You are on page 1of 7

Süslü hocanın anıları

Süslü hocanın anıları oğlu Hüseyin Çınar tarafından düzenlenip 2005 yılı siteye
gönderilmiştir. Kendisine tşk. ederiz.

Babamın anılarından...
Daha otuzlu yıllarda kentli konuşurken, kırsallının konuşması ayıptı. Hele çocukların ve
kadınların lafa karışmaları daha da ayıptı. Köye gelen, suskunluğumuza neden olan saygın
konuklarımızdan biri de Tellal Ahmet Efendiydi. Ne tellaldan ne de tellallıktan haberimiz
vardı. Onun kentin duyargacı olduğunu çok sonra anladık. Yılda köyümüze iki üç kez gelen
Ahmet Efendi, biz çocuklardan uzakta oturur ve sadece köyün ileri gelenleriyle konuşurdu.
Biz çocuklar onun her hareketini izler, izlenimlerimizi kendi aramızda birbirimize aktarırdık.
Köyümüz Kangal’a bağlıydı ve tellal Ahmet Efendi Divriği’den gelmekteydi. Başka yerleri
bilmiyorum ama Cumhuriyet kırklı yıllara kadar, bizim ora kırsalını hep Osmanlı kafasıyla
yönetti. Cumhuriyet de Osmanlı gibi ekmede yoktu, biçmede yoktu. Cumhuriyet sadece
yemede Osmanlı gibi ortak değildi. Cumhuriyet de o zaman Osmanlı sistemindeydi ve hep
köyden alıcıydı. Yalnız Cumhuriyet köyün harmanına ortak değildi. Yol vergisi, ağnam
(hayvan) ve emlak vergisi diye, üç vergi türü olduğunu biz çocuklar dâhil herkes bilirdi. Yol
vergisini, her mükellefin Özel İdarenin gösterdiği yolda, bir hafta çalışarak ödeme imkânı
vardı. Ayrıca altı çocuklu aileler bu vergiden muaftı. Bu nedenle, ailede altıncı çocuk,
Antalya’ya gelen milyonuncu turist gibi karşılanırdı.

Bir yıl babam ne yolda çalıştı, ne de yol vergisini ödeyebildi. Beşinci çocuğunu kıtlık yılında
Adana’da kaybetmişti. Onun ölümüyle de babam, vergi muafiyet umudunu tümden
kaybetmişti. Örneği çoktu ve babam vergi borcu için bir ay hapsedilme beklentisindeydi.
Hapis cezaları çiftçiye işlerinin hafiflediği mevsimde çektirilirdi. Babam da komşumuz
Mustafa’yla bir sonbaharda, Kangal’da hapse atıldı. Köyümüzden dokuz saatlik uzaklıktaki
Kangal Hapishanesinde cezasını çeken vergi mükellefi babama bulgur ve ekmekten oluşan
erzakı götürürken, tam sekiz yaşındaydım. Komşu köyde bulunan okula başlamam için
öğretmen bu yaşı uygun görmüştü. Köprülerin altından çok sular aktı. Ben öğretmen
olduğumda, çok partili demokrasimiz henüz iki yaşındaydı ve ben Cumhuriyeti kuran ve
Atatürk devrimlerini yaşama geçiren Cumhuriyet Halk Partisinin bir numaraları
muhalifiydim. Muhalefetimin temelinde de babamın bir ay Kangal’da hapis yatması vardı.
Aynı muhalefeti babama da taşımak istemiştim. O, hareketimden hiç de memnun olmamıştı.
“Yapma oğul yanlışsın.” dedi “Hani sen öğrenciyken, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının
yokluklar içinde olan bu memleketi, düşmandan kurtardıklarını ve o kadar demiryollarının
kazma, kürekle dışarıya bir kuruş borçlanmadan yaptıklarını anlatırdın.” Hareketim bana
çelişki gibi gelmeye başlamıştı. Ona hapis yattığı yılı sordum. 1937 Yılının sonbaharı
olduğunu söyledi. Tarih kitabında Celal Bayar’ın Başbakanlığa geliş tarihini buldum: 1 Kasım
1937. Düşünüyorum. “Yanlışta olan benim.” diye kendi kendime söylendim. Övünç
tarihimizin en şanlı bölümünden hesap sormak bana mı kalmıştı?

