You are on page 1of 154

NLP

ZİHNİNİZİ KULLANMA KILAVUZU

Nil Gün
© KURALDIŞI YAYINCILIK

Nil Gün
NLP
Zihninizi Kullanma Kılavuzu

Yayın Yönetmeni: Nil Gün

ISBN 978-975-275-214-6
E-kitap 1. Sürüm Nisan 2013, İstanbul
Mart 2012 tarihli 40. Basım esas alınarak hazırlanmıştır.

© Nil Gün, 2013


Yayıncının ve yazarın yazılı izni olmadan ticari amaçlı alıntı yapılamaz

Yayın Koordinatörü: Gülşen Ülker


Kapak Tasarımı ve Sayfa Düzeni: Uğur Alkapar

Dijital Kitap Yapım: Sistematik Dijital Kitap Atölyesi

Kuraldışı Yayıncılık
Fener Kalamış Cad. No: 93/7 34726 Kadıköy-İstanbul
Tel: 0216 449 98 05 pbx Faks: 0216 348 00 69
yayin@kuraldisi.com www.kuraldisi.com
Sertifika No: 10540
Dostum, Biricik Sevgilim, Ruh Eşim, Yaşam ve İş Partnerim, Aynam, Oyun
Arkadaşım Saim’e.
Bu kitap da, diğerleri de senin desteğinle yazıldı ve yazılacak. Bilgisayar
başındayken kahvemi, yemeğimi getiren sendin, tembellik etmeye teşebbüs ettiğimde
beni çalışmaya teşvik eden sendin, öpücüklerinle yorgun saatlerimi canlandıran
sendin.
Yaşamımın her boyutunda yaratıcılığımı doğurttuğun ebemsin.
Sevmeyi ne güzel biliyorsun. Seninle sürekli çoğalıyorum.
Seni kendimi sevdiğim kadar seviyorum.
NİL GÜN HAKKINDA

Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Basın Yayın Yüksek Okulu’nda


okudu. Kaliforniya’da alternatif sağlık, alternatif eğitim, insan potansiyeli ve
hümanistik psikoloji alanlarında eğitim gördü...
1952 yılında doğdu. 1972 yılında gittiği Amerika’nın Kaliforniya eyaletinde on
dört yıl sürekli, on iki yıl da aralıklarla yaşadı.
Zihin Bilimi, Hipnoterapi, Reiki, Rebirthing, NLP ve KİNESİYOLOJİ eğitimleri aldı.
California Jaycee’s organizasyonunda uzun yıllar “Bireysel Gelişim” alanında
hizmet verdi. Sorunlu çocukların gittiği okullarda gönüllü çalıştı.
International Council for Self-Esteem Türkiye temsilcisi.
Türkiye’de ilk kez 1993 yılında hipnoterapi yöntemiyle ağrısız ve ilaçsız, suda
doğum yaptırdı.
Basın dünyasında birçok dergide ve Güneş Gazetesi’nde araştırmacı gazeteci ve
köşe yazarı olarak çalıştı. Dört yıl Bilar ve Bilsak’ta haftalık konferanslar verdi.
Değişik radyolarda (Enerji FM, Show Radyo, Best FM ve Radyo TRT1) Kuraldışı ve
Ötesi adlı psikoloji ve bireysel gelişim eksenli programlar hazırlayıp sundu. TGRT’de
hafta içi her gün, Nil Gün ile Yeni Bir Gün, adıyla talk-show yaptı. Radikal
gazetesinde psikoloji ağırlıklı dizi yazıları yayımlandı.
Cine-5 kanalında “Çekim Yasası’’ programını hazırladı ve sundu. (2007)
Amerika’da 1981, Türkiye’de 1989 yılından beri, açık (bireylere) ve kapalı
(kurumlara) “Kendinizle Yüzleşin (Kendin Olmak)”, “Gölgelerden Aydınlığa”,
“Özsaygı - Self-Esteem”, “İletişim”, “Kadın-Erkek İlişkileri”, “Doğru Karar
Alabilmek”, “Stresle Barışık Olmak”, “Olumlu Düşünce Farkındalığı”, “Çocuğunuzun
Özgüvenini Geliştirmek”, “NLP” ve “Psiko Kinesiyoloji” başlıklı grup çalışmaları
yapıyor.
Bireysel Gelişim kavramının Türkiye’ye girmesinde ve birçok yayınevine yaptığı
danışmanlıkla bu alandaki yayınların tanınmasında öncü oldu. Ayrıca uzun yıllardır
ideali olan, okullara Özsaygı - Self-Esteem derslerinin girmesi için ilk adımı attı ve
özel bir okulda Self-Esteem dersleri vermeye başladı.
Çok sayıda kitapları, çevirileri, hipnomeditasyon, zihin programlaması,
motivasyon, çocuk eğitimi ve NLP kaset/CD’leri var.
1995 yılında kurduğu Kuraldışı Yayınları’nda psikoloji ve bireysel gelişim
alanında kitaplar yayınlamayı sürdürüyor.
SUNUŞ

Türkiye’ye ilk döndüğüm yıllardı. 1989 yılında NLP eğitimi vermek için bir takım
yerlere ilan vermiştim. Sadece bir kişi yanıt vermişti çağrıma. Ama diğer verdiğim
eğitimlere talep vardı. Bu bile şaşırtıcıydı. Çünkü eğitimlerim bireysel gelişimle
ilgiliydi. O yıllarda bireysel gelişim kavramı yayın dünyasına da eğitim dünyasına
da henüz girmemişti. Ben de NLP sözcüklerini kullanmadan her eğitimimde NLP
öğretilerini bir şekilde aktardım. NLP eğitimine o yıllarda ilgi gösteren tek kişi, daha
sonra tüm diğer eğitimlerime katıldı. Şu anda ODTÜ’de öğretim üyesi. Bir
üniversitenin kendisini geliştirmeye ilgi gösteren ve kendi olanaklarıyla gelişimine
maddi ve manevi yatırım yapan bir öğretim üyesine sahip olması o öğrenciler için
ne harikulade bir rol modeli örneği. Böyle bir insanın öğrencisi olmayı isterdim
doğrusu.
Bugün ise artık birçok kişi NLP denilen bir “şey”in varlığından haberdar.
NLP insan yaşamını kökten değiştirebilecek detayları sunduğu için tüm dünyada
böylesine hızlı yayıldı. I970’li yılların sonunda yaşadığım yer olan San Francisco’da
ilk hipnoterapi eğitimimi aldığımda NLP de öğretiliyordu. Çünkü NLP ve
hipnoterapi birbirinden ayrılmaz bir bütün.
NLP bütünsel bir yaklaşıma sahip. Mikro detaylarla uğraşan holistik bir
farkındalık yöntemi. Yeterliliği geliştirmeye odaklı. Modellemeyle hem bilinci hem
bilinçaltını etkin bir duyarlıkla kullanmaya yönelik. Pratik. Dili yüksek kapasitede
kullanan, zihinsel sürece odaklanan ve hızlı sonuç alan bir teknik. Çözümlerde etik
ve saygı temel alınıyor.
NLP’nin içinde yeni hiçbir şey yok. Tüm bilgiler yaşamı, insanı dikkatle
gözlemleyerek elde edilmiş.
Başarı ve başarısızlığın, sağlığın ve hastalığın kader olmadığını bize anlatmaya
çalışan yaşamın dilidir NLP.
NLP için yaşamın değişik hallerinin zihin laboratuarındaki formülasyonu da
diyebiliriz. Formülü bilen ve kullanan yaşam piyangosunda mutluluk ve başarıya
hak kazanıyor. Bu kadar basit. Bazı insanlar formülü kendiliğinden uyguluyor,
formülün ne olduğunu bilmeden. Zaten NLP de bu tür insanları modelleme ile
ortaya çıkan bir sistem.
NLP gülü yaratmıyor. Ama herkesin gül tohumuna sahip olduğu gerçeğini
biliyor. Hangi hallerin gülün en sağlıklı açmasını sağlayan koşullar olduğunu tespit
ediyor. Gül yetiştirmek isteyenlerin harikulade bulduğu, gül yetiştirmek istediği
halde devedikeni yetiştiren kişilerin ise kullanmadığı bir kılavuz.
NLP’nin derinliklerine indiğinizde her türlü kaynakla bağlantılı olduğunu da
keşfedersiniz. Bedenle, duyguyla, zihinle ve ruhla.

Gelişkin ülkelerde bir terapi yöntemi olarak başlayan NLP, daha sonra halk
tarafından keşfedilmiştir. İş dünyasına girişi, eğitime katılan bireylerin NLP’nin
yararlarını görüp kendi iş yerlerine taşımasıyla olmuştur. Ordu, devlet katlarına ise
daha sonra ulaşmıştır. Üçüncü dünya ülkelerinde önce devlet mensuplarının,
ordunun, polisin, istihbaratın aldığı bir eğitim olmuştur. İş dünyası daha sonra
keşfetmiştir. Sağlık kesimi iş dünyasını takip etmiş ve son olarak da halk NLP’ye ilgi
göstermeye başlamıştır.
NLP manipülasyon aracına kolaylıkla dönüşebilir. Ateşin hem pişirmeye, hem
yakmaya hizmet ettiği gibi.
NLP son dönemlerde bütünselliğinden, ruhsallığından arındırılarak salt teknoloji
olarak sunulduğu için böyle bir tehlike vardır. Ayakta kalması doğallığını
yitirmemesine bağlıdır. NLP sadece bilgilerin aktarılmasından ibaret kalır, zihinsel
boyuttan öteye geçemezse ruhunu kaybeder.
NLP ile nasıl daha fazla satış yapılır?
NLP ile nasıl özdeğişim yaratılır?
NLP ile nasıl spesifik başarı elde edilir?
NLP ile nasıl kendin olunur?
İnsanların çoğu birinci ve üçüncü soruların yanıtını daha ilginç buluyor. İkinci
ve dördüncü soruların yanıtının onlara istediklerinin daha da fazlasını sunacağını
bilmeden.
Çağımız hap dünyası, şimdiyi kurtar dünyası.
Bu benim yazdığım ilk NLP kitabım. Günümüzdeki NLP öğretilerinin temel
bilgilerini sunmadan bir ilk kitap yazılamayacağının farkındayım. NLP bilgeliğinin
kitap aracılığıyla aktarılamayacağının da zorluğunu yaşıyorum. Çoğu eğitmenin
yaşadığı gibi. Kitap bilgiyi aktarabilir sadece. Bilgelik özneldir. Teoriyi bilerek bilgili
oluruz, pratik ise bize bilgelik kazandırır.
NLP bütünsel açıdan bakarak detaylara odaklanır. Budur günümüz dünyasında
eksik olan. Sadece detaylar var. Bütünsellik gözden kaçmış durumda.
NLP’nin iş dünyasında, aktivite dünyasında kullanımına dair birçok kitap var. Bu
kitapların hepsi yararlı. Her birinden öğreneceğiniz çok şey var. Aslında NLP’nin
özünü kavradığınızda onu yaşamınızın her alanında kullanabilirsiniz.
Bu konudaki ilk kitabımı yazarken nöro-linguistik programlamanın yaygın
bilinen ABC’sine değinmeye kendimi zorunlu hissettim, içimden daha derine
dalmak gelse de. Ama Temel NLP eğitimi alınmadan ileri seviye eğitim bilgileri
anlaşılamaz. ABC bilinmeden XYZ anlaşılamayacağı gibi.
12. sayfadaki Temel NLP şemasına baktığımızda temelinde uyum ve esnekliğin
olduğunu görüyoruz. Sütunları ise Kalibrasyon ve Meta Model oluşturuyor. Bu
nedenle kitapta öncelikle uyum ve esneklik yani temel, sonra sütunlar anlatılıyor.
Anlatımı bölmemesi için bazı temel egzersizler kitabın son bölümünde yer aldı.
Hem bir arada olması, hem de kolaylıkla bulmak açısından. Egzersizleri kitaptan
okuyarak uygulamanın zorluğunu biliyorum. Bu nedenle eğer ihtiyaç duyarsanız
sizler için hazırladığım NLP kasetlerini dinleyerek egzersizleri uygulayabilirsiniz.
Evde, işte, her yerde.
Kitabın sonuna koyduğum Türkiye’de çıkmış NLP ile ilgili kitapların listesinden
yararlanacağınızı umuyorum. Tabii gözden kaçırdığım ya da bilmediğim başka
kitaplar da olabilir.

Sevgi ve enerjiyle dolu kalın.

Nil Gün
Haziran 2001, İstanbul
GİRİŞ
NLP NEDİR?

Her insan içinde var olan potansiyeli, yetenekleri, gücü kullanabilme şansına(!)
erişmek ister, en azından erişmek istediğini söyler -parmağını oynatmak için çaba
göstermese de. Kişinin NLP denilen büyülü yöntemi öğrenmesi ve uygulaması ise
yaşamını şans ve tesadüflere bırakmak yerine, kendi istediği biçimde yaratma ve
inşa etmeyi seçmesi yani kendi yaşamının sorumluluğunu üstlenmesi anlamına
gelir.
Neuro-Linguistic Programming sözcüklerinin baş harfleriyle anılan NLP’yi Duyu-
Dil Programlaması olarak çevirebiliriz.
NLP hem bilimdir, hem sanattır.
NLP bilimdir. Bilim nesnel deneyimlerin sistematik doğasını inceler. NLP öznel
deneyimlerin sistematik doğasını inceler. Her birimiz özgün bireyler olsak da, iç
dünyamızda olup bitenlerin dış dünyamıza yansımaları farklı farklı olsa da, içsel
oluşumun basamakları harika bir sistemin işleyişiyle gerçekleşir. Tıpkı, hiçbirimizin
diğeriyle tıpa tıp aynı olmamasına rağmen, hepimizin anne rahmine
düştüğümüzden itibaren, doğana kadar aynı oluşum sürecinden geçmemiz gibi.
NLP sanattır. Sanat insanın yeteneklerini ve yaratıcılığını kullanarak, iç
dünyasının renklerini, müziğini, duygularını en estetik bir sunuşla ifade etme ve
başkalarına aktarabilme gücüdür. NLP, insanın “kendisinin en iyi versiyonu
olabilme” sanatıdır -içsel ve dışsal başarının uyumlu ve dengeli bir biçimde ifade
bulduğu bir yaşam sanatı.
Düşünce, duygu ve davranışlarımız birlikte çalışarak yaşam deneyimlerimizi
yaratır. Çoğu zaman bu deneyimleri bilinçsizce yaratırız. Robotlaşan düşünceler,
dondurulmuş ya da bastırılmış duygular ve otomatik davranışlarla yaratılan yaşam
deneyimleri doğal olarak bilinçsizce olur. Durmuş saatin bile günde iki kez doğruyu
gösterdiğini düşünürsek, bilinçsizce sürülen bir yaşamda arada bir şans ya da
tesadüf dediğimiz “doğrular” yüzümüzü güldürür. Geri kalan zamanlarda hayatın
bizim istediğimiz şekilde seyretmemesinin nedenini şanssızlık, talihsizlik ya da
kader olarak açıklamaya eğilimliyizdir.
Biyoloji, dil bilimi ve bilgi temeline dayalı, kendine özgü kuramları olan
beyin/zihin faaliyeti bilimi ve bilinçli deneyim yaratma sanatı olan NLP,
yaşamımızdaki “şanslı” anları “tesadüf” olamayacak kadar sıklıkta yaratmamızı
sağlar.
NLP robotlaşan düşüncelere esneklik getirir. Bir fırtınada esnek bir cisim mi, katı
bir cisim mi daha çabuk kırılır? Bir ağaç, rüzgarın yönüne doğru eğilerek gösterdiği
uyum ve esneklik sonucu, fırtına dindikten sonra yine dimdik ayakta kalır. Ya
binaların camlarına ne olur?
NLP dondurulmuş ya da bastırılmış duygulara akışkanlık kazandırır. Böylece
içimizde kaskatı bir halde durup bize zarar veren duyguları akıtarak yerini bize haz
veren duygularla doldurabiliriz. Örneğin; değişik korkularımızın bizi tıkadığı, adım
atmamızı engellediği anlar olmasaydı acaba yaşamımız nasıl seyrederdi?
Sadece reddedilme korkusundan bile nice aşkları, nice işleri sırf inisiyatif
alamadığımız için kaybettiğimizi düşünürsek zararın boyutlarını bir derece olsun
anlayabiliriz.
NLP, otomatik davranışlarımızla yarattığımız olumsuz yaşam deneyimlerini
otomatik tepkilerle tekrarlama kısır döngüsüne son vermemizi sağlar. Bu -
otomatik- davranışların en zarar verici olanları, çeşitli fobilerimiz ve obsesif-
kompulsif davranışlarımız/ bağımlılıklarımızdır.
İnsanlar alkol, sigara gibi bağımlılıklardan, temizlik hastalığı, panik atak gibi
hayatı zindana çeviren sorunlardan kurtulmak için uzun süreli tedaviler görüyor.
Çoğu kez de iyileşmedikleri gibi kullandıkları ilaçların bağımlısı oluyor. NLP
yöntemleri ile böylesine devasa sorunlar 10-30 dakika gibi kısa sürelerde
çözümlenebiliyor. İnanılması zor ama gerçek. Bu kitapta yıllarca sorunları ile ilgili
tedavi gördükleri halde sorunlarını yenememiş ve çaresizliğin ve umutsuzluğun
batağına saplanmış kişilerin, son umutla aldıkları NLP eğitimi sonucunda
yaşadıkları değişimin öykülerinden bazılarına da tanık olacaksınız. NLP yöntemleri
tıbbi teşhis ve tedaviyi içermez. Bu yöntemlere uygulamalı eğitim de diyebilirsiniz.
Terapi denilen şey aslında kişinin yaşantısıyla derin ilişki kurabilmeyi öğrenme
becerisidir.
BİRİNCİ BÖLÜM
UYUM VE ESNEKLİK

BÜYÜCÜLÜK SANATI VE İÇİNİZDEKİ BÜYÜCÜ

California’da yaşadığım 70’li yıllarda alternatif eğitim, alternatif sağlık, alternatif


psikoloji, alternatif olan her türlü öğretinin içine girmiştim. Günlerim, gecelerim,
hafta sonlarım demeden zamanımın ve paramın büyük bölümünü eğitim, kurs,
workshop, seminer ve motivasyon kasetlerine yatırıyordum. Evet, zamanımı ve
paramı öğrenmeye harcamıyor, öğrenmeye yatırım yapıyordum. Harcamak, bir
şeyin ziyan olması, yok olması, bitmesi, tükenmesi anlamına gelir. Yatırım ise
kazanç olarak geriye döner. O yıllarda (hala da) hayatta benim için en önemli şeyin
sürekli gelişim olduğunu keşfetmiştim. Öğrendiğim her yeni bilgi, her yeni yöntem
beni kendimle daha barışık hale getiriyor, yaşam hazzımı artırıyordu. Yaşıtlarım
para ve zamanlarını eğlence, giyim kuşam, araba vb. şeyler için harcarken, ben
kendim için en önemli şey olan öğrenmeye yatırım yapıyordum.
Amacım bir diploma alarak, ömür boyu o kağıt parçasının bana getireceği gelir,
unvan ve prestije sığınmak hiç değildi. Bu yüzden geleneksel eğitimler ilgimi
çekmiyordu. Ama fiziksel, duygusal, zihinsel ve ruhsal sağlığı geliştirici, yaşamı
daha geniş algılamaya ve kaliteli kılmaya yönelik yeni bir eğitim modeli ortaya
çıktığında o workshopa katılmak benim için farz oluyordu. Bazen eğitimin vaatleri
boş çıkıyordu. Ya da eğitimci yeterli donanıma sahip olmuyordu. Ama yine de
zamanımı ve paramı ziyan ettiğimi düşünmüyordum. Çünkü hem en kötü
eğitimden bile yeni bir şeyler öğreniyordum, hem de şarlatan eğitmen ve
yöntemler ile etkin eğitmen ve yöntemleri ayırt etme yeteneğini kazanıyordum.
California, İnsan Potansiyeli Hareketinin başladığı, geliştiği ve oradan
Amerika’nın diğer eyaletlerine ve giderek diğer ülkelere yayıldığı yeni bakış
açılarının beşiği idi.
Hümanistik Psikoloji ve Transpersonal Psikoloji bana heyecan veriyordu. Çünkü
geleneksel psikoloji gibi patoloji odaklı değildi. Geleneksel psikoloji Freudyan
yaklaşımla hasta insanı normal insan haline getirmek üzerine kurulmuştu. Oysa
Hümanistik psikoloji insan potansiyelinin sınırsızlığını araştırıyor, normal insanı
sağlıklı insana dönüştürmeye odaklanıyordu.
İşte bu yıllarda California’nın Santa Cruz Üniversitesi’nde John Grinder adlı bir dil
bilimci yardımcı profesör ile psikolojiyle ilgilenen matematik ve bilgisayar öğrencisi
Richard Bandler birlikte, NLP adını verdikleri yepyeni bir yöntemle isimlerini
California’da hızla duyurmaya başlamışlardı. (Her şeyi “bilen” ülkemizdeki kimi
profesörlerin onlara öğretecek bir iki şeyi olduğu için harcadığı öğrenci ve
asistanları düşünüyorum da...)
JOHN VE RICHARD’IN HİKAYESİ

Richard Bandler ve John Grinder’ın hikayesini kısaca paylaşayım sizlerle. Bu


ikilinin psikoterapiyle de ilgileri vardı. Birlikte alanlarında en iyi olan üç kişiyi
incelemeye karar verdiler. Gestalt terapisinin kurucusu Fritz Perls, aile terapisine
yepyeni bir boyut getiren Virginia Satir ve dünyaca tanınmış hipnoterapist Milton
Erickson. Birbirlerinden kişilik olarak tamamen zıt olan bu kişileri alanlarında
böylesine etkin kılan özelliklerinin ortak noktaları olabilir miydi? Bandler ve
Grinder’ın amacı yeni bir terapi yöntemi yaratmak değildi. İşin teorik boyutu da
ilgilerini çekmiyordu. Acaba bu insanların kullandıkları yöntemlerin kalıpları tespit
edilebilir ve başkalarına öğretilebilir miydi?
Bilimsel deneyler laboratuarda aynen tekrarlandığında aynı sonuçlar alınıyorsa,
insanın subjektif deneyimimin de aynen tekrarlanabilir sistematiği olabilir miydi?
Bu yanıtın evet olduğunu keşfettiler. Bu üç ustanın iletişimde, bireysel değişim
sağlamada, hızlı öğretme becerisinde ve kişinin hayattan haz almasını sağlayacak
yöntemlerindeki paternler (otomatik davranış kalıpları) aynıydı. Peki bu paternleri
kendileri aynen tekrarlasalar aynı sonuçları alabilirler miydi?
Başarıyı modellemek. Bu mümkündü. Richard ve John, Santa Cruz’da ünlü
İngiliz antropolog Gregory Bateson’un da komşusuydu. Zihnin Ekolojisine Doğru
Adımlar adlı kitabın yazarı olan Bateson, aynı zamanda iletişim ve sistem teorisi
uzmanıydı. (Bateson’un NLP’nin gelişimine olan katkısı çok büyüktür.)
Bu dört önemli modelin kullandıkları metotları didikleyerek incelediler. Evet.
Her alanda mükemmeliyetin paternleri vardı ve bu paternler tekrarlanabilirdi.
Paternler modellendiğinde aynı sonuçlar elde ediliyordu. Bu olağanüstü insanların
kullandığı etkin düşünme ve iletişim kurma paternlerini modelleyen Richard, salı
akşamları üniversitede gönüllü öğrenci grubu üzerinde aynı etkin sonuçları almayı
başarmıştı. Bu kez John, Richard’ı modelleyerek eğitimi perşembe akşamları bir
başka öğrenci grubuna verdi. Sonuç yine aynıydı. Başarı yaratan ve tekrarlanabilen
zihin modeli diye bir gerçek vardı. Başarı tesadüflere bağlı bir olgu değildi. Üstelik
bu modelin detayları en ince ayrıntılarına kadar somut verilerden oluşuyordu.
John ve Richard 1976 yılının bir bahar akşamında otuz altı saat süren beyin
fırtınasından sonra, bir şişe kırmızı California şarabı eşliğinde bu harika keşiflerine
bir de isim verdiler. NLP. Nöro-Linguistik Programlama.
Nöro, tüm davranışlarımızın görme, işitme, dokunma, tat, koku ve hissetme
duyularımız aracılığıyla, dışarıdan bize ulaşan bilgiyi algılama ve tepki vermemizin
nörolojik faaliyetlerden kaynaklandığını temsil ediyordu. Düşünme biçimimizin
yanı sıra fikirlere ve olaylara gösterdiğimiz fizyolojik tepkiler de nörolojiye
dayanıyordu. Düşünce ve beden birbirinden ayrılamaz bir bütündü.
Linguistik bölümü, düşüncelerimizi ve davranışlarımızı düzenlemek ve
başkalarıyla iletişim kurmak için dilin nasıl kullanıldığıydı.
Programlama ise sonuç elde etmek için düşünce ve davranışımızın seçimini
farkında olsak da olmasak da kendimizin yaptığıydı.
İki adam, daha sonraki yıllarda dünyanın her yerinde milyonlarca kişinin
öğreneceği bir sistemi yarattıklarının belki de o anda pek farkında değillerdi.
NLP İLE TERAPİ

İlk başlarda terapistler için oluşturulan NLP inanılmaz iddialarla ortaya çıkmıştı.
NLP prensiplerini kullanarak kalıcı ve derin değişimler yapmak çabucak ve kolayca
gerçekleşiyordu. Birkaç seansta sigara, alkol, çok yemek yemek, uykusuzluk vb. gibi
bağımlılıkları ortadan kaldırmak mümkün oluyordu. Bir saatten daha az zamanda
fobilerden ve korkulardan özgürleşiliyordu. “Öğrenme özürlü” çocuk ve
yetişkinleri, öğrenen kişilere dönüştürmek, birkaç seansta sadece psikosomatik
olanları değil, bazı fiziksel problemleri de iyileştirmek mümkün oluyordu. Çiftler ve
aile üyeleri arasında, iş yaşamı içinde insan ilişkilerini daha doyumlu ve üretken
hale dönüştürmek NLP’nin iddiaları arasındaydı.
Bu güçlü iddialar, somut örneklerle destekleniyordu. Ama yine de bu sonuçlar
büyücülüğün ta kendisi değil miydi? O zamana dek bu tür tedaviler aylar, seneler
sürüyordu. Yine de sonuç alınamayabiliyordu. Freud döneminde aylar, yıllar süren
terapiler 1960’lı yıllarda Gestalt, Transaksiyonel Analiz, Psikodrama gibi
yöntemlerle birkaç aya inmişti, ama birkaç seans ya da bir saat, hatta daha kısa
sürede sonuç alabilmek..?

Hızla Değişen Dünya


Yirminci yüzyılın başına kadar dünyada değişim kaplumbağa hızıyla oluyordu.
Bilgi değişiminin dönüşümü 1500 yılı alıyordu. Sadece yüz yıl önce bugünkü
gelişmeleri hayal etmek mümkün müydü? Telefon, radyo, televizyon, bilgisayar
vasıtası ile sesler, görüntüler, bir anda dünyanın öbür ucuna, hatta uzaya
gönderiliyor. İnsanlar birkaç saat içinde okyanus aşırı yolculuklar yapıyor. 1940’ta
500 yıla inen bilgi yenilenmesi, 1980’de iki buçuk yıla, 1999’da altı aya indi. 2002
yılında 39 güne inmesi öngörülüyor. Yani kişiler çalıştıkları ve uzman oldukları
alanlarda bile kendilerini hızla yenilemek durumunda. Artık diplomayı alıp duvara
astıktan sonra, hiç kitap sayfası çevirmeden de mesleği sürdürebilme lüksü sona
erdi. Bilgi internet aracılığıyla herkesin ulaşabileceği yakınlıkta.
Bu baş döndürücü değişim için Eric Hoffer şöyle diyor: Değişim çağında
‘öğrenenler’ dünyayı ele geçirecek. ‘Her şeyi bilenler’ ise artık var olmayan bir
dünyaya ait bilgileriyle baş başa kalacaklar.
Bilimkurgu yazarı Arthur Clark ise yeterince gelişmiş bir teknolojinin büyüden
ayırt edilemeyeceğini söylüyor.
Bilgi ve teknoloji böylesine bir hızla başını almış giderken, çoğu insan psikoloji
alanında Freud kuramlarında ve terapi yöntemlerinde takılı kalmış durumda; bu
nedenle de NLP yöntemlerinin hızlı sonuç verdiği iddialarına, tüm kanıtlara rağmen
şüpheyle yaklaşıyor. Eğer her şeyin uzun zaman aldığı bir dünyada yaşamaya
alışkınsanız, böyle bir hız sizde şüphe yaratabilir.
Siz uzun bir yolculuğa 1900 model bir arabayla mı çıkmayı seçerdiniz, yoksa
2000’li yılların en son teknolojisi ile donatılmış hız kapasitesi yüksek bir arabayla
mı?

Değişim Bir Anda Olur


Her an, her saniye değişiyoruz. Aynı kişiyle ikinci kez tokalaştığımızda bile
elimizdeki hücrelerin bir kısmı değişmiş oluyor. Ufacık bir bebek olarak dünyaya
geldik, her an değişe değişe bugün aynada gördüğümüz kişi olduk. Fiziksel
değişimin yanı sıra düşüncelerimiz değişiyor, zevklerimiz değişiyor, ilgi alanlarımız
değişiyor. Yakın zamana kadar, biz çocuklarımıza bir şeyler öğretirken, bugün
çocuklarımız bize bilgisayarın nasıl kullanılacağını öğretiyor. Eve yeni alınan bir
elektronik aletin nasıl çalıştığını çocuğumuz bizden önce kavrıyor ve bize
gösteriyor. Videoyu ayarlamasını bilmediğim için o dönemde ergen yaşta olan
oğlumun eve dönüşünü dört gözle beklerdim. (Gerçi elektronik aletlerin nasıl
çalıştığını hala öğrenmiş olduğumu söyleyemem. Nasıl olsa etrafımda gençler var.)
Değişimi bir anda gerçekleştiriyoruz. Bir şeyi gerçekleştirmeyi düşünmek ile,
karar vermek ve başlamak arasında zaman dilimi olabilir. Ama değişim bir anda
olur. Bandler değişimin yavaş bir süreç olduğu olgusunu dakikada bir karenin
ekrana yansıdığı bir filmi seyretmeye benzetiyor.
Peki öyleyse kendimizi değiştirmekte neden böylesine zorlanıyoruz? Bir şekilde
değişmek istediğimiz alanlar var hepimizin hayatında. Belki sonuçlarından
rahatsızlık duyduğumuz bir alışkanlığımız, belki bize rahatsızlık veren ani
patlamalarımız, belki sevdiklerimize hayır diyemememiz, vb.
Bazen tüm heyecanımızla bir şeyi değiştirmeye karar veriyoruz. Örneğin; bir ay
içinde dört kilo vermeye karar veriyoruz. Bu hedefin mantıklı ve tutarlı olduğunu
biliyoruz. Heyecanla gidip dünyanın parasını vererek egzersiz aletleri alıyoruz.
Evimizin yakınındaki aerobik kursuna kaydoluyoruz. Beslenmemize dikkat
ettiğimiz için bir dilim pastaya bile hayır diyoruz. Bu kararımızı yakın
arkadaşlarımıza söylüyoruz. Diyet ile ilgili kitaplar alıyoruz. Üç dört gün, hatta bir
hafta on gün her şey yolunda gidiyor. Ama sonra...?
O aldığınız egzersiz aletini en son ne zaman kullandınız? O dört kilo gitti mi? Ya
da kaç kere gitti gitti geri geldi?
Hayatımızda bize acı ve rahatsızlık veren alışkanlıklarımızı ve koşullarımızı
değiştirmekte zorlanıyoruz. Kendimizle ilgili değişimin zor olacağına inanıyoruz. Ve
çektiğimiz acılara rağmen değişmemekte direniyoruz. Oysa acı çekmek, bir şeylerin
değişmesi gerektiğinin sinyalidir. Ve de o ana kadar uyguladığımız strateji ve
yöntemlerin işe yaramadığının göstergesidir.
Bir de mutluluğun bedelinin acı çekmek olduğuna dair mantıksız bir inanca
sahip çoğumuz. Bu doğru olsaydı dünyada en çok acı çeken insanların en mutlu
insanlar olması gerekmez miydi? İşte bu nedenlerle insanların çoğu NLP ile
değişimin kolay olduğuna inanmak istemiyor.
Bir zamanlar aylarca sürecek yolculukların şimdi teknolojinin gelişmesiyle
birkaç saat içinde yapılacağını görüyor, deneyimliyor ve kabul ediyorsunuz. Bu
konuda şüphe duymuyorsunuz. Aynı şekilde bir beyin/zihin teknolojisi olan NLP’yi
de deneyimleyin ve görün.
Uzun süren mücadele, acı ve ıstırap, yaşamımızda uyguladığımız yöntemi
değiştirmemizi, yeni yollar bulmamızı bize söylüyor. Uzun süre acı çekmenin
erdemli bir yanı yok. Her ne kadar din ve politika gibi kolektif halüsinasyonların
sözcüleri bize öyle olduğunu söylese de.
Her gün işine aynı yoldan gidip gelen kişi, işine kendisini ulaştıracak daha
kestirme yolların olduğunu bilmez. Çünkü hiç araştırmamıştır. Ta ki bir gün yol
yapımı dolayısıyla her zamanki yolu ulaşıma kapanana kadar. O gün kişi farklı bir
yoldan gitmeye zorlanır. Çünkü amacı işine zamanında varmaktır. Karşılaştığı
zorluktan, alıştığı şeyi yapamamaktan dolayı kızabilir ama küsüp eve dönmeyi
aklına getirmez değil mi? Ve bu zorluk ona, işine gidebileceği daha kestirme yollar
olduğunun farkındalığını kazandırır. Benzinden ve zamandan sağladığı kar da
yanına kalır.
Yaşamınızdaki uzun süreli mutsuzluklar da gittiğiniz yolun kapalı olduğunun,
yeni ve kestirme yolları keşfetmenin zamanı geldiğinin göstergesi.
NLP dünyasına hoş geldiniz.
İKİNCİ BÖLÜM
BEYİN DENİLEN BİLGİSAYAR

BEYİN DE YAZILIM KULLANIYOR

Bilim ve teknoloji doğayı ve insanı taklit ederek gelişiyor. Kimyasal ilaçlar


bitkilerin tedavi edici özelliklerinin laboratuar ortamında sentetik olarak
üretilmesiyle oluşuyor. Kamera gözü taklit ediyor. Bilgisayar beynin bir modeli. Bir
NLP terimi olan modelleme yaşamın her alanında mevcut. Beynimizi bir bilgisayar
olarak kabul edersek, düşüncelerimize ve düşüncelerimizin ürünü olan
davranışlarımıza yazılım programları diyebiliriz.
Bir bilgisayar ne kadar mükemmel olursa olsun yazılım programı içinde
olmayan bir uygulamayı gerçekleştiremez. Örneğin sayfa düzeni içermeyen bir
yazılım programıyla, ne kadar ümit etsek de, arzu etsek de, istesek de sayfa düzeni
yapamayız. Kızmakla, aynı tuşlara yüzlerce kez basmakla da sayfa düzenini
sağlayamayız.
Aynı şekilde zihinsel programlamamızı değiştirmediğimiz sürece yaşamımızda
istediğimiz sonuçlara ulaşamayız. NASA’daki bir mühendis, düğmeye bastığında
istediği sonucu alamazsa hemen hatanın nereden kaynaklandığını araştırır. Biz
insanlar ise nerede hata yaptığımızı araştırmak yerine suçu düğmeye atıyoruz. Yani
bizim dışımızdaki koşullara, olaylara ve insanlara. Suçlamak, belki kendi
zihnimizde bizi kurtarıyor, ama istediğimiz sonuca ulaşamadığımız gerçeğini
değiştirmiyor.
Değişimi istiyoruz ama yazılımımızı değiştirmeyi düşünmüyoruz bile. Bu yüzden
değişim bazen bize çok zor geliyor. NLP’nin büyücülüğü işte bu noktada gizli.
Beynimizin yazılımı olan zihinsel programımızı değiştirdiğimiz ya da kalitesini
yükselttiğimiz anda, beynimizin performansında olumlu değişimlere şahit
oluyoruz. Düşüncelerimiz, hissettiklerimiz, davranışlarımız ve yaşamımız anında
değişime uğruyor.
NLP’ye insan beyninin yazılım kullanım kılavuzu da diyebiliriz.
Beynimiz olağanüstü kapasiteye sahip mükemmel bir bilgisayar. Yapacağımız
şey, onu gelişkin yazılım ile donatmak. Sınırı koyan donanım değil, yazılım. Biz
insanlar yazılımımızda olmayan programları gerçekleştiremediğimiz için
mazeretler üretiyoruz ve suçlama yoluna gidiyoruz: Yeteneğim yok, beden tipim
uygun değil, kişiliğim bunu başarmaya müsait değil, burcum uygun değil, zekam
bunun için çok fazla/çok az vb.
NLP ile, aylarca, yıllarca iyi niyetle uyguladığınız ama sonuç alamadığınız
yöntemlerle ulaşamadığınız amaçlarınıza kesin ve kalıcı bir şekilde kısa zamanda
ulaşabilirsiniz.
İstediğiniz şeylere ulaşmanın zor mu olması gerekiyor? Karmaşık mı olması
gerekiyor? Zihinsel programınız öyle mi diyor?
Bir şey daha. NLP ile sonuca ulaşmak için inanmanız gerekmiyor. Yazılım
programı dahilinde verilen komutların yerine gelmesi için inanmanız gerekiyor
mu?
İnanmak hiç gerekli değil, ama bilgisayarı programlamayı ve hangi tuşlara
basacağınızı bilmek gerekli.

NLP’yi Hangi Alanlarda Kullanabiliriz?


Birçok NLP kitabında NLP’nin kullanıldığı alanların listesi yapılıyor. Eğitim,
sağlık, terapi, satış, aşk-meşk ilişkileri, evlilik, çocuklarla iletişim, iş hayatı vb. Bütün
bunlar doğru. İnsanlar o anda kendileri için en önemli sorunun listede olduğunu
görmek, işitmek, bilmek istiyor. NLP ile zayıflayabilir miyim? Daha fazla satış
yapabilir miyim? Sevgilimle ilişkimi düzeltebilir miyim? Fobilerimden kurtulabilir
miyim? Alkol bağımlılığımı aşabilir miyim? Sınav stresini yenebilir miyim? Daha
kolay doğum yapabilir miyim? Temizlik hastalığımdan kurtulabilir miyim? Panik
atağımı ortadan kaldırabilir miyim? Aneroksi NLP ile geçer mi? Utangaçlığımı
yenebilir miyim? Hayır demeyi öğrenebilir miyim? Köpek korkumu, kedi fobimi,
karanlık fobimi, eşimi kaybetme korkumu aşabilir miyim? Çocuklarımla daha iyi
iletişim kurabilir miyim? Özgüvenimi yükseltebilir miyim? Olumlu düşünebilir
miyim? Kendimi motive edebilir miyim? Bu ve buna benzer sorularla sık sık
karşılaşıyorum.
Yanıtım kocaman bir EVET! ‘Evet’e varan sonuçları hem ben hem deneyimli NLP
eğitimcileri defalarca yaşadı. Tüm bu sorunların ortak bir kaynağı var: Beyin
programı.
Tedavinin sadece tıp doktorları tarafından yapılabileceğini savunan anlayışın,
alternatif yöntemlere karşı (bu yöntemlerle alınan başarılı sonuçların yüzde
oranlarının yüksekliğine rağmen) açtığı savaş 1970’li yıllarda ABD’de başlamıştı. Tıp
sektörü ve ilaç firmaları tatlı kardan vazgeçmek istemiyordu. Onlara göre sağaltım
yöntemleri tıbbın ortodoks tekeli altında olmalıydı. Sıklıkla ortaya çıkan ilaç
skandallerine, tedavi yöntemleri sonucu ortaya çıkan iatrojenik (doktor ve tedavi
kaynaklı) hastalıkların yüksek oranına rağmen, alternatif sağaltım yöntemlerini
şarlatanlıkla suçluyorlardı. Buna psikolojide projeksiyon (yansıtma) deniyor.
Örneğin; her türlü ortodoks yöntemi denemiş bir kanser hastası, çaresizlikle
alternatif bir tedaviye başvurmuş ve sonunda ölmüşse, sorumlu alternatif tedavi
yöntemi oluyordu. Hiçbir ilaç, ameliyat, tıbbi yöntem kullanılmadığı halde.
Tıp sektörü kendi yüksek maliyetini göz ardı ederek, alternatif yöntemleri (ucuz
maliyetine rağmen) para kazanma yolu olarak suçluyordu. (Yine bir yansıtma.)
Sigorta şirketleri tıp sektörü ve ilaç firmaları ile işbirliği içinde ucuz, kısa, yan etkisi
olmayan alternatif yöntemler için yapılan harcamaları sigorta kapsamına
almıyordu. Parası olmayan halk ne yapsın? Mecburen ortodoks tedavi yollarını
seçmek zorunda kalıyordu.
Günümüzde bu durum pek değişmiş değil.
Tedavi eşittir İlaç ve/veya ameliyat olarak görüldüğü sürece bu yanılsama
sürecektir. Tıp dünyası yakın geçmişte depresyonun genetik olduğuna ve ilaç
tedavisi gerektiğine karar verdi. Gerçi ben henüz depresyonla doğan bebek
görmedim. Her sene yılbaşı yaklaştıkça ilaç firmaları alışveriş bağımlılığını yenmek
için yeni bir ilaç üretir. O senenin mucizevi(!) ilacı yeni isimli bir antidepresandan
başka bir şey değildir oysa. Yakında kahve, çay ve aşk bağımlılığı için de ilaç çıkarsa
şaşırmayalım.
Psikolojik sorunlar için ilaç tedavisi değil, psikolojik yaklaşım ve beyin
programının değişimi gereklidir. Buna da tedavi değil, eğitim denir. Kişinin
kendisine yeni bir yazılım programı seçme eğitimi.
İlaç ve ameliyatın geleceğin dünyasında sadece fiziksel acil durumlar için
başvurulan yöntemler olacağına inanıyorum.

Bakış Açınızı Genişletecek On İlke


Her bilim dalının, her sanat dalının, her işin öğrenilmesini kolaylaştıran temel
ilkeler vardır. Bu ilkeler işlevsel olduğu için kabul edilir, kişilerin inançlarına göre
değişmez ve sağduyuya hitap eder. Aşağıdaki ilkeleri yaşamınızda
gerçekleştirdiğinizde, deneyim ve davranışlarınızda, NLP’nin yaklaşım ve
becerilerini doğal olarak göreceksiniz. Bu ilkeler kendinizi ifade etmekte,
başkalarını isabetli algılayabilmekte, istediğiniz sonucu alabilmekte ve esneklik
kazanmanızda yol gösterici olacaktır.
Önce ilkeleri, sonra bu ilkeleri yaşamda en etkin biçimde uygulama yollarını
öğreneceğiz.

1. Harita Bölgenin Kendisi Değildir


Her birimiz beş duyumuzla dış dünyadan gelen verileri ve bilgileri alırız ve kendi
özel kalıplarımıza göre bu bilgilere bir anlam veririz. Bir şehir haritası bize şehrin
yollarını, sokaklarını gösterebilir ama o yollarda, o sokaklarda karşılaşacağımız
manzaralar ya da gördüklerimizden hoşlanıp hoşlanmayacağımız hakkında bize
bilgi veremez.
Bir sarı gül resmi, nasıl sarı gülün kendisi değilse, bizim sarı gülle ilgili
düşüncelerimiz, duygularımız ve deneyimlerimiz de sarı gülün kendisi değildir. Sarı
gül sadece sarı güldür. Ama sarı güle yüklediğimiz anlam bizim haritamızdır.
Örneğin; genç bir kızken bir gazetede sarı gülün “ayrılık” anlamına geldiğini
okumuştum. Sevgilim bana tek bir sarı gül verdiğinde tepkim nasıl oldu dersiniz?
Oysa delikanlının haritasında sarı gül “sadakat” anlamına geliyormuş.
Haritalarımızın farklı olmasından dolayı neredeyse o dakika ayrılıyorduk. Sevgilim
sadece sarı gülün rengini sevdiği için de bana sarı gül veriyor olabilirdi. Bugün bir
çiçek aldığımda çiçeği veren kişiye verdiği çiçeğin kendisi için özel bir anlamı olup
olmadığını soruyorum. Nasıl, dersimi iyi öğrenmişim değil mi?
Hepimizin kendi özel geçmiş deneyimlerimizin, inançlarımızın, değerlerimizin
oluşturduğu bir dünya modeli vardır. Kendi dünya modelimiz (haritamız) bizim
gerçeğimizdir. Ve çoğu insan kendi haritasının en doğru, dolayısıyla en iyi olduğuna
inanır. Oysa bölge “gerçek”, harita ise bizim “realite”mizdir.
Neyin “gerçek” olduğu konusunda haklıyım/ haksızsın iddiası yüzünden neleri
kaybettik bugüne dek. Kaybettikten sonra haklı olmak neye yarar.
İnsan ilişkilerinde, karşımızdaki kişinin haritasını keşfetmeye çalışmak bize
sağlıklı iletişim konusunda epey yol aldırır. Bir insanı anlamaya çalışmak mı onu
iletişime açık hale getirir, yoksa onun haksız, bizim haklı olduğumuz iddiasından
galip çıkmak mı?
Dünya anlaşılmadığından yakınan insanlarla dolu, oysa anlamaya çalışan çok az.
Sizi yaşamınızın her alanında aranılan biri kılacak “sırlar”dan biri, haritanın
bölgenin kendisi olmadığı gerçeğini sürekli kendinize hatırlatmaktan geçiyor. Sarı
gülün ayrılığı temsil etmesi gerçeğin kendisi değildi. O benim haritam, benim
realitemdi. Ama sevgilimi onun niyetine göre değil, kendi realiteme göre
yargılıyordum. Bir insanı ya da olayı yargılamak çoğumuz için ne kadar da kolay...
Birisini yargılarken, biz hep haklıyızdır, değil mi?

2. Dil Deneyimin İkinci Derece Temsilidir


Dil deneyim değildir. Sadece deneyimi (gördüklerimiz, duyduklarımız,
hissettiklerimiz) tarif etmek ya da sembollerle ifade etmek için kullandığımız
sözcüklerdir. Ama hepimiz farklı duyusal deneyimler yaşadığımız ve bu
deneyimlere farklı anlamlar verdiğimiz için, sözcükler her birimiz için farklı
anlamlar ifade eder.
Gözlerinizi kapayın ve bir odada bir köpekle birlikte olduğunuzu düşünün. Bu
cümleyi NLP çalışmasında söylediğimde katılımcıların suratında farklı ifadeler
beliriyor. Kiminin yüzünde bir tebessüm oluşuyor, kimisi yüzünü buruşturuyor,
kendisini güvende hissetmediği için panik halinde gözlerini açan bile oluyor.
Zihinlerde canlandırılan köpeklerin biri diğerine benzemiyor. Yaşanan duygular ise
mutluluk ve hazdan korku ve dehşete kadar değişen geniş bir yelpazeyi kapsıyor.
Söylediklerimiz ile söylemek istediklerimiz arasında fark olduğu gibi,
anlattığımız ile nasıl anlaşıldığımız arasındaki fark yüzünden her birimizin
hayatında üzüntüler -hatta dostlukları ya da iş bağlantılarını yitirdiğimiz acı
deneyimler- olmuştur değil mi?

3. İletişim = Tepki
İletişimin anlamı, niyetimize bakılmaksızın etkileşimin tepkisiyle belirlenir.
Amaç, verilen mesajın (niyetin) nasıl anlaşıldığıyla (tepkiyle) uyumlu olmasıdır.
Karşımızdaki kişinin tepkisi, beklediğimiz tepkiden farklı ise sorumluluk bize aittir.
Başarılı bir iletişimci, istediği tepkiyi alabilmek için çeşitli yolları dener ve iletişim
kurmayı becerir.
İletişimde amaç, karşımızdaki kişinin istediğimiz sonucu alabileceğimiz tepkiyi
vermesini sağlamaktır. Bir bardak su isterken de, beni seviyor musun, diye
sorarken de, Eskimo’ya buzdolabı satmaya çalışırken de, sevgilimize ya da
arkadaşımıza kırgınlığımızı susarak ifade ederken de sözlü ya da sözsüz
iletişimimizin amacı kendi açımızdan iyi niyet taşır. Ama iletişimi sağlıklı
kuramazsak bir bardak su başımızdan aşağı boca edilebilir; eşimiz, öff, seviyoruz
dedik ya, yanıtını verebilir; Eskimo rakip firmanın buzdolabını almaya karar
verebilir; arkadaşımız kırgınlığımızı -ne olur, gel tamir et, eskisi gibi olalım, mesajı
yerine- kendisini artık sevmediğimiz şeklinde yorumlayarak uzaklaşabilir.
Cehenneme giden yolun iyi niyet taşlarıyla döşeli olduğunu hatırlayalım. Sadece
ne söylediğimiz değil, nasıl söylediğimiz de alacağımız tepkiyi belirler.

4. Zihin ve Beden Aynı Sibernetik Sistemin Bir Parçasıdır


Zihin ve beden birlikte hareket eder. Duygular, fizyolojik tepki, iç işlemler, algısal
bilgi ve davranışsal tepki hepsi art arda gerçekleşir. Birbirlerini aralarında bir ayrım
yokmuşçasına etkiler.
Olumlu düşüncenin duygular ve insan sağlığı üzerindeki etkilerini açıklayan
birçok kitap var. Hastalıkları iyileştirmede kullanılan yalancı “ilaçların” (hasta
bunları gerçek ilaç zannederek alır) etkisi (plasebo) tıp dünyasında biliniyor.
Aynı şekilde bedenin de zihin üzerinde etkisi vardır. Örneğin; hazır ol
pozisyonunda duran bir kişiden yaratıcı bir düşünce üretmesini bekleyemezsiniz.
Hiyerarşiye dayalı yapılanmalarda üstün karşısında astın hazır ol pozisyonunda
durması itaati kolaylaştırır. Kendisinden itaat beklenen kişinin düşünmesi istenmez.
Birisiyle konuşurken, sizden oturmanız, ellerinizi kollarınızı oynatmadan
konuşmaya devam etmeniz istense, kısa bir anda konsantrasyonunuzu yitirdiğinizi,
düşünemez hale geldiğinizi deneyerek görebilirsiniz. Beden hareketsizleştikçe zihin
de hareketsizleşir. Bu yüzden eğitimlerde sık sık katılımcıların hareket içeren
egzersizler yapması algılamayı artırmak açısından önemlidir.
Depresyondaki kişilerin omuzları çöküktür ve yere bakarak yürürler. Kendinizi
olumsuz duygular içinde hissettiğiniz bir zamanda omuzlarınızı bilinçli olarak
dikleştirerek ve yukarıya ya da ileriye bakarak yürümeye başlayın. (Ama bastığınız
yere dikkat etmeyi de ihmal etmeden.) Kendinizi iyi hissettiğinizi göreceksiniz.
Mutsuz olduğunuz bir anda, gülmeyi deneyin. Zorlamayla da olsa yüzünüze
yayılan bir tebessüm beyindeki mutluluk hormonu olarak bilinen serotonini artırır.
Kısa bir süre sonra kendinizi gerçekten daha iyi hissetmeye başlarsınız.
NLP’de çapalama denilen teknik de zihin beden ilişkisinin somut bir kanıtıdır. Bu
konuya daha sonra gireceğiz.
5. En Doğrudan Bilgi Davranıştadır
Dil bir kişinin deneyiminin ikinci derecede temsilidir. Davranış ise deneyimlerin
doğrudan göstergesidir. Kızgın değilim, diyerek burnundan soluyan kişinin sözüne
mi bakarsınız davranışına mı? Biraz daha otursaydınız, diyen ve esneyen ev
sahibinin sözüne mi bakarsınız davranışına mı? Gözlerini sizden kaçırarak yemin
eden kişinin sözüne mi bakarsınız davranışına mı? NLP’yi öğrendiğinizde ve
uyguladığınızda başarılı bir beden dili uzmanı olmayı da doğal olarak
öğreniyorsunuz.

6. Davranış Ben Değildir


Ben dediğimiz öz, davranışlarımızın ve bilinç anlayışımızın ötesinde bir şeydir.
Ben’i değiştiremeyiz ama davranışlarımızı değiştirebiliriz. Çoğumuz hem kendimizi
hem başkalarını davranışları kendimiz ya da o kişi sanarak yargılarız. Aptalca bir
davranışta bulunuruz, kendimizi aptal olmakla suçlarız. Çocuğumuz sınıfta kalır,
onu başarısız olmakla suçlarız. Eşimiz telefon etmeden eve geç gelir. Eşimize
sorumsuz olduğu için kızarız.
Şimdi her üç olayda da iki farklı dil kullanalım.
Ben aptalın tekiyim.
Bu davranışım aptalcaydı.
Sen başarısız bir çocuksun.
Bu sınavlarda başarısız sonuçlar aldın.
Bir telefon bile edemeyecek kadar sorumsuzsun.
Geç geleceğini bildirmek için telefon etmemek sorumsuzca bir davranıştı.
Size birinci cümleler mi ikinciler mi daha cazip geliyor?
Ben değişmez, ama davranışlar değişebilir. Eleştiri kişinin benliğine yapılıyorsa
(ama kendisi ama başkası tarafından), hata kişinin kimliğiyle özdeşleşir ve
değiştirilemez hale gelir dolayısıyla da yıkıcıdır. Oysa davranışa yapılan eleştiri -
davranış değiştirilebilir olduğundan- yapıcı ve geliştiricidir.
Birinci cümleler, kişinin benliğini (varlığını) mahkum eder. Özellikle erken
yaşlarda çocuklara kullanılan birinci türden cümleler, çocuğun özgüvenini ve
özdeğerini törpüler. İyi niyetle de olsa çocuğunuza yaptığınız birinci türden
eleştirilerle onu belki de ömür boyu sürecek olan özgüven ve özdeğer
yoksunluğuna mahkum edersiniz.
“Sen kötü bir çocuksun” ile “Sen iyi bir çocuksun ama bu davranışın kötüydü”
cümlelerinden siz hangisini işitmek isterdiniz?
Davranış kişinin varlığının kendisi değildir. Öyle olsaydı, geçmişimizde
yaptığımız davranışları bugün aynen sürdürüyor olurduk.
Kişinin varlığına değil, davranışına yönelik eleştirilerin yarattığı sonuçlar
kesinlikle daha yapıcı ve etkilidir. Bu konuda size Kuraldışı Yayınlarından çıkan
Saim Koç’un “İletişimde Ustalaşmak” kitabını okumanızı hararetle öneririm.
İletişimde kişisel algılamak, çok yaygın bir korku olan reddedilme korkusunun
farklı şeklidir. Bu korkuyu aşmak, özgüveni ve özdeğeri artırır. Kişi, çocukluğunda
aldığı varlığına yönelik olumsuz mesajlarla örselediği benlik bilincini yeniden
kazanarak gerçek anlamda güçlü olur.
Günümüzde kendinden güçsüz olanı ezenlerin, unvanın, paranın, konumun,
gençliğin, güzelliğin geçici gücüne sığınanların davranışlarına baktıkça, geçici
güçlerini kendileri sandıklarını gördükçe, söylemlerini duydukça, benliklerinin
çocukluklarından itibaren nasıl da örselenmiş olduklarını hissedebiliyoruz.
Burada Leo Rosten’in çok sevdiğim bir sözünü sizinle paylaşmadan
edemeyeceğim:
“Zalimler zayıf kişilerdir. Sevecenlik güçlülerin işidir”.

