You are on page 1of 167

HUKUK TARİHİNİN KONUSU

 Tarih, toplumların başından geçen olayları zaman ve yer göstererek


anlatan, bunların sebep ve sonuçlarını, birbirleriyle olan ilişkilerini ele
alan bilim dalı ve bu alanda yazılan eserlerin ortak adıdır.
 Eskilerin iyi davranışlarını örnek, kötü davranışlarından ibret almak
gerekir. Değilse tarih tekerrür eder. Bu gerçeği ifade etmek üzere
‘geçmişle gelecek, suyun suya benzediğinden daha fazla birbirine benzer’
denilmiştir.
 Tarih, dünü anlatan, bugünü açıklayan ve yarına ışık tutan bir bilimdir.
 Hukuk tarihi hem tarih hem de hukuk ilminin bir parçasıdır.
 Hukuk tarihi, hukukun gelişimini etkileyen ve hukuki sonuç doğuran
olaylarla ilgilenir.

HUKUK TARİHİNİN AMACI

 Hukuk normlarının hangi psikolojik, etnik, sosyal, siyasi, ekonomik ve


coğrafi etkiler altında oluştuğunu,
 Hangi hukuki sorunu çözmek ve ihtiyacı karşılamak için konulduğunu ve
bunu ne oranda başarabildiğini araştırmaktır.
 Tarih genel ve milli tarih olarak ikiye ayrılır. Türk hukuk tarihi milli tarih
kapsamındadır. Genel hukuk tarihi dersinden ziyade milli ve mahalli
hukuk tarihinin faydası daha çoktur.
 Bir milletin tarihini bilmeden hukuk öğrenilemez.

HUKUK TARİHİNİN BİLGİ KAYNAKLARI

 İslamiyet öncesi Türk hukukunun bilgi kaynakları:


 Kitabeler (yazıtlar), M.S 730-734 yılları arasında dikilen Orhun ve Yenisey
Kitabeleri arkeolojik kaynakların en önemlileridir.
 Uygurlardan kalan hukuk belgeleri,
 Örf-adetler (yusun)
 Kanunlar (Cengiz Han Yasası, Timur’un Tüzükatı gibi).
 Komşu ülkelere (özellikle Çin) ait kaynaklardır.
 İslami dönemde yazılan edebi-tarihi-ilmi eserler de eski Türk hukuku
hakkında bilgi vermektedir. Mesela:
 Yusuf Has Hacib’in 1069-1070 yıllarında yazdığı Kutadgu Bilig’i
 Kaşgarlı Mahmud’un 1072’de tamamladığı Divan-ı Lügati’t Türk isimli
Türkçe-Arapça sözlüğü bulunmaktadır.
 Oğuzname ve Manas gibi Türk destanları da İslamiyet öncesi Türk
hukukunun kaynakları arasındadır.

Eğitim-Öğretim

Kaşgarlı Mahmud’un ünlü Divan-ı Lügati’t Türk’ü Türklerin eğitim anlayışından


izler taşırken hayatta sadelik, mertlik, cömertlik ve güzel ahlak öne çıkan ilkeler
olarak göze çarpar.

Yusuf Has Hacib Kutadgu Bilig’de yer alan, ‘’ Bilgiyi ve anlayışı ulu bil, seçkin kulu
bu iki şey yükseltir’’; ‘’Anlayışa ve bilgiye tercüman olan dildir; insanı aydınlatan
dil zenginliğinin değerini bil’’ gibi sözleriyle ilk dönemlerden itibaren Türk eğitim
ve öğretim tasavvurunun şekillenmesinde önemli katkılar yapmıştır.

X. yüzyılın ortalarına doğru İslam’ı benimseyen Karahanlılar Bağdat’taki eğitim


kurumlarını örnek alarak İslamiyet’i yaymak ve eski inançlarla mücadele etmek
için Türkistan ve İran’da okullar açtılar.

İSLAMİ DÖNEM TÜRK HUKUKUNUN BİLGİ KAYNAKLARI

 Tefsir, hadis, fıkıh kitapları,


 Fetva derlemeleri,
 Kanunnameler,
 Şer’iye sicilleri (mahkeme kayıtları, İSAM, kadisicilleri.org),
 Arşiv belgeleri (mühimme, ahkam defterleri vb.),
 Monografiler (tezler, ders kitapları),
 Ansiklopediler (DİA, Türkler Ansiklopedisi, Osmanlı Ansiklopedisi)

TÜRK ADI

 732 yılında oluşturulan İlteriş Kutluk Kağan Yazıtı bulunmuş ve artık Türk
adının bu Türkçe metinde geçtiği belirtilmiştir.
 Wilhelm Thomsen kitabelerin en son tercümesinde, ‘’Türk’’ sözü ‘’kudret,
kuvvet’’ anlamında ele almıştır.
 ‘’Kanun ve düzeni olan millet’’ anlamına da gelir.
 ‘’Türk’’ adı önceleri bir kişi, sonra bir aile, nihayet bir soyun ismi olduğu
anlaşılmaktadır. Bu soy önem kazanıp, diğer soyları hakimiyeti altına
alarak ‘’kağanın’’ ait olduğu soya bağlanınca, ‘’devlet kuran, kağana tabi
olan’’ bir zümreyi ifade etmiştir.
 Yazıtlarda ‘’Türk’’ denilince ‘’kağana itaat eden zümre veya boylar birliği
kastedilmiştir.
 M.Ö ikinci binyılın başlarında Türkler geniş sahalara sürat bakımından atın
sağladığı üstünlük yanında,
 Vurucu silah olarak demir aletlerini kullanarak hükmetmiştir.
 Uygurcada ‘’Türk’’, güçlü demektir.
 Divan-ı Lügati’t Türk’te ‘olgun’ anlamında kullanılmıştır. Kaşgarlı
Mahmud’a göre ‘’Türk’’ adını bu millete tanrı vermiştir.
 Ziya Gökalp’e göre Türk, türeli, töreli (kanun, adet, kanunla düzelmiş,
birlik kazanmış) anlamındadır.

TÜRKİYE İFADESİ

 Türk ve iye(ait) kelimelerinden oluşan ‘’Türkiye’’ ifadesi, tarih boyunca


farklı coğrafyalar için kullanılmıştır.
 VI. yy. Bizans kaynaklarında Orta Asya’ya, IX. ve X. yy.da Volga’dan Orta
Asya’ya kadar olan bölgeye ‘’Türkiye’’ denmiştir. Doğu Türkiye, Hazarların;
Batı Türkiye ise Hunların ülkesidir.
 XII. yy.dan itibaren Anadolu’ya ‘’Türkiye’’ denmeye başlanmıştır.

TÜRKLERDE DEVLETİN YAPISI VE İŞLEYİŞİ

 Türkler, hürriyet ve bağımsızlığa alışkın olup, hiç devletsiz kalmamışlar,


Hun (M.Ö IV. YY),Göktürk (M.S 552) ve Uygur Devletini (M.S 751);
Karahanlılar, Selçuklu ve Osmanlı devletlerini,
 Ortadoğu’da Tolunoğulları ve Ihşidiler, Hindistan’da Gazneliler ve Delhi
Sultanlığını kurmuşlar,
 Dinlerini, yazılarını, hukuk sistemlerini ve yurtlarını birkaç defa
değiştirmişlerdir.
 Türklerde devletin doğuşu aileden başlar. Ancak, devlet kuran ailenin başı
çok defa aynı zamanda bir boyun veya bir kabilenin reisi, beyidir ve son
derece yeteneklidir. Devlet kurmaya teşebbüs eden bey, öteki boyları
veya kabileleri-gerekirse zorla- kurduğu devlet içine sokar. Böylece, bazen
büyük bir imparatorluk doğar. Millet haline gelmeden kabileden bir
imparatorluk meydana getirmek Türklere mahsus bir hadisedir, başka
kavimlerin tarihinde pek görülmez (Köymen).
 İl: Devlet
 İl tutmak, devlet yönetmek
 Budun: boylar birliği
 Yabgu, şad, ilteber: Budun başındaki yönetici (başkan)
 Türk eli: devlet (budunların bir başkan etrafında bir araya gelmeleriyle
kurulur)
 Devletin unsurları dört tanedir: Hakimiyet (oksızlık), Ülke, Halk
(kün,budun) ve Teşkilat.
 Eski Türklerde ülke, hükümdar ailesinin istediği gibi tasarruf edebileceği
özel mülkü değil; milletin malıydı.
 Türkler hür ve bağımsız yaşadığı toprağı ülke sayar, bu şartların
bulunmadığı yerleri terk ederdi.
 Milletlerarası münasebetlerde sulh esası cari idi.
 Elçilerin diplomatik dokunulmazlığı vardı.
 Türk göçebe devletlerin başında kağan bulunur, o da akrabalarını han
rütbesiyle kendisine bağlı oymakların başına yönetici olarak atardı.
Zamanla han unvanı ‘’imparator, şah, sultan’’ karşılığında hükümdarlar
için kullanılmaya başlandı. Mesela önceleri bir kabile başkanı olan
Timuçin, Moğol İmparatorluğunu kurup başına geçince han unvanını aldı
ve o tarihten sonra Cengiz Han adıyla şöhret buldu.

HAKAN

 Hakan unvanı kağanın Arapçalaşmış şeklidir. İslamiyet’in Türklerle


Moğollar tarafından kabul edilmesinden sonra onlar arasında da
yaygınlaşmıştır. Bu unvanı II. Mehmed’den itibaren daha çok ‘’sultanü’l-
berreyn ve hakanü’l-bahreyn’’ şeklinde Osmanlı padişahları kullanmıştır.
 Hakan: Devlet başkanı (cesur, kahraman, bilge ve erdemli olmalı)
 Tahtın boşalmasından sonra yeni hükümdarın kim olacağı konusunda
kesin bir usul yoktur. Hükümdarın en büyük oğlunun tahta çıkması
(primogenitur sistemi) her zaman uygulanmamıştır. Bu hak genellikle
hükümdar ailesinin içerisinden en dirayetli ve liyakatlisine verilmek
istenmiş, bu nedenler varisler arası iktidar mücadelesi tarih boyunca eksik
olmamıştır.
 Hakanı bazen kurultay seçmiş, bazen de mücadele sonucu tahta geçeni
kurultay onaylamıştır.
 Hakanın yetkileri
 Savaşta ordu komutanı,
 Yönetimin başı ve yargu (yüksek devlet mahkemesi) başkanı idi. Şahsına
ve devlete karşı suç işleyenleri (örneğin suikast teşebbüsü) hakan yargılar,
ölüm dahil çeşitli cezalar verebilirdi.
 Hakimlerin verdikleri cezalar da hakanın onayıyla infaz edilirdi.
 Hakanın görevleri
 Kutadgu Bilig’e göre halk devlet başkanından adaletli kanun, asayiş ve
mali istikrar bekler,
 Adalet dağıtmak, halk aç ise doyurmak, çıplaksa giydirmek, bağlı oymak
ve kabileleri bir arada tutmak, bunların sayısını arttırmak, birbirleriyle ve
kendisiyle olan ilişkilerini devlet teşkilatı içinde düzene koymak, ordularını
sevk ve idare etmek, yüksek rütbeli memurları atamak, ülkesini büyütmek
hakanın görevleri idi.
 Tanrı tarafından bu göreve tayin edilen Türk kağanı, yeryüzünün (bütün
insanlığın) hükümdarıdır. Oğuz Kağan destanında hükümdar, "Ben
Uygurların kağanıyım ve yeryüzünün dört bir yanının kağanı olsam
gerektir" sözleriyle bunu ifade eder.
 Milletin de devletine ve kağanına karşı görevleri vardı. Devletin var olması
ve devamı herkesin görevini yerine getirmesine bağlıydı.
 Türk hakimiyet anlayışında devlet başkanının icraatı töre çerçevesinde
kısıtlanmıştır.
 Devlet başkanı hakimiyetini zulüm ve doğru yoldan sapmak ve görevi
ihmal ile kaybederdi. Töreyi uygulamayan, güvenliği sağlayamayan ve
halkı ekonomik sıkıntıdan kurtaramayan hükümdardan Tanrı'nın "kut"u
geri aldığına inanılır, gerektiğinde zorla değiştirilir, hatta öldürülürdü.

KURULTAY
 Siyasi, askeri, ekonomik, sosyal ve kültürel konuların görüşülüp karara
bağlandığı meclislere kurultay (toy, kengeş) denirdi.
 Kurultay, hükümdarlığı onaylama, gerektiğinde kağan seçme ve töre
yapma yetkileriyle bir tür yasama organı niteliğindeydi.
 Türk devlet geleneğinde kurultay başlangıçta dini tören, bayram, yeme
içme toyu eğlenme ve yarışmayı ifade eden genel bir toplantı iken daha
sonra önemli meselelerin müzakere edilip tartışıldığı ve kararların ittifakla
alındığı bir kurum haline geldi ve şura ilkesinin nüvesini oluşturdu.
 Toy, yürütme yetkisini hükümet üyeleri olan ayguci, buyruk, apa, tarhan
gibi yüksek devlet memurları eliyle kullanırdı.
 Kurultayda karara bağlanmayan önemli devlet işleri Kağan tarafından icra
olunamazdı.
 Kurultay, hakanı seçme, denetleme ve onun yetkilerini kısıtlama, hatta
gerekirse azletme gücüne sahipti.
 Hunlarda kurultay yılda üç defa toplanır, büyük kurultay Mayıs ayında
yapılırdı.

TÖRE
 Eski Türk devletlerinde kanun koymak devletin ve hakanın en temel
görevleri arasında sayılır. Orhon yazıtlarında devleti kuran Bumin Kağan
ve İstemi Kağan'ın Türk töresine sahip çıkıp onu düzenlediklerinden söz
edilir. Burada töre "hukuk kuralları" anlamında kullanılmıştır.
 Kutadgu Bilig'e göre töre adalet, eşitlik, faydalı olma, evrensellik ilkelerini
içerir.
 Hanlık iyi bir şeydir, fakat kanun daha yüksektir. Onu doğru uygulamak
gerekir.
 İl gider töre kalır: devlet yıkılsa da töre bakidir (devlet değil; hukuk
önemlidir).
 Töreye karşı gelmek büyük suçtur.
 Törenin kaynağı, kağanlar tarafından konulan kurallar, kurultay tarafından
çıkartılan kanunlar ve toplum içinde kendiliğinden oluşan adetlerdi.
 Töre özel hukuku olduğu kadar kamu hukukunu da düzenlerdi. Hakan ilk
olarak töreyi gerekli hükümlerle pekiştirip yürürlüğe koyardı.

TÜRK AHLAKI
 Eski Türklerde cesur ve iyilik sever, saygılı kişi (alp) ideal insan tipi kabul
ediliyordu.
 Türkler, övünmekten ve övülmekten hoşlanmaz, verdikleri sözü yerine
getirememekten ve yalan söylemekten utanırlardı. Eski Türk ahlakında
cesaret yanında ve belki ondan da üstün olmak üzere kötülükten koruyan,
başkalarını aldatmaktan alıkoyan, insana namuslu, vakarlı bir hayat
düzeni bağışlayan utanma duygusu en büyük fazilet sayılmıştır.
 "Her bir dinin özellikle önem verdiği bir ahlakı vardır, İslam'ın ahlakı da
hayadır" İbn Mace, Zühd, 17. "Haya bütünüyle hayırdır" Müsned, IV/426,
427; Müslim, İman, 61. "Haya sadece iyilik getirir" Buhari, Edeb, 77;
Müslim, İman, 60.
 Türkler hakka saygılı, doğruya hürmetkar olmuşlar, meşru devlet idaresine
bağlılıklarıyla, uzun ve meşakkatli göçlerde bile bozulmayan törenin
disiplin anlayışı içinde düzenli bir toplum ortaya koymuşlardır.
 Türk devlet anlayışına göre devlet teorilerle değil; toplumun eğilimlerine
uymakla idare edilebilir.
 Türk düşüncesi, daha çok millet sevgisi, Tanrı korkusu, doğruluk ilkeleriyle
belirlenen devlet adamı, teşkilatçı ve idareci yetiştirmiştir.
 Köleden devlet kurucularının çıkması Türklere özgüdür; başka milletlerin
tarihinde rastlanmaz. Türk köleler başka milletlerden kölelere
benzemezler, kendilerini hiçbir zaman efendilerinden aşağı görmezler ve
her işte çalıştırılamazlar; sadece askerlik hizmetinde bulunurlardı.
Köymen

ÖNEMLİ DEVLET GÖREVLİLERİ

 Yabgu: kağanın yardımcısı ve naibidir; ancak veliaht değildir.


 Tigin: Kağanın oğulları, şehzade,
 Hatun (katun), kağan (hakan) gibi tahta oturur ve onunla birlikte devleti
yönetirdi, eş veya oğullarının yokluğunda "terken" unvanıyla hakanın
naibi olabilirdi. Savaşlarda hatunlar kağanların yanında yer alabilir, devlet
meclisine katılabilir ve oy kullanabilirlerdi.
 Şad: hükümdar ailesinden olup yabgudan sonra gelen kişidir. Şadapıtlar
devlet içindeki en yüksek beyler(irsi zadegan zümresi)dir.
 Ayukı, bakanlar kurulu Aygucı yürütmenin yani hükümetin başıydı, alınan
kararların icrasından birinci derecede sorumluydu. Bakanlara ise buyruk
denirdi.
 Tarhan, halktan, hizmetleri ve yetenekleriyle yükselen ve kayd-ı hayat
şartıyla makamda kalan beyler veya komutanlardır.
Kutadgu Bilig'e göre önemli memuriyetler

 Uluğ Hacib (başvezir),


 Sübaşcı (ordu komutanı),
 Tamgacı: Kağanın damgasını taşıyan, yarlığ ve buyruklarını hazırlayan
yüksek devlet memurlarıdır (Osmanlıdaki nişancı).
 Ağıcı (hazinedar, Osmanlıdaki defterdar),
 Bitikci (Hanın özel katibi, dış işleriyle ilgili görevli (Osmanlıdaki
reisülküttab),
 Kapık başlar er (saray nazırı, muhafız alayı komutanı), Yalvaç (elçi),
 Yargu: Yüksek devlet mahkemesi,
 Yargucı: Hakim, hakan adına töreyi uygulayan kimseler,
 Yargan: kararları infaz eden görevlilerdir.
 Tapukçular, askeri ve mülki erkan (memurlar)dır.

Sosyal dayanışma ve yardımlar

 Kabile ve boy içindeki kolektif dayanışma duygusu fert ve toplum için


sosyal güvenlik fonksiyonunu yerine getirirdi. "Aç doyurup çıplak
giydirmek” Türkler arasında belli bir sosyal statüye ulaşmak için
vazgeçilmez hasletlerdi. Orhun yazıtlarında yer alan "çıplak milleti elbiseli,
fakir milleti zengin kıldım" gibi ifadeler devleti yönetenlerin sosyal risklere
karşı duyarlılığının örnekleridir.
 Bir felakete uğrayan yahut bir şekilde fakirleşenleri akrabaları ve
komşuları kurtarmakla mükellefti. Yakut Türklerinde fakr u zarurete düşen
aileye bedelsiz damızlık hayvan verilirdi.
 Kırgız Türklerinde ödemesi gereken kan bahasını ödeyemeyenler halktan
para toplayabilir, köy muhtarları da bilfiil para toplamaya katılırdı.
 Bitirilmesi acil, sahibi tarafından yetiştirilemeyen tarla yahut ev işleri
komşunun, akrabanın ve bazen de bütün köy halkının yardımı (imece
usulü) ile yapılırdı.
 Yakut Türklerinde evlenen kızlara eşya, Azerilerde ise para verilirdi.
CEZA HUKUKU
 Türklerde cezalandırmanın amacı toplumun korunmasıydı.
 Cezalandırma yetkisi devlete geçmişti (ihkak-1 hak yasaktı)
 Suçlar ve cezalar önceden hakan emirnameleriyle ilan edilirdi (kanunilik
ilkesi)
 Şahsilik ilkesi tam olarak yerleşmemişti. Suçlu beylerin ve ayanın eşleri ile
kızları harabat denilen yerlere sürülürdü. Göz çıkaran tazminat ödemek
ve kızını mağdura vermek zorunda kalırdı.
 Cezaya yargucı (hakim) hükmeder ve yargan denilen memurlar yerine
getirirdi.
 İnsan öldüren kısasen öldürülür, yaralayan yaralanırdı.
 Hapis cezası hafif suçların yaptırımı olarak uygulanır ve genellikle kısa
süreli (en fazla on gün) olurdu.

Suçlar
 Suçlar ve cezalar ağır ve hafif olmak üzere ikiye ayrılırdı.
 Tanrıya hakaret, hakana suikast, isyan, vatana ihanet, yabancı devlete
casusluk, savaştan kaçmak, insan öldürme, evli kadınla zina veya ağır
cinsel saldırı, bağlı atı çalma, mükerrir hırsızlık, ölüm cezası gerektiren
(ağır) suçlardı.
 Kırgızlarda, halkı kin ve düşmanlığa tahrik edenlerle haydutluk edenlere
ölüm cezası verilirdi.
 Cengiz Yasası'na göre; yalan söylemek, sihirbazlık, kavga eden sadece
birine yardım etmek, suya veya küle işemenin cezası ölümdü.
 Ölüm cezası uygulanırsa, suçun delilleri otuz sene saklanır ve gerektiğinde
suçlunun yakınlarına gösterilirdi.
 Bağsız atı çalma, insan yaralama ve mala zarar verme, hafif suçlardı.

 Ağır cezalar:
 Recm (Tanrıya hakaret 7 tanıkla ispatlanırsa)
 Ölüm ve genel müsadere,
 Kısas (diyete dönüşebilir 'kun')
 Organ kesme (el/kulak kesme, göz çıkarma)
 Dayak (7-10 değnek)
 Angarya (Karluklarda zinanın cezası odun kesme idi) Eski Türklerde zina
ağır suç sayılır, zina ettiği ispat edilenler iki hayvanın (çoğunlukla inek,
manda, at) arasına bağlanır ve farklı yönlere çekilen hayvanların arasında
kalan zaninin vücudu parçalanırdı.
 Kutluk Türklerinde zina edenler yakılırdı.
 Uygurlarda, sadece devletin güvenliğine, ekonomisi ve benzerlerine
yönelik suçlarda ölüm cezası verilirdi.
 Hafif cezalar:
 Uzun süreli hapis (zindan, babaya itaatsizliğin cezası)
 Kısa süreli hapis (10 güne kadar)
 Sürgün: suç işleyen han kızlarının fahişeler mahallesine nakli
 Mali cezalar: Spor oyunlarında taksirle yaralama mali cezayı (kun, diyet)
gerektirirdi.
 Hırsızlıktan mahkum olup sonradan masum olduğu anlaşılanlara ödediği
mali cezanın iki katı iade edilirdi.
 Hunlarda hırsızlık yaptığı sabit olan suçlunun ailesinin bütün malvarlığının
müsaderesi ve eşkıyalık yapanların aile efradının hürriyetlerinin
kısıtlanması şeklinde cezanın şahsiliğine aykırı uygulamalar vardı.
 Kabile himayesinden çıkarma da bir ceza türüydü.
 İmece usulü yardım yükümlülüğünü yerine getirmeyenler tekdir edilirdi.
Bilhassa Kırgız Türklerinde tekdir mahiyetinde olan cezalar, ağır cezalar
kadar etkiliydi.

Suçtan doğan mağduriyetin giderilmesi


İnsan öldürme tazminatı: (kun) erkek için 1000, kadın için 500 koyun,

Yaralama tazminatı: başparmak kırmaya 100, küçük parmak kırmaya 30 koyun

Çocuk düşürme tazminatı: cenin 0-5 aylık ise 1 at, 5-9 aylık ise 1 deve
Ağır cinsel saldırı ve kadın kaçırmada fail idam edilmezse kun (tazminat)
ödemesi gerekirdi.

İlk defa hırsızlık yapan çaldığı şeyin değerinin dokuz katını kun (tazminat) olarak
verirse kurtulurdu.
Mala zarar verme (av köpeğini veya kuşunu öldürme) bir köle veya cariye
vermeyi gerektirirdi.

ADLİ YAPI VE YARGILAMA USULÜ


 Hakimlik itibarlı mesleklerdendi. Hunlarda yargıçlık görevi belirli ailelerin
reislerine verilirdi.
 Hazarlarda her dini cemaat için ayrı yargıç tahsis edilmişti. Yahudilerin
davasına iki, Hristiyanların davasına iki, diğer din mensuplarının davasına
da bir yargıç bakmaktaydı.
 Tarafsızlığından şüphe edilen hakim reddedilebilirdi.
 Hakimler tazminat tutarının 1/10'u kendileri için alırdı.
 "Davacıları uzun süre bekletmem. Bir mazlum kapıma gelirse, yanımdan
derdine çare bularak gider (Kutadgu Bilig, b. 811-812)" ifadesi makul
sürede yargılanma hakkına verilen önemi gösterir.
 Hakimlerin verdikleri kararlar temyiz yoluyla hakana iletilirdi.
 Kadınların ve kölelerin tanıklığı kabul edilmezdi.

Aile
 Eski Türk toplumlarında sosyal hayat, aile ve akrabalık ilişkileri üzerine
kurulmuştu.
 Eski Türkçede "oguş" denilen aile, toplumun temeliydi.
 Evlenme tabiri erkek veya kızın baba ocağından ayrılıp ayrı bir ev (aile)
kurduğunu gösterir.
 Evlenme toplumsal bir görevdi, bekarlık ayıp sayılırdı, aracılar yoluyla
evlenme gelenekti.
 Evlenme için belli bir yaş şartı yoktu, veliler küçük çocuklarını
evlendirebilirler; ancak birlikte yaşamaya başlamaları için ergenlikleri
beklenirdi.
 Evlenme için hem evlenenlerin hem de ana-babalarının rızası şarttı.
 Evlenen kıza "gelin" denmesi, ailenin ataerkil olduğunu gösterir. "Katın"
da katmaktan gelir.
 "Güvey", gelinin kendisine teslim edildiği güvenilir kimsedir.
 Tek kadınla evlilik (monogami) yaygındı.
 Aile dışından evlenme (egzogami) usulü vardı.
 Kalın, miktarı hayvanla belirlenen, evlenenlerin mali durumuna göre
değişen ve kızın ailesine verilen maldır; mehir ile aynı şey değildir.
 Kalın dört bölümden ibaretti.
 Kara mal: Çeyiz hazırlaması için babaya verilen, tüy mal: Düğün
masrafları için babaya verilen mal, yelü: Erkeğin nişanlısına verdiği
hediyedir. Süt hakkı ise kızın annesine damadın verdiği hediyedir.
 Nişan, erkek tarafından bozulmuşsa kalın iade edilmez; kız tarafı
bozmuşsa kalının tamamı iade edilirdi.
 Kadın aile unvanını taşırdı.
 Mal ayrılığı rejimi geçerliydi.
 Levirat: Dul kalan kadınların himayesi ve ailenin ekonomik bütünlüğünü
korumak için babaların ölümünden sonra oğulların üvey anaları ile;
ağabeyin ölümünden sonra küçük kardeşlerin yengeleri ile; amcaların
ölümünden sonra yeğenlerin yengeleri ile evlenmeleri görev sayılırdı. Dul
eşin ve çocuklarının aile içerisinde kalarak bakım ve gözetimlerinin daha
iyi sağlanması, mirasın aile dışına çıkmaması ve aile içerisinde kalan eşin,
yeni kocasıyla birlikte eski kocasının ruhuna da hizmet edebileceği inancı
bu uygulamada rol oynamıştır.
 Üvey anneyle evlenme şeklindeki nikah-i makt, o dönem Arap
toplumunda mevcut bir uygulamadır. Bu nikahta ilk söz sahibi olarak
büyük oğul, babasının ölümünden sonra üvey annesiyle evlenebilir ve
bunun için üvey annenin rızası gerekmezdi. Büyük oğlun böyle bir isteği
yoksa diğer oğullar ve asabe akrabalar belirli bir sırayla bu hakka sahip
olabilirlerdi.
 Sororat: Karısı ölen erkeğin baldızıyla evlenmesidir.

Ailede iş bölümü
 Aile içerisinde erkeğin rolü daha çok ailenin geçimini sağlamak ve aileyi
korumak üzerinedir. Her ne kadar kadının çalışma hakkı varsa da ailenin
geçimini sağlamak erkeğin göreviydi. Erkek ayrıca çocuklarını yetiştirmek
ve zamanı geldiğinde onları evlendirmekle de yükümlüydü (Ögel,
1988:269).
 Ailede baba daha çok ailenin dışarıyla olan işleriyle, anne de evin iç
düzeniyle ilgilenir, erkek çocuklar daha çok babalarına dışarıda, kız
çocuklar da annelerine ev işlerinde yardımcı olurlardı (Koca, 2002:9). Bir
başka deyişle, çocuklar da anne babalarının izlerinden giderlerdi.

BOŞANMA
 Boşama yetkisi kocadaydı ve bir sebebe dayanması gerekmezdi.
 Kocanın kötü muamelesi, zinası ve cinsi iktidarsızlığı, karıya boşanmayı
isteme hakkı verirdi. Anlaşmalı boşanma da mümkündü.
 Boşanma kocanın kusuru ile gerçekleşmişse verdiği kalını geri alamaz,
karısının çeyiz olarak getirdiği malları da iade ederdi.
 Karı koca arasında mal ayrılığı rejimi vardı, evli kadın, kendi malları
üzerinde istediği hukuki İşlemi yapabilirdi.

Evlat Edinme

 Çocuğu olmama ve fakirlik sebebiyle çocuğa bakamama evlat edinme


sebepleriydi. Evlatlık ilişkisi evlat edinenle evlatlık veren arasındaki bir
sözleşme (oğulluk bir) ile kurulur, evlatlık öz çocuğun sahip olduğu
haklara sahip olurdu. Evlatlık verenler çocuklarını geri almak isterlerse o
zamana kadar yapılan masrafları karşılamak mecburiyetinde kalırdı.
 Evlat edinen çocuğa bakmazsa evlatlığın onu terk edip istediği yere gitme
hakkı vardı.
 Eski Arap ailesinde evlatlık ilişkisi bir evlilik engeliydi.
 Evlatlık, evlat edinene mirasçı olurdu. Evlatlık kurumu Medine döneminde
inen, "Allah evlatlıklarınızı öz oğullarınız olarak tanımadı" (Ahzab 33/4)
mealindeki ayetle kaldırıldı.
 Yahudilikte ve Hristiyanlıkta evlat edinmeye rastlanmaz.
 Roma hukukunda evlatlık kurumu önemli bir yet tutar.

MİRAS HUKUKU
 Baba, oğullarından birini mirasçı olarak atayıp diğerlerini mirastan
mahrum bırakabilir yahut her birinin miras paylarını belirleyebilirdi.
 Cengiz yasasına göre cariyelerden doğan çocuklar sahih nesepli sayılır ve
babalarının mirasından pay alır. Miras paylaşımında yaşları büyük
çocuklar küçüklere göre daha fazla pay sahibidir, buna karşılık baba evi
küçük çocuğa kalır.
 Göktürklerde taşınmaz mallar (topraklar) en küçük erkek çocuğa; taşınır
mallar diğer varislere kalırdı. Uygurlarda ilke olarak kişinin bütün
çocukları kanuni mirasçı sayılırdı. Ancak anne baba hayattayken ayrı ev
kuran ve çeyiz alıp evlenen kızlar mirastan mahrum olurlardı. Kadın ölen
kocasının mirasından pay alır, muris dilediği çocuğuna vasiyet yoluyla
miras bırakabilirdi (Yakut, 2002,
s.408-409, 418, 424).
 Mirasçısı olmayanların (hadım) mirası devlete kalırdı.
 Eski Türklerde iradi (vasiyetname yoluyla) mirasçılık da biliniyordu.
Vasiyete tutruğ denir ve vasiyeti tenfiz memuru görevlendirilirdi.
 Uygurlarda devlet mirastan vergi alırdı.

BORÇLAR HUKUKU
 Uygurlardan kalan belgeler borçlar hukuku hakkında bilgi verir.
 Sözleşmelerde akdin tarafları, konusu, tarihi, vadesi, ifanın şekli, şahitler,
kefil, cezai şartlar, belgeyi düzenleyen kimse ve tarafların imzası yer alırdı.
 Satış akdinde mülkiyet akitle geçerdi.
 İstihkak iddialarına karşı satıcının tekeffül borcu vardı.
 Uygur hukukunda satım akdine "birzun", kira akdine ise "tutzun" denirdi.

Cezai şartlar
 Cezai şart, sözleşmeye bağlı olan ve onu teyit eden bir şarttır ki buna göre
borcun hiç ödenmemesi veya geç ödenmesi halinde alacaklının
uğrayacağı zarar ve ziyan miktarı sözleşmede maktu olarak kararlaştırılır,
bu suretle alacaklı, borcun zamanında ve yerinde ifa edilmemesinden
dolayı uğradığı zararı ispat külfetinden kurtulurdu.
 Ölüm cezası: Hükümdar adına verilen senetlerde yer alırdı.
 Dayak cezası: vasiyetnameye itiraz eden miras hakkını kaybeder, yedi
kamçı, vakfedilen araziye itiraz eden 77 kamçı yerdi.
 Para cezası: malını karısına vasiyetname ile bırakanın çocukları itiraz
ederse para cezası öderdi
 Yasa cezası: ortak ticareti terk edip senet yapan kardeşlerden itiraz eden
orduya bir yastık altın öderdi.
 Töre ve yargı hükümleri: evlatlık, evlat alanı terk ederse, babasına isyan
etmiş sayılırdı.
 Resul-i Ekrem'in Medine'ye hicret ettiği dönemde bütün Hicaz bölgesinde
olduğu gibi burada da teşkilatlanmış bir devlet yoktu, her kabile kendi
başkanının idaresinde yaşıyordu.
 Medine'de Evs ve Hazrec kabilelerinin yanı sıra Beni Kaynukā, Beni Nadir
ve Beni Kurayza adlı üç yahudi kabilesi bulunuyordu. Evs ve Hazrec
kabileleri de sürekli bir çatışma içinde idi.
 Hz. Peygamber, muahat ile müslümanlar arasında birlik sağladıktan sonra
yahudi kabileleriyle henüz müslüman olmamış Arapların ve
müslümanların barış ve güven içinde yaşaması için bir şehir devleti
halinde teşkilatlanmanın şartlarını bir metinle belirledi.
 Kaynaklarda "kitab” ve “sahife” gibi adlarla anılan, günümüzde bazı ilim
adamlarınca yazılı ilk anayasa diye nitelendirilen bu antlaşmada şehrin iç
huzurunun sağlanması, dıştan gelebilecek tehlikelerin önlenmesi, fertler
arasındaki hukuki anlaşmazlıkların çözülmesi ve bazı ekonomik
yükümlülüklerin tespiti gibi hususlar yer alıyordu.
 Hz. Peygamber Medine site devletini kurduğunda (622)
Müslümanların sayısı 1.500, toplam nüfus 10.000, ülke yüzölçümü 1 km
idi.
 Peygamber'in vefatında (632) on yıllık devlet en az 500.000 nüfusa ve 2.5
milyon km topraklara ulaştı.
 Resul-i Ekrem'in Veda haccından dönüp Medine'de rahatsızlandığı
günlerde bazı yalancı kimselerin peygamberlik iddiasıyla ortaya çıkmasıyla
ridde olayları başlamış, vefatının ardından bir kısım bedevi kabilelerin
namaz kılacaklarını, ancak zekatı ödemeyeceklerini ilan etmesiyle
genişleyip isyana dönüşmüştü.
 Hz. Ebubekir'in hilafetinin (632-634) ilk yılı, vergi vermeyenler ve yalancı
peygamberlere tabi olanlarla mücadeleyle geçti.
 Halid b. Velid, irtidad hareketlerinin bastırılmasında ve bilhassa Tuleyha,
Secah ve Müseylimetülkezzab'ın ortadan kaldırılmasında büyük başarı
kazandı. Böylece Arap yarımadası büyük bir fitneden kurtulmuş oldu.
 Yemen ve Hadramut'taki isyanlar Muhacir b. Ebu Ümeyye komutasındaki
ordu ile mahalli valilerin gayretleri sonucunda bastırıldı.
 Bahreyn ve Uman'daki isyanlar da aynı şekilde sona erdi.
 Ebubekir'in hilafetin ikinci yılında İran ve Bizans üzerine ordular
gönderildi.

SAHABE DEVRİ İSLAM FÜTUHATI


 Hz. Ömer devrinde Şam 635, Suriye'nin tamamı 636, Antakya 638,
 Mısır ve Diyarbakır 639, Musul 641, İran Sasani Devletinin yıkılışı 642,
 Libya 643 yılında fethedildi.
 Müslümanlar Toharistan, Horasan ve Maveraünnehir'de Türklere komşu
oldular, ciddi mukavemetle karşılaştılar, İran'ın fethinden sonra doğuya
doğru genişleme durdu.

EMEVİLER DEVRİ
 Emeviler devrinde Müslümanlar Afganistan'ı 663, Semerkant'ı 680,
 Kartaca'yı 695, Maveraünnehir'in tamamen zaptı 705 yılında Horasan
valiliğine tayin edilen Kuteybe b. Müslim zamanında gerçekleşmiştir.
 Kuzey Afrika'nın tamamını 709, Çukurova'yı (Kilikya) 711,
 Kaşgar'ı 714'te fethetti.
 725 yılında Güney Fransa'ya girdiler, 740 yılında ise Doğu Afrika
sahillerine yerleştiler.

ABBASİLER DEVRİ
 Abbasilerin iktidara gelmesi ile Arap olmayan Müslümanlar ordu
yönetiminde söz sahibi olmaya başladı, Türk-Arap ilişkilerinde dostane
münasebetler gelişti.
 Ebu Müslim Horasani'nin komutanlarından Ziyad b. Salih'in
kumandasındaki İslam ordusu ile Çin ordusu Talas vadisinde karşılaştı, Çin
ordusunun yenilgiye uğraması Türk İslam tarihinin dönüm noktalarından
birini oluşturdu.
 Halife Mansur, Türklere önemli görevler verirken, Harun Reşid kendi
muhafız birliğini Türk askerlerinden seçti.
 Abbasiler döneminde Türkler devletin üst düzey görevler aldı. o Orta
Asya'da Müslümanlık, veliler kültü temelinde oluşan bir halk dindarlığını
beraberinde getirdi, bu inanış bütün Türk topluluklarına yayıldı (Harun
Güngör, “Türkler (Din)" DİA, C:41, s.531-533).
 Türkler arasında İslamiyet'in yayılması fetihlerin yanı sıra dini, siyasi,
sosyal, ekonomik ve kültürel birçok faktöre bağlıdır. İlk müslüman
Türkler, Abbasiler devrinin Arap tacirlerden etkilenen şehirlilerdi.
 Ticari münasebetler, din alimlerinin, sufilerin telkin ve tavsiyeleri gibi
sebepler de etkili olmuştur.
 Hakanların ve kumandanların İslam'ı benimsemesi halkın da müslüman
olmasını sağlamıştır.
 Abbasiler devrinde Türklerden ordu oluşturuldu (Hassa Ordusu). Önemli
devlet hizmetlerinde Türkler istihdam edildi.
 TÜRKLERİN MÜSLÜMAN OLMASININ TÜRK TARİHİ BAKIMINDAN ÖNEMİ
 Türklerin milli bünyelerine ve karakterlerine uyan İslam dinini kabul
etmeleri, onlara yeni bir atılım gücü kazandırdı, milli varlıklarını muhafaza
etmelerinde önemli rol oynadı.
 Selçuklu ve Osmanlı ile deniz ülkesi oldular.
 İSLAM TARİHİ BAKIMINDAN ÖNEMİ
 Yorgun Arap fatihlerden devraldıkları İslam bayrağını Avrupa ortalarına
ulaştırdılar
 Sünni Müslümanlığın tehdit edilmesini önlediler
 Haçlı Seferlerine karşı İslam dünyasını (Ortadoğu coğrafyasını) korudular
 Kur'an-ı Kerim Türkçeye ilk defa Karahanlılar devrinde çevrildi.
 Yusuf Has Hacib'in siyaset ve devlet idaresine dair Kutadgu Bilig adlı eseri
Türkçe'nin en önemli belgelerindendir.
 Karahanlı sülalesinden geldiği rivayet edilen Kaşgarlı Mahmud'un Divan-ı
Lügati't-Türk'ü, Türk dili ve gramerinin, etnografya ve coğrafyasının bir
hazinesidir.
 Selçuklular, Ortadoğu'da kurulan Türk-İslam devletlerine örnek olmuş,
tevarüs ettikleri İslam medeniyetini içselleştirmiş ve ona yön vermiştir.

TÜRKLERİN MÜSLÜMAN OLMASINDA ÖNEMLİ FAKTÖRLER


 Dini sebep: Türklerde de tek tanrı inancı vardı. İnsanların kaderini
belirleyen, hayata doğrudan müdahale eden, emreden ve emrine
uymayanı cezalandıran tanrı hayatın ilkesi olup ölüm de onun iradesine
bağlıdır.
 İslam dini ve ahlakı Türkler tarafından sanki aranıp özlenmiş gibiydi, ona
içten bağlanarak benimsediler. Tek Tanrı (tenri, tengri) dinine inanmış
Türklere en yakın din İslam dini oldu. İslam'ın Allah inancı ve ahlaki
esasları, Türklükle müslümanlık arasındaki inanç yakınlığı, Türk ve İslam
aile hukukundaki benzerlikler, Türklerin duygu ve düşüncelerini kuşattı.
Bütün bunlar İslam dini, şeriatı ile Türk töresini uzlaştırmada kolaylıklar
sağladı. Tanyu
 Ahirete ve ruhun ölmezliğine inanıyorlardı, Yaratıcıya kurban sunma adeti
vardı, İnsan öldürme, zina, hırsızlık, yalancılık suçtu.
 Yaygın olmamakla birlikte çok kadınla evlilik (teaddüd-i zevcat) eski
Türklerde de vardı, buna özellikle zengin tacirler arasında rastlanırdı.
 Türkler, domuz beslemez ve etini yemezlerdi.
 Türklerin cihan hakimiyeti ülküsü ile İslam'ın cihad ruhu örtüşüyordu.
Türk devlet başkanı Tanrı'dan aldığı yetkiyle yeryüzündeki bütün insanları
evrensel törenin himayesine alma konusunda kendini görevli sayıyordu.
 Selçuklu sultanları da, görevin kendilerine Tanrı tarafından verildiğine
inanırlardı.

İSLAM HUKUKU

 İslam'a göre insan zayıf yaratılmıştır,


 Yaratıcı insanla ilişkisini kesmemiş, onu başıboş ve çaresiz bırakmamış,
hayata vahiyle müdahale etmiş, kitaplar ve peygamberler göndermiştir.
 İnsana akıl ve irade vermiş, bu sebeple onu sorumlu tutmuştur o Hayatın
bütün alanlarını kurallarla doldurmamış; bilinçli kanun boşlukları
bırakmıştır
 Kur'an, yazılı bir metin olarak değil, Hz. Peygamber'in kalbine söz olarak
indirilmiştir. Hz. Peygamber inanç ve amel esaslarını bizzat yaşamış,
hayata geçirmiştir (örnektir, üsve-i hasene)
 Kur'an'da emredilen "aklı kullanma" emrine içtihat ederek uymuş, o
Arkadaşlarına içtihat yapmayı öğretmiş, toplu içtihadı (şura)
tavsiye etmiştir
 İçtihat kıyamete kadar devam etmelidir; ancak
 İçtihadı ehil olanlar yapmalıdır.

İSLAM HUKUKUNUN KAYNAKLARI


 Edille-i Şer'iyye: Müçtehitlerin hukuk normlarını tespit ederken
başvurdukları kaynaklardır.
ASLİ KAYNAKLAR
 "Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Peygamber'e itaat edin, sizden olan
ülülemre de. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Allah'a ve ahirete
gerçekten inanıyorsanız onu, Allah'a ve Peygambere götürün!" Nisa, 4/59.
 Allah'a itaat Kur'an'a, Peygamber'e itaat Sünnete, ülülemre itaat
müçtehitlerin birleştikleri hükme (icma) uymaktır. Tartışılan olayları
Allah'a ve Peygamber'e götürmek ise nas ve icmanın olmadığı yerlerde
kıyas yapmaktır.

KUR'AN
 Kur'an, lafzı ve manası Allah'a ait olan, okunmasıyla ibadet edilen (vahy-i
metlüv), insanlara ulaşmış ilahi kelamdır. Arapça olarak indirilmiştir,
Kur'an tercümesinden hüküm çıkarılamaz.
 Kur'an'ın bilhassa namazda okunması ve okunduğunda dikkatle
dinlenmesi emredilmiştir (A'raf 7/204).
 Günümüze kadar değişmeden gelmiştir (tevatüren nakledilmiştir) o
Kur'an'da inanç esasları, ibadetler, ahlaki ilkeler, geçmişe ve geleceğe dair
haberler, doğa bilimleri, insanların birbiriyle olan ilişkilerini (muamelat)
düzenleyen hükümler mevcuttur.
 Kur'an, sistematik bir hukuk kitabı ya da kanun derlemesi değildir.
 İsim verilerek bir hukuki konunun düzenlendiği ayet sayısı 150; yorum
yoluyla çıkarımlar yapılan ahkam ayeti sayısı ise İbn Kayyim'e göre
500'dür.
 Gazali ile Fahreddin er-Razi Kur'an'daki ahkam ayetlerinin sayısını 500
olarak tespit etmişlerdir. Bu sayıyı 800'ün üzerine çıkaranlar olduğu gibi
200'e kadar indirenler de vardır.

AHKAM AYETLERİ
 Son zamanlarda benimsenen bir tasnife göre, ahkam ayetlerinin yetmişi
aile hukukuna, yetmişi medeni hukuka, otuzu ceza hukukuna, on üç
veya yirmisi muhakeme usulüne, yirmi ikisi harp ve sulh hukukuna, onu
da mali ve iktisadi konulara dairdir.
 Bu sayılar, içinde ahkam bulunduğu açıkça ifade edilen ayetleri
vermektedir. Kıssa, emsal vb. hususları ihtiva eden ayetlerden de dolaylı
olarak hüküm çıkarmak mümkündür.
İLKE DÜZEYİNDEKİ AHKAM AYETLERİ
 Hukukun genel esasları: Adaletle hükmetme, yönetimde şura, suç ve ceza
dengesi, kanunilik ve şahsilik, başkalarının malına zarar verilmemesi
(Bakara 2/188; Şuara 26/183), birbirinin malını haksız yollarla yememe,
ahde vefa (5/1, 17/34), eşyada mubahlığın asıl olması.

ÖZET HÜKÜMLER
 Had ve kısas cezaları (4+2 toplam 6 ceza), zekat, faiz yasağı

AYRINTILI DÜZENLEMELER
 Miras ve aile hukuku gibi alanlarla ilgili bazı hükümleri tafsilatı ile ele
almıştır. Zira bu hükümler ya teabbüdidir, yani akli değerlendirmeye açık
değildir, akılla kavranabilecek hükümler olsa bile, bunlar zaman ve muhit
değişikliği ile değişikliğe uğramayacak sabit maslahatlar (menfaatler)
içermektedir.
 Aile hukuku: "Ahval-i şahsiyye" denilen bu hükümlere Kur'an'da nikah,
talak, iddet, nafaka, mehir, nesep, miras gibi terimlerle yer verilmiştir. Bu
konuda Kur'an'da yetmiş kadar,
 Medeni hukuk: Alım-satım, kira, kefalet, ortaklık, borçlanma, borcu
ödeme gibi fertler arasındaki mali ilişkileri düzenleyen ve hak sahibinin
hakkını koruyan hükümler bu niteliktedir. Bu hususta Kur'an'da yetmiş,
 Ceza hukuku: suçlar ve bunlara uygulanacak yaptırımlarla ilgilidir. Amaç,
can, mal, irz ve hakları korumak, suçlu ile mağdur ve toplum arasındaki
ilişkileri düzenlemek ve güveni sağlamaktır. Bu konuda otuz,
 Muhakeme hukuku: Yargı, dava, ispat yolları gibi konularla ilgili yirmi,
 Anayasa hukuku: Devlet düzeni ve bu düzenin işleyiş tarzını belirleyen,
yönetenle yönetilenler arasındaki ilişkileri düzenleyen hükümler olup,
"Ahkamü's-Sultaniyye" adıyla incelenmiştir.
 Devletler genel ve özel hukuku: İslam devletinin barış ve savaş
zamanlarında diğer devletlerle olan münasebetlerini, müslüman ve
zimmet ehli vatandaşların haklarını düzenler. Bu konu ile ilgili yirmi beş,
 İktisat ve maliye hukukuna dair on ayet vardır. Bu ayetler, İslam
Devleti'nin gelir kaynakları ile harcama yerlerini gösterir (Zühayli, el-
Fıkhu'l- İslami ve Edilletüh, Dimask 1984, 1/15vd; M. Ebu Zehra. Usulü'l-
Fikh, s.96vd).
 Mekke'de inen ahkam ayetleri: Kız çocuklarının öldürülmesi yasağı (Nahl,
16/58- 59; Tekvir, 81/8-9),
 İnsanların kendilerine yasakladıkları temiz yiyeceklerin helal kılınması
(Nahl, 16/116; Yunus, 10/59),
 leş, akıtılmış kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına kesilmiş olan
hayvanların etlerini yeme yasağı ve bundan darda kalanların istisna
edilmesi (Nahl, 16/115), o ana-babaya iyilik yapılması; kötülük
yapılmaması (En'am, 6/151; İsra, 17/23; Lokman, 31/14-15),
 İnsan öldürme yasağı (En'am, 6/151; İsra, 17/33)
 Ölçü ve tartının muhafaza edilmesi (En'am, 6/152; İsra, 17/35; Rahman,
55/8-9; Mutaffifin, 83/1-4),
 Yetim malının korunması (En'am, 6/152; İsra, 17/34),
 Adil olunması (A'raf, 7/29; Nahl, 16/90) ve verilen sözün tutulması (Nahl,
16/91; İsra, 17/34; Mü'minun, 23/8; Me'aric, 70/32).
 "İnsanların mallarında artış olsun diye faizli ödünç verdikleriniz Allah
katında artmaz. Allah'ın hoşnutluğunu isteyerek verdiğiniz zekata gelince,
işte (manevi karlarını) kat kat arttıranlar onu verenlerdir." (Rum 30/39)
 Böylece ahlak altyapısına bağlı, meşruiyetini ve kuvvetini oradan alan bir
hukuk düzeninin de temelleri atılmış oldu (Yaman).
 Mekki ahkam ayetlerinde genelde normun ihlalinin müeyyidesi yoktur!

MEDENİ AHKAM AYETLERİ


 Medine'de giderek belirginleşen hukuki ve siyasi yapıya paralel olarak
vahiy de gittikçe artan ölçüde normatif bir değer kazanmış, Hz.
Muhammed'in şahsiyeti peygamberlik nüfuzu yanında siyasi liderlik
nüfuzuyla da donatılmış, müminlerin iç meselelerinin çözümündeki rolü
belirgin bir şekilde ortaya konulmuştur.
 Hicri 1. yıl: nikah, cihad, belediye düzeni;
 2. yıl: fıtır sadakası, zekat, ganimetler ve taksimi;
 3. yıl: miras hükümleri, boşanma;
 4. yıl: recm, kazif cezası, arazi iktai, evlere izinle girme;
 5. yıl: ila; 6. yıl: milletler arası antlaşmalar, içki ve kumarın yasaklanması,
zıhar, vakıf, hırabenin cezası;
 7. yıl: zirai ortaklık; 8. yıl: Mekke'nin haremliği, kısas, içki satışının ve
müt'a nikahının yasaklanması, insanların eşitliği;
 9. yıl: mülaane; 10. yıl: insan haklarının ilanı, vasiyet, nesep, nafaka ve
borçlarla ilgili hükümler, cezanın şahsiliği ilkesi, vasiyette tasarruf
nisabının 1/3 olarak belirlenmesi, faiz yasağı
 Medeni ahkam ayetlerinde normun ihlalinin müeyyidesi de var!