Sustum ve babası dahil, seferberlikten dönmeyen, beş yiğide dökülen gözyaşları arasında
çocukluğunu yaşamış olan babama baktım. Atatürk’ün kurduğu partiye oğlunun karşı oluşu,
ona çok ağır gelmişti. Onu biraz konuşturmak istedim:
- Ama baba altı lira yol vergisi için senin bir ay Kangal’da hapis yatman çok ağırıma
gitmişti...
O kendine göre en inandırıcı savunmasını yapmıştı:
- Beni Kangal’da Özel İdarenin koca gözlü memuru bir ay hapsettirmişti. Sanki hapsedilmem
için İsmet paşa mı emir verdi?
Demokrat Parti taraftarlığımla babamı daha fazla üzmemin yararı yoktu. Sustum ve sözü
siyasetin dışına kaydırdım...

Köprülerin altından on bir yıl daha sular aktı. Biz biraz daha politikaya sokulup, onu daha çok
tanımaya çalışmıştık. Bu arada on yıl önceki Demokrat Parti taraftarlığımın yerini, koyu bir
Cumhuriyet Halk Partisi yandaşlığı almıştı.

Tarih bilmeyen Demokrat Partililer, ol vergisi vardı, köylü bu vergiyi ödemede zorlanırdı. Bir
yığın köylü bu vergiyi ödeyemediği için babam gibi hapis yatmıştı. Ama o zaman Bayar’ın
dile getirmediği birçok şey de vardı. Bayar’ın da aralarında bulunduğu on yıl süren
savaşlardan sonra İmparatorluk enkazından saygın bir ulus devleti kuranların dışarıya tek
kuruş borçları yoktu. Yol vergisiyle, emlak vergisiyle, hayvan sayım (ağnam) vergisiyle onlar
dışarıya, içeriye borçlanmadan, hem Osmanlının borcunu ödedi, hem de o kısıtlı imkânlarıyla,
yurdu demir ağlarla ördüler ve sanayileşmenin temellerini attılar.

Bütün bunları çok iyi bilen Bayar’ın o şanlı dönemi acımasızca yerden yere vurması, hem
ayıptı, hem de kendi icraatlarına bir ihanetti.

Babamın anılarından...

