You are on page 1of 13

Kara Kızın Ölümü

2.8.2008

İlkyaz gelince konu komşu şehir evini bırakıp ailecek bağ evlerine taşınır-
lardı. Hemen çamur çukurları kurulur, damların çatlakları onarılır; hamur
gibi yapılmış çamurlar duvar çatlaklarına sıvanırdı. Geçen yıldan kalmış
ot artıkları temizlenir; kimseler götürmesin diye ahıra istif edilmiş odun
parçaları çıkarılıp bahçenin bir köşesindeki tandırın yanına tepelemesine
kayılırdı.

Tüm bir yaz boyunca kendilerine hizmet edecek olan bahçenin bir
köşesindeki su kuyusunun etrafı intizamla temizlenir; iç bahçenin
kenarlarına ve kuyu başına türlü çeşit çiçekler ekilirdi.

Aradan birkaç hafta geçmeden önceki yılın kasımpatılarıyla sarı gelinleri,


şakayıklarıyla hercai-menevişleri ve balıkağızları diplerinden çatlayıp boy
atarlardı. Arkadaki kocaman dağların sırtındaki karların sularını alıp getir-
miş olan dereler aşağılara indikçe küçük damarlara ayrılırdı. Güneş
vurunca üstlerine gümüş sicimler geçiren derecikler dere sularını
şarıldatıp akıtırlardı. Yandan bakınca renkleri göz alır, akıp giden ahenkli
türküleri insanı bir hoş edip kendinden geçirirdi. Halk kendi arasında
konuşurken:

-Aman buranın baharı da bi kötü vurur ki….

derlerdi.

 
İlkyaz kıvılcımı çakınca kurda kuşa, yaban yazıya kan yürür; etraf yaşam
bayramı olurdu. Dört-beş ay karaltında donan tabiat elini çabuk tutar,
gün günü aratır bir hızda yaprak verir, kuş yavrusu olur, çiçek açar,
tohuma dururdu. Kimi zaman ise ilk çiçeklerini Mart vurgununa yedirip,
eli böğründe kalıverirdi.

Bu yıl da havalar önden iyi gitmişti. Ardından evlat aldatan baba gibi,
erken açılıp çiçeğe durmuş elma, kayısı, şekerpare, vişne ne varsa alıp
götürmüştü. Çoluk çocuğun rızkını vurgun yemişti. Allah'ın hikmetinden
sual olunacak değil ya; o denli horanta veren Allah deldiği boğazı da aç
koyacak değildi. Ama yine de herkesin yüzü yerde, üzgündü.

İlkyaz ulaşıp da; konu komşu anlaşmış gibi yakın tarihlerde bahçe
evlerine sökün edince, akşama değin ahırlarda zırzır zırlayan düvelerle
ineklerin, buzağılarla  tosunların sığıra teslimi kaçınılmaz olurdu. Sabah
er vakit bağırış çığırış arasında her biri bir köşeye konmuş evlerden
mallar çıkarılır, yetişkinler veya çocuklar ardlarına düşüp onları
Musabyası’nın(*) yukarısındaki köprü başında toplarlardı.  Az sonra da
ilerden önce bir toz bulutu yükselir, ardından “ohaaaaa, çüşşşş ,hölölö-
lööö” sesleriyle inek, öküz, camız gibi hayvanlardan oluşmuş sığırı
yöneten bir iki çobanın sesi duyulurdu. Onların sesi, inek ma-lamalarına,
buzağı cırlamasına karışır, etraf deli bayramına dönerdi. Bekleşen mal-
ları da önlerine katan çobanlar alır onları aşağıdaki yazılara sürer, mallar
orada akşama değin ot niyetine yer çimlerini kirpiştirip dururlardı.

