You are on page 1of 54

ERKEKLİK LİTERATÜR

ATAERKİLLİK
Gordon Marshall’ın Sosyoloji Sözlüğü’nde tanımladığı üzere ataerkillik, “babanın hakimiyeti”
anlamını taşımaktadır. Başlangıçta erkek aile reislerinin otoritesi üzerine kurulu toplumsal bir
sistemi tanımlamak için kullanılırken zamanla erkek tahakkümünü yansıtan bir kavram haline
geldiği söylenebilmektedir (2005: 47). Feminist bakış açısı da bu hakimiyetin sadece aile
içerisinde değil aynı zamanda kültürel, siyasi, ekonomik, eğitim ve din gibi toplumsal
kurumlarda da devam ettiğinden bahsetmektedirler. Erkeklerin fiziksel olarak daha güçlü,
rasyonel düşünebilen varlıklar olarak nitelendirilirken, kadınların ise güçsüz, duygusal,
korunmaya muhtaç varlıklar olarak nitelendirilmesi sonucunda erkek tahakkümünün başka ve
daha geniş bir deyişle eril tahakkümün bir inşa süreci olduğu üzerinde durmaktadırlar
(Yıldırım, 2016: 11-12). “Ataerkilliğin toplumun derinliklerine nüfuz etmesi, onu görünmez
kılmakta ve bu sebeple bize “doğal olan” bir varoluş biçiminde görülmektedir” (Bhasin’den
aktaran; Kundakçı, 2007: 29-30).
Ataerkilliğin iki boyutta işlediğinden bahsedilmektedir. Bunlardan ilki ataerkil ağdır. Ataerkil
ağ dendiği zaman, ataerkil algılayışların tamamı, pazarlıkları, sözleşmeleri, iktidar ilişkileri,
olguları içine alan soyut bir yapıdan bahsedilebilir. Ataerkil sistem dendiğinde ise, bütün
bunların içerisinde yer alan soyut iktidar biçimleri düşünülebilir. Zaman içerisinde bu sistem
içerisinde yer alan yapılar dönüşebilmekte ancak temel yine aynı kalmaktadır. Erkek biçimleri
de bu yapı içerisinde yer alan, yer ve şekil değiştiren veya dönüşen durumlar olarak
tanımlanabilmektedir. Bu değişim ve dönüşümler sırasında temelde kalan bir yapı vardır o da
ataerkil sistemdir (Demren’den aktaran; Kundakçı, 2007: 30).
Ataerkil toplumlarda bilgi birikimine ve yaşam biçimine yön veren öznenin de erkek olduğu
görülür (Demez, 2004: 53). Ataerkil düşünceye göre erkeklerin doğuştan güçlü ve akılcı
olduğu varsayılır. Roller ve toplumsal sistemler, yönetmek ve egemen olmak için var
olduklarına inanılan erkeklerin kurallarıyla şekillenir. Buradan hareketle, otoriteyi temsil
eden erkekler, gücü ellerinde tutarak kadınları ve diğer bireyleri tahakküm altına
almaktadırlar (a.g.e.: 53)
1
Orijinal kökeni bağlamında ataerkillik (patriarka), babanın yönetimi, babanın ailede genç
2
erkeklere, kızına ve karısına hükmetmesi demektir (Ehrenreich 1995:284). Ataerkillik,
kamusal ve özel alanda toplumsal dayanakları olan sosyal bir sistemdir ve toplumda soyun
aktarılması, mirasın devredilmesi ve ekonomik güce sahip olma ile çocuklar ve kadın
üzerinde tam yetkiye sahip olma gibi temel görevlerin erkeklere verilmesi anlamına gelir.
Ataerkillik varsayımına göre erkekler, doğal yapılarının bir özelliği olarak daha akılcı ve
güçlüdürler; yönetmek ve egemen olmak için yaratılmışlardır. Buradan siyasal alanı yani
devleti temsil etmeye daha elverişli oldukları sonucuna varılır ve toplumsal sistemler ve
rollerin belirlenmesi bu normlara göre gerçekleşir (Demez 2005:61).
Kamla Bhasin’e göre ataerkillik, daha önceleri babanın-erkeğin yönetimindeki aileyi
tanımlamak için kullanılıyor iken günümüzde genel anlamda erkek egemenliği ve kadınları
baskı altına alan bir sistem anlamında kullanılmaktadır (Bhasin 1994:3). Eisenstein,
ataerkilliği, erkeklerin yönetiminde güçle, doğrudan baskı ile ya da gelenek, hukuk, din, töre,
eğitim, emeğe uygulanan cinsiyet ayrımcılığı yoluyla işleyen sosyal, ideolojik, politik bir
sistem olarak tanımlamıştır (Eisenstein 1983:5). Günlük yaşamımızda deneyimlediğimiz
baskı, aile içinde, iş yerinde ve toplumda ayrımcılık, gözardı etme, kontrol, sömürü, şiddet
gibi değişik şekiller alabilmekte ve patriarkal sistemin unsurları olarak sayılmaktadır (Bhasin
1993:3). Ataerkilliğin toplumun derinliklerine nüfuz etmesi, onu görünmez kılmakta ve bu
1
sebeple bize “doğal olan” bir varoluş biçiminde görülmektedir (Bhasin 1993:9).
Ataerkilliğin
işleyişi iki boyutludur: Ataerkil ağ ve ataerkil sistem. Ataerkil ağ, tüm ataerkil
algılayışları, pazarlıkları, sözleşmeleri, iktidar ilişkilerini, olguları kapsayan soyut bir yapı
olarak düşünülebilir. Ataerkil sistem, ise bu kürenin içerisinde yer alan soyut iktidar biçimleri
olarak görülebilir. Zaman içerisinde, ataerkil ağ içindeki dizilerden bazı öğeler atılırken
bazıları yer değiştirir. Yapı dönüşürken, değişiklikler diziye ait olarak kalmaktadır (Demren
2001:2). Erkeklik biçimleri de bu dizilerin içerisinde yer alan, yer değiştiren, atılan ve
dönüşen ögelerdir. Bu ögeler ne kadar dönüşseler veya atılsalar da yerine başkaları konur.
Böylece tüm değişiklikler, aynı diziye yani ataerkil sisteme ait olarak kalırlar. Ögelerdeki
2
değişime rağmen ataerkil sistem aynı özü korur ve varlığını sürdürür (Demren 2001:3).
Ataerkil sistemin devamının sağlanmasına yönelik olarak, aile kurumu temel bir
birimdir. Yeniden üretim ve üretim ilişkileri, özellikle aile içerisinde kendisini gösterir. Erkek,
ailenin reisi olarak kabul edilir. Aile içinde kadının cinselliğini, emek ve üretimini erkek
kontrol eder. Aile içinde kadının alt, erkeğin üst kademede olduğu bir hiyerarşi mevcuttur.
Aile, aynı zamanda gelecek neslin sosyalizasyonu açısından da önemlidir (Bhasin 1993:9)
Catharine McKinnon, cinselliğin bir eşitsizlik olarak toplumsal cinsiyetin merkezinde yer
aldığını ileri sürer. Cinsellik, erkek ve kadın arasındaki eşitsizliğin cinsiyetlendirildiği ve
kristalleştiği bir alan oluşturur. Bu alan içerisinde, daha az güçlüye yöneltilen saldırganlık,
cinsel bir zevk olarak deneyimlenmekte, erkekliğe yetki ve güç kazandıran bir nitelik olarak
görülmektedir. Bu nitelik, erkekliğin hiyerarşi ve kontrolün merkezileştiği bir kimlik olarak
kurgulanmasına yardımcı olur. Cinselliğin güçsüz tarafı olan kadın için ise, ikincillik,
ezilmek, baskılanmak cinsel zevk adı altında cinsellik kılıfına bürünür. Erkek egemenliği ve
kadının baskılanması, cinsel zevk deneyimlenirken egemen kod olmaktadır (McKinnon
1992:115).
Bu bağlamda ataerkillik, Larrain’in de ifade ettiği gibi “erkeklerin kadınlara egemen oldukları,
onları bastırdıkları ve sömürdükleri toplumsal bir sistemdir"(2008: 55).
Atay’ın belirttiği gibi (2004: 17) bu savı destekleyen çeşitli araştırmalar, ataerkil toplumlardan
önce anaerkil bir toplumsal örgütlenmenin var olduğunu öngörür. Tarımın keşfi, yerleşik
hayata geçiş ve tarım devrimini izleyen süreçteki gelişmeler mülkiyet, eşitsizlik ve tahakkümü
ortaya çıkarmıştır. Avcı toplayıcı topluluklar, yerleşik hayata geçerek tüketebileceklerinden
fazlasını üretmiş, bu nedenle artı değer ortaya çıkmış, uygarlığın temeli atılmıştır. Bununla
birlikte toplumsal cinsiyet özelinde, tarımsal etkinliğin yaygınlaştığı ve iyi bir biçimde
örgütlenmiş olduğu saban tarımı döneminde erkek iktidarı ortaya çıkarak kadın erkeğe
bağımlı ve mahkûm kılınır(Atay, 2004: 15-17).
Engels, Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni adlı eserinde (2015) ataerkil yapıyı
kapitalist sistemle ilişkilendirir ve bu yapının ortaya çıkışını aile kurumu üzerinden açıklar
(Engels, 2015: 51-69). Tarih öncesi komünist anaerkillik belirli bir anda ataerkillik tarafından
tersine çevrilmiştir. Tarihteki ilk sınıf çatışması Engels’in deyimiyle erkek ve kadın arasındaki
uzlaşmaz karşıtlığın karı- koca evliliği içinde gelişmesiyle örtüşür. Tek eşli evlilik ve aile
kurumu, kadının baskı altına alınmasıyla sonuçlanmıştır. Bu bağlamda ilk sınıf baskısının dişi
cinsin erkek cins tarafından baskı altına alınmasıyla örtüştüğü göze çarpar (Engels, 2015: 53).
Engels “köklü devrim” olarak adlandırdığı bu değişimi, kadın cinsinin en büyük tarihsel
yenilgisi olarak nitelendirir (Engels, 2015: 69). Analık hukukunun yıkılışı, ev içi yönetimin dahi
erkeğin eline geçmesiyle sonuçlanmış ve kadının aşağılanmasını ve köleleştirilmesini
beraberinde getirmiştir. Bu aşağılanma ve köleleştirme durumu, yunanlıların kahramanlık
çağından başlar ve klasik dönem de dahil olmak üzere tarih boyunca sürmüştür. Değişik
biçimlerde gizlenmiş, yumuşak biçimlere büründürülerek saklanmış olan bu durum sona
ermemiş, ortadan kaldırılamamıştır (Engels, 2015: 62). Kadın değişim değerine sahip bir
nesne haline gelerek kendi bedeni ve yaşamı üzerindeki denetimini yitirmiştir. Bu durum
modern aile biçiminde de varlığını korumaktadır: “koca (erkek), hayatı kazanmak ve ailesine
bakmakla yükümlüdür ve bu durum ona üstün bir konum sağlar” (akt. Donovan, 2014:148).
Firestone’a göre ataerkilliğin ve ataerkil yönetme ideolojisinin, cinsiyet ayrımcılığının üzerine
kurulduğu cinsiyete dayalı işbölümünün nedeni, kadının üreme işlevidir (akt. Donovan, 2014:
277). Berktay’ın ifadesiyle, kadınların adet görme, gebe kalabilme, doğurma ve emzirme
yetileri, bedenlerinin potansiyel olarak tehlikeli bir akışkanlık içinde, akıl gücünün denetimi
dışında ve hatta ona karşı bir şey olarak görülmesine yol açmıştır. Kadın bedeni, erkek
bedeninin denetimli haline karşıt olarak gizemli ve denetlenmesi gereken bir olgu olarak
kabul edilmektedir. “Dolayısıyla kadınlar erkek imgeleminde sadece daha aşağı varlıklar
olmakla kalmazlar, aynı zamanda korku ve iğrenmenin de nesnesidirler” (Berktay, 2009: 58-
59).
Marksist düşünceye göre kapitalizmin ideolojik üremesi için şart olarak görülen aile, ikinci
dalga feminizmde ataerkilliğin yeniden üretimi için gerekli olan bir kavram olarak karşımıza
çıkar (Donovan, 2014: 274). Kate Millett, Cinsel Politika adlı eserinde ataerkil düzenin temel
kurumunun aile olduğunu ifade etmiştir (Millett: 2011: 60). Çocukların cinsel rol, ruhsal yapı
ve toplum içindeki yer hakkındaki tutumları aile içinde, ataerkil ideolojinin etkisiyle oluşur
(Millett, 1969: 63). Dolayısıyla aile biçimlerinde meydana gelen değişiklikler kadının
konumunu etkileyen çeşitli eğilimlere yol açmıştır (Giddens, 1998: 117). Tarihsel süreç
ekseninde değerlendirildiğinde ise bu durumun, özellikle aydınlanma çağında ortaya konulan
kamusal- özel ayrımı ve sanayi devrimi sonrasında gerçekleşen ev ile iş yerinin keskin
ayrımıyla şekillendiği görülmektedir. Kadın, akıl dışı bir varlık olarak kamusal alanın dışına
itilmiş (Donovan, 2000: 68), anne olarak ailenin içine, yani özel alana hapsedilmiştir (Giddens,
1998: 117). Erkeklerin kamusal alanı ellerinde tutarak kadını özel alana hapsetmeleri,
kadınların karar alma süreçlerinden uzaklaştırılması anlamına gelir. Kadınların söz sahibi
olamamaları erkek egemenliğinin pekişmesiyle sonuçlanmış, eril iktidar ve bakış açısı
aileden diğer bir deyişle özel alandan başlayarak tüm topluma yayılmış, kurumlaşmış ve
zamanla meşrulaşmıştır.
Ataerkil sistemin öncesiz bir sistem olmadığı, tarihin bir bölümünde kadın üstünlüğü ya da
cinsler arasında eşitliğin var olduğu süreçler yaşandığından hareketle günümüz toplumunda
kadın ve erkeklere –doğal olarak- yüklenen rollerin bir kurgu olduğu söylenmelidir.
Kadın ile erkeği ayrıştıran kamusal alan - özel alan ayrımı gibi kültür ve doğa ayrımı da bu
düalist bakış açısını örneklemektedir. Bu ayrıma göre kültür doğadan bağımsız ve sadece akla
dayanan bir düzeyde ele alınırken doğa, kadın imgesini hatırlatır bir biçimde üzerinde
egemenlik kurulabilen ve kültür tarafından dönüştürülebilen bir şey olarak karşımıza
çıkmaktadır (Selek, 2011: 46).
Başka bir ifadeyle ataerkil toplumsal yapılar, cinsiyet eşitsizliğini ve cinsiyet temelli bir
hiyerarşiyi ortaya koymaktadır. Bunun ötesinde, cinsiyet ayrımının toplumsal örgütlenişinde
kadınsı olan basitçe dışlanmamakta, kadınsılığın niteliği ve içeriği bu dışlama yolu ve
süreçleriyle oluşturulmaktadır (Selek, 2011: 47).
Ataerki, kadının bağımlılığında anlam kazanır (Demez, 2004: 68). Diğer bir deyişle kadın ve
erkek kimliği, bireylerin davranışları, erkeğin öncelikli ve avantajlı konumda bulunduğu
ataerkil bir düzen içinde ve erkeği merkeze alan ayrımcı bir bakış açısı yoluyla kurulmaktadır.
Bu bakış açısının ortaya çıkardığı toplumsal ve kültürel ilişkiler, erkek merkezci, erkek
önyargılı, heteroseksist, homofobik ve transfobik olarak nitelendirilmektedir (Bozok, 2011:
27).
Ataerki, söylem aracılığıyla bireylerin kimlik ve deneyimlerini kurar ve bireysel aktörler
aracılığıyla sürekli yeniden inşa edilir (Bozok, 2012, 27).
İktidardan pay alan bireyler de bu süreçte ataerkiyi sürekli olarak yeniden inşa etmektedirler.
Hem erkek hem kadın hem de diğer bireyler, toplumdaki hakim söylemler tarafından
düzenlenmekte ve yönetilmektedirler (Onur ve Koyuncu, 2004: 55). Eril iktidar yoluyla
oluşturulan kimliklere ve normlara uymayan bireylerin dışlanması, kurulan hakim değerlerin
pekişmesine yol açmaktadır.

TOPLUMSAL CİNSİYET
“Toplumsal cinsiyet, erkeklerle kadınlar arasındaki farklılıkların toplumsal düzlemde kurulmuş yönlerine dikkat
çekmektedir. Fakat bu terimin kapsamı, ilk ortaya çıkışından beri, yalnızca bireysel kimliği ve kişiliği değil
ayrıca sembolik düzeyde erkekliğin ve kadınlığın kültürel idealleri ile stereotiplerini, yapısal düzeyde ise
kurumlar ve örgütlerdeki cinsel işbölümünü içine alacak kadar genişlemiştir” (Marshall, 1999: 98).
Giddens, cinsiyet ve toplumsal cinsiyete getirilen yorumları, kadınlar ve erkekler arasındaki
davranış farklılıklarını ilk olarak biyolojik temellere dayandıran, ikinci olarak cinsiyetin
toplumsallaşması ve son olarak ise cinsel rollerin öğrenilmesinin, cinsiyetin ve toplumsal
cinsiyetin hiçbir biyolojik temeli olmadığına yönelik üç başlık altında incelemektedir.
Bunlardan ilki olan, kadın ve erkek arasındaki farklılıkları biyolojik temele dayandıran
kuramda, bu farklılığın nedeni insan biyolojisi, hormonlar ve kromozomlar, beyin ebatları,
kalıtsal özellikler gibi nedenlere dayanmaktadır. Bu görüşün genel bir kadın (toplayıcı,nazik,
güçsüz vb.) ve genel bir erkek (avlanan, savaşan, saldırgan vb.) tanımını kabul ettiği
görülmektedir. Pek çok araştırmacı, özellikle yorumcu yaklaşımı benimseyen araştırmacılar
bu açıklamaları yetersiz bulmaktadırlar. Örneğin erkeklerin saldırganlık düzeylerinin
toplumlardan topluma değişiklik gösterdiği ve bazı toplumlarda kadınlardan daha nazik
olduklarından bahsetmişlerdir.Eleştirmenler, bu yaklaşımı, insan davranışlarını, yer ve zaman
gibi önemli faktörleri göz ardı ettiği için eleştirmektedirler. Daha çok hayvan davranışlarına
ve doğuştan gelen bir tür eğilime dayandırılan bu yaklaşım insan davranışlarının
şekillenmesinde toplumsal etkileşimi göz ardı etmektedir (Giddens, 2008: 505-506).
Tiger ve Fox’a göre, ilk dönem ikinci dalga feminizmi de cinsiyet farklılıklarının toplumsal
olarak üretildiğini sık sık vurgulamaktadır. Ancak 1970’ler boyunca birçok Batılı feminist de
“kadınlara mahsus” olanı yüceltmek adına yeniden farklılık vurgusu üzerinde durmuşlardır.
Erkeklerin dişi soydan çıktığına, erkeklerin “biyolojik olarak saldırgan” veya “tecavüzcü”
olduğuna yönelik biyolojik temelli farklılıklar çoğaltılmıştır (Tiger ve Fox’dan aktaran;
Connell, 1998: 103).Tiger ve Fox bu durumu şu şekilde ifade etmektedir;
Yani toplumsal cinsiyet farklarının biyolojik farklılıklar değil de kültürel ve toplumsal açıdan
farklı rollere göre toplumsallaşmaları olduğu söylenebilmektedir. İşlevselci yaklaşımlar da
oğlan ve kız olarak doğan çocukların zamanla cinsiyet rollerini ardından bu rollere eşlik eden
erkek ve dişi kimliklerini yani erilliği ve dişilliği toplumsallaşma sürecinde (sosyalizasyon)
öğrenerek cinsiyet farklarının, toplumsal cinsiyetin oluştuğu üzerinde durmaktadırlar.
Örneğin, “oğlanlar oyuncak bebekle oynamaz”, “kızlar oyuncak arabalarla oynamaz”,
“oğlanlar pembe giymez”, “kızlar kibar olmalıdır” şeklinde örnekler çoğaltılabilmektedir. Bu
sürecin öncelikle ailede ardından okullarda ve arkadaş gurupları içerisinde devam ettiği
söylenebilmektedir (Giddens, 2008: 506-507).
Cinsiyet, genetik kromozomlar ve cinsel organlar gibi üremeyle ilgili doğuştan var olan ve
fizyolojik özelliklere karşılık gelen dar kapsamlı bir terimdir. Cinsiyet kavramı bireyin
biyolojik cinsiyetine bağlı olarak belirlenir (Dökmen, 2014:18). İn- sanlara doğuştan itibaren
genellikle onların cinsel organlarına bakılarak belirlenen bir cinsiyet üzerinden
kimliklendirilmekte ve bunlar mitler, ön kabuller, kadın ve erkek için normal, doğal,
öğrenilmiş olan varsayımlar bütünü (Berktay, 2000:16) olarak karşımıza çıkmaktadır.
Toplumsal cinsiyet, cinsiyetler arası ilişkileri toplumsal müdahalenin bir alanı haline getirir
(Savran Acar 2004:234). Cinsiyet/toplumsal cinsiyet ilişkisinin ters yüz edildiği bu yeni
paradigmada cinsiyet, eski paradigmanın ileri sürdüğü gibi doğal değil, toplumsal cinsiyet
söylemleri ve pratikleri tarafından doğallaştırılmıştır. Erkeklerle kadınlar arasında ortalama
olarak rastlanan anatomik, biyolojik farklılıklar, toplumsal cinsiyetin müdahalesiyle kategorik
farklılıklara dönüştürülür. Bu süreçte, kadınlarla erkekler arasındaki doğal benzerlikler, kendi
içinde bütünlüklü ve dışlayıcı iki karşıt kategori oluşturmuştur (Savran Acar 2004:235).
Cinsiyet rolü teorisine göre, zaten kadın ve erkek için anatomik yapılarından gelen
eğilimler, roller vasıtasıyla kamusal ve özel alana aktarılmakta ve her şey doğal seyrine uygun
olarak gerçekleşmektedir. Parsons’a göre kadın ve erkek tamamlayıcı bir ilişki düzeninde en
iyi şekilde varolabilirler ve toplumsal düzen sağlanabilir. Bu tamamlayıcı ilişkide, erkek
ekmek kazanan, kadın ev hanımı konumunda olmalıdır. Bu durum, onların biyolojik
eğilimleri ile de uyumlu olur (Parsons 1998:164-165).
Toplumsal cinsiyet kimliğinin ortaya çıkışıyla ilgili belki de en çok tartışılmış psikanalitik
yaklaşım, Sigmund Freud’un kuramıdır. Freud’a göre, bebek ve küçük çocuklardaki
toplumsal cinsiyet farklılıklarını öğrenmenin merkezinde, penisin varlığı ya da yokluğu yer
almaktadır. "Benim bir penisim var" deyişi, "Ben bir erkeğim" deyişine özdeş iken, "Ben bir
kızım" deyişi ise "Benim bir penisim yok" deyişine öz- deştir. Penisin varlığı ya da yokluğu,
erkeklik ya da kadınlık için bir simgedir (Freud 2004:75).
Freud'un görüşlerine, özellikle feministler tarafından önemli eleştiriler yöneltilmiştir. Đlk
olarak, Freud, toplumsal cinsiyet kimliğini, cinsel organların farkedilmesiyle gereğinden fazla
eşleştirir; ikinci olarak, kuram, penisin, yalnızca erkeklik organının yokluğu diye düşünülen
(Giddens 2000:104) vajinadan daha üstün olduğu anlayışına bağımlı gibidir. Neden kadın
cinsel organları erkeğinkilerden daha üstün olmasın ki? Üçüncüsü, Freud babayı, birincil
disiplin edici eyleyen olarak görmektedir; ne var ki pek çok kültürde, anne disiplinin
uygulanmasında daha önemli bir rol oynar (Giddens 2000:105). Freud’un yaklaşımının
odağında duran aile draması, tamamen erkek çocuk üzerinden yazılmıştır. Freud’a göre
penisleri olmadığı için haset duyan kadınlar, evlenip çocuk sahibi olmayı çok önemseyerek bu
eksikliklerini kapatmaya çalışırlar. Dolayısıyla eksik ya da yarım olan kadın, tam olan ise
erkektir.
Freudcu bir psikanalist olan Nancy Chodorow, feminist bir yaklaşımla Freud’un analizini
yeniden ele almış ve baba-erkek çocuk merkezli bakışı kırmaya çalışmıştır. Chodorow,
babanın yerine annenin önemini, Freud'dan çok daha fazla vurgulamaktadır. Çocuk,
yaşamının ilk dönemlerinde, annenin kendi üzerindeki etkisinin en baskın etki olması
nedeniyle, anneye duygusal olarak bağlanma eğilimi taşımaktadır. Bu bağlanma, ayrı bir
benlik duygusuna erişmek için bir noktada kopar ve çocuk, daha az sıkı bir bağımlılık içine
girer (Chodorow 1997:53).
Birey kendini kimliğini bulmak, tanımlamak ve korumak ister; varoluşunu
gerçekleştirmek için, içinde bulunduğu toplumsal koşulları dikkate alarak kendi konumunu
belirler ve karşısına kendi farklılığının farkına varmak için başkalarını yerleştirir. Bu durumda
toplumsal cinsiyetimizi erkek ya da kadın olarak konumlandırmak kendimizi ötekilerden
1
ayırmanın bir yoludur (Demez 2005:42).
Yapısalcı yaklaşımın toplumsal cinsiyeti bütünlüklü bir yapı olarak görmesi, özellikle
toplumsal yapının karmaşık mekanizmasının ve mikro alanlar içinde iktidara dayanan
toplumsal cinsiyet ilişkisinin göz ardı edilmesine yol açabilir. Bu açıdan yapısalcılık sonrası
yaklaşımlar, toplumsal cinsiyetin bütünlüklü ve düzenli işleyen bir yapı olmadığını ileri
sürmüş ve yapısalcılığın savlarını çürütmeye çalışmışlardır.
2
Yapısalcılık sonrası düşünürler içinde sayabileceğimiz Bourdieu cinsiyet düzeninin, erkek
3
habitusunun , sadece erkeklere özgü alanlarda gerçekleşen yapılar olduğunu vurgular (Onur
ve Koyuncu 2004:32). Burjuva toplumunun erkek egemenliğinin ifadesini ve iradesini
belirleyen eylem merkezlerini, dini kurumlar, askeri organlar, ekonomi, siyaset, bilim ve
kamusal alanla tanımlayan Bourdieu, kadınlarla birlikte alt sosyal kesimlere dahil erkeklerin
de bu habitus kurumsallaşmasının dışında tutulduğunu ileri sürer (Onur ve Koyuncu
4
2004:33).
Ann Oakley’e göre cinsiyet (sex) biyolojik erkek-kadın ayrımını anlatırken, toplumsal cinsiyet
(gender) erkeklik ile kadınlık arasındaki buna paralel ve toplumsal bakımdan eşitsiz bölünmeye
gönderme yapar (akt. Marshall, 1999: 98). Oakley, cinsiyetin biyolojik olarak belirlendiğini, toplumsal
cinsiyetin ise toplumsal olarak oluşmuş düzlemlere tekabül ettiğini ileri sürmektedir (Savran,
2004:234, Zeybekoğlu, 2010). Dolayısıyla toplumsal cinsiyet kavramı “kadın ve erkek arasındaki her
türlü sosyal olarak yaratılan farklılığa hitap ettiği gibi, aynı zamanda ‘kadın vücudunu’ ‘erkek
vücudundan’ ayıran her türlü ayrımlaştırmayı da kapsamaktadır” (Nicholson, 1995:79).
Bütün iktidar ilişkilerinde bir cinsiyet temeli olduğunu kabul ederek, Butler ve Scott şunu ifade
etmektedir; kadın- erkek; dişil-eril gibi cinsiyete dayalı ayrımlaşmaya işaret ederken, bu ayrımların
sadece bazı söylemsel (discursive) yapıların özel birer sonuçları bulunmaktadır (Dedeoğlu, 2000:
143).
Toplumsal cinsiyet literatüründe karşımıza çıkan en önemli kavramlardan biri de “rol” kavramıdır.
Toplumsal cinsiyet rolleri bireylerin sırf kadın ya da erkek olmaları nedeniyle kadınların ve erkeklerin
nasıl davranmaları gerektiğini ve onlardan beklenen farklı sorumlulukları, görevleri ortaya koyan bir
kavramdır. Her toplumun kadın ve erkeği biçimlendiren, yönlendiren, denetleyen, birbirinden ayıran
ve en önemlisi de toplumsal rollerini oluşturan sosyo-kültürel değerler dizisi vardır (Zeybekoğlu,
2010). Dolayısıyla toplumsal cinsiyet örüntüleri, toplumsal değişmeyle birlikte değişen kültürel bi
Toplumsal cinsiyet (gender) kavramı, biyolojik cinsiyetten (sex) farklı olarak, doğuştan
kazanılmayan, toplum tarafından inşa edilen cinsiyet farklılıklarını, biyolojik cinsiyetlerimize
toplumsal olarak yüklenen anlamları ifade etmektedir. İlk kez 1972 yılında kullanılan
toplumsal cinsiyet kavramı, kadın ve erkek arasındaki farklılıkların toplumsal ve kültürel
olarak inşa edildiğini vurgulamaktadır (Kirman’dan Akt. Ökten, 2009).
Connell toplumsal cinsiyeti “insanların eril ve dişil olarak, üremeye dayalı bölünmesi
kapsamında veya bu bölünmeyle bağlantılı olarak örgütlenmiş pratik” şeklinde tanımlamıştır
(1998:. 190). Kadınlık ve erkeklik toplumsal ortamlarda biçimlenmekte, toplumun tamamı
tarafından düzenlenmektedir (Connell, 1998: 241-245).
Toplumsal cinsiyet rolü teorisinin inşacı veya toplumsal inşacı bakış açısıyla şekillendiği
görülmektedir (Connell,1998; Uluocak ve Arslan, 2011). Bu bağlamda toplumsal cinsiyet rolü
teorisi, bireylere atfedilen rollerin biyolojik temelli olmadığını, kültürel olarak ve özneler arası
bir temelde inşa edildiğini vurgular; “Erkeksi özellikler, dominant sosyal rollere atfedilirken,
kadınsı özellikler itaat ve bağımlılıkla ilişkilendirilmektedir” (Jenainati ve Groves, 2010: 118).
Kültürel olarak kadın ve erkek olmanın en açık ifadesi, ikinci dalga feminizmin öncü düşünürü
Simone De Beauvoir tarafından ortaya konulmuştur. Beauvoir, “kadın doğulmaz, kadın
olunur”
Biyolojik cinsiyetten farklı olarak toplumsal cinsiyet kavramı, bireyin toplum içerisinde,
bulunduğu kültürde cinsiyetine bağlı olarak konumlandırılışıyla, kendisine uygun ve uygunsuz
görülen rollerle ve toplumun kendisine ilişkin beklentileriyle bire bir ilgilidir (Eckert ve
McConnell‐Ginet, 2003)
Toplumsal cinsiyete ve cinsiyete ilişkin ikici (dikotomik) bakışa ilişkin burada bir parantez
açmak gerekli görülmektedir. Son yıllarda da, özellikle heteronotmativiteye itiraz eden ve
heteroseksüel yönelim dışındaki tüm yönelimleri ifade eden “queer hareketi”nin giderek
güçlenen itirazlarıyla birlikte, cinsiyetin ikici bir yapı olmadığı, insanları yalnızca kadın ve
erkek olarak ikiye ayırmanın yetersiz ve aşırı indirgeyici bir tutum olduğu yönündeki görüş
yaygınlık kazanmaktadır (Xue, 2008).
Erkekliğe ilişkin olarak sıralanan özellikler genellikle toplumda olumlu biçimde algılanan
rollerdir. Erkeklik; bedensel ve ruhsal güç, sertlik, rasyonellik gibi özelliklerle kurulurken,
kadınlık ise duygusallık, narinlik, irrasyonellik gibi özellikler ile kurulur. Duygusallık,
koruyucu ve fedakar olma gibi roller kadının doğurgan yapısına bağlanarak meşrulaştırılır.
Kadınların adet görme, gebe kalabilme, doğurma yetileri bedenlerinin akıl denetimi dışında
tehlikeli bir şey olarak görülmesine yol açmaktadır (Berktay, 2009: 58).
Bireyin toplumsal cinsiyeti sadece onun kimliğini belirlemekle kalmaz, toplum içindeki
konumunu ve rollerini de belirler. Bireylerin kimlikleri ve bu kimliklere atfedilen roller, içinde
bulundukları toplumsallaşma (sosyalizasyon) süreciyle bağlantılı olarak oluşur.
Toplumsal cinsiyetin kazanılmasına ilişkin, toplumsallaşma teorisi ve psikanaliz olmak üzere
iki temel görüş bulunmaktadır. Toplumsallaşma teorisi, toplumsal cinsiyet oluşumunu
toplumsal normların içselleştirilmesi olarak görürken psikanaliz bu oluşumu, iktidar ve
gereksinimle karşı karşıya kalmanın etkisi olarak anlamlandırmaktadır(Connell, 1998: 254).
Toplumsallaşma, “insanların kendi toplumsal dünyalarının davranış standartlarını,
normlarını, kurallarını ve değerlerini benimsemeye kendileri aracılığıyla ikna edildiği süreçler”
şeklinde tanımlanmıştır (Jahada, 2008: 820).
Birey, öncelikle yaşamının ilk yıllarını kapsayan birincil süreçte ailesini de içeren kısıtlı sosyal
çevrede toplumsallaşır, ebeveynlerinden topluma nasıl uyum sağlayacağını öğrenir, sosyal
etkileşim için önemli olan temel kabiliyetleri ve kabul edilebilir davranış biçimlerini kazanır.
İkincil toplumsallaşma süreci ise ilk sürecin aksine kişinin yaşamının sonuna kadar devam
eden bir zaman dilimini kapsamaktadır. İkincil toplumsallaşma süreci aileden sonra
gerçekleşen toplumsallaşma sürecine işaret etmektedir. Batı toplumlarında aileden sonra
gelen temel toplumsallaşma unsurları “okul ve akran grupları, ekonomik yaşama atılma, kitle
iletişim araçlarına maruz kalma, evlenme ve aile kurma örgütlü cemaat hayatına katılma ve
emeklilik koşulları şeklinde sıralanmaktadır” (Jahada, 2008: 821).
Connell pratik kuram adını verdiği bu yaklaşım bağlamında, kadın ve erkek arasındaki
ilişkilere temel teşkil eden üç ana yapıdan bahseder. Bunlar toplumsal cinsiyet rejiminin ana
unsurları olan emek, iktidar ve kateksis yapılarıdır (Connell, 1998: 141). Bu yapıların
işlemesini sağlayan başlıca kurumlar ise aile, işyeri, devlet ve kamusal alanlar ile sokağın
tüm ritüelleri şeklinde sıralanır.
İş piyasaları içindeki ayrımcı kurallar, pratik üzerinde yeni kısıtlama biçimlerine, ayrımsal
ustalığa dönüşür. Kadın ve erkeklerin aldıkları ayrımsal eğitimler, ayrımcı istihdamın akılcı
görünmesine yol açar ve böylelikle cinsiyete dayalı işbölümü, bu tür mekanizmalar
aracılığıyla ayrımcılık karşıtı stratejilere karşı bir direncin oluşmasına sebep olur (Connell,
1987: 142).
Connell’ın toplumsal cinsiyet ilişkilerine temel oluşturduğunu düşündüğü ikinci yapı
iktidardır. Segal’in ifadesiyle iktidar, tüm otorite, denetleme ve baskı kurumlarını içeren bir
yapı olarak devlete, iş hiyerarşilerine, kurumsal ve kişiler arası şiddete, cinsel düzenleme ve
denetlemelere, evdeki otorite ve beraberindeki çekişmelere işaret eder. Daha önce
belirtildiği gibi, ataerkil toplumlarda devlet, erkek iktidarını kurumsallaştıran bir işleme
biçimine sahiptir. Bu durum feminist teori kapsamındaki çalışmalarda sıkça tartışılmıştır.
“Sanayinin kaptanları’nın ezici bir çoğunlukla erkekler olması gibi, bütün devlet
bürokrasilerinin tepesinde erkeklerin, genelde sadece erkeklerin olduğu görülür” (Segal,
1992: 132).
Toplumsal cinsiyet ilişkilerine temel oluşturan üçüncü yapı olan kateksis, cinselliğe ilişkin
bir kavramsallaştırma olarak karşımıza çıkar. Connell, cinselliğin toplumsal olarak görülmesi
gerektiğini ifade ederek “cinsel toplumsal ilişkilere” yani “bir kişinin başka bir kişiye duygusal
bağlanımı etrafında örgütlenen ilişkiler’e dikkat çeker ve kateksis yapısını “bu bağlanımları
örgütleyen yapı” olarak tanımlar (1987: 156).
“Arzunun toplumsal örüntüsü, ortak bir yasaklama ve tahrik etme sistemidir”. Buna göre
“ensest tabusu ve tecavüz, reşit olma yaşı ve eşcinsellik hakkındaki yasalar... Belirli insanlar
arasında cinsel ilişkiyi yasaklamaktadır”. Buradan kasıt yasaların belirli eylemleri
yasaklamasının ötesinde ilişkileri yok etme amacı taşımalarıdır (1987: 157). Diğer tarafta,
kateksis yapısını şekillendiren teşvikler arasında yani aile yaşamı ideolojileri, haz ve
romantizm yer alır (Segal, 1992: 136). Toplumsal cinsiyet bağlamında dikatomik olarak
kurulan cinsiyet kategorileri, cinsiyetler arasındaki eşitsizliği üretmekle kalmaz, iktidarın,
dolayısıyla baskının sürdürülmesine hizmet ederler.
Bireylerin doğuştan getirdiği cinsel organları, hormon dengeleri, zihinsel, duygusal eğilimleri,
yetenekleri farklıdır; fakat bu özelliklerin, eğilimlerin ve yeteneklerin biçimlendirilmesi ve
onlara değer biçilmesi toplumsal ve tarihsel koşulların ürünüdür (akt. Direk, 2009: 12).
Toplumsal cinsiyet kavramı, doğuşundan bu yana kadını odağa alarak incelenegelmiştir. Bu
bölümde, ikici bakışa göre kavramın öteki yüzü olan erkekliğe ilişkin bazı noktalar üzerinde
durulacaktır.