Demokrasiden Habersizdik
Çok partili demokrasi tarihimiz henüz yazılamadı. Hiç yazılmadığından söz etmedik, tarafsız
olarak yazılmadığını söyledik. Bizim yirmili kuşak o tarihi bütün yönleriyle yaşadık. Altmış
yıllık mazi hakkında çok söz söylendi. Ama hep yanlı konuşuldu, o zamanki olaylar yanlı
anlatıldı. Sapla saman karıştırıldı, merkez sağda siyaset yapanlar olayların sevap ve
günahlarını ayrı tasnifleyip, işlerine gelmeyenleri karşı tarafın kefesine attılar. Halbuki ulusça
demokrasinin acemisiydik. Kırklı-ellili yıllarda ülkemizde demokrasi adına yaşanan olaylar
yansız anlatılabilseydi, birçok güldürü ustalarına o olaylar malzeme olabilirdi. Biz daldan dala
olmak kaydıyla o zaman yaşadığımız olaylar arasında bir gezinti yapmak istedik.
1946 yılı ilkbaharının sonlarıydı. Sivas-Yıldızeli Pamukpınar Köy Enstitüsünün son
sınıfındaydık ve mezuniyet hazırlığındaydık. Okulumuz Tokat iline bir gezi düzenlemişti. Biz
dört arkadaş kafileden ayrıldık ve yoğun bir çalışma içinde olan Demokrat Partinin Tokat il
merkezini ziyaret ettik. Sadece öğrenci olarak demokrasinin yabancısı bizler değildik, siyaset
yapanlar da bu yeni düzenin yabancısıydı.
Bu ziyaretten bir hafta sonra bizler Okul Müdürlüğüne çağrıldık. Okul Müdürü elindeki
gazeteyi bize vererek okumamızı istedi. Bu demokrat Partinin sözcülüğünü yapan Kudret
Gazetesiydi. Gazete birinci sayfasında bizim Tokat ziyaretimizi yazmaktaydı. Biraz sonra
kampana çaldı ve toplanan son sınıf öğrencileri tarafından adı geçen gazete haberini
yalanlayan bir tekzip gönderildi.
Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsüne giriş sınavla değildi. Her köy enstitüsü öğretmenler
kurulu kararıyla mezunlar arasından kendisine ayrılmış kontenjan kadar öğrenciyi Yüksek
Köy enstitüsüne seçerdi. Ben de 1946 yılı için öğretmenler tarafından Hasanoğlan''a
gönderilme şansı olanlardan biriydim. Bize bu durum okul yönetimi tarafından bildirilir,
orada mezun olduğumuz okulu daha iyi temsil edebilmemiz için iyi yetişmemize çaba
gösterilirdi.
Tokat seyahatinden çok sonra öğretmenler kurulu toplandı ve Hasanoğlan Yüksek Köy
Enstitüsüne gönderilecek yedi öğrenciyi tespit etti. Bunlar arasında benim adım yoktu.
Çocuksu masumane bir parti ziyareti bana Hasanoğlan yolunu tıkamıştı. Keşke bununla
kalınsaydı. Öyle olmadı. Yüksek Köy Enstitüsüne gönderilmememin bana haksızlık olduğunu
ileri sürmem ve hak aramaya girişmem o zaman bir disiplinsizlik kabul edildi ve disipline
gönderildim. Okulu bitirme sınavlarına alınmadım ve Bakanlık Yüksek Disiplin Kurulu
Kararını beklemeye mecbur edildim. Bu karar bir yıl sonra bana ulaştı ve 1947 yılında ancak
sınav sonunda öğretmen olabildim.
Demokrat Parti Tokat İl Başkanı da Kudret Gazetesine haber ulaştıran muhabiri de Köy
