You are on page 1of 258

HÜSEYİN RAHMİ GÜRPINAR

TESADÜF

MİLLÎ ROMAN

(Sadeleştirilmiş yeni tab)

Basan ve yayan : HİLMİ KİTABEVİ

İstanbul — Ankara Caddesi No. 62


MAHALLE KARILARI

Zavallı Gülsüm Hanımın öfkeden her tarafı sapır sapır titriyordu. Hemen
çarşafı kavradı, eline tesadüf eden ucunu başına çekti. Kendini böyle ye’se,
halecana düşüren kitabı koynuna soktu, merdiven basamaklarını dört atlıya
atlıya avluya indi, sokağa fırladı. Arkasından kaynanasının, annesinin:

— Kızım çıldırdın mı? Böyle yelyeperek, yelken kürek, sağını solunu


görmeden nereye gidiyorsun?

Yollu bağrışmalarına hiç ehemmiyet vermiyerek sokak kapısını var


kuvvetiyle gümbedek kapadı. Acele ayağına geçirdiği nalınlar burgula
burgula, sendeliye sende-liye köşebaşmı döndü. Birkaç adım sonra Hoca
Nefise Hanımın kapı tokmağına yapıştı. Çat, çat, çat, çat, bütün münfeilâne
bir asabiyetle fasılasız bir çatırtı kopardl. Bir. kaç saniye sonra evin içinden
«perdesi» kadmla erkek beyninde bir sada:

— Böyle kapı çalan iz’ansız kimdir bakayım? A! Yüreğim hoppadak


yerinden oynadı. Camlar sarsılıyor, dur ayol dur... Geliyorum...

Sözleriyle bu çatırtılara cevap verdi. Fakat Gülsüm oralarda mı? Artık onun
ne gözü görüyor, ne kulağı işitiyordu. Bu tekdirlerin bir kelimesini bile
duyamadı. Biraz sonra evin içinde bir patırtı oldu. Onun arkasından demin,
ki sada, galizliği, perdesi birkaç derece yükselmiş olduğu halde şöyle
işitilmeğe başladı:

— îlâhi, o kapı çalan elceğizin vakm vakitte teneşir-

lere gelsin, e mi?.. Sağlık selâmetle gelip kapımı çalamaz olaydın... İşte
düştüm. Kalçam boydan boya çürüdü. Benim, yerinden zor kalkar bir
kocakarı olduğumu bilmiyor musunuz canım?.. Ama ben bizimkine bin
defa söyledim: Hacı, şu merdivenin üçüncü basamağı oynuyor. Şunu kendin
mi mıhlarsın, bir dülgere mi mıhlatırsın... Çaktırıver. Bunun üzerinden bir
gün ya sen, ya ben yuvarlanacağız, dedim. Kulağına artık söz girmiyor ki,
aluk gibi bir şey oldu. Şuraya oturur uyuklar, kahveye gider uyuklar. (Üst
perdeden haykırarak) Aman, aman! Kaba etlerime iğneler saplamyor a
dostlar, ne etim kaldı ne budum. Bitdim.
Kapı önündeki Gülsüm, içeriden gelen bu son feryatları artık duyarak
tokmağı bıraktı. Kulağını anahtar deliğine verdi. Dinlemeğe başladı. Evdeki
mütezallimane yaygara şöyle devam ediyordu:

— Bir yanım simsiyah çürüdü zannederim. Ah bu kimsesizlik ne zor!..


Sevabına bir ayna tutan olsa da görsem... Mangal başında pastırma
diliyordum. Acı acı kapı vurulunca neye uğradığımı bilemedim. Hemen
fırladım. Bu sabah da işte başıma bu kaza geldi. Verilmiş sadakalarım
varmış. Yine Tanrım esirgedi. Ya maltalığa kadar yu-varlanaydım... A! Kedi
pastırmaları yukarda bire kadar yemiştir... Ya; kaldırmağa vaktim oldu mu?
O canım pastırmaları soğan zarı gibi ince ince dilmiştim... Geh.. pisi pisi
pisi... Sarman yavrum, geh, pisi pisi pisi, gel oğlum gel... Pastırmalarımı
yeme sakın... Şimdi ciğerciden sana manca alırım. Hû, Sarman... Sana gel
diyorum...

Dışarıdan Gülsüm Hanım en müessir ve niyazkâr sa-dasiyle:'

— Hoca Hanımcığım, kapıyı aç. Şimdi şuraya düşüp bayılıvereceğim...

— îlâhi geber... Beni bu hale soktuğun için her kim isen oraya düş de
kalkamaz ol... Benim, yerimden kımıl-dıyacak halim olsa pastırmalarıma
koşacağım... Şimdiye kadar kedi hepsini sömürmüştür... Geh pisi pisi,
Sarman artık yediğin elverir. Biraz da hacı babana kalsın... Heriften kaç
gündür bucak bucak kaçırırken bugün pastırma-cıklarımı kendi elceğizimle
dildim dildim de kedinin önüne koydum. Sarman, geh pisim gel, yavrum...

— Kadıncığım, aç ben geldim... Bilemedin mi? Komşun Gülsüm...

— A... Gülsümüm, sen misin?

— Benim anacığım...

— A kız, senin öyle kapı çaldığın yoktu. Ne oldu sana?..

— Ah, bana olanlar oldu...

— Ne oldu? Ansızın kaynanan mı vefat etti?


— Ah, ağzını öpeyim... Lâkin hani öyle şey... O gene bildiğin gibi oturuyor,
altına pösteki dayandıramıyoruz... Kaynanam sağ, fakat başıma geleni
bilsen?..

O aralık Hoca Hanım canhıraş bir feryat kopararak:

— Gördün mü sen şimdi benim başıma geleni?.. Sarman, dilinmemiş büyük


parçayı almış götürüyor. Seni gidi sarı çiyan, damarsız kedi seni. Yediğin
içine zehir zakkum olsun inşallah... Bırak pastırmayı, şimdi seni gebertirim.

— Hoca Hanımcığım, uğradığım derdi bilsen; parmağın ağzında kalır...

Hoca Hanım gene hiddetle:

— Neme lâzım benim şimdi el derdi... Pastırmam kedinin ağzında gidiyor...


Zıkkım yiyesi, yediğini yemiş, yemediğini götürüyor. Ağzında koskoca
«kuş gönü» parça... Ulan bırak pastırmayı... Bak söz dinliyor mu? Seni gidi
kahpenin kedisi seni...

Dışarıdan yalvarırcasına:

— A Nefise anacığım... Dilediğin pastırma olsun... Sen beni şu meraktan


kurtar da sana bir okka pastırma adağım olsun... Kapıyı aç, kapıyı...

— A Gülsüm, kapıyı nasıl açayım?.. Buraya yığıldım kaldım... Kalçam


incindi... Sancısı belime -doğru vuruyor. Galiba aşığım yerinden çıktı.

— Şimdi bana kapıyı açamıyacak mısın?

Hoca Hanım avaz avaz:

— Kedi helâya atladı... Pastırma da ağzmda gidiyor. İlâhi hayvan, seni


Sarmanlar götürsün...

— Telâş etme canım... Elbette ağzından bir tarafa bırakır. O kadar koca
parçayı bitirecek değil a!.. Kalanı şartlarsın, gene yenir.. Pastırma bu... Ne
olur?.. Köpek değil a bu, kedi... Kedinin ağzı pis tutmaz...

— A a a., pencereye atladı-..


— Canım sen kapıyı aç, ben onu tutar, ağzından pastırmayı alırım...

— Karı, yerimden kımıldanamıyorum diyorum sana... Galiba kalçamda


büyük damar, küçük damarın üstüne bindi... Ay, ay, ay!.. Sızısı yüreğime
çöküyor.

— A Nefise Hanımcığım, ne yapacağız böyle?..

— Karı, bilir miyim ben?.. A Gülsümüm... İyi aklıma geldi. Kahveye koş,
hacı baban orada... Onun yanında anahtarı var... Söyle, kendi de gelsin; bu
kalçamın bir çaresine baksın... Haydi koş çabuk.. Kedi şimdi pencereden
imamecilerin tahtapoşuna atlarsa pastırmayı hayvanın ağzından alırlar...
Dilerler dilerler, maşada kızdırıp kızdırıp yerler... Biz kırk yıl pastırma
sorsak, dâva etsek, görmedik derler... O aç gözlü kız, o arsız «Seher» bu yaz
ne asmamda koruk bıraktı, ne de duvarımda kiremit... Nasıl da mide,
bilmem ki kardeş... Okkalarla koruk yedi. Karnı sirke fıçısına döndü... O
ekşi şeyi {lâtilokum) şekeri gibi yiyor... A, bana bak... Hû, kızım Gülsüm,
orada mısın?.. Yoksa gittin mi?

— Buradayım...

— Hacı baban kahvede uyuyorsa sıkılma, uyandır. O kaç zamandır orada


uyumayı âdet edindi. Arkasını duvara dayıyor, dizlerini dikiyor, gözlerini
kapıyor. Kahvecinin kedisi «Mestan» bir köşede, Hacı öbür köşede
uyuyorlar... Sen kahveye girmeğe sıkılırsan çırağa, o küçük Şabana işaret
ediver, uyandırsın... Anlat, kalçamın halini anlat... E mi?..

— Peki...

— Çabuk ol kız, daha orada mısın?..

— Buradayım... Lâkırdın bitsin diye bekliyorum...

— Sen benim lâkırdıma bakma. O bitmez.. Ben kendi kendime de


söylenirim...

— Gidiyorum...
— A! Şey unuttum... Yavrum Gülsüm... Mestlerimi dikiciye götürmüştü.
Her abdestte ayaklarımı yıkamadan, kamıma sancı geldi. Eğer bitmişse
onları da alsın gelsin de artık mes vereyim... Ha, sahi iyi aklıma geldi
Gülsüm... A Gülsüm... (Bir iki saniye tevakkuftan sonra) karı sesin kesildi,
orada yok musun? Cehennem olup gittin mi? Hû Gülsüüümmm... A,
gitmiş... Beni bu hale koydu da savuştu... Bakalım ne diyeceğim, a
«yellozm, iyice dinle de öyle git. îz’an dedikçe hu karılar uzanakalmışlar...
Nerede terbiye?.. Terbiye deyince nazlılarım, işkembeci dükkân, larinda
heriflerin çorba için çalkadıkları şeyi zannederler... Ne olacak, terlikçi kızı...
Onu kenar mahalleden aldılar, getirdiler... Tâ kale dibi mahallelerinden...
Zavallı Rıfkınm başını nâre yaktılar. Sanki karı mı o?.. İşte bir parça karaca
kaş göz... O da hani şöyle görür görmez insanı alır bir sima değil... Başka
nesi var... Ama çene ama çene, dikiş makinesi gibidir çır, çır, çır işler;
edepsizdir, şirrettir. Saracın görümcesi Mevhibe ile kavga ettiği gün bütün
mahalleyi susa durdurdu. A, unuttum, dur dur bakayım ne dediydi?.. Şey,
hemen dilimin ucuna geliyor... Ha ha... «Senin gibi kirli karının süsü, incisi,
at yelesine benziyen saçlarındaki sirkelerdir» dediydi... A, hiç işitmediğim
sözler... Karı lâkırdı ebesidir. Yakası kesilmedik sözler bulur çıkarır. Yandı,
yandı, Rıfkınm başı ateşlere yandı. Geldiğinin senesinde kaynatası vefat
etti. Atıf Efendi, Allah rahmet eyleye, iyi adamdı. Gençliği için öteberi
söylerlerdi, neme lâzım, günahı üstünde kalsın gene... O adam öyle gürledi
gitti. Çok geçmedi, kaynanasını kıskıvrak kıvradı kötürüm etti, köşeye
oturttu... Şimdi kadıncağız verirlerse yiyor, vermezlerse oturuyor. Yerinden
kımıldıyamıyor ki... Kendi anasını oraya getirdi. Evin hep kilidi küreği o
kadının elinde... Ne de cibilliyetsiz... Ya, ne olacak, terlikçi karısı...
Kenarına bak bezini al, anasına bak kızını al... Zavallı kaynana, altında
pösteki, öyle küskütük köşede oturuyor. Biçareyi lâkırdıya bile
karıştırmıyorlar. Yanılıp da bir şey söyliyecek olsa, anası kızı, ikisi birden
karının üzerine kemçirerek: «Bunak, sen sus... Her lâkırdıya karışma öyle...
Senin o işe aklın ermez» diye azarı basıyorlar. Geçen akşam evlerine
gittim... Bir aralık oda tenhalaştı. Zübeyde ile ikimiz kaldık... Kötürüm karı
melûl melûl yüzüme bakarak: «Nefiseciğim, bana ettiklerini bilsen
şaşarsın... Onların ana kız hamama gittikleri bir gün gel de anlatayım» dedi.
Sonra içeri giriverdiler. Zavallı sustu. Haftalar geçermiş de Zübeyde,
oğlunun yüzünü göremezmiş. Rıfkıyı anasının yanma sokmazlarmış ki... O
çıkın çıkın yemişler... O elmalar, portakallar, leblebiler, fındıklar, üzümler,
hep yukarıki dolaba taşınırmış... Hep geline, hep o gelinin anasına... Hep o
yumurcak oğlana Vefa Beye... Oh, beylik ne kadar uzak sana! Kaynana alt
kattan yemişlerin kokusunu duyarmış. «Vefa» büyük anasının yanma
yaklaştığı zaman kötürüm karı, torununa hemen sarılır, cebinde, elinde
armut, fındık ne bulursa zorla alırmış. Oğlan, anası gibi şirret, hemen
yaygarayı basarmış. Sonra hep birden: «Çocuğun elinden yemişini kapmıya
utanmıyor musun? Nedir bu ettiğin?..» diye kaynananın üzerine hücum
ederlermiş... Rıfkı adam evlâdıdır ama, bilmem ki karışma niçin bu kadar
yüz veriyor? Onlara neden böyle kapılmış?.. Rıfkıyı babası iyi okuttu
yazdırdı. On dört yaşına kadar burada mahalle mektebinde tecvidi,
karalamayı iyice pişirdi. A! İlmi pişkindir, neye lâzım... Sonra hem
rüştiyeye, hem cami dersine devam etti. Pek derin okudu. Senelerle (Molla
Kelâmı) yi okudu. Bıyıklandı, sakallandı; gene o dersceğizini bırakmadı.
Ya. zısmı sorarsan ona hiç uyar yok. Yazılarını ben hecelemeden çıkarırım.
Tıpkı Ahmedi Bican kitabının yazısına benzer. Yalnız harekeleri eksiktir.
Yoksa işte öyle ayandır. Kaleme gitti, yazısını mümeyyizine beğendirdi.
Aylığı arttı, arttı, arttı; tamam dört yüz elli kuruş olu. Az para mı? Daha yaşı
ne, başı ne?.. Haydi olsun olsun da kırk birr kırk iki yaşında olsun.., Elimde
büyüdü. Kaç defa bezini değiştirdim. Benim evlâdım demek... Lâkin karısı
biliyor mu? İnce başörtüsiyle yanma çıkınca Gülsüm insana âdeta surat
ediyor. Haydi kepaze; o benim oğlum, hiç zihnime fenalık gelir mi? Elimde
büyüyen çocuğun karşısına da yaşmak ferace ile «böcü» gibi çıkacak
değilim ya!.. Geçen gün Gülsüm yüzüme baktı baktı da: A Hoca Hanım, ne
güzel kaşların var, tıpk; rastıklı gibi duruyor.» dedi. A... Aşiftenin zoruna
bak! Rastık nedir, allık nedir ömrümde öyle şeylere ben el vurmadım. Beni
yaradan böyle yaratmış... Kaşlarım kudretten rastıklı gibi durur... Şimdiki
tazeler boyacı kedisine benziyorlar. Yüzlerini başka, saçlarını başka,
kaşlarım, yanaklarını, dudaklarını, hep başka renklere boyuyorlar... Ay, ne
de gudubet oluyorlar ya!.. Yanmış mısır püskülü, yahut safranı (zağfiran)
ziyade kaçmış zerde gibi bir sevimsiz renkte saçlar, muhacirlerin tanesini on
paraya sattığı, akide şekerine batırlrms, değneğe geçirili elma gibi boralı
yanaklar... Ya o başlarındaki topuz!.. Nedir o öyle, tepeli yaban ördeğine
dönüyorlar. Geçen günü «Seher», döşekten biraz siyah yün çıkarmış, onu
ditti ditti, tepesine yerleştirdi. Üzerine saçım doladı. «A kız nedir o
maskaralık?.. Öyle döşek yününden kokoroz mu olurmuş?» diye darıldım.
«Hoca Hanımcığım,
Çarşıya gidiyoruz. Şimdi çarşaflanacağım. Çarşafın altından onun yün
olduğu belli olmaz.)) dedi. A, kahpeye lâkırdı yetişiyor mu? Öyle tepelerini
kabartıp da deve gibi boyunlarını sallıya sallıya giden kadınlardan çoğunun
o gu-gurukları yapma. A., inan olsun yapma... Kendi saçları değil ki...
Onların içi ya eğreti saç, ya böyle yün, yahut kırpıntı dolu... Aldanan
erkeklere yazıklar olsun. Geçen günü bizim Hacıya öyle dedim ya...
«Şükret herif!.. Allah sana öyle bir karı verdi ki, İstanbulu elek elek araşan
bir mislini daha bulamazsın. Bu yaşa geldim, rabbim göstermesin hiç bir
tarafıma ne boya kullandım, ne yün, ne de kırpıntı...

O aralık «Küüüttt!..)) diye bir atlama olur. Hoca Hanım oturduğu yerden
etrafa göz gezdirerek:

— Ay, tüh tüh., korktum. Küt eden nedir öyle?.. A, yetişme kaltağın
kedisi... Ne olacak, Sarman, imamecile-rin tahtapoşuna atladı... Mis gibi
pastırmacığım ellerin boğazına kısmet olacak. Gitti, pastırmam, gitti.
(Ellerini koklıyarak) üzerine ne de güzel kokulu çemen vurmuşlar.
Pastırmamı eller yesin, ben burada parmaklarımı koklıya-yım. Seher, kediyi
öyle ağzında pastırma ile gördü mü, iş bitti. Hayvan kırk damdan atlasa,
vallahi peşini bırakmaz. Onun küçüklüğü, maazallah, sekiz on yaşında iken
o kız, oğlan çocuklardan afacandı. Seher bu mahallede kaç sakanın
kırbasını deldi. Çeşme başında saka kırbasını şöyle bir kenara bırakıp da
biriyle lâkırdıya daldı mı, Seher usulca gider, elinde gezdirdiği ucu keskin
çivi ile kırbayı deler. Alık saka farkında olmaz. Arkasından parmak gibi su
aka aka gene su taşır... Âlemin küpü beş kırba ile dolarken o günü sekiz
kırba kâretmez. Herif kapının arkasına üç (tebeşir) fazla çeker. Evin kadını
elbette küpünün daima kaç kırba su aldığını bilir. Sayar bakar ki saika üç
fazla yazmış. Haydi kavga başlar. Saka da haklı, hanım da... Ortada büyük
bir kabahat varsa o da o yumurcakta...

(Etrafı koklıyarak) Burnuma pastırma kokusu gibi bir şey geliyor... (Soluk
soluğa koklıyarak) İnanolsun pastırma kokuyor... Aman rabbim esirgesin,
ne çabuk kediyi tuttular, pastırmayı ateşe vurdular. Ay, haram olsun da yarın
âhirette beş pençem yakanızda olsun.. Saygısızlar... Kedinin ağzında
buldunuz bir kelepir, bâri kokutmadan yeyiniz... Kokuyu aldıkça içime
baygınlıklar geliyor. (Avaz avaz haykırarak) Hacı neredesin; yetiş, kaç
gündür koklamaya bile kıyamadığımız o canım pastırmayı eller yiyor. Herif
yetiş... Hepsi kör boğazlarına gitmeden belki yarısını olsun kurtarabiliriz.
(Gene etrafı daha kuvvetlice koklıyarak) A, dayanamıyacağım doğrusu,
kalçam incinmek değil ya, küskütük kötürüm olsam yine kalkarım. (İki
eliyle tahtaya dayanıp kalkar. Biraz topallıyarak hemen helânın penceresine
koşar):

— Hû, Seher, civan kızım... Sana diyorum... Kimse yok mu orada?..


Fatma... Huriye... Hû, ayol hep neredesiniz? (Kendi kendine yavaşça)
Nerede olacaklar? Küçüğü, büyüğü hep pastırmanın başmdalar. İlâhi kör
boğazınıza kor düşsün... Ah pastırmam, ne tütüyor! Ne tütüyor!.. (Elini
koklıyarak) Ta kendisi, işte benim pastırmam... Tıpkı çemeni gibi kokuyor.
Deminden dilerken kokusu elime sinmiş... (Gene haykırarak) Kadınlar, hû!
Hep birden neredesiniz? Biriniz çıkın da bana cevap verin...

Komşudan bir sada:

— Ne var hoca hanım, ne haykırıyorsun?

. — Sen misin yavrum, Seher?..

— Benim, çabuk söyle; işim var. Çığlığını duydum; lokma ağzımda


sofradan kalktım.

— Yemek mi yiyordunuz?

— Evet...

— Afiyet olsun... Şey kızım, bir şey soracağım... Bizim Sarman oralarda
mı?

— A, ne bileyim ben?.. Kedi için sofradan insan kal-dirilir mı kuzum?..


Deminden şurada geziniyordu. Şimdi nereye gitti bilmem!..

— Ağzında bir şey yok muydu?

— Hoca Hanım, insanı zorla günaha sokarsın... Sorduğun şeye bak... O


(mundar) m ağzında ne olur? Öyle kedi yetişmesin... Her gün bu tahtaıpoşa
atlar, ağzında koskoca bir fare... Şuraya oturur, çıtır çıtır ziftlenir... Bütün
tahtaları kan eder. Her gün temizleriz. Komşu hatırı bir, iki... Bu daima
çekilir mi? Bir gün o kediyi yakalarsam imarete götürüp atacağım...
Ağzımda nimet, beni söyletme şimdi...

— Ya sizin «tekir» in elinden ben az mı çekiyorum?.. Kedi değil o, bir


(canavar), iki defa tel dolabımı paraladı. Benimki gene avcılıkla geçiniyor.
Hoş, onu Hacı ciğersiz bırakmaz ya... Hele Sarmanın bir kılma hatâ gelsin;
vallahi Tekiri bir kaşık suda boğarım... İşte sana bir de yemin... Neyse,
şimdi onları bırak... Bugün Sarmanın ağzında bir şey görmediniz mi?

— Karı, beni öğürtecek misin sabahleyin?..

— Neye öğürtecekmişim?.. Sanki ben bilmiyor muyum? Deminden hayvanı


tuttunuz, ağzındakini aldınız. Çoluk çocuk hepiniz şimdi kızartıp kızartıp
yiyorsunuz!.. Boğazınızda kalsın.

Komşudan bir vaveylâ:

— Anne, abla; yetişiniz... .Bakınız, komşu Nefise ne diyor?.. Karı bozmuş...


Biz her sabah Sarmam tutar, ağzındakini alır, kızartır kızartır da... Çoluk
çocuk... Ay, içim döndü...

Seherin bu müstekreh feryadı üzerine annesi, ablası hep tahtapoşa koşarlar,


henüz yutmağa vakit bulamadıkları ağızlarındaki lokmalariyle ne dedikleri
anlaşılmaz bir yaygaradır başlar... Fakat o aralık Hoca Hanım sokak
kapısının çatır çatır anahtarla açılmakta olduğunu işitince, hemen bu sövüp
sayma mevkiini terk ile sofaya kadar koşar. Henüz kapı açılmadan boylu
boyunca tahtaların üstüne uzanıverir; derin derin inlemeğe başlar... Önde
Hacı, arkada Gülsüm içeri girerler.

Zavallı Hacı, zevcesi «Nefise» Hanımın nasıl bire on katan


mübalâğacılardan, bir tarafını pire ısırsa akrep soktu diye haykıran
şirretlerden olduğunu bilir. Bilir ama ne yapsın?.. Kadın şuram sızlıyor,
buram ağırıyor diye keyifsizlikten şikâyet ettiği zamanlarda haddi varsa
herifceğiz bu martavallara kanmış görünmesin... Hastanın başından ayrılsın.
Her dakika hatırını sormasın... Sonra muhterem zevcesinden işitmediği
sitem, çekmediği tahammül edilmez üzüntü kalmaz. Nefise, vücudunun
ağrılarından bahsettikçe sözlerini ehemmiyetle telâkki ederek acır
görünmeli, teessüf izhar etmeli, teselli vermeli... Başı dırıltıdan kurtulmak
için Hacı, bu müdahene yolundan başka selâmet yolu bulamamıştı.
Binaenaleyh şirret karısını öyle boylu boyunca tahtalara serilmiş inler bir
halde görünce câlî bir telâşla:

— Vay hanımım, ne oldun?

— Ah, vah... Aman bittim... Hacı gel; bak karıcığının halini gör...
(Kalkmıya uğraşıp tekrar düşerek) Ay, ay... Sızı yüreğime vuruyor... Ne
mümkün; kalkamıyacağım... Taş kesilmişim. Hacı, acaba artık karma
kalkmak nasip olmıyacak mı? Hekimler, hocalar eline mi kalacağım?..

— Canım merak etme... Bir şey yok. Damar damara binmiştir...

— Aman, şimdi damarına beni söyletirsin... Nasıl bir şey yok?.. «Küt» dedi
aşığım yerinden oynadı. Sonra ığıl ığıl içimden bir âletim koptu, duydum.
Ah talihsiz Nefise!.. Anasının babasının bahtsız kızı-.. Hacı söylesene?..
Artık yerimden kalkamıyacak mıyım?.. Kalksam da koltuk değnekleriyle
mi yürüyeceğim?..

Gülsüm söze atılarak:

— A Nefise Hanım, çırpınma öyle... Sana yaraşır mı?

Çok şükür yaşını başını almış, okumuş kadınsın. Nen var elhamdülillâh!..
Azıcık şöyle doğrul bakayım...

Ağlıyarak:

—Ne mümkün kızım... Kalçamın sızısına can dayanmıyor... Hacı babanla


beraber ayağımdan tutun da kuvvetlice bir silkin. Belki aşığım yerine
oturur. Üzerine de bir (havacıva muşambası) yapalım, çabucak sarıverdim.
Bakalım nasıl olur?..

Hacı ile Gülsüm, hastanın sağ ayağına yapışıp şiddetle sarsarlar... Nefise
hançeresinin olanca kuvvetiyle ortalığı çınlatarak:

— A dostlar, bacağım bütün bütün kökünden oynadı. Ne aşığım kaldı, ne


kemiğim!.. Meğer evveli iyi imi-şim. Asıl şimdi bittim... Hacı, bana garazın
neydi?..
Diye bağırınca imamecilerin evinden gittikçe helânm penceresine yaklaşan
birkaç ses:

— Etinden et mi koparıyorlar, karı?.. Ne haykırıyorsun öyle?.. Şirret... Biz


kedinin ağzından fareleri alır da kızartırmışız, öyle mi? Haydi süpürge...
Çok şükür bizim soyumuz belli... Soyu sopu ne idüğü belirsizler... Büyücü
karı. Müşterisiz kaldıkça açlıktan fareleri, köstebekleri sen yersin... Yaptığın
büyülerle az karı kocayı birbirinden ayırmadın. Şıpşıpın Zehra hâlâ ağlıyor.
Gözünün yaşı dinmiyor. Karının kocasını elinden aldın, başka bir kadına
verdin... İki mecidiyeye karıyı kocadan ayırırsın. İki çeyreğe âşık
kavuşturursun. Gelen müşterilerden, perileri davet edeceğim diye bensiz
kara tavuk istersin... Gene götürür tavukçuya satarsın!.. Ya kör boğazınıza
tıkınırsınız...

Hacı baba pencereye doğru giderek:

— Haydi karılar, defolun oradan... Zavallı Nefise şimdi caniyle uğraşıyor...


Yerinden kalkamıyor. Bir tarafından bir tarafına dönemiyor. Ne hayâsızsınız
be...

Komşudan:

— Hay canı çıksın... Yerinden neye kalkamıyormuş

bakayım?.. Hep dolap... Deminden tıpış tıpış bu pencerenin önüne kadar


gelip de bağıran kimdi? Alık herif... O düzenbaz, büyü tenceresi kafalı
karının sözlerine inanıyor musun?..

Nefise, komşunun bu tefevvühatma cevap vermek için artık bacağının


sızısını unutarak, gayretine zevci Hacıyı, misafiri Gülsümü hayrette
bırakacak bir metanetle başını kaldırır, olanca müteneffirane feryadı ile:

— Hoşt oradan kaltaklar, hoşt... Köpek yestehlemekle deniz murdar olur


mu? Yağlıkçıların güveysi kâtibe, karısını boşattırıp kendi kızınızı
verdirmek için kaç defa elimi ayağımı öptünüz ama, Allah göstermesin, ben
o kötülüğü irtikâp etmem yoksa... Kızınız geceleri arka kapıdan içeri
misafir alırken siz ölü uykusunda mı yatıyorsunuz?..
Bu kavga gide gide o kadar kızışır, iki tarafın biribi-rine edepsizce
taarruzları o mertebeyi bulur ki, biraz evvel aşığının yerinden oynadığını
iddia eden Nefise Hanımda ağrıdan sızıdan, topallamadan eser kalmaz.
Besbelli hiddetle hepsini unutur. Mütearrızlara karşı muktedir olabildiği
müstehcen kelimeleri püskürmek için hemen yerinden kalkar, pencereye
yapışır... İki taraf, birbirinin ne dediğini anlamıyacak kulak yırtıcı bir
şematet içinde )o kadar bağrışırlar ki, Nefisenin de, hasımları kadınların da
artık sesleri kısılır. Zavallı Hoca Hanımın bir gayz har. harası ve infial ile
boğulmak tehlikelerine düştüğü bir sırada ihtiyat mevkiinde duran bir
muavin kuvvet gibi Gülsüm meydana çıkar. Nefiseyi pencere önünden
çeker. Evin tahta kaplamasına küt küt birkaç defa vurduktan sonra:

— O sizin yırtık kızınız düzgünleri sürüp sürüp de köşe penceresinden


göründü, göründü ama, onun yüzüne bakan plmadı. Yoksa o Sulukule
maşası kızınız kendi lâyığını arasın...

Hücumiyle feryada girişince kavga başka bir zemine dökülür.,. Muhasımlar,


her .iki /taraf ailesinin bilinir bilinmez, görünür görünmez ne kadar ayıplan,
vücudu olduk olmadık ne kadar rezaili varsa pencereden tahtapoşa, tah-
tapoştan pencereye tükürerek, kaplama tahtalarını yum. rukliyarak olanca
lisan fesahatleriyle saydılar. Birikirlerine karşı çirkin isnadatın her
türlüsünde bulundular. Nihayet levm ve teşni zemini darala darala şu
mudhik vâdiye döküldü.

Gülsüm:

— Susun artık dilenci karılar... Kedinin komşudan getirdiği pastırma ile


geçinen aç gözlüler... Yok yoksul kepazeler... Acaba neniz var? Nenize
güvenip de böyle cıyak cıyak bağrışıyorsunuz?.. Çamaşırsız karılar... Yazı
kışı bir gömlekle geçirenler... Tekne başında soyunup ip başında giyinen
zavallılar...

Birkaç ses birden:

— Oooh, kendini mi tarif ediyorsun a karı .. Çamaşır yıkadığımız günü {gel


de kör gözlerin görsün. Renk renk çamaşırlarımızla ipler donanıyor şöyle...
Yok yoksul niçin olalım?.. (Yumrukla kaplamaya vurarak) işte koskoca ev
sahibiyim; işte işte işte... Senin gibi koca bucağına büzülmüş sığıntı
değiliz... Haydi evine git, kaynananın pösteki-sini temizle... Kirletmiştir.

Hemen sesleri kısılıncıya kadar bu yaygaralar, bu mânâsız teşniat, devam


etti. iSövüp sayma ateşi iki tarafın erkeklerine de sirayet eyledi. Onlar da
biraz atıştılar. Nihayet mesele mahalle kahvesinde fasledilmek üzere mayna
oldu. Bu kavgada Nefise Hanımı müdafaa için Gülsüm elhak, beş altı
kadına karşı koyacak bir küfür cerbezesinde bulundu. Paydostan sonra
Nefise, komişüsu Gülsü. mün bu gayretini takdiren /birkaç defa yüzünden
öperek:

— Gülsümcüğüm, soy karısın, bilirim. Ama ne faydası var?.. Bir iyi


kocaya, bir kadın kaynanaya düşemedin ki... Onların elinden çekmediğin
kalmıyor. Seni o eve ge-

lin değil, sanki hizmetçi diye aldılar. O yatalağa bakmak kolay mı? Aaa.. iki
elim yanıma gelecek, doğrusunu her zaman söylerim. Şu Gülsüm bulunmaz
kızdır, derim. İşte Hacı daima işitir. Değil mi koca?..

Hacı, Gülsümün gıyabında, Nefisenin ağzından methe delâlet eder bir söz
işitmek şöyle dursun, bulunduğu zebandırazlıkları hatırlıyarak gülümsedi.
Herif bu tebes-sümiyle, ifaya davet olunduğu yalancı şahitliği yerine
getirmiş oldu.

Kavga esnasında Nefise Hanım, kalçasının sızısını unutarak arasıra


pencereden Gülsümün omuzundan aşıp aşıp haykırmış olduğundan,
şamatanın hitamında gene küskütük topal kesilmek pek uyamıyacağmı
düşündü. Sendelıye mendeliye yürüdü. Üçü de bahçe üstündeki küçük
odaya girdiler. Hiddetlerinin (bakiyesini teskin için birer ikişer yudum su
içtikten sonra mangala kahve cezvelerini sürdüler. Dereden tepeden söze
giriştiler. Öyle kavgalarla uyuşmuş olmaları, halecan teskini emrinde
kendilerine bir nevi idman vermişti. Çok bağrışırlar, yorulurlar; fakat çabuk
dinlenirler, her şeyi tez unuturlardı.

Gülsüm çarşafım üzerinden attı. Oradan eline geçirdiği bir başörtüsiyle


ortada hizmete girişti. Kahveleri pişirdi. Bir fincan Hacıya, bir de Nefiseye
verdi. Üçüncü-sünü de kendi aldı. Ufak minderlerin üzerinde mangal
kenarında bir sohbet sehpası teşkil ettiler. Söz arasında ima. meciler
ailesinin bir iki defa namı geçti. Nefise bu aile hakkmdaki gayz ve
teessürünü birkaç geyirti ile defederek:

— Bırakın şu süpürge karıların sözlerini.

İhtarında bulundu. Tuhaftır. Bu smıfa mensup kadınların muhakkirane gayri


mühakkirane bütün zarifane teşbihlerindeki benzerler hep ev eşyasına aittir.
Meselâ onların lisanınca süpürge, faraş, tandır, nev’i diğer ördek, ibrik gibi
kelimelerin malûm medlulleri haricinde

birer fesahat müeddaları vardır. Beğenmedikleri insanı kuyu çıkırığına,


kızdıkları kimseyi eski pabuca benzetive-rirler.

Komşuları imamecilerin aleyhinde ibriğin, öıdeğin, daha 'beliğ nevileri


sayıldıktan sonra Gülsüm dedi ki:

— Vah anacığım Nefise... Ben buraya niçin geldim?.* Bak ne kavgalar


çıktı! Hep benim talihsizliğimden..

— Sahi kız, nedir derdin? Başıma gelenleri duydun mu diye deminden


çırpınıp duruyordun?..

— Sus, sus Hoca Hanımcığım... Aklıma gelmiyen başıma geldi.

Nefise entarisinin yakasını ısırarak:

— Tüh, tüh... Dostlar başından ırak... Beni korkutma öyle kız, ne geldi
başına?..

— Ah bizimkinin ettikleri...

— Üstüne mi evlendi?

Ağlıyarak:

— Üzerime öyle şey yorma Hoca Hanımcığım.

— Eee, ne oldu ya?..


Gülsüm, entarisinin yeniyle gözlerini silerek:

— Dur anlatayım Nefise anacığım... Bugün sabah yemeğinden kalktık.


Sofrayı topladım... (Birdenbire sözünü kesip Hacıya dikkatli dikkatli
baktıktan sonra Nefisenin kulağına eğilerek) Anacığım, sana anlatacağım
şey büyük bir sırdır. Meydana çıkarsa sıonra kepaze olurum. Hacı babanın
ağzı sıkı mıdır?..

— Taşdelen şişeleri gibi sıkıdır. Yumruklamayınca açılmaz. Onu hiç merak


etme. Hem o şimdi uyur. Senin dediğini baştan nihayete kadar dinliyemez
ki... Aman dinle diye yalvarsan gene akimda tutamaz. Geçenlerde onunla
«Nafe» kürkümü Çarşıya tamire gönderdim de verdiği dükkânı unuttu.
Kürkü almağa gittiği zaman bir türlü herifi bulamadı. Sonra Çarşıya gittim
de ben buldum. Az

daha ana baba mirası kürkceğiiim elden gidiyordu. Değil mi Hacı?

Hacı baba esniyerek:

— Benim ne kabahatim var? Kürkçü dükkânı değiştirmiş...

— Acaba değiştirmeyeydi bulabilecek miydin? Bir gün Fatihe gidiyorum


diye Nuruosmaniyeye çıktığını biliyorsun ya?.. Neyse kızım Gülsüm, sen
derdini.anlat...

Gülsüm, Hacmin esniye esniye nihayet gözlerinin küçüldüğüne


memnuniyetle bakarak:

— Sahi anacığım, o şimdi uyuyacak...

— Uyur canım. Uyum,asa da dinlediğini unutur. Çıkrıkta ip kalmadı diye


bir aydır söyliye söyliye dilimde tüy bitti. Kapının önünde dinlediğini
köşebaşında unutuyor... Sen derdini anlat...

— Ha, ne diyordum? Bu sabah yemekten kalktık, sofrayı topladım.


Bulaşıkları mutfağa indirdim. Zaten kalktım kalkalı gezin ha gezin
vücudum hiç yer görmemişti. Allah eksik -etmesin, ev işi bu; bitip
tükeniyor mu? Tanrmın günü işte böyle didin ha didinmez misin?
Kaynanamın dırdırmdan kurtulmak için sokak üstündeki cum». balı küçük
odaya çıktım; mangalı önüme çektim; cezveyi sürdüm; belimi şöyle erkân
minderinin yastığına dayadım. Oooh, dünya varmış, rahat -varmış, (biraz
nefes ala. yım, kahvemi içeyim derken sokaktan bir satıcı sesi geldi. A
hanım bilmem ki satıcıların da türlüsü çıktı. İğneden (sürme) ye kadar şimdi
her şey mahalle arasında satılıyor. Bağıran herif kitapçıydı1; hani şu mahut
tulumbacı bozması, kıvırcık saçlı, küçük fesli, zembilli herif; biraz hımhım
gibi haykırır; şöyle bağırıyordu:

«— Yeni çıkma romanlar, hikâyeler, destanlar, tiyatrolar; şarkı


mecmuaları... «Düştü gönlüm aman Allah belâlısına» da var on paraya...
Kışlık mangallarını satıp Kâ-ğlthaneye giden kokorozlu hanımların hikâyesi
de var on

paraya... Komşusuna gönül verip Şirket vapurundan ken. dini denize atan
zavallı kızın hikâyesi de var on paraya... Yeyip içip minder çürüterek
kocasını iborca sokan tem. Ibel, pasaklı Gülsüm Hanımın (hikâyesi de var,
on para, ya...» ' (

Herifin bu son sözlerine iyice kulak kabarttım. Hele mıymıntıya bak! Yeyip
içip minder çürüten pasaklı Gül. süm Hanım kimmiş bakayım?.. Acaba
benim hikâyemi mi düzmüşler? Ben iş görmeden yanımı belimi alamaz bir
hale geldim; gidi utanmazlar, kendi evceğinde kendi yağiyle kavrulan bir
kadına bu iftirayı etmek revayı hak mıdır?.. A, dayanamadım; cumbanın
penceresini açtım; kitapçı ile Şöyle konuştuk: 1

«— Hû, kitapçı, buraya gel herif bakayım!..

Herif sırıta sınta başını yukarı kaldırarak:

«—Yeni notalarım da var hanım.. Şiveli, şiveli, şiveli, bu kantoyu ister


misin?

«— Kaç şiveli bu? O nasl şey öyle?., c— Meraklısı bunu) kitabından


saymış. Tamam altı defa şiveliymiş... Sonunda bir de ah varmış...

«— Bana şivenin lüzumu yok... j


«— Sabahtanberi yirmi tane sattım. Şimdi geçenler bunlar, hanım.. Uda da
geliyor, piyanoya da... Pek ustası kemana da uyduruyormuş... «Güzel
sevmekse kasdın, gel beni sev ey civanım» o şarkıyı ister misin?

«— Aman sus zevzek! Ben öyle çalgıya şarkı koyan kadınlardan değilim.

«— Ya sen mangala kömür koyan hanımlardan mı. an? öyleyse «Aşçı


kadınla vekilharcın diestanı» var. (Ma. kamla okuyarak):

Nazlı civan gel etme sen naz Âşıkına rahmeyle biraz

Acem kantosunu istemez misiniz?

«— Aman öyle şeyler istemem. O, minder çürüten, kocasını borca sokan


pasaklı Gülsüm Hanım kimmiş bakayım? Sen bana onu haber ver!..

«— Ha, o hikâye pek tuhaftır.

«— Ben tuhaflığım sormuyorum; o kadın kimmiş? Neredeymiş?..

«— Ne bileyim, hanım?

«— Bilmediğin şeyi ne satıyorsun? O masalı kim düzmüş? Kimin üzerine


düzmüşler?

«— Pek iyi bilemiyorum hanım ama, galiba Gülsüm Hanimin kocası


düzmüş...

«— Düzemez olsun... Gülsüm Hanımın kocası (...) dairesi kâtiplerinden


miymiş?

«— Ha ha, işte öyle, işte öyle... Kitabı okursan gülmeden bayılırsın. Bir
tane vereyim mi?

«— Bana öyle şeyin lüzumu yok.

«— On para bunun kemali, hanım...


«— Yazık değil mi onluğa? Ona vereceğime fındık alır da çıtır çıtır yerim.
Ekmek alır da kuçükuçulara doğrarım...

«— Ama hanım, hangi Gülsüm Hanımın hikâyesi olduğunu içinde


yazıyormuş. Şimdi aklıma geldi.

«— Kocasının da adı var mı?

«— O da var. Çocuklarmınki bile var.

«— Öyleyse bir tane ver...

Dedim; aşağıya indim; onluğu verdim; kitabı aldım. Hanım, sardı beni bir
merak; düşündüm, düşündüm; bir. denbire aklıma geldi. Geçenlerde
hastalandımdı da evi pek derleyip toplıyamadimdı; işte o aralık bizimki bir
gün: «Bu evin hali nedir? Pasaiklı karı! Biri bizim evin şu murdarlığını
görse, roman yapsa da satsa, para kazanır..» diye haykırdıydı. Zahir para
kazanmak için bunu kendisi yaptı. Ben o evde kaç senedir kendimi kul,
saçımı süpür, ge ettim. Kocamın bana bu işde bulunması lâyık mıdır, hbca
hanımcığım? (Ağlıyarak) Kendinden işittiğim tek. dirler, kaynanamdan
çektiğim eziyetler yetişmiyormuş gi-!bi, bir de kalkıp da bana böyle şeyler
yapmak günah değil mi? Odadan çıktım; kederden ne hale geldiğimi tarif
ede. mem. Ben öyle, ne yapacağımı bilmez bir halde dövünür, ken karşıki
odadan kaynanam:

«Yavrum gelinim! Kapımn önünden yemiş mi aldın? Ölmüşlerinin cam için


ıbiraz (da bana tattır; canım sıkılı, yor, azıcık çenem oynarsa (eğlenirim»
dilenciliği ile ard. sız arasız haykırmağa başlamaz mı? Aman bu karının bo.
ğazı Nefise Hanımcığm bir ibret... Mide değil o, süprüntü takatukasına
benziyor; yemiş buldu mu soymadan yer; nasıl eritiyor bilmem ki?.. A
hıoca hanımcığım, sana bir şey daha soracağım; bizimkinin soyunda dilenci
mi var. dır? Kaynanam insandan bir şey istiyeceği zaman hep ölmüşlerinin,
geçmişlerinin canı için ister.

Hoca hanım sırıtarak:

— Söz aramızda, kaynananın soyu Eyipte kurban di. lenciliği ederlermiş...


Onlar bizim gibi görmüş geçirmiş soydan değildir.
Hacı baba, kurban sözünü işitince gözlerini açmağa uğraşarak:

— Ne dedin? Eyipte kurban mı kesmişler? Zembili alıp gideyim mi?

Nefise hiddetle:

— Aman sen uyu... Geçen hafta yüz dirhem et için koca zembili parçalattın.

Hacı: ^ '

— Ne yapayım? Bir dilenci karısı var, kedi gibi üstü, me atılarak: «Senin
üstün başın temiz. O kurban payı bi. zim hakkımızdır» diye beni parçalıyor.

Nfise:

— Sürünesinin zoruna bak. Biz kurban eti alıyorsak, muhtaçlığımızdan, mı


alıyoruz? Kurban eti yemek sevap, tır da onun için...

Gülsüm, mahalle mektebindeki çocuklar gibi iki tara, fına sallana sallana
ağlıyarak:

— Nefise Hanım, sen okumuşsun; akıllısın; şöyle, bu işi kocam mı


yapmıştır? Yapmışsa niçin yapmıştır?

— A niçin olacak?.. Senin üstüne evlenmek istemiş, tir. Bakmıştır ki bir


günahm, bir kusurun yok. Evin için, de pervane gibi dönüyorsun. Seni
kötülemek için bunu yapmıştır... A onlar öyledir. Azıcık aylıkları kabardı
mı, ilk işleri evlenmek düşünme olur; cepleri şıkırdadıkça eski karıları
.gözlerine çirkin görünmeğe başlar. En iyisi benim Hacı değil mi? Tâ kaç
sene evveli İzmirdeki hala, smdan yirmi lira miras yediği zaman üstüme
evlenmeğe kalktiydı...

— ıSonra sen nasıl vazgeçirttin?

— Nasıl vazgeçirteceğim? Hemen o para ile evi tamir ettirdim. O .gün


bugündür Hacının elinde çok para bulun, durmam. Birkaç parası olduğunu
anlayınca hemen bir masraf kapısı açarım... înanolsun kocan Rıfkı
evlenmeyi kurmuştur da bu işi yapmıştır. Ya sen, alık karı! Sıkıntıyı çektin
çektin, bocana para biriktirttin; bilmez miyim? Onun aylığı elli kuruşken eti
kasap dükkânlarında kok. fardınız; ,ayda mayısta evinize ancak birtakım
dertli ciğer girerdi; her sabah imaretten çorba getirir; içine bol tuzu biberi
basardınız; o kaynar çorbayı ağzınız burnunuz haşlana haşlana fodla ile
yerdiniz; evce hiç birinizin be. tinde benzinde kan kalmadı; rahmetli
görümcen kanlı basurdan gitti; neyse siz yaşadınız. Herifin aylığı iki yüz,
iiç yüz, dört yüz oldu. Elli daha arttı; hâlâ sofranızdan o fodla, kâsenizden o
çoıfea kalkmadı. Ne oluyorsunuz? Kırk paraya âlâ francala gibi ekmek
veriyorlar; aldırın bir koyun başı; kaynatm; söğüşüpi yeyin; suyuna da ko.
yuca bir çorba yapın, azıcık yüzünüze renk gelsin» Nedir o kuru fasulya!
İçinde bir avuç kırmızı biber; yaz, kış o adama ne yapar kızım? Böyle idare
edeceğiz diye yeme, diniz, içmediniz; herif aldığı aylığı biriktirdi; aldığını
bi. riıktirdi; şimdi çkmecesi doldu; elbette evlenmeğe kalkar zâhir. Dört yüz
elli kuruş bu! Her gün şeker yeseniz bit. mez; hani, paranızda gözüm
olduğu için söylemiyorum.

— Sahi! Hoca hanımcığım sahi! Meğer sen bana dost, mşsun. Şimdiye
kadar bana kimse böyle söylemediydi!.. (Herkesler) bana, kocam idare ,et;
çek, çevir; bucağınızda beş on paranız bulunsun dediler. Kül yedik, hamur
dedik; ekimizi kimseye belli etmedik. Aşçı kadınlar, muhacirler arkalarına
kadife hırkalar yapındılar; benim sırtım daha öyle şey görmedi. (Kocasmın
yazdığı şeyi koynundan çı. karıp hoca hanıma uzatarak) Al şunu bak, oku;
kocam bana neler yazmış? A talihsiz Gülsüm! dinle, dinle; koca, nm
yazdıklarını kulakcağızmla işit!

Hoca Hanım gözlerini kırpıştı ra kırpıştıra sera a meyi süzerek: ,

— Pa pa pa sak... Ay kızım, çıkaramıyorum. Orada höcrede gözlüğüm var.


Ver ıbakayım... (Gözlüğü takarak her kelimeyi kesik telâffuz ederek)
Pasaklı Gül1 Gülsüm.

Gülsüm vaveyla ile:

— Ah anacığım, şimdi orada Gülsüm mü var?

— Evet yavrum! Ah, o senin hain kocan... Huda bilir onun yazısı... Ben
Rıfkınm yazısını tanimaz miyim hiç?..-(Yazılan gözlüğe yaklaştırarak) îşte
Gülsümün vavma ıbak. Başı kuş gözü gibi delik... Gülün (g) si de Ramazanı
şerif mahyalanndaki «Safa geldin» in (g) şine benziyor.
Hoca Hanımın bu müdekkikane izahatını can kulağı ile dinliyen Gülsüm:

— Oradaki Gülsümün gözü sakat mı anacığım? Öyleyse o ben değilim.

— Sakat değil, delikli vav ile yazılmış... Kocanın ya.

zısı öyledir. Hep yazdığı vavlann başlarım güve yemiş gibidir.

— Allah aşkına saklama Hoca Hanımcığım. Şimdi oradaki Gülsüm ben


miyim?

Nefise Hanım kemali ciddiyetle:

— İşte sana kefiyle vaviyle ispat ediyorum. Niçin gizliyeyim? ,

Gülsm makamla ağlıya ağlıya,: (

— Böyle kocanın yazdığı vavm da gözü kör olsun, kendinin de... (Eliyle
sinesini göstererek) Ah, burama bir ateş yapıştı, a dostlar!..

Hacı baba, diıhen dirhem kestirdiği uykudan yine gözlerini açarak:

— Acıklı bir şey mi var? Ne bağrışıyorsunuz?

, O aralık içriye mırıl mırıl Sarman girer. Nefise maşayı alıp fırlatarak: , ,

— Gidi seni sürünesi maymun seni!.. Pastırmamı öyle takimiyle


imamecilere yedirdin de şimdi için rahat etti mi? Al bakayım....

Gülsüm:

— Anacığım, şimdi Sarmanı bırak. Şunu bana anlat...

— Sarmanı nasıl bırakayım? Bizim iki günlük nafa. kamızı götürdü. Onun
umurunda mı? Karnı acıkınca gider, bir deliğin başında bekler, işini
uydurur. Biz ne yapalım? Daha bakkala pastırmanın borcunu vermedik.

