MEZOPOTAMYA VE ÇEVRESİNDE ARŞİVLER VE ARŞİVCİLİK MESLEĞİ
Arşivciliğin günümüzde ulaşmış olduğu seviye, binlerce yıldır
süregelen gelişmelerle mümkün olmuş; bugünkü modern görüntüsüne ve bilimsel niteliğine de, yüzyıllar boyunca tapınaklarda / saraylarda (yönetim merkezlerinde) görev almış olan kayıt tutucularının (kâtip) ve koruyucularının (arşivci) fedakâr gayretleri sayesinde ulaşılmıştır. Onların bu gayretleri, arşivcinin karakterini, mesleğin de örgütsel rolünü belirlemiştir. Yine, arşiv malzemesinin depolandığı alanlar ve bunların korunma yöntemleri, bilimsel ve içeriksel yapıları ile düzenlenme metotları, arşivciler için birçok mesleki işlev açısından büyük rol oynamış; bu durum, hem arşivcilerin hem de arşivlerin bugünkü mesleki faaliyet alanlarının şekillenmesinde önemli ölçüde belirleyici olmuştur. Arşivlerin eski dönemlerde bile bilgiye ihtiyaç duyulması halinde ve talep söz konusu olduğunda yararlanılabilir durumda olduğu üzerinde durulmaktadır. Ancak bunun arşiv sahiplerinin yararına ve hizmetine yönelik bir durum arz ettiği belirtilmelidir. Yani, eski dönemlerde arşivlerden neredeyse sadece arşiv sahipleri yararlanırlardı. Arşiv hizmetleri de bu amaca yönelik olarak şekillendirilmişti. Sadece bu açıklamadan bile, çok eski dönemlerde arşivlerin düzenleri, korunmaları ve bürokrasi içindeki işlevleri hakkında bir fikir elde edilebilmektedir. Devlet yönetiminin genişleyip güçlenmesinin her geçen gün arşiv belgelerinin artmasına neden olduğu daha önceleri de ifade edilmişti. Bunun, tarih boyunca güce ve paylaşmaya dayalı çıkar ilişkileri çerçevesinde kurulan bütün siyasal oluşumlarda benzer şekilde gerçekleştiğini söylemek mümkündür. Hal böyle iken, yani idari belgelerin çoğalmaya başladığı zamandan itibaren bu belgelerin toplandığı yerlerin varlığı da düşünülmesi gereken bir konudur. Zira kurumsal bürolar, işlemleri sonucunda üretmiş oldukları belgelerin tamamını çalışma mahallinde koruma şansına ve fırsatına sahip olamazlar. Güncel kullanım değerine sahip belgeler ile güncelliğini yitiren belgelerin birbirinden ayrılarak farklı mekânlarda korumaya alınmalarını gerektirebilecek olan bu durumun doğal bir sonucu olarak idari arşivler ile tarihi arşivler birbirlerinden ayrılmışlardır. Yine, arşivler ve bunlarla ilgilenen kişiler, arşivciler, belki tam olarak dönemsel bir netlikle belirtilemeyecek süreçten bugüne kadar varlıklarını korumuşlar ve yönetim içindeki ağırlıklarını hissettirmişlerdir. Sümerce ilk belgeler 3200 yıllarına tarihlenmektedir. Ancak ortaya çıkartılan belgelerin çok büyük bir bölümü, 2800 gibi oldukça geç bir tarihe aittir. Bunlar arasında 2800 yılına tarihlenen Ur tabletleri (280 adet), 2500 yıllarında yazılmış Fara (Şuruppak, 1000 adet) ve Abu Salabih (500 adet) yazıtları sayılabilir. Erken Sümer hanedanlığı dönemine ait en büyük tablet grubu Lagaş kentinde bulunmuştur (1500 adet) (Bkz. Fotoğraf 1). Bir Sümer kenti olan Nippur (Nuffar)’da İnanna Tapınağı’nda bulunan on bin ve Girsu (Tello)’da kırkbin tabletin çoğu Akkad egemenliği sonrasında Sümerlerin coğrafyaya yeniden hâkimiyet kurdukları III. Ur Hanedanlığı (2112–2000) dönemine aittir.