Enstitüsü Müdürü Şinasi Tamer''in de aralarında bulunduğu bürokrat ve politikacıların hiçbiri
demokrasiden haberdar değillerdi. Ulusça halk iradesinin yabancısıydık.
Köy enstitüsü öğrencileri tümüyle kırsal kökenliydiler ve halk saflığı içindeydiler. Onların
kafaları ve vicdanları bir aydının rejim karşıtı olabileceğine sımsıkı kapalıydı. Onların bu
temiz aydına bağlanışlarında Demokrat Parti düş kırıklığı yarattı. Bunlar yaşamları boyunca
Demokrat Partinin semtine bir daha uğramadılar.
Son sınıf öğrencileri köy enstitüsünden mezun olmadan nereye atanacakları önceden
saptandığından, ben disipline gitmekle bu planda aksaklığa neden oldum. Gönderileceğim
Şahin Köyü o zaman Kangal ilçesine bağlıydı. Kangal''dan Pamukpınar Köy Enstitüsü
Müdürlüğüne başvuran bir gurup ilgililer adı geçen köye öğretmen gelmediğinden söz ederek
benim durumumun biran önce açıklığa kavuşturulmasını isterler.
Zamanın uygulaması gereği hakkımda düzenlemiş disiplin dosyası Milli Eğitim Bakanlığı
bünyesindeki Yüksek Disiplin Kurulundaydı ve ben oradan gelecek kararı beklemekteydim.
Bu karar bir türlü gelmedi. İşte inanılması zor yanlışlığı bu sırada yaptım. Şahin Köyüne
giderek okulu öğretime açtım. Adı geçen köye atandığıma dair hiçbir resmi evrak yoktu. Bu
hizmet beş ay devam eti. Bu sürede Kangal Maarif Memurluğu okulla ilgili yazışmaları yaptı,
benim yazılarımı kabul etti.
O tarihte iller bölge müfettişliklerine ayrılmıştı. Divriği, Kangal, Gürün ilçeleri bir
müfettişlikti. Müfettiş Turgut Attila teftiş programına beş sınıfı okuttuğum Şahin Köyünü de
almıştı. Şahin Köyüne gelinceye kadar benim hakkımda yeterli bilgi edinen müfettiş, okula
gelir gelmez beni dinlemek gereğini duymuştu.
Disipline verileli on ay olduğu halde Bakanlıktan benimle ilgili hiçbir evrak gelmemişti.
Okuldan kovulmuş konumdaydım, ailem de bana yardım edecek durumda değildi. Demokrat
Parti muhalefetteydi, iktidarın her yanlış, haksız icraatının takipçisiydi. Bu tartışmalar, abartılı
anlatımlar beni bölgemde kahraman yapmıştı. İlköğretim müfettişi Turgut Attila da çoğu
lehime anlatımlarla doldurulmuştu. Okul paydosuna bir saat kala okula gelen müfettiş:
- Üç ilçede teftiş yaptığım okulların çoğunda sizin hikâyenizi dinledim. Dün gecelediğim
köyde de hakkınızda duyduklarım sizinle ilgili bilgimi daha da zenginleştirdi. Şimdi
öğrencileri evlerine gönder yaşadığınız olayı bir de siz anlatın.
Ben kısaca olayı özetledim. Zaten çoğunu kendisi halktan öğrenmişti. Ertesi gün görüşmek
üzere ayrıldık. Sabahleyin müfettiş tarafından kaldığı eve çağrıldım. Odada kimse yoktu. Ben
karşılaşacağım işlemden tereddütlüydüm. O babacan tavrıyla elimi tuttu:
- Bak yavrum, gençsin iyi duygularla dopdolusun. Şu on beş lirayı al, bu sana bir yol harçlığı.
Bu da yardım yapanların listesi. Davayı kazanırsan ödersin. Aksi olursa ne yapalım helal
