You are on page 1of 6

Duvarları Dansla Aşmak

Billy Elliot
Mustafa PALA

İşçi sınıfını odağına alan filmler, kaçınılmaz olarak bir sınıf atlama arzusunu da barındırır.
Billy Elliot’ta da Billy’nin kafasındaki “Balet mi, madenci mi?” terazisinin “balet” kefesi
aşağı doğru indikçe bu eğilim öne çıkmaktadır. Sınıf atlayarak kurtuluş da doğası gereği
toplumsal değil, bireysel bir kurtuluştur ve işte Billy o kurtuluşa doğru bütün gücüyle
koşmaktadır.
İNSANIN ZİHİNSEL EVRİMİ

Felsefesini klasik bir dizge içinde değil, metaforlarla


ilerleyen sanatsal bir anlatımla kurduğundan olsa gerek,
felsefe tarihinin en çok tartışılan filozoflarında biri olan
Friedrich Nietzsche’nin en kışkırtıcı argümanı nedir diye
sorulsa, çoğumuz “Tanrı öldü!”den sonra, insanın
zihinsel evriminin son aşaması olarak kurguladığı
“üstinsan" konseptini söyleriz. Betimlenmeden
bırakıldığı zaman o denli farklı yorumlara açık bir
kavramdır ki “üstinsan”, bir bıçak gibi onunla ekmek
kesen de olur, adam kesen de! Hitler faşizmi örneğinde
olmuştur da nihayet.

Sanat olgularının sinemada ele alınma biçimlerine ilişkin


bir yazıya, sosyolojik ve ekonomik zorunlulukları askıya
alarak böyle tahrik edici bir ilişkilendirmeyle başlamaktan
maksadımız, yazının etkin okunmasını sağlamaktan
başka; ele alacağımız filmin kahramanının kendini
gerçekleştirme yoluyla söz konusu filozofun çizdiği insanın zihinsel evrim çizgisi arasında bir paralellik
görmemizdir.

Filozofa göre, zihinsel evrimini tamamlayan "üstinsan", ideallerini her türlü değerden üstün tutar;
hakkını arar, kendi hayatını yönetir, kendini var etmeye giden yolda yürür. İdeal insan, bu
yolculuğunda hayatın yükünü, bütün zorluklarını yüklenen, filozofun metaforuyla “deve”
dönüşümünü geçer. Buradan toplumun ve ailenin dayattığı ama sorgulanmayan tabuları temsil eden
“ejderha”ya karşı idealleri için cesaretle mücadele eden “aslan” dönüşümüne ulaşır. Sonra da
kendini, bilinç evriminin son aşamasında yeniden bir “çocuk” olarak var ettiği dönüşümle yolculuğunu
tamamlar.

Nietzsche sorar: “Ama söyleyin kardeşlerim, aslanın gücünün yetmediği, ama çocuğun yapabileceği
ne var ki? Neden yırtıcı aslanın bir de çocuk olması gerekiyor ki?” ve yanıtlar: “Masumiyettir çocuk ve
unutuştur, yeni bir başlangıçtır, bir oyun, kendi kendine dönen bir çarktır, bir ilk hareket, kutlu bir
‘Evet’ deyiştir.” (Böyle Buyurdu Zerdüşt)

İşte o çocuk Billy Elliot’tur ve adını adından alan filmde yoksulluk, aile ve toplum normları
ejderhasıyla mücadele ede ede kendini gerçekleştirir. Çünkü onun “aslan”ı, ölümüyle sevgisinden

1
uzak kaldığı, ona 18’ine basınca okursun diyerek bıraktığı, ama Billy’nin dayanamayıp daha 11’inde
okuduğu mektupta “Her zaman kendin ol!” diye yazan annesidir!

BILLY ELLIOT

Neden söz ediyoruz? Tabii ki İngiliz tiyatro ve film yönetmeni Stephen David Daldry’inin ilk uzun
metraj olarak yönettiği; Lee Hall’in, A. J. Cronin'in The Stars Look Down adlı romanından kısmen
esinlenerek senaryosunu yazdığı; görüntü yönetmenliğini Brian Tufano’nun yaptığı, kurgusunu John
Wilson’un gerçekleştirdiği, Punk akımının etkilerinin sürdüğü bir dönemi yansıtan müziğini Stephen
Warbeck’in düzenlediği ve 2005’te müzikal olarak çekilen, 2014’te ise canlı Müzikal olarak
sahnelenen artçılarının kaynağı olan 2000 yapımı İngiliz filmi Billy Elliot’tan.