Fotoğraf 1: Kil sıraların üzerinde tabletler (Lagaş)
Akadca ve Akkad lehçeleriyle tutulan kayıtları içeren çok sayıda arşivler de oldukça geniş bir bölgede bulunmuştur. Bir Orta Anadolu şehri olan Kayseri (Kaniş, Kültepe)’de bulunan Assurlu tüccarlara ait arşivler ikinci binyılın başlarına aittir. Fırat Nehri üzerindeki Mari’de de aynı döneme ait önemli bir arşiv bulunmuştur. Orta ve Yeni Assur Krallığı’nın devlet ve eyalet merkezleri ile büyük kentlerinden Assur (Kalat Şergat), Kalhu (Nimrud), Dur-Şarrukin (Horsabad), Ninive (Koyuncuk), Şanlıurfa– Huzirina (Sultantepe), Mardin-Girnavaz, Diyarbakır-Giricano ve Ziyarettepe’de kamu ve özel nitelikli ikiyüzün üzerinde arşiv ortaya çıkartılmıştır. Bunların önemli bir miktarı Yeni Assur dönemine (1000–612) aittir. Dur-Kurigalzu (Akar Kuf), Babil, Nippur, Ur, Uruk (Warka), Sippuar (Abu Habbah) ve Tel İmlihiye gibi kentlerde de Orta ve Yeni Babil dönemleri ile Tel ed-Der’de (1629 yılından önceye ait) arşivler bulunmuştur. Bunların yanı sıra, Ras-Şamra (Ugarit, 13.–12. yüzyıllar), Ebla (Tel Mardih, 2400), Nuzi (Yorgantepe), Arrapha (Kerkük) Alalah (Tel Açana), Emar ve Mısır’daki el-Amarna ile Pers İmparatorluğu dönemine ait Persepolis, Susa, Kabnak (Haft Tepe) ve Anşan (Tall-i Malyan) gibi kentlerde de arşivler bulunmuştur. Bütün bunlar, uzun bir süreç içinde, coğrafyada nüfuz sahibi çok sayıda siyasi merkez ve şehirler ile bunlara ait bürokratik aktiviteler sonucunda üretilen belgeler ve bunların birikmesiyle oluşturulmuş arşivlerin varlığına işaret etmektedir. Arşivlerin ve arşivcilerin varlığı, belki de kamusal işlerin yürütülmesinde ileri derecede örgütsel bir davranışı sergilemektedir. Kamusal kurumlar arasında fonksiyonlara dayalı yetki paylaşımının gerçekleşmesi veya modern anlamda olduğu gibi kurumların uzmanlık alanlarına göre iş paylaşımına sahip olmaları, bağımsız arşiv yapılarının oluşmasına öncülük etmiştir. İleri derecede uzmanlaşma, dönemin meslek yapılarında kendini göstermektedir. Örneğin, çömlek çarkının kullanılmaya başlanmasından sonra seramik üretiminde yaygın bir iş paylaşımının görülmesi bu süreçte dikkat çekmektedir. Bu ileri seviyenin eşgüdüm sağlayan kimseler olmaksızın gerçekleştirilemeyeceği, iş örgütlenmesindeki (mesleki örgütlenmedeki) uzmanlaşma ile merkezi oluşumların kurulması arasındaki ilişkiye de işaret eder. Nihayet daha geniş yerleşim yerlerinin kurulması ve bunlar arasındaki her türden ilişkiler, uzmanlaşmış mesleklerin bağımsızlığı yönünde önemli bir aşama olmuştur. Son Uruk Dönemi’nden kalma yazılı belgelerden resmi görevlilerin unvanları ve meslek adları öğrenilebilmektedir. Bu listeler, önce en yüksek görevlilerden başlayan bir sıralamayla oluşturulmuş; memurlar, din adamları ve uzmanlık gerektiren meslek adları bu sıralamayı takip etmiştir. Listenin en sonunda ise, basit denilebilecek uğraşlara ve bunlara ait mesleklere yer verilmiştir. Bu liste, açıkça hiyerarşik ve toplumsal önem sırasını gösteren bir derecelendirmeyi anlatmaktadır. Söz konusu listede asıl ilginç olan, makam ve mesleklerin de kendi içinde alt gruplar biçiminde iç bölünmüşlüğü, yani