etsinler. Şu da Bakanlıkta görevli arkadaşıma yazdığım mektup. Ona güveniyorum. Konuya
gereken ilgiyi gösterir size yardım eder.
Bir gün sonra okul tatildi ve ben Ankara yollarındaydım.
ANLATTIKLARIMDAN KUŞKU DUYULDU
Ben kendi başıma okul açıp öğretmenlik yaparken, Milli Eğitim Bakanlığındaki yönetimde
nöbet değişikliği yaşanmıştı. Zirvedeki nöbet değişikliği kısa zamanda köy enstitülerindeki
yönetimde de kendini göstermiş, sistem en büyük darbeyi Cumhuriyet Halk Partisi içindeki
muhalefet kanadından yemişti. Yücel 1946 yılında Bakanlıktan ayrılmış, Sivas Milletvekili
Reşat Şemsettin Sirer bakan olmuştu. Ben cebimde müfettiş mektubuyla Ulus'taki Bakanlığa
ürkek vaziyette girdiğimde İlköğretim Genel Müdürlüğündeki Tonguç Babanın koltuğunda
Yunus Kazım Köni oturmaktaydı.
Mektup etkili olmuştu. Bakanlık Yüksek Disiplin Kuruluna taşradan gelen disiplin dosyaları
arasında ve giriş kayıtlarında bana ait dosya bulunamayınca mektup götürdüğüm zat
tarafından tekrar sorguya çekildim. Bir ara anlattıklarımdan kuşku duyuldu, bizzat Genel
Müdür tarafından sorgulandım. Bu sefer de anlattıklarımın doğruluğundan Genel Müdür
kuşkulanmıştı. Beni Genel Müdüre götüren zata dönen merhum Köni:
- Kolayı var efendim. Bu yıl Pamukpınar Köy Enstitüsünü bitiren ve köylerine atanan
öğretmenlerin listesi getirilsin. Bu emir derhal yerine getirildi. Biraz sonra adı geçen
enstitüsüyü 1946 yılında bitirenlerin listesi İlköğretim Genel Müdürü ve İsmail Hakkı
Tonguç''un halefi Yunus Kazım Köni'nin elindeydi. Köni listeyi okumadı. Bu yıl okulu bitiren
arkadaşlardan üçünün adını söylememi istedi. Cevabımla hakkımda duyulan kuşkuyu yok
edebilmiştim. Listeyi baştan sona okuyan Merhum Köni en son "Süslü Çınar" deyince elimde
olmaksızın "İşte o benim efendim" diye bağırdım. İlk kez Milli Eğitim Bakanlığında en üst
seviyede ilgi gördüm. Adımın karşısında hiçbir izahat yoktu, sonuna kadar noktalanmıştı.
Genel Müdür kenardaki koltuğu göstererek oturmamı söylemişti. Heyecanlandım. Sayın
Genel Müdürün konuya ilgiyle eğilmesi beni büsbütün heyecanlandırmıştı. Soru-cevap
şekliyle olayı Genel Müdür bir kere daha dinledi. Mektup götürdüğüm zata Pamukpınar Köy
Enstitüsü Müdürlüğüne çekilecek telgraf taslağını karaladı.
Artık Genel Müdürle senli benliydim. Elini omzuma koyan merhum Köni:
- Bak evlat, meslek hayatımda böylesine ilginç bir olayla ilk defa karşılaştım. Orada okul
idaresine davranışın nedeniyle disipline verildiğinden, ifadenin alındığından söz ediyorsun.
Ama bize ulaşmış bir dosya yok. Şimdi kendi başına açtığın, maaş almadan görev yaptığın
okuluna git ve öğretim yılını tamamla.
Bakanlığı terk ederken sözlü de olsa Şahin Köyü Okuluna Bakanlığın en üst yetkilisi
tarafından görevlendirilmenin rahatlığı içindeydim.