7. Her Davranış Bir Adaptasyondur


Algılarımızı yorumlama biçimimiz kendi realitemizi tanımlar. Davranışlarımız
ise kendi realitemize (kendi gerçeklerimize) adaptasyonlarımızdır. Kendi
gerçeklerimiz doğrultusunda davranmak, ben sandığımız egoyu korumak amacını
taşır. Ego kendisini ben sandığı için varlığını ne pahasına olursa olsun korumak
ister.
Her davranışın ardında olumlu bir niyet vardır. Niyet “ben”den gelir. Davranış
olumsuz görünse de niyet iyidir. Örneğin; bugün kilolarından şikayet eden birinin
morali bozulduğunda hala buzdolabına saldırmasını iradesizlik olarak yorumlarız.
Oysa bir zamanlar, çok sıkıntıda olduğu bir anda yiyecek ona geçici de olsa bir
rahatlama getirmişti. Şimdi düşüncesi ona çok yemenin kendisine zararlı olduğunu
söylüyor. Beni ya da ben sandığı egosu ise “ye ve rahatla” diyor. Niyet olumlu.
Moral bozukluğuna karşı buzdolabı saldırısı bir adaptasyondur.
Çocuklarını ve karısını döven bir erkeği ilkel ve gaddar biri olarak yorumlarız.
Oysa bir zamanlar babasından çok dayak yiyen bir çocuk, buna okul ve asker
dayağı da eklenince kendisini güçsüz olarak kabul etmek istemez. Zihninde “güçlü
olan döver” mesajı oluşmuştur. Ego güçlü olmak ister. Güçlülük dayakla eşdeğerde
olduğuna göre, önce mahallenin çelimsiz çocuklarını, kedileri, köpekleri, sonra
karısını ve çocuklarını dövmek kişiye geçici de olsa güçlü olduğu duygusunu
yaşatır. Düşüncesi ona yaptıklarının yanlış olduğunu söylese de ben sandığı egosu
ona güçlü olduğunu dayak atarak kanıtlamasını söyler.
İşyerinde tüm çalışanlara kötü davranan patron, çocukluğunda kötü
davranmanın güçlülük belirtisi olduğu mesajını kendisine kötü davranan
büyüklerinden öğrenmiştir. “Böl ve yönet” ilkesini benimseyen yönetici
çocukluğunda muhtemelen anne ya da baba tarafında yer almaya zorlanmış kişidir.
Ezik bir insan, çocukluğunda kimseden bir şey talep etmeyerek ve onları memnun
etmeye çalışarak varlığını sürdüreceğine inanmıştır. Hiçbir duygu belirtisi
göstermeyen poker suratlı kişi, çocukluğunda duyguların tehlikeli olduğu mesajını
almıştır. Duygularını göstermişti belki bir zamanlar ama alay edilmiş, aşağılanmış
ya da kız gibi davranmakla suçlanmıştı. Öyleyse erkeklik, duyguları göstermemek
demekti.
Kısaca ne kadar zararlı, incitici ya da düşüncesizce olursa olsun her davranışın
ardında iyi niyet yani kişinin kendisini koruma ihtiyacı vardır. Bilincinde
olmadığımız bu amaca hizmet eden davranış ancak, iyi niyete hizmet eden başka
bir davranış yolu görüldüğünde ya da gösterildiğinde değişebilir. Çünkü “ben”e ait
olan niyet yine doyuma ulaşır.
Davranışın hizmet ettiği iyi niyeti bulduğumuzda, bu niyete daha etkin bir
şekilde hizmet eden yeni bir davranışı benimsemek kolay olur. NLP’nin amacı da
“kendimizin en iyi versiyonu” olmaktır zaten.

8. Şu Anki Davranışımız Şu Anda Mümkün Olan En İyi


Seçeneğimizi Simgeler
Yaşam deneyimimiz, neyi nasıl algıladığımız, farkında olduğumuz seçenekler,
gerçeklik “haritamız”, “özümüz” yani ben’imiz doğrultusunda daima bildiğimiz en
iyi seçime göre davranırız.
Başkaları seçimlerimize inanamasa da, yargılasa da, kınasa da, mahkum etse de.
Her an, o an için yaptığımız en iyi seçime göre davranırız. Başkaları seçimimizi
onaylamasa da.
İnsan bile bile daha kötü bir seçim yapar mı? Bir workshop katılımcısı babasının
kanser olduğunu bile bile hala sigara içmeye devam ettiğini söylemişti. Oysa babası
sigara içmeyerek üç gün fazla yaşamaktansa, sigara içerek kendi keyfinden
vazgeçmemeyi seçiyordu. Hem hayata hem ölüme meydan okuyordu. Onun için
mümkün olan en iyi seçim sigara içmeyerek bir süre fazla yaşamak değil, yaşadığı
sürece sigaradan aldığı keyfin tadından vazgeçmemekti. Babasının kararını sabaha
kadar tartışabiliriz ama bu karar, baba için mümkün olan en iyi seçenekti.
Karısını sürekli olarak aldatan bir erkek, aslında yaptığının toplumsal kurallara
aykırı olduğunu biliyor. Ama kadınlar üzerinde parasal ve konumsal gücünü... ve
erkekliğini kanıtlama ihtiyacı onun için eşine sadakatten daha iyi bir seçenek.
Ekonomik koşullardan dolayı eşini kaybetme riski olmayacağına da inanıyor.
Bir şeyi bilmenin gücü, duygusal ihtiyacın gücüne yenik düşer. Çünkü insanlar
her ne kadar reddetseler de duygularıyla var olan yaratıklardır. Duygusal ihtiyaç
doyurulmadan bilmek yeterli değildir. Bilmek yeterli olsaydı, asırlardan beri
büyüklerimizden aldığımız öğütlerle hiç hata yapmayan bir nesil çoktan ortaya
çıkmıştı bile.
Duygularını dinlememeyi erdem sanan bir iş adamı, sırf meşhur olduğu için
isminden yararlanacağını düşündüğü bir kişiyle iş ortaklığına girmişti. Önsezi de bir
duygudur. Hem de yüksek bir duygu. Ama iş adamımız duygusallıkla duyguların
mesajını karıştırıyordu. Mantığıyla hareket ediyordu. Duygusallığın zayıflık
olduğunu düşünüyordu; öyledir de. Ama duyguları dinleyebilmek duyarlılığın
göstergesidir. Kendisi için mümkün olan en iyi seçenek iflasını getirdi.
Kendimiz için mümkün olan en iyi seçeneği o anki duygularımızla yaparız.
Mantığımız bile bizi duygularımız doğrultusunda haklı çıkarır. Duygularımız
derken duygusal ihtiyaçlarımızı kastediyorum. En kanlı cinayeti işleyen kişinin bile
kendince duygusal boyutta haklı nedeni vardır. Bir kiralık katil, alacağı parayla elde
edeceği gücün öldüreceği kişinin yaşamından daha önemli olduğuna kendisini
inandırır. Öldüreceği kişi böyle bir muhakemeyi yapmayacak kadar önemsizdir
onun gözünde.
Her an kendimizle ilgili en iyi seçeneği yaparız. Bir dakika sonra pişman olsak
bile. Bir dakika sonra yaşadığımız pişmanlık daha iyi bir seçeneği gördüğümüz
içindir. Bir dakika önce bu seçimin varlığından habersizdik oysa. En azından
duygusal boyutta.
Bu ilke birçok boyutta benim kendimi affetmemi sağladı. Yaptığım hatalarda o
anda mümkün olan en iyi seçimi yapmış olduğumun farkına varmak beni pişman
değil güçlü kıldı. Pişmanlık yeni seçeneklerin devreye girdiğinin göstergesidir.
Suçluluk duygusuyla sakın karıştırmayın. Yaptığımız seçimlerin kendi seçimlerimiz
olduğunun bilincinde -kendimizi ve başkalarını suçlamıyor- olmak harikulade bir
özgürlüktür.
Ne yaparsanız yapın kendi bildiğinizin en iyisini yaptınız. Yaptığınız “yanlış” da
olsa yeni seçenekleri bulmanız için size sunulan bir ders idi. Ne mutlu yaşam
okulunda derse girme hakkını kazananlara... ve dersten sınıfı geçenlere.

9. Eğer Dünyada Bir Kişi Bile Bir Şeyi Yapabilmişse Bunu Benim de
Yapabilmem Mümkündür
Tek mesele nasıl olacağıdır. Bu da ileride paylaşacağımız gibi farklı stratejiler
(Temsil Sistemleri) aracılığıyla gerçekleştirilebilir. Her insan yapmak istediği tüm
şeyler için yeterli kaynağa sahiptir.
Bu ilkeyi eğitimlerde ilk söylediğimde sıklıkla gelen tepki, “Ben de Van Gough vb.
olabilir miyim?” şeklinde oluyor.
Tabii ki Van Gough olabilmek için özel yetenekler gerekiyor. Ama yeterli eğitim
aldığınızda ve kendinizi adadığınızda iyi resim yapan biri olabilirsiniz. Zaten kendini
bir şeye adamak bir başarıdır -Van Gough olamasanız bile. Ben de Van Gough
olabilir miyim, türü uç örnekler vermek, kişinin kendisini başarısızlığa mahkum
etmesinin göstergesidir.
Başarılı insanların bir ortak özelliği var: enerji -yaşları ne olursa olsun. Eğer sağır
Beethoven beste yapabiliyorsa, eğer sağır, dilsiz ve kör Helen Keller pedagog oluyor
ve birçok dili öğrenip birçok kitap yazabiliyorsa bizim için de her şey mümkündür.
Hümanistik psikolojinin babası Abraham Maslow, insanların ne olduğu ile değil
ne olabileceği ile ilgilenmiş bir bilim insanı. İnsan Potansiyeli kavramını bize
kazandıran Abraham Maslow’un İnsan Olmanın Psikolojisi (Kuraldışı Yayınları)
kitabı benim hayatımda dönüm noktası oluşturan bir kitap oldu. Maslow’u okumak
bana kendimin ve başkalarının yeteneklerine zihinsel sınır koymamayı derinden
öğretti.
Her birimiz belki özel yetenekleri olan kişilerin yaptığını onlar kadar iyi
yapamayız ama çok şeyi yapabiliriz. Dört dakikada bir mil koşabilen Roger
Bannister olmadan önce bilim insanları hiç kimsenin bir mili dört dakikada
koşacağına inanmıyordu. Ama Roger Bannister’ın bu rekoru kırmasından sonra 1
yıl içinde 37 koşucu ve daha sonraki yıllarda ise 300’ü aşkın koşucu onun rekoruna
ulaştı. Sınırı koyan şey zihnimiz ve inançlarımız.
Her birimiz her şeyi yapmayı öğrenebiliriz. Yeterince zaman, enerji yatırımı
yaptığımız ve kendimizi adadığımız takdirde.
O çok hayran olduğunuz harika satıcı, harika eş, harika arkadaş var ya? Siz de
olabilirsiniz. Siz kendinize Van Gough ya da Helen Keller kadar inanıyor musunuz?

10. Esneklik Yasası


Herhangi bir sistemde, hangi öğenin ya da kişinin esnekliği (seçeneği) en
büyükse, sistemi kontrol eden o olur. Kontrol sözcüğüyle, deneyimin kalitesini
etkileme gücünden bahsediyoruz. Esneklik, yaptığınız işe yaramıyorsa, farklı şeyler
denemeyi göze alabilme yeteneğidir. Hep aynı şeyi yapıp bu kez farklı sonuç
beklemek ise Einstein’ın delilik tanımıdır.
NLP’de bir söz vardır: Tek seçim seçimsizliktir. İki seçim çelişki yaratır. Üç ya da
daha fazla seçim özgürlüktür.
Bu söz sizin hayatınızda nasıl karşılık buluyor? Şu anda yaşadığınız sorunların
çözümü için kaç seçeneğiniz var? Kaç seçeneği görebiliyorsunuz? Yeni seçenekler
görmek için kendinize izin veriyor musunuz? Yoksa kendinizi tek seçime ya da
çelişkiye mi mahkum ediyorsunuz?
Bir workshop katılımcısı kendi evi olduğu halde oğlunun evinde kalmayı seçen
dul bir anne ile karısı arasında kalan bir erkekti. Anne evine gitmeyi reddediyor, eşi
ise anneyi istemiyordu. Hem annesi hem eşi baskı yapıyordu. Katılımcı erkek iki
seçimden birine mahkum olmamak için kendince üçüncü, dördüncü ve beşinci
seçenekleri buldu. Tabii epeyce kafa yorarak.
Sonuç: Şu anda eşiyle birlikte yaşıyor. Anne ise kendi evinde.

UYUM ORTAMI OLUŞTURMAK SİZİN ELİNİZDE

Bir iş yemeğindesiniz. Yanınızdaki sandalyede oturan kişi firmanıza birkaç gün


önce katılmış henüz tanışmadığınız biri. Sizin tabağınıza bakıyor ve çok lezzetli
göründüğünü söylüyor. Ben de aynısından ısmarlayayım, diyerek söze başlıyor ve
kendisini tanıtıyor. Sizin seçtiğiniz yemeği seçen bu kişiye karşı ilk yaklaşımınız
olumlu mu olurdu olumsuz mu? Sohbet ilerledikçe onun da sizin gibi tane tane
konuştuğunun farkına varıyorsunuz. Ortak yanlarınız ise oldukça fazla. İkinizin de
aynı okuldan mezun eşleriniz olduğunu, ikinizin de tenis oynadığını ve sinemaya
gitmekten hoşlandığınızı, ikinizin de aynı politik görüşe sahip olduğunuzu
öğreniyorsunuz. Sizce bu kişiye karşı ilk izlenimleriniz olumlu mu olurdu olumsuz
mu? Bu karşılaşma bir arkadaşlığın başlangıcı olabilir mi?
Bir iş yemeğindesiniz. Yanınızdaki sandalyede oturan kişi firmanıza birkaç gün
önce katılmış henüz tanışmadığınız biri. Tabağınıza bakıyor ve yüzünü
buruşturarak fazla et yemenin zararlarından bahsetmeye başlıyor -vejetaryen
olduğunu söylemeyi ihmal etmeden. Ve kendisini tanıtıyor. Bu kişiye karşı ilk
yaklaşımınız olumlu mu olurdu olumsuz mu? Siz tane tane konuşurken o çok hızlı
ve yüksek sesle konuşuyor. Konuştuğu tek mevzu ise kendisi. Evde dört kedisi ve
iki köpeği ile yalnız yaşadığını, her hafta sonu futbol oynadığını ve hiç
hazzetmediğiniz bir politikacının uzaktan akrabası olduğunu ve onun bundan gurur
duyduğunu öğreniyorsunuz. Sizce bu kişiye karşı ilk izlenimleriniz nasıl olurdu?
Aranızda bir arkadaşlık doğması mümkün görünüyor mu?
NLP’de uyum denilen kavram iletişimin temel taşıdır. Uyum, karşımızdaki
kişinin dikkatini tutabilme ve güven duygusu yaratabilme yeteneğidir. Uyum
iletişimin en önemli unsurudur. Uyum olmadan, hayat kelimenin tam anlamıyla
yürümez, akmaz. Uyum olmadan iletişim olmaz. Uyum olmadan iş hayatınız
çekilmez olur. Patronunuz çekilmez biri, iş arkadaşlarınız anlayışsız olur. Müşteriler
sizinle iş yapmak istemez. Uyum olmadan evliliğiniz yürümez. Eşinizi katlanılmaz
bulursunuz. Paylaşma sözcüğünün ne anlama geldiğini bile bilmezsiniz. Hayatın
size her alanda limon sunduğunu düşünürsünüz. İletişim kurma becerisi olmayan
kişi limonata yapmayı da bilemez.
Herkesle ve her şeyle uyumsuz olan nadir kişileri tanısak da çoğumuz bazı
insanlarla kendimizi uyumlu bazılarıyla ise uyumsuz hissederiz. Sevdiğimiz kişiler
uyumlu olduğumuz kişilerdir. Bu kişilerle pek çok ortak yönümüz vardır.
Sevdiğimiz kişilerle farklı zevklerimiz bile olsa özellikle etik değerlerimiz uyum
içindedir. Siz hiç hırsız ve dalavereci birinin dürüst ve güvenilir biriyle dostluğuna
şahit oldunuz mu? Mutlu çiftleri, birbirlerine ne kadar da uyumlu, diye tanımlarız.
Günlük yaşamda çoğumuzun ilk anda kanının ısındığı kişiler olmuştur. Bir bakış,
bir dokunuş, bir söz, bir davranış anında iki kişiyi birbirine yaklaştırabilir. Özel
yaşamımızda sevdiğimiz kişilerle görüşürüz, sevmediğimiz kişilerden uzak dururuz
ya da zorunlu durumlarda kısa bir süre için bu kişilerin varlığına katlanırız. Ama iş
hayatında böyle bir lüksümüz yoktur. Satış yapmak istiyorsak müşteriyle uyumlu
olmak gerekir. Huzurlu bir çalışma ortamı için iş arkadaşlarıyla uyumlu olmak
önemlidir.
Peki, bazı insanlarla doğal olarak yakaladığımız uyumu, gerektiği zaman bilinçli
olarak her insanla kurmamız mümkün mü? Bunun bir yolu, bir metodu var mı?
Uyum kazanılabilen bir yetenek mi?
NLP, uyumu insan ilişkilerinin temel taşı olarak tanımlar. Öğrenilerek kazanılan
her beceri gibi uyum da öğrenilebilen, geliştirilebilen, ustalık kazanılabilen bir
beceridir.
Uyum tekniklerine girmeden önce tüm insanların ortak özelliklerine bir göz
atalım. Bu ortak özellikleri bilincimize iyice yerleştirdikten sonra insanlarla uyumu
çok daha kolaylıkla sağlayabiliriz.

İnsanların On Ortak Özelliği


Psikolog Phil Mc Graw tüm insanların ortak özelliklerini şöyle sıralıyor.
1. Tüm insanların bir numaralı korkusu reddedilme korkusudur.
Reddedilme korkusunu hiç yaşamamış insan var mıdır? Clinton’u bile başkanlığı
sırasında reddeden nice güzel kadın olduğuna bahse girerim.

2. Tüm insanların bir numaralı ihtiyacı kabul görme ihtiyacıdır.


Bebeklikten yaşlılığa dek hem de. Bazı ünlülerin, benim kimsenin onayına
ihtiyacım yok, dediğine bakmayın. Hiç alkış almasınlar bak kendilerini nasıl
hissederler.

3. İnsanlar üzerinde etkin olabilmek için onların özsaygılarını koruyacak ya da


geliştirecek şekilde davranmak gerekir.
Özellikle birisini eleştirirken eleştirinin yapıcı bir şekilde verilmesi, eleştirinin
yerini bulması açısından çok önemlidir. Kişinin kendisini değil, davranışını
eleştirmeye özen göstermeliyiz. Eleştirinin en etkin yolu sandviç metodudur. Yani
eleştiriyi başında ve sonunda kişinin olumlu özellikleri ve davranışları arasına
sıkıştırma metodu. Önce kişinin olumlu bir özelliğini söyleyin, sonra eleştirinizi
yapın, sözünüzü yine olumlu bir özelliğiyle tamamlayın.
Örneğin; bir arkadaşınızın sıklıkla gerekli gereksiz yalana başvurduğunu
görüyorsunuz. Özellikle başkalarından duyduğu şeyleri kendi başından geçmiş gibi
anlatmasından rahatsızlık duyuyorsunuz. Arkadaşınızın sevdiğiniz birçok güzel
yönü var. Sen yalancının tekisin. Yalanlarından bıktım, demekle bir yere
varamayacağınız kesin.
“Ayşeciğim, senin arkadaşlarına yardımseverliğini takdir ediyorum. Herkesin
başı sıkıştığında yardımına koşan ilk kişi sen oluyorsun. Benim de bulunduğum
ortamlarda sıklıkla yalan söylediğine tanık olmak ve ilginç olayları kendi başından
geçmiş gibi abartarak anlatmandan ise rahatsızlık duyuyorum. Gerçeği bildiğim
halde susmak kendimi senin suç ortağınmışım gibi hissettiriyor. Bir gün olmadık bir
ortamda zor durumda kalmandan korkuyorum. Sen anlattığın ilginç hikayelerle
kendini önemli ve dinlenilmeye değer hissetmeye ihtiyaç duymayacak kadar
sevilen bir insansın. Arkadaşlarımız söylediğin yalanı yüzüne vurmuyorlarsa seni
sevdikleri için. Sen bu sevgiye layık bir insansın.”

4. Herkes, her duruma “Bunda benim için ne var” diye yaklaşır.


Eğitimlerimde katılımcılar ilk anda en çok bu maddeye tepki gösteriyor. Oysa
manevi doyum bile almayacağınız bir faaliyet için emeğinizi, zamanınızı ya da
paranızı kullanır mısınız? Her durumda “benim için” olan şey, manevi doyum,
onay ve kabul görme; sevgi ve saygı ya da prestij olabilir.

5. İnsanlar ancak anladıkları şeyi işitir ve anlamlandırır.


Bizim anlattığımız karşımızdakinin anladığı kadardır. Karşımızdaki kişi,
anlattığımızı bizim istediğimiz gibi anlamıyorsa sorumlusu yüzde yüz biziz. Her
birimiz ancak anlayabildiğimiz kadar duyarız ve algılarız. Bir çocuğa teknik
terimlerle kuantum fiziği anlatmaya kalkın. (Çoğu patron da nedense maaş zammı
isteğini bir türlü anlayamaz!)

6. Herkes, kişisel olarak kendileri için önemli olan şeyler hakkında konuşmayı
tercih eder.
Var mı itirazı olan?

7. İnsanlar kendilerinden hoşlanan insanlardan hoşlanır, güvenir ve inanır.


İşte uyumun ne kadar önemli olduğunun bir kez daha tekrarı.

8. İnsanlar genellikle görünen nedenlerin dışındaki nedenlerden dolayı yaptıkları


şeyi yapar.
Örneğin, çocuklarım yüzünden bu evliliğe katlanıyorum, diyen kadınların
aslında katlanma nedenleri farklıdır. Ekonomik durumları müsait değildir, gidecek
yerleri yoktur; evliliği bitirmeyi kişisel başarısızlık ve utanç kaynağı olarak gören
bir inanca sahiptir; iki kişilik yalnızlık tek kişilik yalnızlıktan daha katlanılır
geliyordur; evli kadın statüsünden vazgeçmek istemiyordur; yeni bir koca adayı
bulana kadar idare etmeyi düşünüyordur vb. Ama çocuklar adına yapılan
fedakarlık(!) toplum tarafından onay verilen bir gerekçedir.
Feda-karlık toplum tarafından yüceltilen bir kavram. Oysa hilesini içinde açıkça
barındırıyor. Yapılan bir fedadan daima beklenen bir “kar” vardır. Her fedakarlık bir
beklentiyi içerir. Ve hiçbir fedakarlık kişiye beklentisi doğrultusunda kar getirmez.
Getirdiği şey eninde sonunda kullanılmışlık duygusu, bezginlik, öfke ve ziyan olan
zamanın ardından yakılan ağıttır. Birisi sizin için bir fedakarlıkta bulunuyorsa
dikkatli olun. O kişinin beklentilerini karşılamaya gücünüz yetmeyebilir.

9. En olgun insan bile basit davranışlarda bulunabilir.


Yüceleştirdiğimiz kişilere, gördüğümüz ilk hatalarında ya da basit dediğimiz
davranışlarında çürük yumurta fırlatmaya yatkın bir toplumuz. Büyük insanlar
büyüklüğü hak edecek bir şeyler yaptıkları için büyük olurlar. Bu, onların insan
olma hakkını ellerinden alabileceğimiz anlamına gelmez. Hangimiz kendimize
yakıştıramadığımız davranışlarda bulunmadık ki? Birisi sizi 24 saat gözetleseydi,
yaptığınız her davranıştan gurur duyar mıydınız?
Sadece bu maddeyi içimize sindirmek bile çok yararlıdır -hem kendi
basitliklerimizi bağışlamamızı sağladığı, hem de anlayışımızı ve empati
yeteneğimizi genişleterek bizi daha olgunlaştırdığı için.
Bu madde dedikoducuların beslenme kapısıdır. Dedikodu magazinlerinin de tiraj
kapısı.

10. Herkes toplumsal maske takar. Kişiyi görebilmek için maskenin ardına bakmak
gerekir.
Sık duyulan şikayetlerden biri de: Beni tanımadan yargılıyor. Ben onun sandığı
gibi biri değilim. Ben aslında çok iyi/güzel/ dürüst/zeki bir insanım, türü
yakınmalardır. Maskenin amacı takanın kimliğini gizlemesidir. Bir anlamda kişiyi
korur. En içi dışı bir insan bile kendisiyle yakın frekansta olmayan bir topluluk
içinde toplumsal maske takma ihtiyacı duyar.
Toplumun iki yüzlü olduğu gerçeğini inkar edemeyiz. Her insanın yaşamında,
olan ile olması gereken arasında açı vardır. Açı ne kadar büyükse maskeler o kadar
kalın ve çeşitlidir.
Maskenin ardına bakmak isteyecek kadar bize yakınlık duyan kişiye yeterince
güven duyduğumuzda maskeyi çıkarırız, tabii toplumun önüne çıkarken tekrar
takmak üzere. Herkesin toplumsal maskesi vardır. Kiminin kalın kiminin ince,
kiminin çok kiminin az. Ama bir kimseyi yüzde yüz tanıdığınızı söyleyebilir
misiniz? Buna kendiniz de dahil. En azından kör noktalarımız ve henüz ortaya
çıkmamış potansiyel yeteneklerimiz hakkında bilgi sahibi değiliz.
Bir workshop çalışmasında 16 senedir evli ve üç çocuklu bir çift boşanmaya
karar vermeden önce son bir çabayla eğitime katılmıştı. İkisi de birbirlerine öfke
doluydu. Çalışmada maskeler düştü... ve kel yerine sırma saçlar göründü. Çift ilk kez
birbiriyle maskelerini çıkartarak tanıştı. Birbirini gerçekten gördü. Maskenin
ardındaki yüzü beğenmeme riskinden korkuyorlardı 16 yıldır. Oysa gerçek yüz
daima maskeden daha güzeldir. Gerçek yüzün sahibi “ben”dir, maskenin ise “ego”.
Evet, bu özellikler her insanda var. Yoksa siz sadece kendinizde olduğunu mu
sanıyordunuz?
Eğitimlerde bu maddeleri sayarken katılımcıların yüzünde bir rahatlama
yakalıyorum her nedense. En çok da kendilerinde bencillik olarak nitelendirdikleri
zaaflarının(!) insani bir özellik olduğunun bilincine vardıklarında.

Mesajınızın Ulaşması İçin


Fiziğin bilinen bir yasası vardır: Zıt kutuplar birbirini çeker. İnsan ilişkilerinde ise
durum bunun tam tersidir. İnsan kendisine benzeyen insandan hoşlanır ve ona
çekilir. Kadın erkek ilişkilerinde fiziksel zıtlıklar ilk başta çekici olabilir. Esmerin
sarışından hoşlanması gibi. Ama arkadaşlık ve iş ilişkilerinin yanı sıra kalıcı kadın
erkek ilişkilerinde insanlar kendilerine benzeyen kişilerden hoşlanır. Uzun süre
birlikte olan çiftlerin birbirine benzediği söylenir. Doğrudur da.
Herhangi bir yerde insanları gözleyin. Kimlerin uyum içinde olduğunu kolaylıkla
fark edersiniz. Uyum içinde olan kişileri dikkatle incelediğinizde benzerlikleri de
yakalayabilirsiniz.
1. Bu insanların bedensel pozisyonları birbirine benzer. Biri öne doğru eğilmişse
diğeri de öne doğru eğilmiştir. Biri elini çenesine koymuşsa diğeri de elini çenesine
koymuştur. Ayak ve bacak konumları, başın eğim durumu ve omuzların duruşu
birbirine benzer.
2. Hareket ve mimikler benzerlik gösterir. Birisi ellerini çok kullanıyorsa
diğerinin de elleri hareket ediyordur.
3. Ses tonları ve konuşma hızları benzerlik gösterir.
4. Birbirlerine uygun görsel/işitsel/kinestetik dil kullanırlar. (Bu konuya Temsil
Sistemleri bölümünde gireceğiz.) Göz hareketleri ve bakışlar uyumludur.
5. Nefes alış-verişleri uyumludur. Uyumlu çiftler sevişme ve uyku esnasında da
aynı ritmde nefes alır ve verir. Başkalarını bu konuda test etmeniz mümkün değil
ama kendi ilişkinizi test edebilirsiniz. Nasıl, bir aile faciası mı yaratıyorum yoksa?
6. İnanç ve değerler benzerlik gösterir. Bunu yakından tanıdığınız dostlarda,
uyumlu iş ortaklıklarında, uyumlu çiftlerde gözlemleyebilirsiniz.
Siz kendi yaşamınızda hoşlandığınız kişilerle birçok ortak özellik taşımıyor
musunuz?
Hani bilinen bir tekerleme vardır:
İmam imamı tekkede
Hacı hacıyı mekkede
Deli deliyi dakkada (dakikada)
Bok boku kenefte bulur.
Bu tekerlemeye güldünüz mü? Yoksa kibarlığımdan(!) rahatsızlık mı duydunuz?
Uyum içinde miyiz, değil miyiz?
Hepimiz her ortamda kendimize benzer birilerini bulmaya çalışırız. Bir iş
görüşmesinin, verimli bir toplantının, başarılı bir satışın, bir aşk ilişkisinin uyum
ortamı olmadan gerçekleşmesi mümkün değildir. Uyum yoksa, hiçbir şey yoktur.
Yalnızlığın dışında.
Aşağıdaki örneklerden hangileri sizce uyumlu davranış sergiliyor?
Erkek başını öne eğmiş, kız başı yukarıya kalkık konuşuyor.
Yaşlı erkek geriye kaykılmış, genç erkek ona doğru eğilmiş
İki kadın yan yana oturmuş, dizleri birbirine değiyormuş gibi duruyor.
İki çocuk yerdeki bir boz yap oyununa doğru eğilmiş, biri yere dayadığı sol
elinden, diğeri yere dayadığı sağ elinden destek alıyor.
İki erkek karşılıklı oturmuş. Biri eliyle gözlerini ovuşturuyor, diğeri ona doğru
eğilmiş.
Bir kadın ellerini göğsünde kavuşturmuş ve ayakta, diğer kadın koltukta
oturuyor. Başı ve omuzları dimdik.
Bir erkek masasının önündeki dosyaya eğilmiş, eli çenesinde. Diğer erkek
masanın önündeki koltukta oturuyor, bedeni öne doğru ve elini çenesinin altında
tutuyor.
İki erkek ayakta. Birinin sol diğerinin sağ ayağı önde. Bedenler birbirine yönelik.
Bir kadın oturduğu koltukta hızlı nefes alıp veriyor, göğsü inip kalkıyor, bir erkek
ayakta ve sırtı kadına dönük. Karnının inip kalktığı hafifçe belli oluyor. Elleri
arkasında kenetlenmiş.
Erkek kolları iki yanda kadına doğru ağır adımlarla yürüyor, kadın kolları iki
yanda açık erkeğe doğru koşuyor.
Eğer yanıtınız c,d,g,h, ise siz uyumlu davranışı gözlemleme ustasısınız. Şimdi
uyumlu olma sanatında usta olma zamanı.
Eğitimlerde sıkça gelen bir soru da mutlu ve kalıcı bir birliktelik için ille de
kendimize benzeyen biriyle olmamızın gerekip gerekmediği üzerine oluyor.
Öncelikle, birbirine benzemenin aynılık olmadığını vurgulamak isterim. Bizimle
tıpatıp aynı olan bir insanla yaşanan birliktelik ne kadar geliştirici olabilir ki? Hatta
böyle bir ilişki monoton, dolayısıyla sıkıcıdır.
Çiftlerin temel değerlerinin aynı olmasının şart olduğunu düşünüyorum.
Örneğin; eski Türk filmlerinde olduğu gibi sosyetik ve lüks bir yaşam sürmekten
zevk alan biriyle doğal ve mütevazı bir yaşamdan haz alan bir insanın birlikteliğinin
uzun ömürlü ve mutlu olacağı düşünülemez. Tutucu değerlere sahip biriyle,
bağımsız ve özgür ruha sahip birinin ilişkisi de keza öyle. Çiftlerin kişilikleri farklı
olabilir ama etik ve ahlaki değerlerinin uyum içinde olması gerekir. Başarı için her
yol mubahtır, diyen biriyle insani değerleri yüksek olan biri uyumlu olamaz.
Korkak biri ile cesur biri uyumlu olamaz. Avcılığa spor olarak bakan biri ile hayvan
ve çevre haklarına duyarlı biri uyumlu olamaz.
Çiftlerin farklılığı temel değerlerinde değil de kişiliklerinde olursa bu arzu edilir
bir özelliktir. Örneğin sakin ve dingin biri, kendisiyle temel değerleri aynı olan
neşeli ve cıvıl cıvıl biriyle çok mutlu olabilir. Etrafınıza bakın. Genellikle çiftin
birinin içe dönük, diğerinin dışa dönük yapıya sahip olduğunu görürsünüz.
Eğer sevdiğimiz kişinin haritası bizden farklıysa bilinçli olarak onun haritasını
keşfe çıkmalıyız. Tabii o da bizim haritamızın keşfini yaparsa, iki taraf da bu keşif
gezisinde zenginleşir. Her keşif, kendi varlığımızı ve ufkumuzu genişletir, anlayış
kazandırır ve uyum becerimizi geliştirir.
Uyumlu kişiler birbirlerinde kendilerinin yansımasını gördükleri için
uyumludur. Kendimizle ilişkimizde de uyum çok önemlidir. Kendisiyle uyumlu
kişi, tutarlı bir kişilik sergiler. Doğal, güvenilir, özü sözü bir olarak tanımlanır ve
etrafından saygı görür. Nedense bu cümleyi yazarken zıt çağrışımla politikacılar
aklıma geldi. Kendisiyle uyumlu kişilerin amaçları ve davranışları tutarlılık sergiler.
Herhangi bir davranışımız, gerçekten düşündüğümüz ve hissettiklerimizle tutarlı
değilse bu hissedilir.
Hayatınız boyunca size verilen hediyeleri gerçekten çok beğendiniz mi? Geçen
yaş gününüzde, yılbaşında ya da düğününüzde size verilen bir hediyeyi düşünün.
Paketi açtığınızda gördüğünüz şeyden belki hiç hoşlanmadınız, belki rengini
beğenmediniz, belki zaten aynısı sizde vardı, belki başka bir şey bekliyordunuz.
Ama ne yaptınız? Kocaman bir tebessümle teşekkürler ettiniz ve hediyenin harika
olduğunu söylediniz. Hediye veren kişinin size gerçekten inandığını mı
sanıyorsunuz? İçsel gerçeğiniz hediyenin harika olduğu “gerçeğinden” farklı
olduğunda bunu bedenimizle, ses tonumuzla, göz hareketlerimizle farkında
olmadan ve istemeden yansıtırız. Sözlerimiz, fizyolojimiz, ses tonumuz ve göz
hareketleri ile uyum içinde değildir. NLP’de de günlük yaşamda da buna tutarsızlık
deniliyor. Tutarsızlığın olduğu bir iletişimde uyum olamaz.
NLP eğitimi almış ve öğrendiklerini uygulayan bir kişiyi kandırmak ve ona yalan
söylemek zordur. Tabii ihtiyaçları doğrultusunda aldanmayı seçmiyorsa.
Doyurulmamış her türlü ihtiyaç (istek ya da arzu değil), kişinin nesnel olabilme
yetisini köreltir. Bir şeye, bir duyguya, bir kişiye ihtiyaç duyduğuna inanan insan,
ihtiyaçları doğrultusunda aldanmaya, yalanı fark etmemeye meyillidir. Çünkü
subjektif ve ben merkezci hale gelmiştir.
İnsan Olmanın Psikolojisi kitabının yazarı Abraham Maslow’a göre kişi yemek,
içmek, barınak, seks gibi fiziksel ihtiyaçların yanı sıra sevilme, ait olma, kabul
görme, kimlik bulma ihtiyaçlarını da doyuma ulaştırabilmek için çok şeyi feda
etmeye hazırdır. Çünkü tüm bunlar her insanın temel ihtiyaçlarıdır. “Ruhunu
şeytana satmak”, kişinin ihtiyaçlarını doyuma ulaştırmak amacıyla benliğini,
onurunu, bireyselliğini, özgürlüğünü, doğallığını feda etmesidir. İhtiyaç çok güçlü
bir motivasyondur ve insanı seçeneksizliğe mahkum olduğuna inandırır. “Şeytan”,
insanların değersizlik ve yetersizlik duygularıyla beslenir ve insanın ruhunu, onları
ihtiyaçları doğrultusunda aldatarak ele geçirir.
Şeytanın iş başında olduğunu her yerde görüyoruz.
Yalana dayalı evlilikler, yalana dayalı iş, aşk ve arkadaşlık ilişkileri, politika,
siyaset, din, ekonomi, ilaç ve silah sektörü, sömürenler, sömürülenler... “Şeytan”
uyumun olmadığı her yerde kol gezer. İnsanın doyurulmamış egosudur o.

Gerçek İletişim Ancak Uyumla Mümkündür


Nörolojik olarak insanlar benzerliğe farklılıktan çok daha kolay tepki verir. Bize
benzer insanların yanında kendimizi daha rahat hissederiz.
Hastalıkların tedavisinde hastasıyla uyum içine giren doktor çok daha çabuk
sonuç alır. Çünkü hasta anlaşıldığını hisseder. Başarılı psikologlar ve psikiyatrlar
akıl hastalarının anlattıklarına ve deneyimlerine her şeyi bilen bir edayla değil,
onun dünyasına girerek yaklaşır, önce uyum sağlar, sonra hastayı yönlendirir. Önce
hasta ona güvenmeli ki yönlendirilmeye hazır olsun. Çoğu hastanın ilacı, ilaç
firmalarının ürünleri değil, bir yudum sevgi ve anlayıştır.
Bir televizyon kanalında hiperaktif bir çocuğu eğiten öğretmenin başarısı haber
konusuydu.
Girdiği her okuldan hiperaktif olduğu için atılan küçük Recep beş yılda okumayı
yazmayı öğrenememişti. Babanın ısrarlı çabaları sonucu Aydın Milli Eğitim
Müdürlüğü Recep için özel bir sınıf açtı ve Recep 27 yıldır öğretmenlik yapan doğal
NLP’ci bir öğretmenden okumayı yazmayı bir haftada öğrendi. Bu bir mucize mi?
Haber spikeri öğretmenin metodunu tanımlarken, “Recep’le Recep oldu”, diyordu.
Haberde Recep ve öğretmen birlikte sıraların, masaların üzerinde geziniyordu.
Arada bir beş çakıyorlardı. Birlikte zıplayıp hoplarken öğretmen Recep’e okumayı
öğretiyordu. Öğretmen aynen Recep gibi davranıyordu.
Recep’le Recep olmak! İşte uyum bu.
NLP’nin öğretmen ve eğitmen yetiştiren okullarda zorunlu ders olması
gerektiğine gönülden inanıyorum. Öğretilemeyen öğrenci yoktur. Öğretemeyen
öğretmen vardır. Tek tip eğitimle eğitim olmaz. Acaba neden disiplin, eğitim gibi
sözcükler çoğu insanın kafasında olumsuz çağrışımlar yapıyor dersiniz?
Şirketlere verdiğim eğitimlerde katılımcıların bazıları eğitime müdürlerinin
isteği ile katıldığını söylüyor. Eğitimin okuldaki gibi sıkıcı değil, tersine zevkli
olduğunu bilselerdi koşa koşa gelmezler miydi? Bu fikirlerinin daha sonra
değiştiğini söylememe bilmem gerek var mı?
Heeey! İnsanın kendisini geliştirmesi, kendini tanıması “Recep’le Recep”
olunduğunda çoook zevkli.
Uyumlu olma becerisi, başkasının haritasına girebilme ve onun dünyasını
anlayabilme yeteneğidir. Uyumlu olma becerisi, başkalarına bizim haritamıza
girme iznini vermek ve zaaflarımızı saklama ihtiyacı duymadan gerçek anlamda
anlaşılabilme duygusunun hazzını yaşayabilmektir ve bu cesaret gerektirir. Kendin
olabilme cesareti ve özgürlüğü.
Gerçek şu ki, iletişimsiz ilişkilerin tek çözümü uyum yaratmaktan geçiyor.
Uyumsuz bir ilişkinin sürmesinin nedeni, sabrınızı ölçmek olabilir(!) Sabreden
derviş ne yazık ki her zaman muradına ermiyor.
Uyum, anlayışlı, sevecen, empatik bir eş olmak için gerekli.
Uyum, doyum ve heyecan verici bir sevgili olmak için gerekli.
Uyum, grubunu peşinden sürükleyen bir lider olmak için gerekli.
Uyum, başarılı bir satıcı olmak için gerekli.
Uyum, ekip çalışmasının başarılı olması için gerekli.
Uyum, sevecen ve şefkatli bir ebeveyn olmak için gerekli.
Uyum, dostluk için gerekli.
Uyum etkin bir eğitmen olmak için gerekli.
Uyum yoksa, kendi bakış açımızla, kendi haklılığımızla, kendi doğrularımızla
yanlışlarımızla, kendi suçlamalarımızla ve suçluluk duygularımızla, hata
buluculuğumuzla ve kabul etmediğimiz hatalarımızla, şanssız, talihsiz, kadersiz
olduğumuz inancıyla bol bol yaşamdan şikayet eder dururuz. Hep haklı oluruz, hep
haklı, ama mutlu olamayız.
Evimin duvarındaki üç yazıyı sizinle paylaşmak istiyorum.
“Cehaletinizin göstergesi, haksızlık ve talihsizliğe olan inancınız ölçüsündedir.”
“Tanrıyı ceza verici görenler kendi kendilerini mahkum edenlerdir.”
“Dünya, fırtına ve dalgalarla ne kadar boğuştuğunuzla değil, gemiyi limana
getirip getirmediğinizle ilgilenir.”
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
TEMSİL SİSTEMLERİ

GÖRSEL, İŞİTSEL, KİNESTETİK

Siz hem İngilizce hem Türkçe biliyorsanız, tanıştığınız Türkçe bilmeyen


Amerikalı ile Türkçe konuşmaya çalışır mıydınız? Tabii ki iletişim sağlamak için
onun dilini kullanırdınız, değil mi? Böylece onunla uyum sağlamış olurdunuz.
Her birimiz dünyayı beş duyumuzla algılıyoruz. Görüyoruz, işitiyoruz,
dokunuyoruz, tadıyoruz, kokluyoruz. Ve tabii bir de altıncı “duyumuz” var; onunla
da seziyoruz. Dış veriler bize duyusal yollarla ulaşıyor. Ama bu duyular her
birimizde farklı kapasitelerde çalışıyor. Hatta bazılarımızda bazı duyular tümüyle
kapalı olabiliyor. Kör bir insanın görme duyusunun olmaması, çoğu insanda
sezgisel algılamanın az kullanılması gibi. Az kullanılan her yeti körelir. Tümüyle
yok olmaz ama körelir.
Çocukluğumuzda yaşadığımız deneyimler, kendimizi korumak amacıyla bazen
bizi bazı duyularımızı kullanmamaya yöneltir. Örneğin; bugün işitme bozukluğu
çeken bir tanıdığım çocukluğunda evde anne babasının bitmek bilmeyen
kavgalarından dolayı gürültüye kulak tıkamayı öğrenmişti. Birçok erkek, daha
çocuk yaşlarda duygularını bastırmanın erkeklik olduğu mesajını alır. Duygulu
olmayı zayıflık olarak niteler. Duyguların yüksek dili olan sezgisel algılama çoğu
erkekte genç yaştan itibaren körelir.
Her birimiz kendimize özgü yaşam geçmişimize göre bazı duyularımızı daha az,
bazılarını daha çok kullanırız. Sinema yapımcısı bir baba ile ressam bir annenin
çocuğunun görselliği doğal olarak daha gelişkin olacaktır.
Babası Salzburg’da müzik direktörü, annesi bir müzisyenin kızı olan Mozart,
daha ana rahmindeyken müzikle tanışmıştı. Annesi Mozart’a hamileliği boyunca
serenatlar dinleterek onu müzikle tanıştırmıştı. Babası anne rahmindeki çocuğuna
her gün keman çalıyordu. Dört yaşında müzikal deha kabul edilen Mozart’ın
işitselliğinin çoook gelişkin olduğunu söyleyebiliriz.
Çocukluğunda dokunulan, kucaklanan, okşanan, sevildiği kendilerine her yolla
ifade edilen çocuklarda kinestetik temsil sistemi gelişkin olur. Kinestetik derken
dokunma, tat, koku ve sezgisel algılama gücünü kastediyorum. Kinestetik
sözcüğünün bazı kitaplarda “duygusal” olarak çevrildiğini görüyorum. İngilizce
“emotional” kelimesi de aynı sözcükle çevriliyor. Duygusallık bana göre de zayıflığı
çağrıştırıyor. Duyguların kişiyi yönetmesi hali. Çoğu kez de duyarlı sözcüğü ile eş
anlamlıymış gibi kullanılıyor. Oysa duyarlı insan duygularının yönetimini sağlıklı
bir şekilde yapabilen, böylece başkalarının duygularına da aynı özeni gösterebilen
kişidir. Duygusal kişi ise sadece kendi duygularını önemser ama onları sağlıklı bir
şekilde ifade edemez. Başkalarının duygularına ise duyarsızlık gösterir. Ve sıklıkla
anlaşılamamaktan şikayet eder. Ayrıca “kinestetik” sözcüğü bana estetik geliyor. Siz
de, sözcük dağarcığınıza yeni bir söz katmış olursunuz, fena mı?
Ben eğitimlerimde olsun, günlük yaşamda olsun, el sıkışma yerine kucaklaşmayı
tercih eden bir insanım. Çoğu insan kucaklandığında önce şaşırsa da olumlu tepki
veriyor. Ama bazı kişilere sarıldığımda kaskatı kesiliyor. Erkek ya da kadın olmaları
da fark etmiyor. Bu kişiler kucaklanmaya alışkın değil. Nitekim eğitimlerde neden
kaskatı kesildiklerini anlıyorlar: Çocukluk deneyimleri.
İnsan için, tüm canlılarda olduğu gibi dokunulmak bir ihtiyaçtır. Okşanan
kedilerin tüyleri daha parlak olur, çocuk kucağa alınmak ister. Eğitimlerde, ben
dokunulmaktan hoşlanmam, diyerek ilk güne başlayan en kasıntı insanların bile
çalışma ilerledikçe gelip bana sarılmak istediklerini söylemelerine alışkınım.
Kaskatı gelip kaskatı çıkan insana henüz rastlamadım.
Yaşamınızı sadece kinestetik kanalı kullanarak sürdürebilir misiniz? Göremeden,
işitemeden, konuşamadan? Helen Keller bunu başarmış bir insan. 1880-1968 yılları
arasında yaşamış Amerikalı bir pedagog olan Helen Keller’ı diğer pedagoglardan
ayıran şey neredeyse doğuştan diyebileceğimiz kör, sağır ve dilsiz olmasıydı.
On dokuz aylıkken geçirmiş olduğu bir hastalık sonucu görme, işitme ve
konuşma yeteneğini yitirmişti. Keller’ın hayatı, yedi yaşındayken yaşamına giren
bir öğretmenle değişti. Kendisi de yaptıklarıyla bir efsane olan öğretmen Anne
Sullivan, Keller’ın yaşamının dönüm noktasıydı.
Anne Sullivan’ın kendisi de kör sayılırdı. Çok az görebiliyordu. Sullivan, Helen’e
sadece okuma yazmayı öğretmekle kalmadı, normal bir eğitim almasını da sağladı.
1900 yılında girdiği Radcliffe Kolejini, normal öğrenciler gibi dört yılda bitirdi.
İngilizce’nin yanı sıra Almanca, Fransızca, Latince ve Rusça’yı da öğrendi. Tıpkı
öğretmeni gibi hayatını kör ve sağırların kendilerini geliştirmelerine adadı; birçok
kitap yazdı.
Helen Keller, kendime idol seçtiğim insanlardan biri. O, azmin zaferinin bir
abidesi.
O, insan beyninin gücünün de canlı bir örneği. Yaşamının ilk on dokuz ayında
zihninde yer etmiş tek bir sözcükten, “su” sözcüğünden yola çıkarak başardığı her
şey, beynin kullanıldığı takdirde ne olağanüstü kapasitesi olduğunu gösteren bir
mucizenin ifadesi.
Günümüz teknolojisinde bile bir beynin kapasitesine eşit bir bilgisayarın iki
Dünya Ticaret Merkezi binasına eşit büyüklükte olması gerektiği hesap ediliyor.
Dünya Ticaret Merkezi dünyamızdaki en yüksek bina örneklerinden biri.
Helen Keller yaşamı parmak uçlarıyla keşfetti. Bakan körler, işiten sağırlar ve
konuşan dilsizler dünyasında o gören bir kör, işiten bir sağır ve kendini ifade
edebilen bir dilsizdi.
Onun hayat hikayesinin, tüm dünyada birçok insana olduğu gibi, size de ilham
kaynağı ve başarı örneği olacağına yürekten inanıyorum. Aykırı Yayıncılık’tan
çıkan Her Şey Su ile Başladı adlı yaşamöyküsünü okumanızı öneririm.
Hepimiz her algı kanalını bir ölçüde kullanırız ama bazılarını daha ağırlıkla
kullanırız. Hangi duyularımızı daha ağırlıkla kullandığımız iş seçimimizi etkiler,
eşimizle ilişkilerimizde uyum ya da uyumsuzluk yaratır. İş ve sosyal
görüşmelerimizde karşımızdaki kişiyle kolayca uyum sağlamak bile benzer temsil
sistemlerini kullanmaktan kaynaklanabilir.
İnsanlar arası uyum, anlaşıldığını bilmekten geçer. İsabetli algılama için duyusal
enstrümanlarımızı “bilememiz”, akordunu yapmamız, keskinleştirmemiz, altı
duyumuzu da yeniden açık hale getirmemiz gerekir. Tıpkı sağlıklı doğan bir
bebeğin güçlü algılama kapasitesi gibi. Bebekler her türlü dışsal veriyi, beden diliyle
verilen mesajları güçlü bir şekilde algılar, kaydeder, sünger gibi emerler; ses
tonlamalarının anlamını yetişkinlerden daha güçlü kavrarlar. Her şeye merakla
bakar, her sesi dinler, her şeye dokunmak isterler; yeni bir şeyi koklayarak, tadarak
tanımaya çalışırlar. Bebekler saf sezgidir.
Mantık, altı yaşında gelişmeye başlar. O zamana kadar genç varlık dünyayı ve
kendisini altı duyusunun aracılığıyla tanımaya çalışır. Henüz mantık süzgeci
gelişmemiş çocuk kendisine söylenen her şeyi doğru kabul eder ve bilinçaltına
kaydeder. Bu yüzden çocuklukta ebeveynler ve yetişkinler tarafından verilen sözlü
ve sözsüz mesajların niteliği çok önemlidir.
Çocuğun özdeğeri ve özgüveninin temeli sıfır-altı yaşları arasında atılır.
Bilinçaltına gömülü mesajlar yok olmaz. Bilince çıkarılıp değiştirilmediği sürece
hayatımızı biz farkında bile olmadan yönetir. Bugün yaşadığımız başarısız
durumların, fobilerin, korkuların, sağlıksız ilişkilerin, bedensel, zihinsel ve duygusal
hastalıkların kökeninde çocukluğumuzdan gelen sağlıksız bilinçaltı programlaması
yatar. Carl Gustav Jung’un dediği gibi: Bilinçaltımızdaki kayıtlar bilince çıkmadıkça
karşımıza kader olarak çıkar.
NLP ile bilinçaltını yeniden programlama yöntemlerinden bazılarını ilerdeki
bölümlerde öğreneceğiz.

Mini Bir Test


Aşağıdaki sorulara size uygun gelen ilk yanıtı verin. Eğer iki yanıt arasında
tereddüt ediyorsanız, soruya benzer bir durumda hangi yanıtın size daha yakın
geldiğini düşünün. İki yanıt da size uyuyorsa yüzde elli bir ağırlık verdiğinizi
işaretleyin. Hiçbir yanıt diğerinden daha “doğru” değil. Bile bile olduğunuzu değil,
olmasını istediğiniz yanıtları verirseniz ortaya çıkan sonuç bir işinize yaramaz. Bu
egzersizin amacı kendinizle ilgili bilgilenmek ve bu bilgiden yararlanarak kendinizi
geliştirmektir.
Başkalarını tanımanın yolu kendimizi tanımaktan geçiyor. Ağırlıklı olarak
kullandığınız temsil sistemini bilmeniz, insan ilişkilerinde ve bir şeyi en kolay nasıl
öğreneceğiniz konusunda size ışık tutacaktır.

1. Bir toplantıda sizi çok etkileyen biriyle tanıştınız. Onu düşündüğünüzde, önce;
a. Yüzünü, giyimini kuşamını hatırlarım.
b. Bana söylediği sözleri hatırlarım.
c. Elimi sıkarken avuçlarının sıcaklığını hatırlarım.

2. Size birisi adres tarifi yaparken hangi yolla yapmasını tercih edersiniz?
a. Bir kağıda gideceğim yolu çizmesini isterim.
b. Bildiğim binaları ve yerleri referans olarak kullanarak bana gideceğim yolu
anlatmasını isterim.
c. Gerekli bilgileri aldıktan sonra gideceğim yeri sezgilerimle kolaylıkla bulurum.
Yön duyguma güvenirim.

3. Bir karar verirken, önce;


a. Olası sonuçları zihnimde canlandırırım.
b. Zihnimde, seçimlerim arasında tartışma yaparım.
c. İçimden gelen dürtüye göre karar veririm.

4. Eşiniz uzun bir iş gezisinde ve size bir koli gönderiyor.


a. İçinden bana yazdığı uzun bir aşk mektubu ve bir fotoğraf çıkmasını tercih
ederim.
b. Kendi sesiyle doldurduğu, romantik bir müziğin fon oluşturduğu, bana
sevgisini dile getiren bir kaset göndermesini tercih ederim.
c. Üzerine kendi parfümünü ya da tıraş losyonunu döktüğü, yumuşacık bir kalp
şeklinde minik bir yastık göndermesini tercih ederim.

5. Bir matematik problemi çözerken;


a. Rakamlar gözümün önünde canlanır.
b. Rakamları zihnimde sayarım.
c. Parmaklarımı kullanmak yanıtı bulmamı kolaylaştırır.

6. Hangisi sizin en çok güvendiğiniz yeteneğinizdir?


a. Bir kez gördüğüm yüzü kolay kolay unutmam.
b. Bir şarkıyı birkaç dinleyişten sonra söyleyebilirim.
c. İlk kez tattığım bir yiyeceğin içindeki malzemeleri ve baharatları kolaylıkla
sıralayabilirim.

7. Hoşlanmadığım bir insanın;


a. Yüzünü görmekten rahatsız olurum.
b. Sesini duymaktan rahatsız olurum.
c. Yakınımda olmasından rahatsız olurum.

8. Yeni bir araba alırken, benim için;


a. Önce görüntüsü önemlidir.
b. Önce ne kadar hız yaptığı ve motorun sesi önemlidir.
c. Önce içinin rahatlığı ve oturduğum koltuğun yumuşaklığı önemlidir.

9. Sevişirken;
a. Görmek beni heyecanlandırır.
b. Çıkarılan sesler beni heyecanlandırır.
c. Hissettiklerim beni heyecanlandırır.

10. Bir tatil yöresi seçmek için;


a. Yöreyle ilgili broşürleri görmek isterim.
b. Daha önce giden dostlarımın söyledikleri benim için referanstır.
c. Kumların yumuşaklığını, denizin tuz kokusunu burnumda hissedeceğimi
bilmek benim için yeterlidir.

11. Bir insana anında vurulsaydınız bu duyguyu ve aşkı nasıl tanımlardınız?


a. İlk görüşte aşık oldum. İlk bakışta aşk bu olsa gerek. Dünyam aydınlandı. Her
şey daha güzel görünüyor. Bir ışık gibi girdi hayatıma. Pırıl pırıl bir dünya hayal
ediyorum onunla. Aşk yaşamın tüm renklerini içinde barındıran bir gökkuşağıdır.
b. Frekanslarımız aynı. Kalbim küt küt atıyor. İçim cıvıl cıvıl. Kalbimin sesini
dinliyorum. Ruhum bana onun doğru kişi olduğunu fısıldıyor. Aşk yaşamın
kahkahasıdır.
c. İçimin eridiğini hissettim. Hayatımdaki boşluk tamamlanmış gibi. Yaşamdan
tat almaya başladım. Onun kokusunu ciğerlerimde duyuyorum. Aşk, iki ruhun
birbiri içinde erimesidir.

12. Kendimi endişeli ve stresli hissettiğimde, önce;


a. Dünya gözüme daha karanlık görünür.
b. Normal sesler bile beni rahatsız etmeye başlar.
c. İçimde daralma hissederim.

13. Bir insanı işe alırken öncelikle;


a. CV’sinde yazılanlar ve görünüşü beni etkiler.
b. Başkalarının onunla ilgili söyledikleri ve frekansımın tutup tutmadığı beni
etkiler.
c. İçimin ona ısınması ve olumlu duygular hissetmem beni etkiler.

14. Bir iş için eşit yetenekte üç kişi müracaat ediyor. Hangisine öncelik tanırdınız?
a. Güzel/yakışıklı, düzgün görünümlü ve mesafeli kişi.
b. Sıradan görünümlü ama sizinle uyumlu çalışacağını düşündüğünüz kişi.
c. Tarzıyla alışageldik olmayan ama sizde güven ve rahatlık hissi uyandıran kişi.

Bu kadar soruya yanıt vermek iyi bir başlangıç.