Filmde 14 yaşındaki Jamie Bell, dans tutkunu 11 yaşındaki Billy Elliot’a; Julie Walters kararlı, azimli,
mücadeleci dans öğretmeni Mrs. Wilkinson’a; Gary Lewis yoksul ailesini ayakta tutmaya çalışan,
grevdeki maden işçisi baba Jackie Elliot’a; Jamie Draven gençliğinin verdiği heyecanla işçi
mücadelesinde yer yer anarşist sapmalar gösteren, düzene karşı öfke dolu ağabey Tony Elliot’a; Jean
Heywood gözleri görmeyen, hafızasını yitirmeye başlamış ‘büyükanne’ye; Stuart Wells, Billy’nin
arkadaşı ve karşı cinsle kendini özdeşleştirmekten hoşlanan Michael Caffrey’e hayat veriyor.

Oyuncularının performansı ve senaryosunun yetkinliğiyle öne çıkan filmin yönetmeni Stephen Daldry,
2002’de de Virginia Woolf’un Mrs. Dalloway adlı romanını konu alan Michael Cunningham’ın Saatler
adlı romanını aynı adla sinemaya uyarladı ve büyük başarı kazandı. Film daha önce Sinemada Sanat
yazılarımıza da konu olmuştu. Billy Elliot, 2000, 2001 yıllarında Britanya Bağımsız Film Ödülleri’yle
BAFTA ve daha birçok başka yarışmada En İyi Film, En İyi Yönetmen ödülüne ve Oscar adaylığına
(Stephen Daldry), En İyi Senaryo (Lee Hall), En İyi Erkek Oyuncu, En İyi Çıkış Yapan Oyuncu (Jamie Bell)
ve En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu (Julie Walters) ödüllerine layık görüldü.

Yazının girişinde bir an için askıya aldığımız sosyal gerçekliği filmin konusu bağlamında askıdan alacak
olursak, hikâyenin tüm gövdesiyle tarihsel bir gerçekliğe oturduğunu söylememiz gerekir: Hikâye,
1984 yılına zamanlanıp İngiltere'nin kuzeyindeki maden bölgesi Durham’da kurgusal bir kasaba olan
Everington’a mekânlanıyor; dönemin kömür madeni grevlerinde işçilerin ekonomik hakları için
verdikleri toplumsal mücadeleyle Billy’nin, ailesinin ve çevresinin önyargılarını yıkma mücadelesinin
koşutluğunda ilerliyor.

SOSYAL ARKA PLAN

1970’lerin sonlarında kaynaklarını tüketen kapitalizm, evrensel bir krizin içine girdi. Çare olarak
kapitalizmin kamu sermayesiyle desteklenip beslenmesi öngörüldü. Kamudan özel sektöre sermaye
aktarılmasını sağlayan özelleştirmeler böyle başladı. Halkın ve çalışanların büyük direnişiyle karşılaşan
bu ekonomik politika, kimi ülkelerde devletle örgütlü çalışanları karşı karşıya getirdi. Bizim gibi
ülkelerde özelleştirmelere karşı direnişler ise 12 Eylül gibi Amerikancı darbelerle kesildi, toplum
cuntaların baskı ve diktalarıyla zapturapt altına alındı.

1983’te yapılan Birleşik Krallık genel seçimlerinde iktidar olan Muhafazakâr Parti’nin Başkanı,
İngiltere'nin de ilk kadın başbakanı olan Margaret Thatcher liderliğinde uyguladığı liberal ekonomik
ve siyasal politikalarla işçi sınıfına karşı amansız bir mücadeleye girişti. Mücadelenin temel hedefi bir
yandan özelleştirme politikalarının önünde engel gördüğü işçi sınıfının direncini kırmak, bir yandan da
devlet üzerinde etkili olan sendikaların iktidarını yıkmaktı. Bunun için Thatcher, hükümeti kurar
kurmaz sert ekonomik önlemler almak ve polisin yetkisini artırmakla işçi sınıfının yeminli düşmanı
haline geldi; bu amansız politikalarıyla “Demir Leydi” unvanını kazandı!