ERKEKLİK
Gordon Marshall Sosyoloji Sözlüğü’ nde erkek(si)liği şu şekilde tanımlamaktadır; “Erkek
cinsine ait olan ve ona atfedilen özellikler” (Marshall, 2005: 206).
Demren, erkekliği, iktidar temelinde kurulan cinsiyet düzeninin devamının sağlanmasında
kullanılan bir olgu olarak görmektedir. Bu cinsiyet düzeni ise kültürel, ideolojik, dilsel,
siyasal olmak üzere bir sürü olguyu kapsamaktadır (Demren, 2001: 34). Yani erkeklik sadece
biyolojik bir cinsiyet olarak kalmamaktadır: aynı zamanda biyolojik cinsiyete yüklenen; nasıl
davranacağı, nasıl düşüneceği gibi anlamlar ve rolleri içermektedir (Atay, 2004: 14).
Selek’in de değindiği gibi erkeklik, hem toplumsal yaşamda hem aile yaşantısında hem sosyal
yaşamda erkeklik üzerine oturtulmuş rolleri benimser, içselleştirir ve ona göre hareket eder.
Şiddet üzerinden beslenen ve sürekli kendini ispat ve kanıtlamaya dayanan bir alan oluşur.
Erkekler sürekli olarak iktidar bağlamında kışkırtılmaktadır. Erkekliklerini zedeleyen küçük
durumlar bile iktidarsızlık damarını kaşımaktadır. Bu da sürekli bir baskı oluşturmaktadır. Her
baskıda erkeklik daha sert, daha acımasız olarak kendisini ispatlama durumuna gitmektedir
(2013: 135).
Biyolojik olarak kaçınılmaz olduğu varsayılan erkek rolleri ve ilişkilerin biçimini
belirleyen bireyin yaşadığı toplumun özellikleri ve değerleridir (Demez 2005:39). Bu nedenle
2
erkeklik deneyimleri tek tip türdeş kimliklerden oluşmaz (Whitehead 2002:9). Erkek
kimliğinin göstergeleri, farklı tarihsel ve kültürel ortamlarda; farklı sınıf, yaş, etnisite gibi
3
değişkenlere bağlı olarak değişmektedir. Bunun yanısıra, erkeklik gibi kültürel yapılar bizim
dışımızda gelişen ya da yaşanan ve sadece kültüre atfedilen dışsal oluşumlar değil, bireysel
özneler tarafından bilişsel olmayan bir tarzda dahi olsa, içselleştirilmiş yapılardır (Whitehead
2002:13).
Örneğin, Avustralya’da yapılan bir araştırma, Şanghaylı erkeklerin yemek, temizlik, çamaşır
gibi ev işlerine çok büyük oranda ve gönüllü olarak katıldığını ortaya çıkarmıştır (Slazman
2005:85). Bildiğimiz erkeksi erillik anlayışına aykırı olan bir başka gelenek ise Polonezya’da
her köyde, heteroseksüel erkeklere geçici erkek bir travesti tarafından (Mahu) cinsel
partnerlik hizmeti verilmesidir (Slazman 2005:86). Bununla beraber, Latin Amerika ve
Karayipler’de 2003’de yapılan bir araştırma da maçoluğun dünyanın her yerinde ortak bir özü
olduğunu ortaya koyuyor. Araştırmadan çıkan sonuca göre, Latin Amerika ve Karayipler’deki
erkekler, hayatlarının her alanında maço erkekliklerini sergilemeleri için üzerlerinde sürekli
bir baskı hissediyorlar. Araştırmayı tasarlayanlardan biri olan Şilili psikiyatr Rodrigo
Aguirre’ye göre erkeklerin kimliği, kadınlara karşı olmak üzerine kurulu ve erkekler
akranlarının gözünde erkek olduklarını ispatlamak zorundadır. Araştırmacıların bulgularına
göre maçoluk genellikle, kabadayılık, cinsel açıdan ustalık, insanın şerefini koruması ve
tehlikeyle karşılaşma konusunda gözü karalık gibi özelliklerle bir tutuluyor. Kültürel normlar-
ülkeden ülkeye değişiklik gösterse de- erkeklerin sokaklardaki ayartıcı davetlere asla hayır
dememesi gerektiğine işaret ediyor, bunun sonucunda ergenlik çağındaki erkekler sigara,
alkol, uyuşturucu gibi zararlı alışkanlıklara maruz kalıyor. Bu tür davranış biçimlerinin mazur
gösterdiği bir şey daha, duyguları veya kızgınlıkları başka tarafa yönlendirmenin erkeksi bir
şekli olan kadınlara karşı şiddet kullanılmasıdır (Slazman 2005:87).
Erkek rollerini tanımlamaya çalışan Edley ve Wetherell, Brannon’un 1976’da ileri
sürdüğü erkeklik rollerine dikkat çeker. Buna göre bir erkekte mevcut olması gereken
özellikler şunlardır: “Tüm kadınsı davranış ve özelliklerden kaçınma, başarı, statü kazanımı
ve ekmeğini kazanma yetkinliği, güç, güven ve bağımsızlık, saldırganlık, şiddet ve cesaret”
(Edley ve Wetherel 1996:101). Benzer bir çalışma klinik psikolog olan Alon Gratch
tarafından yapılmış ve erkeklerin 7 özelliği saptanmıştır. Bunlardan ilki olan utangaçlık,
“erkekler ağlamaz” şeklinde ifade edilir. Đkincisi, duygu yokluğu olarak tanımlanan ne
hissettiğini bilememektedir. Diğer bir özellik, erkeklere özgü güvensizliktir. Bu güvensizlik,
hep güçlü ve yıkılmaz olmak ve öyle görünmek zorunda olmanın yarattığı yılgınlık
duygusudur. Başka bir belirleyici özellik ise, kendine dönüklük olarak ifade edilen “beni duy,
beni gör, beni hisset” duygularıyla açıklanan kendini karşıdakinin algısının odağı yapma
isteğidir. Beşinci özellik, saldırganlıktır. Bu dürtü etkin olma ve iktidar olma isteğinin
yansımasıdır. “Sana patronun kim olduğunu göstereceğim” şeklinde söze dökülür. Altıncı,
korku, başarısızlık durumunda kendine yöneltilen yıkıcılıktır. Erkeklerin kendilerini ifade
ederken kullandıkları son ve diğer bütün özellikleri kapsayan özellik ise, cinsellik ve cinsel
davranıştır (Gratch 2002:17).
Ancak psikolojiye dayanan açıklamalar, erkek kimliğinin analizi için yetersiz kalabilir.
Zira, erkeklik, kadınlığa karşı tanımlanan bir toplumsal cinsiyet düzeni içinde kültür, sınıf,
eğitim vb. koşullar çerçevesinde kurulan ve bu yolla kadınlarla erkekler arasındaki iktidar
ilişkilerinin sürmesini sağlayan toplumsal bir yapılanma oluşturur.
Erkeklik rolleri ile ilgili yapılan tanımlamalarda ortak olan ve dikkat çeken unsur, erkekliğin
çeşitli zorlukları bünyesinde barındırmasıdır. Bir erkek genelde o toplumda erkekliğini bir
şekilde sürekli kanıtlamak zorundadır (Gilmore 1990:221). Gilmore’e göre, dünyadaki
tüm erkek kimliklerine baktığımızda üç temel ölçüt vardır: “Bir kadını hamile bırakmak,
kendisine bağımlı olanları tehlikelerden korumak, hısım ve akrabalarını geçindirebilmek.” Bu
ölçütlerin önem dereceleri toplumlara göre farklılık gösterse de, erkeklik bunlara cevap
verebildiği oranda devam eder. Erkeklik kimlikleri dölleyici, koruyucu, geçindirici
1
özellikleri üzerine kurulur (Gilmore 1990:223).
Erkeklik söyleminin kendini kanıtlama, mücadele, rekabet, güç gibi öğelerle yüklü olması,
kadınlık söylemiyle de ilişkili olarak açıklanabilir. Bir bakıma “erkek” olmak, “kadın”
olmamak demektir. Erkeklik, kadınsı olana ve kadın kimliğine karşıt olarak kurulur
2
(Cornwall ve Lindisfarne 1994:11). Erkek olmak, kadınlık içerisinde tanımlanan her türlü
duygunun, davranışın reddine dayanır (Demren 2001:34). Seidler, erkeklerin duygu ve
arzularını bastırarak ve kendi benliklerine karşı verdikleri mücadele sonunda erkek kimliğini
edindiklerini ileri sürer. Erkek, “kadın” olmadığını, bir başka deyişle, duygusal ve güçsüz
olmadığını kanıtlamalıdır (Seidler 1989:18). Erkeğin kadına karşıt olarak tanımlanması bir
yana, esasen erkeklik ve kadınlık ancak birbiriyle ilişkili olarak açıklanabilecek yapılardır.
Erkeklik ve kadınlığın sosyal yapısı birbirini çözümlemeden analiz edilemez (Kimmel
1987:12).
Erkeklik, biyoloji, toplumsal ve kültürel bakımdan kabul edilme ve statü elde etme,
erkeklerin bedenine ilişkin algılar ve temsil gibi pek çok farklı olguya işaret eden bir kavram
olarak karşımıza çıkmaktadır (Bozok, 2012: 15). Tıpkı kadınlık gibi erkeklik de cinsel
yönelimler sınıfsal yatkınlıklar ve yaşam biçimleri ile üretilen ve icra edilen bir konumdur
(Odabaş, 2012: 209). Özetle erkeklik, biyolojik anlamının dışında sosyal ve kültürel ve
ideolojik anlamları da barındıran, anlamını hem biyolojiden hem de kültürden almış bir
kavramdır (Kepekçi, 2012: 61). Erkeklik, doğal bir hal olmanın ötesinde, bir kültürel pratikler
bütünü ve “erkeklerin birey olarak sahip olduğu ve gösterdiği farklı hal, duruş ve özellikler
seti” olarak da tanımlanmıştır (Clatterbaugh’dan akt. Türk, 2007: 5).
Connell bu tanımlamaları özcü, pozitivist, normatif ve semiyotik yaklaşımlar olmak üzere
dört başlık altında açıklamaktadır. İlk olarak özcü yaklaşımlar, erkekliği genellikle eril bir
özelliği merkeze alarak tanımlamışlardır. Pozitivist yaklaşımlar erkeklerin gerçekte ne
oldukları sorusunun cevabına yönelik tanımlamalar ortaya koymuş, normatif yaklaşımlar
erkekliğin ne olması gerektiğine ilişkin tanımlamalar yapmışlardır. Semiyotik yaklaşımlar da
erkekliği kadın ve erkeğin karşıt olduğu bir sembolik farklılık sistemi içinde yapılan
tanımlamalara işaret etmektedir (Kepekçi, 2012: 63).
Dolayısıyla, erkeklik bir bütün olarak erkeklere mal edilen özelliklerin, düşünce ve yaklaşım
biçimlerinin toplumlara ve zamana göre değişebilen bir toplamını ifade eder (Maral, 2004:140).
Kadınlık ve erkeklik cinsiyet hiyerarşileri içerisinde kurulup şekillenmektedir. Ancak son
yıllara kadar cinsiyet hiyerarşisinin kurulumunda eşitsiz kurulan ilişkilerin mağdurları
kadınlar olarak işaret edilmekteydi. Dolayısıyla cinsiyet eşitsizlikleri ve hegemonik ilişkileri
anlamak için sadece kadınlık ve kadın mağduriyeti üzerinden incelemenin yetersiz olacağı
düşünülmektedir. Eşitsiz cinsiyet ilişkilerini sadece kadın odaklı ve kadın mağduriyeti
üzerinden düşünmek eşitsizlik ve sömürü dinamiklerini açıklamak noktasında eksik
kalabilmektedir. Ayrıca eşitsizliğin tarafı olarak ‘erkek olmak’ zorunda olmanın kendisi
zorlayıcı ve dayatmacı bir süreçtir. “Erkeklik, diğer erkekler için ve onların önünde, dişilliğe
karşı ve dişil olma korkusuyla kurulan” bir kategoridir” (Bourdieu, 2001, 53)
“Kimmel erkekliği, kadınsılıktan kaçış, eşcinsellikten korkma ve bulunduğu toplumda “öteki”
olarak tanımlanmış kimliklerden uzaklaşma olarak özetlemiştir” (Kimmel, 1994). “Simone de
Beauvior, ünlü yapıtı İkinci Cins’te (1949), erkekliğin, kendi cinsiyetinden bahsetmeyip
sürekli başkalarının – kadınların, çocukların, yabancıların, eşcinsellerin, siyahların,
düşmanların, hainlerin, vb.- cinsiyet özelliklerinden bahsederek kurulan bir iktidar konumu
olduğunu söylemişti.

Connell erkekliği, erkekliğin kadınsılığa karşı tanımlandığı bir toplumsal cinsiyet düzeni içinde
kurulan ve bu yolla kadınlar ve erkekler arasındaki iktidar ilişkilerini sürdüren toplumsal bir
yapılanma olarak tarif etmektedir (akt. Demez, 2004: 23)
Kayıran’ın da dediği gibi “erkek, erkek doğmaz, erkek olur” (2004: 105).
Bu bağlamda gerçekleştirilen farklı çalışmaların içinde bulunan ortak erkeklik temalarını
çoklu erkeklikler, hiyerarşi ve hegemonya, kolektif erkeklikler, aktif inşa etme, içsel
karmaşıklık ve dinamikler olmak üzere altı başlık altında özetler (Connell, 2002).
Erkeklik kavramı sosyokültürel ve tarihsel mahiyeti bağlamında kendi içinde
farklılaştığından hareketle, erkekliğin anlamının ve tanımının tarihsel ve toplumsal
değişimlerin etkisiyle dönüştüğü söylenebilir. Bu tanımları etkileyen faktörler arasında kültür,
tarih, toplum, psikoloji ve bireysel yaşam gibi olgular sıralanabilmektedir (Kimmell’dan akt.
Kepekçi, 2012: 62). Atay (2004: 20) erkekliğin kültürel göreliliğini açıklamak için, antropolog
Margareth Mead’in gerçekleştirdiği bir çalışmayı örnek verir:
“1931-32’deki araştırmaları temelinde kaleme aldığı kitabında Mead (1950) kültürel
çeşitliliğin nasıl farklı toplumsal cinsiyet inşalarına yol açabileceğini örneklemektedir. Kitapta
Mead, Papua Yeni Gine’deki üç yerli topluluk üzerine cinsiyet kimlikleri bağlamında
karşılaştırmalı bir değerlendirmeye gider. Bunlardan biri olan Arapesh toplumunda, hem
kadınlar hem de erkekler modern Batı’da kadınlardan beklenen tutum ve davranışları
sergilerler: Yumuşak, hassas,başkalarının istek ve taleplerine duyarlı, işbirliğine açık,
saldırganlıktan uzak... İkinci topluluk Mundugumor’da ise kadınlar da erkekler de Batı
dünyasında erkeklerden beklenen davranışları sergilerler: Şedit, saldırgan ve sert... Ama en
ilginci üçüncü topluluk olan Tchambuli’de ortaya çıkan durumdur. Burada kadın ve erkek
davranışları Batı’daki (ve tabi Türkiye’deki) beklentinin tam tersidir. Erkekler uysal ve
yumuşak olup alışveriş yaparlar, evin ihtiyaçlarıyla ve çocuk bakımıyla haşır-neşir olurlar.
Kadınlar ise sert, dominant ve yönetici tavır sergilerler...”
Mead’in çalışması Atay’ın da belirttiği gibi günümüzde değişmez ve değiştirilemez bir
erkeklik hali varsayımının temelini sarsmıştır.
Connell, farklı erkekliklerin, bir açık büfedeki yemekler gibi yan yana durmadıklarını,
aralarında kesin ilişkiler olduğunu ifade eder. Bu da bizi hiyerarşi ve hegemonya temasına
götürmektedir
Toplumdaki cinsiyet yapıları, “erkeklik” ve ötekiler olarak “kadınlık” gibi belirli kalıplar
yönetimi belirlemektedir. Bu kalıplar bireyleri bir seviyede karakterize etmektedir. Fakat bu
kalıplar kolektif seviyede de var olmaktadırlar. Bunun anlamı, erkekliğin şirketler, ordular,
devletler ve okullar gibi kurumlarda tanımlanıp muhafaza edilmesidir.
Erkeklikler aynı zamanda aktif olarak inşa edilir, sosyal davranışlara göre değil, hem fiziksel
duruma hem de belirlenmiş kişiliklere göre var olur. Başka bir ifadeyle, erkeklikler bir insan
yapımı olarak var olurlar. Günlük yapı ve örgütsel hayatta, sosyal uygulamaların kalıpları
olarak oluşurlar (Connell, 2002: 18).
“Spor salonlarındaki vücut geliştiricilerden yönetim kurullarındaki yöneticilere, ilkokul oyun
alanlarındaki çocuklara kadar, geleneksel bir erkeklik kavramı yaratmak için büyük miktarda
çaba sarf edilmiştir” Connell (2002: 19). Burada erkeklik kavramının içsel karmaşıklığına
işaret edildiği görülür. Erkeklikler basit ve homojen kalıplardan oluşmamaktadır. Diğer bir
değişle, erkeklik bir takım çelişkileri içinde barındırır. Yakın odaklı psikoanaliz ve etnografik
cinsiyet çalışmalarında, sıklıkla arzu ve mantık arasında çatışmalar olduğu ortaya çıkmıştır. Bir
erkeğin aktif heteroseksüelliği, daha derin homoseksüel bir arzunun ortaya çıktığı ince,
duygusal bir katmana kadar var olabilir.
Farklı erkekliklerin, farklı kültürlerde ve çağlarda değişiklik göstermesi gerçeğinden yola
çıkarak, erkekliklerin değişebilme yetisine sahip olduğuna çıkarım yapabiliriz. Tarihçiler,
erkeklikte değişimi bir hegemonya mücadelesi olarak izlemişlerdir. Connell, erkekliğin
dinamiklerini konuşacak olursak, belirli erkekliklerin, tarihsel olarak oluşturulmuş olduğunu
ve tekrar inşa edilebilir, itiraz edilebilir ve değiştirilebilir olduğunu onaylamak gerektiğini
söyler (2002: 19).
Kadınlığa benzer bir şekilde erkeklik, toplum tarafından inşa edilen, anlamı sürekli müzakere
edilen ve yeniden üretilen bir niteliktedir (Cengiz vd., 2004: 54).
Gutmann, (1997) erkeklik kavramının ne olduğu sorusunu farklı bakış açılarından hareketle
dört ihtimal bağlamında özetlemektedir: erkeklerin yaptıkları veya düşündükleri, erkeklerin
“erkek olmak” için yaptıkları, erkeklerin hangi yönleriyle bazı diğer erkeklerden daha erkek
oldukları, kadın erkek ilişkileri gözetilerek diğer kadınların yapmadıkları veya olmadıkları bir
şey (akt. Özbay ve Baliç, 2004: 91-92).
Kimmel’e göre ise erkeklik cinsiyetten (sex) ziyade, toplumsal cinsiyet (gender) tarafından kurulan bir
kimliktir. “Erkeklik belirli bir zamanda ve verili bir toplumda erkeklere dayatılan sosyal rollere,
davranışlara ve anlam dünyasına tekabül eder. Böylelikle erkeklik, biyolojik cinsiyete ve değişik erkek
grupları arasındaki çeşitliliğe değil, toplumsal cinsiyete (gender) vurgu yapar. Biz toplumsal cinsiyete
kimliğimizin içsel bir öğesi olarak deruhte etmemize rağmen, erkeklik gündelik temaslar üzerinden,
toplumsal kurumlar tarafından imal edilen bir şeydir.” (Kimmel, 2008:1
Öte yandan, erkeklik çalışmalarının yanıtlamaya çalıştığı ilk soru olan erkekliğin ne olduğu sorusuna
ek olarak, “erkeklik dünya çapında iktidarı elinde tutanların bir özelliği olduğuna göre, genel, evrensel
bir erkeklik tanımı yapılabilir mi?”
Bir diğer önemli faktör de erkeklik tanımıyla ilgili iki önemli hususu belirtmek olmalıdır ki bunlardan
birincisi, erkekliğin sosyal ve kültürel bir kurgu olduğudur (Connell 2001; Philaretou ve Allen, 2001).
Bu yaklaşım erkek ve kadını sadece biyolojik farklılıklarla açıklamanın yetersizliğine dikkat
çekmektedir. Erkekliğin tanımına dair ikinci önemli husus ise birden çok erkekliğin olduğu iddiası ile
erkeklerin homojen bir grup oluşturmadıklarıdır. Erkeklik, sınıfsal, kültürel, cinsel tercih, din, ırk gibi
faktörlere bağlı olarak düşünülmeli ve erkekliklerin bu farklılaşmalarla eşit olmadıkları görülmelidir
(Onur ve Koyuncu, 2004: 34).
Erkek benliğinin nasıl tanımlandığı ve kurulduğu üzerine yapılan çalışmalar genel olarak erkekliğin
doğumla başlayan bir kendini gerçekleştirme mücadelesi olduğunun altını çizmektedir (Connell, 2002;
Bourdieu ve Wacquant, 2003; Frosh, 1994; Segal; 1992; Levant ve Richmond, 2007; MacMullan,
2001; Pleck, 1995; Whannel, 2002; Işık, 1998). Connell erkekliği, erkekliğin kadınlığa karşı
tanımlandığı bir toplumsal cinsiyet düzeni içinde kurulan ve bu yolla kadınlarla erkekler arasındaki
iktidar ilişkilerini sürdüren toplumsal bir inşa olarak sunmaktadır (Connell, 1998;2005; Demez, 2005:
39).

