You are on page 1of 30

KENDİNİ BİL

Halit YILDIRIM 06 Nisan 2010


Başkalarının yanlışlıkları ve kötülükleri ile uğraşarak ruhunu karartma. Düzeltilmesi
gereken biricik insan sensin. Emerson

İnsan, kendi varlığının bilincine erdiği günden beri özünü soruşturmak amacıyla kendine şu
soruları en az bir kez sormuş olmalıdır:
 İnsan nedir?
 Yaşamın kaynağı ve anlamı nedir?
 Dünyaya nereden ve neden gelmiş ve nereye gitmektedir?
İlkel toplumlarda yaşayan insanın bile bu soruları kendisine sormamış olması düşünülemez.
Zira doğuştan sahip olduğu merak dürtüsüyle insanoğlu, her şeyi tanımak ve öğrenmek istemiştir.
İçinde yaşadığı fiziki evren ve dünyayı (makrokosmozu) tanırken, elbette bu arada kendisini
(mikrokosmozu) sorgulamayı ve tanımayı da ihmal etmesi mümkün değildi. Çünkü o, sosyal bir
canlıdır ve birlikte yaşadığı soydaşlarını tanımak zorundadır. Fakat kendisini tanımadan başkalarını
tanıyamayacağının da farkındadır.
Bir birey için önemli olan, doğumla ölüm arasındaki, kimine göre çok kısa, kimine göre çok
uzun bir sürede kendi yaşamına ne anlam ve değer kattığıdır. Bu yaşam sürecinde insanoğlu, pek çok
değişik amaç ve hedefler peşinde koşup durur ama bu koşup durmalar sorumlulukla
derinleştirilmediği, süslenmediği durumda, bunların hepsi değersiz, boş birer çabadır.
Yavuz Sultan Selim’in deyişiyle, “Bir kişiye fazla, iki kişiye dar gelen”, bu tür çelişkilerin yan
yana yaşandığı dünyamızda, sağlıklı düşünebilen herkesin, “anlamlı ve yaşanılabilir bir sorumluluk”
bilinci içinde davranması, sosyal yaşamında, görevinde, hizmetlerinde devamlı iyiyi, güzeli, doğruyu
hedeflemesi ve bu doğrultuda birbirine örnek olacak tutum ve uygulamalar içinde bulunması önem
kazanmaktadır.
“Bizleri insan yapan şey, Tanrının bizi yaratırken mayamıza kattığı kusurlardır.” diyen
William Shakespeare'ın bu sözü, insanoğlunun kusursuz olamayacağını anlatmanın belki de en kısa ve
en anlamlı yoludur.
Mükemmel ve kusursuz insan olabilir mi? Söylemekte sakınca yok, kusursuz insan, kusurunu
bilendir. “Kişi kusurunu bilmek kadar arif olamaz” demiş, Osmanlı.
İskoçyalı bir bilge, bakınız ne güzel yakalıyor diyalektik gerçeği;
En iyimizin öyle kusurları, en kötümüzün öyle iyilikleri var ki...
"Kusur" dediğin, senin kusuru görmek olmasın, sakın…
Bir Çin Özdeyişinde de vurgulandığı şekilde, “Dünyada iki kusursuz insan vardır. Biri, henüz
doğmamış, diğeri ise ölmüş insandır.” Yaşayan bireyler olarak, her iki sınıfa da girmediğimize göre,
hepimizin kusur ve hataları olacaktır. Hataların hepsini kendimiz yapacak kadar çok
yaşayamayacağımıza göre, yapılan hata ve kusurlardan ders almamız gerekir. Bu hataları kendi
algılayışımız içersinde kabul edebilmek için de, bireyin öncelikle kendini iyi tanıması ve bilmesi
gerekir.
Özgür düşünebilen bir bireyin kendine sorabileceği en önemli soru: “Ben Kimim”dir. Bu soru
mutlaka hayatınızın her evresinde gizlice sorulmuştur. İster bireysel ister toplumsal olsun, her
hareketin kökeninde insanın kendini arama güdüsü yatar. Genellikle, bu soruya olumlu bir yanıt
almayı isteriz ve olumsuz yanıtlardan çoğunlukla kaçınırız.
Bizler, dış etkenlere bağlı bir dünyada yaşadığımız için, genelde nesnel kimlikli bireylere
dönüştürüldük. Kendimizi, eşyalarımızı, işlerimizi, unvanlarımızı, komşularımızı, maaşımızı,
ilişkilerimizi vb., bir bakıma itibarımız ve kimliğimiz olarak düşünmeye koşullandırıldık.

1
Birisine“Kimsin?” sorusunu sorduğumuzda, alacağımız yüz yanıttan doksan dokuzunda, o
kişinin ne yaptığını ya da neye sahip olduğunu duyarız. Eğer biz, sahip olduğunuz şey ile
özdeşleştirilirsek, o zaman ona sahip olmadığımızda, “hiç kimse” olarak mı değerlendirilmeliyiz?
Eğer kimlik olarak sadece yaptığınız iş ile değerlendirilirsek, o işe sahip olamadığımızda, yine
“hiç kimse” olarak mı kalacağız? Bu demektir ki, bizler, yaptığımız ya da sahip olduklarımızla değil,
bundan çok daha fazlasıyla değerlendirilmeliyiz…
1
Yaşamın tek amacı, bildiklerimizi söylemek, gördüklerimizi anlatmak, duyduklarımızı
yansıtmak değildir. Temel amaç, bireyin önce “kendisini” öğrenmesi, “kendisine, kendisini” anlatması
ve özellikle bu konuda kendisini eğitmesidir. Ancak, bu uygulama yaşamımızdaki en zor hayata
geçirilen eylemlerden biridir. Çünkü insanoğlu, doğal yapısı gereği, kendini hep kusursuz ve ulaşılmaz
görmek alışkanlığındadır
İnsan, aslında yaşamının birçok evresinde hep “Kendini tanımak”, “Kim” olduğunu anlamak
ve özellikle “Kendine erişme yolu”na girmek için büyük bir çaba içine girer. Unutmayalım ki,
“Biz”ler, “Ne isek, O’yuz”. İyi/kötü, güzel/çirkin, güçlü/güçsüz, doğru/yanlış, doğru/eğri
taraflarımızla “Kim” isek, “O” yuz. Bu yönüyle olaya baktığımızda, iyi bir şey yapmak için öncelikle
kötülüklerden, güzel bir şey yapmak için de çirkinliklerden, doğru bir şey yapmak için de yanlışlardan
kaçınmamız gerekir.
Eksik yanlarımızı, hatalarımızı, yanlışlıklarımızı da sevelim, çünkü onlar da aslında bizim
ayrılmaz birer parçamızdır. Şunu da asla unutmayalım ki, karşımızdakinde mutlaka hata arama ve
bulma alışkanlığı, aslında yapılabilecek hataların en büyüğüdür. Başkalarının yaptığı yargılamalara
kanıp, kendi öz kimliğimizden ürkmeyelim, ondan kaçıp, utanmayalım... Eksiklikler, hatalar, yanlışlar
hep düzeltilmek için vardırlar. Ancak, başkaları tarafından değil, bizzat kendimiz tarafından. İnanın ki,
tüm bu eksiklikler, hatalar, yanlışlıklar bizlerden kaynaklanıyorsa ve bu durumu cesaretle
kabulleniyorsak, tüm bunlar çok daha benimsenen ve düzeltilebilen sonuçlarını üretirler. Başkalarının,
bizlerin bu güçsüzlüklerinizi ve açmazlarınızı bize anlatmalarına da izin vermeyelim. Onlardan önce
harekete geçip, iç dünyamıza gönüllüce dalmalı ve kendi güçsüzlüklerimiz ve açmazlarımızın hepsini
cesaretle ve su yüzüne çıkarmalıyız.
Birçok kişisel değerlendirme, kişinin hatalarından, yetersizliklerinden, kusurlarından meydana
gelmektedir. Yetersizliklerimizi bilmek iyi bir şeydir çünkü bu bize kendimizi hangi alanlarda
geliştirebileceğimizi gösterir. Ama sadece olumsuz yanlarımızı bilirsek, çıkmazdayız demektir.
Bernard Shaw ise, kendi yaşamı ve kişisel gelişimi yönünde şöyle söylüyor: “Yaşadığım
sürece toplum için elimden geleni yapmak da, benim için bir ayrıcalık olacak. Öldüğüm zaman iyice
kullanılmış ve tüketilmiş olmayı istiyorum. Çünkü ne kadar çok çalışırsam, o kadar çok yaşarım. Ben
yaşamdan, yaşam adına zevk alıyorum. Yaşam benim için yanıp sönüverecek bir mum değil, bir an için
havaya kaldırmam gereken bir tür görkemli bir meşaledir. Gelecekteki kuşaklara devretmeden önce
meşalenin mümkün olduğu kadar parlak yanmasını istiyorum.”
Kuşkusuz, hepimizin yaşamında, sonradan yanlış meşaleyi kaldırdığımızı düşündüğümüz anlar
olmuştur. Seçimlerimiz, yaşamımızda istenmeyen bazı neticelere yol açmıştır. O seçimi tekrar yapma
fırsatımız olsa, belki de başka türlü davranırdık.
IBM’in kurucusu T. J. Qatson’un dediği gibi: “Başarı, başarısızlığın uzak yanındadır.2” Ancak,
bir hatayı kabul etmemek, düzeltmemek ve bundan ders alamamakta, başka türlü bir hatadır. Bu,
genellikle insanın kendini aldatmasına, haklı bulmasına, çoğu zaman da kendisine ve başkalarına akılcı
açıklamalarda bulunmasına (akılcı yalanlar) neden olur.

1. Buscaglia, Leo - Yaşamak, Sevmek ve Öğrenmek


2. Covey, Stephen R. - Etkili İnsanların Yedi Alışkanlığı / The Seven Habits of Highly Effective People
2
Bizi en çok yaralayan, başkalarının hatalarına verdiğimiz ani ve sağlıksız karşılıklardır. Bizi
sokan zehirli bir yılanın peşinden koşmamız, zehrin bütün sistemimize yayılmasını sağlar yalnızca.
Zehri vücudumuzdan atmak için hemen önlemler almak, çok daha iyidir. Bu yönüyle konuya
yaklaştığımızda, başkalarının kusur ve hatalarına tepki gösterme veya yanıt vermede, “ateşi
söndürürken su yerine ateşe benzin dökme” yöntemiyle gitmeye benzetebiliriz… Esasında, empatik
davranış sergileyerek, önce çuvaldızı kendimize batırmamızın uygun olacağı yaklaşımında bulunmak
gerekmektedir.
İnsan aklı, ağırlıklı olarak beş duyudan gelen verilerle hareket eder. Beynimize ulaşan bütün
verilerin doğru olduğunu söyleyebilmek mümkün değildir; yanılma ihtimali her zaman mevcuttur. Bu
nedenle, insanın olduğu her yerde, her hususta, bir hata payı hesaba katılmalıdır.
Öte yandan, insanoğlu, kendisinin hata ve kusurlarına kolayca mazeret bularak kendini
kandırabilen tutum ve davranışları nedeniyle doğru düşünmeyi başaramadığı zaman, her şeyi akla
uygun hale getirebilen bir varlıktır. Her şeyi akla uygun hale getirmeyi bir alışkanlık haline getirdiği
zaman da, bunun sonucu olarak birey duyarsızlaşabilir. Bunu önlemenin yolu, eleştiriye açık olmaktan
geçer. Eleştiriye açık olmak, bireyin öncelikle kendini tanıyabilmesi ve geliştirebilmesinin ilk
koşuludur. Ne var ki, bizim toplum geleneğimizde eleştiri, daha çok olumsuzlukların ön plana
çıkartılması şeklinde gerçekleştiğinden, bireylerin eleştiriden hoşlanmayacakları, yadsınamaz bir
gerçek olarak kalacaktır.
Gerçek payı oldukça fazla olduğunu düşündüğüm bir yakıştırmayı sizlerle paylaşmak
istiyorum; “Tanrı kusurları çift gözlü bir heybeye doldurmuş. Kendi kusurlarımızı heybenin bir
gözüne, başkasının kusurlarını ise heybenin diğer gözüne. Ve insanoğlu da kendi kusurları olan
tarafını arkasına, başkasının kusurları dolu olan kısmını ise önüne gelecek şekilde, heybeyi boynuna
asmış. İşte bu yüzden; başkalarının kusurlarını sürekli görür ve acımasızca eleştiririz. Kendi
kusurlarımızı ise hep görmezden geliriz.”
Delphi'deki Apollon Tapınağının girişinde yazılı, bir ahlâk felsefesi olarak değerlendirilen
“Kendini Bil” özdeyişi; M.Ö. VII. yüzyılda Ispartalı Khilon 3 tarafından bireyin ruhsal yanını ortaya
koyan, daha sonra da Sokrates'in kendisinin sadece bir insan olduğunun bilinmesi yolunda bir
hatırlatması olarak algılanarak, zamanımıza kadar içeriğinden fazla bir şey yitirmeden, değişik
anlamları ile kullanılagelmiş ve tüm ezoterik ekollerde olduğu gibi, M'ik literatürde de yerini
almıştır.
Yeri gelmişken, Delphi'deki “Apollon Tapınağının” mitolojik öyküsünü kısaca aktarmak
istiyorum:4
“Zeus Dünya’nın merkezinin nerede olduğunu öğrenmek istiyordu. Bunun için Dünya’nın
doğu ve batı ucuna birer kartal gönderdi ve karşılaşacakları noktanın Omphalos yani “Yer’in
Merkezi” olarak kabul edileceğini duyurdu.
İki yırtıcı kuş Yunanistan’ın batısındaki Parnassos Dağı’nda deniz seviyesinden 570 metre
yüksekikte bir mağarada karşılaştılar. Mağara, Gaia tarafından yerleştirilmiş dev bir yılan
tarafından korunuyordu. Apolion canavarı öldürdü ve günahını ödemek için sekiz yıl boyunca
yurdundan uzaklaştırıldıktan sonra tapınağını buraya yerleştirdi. Tapınak böylece ‘Merkez’
anlamına gelen ‘Delphos’ adını aldı. Bu sözcük daha sonra Tanrı Apollon’un simgelerinden biri
olmuştur: önce Delphos adı verilen bir deniz memelisi, sonra Delphinus, daha sonra da yunus adını
almıştır.