İşte Politika ve çirkin çehresi


Suşehri’nin büyük bir köyünde öğretmendim. Köyün halkı Rumeli göçmeniydi. 1950
Seçimlerine iki hafta kalmıştı. Muhalefet, devlet kuran, Osmanlı tebaasından ulusal bir
toplum oluşturan Partiyi silkeledikçe silkeliyordu. Tanzimat’tan beri her yeniliğin karşısına
dikilen donmuş, şartlanmış, sağlam Araplaşmış çevreler, bu sefer de beş yıl önce kurulan
Demokrat Partiyi kuşatmışlardı. Muhalefet en ufak boşluktan sızıyor, Cumhuriyetin hiçbir
kurumunu tartışma dışı bırakmıyordu. Muhalefet iktidara yükleniyor, iktidarın kurmayları da
ülkeyi zamansız çok partili yönetime sürükleyen İsmet Paşaya saldırıyorlardı. Paşa iki tarafın
ateşi altındaydı.
Köyde iki okul iki de cami vardı. Her iki okul da tek dershaneliydi. Cami iki tane olduğu
halde, bakıldığında köyde bir minare görülmekteydi. Minaresiz cami, şimdilik kesilmiş bir
söğüt ağacıyla idare edilmekteydi. Ezan kesik söğütte okunmaktaydı.
Bir sabah üç araç dolusu muhalefet milletvekili adayları köye geldiler. Biz iki öğretmen de
kalabalıkla birlikte köyün meydanına doğru yürüyorduk. Herkes toplantı için en uygun yer
olan köyün meydanında konvoyun duracağı sanısındaydı. Böyle olmadı. Muhalefetin köydeki
kulağı olan partililer, kalabalığı minaresiz camiye yönlendirmişlerdi. Muhalefet o zamanda
toplum bünyesindeki hastalıkların, halkın şikâyet ettiği konuların peşindeydi. Kalabalık,
minare görevi yapan söğüdün yanında durdu. Konukların başkanı olduğu söylenen Sivas
milletvekili adayı olan... Bey halka dönerek:
- Kaç yıl oldu bu köye yerleşeli?
Hep bir ağızdan fakat akortsuz:
- Yirmi beş yıl Beyim.
- Merak etmeyin, seçimden sonra devleti bu ayıptan mutlaka kurtaracağız. İbadethanemize bu
kadar ilgisiz kalamayız.
Siyasi amigonun işaretiyle herkes bağırıyordu.
-Allah sizden razı olsun. Buyurun bir kahvemizi için.
- Seçimden sonra inşallah, sıra kahvenizi içmeye de gelecek. Oylarınız hizmet aşkımızı
arttıracaktır.
Ben o yılın sonbaharında naklimi Divriği’nin bir köyüne yaptırdım. İki yıl sonra da Sivas’ta
diğer bazı illerde olduğu gibi ara seçim vardı. Suşehri’nde aday olan, kesik söğüdün
çevresinde halkın alkışladığı kişiler, şimdi Demokrat Partinin milletvekili olarak, seçim
propagandası için öğretmen olduğum köye gelmişlerdi. Divriği köylerini gezen heyet üç
kişiydi ve bunlardan ikisi milletvekiliydi. Bu köyde cami yoktu, tabi minare de. Bu arada ben
Suşehri’nde tanık olduğum olayı köylülere birkaç defa anlatmıştım. Köydeki seçmenlerin
çoğu oylarını Demokrat Partiye vermişlerdi. Konuklarımız bu köyde konaklayacaklar, akşam
ağanın odasında halka hitap edeceklerdi. Ben inancın siyasete Suşehri örneğinde olduğu gibi
alet edilmesinden ve Cumhuriyetin temel ilkesi, laikliğin yok sayılmasından üzüntüye
kapılmıştım. Ben de bu yörenin insanıydım. Toplayabildiğim köylülere Suşehri olayını bir kez
daha anlattım. O olayın kahramanlarından ikisini biraz sonra dinleyeceğimizi söyledim. Bir
öğretmen olarak, sadece rejim taraftarlığımı kanıtlamak için de onlara şöyle bir öneride
bulundum:
- Bakın Suşehri’nin ..... köyünde, iki camisi olan bir köyde, sadece caminin birinin minaresi
yok diye üzülen, onlara seçim sonrasında hemen bu minaresiz caminin noksanlığının
giderileceğini vaat eden politikacılarımız köyümüzdeler. Eğer bu siyasiler, köyümüzde cami
olmayışını bir noksanlık olarak görür, konuşmalarında bu konuya değinirlerse,
samimiyetlerinden şüphelenmeye hakkımız olamaz. Bunun aksi düşünce ileri sürmeleri onları
samimiyetten uzaklaştıracaktır.
Çocuk ve kadınlar hariç tekmil köylüler Ağanın odasını doldurmuşlardı. Sadece konukların
ikisi konuşuyor, hepimiz dinliyorduk. Konuşmalarından yöre insanının inancı hakkında
siyasilerimizin epeyce bilgi sahibi oldukları anlaşılıyordu. Sohbet inanç konusuna
kaydırılınca, beynimden vurulmuşa dönmüştüm.
- Sünni köylerinin camileri siz Alevilerin severek verdiğiniz vergilerle yapılırken, sizin
dergahınız hala kapalı.
Ama aklıselim bu köylerde tükenmemişti. Bir genç :
- Dergâhımız açık olsaydı, karnımız doyar mıydı?