Erkekliğin basit bir toplumsal cinsiyet kategorisi olmanın dışında, kazanılması beklenen bir
statüyü ifade ettiği görülmektedir. Bu nedenle erkeklik, kadınların baskı altına alınmasının
yanı sıra, erkekler arasındaki iktidar mücadelelerine gönderme yapan bir kavramdır.
Birbirleriyle mücadele içinde olan erkekleri içeren bir toplumsal cinsiyet hiyerarşisinin varlığı,
bizi ister istemez erkekliğin kendi içinde farklılaştığı sonucuna götürmektedir. Bu açıdan
bakıldığında toplumda tek bir kadınlık biçiminden söz edilemeyeceği gibi tek bir erkeklik
biçiminin var olduğu da söylenemez.
Maral’a (2004:140) göre ise, erkeklik, erkeklere mal edilen özelliklerin, düşün- ce ve
yaklaşım biçimlerinin toplumlara ve zamana göre değişebilen bir toplamıdır. Başka bir tanıma
göre, erkeklik, kendisinin kadınlığa karşı tanımlandığı bir toplum- sal cinsiyet düzeni içinde,
kadınlar ve erkekler arasındaki iktidar ilişkilerini sürdüren toplumsal bir yapılanmadır. Bu
yüzden erkeklik diye tek bir şey yoktur. Erkekler ara- sındaki iktidar ilişkileri kadar, kişilik
gelişiminin farklılıkları da farklı erkeklikleri in- şa eder (Kandiyoti, 2013:200). Bu anlamda,
erkeklikler, öznenin biyolojik cinsiyetine bağlı “doğal” ve “değişmez” bir kategori teşkil
etmez. Aksine, her toplumsal yapı içerisinde birbirinden farklılık gösteren, rekabet eden,
birbiri ile çelişen erkeklik öğ- retileri, modelleri ve anlatıları vardır. Çoğul erkeklikler, bir
eşitlik değil, hiyerarşik bir düzen yaratmaktadır. Toplumdaki erkekliklerden en az bir tanesi
erkek öznelere en doğru, en mantıklı, sağlıklı, normal, faydalı ve makbul olarak aktarılmakta,
övül- mekte ve erkek öznelere bu tip bir erkekliği benimsemenin, hayata geçirmenin, ona
benzemenin menfaatlerine olacağına inandırılmaktadır (Özbay, 2013:186).
Yapılan çalışmalarda bu yaklaşımlarda ortaya konulan tanımlama biçimlerinin yanında
erkekliğin kazanımının genellikle oğlun anneden kopuşuna bağlı olduğu ifa- de edilmektedir.
Çünkü erkek, kendini “kadın olmayışı” ile tanımlamaktadır. Çocuk- luk dönemi boyunca
erkekler evde yani kadına ait olan ortamda yaşamaktadırlar. Bu ortamda, erkek çocuğun özel
bir konumu vardır. Çocuk, erkek kimliğini kadın dün- yasında ki korku, öfke ve ezilmişlikle
karışık yaşanan bir otorite olarak algılamakta, kendinde otoriter ve baskıcı özellikleri
toplayan, fakat aynı zamanda da güvensizlik- ler içinde bocalayan bir kimlik olarak ortaya
çıkmaktadır (Saraçgil, 2005:50-51).
Annelerin, erkek çocukların ve dolayısıyla erkekliğin gelişiminde yaptıkları başka bir etki ise,
erkek çocuğun aşırı üzüntü, acı ve incinebilirlik göstermesine izin verdikleri zaman
toplumdaki katı kanunlara uygun olarak çocuğun gerçek ve tümüy- le başarılı bir delikanlı
olamayacağını düşünmeleridir. Anneler, oğullarını bu şekilde yetiştirerek istemeden erkek
çocukların doğal duygusal durumlarına ket vurmuş olur (Pollack, 2002:99)
İkinci dalga erkeklik çalışmalarıyla birlikte hiçbir zaman ve hiçbir yerde genel geçer, tek ve
tutarlı bir erkeklik tanımının olmadığı ilan edilmiş, birbiriyle çatışan ve karşılıklı olarak
birbirini reddeden erkeklik deneyimlerinin, yarışan ve birbirini etkisiz kılmaya çalışan erkeklik
modellerinin varlığı saptanmıştır (Cornwall ve Lindisfarne’den akt. Sancar, 2009: 26
Biyolojik cinsiyet olarak erkeğin toplumsal yaşamda nasıl davranacağını, cinsiyeti nedeniyle
kendisinden beklenenleri ve kendine yüklenen sorumlulukları içeren bir pratikler toplamı
(Atay, 2004) gibi tanımlar bulunmaktadır. Connell'e göre (2005), erkekliğin tanımı ataerkil
toplumlarda kadınlar üzerinden yapılmaktadır, çünkü pek çok durumda erkeklik kadınlığın
karşıtı olarak düşünülmektedir.
Biyolojik olarak kadın ya da erkek doğan bireyler kültür, zaman ve topluma göre cinsiyet kimliği
edinirler. Erkeklik ise doğal- doğuştan gelen bir olgu değil, toplumsal süreçlerde kazanılan bir
kimliktir. Erkekliğin verili bir olgu olmaktan çok toplumsal yaşantıda zorlukları aşarak kazanılması
söz konusudur (Sancar, 2009). Kendini “öteki” (kadınlar, eşcinseller, biseksüeller, transseksüeller vb.)
üzerinden tanımlayan bu kimlik, toplumdaki diğer erkeklerin gözetimi ve denetimi altındaki bir
oyalanma sürecidir. Fakat, bir dizi ritüel ve zorluk aşılarak kazanılan erkekliğin sürekli olarak
pekiştirilmesi gerekmektedir. Aksi halde erkek, egemenliğini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyadır.
Bu durum erkek için ciddi bir gerilim nedeni olmaktadır. (Oktan, 2008: 152-153).
Dolayısıyla, erkekliğin biyolojik değil kültürel bir olgu olması, verili değil kazanılan bir durum olması
ve her an yeniden oluşturulması, erkeklerin devamlı olarak erkekliklerini ispatlamasını zorunlu kıldığı
için erkekliği kaybetme korkusu erkeklerin sürekli bir kaygı durumu yaşamalarına neden olmaktadır
(Zeybekoğlu, 2010). Bundan dolayı erkeklik, sınırları ve kaybedilme koşulları her zaman belirsiz,
değişken, geçişli bir iktidar inşa stratejisidir. Erkek egemenliği ise çoğul, çatışmalı, birbiriyle uyumsuz
ya da birbiriyle ilişkisiz çok sayıda farklı erkeklik deneyimlerine işaret etmektedir
Egemen erkeklik normlarında ve tarzlarında yaşanan değişimi ise Sancar (2009), “erkeklik krizi”
olarak nitelendirmektedir. Küresel kapitalizm piyasayı düzenlerken göç, enformel-esnek üretim, yeni
sermaye mantığı gibi olgular toplumsal yapıyı dönüştürmüş, bu dönüşüm süreci belli erkeklik
imgelerini erozyona uğratarak erkeklik inşalarında krizlere yol açmıştır. Dolayısıyla erkekler bu
süreçlerde erkeklik kimliklerini muhafaza etmek adına farklı iktidar stratejilerine yönelmişlerdir
(Sancar, 2009: 122-123).
Erkekliğin diğer toplumsal cinsiyet konumlarında olduğu gibi bir iktidar ilişkisi bağlamında inşa edilip
farklı bağlamlara eklenerek hareket edebilmesi için de sahip olunan-yitirilen bir meta gibi
düşünülmesi gerektiğini belirtmiştik. Dolayısıyla erkeklik toplumsal bir iktidar konumu olduğu için
toplumsal inşa stratejilerinde bir söylem nesnesidir (Sancar, 2009:19). Söylemsel stratejilerde ikili
kutuplaşmalar stratejik bir rol oynar, erkekçe olan ya da olmayan, güçlü- zayıf gibi dikotomiler
boyunca işleyen söylemleri anlamak için erkekliğin “üretilmişlik” yönünü dikkate almak gerekir. Öte
yandan bu tür yaklaşımlar söylemsel pratiğin benzemezliğine takılarak “ne kadar erkek varsa o kadar
çok erkeklik vardır” türünden bir dağılma noktasına gitmemeli ve erkekliklerin “tek tipleştirilmesi”
eğiliminden de uzak durulması gerekmektedir (Sancar, 2009: 18).
Connell’ın Toplumsal Cinsiyet ve İktidar (1987) adlı çalışmasında bazı erkeklerin kadınlar ve diğer
erkekler üzerindeki hâkimiyetini nasıl normal ve zaruri olarak gösterebildiğini, pek çok erkek ve
kadının gönüllü olarak baskı altında kalmayı neden kabul ettiğini açıklarken, daha detaylı bir analizle
“hegemonik erkeklik” kavramına başvurmaktadır (Akça ve Ergül, 2014).
Kadınlık gibi erkeklik de çoğunlukla içinde bulunulan değişmez kalıplar değil, hem
tahayyülde hem de günlük sosyal yaşamdaki karşılaşmalarda sürekli gözden geçirilen,
sınanan, yeniden ele alınan şeylerdir (Bora, 2005:12 ). Erkeklik, cinsiyetlendirilmiş toplumsal
ilişkiler ve iktidar düzeni içinde kültürel, ideolojik, dilsel, siyasal olguların sürdürülmesi
(Demren, 2008) amacıyla yine iktidar ve beden üzerinden oluşturulan bir kurgudur (Cengiz
vd. 2004).
Erkekliklerin farklı farklı olması yanı sıra ırklara, sınıflara, mekânlara ve kültürlere göre
çeşitlenebilir. Erkeklerin çoğunluğu hegemonik erkekliğin dışında yerel, bölgesel ve ulusal
hegemonyalarının içerisinde bir erkekliği fiilen yerine getirmektedir. Genel olarak erkeklerin
küresel hegemonik erkekliğin koşullarına ulaşmasının mümkün olmadığı söylenebilir.
Kimmel’in de belirttiği gibi “küresel hegemonik erkeklik” birinci sınıf bekleme odaları ve
seçkin iş otelleri olan iş dünyası içerisindeki işleri gerçekleştiren, çoğunlukla Đngilizce
konuşan ve cep telefonları ile kıtalar arası yemek siparişleri verecek düzeyde yeme zevkleri
olan, kendi laptopları ile elektronik ticaret yapan ve CNN Đnternational izleyen tipler
(Kimmel, 2010)

HEGEMONİK ERKEK(LİK)
Hegemonik erkeklik kavramını anlaşılır kılmak için, öncelikle hegemonya kavramının
içeriğine bakmak gerekir. Karl Marx’ın tarihsel materyalizmi bağlamında bakıldığında
hegemonya kavramı, yönetici sınıfın çıkarlarının evrensel olarak temsil edilmesi şeklinde
tanımlanabilir. Marx aynı zamanda her yönetici sınıfın ortak sınıf çatışmasına ek olarak bir
öncesi daha geniş bir çıkarlar menzili ile iktidara geldiğinden bahsetmektedir. Marshall,
burjuva hegemonyasının başlıca aracının sivil toplum olduğunu söylemektedir (Marshall,
2005: 299)
Genel tanımdan hareketle her kültürün kendi içerisinde kadınlığa ve erkekliğe atfettiği statü
ve roller farklılaşabilmektedir ve bu yüzden her kültürün toplumsal pratiklerine ayrıca önem
verilmelidir (Dönmezer, 1988: 165). Bu pratiklerin ortaya çıkmasında da statüye bağlı roller
önemlidir. Çünkü roller statüler ile iç içedir ve tabidir (Erkal, 1996: 29). Roller de arkasında
pek çok değer ve beklentiyi göstermektedir (Arkanoç, 1993: 40). Yani toplum içerisindeki
cinsiyet rolleri bireylerin sahip olduğu cinsiyetlere göre şekillenmekte ve cinsiyete göre bir
toplumsal rol, beklenti, tavır geliştirildiği söylenebilmektedir (Ersoy, 2009: 215).
Sancar da Türkiye’de hegemonik erkekliğin, heteroseksüel olan, iş sahibi olan, sünnet olmuş
olan, askere gitmiş olan, evlenen, dölleyebilen, “namusuna sahip çıkan” gibi parametreler
taşıdığından bahsetmiştir. Bu örnekler daha çok Türkiye üzerinden verilse de hegemonik
erkeklikte bir hakim olma anlayışı bulunduğundan söz edilebilmektedir (Sancar, 2009: 31-
40). Özbay ise bu durumdan şu şekilde bahsetmektedir;
“Türkiye’ de başka yerlerde de olduğu gibi, hegemonik erkeklik ne henüz ‘tam olmamış’, ‘olgunlaşmamış’,
‘geçişini, evrimini tamamlayamamış’ genç erkeklikler, ne ‘işi bitmiş’, ‘dünyadan kopmuş’, ‘güçsüz’ yaşlı
erkeklikler, ne de ‘eksik’, ‘bakıma muhtaç’, ‘natamam’ sakat ya da hasta erkeklikler üzerine kurulmaz.
Hegemonik erkeklik hegemonikleşebilmesi, etkileyebilmesi, cazip görünmesi için iktidara, güce, kuvvete
muhtaçtır ve bu hem fiziksel kuvvetin, sağlığın, performansın hem de aklın (deneyimin, görgünün, her türlü
eğitimin) zirvesinde olduğu orta yaşta mevcuttur denilebilir” (Özbay, 2012: 190-191).
İktidarın şekillendirdiği cinsiyet düzeninde erkeklik sınırları belli olmayan bir unsurdur.
“Hegemonik erkeklik, “belirli erkek gruplarının güç ve zenginliği nasıl ellerinde tuttukları,
tahakkümü yaratan toplumsal ilişkileri nasıl meşrulaştırdıklarını ve yeniden ürettiklerini”
anlamaya yönelik olarak oluşturulmuş bir kavramdır” (Carrigan vd., 2002, 112).
Hegemonik erkekliğin sunduğu rol kalıpları, belli varsayımlara dayanır. Hegemonik
erkekliğin varsayımları şunlardır:
 * Erkek ve kadın doğuştan farklıdır.
 * Gerçek erkek, kadına karşı üstündür ve erkeklik modellerine uygun yaşamayan
erkeklere karşı üstündür.
*Kadınların uğraştığı aktivitelerle erkeklerin ilgilenmesi, erkekler için küçük
düşürücüdür.
 * Erkekler, duygularını ve duygusal yanlarını ortaya koymamalı ve açıklamamalıdır.
 * Sertlik ve hakimiyet, erkeklerin kimliklerinde merkezi roldedir.
 * Seks, zevk almak ya da ilişkiyle ilgili bir şeyden çok, iktidarını ve erkekliğini
kanıtlamanın bir aracıdır (Beneke 1997:47-48).
Erkek kimliğinde cinselliğin belirleyiciliğine dayanarak hegemonik erkekliğin önemli rol
kalıplarından birisinin, heteroseksüellik ve cinsel aktiflik olduğunu söyleyebiliriz. Hegemonik
erkeklik, aktifliği (“fallus”u işaret ederek) erkeğe, pasifliği (“fallus”un yokluğuna dayanarak)
kadınlığa yükleyen bir anlam sistemi içinde penisi erkeğin silahı olarak görür, bu anlamda
penis merkezcidir (Hooper 2001:59). Penis merkezci ve zorunlu heteroseksüel erkeklik,
erkek cinselliğinin ifade ediliş biçimini sınırlayıcı bir faktördür (Edley ve Wetherell
1995:123) ve eşcinsel erkekliklerin, heteroseksüel erkekler tarafından erkek kimliğinin dışına
itilmesine yol açar.
Böylece, erkeklerin kimliklerinde edinecekleri kalıplar, ideolojiler ve algılayış biçimlerinden
oluşan erkeklik parçacıkları, hegemonik erkeklik üzerinden belirlenir. Erkek cinsel kimliğinin
kadınlar üzerinde baskın bir şekilde dışa vurulmasına yarayan erkeklik parçacıklarına,
1
Türkiye’de Türk hegemonik erkekliği bağlamında örnek verebiliriz. Buna göre, kadının
bekaretinin bozulması, kadın cinselliğinin sözel olarak aşağılanması, saldırganlık, cesaret ve
buna benzer davranışlar, namusuna düşkünlük vb. olgular, Türkiye’de hegemonik erkekliğin
unsurlarıdır: ”Türk erkeği, atına, avradına, silahına düşkündür, maçodur, namusuna söz
söyletmez, delikanlıdır, vatanını ve milletini canından çok sever” (Demren 2001:35). Aynı
zamanda Türk erkeği, başarılı, fiziksel, cinsel, ekonomik ve ruhsal olarak güçlü, yenilmez,
yıkılmaz, koruyucu, iktidar ve yetke sahibi, duygularını belli etmeyecek kadar irade sahibi,
sınırsız içki ve sigara tüketecek kadar dirençli özellikler taşır (Demez 2005:135). Geleneksel
Türk toplumda, erkekliğin inşasında baba olmanın getirdiği otoritenin de önemli yeri vardır.
Babanın yanında sigara içilmez, oturuşa dikkat edilir, baba geldiğinde ayağa kalkılır, babanın
yanında çocuk öpülmez. Tüm bunlar, babanın iktidarını pekiştirmeye yöneliktir. Baba, temsil
ettiği toplumsal güç sayesinde ailesini derleyip toparlayan bir arada tutan, yönlendiren kişidir
(Demez 2005:135).
Hegemonik erkeklik ve patriarkanın yakın ilişki halinde bulunmasına rağmen, hegemonik
erkeklik, patriarkadan farklı olarak, belirsizlik ve değişimi içinde barındıran ideolojik ve
maddi yapılar içinde gömülü bir hegemonik projedir. Patriarka ise, zorunlu sonuçları olan
daha mutlakçı bir düzene işaret eder. Hegemonik erkeklik, patriarkayı tanımlamak için kabul
edilmiş bir strateji görevini görmektedir (Whitehead 2002:91). Nitekim, döneme, topluma
göre hegemonik erkeklik tanımları değişebilir (Demren 2001:36).
Segal, erkek cinselliği ile iktidar arasındaki sıkı bağı oluşturan şeyin fallus olduğunu
düşünür. Simge fallus, çoğu hegemonik cinsel değer yargısının odaklandığı noktadır (Segal
1990:257-258). Psikanalist yaklaşımlarda da fallus, erkek merkezci bir bakış açısıyla, iktidarı
simgeleyen bir dille ifade edilir. Örneğin, Lacan “fallus”un üstünlüğünü doğrulamak için,
cinsel birleşme sırasında erkeklik organının kalkmasına “yaşamsal kabarma imajı” adını
vermiştir (Agacinski 1998:38). Cinsellik, erkek için kendini tanımlayabileceği ve
kanıtlayabileceği bir alan olarak sunulduğunda, doğallılığından sıyrılarak bir iktidar
mekanizması ve rekabet alanı haline getirilir. Kadınlara karşı başarısız olmuş bir erkek,
toplum tarafından iktidarsız, dolayısıyla tam bir erkek olarak görülmeyecektir (Demren
2001:67-68).

