You are on page 1of 48

1) Cumhuriyet Öncesinde Kentsel Gelişme ve Kent Planlamasında İlk Adımlar

1840’lı yıllardan itibaren modernite projesi, sanayi devriminin gerçekleşmesi sonrasında Osmanlı
ekonomisini ve kurumsal yapısını iki kanal ile dönüştürmeye başladı.

1. Piyasa mekanizması içinde Osmanlı ekonomisi kapitalist ilişkilere açıldı.


2. Yönetici elitler modernite doğrultusunda reformlar yaptılar.
Bu gelişmelerin sonucunda ;

• Merkezi iş alanı oluşturuldu.


• Osmanlı ekonomisi, dünya ekonomisi ile entegre olmasıyla birlikte bankalar, sigorta
şirketleri, iş hanları, oteller kuruldu, demiryolu istasyonları, limanlar ve rıhtımlar,
antrepolar, posta binaları yapıldı, merkezde devlet daireleri kuruldu.
• Yaya olarak kurulan kent içi ulaşımın yerini toplu taşıma araçları aldı.
• Sınıf esaslı bir farklılaşma başladı.
• Kent içi ulaşımdaki gelişmeler, öte yandan kent nüfusunun artışı ve yeni bir toplumsal
tabakalaşma biçiminin doğması sonucu, kentlerin çevreye yayılması ile banliyöleşme oluştu.
• Yeni arazi kullanış türlerinin gelişti.

19. yüzyılın ikinci yarısından sonra “şehremaneti” (belediye yönetimi) sistemine geçildi. Şehremaneti
1855’te İstanbul’da kuruldu. Onu, 1857’de Galata ve Beyoğlu’nda Altıncı Daire-i Belediyenin
kurulması izledi. Birinci Meşrutiyet döneminde de 1877’de Dersaadet ve diğer vilayetler için çıkarılan
belediye kanunlarıyla bu yeni yönetim biçimi tüm imparatorluğa yaygınlaştırıldı.

İstanbul’un ilk planlama çalışması 1836-1837 yıllarında Von Moltke tarafından yapıldı. Bunun
paralelinde de ilk imar talimatnamesi niteliğindeki 1839 tarihli “ilmühaber” yayımlandı. Bunu
İstanbul için çıkarılan 1848 tarihli Ebniye Nizamnamesi, 1864 tarihli tüm İmparatorlukta yürürlüğe
giren Ebniye ve Turuk Nizamnamesi izledi. Nihayet 1882 tarihli Ebniye Kanunu yürürlüğe kondu.

2) 1923’ten İkinci Dünya Savaşı Sonuna Kadar Kentsel Gelişme ve Planlama

• “Batı’ya rağmen Batılılaşma”

Bir imparatorluğun çözülmesiyle ulus devletlerde bütünleşme değil parçalanma söz konusudur. Bir
misyon anlayışı içinde, ulus bilinci yaratılarak ulus inşası amaçlanmıştır. Bu dönemde tek partili rejim
sistemi mevcuttur.

Ülke düzeyinde izlenen mekansal strateji ögeleri ;

I. İstanbul’un bırakılarak, Ankara’nın başkent seçilmesi. İstanbul, en çok batılılaşmış


kesimidir. Ulusalcı çağdaşlaşma modelinin İstanbul’da gerçekleştirilmeyeceği düşünülerek
Anadolu’nun ortasında olan Ankara , ulus devletin başkenti olarak seçilmiştir.
II. Ülkeyi “demir ağlarla örmek” Ankara merkezli bir demiryolu şebekesi oluşturuldu. Bu
şebeke hem iç pazarın bütünlüğünü sağlıyor hem de ülkeyi baştan başa sararak denetimi
güçleniyordu.
III. 1929 krizi sonrasında gelişen devletçilik politikası sonucu fabrika yerlerinin, demir yolu
güzergahı üzerindeki küçük Anadolu kentleri olarak seçilmesi.
▪ 1928 yılında “Ankara Şehri İmar Müdürlüğü” kuruldu.
▪ Herman Jansen, Ankara için tüm kenti kapsayan bir plan hazırladı.

Cumhuriyet yönetimi, Osmanlılardan kalan mevzuatı değiştirerek yeni bir kurumsal düzenlemeye
gitti. Bunlar ;

✓ 1930 yılında çıkarılan 1580 Sayılı Belediye Kanunu


✓ 1930 - 1593 Sayılı Umumi Hıfzıssıhha Kanunu
✓ 1933 yılında çıkarılan 2290 Sayılı Yapı ve Yollar Kanunu
✓ 1933 - 2033 Sayılı Belediye Bankası Kuruluş Kanunu
✓ 1934 yılında çıkarılan 2722 Sayılı Belediye İstimlak Kanunu
✓ 1935 yılında çıkarılan 2763 Sayılı Belediyeler İmar Heyetinin Kuruluşuna İlişkin Kanun

Bu yasalarla oluşturulan kent planlama sistemi 1980lere (ve sonrasında) etkili oldu. Belli büyüklükteki
kentlere planlama zorunluluğu getirildi. Planlama faaliyeti bu dönemde yaygınlaştı.

Bu dönemde, hem belediye yönetimi hem de kent planlaması konusunda gelişmeler, bu alanlarda
bilgi aktarımını ve eğitilmiş profesyonellerin yetiştirilmesini gerektirmişti. Bu nedenle yüksek eğitim
ve üniversite programları içinde ilk kez kent yönetimine ve planlamasına ilişkin dersler yer almaya
başladı.

3) 1950-1960 Arası Hızlı Kentleşme Döneminde Modernite Projesinin Popülist


Niteliği
Türkiye tek partili bir siyasal rejimden, çok partili bir siyasal rejime geçti.

Bu dönemde ülke ekonomisinde ;

➢ Tarımda modernizasyona ağırlık verilerek dışa açılma süreci başladı.


➢ Liberalleşme söylemi içinde özel kesime önem verilmeye başlandı.
➢ Demiryolları ağırlıklı altyapı yatırımları stratejisinden, karayolu ağırlıklı altyapı stratejisine
geçildi.
➢ Tarımdaki teknolojik gelişmeler verimliliği artırdı ve kırdan kopmalara neden oldu.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’de çok hızlı bir kentleşme görüldü. Bunun sonucu olarak,
kentlerin etrafında gecekondu kuşakları oluştu, altyapı sorunları yaşandı.

Bu dönemde gerçekleştirilen kurumsal düzenlemeler

1. 1945 yılında 4759 sayılı yasayla İller Bankasının kurulması


2. 1948 yılında çıkarılan 5237 Sayılı Belediye Gelirleri Kanunu
3. 1954 yılında 6235 sayılı yasayla Türk Mühendis ve Mimar Odalarının kurulması
4. 1956 yılında 6875 Sayılı İmar Kanununun çıkarılması
5. 1958 yılında 7116 sayılı yasayla İmar ve İskan Bakanlığının kurulması

Bu dönemde temel amaç; kentlerde yaşayan kişilerin ödeme güçleriyle uyumlu yeterli sayıda konut
sağlayabilmektir. İkinci Dünya Savaşı sonrası kentleşmenin hızla artmasıyla konut talebi karşısında
yeterli konut arzı sağlanamamıştır. Yaşanan bu tıkanıklığı bir ölçüde aşmayı sağlayan iki konut süreci;
zaman içinde oluşan gecekondu ve yapsatçılık olmuştur.

Charles Abrams’ın raporu bir kent planlama bölümünün öncülük ettiği yeni bir üniversite kurulmasını
öngördü. Bu rapor, 1956’da ODTÜ’nün kurulmasını sağladı.
▪ 1953 yılında Siyasal Bilgiler Fakültesi İskan ve Şehircilik Enstitüsü kuruldu
▪ Fehmi Yavuz’un “Ankara’nın İmarı ve Şehirciliğimiz” adlı çalışması Ankara örneği üzerinde
kent planlamasının karşılaştığı sorunların çözümüne yönelik ilk monografidir.

Bu dönemde etkili olan planlama paradigması, bir önceki döneme kıyasla esnek olmayan, rasyonalist,
çok disiplinli, çok yönlü araştırmalara dayanan kapsamlı bir planlamadır.

4) 1960-1980 Arası Planlı Dönemde Kentleşme ve Kent Planlaması


27 Mayıs askeri müdahalesiyle, 1961 Anayasası yürürlüğe girdi. Anayasada sosyal devlet ilkesi kabul
edildi ve refah devleti anlayışı getirildi.

▪ 1961 Anayasasıyla Türkiye’de siyasal yaşam ilk kez sol düşünceye açıldı. 1968 öğrenci
hareketleri de bu düşünceye katkı sağladı.
▪ 1961 Anayasası, planlı kalkınma ilkesini getirmiş ve Devlet Planlama Teşkilatının bir anayasal
kurum olarak kurulmasını sağlamıştır.
▪ Türkiye’de de planlı bir karma ekonomi politikası uygulandı.
▪ Hızlı kentleşme bu dönemde de sürdü. Dış göç yaşandı.
▪ Metropoliten ölçekteki tek kent İstanbul’a Ankara ve İzmir eklendi.
▪ Türkiye’de sanayileşme yoğunlaştı. Organize sanayi bölgeleriyle, üretim faaliyetleri kentin
merkezinden ve yakın çevresinden uzaklaşmaya başladı.
▪ Özel araba sahipliği yaygınlaştı, trafik sorunlarını beraberinde getirdi. Servis otobüsleri
işletilmeye başlandı.
▪ 1967 yılında İkinci Beş Yıllık Planda ilk kez toplu konut sunum biçimi bir çözüm olarak
önerilmiştir. Toplu konut girişimini başlatanlar; başta devlet olmak üzere özel kesim ve yerel
yönetimler olmuştur.
▪ 1970’li yılların ikinci yarısından sonra Toplu konut sunum biçimleri gelişmiştir, Küçük sanayi
siteleri ve organize sanayi bölgelerinin sayıları hızla artmıştır. Toplu işyeri yaptırma
kooperatifleri örgütlenmiştir. Yüksek öğretim kuruluşları, sağlık kuruluşları gibi kamu
hizmetlerinin binaları ile özel kesimin büyük kuruluşlarının yönetim merkezlerinin kampüsler
halinde inşa edilmesi eğilimi yükselmiştir.
▪ 1960’lı yılların ikinci yarısında İmar ve İskan Bakanlığı, İstanbul, Ankara ve İzmir’de
Metropoliten Planlama büroları açmıştır. Arazi kullanma ve ulaşım modelleri ilk kez
geliştirildi. İstanbul, Ankara ve İzmir için ilk arazi kullanımı ve kent içi ulaşım araştırmaları,
mühendislik firmalarınca yapılmıştır.
▪ 1963’te çıkarılan 307 sayılı yasayla, Belediye Yasası ile belediye başkanının doğrudan halk
tarafından çoğunluk usulüyle seçilmesi kabul edilmiştir. Böylece belediye yönetiminde
başkanlık sistemine geçilmiştir.
▪ Belediye gelirlerinde azalmalar ortaya çıkmıştır.
▪ Kaynak kıtlığı yaşanmıştır. Bu sebeple yerel yönetimler, merkezi yönetimlere daha bağımlı
hale gelmiştir.

İmar ve İskan Bakanlığının icracı kapasitelerini güçlendirmek açısından bu dönemde bazı adımlar
atılmıştır. Bunlar;

1. 1969 yılında 1164 sayılı yasayla Arsa Ofisinin bu bakanlığa bağlı olarak kurulması. (Yeterli
kaynak sağlanmadığı için pratikte olumlu bir etki yaratamamıştır)
2. 1972 yılında kabul edilen 1605 sayılı kanun ile 6735 sayılı İmar Kanununda önemli
değişiklikler yapılmıştır.
3. Bu dönemde çıkarılan en önemli yasa Gecekondu Yasasıdır. İlk kez “gecekondu” kavramına
bu yasa içinde yer verilmiştir. (1966 yılında - 775 Sayılı Gecekondu Yasası)

Bu dönemde, çok önemli kentleşme sorunlarına karşın, belediyeler siyasal açıdan güçsüz
tutulmuşlardır. Bu da 1973 seçimlerinden sonra “Yeni Belediyecilik Hareketi”nin gelişmesini
doğurmuştur. 1973 -1977 döneminde “Demokratik” ya da “Yeni Belediyecilik Hareketi” olarak
adlandırılan yerel yönetim hareketi gelişmiştir.

5) 1980 Sonrası Modernite Projesi Aşınırken Kentleşme ve Kent Planlamasının


Gelişimi
1980 sonrası dönem, Türkiye için bir dönüm noktası olmuştur. Nedenleri ;

1. İkinci Dünya Savaşı sonrasında başlayan demografik geçiş ve kentleşme gibi süreçlerin belli
bir doygunluk düzeyine ulaşması
2. Dünyanın yaşadığı büyük bunalım karşısında girdiği yeniden yapılanma sürecinin yönünün
artık açıklık kazanmaya başlaması
3. 1980 yılının hem 24 Ocak kararları hem de 12 Eylül müdahalesi

Nüfusun mekanda yeniden dağılımına sebep olan etkenler ;

✓ Nüfus
✓ Alınan veya Verilen Net Göç

Sanayileşme sürecine paralel olarak nüfus artış hızı düşmektedir. Doğurganlık hızı, kent ve kır
ayrımına göre, hem de bölgesel olarak değişim göstermiştir.

1980 sonrasında kentler arası göçlerin önemi artmıştır. Zorunlu nüfus yer değiştirilmeleri
yaşanmıştır.

1980 sonrasında Türkiye’nin izlemiş olduğu ekonomik politikalar:

1. 1980 yılına kadar izlediği iç piyasaya dönük, ithal ikamesiyle kalkınma modelini terk ederek,
dışa açık ihracata yönelik bir kalkınma modelini benimsemesi
2. Altyapı politikalarında telekominikasyon yatırımlarına öncelik verilmiştir. Türkiye dünyada
oluşan “cyberspace”in parçası haline gelmeye çalışmıştır.
3. Küresel bir ekonominin gerektirdiği yeni kurumlar geliştirildi. (Sermaye piyasalarının, serbest
ticaret ve üretim bölgelerinin kurulması, bankacılık yapısında önemli reformların
yapılması...gibi)
♦ Bu değişmeler sırasında kamu maliyesi açıkları önlenemediği için daha önceki dönemlerde
görülmeyen düzeyde yüksek bir enflasyon yaşanmıştır.
♦ İstanbul’un göreli önemi artmış, nüfusu 9 milyonu aşmış, “sıra büyüklük” kuralının dışına
çıkmıştır.
♦ 1980 sonrasında Türkiye’de kıyılaşma yaşanmıştır. Turizm yatırımlarının teşvik edilmesi,
dinlence faaliyetlerinin gelişmesi ve seracılığın yaygınlaşması sonucu ülkenin batı ve güney
kıyıları, kapitalin ve nüfusun mekanda yeniden dağılımında paylarını artırmıştır.
♦ Turizm faaliyetlerinin yürütülebilmesi, i Avrupa, İsrail ve Rusya ile çok sıkı ilişkileri gerektirir
hale gelmiştir.
♦ Anadolu kentlerindeki girişimciler, dış dünya pazarı için üretim yapan sanayileri geliştirmiş ve
dış dünya ekonomisiyle bütünleşmiştir. (Denizli, Çorum, Gaziantep, Maraş)
♦ Özel otomobil sahipliğinin gelişmesiyle birlikte, kentin çevresini oluşturan gecekondu
halkaları aşılarak merkeze daha uzak konumlarda yüksek ve orta gelirli grupların konut alt
kentleri oluşmaya başlamıştır
♦ Eski gecekondu alanlarında çok katlılaşma, düşük standartlı apartmanlaşma gelişmiştir.

KENTLEŞME SÜRECİNİ ETKİLEYEN GELİŞMELER

✓ Bir önceki dönemde ilk denemeleri yapılan toplu konut sunumunun 1980 sonrasında
çıkarılan toplu konut yasalarıyla kurumsallaşması ve Toplu Konut İdaresinin kurulması
✓ İmar ve İskan Bakanlığının kaldırılması
✓ 1983 ve 1984’te çıkarılan yasalarla belediyelerin kaynaklarının önemli ölçülerde artırılması.
merkezi yönetiminin denetiminin bir ölçüde de olsa azaltılması ve imar planı yapımına ve
onanmasına ilişkin yetkilerin belediyelere devredilmesi.

▪ 1983 sonrasında belediyelerin yetkileri ve kaynakları bir ölçüde artırılmış ve metropoliten


alanlarda iki kademeli bir belediye yönetimine geçilmiştir.
▪ Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, demokrasinin niteliğinin geliştirilmesi sonucu olarak
algılanmaya başlamıştır.
▪ Bu dönem boyunca reform yasası çıkartılamamıştır.
▪ Stratejik planlama yaklaşımının benimsenmiştir. Katı bağlayıcı bir planlamadan, esnek bir
planlamaya geçilmiştir.
I. KENT VE SUÇ İLİŞKİSİNİN TEORİK BOYUTLARI
1. Chicago Okulu’nun ortaya koyduğu ekolojik yaklaşım
▪ Bu yaklaşıma göre; kentte yaşayan bireyler (özellikle genç bireyler) geleneksel değerler ile
kentin yeni değerleri arasında çelişirler. Geleneksel değerler (Birincil Gruplar) kentte yer alan
kilise, aile, sosyal grupların baskısı altında bireye dikta ettirilir. Bu baskının amacı bireye
toplumsal değerleri öğretmektir. Öte yandan birey, ikincil gruplar olan sosyal çevre, arkadaş
grupları, okul, kentin cazibesi..vb etkisi altına girerler. İkincil gruplar, birincil gruplara kıyasla
egemendir. Bu çelişki sebebi ile kentte suç oluşumu, bireylerde davranış bozukluğu meydana
gelir.

2. Kurban (victimization perspective) Sendromu


▪ Temeli Batı ülkelerinde yüksek oranda seyreden suç oranlarının toplumda yarattığı korkudur
▪ Bu yaklaşımın temel amacı toplumda gerçekte var olan suç oranı ile toplumun var olduğuna
inanılan suç oranı arasındaki farkı ortaya koymaktır.
▪ Suça karşı duyulan korku toplum içinde yaş, cinsiyet, ırk, oturulan yer bakımından farklılık
göstermektedir.
▪ Bu yaklaşım kent ve suç ilişkisini çözümlemekten çok, suçun toplum üzerinde yarattığı korku
ilişkisini açıklar.

3. Durkheim – Merton Anomi Teorisi

▪ Merton anomiyi, toplumsal yapı ile kültürel yapı arasındaki uyumsuzluk ve bunun neden
olduğu “normal dışı” davranışlar olarak tanımlamaktadır.
▪ Durkheim’e göre, köyden kente göç eden bireyler kentin yeni değerlerine adapte olamaması
sebebiyle anomi yaşarlar. Bu bocalama sonucunda birey, toplumdan dışlanabilir. Dışlanan
birey, suç ve şiddet eğilimine girer.

4. Sosyal Kontrol (social control perspective) Yaklaşımı

▪ Kentteki sosyal değişim ile suç arasında bir ilişki kurmaktadır.


▪ Sosyal kontrol mekanizmasının tahribatı suç ve davranış bozukluklarına sebep olur.
▪ Bu yaklaşım ile ekolojik yaklaşım benzerlik göstermektedir. Fakat bireysel farklılıklar ve
bulunulan ortam göz ardı edilmiştir.

II. KENTLEŞMENİN SUÇA ETKİSİ


➢ Wirth’a göre, kent; büyük, yoğun ve heterojen yapıda olup, karmaşık, işbölümüne dayalı ve
ileri bir toplum düzenini simgeler. Bu nedenle kurulan ilişkiler geçicidir. Bu ilişki biçimi,
toplumda kişiyi yalnızlığa, kayıtsızlığa ve güvensizliğe iter.
➢ Simmel’e göre kent kültürü modernite kültürüdür. Metropollerde zayıf sosyal ilişkiler ve
yalnızlık görülür.
➢ Toplumsal bağların sıkılığı ve aile yapısının doğru işleyişi, toplumsal dayanışma, mahalle
birlikleri, komşuların yakın birlikteliği, yurttaşın aktif katılımı birer suç önleme mekanizması
niteliğindedir.
➢ Büyük kentlerdeki suç oranı, küçük yerleşim yerlerine ve kırsala göre daha fazladır.
➢ Kentsel alanlarda yaşanan çevre kirliliği, yoğun trafik, ulaşım zorlukları, geçim kaygısı, işsizlik,
yüksek hizmet maliyetleri, ekonomik bunalımlar vb. sorunların varlığı kişinin psikolojisinde
olumsuz etkilere neden olmakta, bu durum şiddet eğilimini ve suç oranını artırmaktadır.
➢ Luchini, kentte tüketimin özendirilmesini ve reklamların çekiciliğinin de kişinin ruhsal dengesi
üzerinde olumsuz etkileri olduğunu belirtir. Tüketim ve reklam kişi üzerinde devamlı bir baskı
oluşturmaktadır.
➢ Bir ülkede yaşanan yüksek enflasyon, yüksek işsizlik düzeyi, yetersiz sosyal güvenlik
olanakları, çok düşük ücretler, yeni koşulların yarattığı sosyo-ekonomik sorunların
çözümünde mevcut siyasal tutumun kendini yenileyememesinden doğan yetersizlikler, etnik
nedenler, toplumsal yabancılaşma, kültür bunalımı, yetersiz eğitim, gelir dağılımının adil
olmayışı, dış politik etkiler, sosyal sınıfların önündeki siyasal ve toplumsal engellerin varlığı,
kentleşme ve konut politikalarının yetersizliği, kültürel ve kentsel bütünleşmeye yönelik
aktivitelerin azlığı, yasa ve namus anlayışındaki farklılıklar, polisiye hizmetlerin yetersiz
kalması kentte yaşanan gerilim ve şiddet üzerinde önemli etkilere sahiptir.
➢ Artan suç oranlarının neden olduğu güvenlik kaygıları yeni bir kentsel kutuplaĢmaya neden
olmaktadır.
➢ Suçu önlemeye yönelik tedbirlerin topluma ekonomik maliyetini oldukça yüksektir. Ülkeler
Gayri Safi Milli Hasılalarının % 4’ü ile % 7’si arasında bir harcamayı suç oranını azaltmak ve
suçtan toplumu korumak için yapmaktadır.

