You are on page 1of 3

Edebiyatta ve Sanatta Eşitsizlik Analizleri Vize Sınavı

Ümit Yıldırım/Kadın Çalışmaları

Öğrenci No: 2501220213

18.04.2023

“İnsanlar … kendileri ile varoluş koşulları arasındaki gerçek ilişkiler


yerine hayali ve çarpıtılmış ilişkiler açısından hayata bakar ve bu anlamda
yaşarlar ideolojiyi. Bir bakıma edebiyat da hayatı yansıtırken bize
insanların bu yaşantısını verir, ama edebiyat ideoloji değildir, çünkü
yansıtmakla kalmaz, aynı zamanda onu bize belli bir mesafeden, sanki
dışarıdan göstererek, sergileyerek, ona bir ‘görünürlük’ kazandırır …
edebiyatın değeri ideolojinin çalışmasını açığa vurarak bir çeşit bilgi
sağlamasından doğar.”

Berna Moran’ın, Althusser’e ilişkin olarak ortaya koyduğu aşağıdaki ifadelerini –tüm
ilgili edebi, kurmaca ve kuramsal metinlere gönderme yaparak ve örneklendirerek–
yorumlayınız ve tartışınız:

TARTIŞMA METNİ:

Edebiyatın ve sanatın hayatı “yansıtan” bir “uğraş” olması tartışması Platon’dan günümüze kadar
gelmektedir. Ancak düşünce ile kavranabilen değişmez idealar formuna sıkı sıkıya bağlı olan Platon;
sanatı, değişken ve güvenilmez duyular dünyasının algıladığı maddi dünyanın kopyası olarak gördü.
Bu yönüyle de sanatı, hakikatten uzak, felsefeden değersiz; sanatçıları da takipçilerini ters yola
sürükleyen kişiler olarak tanımladı. Bu görüşü destekleyici düşünceler üretmek şimdilerde biraz zor
olsa da sanatın ne’liği ile alakalı tartışma başlatması açısından bu tasarım, kurucudur ve değerlidir.

Aristoteles, Platon’un sanat tanımlamalarını, sanatın işlevlerini de sorgulayarak biraz daha uzağa
götürür. Temelde sanatın yansıtma olması fikrini devam ettirirken bazı itirazlarını sunar. Sanatın;
tipleme yaratarak genele ulaşmasından ve bu genellikten bir öz üretmesinden bahseder. Edebiyatı,
felsefeden daha somut tarihten ise daha felsefi bir yere konumlandırır. Alımlayıcısına bilgi
edindirmesinin ve katarsis yoluyla psikolojisine iyi gelmesinin altını çizer. Rönesans ve Neo-klasik
çağ düşünürleri yansıtmayı ideallik ülkesine taşımışlar, olabilir olanı olması gereken olarak değiştirip
ideal kahramanlar ve ahlakçı hikayeler üretmişlerdir. Marksist estetik, temelde, yansıtmayı gerçekçilik
sularına çekmiş; alegorileri, sembolizmi, yazarın öznelliğini dışarda bırakarak gerçeği olduğu gibi
yansıtma amacı gütmüştür. Ayrıca kendi ekonomi ve sosyal politikalarına uygun bir ideolojiyi de bu
gerçekçiliğe eklemlemiştir.
Bu noktada denebilir ki yansıtma kuramı çağlar boyunca manipüle edilmiştir. Aristoteles’in tipler
üzerinden genele gitme görüşü, Rönesans’ın sanat anlayışında idealleştirme yoluyla hamasi
karakterlerin ve ders veren, cezalandıran anlatıların ortaya çıkması olarak yeniden tezahür etmiştir.
Hayatı ayıklayarak çıkarılan öz üzerinden doğalcılığa girmeden, hayatın gerçekliklerini anlatmayı
amaçlayan Marksist estetik ise Rusya’daki Sovyet devriminden sonra Devrimci Romantizm anlatısına
sıkıştırılmıştır. Bu iki manipülasyon, belli çıkar gruplarını paylaşan toplum kesimleri ya da kendi
siyasi rejimini sarsılmaz ve ana akım kılmak isteyen devlet yönetimi tarafından gerçekleştirilmiştir.
Farklı devşirmeler; farklı çağlarda, farklı amaçlarla yapılmış olsa da bunları ortaklaştıran hikâye
ideoloji kavramıdır.

İdeoloji kavramını yaşadığımız dünyanın ekonomik ve maddi koşullarına kör kalmamızın nedeni
olarak işaretleyen Marksist düşünce; ideolojiyi, topluca aldandığımız ve bizden gerçekleri saklayan
kurumların ürettiği bir yapı olarak görür. Düşünmeyi kesmediğimiz sürece özgür olduğumuzu bize
söyleyen liberal hümanist fikri hedefe oturtur. Bu noktada günümüze dönersek Marksist düşüncenin
bu konuda haklı çıktığını görmemek mümkün değil diye düşünüyorum. Giderek daha da liberalleşen
ekonomi politikaları, dünyanın kaynaklarının bir grup insanın elinde birikmesine neden olurken orta
sınıfı daha da küçülttü. Bu politikaların, günde 12 saat çalışmak zorunda olan insanların tükenen
“onurlu yaşam” ümitlerini, “sen istersen her şeyi başarırsın” mottolarını pompalayarak ucuz bir dille
ayakta tutmaya çalıştığını görebiliyoruz.