SÜNNET
 Sünnet, Kur'an'ın canlı olarak yaşanmış halidir (Onun ahlakı Kur'an'di). o
Sünnet, Hz. Peygamber'den nakledilen söz (mesela "Ameller ancak
niyetlere göredir ve herkese niyetinin karşılığı vardır." hadisi sözlü
beyandır.
 Fiil (davacının yemin edip tek şahit göstermesi üzerine hüküm vermesi,
hırsızın sağ elinin bilekten kesilmesini emretmesi vb. davranışları gibi.)
 Takrir, sahabeden birinin yaptığı bir işi öğrendikten sonra onu sükutla
karşılayıp reddetmemesi veya söz veya davranışı güzel karşıladığını ve
ondan hoşnut olduğunu gösteren işaretlerin görülmesi, değiştirecek bir
hüküm beyan etmemesidir. Mesela kıyafet ilmini nesebi belirleme
yollarından biri olarak takrir buyurdu.
 Hadislerin manaları, Allah'ın Resulüne ilhamıdır, fakat bu manaları ifade
eden lafızlar Hz. Peygambere aittir; Resulullah hadislerini kendi hevasına
göre söylememiştir, onlar da esasen vahye dayanır.
 Bazen hadisin manası ve muhtevası güçlensin diye Allah tarafından hadisi
kendi adına izafe etmesi Peygamber'e emredilir. Bu takdirde Allah'a izafesi
sebebiyle "kudsi hadis" adını alır.
 Sahabe Kur'an ile Sünnet arasında bir fark gözetmemiştir. o Sünnet,
Kur'an'ın tamamlayıcısı ve yardımcısıdır.
 Kur'an, Sünnet olmadan sırf Arapça bilgisiyle anlaşılamaz.
 Kur'an, bazı ayetlerin muhkem (manası belirgin, başka bir ihtimal
taşımayan açık manalı (kazif failinin şahitliğinin kabul
edilmeyeceğini (Nur 24/4), Resulullah'ın vefatından sonra onun eşleriyle
evlenilemeyeceğini bildiren (Ahzab 33/53) ayetler,
 Bazılarının müteşabih (birkaç manaya gelebilen ifade) olduğunu ifade
etmiştir (3/7). Örneğin imanlarına zulüm karıştırmayanların hidayete eren
kimseler olduğunu anlatan ayetteki (En'am 6/82) "zulüm" kelimesini Hz.
Peygamber "kişiye yapılan haksızlık" değil; "Allah'a ortak koşmak”
anlamına geldiğini belirterek müteşabihin tevilini yapmıştır.
 Bazı ayetler mücmeldir (manası izaha muhtaç olacak şekilde
kapalı söz, örneğin salat), bazıları da mübeyyen veya müfesserdir (manası
açıklanmış söz).

SÜNNETİN KUR'AN'A GÖRE YERİ


 Teyit: Karşılıklı rızaya dayanan ticaret müstesna mallarınızı aranızda haksız
sebeplerle yemeyin" ayetini (Nisa 4/29), “Gönül hoşnutluğu olmaksızın
bir Müslümanın malı bir başkasına helal olmaz" hadisi (Müsned, V/72)
teyit eder.
 Açıklama: Hz. Peygamber'e Kur'an'ı açıklama görevi verilmiştir (Nahl
16/44). Dolayısıyla Sünnet, Kur'an'ın müphem ve mücmellerini açıklar,
genel hükümleri tahsis, mutlak hükümleri takyit eder.
 Tamamlama: Kur'an'da asılları olan farzları tamamlar örneğin ayette
maktul yakınlarına diyet ödemekten söz edilmiş, diyet miktarını Hz.
Peygamber belirlemiştir.
 Cumhura göre Kur'an'daki bazı hükümleri nesheder. Örneğin anne, baba
ve akrabaya vasiyet yapılmasını emreden ayet (Bakara 2/180), "Mirasçıya
vasiyet yoktur" (Ebu Davud, Vesaya, 6) hadisiyle neshedildi.
 Kur'an'da mevcut olmayan hükümler koyar (örneğin çocuk düşürme
tazminatı (gurre), seferi halde değilken de rehin akdinin yapılabileceği,
tek şahitle birlikte davacının yeminine dayanılarak hüküm verilebileceği,
ninenin miras hakkına sahip olduğu, muhsan zaninin recmedileceği,
akilenin diyete katılmakla mükellef olduğu, evlenme akdinde şahitlerin
gerekliliği, şüf’a hakkı, kasame ve şürb cezasının türü gibi.
 Allah Resulü'nün işi, görev ve yetkisi vahyi tebliğ etmekten ibaret değildir.
Onun ümmete örnek olmak, vahyi açıklamak, gerekli görülen yerlerde
boşlukları doldurmak ve İslam toplumuna (ümmet) liderlik etmek gibi
görev ve yetkileri de vardır.
 "Bana kitap (Kur'an) ve onunla beraber onun bir benzeri (Sünnet) daha
verildi. Karnı tok bir halde rahat koltuğuna oturarak; "Kur'an'a sarılın;
O'nda neyi helal görürseniz onu helal, neyi haram görürseniz onu da
haram kabul edin!" diyecek bazı kimselerin gelmesi yakındır. Şüphesiz ki,
Allah Resulünün haram kıldığı şey de Allah'ın haram kıldığı gibidir." (Ebu
Davud Sünnet, 5; İbni Mace, Mukaddime, 2; Ahmed b. Hanbel, IV/131)
 Sünnet, vahyin bir parçasıdır, çünkü Resule itaat emredilmiştir (3/32;
4/59, 80; 8/20; 24/54; 47/33; 59/7), Resul bir hüküm belirlemişse
müminlerin başka seçeneği olamaz (33/36), Resulün emrine
muhalefetten sakınılmalıdır (24/63).
 Hassan İbn Atıyye, bu konuda şöyle der: "Cebrail, Resulullah (s.a.)'e
Kur'an'ı getirdiği ve öğrettiği gibi, Sünneti de öylece getirir ve öğretirdi"
(İbn Abdilber, Camiu'l-Beyani'l-ilm, II/191).
 İbn Hazm'a göre Kur'an ve Sünnet nasları, tilavet bakımından farklı olsalar
bile hüküm koyma ve bağlayıcılık açısından
aralarında fark yoktur; çünkü Kur'an ve Sünnet, Allah katından olmaları
bakımından eşittir.

SÜNNETİN RİVAYET BAKIMINDAN TASNİFİ


 Hadis, Muhammed (a.s.)'in sahabeleri arasında yaptığı, söylediği ya da
yapılmasını hoşgörü ile karşıladığı şeylerin anlatımıdır.
 Hz. Peygamber ilk zamanlar hadislerin yazılmasına ayetlerle karışır
endişesiyle müsaade etmedi (Asr-ı Saadette yazılı metin haline getirilen
hadis sayısı çok azdır).
 Hicri 1. asır sonlarında Ömer b. Abdülaziz'in emriyle hadisler derlenmeye
başladı.
 Üçüncü asrın ortalarında, aralarında Kütüb-i Sitte'nin de bulunduğu hadis
mecmuaları oluşturuldu.
 Bir hadis, Hz. Peygamber'e kadar bir raviler silsilesiyle ulaşırsa o hadise
müsned, muttasil, bu raviler silsilesine senet, anane ve ravilerin sırasıyla
adlarını zikretmeğe de isnad derler. Eğer bir hadis doğrudan doğruya
Peygamber'den rivayet edilip aradaki ravilerin isimleri tamamıyla veya
kısmen zikredilmezse mürsel ve münkatı adını alır

MÜTEVATİR HADİS
 Mütevatir hadis "Hz. Peygamber'e ittisalinde hiçbir şüphe bulunmayan
hadis" demektir. Hz. Peygamber'den itibaren üç asırda (Sahabe, Tabiin ve
Tebe-i Tabiin zamanlarında) yalan üzerinde ittifak edemeyecek kadar çok
insanın rivayet ettikleri hadislere mütevatir denir, sayısı oldukça azdır ve
ilm-i yakin ifade eder.
 Matüridi'ye göre amelen mütevatir bir hadis, ayeti neshedebilir.
 Kasani'ye göre ameli tevatür, bir şeyin itiraz edilmeden asırlar boyu
uygulanması demektir. Böyle bir ameli rivayet formunda nakletme ihtiyacı
duyulmamış, müçtehitler de itiraz etmeden bu yönde görüş
bildirmişlerdir. Böyle ameli mütevatir de kesin ve bağlayıcıdır.
 İbn Hazm'a göre mütevatir, iki ve daha fazla sayıdaki kişinin birbirlerinden
ayrı olarak aynı lafızlarla naklettikleri haberdir, böyle bir haberi inkar
etmek, duyularla idrak edilen şeyleri inkarla eşdeğerdir (el-ihkam, 1/107).
 Mütevatir hadis müşahededen doğan bilgi gibi kesinlik arz eder (MAA,
1733).

MEŞHUR HADİS
 Hadis, birinci asırda haber-i vahid olduğu halde ikinci ve üçüncü asırlarda
ravileri, kizb üzerine ittifakları aklın adeten tecviz etmediği sayıda bir
cemaat olursa buna meşhur hadis denir.
 Hanefilere göre meşhur hadis de kesin bilgi ifade eder (meşhur Sünnetle
Kitap'taki "amm" tahsis ve "mutlak" takyid edilebilir).

AHAD HADİS
 Raviler üç asırda kizb ittifaklar i aklın tecviz etmediği bir cemaat değilse
böyle bir hadise haber i had veya haber-i vahid derler.
 Güvenilir bir yolla rivayet edilen haber-i vahidin ilm-i yakīn ifade ettiği,
dolayısıyla dinde delil olduğunu ve onunla amel edilmesi gerektiğini İslam
alimlerinin çoğu kabul etmişlerdir.
 Ebu Hanife, ravinin rivayet ettiği hadise aykırı davranmamış olmasını,
 Malik, Medinelilerin yaygın uygulamasına aykırı olmamasını şart koşar.

HZ. PEYGAMBER'İN SIFATLARI


 Risalet (tebliğ): Hz. Peygamber'in tebliğ yoluyla gerçekleşen söz ve fiilleri
genel hüküm ifade edip her müslümanı bağlarken devlet başkanı sıfatıyla
yaptığı tasarruflar devlet başkanının iznine, hakim olarak verdiği kararlar
da hakim kararına bağlı şekilde uygulanabilir.
 Beyan, manadaki kapalılığı giderip ona muhatabın anlayacağı biçimde
açıklık kazandırmaktır, Hz. Peygamber Kur'an'ın hem mübelliği hem de
müfessiridir.
 Fetva: Fıkhı bir meselenin dini-hukuki hükmünü açıklayan cevap vermesi
 Kaza: Şer'i hükümlerin yargı yetkisine sahip kimselerce taraflar arasında
vuku bulan uyuşmazlıklara uygulanması" (Şirbini, IV, 372) ihtilafların
çözülmesi. Kur'an'da Hz. Peygamber'in yargı işleriyle de görevlendirildiği
açıkça beyan edilmiş (4/65, 105; 5/48), O da kadı sıfatıyla birçok hukuki
ihtilafı çözmüştür (Müslim, Akdiye, 4).
 İmamet: Hz. Peygamber, her alanda olduğu gibi, toplum halinde yaşamak
zorunda olan insanlara devlet kurarak ve kurduğu devlete bizzat başkanlık
yaparak da örnek olmuş, kamu işlerini tedvir ve tanzim etmiştir.
 Hz. Peygamber'in tebliğ yoluyla gerçekleşen söz ve fiilleri genel hüküm
ifade edip her müslümanı bağlar,
 devlet başkanı sıfatıyla yaptığı tasarruflar devlet başkanının iznine,
 hakim olarak verdiği kararlar da hakim kararına bağlı şekilde
uygulanabilir.

BAĞLAYICILIK YÖNÜNDEN SÜNNET


 Sünnet-i hüda: Uyulması/uygulanması hidayet, terkedilmesi dalalet
sayılan, yani Ümmet için bağlayıcı olan (hidayet, neyin nasıl yapılması
gerektiğini, yani olması gerekeni ifade eder.)
 Allah'a itaat Peygamber'e itaatin temeli, Peygamber'e itaat de Allah'a
itaatin tek görünür kanıtıdır (Nisa 4/80). Onun peygamberlik görevi bir
İslam toplumu (ümmet) kurma amacına bağlı olarak sosyal, siyasi ve
askeri faaliyetleri de kapsadığından kendisine sadece ibadet vb. alanlarda
değil; sosyal hayatta da itaat gereklidir.
 2) Sünnet-i zevaid: Hz. Peygamber kendisinin peygamber sıfatıyla değil,
bir insan olması sıfatıyla sadır olan davranışlarını teşrii bir tasarruf olarak
kabul etmiyor ve insanları bunlara uymakla mükellef tutmuyordu. Bedir
harbinde ordunun konaklama yerini gösterince bir sahabi bunun vahiy
değil şahsi görüşü olduğunu öğrenince daha uygun bir konaklama yeri
göstermiş, Hz. Peygamber bu görüşe uymuştur.
 3) Hasaisu'n-nebi: Peygamber'in şahsına özel hükümler (örneğin eşlerinin
ümmetine haram olması, mehir verme zorunluluğunun olmaması, mal
mirası bırakmaması ve tek kişinin tanıklığı ile hüküm vermesi gibi)

HZ. PEYGAMBER'İN İÇTİHATLARI


 Hz. Peygamber: "Ben vahiy inmemiş hususlarda aranızda re'yimle hüküm
veriyorum" buyurmuştur (Ebu Davud, No:3585).
 Örnekler:
 Örf içtihadı: Zihar olayıyla ilgili cevabı (58/1-4),
 Kıyas içtihadı, "Allah'a olan borç, ödenmeye daha layıktır!" (Müslim,
Sıyam, 155) Hadise göre mükellefin sağlığında ödemediği kurban, adak,
kefaret ve zekat gibi borçları, ölümünden sonra vasiyetine bağlı olarak
veya mirasçılar tarafından ödenebilir.
 Maslahat içtihadı: Hz. Ali'nin, Hz. Fatıma'nın sağlığında üzerine
evlenmesine müsaade etmemiştir.
 İçtihadında yanılmışsa Allah düzeltmiştir. Örneğin, Bedir esirleri ile ilgili
olarak (8/67-68), Tebük seferine çıkmak istemeyenlerin mazeretlerini
kabulü (9/43) gibi.
 Hz. Peygamber'in isabet etmediği için düzeltilen fiilleri insan, devlet
başkanı olarak verdiği kararlara ilişkin olup peygamber olarak ortaya
koyduğu hükümlerle ilgili değildir. Dolayısıyla bu durum peygamber
olarak masumiyetine halel getirmez.
 Hz. Ali, nas olmayan hususlarda nasıl hüküm verileceğini sormuş, Hz.
Peygamber: "Müminlerden ilim sahiplerini toplayın, istişare edin, bir
kişinin reyiyle hüküm vermeyin." buyurmuş, toplu içtihadı tavsiye
etmiştir.
 Hz. Peygamber, fıkıh ilminin delillerini oluşturacak sözler söylemiş, bizzat
amel etmiştir.
 Mal satmış ve satın almış; satın aldığı malın ayıpsız olduğuna dair satış
senedi yazdırmıştır.
 Ücretle çalışmış ve çalıştırmıştır.
 Mudarebe şirketi ve başka ortaklıklar yapmıştır.
 Başkasına vekil olmuş ve vekalet vermiş, hediye vermiş ve almıştır.
 Ariyet mal almış, mal vakfetmiştir.
 Bir Yahudi'den arpa almış; karşılığında zırhını rehin vermiş, vefat edeceği
zaman borcun ödenerek zırhın geri alınmasını vasiyet etmiştir.
 Gayrimüslimlerle alışveriş yapmış; yemeklerini yemiştir.
 Köle sahibi olmuş ve azat etmiştir.
 Evlenmiş, eşlerine talakı tevfiz etmiş; ila yapmış, talak vermiş ve ric’at
etmiştir.
 Devlet başkanlığı yapmış, dava dinlemiş, ceza vermiş, hakimlerin
verdikleri kararları temyizen incelemiş,
 zekatları toplamış, ganimetleri taksim etmiş, sulh anlaşması akdetmiş,
savaşmış, elçi göndermiş ve elçi kabul etmiştir.
 Kısacası şeriatın bütün hükümlerini bizzat uygulayarak hayatiyet

İCMA
 İcma, Hz. Peygamber'in vefatından sonra herhangi bir zamanda
müslüman müçtehitlerin bir olayın şer'i hükmü üzerinde yekdiğerinden
haberleri olmaksızın ittifak etmeleridir.
 "Müminlerin yolunun dışında bir yola gireni ateşe atarız." (4/115)
 "Ümmetim dalalet üzerinde birleşmez." (ibn Mace, Fiten, 8).
 Fıkıh usulü eserlerinde geliştirilen icma teorisinde ise "ümmetin ismeti"
(hatadan korunmuşluğu) kavramı icmaa yön veren temel düşünceyi izahta
ağırlıklı bir yere sahiptir.
 Zahiriler ve Ahmed b. Hanbel'den bir rivayete göre, Ashabı kiramdan
olmayan müçtehitlerin icmai muteber değildir (Bilmen, I/163, 164).
 Zanni delille sabit olan hükümler üzerinde icma oluşunca artık başka türlü
anlaşılamayacağı özelliği kazanır. O zaman icma mevcut bir hükmü
sağlamlaştırır.
 İcma, müçtehitlerin ittifakıdır; sıradan insanların bir konuda ittifakları
icma sayılmaz.
 Teorik olarak sonraki icma, öncekini hükümsüz bırakabilir.
 Hz. Ebubekir ile Ömer, kamu hukuku alanında şura içtihadı yaptırıyorlar,
varılan sonuçlar ferdi hükümlerden daha güçlü sayılıyor ve buna
muhalefet edilmiyordu.
 İcma, İçtihadı Birleştirme Kararı gibi bağlayıcıdır; İBK'da kararın
ekseriyetle verilmesi kafi gelmesine rağmen, icmada reyde mutlak ittifak
şarttır.
Sonuçta meşhur hukukçulardan biri icma konusu olan ihtilafta muhalif
kalsa, icma oluşmaz ve hakimi bağlamaz. Halbuki IBK bir oy farkla alınsa
bile hakimi bağlar.

SAHABE İCMAINDAN ÖRNEKLER


 Hz. Ebubekir, icma ile halife seçildi,
 Mürtedler ve zekat vermeyenlerle savaşıldı,
 Hz. Ömer devrinde şürb cezası 80 sopaya çıkarıldı, Irak ve Şam toprakları
ikta olarak dağıtılmadı (miri arazi rejimi oluşturuldu).
 Ninenin miras payı 1/6'dır, ab kardeş yoksa b kardeşler onların yerini alır.
 Müslüman kadının gayrimüslim erkekle yaptığı nikah batıldır.
 İbn Saar, zina suçundan dolayı celde ve sürgünle cezalandırıldı, sürgün
yerinden diyar-ı küfre kaçtı ve dinden çıktı. Hz. Ömer icma ile sürgün
cezasını kaldırdı.
 İştirak halinde hırsızlıkta faillerin her birinin payına nisap miktarı mal
düşüyorsa, hepsine el kesme cezası verileceğinde Sahabe icma etmiştir.
 Dördüncü defa içki içene ölüm cezası verilmeyeceği hususunda icma
oluştuğu belirtilmiştir. Tirmizi, Hudud, 15.

KIYAS
 Kıyas, Kitap, Sünnet veya icmada hükmü bulunmayan meseleye,
aralarındaki illet birliği sebebiyle, bu kaynaklardan birinde yer alan
meselenin hükmünü vermektir.
 Peygamber (s.a.), aynı zamanda iki kız kardeşle evlenme yasağına kıyasen,
bir kadın ve halasıyla aynı zamanda evlenmeyi yasaklamış ve kıyasın
illetine şöyle işaret etmiştir: "Eğer siz bunu yaparsanız akrabalık
bağlarınızı koparmış olursunuz."
 Cüzlerdeki ortaklık dolayısıyla süt annelerle evlenme yasağına kıyasen,
kişinin süt kızıyla evlenmesini yasaklamıştır.
 "Kıyas, hükmün illetindeki ortaklıkları sebebiyle asıldaki hükmü fer'e de
vermektir." Gazali
 "Kıyas, aralarındaki ortak illete veya benzerliğe dayanarak fer'i asla ilhak
etmektir."
 Hükmü nas tarafından belirlenmiş benzetme yapılan meseleye asil veya
makis aleyh,
 hükmü naslarda belirlenmemiş meseleye fer' veya makis,
 nasdaki hükmün konulmasına sebep olan özelliğe (asıldaki hükmü
gerektiren ve iki meseleyi aynı hükümde birleştiren ortak özellik) illet,
 nasla sabit hükme aslın hükmü, kıyasla belirlenen hükme ise fer'in
hükmü, asıldaki hükmün fer'e verilmesine ta'diye denir.
 Kıyas da bir içtihattır ve onu herkes yapamaz; ancak işi bilen müçtehitler
yapabilir.
 Kıyas, hükmün kaynağı değil; naslarda bulunduğu varsayılan hükmü açığa
çıkarmaya yarayan bir yöntemdir (Apaydın, İslam Hukuk Usulü, s.22).
 Emeğin kiralanması olan hizmet akdi nasla sabittir; fakat akar ve sair
malların kiralanmasının cevazı hakkında bir nas yoktur; icare-i ademiye
kıyasen tecviz olunmuştur. İllet, insanların ihtiyacıdır. Asıldaki bu illet
fer'de de yani menkul ve gayrimenkul kiralanmasında da zahirdir. Türk
Hukuk Lügati, s.201.
 Kıyasla yeni bir hüküm konulmaz, asıldaki hükmün fer'de açığa
çıkarılmasını sağlar (Beşer, Kolay Usulü Fıkıh, s.37).
 "Kıyas hükmü ispat etmez, izhar eder" ifadesi daha çok hükmü koyanın
Allah olduğunu, kıyas yapanın bunu ortaya çıkardığını vurgulamak
amacıyla kullanılması yanında kıyasın gerçekte bir delil değil bir yöntem
olduğunu da ima eder.
 Gazali, kıyasa deliller arasında değil; delillerin anlaşılmasına yönelik
istinbat metotları arasında yer vermiştir.
 Naslar sınırlı, hayat olayları ise sonsuzdur, her olayın bir hükme
bağlanması gerektiği için, yeni meseleleri çözmek için kıyasa
başvurmaktan başka çare yoktur. Hz. Ömer, Kadı Ebu Musa el- Eş'ari'ye
yazdığı mektupta; "birbirine benzer şeyleri iyice tanı ve ona göre
meseleleri kıyas et!" demiştir (Serahsi, el-Mebsut, Kahire 1324-1331,
XVI/62-63).
 Cumhura (dört mezhep imamına) göre kıyas delildir; Zahirilerle Şii
İmamilere göre değildir.
 İmam Şafii'ye göre: "Her olay hakkında ya ona ait bir hüküm veya hak
olan hükmün yolunu gösteren bir delalet vardır. Olayın açık hükmü varsa
ona uymak gereklidir. Eğer muayyen bir hüküm yoksa, olayın hak olan
hükmüne götüren yolun delili içtihat ile aranır; içtihat ise kıyastan
ibarettir." (er-Risale, Mısır 1940, s. 477).

KIYAS ÇEŞİTLERİ
 Evleviyet kıyası: "Ebeveyne öf demeyin!" ayeti hakaret ve dövmeyi
evleviyetle yasaklar.
 Genişletici yorum: Evlenmiş cariyenin zinasının cezası ile ilgili ayet (4/25)
evlenmiş köleyi de içerir.
 "Savaşta el kesme cezası infaz edilmez" hadisi diğer hadlerin de infazının
tehirini gerektirir.
 "Hakim, kızgınlık halinde hüküm vermesin" Hadis
 Hakim, keder, açlık ve uykusuzluk gibi sağlıklı düşünmeye engel olabilecek
bir arıza ile zihni karışık iken hüküm
vermemelidir (MAA, 1812).
 Üzüntü, keder, açlık ve şiddetli uyku halleri, kızgınlık gibi sağlıklı karar
vermeyi engelleyebilir (M. Es'ad, Telhisu Usuli'l-Fikh, İzmir 1313, s.12)
 Şarabın yasaklanmasının illeti sarhoş edicilik özelliğidir, sarhoş edici diğer
içkiler de haramdır.
 Murisini öldüren mirastan, vasiyet edeni öldüren de vasiyet edilen
maldan mahrum kalır
 Üç kişiden ikisinin kendi aralarında konuşması diğerini üzeceğinden
yasaktır (Müslim, Selam, 26-28; İbn Mace, Edeb, 50). Aynı şekilde onun
bilmediği bir dilden konuşması da yasaktır.

KIYASIN ŞARTLARI
 Temel kaynaklarca belirlenmiş olayda bulunan özelliğin (illetin) açıkça
anlaşılır olması gerekir. Had cezalarının miktarları ve zekatın ticaret
mallarından kırkta bir oranında alınmasının asıl nedenini de anlayamayız.
Dolayısıyla illeti anlaşılamayan şeyler üzerine kıyas yapılamaz. Hadlerde
kıyas yapılamaz; kanunilik ilkesi geçerlidir.
 Temel kaynaklarda fer' ile ilgili özel bir hüküm bulunmamalıdır. Hakkında
nas olan bir konuda içtihat (kıyas) yapılamaz.
 Kıyaslanan şeye (asıla) bağlanan hüküm yalnız o şeye özgü ise kıyas
yapılamaz “Huzeyme kimin için şahitlik yaparsa onun şahadeti iki kişi
yerine geçer." (Müsned, V/215-216).
 Kıyasa aykırı olarak sabit olan hususa başka bir mesele kıyas edilemez
(selem, istisna ve icare)

KIYAS NASIL YAPILIR


 Müçtehit sonradan ortaya çıkan ve hükmünü öğrenmek istediği meseleyi
bütün özellikleriyle tanır (fer'),
 Sonra naslarda onun bir benzerini bulur (asl),
 Şariin o meseleye niçin böyle bir hüküm verdiğini anlar (illet),
 Aynı illetin yeni meselede de aynen bulunduğunu tespit eder (taʼlil)
 Bu meselenin hükmünün de Şariin asıl için verdiği hüküm olduğuna karar
verir.

TALİ DELİLLER (İHTİLAF EDİLEN KAYNAKLAR)


1. İSTİHSAN
 İstihsan, bir şeyi iyi ve güzel bulmak demektir.
 İstihsan, bir meselenin hükmünü adalet ve hakkaniyet ilkelerine bağlı
olarak genel kuraldan istisna etmek anlamına gelir. İstihsan sayesinde
İslam hukukunun iç tutarlılığı sağlanır, haksız/adaletsiz uygulamalar
düzeltilir, islam hukuk kurallarının örf ve adetle uyumu sağlanır.
 Müçtehidin bir meselede icma, zaruret, örf, maslahat, gizli kıyas gibi özel
ve daha kuvvetli görünen bir delile dayanarak o meselenin benzerlerinde
izlenen genel kuraldan vazgeçmesi ve hukukun amacına daha uygun
bulduğu başka bir hüküm vermesidir.
 İstihsan, kıyas yapılması caiz olan hususlarda olur; nas varsa istihsan da
kıyas da olmaz.
 Hz. Peygamber, muhtemelen suni fiyat artışlarını ya da beklenmedik
mağduriyetleri önlemek amacıyla elde mevcut bulunmayan malın satışını
yasaklamış, ancak Medinelilerin gelecek yıllara ait bahçe ürünlerini selem
adıyla peşin para karşılığı bir iki yıllık bir teslim vadesiyle sattıklarını
görünce bu satış türünü de tamamen yasaklamak yerine, "Selem yoluyla
satış yapan bunu belirli ölçüye, belirli tartıya göre ve belirli süre
belirleyerek yapsın" diyerek muhtemel olumsuzlukları en aza indirici bir
düzenleme getirmiştir.

İSTİHSAN ÖRNEKLERİ
 Başkasının malında tasarruf kural olarak geçersizdir. Ancak Kur'an'da
vasiyet (ölüme bağlı tasarruf), kıyasa aykırı olduğu halde kabul edilmiştir.
 Kıyasa göre akdin konusu mevcut olmadığı için eser sözleşmesinin batıl
olması gerekir. Ancak bu akit yaygın olarak yapılageldiğinden istihsanen
sahih kabul edilmiştir.
 İstihsan, daha çok Hanefiler tarafından işletilmiş bir metottur.
 Kural olarak menkul vakfı olmaz, kitap ve silah vakfı örf sebebiyle
istihsanen sahih kabul edilmiştir.
 Şartlı satış olmaz, bey' bi'l-vefa örf haline gelince istihsanen sahih kabul
edilmiştir.
 Bir tarlayı vakfeden, su yolu, içme ve geçme hakkını zikretmese kıyasen
bu haklar vakfedilmiş sayılmaz; ancak istihsanen bu haklar vakfedilmiş
olur. Sınırlı ayni hakların vakfa dahil olmasında kıyas vakfın satışa; istihsan
ise kira akdine dahil edilmesidir (Hallaf, s.261-262).
 Meyve ve sebze gibi hepsi birden yetişmeyen ürünlerin satılması mevcut
olmayanın satışı olacağından kıyasa göre caiz değildir; ancak
olgunlaşanlara bağlı olarak toptan satılması istihsanen kabul edilmiştir
(MAA 207)

2. İSTISLAH
 İstıslah, yararlı ve elverişli olanı aramak demektir.
 İslam'ın gayesi insan için yararlı olanı sağlamak; zararlı olanı ondan
uzaklaştırmaktır.
 Nasların kapsamına girmeyen ya da kıyas yoluyla nasta düzenlenmiş bir
olaya bağlanamayan fikhi bir meselenin hükmü Şer'an itibar edilebilir
maslahatlara ve İslam fıkhının genel ilkelerine göre belirlenir.
 İstıslah, kamu yararının (maslahat) özel çıkara tercih edilmesi, büyük
zarardan korunmak için küçük zarara katlanılmasıdır.
 Hanefiler ve Şafiiler teoride mürsel maslahatı bir delil olarak kabul
etmemelerine rağmen, fıkıh kitaplarında maslahat esasına dayanan
İçtihatları vardır. Örneğin Ebu Yusuf Kitabü'l-Harac'da halifenin tasarruf
yetkisini açıklarken maslahata sıkça başvurur.
 Maliki ve Hanbeliler ise mesalih-i mürseleyi müstakil bir delil olarak kabul
ederler.

İSTISLAH ÖRNEKLERİ
 Kur'an, maslahata binaen mushaf olarak toplandı, Hz. Osman zamanında
çoğaltıldı.
 Hz. Ömer, müslüman erkeğin ehl-i kitap kadınla evlenmesine izin verilmiş
olmasına (Maide, 5/5) rağmen, müslüman kızlar bekar kalınca maslahat
gereği bunu yasakladı.
 Hz. Peygamber, Hayber arazisini (Enfal, 8/41 ayeti gereği) gazilere
ganimet olarak dağıttı; Mekke'yi kılıç zoruyla fethetti, arazilerini gazilere
dağıtmadı. Kurayza, Nadir ve diğer Arap yurtları
fethedildi, ancak Hayber dışında hiçbirinin toprakları dağıtılmadı.
 Hz. Ömer de Irak topraklarını gazilere dağıtmayıp Haşr, 53/10 ayeti gereği
fey' uygulaması yaptı (Fey'; düşmandan savaşla veya savaşsız ele geçirilen
toprakların mülkiyetinin devlette, yararlanma hakkının ise haraç vergisi
karşılığında eski sahiplerinde bırakılması demektir).
 Hz. Osman'a göre ölüm hastasının boşadığı kadın boşayana mirasçı olur.

3. İSTISHAB
 Daha önce bilinen bir durumun değiştiğini gösteren bir delil
bulunmadıkça halen devam ettiğine; aynı şekilde daha önce var olmadığı
bilinen bir durumun sonradan meydana geldiğine dair delil bulunmadıkça
halen yokluğuna hükmetmektir.
 İstıshab delili mevcut durumun değiştiğine ilişkin iddiaları reddetmek için
kullanılır; yeni bir durumun varlığını ispat için kullanılamaz.
 Örnekler:
 Beraet-i asliye (suçsuzluk ve borçsuzluk karinesi)
 Hüküm istıshabı (eşyada aslolan ibahadır): Bir konuda yasaklayıcı bir delil
bulunmadıkça o şeyin mubah olması asıldır.
 Zilyetlik, mülkiyete karine oluşturur.
 Hakimin hükmüne kadar gaib hayatta sayılır.
 "Zeyd, Amr'dan bir ev satın alsa, Amr'ın sattığı evin eski bir penceresi
olsa, Amr, "pencerenin benim evime fahiş zararı vardır" diyerek zararı
defettiremez." (İbn Kemal)
 İstıshab düşüncesi kavaid literatürüne de yansımış ve değişik yönleriyle
külli kaide halinde dile getirilmiştir. Mesela birçoğu ilk dönemlerden
itibaren literatürde yer alan ve Mecelle'de,
 "Şek ile yakin zail olmaz" (m.4; Yunus, 10/36; Necm, 53/28, İsra, 17/36,
Hucurat, 49/12.
 "Bir şeyin bulunduğu hal üzere kalması asıldır" (m.5; ayrıca bk. m.1683);
 "Kadim, kıdemi üzere terk olunur" (m.6);
 Zarar kadim olmaz (m.7);
 "Beraet-i zimmet asıldır" (m.8);
 “Sıfat-ı arizada asl olan ademdir" (m.9);
 "Bir zamanda sabit olan şeyin hilafina delil olmadıkça bekasıyla
hükmolunur" (m.10) şeklinde ifade edilen külli kaideler,
 "Tevehhüme itibar yoktur" (m.74);
 Masumiyet karinesinden dolayı iddia edenin delil getirme yükümlülüğü
(m.76-77) bunun açık örnekleridir.

4. ÖRF
 Örf, aklın onayı ve insan doğasının benimsemesi ile yaygınlaşıp meşhur
olan davranışlar, söz ve eylem biçimleridir.
 Örf, iyi bilinen, adet ise iyi olsun kötü olsun tekrarlanan uygulamalardır.
 "Peygamber, marufu emreder, münkerden men eder." A'raf, 7/157
ayetindeki “maruf”, “akılla veya dini bildirim yoluyla iyi olduğu bilinen fiil"
(İsfahani, el-Müfredat, "arf" md.)
 Kur'an'da nafaka ve süt anneye verilecek ücret (2/233) ve zifaftan önce
boşanmış kadınlara verilecek hediyenin (müt'a) ölçüsünde (2/241) örfe
atıf yapılmıştır. Veli veya vasi yetimin malından örfe uygun yiyebilir (Nisa,
4/6).
 Örf kıyasla çelişirse, örf tercih edilir. Ebu Hanife, ipek böceğini haşerata
kıyas ederek satışına cevaz vermemişti; Sonradan ipek böceğinin alınıp
satılması örf haline gelince, Muhammed Şeybani bunu mal kabul ederek
satışının cevazına hükmetti.
 Örf deliline dayanan içtihatlar örfün değişmesiyle dayanaktan yoksun
kalır. Örnekler:
 1. Hanefilere göre imamlık, müezzinlik, Kur'an öğreticiliği gibi taat
kabilinden iş ve meslekler karşılığında ücret alınmaz. Sonraki Hanefiler
şartların değiştiğini dikkate alarak imamlık, müezzinlik ve Kur'an
öğreticiliği gibi meslekleri yapanların bunu ücret ve maaş alabileceklerine
fetva verdiler. Şafiiler ise işin başından itibaren bu hizmetleri yapmanın
bir icare (iş) akdi konusu olduğunu ve ücret almanın meşru olduğunu
söylediler.
 2. Emanet; kusur (kasit veya ihmal) olmadıkça tazmin edilmez. Ancak
zamanla güven azalmış, kötülükler artmış, emin bilinen kimseler hiyanet
etmeye başlayınca, ortak olarak çalışan kimsenin, elinde iken telef ettiği
şeyi tazmin etmesi esası getirilmiştir. Burada amaç, işçinin hıyanet
etmesini önlemektir.
 3. Vakıf arazi ile yetimlere ait malların kiraya verilmesi bir süre ile
sınırlandırılmıştır. Dükkan ve evler için bir yıl, tarla ve bahçeler için üç
yıllık süre sınırlaması getirilmiştir. İcareteynli ve mukataalı vakıflar, gedik
ve girdar bu kurala istisna oluşturur.
 4. Ebu Hanife'ye göre, şahitlerin tezkiyesine gerek yoktur. Çünkü
"Müslümanlar, birbirine göre doğru (udul) kimselerdir" (İbn Kayyim, İ'lam,
1/30). Zamanla yalancılık yayıldı, şahitlerin tezkiyesine ihtiyaç duyuldu.
Ebu Yusuf ve Şeybani şahitlerin tezkiyesinin şart olduğunu söylediler.
5. SEDD-İ ZERİA
 Kötülüğe götüren ya da zarara giden yolun kapatılmasına sedd-i zeria
denir. Yararı elde etmek de zararı defetmek de maslahat olduğu için sedd-
i zeria, zararı gidermek maksadıyla mubah olan bir şey ve serbest olan bir
fiil yasaklanmaktadır.
 Allah bir şeyi yasakladığında ona götüren araçları ve yolları mubah kılmış
olsaydı bu tavır yasaklama iradesiyle çelişir ve insanları yasağa teşvik
anlamına gelirdi. Aynı şekilde tabipler bir hastalığı önlemek isterlerse o
hastalığa götüren yolları kapatırlar, aksi halde düzeltmek istediklerini
bozmuş olurlar (İbn Kayyim, İ'lam, III/135).
 Hediye vermek aslında mubah olmasına rağmen, borçluların alacaklılarına
hediye vermesi, faize yol açar endişesiyle
yasaklanmıştır.
 Hz. Ömer, iddeti dolmadan evlenen bir kadını kocasından ayırmış ve
başkalarına da örnek olsun diye bu çiftin birbiriyle tekrar evlenmelerini
yasaklamıştır.

KUR'AN'DAN ÖRNEKLER
 Dul kadınla evlenmek mubah olmakla birlikte iddet bekleyen bir kadına
açıkça evlenme teklifi ve süre dolmadan onunla nikah akdi yapılması bazı
sakıncalar dolayısıyla yasaklanmıştır (Bakara 2/235).
 Düşmana karşı cihad emredilmiş olmakla birlikte bazı sakıncalı sonuçları
dikkate alınarak müslümanların topluca savaşa çıkmaları yasaklanmış,
döndüklerinde toplumu irşad edecek bir grubun geride kalması
istenmiştir (Tevbe 9/122).
 Ayette "zina etmeyin" değil; "zinaya yaklaşmayın" denilmesi, zinaya
götürme tehlikesi bulunan tutum ve davranışlardan da uzak durmayı
ifade eder (İsra 17/32).

SÜNNETTEN ÖRNEKLER
 Vasiyet meşru bir tasarruf olmakla birlikte varislerin haklarını tamamen
iptal edecek biçimde kullanılması ihtimali olduğu için 1/3 oranı ile
sınırlandırılmıştır (mirasçıların saklı payı 2/3'tür).
 Hediyeleşmek karşılıklı sevgiyi artırmasına ve teşvik edilmesine rağmen,
kamu görevlilerinin hediye alması haksızlıklara ve kamu imkanlarının
kötüye kullanılmasına yol açabileceği için yasaklanmıştır.
 Murisini öldüren kişi mirastan mahrum edilmiştir; zira bu yolun
kapatılmazsa birçok kişi miras payını bir an önce alabilmek için murisini
öldürebilir.
 Suçlunun düşman safına geçmesi tehlikesine binaen savaş sırasında
hadlerin (cezaların) infazı ertelenmiştir.
 İki kişi arasında pazarlık devam ederken araya girip yeni bir teklifte
bulunulması husumete yol açacağı,
 Üç kişi bir arada iken ikisinin kendi aralarında gizli konuşmaları
üçüncünün kalbini kırabileceği için yasaklanmıştır.

FETH-İ ZERAYİ
 Cuma namazı emredildiği gibi ezanı okunduğunda hemen namaz yerine
yönelmeleri de emredilmiştir (Cum'a 62/9).
 Hakkını elde etmek için hüküm bakımından mubah sayılan hususlar:
Düşmana mal verilmesi onu güçlendirmek anlamına geleceği için caiz
değildir; ancak müslüman esirleri kurtarmak için düşmana fidye verilebilir.
 Şerrinden korkulan düşmana hediye,
 Haksızlığa uğrayan çaresiz kalmışsa haksızlık yapana menfaat temin
edebilir. Bu durumda suç, alan bakımından irtikaba dönüşür.

6. ÖNCEKİ HUKUK SİSTEMLERİ


 İslamiyet, ilk insan ve ilk peygamber Hz. Adem ile başlayan ilahi tebliğin
son halkasıdır.
 Açıkça ilga edilmemiş, şer'i hükümlere aykırı olmayan önceki şeriatler
 Kur'an ve Sünnette zikredilmiş olmak kaydıyla bizim için de geçerlidir.
Kur'an ve Sünnet, toplumda geçerli hükümleri bütünüyle değiştirmemiş;
önceki ilahi din ve hukuk sistemlerinde mevcut hüküm ve
uygulamalardan iyi ve yararlı olanları aynen benimsemiştir (ibka) (kısas,
diyet, kasame, akile, şura, haram aylarda savaşma yasağı ve hırsızın elinin
kesilmesi gibi).
 Düzeltilmesi gerekenler düzeltilerek alınmıştır (islah). Örneğin karı sayısı
dörtle, talak sayısı üçle, vasiyet 1/3 ile sınırlandırıldı, ziharda kefaret
ödeyerek evliliğin devamı sağlandı.
 Her şekliyle zararlı olanlar ilga edildi. Örneğin evlat edinme, üvey anneyle
ve iki kız kardeşle aynı anda evlilik, faiz, içki ve kumar yasaklandı.
 Tevrat ve İncil, zamanla tahrif edilmiştir, (5/13-15) mevcut kutsal
metinlerdeki hükümler değil, Kur'an'ın nakledip ve ilga etmediği
hükümler, müslümanlar için de bağlayıcıdır.
 Ör: "Ve onlar için [Tevrat'ta] hükmettik: cana can, göze göz, dişe diş,
kulağa kulak, buruna burun ve yaralamalarda [benzer] bir karşılık..."
(5/45) ayeti yaralamada kısası öngören nakildir.
 Hükümdarlar bir ülkeyi fethettiğinde orada yürürlükte olan kanunların
çoğunu alırlar, kendi kanunlarını da tamamen terk etmeyip iki hukuk
sistemini birlikte uygularlar (ibn Haldun, I/130). Nitekim Hz. Ömer
Sasanilerin mali kanununu İran ve Irak'ta yürürlükte bıraktı; Bizans'ın mali
kanununu ezici buldu, Suriye ve Mısır'da onu değiştirdi.
 Salih (a.s.) şöyle dedi: "İşte şu deve sizin için bir mucize! Sudan
faydalanma hakkı nöbetleşe olarak belli zamanlarda onun; belli
zamanlarda da sizin olsun..." (Şuara 26/155), müşterek mülkiyete konu
olan malın ortaklarca dönüşümlü kullanılması anlamındaki mühayeenin,
 Bu sırada kızlardan biri: ‘Babacığım! Bu adamı ücretli işçi/çoban olarak
tut, çünkü ücretli olarak bundan daha güçlü ve güvenilir birini
bulamazsın.” (Kasas 28/26) ayeti hizmet akdinin,
 Adamlardan biri: "Kral'ın su kupasını kim bulursa, [ödül olarak] kendisine
bir deve yükü tahıl verilecek!" (Yusuf 12/72) ayeti cuale (ödül vaadi)nin
 "Gömlek arkadan yırtılmışsa kadın yalan; Yusuf doğru söylemektedir."
(12/26-27) ayeti karine ile hükmetmenin cevazına işarettir.

7. SAHABE FETVASI
 Sahabi, Hz. Peygamber'e iman etmiş ve arkadaş denilebilecek kadar uzun
süre birlikte bulunmuş kimsedir. Sahabe, Allah Resulünün eğittiği kurucu
nesildir.
 Sahabiler hem hadis rivayet etmiş, hem de fetva vermişlerdir. Hz.
Peygamberle birlikte yaşamaları, vahye şahit olmalarından dolayı sahabe
görüşlerinin Kitap ve Sünnete dayanma ve dolayısıyla doğru olma ihtimali
yüksektir.
 Bir meselede birden çok sahabi aynı şeyi söylemişse bunun aksine bir
görüş ortaya atılamaz. Yani bu bir icma sayılır.
 Bir meselede sahabeden birden fazla farklı görüş varsa bunlardan birini
tercih etmek gerekir. Çünkü onlar bu konuda nihayet bu görüşlerin
olabileceğini göstermişler, başka görüş olamayacağında adeta ittifak
etmişlerdir. O halde bu görüşlerden birini almak zorunludur.
 Malik'e göre kıyasa uysun uymasın sahabi kavli hüccettir.
 Şafii'ye göre sahabeden tek görüş varsa ya da birden fazla sahabi aynı
görüşte ise onun dışına çıkılamaz; ancak onlardan farklı görüşler gelmişse
bu meselenin içtihada açık olduğu (taabbüdi olmadığı)
anlaşılır, farklı bir içtihat yapılabilir.
 Hz. Ömer'den mefküdün karısının dört yıl bekleyeceği, bunu takiben dört
ay on gün vefat iddeti tamam olduğunda başkasıyla
evlenebileceği görüşü nakledilmiş olup Hz. Osman, İbn Ömer ve İbn
Abbas ile kendilerinden yapılan ikinci rivayete göre Hz. Ali ve İbn
Mesud'un içtihatları da bu yöndedir.
 Said b. Müseyyeb'den ise savaş saflarında kaybolanın karısının bir yıl,
başka durumda kaybolanın karısının dört yıl bekleyeceği görüşü nakledilir.
 Ebussuud bazı soruların cevabını sahabe uygulamalarını anlatarak
vermiştir: "Hz. Ömer, meşhur müslüman şair Hutay'a'yı, şiirle bazı
kimselere hakaret edince tazir ve hapsedip, uslanmadan salıvermemiştir.”
(müddetsiz hüküm)
 Hz. Ali, sorgu tekniği ile katillere suçlarını itiraf ettirmiştir.

İSLAM HUKUKUNUN ÖZELLİKLERİ


DİNİ KAYNAKLIDIR

 Hükümleri Allah tarafından peygamberleri aracılığıyla gönderildiğine


inanılan ilahi hukuk sistemlerine şeriat denir. İslam hukukunun esasını,
Kur'an ve Sünnet oluşturur.
 İslam hukuku, bütünüyle değişmez kutsal hükümlerden (nas) ibaret
değildir, kendisinde beşeri katkı da vardır.
 Müçtehit hukukçular ve devlet yöneticileri de İslam kaynaklarını
yorumlamışlardır. İçtihat, insan düşüncesinin ürünü olduğu için kutsal
yönü yoktur, içtihat içtihadı nakzetmez.
 Yaptırımların hem dünyevi, hem de uhrevi olduğu inancı, insanların hukuk
kurallarına titizlikle ve gönül rızasıyla uymalarını sağlar
 Müslümanlar, İslam hukukunun yürürlükte olmadığı ülkelerde yaşasalar
bile, İslam hükümleriyle bağlıdırlar, kendi aralarında, evlenme, boşanma,
miras gibi ahval-i şahsiye,
 Alışveriş gibi bireysel konularda İslam hükümlerini uygulamaktan
sorumludurlar.
 Fıkıh geleneğinde hukuka ahlaki ve metafizik bir boyut kazandırılmış
olması, hukuk kurallarını maşeri vicdanda daha kolay kabul edilebilir,
hayata daha kolay geçirilebilir kıldığı için hukuka İslam toplumlarına özgü
bir ayrıcalık ve etkinlik kazandırmış, fıkhın müslümanların gerek ferdi
gerekse sosyal hayatlarında merkezi bir yer edinmiş olması da bundan
kaynaklanmıştır.

ORİJİNAL BİR HUKUK SİSTEMİ OLUŞU


 1937 Lahey II. Hukuk Konferansı kararına göre İslam hukuku:
 Mukayeseli hukuk kaynaklarından biridir
 Canlıdır ve tekamüle elverişlidir,
 Orijinaldir; başka hukuk sistemlerinden alınmış değildir; diğer hukuk
sistemleri ile benzerlik bulunsa da kaynakları bakımından onlardan
etkilenmemiştir (Bilmen, 1/326, Zerka, el-Medhal, 1/209).
 Roma hukukundaki baba ve koca hakimiyeti, evlat edinme gibi kurumlar
İslam hukukunda; buna karşılık İslam hukukunun vakıf, şufa, süt
akrabalığının evlenme engeli sayılması, hisbe, borcun havalesi, mirasta
halefiyetin olmaması, ta'zir cezaları gibi ilke ve kurumları da Roma
hukukunda yoktur.
 1937'de Lahey'deki Uluslararası Karşılaştırmalı Hukuk Kongresi'ne Mısır
delegasyonunun başkanı olarak Abdurrezzak es-Senhuri katıldı. Bu
kongrede İslam hukukunun hayatın gereklerine uyum sağlayacak yapıda
olduğu kararının alınmasında etkili oldu. Berki, Hukuk Mantığı ve Tefsir,
s.159.
 1951 Paris Hukuk Kongresi'nde Lahey Kongresi'nde alınan kararlara ek
olarak, İslam Hukukundaki mezhep ihtilaflarının hukukun gelişmesine
yardımcı olduğu anlatılmıştır. (Zerka, 1/8-9, 229).
 1962 Dünya 6. Uluslararası Mukayeseli Hukuk Kongresi sonuç bildirisinde,
İslam Hukukunun modern hayata adapte edilebilir olduğu açıklanmıştır.
 İslam hukukuna ait yazılan eserlerin hemen hepsi, hukukun ilgili
dallarında dünyada yazılmış ilk eserler kabul edilir.
 Dünyada ilk yazılı anayasa Medine Vesikası'dır.
 Hukuk metodolojisine dair ilk eser Şafii'nin er-Risale'si, mali hukuka dair
ilk eser Ebu Yusuf'un Kitabu'l-Harac'ı,
 devletler hukuku ile ilgili ilk eser Muhammed b. Hasan eş- Şeybani'nin es-
Siyerü'l-Kebir 'i,
 anayasa ve idare hukuku esaslarını anlatan ilk eserler Maverdi ile
Ferra'nın el-Ahkamu's-Sultaniyye adlı kitaplarıdır.
 Muhakeme usulü alanında ilk kanun Hz. Ömer'in Kufe kadısı Ebu Musa el-
Eş'ari'ye gönderdiği mektup/talimattır.
 Mukayeseli hukuk ilminin kurucusu Karahanlılar devri Hanefi hukukçusu
Debbusi'dir. Siyasetnameler, dünya siyaset ilmine İslam'ın bir hediyesidir.
Ekinci, İslam Hukuku, s.58.
EVRENSEL VE DEVAMLIDIR

 İslam hukukunun hükümleri devamlıdır ve siyasi otoriteden bağımsızdır.


Nerede bulunursa bulunsun, hangi hükümdara bağlı, hangi irka mensup
olursa olsun bütün müslümanlar için hukuk tektir. Nallino
 Bir yerde İslam hukukunun yürürlükten kaldırılması onun devamlılığına
etki etmez. İslami çözümü resmi kurumlar aracılığı ile işletmeyen
sistemlerde aile meclisi veya toplumun devreye girmesi, belirleyecekleri
hakemler aracılığı ile anlaşmazlıkların çözüme bağlanması mümkündür;
çünkü ayet belli şahıslar veya resmi kurumları değil; toplumu muhatap
kabul etmektedir.

HUKUKÇULAR HUKUKUDUR

 İslam hukukçuları ister fıkıh öğretsinler veya kendilerine yöneltilen


soruları cevaplasınlar, isterse kadı olarak mahkemelerde hüküm versinler,
ihtiyaç duydukları normları İslam'ın kaynaklarından içtihat yaparak
çıkarmışlardır.
 Siyaset-i şer'iye denilen alanın dışında kalan hususlarda yasama yetkisi
hükümdar veya devlete ait olmayıp, kutsal metinlerin meşru şarihleri,
ulemanın heyet-i umumiyesine aittir. Nallino

MESELECECİ METODLA DOĞMUŞTUR

 Casuistique, her hal için hüküm koyan, bütün ihtimalleri göz önünde
tutarak düzenlemek isteyen ve ayrıntıya saplanan kanun koyma
metodudur.
 Kur'an ve hadislerin hükümleri kazuist değildir.
 Teşekkül ve gelişme dönemi itibariyle fıkıh ilmi, teoriler ve kapsamı geniş
normlar üzerine bina edilmeyip her meselenin ayrı olarak ele alınıp
hükme bağlanması yolu (kazuistik, meseleci metot) tercih edilmiştir.
 Zamanla çoğalan tek tek hükümler, konu bakımından tasnif edilmiş,
benzer meseleleri ortak hükümler altında birleştiren genel ilkeler (külli
kaideler) tespit edilmiştir.
 Şafii mezhebi, soyut ve karma metoda sahip kabul edilir. İmam Şafii'nin
"er- Risale" adlı kitabı hukuk metodolojisi üzerine yazılmış dünyadaki ilk
eserdir.
 İslam hukukunun oluşum dönemlerinde akitlerin, haksız fiillerin,
borçların, suç ve cezaların genel teorisine yönelik çalışma yapılmamıştır.
 İslam hukuku bir sisteme ve dolayısıyla oldukça geliştirilmiş bir suç
teorisine sahiptir
 suçun unsurları teorisinin oluşmasına da öncülük etmiştir.