IV. KENTSEL MARJİNAL ALANLAR VE SUÇ


▪ Gecekondu, devletçe barınma ihtiyacı karşılanmayan yoksul ya da dar gelirli kimselerin barınma ihtiyaçlarını
karşılamak maksadıyla, bayındırlık ve yapı kurallarına aykırı olarak, başkasının toprakları üzerine, toprak sahibinin
izni olmaksızın yapılan yapıların oluşturduğu yerleşim alanlarıdır. Az gelişmiş ülkelerde görülür.
▪ Çöküntü alanları, daha çok gelişmiş ülkelerde yer alır. Gecekondulardan farklı olarak legal konutlar yer alır. Daha
önce işçiler ya da orta gelir gruplarının oturduğu çoğu yüksek katlı binaların, kentin geçirdiği ekonomik ve sosyal
değişim sonucunda boşalıp, cazibesini yitirmesi sonucunda, azalan kira bedeli nedeniyle, daha çok göçmenlerin ya
da toplumun marjinal sayılan eşcinsel, fahişe, uyuşturucu bağımlısı vb. grupların kaldıkları alanlardır.
▪ Gecekondu alanları suç işlemek için tek başına yeterli bir sebep değildir.
▪ İstanbul ve çevresinde hızla oluşan ve her türlü düzenden yoksun gecekondu bölgeleri alınan tüm önlemlere
rağmen terör örgütleri için elverişli bir ortam oluşturmaktadır.
▪ Favelaslar; suç için bir okul, ahlaki çöküntü için bir yuva, çalışma isteği olmayanlar için paranın yasadışı, kolay
kazanılabildiği bir alandır.
▪ Batılı gelişmiş ülkelerde yer alan çöküntü alanlarında görülen bireysel suçlar kitlesel eylemlere dönüşmektedir.
▪ Geri kalmış ülkelerdeki gecekondu alanları artan hoşnutsuzluğun, tatminsizliğin ve öfkenin mekana yansımasıdır.
▪ Yapısal önlemler alınması gerekmektedir. Bu amaçla işsizlik, gelir dağılımı adaletsizliği, toplumsal dışlanma,
ırkçılık vb. konularla kararlı bir biçimde mücadele edilmelidir. Hem kent içinde hem de toplumlar arasında
hoşgörüyü artıracak, önyargıların yumuşamasını sağlayacak önlemler alınmalı, yeni iletişim kanalları kurulmalıdır.
Gerek sivil toplum örgütleri gerekse devletler suçun önlenmesi için gerekli yapısal reformlar konusunda işbirliği
yapmalıdır. Toplumsal bir bilinç yaratılması için topyekun bir eğitim ve bilinçlendirme çalışması hem basın-yayın
organlarınca hem de toplumun geri kalanınca yürütülmelidir. Bireylerin barınma, eğitim ve sağlık hakkı mutlaka
garanti altına alınmalıdır.
▪ Adil olmayan ekonomik düzenin getirdiği bozuk gelir dağılımı, göçmenlerin dışlanmışlığı, göçmenlerin kendi
kültürleri ile bulundukları Batı ülkesinin değerleri arasında sıkışmaları, özellikle ekonomik krizlerin yarattığı işsizlik
dönemlerinde hortlayan Avrupa’nın geleneksel ırkçılığı, göçmenlerin niteliksiz olması nedeniyle iş bulmakta
zorlanmaları, içinde yer almaya çalıştığı toplumun katı ve değişmez önyargılarının varlığı, polisin göçmenlere
karşı ırkçı ve anti-demokratik tavrı, küresel ekonomi sonucunda bazı Avrupa kentlerinin değişen sanayi yapısına
uyum sağlayamaması ve üretim sürecinin dışında kalması.
YOKSULLUĞUN DEĞİŞEN YÜZÜ; KENTSEL YOKSULLUK VE SOSYAL DIŞLANMA
➢ ‘Kentsel yoksulluk’, kent temelinde yaşanan yoksulluğu ifade eder. Ekonomik olanakların
yetersizliğinin yanı sıra, eğitim, sağlık, barınma, güvenlik vb. sosyal hak ve olanaklardan
yararlanabilme gibi temel ihtiyaçların karşılanamaması durumudur. ‘Sosyal dışlanma’
olgusunu beraberinde getirmektedir.
➢ Göreli yoksulluk, bireylerin, toplumun ortalama refah düzeyinin belli bir oranının altında
olması durumudur. Yerel, ulusal ya da uluslararası bağlamda var olan koşulların diğerleri ile
karşılaştırılması sorucunda ortaya çıkar. Kişinin, “nesnel” olarak yoksun olması gerekli
değildir; “öznel” olarak başka kişi ya da grupların durumlarını kendi durumu ile
karşılaştırmasıyla ortaya çıkar. Kişinin beklentilerinin gerçekleşmemesi, göreli yoksunluk
duygusunu artırır
➢ Toplumun genel düzeyine göre belli bir sınırın altında gelir ve harcamaya sahip olan birey
veya hanehalkı göreli anlamda yoksul olarak tanımlanır.
➢ Göreli yoksulluk sınırı, bir ülkede ortalama gelir ya da harcama örüntüsü ile belirlenen
çizgidir. Gıda dışı yoksulluk sınırı, barınma giyinme, sağlık, eğitim gibi temel gıda dışı
ihtiyaçlar temel alınarak belirlenir. Toplam yoksulluk sınırı, gıda ve gıda dışı yoksulluk sınırları
toplamıdır.
➢ İnsani yoksulluk, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNEP) tarafından son yıllarda
geliştirilen, mutlak ve göreli yoksulluk tanımlarını da içererek okur-yazarlık, yetersiz
beslenme, kısa yaşam süresi, ana-çocuk sağlığının yetersizliği, önlenebilir hastalıklara
yakalanmak gibi temel insanî yeteneklerden/kapasiteden yoksun olmak biçiminde
tanımlanabilir mal, hizmet ve altyapılara (enerji, hijyen, eğitim, iletişim, içme suyu) erişimin
yokluğu..
➢ Yoksulluk ölçümünde, nüfus sayımı, hanehalkı anketleri, millî gelir hesapları, yaşam standardı
ölçüm anketleri, nüfus ve sağlık araştırması, istihdam anketleri, nitel ve katılımcı yoksulluk
analizleri kullanılmaktadır. Böylece, gelir ve tüketim açısından yaşanan eşitsizlikler
hesaplanabilir.

 Başlıca yoksulluk göstergeleri;


→ kafa sayısı ölçümü, yoksulluk derinliği ve şiddeti, “Gini” katsayısı, eşitsizlik önlemleri.

➢ Yoksulluğun ölçülmesinde, “gıda-enerji alımı yöntemi” ve “temel gereksinmeler maliyeti


yöntemi” olarak iki farklı yöntem kullanılmaktadır. Nüfusun temel gereksinmelerini
karşılayabilmesi temel alınmaktadır

Ülkemizde yoksulluğun nedenleri;

✓ Gelir dağılımı dengesizliği


✓ Ücretlerin düşüklüğü
✓ Bölgelerarası farklılıklar
✓ Kayıt dışı istihdam
✓ Kentleşme ve iç göç
✓ Savunmasızlık
 Yoksulluk kültürü kavramı antropolog Oscar Lewis’e aittir
→ Nüfusu 20.000 ve daha fazla olan yerleşim birimlerine ‘kent’ denir.
→ Kentleşme, bir ülkede veya bir bölgede kent sayılan yerlerin sayısının çoğalması ve bu
yerlerin nüfusça ve alanca büyümesi olarak ifade edilmektedir. Sanayi Devrimi ile başlayan
‘Modernizm’ sürecinde kentler oluşmaya başlamıştır.
→ Kırsal yoksulluk Asya’da, kentsel yoksulluk ise Latin Amerika’da en yüksek boyutlara
ulaşmıştır. Hızlı kentleşme sonucunda, kentsel yoksulluk yakın bir gelecekte Asya ve Afrika’da
da önemli ölçüde artması beklenmektedir.

TÜRKİYE’DE 1950’Lİ YILLARDA KÖYDEN KENTE GÖÇÜN BAŞLICA NEDENLERİ ;

• Nüfüs artışı
• Tarımda makineleşme
• Eşitsiz ekonomik kalkınma
• Sanayinin emek ihtiyacı

Bu göç, sanayinin gelişiminden daha hızlıdır. İşin süreksiz ve güvenliksiz niteliği ile düşük gelir kazancı
elde edilmiştir. Bu sebeple gecekondulaşma artmıştır.

❑ Kentler, kimlikleri ve rekabet güçleriyle dünya sistemi içinde hiyerarşik kentleşmeyi


oluşturmuştur. Devletin küçültülmesi anlayışı doğrultusunda, kamu sektöründe istihdamın
kısıtlanması, reel ücretlerin düşmesi ve iş piyasasının daralması, kent yoksullarını geçici,
güvencesiz ve düşük ücretli işlerde çalışmaya yöneltmiştir.
❑ Küresel yoksulluk, işsizlik ve emek maliyetinin dünya ölçeğinde minimize edilmesine dayanan
aşırı arz sisteminin ürünüdür.

SOSYAL DIŞLANMA; Kişilerin yoksulluk, temel eğitim/becerilerden mahrumiyet ya da ayrımcılık


dolayısıyla toplumun dışına itilmeleri ve toplumsal hayata dilediklerince katılımlarının
engellenmesidir. Ekonomik, siyasal, sosyal ve kültürel sistemlerden kısmen veya tamamen yoksun
olma durumudur. Bir anlık statik bir olay değil; dinamik bir süreçtir.

Bu kavram 1974 yılında ilk defa Rene Lenoir tarafından kullanılmıştır. Zihinsel ve fiziksel engelliler,
suçlular, istismar edilen çocuklar, bakıma muhtaç yaşlılar, madde bağımlıları, intihara eğilimliler,
asosyal insanlar, sorunlu aileler, toplumla uyum sorunu olanlar kapsamında tanımlamıştır.

1. Kentsel anlamda sosyal dışlanma; işgücü piyasalarından dışlanmak, sağlık, eğitim, altyapı
olanakları gibi kentsel hizmetlere erişememe durumudur.
✓ Ekonomik dışlanma: kısa ya da uzun dönemli işsizliklerin yaşanması ve/veya kredi
olanaklarına ulaşamama durumudur. Beraberinde, iyi beslenememe, kötü sağlık koşulları,
kötü yaşam koşulları, eğitim olanaklarına ulaşmada yaşanan zorlukları getirecektir. Emeklilik,
işsizlik sigortası ve sosyal yardım mekanizmaları ekonomik dışlanmayı önleme araçlarıdır.
✓ Kültürel dışlanma: Ekonomik nedenlerden bağımsız olarak, toplumsal ve kültürel hayata
dilediğince katılamama durumudur. Toplumsal statü ve kimlik farklarında dışlanmalara neden olur.
✓ Mekânsal dışlanma: Belli mekânlara ulaşımda ve mekânlardan yararlanmada sorunların
bulunması, engellerle karşılaşılması durumudur. kişiyi yaşadığı, mekân/coğrafya/bölge
nedeniyle dışlaması, hakir görmesi ve ayrımcılığa tabii tutar. Yoksulların yaşadığı mekânların
kentsel hizmetlerden yoksun kalmaya başlaması ve kullanılan mekânların eskiyerek
yenilenememesidir.
✓ Siyasal dışlanma: Vatandaşlık haklarını, hukuki ve siyasi hakları tam olarak kullanamama
veya siyasal yaşama katılmanın doğrudan ya da dolaylı olarak engellenmesi durumudur.
 Türkiye’de yoksulluğun mekânla doğrudan ilişkisi vardır.
 1980’lerden itibaren devletin küçülmesi, dolayısıyla kamu sektöründe istihdamın
kısıtlanması, reel ücretlerin azalması sonucunda kent yoksulları geçici, güvencesiz ve düşük
ücretli işlerde çalışmakta ve son zamanlarda kentsel dönüşüm projeleri ile gecekonduların
ortadan kaldırılması sonucunda, gecekondu ucuz ve dayanışmalı ortamını ve ilişkilerini
kaybetmektedir. 1980 sonrasında Kürt nüfusun yoğun olarak yaşadığı Doğu ve Güney Doğu
Anadolu bölgesindeki kır ve kentlerden zorunlu göçle gelenler, kentlerde önceki
dönemlerden farklı olarak yoğun bir işsizlik, güvencesiz ve sigortasız çalışma
mekanizmalarıyla karşı karşıya kalmışlardır. Göç eden insanların çoğu nitelikli bir emek sahibi
de olmadıklarından geldikleri kentlerde en yoksul kesim durumuna gelmişlerdir.
 1980’li yılların ortalarında imar yetkisinin belediyelere verilmesi ile gecekondular yerlerini
“apartman gecekondulara” bırakmaya başlamıştır. Kentsel Dönüşüm Projeleri (KDP)
kapsamında belediyeler gecekonduları yıkmaya başlamışlardır.
 1980 sonrası dönemde aynı kent içinde sosyo-mekânsal ayrışmalar olmuştur. Mekânsal
ayrışma mekânsal eşitsizlik oluşturmaktadır.
 Kent birbirlerine karşılıklı haklar ve ödevlerle bağlı olan bireylerden oluşan bir toplumsal
düzendir. Sosyal dışlanma ise, bu düzenin bir parçası olmaktan çıkmak anlamına gelmektedir
 Halkın hayat şartlarının iyileştirilmesine yarayacak kararların alınmasında yerel yönetimler en
iyi konumdadırlar ve en yararlı kuruluşlardır. Katılımcı bir sosyal planlamanın ve
belediyeciliğin gerçekleştirilmesi gerekmektedir.
 Kentsel yoksulluk, altyapı ve üstyapı sorunudur.
KENT : “Tarım dışı faaliyetler, özellikle işleyim ve hizmet etkinliklerine dayalı, nüfusu 10.000’den
daha kalabalık yerleşme yeri ” şeklinde tanımlanmaktadır. Görülüyor ki kent, uygarlıkla ilişkili bir
kavram olarak karşımıza çıkmaktadır.

KENTSEL DÖNÜŞÜM :

“Kentin imar planına uymayan, ruhsatsız binaların yıkılıp, planlara uygun olarak toplu yerleşim
alanların oluşturulması.”

Kamu girişimi ya da yardımıyla, yoksul komşulukların temizlenmesi, yapıların iyileştirilmesi,


korunması, daha iyi barınma, çalışma ve dinlenme koşulları, kamu yapıları sağlanması amacıyla, yerel
tası ve izlenceler uyarınca, kentleri ve kent özeklerinin tümünü ya da bir bölümünü, günün değişen
koşullarına daha iyi çevre verebilecek duruma getirme”

“Kentsel alanlarda yaşanan her yönlü bozulmanın (ekonomik, toplumsal, fiziksel ve çevresel
koşulların) ayrıntılı, geliştirici, birleştirici ve iyileştirici bir açıyla uygulanan politika ve stratejilerin
tamamı”

Kentsel dönüşümün kalitesinin işareti olan bazı ilkeler Roberts ve Sykes tarafından sıralamıştır:

• Kentsel mekânın koşulları detaylı bir analize dayanmalı, güçlü ve zayıf yönlerin, fırsatların ve
olası risklerin ortaya konulmasında bir stratejik planlama tekniği olan SWOT ve benzeri
SWOT analizi yapılarak ‘kentsel dönüşüm plan ve tasarımı projeleri’ üretilmelidir.
• Kent mekânın fiziksel ve çevresel dokusu, sosyal yapısı ve ekonomik özelliklerinin eş zamanlı
uyumu amaçlanmalıdır.
• Eş zamanlı uyum sürecinde, sorunların dengeli, düzenli ve pozitif bir tutumla çözümlenmesi
sağlanarak, kapsamlı ve bütüncül bir strateji ile çalışılmalıdır bulunmalıdır.
• Ortaya konan uygulama programlarının ve stratejilerin sürdürülebilir kalkınma hedeflerine
uygun olduğundan emin olunmalıdır.
• Uygulama alanında mevcut potansiyelleri de dikkate alarak miktarları kullanıma hazır
hedefler belirlenmeli, kentsel kaynaklarla (arsa, bina) birlikte, ekonominin, doğal kaynakların,
insan gücünün en iyi şekilde kullanımı sağlanmalıdır.
• Uzlaşmanın, mümkün olan en yoğun katılımla ve farklı çalışma biçimleri ile yapıldığından
emin olunmalıdır.
• Belirlenen stratejinin başarısı, doğanın değişiminin ve kentsel alanlara göre farklılık gösteren
içsel ve dışsal faktörlerin izlenmesi yolu ile ölçülmesine bağlıdır. Bu nedenle uygulamadan
beklentiler güncellenmeli, farklılaşan gereksinim ve değişen koşullara göre gerekirse revize
edilmelidir.
• Farklı parçalardan oluşan bir stratejinin farklı hızlarda gelişim göstereceği gerçeği kabul
edilmelidir. Kentsel dönüşümün tüm amaçları arasında dengeyi korumak ve tüm stratejik
hedefleri gerçekleştirmek için kaynakların yeniden yönlendirilmesi ya da ek kaynak kullanımı
gerekebilir.

Kullanılmayan ya da kullanılamayan kent alanlarının yeniden değerlendirilmesini, kente ait kültürel


değerlerin yanında tarihi dokunun da korunarak uygun koşullarda kullanılması gibi kente yapılacak
fiziksel müdahalelerin yanı sıra kentin ekonomisinin canlandırılmasını, yaşam ve çevre hakkını
koruyarak kullanmayı amaçlar. Yenilikçi yaklaşımları uygulamaya koymak suretiyle;

✓ Toplumsal ve ekonomik kalkınma için sınırlı kentsel arazinin doğru yönetimi,


✓ Kentsel gelişimin kontrolsüz yayılımının önlenmesi,
✓ Doğal çevre ve tarihi dokunun korunması, üzerindeki yapılaşma baskısının azaltılması,
✓ Olası afet riski karşısındaki dayanıksız yapı envanterinin yenilenmesi, riskli yapıların
yenilenmesi için finansal kaynak yetersizliği,
✓ Parsel bazında yoğun yapılaşmış, çevre ve yaşam kalitesi düşük çevrelerin dönüşümündeki
finansal kaynak ihtiyacı
✓ Kamusal alan ve sosyal- kültürel donatı alanı eksikliği,
✓ Kentsel dönüşüm proje uygulamasında verimliliği artırmak için demokratik ve katılımcı
uygulama modellerine duyulan ihtiyaç,
✓ Mevcut uygulama araçlarının günümüz şartlarında tek başına çözüm üretmekte yetersiz
kalması, esnek planlama ve uygulama araçlarına ihtiyaç duyulması, gibi temel sorunlara
çözüm üretmeyi de sağlamış olacaktır.

KENTSEL DÖNÜŞÜM YÖNTEMLERİ


Kentsel Yenileme (Urban Renewal)
“Eski olanı yıkmak ve yeniden yapmak”

Dönüşüm uygulamalarının “en radikal” şekli

Hukuka aykırı bir şekilde başkalarının taşınmazı üzerinde bulunan kaçak yapıların da yenilenmesi,
çöküntü alanlarında yaşam kalitesi kötüleşmişse rant sağlamak amacıyla yenileme yoluna gidilir.

Kentsel Yeniden Üretim–Oluşum (Urban Regeneration)

“yerel ekonomiyi etkin hale getirerek harekete geçirmek yoluyla hem fiziksel hem de sosyal açıdan
zarar görmüş ve çöküntüye uğramış alanlarda, verimli yeni bir dokunun yaratılması”

Çöküntü bölgelerinde bozulmuş alanların yeniden yaşanabilir, canlı alanlar haline getirilerek kente
yeniden kazandırılması amaçlanır.

-İNGİLTERE

Kentsel Koruma (Urban Conservation, Urban Preservation)


Toplumu bütünleyen ve kültür mirası olarak kabul edilen yapı ve tesisleri koruyarak
kullanma eğiliminde çalışmalara konu etmek suretiyle ‘yok olmasını’ engelleyen,
oluşturulacak çağdaş kentsel doku içerisinde böylesi kültürel varlıkların topluma faydalı ve
fonksiyonel kullanılmasını sağlayan uygulamalardır.
Kentsel Sağlıklılaştırma, Eski Haline Getirme (Urban Rehabilitation)
“Yıpranan/eskiyen kent yapısının veya kent içinde bulunan çöküntü alanlarının bölgesel
yenilemeler sayesinde tekrar kullanıma açılması”
Temel amaç, kendine ait özelliklerini kaybetmeyen kentsel mekânda yaşanmaya başlanan
bozulmaların, sağlıksız ve niteliksiz gelişmelerin önlenerek, kentsel alanın yine eski özgün
haline kavuşturulmasıdır.
Eskimiş, alt yapıları yetersiz hatta başarısız sayılabilecek bir çevrenin yeniden yaşanılabilir ve
güvenli hale getirilmesi için yapılan çalışmalara “kentsel sağlıklılaştırma”; söz konusu alanın
imar bakımından da yasal hale getirilerek yaşayanlara güvence verilmesi ve yaşam
standartlarının yükseltilmesi çalışmaları ise “imar-ıslah” yöntemini ifade etmektedir
Kentsel Yeniden Canlandırma (Urban Revitalization)

“Kent içinde yaşanan bozulmalardan (fiziksel, sosyal, kültürel, ekonomik) dolayı sorun yaşayan ya da
bu nedenlerden ötürü terk edilerek çöküntü bölgesi haline gelen ‘başıboş bırakılmış’ kentsel
alanların, özellikle de kent merkezlerinin, söz konusu olumsuz etkenlerin değiştirilerek ortadan
kaldırılması ile söz konusu kentsel mekânın yeniden canlandırılarak hayata döndürülmesi ile kente
kazandırılması” olarak tanımlanan ‘’bütüncül’’ bir kavramdır.

Kentsel Yeniden Geliştirme (Urban Redevelopment)

“Kentin mevcut halinde hem ekonomik hem de yapısal olarak düzeltilemez bozulmalar meydana
geldiği zaman, yerleşim sağlanamayacak kadar kötüleşmiş ve yıkılacak yoksul konutların bulunduğu
mekanların yeniden tasarlanarak dönüştürülmesi”

Geliştirmek için düzenleme sınırları belirlenmiş alanlarda, hem yapıların hem de yapıların bulunduğu
kentsel alanların kaybetmiş oldukları değerlere (ekonomik, toplumsal, fiziksel, çevresel) yeniden
kavuşturulmasını amaçlar maliyetlidir.

Kentsel Soylulaştırma (Urban Gentrification)

“kentsel alanı fiziksel olarak korumanın ötesinde, o alanın ekonomik olarak kalkınmasını sağlayarak
yaşanabilir kılmak için yapılacak uygulamalar”

Kentsel Yeniden Yapılanma (Urban Reconstruction)

On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında başlayan bu kentsel müdahale, II. Dünya Savaşı sonrası
yıpranan kent merkezlerinin yeniden yapılandırılmasını hedef almak üzere uygulanmıştır. Çoğunlukla
siyasal rejimlerin merkezi iktidar kararlarıyla ilişkili olup, kentin yeniden yapılandırılması politikası,
hükümet tarafından yürütülür.

“Paris, Berlin, Roma ve Moskova’’

KENTSEL DÖNÜŞÜMÜN HUKUKİ BOYUTU

775 Sayılı Gecekondu Kanunu (Kabul Tarihi: 20.07.1966):

“mevcut gecekonduların ıslahı, tasfiyesi, yeniden gecekondu yapımının önlenmesi ve bu amaçla


alınması gereken tedbirler.

“gecekondu deyimi ile ‘imar ve yapı işlerini düzenleyen mevzuata ve genel hükümlere bağlı
kalınmaksızın kendisine ait olmayan arazi ve arsalar üzerinde sahibinin rızası alınmadan yapılan
izinsiz yapılar’ kastedildiği”, bir kimsenin kendisine ait olmayan arsa ve araziler üzerinde, sahibinin
oluruna bakılmaksızın yasa dışı yollarla yapılmış, üzerinde ruhsatsız yapıların bulunduğu alanlarda
arsa ve arazi düzenlemesi yapılabilir. Yapılan uygulama tam anlamı ile bir arsa ve arazi düzenlemesi
olmamakta, sadece yasanın kapsamına giren alanlarda özel bir uygulamayı içermektedir. Bütüncül bir
yaklaşıma sahip değildir.

2981 Sayılı İmar ve Gecekondu Mevzuatına Aykırı Yapılara Uygulanacak Bazı İşlemler ve 6785 Sayılı
İmar Kanununun Bir Maddesinin Değiştirilmesi Hakkında Kanun (Kabul Tarihi: 24.02.1984):

• “yasadışı yapılaşmış alanlar için imar-ıslah planı yapmak ve uygulamak suretiyle bir anlamda
kentsel dönüşüm projelerinin yapılmasına olanak sağlanır.
• “bir anlamda gecekondu sahiplerine tapu, imara aykırı yapılara da iskân verilmiştir.”
• 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun’un yürürlüğe
girmesi (2012) ile 2981 sayılı Kanun yürürlükten kaldırılmış ve hiç bir hukuksal dayanağı
kalmamıştır

2985 sayılı Toplu Konut Kanunu (Kabul Tarihi: 02.03.0984):

Anlaşma esasına dayanan bu Kanun’un uygulama alanları, imar ve yapı kanunlarına uymayan
yerleşim alanları, Toplu Konut İdaresi Başkanlığı (TOKİ)’nın mülkiyetinde bulunan ve Valiliklerce toplu
konut sahası olarak belirlenen yerlerdir. Bu Kanun ile gecekondu alanları, tarihi kimliğe sahip
bölgeler, deprem riskli alanlarda plan yapmaya ve plan yaptığı alanlarda her türlü inşaat için TOKİ’nin
yetkili olduğu görülmektedir.

2004 yılında yapılan bir düzenleme ile kurum, yeni yetkiler ile kente müdahale alanını genişletmiş ve
gerekli pek çok kontrolden de muaf kılınmıştır. Ayrıca 2985 sayılı Toplu Konut Kanunu, kentsel
dönüşümle yapılacak düzenlemenin sınırlarının belirlenmesi, nasıl bir örgütlenme modelinin
oluşturulacağı ile sosyal boyutun ne şekilde ele alınması gerektiğine dair bir düzenleme
getirmemiştir.