 
Mal sürüsünün en gerisinde de her adımında gidip gitmeme konusunda
bir gelgit geçiren uzun kulaklı kır eşşek bulunurdu. Çobanlar onun
üzerine saz otundan örme bir hasır yüklük yerleştirir, belki başkaları alır
diye, daha sabahın köründen itibaren inek boklarını elleriyle harmanlayıp
kır eşşeğin dalına doldururlardı. İnekler o kadar çok bok üretirlerdi ki,
zavallı kır eşşek akşam olup da sığır dönüşü başladı mı artık belini ikiye
ayırır, kendinde adım atacak takat bulamazdı. Ardından dürtülen
sopaların korkusu olmasa, kimse ona şuradan şuraya bir adım bile
attıramazdı.

Günbatımına yakın mal sürüsü geri döner hayvanlar evlerine yaklaştıkça


sığırdan ayrılıp bilgiç bilgiç salt başlarına salınarak ve geviş getire getire
yürüyüp gelirlerdi. Gerçi kimi zaman yeni mallarla, daha önce  sığıra
katılmamış danalar ilk birkaç gün yollarını şaşırabilirlerdi. Ne var ki, öyle
durumlara hazırlıklı sahipleri ilk günler yol başlarında bekleşirlerdi. Bir
süre sonra ise artık malların tümü korkusuzca evlerini bulurlardı.

O sıralar çoğu buzağılamış olan inekler evlere yaklaştıkça ma-lamalarını


sıklaştırır, hele bir de buzağısı

o incecik imdat sesiyle annesini çağırdı mı, ana inek sesiyle göğsünü
yırtardı. Bir o ma-lar, öteki yanıtını verirdi. Komşu inek ve yavrularının da
sesleri yükseliverir, böylece kaynaşan ma-lamalar ortamında bir deli
bayramı daha yaşanırdı.

 
Karanlık çöker ayak şehirde çalışan erkekler de dönmeye başlardı. Eşek
sırtındaki yolculuklarıyla ma’lama bayramına ya katılırlar, ya da hemen
ondan sonra sökün ederlerdi. Daha henüz ineklerin sağımına
başlamamış olan kadınlar sokak başlarında kendiliğinden
öbekleşiverirler:

-Akşam vakitlerin hayır olsun gomşum….

diye laflamaya girişirlerdi. Öteki  de:

-Akibetin hayır ossun , hayra garşı gel gardaşım…

deyip yer açarlardı. Ayakta duruşurlar, evin erkekleri gelmeden bitire-


bilmek için acele laflaşırlardı:

-Napan nörün Nesbadın?(*)

-Nörüm gııı, akşamaçan horanta işleri biter mi batasıca...

-Bilin mi ,toohçuhüssün Angara'da apartuman ne almış, taamin onun için bağ-


bostanı viran bıraktılar bu baar…

-Öle mi? Aman pek bi sevindüm, fındıg gırsın garısı gayri, biz de buralarda
atın itin ortasında helag olup dururuz….

-Senin şeherevin nesi var gıı ? Suyu çıkmadı ya? Saray gibi valla. On Angaraya
değeşmem vilayetimi valla. Hepiciği tanıdık bildik.Kim kimsen olmayınca garip
şeheri zor olur,bilmen gibi gonuşun sen de gııı…

 
Yukardan 'çüşşş-dehhh' sesleri arasında erkeklerin gelişi duyulmaya
başlayınca tatlı laflama son bulur, kadınlar erlerinin akşam yemeğini
hazırlamaya yönelirlerdi.

Erken gelmiş olanlarla şehire gitmeyen kimi erkekler daha önceden ana
sokağın köşesindeki kesme taşın üzerine, kenarına dizilirlerdi. Kimi
duvara sırt verir tabaka tütünü sarar, kimisi de İkinci’lerini ağızlığa
yerleştirip karşılıklı keyif cigarası üfürürlerdi. Gelen geçene de ya
başlarıyla, ya ağızlarıyla selam alıp verirlerdi.