çok ayrıntılı mesleki bir uzmanlaşmayı ortaya koymasıdır. Dönemin özelliği olan iş paylaşımı ve uzmanlaşma, arşivcilik alanına da etki etmiş olmalıdır. Arşiv hizmetlerinin gelişmesi ve mesleğin eriştiği saygınlık, iyi örgütlenmiş bir uygarlığı anlatmaktadır. Mezopotamya’nın eski şehirlerinde de kendine has binasıyla ve oturmuş sistemiyle düzenli bir arşiv servisinin mevcudiyetine dair deliller bulunmaktadır. Eğer o devirde arşivler varsa, mesleğin uygulayıcıları olan arşivcileri eğitmek için de bazı düzenlemelere gidilmiş olduğu düşünülebilir. Ancak, söz konusu bu eğitimin, daha çok çıraklık yoluyla (usta–çırak ilişkisiyle) gerçekleştirilmiş olabileceği şeklindeki bir öngörüde bulunmanın dışında bir şeyler söyleyebilecek durumda değiliz. Buna rağmen, Sümerlerde arşivciler, toplum içinde saygın bir konuma sahip olmanın yanında, ekonomik olarak dikkate alınır bir mesleğin de birer üyeleriydiler. Söz konusu toplumda eğitimin uzun sürmesi ve dolayısıyla da bunun aile bütçesine önemli bir yük getirmesi, daha çok, eğitimli insanların yeterli ekonomik desteğe sahip ailelerden gelmelerine neden olmaktaydı. Assurolog Nikolaus Schneider, 1946 yılında, 2000 yıllarına ait olan yönetimsel belgelerden (tabletlerden), kâtip olarak çalışmakta olan memurların daha iyi tanımlanması için kendi adları yanında baba ad ve mesleklerinin de kaydedildiğini ortaya çıkartmıştır. Bu kâtiplerin baba meslekleri arasında kent babaları, elçiler, valiler, tapınak yöneticileri, üst düzey vergi memurları gibi üst düzey ve toplumsal olarak dikkate alınan saygın meslekler yanında arşivciden de söz edilmektedir. Bu durum, Sümerlerde, çocuklarını dönemin şartları çerçevesinde iyi bir eğitimden geçirebilecek ailelerden birisinin de arşivciler olduğunu göstermektedir. Bundan çıkartılabilecek başka bir sonuç ise, bu meslek grubu üyelerinin gelir düzeyinin iyi olduğu veya en azından çocuklarının yeterli bir eğitim almalarını sağlayabilecek düzenli bir gelire sahip bulunduklarıdır. Eski Ön Asya’da yazının hazırlanışından yazıcılar (kâtipler), bunların korunmasından da arşivciler sorumlu idi. Zaten uygarlık tarihinin önemli bir gelişmesi olarak Édubba, yani Tablet Evi adıyla bilinen Sümer okullarının ilk amacı mesleki diyebileceğimiz bir eğitim vermek ve Sümer bürokrasisinin ihtiyaç duyduğu kamu personelini yetiştirmek, yani ülkenin yönetim alanındaki personel ihtiyacını karşılamaktı. Buralarda eğitilen kâtiplerin sayısı, o dönemde binlerle ifade edilmektedir. Bu kâtipler, aynı zamanda, eriştikleri niteliği gösterir biçimde farklı kategorilere ayrılmışlardır: Acemi ve başkâtipler, kraliyet ve tapınak kâtipleri, yönetimsel etkinliklerin belli alanlarında uzmanlaşmış kâtipler ve yönetimde üst derecelere yükselmiş kâtipler. Yukarıdaki sonuca varmak için inandırıcı veriler söz konusudur. Örneğin, mahkemelerin arşivlerinde yargıçların isminden hemen önce, mahkeme için davanın hazırlıklarını yapmakla ve mahkeme işlemlerinin ayrıntılarına dikkat etmekle görevli bir tür kâtip ve mübaşir olan Maşkim ismi zikredilmektedir. Bundan başka, kâtiplerden kendini gösteren bir kısmının