
genel başkanlığına aday olmuştu.

Demirel’i istemeyenler, parti örgütünde onu gözden


düşürebilmek için yaygın bir karşıt propagandaya
girişmişti. Onu yıpratabilmek için ileri sürdükleri
birçok olumsuzluğun yanı sıra bir de “mason”
olduğunu ortaya attılar. Bunun kanıtı olarak da birkaç
yıl önce Ankara’daki “Bilgi” adlı locanın bastırmış
olup üyelerinin kısa kimlik bilgilerini fotoğraflarıyla
birlikte içeren bir kitapçığın ilgili sayfasını dağıtıp
her yerde yayımlanmasını sağladılar.

Şöyle düşünüyor olabilirsiniz:


«Demirel’in “mason” olması ya da olmaması ne değiştirirdi ki?... Dünyanın birçok
yerinde olduğu gibi Türkiye’de de masonların politikada, parti yönetiminde,
devlet mekanizmasında yer almaları uygun olmayan ya da görülmemiş bir şey
miydi?»

420
SON YETMİŞ YIL

Öyle demeyin... Ülkemizde Masonluk yanlış ve kötü tanıtılmıştır. Şimdi o


upuzun konuya girmeyelim.
Fakat şunu söyleyebiliriz:
Genel eğilimi tutucu (muhafazakâr) olan bir politik partide liderliğe soyunan bir
kimsenin mason olması hiç de hoş karşılanmaz. Gelişmiş ülkelerin bazılarında
mason olmak, politika alanındaki böyle bir atılımda kişiye avantaj bile sağlayabilir
belki… Yurdumuzda ise günümüzde bile henüz öyle bir düzeye erişilememiş
olduğu için, açığa çıkarılan bu durum Demirel’i zora sokmuştu.
Elbette şunu sorarsınız: «Süleyman Demirel gerçekten mason muydu yoksa bu
bir düzmece iddia mıydı?»
Bunu sormakta haklısınız çünkü politika alanında böyle düzmece iddialar çok
görülmüştür.
Masonluk ile bağlantılı değildir bu… Toplumun hoşlanmadığı bir şey bulunur.
Diyelim ki Ateistlik!... Yıpratılacak kişinin Ateist olduğu ileri sürülür. Diyelim ki
o kişi aslında hiç de Ateist değil; belki dinsel yükümlülüklerini tam olarak yerine
getiren bir dindar değil ama Ateist de değil.
Ancak bu iddia ortaya konunca, tıpkı Ortaçağda Engizisyon karşısında olduğu gibi
iddiayı ileri sürenin değil kişinin kendisinin öyle olmadığını kanıtlaması gerek.
Onu yapana dek atı alan Üsküdar’ı çoktan geçmiş olabilir.
Fakat Süleyman Demirel hızla çare bulmayı bildi. O mu bildi yoksa bunu onu
destekleyenler mi sağladı, ayrı konu.

1956 yılında Masonluğa girmişti; daha Türkiye Hür ve Kabul Edilmiş Masonları
Büyük Locası kurulmadan önce…
Demek ki üzerinden 8 yıl geçmiş.
Ancak pek hoşlanmamış, kısa bir süre sonra ilgisini yitirmişti.
Yıllardan beri loca toplantılarına katılmadığı için çoktan “düzensiz” ilan edilmiş
olması gerekirdi.
Öyle bile olsaydı politika sahnesinde oynanan oyun değişmezdi. Politika “düzenli
mason” ile “düzensiz olmuş mason” arasında hiçbir fark gözetmez ki…
Fakat bu olayın sonrası, Türk Masonluğu’nu ilgilendiren bölümü farklı olabilirdi.
Ne var ki, Demirel’in büyük locanın üye kütüğündeki kaydı silinmemişti. Ancak
bunu kendisi de bilmiyordu. Ona sorulursa Masonluk ile hiçbir ilgisi yoktu.
Ona göre öyleydi ama “Bilgi” adlı locanın belgelerinde adı geçiyordu. Üstelik
resimli bir almanakta. (Böyle bir belgenin yarısı Atatürk için bulunmuş olsaydı,
onun da Masonluğa hiç olmazsa girip çıkmış olduğu kanıtlanabilirdi.)
Hakkında yapılmakta olan olumsuz propagandayı çürütebilmek için güvendiği
eski arkadaşlarından Hikmet Turat’a başvurdu.

421
SON YETMİŞ YIL

O da gidip konuyu Büyük Üstat Kaymakamı Enver Necdet Egeran’a anlattı. Bu


konunun ülkemiz için çok önemli olduğunu belirterek olanak varsa yardımcı
olması ricasında bulundu.
Egeran önce Türk Yükseltme Derneği’nin Ankara şubesindeki üye kayıt defterinde
Süleyman Demirel’in adının geçip geçmediğini incelettirdi.
Yoktu.
Olmadığını görünce, “dernek üyeleri arasında adının bulunmadığı”nı belirten bir
belge düzenleyip imzalayarak Hikmet Turat’a verdi.
Demirel de bu belgeyi Adalet Partisi’nin ertesi gün düzenlenen kongresinde
mason olduğuna ilişkin iddiaları yalanlamak amacıyla kullandı; eline aldığı
dernek yazısını sallaya sallaya göstererek…
Sonuç: Süleyman Demirel Adalet Partisi’ne genel başkan seçildi. Bundan sonra
politik yaşamını sürdürdü. İşin o bölümü bizi ilgilendirmiyor.
Yurt çapında hayli yankı uyandıran ve bir süre için kamuoyunun yakın ilgisini
çeken bu olay, masonlar arasında çok daha fazla çalkantı yarattı; uzunca bir süre
localarda huzursuzluk doğmasına neden oldu.
Kamuoyunda ise unutuldu gitti.
Ancak Türk Masonluğu’nun bölünmesine yol açan olay bu değildir. Bu bir
başlangıç bile değildir. Bundan sonraki asıl olaylar zincirinin ilk halkası olabilir ama
hepsi o kadar…
  

Bununla birlikte buradaki bir çelişki dikkatinizi çekmiş olmalıdır.


Bilmiyorsanız demelisiniz ki «Süleyman Demirel’in hem kaydının silinmemiş
olduğu hem de dernek üyelerinin arasında adının bulunamadığı söylendi. Bu
nasıl açıklanır?»
Daha sonraki olaylar sırasında kimi masonlar da bunun açıklanmasını istemişti.
Doğru ya da yanlış, şöyle bir açıklama yapılmıştı:
“1960 yılında Türk Yükseltme Derneği’nin merkezi Ankara’dan İstanbul’a
taşınırken, locaların matrikül kayıtlarında yer yer karışıklıklar olmuştu.
Merkezdeki kayıtlar ile Ankara ve İzmir’deki kayıtlar birbirini
tutmuyordu. Bu arada, Demirel’in üyesi olduğu Bilgi Locası, sadece
masonik etkinliklerini sürdürmekte olan üyelerinin adlarını içeren bir liste
vermiş, bırakın düzensiz olmuş ya da kendi dilekleriyle ayrılmış (istifa
etmiş) olanları, loca çalışmalarına katılmayan üyelerini bile göz ardı
etmişti. Bu yüzden, Süleyman Demirel’in derneğin Ankara şubesinde kaydı
görünmüyordu.”
Bunun gerçekten de öyle olup olmadığının tartışılmasının hiçbir yararı yoktur.
Doğru ise, yalnızca zaten çalınmış olan minareye bir kılıf uydurulmuş demektir.

422
SON YETMİŞ YIL

Çünkü Egeran Süleyman Demirel’in Masonluğa girmiş olduğunu bilmiyor


değildi elbette; bilmezden gelmişti, o kadar...
  

Kamuoyundaki yankılanma ile localardaki çalkalanmanın nedenleri birbirinden


hayli farklıydı.
Kamuoyu ya da basın organları için ilgi konusu, Süleyman Demirel’in gerçekten
“mason” olup olmadığıydı. Sadece şöyle bir soruya yanıt aranıyordu: “Acaba
Süleyman Demirel’in mason olduğunu ileri sürenlerin gösterdiği kanıtlar mı
düzmecedir, yoksa mason derneği mi yalan bildirimde bulunarak kendine göre
değerli bir üyesini korumaya çalışıyor?... Bu işin sahne arkasında Masonluğun
Türkiye’de iç politikayı kontrol etmek gibi bir niyeti mi var?”
Bu işin nereye sürüklenebileceğini görüyor musunuz?... Diğer bazı ülkelerdeki
gibi, Türkiye’de de Masonluk devleti ele geçirmeye çalışmakla suçlanacak!
Masonlar ise olaya şöyle bakıyordu: “Süleyman Demirel’in Masonluğa girmiş
çıkmış olup olmamasının hiçbir önemi yoktur. Bu olsa olsa politikacıları
ilgilendirebilir. Bizim için önemli olan, böyle bir belgenin nasıl olup da verilmiş
olduğudur. Kaldı ki söz konusu üyelik sorunu doğrudan politikayla bağlantılıdır.
Dolayısıyla bu olay Masonluğu politikaya sokmak, politik emeller uğruna
kullanmak demektir.”
Kimi masonlar, böyle bir belgenin verilmesini Türk ulusunun genel yararı
bakımından geçerli sayılabilecek bir gerekçeye bağlamaktaydı: “Büyük bir politik
partinin genel başkanlığına aşırı tutucu bir kimsenin gelmesindense, sonradan
ilgisini yitirmiş ve aramızdan ayrılmış olsa bile Masonluğa yaraşır görülerek
alınmış bir kimsenin gelmesi, yurdumuz için daha yararlıdır. Kardeşlerimizin
buna yardım etmiş olması, ulusal çıkarları gözettiklerinin bir göstergesidir.”
Buna karşılık kimi masonlar da bu görüşe şiddetle ve şöyle karşı çıkmaktaydı:
“Mason olduğu halde politik tasarımları uğruna bunun aksini kanıtlamaya
çalışan, bu amaçla kullanmak üzere bir belge almak için yetkili kardeşlerimize
başvuran bir kimsenin Masonluğa yaraşırlığından söz edilemez. Kaldı ki herhangi
bir derneğe üye olan bir kimseye, isteği üzerine üyeliğini gösterir bir belge
verilebilir ama ilgili ve yetkili devlet organlarınca resmen istenmedikçe bunun
tersi söz konusu olamaz.”
Bu görüşte, önce belgeyi isteyen, sonra da belgeyi veren kişi suçlanıyordu.
Hiç kimse böyle bir belgenin sağlanması konusunda kimin ve niçin aracılık ettiği
konusu üzerinde durmadı. Nitekim çok yıllar sonra bu kitabın yazarı ile Enver
Necdet Egeran arasındaki bir şöyleşide, Egeran bu konuya parmak basmış, o
tarihlerde herkesin kendisinin üzerine geldiğini fakat bu sorunu asıl kurgulamış
olanlar hakkında hiçbir soruşturma açılmadığını, kendisinin âdeta “günah
keçisi” durumuna düştüğünü söylemişti.
  

423
SON YETMİŞ YIL

Türkiye Büyük Locası’nın İstanbul’daki yetkili yöneticileri olayı kamuoyu gibi


gazetelerden öğrendi.
Önceleri söz konusu belgenin düzmece olduğunu sandılar. İnsanın böyle bir
belgenin verilebileceğine bir türlü inanası gelmiyordu. Fakat sonra söz konusu
belgenin hiç de düzmece olmadığı anlaşıldı.
Bunun üzerine Türkiye Büyük Locası adına Büyük Kâtip Nafiz Zeki Ekemen’in
imzasıyla 28 Aralık 1964 tarihinde tüm localara bir genelge gönderildi.
Bu genelgede, o tarihlerde öylesi daha uygun görüldüğü için Süleyman Demirel’in
adının belirtilmesinden özellikle sakınılarak “bir muhterem zat” denilmesiyle
yetinilmiş ve özetle şu konulara değinilmişti:
 Söz konusu kişinin adı güya üyesi olduğu ileri sürülen Bilgi Locası’nın
matrikülünde yoktur.
 Başvurusu kabul edilmemiş, isteyerek ayrılmış ve düzensiz ilan edilmiş olan
kişilerin listelerinde de söz konusu kişinin adına rastlanamamıştır.
 Söz konusu kişiye Büyük Üstadın ve Büyük Daimî Heyetin (Yönetim
Kurulunun) bilgisi altında hiçbir belge verilmemiştir.
 Böyle bir belgenin verilmiş olup olmadığı da kesin değildir. Bununla birlikte,
eğer verilmişse, bu yetki dışında bir işlemdir.
 Böyle bir belgeyi vererek Türk Yükseltme Derneği’nin etkin politikaya
karışmasına yol açacak hareketlerde bulunmuş olanların davranışları olumlu
karşılanmayacaktır.
Öyle deniyordu ama sonra o belgeyi Ankara’daki Büyük Üstat Kaymakamı Enver
Necdet Egeran’ın imzalamış olduğu anlaşıldı. Oysa birkaç ay sonra yapılacak olan
seçimlerde Egeran’ın büyük üstatlığa aday olması bekleniyordu.

  

Büyük Üstat Ekrem Tok olaya el koydu. Ankara’da Egeran ile görüştü. Sonra o
tarihteki Büyük Daimî Heyet üyeleriyle tüm locaların üstad-ı muhteremlerini bir
ortak toplantıya çağırdı.
Bu toplantıda, olayın aydınlanmış olduğunu, Egeran’ın bundan ötürü pişmanlık
duyduğunu, kendisinin de onu masonca hoşgörü ile bağışladığını, bu konunun
irdelenmesinin Türk Masonluğu’na çok zarar verebileceğini, bundan ötürü
kapatılmasında büyük yarar olacağını belirtti.
Toplantıya katılan kimi masonlar yakında yapılacak olan seçimlerde Egeran’ın
büyük üstatlığa adaylığını koyması halinde ortaya çok kritik bir durumun
çıkabileceğini anımsatmaları üzerine, Büyük Üstat Ekrem Tok bu konunun da
görüşülmüş olduğunu belirterek, onun gelecek seçimlerde büyük üstatlığa
adaylığını koymayacağı üzerine güvence verdi. Bunun üzerinde daha fazla
görüşülmedi; toplantı bitti.
Masonluğun Türkiye’deki tarihçesinde yer alan “gerçek dışı belge olayı” işte
böylece sona erdi.

424
SON YETMİŞ YIL

Olay sona ermesine sona erdi ama tüm bu görüşmeler Türk Masonluğu’nda
bundan sonra gelişecek olayların fitilini ateşledi. Çünkü Egeran’a şiddetle karşı
olan masonların indinde bu konu henüz kapanmamıştı
Localarda “dehşetli” diyebileceğimiz ölçüde bir kaynaşma vardı.

BÖLÜNME Mİ, AYRILMA MI?


Bu alt başlık altındaki anlatımlar size çok hoşnutsuz
gelecek. Bu kitabın yazarı da bunları anlatmaktan hiç
hoşlanmıyor. Ancak tarihsel gerçekleri, olan bitenleri
yadsıyamayız ki… «Bunlara boş verin, ayrıntısını hiç
öğrenmeyin daha iyi.» deyip, iki üç tümceyle sadece
sonucunu vermekle yetinemeyiz ki… Zaten birçok
ayrıntı, belgelenmemiş ve yazıya geçirilmemiş olduğu
için o günleri yaşayan masonların belleğinde kalmış,
onlar da sonsuzluğa göçünce bilinemeden kalmış.
Yukarıda ne demiştik?...
Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası Büyük Üstadı Ekrem Tok, 1965
yılındaki seçimlerde Enver Necdet Egeran’ın büyük üstatlığa aday olması beklentisi
üzerine, bu konunun görüşülmüş olduğunu belirterek, şimdiden ona karşı olanlara
gelecek seçimlerde adaylığını koymayacağı üzerine güvence vermişti.
Bir başkası adına böyle bir güvence nasıl verilebilir; bunu düşünmek gerek.
Ancak Masonlukta bu durumda pek fazla da düşünülmez çünkü bu güvenceye veren
büyük üstattır; onun dediğine güvenilir, inanılır.
Büyük Üstat Ekrem Tok’un dedikleri tümüyle söylediği gibi çıksaydı, daha bir
süre için bu konu localarda dilden dile dolaşır, genel kurul toplantısında enine
boyuna tartışılır, sonra da gereği yapılarak kapanırdı.
Neydi bu işin gereği?
Enver Necdet Egeran hakkında soruşturma açılması, savunmasının alınması,
yargılama yapılması, kusurlu bulunacak olursa uygun düşecek cezanın verilmesi…
Öyle yapılsaydı, Türk Masonluğu o tarihlerde bölünmeye uğramayabilirdi. (Bu
alt başlıkta “bölünme mi, ayrılma mı?” dedik; o bir başka konu. Bu işin sonu
pratikte öyle olduğu için… Ancak literatürde hep “bölünme” terimi geçer.)
Bir süre sonra belki günümüzdeki bölünmüşlük olgusunun gerekçesi olan konu
yani farklı Masonluk anlayışları gündeme gelecekti.
Bu konu şu “gerçek dışı belge olayı” ve sonrasındaki gelişmelerden bağımsız
olarak ortaya çıktığında, acaba nasıl bir sonuç doğardı?
Bu soruya yanıt verebilmek olanaksızdır. Ancak bir yorum olsa da şunu demek
olanaklıdır: Sonuç 1966 yılındaki gibi olmazdı.
  