Şimdi benim turizm acentesinde çalışan biri olduğumu düşünün, sizin de tatil
planı yapan müşteri. Size kalabileceğiniz üç otel önereceğim.
Hangisini seçerdiniz?
a. Beş yıldızlı bir otel. Harika manzaralı. Bahçesi büyüleyici bir tropikal
düzenleme içinde. Yeni dekore edilmiş odalar ve odanızda istediğiniz kanalı ve
videoyu izleyebileceğiniz büyük ekran televizyon. Her yönüyle estetik bir atmosfer.
Akşam yemeklerinde ise gökyüzünde parlayan tüm yıldızlar size göz kırpıyor.
Rengarenk bir doğa içinde rengarenk bir tatile hazır olun.
b. Sabahları kuş cıvıltıları ve dalgaların sesi ile uyanacağınız bir otel. Sakin ve
dinlendirici bir atmosfer. Günlük yaşamın tüm gürültüsünden uzak. Otelin hemen
ardındaki dağdan akan şelalenin sesinin eşliğinde kumsalda yürürken yunusların
çağrısına merhaba diyebilirsiniz. İsterseniz sohbet, isterseniz dans edebileceğiniz
tarzda müzik yapan orkestra eşliğinde akşam yemeğinizi yerken yunusların sizi
yine çağırdığını duyabilirsiniz.
c. Kendinizi evinizde olduğu kadar rahat hissedebileceğiniz, her türlü donanıma
sahip bir otel. Odanızda akşamları yatmadan önce içinde rahatlayacağınız jakuzi,
davetkar bir şekilde sizi kucaklamaya hazır. Yemeklere gelince; bugüne kadar
tattıklarımın ötesinde bir lezzet, demeye hazır olun. Salatanızın otelin botanik
bahçesinden, balığınızın günlük denizden geldiği harikulade bir ziyafet eşliğinde
gündüzlerinizin zinde, gecelerinizin yumuşacık ortamı içinde yeniden doğmaya
hazır olun.
Eveet. Bu üç otelden hangisini seçerdiniz? Neden?
Aslında aynı oteli değişik duyulara hitap edecek şekilde tanımladım ve siz birisini
daha cazip buldunuz. Çünkü sizin daha keskin olan duyunuza hitap ediyor. İlk
tanım görsel, ikincisi işitsel, üçüncüsü kinestetikti.
Müşterisinin temel kanalının ne olduğunu tespit eden turizmci onu bu otelde
kalması için ikna edecektir. Otel aynı ama biz müşteriler farklıyız.
Çoğu kişi bir ya da iki şık arasında gidip gelir. Ağırlığın hangi seçimlerde
olduğuna dikkat edin. Hala kendinizin hangi sistemi sıklıkla kullandığınıza emin
olamadıysanız sabırlı olun, sayfalar ilerledikçe olacaksınız.

Gözlerin Dili
Bilgi toplamak ve öğrenmek beş duyu aracılığıyla olur. Topladığımız bilgileri ve
deneyimlerimizi ise bir yerlere depolarız. Bir bilgiyi ne kadar çok duyu eşliğinde
almışsak o kadar iyi hatırlarız. Örneğin; bir şeyin nasıl yapıldığını hem görmüşsek,
hem birisi bize anlatmışsa, hem de yapmışsak onu unutmak zordur. Yani ne kadar
çok nörolojik yapımızı devreye sokarsak o kadar çabuk ve iyi öğreniriz.
Gerçek ressam renklerin sesini duyar, gerçek müzisyen notaların rengini bilir,
hatta tadını bilir kokusunu duyar, gerçek sanatın aktardığı mesajı ruhumuzda
hissederiz.
Bilgi ve deneyimlerimiz bilincimizde ve bilinçaltımızda yine beş duyu aracılığı ile
depolanır. Ama içsel ve dışsal deneyimlerimizle olan ilişkilerimizi üç temel kanalla
(temsil sistemi ile) kurarız. Bu bilgilere erişmek istediğimizde öncelikle görsel, işitsel
ve kinestetik kanallarımızdan birini kullanırız. Hangi kanalı öncelikli
kullandığımıza göre gözlerimizi değişik şekillerde hareket ettiririz. Görsel ağırlıklı
kişiler bir şey hatırlamaya çalışırken ya da tasarlarken gözlerini yukarıya doğru
çevirir. Sanki tavanın sol ya da sağ köşesinde bir şeyler görüyordur. İşitsel kişiler
sanki kulaklarını görmek istiyorlarmış gibi gözlerini iki yana oynatır. Kinestetik
kişiler ise sağ tarafa doğru gözlerini aşağıya indirirler.

Görsel ve işitsel kişilerde sol tarafa bakmak bir şeyin hatırlandığını gösterir.
Örneğin; dün akşam ne yedin, sorusunu yanıtlamak için görsel, sol yukarı bakarak
yediklerini zihin gözünde görmeye çalışır. İşitsel yemekle ilgili konuşmalarla,
yemek sırasındaki seslerle bağlantı kurarak ne yediğini düşünürken sol kulak
tarafına gözlerini çevirir. Eşinin, “fasulyeyi uzat” ya da “köfteler lezzetli olmuş, fazla
var mı” dediğini hatırlar.
Sağ tarafa bakmak bir şeyin henüz olmadığını, tasarlandığını gösterir. Örneğin;
yarın ne giyeceksin, sorusuna görsel sağa bakarak duruma uygun hangi giysiyi
giyebileceğini gözünde canlandırarak yanıt verir. İşitsel, hangi giysinin kendisine
hitap edeceğini, lacivert benekli bej kravatını takarsa yine iltifat alacağını düşünür.
Issız bir adaya düşseydiniz yanınıza tek şey alma hakkınız olsaydı ne alırdınız ya
da mor çizgili, yeşil renkli, uçan bir fil düşünün, gibi sorularda gözler sağa gider.
Tabii yalan söylerken de. Yalan da tasarımdır.
Şimdi sevgilinizin gözlerine dikkatle bakıp, beni hiç aldattın mı, diye soracak
mısınız? Verdiğim eğitimden çıkan bir katılımcı, akşam eve gittiğinde eşine soracağı
soruların listesini hazırlamış ve gruba okumuştu. Soruların yaratıcılığına hepimiz
gülmüştük. Kendisi için bir kopya isteyenlerin sayısı da az değildi hani.
Kinestetikler hatırlamak için de tasarlamak için de sağ el tarafına aşağıya bakar.
Dün akşam ne yediğini düşünürken yemeğin tadını, kokusunu, yemeğin
lezzetinden aldığı haz duygusunu, kestaneli pastanın yumuşaklığını, içindeki
çikolata parçacıklarının kaygan sertliğini, midesindeki doygunluk hissini hatırlar.
Yarın giyeceği giysi için de yine sağ aşağıya bakarken giysinin içinde kendisini nasıl
hissedeceğini, ipek bluzun tenine temasını, seçeceği giysinin eşinin hoşuna gidip
gitmeyeceğini düşünür.
Sol aşağıya bakmak iç konuşma yaptığımızı gösterir. Kendimizle yaptığımız
konuşmaları, bir sorunla ilgili içsel konuşmalarımızı, içimizdeki ebeveynin
yargılayıcı, eleştirel sözlerini sol aşağıya bakarak dinleriz. Kendimize söylediğimiz
aşağılayıcı sözleri düşünürken ya da zor durumdan yakamızı nasıl kurtaracağımızın
planlarını yaparken gözümüz sol aşağıya gider. Burada genellikle olumsuz içsel
konuşmalar yapılır. Yere doğru uzun süre bakmak bile kişinin enerjisini düşürür.
Yolda yere bakarak yürüyen insanların suratında hiç mutlu ifadeye şahit oldunuz
mu?
Göz pozisyonları insanların yüzde beşinde zıt bağlantılarla çalışır. Genellikle
solaklarda sağ ve sol göz pozisyonları tersine çalışır. Ama bu bir kural değildir.
Sağlaklar içinde de bazen göz pozisyonları ters bağlantılı olabilir.

En İyi Öğrenme Kanalımız

Bir şeyi en iyi kendi öncelikli kanalımız aracılığıyla öğreniriz. Lise yıllarında
derse kalkan bir arkadaşımın öğretmen tarafından, tavana bakıp durma. Orada
yanıtı bulamazsın, diye azarlandığını hatırlıyorum. Oysa bu arkadaş görseldi.
Sorunun yanıtını gözlerini yukarı çevirerek hatırlamaya çalışıyordu.
O zamanlar pek fazla görsel malzemenin kullanılmadığı sınıflarda bu arkadaşın
konuları kavramaktaki zorluk nedenini şimdi anlıyorum. Arkadaşın en sevdiği ders
tarihti. Aslında tarihe karşı özel bir ilgisi olduğu da söylenemezdi. Tarih hocasının
olayları göz önünde canlandıracak kadar detaylı anlatımıydı ona bu dersi sevdiren.
Tarih hocası da görsel olduğu için bu arkadaşla uyum içindeydi. Ben ise bu detaylı
anlatımdan sıkılırdım. Bu arkadaş başarılı bir bilgisayar tasarımcısı oldu. Tipik bir
görsel meslek. Bir tatile giderken bile fotoğraf makinesini ya da video kamerasını
yanıma almayı unutan ben ise görselliğimin öncelikli kanal olmadığını size NLP
öğrenmeden önce de söyleyebilirdim.
İşitsel kişiler siz konuşurken size bakmak yerine kulaklarını size doğru çevirir.
Siz de göz kontağı kurmadığı için ona kızabilirsiniz. Söylediklerinizi dinlemediğini
sanırsınız. Oysa o can kulağıyla dinliyordur. Hatta gözlerini sağa sola oynattığı için
onun “kaypak” biri olduğunu bile düşünebilirsiniz.
Bir iş görüşmesinden dönen bir tanıdığım, işveren hakkında aynen böyle
düşünmüştü. Adamın saygısız ve göz kontağı kurmaktan kaçındığı için özgüvenden
yoksun olduğuna karar vermişti. Oysa işveren, görüşmenin sonunda kendisini
arayacaklarını söylemişti. Nitekim işi de aldı.

İşitsel bir öğrenciyi, yüzüme bak ve bana yanıt ver, diye zorlayan bir öğretmen
çocuğu en güçlü öğrenme kanalından mahrum eder.
Kinestetik kişiler dokunarak, yaparak, hareket ederek öğrenmeyi sever. Siz
konuşurken odayı arşınlayan bir kişi sinirinizi bozabilir. Otursa da bir çift laf
edebilsem diye düşünürsünüz. Oysa bu kişi bilgiyi hareket halindeyken en iyi alır.
Kinestetik çocuklar okulda hiperaktif ya da yaramaz damgasını yiyebilir.
Konuşurken ellerini kollarını daha çok kullanan kinestetikler için hazır olda
durmak zordur. Duyguları aracılığıyla bilgiye ulaştıkları için aşağıya sağ ellerine
doğru bakarak konuşurlar. Aynı zamanda içe dönük bir yapıları varsa gözlerini
aşağı indirerek konuştukları ya da düşündükleri için yanlışlıkla utangaç izlenimi de
bırakabilirler.
Özetle, her algı kanalı farklı bir dil gibidir. Öncelikli kanalları farklı olan kişilerin
anlaşmaya çalışması, farklı dil konuşan ve birbirlerinin dilini bilmeyen insanlara
benzer. Bu nedenle kendi algı dilimizi bilmenin yanı sıra diğer dillerin kullanımını
görsel, sözel ve davranışsal boyutta bilmek de başarı ve uyum için çok önemlidir.
Bir dil bir insan, iki dil iki insan üç dil üç insan, derler. Çok doğru bir söz.
Öncelikli kanal kişinin bilgiye ulaştığı ve içsel bilgisine danıştığı ilk kanaldır. Daha
sonra bu bilginin doğru olup olmadığını ikinci kanala yani referans kanalına
başvurarak kontrol eder. Üçüncü kanal en zayıf olan kanaldır ve genellikle
yaşadığımız sorunlar bu kanalla ilintilidir. Üçüncü kanal çoğu kişide farkındalığa
kapalıdır.
Genellikle insanlar öncelikli ve ikincil kanallarını kullanır. Stresli oldukları
zamanlar hariç. O zaman sadece ilk kanalla fonksiyonlarını sürdürürler. İkinci ve
üçüncü kanalları bilinç dışında kalır. İnsanların büyük çoğunluğu tek kanalla
iletişim kuruyor. Bu da çoğu insanın sürekli stres altında yaşamasından
kaynaklanıyor olabilir. Bilinç dışı derken, kişinin herhangi bir anda farkında
olmadığı her şeyi kastediyorum.
Örneğin: Öncelikli kanalı görsellik olan kişi en gelişkin haliyle fotoğrafik belleğe
sahip olurken, üçüncü kanalı görsellik olan kişi yüzleri hatırlamakta güçlük
çekebilir, yön duygusu zayıf olabilir, matematiksel ve üç boyutlu düşünmede
zorluk çekebilir.
Referans kanalının rolü kişi bilgiyi öncelikli kanal ile bilince çıkardıktan sonra
devreye girer. Ama stres yaşarken referans kanalımız kapanır.
Örneğin; Görsel kişimize, en sevdiğin şarkı nedir, diye sorduğunuzda, gözleri
önce sol yukarıya gider. Sevdiği şarkıyı dinlediği bir anı gözünde canlandırır.
Referans kanalı işitselse şarkının melodisini hatırlamak için gözleri bir an sol yana
gider, kinestetikse gözlerini aşağıya indirerek şarkının içinde yarattığı duyguyu
hatırlar ve size yanıt verir. Tabii tüm bu göz hareketleri son derece hızlı olur.
İnsanlar bilgiyi algılamak için tüm kanalları kullanır ve zihinde tüm duyuların
verileriyle depolar. Ama bilince çıkarmak için öncelikli kanalı kullanır. Deminki
görsel kişimiz, en sevdiği şarkının ne olduğu sorusuna, onun yukarı bakmasını
engelleyebilseydiniz yanıt vermekte zorluk çekerdi. Gözlerimiz kapalıyken bile
düşünebilmek için gözlerimizi hareket ettiririz.
Duyusal algılamayı en objektif biçimde yapabildiğimiz anlar beş duyumuzun da
devrede olduğu ama içsel kanallarımızın sessiz olduğu anlardır. Zihnimizde bir
resim belirirken, içimizdeki ses avaz avaz bağırırken, duygularımız hareket
halindeyken objektif algılayamayız. İçsel kanallarımızın verileri kendi haritamız,
kendi realitemizdir.
Öncelikli kanalımızın ne olduğunu bilmenin amacı kendimize “etiket” takmak
değildir. Etiket insanı sınırlar. Amaç “ne olduğumuzu bilmek” değil, başka
seçimlerimiz olduğunun da farkında olmak ve davranışlarımızı nasıl
değiştirebileceğimizin yetisini kazanmaktır. Karşımızdaki kişinin öncelikli kanalının
bizimkinden farklı olması halinde, onunla uyumlu olabilme yetimizi geliştirmektir.
Nice işler nice aşklar iletişimsizlikten dolayı başarısızlıkla sonuçlanmıyor mu?
Kendinizi görsel, işitsel ya da kinestetik olarak düşünmek yerine, bir kanalınızı
rafine hale getirmiş olduğunuzu düşünün. Diğer kanallarınızı da öncelikli
kanalınızın rafineliğine ve yaratıcılığına ulaştırmak için artık zaman ve enerji
harcayabilirsiniz. Etiketler tuzaktır; bizim potansiyelimizi ve yaratıcılığımız sınırlar.
İnsanların yüzde 85’i tek kanalını (temsil sistemini), yüzde 12’si iki kanalını,
sadece yüzde 3’ü üç kanalını birden kullanıyor. Peki gerçek başarıyı yakalamış
insanların oranı nedir dersiniz? Bildiniz.Yüzde üç. Burada başarı kavramını, kişinin
yaşamında amaçlarını gerçekleştirebilme, hem süreçte hem sonuçta doyum
yaşama, genel yaşam kalitesini artırma, kendisinin ve başkalarının saygı ve
sevgisini kazanması anlamında kullanıyorum. Başarılı hatiplerin, başarılı yazarların
ortak özelliği konuşmalarında ve kitaplarında her üç temsil sistemine hitap
etmeleridir. Klasik olarak nitelenen kitapların hepsinde üç temsil sistemi ile
anlatımı bulursunuz.
Kısaca;
GÖRSEL- Dışsal olarak görür, içsel olarak anıları resim olarak depolar.
İŞİTSEL- Dışsal olarak işitir, içsel olarak anılarındaki kendisiyle olan
konuşmalarını dinler.
KİNESTETİK- Dışsal olarak duyuları hissederek algılar, içsel olarak gerçek ya da
hayaldeki anıları duygularla hatırlar. Tat ve koku duyusunun yanı sıra sezgisellik de
kinestetik algılamanın bir parçasıdır.
Diğer insanların öncelikli iletişim sistemleriyle iletişim kurmak onların
dünyasına girebilmek açısından önemlidir. Unutmayın, UYUM SAĞLANMADAN
HİÇBİR SONUÇ ALINAMAZ.
Görsel, işitsel ve kinestetik insanların kullandıkları sözcükler görsel, işitsel ve
kinestetik ağırlıklı olur.
Görsel, ilk bakışta aşık olur, işitsel anında frekans tutturur, kinestetiğin yüreği
tutuşur.
Görselin gözüne hoş gelir, işitsele hitap eder, kinestetiğin ruhu okşanır.
Görsel dünyayı pespembe görür, işitsel için dünya ahenk içindedir, kinestetik için
hayat tatlıdır.
Görselin bakış açısını görmelisiniz, işitselin söylediklerini kulak ardı
etmemelisiniz, kinestetiğin üzerinde baskı kurmamalısınız.
İletişimin çoğunlukla telefonla ve e-maille kurulduğu çağımızda karşımızdaki
kişinin ağırlıklı olarak kullandığı sözcüklerden onun öncelikli temsil sistemini
anlayabiliriz. Konuşmada ve yazışmalarda onun temsil sistemine uygun sözcükler
kullandığımızda uyum sağlarız. Aynı dilden konuşan iki insan çok daha sağlıklı
iletişim kurar.
Aşağıda Duyusal Kaynaklı Sözcükler ve Deyimler listesine bir göz atarsanız,
kendinize bu sözleri hatırlatarak insanlarla daha kolay temas kurabilirsiniz.

Duyusal Kaynaklı Sözcükler

Görsel İşitsel Kinestetik İşitsel İç Konuşma


Görmek İşitmek Hissetmek Düşünmek
Hedef Duymak Ilık Gerçekçi
Karanlık Tartışmak Yapışmak Anlamak
Odaklanmak Konuşmak Tutmak Rasyonel
Parlak Övmek Kavramak İdare etmek
Işıltı Bağırmak Düz Düzenlemek
Net Şarkı söylemek Soğuk Listelemek
Berrak Gürültülü Yumuşak Objektif
Bulanık Gümbür gümbür Eğilmek Düşünce
Vizyon Dinlemek Temas Amaç
Soluk Münakaşa Dokunmak Risk
Model Tıkırtı Denemek Örnek
Bulutlu Tını Etkilemek Uygulamak
Seyretmek Kulağa çalınmak Karıştırmak Analiz etmek
Görüşmek Ton, ritm Dengelemek Etkin
Gözden geçirmek Ses Bağlanmak Faktörler
Görünmek Çığlık Desteklemek Kazanmak
Işıklı Sessiz Dalgalanmak Mantık
Yansımak Müzik İncinmek Yetenekli
Gölgeli Tarif etmek Yakalamak Yardımcı
Şekil Fısıldamak Kesmek Yeterli
Bakmak Anlatmak İtmek Kaybetmek
Kör Çarpışmak Birleştirmek Saygı duymak
İmaj Mızıldanmak Ayırmak Yararlı
Sisli Söylenmek Delmek İlintili
Açıklık Takırdamak İçine dalmak Nedenler
Gözlemlemek Vibrasyon Fırlatmak Sonuç
Lekeli Çınlamak Ele gelmek Programlamak

Duyusal Kaynaklı Deyimler

Görsel İşitsel Kinestetik


Manzara kötü Kulağa hoş geliyor Tatsız bir ilişki
Gözüme hoş geliyor Ahenkli bir yapı Güçlü bir kavrayışı var
İsmine gölge düşürdü Sesini duyurmak İçim eridi
Dünyası karardı Bana hitap ediyor Ruhumu okşuyor
Renkli kişilik Kulak vermek Hoşuma gidiyor
Göz kamaştırıcı Karnım zil çalıyor Güçlü duygularım var
Kuş bakışı görmek Diyalogu sürdürelim Ruhum yıkandı
Dört gözle beklemek Bir dinleyelim Beni yıktı
Gözden kaybolmak Ses getirmek Çok sarsıldım
İç karartıcı tablo Uğultulu bir yer Bu konuyu ele alalım
Geleceği parlak Bas bas bağırıyor Beraber takıldım
Gözle görülür yanlış Kulak ardı etmek Temasımızı sürdürelim
Dengeli görüntü Sesi sedası çıkmıyor Çarpıcı bir kişilik
Bu riski göze alamam Uyum içinde Ağırlığını hissettiriyor
Görüşleri net değil Beni dinle Tatlı başarı
Önümüz açık Anlatımı hoş Burnumda tütüyor
Gösterişli Kendini dinle Yalan kokusu alıyorum
Renksiz bir hava Cıvıl cıvıl bir insan Yüreğime dokundu
Gözden uzak olmak Parazit yapma İçim sızladı

GÖRSELLİK

Nüfusun yüzde 60’ının görsel olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Bunda televizyonun
ve daha sonra hızla yayılan bilgisayarın etkin rolü olduğunu düşünüyorum.
Görseller ışık hızıyla düşündükleri için hızlı konuşur. Bu nedenle de hızlı ve sığ
nefes alırlar. Başları hafif yukarı kalkık durumda konuşup, dinledikleri için diğer
insanlara “tepeden bakıyor” izlenimini verebilirler. Olağanüstü fotoğrafik belleğe
sahip olan Demirel’in başını tutuş şeklini gözünüzün önüne getirin.
Ressamlık, fotoğrafçılık, mimarlık, makine mühendisliği, pilotluk görsellerin
oyun sahasıdır. Floresan ampulün ve alternatif akımın kaşifi Nikola Tesla keşiflerini
tüm detaylarıyla bitmiş şekilde önce gözünde canlandırırdı. Bilim dünyasının diğer
görselleri arasında Stephen Hawking, Thomas Edison, Charles Darvin ve Sigmund
Freud’u sayabiliriz. Freud egonun bilinçdışı ile bağlantısını okyanustan yükselen bir
ada olarak tanımlıyordu.
Görseller, duygularına işitsellere göre daha uzaktır. Çünkü ışık en hızlı, ses daha
yavaş, duygular ise daha da yavaş frekanslardan oluşur. Görsel kişi eğer
kinestetiğini geliştirmemişse, aşk acısı çeken yeni ayrıldığı sevgilisinin ya da eşinin
duygularını anlamakta zorlanır. Gözden ırak olan sevgili ya da arkadaş, görsel için
kolaylıkla gönülden de ırak olabilir. Sadece görselliği güçlü ama kinestetiği
gelişmemiş politikacıların halkın duygularını anlamadığı için umursamaması gibi.
Onlar için dün dündür bugün de bugün. Ne yazık ki günümüz lider politikacılarının
çoğunluğu kinestetik temsil sisteminin varlığından bile haberdar değil.
Görseller düşünürken kağıt üzerine şekiller çizmeyi sever. Çocukken arkadaşlar
arasında “gizli kodlar” oluşturur. Bol mimikle konuşur. Mektup yerine kart
göndermeyi tercih eder. Sinemaya gitmekten ve video izlemekten hoşlanır.
Eğitimde şemalarla anlatım onların ilgisini canlı tutar. Kategorisel sunulan bilgiler
akıllarında daha iyi kalır.
Eğitimlere katılan görselliği zayıf kişilere hangi konularda zorluk çektiklerini
sorduğumda işte aldığım yanıtlardan bazıları:
Basit bir aritmetik işlemi bile yapmakta bazen zorluk çekiyorum.
Okulda geometri, cebir, trigonometri derslerini hiç sevmezdim.
Yeni bir kente gittiğimde, hatta ilk kez gittiğim bir binada sık sık kaybolduğumu
bilirim. Bazen birkaç kez gittiğim yerde bile yönümü bulamadığım olmuştur.
İmgeleme yapmakta zorlanıyorum.
Bazen sağımı solumu karıştırıyorum.
İnsanların yüzlerini hatırlamakta güçlük çekiyorum.
Resim yeteneğim çöp adam çizebilme sınırında.
Renk tonlarını ayırt edemiyorum.
Görsel puanları yüksek katılımcılara çocukluklarında nelere ilgi duyduklarını
sorduğumda aldığım cevaplar, size çocuğunuzun görselliğini geliştirmesine
yardımcı olmanız açısından ışık tutabilir.
Sayı saymayı çok severdim. Her şeyi sayardım. Basamakları, ağaçları, arabaları
vb.
Okulda matematiğe yatkınlığım nedeniyle öğretmenimden takdir alırdım.
Matematiği bana annem sevdirmişti.
Atlasta annemle ve babamla şehir bulma oyunu oynardık.
Belgesel filmler izlemeyi severdim hala da severim.
Lego en sevdiğim oyuncaktı.
Simetrik dizilimlerden zevk alırdım.
Aklıma takılan her konuda neden-sonuç ilişkileriyle ilgili sorularımla anne
babamı ve öğretmenlerimi bıktırırdım.
Resim yapmayı, çizmeyi, karalamayı severdim. Bir keresinde sanatımı salonun
duvarında icra ettiğimde, annem bana -bağırıp çağırmak yerine- resmin kağıda
yapılacağını söylemiş ve duvarı bana sildirerek evin duvarlarına resim
yapılmayacağını öğretmişti.
Oyuncaklarımı parçalara ayırıp yeniden birleştirebilmekten keyif alırdım. Bunun
için, zaman zaman da olsa azar işitmeyi bile göze alırdım.
Kumdan kaleler inşa etmek, iskambil kağıtlarını değişik şekillerde dizmek çok
eğlenceli gelirdi.
Rüyalarımı renkli, net ve detaylı olarak hatırlardım. Bazılarını hala hatırlıyorum.
Gittiğim bir yolu aradan uzun zaman geçse de kolaylıkla hatırlardım. Hiçbir
yerde kaybolmaktan korkmazdım.
Hep resimlerle düşünür, herkesin de benim gibi düşündüğünü sanırdım.

Birisinin göz bebeklerinin büyümesi ve odaklanmamış bir şekilde ileriye


bakması onun zihninde resimler oluşturduğunu gösterir. Böyle birisine sizi
dinlemediği için kızmayın. O söylediklerinizi zihninde canlandırmakla meşguldür.
Eğitimlerde görsel malzemeleri göz hizasının üstünde bir yere asın. Elinizi ve
gözlerinizi yukarıya doğru kaldırarak konuyu anlattığınızda kinestetik dinleyiciler
de gözlerini yukarı doğru kaldırmak zorunda kalacaklardır. Böylece özellikle
istatistiksel bilgileri daha iyi anlamalarına yardımcı olursunuz.
Çocuğunuz ya da arkadaşınız gözlerini aşağıya indirmiş “yapamam, beceremem”
diye kendine olumsuz telkin yaptığında, onun bir şekilde yukarı bakmasını
sağlayın. Örneğin; oturuyorsa siz karşısında ayakta durun. Yukarı doğru hareket
ettirdiğiniz ellerinizi gözleriyle takip etmesini sağlayın, kendisini başarılı olarak
imgelemesine yardımcı olun. Olumsuz duygulardan çıktığını göreceksiniz.
Görseller omuz kaslarını çok gerdikleri için omuz kaslarını gevşetici egzersizler
yapmaları kendi yararlarına olur.
İŞİTSELLİK

İşitseller nüfusun yüzde yirmisini oluşturuyor. Radyonun altın çağını yaşadığı


televizyon öncesi dönemde herhalde bu oran çok daha yüksekti. İşitseller tüm
göğüsleriyle nefes aldıkları için konuşmaları ritmik ve melodiktir. Gözler sağa ve
sola giderken, baş da genellikle dinlenilen kişinin tarafına doğru eğilir. İşitsel size
“kulak veriyor”dur.
Hatiplik, şarkıcılık, yazarlık, radyo/TV sunuculuğu, editörlük, avukatlık, dil
öğretmenliği, çevirmenlik, kütüphanecilik, DJ’lik, müzisyenlik, söz ve müzik
yazarlığı, sekreterlik gibi meslekler işitsellerin ilgi duyduğu alanlardır. Başarılı bir
psikolog, psikiyatrist ve terapistin kinestetiğinin yüksek olmasının yanı sıra
işitselliğinin gelişkin olması gereklidir, hatta zorunludur.
Dinlemeyi bilen insan sayısının az olduğu dünyamızda en iyi dinleyiciler
işitsellerden çıkıyor. İşitseller başkalarıyla olduğu kadar kendileriyle de baş başa
kalmaktan, kendileriyle konuşmaktan zevk alır. Bu yüzden uzun süreler inzivaya
çekilebilen ve bu durumdan zevk alanların (özellikle doğanın sesi ya da kitaplar ve
müzik ona arkadaşlık ediyorsa) çoğu işitseldir. Şehrin göbeğinde ana cadde
üzerinde, gürültülü bir bölgede ev tutmak, işitsellerin yapacağı son şeydir. Neon
lambalarının, aktivitenin bol olduğu yerler görseller için caziptir.
İşitsel eşinize kuş seslerinin bol olduğu sakin bir ortam çok daha çekici
gelecektir. Hele doğa içinde bir ev, en ideal olandır.
“Sizi iyi duyamadım. Tekrar eder misiniz” diyen kişi sizi dinlemediği için tekrar
ettirmez. Aksine çok iyi dinlediği ama başka seslerden rahatsızlık duyduğu için sizi
iyi duyamamıştır. Çünkü işitseller seslere ve gürültüye çok hassastır. Harmoni
içermeyen seslerden çok rahatsızlık duyarlar. Siren sesi, korna sesi, kapı gıcırtısı,
bıçak bilenirken çıkan ses ya da tırnakla çizilen karatahtadan gelen sesler işitsel için
tahammül ötesi sesler olabilir. Aşırı gürültüde kulaklarını elleriyle ilk tıkayan
onlardır. Ders çalışan ya da kitap okuyan bir işitsel daha iyi konsantre olmak için ya
müzikle isteyebilir ya da tam sessizlik.
En etkileyici şairler, kinestetiği gelişkin işitsellerden çıkar. Çünkü şiir duyguların
en harikulade biçimde dile gelmesidir. Yürüyüşleri de konuşmaları gibi ritmiktir
işitsellerin. İşitsel sevgilinizin kulağına fısıldayacağınız her sevecen sözcük, size çok
yaratıcı sevgi ifadeleriyle geri dönecektir. Onunla iletişimi koparmak istiyorsanız
monoton bir sesle konuşmaya başlayın ya da konuşurken hızla hareket edin.
Çenesi düşükler de işitsellerden çıkar. Özellikle eğitimli ve anlattıkları konunun
uzmanı iseler susmayı bilmedikleri için dinleyici kinestetiklerin içine “daral” gelir
ve konuşma “kabak tadı verir”, görseller konuşmanın bitmesini “dört gözle bekler”.
İşitseller ise çenesi düşük konuşmacıya “kulaklarını tıkayıp” kendi iç dünyalarına
döner ve kendi düşüncelerini “dinlemeye” başlar.
Görseller için gözden uzak olan gönülden de uzak olabilir, görüntü çabucak
kaybolabilir ama ses ışıktan daha yavaş olduğu için işitseller duyguların frekansına
görsellerden daha yakındır. Bu nedenle arkadaşlıklar kolay kolay ölmez. Bir söz, bir
şarkı hafızalardan yıllarca silinmez. Aşk acısı çeken işitsel arkadaşınız, ayrılığın
üzerinden uzun zaman geçtiğinde bile size hala sevgilisiyle yaptıkları konuşmaları
değişik yorumlarla tekrar tekrar anlatıyordur.
İşitsel arkadaşınız duygularını kolaylıkla dile getirdiği için, bu duygu ve
içgörüleri paylaşım ihtiyacı onu özellikle bir başka işitselle kolaylıkla arkadaşlık
kurmaya yönlendirir. Dinlemeyi de bildiği için de bu arkadaşlık sürer. Eğer
frekansının tuttuğu bir arkadaşı yoksa ya da içe dönük bir yapıya sahipse bu kez de
yazar.
Ernest Hemingway, kitaplarında görselliği seslendiriyordu. Çanlar Kimin İçin
Çalıyor, sözsel imgelemenin klasik bir örneğidir. Bir dil büyücüsü olan
Shakespeare’in eserlerindeki şiirsel ve felsefi anlatım, bir ses sanatı ustalığıdır...
Ama Shakespeare’in sahnelenmesi görsel açıdan zordur. “Shakespeare oynamak”,
işitsel-kinestetik olan her oyuncunun düşüdür.
Görsel sanatın (sinemanın) pirlerinden biri olan Steven Spielberg’in aynı
zamanda güçlü bir işitsel olduğunu filmlerinden biliyoruz. Üçüncü Türden İlişkiler
filminde uzaylılar dünyalılarla altı nota kullanarak iletişim kurmaya çalışıyordu. Ya
E.T’nin “Eve dönmek istiyorum” diyen sesi?
Mozart, küçük bir çocukken Roma’daki Sistine kilisesinde duyduğu Gregorio
Allegri’nin Miserere adlı parçasından çok etkilenmişti. Vatikan bu parçanın kilise
dışında çalınmasına ve notalarının kopyalanmasına izin vermiyordu. Mozart, o
olağanüstü kulak hafızasıyla duruma çözüm buldu. Bir kez daha kiliseye giderek
parçayı dinledi ve tek bir notayı eksik bırakmadan tüm müziği hafızasına aldı.
Harika dedektif Sherlock Holmes karakteri, bir konuyu çözümleyebilmek
ipuçlarını birleştirebilmek için kemanını çıkarıp çalmaya başladığında çözümü de
buluyordu. Müziğin düşünceyi daha etkin hale getirdiği biliniyor.
Eğitimlerde işitselliği zayıf katılımcıların çektiği zorluklar konusunda
söylediklerinden bazıları:
Okuduklarımı anlamakta bazen zorlanıyorum.
Düşüncelerimi yazılı olarak ifade etmekte güçlük çekiyorum.
Bir kavramı, bir olayı ya da bir nesneyi tanımlamak isterken doğru sözcükler
hemen aklıma gelmiyor.
Yabancı kelimeleri doğru telaffuz edemiyorum.
Bir şarkıyı makamıyla söylemeyi çok isterdim.
O kadar kursa gitmeme rağmen dil öğrenmekte zorlanıyorum.
Sözlerini tümüyle bildiğim bir şarkı bile yok.
Konumu çok iyi bilmeme rağmen, toplum önünde konuşmak benim için bir
kabus.
Çocuklarınızın işitselliğini geliştirmesine yardımcı olmanız için, işitsel puanları
yüksek katılımcıların, çocukluklarında nelere ilgi duydukları konusunda aşağıdaki
söylediklerine kulak verebilirsiniz.
Erken konuşmaya başlamışım.
Annemin bana okuduğu hikayeleri şiirleri kolaylıkla ezberlerdim.
Babamla birbirimize not yazmayı oyun haline getirmiştik. Çok küçük yaşta bile
masalların sonunu farklı tamamlayarak anlatmam teşvik ediliyordu.
Ansiklopediler ve sözlüklerde bir konu ya da kelime aramayı seviyordum.
Konuşkan bir çocuktum. Evde dinlendiğimi bana hissettirirler ve sorular
sorarlardı.
Okumayı erken öğrendim.
Annemle kitapçıları gezer, kitap almaya bayılırdım.
Evde masayı davul gibi çalar, çatal, bıçağı birbirine vurarak “müzik” yapardım.
Ailemden “gürültü” yaptığım için azar işittiğimi hatırlamıyorum -bazen beni
müziğimi yapmam için odama göndermelerinin dışında.
Erken yaşta bir enstrüman çalmaktan zevk almaya yönlendirildim.
Müzik dinlemeyi ve şarkı söylemeyi çok severdim.
Yabancı dil öğrenmek bana kolay geliyordu. Bu yüzden küçük yaşta dil
öğrenmeye başladım. Ailem bu yeteneğimi değerlendirmeme yardımcı oldu.
Annem doğa seslerinden oluşan bir kaseti bana dinlettirir ve doğadaki değişik
sesleri ayırt etmemi isterdi -kuş sesi, rüzgar sesi, çağlayan sesi gibi. (Bunu söyleyen
katılımcı bugün tanınmış bir soprano).
Müzik eşliğinde ders çalışırdım.
Ailece sessiz film oynamayı severdik.
Kelime bulmacaları çözen ve bana sevdiren bir babam vardı.
KİNESTETİK

Güldü mü tüm bedeniyle gülen, ağladı mı katıla katıla ağlayabilen ve duygularını


göstermekten korkmayan kinestetikler. Duygularınızı anlamaya çalışan
kinestetikler. Görsel ne kadar yang (erkek enerji) ise, kinestetik de o kadar yin’dir
(dişi enerji). İşitsellerin yorumcusudur kinestetik. Kinestetik günümüz dünyasında
en az rastlanan öncelikli kanal. Genellikle kadınların hakimiyeti altında olan bu
kanal, aslında tüm canlıların olduğu gibi insan türünün de ilk kanalıydı. Kendimizle,
başkalarıyla ve doğayla kurduğumuz derin ilişki bu kanalla oluyor. Sadece görüntü
ve sesle kalsaydık iki boyutlu bir dünyaya mahkum olurduk.
Kinestetikler sohbeti görsel ve işitsellerden farklı nedenle yaparlar. Onlar için
diyalog, sözleri, imgeleri duygulara dönüştürmek içindir. Yaşam duygularla yaşanır.
Descartes’ın, “Düşünüyorum. Öyleyse varım” sözüyle birlikte ön plana çıkan
düşünce ve mantık krallığının hükümranlığı insanı adım adım kendisinden ve
bedeninin verilerinden uzaklaştırdı. Günümüzde bedeninin ve duygularının dilini
unutan Batı insanı ikisinin de mesajlarını, ilaçlarla susturmaya, içkiyle avutmaya,
para ile uyutmaya, sevgi içermeyen cinsellikle oyalamaya, mantıkla bastırmaya
çalışıyor.
Neyse ki bedenimizin ve duygularımızın varlığını son dönemlerde moda olan
yoga, spor ve jimnastik salonları ve değişik terapi yolları ile yeniden hatırlamaya
çalışıyoruz.
Kinestetikler karından derin nefes alır. Tıpkı saf kinestetik olan bebekler gibi.
Gözleri aşağı sağa bakarak duygularıyla temasa geçen kinestetiklerin konuşmaları
yavaş ve derindir. Çünkü duygular varlığın derinliğinden gelir. Bu yüzden hızlı
konuşan görseller kinestetiği sıkıcı hatta aptal bulurken, kinestetik ise görseli “çok
laf ama boş laf” olarak algılar...
Bedenleriyle iletişim halinde oldukları için ani hareketlere yatkındırlar. En iyi
dansçılar kinestetiklerden çıkar. Çünkü kaslar esnektir. Pantomimciler duyguları
bedensel ifadelerle dile getiren kinestetiklerdir.
Dokunmak ve dokunulmak kinestetik için hayati ihtiyaçtır. Aslında herkes için
bu böyle olsa da onlar bu ihtiyacın varlığını ne unutur ne yadsır, ne de başka
yollarla telafi edilebileceğine inanırlar.
Tüm, eğitimlerime katılmış olanların içinde bugüne dek en yüksek kinestetik
puanı almış bir katılımcıyı unutmam mümkün değil. Çok uzun yıllar devletin üst
kademesinde görev yapan bu kişi için her an davranışlarını denetlemesi çok
önemliydi. Her sözü, her davranışı “başkaları ne der” düşüncesine göre dikkatle
denetleniyordu. Eğitimlerimde sarılmak, birbirimizle kucaklaşmak eğitimin doğal
bir parçasıdır. Bu kişi konumu elvermediği için karşı cinsle kesinlikle
kucaklaşmıyordu. Güvenli bir ortam içinde bile kendisi olamıyordu. Ama en yüksek
kinestetik puanı almıştı. Bu işe bir türlü akıl sır erdiremiyordum. Ta ki onu
gözlemleyerek sorumun cevabını alana dek. Kendisine kimsenin dokunmasına izin
vermiyordu, karşı cinsle tokalaşmıyordu bile. Ama ikili egzersizlerde karşısındaki
erkek de olsa, kadın da olsa partnerinin dizine, koluna muhakkak dokunarak
konuşuyordu. Bunu farkında bile olmadan yapıyordu. Zaten farkında olsaydı
eminim kendisini denetlerdi.
Böylesine kendisini denetleyen biri olmasına rağmen grupta herkes onu
seviyordu. Etrafına sıcak duygular yayıyor, insanlarla gerçekten ilgileniyordu.
Görseller yanlış anlaşılma ödülünü ellerinde tutarken, kinestetikler de
kendilerine önyargılı yaklaşma ödülüne sahipler. Neyse ki altmışlı yılların çiçek
çocuklarıyla birlikte kinestetikler yeniden ufak ufak kabul görmeye başladı. Hele
hele duygusal zeka diye bir zeka türünün var olduğunun anlaşılmasıyla birlikte
insanlık adım adım Descartes’ın tutsaklığından çıkacak gibi görünüyor.
“Entelektüel biriyle birlikte olmaktansa, manik depresifle olmayı tercih ederim”
demişti ismini şu an anımsamadığım biri. “Çünkü en azından onunla zamanımın
yarısı keyifli geçer”. Einstein, kendisini ışığın üzerinde seyahat ettiğini hayal
ederken bile, teorisini bedeninde hissettiğini söylüyordu. Kendisine problemi nasıl
çözdüğüyle ilgili soru yöneltildiğinde yanıtı ilginçti: “Düşüncemin mekanizmasında
kelimeler ve dil olmuyor. Düşünce elementleri bir takım işaretlerle hizmet ediyor.
Bu işaretlerin doğasında sanki görsel ve kassal imgeler var. Sanki bedenim de
düşünüyor”.
William James alfabenin harflerine “mental parmaklar”ıyla dokunduğunu
söylüyor.
Fransız yazar Marcel Proust, Geçmişin Hatırlanması, adlı eserinde bedenin zihin
üzerindeki etkisini araştırıyor. Bir gün bir arkadaşının yolu düzgün olmayan
bahçesinde yürürken bedeninde tanımlayamadığı bir duygu hissediyor.
Duygusunun nereden geldiğini epeyce sorguladıktan sonra buluyor. Yıllar yıllar
önce İtalya’da yine eğri büğrü bir yolda yürürken yaşadığı duygular yeniden
canlanıyor. Bedende depolanan bu duygular, yeniden benzer bir bedensel duruma
girdiğinde zihinde su yüzüne çıkıyor.
Proust’un yazdıkları, bedensel pozisyonun düşünce üzerindeki etkisi açısından
önemli. Yogadaki değişik asanalar (bedensel pozisyonlar) belirli bilinç durumları
yaratmaya yöneliktir. Asanalar da doğadaki hayvanların değişik duruşlarından
esinlenmiştir. Örneğin; hasta bir hayvan iyileşmek için belirli bir pozisyona giriyor
ve bu pozisyon onun daha çabuk iyileşmesini sağlıyor.
Eğitimciler de son yıllarda bedensel pozisyonun önemi üzerinde araştırma
yapıyor. Örneğin İngiliz eğitimci Michael Gelb, zor matematik sorularıyla boğuşan
çocukların bedenlerini kastığını ve kapadıklarını gözlemlemiş. Onlara bedenlerini
açma ve doğru nefes alma yollarını gösterdikten sonra öğrenciler doğru yanıtları
kolaylıkla bulmuşlar. Öğrenciler doğru yanıtların “zihinlerinden fırladığını”
söylüyor. Oksijen, bedenin belirli pozisyonunda daha rahat dolaşarak zihni besliyor
ve düşünmeyi kolaylaştırıyor. Derin nefes alarak ve başınızı dik tutarak kendinizi
güvensiz hissetmeniz mümkün olabilir mi? Heyecanlı hissedebilirsiniz ama
güvensiz? I-ıh.
Kinestetiklerin iş alanları yaygındır: psikolog, fizik terapisti, sosyal hizmetli,
dansçı, aktör, marangoz, profesyonel sporcu, sosyolog, antropolog, halkla ilişkiler
uzmanı, turizmci, danışman, satış elemanı, terapist, reklamcı vb.
Başarılı motivasyoncular kinestetik boyutu gelişkin kişilerdir. Aslında duygulara
hiç ihtiyaç duymayan kaç tür iş vardır ki? En duygusuz iş gibi görünen finans
sektöründe bile yükseliş ya da düşüşlerde yatırımcıların duygusal tepkilerinin rolü
yok mu? Ekonomik krizin ardında duyguların krizi yatmıyor mu? Korkular
duyguların krizidir.
James Joyce, Dublinliler adlı eserinde James Duffy adlı içe kapanık bir banka
memurunun hikayesini anlatır. Bay Duffy bir kadınla tanışır ve onunla yoğun
entelektüel bir ilişki yaşar. Kadın elini adamın yanağına dokundurduğunda ilişki
sona erer. Joyce, Duffy’i tanımlarken, o, bedeninden uzakta yaşıyordu, der. Duffy,
gerçek yaşamdan kopmuş, kendi yarattığı zihinsel hapishanesinin bir mahkumu
olarak yaşayan, daha doğru bir ifadeyle yaşadığını sanan biri. Ne yazık ki günümüz
dünyası Duffy’lerle dolu.
Bazı dinlerde din mahkumları kendilerine bedensel hazzı yasaklıyor. Descartes
mahkumları ise kendilerine duyguların hazzını yasaklıyor. Ve zihinsel hapishaneler
tıklım tıklım dolu Batı dünyasında.
Eğitimlere katılanlar arasında kinestetiği zayıf insanlar, hayatta yaşadıkları
zorlukları paylaşıyor. Bu paylaşım bile onların kinestetik boyutlarını
geliştirmelerinde güçlü bir etmen oluyor:

Yeni insanları tanımakta utangaç davranıyorum.


Yanlış anlaşılıyorum.
Başkalarına karşı ya öfkeliyim ya da savunmadayım.
İnsanlarla empati kurmakta zorlanıyorum.
Gerçekten ihtiyacım olduğu anlarda kendimi yalnız hissediyorum.
Başkalarını anlamakta zorluk çekiyorum.
Kendimi değersiz hissediyorum.
Hayatta “gerçek” amacımın ne olduğunu bilmiyorum.
Sevmekten ve terk edilmekten korkuyorum.
Yakınlaşmanın yüz göz olmaya dönüşmesinden korkuyorum.
Yalnız olmaktan hoşlanmıyorum.
Dans etmeyi bilmediğimi söylemekten utanıyorum.
Bedenimi tanımadığım için diyet yapıyorum, egzersiz yapmıyorum ve
eğlenmesini bilmiyorum.
Dans etmeyi öğrenemeyeceğimi düşünüyorum.
Hiçbir bedensel faaliyete ilgi duymuyorum.
Duygularımı tanımıyorum. Bazı duyguları kendime yasakladığımı fark
ediyorum.

Bireysel gelişim denilen şey, kinestetik özgürlüğün kazanılmasıdır. Eğitimlerin


temel amacı da bu. Kişiyi tüm boyutlarıyla barışık olma yolunda ilk bütünsel adımı
atmasına katalizör olabilmek.
Tüm duyuları açık insan, kendini gerçekleştirme yetisine sahip olan insandır.
Kinestetik zenginlik, görsel ve işitsel zenginlik gibi çocuklukta kazanılmaya
başlanır.
Kinestetik puanları yüksek katılımcıların çocukluk dönemiyle ilgili içten
paylaşımları sizi de bir yerlerden kavrayabilir:

Kendime güvenen ve özgür ruhlu bir çocuktum. Ailem yaşıma uygun


sorumluluklar veriyor ve kararlarımın olası sonuçlarını bana söyleyerek
seçimlerimin sonucunun benim sorumluluğum olduğunu vurguluyorlardı.
Çeşitli hobilerim vardı. Kendi başıma oynamaktan da zevk alıyordum.
Kimselere söyleyemediğim, bugün psişik diyebileceğim deneyimler yaşıyordum.
Kendimin anne babamdan ayrı bir birey olduğumu, küçük yaşta fark etmiştim.
Herkesten ve her şeyden saklanabileceğim “gizli” bir yerim vardı.
Büyüyünce ne olacağımı sık sık düşünüyordum.
Tanımadığım insanlarla rahatça ilişki kurabiliyordum.
Okulda arkadaş çevrem genişti.
İnsanların duygularını rahatlıkla “okuyabiliyordum”.
Arkadaşlarım bana kolayca açılıyordu ve sır tutabiliyordum.
Erken yürümüşüm. Annem babam çok becerikli olduğuma karar vermiş.
Fiziksel olarak çok aktif bir çocuktum. Başkalarının yaramaz (işe yaramaz)
dediğine benim annem babam aktif diyordu.
Değişik sporlara ilgi duyuyordum. Maymun iştahlı olmak yerine çok yönlü
olduğum mesajını almıştım.
Hayvanları ve doğayı çok seviyordum. Bu insancıl olduğumun göstergesiydi.
Kapı gıcırdasa dans ederdim. Herkes gülerdi.
Başkalarının ruh halleri beni çok etkilerdi. Kendi duygularımın ne olduğunu
bilemezdim.
Sezgilerim çok güçlüydü ve annem bana, sezgilerime güvendiğini söylerdi.
Öpülen, koklanan bir çocuktum. Annem saçlarımı okşar, babam kucağına alırdı.
Annemle duygularımı paylaşır ama babama bir şey söyleyemezdim.
Annemle babamın sıkça öpüştüklerini görürdüm. Bu beni mutlu ederdi.

Eğitimlerde kendilerini en çok ifade edenler kinestetikler oluyor. Çoğunun işitsel


ya da görsel yanı da benzer ölçüde gelişkin oluyor. Eğitimlerde kendilerini hiç ifade
edemeyen kinestetiklerle de karşılaşıyorum. Ama bir süre uğraştıktan sonra en hızlı
açılanlar yine onlar oluyor. Yılların bastırılmışlığına rağmen hayatta kalan
duygularını telafi edercesine bazen grubu bezdirebiliyorlar. Ama bir süre sonra her
şey dengeye oturuyor. En azından içten konuştukları için kendilerini uzun süre
dinlettiriyorlar.
Hiç kimsenin saf görsel, işitsel ya da kinestetik olmadığını tekrar vurgulamak
istiyorum. Sadece bu kanallardan birini daha fazla kullanıyoruz. Kullanım
oranlarımıza göre kişiye tek kanallı, iki kanallı ya da üç kanallı diyoruz. Doğal
olarak üç kanalı da etkin kullanan insanlar yaşamda daha başarılı oluyor.
Acaba tüm kanalları yüzde yüz kapasiteyle kullanan insanlardan oluşan bir
dünya nasıl olurdu? Aslında insan denilen varlığın doğası bu. İnsanın geleceğinden
umutluyum.
Hayvanlar kendi kapasitelerinin tümünü kullanıyor. Kendi doğal ortamında
yaşayan bir hayvanın ya da bitkinin mutsuz olduğunu düşünebiliyor musunuz? O
kendi doğasını ifade etmekle meşgul. Kedinin “nankörlüğü”, yılanın “sinsiliği”,
aslanın “cesurluğu”, devenin “kindarlığı”, eşeğin “inatçılığı” bizim
halusinasyonlarımız. Kendimizin gölgelerini yansıtıyoruz hayvanlar alemine. Onlar
kendi doğalarını yaşıyor. Biz ise kendi yarattığımız doğamıza uygun olmayan ama
egomuzun açlığını umutsuzca gidermeye çalıştığımız dünya düzenimizde
umutsuzca mutlu olmaya çalışıyoruz.
Hayvanlar mutsuzluğu bilmiyor. Biz biliyoruz. Neden? Çok zeki olduğumuz için
mi? Yoksa olabileceğimiz ile olduğumuz arasında açının büyüklüğünü sezgisel
olarak hissettiğimiz için mi?
Kafesteki hayvanlar da mutsuzdur. Tıpkı biz insanlar gibi.
Farkımız: Onlar doğal ortamlarında olmadıklarını hissediyorlar, kafes yaşamına
boyun eğmek zorunda kaldıkları için de mutsuzlar. Biz ise doğal yaşamın ne
olduğunu bile bilmiyoruz. Kafeste olduğumuzu fark etmiyor, insanat bahçesini
gerçek yaşam sanıyoruz. Kafesimize ne kadar çok fıstık depolarsak o kadar mutlu
olacağımızı sanıyoruz. Fıstıklarımızın çokluğu gözümüzü doyurmuyor,
başkalarının fıstığına göz dikiyoruz. Mutluluğun yan kafesteki fıstıklarda olduğunu
düşünüyoruz.
Kafesin dışına çıktığımızda her yerin fıstık bahçesi olduğunu bilecek kadar
uzaklaşamıyoruz kafeslerimizden. Üstelik tarih boyunca bizim kafeste yaşadığımızı
söyleyen kafesin dışına çıkmış insanlara ne yaptık? Astık, kestik, hapse attık.
Neden? Onları tehlikeli bulan bakıcılarımızın bize fıstık vermemesinden
korktuğumuz için. Bakıcılarımızın bize gerçekten baktıklarını sandığımız için
onların küflü fıstıkları bize bıraktıklarını, tazelerini kendilerine ayırdıklarını
göremedik. Kafeslerimizin çürüyen tellerini koparıp özgürlüğü seçmek yerine,
bakıcılarımızın bize fıstık vereceği umuduyla kendi ellerimizle yeniden ördük. Hem
de daha sağlam.
Günümüz ekonomik, siyasal ve toplumsal sistemi egomuzun dışa vurumu.
Egomuz nasıl gerçek doğamız olan özümüzü (benimizi) kıskaçlarıyla hapsetmişse
biz de bu sistem içinde hapsolmuş durumdayız. Kendi doğal sistemimiz içinde de
kendimizi haklarımızı kullanmayarak hapsediyoruz. Görsel, işitsel ya da kinestetik
haklarımızı kullanmayarak. Bölük börçük haklarla idare ederek, dünyayı olduğu
gibi algılamak yerine kendi realitemizle algılıyoruz. Ve küçük dünyamızda ya
büyüğü algılayamadığımız için mutsuz oluyoruz ya da sezinlediğimiz halde
haklarımızı kullanmadığımız için daha da mutsuz oluyoruz.
Bireysel güç, sahip olduğumuz hakları kullanarak, olmaktan geçiyor.
Olan, kafesini yok eder ve özgürleşir.
Sahip olan, kafesini korur.
Olan, fıstık bahçelerine sahiptir.
Sahip olanın kafesteki fıstıkları, onun sahibidir.
Kafesteki hayvanlar da insanlar da mutsuzdur.
“Bütün sadakalar merhamet yüzünden verilseydi, dilenciler açlıktan ölürdü”
diyor Nietzsche.
DİL KULLANIMI İLE UYUM

İletişimde uyum, iki insanın birbirini anlaması demektir. Türkçe bilmeyen bir
Amerikalı ile İngilizce konuştuğumuzda onun diliyle uyum içine girer ve
birbirimizin ne dediğini anlarız demiştik.
Şimdi aşağıdaki çiftimizin konuşmalarına kulak verelim:

CEM: Bu akşam o partiye gitmemiz gerektiğine dair bir neden göremiyorum.

SEVGİ: Sana gitmemiz gerektiğini söylüyorum.

CEM: Anlaşılan sen gitmeye odaklandın. Bu konuyu benimle gündüz görüşmedin


bile.

SEVGİ: Sana bu akşam oraya gideceğimizi geçen hafta kaç kez söyledim.
Söylediklerimi dinlemiyorsun bile.

CEM: Sana önce işte, iş randevularımı gözden geçirmem gerekir dememiş miydim?
Bazı sorunları sana yansıtmamaya çalışıyorum ama sen benim durumumu hiç göz
önüne almıyorsun.

SEVGİ: Neden bahsediyorsun?

CEM: İşte gördün mü bak? Neyse akşam akşam sana iç karartıcı bir tablo çizmek
istemiyorum.

SEVGİ: Sen de benimle diyalog kurmadığın sürece böyle ayrı tellerden çalmaya
devam ederiz.

Gerçekten de bu çift ayrı tellerden çalıyor. Çünkü bakış açıları farklı. Cem görsel,
sevgi ise işitsel öncelikli kanala sahip. Sevgi, Cem’in getirdiği çiçeklerin sevgi
gösterisi olduğunu da anlamıyor. O, “seni seviyorum” kelimelerini duymak istiyor.
Sevgi, Cem’e sık sık onu sevdiğini söylüyor ama Cem sevildiğini görmek istiyor.
Sevgi’nin onun için daha özenli giyinmesi, onun yanında bigudilerle gezmemesi
gibi.
Cem ve Sevgi’nin birbirlerinin temsil sistemleri hakkında bilgileri olsaydı,
birbirlerinin dilini kullanarak sağlıklı bir iletişim kurabilirlerdi. Cem işitsel, Sevgi
görsel sözcükler kullanarak iki tarafı da mutlu eden bir çözüm bulabilirlerdi.
Nice iş konuşmaları iki taraf benzer şeyleri söylediği halde farklı temsil sistemleri
kullandığı için anlaşmazlıkla sona eriyor. İşte bir örnek:

Departman müdürü Türkan, uzun zamandır en başarılı elemanlarından biri olan


müşteri temsilcisi Serdar ile konuşma yapma ihtiyacını duyuyor. Son aylarda
Serdar’ın satışları hayli düşmüş görünüyor. Türkan bu durumun Serdar için hiç de
doğal olmadığını düşünerek endişe duyuyor. Serdar’ın sorunlarına yardımcı olmak
amacıyla onu ofisine çağırıyor. Ayrıca yakında ücret artışları tespit edileceği için
Türkan’ın Serdar’ın performansıyla ilgili bir rapor hazırlaması da gerekiyor.