İSLAM HUKUKUNUN TARİHİ DEVİRLERİ

 Resulullah'ın devri, fıkhın asıl kaynakları olan Kur'an ve Sünnet'in ortaya


çıktığı, yasama ve ilk uygulamanın yapıldığı, sonraki dönemlere kaynak ve
örnek olan dönemdir.
 Sahabe devri, ahkamla ilgili ayet ve hadislerin sahabe tarafından tefsir ve
izah edildiği devirdir.
 Müçtehit imamlar devri, fıkıh meselelerinin yazılmaya başlanması ve
büyük müctehitlerin ortaya çıktıkları, İslam fıkhı için gelişme ve
olgunlaşma devridir.
 Taklit devri, fıkıh ilminde duraklama devri sayılır.
 Hz. Peygamber devri fıkıh dönemlerinin en önemlisidir; çünkü vahye
dayanan veya vahyin denetimi altında gerçekleşen yasama ve uygulama
bu dönem içinde tamamlanmış, dolayısıyla bu devir daha sonraki
dönemlere de kaynak ve örnek olmuştur.
 İslam hukukunun doğuş (vahiy) dönemi olup Medine'ye hicretten önceki
Mekke dönemi ve sonraki Medine dönemi olarak ikiye ayrılır.
 Mekke döneminde (610-622) devlet yoktu, hukuk normu koymak ve
uygulamak mümkün değildi.
 Mekke döneminde hukuk düşüncesinin temelini oluşturan ahlak ilkeleri
(adalet, dayanışma, yardımlaşma, ahde vefa, kötülüğü iyilikle giderme gibi
erdemler) yerleştirildi;
 Haksızlık, fuhuş, kötülük, taşkınlık, ölçü ve tartida hile, bilgisizce hüküm
verme, fitne çıkarma, haksız yere cana kıyma vb. yasaklandı.
 İslam hukukunun gelişmesi Medine'ye hicret (622) ile başladı.
 Medine Vesikası ile Medine Site Devleti kuruldu.
 Medine Vesikası ile ilk defa açık bir şekilde yönetici ve yönetilen ayrımı
yapılmıştır. Toplumun yoksul ve hassas kesimleri için zenginlerin ödemek
zorunda oldukları vergi (zekat) ile sosyal devlet anlayışı hayata
geçirilmiştir. Güvenlik vergisi (cizye) ile farklı din mensuplarına vatandaş
koruması sağlanarak çoğulcu toplum anlayışı benimsenmiştir. Hz.
Peygamber devlet hazinesi oluşturmuş, Hz. Ebubekir bu hazineden maaş
alarak görev yapan ilk devlet başkanı olmuştur. Ergül, Hukuka Genel Giriş,
s.151.
 Devlet başkanı olan Hz. Peygamber'in yasama ve yargı yetkisi vardı,
yürütmenin başıydı (kuvvetler birliği).
 Hz. Peygamber döneminde kural konulmasını gerektiren bir olay (5/33)
veya
 Hz. Peygamber'e sorulan bir soruya cevap olarak hüküm konuluyor
(Mücadile ve Mümtehine Sureleri), yahut
 Zamanı gelince sistemi tamamlamak üzere hüküm geliyordu. Aile ve ceza
hukuku ile ilgili birçok hüküm böyle geldi.

HZ. PEYGAMBER DEVRİ YASAMA FAALİYETİNİN ÖZELLİKLERİ


 Tedricilik (nihai çözümü zamana yayma): Kur'an ve Sünnet, yasaklar
koyarken bireyin ve toplumun alışkanlıklardan bir anda vazgeçmesini
istemeyip bunu zamana yaymayı ve yeni görevler yüklerken zihinleri ve
gönülleri buna ısındırıp alıştırmayı ifade eden tedricilik, İslam yasama
faaliyetinin temel yöntemlerindendir.
 Örneğin şarap içme dört aşamada yasaklandı (16/67, 2/219, 4/43, 5/91),
(1) Meyvelerden içki ve güzel gıdalar edinirsiniz
(2)İçkinin günahı faydasından daha çoktur,
(3)Sarhoşken namaza yaklaşmayın.
(4)İçki iğrençtir, vazgeçin!
 Hz. Aişe şöyle der: "Eğer içkiyi yasaklayan ayet ilk anda inseydi insanlar
içmeyi; zina yasağı ilk anda gelseydi zinayı asla terk etmezdi." (Buhari,
Fedailü'l-Kur'an, 6). Allah insanları bir halden başka bir hale çevirirken
mahir bir hekimin hastasını şifa buluncaya kadar bir ilaçtan diğerine
yönlendirmesi gibi kullarına şefkat ve merhametle muamele eder.
 Cihad tedricen farz kılındı: (6/106, 14/125, 29/46, 22/39, 9/5, 2/244)
 Kolaylık: Kural koymada, uygulamada insan doğası ve ihtiyaçları göz
önüne alındı, sevdirildi, kolaylaştırıldı.
 Normal şartlarda herkesin uymakla yükümlü olduğu asli hükme "azimet",
 Bazı mazeretlerden dolayı asli hükmün gereğine uymamayı meşru hale
getiren geçici hükme "ruhsat" denir (2/185, 4/28, 5/6). Sahte peygamber
Müseylime'nin ashaptan iki kişiyi kaçırıp kendisinin peygamber olduğunu
söylemelerini istedi, biri ölümü göze alıp direndi ve öldürüldü, diğeri
isteneni söyledi, bu haber Resul-i Ekrem'e ulaşınca birincinin iki kat sevap
elde ettiğini, ikincinin ise ruhsat kullandığı için günahkar olmadığını
belirtti.
 Bilinçli kanun boşlukları bırakılarak insana geniş bir serbest alan bırakıldı.
 Bu dönemde ihtilaf yoktur, farazi problemler üretilmemiştir.
 Nesih, geçici hükmün kalıcı hükümle değiştirilmesidir, örneğin kocası ölen
kadının iddeti bir yıldan dört ay on güne indirildi.
 Akrabaya vasiyet emri kaldırıldı, miras payları belirlendi.

RAŞİD HALİFELER DEVRİ


 Otuz yıl süren Raşid Halifeler devri ve
 yaklaşık bir asır süren Emeviler devri İslam'ın yayılma, devletin ve İslam
medeniyetinin kuruluş aşamasıdır.
 VIII. yy.in ortalarına doğru başlayan Abbasiler dönemi ise devletin bütün
kurumlarıyla yerleşmesi, İslam medeniyetinin gelişme süreci olma özelliği
taşır.
 Sahabiler içtihat ve re'y yoluyla vardıkları hükümleri kesin
görmemiş, Allah ve resulüne nispet etmemiş, kendi görüşlerini bu iki
kaynağın açık hükümlerinden ayırma konusunda titizlik göstermişlerdir.
 Henüz nazari fıkıh başlamamıştır; fıkhı ilgilendiren olay ve ilişki vuku
buluncaya kadar beklenmekte, ameli ihtiyaç ortaya çıkınca hüküm bulma
çabasına girişilmektedir.
 Belli bir illete ve hikmete bağlı olduğu bilinen hükümler illet ve hikmetin
değiştiği sabit olunca değiştirilmiş,
 Kamu düzenini korumak, hak ve adaleti gerçekleştirmek, zaruretleri
gidermek maksadıyla bazı hükümlerin uygulaması askıya alınmıştır.
Müellefe-i kuluba zekat gelirinden pay verilmemesi,
 Bir defada söylenen üç talakın erkekler için önleyici ve cezai tedbir olması
bakımından üç talak sayılması,
 deve fiyatlarının yükselmesi sebebiyle diyet miktarını belirlemede ve
ödemede bazı kolaylıkların getirilmesi,
 açlık ve kıtlık yüzünden hırsızlık yapanların elinin kesilmemesi,
 esnaf ve zanaatkara, kusurları olmasa da iş yerlerinde zayi olan müşteri
mallarını ödetme gibi konularda Hz. Ömer'in uygulamaları bu tutum ve
yaklaşımın örnekleridir.
 Ekonomik ve sosyal şartların değişmesi sebebiyle aynen uygulandığı
takdirde şeriatin amaçlamadığı kötü sonuçlar doğuracak cevaz hükümleri
ve seçenekler uygulanmamıştır. Ehl-i kitabın kadınlarıyla evlenmenin
yasaklanması, Suriye ve Irak topraklarının ganimet olarak gazilere
dağıtılmaması ilginç örneklerdir.

SAHABE DEVRİ (632-690)


 Raşid Halifeler döneminde fıkhın kaynakları bakımından önemli olan
gelişmelerden biri vahyin sona ermesi, sahabe içtihadının Hz.
Peygamber'e arzı ve tasvibinin alınması imkanının ortadan kalkmış
bulunmasıdır.
 Hukukun kaynakları: Kur'an, Sünnet, ilaveten
 Bağımsız içtihat faaliyeti ortaya çıktı (akıl, yasama sürecine katıldı)
 Toplu içtihada önem verildi sahabe icmaı oluştu
 Görüş ayrılıkları oldu, bazıları lafzi (Abdullah b. Ömer), bazıları gai yoruma
(Abdullah b. Mesud) öncelik verdi,
 Hadis ve rey ekollerinin temeli bu dönemde atıldı,
 Devlet başkanları hukukun oluşumuna katkı sundu
 Hz. Ömer devrinde ülke genişledi, yürütme ve yargı erkleri ayrılmaya
başladı (valilerin yanı sıra bağımsız kadılar atandı).

SAHABE FAKİHLERİ
 Kufe'de: Abdullah b. Mesud (ö.32/652-53)
 Medine'de: Abdullah b. Ömer (ö.73/692)
 Mekke'de: Abdullah b. Abbas (ö.68/687-88) Mısır'da: Abdullah b. Amr b.
As (ö.65/684-85)
 Basra'da: Ebu Musa el-Eş'ari (ö.42/662-63)
 Şam'da: Muaz b. Cebel (ö. 17/638).
 Fetvalarının sayısı birer büyük cilt oluşturacak kadar çok olan sahabiler
Hz. Ömer, Ali, İbn Mesud, İbn Ömer, İbn Abbas, Zeyd b. Sabit ve Hz.
Aişe'dir.
 İçlerinde Hz. Ebu Bekir, Osman, Ebu Musa, Talha, Zübeyr gibi sahabinin
bulunduğu yirmisinin verdiği fetvalar birer küçük kitabı dolduracak
hacimdedir.
 Üçüncü grupta yer alan 120 kadar sahabinin verdiği fetvaların tamamı bir
cilde sığacak kadardır (İbn Hacer, I/14; Hacvi, I/278).

TABİİN DEVRİ
 Tabiin, Sahabeyi müslüman olarak gören ve müslüman olarak ölen ikinci
nesildir, daha çok Emeviler devrinde yaşamıştır.
 Tabiin devrinde İslam coğrafyasının sınırları Maveraünnehir'den
İspanya'ya kadar ulaşmış, Arap olmayan unsurlar arasında hızlı bir
İslamlaşma faaliyeti başlamıştır.
 Bu dönemde siyasi ihtilaflar hukuku da etkiledi.
 Hadis uydurma olgusu, hadis tedvinini zorunlu kıldı, Ömer b. Abdülaziz'in
emriyle tedvin faaliyeti başladı.
 Tabiin devrinde dini meselelerle ilgili kaynak ve yöntem bilgisi konusunda
sahabe devrinde oluşmaya başlayan farklı anlayış ve eğilimleri belirtmek
için "ehl-i Hicaz" ve "ehl-i Irak" şeklindeki coğrafi adlandırma yanında
“ehl-i eser" ve "ehl-i re'y" şeklinde soyut bir anlatıma yönelme ekolleşme
sürecini hızlandırdı.

MEZHEPLER (HUKUK EKOLLERİ)


 Abbasilerin ilk zamanlarından Karahanlılar dönemine kadar devam eden
yaklaşık iki asırlık süreç, müçtehit hukukçular dönemidir. Süfyan es-Sevri,
Leys b. Sa'd, Süfyan b. Uyeyne, İshak b. Rahuye gibi müçtehitlerin
çevresinde gelişen fıkıh çalışmaları ise mezhep haline gelememiş,
bunların içtihatları fakihler arasında tartışılan görüşler olarak kalmıştır.
 Bu dönemde oluşan bazı mezhepler tabileri kalmadığı için görüşleri
kitaplarda kalmıştır.
Hasan el-Basri (728)
Ebu Hanife (767)
Süfyan es-Sevri (778), Leys b. Sa'd (791), Evzai (792)
Malik b. Enes (795)
Süfyan b. Uyeyne (813)
İmam Şafii (819)
Ebu Sevr (854)
Ahmed b. Hanbel (855)
Davud b. Ali (883), İbn Cerir et-Taberi (922)

MÜÇTEHİT İMAMLAR DEVRİ (738-960)


 Devlet adamları hukukçulara değer verdi,
 Fikir hürriyeti, fikri münakaşalara zemin hazırladı
 Müslümanlar yeni kültürlerle tanıştılar, bunun hukuk düşüncesi ve
uygulamasına etkisi oldu
 Hukukun kaynakları tedvin edildi
Ebu Yusuf: el-Harac
Muhammed Şeybani: el-Asl, es-Siyeru'l-kebir
İmam Şafii: el-Ümm, er-Risale
İmam Malik: el-Muvatta', el-Müdevvene
 Hanefilik özellikle Irak'ta ve doğusunda,
Maliki mezhebi Hicaz'da,
Şafii Mezhebi Mısır'da,
Hanbeli Mezhebi de daha geç dönemlerde Bağdat'ta ve Hicaz'da
yayıldığı bilinmektedir.
 Malikiler ve Hanbeliler ehl-i Hadis;
 Hanefiler ehl-i reydir,
 Şafiiler karma olarak nitelendirilebilir
 Kufe birçok farklı kültür ve medeniyetle yakın temas içinde olan, Arap,
mevali, köle, zimmi gibi sosyal grupların bulunduğu, farklı siyasi ve fikri
hareketlerin yoğunlaştığı bir merkez
durumundaydı.
 Hadis rivayeti ve yaşayan sünnet açısından Hicaz ölçüsünde zengin
değildi, siyasi ve fikri hareketler, isyan ve karışıklıklardan dolayı uydurma
hadisler, yalan isnatlar çoktu.
 Karşılaşılan ve cevaplandırılması gereken meseleler çok ve çeşitliydi, bu
durum re'y ile hüküm vermeyi zorunlu kılıyordu.

HANEFİ MEZHEBİ
 Hanefi mezhebinin doğuşunun Ebu Hanife'den önce Irak bölgesinde
ortaya çıkan re'y ekolüyle (ehl-i re'y) sıkı bir bağlantısı vardır. Kufe şehrinin
Hz. Ömer devrinden itibaren ilim ve kültür merkezi hüviyetini
kazanmasında en büyük pay, başta Abdullah b. Mesud ve Hz. Ali olmak
üzere buraya yerleşen 1500 civarında sahabiye aittir.
 Kufe (Irak) merkezli fıkhın metodoloji, doktrin ve sistematiğinin
oluşmasında en büyük paya sahip bulunan Ebu Hanife'ye nispetle Hanefi
mezhebi olarak anılır.
 Ebu Hanife (Numan b. Sabit), Kufe'de doğdu(699)
 Öğrencileri ile birlikte içtihat yapıp problemleri çözdükleri fıkıh akademisi
vardı, burada dersler takrir değil; müzakere şeklinde geçerdi.
 Hanefiler farazi (sanal) problemler üretip çözüme kavuşturan bir ekoldür.
 Ebu Hanife: "Bir meselenin çözümünü önce Kur'an'da; bulamazsam,
hadislerde ararım. Yine bulamazsam, sahabe icmaına bakarım, icmada
bulamazsam, ihtilaflı görüşlerinden birini tercih ederim. Bunu da
bulamazsam, kıyas yaparım. Tabiinin içtihatlarına tabi olmam. Çünkü
onlar da bizim gibidir." dedi.
 Emevilerin Ehl-i Beyte karşı tutumunu açıkça tenkit etti.
 40'ı müçtehit, 560'ı fıkıhta meşhur 4000 talebe yetiştirdi.
 Kufe merkezli Irak fıkhı ilk defa Ebu Hanife döneminde sistematik ve
kapsamlı bir şekilde tedvin edilmeye başlandı.
 Abbasi Halifesi Harun Reşid'in Ebu Yusuf'u kādilkudat olarak ataması ve
bütün kadı tayin ve azillerinde onu yetkili kılması
 Yargılamada düzen ve birliğin sağlanması, ülke genelinde hukuki istikrar
ve güven ortamının kurulmasına ve
 Hanefi mezhebinin tanınmasına ve yayılmasına da hizmet etti.
 Hanefiliğin teşekkülü ve yayılışında Irak fıkhının özünü ve metodolojisini
iyi kavramış, re'y ve içtihatta dirayet kazanmış ve gittikleri yerlerde bu
çizgide fikhi düşünceyi başlatmış veya güçlendirmiş olmaları etken oldu.
 Ebu Hanife'nin ders halkasında sağladığı serbest tartışma ortamı, ortak
temel ilkeleri benimseyen müçtehit öğrencilerinin görüşlerini açık
biçimde ifade etmesine imkan vermiş, neticede Hanefi mezhebinin temel
görüşleri kolektif bir çalışmanın ürünü olarak ortaya çıkmıştır.
 Hanefilik, kısa zamanda, Irak, Suriye, Mısır, Yemen, Sicilya, Anadolu,
Maveraünnehir, Çin ve Hindistan'a yayıldı. Türk devletlerinde
(Karahanlılar, Selçuklular ve Osmanlı) resmi mezhep oldu.
 Ebu Yusuf'un on altı yıl süren kadılık ve kādilkudatlik,
 İmam Züfer'in Basra,
 Nuh b. Ebu Meryem'in Merv,
 Kasım b. Ma'n ve Nuh b. Derrac'ın Kufe,
 Yahya b. Zekeriyya'nın Medain,
 İmam Muhammed'in Rakka, Rey ve Horasan,
 Hafs b. Giyas'ın Bağdat ve Kufe,
 Esed b. Amr el-Beceli'nin Vasıt ve Bağdat,
 Hasan b. Ziyad'ın Kufe,
 İsmail b. Hammad'ın Bağdat, Basra ve Rakka,
 Ömer b. Meymun ve Ebu Muti' el-Belhi'nin Belh kadılığı yaptığı,
 sonraki nesil fakihlerin de aynı şekilde kadı, kazasker ve kādilkudat olarak
görev aldıkları kaydedilir.

MALİKİ MEZHEBİ
 Malik b. Enes (ö.795) aslen Yemenli, Medine'ye yerleşmiş bir ailedendir.
Fıkhı ve hadisi Medine'de öğrenmiştir.
 Hadisler, Medine ehlinin ameli, sahabe fetvası, tabiin fakihlerin görüşleri
ve kendi içtihatlarından oluşan kitabı el-Muvatta'dır.
 İlaveten kıyas, sahabi kavli, mürsel maslahat, örf ve adet, istihsan ve
istishab, Maliki fıkhının kaynaklarıdır.
 Amel-i ehl-i Medine tabiri, Hz. Peygamber'den tebeu't-tabiin nesline
kadar süren zaman dilimi içerisinde Medinelilerin üzerinde ittifak ettikleri
fikhi görüş ve uygulamaları kapsar.
 Mezhebi Kuzey Afrika ve Endülüs'te yayıldı.

ŞAFİİ MEZHEBİ
 Muhammed b. İdris eş-Şafii, Gazze'de doğdu (767), Kureyş
kabilesindendir, 15 yaşında hoca oldu,
 Yirmi yaşında iken Medine'de İmam Malik'ten; 800'de Bağdat'ta
Muhammed b. Hasan Şeybani'den ders okudu
 Hicaz ve Irak ekollerini iyi öğrendi ve bunları birleştirerek ayrı bir içtihat
sistemi kurdu
 Meselelerin çözümünde sırayla Kur'an, Sünnet ve icmaa bakar; ancak
sükuti icmayı delil olarak almazdı. Sahabe içtihatlarından naslara en yakın
veya kıyasa en uygun bulduğunu esas alırdı. Burada da çözüm bulamazsa
kıyasa başvurur, örf ve adete mezhebinde çok mühim bir yer verir;
 İstihsan ve maslahat ilkelerini delil olarak kabul etmezdi.

HANBELİ MEZHEBİ
 Ehl-i hadisin temsilcilerinden Ahmed b. Hanbel Bağdat'ta 780 yılında
doğdu, aynı yerde 855’te vefat etti.
 Zayıf hadisleri bile kıyasa tercih etmiştir.
 İlaveten sahabe icmai, sahabi kavli ve kıyas (içtihat), Hanbeli
fıkhının kaynaklarıdır
 Öğrencilerinin hadisleri yazmasına müsaade etti, kendi
içtihatlarının yazılmasına müsaade etmedi.
 İbn Teymiye (1328) ve İbn Kayyim el-Cevziyye (1350), mezhebi meşhur
ettiler.
 Halen S. Arabistan'da resmi mezhep olarak uygulanmaktadır.

KANUNLAŞTIRMA VE YENİ İÇTİHAT DEVRİ


 Osmanlının klasik döneminde kanunlaştırma, örfi hukukun kanunname
formatında düzenlenmesiyle olmuştur.
 Osmanlı hukuk mevzuatı, şer'i delillere (Kur'an, Sünnet, icma ve kıyas)
dayanan, fıkıh kitaplarında yer alan ve müctehitlerin fıkıh usulü ilmindeki
esaslar çerçevesinde yapmış oldukları normlar (şer'i hukuk) ile
 padişahın (yetkili yasama organının) akla dayanarak oluşturduğu örfi
hukuktan oluşur.
 Modern anlamda kanunlaştırma, 1839 yılında ilan edilen Tanzimat
Fermanı ile başlamıştır.
 1858 Arazi Kanunnamesi,
 1868-1876 Mecelle-i Ahkam-ı Adliyye ve
 1917 tarihli Hukuk-ı Aile Kararnamesi Şer'i hukukun tedvin Örnekleridir.

ÖRFİ HUKUK
 İslam hukukunda belli alanlarda bırakılmış bilinçli boşluklar ('Açıklandığı
takdirde sizi sıkıntıya sokacak hususlarda soru sormayın. Kur'an
indirilirken böyle sorular sorarsanız size açıklanır. Allah onlardan sizi muaf
tutmuştur.' Maide, 5/101).
 Bu alanlarda devlet otoritesine tanınan yasama yetkisi vardır (Nisa, 4/59,
ülülemrin caizde tasarrufu).
 "Allah, sultan aracılığıyla, Kur'an aracılığıyla koyduğundan daha fazla
yasak ve müeyyide koyar.” Hadis (Maverdi, Edebü’d-dünya ve'd-din,
İst.1328, s.228).
 Osmanlı Devleti'nde kamu hukuku sahasında yapılan
düzenlemeler fıkha/şerʻe rağmen değil; onun müsaadesi ile ve ileri
sürdüğü teoriler çerçevesinde yapılmıştır.

ÖRFİ HUKUK KARŞITLARI

 İbnü'l-Cevzi (ö.1201)’ye göre şeriat ilahi bir siyasettir, ilahi bir siyasetin ise
içerisinde eksik gedik bulunması, halkın siyasetiyle bu eksiğin
tamamlanması muhaldir. Şu halde siyasetin gerekli olduğu fikrindekiler,
şeriatta boşluk olduğunu ileri sürüyorlar demektir ki bu da küfür sayılır.
Şeriatın zaten ilahi bir siyaset olması dolayısıyla insani bir siyasetin
şeriatla uzlaşmasına imkan yoktur (Telbisü iblis, s.172).
 İbn Kesir (ö.1373), şer'i esaslara dayanmayan örfi kanunlar çıkarmanın ve
bunlara öncelik tanımanın caiz olmadığını söyler.
 Böyle bir görüşün temelinde hükümdarların keyfi uygulama ve
zulümlerine yönelik bir tepkinin yattığını söylemek
mümkündür.

ÖRFİ HUKUKUN MEŞRUİYETİNİ SAVUNANLAR


 Maverdi (ö.1058): Allah'ın Kur'an ile koyduğu normlar şeriat, sultan
aracılığıyla koyduğu kurallar siyasettir. Maverdi (ö.1058), muhtesibin
gerektiğinde tazir cezası verebilen ve şer'le ilgili olmayan (düne'ş-şer') örfi
işlerde içtihat yetkisi olan bir görevli olduğunu belirtmektedir (Maverdi,
el-Ahkamü's-sultaniyye, s.299).
 İbn Akil'e (ö.1119) göre şeriata uygunluk, sadece naslarda ifade edilenin
kapsamı içerisinde bulunmak anlamında değil, ifade edilene aykırı
olmamak anlamındadır. İnsanları salaha eriştiren ve fesattan uzaklaştıran
her siyaset, Resulullah (s.a.) bunu teşri kılmamış olsa ve bunun hakkında
bir vahiy inmemiş olsa bile, şeriata uygun demektir. İbn Akil'e göre
siyaset, hakkında vahiy inmese veya Hz.
Peygamber'in bir uygulaması olmasa bile insanların salaha yakın ve
fesaddan uzak olmalarını sağlayan işleri yapmaktır.
 Karafi (ö.1285): Siyaset, örfi içtihattır, şeriatin alternatifi değil;
tamamlayıcısıdır. Siyaset-i şer'iyye konusunda hakimlerin yetkilerini
genişletmenin ve zamanın kamu otoritesi tarafından çıkarılan kanunların
şer'e aykırı olmadığını yüksek maslahat teorisiyle temellendirmiştir.
Mesela gemilere istiap haddinden fazla yük yüklenmesine engel olmak,
yol güzergahlarında insanlara zarar veren şeyleri kaldırmakla görevli olan
muhtesip neyin zararlı, neyin zararsız olduğunu belirlerken içtihat
edecektir; fakat bu içtihat şer'an değil örfen sabit olmuş bir asıldan
hareketle yapılacak, yani muhtesibin içtihadı müctehidin içtihadından
farklı olacaktır. Karafi muhtesibin içtihadını örfi içtihat olarak
isimlendirmektedir.
 İbn Kayyim'e (ö.1350) göre adil siyaset şeriatın bir parçasıdır, Siyasetin
nassa uygun olması değil; aykırı olmaması önemlidir. Siyaset denilen
düzenlemelerin şeri hükümlere aykırı olmaması önemlidir; doğrudan
naslara dayandırılmayan uygulamaların meşru olmadığı iddiası sağlıklı
değildir. Böyle bir iddiada bulunmak şeriatı insanların maslahatını
karşılayamayacak hale getirmek demektir. Adalet hangi araçlarla
gerçekleştirilebiliyorsa bu araçlar dine aykırı olmak şöyle dursun dine
dahildir (İbn Kayyim, et-Turuk, s.4, 12-13, 103).
 İbn Haldun (ö.1406), şer'i (dini) siyaset, akli siyaset ayrımını yapmış,
yönetimin bu esaslara göre olursa adil; keyfi olursa zulüm olacağını
belirtmiştir. Dini siyaset ve akli siyasete uymak adalet, keyfilik zulümdür.
Kanunlar, basiretli devlet ricali tarafından akıl ölçülerine göre konulmuşsa
‘akli siyaset'; Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber vasıtasıyla
konulmuşsa bu da 'dini siyaset' olur (İbn Haldun, I/533). Şeriata dayanan
kurallara iman eden halk bunlara gönüllü, akli siyaset kurallarına ise
kendilerine faydalı olduğu için itaat ederler. Yönetim, şer'i ahkam veya akli
siyasete göre yürürse adalet; yöneticinin keyfi arzularına göre olursa
zulüm olur (İbn Haldun, II/261, 447).

OSMANLI ALİMLERİNİN ÖRFİ HUKUKA BAKIŞI


 Molla Fenari (ö.1431): Ulemanın koyduğu kurallar (şeriat) ümeranın
koyduğu kurallar (siyaset).
 Tursun Bey (ö.1491)'e göre siyaset kamu düzenini sağlamak olup siyasetin
şeriat ve örf olarak iki şekli vardır: ilahi kaynaklı siyasetin adı "şeriat", akıl
ve tecrübeye dayalı siyaset ise "örf' tür (sultani siyaset/yasağı padişahi,
Cengiz Han Yasası gibi). Hangisi olursa, onun ikamesi elbette bir padişahın
(devletin) varlığına bağlıdır. Siyasi ve toplumsal düzenin sağlanması için
yürürlüğe konulan yasa, gerçekleştirilen tedbir ve uygulamalar kaynağına
göre siyaset-i ilahi (şeriat), siyaset-i sultani (örf, yasağ-ı padişahi) olarak
ikiye ayrılır.
 Siyaset, devlet adamlarının akla, şahsi bilgi ve tecrübelerine dayalı olarak
devlet idaresiyle ilgili işlerde yürüttükleri uygulamaların bütünüdür.
 Örf, "selim tabiatlarca hüsnü kabul görmüş söz ve davranışlar" ve "tavr-1
akl üzere kanun koyma" anlamlarına gelir. Ancak; Örfi hukuk, örf ve adet
hukuku değil; kanun hukukudur.

 Örfün özellikleri:
1. Doğrudan hükümdar tarafından konulur.
2. Salt akıl esası üzere konulur.
3. Konuluş sebebi nizam-ı alem-i zahiri sağlamaktır.
4. Mertebesi ilahi siyasetten daha düşüktür.

 İbn Kemal (ö.1534) "Padişahın getirdiği yasak ve müeyyideler, Kur'an'ın


getirdiği yasak ve müeyyidelerden fazladır” ifadesini hadis olarak
nakleder. Bu ifade, padişahın şeri hükümler dışında düzenlemeler
yapabilmesini, doğrudan Hz. Peygamber'in hadisine dayandırarak
meşrulaştırmayı mümkün kılar. Yani halk haramlardan, Allah korkusundan
ziyade yöneticilerin cezalandırmasından korktukları için uzak durur. (M.
Arif, Siyasetname Tercümesi)
 İbn Nüceym'e (ö.1563) göre siyaset, “Hükümdarın, gördüğü bir maslahat
gerekçesiyle hakkında cüz’i bir delil bulunmasına gerek olmaksızın bir şeyi
yapmasıdır." (el-Bahru’r-ra'ik, V/118).
 Dede Cöngi (ö.1567)'ye göre hak olan orta yol, siyasetle şeriatı
cemetmektir (M. Sebzi trc.)
 Katip Çelebi (ö.1657)'ye göre: Devletin bekasının şartı siyasettir, bu da
hikmet-i ameliyyeden bir kısım (akli) olan 'ilm-i siyaset-i müluk ile şer'i
olan Kitabullah ve Sünnet-i Resulullah'ta varid olan ahkam-1 ilahiyye
şeklinde ikiye ayrılır. Her vaz' u hareket ki haric ez-daire-i kavanin-i şer' ü
akl ola, labüd o zeval-i devlete illet olur.
 İzzeti Mehmed'e (ö.1681) göre Osmanlı kanunlarının, "şeri'at-1
Mustafaviyye ve kavaid-i hikemiyye ve akliyye ve feraset ü tecrübe ile
vaz'ı sebebiyle" Cengiz Han yasaları da dahil diğer hükümdarların
kanunlarından daha değerlidir (Barkan, Kanunlar, s.XXIII).
 İ. Müteferrika (ö.1747)'ya göre: 'Siyaset-i müluk' tabir olunan ahkam-1
akliyye zabt u rabt-1 umur-i devlet ve cemiyet ve nizam-ı mülk ü millet
için iktiza-yı hal ü vakte göre 'ukalanın tetebbu' ve taharrileriyle bast u
temhid ve 'akd ü te'yid olunup cümlenin ittifakıyla düsturü'l-'amel
kılınmış bir alay kavaid ve kavanindir. Umur-1 siyasiyye-i şer'iyye ve
'aliyyede müsamaha ve müsaheleye mesağ yoktur, ihmal olunursa
mertebe-i tehavün ve tekasüle göre nizam-ı mülk ü millet rahnedar olur
ve her vaz' u hareket ki daire-i ahkam-1 şer'iyyeden ve devair-i kavanin-i
akliyyeden haric ola fela-cerem ihtilal-pezir olup karin-i zeval olur.
 Alusi (ö.1854) Ruhu'l-Meani'de, ehlü'l-hal ve'l-akdin görüş birliğinden
sadır olması ve toplumun ihtiyacını karşılayıp düzeni sağlaması şartıyla
siyasi kanunların çıkarılmasında herhangi bir problem olmadığını, nasların
belirlemediği alanlarda ülülemrin yetkili kılındığı, mesela tazir cezalarının
buna örnek olduğunu, bu gibi hususların dinin tamamlandığını ifade eden
ayete ters olmadığını ifade eder.
 Osmanlı müelliflerine göre ilahi-nebevi kaynaklı kanunlarla akla dayalı
kanun ve siyasi düzenlemeler arasında bir tamamlayıcılık ilişkisi ve uyum
bulunduğu sürece sorun yoktur. Sorun, şer'i ilkelere ve bu ilkelere
dayanan siyaset-i şer'iyyeye hiç itibar etmeksizin tamamen akla dayalı bir
hukuk ve siyaset anlayışı tesis etme çabasında ortaya çıkmaktadır.

OSMANLIDA ÖRFİ HUKUK


 Klasik Osmanlı hukukunda şer ́ ya da şeriat naslarda açıkça bulunan ya da
fakihler tarafından üretilen hükümleri ifade etmektedir.
 Örf/ kanun ise doğrudan sultanın emri ile vazedilen kamusal nitelikli
kurallar hakkında kullanılır. Padişahın emir ve fermanlarıyla oluşan
hukuka “örfi hukuk" adı verilir. Örfi hukuk bir kanun hukukudur.
 Fakihlerce sistemleştirilen Şer'i hukuk, dindarlığın zayıflaması veya
yüzeyselleşmesi, genel ahlakın bozulması ve istismarların artması
karşısında yer yer etkisiz ve çaresiz kalınca alemin bekası ve düzeni,
ümmetin maslahatı için devlet başkanına şeriatın düzenlediği konular
dışında (özellikle anayasa, idare, ceza ve vergi hukuku gibi kamu hukuku
alanına giren dallarda) ilave düzenleme yapma yetkisi verilmesi ihtiyacıyla
karşılaşılmıştır.
 Fıkhın kendine özgü yöntem ve teknikleriyle ulaşamadığı boşlukları
doldurması, çözemediği problemleri çözmesi yönüyle siyaset, şeriatın
alternatifi olarak değil; belki bir disiplin olarak fıkhın yardımcısı veya
tamamlayıcısı diye görülmelidir.
 Siyaset yoluyla yapılan düzenlemeler teorik olarak şeriatın külli ilkelerine
aykırı olmamak, mevcut özel düzenlemelerle doğrudan çelişmemek
zorundadır.
 Konulan kanunların açık şer'i hükümlere aykırı olmamasının yanı sıra, akla
uygun olması (makul) ve insanların beğenisini kazanması (makbul) da
birer meşruiyet kriteri olarak belirlenmiştir (Köksal, s.106).
 Örfi hukuk, özellikle kamu hukuku alanında olmak üzere şeriatın aksini
öngörmediği ve kamu yararının gerekli kıldığı konularda (devletin siyasi-
idari yapısı, ceza hukuku (örfi cezalar), arazi hukuku (miri araziler) ve mali
hukuk (tekalif-i örfiyye) alanlarında yoğunlaşmaktadır) devlet
başkanlarınca müslüman toplumun hayrı düşüncesiyle şer'i kaynak ve
ilkeler dışında kendi iradesine (akla) dayanarak yapılan
düzenlemeler/çıkarılan kanunlardır.
 Örfi hukuk, kaynağını örf ve adetten alabileceği gibi devlet başkanının
ortaya çıkan yasama ihtiyacını bizzat takdir etmesine de dayanabilir.
 Örfi hukuk şeriatın alternatifi değil; belki bir disiplin olarak fıkhın
yardımcısı veya tamamlayıcısıdır.
 Osmanlı padişahları şer'i hukukun ayrıntılı olarak düzenlemiş bulunduğu
alanlarda kanun koymamaya, diğer alanlarda kanun koyarken de bu
hukukun genel ilkelerine ters düşmemeye özen göstermişlerdir.
 Temel meşruiyet kaynağı Allah'ın hukukunu muhafaza etmek olan
Osmanlı sultanının, zımni dahi olsa şeriatın bazı kısımlarını ilga etmesi
tasavvur edilemez."

OSMANLI KANUNLARINDA ÖRFİ HUKUKUN MEŞRUİYET


TEMELİ
 1487 tarihli Hüdavendigar Livası Kanunnamesi: "Beyan-ı tafsil-i kavanin-i
şer'iyye-i müteamele ve kavaid-i rüsum-1 örfiyye-i mütearefe ki, mebani-i
Osmaniye ve meahiz-i ahkam-ı sultaniyedir" ibaresinden, kanunnamede
hem şer'i, hem de örfi hükümlerin yer aldığı anlaşılır.
 1525 tarihli Mısır kanunnamesinin mukaddimesinde zikredildiği üzere
“tiğ- i zeban-ı evliya-i şeri ́at” ile karmaşanın önüne geçilemediği için
“zeban-1 tiğ-i valiyan-ı siyaset"in gerekli görülmesi, aslında şer ́in öne
sürdüğü bir tedbir türüdür.

MODERN YAKLAŞIMLAR
 5 Şubat 1937 tarihinde laiklik ilkesinin anayasaya girmesinden kısa bir
süre sonra 1938'de Fuat Köprülü'nün “Ortazaman Türk Müesseseleri:
İslam Amme
Hukukundan Ayrı Bir Türk Amme Hukuku Yok Mudur?” başlıklı makalesi
(Belleten, Nisan 1938, c. 2, sy. 6, s.71-72),
 1943'te Ömer Lütfi Barkan'ın XV ve XVI. Asırlarda Osmanlı
İmparatorluğunda Zirai Ekonominin Hukuki ve Mali Esasları: Kanunlar
isimli kitabı yayınlandı.
 Bu çalışmaların her birinde İslam hukukunun kamu alanında yetersizliği ve
kısıtlayıcılığı sebebiyle mazide devlet işlerinden uzak tutulduğu iddiası
üzerinden halde ve istikbalde de bu tavrın sürdürülmesi gerektiğini ihsas
ettiren; şer' ile örfü kategorik olarak birbirinden ayıran yaklaşımlar vardı.
 Fuat Köprülü, Osmanlılara kadar Müslüman Türk devletlerinde, kamu
hukuku sahasında şer'i hukuktan ayrı, bağımsız, eski Türk geleneklerine
dayalı ve seküler karakterli bir örfi hukukun hakim bulunduğu ve bu iki
sistem arasında yapısal bir alakanın mevcut olmadığı tezini savunmaktadır
(Fuat Köprülü, İslam ve Türk Hukuk Tarihi Araştırmaları ve Vakıf
Müessesesi, s. 3-35).
 Barkan'a göre her ülkede, kamu hukuku alanında şer'i hukuktan ayrı, laik
karakterli, "kanun koyma yoluyla oluşan ve gelişen milli ve yerli bir hukuk"
meydana getirilmiş; yabancı menşeli vergi ve idare usulleri, devlet ve
hakimiyet telakkileri, hatta Kur'an'ın açık emirlerini hükümsüz bırakan
usul ve sistemler şer'i hukukla birlikte yaşayabilmiş ve gelişebilmiştir
(Barkan, XV ve XVI nci Asırlarda Osmanlı imparatorluğunda Zirai
Ekonominin Hukuki ve Mali Esasları, s.XIII-XV).
 Barkan'ın bu görüşü şer‘i hukuku tanımlama ve laikliğe tarihi bir köken
devşirme çabasının zorunlu bir sonucudur. Midilli, Muharrem, “Klasik
Osmanlı Hukukundaki Şer ́-Örf Ayrımına Dair Modern Tartışmalar” TALİD,
12(23), 2014,
s.41.
 Barkan kendi tezinin mukabili olarak, Osmanlılar dönemindeki
uygulamaların bütünüyle şer'i olduğu şeklindeki görüşü kendi ifadeleriyle
şöyle tasvir eder: İslami medeniyet ve hukukun hükümran olduğu
ülkelerde her şeye hakim olan şeriattan ayrı bir teşrii kuvvet ve hukuk
kaynağı söz konusu edilemez. İslam kamu hukukunda hakim olduğu iddia
edilen bir ilkeye göre hükümdarlık salahiyet ve iradeleri Şeriatın ezeli ve
değişmez hükümleriyle tayin ve tahdid edilmiş bulunan sultanlar için
herhangi bir şekilde yasama yetkisi yoktur... Osmanlı Devleti'nin
kurucuları, bir İslam ülkesi sultanı olarak meydana getirdikleri bu siyasi
varlığın hayatında Şeriatı bir esas teşkilat kanunu olarak kabul etmişler ve
onun teşkilat ve idaresini tamamen Şeriatın hüküm ve icaplarına tabi
kılmışlardır (Barkan, Kanunlar, s.xix).
 A.Yaşar Ocak'a göre, Köprülü ve Barkan'ın bu konudaki tavırları Türkiye'de
Cumhuriyet'le birlikte gündeme gelen laiklik meselesine tarihi bir zemin
oluşturma endişesinden kaynaklanmıştır. Ocak, 1990, s.193.
 U. Heyd, XIV. asır inşasıyla istinsah edilen bir İlhanlı fermanında bulunan
'ber vech-i şeri'at ve yasa' ifadesinin ihtiva ettiği fikrin Osmanlılarda şer'
ve kanun formülüyle devam ettiğini ifade eder.
 Şeriatın kamu hukukunu ilgilendiren alanlarında genel ilkeler
koymakla yetindiği ve bilinçli bir şekilde boş bıraktığı alanlarda devlet
başkanına yasama yetkisi verdiği, İslam hukukçularının ve Türk hukuk
tarihçilerinin de genel kanaati olup, Barkan'ın yaklaşımı bu iki disipline
mensup ilim adamları tarafından eleştirilmiştir (Köksal, s.113).
 "İslam hukukunun çerçevesi içinde oluşan emir ve teamülleri içeren
kanunnamelere..."
 Halil İnalcık, gerek Osmanlıların ve gerek önceki Müslüman devletlerin
kamu hayatına ilişkin kanun koyma yetkilerinin kökeninin İslami olup bu
yetkinin istihsan ve istıslah ilkelerine dayalı olduğunu söyler (Halil İnalcık,
"Şeriat ve Kanun, Din ve Devlet", s. 45).
 İnalcık, Fatih'e kadar hayatın bütün alanlarında dini hukuka büyük önem
verildiğini, devlet hukukunun da İslami ilkelere dayanmasına ve dini
hukuk ile uyumlu olmasına dikkat edildiğini söylerken açıkça Barkan'a
muhalefet etmekle birlikte Fatih'ten sonra yönetime ait alanların kanun
yapma faaliyeti bakımından sultana özgü sayıldığını, bu alanlarda şer‘i
hukukun kamu kurumlarını açıklamakta yeterli görülmediğini iddia ederek
onun çizgisine yaklaşır.
 Bir hukuk normunun veya uygulamasının İslam'a uygunluğu yani klasik
ifadesiyle şer'iliği denilince, onun dinin açık hükümlerine aykırı olmaması
kasdedilir. Bu da Kur'an ve Sünnet'te yer alan ifadelerin onu emretmesi,
uygunluğunu açıkça telaffuz etmesi şeklinde olabileceği gibi ona ilişkin bir
açıklamaya yer vermemesi, yani yasaklığından söz etmemesi şeklinde de
olabilir (Bardakoğlu, "Osmanlı Hukukunun Şer'iliği Üzerine" s.414).
 Klasik fıkıh kitapları içinde yer alan ve geçmiş dönemlerde devletin
müdahalesinden bağımsız olarak oluşan hukuka şer'i hukuk, padişahların
emir ve fermanlarıyla oluşan hukuka da örfi hukuk adı verilmiştir. İşte
Osmanlı hukuku esas itibarıyla şer'i hukuk ile bu hukukun yanında zaman
içerisinde oluşan örfi hukuktan ibarettir.

ORYANTALİSTLERE GÖRE ŞER’İ-ÖRFİ HUKUK


 "Temel meşruiyet kaynağı Allah'ın hukukunu muhafaza etmek olan
Osmanlı sultanının, zimni de olsa şeriatın bazı kısımlarını ilga etmesi
tasavvur edilemez." Peters'a göre ceza kanunlarının amacı hukuku
uygulamakla görevli yetkililere, şer'i doktrinin sessiz kaldığı yerlerle ilgili
belirli talimatlar vermek olduğu için, bu kanunlar başka türlü değil, ancak
şeriati tamamlayıcı olacak şekilde yorumlanabilir (R. Peters, Crime and
Punishment in Islamic Law, s. 74-75).
 İslam dünyasında hayatın bu kadar geniş bir alanını ilgilendiren idari
düzenlemeler, hukuki geçerliliğini şeriatın yöneticiye bahşettiği yetkiden
aldığına herkes tarafından inanılan düzenlemelerdi. Herhangi bir
düzenlemenin şeriata ters düşmesi ve halel getirmesi mümkün değildi.
Tanım itibariyle bu düzenlemeler, ortaya çıkan boşlukları doldurmak ve
şeriatın açık bir hüküm belirtmediği hususlara açıklık getirmek için
gerçekleştirilen şeylerdi. (...) Şeriatın, yönetici de dahil olmak üzere
toplum içerisindeki herkesin üstünde olduğu düşüncesini toplumun
genelinin paylaşıyor olması, istikrarı ve öngörülebilirliği sağlıyordu."
(Noah Feldman, İslam Devleti, s. 88-89).
 Frank Vogel'e göre, Orta çağ İslam hukuk sisteminde iki tür yasama ve iki
farklı kanun yapıcı vardı. Bu iki tür yasamayı kuşatan ve idare eden
anayasa şeriattı. Birinci tür yasama fıkıh, yasa koyucular fukaha idi. İkinci
tür yasama olan siyaset ise, fıkıh tarafından yöneticiye havale edilen bir
yetki idi. Bu yetki, ihtiyaç duyulduğunda fıkhı tamamlamak üzere kanun
yapma gücünü içeriyordu.
 Kanaatimiz: Osmanlıda birbiriyle tamamen ilgisiz iki farklı (şer'i ve örfi)
hukuk sisteminin geçerli olduğunu söylemek doğru değildir. Osmanlı
hukuku şer'i kaynaklarda açıkça yer alan hükümlerin yanı sıra, bu
kaynaklarda açık ifadesini bulmamakla beraber bunlara aykırı olmayan
akla ve tecrübeye dayalı hükümlerden oluşmuştur.

ÖRFI HUKUK ŞER'İ HUKUKA AYKIRI MIDIR?


 Örfi hukuk, örf ve adet hukuku değil; kanun hukukudur.
 Şer'i hüküm varsa: “Emr-i Şer' muteberdir, kanunu yoktur.
 Şeriata aykırı yasa ve emir hükümsüzdür: “Na-meşru olan nesneye emr-i
sultani olmaz." Ebussuud
 Örfi hukuk (kanun), şeriatın boşluk bıraktığı ve müçtehitlerin az içtihat
yaptığı alanlarda söz konusu olur.
 Örfi hukuk, şer'i hukukun hükümlerini ilga etmek iddiasıyla ortaya
çıkmamıştır, şer'i hukukla çatışma değil; uyum içindedir
 Örfi hukuk kanun haline getirilirken taslak hazırlayan nişancı (müfti-yi
kanun) medrese kökenlidir, taslak şeyhülislamın kontrolünden geçer, Şer'i
hukukun temsilcisi olan kazasker de Divan-ı Hümayun üyesidir
ÖRFİ HUKUK LAİK HUKUKA GEÇİŞTE BİR ADIM MIDIR?
 Osmanlı kanunnameleri, şer'i hukuktan kurtulmak amacıyla
hazırlanmamıştır. Klasik dönem bir yana Tanzimat döneminde bile şer'i
hukuka atıf vardır (1858 CK m.1).
 Osmanlıda örfi vergilerin (tekalif-i örfiyye) İslam'a aykırı olduğu iddiası
vardır. Kamu giderleri için hazine gelirleri yetersiz kalırsa yeni vergiler
ihdas edilebilir. Ebussuud'a göre şer'i hukuka aykırı olan iki vergi türü
vardır: Domuz ve gerdek resmi.
 İslam'da faiz yasak olmasına rağmen Osmanlıda belirli oranlarda serbest
bırakıldığı iddiası vardır. Muamele-i şer'iyedeki fazlalık İslam'ın yasakladığı
faiz (riba) değil; iyne ve muamele satışlarının ribhidir.
 "Asl-i malın alınmaz ribhi, olmayıcak muamele asla" Bostanzade, akt.
Eliaçık, s.73.

3. RESMİ MEZHEP UYGULAMASI

 Abbasi Halifesi Ebu Cafer el-Mansur'a bir rapor sunan İbnü'l- Mukaffa',
mahkemelerde birbirine zıt görüşlerin hükme esas teşkil ettiğine ve
bunun hukuk anarşisine yol açtığına dikkat çekip hukuk güvenliğinin
sağlanması amacıyla devlet eliyle içtihatların derlenmesini ve en uygunu
seçilerek kanunlaştırılmasını önerdi.
 Halife İmam Malik'in el-Muvatta'ını kanun metni haline getirmeye
teşebbüs etti, ancak Malik içtihat hürriyetini kısıtlayacağı endişesiyle bu
öneriyi kabul etmedi. Daha sonra Endülüs ve Kuzey Afrika'ya hakim
devletler Maliki mezhebini destekledi.
 Ebu Yusuf, 783-799 yıllarında kadılkudatlık yaptı, kadılıklara Hanefi
hukukçuları atadı.

OSMANLIDA RESMİ MEZHEP


 Karahanlıların büyük şehirlerde kurdukları ilim merkezlerinde Hanefilik
güçlendi. Selçuklular Hanefi anlayışı devam ettirdiler.
 Osmanlıda kadılar çoğunlukla Hanefilerden atanırdı.
 İlk dönemlerinde kadı beratlarında Hanefi mezhebine göre karar
verecekleri yazılmazdı,
 İbn Kemal zorunlu hallerde diğer mezheplerden yararlanılmasını önerdi,
nafaka bırakmadan kaybolanın eşi, Şafii kadıdan boşanma kararı alıp
başkasıyla evlenebildi.
 XVI. yy.dan itibaren kadılara Hanefilerin en güçlü görüşüne göre karar
vermeleri emredildi, 1537'den itibaren "Diyar-1 Rum'da teşeffu"" hususu
yasaklandı.
 Hanefiliğin resmi mezhep olarak kabulü, Kahire, Kudüs, Şam, Halep,
Bağdat, Mekke gibi şehirlerde Hanefi kadılar yanında diğer üç mezhebe
mensup kadıların da bulunmasına engel olmadı; her mezhep mensubu
kendi kadısına müracaat edebilirdi.
 Resmi mezhep uygulaması, diğer İslam ülkelerinde görüldüğü gibi
mümkün olduğu ölçüde hukuki birlik ve istikrarı sağlayabilmek için bir
yöntem olarak seçilmiş ve o dönemde bir bakıma kanunlaştırma görevi ifa
etmiştir.

İSLAM HUKUKUNDA DEVLETİN YAPISI


 Devlet, genel güvenliği ve kamu düzenini korumak, içeriden ve dışarıdan
gelecek her türlü saldırıyı defetmek ve insanlar arasındaki ihtilafları
çözmekle yükümlü tüzel kişiliktir.
 Devlet, sözleşmeye dayalı bir organizmadır, kökeni güce değil; fertlerin
özgür iradelerine dayanır. Devlet başkanı seçimle iş başına gelir,
seçenlerle seçilenler arasındaki ilişki akit/sözleşmedir. Devlet yapay bir
düzendir, kutsal olan ise kaynağı vahiy olan hukuktur.
 Akıl ve din, devletin gerekli olduğunu söyler. “Din işlerinin düzeni ancak
dünyanın düzeniyle, dünyanın düzeni de ancak (devletin ve) kendisine
itaat edilen devlet başkanının varlığıyla gerçekleşir." (Gazali, el-İktisad
(Nşr. İ. A. Çubukçu-H. Atay), Ank.1962, s.176)
 Tursun Bey'e göre sosyal düzeni korumak için her insanı kendi hakkına
razı ve başkasına saldırmaktan menetmek gerekir; bu durum devletin
varlığını zorunlu kılar. Devlet olmazsa düzen olmaz, insanlar birbirini yok
eder. Bu sebeple yöneticilere itaat etmek gerekir; Kur'an da bunu
emreder.
 "Allah, marufu emir ve münkerden nehyi farz kılmıştır. O da ancak devlet
gücüyle tamam olur. Allah'ın emrettiği sair farzlar (cihad, adalet, cuma ve
bayram namazlarının kılınması ve herkesin haklarının alınması),
mazlumlara yardım ve hadleri ikame devlet gücüyle olur. Devlet olmazsa
insanların çoğu mala tama ile bozulur." Aşık Çelebi, s.185-186.
 Devlet başkanına itaat, onun darbeye karşı desteklenmesini de gerektirir:
"İslam devlet başkanının ülkede bağımsız olarak emir ve yasaklarını
yürütebilmesi için halkın ona yardım etmesi vacip olup, devleti ele
geçirmeye çalışanların devlete tasallutunu men ve defetmek, halkın
görevidir." İbn Haldun, 1/550.
 Kur'an'ın önerdiği bir yönetim şekli yoktur. Ancak her adil yönetimin ilke
olarak kabul etmesi gereken ve toplumdan topluma değişmeyecek olan
şura (3/159) adalet (4/58) ve eşitlik (49/10) gibi temel ilkeleri
vurgulamıştır.
 Bunların dışında kalan detay hükümler hakkında, her toplum kendi
yönetim şeklini, kendi şartlarına ve faydalarına uygun olan sistemlerini
oluşturabilsin diye hiçbir açıklama yapmamıştır.