5104 Sayılı Kuzey Ankara Girişi Kentsel Dönüşüm Projesi Kanunu (Kabul tarihi: 11.03.2004):

Uygulama adresine özel olarak çıkarılan bir kanundur. Bu kanun ile o alana ait eski imar hakları
geçerliliğini yitirecek ve yeni hazırlanacak imar planına göre imar hakları yeniden belirlenecektir. Hak
sahiplerine anlaşma yolu ile mülkiyet düzenlemesi yapılacağından, eğer anlaşma sağlanamıyor ise
kamulaştırmaya başvurulacağından söz edilmektedir. Mevcut kentsel dönüşüm uygulamalarında göz
önünde tutulan temel hedef, projenin sadece fiziksel bir dönüşümü sağlamaya çalışmasıdır. Bu
yaklaşımla, kentin sadece belirli bir bölümünü kapsayan düzenleme/proje alanında uygulama
yapmak, kentin gelişimini olumsuz etkileyen kopuk ve parçacı bir plan anlayışının ortaya çıkmasına
neden olmuştur.

5366 Sayılı Yıpranan Tarihi ve Kültürel Taşınmaz Varlıkların Yenilenerek Korunması ve Yaşatılarak
Kullanılması Hakkında Kanun (RG. 05.07.2005):

Bu Kanun sadece Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurullarınca ‘sit alanı’ olarak ilan edilmiş ve
tescili yapılmış bölgeler ile bu bölgelere ait ‘koruma’ alanlarında uygulanmaktadır. Bakanlar
Kurulunca uygun bulunan ve kabul edilen uygulamalar, belirlenen bir program kapsamında ve etaplar
halinde projelendirilir. Özel alanları ilgilendiren bir kanundur. Bu Kanunda da “bozulmuş kentsel
alanların kentin gelişimine uygun bir biçimde yenilenmesi ve yeniden inşa edilmesi” konusunda
uygulamanın usul ve esaslarına ilişkin herhangi bir düzenleme öngörülmemiş, dönüşüm alanlarının
nasıl belirleneceği tanımlanmamıştır. Buna karşın, il özel idareleri ve belediyelerin kentsel dönüşüm
projelerini uygulama ve denetimi gibi uygulama sürecindeki yetki ve sorumlulukları detaylı biçimde
ele alınmıştır. Bu durum, sit alanı olarak tescilli yerlerde uygulama ve denetimde birimler arasında
yaşanan bir yetki karmaşasına neden olmuştur. Bu nedenle 5366 Sayılı Kanun’un, “kentsel dönüşüm
ve arsa ve arazi düzenlemeleri için hukuki dayanak oluşturması” mümkün değildir. Söz konusu Kanun
ile ‘kentsel sit alanı kararları’ ile ‘koruma amaçlı imar planı kararları’ arasında bulunan bütünlüğün
bozulması da mümkün olacaktır.

5393 Sayılı Belediye Kanunu (RG 03.07.2005):

Bu Kanun, “kente ait tarihi dokunun ve kültürel mirasın korunarak; konut, sanayi, ticaret, sosyal
donatı alanları ile teknoloji parkları oluşturmak, deprem riskine karşı gerekli önlemleri alarak
yapılacak kentsel dönüşüm projelerine konu olan alanları ilan etmek” dışında bir işleve sahip değildir.
Bu Kanun ile 50.000 nüfus ve 50.000 m2 alan kriterlerinin dönüşüm projeleri için belirlenecek
alanlarda esas kabul edilmesi, uzmanlara danışılmaksızın dönüşüm alanı kararının belediye
meclisince verilmesi gibi konular sorun yaratan durumdadır. Ayrıca, bu Kanun ile “ilk defa imara
açılacak ve üzerinde yapı olmayan alanlarda da yapılması planlanan dönüşüm uygulamalarının
yapılabilmesinin” yolu açılmıştır. 2010 yılında 5393 sayılı Kanun’un 73 maddesi ile belediyelere,
kentin gelişimine uygun, eskimiş kent kısımlarının yeniden yapılması ya da restore edilmesi için
kanunun amacına uygun olarak kentsel dönüşüm projeleri uygulama yetkisi tanınmıştır.

3194 Sayılı İmar Kanunu’nun 7181 Sayılı Kanunla Değişik 18. maddesi (RG 04.07.2019, 09.05.1985):

Kanun ile getirilen Düzenleme Ortaklık Payı (DOP), idarenin kamulaştırmaya gerek kalmaksızın
taşınmaz mal edinme ve toplum yararına kullanma yöntemlerinden biridir. Kentte yaşayanların genel
ihtiyaçlarının (yol, meydan, park, yeşil alan, otopark, gibi) karşılanması amacıyla özel mülkiyette
bulunan taşınmazlara, görevlendirilen idareler tarafından el atılabilmektedir. 18. maddeye göre
idare, taşınmazlarda düzenleme sonrasında ortaya çıkan değer artışı karşılığında, düzenlemeye
girmeden önceki yüzölçümünün %45’ini geçmeyecek şekilde malik onayı olmaksızın bedelsiz olarak el
koyabilmektedir. Fakat bu madde alan eşitliği ilkesine dayanmakta olduğundan, yoğun yapılaşmış
alanlarda uygulaması mümkün olmamaktadır[48]. 3194 sayılı İmar Kanunu, içerisinde kentsel
dönüşüm proje uygulamalarının da bulunduğu muhtelif imar uygulama yöntemlerinin
kullanılabileceğini ifade eder. Ancak bu Kanun, kentsel dönüşüm uygulamalarının yapım yönetmeliği
hakkında bilinmesi gerekenlerin gerektiği kadar verilmemesi nedeniyle, yetersiz kaldığı da bir
gerçektir. Kentsel dönüşüm uygulamalarının, arazi ve arsa düzenlemesi yöntemi temelli zemine
uygulanması, buna karşın Kanun’un 18. maddesi uyarınca yapılan arazi ve arsa düzenleme
uygulamalarında yaşanan uygulama ve yönetmelik kaynaklı sorunlar nedeni ile pek çok itiraz ve iptal
istemi ile mahkemeye başvurular bulunmaktadır.

5216 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanunu (RG 10.07.2004):

Ülkemizde ‘büyükşehir’ yapılanmasına dikkat çeken ilk kanun olan 1984 tarihli 3030 sayılı Kanun’un
aksayan ve eksik kalan yönlerinin geliştirilmesi düşüncesiyle 2004 tarihinde 5216 sayılı Kanun
yürürlüğe girmiştir. Bu kanun ile büyükşehir belediyeleri kentsel yenileme konusunda
yetkilendirilmiş, büyükşehir oluşumu ile ilgili asgari koşullar ilk defa tanımlanmıştır. Bu Kanun’un
yürürlüğe girmesinden sonraki süreçte, imar planı yapım ve değişikliği sayısında azalma görülmesine
rağmen ‘plan değişikliklerinde alan bakımından büyüme’ görülmesi eğilimi dikkatle izlenmelidir.

5273 sayılı Arsa Ofisi Kanunu ve Toplu Konut Kanunu’nda ve Genel Kadro ve Usulü Hakkındaki
Kanun’un Eki Cetvellerin Toplu Konut İdaresi Başkanlığına Ait Bölümünde Değişiklik Yapılması
Hakkında Kanun (RG 12.05.2004):

Bu kanun ile “taşınmazın kendisine ait olduğunu belgelemesi ve mevcut imar planlarına uygun
olması” şartıyla, hukuki bir engelle karşılaşılmadan TOKİ’ye uygulama yetkisi kazandırılmıştır.

5226 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu ve Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılması
Hakkında Kanun (RG 27.07.2004):

5226 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanununda dönüşüme ilişkin hiçbir düzenlemenin
olmadığı görülmektedir.

Dönüşüm Alanları Hakkında Kanun Tasarısı (2005):

Tasarı, kentsel alanda yaşanan sorunlara herhangi bir çözüm üretmekten çok ‘değer kazanım
beklentisi (rant)’ amaçlıdır. Bu amaç ise yeni sorun alanlarını ortaya çıkarmaktadır. Bu tasarı,
kentlerin yaşamakta oldukları pek çok sorundan sadece fiziksel olanları dikkate almaktadır. Kentsel
dönüşümün gerçek hedeflerinden olan ‘sosyal ve ekonomik kalkınma’ boyutuna dair hiçbir
düzenleme yer almamaktadır. Kentsel dönüşüm kapsamında belediyelere gerekli yetkiler verilse bile,
yapıların ne şekilde dönüştürüleceği, yaşayanların yeni binalara hangi şartlarda geçirileceği gibi
konularda farklı bir çözüm önerilmemiştir. Kentsel dönüşüm süreci piyasa etkisi altında özel sektör
müdahalelerine bırakılmaktadır.

6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun (RG 15.12.2012):

Bu kanun ile TOKİ ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığına ‘her türlü uygulamada bulunma’ yetkisi
verilirken; Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ‘radikal’ yetkiler ile donatılarak belediyelerin yetkilerine de
sahip olmuştur. Bu sayede hemen hemen her bölgede istediği şekilde uygulama yapabilecek olan
Bakanlık, kanun uygulayıcı olarak adeta merkez niteliğini almıştır. Bu nedenle denetlenebilirlik
ortadan kalkmıştır. Kanun kapsamında sadece riskli yapılar değil, Bakanlıkça uygun görülen yapıların
da dönüşüm kapsamına alınması mülkiyet hakkına zarar verir hale gelmiştir. Hak sahiplerinin
dönüşüm kararı için yeterli çoğunluğa (2/3) ulaşamaması durumunda, acele kamulaştırma kararı
alınmaktadır.

Kentsel dönüşüm;

 Köhneleşmiş yerleşim birimlerinde yeniden yapılanmayı,


 Mevcut mekânsal kullanımın canlandırılmasını,
 Yerleşime özgü değerlerin (kent kimliği, sosyolojisi, mekana özgü varlıklar, vb.) korunarak
yenilenmesini,
 Tarihi kent merkezlerinde tarihi ve kültürel değerlerin ‘koruyarak kullanma’ eğilimine hizmet
eden çalışmaları, amaç edinmelidir. Bu bağlamda kentsel dönüşüm, salt kentsel yenileme
değil, amaca hizmet etmek üzere teknik, ekonomik, sosyolojik ve kültürel içerikli tüm
çalışmaların üst çatısını oluşturan kavramdır.

Bu sürecin sağlıklı bir şekilde işletilebilmesi için;

 Bir kanuna,
 Bu kanun ile belirlenmiş ve tanımlanmış bir uygulama yöntemine,
 Kentsel tasarım ve imar planına,
 Kentsel dönüşümün nasıl yapılacağının anlatıldığı bir uygulama yönetmeliğine, ihtiyaç
duyulur.

Kentsel dönüşüm projesi kapsamında çalışılmak istenen saha için;

✓ Hangi nitelikte bir proje (yenileme, yeniden canlandırma, sağlıklılaştırma, vb.) Olduğunun
nesnel gerekçeleriyle birlikte ortaya konulması,
✓ Projeden beklentileri somutlaştırmak adına SWOT analizinin mutlaka yapılması,
gerekmektedir.

KENTSEL DÖNÜŞÜM UYGULAMALARINDA KARŞILAŞILAN YASAL SORUNLAR

❑ Uygulama ile yetkilendirilen yönetimler tarafından gerçekleştirilen kentsel dönüşüm


uygulamalarının bazılarında kentsel rantın/beklentinin çok önem kazandığı, dönüşüm
projelerinin hedeflerinden olan sosyal ve çevresel boyutların gerektiği kadar dikkate
alınmadığı,
❑ Yapılan kentsel dönüşüm projelerinin bazılarının yasal mevzuata uygunluk bakımından
sorgulanmaya başlanması,
❑ Dönüşüm projelerinin, uygulanma sürecinde sadece ‘arazileri için uygun görülen m2 birim
fiyatını kabul eden (uzlaşan) malikler’ ile sınırlandırıldığı,
❑ İmar planlarının hazırlanması ve imar uygulama araçları konusunda yeni model ve yöntem
alternatiflerinin uygulamaya konulamaması ya da arayışı içerisine girilmemesi,
❑ Özellikle TOKİ ve taşeron şirketleri ile birlikte kentsel dönüşüm uygulamalarının yeni bir ‘yap-
sat modelinde yapılaşma’ biçimine dönüştüğü, gözlemlenmektedir.

Yapılan kentsel dönüşüm projelerinin ‘toplum/kamu yararı’ gözetilerek yapılması gerektiği bir
gerçektir. Burada dikkat edilmesi gereken en önemli hususlardan birisi, uygulama sürecinde mülkiyet
haklarına getirebilecek sınırlamaların ‘yapılacak dönüşüm projesinin amacına uygunluğunu’
karşılamasıdır. Hedeflenen amaca uymayan ya da amacını aşan uygulamalar sonucunda getirilecek
sınırlamalar, mülkiyet hakkının ihlaline neden olacaktır.

Kentsel dönüşüm projelerinde mevcut imar planlarına uygun olarak yapılmış yapılarda da bazı
değişikliklere gidilmesi gerekebilir. Dönüşüm uygulamalarının gerektirdiği durumlarda ‘yapı,
mevzuata uygun olsa dahi kamulaştırılması ya da niteliğinin değiştirilmesi’ gerekebilir. Kısaca, imar
tüzesine göre kazanılmış hak, toplum yararının gerektirdiği durumlarda ortadan kaldırılabilmektedir.
Ancak bu hak kaybından yaşanan zararın, proje sorumlusu idare tarafından karşılanması gerekir[59].
Kentsel dönüşüm projeleri sırasında, idarelerin isteği ve Bakanlar Kurulu Kararı ile verilen Acil
Kamulaştırma kararları ile karşılaşılmaktadır. Bu kararın iptali için ilgililerin yaptığı başvurular
Danıştay tarafından kabul edilmektedir.

6306 sayılı “Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun” kapsamında yapılması
planlanan uygulamalar, kente ait tüm kültürel ve sosyal yapıyı koruyacak şekilde olmalıdır.
Uygulanması düşünülen dönüşüm projelerinin temel amacı ‘yeni kentler oluşturmak’ değil, ‘kentlerin
gerekli görülen değerleri korunarak var olanı daha da yaşanabilir şekle getirmek’ olmalıdır. Özellikle
tarihi dokunun korunarak bu amaca uygun hareket edilmesi önemlidir.

22 Haziran 2006 yılında TBMM’ye sunulan kentsel dönüşüm ile ilgili diğer bir düzenleme ise,
“Dönüşüm Alanları Hakkında Kanun Tasarısı” Tasarıda “uygulama sınırları içinde bulunan ve kanunun
yürürlüğe girdiği tarihten itibaren tüm taşınmazların imar planlarına ve ilgi mevzuata uygun bir
şekilde yapılmış ya da onay almış olsalar bile kanun tasarısı hükümlerine tabi olacağı” belirtilmiştir.
Tasarı, bu şekli ile yalnız kentlere ait fiziksel sorunları dikkate almaktadır. Kentsel dönüşümün en
önemli hedeflerinden olan sosyal, kültürel ve ekonomik boyutu ile ilişkili hiçbir düzenleme tasarıda
yer almamıştır. Bir diğer önemli sayılabilecek eksiklik ise, katılımın düzenleme sınırlarının
belirlenmesi ve uygulanması sürecinde yer almamış olmasıdır

Bir dönüşüm projesinin başarısını belirleyecek temel kriterlerden birisi “yapılacak proje için açıklanan
hedeflerin yapım süreci ve teslimi sonunda ne kadarının yerine getirildiği” hususudur.

Uygulamaların özel sektör dahil edilmeden sadece kamu tarafından yürütülüyor olması da kamuya
aktarılması gereken artı değer yerine, kamu kaynaklarının kullanımına neden olmuştur.

uygulama sürecinde böylesi çok amaçlı hedeflere ulaşabilmek için “proje yönetimi ve
koordinasyonundan ilgili idarenin sorumlu olacağı, mülk sahibi ve özel sektörün sürece dahil
edileceği, taşınmaza esas mülkiyet hakkının ve proje öncesi-sonrası değer denkliğinin korunacağı,
sivil toplum kuruluşlarının öngörülerini azami düzeyde dikkate alan” bir sistem yapılanmasını ve
denetlemesini zorunlu kılan hukuki düzenlemeye (mevcut mevzuatın iyileştirilmesine) ihtiyaç vardır.

Ülkemizde Uygulanan Kentsel Dönüşüm Projelerinin ‘Yasal Mevzuat Eksikliğinden Kaynaklı’


Mevcut Sorunları Ve Buna Karşı Öneriler :
MEVCUT UYGULAMA ÖNERİLEN UYGULAMA
*Mevcut yasa afet riski altında bulunan alanların
dönüşümünün hangi amaçla yapıldığını net olarak
açıklamamaktadır.
• Afet dönüşümü kentsel dönüşüm olarak
algılanmaktadır. Kentsel dönüşüm kavramının net olarak
•Kentsel dönüşüm uygulamalarının merkezinde tanımlanarak, hedef, amaç ve vizyonun net
olması gereken anlayış tam olarak netleşmemiştir. bir şekilde ortaya konması gerekir.
•Kentsel dönüşüm kavramı yıkımla aynı anlamda
algılanmaktadır.
• İdarelerin çoğunun kentsel dönüşüm konusunda
bir politikaları bulunmamaktadır. Hatta “kentsel
dönüşüm ya da yenilemenin” ne anlam ifade ettiği
bile tam algılanamamıştır
Kentsel dönüşüm uygulamalarının
• Kentsel dönüşüm uygulamaları ile önerilen çözüm yapılacağı alanlara bağlı olarak özel
mekâna göre farklılık göstermemektedir. uygulamalar ve stratejiler geliştirilmelidir.
• Kentsel dönüşüm projelerinde mekâna ilişkin Kentsel dönüşüm projelerine ilişkin
özellikle sosyal, coğrafi, iklimsel ve işlevsel öğeler çevresel koruma, sürdürülebilir sosyal ve
dikkate alınmamaktadır. Kentsel dönüşüm sadece ekonomik kalkınma stratejilerinin “yere
ekonomik bir fayda olarak görülmektedir. özgü” geliştirilmesi gerekir. İmar uygulama
yöntemlerinden biri olan kentsel dönüşüm
için nasıl bir dağıtım modelinin
belirleneceği yerele göre değişiklik
göstermeli ve sınırları ile belirlenmelidir.
•Ülkemizde uygulanan kentsel dönüşüm projeleri
Avrupa’da uygulanan sosyal içerikli dönüşümlerden
farklıdır. Dönüşüm uygulamaları sadece teknik bir
•Yapılan çeşitli dönüşüm projelerinde önerilen olay olarak algılanmamalı, yapılan
çözümler sadece fiziksel anlamda mekânın dönüşüm çalışmalarında sosyal, kültürel,
yenilenmesine yönelik olup, yenilemenin sosyal, çevresel ve ekonomik faktörler gibi
kültürel ve ekonomik boyutları dikkate alınmamıştır. yaşayanların refahını da sağlayan unsurlar
•Kentsel dönüşüm uygulamalarının yapılış göz önüne alınmalıdır.
nedenlerinden olan, toplumsal refahın sağlanarak
sosyal adalet, kentsel bütünlük, kentsel esenlik ve
estetik ile güvenlik kavramları uygulamaların
odağında yer almamaktadır.
• Dönüşüm süreci ile sadece fiziki mekân
düzenlemesi yapılmakta, üretilen mekânlar kent
ruhuna yabancı kalmaktadır

•Yerel yönetim ile ilgili yapılan yenilikler ile kentsel Yerel yönetimlerce Kentsel Dönüşüm
dönüşüm uygulamalarına ilişkin çalışmalar, çoğu Birimleri oluşturulmalıdır. Bu birimler
zaman sadece yasal olarak uygulamaların önünü dönüşümün her etabında analizler ve
açmak için yapılan ekonomik ve fiziksel uygulama denetlemelerle sürece dahil olmalıdır.
araçları ile sınırlı kalmıştır. Birim en az bir hukukçu, plancı, mimar,
•Uygulamalarda yaptırım gücü olan bir denetim harita mühendisi, inşaat mühendisi,
mekanizması mevcut değildir. değerleme uzmanı ve dönüşüm alanını
temsil eden bir ya da birkaç katılımcıdan
oluşmalıdır.
•Özel sektörün kentsel dönüşüme olan ilgisi elde Yapılması planlanan projelerin geliştirilmesi
edilecek kârın kısa sürede ve fazla olması beklenen ile arazi kullanım kararları, yapı
alanlarda ancak son yıllarda ortaya çıkmaya yoğunlukları, yapı güçlendirme ya da yıkma
başlamıştır. koşullarının neler olacağı ve süresi net bir
•Kentsel dönüşüm projeleri ile özellikle inşaat şekilde belirlenmelidir
sektörünün canlanması ve canlı tutulması
amaçlanmaktadır.

Kentsel dönüşümün vizyon ve misyonuna


uygun stratejileri, politikaları içeren
• Türkiye’de kentsel dönüşüm uygulamalarında kurumsal bir örgütlenmenin oluşturulması
karşılaşılan sorunlara, hazırlanmış bir plan içeriğine için öncelikle her yönüyle araştırılarak
uygun değil, hızlı, gündelik ve kendiliğinden gelişen sunulmuş bir yasa ile belirlenmiş ve
çözümler getirilmektedir. tanımlanmış bir uygulama yöntemi, kentsel
dönüşümün nasıl yapılacağının anlatıldığı
bir uygulama yönetmeliği ile bir kentsel
tasarım ve imar planı gerekmektedir.

Uygulanacak projeler stratejik planlama


• Kentsel dönüşüm uygulamaları bütüncül planlama yaklaşımı ile esnek ve bütüncül olmalıdır.
anlayışı ile örtüşmemektedir. Dönüşüm projeleri, zaman içerisinde
• Kentsel dönüşüm projeleri yapılan planlardan değişebilen stratejiler ile toplumsal
bağımsız ve kopuk olarak uygulanmaktadır. olguların tamamında (fiziksel, kültürel,
çevresel ve ekonomik koşullar) yeniden
düzenlenmelidir.

• Özellikle büyük kentler küresel sermayenin Dönüşüm projeleri ile ortaya çıkacak değer
talepleri neticesinde öncelikle dönüştürülmek artışı saptanmalı ve nasıl paylaşılacağına
istenmektedir. karar verilmelidir.
• Büyük kentlerde yapılan dönüşüm projelerinin ön
plana çıkarılması, sermaye sahiplerinin kayırıldığı ve
taleplerinin dikkate alındığı eleştirilerini
doğurmaktadır.

• Yoksul olarak tanımlanan gelir seviyesi düşük


toplulukların oturduğu bölgeler, sosyal ve kültürel
değerlere bakılmaksızın, gelir seviyesi yüksek Mevcut kaynakların ihtiva ettiği değerlere
gruplar için ticaret merkezlerine dönüştürülerek bakılmalı ve doğru bir amaçla gelecekte de
pazarlanmak istenmektedir. kullanılabilir olmasının planlanmasının
• Genellikle dönüşüm alanı olarak belirlenen yerler, yapılarak toplum yararının da dikkate
gelir seviyesi düşük kesimlerin bulunduğu yerlerdir. alınması gerekmektedir.
Bu alanların ayrıca kent merkezine yakın olmasından
dolayı büyük bir rant kaynağı oluşturmaktadırlar.
Proje alanında yer alan kişi ve kurumlara ait
• Kentsel dönüşüm projelerinde kamuya ait geniş mülkiyet durumlarının ve imar haklarının
mülkiyet ve kullanım hakları sınırlandırılarak belli bir belirlenmesi ve değerlemesinin yapılması
sınıfa verilmektedir. gerekmektedir. Göçe neden olan, ruhsatsız
• Kamuya ait alanların elden çıkarılması ile kamusal yapılaşma ve gecekondu yapımını ortaya
fakirleşmeye neden olunmaktadır. çıkaran etmenlerin tespit edilerek ortadan
• Kentlerde rantı yüksek merkez bölgelerdeki kamu kaldırılacak tedbirlerin alınması
tesislerine yönelik talan süreci hız kazanmaktadır. gerekmektedir.