Kadınlık kimliği ve pratiğinden farklı olarak erkeklik, bir iktidar pratiği olarak kurumlaşır
(Atay 2004:14). Hatta erkekliğin temel ölçütü, iktidar sahipliğidir. Erkek olarak doğmak,
iktidara muktedir olmak için yeterli değildir. Ataerkil ağ içinde erkekliğin kazanılması,
iktidarın kazanılmasını gerektirir. Erkek kimliği, salt tek başına bir kimlik olarak en azından
aile hayatında ailenin diğer üyeleri üzerinde iktidar kurulmasını sağlar. Aile içerisinde kurulan
bu iktidar politik, yasal, eğitimsel, ticari ve tıbbi yollarla desteklenir (Demren 2001:64).
Hegemonik erkeklik kavramı üç ana kaynaktan gelen fikirlerin bir noktada birleşmesi
ile beraber 1980’lerde ortaya çıktı: kadınların politik deneyimi ve toplumsal cinsiyet
hiyerarşisi ile ilgili araştırmaların yapılması; eşcinsel erkeklerin politik deneyimi ve
baskının kuramlaştırılması; okul ve işyeri gibi yerlerde erkeklerle ampirik
araştırmaların yapılması (Carrigan ve diğ.,1985 akt. Connell, 2002:90).
Dolayısıyla hegemonik erkeklik kavramı, basitçe “toplumdaki farklı erkeklikler arasında
üstün olan erkeklik modeli”ne referans vermektedir (Barutçu, 2013: 13). Sancar’ın (2009: 30)
ifadesiyle hegemonik erkeklik “iktidarı elinde tutan erkeklerin sahip olduğu erkeklik imgesi”
anlamına gelmektedir (akt. Kepekçi, 2012: 75). “Çıkarları patriyarki tarafından sağlanan
hegemonik erkeklik iktidarın tepesindedir ve şiddet gibi sosyal ilişki biçimlerini kullanarak
kamusal ‘uylaşım’ için sözün ve eylemin sahibi olan heteroseksüel bir kurgu ve kültürel
ifadeyle, tüm cinsiyetleri değişen yoğunluklarda ötekileştirir” (Yücel, 2014: 44).”
Hegemonik erkeklik, Gramsci’nin hegemonya terimi ödünç alınarak geliştirilmiş bir
kavramdır. Gramsci’nin sözleriyle hegemonya “yasa koyucu sınıfın salt kendi baskısını
haklılaştırdığı ve sürdürdüğü değil, aynı zamanda da yasa koyduğu kişilerin etkin rızasını
kazanmayı da yönettiği bütün pratik ve teorik etkinlikler bileşiği” şeklinde tanımlanmaktadır
(akt. Somersan, 2012: 223).
Yücel, hegemonik erkeklik modelinin egemenliğinin bütünlüklü ve bedenli biçimde –sinema,
medya, roman, öykü ve mitos gibi kurgular hariç- tek bir bireyde görülebilmesinin mümkün
olmadığını söylemiştir (2014: 45). Pek az erkek bir Stallone’dur; büyük çoğunluk, bu
imajların ayakta tutulması için işbirliği yapmaktadır. Buradan anlaşıldığı üzere hegemonya
görüşü büyük ölçüde rıza, toplumsal oydaşma gerektirmektedir (Connell, 1998: 248).
Hegemonik erkeklik, erkeklerin önüne bir rol kalıbı koyar ve erkekler bu rol kalıbına
uygunluklarına göre konumlandırılırlar. Hegemonik erkeklik kavramı, bu yönüyle her şeyden
önce farklı erkeklikler arasındaki hiyerarşik ilişkiye işaret etmektedir (Akca ve Ergül, 2014:
17). Segal’in ifadesiyle erkeklik, erkeklerin “toplumsal kurum ve pratiklerde sürekli olarak
iktidarının onaylanmasına bağlı olduğu gibi, aynı zamanda kendisine boyun eğmeyebilen
‘ötekilerden’ hiyerarşik farklılığını korumasına da bağlıdır” (Segal, 1992: 161).
1980'li yıllarla birlikte bu yaklaşım değişerek, erkekliğin tek tip bir kavram olmadığı, birden
fazla erkeklik imgesi ve şekli olabileceği görüşünün yaygınlaşmasıyla birlikte tekil kavramın
(Masculinity) çoğullaştırılarak kullanılması (Masculinities) daha uygun görülmüştür.
Dolayısıyla bu değişim Türkçe'de bulunmasa da, birebir çevirecek olursak, İngilizce
literatürde "Erkeksilik" kavramı yerini "Erkeksilikler"e bırakmıştır ve bugün halen bu
yenilenmiş haliyle kullanılmaktadır. Erkekliğe ilişkin bu çoğulcu yaklaşımdan yola çıkan
Connell (2005), esas sorunun, erkeklerin baskın olan erkeklik olgusuna uygun davranmaya
zorlanmaları ve bu yönde bir baskı hissetmeleri olduğunu belirtmiştir. Farklı konumlarda ve
farklı anlarda “farklı erkeklikler” olabileceği için, iktidarla bağlantılı olan, hem kadına hem de
diğer erkeklere üstün olmaya dönük, baskın erkeklik kavramını “egemen erkeklik”
(hegemonic masculinity) olarak adlandırmıştır.
En genel tanımıyla hegemonik erkek, farklı iktidar perspektiflerinden bakıldığında güçlü
yanları bünyesinde toplamış olan erkek olarak tanımlanmaktadır; beyaz, orta sınıf,
heteroseksüel, orta yaşlı, makul ölçüde dindar, en az bir spor dalında başarılı olabilecek
fiziksel güçte ve tam gün iş sahibi (Sancar, 2009).
Connell, “kadınlık ve erkeklik biçimlerinin karşılıklı ilişkisinin, tek bir yapısal gerçeklik üzerine:
erkeklerin kadınlar üzerindeki küresel egemenliği üzerine oturtulduğunu” belirtir. Hegemonik
erkeklik de bu ilişkiler kapsamında ikincil konuma itilmiş çeşitli erkeklik biçimleriyle ilgili
olarak inşa edilir (1998: 245).
Egemen erkeklik tarzları ile çevrenin erkeklik tarzları arasında çatışmalar oluşmakta, bu
bağlamda yeni cinsiyet hiyerarşileri gelişmektedir (Sancar, 2009: 96). Hegemonya, mutlak
kültürel egemenlik anlamına gelmemektedir (Connell, 1998: 247). Burada anlatılmak istenen
egemen erkeklik değerlerine uymayan seçeneklerin ortadan kaldırılmayıp, ikincil konuma
itildiğidir. Başka bir deyişle bir erkek grubunun diğerini kaba kuvvet yoluyla işsiz bırakması
hegemonya değildir. Hegemonya, ötekileştirilenlerin tamamen ortadan kaldırılmasından
çok, onlara karşı kazanılan üstünlüğü ifade eder. Bu bağlamda hegemonik erkeklik, ikincil
konuma itilmiş çeşitli erkeklik biçimleriyle ilgili olarak inşa edilmektedir (Connell, 1998:
245). Bunun anlamı, toplumda hegemonik bir erkekliğin varlığının ötekileştirilmiş erkeklikler
üzerinden pekiştirilmesidir
Kavram etrafında dönen tartışmalar, zaman içinde daha detaylandırılmış, eleştirilerle yeniden
şekillenmiştir. Buna göre ilk olarak Donaldson, hegemonik erkekliğin sadece kadınların itaatini ve
bağımlılığını sağlamakla kalmadığını; dahası hegemonik erkeklik konumunda bulunan az sayıdaki
erkeğin, kendi konumlarını insanlığın en gelişmiş biçimi ve evrensel toplumsal- teknolojik
gelişmelerin tetikleyici gücü olarak sunmayı başararak öteki erkekler ve erkeklikler üzerinde denetim
sağlayabildiğini ve bu nedenle “hegemonik olmayı” başarabildiklerini savunmaktadır. Yine
Donaldson, hegemonik erkeklik inşasındaki heteroseksüelliğin merkezi önemini vurgulayarak
Gramsci’nin kapitalist patriarki tanımından hareketle, karşı- hegemonyanın erkek eşcinselliği için
gelişip gelişmeyeceğini de sorgulamıştır (Donaldson, 1993; Sancar, 2009: 34).
Öte yandan Demetriou “Connell’s Concept of Hegemonic Masculinity: A Critique” (2001) adlı
makalesinde kavramın Gramsci’nin “tarihsel blok” ve Bhabha’nın “hibritlik” (melezlenme)
kavramlarından esinlenerek Connell tarafından geliştirildiğini vurgulamış ve Connell’ın “cinsiyet
sistemi/rejimi” dediği şeyin kurucusu olarak kabul etmiş olduğu üç merkezi mekanizmaya, üç temel
eril tahakküm kurumunun denk düştüğünü vurgulamıştır. Bunlardan birincisi; kadın-erkek emeği
olarak ayrıştırıldığı iş gücü piyasası, ikincisi; devket ve ordu gibi doğrudan erkekler tarafından
denetlenen ataerkil kurumlar ve üçüncüsü de cinsel arzular alanı (kateksis alanı) şekillendirir.
Demetriou’nun bunların yanısıra kavramın ikili işlevinden de bahsetmiş ve kavramın sadece kadınlar
üzerindeki erkek tahakkümüne değil, egemen toplumsal sınıfın ve etnik grubun üyesi olmayan diğer
erkekler üzerindeki eril tahakkümüne de gönderme yaptığını ifade etmiştir. Erkekler arasındaki
hiyerarşik ilişkilere ve hükmetme/boyun eğdirme pratiklerine dikkat çeken Demetriou, bunu “içsel
hegemonya” olarak tanımlamış ve hegemonik erkeklik ve diğer erkeklikler arasındaki iktidar
ilişkilerini odağa alan bir tartışma oluşturmaya çalışmıştır (Demetriou, 2001; Sancar, 2009).
Kavramın etrafında dönen tartışmaların odaklandığı önemli sorulardan biri de, hegemonik erkeklik
kavramıyla toplumsal cinsiyet sistemi kavramının bir arada kullanılmasının, erkeklerin “homojen bir
çıkar grubu” olarak ele alınmasını kaçınılmaz kılıp kılmadığıdır. Eğer hegemonik erkeklik buna
tekabül ediyorsa, erkekler kendi aralarındaki hiyerarşi ve sömürü ilişkileri ne olursa olsun, kadınlara
karşı olan konumlarını topyekun “savunmak” ve kadınlar da bunu “değiştirmek” zorundadırlar.
Erkeklik ve kadınlık biyolojik olmasa da, bir “ortak çıkar” etrafında kurulan siyasal, toplumsal ve
bütüncül kimlikler olarak inşa ediliyorsa feminist eleştirinin en önemli odağı olan indirgemeci
yaklaşıma geri dönülmüş ve farklı kadınların ve farklı erkeklerin iktidar ilişkilerinin farklı yerlerinde
farklı uzlaşma-direnme pratiklerini idrak etme olanağı ortadan kalkar (Sancar, 2009:35).
Öte yandan, Hearn (2004), “hegemonik erkeklik” kavramından değil de, “erkek hegemonyasından”
bahsetmek gerektiğini vurgular. Hegemonik erkekliğin beyaz, orta-sınıf, orta yaş, heteroseksüel,
homofobik, Anglosakson, Hristiyan, Batılı, bedensel olarak aktif olan erkeği tanımladığını vurgular.
Bunlara ilateven, egemen erkeklik deneyimlerinin risk almaktan kaçınmayarak, fiziksel sertlik ve
dayanıklık, ısrarcı ve sebatkar olma, saldırgan ve atak olma, homofobik bir heteroseksüellik, duygusal
olmayan rasyonalite, acıya katlanma ve şikayet etmeme, benmerkezcilik olarak açıklar (Connell ve
Hearn, 2005).
Hegemonyanın hem bazı erkeklerin hem de daha farklı yollardan kadınların onayını alan patriarkal
iktidar ilişkileri olduğunu ifade eden Hearn, hegemonik erkekliği bağımsız bir sistem olarak sadece
kültürel temsiller bütünü olarak ele almamak gerektiğini belirtir. Kavramın iktidar ilişkileriyle bağını,
kurumsal yapılar ile olan kopmaz içsel birlikteliğini analiz edecek bir işlevselliğe sahip olması için
yeniden formüle edilmesi gerektiğini vurgular (Hearn, 2004:55-57). Hearn, Connell’ın Erkeklikler
(1995) adlı eserinde kavramı tek düze ve yapısalcı bir tanımdan çıkarıp, mücadele içinde oluşan,
çatışma ve değişim içindeki bir hegemonik erkeklik tanımlamasına ek olarak, hegemonik erkeklik
değerlerinin en güçlü savunucularının bu değerleri en iyi temsil eden erkekler olmadığını; tersine eril
iktidarı elinde tutanlar ile hegemonik erkekliği kültürel değerler olarak temsil edenlerin farklı erkekler
olma ihtimalini de vurgular. Kurumsal yapılar ile kültürel temsiller arasındaki ilişkinin karmaşık
yapısını sorgulamaya alan Hearn, hegemonik işbirlikçi, tabi kılınmış ya da marjinal erkeklikler
arasındaki ilişkileri analiz etmeye çalışır. Buna göre, hegemonik erkekliğin esas olarak kültürel
temsillerden meydana geldiğini mi yoksa kurumsal iktidar ilişkileriyle koparılamaz bir bağının mı
olduğu sorusunun hala muğlaklığını koruduğunu belirtir. Connell’ın kavrama ilişkin son tanımlama
çabasının buna ilaveten iki soruyu da ortada bıraktığını belirtir; egemen erkeklik değerleri olan sertlik,
saldırganlık ile kadınlara saygı ve işbirliğine yatkınlık gibi erkeklik değerleri arasındaki iktidar
ilişkilerinin nasıl kurulduğunu sorgular. Aynı şekilde ekonomik/maddi kaynakların kontrolünü elinde
tutanlarla, imgelerin üretimini denetleyen erkeklerin benimsediği erkeklik değerlerinin nasıl yanyana,
birlikte var olabildiklerini ya da çatıştıkları sorusunun yanıtının yeterince açık olmadığını söyler.
İkinci olarak, hala “erkeklik pratikleri” gibi “yumuşak” bir kavramsallaştırma yerine neden
“hegemonik erkeklik” gibi “sert” bir kavramsallaştırmaya bağlı kalındığının da tatmin edici bir
açıklamasının olmadığını belirtir. Hegemonyanın kolektif siyasal aktörler içinde işlediğini ifade eden
Hearn, devletin, yasaların, kapitalistlerin, entelektüellerin vb. değişik biçimlerde bu ilişkiler ağı içinde
bulunduğunu vurgular (Hearn, 2004:58-60; Sancar, 2009:37-38).
Kavrama bunlardan farklı bir eleştiri yönelten Jefferson ise (2002), daha farklı bir soruna dikkat çeker.
Bir yanda “hegemonik erkeklik” tartışmaları olurken diğer yanda modern dünyanın ciddi bir “erkeklik
krizi”yle karşı karşıya olduğu tezi tartışılmaktadır. Bu durumun çelişkiye dikkat çeken Jefferson’a
göre, bir yanda Connell’ın öncülük ettiği hegemonik erkeklik kavramını odak alan, hiyerarşik iktidar
ilişkileri içerisinde, her tür erkekliği birbiriyle ilişkilendiren ve sistemlbir bütünlük olarak erkek
egemenliğinin işlemesini açıklamaya çalışan bir hegemonik durum analizi vardır.
Diğer yanda ise Faludi (1999) ve Mac an Ghaill’in (1994) çalışmalarında vurgulamaya çalıştıkları
“erkeklik krizi” vardır. Bu analize göre artık topluma yararlı bir şey üreterek kapitalizmin üretim
süreçlerini sürdüren ve kamuyu şekillendirerek eril siyaset ve kamuoyu oluşturma tarzlarını üreten
“egemen erkeklik değerleri” revaçta olmaktan çıkmıştır. Bunun yerine imgeler, reklam, süs ve tüketim
kültürünün egemen olduğu bir erkek dünyasından bahsedilir. Küresel piyasalarda yeni liberalizmin
egemenliği çağında artık alt-sınıf erkeklerin hayalinde tam gün bir iş sahibi olmak değil, şiddet, seks
ve futboldan oluşan yeni bir erkek dünyası vardır. Artık babalardan öğrenilecek bir şey kalmamıştır.
Her erkek kendi erkekliğini kendi başına keşfedecek ve yeni baştan tanımlayacaktır. Çöküşün,
güvensiz ve istikrarsız yaşamların egemen olduğu küresel kapitalist hegemonya çağında ya da post-
modern zamanlarda hegemonik erkeklikten söz etmek mümkün müdür? Tersine, burada söz konusu
olan bir “erkeklik krizi”dir. Jefferson, (2002) erkeklik çalışmaları alanında bir yanda hegemonya
iddiaları öte yanda bu iddia ile taban tabana zıt olması gereken “kriz çözümlemeleri”ne dikkat çekerek
yeni bir yorumun gerekliliğine vurgu yapar (Sancar, 2009:39).
Hegemonik erkeklik” kavramının bir yandan cinsiyet farkları oluşumunu sadece farklı sosyalleşme
deneyimlerine indirgediği için terk edilen cinsiyet rolleri kavramının oluşturduğu boşluğa yerleşerek
güçlendiğine ilaveten homojen ve totalci bir erkeklik kavramının yaratmış olduğu körlükleri aşma
çabası içinde geliştiğini ve kavramın esas olarak farklı erkeklikleri vurgulamayı amaçladığını
belirtmektedir. (Sancar, 2009:40).
Kavram bu yönüyle her ne kadar şiddetle bağdaştırılabilse de, erkeklerin diğer erkekleri
fiziksel açıdan zorlayarak sağladıkları bir üstünlüğü değil, dinsel ve toplumsal pratiklere,
öğretilere, aileye ve kitle iletişim araçlarına sızan, kurumlaşan bir üstünlüğü kastetmektedir.
Diğer bir deyişle Connell, toplumda baskın konumda olan ve idealize edilen bir erkeklik
biçimine ve bu bağlamda üretilen rızaya işaret eder (a.g.e: 246- 247). Pek az erkek bu ideal
erkeklik özelliklerini taşımaktadır. Nitekim hegemonik erkekliğin erkeklerin büyük
çoğunluğunun gerçek kişilikleriyle sıkı sıkıya örtüşmesi gerekmez. Önemli olan, çeşitli
kurumlar aracılığıyla bu idealin yaratılması ve pratiklerle bu idealin sürdürülmesidir (akt.
Kepekçi, 2012: 77).
****Bu bağlamda ailenin dışında okul, ordu, medya gibi kurumlar erkekliğin
biçimlendirildiği, kurumsallaştırıldığı ve pekiştirildiği yerler olarak önem teşkil etmektedirler.
Aynı zamanda erkeklik, homososyal ortamlarda, yani hemcins insanların bir arada
bulundukları toplumsal gruplarda da inşa edilip pekiştirilmekte ve yeniden üretilmektedir
(Onur ve Koyuncu, 2004). Ordu, taraftar grupları, kahveler, erkeklere özel kulüpler, erkek
okulları bu alanlardan bazılarıdır. Homososyal ortamların sadece erkeklere özgü alanlarda
gerçekleşen ve rekabetin ciddi oyunlarıyla yapılandırılan ve şekillendirilen alanlar
(Bourdieu’den akt. Onur ve Koyuncu, 2004: 32) olduğu göz önüne alındığında, bu ortamların
toplum düzeyinde inşa edilen erkeklik biçimlerini anlamada önemli bir nokta oldukları
görülmektedir. Başka bir ifadeyle homososyal ortamlar, toplumdaki farklı erkeklik biçimlerini
ve bu erkeklik biçimlerinin nasıl inşa edildiğini açıklamada yol gösterici bir niteliğe sahiptir
Eleştiriler ve Egemen Erilliğin Tekrar Ele Alınışı
Demetriou’ya göre, egemen erillik Connell’in bahsettiği gibi homojen bir grup değildir. Daha
çok eski Demir Perde ülkeleri için kullanılan “Doğu Blok’u” benzeri bir “erkeklik
bloğu”'undan bahsetmek olasıdır84. Erkek bloğu, egemen erillik anlayışının aksine ikincil
plandaki erkeklikleri de içerir, bunların varlığıyla oluşan bir harman denilebilir. Bunun nedeni
ise dönem dönem egemen erillik anlayışında çeşitli farklılıklar oluşmaktadır. Ancak bu sırada
erkek bloğu arasında bulunan ikincil plandaki erkeklikler, onu değişikliklere dayanıklı ve
esnek hale getirmektedir. Bu

ERKEKLİK ÇEŞİTLERİ
Erkekliğin baskın yapıları, diğer erkeklikleri ortadan kaldırmamakla beraber, tanımlandıkları
standartları belirler. Dolayısıyla “şarta bağlı erkeklikler”, ezilen erkekliklerdir. Farklı
bağlamlarda, farklı hegemonik erkeklikler fiziksel iktidar, güç gibi belirli tutum ve tavırları
diğerlerine empoze eder. Erkekliğin özelliklerinin iktidarla ilişkili olduğu düşüncesini teşvik
eden (Cornwall ve Lindisfarne 1994:21) hegemonik erkeklik, diğer erkeklik kimlikleri
üzerinde baskı uygular ve onlara nasıl erkek olunması gerektiğini anlatır (Whitehead
2002:89). Bu anlamda, erkekler için bir rol kalıbı sunar. Erkekler, değişik şekillerde bu
kalıba uygunluklarına göre konumlandırılır (Edley ve Wetherell 1995:128).
Benzer şekilde, Kandiyoti (1997), erkekliği, iktidar ile bağlantılı olarak tanımlar ve kadınlığa
karşı tanımlandığı toplumsal cinsiyet düzeni içinde kurulan ve bu yolla kadınlarla erkekler
arasındaki iktidar ilişkilerinin sürmesini sağlayan toplumsal bir yapılanma olarak sunar.
Erkekler arasındaki iktidar ilişkileri, farklı erkeklikleri yapılandırır. Ancak verili bir zaman ve
yerde ataerkilliğin belirli bir biçimde kurumsallaşması ve kadınların denetlenmesi için
stratejilerin belirlenme süreci açısından, farklı erkeklikler ortak ideal davranış tarzları ve
tutumlar üzerinden inşa edilir (Demez 2005:75) ve iktidar paydasında birleşir.
İlk olarak Connell tarafından dillendirilen hegemonik erkeklik kavramının temeli, erkekliğin
tek tip olmadığı, farklı erkeklikler olduğu varsayımına dayanır (Connell, 2005).
Bu, hegemonik erkekliğin diğerlerine karşı savaşıyor olduğundan çok, diğer erkeklikleri ikincil
konuma ittiği ve norm olarak güçlendiği anlamına gelir (Connell, 1987) ve başta eşcinsel
erkeklik olmak üzere, diğer erkekliklerin hegemonik erkekliğe tâbi kılınmasını getirir (Connell
ve Messerschmidt, 2005).
Bozok’un erkeklikle ilgili kuram ve hareketlerin feminizmle olan bağlantısını dikkate alarak
önerdiği erkekliğe ilişkin üçlü sınıflamaya göre, bu yaklaşımlar erkeklikçilik (masculinism),
erkek kurtuluşçuluğu (male liberationism) ve (pro)feminizm (feminizm
yandaşlığı/savunuculuğu) olarak ele alınabilir. Bu yaklaşımlardan erkeklikçilik, ataerkilliği
savunurken, (pro)feminizm, feminist düşünceyi sahiplenen erkeklerin, tüm “erkek
olmayan”ların ezildiği görüşünü destekler. "Erkek kurtuluşçuluğu" ise, erkeklerin de
ataerkillikten en az kadınlar kadar zarar gördüğünü, toplumsal, fiziksel ve psikolojik baskı
altında olduklarını savunan bir yaklaşımdır (Bozok, 2009).
Ama işçi sınıfı erkekliğinin de daha açık görülebilen bir eril şiddet, din ve etnik unsurların
kullanımıyla kadınları ikincilleştirdiği ve kendine tabi erkeklikler oluşturduğu ve aile ve
evlilik ile bağlantılı olarak ekmek kazanan baba rolüyle heteroseksizmini kurumsallaştırdığı
bir hegemonik erkekliği vardır (Sancar, 2009: 33 ve Donaldson, 1993).
Birçok erkek için gelir getirici bir işte çalışmak erkekliklerinin temel dinamiğini
oluşturmaktadır. Kariyer ve beceri geliştirme, iktidar ve statü sağlama iş sayesinde
gerçekleşmektedir (Collison ve Hearn 1996).
Sınıf kavramının öteki erkeklerin oluşumu hususunda önemli bir yer tuttuğu söylenebilir.
Sosyo ekonomik faktörler farklı erkekliklerin oluşumuna sebep olur denilebilir. Alt sınıf
mensubu erkeklerin daha tehlikeli ve suça yatkın bir yaşam tarzı geliştirdikleri
söylenmektedir. Örneğin Sancar, işçi sınıfının kaybeden kesimlerinin ve sınıfdışı erkeklerin
düzensiz, tekinsiz, şiddete aşina ve tehlikeli yaşam tarzlarına eğilim duyan yeni tarz
erkeklikler geliştirdiklerini belirtmiştir. (2009: 97-101).
Hegemonik erkeklik, çelişkiler barındırmakta ve bu çelişkiler erkeklerin toplum içinde var
olabilmesi için bir takım stratejiler geliştirmesine sebep olmaktadır. Bu bağlamda Tony
Coles’un araştırması (2008) aydınlatıcı niteliktedir denilebilir. Coles, Connell’ın hegemonik
erkeklik kavramsallaştırmasının yanı sıra, hegemonik erkekliğin tanımlamaları alanında kendi
erkeklik örüntüleriyle hegemonik erkekliği bağdaştırmaya çalışan mozaik bir erkeklik
oluşturulduğunu ileri sürmektedir (akt. Kurt, 2013: 206). Buna göre erkekler kendi
erkekliklerini yeniden oluşturabilmek için egemen erkeklik örüntülerinden kendilerine uygun
olan parçaları alarak kendi erkeklik örüntüleriyle kaynaştırırlar. Bu anlamda birbiriyle
uyumsuz görünen erkeklik örüntüleri ve bunların ön gördüğü yaşam tarzları bir arada
bulunabilmektedir (akt. Kurt, 2013: 206).
Holt ve Thompson (2011), Amerikan ideolojisi bağlamında yapılandırılan bir erkeklik
sentezine işaret ederler. Eylem adamı kahraman erkeklik modeli adını verdikleri bu erkeklik
örüntüsü, birbiriyle çelişiyor gibi görünen evini geçindiren erkeklik ve asi erkeklik
modellerinin harmanlanmasıyla oluşmaktadır. Bu iki model arasındaki diyalektik gerilim,
eylem adamı kahraman erkeklik modeliyle, yani sentetik kültürün ideal erkeklik modeliyle
çözülmektedir (Holt ve Thompson, 2011: 434). Holt ve Thompson, Amerikan kültüründe, en
çok anılan erkeklik modelinin evini geçindiren erkeklik ya da asi erkeklik modeli olmadığını,
bunun yerine her iki model arasındaki gerilimi giderecek bir çözüm olarak eylem adamı
kahraman erkeklik modelinin bulunduğunu belirtirler. Bu sentez her iki modelin olumsuz
çağrışımını yıkar (2014: 437) ve bu bağlamda erkeklere yeni bir çıkış yolu sunar.
Dolayısıyla Connell’ın “çoklu erkeklikler” (multiple masculinities) kavramından yola çıkılarak
formüle edilen ve tek bir erkeklikten değil, aynı cinsiyet rejimi içinde sınıf, ırk, din, kültür, cinsellik
gibi özelliklere bağlı olarak değişkenlik gösteren, birbirleriyle ve iktidar mekanizmaları ile farklı
ilişkiler kuran erkekliklerin mevcudiyetini belirten bir kavram olarak; belirli bir toplumsal/ kültürel
formasyon içerisinde kültürel olarak desteklenen, yüceltilen, örnek gösterilen ve mazur görülen
cinsiyet pratiklerinin oluşturduğu, söz konusu formasyon içerisindeki diğer erkeklikleri az ya da çok
etkileyen bir erkek olma biçimidir (Connell, 1998; Özbay ve Baliç, 2004: 93-94).

ERKEKLİK KRİZLERİ
Bu bakış açısı, erkekliğin zorlu süreçlerin ardından kazanılan bir şey olduğunu da gösterir.
Tayfun Atay’a göre, yeterince erkek olmak bir kere elde edilip sonuna kadar süren bir şey
değildir. Erkek topluluğu tarafından izlenerek, tartılarak ve yargılanarak verilen bir şeydir.
Aslında erkek olmak, bir erkek referans topluluğu tarafından kişinin erkekliğinin
onaylanmasıdır. Erkekliğin oluşması sosyal bir süreçtir. Dişiliğin tersine, erkeklik verilir.
Bağışlanan bir şey olduğu için geri de alınabilir (Atay 2004:26).
Ataerkil yapılanmaları içinde barındıran iktidar sistemine, Foucaultcu bakış açısıyla
yaklaştığımızda, erkeklerin iktidarın sahibi değil, taşıyıcısı olduğunu görürüz. Foucault’nun
düşüncesi çerçevesinde, iktidar, bazı insanların diğerleri üzerinde uyguladıkları ve sahip
oldukları bir şey değildir. Bütün kimlikler, iktidarın belirli söylemlerince üretilir. Erkek
kimliği, iktidarın kendini devam ettirebilmesi ve yenilemesi için, iktidarın ürettiği söylem ve
bilgi çerçevesinde kurgulanır. Edley ve Wetherell’in ifadesiyle, “erkekler, bu eril kültürün
paradoksal biçimde hem üreticisi hem de ürünü durumundadırlar” (Edley ve Wetherell
1996:109). Bunun yanısıra, erkeği başa alan ve hiyerarşik bir yapılanma sergileyen iktidar
anlayışı, kadının kendi aktivitelerini ve kendi tarihini şekillendirmek için sahip olduğu gücü
inkar etmekte, görmezden gelir. Victor Seidler’e göre ise, Foucault da aynı hataya düşer.
Özne ya da kimlikler, eğer söylemlerin bir ürünü ise bu durumda birey pasif olmakta ve
sistemi değiştirme yeteneğinden uzak kalmaktadır. Bu durumda, kadınlara yönelik baskıcı
yapılar kırılamaz. Kimliklerin dışarıdan üretilmesi, kadını pasif bir konuma iter (Seidler
1994:105).
Sonuç olarak erkeklik, iktidar ilişkilerine dayanır. “Erkekliğinden vazgeçmek”,
iktidardan, kadına yönelik egemenlik biçimlerinin sahipliğinden vazgeçmek de demektir
(Seidler 1994:98). Bu bakımdan erkeklik ölçülebilen, kazanılabilen ve kaybedilebilen bir
mülkiyet gibi değerlendirilir (Cornwall ve Lindisfarne 1994:12) ve yaşamın her alanında
tekrar eden bir oluşum ve kanıtlama süreci biçiminde işler. Ancak erkekler lehine ve
erkeklerin egemenliğinde görülen bu sistem, aslında erkeklerin devamlı erkekliğini kanıtlama
1
mücadelesi içinde olması nedeniyle, yaşamı bir savaş alanına çevirir (Demren 2001:49).
“Hegemonik erkekliği kabul etmeyen veya benimseyemeyen bir erkeğin bu sistem içerisinde
yeri yoktur. Çoğu erkek bu hegemonik biçimlenmelere uyum sağlamaya çalışır ve ataerkil
sistemin içinde yer alır. Fakat bu hegemonik nitelikleri elde edebilme süreci erkekler için
sıkıntılı, yorucu ve kendilerini kanıtlamaları gereken bir süreç olabilir (Demren, 2001).
Erkekliğin aslında bir güç ve iktidar nesnesi olarak düşünülmesinin ötesinde, Foucault’nun
iktidar tanımından yola çıkarak, erkeğin kendisi üzerinde de tahakküm kuran, erkeğin dışında
bir olgu olduğunu vurgulamıştır. Atay (2004)
Kadınların pek çok sıkıntıyı sırf kadın oldukları için yaşadıklarına dikkat çekmelerinin ardından
aynı farkındalık erkekler açısından da görülmeye başlamıştır. Üzerlerine yüklenen toplumsal
yükler ve beklentiler nedeniyle erkeklerin sağlıklarının olumsuz etkilendiğine dönük
bulgular vardır (Courtenay, 2000).
Oysaki kadın‐ erkek eşitliğinin daha yerleşik ve yaygın olduğu toplumlarda bu durumun
aksine kadın ve erkeğin yaşam süresi arasındaki fark azalmaktadır (Medalia ve Chang, 2011).