425
SON YETMİŞ YIL

Şimdi gelelim Enver Necdet Egeran’ın tutumuna…


O tarihlerde Türk Masonluğu’nun ön saflarından kolay kolay çekilemezdi. Bunu
kendisi istemiş olsa bile yapamazdı.
Çünkü böyle bir durumun faturası onun açısında çok ağır olurdu. Yıllarca Türk
Masonluğu’nun Anglosakson Masonluğu topluluğuna katılabilmesi için büyük
çaba göstermiş, özveride bulunmuştu. İşte şimdi dikmiş, sulayıp bakmış olduğu
ağaç meyve vermek üzereydi. Geri çekilecek olursa, yapılmış olan bunca çalışma
ve hazırlık, bunca emek boşa gidebilirdi. Gerçi bu işin ve girişimin bir kişiye
bağlı (şahısla kaim) olarak yürümemesi gerekirdi ama gerçek öyleydi.
Türk Masonluğu’nun “düzenli” (muntazam) olarak nitelenen Anglosakson
Masonluğu topluluğundaki obediyanslarca tanınması doğrultusunda gösterdiği
özverili çabalarının yadsınamayacağı bir yana bırakılsa bile kurmuş olduğu
bireysel ilişkilerle bu atılımdaki işlevi göz ardı edilemezdi.
Özetle, Enver Necdet Egeran kenarda kalamazdı.
Nitekim “gerçek dışı belge olayı”na girmeden önce anlatmış olduğumuz üzere
Türkiye Büyük Locası’nın 29 Nisan 1965 tarihli toplantısında, konsekrasyon
töreni bir “oldu bitti” biçiminde uygulanıvermişti.

O sırada çoğu masonlar sadece “gerçek dışı belge olayı” ile ilgilenmekteydi. Bu
konuyu görüşmeyi beklediklerinden, toplantı arasında düzenlenen konsekrasyon
uygulamasını pek önemsemedi ve üzerinde durmadılar.

  

Bu işlemin gerekçesini bilmeyen bir kişi şunu sorabilir: «Konsekrasyon töreninin


yapılmış olması demek, bundan böyle Türkiye Büyük Locası’nın Anglosakson
Masonluğu topluluğuna katıldığı anlamına mı geliyordu?... Bu tören yapılınca,
Türkiye Büyük Locası önceki niteliğini terk etmiş mi oluyordu?»
Hayır!... Anglosakson Masonluğu topluluğuna katılmak için bu tören gerekli
ama yeterli değildir. Bunu daha sonra göreceğiz.
Bir loca ya da büyük locada böyle bir törenin yapılmış olması, bunu uygun
görmeyen masonları hayli rahatsız edebilir ama böylece bir masonik nitelik
değişimi olduğu söylenemez. Bu iş “din değiştirmek” gibi bir şey değildir.
Zaten işin aslına, kuralına tam uygun olana bakarsanız, konsekrasyonun önce her
bir bağımsız locada yapılması, böylece o locaların “düzenli” hâle getirilmesi, bu
localar bir araya gelip bir büyük loca oluşturduktan sonra bir kez de büyük
locanın kuruluşunda yapılması gerekir.
Keşke bunu daha önce anlatmış olsaydık.
“Bölünmeler” başlığı altındaki 12. bölümde bu terim sadece İngiltere Birleşik
Büyük Locası’nın “Tanıma Koşulları” kapsamındaki 1. maddenin açıklamasında
geçmişti. Çünkü bu törenin uygulanması gereği açıkça belirtilmez; sadece
“düzenli bir şekilde oluşturulmuş” denir ki işte bunun içeriğinde yer alır.

426
SON YETMİŞ YIL

1965 Yılındaki İlk Olağanüstü Genel Kurul Toplantısı

Türkiye Büyük Locası’nın daha önce 28 Nisan 1965 tarihinde yapılacağı ilan
edilmiş olan genel kurul toplantısı, konsekrasyon töreninin 29 Nisan’a alınması
nedeniyle 1 Mayıs’a ertelenmişti.
Bu toplantıda büyük daimî heyetin raporu okunduktan sonra, delegeler konuyu
“gerçek dışı belge olayı”na getirdi.
Konu üzerinde Egeran’ın söz alarak açıklama yapması gerekti. Bu olayı “bir
masonun bir diğer mason kardeşine yardımı” olarak niteledi.
Tartışmalar başladı; giderek ateşlendi, çekişme boyutuna bile vardı.
Büyük Üstat Ekrem Tok, bu konunun böyle irdelenmesinin Türk Masonluğu’na
onarılmaz hasarlar verebileceğini belirterek tartışmaların kesilmesini rica etti
hatta «Kardeşlerim, ne olur, yapmayın, etmeyin.» diye âdeta yalvardı bile…
Birçok delegenin oralı olmayışı üzerine toplantıyı kapatarak ertesi güne bıraktı.
  

Genel Kurulun 2 Mayıs 1965 tarihli oturumundaki olaylar “Türk Masonluğu’nun


bölünmesinin başlangıcı” olarak nitelenebilir.
Daha toplantıya başlanır başlanmaz kimi delegeler “gerçek dışı belge olayı”
üzerinde görüşme açılmasını istedi. Büyük Üstat buna izin vermedi. Bu kez
Genel Kurul’da bu nedenle tartışma çıktı. Ancak Büyük Üstat kararlıydı; hiç
kimseye söz vermedi ve hemen seçimlere geçti.
Daha önce Egeran kardeşimizin aday olmayacağı üzerine güvence verilmiş
bulunmasına karşın, büyük üstatlığa aday olarak gösterildi. O da buna karşı
çıkmayarak adaylığı kabul etti.
Yapılan seçim kimilerine göre tüzüklerde belirtilen yöntemlere ve geleneklere
uygun, kimine göre aykırıydı. Burada bu konu üzerinde ayrıntılara girmeyecek
ve yorum yapmayacağız. Olan şu ki oylama sonucunda Ekrem Tok, Enver
Necdet Egeran’ın yeni büyük üstat olarak seçildiğini duyurdu.
Bunun üzerine kimi delegeler topluca toplantıyı terk etti.
Ekrem Tok da yeni büyük üstadı görevine getirdi
Genel Kurul toplantısının bundan sonrası artık pek önemli değil.
  

Enver Necdet Egeran’ın büyük üstatlığa seçilmiş olması, localardan bazılarındaki


huzursuzluğu daha da artırdı.
İşin olmayacak yanı, bu konu Yüksek Şȗra yönetimindeki atölyelere de yansıdı;
bu konudan başka hiçbir şey konuşulmaz oldu. Sonunda yüksek dereceli
masonlardan birkaçı doğrudan Yükse Şûra’ya yazılı olarak başvurup bu duruma el
konulmasını, gerekli soruşturmanın orada yapılmasını istediler.

427
SON YETMİŞ YIL

Yüksek Şûra’nın Tutumu

Olayı tümüyle nesnel (objektif) bir yaklaşımla, salt Masonluktaki örgütlenme


sistemi ve kuralları bakımından değerlendirecek olursak, bu konunun yalnızca
Türkiye Büyük Locası’nı ilgilendirdiğini, Türkiye Yüksek Şûrası’nı olayın içine
çekmeye kalkışmanın yanlış olduğunu, böyle bir yanlışlık yapılsa bile Yüksek
Şûra’nın bu işe karışmaktan kaçınmasının uygun düşeceğini söyleyebiliriz.
Fakat öyle olmadı. Yüksek Şûra büyük locadaki olayları izlemekle yetinmedi.
Yüksek Haysiyet Divanı toplandı.* Suçlamalar incelendi. Tanıklar dinlendi.
Savunmalar alındı. Sonunda, o sırada ritin 29. derecesinde olan Enver Necdet
Egeran’ın Masonluktan çıkarılmasına (ihracına), 33. derecede olan Ekrem
Tok’un ise bir yıl süre ile uzaklaştırılmasına karar verildi.
Yüksek Şûra bu kararları onayladı.
Burada bir çelişki göze çarpıyor…
Tamam, Enver Necdet Egeran hakkında bir soruşturma açılacaksa bunun Yüksek
Haysiyet Divanı’nda yapılması doğru bir işlemdi. Fakat Ekrem Tok bu kurulda
yargılanamazdı. O nedenle bu kitabın yazarının hangisi olduğunu hatırlamadığı
yazılı kaynakta bu açıdan bir yanlış bilgi verilmiş olsa gerek…
Ancak Yüksek Şȗra’nın bu kararı onaylamış olması, önce bir yanlışlık yapılmış
olsa bile bunun giderildiği anlamına gelir. Burada “Yüksek Şȗra böyle bir karara
vardı.” dersek sorun kalmaz.
Buna karşın sorun kalır mıydı, kalmaz mıydı bilinmez ama kendi tüzükleri ve
geleneksel yöntemleri uyarınca örgütünün üyeleri hakkında kendince bu kararları
veren Yüksek Şȗra, bu kadarla kalmayıp bir de Büyük Loca’dan bu kararlara
uyulmasını isteyince asıl büyük sorunu yarattı.
Yüksek Şûra’nın bu istemini görüşen Türkiye Büyük Locası Büyük Daimî Heyeti,
bunu “büyük locanın iç işlerine karışmak” olarak niteledi.
Büyük Loca yönetiminin bu tepkisinin, Yüksek Şȗra tarafından cezalandırılan
masonların unvanlarından ileri geldiği düşünülebilir; biri önceki biri o andaki
büyük üstat…
Nitekim bunu böyle yorumlayanlar olmuştur. Fakat konuya salt Yüksek Şûra’nın
“ritin egemen otoritesi” olduğu açısından değil, Yüksek Şûra ile Büyük Loca’nın
ayrı ayrı birer masonik örgüt olduğu, aralarındaki ilişkinin “konkordato” olarak
anılan sözleşme uyarınca yürütüldüğü göz önünde tutulacak olursa, cezalandırılan
her kim olursa olsun Büyük Loca’nın bu tepkisini haklı karşılamak gerekir.
«Neden? Bir mason bu kuruluşlardan herhangi birinin yetkili kurulunca
cezalandırılırsa, diğerinin de ona uyması gerekmez mi?» diye sorabilirsiniz.

* Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti’nde Yüksek Haysiyet Divanı (Yüksel Disiplin
Kurulu) ritin 31. derecesidir. Ritin yöntemleri uyarınca disiplin soruşturması işlemi
bu kurulda yürütülür.

428
SON YETMİŞ YIL

Bunun için âdeta gelenekselleşmiş uygulamalara bakılabilir.


O zaman yanıt “Hayır gerekmeyebilir.” olur.
Daha doğrusu ise ilgili kurumların arasındaki ilişkinin düzenleniş ve yürütülüş
tarzına bakmaktır.
Kaldı ki, o tarihte bu iki kurum arasında yürürlükte bulunan bir “konkordato”
vardı.
O sözleşmede Büyük Loca’da alınacak bir ceza kararına Yüksek Şûra’nın da
uyacağı yazılıydı. Fakat Büyük Loca Yüksek Şûra’nın aldığı bir disiplin cezası
kararını kendi örgütünde uygulamak zorunda değildi.
Bazı yazı ve kitaplarda bunun öyle değil, karşılıklı olarak uyulacağı tarzında
belirtildiğini görebilirsiniz.* Ancak o kural daha sonra, 1966 yılında bağıtlanmış
olan bir sonraki konkordatonun gereğidir.
  

Bu kez durup dururken Büyük Loca ile Yüksek Şûra arasında da bir çekişmedir
başladı. Büyük Üstat Kaymakamı Nuri Pere, localara gönderdiği bir genelgede
Yüksek Şûra’nın büyük locaya karışma hakkı ve yetkisi olmadığını belirtti.
Bunun üzerine Yüksek Şûra’nın Hâkim Büyük Âmiri Hazım Atıf Kuyucak da
bir bildirge yayımlayarak, gerekli görürlerse Türkiye Büyük Locası ile olan
ilişkilerini kesebileceklerini açıkladı.
Bir kez daha çıkın işin içinden…
Biraz daha anlayışlı olamazlar mıydı?
Böyle bir konu kurumsal boyutta birbirlerine girmelerini gerektirecek kadar
önemli miydi?
Çözümü bulunamaz mıydı?
Türk Masonluğu’nun sırf bundan ötürü bölünmeye doğru gittiğini göremiyorlar
mıydı?
  

Türk Masonluğu 1938 yılında uykuya girerken büyük bir hata yapılmış, bundan
ötürü “Uyku Dönemi” 13 yıl sürmüştü.
Şimdi yapılan ikinci büyük hataydı ve bu kez bu hata Türk Masonluğu’nun
bölünmesine, daha doğrusu bir ayrışmaya yol açacaktı.
Ne yazık ki bunu görememişler ya da kendi bildiklerinden şaşmamakta direterek
umursamamışlardı.

* Örneğin Murat Özgen Ayfer’in “Masonluk Nedir ve Nasıldır?” adlı kitabının ilk iki
basımında böyle yazılmıştır. Bunun kaynağı ise 1966 tarihinde yayınlanmış “Türk
Masonluğu İçinde Bir Olay ve Tahlili” adlı bir kitapçıktır. Yazar, bu konudaki
yanılgısını sonradan, aldığı bir uyarı üzerine fark etmiş ve kitabının üçüncü basımında
bu yanlışı gidermiştir.

429
SON YETMİŞ YIL

Egeran’ın Ayrılması

Türkiye Büyük Locası’nın yönetimindekiler localarda sonu gelmeyen kaynaşmayı


bir türlü gideremedi. Hatta bazı locaların üstad-ı muhteremleri yazılı olarak
Büyük Üstat Enver Necdet Egeran’ın görevden ayrılmasını istedi.
Baskılara dayanamayan Büyük Loca Daimî Heyeti (Yönetim Kurulu) topluca
görevi bırakma ve Genel Kurulu 5 Aralık 1965 günü yapılacak olağanüstü
toplantıya çağırma kararı aldı.
Büyük Üstat Enver Necdet Egeran ise görevi bırakmakla kalmadı; 14 Kasım
1965 tarihinde yayımladığı ve “Büyük Üstadın Veda Mesajı” başlığı altındaki
genelgesiyle Masonluktan istifa ettiğini bildirdi.
  

5 Aralık 1965 günü Genel Kurul toplantısına katılmak üzere gelen delegeler,
içeriye girdiklerinde Egeran’ın önceden büyük üstat kürsüsüne geçmiş olduğunu
gördü.
Nitekim Egeran, Genel Kurul toplantısını “büyük üstat” niteliğiyle açtı. Sonra,
üyesi olduğu Ankara’daki Bilgi Locası’nın Büyük Daimî Heyet’e bir yazı
göndererek istifasını kabul etmemiş olduğunu bildirdiğini, kendisinin de bunun
üzerine ayrılmaktan vazgeçtiğini söyledi.
Neden böyle olmuştu?
Bilinmiyor. Yapılmış birçok yorum var. Hepsini burada sıralamanın gereği yok.
Şöyle diyebiliriz: Kimileri üzerine varmış, vazgeçmesini sağlamışlardı.
Bu toplantıda da söz isteyenlere söz verilmedi. Önce Büyük Daimî Heyet’in
istifası oylanarak kabul edildi ve hemen seçimlere geçildi. Yapılan oylama
sonucunda Hayrullah Örs, yeni büyük üstat olarak seçildi. Egeran hemen yeni
büyük üstadı görevine getirdi ve ardından yeni büyük görevlilerin seçimi yapıldı.
Yeni Büyük Üstat Hayrullah Örs, yaptığı ilk konuşmada kendinden önceki iki
büyük üstadın görüşlerinin paralelinde bir tutum benimseyerek uygulayacağını
ortaya koydu.
Nitekim 7 Şubat 1966 tarihinde büyük üstadın imzasıyla Yüksek Şûra’ya
gönderilen bir yazıda, Enver Necdet Egeran ile Ekrem Tok hakkında alınmış
olan kararın Türkiye Büyük Locası açısından geçerli sayılamayacağı bildirildi.
Aynı tarihi taşıyan bir diğer yazıyla ise gerekçeleri açıklanarak Türkiye Yüksek
Şûrası ile Türkiye Büyük Locası arasında yürürlükte olan konkordatoyu gözden
geçirmek üzere çalışmalara başlanması konusunda öneride bulunuldu.
Yüksek Şûra ise konkordatonun tek yanlı olarak feshedildiğini bildirdi.
Artık “gerçek dışı belge olayı” ve sonrası tümüyle bir yana bırakılmış, geriye
Büyük Loca ile Yüksek Şûra arasındaki uyuşmazlık kalmıştı. Herkes konuyu
sadece kendi görüşünün doğru olduğunu savunarak değerlendiriyordu. Öyle
aşırılıklara kaçılıyordu ki Türk Masonluğu “büyük locadan yana olanlar” ve
“yüksek şûradan yana olanlar” diye iki karşıt kampa ayrılmış gibiydi.

