Professional Documents
Culture Documents
Eğitim-Öğretim
Yusuf Has Hacib Kutadgu Bilig’de yer alan, ‘’ Bilgiyi ve anlayışı ulu bil, seçkin kulu
bu iki şey yükseltir’’; ‘’Anlayışa ve bilgiye tercüman olan dildir; insanı aydınlatan
dil zenginliğinin değerini bil’’ gibi sözleriyle ilk dönemlerden itibaren Türk eğitim
ve öğretim tasavvurunun şekillenmesinde önemli katkılar yapmıştır.
TÜRK ADI
732 yılında oluşturulan İlteriş Kutluk Kağan Yazıtı bulunmuş ve artık Türk
adının bu Türkçe metinde geçtiği belirtilmiştir.
Wilhelm Thomsen kitabelerin en son tercümesinde, ‘’Türk’’ sözü ‘’kudret,
kuvvet’’ anlamında ele almıştır.
‘’Kanun ve düzeni olan millet’’ anlamına da gelir.
‘’Türk’’ adı önceleri bir kişi, sonra bir aile, nihayet bir soyun ismi olduğu
anlaşılmaktadır. Bu soy önem kazanıp, diğer soyları hakimiyeti altına
alarak ‘’kağanın’’ ait olduğu soya bağlanınca, ‘’devlet kuran, kağana tabi
olan’’ bir zümreyi ifade etmiştir.
Yazıtlarda ‘’Türk’’ denilince ‘’kağana itaat eden zümre veya boylar birliği
kastedilmiştir.
M.Ö ikinci binyılın başlarında Türkler geniş sahalara sürat bakımından atın
sağladığı üstünlük yanında,
Vurucu silah olarak demir aletlerini kullanarak hükmetmiştir.
Uygurcada ‘’Türk’’, güçlü demektir.
Divan-ı Lügati’t Türk’te ‘olgun’ anlamında kullanılmıştır. Kaşgarlı
Mahmud’a göre ‘’Türk’’ adını bu millete tanrı vermiştir.
Ziya Gökalp’e göre Türk, türeli, töreli (kanun, adet, kanunla düzelmiş,
birlik kazanmış) anlamındadır.
TÜRKİYE İFADESİ
HAKAN
KURULTAY
Siyasi, askeri, ekonomik, sosyal ve kültürel konuların görüşülüp karara
bağlandığı meclislere kurultay (toy, kengeş) denirdi.
Kurultay, hükümdarlığı onaylama, gerektiğinde kağan seçme ve töre
yapma yetkileriyle bir tür yasama organı niteliğindeydi.
Türk devlet geleneğinde kurultay başlangıçta dini tören, bayram, yeme
içme toyu eğlenme ve yarışmayı ifade eden genel bir toplantı iken daha
sonra önemli meselelerin müzakere edilip tartışıldığı ve kararların ittifakla
alındığı bir kurum haline geldi ve şura ilkesinin nüvesini oluşturdu.
Toy, yürütme yetkisini hükümet üyeleri olan ayguci, buyruk, apa, tarhan
gibi yüksek devlet memurları eliyle kullanırdı.
Kurultayda karara bağlanmayan önemli devlet işleri Kağan tarafından icra
olunamazdı.
Kurultay, hakanı seçme, denetleme ve onun yetkilerini kısıtlama, hatta
gerekirse azletme gücüne sahipti.
Hunlarda kurultay yılda üç defa toplanır, büyük kurultay Mayıs ayında
yapılırdı.
TÖRE
Eski Türk devletlerinde kanun koymak devletin ve hakanın en temel
görevleri arasında sayılır. Orhon yazıtlarında devleti kuran Bumin Kağan
ve İstemi Kağan'ın Türk töresine sahip çıkıp onu düzenlediklerinden söz
edilir. Burada töre "hukuk kuralları" anlamında kullanılmıştır.
Kutadgu Bilig'e göre töre adalet, eşitlik, faydalı olma, evrensellik ilkelerini
içerir.
Hanlık iyi bir şeydir, fakat kanun daha yüksektir. Onu doğru uygulamak
gerekir.
İl gider töre kalır: devlet yıkılsa da töre bakidir (devlet değil; hukuk
önemlidir).
Töreye karşı gelmek büyük suçtur.
Törenin kaynağı, kağanlar tarafından konulan kurallar, kurultay tarafından
çıkartılan kanunlar ve toplum içinde kendiliğinden oluşan adetlerdi.
Töre özel hukuku olduğu kadar kamu hukukunu da düzenlerdi. Hakan ilk
olarak töreyi gerekli hükümlerle pekiştirip yürürlüğe koyardı.
TÜRK AHLAKI
Eski Türklerde cesur ve iyilik sever, saygılı kişi (alp) ideal insan tipi kabul
ediliyordu.
Türkler, övünmekten ve övülmekten hoşlanmaz, verdikleri sözü yerine
getirememekten ve yalan söylemekten utanırlardı. Eski Türk ahlakında
cesaret yanında ve belki ondan da üstün olmak üzere kötülükten koruyan,
başkalarını aldatmaktan alıkoyan, insana namuslu, vakarlı bir hayat
düzeni bağışlayan utanma duygusu en büyük fazilet sayılmıştır.
"Her bir dinin özellikle önem verdiği bir ahlakı vardır, İslam'ın ahlakı da
hayadır" İbn Mace, Zühd, 17. "Haya bütünüyle hayırdır" Müsned, IV/426,
427; Müslim, İman, 61. "Haya sadece iyilik getirir" Buhari, Edeb, 77;
Müslim, İman, 60.
Türkler hakka saygılı, doğruya hürmetkar olmuşlar, meşru devlet idaresine
bağlılıklarıyla, uzun ve meşakkatli göçlerde bile bozulmayan törenin
disiplin anlayışı içinde düzenli bir toplum ortaya koymuşlardır.
Türk devlet anlayışına göre devlet teorilerle değil; toplumun eğilimlerine
uymakla idare edilebilir.
Türk düşüncesi, daha çok millet sevgisi, Tanrı korkusu, doğruluk ilkeleriyle
belirlenen devlet adamı, teşkilatçı ve idareci yetiştirmiştir.
Köleden devlet kurucularının çıkması Türklere özgüdür; başka milletlerin
tarihinde rastlanmaz. Türk köleler başka milletlerden kölelere
benzemezler, kendilerini hiçbir zaman efendilerinden aşağı görmezler ve
her işte çalıştırılamazlar; sadece askerlik hizmetinde bulunurlardı.
Köymen
Suçlar
Suçlar ve cezalar ağır ve hafif olmak üzere ikiye ayrılırdı.
Tanrıya hakaret, hakana suikast, isyan, vatana ihanet, yabancı devlete
casusluk, savaştan kaçmak, insan öldürme, evli kadınla zina veya ağır
cinsel saldırı, bağlı atı çalma, mükerrir hırsızlık, ölüm cezası gerektiren
(ağır) suçlardı.
Kırgızlarda, halkı kin ve düşmanlığa tahrik edenlerle haydutluk edenlere
ölüm cezası verilirdi.
Cengiz Yasası'na göre; yalan söylemek, sihirbazlık, kavga eden sadece
birine yardım etmek, suya veya küle işemenin cezası ölümdü.
Ölüm cezası uygulanırsa, suçun delilleri otuz sene saklanır ve gerektiğinde
suçlunun yakınlarına gösterilirdi.
Bağsız atı çalma, insan yaralama ve mala zarar verme, hafif suçlardı.
Ağır cezalar:
Recm (Tanrıya hakaret 7 tanıkla ispatlanırsa)
Ölüm ve genel müsadere,
Kısas (diyete dönüşebilir 'kun')
Organ kesme (el/kulak kesme, göz çıkarma)
Dayak (7-10 değnek)
Angarya (Karluklarda zinanın cezası odun kesme idi) Eski Türklerde zina
ağır suç sayılır, zina ettiği ispat edilenler iki hayvanın (çoğunlukla inek,
manda, at) arasına bağlanır ve farklı yönlere çekilen hayvanların arasında
kalan zaninin vücudu parçalanırdı.
Kutluk Türklerinde zina edenler yakılırdı.
Uygurlarda, sadece devletin güvenliğine, ekonomisi ve benzerlerine
yönelik suçlarda ölüm cezası verilirdi.
Hafif cezalar:
Uzun süreli hapis (zindan, babaya itaatsizliğin cezası)
Kısa süreli hapis (10 güne kadar)
Sürgün: suç işleyen han kızlarının fahişeler mahallesine nakli
Mali cezalar: Spor oyunlarında taksirle yaralama mali cezayı (kun, diyet)
gerektirirdi.
Hırsızlıktan mahkum olup sonradan masum olduğu anlaşılanlara ödediği
mali cezanın iki katı iade edilirdi.
Hunlarda hırsızlık yaptığı sabit olan suçlunun ailesinin bütün malvarlığının
müsaderesi ve eşkıyalık yapanların aile efradının hürriyetlerinin
kısıtlanması şeklinde cezanın şahsiliğine aykırı uygulamalar vardı.
Kabile himayesinden çıkarma da bir ceza türüydü.
İmece usulü yardım yükümlülüğünü yerine getirmeyenler tekdir edilirdi.
Bilhassa Kırgız Türklerinde tekdir mahiyetinde olan cezalar, ağır cezalar
kadar etkiliydi.
Çocuk düşürme tazminatı: cenin 0-5 aylık ise 1 at, 5-9 aylık ise 1 deve
Ağır cinsel saldırı ve kadın kaçırmada fail idam edilmezse kun (tazminat)
ödemesi gerekirdi.
İlk defa hırsızlık yapan çaldığı şeyin değerinin dokuz katını kun (tazminat) olarak
verirse kurtulurdu.
Mala zarar verme (av köpeğini veya kuşunu öldürme) bir köle veya cariye
vermeyi gerektirirdi.
Aile
Eski Türk toplumlarında sosyal hayat, aile ve akrabalık ilişkileri üzerine
kurulmuştu.
Eski Türkçede "oguş" denilen aile, toplumun temeliydi.
Evlenme tabiri erkek veya kızın baba ocağından ayrılıp ayrı bir ev (aile)
kurduğunu gösterir.
Evlenme toplumsal bir görevdi, bekarlık ayıp sayılırdı, aracılar yoluyla
evlenme gelenekti.
Evlenme için belli bir yaş şartı yoktu, veliler küçük çocuklarını
evlendirebilirler; ancak birlikte yaşamaya başlamaları için ergenlikleri
beklenirdi.
Evlenme için hem evlenenlerin hem de ana-babalarının rızası şarttı.
Evlenen kıza "gelin" denmesi, ailenin ataerkil olduğunu gösterir. "Katın"
da katmaktan gelir.
"Güvey", gelinin kendisine teslim edildiği güvenilir kimsedir.
Tek kadınla evlilik (monogami) yaygındı.
Aile dışından evlenme (egzogami) usulü vardı.
Kalın, miktarı hayvanla belirlenen, evlenenlerin mali durumuna göre
değişen ve kızın ailesine verilen maldır; mehir ile aynı şey değildir.
Kalın dört bölümden ibaretti.
Kara mal: Çeyiz hazırlaması için babaya verilen, tüy mal: Düğün
masrafları için babaya verilen mal, yelü: Erkeğin nişanlısına verdiği
hediyedir. Süt hakkı ise kızın annesine damadın verdiği hediyedir.
Nişan, erkek tarafından bozulmuşsa kalın iade edilmez; kız tarafı
bozmuşsa kalının tamamı iade edilirdi.
Kadın aile unvanını taşırdı.
Mal ayrılığı rejimi geçerliydi.
Levirat: Dul kalan kadınların himayesi ve ailenin ekonomik bütünlüğünü
korumak için babaların ölümünden sonra oğulların üvey anaları ile;
ağabeyin ölümünden sonra küçük kardeşlerin yengeleri ile; amcaların
ölümünden sonra yeğenlerin yengeleri ile evlenmeleri görev sayılırdı. Dul
eşin ve çocuklarının aile içerisinde kalarak bakım ve gözetimlerinin daha
iyi sağlanması, mirasın aile dışına çıkmaması ve aile içerisinde kalan eşin,
yeni kocasıyla birlikte eski kocasının ruhuna da hizmet edebileceği inancı
bu uygulamada rol oynamıştır.
Üvey anneyle evlenme şeklindeki nikah-i makt, o dönem Arap
toplumunda mevcut bir uygulamadır. Bu nikahta ilk söz sahibi olarak
büyük oğul, babasının ölümünden sonra üvey annesiyle evlenebilir ve
bunun için üvey annenin rızası gerekmezdi. Büyük oğlun böyle bir isteği
yoksa diğer oğullar ve asabe akrabalar belirli bir sırayla bu hakka sahip
olabilirlerdi.
Sororat: Karısı ölen erkeğin baldızıyla evlenmesidir.
Ailede iş bölümü
Aile içerisinde erkeğin rolü daha çok ailenin geçimini sağlamak ve aileyi
korumak üzerinedir. Her ne kadar kadının çalışma hakkı varsa da ailenin
geçimini sağlamak erkeğin göreviydi. Erkek ayrıca çocuklarını yetiştirmek
ve zamanı geldiğinde onları evlendirmekle de yükümlüydü (Ögel,
1988:269).
Ailede baba daha çok ailenin dışarıyla olan işleriyle, anne de evin iç
düzeniyle ilgilenir, erkek çocuklar daha çok babalarına dışarıda, kız
çocuklar da annelerine ev işlerinde yardımcı olurlardı (Koca, 2002:9). Bir
başka deyişle, çocuklar da anne babalarının izlerinden giderlerdi.
BOŞANMA
Boşama yetkisi kocadaydı ve bir sebebe dayanması gerekmezdi.
Kocanın kötü muamelesi, zinası ve cinsi iktidarsızlığı, karıya boşanmayı
isteme hakkı verirdi. Anlaşmalı boşanma da mümkündü.
Boşanma kocanın kusuru ile gerçekleşmişse verdiği kalını geri alamaz,
karısının çeyiz olarak getirdiği malları da iade ederdi.
Karı koca arasında mal ayrılığı rejimi vardı, evli kadın, kendi malları
üzerinde istediği hukuki İşlemi yapabilirdi.
Evlat Edinme
MİRAS HUKUKU
Baba, oğullarından birini mirasçı olarak atayıp diğerlerini mirastan
mahrum bırakabilir yahut her birinin miras paylarını belirleyebilirdi.
Cengiz yasasına göre cariyelerden doğan çocuklar sahih nesepli sayılır ve
babalarının mirasından pay alır. Miras paylaşımında yaşları büyük
çocuklar küçüklere göre daha fazla pay sahibidir, buna karşılık baba evi
küçük çocuğa kalır.
Göktürklerde taşınmaz mallar (topraklar) en küçük erkek çocuğa; taşınır
mallar diğer varislere kalırdı. Uygurlarda ilke olarak kişinin bütün
çocukları kanuni mirasçı sayılırdı. Ancak anne baba hayattayken ayrı ev
kuran ve çeyiz alıp evlenen kızlar mirastan mahrum olurlardı. Kadın ölen
kocasının mirasından pay alır, muris dilediği çocuğuna vasiyet yoluyla
miras bırakabilirdi (Yakut, 2002,
s.408-409, 418, 424).
Mirasçısı olmayanların (hadım) mirası devlete kalırdı.
Eski Türklerde iradi (vasiyetname yoluyla) mirasçılık da biliniyordu.
Vasiyete tutruğ denir ve vasiyeti tenfiz memuru görevlendirilirdi.
Uygurlarda devlet mirastan vergi alırdı.
BORÇLAR HUKUKU
Uygurlardan kalan belgeler borçlar hukuku hakkında bilgi verir.
Sözleşmelerde akdin tarafları, konusu, tarihi, vadesi, ifanın şekli, şahitler,
kefil, cezai şartlar, belgeyi düzenleyen kimse ve tarafların imzası yer alırdı.
Satış akdinde mülkiyet akitle geçerdi.
İstihkak iddialarına karşı satıcının tekeffül borcu vardı.
Uygur hukukunda satım akdine "birzun", kira akdine ise "tutzun" denirdi.
Cezai şartlar
Cezai şart, sözleşmeye bağlı olan ve onu teyit eden bir şarttır ki buna göre
borcun hiç ödenmemesi veya geç ödenmesi halinde alacaklının
uğrayacağı zarar ve ziyan miktarı sözleşmede maktu olarak kararlaştırılır,
bu suretle alacaklı, borcun zamanında ve yerinde ifa edilmemesinden
dolayı uğradığı zararı ispat külfetinden kurtulurdu.
Ölüm cezası: Hükümdar adına verilen senetlerde yer alırdı.
Dayak cezası: vasiyetnameye itiraz eden miras hakkını kaybeder, yedi
kamçı, vakfedilen araziye itiraz eden 77 kamçı yerdi.
Para cezası: malını karısına vasiyetname ile bırakanın çocukları itiraz
ederse para cezası öderdi
Yasa cezası: ortak ticareti terk edip senet yapan kardeşlerden itiraz eden
orduya bir yastık altın öderdi.
Töre ve yargı hükümleri: evlatlık, evlat alanı terk ederse, babasına isyan
etmiş sayılırdı.
Resul-i Ekrem'in Medine'ye hicret ettiği dönemde bütün Hicaz bölgesinde
olduğu gibi burada da teşkilatlanmış bir devlet yoktu, her kabile kendi
başkanının idaresinde yaşıyordu.
Medine'de Evs ve Hazrec kabilelerinin yanı sıra Beni Kaynukā, Beni Nadir
ve Beni Kurayza adlı üç yahudi kabilesi bulunuyordu. Evs ve Hazrec
kabileleri de sürekli bir çatışma içinde idi.
Hz. Peygamber, muahat ile müslümanlar arasında birlik sağladıktan sonra
yahudi kabileleriyle henüz müslüman olmamış Arapların ve
müslümanların barış ve güven içinde yaşaması için bir şehir devleti
halinde teşkilatlanmanın şartlarını bir metinle belirledi.
Kaynaklarda "kitab” ve “sahife” gibi adlarla anılan, günümüzde bazı ilim
adamlarınca yazılı ilk anayasa diye nitelendirilen bu antlaşmada şehrin iç
huzurunun sağlanması, dıştan gelebilecek tehlikelerin önlenmesi, fertler
arasındaki hukuki anlaşmazlıkların çözülmesi ve bazı ekonomik
yükümlülüklerin tespiti gibi hususlar yer alıyordu.
Hz. Peygamber Medine site devletini kurduğunda (622)
Müslümanların sayısı 1.500, toplam nüfus 10.000, ülke yüzölçümü 1 km
idi.
Peygamber'in vefatında (632) on yıllık devlet en az 500.000 nüfusa ve 2.5
milyon km topraklara ulaştı.