da diğer üst düzey kamu kurumlarında görev almış olduklarını düşünmemek için bir neden yoktur. Bu bilgiler, zamansal farklılıklarıyla birlikte, hemen hemen aynı coğrafyada yaşamış olan ve yönetim geleneklerini, bölgeye veya bölge yakınlarına hâkim olmuş Roma, Bizans ve Sâsânî geleneklerinden alan Abbasî ve Fatımî Devletlerinin yönetimsel, arşivsel ve eğitimsel gelenekleriyle büyük ölçüde benzerlikler göstermektedir. Bir kere, Ortadoğu bölgesinde kurulmuş olan devletler, kendi kamu çalışanlarını, en önemli bürokratik işlemlerin yürütüldüğü dîvân denilen bir kurum içinde ve usta– çırak ilişkisiyle beceri ve kabiliyet kazandırarak eğitirler ve bunlar, zamanla, yetenek ve becerileri ölçüsünde çeşitli kamu kurumlarında görev alırlardı. Öncelikle, bu bakımdan bir benzerlik kurmak mümkündür. Yine dîvânda çalışan personel, farklı fonksiyonlara ve uzmanlaşmaya göre ayrılmış olan işleri yürütür ve buna göre de bir unvan alırdı. Bir Fatımî devlet adamı olan İbnüssayrafî (M.S. 1071–1147), daha çok teşkilat tarihi açısından önem taşıyan eserinde, resmi yazışmalarda görev alan kâtiplerin yaptıkları iş ve derecelerine göre farklı farklı adlandırıldıklarını belirtmektedir.1 Zamanla üst düzey bürokratlar olarak da atanabilen bu görevliler, daha çok belgelerin oluşumundan ve ilk düzenlenmelerinden sorumlu idiler; ancak bu belgelerin arşivde korunmasından da başka bir görevli sorumluydu ve buna da arşivci anlamına gelen hâzin unvanı verilmişti. İlk arşiv hizmetlerinin görüldüğü eski Ön Asya uygarlıklarına ait bir arşivci tanımından ve niteliklerinden kesin şekilde söz etmek şimdilik mümkün değildir. Buna karşın, arşiv hizmetlerinin iyi örgütlenmiş olduğu bu kültürlerde arşivciden en azından teorik olarak söz edilebilir. Mezopotamya coğrafyasına ve bu coğrafyanın kültürel etki alanına yakın oluşu dolayısıyla, Ortadoğu’da kurulan daha sonraki devlet yönetimlerinde arşiv ve arşivcinin varlığı bilinmektedir. Bu da, daha eski medeniyetlerde arşivcinin varlığına bir işaret olarak görülebilir ve burada var olan eski bir geleneğin bir tür kültürel etkileşimle daha sonraki medeniyetleri etkilediği üzerinde durulabilir. Abbasî (M.S. 749-1258) ve özellikle de Fatımî (M.S. 909-1171) dönemlerine ilişkin mesleki bilgiler, bu konuda tatminkâr ayrıntılar sunmaktadır. Ortaçağ’a kadar korunduğu izlenimini veren bu kültürün günümüze kadar kesintiye uğramaksızın gelip gelmediğini de burada tartışmak yerinde olacaktır. Her ne kadar, Ortaçağ’ın Ortadoğu ülkelerinde arşivlerden ve arşivcilerden söz etmek mümkünse da, bu kültürün daha sonraki dönemlere intikalinin gerçekleşip–gerçekleşmediği üzerinde de düşünülebilir. Dönemi Doğu kanalıyla değerlendirecek olursak, Osmanlı Devleti’nde bir arşivci istihdamından söz etmek mümkün değildir. Bu durum, ancak Tanzimat dönemi ve sonrasında değişerek, 1845 yılında kurulan Hazine-i Evrak’ta evrak koruyucusu (müstahfız-ı evrak)
1 Verdiği bilgilerle İbnüssayrafî, Dîvânü’r-resâil (Kitabet Bürosu)’in bürokratik