Hbca Hanım gönülsüzce yazılara bir göz gezdirerek:


— Kızım Gülsüm, beni şimdi nafile zorlama, öfkeden zihnim pek karışık...
Ne okuduğumu anlıyabileoeğim; ne de sana anlatabileceğim. Bunu şimdi
bana bırakır gidersin. Ben zihnimi topladıktan sonra şöyle dikkatli bir
süzerim. Kocan ne haltlar yemişse sana yarın, yahut öbür gün anlatırım.
Mümkün değil, şimdi zihnime bir şey girmiyor... ,

Gülsüm, aldığı va’de intizardan başka çare olmadığını görerek çekildi,


evine gitti. ,

2
TUHAF BİR DOLANDIRICILIK

Nefise Hanımın «Hoca» unvanına bakıp da kendini muallimelerden


zannedenler aldanırlar. Harekeli yazılan heceliye keçeliye biraz çıkarır.
Âşık Garip nev’inden taş basması hikâyelerin bazılan ezberinde gibidir.
Bu» malûmat ve mahfuzatmın yardımile gazete filân okumağa yel. ■tenir
ama, kıraate uğraştığı ibarelerin hemen yüzde doksanı benzetme, yakıştırıp
da uydurma sözlerdir. Meselâ bir gazetede «Karnaval» kelimesini görse
derhal (kar) ın önüne bir (I) ilâve eder, (naval) m (L) sini (R) ye tahvilde hiç
beis görmez. Bu kelimeyi «Kan ne var?» suretinde okuyuverir. Bu nâkıs,
gülünç, uydurma okuyuşu ile büsbütün kara cahil olan komşu kadınlara
malûmatfüruş. luk eder. Mahallede âdeta allâme geçinir, pu hocalık sıfatı
Nefisenin ilminden, fazlından ziyade püfçülüğünden kinayedir. Baş
ağrısına, sızıya, kulunca, ısıtmaya okur. Püfçülük etmek istiyenlerin
ağızlarına tükürerek icrayı san’ate icazet verir. Konuya komşuya kurşun
döker. Bazı sevda illetlerine püf eder. Şirinlik muskası verir. Fakat bu cihet
biraz gizlidir. Ücreti de kulunç muskası gibi de. ğildir; pahalıcadır.
Birilbirine girift iki müselles çi. zer, fırıldak gibi bir şekil vücuda gelir.
İçerisine L, M, (3 ve uzun kefler yazar. Şeklin ortasını birtakım rakamlarla
doldurur. Kargacıklar, burgacıklar, ve çivi hattına benzer bir şeyler
resmeder. Bunun adı «Mührü Süleyman» dır her şeye iyidir. Fakat yarı
belden aşağıda olan süfli ma. razlar için iktimal edilemez. Yedi kat
muşambaya sarıldıktan sonra bu muskanın takılma merasimi de tuhaftır:
Deniz kenarına gidilecek; kıbleye karşı durulacak; ağrı.
yan uzvun üzerine muska asılacak; arkaya bakılmadan geri dönülecek.
Yolda ıbir bildiğe tesadüf edilip de «nereden geliyorsun?» suali vârit olursa
«Derya kenarına var. dım; derdimi suya attıan; muskamı taktım;
geliyorum.» Cevabı verilecek.

Muhabbet muskalarının tılsım suretleri bütün bütün başka: Gündüzden


Hoca Hanıma okunulacak; o gece yine nefeslenmiş şekerle hazırlanmış
şerbet içilecek; akşamla yatsı arasında döşeğe girilecek. Muska baş
yastığının altına konularak sağ tarafa yatılacak; âlemi mânada her ne
görülürse sabahleyin Hoca Hanıma anlatılacak. Hoca ka. dm bu rüyadan
müşterinin vergisine, servetine nazaran uzun yahut kısa ahkâm çıkaracak;
zavallı safdili yolabildiği kadar yolacak...

Nefise böyle baş ağrısına okumadan başlıyarak mu. faabbat muskaları


tertibine kadar san’atinde terakki ve istidat eseri göstermişti. Lâkin namı
hayli senedir bulunduğu mahallenin hududunu pek tecavüz edemiyordu. Bir
san’atin erbabı ne kadar çoğalırsa o işten edilecek kâr o nisbette inkısama
uğrıyacağmdan, Nuruosmaniye, Çarşı, kapısı gibi işlek mahallerde birçok
püfçü Hacı babaların türemesi böyle Nefise Hanım nev’inden san’atini
evinde icra eden yerli üfürükçüleri kesada uğratmıştı.

Zihninde halledilecek /bir müşkülü, kalbinde bir dileği bulunanlar,


sokaktan, caddeden geçerken, av düşürmek için kurulmuş örümcek ağları
gibi pencerelerine türlü acip şekillerde «vefk» 1er, «Mührü Süleyman» 1ar
yapıştırılmış üfürükçü dükkânlarını görerek haydi oralara dalıyorlar; Nefise
Hanım gibi hücra mahalledekileri aramak külfetine pek lüzum kalmıyor.
Hacetleri olanlar için İstanbul kaldırımlarında" bakla, iskambil falından
tutunuz da, divitleri bellerinde, çekmeceleri önlerinde rem-mal efendilere
kadar falcılığın jher nev’i (hazır. Onluğu yahut kuruşu toka et; o söylesin
sen dinle... Hava tüfekleri ile bir atışı on paraya olan nişancı dükkânları
giıbi sözler hedefe isabet etse de on paraya, etmese de... Asıl maksat
müşterilerin ne geçmişinde, ne de geleceğinde. O, onluğun veya kuruşun
başında... Bu emirde falcmm, remmalm baklalara, iskambillere yahut kâğıt
üzerine çektiği çiziklere bakarak ve kırk dereden su getirerek yumurtladığı
bin mânalı incilere şaşmaktan ziyade lisanımızın en sade beyan şivesinden
haberi olmıyan ıbu Hintli, Mağrıplı heriflerin yan anlaşılır garip
cümleleriyle safdil halkı kandırarak nafaka celbine muvaffak oluşlarına
taaccüp etmelidir. Bunlann içinde öyle dil bilmezleri, öyle lisan düşkünleri
var ki, Beyazıtta Bakırcıların üst tarafında oturan, bal rengi yeldirmeli,
şakağı lâdenli şişman falcı om lara nisbet zamanın edibesl gibi kalır.

Zavallı Nefise, kurşun dökmek, korku damarına, ağrıya sızıya okumakla


karin doyuramıyordu. Muhabbet muskalarına gelince, o mahalledeki kızlar,
delikanlılar yek-diğeriyle gönül alıp vermekte Hoca Hanımın üfürüğüne
muhtaç görünmüyorlardı; hariçten, uzaklardan gelenler de ender oluyordu.
Son zamanlarda Hoca Hanımın maişeti o kadar daraldı ki, (Sadberk)
S’abbek ismindeki yetişkin kızını bir konağa beslemeliğe vermeğe mecbur
oldu. Zevci Hacı bir iş, güç sahibi değildi; karısı kazanır o yerdi. Ekmek,
peynir, pastırma, sucuk, ne bulurlarsa onunla iktifa ederek, işte öyle geçinip
gidiyorlardı. Fakat Hoca Hanımın eline şaşkın bir av düşerse biçareyi o
kadar insafsızca yolardı ki, kıpkızıl kalmayınca bırakmazdı. «Dostluk
kantarla, alışveriş miskalle» darbımeseli Nefise Hanımın hareket düsturu
edindiği hakimane sözler, den olduğu için Gülsümün gösterdiği hikâyeyi
besbedava okuyuvermedi. «Bu bende kalsın da îyice süzeyim, ne oldu,
ğuınu sonra sana haber veririm» demesi, onu intifa vesilesi etmek için vakit
kazanmak maksadına mebni idi.

Yoksa bir gece değil, kırk gece süzse doğru meal istihraç edebilmesi imkân
haricindeydi.

O gece Hoca Hanım, o bııakılan şeyi ne süzdü; ne de eledi; hattâ eline bile
almadı. Çünkü o harekesiz satırları okuyamiyacağım biliyordu. Fakat
Gülsümü kandırmak için tertibi lâzım gelen şeytanlığın kubbesini hazırladı.
O geceyi üzüntüler içinde geçiren Gülsüm, keyfiyeti an. lamak için
sabahleyin erkenden Nefise Hanımın evine kendini dar atarak sordu:

— Hoca Hanımcığım, meraktan çatlıyorum. O masalı bizimki mi yazmış?


O Gülsüm ıben miyim? Karısını ne diye kötülemiş. Çabuk söyle...

— (Müteessirane) Zavallı Gülsüm, sana dün söyle, medim mi? Masalı


kocan Rıfkı Efendi yazmış. Ben söyle, diğimde yanılır mıyım hiç?..
Dediğim noktası noktasına gleldi çıktı. Evet, kocan yazmış; bunun böyle
olduğuna beş parmağımı basarım. Fakat kızım, sen şimdi işi mey. dana
vurma; gizli tult; kocanın niyeti bozuk. O evlenmek üzere... Sözü kesmiş,
işi pişirmiş; içim sana acıdı. Düşün, düm, taşındım. Şuı Gülisüme (bir
.analık edeyim, (dedim. İyi saatte olsunlaı, onlarla görüştüm.

Gülsüm, Hoca Hanımın iki eline sarılıp şapır şapır öperek: 1

— Görüştün mü anacığım? Ne diyorlar? İyi saatte olsunlar; onlar da


Gülsüme acıyorlar mı?

— Acıyorlar, acıyorlar.

— Hay ömürlerine bereket Eksik olmasınlar... Lâkin Hoca Hanımcığım,


kocam nerede evleniyor? Kimi alıyor?

— Dur; her şeyin yolu, erkânı var; sırasiyle hepsini anlarsın. Acele etme.

— (Ağliyarak) Benim ne kabahatim varmış?.. Kocam üstüme niçin


evleniyormuş?

— Senin hiç bir kabahatin yok. Kocan para biriktir, miş, çekmecesini
doldurmuş. Onun için evleniyor. İnsanın parası bol olunca bir kürkü varken
bir daha almaz mı? İşte bu da öyle.

— Parası pek çok muymuş? Ne kdar biriktirmiş?

— Tamam yüz seksen beş mecidiye...

— Hay gözünün bebeği sönüp de sürünesi herif!.. Ge. çen günü bir
mecidiye ver de ayağıma bir terlik, oğlana da bir hırkalık alayım diye o
kadar yalvardım. Param yok dedi; seksen yemin etti. (Ayağını kaldırıp yırtık
terliği, ni göstererek) Bak, evde bu, taşlıkta bu, komşuda, yaban, lık,
gündelik hep bu terlik. Bana yazık değil mi? Taba, nımdan soğuk işliyor,
sancılara uğruyorum...

— Kızım, sende kabahat. Al paralan da güzel güzel giyin kuşan...

— Vermiyor, nasıl alayım ayol?..

— Nasıl vermiyor? Sen istemenin yolunu bilmiyor, sun. Kendini naza çek;
dirhem dirhem sat; akça pakça genç kadınsın; yüzünü gözünü biraz derle
topla; sözlerini yapmamak için birer bahane bul; herifi üz; yalvart. Bak o
zaman sana avuç avuç mecidiye vermeğe nasıl mecbur olur?..

— Bu dediklerin geçti Hoca Hamm. Evveli gerekti. Biz herifle işte bildiğin
gibi alıştık. Bundan sonra nazla, mrsam dinler mi?

— Öyleyse kabahatini bil de, kocam üstüme evleni. yor diye hiç yırtılma,
çırpınma...

— Bu yüz seksen beş mecidiyeyi nereye saklamış?

— Evvelâ Bedestene götürmüş. Sonra düğün masrafı etmek için oradan


almış.

— Ay, evleniyor mu? Düğüne başlanmış mı?

— A., alık karı; demindenberi sana söylediğim lâkırdıları nerene


dinliyorsun? Sözü kesmiş, işi bitirmiş diye bar bar bağırıyorum....

Gülsüm acıklı feryatlarla Hoca Hanımın ayaklarına kapanarak:

— Nefiseciğim, ne olursa senden olur!.. İyi saatte ol. şunlara bu düğünü


bozdurtamaz mısın?

— A kız, benim de uğraştığım niçin ya?.. Bozdurma, ğa uğraşıyorum...

— Aman kulun, halayığın olayım Nefise... Vakit ge. çirmeden hemen işe
başla...

— Mümkün olsa bu gece bozdururum...

— Mümkün olsa ne demek? Mümkün değil mi?

— Vakt - ü - halinizi biliyorum kızım; ben senden kendim için on para


almam. Neye alayım? Böyle sevaplı bir iş için kırk yıllık komşumdan ücret
mi alacağım? Fa. kat yavrum, ufak tefek nezirler var; onlar verilmeyince işe
başlanılmaz.
— Onlar neyse söyle. Ne yapıp yapar, bulur buluşturur veririm. Ben herifi
çok severim; üstüme evlenirse sonra aşkından çldırırim. (Söyle, söyle ne
kadar para lâzım? Bu ufak tefek .nezirler (on on beş kuruşla olmaz mı?

— A!.. On on beş kuruşla olsa ağzımı açıp da sana para lâkırdısı bile
etmem...

— Canım, ne kadar gider?

— Ufak tefek dediğime bakma, çokça gider kızım. «Davet» yapacağım.


Seninkinin gömleğini tütsüye koyacağım...

— Bunlar, çok mu yerler, içerler?

— (Münfeilâne) Kız sus, onları insanlara benzetme... îyi saatte olsunlara en


âdi bir davet beş altı liradan aşa. ğıya olmaz...

— A Hoca Hanımcığım, kendimi satsam o kadar para bulamam. Kaç kişi


davet edeceksin? Sofrayı nereye kura, çaksın? Biz oğlanı mektebe
başlattığımız günü iki yüz kuruşla bütün mahalleliyi doyurduk. Senin
perilerin ne kadar boğazlarına düşkünmüşler...

— (Hiddetle) Kız sus, öyle bilir bilmez söylenme... Başımı derde mi


uğratacaksın? Bu akçanın içinden kendi.
t

me on para alacaksam on türlü yara çıkarayım. A!.. İyilik yüzünden bazan


insan maraza uğrarmış. İşte bu iş de öyle... Kocan evlenecekse benim neme
lâzım? Varsın evlensin. Allah dirlik düzenlik versin...

— Ayaklarını öpeyim Hoca Hanım, öyle söyleme. Herif evlenirse benim


halim ne olur? Bunca seneden sonra sıcak aşıma soğuk su mu katılsın?
Cahilliğime ver. Ayıp değil ya, bilmiyorum; ondan bundan bazan perileri
davet lâkırdısını işitiyorum ama, kaç kişi gelirler? Ne yerler? Sevdikleri
yemekler hangileridir? Bunlara nasıl sofra kurulur? Bilmiyorum.

— İşi öyle pek derin karıştırma... Onları davet için tütsü yakmak lâzım.
Amber yakacağım; amberin dirhemi kaça oludğunu, bir davette ne kadar
yakıldığım bilir misin?..

— Ne bileyim?

— En aşağıdan dört yüz kuruşluk amiber gider. Bana inanmazsan git;


kendin al...

— A, niçin inanmıyacağım Hoca Hanım!..

— Öyleyse evvelâ sen şu dört yüz kuruşun yolunu bul. Öte tarafını da
ondan sonra düşünelim...

— Benim için, fıkaradır, dört yüz kuruşluk amber yakamaz, desen olmaz
mi?

— Onlara böyle şey söylenir mi ayol... Aman çılgın karı, git başımdan.
Başka bir hoca bul da derdini ona anlat...

Gülsüm ye’sinden iki avuciyle yüzünü kapıyarak oturduğu yerde sallana


sallana:

— Ah, ben dört yüz kuruşu nerede bulayım?

— Hiç satılacak bir şeyin yok mu?


— Var... Ufak tefeğim var ama, evden anam, kaynanam, kocam duyarlarsa
bana ne derler?

— Mal senin değil mi? Onlar ne karışır? Hem ne var ne yok anlamak için
her gün gelip de senin sandığını sepetini karıştıracak değiller ya? Satarsın
da onlara haber vermeyiverirsin... Kolay satılacak nen var, söyle baka,
yım?..

— İki tane gümüş bileziğim var. Vaktiyle beş mecidiyeye almıştık...

— A kız, onlar ne tutacak? Haydi bugün tutsun tutsun da üç mecidiye


tutsun... Dört yüz olmak için altmışın üzerine daha çok para eklemek
lâzım!.. Şöyle bir iyice düşün bakayım... Para eder daha nen var?

— (Derin derin düşünerek) Bilmem?.. İki tane akik yüzüğüm var...

— Mal diye haber verdiği şeylere bak! Onlar ne ede. cek?.. O kırkar paralık
yüzükleri geç... Şöyle sandığını, dolabını, kocanın çekmecesini gözünün
önüne getir de bir etraflıca düşün bakayım... Öyle akik yüzükle, bilezikle iş
bitmez...

Gülsüm düşünür düşünür... Birdenbire bahada ağır bir mal keşfettiğini imâ
eyler ,bir tavırla Hoca Hanımın boynuna sarılarak:

— Var, var!.. Daha var...

— Ne var?..

— Gümüşlü kemerim var!..

— Kaça almıştınız?

— Bilmem, kızlığımda onu bana babam almıştı.

— Epey ağırca mı?

— Ağırca... Kullandığım zaman belim ağmr...

— Haydi beş mecidiye de onu sayalım...


— A!.. Ziyade eder Hoca Hanımcığım...

— Canım neme lâzım! Ziyade ederse fazlası senin... Daha daha düşün...

Biçare Gülsüm yutkuna yutkuna düşünür. Fakat boy. le aceleyle yükte hafif
pahada ağır başka bir şey bulamaz... Hoca Hanım, düşünmekte Gülsümü
pek yalnız bırakmaz. Birdenbire sorar: ?

— Kız hani senin kumru göğsü, yanar döner canfes, ten paçalığın
vardı; ne oldu o?

— Duruyor...

— Onu da satsak olmaz mı?

— A, paçalığım ayol... Düğünümün yadigârı... Onu kıyamadan nasıl


satayım?..

— Hay alık hay... Kocan üstüne evlendikten sonra p esvaıbı giyip de


kimin karşısında salınacaksın?..

— A, öyle ya! Bak aklım var mı? Kocamı elimden kaçırmıyayım da


bana paçalık da o, kemer de o, para da o, değil mi?

— Paçalığın acaba ne eder?

— Bilmem...

— Vaktiyle kaça çıktıydı?

— İyi aklımda kalmadı ama, galiba iki yüz elliye, üç yüze doğru
olacak...

— Eski biçim, tek etekli değil mi? Kaç senedir san. dikta dura dura
buruşmuş, sandık lekesi de olmuştur. Zenneciler şimdi ona çok para
vermezler. Haydi onu da yüz kuruş tutalım...

Gülsüm, dalgın dalgın: ı '


— Hepsini hesapla bakalım, ne tutuyor? Dört yüzü dolduruyor mu? i !
I

— Altmış kuruş bilezikler, beş mecidiye kemer, beş de paçalık; hepsi iki
yüz altmış kuruş tutuyor. Dört, beş yüz olmiya hayli para lâzım... Daha
düşün kızım, düşün. Kocan elden gitmeden iyice düşün. Sonra
dövünürsün ha... Sana yedilik yapmadılar mıydı?

— Yapmadılardı.

— Hay mürüvvetsiz koca hay!.. Yüz görümlüğün ne oldu?

— Yüz görümlüğüm küçük bir gül yüzüktü. Bizimki paraca sıkıntıda


kaldı; onu birkaç defa rehine koydu, çıkardı. Nihayet sattı...

— O senin hakkın, niçin sattırdın? Gül yüzüğün du. raydı, şimdi ne kadar
işimize yarardı? Hayırsız kocan, sende »bir şey bırakmamış ki... Şöyle elini
şakağına koy da adamakıllı bir düşün bakayım... Sandığında, çekmecende,
kıyında bucağmda daha nelerin var? Kocan elden giderse sonra kırk yıl
düşünsen, dövünsen akça etmez...

Gülsüm hakikaten elini şakağına kor, sandığını sepetini gözü önünden birer
birer geçirerek düşünür. Nihayet gözleri panldıyarak:

— Buldum. Buldum, ama benim değil, annemin...

— A, annenin olsun... Ne zararı var? Ana kız arasında teklif mi olur?..


Nedir o? Küpe mi, saat mi?

— Ne küpe, ne saat... Doğrudan doğruya para...

— Kız, paranız varmış da demindeıuberi niçin söylemiyorsun? Beni


üzüyorsun!..

— Benim değil, Hoca Hanımcığım; annemin... Bakalım verir mi?

— Niçin vermesin? Para bulunur ama, kızma bir daha Rıfkı gibi koca
bulunmaz. Kaç kuruş? Çabuk söyle...
— Tamam dokuz mecidiye... Üç senede biriktirdi; bir beze bağladı; iki
düğüm yaptı; sonra o çıkını bir keseye koydu; o kesenin ağzını da
düğümledi; tekrar keseyi de başka bir beze koydu; üzerine üç dört düğüm
vurdu; sandığın dibine attı. Ölümlük dirimlik diye saklıyor. îki üç
mecidiyesini ver diye kaç kere yalvardım; mümkün değil vermiyor; hastalık
sağlık bizim içindir; hasta olunca hekim, hoca parası edecek elimizde bir
mecidiye bulun, muiyor, diyor...

— A, işte iyi ya! Bu da hoca parası kızım... Zevkimize' safamıza


harcetmiyeceğiz. Eyülbe giderek türbe bahçesinde kuzu yeyip salıncak
sallanmiyacağız ya?.. îki yüz altmış kuruş, dokuz mecidiye daha, dur
.bakalım ne etti? îki yüz altmışın üzerine dokuzun beş mecidiyesini
koyduğumuz gibi üç yüz altmış eder. Geriye ne kalır? Dokuzdan beş
eksilince (parmaklariyle sayarak) dokuzdan bir çıktı, sekiz kaldı. jSekizden
de bir çıktı. Yedi kaldı. Yediden de bir çıktı; altı kaldı; altıdan bir çıktı; beş
kaldı. Beşten bir çıktı. Dört kaldı. Tamam dört mecidiye kalır. Beş mecidi.
yemiz yüz eder. Yüzden tamam on, yirmi kuruş eksilirse seksen kalır...

Hoca Hanım, bir hayli uğraşarak, o tadat edilen eşya satılır, Gülsümün
annesinin sandığı dibinde dokuz düğüm altında, fakir, bir ailenin
uğrıyabileceği bütün kaza belâlara karşılık olarak üç senedir uyumakta olan
o dokuz mecidiyenin de münasip bir surette aşırılmasına muvaf. fakıyet
hâsıl olursa mecmu paraların miktarı dört yüz kuruşa baliğ olacağını on
parmağı ile belki on defa he. saplıyarak meydana koydu. «Dört yüz kırk
kuruş» Hoca Hanım bu yekûnu üç dört defa tekrar etti. Azlığını imâ ederek
dudaklarım büke büke:

— Yetişmez ki...

Gülsüm ye’sinden kıpkırmızı kızararak:

— Niçin yetişmiyor Nefise Hanım? Dört yüz kırk kuruş az para mı?

— Gözlerini aça aça dört yüz kırk kuruş deme öyle! Kızım, cahilsin, akim
ermiyor. İyi saatte olsunlardan mal sakınılır mı? Gücenirlerse sonra yirmi
hra da sarfetsen davetine gelmezler...

Gülsüm ağlıyarak:
— Ben onlardan sakındığım İçin söylemiyorum. AL lah gönlümü biliyor
ya!.. Fakat yok anacığım, yok... Yok da onun için... Sen annemin dokuz
mecidiyesini de hesa. ba katıyorsun. Bakalım kendisi vermeğe razı olur
mu?

— Sen anana şimdi hiç bir şey söylemezsin; sandığa bir anahtar filân
uydurursun. Parayı oradan alırsın. Zaten üç senedir sandık dibinde öyle
kapalı duruyormuş. Anana bir lüzumu olmamış; o para ile kocam kurtarırız.
Sonra anan duyarsa duysun, ne diyecek? Rıfkıyı elden kaçırmamış olduğu
için paranın gittiğine yerinmez, vallahi sevinir. Bize bir de Allah razı olsun
der... Fakat iş orada değil... Bu para elvermez. Benim satacak bir şeyim olsa
komşu hatın bu; ne olur? Götürür satar, işini bitiriveririm... Yok ki... A, iyi
aklıma geldi. Ananın şah! Kız, ananın şalı!.. Hani beline bağlardı, o eski
şal., ne oldu?

— (İçini çekerek) Onu çoktan sattık Hoca Hanım...

— Vah, vah... Canım, böyle günlerinizi niçin düşün, mediniz?..

— Hoca Hamm, siz bir daha hesaplayınız bakalım.

— A karı, dört yüz kırk kuruşun dönedöne nesini hesap] lyayım? He


mbakalım o kemerlere, bileziklere, entarilere bizim burada tahmin ettiğimiz
fiyatları çarşıda verecekler mi? Bakalım evdeki pazar çarşıya uyacak mı?

— Ayaklarını öpeyim anacığım. O fiyatları verilmiş gibi farzet de bu davet


için daha ne lâzım, onu hesapla...

— Ben dört yüz kuruşluktan aşağı tütsü yakamam... Çünkü gücenirler.


Sonra gelmeyiverirler. O birkaç kuruşun da heba olmuş olur. Bak ben sana
her şeyin doğrusunu söylüyorum.

— (Boğulur gibi bir teessürle) Peki, dört yüz kuruşluk tütsü yakacaksm...
Ondan sonra ne lâzım?..

— Yedi okka şeker...


— Tatlı mı yapacaksın? Yedi okka şeker çok değil mi? Sokaktan hazır
ekmek kadayıfı, baklava alsak olmaz mı?

— Hayır, tatlı yapacak değilim. Şerbetlik kırmızı şeker alacağım.


Şerbet yapacağım. Bahçedeki büyük incir ağacının altına dökeceğim.

— Haydi bir mecidiyelik şeker diyelim... Daha ne lâzım?..

— Rensiz düz siyah bir horozla iki tavuk...

— Bir horozla iki tavuğu kaça verirler?

— Bensizler pahalıdır. Tavukçu onları mahsus ayırır. Onar kuruştan aşağıya


;alamayız.

— Yirmi kuruş şeker, onar da tavuklar, ne etti?

— (Parmağı ile hesaplıyarak) Elli..

— Ah, yüreğim (hazal) yaprağı gibi titriyor. Daha ne lâzım?..

— Yedi dolaptan yedi çekirdek fare tersi toplıyacak. sın; yedi komşunun
havanında döveceksin. Yedi çeşmeden yedişer damla su alacak, o siyah
toızu yuğuracaksm...

Gülsüm sevinerek:

— Oh, ıbu bedava... Öyle ya fare tersi de para ile olmaz ya?..

— Kız dur, acele etme... Bu hamur, yedi fırında pişecek...

— Fırıncılar koca tepsi böreği altmış paraya pişiriyorlar... (Eliyle


göstererek) Bu< şu kadarcık fare tersi... On paraya pişirirler. Ey, sonra?.. İ

— Sonra bu hamur yedi terazide tartılarak yedi bölüğe ayrılacak... Her


bölüğü bir çeyrek mecidiye ile bir arada ufak çıkınlara bağlanacak.
Sabahleyin gün doğmadan yedi köşe başına bırakılacak...

— Çeyrek koymasak da kırkar para koysak olmaz


mı?

— Olmaz. En fıkaracası çeyrektir. Mecidiye koysan olur... Lira daha âlâ


uyar... Fakat çeyrek mecidiyeden aşağısı olamaz...

Gülsüm meyusane:

—■ Bu fare tersi işin içine karıştırılmasa da olur zannederim... İyi saatte


olsunlar öyle şeyi ne yapacaklar? O sokaklardan sabahleyin en erken
geçenler bu çıkınları, toplarlar. O (mundar) şeyleri atarlar, çeyrekleri safayı
hâtırla harcederler...

— Bende kabahat ki sana her şeyi böyle bir bir söylüyorum. O fare
terslerinin hassasını sen sonra görürsün;

onlar kocanın alacağı öteki karıyı, yani sana ortak olacak kadını çirkin
göstermek içindir.

— Çıkınlara beraber sarılan çeyrekler ne içindir?

— Elinin körü içindir... Nezirsiz iş olur mu kız?

— Dört yüz kuruşluk tütsü... Yirmi kuruşluk şerbet.. Otuz kuruşluk horoz
tavuk, şerbeti «güle güle içsinler, tavukları afiyetle yesinler. Bunlara o kadar
kızmıyorum. Lâkin o fare tersi ile bir araya bağlanan çeyreklere doğrusu
esmam yanıyor.

— Haydi kızım, haydi işine... Böyle ileri geri sözlerle kendini de beni de iyi
saatte olsunlarm hışmına uğratacaksın...

— Ne yapayım anacığım? Tütsüden tut da tâ tavuklara kadar hesap uyuyor.


îlle bu fare terslerine para kalmıyor... Şimdi bunun için işimiz bozulacak.
Kocam evlenecek mi? (Baş parmağının tırnağını dişine takıp çıtlatarak) işte
artık bir param yok. Ne satacak var, ne alacak var...

Bir müddet sükûtla geçer. Yekdiğerinin yüzüne derin derin bakışmaktalar


iken Hoca Hanım bir kahkaha kopararak:

— A postal, niçin yok!.. Hani oğlanın nazar takımı? «Maşallah» lı altını?..


Hoca Hanımın bu son keşfi üzerine hiddetten Gülsümün yüzü gelincik gibi
ateşin bir renge girer. Deminden beri zihnini işgal edip de sakladığı,
vücudunu bildirmek istemediği nazar takımının Nefise tarafından böyle keş.
fediliverdiğine çok kızar ama, iyi saatte olsunlardan mal saklanılıyor mu?
Onlardan gizlemek kabil olsa bile Hoca Hanımın haris nazarından
kurtarmak mümkün oluyor mu?.. Karı eliyle koymuş gibi Gülsümün
sandıklarındaki eşyayı biliyor. Gûya Rıfkı Efendi ailesinin iflâs defterini
tanzim ediyormuş gibi her malın asıl fiyatını soru.

yor, sonra yüzde kırk elli tenzilâtla satış pazarına çıkarı-yor...

Bin mücadele, bin hesapla davet masarifi, satılacak eşya tutarı ile tekabül
ettirilir. Artık keyfiyet bu sayılan şeylerin bir bohçaya konularak evden
çıkarılmasına, bir de on düğüm altındaki dokuz mecidiyenin sandıktan aşı.
rılmasma kalır... Hoca Nefise Hanımın kavlince o para şimdilik gizlice
alınacak, güveysinin evlenmekten kurta. rılmasma sarfedildiği için sonra bu
sirkate Gülsümün anası, «Allah razı olsun, iyi ettiniz de parayı sandıktan
aldınız, Rıfkıyı kurtardınız» diyecek!

Hoca Hanım işi bir kere bu neticeye getirdikten son. ra hemen işi aceleye
getirerek der ki:

— Haydi kzım Gülsüm, eve koş; bileziklerini, keme, rini, oğlanın nazar
takımını bir çıkına koy; paçalığınla beraber hepsini bir bohçaya sıkıca
bağla; dokuz mecidiyeyi de kimseye sezdirmeden al; gel. Buradan çıkalım;
beraber Çarşıya gidelim; satılacak şeyleri satalım; alınacakları alalım;
hatırına bir şey gelmesin. Ne aldığımızı, ne verdiğimizi hep gözlerinle gör;
böyle işde vakit geçirmeğe gelmez* Bugün akşamdan seni tütsüliyeyim;
okunmuş şeker vereyim; onu şerbet yap; yatarken iç. Daha söyliyeceğim
şeyleri tarifim gibi yerine getir. Bu gece mümkünse kocanla bir odada
yatma; ayrı bir yere çekil. Gece rüyanda kocanı, ortağın olacak karıyı,
düğün yapı, lacak evi, el’ane (an’ane) siyle hep görürsün. O eşyaları
sattığımıza, parayı sandıktan aldığımıza ne kadar isabet ettiğimizi o zaman
anlar, elimi ayağımı şapır şapır öyer. sin. Ben de bu gece daveti yaparım...
Düğünün önünü alırız. Hattâ düğün kurulmuş olsa bile kocana güvey
girmek nasip olmaz. Fakat yavrum, kocana, anana, kaynanana hiç bir şey
sezdirmeğe gelmez. Sakın ha; sonra çarpılır,, kuyu çıkrığına döneriz.

— (Taaccüple) Kocam evleneceğini masalda haber veriyor da biz sanki


niçin saklıyalım?

— O evleneceğini pek üstü kapalı haber veriyor; onu yalnız ben


anlıyabilirim. Bana türlü şey sorup durma öy. le; bu gece rüyanda hepsini
göreceksin...

— Kocamı elden çıkarmamak için, her şeyi anlamak işitiyorum.

— Sen işi bana havale et. Pek öyle ince eleyip sık do. kuma... ,

— Pekâlâ, bildiğin gibi olsun.

Bu karar üzerine Gülsüm evine gider; paçalığını, bi. leziklerini, kemerini,


oğlunun nazar takımını bir bohça, ya kor.

Kaynanası zaten kötürüm, yerinden kalkıp da evin içinde olam biteni


göremez; oğlu Vefa mektepte bulunur. Kendi annesini de:

— Kötürümü ben beklerim. Haydi anacığım, komşu Sabire Hanıma git de


iki çift lâkırdı edersin, için açılır...

Diye evden savar. Annesi, sandığının anahtarını ne. reye sakladığını


Gülsüm bildiğinden, gider orta kattaki odada kerevetle ot minderin arasında
duran anahtarı alır; sandığı açar; çıkım çıkarır; koynuna kor; kaynanasının:

— Oğlanın yemişinden biraz kuru üzümle leblebi varsa kuzum Gülsüm


getir...

Diye haykırmasına hiç kulak vermeden sokağa çıkar. Soluğu Nefise


Hanımın evinde alır. Bir gün evvel kalçam incindi, aşığım çıktı diye bar bar
bağıran karıyı çarşaflan, mış, müheyya bulur.

Sokağa çıkarlar; doğru Çarşıya, mezat yerine gider, ler. Bohçadaki eşyayı
beş aşağı üç yukarı satarlar. Hâsıl olan esmana mâhut dokuz mecidiyeyi de
ilâve ederler. Hoca Hanım, Gülsümün gözü önünde tamam dört yüz
kuruşluk ak amber alır. Gülsüm öyle ufak tefek kırıntı, lara bu kadar para
verildiğine hayret eder. Horozu, ta.

vukları, şekeri o günü hep alırlar. Ertesi günü Hoca Ha. tnmın amberciye
giderek bir mecidiyesini herife terketmek üzere üç yüz seksen kuruşu geri
aldığından Gülsümün haberi olmadığı cihetle mahir bir göz bağlayıcı gibi
böy. le her şeyi gözü önünde alan Nefise Hanımın hüsnüniye. tinden,
muavenetinin doğruluğudan artık hiç şüphe etmez.

Nefise Hanım o akşam Gülsümü okur; üfler; şerbet, lik şeker, başı altına
konacak bir muska verir. Daha bir takım acaip nasihatlerle, uykuya yatırır...
Ertesi günü Gülsüm, Nefisenin evine koşar. Hoca kadın somurtkan bir
suratla sorar:

— Kızım, bu gece rüyanda ne gördün?

— Birtakım minasebetsiz, sıkıntılı şeyler...

— Gördüklerini tarif edemez misin?

— Korkuyorum...

— Niçin?..

— Çünkü bizimki, kemerimi, paçalığımı, bileziklerimi, çocuğun nazar


takımını sattığımı, annemin sandığından para çaldığımı haber almış!..

Hoca Hanım büyük bir telâşla:

— Kız sahiden mi haber almış?

— Hayır rüyada...

— Öyle söylesene ya!.. Sonra?..

— Sanki hep bunları duymuş.. Bir sopa yakalamış, üstüme yürüyor. Ben
kaçayım derken haydi ayağım kayı-veriyor; merdivenden taşlığa kadar
yuvarlanıyorum... Arkamdan hemen yetişiyor. Basıyor sopayı... Ben dayak
yerken kaynanam o kadar hoşlanıyor, o kadar gülüyor ki tekmil üstünü
başını, pöstekisini kirletiyor...

— Sonra ne oluyor?..

— Kocamdan yediğim dayaktan sonra kalkıyorum, kaynanamın üstünü


başım soyuyorum... Sıkıntı içinde ka. lıyorum. Derken annem:

— Utanmaz kahpe, sen benim sandığımdan paramı

çalmışsın. İlâhi analık hakkım, emzirdiğim süt helâl ol. masın... '

Feryadiyle üstüme hücum ediyor. Nereye kaçacağımı şaşırıyorum. Başı


açık sokağa fırlarken oğlum Vefa etek, lerime sarılarak «anne, ben
nazar takımımı isterim» diye avazı çıktığı kadar bağırıyor, ağlıyor... Bu
haller arasında bir de uyanıyorum ki kan terlere batmışım.

Hoca Hanım çatkın bir çehreyle:

— Sen kızım, içine şüphe getirmişsin; ötekiler bu ge. ce beni de biraz


hırpaladılar. Gülsüm gibi, özü doğru ol. miyan bir kadının işine bizi
niçin karıştırıyorsun? tekdi. rinde bulundular...

— Şüphelenip de ne yaptım anacığım? Paçalığımı verdim, kemerimi,


bileziklerimi...

Nefise Hanım, Gülsümün sözünü keserek:

— Kız sus... Paçalığım, kemerim diye öyle sayıp dök. me; onların
gücüne gidiyor.

Dolandırılan eşyayı kale aldıkça türlü tekdirlere uğ. nyan zavallı


Gülsüm, kocasının evlenmesine dair kat’î malûmat almak için bir hafta
kadar Hoca Nefise Hanımın evine gider, gelir. Her gün bir başka
suretle iğfal edilir; her akşam rüyaya yatırılır. Ne yazık ki âlemi
mânadaki gördüklerinden, sadra şifa verecek bir doğru haber zuhur
etmez; safdil Gülsüm, Nefiseye şöyle yalvarır:
— Hoca Hanımcığım, işte rüyamda doğru bir şey gö. reniiyorum, bari
sen (gördüğünü, bildiğini söyle; merak, tan kurtulayım.

Nefise kaşlarını çatarak:

— Bana izin yok. İlle sen kendin göreceksin. İçine şüphe getirme.
Özünü doğrult, görürsün.

Bir müddet de öyle geçer. Nihayet Gülsüm bir sabah çırpma çırpma
gelerek der ki:

— Gördüm Hoca Hanımcığım, bu gece gördüm. Ko. cam evleniyor.


Yerebatan taraflarında bir eve güvey gir.

meğe hazırlanıyor. Ağlıya ağlıya uyandım. Hattâ bizimki o hain herif,


Gülsüm, ne oluyorsun? diye sordu; dayana, mayıp hepsini söyliyecektim.
Fakat senin tembihin aklı, ma geldi. İyi saatte olsuoıları gücendirmemek
için bir şey söylemedim; sancım tuttu, dedim.

— Söylemediğine iyi etmişsin kızınî... Sonra işin bo. zulurdu. Evet, bana da
öyle ayan oldu...

— Sana da öyle ayan olduysa artık vakit geçirmeğe gelmez; nasıl


bozulacaksa şu düğünü bozalım...

— Yok... Bu iş öyle aceleye gelmez. Senin, benim de. diğimiz olmıyacak;


onların dediği olacak.

Hoca Hanım o mevhum evlenmeyi, düğünü daima müphem bir şekilde


bırakarak işin tamamiyle tezahürü iki yüz kuruşun sarfına vabeste
olduğunu, kalbine hiç şüphe getirmeden bu paranın da tedariki lâzım
geldiğini Gülsüme anlatır; evinden yine öteberi çaldırır, sattırır, îliklerini
emercesine zavallı kadmı iki yüz kuruş daha vurur... Bu son vurgundan
sonra Nefisenin verdiği acaip haber şu olur: : ;

— Yerebatanda mı? Çukurıbostanda mı? Çukurha-mamda mı? Yoksa


Çukurçeşmede mi?.. İşte böyle çukur bir* mahallede kocan bu hafta
evleniyor...
— İyi saatte olsunlar bu düğünü bozmiyacaklar mi?

— Bozacaklar, fakat acele etme... îşi bana bırak...

Gülsüm evine gider. Artık kocasının hey haline, tav.

nna, sözüne dikkat eder Filhakika kocasının evleneceği, ni işrabeder bazı


emarelere tesadüf eyler gibi olur. Ko. cası ne harekette bulunsa Gülsüm
onu, herifin evlenmek üzere bulunmasına bir alâmet olarak telâkki eder ve
bu zanlarını gitgide müz’iç bir hakikat şekline sokar. Nihayet Hoca Hanıma
koşarak:

— Nefise, kocam elden gidiyor. Düğünü iyi saatte ol. şunlara


bozdurtacaksan bozdurt... Hafta başına üç gün

kaldı. Dayanamıyorum. Onlar bozmıyacaklarsa müsaade etsinler, ben


bozdurtacağım...

— Sakın ha!.. Kendi başına işe kalkışma, sonra üstü, müze uğratırsın...

— Öyleyse sen bozdurtacaksan bozdurt... Artık vakit kalmadı...

— A., her şeyin yolu erkânı var. Hoppadak olur mu? İçine misk karıştırıp
bolca bir şerbet daha yapmak lâzım. En aşağıdan yüz kuruş gider...

Gülsüm dövünerek:

— Yüz kuruş değil ya, artık yüz para bile bulamam.

— A kız, bu kadar para sarfolundu. Yüzdük yüzdük de kuyruğuna geldik...


Şimdi yüz kuruş için bu iş geri mi kalsın?..

— Bulamam; Hoca Hanım bulamam.. Mümkün değil... Satacak bir şeyimiz


kalmadı. Konudan komşudan hırsızlık mı edeyim?

— Neye hırsızlık edeceksin? Koca evde yüz kuruş edecek artık bir şey
kalmadı mı?
— Kalmadı... Mutfaktan liğeni, kazanı mı çalayım?

— Anamn saati ne oldu?

— Duruyor... Babamdan bengüzar bir gümüş saat. Annem onu hiç yanından
ayırmaz. Gündüz koynunda gece baş yastığının altında durur.

— Bir tasımına getir, .alıver. Evdir bu... Gelen giden çok olur. Kimin aldığı
belli olmaz ki... Senden şüphelen, mek kimsenin aklına gelmez...

Uzun mücadelelerden sonra saati aşırmağa Gülsüm razı olur. Evine gider.
Anasının etrafında dört döner. Bu sirkati gündüz yapmağa muvaffak
olamaz. Geceyi bekler. Gece annesi uykuda iken elini yastığın altına sokar;
tamam çalacağı esnada kadın uyanır; yastığının altını niçin karıştırdığım
kızından sorar: «Bizimkinin saati durmuş, onu düzeltmek için senin saate
bakmağa geldim» cevabını verir. Gülsüm odadan çıkar, para edecek bir
şey bulmak maksadiyle mutfağa varmcıya kadar evin her tarafım
dolaşır, fakat bir şey bulamaz. Son meyusiyetle annesinin odasına bir
daha başvurur. Saati çalarken bu defa da ya. kayı ele verir. Sirkat
niyetini belli etmemek için annesine .karşı bu hareketini birkaç suretle
tevile kalkar. Fakat kadıncağız, kızının tavırlarındaki garabetten,
halecandan şüphelenerek Gülsümü bileğinden yakalar:

— Kız, senin halinde bir tuhaflık var; ne oluyorsun? Hiç böyle gece
yansı gelip de yastığımın altını karıştırdığın yoktu. Hem bu gece bu
ikinci gelişin...

Sualini sorunca Gülsüm şaşalar. Kaç zamandır, der. dini açmak için bir
sırdaş arayıp da Hoca Hanımın tehdit belâsı buna mâni ola ola zavallı
kadına son derecede bir dolgunluk gelmiş olduğundan, artık ne sırnm
saklamağa, ne de göz yaşını zapta takat getiremiyerek sel gibi göz
yaşlarını akıta akıta annesinin kucağına atılarak:

— Ah anacığım, anacığım... Kaç zamandır ben ne çekiyorum, başıma


gelenleri bilmiyorsun. Bizimki üstüme evleniyor. îyi saatte olsunlara bu
düğünü bozdurtmak için bu evden çalıp götürmediğim şey kalmadı.
Diye sızlanarak macerayı evvelinden âhırına kadar anlatır. Annesi neye
uğradığını bilemez. Hemen gidip da. madını uyandırarak bir âlâ
donatmak ister. Fakat Hoca Hanımın kat’î tembihi, kendi izni
olmaksızın bu sırrın vaktinden evvel açığa vurulmaması merkezinde
olduğunu musırrane beyanla kadını bu fikrinden vazgeçirir. GüL süm
söyler, ağlar. Hikâye tamam üç çıkın içinde düğüm, lerle tılsımı dokuz
mecidiyenin sandıktan çalındığını tafsiline gelince annesi de artık göz
yaşlarım tutamaz. Söyleşirler ağlaşırlar. Annesini kendinden ziyade
teselli, ye muhtaç gören Gülsüm nihayet der ki:

— Anneciğim, artık ne söylemek para eder, ne de ağ. lamak. İyi saatte


olsunlara verdiğimizi verdik. Şimdi iş

yüz kuruşa kaldı. Bu fedakârlığı da edebilecek miyiz?.. Bu uğura saatini de


feda ediyor musun? ,

— Dokuz mecidiyenin üstüne bir de babandan bergü-zar kalma kırk yıllık


saati veremem. Ben nezirleri hep iyi saatte olsunlarm isteyişlerine
benzetemiyorum. Bu işin içinde Hoca Nefise Hanımın da arsızlığı var
zannederim. n

— Aman anneciğim, içine şüphe getirme, sonra işimiz bozulur.

— Bu saati de versek, yine bunun üzerine Nefise Ha* nımın yüz kuruş daha
istemiyeceğine emin misin?

— Bilmem...

— îşte bunu anlamalı.

Ertesi gün Gülsüm, Hoca Hanıma gider. Saati getirdikten sonra başka
masarif zuhur etmek ihtimali olup olmadığım sorar. Nefise Hanım bu
muhtemel masarif kapısını bir türlü kapamak istemiyerek:

— Buna dair kesen kes bir söz söyliyemem kİ...

Cevabını verir. Gülsüm bu haberi gizlice anasına getirir. Perşembeye, yani


vukuu ihbar edilen düğüne de iki gün kalır. Ana kız o gece hiç uyumazlar.
Anası der ki:

— Kızım, aklım başına topla. Kocanın halinde ben hiç evlenmeğe hazırlık
alâmeti görmüyorum. Azıcık sabret. Eğer bu cumartesi gecesi kocan her
zamanki gibi buraya, gelirse bu işin sırf yalan olduğu meydana çıkar. Hoca
Hanımın hilesi anlaşılır.

Gülsüm dövüne dövüne:

— Ya gelmeyiverirse?.. O zaman bana olur mu olanlar?.. Böyle bile bile


herifi kendi keyfine bırakalım da gitsin güvey mi girsin?..

Annesi, kızını sabır ve teenniye davet için çok uğra, sır. Lâkin başa
çıkamaz. Ya o yüz kuruşu bulûp buluşturarak Hoca Hanıma götürüp
vermek, yahut diğer bir sureti müessirede düğünün tehirine teşebbüs etmek
hususunda Gülsüm ter ter tepinir.

Üç senede biriktirdiği dokuz mecidiyenin bir türlü acısını unutamıyan kadın


hiddetle kizna der ki:

— Kalk çarşaflan. Önüme düş bakaym. Eğer bu evlenme oyununun .aslı


faslı varsa, kimseye on para verme, den ben düğünü bugün bozarım...

— Nasıl olur anneciğim? Sonra Hoca Hanımı, dolayı, siyle ötekileri


gücendiriveririz.

— Onlar benim dokuz mecidiyemi aldırdıkları vakit gücenip


gücenmiyeceğimi düşündüler mi?

— Onlarla şaka olmaz anneciğim...

— Sen çarşaflan önüme düş. Ben kimse ile şakalaşa. cak değilim. Dosdoğru
bir iş göreceğim...

Bu sefer Gülsüm, annesini ziyade hiddetlendirmekten korkar. Nâçar


çarşaflanır. Sokağa çıkarlar. Hoca Nefise Hanımın dernek mahalli olarak
birer karışık surette ha. ber verdiği çukur mahallelerden dolaşmak üzere
Yereba. tandan başlıyarak Çukuıfoostan, Çukurçeşme, Çukurha. mam
mahallelerini birer birer gezerler. Her gittikleri mahallenin bekçisini bularak
önlerindeki (perşembe) ye '(o mahallede düğün olup olmadığını sorarlar. Bu
dört mahalleden yalnız Çukurçeşmenin bekçisi o hafta icra olun, mak için
hazırlığı görülen yalnız bir düğün olduğunu ha. ber verir. Zifafhane olacak
evi bekçiden sağlık alırlar.

Hoca Hanımın böyle keşfinin sabit olmasına ana kız hayrette kalırlar.
Meraktan, haleeandan Gülsümün eli ayağı titrer. Neyse bin gayretle yürür.
Sağlık aldıkları düğün evine kadar gelinler; kapıyı çalarlar. İçeri girer
girmez, daha taşlıkta Gülsüm düşer bayılıverir. Evdekiler neye uğradıklarnı
bilemezler. Düğün tedarikine, dikişine yardım etmek için konudan
komşudan genç, ihtiyar birta. kim kadınlar oraya gelmiş olduklarından ev
kalabalıkça bulunur. Kimi elinden dikişini, kimi biçkisini, kimi na.

kışım, kimi ütüsünü ibirakarak taşlıkta bayılan bu yabancı kadının başına


üşüşürler. Her taraftan sualler yağar. Gülsümün anası bar bar bağırarak:

— Ne olacak hanımlar?.. Galiba haftaya düğününüz var?.. Fakat niçin iyice


araştırıp sormazsınız?.. Size damat olacak herif evli... (Eliyle Gülsümü
göstererek) İşte karısı... Bir de nur topu gibi oğlan var. Onu da evde
bıraktık...

Orta yaşlı, oyalı yemenili bir hanım:

— Bu düğün için ayın son çarşambasında söz kesildi. Bir gün geriye
bırakın, bu işde bir uğursuzluk olacak, de. dim; kimselere söz
ianlatamadım...

Şişmanca bir hanım merdivenin son basamağına oturup alnından nohut


tanesi ıgibi ter dökerek:

— Ne büelim a kardeş?.. Güvey olacak o herifin mahallesinden yedi


komşuya sorduk. Hepsi hüsnühaline şahadet ettiler; ergendir dediler...

Gülsümün anası:

— Ah o komşularımız!.. Hepsi yere geçsin. Bize garezlerine size yanlış


söylemişler... En iyisi Nefise değil mi? Bu düğünü bize haber vermek için
tamam hin kuruşa yakın paramızı aldı...
Bir habeş kadın telâşla ortaya çıkarak:

— Kız anası bayıldı. Eczacıya haber gönderin... Bir doktor gelsin... Zavallı
kadının fena çarpıntısı kalktı...

Şal örneği hırkalı bir hanım:

— A, bayılmaz mı? Âleme kepaze oldular gitti. Yarın çarşamba, öbür gün
perşembe... Bu kadar hazırlık... Bu iş ne olacak şimdi?.

Merdivenden paldır küldür pemıbe entarili bir hizmetçi kız inerek:

— Büyük hanım emrediyor. Güveyin burada çamaşır bohçası, daha nesi


varsa hepsi şimdi geri gitsin, diyor...

Diğer bir şada; ı ' ilil


On gün sonra Mâil, Kalpakçılar başından geçerken Ş
— Beyefendi, böyle kapalı pek sıkılıyorum; beni ke
Mâil, nefsinden geçmek derecesinde bir yüksek feda
Diğer bir şada; ı ' ilil

— Beyefendiye haber... Mehmet hemen kaleme koşsun...

Başka bir ses:

— Gelin hanım nerede ayol?.. O zavallı ne yapıyor?.. Neredeyse bulun.


Belki biçare kendini pencereden filân atıverir, dikkat edin...

Üşümek bahanesiyle gençlerin birinden iğreti alarak omuzuna dantelâlı


gümüşî bir pelerin örtmüş, kısa boylu bir kocakarı, nevazilli gibi bir sada
ile:

— Gelin yukarıda... Hani onu süslemek için tutulan madama yok mu? İşte
onun karşısında... Önlerine kutu kutu beyaz tozlar, merhemler koymuşlar.
Bunların frenk. çesi kreme mi, karalama mı? Ne karın ağrısı ise işte birer
adları var. O süsçü baş bağlayıcı madama işe üç gün evvelinden başladı.
Süsçü mü, tımarcı mı, o karı nasıl şey bilmem?.. Kızın yüzünü biraz
temizleyiniz diye madamaya söyledim. Ellerini böyle sallıya sallıya
reddetti. Alafrangada yüz yolmak ayıpmış... Aman varsınlar dinlemesinler...
Zaten yapıştırma yok, bimem ne yok; şimdiki gelinler hiç bir şeye
benzemiyorlar ki... Yalnız yüzlerinde yarım okka «kakarava» ile toz...

Kucağında memede çocukla "gezinen bir taze, bu çe. nesi düşük kocakarıya
hitaben:

— Aman Sabire Hanım, şimdi o sözlerin sırası mı? Evin içini görmüyor
musun, ne halde? Alan taran oldu!.. Güveyi evliymiş... Bunu, karısının
üzerine alıyormuş...

— ESvliyse ne yapalım?.. Ortak üzerine varanların canı yok mu?


(Muhatabasımn kulağına eğilerek yavaşça) Evde kalmış yirmi beş yaşında
koskoca pepeme kızı da başka kim alır? Kısmetim çıksın diye gitmediği ne
Tezr-veren Dede kaldı, ne Elekli Dede kaldı!.. Birkaçına beraber gittim...
Bu sene de varamıyaydı, artık dama çıkacaktı..* , I
Yukarıdan, çenesi kıvnk diğer bir kocakarı iner. Sa. bir Hanım, bu yeni
gelen hanimnineye: (

— Yukarıda gelin ne yapıyor?