Kentsel dönüşüm uygulamalarında, yasal


• 3194 sayılı İmar Kanununda, dönüşüm projelerinin düzenlemelerde sıkça 6306 sayılı Afet Riski
uygulanması ile ilgili belediyelere yetki Altındaki Alanların Dönüştürülmesi
verilmemişken, 5393 sayılı Belediye Kanunuyla Hakkında Kanun ve 5393 sayılı Belediye
(m.73) belediyelere tam yetki verilmiştir. Hatta Kanunu’nun 73. maddesi kullanılmaktadır.
deprem riski altında bulunan alanlarda bile Her iki Kanunda farklı uygulama ve
müdahale imkânı tanınmıştır. Fakat 6306 sayılı yetkilendirmeler söz konusudur. Bu
kanun ve mevzuata göre Bakanlığa tanınan yetkiler, yüzden, kentsel dönüşüm uygulaması
belediyeleri kendi idari sınırları içinde yetkisiz yapmak isteyen idarelerin hangi Kanun
bırakmıştır. Belediyelerin görevlerini yerine çevresinde bu işlemi yapacağı ile ilgili
getirmeleri engellenerek, yetkili idarelerin birbirleri kararsızlıkların net olarak çizilen bir yol
ve vatandaş ile karşı karşıya gelmelerine neden haritası ile ortadan kaldırılması
olunmuştur. gerekmektedir.

• Uygulamada bilim adamları, meslek odaları, sivil Yapılan yasal düzenlemeler ile kentsel
toplum kuruluşları devre dışı bırakılarak bakanlık ve dönüşüm konusunda çalışan
TOKİ sonsuz yetkilendirilmiştir. akademisyenlerin, meslek odalarının ve
sivil toplum kuruluşları ile konusunda
uzman akademisyenlerin görüşleri dikkate
alınarak, taraflar konuya sahip çıkma
noktasına getirilmelidir.

• Küreselleşme koşullarında kent mekânları Kentsel dönüşüm konusunda farklı kanuni


soyutlanmaktadır ve metalaştırılmaktadır. düzenlemeler ile mimarlık, mühendislik,
şehircilik ile sosyal, tarih ve ekonomi
uzmanlık alanları arasında da bütünlük
sağlanarak yeni mekan oluşumları
sağlanmalıdır.

• Riskli yapının belirlenmesinden tahliyesine


hatta yıktırılmasına kadar yapılacak olan çalışmalar, Dönüşüme uğrayacak alanların sınırlarının
uygulamada ayrımcılık yapılmasına neden olabilecek belirlenmesi bilimsel ve teknik yöntemlerle
belirsizlikler taşımaktadır. yapılmalıdır. Dönüşüm projeleri için
• Uygulama aşamasında, barınma hakkına uygulanması gereken tüm aşamalarında
sahip çıkmak isteyenlerin anlaşmaya muhalefet son derece şeffaf ve hesap verilebilir
etmeleri ve direnmeleri cezalandırılmaktadır. olmalıdır
• Anayasanın 35. maddesine göre mülkiyet
hakkının sadece kamu yararı ile kısıtlanabileceği
belirtilmiş iken uygulamada tanınan yetkiler aykırılık
göstermektedir.
• Riskli alanlarda bulunan yapılara verilen Riskli alanlarda yapılacak uygulamalarda
kamusal hizmetlerin durdurulması yaşayanlar için katılım esaslı bir süreç belirlenmeli, yasal
kabul edilemez bir uygulamadır. zorlamalar yerine ikna yoluna gidilerek
• Riskli yapı olduğu iddia edilen yapılar ile toplumsal huzur ve güvenlik gözetilmelidir
ilgili itirazlar için vatandaşın hukuki olarak hak
arayışının kısıtlanması, Anayasanın Hak Arama
Hürriyeti ile ilgili 36. maddesine aykırıdır.
KENT

George Simmel kentleri, paranın ve pazar ekonomisinin iç içe geçtiği ve pek çok insanın fiziksel olarak
ilişki içine girdiği yerler olarak tanımlamaktadır.

Mumford ise kenti, bir topluluğun kültürünün ve erkin yoğunlaştığı yer, zamanın bir ürünü, birikimi
olarak tanımlamaktadır.

Kenti, kent halkının ekonomik ve sosyal faaliyetlerinin çeşitliliği karakterize etmektedir.

Kentin önemli bir özelliği medeniyet ile eş anlamlı olarak kullanılmasıdır. Bu anlamda kentsel yaşamla
uygarlık arasında yakın bir ilişki vardır.

Henri Lefebvre’ye göre yerleşme, konut, toplum içinde bireyselleşmenin gelişmesi, özgürlük gibi
kavramlar kentsel hakların manifestosunu oluşturmaktadır Lefebvre’ye göre kentsel hak, kentin
sosyal, politik, ekonomik ilişkilerinin yeniden yapılandırılmasıdır. Kentsel haklar karar vermeyi
devletten uzaklaştırıp kentsel mekânın bir ürünü olmaya yaklaştıracak şekilde yeniden
düzenlemektedir. Demokratik müzakerenin sadece devlet kararları ile sınırlı tutulması yerine, kentsel
mekânın üretimine katkı sağlayacak tüm kararlarda uygulanması gerektiğini belirtmektedir.

Harvey ise sadece var olan kentsel haklara erişim değil, aynı zamanda bunları dilediğimiz gibi
değiştirebilme hakkı olduğunu işaret etmekte ve kentsel haklar kavramını biraz daha
geliştirmektedir.

Tarihsel süreçte insan hakları ve toplumsal haklar kavramları birbirinden farklı içeriklerden
oluşmakla birlikte, 1789 Bildirisi ile bu haklar zorbalık, despotluk ve özgürlük ihlallerine karşı sosyo-
politik süreç açısından aynı tarihsel kökene sahiptir. Fransız Devrimi İnsan Hakları Bildirisi vasıtasıyla
ve Rousseau’nun düşüncelerinin temelini oluşturan bakış açısıyla, sivil toplumun temelini oluşturan
her insan, insanlık aleminin bir ferdi olarak diğer temel kavram ve ideallerin üzerinde yer alır. Bu
bağlamda vatandaşlık kavramı, bireyin topluma, böylece ulusa ait oluşu ile tanımlanmıştır . Kent,
kentsel ya da kırsal ortak haklar olarak, kaynakların adil dağılımı, evrensel, demokratik ve sürekli
kullanımının garanti edildiği mekânlardır. Kentsel haklar bölünmez ve bir bütün olarak, uluslararası
alanda tanınmış bütün diğer insan haklarından bağımsızdır.

Rousseau modern toplumun yaradılışını, bireysel iradeyi genel irade içine koyarak tanımlamış ve
böylesi genel irade içinde bireyi, hem yöneten hem de yönetilen olarak görmüştür. Lefebvre,
Rousseau’nun bu çalışmaları üzerine toplumsal sözleşme oluşturan toplumların varlıklarını
sürdürmekle kalmayıp, aynı zamanda kadınlar, çocuklar, yaşlılar ve toplumun güçsüz kesimlerinin –
kısacası Rousseau’nun zamanında insan hakları kavramından dışlanmış herkesin- sağlık, eğitim,
çalışma, emeklilik haklarının tanınmasını ve geliştirilmesini akademik metinlerde tartışılır hale
getirmiştir.

Lefebvre kentin yapısının ideolojik bir yapıdan oluştuğunu ve bunun kent içinde sınıfsal farklılaşmalar
oluşturduğunu belirtmektedir. Çalışmasında kentsel sınıf farklılıklarını, toplumsal gruplar üzerinden
etnik köken, din, ırk, cinsiyet gibi konular üzerinden tartışmakta ve bu farklı toplumsal kesimleri
oluşturan bireyin haklarının koruma altına alınması gerektiğini belirtmektedir.Bilgi hakkı, ifade hakkı,
kültür hakkı, farklı ve eşit kimlik hakkı, bütün bunların üzerinde, kent yönetiminde doğrudan yer
almak, bütün kent sakinlerinin kent yaşamının sunduğu imkanlardan yararlanmasını ifade eden
haklar, dünyanın bir çok ülkesinde hala tanınmayı bekleyen en temel kentsel haklardır

Lefebvre, siyasal iktidarların kentsel örgütlenmeyi belirledikleri, kentsel örgütlenmenin ise, insan
yerleşimlerini belirleyebileceğini belirtmektedir. Bu yerleşim birimlerinde mekânı da, üçlü
sınıflandırmaya göre açıklamaktadır; görülen mekân, tasarlanan mekân ve yaşanılan mekân. Görülen
mekân görece nesnel, insanların günlük yaşam çevrelerini içeren somut bir mekândır. Tasarlanan
mekân, mekânın zihinsel yorumudur. Yaşanılan mekan ise, görülen ve tasarlanan mekanın karışık bir
kombinasyonudur ve kişinin günlük hayatındaki gerçek mekân deneyimini temsil eder. Yaşanılan
mekân sadece sosyal hayatın geçtiği edilgen bir sahne değil, aynı zamanda sosyal hayatın
tamamlayıcı bir unsurunu temsil etmektedir.

Lefebvre’ye göre kentsel mekânın üretimi, zorunlu olarak ona bağlı olan sosyal ilişkilerin yeniden
üretimini de içermekte ve bu bağlamda kentsel mekânın üretimi, kentin sadece fiziksel mekânının
planlamasından daha fazla olarak kent hayatının tüm yönlerinin üretimi ve yeniden üretimini
içermektedir (Lefebvre, 2002: 367). Bu nedenle Lefebvre için kentsel haklar, “bir çığlık ve bir talep …
dönüşen ve yenilenen bir kent hayatı hakkıdır”

Kentsel hak, kentte yaşayanların çıkarlarını korumak ve geliştirmek üzere tasarlanmıştır. Bu haklar
kullanıcılarına bir yandan kente ilişkin düşüncelerini ve kentsel aktivitelerini tanımlamak için kullanıcı
haklarını doğururken, aynı zamanda yaşanabilir konutların, yeşil alanların ve diğer hizmetlerin
kullanımını da içermektedir. Kentlerde yaşayan insanların kente ait haklarının neler olduğunu bilme
ve onun üzerinde karar sahibi olma hakkı vardır. Kentsel haklar kavramı, kent sakinlerinin ve özellikle
kentsel alanlarda tehdit altında olduğu kabul edilen; yoksullar, çocuklar, yaşlılar, etnik azınlıklar
göçmenler, cinsel dışlanmışlar, kadınlar gibi toplumsal kesimleri korumayı öncelikli olarak
amaçlamaktadır.

KENTSEL HAKLARIN EVRIMI

MÖ 3000’li yıllardan bir süre önce Nil vadisi ve Mezopotamya’da ortaya çıkan ilk kentlerle birlikte
kentsel nüfus artışı yani kentleşme toplumsal yapıda önemli değişiklikler getirmiştir. Değişiklik kol
emekçiliğinin yanı sıra yeni toplumsal sınıfların (rahipler, tüccarlar, aristokratlar) ortaya çıkışına
imkân sağlamıştır. Yeni sınıfların ortaya çıkışı toplumda uzmanlaşmayı başka bir ifade ile toplumsal
işbölümünü getirmektedir. Ve kentler bu işbölümüne göre şekillenmekte; tapınak, saray, kamu
binaları ön plana çıkmaktadır. Kutsallaşmış monarkların yönetiminde olan kentlere ancak MÖ VI
yüzyılda (Yunan site devletlerinde) demokrasi gelmiştir. Çok tanrılı yapıya sahip klasik Yunan
döneminin kentleri, Roma İmparatorluğu’nun çöküşü ile tek tanrılı yapıya dönüşür ve dış dünyaya
kapalı manastırlar kenti olarak tüm ortaçağ boyunca hüküm sürer. Ancak Avrupa’da ortaçağın
sonlarında ticari hayatın canlanması yeni bir sınıf olarak burjuva sınıfının da etkisiyle feodalizmden
bağımsızlaşan kentler yargısal ve yönetsel özerklik elde etmişlerdir.

Ortaçağın sonlarında ortaya çıkan tüccar kentlerinin yapısı o zamanın toplumsal düzenini
yansıtmaktadır ve yeni sanayi kentinin yapısından farklıdır. Erken orta çağ kentlerinde kale, dinsel
kurum ve Pazar üçlüsü vardır. Daha sonraki dönemlerde tüccar faaliyetleri ortaya çıkanca büyük
kentlerde, mekansal ayrışmanın yanı sıra faaliyet ayrışması da ortaya çıkmıştır. Ayrışma emek
gücünün ayrışması değil, orta çağ düzenin toplumsal düzenlemesinden kaynaklanmaktadır 1300’lü
yıllardan sonra Avrupa’da kentsel yaşam merkezlerinin (ekonomik gelişmeler sonucu) Akdeniz’den
kuzey ve batı Avrupa’ya kaydığı görülmüştür. Toplumsal çatışmalarla birlikte gelişen kapitalist
gelişme, köylülerin kendilerini toprak sahiplerinin feodal buyruğundan kurtarmaya yönelik savaşında,
ekonomik bireyciliğe sarılması ile başarı kazanmıştır. Bütün tarihsel süreç içinde hangi üretim biçimi
olursa olsun ilk ortaya çıktığı dönemden beri kentler, artı değerin yaratıldığı mekânlar olmuştur. Artı
değer toplumsal yapıyı sınıflara bölerek bir ayrışma oluşturmuş ve kent, artı değerin harekete
geçirilmesine dayalı bir yapıya dönüşmüştür. Bu nedenle kapitalizmin gelişimi ile kentleşme arasında
yakın bir bağlantı vardır. Kapitalist üretim biçiminde fabrika üretimin kaynağı ise, kent de emeğin
yeniden üretilmesini sağlayan kaynaktır. Çünkü kapitalizm kendisini sadece üretim süreçleriyle
üretmemekte, aynı zamanda yeniden üretim süreçleri ile var edebilmektedir. Emekçi sınıfların günlük
çalışma saatlerinin dışında yaşadığı ve harcadığı süreç, onun emeğinin yeniden üretilmesini
sağlamaktadır. Emeğin yeniden üretilmesini sağlayan tüketim ise, emekçi kitlelerin yaşam kalitesini
geliştirdiği kabul edilen kolektif tüketimdir.

Paris’in yıkılıp yeniden yapımı (1853-1870) süreci, devlet açısından ekonomik durgunluğun en büyük
mağduru olan emek gücünün isyanının bastırılmasına yöneliktir.

Haussmann Paris’te yeni banliyöler, bulvarlar inşa ederek on beş yılda kentin altyapısını tümden
yenilemekle kalmamış aynı zamanda yeni bir yaşam biçimi yaratmıştır. Bulvarlar, kenti iyileştirmenin
ve güzelleştirmenin, yoksulluğa karşı kullanılacak alanları ve kenti bütün yönleri ile birbirine bağlayan
bir iletişim hattı olarak düşünülmüştür. Bu kentsel yeniden yapılanma, 14. yüzyıldan beri çok az
değişime uğramış, sıkışık Paris’i yeni endüstrinin gereklerine ve taleplerine göre yıkıp yeniden inşa
etmektedir. Paris’in yıkılıp yeniden inşasının, yalnız ekonomik aktivitelerin gerçekleşmesi amacıyla
değil, aynı zamanda kentin siyasal kontrolünün sağlanmasına yönelik rolü de vardır. Bulvarlar, kentin
kontrolünün sağlanmasının da bir aracıdır ve askeri taburların kent merkezine kolayca erişebilmesini,
“tehlikeli sınıfların” mahallelerine kolayca ulaşımı da sağlamaktadır

Paris örneğinde olduğu gibi kentsel dönüşüm stratejileri toplumsal ve siyasal desteğe ihtiyaç duyar,
bu stratejiler kentsel mekânda toplumsal ayrışmaya neden olan politikalar ile şekillenmiş ise, bu
ayrışmaya karşı duruş ancak işçi sınıfının varlığı ile mümkün olacaktır. Paris’in kent merkezinin yoksul
kesimlerden temizlenmesi zaten var olan mekânsal farklılaşmayı körüklemiştir. Daha önceleri
birbirleri ile bağlantılı olan ve birbirinin sınırına giren, kamuya ve özel kişilere ait mekânlar farklı
kılınarak zıtlık yaratılmıştır. Bu zıtlıklar ilk olarak kendini Paris komün hareketinde gösterecek olan
kentsel toplumsal hareketler şeklinde ortaya çıkacaktır. Kentsel toplumsal hareketler ister ideolojik
isterse kendiliğinden gelişen hareketler olsun sonuçta kentsel haklara yönelik talep olarak ortaya
çıkan hareketlerdir. Paris kentsel yeniden düzenlemesinin belki tek olumlu sonucu, artık kent
merkezinin herkese açılmış olmasıdır. Önceleri sadece kendi mahallelerine hapsolan yoksul sınıflar,
birbirinden farklı toplumsal kesimlerden kişilerin yeni kalabalıklar içinde karşılaşmalarını sağlayan
kamusal mekânların içinde yer almışlardır. Fakat bu durum kentin sınıfsal ayrımcılığının ortadan
kalktığı anlamına gelmemelidir.

1868 yılına gelindiğinde yaklaşık 20 yıldır devam eden Paris kentsel yenileme projesi, devasa
harcamalar nedeniyle mali zorlukların ardından iflas etmiştir. Sürecin sonunda Haussmann’ın kentsel
dönüşümü ne sermaye kesimini ne de kentte yaşayanları memnun etmiştir. Çünkü Paris’in yeniden
inşasında sermaye kesimi yaratılan ranttan önemli bir pay beklemiştir. Haussmann sermaye sınıfının
beklentisini tam anlamı ile gerçekleştirmemiş, kamu ve özel kesim dengesini gözetmiştir

Paris Komünü halkın kentsel haklar için, kent yönetimini ele geçirmesi ile başlayan ve 1871 yılında 71
gün süren kent halkının kendi kendini yönettiği doğrudan demokrasinin dünyadaki ilk örneği
olmuştur. Seçimle gelen ve kent halkından oluşan komün meclisi, ilk iş olarak basın özgürlüğünü ilan
etmiş, sıkıyönetim kaldırılmış ve siyasi tutuklular için genel af ilan etmiştir. Seçimden sonra komün
meclisi, oluşturulan on komisyonla, eski dönemin bakanlıklarının her birinin görevini üstlenmiştir.
Her komün milis kurma, maliye, eğitim, polis ve yargı hakkına sahip olmuştur. Bundan böyle her bir
komün, ulusal bütünlük içinde kendi kendini yönetebilecek, komün özgürlüğü ve egemenliği
kurulabilecektir. Komün, kilisenin iktidarına son vermek için tüm kiliselerin dağıtılıp
mülksüzleştirilmesine karar vermiştir. Halkın güvenliği için sürekli orduyu kaldırmış ve yerine silahlı
halkı, kapatılan fabrikaların üretime tekrar başlaması için de işçi birliklerini görevlendirmiştir. Evsiz
kalanların evlerine dönmelerini ve ev edinmelerini sağlayacak mekanizmalar geliştirmiş, çalışma saati
10 saate düşürmüş ve fırın işçilerinin gece çalışma zorunluluğu kaldırmıştır. Ücretlerde, asgari ücret
standardı uygulanmış ve iş bulma büroları örgütlenmiştir.

Castells, Paris Komünü’nü, üç farklı düzeyde ele almıştır. Birinci düzeyde, kentsel devrim olarak
nitelediği Paris Komünü’nü, Fransız kırsal toplumundan ayırmış ve komünü kentsel bir devrim olarak
görmüştür. İkinci olarak, Paris Komünü’nün, gelişen işçi sınıfının kentsel talepleri ile şekillendiğini öne
sürmüş ve Paris Komünü, özellikle konut krizi ve kiraların iptal edilmesine yönelik olarak başlayan bir
kentsel haklar talebi olarak değerlendirmiştir. Üçüncü düzeyde, sanayileşme ile birlikte kenti, siyasi
kültürün bir zorunluluğu olarak görmüştür. Ona göre Paris Komünü, bir belediye devrimidir. Komünle
birlikte belediyelerin gerek kendi aralarında, gerekse devletle olan ilişkileri, siyasal kurumsallaşmaya
doğru radikal bir dönüşüm başlatmıştır.

KÜRESELLEŞME YERELLEŞME VE KENTSEL HAKLAR

Küreselleşme süreci refah devleti döneminin “yerel” anlayışını da değiştirmiştir. Refah devleti
döneminin yerellik anlayışı içerisinde, merkezden uzak kalan dikkati çekmeyen yerleşimler ve bu
dönemin kalkınmaya dayalı devlet modelinde yerel ekonomiler, ulusal ekonominin bir aracı olarak
görülmüştür. kapitalizmin her şeyi kendi mantığına eklemleyen, kendine gerekli olanı sömüren yapısı,
yerelliklerden, yerel olarak işine yarayanı, karlı olanı, işlevsel olanı söküp almaktadır. Bu süreç yerel
üzerine önemli oranda deformasyonu da beraberinde getirmektedir.

Küreselleşme süreci ile birlikte yerel birimlerin ve kentlerin önem kazanması, kentsel hakları da
önemli bir tartışma konusu yapmıştır. Kentsel haklar -küreselleşme sürecinin demokratikleşme ve
yerelleşme eğilimleri, katılım ve yerel demokrasi çerçevesinde ele alındığında- yerel niteliğe sahiptir.
Fakat küreselleşme yerellik anlayışını uluslararası nitelikte görmekte ve bu bağlamda yerele yönelik
bu bakış açısı onun uluslararası niteliğine evrensellik kazandırmaktadır. Küreselleşme süreci bir
taraftan yerele yüklediği evrensellik ile kentlere ve kentsel hizmetlere yeni işlevler yüklerken
(Ökmen, 2003: 45), diğer taraftan yaratılan eşitsizliklere karşı kentsel sınıfların bilinçlenmesine ve
karşı duruşuna da katkı yapmaktadır. Küreselleşmenin yaratmış olduğu eşitsizlik kent yönetimlerinin
ilgisini çekmekte ve onları çözüme yönelik çabalarda dünya yüzeyinde arayışlara sürüklemektedir.
Süreç hem kent yöneticilerinin eşitsizliğe yönelik arayış çabaları şeklinde devam etmekte hem de
kentsel ve toplumsal hareketler: etnik, sınıfsal, cinsel, seksüel hareketler, ekonomik, sosyal ve
çevresel hak arayışları olarak varlığını hissettirmektedir. Bu haklara yönelik taleplere cevap
Lefebvre’nin yıllar önce çerçevesini çizdiği kentsel haklardır

17-19 Mayıs 1992’de Avrupa Konseyi’nin “Avrupa Kentsel Şartı”nı kabul etmesi ile kentsel sorunlara
insan hakları çerçevesinde yaklaşılması açısından önemli adım atılmış ve “şart”, kentli haklarının
kurumsallaşması açısından bir başlangıç olarak kabul edilmiştir

Şart, Konsey tarafından kentsel politikalardan esinlenerek oluşturulmuş ve özellikle 1980– 1982
yılları arasında “Kentsel Rönesans İçin Avrupa Kampanyası” kapsamında geliştirilmiş dört temel
konuda şekillenmiştir. Bunlar; a) Fiziki kentsel çevrenin iyileştirilmesi, b) Mevcut konut stokunun
iyileştirilmesi, c) Kentsel alanlarda sosyal ve kültürel olanakların yaratılması, d) Toplumsal kalkınma
ve halk katılımının sağlanmasıdır. "Avrupa Kentsel Şartı metni 20 maddelik bir bildirge ve 13
maddelik şart ilkelerinden oluşmaktadır. Bildirge’nin 20 maddeden oluşan başlıkları; güvenlik,
kirletilmemiş sağlıklı bir çevre, istihdam, konut5, dolaşım, sağlık, spor ve dinlence, kültür, kültürler
arası kaynaşma, kaliteli bir mimari ve fiziksel çevre, işlevlerin uyumu katılım, ekonomik kalkınma,
sürdürülebilir kalkınma, mal ve hizmetler, doğal zenginlikler ve kaynaklar, kişisel bütünlük,
belediyeler arası işbirliği finansal yapı ve mekanizmalar ve eşitlik şeklindedir. Avrupa Kentsel Şartı
ilkelerinin ana başlıkları ise; 1.Ulaşım ve dolaşım, 2. Kentlerde çevre ve doğa, 3. Kentlerin fiziki
yapıları, 4. Tarihi kentsel yapı mirası, 5. Konut, 6. Kent güvenliğinin sağlanması ve suçların önlenmesi,
7. Kentlerdeki özürlü ve sosyal ekonomik bakımdan engelliler, 8. Kentsel alanlarda spor ve boş
zamanları değerlendirme, 9. Yerleşimlerde kültür, 10. Yerleşimlerde kültürlerarası kaynaşma, 11.
Kentlerde sağlık, 12. Halk katılımı, kent yönetimi ve kent planlaması, 13.Kentlerde ekonomik
kalkınma şeklindedir.