Louis Althusser, ideolojiyi; bireylerin varoluşları ile gerçek koşulları arasındaki imgesel ilişki olarak
görür. Dinsel, siyasi, toplumsal kurumlar pratiği üzerinden ideolojinin maddiliğini vurgular. Özgür
irademizle eylediğimizi zannetmemize neden olan ideolojinin illüzyon yarattığını, aslında daha büyük
bir “sistem” tarafından güdülendiğimizi ifade eder. Bunu özneleri çoklayarak başardığı tespitini
paylaşır. Lacan ise doğumla ve büyümeyle gelen “eksiklik”leri tamamlama ihtiyacı, bütün olma arzusu
ile ideolojiye yöneldiğimizi söyler. Çünkü ideoloji, köklü bir tutarlılık ve istikrar sunar.

Edebiyat; hayatın gerçeklerini aktaran bir yansıtma, idealleri yani olması gerekeni söyleyen üstten bir
yazın, gerçekleri anlatmak zorunda olmayan sembollerle kafayı bozmuş bir hayal makinesi ya da
ülküleri ve propagandayı besleyen zihinsel bir mücadele alanı… Edebiyatın girmediği form kalmadı
gördüğümüz üzere fakat hiç kendi özgül ağırlığı ile tanımlanmadı. Ortaya çıkarılmasından okurla
buluşmasına kadar zihinsel ve endüstriyel süreçlerden geçen, apayrı bir olgu olarak bağımsız statüde
görülemeyen edebiyat, Althusser’ciler tarafından üretim olarak görüldü. Bilim ile ideoloji arasında bir
yere konumlandırıldı. Bilim kadar nesnel bilgi takıntısı olmayan, ideoloji kadar da yanılsama olmayan
bir yerdi bu. Yukarıda bahsedilen işlevlerden ve tanımlardan farklı bir don biçildi edebiyata. Althusser
edebiyatın ideolojiyi “görünür” kılan yönünden bahsetti. Edebiyat tarihe yakınsayan tarafıyla çağını ve
dönemini yansıtıyorsa ideolojisini de yansıtıyordu. Hatta Macharey’e göre edebiyat ideolojinin istilası
altındaydı. Mitlerden, eserlerden, formlardan, ideolojiden beslenen yazarların elindeki malzemeyi
işleyerek değiştiren dönüştüren birer usta olduğunu düşünen Macharey; bu değiştirme, dönüştürme
potansiyelinden dolayı da edebiyata kendine özgü bir güç atfediyordu. Althusser ile de çalışmış olan
düşünür, Althusser’in edebiyat ve ideoloji hakkındaki görüşlerini Marksist düşünce temelinde
sistemleştirmiştir. Edebiyatın ideolojiyi yansıtmasının estetikten politik sonuçları üzerinde durmuştur.
Marksist düşüncenin yukarıda anlatmaya çalıştığım üzere “bir türlü ele geçmeyen”, “elden avuçtan
kayan” baş düşman olarak gördüğü ideoloji, edebiyatta cisimleşerek bir şekil ve yapı kazanıp fark
edilir olabilmektedir. Gerçek hayatta zaaflarını ve boşluklarını algılayamayacağımız bir yoğunlukta
etrafımızı kuşatan kâğıt üzerinde daha savunmasızdır. Moran, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri’sinde
Macharey’in Pour Une Theorie de la Production Litteraire (1970) adlı kitabında Jules Verne’in
Esrarengiz Ada adlı eserine olan eleştirisini örnek verir. Bu eserde deniz kazasından kurtulanlar,
çıktıkları adada toprağı işleyerek hayatta kalmaktadır. Bu apaçık bir kolonileşme anlatısıdır. Verne
farkında olmadan ya da olarak burjuva ideolojisini iyileyerek eserlerine aktarmıştır. Fakat bu kaza
yapan beyaz kimselerin içine düştükleri adanın yerlileri romanda yer almaz. Macharey bunu romanın
bir eksikliği ve boşluğu olarak işaret eder ve biz okuyucuların ya da edebiyat eleştirmenlerinin bu
boşlukları deşifre edip ideolojinin ayıplarını “görünür” kılabileceğimizi anlatmaya çalışır. Dolayısıyla
bize verilenden değil verilmeyenden bir çeşit bilgi üretmiş oluruz. Bu yolla üretilen bilgiler ise bizi
sarmalayan ideolojileri ve içinde yaşadığımız dünyayı anlamlandırma noktasında değerlidir.

Althusser ve takipçileri ideoloji, edebiyat hakkında ürettikleri düşünceler ve bu ikisi arasında


kurdukları bağıntılar ile çığır açmışlardır. Edebiyatı bir yansıma olmaktan çıkarıp ayrı bir üretim
olarak değerlendirmeleri, edebiyatın işlevleri hakkındaki düşünceleri döneme göre sıradışıdır. Estetik
hazdan pek bahsetmemeler de yukarıda anlatmaya çalıştığım metin çözümleme disiplini okuyucular
için değerli bir metot olabilmektedir.

Kaynakça
Moran, B. (2022). Edebiyat kuramları ve eleştiri (32. Baskı). İletişim.
Bertens, H. (2020). Edebi teori. (Çev. Abdurrahman Aydın). Sel.

You might also like