2
1984 grevi, Ulusal Maden İşçileri Sendikası’nın (National Union of Mineworkers) gücünün kırılması
için hükümetçe bir olanak olarak değerlendirilmiş, hatta tasarlanmıştı. Çünkü Margaret Thatcher
iktidara gelir gelmez ilk iş olarak, maden işçilerinin dayanamayacağı bir süre için yeterli olacak kömür
stoku yapmış ve güvenlik güçlerini yetkilendirerek işçilerin üzerine salmıştı. İkinci paylaşım savaşı
sonrası İngiltere’de en büyük endüstriyel kriz olan grev için madenciler umut doluydu; çünkü 1974’te
de aynı sendika muhafazakâr yönetimi iktidardan indirmeyi başarmış, devlet içinde önemli mevziler
kazanmıştı.

Şimdi ise hükümet, Ulusal Kömür Kurumu’nun kömür kapasitesini azaltmak ve 20 kadar maden
ocağını kapatmak istiyordu; bu işsizlik, açlık ve sefalet demekti. O yüzden işçiler bir yandan polisle
çatışıp grev kırıcı arkadaşlarının madene inmelerini protesto ederken diğer yandan da ailelerinin
yaşadığı yoksullukla baş etmeye çalışıyorlardı. Maden bölgelerinde toplumsal dayanışma üst
düzeydeydi. Sadece maden işçileri değil, çoluk çocuklarıyla herkes mücadelenin içindeydi. Buna karşın
polis şiddeti ve açlık yoksulluk karşısında işçilerin dayanma gücü kırıldı, sendika yenilgiyi kabul etmek
zorunda kaldı, grevi sonlandırdı. Ondan sonra da bu maden bölgeleri kayıp alanlara dönüştü. Grev
sona erince geriye Durham'da boş dükkanlar, terk edilmiş ocaklar kaldı ve açlık arttıkça toplumda
huzursuzluk da arttı, suç yaygınlaşmaya başladı.

KURTULUŞLARIN KOŞUTLUĞU

Baba ve büyük oğul Tony grevi


canla başla desteklerken Elliot
ailesinin küçük oğlu Billy,
geleneksel ataerkil değerler ile
yoksulluk içinde yaşayan bir
ailede ve çevrede sınıf atlama
hevesi ve gayreti olarak da
okunabilecek bireysel “kurtuluş”
ve “varoluş” mücadelesi
veriyordu. Geçimini kömür
madeni işçiliğiyle sağlayan
ailenin üyelerinden baba Jackie ile abi Tony, maden ocaklarının kapatılması, çalışanların ücretlerinin
ödenmemesi nedeniyle isyan eden işçilerin eylemlerine katılıyor, grevi sonuna kadar destekliyor,
zaman zaman polisle çatışıp köşe kapmaca oynuyorlardı! Evde gözleri görmeyen ve artık hatıralarını
da yitirmeye başlamış olan yaşlı büyükannenin bakımı, okul saatleri ve hafta sonundaki boks kursu
dışında Billy’ye kalıyordu.

Sevgisine doyamadan yitirdiği annesine büyük bir özlem duyan Billy, duyarlı ve kırılgan yapısıyla
piyano çalarken, müzik dinlerken, dans ederken içinde yaşadığı sosyal çevrenin, ataerkil babanın ve
abinin sert, katı bariyerlerine çarpıyordu. Babası, hafta sonları baba mirası boks eldivenlerini Billy’nin
boynuna asıp onu boks kursuna gönderiyordu. Abisi, grevdeki şiddet yanlısı tavırları ve tepkisel
hareketleriyle Billy’nin kırılgan duygu dünyasını hırpalıyordu. Bu noktada onun kişisel yönsemeleri uç
veriyor, bu natüralist dünyadan kaçıp balenin, müziğin, kitapların, filmlerin estetik dünyasına
sığınmak istiyordu. Sanatın bu dünyası, ailenin ve kasabanın yaşadığı dünya ile bir karşıtlık
oluştururken, her iki dünyada verilen mücadele ise bir koşutluk içinde yürüyordu.

Çalıştığı maden ocaklarının bulunduğu kasabanın dışına çıkmamış, kent yaşamının ve modern hayatın
normlarından uzak kalmış baba Jackie, maden işçiliğinin sert ve acımasız doğasıyla baleyi kadınların ya
da erkekse homoseksüellerin işi, sanatı olarak değerlendiriyordu. Onun karşısına erkek sporu olarak
tanımladığı boks, futbol, güreş gibi güç ve dayanıklılığa dayanan sporları koyarak Billy’i boksa

3
yönlendiriyordu. Böylece Yönetmen Stephen Daldry, filmde toplumsal cinsiyet için de bir tartışma
alanı açıyor; hatta ablasının elbiselerini giyen, dudaklarına ruj sürüp balerinlerin giydiği tütüye ilgi
duyan Michael Caffrey (Stuart Wells) karakteri üzerinden heteroseksüel cinsiyet karşısında kişisel
tercihleri de kaşıyordu.