3. Khilon: İ.Ö.VII ve VI. Yüzyıllarda yaşayan yedi bilgeden biridir. (İlk filozof sayılan Thales’ten itibaren;
Kleobulos, Solon, Pittakos, Bias, Periandros ve Khilon). “Dostlarının iyi günlerinde yavaş, kötü günlerinde
onlara koşarak git”. “Kendinden yaşlıyı say.” “Kanunlara uy.” ve “Kendini Bil.”ödeyişlerini, yaşam
felsefesi olarak ortaya atmıştır. Delphoi’daki Apollon Tapınağının Kapısında yazılı olan “Kendini Bil”
yaşam felsefesin içeren sloganı, daha sonraları Sokrates tarafından alınıp işlenmiştir.
4 Bernard Werber- Tanrıların Nefesi

3
Sözü edilen tapınak M.Ö. 513 yılında inşa edilmiştir. Girişte şu ünlü söz yer almaktadır:
‘Kendini tanı ki gökleri ve tanrıları da tanıyabilesin.”
Aristoteles'in ünlü yapıtı "Metafizik", "bütün insanlar doğal olarak bilmek ister" cümlesi ile
başlar. Gerçekten de insanı insan yapan en önemli özelliklerden biri de, herhalde onun kendisini
çevreleyen dünyayı, içinde yaşadığı toplumu, geçmişini ve bütün yanları ile bizzat kendisini tanımak
ve bilmek istemesidir.
“Kendini bil” sözü, İslamî inanışa göre Tanrı elçisi olarak kabul edilen Hz. Muhammed'in
dilinde "Nefsini bilen Rabbini bilir" biçimini almıştır. Latince'de V.İ.T.R.İ.O.L., Mevlânâ
Celaleddin'de "Kendinden kendine sefer eyle" şeklinde, bilgeliğin yönü ve yolu olarak gösterilmiştir.
Yine, Celalettin Rumî’nin, "Kendine doğru kımılda, uyuyanlar kımıldanınca, uyku gider" sözlerinde,
bu kendine dönüş, kendi içine kıvrılış, kendini bilme yolundaki bir uyanmayı vurgular.
Sokrat’ta, “Kendini Bil”meyi, geleneksel olarak bireyin toplumdaki yerini, statünü ve
görevlerini bilmesi ve bunlara bağlı kalması, doğuştan kendisine ait olmayan ya da ilâhi emirle
kendisine verilmeyen toplumsal bir konumu, zorla ele geçirmeye çalışmaması şeklinde yorumlar.
Sokrat öğretisinin en büyük ve en kalıcı miraslarından biri – ki o en sonunda bu uğurda
hayatını vermiştir - “Kendini bil” in anlamını içe doğru çevirmek olmuştu. Bir başka deyişle, Sokrat,
Atina yurttaşlarına, özellikle de aristokratlara, “Kendilerini Bil”meleri için kendi hayatlarını
incelemelerini tavsiye ediyordu. Bu tavsiyesinde onları, sosyal statü ve zenginlik gibi harici koşullara
daha az önem vermeye ve aslında önemli olan şeylere (yani, erdem, hakikat ve ahlâklı bir karakter gibi
içsel hedeflere) daha fazla zaman harcamaya teşvik ediyordu.
Yine Sokrates, entelektüel bir devrim gerçekleştirerek, felsefî sorgulamayı, “Varlık Nedir?”,
“Doğa nedir?” şeklindeki ilkel sorudan, tarihsel sıralamada ikinci sırada gelen soruya taşıdı: “İnsan
nedir?”, hatta “Ben kimim?” Yani şu meşhur, “Kendini Tanı.” Bu, felsefenin merkezini, insan
sorununa, dolayısıyla mutluluk hedefine kaydırmak demekti.
Yine bu bağlamda, Platon’un “Alkibiades I” adlı yapıtında, “KENDİNİ BİLMEK” teması
üzerinde, Sokrates ile Alkibiades arasındaki ilginç ve uzun diyalog EK-3’te olup, bunu merak
edebilecek K’lerin bilgilerini sunmak istedim.
Çağımızın ünlü filozoflarından Sponvılle, “Kendini tanımak, hayran hayran kendini seyretmek
demek değildir. İnsanın hem ne olduğunu, hem de ne olması gerektiğini araştırmasıdır. Nasıl
düşüneceğini, nasıl yaşayacağını, nasıl mutlu olacağını kendine sormasıdır 5.” derken, yaşamda
kendini arama ve bulma yoluna girecek bir bireyin, yönünü nasıl doğru olarak bulması gerektiğinin de
altını çizmektedir.
Unutmamak gerekir ki, kendini tanımanın sonu yoktur. Bireyin bu yoldaki arayışı devamlı
olmalıdır. Kişiliğin oluşması, yaşam boyu sürdüğünden, hiç bir zaman kendimizi tam anlamıyla
tanıyamayız. Bu gerçeğin kabulü içersinde, kendimizi tanımak için her fırsattan yararlanmalıyız.
Ancak, kendimizi tanıdıkça başkaları ile gerçekçi ilişkiler kurabiliriz.

Kendini Bilmenin Kavramsal Boyutu


“Kendi içine bak, iyiliğin bitmez tükenmez kaynağı oradadır.” Marcus Aurelius
“Kendini Bil” öğretisi, bazen kendini bilmek bazen de kendini tanımak olarak ifade
edilmektedir. Bilmek ile tanımak farklı kavramlardır. Bilmek genel, tanımak ise, kişiye özeldir. Ayrıca
tanınmayan bir şeyin bilinmesi de beklenilemez. Netice itibariyle denilebilir ki: İnsanın önce kendini
tanıması, sonra da tanıdığı kendisini, bilmesi gerekir.

5
Sponvılle, Andre Comte - Mutluluğun En Güzel Tarihi

4
Delphi tapınağında kâhine danışırken izlenmesi gereken bir kural vardı. Bu bir anlamda teknik
bir nasihattı. “Kendini Bil” in danışana ifade ettiği anlam: “Kendini Tanrı ile eş tutma” idi. Bu
yaklaşım, erk sahibi olan insanların, erklerini Tanrılaştırmamaları gereğini vurgulamaktaydı.
Zira Delphi tapınağı, o tarihlerde birçok kralın, tapınak kahininden gelecek hakkında bilgi
aldığı bir yerdi. Görülüyor ki, Antik Çağ’lardan beri, “Kendini Bilmek” ilkesi, her zaman için yaşamın
somut bir ilkesi olmuştu.
Anadolu’da da, Yunus, bu derin felsefeyi, “Yaradılanı severiz, Yaradan’dan ötürü” özdeyişiyle
ölümsüzleştirir. Yine Yunus’un diğer bir dizesinde; “Bir ben vardır bende, Benden içeru” diyerek,
Kendini Bil kavramının, Anadolu kültürünün en temel öğelerinden birini teşkil ettiğini bizlere
anımsatmaktadır.
Kendini Bilmek kavramına biraz daha dikkatli bakarsak, birçok alt anlamlar içerdiğini
göreceğiz;
 Ne istediğini bil,
 Kendi sınırlarını ve zayıflıklarını bil,
 Diğer insanların seni nasıl algıladıklarını bil,
 Kendi isteklerinin ve niyetlerinin farkında ol,
 Etrafında olup bitenlerin bilincinde, farkında ol.
 Her alanda farkında oluşunun derecesini arttır.
Yukarıdaki bu açılımlara, K’lerimin farklı ilaveleri de olabilir.
İnsanın, ister kendini tanıması anlamında kullanılmış, isterse kendini bilmesi, ya da sadece bir
insan olduğunu bilmesi olarak ifade edilmiş olsun, öğreti sonuçta; insanın özü ve benliği ile
bütünleşmesi için sürdürdüğü bir arayış, bir yaşam biçimi olarak değerlendirilebilir.
Gerçeği, sadece, gerçeklerin tümüyle dışında olan, cahil, bilgisiz insan aramaz. Kişi, gerçekleri
araştırıp kendini tanımaya çalışırken, bencillikten, komplekslerinden arınarak, iradesini güçlendirir,
kişiliğindeki tutarsızlık ve çelişkileri giderir. Bizlerin de, her kötü durumdan bir ders çıkartmamız,
kişisel olarak bir engelle karşılaştığımızda, ilk anda duygusal tepkiler vermememiz gerekir. Aksi
halde, bu durumlardan çıkarabileceğimiz tüm dersleri kaçırmış oluruz. Yere düştüğünde bir avuç
toprakla ayağa kalkan insan örneğinde olduğu gibi, tüm kötü durumları zafere çevirebiliriz. Alınacak
dersi almalı, onu hayata uygulamalı, sonra da başarısızlığımıza dönüp gülümsemeliyiz. Yenilgi, aklın
anlık bir halinden başka bir şey değildir. Yenilgi, eğer ondan bir şey öğrenmişsek, değerlidir.
Biz insanoğulları, meraklı yaratıklarız. Başarılarımıza karşı övgü almayı pek severiz.
Kazandığımızda tüm dünyanın bunu bilmesini isteriz. Diğerlerinin size bakıp da “Bak şunu şunu yapan
kişi geçiyor” demelerini beklemek çok doğaldır.
Ancak, insanoğlu, kötü durumlara karşı başkalarını suçlamak konusunda oldukça hızlı
davranır. Empati duygusu gelişmiş bireyler olarak kendimize nasıl davranılmasını bekliyorsak
başkalarına da aynı şekilde davranmalıyız. Mevlana bu evrensel ahlâk kuralını bakınız ne güzel ifade
ediyor:
“Hataları örtmede gece gibi ol,
Öfkede ölü gibi ol,
Tevazuda toprak gibi ol,
Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol”
Olduğumuz gibi görünebilmek için, ilk önce ne olduğumuzu bilmemiz, göründüğümüz gibi
olmak için ise, nasıl göründüğümüzü bilmemiz gerekir. Her iki koşulun sağlanmasının yolu ise
“Kendini Bilmek”ten geçer
Bireyin Kendini Araştırması, Tanıması ve Bilmesi
Bireyin kendini araştırması, tanıması ve bilmesi faaliyetinin önemli aşamalarını, mantıksal
olarak üç safhada yorumlayabiliriz;
1. Durumun saptanması: Bireyin kendi durumunu gerçekçi olarak ortaya koyacak tarzda
bilgi veya bilgisizliğini açık yüreklilik ve özeleştirisel bir şekilde saptaması.

5
2. Bilimden faydalanma: Bireyin, bu saptamayı yapabilecek bilgiyi ve sonucundaki kültür
olgusunu elde ederken, bilimin olanaklarından faydalanmasıdır. Bu ona, doğruyu yanlıştan, iyiyi
kötüden, objektif olarak ayırt edebilmek imkânını sağlar. Bu husus, Yunus'un şu dizesinde çok güzel
vurgulanıyor: "İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir".
3. Düşünmek: Bireyin, bilimden, örf-adet-gelenekten elde ettiği bilgiyi ve bu
bilgilenmenin sonucunda oluşacak fikirlerini akıl süzgecinden geçirerek, kendi doğru ve yanlışlarını da
ortaya koyup, bir senteze ulaşması aşamasıdır.
Bu üç aşamalı sürecin sonunda birey, kendini bencillik ve komplekslerden arındırarak iradesini
güçlü kılmalı, kişiliğindeki çelişki ve tutarsızlıkları giderme yollarını aramalıdır. Akıllı insan, doğuştan
gelen yeteneklerini kişisel gelişmesini hızlandıracak şekilde kullanır. İnsan için kendini geliştirmekten
daha anlamlı bir uğraşı olamaz.
Aslen, oldukça soyut bir kavram olan “Kendini Tanımak”, şu yaklaşımla ele alındığında, çok
daha kolay anlaşılabilir hâle gelmiyor mu? Kendini tanımak şu anda bulunduğumuz noktayla, olmak
istediğimiz nokta arasındaki yoldur.
Kendini tanımak, hayatın anlamını aramak yolunda bir başlangıç noktasıdır. Ancak kendiyle
tanışmış olanlar, bu yolda ilerleyebilir. Kendini tanıma, bir yönüyle beraberinde kendini geliştirmeyi
de getirir.
Kendini olduğu gibi kabul eden, akıl gücünden en iyi şekilde faydalanırken, bilgi dağarcını
genişletir, yeteneklerinin sınırlarını da zorlar ve geliştirme çabasına girer. Olumlu yönde geliştikçe
kendini tanıma gücü de artar. Unutmamak gerekir ki, kendini tanıma –bilme işlemi bir hedef değil,
yaşam boyunca takip edilmesi gereken uzun ve zahmetli bir yoldur ve sonu yoktur. Arama
işlemini sürdürmek gerekir; çünkü insanın kurtuluşu buradadır. Yaşam, başlı başına, bir öğrenme ve
gelişme sürecidir. Öğrenmeyen insanın gelişimini durması bir yana, her gün bir parçası ölür. Bu
yönüyle değişim ve olumlu yönde gelişim sürecinde Abraham Lincoln gibi Stephen R. Covey de,
“baltayı bilemek” kavramını çok sık kullanır.
Abraham Lincoln’un, “Eğer ağaç kesmek için sekiz saatim olsaydı, altısını baltamı bilemek
için kullanırdım.” sözleri, bu bakış açısından çok anlamlıdır. Lincoln, burada “Baltayı bilemek”le,
kendini tanımayı betimlemektedir. “Baltayı bilemek”; kişinin, fiziksel, sosyal, zihinsel ve ruhsal
alanlarda yeteneğini geliştirmek için yaptığı enerji yatırımıdır. Genelde balta ile ağaç kesmeye o
yoğunlaşıyoruz ki, baltamızı bilemeyi; yani yeteneklerimizi geliştirmeyi ihmal ediyoruz. Kişisel
gelişmeyi ve yeteneklerimizi kullanmayı başaramazsak kısa zamanda köreliriz.
Konuyla ilişkili bir örnek vermek istiyorum:
“Bir ormanda iki kişi ağaç kesiyormuş. Birinci adam sabahları erkenden kalkıyor ve ağaç
kesmeye başlıyormuş. Gün boyu ne dinleniyor ne de öğle yemeği için kendine vakit ayırıyormuş.
Akşamları da arkadaşından bir kaç saat sonra ağaç kesmeyi bırakıyormuş. İkinci adam ise arada bir
dinleniyor ve hava kararmaya başladığında eve dönüyormuş.
Bir hafta boyunca bu tempoda çalıştıktan sonra ne kadar ağaç kestiklerini saymaya başlamışlar.
Sonuçta, ikinci adamın daha çok ağaç kestiği ortaya çıkmış.
Birinci adam buna çok şaşırmış ve sormuş: ‘Bu nasıl olabilir? Ben daha çok çalıştım. Senden
daha erken işe başladım, senden daha geç bitirdim. Ama sen daha fazla ağaç kestin. Bu işin sırrı ne?’
İkinci adam gülümseyerek yanıtlamış: ‘Ortada bir sır yok. Sen durmaksızın çalışırken ben arada bir
dinlenip baltamı biliyordum. Baltan keskinse, daha az çabayla daha çok ağaç kesersin.”
Yukarıdaki analojik yaklaşımda da vurgulanmaya çalışıldığı üzere, kendimize zaman ayırıp,
yaşamımızı gerçekçi bir bakışla gözden geçirmek, zayıf bulduğumuz yanlarımızı geliştirmek için çaba
göstermek, zihnimizle ruhumuzun uyumlanması için şarttır.
Ne Aradığını Bilmek
Bireyin yaşamında ne aradığını bilmesi, basit bir farkına varış olarak düşünülür. Oysa hiç de
böyle değildir. Ne aradığını bilmek, sanıldığından da daha karmaşık bir süreçtir ve çeşitli aşamalardan
oluşur. Bu aşamalar sırasıyla;

6
“Kendini tanımak”, bu aşamaların ilki ve en zorudur. Kendi duygularını, düşüncelerini
tanımak, hangi evrelerden geçtiğini kavramak, yaşamındaki destekleri ve köstekleri görebilmek, öz
değerlerini oluşturmak, güçlü ve zayıf yanlarını sınamış olmak, “Kendini Tanıma” yolunun önemli
kilometre taşlarıdır. Bütün bunları görmeden ya da görmezden gelerek, kendisiyle yüzleşemeden
kendini tanıdığını sanmak, insanların en büyük ve en sık rastlanan yanılgısıdır. ,
Çoğu insanın kendine acı veren şeylerden kaçarak, sadece haz alacağı şeylerle buluşma isteği,
işte bu yanılgının en büyük nedenidir.
“Aradığını nerede bulacağını bilmek”, ikinci zor aşamadır. İnsan genelde aradığını ilk önce
kolay bulacağı yerlerde arar. Giderek de, kolay yerde bulduğu şeyin aradığı şey olduğuna kendini
inandırmaya çalışır. Aslında, bulduğunun, aradığı olmadığını bildiği halde, yeni deneyimleri göze
alamaz, böylece de kendi doygun mutluluğunu kaçırmış olur.
Şu bilinen Nasrettin Hoca öyküsü, burada aktarılmaya çalışılan fikri, özlü bir şekilde dile
getiriyor:
Bir gün, Nasrettin Hoca, yolun ortasında, dizleri üstünde oraya buraya gidip bir şey
aramaktayken bir arkadaşı onu görür.
“Nasrettin Hoca, ne arıyorsun?” diye sorar.
Hoca “anahtarımı yitirdim,” der.
“Vah vah, çok kötü. Aramana yardım edeyim.” der arkadaşı ve o da dizlerinin üstüne çökerek
aramaya başlar.
“Nasrettin Hoca, nerelerde düşürdün anahtarını” diye sorar. Nasrettin Hoca “Evde,” der.
“Peki öyleyse ne diye burada arıyorsun!”
“Çünkü burası daha aydınlık,” diye yanıt verir Hoca Nasrettin...
Evet, gülünç, ama biz de yaşamımızda böyle davranmıyor muyuz?
Aradığımız her şeyin, dışımızda bir yerde, kolayca bulabildiğimiz o aydınlıkta olduğunu
sanıyoruz. Oysa bizim için gerekli olan bütün yanıtlar, içimizdedir. Aramaya başlayalım ve arayalım,
ama bilelim ki, onları dışımızda bulamayacağız. Hiç kimse, aradığımız yanıtları bize veremez;
yanıtlarınızı yalnızca kendimiz bulabiliriz.
“Bulduğunun değerini fark etmek”, üçüncü aşamadır. Pek çok insan bulduğunun değerini
fark etmeyi başaramadığı için elindekini göremez. Buna bir anlamda, “psikososyal körlük” diyebiliriz.
Bu durumdaki insan, “zenginliğin içindeki fakir” olarak tanımlanabilecek bir yetersizliğe düşmektedir.
İçine düştüğü körleşme, onu bir yandan yetersizliğe, bir yandan da doyumsuzluğa sürüklemektedir.
Neyi aradığını bilmeden aramayı sürdürmek, çağımız insanının farkında olmadan içinde rol aldığı bir
trajedidir.
“Bulduğunu kendisiyle zenginleştirmek”, dördüncü ve önemli aşamadır. Arayıp bulduğumuz
her neyse, onu kendimizle zenginleştirmek, yaşama sanatının en büyük başarılarından birisidir. O bir
insansa, onu kendi niteliklerimizle donatmak, onun nitelikleriyle de donanmak, zevkli bir yaşam
ilişkisini sürdürmenin incelikli bir yoludur. Böylece, yaşama sanatının incelikli yöntemleriyle örülmüş
bir insan ilişkisi, yaşama en büyük hazzı katacaktır. Bunun yerine, insanların birbirini tüketmesi,
birinin yaşam enerjisini tüketerek ötekinin yaşamaya çalışması, insan sömürüsünün farkında
olunmadan yaygın şekilde kullanılan bir biçimidir. Arayıp bulduğunuz bir meslek ise, o mesleği
bulduğunuz yerden daha öteye götürmek, o mesleğin amaçlarına uygun yeni yöntemler bulup
denemek, ona yenilikler katmak, kendinizi geliştirirken mesleğinize de yeni değerler kazandırmak,
bulduğumuzu kendinizle zenginleştirmenin en iyi örneklerinden biridir.
Aradığımızı bulmak için bir bedel ödemeyi göze almak. “Ne aradığını bilme” sürecinin son ve
belki de en önemli aşamasıdır. Yadsınamaz ki, yaşamda hiçbir şey bedelini ödemeyi göze almadan
elde edilemez. Şimdi isterseniz, bir kartal yumurtası bulup, onu kır tavuklarının yuvasına koyan genç
bir Kızılderili’nin hikâyesini dinleyelim:

7
Kızılderili, bir kartal yuvasından aldığı bir yumurtayı getirip Tavuk kümesindeki folluğa
bırakır ve ardından izlemeye başlar. Günü geldiğinde yumurtalar çatlar ve diğer civcivler gibi yavru
kartal da, yumurtadan çıkar ve civcivlere katılır. Tabii muhteşem renkleri, iri ve güçlü kanatlarıyla
diğerlerinden farklıdır, ama diğer tavuklardan biri olduğuna inanarak büyür. Pislikleri eşeler,
tohumları gagalar, gıdaklar, birkaç santim zıplayıp yeni bir şey gagalamak için kanatlarını döver.
Çünkü tavuklar böyle yapıyordur.
Bir gün gökyüzüne bakar ve inanılmaz bir yetenekle yelken uçuşu yapan muhteşem bir kuş
görür. “Ne güzel bir kuş! Nedir bu?” diye sorar.“O bir kartal, ...” cevabını verir tavuklardan biri,
“…bütün kuşların reisi. Ama aklından geçirmeye bile kalkma, asla onun gibi uçamazsın.”
Sonunda kartal bir kır tavuğu olduğunu düşünerek ölür.
Bu olguyu en iyi betimleyen özdeyişi de Norman Vincent Peale söyler… 0, “Yenildiğine
inanırsan ve hatta, buna yeterince uzun süre inanırsan, sonunda yenilgi kaçınılmaz bir gerçek
haline dönüşür.” der.
Kendini tanımak ve sonuçta “kendini bilmek” çabalarının son amacı iyi bir insan olabilmek
için çabalamak değil midir? İşte buna uygun bir anekdot…
Adam, bir haftanın yorgunluğundan sonra, pazar sabahı kalktığında keyifle eline gazetesini aldı
ve bütün gün miskinlik yapıp evde oturacağını hayal ediyordu. Tam bunları düşünürken oğlu koşarak
geldi ve parka ne zaman gideceklerini sordu. Baba, oğluna söz vermişti; bu hafta sonu parka
götürecekti onu ama hiç dışarıya çıkmak istemediğinden bir bahane uydurması gerekiyordu.
Sonra gazetenin promosyon olarak dağıttığı dünya haritası gözüne ilişti. Önce dünya haritasını
küçük parçalara ayırdı ve oğluna uzattı:
- Eğer bu haritayı düzeltebilirsen seni parka götüreceğim! dedi. Sonra düşündü:
- Oh be, kurtuldum! En iyi coğrafya profesörünü bile getirsen bu haritayı akşama kadar
düzeltemez!
Aradan on dakika geçtikten sonra oğlu babasının yanına koşarak geldi:
- Babacığım, haritayı düzelttim. Artık parka gidebiliriz! dedi.
Adam önce inanamadı ve görmek istedi. Gördüğünde de hayretler içindeydi ve oğluna bunu
nasıl yaptığını sordu.
Çocuk şu ibretlik açıklamayı yaptı:
-Bana verdiğin haritanın arkasında bir insan resmi vardı. İnsanı düzelttiğim zaman dünya
kendiliğinden düzelmişti!
Doğunun önemli mistik düşünürlerinden “Osho” ise, insanın “Kendini Bilme” serüvenine çok
farklı bir boyut getiriyor.
“Kendini bilmek, sadece derin yalnızlıkta mümkündür” diyen Osho6, “Gerçek Ol” ve “Kendini
Kabul Et” başlıklarıyla, bireyin içsel gelişim basamaklarındaki tırmanışında, şu bilgece öğütlerin altını
çizmekte:
“Normal koşullarda, kendi hakkımızda bildiğimiz her şey, başkalarının görüşüdür. ‘İyisin’
derler ve iyi olduğumuzu düşünürüz. ‘Güzelsin’ derler ve güzel olduğumuzu düşünürüz. ‘Kötüsün’
ya da ‘çirkinsin’ derler... İnsanlar hakkımızda ne derse desin biriktirmeye devam ederiz. Bu,
kimliğimiz haline gelir. Bu tamamen sahtedir, çünkü hiç kimse seni tanıyamaz, senin kim olduğunu
senden başka kimse bilemez. Onlar sadece bazı yönlerini tanırlar ve o yönler ise çok yüzeyseldir.
Onlar sadece anlık ruh hallerini tanırlar, senin özüne giremezler. Sevgilin bile senin varlığının özüne
giremez. Orada tamamen yalnızsın ve sadece oraya bakarak kim olduğunu anlayacaksın.

6
Osho: Mevcut kitapları kendisi tarafından kaleme alınmamış ve yazılmamıştır. Ancak, 35 yıl boyunca çok
uluslu izleyicilere hitaben irticalen yaptığı konuşmaların ses ve videobantlarının deşifre edilmesiyle yazıya
dökülmüştür. Londra’da, Sunday Times tarafından Yirminci Yüzyılın 1000 önemli insanlarından biri olarak
tarif edilmiştir. Amerikalı yazar Tom Robbins onu “İsa’dan beri ortaya çıkan en tehlikeli insan” olarak
tanımlamıştır. Osho’nun bütün çalışmalarında işlenen öğretiler, hem Doğu’nun sonsuz bilgeliğini, hem de Batı
bilim ve teknolojisinin en yüksek potansiyelini birlikte işlemektedir.
4.
8
İnsanlar tüm hayatlarını başkalarının dediklerine inanarak geçiriyor; onlara bağımlı kalarak.
O yüzden insanlar başkalarının görüşlerinden bu kadar çok korkuyor.
Aslında kendini tanımaya doğru ilerlerken, bu gerçekleşmeden önce, kendin hakkındaki bütün
fikirleri bırakmak zorunda kalacaksın. Bir boşluk olacak, bir çeşit hiçlik olacak. Kimliksiz olacaksın.
Tamamen kaybolacaksın, çünkü bildiğin her şey artık önemsiz ve neyin önemli olduğunu da henüz
bilmiyorsun.”
Osho’ya göre “Gerçek olmak”, kendi özüne bağlı kalmaktır. Nasıl gerçek kalınır? Şu üç şeyi
hatırdan çıkarmayarak.
“İlk önce, başkalarının bize ne olmamız gerektiğine ilişkin söylediklerine asla kulak
asmamalıyız. Ne olmak istediğimizi, yine kendi iç sesimizden kendimiz dinleyemezsek bütün hayat boşa
gider. Her zaman şunu gözetmeliyiz: Varlığımız her şeyden önce gelir. Başkalarının bizi
kullanmalarına ve kontrol etmelerine izin veremeyiz. Herkes bize hayatımız için bir rehber vermeye
çalışır. Asıl rehber bizim kendi içimizde, çünkü gerçek plânı içimizde biz taşıyoruz.
Bu ilk koşulu yerine getirenler için, bir ikinci koşul ortaya çıkıyor. İlişkilerimizde asla bir
maske arkasına saklanmamalıyız. Belli bir risk göze almamız gerekse de, kızgınsak kızgın, öfkeliysek
öfkeli olalım. Kızgın olmak yanlış bir şey değil. Gülmek istiyorsak gülelim. Maske kullanmayalım; aksi
halde fizyolojimizde bozukluklar, kilitlenmeler yaratırız. Bedenimizde bir sürü düğüm var. Öfkesini
bastıran bir insanın çenesi kilitlenir.
Unutmamalıyız ki, öfkenin iki serbest kalma noktası vardır: dişler ve parmaklar. Bütün öfkeli
hayvanlar, ya ısırırlar ya da pençe atarlar. Parmaklar ve dişler öfkenin çıkış noktalarıdır. Öfkesini
fazlasıyla bastıran insanların dişlerinde problem çıkması kaçınılmazdır.
Bir duyguyu fazla bastırırsak muhakkak ki, bedende o duygunun oluştuğu organın işlevini
engellemiş oluruz. Ağlamak istemezsek, gözler parlaklığını yitirir, çünkü gözyaşları gereklidir. O
yüzden kadınların gözleri daha güzeldir, çünkü onlar hâlâ içinden geldiğince ağlayabiliyor. Erkeklerin
gözleri güzelliğini kaybetti çünkü erkekler ağlamaz diye yanlış bir fikir içindeler (Ağlamasını unutmuş
hemcinslerimizden bahsediyoruz). Tanrı erkeğe de kadına da aynı gözyaşı bezlerini vermiştir.
Bazen çocuklarda görmüşsünüzdür; uzun uzun, yüksek sesle gülünce ağlamaya başlarlar. İkisi
birleşir. Bazı anneler çocuklarına “çok gülme, sonra ağlarsın.” der. Bunda büyük bir doğruluk payı
vardır, çünkü her ikisi de farklı kutuplardan çıkan aynı enerjidir.
Ve gerçek olmanın üçüncü önemli şartı: Her zaman şimdide kalalım, çünkü bütün sahtelik, ya
geçmişten, ya da gelecekten sızar. Kendimizi şu anda olduğumuz gibi kabul etmeliyiz. Ve aslında bu,
klasik eğitimimize ve günümüzün kültürel şartlanmalarına ters düştüğü için kazanılması en zor bir
algılayış şekli. Yaşamın başından beri, nasıl olmamız gerektiği söylendi bana hep. Kimse olduğum
halimle iyi olduğumu bana söylemedi. Ailem, din çevreleri, politikacılar, öğretmenler tarafından,
kendimi geliştirmeye devam etmem için programlandım sürekli. Sizler için de aynı şey geçerli değil
mi?
Şimdide kalmayı başarabildiğimiz zaman başkalarıyla da sağlıklı ilişkiler kurabiliriz, tek şartla
ki, önce kendimizi, kendimize özgü bir biçimde tanımış olalım. Bir başka deyişle, önce kendimize
yabancılaşmamış olmamız gerekli. İnsanın kendisini tanıması, kendine özgü olması demektir.
Ulaşmamız gerekli olan benlik, dışımızda değil, içinizdedir. Ama, içerisi karanlıktır ve
karanlıkta aramak kolay değildir. Neyi ve nasıl arayacağımızı da hiç kimse öğretemez bize. Öğrenim
yıllarımızın tümünde, bize kendimizi öğreten kaç dersimiz oldu?
Biz insanlar için hep, “Düşünebilen bir canlı”, derler. O halde, niye başkalarının bizim
yerimize düşünmelerine, hele hele bizi şekillendirmelerine ve yönlendirmelerine izin veriyoruz?
Bilmiyorum, başka birisini olmayı istemek, bir yerde insanın kendisinden memnun olmaması,
yani kendisi olmak istememesidir. Bu da, başkalarında olanları, yapılanmaları, yetenekleri,
görüntüleri istemek, bir takım özlem ve hatta gerekliklerden doğmuş olabilir. Ama ne olursa olsun,
başka biri olmayı istemek, insanın öncelikle kendini reddetmesidir. Doğaldır ki bu durum, düşünebilen
her insan için, korkunç bir şeydir.”

9
“Hiç küçük bebekleri izledin mi? Başlangıçta kendilerinden isimleriyle bahsederler, ‘Johnny
acıktı’ gibi. Onların yaptığı çok daha doğrudur. Ama bir toplumun içinde bu delilik gibi görünür.
‘Johnny mi acıktı? Neden ben acıktım demiyorsun?’. ‘Johnny’ dendiğinde, acıkan bir başkasıymış
hissini uyandırır. Johnny senin başkaları tarafından kullanılması gereken ismindir. Bu ismi kendinden
bahsederken sen kullanamazsın. Kendinden bahsederken ismini değil ‘ben’i kullanman gerekir.” 7
Tüm kutsal kitapları alıp, ortak yönleri bakımından incelediğimizde, o kadar çok ortak yön
buluruz ki, İsa, “Yaşamı bulmak istiyorsanız kendi içinize bakmak zorundasınız.” der. Buda da aynı
düşüncede. Tevrat da aynı şeyi söylüyor, Kuran da, Tibet Ölüler Kitabı da, Tao da bu görüşü
paylaşıyor. Dışımıza doğru yapacağımız yolculukların pek de bir değeri yok. Bunlar bizi, yitip
gideceğimiz karanlık bir ormana sürükleyen nafile yolculuklardır. Sorularımıza yanıt, dışımızda değil
içimizdedir.
Wiesel adlı bir yazar “Coşkun Ruhlar” adlı kitabında bu konuya çok anlamlı bir vurgu
yapmakta:
“Ölüp Tanrı katına çıktığımız ve Yaratıcımızla karşılaştığımız zaman, Yaratıcımız bize neden
bir Mesih olmadın diye sormayacaktır. Filan şeyin çaresini neden bulmadın diye sormayacaktır. O
kutsal anda, bize sorulacak tek soru, neden kendin olmadın, olacaktır.”
Benzeri bir olay Thomas Alva Edison’un başına gelmişti. O en büyük mucitlerden biriydi, bin
tane şey icat etmişti. O kadar saygı görüyordu ki kimse ona adıyla hitap etmiyordu. Meslektaşları
kendisine profesör, öğrencileri ise efendim diyordu ve tabi kendisi de adını kullanmıyordu.
Sonra birinci dünya savaşı başladı ve insanlar ilk yiyecek kuyruklarıyla tanıştı. Edison da
kuyruğa girdi ve sıra ona gelince memur, “Thomas Alva Edison kim?” diye bağırdı. Edison da sağa
sola baktı, neredeydi bu Thomas Alva Edison? Memurun aklı karışmıştı çünkü elindeki numaraya
göre, bu önündeki adam o olmalıydı. Tüm kuyruğun da aklı karışmıştı. Herkes birbirine bakıyordu.
Sonunda kuyruğun en sonlarından bir adam, “Bayım hatırladığım kadarıyla sizi daha önce
görmüştüm. Thomas Alva Edison sizsiniz” dedi.
Edison yanıt verdi, “Siz öyle diyorsanız öyledir.”
Memur, “Deli misin nesin?” diye söylendi.
O da, “Deli değilim.” diye yanıt verdi. “Ama bu ismi neredeyse otuz yıldır duymamıştım.
Unutmuşum. Kimse beni böyle çağırmıyor. Babam ben küçükken ölmüştü. Annem de öldü. Bu artık çok
uzaklarda kalmış bir anı gibi. Thomas Alva Edison gibi bir ismim olduğunu hatırlıyorum ama otuz
yıldır bu ismi duymadım. O adamın beni tanıması iyi oldu; yoksa tek başıma bu ismi
çıkaramayacaktım.”