Resul-i Ekrem'in Veda haccından dönüp Medine'de rahatsızlandığı
günlerde bazı yalancı kimselerin peygamberlik iddiasıyla ortaya çıkmasıyla
ridde olayları başlamış, vefatının ardından bir kısım bedevi kabilelerin
namaz kılacaklarını, ancak zekatı ödemeyeceklerini ilan etmesiyle
genişleyip isyana dönüşmüştü.
Hz. Ebubekir'in hilafetinin (632-634) ilk yılı, vergi vermeyenler ve yalancı
peygamberlere tabi olanlarla mücadeleyle geçti.
Halid b. Velid, irtidad hareketlerinin bastırılmasında ve bilhassa Tuleyha,
Secah ve Müseylimetülkezzab'ın ortadan kaldırılmasında büyük başarı
kazandı. Böylece Arap yarımadası büyük bir fitneden kurtulmuş oldu.
Yemen ve Hadramut'taki isyanlar Muhacir b. Ebu Ümeyye komutasındaki
ordu ile mahalli valilerin gayretleri sonucunda bastırıldı.
Bahreyn ve Uman'daki isyanlar da aynı şekilde sona erdi.
Ebubekir'in hilafetin ikinci yılında İran ve Bizans üzerine ordular
gönderildi.
EMEVİLER DEVRİ
Emeviler devrinde Müslümanlar Afganistan'ı 663, Semerkant'ı 680,
Kartaca'yı 695, Maveraünnehir'in tamamen zaptı 705 yılında Horasan
valiliğine tayin edilen Kuteybe b. Müslim zamanında gerçekleşmiştir.
Kuzey Afrika'nın tamamını 709, Çukurova'yı (Kilikya) 711,
Kaşgar'ı 714'te fethetti.
725 yılında Güney Fransa'ya girdiler, 740 yılında ise Doğu Afrika
sahillerine yerleştiler.
ABBASİLER DEVRİ
Abbasilerin iktidara gelmesi ile Arap olmayan Müslümanlar ordu
yönetiminde söz sahibi olmaya başladı, Türk-Arap ilişkilerinde dostane
münasebetler gelişti.
Ebu Müslim Horasani'nin komutanlarından Ziyad b. Salih'in
kumandasındaki İslam ordusu ile Çin ordusu Talas vadisinde karşılaştı, Çin
ordusunun yenilgiye uğraması Türk İslam tarihinin dönüm noktalarından
birini oluşturdu.
Halife Mansur, Türklere önemli görevler verirken, Harun Reşid kendi
muhafız birliğini Türk askerlerinden seçti.
Abbasiler döneminde Türkler devletin üst düzey görevler aldı. o Orta
Asya'da Müslümanlık, veliler kültü temelinde oluşan bir halk dindarlığını
beraberinde getirdi, bu inanış bütün Türk topluluklarına yayıldı (Harun
Güngör, “Türkler (Din)" DİA, C:41, s.531-533).
Türkler arasında İslamiyet'in yayılması fetihlerin yanı sıra dini, siyasi,
sosyal, ekonomik ve kültürel birçok faktöre bağlıdır. İlk müslüman
Türkler, Abbasiler devrinin Arap tacirlerden etkilenen şehirlilerdi.
Ticari münasebetler, din alimlerinin, sufilerin telkin ve tavsiyeleri gibi
sebepler de etkili olmuştur.
Hakanların ve kumandanların İslam'ı benimsemesi halkın da müslüman
olmasını sağlamıştır.
Abbasiler devrinde Türklerden ordu oluşturuldu (Hassa Ordusu). Önemli
devlet hizmetlerinde Türkler istihdam edildi.
TÜRKLERİN MÜSLÜMAN OLMASININ TÜRK TARİHİ BAKIMINDAN ÖNEMİ
Türklerin milli bünyelerine ve karakterlerine uyan İslam dinini kabul
etmeleri, onlara yeni bir atılım gücü kazandırdı, milli varlıklarını muhafaza
etmelerinde önemli rol oynadı.
Selçuklu ve Osmanlı ile deniz ülkesi oldular.
İSLAM TARİHİ BAKIMINDAN ÖNEMİ
Yorgun Arap fatihlerden devraldıkları İslam bayrağını Avrupa ortalarına
ulaştırdılar
Sünni Müslümanlığın tehdit edilmesini önlediler
Haçlı Seferlerine karşı İslam dünyasını (Ortadoğu coğrafyasını) korudular
Kur'an-ı Kerim Türkçeye ilk defa Karahanlılar devrinde çevrildi.
Yusuf Has Hacib'in siyaset ve devlet idaresine dair Kutadgu Bilig adlı eseri
Türkçe'nin en önemli belgelerindendir.
Karahanlı sülalesinden geldiği rivayet edilen Kaşgarlı Mahmud'un Divan-ı
Lügati't-Türk'ü, Türk dili ve gramerinin, etnografya ve coğrafyasının bir
hazinesidir.
Selçuklular, Ortadoğu'da kurulan Türk-İslam devletlerine örnek olmuş,
tevarüs ettikleri İslam medeniyetini içselleştirmiş ve ona yön vermiştir.
İSLAM HUKUKU
KUR'AN
Kur'an, lafzı ve manası Allah'a ait olan, okunmasıyla ibadet edilen (vahy-i
metlüv), insanlara ulaşmış ilahi kelamdır. Arapça olarak indirilmiştir,
Kur'an tercümesinden hüküm çıkarılamaz.
Kur'an'ın bilhassa namazda okunması ve okunduğunda dikkatle
dinlenmesi emredilmiştir (A'raf 7/204).
Günümüze kadar değişmeden gelmiştir (tevatüren nakledilmiştir) o
Kur'an'da inanç esasları, ibadetler, ahlaki ilkeler, geçmişe ve geleceğe dair
haberler, doğa bilimleri, insanların birbiriyle olan ilişkilerini (muamelat)
düzenleyen hükümler mevcuttur.
Kur'an, sistematik bir hukuk kitabı ya da kanun derlemesi değildir.
İsim verilerek bir hukuki konunun düzenlendiği ayet sayısı 150; yorum
yoluyla çıkarımlar yapılan ahkam ayeti sayısı ise İbn Kayyim'e göre
500'dür.
Gazali ile Fahreddin er-Razi Kur'an'daki ahkam ayetlerinin sayısını 500
olarak tespit etmişlerdir. Bu sayıyı 800'ün üzerine çıkaranlar olduğu gibi
200'e kadar indirenler de vardır.
AHKAM AYETLERİ
Son zamanlarda benimsenen bir tasnife göre, ahkam ayetlerinin yetmişi
aile hukukuna, yetmişi medeni hukuka, otuzu ceza hukukuna, on üç
veya yirmisi muhakeme usulüne, yirmi ikisi harp ve sulh hukukuna, onu
da mali ve iktisadi konulara dairdir.
Bu sayılar, içinde ahkam bulunduğu açıkça ifade edilen ayetleri
vermektedir. Kıssa, emsal vb. hususları ihtiva eden ayetlerden de dolaylı
olarak hüküm çıkarmak mümkündür.
İLKE DÜZEYİNDEKİ AHKAM AYETLERİ
Hukukun genel esasları: Adaletle hükmetme, yönetimde şura, suç ve ceza
dengesi, kanunilik ve şahsilik, başkalarının malına zarar verilmemesi
(Bakara 2/188; Şuara 26/183), birbirinin malını haksız yollarla yememe,
ahde vefa (5/1, 17/34), eşyada mubahlığın asıl olması.
ÖZET HÜKÜMLER
Had ve kısas cezaları (4+2 toplam 6 ceza), zekat, faiz yasağı
AYRINTILI DÜZENLEMELER
Miras ve aile hukuku gibi alanlarla ilgili bazı hükümleri tafsilatı ile ele
almıştır. Zira bu hükümler ya teabbüdidir, yani akli değerlendirmeye açık
değildir, akılla kavranabilecek hükümler olsa bile, bunlar zaman ve muhit
değişikliği ile değişikliğe uğramayacak sabit maslahatlar (menfaatler)
içermektedir.
Aile hukuku: "Ahval-i şahsiyye" denilen bu hükümlere Kur'an'da nikah,
talak, iddet, nafaka, mehir, nesep, miras gibi terimlerle yer verilmiştir. Bu
konuda Kur'an'da yetmiş kadar,
Medeni hukuk: Alım-satım, kira, kefalet, ortaklık, borçlanma, borcu
ödeme gibi fertler arasındaki mali ilişkileri düzenleyen ve hak sahibinin
hakkını koruyan hükümler bu niteliktedir. Bu hususta Kur'an'da yetmiş,
Ceza hukuku: suçlar ve bunlara uygulanacak yaptırımlarla ilgilidir. Amaç,
can, mal, irz ve hakları korumak, suçlu ile mağdur ve toplum arasındaki
ilişkileri düzenlemek ve güveni sağlamaktır. Bu konuda otuz,
Muhakeme hukuku: Yargı, dava, ispat yolları gibi konularla ilgili yirmi,
Anayasa hukuku: Devlet düzeni ve bu düzenin işleyiş tarzını belirleyen,
yönetenle yönetilenler arasındaki ilişkileri düzenleyen hükümler olup,
"Ahkamü's-Sultaniyye" adıyla incelenmiştir.
Devletler genel ve özel hukuku: İslam devletinin barış ve savaş
zamanlarında diğer devletlerle olan münasebetlerini, müslüman ve
zimmet ehli vatandaşların haklarını düzenler. Bu konu ile ilgili yirmi beş,
İktisat ve maliye hukukuna dair on ayet vardır. Bu ayetler, İslam
Devleti'nin gelir kaynakları ile harcama yerlerini gösterir (Zühayli, el-
Fıkhu'l- İslami ve Edilletüh, Dimask 1984, 1/15vd; M. Ebu Zehra. Usulü'l-
Fikh, s.96vd).
Mekke'de inen ahkam ayetleri: Kız çocuklarının öldürülmesi yasağı (Nahl,
16/58- 59; Tekvir, 81/8-9),
İnsanların kendilerine yasakladıkları temiz yiyeceklerin helal kılınması
(Nahl, 16/116; Yunus, 10/59),
leş, akıtılmış kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına kesilmiş olan
hayvanların etlerini yeme yasağı ve bundan darda kalanların istisna
edilmesi (Nahl, 16/115), o ana-babaya iyilik yapılması; kötülük
yapılmaması (En'am, 6/151; İsra, 17/23; Lokman, 31/14-15),
İnsan öldürme yasağı (En'am, 6/151; İsra, 17/33)
Ölçü ve tartının muhafaza edilmesi (En'am, 6/152; İsra, 17/35; Rahman,
55/8-9; Mutaffifin, 83/1-4),
Yetim malının korunması (En'am, 6/152; İsra, 17/34),
Adil olunması (A'raf, 7/29; Nahl, 16/90) ve verilen sözün tutulması (Nahl,
16/91; İsra, 17/34; Mü'minun, 23/8; Me'aric, 70/32).
"İnsanların mallarında artış olsun diye faizli ödünç verdikleriniz Allah
katında artmaz. Allah'ın hoşnutluğunu isteyerek verdiğiniz zekata gelince,
işte (manevi karlarını) kat kat arttıranlar onu verenlerdir." (Rum 30/39)
Böylece ahlak altyapısına bağlı, meşruiyetini ve kuvvetini oradan alan bir
hukuk düzeninin de temelleri atılmış oldu (Yaman).
Mekki ahkam ayetlerinde genelde normun ihlalinin müeyyidesi yoktur!
SÜNNET
Sünnet, Kur'an'ın canlı olarak yaşanmış halidir (Onun ahlakı Kur'an'di). o
Sünnet, Hz. Peygamber'den nakledilen söz (mesela "Ameller ancak
niyetlere göredir ve herkese niyetinin karşılığı vardır." hadisi sözlü
beyandır.
Fiil (davacının yemin edip tek şahit göstermesi üzerine hüküm vermesi,
hırsızın sağ elinin bilekten kesilmesini emretmesi vb. davranışları gibi.)
Takrir, sahabeden birinin yaptığı bir işi öğrendikten sonra onu sükutla
karşılayıp reddetmemesi veya söz veya davranışı güzel karşıladığını ve
ondan hoşnut olduğunu gösteren işaretlerin görülmesi, değiştirecek bir
hüküm beyan etmemesidir. Mesela kıyafet ilmini nesebi belirleme
yollarından biri olarak takrir buyurdu.
Hadislerin manaları, Allah'ın Resulüne ilhamıdır, fakat bu manaları ifade
eden lafızlar Hz. Peygambere aittir; Resulullah hadislerini kendi hevasına
göre söylememiştir, onlar da esasen vahye dayanır.
Bazen hadisin manası ve muhtevası güçlensin diye Allah tarafından hadisi
kendi adına izafe etmesi Peygamber'e emredilir. Bu takdirde Allah'a izafesi
sebebiyle "kudsi hadis" adını alır.
Sahabe Kur'an ile Sünnet arasında bir fark gözetmemiştir. o Sünnet,
Kur'an'ın tamamlayıcısı ve yardımcısıdır.
Kur'an, Sünnet olmadan sırf Arapça bilgisiyle anlaşılamaz.
Kur'an, bazı ayetlerin muhkem (manası belirgin, başka bir ihtimal
taşımayan açık manalı (kazif failinin şahitliğinin kabul
edilmeyeceğini (Nur 24/4), Resulullah'ın vefatından sonra onun eşleriyle
evlenilemeyeceğini bildiren (Ahzab 33/53) ayetler,
Bazılarının müteşabih (birkaç manaya gelebilen ifade) olduğunu ifade
etmiştir (3/7). Örneğin imanlarına zulüm karıştırmayanların hidayete eren
kimseler olduğunu anlatan ayetteki (En'am 6/82) "zulüm" kelimesini Hz.
Peygamber "kişiye yapılan haksızlık" değil; "Allah'a ortak koşmak”
anlamına geldiğini belirterek müteşabihin tevilini yapmıştır.
Bazı ayetler mücmeldir (manası izaha muhtaç olacak şekilde
kapalı söz, örneğin salat), bazıları da mübeyyen veya müfesserdir (manası
açıklanmış söz).
MÜTEVATİR HADİS
Mütevatir hadis "Hz. Peygamber'e ittisalinde hiçbir şüphe bulunmayan
hadis" demektir. Hz. Peygamber'den itibaren üç asırda (Sahabe, Tabiin ve
Tebe-i Tabiin zamanlarında) yalan üzerinde ittifak edemeyecek kadar çok
insanın rivayet ettikleri hadislere mütevatir denir, sayısı oldukça azdır ve
ilm-i yakin ifade eder.
Matüridi'ye göre amelen mütevatir bir hadis, ayeti neshedebilir.
Kasani'ye göre ameli tevatür, bir şeyin itiraz edilmeden asırlar boyu
uygulanması demektir. Böyle bir ameli rivayet formunda nakletme ihtiyacı
duyulmamış, müçtehitler de itiraz etmeden bu yönde görüş
bildirmişlerdir. Böyle ameli mütevatir de kesin ve bağlayıcıdır.
İbn Hazm'a göre mütevatir, iki ve daha fazla sayıdaki kişinin birbirlerinden
ayrı olarak aynı lafızlarla naklettikleri haberdir, böyle bir haberi inkar
etmek, duyularla idrak edilen şeyleri inkarla eşdeğerdir (el-ihkam, 1/107).
Mütevatir hadis müşahededen doğan bilgi gibi kesinlik arz eder (MAA,
1733).
MEŞHUR HADİS
Hadis, birinci asırda haber-i vahid olduğu halde ikinci ve üçüncü asırlarda
ravileri, kizb üzerine ittifakları aklın adeten tecviz etmediği sayıda bir
cemaat olursa buna meşhur hadis denir.
Hanefilere göre meşhur hadis de kesin bilgi ifade eder (meşhur Sünnetle
Kitap'taki "amm" tahsis ve "mutlak" takyid edilebilir).
AHAD HADİS
Raviler üç asırda kizb ittifaklar i aklın tecviz etmediği bir cemaat değilse
böyle bir hadise haber i had veya haber-i vahid derler.
Güvenilir bir yolla rivayet edilen haber-i vahidin ilm-i yakīn ifade ettiği,
dolayısıyla dinde delil olduğunu ve onunla amel edilmesi gerektiğini İslam
alimlerinin çoğu kabul etmişlerdir.
Ebu Hanife, ravinin rivayet ettiği hadise aykırı davranmamış olmasını,
Malik, Medinelilerin yaygın uygulamasına aykırı olmamasını şart koşar.
İCMA
İcma, Hz. Peygamber'in vefatından sonra herhangi bir zamanda
müslüman müçtehitlerin bir olayın şer'i hükmü üzerinde yekdiğerinden
haberleri olmaksızın ittifak etmeleridir.
"Müminlerin yolunun dışında bir yola gireni ateşe atarız." (4/115)
"Ümmetim dalalet üzerinde birleşmez." (ibn Mace, Fiten, 8).
Fıkıh usulü eserlerinde geliştirilen icma teorisinde ise "ümmetin ismeti"
(hatadan korunmuşluğu) kavramı icmaa yön veren temel düşünceyi izahta
ağırlıklı bir yere sahiptir.
Zahiriler ve Ahmed b. Hanbel'den bir rivayete göre, Ashabı kiramdan
olmayan müçtehitlerin icmai muteber değildir (Bilmen, I/163, 164).
Zanni delille sabit olan hükümler üzerinde icma oluşunca artık başka türlü
anlaşılamayacağı özelliği kazanır. O zaman icma mevcut bir hükmü
sağlamlaştırır.
İcma, müçtehitlerin ittifakıdır; sıradan insanların bir konuda ittifakları
icma sayılmaz.
Teorik olarak sonraki icma, öncekini hükümsüz bırakabilir.
Hz. Ebubekir ile Ömer, kamu hukuku alanında şura içtihadı yaptırıyorlar,
varılan sonuçlar ferdi hükümlerden daha güçlü sayılıyor ve buna
muhalefet edilmiyordu.
İcma, İçtihadı Birleştirme Kararı gibi bağlayıcıdır; İBK'da kararın
ekseriyetle verilmesi kafi gelmesine rağmen, icmada reyde mutlak ittifak
şarttır.
Sonuçta meşhur hukukçulardan biri icma konusu olan ihtilafta muhalif
kalsa, icma oluşmaz ve hakimi bağlamaz. Halbuki IBK bir oy farkla alınsa
bile hakimi bağlar.
KIYAS
Kıyas, Kitap, Sünnet veya icmada hükmü bulunmayan meseleye,
aralarındaki illet birliği sebebiyle, bu kaynaklardan birinde yer alan
meselenin hükmünü vermektir.
Peygamber (s.a.), aynı zamanda iki kız kardeşle evlenme yasağına kıyasen,
bir kadın ve halasıyla aynı zamanda evlenmeyi yasaklamış ve kıyasın
illetine şöyle işaret etmiştir: "Eğer siz bunu yaparsanız akrabalık
bağlarınızı koparmış olursunuz."