Babası, Billy’nin boks kursuna değil, gizli gizli bale öğretmeni Bayan Wilkinson’un kursuna gittiğini
öğrendiğinde deliye dönmüş ve küçük oğlunu karşısına almış, Wayne Sleep gibi başarılı erkek baletler
varken, balenin neden sadece kadın işi olduğu konusunda Billy’i ikna edememiş olsa da bir güzel
tehdit etmişti. Ama tehdit kimin umurunda, Billy’nin içine bale kurdu düşmüş bir kere: “Senden nefret
ediyorum, aşağılık birisin, bırak beni!” haykırışıyla yerinden fırladığı gibi, yolda yürürken yaşadığı ve
yer yer dansa dönüşen öfke patlamalarının tetiklediği beden hareketleriyle koşup Bayan Wilkinson’a
sığınmıştı.

TOPLUMSAL CİNSİYETÇİLİK

Elliot ailesinin de dahil olduğu gibi cinsiyetçi bir kültürün ve kurumsallaşmanın yaşandığı ataerkil
toplumlarda bireylerin cinsel gelişimleri çoğu kez yaralanır. Çünkü böyle toplumlarda kadın-erkek
ilişkisi bir sömürülen-sömüren ilişkisiyle bütünleşir. Baba Jackie’nin yaşadığı ezen ezilen sosyal sınıf
gerçekliği ve ataerkil kültürü, onun karşı cinse bakışını da etkilemiş; Jackie erkeği güç, kadını zayıflık
olarak kodlamıştır. Bu nedenle küçük oğlunda, onun bale tercihi nedeniyle zayıflığa düşebilme
olasılığını ortadan kaldırmak, erkeğin güç odaklı kültürüne ve dünyasına kazanmak istemektedir. Bu
ilişkiler ve eğilimler içinde kadınlık ve erkeklik kimliğinin kültürel ve toplumsal olarak nasıl
kurulduğuna, kadın ve erkek arasındaki farklılıkların nasıl inşa edildiğine de tanık oluruz.

Öte yandan Yönetmen Daldry’nin, baba Jackie’yle feodal kültürün bu türden bir cinsiyetçi temsilini,
Billy’nin arkadaşı olan ve karşı cinse duyduğu ilgi ve eğilime sahip Michael Caffrey’le bir adım daha
ileri taşır. Michael, gizli gizli kadın elbiseleri giymekte, aynanın karşısında kendisini seyretmekte,
dudaklarına ruj sürmekte, balerin kızların giydiği dans eteği tütüyü giymeyi hayal etmekte, Billy’e
dokunmaktan hoşlanmaktadır. Dahası Michael, babasının da yalnız olduğunu sandığı zamanlarda
annesinin elbiselerini giydiğini Billy ile paylaşır. Neden Billy ile? Çünkü yaşadıkları sosyokültürel ortam
bu türden cinsel eğilimleri kaldıramayacak katılıktadır; ama arkadaşı Billy çocuk saflığıyla onu
yargılamadan, suçlamadan, mahkûm etmeden, olduğu gibi kabul eder.

1960’lı yıllarda Batılı toplumların toplumsal eşitsizliklere itirazları içinde toplumsal cinsiyet ayrımcılığı
da vardı kuşkusuz ve bu itiraz 1980’li yıllarda henüz yozlaşmamış, 68 hareketinin genel özgürlük
talepleri içinde korunmuştu. Bu tür bir cinsel aydınlanmanın yaşandığını bale öğretmeninin kızı
Debbie’nin (Nicola Blackwell) anne babasının ve kendi cinselliği konusunda son derece rahat
konuşabilmesinde de görüyoruz. Ama işi, annesiyle babasının seks yapmadıklarına, babasının
işyerinde başka bir kadınla birlikte olduğunu söylemeye vardırmasını, Michael’inse çocuk yaşına
karşın cinsel tercihindeki özgüvenini ve o kültür içindeki rahatlığını, filmi gerçeklik duygusundan
uzaklaştıran birkaç abartı örneğinden ikisi olarak not edebiliriz.