-Cümleten akşam şerifleriniz hayıllı ossun cemaat

-Amin, cemi cümlemize …

-Akibetin hayıllı ossun Vadet*

-Nörün hacemmi ? Zabah şeherde senin konşuyu gördüm, gelip gitmez mi


didi, selam gönderdi.

-Nörüm hiyavrum, getiren götüren sağossun, kısmetse Cuma'ya görürüz gayri…

-Hassüssün emmi, sen nörün napan ? (Hafif mayışarak) Senin hökümat


gidici gidici….

-O senin bildiğin hiyerif, cacıklanıp durma ,hökümat gadar başına taş düşer,
taş…

-Lan Vahdet, inek nasıl, hallice mi?


-VaIla hinci geldim, şu horanta günü böyüg Allah’ımın yaptığına bak,yavurtsuz
kaldık bu yaz…

-Tövbe de la; böyüg Allah’ıma karşı gelme çarpılın valla, bişeycikleri yok
ineğin, geçen gış şeherde altparnağın mustanın ineği de aynı şeeldi.
Gerisinden bir cıara tüttürtdüler heç bişeciği galmadı. Hinci bir buzağısı
var, maşallah…

-VaIla gine sen bilen emme, banaalsa fururum bıçağı getsin, it kursağına
gideceğine insan boğazına girsin,dert düşmüş mala gulağasma gayri.

-Ey böyüg Allahım…..viren de o, alan da o, ne yirsiniz birbirinizi?

-Bi aspirin içirivir la, hırpadanak keser valla.

-Gorkma Vadettt, senin inek bu yıl gısırdı, beşinciyi geden baar guzladı,
onun derdi gerisinde, get bi tosun çektir…

Baba Vahdet lafların hepsini topladı, koydu yan yatık kasket altına evine
yollandı.Bahçe kapısından girip kendini açıktaki tandır başının toprak
sekisine bıraktı. Gözlerini büzdü, ceviz altının temiz havasından bir nefes
çekti, içindeki tüm birikmiş dertleri sonuna kadar üfledi. Ardı sıra da
ünledi:

-Ümüğüm eridi gıııı, yemek ne yoğ mu ?

Güççükkk, sen de destiyi kuyudan getir gızım.


 

Sesi duyan dışarı fırladı. Çoluk çocuk, kadın kız etrafını sardı. Bir hizmet
yarışı başladı. Yer sofrasını kuruvermek için alta sofra bezi sarılıp,
üstüne un eleği ters kondu. Üstüne sini, sini üstüne de tahta kaşıklarla
bir tane Bursa bıçağı yerleştirildi. Tandır üstünde el yapımı incecik kuru
yufka ekmekler çoktan sulanmış, alışsın diye bez arasında mapus
yapılmıştı. Ana kadın becerikli elleriyle bezleri açıverdi, suyunu yemiş
yufkaları dörde beşe katlayıp siniyi fır etraf dolduruverdi. Tarhana
çorbasıyla, içine kurutulmuş et konmuş olan patates yemeğinin kokusu
toprak tencerelerin içinden yayılıp geldi.

Kaşıklar siniye hızla inip kalktı, Babavadet yemeği çok, ekmeği az yiyen
çoçuklara arada bir söylendi:

-Gatık edin la, gaşık düşmanları…

Birer ikişer yemekten kalktılar. Babavadet yemek artığı ağzını avuç içine
sıvarken

-Yavırt ne yoğ mu gıı ?

diye söylendi. Ana kadın göğ gözleriyle özür diledi, büzülüp küçüldü:

- Nörim, bir halline bagmak ilazım, zabah ezanı bir çimcik süt zor aldımıdı,
hincik temelli kesti. Ne daylı çaldı bilmem ki? Dirler ki,pahırcı Hilmi'nin gözü
pek değermiş. Gışın gelip ahurdan saman ne aldıydı. Gözü neyim deymiş
olmasın ?