1992 yılında kent sorunlarında yaşanan değişim ve gelişmeler Avrupa Kentsel Şartı’nda bazı
değişikliklerin yapılmasını gerektirmiştir. Avrupa Konseyi 27–29 Mayıs 2008 tarihinde 15. Genel
Oturumunda aldığı 269 sayılı kararla, Avrupa Kentsel Şartı 2’yi kabul etmiştir.6 Avrupa Kentsel Şartı 2
ile getirilen değişikliklerin, kentlerin ve kasabaların çağdaş kentsel sorunlarla baş etmesini olanaklı
kılacak ortak ilkeler ve kavramlar bütünü olduğunu dile getirmiştir. Avrupa Kentsel Şartı 2 Yeni Bir
Kentlilik İçin Manifesto olarak ilan edilmiştir. Bu Manifesto’nun giriş kısmında Avrupa Kentsel
Şartı’nda neden değişiklik yapılması gerektiği belirtilmiştir. Küreselleşmenin Avrupa kentleri ve
kasabaları üzerindeki etkisi, kentlerde artan sosyal eşitsizlik, çevre kirliliği, göç, nüfus ve benzeri
sebepler üzerinden anlatılmıştır. Kentsel haklar konusunda günümüze kadar yaşanan gelişmeleri
Kongre’nin7 izlediği ve Kentsel Şartı 2’nin bu çerçevede oluştuğu belirtilmektedir. Avrupa Kentsel
Şartı 2’nin temel ilkeleri: Avrupa Kent “Müktesebatı” (Acquis) ve Yeni Bir Kentlilik Olasılığı, Kentliler
Olarak Kent ve Kasaba Halkları, Sürdürülebilir Kentler ve Kasabalar, Uyumlu Kentler ve Kasabalar,
Bilgi Temelli Kentler ve Kasabalar olarak belirlenmiştir.

Kentsel Şartı 2’de temel kentsel hizmetlerin toplumun dışlanmış kesimleri dahil, herkesçe
paylaşılması istenmektedir. Bu kentsel hakların gelişmesi ve daha yaşanabilir kentlerin yaratılması
açısından önemli bir taleptir. Bununla birlikte Şart 2, yeni liberal öğretinin yönetsel, siyasal alanda
talep ettiği değişikliklerin kentsel düzeye yansıması olarak düşünülmelidir. Örneğin Şart’ta yer alan,
“Avrupa değerlerini esas alarak, kamu politikalarında etik yönetişim, sürdürülebilir kalkınma” gibi
talepler, yeni liberal devlet modelinin uygulamaları ile örtüşmektedir. Nitekim “Avrupa değerlerini
esas alan” demekle, Avrupa dışı değerleri dışlayıcı bir yaklaşımın kabul edildiği de söylenebilir.

2000’li yılların, kentsel hakların gelişimi konusunda önemli gelişmelerin yaşandığı yıllar olduğu
görülmektedir. 2001 yılında Brezilya’da İnsan Hakları Konferansı’nda sivil toplum örgütleri tarafından
“Kentte İnsan Hakları Sözleşmesi” önerisi getirilmiştir. Bu öneri Mayıs 2000 tarihinde Saint-Denis’de
sunulan “Kentte İnsan Haklarının Korunması Avrupa Şartı” göz önüne alınarak ileri sürülmüştür.
Kentsel İnsan Hakları Sözleşmesi; kentsel reform ve demokratikleşme için mücadele edenler, kentsel
toplumsal hareketler ve sivil toplum kuruluşlarının yoğun mücadelesi ile geliştirilmiştir. Sözleşme,
kent sakinlerine bütün insan haklarının sağlanması, kentsel eşitsizliklere karşı mücadele ve bu
bağlamda kentlerde kurumsal ve siyasal değişimlerin gerçekleştirilmesi üzerinedir. Bu gelişmeleri,
2002 tarihinde ikinci Dünya Sosyal Forumu’nda sivil toplum örgütlerinin öncülüğünde Dünya Kentsel
Şartı izlemiştir.

2004 yılında Quito’da gerçekleştirilen Amerika Sosyal Forumu ve Barselona’da gerçekleştirilen Dünya
Kent Forumu’nda; demokratik kent yönetişimi, kent yönetimine ve bütçe yönetimine katılım,
ekonomik, kültürel, toplumsal ve çevresel hakların uygulanmasında etkinlik, yoksullukla mücadele
gibi kentle ilgili temel stratejilerin oluşturulması öne çıkan belli başlı konular olmuştur. 2005 yılında
Brezilya’nın Porto Alegre kentindeki Dünya Sosyal Forumu, kentsel haklar konusunda çalışmak üzere
yedi yüzden fazla kişinin katılımı ile gerçekleştirilmiştir. Çok değişik kesimlerden katılan konuşmacılar,
demokratik ve sürdürülebilir kentler için daha fazla eşitliğin yaratılmasına yönelik imkânları
tartışmışlardır.
YÖNETIŞIM VE KENTSEL HAKLAR

1970 sonrası küresel yeniden yapılanma kent yönetiminde de önemli değişimlere neden olmuştur.
Yönetişimle hem kent yönetiminde hem de devlet yönetiminde kontrol vatandaşlardan ve onların
seçilmiş temsilcilerinden, ulusüstü kurumlar ve bu kurumların seçilmemiş temsilcilerine
aktarılmaktadır. Yönetişim bu anlamda “hükümet olmadan yönetme” biçiminde; bürokratik yapıda
değişimi yani hiyerarşi yerine eşitler arası ilişkiyi; yöneten yönetilen ayrımı yerine de birlikte yönetme
anlayışını öne çıkarmaktadır. Yönetişim teorilerinde her ne kadar yönetim konusu, devlet, sivil
toplum ve piyasa aktörlerinin birlikteliği şeklinde belirtiliyor olsa da, ağırlık merkezi sivil toplum
örgütlerindedir. Üstelik yeni yönetsel yapılanma bireysel katılımdan çok, yerel düzeyde korporatist
bir temsiliyet yapısını öngörmektedir. Yeni oluşum, toplumsal örgütlenme düzeyi düşük olan
toplumsal kesimleri dışlayıcı bir biçimde gelişme göstermektedir. Erder, düşük gelirli toplumsal
sınıflar geliştirdikleri formel ve enformel ilişkiler vasıtasıyla canlı ve enerjik “sivil” örgütlenmeler
oluşturduklarını belirtmektedir. Üst ve orta sınıfların oluşturduğu örgütlenmeden farklı olan bu
yapılanmalar kentsel toplumsal hareketlere kaynaklık etmektedir. Özellikle Türkiye gibi ülkelerde
“dinsel” nitelikli enformel örgütlenmelere karşı, o alanlarda yaşayanların sorunlarına çözüm getirmek
için oluşturulan sivil toplum kuruluşları örgütlendirilmiştir. Bununla birlikte Türkiye’de son otuz yıllık
süre içinde “dinsel” nitelikli cemaat ilişkisine dayalı sivil toplum örgütlenmesi de yaygınlaşarak
varlığını ortaya koymuştur. Bu türden gönüllü örgütlenmeler yurttaşlık haklarının kazanılmasında
önemli katkılar sağlamaktadır. Fakat daha çok üst ve orta gelir gruplarının gönüllü katılımına dayanan
sivil toplum örgütlenmeleri, yoksulların toplumsal tüketim hizmetlerini, toplumsal dayanışma
gereksinimlerini karşılama konularında ne ölçüde başarılı olacağı tartışma konusudur. Dolayısıyla
geniş toplumsal kesimleri kapsayıcı sivil toplum örgütlenmesinin olmadığı durumda yönetişim
uygulamasının başarısı da ayrı bir tartışma konusunu oluşturmaktadır. Purcell’e göre yönetişim üç
yolla yeniden şekillenmiştir: a) Yönetimin formatı değişmiştir, b) Kentsel politikalar yeniden
dağıtımdan uzaklaştırılıp yarışmacı bir anlayışla yeniden oluşturulmuştur, c) Birçok devlet hizmeti sivil
veya yarı resmi organlara transfer edilmiştir. Bu son değişiklik, yönetimden yönetişime geçiş olarak
tanımlanmaktadır. Bu değişiklikler özellikle kent coğrafyasını şekillendiren kararlar üzerinde kontrol
sahibi olma konusunda, kent sakinlerinin giderek oy hakkından mahrum olmalarıyla sonuçlanmıştır.
Siyasal iktidarın ulus devlet ölçeğindeki adem-i merkezileşmesi, aynı anda, başka bir iktidar ölçeğinde
(küresel) gerçekleşen bir merkezileşmedir. Aynı şekilde demokratikleşme iddiasının ise emekçi
sınıfların onay ve rızasını yok hükmünde gören bir siyasal iktidar pratiği anlamına geldiği açıktır.
Yönetişim katılımı değil, despotizmi yoğunlaştıran bir iktidar alanı tanımlamaktadır…. Diğer bir ifade
ile yönetişim, politik toplumun (devletin) sivil toplum (piyasa) tarafından sömürgeleştirilmesidir”
şeklinde açıklamaktadır. Kentsel haklar ve yönetişim konusuna farklı yaklaşan Tekeli ise günümüz
küreselleşme çağında hakça ve sürdürülebilir bir yerleşme sistemine ulaşmanın ancak sivil toplumcu
anlayışla, gerçekleşebileceğini bunun da ancak;

a) yurttaş bağlılığı,

b) yapabilir kılma,

c) iyi yönlendirme ilkeleri çerçevesinde mümkün olacağını belirtmektedir.

Bu üç ilkenin aynı anda aynı zaman diliminde bir yerleşim biriminde bulunması koşuluyla iyi bir
yerleşmeye ulaşılabileceği ileri sürülmektedir. Bu bağlamda konuya yaklaşımın, “toplumdaki değişik
aktörlerin eylemlerinin amaçlanana ulaşmayı sağlaması için iyi bir yönlendirmeye gereksinmesi
vardır. Bu işlev günümüzde “governance”, çok aktörlü yönetim diye adlandırılıyor. Toplumda devletin
yeni bir ilişki kurma biçimi olarak öneriliyor. Toplumu yönlendirmekte sorumluluk dengesinin
devletten sivil topluma kayması anlamına geliyor. Çok aktörlü bir sistemin birlikte yönlendirme
sürecine işaret ediliyor. Bu yönlendirme biçiminde devlet dışı aktörlerin katılabildikleri, ortaklık
kurabildikleri esnek yapılar öngörülürken demokratiklik, açıklık, hesap verme, çoğulculuk, hizmetin
verildiği yere yakın olma (subsidiarity) gibi ilkelere işaret edilmiş olmaktadır. Tekeli, yönetişim
konusunu kentsel haklar bağlamında; insan hakları temelli bir bakış açısı ile değerlendirmektedir.
Ona göre, insan hakları bir bütündür. Ancak tümünün gerçekleşmesi gerekir.

Fernandes, temsili demokrasinin, hem uzun yıllar boyunca toplumsal sınıfların çıkarlarını temsil
etmesi, hem de küresel düzeyde ulusal devlet formunun temel bir etkeni olma rolüne dikkat
çekmektedir. Fakat bu rolüne karşın temsili demokrasi artık sosyal ve siyasal gelişmelerle birlikte
insan hakları kavramını geliştirmekte ve buna bağlı olarak da değiştirmektedir. Aslında artık
demokrasi ve insan hakları bağlamında temsili demokrasi kavramı da önemli değişimlere maruz
kalmıştır

Purcell’e göre kentsel haklar bağlamında demokrasi, liberal demokrasinin oy mekanizmasından


farklıdır. Çünkü liberal demokrasilerde vatandaşlar, sosyal süreçte dolaylı bir kontrole sahiptir. Devlet
bu süreci kurumlaşmış bir ortak sese dönüştürme gücüne sahiptir. Buna karşılık kentsel hak,
insanların kentsel mekânı üreten kararlara yönelik doğrudan oy hakkıdır. Örneğin kent alanlarının
oluşturulmasına yönelik planların kararları devlet tarafından alınırken, planlama dışında kalan
kararlar devletin dışında kalmaktadır. Firmaların yatırım kararları, kentsel hakların yetki alanlarına
girebilmektedir. Çünkü bu tarz kararlar, kentsel mekânın üretiminde önemli rol oynamaktadır.
Geleneksel vatandaşlık hakkı, yurttaşlara sermaye tarafından verilen kararlar üzerinde bazı yetkiler
verebilmektedir. Fakat bu yetki sermaye sınıfı üzerinde yeteri kadar kontrol edici bir yetki
olamamaktadır. Sermaye üzerindeki kontrol ancak devlet tarafından vergi kanunları, çevresel
kısıtlamalar gibi konular dahilinde olabilmektedir. Oysa kentsel haklar bağlamından bakıldığında kent
sakinlerine karar alınan masada bir koltuk verilmekte olduğu belirtilmektedir. Bu bağlamda Lefebvre
karar alma mekanizmasında kontrolü devletten kent sakinlerine kaydıracak oluşumlara ihtiyaç
olduğunu belirtmektedir. Purcell, Lefebvre’nin kentsel haklar tanımının hem kapitalizmin sosyal
ilişkilerini hem de mevcut liberal demokratik vatandaşlık yapısını yeniden işler hale getirdiğini
düşünmektedir

1789’dan bu yana gelişen toplumsal yapılar, bireyle-toplum ilişkisi, bireyle-birey arasında çağdaş
sosyal ilişkiler sosyal vatandaşlık kavramını ortaya çıkarmıştır. Demokrasinin geliştirilmesi ve
derinleştirilmesi için, yeni bir sosyal vatandaşlık sözleşmesinin yaratılıp uygulanması, halkın siyasal ve
sivil topluma katılımının tanınması ve yasallaştırılması, olmazsa olmaz bir argüman olarak ileri
sürülmektedir. Bu bağlamda Fernandes sosyal vatandaşlık ilişkisini önermektedir. Sosyal vatandaşlık;
ulus ve devlet arasındaki ilişki yanında toplumun da bireyleri arasındaki ilişkidir. Fernandes ayrıca
kurulan yeni ilişkinin, Rousseau’nun toplum sözleşmesinde kurduğu ilişkiden daha gelişmiş bir ilişki
olması gerektiğini belirtmektedir. Bu ilişki, geleneksel demokratik temsil haklarının ötesinde, sadece
oy hakkına indirgenmeyecek yeni bir sosyal politik vatandaşlık sözleşmesini işaret etmektedir.
Fernandes vatandaşlığın her zaman bir yükümlülük kaynağı olduğunu, buna karşın siyasal hakların
seçim hakkından öteye geçemediğini belirtmektedir. Bu bağlamda devletle hükümet ve kamusal
irade ile sosyal toplum arasındaki boşluğu azaltacak, devletle vatandaş arasında çağdaş sosyal
ilişkilerin kurulmasını zorunlu kılmıştır.

nandes, 2005: 46). Vatandaşlık ve kentsel demokrasinin; özellikle kentdaşlık ve demokrasi (kentin
ulusaldan veya küreselden ziyade yerele daha fazla aidiyetinden kaynaklanan) tartışmalarındaki
varsayımın; karar mekanizmasının yerelleştirilmesinin, onu demokratikleştireceği ve
demokratikleşmenin de sosyal adaletle sonuçlanacağı üzerinde yoğunlaştığı görülmektedir. Fakat
mekan üzerinde kontrolün yerelleştirilmesinin demokrasi veya adalet sağlayıp sağlamayacağı, yerelin
kime yetki verdiği ile ilgilidir. Purcell kentlerde demokrasi ve yurttaşlıkla ilgili bir takım endişelerini
açıkladığı çalışmasında, yerel ve ulusal düzeyde iktidar ilişkilerinin bir takım dengeler üzerine
oturduğunu ve dengenin oluşmasında ise bir takım tuzakların varlığını dile getirmektedir. demokrasi
ile zorbalık arasındaki fark, yerel halkın “yerellik” anlayışına yaklaşımı ile biçimlenmekte ve bu biçim
bir denge ile oluşmaktadır. Denge yerel halkın toplumsal olarak yapılandırılması ile oluşmaktadır. Bu
belli zaman diliminde ve belli bir mekânda, belli oyuncular arasındaki mücadelelerle
belirlenmektedir. Fakat yerel kararların alınmasında yerel denge gruplarının küresel ve ulusal
dengelerden bağımsız hareket etmesi mümkün görülmemektedir. Yani yerel üzerindeki kontrolün
her zaman demokrasi veya adalet sağlayıp sağlamayacağı çok tartışmalıdır. Bu bağlamda yerel denge
gruplarının gündeminde demokrasi ve toplumsal adalet öncelikli konu olmayabilmektedir.
Kamulaştırma, özelleştirme gibi konularda sermaye grupları hedeflerine ulaşmak üzere ulusal ve
yerel düzeyde bir denge oluşturmaya çalışırken, buna direnen başka bir yerel denge
oluşabilmektedir.

Purcell, yerel ölçekte oluşan dengelerin ulusal ve daha üst ölçekte oluşan dengelerden daha
demokratik, adil ve sürekli olduğunu belirtmekte ve yerel dengeler üzerine oluşumların kentsel
haklara katılımı sağlamada daha demokratik olduğunu ileri sürmekte, kent halkına düşen görevin
yerel dengenin oluşumunu “yerel tuzaklardan” korumakta olduğunu belirtmektedir

Devletle toplum ve merkezi yönetimlerle yerel idareler arasında bir denge sağlamak için, siyasal erkin
bölüşümünde kimi etmenler vardır. Ülkenin tarihsel gelişim süreci ve gelenekleri, toplum yapısının
özellikleri, devletin ekonomisinin niteliği ve merkezi yönetimin yapısı, bu dengenin sağlanmasında
önemli etmenlerdir. İktidar için oluşturulan dengeler, politik bir proje ile sürekli olarak yeniden
yapılandırılabilmektedir.

Günümüzde kentler dünyanın yoksul kesiminin büyük bölümü için, zenginliğin, gücün, aşırı üretim ve
tüketim alanlarının, çevresel bozulmanın merkezi, toplumsal kesimler arasında yarattığı ayrışma ve
dışlanma ile sosyal ve bölgesel farklılıkları yaratan mekânlar, kamusal alanların özel şirketler
tarafından işgal edilmesine katkıda bulunan geniş yerleşim alanlarıdır. Toplumsal kesimler arasında
ortaya çıkan bu ayrışma yeni liberal politikalarla daha da derinlik kazanmaktadır. Bu bağlamda
kentsel haklar kentte yaşayanlar için büyük bir önem kazanmaktadır. Hak kavramının yaklaşık iki bin
yıldan fazla geçmişi olmakla birlikte ulusal ve uluslararası metinlerde ancak iki yüzyıldan beri yer
almaktadır. Üstelik üçüncü kuşak haklar kategorisinde yer alan kentsel haklar çok daha yeni bir
geçmişe sahiptir ve bu anlamda gelişimini henüz tamamlayamamış haklardandır. Lefebvre’den bu
yana coğrafyacılar, kent planlamacıları, kent bilimcileri, belediyeler, sivil toplum örgütleri, kentsel
çalışmalarda kent sakinlerinin heterojenliği ile değil, aynı zamanda kentsel haklarda formüle edilen
kentli haklarının korunmasına yönelik çalışmalarda bulunmaktadırlar. Fakat gerek ulusal gerekse
uluslararası metinlerde yer alan kentsel haklar konusunda somut gelişmeler istenilen seviyede
değildir. Özellikle az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerin büyük bir bölümünde toplusal kesimlerin
çoğunluğu hala temiz içme suyu dahi bulamamaktadır. En temel insani gereksinimlerin
karşılanmadığı bu ülkelerde demokrasi, eşitlik gibi haklardan bahsedilememektedir. Batı’nın gelişmiş
kentleri dışında kalan kentlerde kentsel haklar hala soyut bir kavram olmaktan öte geçememektedir.
Oysa haklar kategorisinde yer alan birçok hak soyut olmakla birlikte, kentsel haklar somut bir takım
sonuçları olan haktır. Bununla birlikte Batı’lı kentler açısından da kentlilerin haklara ulaşımı
konusunda önemli sorunları bulunmaktadır. Özellikle Batı’lı birçok kentte göçmenlerin azınlıkların ve
dışlanmışların kentsel hizmetlere erişiminde en azından eşitlik gibi konularda sorunlar yaşamaktadır.
Etnik, dinsel dışlanma, cinsiyete yönelik ayrımcılık ve göçmenlerin oturduğu bölgelerde belediye
hizmetlerinde görülen yetersizlik batılı kentlerin önemli hak problemleridir.

Kentsel haklar konusunda ki bu çalışmaların en önem verdiği konu kentsel kararlara toplumun bütün
kesimlerinin katılımını sağlamak. Kararlara katılımı gerçekleştirme yöntemi ise temsili demokrasi ile
değil yönetişim mantığı ile gerçekleştirilmesi hedeflenmektedir. Oysa yönetişim mantığında kentsel
kararlara katılımda yoksul kesimlerin temsil edilmesinde sorunların olduğu bilinmektedir. Yönetişim
yönteminin, sermayenin kentsel alanlarda çıkarlarının korunması veya sağlama alınması yolunda
kullanılan bir araç olarak kullanıldığına yönelik eleştiriler vardır. Gerçektende yönetişim mantığında
kent halkının kararlara katılımı ancak toplumun büyük bir kesiminin katılımı ile mümkün olacaktır.
Fakat toplumun büyük bir kesimi özellikle alt gelir grubunun önemli bir bölümü sivil örgütlenmelerin
dışında kalmaktadır. Bu bağlamda kentsel kararlarda yer alamayan toplumun büyük bir kesimini
oluşturan örgütsüz kesim, kentsel haklardan faydalanma anlamında önemli sorunlar yaşamaktadır.
Küreselleşme süreci ve bu sürecin yeni liberal ekonomik ve siyasal politikaları kentsel haklar
bağlamında iki sonuç ortaya çıkarmıştır. Birincisi; yerel karar mekanizması içinde yer alamayan ve
ağırlıkla dışlanmış grupların temel kentsel talepleri, kentsel hakların biçimlenmesinde önemli bir rol
oynamaktadır. Örneğin kent planlarının kadına yönelik ayrımcılığının arkasında geleneksel dışlanma
biçiminin toplumsal gelenekle ilgili olduğunu göz ardı etmek mümkün görülmemektedir. İkincisi
küreselleşmeci bir bakış açısıyla, küreselleşmenin teorik açıklamasının da temelini oluşturan bilgi ve
iletişim teknolojilerinde yaşanan gelişmelerle artık her bir bireyin bilgiye erişiminin eskisine göre
daha kolay olması yerel yönetimlerin demokratikleşmesine zemin hazırlamıştır. Demokratikleşmeye
yönelik istek ve taleplerin uluslararası kurumlar ve bu kurumları oluşturan devletlerin imzalamış
oldukları sözleşmeler (Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı gibi) kentsel hakların gelişmesinde
önemli bir başka süreci oluşturmuştur. Bu gelişme küreselleşme sürecinin konuya ilişkin umut verici
yönünü oluşturmaktadır. Son olarak kentsel hakların gelişmesinde en önemli görev kentlilerin
kendisine düşmektedir. 1800’lü yıllardan bu güne kadar birçoğu kanlı mücadeleler ile kazanılan
hakların korunması ve geliştirilmesi, yine siyasal iktidarlar ile çetin mücadeleyi zorunlu kılacaktır.
Kentsel hakların geliştirilmesi konusunda en azından Latin Amerika kentlerinde yapılan mücadeleler
dikkat çekicidir. Bu mücadelelerin başarılı olup olmaması ancak toplumun bunu istemesine ve
gerekirse bu konuda mücadele etmesine bağlıdır.
MODERNLEŞMENİN KENTSEL SORUNLARA ETKİSİ

Kent nüfusunun büyük bir bölümünün faaliyet alanı olarak ticaret,sanayi,yönetim ve hizmetlerle ilgili
işlerde geçimini sağladığı toplumsal-kültürel bir yönetim alanının olduğu yerleşim alanını ifade eder.
Kentlerin doğuşu sanayi devrimini izleyen dönemlerde oldukça büyük bir nüfüs hareketlerinin
meydana gelmesi, organik enerjiden mekanik enerjiye geçilmesi, ticarette yeni yöntemlerle
hammadde ve besin kaynaklarında artış olması, taımda makineleşmeyle verimliliğin artması, sağlık
alanında yaşanan gelişmelerle nüfus artışının yaşanması, toplumsal sınıfların farklılaşması gibi batılı
toplumlardaki önemli değişimlerle gerçekleşmiştir. Kentleşme olgusu bu değişimlerle birlikte sosyal
değişim sürecini meydana getirmektedir. Kentleşme temelde bireylerin kentsel yaşam içerisindeki
etkileşimleriyle ortaya çıkan kültürel değişmedir. Kentlileşmenin ürettiği ortak değerler bütünü kent
kültürünü oluşturmaktadır. Kentsel alanlarda yaşam tarzı ve kültür heterojendir. İnsan kentte daha
farklı düşünür, kentli insan hızlı ve rasyonel karar verir. Para ekonomisi kentte egemendir.
Modernliğin yaygınlaşmasıyla birlikte kentlilik de modern bir süreç haline gelmiştir. 3.Dünya ülkeleri
de bu modernlik sürecine dahil olmuştur. Dolayısıyla dünya nüfusu büyük oranda kentlileşmiştir.
Kırsal kesim bile kentlerdeki pazarlara bağımlı hale gelmiştir. Bu noktada kırsal alan bazı kent
bilimcilere göre sağlık,eğitim gibi sorunlarını kentlerde çözmektedir.