— Ne yapacak? Süsçü kokona badanayı tatil etti. Ge. lin yüzünü pencereye
dönmüş, hazin hazin ağlıyor. Süs* çüsü de düşünüyor...

Böyle her ağızdan bir türlü söz çıkmakta iken ne hal ise evin erkeği yetişti.
Bayılanların ayılmasına uğraşıldı. Zavallı kız; babası, Gülsüm Hanıma bazı
sualler iradiyle keyfiyetin esasını »anlamak, tetkik etmek istedi. Fakat ne
mümkün?.. Gülsüm, sorulan tek suale cevap vermek için tâ Rıfkıya nasıl
vardığından başliyarak göz yaşı tufanı içinde zait tafsilâta girişiyor,
a
;meseleyi birtakım k dm tâbirleriyle dolu haşviyata boğuyor, sözler bir türlü
anlaşılır bir intizama giremiyordu. Gülsümün annesinden her ne sorulsa
alınacak cevap şundan ibaret oluyordu:

—Ben o dokuz mecidiyeyi sandığa koyduğum zaman son düğümü


bağlarken galiba -besmele çekmeğe unutmuşum. İşte .onun için
,mecidiyeciklerim en sonunda Nefise, nin perilerine kısmet oldu... Ya
oğlanın nazar takımı? Altını tam yirmi beş kuruş eksiğine bozdurmuşlar...
Bugün biz sizi bulamıyaydık, kül oluyorduk... Nefise bizi arkamızdaki
gömleğe varıncıya kadar soyacaktı. (Koynundan saatini çıkarıp göstererek)
Kocamın yadigârı gündüz koy-numda, gece baş yastığımın altında durur.
Dikiş kaldı, bu saat de gidiyordu. Ya kızın paçalığım hiç sormaynız.
Kalpakçılarbaşmdan Andonakiden, hani sokak başındaki o Geyikli
dükkândan aldıktı. Arşını on beşe mi, on altıya mı? İşte öyle, işte öyle bir
şey... Kumru göğsü, mum gibi yanar döner... Sekiz dokuz sene evveli... O
zaman öyle geçiyordu: Tentenesi, atlası, kurdelâsı; düğmesi; astan; fi. lâm
festekizi hep bizıden; dişsiz Katinaya bir avuç para verdik diktirdik. Karı
dişsizdir ama, dikişine uyar yoktur. Makinede çıtır çıtır üzerine hiç el
vurulmamış gibi öyle temiz dikti. Ya cuma günü kıza ne de yaraştıydı.. Ne
açtıydı hanım .. Bu canım esvabı kaça verseler beğenirsiniz?.. Seksen üçe
mi ne? O savatlı bilezikler, kemerler hep gitti. Ah, kız da, ben de içler acısı
olduk...
Ev sahibi böyle lâkırdı fırtınası içinde kalarak sordu, ğu suale muvazzah bir
cevap almağa muvaffak olamayınca, o meyusiyetle yine Gülsüime hitapta
muztar kalıyor, bu sefer Rıfkınm zevcesinden dinlediği' hikâye teranesi
şöyle başlıyordu:

— O gece şerbeti içtim. Muskayı başımın altına koy. dum îlh... ,

Biçare kız babası saatlerle uğraşarak Gülsümle annesinin sadetten hariç


irtibatsız, belki mânâsız sözleri için, den maceranın zübdesini biraz
anlıyaibildi. Sellemehüsse. lâm evden içeriye girerek daha taşlıkta bayılan
bu şaşkın kadınlan temin, tatmin için dedi ki:

— Hanımlar, nafile telâş ediyorsunuz. Bu işde büyük bir yanlışlık var.


Nafile yere hem kendiniz üzüldünüz» hem de bizim evin halkını fena
halecanlara düşürdünüz. Ben size ne sorarsam ona cevap veriniz. Fazla
sözün lüzumu yok. (Gülsümün annesine hitaben) Hanım, sen bu taze
kadının validesi misin?

— Evet...

— Sözlerime sen cevap ver, kızın sussun. Pek lâkırdı kalabalığı oluyor.
Biribirimizi anlıyamıyoruz. Fakat şunu da rica ederim ki, o dokuz
mecidiyeyi artık bahse katma. Nefise Hanım mı almış, perilere mi vermiş?
Orası bize lâzım değil. Şimdi sözlerime iyi dikkat et. Evleniyor diye telâşa
düştüğünüz adam kim bakayım?

—'Kızımın kocası, benim de güveyim... Evleniyor diye Hoca Nefise


Hanımın...

— (Telâşla) Kızının kocası, işenin de güveyin.. îşte orada dur. Lâkırdıyı


budaklandırma... Güveyinin ismi nedir?..

— Rıfkı Efendi... Babasının evlâdı yaşamazmış, bu beşincisi mi ne?..


Evvelâ (babası oğlunun adını Yaşar koy. muş... Sonra mahallede çocuklar...

— Suuus, hanım ilerleme rica ederim. Sorduğum sualde kal. Sizin Rıfkı
Efendi esnaf mıdır, ketebeden mi?
— Esnaf değildir. Ketebeden de değildir. Kaleme gi. der...

— Hangi kaleme?..

— Ben o kalemin adım daima unutuıum. (Gülsüme hitaben) Kız, ne


kalemiydi o?

Gülsüm — Koçan kalemi!..

Efendi — Hangi dairenin koçan kalemi?

Gülsüm — A... şey... Hangi dairenin olacak? Kapısının üstünde koca tahta
var.

Efendi — Hangi semtte bu daire?

Gülsüm — Canım, Aksaraydan tramvaya bin... Beya. zıtta in. Dön geri.
Sonra orada bir sokak var, geceleri iki keçeli gazlar yanıyor...

Efendi — (.....) dairesinde mi?

Gülsüm — Ha ha, işte orada.

Efendi — Şimdi gördünüz mü bir kere hatânızı? EV. velâ benim kızımı
alacak zatın ismi Rıfkı değil, Salim... Saniyen bizimkinin memuriyeti
büsbütün başka yerde... Kendisi henüz yirmi iki yaşından ziyade yok. Hem
de er. gen... Bu zatla sizin Rıfkı Efendi arasında tamamiyle ayrılık var.

Henüz ayılarak aklını biraz başına toplamış olan kız anası öteden haykırıp:

— A, beyefendi, adı Rıfkı olsun Salim olsun, ne olur, sa olsun... Ben o


adama artık kız vermem. Bu ne kadar karışık iş? Hoca hanımlar, periler,
paçalıklar, çıkın içinde mecidiyeler; tütsüler... Bu kadar lâkırdı karıştıktan
sonra ben o herife kız mı veririm? Esvap bohçasını filân zaten tekmil
gönderdim.

Efendi — (Hiddetle haykırarak) Vesselam... Hanginize lâkırdı anlatacağım?


Karılar, beni çıldırtacak mısınız?.. Bize gelecek adamın ismi başka,
memuriyeti (başka, her hâl-ü-şânı başka.... Bir hoca hanım bilmem ne halt
etmiş, bu kadın dokuz mecidiyesini çaldırmış. Öteki paçalığını kaptırmışsa,
bize güvey olacak zatta ne kabahat var? O zavallının bu» tuhaflıklardan hiç
haberi yok. Rıfkı Efendinin evleneceğini karısı rüyasında -görmüşse, bize
gelecek zata bundan bir mesuliyet terettüp eder mi?

Kız anası:

— Efendi, ben şunu bunu bilmem. Kız yukarıda hasırların üzerine uzanmış,
«evliymiş, ben o herifi istemem» diye gövem gövem göveriyor. Her şeyden
evyel bana evlât lâzım.

Biçare adam, kadınlardan hiç birine söz anlatmak kabil olmadığını görerek:

— Allah müstahakkınızı versin. Ne yaparsanız yap:-nız...

İnfialiyle sokağa fırlar.

3
ÇARDAKLI BAKICI

Bu acaip teehhül keyfiyetinin artık saklanmasına imkân kalmaz. O akşam


Rıfkı Efendi bermutad hizmetinden evine avdet edince zevcesini,
kayınvalidesini köpürmüş birer hali feveranda bulur. O âne kadar cereyan
eden vukuattan, masaldan, hikâyeden külliyen bihaber ve z’hnin-de aile
maişetinden başka bir düşüncesi bulunmıyan o masum adam, yemiş çıkını
elinde, ekmeği koltuğunda, her zamanki gibi gelir kapıyı vurur; evinden
içeri girer. Merdiven başından koparılan bir acı kahkaha kulaklarını
tırmalar. Başım kaldırır bakar ki, zevcesi Gülsüm, ağlamadan şişmiş,
kızarmış, morarmış çehresiyle gülüyor.

Medit bir asabiyetle vücudu sarsıla sarsıla kahkahalar salıveriyor. Karısının


ıbu halini gören Rıfkı şaşırır. Biçarenin aklına başka şeyler gelir. Alık alık
sağma soluna ma-kınıp vaziyeti izah edecek diğer bir çehre ararken orta
odadan kaynanası başını uzatarak keskin, alaylı bir sada ile:

— Buyurunuz bakalım Salim Beyefendi!.. ,

Deyince zavallı Rıfkı bütün ıbüıtün şaşalar. «Salim

Beyefendi» kim? Bu akşam evdeki kadınlara ne olmuş? «Acaba girdiğim


hane evim değil mi?» isıtiğrabiyle etra-* fmâ bakındığı esnada mangal
üzerinde tencere kaynar gibi inkıtasız fıkırtılar içinde göğsü kabarıp inen
Gülsüm der ki:

— A, sahi, Salim Beyefendi buyurunuz... Ooohhh!.. îyi saatte olsunlara


yedirdiğim paralar âfiyet olsun. Öyle adım değiştirmek değil a, ne yapsan
nafile?.. Gittik, bulduk. Düğünü bozduk ya! Adını değiştirmişsin, yaşım
küçültmüşsün, daireni başka türlü söylemişsin... Bu hilelerin para etti mi?
Nefiseeiğim eksik olmasın, iyi saatte olsunlara bolca şerbet yaptı ama,
gönderdiğin çamaşır bohçasını da, ağırlığını da başına attırdı!.. Yüz seksen
beş mecidiyeyi nerene sakladın bakayım?.. Oradan kovuldun, kabul
olunmadın da yine eski karma mı geldin? ,

Bu saçmalara muhatap olan Rıfkı şaşırdıkça şaşırıyor, hayretten hayrete


düşüyordu. Yukarı çıktı. O şaşkınlıkla annesinin odasına girdi. Zavallı
kötürüm karı da koparılan o kahkahalardan, işitilen sözlerden bir şey
anlıyama-dığmdan, istiğrapla etrafına bakınıp bakınıp:

— Salim Bey kim? Misafir mi geldi? îyi saatte olsunlara bolca şerbetler
içirmişsiniz de bir bardak bana yok mu a utanmazlar?.. Kaç gündür içim
yanıyor...

ihtiyar kadın bu sualleri beş on defa tekrar etti. Cevap veren bulunmadığını
görünce avazı çıktığı kadar:

— Onlar nasıl lâkırdılar öyle? Bana da anlata...

Feryadiyle haykırınca Gülsüm ayni avaızla:

— Anlıyacaksm da ne olacak? Bir karış boyun mu uzayacak?.. Senin


anhyacağm, oğlun evleniyormuş...

Kocakarı pöstekisi üzerinde sarsıla sarsıla /gülerek:

— Oğlum evleniyor muymuş?.. Bir ana için evlâdının ikinci mürüvvetini


görmek birinciden daha tatlı olurmuş derler... Oooh'hh... Evlerisin evlensin.
îkinci gelinimi de göreyim...

Gülsüm:

— İkinci gelinin kadar kafana taş düşsün, e mi...

Bu ikinci evlenmeye Züibeyde Hanım şiddetli bir memnuniyetle gülüp


kendini salıverdikten sonra o akşam gafletle unutularak kendi yanma
bırakılmış olan yemiş mendiline ıkıla sıkıla uzandı. Çıkını çekti. Artık
birinci gelinini de unuttu, İkincisini de... Çıkından eline ne geçerse kabuğu
ile indiriyordu. O aralık odaya Vefa geldi. Çb-cuk da annesiyle babası
arasındaki mücadeleye hiç kulak vermeden çıkma yanaştı. Kocakarı mendili
kucağına al. mış, Vefanın taarruzundan kurtarmak için yemişlerin üzerine
âdeta iki kat eğilerek cansiparane bir müdafaada bulunuyor, oğlan şiddetli
hamlelerle elini saldırarak elma, armut ne yakalıyabilirse alıyor, onu
yeyinciye kadar kadınnine, torun arasında muvakkat bir sükûn hüküm sü.
rüyor, çocuğun elindeki bitince yine o hamleler yine o gayyurane
müdafaalar başlıyordu. Onlar böyle meşgulken beri taraftaki kavga ayyuka
çıkıyordu. Rıfkı Efendi, zevcesiyle kayınvalidesinin birtakım sitemli ve
muhakki. rane kelimelerle kendine anlattıkları mudhik, feci hikâyeyi dinledi
dinledi. Biraz ayaklan suya erdi. Vakanın garabetini anladı. Artık kendini
zaptedemez bir hale geldi:

— Durun ben size masalı, .evlenmeyi, böyle evi soyar, casma öteberi
çalarak Nefise Hanıma götürmeyi öğreteyim... :

Tekdiriyle odunluğa iner; bir meşe sopasiyle yukarı çakar; ne taraflarına


rasStgelirae karısına da kaynanasına da yerleştireceği sırada oğlu Vefa
çığlık çığlığa eteklerine yapışarak:

— Babacığım, bak. Haminnem boğuluyor. Ham bir muşmulayı çiğnemeden


yuttu...

Diye bağırınca filhakika bakarlar ki, gözleri büyümüş, yüzü morarmış,


boynu uzamış kocakarı kıkır kıkır kıkırdayıp duruyor. Hemen suı
yetiştirirler. Semirtmek için tuğla parçalan yutturulan hindilere yapıldığı
gibi boğazını sıvaya sıvaya muşmulayı mideye indirirler, hamin, neyi
hayata erdirirler.

Rıfkı Efendi, anasım muşmuladan kurtardıktan sonra safdil zevcesiyle


kaynanasına bir iki odun aşkeder. Kesik kesik feryatla zavallılar birer tarafa
düşerler. Kendi sokağa fırlar. Doğru Nefise Hanımın evine...

Kıvrıldıkları yerlerde odunun acısiyle ana kız inledikçe kötürüm kan


neş’esinden kahkahaları salıverir. Salıverdiği yalnız kahkahadan ibaret olsa
ne ise ne...
1 Gülsüm, hiddetle kaynanasına:

— Haminne Igülme öyle... işte sana yemin, gelip temizlemem. Kir içinde
üç gün yatarsın...

Kocakarı kahkahaları kesmiyerek:


— Gelip temizleme... Neme lâzım. Ben .sizin ana kız, nasıl büyücü karılar
olduğunuzu çoktan biliyorum'. O hoca karıya gide gele beni böyle kötürüm
ettiniz. Ben şimdi yerinden kımıldıyamıyacak yaşta bir karı mıyım?.. Bu
illetimi, ebeye muayene ettirdiğim zaman, hanım senin her tarafın sağlam;
kocaya varsan doğurursun, dedi. Öyle ya, koca ekmeği meydan ekmeği;
kocam ölünce hemen birine yaraydım; şimdi ben de evimin kadını olurdum.
Yemiş çıkınları doğruca odama gelirdi.

Gülsüm:

— Haminne bak saçın kaç renge girmiş. Böyle acaip lâkırdılar söylemeğe
utanmıyor musun? Artık senin kocaya varacak halin var mı?

Kocakarı:

— Paçalığını «Bitpazarı»nda mezada verip de kocana büyü yapmıya sen


utanmıyor musun? Ben de bir hoca bulsam, şu, belimi okutacağım... Azıcık
ağrılarım geçsin, bacaklarıma kuvvet gelsin hele, biraz ayağa kalkayım.
Görücü gezip oğlumu kendi elimle evlendireceğim. Oğlum senin lâyığın
mı? Sıska kan... Bir kere git ide aynaya bak. Oğlumu kıskanmadan neye
dönmüşsün? Hırtlamba suratlı...

Gülsümün validesi:

— Sus oradan kirli kukla, sen lâkırdıya ne karışıyorsun?.. işte çıkın önünde
duruyor. Hazır yemişler elinde iken patlayıncıya kadar tıkın...

— Tıkınırım zâhir... Tıkınırım ,zâhir... Oğlumun malı değil mi, tıkınırım...


Size ne, el karılan. Oğluma bir sözle yakın, bir sözle uzaksınız. Ben
rüyasını gördüm. Oğlum, kızını boşayacak... Şöyle fıstık gibi on altı yaşında
bir kız alacak...

Gülsüm, anasına hitaben:

— Anne sus; bu karının çenesini açtırma... Şimdi onu bırak, beni dinle...
Rüyada gördüklerim bütün çıkıyor. İşte sopaları yedik. Fakat bizimki öyle
elinde odun, hiddetle sokağa çıktı, nereye gitti?
— Nereye gidecek; Nefisenin evine...

— Karıyı döverse...

— Odunla insan okşanılmaz ya... Dövülür...

Filhakika Rıfkı, elinde odunla soluğu Nefisçnin kapısında almıştı. Hoca


Hanım, Güisüme ettiği iltifatı, hüsnü kabulü .kocasına göstermedi, ihtiyatlı
davranarak kapıyı açmadı. Lâkin Rıfkı Efendi sokakta o kadar bağırdı ça.
ğ'rdı ki, bütün mahalleli oraya birikti. İmamecilerin evinden birkaç
başörtülü kadın kafesleri sürdüler. Şematetin tezyidi emrinde çığlık çığlığa
Rıfkiya muavenete girişti, ler...

O gürültünün .ertesi günü Rıfkı Efendi, makama aidi-ne bir istida


takdimiyle Hoca Nefise Hanım aleyhine bir dolandırıcı dâvası açtı.
Muhakemenin sureti cereyanını bütün gazeteler aynen nakl ve neşrettiler.

Şehrimiz gazetelerinin bu madde hakkmdaki mütemadi neşriyatı, Hoca


Nefise Hanımın zararından ziyade şöhretinin artmasına hizmet eyledi.
Kadınlar arasında şöhreti şâyi oldukça oldu. Kocasından şüphesi olan
hanımlar biribirine:

— Duydun mu kardeş, Cerrahpaşa taraflarında yaşlı bir kadın hoca varmış.


Komşusunun bocasının evleneceğini haber vermiş; kadını göndermiş,
düğünü bozdurmuş. ıSönra herif boca hanımın aleyhinde dâva açmış... Bana
Şekibe Hanım anlattı. Kocandan şüpheleniyorsan bir kere bu hocaya
başvursan... Sır aramızda kardeşçiğim, bizim komşu Vesile Hanım gizlice
gitti. Onun kocası pek haşarıdır, bilirsin ya?... Herifin Beyoğlunda
«mantinota» sı olduğunu, karının ismiyle, evin numarasiyle haber vermiş. A
şaştım. Şeytan bana da durma git, beyin hilesini, hurdasını hep o bakıcıdan
haber al, diyor... Bir mecidiyeye bakıyormuş. Adına Çardaklı Bakıcı
diyorlar. Erkeklerinin hallerini anlamak için gidenler, kocalarına müteallik
ya bir mendil, ya bir gömlek götürüyorlarmış. Her şeyi olduğu gibi tane
tane söylüyormuş. Adam, bir mecL diye nereye gitmez? Hiç olmazsa insan
meraktan kurtulur...

Mahkûmiyete müncer olan muhakemesinden sonra Hoca Nefise Hanım


iştihar etmiş, halkın buı karı aleyhindeki lisanı teşnii âdeta büyük bir
«reklâm» yerine geçmişti. Bazı hastalıkların tedavisinde ihtisasiyle nam
alan doktorlar gibi Nefise Hanım da karı koca meselelerinde büyüsü,
üfürüğü keskin bir mütehassıs tanındı. Karı koca imltizaçsizlığı en müzmin
hastalık 'gibi, her evde az çok vücudunu hissettiren bir aile hâilesi
kabilinden olduğu cihetle müracaat edenlerin kesretine mebni marizleri
numara sır asiyle kabule mecbur olan hâzik bir tabip muayenehanesini
andırır derecede Nefisenin evi işlemeğe başladı.

Cüret gösterdiği dolandırıcılık fiilinin makûs bir neticesi olarak Nefisenin


sanatince peyda ettiği bu revaç, komşuları imamecileri ve sairlerini şiddetle
iğzap eylediğinden, Hoca Hanım aleyhinde ağıza alınamaz teşniler başladı.
Nefise, komşularının bu dedikodularından kurtulmak için semtini
değiştirmeğe mecbur oldu. Mahalle, sini Edirnekapısı tarafından Cerrahpaşa
tarafına tebdü eyledi. Bahçe ortasında Marmaraya nâzır bir ev satın aldı.
Bahçeye, set üzerine ıbir çardak yaptırdı. Altını yan minderleriyle döşetti,
üstünü yaseminler, hanımelleriyle süsledi. Hacet ehlinin alelâdelerini bu
çardağın altına kabul eder, dileklerini dinler, suallerine cevap verirdi. Erbabı
müracaattan mühim addedilenler evde ayrıca bir odaya çıkarılırdı. '

Zincirlikuyu, Çıngıraklı bostan kabilinden bu çardak da Nefise Hanıma


alem oldu. Artık Çardaklı Bakıcı na. miyle şöhret buldu. Çardağın altı her
gün dolup dolup boşalıyordu. , ; ' , ; !

Kızı Sabbeği beslemelikten aldı. Kendine muavin edindi. Ana kız her sahab
kalkarlar, sürmeler çekinirler, keskin kokular sürünürler. Miskyağcı
dükkânları gibi baş ağrısı verir, uzun müddet yanlarında durulsa belki
baygınlık getirir sert rayihalar neşrederler.

Al, yeşil, acı sarı renklerinde mevsimine göre elma; vaşak; samur kürkler;
kadife; canfes hırkalar giyerler. Sürmeleri mineli, mücevherli altın saat
kordonlarını boyunlarına geçirirler, türlü boncuklar; nazar takımları ile
karışık elmas iğneleri başlarına dizerler; boyunlarına, bL leklerine,
parmaklarına kehribardan; akikten, âdi mavi boncuktan, beşpençeden,
inciden, altından; sedeften; mercandan; şeytan minaresinden tutunuz, da
mührelik katır boncuğuna kadar dizip sallandırmadıkları acaip ziynet
kalmazdı.
Nefise; rastık, kına, defne çekirdeği ve saireden mürekkep kendi istihzar
ettiği bir [boya ile simsiyah kararttığı saçlarını kuzıgun kanadına andırır bir
surette kulaklarının yarısını örtecek kadar yüzüne doğru» indirir, büyük bir
«darbuka» şeklindeki kafasına oyalı yemeni ile mehip bir hotoz kurardı.
Değirmi etli çehresi, iri yuvarlak gözleri Nefiseye kadın şekline girmiş
kasvet verici bir baykuş siması verdiğinden, kendisiyle başbaşa uzunca
müddet musahabette bulunanlara sıkıntılar basardı.

Kızı Sabbek, anasına müşabih dan tuvaletine zami-meten esmer yüzüne


çokça düzgün, pudra ve sair boyalar istimal eder. Hele sağ yanağı ile etli
dudağının mün-tehası arasına rastıkla kondurduğu yapma iri bir benin
tâyininde hemen bir mühendis kadar maharet gösterirdi. Bu kız, boncukları
incileri, mercanlariyle validesine olan müşabehetinden başka, o koyuca yüz
boyaları, (has ve bakkam) püskürme ıbenleriyle, Yenicami taraflarında
gezinen sokak nazeninlerine benzemekle de başka bir letafete malikti.

Annesinin üfürükçülükteki kuvvetini bilenler, kızının tuvaletindeki bu


itinayı görenler, iyi saatte dsunlarin dil-nüvazlıkları sayesinde bu kızın
yakında zengin bir adamla nikâhlanacağmda şüphe göstermezlerdi.

Kendine müracaat eden sadediller üzerinde eblehferi-bane bir .tesir husule


getirmek için Nefise her sabah böyle çeyiz katırı gibi donanır, her
koltuğunda birer hizmetçi, çardağa kemali edâ ile öyle inerdi.

Ana kız bakıcılık sanatinde çok tadilât icra ettiler. İğfal defterinden artık
fare tersi gibi müıstekreh toz ilâçlar tayyedildi. Lüzumuna göre şirinlik veya
çirkinlik için de badema hep altınla hemvezin ve itibar kıymetli daralar
istimal ediliyor, Nefise Hanım tütsüleri gilbi kendisini de âleme dirhem
dirhem satıyordu.

Hoca Hanıma her müracaat eden himmetini celbe muvaffak olamıyordu.


Gelenleri ana kız dikkatle nazarı muayeneden geçiriyorlar, tuzaklarına
düşen av, tüyü tü-sü çabuk yolunur semiz şikârlardan değilse:

— Ayol senin falın kapalı. Bakmak için bize izin yok. Başka hocaya
müracaat et...
Nağmei nazigânesiyle başlarından savıyorlardı. Meselâ bir uşak, hizmet
ettiği konaktaki besleme kıza gönül kaptırmış; ne hal ise aylığından para
arttırarak gözünü yummuş, mecidiyeye kıymış... Dildâriyle olacak saadet
sevdalarına dair malûmat almak merakiyle biçare cayır cayır yanıyor.
Bakıcıya mecidiyeyi veriyor ama, mukabilinde sağlam bir söz almadıkça
yakasını bırakmıyor. Akşam geliyor, sabah geliyor; faldaki istihraçlar aynen
vaki olmazsa adamcağız hattâ bir sene sonra mecidiyeyi geri talepten
sıkılmıyor... Böyleleri için Nefisenin tefe’ül defteri kapalıydı. Bunları
«Haydi yavrum, senin falına bakmıya izin yok» sözleriyle defederlerdi.

Nefisenin bu iştiharından sonra semirenler, kifoarla-şanlar, o servetle


nimetlenen yalnız hane halkı değildi. «Sarman» onlardan ziyade semirmişti.
Artık fırsat düştükçe pastırma çalmak, kifafı nefs için delik başında fare
beklemek giıbi fıkara kedilerine münasebet alır arsızlıklardan elini çekmişti.
Her gün Sarmanın önüne birkaç türlü et yemeği uzatılır, bunlardan
beğendiğini yer, yalanarak çekilir gider, yumuşak mindere kıvrılır yatardı.

Nefise Hanım Sarmana da ibir bakıcı kedisi halâveti vermek için boynuna
mavi boncuklarla karışık türlü ziynet altınları taktıktan başka hayvanın
kaşlarını rastık, yanaklarını kına ile boyardı.

Pek safdil hacet erbabı için (Sarman bir tefe’ül vasıtası oldu. Hoca Hanım,
kedinin hadekaları uzanıp veya yuvarlak olmasından türlü ahkâm çıkararak,
bahçede kumlar üzerinde bıraktığı ayak izlerine birçok mânalar vererek
hayli müşteri savıyordu.

O mahallede bir eve hırsız girer. Hayli eşya aşırır. Zabıta bekçiyi epeyce
tazyik eder. İcra olunan tahkikat müsmir olmaz. Hırsız bulunmaz. O yeisle
bir gün mahalle bekçisinin Sarmana yanaşarak kucağına eğilip de:

— Hırhız (hırsız) larm kim olduğun büüp de isimlerini haber verirsen sana
ciğer alırım.

Dediği mahallece şâyi olmuş, garip bir vak’a hükmünü almıştı. Kahveci
tabii Mustafanın, Sarmanın boynundan altın çalmak üzere cüretkârane elini
uzattığı esnada çarpılarak kırk sekiz saat idrarı tutulduğu da bu hayvan
hakkmdaki en garip rivayetler cümlesindendi.
Hacı babaya gelince, bu zavallı uykucu safdil adam, ne evde, ne mahallede
Sarman kadar haysiyet ve itibar sahibi değildi. Artık Hacının çenesi
düştüğünden, arasıra mahalle kahves.nde bakıcılığa dair .ettiği mâsumane
boşboğazlıklar Nefisenin pek canım sıkıyordu.

Hacet ehillerinden en mühimlerinin falına bizzat Nefise bakar; ikinci


derecede bulunanların dileklerini Sab-bek tetkik eyler, üçüncü derecede
olanları da o evde kâhya kadınlık hizmetini gören «Hoşdem» ismindeki bir
Habeş kadın idare ederdi.

Hoşdemin tuvaleti garabet bakımından hanımlarm-kinden baskındır. Çünkü


bu nazlım, pudra makamında gayet açık kavrulmuş, ince çekilmiş kahve
istimal ettikten başka altınlardan boncuklardan müteşekkil ziynetlerine
çıngırak da ilâve eder. Hoşdem, çıngır çıngır reftar ettikçe evin içinde
gezinen kadın mıdır, kedi midir? Yoksa tasmalı kuzu mudur? farkolunmaz.

Gelen müşterilerin itibar dereceleri âtideki mikyas

üzere tâyin edilirdi: Konak arabası ile gelenlerin hacetlerine Nefise bakar.
Kira arabasından çıkanlar Saıbbeğe aittir. Yaya gelenler Hoşdıemin
müşterileridir.

Bir pazartesi günü ehemmiyetli ehemmiyetsiz birkaç müşteri savulduktan


sonra kapmm önüne mükemmel bir konak arabası geldi durdu. İçinden
yüzleri kalın peçelerle örtülü siyah gron çarşaflı iki hanım indi. Hemen Sab-
bek, Hoşdem ve bir iki hizmetçi koştular; bu birinci sınıf müşterileri tâzimat
merasimi ile yukarıya odaya aldılar. Çarşaflarını çıkarmalarım rica ettiler.
Müşteriler yalnız yüzlerini açarak çarşaf vermediler. İkram olunan kahveleri
de birer nazikâne itizarla içmediler. Bu hanımlardan biri tombalakça orta
yaşlı; diğeri narin, nahif, uzun boylu bir taze idi.

Müşterileri hemen yirmi dakika kadar beklettikten sonra Nefise, bir


koltuğunda Sabbek, diğerinde Hoşdem, acip bir edâ ile geldi, kendine
mahsus olan koltuğa oturdu. Ağır ağır, —kadın tâbirince— nâtıkalıca hal,
hatır sordu. Fakat o ağırlığı, o taazzumu içinde keskin bir na. zarı tetkikle
hanımları süzmekten hâli kalmıyordu. Genç hanımın teessür galebesiyle
hafif hafif titrediğini gördü. Fakat hiç bir şey görmemiş gibi derhal başka
tarafa baktı. Üç dört dakika geçti. Müşteriler gûya halecan izharından
korkuyorlarmış gibi ağız açmağa cesaret edemiyorlar, lâzım gelen suallerin
iradım Hoca Hanımdan bekledikleri-' ni imâ edercesine etrafa
mütereddidana bakışıp duruyorlardı.

Nefise için o esnada vakit aynen nakit demekti. Bina, enaleyh dört beş
dakikanın konuşulmaksızm beyhude geçmesi kendisince azîm bir zıya
olacağını işrap eder gibi: »

— Bir hacetiniz mi var, efendim?

Sualini sordu. Bakıcıya karşı olacak sual ve cevabı vaktiyle aralarında tertip
edememiş olduklarına nedamet-

lerini gösterir nevimâ birer serzeniş tavriyle hanımlar biribirlerine bakıştılar.


Taze hanımdaki halecan âsarı git» tikçe artıyordu. Bu gencin halindeki
ketmi nâkabil tees-sürata nazaran maddenin şiddetli bir sevda meselesi
olduğuna Nefise intikal etti. Fakat kadınlan açmak için başka vâdiden söze
girişerek:

— Bir kayıbınız mı, yoksa hastanız mı var?

Diye sordu.

Nefise, yeis ve keder envaınm bir çehre üzerinde peyda ettikleri teellüım
eser ve şeklini artık biribirinden far. kedecek kadar (ilmi sima) ya vukuf
hâsıl etmişti. Bir ka-yıbı yahut hastası olanların böyle sualden evvel tiril
tiril titremiyeceklerini bilirdi. Evet, bu genç kadını sarsan maraz, sevda
ısıtmasıydı. Fakat ne nevi sevda, nasıl muhabbet?.. Biçarenin halinde zerre
kadar aşiftelik tavrı yoktu. O elim irtiaşı, o şedit teessürü esnasında bile
temkinine fevkalâde riayeti, gelişigüzel söze başlayıvermemesi, hüzün ve
sükûnetini gösteriyordu. înitaf eylediği noktalara dikilip kalan iri siyah
gözlerindeki o derin yeis mânası ekseri kalbinin en derin boşluklarından
mecruh olan kadınlarda, evet, kocalarını ümitsiz bir şiddetle kıskanan
emelleri kırılmış hanımlarda görülür. Genç hanımın za. yıf siması,
solgunluğu, gözlerinin altındaki mavimtrak kavisler, pek çok ıstıraplı
geceler geçirdiğini gösteriyordu. Binaenaleyh bu muhabbet meşru bir
muhabbet; fakat Nefise için muhabbetin meşruu mezmumu yoktu; istilâ
ettiği insanı Hoca Hanımın tükenmez bir iradı haline koyacak kadar şedit
olması kâfi idi.

Nefisenin sorduğu suale o mahzun tazenin refikası, tombalakça hanım


cevap vererek:

— Efendim, ne hastamız var, ne de kayıbımız... Biraz başı havalanmış bir


genç erkeğimiz var, onutı haline dair bazı şeyler sormak istiyoruz...

Nefise Hanım yine yaşlıya hitaben:

— (Taze hanımı göstererek) Bu hanım kızım «i»in neniz?..

— Komşumdur efendim. Kendisi gayet sıkılmış, size gelmek istedi;


bendeniz de refakat ettim. Fakat affeder, siniz hoca hanım, sizin için
sormadan her şeyi biliyor, de-dilerdi...

— Yalan söylemişler efendim. Dâiyeniz, okumadan, iyi saatte olsunlara


sormadan bir şey bileşmem. Ben de sizin gibi bir insanım... isminizi
doğruca söylersiniz; sualinizi sorarsınız; kendi usulümce size cevabım
veririm; fa. kat rica ederim, söze hiç yalan katmayınız; benim için beyhude
yorgunluk olur. Kendinizi isminizle resminizle haber verirseniz, cevabı da
doğru alırsınız. Falınıza siz mi baktıracaksınız? (Genci göstererek) Yoksa
bu hanım mı?..

Müşteri hanımlar isim ve resimleriyle kendilerini bakıcı kadına


anlatıvermekteki mahzurun derecesini tâyin için istizahkârane biribirine
bakıştılar...

Bu tereddütlere bir nihayet vermek için Nefise:

— Efendim, çekinmeyiniz. Burada söylenen sözler âdeta bir kuyuya atılmış


demektir. Buradan lâkırdı çık. maz. Yok, eğer emniyet edemezseniz bir şey
söylemeden çıkıp gidebilirsiniz. Ona da gücenmeyiz. Çünkü her türlüsünü
gördük.

Genç hanım:
— Estağfurullah efendim, emniyetsizlik değil... Böyle şeylere alışmadık da
efendim...

Nefise birdenbire gözlerini kapadı. Yumruklarını a. karak gerine gerine


homurdanmıya başladı. Karının etrafındaki o boncuklu, mercanü avenesi
elleriyle müşterilere sükût işareti verdiler. Odada Nefisenin hafif iniltilerin,
den başka bir ses kalmadı. Yirmi dakika sonra Hoca Hanım gözlerini açtı.
Çatkın bir çehre, dik bir sada ile taze hanıma hitaben:

— Niyet sahibi sizsiniz... Aman, halinize acıdım. Çekilir dert mi? Sabahlara
kadar beyiniz için göz yaşı döküyorsunuz. Kocanızı kıskanıyorsunuz.
Hakkınız var; bir fa'hişe, ayâlinizi zaptetmiş... Zavallı delikanlı, büyü için,
de sımsıkı bağlı.... Gözleri o karıdan başka bir şey görmü-yor; vah
hanımcığım vah!.. Ağlanmıyacak koca değil ki, levent gibi bir civan...

Muhabbet yeisiyle tahammülün gayesine gelmiş o taze hanım için bu


kadarcık söz kâfi idi. Biçare kadın, göstermek istediği her türlü ihtiyata,
ihtiraza rağmen nefsini zapta artık muvaffak olamıyarak şiddetli bir göz
yaşıyle kalktı; Hoca Hanımın dizlerine kapandı. Nefiseyi, oturduğu,
koltukta sarsa sarsa ağlıyordu.

Hoca Hanım, taze müşterisinin yüzünde gördüğü yeis ve nevmidî âsarmdan


keder ve muhabbetinin nev’ine intikal ile fevkalâde bir cesaretle o hâtifane
kelimeleri sa-vurmuştu. Lâkin tetiği hemen sallapata çekilip hedefe eren bir
tüfek gibi sözleri noktası noktasına gidip hakikatle çarpmıştı.

Taze hamm, nazik, zayıf ve yorgun sadasiyle:

— Hoca Hanım, derdimi anladınız; devasını da elbette bilirsiniz. Aman


efendim, merhamet ediniz...

Nefise azametle boncuklu hizmetçilerine odadan çekilmeleri için bir işaret


verdi. Hepsi çıngır çıngır dışarı çıktılar. Kendi müşterileriyle yalnız kalınca
dedi ki:

— Kzım, sen buraya kalbinde şüphe ile geldin. Şu Çardaklı Bakıcıyı herkes
methediyor; bir de ona başvu-ray:m, bakayım ne olusr? Ne hezeyan edecek
göreyim?., dedin...
Taze hanım kızardı, önüne baktı. Nefise devamla:

— Kızım ayıp değil, cahilsin. Türlü türlü bakıcılar var. Akla gelmez
dolandırıcılıklar ediyorlar. Bunların doğrusunu eğrisinden ayırmak
müşkül... Ben öyle beşifoir arada lirayı göz önünde mendile bağlayıp da
tenekeye,

kurşuna tahvil eden hokkabazlardan değilim. Bu hakikat, leri her gelen


hacetçilere anlatmam ha... Sana içim acıdı da onun için söylüyorum. Benim
hilem hurdam yoktur; canı istiyen baktırsın, istemiyen baktırmasın; zaten
bu san’atten memnun değilim. Lâkin baş alamıyorum ki... Şimdi yavrum,
hulûsla gönlünü, kalbini bana bağlıyacak, içine şüphe getirmeden
suallerime cevap vereceksen niyetine bakarm. Yok gönlüne bir türlü inanma
gelmiyorsa nafile ne sen yorul, ne ben yorulayım. İşte bir daha söylüyorum.
Bu evde söylenen sözler ,tıpkı bir kuyuya atılmış gibidir. Dışan çıkmaz... O
ciheti hiç merak etme...

Taze hanım, velehengiz olduğu kadar müsterhimane bir nazarla: ,

— Efendim, söylemesem de zaten size her şey malûm olduğunu işte


görüyorum. İçimden şüphemi def, bütün derunî samimiyetimle size kalbimi
raptettim. Sbruinuz; söyliyeyim efendim.

— İsminiz?.. .

— Sâibe...

,— Peder, validenizin isimleri?..

— Safai... Raika...

— Zevcinizinki?..

— Mâil...

— Beyiniz sizde iç güveysi midir?

— Evet...
— Çocuğunuz oldu mu?

— Üç yaşında bir kızım var efendim.

— Allah bağışlasın... Mâil Beyin çamaşırlarından bir şey getirdiniz mi?

— (Beyaz ipekli mendile sarılı bir şey .uzatarak) PiL. dikos iç gömleğini
getirdik efendim...

— Pekâlâ... Oraya, sandalyenin üzerine bırakınız... Başka bir şey soracak


değilim kızım; bir hafta sonra yine

bugün teşrif ediniz. Size bir davet yapaym... Niyetinizi söyliyeyim.

Hanımlar ayağa kalktılar. Genci yaşlicasmın kulağına eğilerek bir şey


fısıldadı. Yaşlı hanm mahçubane bir sada ile:

— Affedersiniz Hoca Hanımefendi, davet nezri ne kadardır..

Nefise istiğnalı bir tavırla başını pencereden ?bahçe_ ye çevirerek:

— Kendimce ufak bir davet yapacağım... Tütsü filân nezirleri beş lira...

Genç hanım hemen el çantasını açtı. Tanini samiane-vazı cihanı meşhur


eden o madenpareleri gevrek şıkırtı, larla sayarak konsolun ucuna istenen
nezri bıraktı. Nefise o küçücük sarı yığına göz kuyruğu ile bakarak; —bir
taleple bilâtereddüt beş lirayı sayıveren ıbu hanımların bir. kaç yüz liralarını
almadıkça içi rahat etmiyeceğini— de-runî birkaç defa tekrar etti.

Hanımlar, sofada etraflarını alan Safabeke, Hoşkade. me birer mecidiye


sıkıştırarak kapıdan çıktılar. Nefise haykırarak:

— Mutuşa söyleyin, arabanın arkasından git&in, konağı öğrensin... Kızım


Sabbek, sen de buraya gel; şu isimler aklımdan çıkmadan yazıver bakayım.

Sabbek küçük bir el defteri getirerek Nefisenin tefe, ül tuzağına düşmüş


diğer zevatın isimleri altına yeni müşu terileri kaydetmek için kalemi yeşil
bir Kütahya hokkasına batırdı.
* Nefise:

— Kendi adı Şaibe... Pederi, Safai, anası Raika, kocası Mâil...

Sabbek bu isimleri şöyle! «Sayibe», «Safayi», «Rayi-ka», «Mayii»


şekillerinde yanlış imlâ ile kaydettikten sonra sordu:

— Başlangıç ne aldın anneciğim?

— Beş lira... Ne istedimse hiç söyletmeden tıkır tıkır onu saydılar...

— Bunlardan ne umuyorsun?

— Doğrusu ben o tazeden birkaç yüz lira umuyorum. Karı beyinin


derdinden zayıflamış, (hayali fener) e dön. müş... Bu kıskanç karılar olmasa
biz bakıcılıkla kolay ge-çinemeyiz. Deftere bak; evlendiklerinden bir iki
sene sonra ya kocalar karılarından, ya karılar kocalarından usanıyorlar.
Haydi Nefiseye iş çıkıyor. Yıl yılma biribi-rini sevenleri de var ama, pek
ender, binde bir... Böylele. rine yarımşar okka sarımsak aşmalı...

Hoşdem de bir yandan bu muhavereyi ağzı sulanarak dinliyor, ustasının


kazancını kıskanan bir çırak gibi ken. disi de bir gün ayrıca bir bakıcı evi
açarak böyle çokça para kazanmıya muvaffak olup olmıyacağım derin derin
düşünüyordu.

Sâibe Hanımın ziyaretinden sonra o hafta Çardaklı Bakıcıya pek çok ehli
hacat geldi, gitti. Nefisenin çekmecesi para ile doldu. Bu ziyaretçiler
meyanmdan biri Hoca Hammı çıldırasıya memnun edecek bir istifade kapısı
açtı. Karı sevincinden birkaç gece uyku uyuyamadı.

Şaibenin geldiği günden iki gün sonra bakıcının kapısı öünde bir araba
durdu. Bu, öteki gibi mükellef bir konak arabası değildi; aylıkla icar edilir
temiz kira ara-balarındandı. Fakat içinden çıkan genç kadın o kadar şık, o
kadar vardakosta, o kadar etvarı serbest, edâsı cazi. beli nazeninlerdendi ki,
hizmetçiler tarafından kemali rağbetle Nefisenin karşısına çıkarıldığı vakit
Hoca Hanım o fıkırdak tazenin çarşaftan taşmış kıvır kıvır sarı saçlar
içindeki lâtif çehresine vâlihane bir meftuniyetle bakıp bakıp da kendi
kendine:
— Aman rabbim, neler yaratıyor!.. Vallahi bir içim su.. Bu sarıpapa
kanarya, acaba hanki kafesten kaçmış?..

Gördün mü yüzünden para kazanılacak müşteriyi?.. Bunun arkasında kim


bilir kaç yüz sevdalısı vardır?

Dedi. Bu taze yalmz değildi. Yanında, âlemin şüpheli nazarlarına karşı iffet
kefili olarak bu gibilerin yanlarına katılması mûtad olan yaşlıca kadınlardan
biri vardı.

Bu güzel hanim asla çekinme, sıkılma eseri göstermeksizin Hoca Hanımın


elini aldı, şapır şapır öptü; Nefise de bu mültefit, bu ruhnevaz müşterinin
boynuna sarılarak:

— Gel yavrum, ben de seni'öpeyim...

îltifatiyle alnına bir buse kondurduktan sonra sordu:

— Bir derdin mi var, iki gözüm bülbülüm?..

— Ah, dert de söz mü Hoca Hanımcığım .. (Göğsünü yumruklıyarak)


Burada bir ateş var... Bu ateş sönmezse ben helâk olurum.

— Vah gülüm; sana pek yazık... öyle ateşe mateşe ehemmiyet verme, daha
gençsin.. Şöyle bir göz gezdirsen kendine bin meftun bulursun. Bir kere git
aynaya bak... Yazık değil mi o vücuda?.. Dövünme öyle...

— Nasıl dövünmiyeyim kadınım?.. Üç gecedir gelmiyor. Yemek içmek,


yumuşak döşekte yatmak bana haram oldu. Kederimden kuru tahtalara
uzanıp inliyorum. Gözür me bir şey gözükmüyor. Ev tuttu, döşedi, dayadı;
hizmetçisi, aşçısı, işçisi; arabası hepsi mükemmel... Kendi gelmedikten
sonra neme lâzım benim bunlar?.. Ama ben biliyorum. Karısı göndermiyor.
O sıska, baston kıyafetli karısı... Çünkü onun adı hanım... Benim adım
kapatma... Söyle Hoca Hanım söyle... Daha gencim. Bu hakaretlerin acısını
ben onlarda bırakmam, değil mi? Sizi pek methettiler. Derdimi anlatsam,
kırk gün kırk gece bitmez. Benim şimdi sizden istediğim bir nikâh...
Mademki seviyor; mademki o da benden geçemiyor. Bir nikâh etsin.
Üzerimden o fena nam kalksın. Ben de öteki karısı gibi ha-mm olayım.
Adım kötü, fakat ondan başka erkek yüzü görüyorsam bu gözlerim
sönsün...

— Hay rabbim esirgesin; o güzel gözlerine öyle yemin etme...

— Ederim, niçin etmiyeyim? Çiy yemiyorum ki kar. nım ağrısın!.. Başka


erkek görmüyorum. Zaten gözüme cihan gözükmüyor. Seviyorum...
Çıldırasıya, ölesiye se. viyorum. Karısını bırakamazmış. Ara yerde çocuk
varmış. Filân filânmış... Karısını bırakmasın. Bir kere bana ni. kâh etsin...
Ötesi bakalım ne olur?.. Karısında kalıp da beni yalnız bıraktığı geceler
benim nasıl inim inim inlediğimi bilseniz yüreğiniz parçalanır... Ben
kendini bu ka, dar sevdiğim halde ona bir başka kadın sahip olsun... Ben
böyle alargada âhü zarla kalayım?.. Bu revâ değildir. ı(Nefisenin ellerine
sarılarak) Hanımcığım, seni canım pek sevdi. Niyetime bak. Onun gönlü de
benim kendine olduğu gibi bana yar mı? Doğru söyle... Nikâhımıza himmet
et. Benim adım da hanım olsun... Vallahi kazandığımı getirir, avuçla önüne
dökerim... ; , ‘

— Sen onu seviyorsun, o da seni seviyormuş. Arayer. de ne eksik; bir nikâh


değil mi? Merak etme, yakında o da olur.

— Yardımınızla inşallah... ,

— Hay hay yosmam... Böyle hayırlı bir iş için çalışmaz mıyım?.. İyi saatte
olsunlar bir sözümü iki etmezler. Sen kalbinden neyetini tuft... Suallerime
güzel güzel cevap ver... Adm ne güzelim bakayım?..

— Şöhret...

—Oh, çok yaşa... İsmin de kendin gibi şirin... Şöhret-çiğimin niyeti


hayrolsun. Babanın adı?..

— Abdullah...

— Ananınki?..

— Hacer...
— Sevgili beyinin ismi?

— Mâil...

(Mâil) ismini duyunca Nefise Hanım serâpa bir râşe geçirdi. Sabbek hemen
koştu, anasının arkasını bir şeyler mırıldana mırıldana sıvadı. Şöhret
şaşırarak sordu:

— Hoca Hanıma me oldu?

Sabbek, gûya üzerinde bir ağırlık varmış gibi esni. yerek:

— ötekiler sarstılar...

Nefise nasıl sarsılmasın? Nasıl titremesin? Mâil ismini duyunca,


sevincinden kabil olsa ayağa kalkıp şıkır şıkır oynıyacaktı. (Mâil), iki gün
evvel oraya gelen SâiJbe Hanımın kocası.... Tuzağa küme ile şikâr düştü
demek... Şimdi Şöhreti söyletip Sâibeyi yolmak, Sâibeyi ağlatıp Şöhreti
soymak işten bile değildi. Her ikisinin de ayni bakıcıya müracaatları
«tesadüf» ü Nefise için âdeta tükenmez bir servet membaı demekti.

Hoca Hanım bir işaret etti. Sabbekle Hoşdem dışarı çıktılar. Habeş kız
sofada çıngıraklı kedi gibi başmı sal-lıyarak Sabbeğe:

— Tesadüf olursa böyle olsun. Kısmet ananın ayağı, na geliyor...

— Kız yavaş söyle... Ona gelen kısmet bize de demektir.

— Karisiyle cânanesi arasında sıkıntıda kalan «Mâil* Bey de buraya gelirse


o zaman iş tamam olur...

— İnşallah...

Bu iki kadın koştular, diğer bir odada hazırlanmış duran büyükçe beyzî bir
yeşil tepsinin birer kulpundan tutarak odaya getirdiler. Tepsinin ortasında
yine zümrüdî içi su dolu eski maden iri bir kâse, etrafında sapı kuşlu bir
gümüş kaşıkla içlerinde dövülmüş tarçına, kakuleye benzer birtakım tozlar
bulunan kenarları tirfilli ufak ■ufak yeşil tabakçıklar vardı. Tepsiyi
getirdiler, Hoca Hanımın önüne koydular.
Şöihret gözlerini kâseye dikti. Bu sade suya çorbanın kimlere ikram
olunacağım Ibekliyerek ve garipsiyerek bakıyordu.

Hoca Hanım küçük tabakların birinden bir tutam toz alarak kâseye attı.
Tarhana çorbası pişirir gibi kaşıkla karıştırmağa başladı. Suyu karıştırdıkça
rengi yeşile ta-havvül ediyordu. O .esnada cezbe gelir gibi bir tavırla dedi
ki:

— Şöhretin neyse hâli, öylece görünsün fâli...

Yüzünde türlü işmizaz ve takallûsat ile kaşlarım göz.

lerini oynatarak bir şeyler homuırdana homurdana kâh gazap âsarı, kâh
tebessüm göstere göstere üıç dört dakika kadar suyu karıştırdı. Nihayet bir
ayna gibi suya baka baka berveçhi âti cevher saçmağa başladı:

— Ben ne istiyorum, bak ne görünüyor? Fatih taraflarında, bahçe içinde


pembe boyalı bir konak. İçi gıcır gıcır yeni hasır döşeli... Bu konak kimin
ayol söyleyiniz? Ay, üzmeyiniz beni... Ha?.. Ne dediniz? Safalar mı getir,
diniz? Ay, yok yok... Saf saf Safai Efendi mi? Doğru söyleyin... Evet,
Safai... (Şöhrete hitaben) Kızım, Safai Efendi kim?.

Şöhret, hayretten büyümüş gözleriyle Hoca Hantmı süzerek:

— Kim olacak, Mâilin kayınpederi...

Şöhretin yanındaki yaşlı kadın fartı istiğrabından iki tarafına sallanarak


refikasının kulağına:

— Aman, hiç böyle keskinini görmedimdi!.. Yeriyle, yurduyla, ismiyle


söylüyor...

Nefise:

— Üst katta, mavi boyalı odada zayıf, uzun boylu, irice kara gözlü bir kadm
var? Kimdir o? Bu kadın kimin nesi? Niçin öyle düşünüyor? Adımı
söyleyiniz. Söyleyiniz.... Söyleyiniz canım. (Nefisenin çehresi morarır, ağzı
köpürür) Rica ederim...
Sabbek:

— Anneciğim, söylemiyorlarsa zorlama... Bak ne hale girdin!..

