Professional Documents
Culture Documents
Özet
Edebiyat ve felsefe birbirlerinden ayrı dollar olarak görülselerde, tarih süresince iç içe
geçtikleri anlar olmuştur. Sören Kierkegaard ile bir felsefe akımına dönüşen Varoluşçuluk, II.
Dünya Savaşı ile birlikte geniş kitlelerce takip edilmeye başlamıştır. Jean-Paul Sartre'ın
öncülüğü ettiği bir grup yazar, Les Temps Modernes dergisi çevresinde bu akımı edebiyata
yansıtmışlardır. 1950'lili yıllarda ise Türk yazarlar bu akımın etkisinde kalmışlar ve eserlerini
bu doğrultuda vermeye başlamışlardır. Türk Edebiyatına yeni temalar, kavramlar ve bakış
açıları kazandıran bu fikir akımı bu makalenin konusunu oluşturmaktadır
Varoluşçuluk, yaklaşık 100 yıldır tanınan bir felsefe sistemidir. 1935 yılından bu yana ise
edebiyata yansımalarını gördüğümüz bir akımdır. Dünya çapına yayılışı ise II. Dünya Savaşı
sonlarına rastlamaktadır. Decartes ile doğanın efendisi ve sahibi konumuna çıkarılan
insanın, teknoloji kullanımı sorgulamaya başlamasıyla Varoluşçuluğun temelleri atılmıştır.
Bu felfenin doğmasının asıl sebebi ise; insanın kendini ve varoluşunu sorgulamasıdır.
Varoluşçulara göre; insan önceden tanımlanmamış bir varlıktır. İnsan kendi yaşamını, ya da
tanımını kendi kararlarıyla verecektir. İnsanın içinde bulunduğu koşullar içinde yaptığı
tercihleri onun kim olacağını ve ne olacağını belirler. Bu, "varoluş özden önce gelir" sözünün
de bir bakıma anlamıdır. İnsan önceden zaten belirlenmiş bir öze sahip değildir, daha çok o
özünü kendi eyleyişleriyle gerçekleştirecek, yani varoluşunu şekillendirerek özünü ortaya
koyacaktır. Bu anlamda varoluşçu felsefede insanın etik bir varlık olarak şekillendirildiği,
ama bununda siyasalı yadsımayan bir etik oldugu görülür. İnsan belirli bir bütünlüğün içine
doğmuştur, burada belirli bağımlılıkları vardır ve bu bağımlılıklar içinde bazı kararlar vermek
zorundadır. İşte bu kararlar insanın varoluşunun gerçekleştirilmesidir.
Bireyi ön plana alan ve ölümü, ahlakı, dini, metafiziği ve aşkı kavramaya çalışan bu felsefe
akımı, 19. yüz yılın ortalarında gün yüzüne çıkmıştır. İlk büyük savunucusu Danimarkalı Sören
Kierkegaard(1813-1855)'dır. Tarihte ise Blaise Pascal(1623-1662) ve Sokrates'de bile
Varoluşçuluk'un izleri görülebilir. (Bir yanı ile)Frédéric Nietzche(1844-1900), Karl Casper
(1883-1969), Martin Heidegger (1889-1976), Jean-Paul Sartre(1905-1980) ve Albert Camus
(1913-1960) bu görüşün savunucuları olarak sayılabilirler.
Edebiyatta Varoluşçuluk
Varoluşçuluk bir felsefe akımı olarak kaldıkça, geniş bir yayılma alanı bulamamış ve bir kaç
filozofla sınırlı kalmıştır. Fakat Jean-Paul Sartre ve arkadaşlarının onu romana ve tiyatroya
yansıtmalarıyla büyük bir takipçi kitlesine sahip olmuştur.
Varoluşçu yazarların başında Sartre bulunur. Fakat Dostoyevski, Kafka, Camus, Unamuna gibi
yazarlarda Sartre'inkine uymayan, kendilerine özgü Varoluşçuluk esintileri görülmektedir.
1
Özellikle de Sartre'ın yönettiği Existentialistlerin yayın organı Les Temps Modernes
dergisinde yazan Simone de Beauvoir ile Marleau Ponty tam olarak varoluşçu yazarlar olarak
nitelendirebilir.