 
Vadet baba kubardı:

-Get işine garııı, başlarım hincik pahırcı hilminin gözüne… Malın derdini cümle
alem söyler durur. Belkim tosun ister, belkim cığara. Olmazsa aspirin vermek
ilazım.

İneğin hali hal değildi. Kemikleri artık et içinde durmak istemiyor, kalça
üstlerinden başlayarak adeta eti yarıp dışarı çıkmak istiyorlardı. Kara
inek koca gözlerini pelpel açmış göz uçlarından suları sarkıtmış, yemek
sofrasındaki kalabalığa bakış atıp duruyordu. Babavadet içlendi:

-Valla içim eriyor gııı, şuna bak gözünü dikmiş de nasıl süzüyor….Yavırtsız da
kaldık bu yaz, tüh.

Yerinden kalktı. İlk olarak Aspirin denemeye karar verdi. En kolayı oydu.
İki aspirini parmak arasında bir tas içine ezdi. Su ekleyip ineğin yanına
gitti. İneğin başını gözünü sevdi:

-İç garagızım iç.. dedi.

Ağız kenarlarındaki boşluktan avucuyla, olmazsa parmağıyla aspirinli


suyu ineğin ağzına buladı. Kah ineğin kafasını hafif yan eğip tasla yan
döktü,kah avucuyla zorlayıp sinirlendi:

-İç gavur dölü iççç,


yavurtsız da kaldık bu yaz!

Aradan bir-iki gün geçti. İnekte hiçbir düzelme olmadığı gibi, giderek
kemikleri etten daha çok ayrıldı.Önceleri sığıra giderken artık evde kalır
olmuştu. Çobanlar:

-Alın anam ineğinizi, peşi sıra gopturamıyoruz, yolda neğim galır da vebali bize
gelir, bağınızda bakın gayri…

demişlerdi. İki gün sonra iş dönüşü Babavadet bu kez karakıza sigara


içirtmeye karar verdi. Aldı ineği götürüp yakın bir iple başından ağaca
bağladı.Birinci marka sigara paketinden bir tane çıkarıp yaktı.Bir nefes
çekip ineğin kıçına dolandı:

-Çek garagızım çek…

deyip, sigarayı ineğin götüne yerleştirdi. Kuyruğunu da bir eliyle yan


tarafa çektirdi.İnek ardına giren yabancı cismi atmak amacıyla kaslarını
büzüp bıraktıkça,sigara sanki içiliyormuş gibi,akşamın alaca karanlığında
bir kızarıyor,bir kararıyordu.

-Hah şööle, çek garagızım çek..

diyen Vadetbabanın keyfi de böylece biraz yerine geliyordu. Zaman


zaman eliyle yerleştirip karakızın sigarayı içmesine yardım eden
Babavadet  o     gece biraz rahat uyudu.

 
Ne var ki ertesi ve sonraki günlerde inekte bir düzelme olmadığını
görünce artık hastalığın tosunluk olduğuna kesin kani oldu:

-Er azgını kancık…

diye geçirdi içinden. “Topalsüleman’ın tevatür bi boğası var,  tuttu muydu


bırakmaz” diyorlardı. Eh, karakızın derdi de zaten oydu.

Üç gün sonra bir öğle bitimi boğayı alıp geldiler .Boğa da boğaydı hani.
Vücudunda hiç kemik yok, her yanına et torbaları bağlanmıştı.Boz boğa
dalap dalap yanıyor,başını yere doğru hafif eğip karakızın ardına
geçmeye çalışıyordu.

Kara ineği bahçe içindeki bir kalın direğe tam boynundan bağladılar.

 -Aman depreşip de boğanın altından neyim kaymasın ha… dediler.


Boğazından çaprazına direğe bağlanan inek, zaten dermansız ayaklarını
daha fazla taşıyamadı. Ön iki ayağını kırdı,ön tarafı çömeldi.