Kişilik ve Bireysel (Kişisel) Gelişim


“Olduğun yerde durmak, hızla değişen dünyada en hızlı geri gitme yoludur.” A. Boggs
Kişilik, genetik olarak gelen huyla, sonradan elde edilmiş karakterin birleşiminden oluşur.
Demek ki kişilik hem kalıtsal özelliklerin, hem de çevrenin bir ürünüdür.
Huy, kişiliğin doğuştan gelen, genelde fizyolojik kaynaklı ve kolay kolay değişmeyen yanıdır.
Örneğin, içe dönüklük, karamsarlık, sinirlilik, heyecanlılık, dışa dönüklük gibi kişilik özellikleri huyu
anlatır. “Can çıkar, huy çıkmaz”, “Huylu huyundan vaz geçmez” gibi atasözleri, huyun ne denli zor
değişebileceğini ifade eder.
Karakter, çevrenin ve yetiştirilmenin etkisi altında gelişmiş, öğrenilmiş tutumlardır, dolayısıyla
zamanla değiştirilebilecek özellikleri içerir. Karakter, özellikle de, içinde yaşanılan toplumun değer
yargılarından, eğitim anlayışından, sosyo-ekonomik özelliklerinden etkilenerek biçimlenir. Örneğin,
dürüstlük, yalancılık, yardımseverlik, yurtseverlik, zalimlik ağırlıklı olarak karakter özellikleridir.

7
Osho - Farkındalık

10
Bir adam uçurum kenarında yürümektedir. Takılır ve hiçliğe doğru yuvarlanır. Panikle uzanır
8

ve bir dal yakalar. Tüm gücüyle asılı dururken etrafına bakınır. Etrafta ne başka bir dal ne de ayağını
basabileceği bir kenar vardır. Ölmek üzere olduğunu fark ederek içten bir şekilde dua etmeye başlar.
“Lütfen Tanrım orada mısın?”
Göklerden yüksek bir ses gürler; “Sen mi çağırdın?”
“Ah, evet!” diye bağırır adam. “Tanrım bu gerçekten sen misin?”
“Evet,” diye karşılık verir Tanrı. “Gerçekten benim. Ne istiyorsun?”
“Lütfen, lütfen kurtar beni! Beni kurtarırsan istediğin her şeyi yapacağım! Sana yalvarırım.”
“Her şeyi mi?” diye sorar Tanrı. “Gerçekten mi?”
“Ah, gerçekten, gerçekten! Her şeyi!” diye bağırır adam.
Tanrı’nın sesi emin ve güçlüdür. “Dalı bırak.”
Adam göğe doğru dehşetle bakar ve bağırır; “Sen delirdin mi?”
Bırakmamız istenilen şey genellikle bizim kim ve ne olduğunuzu belirleyen şey yani bir
bakıma ego’larımızdır.
“Kendini Bil”menin ve “İnsan Olma”nın itici gücünü oluşturan diğer önemli bir kavram da
“Bireysel (Kişisel) Gelişim”dir.
Bireysel gelişim; insanın kendini tanıması, kendinden sürekli haberdar oluşu, varlık olarak
kendini anlaması, tanıması ve bilmesi sürecidir. Bir başka deyişle, bu süreç, insanın kendi aklı ve
özgür iradesi ile bilgi üretip, ya da dışardan edindiği bilgileri özümseyerek, doğru kararlara ulaşması
ve bunları uygulayarak kendi istediği yönde başarılı sonuçlara ulaşması sürecidir. Bu yolun sonunda
insanın, belirsizlikten ve arayıştan kurtulması, her bakımdan kendine yeterli hâle gelmesi olasıdır.
İnsan böylece olgun, güçlü, kudretli ve vicdanlı bir bireye dönüşebilir.
Kendini tanıma, beraberinde kendini geliştirmeyi de getirir. Kendini olduğu gibi kabul eden,
akıl gücünden en iyi şekilde faydalanır. Bilgi ufkunu genişletirken, yeteneklerinin sınırlarını da zorlar
ve gelişir. Geliştikçe kendini tanıma gücü de artar. Unutmamak gerekir ki, kendini tanıma işleminin
sonu yoktur, arama işlemini sürdürmek gerekir; çünkü insanın kurtuluşu buradadır. Kişiliğin oluşması,
hayat boyu sürdüğü için, kendimizi tam ve mükemmel olarak tanıyamayız. Bunu göze almalı ve
öğrenmek için her fırsattan yararlanmalıyız. Kendimizi tanıdığımız oranda başkaları ile gerçekçi
ilişkiler kurabiliriz.
Bireysel gelişim, bir insanın kendi hedeflerini ve amaçlarını gerçekleştirmek için kendini
yeterli hale getirme sürecidir. Başka bir ifade ile kişisel gelişme, kişinin az iyi olduğunu düşündüğü bir
durumdan, iyi olduğunu düşündüğü başka bir duruma doğru kendini değiştirme sürecidir. Tarih
boyunca insanlığa verilen “Kendini Tanı” öğüdü aslında kişisel gelişimi vurgulamaktadır.
Neden bireysel gelişim? İnsanın, sonsuz doğal potansiyele sahip, muhteşem bir varlık olduğunu
biliyoruz. Fakat bu doğal potansiyelin kullanılabilmesi için, bireyin kendini tanıması ve bilmesi
zorunludur.
İnsan, kendi iç dünyası hakkında pek az bilgiye sahiptir. İçsel bilgiye sahip olmadan bireysel
gelişimde ilerleme kaydedilemez. İnsan için kendini tanıma aracı yine kendi zihnidir. O halde kişinin
ilk yapması gereken zihnin doğal işleyiş sistemini öğrenmek olmalıdır.
Her insan yaratılışı gereği mükemmeldir. Ancak ne yazıktır ki, çoğumuz bize adeta bir doğum
hediyesi olarak sunulan bu mükemmelliğin farkında bile değilizdir. Bu nedenledir ki, insanın bu
mükemmelliğini algılaması ve hayata geçirmesi için öncelikle kendisini bilmeyi öğrenmesi ve gerçek
kimliği ile buluşması gerekmektedir.
Arada bir de olsa, çoğunlukla da olsa, yaptığımız hataların ağırlığı altında eziliriz. Her hata,
hata olduğu anlaşıldığı sürece düzeltilme şansına sahiptir. Unutmamak gerekir ki; gerçeğe giden yol,
çoğu zaman hata yapmaktan geçer. Unutmayalım ki, bu dünyaya gelirken, Yaradan, hiçbir kuluna
“Seni her türlü dertten, acıdan, ıstıraptan ve çileden uzak tutacağım” şeklinde bir söz vermemiştir.
Hatta Peygamberleri bile bu uygulamanın dışında tutmamıştır.

8
J. Mapes, James- Kuantum Düşünce Yöntem
11
Kusur ve hatalarımızla baş edebilmenin yollarını gösterirken, Dr. Schwartz David J.,
insanoğlunun bencilliğini aşağıdaki satırlarla biraz da acımasızca önümüze koymakta tereddüt etmiyor:
“Biz insanoğulları meraklı yaratıklarız. Başarılarımıza karşı övgü almaya hemen hazırız.
Kazandığımızda tüm dünyanın bunu bilmesini isteriz. Diğerlerinin size bakıp da ‘Bak şunu şunu yapan
kişi geçiyor’ demelerini beklemek çok doğaldır. Ancak insanoğlu kötü durumlara karşı kişileri
suçlamak konusunda da umulandan hızlı davranır. Satışlar düştüğünde satıcının müşterileri suçlaması
çok doğaldır. İşler yoldan çıktığında bir yöneticinin işçileri veya diğer yöneticileri suçlaması doğaldır.
Tartışma ve ailevi problemlerden dolayı eşlerin birbirini suçlaması da çok doğaldır.
Bu karmaşık dünyada diğer insanlar bize çelme takabilir. Ama bunun kendimize taktığımız
çelmelerden daha fazla olmadığı da kesindir. Kişisel yetersizlik veya hatalardan dolayı kaybederiz.
Nesnel olmalı, kendinizi cam bir kavanoza koyup konuyla ilgisi olmayan üçüncü şahısların
gözüyle kendimize bakmalıyız. Bakalım daha önce hiç dikkat etmediğiniz bir zayıflığınız var mı? Eğer
varsa bunu düzeltmek için harekete geçmeliyiz. Birçok insan kendisine o kadar alışmıştır ki, ilerlemek
için gereken yolları göremez.
Kişinin kendini eleştirmesi yapıcı bir tutumdur. Yeteneksizliklerinizden kaçmayıp, gerçek
profesyoneller gibi olalım. Profesyoneller, hata ve yetersizliklerini araştırır ve sonra da onları
düzeltirler. İşte bu yüzden profesyoneldirler. Hatalarımızı, ‘İşte sürekli kaybeden biriyim ben’ demek
için değil, ‘İşte başarılı olmamı sağlayacak bir başka neden bulmak için’ arayalım.” 9
Bir diğer bağlamda, bireyin gerçekten kendisi olabilmesi için, taklitten sakınması ve öz
değerlerine bakması gerektiğini, bakın Hanri Benazus “İnsanı Tanıma Sanatı”adlı yapıtında nasıl
vurgulamakta:
“Bir insan ancak ne ise, o olabilir. Olmadığınız şeyi ise, ancak taklit eder, ya da öyle
görünmeye çalışırsınız. Bu noktada ‘Yok ben değişeceğim, değişiyorum’ diye kullanılan sözler,
basmakalıp deyimler olmaktan ileri gidemez. Unutmayın ki, gerçekleri yıkamazsınız, ancak onların
üzerine bir şal örtebilirsiniz. Ancak, o şalı kaldırma cesaretini kendinizde bulduğunuzda karşınıza
çıkacak olan sizin öz kimliğinizdir...
Merdivenin üst basamağında bulunmak insanı büyük yapmaz. Bırakın doğrudan birinci adam
olma ısrarınızı, bırakın... Siz yine ilk basamaktan ve kimliğinizden kaynaklanan küçücük değerlere
sarılın. Yeteneğiniz ve kapasiteniz oranında; ama yavaş, ama hızlı hayat merdiveninizin en üst
basamağına kadar ulaşın. Orada her zaman istediğinizin, özendiğinizin ve benimsediğinizin öz
kimliğinizle donanmış gerçeklerini bulacaksınız. Unutmayalım ki; çamurdan çanak çömlek de yapılır,
abide de.”
Vaktiyle bize doğayı başka türlü öğretmişlerdi. Dünyadaki varlıklar ikiye ayrılıyordu: Canlılar
ve cansızlar: canlılar ise üç kategoride değerlendiriliyordu: insanlar, hayvanlar, bitkiler. Bugün ise
bunların geleneksel bilim açısından salt yapay sınıflandırmalar olduğu artık kabul edilmektedir.
Bize, hayvanların yalnızca içgüdüleriyle davrandıkları söylenmişti, oysa bugün, bizimkinden
biraz farklı da olsa, hayvanların bilinçli davranışları olduğunu öğreniyoruz. Bugünkü kabullerimize
göre, insan, doğduğunu ve bir gün öleceğini bilen tek varlık, ama bu onu diğer varlıklardan üstün
kılmıyor. Doğada var olduğunu sandığımız hiyerarşiler, belki de sadece bizim kendi kendimize
uyguladığımız birtakım ölçütlerin yansımaları.
Fâni (sonlu) olan insan, yaşamında bireysel gelişimi tamamlama ve kendisini geliştirmek
gayretinde olmalı ve hatta bu yolla başkalarının da gelişmesine katkıda bulunmalıdır. Biliyoruz ki,
neyi almak istiyorsak, önce biz onu başkalarına vermeliyiz.
Sevmek isteyen, sevgiyi vermeyi öğrenmeli.
Takdir edilmek isteyen önce başkalarını takdir etmeli.
Mutlu yaşamak isteyen, önce başkalarının mutlu olmasına katkıda bulunmalıdır.
Kendini tanımaya ve bilmeye yönelik bireysel gelişim sahasına girdiğimizde, karşımıza öze
ulaşmada fark edeceğimiz şu katmanlar çıkacaktır:

9
Schwartz, David J. (Dr.) - Büyük Düşünmenin Büyüsü/The Magic of Thinking Big
12
İnsan tıpkı bir soğan gibidir. Soğanın içindeki öze, onu soydukça ulaştığımız gibi bir insanın da
ancak onun fiziki ve içsel dünyasının değişik katmanlarını geçerek özüne ulaşabiliriz:
1. Fiziksel Duyular, ilk kabuğu oluşturur. Zaman içersinde insanın birçok duyusunun
işlevi azalmıştır. Örneğin, insan neredeyse koku alma duyusunu büyük ölçüde kaybetmiştir. Bir
köpeğin koku alma kapasitesine baktığımızda onun burnunun insana kıyasla çok daha hassas olduğunu
görürüz. İnsan neden bir köpek ya da at kadar derinden koku alamıyor? Örneğin, atlar kilometrelerce
öteden koku alabilirler. Köpeğin ise insanda olması beklenemeyecek kadar inanılmaz güçlü bir koku
hafızası vardır. Zaman içersinde bir şey burnumuzu bloke etmiş sanki.
Diğer duyu organlarımız için de aynı hassasiyet azalması söz konusudur. Öyleyse özümüze
ulaşabilmek için aşmamız gerekli ilk tabaka, bozulmuş fiziksel duyulardır.
2. Şartlandırmalar, ikinci ve en kalın tabakadır. İnandıklarımıza, tek yanlı bir şekilde
yaklaştığımız zaman, hem kendimiz hem çevremizle diyalog büyük ölçüde ortadan kalkar. Bu tür
yaklaşımda birey, zaten mutlak doğruluğuna inandığı fikirlerle doludur. Diğerlerini dinlediği zaman
bile sadece sırasını bekliyor ve en fazla da nezaket gösteriyordur. İnanca ilişkin dogmalar, önce
diyalogu ve iletişimi, ardından dostluğu ve en sonunda da, insanlığı yok ederler.
O yüzden eğer görmek, duymak ve dinlemek istiyorsak, dogmalara yönelik diğer tüm inanç
sistemlerini bir kenara bırakmamız gerekir. Kendi kendimize inandıklarımızdan oluşan bir kafeste,
başkalarına ulaşamayız, başkaları da bize ulaşamaz.
Bu tür dogma ve dışa dönük şartlanmaların egemen olduğu böyle bir zihin yapısında, büyük
olasılıkla bireyin kendi iç kapasitelerine ait ön kabullerin de, karakter yapısının oluşumunu önemli
ölçüde etkilediğine şahit oluruz.
Buna güzel bir örnek teşkil eden şu hikâyeye kulak verelim...
Amerika'ya Matematik üzerine doktora yapmak için giden bir Türk öğrencinin yaşadıkları,
sanırım kendini tanıyan ve içindeki güce inanan insanın yapabileceklerine güzel örnek oluşturuyor.
Öğrenci derse geç kalır ve dersin bitmesine birkaç dakika kala girsem mi, girmesem mi
tereddütleri arasında derse girer. Sırasına oturur. O sırada öğrenciler sınıfta yoklama kâğıtlarını
imzalayıp çıkmak için hazırlanmaktadırlar. Öğrencinin gözüne tahtada yazılı olan 4 adet soru takılır.
Hemen bunları not eder, yoklama kâğıdını imzalar ve dersten çıkar. Okuldan çıkmış yürürken, kendi
kendine de kızmaktadır. Çünkü derse son anda yetişmiş ve hocasına karşı mahcup olmuştur.
On beş gün sonraki derste, hocanın verdiği bu soruların hepsini cevaplayarak, kabahatini
affettireceğini düşünür. Evde soruları çözmek için uğraşmaya başlar. Birinci gün uğraşsa da çözemez,
bunu ikinci ve üçüncü günler takip eder, ama bir türlü soruları çözemez. Kendi kendine, "Hocamız
bunları bize çözelim diye verdi; demek ki bunlar çözülebilecek sorular. Derse geç gittiğim
yetmiyormuş gibi bir de soruları çözemezsem" diye, hayıflanmakta ama bu soruların çözülebilecek
sorular olduğundan da hiç şüphe etmemektedir. On iki veya on üçün gün çaba sonunda soruların
dördünü de çözer ve cevapları hocasının odasına bırakır.
Bir gün sonra akşamüzeri odasının kapısı çalınır. Kapıyı açtığında karşısında hocasını görür
ve şaşkınlıkla içeri davet eder. Hocası oturmadan; "Bu soruları sen mi çözdün?" diye sorar. Öğrenci;
"Evet hocam, ben çözdüm" diye cevap verir. Bunun üzerine hocası; "Peki birilerinden yardım aldın mı
?" diye yineler. Öğrenci; "Hayır hocam, kimseden yardım almadım. Derse son anda yetişmiştim.
Derse girdiğimde tahtada bu soruları gördüm ve bunları sizin bize çözmemiz için verdiğinizi
düşündüm ve soruları not alarak çözmeye çalıştım" der.
Hocası öğrenciye "Yanlış anlamışsın. Sen derse gelmezden önce arkadaşların bana ‘Hocam,
bu anlattığınız konuda, şimdiye kadar mevcut teoremlerle çözülemeyen soru var mı?' diye sordular.
Ben de meraklarını gidermek için bu sorulardan birkaç tane yazdım. İşte bu sorular onlardı" diye
cevap verir.
Öğrencinin verdiği cevap ise; "Hocam, ben sizden sınıfta bu soruların şimdiye kadar
çözülemeyen sorular olduğunu duysaydım, kendi kendime soruları çözemezdim. Ama ben madem
hocamız bu soruları çözülmesi için tahtaya yazmış, o halde bunları çözmem gerek diye düşündüm ve
işte çözdüm " der.