1984’e zamanlanan filmin toplumsal cinsiyet tartışmasını, 1968’in genel özgürlük taleplerinin mirası
ev onun bir parçası olarak görmek durumundayız. Sonraki yıllarda kapitalizmin heteroseksüel kültür
içinde toplumsal cinsiyetçiliğe kaşı duruşu nasıl metalaştırdığını, toplumsal itirazların enerjisini salt
cinsel özgürleşme isteğine indirgeyerek nasıl söndürdüğünü söylemeye bile gerek yok. Dünün
toplumsal cinsiyetçiliğe karşı cinsel özgürleşme hareketinin bir parçası olan LGBT+’nın da bugün
kendini kapitalizmin bu metalaştırma, hatta pornolaştırma eğiliminden ve etkisinden kurtarması,
toplumsal özgürleşmenin bir parçası kılması önemlidir.

BILLY’NİN DÖNÜŞÜMÜ

4
Billy’nin dönüşümünden çok, babası Jackie’nin dönüşümü olarak da okunabilecek hikâyeye dönecek
olursak, enerjisini boşaltmazsa taşıyamayacak bir gerilim içinde Billy, mutlu olsa da hüzün dolsa da
dans eder. Polis işgali altındaki sokaklarda, kahırlı evlerin damlarında, yaşlı duvarların üstünde bitmez
tükenmez bir elektrikle duygularını dışa vurur. Dans onun hayatla bağı, “aslan” dönüşümünün
mücadele aracı ve öfkesini, acılarını, sevinçlerini, en derin duygularını ifade edebildiği anadilidir. Bu
dilin enerjisi, babasını da abisini de dönüştürmeye kadirdir.

Babasının kendisine biçtiği rolü kabul etmeyen Billy, kafasında taşıdığı “Balet olmak madenci
olmaktan daha mı iyidir?” sorusuyla kendisini bale öğretmeni Bayan Wilkinson’un korumasına bırakır.
Wilkinson, Billy’nin Kraliyet Bale Akademisi’ne girmesini istemekte, bunun için de onu özel derslerle
Newcastle'da yapılacak olan seçmelere hazırlamayı düşünmektedir. Billy, içindeki bale tutkusu ve
coşkusunu bastıran babası ve abisinin yok sayıcı tavırları yüzünden teklifi umutsuzca onaylar.

Bilindiği gibi işçi sınıfını odağına alan filmler, kaçınılmaz olarak aynı zamanda bir sınıf atlama
arzusunu, dolayısıyla sömürülen sınıfı olumsuzlama ve arzulanan sınıfı olumlama gibi bir eğilimi de
barındırır. Billy Elliot’ta da Billy’nin kafasındaki “Balet mi madenci mi?” terazisinin “balet” kefesi aşağı
doğru indikçe bu eğilim öne çıkmaktadır. Sınıf atlayarak kurtuluş da doğası gereği toplumsal değil,
bireysel bir kurtuluştur ve şimdi Billy o kurtuluşa doğru bütün gücüyle koşmaktadır.

Ne var ki bu koşu, polisle çatışıp kaçan abisi Tony’nin tutuklanması nedeniyle Newcastle seçmelerini
kaçırmasıyla sona erer ve umutları bir kere daha suya düşer. Yasakçı babasından ve abisinden gizli
sürdürdüğü bale çalışmaları, açığa çıkıp da baba duvarına tosladığında Billy’nin dönüştüğü “aslan”
kükrer! Billy, babasının karşısında, adeta orada kimse yokmuşçasına coşku ve öfkeyle dans ederek
babasına meydan okur. Bu kararlı karşı duruştan sonra artık Jackie’ye yapacak bir şey kalmamış; Billy
“aslan”ının kükremesi karşısında o da boyun eğmiş, babalık sorumluluğunu anımsamıştır.

Şimdi, oğlundaki bu dans etme arzusuna karşı koyacak bütün gücünü yitiren Jackie, onu Newcastle
seçmelerinin telafisi için Londra’ya Kraliyet Bale Akademisi’ndeki seçmelere götürmelidir. Ne var ki
yoksulluk, parasızlık bu babalık görev ve sorumluluğunun önünde aşılması gereken büyük bir engeldir.
Nefret ettiği grev kırıcılığına boyun eğer; madene gider, çalışmak istediğini söyler. Oğlu Tony durumu
öğrenince çılgına döner, babasını şiddetle itiraz ettiği bu kararından vaz geçirmelidir. Kömür ocağına
dönüşünü engellemek için zor kullanarak babasını madenden dışarı sürüklemeye çalışır. Sarılıp
çaresizliklerine ağladıkları dramatik sahne seyircinin, oyuncunun temsil ettiği karakterle güçlü bir
duygudaşlık kurduğu etkili bir sahnedir.