430
SON YETMİŞ YIL

Bir Değişik Değerlendirme

Bir değerlendirmeye göre Türk Masonluğu içinde ortaya çıkan bu çekişmelerin


asıl nedeni ne “gerçek dışı belge olayı” ne de “Anglosakson Masonluğu’na
yönelme” idi.
Türkiye Büyük Locası’nın genel kurul toplantısındaki tartışmalar da aslında perde
arkasında kalmış bir başka nedenden kaynaklanıyordu.
Bu başka neden Büyük Loca ile Yüksek Şûra arasındaki uyuşmazlık gibi
görünüyordu ama aslında iki kurum arasında değil, iki kişi arasındaydı.
Bu iki kişinin adı size hiç de yabancı değil… Biri Enver Necdet Egeran, diğeri
Hazım Atıf Kuyucak.
Türk Masonluğu’nun en üst yönetimsel düzeylerine çıkmış olan bu iki mason çok
eskiden tanışırdı. Hazım Atıf Kuyucak, Enver Necdet Egeran’ın genel müdürü
olduğu Mobil şirketinin sürekli danışmanıydı ve ondan daha eksiydi.
Hiç geçinemezlerdi.
İkisi de politikayla etkin olarak haşır neşir değildi ama tutum ve yeğlemeleri
taban tabana zıttı. Karşıt partilerden yana oluşları özel yaşamlarında da onları
karşı karşıya getirir, aralarında uzun tartışmalar çıkardı.
Bunlar doğru olabilir... Anlatan gözlemci gençliğinde izlemiş.
Fakat iki kişinin bireysel boyuttaki geçimsizliğinin tüm Türk Masonluğu’nu bu
ölçüde etkileyebilmesi hiç de kabul edilebilecek bir olasılık değil.
Bununla birlikte, Türk masonik yazınında bu varsayıma da yer verilmiş olduğu
için, biz de burada hiç olmazsa özetlemeden geçemedik.*

Bölünmenin Oluşumu

Yukarıda anlatmış olduğumuz tüm çekişmelere karşın Türkiye’deki Masonluk


henüz bölünmemişti; daha önce değinmiş olduğumuz üzere bölünmeyebilirdi de...
Ancak bunları izleyen olaylar yangını söndürmek yerine daha da alevlendirdi.
Sonunda bölünme ya da ayrışma kaçınılmaz oldu.
Türkiye Büyük Locası’nın 22-23 Nisan 1966 tarihinde yapılan Genel Kurul
toplantısında, bir yıl kadar önce yapılmış olan konsekrasyon töreni üzerinde
özenle ve ayrıntılı bir şekilde duruldu.
Ardından bir “rit değişikliği” yapılacağı belirtildi.
Bu, bir bakıma Büyük Loca’nın öteden beri uygulanan Eski ve Kabul Edilmiş
İskoç Riti’nden kopacağı anlamına geliyor ama açıkça söylenmiyordu. Sadece
isteyenlerin yüksek derecelerdeki çalışmalarını sürdürmesine izin verilmişti.

* Yalçın İlter: “Türk Masonluğunda 1965 Olaylarına 30 Yıl Sonra Değişik Bir
Bakış”, Mason Dergisi Sayı 98/1996

431
SON YETMİŞ YIL

Beri yanda localardaki kaynaşma hâlâ dinmemişti.


Büyük Üstat Hayrullah Örs, localarda bu konular üzerinde tartışma yapılmasını
yasakladı. Bu kadarla da yetinmedi; katıldığı loca toplantılarında bu konudaki
görüşmeleri engellemeye girişti; direniş hâlinde yetkisini kullanarak locanın
oturumuna son verdi.
Bunun üzerine özellikle İstanbul ve İzmir’de kimi masonlar localarından istifa
etmeye başladı.
Yazılı istifasını bile vermeden ayrılanlar da oldu. Ancak hepsi ayrı locaların
üyeleri olduğu için, genelde loca çalışmaları pek etkilenmedi.
Çoğu masonlar ise “bekle ve gör” tarzında bir tutum takınmayı yeğledi.
Sadece İzmir’de tüm üyeleri topluca ayrılan “Kemal” adlı loca kapandı.
Bir diğer grup mason ise tüm bu olup bitenlerden ötürü Masonluktan öylesine
soğudu ki bir daha dönmemek üzere çekip gitti. Ne yazık ki masonların yapıp
etmeleri üzerine kuruma küsmüş, “Masonluk” ile “masonlar” arasındaki ayırımı
değerlendirememişlerdi.

İkinci Obediyansın Kuruluşu

Localarından ayrılan masonlardan kimileri, kendi aralarında gruplaşarak beşi


İstanbul’da, ikisi İzmir’de olmak üzere 7 yeni loca kurdu.
Aslında bunu böyle söylemenin doğru olup olmadığı da tartışılır. Çünkü İzmir’de
kurulmuş localardan biri, üyeleri bakımından zaten vardı. İstanbul’da kurulmuş
localardan biri de aslında 1964 yılında kurulmuş ama Türkiye Büyük Locası
tarafından henüz obediyansa kabul edilmemişti.
Bu localar, 4 Haziran 1966 tarihinde düzenlenen bir konvanda bir araya geldi.
Yeni bir büyük loca kurup, adını “Türkiye Büyük Mason Mahfili” olarak
koydular.
İlk büyük üstat olarak Orhan Hançerlioğlu seçildi. Dernekler Kanunu uyarınca
oluşturulan derneğin adı da “Türkiye Büyük Mason Mahfili Derneği” oldu.
Aynı sıralarda Türkiye Büyük Locası, Yüksek Şûra ile ilişkilerini düzeltmek
istedi. Yüksek Şûra’nın tutumu ise katı ve kesindi; hiç yumuşamadı. Türkiye
Büyük Mason Mahfili’ni Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti’nin ilk üç simgesel
derecesi üzerinde Türkiye’deki tek egemen otorite olarak tanıdı.
  

Türkiye’deki ikinci obediyansı kuranlar, özellikle Yüksek Şûra’nın tutumuna


güvenerek daha birçok kardeşimizin localarından ayrılıp kendilerine katılacağını
umuyordu. Bu umut boşa çıktı. Türkiye Büyük Locası’nın üyelerinin çoğu herhangi
bir girişimde bulunmayıp, localarıyla olan bağlarını koparmadı.
Bu nedenle Türkiye Büyük Mason Mahfili çalışmalarına pek az sayıda masonla
başlamak zorunda kaldı.

432
SON YETMİŞ YIL

Yüksek Şûra’nın İkileşmesi

Türkiye Büyük Locası, yüksek dereceli kardeşlerimizin atölye çalışmalarına


katılmasını engellemediği için, İstanbul’da Nur-u Ziya Sokağı’ndaki binası ile
Yüksek Şûra’nın Tepebaşı’ndaki binası arasında bir gidiş geliş trafiği oluştu.
Bu arada Türkiye Büyük Mason Mahfili İstanbul’da henüz kendine özgü bir yer
edinememiş, Yüksek Şûra’nın binasında çalışmaya başlamıştı.
Tarih tekerrür ediyor gibiydi.
İki bina birbirine hayli dik bir yokuşla bağlanıyordu. Böylece “aşağıdaki loca”
ve “yukarıdaki loca” diye iki terim çıktı ortaya…
Hatta iki mason akşama doğru Beyoğlu’nda karşılaştıklarında, aralarında şöyle
bir diyalog geçebilirdi:
- Nereye gidiyorsun?
- Yukarıya.
- Ben bu akşam aşağıdayım.
Ancak “yukarıda” sadece atölyeler değil, Türkiye Büyük Mason Mahfili’ne bağlı
localar da çalışıyordu. Verdiğimiz varsayımsal diyalog bir masonun atölye, diğerinin
Türkiye Büyük Locası’na bağlı bir loca toplantısına gittiğini gösteriyordu. Bu daha
sonra, Türkiye Büyük Locası üyelerinin bundan böyle yüksek derece çalışmalarına
katılmalarının yasaklamasına kadar sürdü.
Dolayısıyla söz gelimi terminoloji de değişti.
Bundan böyle yüksek derece atölyeleri göz ardı edilerek, Türkiye Büyük Mason
Mahfili’nin üyesi olanlara “yukarıdakiler”, Türkiye Büyük Locası’nın üyelerine de
“aşağıdakiler” denir oldu.
Bunlara bir diğeri daha eklendi:
Yukarıdakiler = 111’liler; Aşağıdakiler = 25’liler.
İşin ilginç yanı şu ki bu terimler yalnızca İstanbul’a özgü kalmadı. Yıllarca diğer
yörelerde de her iki taraftakilerce öteki obediyansın üyelerini nitelemek üzere
genelleştirildi ve alışkanlık edinilerek âdeta obediyansların adlarının bir
kısaltması gibi kullanıldı.
  

Türkiye Büyük Mason Mahfili kurulduktan sonra kaynaşma duruldu. Türkiye


Büyük Locası, bu durulmanın sorun çıkartmakta olanların ayrılmasının doğal
sonucu olduğunu benimsedi.
Ancak Yüksek Şȗra içindeki çalkalanmalar henüz dinmemişti. Anlaşılan Yüksek
Şȗra bu konuda tek beden değildi.
Yüksek Şȗra’nın Türkiye Büyük Locası’na karşı takındığı olumsuz tavır nedeniyle,
bu kez yüksek derece atölyelerinden kopmalar baş gösterdi. 33. derecedeki
kardeşlerimizden de ayrılanlar oldu. Hele Yüksek Şȗra diğer kimi üyelerini de
çıkarınca, atölyelerdeki kopmalar hızlanarak arttı.

433
SON YETMİŞ YIL

Yüksek Şȗra’nın İstanbul dışında binası yoktu. Ankara ve İzmir’deki yüksek


derece atölyeleri oldum olası Türkiye Büyük Locası’nın binalarında çalışırdı.
Yüksek Şȗra’nın takındığı olumsuz tavır üzerine Türkiye Büyük Locası, Ankara ve
İzmir’deki binalarında yüksek derece çalışması yapılmasını engelledi. Kısa bir
süre sonra da üyelerinin her türlü atölye çalışmasına katılmasını yasakladı.
Yüksek Şȗra’dan ayrılmış olan 33. derecedeki on mason, artık bu örgütün
masonik niteliğini yitirmiş olduğunu ileri sürerek, kendi başlarına yeni bir
yüksek şûra kurdu. Hâkim büyük âmir olarak da Ekrem Tok’u seçtiler. Yasal
olarak kurulan derneğe “Türkiye Fikir ve Kültür Derneği” adı verildi.
Türk Masonluğu’nun bölünüşü, örgütsel bakımdan böylece noktalanmış oldu.
  

Bundan sonra şöyle bir soru doğar:


«Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti’nin anayasası uyarınca, Amerika Birleşik
Devletleri dışında her ülkede bir tek yüksek konsey olması gerektiğine göre, bu iki
örgütten hangisi “asıl” olanıdır?»
Bu soruyu yanıtlamadan önce, her iki yüksek konsey de Türkiye’de çalıştığına
göre hangisinden söz etmekte olduğumuzu belirtmek için şöyle bir şey yapalım:
Önceki yüksek konsey, 1973 yılında adını değiştirip 1960 öncesinde olduğu gibi
“Süprem Konsey” adını kullanmaya başladı. Demek oluyor ki bundan böyle
sonrakine “Yüksek Şȗra” dersek yanlış yapmış olmayız. Nitekim öyle…
Her ikisi de kendisinin “asıl”, ötekinin “geçersiz” olduğunu ileri sürmüştür.
Bu bağlamda her ikisinin de kendi benimseyişi uyarınca geçerli bir gerekçesi vardır.
Süprem Konsey 1861 yılından beri “özgün” olup hiç değişmediğini, Yüksek
Şûra ise atölye üyelerinin “düzenli (muntazam) simgesel localar”ın üyesi**
olması gerektiğini ileri sürer.
Günümüzdeki Durum

Türk Masonluğu’nun bölünmesinden sonra, gerek simgesel dereceleri yöneten


büyük localar gerekse Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti’nin iki ayrı yüksek
konseyi, kendi masonik anlayışları doğrultusundaki çalışmalarını sürdürdü.
Bu iki kanatta yer alan ikişer mason örgütünün yolları ayrıldı. Tek ortak noktaları,
hepsinin de Türkiye’deki Masonluğun geçmişine tek başına sahip çıkması oldu.
1973 yılında Dernekler Kanunu’nda yapılan bir değişiklikle, derneklerin adlarında
“Türk” ve “Türkiye” sözcüklerinin kullanılması kısıtlandı. Dolayısıyla üç
derneğin adlarının başındaki “Türkiye” sıfatı kaldırıldı. Bu uygulama, obediyans ve
yüksek konseylerin masonik adlarına da yansıtıldı. Bir farkla: “Türkiye Fikir ve
Kültür Derneği”, bu adı kullanmayı sürdürme hakkını resmen aldı.

**
Buradaki “düzenli localar” Anglosakson Masonluğu’nun tanımına göre düzenli
sayılan localardır.

434
SON YETMİŞ YIL

HÜR VE KABUL EDİLMİŞ


MASONLAR BÜYÜK LOCASI

Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası’nın


“tutucu” (muhafazakâr) bir nitelik taşıdığı söylenir.
Oysa hiçbir kardeşimiz tutuculuğu benimsemez. Burada
konu olan “tutuculuk” ancak bir mason örgütünün
eğilimiyle bağlantılı olabilir. Bunun da “gelenekçilik”
ya da “geleneksellik” tarzında yumuşatabiliriz.
1966 yılındaki bölünme ya da ayrılma olayından sonra Hür ve Kabul Edilmiş
Masonlar Büyük Locası, İngiltere Birleşik Büyük Locası tarafından “düzenli bir
büyük loca” olarak tanınmak için gerekli hazırlıklara girişti.
Önce tüzük ve ritüeller üzerinde birtakım değişiklikler yapılması gerekiyordu.
Masonluğa girebilmek için Tanrı’ya ve ruhun ölümsüzlüğüne inanma koşulu
getirildi. Mabetlerin biçimi olması gerektiği gibi ayarlandı. Ritüeller yeniden
düzenlendi.
Bütün bunlar İngiltere Birleşik Büyük Locası’na bildirildi.
Yanıt alındı.
Eksik bulunmuştu.
Bir de “Tanıma Koşulları”nın ilk maddesinde belirtilen “kökenin düzenli
olması” gerekiyordu.
Hay Allah!... Ne olacaktı şimdi?
Onun da çaresi bulundu. Bu kitabın 15. bölümünde “İlk Ulusal Türk Obediyansı”
alt başlığında değinmiş olduğumuz bir detayı hatırlayın: 20. yüzyılın başında
düzenli olduğu onaylanmış Mısır Büyük Locası’na bağlı “Resne” adlı locanın,
Maşrık-ı Âzam-ı Osmanî’nin oluşumuna katıldığını belirtmiştik. İyi ki varmış!
İşte o locanın, Türkiye’deki ilk obediyansın -adı büyük doğu karşılığı da olsa,
yüksek konsey tarafından kurulmuş olduğu iddia edilse de- kökenin oluşturduğu,
böylece Türkiye’deki Masonluğun 1909 yılından beri İngiltere Birleşik Büyük
Locası’nın sonradan istediği biçimde baştan “düzenli” olduğu belirtildi.

Şimdi aklınıza bir başka soru gelebilir. Dersiniz ki «Peki ama Uyku Dönemi’nden
sonra, 1948’den 1956’ya kadar geçen dönem içindeki bir durum var, hani yüksek
konseyin kanatları altında geçen… O ne olacak?»
Ona boş verin!... Kimsenin ona aldırdığı yok. İngiltere Birleşik Büyük Locası
Türkiye’deki obediyansı zaten “düzenli” olarak tanıyacaktı. İşi yokuşa sürüyor,
nazlanıyordu kendisinin öyle her başvuruyu hemencecik olumlu karşılamadığı,
bu konuda çok titiz olduğu, ilkelerinden kesinlikte ödün vermediği, her bakımdan
eksiksiz olmayı gözettiği izlenimini yaratmak için. Dolayısıyla 1970 yılında Hür ve
Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası’nı “düzenli” olarak tanıdı.
  

435
SON YETMİŞ YIL

Bir de bu tanımanın belgeleniş tarzına bakalım.


Belki bir tanıma belgesi (berat, patent), allı pullu mühürlü bir sertifika gibi bir
şey gönderilmiş olmasını beklersiniz. Çerçevelenip uygun bir yere asılarak
sergileneceğini düşünürsünüz.
Öyle olmadı.
İngiltere Birleşik Büyük Locası, o tarihteki büyük sekreterinin imzasıyla bir yazı
gönderdi; hepsi bu…
Aslında yeter. İşlevi yerine getirir. Tamam, sergilenemez ama o allı pullu mühürlü
sertifika gibi bir nesne de gösterişten başka bir şey değildir.
O allı pullu mühürlü sertifika gibi patent, Özgür Masonlar Büyük Locası’nda var.
Hem de iki tane. Birini Fransa Büyük Locası, diğerini Fransa Büyük Doğusu 1966
yılında Türkiye Büyük Mason Mahfili’ne vermiş. Her ikisi de kocaman; şöyle
50x70 cm boyutlarında falan.
Verilmiş de tanımanın ötesinde ne olmuş?... Fransa Büyük Doğusu’nun iki büyük
üstat yardımcısı 2001 yılında İstanbul’a gelip de bu patenti gördüklerinde «Aaa,
bunu biz mi vermişiz? Hayret!» diyerek şaşkınlığa düşmüşler.
Orada bir süs olarak duruyorlar; başka bir işe yaradıkları yok.
  

Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası, 1970’li yıllarda Anglosakson


Masonluğu topluluğundaki diğer obediyanslarla dostluk ilişkileri kurmak üzere
girişimlere başladı. Yarısına yakını Amerika Birleşik Devletleri’nde olmak
üzere, 100’den çok büyük loca ile masonik tanışma ve dostluk ilişkisi sağladı.
Elbette bunlar o kadarla kalmadı; ilerleyen yıllarda daha da arttı.
Büyük Üstat Hayrullah Örs 1973 yılında sonsuzluğa göçtü. Yerine adını önceki
yazılarımızdan bildiğiniz bir kardeş, Nafiz Zeki Ekemen seçildi.

Yeni büyük üstat, Büyük Mason Mahfili üyelerinin ayrılıp Hür ve Kabul Edilmiş
Masonlar Büyük Locası’nda intizama kavuşabilmeleri için bir kampanya açtı.
Zaten önceden ayrılmış olanlardan isteyen dönebilecekti.
Büyük Mason Mahfili buna karşı çok sert bir bildirge yayınladıysa da bu çağrıyı
olumlu bulan kimi masonlar, Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası’na
geçti. Her iki büyük locanın birinden ayrılıp diğerine geçenler daha sonra da
görüldü. Ancak bunlar “tek tük” olarak nitelenebilecek boyutta kaldı.
Bu bağlamda Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası’nın uyguladığı
yöntemden de söz etmek gerekir. Büyük Mason Mahfili’nden (daha sonra Özgür
Masonlar Büyük Locası’ndan) ayrılarak gelen kardeşler, -hangi derecede olursa
olsun- sanki sadece soruşturma işlemleri bitmiş fakat henüz Masonluğa hiç
girmemiş gibi sıfırdan tekrise alınır. Ancak sonradan önceki kıdemleri (varsa)
göz önünde tutularak derece artırımı bakımından süreleri kısaltılabilir.

436
SON YETMİŞ YIL

Bunun üzerine siz «Bu olacak şey mi?... Ritüelik uygulamalar arasındaki fark
bunu gerektirecek ölçüde büyük mü?» diye sorabilirsiniz.
Elbette uygulanan ritüeller arasında farklar var. Fakat bu farkların oranını göz
önüne almaya kalktığınızda “devede kulak” diyebilirsiniz.
Masonik geleneklerde bu bağlamda Türkçesi “iyileştirme” olarak verilen bir
yöntem vardır. Bunun anlamı, tüzük ve yönetmelikler ya da ritüel bakımından
eksikliklerin (varsa) giderilmesi ve antların (yeminlerin) yenilenmesidir.
Fakat Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası bu yöntemi uygulamaz.
Elbette bunun da bir haklı gerekçesi gösterilebilir. Şöyle ki “Ritüelleri bir yerden
bulup okuyabilirsiniz. Fakat bunun yaşanması başka bir şeydir.”
Buna karşılık bir de şunu sorarsınız: «Peki Büyük Mason Mahfili ya da Özgür
Masonlar Büyük Locası da mı böyle yapıyor?»
Hayır. Sadece antlarını kendi yöntemine göre yeniletmekle yetiniyor.
  

Olası sorularınız bitmiyor: «Peki ama her mason daha Masonluğa girerken üyesi
olacağı obediyansı Masonluğun simgesel dereceleri üzerinde bir otorite olarak
tanıyacağını ve bu obediyansın tüzüklerine, yöntemlerine, kurallarına, yetkili
organların kararlarına uyacağını dair ant içer, yemin eder. Sonra böyle
obediyans değiştirmekle andını çiğnemiş, yeminini bozmuş olmaz mı? Bu bir
masonun en önemli değeri olan onurunun zedelenmesi sayılmaz mı?»
Buna ilgili masonun kendisinin yanıt vermesi gerekir. Ona göre bir sakıncası yoksa
onurunu korumak bakımından sorun yok demektir. Bu bağlamda elbette
obediyans değiştirmenin gerekçesini de bilmek gerekir.
“Ben burayı sevmedim. Belki öteki tarafı severim.”, “Buradaki kardeşlerle
uyuşamadım. Belki öteki taraftakilerle uyuşabilirim.” ya da “Burada aradığımı
bulamadım. Bir de öteki tarafı denemek isterim.” gibi gerekçeler, her neresinden
bakarsanız bakın Masonlukla bağdaşmaz.
Burayı sevmemiş olan, öteki tarafı da sevmeyecektir. Buradaki masonlarla
uyuşamayan, bir başka yerdekilerle de uyuşamayacaktır. Aranıp da
bulunamamış olan, başka yerde de yoktur.
Obediyans değiştirmek ancak bir başka ülkeye göç etmek, orada da masonik
etkinliklerini sürdürmeyi istemek durumunda geçerli bir gerekçe sayılabilir.
Aklınıza «Bir mason obediyans değiştirmek isteyince hakkında soruşturma
yapılmadan kabul edilir mi?» diye de bir soru gelmiş olabilir.
Soruşturma elbette yapılır. Hatta bu konuda kimi zaman obediyanslar arasında
bir sürekli iletişim kurulduğu da görülmüştür. Ancak bu bağlamda obediyans
değiştirmek isteyenlerden çok başvurusu reddedilmiş ya da bir disiplinsizlik
nedeniyle ihraç edilmiş olanlar önemlidir.
Son soru: «Bu durum Yüksek Şȗra ve Süprem Konsey bakımından nasıl?»
Tek sözcükle yanıt: Aynı.
  

437
SON YETMİŞ YIL

Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası’nın yakın geçmişteki tarihçesini


anlatıyorduk; araya bambaşka bir konu sokuşturduk.
Bu arada Mimar Sinan adlı bir araştırma locasının kuruluşuyla birlikte aynı ad
altında bir de periyodik dergi çıkarılmasına değinmeden geçmemeliyiz.
1979 yılında Halit Arpaç büyük üstat oldu. Onu 1982 yılında Şekûr Okten,
1986 yılında Cavit Yenicioğlu, 1988 yılında Orhan Alsaç, 1991’de ölümü
üzerine kısa bir süre Suha Aksoy, ertesi yıl Can Arpaç, 1996 yılında Tunç
Timurkan, 1998’de Sahir Talât Akev, onun da 2000 yılında ölümü üzerine
Demir Savaşçın izledi.
Bu on yıllık dönemde büyük locada elbette birtakım olaylar oldu ancak onların
çoğu bu kitabın kapsamına fazla gelir.
Sadece bir olay var ki ona değinmeden geçersek olmaz.
1990’lı yılların ikinci yarısında büyük loca bünyesinde bir kampanya açıldı.
Amaç, büyük locanın olağan simgesel üç derecesinin üzerine İngiliz Masonluğu
Sistemi’ndeki “Royal Arch” uygulamasının eklenmesiydi.
Bunun için Royal Arch Masonluğu’nun ne olduğu, niçin bu sisteme geçilmesinin
istendiği gerek localarda gerek söyleşilerde uzun uzun anlatıldı. Broşürler hatta
bir kitapçık bile düzenlenip dağıtıldı.
Şimdi soracaksınız «Royal Arch Masonluğu nedir?» diye.
Bunu anlatması hayli uzun sürer. Özetlemeye çalışalım:
İngiltere Birleşik Büyük Locası, 1815 tarihli anayasasında şöyle der: “Masonluk üç
dereceden oluşur, Royal Arch da dahil.” (Bu tümceyi özellikle devrik yazdık
çevirisi tam uygun olsun diye.)
Sözü edilen bu “Royal Arch” İngiltere’deki Masonluğun tarihinde üstat derecesi
kabul edildikten sonra bu derecenin uygulamasının bir bölümüydü. Sonradan bu
derecenin uzantısı olarak ayrıca uygulanmasına geçilmişti. Zamanla geliştirildi ve
üstat derecesinden sonra uygulanan, dört aşamadan oluşan bir dizge haline
getirildi. Sadece İngiliz Masonluğu Sistemi’nde kalmadı; Amerika’daki York Riti
kapsamına da alındı.

Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası’ndaki kampanyanın sonunda, bu


ekleme ya da değişiklik önerisi büyük locanın genel kurul gündemine alındı.
Yandaşlarından çok şiddetli tepki gösterenler oldu. Bu nedenle de Büyük Üstat
Tunç Timurkan, göreve yeniden aday olmasına karşın seçilemedi.

438
SON YETMİŞ YIL

«Niçin karşı çıkıldı?» diye sorarsanız, bunun yanıtı ancak bir yorum olur:
Royal Arch Masonluğu, bir bakıma Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti’nin 14.
derecesine kadar olan bölümünün karşılığı hatta biraz daha fazlasıdır. Büyük
Loca bu sistemi uygulamaya geçecek olursa, Yüksek Şȗra 4.-14. derecede çalışan
atölyelerini kapatmak zorunda kalabilirdi.
  

Az ilerleyelim…
1999 yılında Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası kimilerine göre çok
güzel bir etkinlik gösterdi. Masonluğa karşıt cepheye göre yüz karası.
İstanbul’daki ünlü Aya İrini’de Türk Masonluğu’nun kuruluşunun 90. yıldönümü
nedeniyle bir sergi düzenlendi. Ziyarete gelenlere broşürler ve kitapçıklar dağıtıldı;
Masonluk üzerine bilgi verildi; görsel sunumlar yapıldı; soruları yanıtlandı. Ancak
işte bu sergi kışkırtılmış bağnazların saldırısına da uğradı. Bereket maddi zarar
dışında bir olay çıkmadı. Bu arada Büyük Üstat Sahir Talât Akev de Ankara ve
İzmir’de geniş kapsamlı basın toplantıları düzenledi.
Böylece Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası, kendini sınırlı ölçüde
olsa bile Türk kamuoyuna açtı. Çok daha önce sadece üyelerine dağıtılmakta
olan “Tesviye” adlı aylık dergi, 2002 yılında belli başlı kitapçılarda satılmaya
başladı. (Sonradan bu dergi yayından kaldırıldı.) Buna Büyük Loca’nın internette
açmış olduğu sitesindeki sürekli tanıtımı da eklendi. [Bu siteyi görmeniz önerilir.
Adresi şöyle: www.mason.org.tr]
  

Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası ile Özgür Masonlar Büyük Locası
arasında 1970’li yıllarda görülmüş sert atışma ve çekişmeler 1980’li yıllarda
durulmuş gibiydi. Her iki obediyansın büyük üstatları ara sıra buluşur, Türk
Masonluğu’nun topluca daha iyiye gitmesi için görüşmede bulunurlardı.
Ancak bu ikili ilişkiler, hep büyük üstatların böyle bir görüşmeyi uygun bulup
bulmayışına bağlıydı. En önemli konu, -daha önce de değinmiş olduğumuz
üzere- Masonluğa girmek için başvurup dileği reddedilmiş olanlar ile bir disiplin
soruşturmasının sonunda dernekten çıkarılmış (ihraç edilmiş) ya da almış olduğu
ceza üzerine içerleyip kendi dileğiyle ayrılmış (istifa etmiş) olanların karşılıklı
olarak bilinmesi ve her iki obediyansın ilgili kayıtlarına işlenmesiydi.
Böylece bir obediyansta başvurusu kabul edilmemiş ya da sorun çıkarmış olan
kişinin bu kez diğerine girebilme olanağı önlenmiş, Masonluğun genel yararları
korunmuş oluyordu.
İşte bu ilişkiler, Demir Savaşçın’ın Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük
Locası’nın büyük üstadı olduğu 2001-2003 döneminde doruğuna ulaşmış, her iki
obediyansın kimi büyük görevlilerinin de katıldığı toplantılar da yapılmıştı.
Bu yakınlaşmalar daha sonraki yıllarda da -dediğimiz gibi büyük üstatların
tutumuna bağlı olarak- devam etti. Hiçbir zaman gizli tutulmadı, üyelerden
saklanmadı çünkü saklanması daha sakıncalı olurdu.

439
SON YETMİŞ YIL

Ancak bunun üzerine kimi maonlar «Haydi hayırlısı… İki büyük loca yeniden
birleşmeye doğru gidiyor.» biçiminde yorumlar yapmaktan geri kalmadı.
Bu görüşmelerin sadece Türk Masonluğu’nun genel yararı için yapıldığı, iki büyük
locanın birleşmesinin hiçbir zaman gündeme getirilmediği, birlikte hareket etmenin
sadece Masonluğa saldırılar karşısında olabileceği belirtildi.
Masonlardan buna inanmayan oldu mu bilinmez ama doğru olana inanmasalar ne
fark eder ki!
  

2003 yılında büyük üstatlığa Kaya Paşakay seçilmişti. 2005 yılında yine aday
olmasına karşın seçilemedi. İşte size büyük loca içinde bir olay daha…
Büyük Üstat Kaya Paşakay çok savurgan bir tutum takınmış, Türk Masonluğu’nu
özellikle yurt dışında tanıtma uğruna aşırı boyutta harcamalarda bulunmuştu.
Büyük Loca’nın hazinesini neredeyse sıfıra indirmişti.
Kızılca kıyamet koptu. Konu Büyük Loca Genel Kurulu’nun da gündemine getirildi.
Büyük üstatlığa seçilen Asım Akin önceki büyük üstat ile birlikte bu işe karışmış
olan birkaç kardeşimizin ihraç edilmesine karar verdi.
Konu Büyük Loca’nın çatısı altında kalmadı; basına da yansıdı ve gazetelerde
sakız gibi çiğnenmesine başlandı. Bir de devletin yetkili organı (Dernekler Masası)
olan biteni soruşturmaya girişti. Bunun üzerine yeni büyük üstat, kendisi de dahil
olmak üzere dört üyesini mahkemeye verdi.
Olay ayyuka çıktı. Kol kırılmış ama yen içinde tutulamamıştı.
Olacak iş miydi bu?... Masonluğun yasaları daha ta ilk kuruluşundan bu yana
“Sorunlarınızı kendi içinizde çözmelisiniz. Hiçbir zaman haricî mahkemelere
gitmemelisiniz.” demiyor muydu?
Konu sonradan Büyük Disiplin Kurulu’na da aktarılmış, bu kurul ise mahkeme
sonucu alınıncaya kadar beklenmesini uygun bulmuştu.
Mahkemedeki dava ise birkaç yıl sürdü. Sonunda, ortada bir “disiplin kurulu
kararı”, “dernek genel kurulu onayı” gibi şeyler olmadığı için Kaya Paşakay ve
diğer masonlar aklandı ve dernek üyeliğine geri döndüler. Ancak Büyük
Loca’daki tartışmalar sona ermemişti ve bundan ötürü 2007’de büyük üstatlığa
seçilmiş olan Salih Evcilerli de istifa etmek zorunda kaldı.
Bundan sonra Büyük Loca’nın yakın tarihçesi boyunca önemli bir olay görülmedi.
2009 yılında Remzi Sanver, 2013 yılında Ömer Köker ve bu kitabın yazım tarihi
açısından son olarak 2017 yılında Bülent Akkan büyük üstatlığı üstlendiler.
Yaklaşık on yıllık bu son süre içinde kayda değer bir gelişme olarak, 2011 yılında
büyük locanın tüm tüzüklerinin elden geçirilip yeniden düzenlenmesinden söz
edebiliriz. Bu bakımdan Remzi Sanver “efsane büyük üstat” olarak nitelenmiştir.
Kitaplarının yanı sıra kamu oyuna açık olarak yayımlanmış söyleşileri vardır:
https://www.youtube.com/channel/UCKbUD6W7GMZmoEZNHvdfiIg,
https://www.youtube.com/watch?v=yk2d5AHqxzM

440
SON YETMİŞ YIL

Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar


Büyük Locası’nın Genel Tutumu

Dünyanın hemen her yerinde görüldüğü üzere Türkiye’de de mason kuruluşlarının


“düzen” kavramı bakımından farklı tutum ve görüşleri vardır.
Bu bağlamda, Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası’nın aşağıda özetle
belirtilecek görüşleri, doğrudan Büyük Loca’nın bir bildirgesinden alıntıdır.
Bunların üzerinde burada hiçbir açıklama ya da yorum vermeyeceğiz. Belki
zaten birçoğuna daha önce de değinmişizdir ama bu büyük locaya özgü tutulan
bu alt başlıkta bunların aktarılmaması söz konusu olamazdı.
 Geçmişte Türkiye Büyük Locası, kökünü şu ya da bu şekilde İngiltere
Birleşik Büyük Locası’ndan patent almış olan bir düzenli obediyans ya da
locaya dayaması gerekirken, kendi başına buyruk olarak yanlış ilkeler ve
yöntemler üzerine kurulu bir Masonluk oluşturmaya kalkışmıştır. Böylece,
yaklaşık altmış yıllık ulusal tarihçesi boyunca düzenli bir mason örgütü
kimliği edinebilme olanağını elde edememiştir.

 Türkiye Büyük Locası’nda “konsekrasyon töreni” uygulanmadan önce


yurdumuzdaki Masonluk, Dünya Masonluğu’nca “klandesten” yani gizli ve
uyduruk sayılmıştır. Bu tören, bir masonik örgüte dünya çapında geçerli
olmak üzere “muntazam” (düzenli) olmasını sağlayan gerekliliklerden biridir.
Türk Masonluğu, ancak bundan sonra Dünya Masonluğu’nda kendisine
yaraşır, saygın yerini kazanabilmiştir.