DEVLETİN TARİHİ

 Kur'an'da Hz. İbrahim'den itibaren hükümdar peygamberlerden söz


edildiği gibi, Firavun ve Nemrut gibi kendisini ilahlaştırmak davasında olan
devlet başkanlarından ve onların devlet düzenlerinden de söz
edilmektedir.
 Kur'an'da geçen kral kıssaları, (Hz. Davud ve Süleyman iyi, Firavun kötü
krallara örnektir) Kur'an'ın rejim olarak krallığı övdüğü anlamına gelmez.
 İslam tarihinde devlet oluşumu Akabe biatları ile başlayan bir süreç içinde
gelişmiştir.
 Hz. Peygamber'in önderliğindeki Medine toplumu siyasi güç
örgütlenmesinin bütün fonksiyonlarına sahip bir yapılanma ortaya
koymuştur.
 Medine Vesikası, İslam kamu hukukunun kaynaklarındandır, kent halkı
arasında yapılmış bir tür sosyal sözleşme, maddi açıdan anayasadır.
 Raşit Halifelerin her biri farklı usullerle ve seçimle işbaşına geldiler;
 Emeviler, hilafet düzenini saltanata çevirdiler.
DEVLETİN UNSURLARI
1. HAKİMİYET
 Göklerin ve yerin mülkiyetinin Allah'a ait olduğunu bildiren ayetler hukuki
değil; kozmik egemenlikle ilgilidir. Uygulamada ilahi iradeyi temsil eden,
toplumun genel iradesidir.
 İslam halifesi, egemenliğini halktan alır.
 Hz. Peygamber Hudeybiye antlaşmasına müslümanların temsilcisi ve
yöneticisi olarak taraf oldu "Muhammedü'r-resulullah" yerine
"Muhammed b. Abdullah" yazılmasını kabul etti.
 Halifenin seçimi doğrudan halk veya onun yetkili kıldığı seçici kurul (ehl-i
hal ve'l-akd: umur-i devleti bağlayıp çözenler, iktidarı
kurmaya ve bozmaya yetkili kılınan nitelikli seçmenler) tarafından
gerçekleştirilir.
 Halifenin (siyasal iktidarı kullananların) topluma yönelik kararlar alması ve
bunları yürütmesi (siyasal iktidar), kendi şahıslarından kaynaklanmayıp
kendilerine verilen bir yetki sonucudur. Bu yetki, kamu velayetine sahip
en üst organ olan halife veya imama, toplum adına ve ona izafetle ehlü'l-
hal ve'l-akd denilen temsilciler tarafından imamet akdi ve biatle
verilmektedir.
 Şartlarına sahip devlet başkanı adayı ile toplumun temsilcisi olduğu
düşünülen ehl-i hal ve akd arasında biat denilen bir akit yapıldığı
varsayılır. Buna göre ehl-i hal ve akd, "adalete sıkı sıkıya bağlı kalmak ve
Allah'ın Kitabı ile Resulünün sünnetindeki devlet başkanlığı/imametin
gerektirdiği görevleri yerine getirmen şartıyla gönül rızasıyla biat ettik"
derken; devlet başkanı adayı bu şartları kabul beyanıyla akdi onaylar.
 Bu temsilciler başkanı denetler, yetersiz görürlerse görevine son verebilir.
Osmanlıda padişahın aldığı bazı kararlar ve koyduğu
kurallara ilişkin şeyhülislamın görüşünün alınması gerekliliği, norm
denetimi yapıldığını gösterir.
 Osmanlıda "devlet-i ebed müddet" kavramı, devletin ömrüne vade
biçilemeyecek kadar sonsuz olduğu fikrini verir. Fatih'in Teşkilat
Kanununda "Bu kanunname atam ve dedem kanunudur, benim de
kanunumdur, evladım kuşaktan kuşağa bunu uygulasınlar." ifadesiyle
egemenliğin sürekliliği anlayışını ortaya koymaktadır. Bu anlayış sürekli
olan soyut egemenliğin devlette; onun somut tezahürünün ise padişahta
olduğunu gösterir. Ergül,

ÜLKE
 Bir devletin egemenlik alanının sınırlarını belirten ve onun hukuk
düzenine tabi olan toprak parçasına ülke denir.
 Devletin varlığını koruyabilmesi ve milletlerarası şahsiyetinin olabilmesi
için bir ülkeye ihtiyacı vardır.
 Daru'l-küfr bir hadiste düşman toprağı olarak nitelendirilmiştir. Müslim,
İmare,
24.
 İslam hukukçuları Dünyayı darülislam ve darulharp olarak ikiye ayırır.
 Darülislam, müslümanların hakimiyeti altındaki veya
 Müslümanların devlet başkanının otoritesinin geçerli olduğu (devletin
siyasi, iktisadi, idari ve hukuki düzeninin İslam esaslarına dayandığı,
yasama, yürütme ve yargı yetkilerinin İslami otoritenin elinde
bulunduğu),
 İslam hukuk sisteminin uygulandığı yerdir, nüfusun müslüman veya
gayrimüslim, az veya çok olması önemli değildir.
 "Darulharp" kavramı ilk bakışta "kendisiyle darulislam arasında savaş
halinin mevcut olduğu ülke" anlamını çağrıştırıyorsa da İslam hukuku
kaynaklarında "darulislam dışındaki ülkeler” anlamında ve günümüzdeki
“yabancı ülke” ifadesinin karşılığı olarak kullanılmıştır.
 Müslüman toplumun gayrimüslim toplumlarla ilişkileri barış esasına
dayanır, bu ortam ancak gayrimüslimlerin düşmanca tavırları sebebiyle
bozulabilir. Mümtehine, 60/8-9.
 Darulharp sayılan bir ülke, halkının müslüman olması veya fetihten sonra
orada İslam hükümlerinin uygulanmasıyla darülislama
dönüşür.
 Darulislam darulharbe: Gayrimüslim bir devletin İslam ülkesini istilası,
 Darulislamda bir şehir veya bölge halkının irtidad ederek o yeri işgali,
 Zimmilerin zimmet akdini bozup bulundukları yerde hakimiyetlerini ilan
etmeleri ile dönüşür.
 Maliki ve Hanbeli fakihleriyle Ebu Yusuf ve İmam Muhammed'e göre
darulislam, içinde küfür ahkamının uygulanmasıyla darulharp dönüşür.
 Şafilere göre darulislam istilaya uğrasa, üzerinden uzun yıllar geçse de
darulharp dönüşmez. Yani mülkiyet hukuken gayrimüslimlere geçmez.

DEVLETİN TEMEL ÖZELLİKLERİ


1. Dini Esaslara Dayanır: İslam devleti, Kitap, Sünnet ve icmain
bağlayıcılığını en baştan tanımış olduğundan, naslar hüküm koydukları
konularda devletin tasdikine muhtaç olmaksızın yasamanın hüküm
kaynağını oluştururlar. Kişisel olarak fertler bunlara uymak zorunda
olduğu gibi, kamu hukuku ile ilgili konularda da devlet bunları gözetmek
durumundadır.
 İbn Sina'ya göre Kur'an, devletle ilgili bir üstün hukuk düzenini, bununla
ilgili ilke ve kanunları içerir, mezkur hukuk düzeni devletin üstündedir.
 İslam devleti kendi tebaasını Kur'an ve Sünnete göre yönetmekle
yükümlüdür, İslam'a aykırı emir ve yasaklar getiremez.
 İslam dinini orijinal hali ile korumak ve onu yaymak, devletin temel
görevlerindendir; ancak İslam'da ruhban sınıfı yoktur.
2. Yönetimde adalet: Yöneticinin hem ülkesinde hem de uluslararası alanda
güçlü olabilmesi, adil yönetime bağlıdır.
 Adaletsizlik, toplumla devlet arasında güvensizliğe ve
düşmanlığa yol açar, toplumu kendi içerisinde de parçalanmaya ve ihtilafa
sürükler.
 Devletin gücü ve bekası genel emniyeti ve genel emniyete bağlı olan
sürekli bolluğu ve toplumsal gelişmeyi temin eden adil yönetime bağlı
olduğu için kötü idare hem insanları birbirine düşürür hem de toplumla
yöneticiyi karşı karşıya getirir ve ülkeyi batırır.
 Adil yönetici bütün vatandaşlarına eşit davranmalı, adaletle hükmetmeli;
ayrım yapmamalı, ayrıcalık tanımamalıdır.

3. Sınırlı İktidar: Devletin yasama yetkisi Kur'an ve Sünnet ile sınırlıdır.


 Yönetilenler de yönetime katılır, denetler, adaletten ayrılanı azleder.
4. Şura İlkesi: Fıkıhta kamu hukukunu ilgilendiren konularda danışma
anlamında yaygın biçimde kullanılan şura, müslüman toplumun bir karar
alma yöntemidir.
 Şariin iradesine aykırı olduğu açıkça anlaşılabilen bir hüküm koyma
yetkisine fert olarak bir müçtehit sahip olmadığı gibi bir heyet de sahip
değildir. Şura vasıtasıyla ancak, hakkında nassin varit olmadığı konularda,
mesalih-i mürsele çerçevesinde kanun konulabilir, önceki içtihatlardan
biri tercih edilebilir.

İSLAM DEVLETİNDE ŞURANIN YERİ

 "Onların işleri aralarında şura iledir." 42/38.


 b) Hz. Peygamber şuraya riayet etti (Uhud örneği)
 c)Ashab, içtihada açık konularda şuraya uydu.
 d) Fatih'in Teşkilat Kanununda “veziriazamın devlet işlerini diğer vezirler
ve defterdarla müşavere etmesi" emri vardır.
 Devlet başkanının yasama, yürütme ve yargı yetkilerini kullanırken istişare
etmesi Cessas (Ahkamü'l-Kur'an, III/572) Ve Nizamülmülk'e göre vacip;
Şafii'ye göre menduptur.
 Bazılarına göre yöneticilerin şer‘i hükmünü bilmedikleri ya da tereddüt
ettikleri meselelerde ulema ile istişare etmeleri vaciptir.
 İbn Atiyye el-Endelüsi'ye göre şura yöntemini terk eden yönetici
azledilmelidir.

ŞURA KARARLARININ BAĞLAYICILIĞI

 Fakihlerin genel yaklaşımına göre şura sonucunda ortaya çıkan karar


çoğunlukla, hatta ittifakla alınmış olsa bile devlet başkanı için bağlayıcı
değildir.
 Çağdaş hukukçu ve araştırmacılara göre şurada ortaya çıkan çoğunluğun
görüşü devlet başkanını hukuken bağlar.
 Şura kararının bağlayıcılığı nassa dayanmamakla birlikte, bugünün siyasi
kültürü ve gelişen şartları karşısında şura kararının yöneticiler için
bağlayıcılığını kanunlaştırmak, İslam'a aykırı olmaz.
 Hakim irade topluma aittir, siyasi iktidar toplum adına, ona vekaleten
kullanılır ve devlet başkanının yetkisi maslahatla sınırlıdır (MAA 58)

İSLAM DEVLET BAŞKANININ UNVANLARI


 İslam devlet başkanına mahlukatı siyaset edip koruma vazifesinde Allah'a
naip olduğundan halife;
 temel dini kurallarda insanlar kendisine uyduğu için imam;
 insanlar üzerinde yetkisi olduğu ve köyleriyle, şehirleriyle ve ülkeleriyle
Allah'ın arzının sahibi olduğu (temellük) için melik;
 insanlar üzerine galebe kurup onları otoritesi altına aldığı ve onlar
nezdinde nüfuzu (satve) olduğu için sultan;
 düşmanlarıyla cihad için mallarını harcayıp canlarını feda etme
hususunda üzerlerine emri geçtiği ve hükmü cari olduğu için emir;
 insanların tamamı üzerinde velayet yetkisi olduğu için vali; kendilerinin
salahı olan hususlara onları sevk ettiği, haklarını gözetip kolladığı (ri'aye)
ve birliklerinin bozulmasına engel olduğu için de rai olarak isimlendirilir.
 İnsanlar üzerine galebe kurup otorite tesis eden kişi aslında tektir, isim ve
sıfatları -hadislerde de geçtiği üzere- farklı farklıdır. (Necatü'l-Ümme 29b).
 İmamet, imaret ve vilayet kavramları Müslümanlara ait işlerden herhangi
birini üstlenen kimseler için geçerlidir. Bu kavramlar imamın kendisinin
üstünde bir başka imamın olmadığı en üst otorite için kullanıldığı gibi
şehirlerdeki idareciler, beldelerin valileri ve hatta mahalle imamı için de
kullanılır.
 Emir, Allah'tan başka kendisi üzerinde emrine itaat edilmesi gereken
kimsenin olmadığı makam için kullanıldığı gibi (Emirü'l-mü'minin
Ebubekir ve Ömer gibi) ordu komutanı ve diğer görevliler için de kullanılır.
 Vali, umumi velayet ve tam riyaset sahibi olan [devlet başkanı] için
kullanıldığı gibi, bir kazanın yöneticisi yahut muayyen bir işte
görevlendirilen kimseler için de kullanılabilir.
 Halife lafzı da sultan lafzına göre daha umumidir. Çünkü hem sultan
anlamında hem de emir bi'l-maruf ve nehiy ani'l-münker yapan kişi için
kullanılır. Hatta ayette de geçtiği üzere her bir ademoğlu için dahi
kullanılabilir.
 Sultan kavramı ise tüm bu kavramlar içerisinde en hususi anlama sahip
olan kavramdır. Zira bu kavram riyaset-i tamme ve velayet-i ammeden
daha düşük seviyedeki herhangi bir ülülemr mertebesi için kullanılmaz.

HALİFE KİMİ TEMSİL EDER?


1. Halife, Allah'ın hakimiyetini temsil eder: "O, sizi yeryüzünün halifeleri
yapandır" (En'am, 6/165)
 İbn Haldun'a göre, hilafet, dini korumak ve dünyada onunla siyaset
yapma hususunda şeriat sahibine vekalet etmektir, halifelik esasen bir
güç meselesidir; bir hak değil görevdir (Mukaddime, II/576-578).
2. Hz. Peygamber'in dünyevi otoritesinin temsilcisidir (Hz. Ebubekir,
kendisine "Allah'ın halifesi" denince, "ben Resulün halifesiyim!" dedi.
(Maverdi, Ahkamu's-Sultaniyye, Çev: A. Şafak, s.19).
 Hilafet, Hz. Peygamber'e vekalettir. Bu vekalet, halifenin müslümanların
toplumsal işlerini idare etmesini sağlayacak yasama, yargı ve yürütme
yetkisine sahip olmasını gerektirir (Hallaf, s.56).
3. Halife ümmete ait egemenliği temsil eder, halifenin tanrısal bir gücü
yoktur. Kişisel olarak Allah'a, görevi sebebiyle müslümanlara karşı
sorumludur.
 Sünni hukukçular halifenin, Hz. Ebubekir'in seçildiği gibi 'ehl-i hal ve'l-akd'
denilen seçici heyet tarafından belirlenmesi,
 Hz. Ebubekir'in yaptığı gibi, iş başındaki halifenin kendinden sonraki
halifeyi aday göstermesi (ahd) veya
 Hz. Ömer'in yaptığı gibi, iş başındaki halifenin kendinden sonraki halifenin
seçim işini birkaç kişiden oluşan özel şura heyetine havale etmesi
gerektiği üzerinde durmuşlardır.
 Bu işlemden sonra halkın atanan veya özel şura tarafından belirlenen
halifeye yapacağı ihtiyari biat bir grup hukukçuya göre bağlılık yemini
mahiyetindedir.
 Bazı hukukçular da birinci işlemi aday belirleme olarak nitelendirip, halkın
yapacağı biatin ise doğrudan doğruya halifenin seçimi anlamını taşıdığını
ileri sürer.

SEÇİM (BİAT) USULÜ


 Hz. Peygamber'e biat, ona itaat içindir (sadakat yemini).
 Halifeyi doğrudan halk veya seçici kurul (ehl-i hal ve'l-'akd) seçer, önce
seçici kurul, sonra halk biat eder, yetersiz görürlerse azledebilirler.
 Maverdi ve Ferra'ya göre, seçici kurul üyeleri, adil, alim, rey ve tedbir
sahibi (siyaset bilgisi) olmalıdır.
 Maverdi'ye göre ümmetin bilgili, seçkin ve toplumda saygınlığı olan
temsilcilerinden oluşan seçici kurulun (ehlü'l-hal ve'l-akd) icabı ve halife
adayının gönüllü kabulü ile onu bir tür genel seçim demek olan halkın
onayının (biat) izlediği, seçimle işbaşına gelen bir halife vardır.
 Biat, toplumu yönetecek kişinin Şer'i açıdan meşruiyet kazanması yanında
ümmetin katılımını sağladığı için sosyolojik meşruiyeti de ifade eder.
 Ebubekir'e biat eden ashab-ı kiram halife seçiminde, Şiilerin iddia ettiği
nasla tayin veya veraset faktörünü dikkate almamış, Onu gelişmekte olan
İslam devletinin savunma ve yayılmasını gerçekleştirebilecek, birliği ve
düzeni koruyabilecek kabiliyette, Kureyşli oluşu, yaşı ve tecrübesi
sebebiyle etrafında saygı uyandırışı, İslamiyet'i kabuldeki önceliği ve
Resulullah'ın en yakın arkadaşı oluşu gibi vasıflarına dayanarak halife
seçmişlerdir.
 Ahd-İstihlaf (veliahd tayini), mevcut halifenin kendinden sonraki halifeyi
belirlemesidir. Hz. Ebubekir, Abdurrahman b. Avf, Hz. Osman ve Üseyd b.
Hudayr gibi bazı sahabilerin de görüşlerini alarak kendisinden sonra Hz.
Ömer'in halife olmasını vasiyet etti ve Hz. Osman'ı çağırarak
vasiyetnamesini yazdırdı.
 Hz. Ali'nin, oğlu Hasan'a biat edilmesi hususundaki görüşü sorulunca:
"Bunu size ne emrederim ne de yasaklarım; siz daha iyi bilirsiniz" dediği
rivayet edilir. Hz. Ali bu davranışıyla, halifenin iş başına gelmesinde veliaht
tayininin usul haline gelmesini önlemek ya da çocuklarını sonu gelmez
iktidar mücadelesinden uzak tutmak istemiş olabilir.
 Şura Usulü: Hz. Ömer, halifeyi seçme işini Aşere-i Mübeşşere'den o anda
yaşayan altı sahabiye bırakmıştır.
 İki aday kalınca Abdurrahman b. Avf, temayül yoklaması ve adaylarla
mülakat yapmış ve Hz. Osman kurul tarafından seçilerek kendisine biat
edilmiştir.
 Hz. Osman şehid edilince Abdullah b. Ömer, Sa'd b. Ebi Vakkas, Muğire b.
Şu'be, Muhammed b. Mesleme ve Üsame b. Zeyd'in de aralarında
bulunduğu ashap mescitte toplanarak yeni halife seçimine gitmişler, Ali b.
Ebu Talib kendisine yapılan hilafet teklifini orada bulunan Talha ve
Zübeyr'e yöneltmiş, fakat israr üzerine biati kabul etmiştir.
 İstila (İdareyi zorla ele geçirme)
 Ortada meşru halife varken hilafeti zorla ele geçiren asla meşruiyet
kazanamaz.
 Maverdi, vilayetlerin bazı emirler tarafından gasp yoluyla ele geçirilmesi
(imaretü'l-istila) meselesini de ele alarak bu durumu emirin halifeyi
tanıması ve şeriata uygun yönetim ortaya koyması şartıyla zarurete
dayanarak onaylamıştır (Ahkamu's-Sultaniyye, s.39-41). Maverdi'nin, güç
kullanarak iktidarı ele geçiren emirleri meşruiyet sınırları içine çekmeye
çalıştığı söylenebilir. Ancak fitne endişesi bu görüşün kabulünde etkili
olmuştur denilebilir.
 İslam hukukunun klasik kaynaklarında zorla iş başına gelen ve halkın
kendine itaat etmesini sağlayan kimsenin de Allah'ın hükümlerini açıkça
çiğnemediği sürece meşru halife sayıldığı yönünde yer alan ifadeler, fiili
durumu kabullenme veya güç karşısında suskun kalmayı teşvik olarak
değil; ümmeti fitne ve kargaşaya sürüklemekten çekinme, ümmetin birlik
ve dirliğini koruma fikrine ağırlık verme olarak değerlendirilebilir.
 Gayrimeşru olsa bile değiştirmeye çalışmak fitne (iç karışıklık) çıkmasına
ve insanların ölmesine yol açacaksa sabır ve temekkün gerekir (Ehl-i
Sünnet).
 Haricilere göre sonuç ne olursa olsun zorla değiştirilmeli.
 Ortada halife yokken zorla başa gelen, devlet başkanlığı şartlarını taşıyor,
din ve adalete uygun hükmediyorsa zarureten meşru kabul edilir.
Olağanüstü hallerde seçim ve tayin olmadan işbaşına geçmek caizdir.

HALİFENİN VASIFLARI
a) Müslüman olmalı (Sizden olan ülülemre itaat edin 4/59)

b) Hür olmalı; köle ve esir olmamalı,

c) Akıl ve baliğ olmalı. Akıl hastası ve çocuk devlet başkanı olamaz.

d) Duyu organları sağlam olmalıdır. Körlük ve sağırlık gibi devlet işlerini


yapmaya engel sakatlığı olanlar da devlet başkanı olamazlar.

e) Erkek olmalı, "İşlerini kadınlara bırakan kavim(ler) asla iflah olmaz" Hadis.

f) Bilgili olmalıdır, devlet başkanı İslami hükümleri doğru biçimde uygulayacak


ve uygulatacak makamdadır. Bu hükümleri bilmeyen kimsenin toplumu yanlış
yönlendirmesi ve İslami uygulamada yanlışlara düşmesi söz konusu olur. Lakin
içtihat mertebesine ulaşmak mümkün olmazsa ulema ve fukahadan istifta yahut
adil kadılar atanarak içtihat şartından istiğna hasıl olur.

g) Toplumun en faziletlisi (adil, dürüst, ahlaklı) Devlet başkanının adil olması,


dini emirleri yerine getirmesi ve hukukun çizdiği sınırları aşmaması
anlamındadır. Maverdi'ye göre devlet başkanı, etkin bir yönetim sergilemeli,
kamu düzeni ve adaleti sağlamalı, ahlaki erdeme sahip olmalıdır.

h) Kureyş Kabilesi'nden olmalı

HALİFENİN KUREYŞ'TEN OLMASI

 Hilafet müzakeresi sırasında Hz. Ebubekir, “Araplar halife olarak ancak


Kureyşli birini tanır." bir rivayete göre de 'Halife Kureyştendir' dedi.
 Sünni fakihler bu sözü hadis olarak değerlendirdi. Dolayısıyla 'halife
Kureyş'ten olmalıdır.' dediler.
 Mutezilenin çoğunluğu, Mürcie ve Hariciler eşitlik ilkesinden hareketle
karşı görüştedir.
 Sadruşşeria'ya (ö.1346) göre mülk ü saltanatta Kureyşli şartı düşmüştür,
devlet başkanı Kureyşli olmasa da hilafeti sahihtir.
 İbn Haldun'a göre 'Devlet başkanı/halifenin Kureyşli olması her asırda şart
olmayıp asker hazırlayıp sınırları koruyabilen diğer devlet başkanlarının
hilafetleri de Kureyşli devlet başkanı gibi sahih olur."
 Pirizade ve Cevdet Paşa da aynı görüştedir.
 Lütfi Paşa'ya göre "Halife Kureyştendir" hadisi uydurmadır.
 Hilafetin Kureyşliliği meselesi XX. yy. başlarında, Osmanlı hanedanının
halifeliğinin meşru olmadığını ileri sürerek, halifenin dünya müslümanları
üzerindeki nüfuzunu yok etmek isteyen emperyalistler tarafından
propaganda maksadıyla sıkça gündeme getirilmiştir.

HALİFENİN GÖREVLERİ

 Devlet başkanının görevleri "şeriata ittiba" ilkesinin doğal uzantısı olarak


dini korumak, yaymak, gerekirse cihad etmek (hifzu ahkamillah) ve
 Allah'ın kullarını gözetmek/yönetmektir (riayetü ibadillah).
 Hilafet(devlet)in iki temel görevi vardır.
 İnsanların dini yükümlülüklerini yerine getirmesini sağlayacak şartları
hazırlamak, yönetilenlerin beşeri umran içinde maslahatlarını gözetmektir
(İbn Haldun, 11/624). (T.C. Anayasası m.5'e göre Devletin görevleri:
kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak... insanın
maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya
çalışmaktır.)
 Uyuşmazlıkları çözmek, suçluları cezalandırmak,
 Emniyet ve asayişi (kamu düzenini) tesis,
 Ülkeyi düşmana (dış tehlikelere) karşı korumak,
 Devletin gelirlerini toplamak, harcamalarını yapmak, memurların
maaşlarını ödemek,
 Kamu görevlilerini liyakat esasına göre atamak: "Tebaası içinde daha
liyakatlisi varken başka birini bu göreve getiren kişi Allah'a, Resulüne ve
Müslümanlara hiyanet etmiş olur."

GÖREVİNİN SONA ERMESİ

 Alimlerin çoğuna göre bey'at, iki tarafı da bağlayan bir velayet ilişkisi
doğurduğundan, mevcut şartlar varlığını korudukça, ehl-i hal ve akd tek
taraflı olarak bu akdi ortadan kaldıramaz. Dolayısıyla devlet başkanları ilke
olarak kayd-ı hayat şartıyla başa geçerler, ancak sınırlı bir süre için
seçilmeleri yasaklanmamıştır.

a) Ölüm ve Feragat: Hz. Osman istifa talebini ölüm pahasına geri çevirmiş, Hz.
Hasan ise istifa etmiştir. Bey'at akdinin bağlayıcı olması hasebiyle istifanın
geçerliliğini ehl-i hal ve akdin onayına tabi tutanlar da vardır (bkz. "Azl," el-
Mevsuatü'l-fıkhiyyetü'l-Küveytiyye, III/72). o II. Murad, Fatih lehine, O da babası
lehine çekilmiştir

b) Azil yetkisi: "Devlet başkanını seçmek nasıl ümmetin hakkıysa, azletmek de


aynı şekilde ümmetin hakkıdır."

 İlke olarak meşruiyetini kaybeden devlet başkanını hal' etme yetkisi ehl-i
hal ve akde verilmiştir.

AZİL SEBEPLERİ
1)Akıl hastalığı: Sultan Abdülaziz, akli melekelerindeki bozukluk gerekçe
gösterilerek azledildi.

2) Bedeni sakatlıklar, ağır hastalık

3) İrtidat (tarihte örneği yok)

4) Esir düşme: Ankara Savaşı'nda Timur'a esir düşen Yıldırım Bayezid'i azledip
yerine üst düzey yetkililer büyük oğlu Süleyman'ı padişah olarak ilan ettiler.

5) Adaletten ayrılıp fiska sapmak, a) Haricilere göre derhal azli gerekir.

b)Şafiilere göre fasik münazil olur (ayrı bir işleme gerek kalmadan görevi
kendiliğinden sona erer).

c)Hanefilere göre ümmetin azil hakkı doğar.

 İki mezhebe göre de büyük fitneye sebebiyet vermesi ve dolayısıyla


masum insanların kanlarının dökülmesi ve iç istikrarın bozulması ihtimali
varsa devlet başkanı görevine devam eder.

OSMANLIDA

 Osmanlıda II. Mustafa ve IV. Mehmed görevi ihmal, IV. Mustafa ise suçsuz
bir hükümdarın (III. Selim) öldürülmesine sebebiyet,
 II. Abdülhamid ise dini kitapları yaktırması, devlet malını israf etmesi,
haksız yere kişileri ölüm, hapis ve sürgün cezalarına çarptırması
gerekçesiyle hal' edilmişlerdir.
 Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali şehit edilmiş, Hz. Hasan ise istifa etmiştir.
 Emeviler, Abbasiler, Memlükler ve Osmanlılar döneminde toplam
azledilen, görevden el çektirilen yahut görevi kendi isteğiyle bırakanların
sayısı 67 kadardır. Bu sayı toplam devlet başkanının yarısıdır (%51.9).
 Halife/devlet başkanın yaklaşık üçte biri öldürülmek suretiyle iktidardan
el çektirilmiştir.

HALİFENİN YARDIMCILARI
 Halife görev yaparken memurlar yardım eder.
 Yardımcıları hemen hemen bütün işlerinde onu temsil edebilecek
idareciler olan vezirler ile
 görev ve yetkileri sınırlı olan ordu komutanı ve valilerdir o Maverdi
tebaayı istismar eden öğütücü ve ezici bürokrasiye karşıdır. Masrafları
toplumun sırtında ağır bir yük oluşturan bürokrasi sınıfı en az düzeye
indirilmelidir; çünkü çokluk çekişmeye, çekişme de yozlaşmaya ve
kayırmacılığa yol açar.
 "Allah bir emire hayır dilerse ona unuttuğunda hatırlatacak, hatırlarsa
yardımcı olacak iyi bir vezir verir; bir emir için hayırdan başkasını dilerse
ona unutursa hatırlatmayan, hatırlarsa yardımcı olmayan kötü bir vezir
verir."

DEVLETİN FONKSİYONLARI

 Yasama, devlet yetkisine dayanarak toplum hayatını düzenlemek amacıyla


bağlayıcı ve maddi yaptırımla desteklenmiş hukuk kuralı koymaktır.
 İslam hukukunda yasama, düzenlemeye konu olan olayla ilgili hükmün,
İslam'ın değer kaynaklarından istinbat edilerek normatif kural haline
dönüştürülmesidir.
 Kitap, Sünnet ve icma, hüküm koydukları konularda devletin onayına
muhtaç olmaksızın yasamanın hüküm kaynağını oluşturdukları için,
ibtidaen hüküm koyma anlamındaki teşri yetkisi ilahi iradeye aittir.
Siyaset-i şer'iye denilen alanın dışında kalan hususlarda yasama yetkisi
hükümdar veya devlete ait olmayıp, mukaddes metinlerin meşru
şarihleri, ulemaya aittir. Ancak, ilgili hükmün, bu kaynaklardan istinbat
edilerek normatif kural haline dönüştürülmesi (kanun olarak kabul
edilmesi) ise yasama yetkisini elinde bulunduran güç/organ tarafından
yapılır.
 Şura meclisinin oluşturulmadığı yer ve zamanlarda yasama yetkisi ulema
ve devlet başkanı tarafından kullanılmıştır. Nasların bıraktığı boşlukları
ulema İçtihatla, yöneticiler ise kanun yaparak doldurmuşlardır. Ulema ve
yöneticilerin koydukları kurallar naslara aykırı olamayacağından (bağlı
yetki) bunlar gerçek anlamda yasa koyucu sayılmazlar.
 İslam devletinin yasama yetkisini kullanım biçimleri:
 Birincisi devletin naslara ve icma dayalı hükümleri tedvin etmesidir
(codification). Nasların uygulanması hususunda nihai yorumlarını içeren
hukuk kurallarına ihtiyaç duyulacağı açıktır. Devletin yasama yetkisi
hukuki uygulama düzeyinde nasları (nihai) yorumlama yetkisini de içerir.
İcma dayalı hükümler yoruma açık olmamakla birlikte onların müslim-
gayrimüslim bütün vatandaşlar bakımından pozitif düzeyde bağlayıcılık
niteliği kazanması, ancak devlet tarafından tedvin edilmekle mümkün
olabilir.
 İkincisi içtihada açık alanda hukuk kuralı koymada yasama organı ya
mevcut İçtihatlar arasından tercihte bulunur, ya da yasama organı
doğrudan içtihat yapar. Bunun için devlet başkanının içtihat ehliyetine
sahip olması gerektiği söylenir.
 Üçüncüsü yasama yetkisi siyaset-i şer'iyye şeklinde yasama, sürekli
değişime açık konularda toplum maslahatının gerekli kıldığı düzenleme
ihtiyacının ilgili organlarca karşılanmasıdır.
 Siyaset-i şer'iyye kapsamındaki düzenlemeler özel şer'i delillere
dayanmadan yalnız kamu yararı gözetilerek doğrudan yapılır.
 Devlet başkanlarının İslam'ın herhangi bir hükmünü yürürlükten kaldırma
veya değiştirme şeklinde bir yasama faaliyetleri olamaz.
 İslam hukukunun normlarını yeni bir şekil içinde uygulamaya sunma
tarzındaki kanunlaştırma faaliyeti, gerçek anlamda bir yasama
(legislation) değil; sadece resmi bir tedvin (codification) sayılacağından,
yasama yetkisinin Allah ve Resulüne ait olma kuralına aykırı düşmez.
 İslam devletinde halkın her istediğini yapma, mesela İslam hukukunun
genel esaslarına aykırı bir kanun çıkarma veya yürürlükteki hukukun bir
kuralını kaldırma yetkisi yoktur.
 Özet: İslam hukukunda yasama, naslarda açık hüküm varsa onların
normatif kural haline dönüştürülerek (kanun formuna sokularak) aynen
kanun olarak kabul edilmesi,
 naslarda açık hüküm bulunmayan hususlarda ise doktrindeki görüşlerden
tercihler yapmak suretiyle kanunlaştırmaya gidilmesidir.
 İhtiyaç duyulan hukuk normu doktrinde de bulunamazsa İslam
hukukunun genel yapısına (temel ilkelerine) aykırı olmamak şartıyla ilk
baştan kanun konulmasıdır.
YÜRÜTME

 Hukuk kurallarının devlet organları eliyle uygulanmasına yürütme, ona


ilişkin tekel haldeki güce yürütme yetkisi denir.
 İslam hukukunda yürütme fonksiyonu esas itibariyle halifede toplanmıştır.
Sonraki dönemlerde yürütme büyük ölçüde vezire geçmişse de vezir bu
yetkisini halifeden almış, bir anlamda halifeyi - tefviz veziri siyasi düzeyde,
tenfiz veziri ise teknik uygulama düzeyinde- temsil etmiştir.
 İlk dönemlerden itibaren divanlar da yürütme fonksiyonunda önemli bir
yer İşgal etmişlerdir.
 Özetle İslam devletinin siyasi yapısı devlet başkanlığı (halife), vezirlik
kurumu (vezaret) ve divan olmak üzere üç kurum üzerine tesis edilmiştir.
 Yürütmenin işlevlerini dini, siyasi ve idari olarak sınıflandırmak
mümkündür.
 Dinin herhangi bir bozulmaya yer vermeden korunması, ibadetlerin
yerine getirilmesi hususunda gerekli tedbirlerin alınması dini,
 Kanunların uygulanması için idari teşkilatın kurulması, iç güvenliğin
sağlanması, ülkenin savunulması ve mali yönetim de yürütmenin siyasi ve
idari İşlevlerindendir.
 İslam hukukunda yürütme yetkisi kamu yararına kullanılır ve yargı
denetimine tabidir.

İDARİ PERSONEL

 Hz. Peygamber devrinde kamu işlerinde görevlendirilenler devamlı devlet


memuru değildi, görevlerini bitirdikten sonra kendi işlerine dönerlerdi.
Hayat boyu bir işte kalmaları ve genellikle aynı işten emekli olmaları söz
konusu değildi.
 Hz. Peygamber'in maaşlı profesyonel ordusu olmamış; ancak askerlerin
eğitimi ile ilgilenmiş, silah ve savaş gereçlerini hazırlamış, askeri savunma
sistemini geliştirmiştir.
 Maliyeye de önem vermiş, zekatla maliye sistemini belirlemiş, bu gelir
askeri savunma, dini tebliğ, yoksullara ve yolculara yardım için harcamıştır
(Tevbe, 9/60).
 Osmanlı devlet teşkilatında memuriyetler "mansip" olarak ifade edilir,
askeri görevler için "menasıb-ı seyfiyye", yargı, eğitim ve bazı dini
görevler için "menasıb-i ilmiyye", bürokrasideki görevler için ise
"menasıb-ı kalemiyye" terimi kullanılırdı.
 Mansıpların tayinleri merkezi idare tarafından yapılır ve mansıp sahipleri
görev süreleri boyunca denetlenirdi.
 Devletin başı olan padişahtır. Seyfiye sınıfından sadrazam, vezir, serdar,
serasker, vali, voyvoda, dizdar, subaşı, zabit, timarlı sipahi, beytülmal
emini, cizyedar, zindancı ehl-i örf.
 Şeyhülislam, kazasker, müderris, kadı/hakim, imam ve hatip kamu
görevlileri ilmiye sınıfındandı.
 Belli bir görevi ücret karşılığında üstlenen, ancak üstlendiği görevden
dolayı bir risk altına girmeyen görevliler için “emin" kelimesi kullanılırdı
(matbah emini, darphane emini, arpa emini gibi).

OSMANLI DEVLET TEŞKİLATININ KÖKENLERİ


1. Raşid Halifeler Devri

 Devlet işlerinin idaresinde rol oynayan kurumlar meyanında Hz. Ömer,


milleti temsil eden bir şura kurmuştur ki bu şura devlet işleriyle ilgili
herhangi bir mesele hakkında bir karara varılacağı zaman toplantıya
çağrılırdı.

 Hal ve akd ehlinden oluşan bu kurum yerleşik esaslar dairesinde gereken


kararları verir, halk ile hükümet arasındaki ilişkileri düzenlerdi (yasama
organı). Mesela İran ve Suriye'nin fethi tamamlandıktan sonra, arazinin
taksimi meselesinde anlaşmazlık çıkmış ve bu mesele Şura'da günlerce
müzakere edilmişti. Bu Şura, ancak özel önemi olan meselelerin
müzakeresi için toplanırdı.
 Ayrıca günlük meseleleri müzakere eden başka bir meclis daha mevcuttu
(yürütme organı). Muhacirler ve Ensar'dan oluşan meclise, her gün
vilayetlerden alınan raporlar, halife tarafından havale edilirdi.

 Büyük memurların ahval ve harekatı, müesses kaidelere riayet edip


etmedikleri hakkında halkın müracaatlarını tetkik için Hz. Ömer bir
makam vücuda getirmiş idi (yargı organı). Zikri geçen makamın,
memurların yaptıkları işlem ve tasarruflar hukuka aykırı ise, iptal ve ıslah
etmek yetkisi vardı.
2. EMEVİLER (661-750)
 Emevi ileri gelenleri idari konularda tecrübeli oldukları için erken
tarihlerden itibaren çeşitli mevkilere getirildiler. Hz. Peygamber
tarafından görevlendirilen Emevi gençleri arasında katiplik vazifesi verilen
Ebu Süfyan'ın oğlu Muaviye de bulunuyordu.
 Muaviye, Hz. Ömer tarafından Dimaşk valiliğine getirildi. Hz. Osman
zamanında (645) yılında Suriye umumi valisi oldu. Hz. Osman'ın şehid
edilmesine kadar (656) Suriye valiliğini yürüttü. Emevi Devletini bazı
Bizans kurumlarından yararlanarak kurdu ve istikrarlı duruma getirdi.

 Muaviye (ö.680) zamanında oluşturulan divanlar (yönetim daireleri):


 Haciblik: Halifenin güvenliğini sağlamak, halk tarafından meşgul
edilmesini önlemek ve yapacağı görüşmeleri düzenlemekle görevli idi.
 Divan-i resail: Resmi yazışmaları yürüten,
 Divan-ı hatem: Halifenin mektuplarını yazıp gerekli yerlere gönderme
işini üstlenen,
 Divan-ı harac: devletin mali işlerine bakan,
 Divan-i berid: posta ve istihbarat işlerini yürüten,
 Divan-ı cünd: askeri işlere bakan divan.

3. ABBASİLER
 Abbasiler, vezirlik kurumunu Sasanilerden aldı.
 Maverdi, Abbasilerde tefviz ve tenfiz adlarıyla iki çeşit vezirlik
bulunduğunu belirtir.
 Geniş yetkileri olan, halife adına devletin bütün işlerini yürüten tefviz
vezirleri halifenin naibi sıfatıyla hilafet mührünü taşır, zaman zaman
mezalim mahkemelerine başkanlık eder, savaşlara karar verir, hazineden
gerekli gördüğü harcamaları yapar, valileri tayin ve azledebilirdi.
 Yetkileri daha kısıtlı tenfiz vezirleri ise yalnızca kendileri için belirlenen
görev alanlarında söz sahibiydiler; yetkileri yürütme ile sınırlı olup
halifenin verdiği emirleri yerine getirirlerdi. Bir tefviz vezirine karşılık
tenfiz vezirlerinin sayısı zamana ve işlere göre değişebiliyordu (el-
Ahkamü's-sultaniyye, s.25-32).
 Vezir akıllı, hesap bilir, dürüst, tok gözlü, dindar, becerikli, bilgili ve
heybetli olmalıdır. Asil bir aileden gelmelidir. Halka adil davranmalı,
hükümdarın güvenini zedeleyecek tutum ve davranışlardan sakınmalıdır
(Kutadgu Bilig, beyit nr. 2184-2262).
 Harun Reşid zamanında ilk defa başkadılık (kadılkudatlık) kuruldu. Bu
kurum, kadı tayinlerinde etkili oldu.
 İslam devleti hilafet ve saltanatı toplamıştır, padişah şeriatin koruyucusu
olduğundan her türlü tefrikadan uzaktır.
 1058'de Abbasi halifesi siyasi otoriteyi Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey'e
devretti, böylece siyasi ve dini otorite ayrılmış oldu. Hilafet; dini riyaset ve
saltanat maddi riyaset derecesine indiyse de Osmanlı Devleti'nin ortaya
çıkması ile İslam Devleti yenilenmiş ve asli halini bulmuştur.

ABBASİLERDE KOLLUK

 Başkent ve diğer büyük şehirlerde asayişi, şurta teşkilatı sağlardı.


 Başlangıçta adli teşkilata bağlı olarak çalışan şurta, sanıkları yakalayıp
sorguya çekme ve suçu sabit olanlar hakkında verilen cezayı infaz etmekle
görevli bir daireydi. Zamanla suçluları takip edip cezalandıran müstakil bir
daire olarak faaliyette bulunan bu kuruluşun başında, genellikle nüfuzlu
ailelerden seçilen ve sahibü'ş-şurta denilen bir amir vardı. o Her şehirde
emniyet ve huzuru sağlamakla görevli bir askeri birlik bulunur ve bu birlik
sahibü'ş-şurtaya vekalet eden bir komutanın emrinde çalışırdı
 Sahibü'ş-şurtalar valiler tarafından tayin ve azledilirdi.
ABBASİLERDE DİVANLAR
1) Divan-ı Resail: Halife ve tefviz vezirinin talimatları doğrultusunda resmi
yazışmaların müsveddesinin hazırlandığı divandır. Gelen evrak kısmına Divanü'l-
Fadd; giden evrak kısmına Divanü'l-Hatem denirdi.

2) Divan-ı Cünd (ceyş): Rütbelerine göre tasnif edilmiş askeri kıtalar ve onların
ödeme veya iktalarının kayıtlarını tutardı. Bu divan biri ödeme ve harcamalarla
ilgilenen, diğeri de asker alımları ve sınıflandırma yapan iki bölümden meydana
gelmekteydi.

3) Divan-1 Berid: İstihbarat, posta ve haberleşme ile,

4) Divan-1 Harac: Mali işlerle,

5) Divanüzzimam: Devletin gelir ve giderini konu alan bütün divanların


hesaplarını denetler,

6) Divan-ı Mezalim: İdari ve hukuki bir kurum olan mezalim divani, normal
mahkemelerin karara bağlamakta zorlanacağı ceza ve hukuk davalarını karara
bağlamak ve uygulamak, idari şikayetleri dinlemek üzere oluşturulmuş yüksek
kuruldur. Mezalim yargısı, uygulamada yönetici ve nüfuzlu kişilerin işledikleri
haksızlıkları ele alan bir "ceza yargısı" olarak görülmektedir.

7) Divan-1 Saltanat: Bütün divanların üzerindedir.

4. BÜYÜK SELÇUKLULAR
 Selçuklu devrinde devlet, yalnız iktidarda bulunan ailenin ortak malı
değildir. Devlet üzerinde büyük komutanlar da söz sahibidirler. Buna göre,
devlet, adeta Selçuklu hanedanı ile Selçuklu komutanlarının ortak
sorumluluğu altındadır.
 İslam medeniyeti çevresine girerek büyük kısmını hakimiyeti altında
birleştiren Büyük Selçuklu Devleti, şekil bakımından büyük değişikliğe
uğradı. Bazı teşkilat ve kurumlar gibi terimler de Farsça ve Arapça oldu.
Mesela, "Hakan"ın yerini "Sultan", "Yabgu"nun yerini "Melik" aldı. Sadece
"Sübaşı" "Çavuş", "Bey", "Beylerbeyi" gibi terimler kaldı.
 Selçuklu Devleti, idaresi altındaki İran halkını hakimiyetine ortak etti.
Devlet adeta iki nüfuz bölgesine ayrılmıştı: Askeri teşkilat kadrolarını
Türkler, sivil teşkilat kadrolarını ise İranlılar işgal ediyordu.
 Selçuklu Sultanları tahta geçince halifeye hediyeler ve elçiler göndererek
egemenliklerini onaylatmak istemişlerdir.
 Büyük Selçuklular devlet yönetiminde Abbasilerden, eski Türk
geleneklerinden ve İran'dan etkilenmişlerdir.
 Yüksek dereceli devlet memurlarıyla komutanlar hakkındaki şikayetler,
sultanın başkanlık ettiği Divan-ı Mezalimde karara bağlanırdı.
 Konuşma dili Türkçe; resmi yazışma dili ise Farsça'dır.
 Vezirin unvanı hace, sahib ve sahib-i divan-ı saltanat idi.
 İlk kez Büyük Selçuklu Devletinde ortaya çıkan bir kurum atabeyliktir.
Atabeyler, bölge veya eyaletlere idareci olarak gönderilen ve melik denen
şehzadelerin yanına onları devlet hizmetinde yetiştirmek için
görevlendirilmiş kişilerdir (lala).
 Taşra teşkilatının biçimlenişinde ikta sisteminin büyük etkisi vardır.
Osmanlıda gelişmiş şekli ile miri araziler olarak karşımıza çıkıyor.

SELÇUKLULARDA DİVANLAR

 Devlet işlerinin görüşülüp karara bağlandığı büyük divana (Divan-i


Ala/Divan-ı Vezaret) vezirler başkanlık eder, bu divana müstevfi, tuğrai,
müşrif, arızu'l-ceyş de katılırdı.
 Divan-ı İnşa (Tuğra): Resmi yazışmaların idaresi ve belgelerin hazırlanması
ile görevliydi.
 Divan- İstifa (Zimam): Müstevfi, bütçenin gelir ve gider defterlerini
tutturur, vergi tahsili için memurlar atar, maaşlarını öder, mali bakımdan
iktaları denetlerdi.
 Divan-ı Arz (Ceyş): Askerlere ikta tahsisi, maaşların ödenmesi, birliklerinin
ve bunlara ait teçhizatın kayıt ve kontrolünü yapmakla görevli divandır.
 Divan-ı Berid: Devletin istihbarat ve haberleşme görevini yerine getiren
divandır.
 Divan-ı İşraf: Devletin bütün dairelerini denetleyen bir kurumdur

5. ANADOLU SELÇUKLULARI
 Yazışma dili Farsça, yargı dili Arapçadır.
 Anadolu Selçuklularındaki önemli görevliler:
 Niyabet-i Saltanat: Naip, sultan başkentte yokken ona vekalet eder,
seferlere katılır, orduya kumanda ederdi.
 Atabeg, Divan-ı Ala'nın nüfuzlu üyelerindendi, bütün devlet erkanını
kontrol ederdi.
 Pervaneci: İktaları dağıtan ve büyük divanda bulunan arazi defterlerini
tutan kişidir.
 Emir-i Dad: Başta devlete karşı suçlar olmak üzere örfi davalara
hükümdar adına bakan görevlidir. Çok güçlü ve nüfuzlu emirlerle vezirleri
tutuklama yetkisi de vardı.

OSMANLI MERKEZ TEŞKİLATI

 Osmanlı merkez teşkilatı ve hükümeti, en güçlü olduğu dönemlerde


Divan-ı Hümayun merkez olmak üzere ona doğrudan veya dolaylı biçimde
bağlı kalemlerden oluşmaktaydı.
 Divan erkanı olan veziriazam, vezirler, kazaskerler, defterdarlar ve nişancı
genellikle öğleden önce Divan-1 Hümayunda, öğleden sonra kendi
divanlarında ülke idaresine ve devletler arası münasebetlere ait
meseleleri belli program ve protokol içinde oldukça süratli bir şekilde
görürler, padişahın tasdikiyle karara bağlarlardı.
 Padişahın en başta gelen görevi, Hakkın emaneti olan tebaayı korumaktı.

 Halifelik, hanedanın Abbasi halifeleriyle kan bağı olmadığı bilindiğinden


klasik yorumu ile değil; gaza ve cihad şartını yerine getirme, mukaddes
yerleri koruma, adaleti dünya yüzüne yayma olarak değerlendiriliyordu.

PADİŞAH

 Unvanlar: padişah, sultan, hakan, han, hükümdar, şehriyar, emiru'l-


müminin, halife, (Grand Seigneur).
 Osmanlıda padişah olabilmek için öncelikle İslam'ın devlet başkanında
aradığı nitelikler aranırdı.
 Eski Türklerde olduğu gibi padişah olma hakkının Tanrı tarafından
Osmanoğulları ailesine verildiğine inanılırdı, padişahlar tahttan indirildi;
ama yerine başka aileden padişah getirmek düşünülmedi.
 Padişah devletin ve ülkenin sahibi değil; idarecisi, beytülmalin maliki
değil; emanetçisidir.
 İslam toplumlarında, dine ilgisiz veya dini dışlayan yahut da dine tabi olan
bir anlayış değil; din ile siyaset arasında dengeli bir uyumun ve
birlikteliğin sağlanmaya çalışıldığı bir anlayış hakim olduğundan yola çıkan
kimi yazarlar Osmanlı yöne- timini "dindar meşruti bir rejim” olarak
nitelendirir.

PADİŞAHIN BELİRLENMESİ
1) Seçim (ittifak-ı ashab-ı ara ve şura) : Osman Gazi, Oğuz geleneğinin devamı
olarak Türk beylerinin katıldığı kurultaydaki meşveret sonucunda iktidara
gelmiştir. Orhan Gazi, ahiler ve beyler ittifakı ile Yıldırım Bayezid ise beylerin
seçimi ile tahta geçti.

2) Veliahd tayini: padişahın sağlığında yerine geçecek şehzadelerin birini işaret


etmesi şeklinde olur, veliaht tayini açıkça değil; birtakım imalarla gerçekleşirdi.
Devletin ilk dönemlerinde uzak vilayete, daha sonra ise yakın vilayete sancak
beyi olarak gönderilmek bunun işareti idi. Padişahın ölümü halka duyurulmadan
veliaht olarak işaret edilen şehzadeye ulak gönderilirdi; onun gelip tahta
çıkmasıyla birlikte padişahın öldüğü ve yenisinin tahta çıktığı ilan edilirdi. I. ve II.
Murad ile Fatih, veliahd tayini usulü ile tahta çıktı.

 Fatih'in veliahd olarak Cem Sultan'ı düşündüğü hem onun daha yakın bir
vilayete (Konya) vali yapılmasından hem de Teşkilat Kanunnamesinde
isminin zikredilmesinden belli olmasına rağmen, Cem Sultan tahta
çıkamadı; vezirler Amasya'ya gönderilmiş olan II. Bayezid'i getirtip
padişah yaptılar.

3) Zor kullanma: I. Selim, yeniçerilerin desteğiyle babası II. Bayezid'e saltanatı


bıraktırmıştır.

 İbn Haldun'a (ö.1406) göre tahtı gasp eden kimse adaletli bir yönetim
sergilerse meşru bir devlet başkanı olur.
TÜRKLERDE ÜLÜŞ SİSTEMİ

 Eski Türklerde devletin padişah ailesinin malı (ülüş sistemi) kabul edilmesi
anlayışı olmasına rağmen onlar kardeşlerini katletmek yerine devleti
kardeşler arasında paylaştırmayı tercih etmişler, bu durum devletlerin
kısa sürede parçalanmasına sebep olmuştur.
 Osmanlıda ise "Her ne vakit ki devlette, bilhassa padişah yakınlarında
üstünlük ve nüfuz, kuvvetli bir elde olmayıp, ortaklık ve ihtilaf olsa fitne
ve fesat eksik olmayıp işlerin düzeni bozulur. Çünkü devlet işleri ortaklık
kabul etmez." anlayışı ile “nizam-i alem" ve "Devlet-i ebed müddet" için
kardeşlerini katletmeyi tercih etmişlerdir.