— Ha ha... ;Sa ,Şaibe... Safai Efendinin kızı... Mâilin ka. rısı... Tü utanmaz
karı... Nedir o kocana yaptığın büyüler?.. Ben onun hepsini bozarım. Herifi
yanından ayırmamak için düzen düşünüyor. Tombalakça orta yaşlı bir ka.
dm var. Evi oralara yakın... Komşu, komşu; Sâiıbe ile içtikleri su ayrı
gitmiyor. Bu karı onun kilidi küreği, eli ayağı... Bak bak, Sangüzel
taraflarında büyücü bir hoca, ya gidip geliyorlar. Keçekülâhlı bir herif...
Alimallah senin külahını başına boynuna geçiririm. Büyüyü yaptılar,
afsunladılar... Muşambalara sardılar... Bak o tombalak karı götürüyor. Bırak
onu... A! Götürüyor. Götürüyor... îşte işte, «Çarşamba» taraflarında büyük
bir viraneye girdi. A, a, mezarlığa yakın; ulu çitlembik ağacının ya. nmdaki
battal kuyuya attı. Zavallı Şöhret! Mâil Bey gelmedi diye dövünüyorsun...
O çıkın kuyuda durdukça sev. gilin yanına nasıl gelebilir?..

Şöhret meraktan saçları ürpermiş bir halde:

— Hoca Hanımcığım, bir kuyucu bulsak, inip oradan çıkını alamaz mı?

Nefise: .

— A... Kah kah kah!.. İlâhi cahil kız; güldürme beni! Hiç büyücünün
attırdığı çıkını kuyucu bulabilir mi?

— Canım, kim bulabilirse o çıkarsın...

— Zor iş yavrum... Her yiğidin kârı değil... Bunu çıkarmak için çıkının
ağırlığınca para gider. Sâibe Hanım bu büyüyü kaça yaptırtmışsa şimdi
zıddını bulmak iki kat para sarfiyle olur. Mâil Beyin kullandığı çamaşırlar,
dan bir şey getirdiniz mi?

— Bir gecelik entarisi getirdik... •

— Pekâlâ, şuraya bırakınız...


Nefise Hanım, Şöhreti gayet uıstalıkla isticvap etti. Mâil Beyle olan
sevdalarına, münasebetlerine; yaşayış tarzlarına dair pek mühim malûmat
aldı. Bu tafsilâtı tel. leyip pullıyarak bir iki gün sonra gelecek Sâibe Hanıma
falla keşfetmiş gibi satacaktı.

Mahut çıkını o akşam kuyudan çıkartacağını vaat ile Şöhretten on lira


başlangıç aldı. Bir hafta sonra gelmek üzere Mâil Beyin dildadesi reftarmda
can dayanmaz bir edâ, kalbinde Hoca Hanımın keskinliğine büyük bir
itimatla çıktı, gitti.

Bu güzel Şöhretin ikametgâhım öğrenmek için arka, dan Mutuşu


saldırmakta ihmal vaki olmadı.

SÂİBE HANIM

Bu kadın «Ser» de yetiştirilen hasta, nazik bir çiçek gibi büyüdü. Anasının
babasının bir tanesiydi. «Sakınılan göze çöp batar» meşhur meseli
fehvasınca bir ailenin ye. gâne medan inşirahı, saadet sermayesi addedilen
bu za. yıf, çelimsiz, kansız; solgun kızın üstüne titredikçe, serpilip
büyümesi için tıbbın bütün harikulâde keşfiyatmdan istifadeye uğraşıldıkça
bundaki hayat usaresi sanki bütün bütün soğuyor, çekiliyordu. Çocuk altı
yaşma kadar, mizacım kuvvetlendirmek için bu güç işe tâyin kılman
doktorları nevmit bırakacak bir zaaf, bir dermansızlıkla bü. yüdü. Dokuz,
on yaşma doğru biraz kendini topladı; serpildi. Kadın oldu. Fakat o
çocukluk zaafından kendinde şiddetli bir hassasiyet, çabuk müteessir olmak
gibi bazı ahval kaldı. ! I ] '

Sâibenin ilk kadınlık devresindeki bu asabiyeti, bu elim teessüratı annesiyle


babasını çocukluk zamanındaki hasta halinden ziyade meraka, telâşa
düşürdü. Sairlerin.

ce ehemmiyetsiz görünen en ufak bir şeyden içlenir, derdini kimseye


söylemez, oraya buraya çekilir, gizli gizli ağlardı.

Annesi ile babası, kızlarını müteessir etmemek için doya doya sevmeğe,
okşamağa bile korkarlardı. 'Sâibe diğer çocuklar gibi her arzusunu meydana
koymaz, her istediğini söylemezdi. Mahzunane bakışından, çehresinin
aldığı garip, mânidar tarzdan maksadının keşfolunmasmı beklerdi. Haline
dikkat eden olmaz, mânalı hüznü ile if. ham etmek istediğini anliyan
bulunmazsa meyusiyeti arttıkça artar; nihayet gözlerinden .birkaç katra
nevmidî göz yaşının inmesi maksadının husulü yerine kaim olurdu. Meramı
derhal keşfediliverse o zaman da yüzünü mah. çubiyeti andırır bir kızıllık
kaplar; fikrindeki şeyin an. laşıldığma sanki sıkılırdı.

Peder ve validesi bu kızın meylini, inhimakini tetkik ede ede büyüttüler. Tâ


bebekle oynadığı zamanlarda Şaibede ana olmak, bir aile teşkil etmek için
şedit bir arzu vardı. Bebeklerini büyük bir şefkat ve itina ile yatırıp
kaldırdıkça annesi, kızının masum kalbindeki kadınlık cevher ve
inhimakine bakarak:

— Bu kız büyürse kocasını, çocuklarını çıldırasıya bir muhabbetle sevecek;


Allah vere de bir helâl süt emmişe düşeydi...

Demekten kendini alamazdı. Şaibenin ana ve babasından olan en büyük


ricaları bebekleri, bebeklerinin ço. cukları hakkında onların her ıgün birer
lûtuflannı istirham etmek olurdu. Meselâ büyük bebeğinin al canfes entarisi
varmış; küçük bebeğinkinin esvabı basmadanmlş... O, öbürünü
kıskanıyormuş. Binaenaleyh küçüğün kızı için de bir canfes entari
istirhamında bulunurdu.

Sâibe zekiydi. Fevkalâde hassasiyeti hasebiyle bazan o yaşta bir kızdan


memul edilmiyecek feraset eseri gösterir; idrakinin derecesine ev halkım
hayran ederdi.

Bu kızı kendi arzusu, meyli nisbetinde bir gayretle okuttular, yazdırdılar.


Kadınlar arasında allâme kesilecek bir mertebede değil, fakat her şeyden
birer parça anlıya, cak kadar tahsil gördü. Maahaza zekâsı, hassaslığı yarda-
miyle, Sâibe Hanım; sathî irfan ve malûmatına güvenen şöyle böyle
erkekleri yaya bırakacak bir liyakat ibraz edebilirdi.

Yaşı on yedi, on sekizi buldu; daha aile arasında bu kızın evlendirme


meselesi kale alınmıyor, bahis mevzuu olmuyordu. Meselenin zorluğu,
nezaketi onu düşünmeğe babaya anaya cesaret vermiyordu. Safai Efendi
zengin olduğundan, servet tamahı ile pek çok talip zuhur etti. Kız müstesna
bir güzelliğe malik olmamakla /beraber çirkin de değildi. Sâibenin bülent
kameti, nazik, solgun uzunca siması; kirpikleri yanaklarına saye salan iri
siyah gözleri, biraz enli kaşları, hâsılı umumî heyetinden hilmiyet, rikkat ve
şefkat akan çehresi; mesudiyeti zevciye için bir kadında vücudu lâzım olan
evsafı bilen, tanıyan bir erkeğin rağbet nazarını celbetmiyecek gibi değildi.

Böyle ilk <ağıza zuhur eden taliplerin çoğu, ne asalet, ne servet; ne de ilim
ve irfanca meziyet sahibi olmayıp sadece kara .kaşlarına, uçları kıvrık
bıyıklarına, civanlık-larına güvenerek zevce sayesinde refaha konmak
isıtiyen birtakım eli boş gençlerdi. Röylelerine kız değil, cevap vermek
tenezzülünde bile bulunmuyorlardı. Lâkin el bu! Başa çıkılır mı? Aynada
kendini beğenen talih tecrübesi nev’inden izdivaç talebine cüret
gösteriyordu. Safai Efendiye küfüv addolunacak zevat da zuhur etmedi
ıdeğil. Fakat her birine birer bahane bulundu. Bir iki sene de böyle geçti.
Nihayet bir gün Şaibenin validesi zevci Safai Efendiden kızlarına zevç
olacak zatın o şerefi ihraz edebilmesi için ne yolda evsafı bergüzideve
malikiyeti icap ettiğini sordu. Efendiyi bir düşünme aldı. Doğru söylemek
lâzım-gelirse bu mühim suale vereceği cevabı kat’î bir şekilde

kendi de bilmiyordu. Bu itibarla o konağa gelecek za/ orta yaşlı mı, yoksa
genç mi olsun? Çirkince mi veya güzel mi bulunsun? Servet, tahısil ve
dirayetçe ne kararlarda olsun?.. Pek genç ve güzel olsa çapkınlığına,
havaperest. liğe meyli ziyade bulunur. Yaşça biraz durmuş oturmuş olsa
veçhen pek revnakdar bulunmasına, bu takdirde de kızm muhabbetini celbe
muvaffak olamaması ihtK'mali var... Zengin olsa zevcesine kendini biraz
ağır satması melhuz... Fakir bulunsa pespaye addolunur.

Kan koca bu mühim cihetleri tâyine haftalarca, aylarca zihin sarfederek bir
şeye karar veremiyorlar, yek. diğerinii' ilzam için bir söz bulamayınca:

— Adam sen de, hayırlısı Allahtan...

Cümlei mütevekkilânesiyle bahsi kapatıyorlardı.

Yine karı koca bir akşam bu tezviç meselesini hal sadedinde endişeli bir
gece geçirmekteler iken 'Safai Efendi'' dedi ki: ,
— Bu madde hakkında biz kızın kendi reyini hiç soı> madik. Bir de onu
istimzaç etsek bakalım ne der? Bizim Sâ'.lbeye olan fartı muhabbetimiz bu
bapta bir karar verebilmemize mâni oluyor. Kendi ne diyecek, onu da anlı-
yalım?..

Sâibenin annesi Raika Hanım bu suali zihninde evirerek çevirerek düşündü,


nihayet dedi ki:

— A efendi öyle şey olur mu? Sen, ben sağ dururken böyle meselede onun
reyi sorulur mu? Meşhur meseldir «kızı keyfine bıraksalar zurnacıya varır»
derler... Sâibe bu keyfiyeti bizim kadar ince düşünebilir mi? O daha çocuk...
Onun aklı erer mi hiç?..

Efendi ısrarla:

— Hanım sen bir kere sor. Bakalım anlıyalım, kendi meyli ne cihete?..

— A, inanolsun efendi, ben kıza öyle şey soramam...

Hiç /ben ona gönlün nasıl koca cstiyor? Ne biçim erkeğe varacaksın,
diyebilir miyim?

— Sen soramazsan, dadısına tembih et. Bir münasebet düşürsün, o sorsun...

Ertesi günü Raika Hanım, kocasının bu tembihini Şaibenin dadısı


Ebrukemana anlattı. Ebrukeman, çocuk doğduğu zaman alınmıştı. Kendinin
de çırak çıkması küçük hanımın evlendirilmesine bağlı bulunduğunu
bildiğinden, dadı kalfa büyük bir beşaşetle:

— A, sorarım... Yirmi yaşma yaklaştı. Evde kalacak değil ya!.. Bakalım


asker nü, kâtip mi ister? Yanı kılıçlı mı, yoksa eli bastonlu mu olsuoı
diyecek?

Ebrukeman, böyle bir sualin evvelâ kendine iradedil-mediğine biraz canı


sıkılarak hanımın yanından çıktıktan sonra içinden şöyle söylendi:

— Ben koskoca büyük dadı idururken nasıl koca istediği küçük hanımdan
mı sorulur? Bir kere de bana sorulmaz mı? Hangi koca iyi olduğunu Sâibe
Hanım ne bilir? Dünkü çocuk... Erkeğin babayiğitinden anlar mı? Aman,
nasıl olursa olsun... Bir koca istesin de ibana da sıra düşsün. Küçük hanım
kâtibe varırsa varsın... Benim kısmetim inşallah askerden çıkar.

«Anan baban soruyor. Nasıl koca istersin?» sualini sorunca küçük hanımı
pek ziyade sevinecek zanniyle Efo-rukeman hemen koştu; kızı tenha bir
odaya çekip kapıyı sürmeledi. Dadısının böyle esrarengiz telâşlarla kapıyı
sür-meleyişinden bir şey anlamıyarak mütehayyirane bakınan Şaibenin
kulağına: ı

— Küçük hanım, duydun mu?

— Neyi?

— Sanki o suali sana değil, bana sormuşlar gibi yüre. ğim hop hop içinde
oynuyor...

— Hangi suali?

— Kılıçlı mı? Bastonlu mu?

— Dadı, anlamıyorum?..

— Anlamıyacak bunda ne var ayol... Asker mi olsun, kâtip mi? '

— Kimin için söylüyorsun?

— Sen niçin böyle vurdum duymaz kızlardan oldun?. Hiç böyle şeyi insan
anlamaz mı? Efendi babanla annen konuşmuşlar. Seni kocaya verecekler.
Bana: «Git kıza sor; nasıl koca istiyorsa anla, bize haber ver» dediler. Bu.
nu sormıya lüzum yoktur. Elbette yanı kılıçlı ister, di. yecektim. Yine bir
şey demedim. Çabuk söyle, nasıl is. tersin?..

Sâ'iıbe fartı hicap ve teessüründen kıpkırmızı kesildi, iki avuciyle yüzünü


kapıyarak:

— Dadı, o nasıl lâkırdı?..

— Nasıl olacak basbayağı lâkırdı... Öyle densiz densiz sıkılmıya kalkma.


Bu iş nazlanma götürmez. İnsana bir sorarlar, iki sorarlar... Sonra usanırlar,
kocaya vermeyi-verirler. Nihayet evde kalırsın. Bana kaç defa sordular.
Şaşkmgibi cevap vermeğe utandım da böyle kaldım işte... Şimdi sorsalar
cevabım hazır. Fakat sormuyorlar. Bes. belli senin mürüvvetini bekliyorlar;
benimki de ondan sonra olacak.

— Ben koca moca bilmem... Bana öyle şey sorma...

— A, a, a... Varmıyacak mısın?

— Varmıyacağım...

— Karabaş mı olacaksın? Sen varmazsan beni de vermezler. İnsan


yaşlandıkça evvelden varmadığına piş-man oluyor. Sizin halinizle halleşe
halleşe, derdinizle dert-leşe dertleşe baksana kurudum kira beygirlerine
döndüm. A, bana yazıktır. Ben de evimi bileyim. Bir bucağım olsun...
Nazlanma kızım, üzerinde bu kadar hakkım var...

— Dadı sen varacaksan var; ıbeni işe karıştırma...

— Ey, şimdi annene ne cevap vereyim?

— Canım, böyle meselede kızın reyi sorulur mu? Pederle valide nasıl tensip
ederlerse öyle olur.

— Eh işte nazlanma..."Sen de istiyorsun ya... Kızlık hali bu... (Söylemeğe


sıkılıyorsun. Annene giderim, «as. ker istiyor» derim.

— Dadı, ayağını öpeyim. Öyle asker, kâtip karıştırma; ayıptır.

— Ne olacak sonra?..

•Dadısının bu son sualine cevap olarak Sâibe mendilini çıkardı, hüngür


hüngür ağlamıya başladı.

Ebrukeman da hanımının bu densizliğine infial ile:

— Aman sade naz... Koca deyince böyle huysuzlanan küçük hanımları çok
gördük. Sizinkisı cistemem; yan cebime koyuver» tarzında densizlik...
Şimdi bu naz ağlaması bir şey değil... Sen asıl evde kaldığın vakit için yana
yana ağlıyacaksm. Annenin ağzı yok değil ya; kızının ne biçim koca
istediğini gelsin kendi sorsun. Oh canım, ara yerde bana ne oluyor?..

Serzenişleriyle odadan çıktı.

îradolunan bu sual zavallı Sâibenin kalbinde, safderun dadı kalfanın hissen


muhakeme edemiyeceği, hulkı rikkatten mahrumiyeti sebebiyle
anlamıyacağı bir fırtına koparmıştı. Ebrukemanm koca hakkındaki
düşüncesi, tasavvuru, tahayyülü kendi1 dediği gibi boylu boslu bir askerdi.
İşte o kadar. Gece, hülyalarım neş’eliyen o kalbinin perisine varmakla
kendini bütün bakiyei hayatmca emeline nail olmuş bir bahtiyar
addediyordu.

Ebukemanın odadan çıkarken «sizinkisi istemem yan cebime koyuver,


tarzında densizlik» demesi de bütün bütün yabana atılacak bir söz değildi.
Fakat mesele Sâibenin muhakemesince dadının zannettiğinden çok mühim,
çok nazikti. Kılıçlı, yahut bastonluya karar vermekle iş bitmiş olmuyordu.
Bu hassas kız için koca lâfzında henüz zevkini hissetmediği muhayyel bir
lezzet, yanına gidile.

miyerek ancak dilfirib eşkâl ve elvanına nazaran rayihası hakkında hüküm


verilen hir çiçeğin hayalî bir saadet kokusu vardı. Kadın olmak, kendi nasıl
doğduysa aynen öyle doğurarak ibraz edeceği validelik şerefiyle hayat
vazifesini yerine ‘getirmek, cemiyeti foeşeriyeye karışmak istiyordu.
Tab’ındaki muhabbet ve şefkat cevherini zevcine, evlâtlarına ibzal etmek,
sevmek, sevilmek emelinde idi.

Geceleri odasına kapanıp da pencereden mehtapta bahçenin, üzerlerine


eritilmiş gümüş serpilmiş zannolu-nan cesim ağaçları, esrarengiz gölgeler
içine gömülmüş hiyabanları arasından nazarını tahayyüle sevkederken, bir
bâkirin saffeti hayaliyle düşünürken bazan yanından, tâ omuzu üzerinden
âteşîn bir nefha, yanaklarını, ızârı mâsumanesini ısıtır gibi olurdu. Bu nazik
hayal böyle Sevdalı, münevver fakat hazin, sâkit gecelerde Şaibenin ismet
harimine duhule cüret eden müstakbel bir zevçti. Bu muhayyel âşık, kızın
kulağına lâhutî bir sesle bin sevda teranesi okur, türlü müessir cümlelerle
sadakat meva-idinde bulunurken zavallı kız bir nazarı iştiıbahla etrafına
bakınır, o mevhum şahsın göz bebeklerine nasbi naza ra uğraşarak sorardı:
— Sahi mi? Ey sevda perisi, doğru söyle: Sen sevdiğini ebedî bir
muhabbetle mi seversin? Bu tatlı tebessümlerinde iğfal şemmesi yok
mudur? Karı koca dâvalarında, romanlarda, tiyatrolarda gördüğümüz o
aldatılanlar, bir başka cihanın leim eşhası mıdır? Senden korkuyorum. Beni
aldatma. Maksadın iğfal ise söyle. Sevdanın derdine bulaşmadan ilelebet
böyle bâkir kalayım.» derdi. Sonra gönlüne, mahiyetini tefsir edemediği bir
hüzün çökerdi. Ağlar, ağlar, ağlardı. Derdini kimseye söylemez, kalbinin
derinliklerinde medfun o zevç hayalini sanki 'herkesten kıskanırdı.

Hep bunlar, bütün tezevvüç karan uzun boylu bir kocadan ibaret olan dadı
kalfaya anlatılamıyacak ince his. lerdendi.

Sâibe, maddî ve mânevî evsafı ancak kendi gibi hissi de pâkize bir kızın
mütehayyilesinde vücut bulmuş bir zevç, bir ruh arkadaşı arıyordu. Bütün
iştiyak gecelerini böyle bir emel ankasını takiple geçiren kızlardan hemen
hiç birinin maksada nail olamadıklarını, hayalin hakikate tatbiki nasıl bir
muhal iş olduğunu o acı tecrübeleriyle Sâibe daha bilmiyordu. Fakat fikir
ve hayali bu zevç, tezviç meselesine düştüğü zaman en emelpirâ tahayyülât.
tan sonra kalbine bir havf ve h.-ras geliyor, sanki bir hissi kablelvuku
tezevvücünün müstakbel macerasını âsabı. na tebliğ ediyor, ağlamadan
kendini alamıyordu.

Konak halkınca kızın bu haline densizlik, şımarıklık namı verildi. Bazı


kimseler hükümlerinde biraz daha ileri vararak Sâibenin kocaya varmak
istemediğini söylediler. Keyfiyet bu merkezde iken, o zamana kadar bahis
(mevzuu olmıyan bir mesele birdenbire başgösterdi. Safai Efendinin,
Merzuk efendi isminde bir dostu vardı. Büı iki zat arasındaki mevedd'et tâ
çocukluk zamanından, mektep arkadaşlığmdanıberi berdevamdı.
Beyinlerinde servet, asalet cihetinden bir fark yok gibiydi. Safai Efendinin
bir kızı olmasına mukabil ötekinin de bir oğlu vardı. Sâibe nasıl anasının
babasının bir tanesi, kıymetlisi ise oğlan da öyle... Aralarında tabiat, his,
terbiye noktai nazarından külli mutabakat vardı. Oğlan kızdan ancak iki yaş
kadar büyüktü. Aralarındaki kayde şayan fark yalnız Mâilin Sâ-ibeden daha
yakışıklı olmasında idi.

O âne kadar (Safai ve Merzuk Efendiler arasında bu kerime ile mahdumun


yekdiğeriyle evlendirilmesi emrinde söz geçmemesi mühim bir sebepten
ileri geliyordu. Kıymet ve muhabbet cihetinden kız ebeveyni nazarlarında
her neyse oğlan da öyle idi.

Bunlar biribirine verilse kız mı dışarı gidecek, oğlan m: ? Her iki taraf da
ıböyle bir iftiraka razı olamıyacağın. dan bu tezviç ve tezevvüç vadisine
şevki kelâm edilemi. yordu. Fakat bir aralık Mailin başı havalanır gibi oldu.
Arasıra konağa çakır keyif gelmek, belleri kuşaklı, vapur dumanı fesli, sivri
ökçeli, hâlü 'şanları şüpheyi davet edici bazı ahbaplar peyda etmek, geceleri
geç vakitlere kadar baba evinden uzaklarda geçirdiği gaybubet saatlerinin
mahal ve mekânı istimalini haber verememek gibi hovardalıklar
başgösterince Merzuk Efendinin aklı başından gitti. Muktedir olabildiği
mertebe Mâilin harekâtını tak. yide kalkıştı. Her ne sebeple olursa olsun
uşaksız sokağa çıkmayı, gece hariçte kalmayı, öyle kıyafeti, terbiyesi kendi
asaletleriyle münasebet alamıyacak delikanlılarla görüşmeyi katiyen
meneylcd:.

Mâil, kötü yaradılışla doğmuş bir çocuk değildi. Bu ilk gençliğin


dalâletinden kendini çabuk topladı. Fakat sıkılıyor, zayıflıyordu. Gençlerin
ilk hayat devrelerinde, ki tehlikelerden bu çocuğu nasıl sakınmalı? Nasıl
kurtarmalı?.. Pederle validenin bu hususta düşünebildikleri en kat’î çare
teehhül oldu. Mâili evlendirmeğe karar verildi. Lâkin hangi kızı almalı?..
Gezdiler, aradılar, taradılar; buldukları kızların hiç birini Maile lâyık
göremediler. Yavaş yavaş düşünceleri Sâibeye teveccüh etti. Bu kızın her
hali zaten malûmlarıydı. Meselenin güçlüğü, yalnız kızı içeri almak yahut
oğlanı dışarı vermekte kalıyordu. Çocuğun başı havalanmadan, yahut
oğullarına pek küfüv olmıyacak bir kızi almadansa Mâili Safai Efendinin
yanma, yarı orada, yarı kendi nezdlerinde bulunmak gibi bir şartla iç
güveysi vermeğe razı oldular.

Sâibeyi zevceliğe isteyip istemediği delikanlıdan soruldu. Kız pek güzel


değildi. Fakat bunun ulvî mahzuni-yeti, mütefekkir iri siyah gözleri,
hilkatindeki nezaket küçüktenberi Mâilin hoşuma giderdi. Binaenaleyh bu
kızı almakla bahtiyar olabileceğini ebeveynine söyledi.

Sâibeden de istifsarı hal edildi. Kızın verdiği cevap bermutafr birkaç katra
göz yaşı oldu. Kızda da oğlana karşı çocukluk zamanmdanberi bir meyil,
bir incizap var gibiydi Fakat şimdiye kadar ona varmak hakkında zihin
sarfeylememiş olduğundan, bu meyli nisyan külü ile mestur kalmıştı. Böyle
alınma verilme sözleri çıkınca bu eski sevgisine bir inbisat geldi.

Nikâh, düğün oldu. Hakikaten zevç zevce iki sene kadar emsaline gıpta
verecek bir hüsnü imtizaç ve saadet ile vakit geçirdiler. Bir kız çocukları
oldu. Makbule bir yaşma geldi. Zevç ile zevce beynindeki rabıtayı da
sağlamladı.

Sâibe kızlığında pencereden mehtaba karşı tahayyül ettiği emelinin perisini


bulmuştu. O muhayyel zevç işte vücut bulmuş, kendini almıştı.

Bu karı, koca, saadetlerinin tamam evci bahtiyarisin-de iken en ceyid, en


parlak, en açık havalarda şuradan buradan ağır ağır peyda olan sehabpareler
ğibi o tâbenâk, a saf, sevda ve imtizaç ufuklarında yavaş yavaş keder alâ-
imi başgösterdi.

Bu duman, bu bulanıklık Mâile ânz olan bir neşesizlikle başladı. Delikanlı o


eski şetaretini kaybetti. Sohbetinde evvelki revnakı, sofrada eski iştahı
yoktu. Evvelki gibi yemiyor, içmiyor, uyumuyordu. Her halinde bir
tebeddül vardı.

Sâibe, kocasının bu garabetini geçici bir asabiyet hali farzederek aile


arasına bir telâş düşürmemek için bir müddet kimseye haber vermedi. Yine
muhabbet semalarının musaffa bir hale gelmesini ve parlamasını birkaç
hafta beyhude bekledi. Fakat zevcinin marazî hali eksilmiyor, artıyordu. Bu
nasıl hastalık? Bu maraz zaman geçtikçe eskir, kökleşir, korkusiyle âcil bir
çareye başvurulmak için valide ve pederine ağlıyarak gizlice beyanı hal etti.
Doktorlar celbolundu. Mâili muayene eylediler.

«Kordiyal» filân nev’inden hafif ilâçlar tertibiyle gittiler. Marazın teşhisi


emrinde sorulan suallere hafif sinir hali, demekten başka bir cevap
verilmiyordu.

Etibbanın gelip gittiği günün akşamı zevciyetleri müd-detince ilk defa


olarak Sâibe, kocasının haksiz bir tekdirine uğradı. Mâil somurtarak bir
köşeye çekilip oturmuştu. Sâibe zevcini öyle meyus görmekten mütevellit
bir istizah tavrı, bir telâşla odada dört dönmekte iken delikanlı kaşlarını
çatıp azarlarcasma soğuk bir tavırla:
— Öyle anana babana söyleyip de lüzumsuz buraya doktor celbetmek gibi
hareketlere bir daha kalkışma. Benim bir şeyim yok. İnsanın neş'eli günü
olur, neş’esiz za. manı olur. Her gece söylenip zevcesini eğlendirmeyi
kocalığın aslî vazifelerinden zannediyorsan yanılıyorsun...

Bu ilk tekdir haftalarca ağlamak için zavallı Sâibeye girye sermayesi oldu.
Fakat mutadı veçhile hep gizli gizli ağlıyor, ye’sini, göz yaşlarını
ebeveyninden son derece ihtirazla saklıyor, kendi ile kocası beynindeki
esrardan ev içine bir şey sızıp da bilâhare Mâilin hatırını kırmayı mucip
olur korkusiyle hep ye’sinin kanını içine akıtıyordu.

Zevcine ne oldu böyle?. Her akşam somurtkan bir çehre ile eve geliyor.
Kendine bir sual, bir hitap vukubul-mazsa -ağzını açmak, bir kelime
sarfetmek istemiyor, îrad olunan suallere de hendesede «hattı müstakim»
tarifi gibi iki söz beyninde kabil olabilen en kısa yolla cevap veriyor.
Sofraya iniyor, ne yediğini bilmez bir halde dal. gm dalgın taam ediyor.
Odaya çıktığı vakit artık kendine pek müz’iç gelen karisiyle muhatabaya
mâruz kalmamak için kitap, gazete bir şey buluyor, sûrî .bir meşguliyet
arıyor. Gözleri satırlarda fakat zihninin başka yerde olduğunu 'Sâibe
görüyor, anlıyor. Kızı Makbule kucağına verilse, çocuğa şöyle yalancıktan
gönülsüzce bir iki gülüyor, his piş yapıyor... Sonra çabucak anasını
çağırarak:

— Al şunu. Çocuk kucağımda sıkıldı., yalanı ile kızı yanından defediyor.


ıSâibe, çocuğu babasının kucağından alırken yavrucağın henüz baba
nüvazişine kanmamış olduğunu, baba kucağını terketmek istememesinden,
naza, rmin mahzunluğundan, kollarını açıp da hep o tarafa atılmasından
anlıyarak ye’sinden erir, yüreğinin kam ta. şar, harice boşalır gibi olur;
çocuğun o istiskale uğra, yışı, analık şefkatini —muhrik bir seyyal humma
gibi vücudunu yakacak mertebede— galeyana getiriyor. Hemen hemen
ağzım açarak:

— Beyefendi, validesine peyda ettiğiniz nefreti mâ-suma niçin teşmil


ediyorsunuz? O, henüz ifadei merama bile muktedir değil... Bilmiyerek bir
kabahatte bulun-dumsa infialinizin cezası yalnız bana münhasır kalsın.
Çocuğunuzu seviniz. Bakınız onun nazarında size karşı ne büyük
mâsumane bir muhabbet var!..
Demek ister, fakat beyini büsbütün kızdırarak zaten çekilmez ıbir raddeye
gelen imtizaçsızlıklarma külliyen başka bir renk vermemek için tahammülü
daha muvafık bulurdu.

Mâilin mûtadı öğle yemeğini konakta yeyip sonra kalemine gitmekti. Yavaş
yavaş bu âdeti de bozuldu. Şimdi sabah olunca hemen giyinerek kendini
sokağa atmağa tehalük gösteriyorduk Beyefendi mahalle kahvesine çık.
maz, gazinoya gitmez. Sıcak döşeğini terkeder etmez, böyle aile yuvastndan
firarını neye hamletmeli?

Sâibe bütün cesaretini toplıyarak bir sabah sordu:

— Bir kahve içmeden, böyle gözünüzün çapağı ile nereye gidiyorsunuz?

Mâil nazarını zevcesinin yüzünden diğer ıbir noktaya inhiraf ettirerek:

— Pedere!..

Cevabını verdi. Muhtasar^ dürüşt fakat sıhhati meşkûk bir cevap. Genç
kadın bu kısa cevaplarla kanaate artık alışmıştı. Zavallıyı en ziyade öldüren
husus, peder ve va. lidesiyle ev halkından çoğunun, Mailin bu değişen ahval
ve ahlâkı hakkında iştibahlı birtakım sualler iradına kalkışmalarıydı. Sâibe
her şeyi örtmek, hiç birini sezdirmemek için son metanetini istimal ile
zevcinin garip mu. amelelerini hep birer suretle tevile uğraşıyordu. Lâkin
veçhindeki saklanması kaibil olmıyan yeis alâimi ve bundan mütevellit
zaaf, solgunluk, .Safai Efendi ile Raika Hanımı pek ziyade meraka
düşürdüğünden, bir iki defa Sâibeden gizli Mâil Beyi odalarına celp ile
kızlarındaki o acaip teessürlere dair nazikâne istizahlarda bulunmuşlar,
fakat delikanlıdan aldıkları cevap:

— Ben zevceme hürmette zerre kadar kusur etmiyorum. Benden gizli bir
derdi varsa onu bilmem?., den iba. ret olmuştur.

Kızlarını her ne zaman bu madde için sıkıştırsalar, onun ifadeleri de hep


Mâili kabahatten âri göstermekte olduğundan, ne yapacaklarını, ne
düşüneceklerini ikisi de şaşırıp kalmışlardı.
Ana, baba böyle bir hayret içinde iken Mâil ile Sâibe arasındaki geçimsizlik
diğer bir fecaat devresine girdi.

Sâibe evvelce muhabbetinden, sadakatinden katiyen emin bulunduğu


beyinin haline, muamelesine o tebeddül ârız olur olmaz bu tegayyüre ne
mâna vereceğini birdenbire tâyin edemiyerek bir tereddüt deryası içinde
hayli müddet bocalanıp durmuştu. Fakat Mâilin muamelâtta gösterdiği
burudet gittikçe tedenniye bedel terakki husu. lü Sâibenin işe bir sevda
meselesi karışmış olması emrindeki şüphesini takviye etti. Genç kadın
olanca hassaslığını, kiyasetini zevcinin ahval ve harekâtım tetkika ha®-
reyledi. O, kadınca hiredsuz, inceden inceye dikkat ve muhakematiyle,
Mâilin gönlüne diğer bir kadının biaman sevdası girmiş olduğunu müsbet,
her gün yeniden yeniye delâil keşfine başladı. Nazarında hakikat teeyyüt
ettikçe, inkâr, tevil kabul etmez bir vuzuhla sabit oldukça biçare Sâibenin
teellümü, ıstırabı tahammülün fevkine çıkıyordu. Dünyadaki bütün
saadetlere tercihan zevcini çıldırasıya bir şiddetle seven bir kadın için
hunfeşan, en keskin hançer uçlarından daha vecânâk bir kıskançlık acısı
içini yiyor, eritiyor, zehirliyor, parçalıyordu.

Zevcesinin düştüğü bu sonsuz teellümatı Mâil görüp anlamakta çok teahhur


etmedi. Sâibe her saniye biraz eriyen mum gibi bitiyor, tükeniyordu.
Aralarında tahad. düs eden burudete, mübayenete, o vahim zevciyet mese.
leşine dair şakkışefe etmeksizin yekdiğerinin halini, ıstırabını biliyor
gibiydiler. Aralarında sâkitane bir «dram» başladı. Bazan' ikisinin de elem
şerareleri nazarlarından fışkırırken gözgöze gelirler, yine hemen
muztaribane bir titreyişle nazarlarını tebdil ederlerdi. Bu bakışlarında sanki
bir gün yekdiğerine birer müthiş ifadede bulunacaklarını anlatır bir ıztırar
mânası vardı. Fakat o ikrar gününün vürudundan pürtevahhuş kesildiklerini
bildirir birer isticalle yekdiğerinden kaçarak tehlikeyi defe uğraşırlardı.

Bir akşam yine böyle hirasân, lerzan kan koca gözgöze geldiler. Mâiün
gözleri büyüdü. Dudakları anlatılacak mühim derdin dehşetinden > titriye
titriye ayağa kalktı. Lâzım, gelen metaneti iktisap için aktör gibi bir tavrı m
utazarrianede kollarını açarak zevcesine doğra iki adım attı. Besbelli 'ikrar
dakikası hulûl etmişti. Fakat Sâibe, avcı kurşununa mâruz kalmış bir
,kaplan gibi gözleri dönmüş, saçları ürpermiş bir halde hemen yerinden
fırladı, îki eliyle zevcinin ağzını kapıyarak:
, — Bey! Allah aşkına sus!.. Bana bir revolver çek, tek o anlatmak istediğin
şeyi söyleme... Yok, tahammül edemem, söyleme...

Sayhasiyle oraya yığıldı. Kendini kaybetti.

Karı koca arasında cereyan eden bu facianın hane halkınca işitilmesine


meydan vermemek için Mâil oda kapısını sürmeledi. Ruhlar, kolonya
sulariyle zevcesini ayıltmağa uğraştı Sâibe aklını biraz topladığı zaman ken.
dini kocasının, sevgili Mâilinin kolları arasında buldu.

Bedbaht Sâibe kendini, hayli zamandır muhabbetinin sıcaklığından, nüvaziş


hararetinden mahrum kaldığı zevciyle göğüs göğse bulunca, kânunusanide
tebdili iklim ile nisan güneşine müsadif olan yaprağı ve sapı solmuş bir
çiçek gibi vücudunu ısıtan o sevda ateşi altında bir in-bisat hissetti. iS'anki
yüreği içinde büyüdü, büyüdü. Karı koca yine göz göze bakıyorlardı. Fakat
Mâilin nazarından biraz evvel o dehşetli mâna şimdi zail olmuş, bakışma
garip bir rikkat ve nedamet hali gelmişti. Zevcesinin alnından öperek
müsterhimane bir sada ile:

— Sâibeciğim, ne oluyorsun?

Dedi. Her ikisinin göz bebekleri yine birbirine dikildi. Bu nazarların


teatisinde müz’iç fakat beliğ bir haki, kat vardı. Onun acılığını örtmek için
Mâil son derece nefsini cebrederek tekrar sordu:

— Hanımcığım... İki gözüm, ne oluyorsun?

Sâibe ne mi oluyordu? Mâilin bu suali aynen zavallı, nin yüreğine bir


hançer soktuktan sonra hissettiği evcaı sormak kabîlindendi. Genç kadın,
yanaklarından aşağıya sıcak damlalar yuvarlana yuvarlana yürek delen
hazin bir sada ile:

— Bana bir şey olmuyor Mâil!.. Ne oluyorsa, sana oluyor. Fakat


sormuyorum. Hayır... Anlamağa cesaretim yok. Sen söylemek istesen bile,
ben dinliyemem. Sükûtu, nu rica ederim. Anladın mı?

— Hayır, bu bilmeceyi hiç anlıyamadım.


— Aramızdaki şey ne bilmecedir, ne muamma... O bir müthiş hakikattir.
Mâil, istirham ederim. Ona dair şakk’şefe etmiyelim. Onu senin ağzından
işitince ben ölürüm. Zevçliğinin tahakkümündeki saadetimi; evet, işte bu
gördüğün elîm saadetimi mümkün mertebe uzatmak için seni kıskana
kıskana her gün birer parça ölerek fe-nayap olmak istiyorum. Muhabbetini
benden artık esir, giyorsun... Söyle... Bu son ricamı reddetmezsin, değil mi?
Evet, sana yemin ederim, böyle ölmek bana daha tatlı geliyor...

Mâil ağzını açmak üzere iken Sâibe asabı bir lerzişle yine zevcinin ağzını
tutarak:

— Sus, güzelim sus... İhtiyatsız bir sözün bana bir katil tane gibi tesir eder.
Kanıma girdiğine belki sonra nadim olursun. O sırrı daima kalbinde sakla...

Mâil ağzmı karısının elinden kurtararak:

— Elmasım, saçma söylüyorsun. Namusum üzerine dünyada mukaddes


bildiğim şeyler üzerine kasem ederim ki saçma söylüyorsun. Beynimizde
saklıyacak, gizliyecek bir sır yoktur, Mâilin yine her zamanki Mâilindir.
Fakat maatteessüf görüyorum ki sen eski Sâibe değilsin. Niç'n böyle
müvesvis oldun? Bu şüphelere ne lüzum var? De. lilsiz niçin beni ithama
kalkıyorsun? Ortada fol yok, yu. murta yok... Zihnini işgal eden madde
nedir? Vallahi onu bile bilmiyorum...

Yine göz göze geldiler. Mâil zevcesinin keskin nazarları altında titriyordu.
Sâibe derin bir şüphe nazariyle:

—Ben hiç bir ,şey bilmiyorum, görmüyorum, seni katr iyen bir hususla
itham etmiyorum. Fakat halindeki garabeti, kalbindeki tebeddülü
hissediyorum. Evet, öyle şeyler hissediyorum ki...

— Saçma?... Seni temin ederim ki saçma...

— Saçma m? Birkaç zamandır halinde büyük bir de. ğişiklik peyda


olmadığına yemin edebilir misin? Yemin etsen de beni inandırmak kabil
olabilir mi?

— Hâlimde bir değişiklik var. Onu inkâr edemem.


— Ey, bu nedir? Onu anlat bakayım.

— Sinir hastalığı».

— Sinir rahatsızlığına uğnyanlarm zevcelerinden, çocuklarından


muhabbetleri kesilir mi? Onları gördükçe yılan görmüşe mi dönerler?

— Bu rahatsızlığın envai vardır. Fakat hiyanet benim senden, çocuğumdan


ne vakit muhabbetim kesildi?

— Mâil, beni söyletme... Öyle hallerine, öyle zamanlarına dikkat ett-m ki,
hakikat tam vuzuhiyle nazarı dehşetime çarptı. Kalbinde fevkalâde bir
tahavvül vukua geldiğine ben de korkmaksızm yemin edebilirim.

— Kalbimde hiç bir tahavvül vukuibulmadı. Lâkin yüreğim bazı bazı o


kadar sıkılıyor ki... Seni de, Makbuleyi de göremiyecek bir hale geliyorum.

— Yüreğin niçin sıkılıyor? Bunun bir sebebi olmalı...

— Bilmem... Bir hastalık. Bunu bana değil, beni tedavi eden doktora
sormalısın.

— Bu hastalığını bana teşrih edebilirsen, belki endişeli nazarların önünde


bazı hallerini tevile yol açmış, evet belki, belki beni müsterih edebilecek bir
selâmet vâ-disine isal etmiş olursun. Çünkü Mâilciğim, teselliye, sana
itimada pek büyük ihtiyacım ,var.

— Pekâlâ ama, ne söyliyeyim? Nasıl meseleyi teşrih edeyim, bilmiyorum


ki?.. » *

— (Sen teşrih etme. Yalnız benim sorduklarıma cevap ver...

Mâil bu tehlikeli suale cevaben mucip olabileceği vahameti düşünerek


feözü kısa kesmek için zihnen girizgâhlar ararken Sâiıbe zevcinin elini keni
elleri arasına aldı. Gûya bir tevbih maksadiyle sıktı sıktı; var kuvvetiyle,
dişleri birbirine geçecek bir tazyikle sıktı. Nihayet yorularak gevşetti.
Baygın, süzük, yorgun bir nazarla kocasına baktı. Zevcinin elini tekrar
yakalıyarak çekti, tâ kalbinin üzerine götürdü. Bütün halecanlarına, bütün
derunî yaralarına müessir bir deva imiş gibi o eli yüreği üzerine
şiddetle bastırdı. Kirpiklerine dizilen elmaspareler arasından tarif olunmaz
mahzunane bir nazarla bakarak:

— Mâil; burada, kalbimde senin için nasıl sonsuz bir muhabbet olduğunu
bilsen?.. Bana bir kelime yalaa söylemenin ne büyük bir cinayet olduğunu
anlasan?..

Mâil korkudan, teessürden titriyordu. Sâibe devamla:

— Yalan bazan işe yarar. Ben şimdi belki hakikatten ziyade ona muhtacım.
Fakat derdine deva istemiyen, ilâçtan iğrenen hastalar da olmaz mı? İşte
ben de öyleyim. Fikir ve kararım işte yarım saatte birkaç şekle giriyor. Ne
düşüneceğimi bilemiyorum. Artık söyliyecek;-sen doğru söyle, hakikati
ketmedeceksen hiç söyleme... Kaç zamandır bana gösterdiğin soğuk
muameleler nedir?..

— Ne gibi?..

— Ne gibi mi? Bunu tafsile kalkışsam ciltler dolar. Kıskanan bir kadının
inceleyici nazarından hiç bir şey kurtulmaz, Mâil... Gönlünde bana karşı
öyle büyük bir soğukluk var ki, bunu belli etmemeğe nefsini cebrettikçe
halin daha acaip oluyor; ketmetmek istediğin şey daha ziyade meydana
çıkıyor. Seni ailenden nefrete düşüren hal nedir?

— Hayır, kimseden nefret ettiğim yok.

— Niçin evde durmuyor mümkün olabildiği kadar vaktini hariçte


geçirmeğe uğraşıyorsun?

— İçimde bir sıkıntı var Sâibeciğim, sinir hastalığı... Kendimi evden sokağa
atıyorum da, sanki gittiğim yerde durabiliyor muyum? Oradan oraya
dolaşıyorum. Zaten hekim de öyle söyledi. Durma dolaş, dedi.

— Hekim sana zevcenden kaç, çocuğundan sıkıl; böyle ne yaptığını bilmez


bir halde serseriyane dolaş mı dedi?..

— Serseriyane dolaşıp da ne yapıyorum? Şimdiye kadar bir gece hariçte


kaldım mı?
— Evet, kalmıyorsun. Fakat belki işte o kalamadı-ğm seni sıkıyor da bu
hallere düşürüyor.

— Biraz da insafı elden bırakma Sâibe...

Bir müddet derin bir sükûtla geçti. Bu mehip sükût esnasında sanki ikisinin
de teessür lisanları cesareti beyandan kalmış da birbirine yalnız kalblerinin
darabaniyle ifadei hissiyata uğraşıyorlarmış gibi yekdiğerinin göğsünden
kopup gelen gümbürtülere kulak verdiler. Hattâ bir aralık Sâibe (kulağını
zevcinin göğsüne koyup içinin tiktakını dinliyerek dedi ki:

— Bu «tıpırtı» larm doktorluk fennince birer fasih mânası var, değil mi?
Muhabbet de dahilî emrazdan değil midir? Onu anlamak için kalb lisanını o
noktadan niçin tetkik etmemişler? Fen bu cihetten de ilerlemiş olaydı, ben
şimdi kulağımı şuraya koyunca işiteceğim dara-battan bütün yalanlarını
birer birer anlar, hakikati öğrenirdim...

Evvelden Sâibe, kocasının kendine itiraf edeceği hakikati söyletmemek için


ağzını -tutar, o müthiş itirafta bulunmamasını ona rica ederken şimdi Mâil
isnadları reddettikçe zevcesinde onu söyletmek arzusu bilâkis artıyordu.

Çektiği elemlerin can dayanamıyacak yorgunluğu ile biçare kadında maddî


mânevî bir aksülâmel husule geldi.

Sâibe isticvabını o kadar uzattı, öyle ufak tefek noktalara getirdi ki, karı
koca beynindeki bu esrarın bir roman sayfalarında ifşası birçok mahzurları
davet edeceği için tafsilinden bilmecburiye sarfı nazar ediyoruz.

Mâil birçok mühim suallere cevap bulamadı.. «kem küm» ledi. îkna edici
bir söz bulamayınca sinir hastalığı nakaratını tekrar ediyor, halindeki bütün
garabeti yalnız o terkibe yükletmeğe uğraşıyordu. «Yiğidin kalesi inkârdır»
sözünü zavallı delikanlı kendine hareket düsturu edindi. Fakat öyle inkâr ki,
birkaç ay sonra bu inkârın külliyen tadı tuzu kaçtı. Çünkü yalnız lâfzan
inkâr ediyor* fiiliyatça karı koca beynindeki uygunsuzluk evvelkinden
beter bir hale giriyordu. Mâil yavaş yavaş akşamları da gecikmeğe, sonra
sonra bazı geceler de külliyen gaybubete başladı. Şimdi sinir illetinin âlâsı
Sâibe-yi yakaladı. Biçare kadının gözü, kocasından başka cihanı, hiç
kimseyi görmez oldu. Kıskandıkça nazarında Mâ-ilin kıymeti artıyor, zevci
gözüne dünya güzeli gibi gözüküyordu. Her gün mücadele, her gece sual
cevap; her saat serzeniş... Bu karı kocalıktan, bu hayattan artık Mâ-ile usanç
geldi. Her ne suretle olursa olsun bu meseleye bir nihayet vermek
cihetlerini düşünmeğe girişti. Yine bir gece gaybubetinden sonra ertesi
akşam evine dönünce zevcesi Sâibeyi ölü gibi beti benzi kaçmış, haline bir
garabet, harekâtına bir sükûn gelmiş dalgın, korkunç bir halde buldu. Yine
karısından arkası gelmez serzenişlere, mücadelelere girişeceğine intizarda
iken ahval hiç me-mulü gibi cereyan etmedi. Dairelerine girdikten biraz
sonra Sâibe şakkışefe etmeksizin kapıyı kilitledi'. Kocasını nazikâne elinden
tuttu, salondan çıkardı. Yatak odasına gönderdi.

Karyolanın başucundaki ufak dolabın üzerinde küçük bir revolver görünce


Mâilin zihni karıştı. Sâibe eliyle kocasına bir koltuk gösterdi. Delikanlı
itiraz etmeksizin gitti, işaret edilen yere oturdu. Sâibe kolunu uzattı,
revolveri aldı. Zevcesinin niyetinden artık Mâilin şüphesi kalmıyarak idama
mahkûm bir câni gibi gözlerini kapadı. Silâhtan çıkacak kurşuna arzı
vücutla öyle durdu. Yalnız o esnada dedi ki:

—- Zaten çoktandır düşünmekte olduğum bir şeyi beni o zahmetten


kurtararak sen ifaya karar vermiş olduğun için 'teşekkür ederim...

— Hayır sevgili beyciğim, maksadımı anlıyamadmız.

Gözlerinizi açın. Ölmeğe müstahak siz değilsiniz, benim. (Birkaç adım


ilerleyip silâhı kocasına uzatarak) Bunu alınız, sözlerime iyice kulak
veriniz.

Azîm bir istiğrap içinde kalan Mâil revolveri aldı. Hayretle gözlerini
zevcesine dikti.

Sâibe ihtizazdan yarı anlaşılır bir sada ile:

— İkimizden hangimiz daha ziyade merhamete şayanız, orasmı bilemem


beyim... Bende artık tahammüle takat kalmadı. Şu saatte ulüvvü cenabınıza
sığmıyorum. Sizde zerre kadar insaniyet eseri varsa, ya o kaç zamandır sizi
yeyip bitiren sırrı bana söyler, yahut da ateş eder, beni şuraya serersiniz.
Evet, insanlık namına istihkak iddia ediyorsanız bu ikiliğin birini şimdi şu
dakikada benden esirgemezsiniz... Bakayım anhyayım, sizi bu serseriliklere,
bu burudetlere düşüren, ailenizden, çocuğiu-nuzdan müteneffir eden...
(Göğsünü tutup boğulur gibi yutkunarak) bazı gecelerinizi hariçte
geçirmeğe sevkey-liyen sebep nedir? Anlıyayım da, zevceniz olarak kalıp
kalamıyacağımı bileyim. Her şeyi bana anlatırsanız, siz de can sıkıcı vicdan
yükünden kurtulmuş olursunuz. Sizi her kusurunuzla bile bile kabul
edersem sizin için artık inceden inceye vicdan endişelerine lüzum kalır mı?
Beyim, bu ricamı reddetme... Evet bu büyük lûtfu benden esirgeme...
Haydi, ya öyle, ya böyle... Bekliyorum.

Dedi. Bir mazlumiyet tavriyle boynunu büktü, gözlerini yumdu; kollarım


iki tarafına salıverdi, kocasının karşısında durdu. Mailden bir ses çıkmadı.
Odayı korkunç bir sükût kapladı. Bir iki dakika geçti. Sâibenin o elîm
intizar halinde daha ziyade durmağa takati kalmadı. Titriye titriye dizleri
üzerine eğildi. Yine boynu bükük, yine gözleri kapalı olduğu halde yürek
sızlatacak hazin bir sesle:

— Mâil, beyim, iki gözüm... Ben senden hiç bir şey saklamam. Cenabı Hak
gönlümü biliyor... Ne yalan soy-»

liyeyim, kulaklarım ağzından çıkacak o müthiş itirafa 'bedel revolver


tarrakasma intizar ediyor. Bu iıkinci sada benim daha ziyade ruhumu okşar.

Mâilin, zihninden pek mühim şeylere karar verdiği veçhindeki işmiz


azlardan, derin hututu yeisle çatı]bnı§ alnından, tane tane dökülen soğuk
terlerden anlaşılıyordu. Biçare delikanlı o elim halecan haliyle kalktı,
zevcesinin elinden tuttu, bir kanapeye oturttu. Kendi de yanına oturdu.
Dudakları titriyerek o müthiş iftitah cümlesine girişmek istedi. Lâkin
boğazı, hançeresi kurumuş, tekmil sadrım sanki bir ateş sarmıştı. «Boğuik,
kısık bir sada ile dedi ki:

— Sâibeciğim, ben senin lûtfuna, merhametine muhtaç, hem de


göstereceğin mürüvvete, inayete, ulüvvü cenaba lâyık bir kocayım. Cenabı
Kibriyanm kudsî namına yemin ediyorum, sözlerimde bir kelime hilâf
yoktur. Ben, ben...