 Türk Masonluğu’nda, düzenli Dünya Masonluğu’nun amentüsü niteliğini


taşıyan ilkeler yani “Tanrı’nın Yüce Varlık olarak kabul edilmesi”, “ruhun
ölümsüzlüğünün benimsenmesi” ve “masonik çalışmalar sırasında kutsal
kitapların açık bulundurulması” kuralları, yaklaşık altmış yıl boyunca göz
ardı edilmiştir. Türk Masonluğu kendi içindeki bu bakımdan uyumsuz
öğelerden arındığında, düzenini kazanmıştır.

 Türk masonları düzenli bir obediyansta ve masonik yöntemlere gerçekten


uyan bir yöntemle tekris olmamaları nedeniyle yeryüzündeki her mason
toplantısına katılabilme hakkını elde edememiştir. Gene klandesten olan
birkaç kuruluştan başka Türk masonlarına kapısını açan olmamıştır. Bu
düzensiz örgüt, dünyada sayısı yüzü aşan düzenli obediyansların hiçbiriyle
dostluk ilişkileri bile kuramamıştır.

 Yüksek şûralarca kurulmuş ve yönetilen hatta sonradan kendi başlarına


bırakılmış “loca benzeri” birimler ve bunların oluşturduğu “federatif örgütler”
hiçbir zaman masonik bakımdan muntazam (düzenli) sayılamaz. Öte yandan,
bir yüksek şûranın muntazam sayılabilmesi için de diğer koşulların yanı sıra
üyelerini aldığı “Simgesel Masonluk Kaynağı”nın da muntazam olması
zorunludur.

441
SON YETMİŞ YIL

 Birkaç masonun bir araya gelerek «Bir masonik örgüt kuralım.» deyip, bazı
tüzük, protokol ve ritüeller hazırlayıp bunları uygulamaya girişmeleriyle
muntazam bir masonik örgüt kurulamaz. Gerçek bir mason obediyansı kurmak,
yeryüzündeki diğer düzenli mason obediyansları arasında yer almak,
böylelikle “gerçek mason” yetiştirmek için, Masonluğun eski gelenek ve
göreneklerine, “landmarkları”na, tüm dünyaya yaygın olan temel ilkelerine
uymak zorunludur. Böyle yapılmayacak olursa, ortaya çıkan kuruluş,
Masonluğun yöntemlerine benzer yöntemleri uygulayan bir sosyal dernek,
bir taklitçi örgüt olabilir; fakat bir “mason örgütü” olamaz. Böyle bir kuruluşun
üyeleri de “mason” sayılamaz. Bu kişilerin oluşturdukları kuruluşlarla ilişki
kurmak, muntazam ve gerçek bir masonik örgütün üyeleri olan gerçek
masonlar için de sakıncalıdır.
Nitekim bundan ötürü Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası’nın üyesi
masonların “düzensiz” (gayri muntazam) sayılan hatta düzenli (muntazam) olup
olmadığı bilinmeyen bir büyük locaya bağlı olarak çalışan locaların toplantısına
katılması yasaktır.
«Ara sıra Özgür Masonlar Büyük Locası’na bağlı bazı locaların toplantısına
katıldıklarını duyuyoruz. Bu yanlış mı?» diye soracaksınız.
Doğru ama yanlış… Katıldıkları doğru; katılmaları yanlış.
Özgür Masonlar Büyük Locası’nın buna diyeceği olmayabilir. Ancak madem böyle
bir yasak vardır; o büyük locanın üyeleri buna uymak zorundadır. Kaçamak yapan,
kendisini düzensiz duruma düşürür.
Bu elbette sosyal nitelikli ilişkilerde bulunmaya herhangi bir engel getirmez.
Ancak bir zamanlar ondan bile çekinilirdi.
Nitekim bakın karikatürist İrvin Mandel bu olguyu çizgisiyle nasıl hicvetmiş.

442
SON YETMİŞ YIL

ÖZGÜR MASONLAR BÜYÜK LOCASI

Türk Masonluğu 1966 yılında bölündüğünde kurulan


Türkiye Büyük Mason Mahfili’nin adı, 1992 yılında
“Özgür Masonlar Büyük Locası” olarak değiştirildi.
Bu yalnızca masonik bakımdan kullanıldı. Derneğin
resmî adı Büyük Mason Mahfili Derneği olarak kaldı.
Böylece “Hür Masonluk” ile “Özgür Masonluk” farkı
belirginleşmiş oldu.
Büyük Mason Mahfili, kuruluşunu tamamladıktan hemen sonra Türkiye’deki
bölünme olayını, Türkiye Büyük Locası’nın daha önce tanışmış ve dostluk
ilişkileri kurmuş olduğu yabancı obediyanslara gerekçeleriyle birlikte iletti.
Bazıları, bu yeni obediyansı “düzenli” olarak tanıdığını ve dostluk ilişkilerini
sürdüreceğini bildirdi. Bir “patent” gönderenler bile oldu.
Ertesi yıl, Liberal Masonluk kanadında Büyük Mason Mahfili’ni tanıyan yabancı
obediyansların sayısı 16’yı buldu.
Sonraki yıllarda bu daha da arttı. Ancak hiçbir zaman Hür ve Kabul Edilmiş
Masonlar Büyük Locası kadar olamadı.
Bu da çok doğal çünkü Anglosakson Masonluğu topluluğundaki obediyansların
sayısı çok daha fazla.
  

Türkiye Büyük Mason Mahfili’nin ilk büyük üstadı Orhan Hançerlioğlu, iki yıl
bu görevi yürüttükten sonra «Bu yönetimsel işler bana göre değil.» diyerek
çekildi ve yerini Osman Edip Seydi’ye bıraktı.
1970’li yıllarda, Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası Büyük Üstadı
Nafiz Zeki Ekemen’in daha önce değinmiş olduğumuz çağrısı üzerine kimi
masonların diğer obediyansa geçmesi ve bundan ötürü iki locanın varlığını
sürdürebilmek için biraz sıkıntı çekmesinin dışında önemli bir olay görülmedi.
Sadece şu önemli değişimden söz edebiliriz:
1970’li yılların ortalarında Türkiye Süprem Konseyi, atölyelerinde Ant Kürsüsü
üzerinde bulunan “Kutsal Kitaplar”ı kaldırarak bunun yerine yaprakları boş bir
“Beyaz Kitap” yerleştirdi. Türkiye Büyük Mason Mahfili de buna uydu.
1979 yılında Büyük Üstat Osman Edip Seydi sonsuzluğa göçtü. Yerine Vedat
Yeğinsü getirildi.
Önceki büyük üstat daha çok yabancı obediyanslarla ilişkilerin geliştirilmesini
önemsiyordu. Yeni büyük üstat ise yurt içindeki gelişime öncelik verdi.
Dolayısıyla onun büyük üstatlığı döneminde hem locaların hem kardeşlerin sayısı
hayli hızlı bir artış gösterdi. Ancak araya giren bir garip olay, bu gelişimi bir süre
için sekteye uğrattı.
  

443
SON YETMİŞ YIL

12 Eylül 1980 tarihli askerî darbenin ardından ülkemizde ayırımsız olarak tüm
derneklerin etkinlikleri yasaklanmıştı.
Büyük Mason Mahfili, bu olguyu biraz yanlış anladı; belki de bir çekingenliğe
kapıldı. Locaların toplantıları geçici olarak tatil edildi; ta ki bu yasaklamanın sadece
derneklerin yönetimlerini ve toplumsal etkinlikleriyle yabancı ülkelerle ilişkilerini
kapsadığı, kendi iç çalışmalarına yani bizim açımızdan loca toplantılarına bir
engel olmadığı anlaşılıncaya kadar…
Ancak bu yasaklama kaldırılıncaya kadar aradan bir yıl geçmiş, Masonluğa zaten
pamuk ipliğiyle bağlı olan masonlar ilgilerini tümüyle yitirmişti.
Bu nedenle Büyük Mason Mahfili’nin üye sayısında bir azalma oluştu. 1980’li
yılların ikinci yarısında hızlı bir “aday arayışı” çalışmasına girişildi.
Bunun sonucu elbette Masonluğa kabul törenlerinin artması hatta bir törende çok
fazla adayın birden aynı anda kabulünün yapılmasıydı.
Fakat bu hızlı artış, bir yandan locaların salt yönetimsel işlerler ile ilgilenmesi gibi
bir durumu ortaya çıkarırken, diğer yandan da yeni masonların Masonluk ile
bağlantılı temel
Ancak bunun sadece İstanbul’da söz konusu olduğuna da mutlaka değinmeliyiz.
İzmir’deki localar titiz bir şekilde adaylarda nitelik arayışını sürdürdü.
Ankara’daki localar ise zaten 1974 yılında üyelerinin büyük çoğunluğunun Hür ve
Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası’na geçmesi nedeniyle çalışamaz duruma
gelmiş ve kapanmıştı. Ancak 1987 yılı sonrasında yeniden etkinliğe geçmeleri
sağlandı. Bunun için de gereksinme duyulan yeni üyelerin Masonluğa girişi ve
derecelerinin artırılması bir süre İstanbul’daki localarda gerçekleştirilmişti.
Bu durum, önceleri üye sayısının artışı bakımından olumlu gibi görünüyordu.
Ancak sonradan çok zararı görüldü.

Bu konuda gereksiz ayrıntılara girilmeden şöyle bir özet bilgi verilebilir:

Bazı localara kısa süre içinde çok sayıda yeni üye alınınca, bunun için bir de çok
sayıda adayın Masonluğa kabul töreni bir arada yapılınca, o locaların üye sayısı
giderek dehşetli bir boyutta şişti. Bunun yanı sıra çırak masonların kalfalığa
geçiş, kalfalığa geçmiş olanların üstat derecesine yükselme törenleri de vardı.
Hepsinin üzerine gerek yeni adayların gerekse dereceleri artırılacak olanların
ilgili kararlarının alınacağı yönetimsel işlemleri de çok arttı.
Dolayısıyla o localardaki tüm toplantılar yönetimsel işlemler ve törenlerle
doldurulmaktaydı. Bu furyada zaten adayların çoğu Masonluk hakkında doğru
dürüst bir şey bilmiyordu. “Aramıza katıldıktan sonra öğrenirler.” deniliyordu.
Ancak buna fırsat yoktu. Hemen hiçbir şey öğrenemeden kalıyorlardı.
Bütün bunların üzerine bir de şunu göz önüne getirelim: Bir locanın saygıdeğer
üstadı/üstad-ı muhteremi, locasının üyesi olan kardeşin iyi günlerinde de kötü
günlerinde de mutlaka yanında olmalıdır. Olmuyordu; daha doğrusu olamıyordu
çünkü yetişemiyordu.

444
SON YETMİŞ YIL

Fakat birisiyle ilgilenip bir diğeriyle ilgilenemeyince, beklediği ilgiyi göremeyen


masonlar içerliyor, üstelik onlara diğerleri de katılıyor, ayırımcılık ya da
kaytarma yapıldığı izlenimine kapılıyorlardı. Dolayısıyla tek bir masonun ihmal
edilmiş olması, birkaçının küsmesine yol açabiliyordu.
Üstüne üstlük locada yönetimsel işlemlerden ve törenlerden başka bir çalışma
yapılmayınca masonlardan birçoğu sıkılıyor, «Ben buraya, Masonluğa bunun
için mi geldim! Burada zaman harcamaktan başka ne var?» diyorlardı. Bunun
sonucu da elbette loca toplantısına gelmez olması hatta ödentisini de göz ardı
etmesine yol açıyor, sonunda ya kendi dileği ya da loca kararıyla Masonluktan
ayrılıyordu. Masonluğa girenlerin yarısı ya kalıyor ya kalmıyordu.
Tüm bunlar, hızlı bir üye artışının ne ilgili locaya ne de obediyansa bir yarar
sağladığının göstergesi oldu.
  

Özgür Masonlar Büyük Locası’nın tarihçesinde bir de 1988 yılının sonunda


“Hermes Gelişim Locası” adlı, üyeleri olmayan, görevlilerini doğrudan
obediyansın belirlediği bir tür öğretim locasının kuruluşu yer alır.
Bu locanın misyonu, masonların Masonluk ile bağlantılı temel bilgileri daha iyi
edinmelerini sağlamaktı. Çıraklar kalfalığa geçebilmek, kalfalar üstatlığa
yükselebilmek için bu özel locanın en az belirli sayıda toplantısına katılmak
zorundaydı. Böylece hiç olmazsa localarda verilemeyen bazı bilgileri edinmesi
sağlandı.
Bu özel loca günümüzde de varlığını ve çalışmalarını sürdürüyor ama bundan böyle
gündemlerinde sadece konferanslara yer veriliyor. Özgür Masonlar Büyük Locası
yönetiminin bu locayı Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası’ndaki
“Mimar Sinan Locası” gibi bir araştırma locasına dönüştürmeyi tasarladığı
biliniyor. (2018)
  

Şimdi anlatımlarımızı bırakmış olduğumuz yere dönelim…


Derneklerin yabancı ülkelerdeki kuruluşlarla ilişkide bulunmalarının yasal olarak
yasaklanmasının ardından bunun Bakanlar Kurulu’nun iznine bağlanması, bu tür
ilişkilerin geliştirilebilmesine biraz daha sekte vurdu. Türk masonların diğer
ülkelerdeki mason örgütleriyle ilişkilerinin bir süre için sadece bireysel düzeyde
yürütülmesi zorunluluğu doğdu.
Buna karşın 1980’li yılların sonlarında, kısaca C.L.I.P.S.A.S. olarak anılan liberal
görüşlü uluslararası masonik örgüt ile gene bireysel boyutta olmak üzere iletişim
kuruldu.
Büyük Mason Mahfili Derneği, uluslararası dostluk ilişkilerini bir dernek olarak
resmen kurabilmek amacıyla 1991 yılında Bakanlar Kurulu’na başvurdu. Bu
başvuru olumlu sonuçlandı ve Büyük Mason Mahfili Derneği C.L.I.P.S.A.S.’a
resmen üye oldu.

445
SON YETMİŞ YIL

Aynı yıl Büyük Mason Mahfili’nin kuruluşunun 25. yıldönümü nedeniyle


İstanbul’da düzenlenen konvana, çoğu C.L.I.P.S.A.S. üyesi olan birçok yabancı
obediyansın ileri gelenleri de çağrılı olarak katıldı.
Bu obediyanslardan birinin büyük üstadı, kutlama töreninde yaptığı konuşmada
şöyle demişti: «Türk mason kardeşlerimizin bu atılımının, Türkiye’nin Avrupa
Topluluğu’na katılmasında olumlu bir etkisi olacaktır.»
Öyle denmişti ama o günden bu yana böyle olumlu bir etkinin görülmüş olduğu
söylenemez. Tek bir örnek dışında bu yalnızca bir “dilek” niteliğinde ve lâfta
kaldı. O tek örnek de şudur: 2002 yılında, Fransa Büyük Doğusu Büyük Üstadı
Alain Bauer, Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chiraq’ın ağzından girip burnundan
çıkarak, aynı yıl düzenlenen AB Kopenhag Zirvesi’nde Fransa’nın Türkiye’nin
lehinde oy kullanmasını sağlamıştı. İşin ilginç yanı, bundan Özgür Masonlar
Büyük Locası’nın sonradan haberi oldu.
  

Sırası gelmişken, bir süre için konumuzun dışına çıkarak böyle bir sözün niçin
lâfta kalmış olduğuna da değinelim.
Böyle bir olayın düşünceden eyleme dönüşebilmesi için, durup beklemek yetmez.
Etkinlik gerekir. Bunun için de hükümetin, özellikle Dışişleri Bakanlığı’nın
yurdumuzdaki mason dernekleriyle iş birliği etmeleri, en azında bu dernekleri
görevlendirmeleri gereklidir.
Bu yalnızca Liberal Masonluk kanadında yer alan Büyük Mason Mahfili Derneği
için değil, Anglosakson Masonluğu topluluğu içinde yer alan Hür ve Kabul
Edilmiş Masonlar Büyük Locası Derneği için de geçerlidir.
Fakat tarih boyunca gerek genelde Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerinin gerekse
özelde Dışişleri Bakanlığı’nın yetkililerinin böyle bir konuda masonlardan
yararlanmaktan anlaşılmaz bir tutumla kaçınmışlardır. Bundan ötürü politika
sahnesinde başlarına olmayacak işler gelebileceğinden korkmuşlardır.
«Bunda korkacak ne var ki!» demeyin.
Elbette her demokratik ülkede hem bir “iktidar” hem de “muhalefet” vardır.
Türkiye’de Masonluğun hiçbir zaman doğru dürüst anlaşılamamış olduğu hatta çok
yanlış bilindiği göz önünde tutulursa, herhangi bir iktidar uluslararası düzeydeki bir
ilişkisini geliştirebilmek amacıyla mason derneklerinden de yararlanmaya
kalkışacak olursa, muhalefet cephesinin nasıl dehşetli bir yaygara koparacağını
düşünebiliyor musunuz?... Üstelik bu her kim iktidarda, hangisi muhalefette
olursa olsun böyle olacaktır. Buna bir de o iktidarın kendi içinden yükselecek
sesleri ekleyin.
Batı ülkelerindeki devletler kendi uluslararası politik ve ekonomik ilişkilerini
kendileri lehinde geliştirmek bakımından Masonluğu tepe tepe kullanmaktadır.
Türkiye ise tarih boyunca bu fırsatı birçok kez kaçırmıştır. Günümüzde de bu
olanağı değerlendirmemeyi ne yazık ki sürdürmektedir. Üstelik bu sadece AB
için değil, tüm uluslararası ilişkiler bakımından geçerlidir.
  