13
Buradan çıkarılacak ders şudur; bir işi yapabilmek için ihtiyacımız olan, öncelikle o işi
yapabileceğimize inanmak ve gereken gücü hiçbir yerde değil, kendimizde aramaktır.
3. Rasyonellik ise üçüncü ve belki de en sert tabakayı oluşturur. Sertliğini, sahte mantık,
ön yargıdan kaynaklanan aldatıcı bir rasyonellik ve buna bağlı bahane üretme çabasından alır. Bunların
çoğu aslında dogmalardan ödünç alınmış birer iğreti ve aldatıcı düşünce denemeleridir. Bir tanesi bile
özgün ürün değildir. Ancak, bize bir çeşit geçici ve sahte tatminler vererek, kendimizi mantıklı bir kişi
gibi görmemize neden olurlar. Bir Zen ustasının dediği gibi, “Akıl, kendi cevap veremeyeceği soruları
insanın başına musallat etmekten başka bir işe yaramaz” çoğu zaman...
Şu fıkra, tek kutuplu ve aldatıcı rasyonelliğin tehlikesine iyi bir örnektir:
Küçük kız annesine “İlk insan nasıl dünyaya geldi” diye sormuş.
“Tanrı Âdem ve Havva’yı yarattı, çocukları oldu ve insanoğlu yeryüzüne yayılmaya başladı
yavrum” diye izah etmiş annesi... Birkaç gün sonra küçük kız aynı soruyu babasına sormuş...
“Binlerce yıl önce maymunlar vardı”demiş babası, “Bizler de evrim geçirerek onlardan
türedik...”
Farklı iki cevaptan aklı karışan kız annesine gidip “Nasıl olur anne” demiş “Sen bana insanın
Tanrı tarafından yaratıldığını, babam da maymunlardan geldiğini söylüyor… Karıştırıyorum...”
“Karıştıracak bir şey yok” demiş annesi gülerek,
“Ben sana kendi ailemin geçmişini anlattım. Baban da kendi ailesininkini anlatmış, bir
tanem...!”
4. Hassasiyet dördüncü katmandır ve bizi özümüze ulaşmaktan alıkoyan sahte bir
duygudur. Ortada hiçbir şey yokken bir bardak suda fırtına koparanlar ve kapris adına kapris yapanlar
bunun en güzel örneklerini sergilerler. Laf aramızda, kadın zihninin bu konuda ki yeteneğine hepimiz
zaman zaman şahit olmuşuzdur.
Eyleme dönüştürmediğimiz duygular genelde bu tür sahte hassasiyetlerimizin bariz örneklerini
oluştururlar. İçimizdeki duyguların sahte olduğunu, onları sadece duygu seviyesinde bırakıp, eyleme
dönüştürmemeyi tercih etmiş olmamızdan anlayabiliriz.
5. Bastırılmış Duygular özümüze ulaşabilmek için aşmamız gerekli beşinci katmanı
oluştururlar. Normal şartlarda baskı altında tutabildiğimiz, insansı maymun dönemimizden miras
dürtülerimiz, olumsuz koşullarda veya yeterince denetlenemediklerinde bozuk ve zehirli içgüdüler
olarak karşımıza çıkabilmektedirler. Bu olmasa bile her şey yolunda giderken onları baskı altında
tutmak için harcayabileceğimiz çabalar, özümüze ulaşmamız için gerekli mesafeyi kat etmekten bizi
alıkoyabilmektedirler. Bu tür engellerden uzak durabilmemiz için, bastırılmış duyguların kontrolünü,
Tanrının bize en büyük armağanı olan aklımıza emanet ederek, bilinçli bir özdenetim sistematiği
oluşturmak zorundayız.
Stephen R. Covey10 insan iletişiminde toleransın simgesini ilginç bir anlatımla şöyle ifade
etmekte:
“ABD ve Kanada’daki Yerli Uluslara başkanlık eden Yerli Şeflerini eğittikten sonra, Şefler
bana güzel bir armağan vermişlerdi: Üzerine Kel Kartal sözcükleri işlenmiş, oymalı, yaklaşık bir
buçuk metre uzunluğunda bir ‘Konuşma Sopası’. Bu ‘Konuşma Sopası’ yüzyıllar boyunca Yerli
Amerikan yönetiminin ayrılmaz bir parçası olmuştur.
Gördüğüm en etkili iletişim araçlarından biridir bu.
İşte bunun ardında yatan kuram: insanlar her bir araya geldiğinde, Konuşma Sopası ortaya
çıkartılır. Yalnız Konuşma Sopasını elinde bulunduran kişinin konuşmasına izin verilir. Konuşma
Sopası sizde olduğu sürece, anlaşıldığınıza ikna olana kadar yalnız siz konuşabilirsiniz. Diğerlerinin
anlatmak istediklerini, kendi savlarını, aynı ya da karşı yöndeki fikirlerini belirtmelerine izin yoktur.
Ancak sizi anlamaya çalışır, sonra da anladıklarını açıkça ifade edebilirler.

10
Covey, Stephen R.- 8’inci Alışkanlık (The 8th Habit/From Effectiveness to Greatness)

14
Anlaşıldığını hisseder hissetmez, göreviniz Konuşma Sopasını sıradaki kişiye vermek, sonra da
onun anlaşıldığını hissetmesini sağlamaya çalışmaktır. O kendi demek istediğini anlatırken, gerçekten
anlaşıldığını hissedene kadar onu dinlemek, ne anladığınızı yeniden ifade etmek ve onunla empati
kurmak zorundasınız. Bu şekilde, ilgili bütün taraflar, hem konuşarak hem de dinleyerek iletişimin
tamamından sorumlu olur. Her taraf anlaşıldığını hissettiğinde, genellikle şaşırtıcı bir şey olur.
Negatif enerji dağılır, çekişme yok olup gider, karşılıklı saygı gelişir ve insanlar yaratıcı olur. Yeni
fikirler ortaya çıkar. Üçüncü alternatifler belirir.”
Unutmayalım, anlamak aynı fikirde olmak demek değildir. Sadece karşınızdaki kişinin
gözünden, onun kalbiyle, zihniyle ve ruhuyla görebilmek demektir. İnsan ruhunun en derin
ihtiyaçlarından biri anlaşılmaktır.
Ama bu yoğun anlaşılma ihtiyacı karşılanmadığında, ego mücadelesi ortaya çıkar. Sahiplenme
kavgaları ortaya çıkar. Gündem, savunmacı ve koruyucu iletişim olur. Kimi zaman şiddet bile patlak
verebilir.
İnsanın anlaşılma ihtiyacı akciğerin havaya olan ihtiyacına benzer. İçinde bulunduğunuz
odadaki bütün hava birden çekilecek olsa, hava bulmak için nasıl motive olurdunuz? Tek bir şey
isterdiniz. Ancak hava aldıktan sonra, başka şeylere açık olurdunuz. Psikolojide anlaşılma hissi,
soluduğumuz havanın karşılığıdır.
Deneyim şunu gösterir: İnsanlar gerçekten birbirini anlamaya çalışırsa, her zaman değilse bile
genellikle hemfikir olmaya başlarlar. Niçin? Çünkü bütün iletişim sorunlarının neredeyse tamamına
yakını, ya semantik ya da algı farklılıklarından kaynaklanır. Algı ise verileri yorumlama biçiminizdir.
İki kişi birbirini gerçek empatiyle, yani diğerinin değerlendirme çerçevesinden dinlediğinde,
hem semantik hem de algı sorunları zamanla kaybolur; tıpkı saksofon çalan adam/kadın egzersizinde
olduğu gibi.
6. Körelmiş sezgisel yeteneklerimiz. Günümüz batı insanı bu sezgi denen olgunun tam
olarak farkında değil. Sezgisel kapasitelerimize ulaşabilmek için kaldırmamız gereken üstteki beş
katman o kadar kalın ki, insan neredeyse altıncı hissini fark edemiyor.
Sezgi, mantık yürütmeden tamamen farklı türde bir yetenektir. Mantık tartışır. Mantık, bir
sonuca ulaşmak için muhakeme denen bir süreci yaşar. Sezgi ise gerekli şartlar sağlandığında neticeye
sıçramalarla ulaşır. Buna “kuantum sıçraması” denir. Herhangi bir süreci yoktur. Hiçbir işlem
yapmadan doğrudan sonuca atlanılır.
Böylece Sezginin önünü açarak elde edebileceğimiz sınırsız düşünce ortamında insan, içsel
seyahatinde kişiliğinin farklı katmanlarını aralayarak kendi mikro âlemine daldıkça, klasik diyalektik
mantık geçerliliğini yitirmekte ve günümüzde bilim çevrelerince “fuzzy logic” olarak tanımlanan bir
puslu mantığın devreye sokulması, kaçınılmaz olmaktadır.
Bu yolculuğun sonunda insan ancak, içsel dünyasının bu altı katmanın tümüyle ayırtına
vararak, kendinin olumlu ve olumsuz çeşitli özelliklerini keşfettikten sonra, önce olumsuz özelliklerini
kendisine veya başkalarına zarar vermeme noktasına çekmeye, daha sonra da onları olumluya yöne
çevirmeye çalışabilir. Olumlu özelliklerini daha da geliştirebilir. Diğer bir deyişle, olumsuz
özelliklerini azaltarak, olumlu özelliklerini artırabilir.
İnsanın tüm bu çabalarına rağmen; olumsuz özellikler her zaman azaltılamayabilir, olumlu
özellikler de geliştirilemeyebilir. İşte böyle bir durumda yapılması gereken, bireyin kendini olumlu ve
olumsuz özellikleriyle olduğu gibi kabullenmesidir. Kendini, olumlu ve olumsuz özellikleri ile olduğu
gibi kabullenen birey, kendisiyle barışık, kendini seven ve dolayısıyla başkalarını da daha kolay kabul
edebilen bir insan haline gelecektir.
Bu konuya ilişkin, bir baba ile küçük oğlu arasında geçen şu anlamlı diyalogu dinleyelim...
Bir adam, dağlık bir bölgede küçük oğluyla yürürken, oğlu ayağını taşa çarpar ve can acısıyla,
“Ahhhhh!” diye bağırır. Dağın derinliklerinden, “Ahhhh!” diye bir ses gelir Bu sesi duyunca her ikisi
de hayret ederler. Çocuk merakla, “Sen kimsin?” diye bağırır; ama aldığı tek yanıt, “Sen kimsin?”
olur. Çocuk bu yanıta kızar ve “Sen bir korkaksın!” diye bağırır.
15
Dağdan aldığı yanıt, “Sen bir korkaksın!” dır. Babasına bakar ve “Baba ne oluyor?” diye
sorar. “Oğlum, dikkat et!” diyen baba, vadiye doğru, “Sana hayranım!” diye bağırır. Ses, “Sana
hayranım!” diye yanıtlar. Baba, “Sen harikasın!” diye yine bağırdığında, bu kez dağdan “Sen
harikasın!” yanıtı gelir. Çocuk şaşırmıştır, ama hala ne olduğunu pek anlayamamıştır. Baba oğluna
durumu açıklar: “Oğlum, insanlar buna yankı derler; ama gerçekte yaşamın kendisidir. Yaşama ne
verirsen sana onu yansıtır. Yaşam senin davranışlarının bir aynasıdır. Eğer yaşamında daha çok sevgi
istiyorsan, insanları daha çok sev. Eğer sana saygılı davranılmasını istiyorsan, insanlara saygılı
davran. Eğer başkaları tarafından anlaşılmak istiyorsan, önce başkalarını anlamaya gayret göster.
Eğer insanların sana hoşgörülü ve sabırlı davranmasını istiyorsan, önce sen insanlara karşı hoşgörülü
ve sabırlı olmalısın. Oğlum, yaşamında ne ekersen onu biçersin. Bu doğa yasası, yaşamın her yönü
için geçerlidir.”
İnsanların yaşamı, onların davranışlarının yansımasından başka bir şey değildir. Unutmayalım
ki; yaşamın fiziksel boyutta yansımasını sağlayan bir aynanın tek görevi vardır, o da insana kendisini
göstermek. Öyleyse aynaya bakan insan, bir ömür boyu o aynanın karşısında, kendisiyle barışık olmak
zorundadır ki, kendisini görsün, tanısın, sevsin ve kendisiyle barışık olsun.
“Ayna” başlıklı yazısında Dale Wimbrow’un kendimizi tanımamıza ilişkin fikirleri
incelenmeye değer;
“Kendiniz adına yaptığınız mücadeleyi kazanmak ve dünyanın size de bir gün bir kral gibi
davranmasını istediğinizde, Sadece bir aynanın karşına geçip, kendinize bakın. Ve o yüzün size ne
dediğini görün. Ne babanız, ne anneniz, ne de eşinizdir, o anda üzerinizde etkisi olan, söyledikleriyle
hayatınızı etkileyen ve aynada size bakmakta olan.
Bazıları, dürüst bir dost olduğunuzu düşünebilir ve sizin için harika bir dost yada arkadaş
diyebilir, Fakat eğer aynadaki yüz, tam gözlerinizin içine bakamıyorsa, size işe yaramazın biri
olduğunuzu söylüyorsa, neye yarar ötesi... Unutmayın ki, hoş tutmanız gereken kişi kendinizsiniz, boş
verin gerisini, Çünkü yolun sonuna kadar sadece kendinizle gideceksiniz. Aynadaki yüz dostunuzsa,
geçtiniz demektir en zor sınavınızı.”