ERKEKLİĞİN YENİDEN ÜRETİMİ


Erkeklik bireyin vücuduna veya kişilik özelliklerine gömülü sabit bir oluşum değildir.
Erkeklikler toplumsal eylem içerisinde gerçekleştirilen uygulamaların
yapılandırılmasıdır. Bu yüzden erkeklik belirli bir sosyal ortamdaki toplumsal cinsiyet
ilişkilerine göre farklılaşabilir (Connell ve Messerschmidt, 2005: 836). Simon de
Beauvoir’ın meşhur “kadın doğulmaz, kadın olunur” sözü cinsiyetin toplumsal inşasını
açıklayan örneklerden biridir. Bu sözü erkeklikler için de söylemek yanlış
olmayacaktır (Kepekçi, 2012: 71).
“erkeklerin rollerini ve cinsiyetler arası ilişkilerini belirleyen, bireyin içinde bulunduğu
toplumun deüer ve özellikleridir, dolayısıyla bu konuda toplumdan topluma ya da aynı toplum
içerisinde farklı dönemlerde erkekliğin ve buna bağlı sosyal ilişkilerin yapılanmasında
farklılık gözlemlenmektedir” (Öztürk, 2011: 35).
İktidarı elinde tutan gruplar, Connell’ın da belirttiği üzere kendilerine ayrıcalık sağlayan
yapıları yeniden üretmeye çalışmaktadırlar (1987: 73).
“Aile, devlet gibi toplumsal yapılar bireylere görmek istediği kadın ve erkek kimliklerini
aşılar ve dayatır” (Demez, 2004: 17).
Connell ve Messerschmidt’in (2005: 836) de belirttiği gibi erkeklik, toplumsal eylem içinde
edinilmiş olan pratiklerin düzenlenmesidir (akt. Kepekçi, 2012: 71). Bu nedenle kadın ve
erkek davranışları toplumun kendine özgü özelliklerine göre biçimlendirilmekte ve
toplumsallaşma yoluyla bireylere giydirilmektedir (Demez, 2004: 36). Bu açıdan bakıldığında
Simone De Beauvoir’in “kadın doğulmaz, kadın olunur” sözleri, erkeklik kavramı için de
geçerli ve özetleyici bir bakış açısı olma niteliğindedir. Bu bağlamda erkeklik, sosyalleşme
süreçlerinde ortaya çıkan ve yaşandıkça kurumsallaşan bir olgudur (Ok, 2011: 17).
Erkekliğin oluşumunda sosyalizasyonun önemi yadsınamamaktadır. Bu bağlamda
sosyalizasyonun önemini vurgulayan çalışmalarda sosyalizasyon modeli sekiz farklı
noktada ele alınmaktadır (Helinger ve Engelfried’den akt Onur ve Koyuncu, 2004: 38).
Bunlar dış dünya, emek, suskunluk, yalnızlık, rasyonellik, sürekli denetim pozisyonu, şiddet
ve fizyolojik uzaklık olarak sıralanmaktadır. DEVAMI KAYNAKTA
Özel alanın dışında gerçekleşen sosyalizasyon sürecindeki belirleyici faktörlerden birinin
sokak olduğu söylenebilmektedir. Connell’a göre sokak, çoğu zaman bir kurum olarak
görülmese bile toplumsal bir çevredir ve aile ve devletin gösterdiği toplumsal cinsiyet
ilişkileri yapılarının aynısını gösterir: Chicago’da Güney Yakası gibi yüksek işsizlik ve etnik
dışlanmanın birlikte yaşandığı bölgelerde çok yaygındır. Cesaret çekişmeleri, spordan ve
arabalardan bahsetmek, uyuşturucu, alkol ve cinsiyetçilik, umutsuz bir ortamda eğlence
sağlar.”(Connell, 1987: 181-182)
Örneğin Sancar, güvenlik ve asayişin sağlanamadığı sokakların dünyasında sosyalleşen
delikanlılardan bahseder: güvenlik ve asayişin tesis edilmediği sokakların dünyasında
sosyalleşen delikanlılar...”(Sancar, 2009: 101-102).
Demren’in Ankara’daki gecekondu kahvelerinde gerçekleştirdiği araştırma (2006), erkeklerin
kahveleri erkeklik gerilimlerinden kurtulup rahatlamak ve erkekliklerini terapi etmek
amacıyla kullandıkları mekanlar olduğunu göstermiştir (akt. Sancar, 2009: 101). İçinde sadece
erkeklerin bulunduğu ve kadınların dışlandığı bu ortamlar, homososyal ortamlar olarak
adlandırılmaktadır. Homososyal ortamlar, daha önce incelenen habitus kavramıyla ilişkili
bir biçimde ele alınabilmektedir. Homososyal ortamlar, erkekliğin kurulduğu ortamlar
olmalarının yanı sıra, erkeklerin sosyalleştikleri alanlar olarak nitelendirilmektedirler.
Onur ve Koyuncu, daha önce aktarılan ve erkeklik oluşumunda belirleyici olan
sosyalizasyonun sekiz aşamasının sadece erkeklerin yer aldığı homososyal birlikteliklerde
meşrulaştırıldığını ifade ederler. Yaşanan toplumsal değişimlerle birlikte cinsiyet düzeni
de dönüşmekte ve erkek egemenliği sorgulanmaktadır. Buna rağmen erkekliğin genel
anlamda bir krize girmemesi ve erkek egemenliğinin hala belirgin olması, homososyal
erkek birlikteliklerinin varlığıyla açıklanmaktadır (Onur ve Koyuncu, 2004: 39).
Homososyallik kavramı, cinsiyet araştırmalarına Lipman-Blumen (1976) tarafından
getirilmiştir. Lipman-Blumen’a göre homososyallik, aynı cinsiyetin beraberliğimi araması,
tercih etmesi şeklinde ve bir cinsiyete ait olanların birbirlerini örnek alan karşılıklı
yönelimleri anlamında kullanılmalıdır (akt. Onur ve Koyuncu, 2004: 39). Onur ve Koyuncu,
homososyalliğin simgesel ve fiziki olmak üzere iki boyutundan bahsederler. Buna göre
homososyalliğin fiziki boyutu, kadınların girmesinin istenmediği bu alanların klasik erkek
alanları olarak ayrılmasıyla mekansal bir ayrılığı ifade etmektedir. Bu açıdan homososyal
ortamlar fiziki açıdan geleneksel olan kadınlardan çok, erkekler tarafından pratikte yaşanan
bir ilişki ve ortak yaşam biçimiyle ilintilidirler. Homososyalliğin sembolik boyutu ise “ahlaki
yönelimlerin, siyasal görüşlerin ve değer sistemlerinin içeriklerine dair tartışmaların öncelikle
aynı cinsiyete dahil kişiler tarafından yapılması” anlamına gelmektedir. Bu açıdan
bakıldığında homososyal birliktelikler, erkek ve kadın dünyaları arasında bir dengesizlik
yaratarak bir taraftan erkek egemenliğini vurgulamakta diğer yandan da erkekler arası
ilişkilerin önem kazandığı egemenlik ortamının yeniden üretilmesini sağlamaktadırlar (Onur
ve Koyuncu, 2004: 39).
Erkekliğin kendini ispat etme mekanizmalarının da özellikle kolektif bir biçimde
homososyal erkek toplulukları içinde gerçekleştiği görülmektedir (Onur ve Koyuncu,
2004: 40)
Farklı sosyalizasyonlar farklı kadınlık ve erkeklikler inşa eder (Ghoussoub ve Sinclair-
Webb, 2000:7).
Ayrıca burada farklılıkların tanımlanması ve farklı sınıflarda, ırksal ve etnik kültürlerde
erkekliğin farklı özellikler sergileyebileceği göz ardı edilmemelidir (Seidler, 113).
Cinsiyet ve cinsel rol kimlikleri, her zaman cinsiyet temelinde gelişen sosyal hareketlerle elde
edilmekte, yaşamın yapılanma sürecinin tüm alanlarında bir süreklilik içerisinde aktif olarak
yeniden üretilmekte ve sosyal pratiklerde sınanmaktadır (Onur ve Koyuncu, 2004: 42). Selek,
farklı toplumsal ve kültürel bağlamlar içinde kabul edilen ve hakim normlara bağlı olarak
toplumsal cinsiyeti kuran ve bu bağlamda bireyleri şekillendiren çeşitli mekanizmalardan
bahsetmektedir (Selek, 2013: 9). Rol farklılıklarının ve cinsiyet ayrımlarının süreklilik
göstermesi de ordu, erkek kulüpleri, belirli kavga sporları gibi homososyal ortamlar ya da
kurumlar sayesinde gerçekleşmektedir (Onur ve Koyuncu, 2004: 42- 47). “Çocuk oyunları,
okul takımları, spor oluşumları, arkadaş grupları, aile ortamı, iş alanları, askerlik hizmeti gibi
mekanizmalar, kadınları ve erkekleri cinsiyet kalıpları üzerinden ayırarak onların sosyal
varoluş koşullarını belirler ve dolayısıyla bireylerin varlığı, cinsiyetlendirilmiş cemaatler
içinde kabul edilir (Selek, 2013: 9-10). SON

ERKEKLİK ÇALIŞMALARI
Erkekler ve erkeklikler üzerine eleştirel incelemeler alanını da belirli dönemlere ayırmak
mümkündür. Örneğin Edwards eleştirel erkeklik çalışmalarını, feminist çalışmalara
benzer şekilde üç dalga olarak değerlendirmiştir (2006: 1- 2). Edwards feminist
hareketlerinkine benzer bir değerlendirme yapmayı, eleştirel erkeklik çalışmalarının
feminizme olan gönül borcunu ödemek olarak yorumlamıştır (Edwards, 2006). Bu çalışmada
Edwards’ın izinden giderek eleştirel erkeklik çalışmaları üç dalga halinde incelenecektir.
Eleştirel erkeklik çalışmalarının birinci dalgası, ikinci dalga feminist hareketin yoğun olduğu
70’li yıllarda yükselmiştir. Birinci dalga eleştirel erkeklik çalışmaları, feminizme benzer
şekilde cinsiyet rolü paradigmasını öne çıkarmıştır (bkz. David and Brannon, 1976; Farrell,
1974; Tolson, 1977). Bu çalışmalar erkekliğin sosyal olarak inşa edilen doğasını kanıtlamaya,
cinsiyet rollerinin öğrenimi ve kontrolünü gösterebilmeye yönelmiştir. İkinci olarak ise, bu
sürecin erkeklerin psikolojik ve fiziksel sağlıkları için ne kadar zorlu ve sınırlayıcı olduğunu
ortaya koymaya çalışmıştır (Edwards, 2006: 2).
Birinci dalga eleştirel erkeklik çalışmaları araştırmacıları erkekliğin niteliklerini
çeşitlendirerek risk alma, sorumluluk sahibi olma, saldırganlık, enerjiklik (Connell, 2005: 68)
ile tanımlamışlardır. Bu dönemin araştırmacılarından Joseph Pleck The Myth of Masculinity
(1981, Erkeklik Miti) çalışmasında, 1930’lardan itibaren ortaya çıkan erkek rolü
araştırmalarını yıkıcı bir şekilde eleştirmiştir. Benzer şekilde, Pleck’in Jack Sawyer’la birlikte
hazırladığı Men and Masculinity (Erkekler ve Erkeklik, 1974) de erkeklik eleştirisi
yapmasıyla öne çıkmaktadır. Pleck ve Sawyer’ın (1974) eseri, erkekliğe atfedilen özellikleri,
erkeklerin zorluklarla inşa edilişine karşılık aniden yıkılabilme tehlikesini ve bu inşanın
dinamiklerini sorgulamasıyla bu alana öncülük eden çalışmalardan biridir.
Eleştirel erkeklik çalışmalarının ikinci dalgası ise, 80’lerin ortalarında ortaya çıkmıştır. Bu
dönem, birinci dalga eleştirel erkeklik çalışmalarının eleştirisinin ve değerlendirmesinin
yapıldığı bir dönemdir. Bu çalışmalarla birlikte erkekliğin hâkim bir erkeklik modeli ile
erkekliğin değişmez bir öze sahip olduğu düşüncesi terk edilmeye ve cinsiyet rolü
paradigması politik olarak tartışılmaya başlanmıştır. Connell’ın, erkeklik sorunlarını
tartışmaya açacak şekilde geliştirdiği Gender and Power (1987) (Toplumsal Cinsiyet ve
İktidar, 1998) çalışması, ikinci dalga eleştirel erkeklik çalışmalarında öncü kabul edilen
27
çalışmadır .
Eleştirel erkeklik çalışmalarının üçüncü dalgası ise, feminizmdeki post-yapısalcı teorinin
gelişiminden etkilenmiştir. Eleştirel erkeklik çalışmalarının temel tartışma noktası, erkekliğin
pek çok farklı örüntüyü barındıran sosyo-kültürel yapının ürünü olduğudur. Bugün de içinde
bulunduğumuz bu dalga, sanattan edebiyata, iletişimden felsefeye, sosyolojiden siyasete pek
çok alana yayılmış ve disiplinler arası bir hal almıştır. 1990’lardan sonra, farklı erkeklik
deneyimlerinin keşfedilmeye çabalandığı ve “aynı erkeğin farklı yaşlardaki farklı erkeklik
deneyimlerini” (life course) incelemeye yönelen araştırmalardan söz edilebilir (Sancar, 2009:
26).
Günümüzde erkekliğe odaklanan eleştirel çalışmalar, spor, aile, kurumlar, yönetim, medya,
şiddet, güç, kimlikler, eğitim, suç, etnik kimlik ve cinsellikle ilgili olarak pek çok alanda
çalışılacak kadar yaygınlaşmıştır (Whitehead ve Barrett, 2004: 1). Bu çalışmaları tarihsel bir
gelişim sürecinde sınıflandırmak kolay değildir. Çünkü “erkekliğe dair değerlendirmelerin
hala homojen ya da tam olarak olmasının sebebi, erkekliğe ilişkin çalışmaların kendisinin,
kırılmış bir aynadan yansıyan görüntü gibi parçalı bir yapıya sahip olmasıdır”. Erkeklik
çalışmaları yeni olduğu kadar tartışmalı bir alan olarak karşımıza çıkmaktadır.
Toplumsal cinsiyet alanında 1970’lerden sonra erkeklik ve erkek kimliği üzerine
yoğunlaşılmıştır. 1970 sonrası araştırmalar sonucunda genel bir erkeklik idealizasyonundan
bahsedilmektedir. Belli bir erkeklik anlayışı ve erkekliğin rol modeli vardır. 1980’lerde ise
erkeklik toplumsal bir inşa olarak kendisini göstermiş ve farklı erkeklik pratiklerine
yoğunlaşılmıştır. 1990’larda ise erkeklik, genel bir kategori olmaktan çıkmıştır. Erkeklik
tikellikler üzerinden giden ve belirli bağlamlarla biçimlenen bir toplumsal kategori halini
almıştır. Örneğin “Men’s Studies Review” adını “Masculinities” olarak değiştirmiştir. Yani
erkeklik belli sınırlar içinde bir erkek grubuna ait değil, çok daha karmaşık ve çeşitlidir. Erkek
egemenliği sadece kadın üzerinden işleyen bir alan olmayıp erkek egemenliği, erkeklik ve
erkeklikler üzerinden de kendisini inşa eden bir alan olabilmektedir. Bu alan karmaşık
olmakla birlikte atlanmaması gereken önemli noktalara sahiptir. İnşayı anlamak ya da
çözümlemek, kırılma noktalarını görebilme açısından önem taşımaktadır (Zeybekoğlu, 2009:
48–50).
Erkekliğin erkekler üzerindeki hegemonyası da artık araştırma alanı haline gelmiştir. Kenneth
Klatterbaugh, erkeklik meselesi ile ilgili çeşitli kuramsal duruşlar olduğunu söylemiştir.
Birinci yaklaşım daha muhafazakar olarak nitelendirilebilen, erkekliği biyolojiden ele alarak
evrensel ve değişmez olduğunu iddia etmektedir. İkinci yaklaşım yani feminist yaklaşım ise
feminist kuramın radikal ve liberal kısmına dayanan yaklaşımdır. Üçüncü yaklaşım da
erkeklerin de ataerkilliğin ve cinsiyetin kurbanı olduklarına yönelik yaklaşımdır. Bugün ise
erkekliğin sınıf, ırk, homoseksüellik gibi birçok kavram etrafında ve çok çeşitli olarak
araştırıldığından bahsedilebilir (Marshall, 2005: 207).
“Erkeklik çalışmaları erkekliğin tarihsel, kültürel ve toplumsal bir kurgu, bir yapı olduğundan
hareketle eril iktidarın gücünün kaynaklarını ve farklı tezahürlerine ışık tutmayı
amaçlamaktadır. Bu doğrultuda erkeklik ile ilgili çalışma literatüründe yeknesak bir erkeklik
kimliğinden söz edilemeyeceğine ve erkekliğin tarih aşırı bir kategori olmadığına işaret
edilmektedir” (Türk, 2007, 2).
“Erkeklik ile ilgili yaklaşımlar üç dalga halinde ele alınacak olursa: 1950’lerden sonra ortaya
çıkan ve çoğunlukla toplumsal erkeklik değerlerine uyum sağlamaya çalışmanın erkeklerin
yaşamında yarattığı olumsuzluklar ve erkeklere ödettiği bedeller hakkındaki çalışmalar birinci
dalgayı oluştururken, daha çok erkek iktidarının oynadığı merkezi rolü inceleyen ve özellikle
hegemonik erkeklik kavramını ortaya atan çalışmalar ise ikinci dalgayı oluşturmaktadır.
Üçüncü dalga erkeklik çalışmaları ise feminist post yapısalcı ve post modern düşünceden
etkilenmiş ve erkeklerin kendi kimliğini nasıl algıladığı üzerine odaklanmıştır” (Akt: Aktaş,
2010, 28).
Handbook of Studies on Men and Masculinities’te erkeklik çalışmaları alanının geleceği
için önerilen üç öneri şu olmuştur. Öncelikle alanın ortaya çıktığı “batı dünyası” olduğundan
yeni çalışmaların artık Asya ve Afrika toplumları üzerine yapılması ve yerel veya uluslar arası
karşılaştırmaları mümkün kılan çalışmalar olması sağlanmalıdır. Đkinci olarak erkekliğin
iktidar yapıları ile bağlantısı göz ardı edilmeden, küresel kapitalist erkeklik yapıları görülerek,
etnoğrafik, psiko-analitik ve bilişsel boyutlarına odaklanılmalıdır. Son olarak erkekliğin
cinsiyetlendirilmiş ekonomik ilişkiler içerisinde çalışma yaşamı ile bağlantıları görülmelidir.
(Kimmel ve Hearn, 2005: 9-10)
1970‟li yıllarda, erkeklik literatüründe ortaya çıkan en önemli argüman erkeğin de kadın gibi
ezildiği ve baskı altında olduğudur. Fakat ezen, kadın değil, erkeklik rolü olarak kabul edilir
(aktaran Alemdaroğlu ve Demirtaş, 2004, s. 210). Herb Goldberg 1976‟da yazmış olduğu ve
dilimizdeki ilk çevirisi 1992‟de yapılmış olan Erkek Olmanın Tehlikeleri adlı kitabında
„erkek, erkeksi ayrıcalığı‟ ve gücü için ağır bir bedel ödemiştir. Kendi duygularıyla ve
bedeniyle olan bağını yitirmiştir‟ diyerek cinsiyet düzeninde erkeklerin de sorunları olduğuna
dikkat çekmiştir (Goldberg, 1994, s. 64).
Erkeklik çalışmaları, 1980‟lerden sonra erkeği, bir inşa olarak değerlendirmeye başlamış,
sosyal rolleri dışında erkeğin kim olduğu araştırılmış, konuyla ilgili akademik çalışmalardan
popüler kitaplara değin, araştırmaların sayısında artış yaşanmıştır ( Michael S. Kimmel, 1987,
s. 10-11; John Hearn, 1996, s.202). 1980 sonrası erkeklik çalışmaları bu nedenle ikinci dalga
çalışmalar olarak adlandırılmaktadır. Farklı erkeklik biçimlerinin varlığını kabul eden ikinci
dalga erkeklik çalışmalarıyla birlikte iktidar ilişkilerinin karmaşık anlamları ve pratiklerini
anlama çabası başlamıştır. Tim Carrigan, Raewyn Connell ve John Lee, 1985 yılında
yayınlanan „Toward a New Sociology of Masculinity‟ (Yeni Bir Erkeklik Sosyolojisine
Doğru) adlı makalelerinde, cinsiyet rolü kuramını eleştirerek, erkekler ve kadınlar arasındaki
ilişkinin homojen bloklar arasındaki bir cepheleşme olmadığını, bunun yerine çeşitli
erkekliklerin mevcut olduğunu ileri sürerler. Bu gelişmeler farklı erkeklik biçimlerinin neler
olduğunun bakılma ihtiyacını da beraberinde getirmiştir. Segal Ağır Çekim Değişen
Erkeklikler ve Değişen Erkekler adlı kitabında, 80‟ lere gelindiğinde erkeklerin psikolojisinin
giderek daha çok gerilim ve bunalımla yüklü bir psikoloji olarak görülmeye başlandığını
belirtir. Bu yıllarda yapılan araştırmaların çoğunda erkekliğin değişken, tutarsız ve çelişkili
anlamları üzerinde durulduğuna dikkat çeker (Segal,1992, s.19). Segal (1992), erkeklerin
değişim mücadelesine bakarken mücadelenin merkezinde erkekler arasındaki farklılıkları
anlamanın yattığına inandığı için bazı özgül „erkekliklere‟ bakarak soruna yeni bir tarzda
yaklaşmaya çalışmıştır (s. 20). Bu yolu izleyerek ellili yıllarda erkeklikler, babalığın yeniden
yapılanması, erkeklik hakkındaki çağdaş araştırmalar, erkek şiddetinin açıklanması gibi
başlıklar altında konuyu tartışmaya çalışmıştır. Erkeklik çalışmaları içinde önemli
sayılabilecek asıl argümanlarını ise „Toplumsal Cinsiyet Hiyerarşisinin Ötesi: Erkekler
Değişebilir mi?‟ başlığı altında yapmıştır. „Erkekler değişmiyorsa aslında hiçbir şey
değişmiyordur, çünkü kadınlar hala erkeklerin egemen olduğu bir dünyada yaşarlar‟ diyerek
erkeklerin değişiminin toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamadaki önemini belirtmiştir (s. 330).
Seksenlerin erkeklik biçimlerinde öne çıkan kavram, hegemonik erkekliktir. Hegemoni
kavramı Antonio Gramsci‟den alınarak Connell (1987, 1995) ve arkadaşları (Carrigan
vd.,1985) tarafından erkeklik bağlamında geliştirilmiştir. Connell‟a (1998) göre,
hegemonik erkeklik kavramında „hegemonya‟ acımasız iktidar çekişmelerini de aşarak özel
yaşamın ve kültürel süreçlerin örgütlenmesine sızan bir toplumsal güçler oyununda kazanılan
toplumsal üstünlüktür (s. 246). Hegemonik erkeklik çoğunlukla kadınlarla ilişkilendirmesine
rağmen aynı zamanda ikincil konuma itilmiş çeşitli erkeklik biçimleriyle ilgili olarak da inşa
edilmektedir. Farklı erkeklik biçimleri arasındaki bu etkileşim de ataerkil düzenin işleyiş
biçiminin ayrılmaz parçasıdır (Connell,1998, s. 245). Bu nedenle farklı erkekliklerin dikkate
alınması, ataerkil düzenin daha kapsamlı analizinin yapılabilmesine katkıda bulunur.
Hegemonik erkeklik durağan değildir, bu nedenle eski biçimlerle yeni biçimler sürekli yer
değiştirir (Connel ve Messerscmidth, 2005). Bu çalışmalar sabit, değişmez bir erkek
tanımlaması yapmanın mümkün olmadığını ortaya çıkarmaları açısından erkeklik
literatüründe önemli yer tutarlar.
1980‟lerin ortalarına gelindiğinde erkeklik çalışmaları alanına hâkim olan „biyolojik temelli‟
erkeklik anlayışı, yerini „toplumsal inşa‟ yaklaşımına bırakmıştır (Connell, 2000). Connell,
„neyin doğal olduğunu ve doğal farklılıkların nelerden oluştuğuna ilişkin kavrayışımızın
kendisi kültürel bir oluşum, toplumsal cinsiyete ilişkin kendimize özgü düşünüş biçimimizin
bir parçasıdır‟ der. Dolayısıyla erkeklikler ve kadınlıklar tarihsel olarak yeniden kurulabilir,
yeni biçimlerin egemen olması mümkün olabilir inancı daha da güçlenmiştir (Connell, 1998,
s. 119). Carrigan, Connell ve Lee (1985) erkekliğin, tarihsel bir dinamik olan toplumsal
cinsiyet ilişkileri yapısı içinde inşa edildiğini belirterek erkeklik çalışmalarını biyolojik
kökenlerinden kurtararak daha kapsamlı inceleme alanlarına fırsat yaratmışlardır. 1993‟te
erkeklik literatürünün önemli kaynaklarından birisi olan Men’s Studies Review‟in adını
Masculinites olarak değiştirmesi, 1990‟ların erkekliği toplumsal kategori olarak gören bakışın
önem kazandığını göstermektedir. Clatterbaugh (1998) da bu değişimi „erkeklik‟ in belirli,
sınırları tanımlanmış bir erkek grubuna özgü bir olgu olmadığının, karmaşık bir olgu olarak
görülmesi eğiliminin güç kazandığını göstermesi açısından önemli olduğuna dikkat çeker
Toplumsal cinsiyet çalışmalarının bütünlüğü açısından oldukça önemli olan erkeklik çalışmaları,
erkekliğin yaşanış ve algılanış tarzları arasındaki farklılıkları, egemen erkekliğin yanı sıra farklı
erkeklik örüntülerinin varlığını, erkeklik denilen tek bir şeyden söz etmenin imkânsızlığını ve
erkekliğe ilişkin daha pek çok konuyu farklı yönleriyle irdelemek amacıyla ortaya çıkmaktadır
(Zeybekoğlu, 2010).
1970li yıllarda erkeklik çalışmalarının akademi dünyasında ayrı bir alan haline gelmesi Irigaray
(1974), Cixous (1976) ve Millet (1971) gibi feministlerin erkeklik meselesini problematize etmesiyle
2
birlikte başlar. İkinci dalga feminist hareketin öncülüğünde bu yıllardan itibaren oldukça geniş bir
alana yayılan erkeklik çalışmaları, toplumsal hareketlerle birlikte ilerleyen farklı yaklaşımlarla
sınıflandırılmıştır. Erkeklik çalışmalarını ve hareketlerini genel anlamda, feminist hareketin
kazanımlarından dolayı erkeklerin mağdur konuma düştüğünü savunan feminizm karşıtı erkeklik
hareketleri ve feminizmi destekleyen, başka bir ifadeyle pro-feminist hareketler olarak ele almak
mümkündür. Pro-feminist düşünce ve hareket 1970’li yıllarda akademide eleştirel erkeklik çalışmaları
alanının kurulmasına öncülük etmiştir (Bozok, 2009: 271-277). Buna göre Edwards (2006), eleştirel
erkeklik çalışmalarını üç aşamada ele alır; ilk aşama, ikinci dalga feminist hareketle başlamaktadır.
Toplumsal cinsiyet rolü paradigması ve sosyalizasyon sürecinin ön plana çıktığı bu dönemde
toplumsal cinsiyet düzeninin erkekliği nasıl tanımladığı, güçlendirdiği ve kısıtladığı vurgulanmıştır.
Eleştirel erkeklik çalışmalarının ikinci aşaması, 1980’li yılların ortalarında ortaya çıkmaktadır. Bu
dönemde erkekliğin hâkim bir erkeklik modeli ile değişmez bir öze sahip olduğu fikri terk edilmeye
başlanmış ve farklı erkeklik biçimlerinin var olduğu kabul edilerek, iktidar ilişkilerinin karmaşık
anlamları ve pratiklerine ilişkin bir sorgulama başlatılmıştır. Yine bu dönemde erkeklik çalışmaları
yürüten yazarlar (Carrigan, Connell ve Lee,1985:552-590), cinsiyet rolü kuramını eleştirerek, erkekler
ve kadınlar arasındaki ilişkinin homojen bloklar arasındaki bir cepheleşme olmadığını, bunun yerine
çeşitli erkekliklerin mevcut olduğunu ileri sürmektedirler. Üçüncü aşama ise, post- yapısalcı teorinin
gelişiminden etkilenmiştir. Bu aşamada erkeklik çalışmaları edebiyat, kültür ve medya çalışmaları gibi
alanları da içeren disiplinlerarası bir alana taşınmıştır. 1990lardan itibaren farklı erkeklik
deneyimlerinin keşfine yönelen çalışmaların ortak konusu ise temsilin önemi ve bunun erkeklikler ve
kimliklerle ilişkisi olmuştur (Akca ve Tönel, 2011:23-26; Akca ve Ergül, 2014:16).
2000’li yıllardan itibaren de erkeklik yalnızca feministler tarafından değil, eşcinsel-queer
çalışmalarından (Rosenfeld, 2009; Anderson, 2011), savaş karşıtlarına (Ratele, 2012), post-
kolonyalistlerden (Satanovsky, 2007), Marksistlere (Jordan, 2002) kadar pek çok çevre tarafından
katkı sağlanan oldukça geniş bir araştırma alanı haline gelmiştir. Feminizm, LGBT (Lezbiyen, Gey,
Biseksüel, Transgender) politikası ve Queer kuramı çerçevesinde toplumsal cinsiyet üzerinde
odaklanan tartışmalar da erkeklik çalışmalarının önünü açmış; erkeklik/erkek kimliği/erkeklik halleri
ile ilgili literatür bir hayli genişlemiştir (Özarslan, 2016:70). Dolayısıyla temelde “erkekliğin ne
olduğu” sorusuna odaklanan bu çalışma alanı, erkekliğin siyasal, toplumsal, kültürel ve ekonomik
sebeplerle açımlanabilmesine olanak sağlamıştır. Erkeklik çalışmalarının nihai bulgusu ise evrensel ve
standart bir erkekliğin bulunmadığını, erkekliğin yaşanılan zamana, topluma ve kültüre göre değişen-
değişim gösteren bir kurgu olduğu üzerinedir. Erkek olarak doğmanın farklı ırk, yaş, iktidar olanakları
açısından tüm erkekler için aynı sonucu doğurup doğurmayacağı konusunun araştırılması eleştirel
erkeklik çalışmalarının ana temalarından birisidir.
Bu durumda, erkekliğin istatiksel bir kategori olarak çalışılması yetersiz kalacağından, erkeklerin
toplumsal cinsiyet pratiklerinin incelenmesinin yanı sıra, toplumsal cinsiyet düzeninin erkekliği nasıl
tanımladığı, güçlendirdiği ve aynı zamanda kısıtladığı analiz edilmelidir (Connell, 2001:43) toplumsal
cinsiyet bir ilişkisellik ve karşılıklı bir belirme süreci içerisinde ele alınarak kadını ya da erkeği
dışlayan bir kategori olmaktan kurtarılmalıdır (Onur ve Koyuncu, 2004:31)
Erkeklik çalışmaları alanının, feminizme çok şey borçlu olduğu ifade edilmektedir (Akca ve
Tönel, 2011: 18). Feminist düşünür ve aktivistler, ataerki kavramı etrafında yoğunlaşarak,
erkekliği parçasız, topyekûn, çelişkisiz bir bütün olarak ele almış ve kadınların içinde
bulundukları baskı ve ayrımcılık hakkında bir farkındalık yaratılmasına ve eşitsizliğe karşı daha
kolay mücadele stratejileri geliştirilebilmesine olanak sağlamışlardır (Sancar, 2009: 23-24).
Öte yandan feminist teorinin geliştirdiği bölünmez ve çelişkisiz ataerki kavramı, erkeklik
olgusunun sorgulanmasını imkânsız kılmasının yanı sıra cinsiyetler arası iktidar ilişkilerini
serimlemede de yetersiz kalmaktadır.
Bu doğrultuda gelişen erkeklik araştırmaları, erkeklik davranışlarının ve erkeklik değerlerinin
kaynağını biyolojik bir zorunluluktan alan kültürel oluşumlar değil, toplumsal alanda
gerçekleşen iktidar örüntüleri içinde şekillenen farklı sosyal tarzlar, inşa edilen olgular olduğu
kabulüne doğru uzanan bir yaklaşımın egemen olmasına yol açmıştır (Sancar, 2009: 29).
Erkeklik çalışmaları sadece yetişkin erkeklerin değil, genç erkeklerin ve erkek çocuklarının
tüm sosyalleşme süreçlerini ve medyada temsil edilme biçimlerini de içine alan geniş bir
alandır (Akt. Akca & Tönel, 2011: 18).
Erkekçilik, bizatihi ataerkil ideolojiyi ve onu meşrulaştırma çabalarını yansıtan bir perspektif
olarak karşımıza çıkar. Bu yaklaşım köktendincilik, gelenekselcilik, yaratılışçılık, erkek hakları
hareketi, mitos-inşacı erkek hareketi, biyolojik belirlenimcilik gibi anti feminist damarlardan
beslenmektedir (Bozok, 2009: 271-272).
Anti feminist olarak nitelendirilemese de, erkeklerin failleri olduğu kadın ezilmişliği ve
ikincilleştirilmesine değinmekten bilinçli bir biçimde kaçınarak feminizmle arasına mesafe
koyan erkek kurtuluşçu yaklaşım da bu perspektif kapsamında değerlendirilebilmektedir. Bu
hareketin savunucuları, erkeklerin de ataerkiden en az kadınlar kadar zarar gördüklerini
savunmaktadırlar. Örneğin Atlas Sendromu savunucularına göre 21. yüzyılla birlikte
kadınların kamusal alanda daha fazla yer alarak aile içi geleneksel rollerinden uzaklaşmaları,
erkekleri dünyayı sırtında taşıyan mitolojik karakter Atlas durumuna düşürmüştür (akt. Akca
ve Tönel, 2011: 13).
Erkeklikçi perspektifi benimseyen akademisyenlerin, anti feminist bir duruşla kadın
çalışmalarının karşısında konumlandırdıkları erkek çalışmaları (men 's studies) alanını inşa
etmeye çalıştıkları görülmektedir (Bozok, 2009: 272).
1970’lerde ortaya çıkan 1. Dalga Erkek Hareketi, Joseph Pleck, Marc Fasteau ve Jack Sawyer
gibi öncü araştırmacıların da katkısıyla pro-feminist bir eleştiri alanı yaratmıştır (Akca &
Tönel, 2011: 27-29).
Edwards’a göre eleştirel erkeklik çalışmaları üç aşamada ele alınabilmektedir. İlk aşama,
ikinci dalga feminizme tekabül etmekle birlikte, toplumsal cinsiyet rolü paradigmasının ve
sosyalizasyon süreçlerinin ön plana çıktığı dönemi ifade eder. Bu dönemde erkekliğin
toplumsal cinsiyet düzeni tarafından nasıl tanımlandığı, güçlendirildiği ve kısıtlandığı
vurgulanmıştır. İkinci aşama ise 1980’li yılların ortalarına denk gelmekte, bununla birlikte
hakim bir erkeklik modeli ve erkekliğin değişmez özü kavramsallaştırmaları terk edilerek
farklı erkeklik biçimlerinin varlığı kabul edilmiştir. Eleştirel erkeklik çalışmalarının üçüncü
aşaması ise araştırmacıların post yapısalcı teorilerden etkilenerek, çalışmalarını edebiyat,
kültür ve medya çalışmaları gibi alanları içine alan disiplinler arası bir alana taşımalarını ifade
eder. 1990’lı yıllardan itibaren araştırmacılar farklı erkeklik deneyimlerinin keşfine yönelmiş,
erkekliklerin ve kimliklerin temsil ile ilişkileri çalışmalara konu olmuştur (Akca ve Tönel, 2011:
23-24).
İlk erkeklik çalışmalarının erkekliği tanımlamaya, erkeklerin hangi özelliklere sahip
olduklarını açıklamaya yönelik olarak gerçekleştirildiği, 1970’li yılların sonu itibariyle erkeklik
çalışmalarında hakim eğilimin genel bir erkeklik idealizasyonuna yönelik olduğu
görülmektedir (Türk, 2007: 2). Tekil cinsiyet modeline uygun bir biçimde ideal bir erkeklik
anlayışı oluşmuş, erkeklik tek bir rol modele indirgenmiştir (Akca ve Tönel, 2011: 24).
Connell’ın da ifade ettiği gibi, genel varsayım, erkekleri niteleyen tek bir kişilik özellikleri
kümesinin varlığına dayanmaktadır. Aynı şey, kadınlar için de geçerlidir. Kadınlara ve
erkeklere ilişkin genelleştirici varsayımlar bu birimsel modelden kaynaklanmaktadır (Connell,
1998: 226). Genel hatlarıyla birinci dalga erkeklik çalışmalarının bakış açısı, ezilen erkekler
üzerinde baskı kurmaya çalışan erkekliklerin inşa ettiği bir düzeni vurgulayan bir cinsiyet rolü
paradigmasını içerir (Akca ve Tönel, 2011: 24).
1980’li yılların ortalarından itibaren bu tekil cinsiyet anlayışının terk edilmeye başlandığı
görülmektedir. Bu dönemdeki çalışmalar erkekliğin değişmez bir öze sahip olduğu fikrinden
vazgeçildiğini, erkekliğin toplumsal bir inşa olarak değerlendirilmeye başlanmış olduğunu
göstermektedir (Türk, 2007: 3)
İkinci dalga erkeklik çalışmalarıyla hiçbir zaman ve hiçbir yerde genel geçer, tek ve tutarlı bir
erkeklik tanımının olmadığı ilan edilmiş, birbiriyle çatışan ve karşılıklı olarak birbirini
reddeden erkeklik deneyimlerinin, yarışan ve birbirini etkisiz kılmaya çalışan erkeklik
modellerinin varlığı saptanarak ilerlenmiştir (Cornwall ve Lindisfarne’den akt. Sancar, 2009:
26). İkinci dalga erkeklik çalışmaları, erkekliğin genel ve tarih aşırı bir kategori olmadığını,
evrenselliğe ve kaba genellemelere uymayan, tikelliklerden ilerleyen ve belirli bağlamlar
içinde şekillenen toplumsal bir kategori olarak ele alındığı bir dönem olarak karşımıza
çıkmaktadır. Bu dönemde Connell, hegemonik erkeklik kavramını geliştirmiştir. Hegemonik
erkeklik en genel anlamıyla iktidarı elinde tutan erkeklerin sahip olduğu erkeklik imgesine
işaret etmektedir (Sancar, 2009: 30).
Sancar’a (2009) göre, bugüne değin erkekliğin araştırılmasına dönük çabaların kısıtlı
kalmasının bir nedeni, feminist aktivistlerin ve söylemlerinin büyük ölçüde ataerkillik
(patriarki) kavramı çevresinde şekillenmesidir. Bu şekillenme, erkekliğin ve erkeklerin
yekpare bir yapı olarak görülmesine yol açsa da, tüm kurum ve örgütleriyle içinde yaşanılan
ve genel olarak erkeklerin genel olarak kadınlar üstünde tahakkümünü sağlayan ataerkil
düzeni ortaya koyma ve kendisine karşı daha etkili hareket edilebilmesine yardımcı olmuştur.
80’li yıllardan itibaren ataerkillik kavramının aşırı indirgemeci olduğuna dönük eleştirilerle
birlikte erkekliğin yekpare bir yapı olmadığı, farklı erkeklikler olabileceği düşüncesi gelişmeye
başlamıştır.
Bu bağlamda 1970’li ve 1980’li yıllarla birlikte erkeksi özellikler, roller ve davranışlar tek
tip ideal bir erkeklik modeli bağlamında biyoloji, anatomi ve psikoloji temelli çalışmalarla
ikili karşıtlıklar üzerinden listelenmiştir. Bu tür çalışmaların çoğu erkekliğin biyolojik temelli
bir özellik olduğu kabulüne karşı çıkmaksızın, doğuştan gelen bu özelliklerin sosyo-kültürel
alandaki dışavurumunu ampirik araştırmalarla açıklamaya çabalamıştır (Sancar, 2009: 29).
Bu nedenle toplumsal cinsiyet çalışmaları, eril tahakkümü ve iktidar ilişkilerini daha net bir
biçimde anlayabilmek için ataerkilliği homojen ve bölünmez bir bütün olarak ele almaktan
vazgeçerek, bakışını eril iktidarın sorumlusu olan erkeğe yöneltmiştir.
Erkeğin halihazırda baskın olan cinsiyet olmasından ve eşitsizliklerin çoklukla kadınların
aleyhine olmasından ötürü, toplumsal cinsiyet çalışmaları büyük ölçüde kadınları odağa
alagelmiştir (Smiler, 2004).
Her ne kadar kadın araştırmalarının tam olarak bir yan ürünü olduğunu söylemek mümkün
olmasa da, erkek araştırmaları tarihsel süreç içerisinde kadın araştırmalarının ortaya çıkıp
yaygınlaşmasını takip etmiştir (Erkiner, 2010).
Kadın araştırmalarıyla benzer şekilde, erkek araştırmalarının amacı da farklı dönem ve
toplumlardaki erkekliğe ilişkin yapıları açıklayarak, erkeklerin daha sağlıklı bir yaşam
sürmelerine ve özgürleşmelerine giden yolda adımlar atılmasıdır (Erkiner, 2010).
Erkeklik araştırmalarının ortaya çıkmasındaki bir başka etken olarak da toplumsal cinsiyeti
bütüncül bir bağlam olarak değerlendirme çabaları görülmektedir (Zeybekoğlu, 2010).
PSİKOLOJİ LİTERATÜRÜNDE ERKEKLİK
ARAŞTIRMALARI
Çağdaş feminist teorinin gelişimi açısından da önemli olan psikanaliz, kadın ve erkeğin
cinsiyet rollerini psikoseksüel ve duygusal gelişimleriyle ilintilendirerek toplumsal cinsiyetin
biyolojik belirlenmişliğine vurgu yapar. Bu yönü sebebiyle psikanaliz ve bilhassa Freudculuk
ikinci dalga feminizmin düşünürleri tarafından ağır bir biçimde eleştirilmiştir (Donovan,
2014: 193- 197). Bunun yanı sıra psikanaliz toplumsal yapı ile kişilik arasında bir bağ
kuramadığı gerekçesiyle eleştirilir (Connell, 1998: 254)
Kadınsı olmayan erkekliği” analiz eden Chodorow, “Anneliğin Yeniden Üretimi” adlı
kitabında, sadece kadınların annelik etmesinin erkek egemenliğinin oluşması ve süreklilik
kazanmasında önemli bir rol oynadığını ileri sürer. Bunun nedeni, erkek çocuğun eril bir
kimlik edinirken, annesiyle küçükken kurduğu bağdaki içtenliği, şefkati ve bağımlılığı
bastırmak ve yadsımak zorunda olmasıdır. Chodorow’a göre, bebek bakımında babanın yer
almaması, erkekliğin daima negatif olarak, “kadın olmayan” şeklinde tanımlanmasına yol açar
(Chodorow 1997:62). Erkek çocuklar, anneleriyle küçükken kurdukları özdeşleşmeyi bir
anlamda inkar edebilmek için kadınlığa karşı korku ve tiksinti duyguları geliştirerek kendi
hayali erkeklik idealleştirmelerini yaratırlar. Erkek çocuk, kendi içinde kadınsı bulduğu
özellikleri bastırır, kadınları ve toplumsal hayatta kadınsı bulduğu her şeyi reddeder. Böylece
erkekler, adeta nevrotik bir erkeklik biçimi geliştirerek (Chodorow 1997:62) kendi
1
algılarındaki rekabet dolu bir dünyada başarı kazanmak için gerekli olan psikolojiyi edinirler.
Chodorow’a göre erkek egemenliğini yıkmanın yolu çocuk bakımından geçer. Çocuk
bakımında ve çocuk yetiştirme tarzlarında kadın ve erkek arasında kesin sınırların olmaması,
cinsiyet kimliklerinin aşırı uçlarda tanımlanması ve kurgulanması sorununu çözebilir
(Chodorow 1997:49).
Psikoloji alanında basılan ilk erkeksilik‐kadınsılık (masculinity‐femininity) envanteri 1936
yılında Terman ve Miles tarafından hazırlanmıştır ve kadınsılıkla erkeksilik iki uçlu bir kavram
olarak düşünülmüştür. Bu araştırmacılara göre erkeksilik, güçlü olma, dayanıklılık, aktiflik,
kendine güvenme, makinelerle ilgilenme, atletik yapı, kendisi için çalışma ve sosyal yaşam
özelliklerini barındırmaktadır. Ayrıca erkeksilik, yabancılardan, dindar adamlardan,
kendilerinden akıllı kadınlardan, dans etmekten, tahmin oyunlarından, yalnız kalmaktan ve
zayıf kadınlardan hoşnutsuzluk olarak tanımlanmıştır (Morawski, 1985).
Bu yaklaşıma ilk güçlü itiraz Constantinople'dan (1973) gelmiştir. Yaptığı taramanın
sonucunda Constantinople, erkeksilik/kadınsılık testlerinin psikolojik sağlıkla bir bağlantısı
olmadığını, erkeksilik ve kadınsılığın iki zıt uçtaki değerler olmadığını ve bunların tek boyutlu
yapılar olmadığını ortaya koymuştur.
Androjenliği önemseyen Bem (1974), toplumsal cinsiyet rollerini çocukların bilişsel gelişim ve
toplumsallaşma süreçlerine dayandırmıştır. Bem, tarih sürecindeki tesadüfler ve kazalar
sonucunda insanlara ilişkin özelliklerin birbirini dışlayan iki gruba bölündüğünü ve bu iki
grubun da cinsiyetlerin her birine ait kabul edildiğini belirtmektedir. Bu yaklaşımda,
toplumsal cinsiyet rolleri ve özellikleri biyolojik cinsiyetten ayrılmış, kültürel yaşama
dayandırılmıştır.
Spence ve Helmreich (1978; akt. Smiler, 2004) tarafından Kişisel Özellikler Anketi
geliştirilmiş ve kadınsılık ve erkeksiliğin birbirinden farklı ama birbirine zıt olmayan ve
öğrenilmiş özellikler olduğu öne sürülmüştür. Bu kuramcılara göre kadınsılık ve erkeksilik,
toplumsal olarak istenir olan özelliklerin stereotipik olarak kadınlara ve erkeklere atfedildiği
nitelikler olarak görülmektedir. Bem, Spence ve Helmreich'ın önermeleri "androjenlik
hareketi" olarak anılmaktadır ve onları önceki kuşak toplumsal cinsiyet kuramcılarından
ayıran ortak noktaları da, erkeksiliğin ve kadınsılığın herhangi bir insanda herhangi bir
miktarda bulunabileceğini savunuyor olmalarıdır (Smiler, 2004).
İki uçlu cinsiyet kuramına ve androjen toplumsal cinsiyet kuramına karşı olarak, Brannon'ın
yaklaşımına göre erkeksilik kadınsılığa bir ölçüde zıttır çünkü bu yaklaşıma göre erkeksilik
kadınsı olmayan ve kadınsılıkla ilgisi olmayan bir nitelik olarak görülmektedir.
1990'lı yılların ortalarında Pleck (1995), erkeklik ideolojisinin önemini vurgulamış, bir erkeğin
içinde bulunduğu kültürdeki erkeklik imgesine uyum sağlamaya dönük duyduğu ihtiyacın da
önemli olduğunu belirtmiştir. Bu yaklaşım, bir toplum içerisinde farklı gruplarda farklı
erkeklik algıları olabileceğini ve bu farklı erkeklik algılarının da birbirinden farklı
bileşenlerden oluşması gerekmediğini, aynı bileşenlerin farklı ağırlıklarda bulunmasından
da kaynaklanabileceğini öne sürmektedir.
PsycInfo veritabanında 1985‐1989 yılları arasında yalnızca 1 yayında erkeklik terimi
kullanılmışken, bundan 10 yıl sonra, 1995‐1999 yılları arasında erkeklik konusu üzerine 70
yayın yapılmıştır (Smiler, 2004).