446
SON YETMİŞ YIL

Şimdi başa dönerek devam edelim.


1966 yılında Türkiye Büyük Mason Mahfili kurulurken, Türkiye Hür ve Kabul
Edilmiş Masonlar Büyük Locası’ndaki kardeşlerimizden daha birçoğunun, üyesi
oldukları locadan ayrılıp bu yeni obediyansa katılacağı bekleniyordu.
Bu beklenti gerçekleşmedi.
Yeni obediyansa, kurucularından sonra pek az sayıda katılım oldu. Katılmaların
ardı arkası kesilince, çalışmaların oldukça az sayıda mason ile sürdürülmesi
zorunluluğu doğdu.
Özellikle İstanbul’daki locaların ayakta durabilmesi için, birçok masonun aynı
anda iki locaya birden üye olması gerekti. Bu da “katılmış üyelik” denilen bir
sistemin yaratılmasını gerektirdi. Öyle ki katılmış üyeler de locanın yönetim
görevlerinde yer alabiliyordu.
Sonradan buna gereksinme kalmadığı yıllarda bile bu “katılmış üyelik” statüsü
korundu. Çok sonra kaldırıldı.
Ancak bir noktayı belirtmek de gerekiyor:
Henüz hiçbir loca bulunmayan bir yerde yeni bir loca kurulması söz konusu
olduğunda, oradaki masonların sayısı yeterli değilse, bir başka yerdeki bir ya da
birkaç locanın üyesi olan özverili masonlar, kurulan bu yeni locaya katılmış
(görevlendirilmiş) üye olarak, çalışmalarının düzenli bir şekilde yürütülmesini
sağlıyor. Locanın asil üyesi olan masonların sayısı yeterli düzeye geldiğinde,
katılmış üyeler görevlerini bitirmiş olarak ayrılıyor.
Türkiye Büyük Mason Mahfili’nin başlangıçtaki üye sayısı az olunca, nitelikli
bir gelişmenin hızı da ağır oldu. Dolayısıyla bu obediyansın tarihçesindeki ilk
yıllarda pek az sayıda yeni loca kurulabildi.
Üstelik İstanbul’da yeni loca kurulmasını zorlaştıran bir diğer etken, tek olan
binada tek bir mabet bulunması, yüksek derece atölyeleriyle simgesel locaların
aynı yerde çalışmakta oluşuydu.
Daha önce sözünü etmiş olduğumuz üzere 1973 yılında Hür ve Kabul Edilmiş
Masonlar Büyük Locası Büyük Üstadı’nın “çağrı” niteliğini taşıyan duyurusu
üzerine birtakım üyelerin ayrılması da Türkiye Büyük Mason Mahfili’ni niceliksel
bakımdan bir kez daha sarstı. Gerçi ancak 30-40 dolayında üye ayrılmıştı ama
yeni kurulmuş bir obediyans için bu önemli bir sayıydı. Daha kuruluşunun
üzerinden bir yıl bile geçmemiş yeni bir loca neredeyse kapanmak üzereyken, az
önce değindiğimiz “katılmış üyelik” sistemiyle kurtarıldı.
Türkiye Büyük Mason Mahfili’nin bu deneyimi şunu açıkça gösterdi:
Ülkemizde mason locaları kurulsa da bunların varlığını korumak çok zordur.
Bir büyük loca kurmak, kurduktan sonra da bunu tutarlı bir gelişme çizgisinde
yaşatmak ise daha da zordur.
  

447
SON YETMİŞ YIL

1992 yılında bu yeni obediyans Özgür Masonlar Büyük Locası adını aldıktan
hemen sonra gerek tüzükler gerekse ritüeller üzerinde -belki ayrıntıda kalan ama
masonik bakımdan çok önemli olan- birtakım değişiklikler yapıldı.
Özgür Masonlar Büyük Locası, bu bağlamda yapılan tüm değişikliklerin “evrim”
gereği olduğunu benimsedi. Dolayısıyla önceki ritüellerde bulunan dogmatik
nitelikli diğer birçok öğe bu amaçla ayıklandı. Çağdaş Masonluğun amaçları ile
ilkelerinin, uygulamalarla korunması gerektiği öngörüldü. Masonluğun ancak
böylece evrensel amaçları doğrultusunda ilerleyebileceği savunuldu.
Hiç kuşkusuz, demokratik ortamda değişiklik ve yenileme yapmak çok zordu.
Birini beğenen ve destekleyen, bir diğerinden hoşlanmayıp karşı çıkabiliyordu.
Bu nedenle yapılmış olan değişiklik ve yenilemelerden bazılarının aradan çok
kısa bir süre geçtikten sonra geri alınıp eskiye dönülmesi gerekebiliyordu.
Ancak bir kez çağın gereği olarak değişiklik yapılmasına başlanınca, bundan
böyle değişimi durdurmanın olanağı yoktur.
Yapılmış tüm değişiklikleri sırasıyla anlatmaya kalkışacak olursak, bu kitabın
bütününü buna ayırmak gerekebilir. İyisi mi, madde madde en önemli noktaları
sıralamakla yetinelim.
 “Evrenin Ulu Mimarı” kavramı bir “simge” olarak nitelendirildi. Böylece
tümüyle bireysel yorum ve anlamlandırmalara açık hale getirilmiş oldu.
 Öz Türkçe kullanımına çok önem verildi; bu bağlamda değiştirilen görevli
unvanlarından en önemlisi Türk Masonluğu’nun kuruluşundan beri kullanılan
“üstad-ı muhterem” yerine “saygıdeğer üstat” teriminin getirilmiş olmasıydı.
(Daha önce bir ara “sayın üstat” unvanı getirilmiş, ancak buna çok karşı çıkış
olduğu için eskiye dönülmüştü.) Diğer görevli unvanlarında da birçok
değişiklik yapıldı.
 Öteden beri “Aklü Hikmet” olarak anılan sütunun adı ya da masonik işlevi
“Bilim, Akıl ve Bilgelik” olarak değiştirildi. (Daha önce uzunca bir süre
“Bilim” yerine “Olumlu Bilim” denilen bir aşamadan da geçilmişti.)
 “Tekris” terimi kullanılmaz oldu. Yerini “aydınlanma” terimi aldı.
 “Nur-u Ziya” kaldırıldı. Bunun yerine “gerçek ışığı” getirildi. (Bir ara
“bilimsel gerçeğin ışığı”, bir başka ara “ışık” terimleri kullanılmıştı.)
Geleneksel Masonluk anlayışını benimseyenlerce, bir gerçek mason kuruluşunun
tüzüklerinde ve ritüellerinde bu tür değişikliklerin yapılması olanaksızdır. Onlara
göre Türkiye Büyük Mason Mahfili “gayri muntazam” (düzensiz) bir örgüttü;
şimdi ise Özgür Masonlar Büyük Locası adını almış olan örgüt, bu adı taşımakta
oluşuna karşın, bir “gayri muntazam masonik örgüt” bile sayılamaz.
  

Özgür Masonlar Büyük Locası’nın 1993 yılında yürürlüğe konulan tüzükleri,


obediyansın örgütlenme tarzı bakımından da farklı olanaklar getiriyordu.

448
SON YETMİŞ YIL

Buna göre loca ve üye sayısı bakımından yeterince gelişmiş olan her çevrede bir
“bölge büyük locası” kurulabilecekti. Böyle bir yaklaşımın benimsenmesinin
gerekçesi bir yandan çağdaş koşulların gerektirdiği biçimde kurumsallaşmak,
böylece hem görevleri kişiye bağlı olmaktan kurtarmak hem merkezci bir
tutumdan olabildiğince uzaklaşıp, yetki ve sorumlulukları yayarak paylaşmaktı.
Bir bölge büyük locasının başkanının “pek değerli üstat” olarak anılması uygun
görüldü. Bundan böyle nasıl büyük loca merkezinin bulunduğu yerdeki üst düzey
görevlilerinin görev unvanlarının başına “büyük” sıfatı getiriliyorsa, bir bölge
büyük locasının görevlilerinin görev unvanlarının başına da “pek değerli” sıfatı
getirilmesi uygun görüldü. (Ancak bu sonradan değiştirildi. Örneğin bir bölgenin
tören üstadına “Bölge Tören Üstadı” denilir oldu.)
Bu noktada bilinen bir konuyu yine açıklamakta yarar var: Daha önce bir başka
nedenle değinmiş olduğumuz üzere, bölge büyük locaları birer bağımsız obediyans
değildir. Bu ikincil örgütler, sadece yönetimsel işlerde kolaylık sağlamak amacıyla
kurulur. Yetkileri, tüzüklerin kendilerine tanıdığı sınırlı bir düzeydedir.
Bölge uygulaması, 1993 yılında İzmir’de Türk Masonluğu’ndaki ilk bölge büyük
locası olan “Ege Bölge Büyük Locası” ile yürürlüğe kondu. Ankara’da “Ankara
Bölge Büyük Locası” adını alan ikinci örgütün kurulması ise 2001 yılını buldu.
(Adı sonradan İç Anadolu Bölge Locası oldu.)
Hemen andından “Neden olmasın?” denilerek, 2002 yılında “İstanbul Bölge
Büyük Locası” da kuruldu. (Ancak sonradan bu ikincil örgütlerin adlarındaki
“büyük” sıfatı kaldırıldı. Daha sonra da İstanbul yerine “Marmara” getirildi.)
O kadarla kalınmadı; yakın geçmişimizde bu ikincil örgütlere Adana merkezli
“Çukurova Bölge Locası” (kısa bir süre için “Kilikya Bölge Locası”) ve
Antalya’da “Akdeniz Bölge Locası” eklendi.
  

Özgür Masonlar Büyük Locası’nın 2001 yılındaki bir diğer atılımından daha söz
etmemiz gerekir.
Dünya yüzündeki birçok mason kuruluşunun Masonluğu sadece erkeklere özgü
bir kurum olarak kabul ettiklerine, salt kadınlara özgü localar ile karma locaları
göz ardı ettiklerine ya da bir “mason kuruluşu” olarak bile saymadıklarına bu
kitabın önceki bölümlerinde birkaç kez değinmiştik.
Bu bağlamdaki tutumları her nasıl olursa olsun, localarına sadece erkek üye kabul
eden obediyanslarda ise ara sıra “beyaz oturum” (beyaz celse) olarak anılan
toplantılar düzenlendiğini, bu toplantılara erkek masonların eşlerinin, annelerinin
ve yetişkin kız kardeşleriyle aynı şekilde yetişkin kız çocuklarının konuk olarak
alındığına belirtmiştik. Erkeklerin alınmadığını da eklemiştik.
Özgür Masonlar Büyük Locası, bu bağlamda bir “devrim” gerçekleştirdi.
Önce “büyük loca” olarak masonların çocuklarının katılabilecekleri toplantılar
düzenledi. Bu toplantılar doğrudan mabette ve bir ritüele bağlı olarak yapıldı.
Masonların 16 ile 26 yaşları arasındaki çocukları, bu toplantılara kız ve erkek
ayırımı yapılmadan alındı.

449
SON YETMİŞ YIL

Bu birkaç kez uygulandı; sonra terk edildi. Yakın geçmişimizde ise aynı nitelikteki
gençler için mabet dışında olmak üzere periyodik toplantılar düzenlenmesine,
gençlerin bu toplantılarda ciddi konularda sunular vermesine geçildi. Bu
toplantılara katılanlara “Martı Grubu” adı verildi.
Bundan bir süre sonra Özgür Masonlar Büyük Locası’nın genel kurul toplantısı
gündemine getirilen bir tüzük değişikliği kabul edildi. Bundan böyle localarda
düzenlenecek beyaz oturumlarda kadın ve erkek ayırımı kaldırıldı. Kardeşlerin
tüm birinci dereceden yakınlarına beyaz oturumlara katılma hakkı sağlandı.
Özgür Masonlar Büyük Locası, bu uygulamasını da Masonluğun daha iyi ve
daha etkin bir biçimde tanıtılmasını sağlamak üzere çağın gerektirdiği bir adım
olarak görmektedir. Beyaz oturumlara katılabilecek olan konukların niteliklerini
daha da geniş bir biçimde tanımlamayı öngörmektedir ama bunun uygulamaya
konmasını ileri bir tarihe bırakmıştır. (2018)
  

Bu arada başka anlatımlara daldığımızdan Özgür Masonlar Büyük Locası’nın


büyük üstatlarının adlarını hiç olmazsa belirtmeyi pas geçtik.
1979 yılında büyük üstatlığa seçilen Vedat Yeğinsü bu görevi tam 14 yıl aralıksız
yürüttü. Böylece Türk Masonluğu tarihinde “en uzun süre boyunca büyük üstat
olarak görevde bulunan mason” oldu.
Ancak tüzük değişikliğinde büyük üstat da dahil olmak üzere tüm görevlilerin en
çok üç dönem üst üste seçilebileceği kuralı getirilince, 1994 yılında büyük
üstatlığa Necip Arıduru, 2000 yılında Murat Özgen Ayfer, büyük üstatlık süresi
en çok iki döneme indirildiğinden 2004 yılında Hüseyin Özgen, 2008 yılında
Metin Ansen, 2012 yılında Tansu Salman, 2014 yılında Doğan Cantekin, son
olarak 2016 yılında Cüneyt Kalpakoğlu seçildi ve bu satırların yazıldığı 2018
yılında ikinci kez seçilmiş olarak görevini sürdürmekteydi.
Özgür Masonlar Büyük Locası’nın Genel Tutumu
Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası üyesi masonlardan birçoğu Türk
Masonluğu’nda neler olup bittiğini gerektiğince izlemediğinden, -aslında aynı
şey Özgür Masonları Büyük Locası üyeleri için de rahatça söylenebilir- diğer
obediyansın merkezinin hâlâ Tepebaşı’ndaki 111 nolu (sonra 49 olarak değiştirildi)
binada bulunduğunu sanır.
Oysa orası daha 1980’li yıllarda yetersiz gelmeye başlamıştı. Bu nedenle birkaç
loca ayrıca bir kiralık yerin de kullanılmasına geçilmişti.
O da yetmeyince, 1990’lı yılların ortalarında Tünel’de Müeyyet Sokak No. 3
adresinde eski bir konaktan arta kalmış arsa satın alındı ve oraya önceki örneğine
uygun olarak bir yeni bina yapıldı.
Özgür Masonlar Büyük Locası 1999 yılında bu yeni binaya taşındı. 2015 yılında ise
bu bina İstanbul’daki bölge locasının kullanımına bırakılarak, büyük locanın
yönetim merkezi Şişhane’de bir başka kiralık yere aktarıldı.
  

450
SON YETMİŞ YIL

Bu bina konusunu daha önce değil de burada anlatışımız, Özgür Masonlar Büyük
Locası’nın tutum ve görüşlerinin Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası
tarafından yapılmış açıklamalara verilen bir yanıt gibi oluşundan ötürüdür.
Zaten aşağıda özetlenerek verilecek görüşlerin çoğu, bu obediyansın 1973 tarihli
bir bildirgesinden özetlenerek yapılmış bir alıntıdır. Sadece eski terimlerin
yerine güncel dilimizdeki terimler getirilmiştir.
 Dünyadaki toplam mason sayısı içinde büyük oranı oluşturan Amerikalı
masonların da diplomatik bir yaklaşımla desteğini kazanmış olan İngiltere
Birleşik Büyük Locası, “Dünya Masonluğu” üzerinde âdeta bir tür vasilik
otoritesinin bulunduğunu ileri sürmektedir. Oysa bu büyük loca, dünyadaki
diğer mason obediyansları gibi yalnızca kendi ülkesinde ve sadece kendi
locaları üzerinde egemendir.
 Her özgür ve bağımsız obediyans, localarının ve üyelerinin sayısı her ne
olursa olsun diğerine eşittir. Bu eşitliğin uluslararası politik ve ekonomik
güçlere güvenilerek yadsınması, birleştirici ve yapıcı evrensel Masonluk
anlayışına aykırıdır.
 “Anglosakson Masonluğu” denilen topluluğu oluşturan örgütler, üyelerinin
vicdan özgürlüğünü ortadan kaldırarak dinsel inançlarını da belirli kalıplar
altına almıştır. Tanrı’nın insan niteliğinde fakat insanüstü, yaratıcı ve
yönetici bir kutsal varlık olduğunu ileri sürerek, “Tanrı” kavramını açıkça
kişileştirmiş, yüceliğine gölge düşürmüşlerdir. Tanrı’nın tüm insanların babası
olup insanların kardeşliğinin de bundan ileri geldiğini yani bir Hıristiyan
dogmasını ilke olarak ileri sürmüş, ayrıca “ruhun ölümsüzlüğü” ile “bedensel
ölümden sonraki yeniden doğuş” olayına inanmayı yani Teist nitelikli dinsel
inanç ilkelerini, kişinin Masonluğa girebilmesi için zorunlu tutmuşlardır.
Böylece dünyadaki tüm insanların farklı dinsel inançları olan çoğunluğunu,
bunların arasındaki iyi ve doğru insanları hatta insanseverlikte onlardan çok
daha yetkin olanları bile Masonluğun dışına itmeye kalkışmışlardır. Evrensel
bir nitelik taşıması gereken çağdaş Masonluğu kendi tekelleri altına almaya
hakları yoktur.
 Masonluk, insanların ırk, soy, renk, dil, dinsel inanç, cinsiyet, ulus, sosyal
sınıf, ekonomik düzey ve düşünce farklılıklarından ötürü birbirlerini hor
görmeksizin, aralarında birlik ve beraberlik, toplu gönenç ve mutluluk
sağlamaları için kurulmuştur. İnsanları bilgisizlikten, boş inançlardan, her
türlü bağnaz düşünü ve davranışlardan gerek bireysel gerekse toplumsal
boyuttaki kin ve nefretten arındırmak için örgütlenmiştir. Bilimsel yöntem
ve akıl verilerinin önder alınarak gerçeklerin araştırılması, insanlar arasındaki
“karşılıklı sevgi ve saygı”nın pekiştirilmesi, tam bir özgürlük ortamında ve
ayrıcalıksız bir eşitlik içinde “kardeşlik birliği”nin oluşturulması yolunda
çalışmalarda bulunmak amacını edinmiştir.
 Bunların Spekülâtif Masonluk ilk kez örgütlenirken düşünülmemiş ya da bu
kadar açık ve belirgin bir yaklaşımla ortaya konulmamış olması, çağdaş
Masonluğun yüzlerce yıl öncesinin yetersiz görüş ve anlayışlarına körü
körüne bağlı kalmasını gerektirmez.