Cüzlerdeki ortaklık dolayısıyla süt annelerle evlenme yasağına kıyasen,
kişinin süt kızıyla evlenmesini yasaklamıştır.
"Kıyas, hükmün illetindeki ortaklıkları sebebiyle asıldaki hükmü fer'e de
vermektir." Gazali
"Kıyas, aralarındaki ortak illete veya benzerliğe dayanarak fer'i asla ilhak
etmektir."
Hükmü nas tarafından belirlenmiş benzetme yapılan meseleye asil veya
makis aleyh,
hükmü naslarda belirlenmemiş meseleye fer' veya makis,
nasdaki hükmün konulmasına sebep olan özelliğe (asıldaki hükmü
gerektiren ve iki meseleyi aynı hükümde birleştiren ortak özellik) illet,
nasla sabit hükme aslın hükmü, kıyasla belirlenen hükme ise fer'in
hükmü, asıldaki hükmün fer'e verilmesine ta'diye denir.
Kıyas da bir içtihattır ve onu herkes yapamaz; ancak işi bilen müçtehitler
yapabilir.
Kıyas, hükmün kaynağı değil; naslarda bulunduğu varsayılan hükmü açığa
çıkarmaya yarayan bir yöntemdir (Apaydın, İslam Hukuk Usulü, s.22).
Emeğin kiralanması olan hizmet akdi nasla sabittir; fakat akar ve sair
malların kiralanmasının cevazı hakkında bir nas yoktur; icare-i ademiye
kıyasen tecviz olunmuştur. İllet, insanların ihtiyacıdır. Asıldaki bu illet
fer'de de yani menkul ve gayrimenkul kiralanmasında da zahirdir. Türk
Hukuk Lügati, s.201.
Kıyasla yeni bir hüküm konulmaz, asıldaki hükmün fer'de açığa
çıkarılmasını sağlar (Beşer, Kolay Usulü Fıkıh, s.37).
"Kıyas hükmü ispat etmez, izhar eder" ifadesi daha çok hükmü koyanın
Allah olduğunu, kıyas yapanın bunu ortaya çıkardığını vurgulamak
amacıyla kullanılması yanında kıyasın gerçekte bir delil değil bir yöntem
olduğunu da ima eder.
Gazali, kıyasa deliller arasında değil; delillerin anlaşılmasına yönelik
istinbat metotları arasında yer vermiştir.
Naslar sınırlı, hayat olayları ise sonsuzdur, her olayın bir hükme
bağlanması gerektiği için, yeni meseleleri çözmek için kıyasa
başvurmaktan başka çare yoktur. Hz. Ömer, Kadı Ebu Musa el- Eş'ari'ye
yazdığı mektupta; "birbirine benzer şeyleri iyice tanı ve ona göre
meseleleri kıyas et!" demiştir (Serahsi, el-Mebsut, Kahire 1324-1331,
XVI/62-63).
Cumhura (dört mezhep imamına) göre kıyas delildir; Zahirilerle Şii
İmamilere göre değildir.
İmam Şafii'ye göre: "Her olay hakkında ya ona ait bir hüküm veya hak
olan hükmün yolunu gösteren bir delalet vardır. Olayın açık hükmü varsa
ona uymak gereklidir. Eğer muayyen bir hüküm yoksa, olayın hak olan
hükmüne götüren yolun delili içtihat ile aranır; içtihat ise kıyastan
ibarettir." (er-Risale, Mısır 1940, s. 477).
KIYAS ÇEŞİTLERİ
Evleviyet kıyası: "Ebeveyne öf demeyin!" ayeti hakaret ve dövmeyi
evleviyetle yasaklar.
Genişletici yorum: Evlenmiş cariyenin zinasının cezası ile ilgili ayet (4/25)
evlenmiş köleyi de içerir.
"Savaşta el kesme cezası infaz edilmez" hadisi diğer hadlerin de infazının
tehirini gerektirir.
"Hakim, kızgınlık halinde hüküm vermesin" Hadis
Hakim, keder, açlık ve uykusuzluk gibi sağlıklı düşünmeye engel olabilecek
bir arıza ile zihni karışık iken hüküm
vermemelidir (MAA, 1812).
Üzüntü, keder, açlık ve şiddetli uyku halleri, kızgınlık gibi sağlıklı karar
vermeyi engelleyebilir (M. Es'ad, Telhisu Usuli'l-Fikh, İzmir 1313, s.12)
Şarabın yasaklanmasının illeti sarhoş edicilik özelliğidir, sarhoş edici diğer
içkiler de haramdır.
Murisini öldüren mirastan, vasiyet edeni öldüren de vasiyet edilen
maldan mahrum kalır
Üç kişiden ikisinin kendi aralarında konuşması diğerini üzeceğinden
yasaktır (Müslim, Selam, 26-28; İbn Mace, Edeb, 50). Aynı şekilde onun
bilmediği bir dilden konuşması da yasaktır.
KIYASIN ŞARTLARI
Temel kaynaklarca belirlenmiş olayda bulunan özelliğin (illetin) açıkça
anlaşılır olması gerekir. Had cezalarının miktarları ve zekatın ticaret
mallarından kırkta bir oranında alınmasının asıl nedenini de anlayamayız.
Dolayısıyla illeti anlaşılamayan şeyler üzerine kıyas yapılamaz. Hadlerde
kıyas yapılamaz; kanunilik ilkesi geçerlidir.
Temel kaynaklarda fer' ile ilgili özel bir hüküm bulunmamalıdır. Hakkında
nas olan bir konuda içtihat (kıyas) yapılamaz.
Kıyaslanan şeye (asıla) bağlanan hüküm yalnız o şeye özgü ise kıyas
yapılamaz “Huzeyme kimin için şahitlik yaparsa onun şahadeti iki kişi
yerine geçer." (Müsned, V/215-216).
Kıyasa aykırı olarak sabit olan hususa başka bir mesele kıyas edilemez
(selem, istisna ve icare)
İSTİHSAN ÖRNEKLERİ
Başkasının malında tasarruf kural olarak geçersizdir. Ancak Kur'an'da
vasiyet (ölüme bağlı tasarruf), kıyasa aykırı olduğu halde kabul edilmiştir.
Kıyasa göre akdin konusu mevcut olmadığı için eser sözleşmesinin batıl
olması gerekir. Ancak bu akit yaygın olarak yapılageldiğinden istihsanen
sahih kabul edilmiştir.
İstihsan, daha çok Hanefiler tarafından işletilmiş bir metottur.
Kural olarak menkul vakfı olmaz, kitap ve silah vakfı örf sebebiyle
istihsanen sahih kabul edilmiştir.
Şartlı satış olmaz, bey' bi'l-vefa örf haline gelince istihsanen sahih kabul
edilmiştir.
Bir tarlayı vakfeden, su yolu, içme ve geçme hakkını zikretmese kıyasen
bu haklar vakfedilmiş sayılmaz; ancak istihsanen bu haklar vakfedilmiş
olur. Sınırlı ayni hakların vakfa dahil olmasında kıyas vakfın satışa; istihsan
ise kira akdine dahil edilmesidir (Hallaf, s.261-262).
Meyve ve sebze gibi hepsi birden yetişmeyen ürünlerin satılması mevcut
olmayanın satışı olacağından kıyasa göre caiz değildir; ancak
olgunlaşanlara bağlı olarak toptan satılması istihsanen kabul edilmiştir
(MAA 207)
2. İSTISLAH
İstıslah, yararlı ve elverişli olanı aramak demektir.
İslam'ın gayesi insan için yararlı olanı sağlamak; zararlı olanı ondan
uzaklaştırmaktır.
Nasların kapsamına girmeyen ya da kıyas yoluyla nasta düzenlenmiş bir
olaya bağlanamayan fikhi bir meselenin hükmü Şer'an itibar edilebilir
maslahatlara ve İslam fıkhının genel ilkelerine göre belirlenir.
İstıslah, kamu yararının (maslahat) özel çıkara tercih edilmesi, büyük
zarardan korunmak için küçük zarara katlanılmasıdır.
Hanefiler ve Şafiiler teoride mürsel maslahatı bir delil olarak kabul
etmemelerine rağmen, fıkıh kitaplarında maslahat esasına dayanan
İçtihatları vardır. Örneğin Ebu Yusuf Kitabü'l-Harac'da halifenin tasarruf
yetkisini açıklarken maslahata sıkça başvurur.
Maliki ve Hanbeliler ise mesalih-i mürseleyi müstakil bir delil olarak kabul
ederler.
İSTISLAH ÖRNEKLERİ
Kur'an, maslahata binaen mushaf olarak toplandı, Hz. Osman zamanında
çoğaltıldı.
Hz. Ömer, müslüman erkeğin ehl-i kitap kadınla evlenmesine izin verilmiş
olmasına (Maide, 5/5) rağmen, müslüman kızlar bekar kalınca maslahat
gereği bunu yasakladı.
Hz. Peygamber, Hayber arazisini (Enfal, 8/41 ayeti gereği) gazilere
ganimet olarak dağıttı; Mekke'yi kılıç zoruyla fethetti, arazilerini gazilere
dağıtmadı. Kurayza, Nadir ve diğer Arap yurtları
fethedildi, ancak Hayber dışında hiçbirinin toprakları dağıtılmadı.
Hz. Ömer de Irak topraklarını gazilere dağıtmayıp Haşr, 53/10 ayeti gereği
fey' uygulaması yaptı (Fey'; düşmandan savaşla veya savaşsız ele geçirilen
toprakların mülkiyetinin devlette, yararlanma hakkının ise haraç vergisi
karşılığında eski sahiplerinde bırakılması demektir).
Hz. Osman'a göre ölüm hastasının boşadığı kadın boşayana mirasçı olur.
3. İSTISHAB
Daha önce bilinen bir durumun değiştiğini gösteren bir delil
bulunmadıkça halen devam ettiğine; aynı şekilde daha önce var olmadığı
bilinen bir durumun sonradan meydana geldiğine dair delil bulunmadıkça
halen yokluğuna hükmetmektir.
İstıshab delili mevcut durumun değiştiğine ilişkin iddiaları reddetmek için
kullanılır; yeni bir durumun varlığını ispat için kullanılamaz.
Örnekler:
Beraet-i asliye (suçsuzluk ve borçsuzluk karinesi)
Hüküm istıshabı (eşyada aslolan ibahadır): Bir konuda yasaklayıcı bir delil
bulunmadıkça o şeyin mubah olması asıldır.
Zilyetlik, mülkiyete karine oluşturur.
Hakimin hükmüne kadar gaib hayatta sayılır.
"Zeyd, Amr'dan bir ev satın alsa, Amr'ın sattığı evin eski bir penceresi
olsa, Amr, "pencerenin benim evime fahiş zararı vardır" diyerek zararı
defettiremez." (İbn Kemal)
İstıshab düşüncesi kavaid literatürüne de yansımış ve değişik yönleriyle
külli kaide halinde dile getirilmiştir. Mesela birçoğu ilk dönemlerden
itibaren literatürde yer alan ve Mecelle'de,
"Şek ile yakin zail olmaz" (m.4; Yunus, 10/36; Necm, 53/28, İsra, 17/36,
Hucurat, 49/12.
"Bir şeyin bulunduğu hal üzere kalması asıldır" (m.5; ayrıca bk. m.1683);
"Kadim, kıdemi üzere terk olunur" (m.6);
Zarar kadim olmaz (m.7);
"Beraet-i zimmet asıldır" (m.8);
“Sıfat-ı arizada asl olan ademdir" (m.9);
"Bir zamanda sabit olan şeyin hilafina delil olmadıkça bekasıyla
hükmolunur" (m.10) şeklinde ifade edilen külli kaideler,
"Tevehhüme itibar yoktur" (m.74);
Masumiyet karinesinden dolayı iddia edenin delil getirme yükümlülüğü
(m.76-77) bunun açık örnekleridir.
4. ÖRF
Örf, aklın onayı ve insan doğasının benimsemesi ile yaygınlaşıp meşhur
olan davranışlar, söz ve eylem biçimleridir.
Örf, iyi bilinen, adet ise iyi olsun kötü olsun tekrarlanan uygulamalardır.
"Peygamber, marufu emreder, münkerden men eder." A'raf, 7/157
ayetindeki “maruf”, “akılla veya dini bildirim yoluyla iyi olduğu bilinen fiil"
(İsfahani, el-Müfredat, "arf" md.)
Kur'an'da nafaka ve süt anneye verilecek ücret (2/233) ve zifaftan önce
boşanmış kadınlara verilecek hediyenin (müt'a) ölçüsünde (2/241) örfe
atıf yapılmıştır. Veli veya vasi yetimin malından örfe uygun yiyebilir (Nisa,
4/6).
Örf kıyasla çelişirse, örf tercih edilir. Ebu Hanife, ipek böceğini haşerata
kıyas ederek satışına cevaz vermemişti; Sonradan ipek böceğinin alınıp
satılması örf haline gelince, Muhammed Şeybani bunu mal kabul ederek
satışının cevazına hükmetti.
Örf deliline dayanan içtihatlar örfün değişmesiyle dayanaktan yoksun
kalır. Örnekler:
1. Hanefilere göre imamlık, müezzinlik, Kur'an öğreticiliği gibi taat
kabilinden iş ve meslekler karşılığında ücret alınmaz. Sonraki Hanefiler
şartların değiştiğini dikkate alarak imamlık, müezzinlik ve Kur'an
öğreticiliği gibi meslekleri yapanların bunu ücret ve maaş alabileceklerine
fetva verdiler. Şafiiler ise işin başından itibaren bu hizmetleri yapmanın
bir icare (iş) akdi konusu olduğunu ve ücret almanın meşru olduğunu
söylediler.
2. Emanet; kusur (kasit veya ihmal) olmadıkça tazmin edilmez. Ancak
zamanla güven azalmış, kötülükler artmış, emin bilinen kimseler hiyanet
etmeye başlayınca, ortak olarak çalışan kimsenin, elinde iken telef ettiği
şeyi tazmin etmesi esası getirilmiştir. Burada amaç, işçinin hıyanet
etmesini önlemektir.
3. Vakıf arazi ile yetimlere ait malların kiraya verilmesi bir süre ile
sınırlandırılmıştır. Dükkan ve evler için bir yıl, tarla ve bahçeler için üç
yıllık süre sınırlaması getirilmiştir. İcareteynli ve mukataalı vakıflar, gedik
ve girdar bu kurala istisna oluşturur.
4. Ebu Hanife'ye göre, şahitlerin tezkiyesine gerek yoktur. Çünkü
"Müslümanlar, birbirine göre doğru (udul) kimselerdir" (İbn Kayyim, İ'lam,
1/30). Zamanla yalancılık yayıldı, şahitlerin tezkiyesine ihtiyaç duyuldu.
Ebu Yusuf ve Şeybani şahitlerin tezkiyesinin şart olduğunu söylediler.
5. SEDD-İ ZERİA
Kötülüğe götüren ya da zarara giden yolun kapatılmasına sedd-i zeria
denir. Yararı elde etmek de zararı defetmek de maslahat olduğu için sedd-
i zeria, zararı gidermek maksadıyla mubah olan bir şey ve serbest olan bir
fiil yasaklanmaktadır.
Allah bir şeyi yasakladığında ona götüren araçları ve yolları mubah kılmış
olsaydı bu tavır yasaklama iradesiyle çelişir ve insanları yasağa teşvik
anlamına gelirdi. Aynı şekilde tabipler bir hastalığı önlemek isterlerse o
hastalığa götüren yolları kapatırlar, aksi halde düzeltmek istediklerini
bozmuş olurlar (İbn Kayyim, İ'lam, III/135).
Hediye vermek aslında mubah olmasına rağmen, borçluların alacaklılarına
hediye vermesi, faize yol açar endişesiyle
yasaklanmıştır.
Hz. Ömer, iddeti dolmadan evlenen bir kadını kocasından ayırmış ve
başkalarına da örnek olsun diye bu çiftin birbiriyle tekrar evlenmelerini
yasaklamıştır.
KUR'AN'DAN ÖRNEKLER
Dul kadınla evlenmek mubah olmakla birlikte iddet bekleyen bir kadına
açıkça evlenme teklifi ve süre dolmadan onunla nikah akdi yapılması bazı
sakıncalar dolayısıyla yasaklanmıştır (Bakara 2/235).
Düşmana karşı cihad emredilmiş olmakla birlikte bazı sakıncalı sonuçları
dikkate alınarak müslümanların topluca savaşa çıkmaları yasaklanmış,
döndüklerinde toplumu irşad edecek bir grubun geride kalması
istenmiştir (Tevbe 9/122).
Ayette "zina etmeyin" değil; "zinaya yaklaşmayın" denilmesi, zinaya
götürme tehlikesi bulunan tutum ve davranışlardan da uzak durmayı
ifade eder (İsra 17/32).
SÜNNETTEN ÖRNEKLER
Vasiyet meşru bir tasarruf olmakla birlikte varislerin haklarını tamamen
iptal edecek biçimde kullanılması ihtimali olduğu için 1/3 oranı ile
sınırlandırılmıştır (mirasçıların saklı payı 2/3'tür).
Hediyeleşmek karşılıklı sevgiyi artırmasına ve teşvik edilmesine rağmen,
kamu görevlilerinin hediye alması haksızlıklara ve kamu imkanlarının
kötüye kullanılmasına yol açabileceği için yasaklanmıştır.
Murisini öldüren kişi mirastan mahrum edilmiştir; zira bu yolun
kapatılmazsa birçok kişi miras payını bir an önce alabilmek için murisini
öldürebilir.
Suçlunun düşman safına geçmesi tehlikesine binaen savaş sırasında
hadlerin (cezaların) infazı ertelenmiştir.
İki kişi arasında pazarlık devam ederken araya girip yeni bir teklifte
bulunulması husumete yol açacağı,
Üç kişi bir arada iken ikisinin kendi aralarında gizli konuşmaları
üçüncünün kalbini kırabileceği için yasaklanmıştır.
FETH-İ ZERAYİ
Cuma namazı emredildiği gibi ezanı okunduğunda hemen namaz yerine
yönelmeleri de emredilmiştir (Cum'a 62/9).
Hakkını elde etmek için hüküm bakımından mubah sayılan hususlar:
Düşmana mal verilmesi onu güçlendirmek anlamına geleceği için caiz
değildir; ancak müslüman esirleri kurtarmak için düşmana fidye verilebilir.
Şerrinden korkulan düşmana hediye,
Haksızlığa uğrayan çaresiz kalmışsa haksızlık yapana menfaat temin
edebilir. Bu durumda suç, alan bakımından irtikaba dönüşür.