Modernleşmenin ileri aşamaları

Kır-kent ayrımı ortadan kalkarak kentsel yaşam tüm toplumsal ilişkileri kuşatır hale gelmiştir.

Dünyanın kentleşmesi, kentli toplumun oluşu dünyanın modernleşmesinin bir sonucudur. Kent,
modernizim kültürünün oluştuğu ve yeni gelen insanlara aktarıldığını ifade etmektedir. Kısaca
modernleşmenin en belirgin özelliklerinden biri sanayileşme diğeri kentleşmedir.

Kentleşme bir bakımdan sanayileşmenin alt yapısını oluşturan bir süreçtir.

Sanayi toplumunun temel özelliği kent toplumunun gelişmesidir.

Modernizmin kente etkisi;

Tarihsel olarak modernleşme 17.Yydan 19.Yya kadar batı avrupa ve kuzey amerikadaki
toplumsal,ekonomik, politik sistemlerde meydana gelen değişimin bir ürünüdür. Daha sonra diğer
avrupa ülkelerine akabinde 19.Yyda ve 20.Yyda güney amerika,asya, afrika yayılan bir süreçtir.
Modernitenin ve kapitalizmin insan yaşamındaki dönüşümünde birlikte toplumsal yaşamda merkezi
konuma gelmiştir. Tarım, modern tarım aletlerinin dahil olmasıyla makine insan emeğinin yerini
almıştır. Bunun neticesinde kırdan kente göç süreci yaşanmıştır. Kentleşme bir anlamda tarım dışı
üretimin artmasıdır. Günümüzde ülkelerinin çok büyük bir kısmı kentsel alanlarda yaşamaktadır.
Bunun en önemli sebeplerinden biri kapitalizmle birlikte üretimin kırsal alanlardan kentsel alanlara
yayılmış olmasıdır. Feodal ilişkilerin çözülmesi,tarımın makineleşmesi, eğitimin kurumsallaşması,
zorunlu hale gelmesi, eğitim süresinin uzaması, kitlesel üretim ve tüketimin yaygınlaşması, üretimin
evden ayrılarak atölye ve fabrikalarda yapılması, pazarın genişlemesi hatta uluslararası bir hale
gelmesi, siyasetin ve işletmelerin bürokratikleşmesi, kent koşullarının daha sağlıklı hale gelmesi,
iletişim ve ulaşım teknolojilerindeki gelişmeler gibi çeşitli faktörler insanların kırsal alanlardan kentsel
alanlara göç etmesine sebep olmuştur. Kentleşme, sanayileşme ve modernleşme sürecinin sonucu
olarak ortaya çıkan mekansal ve toplumsal yaşamdaki dönüşümü ifade eden bir kavram olmuştur. İş
bölümüne dayanan bir ekonomik yapısı vardır.

Sanayi devrimiyle üretim biçimi, yaşam biçimi, kentlerin karmaşık olmayan yapısı tümüyle
değişmiştir. Dolayısıyla kent sürekli bir değişim içerisindedir. Dünya genelinde bu değişim sürecine
kısaca buharlı makinelerin kullanılmaya başlaması ile birlikte 19.Yydan itibaren fabrikaların enerji
merkezlerinde toplanmasıyla birlikte iş ve iş gücü bulma ümidi ve çabası insanları fabrikaların
etrafında yerleşmeye zorlamıştır. Göç eden nüfusun ihtiyacı yeterli ölçüde karşılanmayınca kent
dışında yeni yerleşim yerleri oluşmaya başlamıştır. Bu süreçte kent mekanı sanayi öncesine göre
oldukça büyümüştür. Kapitalizm ile beraber yoğunlaşan kitlesel üretim iş bölümü çalışanları
ürettikleri ürüne karşı yabancılaştırmıştır. Tüketicileri ise tükettikleri ürüne karşı yabancılaştırmıştır.
Çünkü artık ürünler bireyler için değil kitlesel pazarlar için üretilir hale gelmiştir. Dünyanın en gelişmiş
en kalabalık yerleri olarak tanımlanan metropoller modernitenin konumunu biçimlendirdiği gibi
artan toplumsal mesafenin ve buluşma yerlerinin belirsiz toplulukların mekanı hale gelmiştir. Çünkü
metropoller üretimden çok tüketim merkezleridir. Bu yapı kentlerin daha büyük ve daha yoğun ve
daha heterojen bir topluma sahip olduğunu göstermiştir zamanla. Aristonun da dediği gibi kent,
farklı tür bireylerden oluşur. Aynı tür bireyler kenti oluşturamaz. Kentlerdeki nüfus kırsal alana göre
daha gençtir. Kentleşmenin bir diğer belirgin özelliğini oluşturmaktadır. Metropoller hariç büyük
kentlerde yaşayan gençlerin çoğu bir başka ilde doğmuştur. Bu tür kentlerde kadın nüfus erkeklerden
daha fazladır. Büyük kentler daha çok farklılıklara mensup azınlıkları bünyesinde barındırmaktadır.
Hetorojen kentsel nüfusta ırk ayrımı söz konusu olsa da günümüzde yaş, cinsiyet, ırk gibi faktörler
yerini başka faktörlere bırakmıştır. Ör: il̇ gi alanı,meslek gibi ortak özellikler

Bu süreçte küreselleşmenin kentlere etkisi:

Küreselleşme ekonomik,sosyal,kültürel ve siyasi anlamda dünyayla bütünleşmek. Küreselleşme


ülkeler arası fiziksel ve ekonomik sınırları önemsizleştiren, ülkelerin egemenliklerini aşındıran,
kentlerin küresel sistemin temel birimleri haline getiren bir süreçtir. Bu süreçle birlikte sermaye-kent
ilişkisi önemli bir hal almıtır. Çünkü artık kentleri şekillendiren kapitalist ekonomik ilişkilerdir.
Küreselleşme ve sermayenin akışkanlığı ulus ötesi bir nitelik taşımasına rağmen sürecin işleyişinde
odak noktasını büyük kentler oluşturmaktadır. Bu kentler küresel düzlemin yeni aktörleri olarak ön
plana çıkmaktadır.

Kentler zaman içerisinde dünya ekonomisi içinde farklı biçimde eklenmelerine göre küresel ölçekte
hiyerarşik olarak sıralanmıştır. Bu sıralanışta; dünya kenti kavramı ilk kez patrich geddis tarafından
dönemin büyük metropollerini tanımlamak için kullanılmıştır. Dünya kenti, küresel ekonominin
kontrol,yönetim ve organizasyonu olarak tanımlanır. Freudmana göre uluslarası sermaye daha
yoğundur dolayısıyla birikim dünya kentlerinde gerçekleşir. Dünya kentleri göçü ulusal ve uluslararası
anlamda yoğun bir şekilde yaşar dolayısıyla etnik çeşitliliğin ve gece kondu alanlarının arttığı
alanlardır. Gecekondulaşmayı oluşturan sebepler artan göç ve buna eşlik eden işsizlik gibi faktörlerle
sosyal güvenceden yoksun insanların mekanı haline gelmiştir. Bu güvensizliğe bağlı olarak 19 ve
20.Yyda kent merkezine yönelen göçler başka alanlara kaymaya başlamıştır. Özel yaşam anlayışı
sonucunda insanlar şehirden kaçarak güvenlik sistemiyle donatılmış şehir dışı mekan arayışına
girmişlerdir. Teknolojinin de gelişmesiyle birlikte avm, sokaklar, meydanlar ve parklarda çok daha
güvenli bir hale gelmiştir. Bireyler zamanının büyük bir bölümünü evinde iş yerinde ya da tüketim
mekanlarında geçirmeye başlamıştır. Kente göç her geçen gün artmaktadır. Bu sebeple bmyeni
belgelerinde yeni bin yıl kentsel bin yıl olarak adlandırılmaktadır. Coğrafı konumları, nüfus
kapasiteleri, kentsel işlevleri açısından süper kentler olarak da nitelendirilen küresel metropoller
günümüz kentleşme yazınına yeni bir kavram katar : yarışan kentler

Bu bağlamda piyasa mekanizması içinde yarışan ekonomik aktörler gibi kentler de uluslarası
ekonomik sistemde öncelikli konuma gelmek için çaba harcamaktadır. Bu çaba, diğer küresel
metropoller arasında ekonomik kültürel ve politik anlamda belirleyici ve karar verici konuma gelmek
içindir.
Günümüzde bilişim sistemlerinin sağladığı teknolojiyle birlikte iş yerinde çalışan bireyler evlerinde
çalışma imkanı buldular. Çalışma ve yaşam mekanlarının birlikteliği artmaktadır. Dolayısıyla merkezi
iş alanları işlevsiz hale gelmektedir. Modernizmin makine ilkesiyle özdeşleştirdiği kent yeni bin yılda
bilgi kente dönüşmüştür. Bu noktada teknolojinin kente etkisi:

20.Yyın ilk yarısında sosyal ve kültürel değişmenin yanı sıra takip edilemez bir hızla teknolojik alanda
da bir gelişme gerçekleşmiştir. Teknolojinin yardımı olmadan bilimin yardımı imkansız. Günümüzde
teknolojik bilime ve web bilimine yoğunlaşılmıştır. Teknolojik bilimin bilimin önemini teknoloji
mühendisliğini kullanarak toplum hayatında önemli alanları uygulayarak toplumun refahını
sağlığını,eğitimini, enerji üretimini ve kullanımını ulusal güvenliğini,doğa ile olan ilişkilerini birtakım
kolaylıklar getirerek ifade etmeye başlamıştır. Somutlaşan bilim, günümüz bilimini tanımlayan
tarafsız ve kişisel yargılardan uzak özgür dünya değerlerine sahip alternatif bir bilimdir. Somutlaşan
bilim hayatta kalabilmemiz için dünyayı ve kendimizi değiştirecek olan bilimsel bir nitelik taşır.
İnsanın dünyevi bilgi ve bağlantısı modern dönemde doğaya ve kendini kontrol etmek için en üst
seviyede yapılanmıştır. Örneğin frendisch ve kannın insanın doğayı kontrol ederek onun üzerinde
hakimiyet kurabileceği düşüncesini yerleştirmiştir. Kente aydınlanma felsefesinin bir uzantısı olan
insanın doğa üzerindeki zaferinin bir simgesidir. Teknoloji yardımıyla bu zafer iyice pekişmiştir.
Teknolojik gelişme kentleri her alanda dönüştürmüştür, yeniliklerle ilişkileri ortaya çıkarmıştır.
Topluma kazandırılan herbuluş ve ilerleme toplumsal yaşamı farklı düzeylerde kolaylaştırmaktadır.
İletişim teknolojilerindeki gelişme insanların yüzyüze olan ilişkisini azaltırmıştır. Para ve meta
dolaşımı hızlanmıştır. Insanların sahip olduğu gelenekler kimlikler kentleşmenin tehditi altındadır.
Kentli insanlar bu yüzden samimi ilişkiler kurmayarak başkalarının beklenti ve çıkarlarından
kendilerini bir nevi korumaktadırlar. Geleneksel değerler modern değerlere dönüşerek yok
olmaktadır. Makinelerin insanların yerini alması işsizliğe sebep olmaktadır. Artan işssizlik güvensizliğe
sebep olmaktadır. Örneğin bm nüfus fonunun dünya nüfusunun durumuyla ilgili 2001 raporuna göre
2050 yılında dünya nüfusu yaklaşık 9.3 milyara çıkacak. Çevre sağlık ve beslenme sorunları artacak.
48 ülke su kıtlığı yaşayacaktır.

Nüfus artışı ve kaynak kıtlığının önüne geçilmezse insanlık için oldukça zor günler tahmin
edilmektedir. Bu bağlamda kentlerin tarım ihtiyaçlarını karşılamak üzere çeşitli teknolojik politikalar
üretilmektedir. Örneğin dikey tarım bunlardan biridir.

Türkiẏ e’de kentleşme

1923-1950 YILLARI arasında geeçen dönem devlet tarafından gerçekleştirilen kentleşme sürecini
ifade eder. Bu dönemde kamu yapılarının inşasına önem verilmiş,kentlerin yönetim ve planlarının
yapılması yasalarla düzenlenmiştir. Ankara dışındaki kentlerde nüfus anlamında hızlı bir artış
gerçekleşmemiştir. Bu dönemde dış yardım,kredi , yabancı sermaye girişi başlamıştır. 1914 yılında
üretimde azalan insan gücünü tam anlamak amacıyla gümrüksüz ithalat uygulaması kapsamında
almanyada bazı iş ve enerji makineleri alınmıştır.

1924 yılında tarım bakanlığı tarafından traktör alımlar gerçekleştirilmştir. 1940 ABD destekli marshall
yardımı programıyla tarım makinelerinin varlığı artmıştır.

1950li yıllarda siyasal düzeyde tek parti dönemi son bulmuştur. Ekonomide tarımsal üretimden
sanayi üretimine doğru yöneliş hızlanmıştır. Toplumsal açıdan kentlere doğru hızlı bir göç ortaya
çıkmıştır. Tarımda makineleşme sonucu kırsal kesimde tarımsal üretimdeki verimlilik artarken işgücü
fazlalığı ortaya çıkmıştır dolayısıyla kırsal kesimden kentlere doğru büyük bir göç dalgası yaşanmıştır.
Bu duruma yetersiz planlama eklenince gecekondulaşma yaygınlaşmıştır.
Tüketim için üretim yapan aile tarımının yerini pazar için üretim yapan makineli tarım almıştır.
1970lerle birlikte bu süreçte küçük işletmeler yerini büyük işletmelere bırakmıştır. Ulaşım ve iletişim
yol ve araçlar gelişmiştir. Yeni sağlık uygulamalarıyla kırsal nüfus hızla artmıştır. Tarımsal işletmeler
giderek küçülürken toprak nüfus dengesi bozulmuş ve kırsal nüfus kentlere akın etmeye devam
etmiştir. İş gücü fazlalığı kentlere olan göçü hızlandırmıştır.

1980lerden sonra bazı sosyal sorunlara bağlı olarak artış gösteren büyük göç dalgası hedeflenen
ekonomik büyümenin sağlanamaması yüksek enflasyon ve milli gelirin düşük olması
gecekondululaşma gibi sorunlar doğurmuştur. Bu dönemde büyük kentlere göçün azalması,
azaltılması, yudun diğer bölgelerinde bazı kentlerin geliştirilerek çekim gücünün arttırılması ve
bölgeler arası dengesizliğin giderilmesi hedeflenmişsse de kısmi bir başarı sağlanmıştır. 1980li yıllara
kadar gerçekleşen göçler daha çok ekonomik nedenlerle kırdan kente gerçekleşirken 80 sonrası
dönemde ekonimik ve politik koşullar değişmiş kentlerde güvencesiz sağlıksız sigortasız resmi
olmaayn hizmet sektörlerinde istihdam edilen,eden,olunan göç etmiş bir nüfus yüksek rakamlara
ulaşmıştır. Kısaca türkiyede kentleşmenin bir problem haline gelmesi kentleşme ile sanayileşmenin
bir arada yürümemesi, sanayinin belli bir bölgede toplanıp ülkenin geneline yayılmamasıdır.

Sanayileşme öncesi kentleşme meydana gelmekte sanayileşme kentleşmeyi takip etmektedir. Bunun
sonucunda artan gecekondululaşma, kentsel hizmetlerin aksaması, işsizlik, şehir kültürüne yabancılık,
kültürel çatışma gibi sorunlar ortaya çıkmıştır. Bu durumda da kentlerde geleneksel ve modern
olmak üzere ikili bir yapı ortaya çıkmıştır. Kent kültürünü ve kavramını etkileyen bir durumdur.
Gelişmiş ülkelerde kentleşme eşit bir şekilde gerçekleşir sanayileşme ile. Az gelişmiş ya da gelişmekte
olan ülkelerde ise kentsel yığılmalar oluşmaktadır. Sanayileşmeye geç kalmış toplumlarda modern ve
geleneksel yapılar kent mekanında bulunurlar. Kente göç edenlerin kentte yarattığı sorunlar
gecekondulara karşı nasıl bir tavır takınılacağını ve kent planlamasında karşılaşılan problemler,
modern toplum çerçevesinde ele alınmaktadır. Ancak modernizm sahip olduklarımızı da tehdit
etmektedir. Modern toplumda endüstrileşme ve toplumsal farklılaşma süreçlerinde artan sayıda
özne ve kültürel nesneyi üretir duruma gelmiştir. Bunun neticesinde kültürel biçimleri,miktarı
artmıştır. Bireyler kendi kültürlerine yabancılaşır hale gelmiştir. Bu durum modern kültürün
çelişkisinin bir örneğidir. Modern insanın temel problemi modernizmin ürünü olan yaşama biçiminin
onu esir almasıdır. Refah toplumu ismi verilen ve insanın daha çok maddi anlamda ihtiyaçlarının
giderilmesine yönelik modernizmin ona gerçekten vaat ettiği refahı sağlayıp sağlamadığı
sorgulanmaya başlanmıştır. Küreselleşme ve zenginleşmenin refahın dağılımı kadar fakirlik ve
yoksulluğu ya da gelir dağılımındaki dengesizliği de hızlandırdığı söylenebilir.

Kent toplumu kültür ve yaşam tarzı bakımından heterojendir. Modern kapitaliste hakim olan
anlayışlar kentteki yaşamı da değiştirmeye başlamıştır. Dolayısıyla bu süreçte kentsel alanlar
modernleşme süreciyle birlikte çok büyük dönüşüme uğramaktadır. Kırsal gelenekte varolan
akrabalık bağları vs kentlerde kaybolma noktasındadır. Kentler tarihsel olarak insanların halkların
kültürlerin erime potasıdır. Biyolojik ve kültürel melezleşmenin ortaya çıktığı alanlardır. Kentsel
alanlarda ikincil ilişkiler hakimdir bireyler bir tarafından özgürlük ve bağımsızlıklarını kazanırken br
taraftan kendini ifade etme yeteneklerini kaybetmektedir. Anomi ortaya çıkmaktadır. Bir arada
yaşamaktan kaynaklanan fiziksel yakınlık sosyal yakınlığa dönüşememektedir. Kentleşme bir yandan
çok farklı insanları bir araya getirirken öte yandan kalabalık yalnızlar ordusu ortaya çıkarır. Hızla
gelişen teknolojik gelişme ve kentleşmeyle insanoğlu bazı tehditlerle karşılaşılır. Kentlerin adeta bir
beton yığınına dönen niteliği sebebiyle insanların yaşamaktan mutlu olduğu bir alan oluşturulmak
amaçlanmalıdır. Kültürel değişim kaçınılmazdır ancak toplumun yararına milli değerleri koruyacak ve
sosyokültürel yapıyı koruyacak biçimde gerçekleşmesi gerekir. Ancak bu şekilde sanayileşme ve
yaşam tarzında modernleşme ve sağlıklı bir kentleşme ortaya çıkacaktır.
KENT TOPRAKLARI VE ÇEVRE SORUNU

Kentleşme, bir yönüyle var olan kentlerin alanca büyümesi ve yeni kentlerin oluşması olarak da
tanımlanmaktadır. Bu açıdan kentleşme ve kent oluşumu, bir toprak kullanma «arazi kullanış»
sorunudur. Doğa-insan ilişkileri içinde düşünülmesi gereken bu olgu, bir yandan doğanın yeniden
yaratılamayan veya çoğaltılamıyan toprağın, öte yandan hava, su, bitki örtüsüyle toprağın
tamamlayıcı unsurlarının nasıl bir denge içinde biçimleneceği veya biçimlenmesi gerektiği sorununu
ortaya çıkarmaktadır.

İnsan-doğa ilişkilerinin pazar mekanizması içinde düzenlenmesi, arazi kullanmada etkinlik-sosyal


adalet-çevre korunması üçlüsündeki bilinen çelişkiyi doğurmaktadır. Başka bir deyişle marjinal
yararlanma, kaynakların dengeli dağılımı ve kaynakların toplum yararına kullanılması, çevre koruması
birbiriyle bağdaşamamaktadır. Aslında sorunun kökeni mülkiyettir.

1. Doğal kaynaklar:

Doğal kaynaklar kavramı, doğal orijinli olduğu kadar (yeraltı ve yerüstü, işlenebilir kaynakların tümü)
insan orijinlidi r de. Bu, insanın kendi çabasıyla kendi ihtiyacını tatm in ilişkisini geliştirmesinden
dolayıdır. Kaynak kavramı, bir işleme veya bir fonksiyonla ilişkili olup, emeğin somut yansımasıdır.
Özetle, doğal orijinli doğa ile insan orijinli emek birleşerek «kaynak» kavramını anlamlaştırmaktadır.
Ancak bu ilişki, somut bir üretim louşturmakta ise de toplumsal anlamda dengeli, dengesiz, çevre
yararlı veya çevre zararlı olabilmektedir.

2. Çevre :

Çevre kavramı, organizma ve kişiyi etkileyen ve çevreleyen tüm dış ortamı veya şartları içerir.
Webster'e göre daha dar anlamda «Bir organizmanın gelişme ve hayatını etkileyen etkenler ve tüm
dış koşulların toplamıdır». Bu haliyle çevre, doğal kaynakları da içeren işlenmemiş veya işlenmiş,
yapılanmamış veya yapılanmış doğa ile maddî kültür öğelerin in birilkte oluşturduğu topyekûn
ortamdır. Çok daha basit bir anlatımla çevre, insanın evinden başlayıp mahallesine, kentine ve
ülkesel sınırlarına kadar uzanan bir dış ortam veya koşullardır. Çevre kaynaklarına veya niteliklerine
verilen değer onun kıtlığı ve bir dizi kültürel, teknolojik, nüfus yoğunluğu gibi faktörlerin etkisinde
değişir. Bütün bunların sonucu olarak denebilir k i kaynakların gördüğü fonksiyon ve fonksiyonun
insanlara sağladığı yarar onun değerini tayin eder. Çevre, insanların ve diğer canlıların hayatları
boyunca ilişkilerini sürdürdükleri karşılıklı olarak etkileşimde bulundukları fiziki, biyolojik,
sosyal,ekonomik ve kültürel ortamdır.(geniş tanım) Yeryüzünde ilk canlı ile birlikte varolmuştur.

Bireysel ve ülkesel olmaktan çok evrensel bir nitelik taşımaktadır. İnsanın içinde yaşadığı
ortamdır(genel anlam)

Doğayı ve içinde barındırdığı ekolojik ortamı ifade eder. (dar anlam)

Bu ortama yaşamı destekleyen sistemler denir. Bu sistemler genel olarak su, hava ve toprağın içinde
ve üzerinde canlıların hayatlarını sürdürmelerine olanak yaratan tüm canlı ve cansızları ifade eder.

En geniş tanımıyla çevre insanla birlikte tüm canlı varlıklar tüm cansız varlıklar ve canlı varlıkların
faaliyetlerini etkileyen veya etkileyebilecek fiziksel, kimyasal ve biyolojik nitelikteki tüm etkenlerdir.

Çevre, bir organizmanın dışında olan her şeydir. Fiziksel, biyolojik ve sosyal çevre olarak 3e ayrılır.

Çevreyi doğal ve yapay çevre olarak iki şekilde inceleyebiliriz. Doğal çevre : doğal etki ve güçlerin
oluşturduğu insan müdahalesine maruz kalmamış ve böyle bir müdahalenin henüz değiştiremediği
tüm varlıkları ifade eder. Doğal çevre yaygın olarak yeryüzünde doğal olarak bulunan tüm canlı ve
cansız varlıkları ifade eder. Doğal çevre insanlar tarafından ileri derecede etkilenmiş olan alanları ve
bileşenleri kapsayan yapay çevrenin karşıtıdır. Bir coğrafik alan üzerindeki insan etkisiyle belirli bir
sınırlı düzeyin altında kaldığında ancak doğal çevre olarak kabul edilmektedir.