Alt tarafını getiremedi. Ben, ben lâfızları içinde boğuluyor gibi bir seylâbı
girye ile kalktı, diz çöktü. Başını zevcesinin kucağına koyarak hüngür
hüngür, çocuklar gibi haykıra haykır a ağladı. Sâibeden inen hazin kat-reler
de bu ateşli göz yaşlarına karışıyordu. Bu ağlama sadmeleri arasında
nihayet diyebildi ki:

— Ben acınacak bir derde, söylenmez bir belâya giriftar oldum. Beni bu
vartadan ancak senin rahmü şefkatin, kızımız Makbulenin mâsumane
muhabbeti kurtarabilir. Karıcığım, bana acırsın... Kocanın zıyaına, mânen
belki de maddeten helâkine vicdanın razı olmaz, değil mi?.. (Her ikisinin de
gözleri kırpılmaksızın birbirine dikildi.) Of., hani revolver?.. Sâibe, bana
sen acımazsan bir gün o silâhın kurtarıcı muavenetine müracaatte muz-tar
kalacağım... Çünkü... Of, çünkü ben bir fahişe seviyorum... Çıldırasıya,
mahvolasıya seviyorum, seviyorum.. Benden evvel sevdasının tuzağına çok
zavallıları düşür-

müş olduğunu, bu gönül ticaretini kendine bir kazanç, bir san’at edindiğini
büerek seviyorum. İhtiyarım 'haricinde, arzum hilâfında seviyorum. Neye
uğradığımı anla-mıyarak seviyorum. Hâsılı Sâibeciğim, işte ben ölüyorum...

Bu sözler Şaibenin beyni içinde hakikaten bir silâh patlayışından daha


korkunç, daha müthiş birer tarraka ile gümlüyordu...

Bir müddet sustular. Mâil o müşkül itirafın verdiği takat götürmiyen


yorgunluğu ile yarı baygın bir kaide soluk soluğa dinleniyor, Sâibe meyus
gözlerini karşıya, duvara dikmiş, göğüs geçire geçire hazin hazin ağlıyordu.
Kocasının yüzüne bakamıyor, yahut bakmak istemiyor gibi, hayli müddet
gözlerini aşağıya indirmedi. Nihayet Mâil, mahkeme huzurunda son karara,
beraet veya mahkûmiyetine şiddetle intizar eder bir maznun gibi zevcesinin
yüzüne baktı, elini avucu içine aldı, öpmek istedi. Fakat Sâibe çekerek:

— Mademki gönlünüz öyle kötü bir kadına düşmüş. Mademki onu şiddetle,
mahvolasıya seviyormuşsunuz... Ben sizi öyle bir canavarın pençesinden
nasıl kurtarabilirim?..

— Elini avucumdan çekme, Sâibe. Beni reddetme... Ben o kadını kudsî bir
aşkla sevmiyorum. Bu meylime muhabbet denemez; buna geçici, murdar
bir heves denir. Temizlenmesi müşkül bir gönül lekesi, müstekreh bir ip-
tilâ... Hayatım, gençliğini, namusunu, izalesi kabil olmı-yan bir leke ile
kirletmiş öyle bir karıya ebedî bir muhabbetle merbut kalabilir miyim? Hiç
öyle bir aşifte gönlümde sana muhtas olan yüksek ihtiram mevkiini
zaptedebilir mi? (Kalbini göstererek) Burada sen, daima sen payidarsın...
Câyi ihtiramın gönlümdür, seninle onun arasındaki farkı bilmiyecek, bir
meleği bir şeytandan ayıramıyacak kadar bana körlük ârız olmadı...

— Ne demek istediğini anlıyamıyorum. Mademki beni ona takdimen


seviyorsun. Mademki kalbinin ihtiram mevkii bana muhtas imiş. Madem
onun müstekreh bir kadın olduğunu biliyorsun... Gözünü yum; terkediver...
Ben de geçmişi unutayım; eslki zevciyet saadetimize avdet edelim...

— (înliyerek) İşte bu kabil değil... Keyfiyet böyle sade olsaydı, bu kadar


zamandır seni üzer, kendim üzülür, bu hallere gelir miydim? Sâibeciğim,
beni dinle, kendini benim zevceliğimden, o rabıtadan, o muhabbetten,,
kabilse o histen tecrit ederek beni bir hakem sıfatiyle dinlemeğe gayret et.
Ancak bu itibarla ne dediğimi biraz anlıyabilirsin... (Zevcesinin elini kalbi
üzerine getirerek) Bak, ne kadar halecanda olduğumu anla... Bir uçurumun
kenarında dolaşıyorum. Senin yüksek merhametin bana işte bu noktalarda
lâzım. Senden istirham ettiğim şeyin belki icrası kabil değildir. Her
fenalığıma zamimeten belki bu da başkaca bir canavarlıktır. Fakat çare yok
Sâibe, çare yok... Beni bu göz yaşlarımla, bu ye’simle, önümdeki felâket
hafresine tepimivereceksin? Dinle, gözümün nuru karıcığım dinle... Ben
şimdi şiddetli bir humma sevdası geçiriyorum. Öyle bir maraz ki, gözlerime
perde çekmiş, her hissimi örtmüş, hiç bir şey göstermeden beni saçları sarı
bir karıya doğru çekip götürüyor. O saçların, alevleri içinde yanıyorûm.
Bazı hastalıklar vardır ki, onların nöbetlerini hiç bir deva tadil edemez.
Hükümleri, seyirleri her neden ibaretse tamamiyle icra ederler. Ben de bu
hastalığımın her seyrini geçireceğim. Bağıra çağıra, evet, dilsûz feryatlarla
geçireceğim... Buna ne senin itirazların, ne anamın babamın tekdirleri, ne
de kendi metanetim-para eder... Bu müthiş hakikati anla. Beni bu yoldan, o
karının rahı sevdasından çevirmek mümkün olamıyacağmı bil... Bunun için
nafile uğraşma, yorulma. Beni, yine benim sana göstereceğim yolla
kurtarmıya çalış. Çünkü Sâibe... Aman nasıl anlatayım? Beni affet;
meleğim, beni affet... Bir zevceye, senin gibi iffetin, şefkatin mücessemi bir
zevceye, itirafı cinayet demek olan şeyleri işte ben bîperva söylüyorum.
Hep ulüvvü merhametine istinaden söylüyorum. Evet güzelim, beni o
karının sevdasından men’e, uğraşma... Nasihatle, tehditle, istirhamla, her ne
suretle olursa olsun, ondan vazgeçirmeğe çalışma. Çünkü beyhudedir,
faydasızdır, nafiledir, boştur... Çünkü karıcığım, (Sâibenin ayaklarına
kapanarak) çünkü... İşi bu derkeye getirmemek için insan takati dahilinde
ne yapılmak kabilse yaptım. Yanına gitmemek, davetlerine kulak
vermemek, o kaltağı görmemek için ne kadar beyhude mesaide
bulunduğumu, ne can sıkıcı metanetler ibrazına uğraştığımı bilsen, her şeyi
unutur, yalnız benim bu husustaki bedbahtlığıma ağlarsın... Fakat Sâibe,
mümkün olmadı. Tâ kutuplardaki miknatı-sa tutulan titrek bir ibre gibi beni
daima mukavemeti nâkabil bir kuvvet, kim bilir belki bir sihir o karıya çez-
betti. İhtiyarım hilâfında sürükledi. Üç gün evvel bir mesirede bulunsa, bir
yoldan, bir sokaktan geçse oradan müruru nasıl olduğunu bilemediğim bir
suretle sanki bana münkeşif olur, teneffüs ettiği havada, oradaki
mevcudiyetini bana ihsas edecek burun okşayıcı bir koku bırakırdı. Her şey
nazarımda hiç oldu. Benim için kâinat ondan ibaret kaldı. Ah «Sâibe,
geceleri senin firaşı helâlm-da öyle bir aşiftenin nâmeşru muhabbeti
zahmiyle ağlar, yastık örtüsünü ıslatırken irtikâp ettiğim cinayetin
derecesini tâyin için bir nam bulamadım. Kendi kendimi tel’in ederdim.
Bak ne kadar saffetle sana cinayetimi itiraf ettiğimi, her şeyi nasıl noktası
noktasına söylediğimi görüyorsun. Seni samimiyetle sevmesem, halâsımı,
saadetimi senden beklemesem, seni kendime felâh medarı addetmesem,
nâmeşru, murdar bir muhabbetle kavrularak âdeta hissiz, evet, bu ateşten
hariç olan şeyleri görmez, duymaz bir hale geldiğim şu buhranlı halimde
senin merhametini, rikkatini celp için bu tazarrularda bulunur muyum?
Halâsımı senden bekliyorum Sâibe... Beni bu felâketten kurtaracak ancak
senin sabır ve metanetindir... Bu haince itiraflarımla yoruldum, bittim, seni
de bitirdim. Müsaade et, sözümü burada keseyim. O karıya nasıl gö^ nül
kaptırdığım bahsini tafsile cesaretim yok. Bu o kadar fecidir ki... Of,
susayım... Mezelleti ahlâkın o hafre-leri, levsi hayatın açtığı, kemirdiği bu
cerihalar... Evet, bir fahişenin sefilâne sergüzeşti, iffet istikametinden
uzaklaşması keyfiyeti, rezalet destanı, bütün elîm vukuatı pek dilsûz
olmakla beraber yine senin gibi nezih, afif, pâk, yüksek vicdanlı bir kadının
huzurunda hikâye edilemez... Anladın mı güzelim? (Yine zevcesinin pâyi
istirhamına eğilerek) Feci neticemi şuraya getirmek istiyorum ki, bana her
şeyi emret, icraya âmadeyim. İşte «revolver», onu beynine ;sık, de, sıkayım.
Emrinin yerini bulduğunu şimdi görürsün... Yalnız, o karıdan vazgeç, onu
terket, deme... Çünkü bu, gücüm, kudretim, ihtiyarım haricinde bir husustur.
Emrinle ölmeğe hazırım. Fakat onuw terke muktedir değilim... Bu hevesim
çok sürmez. Seni temin ederim. Lâkin bu hastalığımın hiç olmazsa nekahet
devrini beklemek lâzımdır. Yine Mâilin eski Mâildir. Şimdi beni kovarsan
her türlü halâs ümidimi, selâmetim için her ihtimali mahvetmiş olursun...

Sâibe iki eliyle yüzünü kapadı. Artık oda, tavan hepsi başı üzerinde fırıl fırıl
dönüyordu. Uzun bir inleyişle de-di ki:

— Beyefendi, bu uzun mukaddimelerle bana böyle bir teklifte


bulunacağınıza, söz yerine revolver istimal etmiş, mantıkî iknaata bedel bir
kurşunla, işi kısa kesmiş olsaydınız, hakkımda daha büyük bir lütuf
göstermiş olurdunuz. Benden istediğiniz fedakârlığın derecesini zihnen
tâyin ediyor musunuz? Yoksa her tarafınızı yakıp kavurduğunu söylediğiniz
o karının ateşi sizde bunu tefekküre kudret bırakmadı mı? Mâil, ben sizi
severim. Nihayetsiz bir muhabbetle severim. Bu hudutsuz muhabbetimin
beni hangi müellim derkeye sürükleyip götüreceğini bilemem... Sizden
ayrılmamak için nelere katlanacağımı şimdiden tâyin edemem. Lâkin
beyciğim, bak halime, bir deri bir kemik kaldım. Ben tahammüle karar
versem de buna vücudumda dayanabilecek kudret yok... Sizin için, o
karıdan geçmek kabil olmadığını söylüyorsunuz; bunu imkânsız
görüyorsunuz. Bence de bu hale tahammülün mümkün olamıyacağını niçin
munsıfane teslim etmiyor, niçin canı cana ölçmüyorsunuz? Sizin orada,
sevgilinizin firaşı sevrasında pür şevk kaldığınız gece-: leri benim burada
yalnız başıma ne cangüdaz işkencelerle geçireceğimi niçin
düşünmüyorsunuz?.. Benden talep ettiğiniz fedakârlık, kudretim
fevkindedir. însan bir araba hayvanı, bir dolap beygiri alsa, çekeceği ağır
yükün tahammül derecesini anlamak ?çin onu bir baytara gösterir. Siz de
böyle yapınız. Beni bir doktora göstererek: «Şu kadını muayene et, ben
buna şu yolda eziyet edeceğim. Bu hale kaç ay dayanır?» diye sorunuz...

Yürek kabartıcı bu teklife Mâil cĞvap bulamadı. Yalnız sükûn ve şuurunun


münselip olduğunu gösterir bir savletle zevcesini kucakladı. Sâibenin hafif,
nazik vücudu, Mâilin asabî tazyikinde ezilirken biçare kadının gözlerinden
hüznün yaşlanmış ve katrelenmiş suretini gösterir gibi sâkit, duru katreler
tane tane yuvarlanıyordu. Karı koca yine göz göze geldiler. Fakat bu son
muvacehe pek elimdir. Artık ne Mâilde ifadeye kudret, ne de Sâibede
dinlemeğe kuvvet kalmıştı.

5
ŞÖHRETLE MAİL

Macuncu taraflarında bir belâhane, menfur bir kârgeh vardı ki, söndürdüğü
bunca servetlere, bunca ailelere pirev olarak nihayet kendi de söndü. Zabıta
himmetiyle sakafı rezaleti zirine indirildi. Hâk ile yeksan edildi. Fakat
dillerde bıraktığı zahımlar, keselere açtığı rahneler birçoklarınca elân
unutulamadı.

İşte bu felâkethanenin alış veriş zamanında Mâilin bekârlık arkadaşlarmdan


birkaç «hovarda», tutkunluk seyyiesiyle o dâmı ülfette bir leylei garam, bir
bezmi sa-fayı câm tertip ederler.

Bu gibi eğlencelerin mâyei aslîsi olan parayı tedarik için beylerin kimi
odacıya, kimi murabahacıya, kimi sarrafa, kimi başka tarafa başvururlar.
Bende ne var? Beş... Sende ne var, on beş... Hepsi bir araya getirilir. Mecmu
neye baliğ oluyor? Şu kadara... Mevcut bu... Masraf ne tutuyor?.. Müfredat
üzere hepsi hesap edilir. Mevcut akçe masarife tekabül etmez. Bir ikinci,
üçüncü hesap daha geçilir, şundan bundan kırpılır... Hayır, mümkün değil, iş
uymaz. Bu beylerin içinde «Hayati» isminde bir bey var. Ama nasıl bey?
Uçarı bıçkın... Tam tosun... Vaktiyle anası babası seksen mektep
değiştirtmişler. Okumayı pek sökememiş... Çakı buldukça kundurasını,
elbisesini suhuletle sökermiş... Fakat heceyi kolaylıkla sökemezmiş...
Çocuğun zihnini açmak için ebeveyni, Baba Caferin türbesine bıraktıkları
okkalarla kuru üzümü kemali ihtimamla buna yedirirlermiş... İşte böyle
kavunla, üzümle, badem şekeriyle zihnine çeşni, lezzet verile verile çok
şükür biraz sökmüş... Mahalle mektebinden alınmış, rüştiyeye verilmiş...
Her akşam ya başında fes yok, ya kundurasının teki eksik; yüzü gözü
tırmık, bere içinde öyle gelirmiş. Mektepte hocasından, evinde babasından
dayak yiye yiye, dövüle dövüle, vücudu çelikleşmiş. Kendi tâbi-rince:
«Marize tâ beşikten idman peyda etmiş». îlmî mük-tesibatmin neş’e verici
ilk feyzini birkaç deftere, karagöz, kukla muhavereleri zapt ve tahririnde
göstermiş...

Bir gün evde defteri önüne açıp sağ kolunu bükerek yumruğunu
Karagözvari aşağı yukarı tahrik ederek kısık, boğuk bir sada ile:

— Karagöz Beyefendi yorgun mudur? Argın mıdır? Dargın mıdır? Yoksa


tavan arasında farelerle tavla mı oynuyor? Buraları hiç düşünmeden kapının
önünde dar, dar dar, car car car car, ne cana alıp alıp veremezsin behey
salyangoz suratlı herif!..

Diye söylendiğini gören validesi oğlunun evde kitap açıp okuduğuna ilk
defa tesadüf eden o kadın sevinçten ağlıyarak:

— Ah yavrum, şükür yetiştirene !.. Nasıl da bülbül gibi okuyor, kırk bir
buçuk maşallah, tüh tüh...

Takdiri ile memnuniyet tükrüğünü Hayatinin yüzüne serptikten sonra


çocuğa hemen çörekotu tütsüsü verir. Akşam babası gelince yine o sevinç
katreleriyle:

— Ah efendi, ah bilsen?.. Bizim oğlan kitaba bakıyor da harıl harıl


okuyor!.. Adam olacak, âhır ömrümüzde ekmeğini yeyip safasını süreceğiz
inşallah...

Müjdesini verir. Birkaç damla sevinç yaşı da kocasından akıtır. Ertesi günü
babası oğlunu on kuruş nakdî mükâfat ile taltif eder. Bu parayı çocuk doğru
götürür, deve derisi bir Hacivatla Karagöz alır...

Artık ondan sonra her akşam anasına babasına defterden veya ezberden
okur. Birkaç zaman daha maşallah tü tüye, çörekotu tütsüsüne devam
olunur. Olunur ama mahtum bey sene başılarında imtihanlardan fırıl fini
döner. Acaip şey!.. Oğlan evde defterlerin, kitapların yüzünden gürül gürül
okusun da imtihandan dönsün... Bunda bir iş var... Maddenin hikmeti
Hayatiden sorulur. Filân hocanın bana garezi var da, filân mümeyyiz
imtihanda haksız yere numaramı kırdı da... Daha birçok da da... Hocalarla,
mümeyyizlerle kavgaya gidilir. Keyfiyet hiç bir şeye benzetilemeyince:

— Öyle her sene muntazam imtihan verip mektepten çıkanların tahsilleri


pişkin olur mu hiç?.. Her dersi döne döne okumalı ki pişsin...

Sözüyle teselliye yol ararlar. Pişsin ama, oğlan on yedisini sürüyor.


Hayatinin artık bıyıkları terlediğinden, ondan yukarı sınıflarda bulunan
bacak kadar çocuklar beyimle alaya başlarlar. Koskoca herif daha ikinci
seneyi bir türlü atlıyamıyor. Nasıl atlayamıyor? Kaydırak, pa-çapişti
oyununda atladığı zaman dört metre birden sıçrıyor... Hayati bakar ki
iktidarla mektepten çıkmak kabil değil... .Bir akşam evde anasına babasına:

— Ben artık rüştiyeye gitmem. Yazım iyi, imlâm âlâ...

Sözleriyle şikâyete girişir... Öyle ya!.. Oğlan Karagözü, Hacivadı bile


deftere çektikten sonra, her istediğini kaleme alamaz mı?

Hayatinin babası Tanıdığı bazı zevatı iz’aca başlar:

— Aman şu oğlanın bir kaleme çırak buyurulması...

Seksen kapının halkasını aşındırarak, el etek öperek

oğlanı (......) dairesinde (....) kalemine mülâzimeten kayıt

ve kabul ettirir. Hayati artık kaleme gider gelir.

Hayatinin pederi etek öpmeğe asıl şimdi germi verir. Öteyi beriyi o kadar
rahatsız eder ki, iki buçuk sene mü-lâzimetten sonra mahdumunun elli
kuruşla tavzifine muvaffak olur... Hısım, akrabadan, konudan komşudan
tebrikler yağar. Çırpıcı çayırında kuzu ziyafetleri, süruru şadümânî
kıyamet... Şükür yetiştirene, ıeli ekmek tutmağa başladı. Uzaktan halalar,
teyzeler:

— A, oğlan aylığa geçti; bize bakmıyacak mı?

Sualleriyle üşüşürler... Hayati hangisine baksın? Önlerine kuru ekmek


doğrasa yetişmez...

Üç sene de böyle elli kuruşla devam... Badehu yirmi iki kuruş zam... Yine
aile arasında bir sürıır, bir ahenk... Oğlan terakki ediyor..

Mahiye kazandığı yetmiş iki buçuk kuruşa mukabil Hayati kalemde ne iş


görüyor? Bir de o ciheti anlıyalım. Bu delikanlı rüştiye ilkinci seneden
kaleme çırak edilmiş olduğundan, kendinden fünun, ulûm namına bir şey
iste-miyelim... Kitabet filân da araştırmıyalım, çünkü öyle şeyler hak
getire... «Bu çocuk etse etse bir kalemde mü-beyyizlik edebilir. Şöyle biraz
hüsnü hattına bakalım... Daha doğrusu hüsnünü de kaldıralım da şöyle
sadece hattına bir nigâh endaz olalım... İşte kargacıktan burgacıktan biraz
farklı cılız, kaidesiz, mektepte iyi pişirile-memiş, çiy, tatsız bir yazı...
Mümeyyiz efendi bunu kalemde de pişirtmeğe muvaffak olamaz.
Adamcağızın her gün kafası kazan gibi kaynar; fakat Hayatinin yazısı
pişmez. Biçare adam her gün söylendiği halde Hayatiden satırları baş
aşağıya götürmek kusurunu bir türlü gideremez. Haydi bundan sarfınazar...
Ya satır atlaması, cümle yutması... Hileli kantar gibi kaleminden geçen
şeylerde bir humus, (bir ru’b eksik zuhur eder. Her satırı, hem de çarpık
olmak üzere bir saatte yazar. Gözünü müsveddeden ayırmaz... Dört satırlık
bir tebyizde kan terlere batar... Yazdığı şey yine eksiktir. Yine çarpıktır. Bu
tebyiz mümeyyize gider. İade olunur. Mümeyyiz bu Hayatinin elinden artık
bidâd kalır.

Delikanlının kalemdeki kusuru bundan da ibaret değildir. Şekil ve kıyafeti


hüsnü hattından ziyade calibi muahazedir. Başta darca Beyoğlu siyah sıfır
bir fes. İpekli mintan üzerine camadan vari çifte kavuşturmalı (kruvaze) bir
yelek, sırtta caket, belde kuşak...

Bu kıyafetin kalem efendiliği sıfatına yaraşmıyacağı-nı mümeyyiz birkaç


defa nazikâne ihtar eder. Hayati bu haklı tekdire karşı şöyle tosunvari bir
avurt keserek çe-Ikilir.

Mahut eğlentiye gitmek için ârifane hesabı tertip edenler mey anında bu
«Hayati» Efendi de vardı. Bu nü-muneye bakıp da ötekileri de böyle uçarı,
külhani zannetmeyiniz. Onlar beyden, efendiden delikanlıljardı. Fa-‘ kat
muhribi servet öyle mahallerin şiddetle müptelâsı olduklarından,
aylıklarından, iradlarından aldıkları para ceplerinde yarım saat durmaz,
hemen oralara boşaltılırdı. Bir insanın kesesinde para bulunması aylığın,
iradın çokluğundan değil, aldığını iyi idare sayesinde hâsıl olur bir
muvaffakiyettir. Binaenaleyh hesabı uydurmağa uğraştıklarını gördüğümüz
zevat müflisinden değil, müsrifinden idiler. Onun için ekseriya dört
ceplerinde dört para bulunmazdı. Hayatiye gelince, maaş yetmiş iki buçuk;
fakat caka yolunda... Kendi tâbirince kocakarıdan, babasından ne
koparabilirse işte böyle zoraki yaşardı. Bu para ile fes kalıplanır, potinler
lostra edilir. Mahalle kahvesinde çekilen tebeşirler epey patırtı, bir daha o
kahveye adım atmıyacağı yeminleriyle sildirilir... Cömertliği tutarsa arasıra
evdeki Ceylâna (kedi) ciğer de alınır... Eh, insan hali bu!.. Bazan öteye
beriye ufak asıntılar kalır... Alâ külli hal her şey olur, lâkin «aftos»- masarifi
kalmaz. O cihetten de hani konudan komşudan geçinir... Vaktini hebâ
etmez. Yalnız öyle külliyetli eğlencelerde ârifaneye girişemez. Fakat
paralıca beylere çatar. İşini uydurur; çıtkırıldım birkaç zendostun arasında
bir de öyle tosun, kabadayı lâzım değil mi? Allah göstermesin, o gibi
mahallerde kavga gürültü, çıngar zuhur etmek ihtimali var. O zaman Hayati
ortaya atılır. Tosunca raconu keser. Ya döver, ya dayağı yer... Bu mühim
vazifesinden dolayı Hayati ârifaneden muaftır.

Bu Hayati de, heyeti ârifaneyi teşkil eden diğer zevat da Mâilin bulunduğu
dairede olduklarından, onlar hesabı pişirirlerken beriki de bedbaht bir
tesadüf neticesi olarak yanlarına gelir. Mâili görünce Hayati:

— Aman yetiş mirim!..

Tehalükiyle beyin ellerine yapışır... Ya nasıl yapışmasın; Mâilde fülus kıtir...


O da bezme dahil olursa hesabın gediği ferah ferah kapanacak...

Hayati sevinçten çalpara süratiyle parmaklarını şıkırdatarak Karagöz


başlangıcı gibi birkaç cif caf caf... Cif caf caf, cif caf caf.. savurduktan
sonra der ki:

— Mâil Bey evleneli eğlencelerimizin tadı kaçtı. Hu imanım, içimizde hiç


onun kadar dünyalık tutan yok... Mangiz deyince Allah için söylemeli ya,
elini hangi cebine soksa çıkarır. Akarları yolundadır. Samatyada bizim de
bir dükkân var, içinde tömbekici oturuyor. Sözüm ona irad işte!.. Arada bir
damlarım. «Hacı Mirza, dükkân kirası...» dedik mi? Acem, suratı asar. Lâfa
yanaşmaz. Cevap yok... Tokur tokur, tokur nargileyi çeker. Öyle kafa tutar
ki biterim... Artık dayanamam: «Hacı, ben buraya tokurtu dinlemeğe
gelmedim. O Keşan tömbekisini sonra tütsülen» diye ufaktan «betelirim»,
bakar ki belâyım, Mirza nihayet lâfa tenezzül gösterir. Kafasını sallıyarak:

— Bu kirayı dolan... Tâ ötekinde gel ki göreîn...

Sözüyle bir defter çıkarır. Dam aktarması, kepenk

tamiri, odun b.eygirleri geçerken iki cam kırmışlar... Şuydu buydu, inç
kadar martaval okur. Hep bunlar defterde gayet keskin tâlik hatla yazılıdır.
İster inan ister inanma... Birbirimize ağız dalaşma girişiriz. O bana farisiden
birkaç beyit okur, ben ona «şinanay» lisanından cevap veririm. Çare yok, o
kirayı dolanırım. Öbür kirada küt, tepesine yine damlarım... Hacıda surat bir
karış... Beni beni görünce avalin neş’esi kaçar. Acem bir minval bana yine
«dolan» der. Artık takatim kalmaz. Bu sefer güzel bir dolanırım... Ama
nereye? Doğru Mirzanın .gırtlağına... İşte çıngar böyle çıkar... İkimizi
birbirimizden ayırırlar ama, ya onun kafasından, ya Ibenim suratımdan
sızıntı başlar... Sizin anlıyacağmız yaralı düşeriz. Ne Acem dükkânda rahat
oturabilir, ne ben aldığım kiranın hayrını görürüm... Mirzadan evvel
dükkânda bir attar oturuyordu. O kirayı verirdi. Fakat ben ona kira
işlemeden bete-lenirdim. Meselâ on gün evveli damlardım, çok nazik şeydi.
Yok, demeğe sıkılırdı. Yok dese iş kolay: Elimi atınca «kara halile»,
«zencefil», «keten tohumu», «öldür kahır)), «karnı yarık», «sinameHti»
kutularından hangisi elime geçerse kavrar çıkardım. Aktar bizim dükkanda
çok oturamadı. Yerini beğenemedi. Çıktığı gün sordum: Nereye dedim:

— Bu dükkânın faresi çok... Çirişle kola dayandıra-mıyorum. Bu ikisini çok


seviyorlar, dedi.

Acem taşınırken eski kiracımız aktar beni ona methetmiş, demiş ki:

— Mirza, o dükkâna taşmmasan iyi edersin... Dükkân sahibi küçük bey


biraz kiraya acele eder. Beş günde bir damlar... Rahatsız olursun...

Acem ağır bir tebessümle:

— Kira işlemiyende men (bir para vermezem...

Aktarın dediği oldu. Dayanamadım, Aceme de damladım...

Kafa tuttu. Kira vakti geldi geçti. Ay baktım, yine kafa tutuyor. îlk kirada
çay semaverini yakaladığım gibi zıvladım. İkincide papağanı çeikiştik...
Zavallı hayvan elimizde guguk, miyav miyav.. diye ıslık çala çala, haykıra
haykıra tüyleri yolundu; cascavlak kaldı. Eve getirdiğim vakit valide:

«— Böyle soyulmuş, koca kafalı çirkin pilici nerede buldun?»


Tekdiriyle niyeti Acemin o «şirin zeban» papağanını yahni yapmak
olduğunu anlattı.

Beylerden biri:

— Hayati, artık lâfa yekûn tut... İşimize bakalım babam... Şimdi papağanın
yahnisini de anlatırsan, tuzlu ya çok gelmiştir, ya az... îki saat sürer.

Bir diğeri:

— Mâil Bey de eğlenceye dahil oluyor mu? Beraber gelecek mi?

Mâil ciddî bir tavırla:

— Yok, yok... Ben unumu eledim; eleğimi astım. Benim gibi evli, çoluk
çocuk sahibi adamlara öyle yerlere gitmek yaraşır mı?

Diğer bir zat:

— Ben de evliyim a birader. Hem senden yaşlıyım... Bir müddet karı koca
âşık maşuk gibi yaşadık. Sevgiden, muhabbetten iyice arzumuzu aldık.
Evleneli on seneyi geçti. Bacı ile kardeş olduk... Ben ona artık «abla»
diyorum...

Mâil:

— O da sana birader, yahut ağabey diyor mu?

— Hayır, demiyor. Onun nazarında on sene evveli ne idiysem yine oyum...

— O halde bu ettiğin vicdansızlık değil mi?

— Birader, tek kadınla sebat etmiş bir erkek göster, alnını karışlıyayım...
Yalnız ne var... Ettiğin hovardalığı hanımdan saklamah... Mümkün mertebe
gizlemeli. Onu daima teminle bu hususta emniyetini kazanmak. Kadınların
çoğu öyledir. Bir kere emniyetleri kazanıldı mı, iş bitti. Artık kocalarının
zendostluklarını gözleriyle görseler inanmazlar.
Bu bahis uzadı. Mâil, arkadaşlarının vaki tekliflerine iştiraki evvelâ
reddetti. Nihayet içlerinden kurnazın biri dedi ki:

— Mâil Bey, eğlenceye bizimle beraber gel. Yalnız seyirci sıfatiyle bulun.
Hanıma olan sadakatine halel getirme. Bir eğlenelim, sen seyret. Hoşça
vakit ^geçer, ne var?.. Biz orada kalırız, sen saat üçte dörtte konağına
dönersin...

Hayati:

— Gördün mü raconu?.. Bizim Nebil Bey bazan lâfı işte böyle (lâtilokum)
şekeri gibi dört köşe tatlı keser... Birkaç civan görürsün, için açılır...

Mâil bu teklife biraz yumuşadı. Teehhül müddeti olan iki seneye yakın bir
zamandanberi bazı gündüz mesireleri istisna edilirse hemen konaktan
kaleme, kalemden konağa gelip gitmeden başka «eğlenti)) namına diğer
havailiklere kalkışmamış, bütün esbabı zevk ve sürürünü ailesi arasında
zevcesiyle, çocuğu ile bulmakta ciddî bir saadet aramıştı. Diğer tarzda
yaşamayı hatırına getirmediğinden, bu sükûn perverane hayatından
memnundu. Binaenaleyh oyun bozanlık etmemek için arkadaşlariyle öyle
bir eğlence mahalline gitse bile orada sırf seyirci sıfatiyle bulunacağı
emrinde kendine tam bir itimadı vardı. Kendinden bu derece emin bulunan
bir adam, arkadaş hatırı için öyle bir yerde bir akşam, bir iki saatçik ispatı
vücut etse bundan ne vahamet doğabilir? Böyle şeyden katiyen çekinmek
de kendi nefsine nev’imâ gü-venememezlik değil midir?

Nihayet Mâili kandırdılar. O da ârifaneye dahil oldu, hesap muvazenesini


buldu.

Hayati hokkabazvâri fesini çarpıtıp gözlerini tavana dikerek:

— Ala bir, bir daha... Ooohh... Cif caf caf, cif caf caf, aman katakulli..
(Kendini göstererek) Fıkara (fukara) dır efendim!., den tutturarak
maskaralığa girişti. Beyleri hayli güldürdü, eğlendirdi.

O akşam arabalar tutuldu. Beyler mahut mahalle düştüler. Böyle bir


«eğlenti» nin tasviri edebe hürmette mübalâtsızlıktır. Binaenaleyh biz şu
sayfalarda yalnız bazı müteehhil gençlerin, seyirci sıfatiyle, yahut diğer
hüsnüniyete atfen veya hangi afifâne azimle olursa olsun, o gibi belâlı
yerlere gitmekte gaflet göstermeleri neticesinden zuhur eden elîm. ahvali
göstermek için Mâilin macerasından bahsedeceğiz, oranın halini tasvir
değil...

Arkadaşları, işret ve sohbete daldıkları sırada Mâil, karşıdan müdekkik bir


filozof nazariyle o ahvali müte-neffirane seyrediyoı:. Kendi ailesi nezdinde
zevcesiyle, çocuğu ile olan şevkü şetareti şu murdar eğlenceye nis-bet
ederek neş’e ve safa namına bu gibi seyyiata heves edenlerin haline
acıyordu.

Arkadaşlarından bazıları yanaşarak:

— Canım Mâil Bey, öyle süt dökmüş kedi gibi sessiz, sadasız ne
oturuyorsun? Bari bir tek olsun at...

Teklifleriyle Mâili işrete icbar ettiler, kabul eylemedi. Eğlenmek şöyle


dursun, sıkılıyordu. Bu bir sürü çılgının, bu hava perestan zümresinin neşat
âvazeleriyle dolan, kızışan odanın müfsit havası artık Mâili rahatsız etmeğe
başladı. Biraz nefes almak, o bezmi hâyi huydan uzak, saf bir hava bulmak
için bir aralık odadan dışarı çıktı. Teessürle, istikrahla etrafına bakınarak
gezinmekte iken kulağına bir inilti, tazallüm nâlişine ben^iyen bir enin
geldi. Sesin geldiği tarafa doğru yavaş yavaş yürüdü. Bir oda kapısının
önünde durdu. Çünkü inilti buradan geliyordu. Kapı kapalıydı. İçeriden o
enine ilâveten bazı mırıltılar da işitiliyordu. Mukavemeti nâkabil bir merak
ilcasiyle* kulağını kapının anahtar deliğine götürdü. Üç dört sesin birden şu
karışık muhaveratmı dinledi:

— Kız çılgın kalk... Yüzünü gözünü yıka, gözlerinin kızartıları gitsin.


Saçlarını tara... Pudranı düzgününü sür, süsünü yap... O hayırsız herifin
böyle gecelerle matemini mi tutacaksın?.. Çok budala gördüm ama, senin
gibisine hiç rastgelmedim. Haydi derlen toplan...

Ağlama ile karışık nazik bir sada:

— Bana bu gece ilişmeyiniz, ayaklarınızı öpeyim... yok, yok, yok.,


ilişmeyiniz...
— Kaz, budalalığın lüzumu yok... Senin şu inadın yüzünden bu gece kaç
lira kaybedeceğimi biliyor musun?

— Üstüme varma... Şimdi çarşaflanır, gözümün aldığı yere giderim...

Bu muhavere o kadar kızıştı, öyle ağıza alınmaz galiz bir vâdiye döküldü
ki, Mâil hemen kapıyı açıp içeri girmek istedi. Fakat her ne sebeple olursa
olsun, öyle bir mahalde gürültü çıkarmayı yine kendi haysiyetine muvafık
bulmadı. Yalnız mücadelenin mâbadini dinlemeğe artık takat getiremiyerek
birkaç «lâhavle» ile oradan savuştu. Mahut «havra» odasına avdet etti.
Biçare delikanlı orada birkaç saat sanki cehennemde imiş gibi vakit geçirdi.

Bütün arkadaşlarında artık ağız eğrilmiş, gözler şaşı-lanmıştı. Hemen kalkıp


bu rezalethaneden savuşmak üzere iken Hayati ile diğer bir zat beyninde
cereyan eden acip bir sohbet nazarı dikkatini celbetti. Biraz kulak verdi.
Hayati:

— Para bu be... Mangiz her işi yoluna kor... Herif deminden merdiven
aralığında direktöre avuçlan sarı kız gösteriyordu. Bir sarı kıza bir avuç lira
verilir mi hiç?.. Bu akşam Şöhreti bana bul; bunların hepsi senin diyordu...

— Şöhret neredeymiş?.

— Nerede olacak; karşıki odaların birinde saklıydı...

— Şöhreti, bir mirasyediye tutulmuş diyorlar.

— Yok be sen de, mirasyedi değil, ipsizin biri... Şöhret ona yediriyormuş
diyorlar.

— İşte., işte Şöhret geliyor...

— Ne olacak ya?.. Paraları aldılar, herifi sızdırdılar.

Şöhret bütün refikalarını küsufa uğratacak bir hıramı

takatşikenle, dağınık sarı saçlarını dalgalandıra dalgalan-


dıra odadan içeri girdi. Mâilin gözleri bu nazenine dikildi. Deminden sadayi
giryesini işitip yüzünü göremediği kadın bu imiş ha?..

Etraftan vuıkubulan davetlere, zevzekliklere hiç kulak vermeksizin Şöhret,


tenhaca bir köşeye çekildi, oturdu.

Şuradan buradan hayli harfendazlıklar ve arsızlıklar edildi. Kadın hiç


aldırmadı. Bir müddet sonra herkes yine kendi eğlencesine daldı. Şöhret
çekildiği köşede unutuldu. Odada Şöhretten gözünü ayıramıyan yalnız Mâil
kaldı.

On sekiz, on dokuz yaşının taravetlediği o ibeyaz, mü-cellâ, saf alma,


hayatın soğuk rüzgârı ile henüz temasa gelmemiş yeni açılmış bir koncanın
mahremane letafetini andıran o dilfirib simaya sarı elâ baygın, sevdadan
yorgun mahmur gözlere bakmaktan kendini alamıyordu.

Mâil baktı baktı, kendi kendine:

— Kazarâ mezbeleye düşmüş, pürtaravet bir çiçek!..

Dedi. O sefaletgâhta yerini yadırgamış gibi duran bu

aşk perisine takarrüple bir iki lâkırdı söylemek isteri. Vehleten kendinde
böyle bir arzu uyandı. Bütün arkadaşları hâyü huy ile meşgul idiler. Mâil
yavaş yavaş Şöhrete yaklaştı. Bir mukaddimei kelâm bulmak için hafif bir
ha-lecan hissetti. İlk sözü şu oldu:

— Hanımefendi, niçin böyle mahzun mahzun yalnız oturuyorsunuz?

Şöhret, Mâili dikkatle süzdü. Bu suale verdiği müs-tağniyane cevap,


dudaklarını kıvırmaktan ibaret oldu. Kızın nev’imâ ademi tenezzül tavrına
benziyen şu muamelesine karşı Mâil biraz bozuldu, sıkıldı. İrad ettiği suali
kendi de soğuk buldu. Şöhretle açmak istediği müsa-habeyi şu ilk cümlede
bırakarak oradan çekilmeyi düşündü. Fakat bu da soğuk olacaktı. İkinci
cümleyi bulmak için zihnini hayli zorladı. Akima ne gelse söz itibariyle onu
soğuk, kuvvetsiz buluyordu. İlk lâkırdıda kendini kıza beğendirmek,
zarafetini takdir ettirmek hevesi acı-bine düşmüştü. Karşısında yutkunup
duran bu delikanlıyı Şöhret, haddei nazardan geçirdi. Beyin, o yerlerin
acemisi olduğunu anladı. Dikkatli dikkatli süzerek haline acır gibi bir
sadayı terahhumla nihayet sordu:

— Siz akıllı uslu bir çocuğa benziyorsunuz; buralarda ne işiniz var?..

Öyle bir kadın tarafından bu türlü bir muahazeye uğrıyacağı Mâilin


akimdan geçmediği için şaşırarak:

— Ne yapayım, arkadaş beliyesi.. Zar zor beni buraya getirdiler. Yabancı


yabancı bir köşede oturuyor, sıkılıyordum. Sizi de burada yalnız gördüm.
İki çift lâkırdı etmek için yanınıza geldim...

— Sîzi de buraya arkadaşlarınız mı getirdi? Kişi refikinden azar derler ya.


Bu pek doğru bir sözdür. Bu eve gelenlerin çoğu arkadaş belâsiyle gelirler.
Sonra türlü derde uğrarlar... Ah, buraya gelenler, gelmezden evvel bir kere
benim reyimi sorsalar, onlara güzel güzel nasihatler versem...

— Siz niçin böyle mahzun, mâhzun bir kenarda oturuyorsunuz?..

—< Biz kira ile tutulan hayvanlara benzeriz. Mahzun da olsak, kederli de
bulunsak hizmetimizi görmeğe mecburuz. Bu gece beni yanma
gönderdikleri herifi uyuttum; işte buraya geldim. Hane sahiıbi kadın para
kazanacak diye çalışırız. Bizim elimize de birkaç para geçer ama, hiç
bereketini görmeyiz. Daima borç, daima zaruret içindeyiz. Bu akşam o
herifin yanma ne zorluklarla, nasıl iste-miye istemiye çıktığımı bilseniz,
halime ağlarsınız...

Şöhret gözlerinden dökülen iki hazin hatreyi göğsünden çıkardığı ince


be^az ipek mendiline içirdi.

Kadın yalan söylemiyordu. Mâil kapı arkasından dinlediği muhavereyi


tahattur etti. Delikanlı müteessir oldu. Lâkin şu suali ir addan kendini
alamadı:

— Deminden burada sizin için lâkırdı oluyorduı. Şöhret Hanımı bir


delikanlı seviyor diyordular...
— (İstiğrapla Mâilin yüzüne bakarak) Olabilir a?.. Bizim gönlümüz yok
mu? Biz sevmez miyiz?

— Bu maişetten memnun değil gibi görünüyorsunuz. Sevdiğiniz delikanlı


sizi niçin kurtarmıyor?

— (Kaşlarını çatarak) Bütün esrarımı bu gece bana söyletecek misiniz?

O aralık kapıdan evin müdiresi görünerek:

— Şöhret, gel...

Dedi. Zavallı Şöhret, bir mecburiyeti elîme ile yerinden kalktı. Odadan
çıkarken Mâile öyle bir derin nazarı meyusane ile baktı ki, delikanlı bu
bakışın gönlünde peyda ettiği sarsıntı tesiriyle biihıtiyar titredi. Mâil gibi o
eğlencelere alışmamş, bu âlemlerin feci vukuatını yakından tetkik etmemiş,
muhabbet desiselerinin bu zeminde açtığı aldatıcı ezharı gûnâgûnun
mesmurn tesiratma tutulmamış toy, saf, mert bir genç için Şöhretin: « Bütün
esrarımı bu gece bana söyletecek misiniz?» den ibaret olan son cümlesinde
merakı dâi çok dakik maâni vardı. Kız odadan çıkarken fırlattığı nazarı
meyusane bu sözünü öyle bir takyid etti ki, samimiyeti beyanına Mâilin hiç
şüphesi kalmadı. Yok, o sureti ifade, o bakışta aldatıcı hiç bir fikri mel’anet
gizlenemez...

O akşam hanesine avdet etti. Rüyasında Şöhretle uğraştı. Ertesi sabah


kaleme gitti. Arkadaşları, geçirmiş oldukları o cümbüş gecesinin bakiyei
humarı ile dertleşip söyleşerek edilen masraf, sürülen safanm derecesiyle
mukayeseye uğraşırlarken Mâil y anlarına gitti. Şöhretin o geceki hali, evin
müdiresi tarafından kıza gösterilen cebir, rikkatine dokunmuş olduğunu
safdilâne anlattı. Delikanlının bu safderunluğuna ötekiler hep bir ağızdan
güldüler... Hayati, dümbelek gibi avurdunu şişirip üzerine «düm» diye bir
fiske vurarak:

— O geçmişi kınalılara acımıya gelmez. Onların ince kıyım kestikleri


afilere bakma sen... Hep martavaldır be! Şampanya şişeleri 'gibi sıkı mantar
atarlar. O mantarları yutanların vay hallerine... Onları sevmeli, okşamalı,
geçmeli. Hallerine acırsın, bir acırsın, iki acırsın; üçüncüsün-de seni öyle
acıdırlar ki, vallahi zakkum ağacına dönersin. Hayatının tadı kalmaz.
Anladın mı bey baba? Şöhretin baygın gözleri sana da dokundu mu?
Yosmam insana öyle bir ezgili dikiz eder ki, vay anam babam, adam biter
be... Göz bebeklerinde elektrik mi vardır, nedir bilmem, insan fenalaşır...

Rüfekasmm bundan ziyade istihzalarım celbetmemek için Mâil sustu. Onlar


ne derlerse desinler, o evdeki karılar içinde Şöhretin pek başka türlü, pek
müstesna bir kadın olduğuna, nasılsa şevki talihle o girdaba düşmüş
bulunduğuna hükümden, delikanlı kendini alamıyor, durup durup zihninden
«bütün esrarımı bu gece bana söyletecek misin?» sözünü tekrar ediyordu
«Bütün esrarını mi?» Tuhaf şey!. Öyle karıların ne gibi esrarı olabilir?
Demek Şöhretin o sefilâne hayata sukutu bazı esrar neticesi imiş! Hikâye
namına şunun bunun kaleminden çıkmış efsaneleri okumadansa, hakikî
romanları işte böyle Şöhret gibi, talihin kahrına uğramış sergüzeşt
sahiplerinin dihanı teessürlerinden dinlemeli... ,
On gün sonra Mâil, Kalpakçılar başından geçerken Şöhrete tesadüf etti.
Şöhret, gayet parlak bir tuvalet ve iki refikasiyle bütün çarşı halkının enzarı
dikkatini celbede-rek gidiyordu. Mâili görünce bildi. Delikanlıya doğru
işvebaz bir naz ve edâ ile takarrüp ederek:

— O akşamdan sonra bir daha görünmediniz... Siz oraya eğlenmeğe değil,


ibret almağa geliyorsunuz. 'Sizin gibi uslu .beyleri ne kadar severim
bilseniz... Salı akşamı ben oradayım, gelirseniz görüşürüz.

Dedi. Lâtif bir baş selâmiyle ayrıldı. Mâilin nutku tutuldu. Lâ, naam bir
cevap bulup veremedi. Güzel Şöhretin iltifatına mazhariyetiyle bütün gelip
geçenlerin haset nazarlarına hedef olmuştu. Pek sıkıldı. Hatvelerini tesri
etti. Yüreğini bir çarpıntı aldı. Of, nasıl karı bu? Bakışındaki kuvvei
teshiriye insanın en rakik âsabma kadar tesir ediyor.

Bu şaşkınlığı, bu çarpıntıyı müteakip Mâilin kalbini bir sevinç kapladı. Bu


süruru uğradığı iltifattan, edilen davetten ileri geliyordu. Kendi kendine:

— Adam sen de, öyle karıların, iltifatlarından ne olacak?. Bu davete kim


icabet edecek?..

Dedi. Akşam evine geldi. Zevcesiyle, çocuğu ile dairesine çekildi. Tuhaf
hal!.. O gece âşiyanei ailesi kendine ne kadar sönük görünüyordu.
Gönlünde bir emel çırağı gibi parlamak istidadını alan Şöhretin dilfirip
hayali yanında zevcesi Sâibe pek donuk, pek soğuk kalıyordu. Hattâ
zevcesinin sözlerini de tatsız buldu. Yalnız kalarak Şöhrete vakfı tahayyülü
arzu ediyor, Şaibenin âfakî sözleriyle o tatlı tahayyülâtmdan uyandırıldıkça
öfkesinden kadını odadan dışarı defetmek istiyordu. Zevcesiyle mu-
hatabaya mâruz kalmamak için o akşam erken yattı.

Ertesi sabah kaleme gitti. Şöhretin davetine gûya icabet etmemeğe karar
vermişti. Fakat hep ona zihnini hasrediyor, mahut mahalle dair konuşmak
için o geçen eğlenıti gecesi arkadaşlarından bazılarını araştırıyordu. Birini
ikisini buldu. Hayati de geldi çattı. O haftaki eğlenti için Mâil isteksiz
göründüğü halde ârifaneye iki hisse vermeğe razı oldu.
Mâilin niyeti o gece de seyirci sıfatiyle bulunmak, kabil olursa Şöhretin
hayat esrarım kendi ağzından dinlemekti. Orası öyle tarabnâk bir devrandı
ki, safasına çıkıp da seyirci kalmak, o bezmin baş döndürücü tesiriyle
sermest olmamak mümkün değildi.

Mâil o akşamki seyranını Şöhretle hususî bir odada icra etti. Maksadı kızı
söyletmek, esrarına vukuf peyda etmekti. O sefahethanelere düşen
talihsizliğe uğramış kadınların belki hep birer feci sergüzeştleri vardır.
Fakat bu faciaları dinlemeğe niçin istek göstermeli? Merhamt ve rikkati
galip gençler için hazan o sözler birer mühlik zehir tesiri peyda eder.
Maksat eğlence ise, oralarda zevk ve şetaret hududunu aşacak derinliklere
girişmemeli. İstenilen şey insaniyet göstermek olduğu takdirde
hemcinsinizden bazılarının ihtiyaç yaralarına çaresaz olmak iktidarını haiz
iseniz, bu şefkatinize müstahakları diğer taraflarda da bulabilirsiniz.
Bâhusus aile sahibi olanların ilk vazifeleri zevce ve evlâdının temini
refahlarına çalışmaktır. Yoksa aile saadetini ihlâl edecek o gibi karılara
mürüvvet ibzaline yol aramak değildir.

Bazı sefih kadınları o mezellet tarikinden tahlise muvaffak olmuş


kimselerin şu hareketleri hangi ilcaat tesiriyle olursa olsun şayanı takdirdir.
Fakat bu hal yüzde ancak bir iki ümit veren mühim bir cerrahî ameliyeye
benzer. Ekseriya bir kötü kadın kurtarılmak için aile efradından pek çok
iyilerin felâketlerine sebebiyet verilmiş oluyor. Burada şayanı kayıt olan
cihet, bu gibi tahlisle-rin sırf mürüvvet, insaniyet noktai nazarından değil,
hemen alelûmum aşk ve hava seyyiesi ile vukua gelmesidir. İnsaniyetin sair
akşamında hasis olanların bu fiilde mebzuliyeti mürüvvetleri işte bu sevda
marazından ileri geliyor.

Mâil aklınca o akşam Şöhreti iyice söyletmek istedi. Ona çok acıyordu...
Niçin? Çünkü karının o sarı saçları, mahmur gözleri pek hoşuna gidiyordu.
İşte asıl keyfiyet burada...

Şöhreti söyletmeğe uğraşması diğer bir sebep tesiriyle değil, sırf insaniyet
eseri olduğu emrinde Mâil kendi kendini aldatıyordu.

Bu rikkatli beyin ibramatına rağmen o gece kız, defteri hayatının acıklı


sayfalarından pek az kısmını açtı. Sergüzeştinin sefaletiyle ıbeyi müteessir
etmekten korkar görünüyordu.
Şöhretin anası babası pek fakir imişler. Kız müthiş zaruretlerle büyümüş.
Fakat desti terbiyeti ıbağubandan mehcuren büyüyen bazı hüdayi nâbit
gülbünler olur ki, sırf sunu hilkatle taravetyap oldukları halde bir ravzai
ihtimamda yetişenler kadar berkü nihali nazlarında letafet görülür. İşte bu
kabilden o fakr içinde kız gittikçe şaşaai cemal ile serpilir. Güzelliğinin
şöhreti etrafa yayılır. Kibar ailelerden görücüler gelir gider. Zengince bir
zatm oğlu bu kızla izdivaca karar verir. Nikâhtan evvel oğlan, Şöhretin
evine devama başlar. Kızın babası Mev-lânekapı civarında nalbantlıkla
meşgul, anası da bir gün uzakça bir tarafa sokağa çıkar. Kerimeleri evde
yalnız kalır. Çat çat kapı... Bir de bakar ki ne görsün? İzdivaç vadeden
delikanlı gelmiş... Gelene kapı açmamayı kız misafirperverliğe yakıştırmaz.
Basma bir örtü alır. Kapının ipini çeker... Misafir:

— Küçük hamm, evde misiniz?