TÜRKAN: Son günlerde satışlarında bir düşme olduğunu görüyorum. Raporlarına


baktığım halde neleri gözden kaçırmış olabileceğini anlayamadım. Sana yardım
etmek istiyorum. Yapabileceğim bir şey var mı?

SERDAR: Bilmiyorum Türkan... Son zamanlarda üzerimdeki ağır yükün baskısına


dayanamıyorum. Bu duygumun beni engellediğini hissediyorum. Ama neden
birdenbire böyle hissettiğim konusunda belirli bir şeye parmak basamıyorum.

TÜRKAN: Sıkıntını görüyorum. Belki soruna odaklanırsak, çözüm için bir bakış açısı
kazanabiliriz.

SERDAR: Anlamıyorsun Türkan. Problemimin ne olduğunu bile bilmiyorum. Ortada


elle tutulur bir neden yok. Sorunu yakalamaya çalışıyorum ama bir yol
bulamıyorum.

TÜRKAN: Bana, birlikte sorunu kolayca görebiliriz gibi geliyor... Önce raporlarını
yeniden gözden geçirmemiz gerekiyor, belki soruna farklı bir boyutta yaklaşabiliriz.

SERDAR: Ama Türkan, raporlardan bir şey yakalamamız mümkün değil. Çünkü
işimi yapmam gerektiği gibi yapıyorum. Daha çok sayıda müşteriyle bağlantı
kuruyorum. Ama yine de satışlarımda artış olmuyor.

TÜRKAN: İşini yaptığını biliyorum Serdar. Sorunun ne olduğunu görme arzunu da


biliyorum. Şu anda önemli olan sorunun kaynağını görebilmen. Satışların bu kadar
düşmesine daha fazla göz yummaya konumum müsait değil.

SERDAR: Bazen merak ediyorum Türkan. Acaba söylediğim tek kelimemi işittin mi?
Bana gerçekten yardım etmek istediğini biliyorum. Bu hoşuma da gidiyor ama beni
gerçekten dinlemiyorsun gibi geliyor.

TÜRKAN: Sen de bir görüş birliğine varmamak için sanki bütün engelleri
koyuyorsun. Bugün izin al, biraz dinlen ve durumu yeniden sakin kafayla gözden
geçir, tamam mı?

Serdar öfkeli, sinirli bir şekilde odayı terk ediyor. Türkan’ın onu hiç anlamadığını
düşünüyor. Kendisini konuşma öncesinden bile daha kötü hissediyor. Türkan ise
başını hayretle sallayarak Serdar’ın arkasından bakakalıyor. Onun neden sorunuyla
yüzleşmek istemediğine, desteğini ve yardımını kabul etmediğine bir anlam
veremiyor. Oysa ne kadar iyi niyetle yaklaşmıştı Serdar’a.
Cehenneme giden yol da iyi niyet taşlarıyla döşelidir. Siz taşlarınızı döşemeden
önce yolun cennete giden yol olduğunu öncelikle tespit ediyorsunuz, değil mi?
Bir müşterinizle görüşürken öncelikle hangi temsil sistemini kullandığını
bulmanızda yarar vardır.
Gözden geçirmek, görünüşe aldanmamak, görebildiğim kadarıyla vb. sözleri
ağırlıklı olarak kullanan -görsel- müşterinize: “Bu ürüne bakış açınızı görebildiğim
kadarıyla....”;
Söylemek, işitmek ve okumakla ilgili kelimeleri ağırlıklı olarak kullanan
müşterinize: “Bu ürünle ilgili söylediklerinizden anladığıma göre...”;
Hissetmek, kavramak, dokunmak gibi kavramlarla kendisini ifade eden
müşterinize: “Bana verdiğiniz bilgilerden kavradığım kadarıyla...” diye söze
başladığınızda müşteriniz anlaşıldığını bilerek rahatlayacaktır.
ODAKLANMA VE MOTİVASYON

Uyanık ya da uykuda olduğumuz her an, dış dünyadan duyularımız aracılığıyla


milyonlarca veri alıyoruz. Ama bilincimiz aynı anda ancak beş ile dokuz arasındaki
veriye odaklanabilir. Siz, yedi rakamlı bir telefon numarasını belleğinize
kaydetmeye çalışırken ikinci bir telefon numarasını da aynı anda aklınızda
tutamazsınız.
Şu anda bulunduğunuz mekana ait tüm veriler bilinçaltınızda kayda geçiyor.
Sadece veriler mi? Mekanla ilgili düşünce ve duygularınız, orada otururken
kafanızdan geçen başka şeylerle ilgili düşünce ve duygularınız, anılarınız,
umutlarınız, beklentileriniz ve korkularınız, kendinizle yaptığınız iç
konuşmalarınız, üzerinizdeki elbisenin, ayakkabının rengi, rahatlığı vb. her şey ama
her şey bilinçaltında kayda geçiyor. Ama size gözünüzü kapattırıp odanın
duvarlarının rengini sorsam belki ona bile yanıt veremezsiniz. Özellikle ilk kez
bulunduğunuz bir mekansa. Oysa derin hipnoz esnasında odayla ilgili her türlü
soruya rahatlıkla yanıt verebilirsiniz. Hipnozla iki telefon numarasını da
tekrarlayabilirsiniz.
Bilinçaltı devasa bir üç boyutlu sinema arşivi gibi her şeyi depoluyor. Bizim her
şeyi hatırlamamamız ise bir lütuf. Her şeyi hatırlamak zorunda olsaydık onca
gereksiz veri bombardımanı altında çıldırırdık herhalde. Ömür boyu depoladığımız
her şeyi aynı anda hatırladığımızı bir düşünsenize.
Delirmek, çok şeyi aynı anda hatırlamak ve bu verilerle baş edememek olmalı.
Aynı anda bizden bir şeyler talep eden eşimizin, annemizin, babamızın,
patronumuzun, çalışanlarımızın, arkadaşlarımızın çocuklarımızın ve kendimizin
isteklerini karşılamak durumunda kalsaydık... delirmez miydik? Akıl
hastanelerinde niye daha çok kadının olmadığına şaşıyorum. Onlar son beş bin
yıldır bu tür taleplerle yaşamlarını sürdürüyorlar da. Aynı anda süper anne, süper
eş, süper kadın ve süper çalışan olma durumu. Neyse bu kitap kadın haklarıyla ilgili
değildi galiba.
Aynı anda birkaç şeyle ilgilenmek durumunda kaldığımızda bile aklımız
karışıyor. Hiçbirine doğru dürüst odaklanamıyoruz. Günlük yaşamımızda her an
seçici algılama yapıyoruz. Çevremizde ilgilendiğimiz, ilgimizi çeken şeylere
odaklanıyor, diğer şeyleri görmüyoruz, duymuyoruz, hissetmiyoruz. Eğer
hamileysek birdenbire çevremizde ne kadar çok hamile kadın olduğunu fark
ediyoruz. Kırmızı araba almışsak yollarda ne kadar da çok kırmızı araba olduğu
dikkatimizi çekiyor. Hamile olmayan kadınlar ya da kırmızı olmayan arabalar
dikkatimizi çekmiyor. Onları bir anlamda algılamamızdan siliyoruz.
İnsanları ilgilendiren konular, olaylar, kişiler farklı farklıdır. Ama algıladığımız
şeyleri düzenleme ve anlam kazandırma yollarımızla ilgili belirli temel yollar
vardır. Bilgisayarla iletişimde bulunabilmek için, yazılımı anlamak zorundayız.
Karşımızdaki kişiyle sağlıklı iletişim kurmak için de onun zihninin yazılımını
anlamamız gerekiyor. Kişi hangi verileri zihninden siliyor, hangi verilere
odaklanıyor?
Her bireyin kendi haritasına özgü odaklanma metotlarına metaprogramlar
diyoruz.
Metaprograma, iletişim kapılarını açan anahtarlar da diyebiliriz. Kişinin yarım
bardak suyu yarı dolu ya da yarı boş olarak tanımlaması iyimserlik ya da
karamsarlık göstergesinden çok metaprogram tarzıdır.
Birbirinden farklı altı metaprogram vardır.

Metaprogram 1: Benzerlik ya da Farklılık


Madonna ve Elvis Presley
Gandhi ve Hitler
Bill Gates ve Kraliçe Elizabeth
Bu isimler yan yana geldiğinde sizde ne tür bir çağrışım yapıyor? İki ünlü şarkıcı,
dünyayı değiştiren liderler, dünyanın en zengin kişileri listesinden iki isim gibi
tanımlar yapıyorsanız benzerliklere odaklanıyorsunuz. Bir kadın, diğeri erkek ya da
biri yaşıyor diğeri ölmüş, biri iyilik, diğeri kötülük timsali kişi, birisi kendisi
kazanmış diğeri unvan yoluyla hazıra konmuş zengin vb. türü tanımlar
yapıyorsanız farklılıklara odaklanıyorsunuz.
Tıpkı temsil sistemleri gibi zihnimizde bu süreci otomatik olarak yaparız. Peki
kişinin benzerlik ya da farklılık odaklı olduğunu bilmek ne işe yarar?
Bir arkadaşım, zengin ama her diktiği elbisede kusur bulan bir müşterisinden
şikayet ediyordu. Elbiseyi ne kadar mükemmel dikerse diksin müşterinin ille de bir
hata bulmasından bıkmıştı. İyi bir kazançtan vazgeçmeyi göze alarak müşterisine
bir daha hiçbir şey dikmeyeceğini söylüyordu. Arkadaşıma yeni bir taktik
uygulamasını önerdim. Bir dahaki sefere prova yaparken hataları önce kendisinin
bulmasını söyledim. Arkadaşım aslında diktiği elbiseden hoşnut olduğu halde
belinin biraz daha dar olması, omuzların biraz daha yüksek tutulması gerektiği gibi
“kusurlar” bulduğunu müşteriye söyledi. Müşteri sıkı bir farklılıkçı olarak tabii ki
arkadaşımla hemfikir olmadı ve her şeyin olduğu gibi kalmasını istedi.
Patronunuz yaptığınız her işte muhakkak eksik olan bir nokta buluyorsa bunu
kişisel algılamayın. Yaptığınız işin değerinin bilinmediğini düşünmeyin.
Farklılıkçılar hemfikir olmamayı “kendisinin titiz biri olduğunun” göstergesi kabul
ederler.
Farklılıkçı bir kişiye “yemek çok güzel olmuş” diye iltifat ettiğinizde o yemeğin
tuzunun biraz fazla olduğunu söyleyecektir. Gittiği filmin güzel olup olmadığını
sorduğunuzda “fena değildi ama geçen hafta seyrettiğim film kadar etkileyici
bulmadım” diyecektir.
Bir ürünün daha yeni ve farklı versiyonu nüfusun yüzde otuz beşini teşkil eden
farklılıkçılara hitap eder. “Siz hala annenizin margarinini mi kullanıyorsunuz?”
reklamı benzerlikçiler üzerinde pek etkili olmaz. Çünkü benzerlikçiler iyi sonuçlar
alacağını deneyimle bildiği annesinin margarinini kullanmayı tercih eder.
Farklılıkçı bir çalışan, projede hatalar bularak işi yavaşlatmaya neden olur ama
bu kişinin benzerlikçilerin göremediği şeyleri görerek ileride çıkabilecek vahim
sonuçları engelleyebilecek yararları olduğunu da takdir edin. Ayrıca farklar
yaşamın renkleridir. Değişik ortamlarda bulunmayı gerektiren işlerde bir
farklılıkçının çalışması daha uygundur.
Benzerlikçilere, yapacağı bir şeyin tıpkı daha önce yaptığı bir işe benzediğini
söylerseniz onu kolaylıkla motive edebilirsiniz. “Geçen sene aldığın projedeki
engelleri nasıl da kolaylıkla aşmış ve başarılı olmuştun. Bunu da aynen
başarabilirsin”, dediğinizde kendine güveni geri gelecektir. Benzerlikçi kişiler
“aynen”, “gibi”, “benzer” türü sözcükler kullanmayı severler. Benzerlikçi kişi çoğu
kez “uyumlu” kişi olarak algılanır. Onu, aynı giysilerle aynı aksesuarları
kullanmasından, her sene tatilini aynı yerde geçirmek istemesinden, aşina olduğu
aynı restoranlara gitmeyi tercih etmesinden de tanıyabilirsiniz. Benzerlikçi bir
kişiye yazlık ev ya da devre mülk tatil evi satmak daha kolaydır. Farklılıkçı bir
kişiye onu her yaz aynı yere gitmeye mahkum edecek bir tatil devre mülkü
satmanızın hiç de kolay olmadığını söyleyebilirim.
Boğaz köprüsünün gişelerinde çalışan memurların o biteviye tekrarlanan işi
yapabilmek için benzerlikçi kişiler olduklarını düşünürüm her köprüden geçişimde.
Esneklik ve değişkenlik içeren bir iş için ise farklılıkçı kişiyi işe almak daha
uygundur. Kişilerin çalışacağı işlerin kendi metaprogramlarına uygun olması
mutlulukları açısından önemlidir.
Söze sıklıkla, “evet”, “ama” diye başlayan kişi, sıklıkla, “bilmiyorum”, “bir şey
eksik”, “farklı”, “fena değil”, “belki” sözlerini kullanan kişi farklılıkçıdır. Onları
motive etmek için ters psikoloji kullanmak etkili olur. “Bu sorumluluğu
üstlenebileceğini pek düşünmüyorum, ama...” dediğinizde farklılıkçı kişi hemen
atlayarak boşluğu dolduracaktır. “Gecen sene kimsenin üstlenmeye yanaşmadığı o
projeyi nasıl başarıyla tamamladığımı hatırlamıyor musun?” diye yanıt verecektir
size.
Peki benzerlikçi bir kişiyle farklılıkçı bir kişinin evliliği nasıl olur? Yaklaşımlarını
kişisel algılamadıkları, birbirlerini hatalı bulmadıkları sürece hiç de fena
olmayabilir. Önemli olan anlaşmazlıklar çıktığında algılama şekillerimizin farklı
olduğunu hatırlamaktır.
Tanıdığım böyle bir çiftin evliliği eğlenceli bir şekilde sürüyor. Birkaç sene önce
NLP eğitimine birlikte katılan bu çift sorunlarının büyük bölümünün benzerlik/
farklılık algılamasından kaynaklandığını fark etmişti. Kadın artık eşinin tatil
anlayışının deniz kıyısında oturup kitap okumak olduğuna aldırmıyor. Ona,
“benzerlikçi sevgilim” diye seslenerek kendisi yöreyi fethetme yürüyüşüne çıkıyor.
Tabii akşamüstü yürüyüşlerini birlikte yapıyorlar. Erkek, “farklılıkçı” eşinin değişik
restoran arayışlarına itiraz etmiyor. Tabii mönüde köfte pilav olduğu sürece. Eşinin
garsonla çekişmesini de aldırmadan izliyor. Karısının işyerine, bir gün takım
elbiseyle uğrayıp onu daha önce hiç gitmedikleri lüks bir restorana götürdüğünü de
gururla anlatıyor. Bu, hayatında kravat takmayı reddetmiş bir kişi için oldukça
“farklılıkçı” bir davranış.
Çiftler sevgilerini partnerlerinin algılama şekillerine uygun jestler yaparak da
gösterebilir.

Metaprogram 2: Hazza Yaklaşmak - Acıdan Uzaklaşmak

İnsanda iki temel dürtü vardır: haz ve acı. Sobaya elimizi değdirmekten kaçarız.
Çünkü bize acı verir. Masanın üzerinde duran çikolataya yöneliriz. Çünkü bize haz
verir.
Kilolu arkadaşıma, zayıflamanın yolunun egzersizi günlük yaşamına
sokmasından geçtiğini söylüyorum. O, egzersizi yorucu ve sıkıcı bir şey olarak
algıladığı için egzersizden çeşitli bahanelerle kaçıyor. Ben ise egzersizi günlük
yaşamımda bana enerji veren, enerjimi artıran bir aktivite olarak algılıyorum.
İstediğim şeyleri yapmam için çok enerjiye ihtiyacım var, enerji jeneratörü olan
egzersiz benim için harika bir şey diye düşünüyorum... ve hazza yöneliyorum. Ben
haftanın yedi günü egzersiz yaparken, arkadaşım -gerekli olduğunu bildiği halde-
yapmıyor; çünkü o, acıdan uzaklaşmaya odaklı.
Başka bir arkadaşım asansöre binmekten korktuğu için (acıdan uzaklaşmak)
merdivenleri oflaya puflaya çıkıyor. Ben yürüyerek çıkmayı sağlığıma yararlı
bulduğum için (hazza yaklaşmak) asansöre binmiyorum. Komik olan yedi- sekiz
yaşındaki çocukların bile bana neden asansöre binmediğimi sormaları oluyor.
Büyüklerin çoğu da asansöre binmekten korktuğumu varsayıyor. Özellikle on
beşinci kata yürüyerek çıktığımı gördüklerinde. İnsan nüfusunun çoğunluğunu
uzaklaşma odaklılar oluşturuyor.
Metaprogramları bilmenin yararlarından biri de, eğer kendi metaprogramımız
önümüzde bir engel teşkil ediyorsa onu yeniden programlayarak hizmete
sokmaktır.
Örneğin; egzersizi enerji artırıcı hazza yönelik harika bir şey olarak değil de,
yorucu, sıkıcı bir şey olarak algılayan arkadaşım motive olamaz. O şişmanlıktan
kaçmaya çalışıyor. O zaman acıdan kaçmayı sağlayan bir yöntem bulmak
gerekiyor. Şişman olmaktan duyduğu rahatsızlık tek başına onu motive etmiyor.
Zayıfladığında bedeninin sağlığa ya da güzelliğe kavuşması da onu motive etmeye
yetmiyor. Onu motive edecek şey, kaybetmeyi göze alamayacağı bir şey olabilir. Bir
doktorun sağlığını kaybedebileceği uyarısı, eşini evlilik dışı ilişkilerle kaybetmek,
hatta yaşamını kaybetmek olabilir. Bazen iddiayı kaybetmek bile motive edici
olabiliyor.
Bu arkadaşıma her gün egzersiz yapacağına dair söz vermesini istiyorum.
Sözünü tutacağını biliyorum. Ama henüz söz vermeye karar veremedi. Çünkü söz
verip de yapmamanın utancını göze alamıyor. Herkesin kendi değer hiyerarşisine
göre, kaybetmekten (acıdan) kaçınacağı bir şey vardır. Herkes her şeyi yapabilir.
Önemli olan kişiye özgü kaçınacağı ya da yaklaşacağı kaldıraç noktasını
bulabilmektir.
Yeme bağımlılığı da bir acıdan kaçma, bastırılmış incinmeleri avutma yoludur.
Ancak bu kaçışın bedeli olan şişmanlık, kaybetmeyi göze alamayacağı daha büyük
bir bedeli ödemeyi karşılamıyorsa aşırı yemekten vazgeçeriz. Bir acıdan kaçmayı,
daha küçük bir acıdan kaçma bedeliyle ödemenin temelinde de kişinin daha az acı
olan “Hazza odaklanması” yatar. Bu acıdan kaçmanın hazzı(!) sizin için ne ise.
Alkol, uyuşturucu, uyarıcı (buna yasal uyuşturucu olan antidepresanlar ve
Prozac gibi yasal uyarıcılar da dahil) gibi maddelerin yaygın kullanımında kişilerin
amacı acıdan kaçmaktır. Duygusal acıların hissedilmemesini kişi geçici bir haz
duygusu olarak algılasa da.
Eğitimlere katılanlarda bunu sıkça gözlüyorum. Eğer kişi kendini geliştirme
hazzına odaklanmışsa eğitimleri ne pahasına olursa olsun kendisiyle yüzleşmeyi
göze alarak sonuna kadar götürüyor. Eğer katılımcı acıdan kaçmaya odaklı biriyse
eğitimlere ancak dibe vurduğunda katılıyor. Eğitimlerde yaşadığı farkındalıklar ve
deneyimlerle kendisini iyice hissetmeye başladığında ise eğitimi bırakıyor. Onun
istediği sadece acıdan kaçmak, kendini daha da geliştirmek değil. Hatta eğitim
kendisiyle yüzleşmeyi gerektirdiği için o eğitimi bırakarak “acıdan kaçıyor” -neleri
kaçırdığını, daha kaliteli bir yaşam olanağında neleri kaybettiğini bilemeden. Daha
sonra daha büyük bir bedel ödeyeceği gerçeğini kısa vadede erteliyor ya...
Eğitimin “Kendin Olmak” bölümüne zamanı elvermediği(!) için çok istediği
halde(!) katılamadığını söyleyen bir katılımcının sonradan itiraf ettiği, “Aslında ne
kadar gelişkin biri olduğumu kanıtlamak için eğitimlere başlamıştım, ama eğitim
ilerledikçe hiç de sandığım gibi biri olmadığımı gördüm. Bunun daha fazla ortaya
çıkmasından korktuğum için de kaçtım” sözünü hiç unutmuyorum.
O kendisini her zaman mutlu ve olumlu düşünen biri olduğuna inandırmayı
seçmişti. Grup arkadaşları ise onun zaaflarını görebiliyordu.. Bu arkadaş aslında
eğitimden değil, kendisiyle yüzleşmekten kaçıyordu. İnsan kendisinden ne kadar
kaçabilir ki? Özgürleşmenin yolu zaaflarımızı kabul etmekle başlıyor.
“Aslında öyle büyük sorunlarım yok ama hayattan tam anlamıyla keyif aldığımı
da söyleyemem.”
“Mutsuz değilim ama mutlu da değilim.”
“Kendimi geliştirmeye ihtiyacım var” bakış açısıyla eğitimlere katılanlar ise hem
tüm eğitimleri tamamlıyor hem de büyük dönüşümler yaşayarak mutlu olmanın
bir bilinç boyutu olduğunu zihinlerinde ve yüreklerinde idrak ediyorlar. Bu tür
hazza odaklı kişiler için kendileriyle yüzleşerek kendilerini kucaklayabilmek,
kendileriyle kucaklaşarak özgürleşmek çekici ve geliştirici bir süreç olarak
algılanıyor. Yaşamda her sorun, bir algılama sorunudur. Her türlü gelişim de
algılamanın genişlemesiyle mümkün oluyor.
Özgürleşmek, acıdan kaçmaya odaklı kişi için bağımlılık maddesi olan nesne, kişi
ya da aktiviteden “yoksun kalmak”, gelişme arzusu içindeki kişi için ise
“potansiyelini ortaya çıkarmak” anlamına gelir. Örneğin; acıdan kaçmaya odaklı
kişinin sigarayı bırakmak istediğini düşünelim. O, sigaradan “yoksun” kalacağına
odaklandığı sürece sigaradan özgürleşemeyecektir. Hazza yönelik kişi ise, sigarayı
bıraktığında kendini sağlıklı hissedeceği ödülüne odaklanarak sigaradan özgürleşir.

İş yaşamında şirketler çalışanlarını motive etme yolları üzerinde eğitimler


alırlar. Genellikle önerilen yollar çalışanlara değişik “havuçlar” göstermeyi içerir.
Bu yollar hazza odaklı çalışanları motive eder. Gelecekte vaat edilen bir terfi, bir
tatil, bir ikramiye hazza odaklı çalışanlar için iyi havuçlardır. Acıdan kaçma odaklı
kişilerin motive olması için başlarına kötü bir şey gelebileceği, bir problem
yaşayacakları kaygısını taşımaları gerekir. Bu iş belirlenen tarihte tamamlanmazsa
büyük zorluklar yaşayacağız, işimi kaybedebilirim, konumumu kaybedebilirim gibi
“kırbaçlar” acıdan kaçma odaklı kişiler için “havuç”tan daha etkilidir. Rahatlık,
uzaklaşan odaklı kişi için motivasyon düşürücüdür. Bir anlamda hem sorunsuz
olmak ister hem de rahatlık batar. Motivasyon odaklanması farkını bilmeyen
yönetici, uzaklaşan odaklı bir çalışanın onca ödüle rağmen neden poposunu
kımıldatmadığını bir türlü anlayamaz. Onu bir “acı” yaratarak harekete
geçirebileceğini bilseydi o zaman bu kişinin verimli çalıştığına da şahit olurdu.
Acıdan kaçmaya odaklı çocuğunuzu, sınıfını geçmesi halinde bisiklet kazanacağı
vaadiyle motive edemezsiniz. Ama, sevdiği bir şeylerden mahrum kalma ihtimali
ya da sınıfta kaldığı takdirde sevdiği kızdan/oğlandan -o bir üst sınıfa geçeceği için-
ayrılacağı korkusu motive edici olabilir. Kötü karne yüzünden intihar eden
çocukların tümü, dayak yeme ve aşağılanmanın acısından kaçmak için bu dönüşü
olmayan yolu seçmiştir.
Yaratıcılık, vizyon, misyon vb. hedefleri belirleme gerektiren işlerde hazza odaklı
kişiler uygundur. Gerçekçilik, ayakların yere basması, sorunların çözülmesi,
detaylara önem verilmesi gereken işlerde ise acıya odaklı kişiler seçilmelidir.
Siz bir otomobil satıcı olsaydınız arabanın motor gücünü ya da çok uzun süre
tamir derdi çıkarmayacağını hangi tür alıcı için ön plana çıkarırdınız?
Siz bir işveren olsaydınız muhasebeci ve satış bölümüne hangi odaklı çalışanı
seçerdiniz?
Sizce mantık ya da aşk evliliği yapmayı tercih edenler neye odaklıdır?
Sizce Özal ve Ecevit neye odaklı liderler?
Motivasyon stratejilerini bilmek eş, iş seçiminde hatta çocuklarınızın yapısına
göre farklı yaklaşımlar göstermenizde son derece işe yarayacaktır.
Hiç kimse saf acıdan kaçan ya da hazza yaklaşan odaklı değildir. Ama ağırlıklı
olarak biri bizi daha çok motive eder. Özellikle önem verdiğimiz konularda. Bazen
bize hizmet etmesi açısından odağımızı belirli bir konuda değiştirebilecek kadar
esneklik kazanmak, yaşam kalitemizi artırmak açısından gerekli olabilir. Özellikle
istenmeyen alışkanlıklarımızı değiştirmek için hazza yakınlaşma odaklanmasını
seçmek işimizi kolaylaştırır.

Yılbaşı büyük ikramiyesini kazanmanız halinde ne yaparsınız diye halka


yöneltilen sorulara verilen yanıtlar iki zıt yaklaşım açısından ilginçti.
Acıdan kaçanların verdiği yanıtlardan birkaçı:
Önce eşimi boşardım.
Hemen borçlarımı öderdim.
Bana dar gelen evimden hemen çıkardım.
Beni boğan işimden hemen istifa ederdim.
Hazza yönelik kişilerin yanıtlarından birkaçı da şöyleydi:
Derhal bir dünya turuna çıkardım.
Kendimi özgür hissedeceğim kocaman bir çiftlik satın alırdım.
Kendi işimi kurardım.
Sevdiğim kişiyle evlenir, birlikte hayallerimizi gerçekleştirirdik.

Metaprogram 3: İç Referanslılar - Dış Referanslılar


Başkalarının ya da toplumsal yargıların etkisinde kalan biri misiniz? Başkalarının
değer yargılarından fazla etkilenmeyen biri misiniz? Seçimlerinizi kim ve ne
belirliyor?
En çok satan kitapları okumaya ya da birisinin önermesiyle kitap almaya mı
yatkınsınız? Okuyacağınız kitapları siz mi seçersiniz?
Modayı takip eder misiniz? Moda olmasa da kendinize yakıştığına inandığınızı mı
giyersiniz?
Aileniz evlenmek istediğiniz kişiyi size uygun bulmazsa tepkiniz ne olur?
Vazgeçer misiniz? Önce onları ikna etmeye mi çalışırsınız? Yoksa kendi bildiğinizi
mi okursunuz?
Sizin için hangisi daha önemlidir:
Yaptığınız bir işten dolayı bol bol övgü almak?
Başkaları öyle düşünmese de sizin başarılı olduğunuzu hissetmeniz?
Son kararı vermek için danışma merkeziniz içinizde mi dışınızda mı?
Dış referanslı kişiler için takdir görmek, onaylanmak, beğenilmek, kabul görmek
önemlidir. Ait olma duygusu ve “biz”in bir parçası olma uğruna birey olmak ikinci
plana atılır.
Dış referanslı kişinin bir eğitime katılması için arkadaşlarının bu eğitime katılmış
ve övgüyle söz etmiş olması yeterince ikna edicidir. Bu kişiye, başaracağına
inanıyorum, yapabilirsin, türü yaklaşımlar, onurlandırıcı sözler söylenmesi, sırtının
sıvazlanması, ödül kazanması onun motive edilmesini ve ikna olmasını sağlar.
İç referanslı kişiler için, kendilerinin kendilerini ikna etmesi önemlidir. Yaptıkları
işten dolayı herkesten takdir görseler de, kendilerinin başarılı olduklarını
hissetmeleri daha önemlidir. Kendileri ikna olduğu sürece başkalarından gelen
eleştiriler onları pek ilgilendirmez. İçgüdülerine güvenirler. Birey olmak çok
önemlidir. Herkesin onay verdiği bir şeye itiraz onlardan gelir. Gerçek liderler iç
referanslı kişilerden çıkar. Yoksa her kafadan çıkan eleştiriler altında ezilmek işten
bile değildir. Ama etkin bir lider, başkalarının fikirlerini de dinlemeyi ve bu
fikirlerden yararlanmayı bilir. Yoksa, ben yaptım oldu, diyen diktatörlere
dönüşebilir.
İç referanslı kişiyi ikna ve motive etmek için ona kendi diliyle hitap etmek
gerekir -yani yine kendisinden örnekler vererek:
“Geçen sene buna benzer bir öneriye olumlu yaklaşmıştın.”
“Senin de bildiğin gibi...”
“Bunu benden iyi biliyorsun...”
Onu ikna edecek tek kişi kendisidir.
Onu bir kitap okumaya, bir filmi görmeye ikna etmek için, onun beğendiği
benzer bir film ya da kitaptan yola çıkarak ikna edebilirsiniz. Karısı eğitimime
katılan bir erkek, bir sonraki eğitime karısının ona daha önce katıldığı bir eğitimden
kazandıklarını örnek göstererek ikna etmesiyle gelmişti. Karısının kendisine karşı
yaklaşımının olumlu bir şekilde değişmesiyle, bu değişimin kaynağını kendi
gözleriyle izlemek istemişti.
İç referanslı olmak bireyselliği geliştirir. Ama “biz” olmayı da öğrenemezse, katı
tutumlu bir insana da kolaylıkla dönüşebilir. Bir şirket çalışanları için verdiğim
eğitime katılan böyle biri üç gün boyunca halının renginden, eğitimi nasıl vermem
gerektiğine kadar her şeyde kusur bularak hem kendine, hem mesai arkadaşlarına
eğitimi zehir etmekten adeta keyif alıyordu. Aynı zamanda acıya odaklı biri
olduğunu söylememe gerek yok değil mi? Aslında, eğitime katılması için şirketin
kendisini zorlamasına tepki duyuyordu. Ona eğitimden kazanacaklarına
odaklanmamakla kendisinin kaybettiğini söyledim. Bu sözümden sonra mucizevi
bir şekilde tutumunu değiştirdi. Çünkü kaybetmek istemiyordu. Ondan hiç
beklenmeyecek bir şekilde üç gün boyunca “yanlış” yaptığını gruba itiraf etti. En
azından kalan dört saati kazançlı kılmak istediğini söyledi. Bir mucizevi şey daha
yaptı. “İletişim ve ilişkiler” başlıklı bir başka eğitimime kendi isteğiyle katıldı. Bu
kişinin daha sonra tanık olduğum değişimlerini şu anda hatırlamak bile içimi
sevinçle dolduruyor. Hayat denilen serüven gerçekten mucizelerle dolu.

Metaprogram 4: Bağımsızlar - Düzenciler


İş dünyasında en büyük sıkıntı bağımsız-düzenci ayrımı yapılmamasından
çekilir. Özellikle dokuz-beş çalışılan yerlerde. Günümüzün en az sekiz saatinin
geçtiği bir yerde bu metaprograma önem verilmemesi hiç de verimli bir sonuç
doğurmaz. Bazı insanlar denetim altında ya da belirli kurallar içinde çalışmaktan
hoşlanmaz. Serbest ortam içinde en yüksek performansı gösterirler. Bağımsız
kişiler çoğunlukla bir şekilde kendi işlerini kurar. Bir şirket içinde ise onlara
özgürlük ortamı verdiğiniz ölçüde verimleri artar.
Düzenciler ekip işlerinde başarılıdır. Kuralların baştan bilinir olmasını isterler.
Çalışma ortamı sıcak, güvenli ve maaşı yeterli olduğu sürece uzun yıllar aynı
firmada çalışır hatta emekli olurlar.
Bağımsız kişileri ekip çalışmasına dahil ettiğinizde son derece rahatsızlık
duyarlar. Çünkü başkalarına tabi olmak zorunda kalırlar. Girişimcilik ruhu
bağımsızların özelliğidir. Ama şirketin düzeninin tıkır tıkır işlemesi düzenciler
sayesinde olur.
Amerika’da yeni sonuçlanan bir davayı hatırladım bu satırları yazarken. Şirkete
uzun yıllar başarıyla hizmet veren bir çalışan, kendisinin tümüyle sorumluluk
üstlendiği üst bir pozisyona getirilmişti. Bu kişi, psikolojik çöküntüye uğradığı
gerekçesiyle kendisini ödüllendirdiğini düşündüğü işvereni dava etti... ve davayı
kazandı. Amerika garip davaların ülkesi. Burada önemli olan işverenin çalışanların
çalışma stratejilerine olan duyarsızlığıydı. İşveren düzenci bir çalışanı bağımsız
yapmaya çalışarak onun düzenini bozmuştu.
Bağımsız insanlar yüksek maaşları ve unvanları olsa da, eğer kendilerini
yaptıkları işte özgür hissedemiyorlarsa basıp gidebilirler. Onlar için önce iş
özgürlüğü sonra maaş ve unvan gelir.
Düzenci çalışan için önce maaş ve unvan sonra iş ortamı rahatlığı gelir.
Değerli bir bağımsız, sorumluluğunu üstlendiği takdirde bir düzenci kadar
şirkete yararlıdır.
Onu statükoya bağımlı kılmak kimseye yarar sağlamaz.
Evlilikte de aynı şey geçerlidir. Bağımsız bir kadınla evli bir düzencinin halini
düşünün. Koca akşam saat sekizde yemek yenmesini istiyor. Kadın ne zaman
acıkırsa o zaman yenmesinden yana. Kadın geç saatlere kadar kitap okumak istiyor.
Sabah rahatlıkla işine gidiyor. Erkek belirli bir saatte yatılmasından yana. Kadın canı
istediği an sevişmek istiyor. Erkek ise pazartesi, çarşamba ve cumartesileri
cinselliğe ayırmış. Böyle bir evlilik yürür mü?
Çocuğunuz bir bağımsızsa, ona sorumluluk duygusunu geliştirmesinde yardımcı
olun. Ama onu, sizin disiplin anlayışınızı benimsemeye zorlamayın. Çocuğunuz bir
düzenci ise ona belirli saatlerde çalışma alışkanlığı kazandırın.
Siz bağımsız mısınız, düzenci misiniz? Diyelim ki egzersiz yapmaya karar
verdiniz. Haftada üç gün belirli saatlerde bir spor salonuna gitmeyi mi tercih
edersiniz, evinizde bu disiplini kendi üzerinizde uygulamayı mı?
Heeey, bu metaprogram bana uygun değil diye mi bağırıyorsunuz? Size birinden
biri uygun. Sadece sorumluluk gerektiriyor. Yaşamın her alanında olduğu gibi.
Unutmayın. Sorumluluk, suçlamanın bittiği yerde başlar.

Metaprogram 5: Deneyim - Olanak


“Deneyim öğretmenlerin en iyisidir” diye mi düşünüyorsunuz, yoksa “Fırsatlar,
en iyi öğretmendir” diye mi? Kimi denize önce ayağını sokarak girer. Kimi
balıklama atlamayı tercih eder. Siz hangisisiniz?
Bilinen yol en kısa yoldur.
Atlamadan önce bak.
Ayağını yorganına göre uzat.
Ak akçe kara gün içindir.
Damlaya damlaya göl olur.
Bu tür atasözlerini düstur edinmiş kişiler deneyime saygı duyan insanlardır.
Onlar deneyimlerinin yol göstericiliğine inanır. Dayanışma, tutarlılık, uzun vadeli
işler onlarda güven duygusu yaratır. Bu tür insanların evliliği, iş seçimleri, sosyal
yaşamları uzun vadeli ilişkilere dayanır. Bu tür insanlar şirketlerin köklerini ve
sürekliliğini oluşturur.
Erken çıkan yol alır.
İyilik yap denize at. Balık bilmezse halik bilir.
Gün ola harman ola.
Bu tür atasözlerini düstur edinmiş kişiler yeni yollar, yeni deneyimler, yeni
seçimlerle heyecan duyar. Yaşam bir potansiyel kaynağıdır. Yeni, bir zenginliktir.
Yeni, fırsatlar; yeni, serüvenler demektir.
Freud, yeni bir bakış açısını getirmesine rağmen bir deneyimciydi. Deneyimleri
dile getirme cesaretine sahip olduğu için psikolojide devrim yaptı. Hümanistik
psikolojinin babası olan Abraham Maslow ise insan potansiyeli ile ilgileniyordu.
Onun İnsan Olmanın Psikolojisi kitabını okuduğumda büyük bir heyecan
duymuştum. Bu kitap benim hayatımda dönüm noktası oldu. Kuraldışı
yayınlarından çıkan bu kitap olanak metaprogramına sahip olanlar için harikulade
bir kaynak. Günümüzde Freud’un Maslow’dan daha fazla tanınması iki nedene
dayanıyor. Bir; insanların cinsel boyuttaki cehaletinin hala hüküm sürmesi. İki;
deneyimci psikologların, olanakçılara göre sayılarının daha fazla olması.
Olanakçı bir fizikçi olan Einstein’ın kendisini kabul ettirmesinin otuz beş yıl aldığı
bu dünyada, sınırsız olanakçı olan Tesla’yı henüz fizikle ilgilenenler bile pek
tanımıyor.
Uzay yolculukları (insanlı ya da insansız) onun teorilerine dayanıyor, biliyor
musunuz? Televizyon, telsiz telefon (cep telefonu) gibi görüşleri ilk ortaya attığında
kendisiyle röportaj yapan gazeteciler, futbol maçlarını da evimizdeki bir kutudan
seyredebilecek miyiz, diye dalga geçmişlerdi.
Günlük yaşamda iki metaprograma da ihtiyaç var. Deneyimciler olmasaydı kısa
yolları bulmakta zorluk çekerdik. Olanakçılar olmasaydı yeni yolları
keşfedemezdik. Güvenilirlik deneyimle kazanılır. Yenilikler olanakçıların
armağanıdır.
Deneyimci kişi bir eğitim, bir ürün, bir fikir yaygınlaştığında onu benimser.
Olanakçı kişi ise önce denek olur. Deneyimci bir fikri kabul etmek için zamana
ihtiyaç duyar. Olanakçı ise anında yapar. Deneyimci kişi hata yapmaktan korkar.
Hatanın aptallık olduğuna inanır. Olanakçı kişi hatayı öğretmen olarak algılar.
Deneyim bilgelik midir, tutuculuk mudur? Olanakların peşinde koşmak
serüvencilik midir, çılgınlık mıdır? Siz neyseniz odur. Herkesin haritası farklıdır.

Metaprogram 6: Duyusal ikna - Tekrar İknası


Bu metaprograma ikna stratejisi de diyebiliriz. Reklamcıların en çok ilgilendiği
metaprogram budur.
Duyusal ikna için kişilerin temel temsil sistemleriyle onlara ulaşmak gereklidir.
Örneğin bir eğitim ya da tatil yöresi için parlak broşürler bastırmak görsellere güzel
bir tablo çizebilir. O eğitim ya da yöre ile ilgili anlatıma dayalı tanıtım programları,
gazete ve dergilerde okuyacağınız röportaj ya da dostlarınızdan işiteceğiniz birkaç
söz işitsellere hitap eder. O eğitime katılmış ya da tatil yöresine gitmiş kişilerin
duygularını paylaşmaları kinestetiklere dokunur.
İkna stratejisinde ikinci dikkat edilmesi gereken nokta kişilerin ne kadar tekrara
ihtiyaç duyduklarıyla ilgilidir. Kimimiz bir ürünü bir tanıtımla satın alıyoruz,
kimimiz birkaç kez tanıtıma ya da sürekli beynimizin yıkanmasına ihtiyaç
duyuyoruz. Kimimiz ilk giydiğimiz ayakkabıyı satın alıyor, kimimiz elli birinciyi
giydikten sonra ilk giydiğimizde karar kılıyoruz. Kimimiz ilk başarımızla patronun
gözüne giriyor, kimimiz her seferinde kendimizi kanıtlamamız gerektiğini
öğreniyoruz.
Eğer siz karşınızdaki kişinin tarzını bilirseniz ve iletişimi sürdürmeyi
planlıyorsanız ona göre strateji belirlemek durumundasınız.
Başarılı bir elemanınız her yaptığı işte onaylanmaya ihtiyaç duyuyorsa ve siz bir
kez olumlu destek vermenin yeterli olacağını düşünüyorsanız aranızda bir
kopukluk yaşanır. Siz bir kez sorumluluk verdikten sonra her davranışını
gözlemliyor ve eleştiriyorsanız yine sonuç kopukluk olacaktır.

Metaprogramlar iletişimin anahtarları olarak sizin farkındalığınızı artırıcı


araçlardır. İletişimin ince işçiliğidir.
Size hizmet etmeyen metaprogramlarınızı değiştirebilme yetisine de sahipsiniz.
Odaklandığınız şeyi değiştirdiğinizde alacağınız sonuçlar da farklı olacaktır.
Neyi istediğinize odaklanın, neyi istemediğinize değil. Bu çok önemli.
Diyelim ki kilo vermek istiyorsunuz. İlk anda aklınıza gelen ne oluyor?
Sevdiğiniz yiyeceklerden uzak kalmanın ve egzersiz yapmanın zorluğu mu? Sağlıklı
ve ince bir bedene kavuşmak mı? Eğer istemediğiniz şey olan yiyeceklerden uzak
kalmaya odaklanıyorsanız, yiyecek hiç aklınızdan çıkmayacaktır. Bunu diyet
yapanlar çok iyi bilir. Kendinizi yoksunluğa odakladığınızda yoksunluk
duyduğunuz şeyin özlemini çekersiniz. Ve özlemini çektiğiniz şeyle bir an önce
hasret giderme yollarını ararsınız. Sonuç: Daha az yemek yerine daha fazla yemek.
Yemeği düşünmemeye çalıştıkça daha çok düşünürsünüz. Hatta hiç aklınızdan
çıkmaz. Diyetçilerin sabahtan akşama yemekle ilgili konuştuklarını bilirsiniz.
Neden? Çünkü zihnin düşünmemesi gereken şeyin ne olduğunu anlaması için önce
onu düşünmesi gerekir. Şimdi bir deneme yapalım.
Gözlerinizi kapayın. Ne düşünürseniz düşünün ama sakın Marilyn Monroe’yu
düşünmeyin. Her şeyi düşünmekte serbestsiniz. Ama sakın sakın Marilyn
Monroe’yu düşünmeyin. Marilyn’i düşünmek yasak. Ne oldu? Marilyn Monroe’yu
düşündüğünüze bahse girerim. Çünkü beyniniz önce neyi düşünmemesi gerektiğini
düşünür. Marilyn’i düşünmekten vazgeçmenin yolu ise, yerine başka bir şeyi,
mesela Julia Roberts’ı koymaktır. Kilo vermeyi başarmanın yolu ise, istediğiniz
sağlıklı bedene odaklanmaktır.
Neyi düşünürseniz onu üretirsiniz. İstemediğiniz şeylere odaklandığınızda o
istemediğiniz şeyden daha da fazla gerçekleştirirsiniz. Daha fazla yiyerek kilo almak
gibi.
Beyin bilgisayar gibidir. Bilgisayara neyi yapmaması gerektiği komutunu
vermezsiniz. Neyi yapmasını istiyorsanız o komutu verirsiniz. Yanlış komut
verdiyseniz onu silerek değiştirirsiniz. Yeni bir komut verirsiniz. Ama yanlış
komutu uygulama diyemezsiniz.
Çocuklarımıza sürekli şunu yapma, bunu yapma dediğimiz halde yine
yapılmamasını söylediğimiz şeyleri yapmaları bir itaatsizlik göstergesi değildir.
Onları yapma dediğimiz şeyleri yapmaya biz programlıyoruz. “Çocuğum sözümü
dinlemiyor” diye şikayet etmeden önce ona neler söylediğinize kulak verin.
Kendinize olduğu gibi çocuğunuza da yapılmaması gereken şeyleri değil,
yapılmasını istediğiniz şeyleri söyleyin. Çocuk eğitmek, zihni eğitmek kadar ince
işçilik ister.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
KALİBRASYON VE META MODELLER

KALİBRASYON

Kalibrasyonu kısaca, değişimleri gözlemleyebilme yeteneği olarak


tanımlayabiliriz. Hepimiz günlük yaşamımızda kalibrasyonu kullanıyoruz. Özellikle
yakın ilişkiler içinde olduğumuz kişilerdeki en ufak mimik değişimini bile
yakalayabiliyoruz. Sevdiğimiz kişinin dudağının hafiften sağa doğru çarpılmasının,
kaşının hafifçe yukarı kalkmasının ne anlama geldiğini biliriz değil mi? Onun
gülümseyen yüzünün ardındaki ufacık bir endişeyi bile hissederiz.Yeni tanıştığımız
kişilerin düşünce ve duygu değişimlerini de aynı hassasiyetle algılamak mümkün.
Bunun için de kalibrasyon yeteneğimizi geliştirmeye ve rafine etmeye ihtiyacımız
var.
Bazen kalibrasyonumuz öylesine zayıf oluyor ki, birisi ağlamaya başlayıncaya
kadar onun üzgün olduğunu göremiyoruz. Kendi gözlerimizi ve kulaklarımızı
kullanmak yerine, bize söylemelerini bekliyoruz. Birisinin kızgın olduğunu
anlamak için de ille bağırması gerekmiyor. Ama kaşın çatık olması da otomatik
olarak kişinin kızgın olduğu anlamına gelmiyor. Bazı insanlar düşünürken de
kaşlarını çatar. Bu yüzden karşımızdaki kişiyi bir süre gözlemledikten sonra kaşının
çatılmasının ne anlama geldiğine karar vermekte yarar vardır.
İnsanların, hoşlandıkları bir kimse, konu ya da olayla ilgili bir şeyi anlatmalarını
ya da dinlemelerini gözlemleyin. Ses tonunda, cilt renginde, dudak şeklinde ve yüz
kaslarında olan değişimleri izleyin. Aynı deneyimi bir de sevmediği bir kimse, konu
ya da olayla ilgili bir şeyi anlatırken ya da dinlerken yapın. Hiç renk vermeyen
kişilerde bile dikkatli gözler değişimleri yakalayabilir. Profesyonel poker oyuncuları
birer kalibrasyon ustasıdır. En ufak bir cilt rengi değişiminden, dudak şeklinin ve
yüz kaslarının değişiminden rakip oyuncunun elinin nasıl olduğu, blöf yapıp
yapmadığı hakkında adeta zihin okurlar. Kalibrasyonu gelişkin bir satıcı, müşterinin
ilgilenmediği bir ürünü ona satabilmek için boşuna dil dökmeyi sürdürmez. Usta
satıcılar alıcıyı gözünden tanır.
Hepimiz karşımızdaki kişinin bizden hoşlanıp hoşlanmadığını bir şekilde sezeriz.
Bu sezgi, aslında bilinçsizce yaptığımız kalibrasyondur. Küçük değişimleri
yakalayabilmenin iletişimde önemi büyüktür. Sonuçta iletişimin sadece yüzde
yedisini sözlerle gerçekleştiriyoruz. Geri kalan yüzde 93 gibi yüksek bir oranını ise
beden dili ve ses tonuyla kuruyoruz. Beden dilinin oranı yüzde elli beş ile altmış
arasında değişiyor. Ses tonu, iletişimin yüzde otuz üç ile otuz sekizini oluşturuyor.
Bu yüzden ne söylediğimizden çok nasıl söylediğimiz önemli ya. “Seni seviyorum”
sözcüklerini lanet okur gibi de, alaycı bir ses tonuyla da, sevdiğinizi hissettirecek
şekilde de söyleyebilirsiniz.
Kalibrasyonumuz zayıfsa, söylediklerimizi sabırla dinleyen kişinin bize
kibarlığından katlandığını anlayamayız. Anlattıklarımızla ilgilendiğini düşünürüz.
Bana futbol kurallarını öğretmekle kendini görevlendirmiş bir tanıdık geldi aklıma
bu satırları yazarken. Futbolun “F”siyle ilgilenmeyen biri olarak yarım saat
boyunca çektiğim sıkıntıyı anlayabiliyor musunuz? Kibar olmaktan
vazgeçmeseydim futbol dersi kim bilir kadar ne daha sürecekti.
NLP eğitimime katılan bir kişi, kalibrasyon egzersizlerini uygularken
kalibrasyonunun zayıf olması nedeniyle girmek istediği bir işi nasıl boş yere
kaçırdığını anlamıştı... İş mülakatında her şey yolunda giderken işveren ona ikisinin
de tanıdığı bir kişiyle ilgili görüşlerini sormuş, o da aslında çok iyi tanımadığı adamı
fazlasıyla övmüştü -işverenin yüzündeki hafif değişimlerin farkında bile olmadan.
Oysa kalibrasyon yeteneğini rafine ettikten sonra aynı görüşmeye gitmiş olsaydı,
işverenin sorusunun tonundan, dudak biçiminden, nefes değişiminden, yüz
kaslarındaki ve cilt rengindeki hafif değişimden o kişiyle ilgili hiç de olumlu
düşüncelere sahip olmadığını yakalayabilirdi. İşte burada uyum sağlamanın önemi
bir kez daha ortaya çıkıyor. Uyumsuz bir iletişimden sonuç alınamaz. Oysa
bahsedilen kişiyi yeterince tanımadığını söylemek uyumu sürdürebilmek için
yeterli olabilirdi.
Düşünce ve duygu değişimleri muhakkak yüze ve nefes kullanımına yansır.
Buzdolabı gibi soğuk ve mesafeli kişilerde bile bu değişim, kalibrasyonu gelişkin biri
tarafından izlenebilir. Önemli olan değişimleri yakalayabilmek. Değişim, duyguların
değiştiğini gösterir.
Bunun için, sesini tümüyle kısarak televizyonu izleme pratiği yapabilirsiniz.
Hatta eşinizle, çocuğunuzla ya da bir arkadaşınızla kalibrasyon yeteneğinizi
geliştirme pratiğini isabetli tahmin yapma konusunda bir oyun haline
getirebilirsiniz.
Parkta ya da kafede oturup insanları dikkatle izlemek de keyiflidir. Eşimle bunu
yaptığımızda çok da eğleniriz. Hele gözümüze kestirdiğimiz bazı insanlarla ilgili
senaryolar geliştirmek çok keyifli oluyor. Hatta bazen içimizden geldiğinde
bazılarıyla gidip tanışıyoruz.. Kendileriyle ilgili gözlemlerimizi paylaştığımızda önce
şaşırıyorlar, sonra oldukça isabetli tahmin ettiğimizi söyleyerek gülmeye
başlıyorlar. Böylece ilginç insanlarla güzel arkadaşlıklar da kurulabiliyor. Her
insandan öğreneceğimiz ne çok şey var.
Kalibrasyon, sözlerin ardındaki gerçeği görebilmek ve duyabilmektir.
Söylenenleri değil, söylenmeyenleri de işitebilmektir.
Kelime aralarını okuyabilmektir.
Düşüncelerin içeriğini değil ama düşüncelere eşlik eden duyguları
hissedebilmektir.

DİLİN GÜCÜ: META MODEL


Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır.
Dilin kemiği yok ki.
Zehirleyici dil.
Dil yaresi.
Anlaşılır bir dil.
Keskin dilli.
Hoş ama boş konuşuyor.