ŞEHZADE KATLİ

 Şehzade katli; saltanat usulünün ortaya çıkardığı bir sorundur.


 Osmanlı Devleti'ne özgü olmayan bu yöntemin temel gerekçesi
hükümdarın hakimiyetinin ve mutlak otoritesinin korunması idi.
Hükümdar, tahta oturduğu andan itibaren tek hakim olmak amacıyla
kendisi ve şehzadeleri için tehdit unsuru olarak gördüğü diğer hanedan
üyelerini ortadan kaldırırdı.
 Osmanlıya sağladığı siyasi avantajlar:
 1. Avrupa'daki uzun süreli taht kavgaları Osmanlıda olmadı,
 2. Babadan oğula geçerken tahtta kalma süresi uzundu;
 3. Mücadele ile padişah olan daha başarılı oluyordu,
 4. Sancağa gönderilip tecrübe kazananlar başarılı olurdu.
 1617 sonrası şehzadelerin sarayda gözetim altında tutulması ile şehzade
katli uygulaması sona erdi; ancak padişahlık süresi kısaldı, kafesteki
şehzadeler tecrübesiz ve korkak oluyordu.

ŞEHZADE KATLİNİN YASAL DAYANAĞI

 Fatih, Teşkilat Kanununda kardeş katli geleneğini yazılı hukuk normuna


dönüştürdü.
 Evladımdan kim tahta çıkmayı başarırsa, kardeşlerini nizam-ı alem için
katledebilir. Alimlerin çoğu da buna cevaz vermiştir, bu hükmü
uygulasınlar
 Hanedan yıkılırsa din de mahvolur. Din ve devletin selameti için
hanedanın bekası evlattan daha mühimdir. Busbeck. Padişahlar da bu
hazin çözüm tarzını başka çare bulamadıkları için benimsediler.

İsyan ettikleri için öldürülenler

 Devletinin kuruluşundan 16. yy. başlarına kadar şehzadelerin fırsat


buldukça saltanat iddiasıyla meydana çıktıkları ve muvaffak olamayıp
yakalananların derhal öldürüldüğü, bir kısmının da yurt dışına kaçtığı
bilinmektedir. Saltanat hırsı, dışarıdan ve içeriden tahrik ve can kaygısı bu
mücadelenin başlıca sebepleridir.
 Bağyden dolayı (49/9) öldürülenler: I. Murad'ın kardeşi Halil, I. Murad'ın
oğlu Savcı, Yıldırım Bayezid'in oğlu Şehzade Mustafa, Fatih'in oğlu Cem,
Yavuz'un kardeşi Şehzade Ahmet ve Korkut.

İSYAN ETMEDEN ÖLDÜRÜLENLER

 25 kardeş (III. Mehmet 19 kardeşini), 4 oğul, 12 yeğen, 3 amca, 1


amcaoğlu, 6 torun, 1 baba toplam 52 kişi
 İsyan etmeden şehzade katline fetva gerekçeleri:
 Nizam-ı alem, kamu düzeni (public order), fitne bu düzenin bozulmasıdır.
"Fitne, katilden eşeddir." (2/191, 217) ayetleri, Bostanzade Yahya, Bosnevi
Hüseyin
 Hakimiyetin bölünmezliği: İdris-i Bitlisi, Hoca Sadeddin,
 Kamu yararı (maslahat): Genel zararı def için özel zarar tercih edilir. MAA
26. Karamani Mehmed Paşa
 Dede Cöngi'nin Siyaset-i Şer'iyyesinde devlet başkanına tanınan
suiistimale açık kayıtsız yetkiler, herhangi bir suç işlememiş bir kişinin sırf
bir suç işleyeceği vehmiyle ölüme kadar varabilen cezalar verilmesini,
kamu düzenini ne pahasına olursa olsun koruma refleksinin ve kısmen de
fıkhın sedd-i zerayi ilkesinin bir tezahürü olarak açıklamak mümkünse de,
insan haklarına, dokunulmazlığına ve beraet-i zimmete vurgu yapan fikhin
ruhuyla bağdaştırmak kolay değildir.
 Gazali'ye göre: "Bir maslahat tevehhümüyle insan öldürülemez." (el-
Mustasfa, 1/644).
 Kanaat: Şehzade katli kanuna uygun; Şeriata aykırıdır.
HANEDANIN EN YAŞLI ERKEK ÜYESİ (EKBERİYET) USULÜ

 Orhan Bey ile başlayıp I. Ahmed'in tahta çıkmasına kadar geçen yaklaşık
üç asırlık sürede Osmanlı tahtına oturan on üç hükümdardan (I. Mehmed
ve I. Selim dışında) on biri hayatta kalan en büyük evlat olarak tahta
çıkmıştır.
 1617'de I. Ahmed'in vefatı üzerine kardeşi Mustafa tahta çıkmış, daha
sonra bu usul (bir iki istisna) uygulanmış olan hanedana mensup en
büyük erkek üyenin hükümdar olmasını ifade eden ekberiyet usulü
Kanun-ı Esasi'ye girmiştir.
 1876 Kanun-1 Esasi m.3: "Saltanat-1 Seniyye-i Osmaniye, Hilafet-i Kübra-
yı İslamiyyeyi haiz olarak Sülale-i Al-i Osman'dan usul-i kadimesi veçhile
ekber evlada aittir."

PADİŞAHIN YETKİLERİ

 Yasama: Şer'i hukuk alanında


 Nasları, (ayet ve hadisleri) kanunlaştırabilir, padişah, şeriati uygulamaya
ve korumaya mecburdur, yetkileri şeriat sınırında durur. o İçtihatlardan
birini tercih edebilir (maruzat örneği)
 Şeriatın iki çözümü caiz gördüğü durumlarda ülülemrin kararı kesindir;
aynı şekilde fukaha arasında ciddi ihtilafların bulunması halinde devlet
başkanı, kamu yararını gözeterek uygulamada birliği sağlamak ve
toplumda ayrılıkların oluşmasını önlemek amacıyla belirli bir mezhebin
hükümlerinin uygulanmasına karar verebilir.
 Kamu yararının gerektirdiği durumlarda şeriat tarafından ele alınmamış
olan herhangi bir konuda devlet başkanının karar verme ve yasama
faaliyetinde bulunma yetkisi kabul edilmiştir.
 Kur'an ve Sünnet tarafından düzenlenmemiş olan konularda fertlerin
sultanın emrine itaat etmesinin dini bir yükümlülük olduğu konusunda
görüş birliği vardır.
 Örfi hukuk alanında
 Padişahın örfi sahada hakimiyetini gösteren hukuki müessese hüküm,
irade, ferman, berat, hatt-ı hümayun denilen emir verme yetkisi teşkil
eder.
 Kanun taslağını nişancı hazırlar, şeyhülislam kontrolünden geçer, sonra
DH'da görüşülür, kazasker, şer'i hukukun temsilcisi olarak müzakerelere
katılır, kabul edilirse kanunname padişah onayıyla yürürlüğe girer.
 Sancak, vilayet veya bütün bir imparatorluk için konulan, vergi, arazi ve
ceza alanlarını düzenleyen reaya kanunnameleri, örfi yetkililerin reaya ile
ilişkilerini, karşılıklı hak ve sorumluluklarını gösteren hükümler içerir.
 Osmanlı yöneticileri, tarafların bu hak ve sorumluluklara riayet etmesini
sağlamak için sadece örfi yetkililere kanunları uygulamalarını emretmekle
yetinmemiş, kadılara da örfi tasarrufların kanunlara uygunluğunu
denetleme görev ve yetkisi vermiştir. Bu görev ve yetki kadıyı şeriatın
yanında kanunu da gözetmek zorunda bırakmıştır.
 İktibas edilmiş kanunlar: Osmanlılar bir bölgeyi fethettiklerinde genellikle
mevcut kanunları aynen veya önemsiz bazı değişikliklerle uygulamışlardır.
Bu açıdan Memluk Kayıtbay, Akkoyunlu Uzun Hasan ve Dulkadirli
Alaüddevle kanunları, Osmanlı kanunnameleri olarak orijinal şekilleriyle
bugüne ulaşmıştır.
 Yürütme yetkileri:
a) Divan-ı Hümayuna başkanlık eder.
b)Kamu görevlilerinin atamasını yapar.
c)Savaş ve barış ilan eder.
d)Genel idari düzenleyici işlemler yapar (adaletname vb.)
 Kadıya kanun dışı tasarrufları önleme ve düzeltme görevi veren hükümler
içeren kanunnameler, adaletname özelliği gösterir.
 Yargı yetkisi: Padişahlar yargı yetkisini doğrudan kullanmamış, kural
olarak kadılara devretmiştir. DH'da (ilk derece mahkemesi veya temyiz
yeri olarak) görülen davalarda bu yetkiyi doğrudan kullandığı söylenebilir.
 Padişah yargı yetkisini beylerbeyi, sancakbeyi ve subaşı gibi ehl-i örf
denen yöneticilere de aktarabilir (taklid-i kaza ve tefviz-i velayat). Bu
durumda vali-yi mezalim ve vali-yi cerayim adı verilen bu yöneticilerin,
kendilerine devredilen yetkiyi hukukçu sıfatıyla icra ettikleri farz edilir.
 Osmanlı ceza muhakemesinde hakim kararı sadece sanığın üzerine atılı
fiili işleyip işlemediğini gösterir niteliktedir. Suçluluk tespit edilse de
sanığın aldığı ceza çoğu kere kararda belirtilmez.
 Bütün unsurları gerçekleşmiş bulunan had (kazif ve hırsızlık) ile kısas
suçlarında, mağdur veya maktul yakınlarının bedeni cezanın
uygulanmasını talep etmiş olması şartıyla kazaskerin bedeni cezanın
tatbiki hususunda görüşünü arz etmesinin akabinde padişah emriyle el
kesme veya kısasa hükmedilirdi.
 Unsurların eksik olması halinde veya bedeni cezanın infazı hususunda bir
talep yoksa suçluluğu sabit olan sanık genellikle kürek veya kalebentlik
cezasına çarptırılırdı.
 Mesela Hanefi mezhebine göre kasden insan öldürme suçunun
gerçekleşebilmesi için kullanılan aletin kesici / delici olması gerekir. 677
numaralı Çavuşbaşılık defterinde geçen bir kayıtta, insan öldürmede
kullanılan araç silah özelliği taşımadığı için katile kısas uygulanmadığı ve
bu sebeple küreğe konulduğu belirtilmektedir.
 Diğer bir örnekte de maktulün çocuklarının yaşlarının küçük olması
nedeniyle kısas talep edilememesi üzerine katillerin diyet ödemesine ve
küreğe konulmalarına hükmedilmiştir.
 Ölüm cezaları padişahın onayıyla infaz edilirdi.

DİVAN-I HÜMAYUN

 Divan-ı Hümayun merkezdeki en önemli işleri gören makam sahiplerinden


oluşur ve padişah adına karar verirdi.
 Yasama yetkisi: örfi hukuku kanunlaştırır.
 Yürütme (bakanlar kurulu): her çeşit siyasi, idari, mali, askeri, adli
memleket meselelerini görüşür; harp ve sulh ilan eder, elçi gönderir ve
vergi koyardı.
 Yüksek mahkeme: Devlet memurlarının icraatlarına ve kadı kararlarına
itirazı olanlar DH'ya başvurabilirdi.
 Yüce divan: önemli kişilerin (ör. kadıların) yargılanması DH'da olurdu.
 İlk derece mahkemesi olarak da davalara bakardı.
 Divan-ı Hümayunda idari-örfi işlere veziriazam, arazi işlerine nişancı, şer'i
ve hukuki işlere kazasker ve mali işlere defterdar bakardı
 Toplantı gündemini reisülküttab hazırlar, ilk önce siyasi ve idari konular
görüşülürdü.
 Bir yüksek mahkeme şeklinde çalışan divanda padişahın onayına
sunulması gerekmeyen işler hakkında hemen karar verilir ve hazırlanan
karar müsveddeleri temize çekilmek üzere nişancıya teslim edilirdi.
Nişancı da padişah tuğrası çekili fermanı hazırlar veya hazırlatırdı. Böylece
idari, siyasi veya adli bir konuda padişah adına karar verilmiş olurdu.
 Divan müzakerelerinde önem sırasına göre:
 harici meseleler, elçilerin teklifleri ve onlara verilecek cevaplar; o
Beylerbeyilerle kadılardan gelen mektup ve raporlar,
 arazi ihtilaf ve davaları,
 devlet idaresiyle ilgili çeşitli konular;
 görevlilerin tayini, terfii, nakli ve azliyle ilgili arzlar ele alınır, sonra şikayet
ve davalar dinlenirdi.

DİVAN ÜYELERİ

 Divan-ı Hümayunun asli üyeleri veziriazam, sayıları üçle yedi arasında


değişen kubbealtı vezirleri, Rumeli ve Anadolu kazaskerleri, nişancı,
Rumeli ve Anadolu defterdarlarından oluşur,
 İstanbul'da bulunduğu sırada Rumeli beylerbeyi de divan üyeleri arasında
yer alırdı.
 Vezirlik rütbesine yükseldikten sonra yeniçeri ağası ile kaptan-ı derya da
asli üye olurlardı.
 Reisülküttab üye olmasa da toplantıları yönlendiren önemli yardımcı idi.
Tezkireciler, çavuşbaşı ve daha alt düzeyde görevliler de vardı.
 Üye veya yardımcı olmamakla birlikte hükümet merkezinde bir iş için
bulunan vezir rütbesindeki yöneticilerle mazül beylerbeyileri de
toplantılara katılmak zorunda idiler.
 Şeyhülislam hiçbir zaman Divanıhümayun üyesi olmadı.
 Kolluk görevlileri olan muhzır ağa, bostancılar odabaşısı, kethüda yerleri,
subaşı, asesbaşı divanda hazır bulunup hapis, tevkif veya idam
edileceklerle ilgili emirleri beklerdi.
 Divan-ı Hümayunda veziriazam kararıyla dayak cezası uygulanacaksa
ortakapı kapıcıları, divan dışında ise muhzır ağanın maiyeti infaz ederdi.

VEZİRİAZAM
 Fatih Kanunnamesinde sadrazamın "vüzeranın ve ümeranın başı, cümle
işlerin mutlak vekili” olduğu, teşrifatta herkesten önde geldiği belirtilir.
 XVII. yüzyılın ikinci yarısına ait Tevkii Kanunnamesinde ise din ve devlet
işleri, saltanat düzeninin sağlanması, had, kısas, hapis, nefiy, taʼzir ve
siyaset cezalarının infazı, dava dinleme, şeri ve örfi hükümleri tatbik,
zulmün bertaraf edilmesi, ülkenin idaresi, ilmiye ve seyfiye görevlerinin
verilmesi hususunda padişahın mutlak vekili olduğu ifade edilmiştir.
 Vezirlerin ve emir(vali)lerin başı idi (önemli memurları tayin ve
azledebilirdi).
 Divan-ı Hümayunun başkanı: Padişah adına divanı toplayabilir, padişahın
katılmadığı DH toplantısına başkanlık ederdi.
 Yargı yetkisi: DH'a ulaşan örfi-idari davaları çözer, şer'i davaları kazaskere
havale ederdi. Kendi adına topladığı İkindi, Çarşamba ve Cuma divanları
vardı.
 Teftiş: Çarşı ve pazarları gezerek esnafı ve fiyatları denetlerdi (kol gezme).
 Devlet yetkileri doğrudan ve tamamen birinci vezir tarafından kullanılır ve
bunun bir ifadesi olarak sultanın mührü kendisine verilir, diğer vezirler ise
onun danışmanları gibi hareket ederdi.

KUBBEALTI VEZİRLERİ:

 Sayıları 3-7 arasında değişen kubbealtı vezirleri, taşrada tecrübe edinmiş


ve Rumeli Beylerbeyiliğinden vezirliğe yükselmişlerdir.
 Divan toplantılarında vezirler sadrazamın sağında, vezirlikteki kıdemlerine
göre otururlardı. Sadrazamın danışmanları olarak memleket meselelerini
onlarla tartışırlar ve veziriazam buyruğu ile diğer işleri yaparlardı.

KAZASKER (kadı asker):

 Yargı erki adına DH'a katılır, buradaki şer'i davalara ve


 Haftanın beş günü kendi konaklarındaki divanda askeri (yönetici) sınıfın
davalarına bakardı,
 Kaza ve sancak kadılarını tayin ederdi,
 Padişahla birlikte sefere çıkar, ordu kadılığı yapar, padişah sefere çıkmazsa
kendisi de merkezde kalır, o sefer sırasında görev yapacak ordu kadısını
atardı.
 Sadrazamın Cuma Divanına (huzur murafaası) Anadolu ve Rumeli
kazaskeri de katılırdı.
 Divan-ı Hümayunda şer‘i hukuk ve yargı (insan öldürme, silahla
öldürmeye teşebbüs, hırsızlık ve zina gibi adi suçların yargılanması)
kazaskerlerin görev alanına girerdi.
 Kazaskerler divanda bazı büyük davaların yargılamasını da yapabilirlerdi.
Nitekim Molla Kabiz, Nadajlı Sarı Abdurrahman, Hamza Bali'nin
adamlarından Ahmed b. Nasuh, toplumda fitne çıkardıkları gerekçesiyle
divanda yargılanarak kazasker kararı ile idam edilmişlerdi.
 İlmiye sınıfı dışındaki askeri sınıfın Divan-ı Hümayunda yargılanarak
kazasker kararı ile cezalandırıldığı bilinmektedir.
 "Askeri" denen yöneticiler, kendi aralarındaki veya reaya ile olan
davalarının kadı mahkemesi yerine kazasker divanında görülmesini
isteyebilirdi.

DEFTERDAR

 Maliye teşkilatının başı ve Fatih Teşkilat Kanununa göre padişahın malının


vekilidir. Defterdarın müsaadesi olmadan hazineden bir akçe bile
çıkarılmasına izin verilmemiştir.
 Divan-ı Hümayun üyesi olup mali konularla ilgili davalar başdefterdar
tarafından görülür ve hükümlerin yazılması için gerekli buyruldular yine
onun tarafından verilirdi.
 Vezirlerle birlikte salı günleri arza girer, ulufe dağıtılacağı günler ulufe
telhisini okur,
 Bütçeyi yılda bir defa padişaha sunardı (Yılda bir kere rikab-ı
hümayunuma defterdarlarım irad ve masrafımı okuyalar).
 Rumeli defterdarı, Anadolu defterdarından önce gelir ve başdefterdar
kabul edilirdi.
 Baş defterdar, konağında divan kurarak mali davalara bakardı.
 Eyaletlerdeki mali işler, eyalet defterdarı veya kenar defterdarı denilen
vazifeliler tarafından görülürdü.
 Tımar defterdarı ise vilayetlerde tımar işleriyle uğraşan defterdarlardı. Bir
nevi nüfus ve vergi sayımı olan tahrirlerde vazife aldıkları gibi tımarlarla
ilgili diğer hususlar da bunlar tarafından görülürdü.

NİŞANCI (TUĞRAKEŞ, TEVKII)

 Fatih Kanunnamesine göre nişancılık vezirlik, kazaskerlik ve


başdefterdarlıktan sonra merkezi idaredeki en büyük makamdı.
 Nişancılar XVI. yüzyıl başlarına kadar ulema sınıfından ve kalemi kuvvetli
kimseler içinden seçilmişlerdir. XVI. yüzyıldan itibaren ise, Divan Kalemi
üyeleri arasından yetişmiş olanlardan nişancılık yapabilecek reisülküttap
varsa o, yoksa müderrisler nişancı yapılmıştır.
 Görevleri:
 Bürokratik işlemlere nezaret etmek, o Divan kararlarını yazmak,
 Fermanlara padişah tuğrası çekmek,
 Kanunname taslaklarını hazırlamak (müfti-i kanun denmesi bundandır),
 Tapu tahrir ve timar kayıtlarını tutmak,
 Yabancı devletlerle münasebet ve haberleşmeyi sağlamak.
 Kaptanpaşa (deniz kuvvetlerinin başı ve idarecisi, donanma komutanı)
 Vezir rütbesinde ise DH üyesi sayılırdı.
 Tersanede kendi divanhanesinde oturur, donanma ile ilgili davaları
dinleyip; askerlere disiplin cezası verirdi

Yeniçeri ağası:

 Kapıkulu askerlerinin (muhafız alayı) komutanı,


 Vezir rütbesinde ise DH üyesi sayılırdı. Toplantılardan sonra da padişaha
arza çıkabilirdi.
 Ocak'la ilgili meseleleri Çarşamba divanında sadrazama arz ederdi.
 Ağa Divanı'nda yeniçerilerin davalarını dinleyip disiplin cezaları verebilirdi.

DİVANIN GELİŞİMİ
 İlk çalışması Orhan Bey dönemindedir, klasik yapısına Fatih devrinde,
mükemmel şekline Kanuni zamanında ulaşmıştır.
 17. yüzyılın ortalarından itibaren yetkileri İkindi Divanına geçtiğinden DH
yozlaşmıştır.
 Toplantı zamanı: Divan, Fatih devrinde her gün sabah namazından sonra
öğleye kadar toplanırdı.
 II. Bayezid'den itibaren haftada dört,
 III. Mehmet döneminde iki güne indirilmiştir.
 1768'den sonra ise altı haftada bir toplanmıştır.
 Toplantı yeri: Normal zamanlarda; padişahın bulunduğu yerde, sefer
sırasında da ayaküstü toplanır önemli kararlar alabilirdi (ayak divanı). o
Fatih devrine kadar divana padişah başkanlık ederdi. Daha sonra
veziriazam başkanlığında toplandı.
 DH'da oy kullanma hakkı olmayan, toplantının düzenini sağlayan
görevliler: reisülküttap, kapıcılar kethüdası, çavuşbaşı ve tezkireciler.
 Teşrifat: Oturum, reisülküttabın telhis kesesini sadrazamın yanına
koymasıyla başlardı. Bazılarına bahşişler verilirdi.
 Önemli işler görülüp bittikten ve kararlar alındıktan sonra şikayetler
dinlenirdi.
 Denetlenmesi:
1) Doğrudan: Padişah başkanlık ediyorsa denetleme olmazdı. Kafes
arkasından izlediği toplantılarda saygı sınırı aşılır veya yanlış bir iş yapılırsa
padişah kafesin arkasından vurur, toplantı biter ve veziriazam padişaha
açıklama yapardı.
2) Arza Çıkma: DH toplantılarından sonra sadrazam belirli günlerde
padişaha arzlarını telhis veya takrir denilen yazılarla sunar, soru veya itiraz
olursa gerekli açıklamaları yapardı. o 3) Yazılı Denetim (telhis): Veziriazam
alınan kararlara kendi görüşünü de ekler ve yazılı olarak sunardı.
 Şeyhülislam, defterdar ve beylerbeyiler telhislerini padişaha ancak
veziriazam aracılığıyla sunabilirdi.

BÜROKRATİK ÖRGÜTÜ

 DH'un maliye dışındaki yazışmalarını yürüten katipler, reisülküttab


yönetiminde nişancıya bağlıydı.
 Reisülküttab, bütün kalemiye personelinden sorumludur. Sadrazamın
personelle ilgili resmi ilişkilerde muhatabı reisülküttab ve sadaret
kethüdası idi.
 Reisülküttab, zimmilerle müste'menlerin hukuki meselelerini takip ederdi.
 Dışişleri bürokrasisi reisülküttabın yönetiminde idi.
 II. Mahmud döneminde (1836) reisülküttap Hariciye Nezareti'ne çevrildi.
Sadaret kethüdası da dahiliye vekili oldu.

DİVAN-I HÜMAYUN KALEMLERİ

 Beylikçi (Divan) kalemi: Büyük divanın kararları ile yabancı devletlerle


yapılan antlaşmalar, ferman ve beratların yazıldığı kalemdir.
 Divandan çıkan emir ve hüküm suretleri Mühimme defterine, şikayetler
ise Ahkam Defterlerine kaydedilirdi.
 Tahvil Kalemi: Vezirler, beylerbeyiler, eyalet kadıları (mevali) ve
sancakbeyinin tayin beratlarıyla zeamet ve tımarların kayıtları bu kalemde
tutulurdu.
 Ruus Kalemi: Vezir, beylerbeyi ve tımar sahipleri dışındaki devlet
görevlilerinin beratları ve görev tevcihine ait belgeleri hazırlayan daire.
 Mektubi-i Sadr-i Ali Kalemi: Sadrazamın devlet düzeniyle ilgili mektupları
bu kalemde hazırlanırdı (başbakanlık özel kalemi).
 Amedi Kalemi: Amedi, reisülküttabın özel kalem müdürüdür. Sadaretten
padişaha yazılacak telhis ve takrirlerin müsveddelerini hazırlar.
 Osmanlı Devleti’nin merkez teşkilatında önemli değişiklik II. Mahmut
döneminde (1808-1839) olmuştur.
 Merkez teşkilatında önemli bir kurum olan Divan-ı Hümayun kaldırılarak,
devletin üstlendiği görevleri yerine getirmek üzere "Nazırlık" (bakanlık)
şeklinde yapılanmaya gidilmiştir.
 Umur-i Mülkiye Nezareti (1835),
 Umur-i Dahiliye Nezareti (1837),
 Umur-i Hariciye Nezareti (1836) o Umur-i Maliye Nezareti,
 Umur-i Adliye Nezareti gibi bakanlıklar ve Seraskerlik (Genelkurmay
başkanlığı) bu dönemde oluşturulmuştur.
 Merkeze yardımcı olmak üzere yeni meclisler (mesela Meclis-i Vala-yı
Ahkam-ı Adliye) oluşturulmuştur.

OSMANLI TAŞRA TEŞKİLATI

 İdari birimler: Eyalet, sancak, kaza, nahiye ve köy.


 Eyalet (vilayet), sancak beyinin idaresi altında sancak veya liva denilen
idari birimlerden meydana geliyordu. Sancak daima temel bir idari
birimdi ve beylerbeyinin bizzat kendisi "paşa sancağı” adı verilen merkez
sancakta bulunuyordu.
 Osmanlı taşra teşkilatında en büyük idari birim olan eyaletin askeri ve
idari amiri ve seyfiye sınıfından olan beylerbeyi, eyalette padişahın
temsilcisi, taşradaki tımarlı sipahilerin komutanı idi.
 Eyalet (Paşa) divanı: Vali başkanlığında divan efendisi (reisülküttabın
muadili), defterdar, kadı, tezkireci, çavuş, ruznameci ve katipler katılırdı
 Eyalette subaşı asayişten, kadı adli, defterdar mali işlerden sorumluydu.
 İlk kurulan eyalet Rumeli (1354), ikincisi Anadolu eyaletidir (1393).
Fetihlerle beraber eyalet sayısı arttı (16.yy.da 34).

ARAZİ REJİMİNE GÖRE EYALETLER

 Miri arazi rejimi uygulanan (toprakları devlete ait) eyaletlerdir 24 aded


(Rumeli, Anadolu, Karaman, Şam)
 Salyaneli (müstesna) eyaletler: Bunların yıllık vergi gelirleri tımar olarak
dağıtılmaz, doğrudan doğruya hazine adına toplanırdı. Beylerbeyiler,
mahalli askerler ve diğer görevlilerin ücretleri eyaletin bu yıllık vergi
gelirlerinden karşılanır, kalan kısım ise İstanbul'a gönderilirdi. Bu salyaneli
eyaletler Mısır, Bağdat, Yemen, Habeş, Basra, Lahsa, Cezayir-i Garb,
Trablusgarp ve Tunus idi.
 Mümtaz Eyaletler: İçişlerinde bağımsız, yıllık maktu vergi veren
eyaletlerdir (Mekke, Lübnan, Eflak-Boğdan gibi).

VALİNİN GÖREVLERİ
 Beylerbeyiler, sultanın yürütme erkinin temsilcileri olarak eyaletin bütün
işlerinden sorumlu olurlar ve vali sıfatıyla anılırlar, kadıların hükümlerini
ve padişahın emirlerini yerine getirirlerdi.
 Savaşta orduyu sevk ve idare etmek,
 Fetihlerden sonra ele geçirilen yerlerin halkıyla antlaşmalar imzalamak,
 Vergileri toplamak, devlet görevlilerinin maaşlarını dağıtmak, ganimetleri
paylaştırmak, beytülmal hissesini merkeze göndermek,
 Esirlerin durumunu karara bağlamak,
 Müslümanları yeni yerleşim birimlerine yerleştirmek, o Suçluları
cezalandırmak, adli işleri yürütmek,
 Emniyet ve asayişi sağlamaktı (DİA, C:18, s.332).
 Sultanın otoritesini temsil eden beylerbeyi, halkı koruyup kollama, askeri
zapt ü rapt altına alma, def-i mezalim etme ve seyf ü siyaset işleriyle
ilgilenmekteydi (TAPK, s.528).
 Tevkii Abdurrahman Paşa Kanununda valinin görevleri:
 reayanın korunması,
 askeri düzenin sağlanması,
 zulmün bertaraf edilmesi,
 eyaletin idaresi,
 seferlere iştirak şeklinde sayılmaktadır.
 Eyaletteki sancak beyleri, kadılar ve diğer idareciler ona tabidir. o Vezareti
varsa çevresindeki beylerbeyiler de ona itaat etmelidir.
 Kendi eyaletinde "vekil-i saltanat” olarak bütün tımar sahiplerinin ve
askerin amiri olması sebebiyle tımar tevcihleri, bu konudaki çeşitli
ihtilafların çözümü beylerbeyinin görevidir.
 Eyaletteki tımar defterdarı ile beylerbeyi arasında ihtilaf çıkarsa fermana
göre hareket edilirdi (Barkan, Kanunlar, s.367).
 Valiler süresiz atanır, azledilmedikleri, istifa etmedikleri, halk veya muhalif
güçler tarafından makamlarından uzaklaştırılmadıkları sürece görevleri
devam ederdi. Valilere merkezi yönetim tarafından maaş bağlanmış,
suiistimallere yol açabileceğinden hediye kabul etmeleri ve ticaret
yapmaları yasaklanmıştır.
 Göreve gelmeden önce malını beyan eden, daha sonra malvarlığında
anormal bir artış tespit edilen valiler görevden alınabildiği gibi mallarının
yarısı veya tamamı müsadere edilirdi.
 Suçlarına göre valilerin görevlerine son verildiği gibi cezalandırılmaları da
mümkündü.
 Beylerbeyiler gerek sefere hazırlık gerekse savaşın seyri sırasındaki ihmal,
hata ve beceriksizliklerinin cezasını çok ağır şekilde öderler, bazen
hayatların kaybederlerdi. İdam cezası için fetva alınabileceği gibi herhangi
bir yargılamaya ve fetvaya başvurulmadan sultanın fermanıyla bu ceza
verilebilirdi.
 Beylerbeyi ile eyalet kadısı, müftüsü ve alimleri arasında oldukça hassas
bir denge vardı. Bunlardan her birinin doğrudan saltanat makamına
(rikab-ı hümayun) veya Divan-ı Hümayuna arzda bulunma yetkilerinin
olması, beylerbeyinin ölçülü ve adil davranmasında çok etkili olmuştur.
 Eyalet kadısı öldüğünde yeni kadı gelinceye kadar beylerbeyi kadı tayin
edebilir (MTM, 1, 528-529),
 bazı davaların dinlenmesi hususunda da padişahın dışında sadaret
buyruldusu ile veya beylerbeyi bir yazı ile kadıyı görevlendirebilirdi (Heyd,
s.219).
 Beylerbeyinin vilayet kadısı ölünce yeni kadı gelinceye kadar yerine
bakmak üzere bir mevla tayin etme, divan kurup dava dinleme, kadıları
kendi huzuruna getirtip dava dinletme ve davanın dinlenmesi için
buyruldu verme gibi yetkileri vardı.

SANCAK

 Sancak temel bir idari birimdi ve beylerbeyinin bizzat kendisi "paşa


sancağı" adı verilen merkez sancakta bulunuyordu.
 Sancağa bağlı kaza ve nahiyelerde sancakbeyini zaim, subaşı yahut
voyvoda denen kolluk görevlileri temsil ederdi.
 Sancakbeyinin divan kurup dava dinleme ve def-i mezalim yapma yetkisi
vardır. Bölgesel yöneticiler -özellikle sancakbeyleri- yürütmenin yanında
yargı alanına da hakim olmak ve asayişi sağlamak için suçlu kabul ettiği
kimselere örfi cezalar vermek isterken kadı bu görevlileri hukuk alanına
çekmek istemiştir.
 Kadının sancakbeyinin infaz kuvvetine, sancakbeyinin de kadının vereceği
hukuki hükme ihtiyacı vardır.
 Sancakbeyinin sancaktaki askeri otoritesi beylerbeyi, idari otoritesi
merkezi hükumetten doğrudan emir alan kadı tarafından
sınırlandırılmıştır.
 Osmanlı taşrasının kaza-sancak-eyalet şeklindeki tipik idari/siyasi
örgütlenmesinde kadının sırasıyla subaşı, sancakbeyi ve beylerbeyiyle
olan ilişkileri yargısal denetim görevinin anlaşılması açısından önemlidir.
 Kadının taşrada görev ve yetki yönünden rekabet halinde olduğu asıl örfi
görevli sancakbeyidir. Birçok kanunnamede sancakbeyi kanunsuzluğun
içinde olan ve bu nedenle kadılar tarafından daima kontrol edilmesi
gereken görevli olarak betimlenir.
 Hükümet sancak: Tasarruf eden beylere sancakbeyliği mülkiyet üzere
tevcih edilen, tımar ve zeamet olmayan, arazi tahriri yapılmayan,
toprakların bütün gelirleri sahiplerine ait olan, yöneticilerinin tayini ve azli
merkezden yapılmayan sancaklardır.
 Yurtluk-ocaklık sancak: arazi tevcih edilen aşiret sahibi kişiler buranın
resmi sahibi değildi; araziyi satamaz, bağışlayamaz, vakfedemezlerdi.
 Kaza: Kadı yönetimindeki idari birim,
 Nahiye: Kadı naiplerinin yönettiği kazadan küçük birimler.

TANZİMAT DEVRİ TAŞRA TEŞKİLATI

 1839 Tanzimat Fermanı'ndan sonra taşra idaresinde önemli değişiklikler


oldu. Tımar usulü lağvedilerek taşra gelirlerini toplamak üzere 1840
yılında eyaletlere merkeze bağlı muhassıllar gönderildi. Böylece vali ve
sancakbeyinin yetkileri daraltıldı. Muhassıllar, taşralardaki meclislerin de
başkanı idi. Ancak iki sene sonra muhassıllıklar kaldırıldı, vergileri toplama
işi iltizama verildi. Vali ve sancakbeylerine eski yetkileri iade edildi. Vali
veya sancakbeyi başkanlığındaki paşa divanları, memleket meclislerine
dönüştü. Defterdar, mektupçu, müftü, gayrimüslim ruhanileri ile ve halkın
seçtiği yarısı gayrimüslim dört kişiden oluşan bu meclislerde, vilayet ve
sancağın her türlü işleri müzakere edilecekti. Ayrıca yeni çıkarılan ceza
kanunları çerçevesinde beldedeki suçları takip edip ceza vermeye de
yetkili kılınmıştı.
 Kazalarda kadıların mülki, beledi ve askeri yetkileri kaldırılıp sadece yargı
yetkisi bırakıldı ve Şeyhülislamlığa bağlandı. Tanzimat'tan sonra her
kazaya önce kaza müdürü, 1858'den itibaren kaymakam adıyla bir mülki
amir tayin edildi.
 Müslüman köy ve mahallelerinde padişah beratıyla tayin edilen imamlar;
gayrimüslim köy ve mahallelerinde de papaz ve kocabaşılar temsilci kabul
edildi. II. Mahmud zamanında köylerde muhtarlık kuruldu. Özellikle
Abdülaziz zamanından itibaren belirli yol güzergahlarında emniyetin
temini maksadıyla köylere birer günlük mesafede yeni kazalar
oluşturuldu.
 1854 yılında İstanbul'da İstanbul Şehremaneti kuruldu. Atamayla gelen
bir Şehremini ve Şehremaneti meclisi vardı. Görevi kadiya yardımcı
olmaktı.
 Belediye teşkilatının kuruluşu 1864 Vilayet Nizamnamesi ile başladı, 1876
tarihli Kanun-ı Esasi'nin emri doğrultusunda 1877 yılında Dersaadet
Belediye Kanunu ve Vilayet Belediye Kanunu yürürlüğe konuldu.
 İl Özel İdaresi ise ilk defa 1864 tarihli Vilayet Nizamnamesi ile gündeme
gelmiş 1871'de İdare-i Umumiye-i Vilayet Nizamnamesi ile bütün illere
yaygınlaştırılmış bunun yanında kaza ve köy idareleri de öngörülmüştür.
Başkanı vali olan, kısmi de olsa seçimle gelen bir meclisi bulunan bir idare
olarak öngörülmüştür.
 1913 yılında çıkarılan kanunla il özel idareleri yeniden düzenlenmiş ve bu
yerel yönetimin tüzel kişiliği açıkça belirtilmiştir.

OSMANLI YARGI TEŞKİLATI


YARGI ERKİ VE TEŞKİLATI

 Devletlerin yükseliş ve çöküşlerinde hukukçuların rolü büyüktür. Dünya ve


Türk tarihini inceleyenler, yargı görevi yapanların seviyeleriyle devletlerin
yükselme ve çöküşü arasında bir ilişki görürler.
 Adalet, insan eliyle gerçekleşir. Adaletin tecellisinde hukuk kuralları kadar
hatta daha fazla, onları uygulayanların rolü vardır. Dolayısıyla
hukukçuların nitelikli olması adaletin gerçekleşmesinde çok önemlidir.
 İyi, yetişkin, bilgili ve erdemli hukukçu yetiştirmek günümüzde dünyanın
her yerinde bir numaralı problemdir. İyi hukukçu olmak/kalmak da
fevkalade zordur.
 Yargı, tarihin ilk dönemlerinden beri önemli bir erk olagelmiştir. Bu erk,
peygamberler (12/26-29, 35-36, 51, 74-76; 38/21-26) ve din adamları da
dahil olmak üzere toplumun ileri gelenleri ve devlet başkanları tarafından
kullanılmıştır.

ESKİ DEVLETLERDE YARGI


 Yargı erkini Eski Hint, Mısır, Asurlular ve Etilerde krallar;
 Roma'da, uyuşmazlığı çözmekle görevlendirilen hakimin, hukukçu olması
zorunlu değildi. Roma toplumunda egemen olan anlayış hakimliğin bir
meslek olmadığı ve hakim olacak kişilerin şerefli, dikkatli, özenli ve ahlaklı
olmaları gerektiği şeklinde idi.
 On iki Levha Kanununa göre, bir ceza davasında rüşvet alan hakim, ölüm
cezasına çarptırılırdı.
 İbraniler, Sümerler ve Babilliler ile Roma'da ilk zamanlar din adamları
kullanmış, meslekten hakimleri (dayanu) ilk defa Hammurabi ihdas
etmiştir.
 Babil'de katipler de tıpkı hakimler gibi özel eğitimli kişilerdi.

OSMANLI ADALET SİSTEMİNİN ÖZELLİKLERİ

 Hükümdar nazarında Tanrı'nın emaneti olan reayayi,


 Ehl-i örfün zulmünden Osmanlı adalet sistemi korurdu.
 Hak arayan kadı mahkemesine, orada istediği sonucu alamazsa beylerbeyi
divanına, nihayet Divan-ı Hümayuna,
 Hatta bizzat padişaha müracaat hakkı vardı.
 Osmanlı, İslam yargı teşkilatını örnek alarak kendine özgü bir yargı
teşkilatı kurdu.
 Medreseden yetişenler kadı, müftü ve müderris olurdu.
 Osmanlı ilmiye sınıfı, medreseden mezun olup eğitim, hukuk, fetva,
başlıca dini hizmetler ve merkezi bürokrasinin kendi alanlarıyla ilgili
önemli bazı makamlarını dolduran müslüman ve çoğunlukla da
Türklerden oluşan bir meslek grubudur.
 İlmiye sınıfı ve yargı örgütünün başı şeyhülislamdı,
 Şeyhülislam Osmanlının klasik döneminde yargılama yapmamış, Divan-i
Hümayun üyesi olmamıştır.
 Molla Kabız, Hz. İsa'nın Hz. Muhammed'den daha üstün olduğu iddialarını
çeşitli yerlerde yaymaya başlamıştı. Onun, görüşlerini uluorta halk
arasında dile getirmesi ve bazı kimselerin zihinlerini karıştırması alimleri
harekete geçirmiş ve Kabız 8 S 934/3.11.1527 tarihinde Divan-ı
Hümayuna sevk edildi.
 Veziriazam Makbul İbrahim Paşa, meseleyi çözmeleri için Rumeli
kazaskeri Fenarizade Muhyiddin Çelebi ile Anadolu Kazaskeri Kādiri
Çelebi'yi görevlendirmiş, Kabız kazaskerlere ayet ve hadisler çerçevesinde
iddiasını tekrarlamış, fakat kazaskerler bu iddiaları tatminkar bir şekilde
cevaplandıramamış, aksine öfkelenerek onu tehdit etmişlerdi. Bunun
üzerine veziriazam ilmi yetersizlikleri yüzünden kazaskerleri şiddetle
eleştirmiş ve bağırıp çağırmanın acizlik alameti sayıldığını, ilim ehline
yakışanın delillerle meseleyi çözmek olduğunu söylemiş, Kabız hüküm
verilmeksizin hapse konulmuştu. Bu sırada durumu kafes arkasından takip
eden Kanuni, İbrahim Paşa'yı çağırarak Kabız'ın batil fikirlerinin
cevaplandırılmayıp hakkından gelinememiş olmasından duyduğu
rahatsızlığı ifade etmiş ve hemen yeni bir mahkeme oluşturulmasını
istemişti.
 İbrahim Paşa, ertesi gün şeyhülislam Kemalpaşazade ile İstanbul Kadısı
Sadeddin Efendi'yi davet ederek Divan-ı Hümayunda yeni bir mahkeme
kurdu.
 Kemalpaşazade önce Kabız'ın fikirlerini dinledi, dayandığı Kur'an
ayetlerini ve hadisleri yanlış anladığını gösterdi, ileri sürdüğü delillerin
tutarsızlığını ortaya koydu. Bunun üzerine Kabız söyleyecek hiçbir şey
bulamadı.
 Kemalpaşazade, Kabız'ın adil kimselerin şahitliğiyle sabit olduğu üzere
fıkhi anlamda zındık sayıldığını,
 fikirlerini yaymaya çalışarak insanları saptırmaya uğraştığını ve toplumda
fesada sebebiyet verdiğini,
 Hanefi hukukçusu Kādihan'ın el-Fetava'l-Haniyye'sine göre böyle
kimselere ölüm cezası verileceğini söyledi (Risale fima yete'allaku bi-
lafzi'z-zindik, 11/249), yani idam cezasının dayanağını ifade etti.
 Kadı Sadeddin onu iddiasından vazgeçip Ehl-i sünnet inancına dönmeye
davet etti. Ancak Kabız buna yanaşmayınca kadı idam cezası verdi ve infaz
edildi (9 Safer 934 / 4 Kasım 1527).
 Şeyhülislamlığa bağlı vilayet, sancak ve kazalarda halkın sorularına cevap
veren müftüler vardı.
 Şeyhülislam, Şer'i hükümleri tespit eder, yönetimin ve örfi hukukun şeri
hukuka uygunluğunu denetlerdi,
 Padişahın onayına sunulan ve ferman ile kanuna dönüşen fetvaya maruz
denir. o Tarafların mahkemeye sunduğu fetva uzman mütalaası,
 Kadı talebiyle alınan fetva bilirkişi raporu mahiyetindeydi.
 Müftüler hem şer'i hem de örfi hukuk alanında da fetva veriyorlardı.
Nitekim bazı fetva mecmualarının son bölümü miri arazi hukukuyla ilgili
fetvalara ayrılmıştır. Teorik olarak fetvalar kadılar için bağlayıcı değilse de
genelde kadıların şeyhülislamlar tarafından verilen fetvalara uydukları
görülmektedir.
 18. yy.dan itibaren harp ve sulh yapılması şeyhülislam fetvası ile
gerçekleşirdi
 Kazasker, mevali, müderris, kadı, müftü gibi ilmiye mensuplarının
atamalarını Şeyhülislam yapardı.
 1837 yılında Bab-ı Meşihat, ilmi, dini ve adli konulardan sorumlu bakanlık
haline geldi.

KADI
 İslamiyetin ve devlet egemenliğinin en önemli sembolü olan
kadı, Osmanlıda en önemli kamu görevlisidir. Osmanlıda yargı ve
kadılık kurumu son derece saygındı. Muhakemede sanıkların
suçlarını itiraf etme oranları insanı şaşırtacak kadar yüksekti. Bu
durum, kadının kişiliğine duyulan büyük saygıya dayanmaktaydı.
 İlçelere, hatta nahiyelere kadar merkezi idareyi hem yargı hem
yürütme erkine sahip olan kadılar temsil etmiş, yürütme erkini
temsil eden ehl-i örfün hukuk sınırları içinde tutulması da
kadıların görevi sayılmıştır.
 Kadıların asıl görevi insanlar arasındaki hukuki uyuşmazlıkları
çözmek, suçluları cezalandırmak, verdikleri hüküm ve cezaları
icra ve infaz etmektir.
 Şer'i ve örfi hukuk alanında tek yetkili kadıdır.
 Kadılık, süresi sınırlı bir memuriyettir. Görev süreleri devlet
başkanının takdirine bağlıdır. 3-2-1 yıl şeklinde kısalarak
değişikliğe uğradı. Naibler genelde süresiz olarak atanır, ancak
belirli süreler içinde görev değişiklikleri olurdu.
 Görev süresi sona eren (mazül) kadı, yeni bir kadılık boşalıncaya
kadar beklerdi. o Görev ve yetkileri sınırlı idi.
 Atandığı yer ve zamanın dışında hükmederse, Ebu Hanife'ye
göre verdiği karar geçersizdir, İmameyne göre hadler dışında
geçerlidir.
 Toprak kadıları (seyyar kadılar), yolsuzlukları soruşturmakla
görevliydiler. Toprak kadıları bazen stratejik madde sayılan
toprak ürünleri kaçakçılığını önlemek için teftiş ve tedbirle
görevlendirilmişlerdir.

KADI OLABİLMEK İÇİN ARANAN ŞARTLAR

 Fakihler kadı olabilmek için aranan buluğ, akıl, müslüman olma,


şer'i hükümleri bilme, "Hakim, fıkhi meselelere ve muhakeme
usulüne vakıf olmalı ve açılmış davaları onlara tatbikan
çözebilmelidir." Mecelle, m.1793. Yani soyut normları somut
olaylara uygulayabilmelidir.
 Duyu organlarının tamlığı şartlarında ittifak; (kör olan hakimin
bu sırada verdiği hükümler geçersizdir
 adil, erkek ve müçtehit olması gerektiğinde ihtilaf etmişlerdir.
 Hz. Peygamber'den itibaren Abbasilerin ilk dönemlerine kadar
kadılar müçtehitler arasından seçiliyordu. İlk dönem Maliki, Şafii
ve Hanbeli hukukçuları, müçtehit olmayanların kadı tayin
edilemeyeceğini söylemişlerdir.
 Hanefilerle bazı Maliki ve Zeydiyye fakihleri ise her zaman ve her
yerde içtihat şartlarını taşıyan kişileri bulmakta güçlük
çekileceğini, dolayısıyla içtihat derecesine ulaşmamış fakihlerin
de herhangi bir mezhebin görüşlerini veya bir müçtehidin belirli
bir görüşünü uygulamak üzere kadı tayin edilebileceğini
söylemişler, sonraki fakihlerin hemen hepsi Hanefilerin bu
görüşüne katılmıştır.

KADILARIN YETİŞMESİ

 Osmanlıda medrese, sibyan mektebinden sonra orta, lise,


yüksek okul ve üniversite eğitimine tekabül eden, İslami kimliği
sebebiyle sadece müslümanların devam ettiği bir eğitim kurumu
özelliği taşır. Kadı, müderris ve müftü aynı eğitimi alır, bu
meslekler arasında geçişler de olabilirdi.
 Taşradaki medrese tahsilinin ilk aşaması hariç, ardından dahildir.
Dahil kısmını bitirenler belli bir staj dönemi ve sınavdan sonra
naip olabilirdi.
 Eğitimini sürdürüp Sahn-ı Seman'ı bitiren, mülazım (hakim
adayı) olur, mülazemette (stajda) en az üç yıl kalıp mesleği
öğrendikten sonra Anadolu veya Rumeli kazaskerine intisapla en
az yevmiyeli ve en az işi olan kaza kadılıklarında göreve başlardı.
 İlk olarak kaza kadılığına atanırdı. Sancak kadılığından sonra,
 Eyalet kadısı olabilmek için darulhadisi bitirmesi (hukuk
doktorası) gerekirdi.
 Süleymaniye müderrisleri yargı mesleğine geçerse Haremeyn
mevleviyetine veya İstanbul kadılığına tayin edilirlerdi.
 Kibar-i müderrisin denilen Süleymaniye büyükleri kazaskerliğe
geçerdi.
 İlmiye, seyfiye ve kalemiye denilen idari/bürokratik yapılanmada
görevler/memuriyetler belirli süreler için verilirdi.
 Bu süreyi dolduran görevli mazül sayılır ve yeni bir görev için
İstanbul'a gelir, bir iki yıl, bazen daha uzun bir süre beklerdi.
Böylece bir ilmiye mensubu meslek hayatı boyunca birkaç defa
mülazemet dönemi geçirirdi.
 Bu süreler içinde kazasker divanında yardımcı görevler alır,
İstanbul'da bulunmanın verdiği imkanlarla bilgisini, tecrübesini
arttırırdı.
 Kendilerine başta vakıflar olmak üzere bir kısım kaynaklardan
mali imkan sağlanırdı.
 1854'te Muallimhane-i Nüvvab açıldı, 1885'te Mekteb-i Nüvvab,
 1908'de Mekteb-i Kuzat, bir yıl sonra da Medresetü'l-kuzat adını
aldı.
 Eğitiminde fıkıh ilmi hep ön planda tutulan bu okul,
kuruluşundan itibaren binden fazla mezun verdi, bunlar Osmanlı
ülkesinin dört bir yanında görev aldı ve aralarından birçok
önemli kişiler yetişti.
 Osmanlı Devleti'nin bu ilk ve tek kadı okulu 1924'te diğer
medreselerle birlikte kapatıldı.

KADILARIN GÖREV VE YETKİLERİ

 Raşid Halifeler devrinde kadılar, uyuşmazlıkları çözmeye memur


olup kamu işlerinde tasarruf ve müdahale yetkileri yoktu. Sonra
halifelerin işlerinin çokluğu sebebiyle tedricen kadılığa başka
işler eklenip yetkileri genişletildi.
 Kadılar, icra-yı ahkam-ı şer'iyye, infaz-ı kavanin-i mer'iyye ve
itmam-ı hidemat-ı miriyye ile görevliydiler.
 Bir adaletnamede ifade edildiği üzere sancakbeyi ve kadı
atanmasından murad, zalimlerin zulmünü reaya üzerinden
defetmek suretiyle reaya ve beraya asude hal olmaktır. Şer'-i
şerife aykırı tasarruflar bu iki görevlinin vazifelerine özen
göstermemesinden kaynaklanır.
 Kamu düzenini sağlamak ve korumak ve siyasetle ilgili işleri
güvenlikten sorumlu kolluk amirlerine (hükkam-ı seyf ve siyaset
olan vükela-yı devlete) havale etmeye memurdular.