ERİL İKTİDAR VE HABİTUS


Habitus, oyuncuların oyun sırasındaki stratejilerine işaret etmektedir. Erkek iktidarının yapısal
olarak kimlikler arasında icra edilen bir oyun olduğu, bu oyunun kurallarının ise habitusa
denk düştüğü söylenebilmektedir.
Erkeklik, “erkeklerin ideal olarak sahip oldukları farklı iktidar biçimleri içinde –kadınlar
üzerinde, diğer erkekler üzerinde, kendi bedenleri üzerinde, makineler ve teknoloji üzerinde
kurdukları iktidarlar içinde- varolur” (Segal, 1992: 161).
Connell, “kadınlık ve erkeklik biçimlerinin karşılıklı ilişkisinin, tek bir yapısal gerçeklik
üzerine: erkeklerin kadınlar üzerindeki küresel egemenliği üzerine oturtulduğunu” belirtir. Bu
yapısal olgu hegemonik bir erkeklik biçimini tanımlayan erkekler arası ilişkilerin ana temelini
oluşturmakta, ataerkil toplumsal düzenlerin işleyişinin ayrılmaz bir parçası olarak karşımıza
çıkmaktadır (1987: 245). Kültürel tanımlara, medya söylemlerine, kişiler arası ilişkilere
yönelik çok basit analizler bile, iktidarın erkek otoritesi ekseninde kurulduğunu açığa
çıkarmaktadır. Örgütlü şiddet araçlarının neredeyse tamamı, erkeklerin elindedir. Aynı
şekilde kurum içi hiyerarşik ilişkiler, erkeklerin lehine düzenlenmiştir. “Bir bütün olarak
düşünülürse, kurumları, bakanlıkları, ve üniversiteleri yöneten kişiler, işleri kadınların üst
düzeylere ulaşmasını aşırı derecede güçleştirecek biçimde düzenleyen erkeklerdir”(Connell,
1987: 151). Daha önce belirtildiği gibi, ataerkil toplumların belirleyici öznesi erkektir. Başka
bir ifadeyle toplum, erkek bakışıyla kurulmaktadır. Bu bağlamda iktidarı elinde tutan bir
toplumsal cinsiyet kategorisi olarak erkeklik, diğer cinsiyet kategorilerini baskı altına alarak
varlığını sürdürmektedir.
Eril Tahakküm adlı eserinde Bourdieu, cinsiyet düzenini keyfi olmayan bir karşıtlıklar
sistemi olarak ele alır. Bu karşıtlıklar mecaz oyunları içerisinde ve pratikler bağlamında
farklılıkları meşrulaştıracak biçimde söz konusu düzenin sürekliliğinin sağlanmasına katkıda
bulunurlar (Bourdieu, 2014: 20).
“Bourdieu, eril tahakkümün tarihsel kökenlerine ve farklı varoluş tarzlarına bakarak, eril
tahakkümün bir cinsiyet düzeni olduğunu; cinsel atıflar ve eylemleri düzenleyen bir dizi
karşıtlık yoluyla bütün toplumsal evreni, bir tür bilinçdışı kabuller ve istekler şeması olarak
yarattığını söyler (a.g.e., 5). Bourdieu’ya göre eril düzenin yapısı, cinsel olanın ikili zıt
karşıtlıklar şeklinde işleyişi ile anlamlandırılan cinsiyetlendirilmiş bir kozmoloji üretimiyle
gerçekleşir.”(Sancar, 2009: 189-190).
Bourdieu, habitus kavramıyla iktidarın sembolik boyutlarını çözümlemeye çalışır ve bu
bağlamda eril tahakkümün işleyişi üzerinde durur. “Habitus, eril bir tahakkümle icra edilir;
erkeklik öteki erkeklerin şahitliğinde (ilişkiselliğinde), dişilere ve dişiliğe karşı, dişil olma
korkusuyla şiddet üstünden kurulur” (Bourdieu’dan akt. Yücel, 2014: 42).
Erkek iktidarı sadece kadınların ya da diğer cinsiyet kategorilerinin baskı altına alınmasıyla
ilişkili bir olgu olmanın ötesine geçmektedir. Joseph Pleck, erkekler arasındaki iktidar
mücadelesinin ve güç hiyerarşilerinin kadınların boyun eğdirilmesiyle ilişkili olduğunu
söylemektedir. Buna göre erkekler arasındaki mücadelelerde kadınlar bir tür başarı sembolü
olarak kullanılmaktadır (Akt. Sancar, 2009: 27).
una göre habitus, bir tür toplumsal pratik biçimi olarak bireylerin kişisel tarihleri tarafından belirlenen
bedensel eylemdir. Özellikle de doğal davranışlar, bedensel ezberler ve bedene yazılmış otomatik
eylemlerdir. Yine habitus, zihinsel bir durum olmaktan çok, bedenin kendi toplumsal eylemleri olarak
tanımlanabilir (Sancar, 2009: 193). Öte yandan, toplumsal dünya, farklılaşmış ama üst üste çakışan
eylem alanlarından, bir bakıma her alana özgü habituslardan oluşmaktadır. Bir alana birden fazla
habitus mümkündür ve her toplumsal alana özgü, ekonomik, sosyal, sembolik ve kültürel sermaye
biçimleri bulunmaktadır. Dolayısıyla, her bir alana içkin toplumsal ilişki kuralları ve sermaye edinim
stratejileri mevzubahistir. Habitus ve sembolik sermaye kavramlarını kullanarak yapılan analizler de,
toplumsal cinsiyeti farklı toplumsal alanlarda bireylerin bir tür “sermaye” olarak kullanacakları bir
şeye dönüştürür (McCall, 1992; Bourdieu, 2014; Sancar, 2009: 193).

TÜRKİYE’DE ERKEKLİK ÇALIŞMALARI


Türkiye’de erkeklik alanında yapılan çalışmaların en kapsamlıları olarak, Deniz
Kandiyoti’nin “Ataerkil Örüntüler: Türk Toplumunda Erkek Egemenliğinin Çözümlenmesine
Yönelik Notlar” (1988/2011) adlı makalesi, İsmail Hocaoğlu Eşcinsel Erkekler: Yirmi Beş
Tanıklık (2002) çalışması, Tayfun Atay’ın Çin İşi Japon İşi: Cinsiyet ve Cinsellik Üzerine
Antropolojik Değiniler (2004) adlı kitabı, Toplum ve Bilim, 101 Erkeklik sayısı (2004), Ayşe
Saraçgil’in Bukalemun Erkek: Osmanlı İmparatorluğu’nda ve Türkiye Cumhuriyeti’nde
Ataerkil Yapılar ve Modern Edebiyat çalışması (2005), Umut Tümay Arslan’ın Bu Kâbuslar
Neden Cemil: Yeşilçam’da Erkeklik ve Mazlumluk (2005) kitabı, Bahadır Türk’ün Eril
Tahakkümü Yeniden Düşünmek: Erkeklik Çalışmaları İçin Bir İmkân Olarak Pierre Bourdieu
(2008) makalesi, Serpil Sancar’ın Erkeklik İmkânsız İktidar: Ailede, Piyasada ve Sokakta
Erkekler (2009) çalışması ve Pınar Selek’in Sürüne Sürüne Erkek Olmak (2010) kitabı,
Mehmet Bozok’un Soru ve Cevaplarla Erkeklikler (2011) kitabı, İlker Erdoğan’ın (2012)
Medyada Hegemonik Erkeklik ve Temsil derlemesi, Nurseli Yeşim Sünbüloğlu’nun (2013)
Erkek Millet Asker Millet: Türkiye’de Militarizm, Milliyetçilik, Erkek(lik)ler derlemesi,
Bahadır Türk’ün (2013) Hayali Kahramanlar Hakiki Erkekler: Çizgi Roman ve Fotoromanda
Erkeklik Temsilleri Üzerine Denemeler çalışması,Volkan Yücel’in (2014) Kahramanın
Yolculuğu: Mitik Erkeklik ve Suç derlemesi ve Ayşe Akaltun’un (2015) Erkekler isimli
derlemesi sayılabilir. Bu çalışmalardan söz etmek, Türkiye’de erkeklik alanında
çalışmalarının nasıl bir seyir izlediğini anlamak açısından katkı sağlayıcı olacaktır.