Schopenhauer’in “Parerga ve Paralipomena” adlı kitabının “Yaşam Çağlarının Farklılığı


Üzerine” alt başlıklı bölümünde, konumuzu çağrıştıran şu görüşünü aktarmak istiyorum:
“Yaşamımızın sonuna doğru bir maskeli balonun sonlarında maskelerin artık çıkarıldığı ana
benzer bir durum ortaya çıkar. Şimdi artık, yaşamımız boyunca ilişkimiz olan kişilerin gerçek yüzlerini
görürüz...ama asıl tuhaf olanı, insanın kendi kendisini bile ancak yaşamının sonuna doğru tanıması
ve anlamasıdır. Yaşamı, nakış işlenmiş bir kumaşa benzetebiliriz: herkes, yaşamının ilk yarısında bu
kumaşın ön yüzünü, ama ikinci yarısında ise arka yüzünü görür: arka yüzü o denli güzel değildir ama
öğreticidir; çünkü ipliklerin bağlantılarını görmemize izin verir.”
Bireyin değişik sınavlardan geçmesi ve belli hesapları dengelemesi yaşamın kaçınılmaz bir
olgusudur. Bireyin hesap vermek durumunda olduğu en önemli otorite, onun içselleştirilmiş değerleri
olan kendi vicdanıdır. Aynalardan bize bakan gözler, vicdanımızın tâ kendisidir.
“Kendini araştırıp-bulma, kendinin farkına varma, kendini tanıma, kendini bilme ve sonuçta
kendini olduğu gibi kabullenme” aşamalarını özümseyerek yoluna devam edebilen bir bireyin önünde
bir sonraki temel amaç ve hedefi, kendi vicdanının sesine uyarak kendini geliştirmesi’dir. (EK-
Şema’dan açıklayıcı bilgi verilecektir)
İşte bu yönüyle konuya yaklaştığımızda, vicdan, doğru ilkelere uyup uymadığımızı sezen ve
bizi onların düzeyine yükselten bir doğal veridir; tabii, bozulmamışsa, formundaysa.
Bireyler, bir davranışın ahlâki olup olmadığını değerlendirirken, kişinin vicdanından da söz
ederler, yani, aynı hareket için “vicdanî bir harekettir veya değildir”, şeklinde bir takım yargı ve
hükümler de verirler. Böyle olunca, aynı harekete, hem ahlâk, hem de vicdan, aynı anda müdahale
ediyor demektir? Bu duruma göre – ahlâkın ne olduğunu bildiğimize göre – acaba vicdan nedir?

16
Hemen işaret edelim ki, vicdan, ahlâk felsefesinin cevaplandırmak durumunda bulunduğu bir
problemdir. Bu nedenle de, gerek ahlâk, gerekse vicdan problemlerine ait verilen cevaplar, bir bütün
halinde “hayatın yüksek değerlerini” teşkil ederler.
Vicdanımızın sesini dinleyebilmek için, kendimize kulak vermeyi bilmemiz gerekir. Ancak
bizler kulağımıza gelen her sesi dinleriz ama kendi sesimize genelde pek kulak vermeyiz. Peki ama,
birçok insanda vicdanın sesinin işitilemeyecek kadar zayıf oluşu, dolayısıyla insanı harekete geçirmeyi
başaramaması gerçeği, bizim vicdan anlayışımızla çelişmiyor mu?
Gerçekten de, bu olgu, insanlığın içerisinde bulunduğu durumun ahlak yönünden sallantılı ve
güvenilmez oluşunun nedenidir. Eğer vicdan, her zaman yeterince açık bir şekilde ve yüksek sesle
konuşmuş olsaydı, yalnızca pek az insan ahlaki hedefinden sapmış olurdu. Yukarıdaki soruya verilecek
yanıtlardan biri, vicdanın özel niteliği ile ilgilidir.11
Vicdanın fonksiyonu insanın gerçek menfaatine bekçilik etmek olduğuna göre, bir insan
kendini büsbütün yitirmediği ve kendi kayıtsızlığının ve yıkıcılığının kurbanı olmadığı sürece vicdan
canlı kalır.
Vicdanın niçin her zaman etkili olamadığı sorusuna verilecek başka bir cevap, ona kulak
vermek istemememiz ve-daha da önemlisi-onu nasıl dinleyeceğimizi bilmememizdir. İnsanlar çoğu
zaman vicdanlarının yüksek sesle konuşacağını ve söylediği şeylerin açık ve seçik olacağını sanırlar;
böyle bir sesin gelmesini bekledikleri için de, hiçbir şey işitmezler. Oysa vicdan zayıf bir sesle
konuştuğu zaman, kolay kolay işitilmez ve insan, gerektiği şekilde hareket edebilmek için onu nasıl
dinleyeceğini ve söylediği şeyleri nasıl anlayacağını öğrenmek zorundadır.
Vicdanımızın zayıf ve belirsiz sesine kulak vermek, onun bizimle doğrudan doğruya değil de,
dolaylı olarak konuşmasından ve çoğu zaman bizi rahatsız eden şeyin vicdanımız olduğunu fark
etmememizden ötürü de güç bir şeydir.
Nitekim vicdanı olmayan ilim, ruhun bir harabesidir. Bunun daha açık bir ifadesi olarak vicdan,
ilim ve tecrübeyle beslenen nazik bir çiçektir. Böyle bir analiz sonucu vicdanın “insani değerlerin özü”
olduğu söylenebilir. Çünkü vicdan, hayır ve şer hakkında karar verecek olan insanın iradesinde söz
sahibi olan bir otoritedir. Yani vicdan, yapılacak bir vazife ile kaçınılacak bir hatalı davranışın
arasındaki farkı tayin eden bir Hâkimdir. Denilebilir ki, rahat bir vicdan kadar yumuşak bir yastık
yoktur.
İnsanın, “Vicdanıma göre hareket edeceğim.” demesinden daha büyük bir gururla
söyleyebileceği başka hiçbir şey yoktur. Tarih boyunca insanlar, bildikleri ve inandıkları şeylerden
vazgeçmeleri için yapılan her türlü baskıya karşın, adalet, sevgi ve doğruluk ilkelerine bağlı
kalmışlardır.
Üstün bir atlet için sinir ve kasların, bir öğrenci için de dimağın eğitilmesi ne kadar önemliyse,
son derecede etkili bir insan için de vicdanın eğitilmesi o kadar önemlidir. Ancak vicdanın eğitilip
terbiye edilmesi, daha da fazla bir dikkat, daha dengeli bir disiplin ve daha dürüst bir yaşamın sürekli
olarak sürdürülmesini gerektirir. Bunun için insanın esinlendirici edebiyat yapıtlarıyla düzenli
beslenmesi, soylu düşünceler beslemesi ve hepsinden de önemlisi vicdanın hafif sesiyle uyum içinde
yaşaması gerekir.
İnsanın, özüne doğru yaptığı içsel yolculuğu kendi kendisine nasıl betimlediği hususu, içinde
yaşadığı makrokosmosu algılayış biçimi ile yakından ilgili. Bu nedenle, günümüzün gelişen teknolojisi
ile ortaya çıkan yeni ve farklı evren algılayışları da, insanın kendi içsel yolculuğunu kendine tarif
edişini de kaçınılmaz olarak etkilemekte. Holistik evren algılayış da 20. yüzyıl teknolojisinin bizlere
bir hediyesi olan Hologram modellemesi üzerinde üretilmiştir.
Hologram, lazer yardımı ile oluşturulmuş üç boyutlu bir görüntü kaydetme yöntemidir. "Tam
kayıt" ya da "eksiksiz mesaj" anlamına gelir. Üzerine bir görüntü kaydedilmiş olan hologram plakası,
ne kadar küçük parçalara ayrılırsa ayrılsın, bu küçük parçalara lâzer ışını verildiğinde plakaya kayıt
edilen görüntünün tamamı yeniden elde edilebilir.

11
Fromm, Eric -Erdem ve Mutluluk
17
Bohm, “evrenin, tek ve dev bir hologram olduğunu, yani gördüğümüzü zannettiğimiz şeyin
aslında bir hayal olduğunu ve ayrı ayrı parçalar değil de, sadece bir bütün olduğunu, yani atom altı
parçacıklardan, dev galaksilere kadar her şey tek bir bütünün bilgisini taşıdığını” söylemektedir.
Ancak evrenin bir Hologram şekline organize olduğunu düşünerek, algımızı uzay-zaman
koordinatlarının ötesine geçirebiliriz. Böyle bir planda; geçmiş-şimdi ve gelecek aynı yerde, aynı anda
bulunmaktadır. Ayrıca Ana-Hologram plakasında yer alan her şey, plakanın bütün zerrelerine kadar
yayılmıştır. Uzay ve zamandan bağımsız olarak her birim, her türlü evren bilgisini alabilir ya da içinde
hissedebilir. Çünkü tüm bilgiler, zaman ve uzaydan bağımsız olarak, “her an, her yerdedir.” Dr. Fred
Alan Wolf’un bir sözü var: “Evren, hem madde hem de şuuru tek bir bütün halinde içeren dev bir
hologramdır.” Bu bağlamda, denilebilir ki, tüm mistik evren algılayışları da, Holistik (bütüncül) evren
modeli ile paralellikler arz eder.
Holistik düşünce tarzıyla konuya yaklaştığımızda, eğer evren bir hologram gibi organize
olmuşsa, her insan da bir mini hologramdır. Yani evrenin bütün planı, her insanda vardır ve mevcuttur.
Ama bizler, ancak kendi gelişmişliğimiz oranında, bu ana bilgi kaynağından istifade etmekteyiz.
Nitekim “Kendini Bil!”, “Kendini Bilen, Evreni Bilir!” gibi birçok özdeyiş de buna işaret eder. Yani,
bütüncül bakış açısıyla, kendisini doğru olarak bilen kişi, her şeyi de bilir ve evrenle bir olur.
Böyle düşünen kişiler için, önce kendini bilmek ve önce kendini sevmek gerekir. Çünkü bu
eylem, onları benliklerinden alır ve tüm evrenle birleştirir. Oysa bütüncül bir görüşe sahip olmayan bir
kişi için, kendini sevmek ve öne almak, olsa olsa egoistliktir. Böyle davranmakta onu diğerlerinden
koparır, kendi içinde sınırlandırır ve yalnızlığa mahkûm eder.
Bugün hayatta olmayan, eski B.M. genel sekreteri Dag Hammarskjold’un deyişiyle: “İçinizdeki
hayvanla, tümüyle hayvanlaşmadan oynayamazsınız. Yalanlarla, doğruyu bulma hakkınızdan
vazgeçmeden oynayamazsınız. Zalimlikle, zihinsel duyarlılığınızı kaybetmeden oynayamazsınız.
Bahçesinin düzenli olmasını isteyen biri, yaban otu yetişsin diye bir tarh ayırmaz.”
Bireyin kendi içine dönük yolculuğunda, bir başka önemli bir veri toplama yöntemi olarak,
bioritm analizi konusuna da kısaca değinilmelidir.
Bioritm sistemi, günümüzde bireyin kendi özüne ulaşmasında önemli imkânlar sağlayan bir
yaklaşımdır. Ortaya çıkışı ve geliştirilmesi kadim doğu uygarlıklarına kadar uzanır. Bu anlayışa göre
yapılan analizde, bireyin fiziksel, zihinsel ve duygusal olarak üç temel gücü, üç temel özelliği olduğu
varsayılır.
Kişi doğduğunda bu üç güç, sıfır noktasındadır. Hepsi değişik dönemlerde artar, maksimum
seviyelere ulaşır ve ardından düşmeye başlar. Minimum seviyesine gelen özellik, bu sefer bir
yükselme evresine girer. Böylece ortaya çıkan bu sinus eğrisini, canlı olmanın en temel karakteristiği
olarak kabul edilir. Bu bakış açısı farklı bir incelemenin konusudur.
Bioritm yaklaşımının gerçekliğini ispatlamak çok kolaydır. Bir bakıma bu nedenle doğu insanı
için sürekli izlenen bir sistem olmuştur. Bioritmin üç temel gücünün hepsi sürekli kullanılabilir
değildir. Örneğin insan sürekli fiziksel gücünü kullanamaz. Bedeni, buna izin vermez çünkü yorulur.
Aynı şekilde zihinsel gücü sağlayan beynin, her gün aynı tempoda kullanılabilmesi imkânsızdır.
Demek ki bir güç, bir dönem yüksek seviyede çalışırken, bir süre sonra daha düşük seviyede çalışmak
zorundadır. Bu insanın doğası gereğidir zaten. Kendini tanımak yolunda çaba harcayan insan için de,
bioritmik iniş ve çıkışlar gösteren bireysel kapasitelerinin ayırdında olmak önemli bir avantajdır.
Duyularımız genelde dışa dönük çalışır. Gözler dışa açık, kulaklar dışarıdaki sesleri dinlemek
içindir. İlk bakışta görülen o ki, sahip olduğumuz tüm duyular salt dışa dönük veri toplayabilmemiz
içindir. Aramaya ve veri toplamaya hep dışarıdan, gördüğümüz, hissettiğimiz, dokunduğumuz
şeylerden başlarız. Adeta duyularımızın tüm ışığı dışa çevrili ama acaba arayanın kendisinin içerde
olduğunu unuttuğumuzun farkında mıyız?
Arayışların hep dışarıda olacağını zanneden insanın, eninde sonunda şu soruyu kendi kendine
sorması kaçınılmazdır: “Benim içimde arayan kim? Bu aramak isteyen enerji ne? Kimim ben?”

18
İşte tam bu nokta, hakikate yolculuğun ve gerçeğe dönüşümün başladığı noktadır. Bütün
değerler birden değişir ve içine doğru hareket etmeye başlar insan.
Bireyin önce “kendi varlığını tanıması” ve bu tanıma sürecinden sonra da “kendini bilme”
arayışlarına başlamasının, çok kolay olmadığı, zorlu bir süreci de beraberinde taşıdığı
unutulmamalıdır. Bu arayıştaki süreci “J. Krishnamurti” bakın nasıl içtenlikle dile getirmekte:12
“Kendimi ancak bir şeyle ilişki kurarken gözlemleyebilirim çünkü hayatın kendisi ilişkiden
ibaret. Bir köşede oturup kendim hakkında düşünmenin yararı yok. Tek başıma var olamam. Ancak
insanlarla, nesneyle ve fikirlerle ilişki kurarak var olurum ve ancak iç dünyama ait şeylerin yanı sıra
dış dünyadaki şeylerle ve insanlarla olan ilişkimi inceleyerek kendimi anlamaya başlarım.
Anlamak zihinsel bir süreç değildir. Kendiniz hakkınızda bilgi edinmek ve kendiniz hakkınızda
bir şeyler öğrenmek farklı şeylerdir; çünkü hakkınızda topladığınız bilgi daima geçmişe aittir,
geçmişin yükünü taşıyan bir zihin de hüzünlü bir zihindir.
Bir şeyi anlamak için onunla yaşamanız, onu gözlemlemeniz, bütün içeriğini, doğasını,
yapısını, hareketlerini bilmeniz şarttır. Hiç kendinizle yaşamayı denediniz mi? Denerseniz,
‘kendiniz’in durağan bir hal olmadığını, taze, canlı bir varlık olduğunu anlamaya başlarsınız. Canlı
bir varlıkla birlikte yaşamak için zihninizin de canlı olması gerekir.
Kendimizi anlamak için ayrıca alçakgönüllülüğe ihtiyacımız var. İşe, “Kendimi tanıyorum,”
diyerek başlarsanız kendiniz hakkında yeni şeyler öğrenmeyi zaten bırakmışsınızdır veya ‘Hakkımda
öğrenilecek pek bir şey yok çünkü ben bir hatıralar, fikirler, deneyimler ve gelenekler toplamıyım,’
derseniz, o zaman da kendinizle ilgili gerçekleri öğrenmeyi bırakmış olursunuz.”
Doğuda mistikler, bilincin evrimini yedi merkeze göre sınıflandırırlar. Yüreğin üzerinde üç
tane merkez yer alır. Bunlardan biri boğazdadır ve yaratıcılığın merkezidir. Diğeri, iki kaşının
arasında, tam ortadadır ve ona üçüncü göz denir. Dış dünyayı tanımak için kullandığımız iki gözden
başka bir göze ihtiyacımız vardır içimize doğru yolculuk yapmak için. Tabii ki, bu üçüncü göz
yalnızca bir metafordur ve kendini bilme, kendini görme deneyimini temsil eder.
Kendi içimize doğru girmeye başladığımızda, başlangıçta karşılaştığımız karanlığı hiç fark
ettik mi? Bazen sokaktan içeri girer insan, dışarısı çok güneşlidir ve evin içi de çok karanlık... Aslında
bu, evin karanlığından ziyade, gözbebeklerinin içerdeki ışığa geç ayarlanabilmesindendir. İnsan da
hayatı boyu, dışarıda, aklı ile aydınlattığını zannettiği parlak ve güneşli bir dünyada dolaşır. O yüzden
de kendi içine girmeyi ve gözlerini içeriye alıştırmayı unuttur genelde. Meditasyon da sadece ve
sadece budur işte... Görme yeteneğinin, gözlerin dışına değil, içine uyumlu hale gelmesi... Hindular
buna üçüncü gözün açılması diyorlar. Bu vücudumuzun bir yerlerinde duran fiziki bir göz değil
tabii ki, sadece içsel bir uyum sağlama süreci. Görüşün içsel şartlara yeniden ayarlanması.