Ne piyango ne konser düzenlemek ne de Kadınlar Birliği’nden alınacak yardım gerekli para için uygun
ve yeterli değildir. Billy, bir kere daha Kraliyet Bale Akademisi rüyasının etkisinde yolda, damda,
duvarda, her yerde mutlulukla dans eder; babası Jackie ise yüzüne yansıyan iç hesaplaşma sürerken,
yol ve otel parası için, ölen karısının değerli takılarını bozdurmak zorunda kalır.

Sonra, babanın yaşadığı kasabanın dışına ilk kez çıkacak olmasıyla ilgili yolculuk diyalogları; Billy’nin
yoksulluk ve çaresizlikle kıstırılmışlığı içinde sınav öncesinde akranına sergilediği şiddet; sınav
süresince yaşadığı sonucun belirsizliğinden kaynaklanan stres; her şeyi bırakıp geri dönmekle
dönmemek arasındaki kararsızlığın gerilimi; zengin Londra bürokrasisinin yoksul Kuzey’e
üstünlüğünün bir resmi olan jürinin soğuk, mesafeli tavırları ve duvar suratlarının yarattığı kaygı;
zengin aile bireyi için sıradan bir eleme olan sınavın, Billy’nin bir varoluş mücadelesi olması…

Seçmelerin sonunda babası salondan çıkmış, Billy’de moral çöküntüsü içinde çıkmak üzere kapıya
yaklaşmışken Jüri Başkanı, içinde kıvrandıkları sıkıntıyı aşıp baleyle ilgili düşüncelerini öğrenmek üzere
son kez sorar:

5
- “Bu arada son bir soru, Billy... dans ederken neler hissediyorsun?

- “Bilemiyorum… Sadece iyi hissediyorum işte… Başlangıç zor oluyor… Bir kere başlayınca, sanki her
şeyi unutuyorum… Bu sanki... bir tür yok oluş. (“Varoluş”un çocukça söylenişi olmalı.) Bir tür kayboluş.
Sanki içimdeki her şey değişiyor… İçimde bir ateş varmış gibi… Sanki dans ederken... bir kuş gibi
uçtuğumu hissediyorum... Elektrik gibi… Evet... tıpkı elektrik gibi…”

SANAT O ‘ÇOCUK’TUR!

Ve sonuç için sancılı bir bekleyiş başlar. Postacı seçmelerin


sonucunu bildiren mektubu getirdiğinde tüm aile bir masanın
etrafında sessizce Billy’nin gelip mektubu açmasını bekler.
Sonuç, gözyaşı dökecekleri niteliktedir, ama mutluluktan!

Ne var ki hemen ardından film boyunca birlikte ilerleyen


sanatla bireysel kurtuluş mücadelesi ile direnmekle toplumsal
kurtuluş mücadelesi arasındaki koşutluk, bozulur: “Geri
dönüyoruz. Grev bitti Jackie. Sendika dün pes etti!”

Yıllar sonra, Kraliyet Bale Akademisi’nin dönem sonu gösterisi


başlamak üzereyken salona Billy’nin babası ve abisi girer. Kuğu
Gölü Balesi için perde açılmazdan az önce salonda gurur ve
duygu dolu bir yüzle Jackie, onun yanında oğlu Tony ve
Billy’nin cinsel tercihini cesaretle gizlemeyen arkadaşı Michael
oturmaktadır. Baba Jackie’nin yüzünden, oğlunun hikâye
boyunca verdiği mücadeleden duyduğu gururla birlikte, oğlunun arzuları önüne çıkardığı engellerden
duyduğu pişmanlık okunmaktadır. Gösteri için sahne gerisinde son hazırlıklarını yapan ve heyecanını
bastırmaya çalışan delikanlı Billy’e babası ve abisinin salonda oldukları haber verilir.

Billy, tüm bedenindeki elektriği bacaklarında toplar. Perde gerisinden sahneye grand jeté figürüyle
öylesine yükselerek geçer ki, bir boy yukarıdayken film donup kalmasa, sahneden uçup gideceğini
sanırız, hayatla sanatın koşutluğunu bu kez sanat lehine bozarak!

You might also like