7. SAHABE FETVASI
Sahabi, Hz. Peygamber'e iman etmiş ve arkadaş denilebilecek kadar uzun
süre birlikte bulunmuş kimsedir. Sahabe, Allah Resulünün eğittiği kurucu
nesildir.
Sahabiler hem hadis rivayet etmiş, hem de fetva vermişlerdir. Hz.
Peygamberle birlikte yaşamaları, vahye şahit olmalarından dolayı sahabe
görüşlerinin Kitap ve Sünnete dayanma ve dolayısıyla doğru olma ihtimali
yüksektir.
Bir meselede birden çok sahabi aynı şeyi söylemişse bunun aksine bir
görüş ortaya atılamaz. Yani bu bir icma sayılır.
Bir meselede sahabeden birden fazla farklı görüş varsa bunlardan birini
tercih etmek gerekir. Çünkü onlar bu konuda nihayet bu görüşlerin
olabileceğini göstermişler, başka görüş olamayacağında adeta ittifak
etmişlerdir. O halde bu görüşlerden birini almak zorunludur.
Malik'e göre kıyasa uysun uymasın sahabi kavli hüccettir.
Şafii'ye göre sahabeden tek görüş varsa ya da birden fazla sahabi aynı
görüşte ise onun dışına çıkılamaz; ancak onlardan farklı görüşler gelmişse
bu meselenin içtihada açık olduğu (taabbüdi olmadığı)
anlaşılır, farklı bir içtihat yapılabilir.
Hz. Ömer'den mefküdün karısının dört yıl bekleyeceği, bunu takiben dört
ay on gün vefat iddeti tamam olduğunda başkasıyla
evlenebileceği görüşü nakledilmiş olup Hz. Osman, İbn Ömer ve İbn
Abbas ile kendilerinden yapılan ikinci rivayete göre Hz. Ali ve İbn
Mesud'un içtihatları da bu yöndedir.
Said b. Müseyyeb'den ise savaş saflarında kaybolanın karısının bir yıl,
başka durumda kaybolanın karısının dört yıl bekleyeceği görüşü nakledilir.
Ebussuud bazı soruların cevabını sahabe uygulamalarını anlatarak
vermiştir: "Hz. Ömer, meşhur müslüman şair Hutay'a'yı, şiirle bazı
kimselere hakaret edince tazir ve hapsedip, uslanmadan salıvermemiştir.”
(müddetsiz hüküm)
Hz. Ali, sorgu tekniği ile katillere suçlarını itiraf ettirmiştir.
HUKUKÇULAR HUKUKUDUR
Casuistique, her hal için hüküm koyan, bütün ihtimalleri göz önünde
tutarak düzenlemek isteyen ve ayrıntıya saplanan kanun koyma
metodudur.
Kur'an ve hadislerin hükümleri kazuist değildir.
Teşekkül ve gelişme dönemi itibariyle fıkıh ilmi, teoriler ve kapsamı geniş
normlar üzerine bina edilmeyip her meselenin ayrı olarak ele alınıp
hükme bağlanması yolu (kazuistik, meseleci metot) tercih edilmiştir.
Zamanla çoğalan tek tek hükümler, konu bakımından tasnif edilmiş,
benzer meseleleri ortak hükümler altında birleştiren genel ilkeler (külli
kaideler) tespit edilmiştir.
Şafii mezhebi, soyut ve karma metoda sahip kabul edilir. İmam Şafii'nin
"er- Risale" adlı kitabı hukuk metodolojisi üzerine yazılmış dünyadaki ilk
eserdir.
İslam hukukunun oluşum dönemlerinde akitlerin, haksız fiillerin,
borçların, suç ve cezaların genel teorisine yönelik çalışma yapılmamıştır.
İslam hukuku bir sisteme ve dolayısıyla oldukça geliştirilmiş bir suç
teorisine sahiptir
suçun unsurları teorisinin oluşmasına da öncülük etmiştir.
SAHABE FAKİHLERİ
Kufe'de: Abdullah b. Mesud (ö.32/652-53)
Medine'de: Abdullah b. Ömer (ö.73/692)
Mekke'de: Abdullah b. Abbas (ö.68/687-88) Mısır'da: Abdullah b. Amr b.
As (ö.65/684-85)
Basra'da: Ebu Musa el-Eş'ari (ö.42/662-63)
Şam'da: Muaz b. Cebel (ö. 17/638).
Fetvalarının sayısı birer büyük cilt oluşturacak kadar çok olan sahabiler
Hz. Ömer, Ali, İbn Mesud, İbn Ömer, İbn Abbas, Zeyd b. Sabit ve Hz.
Aişe'dir.
İçlerinde Hz. Ebu Bekir, Osman, Ebu Musa, Talha, Zübeyr gibi sahabinin
bulunduğu yirmisinin verdiği fetvalar birer küçük kitabı dolduracak
hacimdedir.
Üçüncü grupta yer alan 120 kadar sahabinin verdiği fetvaların tamamı bir
cilde sığacak kadardır (İbn Hacer, I/14; Hacvi, I/278).
TABİİN DEVRİ
Tabiin, Sahabeyi müslüman olarak gören ve müslüman olarak ölen ikinci
nesildir, daha çok Emeviler devrinde yaşamıştır.
Tabiin devrinde İslam coğrafyasının sınırları Maveraünnehir'den
İspanya'ya kadar ulaşmış, Arap olmayan unsurlar arasında hızlı bir
İslamlaşma faaliyeti başlamıştır.
Bu dönemde siyasi ihtilaflar hukuku da etkiledi.
Hadis uydurma olgusu, hadis tedvinini zorunlu kıldı, Ömer b. Abdülaziz'in
emriyle tedvin faaliyeti başladı.
Tabiin devrinde dini meselelerle ilgili kaynak ve yöntem bilgisi konusunda
sahabe devrinde oluşmaya başlayan farklı anlayış ve eğilimleri belirtmek
için "ehl-i Hicaz" ve "ehl-i Irak" şeklindeki coğrafi adlandırma yanında
“ehl-i eser" ve "ehl-i re'y" şeklinde soyut bir anlatıma yönelme ekolleşme
sürecini hızlandırdı.
HANEFİ MEZHEBİ
Hanefi mezhebinin doğuşunun Ebu Hanife'den önce Irak bölgesinde
ortaya çıkan re'y ekolüyle (ehl-i re'y) sıkı bir bağlantısı vardır. Kufe şehrinin
Hz. Ömer devrinden itibaren ilim ve kültür merkezi hüviyetini
kazanmasında en büyük pay, başta Abdullah b. Mesud ve Hz. Ali olmak
üzere buraya yerleşen 1500 civarında sahabiye aittir.
Kufe (Irak) merkezli fıkhın metodoloji, doktrin ve sistematiğinin
oluşmasında en büyük paya sahip bulunan Ebu Hanife'ye nispetle Hanefi
mezhebi olarak anılır.
Ebu Hanife (Numan b. Sabit), Kufe'de doğdu(699)
Öğrencileri ile birlikte içtihat yapıp problemleri çözdükleri fıkıh akademisi
vardı, burada dersler takrir değil; müzakere şeklinde geçerdi.
Hanefiler farazi (sanal) problemler üretip çözüme kavuşturan bir ekoldür.
Ebu Hanife: "Bir meselenin çözümünü önce Kur'an'da; bulamazsam,
hadislerde ararım. Yine bulamazsam, sahabe icmaına bakarım, icmada
bulamazsam, ihtilaflı görüşlerinden birini tercih ederim. Bunu da
bulamazsam, kıyas yaparım. Tabiinin içtihatlarına tabi olmam. Çünkü
onlar da bizim gibidir." dedi.
Emevilerin Ehl-i Beyte karşı tutumunu açıkça tenkit etti.
40'ı müçtehit, 560'ı fıkıhta meşhur 4000 talebe yetiştirdi.
Kufe merkezli Irak fıkhı ilk defa Ebu Hanife döneminde sistematik ve
kapsamlı bir şekilde tedvin edilmeye başlandı.
Abbasi Halifesi Harun Reşid'in Ebu Yusuf'u kādilkudat olarak ataması ve
bütün kadı tayin ve azillerinde onu yetkili kılması
Yargılamada düzen ve birliğin sağlanması, ülke genelinde hukuki istikrar
ve güven ortamının kurulmasına ve
Hanefi mezhebinin tanınmasına ve yayılmasına da hizmet etti.
Hanefiliğin teşekkülü ve yayılışında Irak fıkhının özünü ve metodolojisini
iyi kavramış, re'y ve içtihatta dirayet kazanmış ve gittikleri yerlerde bu
çizgide fikhi düşünceyi başlatmış veya güçlendirmiş olmaları etken oldu.
Ebu Hanife'nin ders halkasında sağladığı serbest tartışma ortamı, ortak
temel ilkeleri benimseyen müçtehit öğrencilerinin görüşlerini açık
biçimde ifade etmesine imkan vermiş, neticede Hanefi mezhebinin temel
görüşleri kolektif bir çalışmanın ürünü olarak ortaya çıkmıştır.
Hanefilik, kısa zamanda, Irak, Suriye, Mısır, Yemen, Sicilya, Anadolu,
Maveraünnehir, Çin ve Hindistan'a yayıldı. Türk devletlerinde
(Karahanlılar, Selçuklular ve Osmanlı) resmi mezhep oldu.
Ebu Yusuf'un on altı yıl süren kadılık ve kādilkudatlik,
İmam Züfer'in Basra,
Nuh b. Ebu Meryem'in Merv,
Kasım b. Ma'n ve Nuh b. Derrac'ın Kufe,
Yahya b. Zekeriyya'nın Medain,
İmam Muhammed'in Rakka, Rey ve Horasan,
Hafs b. Giyas'ın Bağdat ve Kufe,
Esed b. Amr el-Beceli'nin Vasıt ve Bağdat,
Hasan b. Ziyad'ın Kufe,
İsmail b. Hammad'ın Bağdat, Basra ve Rakka,
Ömer b. Meymun ve Ebu Muti' el-Belhi'nin Belh kadılığı yaptığı,
sonraki nesil fakihlerin de aynı şekilde kadı, kazasker ve kādilkudat olarak
görev aldıkları kaydedilir.
MALİKİ MEZHEBİ
Malik b. Enes (ö.795) aslen Yemenli, Medine'ye yerleşmiş bir ailedendir.
Fıkhı ve hadisi Medine'de öğrenmiştir.
Hadisler, Medine ehlinin ameli, sahabe fetvası, tabiin fakihlerin görüşleri
ve kendi içtihatlarından oluşan kitabı el-Muvatta'dır.
İlaveten kıyas, sahabi kavli, mürsel maslahat, örf ve adet, istihsan ve
istishab, Maliki fıkhının kaynaklarıdır.
Amel-i ehl-i Medine tabiri, Hz. Peygamber'den tebeu't-tabiin nesline
kadar süren zaman dilimi içerisinde Medinelilerin üzerinde ittifak ettikleri
fikhi görüş ve uygulamaları kapsar.
Mezhebi Kuzey Afrika ve Endülüs'te yayıldı.
ŞAFİİ MEZHEBİ
Muhammed b. İdris eş-Şafii, Gazze'de doğdu (767), Kureyş
kabilesindendir, 15 yaşında hoca oldu,
Yirmi yaşında iken Medine'de İmam Malik'ten; 800'de Bağdat'ta
Muhammed b. Hasan Şeybani'den ders okudu
Hicaz ve Irak ekollerini iyi öğrendi ve bunları birleştirerek ayrı bir içtihat
sistemi kurdu
Meselelerin çözümünde sırayla Kur'an, Sünnet ve icmaa bakar; ancak
sükuti icmayı delil olarak almazdı. Sahabe içtihatlarından naslara en yakın
veya kıyasa en uygun bulduğunu esas alırdı. Burada da çözüm bulamazsa
kıyasa başvurur, örf ve adete mezhebinde çok mühim bir yer verir;
İstihsan ve maslahat ilkelerini delil olarak kabul etmezdi.
HANBELİ MEZHEBİ
Ehl-i hadisin temsilcilerinden Ahmed b. Hanbel Bağdat'ta 780 yılında
doğdu, aynı yerde 855’te vefat etti.
Zayıf hadisleri bile kıyasa tercih etmiştir.
İlaveten sahabe icmai, sahabi kavli ve kıyas (içtihat), Hanbeli
fıkhının kaynaklarıdır
Öğrencilerinin hadisleri yazmasına müsaade etti, kendi
içtihatlarının yazılmasına müsaade etmedi.
İbn Teymiye (1328) ve İbn Kayyim el-Cevziyye (1350), mezhebi meşhur
ettiler.
Halen S. Arabistan'da resmi mezhep olarak uygulanmaktadır.
ÖRFİ HUKUK
İslam hukukunda belli alanlarda bırakılmış bilinçli boşluklar ('Açıklandığı
takdirde sizi sıkıntıya sokacak hususlarda soru sormayın. Kur'an
indirilirken böyle sorular sorarsanız size açıklanır. Allah onlardan sizi muaf
tutmuştur.' Maide, 5/101).
Bu alanlarda devlet otoritesine tanınan yasama yetkisi vardır (Nisa, 4/59,
ülülemrin caizde tasarrufu).
"Allah, sultan aracılığıyla, Kur'an aracılığıyla koyduğundan daha fazla
yasak ve müeyyide koyar.” Hadis (Maverdi, Edebü’d-dünya ve'd-din,
İst.1328, s.228).
Osmanlı Devleti'nde kamu hukuku sahasında yapılan
düzenlemeler fıkha/şerʻe rağmen değil; onun müsaadesi ile ve ileri
sürdüğü teoriler çerçevesinde yapılmıştır.
İbnü'l-Cevzi (ö.1201)’ye göre şeriat ilahi bir siyasettir, ilahi bir siyasetin ise
içerisinde eksik gedik bulunması, halkın siyasetiyle bu eksiğin
tamamlanması muhaldir. Şu halde siyasetin gerekli olduğu fikrindekiler,
şeriatta boşluk olduğunu ileri sürüyorlar demektir ki bu da küfür sayılır.
Şeriatın zaten ilahi bir siyaset olması dolayısıyla insani bir siyasetin
şeriatla uzlaşmasına imkan yoktur (Telbisü iblis, s.172).
İbn Kesir (ö.1373), şer'i esaslara dayanmayan örfi kanunlar çıkarmanın ve
bunlara öncelik tanımanın caiz olmadığını söyler.
Böyle bir görüşün temelinde hükümdarların keyfi uygulama ve
zulümlerine yönelik bir tepkinin yattığını söylemek
mümkündür.
Örfün özellikleri:
1. Doğrudan hükümdar tarafından konulur.
2. Salt akıl esası üzere konulur.
3. Konuluş sebebi nizam-ı alem-i zahiri sağlamaktır.
4. Mertebesi ilahi siyasetten daha düşüktür.
MODERN YAKLAŞIMLAR
5 Şubat 1937 tarihinde laiklik ilkesinin anayasaya girmesinden kısa bir
süre sonra 1938'de Fuat Köprülü'nün “Ortazaman Türk Müesseseleri:
İslam Amme
Hukukundan Ayrı Bir Türk Amme Hukuku Yok Mudur?” başlıklı makalesi
(Belleten, Nisan 1938, c. 2, sy. 6, s.71-72),
1943'te Ömer Lütfi Barkan'ın XV ve XVI. Asırlarda Osmanlı
İmparatorluğunda Zirai Ekonominin Hukuki ve Mali Esasları: Kanunlar
isimli kitabı yayınlandı.
Bu çalışmaların her birinde İslam hukukunun kamu alanında yetersizliği ve
kısıtlayıcılığı sebebiyle mazide devlet işlerinden uzak tutulduğu iddiası
üzerinden halde ve istikbalde de bu tavrın sürdürülmesi gerektiğini ihsas
ettiren; şer' ile örfü kategorik olarak birbirinden ayıran yaklaşımlar vardı.
Fuat Köprülü, Osmanlılara kadar Müslüman Türk devletlerinde, kamu
hukuku sahasında şer'i hukuktan ayrı, bağımsız, eski Türk geleneklerine
dayalı ve seküler karakterli bir örfi hukukun hakim bulunduğu ve bu iki
sistem arasında yapısal bir alakanın mevcut olmadığı tezini savunmaktadır
(Fuat Köprülü, İslam ve Türk Hukuk Tarihi Araştırmaları ve Vakıf
Müessesesi, s. 3-35).
Barkan'a göre her ülkede, kamu hukuku alanında şer'i hukuktan ayrı, laik
karakterli, "kanun koyma yoluyla oluşan ve gelişen milli ve yerli bir hukuk"
meydana getirilmiş; yabancı menşeli vergi ve idare usulleri, devlet ve
hakimiyet telakkileri, hatta Kur'an'ın açık emirlerini hükümsüz bırakan
usul ve sistemler şer'i hukukla birlikte yaşayabilmiş ve gelişebilmiştir
(Barkan, XV ve XVI nci Asırlarda Osmanlı imparatorluğunda Zirai
Ekonominin Hukuki ve Mali Esasları, s.XIII-XV).
Barkan'ın bu görüşü şer‘i hukuku tanımlama ve laikliğe tarihi bir köken
devşirme çabasının zorunlu bir sonucudur. Midilli, Muharrem, “Klasik
Osmanlı Hukukundaki Şer ́-Örf Ayrımına Dair Modern Tartışmalar” TALİD,
12(23), 2014,
s.41.
Barkan kendi tezinin mukabili olarak, Osmanlılar dönemindeki
uygulamaların bütünüyle şer'i olduğu şeklindeki görüşü kendi ifadeleriyle
şöyle tasvir eder: İslami medeniyet ve hukukun hükümran olduğu
ülkelerde her şeye hakim olan şeriattan ayrı bir teşrii kuvvet ve hukuk
kaynağı söz konusu edilemez. İslam kamu hukukunda hakim olduğu iddia
edilen bir ilkeye göre hükümdarlık salahiyet ve iradeleri Şeriatın ezeli ve
değişmez hükümleriyle tayin ve tahdid edilmiş bulunan sultanlar için
herhangi bir şekilde yasama yetkisi yoktur... Osmanlı Devleti'nin
kurucuları, bir İslam ülkesi sultanı olarak meydana getirdikleri bu siyasi
varlığın hayatında Şeriatı bir esas teşkilat kanunu olarak kabul etmişler ve
onun teşkilat ve idaresini tamamen Şeriatın hüküm ve icaplarına tabi
kılmışlardır (Barkan, Kanunlar, s.xix).
A.Yaşar Ocak'a göre, Köprülü ve Barkan'ın bu konudaki tavırları Türkiye'de
Cumhuriyet'le birlikte gündeme gelen laiklik meselesine tarihi bir zemin
oluşturma endişesinden kaynaklanmıştır. Ocak, 1990, s.193.
U. Heyd, XIV. asır inşasıyla istinsah edilen bir İlhanlı fermanında bulunan
'ber vech-i şeri'at ve yasa' ifadesinin ihtiva ettiği fikrin Osmanlılarda şer'
ve kanun formülüyle devam ettiğini ifade eder.