Sualini sorar. Kızın:

— Evet efendim.

Demesi misafiri tesrii emeli izdivaç emrinde büyük bir ümide, hadsiz bir
sevince düşürür. Delikanlı biraz yorgunluk almak için içeri girer, oturur;
doya doya görüşürler. Misafir gider. Akşam üstü anasiyle babası avdet
ederler. Kız, kendine koca olacak zatın o gün lütfen evlerine teşrifini,
misafire karşı ikramda kusur etmediğini anlatır. Anası babası bu saffetinden
dolayı kıza biraz çıkışırlar. Bir evde yapayalnız bulunan bir kızın içeriye
delikanlı misafir kabul etmesi uyamıyacağını şiddetlice ta-zirle anlatırlar.
Bir ay geçer, iki ay geçer; tuhaf şey, misafir bir daha gözükmez. Acaba
izdivaç kararından nükûl mü etti?.. Daha garibi, Şöhrete bir hastalık arız
olur... Bir bulantı, bir halsizlik; doktora 'götürürler. Tabip muayeneden
sonra bu hastalığa bıyık altından güler. Öyle tesirli bir ilâç vermez. Kızın
evvelki elbiseleri vücuduna dar gelmeğe başlar. Karnında acaip bir
genişleme istidadı peyda olur. ISemirme dense, o da değil. Çünkü şişkinlik
karma münhasır... Kızın bilâkis çehresi soluyor, ufalıyor, boynu inceliyor...
Kurşuncu Rabia Molladan tutunuz da Solak oğlu Memişin karısına kadar
konu komşd toplanırlar. Kadınca bir (konsolto) yaparlar. Kimi zavallı kız
«kırba» olmuş, kimi «maşraba» olmuş der. Bazıları bu kadar yetişkin kız
«kırba» olmaz; dalağına ufunet gelmiş olduğunu iddia ederler. Türlü türlü
deva tertip ederler. Büyücek bir tencerede kızgın, küllü ısu yapıp içine yedi
baş kırmızı biber atılarak kız bu kaynar buğunun üzerine oturtulursa tekmil
derdi suya akacağı iddia olunur. Daha ne devalar, ne ilâçlar! Nihayet
samancının Hürmüz Hanım dikkatle Şöhretin gözlerine bakıp orasnı
burasım karıştırarak:

— Kızım, rüyanda karpuz görüyor musnu?

— Bazı...

— Canın kahve telvesi yalamak istiyor mu?

— (Gülerek) Evet...

— (Kız anasının kulağına eğilerek) Hanım, kızın gebe...

Şöhretin annesi kızma bu iftirayı edene karşı gözlerini yumup ağzını


açarak:

— Açgözlünün zoruna bak! Rüyasında karpuz görmüş diye benim gül gibi
kızıma iftira atacak. Ben onu bir lâhza gözümden ayırmam... Rüyalarında
kavun karpuz gören kızlar hep bu kazaya mı uğrarlar? Kahve telvesini sen
aşyererken değil, her zaman yalarsın... Bizim evde öyle midesiz yoktur. Ben
telve çömleğini asmanın dibine dökerim, kimseye yalatmam...

Kavga büyür; kadınlar iki taraf olurlar; bir kısmı Hürmüz Hanımı tasdik
eder; diğerleri Şöhretin anasına hak verirler; ciğerciden dalak alırlar, hasta
kızm karnı üzerinde keserler; daha pek çok ev üâçlan yapılır; fakat günden
'güne şiş ufalmaz büyür; nihayet birkaç ebeye gösterilir. Ebeler Hürmüz
Hanımın sözü hakikat olduğunu meydana korlar. Anası babası kızı
sıkıştırırlar; iş anlaşılır. Zavallı kadm on parmağı ile belki yüz defa hesap
ederek, kızın bu kazaya uğraması kendileri evde yokken misafirin geldiği
güne tesadüf eylediğini anlar. Hani misafir? O çapkın nerede? Gelse de
ıbari, şu irtikâp ettiği ayıp ve rezaleti kapatsa... Ne gezer! Misafirden hiç
nam ve nişan görülmez... i | 1 ,

Kadınlar, yine toplanırlar; çocuğu düşürmeğe karar verilir; ev llâçlariyle o


işi de (becerirler. Zavallı Şöhret ölümlerden kurtulur. Kurtulur ama neme
lâzım, adı çıkar... Annesi kızının rüyasında karpuz yemiş olmaktan başka
bir kabahati bulunmadığını iddia eder durur, lâkin buna kimse inanmaz;
kibardan, hattâ fukaradan görücülerin arkası kesilir. Buı kızın sonu ne
olacak? Ananın, babanın kederden ağızlarım bıçak açmaz; nihayet Uzunçar-
şıda parmaklık çeken bıçkıcı mı, bıçkın mı? Neyse işte onlardan biri
Şöhretin san saçlarına, elâ gözlerine vurulur. «Rüyasında karpuz yesin,
turşu yesin, zaran yok; benim makbulüm» der, kızı alır... Fakat kayınpeder
fukara, güvey züğürt, hem uçan... O evde ıgeçim, düzen, rahat olur mu?
Hınltı gürültü başlar. Kocası, Şöhretin kabahatini izdivacı esnasında
affetmiş, kızı o ayıbı üe kabul eylemişken, sonradan muameleyi değiştirir:
«Behey filânına filân ettiğim kansı! Sen rüyada karpuz yersin ha?» dan
tutturur; her gece dayak, her gün patırtı... Artık Şöhret •buı muameleyi
çekemiyecek bir hale gelir... :

O esnalarda Macuncu taraflarındaki mahut kârgehin, matrabazlarmdan,


çığırtkanlarından orta yaşlı bir karı, Şöhretin güzelliğinin methini, ıbâhusus
uğradığı kazayı haber alarak hakikati anlamak üzere oralarda gezinmeğe,
kolaçana başlar; nihayet kızla görüşmeğe muvaffak olur; güzelliğini, edilen
methin fevkinde bulur. Bir gün gizlice konuşurlarken Şöhrete der ki:

— A yavrum, sen böyle kulübe gibi evlere, Uzunçar-şılı bıçkınlara değil,


beylere, efendilere lâyık bir kadınsın! Ben ağırlığınca altın değersin.. Haydi
seni bir konağa götüreyim; orada sade tavukla, kaymakla beslenirsin; en son
moda ipekli kumaşlarla giyinirsin; başına, bileğine, gerdanına pırıl pırıl
elmasları takınır salınırsın... Haydi haydi bu kümeste oturma, haydi...

Tarzında aldatıcı kelimelerle kızın avucuna beş on altın sıkıştırır; sözıbirliği


ederler, iki gün sonra gelir alır, götürür...

Yediği karpuzun üzerine kızm yediği bu halt, yeisten zavallı pederinin


menzulen vefatına sebep olur...

Hikâye ne o.kadar feci, ne de neşatâver; fakat kurnaz Şöhret bunu Mâile


anlatırken teessür verecek surette tellemiş pullamıştı. Meselâ pederinin
hanesinde bazı gece aç yattıklarını, mahut misafire râmolması, külliyetlice
bir meblâğ teklif eylemiş ve cehalet saikasiyle bu paraya kapılmış
olmasından ileri geldiğini epey dilsûz işvelerle karıştırarak hikâye etmiş,
hele koca namına vardığı b çapkın Uzunçarşılıdan yediği dayaklan
ağlıyarak anlatmıştı.
Böyle karılann iptidaî sergüzeştleri fuhuş girdabına sukutları hemen
biribirine benzer. Buna ya zaruret ya cehalet, yahut züğürt, ayyaş bir
kocanın vahşiyane muamelâtı sebep olmuştur; o kadınlardan hiçbiri kendi
safası, eğlencesi için bu yola dökülmemiştir. ,

Bu mesele uzundur. Avrupa muharrirlerinden, roman-

cılarından «bazıları âlüftelerin Ibir kısmını nevimâ mazur göstermek için


hayli eserler yazmışlardır; tabiatte her netice bir tesirin ısevkiyle husule
gelir; ateşe yakın tutulan ıbir cisim kızar; buz içinde bırakılan donar; bir
cismi hararet veya burudetin tesirine ıterkedip de sonra teseh-hun veya
incimadma hayret etmek muvafıkı hal olabilir mi? Binaenaleyh cemiyeti
medeniyenin, fuhuş kapısını bu gibi sefil kadınlara bir darüraman olarak
açık bırakıp da sonra bu zarurî fiillerden dolayı onları muahaze-ye girişmesi
pek muhik olamaz. Biçareler zarurette, ızıtı-rarda kalınca hüsünlerinden,
gençliklerinden başka bir taayyüş sermayesi, bir halâs vesilesi
bulamıyorlar... Müntehi olacağı felâket çukurunu göremiyerek,
düşünemiye-rek hemen o menfur tarika atılıyorlar. Bazıları bu san’at-le -o
kadar âlûde oluyor, bu ayıpla o mertebe ülfet peyda ediyor ki, ekseriya
muhabbet şevki, nadiren hamiyet il-casiyle biri zuhur edip de levs
bulaşığının saçlarından tutarak 10 hayat çirkâbmdan kurtarmağa uğraştığı
zaman kadın bu muhlise tevdii giriban etmek istemiyor, etse de bu taaffüfü
sûrî oluyor, bir müddet sonra yine o kadim rezalet mecrasına avdet
arzusundan kendini alamıyor. Ekseriyeti böyle... Müstesnalara, hakikî
nedametle töv-bekâr olanlara, evet, vücutları gayri münkir olan bu az kısma
gelince, bunların mazideki sefaletlerini tahattur ettikçe, sokakta şurada
burada zevcelerinin eski âşinâlarına tesadüf eyledikçe, hâsılı o ilk rezaletin
vukuunu müsbet elîm âsar ile yüzyüze geldikçe dilhun olmıyacak kadar
deryadil kocalar enderdir zannederim,

Böyle bir kadını tövbesinde sabit bulunduracak esbap muhteliftir. Ya o


kadın eski maişete nisbeten büyük bir refaha düşmeli, veya eski elîm
hayatından canı pek yanmış bulunmalı, yahut yeniden dalâlına imkân
müsait olmamalı ve yahut ki namuskâr olmasına sebep olan zatı yani
vardığı adamı her türlü ihtimal ve muhakematı zi-rüzeber edecek !bir
şiddetle sevmeli... O yoldan dönmüş bir kadının en ziyade güvenilecek iffet
zâmini işte bu son faraziyedir. Kocasına ifratı muhabbetle raptı kalbetmiş
olanların geriye avdetlerinden o kadar korkulmaz. Fakat sevmeyi,
muhabbeti o güne kadar kendine bir san’at ba-ziçesi edinmiş kadınların
kalblerinde ne dereceye kadar iştiale müstait bir sevdanın samimî feyzi, bir
muhabbetin hakikî harareti kalabilir?

Şöhret o akşam halinden, sefil san’atmdan yandı yakıldı; Mâilin kalbini


cidden rikkate getirecek zeminlerde halinden tazallüm etti. İki
senedenberidir zevcesinin, re-fikai meşruasmm meclisi ülfetinden başka
yerde bulunmamış, diğer bir kadınla böyle mahremane görüşmemiş olan
Mâile, bu gecenin hali, hususiyle sevdavî esrar teatisi hoş geldi... Bir hafta
evvelisine gelinceye kadar görmediği, tanımadığı güzel, genç bir kadın,
zevcesinden ziyade bir samimiyet gösteriyor, bütün razı derununu lâ-
übaliyane açıyor, imaleli, mânidar nazarlarla karşısın da geziniyor,
eğlendirmek için muktedir olabildiği işve-kârlıklarm ibzalinden geri
durmuyor, her emrini icraya amade görünüyor... Delikanlı o akşam bir
bezmi germâ-germ geçiriyor ki, değme gitsin...

O güne kadar bu büyük eğlenceden nefsini niçin mahrum bıraktığına Mâil


şaştı; kendini belâhetle itham etti; evlenmek başka, eğlenmek başka
olduğunu o gece anladı.

6
AŞK I- Bİ AMAN

Bir hafta sonra yine görüşülmek karariyle Mâil, Şöhrete veda etti.
Sabahleyin hanesine avdet ettiği zaman geçirdiği o şevkefza gecenin
humariyle göz açamıyacak kadar takatsiz bir haldeydi. O gece vukua
gelecek gaybu

betin Kubbesini evvelce hazırlamış, evden çıkarken, kalem rüfekasmdan


birinin hanesinde icra edilecek sünnet cemiyetinde bulunacağını söylemişti.
Binaenaleyh zevcesi tarafından isticvaba uğramaksızın döşeğine girdi, sızdı.

İzdivaçları müddetindenberi Mâilin işret etmesi bu gecekiyle ya üçüntiiydü,


ya dördüncü... Kadınlar bu müstekreh mayide daima bir tehlike sezerler.
Onun «Üm-mül-habâis) olduğunu bilirler. Zevçlerinde işrete bir inhimak
hissedince bunu diğer belâlara bir mukaddime addederler; ve ekseriya da bu
hükümlerinde -haklı çıkarlar. İşret itiyadı olmıyan bir erkeğin ilk defa
olarak zevcesine bu kokuyu hissettirmesi o kadını pek derin bir ye’se
düşürür.

Sünnet cemiyetinden zevcinin o halde avdeti biçare Sâibenin camnı sıktı.


Bu sıkıntısı kocasının sarhoşluk sai-kasiyle bir sui muameleye kalkışması
ihtimalinden yahut o fena kokunun vereceği rahatsızlıktan ileri gelmiyordu.
Velev ender olsun Mâil, muzır mayii ne vakit istimal etse günlerce baş
sersemliğinden, mide rahatsızlıklarından kendini kurtaramadığı için Sâibeyi
sıkan yine onun sıhhati endişesiydi.

Mâil akşam üstü uyandı. Limonlu bir çorba içti, tekrar yattı. Kocasının
iniltilerinden, sayıklamalarından rahatsızlığım anlıyarak biçare kadın
başucunda pervane gibi dönüyor, bu humarı izale için ne yapacağını
bilemiyordu.

Sabah oldu, Mâil kalktı; artık biraz düzelmişti; neşve-sinin humarı geçmiş,
fakat onun yerine bir nedamet kaim olmuştu. Bir gece evvelki cinayetinin
yorgunluğu bakiyesiyle henüz âsabı titrer, Şöhretin işveli sesiyle kulakları
çınlarken başını kaldırıp da zevcsinin yüzüne bakamıyor, ona bir
hareketinden bu habaseti anlaşılacak korkusiyle elîm bir mahçubiyet içinde
ezilip büzülüyordu.

Mahzâ bir söz söylemiş olmak için Sâibe dedi ki:

— Bu sünnet düğününde kaç çocuk sünnet ettiler?

— Üç...

— Hepsi ıbir adamın çocuğı/mu?

— Hayır... Hane sahibinin bir çocuğu vardı. İkisi fukara çocuklarıydı...

— Jîep davetliler böyle sizin gibi rahatsız olacak dereceye kadar eğlendiler
mi?
— En az işret edeni benim. Ahbap hatırından çıkılmıyor ki; öteki benim
hatırım için diye sıkıştırır; beriki benim hatırım için der, ibram eder;
ellerinden kurtulmak kabil değil ki...

— Dtoğrusu bu çok fena âdet... Bu âdeta benim, hatırın için zorla bunu iç
de hasta ol, demek... Akıllı olan adam sıhhatini ahbap hatırından mukaddem
addetmeli-dir. 1

Söz burada kesildi. Mâilin verdiği cevaplar muvafık mıydı? Böyle sıhhati
ihlâl edinceye kadar eğlenilen bir sünnet cemiyetinde sünnet edilen «üç
çocuk» az mıydı? Çok muydu? Yani bu yalan uygun muydu, değil miydi?..
Onu Mâil kendi de bilmiyor, izdivacı müddetince, zevcesine karşı
uydurduğu bu sözler ilk yalanları olduğu için sıkılıyordu.

Sâibe o kadar mâsümane bir çehre, kocasına ifrat muhabbetini gösterir öyle
bir samimî tavırla dolaşıyordu ki, Mâil göz kuyruğu ile o biçarenin yüzüne
baktıkça bulunduğu hiyanetin derecesini tâyin ile kendi kendinden nefret
ediyor, kendi aldatmakta cesaret, zevcesi aldanmakta gaflet gösterdikçe bu
keyfiyetin sonu neye varacağını düşünerek dehşetinden titriyordu.

Fakat henüz meselenin bidayeti demekti. Gönlünde pırıl pırıl Şöhrete karşı
ateş almağa başlıyan bir muhabbeti gayret etse söndüremez miydi? Evet,
söndürebilirdi. Kendine, mertlik, mürüvvet, insaniyet de bunu emrediyordu.
Her ne fedakârlığa tevakkuf ederse etsin o karıdan elini çekmeli, haftada bir
iki defa eğlenmek için, bilâhare aile felâketine sebebiyet verecek ahvale
cüretten içtinap etmelidir.

Bu ciheti kendi kendine muhakeme ederek tasdik etti ve mucibince harekete


karar verdi. Fakat bu ilk hiya-netini zevcesine nasıl affettirmeli? Ahlâkının
saffeti henüz türlü türlü yalanlarla lekelenmemiş bulunan Mâil, bu noktayı
da düşünüyor, bu ilk dalâletten mütevellit bir vicdan yükü ile ezilmek
istemiyordu. Çok düşündü, lâkin zevcesine karşı böyle bir itirafa cesaret
gösteremedi... Bu ilk hatâsını, bundan sonra Sâibe hakkında izhar edeceği
şedit muhabbet ve müebbet sadakatle ödemeğe karar verdi.

Zavallı delikanlı, muhabbet denilen şeyin kalbde onun husul veya zevali
arzu edilmekle peyda veya zail olan muti bir his olmadığını bilmiyordu.
Filhakika kararını mevkii fiile koydu. Refakatleri kendi için bir tehlike
demek olan arkadaşlarının bir müddet yanlarına uğramadı. Bu zendostluk
bahsini mânen, maddeten kapadı. Konaktan kaleme, kalemden konağa
devama başladı. Sokakta etrafına bakınmağa bile korkuyordu. İki hafta
kadar böyle geçti. Fakat zevcesini, çocuğunu sevmek, onlarla ülfetten,
eğlenmeden gayride zevk aramamak hususunda verdiği karara, nefsine karşı
ettiği ahde rağmen gönlünü mukavemeti kabü olmiyan bir sıkıntı istilâ
ediyordu ki, karışım, evlâdını, gördükçe boğulur gibi bir iç sıkıntısına
uğramaktan kendini kurtaramı-yordu. Hayat kendine yekrenk, âhenksiz
geliyordu. Kalemden konağa, konaktan kaleme... Mâile «ömür nedir?»
deseler, devam ettiği daire ile konağın beynindeki mesafeden ibaret
olduğunu söyliyecekti. Fakat zevcesiyle çocuğunun ne kabahati vardı?
Onlardan neye sıkılıyordu? Bu ikisi her halde mâsum idiler. Bir müddet
onların masumiyetlerine kail oldu. Sonra her kabahati bu iki zavallıya
yükletti. Çünkü hayatının sureti güzeranını böyle kalemi ile konağı
beyninde mekik dokumadan ibaret bir tarzı vâhide sokmıya sebep o iki can
değil miydi? Bildiği, tanıdığı pek çok delikanlılar istedikleri yerlerde
geziyorlar, Beyoğluna, sair yerlere gidiyorlar, gece kalıyorlar, arzu ettikleri
saatlerde avdet ediyorlar... Bunların cümlesi bekâr değil... İçlerinde evliler
de var. Âlemin karıları kocalarını kıskanmıyorlar mı? Bu kadınlar arasında
Sâibe kadar hassası yok mu?

Bütün hayat zevklerine bedel Mâilin önüne bir kadınla bir çocuk ikame
etmişler... «Olanca ömrünün sürürünü, saadetinin medarım bunlarda
arıyacaksın... Bu iki mahlûkun haricinde ferahlık sebebi diğer nevi eğlence
taharrisine kalkışırsan bedbaht olursun...» demişler. Kalemle evi arasında
mahdut bir hareket hattı çizmişler. Delikanlı gidiyor geliyor ama, bahtiyar
olamıyordu. Erken evlenmiş olduğuna nedamet etti.

Aşk inşam bazan bedbin eder. İşte böyle hakikatten dışan muhakemelere
sevkeyler. Aile bahtiayrlığı denince zevç, zevce, evlât, bunların biribirine
samimî bağlarını, yekdiğerinin saadetlerini itmam edici olmaları anlaşılmaz
mı? Mâil muhakemesini işte bu hakikatten aşırıyor, zevcesinin, çocuğunun
saadet hisselerini unutuyor, sırf kendini düşünüyordu.

Mâil, hayatının, sırf sıkıcı dairesinde güzeranından şikâyet ve diğer


eğlencelerden mahrumiyetine teessüf ediyordu. Fakat böyle bir şikâyete
Sâibe de kıyam etse ne denecek? O zavallı kadın için de zevcinin
sohbetinden, evlâdmn nüvazişinden, yani aile zevklerinden başka bir
eğlence var mıydı? Yoktu. O kadar yoktu ki, eğlencenin diğer nev’ini akima
getirmeğe zavallının vakti olmuyor, lezzetçe o iki eğlence ile kabili
mukayese diğer huzuza-tm vücuduna bile ihtimal vermiyordu.

Bu emirde Mâili şaşırtan Şöhretin muhabbeti idi.

Kalbine yeni ateş tohumu bırakmış bir sevda ki, bunun tesir ve istilâ nairesi
ne derecelere varacağından henüz kendi de haberdar değildi. Hattâ bu yanlış
muihakematm onun aşkının şevkiyle olduğunu bile daha lâyıkiyle far-
kedemiyor, Şöhreti yavaş yavaş unutuyorum zannediyordu.

Bir ikinci bedbaht tesadüf bu hakikati meydana koydu. Bir akşam


kaleminden konağına avdet ederken kendinden birkaç adım ileride ıbir
araba durdu. Bir kadın başı arabadan uzandı. Mâile eliyle bazı işaretler etti.
Araba yürüdü; bu kadın Şöhretti. Zavallı delikanlıyı durduğu yerde serapâ
bir râşe aldı. O görmiyeli Şöhret ne kadar güzelleşmiş, âdeta bir âfet
kesilmiş... Araba gözden kayboldu. Mâil bulunduğu yerde öyle donakaldı.

O akşam eve geldi. Kırıklığı bulunduğundan bahisle erken yattı. Çünkü


yatmasa, dalgınlığından, sükûtundan, halinin garabetinden Sâibe şüpheye
varacak...

Yattı da uyudu mu? Ne gezer... Zaten uyumak niyetiyle değil, istediği gibi
düşünmek için yatmıştı. Kendi kendine o geceki tefekküratmn hulâsası şu
oldu:

— Ben Şöhreti sevmiyorum. Bu kan hoşuma gidiyor; işte o kadar... Yine


gizlice bir akşam gitsem, görüşsem ne olur? Bu hareketimi Sâibe haber
almadıktan sonra bundan ne vahamet çıkabilir?

Sabah oluyor. Gitmek istiyor; fakat gönlünü yine bir korku sarıyordu.
Karıya şedit bir iptilâ peydasından havfediyor, lâkin şöyle kendini bir
tartıyor, buı meylini geçici bir heves şeklinde buluyordu. Bir hafta kadar bu
arzusiyle cenkleşti. Zaten son ayrılışında yine görüşmek için Şöhrete söz
vermişti. Gûya öyle bir kadına karşı yalancı çıkmak istemiyordu. Söz
verdiği hafta geçmişti. Fakat bu müddetin müruru için bir mazeret
uydurarak, nihayet sözde sebatını göstermek istiyordu. Bütün bu uzun
mücadelesi neticesinde son defa olarak bir daha gitmeğe karar verdi. Bu
gidişinin hakikaten sonuncu olacağına kendini temin için yemin etti.
Buaıdan sonra arzudan, hevesten helâki tahakkuk etse, sözünde durmamaz-
lık etmiyecekti. Şöhretle mülakattan sonra bir daha ziyarete söz vermiyerek
oradan çıkacaktı...

Şimdi bir gecelik gaybubet için bir vesile hazırlamak, Sâibeye bir yalan
uydurmak lâzımdı. Artık sünnet cemiyeti yalanını tekrarlamak uygftosuz
olacak... Bu defa bir düğün icat etti. Arkadaş hatırından çıkamıyacağını,
kma gecesinde sabahlanacağmı anlattı. Biribirini takip eden bu sünnet
cemiyetleri, düğünler Sâibeye tuhaf görünmekle beraber kocası aleyhinde
yine şüphesini tahrik etmedi. Çünkü sevgili Mâiline öyle şey yormaz,
üzerine tloz kondurmazdı.

Mâil o akşam mahut mahalle kalem refiklerinden birkaçını toplıyarak


kalabalıkla gitmedi. Refakatine yalnz Hayatiyi aldı. Bu eğlencelerine dair
kimseye bir şey söylememesi hakkında da yemin ettirdi. Hayati Hint horozu
gibi omuzlarını sivriltip:

— Anam babam... İşte böyle daha şık kaçar. Bir sen, bir ben; neye lâzım
fazla gürültü?..

Evden içeri girdiler. İkram, ağırlama kıyamet... Mâil Şöhreti sordu. Ev


sahibesi Silerini uğuışturarak maatteessüf Şöhretin orada bulunmadığını
haber verdi. Şöhret olmadıktan sonra o gece Mâile dünyaları bahşetseler
memnun olmak ihtimali yoktu. Kızm bulunması muhtemel olan mahallere
haberler gönderildi. Her taraf aranıldı. Üç dört saat geçti. Mabudeyi elde
etmek gûya mümkün olmadı.

Ev sahibesi:

— Ah beyim efendim... Niçin iki gün evvel, hiç olmazsa yirmi dört saat
evvel bir haber göndermezsiniz?.. Bu gece teşrif olunacağına dair dünden
haberim olaydı;

Hayati Bey gelerek işi bana biraz çıtlataydı; şimdi Şöhreti burada hazır
bulurdunuz...
Dedi, o gecenin merareti ye’sini iki akşam sonra tadil etmek üzere
eğlenmeğe karar verildi. Kapı dışarı çıktılar. Hayati düşüne düşüne ensesini
kaşıyarak dedi ki:

— Bu karıların sözlerine tamamı tamamına inanmiya gelmez. Bunlar


tuzakçıdırlar. Sizin Şöhrete meylinizi gördüler. Muhabbetinizi
yelpazelemek için işi makaraya, asıntıya çekmeğe giriştiler. Bir iki gün
sonra da mükemmel boğuntuya başlıyacaklar... Şöhret orada yokmuş,
filânmış, hep bunlar «afi» dir afi.. Lâf ağızdan çıkarken ben âcizane keskin
çakmak taşı gibi kıratını çakarım. Bana da küllüm olur mu?

Mâili öyle bir dalgınlık aldı ki, Hayatinin sözlerini dinlemek şöyle dursun,
işitmedi bile... Bir kelimesi kulağına girmedi. Şöhretin orada bulunmaması
ona fevkalâde garip görünüyordu. Ne zaman arzu etse, gidince kadını o
evde bulurum zannediyordu. Hakikatin öyle olmadığını görmesi delikanlıyı
şaşırttı; alıklaştırdı. ,

Daha fenası, Şöhretin but gaybubeti, Mâilin nazarında kıymetini arttırdı.


Onu görmek hevesi büyüdü. Bu arzu, bu muhabbet şiddetlendi. Bu
gaybubeti takip eden gecedeki mütehassirane muhakematı, elîm iştiyakı,
rahatsızlığı, uykusuzluğu diğer şekle girdi. Yavaş yavaş Şöhreti
başkalarından kıskanmak gibi acip bir hisse düştü. Mâilin o gece gelmesi
ihtimalini nazarı itibara almayıp da niçin başka tarafa gidiyor? O başka taraf
Şöhretin nazarında Mâilin zatından daha kıymettar mi?

Biçare delikanlının çehresini bir ateş sardı. Kendinden başka kimsenin


Şöhrete sevda nazariyle bakmasını istemiyordu.

Şöhretin orada bulundurulacağı vâdedilen akşam vü-rut etti. Mâili saran


tahassür ateşi artık kendinde lâzım gelen tedbirlere tamamiyle riayete mecal
bırakmıyordu. Bu akşamki gaybubeti için Sâibeye bir sebep dermeyan
etmedi. Sünnet, düğün cemiyetlerinden sonra sanki bir üçüncü mazeret
icadı iktidarından kalmış denecek kadar kendine bir şaşkınlık gelmişti. O
gece gaybubet edecek, kubbesini sonra uyduracaktı O anda her husustan
mukaddem olan şey, gidip Şöhreti görmekti. Yalnız o maksadın husulüne
zihnini sarfediyor, sade bunun için yanıp yakılıyor. Gitsin bir kere o karı ile
gözlerini, gönlünü tenvir etsin de öbür tarafı ne olursa olsun... Elbette
Sâibeye karşı muvafık, nâmuvafık bir yalan uydurulur...
Yine Hayati île birlikte mahut mahalle gittiler. Artık o akşam Şöhretin orada
bulunacağına hiç şüphe yoktu. Maatteessüf hal böyle zuhur etmedi. Ev
sahibesi mahçu-bane ellerini uğuşturarak beylere edebileceği ikram ve
izazın hiç birinden geri durmiyacağını anlattı. Fakat Şöhret... İşte yalnız o
meydanda yoktu... Mâil dudakları tit-riyerek sordu:

— Haniya o?..

— Şöhret mi?

— Evet...

— (Kaşlarını çatıp ciddî bir tavırla) Beyciğim, o kahpeden vazgeçiniz


artık...

— (Tıkanır gibi) Niçin?

— Çünkü o kız buranın defterinden silindi gibi bir şey oldu...

— Bir kabahat mi etti?

— Evet, kabahatin büyüğünü etti... Elimizde olaydı, biz kendini hiç


salvermezdik... Lâkin..

— Ey, lâkin?..

— Lâkin işte zaptedemedik, kaçırdık...

— Nereye kaçırdınız, canım?

— A beyim, canlı canavar... Elde avuçta tutulur mu onlar?.. Gittiyse gitsin.


Ne teessüf ediyorsunuz? Şöhret de artık o kadar ahım vahim bir şey değildi
ya?.. Ne güzeller bulunur ki, Şöhret onların ellerine sut bile dökemez... Siz
benim yüzüme gülünüz yoksa...

— Hanım, ben sizin yüzünüze gülsem gülsem Şöhret için gülerim; başkası
için değil. Anladınız mı? Şimdi benimle ona dair konuşunuz; başkalarından
bahse lüzum yok....
— A, öyle ya efendim... Gönül bu... Gönül kimi severse güzel odur.
Estağfurullah, keyfinize karışmıyorum. Lâkin hani şu eğlenmenin yolunu
göstermek istiyorum.

— Şöhret nereye kaçtı, bana onu haber vermez misiniz?..

Mâilin muhatabası derin derin düşünerek:

— Yerini haber verebilirim. Lâkin bundan ne çıkar? O şimdi kapalı bir evde
oturuyor...

— Tövbekâr mı oldu?

— A, Şöhret mi tövbekâr olacak? Gözümle görsem inanmam...

— Ya ne oldu efendim? Bu muammayı bana anlatınız...

— Muamması filân yok, bir dostu vardı; belâlı, çapkın bir delikanlı... Aldı,
götürdü, kapattı. Tövbesi de bu, hepsi de bu... Bilmez misin canım,
öylelerinin mumlan yatsıya kadar yanar... Çok sürmez, yine buralara
dökülür. Tilkinin gezip gezip geleceği yer kürkçü dükkânıdır. Fakat Şöhreti
elde etmek müşküldür; işte mesele bu....

— Niçin, bu o kadar zor bir iş midir?

— Zorun zoru, beyim... Elin çapkını ile sonra ben nasıl başa çıkarım. Kendi
uygunlarından birkaçını alsın, buraya gelsin. Kapımı tekmelesinler,
camlarımı, kiremitlerimi indirsinler....

— Canım, bir kurnazlık edersin, bu işin bir kolayını bulursun... Kuzum


hanım, beni üzme...

—1 Öyle ya efendim, her işin bir âsan tarafı olur, bu dünyada hangi zorluğa
çare bulunmamış. Fakat...

Hayati beriden lâfa atılarak:

— Fakat mangizi fazla uçlanmalı değil mi? Hanım, bana bir baksana... Sen
piyazın maydanozunu biraz ince kıyım, hem de bolca geçiyorsun... Şöhret o
delikanlıya nikâhla vardı mı? ?

Kadın: — Hayır canım, herif kapattı...

Hayati — Pekâlâ... Nereye kapattı? O evi haber verebilir misin?

Kad:n — Veririm, niçin vermiyeceğim?

Hayati — Ha şöyle, öyle bir «voli» çevir ki, hem senin, hem de bizim
işimize yarasın... Ev, nerede?

Kadın — Aman yavrum, rica ederim, söz 'benden çıkmış olmasm. Sakın
benim adımı ele vermeyiniz.

Hayati — Hovardalıkta söz ıbir olur, sen bilirsin...

Kadın — (Bir ehemmiyeti mahsusa ile gözlerini açarak) Hubyarda ......


sokağını biliyor musunuz?

Hayati — Biliriz. Bilmezsek de öğreniriz.

Kadm — O sokak biraz dolambaç, uzuncadır.

Hayati — Ne kadar uzun olursa olsun, elbette nihayeti bulunur, canım...

Kadın — îşte o sokağın içinde büyük bahçeli bir evmiş...

Hayati — Oh, işte bu tarif âlâ!.. Uzun, dolambaç sokağın içinde büyük
bahçeli ev... Bu da tarif mi ya, a babam?.. Oradaki evlerin hep bahçeleri
büyüktür...

Kadın — Dur efendim, alt tarafını anlatacağım. Ben bildiğimi söylüyorum.


Evi gidip görmedim. Lâkin köşe başında bir bakkal varmış... Ona sormalı
imiş. Herif ilk önce biraz nazlanıyormuş. Eline beş on para sıkıştırılınca
Şöhretin evini haber veriyormuş. Hattâ bahşişi bolca görürse, soranların
yanına çırağını katarak evi göstertiyor-muş... Şöhret bu yavrum! Oraya
gider gitmez mahalle bakkalını .baştan çıkarmış. Herifin dükkânını âdeta
kendi evinin şubesi gibi bir hale koymuş...
Hayati — Şöhretin yanında kim var? Ne harekette bulunduğunu, sokağa
çıkp çıkmadığını, evde uslu oturup oturmadığnı gözetecek kimse yok muı?

Kadın — Yaşlıca bir kadınla bir de Arap aşçı varmış. Canım, sen öyle
gözcü kadınlara kulak verme. Onlar her elden uzanan parayı almak için
yelkeni lâzım gelen rüzgâra çevirirler... Dümeni o akıntıya uydururlar.

Hayati — Bize vereceğin malûmat, öğreteceğin kurnazlık bundan ibaret


mi? !

Kadın — Estağfurullah Hayati Bey! Kurnazlık dersini bizden almağa


muhtaç değilsin. Sen o dersi tâ beşikten almışsın...

Hayati — Beni o kadar çok methetme, yetişir... Sonra koltuklarım kabarır


da... Karışmam ha!.. Lâfın kısası, şimdi ..... sokağının başında bakkala gidip
avucunun ortasına bir dökme sıkıştırarak: «Şöhret Hanımın evini bize
göstert» diyeceğiz, öyle mi?

Kadın — (Gülerek) A, bak az kaldı unutuyordum... Yok yok yoook... Öyle


damdan düşer gibi «Şöhret Hanımın evi nerede?..» diye sormıyacaksınız:
«Bakkal, pişgin böğrülcen var mı?» diyeceksiniz. Herif var, cevabını verirse
pazarlık edeceksiniz... «Haydi tart, çırağa ver de böğrülceyi bizimle eve
kadar götürsün» sözüyle işi bitireceksiniz.

Hayati — Hanım, mahalle bakkalları ile başımızı derde sokma... Bizi


başından savmak için bu sözlerinde «afi», «küllüm» varsa sonra o «pişgin»
böğrülceden ben sana bir biberli yahni yaptırırım, vallahi ağzın burnun
kabarır...

Kadın -v (Acip bir tebessümle) Hele zevzeğe bak!.. Ben size işin üzerime
vazife olmadık taraflarım haber veriyorum. Bana büyük büyük teşekkürler
edeceğinize, ağzımı burnumu kabartmıya mı kalkışıyorsunuz?

Hayati — Canım, sen hardallı çorbalar içmiş kadınsın!.. Bilmez miyim?


Ağzın idmanlıdır, öyle böğrülce yahnileri sana vız gelir. Lâf olsun diye
söylüyorum yoksa...

Beyler dışarı çıktılar. Hayati düşünerek:


— Bu «pişgin böğrülce» âlâ amma, acaba Şöhretin hampası eve saat kaçta
gelip gidiyor? Burasını anlıyama-dık... Sonra herifle fena bir hır çıkarırız.

Mâil dalgın dalgın:

— Onu bu kadın ne bilsin? Bakkaldan sorar öğreniriz...

— Ne mi bilsin?.. O karı şeytanın ön bacağını da bilir, ardını da... Bizi


böyle kaptı salıverdi, bu işin içinde kim bilir kendince ne hesap vardır?
Bizi, usta bir dalyan reisi gibi bir çıkmaz sokağa yamaştıracak, sonra gelsin
boğuntu, söküntü... Ne dersiniz beyefendi?..

Mâile büyük bir şaşkınlık ârız olmuş, sanki zavallı çocuğun bütün insanlık
mevcudiyeti, tekmil varlığı, olanca muztaribane düşünceleri ile, tek hisse
inkılâpla diğer nefsanî melekâtı, ruhî teessüratı gûya kendini terketmişti. O
tek his de her ne fedakârlığa tevakkuf ederse etsin, gözünü ateşten
sakınmıyacak, her türlü mâ-nialan yıkacak bir azim ile gidip Şöhreti bulmak
arzusu idi, başka bir şey düşünemiyordu.

Hayatinin:

«Ne dersiniz beyefendi?» sualine cevap olarak Mâil:

— Ben ne şeytanin ard ayağını bilirim, ne de ön!.. Ne dalyan tanırım, ne de


çıkmaz sokak. Hele bu işin sonundan zuhur edeceğini haber verdiğin
boğuntu, söküntü gibi şeyleri düşünmeğe hiç vaktim yok. Ben yalnız
Şöhrete mülâki olmak istiyorum, anlıyor musun? Başka şey düşünmeğe
vaktim yok. Bu meselenin evvelinde böyle, âhirinde şöyle olacağı asla
umurumda değil... Şimdi biz, hiç soluk almadan doğru gidelim; bakkalı
görelim; piş-gin böğrülcesi var mı? Onu soralım. Yok derse işte o zaman
derde gireriz.

— Ben o bakkalın böğrülcesini iki taşımda haşlar, hamura çeviririm a... Sen
orayı düşünme beyim. (Mühim bir tefekkürde bulunduğunu imâ eder surette
gözlerini ufaltıp ensesini kaşıyarak) Fakat meselenin böğrülceden sonrası
müşkül... Şöhretin belâlısı herif acaba ne kesim şey? Evde erkek olarak
yalnız kendi mi var? Yoksa beraber başka çomarlar da getiriyor mu? |Sanki
biz de yanımızda iki arkadaş, yani iki el ulağı daha bulsak mı demek
isterim?

— Canm, işte karı haber verdi ya?.. Evde bir kocakarı ile bir de aşçı kadın
varmış... Başka kimse yokmuş.

— Beyim, sen o karının dediklerine harfi harfine kulak asma... O, bizim


başımızı derde sokmak ister. Kendi işine, volisine nasıl gelirse öyle ağız
kullanır.

— Şimdi arkadaş aramak külfetine kalkma. Ben meselenin öyle pek


duyulduğunu da istemem. Biliyorsun ya?.. Evvelâ buradan hemen gidelim,
bakkalı bulalım. Tahkikatımıza nazaran arkadaş tedarikine kalkarız. Ne var
ne yok, bir kere onu anlıyalım.

— Pekâlâ, dediğiniz gibi olsun. Ben potinleri koynu-ma sokunca en yüksek


ağaçlara çıkar, sonra kuşağımı çö-züp ip gibi kullanarak istediğim tarafa
inerim. Damdan aşmak, kapı omuzlamak, üç dört kişi ile karşı karşıya
gelince kimine yumruk, kimine tekme, kimine sille indirerek ve daha lâzım
gelen çevikliklerde bulunarak ellerinden yakayı sıyırırım. Haniya kafama,
suratıma birkaç ellialtı, pendifrank gibi şeyler de yesem ilk tesadüf ettiğim
çeşmede yüzümü yıkar, evvel Allah hiç yememişe dönerim... Fakat ben
sizin için düşünüyorum. Siz ilk yumrukta oraya apışıp kalırsanız, sonra
insanın pek fena marizine oynarlar. Hovardalık kolay değildir. İnsanın
avurduna bazan öyle hesaplı yumruk indirirler ki, üç dişini bir çırpıda dışarı
fırlatırlar. Ama öyle çaıbuk ki, en usta dişçinin beş dakikada yapacağı işi bir
saniyede görürler. Hem de meccanen... Dişine güveniyor musun beyim?
Ben •güveniyorum, çünkü çürükleri ayıklandı. Şimdi sağlamları kaldı. Öyle
öteberi yumruk avurduma artık rüzgâr gibi geliyor...

— Bana öyle yumrukla, dişle göz dağı verip durma; Âşık Kerem gibi otuz
iki dişimi feda edinceye kadar ben de bu sıladan çekinmiyeceğim.

Bakkala müracaati ertesi güne tehir için Hayati epey uğraştı, fakat muvaffak
olamadı. İlk tesadüf ettikleri arabaya atlıyarak Huıbyara indiler. Saat on biri
geçiyordu. Her köşe başında durarak, iptidaî zemini olan yeşil boyayı da,
muhtevi olduğu ibareyi de toz kapatmış bulunan sokak isimleri yazılı
teneke levhalara bakıyorlar, mevcut harflerin delâletiyle silinmişlere intikal
ederek bunları okumağa uğraşıyorlardı.

Bu iki arkadaş böyle akşam üzeri bir sokak başından ötekine dolaşarak
feslerini bastırıp burunlarını havaya kaldırarak sokak ismi okumakla meşgul
oldukları sırada Hayati dedi ki:

— Buralarda öyle alık alık dolaşmiya da gelmez. Mahalle bekçisi ile,


karakolun, bâhusus mahalle kahvesindeki mahalle halkından bazı beylerin,
ağaların dikkatlerini celbedersek peşimize şimdiden gözcüler takmış oluruz.
Bizi bu gece burada hiç dolaştırmazlar. İşimiz sonra falso olur. Anlıyor
musun? Levhaları, bir sokak ismi aradığımızı kimseye çaktırmadan
okuyalım. Şöyle göz kuyruğu ile süzüp süzüp geçelim...

Sokak isimlerini kemali ihtiyatla okuyarak hayli semt dolaştılar. Fakat


karının haber verdiği isimde bir sokak bulamadılar. Hayati mendiliyle
alnının terini silerek;

— Beyim, demedim mi sana? O kahpe ıbize kantin attı. Haniya o isimde


sokak?..

Hayatide küfürün bini bir paraya... Biraz daha dolaştılar. Nihayet


kendilerine ayni ayniyle ihbar edilen isimde değil, fakat ona müşabih
namda bir sokağa tesadüf ettiler. Filvaki köşebaşında da bir bakkal vardı.
Mâil sevinerek:

— Hayati Efendi, birader, işte bulduk. Sokağm ismi o isme benziyor.


Köşesinde bakkal da var...

— (Omuzlarını kabartıp başını kaşıyarak) Acaba?.. (

— Acabası yok... Buranın aradığımız mahal olduğuna ben kanaat hâsıl


ettim. Sokağın isminde yalnız bir harften ibaret bir tehalüf var. Bu tehalüfün
de ya karının bize bu ismi telâffuz ettiği esnada yanılmasından, yahut telâşla
bizim iyi anlıyamamış olmamızdan ileri geldiğine hiç şüphe yok... Aman,
haydi haydi bakkala gidelim, böğ-rülceyi soralım...
— Telâş etme... Bakkala ben (soracağım. Sen lâfa karışma... Derdimizi
anlatamazsak, bakkal da ağzı kalabalık bir herifse sonra iş uygunsuz çıkar
ha...

Yavaş yavaş dükkâna yaklaştılar. Bakkal, tavandan hevenk hevenk sarkan


hasır, çalı süpürgeleri, varakları sinek tersiyle kararmış güllâçlar, sucuklar,
çamaşır ipi turaları, tahta fırçaları, o mahallece sermayesinin genişliğine
delâlet eden bütün bu ticarî askılar altına oturmuş, yağlı bir tahta masa
üzerine konulmuş (defteri kebirini) karıştırıyor, çırak da eline saplı meydan
süpürgesini almış, o temizlenmesi kabil olmıyan dükkânı rehavetkâra-. ne
darbelerle gûya temizlemeğe uğraşıyordu.

Dükkândan içeriye üstleri başları temiz iki beyefendi girince, o tuzlu etler, o
müteaffin yağlar, o peynir tulumr lan, o kaşar yığınları arasında nasıl olup
da pek semire-mediğine hayret edilen bakkal elmacık kemikleri fırlak,

zayıf, asabî çehresini uzatarak müşterileri süzmeğe başladı.

Beyler bir müddet gûya alacakları şeyin seçilişinde müşküle uğramışlar gibi
dükkânı tavandan yere kadar dikkatli dikkatli göz haddesinden geçirdiler.
Besbelli böğ-rülce çuvalını arıyorlardı. Müşteriler 'böyle mütehayyi-rane
her tarafa göz gezdirdikçe çeşitli eşyasından diolayı hakkiyle tepeden
tırnağa iftihar kesilen bakkal, elindeki kalemi kulağının arkasına sıkıştırarak
sermayesi kadar da nezaketi bulunduğunu anlatmağa uğraşır br tebessümle
sordu:

— Masraf düzmeğe mi geldiniz efendim? Burada her malın iyisi bulunur.


Fiyatları da Balıkpazarı fiyatından pek farklı değildir. (Çırağına hitaben)
Mardiros! Sibir fıçısının önünden çekil ulan... Efendiler yağı seyretsinler.
Renk kendini gösteriyor. Kokusuna gelince, burunlarınız üzerlerinizde ya?
Bir kere koklar anlarsınız. Teıeyağı bunun yanında kaldırım çamuru gibi
kokar. Siz maldan anlar müşteriye benziyorsunuz. (Mardirosa) Aklını
yitirmiş hımbıl gibi etrafına bakınıp durma öyle. Bıçağın ucuyla yağdan kes
de efendilere koklat... Çeşni helâldır. Canım isterseniz birer parça da
dilinize vurunuz; bu yağ dokunmaz. Fiyatı biraz yukarı olmasa her sabah
parnah parnah yeyip yüreğimi yumuşatacağım a, sermayeyi kediye
yükletmeden korkuyorum yoksa...
Hayati gülerek:

— Biz yağ alacak değiliz...

— Şeker mi, kahve mi, sabun mu? Çok şükür, hepsinden, her çeşit var...

Hayati manidar bir tebessümle gözlerini bakkalın göz bebeklerine dikerek:

— Pişgin böğrülcen var mı?

Bakkal — (Biraz şaşırarak) O da var...

Hayati — Pişgin mi ama?..

Bakkal — Dibinden ateşi verince ne dir de pişmez a efendi!.. At suya,


yarım saat kaynat; içinde bir dirisi kalırsa getir, sıfatıma çal... Fakat
böğrülceyi nideeeksin canım?.. Aylâ Karadeniz malı yeni bir fasulyam var
ki, bir kerek tadına varanlar bize gene ondan vir deyi her gün başıma balta
kesüiyorlar.

Hayati — Hayır, ben böğrülce isterim.

Bakkal — Pekâylâ efendim! Müşterinin de keyfine karışılmaz a?.. Böğrülce


dedin, böğrülce olsun. Ne kadar isteyon?..

Hayati acip bir istizah tavriyle:

— Bilmem; ne kadar münasipse o kadar ver!..

Bakkal — (Mütehayyirane) Orası senin bileceğin

maslahat.. Bilmem ki konağınızda böğrülceyi çok mu severler?.. Kaç aylık


için mal alacaksın? Şöyle, yirmi otuz okka bir şey olsun mu? Al bu maldan,
korkma efendi... AL.. ı

Hayati, bakkalın avucuna bir mecidiye sıkıştırıp kulağına eğilerek yavaşça:

— Malın iyi mi?


— (Bion derece istiğrapla) Malın iyiliğine söz yoh a, fakat ne deyi öyle
acayip bir çalımla gizli gizli avucumun içine para sıhıştınyon?. Aksâta ayıp
bir şey değildir a... Bu gizlemek ne mâna olacak?.. Benim alış verişim
açıhtır...

Hayati — (Suratını asarak) Her aksâta âşikâre olmaz, benimki gizlidir.

Bakka — (Şaşırarak) Tövbeler ola, anlıyamadım. Senin aksâtan gizli midir?


Hele işte buna hiç aklım yatmadı. Birkaç okka böğrüloenin gizlisi ne
olacak?

— Bakkal, nağmenin lüzumu yok. Bizi yorma. Pişgin böğrülce isteriz, işte
o kadar...

— Tövbeler tövbesi ola ki aklım irmedi. Ben size ne deyip de (nâme)


ediyom?.. Sizi neden yoruyom?.. Aklım sarmadı gitti... Sizin meramınız
böğrülce değil. Bu kıyafette adamlar bu kadar böğrülce meraklısı olmazlar.
Bu işin içinde bir «orostopoğlulük» var ama, bir türlü aklıma yetmedi gitti.
Kırk yıldır şunun şurasında bakkallık ederim. Hiç böyle ıbir müşteri gelip
de gizliden gizliye böğrülce sormadı. Benim yaşım elliye varıyor...
«Mardiros» u dirsen doğdu doğalı hamam yüzü görmedi. Anlıyamadım
ki?..

— Bakkal, işi anlamamazlıktan gelme... Pişiğin böğrülce isteriz....

— (Hiddetle) Bende bir nev böğrülce vardır; pişgin midir, değil midir?
Daha provasına varmadım. İstersen alırsın, istemezsen şuradan savulur
gidersin. Başka lâfa aklım ermez.

— (Bakkalın yakasından kavrayıp hiddetle bir sarsarak) Biz yabancı


değiliz...

— (Haykırarak) Yabancı olmayıp da babamın oğlu değilsiniz a... Daha


sıfatınızı bugün gördüm.

— Bakkal, işi yaygaraya boğma... Bize haber ver. Bu sokağın içinde mi


oturuyor? i | . ı | ; jj
— Kimin için soruyon efendi?

— (Kulağına eğilerek yavaşça) «Şöhret» hanım için soruyorum?.

— (Bütün bütün alıklaşarak) Bütün vebalin boynuma ola, o biçim bir kan
adını senin ağzından ilk işitiyom. Mahallemizde böyle ıbir bergüzar yoktur.
Nafile yorulun efendi, buraları boş yere dolanma... (Elini dizine vurarak)
Ben diyon canım, bu böğrülce işi değil... Bunda bir kan-ş'klık var...
Tövbeler ola canım; her siniri deprenen benim başıma mı ekşir gardeş...
Pişgin böğrülce nerede?-Şöhret Hanım nerede?.. Böğrülce deyincek bundan
karı çıkacağım ben nereden anhyacağım? Bakkallığın da. akla gelmez, türlü
türlü derdi var. Kiralık ev sorarlar. Bazan türlü tuhaf şeyler danışırlar. Fakat
hiç böyle böğrülce

sualine uğradığım yoktu. Haydi beyler, efendiler, işinize. Bende ne sizin


dişinize göre pişgin böğrülce vardır, ne de mahallede o isimde bir karı. Onu
size kim haber vermişse, gönüle kalmayınız, siziyle düpedüz eğlenmiş. Şu
sokağın içinde birkaç ev var; kiminin karısı koeamış; kimi hastalığa
uğramış, topunun da ırzına yerden göğe kadar kefilim. Bir kusurları varsa,
bakkal borcuna biraz ağır davranırlar. İşte bu... Başka bir fenalıkları yoktur.

Hayati — (Dik dik bakkalı süzerek) Bakkal, yalanını tutarsam sonra işin
fena olur...