Bir M’nun Bakış Açısından


M’luğa girerken, Tekris Töreninde, her birimize yanılgı, kusur ve hatalarımızı itiraf edip
edemeyeceğimiz sorulmuştu. Bu soru hepimize, birçok M’un bulunduğunu bildiğimiz bir ortamda
yöneltilmiş, o kadarla da kalınmayarak buna yanıt vermemiz istenmişti. Kimilerimiz bu soruya
hazırlıklıydı; kimilerimiz sorunun ne olduğunu anlayamadı; kimilerimiz ise anladı ama anlatmaya çok
istekli olmadığından kaçamak yanıtlara sarıldı… Oysa burada önemli olan, hatalarımızı, suç ve
kusurlarımızı itiraf etmemiz değildi… Öyle görünüyordu ama değildi. Ritüelimizde bunu somut
açıklayıcı bir yorumla karşılaşmakta olası değil zaten…
Bence, burada vurgulanmak istenen, M’un kendisiyle yüzleşebilmesi. Yanılgı, kusur ve
hatalarını başkalarından önce kendisine itiraf ederek adayı kendisi hakkında düşünmeye yöneltmekti.
Ancak, ne yazık ki o sırada, tören ve bulunulan koşulun ağır manevi baskısıyla, buna ne zaman ne de
ne fırsat bulunabilmekte… M’luğa yeni adım atmış K’imiz, bu içe dönüş ve “kendini tanıma-
bilme” sınavını, ham taşını yontmaya başlayacağı ileriki safhalarda yapabilecek... O da layıkıyla
yapabilirse…

12
J. Krishnamurti- Bilinenden Kurtulmak ( Freedom From The Known)
19
İnsanın toplumsal bir varlık olduğunu çok anlamlı bir biçimde vurgulayan Çağdaş İtalyan yazar
ve film yapımcısı Luciano de Crescenzo’nun “Biz insanlar, hepimiz birer tek kanatlı meleğiz; sadece
birbirimize sarılarak uçabiliriz.” şeklindeki sözlerinden yola çıkarak, bireyin kendini tanıması ve
sonra da tanıdığı kendini bilmesi çabası, toplumsal boyutta pek bir işe yaramaz; bu bilginin diğer
insanlarla da paylaşılması, dahası diğer insanlara yarar sağlaması da gerekir. Bu yönüyle konuya
yaklaştığımızda, sadece birey olarak kendimizi bilmemiz yetmez. Toplum içinde bizimle birlikte
yaşayan başkaları da (öteki) kendini tanımalı ve bilmeli ki, bir sinerji yaratarak, toplumsal hedeflere
doğru yönelebilelim. Tıpkı M’ların “Sevgi Mabedi-İnsanlık Mabedi” kurma gayreti içinde olması
gibi…
M’luğa adımımızı attığımız ilk günden, Ebed-i Maşrık’a (Sonsuz Doğu’ya) göç edeceğimiz
güne dek, hakikati arama yolundaki uzun yolculuğumuzda, bir M’un amacı; Ham Taş’ını yontmaya
çalışarak Kâmil İnsan olma yönünde bitmez tükenmez çaba göstermektir. Bu nedenle, “Ham taşın
yontulması” kavramı, bir M’nun kendisini kusurlarından arındırmasından çok daha fazla anlam
içerir ve bir bakıma inisiyatik düşüncenin etiğe bir yansımasıdır.
Zira “Ham Taş” sembolizmi, sadece M’un kendini tanıma, bilme ve geliştirme
yükümlülüğünü simgelemekle kalmaz, aynı zamanda, M’luğun kurmayı hedeflediği “Ülkü Mabedi”
nin de, ham taşlardan, yontula yontula, küp taşlara dönüşecek olan M’lar dan oluşacağına dair bir
işarettir.
Bir M’un düşünce metodolojisinde gerçekleşebilecek en önemli evrim, düşüncelerini yapay
sınırlamalardan arındırmak ve bu yolla, akılsal yetilerini inançlarıyla sınırlandırmak yerine, sezgisel
algılarının sınırlarını, aklının elverdiğince genişletebilmektir.
Kadim Mezopotamya’ya, Mısır uygarlığındaki Hermetik öğretiye ve Klâsik Yunan felsefesine
baktığımızda, insanlık tarihinin bu ilk devirlerinde, akıl ve zekânın, bugün bile imrenebileceğimiz
düzeyde özgür olduğunu görüyoruz. O halde günümüzdeki akıl ve zekâ köleliği nasıl ortaya çıkmış?
Yanıt kısaca, İnsanlığın, kadim dönemlerde erişmiş olduğu yüksek bir düşünsel özgürlük düzeyinden
sonra, bağnazlık ve cahilliğin etkisi ile, bir unutuş dönemine girmesi ve o güne dek öğrendiği her şeyi
bir yana fırlatıp atıvermesindedir. Bilinen deyimiyle, bu döneme “Ortaçağ” adını veriyoruz.
Tarihsel araştırmalar, hakikate ilişkin bilginin, insanlığın kolektif hafızasından silinmediğini
göstermekte. Zaman zaman, toplumda eksikliği hissedilen tek şey, bu bilgiyi kullanma cesaretidir.
Unutmamamız gerekir ki, bizim de mücadele etmemiz gereken en büyük düşmanımız, taassup ve boş
inançlardır. Yani; “bilgisizlik ve karanlıktan doğan yanılgılar” ile “saplantı halindeki düşünceler”.
Ma’lerdeki “Kendini Bil!” sözcüklerinin kavramsal içerik olarak, kendini tanımak, nezaketli
olmak, kendi sınırlarını bilmek, haddini bilmek, karakterinin iyi ve kötü yanlarını kavramak, olgun
davranmak anlamlarını tam olarak yansıtmadığı bir gerçektir. Eğer böylesi anlamlar içerselerdi, Delfi
Tapınağı’nın girişinde, “Edepli ol!” anlamını çağrıştıracak sözcükler yazılı olurdu...
Bu nedenle, Delfi tapınağının kâhinleri bile, bu çerçevede bir alegori kullanmayı seçmişlerdi.
Öyleyse bu iki sihirli sözcük biz M’lara neyi çağrıştırıyor?
“Kendini Bil” kavramındaki “Bil” sözcüğü, bir emir kipi niteliğinde olup, kendini tanımanın
da ötesinde, bir bakıma “Kendini idrak et!” anlamındadır. Bunun, bir adım ötesinde, bu amacın hedef
olarak gösterilmesi, yaşamımızda değişip, gelişerek, “Kamil İnsan” olma yolunda mesafe alabilmemiz
için çaba göstermemiz gereğine, bir başka anlatımla, mükemmele ulaşabilmek için buna mecbur
olduğumuza dair bir hatırlatmadır.
Nitekim günümüzden 2500 yıl önceleri insani değerleri sorgulayan Sokrates, bakın bu bakış
açısından insanı nasıl sınıflandırmış?
Sokrates’e göre üç tür insan vardır...
Birinci tür insan : Bilmediğini bilmeyen insan...Bütün kapılarını kendi eliyle kapatıp uykuya
dalmıştır. Uyuyan insan hiç bir şeyi öğrenip anlayamaz, bilip tanıyamaz, ancak geçireceği bir şokla
uyanabilir.

20
İkinci tür insan : Bilmediğini bilen insan… Uykudan uyanarak eksikliğini fark eden, kararlı
bir şekilde eksiklerini tamamlamaya arzulu ve uyanan insandır. Süreç içerisinde kendini geliştirip
olgunlaşacaktır...
Üçüncü tür insan : Bildiğini bilen insan… Buna uyanık ve Olgun-Kamil insanda denebilir.
Bu özelliklere sahip bir insan, varoluşun, hayatın anlamını sezip, arzularını ve nefsini bu anlama uygun
bir şekilde yönlendirebildiği ölçüde huzuru ve mutluluğu elde edebilecektir.
Düşünen, sosyal bir varlık olan insan, kendisini hayvanlardan ayıran özelliği sayesinde,
“düşünce, söz ve işlerini”, “aklın ve edindiği deneyimlerin ışığı altında gözden geçirmek” suretiyle
ortak bir kültür oluşturmuş ve bunu kuşaktan kuşağa aktararak bugünkü uygarlık seviyesine ulaşmıştır.
Bilindiği üzere, M’luk, tüm öğretisini alegoriler ve semboller aracılığıyla yapar ve bunlara
yüklediği anlamların, kişilerin düşünsel derinlikleri ile orantılı olarak, onların şuur altlarında
oluşmasını bekler.
Sözü edilen şuurun, on binlerce yıldır nesillerden nesillere aktarılarak neredeyse ölümsüzlük
kazanmış olan, kolektif insanlık şuuru olduğunu fark ettiğimizde, burada hakikate doğru yaptığımız
yolculuğun, aslında tıpkı insanın evrimsel yürüyüşünde olduğu gibi, bir varış değil tümüyle bir gidiş
olduğunun ayırdına varabiliriz.
Adayın ilk kez, Tekris töreni sırasında karşılaştığı, “yerin derinliklerine in, gizli taşı bulmaya
çalış” anlamındaki V.I.T.R.I.O.L. sözcüğü, her M’un hakikati kendi içinde arayıp bulacağını ifade
eder. M, kendi içindeki hakikati araştırırken; aklı ile yola çıkıp, bilgiye nüfuz ederek, özgür
düşüncesi ile elde ettiği bulguları değerlendirir. Ulaştığı her yeni gerçek, ona, bir başka yeni gerçeğin
kapısını aralayacaktır. Bu arayışın yaşam boyu devam edeceğini fark eden M, “değişmeyen tek
gerçeğin, gerçeğin daima değişeceği” olduğunun bilincine varır.
M, kendini bilme ve tanıma süreci içersinde, onu baskı altında tutan, aklını kullanmaktan
alıkoyan ve âdil yargılama gücünden yoksun bırakan içgüdülerini de yenmiş olacaktır. O zamana kadar
kişisel görüş ve düşünceleriyle onu sınırlayan içgüdüleri, yerini aydınlığın ve aklın keskinleştirdiği
adalete ve hoşgörünün güzelleştirdiği hakikate terk edecektir.
Ritüellerimizde konuyla yakın ilişkisi olduğunu düşündüğüm bir kaç satırı hatırlatmak
istiyorum:
ÜsMuh’in, Tekris Töreninde,
“Dünyamız, ışığını nasıl güneşten alıyorsa, M’luk da nurunu, kendini bilmekten doğan hakikat
severlikten alır...” “... İlerlemenin birinci koşulu, kendini bilmektir. Kendinizi biliniz...”
Birinci derecenin açılışında; “...Toplantı açılmıştır, M, dışarıdan gelecek güç ve yardıma
güvenmeksizin, kendi kendini yüceltmeye çalışmalıdır. Ara sıra, günlük yaşamın kaygılarından
uzaklaşarak düşünceye dalmalı, vicdanının sesini dinlemelidir. Ancak böyle zamanlarda, iyilik ve
güzelliğin kaynağını görebileceğimiz geniş ufuklar gözlerimizin önünde açılır; düşüncelerimiz,
Evrenin Ulu Mimarı dediğimiz Yüce Varlığa doğru yükselmeye başlar...” “K’lerim geleceğe güven
ancak kendini tanımakla olur. Kendimizi tanıyalım.”
Ve, Beyaz Gece Ritüelinde, “M:.’luk, öğrenmek yeteneğini kazanmak isteyenler için bir
okuldur. M:.’luğa girecek olanları bir takım denemelerden geçiriyoruz. Bu okul, kişiye, düşünme ve
‘kendini bilme’ sanatını öğretir. Biz buna, ‘Kamil İnsan olma yolunda ham taşı yontmak’ diyoruz.
Konu, Hakikat’i aramaktır.” ifadeleri, hep kendimizi bilme ve yüceltme yolundaki çağrılar olup, ham
taşımızın yontulması, cilalı küp taş haline getirilmesi hususuna yapılan vurgulardan başka bir şey
değillerdir.
Öğretimizin içerdiği bu önemli ezoterik mesaj, bizlere Kadim uygarlıklar döneminden
emanettir. Büyük bilge Sokrat'ta, “Kendini tanı, o zaman başkalarını ve evreni de tanıyacaksın”
derken, insanın kendini tanıma yolunda çıkacağı yolculuğun, kendi mikrokosmosundan başlayarak,
evrenin büyük sırlarının saklı olduğu, makrokosmosa doğru genişleyeceğine işaret etmişti.

21
Herkesin kolaylıkla farkına varacağı gibi, evren ikiliklerden oluşmuştur, en azından ilk bakışta
böyle görünür, ama yaradılışa biraz daha dikkatle bakıldığında daha doğrusu M’ik gözle
bakıldığında, insanın duyularıyla algılayıp akılsal yetileriyle farkına vardığı bu ikiliklerin işaret ettiği
ama ancak sezgilerle kavranabilecek bir üçüncü noktanın varlığı derhal fark edilir. Bu nokta, belki
geometrik evrenin dışındadır ama o soyut noktayı imgeleyebilmek için insan, sahip olduğu akılsal
yetileri kullanarak, holografik bir model bile üretebilmiştir günümüzde.
İşte Kant’ta, insanın bu yetisine vurgu yapmaktaydı, “İnsan, aklını kullanarak sonsuzluğa
uzanır” dediğinde...13
Bu günden 2500 yıl önceleri Platon, işte bu noktaya ilişkin düşüncelerini, “Timaeus” adlı
eserinin karakterlerden biri olan Arlaton’u şöyle konuşturarak bizlere aktarmakta:
“İki şey, bir üçüncüsü olmadan başarılı bir şekilde birleşemezler, aralarında birbirlerini çeken
bir bağ olması gerekir. Bütün bağlar içinde en iyi olan ise, kendini ve bağladığı tarafları tam
anlamıyla bir birlik içine getirebilendir.”
Bu algılayışın, M’luğun “Üç Nokta” sembolizmasına da, vücut vermiş olduğu da
söyleyebiliriz.
Bu konudaki çalışmayı, Robert Maynard Pirsing’in anlamlı bir özdeyişiyle sonuçlandırmak
istiyorum:
“Taze çay içmek istiyorsanız eğer, fincanınızdaki eski çaydan kurtulmanız gerekir... Kafanız
da o fincan gibidir. Kapasitesi sınırlıdır ve dünya ile ilgili bir şeyler öğrenmek istiyorsanız, bunu
alması için önyargılarınızdan kurtulmanız, kafanızı dogma ve boş inançlardan boşaltmanız
gerekir.”