Varoluşçuluk, esas ürünlerini nesirle vermişse de Gerçeküstücülük ile karışık bir tarzda şiiri
ve diğer sanatları da içine almayı başarmıştır. 1955'ten sonra eser vermeye başlayan yeni
Türk şair ve yazalarının bir kısmıda bu akımdan nasibini almışlardır.
Varoluşçu yazarlar (Sartre, Kafka, Camus ve Simone de Beauvoir başta olmak üzere) felsefi
romanlar ve tiyatrolar yazmayı seçtiler. Bu durumu Sartre'ın hayat arkadaşı da olan Simone
de Beauvoir ise şöyle açıklıyor:
"Şimdiye kadarki roman, hikaye ve tiyatrolarda bir edebi kişi psikolojik özellikleri ile
anlatılıyordu. Biz onui metafizik denen, yani bir kişinin bütün dünyaya karşı durumunu
gösteren bütün özellikleri ile yaşatacağız. Ama insanlar ile dünya arasinda ki münasebet, bir
fikir münasebeti olmaktan çok, bir uğraşım, bir duygu, tek kelime ile canlı bir münasebettir.
Biz eserlerimizde işte bunu vermek istiyoruz. Endişe, ölüm korkusu, isyan, hakikatı arayış bir
insanın asıl kişiliğini, cimrilik ve korkaklığından daha iyi belirtir.
İyi yazılmış, iyi okunmuş bir felsefi roman, başka hiçbir edebi türün yapamayacağı ölçüde
hayatı aydınlartır. Felsefi roman, romanın en yüksek, en mutlak nevidir."
Varoluşçu felsefi roman, bildiğimiz felsefi romanlardan ayrılır. Bu çeşit özelliklerde bir
genellemeye gidip bütün kişilerin ortak özelliklerini ve özlerini anlatmak yerine, kişiye özgü
özellikler ve özler anlatılır. Kişinin Varoluşunu sağlayan nitelikler üzerinde durulur. Sartre ve
arkadaşlarınn tanımıyla: Essence(öz) değil, existence(varoluş) üzerinde durulur. Sartre'ın ve
Gabriel Marcel'in tiyatro ve romanlarında hiçbir eserde bulunmayan ancak özel
yaşamamızda, kendi üstümüzde sezdiğimiz duygular, ruh halleri ve görünümler ele
alınmaktadır. Alışılmamış gerçekleri dile getirmek isteyen bu anlatımlar bizde daha önce
hissetmediğimiz etkiler uyandırabilir.
Onlarca, somut gerçek, soyut metotla anlaşılamaz, bunun için soyut şeyleri somut betimlerle
anlatılmaya çalışılır. Simon de Beauvoir'ın da dediği gibi: Varoluşçuların felsefi eser yazmak
yerine roman veya piyes yazmalarının sebebide budur.
Varoluşçular kendilerine mahsus olan manada toplumcu bir edebiyat yaparlar. Bu yüzden
"Sanat, sanat içindir." ilkesine olduğu kadar, Realizm'e ve Gerçeküstücülüğe de zıt giderler.
Toplumcu iddiasına rağmen varoluşçu edebiyat, halka hitap edememiştir. Existantialisme,
hazırlı bir zümreye seslenen, kapalı, koyu felsefi bir uslüpla yazılan, anlaşılması çok güç, hatta
çok defa anlaşılması çok güç eserler vermişlerdir. Buna rağmen akımın başketin Paris'te
sokaklarda siyahlara bürünmüş ve sürmeler çekmiş Existentialisme takipçilerini görmeniz de
mümkün olabiliyordu. Bu akımın edebiyata yansımasını daha iyi görebilmek için Albert
Camus'un Yabancı adlı romanından bir bölümü okumak bizlere yardımcı olacaktır:
"[..]O zaman, bilmiyorum niçin, içimde birşeyler deşiliverdi. Avazım çıktığı kadar bağırmaya
başladım, hakaret ettim, duasını istemediğimi, yok olmaktansa yanmasının daha iyi
olduğunu söyledim. Cüppesinin yakasına yapıştım. İçimin, sevinç ve öfkeyle karışık bütün
taşkınlıkları üzerine boşaltıyordum. Ne kadarda dediklerinden güvenli görünüyordu değil mi?