Bakkal — Sözlerimde yalan dolan yoktur efendi inan. İşte sokak, işte
mahalle... Gez; dolan; gel. Eğer aradığın o hanımı buralarda bulursan şu
dükkânı boynuma geçir. Daha ne diyeyim?..

Bakkaldan sadra şifa verecek bir malûmat almak kabil olmadığını görünce
bizim iki zendbst oradan çekilmeğe mecbur oldular. Mâil, arkadaşından
sordu:

— Acaba bakkalın sözleri doğru mu?

— Bilmem ki...

— Bakkalın dedikleri doğru ise, demek karı bizi aldatmış... Hakikaten


Şöhret bu mahallede bulunaydı, bakkal mecidiyeyi alır, bize evi çırağı ile
göstertiverirdi.

— Hayrola; sellemehüsselâm göstertemez, korkar. Şöhreti kapatan herif


belâlı bir kabadayı ise, sonra bakkal yakasının onun intikamından nasıl
kurtarabilir?

— Ey, şimdi ne yapalım?

— Sokakları bir dolaşalım bakalım; dolambaç sokakta büyük bahçeli bir ev


görebilir miyiz? Yoksa bizim müracaat ettiğimiz bakkal, karının bize tarif
etmek istediği bakkal değU mi? ! j 1 j

Sokakları dolaşmağa başladılar.

Bakkal, beyleri dükkânın kapısından gözetliyerek çırağına:

— Bu herifler bu akşam burada bir hır çıkaracaklar.

Dövüş olur, ıbir iş olur; başımız belâya girer... Haydi Mar-diros, tabanlarım
yağla; buradan karakola seğirt. Onbaşıyı bana çağır. Ustam kendi gelecekti
ama, dükkânı boşa koyacak akşam değil, di. İşin mesuliyetini anlat... Fakat
lâfa böğrülceyi karıştırma... Onu bana bırak ki tadıyla anlatayım. Sonra
mahallenin kabadayılarından birkaç zorlusunu bul... Ustam selâm etti,
buyursunlar. Dükkânın bahçesinde size ziyafet verecek, de... Haydi çabuk
ol. Yolda sana bezelye, nohut, böğrülce soran olursa cevaba kalkışma,
avurdunu patlatırım...

Biraz sonra jandarma onbaşısı ve onu müteakip mahalle kabadayıları


bakkalın dükkânına gelirler. Bakkal,, mütehaşiyane bir çehreyle:

— Hırlı mıdırlar, hırsız mıdırlar? Ne idüklerini daha da lâyıklı bildiğim yoh


a... Üstleri başları temiz, bey kıyafetli iki delikanlı geldi. Benden pişgin
böğrülce istediler. Bende de kabahat a, suratlarına bir bak da böğrülce
yiyecek boydan olmadıklarını anla... Hayır, benim aklıma hiç öyle ıvır zıvır
gelmedi. Divanelik ettim de böğrülceyi övmeğe kalktım; delikanlının biri
elimi yakaladı, ortalık yerine bir mecidiye sıkıştırdı; yumruğumu yümdu;
kulağıma yanaşarak: «Malın iyi ise seninle gizli bir aksâtaya girişelim»
dedi, içimde bir kötülük olsa, mecidiyeyi alır, nabzına göre bir şerbet
veririm, geçer gider. — Soy köpek yerinde havlar— Namus damarlarım
deprendi; mecidiyeyi geri ittim. Böyle gizli, hurdalı aksâtaya girişemiye-
ceğimi anlattım. Bey hiddetlendi, sonra bana bir karı ismi verdi. Onu
tanıyon mu? dedi. Tanımıyom dedim. Ağalar, efendiler, mahallemizde hiç
ırzı çürüğe çıkmış karı varı mı?

Kabadayılardan biri:

— Var... Fenercinin kızı için fena söylüyorlar.

Bakkal — (Dövünerek) Gordun mu bir kerek olan

işi?.. Eğer buralarda öyle bir kan varsa benim işim tükendi demek... O
delikanlılar, gideriz, etrafı ararız. Öyle bir kötü karı bulursak, gelir
dükkânını boynuna geçiririz, dediler. Çünkü ben, bizim mahallede ırzı
lisana gelmiş karı yoktur dedim, cebbar inkâr ettim...

Bakkal o akşam mahalleliyi zendost beyler aleyhinde böyle kuşkulandırdı.


Mâil ile Hayati hangi sokağa girseler ya kola tesadüf ettiler; yahut öksüre
tüküre karşılarına çıkan mahalle tosunlarına... Mümkün değil o gece
oralarda dikiş tutturamadılar. Dolambaç sokakta büyük bahçeli ev tâbirine
gelince, bu tarife uyacak pek çok ev gördüler. Bunlardan birinde -Şöhretin
bulunduğunu keşfetmek, bakıcılığa muhtaçtı. Biraz daha dolaşsalar
mahalleli ile derde girmek hemen muhakkak olduğundan, Hayati dedi ki:

— Bey baba, artık buralarda dolaşmayalım, gidelim. O geçmişi kmalı karı


bize küllüm atmış. Anlıyorsun ya; buralarda Şöhret yok. Sen mahzun olma,
bu gece buradan gidelim. Bu hafta içinde ben seni Şöhretle görüştürürüm.
İşte söz veriyorum. Sen bu hafta Şöhreti benden iste... Ben o direktör karıya
dolambaç skakta büyük bahçeli evi gösteririm. i

Nâçar avdet ettiler. Mâil, arkadaşı Hayatinin bu vâdi ile bir türlü mutmain
olamadı. Utanmasa ye’sinden bağlıyacaktı. Şöhretin diğer bir erkek
tarafından kapatılmış olması sevda gururuna dokunuyor, şiddetle sevdiği bir
kadının başka bir adamın muhabbet ihtikârı altmda kalmasını kabil değil
hazmedemiyor, (buna tahammül getiremiyordu. Bir kere Şöhreti görse,
onunla dertleşse, hakikat hali anlasa!.. Mâil meraktan çıldırıyordu ama o
nazenini nerede ele geçirmeli?.. ,
Zavallı Mâil, Hayatinin hiç peşini bırakmıyarak o hafta için verdiği vâdin
yerine getirilmesine dört gözle intizarda bulunuyor, muvaffakiyet husulü
her ne fedakârlığa tevakkuf ediyorsa onu göze aldırmaktan geri durmı-
yacağım bildiriyordu.

Hayati yanma kendi hempalarından birkaç kişi alarak Şöhretin kapatıldığı


evi keşif için durmayıp dolaşıyor, ta-harriyat neticesine dair malûmat soran
Mâile her gün ihtiyat, sabır, teenni tavsiyesinde bulunuyordu.

Hafta başı geldi geçti. Hayati vâdini incaz edemedi. Çünkü Şöhreti bulmak
değil, ne olduğuna dair haber almak bile kabil olmuyordu. Hayati beş on
defa Macuncudaki mâhut eve gitti; ev sahibesile kavgalar etti. Karıdan
alabildiği malûmat:

— Ben sizi aldatmadım. Dostu olan delikanlı Şöhreti Hubyar taraflarında


bir eve kapatmış. Bunun 'böyle olduğunu nasıl isterseniz size ispat
edebilirim. Lâkin Şöhret tek durmamış. O mahallede iplikleri çabuk pazara
çıkmış; epey gürültüler olmuş; orada dikiş tutturamamışlar. Delikanlı
Şöhreti almış, diğer bir mahalleye götürmüş. Fakat nereye götürdüğünü
bilen yok. Karı bir yere çıkamıyormuş. Herif pek kıskanıyormuş. Şöhret
pencereden sokağa büe bakamıyıormuş. Böyle şiddetli bast-kı altında
olmasaydı o karı bana şimdiye kadar kaç defa gelirdi. Fakat bu nazeninleri
evlere kapıyan, onları âlemden kıskanan beylerin akıllarına şaşayım.
Alışmış kudurmuştan beterdir, derler. Karı üç gün sabreder, dört gün
sabreder, beşinci günü bir kolayım bulur. Görürsünüz, bu da öyle olacaktır.
Azıcık sabrediniz. Ya karı bir çaresini bulur evden kaçar; yahut bir iki aya
kadar beyefendinin hevesi geçer; nazlımı kapar salıverir vesselam...

îşte bu sözlerden ibaret oluyordu. Hayati gelip, karının mâkulce görünen bu


ifadelerini Mâile anlattı. Zavallı sevdazede artık sıkılmayı, çekinmeyi,
utanmayı bertaraf ederek ağlıya ağlıya Hayatinin ellerine, ayaklarına
kapanıp şöyle yanıp yakılmaktan kendini alamıyordu:

— Hayaticiğim, ne olursa senden olur. Artık sabrede-miyeceğim... Evim


barkım yıkılacak. Geceleri yüzümü duvara dönüyorum, kendimi
zaptedemeyip ağlıyorum. Emin ol ki'ben Şöhreti ciddî, ebedî bir
muhabbetle sevmiyorum. Kendisiyle bir iki defa daha görüşsem, arzumu
alacağım... Artık çekileceğim, aramıyacağım. Fakat görüşmek, buluşmak
hususunda böyle şiddetli engeller zuhur ettikçe yüreğim büsbütün ateş
alıyor. Ben âdeta şiddetli bir aşk hararetine tutuldum. Sevda susuzluğumu
teskin edebilmek ihtimalinden kendimi uzak gördükçe fenalaşıyorum,
yanıyorum. Biri getirip de «Şöhreti al» dese, yanıma salıverse, o anda bu
ateşim sönüverecek zannediyorum. Evet, ben bu kandan hevesimi alıp
çabucak elimi, eteğimi çekmeliyim. Hevesimi teskin edemezsem işte o
zaman halim ne olacak, bilemiyorum?

Hayati fesini eğip düşünerek:

— Beyim, sizi pek tecrübesiz görüyorum. Sözleriniz âdeta çocuk lâfına


benziyor. Buna «Aşk-ı bi aman» derler. Şair değilim ki size bunu «fiyonga»
lı bir tarif edeyim. Bu sevda, hamamda içilen keskin turşu suyuna benzer.
Bunun kâsesini hararet teskini için insan dudaklarına götürdükçe, yudum
yudum çektikçe, azar azar içtikçe adamı büsbütün ateş sarar, öyle bir
bardak, iki kâse ile kanılmaz. însan sümürmek için küpler, fıçılar arar; onun
en iyisi bu iç yakıcı şeyden hiç tatmamaktır. Mademki bir kazadır oldu; siz
ıbir iki tattınız; artık arkasını aramayınız. Hararet söndüreyim dedikçe
bütün bütün fitili alırsınız...

— Hayır Hayati hayır... Benim, pederime, valdeme, zevceme, bunların


cümlesine muhabbetim, hürmetim büyüktür. Hiç birisinin üzüldüğünü,
bedbaht olduğunu istemem. Onlarca felâketi mucip olacak hususlarda ben
ebedî bir zevk arayamam. Şöhrete olan muhabbetimin birkaç aylık, belki de
birkaç haftalık geçici, âdi bir heves öldüğünü göreceksin. Fakat şu saatte
gözüm bir şey görmüyor. O kan ile birkaç kere dalha görüşüp hevesimi
almalıyım. Bu emelden ıbeni hiç bir şey geri boyamaz... ı

— Beyefendi, pederinin, valdesinin, zevcesinin üzül-mediklerini istiyen bir


adam böyle bir işde yol yakınken geri döner. Sonra kendini hiç alamazsın.
Bu sözlerinizin çocuk lâkırdısından farkı yok. Bu hovardalık âlemlerinde
biz sizden ziyade gezdik, tozduk...

— Canım, sen beni benden iyi mi bilirsin? Elbette ben kendi kendimi
senden iyi tanırım. Benim de kendime göre bir hesabım var.

— Pekâlâ... Neme lâzım benim!.. Ben kendime sizin gibi nazik, paralı ıbir
arkadaş bulmuş olurum; masrafsızca gezer yürür, eğlenirim. Fakat halinizde
gördüğüm şiddet beni ürkütüyor. Şimdi benden akıllıca bir nasihat
isterseniz, bu Şöhretten vazgeçiniz! Yine hovardalık edelim. Lâkin
başkalarını bulalım. Bunları daima değiştirmeli. Eğer değiştirmezsen sana
pehlivan yakısı gibi öyle bir yara açarlar ki, işlemekle bitip tükenmez...

7
ŞÖHRETTEN HABER ,

Hayati, Mâilde Şöhrete karşı gördüğü şiddetli iptiliâ-dan cidden endişe


ettiği için elinden geldiği kadar nasihat vermekten geri durmadı. Fakat
delikanlıyı fikrinden, ısrarından çevirmek kabil olmadığını gördü. Zavallıyı
kendi haline bıraksa, olmadık hesapsız hareketlere, cüretle vahim bir derde,
bir kazaya uğrayacağını anladı, Şöhreti bulmaktan başka çare yoktu.
Araştırmasında devam için Mâilden bir hafta daha müsaade istedi. Şöhretin
âşıkı, kendi reyine, gönlünün isteğine kalsa bu müsaadeyi iki saatten ziyade
uzatmiyacaktı ama, ne yapsın, karı meydanda yok... ( i| ||i|

O hafta da geçti. Hayatinin aramalarından bir netice

çıkmadı. Bu meseleye dair olan mücadelelerini iki delikanlı artık her gün
kavga derecesine vardırıyorlardı. Bir akşam ikisi birlikte kalemden çıktılar.
Sokakta beş ooı adım ilerler ilerlemez yanlarına siyah çarşaflı, yüzü gözü
sımsıkı örtülü bir kadın yanaşarak:

— Beyefendiler, rica ederim, biraz sokağa sapınız; size bir söyliyeceğim


var.

Dedi. Bu teklife karşı beylerin ikisi de şaşaladılar. Mâil, zevcesi tarafından


aleyhinde bu türlü bir tecrübeye kıyam edilmiş olmasından korkuyordu.
Kocasının de-recei sadakatini denemek için bu kadını Sâibe göndermiş
ise?.. Biraz düşündü. Bu cüreti zevcesinin terbiyesiyle mütenasip bulmadı.
«Hayır, Sâibe böyle bir harekette bulunmaz.» dedi. Mâil bu tereddütlerde
iken Hayati:

— Sen çekmiyorsan burada dur. İşi anlamak için yalnız ben gideyim...
Dedi. Bu sualine cevap alamayınca Hayati daha ziyade beklemeksizin
.yürüdü. Mâil orada kalakaldı. Şaşkın şaşkın arkalarından bakmakta iken
Hayati, kadınla birkaç kelime teati ettikten sonra döndü; gelmesi için Mâile
eliyle işaret etti. O da sokağın içine yürüdü; üçü birleştiler. Hayati gülerek:

— Mâil Bey, müjlde! Bu, hanımı Şöhret göndermiş.

Bu müjdeye karşı Mâilde el ayak gevşedi. Sevinç (denilen şeyin kalbinden


inbisat ede ede -boğazına doğru çıktığını hissetti. Her tarafı hafif bir titreme
içinde kaldı. Utanması mâni olmasa sürürünün ifratından kadının boynuna
sarılacaktı. Kadın, Maildeki beniz uçukluğunu, titremeyi, bütün o sevda
halecanınm âsarını görünce:

— Evet foeyciğim, Şöhret Hanımdan geliyorum. O çılgın kız da sizi ne


kadar seviyor bilseniz? Kızcağız öyle bir derde çattı ki, söylemekle bitmez.
Belâlısı, kedi yavrusunu taşır gibi zavallıyı evden eve taşıyor. Hiç göz açr
tırmıyor. Şöhret nasılsa yanandaki yaşlı kadınla aşçıyı hele kendine
uyduraibildi; -ben de oraya bohçacı gibi girip çıkıyorum; üç gün evvel
«beni ıbir tarafa çekti; ağladı söyledi; ağladı söyledi. O kızın derdi hep
sizinle... Kalemini öğren; evini öğren; ne yaparsan yap; git bul; kendisine
söyle; onun için her tehlikeyi göze aldırmağa hazarım. Bir gececik kendisini
göreyim de sonra ne olursam olayım dedi. Mâil Beyefendi için çıldırıyor.
Bu nasıl muhabbet bilmem ki?-

Kadın elini koynuna soktu. Gazete parçasına sarılı ufak bir şey çıkardı,
Mâile uzatarak: ,

Size, tarafından bir nişane, hem de muhabbet yadigârı olmak için bunu
gönderdi; kusura bakmasın, kendilerine gönderilebilecek bundan başka bir
şey bulamadım, dedi.

Mâil, kadının uzattığı şeyi titriyen bir el ile aldı. Kâğıdı açtı. Orta yerinden
ince, mavi kurdelâ ile boğulmuş, parmak kalınlığında, renk ve parıltıda sarı
sırmadan farksız kıvır kıvır bir turra çıktı. Mâil bilâihtiyar bu saç parçasını
ağzına doğru götürdü. Niyeti öpmekti. Fakat yine derhal ihtiyatsızlığını
anlıyarak geri çekti. Saçı dudaklarına yaklaştırdığı esnada hafif,
tahammülşiken, râşe verici bir rayiha, zambak rayihası meşamım o derece
lezzetlendirdi ki, düşmemek için tutunacak bir yer aradı. Bu lâtif koku
zavallı delikanlıya Şöhretle olan son mülâkatını ihtar etti. Artık
dayanamıyarak bu giranbaha hediyeyi kendine uzatan eli yakaladı, içini
çekerek öp. tü:

— Bu hediyeye mukabil canımı versem, şükranını ifa etmiş olamam.

Dedi. Gözünden damlıyan iki tahassür katresini eliyle sildi. Kadın Mâilin
yüzüne bakarak:

— Vah zavallı beyefendi! Hanginize acımalı bilmem ki?.. Şöhret de tıpkı


böyle... Şimdi o biçare de kim bilir ne halecanlardadır?

Bîr gocuk kadar bile teessürünü ketmedemedlğini, en âdi bir sebeple böyle
bütün içinin şiddetini meydana dö-küverdiğini gördükçe Hayati, Maile o
kadar kızıyordu ki hemen hemen bir iki şamar yapıştırıvermek
tahammülsüzlüklerine geliyordu. Hiddetini teskin için Hayati sertçe sertçe
bir iki öksürdükten sonra karıya dedi ki:

— Canım, sen ne onun, ne de bunun böyle çocukça ağlamalarına bakma.


Bir iki haftada talaş gibi parlıyan muhabbetler yine bir kaç günde sönüverir.
Sen de öyle Şöhret Hanım .senin için şöyle ağlıyor, böyle sızlıyor diye
yangına körükle gitme. İkisi de galiba işte birer parça biribirine gönül
üiştirmişler. Bir iki görüşürler, arzularını alırlar, gelir geçer... Ben de
vaktiyle o hayırsız karılar için ne kadar göz yaşı döktüm. Şimdi o
ağladıklarım aklıma geliyor da kendi kendime gülüyorum. Böyle şeyler
gençlikte gelir geçer, canım...

Kadın — A, oğlum, öyle deme. Kız bu beyefendiyi canü gönülden seviyor.


Sen de şimdi muhabbeti kökünden inkâra kalkışmasana ya!..

Hayati — Kadın bağırtma beni... Bu beyefendiyi seviyor da diğer bir herifle


gidip niçin evlere kapanıyor?

— Onun elinde mi ayol... Nasılsa o herif, kızm yakasını bir kere eline
geçirmiş. Mâil Beyi görmezden evvel o adamla münasebet peyda eylemiş...

— Şöhret şimdi Mâil Beyle de yaşamağa başlasa demek daha sonra bir
diğeri zuhur edince onunla da işi pişirecek. Bugün o adama yaptığını yarın
Mâile de yapacak değü mi? Şimdi sen yangın körükleme, nene lâzım...
Şöhret Hanım seni buraya yalnız hediye olarak saçını bize göndermek için
mi yolladı? Yoksa başka bir diyeceklerin de var mı?

Kadın — Diyeceklerim çok; lâkin seft adama lâkırdı söyletmiyorsun;


sözünü boğazına tıkıyorsun. Sen ne dersen de... Su iki genç işte biribirini
seviyorlar; artık senin, benim sözüm para eder mi?

Mâil boynunu büküp yalvarırcasına bir bakışla Hayatiye, bu haberci kadına


karşı öyle dürüşt muamelede bulunmamasını işaret etti. Hayati mülayim
görünmeğe uğraşarak:

— Affedersiniz hanım. Böyle şeyler benim de başımdan çok geçti. Bu türlü


muhabbetlerin sonu nereye vardığını bilirim de onun için hiddetten kendimi
alamıyorum. Siz söyliyeceklerinize devam ediniz...

Kadın — Efendim, söyliyeceklerim pek mühim. Dedim ya, biçare Şöhret,


Mâil Beyle görüşmek için her tehlikeyi göze aldırıyor. Onun bu
fedakârlığına karşı sizin de biraz gözünüzü çöpten esirgememeniz lâzım
gelecek. Bu akşam âşıkı evde yokmuş. Sizi davet ediyor...

Mâil, Hayatiye meydan bırakmaksızın söze atıldı:

— Evi nerede?

Kadın — Küçükmustafapaşa taraflarında...

Hayati — Âşıkı pek azılı bir şey olmasın?..

Kadın — Yok canım; sarhoşun biri. Atıyor tutuyor ama elinden bir şey
gelmiyor. Yeldeğirmeni gibi dolar, dolar boşalır. Kuru sıkı kabadayılık.

Mâil — Nasıl elinden bir şey gelmiyor? îşte Şöhreti zaptetmiş, bir yere
salıvermiyor ya? Başka ne yapacak?

Kadın — Sanki göründüğü kadar azılı değil. Onun da karşısına iki babayiğit
çıksa Şöhreti elinden alıverir-ler. Şöhret kadın olduğu için korkuyor,
kendini kurtaramıyor yoksa...
Hayati — Bu akşam âşıkınm evde bulunmıyacağın-dan Şöhret Hanım
katiyen emin mi?

Kadın — Yok oğlum, daha lâkırdımı bitirmedim. Siz bu akşam saat ikide
Bahçekapısma ineceksiniz. Orada Yenicamiin taş merdivenleri önünde sizi
bir araba -bekli-yecek. Dikkat ediniz, arabanın yalnız sol feneri bulunacak.
Siz bu tek fenerli arabaya yaklaşarak: «Semtin neresi?» diye soracaksınız.
Arabacı size «Derbent» cevabını verecek. Siz «Biz de oralıyız» deyip
arabaya gireceksiniz. Bu araba sizi Küçükmustafapaşa taraflarında bir
tütüncünün önünde indirecek. Dükkâna girip «ekstra ekstran» var mı? diye
soracaksınız. Tütüncü, var, diyecek. Sizin önünüze düşerek bir sokak başına
kadar getirecek. Tütüncü «ekstra ekstram» yoktur, derse, bu gece Şöhretin
sizi kabulüne mâni olacak bir uygunsuzluk zuhur ettiğini anlayıp hiç ısrar
etmeden oradan çekileceksiniz. Eğer var cevabiyle sizi matlup olan köşe
başına kadar götürürse o sokağın sağ cihetinden birer birer evleri sayıp
yedinci kapının Şöhretin evi olduğunu anlıyarak alt kattaki küçük cumbanın
altında hafifçe üç kere öksüreceksiniz. Bu üç öksürüğe karşılık cumbanın
kafesi arasından üç defa sigara parıltısı görürseniz, ileriye doğru beş on
adım yürüyerek tekrar dönecek, o zaman kapıyı aralık bulup içeri
gireceksiniz.

Mâil düşünerek:

— Bu ne kadar karışık iş?

Hayati — Beyim, kolay mı? Bir erkek her üzüntüsünü, her sıkıntısını
çekerek, her masarifini göze alarak zatına mahsus olmak üzere bir kadın
kapatmış. Sen âdeta onun kendi için uğraştığı bahçeden meyva çalmağa
gidiyorsun. Öyle bir yere elimizi kolumuzu sallıya sallıya çat çat kapıyı
vurup da girmek mi istiyorsun? Ynie teşekkür olunur ki, Şöhret Hanım
daveti (güzel tertip etmiş. Öyle duvar aşmak, dam atlamak gibi işin içinde
külfetler yok. Böyle yerlerden ekseriya girildiği gibi kolayca çıkılmaz.
İnsan kapıdan girer de sonra kömürlük penceresinden firara mecbur olur.
Bunları da göze aldırmak. Şöhretin hampasmı sen bu hanımın
yeldeğirmeni-ne benzettiğine bakma... Herif dişine güvenmese karı
kapatmaz...
' Kadın söyliyeceğini bitirdi, -çekildi gitti. İki arkadaş yalnız kalınca Hayati
yüzünü ekşiterek:

— Son derecede çocukluk ediyorsun. Böyle karılan insan şiddetle sevmek


kazasına uğrasa bile muhabbetini pek belli etmemelidir. Hem bu işde bir
tuhaflık görüyorum. Dikkat ediyor musun? Şöhretin bize gönderdiği
talimatta evdeki iki kadın, arabacı, tütüncü, bize gönderilen kadın; hep
bunların sevgiliniz hanımın mahremleri oldukları anlaşılıyor. Cümlesi işe
vâkıf, Şöhret bu kadar kişiyi kendine uydurduktan, yani böyle müşteri taşır
arabacısı, yol gösterir tütüncüsü bulunduktan sonra ilk davetli o eve yalnız
biz mi kabul olunacağız zannedersin? Bizden evvel kim bilir oraya daha
kimler gelmiş gitmiştir? Ve daha neler gelecektir? Gelen giden böyle çok,
yani o ev dolup dolup boşalıyorsa, âşık beyefendiyi deminden kadının
yeldeğirmenine benzetmesindeki hakkını teslim etmek lâzım gelecek. Yahut
bu hampanm hiç aslı, faslı yok, bizi yolmak için böyle bir düzen, dolap
kurdular, çeviriyorlar. Dur bakalım sonu ne çıkacak?

Akşam iki refik Sirkecideki birahanelerin birinde biraz kafaları tütsülediler.


Saat ikiye doğru Yenicamiin köprüye karşı olan merdivenleri önünde dizili
duran arabaları birer birer gözden geçirdiler. Bunlardan birinin tek fenerli
olduğunu gördüler. Hayati hemen yanaşarak arabacıya:

— Semtin ne taraf evlât?

Arabacı müşterileri süzerek:

— Denbentüyim bey baba....

Hayati: ,1

— Biz de oralıyız be omuzdaş...

Arabacı kapıyı açarak:

— Buyurun efendim...

Arabaya girdiler. Kapı kapandı. Beygirlerin üzerinde bir iki kırbaç şakladı.
Araba epey süratle yola düzüldü... Mâil sevincinden Hayatinin boynuna
sarılarak:

— Oh, ne âlâ; Hubyardaki bakkalda olduğu gibi bir aksiliğe uğramadık.

— Birdenbire böyle çok sevinmeğe de lüzum yok. İşin zor tarafı bundan
sonra... Allah vere de arkası falso çıkmıyaydı... Ha, bakınız beyefendi,
sizden kendi menfaatiniz namına bir şey rica edeceğim. Karıyı görür
görmez bütün selini, suyunu salıvererek hüngür hüngür ağlama sakın...
Onsuz duramıyor, hasretine tahammül edemiyor-muş gibi görünme... Pek
yangın olduğunu anlatma... Karı senin alâka oltasına sağlam yakalandığını
çakarsa işin bitiktir ha, sonra kafa tutmıya başlar. Görüyorum, senin gönlün
de pek sırnaşık; artık yakayı kurtaramazsın...

— Merak etme canım, çocuk muyum?

— Çocuktan betersin... Bugün haberci karının yanında yaptıklarını


biliyorsun ya?.. Ha, göreyim seni Mâil Beyefendi, kendini bu akşam ağırca
sat...

Hayati böyle beyhude nasihatlerde, Mâil tutamıya-cağı vaitlerde buluna


buluna mücadeleyi uzatmaktalar İken^araba durdu. İçinden atladılar.
Kendilerini tamam bir tütüncü dükkânının önünde buldular. Mâil arabacıya
parasını verdi, savdı. Dükkâna yaklaştılar. Hayati sordu:

— Tütüncü, ekstra ekstra var mı sende?..

Tütüncü genç bir Rum gülerek:

— Var efendim, istediğinizden âlâsı...

Tütüncü, biraz arkadan gelmeleri tavsiyesiyle beylerin önüne düştü; birkaç


sokaktan girdiler, çıktılar; beş altı dakika kadar yürüdüler; kılavuzları
bunları nihayet bir köşebaşma isal ile:

— îşte burası...

Sözüyle vazifesini' tamamlamış olduğunu beyan ile oradan savuştu. O


dakikaya kadar cereyan eden ahvalin aldıkları talimata muvafık zuhur
eylediğine iki arkadaş sevindiler. Fakat işin en mühim ciheti kalmıştı.
Köşeba-şından itibaren evleri saydılar... Bir, iki, üç, dört... Nihayet yedinci
kapının önünde durarak altında öksürmek için küçük bir cumba aradılar.
Filvaki demir parmaklıklı kafesi hamal semeri şeklinde bir cumba mevcut...
Altına yaklaştılar. İkisinden) hangisi löksürecekti? Bunu evveliden
kararlaştırmamışlardı. Her ikisi de öksürmeyi diğerinden bekliyerek bir
müddet durdular. Nihayet Hayatinin bir «öhö, öhö..)) salıverdiği esnada
arkadaşı öksür-miyecek zanniyle öksürük işittirmeğe Mâil de atılarak bir
«öhö öhö)) de o salıverdi. O surette ki, iki öksürüğün «öhürtüsü» bir anda
işitilerek, verilmesi matlup olan ses işaretinin derecesinden fazla bir gürültü
oldu. Beylerle alay eder gibi yine o saniyede komşuların birinden bir
öksürük, fakat dolgunca, balgamlı, serpintili, mermili, mükemmel bir
öksürük, yani öksürüğün akabinde Kara-gözvâri «hak tüüü)> sesiyle
beraber bir öhürtü işitildi. Yine o anda cumba kafesinin delikleri arasından
muvaffakiyet müjdesi olan sigara parıltıları yekdiğerini müteakiben üç defa
parıldadı söndü.

Haberci karıdan almış oldukları talimata uyaralş iki arkadaş beş on adım
ileri yürüdüler.

Hayati, hiddetle refikine dedi:

— İşte ben öksüreceğim. Sen niçin acele edip de öksürürsün?..

— Ne bileyim ben? Seni öksürsün diye bekledim, öksürmedin, ben


öksürdüm... İki öksürük fazla geldi. Çok gürültü oldu, değil mi?

— Ah, bazan öyle aynasız işler yaparsın ki... Galiba falso bastık?..

— Bizim öksürdüğümüzün akabinde öyle Karagöz-vâri öksüren kimdi?


Herif bizimle eğlendi mi, yoksa ayağınızı tetik alın, ben burada gözcüyüm
mü demek istedi?

— Allah müstahakmı versin... Bilir miyim ben ne demek istediğini?..

— Cumbadan da sigara parıldadı, gördün ya? Şimdi ne yapacağız?

— Ne yapacağız?.. Yavaş yavaş yürüyelim bakalım. Kapıyı açıp bizi içeri


alacaklar mı?
Hırsız gibi ayaklarının ucuna basarak geri döndüler; duvar dibinden, duvar
dibinden yürüdüler. Kapıya yaklaştıkları esnada mahut koyu öksürük bir
daha işitildi. Herif «hak tüüü» yu yine yapıştırdı. Mâil korkudan Hayatinin
eteğini çekti. Hayati yavaşça:

— Aldırma, yürü...

— Bize öksürüyor galiba?..

— Şimdi beni öksürüğüne de, herifin boğazına da sövdürürsün, yürü...

Yürüdüler; kapıyı aralık buldular; içeri daldılar. Kapının arkasında duran


yaşlıca bir kadın kanadı yavaşça itti Horozu eliyle kaldırdı, yerine koydu.
Şöhret, beyleri istikbale çıktı. Zendost arkadaşların ikisinde de bet, beniz
atmıştı Hayati, babayiğitliğe leke getirmek istemiyerek nefsini cebrederek
şöyle yürekli yürekli Şöhrete dedi ki:

— Hemen bir bardak su getir; beyefendi şimdi korkudan bayılacak!.

Mâil hakikaten bayılacak bir hale gelmişti Hayati sözüne devamla:

— Yalnız beyefendi değil, hani ben de biraz ürkerdim. Kimdi » Karagöz


mukallidi gibi öksüren herif?

Şöhret gülerek:

— Karşımızda sıska bir herif var. Öksürür, bir türlü ölemez... ' i i I > '

Hayati — Öksürükleri ne fena zamanlara tesadüf ettd. Cumbanın altına


geldik, sanki ben buradayım, gibi öksürdü. Kapıya yaklaştık, bir deha
öksürdü...

Şöhret — Onun öksürüğünün ardı arası yoktur ki... Bir düziye dolgun,
dolgun öksürür.

Mâil — Sakın bizi gözetlemiş olmasın...

Şöhret — Hayır efendim, hayır...


Hayati — Mahallece olan itibarınız, tezkiyeniz yolunda mı bari?.. , ■

Şöhret — Pek yolunda..: Beni bu eve getiren beyi kör cam zannediyorlar.
Gûya bey iki evli imiş de biz ortaklar bir arada geçinememişiz. Erkeğim
beni böyle ayrı çıkarmağa mecbur olmuş...

Kendini kapatan zatı Şöhret böyle pervasızca «bey», «erkeğim» gibi


samimî tâbirlerle yâdettikçe Mâilin yüreğine hançerler saplanıyor, hemen o
beyi bulup boğmak istiyor. Evet, o kadar kıskanıyordu.

Şöhret, misafirlerini oldukça muntazam döşenmiş temiz bir odaya çıkardı;


üçü bir arada bir iki saat konuştular, gülüştüler; eğlendiler. Hayati diğer bir
odaya giderken arkadaşına dedi ki:

— Beyefendi, bu geceki eğlencemiz acaip bir misafirliktir. Buraya nasıl


karanlıkta girdiysek, yine öyle çıkmak lâzım. Sakın tatlı uykuya dalıp
nerede olduğunu unutma...

Diye çekildi.

Hava soğukça idi; âşık, âşıka mangal başına geçtiler; bir taraftan maşa ile
ateşi diğer yandan sevdalarının külünü eşeliyerek yekdiğerine karşı ucu
gelmez sitemlere, yürek üzücü serzenişlere giriştiler. îftirakları müddetin-ce
kendini aramamış olduğunu şikâyet vesilesi ittihaz ile Şöhret, Mâili
vefasızlıkla itham ediyor, delikanlı ise bu emirdeki uzun uzadıya
araştırmalarım tafsilâtiyle hikâye ederek diğer bir erkekle meçhul semtlerde
gizli evlere kapanmış olduğu için bu vefasızlığın tamamiyle Şöhrete ait
olduğunu ispata uğraşıyordu.

Mâil, rakibi, yani Şöhreti kapatan zatın hüviyeti hakkında bazı malûmat
almak istedi. Fakat kadın bu vâdide sorulan sualleri muhtasar cevaplarla
geçiştirdi. Bu mülâ-kat gecesinin bir iki saatini âşıkane mücadeleler ile
geçirdiler; nihayet uykuya daldılar. İki saat ya uyudular, ya uyumadılar;
gece yana şiddetle güm güm oda kapıları vuruldu. Afaltafal ikisi de
yataktan kendilerini aşağıya attılar. Dışarıdan kapıyı vuran kadın:

— Hanım kalk... Bütün mahalleli kapının önünde... Gel, pencereden ne


cevap vereceksen ver..:
Diyordu*. Mâil, ömründe ilk defa uğradığı bu nâgehanî belâdan o kadar
şaşırdı ki giyiniyorum zanniyle kanape-nin üzerinde duran Şöhretin atlas
kürkünü hemen arkasına geçirdi. Şöhret oda kapısını açtı. Hayati orada
duruyor; fakat tavan arasmdan Ibakan sansar gibi gözleri fıldır fıldır
parlıyordu. Şöhrete hitaben dedi ki:

— Hanım, yaptığım beğendin mi? Biz buraya tiyatroya gider gibi âşikâre
geldik; elimizde yalnız biletimiz .eksikti. Bahçekapısmdan arabaya,
arabadan tütüncüye, tütüncüden sonra cumba altında öksürük... Ya o karşıki
evden Karagöz gibi «hak tüüü» diyen herifin öksürüğündeki istihzayı şimdi
anladın mı? Söyle bakalım, ne yapacağız?

Şöhrette bet beniz duvar kesilmişti. Hayati Mâili aradı. Bir de baktı ki ne
görsün? Arkadaşı güvez atlasa kaplı bir kadın kürkü giymiş, köşede
boyluboyunea duruyor. İçinde bulundukları dakikanın nezaketini unutarak
Mailin acele ile bu yanlış giyimine hepsi birer kahkaha salıvermekten
kendilerini alamadılar. Bu kahkahalara hedef olan zavallı kazazede âşık
bütün bütün şaşırarak korkusundan kedi yavrusu gibi hemen karyolanın
altına kaçıverdi. i ;

Hayati bin «lâhavle» üe karyolaya yanaştı. Mâilin kürkünden tutup çekerek:

— Haydi beyefendi, o karyola altı zannettiğin kadar -emin bir yer değildir.
Bu odaya girenler en evvel oraya bakarlar. Çık dışarı, giyin... Geçirecek
vaktimiz yok... Bakalım damdan, bacadan, duvardan atlayıp yakayı
kurtarabilirsek ne âlâ?.. Kaçamazsak bizi çalyaka edenlerin merhametlerini
celp için lâkırdı hazırlamadan gayri çare yok.

Mâili zorla saklandığı yerden çıkardılar. Zavallının korkudan iki çenesi


zangır zagnır ıbiribirine vuruyordu. Alelâcele bir giyindi; daha doğrusu
giydirildi. Fakat bazı çamaşırlarda yanlışlık oldu. Kendilerini hemen taşlığa
attılar. Hayati çizmelerini yakaladı; ayağını soktu. Var kuvvetiyle çeker
çeker, girmez; çeker çeker girmez. Külhanbeyi küfürlerine başlıyarak: ,

— Bu geçmişine üfürdüğümün çizmelerine he olmuş? Yemin ederim ki şu


belâlı evde bulunduğum birkaç saat zarfında ayaklarım birkaç santim
büyümüş! Ya çizmeler ufalmış... , . ,
Bin zorlukla hele ayaklarım çizmelere sokabildi... Aşçı kadın kömürlük
kapısının önünde durmuş;

— Gördün mü bir kere başına geleni?. Nene l'âzi senin; ırz ehli yerleri
dururken kötü karıların evine yeme pişirece sen mi kaldın a akılsız
Kademhayır?.. Şimdi beni de götürecekler me?..

Mâil lâstiklerini giydi. Hayatinin kulağına eğilip eğilip :

— Bize ne yaptıysa o öksürük yaptı!..

Sözlerini tekrarlıyordu. Şöhret pürtelâş odadan pencereye, pencereden


sofaya, sofadan aşağıya koşarak beyleri evden aşırmak için çabuk bir çare,
emin bir yol arıyordu. Nihayet taşlıktan bahçeye fırladı; beyleri de çağırdı;
bahçenin bir köşesinde duran uzun el merdivenini aşçı kadının ve diğer
kadının muavenetleriyle sol taraftaki çardağın yanma getirdi. Eliyle
beyefendilere merdiveni göstererek:

— Ben pencereden baktım, bütün kalabalık aşağı so-

kaktan geliyor. Üst tarafımızda kimse yok. Şimdi siz bu duvara çıkınız.
Duvarın merdivene mukabil olan tamam öbür cihetinde bir incir ağacı
vardır. İşte dalları gözüküyor. Bu ağaçtan kolaylıkla öbür yana inebilirsiniz.
İneceğiniz yer hâli bir viranedir. Bu viranenin ıbir yanı sokak, bir ciheti de
mahalle camiidir. Sokak pek tenhadır. Bir kere adımınızı oraya bastınız mı,
kurtuldunuz demektir. Aman vakit geçirmeyiniz, haydi...

Şöhretin bu kumandası üzerine bilâitiraz önde Hayati, arkada Mâil


merdivene yapıştılar. Korkunun verdiği kuvvetle çevik birer gemici gibi
saldır suldur birkaç harekette kendilerini damm üzerinde buldular. Hayati
incir ağacının dallarından birine sarıldı. Dalın derecei mukavemetini
tecrübe için kendini .bir iki tarttı. Ağacı sağlam buldu. Fakat aşağısı zifiri
karanlıktı. Mâil o aralık Şöhrete yanık yanık arzı muhabbetle vedâ etmekte
iken Hayati:

— Şimdi foiribirinize böyle ayıhjp bayılmanın sırası mı? Önüne bak.


Nereye indiğimizi görmüyoruz. ,
Dedi; kendini .salıverdi. Daldan aşağıya sıyrıldı. Ayakları toprağı buldu.
Ayni suretle öteki de indi. Lâkin viraneye inmekle selâmete ermişler demek
miydi? Ne sağlarını tanıyorlardı, ne sollarını... Sokağı bulmak için Şöhretin
tarifine ayak uydurarak bahçe duvarına muvazi olarak yürümeğe başladılar.
Bastıkları yerleri görmüyorlardı. Lâkin dalıp çıktıkları çukurlardan, her
adımda ayaklarına çarpan taşlardan gayet bozuk bir zemin üzerinde
yürüdüklerini anlıyorlardı. Düşe kalka sokak diye gittikleri cihete epey
yaklaştılar. O aralık ön taraftan ayak patırtısı ve müteakiben:

— Kaçıyorlar... Tutun, tutun... İşte bu tarafa, sola, gidiyorlar.

Diye bağrışmalar oldu. Şimdi beylerde hoşafın yağı kesildi. Her suretle
birer karanlık meçhuliyet içinde idi-

ler. İlerlemek cesaretinden kaldılar. Orada öyle kazık gibi durmak, o da


tehlikeliydi. Fakat ne tarafa gitsinler?...

Mâil, Hayatinin kulağına eğilerek:

— «Kaçıyorlar, tutun» diye bizim için mi bağrışıyorlar?..

— Öyle olacak...

— Ya biz duvardan aşmazdan evvel böyle yolumuzun kesilmek ihtimalini


niçin düşünmedik?

— Bilmem. Sevgiliniz banım böyle tertip etti. Biz bir kere evden defolalım
da sonra dışarıda yakamız kimin eline geçerse geçsin... Hanımın umuru
mu? Sana olan sevdasının şiddeti hakkında bu gece işte güzel bir delil
gösterdi...

Koşuşmalar, bağrışmalar hem çoğalıyor, hem yaklaşıyordu. Mâil sordu:

— Ne yana gideceğiz?

— Bilmem birader, ben pusulayı şaşırdım. Burada böyle dururuz, gelip bizi
tutarlarsa tutsunlar. Burası sokak gibi bir yer. Kimsenin evinde, bahçesinde
değiliz. Tutup da bizi neyle itbam edecekler? Hırsız güruhundan
olmadığımızı her zaman ispat edebiliriz... ,
— Gece yarısından sonra böyle izbe viranelerde ne işiniz var? diye insana
sormazlar mı?

— Sorsunlar. Ona verecek bin türlü cevap bulurum.

Bu esnada:

— Alın... Tutun... Önlerini kestirin...

Bu gürültüye acı acı köpeklerin havlaması da karıştı.

Mâil her tarafı titriyerek:

— Çıldırdın mı birader? Burada durulmaz. Kenara bir sipere çekilelim.


Belki görmezler de tehlikeyi atlatırız...

Dedi, Hayatinin eteğinden çekti. Duvar boyunca takip ettikleri yolun şimdi
dikine yürümeğe başladılar. Bereket, bağrışmanın, gürültünün şiddetinden
bunların adım sadalan işitilmiyordu. Halkın bir kısmı viraneye yayılırken
beyler de 'bir duvar dibine sindiler.

Mâil, içine sokulacak bir kovuk bulmak için iki eliyle duvan karış karış
yokluyordu. Birdenbire yavaşça dedi ki:

— Hayati... Ben duvarın ahşap bir kısmım buldum. Kaplama tahtaları


dikliğine dikliğine mıhlanmış. Fakat hepsi çürük; biraz çeker çekmez
açılıyor. Elimle içerisini yokluyorum, geniş, karanlık, sessiz ıbir yer... Ne
olursa olsun ben buraya gireceğim...

— Orası neresi acaba?

— Bilmem... Odunluğa benziyor.

— Kendi ayağımızla bir kapana girmiş olmıyalım?

*- Elbette burası dışarıda durmadan daha muhafazalıdır. Ben giriyorum...

— Gir... Ben de geliyorum.


Mâil açtığı delikten başım soktu. Vücudunun yarı kısmına kadar ilerleyince
kafası «küt» tedek bir yere vurdu. O acı ile bir «of» salıverdi. Hayati, en pes
sada-siyle:

— Başını nereye çarptın?

— (Görmiyerek tos vurduğu şeyi eliyle yoklayıp) Buraya dikliğine bir tahta
kerevet koymuşlar, ona çarptım...

— Neyse, neyse, sokul...

— (Sokulup eliyle yoklıyarak) Al sana bir kerevet daha... Burası yorgancı


dükkânı deposu mu acaba?

— (Delikten geçip meçhul mahallin kenarlarına temas ede ede yürüyerek)


Ben de kapağı açık bir sandığa tesadüf ettim Fakat orta yer geniş... Altımız
toprak. Gel şu kerevetlerin birini yere uzatalım da üstüne oturalım
Halecandan dizlerimin bağı çözüldü. Ayakta duracak halim kalmadı..

Mâil dışarıyı dinliyerek:

— Yaok!.. Kerevet indirelim derken şimdi 'bir şey deviririz, gürültü olur.
Herifler buraya hücum ederler... Şimdi bu kerevetlerin, sandıkların aralarına
saklanmadan başka çare yok...

tkisi de «depo» zannettikleri bu garip mahalde birer sandık, kerevet arası


bularak sıkışırlar, gizlenirler...

Dışarıdaki sesler, ayak patırtıları viranenin yarısına kadar ilerlemişken,


yavaş yavaş çekilir; azalır. Bir çeyrek kadar öyle ihtifagâhlarında beklerler.
Gide gide hiç ses işitilmez olur. Mâil sevinerek:

— Gördün mü, Hayati? Tehlikeyi atlattık... Burası hakikaten muhafazalı,


emin bir mahal imiş.

— Ses kesildi; haydi çıkalım.

— Ne olur ne olmaz, biraz daha duralım. 9


— Birader, yer çamur... Çömele çömele dizlerim ağrıdı. Ben şu
sandıklardan birinin içine oturacağım. Çünkü derinlikleri az., enlice bostan
dolabı oluğuna benziyorlar.

— Ben de şu kereveti uzatıp üstüne çıkacağım.

Hayati sandıklardan birinin içine gömülür. Mâil kerevetin birini yere uzatıp
üzerine oturarak:

— Kardeşim Hayati, bu kerevet nemli... Orasında burasında kıtık parçaları


var.

— Buranın damı akıyor galiba?

— Canım, neyse, neyse; şimdi akıntısını, rutubetini arama... Şuraya


sokulduk, kendimizi kurtardık ya... Biraz daha durur çıkarız.

— İşitiyor musun? Sesler uzaktan uzağa gene duyulmağa başladı.

— Zannederim ki o heriflerin aradıkları biz değiliz. Bu akşam başka bir şey


oldu ama anliyamadık. İşimiz hep ters gider böyle...

Hayati bostan dolabı oluğuna benzettiği duvara dikliğine dayatılmış


sandığın içine belini iyice yaslar; Mâil nemli kerevetin üzerine yarı uzanır.
Bir müddet daha beklerler... Ayak patırtıları, «kapınız, tutunuz!» sadaları
külliyen işitilmez olur. Korkunun, halecanın verdiği yorgunluğu, kesikliği o
nemli, çamurlu depod.a biraz olsun gidermeğe uğraşarak bir müddet
gözlerini kapayıp öyle vücutlarım dinlerler. Nihayet Hayati der ki:

— Artık çıkalım mı?

— Aman dur, vücudum pek gevşedi; bittim.

— Rahatı buldun galiba? ' Bir ayak evveli şuradan kendimizi sokağa
atalım...

— Biraz daha bekle... Dinle, dinle bak. Uzaktan uzağa bir gürültü işitilir
gibi oluyor...
— İşitilsin canım, biz sokağa çıktıktan sonra gürültünün ne ehemmiyeti
olur?..

— Dur bari, 'oldu olacak; bir de sigara yakayım.

Mâil tabakasından bir sigara çıkarır. Şem’alı kibriti

çakar. Alevini örtmek için avucunun içine alır. O aralık biraz öteden bir şey
tıkırdar gibi olur. Vehleten ürkerek eli titrer; kibritin alevi avucunu yakar;
can acısiyle kibriti yanar yanar elinden bırakıverir. Şem’alı sönmeksizin
kerevetin üstüne düşer, yapışır... O küçücük alevin aydınlatarak ayan ettiği
mahuf manzara ikisini de öyle tarif olunmaz bir dehşete ilka eder ki, Mâil
her bir tehlikeyi unutarak:

— Aman neredeyiz?

îstifhamiyle bir sayha koparınca arkadaşı Hayati de bir nâra salıvererek:

— Nerede olacağız? Mahalle camiinin tabutluğunda!.. Ben sandık diye bir


tabuta gömülmüşüm; sen kerevet zanniyle bir teneşire uzanmışsın... -Senin
kerevetin hemıli olması yeni istimal edildiğine delâlet eder. O kıtık sandığın
şeylere bak. Bak bak, deliklerin arasından saçak saçak lifler sarkıyor...

îkisi biribirini çiğniyerek girdikleri mâhut kaplaması koparılmış deliğe


hücum ederler. Dehşet nâraları vurarak, önlerine ne gelirse çiğniyerek,
atlıyarak var gayret ve kuvvetleriyle firara şitap ederler. Önlerine iç tarafı
dolma, dışarısı hemen iki arşm yüksekliğinde harap bir duvar çıkar.
Bilâtereddüt Hayati kendini pat diye aşağıya kapar salıverir. Arkasından
«güm» Mâil atlar. Atlamaları bir şey değil... Gûya etrafta bu «pat» a «güm»
e intizaren şuraya buraya sinmiş insanlar varmış gibi hemen sesler peyda
olur. Köpeklerin havlamaları da başlar. Şamata derhal büyür... Tehlike
yalmz gürültünün artmasından ibaret kalmaz. «Haşan, Mehmet, tutunuz,
kaçıyorlar; yakalayınız. Çavuş, sen şu sokağa koş; önlerini çevir. Bekçi
dayı, sen köşe başından ayrılma..» nev’inden muhtelif sadalarla kumandalar
işitilir. Bu tehlikeli anda Hayati de Mâile lâzım gelen kumandayı vermekte
saniye f evtetmeksizin:
— Haydi beyim, var kuvvetinle arkamdan koş. Dirsekle, göğüsle, tepme ile
benim açacağım yoldan sen de yürü... Kurtulursak ne âlâ....

Hayati, tavladan boşanmış bir küheylân süratiyle kendini bir kaptı salıverdi.
Gözü hangi sokağı görürse oraya gidiyordu. Zavallı Mâil, akurane bir seyr
ile giden mütehevvir refikine yetişmek için var gayretini bacaklarına
vererek o da saldırdı.

Karşılarına ilk tesadüf eden sokağa saptılar. Gürültü yirmi, otuz adım
arkadan geliyordu. Gittikleri sokaktan iki üç kişi, firarileri önledi.
Durdurmak için üzerlerine saldırdığı esnada Hayati bunların kimine çelme,
kimine yumruk; kimine dirsek havale ederek bir ikisini devirdi. Onlar
kalkıp kendilerini buluncaya kadar iki arkadaş hayli yol aldılar. Hayati hem
kaçıyor; hem «yaklaşmayınız, kıyarım» cümlei tehditkâranesiyle takip
edenleri korkutr mıya uğraşıyordu.

Kovalıyanlardan bir ikisinin böyle armut gibi etrafa sapır sapır


dökülüvermesi firarilerin zorluca kimseler

oldukları hakkında şüphe bırakmadı. Hayatinin tepmesinden, yumruğundan


tatmamış olanların da o hali görmekten cesaretleri kırıldı. Bu üç dört kişi,
kalabalığın yetişmesine intizaren kovalamayı biraz gevşettiler. Fakat çok
sürmedi. Arkadaki gürültü bunlara iltihak etti. Yeni bir şiddetle yine
kovalama başladı. Bereket vesin o zamana kadar firariler hayli yol
almışlardı. Takip epey devam etti. Lâkin kaçanlarla kovalayanlar arasındaki
mesafe hemen ayni mesafede kaldığından iki tarafın seyir sürati müsavi
olduğu anlaşılıyordu*. Ha gayret ha! Ha gayret ha! O babayiğit Hayatide dil
çıktı bir karış... Biçare Mailde iki karış... İkisi de hemen hemen sıfırı
tüketmek üzere idiler; Mâilin anlaşılmaz bir hafakan içinde r ,

— Ha ha ha Hayati... Ben, ben bittim; bittim. Şimdi dü, dü, düşeceğim...