EKLER:

*Bireysel gelişim yolculuğu şemaları: (EK–1 ve EK–2)

*Sokrates ile Alkibiades arasındaki diyalog: (EK–3)

Bu konferans, 040 No.lu PINAR MuhL’sının (İstanbul), 06 Nisan 2010


tarihindeki toplantısında sunulmuştur. Halit YILDIRIM

13
Yıldırım, Halit K-Düşünce Kristalleri (2007)
22
KAYNAKÇA
 AKİN, AsımK – M’luğun Kültür ve Mesajı
 ARITAN, Aydın (Dr.) – Holistik Evren Tasarımı
 ATABEK, Erdal – Cumhuriyet Gazetesi, 18 Ekim 2004
 AYTAÇ, Sıtkı – Evrenin Sırları
 BENAZUS, Hanri – İnsanı Tanıma Sanatı
 BUKET, Selçuk – M'ik Ahlâk Sistemi
 BUSCAGLIA, Leo – Yaşamak, Sevmek Ve Öğrenmek
 COVEY, Stephen R. – Etkili İnsanların 7 Alışkanlığı
 CÜCELOĞLU, Doğan – İyi düşün doğru karar ver
 CÜCELOĞLU, Doğan – Keşke’siz Bir Yaşam İçin
 ÇİLİNGİR, Oğuz – Felsefede Tanrı Kavramı
 EFLATUN-Alkibiades I(M. E. B. Yayınları 1962, Çev. İrfan Şahinbaş)
 FROMM, Eric – Erdem ve Mutluluk
 GEÇTAN, Engin – Hayat
 HANÇERLİOĞLU, Orhan – Felsefe Sözlüğü
 J. SCHWARTZ, David – Büyük Düşünmenin Büyüsü
 J. KRISHNAMURTI- Bilinenden Kurtulmak ( Freedom From The Known)
 J. MAPES, James– Kuantum Düşünce Yöntemi
 KALE, Nesrin – Ben, Öteki ve İletişimsel Etik
 MORRIS, Tom – Gerçek Başarı
 OSHO – Yakınlık-Intimacy
 OSHO – Sezgi
 ÖZKAN, Zülfikar – Bilgeliğe Yöneliş
 SCHWARTZ David J ( Dr.) – Büyük Düşünmenin Büyüsü
 SPONVİLLE, Andre Comte – Mutluluğun En Güzel Tarihi
 W. GARDNER, John – Yenilikçi Birey, Zinde Toplum
 WERBER, Bernard - Tanrıların Nefesi
 W. GOUGH, Russel – Karakteriniz Kaderinizdir (Character is Destiny)
 WIMBROW, Dale – Ayna
 YAPICI, Şenay – Ruh Sağlığı
 YILDIRIM, Halit K–Düşünce Kristalleri (2007)

23
BİREYSEL GELİŞİM YOLCULUĞU-1
Kendini Tanı

Kendini Bil
(Olumlu/Olumsuz tarafları)
Hamtaş’ın
Yontulması
YAŞAMA Bireysel Gelişim
BİREYSEL
SORUMLULUĞU (Yaşam boyu devam edecek)

SORUMLULUK Aile Çevresi


(Çocuk-Eş-Ebeveyn)
Yakın Çevre
(Okul-İş-Meslek)

M’luk
(Kamil insan olma)
TOPLUMSAL
Dünya-Evren

24
BİREYSEL GELİŞİM YOLCULUĞU-2
Araştırma
Kendini Araş Kendinin Kendini
Farkına
Farkı Tanıma
Tanı
Bulma Varma (Olumlu-
(Olumlu-Olumsuz yö
yönleri)

Kendini KENDİNİ BİLME ve


Kendini Bilme
Geliştirme
Geliş GELİŞTİRME
Ulaşma)
(Senteze Ulaş
(Devam etme)

HEDEF DEĞİL,
YAŞAM BOYU
DEVAM EDEN
FAALİYETTİR.

25
EK-3: Platon’un “Alkibiades I” adlı yapıtında, “KENDİNİ BİLMEK”
teması üzerinde, Sokrates ile Alkibiades arasındaki diyalogu:
S: Kendinin ne olduğunu bilmek kolay bir şey midir? Ve o “kendini bil” yazısını Delphi
tapınağına yazan insanı ciddiye almamalı mıyız? Yoksa kendini bilmek herkesin elinde olmayan güç
bir şey midir?
A: Kendini bilmenin herkesin elinde olduğunu çok kere düşündüm Sokrates, ama ara sıra,
çok zor bir şey olduğunu düşünmedim de değil.
S: Zor olsun, kolay olsun, başka bir yol yok, Alkibiades. Kendimizi bilirsek, kendimizle
nasıl ilgilenebileceğimizi de biliriz. Bu bilgi olmazsa, kendimizle ilgilenmek olanaksızdır.
A: Doğru.
S: Kendimizle ilgilenmek ne demektir, söyle bana. Çünkü genellikle kendimizle
ilgileniyoruz sanıyoruz, ama aslında ilgilenmediğimizi fark edemiyoruz. Bir insan kendisiyle ne
zaman ilgilenmiş olur? Kedisine ait şeylerle ilgilenirse, kendisiyle ilgilenmiş olur mu?
A: Bence ilgilenmiş olur, Sokrates…
S: Bak, bir insan ayaklarıyla ne zaman ilgilenmiş olur? Ayaklarına ait bir şeyle
ilgilendiğinde ayaklarıyla ilgilenmiş olur mu?
A: Anlamadım.
S: Ayakkabılarımızla ilgilendiğimiz zaman, ayaklarımızla ilgileniyor sayılır mıyız?
A: Anlayamadım, Sokrates.
S: Bir şeyi daha iyi kılınca onunla ilgilenmiş olmaz mıyız?
A: Evet.
S: Peki, ayakkabıyı daha iyi kılan sanat nedir?
A: Ayakkabıcının sanatı.
S: Ya ayaklarımızla, gene bu sanat yoluyla mı ilgilenmiş oluruz, yoksa ayaklarımızın daha
iyi olmasını sağlayan sanatla mı?
A: Ayaklarımızın daha iyi olmasını sağlayan sanatla.
S: Ayaklarımızı daha iyi kılan sanat, bütün bedenimizi daha iyi kılan sanat değil midir?
A: Evet.
S: Bu sanat da idman değil midir?
A: Kesinlikle.
S: Demek ayaklarımızla idman sayesinde, ayaklarımıza ait olan şeyle de ayakkabıcının
sanatı sayesinde ilgilenmiş oluruz.
A: Şüphesiz.
S: İdman sayesinde bedenimizle, başka sanatlar sayesinde de, bedenimize ait olan şeyle
ilgilenmiş oluruz.
A: Evet.
S: Demek bir şeyin kendisiyle, bir sanat sayesinde, ona ait olan şeyle de başka bir sanat
sayesinde ilgilenmiş oluruz.
A: Bu gayet açık, Sokrates.
S: Demek kendine ait bir şeyle ilgilenirsen, kendinle ilgilenmiş olmazsın.
A: Evet, Sokrates.
S: Çünkü gördüğümüz gibi, kişi, aynı sanat sayesinde hem kendisiyle, hem de kendine ait
bir şeyle ilgilenemez, öyle değil mi?
A: Evet.
S: Hadi, şimdi söyle: Hangi sanat sayesinde kendimizle ilgileniriz?
A: Bilemiyorum, Sokrates.
S: Peki, ayakkabının ne olduğunu bilmeseydik, ayakkabıyı hangi sanat daha iyi kılar, bilir
miydik?
A: Bilmezdik.
S: Peki, kendimizin ne olduğunu bilmezsek, hangi sanatla kendimizi daha iyi kılabiliriz?
Bunu bilebilir miyiz?

26
A: Bilemeyiz.
S: Bakalım, kendi varlığımız nedir? Bunu nasıl bulabiliriz? Böylece, biz neyiz, bilebiliriz;
ama eğer onu bulmazsak, ne olduğumuzu asla bulamayız.
A: Hakkın var.
S: Öyleyse, yalvarıyorum sana Alkibiades, söylesene, şu anda kiminle konuşuyorsun?
Benimle, değil mi?
A: Evet.
S: Ben de seninle, değil mi?
A: Evet.
S: Demek şu an konuşan benim, yani Sokrates.
A: Evet.
S: Dinleyen de Alkibiades.
A: Evet.
S: Peki Alkibiades, konuşurken sözcük kullanıyor muyum?
A: Evet, kullanıyorsun.
S: Konuşmakla sözcük kullanmak aynı şey mi?
A: Aynı şey, Sokrates.
S: Ama bir şey kullanan kimseyle, kullandığı şey ayrı değil midir?
A: Ne demek istiyorsun?
S: Açıklayayım, örneğin, ayakkabıcı köseleyi bıçak ve başka aletlerle keser, değil mi?
A: Evet.
S: Peki, keser ve alet kullanan kimse, kesmek için kullandığı aletlerden ayrı değil midir?
A: Elbette.
S: İşte demin de “Bir şeyi kullanan kimseyle, kullandığı şey, her zaman ayrı mıdır?” diye
sormuştum.
A: Ayrı sanıyorum.
S: Gene ayakkabıcıyı alalım: ayakkabıcı köseleyi yalnız aletleriyle mi kesiyor, yoksa
elleriyle de mi?
A: Elleriyle de.
S: Demek ellerini de kullanıyor.
A: Evet.
S: Köseleyi kesmek için gözlerini de kullanmıyor mu?
A: Elbette kullanıyor.
S: Peki, bir şeyi kullanan kimseyle, kullandığı şey ayrıdır demiyor muyuz?
A: Evet, diyoruz.
S: İnsan bütün bedenini de kullanmıyor mu?
A: Evet.
S: Ama “Bir şeyi kullanan kimse, kullandığı şeyden ayrıdır.” demiştik.
A: Evet, demiştik.
S: Demek insan, bedeninden başka bir şeydir.
A: Öyle gözüküyor.
S: İnsan nedir öyleyse?
A: Bilmem.
S: Ama insanın, bedenini kullanan bir varlık olduğunu biliyorsun, değil mi?
A: Evet.
S: Peki, bedenini kullanan ruh değildir de nedir?
A: Evet, ruhtur.
S: Bedene emreder, onu bu şekilde kullanır, öyle değil mi?
A: Evet. Öyle gözüküyor.
S: Yanılıyorsun Alkibiades. Çünkü eğer bu bütünün parçalarından emreden, diğeri
emredilen ise, bu bütüne insan diyemeyiz.
A: Doğru.

27
S: Ne beden, ne de bedenle ruhun oluşturduğu bütün insan değilse, insan ya hiçbir şeydir
ya da ruhtan başka bir şey değildir.
A: Öyle.
S: İnsanın ruh olduğunu göstermek için daha açık bir kanıta gerek var mı?
A: Hayır, böyle olduğu açıkça gözüküyor.
S: Öyleyse senle ben, birbirimizle konuşurken asıl konuşan ruhlarımızdır.
A: Öyle.
S: İşte demin de söylediğimiz bu; Sokrates kelimeler kullanarak Alkibiades’le konuşurken,
Alkibiades’in yüzüyle değil, gerçek Akibiades’le yani ruhu ile konuşuyor.
A: Ben de öyle düşünüyorum.
S: Demek “Kendini bil!” diyen o söz, bize, ruhumuzu bilmemizi emrediyor.
A: Öyle gözüküyor.
S: Demek ki bedene dair bir bilgi insanın bazı şeylerini bilmek anlamına gelir ama
aslında bu, insanı bilmek anlamına gelmez.
A: Haklısın Sokrates.
S: Bir daha söyleyeyim: Bedeniyle ilgilenen kimse, kendisine ait bir şeyle ilgileniyor, asıl
kendisiyle değil.
A: Öyle düşünmek gerek.
S: Kendi para işlerine bakan da ne kendisine ait bir şeyle ilgileniyor ne de asıl kendisiyle
fakat kendisinden çok daha uzak şeylerle ilgileniyor.
A: Evet, ben de öyle düşünüyorum.
S: Demek sarraf kendisine ait şeylerle ilgilenmiyor.
A: Doğru.
S: Ve Alkibiades’e âşık olan kimse ona ait olan bir şeyi seviyor, gerçekte Alkibiades’i
değil.
A: Doğru söylüyorsun.
S: Seni seven, ruhunu sevendir.
A: Bütün söylediklerinden bu çıkıyor. Peki Sokrates, söyle bana, kendimizle nasıl
ilgileniriz?
S: Ne olduğumuz üzerinde anlaşmakla bir adım ileri atmış olduk; oysa bunda yanılsaydık,
korktuğumuz başımıza gelir, kendimiz olmayan bir şeyle ilgilenmiş olurduk.
A: Çok doğru.
S: Öyleyse Alkibiades, hangi şeylere baktığımız zaman kendimizi görürüz?
A: Aynaya herhalde ya da onun gibi bir şeye.
S: Ama herkesin kabul edeceği bir şey var.
A: Nedir?
S: İnsan şu üç şeyden biridir.
A: Hangi üç şeyden?
S: Ruh, beden ve ruhla bedenin oluşturduğu bütün.
A: Hiç kuşku yok.
S: “Bedene emreden insandır.” demiştik.
A: Evet, öyle demiştik.
S: Beden kendi kendine mi emrediyor?
A: Hayır.
S: Ona emrediliyor demiştik, öyle değil mi?
A: Evet.
S: Öyleyse aradığımız şey beden değil.
A: Hiç değil.
S: Peki, bedene emreden, bedenle ruhun oluşturduğu bütün mü ve bu bütün de insan mı?
A: Öyle gözüküyor.

28
S: Elbette farkına varmışsındır: Birinin gözüne bakan kimsenin yüzü, tam karşısındakinin
gözünde aynada olduğu gibi gözükür. Bu parçaya gözbebeği diyoruz, çünkü onun içine bakanın
imgesi orada gözükür.
A: Doğru.
S: Demek bir göze bakan başka bir göz, o gözün en iyi parçasına, yani gören parçasına
bakarsa kendini görebilir.
A: Evet.
S: Bedenin başka bir yerine veya kendisine benzemeyen başka bir şeye bakarsa, kendisini
göremez.
A: Doğru söylüyorsun.
S: O halde göz, kendini görmek isterse, bir göze, bu gözde de gözün erdemi, yani görme
erdemi olan yere bakmalıdır.
A: Evet.
S: İşte sevgili Alkibiades, ruh da kendini bilmek isterse, bir ruha ve özellikle ruhun
erdeminin, yani bilgeliğin bulunduğu yere bakmalıdır veya buna benzeyen herhangi bir başka yere.
S: “Kendinin ne demek olduğunu bilmek, bilge olmaktır.” dememiş miydik?
A: Evet.
S: Ne olduğumuzu bilmezsek, bilge değilsek, bize ait iyi veya kötü şeyleri bilebilir miyiz?
A: Nasıl bilebiliriz?
S: Çünkü Alkibiades’i bilmeyen kimse, Alkibiades’e ait olan şeyin de gerçekten onun olup
olmadığını bilemez, değil mi?
A: Elbette bilemez Sokrates.
S: Biz de kendimizin ne olduğunu bilmezsek, bize ait şeylerin gerçekten bizim olup
olmadığını da bilemeyiz, değil mi?
A: Nasıl bilebiliriz?
S: Kendimize ait şeyleri bilmezsek, bunlara ait olan şeyleri de bilemeyiz, değil mi?
A: Evet, bilemeyiz.
S: Kendinin olan şeyleri bilmeyen kimse, başkalarına ait olan şeyleri de bilemez.
A: Hiç kuşkusuz.
S: Başkalarına ait olan şeyleri bilmezse, kente ait şeyleri de bilmez.
A: Elbette.
S: Böyle bir adam kent işlerini yöneten bir adam olamaz.
A: Olamaz.
S: Ne yaptığını bile bilmez.
A: Evet, bilmez.
S: Bilmeyen yanılmaz mı?
A: Elbette yanılır.
S: Yanılınca da hem kendine hem kente kötü davranmaz mı?
A: Başka türlü olamaz.
S: Kötü davranınca bahtsız da olmaz mı?
A: Elbette.
S: Peki ya ilişki kurduğu kimseler?
A: Onlar da bahtsız olur.
S: Öyleyse, bilge ve iyi olmadıkça kimse mutlu olamaz.
A: Kimse olamaz.
S: Demek kötü adamlar bahtsızdır.
A: Evet, hem de çok.
S: Bu bahtsızlıktan da bilge olarak kurtulunur, zengin olarak değil.
A: Evet.
S: Mutlu olmak için, kentlerin, ne duvarlara, ne üç sıra küreklilere ne de tersanelere
gereksinmesi var. Ne de nüfusa ya da genişliğe. Gerekli olan şey erdemdir, öyle değil mi?
A: Evet.

29
S: Öyleyse kent işlerini gerektiği gibi görmek istiyorsan, kentlilere erdem aşılamalısın.
A: Hiç kuşkusuz.
S: Peki, kişi, kendinde olmayan bir şeyi başkasına verebilir mi?
A: Nasıl verebilir ki?
S: Öyleyse önce sen erdem edinmelisin; bu, yalnız kendinle ve kendine olan şeylerle değil
fakat aynı zamanda, kentle ve kente ait olan şeylerle de ilgilenmen demektir, onları yönetmek isteyen
bir kişiye bu gerekir.
A: Doğru söylüyorsun.
S: Eğer eğri davranırsan, gözlerin karanlık ve kötülüğe yönelir. Karanlıkta ve aynı
zamanda kendin hakkında bilgisizlik içinde olursan, olasıdır ki yapacağın iş de kötülük olur.
A: Öyle görünüyor.
S: Bir kentte erdem yoksa kötü davranışlar önlenemez.
A: Elbette.
S: Alkibiades, mutlu olmak için senin de kentin de edinmesi gereken şey iktidar değil,
erdemdir.

30

You might also like