İnsanların dünyaya bakış açılarının genişliğinin kelime haznelerinin genişliğiyle


doğru orantılı olduğu biliniyor. Üç yüz kelimeyle yaşamını sürdüren bir insanla, çok
okuyarak dil haznesini geliştirmiş insan tabii ki bir olamaz. Ne kadar geniş kelime
haznesine sahip olduğumuzun yanı sıra, o kelimeleri kullanma biçimimiz de çok,
ama çok önemli.
NLP’de dili kullanarak söylenenlere açıklık getirebilme ve anlaşılır kılabilme
sanatına Meta Model deniliyor. Meta, Latince’de ötesi, farklı bir boyut anlamına
geliyor. Meta Modelleme ile sözel iletişimi daha sağlıklı ve anlaşılır bir boyuta
taşıyoruz. Meta Model dil kullanımı en fazla bilgiyi en kısa zamanda tam isabetle
toplayabilme metodudur. İnsanların en çok şikayet ettiği şey “yanlış anlaşılmak”tır.
Bu yanlış anlaşılma yüzünden ne işler bozulur, ne randevular kaçırılır, ne
arkadaşlıklar ya da aşklar sona erer. Gençlerle aileleri arasında yaşanan “kuşak
farkı” çatışmasının çoğu yanlış anlaşılma yüzünden çıkar.
Dil, konuşmacının mesajını dinleyiciye aktarmayı amaçlayan kelimelerden
oluşur. Amaç, mesajın net olarak aktarılmasıdır. Ama bunu günlük yaşamımızda ne
kadar başarıyoruz? Bize gereken bilgiyi almak için doğru soruları soruyor muyuz?
Aile terapisti Virginia Satir’i ve Gestalt’ın kurucusu Fritz Perls’i terapilerinde başarılı
kılan şey, danışanlarına doğru soruları sorarak sorunun kökenine kolaylıkla
inebilme yetenekleri idi.
Meta Model, doğru soruları sorarak bilgiyi tam olarak alabilme ve soru
sormaya gerek bırakmayacak kadar net biçimde kendimizi ifade etme
sanatıdır.
Konuşmalarımızda farkında bile olmadan üç şey yaparız.
1. Eksiltme: Düşünmek, konuşmaktan hızlıdır. Düşündüğümüz her şeyi dile
getirmeye kalksak çok uzun bir konuşma olabilir. Dolayısıyla bir şeyi anlatırken çok
daha büyük bölümünü atlayarak bilgi veririz. Mümkün olduğunca kısa ve öz. İşte
bu eksiltme, bazen başımıza büyük sorunlar açabilir. Kısa ve öz olmaya çalışırken,
bazı gerekli bilgileri de atlarız. Bizim bildiğimiz şeyleri karşımızdaki kişinin de
bildiğini varsayarak konuşuruz bazen.
2. Çarpıtma: Bilgiyi kolaylık olsun diye eksilterek verdiğimizde, anlam eninde
sonunda çarpılır. Kulaktan kulağa telefon oyununu hatırlayın. Oyunu başlatan ilk
kişinin söylediği basit bir cümle bile son kişiye geldiğinde tamamen farklı bir şeye
dönüştüğü için az mı gülerdik. Eksiltme ve çarpıtmada karşımızdaki kişi
bıraktığımız boşlukları kendi haritasına göre doldurur.
3. Genelleme: Sözü uzatmamak için yapılan genellemeler iletişimi kolaylaştırır.
Her konuda şu durum hariç bu durum hariç gibi istisnaları sıralamaya
kalktığımızda konuşma hem çok uzar, hem de sıkıcı olabilir. “İnsanlar beş duyuya
sahiptir” demek yerine “körler hariç, sağırlar hariç vb. diye her söylediğimize
açıklık getirmeye kalktığımızı düşünelim. Bir de bizi dinlemek zorunda kalan
bahtsızların çektiği ıstırabı hissedelim. Ama yapılan genelleme yargıya
dönüştüğünde iletişimde kopukluk yaratır.
İletişimde eksiltme, çarpıtma ve genelleme doğru kullanıldığında yarar sağlar.
Ama yanlış kullanımda eksiltme deneyimlerimizin bazı boyutlarına dikkat edip,
diğerlerini yok saymamıza yol açar. Nalıncı keserliği, kendimizi ihtiyaçlarımız
doğrultusunda aldatmamız, işimize gelmeyen şeyleri görmezlikten, duymazlıktan
gelmemiz gibi tutumlarımız da kendimizle iletişimde kullandığımız savunma
mekanizmalarının eksiltmelerine örnektir.
Duyusal verilerimizi farklı yorumladığımızda çarpıtma yaparız. Bu da bizim
sağlıksız tepkiler vermemize yol açar. Tepkilerimizin büyük bölümü bilinçaltı içsel
deneyimlerin, küçük bölümü dışsal verilerin birleşiminin yorumuyla oluşur. Bize
garip görüneni yargılamak dışsal verileri mutlak doğru olarak kabul etmekten
kaynaklanır. İçsel deneyimleri hesaba katmadığımız için çarpıttığımız gerçekleri
mutlak gerçek sanırız. Bu bakış açısıyla da kendimizi haklı görürüz. Tüm
anlaşmazlıklar tarafların kendilerini haklı görmesinden kaynaklanmıyor mu?
Bir gün Fenerbahçe Parkında kendi kendine konuşarak giden bir deliye
rastlamıştım. İnsanlar mümkün olduğunca onun uzağından geçmeye çalışıyorlardı.
Çünkü bu insanı kendi kendisine konuşmasından dolayı dış veriyle yargılıyorlardı.
Normal insan kendi kendisine konuşmaz değil mi?
Oysa bunu hangimiz yapmıyoruz? Evde ya da işte tek başınayken kendi
kendimize yüksek sesle konuştuğumuz olmuyor mu? Ama halka açık yerlerde
yapılırsa adı “delilik” oluyor.
Adamın yanından geçerken ona kulak verdim. Dünyanın diğer gezegenlere olan
uzaklığının matematiksel hesabını yapıyordu. Dönüşte adam yine konuşuyordu. Bu
kez de annesine bir şeyleri yapmamasını söylüyordu.
Adamın yanına yaklaştım. Nasılsın diye sordum. Annesi onu kızdırmıştı.
Okuduğu kitapları yırtıp, çalışmasını eve para getirmesini söylemişti.
O konuşurken kendisini on dört on beş yaşlarında hissettiğini anladım. Derhal
onun dünyasına girerek, önce uyum sağladım. Kendisini anladığımı hissedince
derhal gerçek yaşına döndü. Ve bana ilginç hayat hikayesini anlattı. Hastalıklı ve
şiddet dolu bir aile içinde geçen çocuklukla, astronomi dehası olabilecek bir beynin
“delirmesi” idi paylaştıkları.
Kendi doğasına had safhada uyumsuz bir ortam içinde yitirilen bir beyin. Sıcak
ve zararsız bir deliydi o. Kendi kendine konuştuğu şeyler iç verileriyle tutarlıydı.
Ama insanlar onun sadece dış verilerini yargılıyordu. Az delilerin yargıladığı bu çok
deli insandan o gün insan doğasıyla ilgili çok şeyler öğrendim. Astronomiyle ilgili
derin bilgilerinin de doğru olduğunu daha sonra kaynaklardan kontrol ederek
öğrendim.
Akıl hastanelerinde tedavi adı altında uyuşturularak, elektro şok verilerek
zombilere dönüştürülen “deli”lerin içinde kim bilir ne dehalar vardır. Kendi
doğamız ve yaşam biçimimiz arasındaki açı ne kadar büyükse, kendi doğamıza ne
kadar uyumsuz yaşıyorsak mutsuzluğumuz, nevrozumuz o kadar fazla olur. Kendi
doğasına uyumsuz yaşayabilme kapasitesi herkeste farklıdır. Bu kapasitenin üstüne
çıkan koşullarda artık minimum uyum bile sağlanamadığı için kişi patolojik
“vaka”ya dönüşür... ve “normal nevrotik” dünyaya yeniden adapte edilmeye
çalışılır. Normal nevrotik dünyanın onu delirttiği hesaba katılmadan.
Delilikte insan kendi iç dünyasıyla uyum içinde olduğu için mutludur. Dış
dünyanın ona deli diye bakması umurunda bile değildir. İnsan mutlu olabilme
ihtiyacı içinde her yolu dener. Kimi delirerek, kimi içki şişelerinde, kimi çok para
kazanmaya çalışarak, kimi tıkınarak, kimi türlü çeşitli uyarıcı ve uyuşturucularla.
Bu geçici hazlar içinde mutluluk arayışları da bir tür delilik değil midir?
Einstein, deliliğin tanımını “hep aynı şeyi yapıp bu kez farklı bir sonuç beklemek”
olarak yapmıştı. Sürekli aynı şeylerden şikayet ediyorsak bu nedir peki? Neden hep
şikayet ettiğimiz aynı sonuca varıyoruz?
Deli kendi kendine konuşarak kendisiyle iletişim kuruyordu. İnsanların çoğu
iletişim kuramadığında karşı tarafı suçlar. O anlayışsızdır. Onun anlayışı kıttır. O
yanlış anlamıştır. NASA’da çalışan bir mühendis bir düğmeye bastığında düğme
çalışmıyorsa düğmeyi suçlar mı? Ne yapar? Nerede aksaklık olduğunu araştırır ve
değişik yöntemleri dener.
Meta Modelleri kullanmak bizi başarılı bir dil mühendisi yapmayı amaçlıyor. O
zaman düğmeyi değil, yöntemi sorgularız.
Anlattığın şey benim algıladığım kadardır.
Karşımızdaki kişi bizi anlamadığında bunun sorumlusu biziz. Suçlu değil,
sorumlu arayalım.
Şimdi en önemli Meta Model kalıplarını ve bu kalıpları nasıl ihlal ettiğimizi
görelim.

Yargılamak
Kişinin kendi modelini, haritasını, kurallarını başkalarına dayatmasıdır.

Ahmet kötü bir insan.


Ayşe harika bir insan.
Büyüklere karşı gelmemek daha doğru bir davranış.
Filanca marka daha iyi.
Açıkça görülen şu ki, Kemal iyi bir başkan olacak.
Çok bencil biriyim.
Yargılamaların çoğu kıyaslara dayanır. Bu kıyaslamaları kendi haritamıza göre
yaparız. Yargılama sıklıkla yapılan bir Meta Model ihlalidir. Bu ihlali iki soruyla
açıklığa kavuşturabiliriz.
Kime göre?
Neye göre?
Ahmet kime göre kötü bir insan? Ayşe kime göre harika bir insan? Filanca marka
kime ve neye göre daha iyi? Markanın satış mümessiline göre mi? Komşuma göre
mi? Şu anda kullandığım markaya göre mi daha iyi? Kemal’in iyi bir başkan olacağı
kimin tarafından açıkça görülüyor? Kime göre çok bencilsiniz? Kendinize göre mi?
Hangi standartlara ve neye göre bencil olduğunuzu düşünüyorsunuz?
Kendisinin çok bencil olduğuna inanan bir kadına bu soruları deşerek
sorduğumda bencil olduğuna dair inancın ona annesi tarafından empoze edildiği
ortaya çıktı. Kızını kendine bakmakla yükümlü kılan anne, kızının maaşını alır
almaz kendisine teslim etmesini bekliyordu. Çocukluğundan beri annesinin bencil
suçlamalarıyla büyüyen kız 32 yaşında olmasına rağmen hala annesinden izinsiz
kendine bir bluz bile alamıyordu. Kız kendi ihtiyaçlarını karşılamaya çalışmanın
bencillik olduğuna inanmıştı. Asıl bencil olanın annesi olduğunu göremiyordu.
Eğitime bile arkadaşının ısrarıyla annesinden gizli katılmıştı. Annesi onun zamanını
ve parasını eğitim gibi şeylerle “ziyan” etmesine asla izin vermezdi. Neyse ki
eğitimden “bencil” olmayı öğrenerek ve bencil olma “özgürlüğünü” hissederek
çıktı. Artık annesi “haklı” olabilirdi.
Kıyaslamanın olduğu yerde yargılama vardır. Bu durumlarda haritanın kime ait
olduğunu açıklığa kavuşturun.

Zihin Okuma
Zihin okuma kişinin başkasının ne düşündüğünü ve hissettiğini bildiğine
inanmasıdır.

Bana güvenmediğini biliyorum.


Böyle düşündüğünü biliyorum.
Ona aşık ama kabul etmiyor.
Onu götürdüğüm restoranı beğenmediğini hissettim.
Ahmet, bu teklifine “hayır” diyecektir.

Zihin okuma da “haklı çıkma” yöntemlerinden biridir. Bazen kalibrasyonla ve


sezgilerimizle başkalarının düşünce ve duygularını değerlendirme de “haklı”
olabiliriz. Ama çoğu kez ya kendi bilinçaltı düşünce ve duygularımızı yansıtarak o
kişiye mal ederiz ya da düpedüz yanılırız.
En iyisi kişiye sormaktır.
Bunun böyle olduğunu nasıl biliyorsun?
Sana güvenmediğimi nereden biliyorsun? Sana güven duyduğumu düşündüğün
anlar hiç olmadı mı?
Ona aşık olduğunu nereden biliyorsun? Çünkü günde on beş kez onu arıyor.
Birisini günde on beş kez aramak nasıl aşkın kanıtı oluyor? Peki günde on beş kez
birbirini aramayanlar aşık değiller mi? Zıt örneklerle neden-sonuç soruları sorarak
açıklığa kavuşturabilirsiniz.
Burada kişi kendi aşık olma davranış paternini yansıtıyor. Zaten de sevgilisinin
onu terk etmesi onu günde on beş kez aramasından kaynaklanmış, sevgilisi bu fazla
ilgiden boğulduğunu hissetmişti. Aşık olduğu varsayılan kişi ise bir süredir farklı bir
nedenle aşık olduğu iddia edilen kişiyi arıyordu. Ayrıca bu iddianın sahibinin
kendisi telefon edilen kişiye ilgi duyuyor, ama ilgisini belli etmekten korkuyordu.
Çünkü reddedileceğini “biliyordu”. (Bir başka zihin okuma).
Restorana götürülen kişi restoranı beğenmediği için değil, birileri tarafından
görülme olasılığının tedirginliğini yaşıyordu. Zihin okuyan kişinin derdi ise
kendisini ve seçimlerini beğendirmekti.
Sıkça görülen bir başka zihin okuma tarzı da karşımızdaki kişinin bizim zihnimizi
okuması talebimizdir.
Beni sevseydin, ne istediğimi bilirdin.
Ona karşı ne tür duygular hissettiğimi anlamalıydın.
Ne istediğimizi söylemek, zihin okumanın bir sevgi kanıtı olmasından daha kolay
değil mi?
Sürekli sevgiyi kanıtlamak zorunda kalmak bıktırıcıdır. Biz bir insanla birlikteyiz,
zihin okuma yeteneği olan bir büyücü ile değil.
Ona karşı hissettiğin duyguları anlamadığımı nereden biliyorsun?
Bilseydin evinde verdiğin davete onu da çağırırdın.
Seni anlamak, senin duygularına göre davetli listesi yapmamı mı gerektiriyor?
Ayrıca benim onu davet edecek kadar yakınlığım yok. Ya da davet etmediğimi
nereden biliyorsun? İşi olduğu için gelemediğini nereden biliyorsun? Sana karşı
aynı duyguları hissetmediğini bana söylediği için seni incitmemek adına onu davet
etmediğimi nereden biliyorsun?

Neden-Sonuç Çarpıtması
Bir şeyin ya da bir kişinin bir sonuca neden olarak gösterilmesidir.

Yağmur beni hüzünlendiriyor.


Kilo verirsem özgüvenimi kazanacağım.
Onun yüzünden başarısızım.
Emekli olduğundan beri mutlu.
Beni kızdırıyorsun.

Neden-sonuç çarpıtmasının çoğu, duygularımızdan sorumlu olmadığımız


inancından kaynaklanır. Bir şeye ya da kişiye duygularımızın sorumluğunu
yüklediğimizde ya da suçladığımızda Neden-sonuç çarpıtması ihlali yaparız.
Burada sorulacak soru, bir şeyin nasıl olup da öbür şeye sebep olduğudur.
Hissedilen duyguları kişinin kendisinin nasıl yarattığını sorgulatmak gerekir.
Bunu nasıl biliyorsun?
Net olarak A nasıl B’ye neden oluyor?
Bunu zıt örnekler bularak ve kriteri sorgulatarak da yapabiliriz.
Yağmur yağdığı halde hüzünlenmediğin bir anın olmadı mı? Yağmur yağdığı bir
gün, uzun zamandır görmediğin çok sevdiğin biri kapını çalsa hüznün sürer miydi?
Bu kiloları almadan önce özgüvenli miydin?
O tam olarak ne yaptı da kendini başarısız hissettin? Senin başarılı ya da başarısız
olmanı o mu tayin ediyor?
Emekli olduğundan beri mutlu olduğunu söylüyorsun ama mutluluğunun
nedeni emeklilik olmayabilir. (Milli piyangodan büyük ikramiye çıktığı için emekli
oldu. Bu haberi para sever akrabalarından gizlemeyi başardığı için de mutlu. Onlara
Antalya’ya gidiyorum diye evden çıkıp yeni tanıştığı yaşına uygun hoş bir kadınla
Paris’e gittiği için de çok mutlu.)
Benim söylediğim şeye göre, kendine nasıl kızgınlık hissettiriyorsun? Gülüp
geçebilirdin de. Ben senin duygularını belirleyecek kadar güçlüyüm demek. O
zaman sana yaşatmak istediğim her duyguyu yaşatabilirim. Sen bir robot, ben seni
programlayan sahibin olurum.
Hiç kimse diğerinin duygularından sorumlu değildir. Başkalarının duygularının
sorumlusu olduğumuza inanmak bize gereksiz bir yük taşıtır. Bizi “kurtarıcı”
kimliğine mahkum eder. Başkalarının mutluluğundan sorumlu olmak, onun
duyguları incinmesin diye gösterilen aşırı hassasiyet zor ve yorucudur. Kişi,
başkalarını mutlu edeceğim çabası içinde kendi duygularını yaşayamaz, kendi
ihtiyaçlarını karşılayamaz hale gelebilir.
Duygularımızın sorumluluğunu başkalarına verdiğimiz zaman da “kurban”
rolünü oynarız.
Neden-sonuç çarpıtmasını açıklığa davet etmek hassas bir konudur. Çünkü çoğu
kişi duygularının sorumlusunun kendisi olduğunu kabul etmeye hazır değildir.
Yetişkin çocuklar dünyasında gelişkinliğin ölçüsü de duygularımızın
sorumluluğunu üstlenmektir. Tüm düşünce ve davranışlarımızdan sorumlu
olduğumuz gibi.

Genelleme Yapmak
Bir ya da birkaç deneyimden yola çıkarak sonucu “mutlak doğru” olarak kabul
etmektir. Bir ağaçtan yola çıkarak ormanı tanımlamaktır.

Sen her zaman iyisin.


Para her kötülüğün anasıdır.
Kayserililer kurnazdır.
NLP’yi asla öğrenemeyeceğim.
Genelleme yapmak yanlıştır.
Genellemeler tüm diğer Meta Model ihlalleri gibi bizi sınırlar. Eğitimlerde
katılımcılar en çok genelleme egzersizinde eğleniyor. Eğitim boyunca herhangi bir
şekilde genelleme yapan katılımcılara “Hiç bunu yaptığın/yapmadığın bir zaman
olmadı mı” diye sorarak açıklığa davet ediyorlar.
Genellemeyi açıklığa kavuşturmak için abartın ve zıt örnekler bulun.
Hiç iyi olmadığın bir zaman olmadı mı?
Paranın dışında nedenlerle hiç kötülük yapılmıyor mu? Paranın iyiye kullanıldığı
bir yol yok mu?
Ahmet de Kayserili. O sence kurnaz mı?
Asla NLP’yi öğrenemeyecek misin? Asla mı? Galiba haklısın. NLP’yi öğrenmek
için ne zekan ne de ömrün müsait. Bu eğitim zeki insanlara uygun. Sen asla
öğrenemezsin. NLP’yi öğrenemeyen bir kişi daha vardı. O da annesinin yanında
eğitime gelen 10 yaşında bir çocuktu. Zaten elindeki elektronik oyuncakla oynamak
ona daha ilginç geliyordu.
Siz söylenenin saçmalığını ne kadar abartırsanız kişi söylediğinin saçmalığını o
kadar anlayacak ve savunmaya geçecektir. Size öğrenebileceğini kanıtlayacaktır.
Hiç doğru olan genelleme yok mudur?
“Güneş her sabah doğudan doğar”, dediğimizde bu doğru değil midir?
“Hiçbir şeyi doğru dürüst beceremiyorum”, dediğinizde kendinizi sınırlarsınız.
Hiç becerdiğiniz bir şey olmadı mı?
“Hiçbir insan her şeyi her zaman doğru yapamaz.” Bu genelleme sizce doğru
mu?
Ya, “Ben her zaman haklıyım...?”
“Türkler çalışkandır.”
“Müslüman ve Karadenizli bir aileden eşcinsel çıkmaz.”
Irkçı, dinci söylemlerin ne kadar çok genelleme yaptığına dikkat edin.

Zorunluluk/Seçimsizlik
Kişinin seçimlerini, olanaklarını, ihtiyaçlarını kurallara dönüştürmesi hayatı
sınırlar.

Önce ev işlerini bitirmeliyim.


En azından bir enstrüman çalmayı öğrenmelisin.
Evlenmeden önce sevişmemeliyim.
Ona hayır diyemem.
Ben bu işi beceremem.

Önce ev işlerini bitirmezseniz ne olur?


Enstrüman çalmayı öğrenmezsem ne olur?
Evlenmeden önce sevişseydin ne olurdu?
Ona hayır desen ne olur?
Becerebilseydin ne olurdu? Seni durduran ne?
Bu sorularla sonuçlar değerlendirilir ve açıklığa kavuşturulur.
“İnsanları kendi çıkarın uğruna kandırmamalısın” cümlesindeki gibi
zorunluluklar etik değerlere dikkat çekmek açısından önemli ve değerlidir.
Toplumun sağlıklı olması için uyulması gereken bir takım kurallar vardır. “Sağlıklı
olmak için her gün egzersize zaman ayırmalısın”, derken de bilinen bir sağlık
kuralından bahsediyoruz. Zaman ayırmazsak ne olur? Sonuçlara bakarak zaman
ayırmayı seçebiliriz.
Bilimsel keşifler de benzer soruları sormakla olmuştur. Einstein “ışığın üzerinde
seyahat edebilseydim ne olurdu?” sorusunu sorarak görecelik teorisini bulmuştur.
Çoğu olmalı, olmamalı türü cümleler ise ahlaki ve gereksiz kurallar içinde bizi
boğar. Çünkü ahlaki kurallar, etik kurallardan farklıdır. (Her iki sözcüğün sözlükteki
karşılıkları benzer olsa da biz burada onlara farklı anlamlar yüklüyoruz.) Etik
kurallar çağlar boyunca her toplum tarafından bir “değer” olarak kabul edilmiştir.
Oysa ahlaki kurallar toplumdan topluma, çağdan çağa değişir. Türkiye’de bakire
çıkmayan bir genç kız aile meclisi kararıyla öldürülürken, Eskimo erkeği eşini
misafire ikram eder. Misafire kendince değerli bir armağan sunar. Toplumların
cinselliğe yükledikleri anlam farklı farklıdır. Ölüm törenleri kimi toplumlarda
dövünmeyi ve yas tutmayı içerir, kimi toplumlarda ziyafetle ve şarap içerek
kutlanır. Ruhun tanrıya kavuşması kutlanılacak bir olaydır.
Burada bahsettiğimiz, bizi kısıtlayan kurallar. Bir şeyi yapmak istediğimiz halde
yapmamamız gerektiğinde ya yine de yapıyoruz ama gizliyoruz ve suçluluk
duyuyoruz. Ya da yapmıyoruz ama öfke duyuyoruz. Kırk yaşında hiç evlenmemiş
ve sevgilisiyle sadece öpüşen bir kadını hatırlıyorum. Evlenmeden bir erkekle
öpüştüğü için suçluluk duyuyordu. Kurallar ona bunu yapmamasını söylüyordu.
Ama insan olmanın doğasına da gem vuramıyordu. Bir de üstelik, öpüştüğü için
sevgilisinin “evlenmeden önce öpüşen” bir kadınla evlenmeyeceğinden
korkuyordu. Bu kadın üniversite mezunuydu ve çalışıyordu.
Biz, davranmamız gibi davranmadığımızda suçluluk duyarız.
Başkaları bizim beklediğimiz gibi davranmadığında öfke duyarız, suçlarız.
Biz öyle davranmalıydık/davranmamalıydık. O şöyle davranmalıydı,
davranmamalıydı. İki durumda da “meli” “malı” takıları almış kurallar bize
olumsuz duygular yaşatır.
Yapamam, edemem, beceremem türü çaresizlik içeren sözler ise bizi yeteneksiz
olduğumuza inanmaya ve başarısızlık korkusuna mahkum eder.
Kendimiz ya da başkaları tarafından dayatılan kurallara boyun eğmek,
öğrenilmiş acizliğe dönüşür ve mantık onunla baş edemez. “Yaparsam/yapmazsam
ne olur” sorusu bilinen yanıttan başka yanıtlar da içerdiğinde onu sorgulama ve
risk alma cesaretine sahip oluruz.
Yapamayabilirim korkusu, içinde illüzyonu taşır. Yapa-maya-bilirim. “Maya”
doğu felsefesinde illüzyon anlama gelir. Korkularımız kendi yarattığımız
illüzyonumuzdur.
Bir kişi bir şeyi yapabilirse siz de o şeyi yapabilme kapasitesine sahipsiniz.
Gereken tüm kaynaklar içinizdedir ön kabullerini hatırlayın. Korkular sadece bir
illüzyondur.

Varsayımda Bulunmak
Gerçeği bilmek için yeterince veri olmadan sonuca varmaktır.
Beni görmezlikten geliyor.
Bana ilgi gösteriyor.

Nasıl ve ne yaparak? Bu soruyla fiilin üzerinde durarak cümleye açıklık


kazandırabilirsiniz. Bu cümlelerde fiil, görmezlikten gelmek ve ilgi göstermek.
Nasıl ve ne yaparak sizi görmezlikten geliyor? Yanımdan geçtiği halde selam bile
vermiyor. Peki bu kişinin bu günlerde çok büyük sıkıntılar yaşadığını, kafasının çok
meşgul olduğunu, ayrıca gözlerinin çok bozuk olduğunu ve gözlüklerini kırdığı için
birkaç gündür gözlüksüz dolaşmak zorunda olduğunu biliyor musunuz?
Başkalarına selam verip sadece size mi vermiyor?
Bana ilgi gösteriyor.
Nasıl ve ne yaparak sana ilgi gösteriyor?
Bahçede dolaşırken bana doğru bakıyordu. Okul çıkışında da bizi takip etti. Ama
bir türlü yanımıza yaklaşamadı.
Biz derken kimi kastediyorsun?
Ben ve arkadaşım Gülşen’i.
Bahçede de Gülşen’le birlikte miydin?
Evet.
Peki, Gülşen’e ilgi göstermediğini nereden biliyorsun?
Bu konuşma benimle on beş yaşında bir genç kız arasında geçti. Genç kız
beğendiği delikanlının kendisiyle ilgilendiğine inanıyordu. Ama aslında delikanlı
Gülşen’le ilgileniyordu. Genç kız ihtiyacı doğrultusunda kendisini aldatıyordu. Eğer
bu konuşma olmasaydı, belki uzun süre delikanlıyla aralarında aşk doğacağı
hayaliyle kendisini avutacaktı. Bu hayale duygusal yatırım yapacaktı. Gerçeği fark
ettiğinde ise hem delikanlıya hem de arkadaşına öfke duyuyor olacaktı. Tam Güzin
Ablalık bir durum.
Varsayımda bulunmanın neden-sonuç çarpıtmasından farkı, nedeni de sonucu
da kendimizin yaratmasıdır. Kendi inanç ve beklentilerimizin subjektif bakış
açısıyla varsayımlarda bulunuruz. Sonra da bunlara gerçekmiş gibi inanırız.
Adamın biri komşusundan çekiç ödünç almak üzere evinden çıkmış.
Komşusunun evine doğru giderken, aklına geçen ay istediği tırpan, geçen yıl istediği
kürek gelmiş. İkisini de iade etmediği için komşusunun kendisine çekiç
vermeyeceğini düşünmüş. Çekiç vermeyeceğini düşündüğü için kızmaya başlamış.
Komşunun kapısına varana kadar kızgınlığı iyice artmış. Komşu kapıyı açtığında da
öfkeyle bağırmaya başlamış: “Çekicini vermezsen verme. Senin gibi komşu olmaz
olsun.”
Varsayımda bulunmak aynı zamanda bir manipülasyon yoludur da. “Sevgilim,
yaş günümde bana araba mı, inci kolye mi alacaksın? Ama söyleme de sürpriz
olsun.” Karısına bir demet gül alıp yemeye çıkarmayı düşünen zavallı eş, “Sana bu
tür hediye alacağımı da nereden çıkardın?” diyemez ve karısının gerçekten istediği
inci kolyeyi almanın daha ucuza mal olacağını düşünerek tuzağa düşer. Tuzağa
düşmek istemiyorsanız, “Sen Meta Model ihlali yapıyorsun”, deyin. O, sizin ne
söylediğinizi anlamaya çalışırken, siz zafer duygusuyla odadan çıkın. (Bu arada ben
de bu bölümü eşimin okumasını engellemeliyim!)
Çocuğumuza, “Yemekte sebze olarak kabak mı, fasulye mi yemeyi tercih
edersin?” diyerek onu birinden birini seçmeye zorunlu bıraktığımızda da onun
seçim yapacağı varsayımından hareket ederiz. Bazen de işe yarar. Tabii dondurma
ödülüyle birlikte.
Bir delikanlının bu yöntemle babasına istediği ayakkabıyı nasıl aldırdığını bilmek
ister misiniz? Ortaokul öğrencisi Uğur ayakkabı alışverişini daima babasının bir
arkadaşından yapıyor. Ayakkabı mağazasında bir ayakkabı beğeniyor. Babasının
arkadaşı ona daha ucuz bir ayakkabı daha çıkarıyor, ikisini de babasına
göstermesini ve babasının onayladığı ayakkabıyı alabileceğini söylüyor. Uğur ise
daha ucuz olan ayakkabıyı bırakıp, kendi beğendiği ayakkabıdan daha da pahalı bir
ayakkabıyı alıyor ve ikisini de babasına götürüyor. Doğal olarak da babası daha
ucuz olanı seçiyor ve Uğur istediği ayakkabısına kavuşmuş oluyor.
İş ortamında bu tür varsayımlarla istemediğiniz bir işi yapmaya mecbur
bırakılmadınız mı?

Fiili İsme Dönüştürmek


Dilbilgisinde fiil bir süreci gösterir. İsim ise bitmiş, tanımlanmış bir şeydir. Bir fiili
isme dönüştürdüğümüzde onu süreç olmaktan çıkarır, donmuş tanımlanmış
değiştirilemez, ismi konmuş bir hale getiririz. Bu Meta Model ihlali, farkında bile
olmadan değişimi engellemek üzere yarattığımız bir canavardır.

Ben beceriksizin tekiyim.


O güvenilir bir insan.
Sen aptal bir çocuksun.
Eşimle ilişkimiz kötü.
Teyzem kanser.

Şimdi aynı cümleleri farklı şekilde söyleyelim.


Ben bu olayda beceriksizce davrandım.
O güven duyulan bir insandır.
Sen bu konuda aptallık eden bir çocuksun.
Eşimle aramızdaki ilişki kötüye gidiyor.
Teyzem kanser hastalığı geçiriyor.

Hangisi size değiştirilebilir geldi?


Birinci örnekte, kişilere “beceriksiz”,”güvenilir”, “aptal” etiketleri yapıştırılıyor.
“İlişki” ve “kanser” kişilerden bağımsız bir varlık haline getiriliyor. Tıpkı masa gibi,
sandalye gibi bir nesnenin ismi gibi varlık kazanıyor. Etiketler yapışır ve kişiyle
özdeşleşir. Oysa bu etiketler davranışa yöneliktir. “İlişki” iki insandan bağımsız bir
nesne haline geliyor, iki insanın müdahalesiyle değişebilecek bir süreç değil.
Teyzem kanser cümlesinde teyzem eşittir kansere dönüşüyor; kanser, teyzeyle
özdeşleşiyor. Nokta. Statik. Durgun.
İkinci örnekte, beceriksizlik, güven duyulmak, aptallık etmek, kötüye giden ilişki,
geçirilen kanser hastalığı bir süreci tanımlıyor. Değişken olan bir şey, içinde
dinamizmi barındırır.
Meta Modellerin önemi şuradan gelir: Dille deneyimlerin yorumunu yaptığımız
için kullandığımız dil bilinçaltımızda aynen kayda geçer. Bilinçaltı bir kavramı
“isim-nesne” bölümüne kayda geçirdiğinde onu donmuş olarak muhafaza eder. Tek
farklı durumda bile bilinçaltı yeni verilere güvenmez. Kişi “beceriksiz” olarak
kendisini tanımlamışsa, bu etiket, kişiyi o davranışla özdeşleştirir. Kişi becerikli
olduğu deneyimleri görememeye başlar. Onlar istisna haline gelir. Aynı şekilde
“güvenilir” kişi bir kez bile güvenilmez bir davranışta bulunduğunda bilinçaltı bunu
affetmez. Ve kişilik saldırıya uğrar.
Davranışın kişiyle özdeşleşmesi “gurur” denilen ucubeyi yaratır. Kişi gururunun
boyunduruğu altındayken insanlık “onuru” pusula olma görevini yerine getiremez
hale gelir. Onur, yanlışı düzeltme yolları arar, gurur ise yanlışı savunur. Onurun
amacı doğruyu bulmaktır. Gururun amacı haklı çıkmaktır.
İlişkimiz kötü derken, ilişki kişilerden bağımsız kılınıyor. Kişiyi çaresiz bırakıyor.
Oysa kötüye giden bir ilişki sürecin devam ettiğini gösterir. Bu ilişkiyi iyileştirme ya
da bitirme seçimi vardır.
Depresyonda olduğunuzu düşünün. İki ayrı terapiste gidiyorsunuz. Biri size “Ne
kadar zamandır depresyondasınız?” diye soruyor. Diğeri “Depresyon geçiriyorken
neler hissediyordunuz?” diye soruyor. Hangi terapistle işbirliği yapmayı seçerdiniz?
Tıbbi tanımlar ve hastalık teşhisleri fiilin isme dönüştürülmesidir. O kanser, o
hiperaktif gibi tanımlamalar kişiye etiket koyar ve kişiyi hastalığa mahkum eder.
Hastalık geçirilen bir şey olmaktan çıkıp kişinin kendisine dönüşür. Kişiyi bazen
ömür boyu hastalığa mahkum eder.
Hastalık geçirmek tanımında bile geçicilik vardır. Hastalık hastanın kendisi
değildir.
Alkolik kişinin kendisidir, değiştirilemez. Alkol bağımlılığı yaşamak
değiştirilebilir bir durumdur.
Şişman kişi şişmandır, etiketi konmuştur. Kilo sorunu olmak ise aşılabilecek bir
şeydir.
Kendinizi hangisi olarak tanımlarsanız daha kolay çözüm bulabilirsiniz? Dilin
gücü.
Amerika’da yapılan bir araştırmada, bir gazeteci aynı hikayeyle yedi ayrı
psikiyatriste “hasta” olarak gidiyor. Her birinin koyduğu “teşhis” farklı oluyor. Bir
“teşhis” ile hayatlar nasıl mahvolabilir?
Olumlu kavramlar için de aynı şey geçerlidir. “Ben zekiyim” diyorsam, tek bir
zekice seçim yapmadığımda kendimi kötü hissederim. Ama ben “zeki olan” bir
insansam, bazen aptalca davranışlarda bulunma hakkına sahibim. Böyle
durumlarda bilinçaltı ara sıra “yanlışlar” yapmama göz yumar.
Fiili isme dönüştürme en yıkıcı dil paternine dönüşebilir.
Dil ihlalini açıklığa kavuşturmak için önce ismi fiile dönüştürün ve sorunuzu
sorun.
Eşimle kötü bir ilişkimiz var... Bu bir tanım. Eeee?
Eşimle kötüye giden ilişki yaşıyoruz. Bu ilişkiyi nasıl düzeltebilirim? Düzeltmek
için ne yapabilirim?
Niçin sorusu yıkıcı bir sorudur. Sadece mazeretler üretmeyi bilir ve bizi geçmişte
takılı bırakır. Nasıl sorusu ise çözüm üretmeye yöneliktir.
“Ben iyiyim” demek yerine “Her gün her şekilde daha iyiye gidiyorum” deyin. Bu
sizi motive eder. Kötü giden günlerden bile bir ders çıkararak iyiye gidebilirsiniz.

Belirsizlik
Olayların, kişilerin ve nesnelerin belirsiz olduğu cümlelerde boşluklar haritalara
göre dolar.
Gazetede iki ilan görüyorsunuz:

a) Genç, dinamik, satış elemanları aranıyor.

b) 25-35 yaş arası erkekse askerliğini yapmış, enerjisi dokuzla beş arası
sınırlanmayan, yakın gelecekte bölge temsilcisi sorumluluğunu taşıyabilecek,
seyahatten hoşlanan, girişken biriyseniz, henüz deneyiminiz olmasa da ABC
firmasında satış elemanı olarak işe başlayabilirsiniz.

İkisi de aynı firma tarafından verilmiş ilan örnekleri. Siz ikinci ilanda talep edilen
niteliklere sahip olsaydınız birinci ilana yanıt verir miydiniz.

a) Bugünkü randevumuzu iptal edeceğim için üzgünüm.


b) Bugün saat 17.00’deki randevumuzu İtalya’dan beklenmedik bir
ziyaretçimizin gelmesinden dolayı iptal etmek zorunda kaldığım için üzgünüm. Bu
aramızdaki anlaşmayı etkilemeyecek bir ziyaret. Haftaya Çarşamba saat 15.00 ya da
Perşembe 18.00 senin için uygun mu?

Çoktandır beklediğiniz bir buluşma için hangi e-maili almayı tercih ederdiniz?

Sadece bu Meta Model ihlali bile ne çok yanlış anlaşılmalara sebep olabiliyor.
Meta Model ihlali yapmadan iletişim kurmayı öğrendikten sonra şirket çalışanları
gereksiz yazışmaların yüzde seksen azaldığını bildirmişti.
Kim, ne, hangisi, ne zaman, nasıl sorularıyla kastedilen kişiyi ya da olayı belirleyin.
Siz bu soruları sormazsanız “akşam eve geç geleceğim” diyen çocuğunuza
kızmaya ne hakkınız var? Onun için geç sabah 3 iken, sizin için gece 9 olabilir.
Eve sabah döneceğim diyen kızınız, bir hafta sonra sabah döndüğünde yalan mı
söylemiş oluyor?

Özetle Meta Model, dilin gücünü kullanma sanatıdır. “Müzik kulağımda” ile
“kulağım müzikte” arasında fark vardır. Aynı kelimeler kullanıldığı halde sıralama
anlam farkı yaratır.
Meta Model dil ile deneyim arasında bağlantı kurmayı amaçlar. Meta Model
ihlalleri ise dil ile deneyim arasında filtre oluşturur ve yanlış anlaşılmalara yol açar.
Meta Modellere özen gösterdiğinizde iş yaşamınızda, eğitimde, terapide güçlü bir
araç kazanırsınız.

1. Bilgiyi daha net toplarsınız.


2. Anlamı daha açıklığa kavuşturursunuz.
3. Kendinize ve başkalarına koyduğunuz sınırlamaları fark edersiniz.
4. Seçimlerinizi artırırsınız.

Meta Modeli iyi bilmek iletişimde de, satışta da bir hazinedir.


Tahakkümcü kişiler Meta Model ihlalinde usta kişilerdir. Dili kendi çıkarlarına
kullanmayı olumsuz anlamda çok iyi bilirler.
Meta Modeli iyi kullanarak dili kendi amacımıza kullanmayı öğrenmek çok
önemli. Sözlerin nasıl yıkıcı olabileceğini, yanlış anlaşılmalara yol açtığını, ilişkileri
kopardığını biliyoruz. Sözleri yapıcı, doğru anlaşılır, ilişki kurucu olarak kullanmak
da elimizde.
Sözler dostumuz da olabilir, düşmanımız da. Bu sizin onları nasıl kullandığınıza
bağlı.
BEŞİNCİ BÖLÜM
BİLİNÇALTI KASETLERİ VE ÇAPALAR

AYNA VE AHENK

NLP’nin temelini uyum ve esneklik oluşturur. Sütunlar kalibrasyon ve Meta


Modellerle oluşur. Çatısı bu sütunların üzerine kurulur.
Sevdiğiniz bir kişinin cümlesini kendiliğinden sizin tamamladığınız, sizin
söylemek istediğiniz şeyin onun dudaklarından döküldüğü anları hatırlayın.
Ahenkle dans eden bir çifte hayran olmamak mümkün müdür? Önce uyum
kurulamazsa bir amacı paylaşmak, ortak bir hedefi belirlemek zor olur, sürdürmek
ise imkansız. Kendi bedenimizle uyum içinde değilsek hiçbir diyet işe yaramaz.
Bedenin bize ne söylediğini dinleme becerisi kazandığımızda, onun ihtiyaçlarına
kulak verdiğimizde kilo sorunu ortadan kalkar. Düşünce, duygu ve davranışlarımız
uyum içinde değilse tutarsız biri olarak algılanırız ve kendimize saygı duyamayız.
Uyum ilişkilerin benzinidir. Benzin yoksa ilişki yürümez. Uyum, tanışıklıkları
arkadaşlığa daha sonra da dostluğa dönüştüren büyüdür. Aynı bakış açısına sahip
olmak, aynı dalgada bulunmak, aynı şeyleri hissetmek diye tanımlarız uyumu.
Uyum içinde olduğumuz kişilerle birlikte olmak, birlikte çalışmak keyiflidir. Bazı
insanlarla bu uyumu tesadüfen yakalarız. Tesadüfleri bilinçli olarak yaratabilmek
ise NLP’de modelleme, aynalama teknikleri ile mümkündür.
Ergenlik dönemimde, bizimle aynı apartmanda oturan yirmi sekiz yaşında bir
Saliha abla vardı. Onu diğer apartman sakinleri sevmezdi. Dik başlı ve fazla modern
bulurlardı. Günlere falan gidip gelmediği için onu ayrık otu olarak görürler,
hakkında dedikodu yaparlardı. Ben ise onun kültürlü, genç ve güzel oluşunu
kıskandıklarını düşünürdüm.
Saliha abla evli ve çocuksuzdu. Ben on üç on dört yaşlarındaydım ve fırsat
bulduğum her an Saliha ablanın evine koşardım. Subay olan eşi nöbetçi olduğu
akşamlar ben onun evinde kalırdım. Bana okumam için kitaplar verirdi, saatlerce
yaşıt iki arkadaş gibi konuşurduk. Sanırım bu sohbetlerden benim kadar o da zevk
alırdı.
Onunlayken büyük olduğumu hissederdim. Onun söylediği her şey, bana doğru
gelirdi. Saçlarımı onun gibi tarar, onun gibi konuşurdum. Bir süre sonra el kol
hareketlerimin, mimiklerimin ona benzediğini fark etmiştim. Hatta o karnabaharı
çok sevdiği için ben de karnabaharı çok sevmeye başlamıştım. Okulda hiç
sevmediğim fizik dersini o bana sevdirmişti. Fizik hocasını hiç sevmezdim. Aksi ve
asık suratlı bir kadındı. Ama Saliha ablanın anlatımıyla dersi anlardım. Notu kıt
hocadan geçer not almayı bile başarırdım.
Bilmeden Saliha ablayı modelliyor ve aynalıyormuşum.
Sevgililerin, uzun süredir evli ve mutlu çiftlerin tavırları, mimikleri hatta
kullandıkları dilin benzerlik gösterdiğini biliriz.
Aynalama insanlar arasında bağlantı yaratır. Oturuşumuz, mimiklerimiz,
konuşma hızımız, nefes alma tempomuz, giyim seçimimiz, hatta lokantada yemek
seçimimizle aynalamayı sağlayabiliriz. Karşımızdaki kişinin kendisine benzer
gördüğü her şey, onun ilgisini çeker. Bu benzerliği bilinçli olarak algılaması şart
değildir. Hatta çoğu kez bilinçli olarak fark etmez bile. Ama bilinçaltı benzer olanı
algılar. Benzerlik bilinçaltına güven duygusu verir.
Aynalamayı öğrenirken katılımcılar en çok, karşımızdaki kişinin kendisini taklit
etmemizden rahatsız olup olmayacağını sorar. Kişi elini yanağına götürdüğünde biz
de mi götürmeliyiz? Evet. Ama anında değil bir iki saniye sonra. Kişi kollarını
kavuşturmuşsa biz de mi kavuşturmalıyız? Ters aynalamayla biz de ayak ayak
üstüne atabiliriz. Ama insanlar çoğu kez kendilerini “taklit” ettiğimizi fark etmez.
Sadece aramızda bir uyum oluşmaya başladığını hisseder. Çünkü kendisine
“benzeyen” bir kişinin yanında rahatlık duyar.
Ayrıca karşınızdaki kişinin de “aynalama” tekniğini bildiğini varsayın. Siz sizinle
uyum sağlamaya çalışan, bunun için çaba gösteren birinden hoşlanmaz mısınız?
Taklit, en büyük iltifattır.
Günlük yaşamda aynalamayı farkında olmadan her yerde yaparız. Diğer
insanlarla benzerlik gösterdiğimiz ortamlarda rahat ederiz. Plajda mayo giyeriz.
Herkesle uyum içinde oluruz. Denize elbisesi ya da şalvarı ile giren insanlara
bakmaz mıyız?
Bir tatil köyünde herkes kumsalda dolaşan bikinili kızlara değil, aşırı sıcak yaz
gününde, tepeden tırnağa kara çarşaflar içinde kumlarda oturan üç kadına
bakıyordu. Peki İstiklal Caddesinde bikinili kızlardan biri yürümeye kalksaydı ne
olurdu?
Sinemada herkes perdeye bakar, sessiz oturur ve başını hafif yukarı doğru
kaldırır. Tüm seyirci salon aydınlanana kadar uyum içindedir. Çıt çıt çekirdek
yiyerek uyumu bozan bir seyirci anında çevre koltukta oturanların ters bakışlarına
hedef olur. Bazen daha sert tepki bile alabilir.
Bir davete gittiğimizde davete uygun şekilde giyinmek uyumun bir parçasıdır.
Sakıp Sabancı’nın evinde verdiği bir partiye gazeteci olarak katılmıştım. Sanatçılar
onuruna verilen bir davetti. Herkes şıktı. Gazetecilerin neredeyse hepsi günlük
kıyafetleriyle, bazıları kotlarıyla gelmişti. Ben bir davetli olarak şık bir gece elbisesi
giymeyi seçmiştim. O gece hem Sakıp Sabancı ile hoş bir röportaj gerçekleştirdim,
hem daha sonrası için istediğim tarihte bir randevu aldım. Randevum sadece bir
saat içindi, sohbetimiz bittiğinde aradan dört saat geçmişti.
Kural olarak, nasıl giyinmeniz gerektiğinden emin olmadığınız ortamlar için şık
giyinmek, özensiz giyinmekten iyidir. Herkesin spor giyindiği bir ortamda sizin biraz
daha şık olmanız mı rahatsız edicidir, yoksa resmi bir ortamda spor kıyafetle olmak
mı?
Aynalama, karşımızdaki kişinin ya da grubun sözsüz davranış modelini ona
geri sunmaktır.
Dans öğrenirken öğretmeni aynalarız. Çocuklar doğruyu ve yanlışı büyüklerini
aynalayarak öğrenir. Nasihatleri değil, büyüklerin davranışlarını kopyalar.
Çocukları birbirleriyle oynarken gözleyin. Benzer hareketleri yaptıklarını
görürsünüz. Biz çocuğa ulaşmak için onun boy seviyesine inerek konuşmaz mıyız?
Aynalamayı kitle psikolojisinde de görürüz. Bazen çok yıkıcı bir şekilde. Tek
başınayken asla böyle bir şey yapmayacak bireylerin kitlelerle birlikte
kendilerinden beklenmeyecek davranışlara girdiğini görürüz. Kurbanın tacizcisiyle
“özdeşleşme” sendromu da bir aynalamadır. Çocukken şiddet görmüş insanların
büyüdüklerinde şiddet göstermeleri, küçükken tecavüze uğramış kişilerin
büyüdüklerinde tecavüzcü olmaları aynalama örnekleridir.
Genç yaşta olanlarınız hatırlamaz ama Amerika’da basın imparatoru Randolph
Hearst’ün kızı Patricia Hearst fidye almak amacıyla bir terör örgütü tarafından
kaçırılmıştı. Genç kız uzun bir süre fidyecilerin elinde kaldı. Televizyonlarda tefrika
gibi takip ettiğimiz kaçırılma olayı bir süre sonra boyut değiştirdi. Bir gün
ekranlarda Patricia’yı elinde tabanca banka soyarken gördük. Bankanın gizli
kameralarına kaydedilen görüntülerde genç kız, örgüt üyeleri ile birlikte banka
soyuyordu. Kılığı kıyafeti örgüt üyelerine benzemişti ve ismini Tanya olarak
değiştirmişti. Tarikat ve kültlerde herkesin benzer giysiler içinde olması
aynalamayla uyum ortamı sağlamayı amaçlar. Böylece bireyler artık “ben” değil,
“biz” haline gelir ve onları istenilen istikamete yönlendirmek çok daha kolay olur.
Aynalamayla karşımızdaki kişi ile iyi bir uyum oluşturduktan sonra farkında
olmadan o bizi aynalamaya başlar. Buna NLP’de yönlendirme denir.

Önce Uyum, Sonra Yönlendirme

Uyum sağlamadığınız kişiden sizi dinlemesini, bakış açınızı görebilmesini nasıl


bekleyebilirsiniz?
Hareketleri (davranışları) aynalama birkaç şekilde olur.
1) Aynadaki Görüntü: O sağ elini şakağına dayamışsa siz sol elinizi şakağınıza
dayarsınız. O sağ elini masaya dayamışsa siz sol elinizi masaya dayarsınız. O sağ
bacağını sol bacağının üzerine atmışsa siz sol bacağınızı sağ bacağınızın üstüne
atarsınız.
2) Tıpatıp Aynı: O sağ eliyle çenesini ovuşturuyorsa sizde sağ elinizle çenenizi
ovuşturursunuz.
3) Çapraz Aynalama: O, ellerini göğsünde kavuşturmuşsa, siz bacak bacak üstüne
atarsınız. O sağ eliyle saçlarını düzeltirken, siz sol elinizle yakanızı düzeltebilirsiniz.

Ellerini göğsünde kavuşturan bir kişiyi siz de aynısını yaparak aynalamayın. Bu


davranış bazen savunma anlamına geldiği için iki savunmadaki kişinin uyum
sağlaması zor olur. Ayaklarınızı ya da bacaklarınızı çaprazlamanız yeter. Bilinçaltı,
bedenin pozisyonundan masanın altında çapraz duran ayakları bile algılar ve bunu
uyum olarak yorumlar.
Birisi kravatını düzeltiyorsa, siz yakanızı düzeltebilirsiniz. Birisi alyansıyla
oynuyorsa, siz kol saatinin kayışıyla oynayabilirsiniz. Birisi ağırlığını sürekle bir
ayaktan diğerine veriyorsa siz hafifçe öne ve arkaya sallanabilirsiniz. Mesaj kişinin
bilinçaltına gidecektir. Bilinçaltı kendisine benzeyen biri olduğunuz kararını
verecektir.
Hareketleri bir iki saniye rötarla aynalamaya dikkat edin. Pozisyon değiştirmeyi
ani hareketlerle değil, yavaş ve doğal bir tarzda yapın.
Nefesle uyum sağlama da çok iyi bir yoldur. Nefesle kişinin özüyle uyumlu hale
gelirsiniz. O derin ve yavaş nefes alıyorsa siz de öyle alın. O hızlı ve yüzeysel nefes
alıyorsa siz de benzer tempoda nefes alın. Size bir ipucu daha. Karşınızdaki nefes
alırken söze başlarsanız, söyleyecekleriniz daha iyi ulaşır. Karşınızdaki son sözünü
söyleyip nefes verirken susun. Konuşmaya başlamak için nefes almasını bekleyin.
Sevgilinizle veya eşinizle son derece uyumlu olduğunuzu hissettiğiniz bir anda
nefeslerinizin ritmine dikkat edin. Aynı olduğunu göreceksiniz. Sevişirken nefes
ritmini birbirinize uydurursanız alacağınız haz çok daha güçlü olur.
Yaşamla uyumlu olmak yaşamın ritmine uymaktır. Kendinizle uyumlu olmak kendi
ritminize uygun bir yaşam sürmektir. Karşınızdaki kişinin ritmine uymak, doğal
olarak aranızda uyum sağlayacaktır. Doğal ritmimize uymadığımızda stres yaşarız.
Yaptığımız işten zevk almıyorsak o işle aramızda uyumsuzluk olduğu içindir.
Kişinin ses temposuyla konuşmak bir başka uyum sağlama yoludur. Çok hızlı
konuşan bir görselle, yavaş konuşan bir kinestetiğin uyumu zor olur. Hüseyin
Hatemi ile Fatih Altaylı’nın sohbetinin sürükleyiciliğini(!) düşünebiliyor musunuz?
Böylesine zıt bir kişiyle iş konuşması yaptığınızı varsayalım. Bu durumda elinizden
geldiğince tempoyu uyumlu hale getirmeye çalışın. Ayrıca parmağınızla ya da
ayağınızla da kişinin konuşma temposuna ritim tutun.
Konuşma tarzının uyumu önemlidir. Benzer şiveye sahip insanlar birbirlerini
hemen tanır. “Sen neredensin kardeş” diye konuşmaya başlar. Siz yabancı bir
ülkedeyken yanınızdan geçen birinin Türkçe konuştuğunu işitseniz o kişiye
yakınlık duymaz mısınız? Büyük olasılıkla Türkçe bir şeyler söyleyip bu kişiyle
konuşmaya başlarsınız. Aynı kişiyle Türkiye’de karşılaşsanız belki yüzüne bile
bakmazdınız.
Hatta ortak bir dil bile bu uyumu sağlamaya yeter. Japonya’da tanıştığım
Amerikalı bir kızla aynı dili konuştuğumuz için yakınlaşmıştık. İkimiz de yalnız
seyahat ediyorduk. Kısa bir sohbetten sonra otelde aynı odayı paylaşmaya karar
verdik. Böylece hem masraflarımızı kısmış, hem de birlikte gezerek hoş vakit
geçirmiştik.
Ses tonuna uyum sağlamak bazen şart olabiliyor. Bağıra çağıra kavga eden iki
kişiyi ayırmak için ne yaparsınız? Siz de aynı şekilde “Durun! Durun! Bir dakika!
Beni dinleyin!” diye bağırarak araya girersiniz. (Uyum). Sonra yavaş yavaş sesinizin
tonunu düşürerek onları sakinleşmeye davet edersiniz. (Yönlendirme). Onlar da
size uyum sağlayarak ses tonlarını yavaşlatırlar ve kavga sona erer. Onlar bağıra
çağıra kavga ederken siz kibarca ve sakin bir ses tonuyla müdahale etmeye
kalktığınızda suratınıza bir yumruk bile yiyebilirsiniz. Uyum kurmadan onları
yönlendirebileceğinizi mi sanıyordunuz yoksa?
Geçen ay sesimi tümüyle kaybetmiştim. Ancak fısıltıyla konuşabiliyordum.
İşyerinde tüm arkadaşlar da benimle fısıltıyla konuşuyordu -farkında bile olmadan.
Durumun komikliğini görünce, NLP’yi iyi öğrenmişsiniz, diye takıldım. Hep birlikte
gülmeye başladık. Tabii ben fısıltıyla gülüyordum. Nasıl bir gülme olduğunu tahmin
edin. İşin daha da komik yanı ertesi gün de fısıldamaya devam ediyorlardı. Doğal
uyum.
Sık kullandığımız deyimler bile bir süre sonra sevdiklerimiz tarafından
kullanılmaya başlanır. Ben “Nasılsın?” diyene, “Harikayım” diye yanıt veririm. TRT
radyosunda yaptığım haftalık programlarda artık telefon arkadaşlarım da
“harikayım” diyor.
Birlikte yemek yediğinizde aynı hızla yemek yemeye özen gösterin. Birisi
yemeğin yarısına gelmeden diğerinin tabağını silip süpürmesi karşı tarafta
rahatsızlık uyandırır -rahatsızlık duymasının sebebini fark etmese bile. Lokantada
aynı şeyi ısmarlayarak da uyum sağlayabilirsiniz. Sizin seçtiğiniz bir yemeği
masadaki bir başkası da, ben de aynısından istiyorum, diye seçtiğinde bu olumlu bir
duygu yaratmaz mı? Seçiminizin beğenilmesi güzeldir. Bunun bir başka yararı daha
vardır. Özellikle ısmarlayan diğer kişiyse.
Karşımızdaki kişinin bütçesini bilmiyorsak onun ısmarladığından ısmarlamak en
emin yoldur. O sadece bir çorba ısmarlamışsa, sizin karides kokteyli ve filet mignon
arkasından da kapuçino, tiramisu ve Napeleon konyak ısmarlamanız bütçesinde
büyük bir delik açabilir. Ya da birlikte bulaşıkları yıkamak zorunda kalabilirsiniz.
Özellikle ilk kez yemeğe çıkacağınız potansiyel romantik bir randevuda dikkat!
Partnerinizin sizinle birlikte olmaktan zevk alması yerine, onun ecel terleri
dökmesine sebep olabilirsiniz.
Yemekte uyum önemlidir. Vejetaryenle evli bir etoburu düşünebiliyor
musunuz?
Önce uyum sonra yönlendirme. Aynalayarak uyum sağladığınız kişi sizi
aynalamaya başladığında yönlendirme noktasına geldiniz demektir. Artık yaratmak
istediğiniz sonuca doğru yol alabilirsiniz.
Aynalama egzersizlerini parkta, metroda, kafede tanımadığınız kişileri
aynalayarak deneyin.
Yeni tanıştığınız kişilerle deneyin. Pratik yapın.
Eğitime katılanların sıklıkla sordukları sorulardan biri de kişiyi aynalamanın bir
manipülasyon yolu olup olmadığıdır. Önce uyum sağlanmadan hiçbir iş, aşk ve
sosyal ilişkinin yürümeyeceğini hatırlayalım. Aynalama bir uyum sağlama yoludur
-görsel ve sözel uyumla birlikte. İnsan kendine benzeyen kişilerle birlikte olmayı
seçer. Manipülasyon, kişinin kendi çıkarları uğruna başkalarını kullanmasıdır. Yani
bir kazan-kaybet oyunudur. Manipülasyonda sömürü vardır. Gerçek anlamda
başarılı insanların hepsi kazan-kazan oyununu oynar. Karşı tarafın maddi ve
manevi kazancının eşit olmadığı ilişkiler uzun sürmez. Sürse de sağlıklı olamaz.
Amaç ve niyet önemlidir. Ayrıca özü, sözü ve davranışı uyum içinde olmayan
kişiler zaten tutarsız ve güvenilmez bir tavır sergiler. Kişinin kendi içinde uyumlu
olmasını “doğal” davranıyor diye tanımlarız. Doğallık çekicidir. En kaba doğallık, en
kibar sunilikten etkilidir. İki insan arasında uyum, bir akışın olduğunu gösterir.
Doğallık kişinin kendi doğasıyla akışıdır.
Bazen uyum kendiliğinden olur, bazen uyum yaratmak için değişik stratejiler
kullanırız. Yaratıcı olmak durumunda kaldığımız anlar olabilir. Misafir olduğum bir
evde temizlikçi kadın aldığı bir telefondan sonra yere yığıldı. Ev sakinleri telaşla
koşuşturmaya başladı. Kimi limon kolonyası arıyordu, kimi telefondaki kişiyle
konuşmaya çalışıp ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Hemen kadının yanına
boylu boyunca uzandım. Onun aldığı şekilde hızlı nefes almaya başladım. O karnını
tutuyor, ben de tutuyordum. Bir süre nefes alışımız tamamıyla aynıydı. Uyum
sağladığımızı hissettiğim an, nefesimi yavaşlatmaya başladım. O da nefesini
yavaşlatmaya başladı. Gittikçe derin nefesler almaya başladım. O da derin nefesler
almaya başladı. Yeterince sakinleştiğinde gözlerini açtı. Ben yavaşça doğruldum. O
da doğruldu. Kendine gelmişti. Tüm bunlar bir iki dakika içinde oldu.
Telefonda kızının sevdiğine kaçtığı haberini almıştı. Kızı dayısının oğluyla
nişanlıydı; alkolik ve dayakçı baba bu durumu bir faciaya dönüştürebilirdi.
Başkalarına yardım etmek için de önce uyum sağlamak gerekiyor.
Peki istemediğiniz halde uyum sağlanmışsa ne olacak? Örneğin; karşınızdakini
kırmamak için uyum sağlamış göründüğünüzde ve kişiden kurtulamadığınızda?
Uyku gözlerinizden akıyor ve ev sahibi oğlunun düğün videosunu size
seyrettirmeye kararlı. Sık sık saatimize bakarak ve koltukta yatar vaziyette oturarak
uyumu bozmaya çalışırız değil mi? Sonunda ayağa kalkarak videoyu bir başka
zamanda izlemekten mutluluk duyacağımızı söyleyerek evimize gitmeye çalışırız.
Bir görüşmenin ya da toplantının bittiğini biz otururken karşımızdaki kişinin
ayağa kalkmasından anlamaz mıyız? Oturma uyumu bozulmuştur. Gitme zamanı.
İkili görüşmelerde kişi ayağa kalkmadan önce uyum bozucu sinyalleri vermeye
başlar. O noktadan sonra söyleyeceklerimiz amaca hizmet etmez. Hatta zarar bile
verebilir.
NLP gözlem yeteneğimizi geliştirmeyi de amaçlar.
Çoğumuz tesadüfi uyumların sağlandığı hayatlar sürüyoruz. Çok istediğimiz
halde uyum sağlamayı bilmediğimiz için projemizi yetkili konumdaki kişiye kabul
ettiremiyoruz. Uyum sağlamayı bilmediğimiz için çok istediğimiz halde bazı
kişilerle arkadaşlık kuramıyoruz. Çok istediğimiz halde bedenimizle uyum
sağlamayı bilmediğimiz için sağlıklı ve ince bir bedene kavuşamıyoruz. Düşünce ve
duygularımızla uyum sağlayamadığımız için kendimiz olamıyoruz.
Olmayacak duaya amin demek başka şey, olabileceği halde tesadüfi uyumlar
olmadığı için gerçekleşemeyen dualara amin demek başka şey.
Kimi tesadüfleri göremez.
Kimi tesadüfleri değerlendiremez.
Kimi tesadüfleri değerlendirmeyle yetinir.
Kimi tesadüfleri yaratır.
NLP tesadüfleri görebilme, değerlendirebilme ve yaratabilme sanatıdır.