yapılanmasını gerçek bir iş paylaşımına dayandırmaktadır. Bununla, dîvân içindeki iş paylaşımının belli bir ahenge sahip olduğu ve ast–üst ilişkisinin nasıl düzenlendiği konusu oldukça açık bir şekilde ifade edilmiştir. Bu büronun çalışanları arasında dîvân başkanı, dîvân başkanının vekili, yazışmaları düzenleyen, hazırlanan yazıyı muhatabına ulaştıran, yüksek dereceli devlet memurlarının yazışmalarıyla ilgilenen, tali yazıları yazan, menşurları hazırlayan, bütün yazıları sicillere kaydeden, bunların bir nüshasını depoya (arşive) teslim eden ve bütün yazıları gramer ve inşa bakımından inceleyen ve yaptıkları işe göre farklı unvanla adlandırılan kâtipler, çeşitli dillerde yazılan yazıları tercüme eden mütercim ve sultanın mührüyle belgeleri mühürleyen görevlilerden başka, belgelerin korunmasından ve belli bir düzen içinde saklanmasından sorumlu hâzin (arşivci) ve belgelerin korunduğu depoda bekçilik görevini üstlenmiş olan hâcib zikredilebilir. adıyla arşivci istihdam edilmiştir. Konu, güney (Kuzey Afrika, İspanya ve Sicilya) ve batı (Avrupa) kanalından değerlendirildiğinde ise, Ortaçağ Avrupa’sında yine arşivci istihdamına ilişkin bir bulgu bulunmamaktadır. Bir ara Fatımî kontrolünde kalan Sicilya, bu konuda bir köprü işlevi görerek, Ortadoğu’da var olan arşivsel kültürün önce Orta Avrupa’ya, ardından da bu kıtanın diğer bölgelerine yayılmasını sağlamıştır. Bu etkinin izleri, Sicilya’nın tekrar Hıristiyan kontrolüne geçtiği dönemde kurum ad ve işleyişleri ile bürokraside üretilen defter adlarının aynen korunmasından anlaşılmaktadır. Sicilya’nın yeni yöneticileri tarafından devralınan bu idari miras, daha da geliştirilmiş ve Avrupa’nın yeni ortaya çıkan devlet ve feodalleri tarafından da benimsenerek gelişimini sürdürmüştür. Konuyu Avrupa arşivciliği açısından ele alacak olursak, İtalya’da ve çoğunlukla da Güneybatı Almanya’da hissedilen ilk arşivcilik pratiğinin, Ortadoğu’da oluşmuş olan ve kökünü Mezopotamya’dan aldığı söylenebilecek olan geleneğe paralel bir tarzda geliştiği görülür. Birçok arşivsel gelişmenin ilk kez Güneybatı Almanya’da gerçekleşmesi, bu bakımdan tesadüfi değildir. Kayıt yerine ilk kez arşiv kavramının Venedik’te Balthasar Bonifacius tarafından kullanılmış olması (İtalya, 1632), yani evrakın üretildiği yer ile arşiv arasında bir ayrımın yapılması da böyle bir gelişmenin ürünü sayılabilir. Yine registrator (kâtip) yerine archivarius (arşivci) kavramının (bu gelişmelerden uzun bir süre sonra da olsa) kullanılması (Frankfurt, 1660) Abbasî ve Fatımîlerde varlığı bilinen hâzin (arşivci) kavramına paralel bir gelişme olarak değerlendirilebilir. İlk arşivsel düzenlemelerin başlatıldığı ve arşiv personeli istihdamının görüldüğü yer olarak Stuttgart’ın ön planda durması da bu çerçevede düşünülmesi gereken başka bir önemli ayrıntıdır. Diğer yandan, ilerleyen dönemlerde Avrupa ülkelerinde arşivcinin bürokrasi içinde ayrı bir görevli olarak yer alması, bu geleneğin Sicilya üzerinden alınmış olma ihtimalini güçlendirmektedir. Arşivcilik tarihinde mesleki gelişmelerin ilk kez görüldüğü tarihin bu döneminde, arşivcilerin niteliklerini de sorgulayabiliriz. Bununla birlikte, “hangi niteliklere sahip bir kişi arşivci olarak istihdam edilebilir?” sorusunun