Kadın bitik...
“Kadınlarımız gericiliğin karşısında“ dedi durdu aydınımız. Tümüyle yanlış bir tespit. Aydın
her zaman böyle yaptı. Kıyıda köşede bulduğu birkaç gür başakla kel tarlanın ürününü
değerlendirdi. Kıyıda köşede örneklenen Anadolu kadını, Osmanlının kadına nefes
aldırmadığı dönemde de vardı. Biz tek kutuptaki örneklemeler üzerinde ısrarlı olduk,
çoğunluğu hem de ezici çoğunluğu zorla düşlediğimiz kulvarda gösterdik.
Kadınlarımız, gericiliğin ne yanında oldu ne de karşısında; nötr kaldılar. Aziz Nesin’in dediği
gibi, sağ-sol onları pek ilgilendirmedi, onlar hep futbolculukta karar kıldılar. Gizli ve samimi
bir anket yapılsaydı, erkeğinden bağımsız düşünce ve oy sahibi kadınlarımızın sayısının,
devede kulak olduğu görülürdü. Hem böyle bir anketin yapılması imkânsızdır. Çünkü eşine
danışmadan, anket sorusunu kendiliğinden cevaplandıracak kadın sayısı da pek değişmedi,
aynı azınlıkta kaldı
Erkeği okumayan, kadını hiç okumayan bir toplumuz. Otuz beş yıllık meslek hayatımda
okuyan, meslek dışı ülke konularına ilgi gösteren, özellikle siyasete girmeyi amaçlamadığı
halde, bir aydın olarak bu alandaki tartışmalara katılan tek bir bayan öğretmene rastlamadım.
Batı ülkelerinin parlamentolarını dolduran kadın parlamenter sayısı, bizde birden bire kırana
uğruyorsa, ülkemizin kalkınmasında kadının rolünden kimse söz edemez. Kadınlarına seçme
ve seçilme hakkını veren, hem de bugünün uygar toplumlarından çok önce medeni haklarla
donatan ülke olduğumuz doğru. Ama bunun kadar bir doğru daha var. Kadına kişilik
kazandıramadık, onu erkeğinin yönlendirmesi dışına çekemedik. Kadına oy hakkı vermekle
biz sadece erkeğin oyunu ikiye, üçe katladık. 55 yıllık çok partili siyasi hayatımızda kadının
oyları hiç etkili olmadı. Erkeğini izlemeden kendi iradesiyle oy kullanan tek bir kadına
rastlamadık.
“Bunalan İran kadını nihayet mollalara dur !“ dedi. Bu tespit de yanlış. Humeyni’yi baş tacı
yapan da İran erkeği, mollalardan oyunu esirgeyen de. İslam ülkelerinin hiçbirinde kadın
oyları siyasetin etki alanında olmadı. İslam, kadını insan tarifi içine almadı. İslam’da kadın
hep erkeğin ekeneği olarak kaldı.
“ Siyasi tartışmanın aileye taşınması aile vahdetini bozar.” Bu da kadın oylarını yedekleyen
erkeklerin görüşü. Bunlar her zaman kadının bilinçlenmesinin karşısında oldular. Zaten
bilinçli kadın ailedeki siyasi ibreden haberlidir, eşiyle zıtlığın veya paralelliğin farkındadır.
Ülke için sorun bunlar değil. Sorun kadının körlüğü, sorun kurbanlık koyun gibi kadının
teslimiyeti. Şeriat İran erkeğine sorun getirmedi. Afganistan’da Taliban’ın acımasız şeriatları
da Afgan erkeğine pek çok sorun getirmedi. Şeriat her zaman her yerde kadına vurdu, kadını
dışladı, onu boğdu.
İslamiyet’te şeriata oy veren kadın kendi mezarının kazıcısı oldu. Ölüm var ama ebedi
hastalık yok. İnsan için çözümsüz sorun olmadı. Kadın da aklını kullanacak oyunun kendisine
bumerang olmasından kaçınacaktır. Ama ne zaman? Zaman tespitini bildiren cevabı İslam
kadınından almak çok zor.
Osmanlı nüfus sayımında kadınları saymazdı. Cumhuriyet kadını erkeğe eşitledi. Kadınlar
özgür kişiliklerine ulaştırılamadı. Kadınlar seçimlere katılmasalar, onların oylarını ailedeki
erkekler kullansalar, seçim sonuçları İslam ülkelerinde asla değişmez.
Ne dersiniz? Bu da benim tespitim.
Sağlıcakla kalın...