ÇAPA DENİLEN UYARICILAR

Sıkışık mı sıkışık bir trafikte iş randevunuza yetişmeye çalışıyorsunuz. Bir


taraftan yeterince hazırlanmadığınız için bu buluşmanın nasıl geçeceğinin stresini
yaşıyorsunuz. Diğer taraftan geç kalacağınız endişesini duyuyorsunuz. Tam o sırada
radyoda “bizim şarkımız” dediğiniz bir şarkı çalmaya başlıyor. Birden gevşediğinizi
hissediyorsunuz. Gözünüzün önünde sevdiğiniz kişi canlanıyor. Yüzünüzü bir
tebessüm kaplıyor.
Yüzünüzde mutlu bir tebessüm, hülyalara dalmışken mavi- kırmızı ışıklı bir
arabanın tam arkanızda olduğunu dikiz aynasından görüyorsunuz. Aniden içinizi
sıkıntı kaplıyor çünkü ruhsatınızı evde unuttuğunuz aklınıza geliyor. Panikleyerek
arabayı sağa çekmeye hazırlanırken, arkadaki polis arabasının sizden yol vermenizi
istediğini fark ediyorsunuz.
Eliniz otomatikman sevgilinizin size şans getirsin diye verdiği arabanın
aynasından sallanan Noel baba figürüne gidiyor. Rahatlıyorsunuz.
Çapalar iş başında. “bizim şarkımız”ı duymak sizi mutlu etti. Bu şarkıyı ilk
dinlediğinizde bir dağ evinde şömine çıtır çıtır yanarken, siz karşısında sarmaş dolaş
oturuyordunuz. O sırada radyoda bir şarkı çalıyordu. Siz müziğin ritmiyle dans
etmeye başladınız ve bu şarkının sizin şarkınız, aşkınızın şarkısı olmasına karar
verdiniz. Bu şarkıyı her dinlediğinizde içinizde benzer duygular canlanıyor.
Mavi- kırmızı ışıklı arabayı ilk arkanızda gördüğünüzde, hızlı gittiğiniz için ceza
yemiştiniz. Hangi sürücü arkasında bu ışıkları gördüğünde olumsuz duygular
yaşamaz ki?
Birçok insan kendisini nazardan koruyacağına inandığı mavi boncuğu üzerinde
taşır.
Sporcular maça başlamadan önce kendilerine şans getireceğine inandığı bir
takım objelere dokunur, sağ ayağıyla sahaya adım atar, belirli bazı sözleri kendine
söyler ya da dua mırıldanır. O mavi kravat ya da yeşil fuların size şans getirdiğini
bildiğiniz için önemli iş görüşmelerine onu takarak gidersiniz.
Ya biraz önce kavga ettiğiniz sevgiliniz, siz kavgayı biraz daha uzatarak haklı
çıkmaya kararlıyken, size o yaramaz çocuk gülüşüyle göz kırptığında kavgayı
sürdürmeye gücünüz kalır mı?
Tüm bu davranışlardaki ortak nokta geçmişteki bir deneyime dayanması ve sizin
ruh halinizi anında değiştirebilmesidir. Mavi kravat ve yeşil fular size geçmişte
yaşadığınız bir başarıyı çağrıştırır ve onu taktığınızda özgüveninizin arttığını
hissedersiniz. Yaramaz çocuk gülüşlü sevgilinin bu gülüşünü ilk gördüğünüzde
içinizde nasıl da sıcak duygular uyanmıştı. Hala da bir gülüş buzları eritecek kadar
sıcak.
NLP’de psikolojik bir durum yaratan uyarıcıya çapa denir.
Çapa, bir sembolun uyarıcı haline gelerek, belirli bir durumu ve tepkiyi tekrar
tekrar yaratma halidir. Uyarıcı - tepki durumu.
Çapalar yaşamımızın her anında, her yerde çoğu kez biz farkında bile olmadan
bizim davranışlarımızı belirliyor. Kırmızı ışıkta otomatikman dururuz. Kahvenin
kokusunu duyduğumuzda canımız birden kahve ister. Okulda zil çaldığında
yerimizden fırlarız. Bir reklam müziğini duymak bize otomatikman o ürünü
çağrıştırır. Reklamlar çapalarla doludur. Reklamın amacı zihnimizde ürünle ilgili bir
çapa oluşturmaktır.
Bilinçaltımız adeta çapalar deposudur. Bu çapaların farkında olmadığımız için
birçok değişimi yapmakta güçlük çekeriz. Salt irade, değişimimiz için yetmez.
Çünkü bilinçaltı, bilinçle çatışma halinde olduğunda kazanan daima bilinçaltı olur.
Evli bir kilolu kadın neden zayıflayamadığını bir türlü anlayamıyordu. Zayıflamak
için her türlü yolu denediği halde belli bir kiloya indiğinde yeniden aşırı yemeye
başlıyordu.
Kadın on dört yaşına kadar babasının cinsel taciziyle yaşamak zorunda kalmıştı.
Altı yaşından beri süren bu ensest ilişkiden nefret ediyordu küçük kız. Ama on dört
yaşına geldiğinde birden incecik bir genç kız olup çıktığında babası onu çok sıska
bulduğunu söyleyerek aşağılamıştı ve onunla ensest ilişkiye son verip küçük kız
kardeşe yönelmişti. Kız bir taraftan babasının tacizinden kurtulduğuna memnundu
ama öte yandan da babası artık onu sevmiyor, kız kardeşini seviyordu. Zayıflığı
babasının onu terk etmesine neden olmuştu. Bilinçaltında zayıflamak, erkekler
tarafından terk edilmek olarak kayda geçmişti. Böyle bir çapa sonucu farkında bile
olmadan zayıflarsa eşinin onu terk edeceği inancına sahipti. Eğitim sırasında bu
inancın kilo vermesini sabote ettiği ortaya çıktığında çok şaşırdı. Bir NLP
egzersiziyle onda yeni bir çapa oluşturduk. Kadın bir sene içinde istediği kiloya
inmeyi başardı.
Bir başka çarpıcı çapa örneği de çapaların nasıl farkına varmadan hayatımızı,
sağlığımızı etkilediği üzerine düşündürücüdür. Eğitime katılan bir genç kadın son
zamanlarda kalp ağrıları çekiyordu. O yaşta kalp sorunu yaşaması için hiçbir
açıklama getiremiyordu. Egzersiz sırasında birden, “Aman tanrım” diye bağırdı.
Gözünün önünde hastalığının nedeni canlanmıştı. Buzdolabının kapağında
manyetik kağıt tutucunun üzerindeki reklam, bir ilaç firmasının kalp ağrısı ilacına
aitti. Kendisine hediye olarak verilen bu amblemi her buzdolabına gidişinde
görüyordu. Bedeni bu ilaca ihtiyaç yaratacak durumu adım adım oluşturuyordu. O
akşam manyetik kağıt tutucu çöpü boyladı. Daha sonra görüştüğümüzde kalp
ağrılarından eser kalmadığını sevinçle grup arkadaşlarıyla paylaştı.
Tüm katılımcıların kendilerine bir şekilde armağan olarak verilen ilaç markası
amblemli kalem, takvim, bloknot vb. şeyleri de çöpe attığını söylememe gerek yok.
Ben de evimde böyle bir kaleme sahiptim. Kalem güzel olduğu için atmak yerine
amblemi asetonla çıkararak sorunu çözdüm.
Çapalar iki yolla oluşur:

1. Zihinsel Yol
2. Duygusal Yol

Zihinsel Yol
Duyularımızın belirli bir duyguyla bağlantısı olmaksızın oluşan çapalardır. Bir
reklamı bin kere izlersek ya da işitirsek ürün zihnimizde çapa oluşturur. Bir
reklamın ilk cümlesini duyduğumuzda gerisini getiririz. Marlboro sigarasının
kırmızı üçgenini, McDonalds’ın altın renkli arkını gördüğümüzde markaları hemen
tanırız. “Her gün her şekilde daha iyiye gidiyorum” türü cümleleri kendimize
tekrarlayarak yaptığımız pozitif düşünme -afirmasyon (olumlama)- çalışmalarında
aynı sözü her gün çok kez tekrarlamak önemlidir.
Günlük yaşamda tekrar tekrar gördüğümüz, işittiğimiz bir şey bir süre sonra
belleğimize kazınır. Beynimiz günlük yaşamda uykuda olmadığımız anlarda
saniyede 14 ve üstü frekansta Beta dalgaları yayar. Sol beyin ağırlıklı bu
algılamaların bilinçli zihnimizde yerleşmesi için çok tekrarı gerekir. Koku ve tat
duyularıyla ilgili çapalar için görsel ve işitsel duyular kadar tekrar gerekmez. Çünkü
koku ve tat ve dokunma duyularının merkezi farklıdır.
Bir pastanede yediğimiz leziz profiterolü, o pastanenin önünden geçerken
yeniden hatırlamamız çok daha kolaydır. Oysa pastanenin adını tat bağlantısı
olmadan hatırlamak tekrarı gerektirir. Bir şeyi yaparak öğrenmek, sadece görerek
ya da dinleyerek öğrenmekten daha kolaydır. Daha az tekrarı gerektirir. Araba
kullanmayı, bisiklete binmeyi öğrenmenizi hatırlayın.

Duygusal Yol
Bu yolla bazen tek bir çapa kalıcı olabilir. Duygusal yoğunluk yaşadığımız
anlarda beş duyumuz her şey ile duygumuz arasında bağlantı kurar. Sürekli
gördüğümüz ve reklamını işittiğimiz Mc Donalds’a gitmek için ikna olmamız belki
bin kez tekrarı gerektirir. Ama hayatımızın aşkına bir Mc Donalds önünde
rastlamışsak, bilinçaltımız bu iki olayı birbirine bağlar ve biz her Mc Donalds’ın
önünden geçişimizde nedense iyi duygular hissederiz. Ya da sevgilimiz bizden
ayrılmak istediğini bir Mc Donalds’ta söylemiş ve biz gözyaşları içindeyken kalkıp
gitmişse Mc Donalds’ın altın arkını bile gördüğümüzde kendimizi iyi
hissetmeyeceğimiz açıktır -aradan yıllar geçmiş bile olsa. Bilinçaltının bağlantısı,
duvarların rengini, o anda çalınan müziği, burnumuza gelen kokuları vb. her şeyi
kapsar.
Gözümüz kapalı bir şeyi dinlediğimiz durumda, örneğin meditasyon yaparken,
beynimiz Alfa frekansında faaliyet gösterir. 8-13 arası frekansta faaliyet gösteren
Alfa boyutunda bir şeyin çapa oluşturması için 21-30 kez tekrarı gerekir. Bu nedenle
NLP tekniğiyle hazırladığım hipnomeditasyon kasetlerinin A yüzünün 21 gün
boyunca her gün dinlenmesi gerekir.
4-7 frekans arasında faaliyet gösteren Theta boyutu limbik sistem ya da orta
beyini hedef alır ve kinestetik çapalamalar için idealdir. Sadece bir ya da iki kez
tekrarı gerektirir. Bunun için üzerinde çalıştığımız kişiyi derin duygusal yoğunluğa
sokarak yaptığımız çapalamalar hızlı değişim sağlar. Kişiyi, değiştirmek istediği
duyguya Theta boyutunda soktuğumuzda istenilen yeni duyguyu yerine kolayca
koyabiliriz. Limbik sistem kaç ya da savaş komutunun verildiği yerdir. Bu yüzden
fizyolojinin değişmesiyle değişimin sağlanabilir olması anlaşılır hale gelir. Çünkü
fizyoloji kinestetiktir. Kinestetik değişim en zor ama en kalıcı değişimdir.
Çocuğunuzun iki yıl boyunca yattığı oyuncak ayısını ya da battaniyesini ondan
almaya kalkın. Değişimin zorluğunu anlarsınız. Başı önüne eğik, omuzları çökük,
sesi bitkin birisini dik durmaya, başını kaldırmaya ve yüksek sesle “Evet” demeye
zorlayın. Yaparsa değişimin kolaylığını anlarsınız.
Frekansı 3’ten aşağı olan Delta boyutunda değişim için tek çapa yeter. Daha
doğrusu çapaya gerek yoktur. Çünkü o boyutta her şey çapadır. Koma halinde,
anestezi altında ve hayatımızın ilk iki yılında Delta boyutunda yaşamı algılarız.
Apandisit ameliyatı olmak için hastaneye yatan bir kadına genel anestezi
uygulanır. Ameliyat esnasında doktorlardan birisi kadının göğüslerinin çirkinliği
üzerine espriler yapar. Anestezi altındaki kadın bu esprileri Delta boyutunda
“duyar”. Ameliyat başarıyla sona erer ama kadın bir süre sonra göğüs kanseri olur.
Kanser ilerler ve kadın “çirkin göğüslerinden” ameliyatla “kurtulur”. Bilinçaltı
gücünü görebiliyor musunuz? Ameliyathanelerde hastanın başucunda sarf edilen
sözlere dikkat ve özen gösterilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Oğlum burun ameliyatı olduğunda ben de ameliyat odasına girdim. Tabii hastane
yönetiminin itirazlarını doktorun göğüslemesiyle. O narkoz altındayken ben de
stres ve çakra kasetlerinin B yüzünü sürekli çaldım ve çabucak bedeninin kendini
toparlaması, kendisini enerjik hissetmesi, egzersiz yapması, sağlıklı beslenmesiyle
ilgili telkinler verdim. Oğlum gerçekten çok çabuk iyileşti. Ameliyattan altı gün
sonra yaşadığı yer olan Amerika’ya döndü. Nedense her gün egzersiz yapmaya ve
sağlıklı beslenmeye başladığını, kısa zamanda 12 kilo verdiğini telefonda öğrendim.
Çocuklar yaşamlarının ilk iki yılını Delta ve Theta, 2-6 yaş arasını Alfa boyutunda
geçirir.
Mantık yani Beta altı yaşından sonra başladığı için çocuğun ilk altı yılında
yaşamla ilgili edindiği izlenimler salt duygu boyutunda olur. Çocuk kendisine
söylenen her şeyi sünger gibi emer ve her görüntü, her ses, her dokunuş, her tat,
her koku onda çapa oluşturur. Bunları değiştirmek semptomları geçirmekle olmaz.
Yeniden programlama gerekir.
37 yaşındaki bir adam iş yaşamında güven duyduğu erkeklerin hepsinin gözlüklü
olduğunun farkına vardı. Çünkü kendisi üç yaşında iken ölen babası gözlüklüydü.
Cenaze boyunca ve evdeki karmaşa esnasında sadece gözlüklü erkeklerin kucağına
oturmuştu. Eşi de gözlüklüydü.

Çocukken kendisine sürekli geri zekalı ve beceriksiz olduğu söylenmişti genç


adamın. Çocuk kendisini başkalarının tanımlamalarıyla tanır. Boğaziçi’ni iyi
dereceyle bitirmişti, hem de bursla. Ama o hala bir iş bulmakta ve karşı cinsle ilişki
kurmakta zorluk çekiyordu.
Onun doğmasına yardımcı olan doktorun elleri yılan derisi gibi pullu pulluydu.
Genç kadın bir bebek kadar güzeldi ama elleri pullu pulluydu. Gitmediği doktor,
kullanmadığı ilaç kalmamıştı. Ama elleri yüzünden birisiyle tokalaşmaktan bile
kaçınıyordu. Sevgilisinin olması ise bu ellerle ancak bir rüya olabilirdi. Tabii ki onu
doğurtan doktorunun ellerini Beta dalgası zihniyle hatırlamıyordu. Ama hipnozla
doğum anına döndüğünde bilinçaltı, bilince çıktı. Genç kadının elleri üç hafta içinde
normal bir deriye kavuştu.

Küçük kıza her ağladığında susturmak için çikolata ya da şeker veriliyordu.


Köpeği öldüğünde de annesi onu kucağına almış ve çikolata ile teselli etmişti. Küçük
kız bugün fazla kilolu, her üzüntüsünde tatlıya sığınan bir kadın. Ayrıca şişmanlığı
ona bir erkeği kendine çekememenin bahanesini de veriyor. Çünkü zayıfladığında
da bir erkeği çekeceğinden emin değil. O zaman ne mazereti olacak?

Genç adam, çevresindeki herkesin karşı çıktığı bir kadınla evlenmek istiyordu.
Kadının kullandığı parfüm, bebekliğinde kendisine sevgiyle bakan akrabasının
kullandığı parfümün aynısıydı. O, bunu nereden bilebilirdi ki? O parfümün sevgi,
şefkat ile özdeşleştiğini nereden bilebilirdi ki?

Genç adamın kadın kavgası içeren porno filmlere saplantısı vardı. Yabancı
ülkelerden bu tür porno kasetleri getirtmek için elindekini avucundakini
harcıyordu. Fahişeler dışında hiçbir kadınla ilişkiye giremiyordu. Fahişeler müşteri
kapmak (onunla birlikte olmak) için mücadele veriyordu. Tıpkı o küçük bir
çocukken babası öldükten sonra halası ile annesinin onu kendi saflarına çekerek
büyütmek için mücadele verdikleri gibi. Kadınlar onun için mücadele etmeliydi.

Duygusal anlar beynimizde değişik dalgalarla kayda geçer. İki yaşına kadar Delta
ve Theta ile, İki -altı yaş arası Alfa ile, daha sonra ise Beta ve tüm diğerleri ile.

Beyin Dalgaları Tablosu

Beyin Dalgaları Frekans Sayısı


Beta 14+ Bilinç Sol Beyin Neo korteks Ego düşüncesi
Alfa 8-13 Sağ Beyin Bilinçaltı Neo korteks Yaratıcı düşünce
Theta 4-7 Bilinçdışı Limbik sistem--> Duygular (İlham)
Delta 0-3 Süperbilinç Reptilian beyni (beyin soğancığı) Yaşamı Sürdürmek

Bizde bir alışkanlık yaratan çapalar tekrarla oluşur. Araba kullanmak, dişimizi
fırçalamak, sigara içmek, her öğünde ekmek yemek gibi. Alışkanlıkları değiştirmek
için yeni yolların tekrarı gerekir.
Bağımlılıklar duygusal içeriklidir. İçkiyi ilk içtiğimizde içki tek başına bağımlılık
kazandırmaz. Utangaçlığı yenmek, kendimizi rahat hissetmek duygusuyla farkında
bile olmadan çapaladığımızda içki bağımlılık haline gelir. Artık bilinçli olarak
utangaçlığı yenmek ya da arkadaşlarla uyum sağlamak için olmadığını söylesek bile
içki ya da herhangi bir bağımlılık maddesi bizde rahatlama uyandıran bir haz
maddesi haline gelmiştir.
İnsanlar ya hazza yönelmek ya acıdan kaçmak için bağımlılıklar geliştirir. Her
bağımlılık, aslında bize hizmet etmeyen, ama hizmet ettiğini sandığımız bir çapadır.
Bağımlılıklarımız bize zarar verse de hala acıdan kaçmamıza ya da haz duymamıza
yardım ettiğini sanırız.
Bu noktada NLP’nin temel savlarından birini hatırlayalım. Her davranışın altında
olumlu bir niyet yatar. Her bağımlılığın ardında olumlu bir niyet yatar. Kimse
kanser olmak için sigara içmez. Kendisini rahatlattığı için sigara içer. Kimse
şişmanlamak için yemek yemez. Yiyecek ona bir şekilde güven duygusu sağladığı
için tıkınır. Kimse kendisine kötü davranan bir insanla evliliğini sürdürmez. Evlilik
ona güven, ait olma duygusu, prestij, ekonomik güvence, toplum önünde saygınlık,
yalnızlık duygusunu aşma yanılgısı gibi “gizli” kazançlar verdiği için kişi bağımlılığı
sürer. “Gizli” kazançlar kişinin belki farkında bile olmadığı “iyi niyet”in diğer adıdır.
Bu satırları yazarken hemen aklıma bir örnek geldi:
Elli beş yaşında bir kadın son on yıldır kötürümdü. Kadın, ailesinin tüm
sorumluluğu üstlenmesiyle yaşamını sürdürüyordu. Tuvalete bile birilerinin
yardımıyla gidiyordu. Son on yıldır birilerinin yardımı olmadan evden dışarı
adımını atmamıştı. Ailesi onu birçok psikiyatriste götürmüştü. Bakırköy’de on ay
süren bir fizik tedavi görmüştü. Kötürümlüğünün fiziksel bir nedeni yoktu. Ama
yürüyemiyordu işte.
Bir şekilde benim sorununu çözeceğime inanmış olduğu için hiç zamanım
olmadığı halde randevu almayı başardı. Ona tekrar yürümek isteyip istemediğini
sordum. Yürümek istediğini söyledi. Ne kadar bedel ödemeye hazır olduğunu
sordum. Miktarını söyledi. Bu miktarın ancak dört seansa yeteceğini, bu süre içinde
iyileşip iyileşmeyeceğine inanıp inanmadığını sordum. İnanmıyorsa parası boşa
gidecekti. Belki başka bir yere gitmeyi seçebilirdi. Neden bana gelmesi gerektiği
konusunda benim ikna olmam gerekiyordu.
İlk buluşmamızda, çocukluğundan beri ailenin hizmetçisi olduğu ortaya çıktı.
Diğer kardeşler kendi hayatını yaşarken o herkese hizmet etmek durumundaydı.
Sessiz ve içedönük bir yapısı vardı. Çocukluğunda yediği dayaklar kendi deyimiyle,
uç uca eklendiğinde Fatih köprüsünün uzunluğunu geçiyordu.
Genç kız olmuş ve bir bankaya girmişti. Aldığı maaşı hemen ailesine teslim
etmek, işlerinin yanı sıra herkesin bakımını yine üstlenmek zorundaydı. Bir gün
kötürüm oldu. Artık aile ona hizmet etmek durumundaydı. Kötürüm olmak
başkalarına hizmet etmekten özgürleşmek anlamına geliyordu.
Tüm bunları iki seansta fark etti. İkinci seansın sonunda bana tutunmadan
yakınımızdaki parka kadar yürüdü. Ona, düşerse kendisini tutmayacağımı
söylemiştim. Üçüncü seansta trafik ışıklarının olmadığı bir kavşakta karşıdan
karşıya geçmeyi başardı. Dördüncü seans için tek başına Bakırköy’den Erenköy’e
gelmeyi başardı, hem de yağmurlu ve rüzgarlı bir günde -ve tek başına.
On yıldır yürüyemeyen, tuvalete bile tek başına gidemeyen bir insan.
İnanabiliyor musunuz? Tabii son seansa gerek kalmadı. Kahve içerek ve pasta
yiyerek kutladık onun başarısını. Daha sonra bir başka kente taşındı ve tek başına
yaşamaya başlayarak kutladı yaşamı.
Çapalama egzersizinde önemli olan niyet ile uyarı arasındaki bağlantıyı kopararak
yeni bir bağlantı oluşturmaktır.
Bu kadın iki sene sonra yine kötürüm oldu ve ailesinin bakımına muhtaç
duruma düştü. Telefonda niye yeniden kötürüm olmayı seçtiğini sorduğumda
verdiği yanıt acı vericiydi: “Yalnız olmaktan sıkıldım. Daha önce benimle
ilgilenenler artık arayıp sormuyordu.”
Onunla niyet ile uyarı arasında yeni bir bağlantı sağlamıştık; özgür olmakla
kötürüm olmamak arasındaki bağlantı. Ama tek başına olmakla özgürlük
arasındaki bağlantıyı sağlamaya dört seans yetmemişti. Ayrıca elli beş yaşında
yalnız bir kadın olarak bu bağlantıyı kurmayı göze almaya istekli de değildi. İstek
olmayınca insana yardım edemezsiniz.

NLP’de terapi, kişinin deneyimleriyle yaşayan bir ilişki kurmasını sağlamak


anlamına gelir.

İLK ÇAPALAR

İnsan ana rahmine düştüğü andan itibaren çapalarla şekillenen bir varlıktır.
Hamilelik boyunca annenin yaşadığı deneyimler, hissettiği duygular, beslenme
şekli bebeği şekillendirir. Çocuk istenip istenmeyen bir bebek olduğunu bile
“hisseder”.
Belki de doğuştan getirdiğimiz karakterimiz, anne rahminde yaşadığımız
deneyimlerle bağlantılıdır. Tıpkı kişiliğimizin şekillenmesinin doğumdan sonra aile
ve çevre etkisiyle oluşması gibi. Anne rahminde yaşanan her türlü deneyim
çocuğun bilinçdışında Theta ve Delta boyutunda kayda geçer. Çocuk doğduktan
sonra da ilk iki yılı bu frekanslarla algılar.
Yaşamımızın her anı tüm kayıtlarıyla birlikte bilinçaltımızda depolanır. Bilinçaltı
ve bilinçdışı tüm yaşamımızın kaydını içeren “üç boyutlu hayat DVD’si” gibidir.
Tüm kayıt derken ana ait beş duyuyla gelen algıların, düşüncelerin, duyguların,
hayallerin toplamını kastediyorum. Örneğin; siz bilinçli olarak hatırlamasanız bile
dördüncü doğum gününüzde annenizin pişirdiği pastanın kokusu, tadı, mutfağın
parkelerinin deseni, duvarların rengi, annenizin üzerindeki giysi, radyoda çalan
Beatles şarkısı, akan nezleli burnunuzu çekmeniz, sizin aklınızdan geçen “annem
beni seviyor” düşüncesi, salonda parlak ambalajlı hediye paketinin içinde ne
olduğuna dair hayalleriniz ve merakınız, babanızın yanınızda olmamasının verdiği
buruk duygu vb. hepsi ama hepsi anın kaydına geçer.
Akıl ve zihin birbirinden farklıdır.
Akıl, geçmiş anlara ait tüm kayıtları içeren bilgilerin lineer biçimde sıralanmış
“tüm anlar”toplamıdır.
Bu alışık olmadığınız “akıl” tanımını görsel olarak canlandıralım. Akıl, lineer
biçimde sıralanmış kayıtlar toplamı dedik. Üst üste konularak sıralanmış kasetleri
düşünün. Her kaset bir ana ait tüm kayıtları içeriyor. Bu kasetlerde sadece görsel ve
işitsel deneyimlerin değil, tat, koku, dokunmak, düşünceler, duygular, imgelerle
oluşan duygusal deneyimlerin de kaydı var.
Bu kayıt sistemi şu anlama geliyor. Her birimizin aklı geçmiş deneyimlerimizden
oluşan milyonlarca kasete sahip. Bu yüzden herkesin haritası farklı. Her insanın
realitesi farklı.
Peki hiç kayda geçmeyen, kaset oluşturmayan anlar var mı? Elbette. Total
farkındalıkla yaşanan anların deneyimleri duygusal kaset oluşturmaz. Geçmiş
oluşturmaz. Anlar dolu dolu tam farkındalıkla yaşandığında geçmişe ait duygusal
bağımlılıklar da oluşmaz. Tam farkındalıkla yaşanan anda gelecek korkusu ve
endişesi de yoktur. Sadece anın sonsuzluğu vardır. Geçmişe ait tam farkındalıkla
yaşanan anlar duyusal bellek olarak zihnimizde kalır. (Duyusal bellek zihnin bir
fonksiyonudur.) Kişi ancak zihin faaliyetinin olduğu yerde bilincini geliştirir.
Duygusal belleğin yani akıl kasetinin olduğu yerde bilinç gelişemez. (Duygusal
bellek aklın bir fonksiyonudur.) Çünkü insan duygusal belleğinde kayda geçmiş
“anı”ları tekrar tekrar hatırlayarak acı çeker. Bu yüzden de geçmişte yaşar. Zeka
denilen şey, bireyin zihnini kullanma kapasitesidir. Bilinç ise deneyimlenmiş
zekadır. Geçmişin kasetleriyle tıka basa dolu bir akıl, kendisini geçmişin
karanlığında yaşamaya mahkum eder. Bu karanlık, cehaleti, bencilliği, bağımlıkları
doğurur. Eksik yaşanan anlar, tamamlanmak ister. Bu yüzden sürekli bizi geçmişe
doğru çeker. Her şey doğası gereği tamamlanmak, bütünleşmek, bir olmak ister.
Tüm dikkatimizi vermeden geçirdiğimiz anlar tamamlanamadığı için daha sonra
tamamlanmak umuduyla bellekte “kaset” olarak kayda geçer. Bu kasetler öyle
çoğalır ki zamanla insanın tüm yaşamı, kasetlerle yönetilir hale gelir. Ve kişi
robotlaşır. Robot ya da mekanik insan sağlıklı bir değerlendirme yapamaz, berrak
bir görüşe sahip olamaz. Duygusal kasetlerin esiri insan, özgürleşemez. Daima bir
şeylere bağımlı olma ihtiyacı duyar. Dine, kişilere, politik ideolojilere, nesnelere,
unvanlara, koltuklara. Böylece güven gereksinimini sağlayacağını umar.
Gerçek güven bilincin gelişmesiyle kazanılır. Bilinçli insan duygusal değil
duyarlıdır. Bu duyarlılık zihnimizde zeka, yüreğimizde sevgi olarak tezahür eder.
Her insan “ben” olarak dünyaya gelir. Ben, bilincin bireyselleşmiş halidir. Ben,
akıl denilen duygusal kasetlerle özdeşleştiğinde “ego” oluşur. Ego bilinci tutsak
kılar. Dış dünyadan ve iç dünyamızdan gelen verileri ben’e ulaştırmak üzere postacı
görevini yapması gereken ego, an’ın sorumluluğunu üstlenmediğimiz için bir süre
sonra kendisini efendi sanmaya başlar. İletmesi gereken mektupları açıp okumaya
ve dilediği gibi yorumlamaya başlar. Hizmetkar iken efendiliği ele geçirmiştir artık.
Ego’nun bize ben diye yutturmaya çalıştığı maskesi, bizi kendisine inandırmak için
gurur denilen aracı kullanır. Ego gururludur, ben onurludur. Ego, aynı kasetleri
tekrar tekrar çalarak güvence (haklılık) ve onay peşinde koşar.
Peki aklın amacı nedir? Aklın tek bir amacı vardır. Varlığını sürdürmek. Akıl,
varlığını sürdürmek ister. Kendisini “ben” sandığı için, özdeşleştiği her şey uğruna
mücadele verir. Akıl Ben ile özdeşleştiğinde “ego” oluşur. Kasetler sadece duyusal
belleklerden ibaret olsaydı, yani her an tüm farkındalık ile yaşanabilseydi tam
bilinçlilik hali olurdu. O zaman Ben, sağlıklı olarak kendi özgün bireyselliğini ifade
eder, evrensel bilince kendi yaratıcılığının katkısını yaparak bütünü genişletirdi.
Ego, kendisini parasıyla özdeşleştirmişse parası uğruna hayatını bile tehlikeye
atabilir. Ego kendisini yazdıklarıyla özdeşleştirmişse bir yazar yazdıklarını
kurtarmak üzere alevler içinde kalan binaya dalabilir. Kimisi yanan binaya
altınlarını, kimisi çocuklarını, kimisi kocasını kurtarmak için dalar. Kişi kendisini
kahramanlıkla, vatanseverlikle özdeşleştirmişse koşa koşa savaşa gider. Kişi
kendisini bir dinle ya da ideoloji ile özdeşleştirmişse üzerine bombayı sararak
ölüme, cihada gözünü kırpmadan gider. Böyle durumlarda ego yani akıl varlığını
sürdürebilmek için, bedenini öldürecek bir şeyi yapmaktan çekinmez.
Duygusal bellekten oluşan ve Ben ile özdeşleşen Akıl yani Ego’nun tek bir amacı
vardır. KENDİ VARLIĞINI NE PAHASINA OLURSA OLSUN KORUMAK.
Egosunu, yani gururunu korumak için namus uğruna cinayet işler, erkekliğiyle
özdeşleştiyse kendisini Rock Hudson’a benzeten arkadaşını bıçakla delik deşik eder,
sevgilisiyle özdeşleştiğinde kendisini terk eden sevgiliyi “bana yar olmayanı
kimseye yar etmem” diyerek dan dan vurur öldürür, yüzüne kezzap döker, yaralar.
Konumuyla, unvanıyla, koltuğuyla özdeşleşmişse kendisine tehdit olarak algıladığı
her duruma ve kişiye karşı saldırgan tutum sergiler.
EGONUN VARLIĞINI KORUMA YOLU HAKLI OLMAKTAN GEÇER.
Haklı olmak için kasetleri tekrar tekrar çalar. Akıl kasetlerindeki duygusal
deneyimler egonun çarpık değerlendirmesiyle bakış açılarına, inançlara,
düşüncelere, kararlara dönüşür. Kişi kendi aklının bakış açısını, inançlarını,
düşüncelerini ve kararlarını tek doğru olarak kabul eder. Onlara yapılan herhangi
bir eleştiriyi ya da karşılaştığı farklı inancı, düşünceyi, kararı ya da bakış açısını bir
saldırı olarak algılar.
Kişiler, gruplar, partiler, ideolojiler ve ülkeler arasındaki her çatışmada “ben
haklıyım sen haksızsın” bakış açısı, inancı, düşüncesi ve kararı vardır.
Nietzsche aklın kendisinin haklı olduğunu kanıtlamak ve kontrol edebilmek için
her şeyi yaptığını kitaplarında anlatır. Akıl mutlu olmak peşinde değil, haklı olmak
peşindedir. Bunun için ölümü bile göze alır. İntihar, haklı olduğunu tüm dünyaya
gösterme eylemidir.
Ben mutlu olmak ister, ego haklı olmak.
Ego, kendisini korumak için kabul görmek ister, onaylanmak ister. Kendine
benzeyenlerle birlikte olmak ister. Böylece bakış açısında, inançlarında,
düşüncelerinde, kararlarında haklı çıkacak seçimlerde ve davranışlarda bulunur.
Bir fareyi labirente koyduğunuzda eğer daha önce peyniri üçüncü tünelde
bulmuşsa önce oraya gider. Bulamayınca bir iki kez daha üçüncü tünele girer çıkar.
Sonra diğer tünellere girip çıkarak peyniri bulmaya çalışır. Eninde sonunda peyniri
bir tünelde bulur. Çünkü amacı peyniri bularak mutlu olmaktır.
İnsan ise egosunun kontrolü altında üçüncü tünelde peynir olduğunu hatırlar.
Bu peynir kendisi için sevgi, başarı, sağlıklı beden vb. gibi herhangi bir şey olabilir.
Derhal üçüncü tünele dalar. Peyniri bulamayınca tekrar girer. Peynirin orada
olması gerektiğinde ısrarlıdır.
O haklı olmak zorundadır.. Bir zamanlar orada bulmuştu peyniri ya. Yine orada
olmalı.
Ömür boyu üçüncü tünelde koşturur durur. Peyniri bulacağım diye. Aynı
hataları tekrar eder durur ve her seferinde neden peyniri bulamadığı konusunda
mazeretler üretir. Çoğu insan peynirine kavuşamadan yaşamını tüketir. Oysa bu
dünyada istediği peynire kavuşan insanlar da var. Unutmayın; bir insan bir şeyi
başarmışsa onu siz de başarabilirsiniz. Yeterince emek, zaman yatırımı yapmak ve
istekli olmak kaydıyla.
Konunun daha iyi anlaşılması için kasetleri şema haline getirelim.

Kasetler
Şemada görüldüğü gibi iki ayrı kaset yığını vardır: Yaşamı sürdürmek için gerekli
kasetler ve yaşamı sürdürmek için gerekli olmayan kasetler.

Yaşamı Sürdürmek İçin Gerekli Kasetler


Bu tür kasetler sadece duygusal belleği içerir. Yaşamı sürdürmek için gerekli
derken kişinin gerçek ya da hayali tehlikelere karşı varlığını korumak için gerekli
olduğunu sandığı kasetler kastediliyor.
Bu kasetler üç kategoriye ayrılır.

Kategori 1
Bir Numaralı Deneyim
Bu deneyimler acı, darbe, yarım ya da tam bilinçsizlik halini içerir. Tabii ki
yaşamı tehdit edici olarak algılanan deneyimlerdir. Yüksek seviyede acı, kısmi
anestezi gibi yarı bilinçsizlik halleri ya da uyku ve koma gibi tam bilinçsizlik
durumlarında yaşanan deneyimlerde beyin Beta dalgalarıyla algı yapmaz. Algılar
Theta ve Delta düzeyinde olur. Bu yüzden bilinçaltının derinliklerine gömülür.
Faaliyetlerini orada Beta bilincinden gizli sürdürür. Bir numaralı deneyime bir
örnek verelim.
Küçük Ayşe dört yaşında. Altı yaşındaki ağabeyi Erol ve annesi ile parkta
geziniyor. Yanlarında fino köpeği Şirin de kuyruğunu sallayarak dolaşıyor. Birden
Erol, oyun olsun diye Ayşe’nin elindeki oyuncak ayıyı kapıp kaçıyor. Ayşe de
ağlayarak abisinin peşinden koşuyor. Şirin de havlayarak oyuna katılmak istiyor.
Birden birkaç basamaktan oluşan merdivenin önüne gelmiş olan Ayşe’nin bacakları
arasına dolanıyor. Ayşe dengesini kaybederek merdivenlerden düşüyor. Ve
dizlerini, dirseklerini, kafasını merdivenin basamaklarına çarpıyor.
Bu durumda bir numaralı deneyim için gereken her şey var. Başını çarptığı anda
acı, darbe, yarı bilinçsizlik hali ve tabii ki yaşamın tehdit edilmesi.
Ayşe düşerken annesi “Ayşe, Ayşe” diye bağırıyor, köpek havlıyor. Annesi
koşarak küçük Ayşe’yi kucağına alıyor. Ayşe biraz kendine gelmiş ağlarken kızın
üzerine eğilmiş annenin gözlüklerinden güneş ışığı yansıyor. Şirin suratını yalıyor
ve ağabeyi Erol korkuyla bağırıyor: “Ben bir şey yapmadım. Ben bir şey
yapmadım.”
Anne Erol’a oyuncağı Ayşe’ye geri vermesini söylüyor. Anne başı ağrıyan ve
midesi bulanan küçük kızı eve götürüp yatağa yatırıyor. Ona en sevdiği çikolatadan
veriyor. Uyuyunca her şeyin geçeceğini söylüyor. Küçük kız iki saat sonra uyanıyor.
Kendisini gayet iyi hissediyor. Yaşama kaldığı yerden devam ediyor. Bir numaralı
deneyimin sonu.
Bir numaralı deneyime birçok örnek verilebilir. Araba çarpması. Ağaçtan
düşmek. Bisikletle bir yere çarparak düşmek ve kafayı vurmak. Çocuğun kucaktan
düşürülmesi vb. En büyük bir numaralı deneyim ise, DOĞUM.
Evet, doğum. Bir cennette yaşıyorsunuz. Gün boyu yiyecek size zahmetsizce
pompalanıyor. Mükemmel bir sıcaklık, gürültüden uzak, yumuşacık bir ortamda
gel keyfim gel. O kadar rahatsınız ki kendiniz için nefes almak zorunda bile
değilsiniz. Nefes de size hazır sunuluyor.
Tam her şey yolunda giderken birden zelzele başlıyor. Evreninizin duvarları sizi
sıkıştırarak daracık bir tünele sokuyor. Tüneli böylesine dar yapan mimara kızıyor
ve kendisinin bu tüneli hiç kullanmamış olduğuna karar veriyorsunuz. Başınız
sıkışıyor, sıkışıyor, sıkışıyor. Birden beyaz önlüklü bir canavar başınızı elleriyle ya
da metal aletlerle kavrıyor ve kendinizi Antartika kadar soğuk bir ortamda
buluyorsunuz. Aynı beyaz önlüklü canavar, çektiğiniz bunca işkence yetmiyormuş
gibi sizi baş aşağı çeviriyor ve poponuza iki şaplak atıyor. Ciğerlerinize dolan
havanın verdiği acı da çabası.
Yok mu beni kurtaran diye avazınız çıktığı kadar yaygarayı basıyorsunuz. Ama
size dokuz ay ev sahipliği yapmış cadı, sizi apar topar evden attığı yetmezmiş gibi
bir de inleyip duruyor. Göbek deliğinizden uzanan kordonu da birisi kestiğinde
geriye dönme umudunuz tümüyle yok oluyor. Artık kendi başınıza nefes almak gibi
yorucu işler yapmak zorundasınız. Siz bir adet memeyle teselli bulurum belki diye
düşünürken bir başka beyaz önlüklü sizi sarıp sarmalayıp, sizin gibi birçok
kurbanın bulunduğu bir odaya götürüyor. Bir kutu içinde yalnız başınıza
kalıyorsunuz. Avazınız çıktığı kadar bağırıyorsunuz ama odadaki diğer kurbanların
ağlamaları sizi bastırıyor.
Tüm bunların bir düş olduğu, uyandığınızda yine kendinizi annenizin içinde
rahat ortamda bulacağınız hayaliyle çaresizce uykuya dalıyorsunuz.
Bundan daha ala bir numaralı deneyim olur mu? Acı var, darbe var, görece bir
bilinçsizlik hali var ve kesinlikle yaşamınıza tehdit var.
Hepimiz hayata bir numaralı deneyimle başlıyoruz. Suda doğum gibi ortamlarda
ve bebeğin doğar doğmaz göbeği kesilmeden annenin kucağına verildiği
durumlarda bu deneyim çok daha hafif ve barışçıl olarak yaşanıyor.
İleri yaşlarda yaşadığımız birçok sorunun kökeni doğum deneyimiyle bağlantılı
oluyor. Kişi doğum anına geri döndürülerek sorunu kaynağından çözmek de
mümkün oluyor.
Yıllarca panik atak tedavisi görmüş ve panik atağını geçiremediği gibi Xanax
bağımlısı olmuş bir genç adam Almanya’dan gelerek “Kendin Olmak” eğitimine
katılmıştı. Uçağa binmesi mümkün olmadığı için ilaçlarla kendini uyuşturarak otuz
saatlik bir yolculuktan sonra İstanbul’a ulaşmıştı. Eğitim sırasında doğum anına
dönen genç adam, istenmeyen bebek olduğunu “hatırladı”. Bir türlü doğmak
istemiyordu. Daha sonra annesinden öğrendiği üzere gerçekten çok zor bir
doğumla dünyaya gelmişti. Panik atağı doğum anına dayanıyordu. Ve yirmi dokuz
yaşına geldiğinde yaşadığı bir olay panik atağı ortaya çıkarmış daha doğrusu
tetiklemişti. Bu sorun yaşamını felç eder boyuta gelmişti. Genç adam önce asansöre,
sonra dolmuşa bindi.
Yıllardır önünden bile geçmediği sinemaya gidebildiği için çok mutluydu.
Eğitimin son günü de elinde uçak biletini sallayarak salona girdi. Hepimiz sevinçle
ona sarıldık.

Kategori 2
İki Numaralı Deneyim
İki numaralı deneyimde kasetin oluşması için şok edici bir kayıp ve bu kayba
eşlik eden güçlü bir olumsuz duygu olması gerekir. Örneğin; tüm ölümler bir çocuk
için beklenmedik ve şok edicidir. Bu kaybın bir numaralı deneyimle herhangi bir
bağlantısı olduğunda iki numaralı deneyim oluşur.
Şimdi birinci örneğimize dönelim: Küçük Ayşe yedi yaşına geldi ve okula gidiyor.
Her sabah olduğu gibi bu sabah da Şirin onu yolcu ediyor.
Ayşe caddenin karşısına geçtiğinde korkunç bir fren sesiyle irkilerek geriye
bakıyor. Şirin’in ön tekerleklerin önünde boylu boyunca yattığını görüyör. Şoför
arabadan inerek Şirin’i kenara çekiyor. Küçük Ayşe gözyaşlarına boğulmuş bir
şekilde köpeğinin üzerine kapanıyor. Köpeğin bedeninin yanında çöp tenekesinden
düşen bir parça salatalık duruyor.
Şimdi burada Ayşe için yaşamını tehdit edici bir durum ya da darbe yok. Ama şok
edici acı bir kayıp var. Özellikle Şirin, onun yaşadığı bir numaralı deneyiminin bir
parçası olarak yüzünü yalamıştı. Ayşe’nin kasetinde köpeğin, onun yaşamını
sürdürmesiyle bağlantısı vardı.
Ayşe hıçkıra hıçkıra ağlarken annesi koşarak geliyor ve küçük kızı kucağına
alarak eve götürüyor. Ona yine biraz çikolata vererek yatağına yatırıyor. Küçük kız
bir süre ağladıktan sonra uykuya dalıyor. İki numaralı deneyimin sonu.

Kategori 3
Üç Numaralı Deneyim
Üç numaralı deneyim aklın bir ya da iki numaralı deneyimle bağlantı kurduğu
herhangi bir şey olabilir. Egonun “mantığı” kendine özgüdür. Ego mantığına göre A
eşittir B, B eşittir C, C eşittir D, D eşittir E diye gider. Ego mantığı, tepkiyi tetikleyen
uyarıcı olarak bir ya da iki numaralı deneyimle bağlantılı olan her şeyi Tehdit
olarak algılayabilir.
Ayşe’nin bir numaralı deneyimindeki elementlerden herhangi biri Ayşe’nin
tepkilerini tetikleyebilir.
Ayşe şimdi yirmi bir yaşında alımlı bir genç kız oldu. Sevgilisi Murat’la güneşli bir
yaz gününde pikniğe gidiyorlar. Murat güneş gözlüğü takıyor. Ayşe çimenlere
uzanıp gökyüzüne bakarken Murat yavaşça eğiliyor ve Ayşe’yi öpmeye çalışıyor.
Ayşe başını aniden çevirdiğinde Murat’ın dudakları Ayşe’nin yanağını ıslatıyor.
Uzandığında sırtına denk gelen bir taş Ayşenin canını yakıyor ve suratını
buruşturmasına neden oluyor. Murat toparlanarak, “Ben bir şey yapmadım. Bir şey
yapmadım” diyor. O anda Murat’ın gözlüklerinden yansıyan ışık Ayşe’nin gözünü
alıyor.
Güneş gözlüğü, “Ben bir şey yapmadım” diyen erkek sesi, ıslak yanak (Şirin
küçük kızın yanağını yalamıştı)...
Birden Ayşe’nin başı ağrımaya, midesi bulanmaya başlıyor. Eve gitmek istediğini
söylüyor.
Egonun kendine özgü mantığı var demiştik. Aynı olayda Ayşe’nin başı
ağrımayabilir ama canı birdenbire çikolata yemek isteyebilirdi. Ya da içinden
ağlamak gelebilirdi.
Ayşe ayrıca her nedense salatalıktan da nefret ediyor. Kokusu midesini
bulandırıyor. Böylesine tepki göstermesine de bir anlam veremiyor. Çok istemesine
rağmen şimdiye kadar girdiği her ehliyet sınavında da başarısız oluyor. Çabuk
öğrenen zeki bir kız olmasına rağmen, ehliyet konusundaki başarısızlığı onda
kompleks yaratıyor. Ayşe’nin egosu, köpek eşittir ölüm eşittir salatalık eşittir araba
eşittir sürücü gibi bir mantık yürütüyor. Ama O tüm bunlardan habersiz ehliyet
sınavını geçemediği için kendisine çok kızıyor.
Tüm sorunlarımız aslında bir numaralı deneyimlerimizle bağlantılı -bazıları iki
numaralı deneyimler aracılığıyla da olsa. Herhangi bir numaralı deneyimin
kasetine ulaşıldığında onu yeniden yaşayarak ama bu kez tamamlayarak yok
etmek mümkün. Bu deneyimle bağlantılı tüm iki ve üç numaralı deneyim kasetleri
de kendiliğinden yok olur. Ödünç verilip geri alınmayan kaset gibi. Kasetin boşluğu
bilinçle dolar. Bilince çıkan her deneyim etkisini yitirir. Kasetler gücünü
bilinçaltının karanlığından alır. Panik atağı geçen genç adam duygularını, karnının
içinden sanki kocaman bir ur alınmış ve urun yarattığı boşluğu yaşam sevincinin
doldurması olarak tanımlıyordu.
Deneyimin yerini mantık, inanmak, ümit etmek, kıyaslamak gibi kavramlar
tutamaz.
Mantık aklın ürünüdür. Her akıl kendi mantığını yürütür. Ve daima haklıdır.
Yapamam diyorsanız da haklısınız. Yapabilirim diyorsanız da haklısınız. Halkımız
arasında “Aklı pazara çıkarmışlar. Herkes kendi aklını beğenmiş” diye bir söz vardır.
Akıl haklı çıkmak için uygun bir mantığı yürütmede ustadır. Kendisine yalan söyler,
özdeşleşir, hayalleri gerçekle karıştırır ve buna da gerçekmiş gibi inanır. Önce
sonucu yaşar, sonra sonuca uygun bir savunma mantığı yürütür. Bu nedenle her
davranışın altında olumlu bir niyet yatar.
Sevdiğim bir Temel fıkrasını paylaşayım sizinle.
Temel İstanbul’a bir akrabasını ziyarete gelmiş. Akrabası entel biri olmuş ve
evinde boydan boya kütüphanesi varmış. Temel kitaplara hayretle bakarken bir
kitabı raftan çekmiş. Kitabın başlığında “Mantık” yazılı. Mantık nedir diye sormuş
Temel. Akrabası anlatmaya çalışmış. Odadaki akvaryumu göstererek: “Bu
akvaryumda ne görüyorsun?” Temel yanıt vermiş, “Su, kum, balıklar, midye
kabukları.” “Peki bunlar sana neyi çağrıştırıyor?” Temel yüzünde kocaman bir
gülümseme ile, “Plajda dolaşan bikinili güzel kızları” demiş. Akraba
anlatabildiğinden memnun, “İşte bu mantıktır” demiş.
Temel kitabı kolunun altına alıp memleketine dönmüş, Evin kapısında yeğenine
rastlamış. Yeğen kitabın konusunu sorduğunda “Mantık” demiş temel gururla. “E,
mantık nedir?” diye sormuş yeğen. Temel izah edeceğinden emin bir şekilde “Sen
akvaryum sever misin?” diye sormuş yeğenine. “Hayır, sevmem” demiş yeğen.
Temel hışımla bağırmış, “Ula, sen ibne misun?”.
İşte mantık. Uzakdoğu felsefeleri “Aklını kaybet, Kendini bul” mesajını asırlardır
veriyor.
Mantıklı olmak sağduyulu olmakla karıştırılır. Sağduyu adı üzerinde beynin
yaratıcı, bütünsel, sezgisel sağ beyin lobunun faaliyeti.

Yaşamı Sürdürmek İçin Gerekli Olmayan Kasetler


Yaşamı sürdürmek için gerekli olmayan kasetler derken kişinin biyolojik
varoluşuna yönelik gerçek ya da hayali tehdit oluşturmayan ve yaşamı
sürdürmekle bağlantılı olmayan kasetleri kastediyoruz. Bu kasetler hem duyusal
kasetlerden hem de an’a ait -şimdi ve burada- deneyim kasetlerinden oluşuyor.
Sayfa 156’teki şemanın sağındaki kaset grubundaki kayıtlar sayesinde evimizin
yolunu buluruz. Şu ya da bu markayı tercih ederiz. Dil öğreniriz. Malezya’nın hangi
kıtada olduğunu biliriz. Telefon numarasını hatırımızda tutarız. Tekrara dayalı
öğrendiklerimiz de burada kayıtlıdır.
Hayal gücü, artistik yaratıcılık, orijinal düşünce, problem çözümü burada olur.
Hem Beta frekanslarıyla aldığımız bilgiler, hem de Alfa, Theta ve Delta frekans
boyutunda beynin deşifre ettiği bilgiler bizde sezgi, orijinal düşünce, yaratıcılık
olarak tezahür eder. Bunların hepsi zihin faaliyetidir -zihnin değişik
frekanslarındaki faaliyeti.
Deneyimlenerek silinen bir, iki, üç numaralı kasetlerin boşluğunu da zihin
doldurur.
Özetle;
Beyin hiçbir şey yaratmaz. Beyin sadece gelen frekansları algılayan deşifre eden
bir istasyondur.
Yaratıcı olan zihindir.
Zihnin yarattıkları ile bilinç genişler.
Akıl ise çapalar deposudur.
Akıl Ben’le özdeşleştiğinde ego oluşur. Ego aklın efendiliği makamına yerleşir.
Aklın zekasına mantık denir. Mantığın amacı haklı olmaktır.
Ben’in zekasına bilinç denir. Bilincin amacı mutlu olmaktır.