451
SON YETMİŞ YIL

 Masonluk kesin, değişmez ve değiştirilemez olduğu söylenen ilkelere


bağlanamaz; insanlığın yararına olacak evrimini engelleyen bir tutuculuğa
tutsak edilemez.
 Masonluğun yüce amaçlarının gerçekleştirilebilmesi masonik ilkelerin
yaygınlaştırılmasına, bunu için masonların sayısının artırılmasına bağlıdır.
Fakat masonların sayısının artırılması demek, her isteyenin Masonluğa
alınması demek değildir. Bunun için önemli ve öncelikli olan, kişinin belli
dinsel inançları değil, bir “gerçek mason” olabilme yolundaki istekliliği ve
yeteneğinin bulunmasıdır.
 Eğer Masonluk daha başlangıçtan bazı ilkelerdeki ve örgütlenme tarzı ile
bağlantılı anlaşmazlıklardan ötürü bölünmeye uğramışsa, evrensel amaçları
doğrultusunda çalışmayı sürdürebilmek için sayısal çoğunluğu elinde tutan
topluluğa katılmak zorunlu değildir.
 Masonlukta değişik politik ve sosyo ekonomik eğilimlere, farklı inançlara,
uygarlık tarihi boyunca ortaya konmuş olan çeşitli felsefi ya da doktrinel
görüşlere bağlı olabilen insanların bir araya gelip birbirlerine kardeşçe
bağlanarak çalışması öngörülmektedir. Bu çalışmada Masonluğun öncelikli
ilkesi “tolerans”tır.
Bu görüşler günümüzde de geçerliğini sürdürmektedir ama dahası da var.
  

Özgür Masonlar Büyük Locası C.L.I.P.S.A.S. adlı uluslararası mason örgütüne


üye olmak üzere gerekli resmî onayı aldıktan sonra bir “evrensel bildirge”
hazırladı. 2001 yılında bunu yeniden gözden geçirip ve bir kez daha yayımladı.
Burada bu bildirgeyi baştan sona yazmamızın ne gereği var ne de anlamı…
Ancak ilk üç paragrafını vermezsek olmaz. Şöyle deniyor:
“Biz, evrensel, hümanist, özgürlükçü, barışçı, çağdaş ve evrimsel bir
Masonluk anlayışını benimsiyoruz.”

“Mason birimleri, örgütleri, ritleri ve sistemleri arasında, Masonluğun


evrensel amacına hizmet etmek ve bunun için çalışmak esas olduğu
sürece, hiçbir neden ve gerekçe ile ayırım ve ayrıcalık gözetmiyoruz.”
“Tüm insanların ve tüm toplumların barış ve mutluluk ortamı olacak
bir insanlık idealinin gerçekleştirilmesi için çalışmayı amaçlayan,
üyelerinin de bu amaç doğrultusunda yetişmelerini ve bireysel çabalarını
birleştirmelerini öngören tüm mason obediyanslarını, evrensel
Masonluğun gerçek ve düzenli kuruluşları olarak tanıyoruz. Hepsine ve
tüm üyelerine, kapılarımızı ve gönüllerimizi her zaman açık
tutuyoruz.”
Bu bildirgenin tümü Büyük Mason Mahfili Derneği’nin internetteki sitesinde
yayınlanıyor. [Adresi: www.mason-mahfili.org.tr]
  

452
SON YETMİŞ YIL

C.L.I.P.S.A.S. adlı örgütün 2001 yılındaki toplantısı İstanbul’da yapıldı.


Ancak bu toplantının bir de sonrası var.
Bilindiği kadarıyla bu konu şimdiye dek başka herhangi bir yerde yayınlanmadı.
Şöyle özetleyelim:
Toplantının olağan ritüelik bölümü için bir otelin balo salonunda geçici mabet
dekorasyonu yapılmıştı.
O tarihlerde bu gibi toplantıların devletin derneklerle ilgili organı olan Dernekler
Masası’na bildirilmesi gerekiyordu. Dernekler Masası da gerekli görürse toplantıyı
izlemek üzere gözlemci gönderiyordu.
Tam ritüelik toplantıya başlanacaktı ki Dernekler Masası’ndan iki gözlemci geldi.
Toplantıya katılıp izlemek istediklerini söylediler.
Eyvah!
Şimdi ne olacaktı? Ritüelik nitelikli toplantıya mason olmayanlar alınamazdı ki!
Güvenlikle sorumlu masonlardan biri bu durumu hemen Büyük Üstada iletti ve ne
yapacaklarını sordu.
Büyük Üstat da «Bellerine birer çırak önlüğü bağlayın, eldiven de giydirin, girip
Kuzey Sütunu’nun Batı yanında arkada otursunlar.» dedi.
Başka çare yoktu. Kabul edilmemeleri Büyük Loca’nın başına büyük bir dert
açılmasına neden olabilirdi.
Öyle yapıldı. Gözlemciler toplantıyı baştan sona izledi. Sonra teşekkür edip, çok
etkilendiklerini de belirterek ayrıldılar.
Aradan birkaç ay geçtikten sonra Büyük Mason Mahfili Derneği’nin yönetim
kurulunu oluşturan tüm büyük görevlilere bir mahkeme celbi geldi. Söz konusu
iki gözlemci verdikleri raporda dernek hakkında suç duyurusunda bulunmuş, konu
Cumhuriyet Savcılığı’na aktarılmış, dava açılmıştı.
«İleri sürülen suç neymiş?» diye soracaksınız.
“Başka ülkelerden birtakım yabancıları, önceden izin almadan Türkiye’deki bir
dernek toplantısına davet etmek.” (!)
Büyük Üstat ile Büyük Görevliler ifadelerinin alınacağı gün adliyeye gittiler.
Yargıcın karşısında yan yana dizildiler. İddianame okundu. Yargıç zanlıların ne
diyeceğini sorunca toplu savunma için görevlendirilmiş avukat, yazılı olarak bir
davet mektubu gönderilmişse gösterilmesini, böyle bir davet yapılmadığını, diğer
ülkelerden gelmiş konukların bu olağan toplantıya kendilerinin gelmek istemiş
olduğunu, dolayısıyla gerektiğince ağırlandıklarını söyledi.
Bunun üzerine Cumhuriyet Savcısı o sırada başka bir duruşması olduğunu belirtip
mahkeme salonundan ayrıldı. Yargıç bir yanlış anlama sonucunda gereksiz bir dava
açılmış olduğunu belirtti; takipsizlik kararı verip dosyayı kapattı.
  

453
SON YETMİŞ YIL

2005 yılında da Özgür Masonlar Büyük Locası, kısaca E.M.E. olarak anılan
Avrupa Mason Platformu’na yine İstanbul’da ev sahipliği yaptı. (Bu örgütün adı
yakın geçmişimizde bu kez kısaca A.M.E. olarak anılan “Avrupa Mason Birliği”
olarak değişti.) 2004 yılında “Türk Özgür Masonluğu’nun Yaşama Bakışı” ve
ertesi yıl yayımladığı “Türkiye’de Özgür Masonluğun Dış İlişkileri” adlı
kitapçıklar, tüm politikacılara, devlet organlarına ve basına dağıtılmıştı.
Öteden beri uluslararası ilişkilere çok önem veren Özgür Masonlar Büyük Locası,
“Akdeniz Mason Birliği” ve “Balkan Yarımadası Mason Birliği” adlı
örgütlerin de kurucu üyeleri arasında yer aldı.
  

C.L.I.P.S.A.S.’ın 2016 yılındaki toplantısı Türkiye’de, Özgür Masonlar Büyük


Locası’nın kuruluşunun 50. yıldönümü kutlamasıyla birlikte yapılacaktı. Fakat
örgütün önceki dönem başkanı “Türkiye’de terör var” gerekçesiyle bu toplantıyı
başka bir yere aldı. Özgür Masonlar Büyük Locası, kuruluşunun 50. yıldönümünü
kendi başına kutlamak zorunda kaldı.
Antalya’da tüm locaların saygıdeğer üstatlarıyla delegeleri ve obediyansın ileri
gelen kardeşlerinin katıldığı bir “çalıştay” düzenlendi. Büyük Loca’nın gelecekteki
stratejisini teknolojik bir değerlendirme yöntemiyle belirlemek üzere seri
toplantılar yapıldı. Ardından görkemli bir kutlama töreni uygulandı.

KADIN MASON BÜYÜK LOCASI


Türkiye’de kadın mason localarının da bulunduğu hatta
bir büyük loca kurulmuş olduğu, günümüzde bile
birçoklarının pek inanamadığı bir şey olabilir ama şu
andaki durum yadsınamayacak bir gerçektir.
Birçok batı ülkesinde kadınların mason olamayacağında
hâlâ diretilmektedir.
Yurdumuzda da kadınların mason olup olamayacağı, daha 1929 yılında tartışma
konusu edilmişti. Ancak o tarihlerde bu konu akademik bir düzeyde kalmıştı.
Bunun gerçekleşebilmesi için aradan 50 yıldan çok zaman geçmesi gerekti.
1980’li yıllarda çoğunluğunu Özgür Masonlar Büyük Locası’nın -o tarihteki
adıyla Büyük Mason Mahfili’nin- üyesi olan masonların eşlerinin oluşturduğu kimi
hanımlar, kendi aralarında buluşarak sosyal etkinlikler göstermeye başladı. Sadece
erkeklerin mason olabildiği ortamlarda masonların eşlerine “hemşire” dendiği
için, bir tür “hemşireler topluluğu” oluşturdular.
Hemşireler, bir süre sonra toplantılarında kültürel nitelikli konuşmalara yöneldi.
Ardından bu söyleşilerin ilgi odağı öncelikle “Masonluk” oldu. Daha iyi bilgi
edinmek üzere kimi masonların da bu toplantılara çağrılması öngörüldü.
Masonlar hanımlara localarda düzenlenen ve onların da zaten katıldığı beyaz
oturumlarda değinilmeyen konularda açıklamalar yaptı, ayrıntılı bilgiler verdi.

454
SON YETMİŞ YIL

Beri yandan hanımlar da kendi başlarına çeşitli kaynaklardan yararlanarak


çalışmalar yapıyor, bunları irdeleyerek tartışıyorlardı.
Derken bu toplantılar belli gün ve saatlerde, önceden belirlenmiş bir gündeme
uyularak yapılır oldu. Bunun için Büyük Mason Mahfili, 111 olarak nitelenen
binanın bitişiğinde kiralayarak bir kütüphane kurulmuş olan katı, hanımlara da bu
toplantıları için açtı.
Bulunmaz bir nimetti bu!… O toplantı yapacakları yerde hemen ellerinin altında
yararlanabilecekleri birçok yayın vardı.
Bu toplantılara düzenli olarak katılan hanımlar, bir “kadın mason örgütü” kurmak
üzere hazırlanmaya, bunun için kendilerini yetiştirmeye başladı. Mason olan
eşlerinden de destek görünce, bir yandan bilgilerini geliştirmek amacıyla
çalışmalarını sürdürürken diğer yandan da “Çağdaş Kardeşlik Dayanışma
Derneği” adı altında bir dernek kurup, resmen örgütlendiler. (1989)
Çalışmalarını bir süre için bu dernek çatısı altında yürüttüler.
Dernek kurulduktan sonra, aralarına eşleri Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar
Büyük Locası’nın üyesi olan masonların eşlerini hatta Masonluk ile hiçbir
bağlantısı olmayan hanımları da almaya başladılar.
Çalışmaları giderek yoğunlaştı. İçlerinden kimisi Masonluğu masonların bile
birçoğundan çok daha iyi bilir düzeye geldi.
1990 yılı sonlarında Büyük Mason Mahfili’nin o sıradaki büyük üstadı Vedat
Yeğinsü’nün önderliğinde bir araya gelen kimi masonlar, Masonluğa girmelerini
sağlamak üzere hazırlanmaya başladı.
Bu konudan elbette Süprem Konsey’in de haberi oldu. O tarihte Süprem Konsey
Grankomandörü olan Orhan Hançerlioğlu, bu girişime şiddetle karşı çıktı. Öyle ki
«Burada böyle bir iş yapabilmeniz için önce benim cesedimi çiğnemeniz
gerekir.» bile dedi.
Ne olacaktı şimdi?... Üstelik hanımlar da bu “iş” olacak diye heveslenmişti.
Büyük Üstat Vedat Yeğinsü yelkenleri hemen suya indirmeye, hevesleri karında
bırakmaya hiç de razı değildi.
Üstelik bu “iş” İstanbul ile sınırlı kalmamıştı; İzmir’de de hanımlar vardı hazır
bekleyen… Ancak bunun nerede ve nasıl gerçekleştirilebileceği konusunda bir
çıkar yol bulunması gerekiyordu.
İstanbul’da bunun için bir kardeşimiz sahip olduğu otelin elverişli olabilecek bir
salonunu açtı. Bu “iş”e gönül vermiş kimi masonlar orada bir mabet kurdu;
elbette törenler için bir de “düşünme odası”. Büyük Üstat Vedat Yeğinsü’nün
önderliğinde bir “geçici loca” oluşturuldu. 1991 yılı başlarında Çağdaş Kardeşlik
Dayanışma Derneği’nin üyesi olan hanımların arasında bir seçme yapılarak
birbiri ardınca bu locada Masonluğa alınmalarına başlandı. Aynı işlem
İzmir’deki bir masonun kendi evinin bir bölmesini geçici olarak bu uygulamaya
dönüştürmesiyle, orada da gerçekleştirildi.
  

455
SON YETMİŞ YIL

Derken ortaya bir başka konu çıktı.


Büyük Mason Mahfili’nin kuruluşunun 25. yıldönümünde C.L.I.P.S.A.S. üyesi
diğer obediyansların da katılması beklenen bir konvan düzenlenecekti. (Bundan
daha önce söz etmiştik.)
Böyle bir organizasyona ev sahibi ülkeden hiç beklenmedik bir şekilde bir de
kadın obediyansının katılması ne güzel olurdu!
Dolayısıyla bir yandan sıradaki hanımların aralıklı olarak Masonluğa alınması
sürdürülürken diğer yandan da “Masonluk” üzerinde yıllarca masa başında da olsa
çalışıp bilgi ve yeteneklerini geliştirmiş olan kadın masonların kalfa derecesine
geçirilip, sonra da üstat derecesine yükseltilmeleri işlemleri yürütüldü.
Yeterli sayıda üstat sağlandığında, kurulmuş olan geçici loca çalışmalarına son
verdi ve kendi kendisini kapattı. Kadın kardeşler kendi aralarında gruplaşarak,
üçü İstanbul ve biri İzmir’de olmak üzere dört bağımsız loca kurdu. Bu locaların
birleşmeleriyle de “Kadın Büyük Mason Locası” adı altında bir bağımsız
obediyans oluşturuldu. (Bu isim daha sonra “Kadın Mason Büyük Locası” olarak
değiştirildi.) İlk büyük üstat olarak Güven Timurkan seçildi.
Türk kadın masonlar, bundan sonra localarındaki çalışmalarını kendi tüzük ve
ritüelleri uyarınca yürütmeye başladı. Önce Büyük Mason Mahfili, ardından
Avrupa’daki birçok kadın mason büyük locası ile karma büyük localar, Kadın
Mason Büyük Locası’nı “düzenli bir masonik örgüt” olarak tanıdı.
Bu obediyansın localarına alınanların hepsi bir erkek kardeşin eşi değildi. Önceleri
öyle başlamıştı ama giderek Masonluk ile daha önce uzaktan yakından bir ilgisi
olmayanlara ağırlık verdiler. Hatta kadın masonlardan kimisinin kocası sonradan
Masonluğa girdi.
İstanbul’da bir mabet kurulacak çalışma yeri sorunu vardı. Daha önce Özgür
Masonlar Büyük Locası’nın da bu bağlamda sıkıntı çektiğini ve bu amaçla bir
kiralık yer tutulduğunu belirtmiştik. Kadın mason locaları da toplantılarını orada
yapmaya başladı. 1995 yılında önceki dernek kapatıldı. Yerine “Kadın Mason
Büyük Locası Derneği” kuruldu.
Kadın masonların ulusal obediyansı önce kısaca C.L.I.M.A.F. adını taşıyan
uluslararası örgüte, ardından C.L.I.P.S.A.S.’a kabul edildi.