-Körün istediği bir göz, Allah ona vermiş iki göz…

diye Babavedet ile Topalsüleyman hafif neşelendiler. İki kişi ineğin iki
yanına geçmiş onu kıskaca almışlardı, yön değiştirmesini önlemeye
çalışıyorlardı.Birisi öteki eliyle de ineğin kuyruğunu yan çekiyor, tosuna
yol açıyordu.
Tosun geliyor, kara kızın ardına dolaşıyor,gelip kuyruk altını yalayıp
dudaklarını burnunun içine götürüp derin derin nefesIeniyor, ardından
bahçede koşarcasına bir tur atıp tekrar geliyordu.İneğin bir sağına
geçiyor,bir soluna dolanıyordu. Topalsüleyman:

-Hölölölöööö

gibi sesler çıkararak tosuna şehvet aşılamaya çalışıyordu. Her şeyiyle


kendine sunulan ineğin etrafındaki adamlardan çekinen tosun kabarmış
kanıyla kuduruyor,toprakları avuçlayıp karın altına vuruyordu.

Kara kız şimdi önayaklarının dizlerini de çözmüş, toprağı boynuyla


yakalıyordu.Kafası toprakta,gözlerinden yere sicim uzatıyordu.Boz tosun
gittikçe kuduruyor,ineğin kuyruk altlarını yaladıkça yerinde duramaz
oluyordu. Topal Süleyman’ın bir kez daha “hölölölööö” demesine
kalmadan dalap dalap et yanan kocatosunun ön ayaklarını kara kızın
dalına atması bir oldu.

Çoluk çocuk, kadın kız tüm ahali, kimi bahçe duvarının kenarında, kimi
evin avlusunda, kimi de dam üstünde tünemiş olarak kara kızın tosun
hastalığının tedavisini izliyorlardı.Ya kikreşiyorlar, ya da iri gözleriyle pel
pel bakıyorlardı.

Topalsüleyman kara kızın kuyruğunu iyice yana yapıştırdı, boz tosun


biraz daha rahatladı, kara kızın üstünde kendini bir iki sefer salladı,
çenesini alıp götürdü kara kızın dalına bıraktı. Arka ayaklarını bir iki sefer
yer değiştirdi. Boz tosun sallandıkça kara kız biraz daha çöktü.O
çöktükçe boz tosun daha çok arka ayaklarını değiştirip kendini
dengelemek zorunda kaldı.

Tosun hala kara kızın üzerindeydi ama sanki yerde sayılırdı. O esnaya
kadar ineğin ardından başka yere bakmayan Baba Vadet gözünü kara
kızın başına çevirince:

- Amanınnn…!

diye ünledi.

- Amanınnn, garagız elden gidiyor!

        

Depreşmesin diye boğazına çaprazlama atılan iple ağaca raptedilen kara


kızın dili dişlerinin arasında sallanıyordu. Pel pel bakan koca gözlerinin
yerine bir çift karartı çökmüştü. “Ohaaa” deyip tosunu kovdular,ipi
açmaya koyuldular.

Kara kız gözlerini araladı, içindeki tüm nefesi topladı, başına tünemiş
Baba Vadetle Topal Süleyman’ın gözlerine üfledi.

                                                           

Ekim1986                                                        

Paris

S.Kaçmaz
 

*****

Musabyası : Musa Beyin Yazısı (Tarlası)

Nesbadın  : Nesibe Kadın

Toohçuhüssün: Tavukçu Hüseyin

Vadet/Vahdet: Vahdettin

Hacemmi:         Hacı emmi

Hassüssün :      Hasan Hüseyin 

Taamin :           Tahminen,galiba.

Şeel :    Hal,durum,biçim.

Tevatür :          Bulunmaz,çok iyi,üstün.

Çimcik :           Küçük bir parça,parmak uçlarında almak.

Altparnağınmusta: “Altı parmaklı”lardan Mustafa

 Cacıklanmak: Ciddiyeti kaybeden bir halde bulunmak.    

Pahırcıhilmi:    Bakırcı Hilmi

You might also like