Türkiye’de erkeklik çalışmaları, erkeklik çalışmalarının disiplinler arası bir alana taşınarak,
edebiyat, medya, kültür çalışmaları gibi alanları içermeye başladığı üçüncü dalga erkeklik
çalışmalarının içinde, yani 90’ların başında yankı bulabilmiştir (Barutçu, 2013, 13).
Sosyal bilimlerde erkek ve erkeklik konusuna olan ilginin 1970’lerin sonunda tarihlendiğini belirten
Hearn’e göre, belirgin bir ilgi ve merak yükselişi asıl olarak 1987’den itibaren görülmektedir. Bu
yıldan itibaren kendisini gösteren konuyla ilgili kitap ve araştırma artışının itici gücünü oluşturan
etkenleri ise feminist çalışmalar, gey politikası ve yazını ve feminizme yönelik her türden erkek
yanıtları olarak sıralamaktadır. Bu yanıtların bir kısmı “erkek çalışmaları” adı altında gelişirken,
diğerleri “eleştirel erkek çalışmaları” başlığıyla disipline olmuşlardır (Hearn, 1996: 2002 akt. Atay,
2004: 13). Antropolojide de erkeğin “sadece bir erkek olarak” inceleme odağı olmasının ikinci dalga
feminizmin doğuşunun ve feminist antropolojinin etkisinin sonucu olduğu kaydedilmektedir
(Gutmann, 1997:310; Cornwall ve Lindisfarne, 1994: 27-29). Türkiye özelinde bakıldığında ise
erkeklik konusu üzerinde akademik ve entelektüel odaklaşmanın gelişme düzeyinde olduğunu
belirtmek gerekir. Atay’a göre, Batı’da feminist hareketin kışkırttığı türden bir “suçluluk duygusu”yla
erkeklerin kendilerine bakması üzerine, yani hem bir feminizmin bir ürünü hem de ona tepki
mahiyetinde ortaya çıkan bir “erkek incelemeleri alanı” (2004: 14), 2010’lu yıllara kadar
örgütlenememiştir. Türkiye’de erkeklik çalışmaları akademinin ilgisini 1980’li yıllarda çekmeye
başlamıştır. Türkiye’de erkeklik çalışmaları alanında yapılan araştırmalar özellikle erkekliğin
sosyalizasyon sürecini ve eril tahakkümün inşa edildiği iktidar süreçlerini doğallaştıran ilişkileri;
sünnet törenleri, askerlik, iş bulma ve evlilik gibi olguları mercek altına alarak analiz etmeye
çalışmaktadır (Akca ve Ergül, 2014; Sancar, 2009; Selek, 2008; Özbay, 2013). 2010’lu yıllardan
itibaren de, Türkiye’de, sosyoloji, psikoloji, edebiyat, siyasal bilimler, medya çalışmaları gibi farklı
alanlarda çalışan araştırmacıların ve aktivistlerin oluşturduğu bağımsız çalışma grupları ve erkeklik
alanında sistematik bir şekilde araştırma yürüten akademik dergiler mevcuttur.
Erkeklik hareketlerinin ve erkeklikle ilgili akademik çalışmaların Türkiye’de oldukça geç
başladığı söylenmelidir. Erkeklik çalışmaları 1970’li yıllarda Amerika ve Avrupa’da başlamış
olmasına rağmen, erkeklik çalışmaları alanı ve literatürünün Türkiye’ye gelişi, modernitenin
ve Türk modernleşme projesinin kimlik ve temsiller üzerinden sorgulandığı 1990’lı yıllara
tekabül etmektedir (Akca ve Tönel, 2011: 31).
Çünkü Connell’ın da belirttiği gibi, toplumsal cinsiyete dair eşitsizlikleri anlamada sadece “daha az
ayrıcalıklı” kesimi oluşturan kadınları değil, “ayrıcalıklı” kesimi oluşturan erkekleri de anlamak
gerekir (Connell, 2001).
Eril şiddetin değişik biçimlerine maruz kalan bu erkekler, devlet eliyle şiddet görmüş, etnik
kimliklerinden ötürü aşağılanmış, cinsel eğilimleri sebebiyle dışlanmış ve susturulmuş
vicdani retçiler, savaş karşıtları, eşcinseller, kürt erkekleri ve muhalif erkekler ve
pasifistler olarak geleneksel erkeklik değerlerine karşı durmakta, yaşam deneyimleri
bağlamında eril şiddeti ve kendi erkekliklerini sorgulamaktadırlar. Sancar’ın, bu erkeklerin ve
eril şiddeti sorgulayan erkeklik dilinin sessiz olduğunu ifade etmesinin ardında, söz konusu
erkeklerin ötekileştirilerek temsil imkanı bulamamaları ve dolayısıyla siyasal ve kültürel
bağlamda görünür olmamaları yatmaktadır (Sancar, 2009: 266-267).
Ülker Sokak olayları ile ilgili çalışmasında (2011) meşrulaşan ve kabul gören sanatçıların
eşcinselliklerini kabul ettirebilmek için erkek egemenliğin özellikle milliyetçilik,
vatanseverlik ve Müslümanlık değerlerini tümüyle kabul etmek durumunda kaldıklarını ifade
etmektedir (Selek, 2011: 93-94). Bu bağlamda Türkiye’deki ataerkil sistemin militarizm,
yurttaşlık ve milliyetçilikle olan güçlü ve karşılıklı bağı, erkekliğin ve eril şiddetin
sorgulanmasını zorlaştırmaktadır.
Türkiye’de eleştirel erkeklik ilk olarak anti-militarist çerçevede ortaya çıkan vicdani ret
hareketi ile gündeme gelmiş, erkeklik ve militarizm arasındaki bağın deşifre edilmesi yoluyla
hegemonik erkeklik ilk kez sorgulanmıştır. Diğer yandan eşcinsel hareket, erkeklik kimliğinin
yalnızca heteroseksizm üzerinden tanımlanamayacağı iddiasıyla farklı erkeklik biçimlerinin
var olabileceğini ifade ederek bir kimlik mücadelesi içine girmiştir (Akca ve Tönel, 2011: 33).
Erkeklik çalışmaları içinde, erkeklik farkındalığı yaratmak önemli bir unsurdur. Türkiye‟de
erkeklerin ne kadarının erkekliğini sorunsallaştırdığını anlamak ve ortaya çıkarmak toplumsal
cinsiyet eşitliği çalışmalarına katkı sağlar. Bu amaca hizmet eden çalışmalardan biri Çağlar
Çetin‟in Why Have There Been No Men Artists? Analyzing Awareness of Masculinities
Thruough The Artworks Of ‘Men’ Artists Post 1990 In Turkey adlı yüksek lisans tezidir
(2013). Çetin tezinde, cinsiyet düzenine karşı çıkarılan „ses‟ e odaklansa da, sanat dünyasının
erkekliklere dair sessizliğine değineceğini belirtmiş ve erkek sanatçıların cinsiyet düzeni
karşında sessiz kalmalarının taşıdığı anlamlara da bakacağını belirtmiştir.
Alanda yürütülen ilk kapsamlı çalışma olarak, 1998 yılında Oğuz Onaran, Seçil Büker ve Ali
Atıf Bir tarafından yürütülen “Eskişehir’de Erkek Rol ve Tutumlarına İlişkin Alan
Araştırması”nın işaret ediliyor olmasından (Altunpolat, 2009)
BURADA JOURNAL ÜZERİNDEN SIRAYLA ÖZET GEÇEREK GİDİLEBİLİR, KRONOLOJİK OLARAK,
ÖNEMİNİ BELİRTEREK, ÖNEMLİ TEZLERİ ALARAK
Analysis of Turkish Modernity Through Discourses of Masculinities (Bilgin, 2004), İktidar,
Ataerkillik ve Erkeklik Üzerine (Kundakçı, 2007), Kahvehane Erkekliği – Ankara’da Bir
Gecekondu Mahallesi Örneği (Demren, 2007), Representations of Masculinities in the Post
1960s Turkish Cinema (Umut, 2007) ve Toplumsal Cinsiyet Bağlamında Erkeklik Olgusu
(Zeybekoğlu, 2010). Ayrıca Çolakoğlu ve Doğaner (2008)
1998 yılında erkeklikle ilgili ilk niceliksel alan araştırması olan Eskişehir’de Erkek Rol ve
Tutumlarına İlişkin Alan Araştırması isimli çalışma Oğuz Onaran, Seçil Büker ve Ali Atıf bir
tarafından gerçekleştirilir. Yine Türkçe literatürde erkeklikle ilgili kitaplara (Saraçgil, 2005;
Demez, 2005; Kudat, 2006; 2007) ve erkekliğin farklı yönlerinden incelendiği yüksek lisans
tezlerine de (Kılıçbay, 1999; Demren, 2001; Erol, 2003, Zeybekoğlu, 2009; Renkmen, 2012)
rastlanmaktadır (Altunbay, 2009). Serpil Sancar’ın (2006) TÜBİTAK araştırma projesi ve
Ankara Üniversitesi bilimsel araştırma projeleri çerçevesinde gerçekleştirdiği Demokrasi
Kültürünün Cinsiyet Boyutu: Modern Erkeklik ve Cinsiyet Farkları (2006) adlı çalışma, yine
Serpil Sancar’ın kitaplaştırdığı Erkeklik: İmkansız İktidar (Ailede, Piyasada ve Sokakta
Erkekler)(2009) adlı çalışması ve Pınar Selek’in erkeklerle gerçekleştirdiği söyleşilerden
oluşan ve askerliği konu alan Sürüne Sürüne Erkek Olmak (2009) adlı eseri, hegemonik
erkekliği tartışan önemli araştırmalar olarak literatürde yerini bulmuştur. Toplum ve Bilim
Dergisi’nin 101. Sayısı (Güz 2004) erkekliği farklı yönlerden ele alan bir dizi çalışmayı
barındırmakta ve literatür açısından önemli bir yer teşkil etmektedir. Bunun yanı sıra son
yıllarda erkeklikle ilgili akademik çalışmaların sayısının arttığı görülmektedir. Erkek bedeni
üzerinden ilerletilen tecimsel politikalar (Odabaş, 2013), erkeklik imajının kültürel olarak
yeniden üretimi (Kurt, 2013), erkekliğin medyadaki temsili (Akca ve Ergül, 2014),
Sosyal psikoloji bakış açısıyla son yıllarda yapılan öne çıkan çalışmalardan biri Şah’ın (2009)
“Türkiye'deki Gençlerin Cinsel Yönelimlere İlişkin Sosyal Temsilleri ve Homofobi” adlı
çalışmasıdır. İki açıdan önemlidir; öncelikle, cinsel yönelimler ve homofobiye ilişkin tutumlar
başlıkları altında yapılan sınırlı sayıdaki çalışmalardan birisi olarak öne çıkmaktadır. İkinci
olarak da yine psikoloji literatüründe kullanımı ve dolayısıyla sağladığı veriler oldukça sınırlı
olan nitel bir araştırma örüntüsünün
Alandaki çalışmaları derleyen akademik bir çalışma bulunmasa da Zeybekoğlu’nun (2009)
çalışması
Altunpolat’ın (2009) yayınladığı "Sürüne Sürüne Erkek Olmak ya da Türkiye’de Hegemonik
Erkekliğin Azameti ve Sefaleti Üzerine" başlıklı, Türkiye’deki erkek çalışmaları üzerine
gerçekleştirilen bir tarama çalışmasıdır.
Serpil Sancar’ın 2009 yılında yayınlanan “Erkeklik: İmkânsız İktidar – Ailede, Piyasada ve
Sokakta Erkekler” başlıklı kitabı, Pınar Selek’in (2008) “Sürüne Sürüne Erkek Olmak” adlı
kitabıyla birlikte son zamanlarda Türkiye’de alanda yaynlanmış en kapsamlı eserler olarak
karşımıza çıkmaktadır.
Editörlüğünü Kuruoğlu’nun (2009) yaptığı “Erkek Kimliğinin Değişe(meye)n Halleri” isimli
kitap özellikle toplumdaki erkek kimliğindeki değişiklikleri irdeleyen, “erkek kimliğinin
değişen ve değişemeyen hallerinin çeşitli boyutlarıyla incelendiği on ayrı makale”nin yer
aldığı yarı‐akademik bir eserdir.
Mutluer’in (2008) editörlüğünü yaptığı “Cinsiyet Halleri – Türkiye’de Toplumsal Cinsiyetin
Kesişim Sınırları” başlıklı kitap özellikle erkek alanına eğiliyor olmasa da, erkeği odağa alan
yazıların bulunduğu bir çalışmadır.
Medyada Hegemonik Erkek(lik) ve Temsil (Erdoğan, 2011)
Kaos GL (32. sayı, Mayıs 2007), Toplum ve Bilim (101. sayı, Güz 2004), Psikanaliz Yazıları (5.
sayı, Sonbahar 2002) DERGİLER
Sosyal Kalkınma ve Cinsiyet Eşitliği Politikaları Merkezi (SOGEP) de 2010 yılı itibariyle
“Erkeklik” alanında bir çalışma başlatmıştır. “Erkek Muhabbeti: Erkekler Erkekliklerini
Sorguluyor” başlıklı atölyede, erkek katılımcılarla ataerkillik, feminist ve queer hareket,
cinsellik, cinsel yönelimler gibi pek çok konu tartışılmaktadır. Yürütülen bu (pro)feminist
çalışmayla konuya ilişkin farkındalık oluşturulması ve yayınlar üretilmesi planlanmaktadır
(Beyhan, 2010). Bozok (2011) tarafından yayınlanan Soru ve Cevaplarla Erkeklikler başlıklı
kitap ise yürütülen bu çalışmanın ilk basılı ürünü olarak dikkat çekmektedir.
Bu noktada pro feminist bir oluşum teşkil eden Biz Erkek Değiliz İnisiyatifi’nden (BEDİ)
bahsetmek gerekmektedir. Türkiye’deki tek eleştirel erkeklik hareketi olarak
nitelendirebileceğimiz BEDİ, 2008 yılında Pippa Bacca’nın barış gezisi sırasında tecavüze
uğraması sebebiyle gerçekleştirdikleri ilk eylemlerinden itibaren eril şiddete karşı aktif bir
mücadele vermişlerdir. İnisiyatif, kendi ifadeleriyle “toplumda hakim olan erkeklik
biçimlerine, cinsiyetçiliğe, dayatılmış cins kimliklerine ve homofobiye karşı olan anti-
otoriter” erkeklerin bir araya gelerek oluşturdukları bir grup olarak karşımıza çıkmaktadır.
Oluşum tarafından 2011 yılından sonra herhangi bir eylem gerçekleştirilmediği
görülmektedir.
Akademik alandan destek alan ve egemen erkeklik değerlerini dönüştürme çabasında olan
Erkek Muhabbeti yine profeminist erkek hareketleri içinde değerlendirilebilecek bir oluşum
olarak karşımıza çıkmaktadır. 2010 yılında ayrımcılığa karşı mücadele eden Sosyal Kalkınma
ve Cinsiyet Eşitliği Politikaları Merkezi çatısı altında toplanan genç erkeklerin oluşturduğu
grup, kendisini “erkeklerin, ataerkilliği ve kendi erkekliklerini feminist ve LGBTT (Lezbiyen,
Gey, Biseksüel, Travesti, Transeksüel) hareketin deneyimlerinden beslenen bir perspektifle
sorgulamasına katkıda bulunacak bir platform olarak tanımlamaktadır. Oluşum ataerkilliğin
ortadan kaldırılması için erkeklerin değişmesi gerektiğini savunmakta ve bunun mümkün
olduğunu dile getirmektedir (Akca ve Tönel, 2011: 36).

2.1.3. ERKEKLİK KRİZİ


Geleneksel erkeklik rolü 1960’ların sonu 1970’lerin başından itibaren birçok açıdan
eleştirilere maruz kaldı. Bu eleştirilerin gündeme gelmesinde kadın hareketleri ve gey
hakları aktivistlerinin etkisi büyüktür. Geleneksel erkeklik inşası sorunlu
görüldüğünden üzerinde yeniden düşünülmesi gerektiği ve erkeklere verilen sosyal
rollerin revize edilme ihtiyacı olduğu düşünülmekteydi. Erkekliğin feminist eleştirisi
ataerkilliğin sorunlu doğası çerçevesinde gelişti. Gey hareketinin yükselişi ise daha
önceden kabul edilmiş cinsellik ve toplumsal cinsiyet kavramlarının doğal olmadığını
ortaya koydu. Bu hareketlerin her ikisi de erkekliğe ilişkin egemen söylemlerin doğal
ya da değiştirilemez olmadığı farkındalığının oluşmasına yol açmıştır
(Page,1999:16). Bu farkındalığın bir sonucu olarak erkeklik ve erkeklikle
ilişkilendirilen bütün bileşenler sorgulanmaya ve eleştirilmeye başlanmıştır.
Connell erkeklik krizini toplumsal cinsiyet ilişkilerinin bileşenleri olan güç, üretim ve
kataksis ilişkileri bağlamında ele almıştır. Ataerkil iktidarın meşruiyetinin tarihsel
süreç içindeki çöküşü, kadınların küresel düzeydeki özgürleşme hareketi, aile
kurumunun güçsüzleşmesi, kadın ve erkeklerin istihdam olanaklarından eşit bir
biçimde yararlanmasına yönelik politikaların yaygınlaşması, kadınların bedenleri
üzerinde daha fazla denetim sahibi olmaları erkeklik krizinin en görünür kanıtlarıdır
(Connell, 2005:85).
Güç baskın erkeklik normlarıyla ilişkili olduğu gibi, erkekler için muazzam bir acının
da kaynağı olabilir. Çünkü elde edilmesi imkansız olan idealler söz konusudur. Bu
idealleri ve beklentileri tamamıyla yerine getirmek de hiçbir erkek için mümkün
olmamaktadır (Kaufman, 1994).
Düşük duygu durumu, uyku sorunları ve odaklanmada güçlük çekme gibi
semptomları strese dayandırarak, iş yerindeki sorunlar düzelince daha iyi
hissedeceğine kendini inandırır. Yaşadığı sorunları arkadaşlarına anlatmamayı tercih
eder. Çünkü ağlak biri olarak görünmek istemez (Addis,2011:57).

ERKEKLİĞİ AÇIKLAMAYA ÇALIŞAN


KURAMSAL YAKLAŞIMLAR
Özcü (Biyolojik) Yaklaşım
Biyolojik açıklamalar hem cinsiyet eşitsizliğinde hem de cinsiyet farklılığında önemli bir yer
tutmaktadır. İlk olarak biyolojik açıklamalar, "gerçek" bilim olarak kabul edilir. Çünkü,
teorileri "objektif bilimsel faktörlere" dayanmaktadır. İkinci ola- rak, biyolojik açıklamaların
iddialarıyla, gözlemleri arasında bir tutarlılık ve uyum vardır. Yani, kadınlar ve erkekler
gerçekten birbirinden farklı iki dünya gibidirler (Kimmel, 2011:22).
Özcü yaklaşımlar, dış baskılar veya koşullar ile birlikte, belirli bir toplumdaki bireyleri temel
kategorilerinden başka bir kategoriye aitlermiş gibi davranmaya ikna edebilecek olmasına
rağmen, tüm insanların ait olduğu, her zaman olmasa da genel- likle cinsel hedef seçimine
dayanan, iki veya daha fazla cinsel kategori öne sürer (Boswell, 2001:23).
Biyolojik indirgemeci yaklaşım, erkeklik ve kadınlık rollerini biyolojik eğilim- lerle açıklar.
Bu yaklaşıma örnek olarak cinsiyet rolü teorisini verebiliriz. Cinsiyet rolü teorisi, erkek veya
kadın olmanın anlamını, kişinin cinsiyetiyle belirlenen genel bir rolün canlandırılması ile
açıklar. Buna bağlı olarak, belirli bir bağlamda her za- man için iki cinsiyet rolü mevcuttur:
Erkek ve kadın rolü (Connell 1998:78).
Bu iki rolden biri olan kadınlara biyolojik yapılarındaki farklılıklardan ve er- keklere göre
daha güçsüz ve duygusal olduklarına ilişkin egemen bakış açısından do- layı toplum
tarafından uygun görülen rol, evini idare etmek, çocuk büyütmek, ev iş- leri yapmaktır. Buna
karşın toplum tarafından erkeğe yüklenen rol ise evin geçimini sağlamak olarak belirlenmiştir
(Dökmen, 2014:35).
Yapısalcı Yaklaşım

Bazı kuramcılar, cinsiyet-toplumsal cinsiyet ayrımını açıklamak için Levi- Strauss’un