KADILARIN YETKİLERİ
 Soruşturma yetkisi: Klasik dönemde savcılık mevcut olmadığından kadı
sadece bir hakim değil; aynı zamanda soruşturma ile görevliydi, bugünkü
savcı ve sorgu hakiminin görevini de yüklenmişti. Bir yerin aranması veya
gözaltı ve tutuklama ancak kadı kararıyla olabilir; kolluk görevlileri hakim
kararı olmadan özgürlük kısıtlayamazdı.
 Yargılama yetkisi: Önceki İslam devletlerinin çoğunda kadılar şer'i
hukuku, mezalim mahkemeleri ise örfi hukuku uygularken Osmanlıda
kadılar hem şer'i hukuku hem kanunu uygulamakla yetkili ve görevliydi.
Mahkeme kayıtlarını tutmak ve saklamak, vasi ve naip atamak ve
azletmek gibi yetkileri vardı.
 Taʼzir suçlarında sanığa uygun cezayı takdir ve infaz yetkisi kadıya aitti.
 İdari görevleri: 1864 yılına kadar kazalarda kaymakam olmadığı için mülki
ve belediye başkanı olmadığı için beledi görevleri kadı yapardı.
 Nikah kıymak, veli ve vasisi olmayan küçükleri evlendirmek, yetim ve
gaiplerin mallarını korumak, vasi ve vekilleri tayin ya da azletmek,
vasiyetleri yerine getirmek, miras taksimi, çarşı ve pazarı denetlemek,
narh koymak ve imar-iskan işleri gibi. Vergileri toplamak da kadıların
görevi idi (Aşık Çelebi, vr. 6a-b).
 Vakıfların vakfiyedeki şartlarına uygun olarak yönetilmesini, vergilerin
kanunname hükümlerine uygun toplanmasını, imam- hatip ve vaiz gibi
görevlileri tayin ve teftiş eden kadıdır.
 Ordunun seferde ihtiyaç duyduğu maddeleri temin etmek, hatta zafer için
dua etmek üzere halkı camilere toplamak da kadının görevleri
arasındaydı.
 Denetim: vakıfların, çarşı-pazarın denetlenmesi ile
 Beylerbeyi, sancakbeyi, naip ve muhzırlar üzerinde denetim yetkisi
kadıdaydı.
 Sancak ve eyaletlerde görev yapan en üst örfi yöneticilere kanunların
uygulanmasını hiyerarşik olarak denetleme sorumluluğu yüklenmiştir.
Ancak örfi yetkililerin kanun dışı tasarruflara meyilli ve reayaya karşı kendi
aralarında dayanışma içinde olmaları sebebiyle hiyerarşik idari denetim
kendi başına adaleti sağlayamazdı.
 İdarede denge ve denetim ilkesi gereği hiyerarşik denetimin yanında yargı
denetimi de gerekliydi. Kanunların şeriatla yakın ilişkisi dikkate
alındığında yargı denetimini yapacak en uygun görevli, kadıydı. Bu
nedenle Osmanlı yöneticileri kadılara kanunların uygulanmasına nezaret
etmelerini ve örfi tasarrufları kanun yönünden denetlemelerini
emretmiştir.
 Geleneksel olarak şeri yargılama yapan ve bir kısım şeri işleri yürüten
kadıların bu şekilde görevlendirilmesi bir Osmanlı Türkleri yeniliği olarak
görülmektedir.

KADILARIN SORUŞTURULMASI
 Kadılarla ilgili şikayetler, kazasker veya şeyhülislama gönderilir yahut
doğrudan veziriazam veya padişaha verilirdi.
 Merkezi idare müfettiş sıfatıyla bir kazaskeri, beylerbeyi veya
sancakbeyini, mazül kadılardan birini (bu sıkça rastlanan bir uygulamaydı,
mesela İne kadısının Tuzla kadısını teftişle görevlendirildiğine dair bir kayıt
vardır (BA, MD, nr. 16, hk. 336); mübaşir sıfatıyla da Dergah-ı Ali
çavuşlarından oluşan heyeti kadıyı soruşturmak üzere görevlendirirdi.
 şikayetlerin çok olduğu ve devlet görevlileriyle halk arasında büyük
sorunların ortaya çıktığı yerlere merkez tarafından teftiş için "mehayif
müfettişi” adıyla güvenilir kadılar gönderilirdi. Kütahya ve Karahisar
sancaklarında subaşı, tımarlı sipahi, zaim, kadı ve naib gibi mahalli
idarecilerin halka zulmettikleri konusundaki şikayetler üzerine Kütahya
beylerbeyi ve kadısı, teftiş için görevlendirilmiştir.
 XV. yy. sonlarına kadar mehayif müfettişleri soruşturma yapar ve
raporlarını Divan-i Hümayuna sunarlardı.
 Soruşturma raporu divanda görüşülür, yargılanması gerektiğine karar
verilenler gerekirse Divan-ı Hümayun tarafından tutuklama kararı verilir
ve Çavuşbaşı tutuklama kararını yerine getirirdi.

KADILARIN GÖREVİ İHMALİ


 Kaşifler, eminler, meşayih-i urban ve sair mübaşirin-i emval hazz-ı nefisleri
için bir bahane ile fellah taifesinden bazısını haksız yere katledip hukuka
aykırı olarak malını ve esbabını alıp bunun gibi zulüm ve teaddi edip onlar
dahi teftiş olunmak için hakimü'ş-şer' olan kimseye beylerbeyi mektup
gönderip kadıya murafaa etseler, ekseriya kadılar bunun gibi mevadda
mazlum tarafı bırakıp galip tarafa muin ve zahir olmakla davası suret
bulmayıp reayaya zulmedilirmiş.
 Beylerbeyi, nazır-i emval marifetiyle dikkat ve istiksa edip böyle hakkı
setreden kadıyı derhal mahkemesinden kaldırıp kendisini muhkem
hapsedip yerine bir Müslüman ilim ehli kimseye niyabeten gördürüp
dergah-ı saadete arz etsinler ki, fermanımız nice sadır olursa onunla amel
edilsin.
 Vech-i meşru üzerine amel olunmaz veya arz olunmakta ihmal olunursa,
beylerbeyi ve nazır-i emval, enva-i itaba ve ikaba müstahak olur. Mısır
Kanunu
 Ehl-i örf ile iş birliği yaparak halka zulmeden, halktan zorla para alan ve
feraiz ilmini iyi bilmediğinden miras taksimini yanlış yapan naibin azliyle
ilgili soruya Şeyhülislam Hamid Efendi "Azli vacip olur, müslümanlardan
aldığını alıverdikten sonra ta'zir lazım olur" fetvasını vermiştir.

KADILARIN YARGILANMASI

 Haklarında şikayet olsun olmasın bütün kadılar üzerinde devlet başkanı ve


kadilkudatların denetim yetkisi vardır.
 Kadılar bir suç işlediklerinde herkes gibi cezalandırılır, kasıtlı ve kusurlu
davranarak zarar verirse kendi malından tazmin eder. Mesela delilleri
yeterince incelemeden birine ölüm cezası vermişse ölenin diyetini öder.
Kasıtlı davranarak birine ölüm cezası veren kadiya Hanefiler diyeti, bir
kısım Maliki ve Şafii fakihleri kısası gerekli görür.
 Osmanlıda kadı yargılaması mutlaka Divan-ı Hümayunda olurdu.
 "Kadı şirrete salik olup o ev ve mahzen bana rehin idi' diye kendi
müteallikatından şahitler peyda edip cebren elinden almak isteyip
haksızlık ettiğini bildirip ahvalleri Divan-ı Hümayunda görülmek için
Asitane-i Saadetime havale olunmak babında hükm-i şerif reca etmeğin
hilaf-ı şer' tecavüz olunmayıp hanginizin davası olursa Divan-ı Hümayunda
icra-yı hak olunması için emr-i şerif yazılmıştır."

KADI YARDIMCILARI

 Kadılar, kazalarının oldukça yoğun ve sorumluluğu bulunan işlerini


doğrudan kendilerine bağlı veya dolaylı olarak kendilerine karşı sorumlu
olan çok sayıda personelle yürütürdü.
 Doğrudan bağlı olan personel arasında naib, kassam, muhtesip, mimar,
katip, muhzır (adli kolluk), tercüman (farklı etnik unsurların olduğu
bölgelerde), imam, papaz, haham (mahalle seviyesinde adli ve hukuki
faaliyetlerinde) ve diğer hizmetleri gören personel sayılabilir.
 Bu görevlilerden her biri kazanın büyüklüğüne ve iş hacmine göre birden
fazla olabilirdi.
 Yargılamanın tarafların anlaşmasıyla sona ermesinde isimleri hemen hiç
zikredilmeyen, ancak yaygın olarak devreye girdikleri ve olumlu rol
oynadıkları görülen arabulucular ve uzlaştırmacılar (muslihun) vardı.
 Naip, bir makamın sorumluluğunu asıl sahibi yerine geçici bir zaman için
yüklenen kimsedir. Kadı naibi, haiz olduğu yetkiye binaen hakimin,
göreviyle ilgili işleri yapmak üzere atadığı kimsedir. Kadılarla naiplerde
aranan nitelik ve şartlar bakımından bir fark yoktur. Naipler, medrese
eğitimi alarak özellikle fıkıh alanında kendi kaza dairesinde ihtilafları
çözebilecek bir seviyede tahsil görmüş ilmiye mesleği mensubu
kimselerdi. Ancak sadece sorgulama yapmak üzere görevlendirilen naibin
içtihat derecesinde bir alim olması gerekmez; sorgulama yaptığı
konularda bilgi sahibi olması yeterlidir.
 Kadılar, ancak bu konuda yetkili iseler naip atayabilirdi. MAA 1800, 1805.
Harun Reşit döneminde (786-809) kadilkudatlik kurumunun ortaya
çıkması üzerine geniş bölgelere gönderilen kadılara kendilerine naip
edinme yetkisi de verilmişti.
 Osmanlı adli teşkilatında kadı yardımcısı ve vekili olan naib kadı
tarafından belirlenir, Anadolu veya Rumeli kazaskeri tarafından tasdik
edilirdi.
 Naip, belirli bir işi yapmak veya kadının yokluğunda ona vekaleten
yargılama yapmak üzere görevlendirilebilirdi.
 Kadı, naibinin hukuka uygun hükmünü reddedemezdi.
 Vekaleten yargı görevi yapan naipler, sicil ve hüccet karşılığında para alır,
harçlardan, anlaştıkları miktarı kadıya verirlerdi.
 Görevi ihmal veya kötüye kullanma halinde kadı tarafından azledilir, bazı
hallerde merkezi hükümet kadıyı naibini azletmesi için uyarırdı.
 Görevini kötüye kullanan naibler hakkında Divan-ı Hümayuna pek çok
şikayet gelir, bunlarla bilhassa kazasker ilgilenirdi. Mesela Soma kazasında
naiplik yapan Hacı Halife'nin naiplikten uzaklaştırılması emredildiği halde
hala naiplik yaptığının kazasker tarafından Divan-I Hümayuna arz edilmesi
üzerine Kıbrıs'a sürülüp buradaki beylerbeyine teslimine dair alınan
temessükün Divan-ı Hümayuna gönderilmesi hakkındaki hüküm, konunun
kazasker tarafından takip edildiğini gösterir.
 Bab naibi: İstanbul, Şam ve Bağdat gibi iş yükü fazla olan merkezlerde
kadı adına ikinci dereceden işleri yapmak üzere görevlendirilen naiplerdir.
 Arpalık naibi: Küçük kazalara atanan kadı tarafından kendi yerine
gönderilen naiplerdir.
 Gece naibi: İlk soruşturma işlerini yapan ve gece nöbet tutan naiplere
denirdi.
 İstanbul'da çarşı ve kapan yerlerini teftiş etmek, esnaf arasındaki
ihtilafları çözmek üzere ayak naibi, kapan naibi, çardak naibi, yağ naibi,
keşif naibi, avarız naibi gibi seyyar görev yapan naipler vardı.
 "Şer'iye mahkemelerinde tek hakim usulü caridir, görülen davalardan
dolayı hüküm verilmesi münhasıran kadıya aittir. Yemin teklifi, şahit
dinlenmesi ve keşif yapılması gibi mahkeme dışındaki işlerde kadı,
katiplerden birini de naib olarak görevlendirebilir." 1917 UMSK m.1.
 Şuhudü'l-hal: Osmanlıdaki şuhudü'l-hal resmi bir statüsü, belirlenmiş bir
ücreti ve yapısı olmayan, insicamsız bir topluluktu. İçlerinde mazül kadılar,
müderrisler olduğu gibi berber, usta, bakkal, dellak, hamamcı, attar gibi
çeşitli meslek mensupları ve halk arasından meslekleri belirtilmeyen çok
sayıda kimseler de bulunurdu.
 Şuhudü'l-halin görevi, muhakemenin herkese açık olarak yapıldığına,
hüccet gibi bir belge düzenlenmiş, bir vakfiye veya belge tasdik edilmişse,
bu tasdikin de mahkemede gerçekleştirilmiş olduğuna şahitlik etmekti.
 Yargılama gözlemcileri olan şuhudü'l-hal, muhakemenin aleniliğini, o
Kadıyı mahkeme dışı tehditlerden koruyarak yargı bağımsızlığını,
 Hissi karar vermesini önleyerek hakimin tarafsızlığını,
 Yargının idari ve kazai yönden denetlenmesini sağlardı.
 Kassam: Hisse-i şayiayı mirasçılar ve ortaklar arasında kanuni paylarına
göre taksim eden memura "kasım" (çoğulu kassam) denir. Kassam
bulunmayan kaza ve nahiyelerde bu görevi naipler yapardı. Kassam emin
olmalı, fıkıh ve matematik bilmelidir.
 Katip: Görevi dava dilekçelerini alıp kadıya arz etmek, yargılama
esnasında tarafların ve şahitlerin ifadelerini yazıya geçirmek, dava
dosyalarını ve tutanakları muhafaza etmektir.

GENEL KOLLUK
 Subaşı: Kolluk görevini kadı adına yapan subaşı, merkezin ve kadının
emirlerini uygular, suç işleyenleri takip edip yakalar, soruşturma yapar,
dava açar, mahkumiyet kararlarını infaz ve hapsine karar verilenleri
hapsederdi.
 İstanbul subaşısını sadrazam, taşradaki subaşıları ise beylerbeyi veya
sancak beyleri atardı.
 Subaşılar kamu düzenini doğrudan ihlal eden suçlarda kimsenin şikayetçi
olmasına gerek kalmaksızın zanlıyı kadı önüne çıkarma yetkisine
sahiptiler. "Üsküdar Mahalle-i Cedide subaşısı olan Sefer Bey b.
Abdulmenab, tarih-i kitab gecesi gece yarısından önce Seydi Ali b. Veli'yi
mahkemeye ihzar ve muvacehesinde 'Seydi Ali'nin elinde balta... ile
fenersiz çarşı içinde gezerken yakaladım sorulup takririnin tahrir
olunmasını isterim dedi... 29 Receb 1049/26 Kasım 1639"
 Ases: Şehirlerde özellikle geceleri güvenliğin sağlanmasından asesbaşı
sorumluydu. Asesler çarşılarda ve mahallelerde geceleri dolaşırlar ve
yakaladıkları zanlıları ya kendileri cezalandırırlar ya da gerekli hallerde
kadıya getirirlerdi. Şer'iye sicillerinde aseslerin geceleri hırsızlık, sarhoşluk
ve zina gibi suçları işleyenleri kadı huzuruna çıkardıkları ve durumlarını
tespit ettirdikleri yer almaktadır.
 Asesler de subaşılar gibi kolluk görevi yapmakla birlikte, subaşılar
gündüzleri; asesler ise geceleri çalışmakta ve böylece aralarındaki görev
taksimi gerçekleşmiş olmaktadır.

ADLİ KOLLUK
 Muhzır: Mahkemede hazır bulunması istenen kişiye kadı tarafından bir
celb kağıdı (mürasele) çıkarılır, adli kolluk ve tebligat memuru olan muhzır
da bununla ilgili şahsı mahkemeye çağırırdı. Muhzırın zor kullanma yetkisi
yoksa da bazı durumlarda kadının talebiyle yanına asker alabilirdi.
Muhakeme sırasında mahkemedeki asayişin temini de muhzırın
görevlerindendi. Hizmeti karşılığı maaş değil; taraflardan ihzariye (ücret-i
kadem, ayak teri) denilen ücret alırlardı.
 Tanzimat'tan sonra nizamiye mahkemelerinde muhzırın yerini mübaşir
aldı.
 Mübaşir: Mahkemede sırası gelen tarafları ve şahitleri duruşma salonuna
almak, duruşmada asayiş ve güvenliği sağlamak üzere mübaşirler
bulundurulur.
 Çavuşlar, idari görevleri yanında ilamların icrası, borçlunun mallarını
satarak borcun ödenmesi, borçlunun inat ve temerrüdü üzerine
mahkeme kararı ile hapsedilmesi gibi görevleri, muhzıra benzer şekilde
zanlıların kadı huzuruna çıkarılması gibi hizmetleri de yaparlardı.
 Müftü: Taraflar mahkemeye gitmeden ihtilaflarını kolay ve ucuz çözebilir,
bir fetva alıp kadiya sunabilir yahut kadı müftüden fetva isterdi.
 Kadı bilmediği hususları soracağı, ilminden yararlanacağı teknik
müşavirler olan müftüleri yanında bulundurmalıydı. Her ne kadar fetvalar
kadıyı bağlamasa da dava konusu ihtilafla sunulan fetva vakia olarak
birbiriyle uyuşuyorsa kadının fetvaya aykırı karar vermesi yanlış karar
vermiş olduğuna kuvvetli bir karine sayılır ve bozulmasına sebep olurdu.
Bundan dolayı kadıların genelde mahkemeye sunulan fetvalara (uzman
mütalaasi) uygun karar verdikleri görülmüştür.
 Tercüman: "Tarafeynden lisan bilmeyen kimsenin ifadesini tercüme için
mahkemede mevsuk ve mu'temen tercüman bulundurulur." MAA 1825.
 Kadı, dilsiz ve sağırlarla anlaşamadığı takdirde onların işaretlerini anlayan
bir kişinin (müsemmi', müsmi') yardımını alabilir.
 Seccan: Kadı, hapishanenin idari işlerini görmek ve mahpuslar hakkında
bilgi vermek üzere "seccan" (sahibü's-sicn) adıyla memur atardı. o
Arabulucu/uzlaştırmacı: Yargılamanın tarafların anlaşmasıyla sona
ermesinde isimleri hemen hiç zikredilmeyen, ancak yaygın olarak devreye
girdikleri ve olumlu rol oynadıkları görülen arabulucular (muslihun) vardı.
 Bilirkişi: Hukuki uyuşmazlık ve ispat konusu özel ve teknik bilgiyi
gerektirirse uzmanlığına başvurulan ve ehl-i vukuf denilen kişiler vardı.
Bilirkişileri mahkeme görevlendirir, kadı genellikle bunların raporuna
uygun olarak karar verirdi. Kaynaklarda akde konu bir malın ayıplı
(kusurlu) veya paranın düşük evsafta olup olmadığının tespiti (Mecelle
m.338), malın ayıplı ve fiyatında indirimin zaruri olması halinde ne ölçüde
bir indirimin gerekeceği (m.346), gasp, itlaf gibi bir sebeple tazmini
gereken zararın, çalınan malın değerinin veya zararla fiil arasındaki sebep-
sonuç bağının belirlenmesi, bazı durumlarda çocuğun nesebinin
belirlenmesi, hisseli malların paylaştırılması, yaralamalarda organ veya
fonksiyon kaybı, yaranın tespiti gibi değişik konularda ehl-i vukufun görev
ve işlevi, beyanının değeri ve prosedür üzerinde ayrıntılı şekilde durulur.

KADI MAHKEMELERİ
 Mahkeme sözlükte “hüküm verilen yer, yargılama yeri" anlamındadır.
 Terim olarak yargılama yetkisinin kullanılması için kurulmuş resmi makam
ve kurumu ifade eder.
 İslam'ın ilk devirlerinde "babü'l-kadı / ebvabü'l-kudat, meclisü'l-kadı /
kada, babü meclisi'l-kadı / kada, meclisü'l-hükm”, Osmanlıda "meclis-i
şer" şeklinde ifade edilirdi.
 Mahkeme kelimesi terim anlamıyla Kasani ve Kadihan gibi XII. yüzyıl
fakihlerinin eserlerinde görülmeye başlandı.
 İslam devletlerinde adliye teşkilati kādilkudatlik, mezalim mahkemeleri,
kadı mahkemeleri ve bunlara bağlı kuruluşlardan oluşmuştu.
 Mahkemeler genelde tek hakim usulüyle ve tek dereceli olarak yargısal
faaliyette bulunmuş, İslam tarihinde ilk devirlerden itibaren kadı
mahkemelerinden ayrı olarak idari ve adli yargı ve denetim görevlerini
yürüten mezalim mahkemeleri kurulmuştur.
 Mahkemenin tek dereceli olması ve verilen kararın taraflar için kesin
hüküm sayılması kural ise de hakimin yanılabileceği veya kasıtlı
davranabileceği hesaba katılarak ilgili tarafın verilen karara belirli esaslar
çerçevesinde itiraz edebilmesi ilkesi benimsenmiştir.
 Fıkıh kitaplarında yer alan bilgilere göre davayı kaybeden kişi üst
derecede bulunan bir kadıdan mahkeme kararının incelenmesini
isteyebilir. Kadı inceleme sonucunda verilen kararı şeri delillere ve genel
kurallara uygun bulursa onaylar, değilse kararı bozar ve o davaya yeni
baştan bakılır.
 İçtihatlar eşit değerde olduğu ve içtihadın içtihatla bozulmayacağı genel
bir ilke olarak kabul edildiğinden inceleme yapan kadının içtihadının farklı
olması alt mahkemede içtihada dayalı olarak verilen bir kararı bozma
sebebi olamaz. İlk içtihada öncelik verilmesinin amacı, hukuki çekişmenin
onunla sonuçlandırılarak davaların uzayıp gitmesinin önüne geçilmesi ve
adaletin en kısa zamanda tecelli etmesidir (Kasani, VII/14, Atar,
"Mahkeme" DIA).
 Hz. Ömer'in hilafeti döneminde Medine'de kadı olarak görev yapan Hz.
Ali ve Zeyd b. Sabit'in verdikleri bir karara davayı kaybeden kişi halife
nezdinde itiraz ettiğinde Hz. Ömer kararı incelemiş ve "Ben senin davana
kadı olarak baksaydım senin lehine hüküm verirdim" demiştir. Bu kişi,
"Senin benim lehimde hüküm vermeni engelleyecek ne var? Üstelik yetki
sende" deyince Hz. Ömer, "Eğer bu kanaate Kur'an ve Resulullah'ın
sünnetinde bulunan açık naslarla ulaşmış olsaydım o kararı bozar ve senin
lehine hüküm verirdim; ancak ben bu kanaate re'yimle ulaştım, re'y ise
müşterektir" cevabını vermiş, Hz. Ali ve Zeyd'in re'y içtihadına dayanarak
verdikleri hükmü bozmamıştır (İbn Kayyim el-Cevziyye, 1/65).

Mahkemelerin kuruluşu
 Hanefiler önceleri sadece şehirlerde mahkeme kurulabileceğini söylerken
daha sonra kasaba ve köylerde de küçük çaptaki davalara bakan
mahkemelerin bulunabileceğini kabul etmişlerdir.
 Şafiiler ise davacı, davalı ve şahitlerin sabah yola çıkıp akşam evlerine
dönebilecekleri her yerleşim biriminde ihtiyaca cevap verecek sayıda
mahkeme kurulmasının gerektiği görüşündedir.
 Bir şehirde yargı bölgeleri veya dava türleri ayrılarak sadece hukuk
davalarına veya ceza davalarına ya da maddi değeri belirli bir miktarı
geçmeyen davalara bakmak üzere birden fazla mahkeme de kurulabilir
(Mecelle, m.1801).
 Kaynaklarda, davaya bakacak mahkemeyi belirlerken tarafların
ikametgahlarının veya dava konusunun bulunduğu yerin esas alınacağı
gibi açıklamalar, özellikle büyük şehirlere birden fazla kadi tayin edilmesi
halinde görevli ve yetkili mahkemeyi belirlemeye ve kargaşayı önlemeye
yarayacak bir ölçüt geliştirme anlamı taşır.
 İlk devirlerden itibaren kadılar camilerde, camilere bitişik yerlerde
(sahnü'l-mescid) veya evlerde davalara bakıyorlardı.
 İlk defa Hz. Osman zamanında bir bina adli duruşmaların yapılmasına
tahsis edildi (Kettani, I/271).
 İslam tarihinde yargılamanın aleniliği genel bir ilke olarak
benimsendiğinden camilerin yargılama yeri olarak seçilmesiyle bu amaç
kolayca gerçekleşiyor, duruşmaları evinde yapan kadılar ise evlerinin
kapılarını herkese açık bulundurmaya özen gösteriyordu.
 Duruşmaları taraflar ve şahitler dışında dinleyiciler de izleyebiliyordu.
Kadı genel ahlak ve adaba uygun olmayan durumlarda kapalı oturumlar
düzenliyor, bu durumda sadece ilgililer duruşma salonuna alınıyordu.
 Duruşma oturumunun yönetimi kadının yetkisindeydi. Kadı, mahkemenin
adabına ve saygınlığına uygun olmayan davranışlarda bulunanları uyarır,
bundan bir sonuç alamazsa onları mübaşir aracılığı ile salondan çıkarır ve
gerektiğinde taʼzir cezası verirdi.
 Duruşmaları aleni yürüten kadı ilim erbabıyla gizli olarak istişare edip
hükmünü tek başına verir ve hükmü ilgililere açıkça tefhim ederdi.

Osmanlı klasik dönemde genel mahkemeler


 1)Kadı mahkemeleri (meclis-i Şer', meclis-i kaza): İslam'ın ilk
dönemlerinden itibaren oluşan tek hakimli yargı sistemi Osmanlı
hukukunun temelini oluşturmuş, başlangıçtan nizamiye mahkemelerinin
kuruluşuna kadar tek kadının yargılama yaptığı şer'iye mahkemeleri yargı
teşkilatının esasını teşkil etmiştir.
 Kadı mahkemesi, her türlü (şer'i ve örfi) hukuki ihtilafların çözüldüğü
yerdi. Burada bir kadı veya naibi ve mahkemenin yoğunluğuna göre
değişen sayıda yardımcı görevliler bulunmaktaydı.
 İslam hukukunda teorik olarak çok hakimli mahkemeler mümkün olmakla
beraber, uygulama daha çok tek hakimli mahkemeler şeklinde olmuştur.
Kadı vermiş olduğu hükmün hatalı olduğunu anlarsa yeniden yargılama
yapabilir; ancak bir kadının vermiş olduğu hükmü bir başka kadı iptal
edemezdi.
 Yer itibariyle yetkili mahkeme, taşınmazın bulunduğu ve davalının ikamet
ettiği yer mahkemesidir (1917 UMŞK, m.9).
 Kadı mahkemelerinden uzmanlık mahkemesi olarak iş görenler de vardı,
örneğin Eyüp Mahkemesi su ihtilaflarına bakardı.
 Ceza davalarında suçun işlendiği yer mahkemesi yetkilidir. Ancak
945/1538 tarihli bir fermana göre taşrada oturanlar da İstanbul'da
yargılanabilmekteydi.
 2) Cemaat mahkemeleri: İslam hukukunun müslüman olmayanlara
tanıdığı din ve vicdan özgürlüğünün bir göstergesi olarak Hz. Peygamber
devrinden itibaren gayrimüslimlere, kendi aralarındaki uyuşmazlıklarda
kendi hukuklarına göre yargılanma ve buna uygun hüküm alabilme imkanı
tanınmıştır.
 Bu anlayış, Osmanlı yargı teşkilatında cemaat mahkemeleri olarak
kendisini göstermiştir. Farklı zamanlarda Osmanlı padişahları ile o
zamanda gayrimüslimlerin çoğunluğunu oluşturan belli başlı cemaatlerin
temsilcileri arasında zimmet anlaşmaları yapılmış ve bu temsilcilere kendi
milletlerini yönetme ve sınırlı yargı yetkisi verilmiştir (Ortodoks patriği,
Yahudi hahambaşı ve Ermeni patriği bu konularda yetkili idi).
 Ruhani reisler bir nevi hakem olup mahkemeye intikal etmeden önce
ihtilafın halline yönelik tavsiyelerde bulunabilir, manevi zorlama araçlarını
(aforoz, nikah kıymama, cenaze kaldırmama gibi) kullanabilirdi. Ancak
cebri icra gücüne sahip değillerdi. Cemaat mahkemelerinin verdikleri
kararlar Osmanlı devletinin icra ve infaz memurlarınca yerine getirilirdi.
 Cemaatlere verilen yargılama yetkisi, dini yönü de bulunan şahıs, aile ve
miras hukuku alanlarını kapsamaktaydı. İki gayrimüslim, aralarındaki
hukuki uyuşmazlıkta kendi cemaat mahkemesine gidebilecekleri gibi
şer'iye mahkemelerine de başvurabilirlerdi.
 Bir zimmi ile bir müslüman arasındaki uyuşmazlık ise sadece kadı
mahkemesinde görülebilirdi.
 3) Konsolosluk mahkemeleri: Osmanlı vatandaşı olmayan, ancak aldıkları
izinle Osmanlı topraklarında geçici süreli bulunan yabancılara müstemen
denir. Osmanlı yargı sisteminde müstemenler de zimmiler gibi özel bir
yargılama sistemine sahip olmuşlardır.
 İlk defa 1535 yılında Fransa'ya verilen kapitülasyonlar ile Fransız
Konsolosluğuna bu ülkenin vatandaşı olan tacirlerin Osmanlı ülkesinde
ortaya çıkan her türlü ceza ve hukuk uyuşmazlıklarında yargılama yetkisi
verilmiştir. Bu imtiyazlar daha sonra başka ülkelerle yapılan anlaşmalarda
da gündeme gelmiş ve başka ülkenin vatandaşı olan ve geçici süre ile
Osmanlı ülkesinde bulunan gayrimüslimler, kendi aralarındaki
uyuşmazlıklarda konsolosluk mahkemelerinde yargılanmışlardır.
 Bu durum devletin gücünü kaybettiği yıllarda devletin hakimiyetini tehdit
eder boyuta ulaşmış ve 1914 yılında kapitülasyonların kaldırılması ile
konsolosluk mahkemelerinin yetkilerine de son verilmiştir.
 İki tarafın da yabancı olduğu davalar konsolosluk mahkemelerinde
görülürdü. Aynı yabancı devlet vatandaşı olmayanlar arasındaki davalara,
bu devlet temsilciliklerince seçilmiş bir komisyon bakardı. Konsolosluk
mahkemelerinin kararlarına karşı, bağlı bulunduğu ülke mahkemelerinde
itiraz edilebilirdi.

Özel Mahkemeler
Divan-ı Hümayunun yanı sıra sadrazamın başkanlığında Rumeli ve Anadolu
kazaskerlerinin katılımıyla toplanan cuma divanı, İstanbul ve bilad-i selase
(Üsküdar, Galata, Eyüp) kadılarının iştirakiyle toplanan çarşamba divanı Divan-ı
Hümayunun yargı yükünü hafifleten yüksek mahkemeler görünümündedir.
1) İkindi Divanı: Divan-ı Hümayunun düzenli toplandığı belirli günlerde divanda
sonuçlandırılamayan davalara veziriazam kendi konağında ikindiden sonra
bakardı.

 Sadrazama doğrudan bağlı reisülküttap, çavuşbaşı, büyük ve küçük


tezkireciler ve Türkçe bilmeyen müracaat sahiplerine yardımcı olmak
üzere bir tercüman toplantıya katılır; kapıcılar, selam çavuşları,
müteferrikalar, çeşnigir ve muhzırlar da diğer hizmetleri görürlerdi. Dava
dilekçesi okunarak yargılamaya başlanır, taraflar dinlenir, memur olanlar
ne yapılması gerektiğini söylerler, veziriazam bunu kabul ederse karar
verilirdi.

2) Cuma Divanı: Divan-ı Hümayunda iş yoğunluğu sebebiyle çok önemli


davalara bakılır; ikinci derecede görülen davalar Cuma Divanı'na gönderilirdi.
Cuma günleri veziriazam başkanlığında Rumeli ve Anadolu kazaskerleri paşa
kapısında bir araya gelirler, kazaskerler gerekli görülen davaları dinlerler ve
kararlarını verirlerdi. Kadı kararlarını kontrol eden (temyiz incelemesi yapan) bu
divan giderek bu husustaki ağırlığı artarak Osmanlı yüksek mahkemesi (Yargıtay)
halini almıştır.

 Çeşitli sebeplerle bazı davaların genel mahkemeler tarafından görülmesi


yasaklanmıştır. Mesela, aslında hür olan bir kimsenin köle taciri ile anlaşıp
kendisini köle olarak sattırması, daha sonra hürriyet dava ederek
kazanması suretiyle önemli yolsuzluklar yapıldığı görüldüğünden hürriyet
davalarının Rumeli Kazaskerinin bulunduğu Cuma divanında sadrazam
huzurunda görülmesi emredilmiştir (1754).

3) Çarşamba Divanı: çarşamba günleri veziriazam başkanlığında İstanbul, Eyüp,


Galata ve Üsküdar kadıları toplanır ve dava dinlerlerdi. Buna bir çeşit istinaf
mahkemesi denebilir. Cuma Divanı gibi Divan-ı Hümayunun yargı yükünü
hafifleten yüksek mahkeme görünümündedir.

4) Kazasker Divanı: Kazaskerler, Salı ve çarşamba günleri hariç, diğer günler


konaklarında divan kurarak, kendilerini ilgilendiren meselelere bakarlardı.
Bunlar Divan-ı Hümayundan havale olunan davalardan başka; askeri diye bilinen
imtiyazlı zümrelerin kendi aralarındaki veya reaya ile olan davalarının kadı
mahkemesi yerine kazasker divanında görülmesini isteyebilirdi (Heyd, s.221).
Mirasçı bırakmadan ölenlerin hazineye intikali gereken terekeleri üzerindeki
3000 akçeyi aşan talepler burada görülürdü.

5) Yeniçeri Ağası Divanı: Kapıkulu askerleri üzerinde yeniçeri ağasının yargı


yetkisi vardı. Bazı cezaları doğrudan infaz edebiliyor, bazılarını ise sadrazama arz
ediyordu.

6) Kaptan Paşa Divanı: Donanma ve tersane mensupları üzerinde kaptan-ı


deryanın yargı yetkisi vardı.

7) Hakem Heyetleri: Esnaf ahlakına uymayan veya standart harici mal üreten
esnaf, kendi şeyh ve ihtiyarlarından oluşan mecliste muhakeme olunup
cezalandırılırdı.

8) Muhtesip: Kul hakları davasına bakma yetkisi olup cinayetler ve had suçlarını
yargılama yetkisi yoktur. Ölçü, tartı, alet ve birimlerindeki hileler, her türlü
ekonomik işlemdeki aldatmalar, vaktinde ödenmeyen borçlar, komşuluk hakkı
ihlalleri ve işçi-işveren anlaşmazlıkları gibi ticari ve sosyal hayatta sıkça
karşılaşılan ve bir yönüyle de kamu düzeninin ihlali sayılan çekişmeleri çözüme
kavuşturmada yoğunlaşır.

 Muhtesip, kendisine intikal eden olayın mahiyetine göre bazen hakem,


bazen de günümüzdeki işleviyle savcı veya sorgu hakimi konumundadır.
Davanın ispatı için taraflardan delil isteyemez ve yemin teklifinde
bulunamaz. Sadece davalının kabullendiği borçların ödenmesi için icbarda
bulunabilir.
 Genel ahlak ve adaba aykırı davrananları, çevreyi kirletenleri ve halk
sağlığını bozanları; köle ve hayvan haklarını gözetmeyenleri, ölçü ve
tartıda hile yapanları; karaborsacılık yapanları ve narha uymayanları
cezalandırır, binaların nizama uygunluğunu denetlerdi.

9) Nakibü'l-eşraf: Hz. Muhammed soyundan gelenler (seyyid ve şerifler)


üzerinde nakibüleşrafların yargı yetkileri vardı.

 Merkezde ve taşrada seyyid ve şeriflerin kayıtlı olduğu nakibüleşraf


defterleri bulunurdu. Nakibüleşraflar seyyidlik beratının verilmesi,
seyyidlere sağlanan askerlik ve örfi vergi muafiyetlerinin uygulanması,
lehte ve aleyhteki davalara müdahil olunması, suçluların cezalandırılması
ve evlilik işlemlerinde bu defterlere bakarlardı.
Divan-ı Hümayun

 Divan-ı Hümayun çok fonksiyonlu bir kurul organdır. Yasama ve yürütme


fonksiyonları yanında birçok yargısal görevi vardı.
 Klasik dönemde Divan-ı Hümayun, üst derece mahkeme olarak da
çalışıyordu.
 Beylerbeyi (vali)ler, eyaletlerindeki sipahiler yahut diğer tımar
mutasarrıflarıyla ilgili davalara bakmak üzere kendi divanlarını kurarlardı
ve görevden alma dahil çeşitli disiplin cezaları verirlerdi.
 Sistematik bir yasa yolunun bulunmadığı bir hukuk düzeninde Divan-ı
Hümayun adeta bir üst mahkeme gibi çalışmıştır.
 Bazı davaların ilk ve son derece mahkemesi olarak da görev yapmıştır.
 İlmiye sınıfının ceza davaları şeriye mahkemelerinde değil Divan-ı
Hümayunda görülmüştür.
 İşledikleri ağır bir suç değilse, kaçma ihtimalleri yoksa ve kefil bulmuşlarsa
hapsedilmeden İstanbul'a gönderilirlerdi. Konuyla ilgili kanunname
maddeleri ve fermanlar mevcuttur.
 I. Selim Kanunnamesi m.120: “Kuzat ve tedris ve tevliyet ve nezaret ve
hitabet ve imamet ve sair bunların gibi cihetten ve menasıbdan şunlar ki,
berat-ı padişahi ile nesne tasarruf edenleri tazir etmeyeler ve
hapsedilecek yerde kefil varken hapsetmesinler; Dergah-ı Muallaya arz
etsinler. Meğerki şenaat-i azim ola ve firar ihtimali ola, kefil bulunmaya,
hapsetsinler."
 Kadı mahkemelerince görülmekten kaçınılan mütegallibeye ilişkin
davaların Divan-I Hümayuna havale edilirdi.
 Gayrimüslim din adamlarıyla ilgili ceza davaları kadı mahkemesinde değil;
Divan-i Hümayunda görülürdü.
 Divan-ı Hümayunda yargılamayı Rumeli kazaskeri yapmış, işlerin yoğun
olduğu zamanlarda veziriazamın talebiyle Anadolu kazaskeri de dava
dinlemiştir.
 Beylerbeyilerin başkanlığında toplanan eyalet meclislerinin zaman zaman
bölge kadısının iştirakiyle bir yargı kurumu gibi çalışması, sefere çıkan bir
vezirin geçtiği bölgelerde yine o bölge kadısının (toprak kadısı) katıldığı bir
toplantı akdedip idari şikayetler yanında adli şikayetleri de dinlemesi
diğer yargılama örneklerindendir.

Tanzimat Devri Mahkemeleri

 Osmanlıda mahkeme yapısındaki en köklü değişiklik Tanzimat sonrasında


meydana gelmiştir. Bu dönemde tek hakimli klasik Osmanlı mahkemesi
yerini giderek toplu hakimli mahkemelere bırakmıştır.
 Tanzimat devrinde siyasi, sosyal ve kültürel alanda yapılan yeniliklerin
yanı sıra hukuk alanında da ciddi düzenlemeler yapılmış, Şeriye (kadı)
mahkemeleri yanında nizamiye mahkemeleri kurulmuştur. 1876 Kanun-
Esasi m.87'ye göre Şer'i davalara, şeriye mahkemelerinde; nizami
davalara, nizamiye mahkemelerinde bakılır.
 Daha önce Osmanlı yargı teşkilatında bulunmayan avukatlık, savcılık,
noterlik gibi kurumlar bu dönemde düzenlenerek yargı sisteminde yerini
almıştır. Osmanlı aydınlarının Fransa'da eğitim görmeleri ve uzun yıllar
sürdürülen dostane ilişkiler nedeniyle, bu reformlar esnasında en fazla
etkilenilen ülke Fransa olmuştur.
 Bu dönemde eski kurumlar yeni kurumlarla birlikte varlıklarını devam
ettirmiş, ortaya çıkan bir uyuşmazlıkta iki ayrı mahkemenin iki ayrı karar
verdiği durumlarla karşılaşılmıştır.
 Tanzimat'tan sonra nakibüleşrafın, lonca meclislerinin ve muhtesibin yargı
yetkileri kaldırıldı.
 Yeniçeri ağası ile kaptan-ı deryanın adli yetkileri askeri mahkemelere;
defterdar ve paşa divanlarının adli yetkileri de merkez ve taşradaki idare
meclisleriyle nizamiye mahkemelerine verildi.
 Tanzimat Devrinde tam beş çeşit yargı vardı: İslam hukukunu uygulayan
Şeriye mahkemeleri;
 Batıdan alınan kanunları uygulayan nizamiye mahkemeleri,
 salt ticari davalara bakan mahkemeler;
 eskiden beri süregeldiği biçimde çalışan zimmilerin cemaat mahkemeleri,
konsolosluk mahkemeleri
 Yeni gelişmeye başlayan idari yargıyı da bunlara eklemek gerekir. Bir iş
hem Şer'i hem nizami hem cemaat hem de konsolosluk mahkemelerini
ilgilendirebilir. Bu sorun bazı emirnamelerle çözülmeye çalışılmışsa da
karışıklık bütün sakıncaları ile sürüp gitmiştir.
 Tanzimat devrinde Avrupa ile ticari münasebetlerin fevkalade çoğalması
ve Batılı ülkelerin vatandaşlarının da taraf olduğu karma davaların artması
neticesinde nizamiye mahkemeleri kurulmuş, şeriye mahkemelerinden
ayrı bir mahkeme türünün tesis edilmiş olmasına ve böyle bir
uygulamanın şeriata aykırı olduğu yolundaki iddia ve itirazlara cevap
olarak, A. Cevdet Paşa nizamiye mahkemelerini mezalim mahkemelerine
benzetmiştir.

Şeriye mahkemesi

 Nizamiye mahkemelerinin kurulmasıyla, Osmanlının kuruluşundan o güne


kadar en önemli yargı organı olan şeriye mahkemelerinin görev alanları
daraltılmış, ancak varlıklarını sürdürmüşlerdir.
 Ancak iki mahkeme arasındaki görev uyuşmazlıklarının ortaya çıkması
nedeniyle çeşitli tarihlerde çıkarılan nizamnamelerle şeriye
mahkemelerinin görev alanları ve teşkilat yapıları düzenlenmeye
çalışılmıştır.
 1917 yılında Usul-i Muhakemat-ı Şeriye Kararnamesi ile şeriye
mahkemelerinde görülmesi gereken davalar sayılarak kalan davaların
nizamiye mahkemesinde görüleceği belirtilmiştir.
 1840 CK Birinci Fasıl m.3'e göre, insan öldürme suçu İstanbul'da
işlenmişse yargılama Fetvahane ‘de yapılır, m.4'e göre taşrada insan
öldüren memleket (meşveret) meclisinde yargılanır ve temyiz incelemesi
Fetvahane ‘de olur. Her iki halde infaz padişah onayıyla gerçekleşir.
 1867 tarihli Divan-1 Ahkam-ı Adliye Nizamnamesi ile aile, miras, vakıf,
şahsa karşı işlenen suçlar ve cezaları gibi hukuk-ı şahsiye davaları
dışındaki hususlar Şeriye mahkemelerinin yetki alanından çıkarıldı ve aynı
tarihli Şurayı Devlet Nizamnamesi ile de Şeriye mahkemelerinin idari yargı
yetkileri tamamen ellerinden alındı.

Nizamiye Mahkemeleri
 1840'ta taşrada muhassıllık meclisleri kuruldu, bunlar 1842'de Memleket
Meclislerine dönüştürüldü.
 1847'de Osmanlı vatandaşı ile yabancıların ceza davalarına bakmak üzere
karma mahkemeler kuruldu.
 1849'da kanunnamelerde yer alan tazir suçlarını yargılamak üzere eyalet
ve sancak meclisleri, kurul mahkemeler şeklinde oluşturuldu.
 1854'te İstanbul'da kurulan Meclis-i Tahkik, ceza kanunlarını uygulamakla
görevliydi.
 1864 Vilayet Nizamnamesi ile hukuk ve ceza davalarına bakmak üzere
kazalarda kadı başkanlığında Müslüman ve gayrimüslim üyelerden oluşan
meclis-i deavi, sancaklarda meclis-i temyiz, vilayetlerde ise divan-ı temyiz
kuruldu.
 Bu mahkemeler tarafından verilen kararları, 1868'den itibaren temyiz
mercii olarak Divan-1 Ahkam-ı Adliye inceledi.
 1879 Mehakim-i Nizamiyenin Teşkilat Kanunu ile nizamiye
mahkemelerinin eksiklikleri giderildi.
 29 Şubat 1888 tarihli bir iradede şeriye mahkemeleriyle nizamiye
mahkemelerinin görevleri: Talak, nikah, nafaka, hidane, hürriyet, rakabe,
kısas, diyet, erş, gurre, hükumet-i adl, kasame, gaib, mefkud, vasiyet ve
miras davalarının şer'i mahkemelerde; ticaret, ceza, güzeşte ve nizamen
görülmesi gereken zarar ziyan ve iltizam bedelleriyle konturato
davalarının nizamiye mahkemelerinde; bunların dışında kalan davaların
ise her iki tarafın razı olması halinde şeriye mahkemelerinde, razı
olmazlarsa nizamiye mahkemelerinde görülmesi esası benimsenmiştir.

Ticaret Mahkemeleri

 Klasik dönemde yabancıların davalarına da kadılar bakmış, 4.000 akçeden


fazla olan davaları arz odasında sadrazam görmüştür.
 1800 yıllardan itibaren kendilerine Osmanlı topraklarında ticaret
yapmaları için izin verilen Avrupalı tacirlerle Türkler arasındaki ihtilaflar
Ticaret Meclisi adı verilen komisyonlar tarafından çözümlenmiştir.
 1840'ta ticaret mahkemelerinin ilk nüvesi ve Ticaret Nezareti'ne bağlı
olan Ticaret Meclisi kuruldu. 1847'de Meclis-i Muhasebe, 1848'de ise
Ticaret Nazırı başkanlığında yedisi vatandaş, yedisi yabancı toplam on
dört üyeden oluşan Ticaret Mahkemeleri kuruldu.
 1860 yılında Fransız Ticaret Kanunu'ndan iktibas edilen hükümlerle, bu
ticaret meclisleri, ticaret mahkemelerine dönüştürülmüş ve tüm ülkedeki
ticari davalara bakan mahkemeler haline gelmiştir. Mahkeme bir başkan,
iki daimi üye ve tüccarların seçtiği iki geçici üyeden oluşurdu. Yabancıların
taraf olduğu davalarda, yabancının mensup olduğu konsolosluk
tarafından gönderilen iki üye, bir de tercüman hazır bulunurdu.
 1864 Vilayet Nizamnamesi ile her vilayette birer Meclis-i Ticaret
oluşturuldu.
 Bu mahkemeler tarafından verilen kararlar Divan-ı Ahkam-ı Adliye'de
istinaf ve temyiz edilebiliyordu. Bu mahkemeler 1914 yılında
kapitülasyonların kaldırılmasına kadar faaliyetlerini sürdürmüşlerdir.

Meclis-i Tedkikat-ı Şeriye

 İslam hukukunda ve Osmanlı uygulamasında Mecelle'ye kadar sistematik


temyiz kurumu ve kavramı yoktu. Mecelle ‘de temyiz incelemesini kimin
yapacağı belirtilmemişti. 1861 yılında Şeyhülislamlık nezdinde kurulan
Meclis-i Tedkikatı Şeriyye, temyiz mahkemesi olarak huzur murafaalarının
(Cuma divanı) yerini aldı. 1873 yılında Meclis-i Tedkikatı Şeriyye'nin
Vezaifini Havi Talimat yayınlandı.
 Fetva ve Pusula odalarından oluşan Fetvahanenin kısımları arasına,
Tanzimat'tan sonra İlamat Odası da eklendi. Odada şer'iyye
mahkemelerinden gelen ilam ve hüccetler incelenirdi. Böylece fetva
eminleri, ilk atandıkları dönemlerden itibaren yürütmüş oldukları fetva
hizmetlerine ilaveten Fetvahaneye gelen ilam ve hüccetlerin temyiz
sürecine nezaret ederlerdi (Türk Hukuk Lügati, s.95).
 Fetvahaneden çıkan karar; tasdik, nakz, istinaf-ı dava ve iade-i
muhakemeden biri olurdu.

Meclis-i Vala-yı Ahkam-ı Adliyye

 24 Mart 1838'de kuruldu, 31 Mart 1838'de faaliyete geçti.


 II. Mahmud'un merkezi idareyi güçlendirmek amacıyla 1838'de kurduğu
bu mahkeme ile ilk defa padişahın yasama yetkisi bir kurula devredilmişti.
 Kurulun görevi, kanun taslaklarını hazırlamak, memurları yargılamak ve
devletle kişiler arasındaki uyuşmazlıkları çözmekti.
 Kanunlaştırma faaliyetlerinde rol alması dolayısıyla yasama yetkisi de
vardı.
 26 Eylül 1854 tarihinde Meclis-i Ali-i Tanzimat kuruldu ve Meclis-i Vala'nın
iki temel faaliyet alanından biri olan yasama yetkisini devraldı. Meclis-i
Vala ise küçük devlet memurlarının azil ve nasbi, bina tamiri, veraset
meseleleri, inzibati davalar, mülki taksimat, arazi anlaşmazlıkları gibi tali
konulara bakmaya başladı.
 Meclis-i Vala-yı Ahkam-ı Adliyye, 1868'de Divan-1 Ahkam-ı Adliyye ve
Şurayı Devlet olarak ikiye ayrılıncaya kadar yargılama yetkisine sahipti. Bu
üst mahkemede istinaf ve temyiz incelemesi yapılıyordu.
 Meclis, bir başkan ve on dört üyeden oluşur ve her gün toplanırdı. Meclisi
Vala temyiz mahkemesi İşlevini yerine getirmiş ve idam cezası gerektiren
suçlarla ilgili davalara bakmış, yüce divan gibi yüksek rütbeli devlet
görevlilerini yargılama yetkisine de sahip olmuştur.
 Kavli ve fiili sai bi'l-fesada cesaret edenler (söz ve fiilleriyle karışıklık
çıkaranlar) Dersaadet'te iseler dava mutlaka Meclis-i Ahkam-ı Adliye'de
görülür ve nihai hükme bağlanırdı.
 Bu suçlar taşrada işlenmişse, öncelikle memleket meclisinde ele alınıp,
şahitler Dersaadet'e celp edilir ve davaları Meclis-i Ahkam-ı Adliye'de
tekrar görülürdü.
 Makam ve rütbe sahipleri veya ulemadan her kim bir başkasına hakaret
ederse, suç Dersaadet'te işlenmişse, dava Meclis-i Ahkam-ı Adliye'de
görülür. Bu tür olaylar Dersaadet'te ortaya çıkar ve cünhası yalnız tazirde
kalırsa, tazir de herkesin hal ve şanına göre olduğundan, o kimse
ulemadan ve sadat-ı kiramdan ve rütbe sahibi zevattan ise Meclis-i
Vala'ya celp ile tazir kılınır (1851 CK İkinci Fasıl, m.2).
 Bu tür meselelerin arkadaşlık ve intikam hissinden arınmış olarak fark ve
temyizine olabildiğince dikkat etmeli, bu kişilerin huzura getirilmesinden
çekinmemelidir (1851 CK, İkinci Fasıl m.3). Rütbeli ve ulemadan biriyle
askeri zabitandan biri arasında bu tür bir uyuşmazlıkta, dava aynı şekilde
Meclis-i Ahkam-ı Adliye'de görülürdü (1840 CK Üçüncü Fasıl, m.2).
Divan-ı Ahkam-ı Adliyye

 5 Mart 1868'de çıkan bir iradeyle Meclis-i Ahkam-ı Adliyye'nin Şurayı


Devlet ve Divan-ı Ahkam-ı Adliyye adıyla ikiye ayrıldı.
 1864'te de Vilayet Nizamnamesi ile nizamiye mahkemeleri kuruldu.
Nizamiye mahkemelerinin vermiş olduğu kararları temyizen denetleyecek
bir mahkemeye ihtiyaç duyulması, Divan-ı Ahkam-ı Adliye'nin
kurulmasının başlıca amilini oluşturdu.
 Divan-ı Ahkam-ı Adliyye, görev alanına giren hukuk ve ceza davalarını
temyizen inceleyen ilk mahkeme kabul edilmektedir. Divan-1 Ahkam-ı
Adliyye'nin görev alanı şeriye mahkemeleri, cemaat mahkemeleri ve
ticaret mahkemelerinin görev alanları dışında kalan hukuk ve ceza
davalarına münhasırdı; yani bu divan genel olarak nizamiye mahkemeleri
diye adlandırılan meclis-i deavi ve meclis-i temyizlerce kesin hükme
bağlanmış, yine meclis-i temyiz ve divan-ı temyizlerde istinafen görülmüş
davaların temyiz mercii olarak görev yapıyordu.

