You are on page 1of 2

Akaid I.

Seviye
1. Ders

DİN VE İSLAM
Cağfer KARADAŞ
I. DİN
Din, sözlük itibariyle “ceza, yol, hüküm ve itaat” anlamlarına gelen bir kelimedir. Arapçadaki
“ceza” kelimesi, Türkçe’de ‘karşılık’ anlamına gelir ve hem ödüllendirmeyi hem de cezalandırmayı
içine alır. Nitekim Fatiha Sûresindeki “Din gününün sahibi” mealindeki ayette ‘din günü’, “herkese
hak ettiği karşılığın (cezanın) verileceği gün” anlamına gelir. Din genel anlamda varlıkların birbiri
arasındaki ilişkiyi belirlemesinden öte, yukarıdaki “ceza=karşılık” anlamı ile hükmeden ile hükmedilen
arasındaki hukuku belirler.1 Dinde gerçek hüküm sahibi yani dinî hükümler koyan Allah’tır. Dolayısıyla
din, Allah ile kulları arasındaki hukukun ne şekilde olacağının tespitidir. Dinin “yol”, “hüküm”, “itaat”
şeklindeki diğer sözlük anlamlarının, söz konusu ‘karşılık’ anlamı ile sebep-sonuç ilişkisi vardır. Zira
Allah belli bir yol belirler ve hükümler koyar. Kulun tavrına göre ya ödüllendirme ya da cezalandırma
şeklinde bir karşılık takdir eder. Bu anlamıyla din, usulleri ve esasları Allah Teala tarafından
belirlenmiş ‘yol’ demektir.
Din, iradesi olan varlıklar içindir. Bu varlıkların önüne çok seçenekli bir alan konulmuştur.
Burada dinin gösterdiği seçeneği tercih edenler yani doğru yolu tutanlar kurtuluşa ererler, diğerleri
ise kaybederler. İnsanın iradesi nötürdür. Ebû Hanîfe’nin ifadesi ile “Allah insanları iman ve küfürden
arınmış olarak yaratmıştır. İnsana yönelik hitap, emir, yasak sonradan gelmiştir”.2 Öyleyse insanın
iradesinin yönünü, din, duygular ve çevre şartları etkiler. Dinin telkini doğrultusunda iradelerini
kullananlara Allah destek olur. Bu, Kur’an’da Allah’ın kuluna destek çıkması yani onu başarılı kılması
anlamında tevfîk olarak isimlendirilir. Bunun aksine dinin emir ve yasaklarını göz ardı ederek kendi
arzu ve hevesleri peşinde koşanlar ise, kendi hallerine bırakılırlar. Bu da Kur’an’da Allah’ın kulunu
kendi haline terk etmesi anlamında hizlân kavramı ile ifade edilir. Çünkü tevfik destek ve yardım,
hizlân ise desteğin olmaması, kişinin kendi başına yalnız bırakılması demektir. Tevfîke mazhar
olanlar, ‘doğru yol’ anlamına gelen sırat-ı müstakim üzere olurlar. Bu destekten mahrum olanlar, yani
hizlana maruz kalanlar ise, ‘doğru yoldan sapmak’ anlamına gelen dalâlete düşerler
Her dinde üç temel unsur bulunur: İnanç, ibadet ve genel hayata ait hükümler. İnanç, Allah’ın
sıfat, isim ve vasıflarının bilinmesi ile kulun Rabbi karşısındaki konumunun belirlenmesidir. Diğer bir
deyişle inanç, insanın Allah ve din anlayışının nasıl olması gerektiğinin bilgisidir. İbadet ise bu inancın
bedensel bir takım eylemlerle ifade edilmesidir. İslam’a göre insan, ruh ve bedenden müteşekkil
olarak düşünülür. Bu durumda inanç, ruh; ibadet ise beden mesabesindedir. Ruh ve bedenin birlikte
bulunması insanın hayatiyetinin ve varlığının şartı ve göstergesi ise, inanç ve ibadetin birlikte
bulunması da dinin hayatiyetinin ve varlığının bir göstergesidir. Bunun tersine inanç ve ibadetin
birbirinden ayrılması, dinin hayatiyetinin ve varlığının tehlikeye düşmesi demektir. Bu yüzden inanç
esaslarının inkarı ateizm, ibadetler başta olmak üzere dinin amelî boyutunun inkarı ise deizmdir.
II. İSLÂM
İslâm kelimesi “görünen ve görünmeyen kötülüklerden arınmış olmak” ve “barış” anlamlarına
gelen Arapça “selm” ve “silm” kökünden türetilmiştir. Kök itibariyle “selâmet ve barış alanına girmek”
veya “selâmeti ve barışı seçmek” anlamlarına gelir.3 Bu durumda İslâm, irade ve akıl sahibi kişilerin
aralarındaki kavga ve ihtilafa son verip barışı ve esenliği sağlamalarını ifade eder. Bu barış ve
esenliğin sadece insanlar arasında değil, Allah-insan ve insan-tabiat arasında da sağlanması