Şeriatın kamu hukukunu ilgilendiren alanlarında genel ilkeler
koymakla yetindiği ve bilinçli bir şekilde boş bıraktığı alanlarda devlet
başkanına yasama yetkisi verdiği, İslam hukukçularının ve Türk hukuk
tarihçilerinin de genel kanaati olup, Barkan'ın yaklaşımı bu iki disipline
mensup ilim adamları tarafından eleştirilmiştir (Köksal, s.113).
"İslam hukukunun çerçevesi içinde oluşan emir ve teamülleri içeren
kanunnamelere..."
Halil İnalcık, gerek Osmanlıların ve gerek önceki Müslüman devletlerin
kamu hayatına ilişkin kanun koyma yetkilerinin kökeninin İslami olup bu
yetkinin istihsan ve istıslah ilkelerine dayalı olduğunu söyler (Halil İnalcık,
"Şeriat ve Kanun, Din ve Devlet", s. 45).
İnalcık, Fatih'e kadar hayatın bütün alanlarında dini hukuka büyük önem
verildiğini, devlet hukukunun da İslami ilkelere dayanmasına ve dini
hukuk ile uyumlu olmasına dikkat edildiğini söylerken açıkça Barkan'a
muhalefet etmekle birlikte Fatih'ten sonra yönetime ait alanların kanun
yapma faaliyeti bakımından sultana özgü sayıldığını, bu alanlarda şer‘i
hukukun kamu kurumlarını açıklamakta yeterli görülmediğini iddia ederek
onun çizgisine yaklaşır.
Bir hukuk normunun veya uygulamasının İslam'a uygunluğu yani klasik
ifadesiyle şer'iliği denilince, onun dinin açık hükümlerine aykırı olmaması
kasdedilir. Bu da Kur'an ve Sünnet'te yer alan ifadelerin onu emretmesi,
uygunluğunu açıkça telaffuz etmesi şeklinde olabileceği gibi ona ilişkin bir
açıklamaya yer vermemesi, yani yasaklığından söz etmemesi şeklinde de
olabilir (Bardakoğlu, "Osmanlı Hukukunun Şer'iliği Üzerine" s.414).
Klasik fıkıh kitapları içinde yer alan ve geçmiş dönemlerde devletin
müdahalesinden bağımsız olarak oluşan hukuka şer'i hukuk, padişahların
emir ve fermanlarıyla oluşan hukuka da örfi hukuk adı verilmiştir. İşte
Osmanlı hukuku esas itibarıyla şer'i hukuk ile bu hukukun yanında zaman
içerisinde oluşan örfi hukuktan ibarettir.
Abbasi Halifesi Ebu Cafer el-Mansur'a bir rapor sunan İbnü'l- Mukaffa',
mahkemelerde birbirine zıt görüşlerin hükme esas teşkil ettiğine ve
bunun hukuk anarşisine yol açtığına dikkat çekip hukuk güvenliğinin
sağlanması amacıyla devlet eliyle içtihatların derlenmesini ve en uygunu
seçilerek kanunlaştırılmasını önerdi.
Halife İmam Malik'in el-Muvatta'ını kanun metni haline getirmeye
teşebbüs etti, ancak Malik içtihat hürriyetini kısıtlayacağı endişesiyle bu
öneriyi kabul etmedi. Daha sonra Endülüs ve Kuzey Afrika'ya hakim
devletler Maliki mezhebini destekledi.
Ebu Yusuf, 783-799 yıllarında kadılkudatlık yaptı, kadılıklara Hanefi
hukukçuları atadı.
DEVLETİN TARİHİ
ÜLKE
Bir devletin egemenlik alanının sınırlarını belirten ve onun hukuk
düzenine tabi olan toprak parçasına ülke denir.
Devletin varlığını koruyabilmesi ve milletlerarası şahsiyetinin olabilmesi
için bir ülkeye ihtiyacı vardır.
Daru'l-küfr bir hadiste düşman toprağı olarak nitelendirilmiştir. Müslim,
İmare,
24.
İslam hukukçuları Dünyayı darülislam ve darulharp olarak ikiye ayırır.
Darülislam, müslümanların hakimiyeti altındaki veya
Müslümanların devlet başkanının otoritesinin geçerli olduğu (devletin
siyasi, iktisadi, idari ve hukuki düzeninin İslam esaslarına dayandığı,
yasama, yürütme ve yargı yetkilerinin İslami otoritenin elinde
bulunduğu),
İslam hukuk sisteminin uygulandığı yerdir, nüfusun müslüman veya
gayrimüslim, az veya çok olması önemli değildir.
"Darulharp" kavramı ilk bakışta "kendisiyle darulislam arasında savaş
halinin mevcut olduğu ülke" anlamını çağrıştırıyorsa da İslam hukuku
kaynaklarında "darulislam dışındaki ülkeler” anlamında ve günümüzdeki
“yabancı ülke” ifadesinin karşılığı olarak kullanılmıştır.
Müslüman toplumun gayrimüslim toplumlarla ilişkileri barış esasına
dayanır, bu ortam ancak gayrimüslimlerin düşmanca tavırları sebebiyle
bozulabilir. Mümtehine, 60/8-9.
Darulharp sayılan bir ülke, halkının müslüman olması veya fetihten sonra
orada İslam hükümlerinin uygulanmasıyla darülislama
dönüşür.
Darulislam darulharbe: Gayrimüslim bir devletin İslam ülkesini istilası,
Darulislamda bir şehir veya bölge halkının irtidad ederek o yeri işgali,
Zimmilerin zimmet akdini bozup bulundukları yerde hakimiyetlerini ilan
etmeleri ile dönüşür.
Maliki ve Hanbeli fakihleriyle Ebu Yusuf ve İmam Muhammed'e göre
darulislam, içinde küfür ahkamının uygulanmasıyla darulharp dönüşür.
Şafilere göre darulislam istilaya uğrasa, üzerinden uzun yıllar geçse de
darulharp dönüşmez. Yani mülkiyet hukuken gayrimüslimlere geçmez.
HALİFENİN VASIFLARI
a) Müslüman olmalı (Sizden olan ülülemre itaat edin 4/59)
e) Erkek olmalı, "İşlerini kadınlara bırakan kavim(ler) asla iflah olmaz" Hadis.
HALİFENİN GÖREVLERİ
Alimlerin çoğuna göre bey'at, iki tarafı da bağlayan bir velayet ilişkisi
doğurduğundan, mevcut şartlar varlığını korudukça, ehl-i hal ve akd tek
taraflı olarak bu akdi ortadan kaldıramaz. Dolayısıyla devlet başkanları ilke
olarak kayd-ı hayat şartıyla başa geçerler, ancak sınırlı bir süre için
seçilmeleri yasaklanmamıştır.
a) Ölüm ve Feragat: Hz. Osman istifa talebini ölüm pahasına geri çevirmiş, Hz.
Hasan ise istifa etmiştir. Bey'at akdinin bağlayıcı olması hasebiyle istifanın
geçerliliğini ehl-i hal ve akdin onayına tabi tutanlar da vardır (bkz. "Azl," el-
Mevsuatü'l-fıkhiyyetü'l-Küveytiyye, III/72). o II. Murad, Fatih lehine, O da babası
lehine çekilmiştir
İlke olarak meşruiyetini kaybeden devlet başkanını hal' etme yetkisi ehl-i
hal ve akde verilmiştir.
AZİL SEBEPLERİ
1)Akıl hastalığı: Sultan Abdülaziz, akli melekelerindeki bozukluk gerekçe
gösterilerek azledildi.
4) Esir düşme: Ankara Savaşı'nda Timur'a esir düşen Yıldırım Bayezid'i azledip
yerine üst düzey yetkililer büyük oğlu Süleyman'ı padişah olarak ilan ettiler.
b)Şafiilere göre fasik münazil olur (ayrı bir işleme gerek kalmadan görevi
kendiliğinden sona erer).
OSMANLIDA
Osmanlıda II. Mustafa ve IV. Mehmed görevi ihmal, IV. Mustafa ise suçsuz
bir hükümdarın (III. Selim) öldürülmesine sebebiyet,
II. Abdülhamid ise dini kitapları yaktırması, devlet malını israf etmesi,
haksız yere kişileri ölüm, hapis ve sürgün cezalarına çarptırması
gerekçesiyle hal' edilmişlerdir.
Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali şehit edilmiş, Hz. Hasan ise istifa etmiştir.
Emeviler, Abbasiler, Memlükler ve Osmanlılar döneminde toplam
azledilen, görevden el çektirilen yahut görevi kendi isteğiyle bırakanların
sayısı 67 kadardır. Bu sayı toplam devlet başkanının yarısıdır (%51.9).
Halife/devlet başkanın yaklaşık üçte biri öldürülmek suretiyle iktidardan
el çektirilmiştir.
HALİFENİN YARDIMCILARI
Halife görev yaparken memurlar yardım eder.
Yardımcıları hemen hemen bütün işlerinde onu temsil edebilecek
idareciler olan vezirler ile
görev ve yetkileri sınırlı olan ordu komutanı ve valilerdir o Maverdi
tebaayı istismar eden öğütücü ve ezici bürokrasiye karşıdır. Masrafları
toplumun sırtında ağır bir yük oluşturan bürokrasi sınıfı en az düzeye
indirilmelidir; çünkü çokluk çekişmeye, çekişme de yozlaşmaya ve
kayırmacılığa yol açar.
"Allah bir emire hayır dilerse ona unuttuğunda hatırlatacak, hatırlarsa
yardımcı olacak iyi bir vezir verir; bir emir için hayırdan başkasını dilerse
ona unutursa hatırlatmayan, hatırlarsa yardımcı olmayan kötü bir vezir
verir."
DEVLETİN FONKSİYONLARI
İDARİ PERSONEL
3. ABBASİLER
Abbasiler, vezirlik kurumunu Sasanilerden aldı.
Maverdi, Abbasilerde tefviz ve tenfiz adlarıyla iki çeşit vezirlik
bulunduğunu belirtir.
Geniş yetkileri olan, halife adına devletin bütün işlerini yürüten tefviz
vezirleri halifenin naibi sıfatıyla hilafet mührünü taşır, zaman zaman
mezalim mahkemelerine başkanlık eder, savaşlara karar verir, hazineden
gerekli gördüğü harcamaları yapar, valileri tayin ve azledebilirdi.
Yetkileri daha kısıtlı tenfiz vezirleri ise yalnızca kendileri için belirlenen
görev alanlarında söz sahibiydiler; yetkileri yürütme ile sınırlı olup
halifenin verdiği emirleri yerine getirirlerdi. Bir tefviz vezirine karşılık
tenfiz vezirlerinin sayısı zamana ve işlere göre değişebiliyordu (el-
Ahkamü's-sultaniyye, s.25-32).
Vezir akıllı, hesap bilir, dürüst, tok gözlü, dindar, becerikli, bilgili ve
heybetli olmalıdır. Asil bir aileden gelmelidir. Halka adil davranmalı,
hükümdarın güvenini zedeleyecek tutum ve davranışlardan sakınmalıdır
(Kutadgu Bilig, beyit nr. 2184-2262).
Harun Reşid zamanında ilk defa başkadılık (kadılkudatlık) kuruldu. Bu
kurum, kadı tayinlerinde etkili oldu.
İslam devleti hilafet ve saltanatı toplamıştır, padişah şeriatin koruyucusu
olduğundan her türlü tefrikadan uzaktır.
1058'de Abbasi halifesi siyasi otoriteyi Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey'e
devretti, böylece siyasi ve dini otorite ayrılmış oldu. Hilafet; dini riyaset ve
saltanat maddi riyaset derecesine indiyse de Osmanlı Devleti'nin ortaya
çıkması ile İslam Devleti yenilenmiş ve asli halini bulmuştur.
ABBASİLERDE KOLLUK
2) Divan-ı Cünd (ceyş): Rütbelerine göre tasnif edilmiş askeri kıtalar ve onların
ödeme veya iktalarının kayıtlarını tutardı. Bu divan biri ödeme ve harcamalarla
ilgilenen, diğeri de asker alımları ve sınıflandırma yapan iki bölümden meydana
gelmekteydi.
6) Divan-ı Mezalim: İdari ve hukuki bir kurum olan mezalim divani, normal
mahkemelerin karara bağlamakta zorlanacağı ceza ve hukuk davalarını karara
bağlamak ve uygulamak, idari şikayetleri dinlemek üzere oluşturulmuş yüksek
kuruldur. Mezalim yargısı, uygulamada yönetici ve nüfuzlu kişilerin işledikleri
haksızlıkları ele alan bir "ceza yargısı" olarak görülmektedir.
4. BÜYÜK SELÇUKLULAR
Selçuklu devrinde devlet, yalnız iktidarda bulunan ailenin ortak malı
değildir. Devlet üzerinde büyük komutanlar da söz sahibidirler. Buna göre,
devlet, adeta Selçuklu hanedanı ile Selçuklu komutanlarının ortak
sorumluluğu altındadır.
İslam medeniyeti çevresine girerek büyük kısmını hakimiyeti altında
birleştiren Büyük Selçuklu Devleti, şekil bakımından büyük değişikliğe
uğradı. Bazı teşkilat ve kurumlar gibi terimler de Farsça ve Arapça oldu.
Mesela, "Hakan"ın yerini "Sultan", "Yabgu"nun yerini "Melik" aldı. Sadece
"Sübaşı" "Çavuş", "Bey", "Beylerbeyi" gibi terimler kaldı.
Selçuklu Devleti, idaresi altındaki İran halkını hakimiyetine ortak etti.
Devlet adeta iki nüfuz bölgesine ayrılmıştı: Askeri teşkilat kadrolarını
Türkler, sivil teşkilat kadrolarını ise İranlılar işgal ediyordu.
Selçuklu Sultanları tahta geçince halifeye hediyeler ve elçiler göndererek
egemenliklerini onaylatmak istemişlerdir.
Büyük Selçuklular devlet yönetiminde Abbasilerden, eski Türk
geleneklerinden ve İran'dan etkilenmişlerdir.
Yüksek dereceli devlet memurlarıyla komutanlar hakkındaki şikayetler,
sultanın başkanlık ettiği Divan-ı Mezalimde karara bağlanırdı.
Konuşma dili Türkçe; resmi yazışma dili ise Farsça'dır.
Vezirin unvanı hace, sahib ve sahib-i divan-ı saltanat idi.
İlk kez Büyük Selçuklu Devletinde ortaya çıkan bir kurum atabeyliktir.
Atabeyler, bölge veya eyaletlere idareci olarak gönderilen ve melik denen
şehzadelerin yanına onları devlet hizmetinde yetiştirmek için
görevlendirilmiş kişilerdir (lala).
Taşra teşkilatının biçimlenişinde ikta sisteminin büyük etkisi vardır.
Osmanlıda gelişmiş şekli ile miri araziler olarak karşımıza çıkıyor.
SELÇUKLULARDA DİVANLAR
5. ANADOLU SELÇUKLULARI
Yazışma dili Farsça, yargı dili Arapçadır.
Anadolu Selçuklularındaki önemli görevliler:
Niyabet-i Saltanat: Naip, sultan başkentte yokken ona vekalet eder,
seferlere katılır, orduya kumanda ederdi.
Atabeg, Divan-ı Ala'nın nüfuzlu üyelerindendi, bütün devlet erkanını
kontrol ederdi.
Pervaneci: İktaları dağıtan ve büyük divanda bulunan arazi defterlerini
tutan kişidir.
Emir-i Dad: Başta devlete karşı suçlar olmak üzere örfi davalara
hükümdar adına bakan görevlidir. Çok güçlü ve nüfuzlu emirlerle vezirleri
tutuklama yetkisi de vardı.
PADİŞAH
PADİŞAHIN BELİRLENMESİ
1) Seçim (ittifak-ı ashab-ı ara ve şura) : Osman Gazi, Oğuz geleneğinin devamı
olarak Türk beylerinin katıldığı kurultaydaki meşveret sonucunda iktidara
gelmiştir. Orhan Gazi, ahiler ve beyler ittifakı ile Yıldırım Bayezid ise beylerin
seçimi ile tahta geçti.
Fatih'in veliahd olarak Cem Sultan'ı düşündüğü hem onun daha yakın bir
vilayete (Konya) vali yapılmasından hem de Teşkilat Kanunnamesinde
isminin zikredilmesinden belli olmasına rağmen, Cem Sultan tahta
çıkamadı; vezirler Amasya'ya gönderilmiş olan II. Bayezid'i getirtip
padişah yaptılar.
İbn Haldun'a (ö.1406) göre tahtı gasp eden kimse adaletli bir yönetim
sergilerse meşru bir devlet başkanı olur.
TÜRKLERDE ÜLÜŞ SİSTEMİ
Eski Türklerde devletin padişah ailesinin malı (ülüş sistemi) kabul edilmesi
anlayışı olmasına rağmen onlar kardeşlerini katletmek yerine devleti
kardeşler arasında paylaştırmayı tercih etmişler, bu durum devletlerin
kısa sürede parçalanmasına sebep olmuştur.
Osmanlıda ise "Her ne vakit ki devlette, bilhassa padişah yakınlarında
üstünlük ve nüfuz, kuvvetli bir elde olmayıp, ortaklık ve ihtilaf olsa fitne
ve fesat eksik olmayıp işlerin düzeni bozulur. Çünkü devlet işleri ortaklık
kabul etmez." anlayışı ile “nizam-i alem" ve "Devlet-i ebed müddet" için
kardeşlerini katletmeyi tercih etmişlerdir.
ŞEHZADE KATLİ
Orhan Bey ile başlayıp I. Ahmed'in tahta çıkmasına kadar geçen yaklaşık
üç asırlık sürede Osmanlı tahtına oturan on üç hükümdardan (I. Mehmed
ve I. Selim dışında) on biri hayatta kalan en büyük evlat olarak tahta
çıkmıştır.
1617'de I. Ahmed'in vefatı üzerine kardeşi Mustafa tahta çıkmış, daha
sonra bu usul (bir iki istisna) uygulanmış olan hanedana mensup en
büyük erkek üyenin hükümdar olmasını ifade eden ekberiyet usulü
Kanun-ı Esasi'ye girmiştir.
1876 Kanun-1 Esasi m.3: "Saltanat-1 Seniyye-i Osmaniye, Hilafet-i Kübra-
yı İslamiyyeyi haiz olarak Sülale-i Al-i Osman'dan usul-i kadimesi veçhile
ekber evlada aittir."
PADİŞAHIN YETKİLERİ
DİVAN-I HÜMAYUN
DİVAN ÜYELERİ
VEZİRİAZAM
Fatih Kanunnamesinde sadrazamın "vüzeranın ve ümeranın başı, cümle
işlerin mutlak vekili” olduğu, teşrifatta herkesten önde geldiği belirtilir.