Mezopotamya’ya özgü cevabını bulmak ise oldukça zordur. Bu konuya yönelik bir cevap, ancak daha sonraki dönemlerden hareketle bulunabilir ve bu da ancak bir tahminden ibaret olabilir. Ortadoğu, Anadolu ve Avrupa geleneklerini dikkate alacak olursak, okur–yazar olan, bürokratik işleyişte tecrübe sahibi olan, belgelerin düzenlenmesi pratiğini kolaylıkla uygulayabilen, inanç sahibi, dürüst, makul, güvenilir, astlarının denetimini asla elinden bırakmayan, sadakati bütün kuşkulardan uzak olan bir kimsenin arşivci olabileceği söylenebilir. Daha eski arşivci niteliklerinin de benzer özelliklere sahip olabileceği, verilen bu bilgilerden hareketle ve kolaylıkla öngörülebilir. Bu dönemin arşivsel gelişiminde veya pozisyonunda dikkati çeken bir diğer konu da, sonraki dönemlerde kesin olarak farklı kurumlara ayrılmış olmakla birlikte, başlangıçta arşiv ve kütüphane malzemelerinin, yani yönetimsel ve edebi belgelerin aynı mekân içerisinde depolandıkları, birbirlerinden ayrılmadıklarıdır. Bu, eski Ön Asya kadar onun yanı başındaki Mısır’da da genel olarak görülen bir durumdur. Ancak bu uygulamanın çok fazla sürmediğini de ifade etmek gerekmektedir. Zira bir süre sonra arşiv ve kütüphane malzemesi farklı kurumlarda korunmaya ve farklı şekillerde düzenlenmeye başlanmıştır.
Arşivlere ve arşivciye dair ilk izler – birkaç örnek
Sümerlerin son hanedanlığı, yani III. Ur Hanedanlık Dönemi’nde (M.Ö. 2112-2005) sistematik bir biçim arz eden farklı türden listelerin hazırlanması söz konusudur. Bu dönemde, hayvanların ve eşyaların listesinin hazırlandığı hatta meslek adlarının da aynı şekilde mantıklı bir yöntem ile liste halinde kayıt altına alındığı bilinmektedir. Kamu görevlilerinin unvanları ve meslek adlarının bu listelerde görülmesi mümkündür. Bu listeler; en yüksek kamu görevlilerinden başlayan bir sıralama oluşturmaktaydı (memurlar, din adamları, meslek adları vs.). Bu listede makam ve meslekler kendi içinde alt gruplar biçiminde hiyerarşik olarak bölünmüş ve sıralanmıştır. Bu tür bir çabanın genel anlamda bir sistematikleşme eğilimine işaret ettiği söylenebilir. Böylelikle bir bütünü oluşturan temel yapılar / kütleler anlamlı bir gruplandırma ile hiyerarşik olarak sıralanabilirdi / listelenebilirdi. Listelerde, kurumlarda kâtip olarak çalışmakta olanların kendi adları yanında baba ad ve mesleklerinin de kaydedildiği örnekler mevcuttur (M.Ö. 2000 yıllar). Bu kâtiplerin baba meslekleri arasında kent babaları, elçiler, valiler, tapınak yöneticileri, üst düzey vergi memurları gibi üst düzey ve toplumsal olarak dikkate alınan saygın meslekler yanında arşivciden de söz edilmiştir. Buradan hareketle, arşivcilerin toplumsal olarak -çok fazla olmasa da- üst sınıflara denk gelen bir pozisyonda oldukları bir ölçüde söylenebilir. Çünkü çocuklarını okula gönderip eğitim alabilmelerini sağlayabilecekleri düzenli ve yeterli bir gelire sahiptiler. Bu örnek; arşivcilerin bir kamu görevlisi olarak sadece kendine (ve aile masrafları için) yeterli bir gelire sahip olmadıklarını aynı zamanda çocuklarının eğitim masraflarını da karşılayabileceklerini göstermektedir. Bu konuda bir diğer örnek Babil Krallığı dönemine (M.