Bilinçli Çapalama

Olumsuz duygularla özdeşleşen düşünce ve davranışların olumsuz çapaları nasıl


yarattığını biliyoruz. Bizde var olan bu mekanizmayı lehimize kullanabiliriz, bu
mümkün, hem de kolay. Yaşamda her şey zaten bizi çapalayıp duruyor. Bunu
bilinçli olarak yapmak ve sonucunu hemen görmek de ayrı bir keyif.
İhtiyacımız olan her kaynağa sahibiz. İhtiyacımız olan güven, sevgi, değerli
hissetme, yeterlilik duygusu, özgüven, sabır, coşku, kendini adama, başarılı olmak
vb... her şey ama her şey bizde var. Sorunumuz bu kaynakları ihtiyacımız
olduğunda nasıl içimizden çekip çıkaracağımızı bilmemekte yatıyor. İşte çapalama
bunu sağlayan bir yöntem.
Diyelim ki işyerinde belirli bir insana karşı kızgınlığınızı kontrol edemiyorsunuz.
Ama o kişi ne söylerse söylesin sakinliğinizi korumanın size büyük yarar
sağlayacağını biliyorsunuz. Burada yapılması gereken şey hayatınızda sakin
olabildiğiniz bir durumu tespit etmek. Oradaki sakinliğinizi alıp, ihtiyacınız olan
alana taşımak. Çapalamaya bir yama işi de diyebiliriz. İhtiyacımız olan parçayı bir
kumaştan kesip diğer kumaşa dikmek gibi.
Kendimizi ya da başkasını çapalamada en önemli şey çapalama yapma zamanını
doğru tespit edebilmektir. En uygun zaman duyguların en yoğun yaşandığı
zamandır. Çünkü Beta frekansı dışında oluşan tüm çapalar duygu bağlantılıdır.
Etkinliğin derecesi duyguların yoğunluğuyla ilişkilidir. Bir duyguya ne kadar yoğun
girersek çapalama o kadar güçlü, ihtiyacımız olan zamanda çapayı tetiklemek de o
kadar kolay olur.
Duyguya yoğun girdiğimizi nasıl anlarız?
Diyelim ki sevdiğimiz bir arkadaşımızın yanında sakiniz. Gözlerimizi kapayıp
arkadaşımızla birlikteyken sakin olduğumuz bir sahneyi zihnimizde
canlandırdığımızda eğer resmin içindeysek, sahneyi kendi gözlerimizle görüyor,
kulaklarımızla işitiyor ve içimizde sakinlik hissediyorsak katılımcı konumundayız
demektir. Yani duyguları, sanki olay şimdi geçiyormuş gibi yaşıyoruz demektir.
Siz arkadaşınızla birlikteyken kendi yüzünüzü, bedeninizin bütününü görebilir
misiniz? Hayır. Ellerinizi, ayaklarınızı görebilirsiniz ama yüzünüzü değil. (Ayna
olmadığını farz ediyoruz.) İşte bu, katılımcı pozisyonda olmaktır.
İzleyici konumunda ise arkadaşımızla birlikte olduğumuz anı videodan seyreden
biri gibi oluruz. Kendimizi bütünüyle görürüz. Gördüklerimiz belki hoşumuza gider,
anıları canlandırır ama o anda hissettiklerimizi hissedemeyiz. Sadece videoyu
keyifle (belki de keyifsiz) izleriz.
Başkalarının yoğun duyguya girdiğini nasıl anlarız? Kalibre ederek.
Çapalamanın birinci koşulu yoğun duygulara girmek, ikincisi çapayı doğru yere
atmaktır.
Kinestetik çapalamada bedenin sürekli kullanılan bir yerini (örneğin avcumuzu)
çapalamak uygun olmaz. Çapalama bilinçli olarak belirli bir deneyimi yaratmak için
bir uyarıyla bağlantı kurmaktır. Sık sık tokalaşmak zorunda olduğumuzu
düşünürsek, avcumuz bu yüzden uygun değildir. Ereksiyon sağlamak için
avcunuza çapa yaptığınızı varsayalım. Her el sıkışınızda ne duruma düşeceğinizi
düşünebiliyor musunuz? Aynı sonuca ulaşmak için işitsel olarak popüler bir şarkıyı
çapaladığınızı düşünün. Ya da görsel çapalama için kırmızı ışık sinyalini seçtiğinizi?
Uyarıcı kolayca tekrarlanabilen bir şey olmalıdır. Amuda kalkmak da bir
çapalama olabilir ama her yerde her zaman uygun mudur?
Tek başına bir kanal kullandığınızda kinestetik çapa en etkilidir. Çünkü
duygularla bağlantısı en güçlü olan kinestetik çapadır. Bedenin kendine özgü bir
belleği var. Ama mümkünse her üç kanalda çapa yapmak en etkilidir.
Örneğin; depremi yaşamış ve aşırı deprem korkusuna yakalanmış olan bir kişi,
bir daha deprem olursa soğukkanlı davranabilmek istiyordu. Ağustos depreminde
çok panik yaşamıştı, hala deprem korkusu içinde kıvranıyordu. Geceleri
uykusuzluk çekiyor sürekli endişe içinde yaşıyordu.
Ona gözlerini kapatıp sakin olduğu bir anı hatırlamasını söyledim. Balık tuttuğu
bir anı düşündü. Yüzü pembe bir renk aldı, yüz kasları gevşedi, dudakları yukarıya
doğru kıvrıldı, nefesi yavaşladı ve derinleşti. Duygusal boyutta yoğunluğa
girdiğinde kinestetik olarak alyansıyla oynadım. İşitsel olarak ona lay lay lom
dedim. Görsel olarak yüzüğüne bakmasını söyledim.Tabii gözleri kapalı olduğu için
yüzüğe bakmayı zihinsel gözüyle yaptı.
Sonra depremdeki korku anını tekrar yaşattım. Panik halinin en yüksek olduğu
noktada yüz kasları gerildi, beti benzi attı, dudakları gerildi, sık ve yüzeysel nefesler
almaya başladı. İşte o anda elinin belirli bir noktasına dokundum.
Yine lay lay lom gibi anlamsız şeyler söyleyerek onu içinde bulunduğu duygudan
çıkardım. Daha sonra ona tekrar sakin olduğu anı yaşamasını söyledim. Duygu
yoğunluğunun tepe noktasında her iki noktaya birden dokundum. Bu basamak
korkuyu nötrleştirmeyi amaçlıyordu.
Son basamakta ise onu ileride olabilecek bir deprem anına götürdüm. Bu kez
sadece yüzüğüyle oynadım -Lay lay lom demeden, yüzüğü zihin gözüyle görmeden.
Seans bittikten sonra inanmaz bir tavırla artık deprem korkusundan kurtulup
kurtulmadığını sordu. Kurtulduğunu söyledim.
Kasım depreminden sonra bir başka eğitim için gelmişti. Heyecanla Kasım
depremindeki deneyimlerini paylaşıyordu. Deprem sırasında sakince koltuğundan
kalktığını, yüzüğüyle oynadığını, kulaklarında lay lay lom diyen sesimi işittiğini ve
yüzüğüne baktığını söyledi. Pencereye gidip dışarıya baktığını ve daha sonra dönüp
koltuğuna oturduğunu ve hiç korku yaşamadığını anlattı.
NLP’nin etkili olması için inanmanız gerekmiyor.

Çapa İçin Dört Anahtar


1. Duygu yoğunluğu
2. Zamanlama (doruk deneyim anı)
3. Uyarıcının özgünlüğü
4. Uyarıcının tekrara uygun olması

Gizli Çapalama
Bu yol, yoğun duygular içinde olan birisini ona söyleyerek ya da söylemeyerek
çapalama yoludur. Karşınızdaki kişinin böyle bir beklentisi olmadığı için çok da
kolay ve etkilidir.
Bunu arkadaşlarıma ve çocuklarıma yapmaktan hoşlanırım. Sevdiğiniz birinin
çok olumlu duygular yaşadığı bir anda onun belirli bir yerine dokunarak, ona her
zaman takabileceği ya da görebileceği bir armağan vererek bunu
gerçekleştirebilirsiniz.
Örneğin; bir arkadaşım kendini çok başarılı hissettiği ve başarısını cıvıl cıvıl bir
sesle yerinde duramayarak benimle paylaştığı bir anda hemen boynumdaki kolyeyi
çıkardım, onun boynuna taktım. Kolyenin ucunu avcuna sımsıkı almasını söyledim.
Başarıyı tıpkı bu kolyeyi tuttuğun gibi avcunda sağlıkla tut, dedim. Onu
kucaklarken ensesini ovdum. Bak, değerli kolyemi sana verdim. Her zaman
takmanı isterim, demeyi de ihmal etmedim. Bunu iki sene önce yapmıştım.
Daha önceleri sık sık soğuk algınlığı geçiren arkadaşım nedense iki senedir
sadece bir kez soğuk algınlığı geçirdi... Onu azıcık neşesiz görsem hemen sarılıp
ensesini ovuveriyorum. Birden canlanıyor. Kolyesini de sık sık boynunda
görüyorum. Onunla farkında olmadan oynayıp duruyor. Arkadaşımın romantik
ilişkisi bile bozulma noktasından çok iyiye gidiyor. Çünkü kendisini şimdi daha
değerli buluyor ve karşısındakine kendine verdiği değer kadar değer veriyor. Eee,
değerli kolyem, değerli bir insana layıktı. (Maddi değeri yüksek değildi ama ben o
kolyeyi seviyordum.) Bu örnekte üç kanallı bir çapalama yapıldı.
Sevdiklerinizi telefonda da çapalayabilirsiniz. Sizinle mutlu bir anı paylaşan
arkadaşınıza söyleyeceğiniz belirgin bir söz, onda işitsel bir çapalama yapar. O sözü,
ihtiyacı olduğu bir zamanda kullandığınızda yaratacağı duygu değişimini gözleyin.
Telefonda nefes nefese bedava iki haftalık tatil kazandığı müjdesini benimle
paylaşan arkadaşıma, “Eee, sen türü neredeyse yok olan kelaynak kadar değerlisin.
Bunu hak etmiştin. Kelaynağım benim” dedim. Şimdi ona ne zaman, kelaynağım
benim, diye hitap etsem harika bir havaya giriyor. Eşimle aramızda da
kullandığımız belirli bir söz vardır. Aramız limoni olduğunda birimizden birimiz
inadı kırıp bu sözü söylediğinde gevşememek ne mümkün. Daha o anda tüm
kızgınlığımın geçtiğini hissediyorum ve yüreğim ona duyduğum sevgiyle doluyor.
Onda da aynı değişimleri anında gözlüyorum.
Sevgilinizle ya da eşinizle limoni durumlar yaşadığınızda size önemli bir ikaz:
Ona kendinizi affettirmek için sakın sakın kalıcı bir armağan vermeyin. Çünkü o
armağan ona sürekli aranızdaki problemi çağrıştıracaktır. Çiçek, çikolata vb.
geçiciliği olan armağanlar verin. Nasıl olsa çikolata yenip bitecek, çiçek birkaç gün
içinde solup atılacaktır. Ama mutlu bir anınızda ona, kalıcı bir armağan, mesela
saksıda bir çiçek verebilirsiniz. Çiçek yetiştirmek, tıpkı sevgi gibi emek ve bakım
ister. Büyüdüğünü geliştiğini görmek ilişkiniz için ne güzel bir semboldür.
Bitmiş ilişkiniz sizde olumsuz anılar bırakmışsa o ilişkiye ait sembolleri derhal
evinizden atın.
Sık sık yeniden okuma ihtiyacı duyduğum kitaplardan biri de Karen Kingston’un,
Yaşamınızda Feng Shui (Ötesi Yayıncılık) adlı kitabıdır. Yazarın çapalama konusunda
hepimize öğreteceği çok şey var. Her satırı pratik yaşama yönelik bu kitapta verdiği
bir örneği sizinle paylaşmak istiyorum.
“Evinizde kötü şeyler çağrıştıran eşyalar varsa size daha ne kadar süre hizmet
edeceklerinin hiçbir önemi yoktur; alanınızda ve ruhunuzda döküntüye neden
olurlar. Onlardan hemen kurtulun.
“Yıllar öncesi, tepesi attığında sağa sola tekmeler savuran bir erkek arkadaşım
olmuştu. Bir gün portatif teybim bundan nasibini aldı. İlişki fazla sürmedi ama teybi
sakladım. Ne zaman kullansam, üzerindeki izi görüyor, bu izi bırakan olayı
hatırlıyordum. Ama yine de kullanmaya devam ediyordum, çünkü gayet güzel
çalışıyordu. Bu, bir yılı aşkın bir süre böylece devam etti.
“Derken günlerden bir gün teybe bakıp, durmadan aynı şeyi hatırlamak
istemediğime karar verdim. Bunun simgesel olarak zihnimde erkeklerin
davranışlarının yarattığı düş kırıklığını çağrıştırdığının bilincine varmıştım. Hemen
gidip yeni bir teyp aldım, eskisini de ihtiyacı olan bir kız arkadaşıma verdim. Çok
mutlu oldu. Üstünde küçük bir parça plastiğin neden kalktığını bilmiyordu,
umurunda da değildi zaten. Böyle belli belirsiz kusuru olan bir teyp, hiç
olmamasından çok daha iyiydi kuşkusuz.
“Bana gelince, benim için taşıdığı olumsuz çağrışım onu her görüşümde enerjimi
düşürüyordu. Kurtulmak içimi rahatlattı.”
Cinsel yaşamda da çapalama kullanılabilir. Kimi erkek için eşinin cinsel davet
olarak kullandığı bir parfüm, giydiği bir gecelik, bir göz kırpışı, belirli bir deyim,
kullandığı beden dili aşka davet anlamına gelir.
Çapalar bazen çok eskiye de dayanır. Psikolojik cinsel bozuklukların her birinde
çoğu kez bilinçaltında gizlenen bir çapa vardır.
Çapalar öylesine güçlü ki. Daha önce bahsi geçen genç adamın ilk koklamada
çarpıldığı ve bir hafta içinde evlendiği eşinin parfümünün ona bebekliğinde sevgiyle
bakan akrabasının parfümüyle aynı olduğunu keşfettiğinde yaşadığı şaşkınlığı
düşünebiliyor musunuz?
Çapalama doğal bir süreç. Farkında olsak da olmasak da zihnimiz her an bir şeyle
bir şeyin bağlantısını kuruyor. Bu doğal süreci bilinçli bir şekilde kullandığımızda
yaşamımızda çok şeyi değiştirebiliriz. Şansımızı kendimizin yaratabilmesi hiç de
mucize değil.
Olumsuz çağrışımlar yapan şeyleri hayatınızdan çıkarırsanız, Karen Kingston’un
deyimiyle, “alanı temizlerseniz”, yaşamınızda mucizevi değişikliklere tanık
olursunuz.
Evimde geçmişe ait bende olumsuz çağrışımlar yaratan fotoğraflara yer yoktur.
“Ben zaten her acının tiryakisi olmuşum” ya da “dertleri zevk edindim bende neşe
ne arar” gibi şarkılar çalınmaz. “Erdi bahar sardı yine neşe cihanı” şarkısını
söylerseniz size coşkuyla iştirak edebilirim. Sürekli arabesk türü müzik dinleyen
neşeli, canlı, hayat dolu bir insana hiç rastladınız mı?
Hayatta mutlu olmak kolay. Hayatı zorlaştıran olumsuz bakış açımızdır.
Mutluluk iç dünyamızla dış dünyamız arasında uyum kurabilmektir.
Çapalama egzersizleri için sayfa 203-205’e bakınız.

BİLİNÇALTINIZIN SİNEMALARI

Alt Sistemler Farkındalığı

İnsanlar ya acıdan kaçmak ya hazza yönelmek ister demiştik. İki halde de


amacımız bir ihtiyacı karşılama çabasıdır. İki halde de bizi motive eden şey
kaçtığımız ya da yöneldiğimiz şeyin yarattığı duygudur. Yaşamda her şeyi,
hissetmeyi istediğimiz duygular için yaparız. Peşinden koştuğumuz başarı, unvan,
para, aşk vb... her ne ise, sonucunda bizde yaratmasını umduğumuz duyguyu
hissedebilmek için bunca uğraş veririz.
İhtiyacımız olan şeyleri bir şekilde elde ederiz. Ama tüm isteklerimizi
gerçekleştiremeyiz. Çünkü ihtiyaçlar ve istekler zihnimizde farklı şekilde kayıtlıdır.
İsteklerimiz kategorisindeki bir şeyi ihtiyaçlarımız dosyasına aldığımızda (kayda
geçirdiğimizde) o şeyi kesinlikle gerçekleştiririz. Burada “ihtiyaç” sözcüğünü
“olmazsa olmaz” anlamında kullanıyorum, “bir şeye muhtaç olmak” anlamında
değil.
Sevdiğimiz ve sevmediğimiz, istediğimiz ve istemediğimiz şeyler de zihnimizde
farklı kategorilerde depolanır.
Bu farklılık siyah beyaz ile renkli film arasındaki fark gibidir. Korku filminde
kullanılan müzikle, mutlu, romantik bir filmde kullanılan müzik arasındaki fark
gibidir. Cilde batan kalın yün bir kazak ile, Merinos yünüyle örülmüş cildi okşayan
yumuşacık kazak arasındaki fark gibidir. Küf ve çürük kokusuyla, taze soyulmuş
mandalina, portakal kokusu arasındaki fark gibidir. Sirke içmekle, kaliteli bir şarap
içmek arasındaki fark gibidir.
Her şeyi beş duyuyla algılarız. Bu algılarımıza olumlu ya da olumsuz anlamlar
yükleyerek zihnimizde depolarız.
Siz salatalıktan hoşlanıyorsanız, zihninizdeki salatalık sulu, canlı, yeşil renkli, çıtır
çıtır taze, serin, lezzetli bir besin olarak kaydedilmiştir. Salatalığı zevkle tuzlayıp
yersiniz.
Bilinçaltı kasetlerinin oluşumunda öyküsünü anlattığımız küçük Ayşe’nin
zihninde ise salatalık, koyu kirli gri renkli, kuru, ezik ve kaygan, ölümün yanında
duran, pis kokulu bir çöp parçasıdır -bunu bilinçli olarak bilmese de. Ayşe’nin
salatalık yemesi mümkün mü?
Bir markette, fiyatı aynı iki üründen, renkli parlak ambalajlı olana mı eliniz gider,
sade siyah beyaz iddiasız ambalajlı olana mı? Yanıtını biliyorsunuz. Reklamcı ve
pazarlamacılar da yanıtınızı biliyor.
Ürünü, yemeği, giysiyi, fikirleri nasıl sunduğunuz önemliyse, istediğimiz ya da
ihtiyacımız olan şeyleri cazip hale sokarak kendimize sunmamız da o kadar
önemlidir.

Beynimiz anıları, deneyimleri nasıl depoluyor? Duyularımız aracılığıyla gelen


verileri parçalara ayırarak tabii. Bunun bizim için önemli bir yararı var.
İstemediğimiz parçayı değiştirebilme, farklı bir şekilde monte edebilme olanağı
sunuyor bize. Bir makine parçalardan oluşmak yerine yekpare inşa edilse, arıza
yaptığında onu toptan çöpe atmamız gerekirdi. Oysa parçalardan oluştuğu için
bozulan parçayı yenisiyle değiştirerek makineyi çalışır hale getirebiliriz. İşte
zihnimiz de deneyimlerimizi bunun gibi kodlayarak depolar. Duyularımızı
detaylandırarak kayda geçirir. Bu detaylardan herhangi birini değiştirdiğimizde,
bizde yarattığı duygu da tamamıyla değişir.
Görsel, işitsel ve kinestetik kanallarımıza temsil sistemleri, bu sistemlerin
detaylarına da alt sistemler diyoruz. İşte bu alt sistemlerde yapacağımız
değişiklikler, deneyimimizi de değiştirecektir.
Diyelim ki sigarayı bırakmak istediğinizi söylüyorsunuz. Bırakabilecek misiniz?
Önce sigarayla ilgili deneyimi zihninize nasıl depoladığınıza bakalım. Gözlerinizi
kapayın ve sigara içtiğiniz bir anı düşünün. Zihninizdeki imgenin görsel alt
sistemlerinin nasıl olduğunu tespit edelim.

Görsel Alt Sistemler

Çerçeveli mi, panoramik mi?


Size uzak mı, yakın mı?
Siyah-beyaz mı, renkli mi?
Hareketsiz mi, hareketli mi?
İki boyutlu mu, üç boyutlu mu?
Solgun mu, parlak mı?
Bulanık mı, net mi?
Loş mu, aydınlık mı?
Bir posta pulu büyüklüğünde mi, ekranı tümüyle kaplıyor mu?
Kendinizi izleyen seyirci misiniz, ekranın içinde katılımcı mısınız?

Gördüğünüz gibi görsel alt sistemler detaylara dikkat etmemizi sağlıyor.


Sizce hangisi daha çekicidir? Sizden uzak, karanlık, siyah-beyaz, bulanık,
çerçeveli, hareketsiz bir manzara mı? Size yakın, renkli, hareketli, üç boyutlu,
parlak, aydınlık, net, panoramik bir manzara mı?
Zihninizdeki imge çekici alt sistemlerle temsil edildiği sürece sigara size çekici
gelir. Kendinizi seyirci gibi değil, katılımcı olarak konumlandırırsınız. Çünkü size
çekici gelen, haz veren bir şeyi bizzat deneyimlemek istersiniz.
Sigarayı bırakmış ve yeniden içme arzusu duymayan bir kişiye zihninde sigara
içtiği günlere ait bir anı canlandırmasını söylediğimizde zihninde uzak, karanlık,
siyah-beyaz, fotoğraf gibi hareketsiz, soluk bir resim canlanacaktır. Kendisi tabii ki
resmin dışında bir seyirci olacaktır.
İzleyici/katılımcı olma konumu çok önemlidir. İzleyici olduğumuz konumda
olayla bağlantımız yoktur. Katılımcı konumunda ise deneyimin taa içindeyizdir.
Deneyimle ilgili duygularla yoğun bağlantı halinde yaşarız.
Olumsuz duyguları değiştirmek için önce izleyici konuma geçmek önemlidir.
Duyguların içindeyken, yani katılımcı iken kendinizi yiyip bitirir, kızgınlıktan fokur
fokur kaynarsınız. Duygularınız sizi kontrol ettiği için yapıcı bir adım atamazsınız.
Sağlıklı düşünmeniz mümkün olmaz. Duyguların dışına çıkıp izleyici olarak
kendinizi gözlemlediğinizde, durumu daha sağlıklı değerlendirme gücüne sahip
olursunuz.
Olumlu duygularda ise duyguların içine girmek, katılımcı olarak birinci elden bu
duyguları yaşamak enerjinizi artırır.
Deneyimlerle ilgili alt sistem bağlantılarını zihin kendi kendine kurar. Ama biz
onları bilinçli bir şekilde değiştirme gücüne sahibiz.
Bağımlılıklarımızdan özgürleşmenin ve istemediğimiz davranışları değiştirmenin
yolu alt sistemleri değiştirmekten geçer. Zihnimizdeki resmi çekici olmaktan çıkarıp
itici bir hale getirdiğimizde zaten o maddeye ilgi duymayız, o davranışı değiştiririz.
Bir değişimi sağlamak için üç şey önemlidir:
1. Gerçekten istemek
2. Görsel, işitsel, kinestetik alt sistemleri değiştirmek
3. İzleyici/katılımcı konumunu belirlemek.

İşitsel Alt Sistemler

Ses sayısı (kimin, kimlerin sesleri; müzik var mı, gürültü var mı?)
Geldiği yer (uzak, yakın, önünüzden, arkanızdan, yanınızdan?)
Stereo mu, mono mu?
Tempo (hızlı mı yavaş mı?)
Net/uğultulu
Volüm (alçak mı yüksek mi?)
Ritmik mi, düzensiz mi?
Sürekli mi, kesik kesik mi?
İnce mi, kalın mı?

Hepimizin yaşamında beynimizin içindeki bir sesin bizi rahat bırakmadığı anlar
olmuştur. Vır vır konuşur durur bu ses. Yargılayıcı bir ebeveyn sesi gibi bize
durmadan şöyle ya da böyle yapmamız/yapmamamız gerektiğini söyler. Bazen
başımızı ağrıtacak kadar yüksek olur bu ses.
Bu sesin beyninizin hangi tarafından geldiğini tespit edin. Onu başınızın dışına
çıkarın. Sesini radyonun sesini kısar gibi kısın. İstediğiniz kadar kısın.
Sadece iki alt sistemi değiştirmek bile zihinsel sağlığınıza önemli ölçüde katkıda
bulunacaktır.
Kafasındaki annesinin dırdırından şikayet ederken bu egzersizi yapan bir kadın
baş ağrısının bir anda geçtiğini söylerken çok mutluydu.

Bir firmada üst düzey yöneticilik yapan bir kişinin en büyük korkularından biri
kalabalık izleyici önünde konuşma yapmaktı. Kendisine reddedemeyeceği bir kişi
tarafından yapılan konuşmacı olma teklifine “hayır” diyememişti. Ama konuşma
günü yaklaştığında ecel terleri dökmeye başlamıştı. Uyku düzeni bile bozulmuş,
kendisini hasta edip yatağa düşmesine az kalmıştı. Hasta olup gidememeyi de
gururuna yediremiyordu. Ayrıca bu korkusunu aşmak da istiyordu. Bu yüzden ne
çok fırsatlar kaçırmıştı iş yaşamında. NLP eğitimi almıştı ama öğrendiklerini
kullanamayacak kadar gergindi.
Konuşma yapacağı günü hayalinde canlandırmasını istedim. Görsel alt sistemleri
karanlık bir tabloyu çiziyordu. Burada örnek olması açısından işitsel alt
sistemlerinin üzerinde durmak istiyorum.
Ses sayısı çoktu. İnsanların sesi, otelde çalan fon müziği, ayak sesleri, gürültü,
kendi kalbinin güm güm atan sesi, “sen bu işi beceremeyeceksin” diyen içsel sesi.
Ses ve gürültü önden, iç sesi sağ kulağının doğrultusundan geliyordu.
Net olarak anlayamadığı sesler uğultulu, hızlı bir tempodaydı. Düzensiz, kesik
kesik ve yüksekti. Kendi sesini cılız ve ince olarak tanımlıyordu.
Böylesine bir ses karmaşası içinde olmak, hayalde bile kişiyi germeye yeter.
Bedeni de stres tepkisini açıkça veriyordu.
Gözlerini açmasını söyledim. Yeni bir duyguya sokmadan önce kişiyi eski
duygudan çıkarmak gerekir. Sislendirme dediğimiz duygu bağlantısını kesme işlemi
konuyla hiç ilgisi olmayan saçma sapan bir soru sormakla yapılabilir. “Akşama ne
yemeyi planlıyorsun?” gibi.
Bu kez, sevdiği bir dostuyla derin sohbet içinde olduğu, kendisini konuşkan,
hoşsohbet, esprili, içten, canlı, enerjik, neşeli hissettiği bir anı düşünmesini istedim.
Önce bir yurtdışı seyahatinde arkadaşlarıyla içip eğlendikleri bir akşam aklına geldi.
O akşam belki hoşsohbetti ama konuşma yapmadan önce bir şişe viskiyi
yuvarlamasını istemediğim için başka bir anı yakalamasını istedim. İçkisiz bir
hoşsohbet anı. Üniversite yıllarında en yakın arkadaşıyla çıktıkları bir tatilde yaptığı
bir sohbet aklına geldi. Gelecekten beklentilerini, hayallerini coşkuyla, heyecanla,
kahkahalarla paylaştıkları bir akşamdı. Bu anı uygundu.
Gözlerini kapadı. Görsel alt sistemler hala capcanlıydı. Yine o sohbet anının
zevkini yaşadığını görebiliyordum. Sıra işitsel alt sistemlere geldiğinde ses sayısı
birkaç taneydi. Kendi sesi, arkadaşının sesi, rüzgarın sesi ve kuşların sesi, kaldıkları
otelin bahçesinden gelen müzik sesi. Hatta bitişik odada duş alan kişinin su sesini
bile hatırladı. Sesler önden geliyordu. Sadece duş sesi arkada kalıyordu. Kendi sesi
ve arkadaşının sesi kulağındaydı. Tempo hızlı, net, ritmik ve düzenliydi. Kendi sesi
tok, ritmik ve canlıydı. En uygun olduğunu hissettiğim anda sağ kulak memesine
dokundum. Gülerek gözlerini açtı. Çapalandığını biliyordu.
Alt sistemlere ne kadar detaylı girerseniz o kadar etkili olur.
Artık konuşma yapacağı anda kullanacağı kaynaklar hazırdı. Herkes kendisi için
gereken kaynağa sahiptir. Sislendirme için bir iki cümle geyik muhabbeti yaptıktan
sonra hayalinde konuşma yapacağı günü yaşamaya hazırdı.
Gözlerini kapamasını ve sağ kulak memesini tutarak konuşma yapacağı anı
yeniden yaşamasını söyledim. Görsel alt sistemlerle resmi parlaklaştırdı,
panoramik, hareketli, üç boyutlu ve aydınlık yaptı. Film iki kaşının arasındaki
noktada zihninde oynuyordu. İşitsel alt sistemleri tek tek değiştirdik. Artık
kalabalıktan çıkan ses ona ritmik geliyordu. Tempo hızlıydı. Kalbi sakin sakin
atıyordu. İçindeki ses, bugüne kadar ne çok şeyi başardığını hatırla, bunu da
başaracaksın hem de keyifle, diyordu. Sesi tok ve canlı çıkıyordu. Aldığı alkışların
volümü ise çok yüksekti.
Daha sonra kinestetik alt sistemleri de kendisine kaynak olacak biçimde
değiştirdik. Enerjinin tüm bedeninde dolaştığını hissediyordu. Konuşmadan sonra
içeceği suyun ve kahvenin tadını bile hissetti.
Kendisinin çok başarılı, esprili, doğal ve sıcak bir konuşma yaptığını ve bol alkış
aldığını, arkadaşının konuşma bitiminde gelip elini sıkarak teşekkür ettiğini gördü,
duydu, hissetti.
Korkulan gün, beklenen güne dönüştü. Konuşmanın tam da hayalinde yaşadığı
gibi geçtiğini bir saat sonra bana açtığı telefondan öğrendim. Sağ kulak memesiyle
oynayarak kürsüye çıktığını söyledi. Bu üç yüz kişinin önünde yaptığı ilk
konuşmaydı. Ama konuşmacı olmanın zevkini bir kez tatmıştı ya. Geçen günler onu
bir televizyon programında izledim. Daha önce televizyon programlarından aldığı
davetleri bir gerekçeyle reddedecek kadar fobisi olduğunu paylaşmıştı benimle.
Çocukluğuna dayanan olumsuz bir deneyimle oluşmuştu fobisi.
Fobiler tek bir deneyimle oluşur. Olay çoğu kez unutulur ama etkileri yıllarca
sürer. Fobinin böylesine hızlı oluşumu bizim öğrenme yeteneğimizin kapasitesini
gösterir. Öyleyse bir seansta yok edilebileceğine inanmak niye zor geliyor çoğu
kişiye? Beyin çok hızla çalışır. Size “Yeşil elma düşünün ama biraz sonra” dediğimde
siz çoktan yeşil elmayı zihninizde oluşturmuş olursunuz Biraz sonrayı beklemez
zihniniz, değil mi?
Televizyonda diğer konukların yanında o çok daha canlı ve espriliydi. Keyifle
kahvemi yudumlarken, insanların en büyük engellerinin kendileri, en büyük
güçlerinin yine kendileri olduğunun kanıtının hazzını yaşadım.
İnsan ancak hayal edebildiği bir şeyi gerçekleştirebilir. İnsan, kapasitesini ancak
hayallerinin sınırına kadar kullanabilir.
Lotodan büyük ikramiye kazanan bir adamın hayalini hatırlıyor musunuz?
Gazetelerin yazdığına göre büyük ikramiyeyi kazandığında ne yapacağı sorusuna
şöyle yanıt vermişti: “Önce elli milyon lirayı çekip gönlümce harcayacağım, sonra
kendime Murat 124 alacağım.” Herhalde Murat 124 onun gençlik rüyasıydı.

Kinestetik Alt Sistemler

Konum (Duygu bedeninizin hangi bölgesinde?)


Basınç (Yumuşak mı sert mi?)
Süre (Ne kadar sürüyor? Sürekli mi kesik kesik mi?)
Yoğunluk (Güçlü mü zayıf mı?)
Isı (Sıcak mı serin mi?)
Nem
Doku (Pürüzlü mü kaygan mı?)
Koku/Tat

Kinestetik alt sistemlerde de her soru, her sorun için uygun olmayabilir. Yanıt
verebilecekleriniz üzerine farkındalığınızı verin. Kinestetik alt sistemler dokunma,
koku ve tatla ilgili olduğu gibi duygularla da ilgilidir. Duygular kendi kendine
oluşmaz. Çoğu kez bize öyle gelse de. Duyguların basıncı, yoğunluğu, bedendeki
konumu farklıdır. Genellikle olumlu duygular bedende daha geniş alanı kapsar.
Kıskançlık, öfke, nefret, kızgınlık gibi duyguları bedenimizin belirli bölgesinde daha
yoğun hissederiz.
Duygularımıza göre kas gerginliği/yumuşaklığı, dudak yapısı, nefes sıklığı ve
derinliği, cildimizin ısısı da değişir. Alt sistemleri değiştirerek duygularımızı
değiştirebiliriz. Duygularımızı yöneten biz olduğumuzda duygular iç dünyamızda
olan biteni bize gösteren harika pusulalardır. Ama duygularımızın yönetimi altına
girdiğimizde tutarsız, çalkantılı, öz denetime sahip olmayan tepkiler veririz. Daha
önce de belirttiğimiz gibi bu tür insanlara duygusal insan deriz. (Duygusallık,
duyarlı olmaktan farklıdır.) Amacımızı gerçekleştirmemizi engelleyen duyguların
yerine bize destek olacak duyguları koymak yaşamımızı kolaylaştırır.
İlk kez Bungee jumping yapmak üzere güle oynaya tepeye tırmanmıştım.
Önümdeki insanlar sırayla duraksamadan atlıyordu. Oğlum bizim grubun içinde ilk
atlayan olmuştu. Ama sıra bana geldiğinde aşağıya baktığım anda paralize oldum.
Kaslarım gerilmiş, yüzümün rengi atmış, kalbim deli gibi çarpıyordu. Avuçlarımın
nem oranı iyice artmıştı. Göğsümün ortasında basınç hissediyordum ve bu basınç
kesik kesik kalp atışı gibiydi. Yanımdaki arkadaşıma korkuyorum, dedim. O ise
hayır, heyecan duyuyorsun dedi. Korkunun adı ne zamandan beri heyecan
olmuştu? Ama onun bu sözü beni kendime getirdi. Gerçekten de aşağıya bakana
dek heyecan duyuyordum. Çünkü bunu hep yapmak istemiştim. Şimdi ise donmuş
kalmıştım. Oğlumun aşağıdan, “Hadi anne atla, yapabilirsin” diyen sesini
duyuyordum.
Aşağıya bir daha baktım. Oğlum mini minnacık görünüyordu. Gel de korkma.
Ama oğluma rezil olmak da vardı. Bu kez de ben onu örnek almalıydım. Derhal
biraz önce duyduğum heyecanı, korkunun yerine koymam gerekiyordu. Gözlerimi
kapayıp nefesimi iyice yavaşlattım ve karından nefes almaya başladım. Göğsümün
ortasındaki basıncı bedenimin her yerine dağıtarak hafiflettim. Avuçlarımın kuru
ve serin olduğunu, başarının heyecanı ile bedenimin sarmalandığını düşündüm.
Kendimi atlamış ve oğlumun bana sarılarak başardın dediğini zihin gözümde
gördüm ve işittim.
Tüm bunları yazmak uzun sürüyor ama topu topu bir dakika içinde gerçekten
korkumun yerini tatlı bir heyecan almıştı. Yüzümü kocaman bir gülümseme
kapladığında kendimi boşlukta buldum. Havada uçarken zafer çığlıkları atıyor, o
anın hiç bitmemesini istiyordum. Çünkü çok zevkliydi.
Kinestetik alt sistemler değişimini, görsel ve işitsel alt sistemler değişimiyle
birlikte kullanmak, özellikle madde ve yiyecek bağımlılıklarını aşmak için çok
etkilidir.
Size zararlı olduğunu bildiğiniz ama sevdiğiniz için fazlasıyla tükettiğiniz bir
yiyeceğin alt sistemlerini tespit edin. Sonra sevmediğiniz bir yiyecek için aynı işlemi
yapın. Sevmediğiniz yiyeceğin alt sistem temsillerini sevdiğiniz yiyeceğin
temsilleriyle değiştirdiğinizde artık o yiyecek size çekici gelmeyecektir. Deneyin. Alt
sistemleri değiştirmek öznel bir deneyimdir. Teoride anlatması oldukça uzun
sürüyor ama uygulaması çabuktur, özellikle birkaç uygulamadan sonra. İkna
olmanızın yolu kendi deneyiminizle sonucu yaşamaktır.

Alt temsil sistemlerini daha iyi anlamak için yaşamınızda biri olumsuz, diğeri
olumlu iki deneyim tespit edin. Sayfa 207-208’deki Alt Sistemler Farkındalık
Formunda yer alan Olumlu Deneyim ve Olumsuz Deneyim kolonlarını doldurun.
Beyninizin bu deneyimleri nasıl farklı kodladığını kağıt üzerinde görmek heyecan
verici ve farkındalığınızı artıran bir deneyim olacaktır.
Bu egzersizi duygularınızı, istemediğiniz alışkanlıklarınızı, herhangi bir durumda
perspektifinizi değiştirmek, spesifik durumlarda yaşadığınız korkuları yenmek için
kullanabilirsiniz.
Duygularınızı değiştirmek için ya alt sistemlerinizi değiştirin ya fizyolojinizi.
Başınız dimdik, yüzünüzde tebessüm, sırtınız dik, kaslarınız rahat ve gözleriniz
ileriye doğru bakarken öfkeli olabilir misiniz? Çok kızgın olduğunuz zaman yere
boylu boyunca uzanıp kaslarınızı tümüyle gevşettiğinizde kızgınlığınızdan eser kalır
mı? Kötü bir söz söylemeden önce on kere derin nefes al diyen büyüklerimiz bilgece
bir şey söylüyor bize.
Temsil sistemleri, alt temsil sistemleri, göz hareketlerinin nöronsal bağlantıları
beynimizdeki kendimize özgü haritanın yapıtaşlarıdır -molekülün yapıtaşlarının
atom olması gibi. Haritamızın en küçük yapıtaşları alt sistemlerimizin beynimizdeki
kodlarıdır. Bu kodlar modüler olduğu için sadece ihtiyaç duyduğumuz kodları
değiştirip, diğerlerini olduğu gibi bırakmak elimizde.
NLP kendimizle iletişim kurmanın, kendimizi anlamanın sistematik bir yoludur
demiştik. Aynı zamanda başkalarıyla iletişim kurmanın, başkalarının haritalarını
anlamanın yoludur da.
İletişimin temeli esneklik ve uyumdur.

DEĞİŞİMİN ÖNÜNDEKİ ENGELLER

Her şeyden önce değişimi gerçekten istemek önemlidir. İnsan tüm canlılar gibi
acıdan kaçan hazza yönelen bir varlıktır. Bir değişimi yapmalıyım, yapabilirim,
yapacağım, yapıyorum ve yaptım arasında dağlar kadar fark vardır. Şimdiki
seçiminiz size zarar veriyor bile olsa zihninizde hazla bağlantısı varsa, bu, değişimi
gerçekten istemenizi engeller. Sadece istediğinizi söylemekle kalırsınız.
Zayıflamak istiyorum, ama bir türlü zayıflayamıyorum diyen bir tanıdığım
diyetten diyete koşuyor. Ama ciddi bir egzersiz programına yanaşmıyor. Yememesi
gerektiğini söylediği kurabiyenin lezzetinden bahsederken gözleri parlıyor. Bu
kurabiye zihninde ışıl ışıl bir konumda ve haz duygusuyla bağlantılı olduğu sürece
ondan kaçamaz. İradesiyle belki bir süre yemez ama sonra bir oturuşta bir tepsiyi
götürebilir. Egzersiz ise zihninde acı bağlantılı olduğu için onu diş fırçalamak gibi
gündelik yaşamına sokmakta güçlük çekiyor.
Diyetler daima başarısızlıkla sonuçlanan kısır bir döngüdür. Sizi başarısızlık
modeline mahkum eder. Zayıflarsınız ama bir süre sonra kaybettiğiniz kiloların
daha fazlasını almak üzere. İnsan kaybettiği bir şeyi bulmak ister.
Gerçekten istemenin tek göstergesi aksiyondur. Sonra değil, şimdi.

Yaptığınız şey, gerçekten istediğiniz şeydir.


Yapmıyorsanız, gerçekten istediğiniz şeyi yapıyorsunuz: yapmamayı.

Diğer önemli bir konu da gizli kazançlar engelidir. İyileştiği halde iki sene sonra
yeniden kötürüm olmayı seçen kadın örneğini hatırlayın. Gizli kazancı olan ilgi ve
yalnızlıktan kurtulma arzusu, yürüme ve özgür bir birey olma arzusundan daha
güçlüydü. Çoğu kez gizli kazancımızın ne olduğunu bile bilmeyiz. Bu konu başlı
başına bir kitap yazmayı gerektiriyor. Sadece insanların şişman olmaktan
sağladıkları gizli kazançlar konusunda bugüne dek karşılaştığım örnekleri birer
satırla yazmaya kalksam birkaç sayfayı bulur.
Her davranışın, her seçimin altında iyi niyet yatar. Bu iyi niyet artık bize zarar
veriyor bile olsa bilinçaltı bunu anlamaz. Çocuklarını “çok seven” annelerin,
çocuklarının gelişimine, birey olmalarına, özgüvenlerine ne büyük ölçüde zarar
verdiklerini bilmedikleri gibi. Çocuklarını çok severken kendi gizli kazançlarını,
kendi sevilme ihtiyaçlarının karşılanmasını, çocuklarını kendilerine bağımlı kılarak
garantiye alma arzusu olduğunu akıllarına bile getirmezler. Bu konuyla
ilgileniyorsanız Kuraldışı Yayınlarından çıkan, Çok Seven Anneler - Dikkat!
Çocuğunuza Zarar Veriyorsunuz, adlı kitabı okumanızı öneririm.
Nedense iyi niyet deyince derhal aklıma sevgi adına verilen zararlar geliyor.
Cehenneme giden yol iyi niyet taşları ile döşelidir sözünü yine hatırlıyorum.
Bilinçaltımızdaki “iyi niyet”i tespit etmek, değişimin yolunu açmak için çok
önemli. İyi niyetin daima “olumlu” bir amacı vardır. İyi niyetin ne olduğunu tespit
ettiğimizde, bu amaca hizmet eden daha sağlıklı bir yol bulmamız da mümkün
olacaktır.

İyi Niyetin Niyeti

Davranış niyetten bağımsız davranır. Özellikle davranış ile niyet arasındaki


zaman uzadığında. İkisi bazen uyumlu hareket eder. İç ve dış dünyamızda tutarlılık
hissettiğimiz her davranışımız niyetimizle uyum halindedir. Ama bazen başkalarına
karşı sergilediğimiz davranışlarda yanlış anlaşıldığımız için üzülürüz. Niyetim bu
değildi ki deriz. Davranışımız ve niyetimiz arasında bilinçli olarak bir fark varsa,
bizim fark ettiğimiz tutarsızlığı başkaları da fark eder. Biz çok iyi rol yaptığımızı
düşünsek bile karşımızdaki kişide güven uyandıramayız.
Tabii bunun adı manipülasyondur. Bu, sevmediği halde çıkarı doğrultusunda
seviyor gibi görünmeye çalışan partnerin kişide uyandırdığı duygu gibidir. Karşı
tarafın da bu ilişkiden bir çıkarı varsa karşılıklı aldatmacalarla sürdürülen bir ilişki
içinde ömür bile tüketen çiftler vardır. Tüketici bir ilişki, ilişkinin çoğaltıcı, geliştirici
doğasına aykırıdır.
Aynı şekilde bize zarar veren “iyi niyet”i keşfettiğimizde, yerine daha sağlıklı bir
yol koymak, bizi sömüren sevgiliyi atıp gerçek sevgiliyi bulmak gibidir. O zaman
kendimizi tüketmek yerine kendimizle geliştirici bir ilişkiye gireriz.

Niyet daima “olumludur” -niyetin farkında olmasak da. Ama davranışı görürüz.
Bu davranış da bizi -bazen başkalarını da- mutsuz eder. Ve kendimizi zararlı
davranışları yapmaktan alıkoyamadığımız için iradesiz, zavallı, güçsüz, zayıf diye
yargılarız. Unutmayın, milyonlarca kişiyi öldüren Hitler’in niyeti de “olumluydu”.
Almanya’nın, “aşağılık” Yahudi ırkından temizlenip, “üstün” Ari ırkın
hakimiyetinde daha güçlü olacağına inanıyordu. Patolojik davranışlar da “iyi
niyetin” ürünüdür. Akıl hastaları denilen kişilerin niyetlerini keşfetmek, tedavide
önemli rol oynar.

“İyi Niyet” Yaşamımızda Bize Nasıl Zarar Veriyor?

Bir kadın, uzun vadeli ilişki yaşamayı çok istediği halde, kıskançlık krizleriyle
sevgililerini kendinden uzaklaştırıyor. İyi niyeti ise, onu sahiplenmek ve babasının
annesini terk ettiği gibi, sevgilisinin kendisini terk etmesini engellemek.

Bir erkek, iş yaşamında tüm çalışanlarını eleştiriyor, her şeyde bir kusur buluyor.
Çalışanlar ondan yaka silkiyor. Cenazesi kalksa kimse isteyerek cenazeye
katılmayacak kadar nefret uyandırmış durumda. İyi niyeti ise, babasının ona
davrandığı gibi, kusurlar gösterildiğinde insanların değişeceğine ve daha üretken ve
başarılı olacağına inanması. (Kendisi iş sahibi olduğu için üretken ve başarılı
olduğuna inanıyor.)

Bir çocuk, sürekli okulda yaptığı yaramazlıklarla başını derde sokuyor. Son üç
yılda beş okul değiştirmek zorunda kalıyor. Ailesi, hiperaktif teşhisi konduğu için
çocuklarını ilaçla tedavi etmeye ve daha “pahalı” okullarda okutarak atılmamasını
sağlamaya çalışıyor. Çocuğun iyi niyeti ise, ailesinin başka yollarla çekemediği
ilgisini bu yolla çektiğine inanması ve anne ve babasının kendisi sayesinde “ortak
hedef” doğrultusunda birbirlerine yaklaşmalarını sağlaması.

Bir kadın regl dönemi dışında da kanama ve ağrılardan dolayı doktor doktor
geziyor. Doktorların tespit edebildiği bir sorun yok. Kadının iyi niyeti, kocasıyla ne
kadar az ilişkiye girerse o kadar “namuslu” olacağına inanması. Çünkü
çocukluğundan beri, namusla cinsellik arasında kurduğu bağlantıyla annesi
tarafından beyni yıkanmış.

Bir erkek erken boşalma sorunu yaşıyor. Sadece karısıyla, kendisini denemek
için gittiği fahişelerle değil. Karısını sevdiğini söylüyor ve bu duruma bir anlam
veremiyor.
Sevişmek istediği bir günde, kayınpederinin ölüm yıldönümünü hatırlamadığı
için karısı tarafından bencillikle suçlanması, erkeğin iyi niyetinin temelini de atıyor:
Bencil olmadığını göstermek. Bunu da cinselliğini dolu dolu yaşamayarak yapıyor.

Orta yaşlı bir adam alerji sorunu yaşıyor. Özellikle bahar polenlerinin sebep
olduğu bir alerji. Ayrıca evde sardunya bulunması da onda alerji yaratıyor.
İyi niyeti, kendisi altı yaşındayken bir bahar günü ölen annesinin ölüm
döşeğinde oğluna, “Beni hep hatırla, babanın eve getirdiği sardunyaları da at” dediği
için onun arzusunu yerine getirmesi. Adam bir başkasıyla ilişkisi olan babasının eve
getirdiği sardunyaların annesinde temsil ettiği anlamı bilmiyordu. Annesinin
kendisine söylediği son sözleri de “iyi niyet”iyle ilişkiye geçene kadar
hatırlamıyordu.
Yukarıda anlattığımız örneklerdeki gerçek kişiler kendilerine zarar veren “iyi
niyet”lerinin farkında değildi. Bu konuda dünya nüfusu kadar örnek çıkarmak
mümkün. Kimi az, kimi çok engelleyici.
Her davranışın ardında bir iyi niyet yatar. Önemli olan niyeti gerçekten iyiye
çevirmek. Bunun için de önce keşfedilmesi gerekir. Sonra yapılacak olan ise yerine
doyum sağlayacak sağlıklı alternatifi bulmak.
Kendinizle ilgili kontrol edemediğiniz en “kötü” gerçeği düşünün.
Onaylamadığınız bir yönünüzü düşünün. Çok mu yemek yiyorsunuz? Çok mu içki
içiyorsunuz? Çocuklarınıza kötü mü davranıyorsunuz? İşyerinde sevilmiyor
musunuz? Hep karşınıza “kötü” partnerler mi çıkıyor? Sinirlerinize hakim mi
olamıyorsunuz? Tam başarıya ulaştığınızda bir şeyler mi yanlış gidiyor? Sık sık
hastalanıyor musunuz? Ay sonuna kadar bütçenizi bir türlü denkleştiremiyor
musunuz? Kendinize ayıracak zamanı bir türlü bulamıyor musunuz? Tüm bu
davranışların ardında ne gibi bir iyi niyet olabilir?
Gerçeklerle yüzleşmek istememek de bir iyi niyettir. Kişinin ben sandığı egosunu
koruma iyi niyeti. Bu yönünüzden “nefret” etseniz de.
Nefret ettiğimiz yönlerimizi yok sayarız, görmezlikden geliriz, başkalarına
yansıtırız. Bizi kıskandığını düşündüğümüz arkadaşımızı aslında bizim
kıskandığımız gerçeğini görmeden. Devekuşu gibi başımızı kuma sokarız.
Bu, gerçeği değiştirmez. Başkalarının görmesini engellemez. Sadece kendi
görüşümüzü engeller. Böylece acıdan kaçtığımızı sanırız.
Kişinin kör olması, başkalarının görüşünü engellemez ki. Ama bizi “kurban”
konumuna sokar. Kendimizle ilgili yadsıdığımız her gerçek boyunduruğumuz olur.
Boyunduruk altındaki insan kıpırdayamaz, konumunu değiştiremez.
Kabul etmediğimiz ya da bilmediğimiz bir şeyi değiştiremeyiz.
Öncelikle değiştirmek istediğimiz yönümüzü ne kadar zor, acı verici olursa olsun
kabul etmek ilk adımdır. Gizli iyi niyeti görmezlikten gelip sadece davranışımızı
değiştirmeye çalışmanın kalıcı çözüm olmadığını biliyoruz. Sadece davranışı
değiştirebilmek kalıcı çözüm olsaydı, diyetlerimize devam ederek zayıflayabilirdik,
kendimize zarar verici davranışları tekrar etmezdik, ilaçlarla kazandığımız sakinliği
ve mutluluk duygusunu sürdürebilirdik. Tüm bunları geçici olarak yapabiliyoruz ya
da yerine daha kötü seçimleri koyuyoruz. Titanikte koltuk değiştirmek gibi.
Burada kendimize sorulacak soru şu. Bu davranış bana ne kazandırıyor?
Davranışı yapmamak için kendimizi engellediğimizde bir süre sonra o davranışın
çok daha fazlasını yaparız. Çünkü yapmamaya odaklandığımız şey, kendisini üretir.
Düşünce neye odaklanırsa onu üretir. Beyin “yapma” komutunu bilmez. Kırmızı fili
düşünme demek gibi. Kırmızı filden başka ne gelir ki aklımıza. Bu durumda kırmızı
filden kurtulmak için sarı papatyayı düşünmeye odaklanmak daha sağlıklıdır. Yeni
iyi niyet yolları.
İçinizde canlı olan bir yönünüzü, iyi niyeti öl demekle öldüremezsiniz. Davranışı
geçici olarak değiştirerek de niyeti öldüremezsiniz. Niyet, egoyla, ego ben ile
özdeşleştiğinde kendinizi iradesiz olmakla suçlarsınız. Bu, niyetin davranışla bütün
olma yanılgısından kaynaklanır. Oysa zaman içinde niyet ve davranış birbirinden
ayrılmıştır.
Bunun için memnun olmadığınız, tekrar tekrar kendinizi başarısız hissettiğiniz
davranışlarınızın listesini yapın.
Bu davranış bana ne kazandırıyor? Bu davranış benimle ilgili ne mesaj veriyor?
Sonucunda nasıl gelişiyorum?
Aklınıza ne geliyorsa yazın. Ya da bir arkadaşınızla düşüncelerinizi yüksek sesle
paylaşın. Soruları tekrar tekrar sorun. İyi niyeti buluncaya kadar.
Bu listede sizi en etkileyen ne?
Davranışlar semptomdur. İyi niyetler daha derinde olan nedenlerdir.

Yeniden Çerçevelendirme-Yeni Bir Bakış Açısı-Yeni Bir Perspektif


Problemin niçin orada olduğunu bilmek, problemin nasıl çözüleceğine katkısını
görebilmek açısından önemlidir. Ama çoğumuz niçin ve neden sorularında takılır
kalır, çözüm üretmek yerine problemle problem oluruz. Problemin değil, çözümün
bir parçası olmaktır bizi geliştiren bakış açısı.
NLP’de yeniden çerçeveleme olarak tanımlanan olaylara farklı bir şekilde
bakabilmeyi zaten gündelik yaşamımızda zaman zaman yapıyoruz. Bunu
ihtiyacımız olduğu anda bilinçli olarak yapabilmek çöplerin içine düşmüş pırlantayı
görmemizi sağlar.
Bir resmin sınırlarını çerçevesi belirler. Gördüğümüz manzara evin hangi
penceresinden baktığımıza göre değişir.
Bir kişiyle ilişkinin başlangıcında bizi ona çeken şey ile, ilişkinin bitmesine neden
olan şey genellikle aynı özellik olur.
İlişkilerin başlangıç ve bitiş noktasında aynı özelliği farklı sözcüklerle tanımlarız.
Ona çekilmemizin nedeni içinden geldiği gibi davranması ise, ondan uzaklaşma
nedenimiz bir anının bir anına uymaması olur. Cömertliği savurganlığa,
tutumluluğu cimriliğe, neşeliliği çocukluğa, özgüvenli olması kibirliliğe, yaratıcılığı
ve hayal gücü zenginliği uçukluğa dönüşür. O kişinin özelliklerini tanımlarımızda
yeniden çerçeveleriz.
Aynı kişiyi tanımlayan iki kişinin söylediklerini dinlediğinizde farklı kişilerden
bahsedildiğini sanırsınız.
Samimi, dürüst ve eğlenceli bir insan.
Laubali, patavatsız ve sorumsuz bir insan.
Çerçeve sözcükler, beden dili, ses tonu, kullanılan mimikler ile belirlenir.
Çocukluğumda beni Niil diye çağıran annem, Nill Günn diye çağırıyorsa başımın
dertte olduğunu anlardım. Bu gün de durumun değiştiğini söyleyemem.
Terapilerinde yeniden çerçevelendirmeyi harika bir şekilde yapan Virginia
Satir’in temizlik hastası bir kadına yaklaşımı ilginç bir örnektir. Kadının temizlik
hastalığı evine giren çıkan insan sayısını sıfıra indirmişti. Süpürdüğü halıların
üzerinde ayak izleri olmasına tahammül edemediği için çocukları bile onu ziyarete
gelemiyordu. Satir önce onu evini böylesine temiz tuttuğundan dolayı tebrik etti
(uyum). Sonra gözlerini kapatmasını ve yeni süpürülmüş halılarına odaklanmasını
söyledi. Kadın Alfa boyutuna girdiğinde yumuşak bir sesle şöyle dedi: “Halıya bak.
Tertemiz. Sadece elektrik süpürgesinin izleri var. Hiçbir ayak izi yok. Hiç kimse
üzerinde yürümemiş. Yalnızlık. Hiçbir ayak izi yok. Senden başka hiç kimse yok.
Yalnız başınasın. Kimse yok.” Kadın temizlik bağımlılığını zihninde yalnızlıkla
eşleştirdiğinde hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Yalnızlık, halıların kirlenmesinden
daha tahammül edilemez bir şeydi.

Yeniden Çerçevelendirme Yolları

1. Büyütmek
2. Küçültmek
3. İçeriği Değiştirmek
4. Niteliği Değiştirmek

1) Büyütmek
Sorun spesifik bir şey ise, konuya daha geniş açıdan bakmak yararlı olabilir.
Sorun bir detaydan kaynaklandığında kişi bu sorunu gereğinden daha önemli hale
getirebilir ve bütünün kendisine sağlayacağı avantajları gözden kaçırabilir.
Bir arkadaşım, kira için belirlediği miktarın az üzerinde olan bir daireyi sırf bu
nedenle tutamayacağını söylerken güzel bir daireyi kaçıracağından dolayı üzgündü.
Sadece kira miktarına takıldığı için diğer avantajları göremiyordu. Ona, evin
konumunun işine tek vasıta ile gitmeye uygun olduğunu (şimdiki evinden işe
gitmek için iki vasıta kullanıyordu) ve yürüyüş yapmayı çok sevdiği için güzel
günlerde yürüyerek bile gidebileceğini, böylece günlük egzersizini de yaparken yol
masrafından yapacağı tasarrufun kira farkını rahat rahat çıkaracağını, hem de tam
istediği gibi aydınlık bir evde oturacağını söylediğimde güle oynaya giderek evi
tuttu.

2) Küçültmek
Sorun genel bir şeyden kaynaklanıyorsa, sorunu parçalara ayırarak çözüm
üretmek yararlı olabilir. Küçük lokmalar, büyük lokmalara göre daha rahat yutulur.
“Peşin fiyatına 12 ay taksitle satılan ürün” bize daha cazip gelmiyor mu? Bir detayın
önemi vurgulandığında bütüne ilişkin fikrimiz değişebilir. Uzun bir yolun sadece ilk
kilometresini bitirmeye odaklandığınızda yol daha kısa gelir. Sonra bir kilometre
daha, sonra bir kilometre daha. Her uzun yol ilk küçük adımla başlar.
Gelin sizinle egzersizi günlük yaşamıma nasıl kalıcı olarak kattığımın hikayesini
paylaşayım. İki yıl önce günlerden bir gün, arada bir yerine genç kızlığımda olduğu
gibi yine her gün egzersiz yapmam gerektiğine karar vermiştim. Her gün yarım
saat egzersiz yapacağım diye kendime söz vermiş ama daha birinci haftanın
sonunda kaytaracak bahaneler bulmaya başlamıştım. Sadece bir gün kaytardıktan
sonra kendime verdiğim sözü tutmamanın yarattığı acı, kaytarmanın hazzından
daha fazla olmuştu. Hemen gözümde büyüyen yarım saati küçültmeye karar
verdim. Yarım saat otuz kocaman dakikaydı. Bunu günde iki kez on beşer dakikaya
bölersem gözüme daha kolay görüneceğine karar verdim. Ama on beş dakika
dolduğunda akşama yeniden yapmak yerine devam etmeyi tercih ettim. Birbiri
ardına iki on beş dakikalık egzersiz yapma düşüncesi bir bütün olarak yarım saatlik
egzersizden daha cazip gelmişti zihnime. Kendimi mi kandırıyordum? Evet. İşe
yaradı mı? Evet. Son iki senedir egzersizimi aksatmış olduğum gün sayısı beşi
geçmez. Hem de çoğu günler 45 dakika ya da bir saate kadar uzuyor. Daha başka
değişiklikler de yaptım tabii sorunumu yeniden çerçevelerken.