yapısalcı antropolojisinden yararlanmışlardır (Butler, 2012:93). Yapısalcı- lık, yüzeyde ne
göründüğünü kavramak için, daha derinlere bakmak gerekmediğine, yani derinliğin dış
görünüşü açıkladığına inanmaktadır. Bu derinlik yapısaldır. Yapı- yı oluşturan mekanizmalar
sadece hazır ve etkili değil, ayrıca örgütlü ve yapılıdır. Yapısalcı yaklaşımlar, insan öznesinin
rolünü azaltma, ihmal etme ve hatta yadsıma eğilimdedirler (Smith, 2011:135). Bu anlamda,
toplum bireyi belirlemektedir. Top- lum, bireyin dışında yer alır ve bireyi üretir. Birey bu inşa
sürecinden geçerken top- lumsal cinsiyette bu inşa sürecinin öznesidir (Özbudun, 2012:320).
Levi-Strauss’a göre birey, kendisini bir şeylerin karşısına koyarak tanımlar. Ona göre ötekiler
olmasaydı da kişi onları yaratır ve onların karşısında yer alırdı. Çünkü bu varoluşsal bir
sorundur. Birey kendini kimliğini bulmak, tanımlamak ve korumak ister; varoluşunu
gerçekleştirmek için, içinde bulunduğu toplumsal koşulla- rı dikkate alarak kendi konumunu
belirler ve karşısına kendi farklılığının farkına varmak için başkalarını yerleştirir. Bu durumda
toplumsal cinsiyetimizi erkek ya da kadın olarak konumlandırmak kendimizi ötekilerden
ayırmanın bir yoludur (Demez, 2005:42).
Yapısalcı yaklaşıma göre, kültürel söylem, ikili karşıtlık ilkesine göre yaratılan birimlerin
aldığı biçimlerdir. Yani, zihin kültürel olarak örüntülenmiş düzeni, ilişki- lerin ve
dönüşümlerin ikili zıtlık mantığını, durmadan değişen, rastgele bir dünyaya aktarır ve bu
zıtlıkları inşa eder. Bu ikili zıtlıklar, gece-gündüz, soğuk-sıcak, siyah- beyaz, yaşam-ölüm,
eril-dişil vb. gibi zıtlıklardır (Özbudun, 2012:215,220).
Psikanalitik Yaklaşım
Çağdaş psikanalitik görüşler heteroseksüel erkekliğinde içinde bulunduğu top- lumsal
cinsiyetin çeşitli form ve yapılarını anlamak için bilinçaltının doğasına bakar ve erkekliğin
ortaya çıkışını, bağlamını ve inşa edilişini bu yolla araştırırlar (Reis ve Grossmark, 2009:7).
Erkek araştırmalarının psikanalitik alanda önem kazanması Freud’un, Oedipal kompleksi ve
erkek çocuğun anne ile olan bağı çerçevesinde ele alınmıştır (Reis ve Grossmark, 2009:24).
Bu kurama göre, yaklaşık dört ya da beş yaşlarındaki bir erkek çocuğu babasının kendisinden
beklediği disiplin yüzünden, onun kendi penisini kes- mek istediğini düşleyerek kendisini
tehdit altında hisseder. Çocuk kısmen bilinçli ol- sa da, çoğunlukla bilinçsiz bir bicimde
babasını, annesine duyduğu bağlanmaya karşı bir rakip olarak görür. Ancak hadım edilme
endişesi, onu annesiyle bir cinsel bağ kurma arzusundan vazgeçirmeye yetecek kadar
güçlüdür. Bu durum, erkek çocuğun babasıyla güçlü bir biçimde özdeşleşerek babayı ve
böylelikle de diğer erkeklerle de ilişkili olarak fallik gücü ve iktidarı annelik bağına tercih
etmesiyle gerçekleşir (Freud 2006:323). Böylece, oğlan çocuk, anne benzeri bir temsilciyle,
bir kadınla cinsel birliktelik yaşamaya simgesel olarak hazır hale gelir ve heteroseksüelleşir.
Oğ- lan çocuk, kendisini ezenle yani babasıyla özdeşim kurmaya başlamıştır; böylece kendisi
de ezen biri haline gelebilecektir. Ancak, bütünüyle annesinden kopmamış bir erkek korku
duyar. Bu korkuyu açığa çıkaracak olan diğer erkeklerdir. Başarısız- lık, onun tam anlamıyla
erkek olarak gözükmemesine yol açarak, erkeği cinsiyetin- den ayıracaktır. “Pısırık, ana
kuzusu, hanım evladı” olarak görülecektir (Kimmel, 2013:96).
Erkeklik açısından psikanalitik yaklaşıma katkı yapan diğer bir düşünür ise La- can’dır.
Lacan’ın teorisi, Freud'un aile içindeki duygusal ilişkileri açıkladığı teorinin sembolik
süreçlerine odaklanır. Lacan’ın teorisinde erkeklik deneysel olarak bulun- maz. Daha ziyade,
toplumsal ilişkilerde sembolik olarak var olur. Oedipal baskı sembolik bir sistem yaratır ve bu
sistem fallus merkezlidir (Connell, 2005:19-20).
maktadır; bu aşamada çocuğun anneye duyduğu arzu ve bu arzuyu giderme isteği, annenin
fallusu olan Baba figürü ile engellenir (Lacan, 2013:31) ve bunun sonucu olarak çocuk
babayla kendini özdeşleştirmektedir. Çocuk, bir gün babası ile aynı iş- leve sahip olacağının
farkına varır. Dolayısıyla fiziksel bir unsurdan öte simgesel bir önem atfedilen fallus, Lacan
için penisle eş anlamlı değildir. Penis, sadece erkeğin sahip olduğu bir şeyken; fallus bir
iktidar simgesi olarak ne erkeğe ne de kadına ait- tir. Fallus, yokluğu çekilen bir bütünlüğü
göstermektedir, çünkü kişi fallusa sahip olarak bütün olacağını düşünmektedir. Fallusun iki
ayrı anlamı vardır. İlki, öznenin oluşumu sırasında özneden ayrı düşen ve bir daha asla bir
araya gelmeyecek olan şeylerin gösterenidir. İkinci anlamı ise, kültürel ayrıcalıklar ile ataerkil
toplumdaki erkeğin öznelliğini tanımlayan olumlu değerlerin bir göstereni olmasıdır (Sarup,
2004:31,42).
Fallus “olmak” ve Fallus’a “sahip olmak” dil içinde ayrı cinsel konumları be- lirtmektedir.
Fallus “olmak”, Öteki’nin arzusunun “imleyeni” olmak ve bu imleyen gibi görünmektir. Eril
özne, anlam yaratan ve dolayısıyla imleyen şeklinde görül- mektedir. Bu anlam kurma
aşamasında kadın hayali özerkliğin gerçekliği ve yansıt- maları konusunda eril özneye sürekli
güven vermelidir. Bu güven, eril özne tarafın- dan aranan bir şeydir çünkü güvence veren
kadın, öznenin oluşumu için kendini iliş- kilendirdiği kadın bedeninin yer değiştirmiş halidir.
Eril öznenin yansıtıcı olan kadın- ların erkeklerin olmadığı şey haline gelmesi, o şey olmaları
ve bu eksiklikleri saye- sinde erkeklerin temel işlevlerini tesis etmeleri Fallus’tur. Fallus
“olmak”, eril bir özne “için olmak”tır, eril özne de başkası için varlığını tanımak yoluyla
kimliğini olumlamaya çalışmaktadır. Eril özne ile kadın arasındaki ilişkiyi, yani Fallus “ol-
mak” ile Fallus’a “sahip olmak” arasındaki bölünmeyi simgesel düzen yani ataerkil yasa tesis
etmektedir (Butler, 2008: 103-105).
1-FOUCAULT’DA ĐKTĐDAR KAVRAMI
1.1.ĐKTĐDARIN TANIMI
1
Foucault’nun iktidar anlayışı , toplumsal cinsiyet çalışmalarında, iktidar ilişkilerinin daha
geniş bir perspektiften analizine imkan verir. Çünkü, Foucault’ya göre iktidar, sadece siyasal
alanda oluşan ve devlet yönetimi çerçevesinde karşımıza çıkan bir olgu değildir. Đktidar
analizine “normal-anormal ayrımı” da dahil edilmelidir ve bu ayrım yasalardan daha geniş bir
2
alana aittir.
Foucault, hukuki model olarak tanımladığı geleneksel iktidarı, bir hükümranlık, yasa,
yasaklama ve itaat sistemi içinde tasarlar. Hukuki iktidar, yasal ve yasal olmayan arasındaki
sınırı belirler ve ikili bir yapı üzerinde işler. Ancak iktidar ikili bir sistem oluşturmaz; daha
3
karmaşıktır ve yasal-yasal olmayan ayrımı ile sınırlı olarak analiz edilemez. Bu anlamda
Foucault, iktidarın sadece siyasal alana hapsedilmesine karşı çıkar. Çünkü hukuki iktidar
anlayışında iktidar, bir grup, monark, devlet gibi bir kaynaktan çıkar ve ona aittir. Ancak
Foucault’nun iktidarı, bir kişiye ait bir mülk değildir (Bell 1993:30). Đktidarın hukuk
çerçevesinde yasaklama nosyonu ve hükmetme ilişkileri ile analiz edilmesi, bir indirgemedir.
Đktidarın hukuka indirgenmesi, her alan ve düzeyde iktidarın homojenleştirilmesini de
beraberinde getirir (Foucault 1980:139). Daha da önemlisi bu tür bir indirgeme, toplumsal
cinsiyet alanında iktidarın erkeğe atfedilmesi ve erkeğin iktidarın doğrudan sahibi olarak
görülmesine de yol açar. Oysa iktidar, tek yönlü açıklanamaz; aksine, daha ayrıntılı bir
şekilde yaşam süreçlerini karmaşık bir mekanizmayla yönetir.
1
Foucault’nun iktidarı ele alış tarzını daha iyi anlayabilmek, onun metodolojik yaklaşımını bilmeyi gerektirir.
Foucault, çalışmalarında, genel bir toplumsal ilişki kuramına dayanmaz. Birbirini destekleyen unsurların işlev ve
ilişkileri içinde tanımlanan toplumsal yapının bütünselci bir kuramını ortaya koymaktan kaçınır. Ona göre
toplumsal ilişkiler süreksizdir, kesintilidir, genel bir ilkeye uymaz ve zamanla bir bütünlüğe tamamlanamazlar
(Tekelioğlu 1999:23). Bu bakımdan Foucaultcu iktidar kavramı da toplumsal yapının bu parçalı ve süreksiz
ilişkileri içinde anlaşılabilir.
Đktidarın bireyler, gruplar ya da daha büyük oluşumlar tarafından sahip olunup, başkaları
üzerinde kontrol, tahakküm, baskı ve otorite amacıyla kullanıldığı şeklindeki geleneksel
görüşü eleştiren Foucault için iktidar, insanların belli amaçlar doğrultusunda kazandığı, ele
geçirdiği ya da yararlandığı bir araç değildir (Foucault 1978:93). Đktidar, zayıf ve bastırılmış
kesimler kadar hakim ve güçlü kesimleri de kuşatır, dolayısıyla her iki kesim de eşitsiz ve
hiyerarşik olan ama hiçbir zaman kendi kontrollerinde olmayan iktidar ilişkileri içerisinde yer
alırlar (Foucault 1980:156).
Foucault’nun iktidar kavramsallaştırmasında, egemen olanlarla bağımlı olanlar arasında
kurulduğu ileri sürülen karşıtlık ilişkisi yer almaz. Tersine, iktidar yalnızca baskı uygulamaz,
direnişe imkan verir. Đktidarın işlediği her yerde direniş vardır. Bu nedenle direniş, iktidarın
1
dışında değildir (Foucault 1978:94-95). Bunun bir sonucu olarak, iktidar, arzuyu yaratarak,
zevki kışkırtarak bilgiyi üreterek daha derine nüfuz eder ve bu iktidardan kurtulmayı
güçleştirir (Foucault 2003:49). Direnişin etkisi altında iktidar ilişkileri, kendini dönüştürerek
varlığını devam ettirebilir. Bu durumda direniş bir yadsıma değil; bir yaratma süreci,
yaratmak ve yeniden yaratmak, durumu dönüştürmek, sürece aktif olarak katılmaktır
(Foucault 1994:167-168).
Bu noktada, Foucault’nun iktidar kavramının “tahakküm”den farklı olduğuna dikkat etmek
gerekir. Özne “uysallaştırılmış” bireydir, ancak “tahakküm altına girmiş” birey değildir.
Birey, iktidarın ürettiği kimliği içselleştirerek, iktidarın bir aracı haline gelir dediğimizde,
aynı zamanda anlatılmak istenen öznenin iktidardan pay elde etmesidir. Örneğin, bir erkek,
“erkek kimliği”ne uygun davrandığında, aynı şekilde bir kadın “kadın kimliği”ne uygun
davrandığında iktidarı kullanabilir ve saygı görür.
1.2.ĐKTĐDAR VE ÖZNE ĐLĐŞKĐSĐ
Đktidar-özne ilişkisi, Foucault’nun iktidar kavramsallaştırmasının çıkış noktasını oluşturur.
Öznenin kurgulanmasının bir sorun haline gelmesi, tarihsel olarak 18.Yüzyıl’da Avrupa’da
yaşanan değişimlerle gerçekleşir. Foucault’nun “siyasi modernliğin eşiği” olarak adlandırdığı
18.Yüzyıl, kapitalizmin ihtiyaç duyduğu emek gücünün kaynağı olan insan bedeni ve bu
bedenin sahip olduğu üretim gücünün doğrudan doğruya ekonomik ve siyasi müdahalelerin
nesnesi haline geldiği dönemdir. Ancak, bu emek gücünün fiilen üretken hale getirilebilmesi
için kullanılan eski tekniklerin aşırı pahalı ve etkisiz hale gelmesiyle birlikte yeni bir teknik
gerekmiştir. Bu yeni teknik, Foucault’ya göre, kapitalist üretim biçiminin gerektirdiği disiplin
ve uysallığın insanlar tarafından benimsenip içselleştirilmesine ve gönüllü olarak
uygulanmasına dayanır. Yeni iktidar biçimi, üretken, yaşamın sağladığı güçleri sınırlamaya
değil, arttırmaya yönelik yani negatif değil, pozitif bir iktidar biçimidir (Foucault 2000b:14).
1
Foucault, bu yeni modern iktidarı, “biyo-iktidar” olarak tanımlar. “Biyo-iktidar”, insan
2
bedenine bir makine olarak yaklaşan disiplinci bir iktidar tarzıdır (Foucault 2000:16). Bu
iktidar biçiminin amacı, insan bedenini disipline etmek, yeteneklerini geliştirmek, daha
verimli ve uysal kılmak, ekonomik denetim sistemleriyle bütünleştirmektir. Böylece
18.Yüzyıl sonunda, kapitalist üretimin gerek duyduğu emek gücünü daha verimli bir biçimde
3
kullanmak ve uysallaştırmak için ortaya çıkan iktidar , şiddet ve bedensel zorlamayı değil,
insanlara belli öznellik biçimlerinin dayatılmasına çalışır (Foucault 2000(a):14). Bu, “insan
1
varlıkları” özne yapan bir iktidar biçimidir.
Bu durumda iktidar, varoluşumuz için güçlü bir şekilde bağlı olduğumuz, varlığımızın içinde
barındırdığımız ve sakladığımız bir şey olacaktır (Butler 2005:9). Böylece, 20.Yüzyıl'da
insanları kontrol altına alan sadece hapishane, tımarhane ya da okul değil, daha çok gündelik
yaşamda hissedilebilecek bir sistem, bir tür “özgürlük hapishanesi”dir (Akay 2000:63).
Foucault’ya göre panoptikon inşa edilmemiş olsa da tüm Batı’yı bir yaşam tarzı olarak etkisi
altına almış ve iktidarın yarattığı bireylerde içselleştirilmiştir. Günümüzde büyük
kapatılmanın gerçekleştiği asıl mekan beden değil, insan ruhudur (Foucault 2000(a):19).
Aslında iktidar, ne deli olmayı, ne eşcinsel olmayı ne kadının “histerik” olmasını ne de çocuk
mastürbasyonunu yasaklar. Đktidar tüm bu halleri, açığa çıkartır, gözlemlere maruz bırakır,
düzenler, tespit eder, tanımlar ve tedavi etmeye çalışır.
Bu bakımdan, iktidarın insanları özneleştirilmesinde bilginin üretimi, bir iktidar stratejisi
olarak kullanılır (Foucault 2000:18). Bilgi ve iktidar, bir söylem üretmek için bir araya
gelirler ve yeni bir iktidar ilişkileri serisine yol açacak söylem yaratılır. Söylem, genel
1
tanımlamaları temsil eder.
Đktidarın işleyişinde bilgi ve söylemin ardından gelen disiplin, bedenleri, üretilen bilgi ve
söylemle uyumlu hale getirir (Leigh 2000:28). Đktidarın bilgi üretiminde söylemlerin
yanısıra, disiplin, bedenlerin eğitimi ve iktidarın işleyişinde bir araç haline gelmelerini
sağlayan bir iktidar tekniğidir (Smart 1985:85)
Disiplinin etkisi, gözlem, normalleştirici değerlendirmeler ve pratiklerle, vücutların tabi
tutulması, uysallaştırılmasının sağlanmasıdır. Bedenlerin uysallaştırılması sadece
cezalandırma ile sağlanmaz. Disiplin, iyi davranış ve pratikler için hoşnutluk yaratarak, ödül
veya ayrıcalık sağlayarak ve kötü davranışlar için cezalandırarak işler (Smart 1985:86).
Bunun yanısıra, disiplinin bir başka yüzü, insan bilimlerinin gelişmesi ile iktidarın yeni bilgi
1
formları oluşturmasıdır. Dolayısıyla iktidar yarattığı insan bilimleri yoluyla yeni bir bilgi
nesnesi olan bireye nüfuz etmeyi başarmıştır (Ricci 1995:367).
Ancak Foucault, benlik ve kimlik arasında bir çatışma yaşanabileceğini ve benliğimize
uymayan kimlik özelliklerini taşımak zorunda kalabileceğimizi ileri sürer. Bu nedenle,
kendimizle sürdürmemiz gereken ilişkiler, kimlik ilişkileri olmamalıdır. Bunlar, daha ziyade
farklılaşma, yaratma ve yenilik ilişkileri olmalıdır. Kimliğimizi evrensel etik bir kural olarak
kabul etmemeli, kendi benliğimize özgü davranış kalıplarını ve zevkleri kendimiz
yaratmalıyız (Foucault 1994:166).
ATAERKĐLLĐĞĐN DEĞĐŞEN YAPISI VE ERKEKLĐĞĐN KRĐZĐ
Ataerkil sistemin ve erkekliğin sosyo-kültürel bir yapı olması, kültürdeki değişimlere paralel
olarak değiştiği düşüncesini beraberinde getirir. Nitekim Walby, patriarkanın devamlı
değişen, kendini yenileyen dinamik bir sistem olduğunu ileri sürer (Walby 1990:173). Erkeğin
aile reisi olması, evin geçimini sağlaması ve kadınların sadece özel alanda konumlandırılması
1
anlamında günümüzde geleneksel ataerkilliğin çöktüğü ileri sürülmektedir.
Geleneksel ataerkillik, feodal yapıların sürdüğü tarım toplumlarına özgü özellikler gösterir
(Kandiyoti 1991:111). Tarım toplumunda, insan gücüne dayanan üretim yapısı, erkekleri kas
gücü bakımından avantajlı kılmıştı. Ancak, toprağa bağımlı tarım ekonomilerinden, fabrika
bağımlı üretim ekonomilerine ve sonra da bilgiye bağımlı hizmet ekonomilerine geçiş
sayesinde üretim ve iş dünyası için gerekli niteliklerde ve çalışma alanındaki cinsiyet
yapısında büyük değişimler yaşanmıştır (Salzman 2005:27). Tarımsal ekonomide, bütün aile
bireyleri aile içi üretime katılırken, endüstriyel ekonomiyle beraber erkek ve kadınlar,
fabrikalarda yani hane dışında çalışmaya başlamışlardır (Staggenborg 1998:14).
Üretimin evden ayrılması, kadınların kamusal alanda görünürlüğünü de arttırmıştır. Batı
toplumda endüstrileşme ve sanayi toplumuna geçişle beraber, kadınların statüsünde (Stearns
1990:11) ve patriarkal ilişkilerin çözülmesinde ilerleme kaydedilmiştir (Stearns 1990:156).
Sanayileşmiş toplumların çoğunda toplumsal cinsiyet ayrımcılığı yapan yasalar kaldırılmış ve
2
aynı iş karşılığında aynı parayı vermeme , ücret sınırı ve yalnızca erkeklere açık olan meslek
kulüp ve kuruluşları gibi, geleneksel olarak kadını ikinci plana iten toplumsal uygulamalar
aşınmıştır (Salzman 2005:28).
Üretim yapısında ve iş yaşamındaki değişim, aile içindeki kadın-erkek rollerini de
etkilemiştir. 20.Yüzyılın ilk yarısından sonra başlayan ve hala devam eden bir süreç içinde
erkeğin evin geçimini sağladığı, kadınların ev içinde çalıştığı geleneksel aileler ortadan
kalkmaktadır. Aile içindeki “ev geçindiren erkek” rolünde bir gerileme yaşanması ve
kadınların meslek sahibi olması, cinsiyet rollerinin değişmesine yönelik bir adım olmuştur
(Doyle 1989:301). Kadınların ekonomik durumlarının iyileşmesi yanında, kürtaj ve doğum
kontrolü gibi gelişmeler de kendi vücutları üzerindeki egemenliklerini artırmıştır (Ehrenreich
1995:284). Bunun yanısıra, tarımsal ekonomiden endüstriyel ekonomiye geçiş, doğum
oranının düşmesinde etkilidir. Tarımsal ekonomide, hane-içi üretim yapıldığı için çok sayıda
çocuk yararlı olurken, endüstriyel ekonomide çok sayıda çocuk aile içinde yük olmaktadır
(Staggenborg 1998:14).
Endüstrileşme, personel ve çalışma yapılarını da değiştirmiştir. Kapitalizm ve pazar ilişkileri,
1
modern toplumlarda eşitlik yaklaşımının önem kazanmasını sağlamıştır (Maclnnes 1998:3).
Erkekler, giderek az oranda, cinsiyetleri sayesinde en güçlü konumlara gelmektedir.
Erkeklerin hizmet sektöründe çalışmaya başlaması, farklı niteliklerin aranmasına sebep
olmuştur. Đş yaşamında fiziksel güç, yerini üretici ve yaratıcı zihinsel faaliyetlere bırakmıştır
(Stearns 1990:157). Benzer şekilde, işyerlerinde erkek yöneticiler ve işçiler arasında iletişim
ve insan ilişkileri önem kazanmıştır. Bu durum, erkek cinsiyet rollerinde bir değişime işarettir
(Doyle 1989:299).
Kadınların erkeklerle eşit haklara sahip olması, çocuk bakımında ve ev yaşamında erkeğin
işlevinin artması, geleneksel erkekliğin yerini, kapitalist modern toplumlara özgü bir
erkekliğe bırakmasına yol açmıştır. Empati kurmak, yakınlık, centilmenlik gibi özellikler
2
sertlik, saldırganlık, duygusal bastırma gibi özelliklerin yerini almıştır (Beynon 2002:84).
Bunun yanı sıra, feminist söylemin etkinliğini artırması, toplumdaki erkek egemenliğini
sarsıcı bir rol oynamıştır. Bu süreç, birçok erkeğin erkek rolleri ve dominant erkeklikleri
yeniden düşünmesine yol açmış ve erkekliği bir krizle baş başa bırakmıştır (Whitehead
2002:48).
3
Erkeklerin geleneksel kimlik özelliklerinin aşınması, “erkekliğin krizi” tanımıyla ifade edilir.
Erkekliğin krizi, modernleşme süreci ile birlikte başlayan erkekliğin yeni ve çok da
belirlenmemiş içeriği ile geleneksel erkekliğin çatışmasını anlatır. Đnsanlık tarihinin büyük
bölümünde erkek rollerinin, onun biyolojik yapısına uygun olarak tanımlandığı
düşünülmüştür. Bir erkeğin en büyük özelliği, ilkin karısını ve çocuklarını vahşi hayvanlardan
ve diğer erkeklerden koruması, ikincisi de ailesinin sağlıklı kalmasını ve aile fertlerinin bir
sonraki üreme aşamasında iyi durumda olmasını sağlamak için barınma, yiyecek ve giyecek
gibi kaynakları temin etmesiydi (Slazman 2005:30). Biyolojik yasalara göre, erkek avcı ve
saldırgan olarak doğmuştu, elinde olanı korumak ve kontrol altına almak onun biyolojik
kaderiydi (Slazman 2005:39). Ancak kadınların 20.Yüzyıl’daki hareketi, erkekliğin
geleneksel tanımlarının, sahiplikten fiziksel güce kadar sorgulanmasına yol açmış ve bu
sorgulama geleneksel erkeklikten uzaklaşmayı beraberinde getirmiştir (Stearns 1990:11).
Dolayısıyla erkeklerin doğalarından gelen iktidar ve farklılığın doğal olduğu savı geçerliliğini
yitirmeye başlamıştır (Maclnnes 1998:7).
Erkeklik krizleri, önemli tarihsel dönemlerde ya da hızlı değişimlerin, kargaşaların yaşandığı
dönemlerde olur. Yapılar değişirken, aile, evlilik gibi kurumlarda da dönüşüme neden olurlar.
Bu değişim, çoğu zaman kadınlara yeni olanaklar sunar; nitekim erkekliğin değişimi
kadınlıktaki yeni oluşumlara bir tepkidir (Kimmel 1987a:123-124). Kimmel’e göre erkeklik,
ilişkisel bir yapıdır. Erkeklik yapıları, değişen sosyo-ekonomik koşullara ve kadınların
toplumdaki konumlarına göre yeniden tanımlanıp yapılandırılırlar (Kimmel 1987a:153).
Dolayısıyla, erkeklik stilleri kısa zaman aralıklarıyla değişirken, yeni hegemonik erkeklikler,
her zaman yeniden biçimlenir.
Erkekliğin krizi ile ilgili Đngiltere’de yapılan bir çalışmaya göre, kadınların yaşamlarında
artan imkanlar, yaşam tercihlerini özgürce seçebilmeleri, bir eş ve çocukların isteklerine bağlı
olarak yaşamaktan kurtulmaları ailenin oluşumunu, içeriğini ve aile yaşamını değiştirmiştir.
Kadınların kendi ayakları üzerinde durmaya başlaması ve birçok kadının yalnız yaşamayı
tercih etmesi sonucunda kadınlar yeni dünyanın cesur insanları olarak yerini alırken, erkekler
1
gittikçe artan kimsesiz, hüzünlü ve sağlıksız bir yaşam biçimi içine çekilmişlerdir. Birçok
erkek bu değişim sürecine fiziksel, duygusal ve psikolojik olarak uyum sağlayamamıştır.
Đngiltere’de 1991 ve 1997 arasında genç erkeklerde intihar oranı % 60 artmıştır. 2000’de
yapılan bir araştırmaya göre, erkeklerin artan sayıda oranı evlenmekten ya da bir kadınla
beraber yaşamaktan ziyade aileleriyle yaşamayı tercih ediyor. Erkeklerin çoğu 30’ların
sonuna gelene kadar anneleriyle yaşıyorlar. Bu durum, erkeklerin değişen koşullara özellikle
kadının bağımsızlaşmasına uyum sağlamak konusunda yetersizliğini göstermektedir
(Whitehead 2002:49).
Türk toplumunda ise, klasik ataerkilliğin maddi temelleri, yeni piyasa koşulları, kırsal
2
kesimde yapılan hızlı kapitalistleşme politikaları ve yoksullaşma sonucu çökmektedir.
Taşradan metropol şehirlere göç eden aileler içinde, ailenin geçimine katkıda bulunmak bir
zorunluluk haline gelmiş ve kadınlar, zor ekonomik koşullar nedeniyle çalışmaya başlamıştır.
Böylece, erkeğin ekonomik bir güç olarak aile içindeki önemi sarsılmıştır. Türk toplumunda
kadınların eğitim düzeyinin yükselmesi, çalışması ve kamusal alanda yer alması, kadın ve
erkek arasında geleneksel ataerkilliğin çizdiği sınırları, cinsiyet kimliklerine atfedilen özellik
ve alanları değiştirmiştir.
Erkeklik kimliğinde görülen değişimle beraber, cinsiyet eşitsizliğine dayanan ataerkil sistemin
tamamen ortadan kalktığı söylenemez (Ehrenreich 1995:284). Erkek ve kadın kimliği
dönemin koşullarına, toplumsal yapıdaki değişime bağlı olarak değişir, ancak özünde kadın ve
erkek arasındaki iktidar ilişkisine dayanan ataerkil sistem, çağa ayak uydurarak formlarını
değiştirir. Bu anlamda bahsedilen değişim, kadın ve erkek arasındaki iktidar formlarının
kabuk değiştirmesidir. Barbara Ehrenreich, patriarkanın sona ermesinin kadınların kurtuluşu
anlamına gelmediğini ileri sürer. Feodalizmin yerine kapitalizme bırakması gibi, sömürünün
yeni biçimleri devreye girebilir (Ehrenreich 1995:288). Nitekim, erkek egemenliği
günümüzde, kişisel düzeyde olmaktan uzaklaşarak kamusal ve bürokratik bir görünüm
kazanmıştır. Yazara göre, erkek egemenliği kamusal bir kılıfa bürünmüştür (Ehrenreich
1995:289). Benzer şekilde, Stearns, kadınların iş yaşamında belirli kazançlar elde etmiş
olsalar da kitlesel bazda yeni eşitsizliklerle karşılaştıklarını iddia eder. Örneğin, kadınların
aldığı ücretler, erkeklerin gerisinde kalmaktadır. Kadınlar sekreterlik, hemşirelik, öğretmenlik
gibi alanlarda istihdam edilmektedir. Cinsel taciz, iş yaşamında kadınları zor durumlarda
bırakmakta ve kadınlar üst düzey yönetici kadrolara yükselmek konusunda kadın
olmalarından kaynaklanan engellemeler ile karşılaşmaktadır (Stearns 1990:166). Aynı
zamanda aile içinde çocuk bakımı gibi sorumlulukların çoğu hala kadın üzerindedir (Stearns
1990:167).
Sylvia Walby, patriarkal yapıdaki değişimleri, patriarkal yapının derece ve formlarında
yaşanan değişiklikler olarak ikiye ayırarak analiz eder. Derecedeki değişiklikler, ücret
politikalarında kadın lehine yapılan değişiklikler ve kadın ve erkek arasındaki eğitim
farklılıklarının giderilmesi şeklinde ifade edilebilir. Yazar, iktidarın formları değişse de kadın
ve erkek arasındaki iktidar ilişkilerinin, erkekler lehine, başka alanlarda başka şekillerde
devam ettiğini ileri sürer (Walby 1990:23). Walby, ataerkil yapıyı teorileştirirken, kamusal
alanda ve özel alanda geçen ataerkil ilişkileri birbirinden ayırır. Özel alana ait ataerkil anlayış,
evdeki üretim, aile içinde kadının yeri gibi şekillerde temsil edilir. Kamusal alana özgü
ataerkil anlayış ise istihdam ve kamu kurumlarında karşımıza çıkar. Đngiltere örneğinden
yola çıkan Walby, son yüzyıldır ataerkilliğin özel alandan kamusal alana yayıldığını iddia
1
eder (Walby 1990:24).
Özel alanda ataerkillik, baba, koca gibi bir erkeğin idaresinde kadının doğrudan ezilmesine
dayanır. Kadının kamusal alandan dışlanması, özel alandaki ataerkilliğin sürmesi için
önemlidir. Kamusal alanda yaşanan ataerkil ilişkilerde ise kadın, kamusal alandan
dışlanmamakla birlikte, ikincil konuma getirilmekte, ezilmektedir (Walby 1990:178). Kadın
üzerindeki cinsel kontrol, özel alanda babanın veya kocanın tekelinde iken, kadının kamusal
alana geçmesiyle kontrol, kamusal otoritelere ve daha geniş insan yığınlarına geçmiştir. Bir
anlamda, kadın üzerindeki iktidar odakları yaygınlaşmıştır. Değişen iktidar formunda,
kadınlar evlilik dışı cinsel ilişkilerden dışlanmamakta; ancak bu ilişkiler içinde
1
sömürülmektedir (Walby 1990:179). Kamusal ataerkilliğin gelişimiyle ataerkillik günümüzde
dışlayarak değil, içererek işler (Walby 1990:195).
Beşinci bölüm olan alan çalışmasının değerlendirilmesine ait kısımda, öğrenim bazında
tabakalaşmanın en üst seviyesinde yer alan erkek akademisyenlerin, erkeklik, kadınlık,
namus, cinsellik, aile yaşamında iş paylaşımı ve iş yaşamında toplumsal cinsiyetin rolüyle
ilgili sorulara verecekleri yanıtlar çerçevesinde, ataerkil sisteme ve erkekliğe ait
değerlendirmelere ulaşılmaya çalışılmıştır.

ERKEKLİĞE GEÇİŞ RİTÜELLERİ


İKTİDAR VE ERKEKLİK
Erkeklik çalışmaları, erkekliğin toplumsal, tarihsel ve kültürel bir inşa olduğuna değinmenin
yanında eril iktidar kaynaklarına ve bunların hangi şekillerde biçimleştiğini de açıklamaya
çalışan bir disiplindir (Zeybekoğlu, 2010: 5).
Mıchael Foucault’un iktidar kavramından hareket edilecek olursa, Foucault’ a göre iktidar,
bilgi ve iktidar arasındaki ilişkiye dayanmaktadır. Bilgi ve iktidar arasındaki ilişkinin
anlaşılabilmesi için de özne kavramının anlaşılabilmesinin üstünde durulmaktadır. Foucault,
öznenin kendisinin tarihsel süreçlerin ürünü olduğu söylemekte ve farklı durumlarda farklı
öznelerin oluşuğu üzerinde durmaktadır. Yani ona göre özneler iktidar tarafından
biçimlendirilen ve toplumsal ilişkiler içerisinde oluşan bir olgudur (Çelebi, 2013: 513).
Çelebi, Foucault’un iktidar bilgi ilişkisi ile ilgili olarak iktidarın bilgiye bilginin de iktidara
ihtiyaç duyduğu üzerinde dumuştur. İktidar ilişkilerinin sürekli yeni bilgiler ürettiğinden ve
bu üretilen bilgi ile de yeni iktidar alanları açıldığından bahsedilmektedir. Yani bilgi ve
iktidar bir nevi birbirlerine eklemlenmiş biçimdedirler (Çelebi, 2013: 521).
Foucaultcu bakış açısı ile ataerkil yapılanmalarla iç içe olan iktidar sistemi ve ilişkileri
incelendiğinde erkeklerin iktidarın sahibi olmasından çok taşıyıcısı oldukları söylenmektedir.
Kimliklerin de iktidarın söylemleri etrafında üretildiğinden bahsetmektedir. Erkek kimliği de
eril olarak inşa edilen iktidarın, kendisini devam ettirmesi, yeniden üretebilmesi için inşa
edilen bir şey olarak tanımlanmaktadır. Edley ve Wetherell, “erkekler, bu eril kültürün
paradoksal biçimde hem üreticisi hem de ürünü durumundadır” şeklinde ifade etmektedir
(Edley ve Wetherell, 1996: 109’dan aktaran; Kundakcı, 2007: 47).
Butler da Foucault’ nun iktidar kavramı üzerinden, iktidar sistemlerinin daha sonra temsil
ettikleri özneyi yarattığı ve devamında bireyi sınırlandırarak kendi yapısına göre
konumlandırdığından bahsetmektedir. Bu oluşturulan sistem ile birlikte tüm cinsiyet
politikalarının heteroseksüel bir iktidar veya tahakküme sürüklediğinden söz edilmektedir.
Ürettiği özneyi de bu anlamda eril saymakta ve bu erilliğe tabi olacak (kadın olarak
tanımlanabilir) karşıda başka bir özne oluşturmaktadır (Erdoğan, 2013: 25).
Connell ise, toplumsal iktidarın çoğul karakterine dikkat çekerken şiddet ve ideoloji
arasındaki bağlantı üzerinde durmaktadır. Burada önemli bir etken olarak da güç kavramını
görmektedir. Örgütlü şiddet araçlarının erkeklerin elinde olmasının bir tesadüf olmadığından
bahseder. Şiddetin genellikle kurumlar ve bu kurumların örgütlenme biçimleri ile alakalı
olduğunda söz eder. İktidarın, iş yerinde, evde veya kurumda bir tür kazanç dengesi ya da
kaynaklar eşitsizliği olabileceğini söyler. Örnek olarak da kurumları, bakanlıkları,
üniversiteleri yöneten kişileri, kadınların üst düzeylere ulaşabilmesini engelleyecek şekilde
kuran erkekleri göstermektedir (1998: 151).
Askerlik, hem güç ilişkileri bakımından, hem grup kimliği bakımından, hem de erkek kimliği
açısından çok farklı bir alandır (Sancar, 2009: 31-46). Anık’ın dediği gibi; “Aynı grup
kimliğinin taşıyıcısı olan bireyler arasında belirli konulardaki önyargı, anlayış ve eğilimler
benzer bir nitelik arz eder. Zira bu noktada taşıyıcısı oldukları kolektif kimlik, bireylerin
algılama, yargı ve karar mekanizmalarını etkiler” (Anık, 2012: 47).
Bir başka eril iktidar alanı da ailedir. Ailedeki erkeğe atfedilen kocalık, babalık, reislik, velilik
gibi vasıfların bu erilliği besleyebilmekte ayrıca; sorumluluk sahibi, ailesine bakabilen,
namusuna sahip çıkabilen gibi vasıflar yüklenerek bir başka eril iktidar alanı
oluşturulabilmektedir. İktidarın üretildiği bir diğer nokta da siyasettir. Türkiye’de politik ve
askeri liderlerin kaçının kadın kaçının erkek olduğuna bakıldığında toplumsal cinsiyet
eşitsizliği ve iktidarın erilliği göze çarpmaktadır (Özbay,2012: 190- 199).

You might also like