Yapay Çevre: İnsanlığın başlangıcından günümüze uzanan toplumsal ve ekonomik gelişim sürecinde
büyük ölçüde doğal çevreden yararlanılarak insan elinden tüm değer ve varlıkları kapsar.

İnsan nüfusu arttıkça ve gelişme ilerledikçe nüfusun etkinlikleriyle doğal çevre çabuk gelişen bir hızda
değişmektedir ve yapay çevre olarak adlandırılan hale gelmektedir.

3. Toprak-Arsa:

Genel olarak toprak bütünü taşıdığı fonksiyon ve üretim amacına göre ikiye ayrılabilir:

a) Tarımsal üretimin yer aldığı topraklar,

b) Kentleşme olgusunun biçimlendiği ve yapılandığı topraklar. İkincisi genellikle imar hudutları veya
belediye hudutları içinde kalan, imar hukukunun mülkiyeti düzenleyici koşullarına bağlı veya imar
planının getirdiği koşulların yerine getirilmesi gerekli topraklardır. Bu statüye giren topraklar artık
«arsa» niteliği kazanmıştır. Tarım topraklarıyla arsa arasındaki bu ayırım kalıcı ve sürekli değildir.
Kentleşmenin boyutları tarım topraklarının zaman içinde çeşitli işlemlerle arsa niteliğine
dönüşmesinde önemli etken olur.

Arsa, belediyenin üzerinde yapılaşmaya izin verdiği bir toprak parçasıdır.

Arazi, üzerinde toprak uygulaması geçmeyen toprak parçasıdır.

4. Mülkiyet:

Taşınır ve taşınmaz mallar üzerinde kanunların saptadığı tasarruf etme hakkı olarak tanımlanır.
Konumuzda bu tasarrufa esas olan obje «toprak - arsa»dır. Mülkiyet hakkının kullanılması veya el
değiştirmesi, sınırları ile biçimi ana sorunun temelidir. Piyasa mekanizmasının egemen olduğu iktisadi
sistemlerde kişiler kaynaklarını kendilerine en fazla yarar sağlayan mallara yöneltirler. Mülkiyetin bu
anlamda kullanılması kamu veya toplum yararıyla çelişir. Çevre sorunları bu çelişmelerden
kaynaklanmaktadır. İleride tekrar konuya dönmek üzere mülkiyetin kullanılmasıyla ilgili kavrama da
değinelim. Mülkiyet kavramının geçirdiği evrim bu hakka müdahale etmek gereğini zorunlu kılmıştır.
Bu nedenle ortaya «kamu yararı» ve «toplum yararı» kavramları çıkmıştır. Kamu yararı kamulaştırma
işleminin temel taşı olarak özel mülkiyetin güvenceye bağlandığı dönemden beri kullanılmaktadır.
Topluma, devlet olmanın gereği olarak hizmet götürmekle yükümlü olan devletin özel mülkiyet
üzerindeki haklarını belirlemekte veya ortaklık şartlarını simgelemektedir. Yeni olan toplum yararı
kavramı ise Anayasanın 36. maddesinde «Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı
olamaz» şeklinde yer almıştır. Kamu yararı kapsamından daha geniş olan bu kavram sadece devletin
hizmet götürme gereklerini karşılama amaçlı değil, fakat bir hakkın kullanılmasında «topluma zarar
verici», «aşırı kazanç sağlayıcı», «toplumun mülk sahibine yapma görevini verdiği eylemleri
yapmama» gibi tasarrufları da önleme yetkisini vermektedir. Örneğin; konut sorunu bulunan bir
ülkede kent toprağının arsa olarak boş bekletilmesi toplum yararına aykırı bir kullanmadır.

Kamu yararı, mülkiyet hakkının söz konusu olduğu kurulu düzenin yeniden üretimiyle ilişkili olup özel
mülkiyete dayalı meta ekonomisinin ortadan kalkmasıyla anlamını yitirecek bir kavramdır.

Kamu yararı, özel mülkiyetin bulunduğu alanda varolur. Sistemin yeniden üretimiyle ilişkili bir
alandır.

5. Piyasa mekanizması :
Kapitalist ekonomi sisteminin geçerli olduğu ve bilinen serbest rekabet koşullarında tüketim veya
kullanmaya konu olan malların alınıp satılmasını ve üretime tahsisini düzenleyen mekanizmadır. Bu
mekanizmada kişiler, kendi kaynaklarını kendilerine en fazla yarar sağlayan mallara yöneltirler ve
taleplerinde bir tercih sıkalası meydana getirirler. Bu sıkalada esas, mahdut malların herbirine
harcanan her liranın maksimum yarar getirmesidir.

Talebin yöneldiği kaynağın nadirleşmesi ve rekabet oluşturması doğaldır. Rekabet ise bir başka
ekonomi prensibini «fırsat maliyeti»ni oluşturur. Çok basit bir ifade ile eğer bi r kaynak faaliyette
kullanılıyorsa onun kullanılışı bütün diğer rekabet eden faaliyetlere öngelmelidir. Kaynak bir faaliyete
ayrıldığında belirli bir maliyet - yarar tercihi var demektir. Sonuç olarak denebilir k i piyasa
mekanizmasında kaynakların bir faaliyete tahsisi kârın maksimize edilmesi amacına dönük fırsat
maliyeti ile maliyet - yarar prensibinin çalışması sonucu oluşur. Bu nedenle bir çok çevresel sorunlar
(kaynak tahsisindeki salt ekonomik prensipler dolayısıyla) çevresel kaynakların kullanma rekabeti ile
ilgilidir.

Çevre Sorunlarının Ulaştığı Boyutlar

1. Sanayi ve çevre sorunları :

Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde, sanayileşmenin getirdiği mekânsal kullanış çevre sorunlarının
başlıca nedenlerinden bir i sayılmaktadır. Bu konuda yapılan araştırmalar hava, su, deniz ve toprak
zehirlenmesinin dünyanın yakın geleceğini tehdit ettiğini belirlemektedir. Roma Klübü Raporu
(Meadows Raporu) doğal kaynakların hızla tükendiğini, nüfusun bileşik oranda arttığını, çevre
kirlenmesinin ve kirl i birikimlerin (pollusion) âfet haline geldiğini bilimsel verilerle kanıtlamaya
çalışmaktadır. The Limits to Growth adlı yayına göre, çılgın sanayi yarışı ve yanlış arazi kullanışı
durmalı, doğumlar kontrol altına alınmalı, kentlerin büyüme ve kirlenmesi, havanın, su - yun ve
toprağın zehirlenmesi mutlaka önlenmelidir. Sanayi artık ürettiği mallarda çevre kirlenmesi
faktörünü bir maliyet faktörü olarak hesaba katmalıdır. Aksi halde 2050 yılında insanlığı felâketler
beklemektedir.

2. İskân ve çevre sorunları:

Kentleşmenin hızla sürdüğü veya belirli bir düzeye ulaştığı ülkelerde «kalabalıklaşma» nın mekânsal
yansıması olan iskân ve standartları da, içinde yaşanılan sosyal ve fiziksel çevrede bozukluklara ve
mutsuzluklara yol açmaktadır. Bu konuda şehirsel konutlarda yapılan araştırmalar, kişi başına düşen
mekânsal birimlerle sosyal fiziki çevre mutsuzlukları arasında güçlü bir bağıntının varlığını ortaya
koymuştur. Örneğin kişi başına kullanılan mekân 8-10 m2 'nin altına indiği yerlerde çevre
mutsuzluğunun ik i katına çıktığı, 14 m2 'nin üstüne çıktığında ise mutsuzluğun oluş derecesinin
artmaya başladığı saptanmıştır. Kalabalıklaşmanın getirdiği iskân sorununun, çöp, pis su, hava
kirlenmesi, ulaşımın doğrudan ve dolaylı etkileri ile dinlenme alanlarındaki standartların düşmesini
ayrı ayrı açıklamaya gerek yoktur.

Kentsel Toprakların Kullanılması

Kent yapısını açıklamaya çalışan iktisatçılar, kentsel gelişmeyi ve kentte oluşan ekonomik eylemlerin
mekânsal yansımasını iktisat'ın geleneksel temeli olan denge kuramı üzerine oturtmaktadırlar.
Kentsel gelişme süreci, özünde iktisadi bi r olaydır ve çeşitli kentsal faaliyetlere ayrılacak kent
topraklarını arz-talep ilişkilerine ve en düşük maliyet esasına göre piyasa mekanizması düzenler.
Kentsel arazi kullanışında tayin edici ve açıklayıcı mekanizmanın bu geleneksel iktisat kuramı
olduğunu kabul edenler, yine aynı çerçeve içinde kalarak, mekanizmaya başka faktörler sokmuşlar,
bazı iktisat kurallarını temel varsayımlardan fedakârlık yapmadan kuramı zenginleştirmişlerdir.
Örnek:

1. Kentsel arazi kullanışında etken faktörün ulaşım olduğunu kabul edenler, «ulaşım talebi»
kavramını geliştirerek, özellikle iskân alanlarının oluşumu ile yoğunlukların dağılımını ulaşım maliyeti
ile açıklamaktadırlar. Başka bir deyişle oturulan mekânı denetliyenlerle mekân talebi olan ailelerin
diğer geçim şartları aynı kalmak şartıyla ulaşım maliyetini dikkate alarak kendi yararlarını en çoğa
çıkaran denge hali, mekânsal dağılımı biçimlendirecektir.

2. Fırsat maliyeti de kentsel topraklarda fonksiyonlar arası yarışmayı sağlayan ve karar vermede
etken olan bir kural olarak benimsenmektedir. Buna göre parselin veya toprağın birden fazla
yararlanma olanağı varsa ve bunlar için yarışabilir maliyetler söz konusu ise, fonksiyonlar arası
rekabet vardır ve maliyet - yarar prensibi fonksiyonu tayin edecektir.

3. Dışsal Ekonomiler ve Zararlar prensibi de özellikle kentsel çalışma alanlarının (sanayi yerleşmeleri
ve kent merkezinde) mekânsal oluşumu açısından pazar mekanizması içinde düşünülmektedir.
Çekme ve itme güçleri olarak da değerlendirilen bu prensibe göre birbirine çeşitli ekonomik girdiler
veya pazar sağlama açısından yarar yaratan iktisadi birimler birlikte yerleşme eğilimi gösterirler. Bu,
zaten kârın maksimize edilmesi amacıyla sıkı sıkıya ilgilidir. Dış ekonomilerin dış zararlar haline
dönüştüğü veya dezavantaj yaratmaya başladığı doymuş alanlar ise, itme etkisi veya dışa atma
eğilimi gösterir. Bu takdirde yeni alanların açılması veya rakip çalışma alanlarının doğuşu veyahut da
dağınık yerleşme söz konusudur.

4. Mekândan yararlananların kent toprakları üzerinde dağılımı «artırma fiyatı eğrileri» (bid price
curve) ile açıklanmaktadır. «Kent toprakları kent merkezinden başlayarak, sanki açık artırmaya
çıkarılmış gibidir. Açık artırmalarda iler i sürülen fiyatları yansıtan bu eğrilerden yararlanarak
merkezdeki arazi, bir sonraki tercihe konu olan alternatif arazilerle karşılaştırılır. Bu ikinci alternatif
tercih, orada yerleşmeye karar veren kullanma biçimi için marjinal kuruluş yer i ve fiyat
kombinezonudur.»

5. Kent topraklarının arz kesiminde, kamu harcamalarıyla oluşturulan alt yapının belirli bir ağırlığının
bulunduğunu ve yukarıda belirttiğimiz dört örneğin de içinde yer alabileceğini belirtmekte yarar
vardır. Alt yapı için yapılan harcamalar toplumun bütçesinden çıktığı halde doğrudan ve dolaylı olarak
pazar mekanizması içinde yararlananlar hiç bir şey ödememektedir. Konuyu çevre sorunu açısından
alırsak, kentlerde oluşan dışsal yararlar genellikle özel girişimciler tarafından toplanmakta, zararlar
ise çoğu kere topluma maledilmektedir.

Pazar Mekanizması Analiz Yöntemlerinin Çevre Unsurlarına Uygulanması

1. Arz-Talep

Pazar mekanizmasının temeli olan arz ve talep kanunlarında, marjinal analizlerin çevre konularına
uygulanması, konunun niteliğinden dolayı özellikler gösterir. Örneğin, çevre unsurlarının
çoğaltılamama özelliği arzı sabitleştirir. Bunlardan bir i olan arsanın değeri, çok çeşitli faktörlerin
etkisi altında oluşur. Arsanın nitelikleri ve bu çok çeşitli faktörler, arsaya olan talebi de oluşturur.
Dolayısıyla arzı sabit dahi olsa, nitelik ve faktörlere göre oluşacak talep bulundukça, bir arsa
piyasasından söz edilebilir.

Ancak, bu analizler çevre nitelikleri açısından yapıldığında bazı kabullerden hareket etmek, bazı
faktörleri değişmez kabul edip sadece çevre niteliklerinin değişmesi halinde, arsa talebinin ve
değerinin ne olacağını araştırmak gerekecektir . Örneğin, bir kentin etrafında bulunan arazilerin
değeri, çevre özelliklerinin değişmesine göre nasıl bir değer kaybı veya değer yükselmesine neden
oluyor şeklinde bir analiz yapmak istiyorsak, arsa değerini etkileyen diğer faktörlerin değişmediğini
kabul ederek, sadece haya kirlenmesi veya doğanın bozulması faktörünü esas alarak, diğer
değişmelerini ölçmemiz gerekir. Bu tür analizlerde kirlenme ve çevre bozulması olayı ile arsa
değerleri arasında güçlü bir korelasyonun bulunduğu bazı araştırmalarda saptanmıştır. Genel kural,
kent merkezinden uzaklaşıldıkça arsa değerlerinin uzaklığa paralel olarak düştüğü şeklindedir. Ancak
herhangi bir noktada meydana gelen kirlenme veya çevre bozulması olayı, bu noktanın etki alanı
içerisinde değerlerin ortalamanın altına düştüğünü göstermektedir. Ancak arsa darlığı arttıkça bu
düşüşler daha az olmakta ve bu sefer önleme veya giderme önlemleri alınarak değerler
yükseltilebilmektedir.

2. Yarar-Maliyet

Pazar çözümlemelerinde en uygun analiz yarar-maliyet tekniğidir. Örneğin, her türlü çevre
kirlenmesi bir veya birden fazla ekonomik faaliyetin ürünüdür. Bu faaliyetler bir şey üreten bir veya
birden fazla firma veya iskân yerleşmesi veyahut da her ikisi birden olabilir. Bu takdirde temiz çevre
unsurlarına birden fazla talep vardır. Talebin karşılanması ise ya yeni bir çevreye nakil veya çevreyi
temizlemekle ortaya çıkacak maliyete katlanmayla olur. Her ik i halde de bir talep ve katlanılması
gereken bir maliyet vardır. O halde yapılacak analiz, alternatifler için bir yarar-maliyet aralizi
olmalıdır. Ancak bu analiz marjinal analiz olacaktır. Yani katlanılacak maliyetin ilâve her birimi için
sağlanacak ilâve yarar ne olacaktır? Bunun sonucu çevreden yararlanma olanaklarını alternatifler
şeklinde verecektir.

3. Analiz güçlükleri

Güçlüklerden bir i çevre unsurlarına doğacak talebi rakamsal ifadelere kavuşturmak, başka bir deyişle
talebi ölçmektir. Pazara konu olan, yeniden üretilebilir malların talebini istatistikle belirlemek
mümkündür. Fakat bir çok çevre talebini bu şekilde ölçmek olanaksızdır. Bu konuda sadece
gözlemlere dayanılabilir. Kamu oyu yoklamaları da bu konuda eğilim belirleyebilir. Bir diğer güçlük de
yarar-maliyet analizleri sonucunda, çevreden yararlanma olanakları alternatifler şeklinde
belirlenince, her alternatifin maliyetine kimlerin nasıl katlanacağının veya maliyetlerin nasıl
dağılacağının saptanmasıdır. Denebilir k i şüphesiz talep doğuranlar katlanacaktır. Başka bir deyişle
kirlenmeye neden olanlarla, temiz çevreyi talep edenler bunun fiyatını ödeyecektir. Maliyetin
dağılımı için âdil çözümler bulmak çok güçtür. Sorun pazar mekanizmasındaki adaletsizliğin bu
konudaki devamıdır. İyi bir kamu yönetimi, tıpkı diğer hizmetlere talep yaratanlara nasıl bunun
maliyetini ödetiyorsa, aynı yolları burada da deneyebilir.

4. Temeldeki eleştiri

Çevre unsurlarına pazar çözümlemelerini veya analiz yöntemlerini uygulama güçlüklerine yukarıda
değinildi. Ancak her şeyden önce böyle bir pazara sahip değiliz. Tüketici, çevre unsurlarının fiyatını
bilmemektedir. Bu açıdan karar verme güçlüğü vardır. Halbuki pazarda bir i ne öderse karşılığında
onu almaktadır, ve bu bir alış-veriş meselesidir. Oysa bir kişinin teneffüs ettiği havayı diğeri de
teneffüs eder. Başka bir deyişle fizik şartların kaynak olarak belirlediği çevre unsurları arzı sabit,
talebi ise kollektif niteliktedir. Bu nitelikteki bir talebe karşı sınırlı bir çevre vardır. Bu nedenlerle
toplu veya tek faydalanma veya ödeyerek faydalanma konusu bir mülkiyet hakkı ve hakkın teknolojik
değişme ve toplum yararlı davranışlarla sınırlandırılması sorunudur.
Çevre Sorununda Bir İstanbul Örneği

Haliç, bir planlama kararıyla sanayi ve diğer ekonomik eylemlerin kullanışına açılmadan önce,
İstanbul'un ve çevresinin rekreasyon ihtiyacını karşılayan çevre standartları yüksek bir alandı. Söz
konusu karardan sonra, özellikle iki tür ekonomik eylemin yoğunlaşma alanı haline dönüşmüştür.
Bunlardan bir i ticari ve sanayi depolama, diğeri de sanayi kuruluşlarıdır. 1970 yılı başlarında yapılan
bir araştırmaya göre, Haliç'i çevreleyen kara yolu ile deniz arasındaki alanların % 22'si depolama, %
67'si ise sanayi işyerleri ile doludur. Bugün Haliç çevre kirliliğinin en yoğun olduğu alanlardan biridir.
Pazar mekanizması içinde, liman-ticaret merkezine yakınlık - su yolu ucuzluğu ve kara bağlantılarının
oluşturduğu dış ekonomi avantajlarının böyle bir sonucu getirmesi çok doğaldır. Şimdi artık çevre
kirliliği ve bazı avantajların dezavantaja dönüşmesi, bu alana talebi çok düşük düzeye in ­ dirdiği gibi,
dışa atma eğilimleri de gözlenebilmektedir. Yıllardır kamu, Haliç sorununu çözmeyi düşünmekte veya
olanaklar aramaktadır. Ancak daha iyi bir çevreye nakil, çevreyi iyileştirme vb. sorunların çözümü için
gerekli maliyeti kimler, hangi kaynaklar kullanılarak yüklenecek veya ödenecek sorunu ortada
durmaktadır. Bu somut örnek yukarıda değindiklerimizin tipik tartışma alanıdır.

Pazar Mekanizması İçinde Önlemler

Pazar mekanizmasının geçerli olduğu ekonomilerde, etkinlik - sosyal adalet - çevre korunmasının
birbiriyle çelişen şeyler olduğuna daha başlangıçta değinilmişti. Çelişkiyi yumuşatmak, hiç olmazsa
ikinci grubu güçlendirmek, azgelişmiş ülkelerin yapısal özellikleri açısından çok önemlidir.

Toprakların kullanılmasıyla ilgili önlem ve öneriler :

1. Kent topraklarının toplum yararına kullanılmasını özendirici önlemler almak.

2. Cezalandırıcı ve önleyici önlemler almak.

a) Mali politikalar olarak, toprağın artık değerinin geri alınması, arsalardan vergi alma, alım satım,
gayrimenkul değer artışı vergisi gibi.

b) Kamulaştırma, millîleştirme, mülkiyeti sınırlama gibi mali olmayan politikalar.

Çevre iyileştirmesi ve korunması için yapılan öneriler:

1. Çevre iyileştirmesi ve kaynakların değerlendirilip korunması için bir fon oluşturulması.

2. Bu fonun endüstri ve yerleşme alanları için bir özendirme aracı olarak kullanılması (prim verme).

3. Çevre kirlenmesini önleyici sınırlayıcı önlemler getirmek (kanun, kararname, yönetmelikler).

4. Pisliklerin dışarı atılmasında temizleme önlemleri veya yükümlülükleri getirmek.

5. Girişilecek tüm eylem ve önlemlerden doğacak maliyetleri ekonomik güç, neden olma ve neden
olanın çevreyi kullanmaktan dolayı elde ettiği yarar oranında kamu, firma ve kişilere yansıtmak.
AFET : Ülkeler ve insanlar için fiziksel,sosyal ve ekonomik kayıplara neden olan normal yaşamı ve
insan faaliyetlerini durdurarak veya kesintiye uğratarak toplulukları olumsuz yönde etkileyen
doğal,teknolojik ya da insan kökenli olaylardır.

Bir olayın afet olarak adlandırabilmesi için insan toplulukları veya yerleşim yerleri üzerinde kayıplar
meydana getirmesi, insan faaliyetlerini durdurarak ya da kesintiye uğratarak bir ya da daha fazla
yerleşim yerini etkilemesi gerekir.

Afet, olayın kendisinden çok doğurduğu etkiler üzerine odaklanılmaktadır.

Büyüklüğü ise neden olduğu can ve mal kaybı üzerinden ölçülmektedir.

Afetin kaynakları sosyal yapı ve sosyal sistem ile bağdaşır. Kökeni arapçadır. Büyük bela,yıkım olarak
tanımlanır.

Afet,insanlığın sosyoekonomik ve sosyokültürel etkinliklerini kesintiye uğratarak büyük can ve mal


kayıplarına neden olan ekosistemlerde onarılması uzun yıllar gerektiren çok büyük yıkımlara ve yok
oluşlara neden olan genellikle hızlı gelişen doğa olayıdır.

Tehlike ise insanların beklemediği ve kontrol edemediği büüyklükteki doğal olaylara verilen isimdir.
Doğal tehlike denir. Doğal tehlike insanların yaşamını faaliyetini tehdit eder. Yaşamda değişikliğe
sebep olabilir. Doğal riskler bireye,topluma, sosyoekonomik yaşama zarar verdiği noktada doğal afet
olarak nitelendirilir. Örnek: deprem,sel,kasırga gibi fiziksel bir olay sosyal sistemin işleyişine ve
teknolojik ürünleri negatif olarak etkilemesi açısından doğal afet olarak tanımlanır.

Doğal afetlerin dolaylı etkileri :

Zararları tamamen giderilmesi mümkün olmayıp insanın yaşam tarzını da değiştirebilmektedir.

Doğal afetlerin insan yaşamında etkisini azaltmanın ilk adımı bir doğal tehlikenin ne zaman nerede
niçin ve nasıl olacağını anlamak ve araştırmaktır.

AFET TÜRLERİ

Toplumların gelişmişlik düzeyine göre değişkenlik gösterir.

Doğal ve doğal olmayan afet olarak ikiye ayrılmaktadır.

1968 yılında yapılan değişiklikle deprem,yangın,sel ,çığ,toprak kayması gibi afetlerde yapıları ve kamu
tesisleri genel hayata etkileyecek kadar zarar veren ya da görmesi muhtemel yerler hakkında bu
kanun hükümleri uygulanır. (7269 sayılı umumi hayatı müessir afetler dolayısıyla alınacak tedbirler
ve yapılacaklar)

Doğal tehlikeler genelde önlenemez niteliktedirler.