Şurayı Devlet

 1838 yılında kurulan Meclis-i Vala-yı Ahkam-ı Adliyye, 1868 yılında Şurayı
Devlet ve Divan-1 Ahkam-ı Adliye adında iki meclise ayrılmış; İçtüzüğü 1
Nisan 1868'de yürürlüğe giren Şura- yı Devlet'in resmi açılışı 10 Mayıs
1868 tarihinde yapılmıştır.
 Şurayı Devlet kanunları hazırlamak ve idari yargıyla görevlendirilmiştir.
 Bağımsız olarak idari yargı ile görevlendirilen ilk organ Şurayı Devlet'tir.
 1868 tarihli Şurayı Devlet Nizamnamesine göre kurumun görev ve
yetkileri kanun ve nizamname tasarılarını hazırlamak, mülki işleri
incelemek, mahkeme veya meclislerin verdiği kararların temyizinde adliye
ve idare memurları arasında çıkan ihtilafları çözmek, hükümetle kişiler
arasındaki davalara bakmak, kanun metinlerini yorumlamak, devlet
memurlarının durumlarını inceleyip gerektiğinde onları yargılamak, 1864
Vilayet Nizamnamesine göre her vilayette senede bir defa toplanıp
vilayetin sorunlarını görüşecek olan umumi meclislerin düzenlediği
mazbataları meclis üyeleriyle müzakere ederek karara bağlamaktı.
 Kanun teklifleri, sadrazamlık tarafından padişahın onayı alındıktan sonra,
kanun layihasini hazırlamak üzere Şurayı Devlet'e havale edilir; sonra
meclise gelirdi. Şurayı Devlet 1876 Kanun- Esasi'nin hazırlanmasında etkin
bir rol üstlendi.
 Kanunları yorumlamak ve uygulanmasını denetlemek de Şurayı Devlet'in
görevleri arasındaydı.
 Devletin idari, mülki, hukuki, inzibati, mali, ticari, askeri vb. hususlarda
danışma merkezidir. Başta padişah olmak üzere bakanlıklar ve diğer
kurumlardan gelen talep üzerine görüşlerini bir mazbata ile bildirir, ancak
yürütmeye müdahale etmezdi.
 Taşradaki idare meclisleri idari davalara bakıyordu. 1868 yılında merkezde
kurulan Şurayı Devlet Muhakemat Dairesi de bunların kararlarına karşı bir
temyiz mercii oldu. Burada ayrıca memur yargılaması da yapılırdı.
 Şurayı Devlet başkanı aynı zamanda kabinenin de üyesi idi. İdare ile kişiler
arasındaki ihtilafların çözümü işi 1870'ten itibaren nizamiye
mahkemelerine verilmiş; idare mahkemelerinde yalnızca memur
muhakemesi işi kalmıştı.
 669 sayılı ve 23 Kasım 1925 tarihli Şurayı Devlet Kanunu ile meclis
Tanzimat, Mülkiye, Deavi ile Maliye ve Nafia olmak üzere dört daireye
bölünerek yeni dönemde de idari teşkilat içerisindeki yerini aldı.
 Teşkilatlanması ve fiilen göreve başlaması 6 Temmuz 1927 tarihini bulan
Şurayı Devlet'in ismi, 1938'de çıkarılan 3546 sayılı kanunla önce Devlet
Şurası'na ve 1940'lı yılların başlarından itibaren Danıştay'a dönüştürüldü.

OSMANLI HALKI

 Klasik dönem Osmanlı toplumu yönetme ve yönetilme itibarıyla genellikle


askeri-reaya (yönetici-yönetilen) şeklinde ikiye ayrılır.
 Hükümdarın otoritesini temsil eden idareci, asker ve ulemadan oluşan
askeri sınıf içinde Müslüman aile menşeli olup genellikle medrese
eğitiminden sonra kaza (yargı), tedris (eğitim) ve ifta (fetva) alanlarında
istihdam edilenler ehl-i şer' (ilmiye, ulema);
 daha çok kul menşeli olup Enderun ya da acemi oğlanları mektebinde
eğitim görmüş olan sipahi-sadrazam arası görevliler ehli örf (ümera,
mülkiye ve seyfiye) olarak anılır. Kısaca seyfiye, ilmiye ve kalemiye sınıfları
da denilebilir.
 Tanzimat'tan sonra ehl-i örf-ehl-i şer' ayrımı ortadan kalkmış, bu iki
zümrenin mensupları devlet memuru statüsünde birleştirilmiştir.
 Askeri zümre her millet grubunda vardı. Mesela martolos denilen
Hristiyan askerleri, voynuk adı verilen sipahi statüsündeki Bulgar
savaşçıları, çeşitli dinlerden derbentçiler veya bir Rum metropolit, bir
Ermeni vartabed yahut "amira" zümresi üyesi (memurlar) Ermeniler veya
bir haham ve hahambaşı, tıpkı bir müslüman müderris ve mütevelli
gibidir.
 Askeriler dışında kalan bütün halk reayadır. Bu terim XIX. yüzyılda
Osmanlı Devleti'ne haraç ödeyen gayrimüslim tebaa için de kullanılmıştır.
 Yaşadıkları yere göre halk şehirliler, köylüler ve göçebeler olarak
ayrılmıştır. Ağırlıklı olarak şehirliler askeri sınıf ve esnaftan, köylüler
tarımla, göçebeler hayvancılıkla uğraşanlardan oluşmuştur.
 Askeri tabiri Osmanlıda sadece ordu mensuplarını ifade etmez; kendisine
padişah beratı verilmek suretiyle kamu görevi yapan ve devlet
hazinesinden geliri olan bütün memurları kapsar.
 Klasik dönemde memur sistemi bakımından "kul sistemi" (devşirme
usulü) ve "tevcihat sitemi" geçerlidir. Kul sistemi, genel bir ifadeyle
savaşlarda esir alınanlar, para ile satın alınan köleler, tabi devlet ve
beylikler tarafından gönderilen rehin çocuklar ve devşirme usulü ile
toplanan Hıristiyan çocukların bir nevi yükseköğrenim niteliğinde olan
Enderun'da eğitilerek yeteneklerine göre asker veya sivil yönetici olarak
görev verilmesidir.
 Tevcihat sistemi ise, devlet dairelerinin ihtiyacı olan memurların, kalem
denen devlet dairelerinde, sınav olmaksızın takdire bağlı olarak bir
yıllığına vazifeye başlatılıp, orada yetiştirilip, görevinde başarılı olanların
“ibka” adıyla görevlerinde bırakılmalarıdır.
 Her iki sitemde de memur seçiminde, terfilerde "liyakate” azami önem
verilirdi.
 Modern dönemde memur sistemi bakımından en başta gelen değişim,
1826'da II. Mahmut tarafından "kul sistemi❞ üzerine oluşturulan Yeniçeri
Ocağı'nın kaldırılıp (Vaka-i Hayriyye), Asakir-i Mansure-i Muhammediyye
adıyla çağdaş siteme uygun yeni bir ordunun kurulması ve subay
yetiştirmek üzere Mekteb-i Harbiyye, Mekteb-i Tibbiyye, Mızıka-i
Hümayun gibi yüksek okulların açılmasıdır.
 İkinci önemli gelişme sivil memurlar açısından daha önce uygulanan
"tevcihat" siteminin kaldırılarak, memur atama ve terfiinde imtihan
usulünün getirilmesidir.
 Memurların ilerlemesi bakımından dereceler (ula, sani, salise, rabia)
ihdas edilmiş, bu derecelerin nişanları ve elbiseleri tespit edilmiş, eski
tahsisat sitemi kaldırılarak derecelere göre maaş bağlanması esası
benimsenmiştir.
 1877 yılında personel sicil sistemi kurulmuştur. 1881 yılında çıkarılan ve
1884 yılında yeniden düzenlenen "Memurin-i Mülkiye Terakki ve Tekaüd
Kararnamesi" devlet memurlarının atanma ve yükselme şartlarını
belirlemiş; devlet memurluğuna giriş adayın uygun özelliklere sahip
olduğunu belgeleyen diplomasına göre ya da diploması yoksa bir
memurlar heyetince yapılacak sınavda başarılı olması şartına
bağlanmıştır.
 1896'a memurlara ilişkin olarak atama, görevden alma konularında genel
bir inceleme ve araştırma görevlerini ifa etmek üzere "Memurin-i
Mülkiyye Komisyonu” kurulmuştur.
 Memurların yargılanması esaslarını düzenlemek üzere 1912 tarihli
Memurin Muhakematı Hakkında Kanun-ı Muvakkat yürürlüğe girmiştir.

MÜSLÜMANLAR VE GAYRİMÜSLİMLER

 Osmanlı tebaası Müslüman ve gayrimüslimlerden oluşmuş, fetihlere göre


nüfus dengesi değişmiştir.
 21 Zilhicce 1286/12.03.1869 tarihinde Diyarbakır'da o 4781 erkek ve
5033 kadın toplam 9814 Müslüman,
 3577 erkek ve 3276 kadın toplam 6853 Ermeni,
 428 erkek ve 403 kadın toplam 831 Ermeni Katoliği,
 747 erkek ve 687 kadın toplam 1434 Süryani,
 94 erkek ve 80 kadın toplam 174 Süryani Katoliği,
 508 erkek ve 468 kadın toplam 976 Keldani,
 179 erkek ve 128 kadın toplam 305 Rum,
 25 erkek ve 30 kadın toplam 55 Rum Katoliği,
 318 erkek ve 332 kadın toplam 650 Protestan,
 143 erkek ve 137 kadın toplam 280 Yahudi,
 olmak üzere toplam 21.372 nüfus vardı.
 Devletin kurucu ve asli unsuru müslümanlardır. İslam'ı din olarak
benimseyenler aynı zamanda sosyopolitik İslam toplumunun bir üyesi
olurken bu inancı paylaşmayanlar da İslam devletinin siyasi hakimiyetini
kabul ederek çoğulcu bir hukuki yapı içinde tercih ettikleri hayat tarzını
yaşama imkanına sahip olurlar.

ZİMMİLER

 Ruhani reisler, dini ayinleri yönetir, kilise ve havralara ödenecek vergileri


toplar, bunları merkeze gönderir, dindaşlarının evlenme, boşanma,
cenaze, vaftiz, aforoz gibi din hizmetlerini yerine getirirdi
 Zimmilerin can ve mal güvenlikleri tamdır. Zimmiyi kasten öldüren
müslüman ise çoğunluğa göre diyete, Malikiler ile Leys b. Sa'd'a göre mali
için pusu kurarak veya hile yaparak öldürmüşse kısasa, diğer durumlarda
diyete,
 Hanefiler, İbn Ebu Leyla, Şa'bi ve Osman el-Betti gibi müçtehitlere göre ise
doğrudan kısasa hükmedilir, mal çalana had, hakaret edene tazir cezası
uygulanır.
 Kamu düzeni sebebiyle (yerleşim yerlerinde silah taşıma, müslüman köle
ve cariye kullanma yasağı gibi) kısıtlamalar getirilebilir.
 "Hz. Ömer bazı kıyafetleri zimmilere mecbur tutmuştur; bundan maksat
müslümanla zimminin birbirinden ayrılması olup zimmilere muayyen
kıyafetler dayatmak değildir" (Kitabü'l-Harac, II/124-128, 132-134).
 Kıyafet gibi bazı kısıtlamalar zimmilerin kültürlerini korumalarını sağladı
(asimileyi önledi).
 'Yahudi ve Hristiyanlardan bazıları müslüman olmuş cariyeler satın alıp
bazı sanatı öğrettikten sonra müslümana satma bahanesiyle çalıştırıp bu
hususa şer'i cevaz olmamakla kemal-i tembih ve tekit ile men' olunmak
gerekmiştir, imdi yargı çevrenizde gerektiği gibi tembih edip Yahudi ve
Hristiyanlardan bir ferdin evinde müslüman cariye olmamasına dikkat ve
ihtimam edin tenbihten mütenebbih olmayanları huzurumuza arz edip bu
babda görevi ihmal ederek siz muateb olmaktan sakının.
 Ebussuud'un bir fetvasına göre hakim, müslümanlarla birlikte yaşayan
zimmilerin:
 Yüksek ve gösterişli evler yapmalarını,
 Şehir içinde ata binmelerini,
 Kıymetli elbiseler ve yakalı kaftanlar giymelerini, ince tülbent, kürk ve
sarık sarmalarını yasaklayabilir.

DİN VE VİCDAN HÜRRİYETİ

 Dini çoğulculuk Allah'ın muradıdır (5/48; 10/99)


 Dini eğitim verme (örneğin evde Tevrat okutma Feyziyye, No:844), ibadet
ve mabetlerini tamir etme hakları vardır.
 Kendi dinlerinde yasaklanmayan (şarap, domuz vb.) şeyleri üretir, kullanır
ve gayrimüslimlere satabilirler.
 Dini propaganda, yeni mabet yapma ve genişletme hakları kısıtlıdır.
 Şafii, Hanbeli, Zahiri, Caferi mezheplerine ve bazı Malikilere göre
gayrimüslimler çok kısa süreli bile olsa Harem bölgesine giremezler.
Müşriklerin Mescid-i Haram'a yaklaşmasını yasaklayan ayetle (Tevbe
9/28) Arap yarımadasında İslam'dan başka bir dinin bulunamayacağını
dile getiren hadisler (el-Muvatta', Medine, 18, 19; Buhari, Cizye, 6;
Müslim, Vasiyet, 20; Darimi, Siyer, 54) bu yaklaşımın delilleridir.
 Hanefiler, zimmilerin ve müste'menlerin üç günü geçmemek kaydıyla
Mescid-i Haram'da bulunabileceklerini söylemişlerdir.
 Nüfusun çoğunluğunu müslümanların oluşturduğu yerleşim yerlerinde
zimmilerin çan çalamayacağı ve mabed dışında açıktan haç
taşıyamayacağı yönündeki hükümlerin o dönemin şartları içinde toplum
huzurunu koruma ve kamu düzenini sağlama amacına matuf olduğu
anlaşılmaktadır. Öyle ki birçok yerdeki çan çalma yasağının sadece ezan
vakitlerine hasredildiğini, onun dışında herhangi bir kısıtlamanın
bulunmadığı görülür.
 Halid b. Velid'in Anat ahalisiyle, Ebu Ubeyde b. Cerrah'ın Şam bölgesi
zimmileriyle yaptığı antlaşmalarda çanlarını ezan vakitleri dışında günün
diledikleri her saatinde çalabilecekleri, yortularında haçlarını açıkça
taşıyabilecekleri hükmü yer almaktadır. Ebu Yusuf, s.138, 146.

KİLİSELERİN CAMİYE DÖNÜŞTÜRÜLMESİ

 Ebu Yusuf, Halife Ömer'e ait bir görüş şeklinde, fetihten önce mevcut olan
kilise, havra ve ateşkedelerin yıkılmayacağını ve mevcut haliyle
bırakılacağını, ancak yenilerinin yapılmasına da izin verilmeyeceğini
nakletmiştir (el-Harac).
 Zimmilerle karşılıklı güven ve iyi ilişkilerin kurulmasına bağlı olarak erken
dönemlerden itibaren eski mabetlerin tamirine ve yenilerinin de
yapılmasına izin verildiği, içte sosyal karışıklıkların ortaya çıktığı veya
Bizans yahut Haçlı seferlerinde olduğu gibi gayrimüslim devletlerle siyasal
ilişkilerin bozulduğu dönemlerde ise bu müsamahanın gösterilmediği ve
bazı mabetlerin yıktırıldığı görülmüştür.
 Osmanlıda bir yer fethedildiğinde orada bulunan kiliselerden biri
(özellikle en önemlisi veya en büyüğü) hakimiyet sembolü olarak camiye
çevrilir.
 İlke olarak ister barış ister savaş yoluyla ele geçirilsin, bir yerde eğer
zimmi topluluğu yerinde bırakılmışsa kiliselerine dokunulamaz. Bununla
beraber devlet sınırları içinde yeni kilise inşası yasaktır, tamiri için divana
başvurulması gerekir.
 Müslüman sayısı artan ve cami ihtiyacı olan yerlerde, kullanılmayan kilise
satın alınıp camiye çevrilebilir.
 Zimmi tebaa topluca müslüman olursa kiliseleri camiye dönüştürülür.
 Fethedilen yerdeki harap olmuş kilise yerine cami yapılabilir (Fatih Camii,
1462)
 Kiliseden çevrilen cami uzun süre kullanılmasa bile tekrar kiliseye
dönüştürülmez.

KİLİSELERİN TAMİRİ

 Fetihten önce mevcut (kadim) kiliselere dokunulmaz.


 Kadim kilise harap olursa aslına uygun tamir edilebilir.
 Tamir için dilekçe,
 Kadı, mimarla keşif yapmalı, uygunsa karar (ruhsat) vermeli, o Karar
merkeze gönderilip Şeyhülislamdan fetva alınmalı,
 Padişah emri ile tamir yapılır,
 Tamirin aslına uygun yapıldığı teftiş edilir.

YENİ KİLİSE İNŞASI

 Hicaz bölgesi ile müslümanlar tarafından kurulmuş şehirlerde (Bağdat,


Basra vb.) kilise yapılamaz.
 Ebussuud'a göre Cuma namazı kılınan ve Kur'an okunan yerde yeni kilise
inşa edilemez.
 Müslüman halktan uzakta köy veya adada yeni kilise inşa edilebilir.
 Şartlar oluşmadan inşa edilen veya aslına uygun tamir edilmeyen kilise
yıktırılır.
 1831 tarihli şeyhülislam fetvasına göre halkı zimmi olan köylüler padişah
izniyle yeni kilise yapabilirler
 Islahat Fermanından sonra padişah izniyle yeni kilise inşası ve
genişletilmesi mümkün hale gelmiştir.

ZİMMİLERİN HAKLARI

 Gayrimüslimlerle ilgili adli-hukuki özerkliğe işaret eden ayetlerle birlikte


(Maide 5/43, 47) Resul-i Ekrem devrindeki bazı özerklik uygulamalarını
(Müslim, Hudud, 26-29; İbn Mace, Hudud, 10) göz önüne alan İslam
hukukçuları din ve vicdan özgürlüğünün bir gereği olarak şahıs, aile, miras
ve borçlar gibi dini inançla yakın ilgisi olan özel hukuk alanıyla bazı ceza
hukuku meselelerinde gayrimüslimlerin hukuk ve yargılama özerkliğinin
bulunduğu görüşündedir.
 Osmanlıda Müslüman olmayan unsurların otonom bir yapıya sahip
oldukları ve her türlü hukuki anlaşmazlıkta kendi ruhani kurum ve
reislerinin hukuklarına tabi oldukları kanaati yaygın olsa da zimmiler kendi
ruhani reislerinin yetki alanına giren evlenme ve boşanma davaları
dışında diğer hukuki ihtilaflarını Osmanlı mahkemelerinde İslam hukuku
kurallarına göre sonuçlandırmışlar, miras ve vasiyetle ilgili konularda ise, -
Kiliseye hibe ve vakıf gibi hayır işleri dışında- İslam miras hukuku
hükümlerine tabi olmuşlardır.
 Osmanlıda zimmiler, müslümanlar gibi devletin koyduğu kurallara tabiydi.
 Ele geçirilen topraklarda gayrimüslimlerin daha önceki kanunları
kaldırılarak yerine İslam hukuku ve Osmanlı örfi hukuku uygulanmıştı.
 1516 tarihli Semendire Eflakleri Kanunnamesinde yer alan, "Şimdiden
sonra despot kanunu demekle maruf olan ayin-i batıl dahi ref'olunup her
hususta sancak beyi ve vilayet kadıları mukteza-yı şer'-i kavim ve
müsted'a- yı kanun-ı kadim üzere görüp fasl-ı husumat-ı şer'iyye ve kat'-i
deavi-i örfiyye eyleyeler" hükmünde ilga edildiği belirtilen "despot
kanunu” kilise kanunlarına gönderme yapar.
 Kanunnameler bütün tebaayı kapsayıcı nitelikte olmasına rağmen
zimmiler için farklı düzenleme yapılması gereken hususlar kanunname
içerisinde, "Kefereye Mahsus Ahvali Beyan Eyler” başlığı altında ele alınır.
 Özellikle zimmilerin yaşadığı yerlerde onlar için müstakil kanunnameler
örneğin Kefalonya adasındaki gayri müslimler için "Cezire-i Kefalonya
Keferesine Verilen Kanun" ve "Kanunname-i Ahval-i Zimmiyan-ı Karaman"
adlı kanunnameler çıkarılmıştır.
 Tanzimat'tan sonra gayrimüslimlerden cizye yerine bedel-i askeri adıyla
vergi alınmaya başlanmış, 1856 Islahat Fermanı ile klasik zimmet hukuku
önemli ölçüde ortadan kaldırılmıştır.
 Özel hukuk alanında mensup oldukları dinin sosyal kurallarına; kamu
hukuk alanında İslam hukukunun müslüman olmayanlara dair kurallara
tabidirler,
 Hukuki statü farklılığı milliyetçilik bilincini korudu, ekonomik çıkar elde
etmelerini sağladı.
 Aile hukukuna ilişkin (evlenme, boşanma, nafaka gibi) konularda
isterlerse cemaat mahkemelerine (patrikhanede bulunan heyete),
isterlerse İslam (kadı) mahkemesine başvurabilirlerdi. Kendi dinlerine
göre eşlerinden boşanamayan Katoliklerin de Osmanlı mahkemelerini
tercih ettiklerine dair vakalara rastlanır.
 Taraflar meseleyi ruhani merciye veya kendilerinden bir hakeme
götürmekte anlaşamazlarsa, çözüm mercii mutlaka Osmanlı mahkemesi
idi. Taraflardan birinin Müslüman olduğu davalar muhakkak Osmanlı
mahkemelerinde görülürdü. Pratikte zimmiler, daha ucuz, adil ve kanun
yolu murakabesine tabi bulunan Osmanlı mahkemelerini, kendi ruhani
mahkemelerine tercih etmişlerdi.
 Talih oyunları, yakın akraba ile evlilik, faizli işlemler vb. hususlarda
zimmiler kendi hukuklarına tabidirler
 Borçlar ve ticaret hukuku: Hanefilere göre eşya, borçlar ve ticaret hukuku
uyuşmazlıklarında gayrimüslim tebaaya da İslam hukuku hükümleri
uygulanır. Osmanlıda zimmiler kendi aralarında şarap ve domuz ticareti
yapabilirler, müslümanlara faiz şartı koyamazlardı.
 Ceza hukuku bakımından İslam hukukuna tabidirler; ancak bazı had
cezaları (örneğin recm) zimmilere uygulanmaz.
 Bir zimmiyi kasden öldüren Müslümana da kısas uygulanır.
 Bir zimminin malını haksız yere gasb ve telef eden tazmin eder.
 Gayrimüslimlere 'ey kafir!" diyen müslümana hakaret suçu sebebiyle
ta'zir cezası verilir.
 Kur'an'a göre diyette müslüman-zimmi ayrımı yoktur.
 Para cezası, I. Selim Kanununa göre zimmilerden iki kat; Kanuni
Kanunnamesine göre yarı oranında alınırdı.
 Dini nitelikli suçlarda (ayine aykırı hareket) patrikler ve hahambaşılar
yetkiliydi, manastıra kapatma cezası verirlerdi o Zimmilerin üst dereceli
din adamlarının dünyevi suçlardan yargılanması Divan-ı Hümayunda
olurdu.
 Ödedikleri temel vergiler cizye ve haraçtır. Cizye askerlik yapmayan
erkeklerden alınır. Haraç ise arazi vergisidir
 Voynuk, martalos ve eflak gibi zimmi gruplar oluşturuldu, baruthaneyi
genelde zimmi aileler korudu.
 Muhakeme hukuku: Tarihi süreçte de gayrimüslimler kendi aralarındaki
meselelerde kendi mahkemelerine dava açma ve kendi hukuklarını
uygulama hakkına sahip olmuştur.
 Taraflardan birinin müslüman olması veya konunun kamusal boyutunun
bulunması ya da dinlerini ilgilendirmemesi halinde davaya İslam
mahkemesinin bakacağı ve İslam hukukunun uygulanacağı açıktır.
 Zimmi, müslüman aleyhine tanıklık edemez,
 "Bir kafir köyünde müslüman olmasa, müslim Zeyd, zimmi Amr'ı öldürse,
köylülerin şahadeti müslim Zeyd üzerine geçmez. Bu surette kadı o gibi
kimselerin şahadeti ile hükmetse hüküm nafiz olmaz. (Ebussuud, akt.
Düzenli, No:1351-1352).
 Ebussuud'a göre kilise ve havraya gitmeyen zimminin tanıklığı da
geçersizdir.
 Herkes kendi dinine göre yemin ederdi.
 Aile hukuku: Müslüman erkek kitabi kadınla evlenebilir; zimmiler
Müslüman kadınla evlenemezdi.
 Miras hukuku: Din farkı mirasçılık engelidir. Gayrimüslimin müslümana
mirasçı olamayacağı hususunda icma bulunmasına karşılık bazı sahabi ve
tabiin alimleri Müslümanın gayrimüslime mirasçı olacağını söylemişler,
ancak ashap ve tabiinin çoğunluğu ile dört mezhep imamı bunun aksini
savunmuştur.
 Hanefilere göre ülke ayrılığı gayrimüslimler arasında mirasçılık engeli
olduğu için harbi ile zimmi veya müste'men ile zimmi arasında mirasçılık
cereyan etmez.
 İki ayrı devletin tebaası olan iki müste’men de birbirlerine mirasçı
olamazlar.
 Hanefiler tabiiyete dayanan hükmi ayrılığı, Şafiiler ise ikametgaha
dayanan fiili ayrılığı mirasçılığa engel kabul etmişlerdir.
 Hanbeliler ve Malikilere göre ise ülke ayrılığı hiçbir şekilde mirasçılığa
mani değildir.
 Zimmiler eğitim, ulaşım, haberleşme, temizlik, sulama, mahkemede hak
arama gibi genel ve ortak ihtiyaçların karşılanması amacıyla devlet veya
diğer kamu tüzel kişileri tarafından verilen hizmetlerden faydalanma
hakkına sahiptir.
 Dini duyarlılıklar sebebiyle ve kamu düzenini sağlamak amacıyla alınan
tedbirler saklı kalmak şartıyla zimmiler herhangi bir sınırlama olmadan iş,
sanat ve ticaret hayatında serbestçe faaliyet gösterebilirler.
 Siyasi haklar: İslam hukukçuları, gayrimüslimlerin devlet başkanını seçme
ve bu göreve seçilme hakkına sahip olmadıkları, ordu komutanlığı, valilik
ve hakimlik gibi görevlere getirilemeyecekleri konusunda görüş birliği
içindedir.
 Hukukçuların genel eğilimine rağmen daha Muaviye devrinden itibaren
gayrimüslimlerin devlet kademelerinde çalıştırıldıkları, çeşitli divanların
yönetimi yanında valilik ve vezirlik makamına kadar yükseldikleri, hatta
bazı İslam devletlerinde bürokrasinin büyük ölçüde onların eline geçtiği
görülmüştür.
 Hz. Peygamber elçi, düşman hakkında bilgi edinmek, amaç ve hedeflerini
önceden öğrenmek için keşif kolları çıkarır ve casuslar yollar, bu görevde
gerektiği zaman müslüman olmayan kimselerden de yararlanmış, Hz.
Ömer ise gelir idaresinin başına bir gayrimüslim görevlendirmiştir.
 İslam tarihinde ilk dönemlerden itibaren askerlik hizmetinde
gayrimüslimlerden istifade edildiğine ve bu durumda kendilerinden cizye
alınmadığına dair çeşitli örnekler vardır (A. Zeydan s.154-157).
 Osmanlı ordusunda da gayrimüslimler sipahi, topçu, voynuk, martolos,
eflak, levent ve kürekçi olarak hizmet görmüşler ve kendilerinden cizye
alınmamıştır. Ayrıca bir yerin fethi sırasında hizmeti görülenler, geçit
yerleri, ada, kale ve sınır boylarında bulunanlar da cizye veya diğer
vergilerden kısmen veya tamamen muaf tutulmuşlardır (Bozkurt, s.23,
27).
 Sosyal güvenlik hakkı: zimmi de olsa bir insan yaşlı veya hastalık/kaza
sebebiyle çalışamaz hale gelir ya da zenginken yoksullaşır ve yardıma
muhtaç olursa vatandaşlığı devam ettikçe vergiden muaf olur ve geçimini
devlet sağlar.

MÜSTE'MEN

 Vatandaş olmayan, vize ile geçici olarak (azami bir yıl) ülkede bulunan
yabancıdır. o Eman alarak ülkeye girdiklerinde zimmi statüsünde olurlar.
 Müslüman olduğu halde darülislama hicret etmeyen harbinin can ve mali
aleyhine müslüman veya zimminin darülharpte işlediği suçlar Şafiiler,
Hanbeliler ve Malikilere göre kisas ve tazmini gerektirir. Bu konuda
darülislamla darülharp arasında fark yoktur.
 Hanefiler ise bu kimsenin darülharpte can ve malına tecavüzün dinen
haram olduğunu kabul etmekle birlikte İslam devletinin hakimiyet sınırları
dışında işlenen bu suçun hukuken ceza ve tazmini gerektirmediğini
söylemişlerdir.
 Çoğunluğa göre İslam ülkesine müste'men olarak gelen harbiyi öldürene
kısas cezası verilmez; Ebu Yusuf'a göre verilir.
 Şafiilere göre eman almadan ülkeye giren yabancıya cizye ödeyip zimmi
olması için dört ay süre verilir.
 İslam ülkesinden taşınmaz alan müste’men, zimmi statüsünü kabul etmiş
sayılır.
 Emanda şekil şartı yok, herhangi bir müslüman eman verebilir.
 Ülkesine silah, köle ve mushaf götüremez.
 İhtilafın iki tarafı da müstemense, konsolosluk mahkemesi yetkilidir.
 İslam tarihinde ilk dönemlerden itibaren askerlik hizmetinde
gayrimüslimlerden istifade edildiğine ve bu durumda kendilerinden cizye
alınmadığına dair çeşitli örnekler vardır (A. Zeydan s.154-157).
 Osmanlı ordusunda da gayrimüslimler sipahi, topçu, voynuk, martolos,
eflak, levent ve kürekçi olarak hizmet görmüşler ve kendilerinden cizye
alınmamıştır. Ayrıca bir yerin fethi sırasında hizmeti görülenler, geçit
yerleri, ada, kale ve sınır boylarında bulunanlar da cizye veya diğer
vergilerden kısmen veya tamamen muaf tutulmuşlardır (Bozkurt, s.23,
27).
 Sosyal güvenlik hakkı: zimmi de olsa bir insan yaşlı veya hastalık/kaza
sebebiyle çalışamaz hale gelir ya da zenginken yoksullaşır ve yardıma
muhtaç olursa vatandaşlığı devam ettikçe vergiden muaf olur ve geçimini
devlet sağlar.

OSMANLI MİLLET SİSTEMİ

 Hz. Peygamber'in Eyle, Ezruh, Dumetülcendel ve Necran Hristiyanları,


Makna ve Teyma Yahudileri, ayrıca kısmen Mecusilerin de bulunduğu
Hecer ve Bahreyn halkı ile yaptığı antlaşmalarla gayrimüslimler dini ve
hukuki temele dayalı kültürel kimliklerini koruyarak İslam toplumu içinde
yaşama imkanına kavuşmuşlar,
 kadınlarıyla evlenilmesi ve kestikleri hayvanların yenilmesinin
yasaklanması suretiyle Mecusiler, Yahudi ve Hristiyan zümrelerinden
ayrılmıştır.
 İslam tarihi boyunca müslümanlar fethettikleri ülkelerde kalıp kendileriyle
beraber yaşamayı kabul eden Hindular, Budistler ve Kuzey Afrika'daki
putperest Berberiler gibi farklı din mensuplarıyla cizye antlaşması
yapmışlardır.
 İslam tarihi boyunca devam edegelen bu uygulama Osmanlı millet
sistemiyle en geniş ve gelişmiş biçimini bulmuştur.
 Millet, ırk birliğini aşıp din/iman birliğiyle daha üst ortak bağlar oluşturan
topluluktur; nation değildir.
 Her milletin başında kendi cemaatlerince seçilen, devletçe onaylanan
birer dini şef bulunurdu. Ruhani reisler cemaati temsil ve idare
etmişlerdir.
 Dini şefler ömür boyu makamlarında kalırlar, vatana ihanet etmedikçe
veya kendi topluluklarının kurallarına aykırı davranmadıkça görevden
alınmazlardı.
 Topluluğun mallarını, eğitim işlerini yönetir, cemaatin özel hukuk işlerini
çözümlerlerdi.
 Cemaat şefleri dini, mali, hukuki işlerde gerekli giderleri karşılamak üzere
cemaatlerinden vergi toplarlardı. Bu konuda aşırıya kaçmamaları için
devletçe denetlenirdi.
 Azınlıkların özel hukuka ilişkin davaları patrikhanelerde kurulan cemaat
mahkemeleri görür ve gereği Osmanlı Devleti'nin icra memurlarınca
yerine getirilirdi.
 Millet sistemini oturtmuş olan Osmanlıda gayrimüslimlerin mezhep
değiştirmesi de yasaklandı (Katolikler, Ortodoks Ermenileri ve Süryanileri
kendi mezheplerine sokmak istediler, kürek cezası verildi).

KLASİK DÖNEM

 Millet sistemi, bir bölgenin darülislama katılmasından sonra buradaki


zimmilerin hukuk ve himaye bahşedici bir ahid ile İslam devletinin idaresi
altına girmesinden doğan bir teşkilat, bir hukuki varlıktır.
 Rum, Galata, Ermeni ve Yahudi milletleri ile zimmet anlaşması yapıldı. o
Millet sistemi ile yönetilen ilk topluluk Rum milleti içinde etnik kökene
bakılmadan tüm Ortodokslar vardı.
 Galata zimmileri çoğunluğu Latin kökenli Katoliklerden oluşmuştu.
 Gregoryen Ermenilerin İstanbul'a gelmeleri yasaktı fetihten sonra yasak
kalktı, 1461'de Samatya'daki Sulu Manastır onlara patrikhane olarak
verildi.
 Fransa'nın baskısı ile 1831'de Katolik Ermeni Patrikliği, 1850'den sonra da
Protestan Ermeni Cemaati tanındı (üç mezhepten Ermeniler).
 Yahudiler dağınık ve çok dilli bir milletti (Sefarad, Aşkenazi), ruhban sınıfı
olmadığı için Yahudileri tek bir haham temsil etmedi.
 1774 Küçük Kaynarca Barış Antlaşması ile Ruslara Osmanlı tebaası olan
Ortodoksların din hürriyetleri ile kiliselerini koruma yetkisi verilmiş,
Avrupa devletleri de Osmanlıda yaşayan gayrimüslimlerin haklarının
genişletilmesi için baskılarını artırmışlardır.

TANZİMAT DEVRİNDE MİLLETLER

 Milletler arasındaki statü farklılığını kaldırmak ve bütün vatandaşlara aynı


hukuk sisteminin uygulanması amacıyla düzenlemeler yapıldı.
 Zimmilere şer’i hukuk uygulanamayacağına göre müslümanlara da
uygulanacak ortak (laik) hukuk yapılmalıydı, Avrupa'dan kanunlar
tercüme edilerek alındı.
 Tanzimat müslümanları rahatsız etti;
 Eski ekonomik ve dini imtiyazları kalktığı için zimmileri de memnun
etmeye yetmedi, çünkü:
 Dini liderlerin idari yetkileri sivil kişilerin de katıldığı meclislere, yargı
yetkileri nizamiye mahkemelerine geçti.
 Mali kaynakları kısıldı, askerlik görevi geldi.
 1856 Islahat Fermanı teorik olarak zimmet kurumunu ortadan kaldırdı.
 Islahat Fermanıyla cemaat şeflerinin dünyevi yetkileri alındı. o
Cemaatlerin yönetimi din adamları ve laik kişilerden oluşan meclislere
bırakıldı. Böylece azınlıklara, dini şeflerinin yüzyıllardır süren, bazen
keyfiliğe kadar varan kesin otoritesinden sıyrılarak, kendi cemaatlerinin
yönetimine katılma hakkı verildi.
 Bu fermanın çıkartılmasındaki amaç azınlıkları müslümanlarla hak ve
görevlerde eşit kılmaktı. Ancak azınlıklar askerlik görevinin de eşitlik
gereği olduğunun hatırlatılmasından hiç memnun kalmadılar.
 Dini şefler ise eski ayrıcalıklarının ve dünyevi yetkilerinin alınmasına
büyük tepki gösterdiler.
 Kendilerini Yahudilerden üstün sayan Hristiyanlar hoşnutsuzluklarını
"Devlet bizi Yahudilerle bir etti. Biz İslam'ın üstünlüğüne razı idik"
şeklinde ifade ettiler.
 En imtiyazlı millet olan Rumlar diğer milletlerle eşit hale gelmekten
memnun olmadı.
 1861 yılında Rum Patrikhanesi Nizamnamesi,
 1863'te Ermeni Patrikliği Nizamnamesi,
 1865'te Hahamhane Nizamnamesi yayınlandı.
 Latin cemaati dini lideri olmayan bir cemaatti. Tanzimat sonrası
düzenlemelerden yararlandılar.
 Mezhep değiştiren Ermeniler, Katolik Ermeni Cemaati'ni oluşturdu. o
İngilizlerin misyonerlik faaliyetleri ile 1845'te Kudüs'te Protestan Kilisesi
açıldı, 1878 Nizamnamesi ile Protestanlar millet olarak tanındı.
 'bazı yabancılar 'Aritun bizden topladığı maldan bir miktarını kendi
masraflarına harcadı' diye niza etmekle, aramızda bazı ihtilal vaki
olmuştu. Lakin bu husus vaki değildir, Aritun'da bir akçe ve bir habbe
alacağımız yoktur, Aritun hizmetini kesinlikle ihmal etmemiştir, toplanan
vergileri kabza memur olanlara vermiş; hiyanet etmemiştir, hal ve
tavırlarından hepimiz razı ve hoşnuduz, kendi ile asla ve kat'a dava ve
nizaımız yoktur' dediler, tasdikle bu belge düzenlendi. 24 Cemaziyelevvel
1102." Bab Mahkemesi 54 Numaralı Sicil, Hüküm No:22.

TANZİMAT DEVRİ HUKUKİ GELİŞMELERİ

TANZİMAT

 Tanzimat literatürde "mülki idareyi ıslah ve yeniden organize etme"


anlamında kullanılır, ayrıca bu düzenlemelerin yapıldığı dönemi
nitelendirir.
 II. Mahmud, Yeniçeri Ocağı'nı kaldırdı (1826)
 1831'de sarayda silahdarlığı lağvetti; sir katipliğini Mabeyin başkatipliğine
dönüştürerek saray sekreteryasını meydana getirdi.
 İki yıl sonra Mabeyin Müşirliğini kurdu ve Enderun-ı Hümayun'un oda
nizamını yeniden düzenledi.
 Babıali'deki kurumların isimlerini değiştirdi ve görev alanları daha açık
biçimde tanımlanmış uzmanlık birimleri olan nezaretleri teşkil etti.
 Meclis-i Vala gibi yüksek meclislerin yanında nezaretlere gördükleri
İşlerde yardımcı olmak üzere bazı meclisler kurdu.
 24 Mart 1838'de teşkil ettiği Meclis-i Vala'nın kuruluş amacını, yapmayı
düşündüğü ve Tanzimat-ı Hayriyye (Tanzimat-ı Mülkiyye) diye
nitelendirdiği ıslahatı tespit ve müzakere şekli olarak belirledi.
 Mayıs 1838'de biri ulema, diğeri memurlar için iki ceza kanunu hazırlattı.

Abdülmecid

 Abdülmecid, 17 Temmuz 1839'da yayımladığı cülus hattı hümayununda


bütün devlet işlerinde kanuna ve hakkaniyete uyulması, rüşvet ve
zulümden kaçınılması, ülkede yaşayan müslim-gayrimüslim bütün halkın
güvenliğinin sağlanması, canından, malından ve meskeninden emin
kılınması, saraya hediye gönderilmemesi ve bürokratların bu tür
hediyeleri kabul etmemesi gibi Tanzimat Fermanı'nın önemli ilkeleri
mevcuttu; ayrıca rüşvet alanların cezalandırılacağına vurgu yapılmaktaydı.
 Padişah taşraya gönderdiği diğer bir hattı hümayunla vali, vezir, ferik,
mütesellim ve mübaşir gibi görevlilerden yol masraflarını kesinlikle halka
yüklememelerini, cerime, caize gibi isimlerle halktan hiçbir şey talep
etmemelerini ve kimseye angarya yüklememelerini istedi.

Tanzimat fermanı

 Hariciye Nazırı Mustafa Reşid Paşa 3 Kasım 1839'da Gülhane meydanında


vükela, rical, ulema, Rum ve Ermeni patrikleri, hahambaşı, esnaf
temsilcileri, sefirler ve diğer hazır bulunanların önünde Tanzimat
Fermanı'nı okudu.
 Ferman, kurulduğundan itibaren Kur'an hükümlerine ve şeriata uyulduğu
için devletin güçlü, ülkenin mamur ve halkın refah içinde olduğu; ancak
150 yıldan beri bunlara riayet edilmediğinden bu durumun zaaf ve
fakirliğe dönüştüğünü; coğrafi konumu, arazilerinin verimliliği ve halkının
çalışkanlığı göz önünde tutulduğunda gerekli tedbirlerin alınması halinde
devletin beş on yıl içerisinde eski durumuna kavuşacağı tespitiyle başlar.
 Abdülmecid, ilan edilen hususlara uyacağına dair Hırka-i Şerif Dairesi'nde,
"Hatt-i hümayunumda münderiç olan şer'i kanunların harfiyen
uygulanmasına ve mevadd-i esasiyenin füruatına dair oyçokluğu ile karar
verilen şeylere müsaade eyleyeceğime ve gizli ve açık haricen ve dahilen
taraf-i hümayunuma ilka olunan şeyleri kavanin-i müessiseye tevfik ve
tatbik etmedikçe kimsenin lehine ve aleyhine bir hüküm ve ferman
etmeyeceğime ve vazolunmuş ve olunacak kanunların tağyirini tecviz
buyurmayacağıma, vallahi!" şeklinde yemin etti.

Etkileri

 Osmanlı tebaasını meydana getiren her zümre fermanı kendi açısından


yorumladı; müslümanlar gayrimüslimlere verilen yeni haklardan
hoşlanmadı, O çıkarları zedelenen ulema, ayan ve hatta valiler şeriatın
çiğnendiğini ve müslümanların "gavurlar"la aynı seviyeye getirildiğini
söyleyerek halkı tahrik etti.
 gayrimüslimler ise büyük bir beklenti ve ümide kapıldı.
 Tanzimat döneminin hukuk alanındaki Batılılaşma hareketlerini, adli
teşkilat ve kanunlaştırma alanında yapılan düzenlemeler olmak üzere
ikiye ayırmak mümkündür.
 Esasen Tanzimat Fermanı'nda her iki alanda yeni düzenlemelere duyulan
ihtiyaç, "ülkemizin iyi idaresi zımnında bazı yeni kanunlar konulması lazım
ve mühim görülerek" ifadeleriyle belirtilmişti.
 Tanzimat öncesinde daha çok ceza, arazi ve vergi hukuku sahalarını
kısmen düzenleyen muhtelif kanunnameler hazırlanmışsa da bunlar gerek
şekil gerekse muhteva bakımından Tanzimat döneminde hazırlanan
kanunlardan farklıdır.
 İlk defa Tanzimat döneminde bir hukuk dalının bütününü düzenleyen
genel kanunlar hazırlanmış ve yürürlüğe konulmuştur.
 Bu kanunların bir kısmı hem şekil hem muhteva bakımından, bir kısmı da
sadece şekil bakımından Batı kanunlarının etkisinde kalmıştır.

TANZİMAT DEVRİ

 Taşra teşkilatı: 1840 yılında eyaletlere merkeze bağlı muhassıllar


gönderildi.
 II. Mahmud zamanında köylerde muhtarlık kuruldu,
 Tanzimat'tan sonra her kazaya önce kaza müdürü, 1858'den itibaren
kaymakam adıyla mülki amir tayin edildi.
 Mahkemeler: 1864'te de Vilayet Nizamnamesi ile nizamiye mahkemeleri
kuruldu.
 Yasama: kanun taslaklarını hazırlama görevi 1854'te Meclis-i Ali-yi
Tanzimat'a verildi.
 Yürütme: Tanzimat'tan sonra ehl-i örf-ehl-i şer' ayırımı ortadan kalktı, bu
iki zümrenin mensupları devlet memuru statüsünde birleştirildi.
 Tanzimat sonrasında zimmilerin kamu görevlerinde yer almalarına ilişkin
hukuki düzenlemeler yapıldı ve klasik döneme göre daha çok zimmi kamu
görevlerine girdi. o Zimmiler, nizamname denilen mevzuat metinlerine
kavuştu.
 XIX. yüzyıl Batı'da bir kanunlaştırma asrıdır. Avrupa devletlerinin içinde
bulundukları siyasi ve hukuki dağınıklık, hukukçuları ve devlet adamlarını
kanunlaştırmaya ve bu yolla siyasi ve hukuki birlik sağlamaya yönelttiği
gibi bu asırda sistematik hukuk ilminin gelişmesi de kanunlaştırmalarda
itici bir rol oynadı.
 Tanzimat devrinde Batı'yı örnek alan Osmanlı devlet adamları Batı'daki bu
yeni akımın etkisinde kalarak Batı örneğinde kanunlaştırmalara yöneldiler.
 Ne var ki Tanzimat devrinde Osmanlı hukukunun nispeten birlik ve istikrar
içerisinde olması sebebiyle Batı'daki kadar acil bir kanunlaştırma ihtiyacı
bulunmadığı gibi bu dönemde bütün alanlarda köklü bir kanunlaştırma
söz konusu olmadı.
 Arazi Kanunnamesi ve Mecelle gibi daha çok Cevdet Paşa'nın ferdi
gayretlerinin ve hukuki dehasının ürünü olan kanunlar hariç Tanzimat'tan
sonra kabul edilen kanunların çoğu Batı kanunlarının kısmen veya
tamamen iktibası yoluyla hazırlandı. • Acil bir ihtiyaç olmadan ve hukuki
zemini hazırlanmadan yapılan bu kanunlaştırmaların milli ihtiyaçlarla
olduğunu ve milli ihtiyaçlar doğrultusunda yapıldığını söylemek zordur.
 Tanzimat sonrasında başlayan kanunlaştırma hareketleri sadece Bati
kökenli kanunların alınması açısından değil, İslam hukukunun ilk defa
kanunlaştırılması (Mecelle örneği) ve yine ilk defa, bir kanunda -Hukuk-ı
Aile Kararnamesi örneğinde olduğu gibi- farklı mezhep hükümlerinin bir
araya getirilmesi açısından da önemlidir.

TANZİMAT DEVRİ
 Osmanlı hukuku başlangıçtan Tanzimat'ın ilanına kadar kendi içinde
oldukça yeknesak olduğu söylenebilir. Bu yeknesaklık 1839 Gülhane Hatt-
1 Hümayununun (Tanzimat Fermanı) ilanından sonra değişmeye başladı.
 Tanzimat devrinde şer'i hukukun daha iyi uygulanması için çareler arandı.
 Tanzimat sonrası devlet yönetiminde ve halkta İslam hukukunu terk etme
ve gayrimüslimlerin hukukunu kısmen veya tamamen bunun yerine
koyma düşüncesi yoktu.
 Türklerin İslamiyeti ve İslam hukukunu kabul etmelerinden sonra en köklü
hukuk reformu Tanzimat sonrasında gerçekleştirilmiştir.
 Tanzimat devrindeki ıslahatın büyük bir kısmı adli teşkilat ve
kanunlaştırma alanında yapılan düzenlemeler olmak üzere ikiye ayrılabilir.
 İlk defa Tanzimat devrinde bir hukuk dalının bütününü düzenleyen genel
kanunlar hazırlanmış ve yürürlüğe konuldu.

HUKUKİ GELİŞMELER

 Tanzimat'ın amacı, çeşitli millet grupları arasındaki hukuki statü


farklılıklarını kaldırmaktı. Bu amaç bütün vatandaşlara aynı hukuk
sistemini uygulamakla mümkün olabilirdi. Gayrimüslimlere şer'i hukuk
uygulanamayacağına göre bu amaç, müslümanlara da uygulanacak ortak
(batı kaynaklı laik) hukuk uygulamakla gerçekleşebilirdi.
 Bu uygulamalar ve gayrimüslimlere tanınan imtiyazlar müslümanları
incitmekle beraber gayrimüslim din adamları da imtiyazlarını kaybetme
korkusuyla reformlara muhalefet ettiler. Çünkü idari yetkileri laik kişilerin
de katıldığı meclislere, yargı yetkileri nizamiye mahkemelerine geçiyor,
mali kaynakları kısıtlanıyor ve zimmilere askerlik yükümlülüğü geliyordu.
 Bu kanunların bir kısmı hem şekil hem muhteva, bir kısmı da sadece şekil
bakımından Batı kanunlarının etkisinde kaldı.
 Tanzimat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet Dönemlerinin modernleşmeci
yönetici ve aydınları da klasik hukuk dilini benimsediler. Modernleşmenin
gereği olarak Batı'dan alınan kanunlar, Arapça kökenli ortak hukuk dilinin
terimleriyle Türkçeye tercüme edildi.