Ö. 1830- 1530) aittir. Babil kralından Larsa valisine bir emir gönderilmiş ve validen arşivci istenmiştir. Larsa valisine gönderilen söz konusu emirnamede; “Kral emrediyor! Buraya (Babil’e) iki arşivci gönder! Bunlardan biri, memuriyetini kötüye kullanan birinin yerine geçecektir.” denmektedir. Bu örnek, her şeyden önce ilgili dönemde arşivlerin varlığından bizi haberdar etmektedir. Yine merkezi devlet yapılanmalarında merkezi devlet kurumlarında arşivlerin olması yanında taşra merkezlerinde de arşiv kurumlarının teşekkül ettirilmiş olduğunu göstermektedir. Ülkenin başkenti Babil’de arşiv kurumu vardır. Babil’in bir taşra idare merkezi olan Larsa’da da aynı şekilde taşra idari birimlerine (kurumlarına) hizmet eden bir arşiv kurulmuştu. Bu örnekten çıkartılabilecek diğer bir sonuç ise arşivcilerin nitelikleri ve kurumlardaki istihdam sayılarıdır. Anlaşılan, Larsa’da bile sayısı ikiden fazla olan arşivci istihdam edilmişti. İki arşivcinin başkente gönderilecek olması ve Larsa’nın kurumlarının arşiv hizmetlerini görecek arşivciye ihtiyaç olması bunu doğrulamaktadır. Çünkü bir arşiv kurumunda çalışanların tamamının aynı anda başka bir arşiv kurumuna tayin ve istihdam edilmeleri düşünülemez. İki arşivci gönderildikten sonra Larsa’nın kurumlarında arşivsel hizmetlerin görülmesine duyulacak ihtiyaç bunu teyit etmektedir. Yine başkentte görevini kötüye kullanan arşivciler olmuştur ve işledikleri bu suç nedeniyle görevden el çektirilmişlerdir. Larsa’dan istenen de bunlardan boşalacak pozisyonların Larsa’dan gelecek arşivciler ile doldurulmasıdır. Bu durumda, arşiv hizmetlerinde dürüst karakterli arşivcilere ihtiyaç duyulduğu açıktır. Ayrıca beceri ve deneyimlerine güvenilen birilerinin başkente davet edilmiş olması gerekir. Bu da, taşra merkezlerinde bir kralın güvenebileceği derecede işini iyi bilen, tecrübeli arşivcilerin olduğuna işaret eder. Bir diğer örnek Pers hâkimiyeti altındaki Babil ile ilgilidir. Babil, Pers hâkimiyeti altına girince, orada yaşayan Yahudiler, Pers Kralı Daryüs’e, bir mabedin yerine yeni bir mabet yapmalarının engellendiğini söylemişler, Daryüs de, arşivde böyle bir belge olup olmadığını araştırmak üzere bir arşivci görevlendirmiştir. Şikayetin doğrulandığı belge Babil’deki arşivde değil, Ekbatana denilen yerdeki arşivde bulunmuştur. Bu örnek ise -ilgili dönemde- arşivlerin, arşivcilerin ve arşivlerde bulunan belgelerin yasal anlamda kanıt değeri taşıdığının bilincinde olunduğu anlamına gelmektedir. Arşivlerde bulunan belgelerin kanıt olarak kullanıldığı bir başka örnekten de, M.Ö. 2000-1800 yıllarında Güney Mezopotamya’da yaşanan aile anlaşmazlığı dolayısıyla haberdar olmaktayız. Bu aile arşivi bir adama, onun oğullarına, akrabalarına hatta kendinden sonraki kuşağa aittir ve ailenin yedi kuşağına ait belgelerden oluşmaktadır. Babil Kralı Samsuiluna’nın 5. yılında aile anlaşmazlığının çözümü için yapılan bir aile uzlaşması sırasında, aynı ailenin 125 yıl önceki belgelerinden yararlanılmıştır ve sorun bu belgelerden hareketle çözüme kavuşturulmuştur.