Kasketin Çıtçıtı
Bizim kuşak yobazın laik düzene saldırısını her yönüyle yaşadı. Kırklı yıllarda en laik ve
hoşgörülü Alevi Köylerinde bile öğretmenlerin kasketsiz dolaşmaları bir sorundu. Köy
enstitüsü çıkışlı öğretmenlerin kendi köylerinde, kendi yörelerinde çalıştırılması bir uygulama
prensibiydi. Bu prensip halkın muhafazakârlığına bir de kıskançlık eklemişti. Genç öğretmen
okulunda öğrendiği Türkçesini doğru şekliyle kullanırken bile tepki alırdı.
Kasketle namaz kılınıp, kılınamayacağı, Sünni çevrelerce uzun tartışıldı. Kasketin
güneşliğinin secdeye olan engeli kasket geriye çevrilmek suretiyle giderildi. Ama yobaz
kasketin peşini bırakmadı. Kırklı yıllarda kasketin önündeki çıtçıt düzeneğinde İslamiyet’e
karşı oluşturulduğu sanılan bir oyun keşfedildi. Bu konu birçok yerde ele alındı ve vaaz
konusu yapıldı. Çıtçıt düzeneğinde bir girinti, bir çıkıntı vardı. Girinti ve çıkıntı kesişen iki
küçük doğruydu. İşte bu görüntü haç işaretine benzetildi ve haçlı bir kasketle namaz kılınıp
kılınamayacağı tartışması başlatıldı. Laik kesim kısa zamanda önlemini aldı, çıtçıtsız kasket
üretti. Gene de bu çıtçıt düzeneği kasket kullanımını bir hayli engelledi.
İslam’ın düşmanları ( ! ) şeytani tertipleri çıtçıtları bu sefer de başka yere taşıdılar. İşlik,
mintan ve gömleklerde çıtçıt düğme yerine kullanılmaya başlandı. Kullanımı düğme ve ilik
düzeneğine göre çıtçıtın daha pratik olduğu biliniyordu. Ama din adamları gözlerini bir kere
çıtçıta dikmişler, ondan ziyadesiyle huylanmışlardı. Kim yaptı, nasıl oldu, çıtçıt ortadan
kayboldu.
İslam ülkelerine her yenilik çok zor taşındı. Her yenilik bu ülkelerde şiddetli muhalefetle
karşılaştı. Aradan yıllar geçti. Mazide kalan çıtçıt olayını dinleyenler, İslam toplumları bu
alanda baş döndürücü mesafe kaydetmişler gibi tavır takınıldı. Halbuki yeniye, değişikliğe
karşı tepkide arpa boyu mesafe alınmadı. Donup kalan insan olsaydı, bizi kuşatan uygarlık
böylesine baş döndürücü noktalara gelemezdi. Bağnazlık Doğuda inanç alanına tebelleş oldu.
İslam’ın yakasını bir gün olsun bırakmadı.
Çıtçıt on yılımızı aldı. Sonra kadın saçı, kadının pantolon giymesi, kadın tesettürü tartışmaya
buyur edildi. Türban tepemizi kuşattı, çıtçıtımızı unutturdu. Biz tartıştık uygarlık kervanı yol
aldı. Olan lafazanlara oldu. Hiç kuşkunuz olmasın bugünün türbanı da yarının
gülünçlüklerinden biri olacaktır.

You might also like