XVII. yüzyılın ikinci yarısına ait Tevkii Kanunnamesinde ise din ve devlet
işleri, saltanat düzeninin sağlanması, had, kısas, hapis, nefiy, taʼzir ve
siyaset cezalarının infazı, dava dinleme, şeri ve örfi hükümleri tatbik,
zulmün bertaraf edilmesi, ülkenin idaresi, ilmiye ve seyfiye görevlerinin
verilmesi hususunda padişahın mutlak vekili olduğu ifade edilmiştir.
Vezirlerin ve emir(vali)lerin başı idi (önemli memurları tayin ve
azledebilirdi).
Divan-ı Hümayunun başkanı: Padişah adına divanı toplayabilir, padişahın
katılmadığı DH toplantısına başkanlık ederdi.
Yargı yetkisi: DH'a ulaşan örfi-idari davaları çözer, şer'i davaları kazaskere
havale ederdi. Kendi adına topladığı İkindi, Çarşamba ve Cuma divanları
vardı.
Teftiş: Çarşı ve pazarları gezerek esnafı ve fiyatları denetlerdi (kol gezme).
Devlet yetkileri doğrudan ve tamamen birinci vezir tarafından kullanılır ve
bunun bir ifadesi olarak sultanın mührü kendisine verilir, diğer vezirler ise
onun danışmanları gibi hareket ederdi.
KUBBEALTI VEZİRLERİ:
DEFTERDAR
Yeniçeri ağası:
DİVANIN GELİŞİMİ
İlk çalışması Orhan Bey dönemindedir, klasik yapısına Fatih devrinde,
mükemmel şekline Kanuni zamanında ulaşmıştır.
17. yüzyılın ortalarından itibaren yetkileri İkindi Divanına geçtiğinden DH
yozlaşmıştır.
Toplantı zamanı: Divan, Fatih devrinde her gün sabah namazından sonra
öğleye kadar toplanırdı.
II. Bayezid'den itibaren haftada dört,
III. Mehmet döneminde iki güne indirilmiştir.
1768'den sonra ise altı haftada bir toplanmıştır.
Toplantı yeri: Normal zamanlarda; padişahın bulunduğu yerde, sefer
sırasında da ayaküstü toplanır önemli kararlar alabilirdi (ayak divanı). o
Fatih devrine kadar divana padişah başkanlık ederdi. Daha sonra
veziriazam başkanlığında toplandı.
DH'da oy kullanma hakkı olmayan, toplantının düzenini sağlayan
görevliler: reisülküttap, kapıcılar kethüdası, çavuşbaşı ve tezkireciler.
Teşrifat: Oturum, reisülküttabın telhis kesesini sadrazamın yanına
koymasıyla başlardı. Bazılarına bahşişler verilirdi.
Önemli işler görülüp bittikten ve kararlar alındıktan sonra şikayetler
dinlenirdi.
Denetlenmesi:
1) Doğrudan: Padişah başkanlık ediyorsa denetleme olmazdı. Kafes
arkasından izlediği toplantılarda saygı sınırı aşılır veya yanlış bir iş yapılırsa
padişah kafesin arkasından vurur, toplantı biter ve veziriazam padişaha
açıklama yapardı.
2) Arza Çıkma: DH toplantılarından sonra sadrazam belirli günlerde
padişaha arzlarını telhis veya takrir denilen yazılarla sunar, soru veya itiraz
olursa gerekli açıklamaları yapardı. o 3) Yazılı Denetim (telhis): Veziriazam
alınan kararlara kendi görüşünü de ekler ve yazılı olarak sunardı.
Şeyhülislam, defterdar ve beylerbeyiler telhislerini padişaha ancak
veziriazam aracılığıyla sunabilirdi.
BÜROKRATİK ÖRGÜTÜ
VALİNİN GÖREVLERİ
Beylerbeyiler, sultanın yürütme erkinin temsilcileri olarak eyaletin bütün
işlerinden sorumlu olurlar ve vali sıfatıyla anılırlar, kadıların hükümlerini
ve padişahın emirlerini yerine getirirlerdi.
Savaşta orduyu sevk ve idare etmek,
Fetihlerden sonra ele geçirilen yerlerin halkıyla antlaşmalar imzalamak,
Vergileri toplamak, devlet görevlilerinin maaşlarını dağıtmak, ganimetleri
paylaştırmak, beytülmal hissesini merkeze göndermek,
Esirlerin durumunu karara bağlamak,
Müslümanları yeni yerleşim birimlerine yerleştirmek, o Suçluları
cezalandırmak, adli işleri yürütmek,
Emniyet ve asayişi sağlamaktı (DİA, C:18, s.332).
Sultanın otoritesini temsil eden beylerbeyi, halkı koruyup kollama, askeri
zapt ü rapt altına alma, def-i mezalim etme ve seyf ü siyaset işleriyle
ilgilenmekteydi (TAPK, s.528).
Tevkii Abdurrahman Paşa Kanununda valinin görevleri:
reayanın korunması,
askeri düzenin sağlanması,
zulmün bertaraf edilmesi,
eyaletin idaresi,
seferlere iştirak şeklinde sayılmaktadır.
Eyaletteki sancak beyleri, kadılar ve diğer idareciler ona tabidir. o Vezareti
varsa çevresindeki beylerbeyiler de ona itaat etmelidir.
Kendi eyaletinde "vekil-i saltanat” olarak bütün tımar sahiplerinin ve
askerin amiri olması sebebiyle tımar tevcihleri, bu konudaki çeşitli
ihtilafların çözümü beylerbeyinin görevidir.
Eyaletteki tımar defterdarı ile beylerbeyi arasında ihtilaf çıkarsa fermana
göre hareket edilirdi (Barkan, Kanunlar, s.367).
Valiler süresiz atanır, azledilmedikleri, istifa etmedikleri, halk veya muhalif
güçler tarafından makamlarından uzaklaştırılmadıkları sürece görevleri
devam ederdi. Valilere merkezi yönetim tarafından maaş bağlanmış,
suiistimallere yol açabileceğinden hediye kabul etmeleri ve ticaret
yapmaları yasaklanmıştır.
Göreve gelmeden önce malını beyan eden, daha sonra malvarlığında
anormal bir artış tespit edilen valiler görevden alınabildiği gibi mallarının
yarısı veya tamamı müsadere edilirdi.
Suçlarına göre valilerin görevlerine son verildiği gibi cezalandırılmaları da
mümkündü.
Beylerbeyiler gerek sefere hazırlık gerekse savaşın seyri sırasındaki ihmal,
hata ve beceriksizliklerinin cezasını çok ağır şekilde öderler, bazen
hayatların kaybederlerdi. İdam cezası için fetva alınabileceği gibi herhangi
bir yargılamaya ve fetvaya başvurulmadan sultanın fermanıyla bu ceza
verilebilirdi.
Beylerbeyi ile eyalet kadısı, müftüsü ve alimleri arasında oldukça hassas
bir denge vardı. Bunlardan her birinin doğrudan saltanat makamına
(rikab-ı hümayun) veya Divan-ı Hümayuna arzda bulunma yetkilerinin
olması, beylerbeyinin ölçülü ve adil davranmasında çok etkili olmuştur.
Eyalet kadısı öldüğünde yeni kadı gelinceye kadar beylerbeyi kadı tayin
edebilir (MTM, 1, 528-529),
bazı davaların dinlenmesi hususunda da padişahın dışında sadaret
buyruldusu ile veya beylerbeyi bir yazı ile kadıyı görevlendirebilirdi (Heyd,
s.219).
Beylerbeyinin vilayet kadısı ölünce yeni kadı gelinceye kadar yerine
bakmak üzere bir mevla tayin etme, divan kurup dava dinleme, kadıları
kendi huzuruna getirtip dava dinletme ve davanın dinlenmesi için
buyruldu verme gibi yetkileri vardı.
SANCAK
KADI
İslamiyetin ve devlet egemenliğinin en önemli sembolü olan
kadı, Osmanlıda en önemli kamu görevlisidir. Osmanlıda yargı ve
kadılık kurumu son derece saygındı. Muhakemede sanıkların
suçlarını itiraf etme oranları insanı şaşırtacak kadar yüksekti. Bu
durum, kadının kişiliğine duyulan büyük saygıya dayanmaktaydı.
İlçelere, hatta nahiyelere kadar merkezi idareyi hem yargı hem
yürütme erkine sahip olan kadılar temsil etmiş, yürütme erkini
temsil eden ehl-i örfün hukuk sınırları içinde tutulması da
kadıların görevi sayılmıştır.
Kadıların asıl görevi insanlar arasındaki hukuki uyuşmazlıkları
çözmek, suçluları cezalandırmak, verdikleri hüküm ve cezaları
icra ve infaz etmektir.
Şer'i ve örfi hukuk alanında tek yetkili kadıdır.
Kadılık, süresi sınırlı bir memuriyettir. Görev süreleri devlet
başkanının takdirine bağlıdır. 3-2-1 yıl şeklinde kısalarak
değişikliğe uğradı. Naibler genelde süresiz olarak atanır, ancak
belirli süreler içinde görev değişiklikleri olurdu.
Görev süresi sona eren (mazül) kadı, yeni bir kadılık boşalıncaya
kadar beklerdi. o Görev ve yetkileri sınırlı idi.
Atandığı yer ve zamanın dışında hükmederse, Ebu Hanife'ye
göre verdiği karar geçersizdir, İmameyne göre hadler dışında
geçerlidir.
Toprak kadıları (seyyar kadılar), yolsuzlukları soruşturmakla
görevliydiler. Toprak kadıları bazen stratejik madde sayılan
toprak ürünleri kaçakçılığını önlemek için teftiş ve tedbirle
görevlendirilmişlerdir.
KADILARIN YETİŞMESİ
KADILARIN YETKİLERİ
Soruşturma yetkisi: Klasik dönemde savcılık mevcut olmadığından kadı
sadece bir hakim değil; aynı zamanda soruşturma ile görevliydi, bugünkü
savcı ve sorgu hakiminin görevini de yüklenmişti. Bir yerin aranması veya
gözaltı ve tutuklama ancak kadı kararıyla olabilir; kolluk görevlileri hakim
kararı olmadan özgürlük kısıtlayamazdı.
Yargılama yetkisi: Önceki İslam devletlerinin çoğunda kadılar şer'i
hukuku, mezalim mahkemeleri ise örfi hukuku uygularken Osmanlıda
kadılar hem şer'i hukuku hem kanunu uygulamakla yetkili ve görevliydi.
Mahkeme kayıtlarını tutmak ve saklamak, vasi ve naip atamak ve
azletmek gibi yetkileri vardı.
Taʼzir suçlarında sanığa uygun cezayı takdir ve infaz yetkisi kadıya aitti.
İdari görevleri: 1864 yılına kadar kazalarda kaymakam olmadığı için mülki
ve belediye başkanı olmadığı için beledi görevleri kadı yapardı.
Nikah kıymak, veli ve vasisi olmayan küçükleri evlendirmek, yetim ve
gaiplerin mallarını korumak, vasi ve vekilleri tayin ya da azletmek,
vasiyetleri yerine getirmek, miras taksimi, çarşı ve pazarı denetlemek,
narh koymak ve imar-iskan işleri gibi. Vergileri toplamak da kadıların
görevi idi (Aşık Çelebi, vr. 6a-b).
Vakıfların vakfiyedeki şartlarına uygun olarak yönetilmesini, vergilerin
kanunname hükümlerine uygun toplanmasını, imam- hatip ve vaiz gibi
görevlileri tayin ve teftiş eden kadıdır.
Ordunun seferde ihtiyaç duyduğu maddeleri temin etmek, hatta zafer için
dua etmek üzere halkı camilere toplamak da kadının görevleri
arasındaydı.
Denetim: vakıfların, çarşı-pazarın denetlenmesi ile
Beylerbeyi, sancakbeyi, naip ve muhzırlar üzerinde denetim yetkisi
kadıdaydı.
Sancak ve eyaletlerde görev yapan en üst örfi yöneticilere kanunların
uygulanmasını hiyerarşik olarak denetleme sorumluluğu yüklenmiştir.
Ancak örfi yetkililerin kanun dışı tasarruflara meyilli ve reayaya karşı kendi
aralarında dayanışma içinde olmaları sebebiyle hiyerarşik idari denetim
kendi başına adaleti sağlayamazdı.
İdarede denge ve denetim ilkesi gereği hiyerarşik denetimin yanında yargı
denetimi de gerekliydi. Kanunların şeriatla yakın ilişkisi dikkate
alındığında yargı denetimini yapacak en uygun görevli, kadıydı. Bu
nedenle Osmanlı yöneticileri kadılara kanunların uygulanmasına nezaret
etmelerini ve örfi tasarrufları kanun yönünden denetlemelerini
emretmiştir.
Geleneksel olarak şeri yargılama yapan ve bir kısım şeri işleri yürüten
kadıların bu şekilde görevlendirilmesi bir Osmanlı Türkleri yeniliği olarak
görülmektedir.
KADILARIN SORUŞTURULMASI
Kadılarla ilgili şikayetler, kazasker veya şeyhülislama gönderilir yahut
doğrudan veziriazam veya padişaha verilirdi.
Merkezi idare müfettiş sıfatıyla bir kazaskeri, beylerbeyi veya
sancakbeyini, mazül kadılardan birini (bu sıkça rastlanan bir uygulamaydı,
mesela İne kadısının Tuzla kadısını teftişle görevlendirildiğine dair bir kayıt
vardır (BA, MD, nr. 16, hk. 336); mübaşir sıfatıyla da Dergah-ı Ali
çavuşlarından oluşan heyeti kadıyı soruşturmak üzere görevlendirirdi.
şikayetlerin çok olduğu ve devlet görevlileriyle halk arasında büyük
sorunların ortaya çıktığı yerlere merkez tarafından teftiş için "mehayif
müfettişi” adıyla güvenilir kadılar gönderilirdi. Kütahya ve Karahisar
sancaklarında subaşı, tımarlı sipahi, zaim, kadı ve naib gibi mahalli
idarecilerin halka zulmettikleri konusundaki şikayetler üzerine Kütahya
beylerbeyi ve kadısı, teftiş için görevlendirilmiştir.
XV. yy. sonlarına kadar mehayif müfettişleri soruşturma yapar ve
raporlarını Divan-i Hümayuna sunarlardı.
Soruşturma raporu divanda görüşülür, yargılanması gerektiğine karar
verilenler gerekirse Divan-ı Hümayun tarafından tutuklama kararı verilir
ve Çavuşbaşı tutuklama kararını yerine getirirdi.
KADILARIN YARGILANMASI
KADI YARDIMCILARI
GENEL KOLLUK
Subaşı: Kolluk görevini kadı adına yapan subaşı, merkezin ve kadının
emirlerini uygular, suç işleyenleri takip edip yakalar, soruşturma yapar,
dava açar, mahkumiyet kararlarını infaz ve hapsine karar verilenleri
hapsederdi.
İstanbul subaşısını sadrazam, taşradaki subaşıları ise beylerbeyi veya
sancak beyleri atardı.
Subaşılar kamu düzenini doğrudan ihlal eden suçlarda kimsenin şikayetçi
olmasına gerek kalmaksızın zanlıyı kadı önüne çıkarma yetkisine
sahiptiler. "Üsküdar Mahalle-i Cedide subaşısı olan Sefer Bey b.
Abdulmenab, tarih-i kitab gecesi gece yarısından önce Seydi Ali b. Veli'yi
mahkemeye ihzar ve muvacehesinde 'Seydi Ali'nin elinde balta... ile
fenersiz çarşı içinde gezerken yakaladım sorulup takririnin tahrir
olunmasını isterim dedi... 29 Receb 1049/26 Kasım 1639"
Ases: Şehirlerde özellikle geceleri güvenliğin sağlanmasından asesbaşı
sorumluydu. Asesler çarşılarda ve mahallelerde geceleri dolaşırlar ve
yakaladıkları zanlıları ya kendileri cezalandırırlar ya da gerekli hallerde
kadıya getirirlerdi. Şer'iye sicillerinde aseslerin geceleri hırsızlık, sarhoşluk
ve zina gibi suçları işleyenleri kadı huzuruna çıkardıkları ve durumlarını
tespit ettirdikleri yer almaktadır.
Asesler de subaşılar gibi kolluk görevi yapmakla birlikte, subaşılar
gündüzleri; asesler ise geceleri çalışmakta ve böylece aralarındaki görev
taksimi gerçekleşmiş olmaktadır.
ADLİ KOLLUK
Muhzır: Mahkemede hazır bulunması istenen kişiye kadı tarafından bir
celb kağıdı (mürasele) çıkarılır, adli kolluk ve tebligat memuru olan muhzır
da bununla ilgili şahsı mahkemeye çağırırdı. Muhzırın zor kullanma yetkisi
yoksa da bazı durumlarda kadının talebiyle yanına asker alabilirdi.
Muhakeme sırasında mahkemedeki asayişin temini de muhzırın
görevlerindendi. Hizmeti karşılığı maaş değil; taraflardan ihzariye (ücret-i
kadem, ayak teri) denilen ücret alırlardı.
Tanzimat'tan sonra nizamiye mahkemelerinde muhzırın yerini mübaşir
aldı.
Mübaşir: Mahkemede sırası gelen tarafları ve şahitleri duruşma salonuna
almak, duruşmada asayiş ve güvenliği sağlamak üzere mübaşirler
bulundurulur.
Çavuşlar, idari görevleri yanında ilamların icrası, borçlunun mallarını
satarak borcun ödenmesi, borçlunun inat ve temerrüdü üzerine
mahkeme kararı ile hapsedilmesi gibi görevleri, muhzıra benzer şekilde
zanlıların kadı huzuruna çıkarılması gibi hizmetleri de yaparlardı.
Müftü: Taraflar mahkemeye gitmeden ihtilaflarını kolay ve ucuz çözebilir,
bir fetva alıp kadiya sunabilir yahut kadı müftüden fetva isterdi.
Kadı bilmediği hususları soracağı, ilminden yararlanacağı teknik
müşavirler olan müftüleri yanında bulundurmalıydı. Her ne kadar fetvalar
kadıyı bağlamasa da dava konusu ihtilafla sunulan fetva vakia olarak
birbiriyle uyuşuyorsa kadının fetvaya aykırı karar vermesi yanlış karar
vermiş olduğuna kuvvetli bir karine sayılır ve bozulmasına sebep olurdu.
Bundan dolayı kadıların genelde mahkemeye sunulan fetvalara (uzman
mütalaasi) uygun karar verdikleri görülmüştür.
Tercüman: "Tarafeynden lisan bilmeyen kimsenin ifadesini tercüme için
mahkemede mevsuk ve mu'temen tercüman bulundurulur." MAA 1825.