1
Fahreddîn er-Razî, Mefâtîhu’l-gayb, VII, 208; Yazır, Hak Dini, II, 1061.
2
Ebû Hanîfe, el-Fıkhu’l-ekber 2015, s. 60.
3
İsfehânî, “seleme” md.
gereklidir. Çünkü İslâm, insanın yaratılışına uygun olarak Allah’a itaat etmesini ve isyana
kalkışmamasını emrederken aynı zamanda diğer insanlara ve çevresine karşı zararlı davranış içinde
olmamasını da emreder. Bu anlamda İslâm, Allah’ın son peygamber Hz. Muhammed (sav) aracılığı
ile kullarına sunduğu bir sözleşmedir. Aslında bu sözleşme Allah ile ademoğulları arasında yapılmıştı.
Nitekim Allah, “Kıyamet gününde ‘biz bundan habersizdik’ demeyesiniz diye Rabbin, Adem
oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini aldı ve onları kendilerine şâhit tuttu ve dedi ki: ‘Ben
sizin rabbiniz değil miyim?’. Onlar da ‘evet’ şahit olduk dediler”.4 Peygamber aracılığı ile Allah’ın
gönderdiği sözleşme bunun hatırlatılmasından ibarettir. Zaten O, insanı en güzel biçimde yaratmış
ve onu imtihan için dünyaya göndermiştir. Kişi, iyi amel işlerse cennete, kötü amel işlerse
cehenneme gider.5 “Bir zaman biz meleklere ‘Adem’e secde edin’ demiştik. Onlar hemen secde ettiler,
yalnız İblis secde etmedi, diretti.”6 “Sonra Rabbin onu (Adem) seçkin kıldı, tövbesini kabul etti ve ona
doğru yolu gösterdi. Dedi ki, birbirinize düşman olarak oradan (cennet) inin. Artık benden size hidayet
(din) geldiğinde kim benim hidayetime uyarsa o sapmaz ve bedbaht olmaz.”7 “Ant olsun ki, sizi biraz
korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azalma ile imtihan ederiz. Sen sabırlı
davrananları müjdele.”8
İslam alimlerine göre dinin tarifi şöyledir: Din, akıl sahiplerini kendi özgür iradeleri ile
hayırlı olana yönelten ilahî kanundur.
Bu tarifte dört unsur vardır: akıl sahibi, irade, hayr ve ilahî kanun. Akıl dinin hitap alanıdır.
Daha açık ifade ile din, ancak akıl sahibi olanlara hitap eder. Bu yüzden akıl sahibi olmayanlar ve
küçük yaşta bulunanlar dinî esaslardan sorumlu tutulmazlar. İrade ise dinin şartıdır. Kişi akıl sahibi
olsa bile, kendi hür iradesi ile dini seçmemişse, böylesi bir kişi ile din arasında sağlıklı bir ilişkinin
bulunduğundan söz edilemez. Zira dinde zorlama yoktur. Din hakikat ile batılı gösterir, her ikisinin
kişi bakımından kâr ve zararlarını açıklar ve akıl sahibine bunlardan birini seçmesini söyler (el-Bakara
2/256). Bu seçme, dışardan dayatma ile değil kendi hür iradesi ile gönüllü olmalıdır. Eğer kişi aklını
ve iradesini kullanarak dini seçmiş ise, dinin meyvesi olan hayra ulaşmış demektir. Tarifin üçüncü
unsuru olan hayr kavramını, dünyevî ve uhrevî olmak üzere iki türlü anlamak mümkündür. Dünyevî
hayır, kişinin Müslüman olması ve Müslüman olmasının getirdiği haklardan yararlanması demektir.
Uhrevî hayır ise, Allah’ın rızasını ve bunun sonucunda cenneti ve nimetlerini kazanması demektir.
Tarifteki dördüncü unsur olan ilahî kanun, bu gibi özelliklerin ancak ilahî bir dinde bulunacağını ifade
içindir. Zira ilahî olmayan dinler hayra götürmez. Ayrıca ilahî kanun, hak dini diğer geçersiz/bâtıl
dinlerden ayırt eden bir özelliktir. Çünkü hak din Allah’ın kurallarını koyduğu ve peygamber aracılığı
ile insanlara bildirdiği dindir.9

4
el-A’râf 7/172.
5
et-Tîn 95/4-8.
6
Tâhâ 20/116.
7
Tâhâ 20/122-123.
8
el-Bakara 2/155.
9
Yazır, Hak Dini I, 83-86; Kılavuz, Ana Hatlarıyla İslam Akadi, s. 7-8.

You might also like