Uluslararası organizasyonlar çevre ve yapılı çevre üzerinde insanları uyarmaktadır. BM, EKONOMİK
İŞBİRLİĞİ VE KALKINMA ÖRGÜTÜ, BM’YE BAĞLI HABİTAT, DÜNYA BANKASI,AFET AZALTMA VE
İYİLEŞTİRME İÇİN KÜRESEL HİZMET BİRİMİ, ULUSLARARASI KIZILAÇ VE KIZILAY TOPLULUK VE
FEDERASYONLARI

Geleneksel afet yönetim sisteminden afet risk yönetim sistemine dönüşü öngörür. Dönüşümün
önemli somut göstergeleri :

Uluslararası kuruluşların gerçekleştirmiş olduğu çeşitli örgütlenmeler ve duyurular. Örnek: BM 1990-


2000 yıllarını doğal afetler etkilerini azaltma olarak ilan etmiştir.
Joenesburg 1992de güney afrikada düzenlenen uluslararası organizasyonda kabul edilen planın
yayınlanması gerçekleştirilmiş. 21.yyda dünyanın daha güvenli bir hale gelebilmesi için
bütünleştirilmiş, çoklu tehlikeleri öngören kapsamlı afet yaklaşımına ihtiyaç olduğu belirlenmiştir.

1994de uluslararası yukoyama konferansında afetlerle mücadelede yeni strateji ve prensiplerin


belirlenmesi

1994 dünya konferansında bu prensiplerin daha güvenli bir dünya için yukoyama stratejilerinin
hayata geçirilmesi planlanmıştır.

Geleneksel Afet Yönetim Yaklaşımı :

Afet olaylarının can ve mal kaybına neden olmaması ya da bu kayıpların azaltılması için afet öncesi
ve sonrası alınacak önlemleri ayrı ayrı ve bütünleştirici bir sistem olarak içerir.

Afetle mücadelede 4 safha belirler.

1- Sakınım
2- Hazırlıklı olmak
3- Müdahale
4- Iyileştirme

Sakınım ve hazırlıklı olmak afet öncesi ve proaktiftir.

Müdahale ve iyileştirme ise afet sonrası ve reaktiftir.

Mevcut geleneksel afet yönetimi ve stratejileri yetersiz ve etkinliği sorgulanabilirdir günümüzde.

Afete bakış parçacıldır. Afet yönetimi birbirinden bağımsız ve sürekliliği yoktur. Afet öncesi ve afet
sonrası olarak ikiye ayrılmaktadır.

Afetlerle mücadele yaklaşımlarının evrimi doğal olarak afet deneyimleri ve geçmiş afetlerden
edinilen bilgi ve alınan dersler ile gelişmektedir. Her afet etkilediği toplum üzerinde bir takım
izler bırakır ve bir takım ders alınması gereken neticeler doğurur. Ancak geniş alanı etkileyen,
ağır hasar veren bazı afetler diğerlerine göre etkiledikleri toplumlar üzerinde kapanması güç
yaralar da bırakabilmektedir. örneğin 1979 tüm yıl Island Nükleer Tesis kazası,1980 volkanik
dağ patlaması, 1984'te hindistan'da kimyasal malzeme üreten tesiste yaşanan patlama. İşte
1985 mexico city depremi, 1985 çernobil nükleer patlaması gibi olaylar.Bu.Tarz yeni toplum
üzerinde çok büyük etkiler bırakan afetler dir.

Geniş ölçekli afet olayları sadece az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülke ekonomilerini değil,
gelişmiş ülke ekonomilerinde de ciddi sarsıntılara sebep olmaktadır.

Afetlerin artış eğilimi gösteren etkilerinin özellikle ülke ekonomileri üzerindeki ağır baskısı,
afet risklerinin azaltılması konusunu çok daha karmaşık ve zor bir süreç haline getirmiştir.
Japonya da örneğin iki yüz on 1.8 milyar amerikan doları gerçekleşmiş, bunun amerika birleşik
devletleri'nde ve elli 8.3 milyar amerikan doları ölçeğinde 2011 yılında meydana gelen
ekonomik etkilerde ülke örneklerine baktığımızda işte tayland da kırk nokta üç yeni zelanda da
yirmi nokta sıfır gibi oranlarla karşılaşıyoruz. Gayri safi yurtiçi hasıla üzerinden baktığımızda ise
tayland da yüzde 12.7, yeni zelanda da yüzde 1.8, el salvador'da yüzde 4.7, kamboçya da
yüzde 4.6, japonya da 3.9, kolombiya da 2.8, 0 Gibi değerlerle karşılaşıyoruz. Orta ve üst gelir
grubunda endekslenmiş ülkelerde diğer ülkelere göre daha gelişmiş afet korunum, kaynak ve
yaklaşımlar olmasına rağmen 2011 yılında meydana gelen doğal afetlerden ciddi bir şekilde
etkilenmişlerdir. Ancak gayri safi yurtiçi hasıla oranlarına göre sıralandığında ise az gelişmiş
ülkelerin afetten etkilenme noktasında listenin başında yer aldığını görüyoruz. Evet, geçmiş
deneyimler, afet sonrası çalışmalara ağırlık veren geleneksel afet yönetim yaklaşımının
etkisizliği ve yetersizliğini, özellikle geniş ölçekli afetler sonrası uluslararası alanda daha iyi
kullanabilmesini sağlamıştır. Afet yönetiminde geleneksel yaklaşımının yürütülmesinde uzman
organizasyonların oluşturulmasından önce genel olarak sivil toplum savunma ve koruma
birimleri önemli roller üstlenmiştir. Bu birimlerin kuruluş felsefesi ve görev tanımlamaları
yoğunlukla bir afet olayından sonra üzerine endeks denmektedir. Sivil savunma ve sivil
korunma sistemlerinin aslında geleneksel afet yönetim sisteminin temelini oluşturduğunu
söylememiz gerekir. İkinci Dünya Savaşının yıkıcı etkileri sonrası ve Soğuk Savaş döneminin
getirdiği iki kutuplu dünyada artan ve her zaman canlı olan savaş tehlikesi karşısında sivil
halkın korunması ya da savunulması için oluşturulan bu sistemler, Soğuk Savaş dönemi sona
erdikten sonra 1980'li yıllardan sonra birçok ülkede aktif olarak görev yapmıştır. Sivil korunma
anlayışının aslında savunma kavramından ortaya çıktığını ve hedefinin de ortaya çıkan bir
tehdit karşısında sivil halkın bu tehdidin bertaraf edilmesi sürecinde düzenli olarak yönetilmesi
olduğunu söyleyebiliriz. Benzer şekilde sivil savunma yaklaşımının kökenleri Soğuk Savaş
dönemine dayanır ve aslında bu modelin amacı da kaos ortamında kontrol ve yönetimi
sağlamaktır.

Soğuk Savaş sürecinde ve takip eden dönemde savaş için savunma modelinin afet için
savunma modeline dönüşmesi de geleneksel afet yönetim sisteminin önemli bir aşamasıdır.
Evet, özellikle geçmiş elli yıllık süreç içerisinde sivil savunma, acil durum yardımı, ajite
müdahale ve yardım, insani yardım, acil durum yönetimi, afet sakındırma ve korunma gibi
isimler afet yönetiminde ağırlıklı kavramlar haline gelmiştir. Ancak afet yönetim yaklaşımındaki
bu evrilme, henüz geçmiş sivil savunma anlayışının güçlü ve baskın karakterini taşımakta ve
afet yönetimi ağırlıklı olarak acil durum yönetimi ve afet sonrası çalışmalar üzerinden
sürdürülmektedir. Dolayısıyla da bu yaklaşımın öne çıkan bileşenleri müdahale ve yardım, afet
yardımı, ilk yardım, acil ve geçici barınma faaliyetleri olarak belirmektedir. Bu aşamaların
devamında ise yeniden yapım faaliyetleri yer almakta, ancak bu faaliyetler tekrar eden afet
olayları ve potansiyel afet tehlike ve risklerin azaltmada çok geçerli ve kabul edilebilir
çözümler sunmamaktadır. Bu sebeple afet yönetim politika ve yaklaşımlarında özellikle
doksanlı yıllardan itibaren önemli değişimler yaşanmaya başlanmıştır. Modern afetler çok daha
karmaşık ve farklı fenomenler şeklinde karşımıza çıkabilmektedir. Dolayısıyla bunları anlamak,
analiz etmek ve hazırlıklı olmak için çok daha gelişmiş ve güçlü bir afet yönetim politika
stratejilerine ihtiyaç duyulmaktadır. Evet, mevcut geleneksel yöntem aslında teknokratik dir.
Sadece tehlikenin kendisine odaklandığı için bu tehlikeyi meydana getiren asıl sebeplere ve
krizi yaratan temel nedenlere odaklanmaktadır.

Dolayısıyla bütünleşik ve kapsamlı bir modelin gerekliliğini bir kez daha vurgulamamız
gerekiyor. Afet tehlikesini ve bu tehlikenin ortaya çıkardığı risklerin algılanması, analiz edilmesi
ve buna uygun salınım yaklaşımlarının geliştirilmesi gerekmektedir. Geleneksel yaklaşımların
devleti iyileştirici konumda tutup afet yönetimini müdahale organizasyonları ile sınırladığı,
dolayısıyla da toplumun kadercilik anlayışını teşvik ettiği de öne sürülmektedir. Oysa yeni
anlayışın toplumu afetlere karşı dirençli kılmak hedefiyle iyileştirici devlet anlayışından
koruyucu devlet anlayışına dönüşümü amaçladığı da ifade edilmektedir. Yine evet, iyileştirici
devletten koruyucu devlet anlayışına, kaderci toplumdan dirençli toplum anlayışına da
geçilmektedir. Bütün bu deneyimler, geçmiş afetlerden alınan dersler, geleneksel afet yönetim
yaklaşımında afet risk yönetimi yaklaşımına geçişi zorunlu kılmıştır. Dolayısıyla da risk kavramı
afet çalışmalarında öne çıkan ve tartışılan bir kavram haline gelmiştir. Afetlerin artan ve
karmaşıklaşan etkileri karşısında afet yönetimini risk kavramı. Ve dilinden değerlendirmek
gerekir. Ve bu durumda uluslararası arenada sıklıkla tekrarlanmaktadır. Bütünleşik ve risk
anlayışına dayalı bir afet yönetim yaklaşımı, dayanağını afetleri geleneksel afet yönetiminin
tek perspektifli bakış açısından değerlendirmek, analiz etmek ve buna uygun saçılım çalıştırma
çalışmaları geliştirmek imkanı olmadığın üzerinde kurgular. Tehlikenin arka planında yatan
temel sebepleri, toplumların direnç çizdiklerini anlamak için çok disiplinli, bütüncül, riske dayalı
bakış açılarıyla kurumsal yapılanmaların geliştirilmesi gerektiğini ortaya çıkarmaktadır. Ve
yaşanan bu dönüşüm, modern toplumdan risk toplumuna geçiş sürecini yaşayan günümüz
toplumları için aslında kaçınılmaz bir durumdur. Günümüz riskleri iki temel kaynağı dayanır.

Dışsal riskler ve üretilmiş riskler. İstatistikler de deprem, tsunami ve volkanik patlama şeklinde
olabilir. Üretilmiş riskler ise insan kaynaklı ya da teknolojik kirlilik öğelerdir. Dolayısıyla
günümüz risk toplumu her iki tür riskle de mücadele etmek zorundadır. Bu risklerle ayrı ayrı
yüzleşme bildiği gibi karma risklerle de karşılaşmak mümkün olabilmektedir. Özellikle üretilmiş
riskler ve belirsizliklerle karşılaşan toplumun direnç temizlikleri ise bazen siyasi sınırlarını
aşmakta ve çok geniş alanlarda hisse edilebilmektedir. Bu anlamda günümüz riskleri, günümüz
riskleri toplumları karşı karşıya bıraktığı durumun ülke sınırı içerisinde kalmamakta, tüm dünya
üzerinde geniş alanlara etkili olmaktadır. Örneğin küresel iklim değişikliği, kirlilik, ozon
tabakasında yaşanan bozulma gibi. Afet riski yönetimi önceliği afet öncesi çalışmalara
verirken, geleneksel modelin aksine afet olmadan önce proaktif çalışmalar yürütmek,
yürüterek afetin risklerini bertaraf etmeyi, azaltmayı, paylaşmayı hedeflemektedir. Afet risk
yönetiminin temel ve alt bileşenleri bulunmaktadır.

Gözleme optimizasyon güncelleme, risk belirleme, risk değerlendirme, risk analizi, daha
sonrasında riskten kaçınma, risk azaltma, risk paylaşımı gibi risk salınımı evreleri
bulunmaktadır. Risk analizinde risk algısı ve risk tartma evreleri, daha sonra da maliyet ve
faydalar göz önüne alınarak ne kadar bir riskin tolere edilebilir olduğuna dair risk davranışının
gözlenmesi gerekmektedir. Risk belirlemede düzensizliklerin analiz edilmesi, risklerin
sınıflandırılması gerekmektedir.

TÜRKIYE'DE AFET YÖNETIM YAKLAŞIMLARININ TARIHSEL GELIŞIMI


Uluslararası afet politikasında yaşanan dönüşüm paralelinde özellikle 99 marmara depreminin
ağır etki verileri sonrasında türkiye'de afet yönetiminde çağın değişen ihtiyaçları ve afetlerin
artım etkileri çerçevesinde bir takım ölçümler yaşanmıştır.

Türkiye'de afetler tarihi ve afetlerle mücadele tarihiyle i̇lgili ilk yazılı dökümanlara bin dokuz
yüz bin beş yüz dokuz depremi sonrasında ulaşılmaktadır. Osmanlı döneminde yaşanan ve
büyüklüğü 7.6 civarında olduğu tahmin edilen deprem, en çok bilgiye sahip olduğumuz ilk
devlet deprem dir. On üç bine yakın insanın yaşamını yitirdiği, binlerce binanın yıkıldığı
bilinmektedir

Dönemin padişahının utanma anıyla bir takım yapı denetim kuramları ilk kez bin beş yüz dokuz
afeti sonrasında yürürlüğe konmuştur

Bu kurallar resmi olarak kayıtlara geçen afet öncesi riskleri azaltma yönündeki ilk çabalardır.
İşte sahil kesimlerine dolgu zeminlerinin üzerine yapı yapılmaması, ahşap kagir yapıların
üretilmesi konusunda bir zorunluluk getirilmiştir. Depremde ağır taş yığma yapıların en fazla
hasara uğraması ahşap kagir yapının teşvik edilmesine hatta zorunlu tutulma sına sebep
olmuş, ancak tek bir afet tipine göre alınan bu stratejik karar daha sonra başta i̇stanbul olmak
üzere pek çok şehirde başka sorunların doğmasına sebep olmuş ki bu sorunların başında
yangın tehlikesi gelmekte. Özellikle on ve on altıncı ve on yedinci yüzyıllar boyunca tahrip
gücü yüksek büyük yangınlar i̇Stanbul'da sıkça karşılaşılan bir durum olmuş ancak bu afet
olaylarına müdahale son derece yetersiz bir teşkilatlanma ve ancak muadil örgütlenmelerle
sürdürülmeye çalışılmıştır. Bu gelişmelerle birlikte 1720 yılında ilk itfaiye teşkilatının yani
tulum bacılar ocağının bulunduğunu biliyoruz. Artan yangın tehlikesi karşısında da ahşap
ahşap yapı inşası kısıtlı almaya çalışılmış ancak başarılı bulunamamıştır. Marmara depreminde
marmara denizi'nde 1766 yılında meydana gelen 7.2 büyüklüğündeki deprem ve sonrasındaki
tsunami pek çok sahil yapısı ve de tahribata sebep olmuştur. Yangın afetleri ile de uğraşmaya
devam eden osmanlı devleti, 1817 yılında dönemin padişahı tarafından çıkarılan bir ferman ile
zorunlu yangın duvarı inşası kavramıyla tanışmıştır. Bu file tavan ile birlikte bitişik nizam olan
evlerin ara duvarlarının yangına dayanıklı malzemeyle inşası öngörülmüştür.

Bu teknik karar aynı zamanda afet öncesi çalışmalar için de dönemin ilk örneklerinden
sayılabilecek bir uygulamaya işaret etmektedir. Evet, bu dönemde avrupa'da 18 19'uncu
yüzyıllarda hazırlanan hızlanan sanayi devrimi ve yeni kentsel alan yaklaşımları,
sanayileşmenin ortaya çıkardığı kentleri tehdit eden sorunlarla baş edebilme noktasında yeni
stratejiler aramaktadır. Özellikle salgın hastalık sorunu, temiz su ihtiyacının karşılanması, açık
alan ve regülasyon alanlarının ihtiyaçları, yangın afeti gibi problem alanları karşısında batı'da
kentleri sağlıklaştırma, düzenleme, güzelleştirme prensipleri ortaya çıkmış. Bu değişim ve
dönüşümün osmanlı'ya yansıması ise 19'uncu yüzyılın ikinci çeyreğinde daha fazla
yoğunlaşmaktadır. Şimdi yıpranan ve yetersiz kalan, hem üst hem de alt yapı ve buna bağlı
olarak artan afet tehdidi, batı'da görülen kentleşme pratiklerini başta i̇stanbul olmak üzere
osmanlı coğrafyasına da aktarmıştır. Bu anlamda alman asıllı asker ve stratejist von moltke,
i̇stanbul'da osmanlı devleti için özellikle kentin sokak ve caddeleri ile ana ulaşım araçlarını
hedefleyen bir takım plan önerilerinde bulunmuştur. Bu planın içeriğine bakıldığında bir takım
afet önleme yaklaşımları olduğunu görmekteyiz. İşte i̇stanbul'da sıklıkla karşılaşılan yangınlar
ve sırasında yangınlar sırasında büyük sorun doğuran çıkmaz sokakların yapımının terk
edilmesi, mevcutların temizlenmesi, yangına dayanıksız olan ahşap bina yapımından
vazgeçilmesi, yol ve sokakların genişletilmesi gibi stratejiler yer almaktadır.

1839 tanzimat fermanı ve reformları batıda uygulanan yeni şehircilik yaklaşımlarının


osmanlı'daki yansımaları açısından da önemlidir. İşte i̇lm i haber yani yapı ve yollar yönetmeliği
yayınlanmıştır. Takiben bu yönetmelikte ilk kez geniş yolların yapılması ve bu yollar üzerinde
yapılacak binaların yükseklikleri ve kat sayılarına sınırlama getirilmesi söz konusu olmuştur.
Uzun. Evet, söz konusu yapı yönetmeliklerini yangın, deprem gibi en çok hasar veren afetler
için bir takım yapısal önlemler öngörmektedir. 1848 yılında bina tüzüğü ve batı'daki kentleşme
çabaları takip edilmek amacıyla yürürlüğe konmuştur. Bu tüzüğün en önemli hedeflerinden bir
tanesi, yolların genişletilmesi, yangın gibi afetlere karşı yapısal önlemler alınması. 1854 yılında
i̇stanbul'da çıkan aksaray'da çıkan bir yangın sonucu kentin büyük bir bölümü hasar
görmüştür. Bu yangını takip eden süreçte yeniden yapım ve iyileştirme çabalarına gidildi.
Bölgede 750 konut projesi hazırlanmıştır. Böylelikle ilk kez mevzi imar yaklaşımı ortaya
çıkmıştır. Bu yaklaşım daha sonraki dönemlerde tekrar edilmiştir.

Afetlerle mücadelede afet öncesi riskli bölgelerin temizlenmesi yerine afet olduktan sonra
hasarlı bölgenin temizlenerek yeniden inşa yolunun kullanıldığını görmekteyiz.

1864’te istanbulda hoca paşa yangını sonucunda 300e yakın ev hasar görmüştür. Bu yangın
sonrasında bir komisyon kurularak bölgenin haritası hazırlanmış ve bölgede yapılacak yapılar
hakkında kararlar alınmıştır. Yapıların hazırlanması konusunda çalışmalar yapılmıştır.
Yine 1864’te yol ve yapı tüzüğü kanunu yürürlüğe girdi. Yapısal varlıklı önlem ve kanunlarla
kentleşme pratiği batı ölçeğinde takip edildi. afetlere karşı halkı ve yapıları koruyacak birtakım
önlemler alındı. Bunlardan biri; 1882 ebniye nizamnamesi. En kapsamlı yollar ve yapılar
kanunu niteliğindedir!! günümüzde yürürlükte olan imar kanunun temelidir. !!!

1894te istanbuldaki 7.0 büyüklüğündeki deprem sebebiyle can ve mal kaybı yaşandı. 1923
yılında genç türkiye cumhuriyetinin kuruluşundan sonra 1939da 33.000 kişi yaşamını yitirdi.
8.0 büyüklüğünde erzincan depremi yaşandı.

1940 yılında 3773 sayılı kanun yürürlüğe girdi. Bu kanun erzincan depreminde zarar görenler
hakkında kanun

1944 yılında 4623 sayılı yer sarsıntılarından evvel ve sonra alınacak önlemler hakkında
kanun çıkarılmıştır. Türkiyede deprem risklerinin belirlenmesi ve bu risklerin önlenmesi
noktasında merkezi ve yerel çerçevede yapılaşmanın belirlendiği İLK YASAL
DÜZENLEMEDİR. Bir dönüm noktası teşkil eder. Ilk kez örgütsel ve kurumsal yaklaşımların ön
plana çıktığı bir dönem başlamıştır. Afet yönetimi anlayışının kurumsal düzeyde organize
edilmesi yönünde atılan ilk adımdır.

1953 yılında yapı ve imar reisliği bünyesinde deprem bürosu kuruldu.

1953 çanakkale depreminden sonra 6188 sayılı bina yapımı ve izinsiz bina yapımı hakkında
kanun çıkarıldı.

1966 yılında 775 sayılı gecekondu kanunuyla yürürlükten kaldırıldı. 1955 yılında DSH yangın
bürosu kuruldu,

1956 yılında ilk kapsamlı imar kanunu olan 6785 sayılı imar kanunu yürürlüğe girmiştir.

1958 yılında 7116 sayılı kanun ile imar ve iskan bakanlığı kuruldu. Türkiyede meydana
gelebilecek afetlerde 1.derece sorumlu bakanlık olarak ilan edildi.

Daha sonraki yıllarda 4623 sayılı kanunun yeterli olmadığı görüldü.

1959 yılında 7126 sayılı sivil savunma kanunu çıkarıldı. Ülkedeki afet yönetiminin temelini
oluşturmuştur.

1959 yılında 7269 sayılı afet kanunu çıkarıldı.

1966 yılında Muş ve 1970 Gediz depremleri neticesinde imar ve iskan bakanlığı bünyesinde
afetler araştırma genel enstitüsü direktörlüğü kuruldu.

70 ve 80li yıllarda türkiyede arka arkaya yıkıcı depremler yaşandı.

1992 erzincan depremi sonrası 3138 sayılı kanun yürürlüğe girdi.

Çıkarılan Yönetmelikler :

1- Zelzele muntıkalarında yapılacak inşaata ait ithalat yapı talimatnamesi (1944)


2- Türkiye yer sarsıntısı yapı yönetmelikleri (1949)
3- Yer sarsıntısı bölgeler hakkında yapılacaklar (1953)
4- Afet bölgelerinde yapılacak yapılar hakkında (1962-1968-1975)

1998’de adana ceyhan depremi yaşandı. Afet bölgelerinde yapılacak yapılar hakkında
yönetmelik 1998 tarihinde yürürlüğe girdi.
90’lardan sonra dönüşüme uğrayan uluslararası afet politikası fiziksel çevrenin güvenliliğini ve
dayanıklılığını arttırır, toplumun afetlere hazırlanmasını ve afet sonrası çalışmaların daha
bütüncül yürütülmesini sağlar.

1999 doğu marmara depremi türk afet yönetimini yeniden yasal düzenlemelere sebep oldu.
Bir milat olarak kabul edilir. 38 tane khk, 28 kararname, 6 yönetmelik, 17 tebliğ ve 9 genelge
çıkarılmıştır.

1- 1944 öncesi dönem


2- 1944-1958 dönemi
3- 1958-1999 dönemi
4- 1999 ve 2000-2012 dönemi

➢ 1944 öncesi dönemde ; afete müdahale, yeniden yapım ve sınırlı iyileştirme politikası
izlendi.
➢ 1944-58 döneminde ; afet sonrası politikalar ağırlıkta. Sınırlı seviyede afet öncesi
çalışmalar.
➢ 58-99 döneminde ; afet sonrası politikalar, müdahale ve iyileştirme. Afet öncesi
çalışmalar.
➢ 99-2000-20012 döneminde ; afete müdahale, yeniden yapım ve iyileştirme
konusunda bir dönüşüm mevcut. Afet politikaları dönüşüm yaşadı. Sakınım,hazırlıklı
olmak önem kazandı. Birleştirme politika ve stratejiler mevcut.

You might also like