1998 yılında görev süresi dolan ilk büyük üstadın yerine Rengin Çubukçuoğlu
seçildi. Ancak aday olup da seçilemeyen bir mason büyük sorun oluşturdu.
Yürütülen disiplin soruşturmasının sonucunda Masonluktan çıkarılmasına, onunla
birlikte kimi diğer masonların da cezalandırılmasına karar verildi.
Ancak bu kitabın en başında belirtmiştik ya; Masonluğa girmek kolay olabilir
ama mason olmak zor!... Kadın Mason Büyük Locası, bunun canlı örneğini daha
kuruluşunun altıncı yılında yaşadı. Obediyanstan ayrılanlardan kimi masonlar,
yasal organlara başvurarak dernek hakkında yakınmada bulundu. Birbiri ardınca
asılsız ihbarlar, suç duyuruları yapıldı.

456
SON YETMİŞ YIL

Kadın Mason Büyük Locası Derneği’nin yönetimindekiler, yıllarca haklarında


açılmış kamu davaları ile uğraşmak zorunda kaldı. Bu suçlamalardan biri de
izinsiz olarak uluslararası ilişkilerde bulunmak olduğundan, Kadın Mason
Büyük Locası bu sorun çözümleninceye kadar tüm yurtdışı kuruluşlarla ilişkisini
kesmek zorunda kaldı. (Bu ilişkiler sonradan yeniden kuruldu.)
  

Gene 1998 yılında çok ilginç bir şey oldu. Kadın Mason Büyük Locası Derneği,
Türkiye Fikir ve Kültür Derneği’nin (Yüksek Şûra’nın) bir başka yere taşınması
üzerine, İstanbul Sıraselviler Caddesi Aslanyatağı Sokağı’nda bulunan önceki
binasını satın alarak kendi yerine kavuştu. Yakın geçmişimizde Ankara’da da
kendi binalarına sahip oldular.
2004 yılı başlarında büyük üstatlığa Feryal Kutluay seçildi. Onu 2010 yılında
Mehtap İnce, 2016’da Gülderen Atılgan, bu kitabın yazılmakta olduğu 2018
yılında Vicdan Celayir izlediler.
Elbette Kadın Mason Büyük Locası çalışmalarını sırf İstanbul ve İzmir’de
yürütmekle yetinmedi. Özgür Masonlar Büyük Locası’nın localarının bulunduğu
hemen her yerde, kendi localarını kurdu ve kurmayı sürdürüyor.

YÜKSEK KONSEYLER

Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti’nin yüksek konseyleri,


simgesel derecelerde çalışan büyük localar ile şu ya da
bu şekilde ilişkilidir ama gerek örgütlenme gerekse
yönetimleri bakımından ayrı kuruluşlardır.
Türk Masonluğu ikiye bölündükten bir süre sonra yüksek konseyler de ikileşti.
Önceki “Süprem Konsey” adını kullanmayı sürdürürken, diğeri “Yüksek Şûra”
adını kullanmayı yeğledi. Dolayısıyla durumlarına ayrı ayrı bakmak gerekiyor.
Süprem Konsey

Öteden beri Dünya Masonluğu bakımından liberal bir tutum benimseyen Süprem
Konsey, ritüellerinde ve uygulamalarında Özgür Masonlar Büyük Locası’nın
yaptıklarını aynen yaptı.
Bu bağlamda, aslında Süprem Konsey’in sonradan Özgür Masonlar Büyük
Locası adını alan Büyük Mason Mahfili’ni etkileyip yönlendirdiği söylenebilir.
Daha sonra, atölyelerinde uygulanan ritüelleri dinsel dogmalarla bağlantılı her
türlü öğeden arındırmaya girişti.
1990’lı yıllarda, Süprem Konsey benimsediği ilkeleri bir üçlemede toplamayı
öngörüp ilkelerinin özünü “Bilimsellik-Lâiklik-İnsancıllık” olarak ortaya koydu.
Hatta bu nedenle dünyadaki tüm diğer yüksek konseylerin kullandığı bir özdeyiş
olan “Deus Meumque Jus” (Tanrı ve benim hakkım) deyişinin yerine “Laicus-
Humanitas-Scienti” diye kendi ilkelerinin Latincesini getirdi.

457
SON YETMİŞ YIL

Atatürk’ün “Hayatta en hakikî mürşit ilimdir, fendir.” sözünü “Yaşamda en


gerçek yol gösterici bilimdir.” biçiminde kendine önder aldı. Atölyelerinde
uygulanan ritüelleri bu anlayış doğrultusunda yeniden düzenledi.
Böylece, 1968 yılında salt örgütsel bakımdan farklılığı olan Yüksek Şûra ile
arasını iyice açmış oldu.

20. yüzyıl sona ererken, Süprem Konsey bir başka atılıma daha girişti. Bu ise,
kadın masonların da yüksek dereceleri almasını sağlayan atölyeler kurmaktı.
Böylece Türkiye’deki kadın masonlar simgesel derecelerle yetinmeyip, yüksek
derecelerde de çalışmaya başladı.
Süprem Konsey’in bu girişiminin amacı, zaman içinde kadın masonların kendi
yüksek konseylerini kurmasına olanak sağlamak olarak belirtildi. Ancak Süprem
Konsey ile Özgür Masonlar Büyük Locası arasında “konkordato” denilen bir
sözleşme bulunmasına karşılık, Süprem Konsey benzer bir sözleşmeyi Kadın Mason
Büyük Locası ile yapmadı. Nedeni, gelecekte kadın masonların erkeklerin süprem
konseyinden ayrılarak kendileri için bir başka yüksek konsey kurmalarının
tasarlanmasıydı.
  

Türk Masonluğu’nun 1966 yılındaki bölünmesi sırasında Süprem Konsey’in


başında olan Hazım Atıf Kuyucak 1970 yılında ölünce, yerine grankomandör
olarak önce Ali Galip Taş, o da iki yıl sonra ölünce Selâmi Işındağ seçildi.
Bu görevi 16 yıl yürüten Selâmi Işındağ 988 yılında kendi dileğiyle çekilince, yerini
Orhan Hançerlioğlu aldı. O da 1991 yılında ölünce grankomandörlüğe Mustafa
Burak seçildi. Süprem Konsey’in Özgür Masonlar Büyük Locası ile olan
konkordatosunun yenilenmesi de onun döneminde yapıldı.
Mustafa Burak da Selami Işındağ gibi Süprem Konsey’in grankomandörlüğünü 16
yıl boyunca yürüttü. 2007 yılında beklenmedik bir şekilde ölmeseydi, daha da devam
edecekti.
2007 yılında grankomandör olan Erdal Öztekin bu görevi tek bir yıl yürüttükten
sonra kendi dileğiyle bıraktı; yerine Süleyman Nesip Dördüncü seçildi. O da bu
görevi iki yıl yürüttükten sonra, olağan dönem sonu seçiminde, grankomandörlüğe
daha önce Özgür Masonlar Büyük Locası’nın büyük üstatlığını da yapmış olan
Hüseyin Özgen geldi.

458
SON YETMİŞ YIL

Hüseyin Özgen’in grankomandör olduğu 6 yıllık dönem, öncekilere oranla çok daha
etkin geçti. Bu dönem içinde Süprem Konsey’de yapılmış olan değişiklik ve
yenilemeleri şöyle özetleyebiliriz:
 Süprem Konsey’in yönetmeliği baştan sona yenilendi.
 Öteden beri kullanılmakta olan binanın içi tepeden tırnağa yeniden yapıldı ve iki
ayrı atölyenin aynı anda birlikte çalışması sağlandı.
 Uygulanmakta olan 4.-33. derece ritüelleri baştan sona yeniden düzenlenerek
yürürlüğe kondu.
 Birçok yüksek dereceli masonun ritin yönetim derecelerine (31 ve 32)
yükselmesi sağlandı. Ayrıca Süprem Konseyin gerek etkin gerekse agreje (33.
derece) üyelerinin sayısı artırıldı. Bu arada bir de “gençleştirme” stratejisi
uygulandı; öyle ki bundan böyle 75 yaşını dolduran tüm 33. derecedeki
kardeşler, emerit ya da onursal üye oluyor. (Emekliye ayrılıyorlar.)
 Geniş çaplı bir arşiv taraması ve düzenlemesi yapıldı. Tüm eski belgeler elden
geçirilip her türlü dış etkiye karşı çok güvenli bir büyük kasa odasında koruma
altına alındı. Ayrıca elektronik ortamda korunmaları için de dijital kopyaları
çıkarıldı.
 Mason Derneği’nin iktisadi işletmesi oluşturuldu.
 Yüksek Şȗra ile kurumsal düzeyde olumlu kardeşlik ilişkileri kuruldu. Süprem
Konsey Grankomandörü ve Yüksek Şȗra Hâkim Büyük Âmiri ile birlikte her
iki kurumun yönetim kurulu üyelerinin yılda bir ya da iki kez bir araya gelerek
görüşmelerde bulunmaları âdeta gelenekselleştirildi.
 Yüksek dereceli kadın masonların kendi süprem konseylerini kurmaları olanağı
sağlandı. (Buna az sonra ayrıca değineceğiz.)
2018 yılında grankomandörlüğe Tuğrul Özkan getirildi.

Yüksek Şûra

Türk Masonluğu’nun bölünmesinden kısa bir süre sonra Süprem Konsey’den


ayrılan 33. derecedeki masonlar tarafından oluşturulan Yüksek Şûra, üyelerini
Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası’ndan alır. Bu nedenle gerek
örgütsel boyutu gerekse atölyelerindeki masonların sayısı bakımından Süprem
Konsey’den birkaç kat daha geniştir.

459
SON YETMİŞ YIL

Bu arada Yüksek Şȗra ile Süprem Konsey arasında örgütlenme bakımından temel
görüş farkını belirtmeliyiz:
Süprem Konsey şöyle der: “Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti’nin anayasası
uyarınca 9 etkin üyesi bulunduğu sürece yüksek konsey varlığını korur. Üyeleri
azalırsa, ritin olağan yöntemi uyarınca bu eksikliği giderebilir. Bunun için daha
alt derecelerde, atölyelerde çalışan kardeşlere zorunlu gereksinmesi yoktur.
Zaten atölyelerini de kendisi kurar ve bunlara kendi düzenli saydığı simgesel
derece kuruluşundan kardeşleri alır.”
Yüksek Şȗra ise şöyle der: “Bir yüksek konseyin düzenli olabilmesi için simgesel
derecelerde çalışan düzenli bir obediyansın varlığına gereksinmesi vardır ve
atölyelerinin üyelerini de o kaynaktan almalıdır. Zaten bu nedenle 1966 yılında
Süprem Konsey düzenini yitirmiştir.”
  

Yüksek Şûra’nın örgütsel tutum bakımından Süprem Konsey’den önemli bir


farkı, Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası ile ilişkisinin bulunmasına
karşın bunun yazılı olarak bir sözleşmeye bağlanmamış olmasıdır. Aslında
Yüksek Şûra böyle bir sözleşmenin olmasını isteyebilir çünkü o zaman üyelerini
aldığı büyük loca ister istemez Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti’ni izleyecektir.
Ancak Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası buna yanaşmamaktadır çünkü
o zaman bakarsın İngiltere Birleşik Büyük Locası’nın “Tanıma Koşulları” ile
çelişkili bir duruma düşebilir. Üstat derecesindeki üyeleri, Eski ve Kabul Edilmiş
İskoç Riti’nin yüksek derecelerinde de çalışma yaparsa, bu onların bireysel olarak
bileceği bir iştir; Büyük Loca bunu engellemez çünkü gerek yoktur. Böylece
büyük loca, kendisini herhangi bir mason ritinden soyutlamıştır; simgesel
derecelerdeki çalışmaları bakımından özgür ve bağımsızdır. Bu da Anglosakson
Masonluğu’nda benimsenen örgütlenme yöntemine uygun düşmektedir.
  

Yüksek Şûra’nın ilk hâkim büyük âmiri Ekrem Tok olmuştu. Ondan sonra bu
görevi 1971 yılında Ertuğrul Kemal Eyüboğlu, 1975’te Mukbil Gökdoğan,
1985’te Sahir Erman üstlendi.
Sahir Arman’ın hâkim büyük âmir olduğu yaklaşık 11 yıllık dönem özellikle
önemlidir. Bu dönem içinde Yüksek Şȗra’nın yönetmelikleri baştan sona gözden
geçirilip yenilendi; aynı şey kısmen ritüeller için de yapıldı. Başka ülkelerdeki
yüksek şȗralar ile ilişkilere özellikle önem verildi; karşılıklı ziyaretlerle bu
ilişkiler güçlendirildi. Türkiye Fikir ve Kültür Derneği’nin malı olacak yeni bir
bina alındı ve kullanıma hazır hale getirilmesine başlandı.
Bu dönem içinde dıştan görünüşte çok önemli görülen bir değişiklik ise şudur:
Bundan böyle Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti” terimi kaldırıldı; bunun yerine
“Eski ve Kabuledilmiş Skoç Riti” terimi getirildi. Belki bunun gerekçesini
sorabilirsiniz hatta dilimizde “kabuledilmiş” teriminin bitişik yazılmadığını,
“Skoç” diye de bir sözcük olmadığını da belirtebilirsiniz.

460
SON YETMİŞ YIL

Bu kitabın yazarının bunun gerekçesine ilişkin kesin bilgisi yok. Ancak şöyle bir
yorum yapma olanağı var:
Ritin adının kısaltması batı dillerinin hepsinde dört harfle yazılır; örneğin
İngilizcede A.A.S.R. Dilimizde de böyle yazılınca dünya çapında geçerli olana
uyum sağlanmış oluyor: E.K.S.R.
1997 yılı başında hâkim büyük âmirliğe Faruk Erengül seçildi. Nitekim onun
döneminde İstanbul Sanayi Mahallesi’nde daha önce yapımına başlanmış yeni
bina tamamlandı ve hizmete alındı.
Hâkim büyük âmirliğe 1999 yılında Suha Umur, 2004 yılında Ergun Toğrol,
2009 yılında Mehmet Güven Akçar, 2013 yılında ise Hasan Erman seçildi.

Kadın Süprem Konseyi

İki konu merak edilmekte olabilir:


1- «Kadınlar için yüksek konsey kurulabilir mi?»
Kurulabilirmiş ki kuruldu ya da kuruldu ve kurulabildiği gösterildi.
2- «Bu kuruluş nasıl yapıldı.»
Ayrıntılı anlatımı uzun sürer. Özeti şöyle: Süprem Konsey’e bağlı atölyelerde
30. dereceye gelmiş kardeşlerden büyük bölümü önce 31. sonra 32. dereceye
geçirildi. 32. derecedeki kardeşler kendi aralarında 33. dereceye geçebilecek olan 20
kardeşi belirledi. Bu 20 kardeş 2017 yılında Süprem Konsey tarafından 33.
dereceye yükseltildi. Böylece Kadın Süprem Konseyi oluştu
İlk grankomandör olarak Güner Arıduru ilk grankomandör olarak seçildi. Ancak
bir yıl sonra kendi dileğiyle ayrıldı; bu görevi daha önce Kadın Mason Büyük
Locası’nın büyük üstatlığını yürütmüş olan Mehtap İnce aldı.

Türkiye Süprem Konseyi, yönetimi altındaki tüm atölyeleri Türkiye Kadın Süprem
Konseyi’ni devretti. Mason Deneği’nin üyesi olan hanımlar da ayrılarak yeni
kurulan Kadın Mason Derneği’ne geçti.

461
SON YETMİŞ YIL

Bu bölümü bitirirken…

Bir okurumuzun şöyle bir sorusu var: «Mozaik adlı bir karma mason büyük
locasının varlığını duyduk. Bu doğru mu? Böyle bir şey var mı?»
Dünya Masonluğu’nda elbette kadınları ve erkekleri bir arada kabul eden karma
mason örgütleri var. Bunun Türkiye’de oluşumu da düşünülmüştür.
1998 yılında Kadın Mason Büyük Locası’nda çıkan bir olaydan söz etmiştik ya…
İşte o sırada ayrılmış olanlar gidip kendi başlarına “Mozaik” adı verdikleri bir
bağımsız karma loca kurdu. Sonradan sağlanan gelişimle üyelerinin arttığı,
localarının sayısının üçe çıktığı ve bir büyük loca oluşturdukları söyleniyor. Bu
konuda şimdilik verilebilecek bilgi bu kadar…








KAYNAKÇA
Buradaki tüm konular yazarın “Masonluk Nedir ve Nasıldır”
adlı kitabının bölümleri olduğundan, o kitapta verilmiş olan
“Seçilmiş Bibliyografya” dışında ayrıca bir kaynakçası yoktur.

462

You might also like