Kadı, dilsiz ve sağırlarla anlaşamadığı takdirde onların işaretlerini anlayan
bir kişinin (müsemmi', müsmi') yardımını alabilir.
Seccan: Kadı, hapishanenin idari işlerini görmek ve mahpuslar hakkında
bilgi vermek üzere "seccan" (sahibü's-sicn) adıyla memur atardı. o
Arabulucu/uzlaştırmacı: Yargılamanın tarafların anlaşmasıyla sona
ermesinde isimleri hemen hiç zikredilmeyen, ancak yaygın olarak devreye
girdikleri ve olumlu rol oynadıkları görülen arabulucular (muslihun) vardı.
Bilirkişi: Hukuki uyuşmazlık ve ispat konusu özel ve teknik bilgiyi
gerektirirse uzmanlığına başvurulan ve ehl-i vukuf denilen kişiler vardı.
Bilirkişileri mahkeme görevlendirir, kadı genellikle bunların raporuna
uygun olarak karar verirdi. Kaynaklarda akde konu bir malın ayıplı
(kusurlu) veya paranın düşük evsafta olup olmadığının tespiti (Mecelle
m.338), malın ayıplı ve fiyatında indirimin zaruri olması halinde ne ölçüde
bir indirimin gerekeceği (m.346), gasp, itlaf gibi bir sebeple tazmini
gereken zararın, çalınan malın değerinin veya zararla fiil arasındaki sebep-
sonuç bağının belirlenmesi, bazı durumlarda çocuğun nesebinin
belirlenmesi, hisseli malların paylaştırılması, yaralamalarda organ veya
fonksiyon kaybı, yaranın tespiti gibi değişik konularda ehl-i vukufun görev
ve işlevi, beyanının değeri ve prosedür üzerinde ayrıntılı şekilde durulur.
KADI MAHKEMELERİ
Mahkeme sözlükte “hüküm verilen yer, yargılama yeri" anlamındadır.
Terim olarak yargılama yetkisinin kullanılması için kurulmuş resmi makam
ve kurumu ifade eder.
İslam'ın ilk devirlerinde "babü'l-kadı / ebvabü'l-kudat, meclisü'l-kadı /
kada, babü meclisi'l-kadı / kada, meclisü'l-hükm”, Osmanlıda "meclis-i
şer" şeklinde ifade edilirdi.
Mahkeme kelimesi terim anlamıyla Kasani ve Kadihan gibi XII. yüzyıl
fakihlerinin eserlerinde görülmeye başlandı.
İslam devletlerinde adliye teşkilati kādilkudatlik, mezalim mahkemeleri,
kadı mahkemeleri ve bunlara bağlı kuruluşlardan oluşmuştu.
Mahkemeler genelde tek hakim usulüyle ve tek dereceli olarak yargısal
faaliyette bulunmuş, İslam tarihinde ilk devirlerden itibaren kadı
mahkemelerinden ayrı olarak idari ve adli yargı ve denetim görevlerini
yürüten mezalim mahkemeleri kurulmuştur.
Mahkemenin tek dereceli olması ve verilen kararın taraflar için kesin
hüküm sayılması kural ise de hakimin yanılabileceği veya kasıtlı
davranabileceği hesaba katılarak ilgili tarafın verilen karara belirli esaslar
çerçevesinde itiraz edebilmesi ilkesi benimsenmiştir.
Fıkıh kitaplarında yer alan bilgilere göre davayı kaybeden kişi üst
derecede bulunan bir kadıdan mahkeme kararının incelenmesini
isteyebilir. Kadı inceleme sonucunda verilen kararı şeri delillere ve genel
kurallara uygun bulursa onaylar, değilse kararı bozar ve o davaya yeni
baştan bakılır.
İçtihatlar eşit değerde olduğu ve içtihadın içtihatla bozulmayacağı genel
bir ilke olarak kabul edildiğinden inceleme yapan kadının içtihadının farklı
olması alt mahkemede içtihada dayalı olarak verilen bir kararı bozma
sebebi olamaz. İlk içtihada öncelik verilmesinin amacı, hukuki çekişmenin
onunla sonuçlandırılarak davaların uzayıp gitmesinin önüne geçilmesi ve
adaletin en kısa zamanda tecelli etmesidir (Kasani, VII/14, Atar,
"Mahkeme" DIA).
Hz. Ömer'in hilafeti döneminde Medine'de kadı olarak görev yapan Hz.
Ali ve Zeyd b. Sabit'in verdikleri bir karara davayı kaybeden kişi halife
nezdinde itiraz ettiğinde Hz. Ömer kararı incelemiş ve "Ben senin davana
kadı olarak baksaydım senin lehine hüküm verirdim" demiştir. Bu kişi,
"Senin benim lehimde hüküm vermeni engelleyecek ne var? Üstelik yetki
sende" deyince Hz. Ömer, "Eğer bu kanaate Kur'an ve Resulullah'ın
sünnetinde bulunan açık naslarla ulaşmış olsaydım o kararı bozar ve senin
lehine hüküm verirdim; ancak ben bu kanaate re'yimle ulaştım, re'y ise
müşterektir" cevabını vermiş, Hz. Ali ve Zeyd'in re'y içtihadına dayanarak
verdikleri hükmü bozmamıştır (İbn Kayyim el-Cevziyye, 1/65).
Mahkemelerin kuruluşu
Hanefiler önceleri sadece şehirlerde mahkeme kurulabileceğini söylerken
daha sonra kasaba ve köylerde de küçük çaptaki davalara bakan
mahkemelerin bulunabileceğini kabul etmişlerdir.
Şafiiler ise davacı, davalı ve şahitlerin sabah yola çıkıp akşam evlerine
dönebilecekleri her yerleşim biriminde ihtiyaca cevap verecek sayıda
mahkeme kurulmasının gerektiği görüşündedir.
Bir şehirde yargı bölgeleri veya dava türleri ayrılarak sadece hukuk
davalarına veya ceza davalarına ya da maddi değeri belirli bir miktarı
geçmeyen davalara bakmak üzere birden fazla mahkeme de kurulabilir
(Mecelle, m.1801).
Kaynaklarda, davaya bakacak mahkemeyi belirlerken tarafların
ikametgahlarının veya dava konusunun bulunduğu yerin esas alınacağı
gibi açıklamalar, özellikle büyük şehirlere birden fazla kadi tayin edilmesi
halinde görevli ve yetkili mahkemeyi belirlemeye ve kargaşayı önlemeye
yarayacak bir ölçüt geliştirme anlamı taşır.
İlk devirlerden itibaren kadılar camilerde, camilere bitişik yerlerde
(sahnü'l-mescid) veya evlerde davalara bakıyorlardı.
İlk defa Hz. Osman zamanında bir bina adli duruşmaların yapılmasına
tahsis edildi (Kettani, I/271).
İslam tarihinde yargılamanın aleniliği genel bir ilke olarak
benimsendiğinden camilerin yargılama yeri olarak seçilmesiyle bu amaç
kolayca gerçekleşiyor, duruşmaları evinde yapan kadılar ise evlerinin
kapılarını herkese açık bulundurmaya özen gösteriyordu.
Duruşmaları taraflar ve şahitler dışında dinleyiciler de izleyebiliyordu.
Kadı genel ahlak ve adaba uygun olmayan durumlarda kapalı oturumlar
düzenliyor, bu durumda sadece ilgililer duruşma salonuna alınıyordu.
Duruşma oturumunun yönetimi kadının yetkisindeydi. Kadı, mahkemenin
adabına ve saygınlığına uygun olmayan davranışlarda bulunanları uyarır,
bundan bir sonuç alamazsa onları mübaşir aracılığı ile salondan çıkarır ve
gerektiğinde taʼzir cezası verirdi.
Duruşmaları aleni yürüten kadı ilim erbabıyla gizli olarak istişare edip
hükmünü tek başına verir ve hükmü ilgililere açıkça tefhim ederdi.
Özel Mahkemeler
Divan-ı Hümayunun yanı sıra sadrazamın başkanlığında Rumeli ve Anadolu
kazaskerlerinin katılımıyla toplanan cuma divanı, İstanbul ve bilad-i selase
(Üsküdar, Galata, Eyüp) kadılarının iştirakiyle toplanan çarşamba divanı Divan-ı
Hümayunun yargı yükünü hafifleten yüksek mahkemeler görünümündedir.
1) İkindi Divanı: Divan-ı Hümayunun düzenli toplandığı belirli günlerde divanda
sonuçlandırılamayan davalara veziriazam kendi konağında ikindiden sonra
bakardı.
7) Hakem Heyetleri: Esnaf ahlakına uymayan veya standart harici mal üreten
esnaf, kendi şeyh ve ihtiyarlarından oluşan mecliste muhakeme olunup
cezalandırılırdı.
8) Muhtesip: Kul hakları davasına bakma yetkisi olup cinayetler ve had suçlarını
yargılama yetkisi yoktur. Ölçü, tartı, alet ve birimlerindeki hileler, her türlü
ekonomik işlemdeki aldatmalar, vaktinde ödenmeyen borçlar, komşuluk hakkı
ihlalleri ve işçi-işveren anlaşmazlıkları gibi ticari ve sosyal hayatta sıkça
karşılaşılan ve bir yönüyle de kamu düzeninin ihlali sayılan çekişmeleri çözüme
kavuşturmada yoğunlaşır.
Şeriye mahkemesi
Nizamiye Mahkemeleri
1840'ta taşrada muhassıllık meclisleri kuruldu, bunlar 1842'de Memleket
Meclislerine dönüştürüldü.
1847'de Osmanlı vatandaşı ile yabancıların ceza davalarına bakmak üzere
karma mahkemeler kuruldu.
1849'da kanunnamelerde yer alan tazir suçlarını yargılamak üzere eyalet
ve sancak meclisleri, kurul mahkemeler şeklinde oluşturuldu.
1854'te İstanbul'da kurulan Meclis-i Tahkik, ceza kanunlarını uygulamakla
görevliydi.
1864 Vilayet Nizamnamesi ile hukuk ve ceza davalarına bakmak üzere
kazalarda kadı başkanlığında Müslüman ve gayrimüslim üyelerden oluşan
meclis-i deavi, sancaklarda meclis-i temyiz, vilayetlerde ise divan-ı temyiz
kuruldu.
Bu mahkemeler tarafından verilen kararları, 1868'den itibaren temyiz
mercii olarak Divan-1 Ahkam-ı Adliye inceledi.
1879 Mehakim-i Nizamiyenin Teşkilat Kanunu ile nizamiye
mahkemelerinin eksiklikleri giderildi.
29 Şubat 1888 tarihli bir iradede şeriye mahkemeleriyle nizamiye
mahkemelerinin görevleri: Talak, nikah, nafaka, hidane, hürriyet, rakabe,
kısas, diyet, erş, gurre, hükumet-i adl, kasame, gaib, mefkud, vasiyet ve
miras davalarının şer'i mahkemelerde; ticaret, ceza, güzeşte ve nizamen
görülmesi gereken zarar ziyan ve iltizam bedelleriyle konturato
davalarının nizamiye mahkemelerinde; bunların dışında kalan davaların
ise her iki tarafın razı olması halinde şeriye mahkemelerinde, razı
olmazlarsa nizamiye mahkemelerinde görülmesi esası benimsenmiştir.
Ticaret Mahkemeleri
Şurayı Devlet
1838 yılında kurulan Meclis-i Vala-yı Ahkam-ı Adliyye, 1868 yılında Şurayı
Devlet ve Divan-1 Ahkam-ı Adliye adında iki meclise ayrılmış; İçtüzüğü 1
Nisan 1868'de yürürlüğe giren Şura- yı Devlet'in resmi açılışı 10 Mayıs
1868 tarihinde yapılmıştır.
Şurayı Devlet kanunları hazırlamak ve idari yargıyla görevlendirilmiştir.
Bağımsız olarak idari yargı ile görevlendirilen ilk organ Şurayı Devlet'tir.
1868 tarihli Şurayı Devlet Nizamnamesine göre kurumun görev ve
yetkileri kanun ve nizamname tasarılarını hazırlamak, mülki işleri
incelemek, mahkeme veya meclislerin verdiği kararların temyizinde adliye
ve idare memurları arasında çıkan ihtilafları çözmek, hükümetle kişiler
arasındaki davalara bakmak, kanun metinlerini yorumlamak, devlet
memurlarının durumlarını inceleyip gerektiğinde onları yargılamak, 1864
Vilayet Nizamnamesine göre her vilayette senede bir defa toplanıp
vilayetin sorunlarını görüşecek olan umumi meclislerin düzenlediği
mazbataları meclis üyeleriyle müzakere ederek karara bağlamaktı.
Kanun teklifleri, sadrazamlık tarafından padişahın onayı alındıktan sonra,
kanun layihasini hazırlamak üzere Şurayı Devlet'e havale edilir; sonra
meclise gelirdi. Şurayı Devlet 1876 Kanun- Esasi'nin hazırlanmasında etkin
bir rol üstlendi.
Kanunları yorumlamak ve uygulanmasını denetlemek de Şurayı Devlet'in
görevleri arasındaydı.
Devletin idari, mülki, hukuki, inzibati, mali, ticari, askeri vb. hususlarda
danışma merkezidir. Başta padişah olmak üzere bakanlıklar ve diğer
kurumlardan gelen talep üzerine görüşlerini bir mazbata ile bildirir, ancak
yürütmeye müdahale etmezdi.
Taşradaki idare meclisleri idari davalara bakıyordu. 1868 yılında merkezde
kurulan Şurayı Devlet Muhakemat Dairesi de bunların kararlarına karşı bir
temyiz mercii oldu. Burada ayrıca memur yargılaması da yapılırdı.
Şurayı Devlet başkanı aynı zamanda kabinenin de üyesi idi. İdare ile kişiler
arasındaki ihtilafların çözümü işi 1870'ten itibaren nizamiye
mahkemelerine verilmiş; idare mahkemelerinde yalnızca memur
muhakemesi işi kalmıştı.
669 sayılı ve 23 Kasım 1925 tarihli Şurayı Devlet Kanunu ile meclis
Tanzimat, Mülkiye, Deavi ile Maliye ve Nafia olmak üzere dört daireye
bölünerek yeni dönemde de idari teşkilat içerisindeki yerini aldı.
Teşkilatlanması ve fiilen göreve başlaması 6 Temmuz 1927 tarihini bulan
Şurayı Devlet'in ismi, 1938'de çıkarılan 3546 sayılı kanunla önce Devlet
Şurası'na ve 1940'lı yılların başlarından itibaren Danıştay'a dönüştürüldü.
OSMANLI HALKI
MÜSLÜMANLAR VE GAYRİMÜSLİMLER
ZİMMİLER
Ebu Yusuf, Halife Ömer'e ait bir görüş şeklinde, fetihten önce mevcut olan
kilise, havra ve ateşkedelerin yıkılmayacağını ve mevcut haliyle
bırakılacağını, ancak yenilerinin yapılmasına da izin verilmeyeceğini
nakletmiştir (el-Harac).
Zimmilerle karşılıklı güven ve iyi ilişkilerin kurulmasına bağlı olarak erken
dönemlerden itibaren eski mabetlerin tamirine ve yenilerinin de
yapılmasına izin verildiği, içte sosyal karışıklıkların ortaya çıktığı veya
Bizans yahut Haçlı seferlerinde olduğu gibi gayrimüslim devletlerle siyasal
ilişkilerin bozulduğu dönemlerde ise bu müsamahanın gösterilmediği ve
bazı mabetlerin yıktırıldığı görülmüştür.
Osmanlıda bir yer fethedildiğinde orada bulunan kiliselerden biri
(özellikle en önemlisi veya en büyüğü) hakimiyet sembolü olarak camiye
çevrilir.
İlke olarak ister barış ister savaş yoluyla ele geçirilsin, bir yerde eğer
zimmi topluluğu yerinde bırakılmışsa kiliselerine dokunulamaz. Bununla
beraber devlet sınırları içinde yeni kilise inşası yasaktır, tamiri için divana
başvurulması gerekir.
Müslüman sayısı artan ve cami ihtiyacı olan yerlerde, kullanılmayan kilise
satın alınıp camiye çevrilebilir.
Zimmi tebaa topluca müslüman olursa kiliseleri camiye dönüştürülür.
Fethedilen yerdeki harap olmuş kilise yerine cami yapılabilir (Fatih Camii,
1462)
Kiliseden çevrilen cami uzun süre kullanılmasa bile tekrar kiliseye
dönüştürülmez.
KİLİSELERİN TAMİRİ
ZİMMİLERİN HAKLARI
MÜSTE'MEN
Vatandaş olmayan, vize ile geçici olarak (azami bir yıl) ülkede bulunan
yabancıdır. o Eman alarak ülkeye girdiklerinde zimmi statüsünde olurlar.
Müslüman olduğu halde darülislama hicret etmeyen harbinin can ve mali
aleyhine müslüman veya zimminin darülharpte işlediği suçlar Şafiiler,
Hanbeliler ve Malikilere göre kisas ve tazmini gerektirir. Bu konuda
darülislamla darülharp arasında fark yoktur.
Hanefiler ise bu kimsenin darülharpte can ve malına tecavüzün dinen
haram olduğunu kabul etmekle birlikte İslam devletinin hakimiyet sınırları
dışında işlenen bu suçun hukuken ceza ve tazmini gerektirmediğini
söylemişlerdir.
Çoğunluğa göre İslam ülkesine müste'men olarak gelen harbiyi öldürene
kısas cezası verilmez; Ebu Yusuf'a göre verilir.
Şafiilere göre eman almadan ülkeye giren yabancıya cizye ödeyip zimmi
olması için dört ay süre verilir.
İslam ülkesinden taşınmaz alan müste’men, zimmi statüsünü kabul etmiş
sayılır.
Emanda şekil şartı yok, herhangi bir müslüman eman verebilir.
Ülkesine silah, köle ve mushaf götüremez.
İhtilafın iki tarafı da müstemense, konsolosluk mahkemesi yetkilidir.
İslam tarihinde ilk dönemlerden itibaren askerlik hizmetinde
gayrimüslimlerden istifade edildiğine ve bu durumda kendilerinden cizye
alınmadığına dair çeşitli örnekler vardır (A. Zeydan s.154-157).
Osmanlı ordusunda da gayrimüslimler sipahi, topçu, voynuk, martolos,
eflak, levent ve kürekçi olarak hizmet görmüşler ve kendilerinden cizye
alınmamıştır. Ayrıca bir yerin fethi sırasında hizmeti görülenler, geçit
yerleri, ada, kale ve sınır boylarında bulunanlar da cizye veya diğer
vergilerden kısmen veya tamamen muaf tutulmuşlardır (Bozkurt, s.23,
27).
Sosyal güvenlik hakkı: zimmi de olsa bir insan yaşlı veya hastalık/kaza
sebebiyle çalışamaz hale gelir ya da zenginken yoksullaşır ve yardıma
muhtaç olursa vatandaşlığı devam ettikçe vergiden muaf olur ve geçimini
devlet sağlar.