Oysa onun güvendiği şeylerden hiçbiri bir kadının saçının bir tek teline bile değmezdi.
Yaşadığından bile ein değildi, bir ölü gibi yaşıyordu çünkü. Bense ellerim bomboş bir adam
olarak görünüyordum, ama kendimden emindim, herşeyden emindim, hem ondan daha çok
emindim[...]Geçirdiğim bütün anlamsız hayatta, geleceğimin ta derinlerinden, henüz
gelmemiş yıllar içinden, karanlıkbir soluk bana doğru yükseliyor ve yaşadığım yıllardan daha
gerçek olmayan yıllardan abana sunulan ne varsa, hepsini aynı düzeye getiriyordu.
Başkalarının ölümü, bir ananın sevgisi ne umurumdaydı benim? Başkasının Tanrısından bana
neydi? Başkalarının seçtiği, kabullendiği hayattan, yazgıdan bana neydi?[...]
2
Türk Edebiyatında Varoluşçuluk
Türk yazarlar 1950 sonrasında Varoluşçu eserler vermeye başlamışlardır. Bunun nedeni ise;
bu görüşün o yıllarda edebi alana yansımaya başlamasıdır. Pek tabi ki Türk yazarlar
kendilerini Varoluşçu olarak lanse etmemişlerdir. Varoluşçu olarak nitelendirilen yazarların
eserlerinde bu akımın izleri saptanarak, yazarlar bu kategoriye dahil edilmişlerdir. Bu
doğrultuda Demir Özlü, Yusuf Atılgan, Ferit Edgü, Vüs'at O. Bener Varoluşçu yazarlar
arasında sayılabilir.
3
edebiyata kazandırdıkları hakkında daha kapsamlı bilgiye sahip olunabilir:
"[...]Panco'nun arkadaşı ile bareaber getirdiği kahveyi hiç bilmezdim. Kapısında alüminyum
tencereleri naylon bardaklar satan bir hırdavatçı bulununan, iki kapısı da ardına kadar açıki
hanla apartman arası bir binanın birinci katındaymış bu kahve. Onların kapıdan içeriye
girdiklerini görünce merak ettim. Bende girdim. Baktım karşımda cam bir kapı. Cam kapının
içinde büyük bir salon, içeride insanlar tavla ve iskambil oynuyorlar. Daha köşede bir bilardo
masası var. İçeriye girince herkes bana baktı. Buraya gelenler hep aynı çüşteriler olmalı ki
beni baştan aşağı süzdüler. Oturup bir kahve içmek bile cehennem azabı gibi bir şey
olacaktır. Birini arıyormuş gibi yaptım. Olmazsabizim Luka Efendi vardır; duvarcıdır,
boyacıdır. Onu soracaktım. gözlüklüdür. Kendisi Yunan tebaasudur. Ama Arnavuttur.
Kahveciye sormak istedim. Baktım Panco, Kula Efendi'yi siper ederek kendini bana
göstermemeye çalışıyor. Eskiden tanıdığım birisi niçin geldiğimi anlamış gibi bana baktı.
Gülümser gibi idi. "Allah belanı versin deyyus," dedim. Döndüm. Giderken bir daha dönüp
baktım. Yine pardösüsünün yakasında ki kürkü gördüm.
Kürkü görünce rahatladım. Tavşanı, kekliği, o ılıki harikulade kaygan ve güzel yılanı, kara
tavuğu, Alemdağı'nı, Taşdelen suyunu, çürümüş yaprakları, yaprakların üstüne yağan pelte
pelte güneşi hatırladım."
Kaynaklar
İş, Ayşe Öykü (2007), "Ferit Edgü ve Demir Özlü'nün Hikayelerinde Varoluşçu Öznellik,
Kurt, Mustafa (2007), "1950 Sonrası Türk Edebiyatında Varoluşçu Felsefeden Etkilenen
Yazarların Romanlarında Yapı, Tema ve Anlatma", Doktora Tezi, Gazi Üniversitesi