3) İçeriği Değiştirmek
Bir şeyin anlamını yeniden tanımlamak bazen yeniden çerçevelemek için yeterli
olabilir. Egzersiz yapmak çoğu insana sıkıcı gelir. Herkes yapılmasını gerektiğini
bilse de. Doğruyu söylemek gerekirse, egzersizin sonuçlarını hiç terlemeden elde
etmemiz mümkün olsaydı kaçımız egzersiz yapmayı sürdürürdük? Egzersiz
bağımlıları bile egzersizi terlemekten zevk aldığı için değil, egzersiz sırasında beynin
bol miktarda salgıladığı endorfinlerin yarattığı mutluluk duygusuna bağımlı
oldukları için yapıyor.
Madem egzersiz yapmak için zaman ayırıyordum, bu zamanı iki şey birden
yaparak değerlendirebilirdim. Zamanı rasyonel kullanmak açısından benim için iyi
bir fırsattı. Kütüphanemde birikmiş, dinlemeye fırsat bulamadığım birçok kitap
kaseti, katıldığım ve verdiğim konferansların kasetleri, eğitim kasetleri, meditasyon
kasetleri, müzik kasetleri ve yine seyretmeye fırsat bulamadığım ama yıllardır alıp
biriktirdiğim değişik başlıklı video eğitim kasetleri vardı. Bu kasetlere dünyanın
parasını yatırmış ama yeterince değerlendirmemiştim. Artık hem zihnimi, hem
bedenimi aynı anda eğitebilirdim.
İster parkta yürüyüşe çıkayım, ister evde eliptik bisikletimin üzerinde olayım
kulağımda walkmen oluyor. Televizyonun karşısında eğitim kasetlerini ya da
sevdiğim bir programı izlerken egzersiz yapmak da keyif veriyor. Artık egzersiz
zamanı yok, kendimi geliştirmek için ayırdığım zaman var. İçerik değiştiğinde
motivasyonum da harika bir şekilde arttı.
Yapmanız gereken, ama motivasyon eksikliğinden dolayı ertelediğiniz şeyleri
çekici kılmak. Bunun için onlara yeni bir anlam vermeniz yeterli. Sonuç da harika
oluyor.
Bir şeyi yapmaktan hoşlanmıyorsak, onu yapmayı dört gözle beklemeyiz. Çünkü
enerjimiz yapmamız gereken şeye doğru akmaz, tersine azalır. Kullanılmayan
enerji azalmaya mahkumdur. İşleyen demirin ışıldadığı gibi, enerji kullanıldıkça
artar.
Hayatlarını, kendi istekleri yerine, başkalarınınkini karşılamaya odaklamış
insanların sıkça depresyon yaşaması bundandır. Depresyon, düşük enerji ile
yaşamda var olma halini tanımlar. Amaçsızlık da kişinin enerjisini azaltır. Kişi
amaçsızca bir takım “eğlencelerle” kendini geçici olarak oyalasa da gittikçe
tükendiğini hisseder. Bir süre sonra hayattan zevk alamaz hale gelir.

Bir amacın bizi harekete geçirmesi için ödülün bedelden daha yüksek olduğuna
inanmamız gerekiyor.

Zayıflamak amacıyla egzersiz yapanların bir süre sonra egzersizi bırakmasının


nedeni bedelin ödülden yüksek olduğuna inanmalarıdır. Bir saat terlemenin
sonunda harcanan kaloriden fazlasını bir şişe kola içtiklerinde alacaklarsa bu
zahmete değer mi? O kadar terlemeye bir kola içmeyi bile çok mu görmeliler
kendilerine? Bu ne adaletsiz dünya. Bu çerçeveden bakıldığında motivasyonu
sürdürmek mümkün mü?
Kalori odaklı egzersiz, bırakılmaya mahkumdur. Bedel çok ter, ödül bir kola bile
değil.
4) Niteliği Değiştirmek
Her davranışın niteliğini koşullar belirler. Koşullar değişince çerçevemiz de
değişir. Asla ağzımıza koymayacağımızı söylediğimiz bir yiyeceği, bir kazada yaşam
mücadelesi verirken bulduğumuzda, ben bu yiyeceği sevmiyorum, diyebilir miyiz?
Egzersiz, yaşamın kalitesini artırmak, vücudun direncini güçlendirmek, kendini
sağlıklı hissedebilmek için yapılan, metabolizmayı yükselten, öz saygıyı artıran,
enerji ve mutluluk üreten bir aktivite olarak algılandığında ödül bedelden çok daha
yüksek hale gelir. Egzersiz yapabilmek, hareket edebilme özgürlüğüne sahip
olmaktır. Genç insan yaşlı insandan daha fazla ve hızlı hareket edebilme yetisine
sahiptir. Bedensel olarak yaşlı insanların hareket özgürlüğü kısıtlıdır. Kimi insan
otuz yaşında yaşlıdır, kimi insan yetmiş yaşında genç ve dinç bir bedene sahiptir.
Bir kazada felç olup, ilk kez parmağını hareket ettirebildiğinde bunun sevincini
yaşayan insanları düşünün. Böyle bir sahneyi filmde izlediğimizde bile biz de o
kişiyle birlikte seviniyoruz. Sırf parmağını hareket ettirdi diye. Biz parmağımızı
hareket ettirdiğimizde ise bu, hiç de sevinç nedeni olmuyor. Çünkü nitelik farklı.
Her gün egzersiz yapabilmek harika bir ayrıcalıktır. Bedensel sağlığımızın asgari
koşullarına sahip olduğumuzun ve sağlığımızın her gün daha da iyiye gittiğinin
göstergesidir. Sahip olduğumuz sağlık için bir şükran törenidir egzersiz. Her gün
sağlığımız için zaman ayıracak kadar kendimizi değerli bulduğumuzun kanıtıdır
egzersiz. Ödülü büyük, bedeli küçük gördüğümüzün ifadesidir egzersiz.
Ödül büyüktür: Kendimizi iyi, genç ve canlı hissederiz.
Bedel küçüktür: Bu yaşam boyunca tek aracımız olan bedenimizin sağlığı için
günde yarım saat ayırmak.
Köpeklerimizin sağlığı için onları her gün dolaştırmaya çıkıyoruz. Köpek kadar
değerimiz yok mu?

Zor Durumlarda Yeniden Çerçeveleyin

Yapmak zorunda olduğunuz görevden hoşlanmadığınızda: Kendinizi o işi


bitirmiş olarak hayal edin. Bu, perspektifinizi gelecek zamana yöneltir. Görevinizi
bitirmiş olmanın hazzını hissedersiniz ve motivasyonunuz artar.
Yaptığınız işi sıkıcı bulduğunuzda: İşi sıkıcı bulmanın nedeni bize heyecan
veren bir yönü olmamasındandır. O zaman işi daha çabuk tamamlama yollarını
bulabiliriz. Bitiminde kendimizi bir şekilde ödüllendirebiliriz.
Nereden başlayacağınızı bilmediğinizde: Böyle durumlarda “küçültmek”
çerçevesini kullanabilirsiniz. İşin herhangi bir yerinden başladığınızda bir süre
sonra her şeyin yerli yerine oturmaya başladığını da görürsünüz. İlk adımı atın. Her
şey ilk adımı atmakla başlar.
Başa çıkamayacağınızı düşündüğünüzde: Bu, kişinin özgüveniyle ilgili bir
durumdur. İç sesimizle kendimize olumlu telkinler yapmanın yanı sıra geçmişteki
başarılarımızı düşünerek kendimize çapa yapabiliriz. Başardığımız birçok iş de bir
zamanlar başa çıkamayacağımızı düşündüğümüz işlerdi. Hatırlayın.
Beceremeyeceğimiz konusunda endişe duyduğumuzda: Ne yapabileceğimize
değil ne yapamayacağımıza odaklandığımızda böyle bir endişe duyarız. Hemen
çerçeveyi değiştirmemiz gerekir.

Davranış Çerçevesi Odaklanması

Suçlama Çerçevesi NLP Çerçevesi


Problem Sonuç
Niçin? Nasıl?
Başarısızlık Feedback (geribildirim)
İhtiyaçlar Olanaklar
Varsayım Merak ve İlgi

Başarılı insanların sırlarından biri de, zamanlarının sadece yüzde yirmisini


problemi tespit etmeye, yüzde seksenini ise çözüm bulmaya ayırmalarıdır. Neye
odaklanırsak onu daha fazla üretiriz. Başları hiç dertten kurtulmayan, her acının
tiryakisi olan insanların neye odaklandığını tahmin edin.
Başarılı insanlar nasıl sorusunu sorarak çözüm üretir.
Başarısız insanlar niçin sorusunu sorarak mazeret üretir.
Başarılı insanlar istedikleri sonuca ulaşmadıklarında bunu bir deneyim olarak
algılar. En azından neyi yapmaması gerektiğini öğrenmiştir ve tecrübe kazanmıştır.
Şimdi yeni bir yolu deneme zamanıdır. Peynir üçüncü tünelde yoksa hangi
tüneldedir? Bu çerçevede amaç daima göz önünde kalır. İstediği sonucu almamayı
başarısızlık olarak algılayan kişi kendisini bir çıkmaz sokağa hapseder, durum
içinde sıkışıp kalır. Peyniri bulmak için başka tünellere girmeyi denemek yerine,
üçüncü tünelde bir aşağı bir yukarı koşturur durur. Çünkü başarısızlık çerçevesinde
amaç gözden kaybolur.
Başarılı insanlar için durumun içindeki olanakları görebilmek, seçimleri
çoğaltabilmek bir motivasyon nedenidir. Başarısız insanı motive eden şey ise
ihtiyaçlarıdır. Ancak fiziksel, duygusal, zihinsel ve ruhsal açıdan dibe vurduğunda
bir şeyler yapması gerektiğinin farkına varır.
Başarılı insanlar değişik konulara merak ve ilgi duyar. Bu merak ve ilgi onlara
bazen çok farklı kapılar açabilir, hiç beklenmedik bir yerde öğrendiklerini kullanma
imkanı bulurlar. Tıpkı henüz merak ve ilgilerini ezberci eğitimle yitirmemiş
çocukların bir şeyi çabucak öğrenebilmeleri gibi, merak ve ilgi kişinin zihnini zinde,
algılama kapasitesini yüksek tutar.
Başarısız insanlar için realite, varsayımlarıdır. Ve varsayımlarına göre yaşama
tepki verirler.

HAYATTA BAŞARILI OLMAK

Başarıyı nasıl tanımlarsak tanımlayalım, aslında istediğimiz, başarılı olmanın


bizde yaratacağı duygulardır. Gerçek başarı, duygu boyutunda kendimizi
yönetebilmektir. Hissetmek istediğimiz duyguları istediğimiz anda yaratabilme
yeteneğini kazanmaktır başarılı olmak.
Sonuç:
Önce ne istediğimizi bilmek önemli. Nereye varmak istediğimizi bilmiyorsak,
rotası olmayan rüzgar nereye eserse oraya savrulan gemiye benzeriz. Almak
istediğimiz sonuç nedir?
İsabetli algılamak:
Gittiğimiz yol, bizi hedefimize yaklaştırıyor mu? Tüm duyularımız açık
olduğunda isabetli algılama yeteneğimiz güçlenir. Farkındalık ne tür tepkiler
aldığımızı bize anında feedback olarak sunar. Feedback, seçimlerimizin kişiler,
olaylar, sonuçlar üzerindeki etkisini bize ayna olarak gösteren mekanizmadır.
Suçlama çerçevesinden bakan kişi aynada gördüklerini beğenmediğinde ya
kendisini, ya aynayı (başkalarını) suçlayarak mazeret üretir. NLP çerçevesinde ise
aynada gördüklerimizin sorumluluğunun kendimize ait olduğunu biliriz -beğensek
de beğenmesek de.
İsabetli algılıyor muyuz?
Esneklik:
İstediğimiz amaca ulaşana kadar, peyniri bulana kadar değişik tünelleri
denemeyi göze alacak kadar esnek miyiz?

Yaşamınızın Kaptanı Olmak


Yaşamınızın kaptanı olmak, kendi istediğiniz sonuçları yaratabilmektir. Öncelikle
ne istediğinizi seçin. Siz seçmezseniz sizin için seçenler çok olacaktır. Bunun da
bedeli büyüktür: Kendi yaşam geminizde tayfa bile olamayabilirsiniz.
İnsanların çoğu çaba göstermeden emek harcamadan istediği sonuçlara
kavuşmak isteyen çocuklar gibidir. Bedelsiz hiçbir şey yoktur.
Kimi insanın yaşamı “keşke”lerle doludur. Bu tür insanlar kendi yaşamlarını
yaşamamanın bedelini ağır öderler.
Kimi insan çok kısa zamanda çok fazla şey yaparak sonuca ulaşacağını sanır. Ve
bir süre sonra stresten çöker. Pilav ancak belirli bir ısıda pişirildiğinde lezzetli olur.
Zamandan kazanmak için ateşin altı sonuna kadar açıldığında pilavın dibi yanar
taneleri ise kıtır kıtır kalır. Lezzetli bir pilav için uygun malzemenin yanı sıra uygun
ateşte pişmesi ve demlenmesi de önemlidir. Bunun için sabırlı olmayı öğrenmek de
gerekiyor. Her şeyin kendine has bir doğası vardır. Acele etseniz de üç ayda
çocuğun doğmasını sağlayamazsınız.
Yaşam ustası, amacına giden yolda yürümeyi düzenli olarak sürdürür. Keşke
demeyi bilmez, sabırlı olmayı bilir.
Yaşam ustası pozitiftir. İstediği şeye doğru gitmenin, istemediği şeyden
uzaklaşmaktan kolay olduğunu bilir.
Yaşam ustası amacı yolunda aktif rol oynar. Başkalarına dayanan sonuçlarda
takılı kalmaz. Alternatifler üretir. Zihnini olanakları görecek şekilde eğitir. Doğru
yolda yürüyüp yürümediğine dair kanıtları sık sık kontrol eder. Sahile gitmek
isteyen kişi yolun denizden uzaklaşıp uzaklaşmadığını kontrol etmelidir.
Yaşam ustası ekolojik davranır. NLP’de ekoloji, istediğimiz sonuçları hayatla ve
ilişkilerle birlikte değerlendirmek anlamına gelir.
Bu sonuç benim dışımda kimi etkiler?
Bu sonucu elde ettiğimde ne olur?
Sonuç şimdi gerçekleşseydi ister miydim?
Ekolojik sonuçlar kazan-kazan sonuçlarını yaratmak anlamına gelir. Başkalarının
kaybı üzerinden elde edilmiş bir kaybet- kazan sonucu ekolojik değildir. Çok büyük
bedeller ödeyerek elde edilen “Pirus zaferi” türü sonuçlar da ekolojik değildir.
Yaşam ustası, içsel ve dışsal kaynaklarını isabetli kullanır.
Yaşam ustası, büyük amaçları parçalara ayırarak taşıyabileceği uygun boyutlara
getirir. Çok küçük hale de getirmez; küçük hedeflerin kendisini motive
etmeyeceğini bilir.
Her amaç, boyutu ölçüsünde gereken enerjiyi içinde taşır. Küçük hedeflerin de
enerjisi düşük olduğu için motoru harekete geçirmeye yetmez.
Çoğu insan, amaçlarını neden gerçekleştiremediği konusunda mazeretler bulur.
Sorun genellikle tembel davranmaktan değil, güçlü enerjiyle yüklü, motive edici
amaçlara sahip olmamaktan kaynaklanır.

Problemler Olmasaydı Kim ve Ne Olduğumuzu Bilemezdik


Başarılı insanlar yüzde yirmi problemlere yüzde seksen çözümlere odaklanır
demiştik. Sorunları olduğundan da büyük hale getiren şey onlara odaklanmamızdır.
Bazen öylesine odaklanırız ki gittikçe büyüttüğümüz sorunun içinde boğulur hale
geliriz.
Sorunumuz ne olursa olsun daha önce benzer sorunu yaşamış ve üstesinden
gelmiş birileri muhakkak vardır. Öyleyse ilk adım bir rol modeli bulmak, onun
deneyimlerinden yararlanmak olabilir. NLP de başarılı insanların modellenmesiyle
ortaya çıkmış bir “Başarıyı Modelleme” tekniğidir.
Bu sorunu çözüme nasıl yönlendirebilirim? Bunu yaparken nasıl zevk alabilirim?
İçinde zevkin olduğu her çözüm daha kolay gerçekleşir. Zihnimiz doğru sorulara
(soru ne olursa olsun) yanıt verecek kapasitededir. Bu, yanıtı nerede ve nasıl
bulacağımız şeklinde yol gösterici bir yanıt da olabilir.
Bireysel, ailevi, fiziksel, sosyal... sorun ne tür olursa olsun milyonlarca kişi
tarafından yaşanıyor. Sorunlar da çözümler de yaygındır. Bugüne kadar kaç kez eşi
benzeri olmayan bir sorun yaşadınız ya da duydunuz? Oysa çoğu insan o sorunu
sadece kendisinin yaşadığı, sorununun “özel” olduğu yanılgısı içindedir.
Sorunlara gereğinden fazla odaklandığınızda sonuç ya altında ezilmek ya da pes
etmek olur.
Sorunlara gereğinden fazla odaklanmayı zihninizde acıyla, çözüme odaklanmayı
ise zevkle ilişkilendirin. Bu bağlantıları kurmak size doyum ve güven duygusu
kazandıracaktır.
Size en uygun gelen planı hemen uygulamaya koyun. Ertelemek, hiçbir adım
atmadan durmak, sorunların altında ezilmek kadar zarar vericidir.
Planı uygularken istediğiniz sonuca doğru yol alıp almadığınız konusunda tüm
algı kapılarınızı açın
Plan yürümüyorsa değiştirin.
Rol modellerini bulmaya devam edin. Bulduğunuz insanlara nasıl sorularını
sorun.
Problemin ismini değiştirin. Yeni bir etiket takın. Soruna sizi geliştiren bir olanak
olarak bakın. Çünkü gereklilik, yaratıcılığı doğurur.

Rahatlık Alanının Dışına Çıkın


Bir kağıdın üzerine bir nokta koyun ve etrafına bir daire çizin. Nokta sizsiniz,
daire ise sizin rahatlık alanınız. Rahatlık alanınız sizin kendinizi hiçbir tehdit altında
hissetmediğiniz yaşam alanınızdır. Orada karşılaştığınız sorunları sorun olarak
görmezsiniz bile. Çocuğun rahatlık alanı dardır. Onun için ayakkabısını bağlamak
bir sorundur, rahatlık alanının dışındadır. Ama ayakkabıyı bağlamasını
öğrendiğinde artık rahatlık alanı içinde yer alır.

Çözümlenmiş her sorun yaşamınızın rahatlık alanını genişletir.


Kişinin değerlilik ve yeterlik duygusu rahatlık alanının çapıyla
doğru orantılıdır.

Sorun olarak nitelediğimiz şeyler rahatlık çemberimizin dışında yer alan X


işaretleridir. X bilinmezliği içerir. Bilinmezlik çoğu insan için korkutucudur. Gelişme
olanağı olarak gören kişiler için ise heyecan verici bir serüvendir X denilen
bilinmezlik.
Rahatlık alanının güveni içinde yaşayan insan, her bilinmezi bir sorun,
rahatlığını tehdit edici bir tehlike olarak algılar. Keşke sorunsuz bir dünyada
yaşasaydım diye düşünür; her şeyin hep aynı kaldığı bir dünyanın gerçek bir
cehennem olduğunu düşünmeden; kendi rahatlık çemberinin bir mahkumu
olduğunu bilmeden.
Çember ne kadar geniş olursa olsun, çemberin dışındaki X’lerden korkmak,
çember mahkumu olduğumuz gerçeğini değiştirmez. Mahkum olmayanlar X’leri
serüven olarak görenlerdir.
Eninde sonunda kendimizi ne kadar korumaya alırsak alalım, rahatlık alanımızı
tehdit eden bir sorunla karşılaşmamız kaçınılmazdır. Bu durumda iki şey yaparız.
Ya sorunun üzerine gider, çözüm üreterek gelişir ve bu X’i de çemberin içine
katarak çemberimizi daha da genişletiriz ya da sorunu görmezlikten geliriz.
Sorunu görmezlikten gelmeyi seçersek bu bizi rahatsız eder ve sorunun
tutsağına dönüştürür. Şimdi hem rahatlık alanı çemberimizin tutsağıyızdır, hem de
görmezlikten geldiğimiz için kendiliğinden kaybolacağını sandığımız sorunun
tutsağı. Bu tutsaklık bize umutsuzca güven arayışı içinde başka tutsaklıkları da
getirir: Aşırı yemek, içki, ilaç, uyuşturucu, uyarıcı tutsaklıkları; TV karşısında
tutsaklık, kişilere bağımlılık, para, şöhret, unvan tutsaklığı; işkolizm, kumar ya da
adrenalin bağımlılığı vb. Bu tutsaklık aktiviteleri içinde geçici süre rahatlarız,
korkularımızdan kaçarak sığınmaya çalışırız gardiyanımızın kucağına.
Ya da sorunu bir süre görmezlikten gelmeye çalışırız. Ama sorun bizi öylesine
rahatsız eder ki, baskıya dayanamayıp bir gün çemberi kırarak çıkarız dışına -
sorunla yüzleşmek üzere. Her sorunla yüzleşmek ve kucaklaşmak bizi biraz daha
özgür kılar. Çemberi biraz daha genişletir. Artık X, bilinmez olmaktan çıkmış,
çemberin içinde deneyim olarak yer almaktadır. İşte bizi zenginleştiren, geliştiren
şey budur. Bir zamanlar gözümüzü korkutan sorun artık küçük bir nokta haline
gelmiştir. Bu yüzden dönüp baktığımızda neden böylesine korkmuş olduğumuza
şaşarız, bazen güleriz bile kendimize.
Sadece kendimize mi? Sınıf arkadaşına aşık olup da yüz bulamayan sekiz
yaşındaki çocuğumuzun sorununa da güleriz. Oysa onun sorunu bizimkiler kadar
büyüktür. Bu yüzden acı çekmektedir ya.
Hiç kimsenin başına, kaldırabileceğinden daha büyük sorun gelmez. Bu, evrenin
yasasıdır.
Her sorun çözümünü de içinde taşır.
Sorunları yaşamımıza kimin davet ettiğini sanıyorsunuz? Bilincimiz,
bilinçaltımız, bilinçdışımız, Ben’imiz.
Sorunların amacı, bizi geliştirmek, olgunlaşmamızı sağlamaktır. Hiçbir sorunla
karşılaşmadığımız bir yaşamda gelişemeyiz, mutlu da olamayız. Ben dinlerdeki
cennet tasvirinin gerçek bir cehennem tasviri olduğunu düşünmüşümdür. Amaçsız,
hiçbir şey için hiçbir çaba, emek gerekmediği bir yaşam. Öff ne sıkıcı.
Sorunlar karşısında sorduğumuz soruların kalitesi yaşam kalitemizi belirler.
Niçin ben? Sorusu düşük kaliteli bir sorudur.
Soruna odaklandığınızda küçücük sorunların bile nasıl büyük göründüğünü
hatırlayın.
SONSÖZ

Hayatta başarılı olmak, sadece yaptığınız şeylerle ilgili değildir. Daha da önemlisi,
gün be gün nasıl hissettiğiniz, nasıl düşündüğünüz ve nasıl olduğunuzla
bağlantılıdır.
Gerçekten başarılı insan her yaşam anını dolu dolu üreterek geçirdiği gibi ölümü
de yaşamın bir parçası olarak kabul eder. Ölümden korkanın yaşamdan da
korktuğunu bilir.
Yaşamda her gelişimin bedeli olduğunu hatırlayın.
Gerçek anlamda mutlu olmanız ne yaptığınızla değil, ne olduğunuzla belirlenir.
Mutluluk yapılan bir şey değil, olunan bir şeydir. Başarı da öyle. İkisi aynı şeydir.
Amaçlarınızı en az yılda bir kez gözden geçirin.
Dengeli bir yaşam sürün.
Sevmeyi ve sevilmeyi bilin.
Sahip olduklarınızın değerini bilin... ve yetinmeyin. Çünkü yetinmek belki
rahatlık duygusu verir ama sizi rahatlık alanında tutsak kılar. Rahatlık alanının
rahatlığı içinde gelişmenin hazzından kendinizi mahrum edersiniz.
Sahip olduklarınızın değerini bilmek şükretmeyi bilmek anlamına gelir.
Şükretmeyi bilmek de mutlu insanların ortak özelliklerinden biridir.
Kendinizi ömür boyu bir öğrenci olarak görün. Ve bildiklerinizi öğrenmek
isteyenlere öğretin.
Her gün yeni bir şey öğrenin, her gün başkalarına bir şekilde katkıda bulunun.
İnsanların ne kadar iyi olduklarıyla değil, arkalarında ne kadar iyi şeyler
bıraktıklarıyla hatırlandıklarını unutmayın.
Kim ve ne olduğunuzu hatırlayın. Siz kendi özgün varlığınızı ifade etmek için
şimdi ve buradasınız.
Hayat bir süreçtir.
Ne kadar uzun yaşadığınız değil, nasıl yaşadığınız önemlidir.
Sevgi ve sevinçle yaşayın.
İstiridyelerin, içlerine girerek onlara rahatsızlık veren kum tanesine kızmak
yerine kumu inciye dönüştürme bilgeliklerine saygı duyarak.
EGZERSİZLER

Bu egzersizleri bir arkadaşınızın yardımıyla yapabileceğiniz gibi sizin için


hazırladığım NLP: Zihninizi Kullanma Kılavuzu adlı kaset setinden de
yararlanabilirsiniz.

I- Basit Çapalama Egzersizi

Çapalama dışsal uyarının içsel tepkisini ve bunun sonucunda oluşan dışsal


davranışı değiştirmeyi amaçlar.
Diyelim ki dışsal uyarı patronunuzun yüzü ya da sesi olsun. Bu uyarıyla içinizde
daralma hissediyorsunuz. Dışsal davranışınız ezilme, büzülme olarak tezahür
ediyor (A davranışı). Siz ise patronun karşısında da özgüvenli bir davranış
sergilemek istiyorsunuz (B davranışı).
Bunu gerçekleştirmek için B davranışını gerçekleştirdiğiniz başka bir kaynaktan
yararlanmanız gerekecektir. Bu kaynak, kendinizi özgüvenli hissettiğiniz herhangi
bir durum olabilir. Başarılı bir tenis oyunu, danstaki yeteneğiniz, çapraz
bulmacaları çözmekteki başarınız, sevdikleriniz arasında şarkı söylerken sesinizin
güzelliğine duyduğunuz güven gibi. B’nin spesifik ve somut bir geçmiş deneyim hali
olması önemlidir.

1. Değiştirmek istediğiniz bir duyguyu ve yerine koymak istediğiniz bir duyguyu


düşünün. Yerine koymak istediğiniz duyguyu farklı bir alandan seçin.
2. Çapa 1 oluşturmak için: Gözlerinizi kapayın. A deneyimine geri dönün. Şimdi
oluyormuş gibi. Gördüğünüzü görün, işittiğinizi işitin, hissettiğinizi hissedin. Aynı
içsel tepkiyi hissettiğiniz anda kendinize kinestetik bir çapa yapın. Örneğin sağ
dizinize dokunun ve bastırın. Çapa yaptığınız yeri unutmamak için belirgin
noktaları seçin. Bu hiç yerini kaybetmeyeceğiniz bir ben ya da bir yara izi gibi
noktalar da olabilir.
3. Sislendirin. Gözünüzü açıp pencereden dışarı bakmak gibi. Sislendirmenin
amacı sizin ilk duygudan çıkmanızı sağlamaktır.
4. İkinci basamağı bu kez B deneyimiyle yapın. Çapa 2’yi bu kez örneğin sol
dizinize dokunarak yapın.
5. Sislendirin.
6. Gözlerinizi kapayın. Yine A deneyimini yaşayın. Bu deneyimi yaşarken çapa 1
noktasını tetikleyin. Yoğun duyguları en dorukta hissettiğiniz anda Çapa 2’nin
noktasına dokunun. Aynı anda hem sol, hem sağ dizinize dokunuyor olacaksınız.
Bir süre iki çapa noktasına aynı anda dokunun. Bunun amacı iki deneyimi entegre
ederek A deneyiminin nötrleşmesini sağlamaktır. Nefesinizin değişmesi,
kaslarınızın gevşemesi gibi kinestetik değişimler entegrasyonun olduğunu gösterir.
Önce çapa 1 den elinizi çekin. Bir iki saniye sonra da çapa 2’yi serbest bırakın.
7. Sislendirin.
8. Gözlerinizi kapayın. Gelecekte yine A deneyimini yaşayabileceğiniz bir
durumu düşünün. Yarın patronla görüşme yapacağınız durum gibi. Bu kez sadece
Çapa 2 yi kullanın. Tepkinizin nasıl farklı olduğunu göreceksiniz.

Not: Çapa 2 için kinestetik çapanın yanına görsel ve işitsel çapa da


ekleyebilirsiniz.

II- Çok Kaynaklı Çapalama Egzersizi

Sizi çok rahatsız eden bazı duyguları değiştirmek için bazen birden fazla kaynak
kullanmaya ihtiyaç duyabilirsiniz. Örneğin, kızgınlık duygusunu kontrol
edemediğiniz için başınız sık sık derde giriyor. Sizi böylesine ele geçirmiş bir
duygunun kontrolunu yeniden ele geçirmeniz için birden fazla kaynak kullanmanız
etkili olur.

Şemada görüldüğü gibi yıkıcı kızgınlık tepkisi vermeyi, güvenli olmak, sabırlı
olmak ve sevgi dolu olmak gibi üç kaynağı birden kullanarak sağlıklı tepki vermeye
dönüştürebilirsiniz.
Bu durumda yine basit çapalama basamaklarını kullanacaksınız. Ama çapa 3 ve
çapa 4’ü de oluşturarak 2, 3 ve 4 nolu çapayı aynı anda tetiklemeniz gerekecektir.
Bunun için parmak eklemlerini kullanabilirsiniz. Parmak eklemlerini diğer elinizin
parmaklarıyla aynı anda tetiklemek kolay olacaktır. Çapa 3 ve 4’ü tek tek
oluştururken yaşamınızın farklı alanlarından spesifik örnekler seçin.
III- Alt Sistemler Farkındalık Formu
GÖRSEL OLUMSUZ DENEYİM OLUMLU DENEYİM
Obje sayısı
Konum (sağda, solda, yukarıda, aşağıda)
Uzaklık (yakın/uzak)
Çerçeveli/Panoramik
Renkli/Siyah-Beyaz
Hareketli/Hareketsiz
Hızlı/Yavaş
Boyut (gerçek boyutundan büyük/küçük)
Net/Bulanık
İzleyici/Katılımcı
Üç boyutlu/İki boyutlu
Parlak/Solgun
Aydınlık/Loş
Ön/Arka fon kontrastı
İŞİTSEL
Ses sayısı/Kaynakları
Önünüzde/Arkanızda/Yanınızda
Ses kaynağı nereden (uzak/yakın)
Müzik/Gürültü/Ses (Kimin?)
Stereo/Mono
Tempo (hızlı/yavaş)
Net/Karışık
Volüm (alçak/yüksek)
Ritmik/Düzensiz
Sürekli/Kesik kesik
İnce/Kalın
KİNESTETİK
Hareketli/Durgun
Basınç (yumuşak/sert)
Süre (Ne kadar sürüyor?)
Konum (Bedeninizin neresinde?)
Yoğunluk (güçlü/zayıf)
Isı (sıcak/serin)
Nem
Doku (pürüzlü/kaygan)
Duygular (sürekli/kesik kesik)
Koku/Tat
IV- Swish Tekniği

Swish tekniği giriş programlarında ve eğitimci eğitimlerinde öğretilen ilk


tekniktir. Hem temel alt sistemlerin (boyut, parlaklık, konum, katılımcılık,
izleyicilik) nasıl kullanılacağı hem de sonuçları şansa bırakılmayan bir teknik olan
yönlendirilmiş değişimin nasıl uygulanacağı konusundaki eğitimin başlangıç
noktasıdır. Swish tekniği şu an sahip olduğunuz istenilmeyen bir davranışı istenilen
bir davranışla değiştirmek için kullanılır.

Adımlar

1. Değiştirmek istediğiniz bir davranışınızı seçin.


2. Eskisinin yerine koymak istediğiniz yeni bir davranış seçin.
3. Gözünüzde kendinizi yeni davranışı uygularken (seyirci olarak) gösteren bir
resim karesi canlandırın. Bu görüntüye baktığınızda size, kendinizde bu değişimi
yaptığınızda sahip olacağınız güzel duyguyu vermeli.
4. Gözünüzde size rahatsızlık veren şu anki davranışı gösteren bir resim karesi
canlandırın. Bu görüntüyü kendi gözlerinizle görüyormuş gibi (katılımcı olarak), o
davranışı yaptığınızda (örnek: çikolata görüp karnınızın acıkması) hissettiğiniz
duygularla yaşayın. Bu resmi canlandırdıktan sonra, 5.adıma geçmeden önce resmi
karartın.
5. Şimdi, şu anki davranışınızın büyük, parlak bir resmini canlandırın. Yani sizi
rahatsız ettiğinde gördüklerinizi görün. Resmin sol alt köşesine sizi yeni, istediğiniz
davranışı edinmiş gösteren resmi koyun.
6. Şimdi de büyük, parlak resmi alıp karanlık hale getirin ve tüm görüntü alanını
kaplayana kadar büyütün ve parlak hale getirin. Sonra da gözlerinizi açın.
7. 6. adımı mümkün olduğu kadar hızlı bir şekilde beş kez tekrarlayın.
8. Geri dönün ve sizi rahatsız eden eski davranışınıza bakın ve duygularınızın
nasıl değiştiğini görün.

V- Hızlı Fobi Yenme Tekniği

Bu tekniği güçlü fobilerinizi yenmek için kullanmadan önce orta dereceli


korkularınız üzerinde kullanarak pratik yapmanızı öneririm.
1. Sizde orta derecede korku yaratan bir durumu düşünün. Beğendiğiniz bir
kişiyle tanışmak için ilk adımı atamamak, tanımadığınız birini telefonla arayıp o
kişiden bir şey talep etmek, küçük bir grup önünde konuşmak gibi. Yani henüz
fobiye dönüşmemiş bir korkunuzu seçin.
2. Zihninizde bir sinema salonunda oturduğunuzu canlandırın. Perdede kendinizi
seyrediyorsunuz. Siyah beyaz bir kare o korku anını yaşamadan bir önceki anı
perdede yansıtıyor. Siz izleyici konumundasınız.
3. Şimdi kendiniz sinema salonunda otururken, bedeninizden ayrılın ve
projeksiyon odasına gidin. Buradan hem salonda oturan sizin başınızın arkasını,
hem de perdede yansıyan görüntüyü aynı anda görebiliyorsunuz. (Üçüncü
pozisyon durumu)
4. Kendinizi seyrettiğinizi seyrederken korktuğunuz anın filmini siyah beyaz
olarak oynamaya başladığını görün. Korku anını yaşayıp kendinizi yeniden
güvende hissettiğiniz anda kareyi dondurun.
5. Projeksiyon odasından çıkın. Perdedeki karenin içine girin. Siz karenin içine
girer girmez kareyi yeniden filme dönüştürün. Filmi bu kez renkli olarak sondan
başa doğru hızlı geriye sararak oynatın. Videoyu oynarken hızla geriye sarmak gibi.
Bu geriye sarma işlemini birkaç kez tekrar edin. Her geriye sarış bir iki saniyeden
fazla sürmez. (Zihnin ne kadar hızlı düşündüğünü hatırlayın. Fobiler de bir
deneyimle oluşuyor ve etkileri hiçbir şey yapılmazsa ömür boyu sürebiliyor.
Çözümün de etkileri bir ömür sürer.) Tamamladığınızı hissettiğinizde sislendirin.
Bunu gerçek anlamda ayağa kalkıp dolaşarak yapabilirsiniz.
6. Şimdi aşmak istediğiniz korku anını yeniden yaşayın. Şimdi nasıl
hissediyorsunuz? Eğer hala korku duyuyorsanız, egzersizi baştan sona kadar
yeniden yapın. Egzersizin hakkını verdiğinizde korkunuzdan eser kalmayacaktır.
Bu konuda zihninizin yarattığı bir korkuyu yenme gücüne de sahip olduğuna
güvenin.
7. Egzersizin etkisini gerçek bir an içinde test edin. O hoşlandığınız kişiye
yaklaşın. Tanımadığınız kişiyi telefonla arayın. Küçük bir grup önünde konuşun. Bu
tekniğin çok etkili olduğunu deneyerek bilin. Asansöre binme korkunuz varsa,
bulunduğunuz şehirde yüksek bir otelin çatı katına asansörle çıkın ve başarınızı bir
şekilde kutlayın.
Evet, beyniniz çok hızlı öğrenme kapasitesine sahip. Aslında isteseniz de yavaş
değişmeniz mümkün değildir. Değişim hızla olur. Yavaş değişim denen şey,
yöntemin yeterli ya da uygun olmadığı durumlarda sahip olunan bir inançtır.
Değişmezsiniz, değişmezsiniz, değişmezsiniz, bir anda değiştiğinizde sürecin tümü
size değişimin yavaş olduğu izlenimini verir. Çabuk oluşan fobiler aynı çabuklukta
aşılabilir. Tabii uygun yöntemi kullanarak. Beyninizin ve zihninizin gücüne
güvenin.
Türkiye’de Yayınlanan NLP Kitapları

NLP ile Satış ve Pazarlama


Nil Gün, Kuraldışı Yayıncılık
Çocuklar Nasıl Öğrenir? NLP İle Çocuğunuzun Zekasını Geliştirin!
Dawna Markova-Anne Powell, Kuraldışı Yayıncılık
NLP Teknikleriyle Aile İçi İletişim
Zülfikar Özkan, Hayat Yayınları
NLP Koçluğu
Ian McDermott-Wendy Jago, Kariyer Yayınları
Bireysel Mükemmelliğin Sanatı NLP
Kazım Yurdakul, Kariyer Yayınları
NLP ve Başarı
Mehmet Öner, Kariyer Yayınları
21 Günde NLP
Harry Alder-Beryl Heather, Kariyer Yayınları
NLP’nin İlkeleri
Joseph O’Connor-Ian McDermott, Sistem Yayıncılık
NLP ve Karşı Cinsle İlişkiler
Robin Prior-Joseph O’Connor, Beyaz Yayınları
Nöro-Linguistik Programlama Trans ve Değişim
John Grinder-Richard Bandler, Alfa Basım Yayım Dağıtım
Türkiye’den NLP ve Sibernetik Uygulamaları 1
Tamer Dövücü, Beyaz Yayınları
İçerik Sizi Düşünmek NLP Neuro Linguistic Programming
Cengiz Eren, Beyaz Yayınları
NLP Kişisel Liderlik
Turgay Biçer, Beyaz Yayınları
Uygulamalarla NLP İşinizde Fark Yaratan Farklılıklar
Sue Knight, Sistem Yayıncılık
Yöneticiler İçin NLP
Harry Alder, Sistem Yayıncılık
NLP Sinir Dili Programlaması
Harry Alder, Sistem Yayıncılık
Sınırsız Güç
Anthony Robbins İnkılap Yayınları
WORKSHOP

Özsaygı
Yüksek özsaygı, kişinin hem değerli hem yeterli olduğunu hissetmesidir. Sevmeye ve sevilmeye
layık olduğunu derinden bilmektir. Hayatın her alanında kendi sorumluluğunu yüzde yüz alabilme
gücüdür. Kendinin ve başkalarının içindeki iyiyi ortaya çıkarabilme yetisidir. Özdeğer, özgüven,
özfarkındalık, özsaygı, özsevgi ve özsorumluluğun bir arada olmasıdır. Sevebilme ve empatik olabilme
yetisidir. Hem alçakgönüllü hem cesur olabilmektir. Hayat boyu gelişime ve yeniliklere açık olmaktır.
Yüksek özsaygı, kendini beğenmişlik değildir. “Başkaları ne düşünür”e göre davranmak değildir.
Kendini başkalarından üstün ya da aşağıda görmek değildir. İş hayatındaki başarılarla, ünle, parayla,
konumla, unvanla geliştirilemez çünkü dışsal kaynaklı değildir.
0-6 yaş arasında temeli oluşan özsaygımızı bilinçlenerek geliştirebiliriz.

ÖZSAYGI, “evet” demek istediğinde “evet”, “hayır” demek istediğinde “hayır” diyebilmektir.
ÖZSAYGI, evde tek başına iken aynada gördüğün kişiyi güvenilir bulmak, ona saygı ve sevgi
duyarak gülümseyebilmek, bu insan benim dostum diyebilmek, karşı cins olsaydı onu eş olarak
seçmeyi arzu edebilmektir.
ÖZSAYGI, kendini beğenmişlikten kendini beğenmeye doğru yapılan bir yolculuktur.

Grup dinamiği oyunları ile değerlilik ve yeterlilik duygularınızı geliştireceğiniz bu bireysel gelişim
workshopu, derin bir kendi gücünü keşif çalışmasıdır.

Ayrıntılı bilgi için


WORKSHOP

Amaç Belirlemek ve İnisiyatif


Alabilmek
Amaç Belirlemek ve İnisiyatif Alabilmek workshopu, negatif bakış açısından yararlanmanızı ve
pozitif bakış açısının bir adım ilerisine geçmenizi sağlayan devrim niteliğinde zihinsel bir tekniktir.
İş Yaşamında Başarı İçin:

Gerektiği anlarda inisiyatif alabiliyor musunuz?


Yaptığınız işten zevk alıyor musunuz?
İşinizi nasıl zevkli hale getireceğinizi biliyor musunuz?
Doğru zamanda, doğru kişilere, doğru soruları sorabiliyor musunuz?
İş arkadaşlarınızın ilham kaynağı mısınız?
Liderlik ve yöneticilik potansiyelinizi maksimum düzeyde kullanıyor musunuz?
Takım arkadaşlarınızı nasıl motive edeceğinizi biliyor musunuz?
Verileri, eğilimleri ve riskleri değerlendirerek optimal kararlar alabiliyor musunuz?
İşyerindeki iletişiminizi, verimliliğinizi ve üretiminizi optimal kılacak eylem planları geliştiriyor
musunuz?

Özel Yaşamda Başarı İçin:

Öncelikli yaşam amacınızı tanımlayabildiniz mi?


İnisiyatif alabiliyor ve cesaretle adım atabiliyor musunuz?
Sıklıkla endişe, öfke, kızgınlık ve hayal kırıklığı gibi duyguların esiri oluyor musunuz?
Kontrol edemeyeceğiniz şeyleri nasıl kabulleneceğinizi biliyor musunuz?
Kontrol edebileceklerinizi zirveye taşımanın yollarını biliyor musunuz?
Duygularınızı bastırmayıp sadece ve her koşulda kontrol etmeyi biliyor musunuz?
Başkalarının içindeki en iyiyi ortaya çıkarabiliyor musunuz?

En iyi şeyleri hak ettiğinizin farkına varmanız; yaşamın her alanında en iyiyi elde etmeniz ve
kendinizin en iyi versiyonunu yaşamanız için geliştirilen bu eğitimde yeteneklerinizi, kaynaklarınızı,
zamanınızı, inisiyatif kullanma yeteneğinizi, cesaretinizi ve enerjinizi maksimum düzeye çıkarmayı
öğreneceksiniz.

Ayrıntılı bilgi için


WORKSHOP

İlişkiler
Sürekli aynı ölümcül tuzağa düşüp ışığına çekildiği ateşte kavruluveren pervanelere dudak bükeriz.
Peki ya biz? Bizi düş kırıklığından başka bir yere götürmeyen aynı kalıpları tekrarlayıp durmaktan ne
kadar özgürüz?
Ya şu sorulara yanıtlarınız?
BEKÂRSANIZ;

Bu kez farklı olacak diye başladığınız ilişkilerinizin sonu hep hüsran mı oluyor?
Karşı cinsle iletişim kurmakta güçlük çekiyor musunuz?
Kadınları/erkekleri anlamak mümkün değil diye mi düşünüyorsunuz?
Aşk, tutku, alışkanlık ve sevgi arasındaki farkı biliyor musunuz?
Kadınlar/erkekler konusunda şanssız olduğunuzu mu düşünüyorsunuz?
Geçmiş ilişkilerinizdeki partnerlerinizin ortak özellikleri var mı?

EVLİ YA DA BİRLİKTEYSENİZ;

Eşinizle/sevgilinizle birlikteliğiniz tekdüze bir hale mi geldi?


Eşiniz/sevgiliniz tarafından anlaşılmadığınızı mı düşünüyorsunuz?
Eşiniz/sevgiliniz yaşamınızda bir boşluk mu dolduruyor?
“Mutlu aşk yoktur” sözüne inanıyor musunuz?
Birlikteliğin temeli olarak gördüklerinizin her insan için farklı olabileceğini hiç düşündünüz
mü?
Evlilik/birliktelik içinde yalnızlık duyuyor musunuz?

İlişkinizi farklı bir açıdan değerlendirip sorunlarınızın gerçek nedenlerinin farkına varabilir,
kendinizi ve ihtiyaçlarınızı daha iyi tanıyarak daha sağlıklı ilişki kurabilirsiniz.

Ayrıntılı bilgi için


WORKSHOP

İletişim
İlk öğrendiğimiz şeylerden birisi konuşmak olduğu için iletişimi “bildiğimizi” varsayarız.
Konuşmaktan çok daha öte olan iletişimi gerçekte ne kadar biliyoruz?

NEDEN bazı insanlara anında kanımız kaynıyor ama en sevdiğimiz arkadaşımızın arkadaşı
tanıştığımız an bizi rahatsız ediyor?
NEDEN çocuklarımızdan birine kendimizi yakın hissederken diğerine aynı duyguyu
hissedemiyoruz?
NEDEN ilk bakışta sevimli bulduğumuz insan bir süre sonra bizi ilk anda çeken özellikleri
yüzünden itici hale geliyor; gözümüze, bonkörlüğü müsrifliğe, rahatlığı sorumsuzluğa, kendine
güveni ukalalığa dönüşüyor?
NEDEN başka şirkette çalışırken bin bir zahmetle kadromuza aldığımız eleman, şimdi bize hiçbir
işe yaramadığı duygusu veriyor?
NEDEN yıllardır en derin sırlarımızı paylaştığımız dostumuzla artık iletişimin koptuğunu
hissediyoruz?
NEDEN iyi niyetli davranışlarımıza bile olumsuz tepkiler alıyoruz?
NEDEN zor insanlar karşısında zorlanıyoruz?
NEDEN insanlar bizi yanlış anlıyor?
NEDEN zaman zaman da olsa kırıcı olabiliyoruz?
NEDEN sonradan pişmanlık duyacağımız tepkileri veriyoruz?
NEDEN sık sık istemediğimiz sonuçlarla karşılaşıyoruz?
NEDEN her zaman yeterince inisiyatif alamıyoruz?
NEDEN insanlarla eşit ilişki kurmakta zorlanıyoruz?

Sözlü iletişim, iletişim buzdağının tepesidir. İletişimin yazılı olmayan “yasalarının” bilincine
varmak, kişiyi şişe içindeki mesajını denize emanet etmekten kurtarır. Birey, iletmek istediği mesajın
etkin taşıyıcısı haline gelir.

Ayrıntılı bilgi için


WORKSHOP

Bütünsel Kinesiyoloji
Bütünsel Kinesiyoloji ya da kısaca PiKi dediğimiz, uygulayan insanların hayatında derin
dönüşümler yaratan bu harika yöntem nedir?
PiKi, Batı’nın keşfi olan Kas Testi ile Doğu’nun binlerce yıllık bilgeliğinin harika bir sentezidir.
Değişik kültürlerde Prana, Chi, Ki gibi değişik isimlerle bilinen yaşam enerjisi, bedenin meridyen
denilen akupunktur çizgileri boyunca akar. Pi sonsuzluğu, Ki enerjiyi temsil eder. PiKi, dengesi
bozulmuş yaşam enerjisini dengelemeyi amaçlar.
Bütünsel Kinesiyoloji bir enerji çalışmasıdır. Enerji fizyolojiyi yansıtır ve etkiler.

1. Beden/zihin/ruh daima dengeyi arar. PiKi bedene bu desteği vererek sağlığı koruma sürecini
hızlandırır.
2. Bedenin dilini öğrendiğimizde, beden bize dengemizi sağlamak için yol gösterir. PiKi teknikleri
size bedenin dilini öğretir.
3. Kas Testi ile beden/zihin/ruh boyutunda olanı biteni takip edebilir, bedeninizle doğrudan iletişime
geçebilirsiniz.

PiKi eğitimi, Temel, Orta, İleri, Master ve Trainer aşamalarından oluşan bir paket programdır.
PiKi eğitimleri hem kendilerini geliştirmek ve sağlıklı bir yaşam sürme becerilerini kazanmak
isteyenler için hem de bu alanda uzmanlaşmak isteyenler için hazırlanmış eğitimlerdir.
Herkes için: Temel, Orta ve İleri seviyede yer alan modüller, özellikle herkesin yararlanmasına
yönelik uygulamaları içerir.
Uzmanlaşmak isteyenler için: Master ve Trainer eğitimleri ise bu alanda uzmanlaşarak eğitmen
veya danışman olmak isteyenlere yönelik eğitimlerdir.

Ayrıntılı bilgi için


WORKSHOP

NLP
NLP her şeyin kendiliğinden, beklenenin de ötesinde bir kolaylıkla yoluna girdiği tesadüfi anların
ardında yatan dinamiği inceleme ve uygulama bilmidir. NLP bu anların sizin seçiminiz doğrultusunda
bilinçli olarak yaratılmasının bilmidir.
NLP ÖĞRENMEK SİZE NE KAZANDIRIR?

Bütün ilişkilerinizde istediğiniz sonucu yaratacaksınız.


Zihinsel stratejileri kolaylıkla çözümleyebileceksiniz.
Fikirlerinizi net bir şekilde aktarabileceksiniz.
Başkalarının sizi nasıl algıladığını fark edeceksiniz.
NLP tekniklerini kullanarak yaşamınızı daha kaliteli hale getireceksiniz.

NLP tekniklerinin öğrenilmesi ve uygulanması kolay, yarattığı sonuçlar güçlü olduğu için sonuçları
anında göreceksiniz.
NLP, iletişim kurmayı arzuladığınız her insanın kendine özgü dilini anlama ve o kişiyle kendi
anladığı bireysel dilde iletişim kurabilme sanatıdır.
Edilgen insanın yaşamı tesadüflere bağlıdır.
Etkin insan yaşamını kendisi belirler.
Edilgen insan için anlaşılmak önemlidir.
Etkin insan için anlamak önemlidir.
Edilgen insan “Kimse beni anlamıyor” der.
Etkin insan “Seni anlıyorum” der.
NLP, “etkin insan olmak” sanatıdır.

Ayrıntılı bilgi için


WORKSHOP

Zihinsel Denge
(Temel/Seviye 1)
Zihinsel Denge, üç aşamalı PiKi Temel eğitiminin birinci seviye eğitimidir.
Zihinsel Denge eğitiminde, Beden/Zihin/Duygu/Ruh bütünlüğünün ağırlıklı olarak zihinsel boyutu
üzerinde çalışma yapılır.
Bu eğitimde:

Sizi sabote eden inançlarınızı sizi destekleyen inançlara dönüştürme becerisi kazanacaksınız.
Beynin hem sağ hem sol yarıküresini birlikte kullanarak, “Zihin Balansı” yapabileceksiniz.
Zihin gücünüzü ve belleğinizi geliştirmeyi öğreneceksiniz.
Günlük yaşamda sıkça kullanacağınız uygulamaları hayatınızın doğal bir parçası haline
getireceksiniz.

Sizi sabote eden inanç kalıplarına ulaşabilme ve dilediğiniz doğrultuda değiştirebilme yetisi,
PiKi’nin en güçlü boyutlarından biridir.
Yaşadığınız ve anlam veremediğiniz düşünce ve duygularınızın kökeni inançlarımızda yatıyor
olabilir. Bu duyguların kökeninin yanıtını kaslarınızdan alabilirsiniz.
PiKi inançlarınızla teması sağlayan, harika bir “varlığımızın bütünüyle” iletişime geçme aracıdır;
bedenimizle, bilincimizle, ruhumuzla!

Ayrıntılı bilgi için


WORKSHOP

Kendinizle Yüzleşin
Fiziksel, duygusal, zihinsel ve ruhsal boyutlarıyla insan bir bütündür. Bu boyutlardan sadece
birinde bile dengeyi sağlayamazsa mutsuz olur. Mutsuzluğunun nedeninin de kendisini tanımamaktan
kaynaklandığının farkına varmaz.
İnsan, yaşamı boyunca karşısına çıkan olaylar, insanlar, koşullar sayesinde deneyimler kazanarak
kendini tanıma (olgunlaşma) yolunda ilerler. Yaşlıların, “şimdi bildiklerimi keşke gençlik yıllarında
bilseydim” diye yakındıklarını duyarız. Bu, onların eğer yaşamlarını yeni baştan yaşama imkânı
olsaydı tercihlerini farklı şekillerde yapacaklarının göstergesidir.
Yani kendini tanımanın (olgunlaşmanın) bedeli uzun yıllar, hatta tüm bir ömürdür. Uzun ömrün
bile olgunlaşmayı garantilemediği sıkça görülen bir gerçek. İnsanlar bedensel yetişkinliğe zamanla
ulaşıyorlar ama ya ruhsal yetişkinliğe?
Kendinizle Yüzleşin workshopu “Hayatın Özet Panoraması”dır.
İnsanın yaşam alanını dört maddeye ayırabiliriz.

1. Bireyin hem kendisinin hem başkalarının bildiği şeyler.


2. Kendisinin bildiği ama başkalarının bilmediği şeyler.
3. Kendisinin farkında olmadığı ama başkalarının farkında olduğu şeyler.
4. Ne kendisinin ne de başkalarının farkında olduğu şeyler (olumlu ya da olumsuz)

İşte, uygulamalı egzersizler dizisinden oluşan workshop, özellikle üçüncü maddenin çoğu ile
dördüncü maddenin bir kısmını bireyin bilincine çıkarmayı amaçlıyor.
İnsanlara “Kendinizi tanıyor musunuz?” diye sorduğumuzda çoğunun vereceği yanıt genellikle,
“Tabii ki tanıyorum” olur. Oysa “tanımak” kavramı ile kastedilen, sadece birinci ve ikinci maddelerdir.
Yıllar sonra birikmiş “Keşke”leriniz olmaması için,

Amaçlı bir yaşam için,


Daha objektif, tutarlı ve isabetli yaşam seçenekleri için,
Tepkisel değil etkisel, duygusal değil duyarlı bir insan olmak için,
Kendinizle barışık olmak, kendinizi olduğunuz gibi sevmeyi öğrenmek için bu çalışmaya katılın.

Çünkü değerlisiniz.

Ayrıntılı bilgi için


WORKSHOP

Gölgelerden Aydınlığa
Kendinizden sevgiyi nasıl esirgiyorsunuz?
İlişkilerinizi nasıl sabote ediyorsunuz?
Hayallerinizi neden gerçekleştiremiyorsunuz?
Kendinizi, kendinizden (ve başkalarından) gizlemenin bedelini zihinsel, duygusal, fiziksel
sağlığınızla ödediğinizin farkında mısınız?
Enerjinizi tüketen ve sizi güçsüz kılan davranışlarınızı nasıl değiştirebilirsiniz?
Geçmişinizle nasıl barışabilirsiniz?
Kendinizi (ve başkalarını) nasıl affedebilirsiniz?

Geçmişin esaretinden özgürleşerek şimdiyle sağlıklı kucaklaşmak için iç dünyamızı iyileştirmek,


kendimizi sevmenin, kendimizle barışık olmanın önkoşuludur.
İç dünyamızın dengeye gelmesi, dış dünyamızı da dengeye oturtur.
Olabileceğinizin en iyi versiyonu olmak en doğal hakkınız. Işığınız, gölgelerinizin ardında sevgiyle
sizinle yeniden kucaklaşmayı bekliyor. Kendi ışığınızın yaşam yolunuzu aydınlatmasına izin verin.
Gölgelerden aydınlığa çıkın. Yaşamınızı dönüştürün.
Kendi gücünüze, yaratıcılığınıza, “biricik”liğinize ve hayallerinize sahip çıkmak için yaşamınızı
olumlu şekilde değiştirecek “Gölgelerden Aydınlığa Workshopu”na katılın ve en harika versiyonunuzla
kucaklaşın.

Ayrıntılı bilgi için


İSTEYİN GÖNDERELİM!

Kuraldışı Yayıncılık’tan çıkan kitaplarla


CD/DVD
formatında hazırlanmış
motivasyon, hipnomeditasyon,
zihin programlama, çocuk eğitimi, PiKi
konulu ürünleri
www.kuraldisi.net
sitesinden indirimli olarak alabilirsiniz.
Tel: 0212 513 81 57

Kitapla ilgili düşünce ve yorumlarınızı, başka insanların da yararlanması için


www.kuraldisi.net’e girerek paylaşın lütfen.
Teşekkürler.

You might also like