KLASİK DÖNEM
TANZİMAT
Abdülmecid
Tanzimat fermanı
Etkileri
TANZİMAT DEVRİ
TANZİMAT DEVRİ
Osmanlı hukuku başlangıçtan Tanzimat'ın ilanına kadar kendi içinde
oldukça yeknesak olduğu söylenebilir. Bu yeknesaklık 1839 Gülhane Hatt-
1 Hümayununun (Tanzimat Fermanı) ilanından sonra değişmeye başladı.
Tanzimat devrinde şer'i hukukun daha iyi uygulanması için çareler arandı.
Tanzimat sonrası devlet yönetiminde ve halkta İslam hukukunu terk etme
ve gayrimüslimlerin hukukunu kısmen veya tamamen bunun yerine
koyma düşüncesi yoktu.
Türklerin İslamiyeti ve İslam hukukunu kabul etmelerinden sonra en köklü
hukuk reformu Tanzimat sonrasında gerçekleştirilmiştir.
Tanzimat devrindeki ıslahatın büyük bir kısmı adli teşkilat ve
kanunlaştırma alanında yapılan düzenlemeler olmak üzere ikiye ayrılabilir.
İlk defa Tanzimat devrinde bir hukuk dalının bütününü düzenleyen genel
kanunlar hazırlanmış ve yürürlüğe konuldu.
HUKUKİ GELİŞMELER
MİLLİ KANUNLAR
• CEZA KANUNLARI:
1840 Ceza Kanunnamesi: Bu kanunun en göze çarpan noktası, toplumun
sadece suçlulara karşı daha etkili bir şekilde korunması olmayıp, halkın
zalim idarecilere karşı daha sıkı koruma altına alınmasını hedef almasıdır.
Batı'nın kanun koyma tekniğinden kısmen yararlanılmış olan bu kanunda,
Şer'i ve örfi hukuk kuralları birleştirilmiş, yerli olmakla birlikte eşitlik ilkesi
gözetilmiş, Şer'i hükümlere atıf yapılmış (kısastan bahsedilmiş); ancak had
suçlarına yer verilmemiştir. o Her suç için sabit ceza öngörülmüş, hakime
takdir yetkisi verilmemiştir. Ancak hakime takdir yetkisi veren alt ve üst
sınır belirtilmiş maddeler de vardır, örneğin II. Fasıl m.1'e göre 1-5 sene
kürek;
III. Fasıl m.3'e göre sövme suçunun cezası 5-25 gün hapis; m.5'e göre
yaralama suçunun cezası 15 günden 3 aya kadar hapis, iftira suçunun
cezası ise 5-45 gün hapistir.
Suç genel teorisine dair hüküm ve fasılların adı yoktur. Her fasılda madde
numaraları yeniden başlatılmış, cürüm, cünha ve kabahat gibi terimler
karışık olarak kullanılmıştır.
Dördüncü Fasıl m.1, Altıncı Fasıl ve m.1-2'de 'caiz olmaya' ifadesi ile suç
tanımı yer almış, yaptırım müteakip maddelerde gösterilmiştir.
Beşinci Fasıl m.7'ye göre hediye ile rüşvetin ayırt edilmesi için bir kanun
yapılması önerilmiştir, bu hüküm ceza normu değildir.
Vergisini vermeyenlerin hapsen tazyiki öngörülmüş, bu husus bazı
yazarlarca müddetsiz hüküm şeklinde hapsolarak algılanmıştır.
Padişah ve devlete karşı suçlar, isyan, yaralama, hakaret, rüşvet, silah
çekme, yol kesme gibi suçlara karşılık tazir cezaları,
kısas, idam, kürek, hapis, sürgün, tekdir (tevbih) ve memuriyetten
çıkarmadır.
Sekizinci Fasıl m.1 ve 2'de, idarecilerin birbirlerinin görevlerine
müdahalede bulunmaları halinde cezalandırılacakları öngörülmüş; fakat
cezanın tür ve miktarı belirtilmemiştir.
Ölüm cezasına hakim hükmeder, padişah onaylarsa infaz edilir. Yani
padişah doğrudan ölüm (siyaseten katl) cezası veremez.
İrtidat ve zina suçları ile ilgili düzenleme yapılmamıştır. Kutta-1 tarik
(eşkıya) sadece soygun yapmışsa 7 sene kürek, insan öldürmüşse kısas
cezası verilir.
1851 Ceza Kanunu (Kanun-1 Cedid):
İştirake (suç ortaklığına) dair hükümler ilk defa bu kanunda yer almıştır.
Kasden öldürme ve yaralama suçlarında suçtan zarar görenler şikayetten
vazgeçse bile faile tazir cezası verilmesi öngörülmüş (m.11), böylece kamu
davası anlayışı Türk hukukuna girmiştir.
1851 CK ile ilk kez iştirake dair hükümler yer almıştır. Örneğin I. Fasıl,
m.14'e göre insan öldürmeye azmettirene 1-5 sene kürek, m.15'e göre
yardım edene 1-3 sene kürek cezası verilir.
Bu kanun, 1840 CK'de bulunmayan pranga (Birinci Fasıl m.5, 11, 13, 14,
16, 17, Üçüncü Fasıl m.11, 12 ve 19) ve dayak cezalarını (İkinci Fasıl m.5
ve 7 ve Üçüncü Fasıl m.19'da) getirmiştir.
Hapis cezasının alt sınırı bu kanuna göre on beş gün ve üst sınırı on beş
senedir (İkinci fasıl m.7, Üçüncü fasıl m.19).
Bazı maddelerde hapis cezasında süre gösterilmemiştir. Ezcümle insan
öldürmeye yardım eden kadınların uslanıncaya kadar hapsedileceği
Birinci faslın on beşinci maddesinde belirtilmiştir.
Bazı hallerde sürgün cezası verileceği belirtildiği halde süresi
gösterilmemiştir (İkinci Fasıl, m.2: Üçüncü Fasıl, m.19). Diğer bazı
maddelerinde sürgün için bir sene süre belirlenmiştir
Dayak cezası
1838 ASKERİ CEZA KANUNU: Süresi belirli hapis cezası Türk hukuk
sistemine ilk olarak bu kanunla girmiştir.
Askeri Ceza Kanunu da dayak cezasını kabul etmiştir. Mezkur kanun
hükmünce on beş değnekten seksen değneğe kadar darb mücazat-i
tedibiyeden, üç değnekten on beş değneğe kadar darb mücazat-i
tekdiriyedendir.
Darb cezaları için kullanılacak değneğin beş karış uzunluğunda ve tüfek
demiri içine sığacak kalınlıkta fındık veya söğüt veyahut hurma ağacı
dallarından ve budaksız olacağı ve darib kabzasını kendi başından
yukarıya ve geriye tecavüz ettiremeyeceğini ve değneği indirdikten sonra
çekmeyerek darb edeceği kanunda musarrahtır.
Dayak cezasından önce mahkumun tabibe muayene ettirilip vücudu
darba mütehammil olmadığı tabip tarafından haber verilirse her değnek
için iki gün hapis itibariyle kabahatinin derecesine göre değnek adedince
göz veyahut riyazet hapsi cezası (denetimli serbestlik) hükmolunur.
Ahkam-ı esasiyemize dahil olan ve memalik-i Şarkiyenin yakın vakte kadar
en maruf ve müteamel bir cezası bulunan darb cezasını düvel-i
Garbiyeden bazıları ez-cümle İngiltere hükümeti de kabul etmiştir.
İngiltere'de sinni mükellefiyete dahil olmayan çocuklardan hırsızlık
edenleri ve sinni mükellefiyetten elli yaşına kadar eşhastan cebir, şiddet
ve tehdid icrasıyla gasp ve sirkati itiyad eyleyenleri mahkum olacakları
cezadan fazla olarak meşinden mamul yedi sekiz kuyruklu bir nevi
kırbaçla darb ve tediblerini parlamento tasdik etmiştir. 1948 yılına kadar
İngiliz Ceza Kanununda dayak cezası yer almış ve uygulanmıştır.
1858 Ceza Kanununda yer almayan dayak cezası Osmanlı mevzuatında
küçük bir yer işgal etmiştir.
Serseri ve mazanne-i su' eşhas hakkındaki 19 R 1327 [10 Mayıs 1909]
tarihli kanun bazı ahvalde dayak cezası verilip infaz edileceğini
göstermiştir. Şöyle ki:
Kimliğini gizlemek maksadıyla her ne suretle olursa olsun tebdil-i kıyafet
etmiş olanlardan veyahut üzerlerinde hırsızlık ve ceraim-i saire irtikabina
medar olacak alat ve edevat bulunduğu halde eşya-yı mezkureyi bir
meşru maksada mebni taşıdıklarını ispat edemeyenlerden serseri
makulesinden oldukları takdirde 5-20 kamçı ve eğer bu kişiler mazanne-i
su' takımından ise 15-35 kamçı ve eşhasa fiilen taarruz veya tehdidatta
bulunan serseriler 10-30 kamçı ve mazanne-i su' takımından buna
mütecasir olanları 20-30 kamçıya kadar darb olunabilecekleri mezkur
kanunda belirtilmiştir.
Serseri ve mazanne-i su' eşhas hakkındaki dayak cezası savcı veya vekil ile
tabip huzurunda ve hapishanede bir metre uzunluğunda ve bir buçuk
santimetre kutrunda öküz derisinden mamul ve dokumasız kamçı ile ve
ortalama vuruş ile infaz olunur.
Dayak cezasına mahkum olan kişilerin hükmolunan darba tahammülü
olmadığı savcı nezdinde tabip raporuyla sabit olursa mütehammil olduğu
kadar dövülerek tahammülü olmayan miktar hakkında her kamçıya bedel
iki gün hapsolunur.
1850 TİCARET KANUNNAMESİ:
ARAZİ MÜLKİYETİ
Mülkiyet, malike eşya üzerinde düşünülebilecek en kapsamlı yetkileri
sağlayan haktır.
Malikin mülkü üzerinde dilediği şekilde tasarruf edebilmesi (Mecelle,
m.1192), yani bu hakkın sağladığı aktif yetkiler mülkiyet hakkının müspet
unsurlarını oluşturur.
Tasarruf, eşyayı istediği gibi kullanma, tabii ve hukuki semerelerinden
yararlanma, tüketme, tahrip ve tağyir etme, zilyetliğinde bulundurma gibi
fiillerle mülkiyetini başkasına geçirme ve üzerinde hak tesis etme gibi
hukuki işlemlerdir.
İslam hukukunda arazi hem kamu mülkiyetine hem de özel mülkiyete
konu olabilir. Arazinin özel mülkiyete konu olabildiğini gösteren Kur'an
ayetleri (Bakara 2/107, 267; En'am 6/141; Rahman 55/1-10) ve hadisler
mevcuttur (hadisler için bk. Wensinck, el-Mu'cem, "arz❞ md.)
Özel mülkiyet toplumsal hayatın dirlik düzenlik içinde devam edebilmesi
için bir zorunluluktur.
Kur'an'da mülkiyet hakkının iyi işlerde, bireyin meşru ihtiyaçlarını
karşılama yanında toplum menfaatini temin edecek şekilde kullanılması
istenmiştir (3/14; 17/100; 89/20; 100/8).
Arazinin statüsünü, bu arazinin İslam devletinin egemenliğine nasıl geçtiği
belirler.
Savaş olmadan ahalisi müslüman olan arazi, üzerinde yaşayanların özel
mülküdür (öşri arazi). Devletin mülk araziler üzerinde hiçbir tasarruf hakkı
yoktur.
Müslüman olmamakla birlikte İslam devletinin vatandaşı olmayı kabul
edenlere ait arazinin mülkiyet durumu, yaptıkları sulh antlaşmasına
tabidir.
Fethedilen arazi: Şafiiler, Zahiriler, Hanbeliler ve Malikilerden bir gruba
göre, gazilere paylaştırılır.
Hanefilere göre devlet başkanının tercih yetkisi vardır:
1)Gazilere temlik. Bu durumda öşür arazisi haline gelir.
2) Yerli gayrimüslim ahaliye mülk olarak bırakılır (haraci arazi).
3)Kuru mülkiyeti beytülmale geçirilip kullanım hakkı ahaliye verilir.
Osmanlıda miri arazi örneği
ARAZİ TÜRLERİ
Mülk (memluk) arazi, kuru mülkiyet ve tasarruf hakkı, aynı kişiye ait olan
arazilerdir.
Mülk arazi bir kişiye ait olabileceği gibi ortak mülkiyete de konu olabilir.
Mülk arazi, beş nevidir: 1. Köy ve şehir içindeki arsalarla evlere bitişik olan
ve tetimme-i sükna denilen yarım dönümlük (800 ziralık) yerlerdir.
2. Miri araziden ayrılıp temlik edilmiş olan arazidir. "Sultan, memleket
arazini temlik edebilir."
3. Öşür (zekat) arazisi (arz-ı sadaka): Fetih sırasında gazilere temlik edilen
yerlerdir.
4. Harac arazisi: Fetih sırasında gayrimüslim halka bırakılmış olan
topraklardır. Hadiste şöyle buyrulur: "İleride bir toplulukla savaşacaksınız,
savaştığınız bu kimseler, bazı hallerde mallarını kalkan yapmak suretiyle
canlarını ve ailelerini koruyacaklar ve sizinle sulh anlaşması yapacaklardır.
Bu takdirde onlardan, yaptığınız anlaşma hükümleri dışında bir şey
istemeyiniz, almayınız. Çünkü; bu sizin için helal olmaz" (Ebu Davud, İbn
Mace).
Hz. Peygamber Necran, Eyle, Ezriat, Hecer ve diğer yerler halkından
anlaşma yaptığı kabileleri mülklerinde serbest bırakmış, sadece bunlarla
yapılan anlaşmada kararlaştırılan cizye ve harac vergisini almakla
yetinmiştir.
Hz. Ömer devrinde Necran halkı, Irak ve Suriye'ye nakledilirken, bunların
her birine Necran'da sahip oldukları arazi ve meskenlerin yerine, buradan
boş araziler verilmesi ve kendilerine kolaylık gösterilmesi valilerden
istenmiştir (Kitabü'l-Emval, s.274; Kitabü'l-Harac, s.75).
Bu haraç, sahiplerinin müslümanlığı kabul etmesi halinde düşer.
5. Sultanın izniyle işleyenin mülkü olmak üzere ihya edilen mevat arazi.
MAA, 1272.
Mülk arazi sahibi mirasçı bırakmadan ölürse -vasiyetname de
bırakmamışsa- bu arazi miri araziye dönüşür.
MİRİ ARAZİ, ÇEŞİTLERİ VE HÜKÜMLERİ
Fiili Tasarruflar
1)Araziyi ekmek için mutasarrıfın izin alması gerekmez
2)Sipahi izniyle yapılabilecek fiili tasarruflar, arazinin kullanış şeklindeki
kısmi değişikliklerdir. Tarlayı bahçeye çevirmek, üzerine bina yapmak gibi.
Zeyd, miri arazi üzerinde kendiliğinden biten ağaçları aşılasa, ağaçlar
Zeyd'in olur, sahib-i arza fidan bahasıyla behresin verir.
3)Mutasarrıf, memurun izni olsa bile araziye ölü defnedemez, otlağa
dönüştüremez.
b) Hukuki (kavli) Tasarruflar
Ferağ işlemi, tarafların icap ve kabulü ve sipahinin izni ile sahih olur,
siciline kaydedilir.
İzin için memura ferağ harcı ödenir. Ferağ harcının miri arazinin devlet
tarafından yeni bir mutasarrıfa verilirken alınan tapu resmiyle ilgisi yoktur.
Devredilen miri arazi üzerinde önceki mutasarrıfın diktiği ağaçlar ve
yaptığı binaların değeri belirlenerek yeni mutasarrıfa satılır.
Ferağ anında arazi üzerinde bulunan ve kendiliğinden biten ağaçlar da
ferağ kapsamına dahil olur.
XVII. yy.da bir yandan sipahiler devletin kontrol gücünün zayıflaması ile
miri araziye el koyup kendi özel mülkleri gibi tasarruf etme yoluna
giderken
diğer yandan reaya siyasi ve iktisadi buhranlar yüzünden toprağını terk
ederek şehirlere göç etmiş, bunların arazileri devletin mali darlığı
sebebiyle mülk olmak üzere satılmıştır.
Tımar sisteminin askeri açıdan fonksiyonunu kaybetmesiyle miri arazilerin
zirai- mali amaçlı kullanımı öne çıkmış ve iltizam yoluyla işletilmeye
çalışılmıştır.
Miri araziler Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasından sonra tasarruf
edenlerin mülkü olarak kabul edilmiş, böylece miri arazi uygulaması sona
ermiştir.
VAKIF ARAZİ; ÇEŞİTLERİ VE HÜKÜMLERİ
Metruk arazi herkesin yararlanması için terk ve tahsis olunan umumi yol,
pazaryeri ve sokaklar gibi yerlerle, bir veya daha çok köy ve şehirlerin
halkına terk ve tahsis edilen yerlerdir.
Metruk arazinin mülkiyeti devlete değil; topluma aittir. Devletin bu arazi
üzerinde sadece düzenleme ve gözetim hakkı vardır. Metruk araziden
yararlanma karşılıksızdır, zamanaşımı ile kazanılamaz. Metruk araziyle
ilgili davalarda sulh caiz değildir.
Metruk arazide ferdi tasarruf mümkün ve caiz değildir, sınır değişikliği
geçerli değildir, teberru ve taşkın inşaat hükümleri cereyan etmez.
2. Metruk Arazi Çeşitleri
Meralar
Bir veya birden fazla köy yahut kasaba halkına müstakillen yahut
müştereken kullanılmak üzere, yetkili makam tarafından tahsis edilen
veya kadimden beri ilgili köy veya kasaba tarafından hayvanları otlatılan
metruk araziye mera denir.
b) Yaylak ve Kışlaklar
Bir yerin yaylak ve kışlak olabilmesi için gerekli hukuki unsurlar tahsis
veya kadimden beri kullanmadır. Meradan farkı: Genellikle yaylak ve
kışlaklar Defterhanede kayıtlıdır. Yararlanma ücrete tabidir. Ahalinin rızası
ile tarım yapılabilir, ihtiyaca göre bina, ağıl ve benzeri tesisler kurulabilir.
c) Diğer Metruk Arazi Çeşitleri
Otlaklar, suvat ve eyrek, baltalık, harman, pazar ve panayır yerleri,
meydanlar, yollar ve benzeri yerler.
Suvat, köy ve kasaba hayvanlarının sulandığı;
Eyrek, sulanmadan önce ve sonra dinlendikleri yerdir.
MEVAT ARAZİ VE HÜKÜMLERİ