MİLLİ KANUNLAR
• CEZA KANUNLARI:
 1840 Ceza Kanunnamesi: Bu kanunun en göze çarpan noktası, toplumun
sadece suçlulara karşı daha etkili bir şekilde korunması olmayıp, halkın
zalim idarecilere karşı daha sıkı koruma altına alınmasını hedef almasıdır.
 Batı'nın kanun koyma tekniğinden kısmen yararlanılmış olan bu kanunda,
Şer'i ve örfi hukuk kuralları birleştirilmiş, yerli olmakla birlikte eşitlik ilkesi
gözetilmiş, Şer'i hükümlere atıf yapılmış (kısastan bahsedilmiş); ancak had
suçlarına yer verilmemiştir. o Her suç için sabit ceza öngörülmüş, hakime
takdir yetkisi verilmemiştir. Ancak hakime takdir yetkisi veren alt ve üst
sınır belirtilmiş maddeler de vardır, örneğin II. Fasıl m.1'e göre 1-5 sene
kürek;
 III. Fasıl m.3'e göre sövme suçunun cezası 5-25 gün hapis; m.5'e göre
yaralama suçunun cezası 15 günden 3 aya kadar hapis, iftira suçunun
cezası ise 5-45 gün hapistir.
 Suç genel teorisine dair hüküm ve fasılların adı yoktur. Her fasılda madde
numaraları yeniden başlatılmış, cürüm, cünha ve kabahat gibi terimler
karışık olarak kullanılmıştır.
 Dördüncü Fasıl m.1, Altıncı Fasıl ve m.1-2'de 'caiz olmaya' ifadesi ile suç
tanımı yer almış, yaptırım müteakip maddelerde gösterilmiştir.
 Beşinci Fasıl m.7'ye göre hediye ile rüşvetin ayırt edilmesi için bir kanun
yapılması önerilmiştir, bu hüküm ceza normu değildir.
 Vergisini vermeyenlerin hapsen tazyiki öngörülmüş, bu husus bazı
yazarlarca müddetsiz hüküm şeklinde hapsolarak algılanmıştır.
 Padişah ve devlete karşı suçlar, isyan, yaralama, hakaret, rüşvet, silah
çekme, yol kesme gibi suçlara karşılık tazir cezaları,
 kısas, idam, kürek, hapis, sürgün, tekdir (tevbih) ve memuriyetten
çıkarmadır.
 Sekizinci Fasıl m.1 ve 2'de, idarecilerin birbirlerinin görevlerine
müdahalede bulunmaları halinde cezalandırılacakları öngörülmüş; fakat
cezanın tür ve miktarı belirtilmemiştir.
 Ölüm cezasına hakim hükmeder, padişah onaylarsa infaz edilir. Yani
padişah doğrudan ölüm (siyaseten katl) cezası veremez.
 İrtidat ve zina suçları ile ilgili düzenleme yapılmamıştır. Kutta-1 tarik
(eşkıya) sadece soygun yapmışsa 7 sene kürek, insan öldürmüşse kısas
cezası verilir.
1851 Ceza Kanunu (Kanun-1 Cedid):

 İştirake (suç ortaklığına) dair hükümler ilk defa bu kanunda yer almıştır.
 Kasden öldürme ve yaralama suçlarında suçtan zarar görenler şikayetten
vazgeçse bile faile tazir cezası verilmesi öngörülmüş (m.11), böylece kamu
davası anlayışı Türk hukukuna girmiştir.
 1851 CK ile ilk kez iştirake dair hükümler yer almıştır. Örneğin I. Fasıl,
m.14'e göre insan öldürmeye azmettirene 1-5 sene kürek, m.15'e göre
yardım edene 1-3 sene kürek cezası verilir.
 Bu kanun, 1840 CK'de bulunmayan pranga (Birinci Fasıl m.5, 11, 13, 14,
16, 17, Üçüncü Fasıl m.11, 12 ve 19) ve dayak cezalarını (İkinci Fasıl m.5
ve 7 ve Üçüncü Fasıl m.19'da) getirmiştir.
 Hapis cezasının alt sınırı bu kanuna göre on beş gün ve üst sınırı on beş
senedir (İkinci fasıl m.7, Üçüncü fasıl m.19).
 Bazı maddelerde hapis cezasında süre gösterilmemiştir. Ezcümle insan
öldürmeye yardım eden kadınların uslanıncaya kadar hapsedileceği
Birinci faslın on beşinci maddesinde belirtilmiştir.
 Bazı hallerde sürgün cezası verileceği belirtildiği halde süresi
gösterilmemiştir (İkinci Fasıl, m.2: Üçüncü Fasıl, m.19). Diğer bazı
maddelerinde sürgün için bir sene süre belirlenmiştir

Dayak cezası

 Bu kanun hakaret, itale-i lisan ve darb fiillerinden, sarkıntılık ile sarhoşluk,


nara atarak edepsizlik ve kumarbazlık suçlarından, noksan dirhem
kullanmak, narhtan fazlasıyla eşya satmak hususlarından dolayı darb
cezasını kabul etmiştir (ikinci Fasıl, m.2, 5, 7, Üçüncü Fasil, m.19)
 Kanun, vurulacak sopa sayısı 3-79 olmak üzere hakimlerin takdirine
bırakmıştır.
 1840 CK katl-i hata, katle muavenet, kız kaçırmak, resmi ve adi belgede
sahtecilik ve kalpazanlık gibi suçlar için ceza tayin etmemişken son
kanunda bu suçların cezaları sayılmış ve fazla olarak sarkıntılık ile beraber
sarhoşluk ve nara atarak edepsizlik edenlere ve kumarbazlar ile noksan
dirhem kullanan, narhtan fazlasıyla eşya satanlara ceza konulmuştur.
 1851 CK İkinci Fasıl m.5'te itiyadi sarhoşluk ve kumarbazlığa dayak
cezasına ilaveten kürek (pranga) cezası öngörülmüştür.
1858 ARAZİ KANUNNAMESİ

 Arazi Kanunnamesi, arazi hukuku sahasında köklü değişiklikler yapmaktan


ziyade beş buçuk asırdır işlenerek ve gelişerek gelen esasları bir metin
içerisinde toplayan muhafazakar ve teknik bir kanundur.
 Kanunname araziyi beş grupta ele almıştır. Mülk, miri, mevkuf, metruk ve
mevat arazi.
 Mülk araziye ait esaslar İslam hukukunda düzenlenmiş ve fıkıh
kitaplarında ele alınmış olduğu için bunların Osmanlı tarihi boyunca
ayrıca kanunnameler halinde tedvinine ihtiyaç duyulmamıştır.
 Kanunname intikal ve tapu hakkı sahipleriyle ilgili sınırı genişletmiş, intikal
hakkı sahiplerini üçe (m.54-55), tapu hakkı sahiplerini dokuza (m.59)
çıkarmıştır. Daha sonra kabul edilen 21 Mayıs 1867 tarihli bir nizamname
ile (metni için bk. Düstur, Birinci tertip, I/223) intikal hakkı sahipleri sekize
yükseltilmiş, tapu hakkı sahipleri üçe indirilmiştir. Böylece miri arazi,
intikal bakımından mülk araziye yaklaştırılmıştır.
 Kanunnamede ferdi tasarrufun esas olması (m.8), fiili ve hukuki tasarruf
sınırının genişletilmesi (m.8-35) ve bu arada miri arazinin borca mukabil
vefaen ferağına izin verilmesi (m.116) gibi hükümlerle mutasarrıfın miri
arazideki tasarruf alanı da genişletilmiştir.
 1847 tarihli Tapu Nizamnamesi çıkarılarak, Avrupai usulde tapu kayıt
sistemi kabul olunmuş; eski kayıtlar yeni kayıtlara esas alınmıştır. 1852
tarihli bir irade ile sistem bütün ülkeye teşmil olunmuş, senetsiz arazi
alınıp satılması yasaklanmıştır.

MECELLE-İ AHKAM-I ADLİYYE (1868-1876)

 Mecelle, Osmanlı Medeni Kanunudur ve İslam hukuk tarihinde fıkhın


kanunlaştırılmasının ilk örneğidir. Bu bakımdan sadece Türk hukuk
tarihinde değil, İslam hukuk tarihinde de özel bir yere sahiptir.
 Mecelle sayesinde Türk hukuk dili oluşmuştur. Mecelle'nin Türkçe yazılmış
olması, Türkçe'nin bir bilim dili olduğunu göstermesi bakımından da
önemlidir.
 Tanzimat döneminde adli yapı önemli ölçüde değişmiş, tek hakimli şeriye
mahkemelerinin yanında toplu hakimli nizamiye mahkemeleri kuruldu. Bu
mahkemelerin üyelikleri için başlangıçta yeterli hukuk bilgisine ve klasik
fıkıh literatürüne vakıf kimseler bulunamadı, bu sebeple üyelerin
yararlanabileceği, Türkçe kanun metinlerinin yazılması ihtiyacı ortaya
çıktı.
 Hanefi mezhebinin fıkıh ekolleri arasında en gelişmiş ve en fazla doktrin
zenginliğine sahip bir mezhep olması, mezhep içinde hemen her konuda
farklı görüşlerin varlığını da beraberinde getirmişti. Mecelle, bu farklı
görüşlerden sadece uygulamaya esas teşkil edenleri topladığından
hakimlere büyük kolaylık sağladı.
 İngiltere, Fransa ve Rusya, bütün vatandaşlar için ortak bir hukuk metnini
kanun olarak kabul edip, hukuki istikrar ve aleniyeti sağlaması hususunda
Osmanlı hükümetine baskı yapıyordu.
 Tanzimat hareketini meydana getiren kimseler de Avrupai hayat tarzının
üstünlüğünü kabullenmiş idiler. Bu kimseler süzgeçsiz batı kanun
maddelerinin entegrasyonunu savunuyorlardı. Buna bir tepki olarak
Mecelle hazırlandı.
 Ahmed Cevdet Paşa başkanlığında oluşturulan cemiyet-i ilmiyyede asrın
en ileri gelen fukaha ve fuzalası bulundu. Hanefi imamları arasında ihtilaflı
meselelerde insanlara erfak ve maslahata evfak olan görüşler tercih
olundu ve bu yolda Ahkam-ı Adliyye adıyla bir Mecelle telif kılındı ve
bütün şeriye ve nizamiye mahkemelerinde uygulanması için ferman
çıkarıldı. Ehil ve erbabı indinde pek ziyade takdir ve tahsin edildi.
 Zamanın ilerlemesi ile sosyal, iktisadi ve hukuki hayattaki değişmeler, bu
değişmelerin meydana getirdiği meselelere cevap verebilecek bir
kanunun hazırlanmasını gerektirdi.

1917 USUL-İ MUHAKEME-İ ŞER'İYE KARARNAMESİ

 Şeriye mahkemelerinin şeyhülislamlıktan alınıp Adliye Nezareti'ne


bağlanması üzerine, 24 Ekim 1917 tarihinde Hukuk-1 Aile Kararnamesi ile
aynı gün Usul-i Muhakeme-i Şeriye Kararnamesi çıkarıldı. 65 maddelik bu
kanun, çoğu yerde Usul-i Muhakeme-i Hukukiyye Kanununa atıf
yapmaktadır.
 Kararnamenin giriş kısmında (m.1-6) tek hakim usulü, kadılar, kadı
müşavirleri ve nahiye naiplerinin görevleri düzenlenmiş, Şeriye
mahkemesi ilamlarının geçerliğine dair hükümler getirildi.

1917 HUKUK-I AİLE KARARNAMESİ


 Hukuk-ı Aile Kararnamesi, aile hukuku alanındaki ilk kanundur.
Müslümanlar, Hıristiyanlar ve Musevilerle ilgili hükümler içeren üçlü
yapısı vardır.
 Dini liderlerin nikah akdine ve feshine bağlı olarak karşılıklı nafaka,
drahoma ve cihaza ilişkin uyuşmazlıklardaki yargı yetkileri kaldırılmış,
gayrimüslimleri şeriye mahkemelerinin yargı alanına sokan kararname, bu
düzenlemeyle yargı birliği hedefine ulaşmada önemli bir adım oldu.
 Hanefi mezhebi dışındaki hukukçuların görüşleri de alındığı için eklektik
yapısı vardı. İkrah altındaki ve sarhoşun talakı geçersiz sayıldı.
 Nişanlanma hukuki bir kurum olarak kabul edilmiş, kadın ve erkek için
evlenme yaşı belirlenmiş, akıl hastalarına evlenme ehliyeti tanınmamış,
evlenmenin ilanı zorunlu hale getirilmiş, nikah akdi sırasında kocanın tek
evli kalacağı şartının geçerli sayılmasında Hanbeli görüşü esas alınmış,
böylece poligami bir ölçüde sınırlandırıldı.
 Küçüklerin ve akıl hastalarının velileri tarafından evlendirilmelerini
yasaklayan 1917 Hukuk-1 Aile Kararnamesi, İbn Şübrüme ve Ebubekir el-
Esam'ın görüşünü yasalaştırmıştır.
 Kendi iradesiyle asgari evlenme yaşı erkek için 18, kız için 17 olarak kabul
edildi.
 Kocanın iktidarsızlığı yanında, cüzam, baras, zührevi hastalıklar, akıl
hastalığı, gaiplik, şiddetli geçimsizlik gibi sebeplerle karıya kazai
boşanmayı talep hakkı verildi.

BATI KÖKENLİ KANUNLAR

 1838 ASKERİ CEZA KANUNU: Süresi belirli hapis cezası Türk hukuk
sistemine ilk olarak bu kanunla girmiştir.
 Askeri Ceza Kanunu da dayak cezasını kabul etmiştir. Mezkur kanun
hükmünce on beş değnekten seksen değneğe kadar darb mücazat-i
tedibiyeden, üç değnekten on beş değneğe kadar darb mücazat-i
tekdiriyedendir.
 Darb cezaları için kullanılacak değneğin beş karış uzunluğunda ve tüfek
demiri içine sığacak kalınlıkta fındık veya söğüt veyahut hurma ağacı
dallarından ve budaksız olacağı ve darib kabzasını kendi başından
yukarıya ve geriye tecavüz ettiremeyeceğini ve değneği indirdikten sonra
çekmeyerek darb edeceği kanunda musarrahtır.
 Dayak cezasından önce mahkumun tabibe muayene ettirilip vücudu
darba mütehammil olmadığı tabip tarafından haber verilirse her değnek
için iki gün hapis itibariyle kabahatinin derecesine göre değnek adedince
göz veyahut riyazet hapsi cezası (denetimli serbestlik) hükmolunur.
 Ahkam-ı esasiyemize dahil olan ve memalik-i Şarkiyenin yakın vakte kadar
en maruf ve müteamel bir cezası bulunan darb cezasını düvel-i
Garbiyeden bazıları ez-cümle İngiltere hükümeti de kabul etmiştir.
İngiltere'de sinni mükellefiyete dahil olmayan çocuklardan hırsızlık
edenleri ve sinni mükellefiyetten elli yaşına kadar eşhastan cebir, şiddet
ve tehdid icrasıyla gasp ve sirkati itiyad eyleyenleri mahkum olacakları
cezadan fazla olarak meşinden mamul yedi sekiz kuyruklu bir nevi
kırbaçla darb ve tediblerini parlamento tasdik etmiştir. 1948 yılına kadar
İngiliz Ceza Kanununda dayak cezası yer almış ve uygulanmıştır.
 1858 Ceza Kanununda yer almayan dayak cezası Osmanlı mevzuatında
küçük bir yer işgal etmiştir.
 Serseri ve mazanne-i su' eşhas hakkındaki 19 R 1327 [10 Mayıs 1909]
tarihli kanun bazı ahvalde dayak cezası verilip infaz edileceğini
göstermiştir. Şöyle ki:
 Kimliğini gizlemek maksadıyla her ne suretle olursa olsun tebdil-i kıyafet
etmiş olanlardan veyahut üzerlerinde hırsızlık ve ceraim-i saire irtikabina
medar olacak alat ve edevat bulunduğu halde eşya-yı mezkureyi bir
meşru maksada mebni taşıdıklarını ispat edemeyenlerden serseri
makulesinden oldukları takdirde 5-20 kamçı ve eğer bu kişiler mazanne-i
su' takımından ise 15-35 kamçı ve eşhasa fiilen taarruz veya tehdidatta
bulunan serseriler 10-30 kamçı ve mazanne-i su' takımından buna
mütecasir olanları 20-30 kamçıya kadar darb olunabilecekleri mezkur
kanunda belirtilmiştir.
 Serseri ve mazanne-i su' eşhas hakkındaki dayak cezası savcı veya vekil ile
tabip huzurunda ve hapishanede bir metre uzunluğunda ve bir buçuk
santimetre kutrunda öküz derisinden mamul ve dokumasız kamçı ile ve
ortalama vuruş ile infaz olunur.
 Dayak cezasına mahkum olan kişilerin hükmolunan darba tahammülü
olmadığı savcı nezdinde tabip raporuyla sabit olursa mütehammil olduğu
kadar dövülerek tahammülü olmayan miktar hakkında her kamçıya bedel
iki gün hapsolunur.
1850 TİCARET KANUNNAMESİ:

 1807 tarihli Fransız Ticaret Kanunu esas alınarak hazırlandı. Bu kanunla


şer'i hukukun kabul ettiği şirket türlerinden başka kolektif, komandit ve
anonim şirketler adlı üç şirket türü daha Osmanlı hukukuna girdi.

1855 MEN'İ İRTİKAP NİZAMNAMESİ:

 3 Şubat 1855 tarihli Men'i İrtikap Kanunnamesi, Fransız mevzuatından


yararlanılarak Tanzimat Fermanı'nda rüşvetle mücadele edileceği
yönündeki beyan doğrultusunda çıkartılmış 30 maddelik bir kanundur.

1858 CEZA KANUNNAMESİ:

 Önceki ceza kanunları, 1855 tarihli Men'i İrtikap Kanunnamesi ve 1810


tarihli Fransız Ceza Kanunu esas alınarak hazırlanan bu kanun, suç
teorisine ilişkin genel hükümleri içeren (m.1-47) ve dolayısıyla modern
anlamda ilk ceza kanunudur.

1861 USUL-İ MUHAKEME-İ TİCARET NİZAMNAMESİ:

 Ticaret mahkemelerinde uygulanmak üzere 15 Ekim 1861 tarihinde "Usul-


i Muhakeme-i Ticaret Nizamnamesi" çıkarılmıştır. Bu kanun Fransız Ticaret
Usul Kanununun tercümesidir.
 Bu kanunun en önemli özelliklerinden biri şer'i yargılama usulünden
ayrılan ilk düzenleme olmasıdır. Giyabi yargılama gibi bazı konularda İslam
hukukundan farklı düzenlemeler getirdi.
 1863 TİCARET-İ BAHRİYE KANUNNAMESİ: Kanun, Osmanlı sancağını
taşıyacak gemilerin sahiplerinin Osmanlı vatandaşı olması şartını getirdi.
Gemilerin alım satımı ancak resmi senetle yapılabilmekteydi. Gemiler bu
kanuna göre menkul mal sayılır. İkinci fasılda (md.10-29) gemilerin zabt ve
satışı düzenlendi.

1879 USUL-İ MUHAKEMAT-I CEZAİYYE KANUNU


 Bu kanun, 1808 tarihinde hazırlanıp 1811-1956 yılları arasında Fransa'da
yürürlükte kalan ceza usul kanununun tercümesi mahiyetindedir.
 Kural olarak nizamiye mahkemelerinde uygulanacak muhakeme usulünü
gösterir.
 İslam hukukunun ta'zir cezalarının tespiti ile kadı mahkemelerinin yanında
mezalim divanlarının kurulmasında ve burada uygulanacak usul
kurallarının belirlenmesinde idareye yetki tanındığı için, Tanzimat sonrası
kurulan nizamiye mahkemelerinde geçerli olmak üzere yabancı kökenli bir
usul kanununun iktibası, İslam hukukuna aykırı görülmedi.

1879 USUL-İ MUHAKEMAT-I HUKUKIYYE KANUNU

 Bu kanunun esası 1807 tarihli Fransız Hukuk Usulü Muhakemeleri


kanunudur.
 Kanununun hazırlanmasında şer'i hükümler, yürürlükteki bazı kanunlar ve
mahalli örfler esas tutularak, Avrupa usul mevzuatı da göz önüne alındığı
için önemli ve kaliteli bir kanun olduğu ifade edilir.
 1876 KANUN-I ESASİ: Bu anayasa, kaynağını kısmen Belçika Anayasasında
bulan 1851 Prusya Anayasasından ilham alınarak hazırlanmıştır. Ancak
Belçika'daki gibi kuvvetler ayrılığı yerine, İslam kamu hukukuna uygun
olarak Prusya'daki kuvvetler birliği ilkesi esas alınmıştır.
 23 Aralık 1876'da yürürlüğe giren Kanun-ı Esasi'nin ilanıyla Osmanlı
Devleti anayasalı parlamenter monarşi halini almıştır.
 Maddi anlamda anayasa, devlet kurumlarının kuruluşunu, birbirleriyle
olan ilişkilerini, fertlerin devlet karsısındaki temel hak ve hürriyetlerini
düzenleyen kanun demektir. Bu anlamda Kanun-i Esasi'nin bir anayasa
olduğunda şüphe yoktur.
 Şekli anlamda anayasa ise, normlar hiyerarşisinde en üst sırada bulunan,
diğer kanunlardan daha farklı ve üstün bir üslupla konulan ve değiştirilen
kanunlardır.

1869 OSMANLI TABİİYET KANUNU


 1851 Fransız vatandaşlık kanunundan esinlenerek hazırlanan bu kanunda,
Tanzimat'tan bu yana atılan ve müslüman olup olmamanın vatandaşlık
bakımından önem taşımasına son veren adımların önemli halkasını
oluşturur. Böylece gayrimüslimler vatandaşlık bir bakımından
müslümanlarla eşitlendiler.
 İçerdiği hükümler bakımından liberal bir kanun sayılmakta ve vatandaşlık
hukuku alanında İslam dünyasında bir dönüm noktası olarak
görülmektedir.

1879 NİZAMİYE MAHKEMELERİNİN TEŞKİLAT KANUNU

 Bu Kanunla nizamiye mahkemelerinin üye sayıları azaltılmış ve ilk defa


savcılık kurumu Osmanlı ceza yargılamasına girmiş, mübaşirlik, icra
memurluğu, adliye müfettişliği kurulmuş, mahkeme harçları düzenlendi.
 İnfaz usulleriyle ilgili yenilikler getirildi.

İLAMAT-I HUKUKİYYENİN İCRASINA DAİR KANUN

 18 Haziran 1879 tarihli İlamat-ı Hukukıyyenin Suret-i İcrasına Dair Kanun-


1 Muvakkat, hukuk ve ticaret mahkemelerinden verilen ilamların icra
yetkisini mahkeme reisleriyle onlara bağlı icra dairelerine verdi.
 Bu kanuna göre İstanbul bidayet mahkemeleri reisleri kendi başkanlıkları
altındaki mahkemelerden ve kendilerine bağlı mevki mahkemelerinden
verilen hukuk ilamları ile bunların hakkında verilen istinaf ilamlarını ve
daire-i hükumetlerinde (yetki alanında) oturan kişiler hakkında diğer
nizamiye mahkemelerinden verilen ilamları icraya yetkili kılındı.
 Kanun, altmış dokuz madde ve bir geçici maddeden ibarettir. İlk on iki
madde mukaddime; 16-20 arası icra daireleri; 21-31 icranın şartları; 32-39
borçlunun hapsi; 40-69 arası borçlunun mallarının haczi ve icra yoluyla
satışı hakkındadır.

TEVKİFHANE VE HAPİSHANELERİN İDARESİNE DAİR KANUN (1880)

 Hapishaneler Adliye Nezaretinden alınıp Dahiliye Nezaretine bağlandı.


 1856 Islahat Fermanı ile hapishane binaları ve sağlık koşulları
düzenlenmeye, bu bağlamda merkezi hapishanelerde hastaneler
kurulmaya başlandı. Bu Nizamname her hapishaneye bir hastane binası
ya da odasının yapılmasını gerektiriyordu.
 Nizamnamede hapishaneler; tevkifhane, hapishane, hapishane-i umumi
olarak üçe ayrılmış ve her kaza, liva ve vilayet merkezinde birer tevkifhane
ve hapishane bulunması öngörüldü.
 Osmanlı hapishanelerinde daha önce uygulamasına rastlanmayan
mahpusların çalıştırılması ve kazandıkları ücretin yarısının mahkuma
verilip diğer yarısının da kendilerine verilen yiyecek içecek vs. ihtiyaçların
bedeli olarak hapishane idaresince alınması esası kabul edildi.

ŞER'İYE VE NİZAMİYE MAHKEMELERİNİN TEFRİK-İ VEZAİFİ HAKKINDA


NİZAMNAME

 13 Ekim 1914 tarihli nizamnamenin birinci maddesinde nizamiye ve


Şeriye mahkemelerinin görev ve yetki alanları şöyle belirlenmiştir:
 "Ticaret ve ceza ve emval-i gayrimenkulenin tasarruf ve intikal ve
taksimine ve ikraz ve istikraza ve güzeşte ve zarar u ziyana ve iltizamat ve
imtiyazat ve mukavelata ve kitab-ı hacirden maada keyfiyet halli Mecelle-i
Ahkam-ı Adliyye veya diğer kavanin ve nizamat ile muayyen mevadd-i
saireye ait bilcümle deavi Mehakim-i Nizamiye'de ve bunların haricinde
kalan
 rakabe-i vakfa ve hacir ve fekk-i hacre ve vasiyet ve nasb ü azl-i vasiye ve
emval ü eytam ve evkafın müdayenatına ve menkul ve gayrimenkul
terikatın usul-i feraiz ve kavanin-i mevzua dairesinde taksimine müteallik
olan ve mucib-i tahrir terikat aleyhine ikame olunan deavi ile sair hukuk-i
şeriye davaları Mehakim-i Şeriyede rüyet olunur."
 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu'nun 7. maddesinde Büyük Millet
Meclisi'nin görevleri arasında ilk sırada olmak üzere “ahkam-ı şer'iyyenin
tenfizi” de sayıldığı gibi hazırlanacak kanunlarda fıkhi hükümlerin dikkate
alınacağı belirtilmekteydi: “Kavanin ve nizamat tanziminde muamelat-1
nasa erfak ve ihtiyacat-ı zamana evfak ahkam-ı fıkhiyye ve hukukiye ile
adap ve muamelat esas ittihaz kılınır."
 1923 yılında kurulan Mecelle Vacibat, Mecelle Ahval-i Şahsiye, Usul-i
Muhakeme-i Hukukiye ve Şeriye, Ticaret-i Bahriye ve Berriye, Usul-i
Muhakeme-i Cezaiye ve Kanun-ı Ceza komisyonları ile Cumhuriyet
döneminin ihtiyaç duyduğu kanunların hazırlanması cihetine gidilmişti.
 Bu komisyonlardan özellikle Mecelle Ahval-i Şahsiye Komisyonu, İslam
hukukuna belirli ölçüde bağlı kalarak aile hukuku sahasında 1923 ve 1924
tasarılarını hazırlamıştı.
 "Biz Kurtuluş Savaşı'na saltanatı devirmek, hilafeti kaldırmak amacıyla
gitmedik. Bir tek amacımız vardı: Vatanımızı düşmandan kurtarmak;
ülkemizde bağımsız yaşamak; devletimize kendimiz sahib olmak "Makarr-ı
Saltanatı, "Makarr-1 Hilafeti, yani başkent İstanbul'u kurtarmak hedefi,
Kurtuluş Savaşımızın başında aldatmaca veya taktik olarak ilan
edilmemiştir. İçtenlikle niyetimiz buydu... Sonrası için kesin, ortak bir
fikrimiz yoktu... İsmet İnönü, Hatıralar,
 "Makam-ı mualla-yı Hilafet ve Saltanatı ve memalik-i mahruse-i şahaneyi
yed-i ecanibden tahlis ve taarruzati defi' maksadına matuf olarak teşekkül
eden Büyük Millet Meclisi'nin meşruiyetine isyanı mutazammın kavlen
veya fiilen veya tahriren muhalefet veya ifsadatta bulunan kesan hain-i
vatan addolunur." 2 numaralı Hıyanet-i Vataniye Kanunu m.1.
 Mecelle Vacibat Komisyonu da Mecelle esas olmak üzere ihtiyaçlara
uygun bir borçlar kanunu hazırlama çalışmalarına başlamıştı. Ancak bu
çalışmalar sürerken siyasi iktidarda hukukta kökten bir Batılılaşma fikri
galip geldiğinden hazırlanan bu tasarılardan hiçbiri kabul görmemiş ve
toptan Batılılaşma yolu tercih edilmiştir.
 Bu konuda oluşan muhalif fikir sahiplerinin karşılaştığı muamele
hususunda, ihzar-ı kavanin komisyonlarının görevlerine son verilirken bu
komisyonlar önünde yapılan konuşma yeterli bir fikir vermektedir: "Türk
ihtilalinin kararı Batı medeniyetini kayıtsız şartsız kendisine mal etmek,
benimsemektir. Bu karar o kadar kesin bir azme dayanmaktadır ki önüne
çıkacaklar demirle, ateşle yok edilmeye mahkumdurlar" (Bozkurt, s. 11).
 Nitekim daha sonra muhalifler hep bu metotla susturulmuştur.
 Saltanatın kaldırılması esnasında (1 Kasım 1922) hilafetle saltanatın farklı
şeyler olduğu savunularak hilafete dokunulmamış, ancak kaldırılması
aşamasında hilafet, bu çizginin önemle vurguladığı üzere, yalnızca bir
hükümet teşkili olarak yorumlanmış, gerekli şartları taşıyan adil bir
hükümetin mevcudiyetiyle hilafet kurumundan beklenen maksadın hasil
olacağı ve artık hilafete ihtiyaç kalmayacağı düşüncesiyle bu kurum, Millet
Meclisi'nin kişiliğinde mündemiç sayılmış, hilafet maddi güçten
arındırılmış, tamamen manevi sembolik hale getirilmiş -hilafet, hükümet
olarak anlaşılmakla birlikte, bir kısım yetkileri Meclise devredilmiş bile
olsa halifenin en azından sembolik olarak Meclis'in üstünde bir statüye
sahip olması gerektiği savunulmuş-
 3 Mart 1924'te hilafet kaldırılmıştır.
 26 B 1342/3 Mart 1345 tarih ve 431 sayılı Hilafetin İlgasına ve Osmanlı
Hanedanının Ülke Dışına Çıkarılmasına Dair Kanun m.1: "Halife hal'
edilmiştir. Hilafet, hükumet ve cumhuriyet mana ve mefhumunda esasen
mündemic olduğundan Hilafet Makamı mülgadir."
 İnkılapların iktidar açısından bir yorumu olan Nutuk bizzat Mustafa Kemal
Paşa tarafından kurultayda okundu.
 Kurultayda din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması gereği
vurgulanarak partinin ilkelerine laiklik de eklendi.
 Hem ülkenin siyasi hayatında hem kendi içinde otoriter yönetim tarzını
kabul ettiren Cumhuriyet Halk Fırkası muhalefetin bulunmadığı mecliste
inkılap kanunlarını çıkarmaya devam etti. "Türkiye Devleti'nin dini
İslam'dır" maddesiyle yemin metinlerindeki dini ibareler ve meclisin
görevleri arasında sayılan dini hükümleri yerine getirmeyle ilgili ifade
Anayasadan çıkarıldı (10 Nisan 1928).
 Ezanın Arapça okunması ve din adamlarının mabet dışında dini kisve
giymelerini yasaklayan kanunlar kabul edildi (1932).
 Soyadı kanunu kabul edildi; efendi, bey, paşa gibi lakap ve unvanlar
kaldırıldı (1934).
 Başvekil İsmet Paşa, parti ile devletin birleştirildiğini açıkladı (1936). Buna
göre Dahiliye vekili aynı zamanda partinin genel sekreteri olurken valiler
partinin il başkanları oldu.
 Cumhuriyet Halk Fırkası'nın altı ilkesi anayasaya dahil edildi ve devletin
temel ilkeleri haline getirildi.
 Türk Silahlı Kuvvetleri yönetime el koydu (27 Mayıs 1960) o Kendilerine
Milli Birlik Komitesi adını veren darbeciler Cumhuriyet Halk Partili olarak
tanınan bir grup hukuk profesörünü Ankara'ya çağırıp bir heyet kurdular.
 Heyet, iktidarın meşruiyetini yitirdiğine ve askeri yönetimin meşru
olduğuna dair Osmanlı döneminin ulema fetvalarını hatırlatan bir bildiri
yayımlayarak darbecileri destekledi. DİA, "Türkiye"

ARAZİ MÜLKİYETİ
 Mülkiyet, malike eşya üzerinde düşünülebilecek en kapsamlı yetkileri
sağlayan haktır.
 Malikin mülkü üzerinde dilediği şekilde tasarruf edebilmesi (Mecelle,
m.1192), yani bu hakkın sağladığı aktif yetkiler mülkiyet hakkının müspet
unsurlarını oluşturur.
 Tasarruf, eşyayı istediği gibi kullanma, tabii ve hukuki semerelerinden
yararlanma, tüketme, tahrip ve tağyir etme, zilyetliğinde bulundurma gibi
fiillerle mülkiyetini başkasına geçirme ve üzerinde hak tesis etme gibi
hukuki işlemlerdir.
 İslam hukukunda arazi hem kamu mülkiyetine hem de özel mülkiyete
konu olabilir. Arazinin özel mülkiyete konu olabildiğini gösteren Kur'an
ayetleri (Bakara 2/107, 267; En'am 6/141; Rahman 55/1-10) ve hadisler
mevcuttur (hadisler için bk. Wensinck, el-Mu'cem, "arz❞ md.)
 Özel mülkiyet toplumsal hayatın dirlik düzenlik içinde devam edebilmesi
için bir zorunluluktur.
 Kur'an'da mülkiyet hakkının iyi işlerde, bireyin meşru ihtiyaçlarını
karşılama yanında toplum menfaatini temin edecek şekilde kullanılması
istenmiştir (3/14; 17/100; 89/20; 100/8).
 Arazinin statüsünü, bu arazinin İslam devletinin egemenliğine nasıl geçtiği
belirler.
 Savaş olmadan ahalisi müslüman olan arazi, üzerinde yaşayanların özel
mülküdür (öşri arazi). Devletin mülk araziler üzerinde hiçbir tasarruf hakkı
yoktur.
 Müslüman olmamakla birlikte İslam devletinin vatandaşı olmayı kabul
edenlere ait arazinin mülkiyet durumu, yaptıkları sulh antlaşmasına
tabidir.
 Fethedilen arazi: Şafiiler, Zahiriler, Hanbeliler ve Malikilerden bir gruba
göre, gazilere paylaştırılır.
 Hanefilere göre devlet başkanının tercih yetkisi vardır:
 1)Gazilere temlik. Bu durumda öşür arazisi haline gelir.
 2) Yerli gayrimüslim ahaliye mülk olarak bırakılır (haraci arazi).
 3)Kuru mülkiyeti beytülmale geçirilip kullanım hakkı ahaliye verilir.
Osmanlıda miri arazi örneği
ARAZİ TÜRLERİ

 Mülk (memluk) arazi, kuru mülkiyet ve tasarruf hakkı, aynı kişiye ait olan
arazilerdir.
 Mülk arazi bir kişiye ait olabileceği gibi ortak mülkiyete de konu olabilir.
 Mülk arazi, beş nevidir: 1. Köy ve şehir içindeki arsalarla evlere bitişik olan
ve tetimme-i sükna denilen yarım dönümlük (800 ziralık) yerlerdir.
 2. Miri araziden ayrılıp temlik edilmiş olan arazidir. "Sultan, memleket
arazini temlik edebilir."
 3. Öşür (zekat) arazisi (arz-ı sadaka): Fetih sırasında gazilere temlik edilen
yerlerdir.
 4. Harac arazisi: Fetih sırasında gayrimüslim halka bırakılmış olan
topraklardır. Hadiste şöyle buyrulur: "İleride bir toplulukla savaşacaksınız,
savaştığınız bu kimseler, bazı hallerde mallarını kalkan yapmak suretiyle
canlarını ve ailelerini koruyacaklar ve sizinle sulh anlaşması yapacaklardır.
Bu takdirde onlardan, yaptığınız anlaşma hükümleri dışında bir şey
istemeyiniz, almayınız. Çünkü; bu sizin için helal olmaz" (Ebu Davud, İbn
Mace).
 Hz. Peygamber Necran, Eyle, Ezriat, Hecer ve diğer yerler halkından
anlaşma yaptığı kabileleri mülklerinde serbest bırakmış, sadece bunlarla
yapılan anlaşmada kararlaştırılan cizye ve harac vergisini almakla
yetinmiştir.
 Hz. Ömer devrinde Necran halkı, Irak ve Suriye'ye nakledilirken, bunların
her birine Necran'da sahip oldukları arazi ve meskenlerin yerine, buradan
boş araziler verilmesi ve kendilerine kolaylık gösterilmesi valilerden
istenmiştir (Kitabü'l-Emval, s.274; Kitabü'l-Harac, s.75).
 Bu haraç, sahiplerinin müslümanlığı kabul etmesi halinde düşer.
 5. Sultanın izniyle işleyenin mülkü olmak üzere ihya edilen mevat arazi.
MAA, 1272.
 Mülk arazi sahibi mirasçı bırakmadan ölürse -vasiyetname de
bırakmamışsa- bu arazi miri araziye dönüşür.
MİRİ ARAZİ, ÇEŞİTLERİ VE HÜKÜMLERİ

 Miri arazi (memleket arazisi), mülkiyeti (rakabesi) devlete, kullanma


(tasarruf) hakkı devletçe yetkili kılınan memur tarafından bir bedel (tapu)
karşılığında süresiz olarak özel kişilere tefviz edilen topraklardır (mülkiyeti
devlete ait olup tasarruf hakkı kullananlara devredilmiş arazidir).
 Osmanlıda miri arazi kapsamına, fetih sırasında ele geçirilip miri olarak
reayaya devredilen topraklarla, mirasçı bırakmadan ölen kimselere ait
olup devlet hazinesine intikal eden, fetih esnasında hangi statüye
bağlandığı bilinmeyen, sahibi belli olmayan araziler ve tarıma elverişli
değilken devlet başkanının izniyle işlenerek tarıma kazandırılan topraklar
girer.
 Ebussuud'a göre miri araziyi kullananlar devletin kiracısı hükmündedir.
Ancak buradaki kiracılık sürekli olduğundan klasik kira tanımına uymaz,
dolayısıyla devletle araziyi kullanan arasında fasit bir kira ilişkisi vardır.
 Miri arazi, köyler etrafındaki tarım yapılabilen yerlerdir ki, kullanım hakkı
sahipleri üretim yapar, vergisini verirler; satamaz, hibe ve vakfedemezler.
Öldüğünde oğulları varsa tasarruf ederler; değilse sipahi tapuya verir.
 Devlet tahsis yaparken "tapu" veya "muaccele❞ denen peşin bir para alır.
Bundan başka "müeccele" adı verilen, "hasilat hissesi, icare-i zemin,
bedel-i öşür, mukātaa” adlarıyla belli bir meblağın ödenmesi de söz
konusudur.
 Harac- mukāseme, öşür vergisine tabi ürünlerden alınan değişken,
 Harac-i muvazzaf ise “çift akçesi" adıyla devlete her yıl ödenen maktu
ödemeyi ifade eder.
OSMANLIYA KADAR BEYTÜLMAL ARAZİSİNİN TASARRUF ŞEKLİ VE İKTA

 Osmanlıya kadar müslüman Türk devletlerinde, beytülmal arazisinin


tasarruf şekli iktadır.
 İkta, taşınmaz mallarla maden ocağı ve benzeri tabii kaynakların mülkiyet
(temlik), işletme (irfak) yahut faydalanma (intifa, istiğlal) hak veya
imtiyazlarının ya da bir bölgenin vergi gelirlerinin uygun görülen
kimselere devlet tarafından tahsis edilmesidir.
 Hz. Peygamber çok sayıda kimseye farklı mülahazalarla iktada bulunmuş,
bu iktaların büyük kısmı müellefe-i kuluba, bir kısmı da atıl duran tabii
kaynakları işletmek için yapılmıştır.
 Miri arazilerin iktaı iki türlüdür:
 a) Mülk edinilebilen arazilerin iktaına (mülkiyet hakkının verilmesine)
temliken ikta,
 b) Sadece kullanım hakkının devredilmesine istiğlalen ikta adı
verilmektedir.
Osmanlıda Tanzimat’a Kadar Miri Arazinin Tasarruf Şekli ve Tımar Sistemi

 Devletin kuruluşundan itibaren fethedilen arazinin önemli bir kısmı


(Anadolu ve Rumeli) miri arazi olarak kabul edilmiştir.
 İlk dönemlerde Anadolu ve Rumeli'de fethedilen arazilerin bir kısmı miri
arazi adı altında belli kimselere verilmiş, bir kısmı askerler arasında mülk
olarak taksim edilmiş, bir kısmı da eski malikleri elinde bırakılmıştır.
Önceleri mülk tahsisi ağırlık kazanırken zamanla askeri amaçlı dağıtım
etkili olmuş ve özellikle Fatih devrinde yeni düzenlemeler yapılmış,
bununla ilgili kanunnameler çıkarılarak toprak rejimiyle ilgili mevzuat
ortaya konulmuştur.
 Sipahi hem kendine tahsis edilmiş arazide çiftçilik yapar, hem de sorumlu
olduğu bölgede devletin verdiği yetkiyle vergi toplardı. Ancak vergileri
devlet hazinesine intikal ettirmez; belirli sayıda tam donanımlı asker
beslerdi. Savaş zamanı toplanma bölgelerinde asıl orduya katılan bu
askerlere tımarlı sipahi, bu usule de tımar denir.
 Tımar, Osmanlıda devlete ait toprakların askeri ve idari gayelerle tahsisine
dayalı sistemdir.
 Tımar, zeamet ve has, Osmanlı devletinin eski teşkilatında miri arazinin
öşür, haraç, ferağ ve intikal harçları gibi miri menfaatler denilen
hasılatının düşmanla savaşmak ve buna hazır bulunmak karşılığında ehil
ve layık olanlara tahsisi dolayısıyla meydana çıkmış olan kurumlardır.
 Bunlar arasındaki fark arzın temin ettiği miri menfaatlerin miktarına
dayanır.
 Has, kayıtlı hasılatı yüz bin akçeden fazla olanlardır. Bunlar esas itibarıyla
padişaha ve saltanat hanedanına tahsis olunur, bundan başka vezirlere,
beylerbeylerine ve sancakbeyleriyle sair büyük devlet adamlarına
görevlerinin devamınca tahsis olunabilirdi.
 Zeamet, kayıtlı hasılatı yirmi bin akçeden yüz bin akçeye kadar olanlardı.
 Tımar, kayıtlı hasılatı üç bin akçeden yirmi bin akçaya kadar olanlardır.
 Tımarlar da üç kısma ayrılırdı;
 1-Eşkinci tımarı: bulundukları yerin sancak beyinin emri altında sefere
iştirak edeceklerin tımarları,
 2-Müstahfiz tımarı: Kaleleri korumakla yükümlü olanların tımarları,
 3-Hizmet tımarı: Hudutlarda bulunan bazı camilerin imam ve hatiplerine
ve saray hizmetlerine tahsis edilen tımarlardır.
 Sipahi denilen ve tımar tasarruf eden askerler dirlik olarak kendilerine
verilen arazilerden topladıkları vergiler karşılığında atı ve yardımcısıyla
birlikte sefere katılır, “sahib-i arz" diye de anılırdı, buradaki arazi ve çiftçi
üzerinde miri arazi ve reaya ile ilgili kanunlarda belirtilen şartları
uygulamada tam yetkiye sahip tek kişiydi.
 Sipahi karşısında reayanın hakları kanunnamelerde ayrıntılı biçimde
belirlenmişti. Sipahi kanunlara aykırı davranırsa soruşturulur ve hakkını
kaybedebilirdi. Sefere katılmama, insan öldürme, hırsızlık ve halka zulüm,
tımarı kaybetmeye sebep olurdu.
 Hakkını kaybettikten sonraki yedi yıl içinde seferdeki orduya katılmazsa
bu kişi sipahiliği kaybeder ve vergiye tabi basit bir reaya haline gelirdi.
 Reaya statüsünden birinin sipahi sınıfına girmemesine ve tımar sahibi
olmamasına son derece dikkat edilirdi.
MİRİ ARAZİNİN TEFVİZİ

 Tefviz, miri arazinin tasarruf hakkının bedel karşılığında ve süresiz olarak


şahıslara devredilmesidir.
 Devlet zilyetliği devretmek; mutasarrıf peşin bir bedel (muaccele: tapu)
ile her sene üründen belli oranlarda ücret (müeccele) vermek ve araziyi
İşlemekle mükelleftir.
 Tefviz işleminde taraflar, devlet ve şahıslardır. Sipahi (sahib-i arz) miri
arazinin tefvizinde devleti temsil eden memurdur.
 Miri arazi ile ilgili davalar arazinin bulunduğu yer mahkemesinde sipahi de
bulunduğu halde görülür:
 İstepan zimmi cevabında tarla, babam Bedros zimmiden intikal eden ba-
tapu tasarrufum altında olmakla bi-hakkın kullanıyorum' diye bu surette
dava arazi ihtilafına dair mevaddan olmakla mahallinde sahib-i arz
(sipahi) hazır olduğu halde yargılama yapılması gerektiği iki tarafa tefhim
olunduğu tescil ve huzur-i alilerine ilam olundu. 12 Zilkade 1256/1840.
(Anadolu Sadareti Mahkemesi 2 Numaralı Sicil, Hüküm No:121).
 Kastamonu Küre kazasına tabi Aslanlı köyü sakinlerinden Veli b. Ali
mahkemede, köyde sipahi olan Ahmed Ağa b. Hasan mahzarında gönüllü
ikrar edip, köyde oturan kardeşim İsa ile daha önce ölen babamızdan
ikimize intikal edip, köyde hududu malum tarlalardaki (1/2) hissesi halen
erkek çocuksuz ölüp, tapu hakkı sahibi olmuştu.
 Lakin ben cela-yı vatan edip, İstanbul'da oturup alakayı kesmekle, Ahmed
Ağa zikrolunan arazide kardeşimin hissesi ile benim hissemi dilediği
kimseye tefviz eyleyip, benim asla ve kat'a alakam kalmayıp kasr-i yed ve
konuyla ilgili sahib-i arz olan Ahmed Ağa ile dava ve nizaım yoktur' dedi...
ketb olundu. 8 Cumadelahire 1102/1691. Bab Mahkemesi 54 Numaralı
Sicil, Hüküm No:110.
 Sipahiye tahsis edilen vergilerin türü, kimlerden nasıl toplanacağı icmal
defterlerinde tespit edilir, tımar sahibi belirlenenden fazla vergi
toplayamazdı. Belirli zamanlarda tekrarlanan tahrirlerle sipahiler kontrol
altında tutulmuş ve vergi toplamada keyfilik önlenmiştir.
 Miri arazinin tasarrufu konusunda müslüman ve gayrimüslim tebaa
arasında ayırım yapılmamıştır.
 "tarla mahlul olup kanuna göre tapuya müstahak olmağın zikrolunan
tarlanın tasarruf hakkını Pavlo'ya tefviz edip o da kabul ettikten sonra
tefviz mukabilinde 400 gümüş akçe tapu resmini alıp vech-i meşruh üzere
eline imzalı ve mühürlü temessük dahi verdik dediler. Hasan Bey ve Hızır
Bey'in minval-i muharrer üzere cari ve sadır olan takrirlerini Pavlo vicahen
tasdik ve şifahen tahkik etmeğin vaki olduğu gibi taleple ketbolundu. 27
Zilkade 1047/1637.' Eyüb Mahkemesi (Havass-1 Refia) 37 Numaralı Sicil,
Hüküm No:523.
 Araziyi kullanan reayanın, miri araziyi satmak, vedia veya ariyet olarak
vermek gibi işlemlerini kadılar sicile kaydetse bile bu yolsuz tesciller,
işlemi hukuka uygun hale getirmezdi.
MİRİ ARAZİDE TASARRUF

 Fiili Tasarruflar
 1)Araziyi ekmek için mutasarrıfın izin alması gerekmez
 2)Sipahi izniyle yapılabilecek fiili tasarruflar, arazinin kullanış şeklindeki
kısmi değişikliklerdir. Tarlayı bahçeye çevirmek, üzerine bina yapmak gibi.
 Zeyd, miri arazi üzerinde kendiliğinden biten ağaçları aşılasa, ağaçlar
Zeyd'in olur, sahib-i arza fidan bahasıyla behresin verir.
 3)Mutasarrıf, memurun izni olsa bile araziye ölü defnedemez, otlağa
dönüştüremez.
b) Hukuki (kavli) Tasarruflar

 Mutasarrıfın miri arazi üzerindeki hukuki tasarrufları devletin iznine


tabidir.
 Haksız tecavüzleri men edebilir, yapılan inşaatı, dikilen ağaçları ve ekinleri
memura söktürebilir, araziden bir başkasının haksız olarak geçmesine
engel olabilir (zilyetliğin korunması).
 Miri araziyi satamaz; sadece tasarruf hakkını devredebilir (ferağ).
 'emlaki 8.060 akçeye sipahi Hasan Bey'e sattım ve semeni eksiksiz
kabzettim, üç parça tarla ve iki parça çayırın tasarruf hakkını müşteriye
tefviz ettim' dedi, mukirr-ı mezburu müşteri bilmuvacehe tasdik edince
taleple olduğu gibi kaydolundu. Rebiulahir 971/1563, Balat Mah. 2
Numaralı Sicil, Hüküm No:472.
 Miri arazi, mutasarrıfın borcundan dolayı haciz ve rehnedilemez,
beslemek şartıyla ferağ yapılamaz zamanaşımıyla mülkiyeti kazanılamaz.
MİRİ ARAZİDE KULLANIM HAKKININ DEVRİ (FERAĞ)

 Ferağ işlemi, tarafların icap ve kabulü ve sipahinin izni ile sahih olur,
siciline kaydedilir.
 İzin için memura ferağ harcı ödenir. Ferağ harcının miri arazinin devlet
tarafından yeni bir mutasarrıfa verilirken alınan tapu resmiyle ilgisi yoktur.
 Devredilen miri arazi üzerinde önceki mutasarrıfın diktiği ağaçlar ve
yaptığı binaların değeri belirlenerek yeni mutasarrıfa satılır.
 Ferağ anında arazi üzerinde bulunan ve kendiliğinden biten ağaçlar da
ferağ kapsamına dahil olur.
 XVII. yy.da bir yandan sipahiler devletin kontrol gücünün zayıflaması ile
miri araziye el koyup kendi özel mülkleri gibi tasarruf etme yoluna
giderken
 diğer yandan reaya siyasi ve iktisadi buhranlar yüzünden toprağını terk
ederek şehirlere göç etmiş, bunların arazileri devletin mali darlığı
sebebiyle mülk olmak üzere satılmıştır.
 Tımar sisteminin askeri açıdan fonksiyonunu kaybetmesiyle miri arazilerin
zirai- mali amaçlı kullanımı öne çıkmış ve iltizam yoluyla işletilmeye
çalışılmıştır.
 Miri araziler Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasından sonra tasarruf
edenlerin mülkü olarak kabul edilmiş, böylece miri arazi uygulaması sona
ermiştir.
VAKIF ARAZİ; ÇEŞİTLERİ VE HÜKÜMLERİ

 Vakıf arazi iki kısımdır:


 1)Mülk arazi iken şer'i hukuka uygun vakfolunmuş arazidir. Bu arazinin
mülkiyeti ve tasarruf hakları vakfa aittir, vakıf senediyle amel olunur.
 2)Miri araziden ifraz edilerek ülülemr veya onun izniyle başkaları
tarafından bir hayır cihetine vakfedilmiş arazidir. Bunlara irsad ve tahsisat
kabilinden (gayri sahih) vakıf adı verilir ve üçe ayrılır:
 a) Rakabesi ve tasarrufu beytülmale ait olup yalnız öşür ve vergileri bir
cihete vakıf ve tahsis edilmiş olan arazidir.
 b)Öşür ve vergileri beytülmale ait olup kullanım hakları bir zaviyedan,
müderrise veya gazilerden birine vakıf ve tahsis edilmiş arazidir.
 c) Hem tasarruf hakları ve hem de vergileri cami ve medrese gibi bir
cihete vakıf ve tahsis edilmiş arazidir.
METRUK ARAZİ VE HÜKÜMLERİ

 Metruk arazi herkesin yararlanması için terk ve tahsis olunan umumi yol,
pazaryeri ve sokaklar gibi yerlerle, bir veya daha çok köy ve şehirlerin
halkına terk ve tahsis edilen yerlerdir.
 Metruk arazinin mülkiyeti devlete değil; topluma aittir. Devletin bu arazi
üzerinde sadece düzenleme ve gözetim hakkı vardır. Metruk araziden
yararlanma karşılıksızdır, zamanaşımı ile kazanılamaz. Metruk araziyle
ilgili davalarda sulh caiz değildir.
 Metruk arazide ferdi tasarruf mümkün ve caiz değildir, sınır değişikliği
geçerli değildir, teberru ve taşkın inşaat hükümleri cereyan etmez.
2. Metruk Arazi Çeşitleri

 Meralar
 Bir veya birden fazla köy yahut kasaba halkına müstakillen yahut
müştereken kullanılmak üzere, yetkili makam tarafından tahsis edilen
veya kadimden beri ilgili köy veya kasaba tarafından hayvanları otlatılan
metruk araziye mera denir.
 b) Yaylak ve Kışlaklar
 Bir yerin yaylak ve kışlak olabilmesi için gerekli hukuki unsurlar tahsis
veya kadimden beri kullanmadır. Meradan farkı: Genellikle yaylak ve
kışlaklar Defterhanede kayıtlıdır. Yararlanma ücrete tabidir. Ahalinin rızası
ile tarım yapılabilir, ihtiyaca göre bina, ağıl ve benzeri tesisler kurulabilir.
 c) Diğer Metruk Arazi Çeşitleri
 Otlaklar, suvat ve eyrek, baltalık, harman, pazar ve panayır yerleri,
meydanlar, yollar ve benzeri yerler.
 Suvat, köy ve kasaba hayvanlarının sulandığı;
 Eyrek, sulanmadan önce ve sonra dinlendikleri yerdir.
MEVAT ARAZİ VE HÜKÜMLERİ

 Mevat arazi, kimsenin mülk ve tasarrufunda bulunmayan ve ahaliye


mera, yaylak ve benzeri gayelerle tahsis olunmayan, yerleşim yerlerinden
uzak taşlık, boz, kıraç ve boş (tarıma elverişli olmayan) arazilere denir
(MAA 1270).
 İhya ve Tahcir Tasarrufları
 a)İhya (imar), mevat araziyi tarıma elverişli hale getirmektir (MAA, 1051,
1270).
 Ebu Hanife'ye göre ihya, ülülemrin izni ile mümkündür. Osmanlıda Ebu
Hanife'nin görüşü uygulanmıştır.
 İmameyne göre ise ihya ile malik olma hakkı izne bağlı değildir. Şafii
hukukçulara göre halifenin iznine gerek yoktur. Ancak her iki görüşe göre
de, miri arazilerin bir parçasını işe yarar hale getiren, başkalarından daha
üstün bir hakka sahiptir.
 Maverdi'ye göre sultanın, üzerinde tasarrufu caiz görülen ölü
topraklardan ihya ve imara imkanı olanları ikta-i temlikte bulunması
caizdir. Böyle bir araziyi belli şartlar çerçevesinde ihya eden kimse -
devletin iznini almaksızın- toprağın mülkiyetine sahip olur (Ahkamü's-
sultaniyye, s. 231-233, 248-249).
 1858 Arazi Kanunu m. 103'e göre mevat arazi, miri arazi olarak ihya
edilebilir.
 İhya için tohum ekme, fidan dikme, etrafına duvar çekme, sel suyundan
koruyacak derecede etrafını çevirme ve sulama kanalları açma gibi fiili
tasarruflardan biri gerekir (MAA 1275-1276).
 b) Tahcir, sahipsiz ve işlenmemiş ölü (mevat) araziyi işlemek ve imar
(ihya) etmek için etrafını taş, diken vb. şeylerle çevirmeyi ya da ihya
niteliği taşıyan işlemlere başlamayı ifade eder (MAA 1277-1278).
 Tahcir edenin, tahcir ettiği araziyi üç sene içinde ihya etmek üzere öncelik
hakkı vardır. Üç seneye kadar ihya etmezse başkası ihya edebilir (maa
1279).

You might also like