Demeğe uğraştığı sırada arkadan gelen kalabalığın içinden besbelli tabanına


dişine ve hassaten yumruğuna güvenen en tüvanâlarmdan üç dört kişi
yeniden yeniye bir hırs ve gayretle var himmetlerini bacaklarına vererek
kalabalıkla firariler arasındaki mesafeyi yarıladılar; halâsa erebilmek için
öndekilerin o nisbette süratlerini arttırmaları lâzım geliyordu. Hayati,
hemen hemen düşmek üzere bulunan Mâile göz kuyrugiyle bakarak:
— Arkadaş, eğer düşersen mahvolduk demektir. Öyle ıbir hal vukuunda
pederinin, kayınpederinin, zevcenin; hâsılı bütün âlemin nazarında
uğrıyacağımız kepazeliği düşün. Bu hali gözünün önüne getir de ona göre
koş...

Hayati daha sözünü bitirmeden belinin ortası budur deyip de küttedek koca
bir bekçi sopası geldi, arkasına yapıştı.

— Vay babanın aşık kemiğine...

Küfriyle Hayati Bey kıçüstü kaldırıma bir oturdu. Mâil şaşırdı. İSeyrini
tebdil ile arkadaşını kaldırmağa şitap etti. Fakat Hayati acele:

— 'Sen bana bakma... Sen koşmanda devam et...

İhtarı ile onu gene menzil beygiri gibi yoluna saldırdı; kendini bir toparladı.
İki adım attı. Gene düştü. Son bir gayretle bir daha sıçradı. Yola düzelmeğe
muvaffak oldu. Bir iki saniye sonra Maile yetişti. Omuz omuza gene firarda
devama giriştiler. Fakat arkadakiler eski mesafeye nazaran şimdi bir sülüs
nisbetinde daha yaklaşmışlardı. Her iki taraf birübirinin soluğunu işitiyor
gibi idi. Hayati, bu son sürat tezyidinden arkadaşı Mâilin bütün bütün
kuvvetten düştüğünü anladığından, kaldırımdan kaldırıma sektiği esnada
birkaç defa yere eğilip kalkarak irili ufaklı beş altı taş topladı. Vehleten bir
döndü. Arkadaki adamların üzerine «mitralyöz» boşaltır gibi var kuvvetiyle
kaya parçalarını veriştirerek:

— İşte bunlar da sopanın karşılığı, benden size caba.

Nidasiyle haykırdı. Arkadan «vay başım, vay omuzum, aman bacağım!»


gibi eveâ şadaları işitildiği esnada bunlar hayli yol aldılar. Arkalarından
birkaç kaya mit-ralyözü boşaltıldı ama, hiç bir taraflarına bir şey isabet
etmedi. Bir iki sokak daha dön,düler; kovalıyanlarm ayak sesleri artık
işitilmez oldu. Ortalık da ağarıyordu. İki arr kadaş firar hatvelerini artık âdi
yürüyüş derecesinde batileştirdiler. Bir çeşme başına geldiler. Hayati ağzım
musluğa verdi. İyice hararetini teskin etti. Çeşme suyu içince mide
rahatsızlığına uğramak Mailce mücerrep olduğundan, o yalnız bu soğuk su
ile yüzünü gözünü yıkadı. İkisi de biraz 'temizlenip mendillerine silindiler.
Mâil, yalak taşının kenarına oturarak:

— Tutup da bize mükemmel bir dayak atmış olaydılar; işte vücudum ancak
bu kadar kırılır, dökülürdü; hiç bir tarafım tutmuyor.

— Bu yorgunluğun acısını sen daha sonra anlarsın... Hele bir kere döşeğe
gir, biraz uyu... Sonra uyan...

— Şimdi 'biz bu halde, bu vakit konağa nasıl gideceğiz?..

— İstersen bir hamama gidelim; birkaç saat sıcaklıkta, siğuklukta yıkanırız;


terleriz; yatarız, uyuruz, dinle,-niriz. Bu yorgunluk başka türlü geçmez.

O civarda en yakın bulunan hamamı düşünerek azimet veçhelerini o tarafa


çevirdiler. Artık ağır ağır gidiyorlardı. Lâkin potinlerin, çizmelerin içinde
ayakları tabiî cesametlerinden birkaç misli daha büyümüş gibi, her adım
atışta bir ağırlık hissediyorlar, yürümüyorlar, sanki vücutlarım
sürüklüyorlardı. Ne hal ise, hamamdan içeri girdiler. İçeride birer terleme
döşeği yapıtırttılar; üç saat kadar uyudular; birer su dökünüp çıktılar.
Vücutları epey dinlendi; hamamdan çıkacakları esnada Hayati çizmelerini
giyerken gene zorluyor, zorluyor, ayakları bir türlü girmiyordu. Eğildi,
şöyle bir çizmelere bir dikkat ettikten sonra elini alnına vurarak Maile dedi
ki:

— Gördün mü şimdi ettiğim haltı?.

— Ne oldu?

— Bu çizmeler benim değil...

— Neden anladın?

Benimkinin ağız tarafına çevrili göderi astarı mordu. Bak bununki yeşil...
Benimkinin ökçesi, burnu büsbütün başka türlüydü...

— Belki bu hamamda değişmiştir.

— Hayır, bu, hamamda değişmedi. Zaten evde giyerken ayağıma zor


olduydu. Acele ile dikkat etmeğe vakit bulamadım. Yolda da pek fena
ayağımı sıktı. Bu çizmeler orada değişti.

— Ne demek istiyorsun sanki?..

— Ne demek istiyeceğim. Ben Şöhretin beyinin çizmelerini giymişim.


Benimkilerini de ona bırakmışım.

— Bundan ne çıkar?

— Her bir şey çıkar. Beyefendi orada kendi çizmele-linin yerine


benimkileri bulunca eve gelip giden çizmeli beyin kendinden ibaret
olmadığım anlar... i

***

Bu vak’adan ıbir gün sonra Hayati elinde bir gazete ile Mâilin kalemine
geldi. Gazetenin ikinci sayfasından bir sütunu parmağı ile göstererek:

— Beyefendi, şu «Küçükmustafapaşada hırsızlar» ser-nameli vak’ayı


okuyunuz...

Dedi. Mâile birdenbire Küçükmustafapaşadaki hırsızlar vak’asınm


kendilerine neden dolayı taallûk ettiğini pek kestiremiyerek gazeteyi aldı;
âtideki satırları okujnı-ya başladı: ,

Küçüknuıstafapaşaıdla hırsızlar .

«Evvelki akşam Küçükmustafapaşa civarında (.......)

«mahallesindeki hanelerin birinden gece yarısından biraz «sonra acı acı


kadın feryadı işitilir. Konu komşudan, yan-«g:n vukuu korkusuna mebni
bazı zevat sokağa uğrarlar. «Gözlerini uğuşturarak etrafta bir duman, yahut
kızıllık «ararlar. Fakat öyle şeyden eser göremezler. Meydanda «telâşı davet
eden bir hal müşahede edilememekle bera-«ber feryatların arkası kesilmez.
Bir anda kalabalık teza-«yüt eder. Karakoldan jandarma, polis efradı da
yetişir. «Yaygara işitilen evin kapısı çalınarak ev halkının fer-«yatlarmın
esbabı sual olunur. «îçeride dört beş hırsız «var» cevabı alınır. Bu garip
cevap akabinde kapı açılır. «Haneden:
«— Allah aşkına girin de şu habisleri tutun!..

«Ricaları işitilir. Halkın bir kısmı sâriklerin firarları-«na meydan vermemek


üzere hariçten mümkün olabildi-«ği kadar haneyi sararlar. Diğerleri içeri
girerler. Kömür-«lükten başlıyarak tavan araşma kadar taharriyata
girişi-«lir. Mel’unlardan biri mutfağın bacası içinde bacaklarını «sokulduğu
yerin müsaadesi nisbetinde bir zaviye teşkil «edecek kadar açarak ayak üstü
bulunduğu halde derdest «edilir; diğeri de bahçedeki kuyunun içinde ayni
vaziyet-«fte tutulur. Vukubulan isticvaplarında merkumlar dört «kişi
olduklarını ve bacaya, kuyuya sokularak o acip su-«rette gizlenmeleri,
kalabalık savulduktan sonra gene sir-«kat fiili mekruhuna tesaddi etmek
maksadına mefoni ol-«duğunu itiraf ederler. Diğer ikisi her ne kadar taharri
«edilirse de vücutlarından eser bulunamaz. Hanece edi-«len tetkikatta otuz
beş, kırk lira kadar zayiat tebeyyün «eder. Derdest edilen iki sârikin
üzerlerinde çalman em-«valden bir şey bulunamamağından, sirkatin firar
eden «hırsızlar tarafından ika edildiği anlaşılır. Mahallelinin «bir kısmı
bekçilerle beraber o sokakların her cihetini «devir ve taharride ısrar
gösterirler. Nihayet sabaha karşı «o iki mePun sârik, saklandıkları mahalle
camiinin tabut-«luğundan dışarı çıkarak firara şitap etmekteler iken
ta-«kiplerine koşulur. Fakat habisler gayet çevik ve tizpâ «olduklarmdan,
yetişmek kabil olmaz. Bekçi nevmidane «bir savletle arkalarından sopasmı
fırlatır; birini belin-«den vurur. Lâkin mel’un it canlı ve bu gibi hususlarda
«idmanlı bir canavar olduğundan, gene derhal kendini «toplıyarak yola
düzelir, kovalıyanlarm suratlarına irili «ufaklı birkaç avuç taş fırlatarak
zavallıların kimini ko-«lundan, kimini yüzünden cerihadar eyliyerek ikisi de
«firara muvaffak olurlar. Bu gibi vukuatın ademi teker-«rürü esbabına
tevessülden geri durulmiyacağı makamı «aidinin bu bapta bedidar olan
vazife şinaslığmdan ıbek-«lenir.»

Mâil gazeteyi şu son satıra kadar okuduktan sonra eliyle yüzünü kapayıp:

— Vayyy... O akşam yakayı ele vereymişiz halimiz harapmış. Hırsız giren


evin otuz, kırk liralık zayiatı bize isnat edildikten başka kim bilir daha neler
sorulacakmış?

Hele bu vak’ayı yazan gazete muhbir veya muharririnin senin hakkındaki


tavsifatına bittim.
— Hangi tavsifatına?..

— «Lâkin mel’un it canlı ve bu gibi hususatta idmanlı bir canavar


olduğundan» ibaresinin delâlet ettiği medüh-lere...

— Adam sen de... Gazete muharrirleri, avaller görmedikleri şeyleri aslı var
yok, tellerler pullarlar, yazarlar. Birinin mavi dediğine öteki kırmızı der. Bir
kalem mücadelesidir gider. Halbuki ne mavinin aslı faslı var ne kırmızının...
Biri merak edip de bu emirde bir istatistik tutsa her gazetenin yevmiye bir
düzineyi mütecaviz yalan havadis yahut saçmalarda bulunduğu görülür. Bu
yalanlar ekseriya gizli de kalmaz. Gazeteler arasında biri-ibirinin «foya»
sim meydana çıkarmak bir nevi fazilet addedildiğinden içlerinden birisi
çürük tahtaya basarsa diğerleri derhal: «Filân refikimiz şu madde hakkında
okkalı bir küllüm atmışsa da...» kabilinden başlarlar...

— Canım, gazete lisanından hiç «okkalı küllüm» tâbiri sadir olur mu?

— Maksat biraz ediibâne ifade olunsa da gene o, bu demektir. Birkaç gün


sonra «küllümü» vaki olmamış bir havadisi hakikat şeklinde göstermek
insanların meayibi-nin en merdudu olduğu hakkında bütün belâgatini sarf
ile iki gün evvel yalancı refikini dahleden ceridelerden biri atar. îşte her gün
böyle... ,

— Gazeteci, hırsızı tel'in ediyor; seni değil...

— O hırsız da ben değilim. Binaenaleyh bu teşnilerin bana şümulü olamaz.

— Büyük bir tehlike atlatmışız sen ona bak. Fakat ben maddeyi hâlâ iyi
anlıyamadım. Diğer bir eve hırsız girmekle biz niçin telâşa düştük?
Duvarlardan atladık, tabutluklara girdik?..

— Nasıl telâşa düşmiyelim? Anlaşılan hırsızlar Şöhr

retin evine bitişik olan eve girmişler. Aşçı kadınla diğer kadın o gürültüden
uyanıp da bütün mahalleliyi kap’nm önünde görünce vehleten işi başka
türlü anlıyarak biz; uyandırmıya lüzum hissetmişler... Biz de işin tetkikine
girişmiyerek alık gibi hemen merdiveni duvara dayadık; o belâlara uğradık.
— Neyse birader, geçmiş ola... tyi patırtı savuşturduk. Bizi kovalıyan
heriflerin soluklarını omuzumun ucundan hâlâ işitir gibi oluyorum da
hemen beni bir ha™ lecan alıyor.

— Hovardalıktır bu; haritada her şey yazar...

8
ŞÖHRETİN KAÇIRILMASI

Şöhretin evine girişinin ilk gecesinde Mâil uğradığı yan mudhik belâlardan
mütenebbih olmad’. O korku ve halecanı bir hafta, on gün kadar devam etti.
Nihayet karıya olan amansız sevdası o gibi bir eve girişteki bütün muhtemel
tehlikelere galip çıkarak gene her ukubeti göze aldırdı. Şöhrete mülâki
olmak için Hayati ile müzakerata girişti.

Hayati bu defa muvafakat yüzü gösterivermiyerek işin zorluğunu,


vahametini, karının sevdalısı bey ile karşı karşıya gelmek, beyinlerinde
sonu mukateleye müncer olacak âşıkane bir rekabet açılmak tehlikesini hep
saydı döktü. Fakat refikine söz kâr etmediğini görerek en nihayet
muvafakate mecbur oldu. Yine Şöhretle haberleştiler. Bir ikinci ziyaret daha
vukubuldu. Arası çok sürmeden bu, İkinciyi üçüncü, dördüncü ziyaretler
takip etti. Bu son misaferetlerde artık âşık, âşıkanm sevda uykuları hırsız
patırtılariyle ihlâl edilmiyordu. Lâkin ziyaret geceleri çoğaldıkça Mâilin
sevdasında sükûna bedel bir

şiddet hâsıl oluyor, Şöhretten ayrı geçirdiği gecelerde pür ıstırap, uykusuz
kalıyordu.

Bir gün Mâil, uzun uzadıya ehm tefekküratta bulunduğunu gösterir dalgın,
işmizazlı bir çehre ile Hayatinin kalemine gelerek delikanlıyı teneffüs
odasına çağırdı. Mühim ifadelerde bulunacağını imâ eder acip bir ihtiraz
tavriyle kapıyı kapıyarak:

— Kardeşim Hayati, zihnimden bazı şeylere karar verdim. Fakat bu hususta


her şeyden evvel senin muavenetine muhtacım. Çünkü senin yardımın
olmasa bu düşündüklerim husul bulmaz; hep nazariyat halinde kalır. Bu
karıdan elimi çekmek için evvelce verdiğin nasihatlerde ne kadar haklı
olduğunu şimdi anlıyorum; fakat iş işten geçti. Kendimi Şöhretin
sevdasından kolay kurtaramıya-cağımı görüyorum, hissediyorum. Bu hal
benim için öyle acı bir bedahettir ki bunu yeniden ispat sadedinde beni uzun
uzadıya gene söyletip yorma... Evvelki nasihatlerini de tekrara kalkışma.
Ben şu saatte intihara razı olurum, lâkin Şöhretten iftiraka karar veremem.
Burası katiyen malûm olduktan sonra şimdi meselenin ikinci noktasına
gelelim. Diğer bir erkeğin idaresi altındaki bir kadını ziyaret etmekte daima
bir tehlike vardır. Hrehangi gece oraya gitsek bu tehlikeye mâruz
bulunuyoruz. Daha fenası, ben o kadınla bu gibi müşkülât ve mânialar
içinde görüştükçe iştiyakım eksilmek şöyle dursun, beş on misli artıyor.
Ben bu elîm ahvali bertaraf edecek bir çare buldum. Nazariyatı benden,
ameliyatı tatbik mevkiine koymak senden...

Hayati kaşlarını çatarak:

— Bakalım neymiş o çare?..

— Şöhreti o evden kaçırmak!.. Herifin elinden almak...

— Ooo.. çok güzel, tehlikesiz bir çare doğrusu!.. Sonra Şöhretin âşıkı
Şeydâ Beyle kozunuzu nasıl payedecek-siniz? Sana öyle kolay kolay kadın
kaçırtırlar mı bakalım?.. Meseledeki tehlike senin Şeydâ Beyle karşı karşıya
gelinendedir. O adam ha evde seni Şöhretle yakalamış, ha sen karıyı
kaçırmışsın; âşıkı da gelmiş seni bulmuş; bu iki suretin vahamet
bakımından biribirinden farkı yoktur. îş bu neticelere gelmesin yoksa...

— Bu iki suretin yekdiğerinden çok büyük farkı vardır; herif beni o evde
yakalarsa istediği gibi tahkirde, hınç almakta haklıdır. Fakat ben Şöhreti
oradan diğer bir eve aşırırsam Şeydâ Beyin bana karşı şiddet izharında o
kadar ileri varması pek mâkul olamaz. Çünkü Şöhret bir çocuk değildir. Ben
onu oradan gözlerini bağlıyarak cebren kaçırmıyacağım. O muvafakat
ederek benimle gelecek. Bu işde Şeydâ Beye sükûtla çekilmek düşer...

— Bu çürük mantıkla -beni kandıramazsın. Sözlerin hep safsata... Sen


herifin elinden dostunu al; o sükût etsin çekilsin, öyle mi?
— Sükût etmez de gürültü çıkarırsa bütün infialleri Şöhrete raci olmak
lâzım gelir. Kadın onu istese benim teklifime, davetime kulak vermez.
İstemediği takdirde bundan bana ne mes’uliyet terettüp edebilir? Şeydâ
Bey, gönlümün kâhyası değil ya? Camm ister Şöhreti severim, ister
diğerini...

— Canım, sen bu meseleyi hodbinlikle muhakeme ediyorsun. Sen kendini


Şeyda Beyin yerinde addet de bir kere keyfiyeti o noktai nazardan
munsıfane tetkik eyle...

— Birader, devam ettiğimiz gece misaferetlerindeki tehlikelere nazaran


Şöhreti kaçırmayı ben ehveni şer buluyorum...

— Şöhreti kaçırmak, iskambildeki kız kaçirmıya benzemez. Pekâlâ,


kaçırdık. Ne yapacağız? Nereye götüreceğiz?..

— Orası sana ait... Dedim ya, bu keyfiyetin nazariyatı benden, amelî


tatbikatı senden...

— Peki, ;bü sözün de güzel... Şöhreti nereye götüreceğiz? Bu baptaki


nazariyeniz nedir?

— Bir ev bulursun, kiralarız. Şöhreti oraya nikâhlı karım gibi götürür,


korum.

— Mahalle imamları, muhtarları bu kadın nikâhlım-dlr, demekle sözünüze


inanıvermezler. İnandırsak bile bu işin beş on gün sonra kokusu çıkar...

— Canım, Şeydâ Bey nasıl etmiş de inandırmış?

— !Sen bu niyetini Şöhrete açtın mı?

— Açtım. Son iki ziyaretimde hep bu işi düşündük.

— Onun fikri ne sularda?..

— Ne sularda olack? O benden ayrılmak istemiyor. Nereye götürürsen


giderim; her emrini icraya hazırım, diyor.
— Vay geçmişi kınalı kan vay... Senin, Şeyda Beyden ziyade mangiz
tuttuğunu çaktı galiıba?..

— Mangiz için değil canım; Şöhret de ayni şiddetle beni seviyor. Bir kulübe
tutsan giderim; seninle yaşamak için ekmek peynire razıyım, diyor.

— Senin -onu kulübede oturtmıyacağım, ekmek peynirle beslemiyeceğini


bilir de, kurnazlığından o ağızlan kullanır...

— Ben sana karşı her fedakârlığı göze alırım amma., diyor...

— Lâfın içinde bu «amma» ne olack ya?..

— Alırım amma, üzerine Şeydâ Beyin intikamını cel-betmekten korkarım.


Ona karşı kendini koruyabilir misin? diye soruyor...

— Bu sualinde de kurnazlık var amma her halde buna sağlam bir cevap
ister. Nasıl, Şeydâ Beyin sevda intikamına karşı kendini koruyabilir misin?

— Sonra, Şeydâ Beyîn hususî ahvaline dair malûmat sordum. Cidden


korkulacak bir adam olup olmadığım an-

lamak istedim. Sarhoşluğunda atar tutar amma ayıklığında elinden bir şey
gelmez., dedi.

— Ayıklığında elinden bir şey gelmiyorsa, o adam da seninle kozunu


sarhoşluğunda payeder. Hem onun intikamı yalnız sana münhasır kalmaz.
Bundan Şöhrete de bir hisse çıkarır zannederim.

— Bunu Şöhrete ben de söyledim.

— Ey, ne diyor? Korkmuyor mu?

— «Adam sen de!.. Senin için her belâya hazırım» cevabını veriyor.

— Doğrusu çok cesur karı imiş...

Bu cüretlerini, müteakiben zuhuru melhuz olan belâlara mebni Hayati


«Şöhreti kaçırmak» meselesinde* biraz ağır davranır; Mâilin bu
tasavvurunu* tasvip edivermez; daima işin güç taraflarını öne sürer; iki üç
gün geçer; foir akşam Mâil, Hayatiyi birahanede iyice sarhoş eder. Arkadaş:
nın kafası tam keremini bulunca yine meseleyi açar. Bu sefer Hayati
bilâitiraz:

— Elmasım, Mâilciğim!.. Senin için can feda... Eğerleyim gözümü


budaktan sakınırsam, yuf bana 'be!.. Şu rakı kadehleri, sürahiler sözlerime
şahit olsunlar. Bu tabaktaki İstakoz mezesini de istersen sana kefil
göstereyim... Emret. Meyhaneciyi çağırayım, o aval de şahit olsun... Evet,
kaçıracağım; sana işte yemin, kaçıracağım... Ama neyi kaçıracağım?.. Dur
aklıma gelsin, ha.. Şöhret Hanını:... (Yumruğu ile Mâilin göğsünden
kakarak) O işi bana açtığın gündenberi ben hep bunu düşünüyorum.
Garson, gel şu karafayı doldur. (Garson gelir). Düzikonun ekstrasından
olacak, çakarsın ya?.. (Eliyle tokat işareti ederek) Sen çakmazsan sonra ben
sana çakarım. Tastamam pendi frank... İnanmazsan ustana götür, o küçücük
tahtaravalli fjibi bir para terazisi var hani. Ona koysun tartsın. (Einse-sini
uzatarak) Eksiği varsa buraya, bana iade etsin... Makbulüm. «Konprene vu
mösyö le garson?» Ben âcizane fransızca da uydururum. «Aporte muva dö
kornişon... vit, vit, vit...» Yüzüme ne bakıyorsun ulan, anlamadın mı? Haydi
bana turşu getir. Çabuk çabuk; çabuk., diyorum. Ustana söyle, kornişon»
de., o anlar. Sen garson mektebinden çıkmadın mı be?” Bilirim, sen mikro
bir «pedi» iken Samatyada büyük viranede kaydırak oynardın. Hiç tahsil
görmeden buraya garsonluğa geldin... Ulan sizin garsonluğunuz
«Hamparsum» notasiyle piyanoda «Travyata» çalmağa benzer be... Ben
âcizane her lisandan çakarım. Hepsini İstanbulda öğrendim. Sana olan lâfım
bitti. (Mâili göstererek) Şimdi ikimiz konuşacağız. Haydi bakalım, fiy...
Okso bresi... (Mâile hitaben) Biz deminden bir şey kaçırmağa karar
verdikti. Şöhreti, Şöhreti kaçır:yorduk. O işi ben pişirdim kotardım.
Samatyada hıristiyan mahallesinde bir ev buldum. Sahibi hıristiyamn
tâbirince mükemmel (kevgir) bina... İmlâ kaidesiyle (kârgir), lâf aramda
(kâgir). İşte böyle üç türlü istimali mubah olan bir hane... Konak yavrusu
bir şey. Kirası biraz tuzluca...

Mâil yılışıp ağzına girecek gibi Hayatiye yaklaşarak:

— Adam sen de, kirası kaç olursa olsun, onun ehemmiyeti yok. Keyfiyet
böyledir de bana niçin haber vermiyorsun?
— Sana hiç bir şeyi olur dememeli. İnsanın iki ayağını bir pabuca korsun.
Acelecisin... O karının aşkiyle ne yaptığını bilmez oldun. Her işi rahat rahat
görmek için sana haber vermedim. Bu iş oldu gibi. Bu hafta içinde bir iki
yorgancı gönderelim; evi döşesinler. Ha., pencerelerine de kafes taktırmak
lâzım...

Hayati kadehi ağzına boşalttı. Üstüne İstakozdan, turşudan mezelenip


yumruğu ile bıyıklarını yukan yukarıya sıvayarak:

— Mâil Bey, danlma ama çok andavallısm. Slen bana (bir şey teklif ettiğin
vakitte suratım asıp benim olmaz dediğime bakma... Parayı bayıldıktan
sonra niçin olmaz?.. Her şey olur. İlk ağıza ben öyle olmaz derim; kendimi
sana satarım; benim «dalavere» m de öyle götürür; her yiğidin bir hesabı
vardır. Sen buraları pek çakamazsın... Sen şimdi nazenine söyle, hazır
olsun. Şeydâ Beye gelince... Aftos piyos... Kaça alırım öyle iki üç şişeden
sonra kabaran kabadayıları. Senin yiğitlik dediğin tam kıratında olursa o
adam sarhoşluğunda da odur, ayıklığında da... (Eliyle göğsüne vurarak))
Bana bak, bana!.. Benim sarhoşluğumun ayıklığımdan farkı var mıdır?
Ayağını öpeyim söyle... Lâfım, tavrım değişir mi hiç? Yiğit olan anasından
öyle doğar. Bir şişenin içinden gelecek yiğitlik ertesi sabah sahibini terk ile
yine şişeye avdet eder. (Mâilin arkasını okşiyarak) Korkma sen be
kardeşim!.. Şeydâ Beyin bir diyeceği olursa bana gelsin. Daima onunla
senin arana ben kendimi siper ederim. Ben varken o sana yaklaşamaz.
Katalaviz?.. Fakat yalnız midemi bir şey bulandırıyor; biz nazenini kendi
idaremiz altında bir eve çıkardık, sonra Şeydâ Beyin uğradığı hale biz de
uğra-mıyahm?.. Yani Şöhret Hanım bizden gizli içeriye misafir almasın...
Her şeye razıyım; fakat yalnız işte buna tahammül edemem; sonra insana
başka türlü bir nam takarlar. Ben arkadaş hatırı için bunlara katlanıyorum.
Biraz da işte sayende gönlüm şuradan buradan otluyor. Yok; gördüğüm
lûtufları da inkâr etmem. Gönlüm bir hin oğlu hindir. Hercâidir köpoğlu...
Ha, efendim (kıssai destanımız) şol mahalde kaldıydı; evet, Şöhret Hanım,
Şeydâ Beye yaptığını bize yapmasın; demek istiyorum.

— Hayati, birader; bu cihetten emin ol; zavallı kadra beni o kadar şiddetle
seviyor ki...

— Ah, o zavallı kadının gönlü «sevmek» masdarında o kadar mümarese


peyda etmiştir ki, bu fiilin gelmişini, geçmişini; hepsini etrafiyle bilir. Senin
üzerine ayni şiddetle diğer birini sevivermek onun için işten bile değildir.
«Sevmek» kelimesinin masdar olduğunu çakarım. Ben külhani bir
delikanlıyım ama yerine göre efendi yahut kâtip de olurum. Türkçe
masdarları bilirim. Ahırlan ya «mek», veya «mak» olur. Bunun için
rüşdiyede hocadan mükemmel bir dayak yedimdi. Falaka, değnek; bu
«mek» ile «mak» nasılsa benim aklımda kalmış. Sonu böyle gelirse o
kelime mutlaka masdar olur, diye biliyorum. Hoca bir gün:

— Hayati, tokmak nasıl bir kelimedir?

Dedi. Artık tereddüde mahal var mı? İşte tokmağın âhırı mak ile bitiyor:
Biz hemen masdarı yapıştırdık. Hoca gözlerini açtı. Falaka emrini verdi;
beni öyle ayaklarından tuzağa tutulmuş saksağan gibi hocanın karşısında
sallandırdılar. Hoca birinci değnekle tabanlarımı haşladıktan sonra yine
sordu:

— Tokmak nasıl bir kelimedir, habis?..

«Habis» in «se» sini dilinin ucundan o kadar peltek çıkarırdı ki bay:lirdim.


Bu suale karşı ben her çe bâd âbâd dedim; ilk malûmatımı tekrar ettim.
Çünkü başka malûmat tutmuyorum. «Efendim, âhırı mak ile bitiyor; bu
mutlaka masdardır. Siz beni şaşırtmak için dövüyorsunuz.» şikâyetiyle
feryat ettim. Tabanlarımdan bir haşlama daha yedim. Oooh, tuzlu biberli...
Hoca yine sordu... Dördüncü sualde ben sükûtu hayırlı buldum: Hocamız

inatçı bir zattı ha... Birkaç haşlama daha içirdikten sonra:

— Tokmak isimdir. Ahmak da bu kabildendir, yaşmak da... O nihayetteki


«mak» 1ar nefsi kelimedendir. Edat değildir. Tokmak isminden bir masdarı
müteaddi çıkarmayınca seni falakadan salıvermem.

Dedi. Var babana selâm söyle... Birader, ne arabide, ne fariside; ne türkçe


kavâidinde bir kelime nasıl isim olur, nasıl sıfat, zamir; fiil olur; bunu hâlâ
.zihnim kavramadı gitti. Ahmakla yaşmağın sonları «mak» olduğu halde
bunların nasıl olup da masdar olmadıklarına hâlâ şaşarım. Bunları bir kere
esaslı anlamadıktan sonra sıfattan isim çıkarmak, sonra ismi masdara
çevirmek; bu benim harcım mi? Netice o günü haşlama tenceresini kaynar
kaynar son yudumuna kadar içtik,.. Şimdi bu masdarları bırakalım; gelelim,
Şöhret Hanımın evde uslu oturup oturmıyacağına bakalım... Bizim
hesabımıza içeri ahbap alırsa, ben bunu ne maden sulariyle, ne karbonatla;
ne setliçle.. doğrusu hiç br şeyle hazmedemem. (Bağırarak) Garson, pedaki
ibre... .Haniya düziko?..

Hayati üçüncü şişede bütün bütün değişti. Artık kendi için hiç bir zorluk,
müşkül kalmadı. Her muhali birer ihtimal şekline soktu. Evi döşetti; Şöhreti
kaçırdı; oraya yerleştirdi. Refakatine emniyetli kadınlar, bekçiler koydu.
Şeydâ Bey meydana çıkıp husumet izhar ederse ona da mükemmel bir sopa
çekiyordu. Böyle her işi bitirdikten sonra Mâilin ellerine sarılıp:

— Emret beyim, efendim. Başka bir arzun var mı?.. Hayati köleniz hepsini
icraya hazırdır., diyordu. Ertesi günü iki delikanlı yine birleştiler. Hayati
akşamki ifrat-perestane vaitlerinden hayli nadim görünüyordu. Fakat evi
tutup Şöhreti aşırmayınca Mâilin elinden kurtulmak kabil olamıyacağmı
katiyen anladığından, ister istemez işe girişti. Samatyadaki evi kiraladı.
Muntazam döşettiler. Hayatinin eminlerinden yaşlıca bir kadın bulundu.
Her şey müheyya... Yuva hazırlandı. Yalnız onu tezyin edecek «Sevda
kuşu» henüz uçurulamadı.

Bu hususta Şöhretle mahremane görüşüldü; ağzından kavi vait alındı.


Mâilin maşukası, nereye gittiğini kimseye bildirmeksizin pek ustalıkla
kaçacaktı. Böyle her şey yoluna kondu; bir gün Şöhret Hanım, kendisini
muhafazaya memur kadınla (birlikte araba ile Kalpakçılarbaşma çıktılar.
Öteberi mübayaa ettiler;, arabanın içi kutular, paketlerle doldu. Bir hanın
önünden geçerken Şöhret, yanındaki kadına:

Anneciğim, bu handa bir terzi var, biliyorsun ya?.. Bu hafta için bana moda
resimleri getirtecekti. Sen arabada bu paketleri bekle; ben handa herifi
göreyim, resimleri alıp geleyim...

Dedi. Kadının kalbine hiç şüphe gelmedi. Bu teklife tereddütsüz muvafakat


etti. Şöhret indi, gitti; beş dakika, bir çeyrek geçti. Gelen giden olmadı. On
dakika kadar daha bekledi. Kimse zuhur etmeyince zavallı anne içi
sıkılmakla beraber yine kendi kendine:

— Zâhir, kızım resimleri çok gördü. Hangisini seçeceğini şaşırdı.


Tesellisiyle bir sigara yaktı. İntizar müddeti yarım saati geçti. Bu ne bu? O
zamana kadar moda resimleri değil, devri âlem panoraması bile seyredilse
görülür de biterdi...

— Dur bakayım, aşifte içeride ne yapıyor?

İnfialiyle kadın arabadan indi; hana girdi. Terzinin

bulunduğu kata çıktı. Adamcağız biçkileriyle meşgul...

— K’zım şimdi buraya gelip senden moda resimleri almadı mı?

Diye sorunca terzi başını aşağıya eğip gözlüğünün üstünden kadına


bakarak:

— Hangi kızın, hanım?

— Hangisi olacak canım? Şöhret...

— Hayır, bana kimse gelmedi.

— A! Dur bakayım bu nasıl iş? Ben buraya çıkıncıya kadar belki kız
arabaya inmiştir. Bu hanın kaç merdiveni var; içinde kaç terzi oturuyor,
bilmiyorum ki?

Diye söylene söylene aşağıya indi; arabaya gitti, baktı; kimse yok.
Arabacıdan sordu:

— Hani kızım?

— Bilmem; gelmedi...

Tekrar hana girdi. Avluda tesadüf ettiği adamlardan* dükkâncılardan


istizaha girişti:

— Yarım saat kadar evvel buraya kıvrak, süslü bir taze hanım girdiydi; hiç
biriniz görmediniz mi, nereye gitti?..

O adamlardan biri:
— O senin nendi hanım?

— Nem olacak, kızım....

— Allah bağışlasın; doğrusu merak edilecek bir kızdı.

— Canım şimdi merakmı bırak; nereye gitti, görmedin mi? ,

— Hanım, bu hanın iki kapısı vardır. Birinden girdi; keklik gibi sekerek
ötekinden çıktı, gitti...

— Ay., şimdi ben ne yapayım? Şeydâ Bey beni akşama gebertir, gebertir... ,
ı

Herif — (Ellerini havaya kaldırarak) Seni gebertir mi? Bak o lâfa aklım
ermez. Fakat hanım, sende kabahat. Niçin peşini bıraktın? O kız öyle kendi
havasına bırakılacak mal mı?

— Aman bana bir yudum su bulunuz; sevaptır, bayılacağım...

— Su bulmak bir şey değil a., burada bayılmak olmaz...

— Kuzum usta; dükkân komşularına soruver, dışarı çıktıktan sonra ne.


tarafa gitmiş?

Herif gidip kısa bir tahkikat icrasından sonra avdetle:

— Sordum. îpekçi Artinle canfesçi Mıgır görmüşler. Baş yukarı seğirtti,


gitti, diyorlar.

— Ben şimdi Şeydâ Beye ne cevap vereyim?

— (Müteacci'bane) O senin bileceğin maslahat.. Şeydâ Bey kimdir ki?


Kocası mı?

— öyle ya kocası... O da o demek değil mi?

— (Bütün bütün istiğrapla) Kocası ise kocası, değilse değil... İşin içinde «o
da o demek» lâfı ne olacak?..
— Canım, ne söylediğimi biliyor muyum?? Kendimi şaşırdım gitti.

— (Gülerek) Doğrusu ya, öyle bir kızı kaybettikle-yin anası da şaşırır,


kocası da... Fakat hanım, sen meraka kalma... O kız kocasız kalmaz.

Hanın öbür kapısından çıkınca Şöhret beş on adım yukarı doğru yürümüş,
Hayatinin orada beklettiği arabaya binerek Samatyadaki eve kendini
atmıştı. Bu iş me-mulün fevkinde bir suhuletle husul buldu. Fakat Mâilin en
zahmetli âşıkane hayat devresi bundan sonra başladı. Şöhretin eve
kapatılmasiyle müşkülâtın üçü, dördü birden başgösterdi. Bu kapatma
keyfiyetini ailesi halkı haber alırlarsa pederine, valdesine, hususiyle
zevcesine karşı zavallının mevkii tarifi nâkabil bir vahamet kesıbedi-yor; iş
hemen hemen candan mı geçersin, canandan mı?.. Yahut bütün aile efradını
mı feda edersin, Şöhreti mi? derekelerine varyordu. Böyle bir iş bir gün
saklanır, iki # gün saklamr; üçüncâi günü mutlak meydana çıkar. Mızr rak
çuvala girer mi? Haydi bu böyle... İkinci zorluk, ortada bir de Şeydâ Bey
meselesi var. Şöhret, mahut hanın bir kapısından girip ötekinden çıkmakla
salbık âşıkmın sevda takibatından külliyen yakayı kurtarmış addolunabilir
mi? Zavallı Şeydâ, o akşam Küçükmustafapaşadaki eve gidip de
mâşukasınm yerinde yeller estiğini görünce bürkân gibi feverana
başlıyacak, atacak, çakacak... Evdeki karıları isticvap edecek, Şöhretin ne
suretle firar ettiğini öğrenecek. Onu bulmak için bir iz arayacak; nazeninin
handan çıktıktan sonra arabaya bindiğini belki bir gören olmuştur?.. Eloğlu
bu* merak ehlinden biri ihtimal ki o arabanın Samatyaya gittiğini, filân evin
önünde durduğunu üşenmiyerek takip ile görmüş, öğrenmiştir.

Şeydâ Bey, sevgilisinin ikametgâhını, yeni âşıkını, firar suretini haber


aldıktan sonra iki elini böğrüne koyup kendine karşı irtikâp edilen bu
hiyaneti alargadan öyle

seyredip durmaz ya?.. Elbette bir suretle o da mukabeleye kalkışacaktır.


Sonra iş dağdağalanacak, gizli tutulmak istenilen bu keyfiyeti yalnız Mâilin.
ailesi efradı değil» bütün âlem duyacak...

Bu meselenin bir üçüncü düğümü var ki Mâil için bılr nun ehemmiyeti
evvelkilerden büyük... O da Şöhretin, yeni âşıkma karşı sadakat vâdinden
inhiraf edip etmiye-ceği meselesidir.
Mâil, mâşukasiyle bulunduğu zaman kadın sadakat mevaidi serdinde o
kadar ileri varır, muhabbet beyanında, samimiyet izharında, suzişli ifadede
o kadar taşar, dökülür, saçılırdı ki delikanlının bütün kelimenin kuvvetiyle
Şöhretin gönlüne sahip olduğuna hiç şüphesi kalmazdı. Lâkin maatteessüf
bu kalbî itminan yalnız kadının yanında bulunduğu müddetçe devam eder,
birkaç saat ondan ayrılınca kalbini türlü vesveseler, şüpheler istilâ eyler;
Şöhret eve birkaç erkek almış vehmine düşer; bulunduğu yerde duramaz,
hemen Samatyaya, eve koşar, teskini nâkabil bir merakla bütün odaları
dolaşmak, yükleri, dolapları aramak isterdi. Fakat san’atmda lâzım olan
melekeyi iktisap etmiş olan o kadın, beyefendideki tereddütlü nazarlardan,
halecan eserlerinden, o tarif olunmaz şaşkınlıklardan hakikati anlar; en ;tatlı
nüva-zişlerini ibzal, en emniyet verici bakışlarım ona çevirerek beye lâzım
gelen itminanı verir, gönlüne su serperdi. Şla-matyadaki eve nakledilirken
Hayatinin tensibi üzerine Şöhretin, üç dört ay kadar her ne suretle olunsa
olsun sokağa çıkmaması, eve misafir kabul etmemesi ve saire hususları
katiyen mukavele edilmişti. Kadın bu mukavele ahkâmına riayette kusur
etmiyordu. Fakat her gün başka bir .çarşafa bürünerek daima çarşı pazar ve
mesireden mesireye dolaşmağa alışmış bir nazenin için .bir evde bir erkeğe
hayatım vakf ile yaşamak pek ağır geliyordu. Bunu Şöhret tavırlariyle itiraf
etmiyor, fakat haliyle anlatı-

yordu. Hattâ ıbir gün muktedir .olabildiği lâfzî teminatı vererek âşıkma:
— Beyefendi, böyle kapalı pek sıkılıyorum; beni kendi arabanızla sokağa
yollayınız. Yamma en itimat ettiğiniz bir kadın, fazla olarak bir de uşak
terfik ediniz. Yüzüme kalın bir peçe örteyim. Kendimi kimseye bildırmi-
yeceğime size istediğiniz kadar yemin edeyim...

İstirhamlarında bulundu. Mâil, Hayatiden müsaade istihsal etmek istedi.


Hayati:

— Hayır, olamaz...

Kat’î cevabını verdi. Bu red üzerine Şöhret hayli ağladı, ısizladı. Nihayet
epey müddet sonra nazeninin rükû-buna bir araba tahsis edildi. Refakatinde
o yaşlı kadın bulunmak, o arabadan başkasına binmemek şartiyle haftada
bir, nihayet iki defa sokağa ıçıkmasma müsade edildi.

*+*

Zevcesi ıSâibeye karşı Mâilin vukubulan müthiş itirafından, üzerine bir


fahişeyi sevmek için müsaade talebinde bulunmak, bir müddet o karı ile
olacak muhabbet şevkine dokunulmamayı istirham etmek gibi akıl ve
mantığın kabul etmiyeceği tekliflerinden sonra karı koca beynindeki ahval
ve muamelât hiç bir kadının tahammül ge-tiremiyeceği mertebede değişti.

Mâil konağa geldiği akşamlar artık zilzuma geliyor, ağzından ahtan, oftan
gayri bir şey çıkmıyor; zevcesine karşı itiraf edeceğini etmiş, söyliyeceğini
bitirmiş olduğundan, Sâibe, beyinin yine teellümlü istizahlara girişip de o
itirafların zavallı kadının gönlünde açtığı, 'o gün-denberi durmayıp sızlıyan
cerihaları bütün bütün kana bulamak istemiyordu. Fakat bu istizah
etmemek, bu sükût ve tahammül göstermek bedbaht kadına pek pahalıya
oturuyordu. Diğer bir kadın, evet, mülevves bir fahişe için kocasının
inlediğini; o kötü muhabbet ateşiyle geceleri uykusuz kararsız, durmuyor;
ah., of., savurduğunu işitip de susmak... Bir kadın için tasavvur
olunabilecek ıstırapların en korkuncu değil midir?

İstizahlara giriştiği vakit aldığı cevaplar külliyen takat getirilemez


olduğundan ve zavallıyı bütün bütün bitirdiğinden, Sâibe sükûta karar verdi
ve bir müddet de bu kararını muhafazaya muvaffak oldu. Sünnet, kına
gecesi gaybubetlerini arkası gelmez diğer gaybubetler takip etti Nerede
kaldığını artık (Sâibe sormuyor; o sormadıkça hareketlerinden hesap
vermeğe Mâil de lüzum görmüyordu. Haftada iki gece muttariden sünnet
düğünü, yahut kına gecesi olmaz ya?.. Sâibe, kocasının gaybubetinin
sebebini daima ısual etse, Mâil bu suallerin beşine, onuna karşı yine birer
yalan uydurmak külfetinden çe-kinmiyecek, fakat sualler otuzu, kırkı aşarsa
artık vesile icadından âciz kalacak; yahut ki bu sonu gelmez suallere bir
yekûn çekmek için:

— Dostumun yanında kalıyorum.

Deyiverecekti. Sâibe • irad ettiği suale aldığı cevabın yalan olduğunu


hissetmekle de müteellim olacaktı; zevcinin ağzından hakikati işitmekle
de... Evet, Mâil bir fahişe seviyordu. Evine gelmediği geceleri o karının
yanında geçirdiği aşikârdı. Zevci böyle bir naziklik gösterip dururken onu,
hakikati söylemeğe iabar etmekte ne mâna var?..

Şaibeye en ziyade dehşet veren husus, zevcinin sadakatsizliğini, bu büyük


hiyanetini bildiği halde, gönlünün meyelânını çiğniyerek, bütün hissi
rabıtalarını parçalıya-rak ondan iftiraka karar verememesiydi. Mailden
ayrılmak kendine ölümden acı, daha müthiş geliyordu. Biçare kadın bu
zâfından dolayı kendi kendine ta’nediyor, nefsini ayıplıyor, fakat ne yapsın?
Seviyor, kelimenin mânasının olanca şiddetiyle seviyordu.

O f ahişenin sevda derdine Mâilin .nasıl olup da bulaştığını, aralarındaki


münasebetin derecesini, kadının da Mâile muhabbeti şiddetli olup
olmadığım anlamak istiyordu. Hele en büyük merakı, zevcinde gördüğü o
iptilâ şiddetine, duygularını yakan o «ah» 1ara, «of» lara nazaran sevilen
karının bu şedaide değeri olacak kadar güzel olup olmadığını öğrenmek
cihetindeydi. Fakat o kanyı görmek zavallı Sâibe için ne bâsırasûz bir
manzara olacaktı? Karı cidden âfeti devran denecek güzellerdense?.. Sâibe,
Şöhrete kıyasen güzellikçe pek pes bir derekede kalırsa?.. Bunu igörmek,
sonra bu müthiş hakikati nefsine karşı itiraf ötmek, kendi üzerine kocasının
onu sevdiğine bir bakıma hak vermek., hep bunlar ISâibe içinkokunç
düşüncelerdi. Kendine nisbetle Şöhret, güzelliğin ne kadar yüksek
derecesinde bulunursa Mâilin bu karı ile olan âşıkane münasebeti o nisbette
devam edecek, o fahişenin şa-şaai cemali Sâi'beyi kocası nazarında
büsbütün söndürecek, unutturacak, hiç edecek demek değil miydi?
Zavallı kadın muhakemelerini buralara getirip zevcinden kendine artık bir
hayır kalmadığını itirafta muzt tar kalınca bir odaya kapanır, beynini iki eli
arasında var kuvvetiyle sıkar, sonra hüngürtülerini; ağlamalarını, kalbinin
feryadını, ruhunun matemini kimseye işittirmemek için başını iki yastığın
arasına sokar; işte böyle figanlarını kısarak, boğarak ıbayılmcıya kadar
ağlardı. O baygınlıktan uyandığı zaman çektiği bu tahmmül edilmez
kederin vücuduna verdiği zâfı, nevmidinin verdiği rengi görmek için titriye
titriye aynanın önüne gider, saçlar perişan, renk uçuk, kansız, sarı bir deri
altından elmacık kemikleri fırlamış, daire daire çürük hâleleri içinde kalm:ş
iri siyah gözlerle kendine bakan bir hayal ile karşı karşıya gelir, ürker...

— Ah, bu ben miyim? Ne kadar bozulmuşum?.. Bu hastane kaçkınını Mâil


ne yapsın? Elbette başka kadın sever...

Telehhüfleriyle aynanın önünden kaçar. Kitap okur, vakit geçiremez.


Pencereden sokağa bakar, eğlenemez. Kimse ile sohbette lezzet bulamaz.
Artık kendine ağır /bir yük gibi gelen hayatın elîm saatlerini geçirmeğe
medar olacak hiç bir vakit geçirme vasıtası bulamaz. Gider, kızı Makbuleye
sarılır. Mâsumun siması, gözleri kaşları tıpkı validesine, fakat dudaklariyle
çenesi pederine, Mâile andırdığından, çocuğu öper, öper, öper; doyamaz,
etrafına bakınır. Çocuğuna kondurduğu (bu buselerin, babas:na olan
benzerliğin cazip tesiriyle olduğunu, biri anlıyacak; hissedecek endişesiyle
korkar; utanır, kızarır...

Sâibe, ailesi halkını müteessir etmemek için zevci ile kendi arasındaki
macerayı mümkün olabildiği kadar gizlemeğe uğraşıyordu. Fakat böyle
teellümler içinde kalan dertliler için bir mahrem bulup da kalbinin sırrını
dökmek, bir nevi tesliyet yerine geçer. Meyus kadın bu tesli-yetçiyi evinin
dışında aradı, buldu. Komşularından «Nimeti» isminde bir dul hanım vardı.
Nimeti Hanım da vaktiyle kocasından çok çekmiş. Herif iki üç defa
zavallının üstüne evlenmiş, bir etmediğini bırakmamış olduğundan,
kadıncağız bu hususta tecrübeli ve halden anlar idi. Elinden geldiği kadar
Sâibeye lâzım gelen nasihatlerde bulunarak ekseriya: ,

— Ağlama kızım. Hep bunlar gelir geçer. Bu dertleri çekmemiş kadın pek
azdır. Kocan nihayet o kötü kadınların hepsinden bıkar; yine sana gelir. Bu
derde sabırdan başka çare yoktur. Bir gün kocanın yine bütün bütün senin
olduğunu göreceksin...
Demekten geri durmazdı. Lâkin Mâilin hakikaten günden güne kameti
azıtmakta, Sâibenin ise gitgide sararıp solmakta olduğunu görerek biçarenin
derdine ne suretle deva olabileceğini Nimeti Hanım da şaşırıp kalmış-ti.
Nimeti, şöyle mi yapalım, böyle mi yapalım? yollu Şaibenin elemlerinin
tahfifi ihtimallerini her gün mülâhaza eylediği sırada bir defa dedi ki:

— Kızım, sana sabır tavsiye ediyorum; fakat senden dinlediğim 'bazı şylere
doğrusu benim bile tahammülüm kalmıyor.. Dosdoğru gidip bu işi anana
babana'' açsan nasıl olur? Onlar da Mâil Beyin ebeveyni ile konuşurlar, bu
işe bir çare bulurlar...

Sâibe ağlıyarak:

— Olmaz Nimeti Hanımcığım, olmaz. İşin bu dereceye geldiğini bilseler,


hiç durmazlar, beni o saatte beyden boşatırlar. (Hıçkırıklarla) Çünkü
han’mcığım, günden güne ben elden gidiyorum. Daha öyle haller var ki,
bunları size, en hayırhah bir sırdaşa açmaktan bile tevahhuş ediyorum.
Böyle bir senede öleceksem, Mâilden beni boşatırlarsa iki ayda ölürüm.
Anlıyor musunuz? Çok zaman ümitsiz kalıyorum, ama bazan da, belki bey
o kandan bıkar; eski haline avdet eder, diyorum.

— Bıkacağına hiç şüphe yok. Lâkin o zamana kadar bu eziyetlere senin


tahammül edemiyeceğinden, vücudunun dayanamıyacağmdan korkuyorum.

Nimeti Hanım bir gün epey ümitli bir çehreyle Sâi-benin yanma gelerek
dedi ki:

— Kızım, sana bir şey söyliyeceğim; eğer münasip görürsen bu


söyliyeceğim şeyi yapalım. Cerrahpaşa taraflarında Çardaklı bakıcı isminde
bir kadın varmış. Bakıcılıkta gayet keskinmiş. İnsanın yüzüne bakıp dileğini
birer birer söylüyormuş. Karı koca işlerinde de bilgiçliği ziyade imiş.
Seninle gizlice şuna gitsek de Mâil Beyin ahvalini bir sorsak, anlasak...
Bilirse ne âlâ., bilemezse bu işten bize ne zarar gelebilir?

Evvelâ Sâibe bu sözlere pek ehemmiyet vermedi, fakat denize düşen yılana
sarılır fehvasınca, o fahişe ile Mâilin beynindeki münasebete dair işe yarar
bazı mühim
şeyler haber alabilmek ihtimalini düşünerek nihayet Nimeti Hanımla bu
bakıcıya gitmeğe razı olmuştu ki, müracaat suretlerini de bu kitabın geçen
baplarından görmüştük. Hoca Nefise Hanım, Mâilin bir fildikos gömleğini
alıkoyup, yapacağı davet için beş lira da nezir alarak bir hafta sonra yine
gelmeleri ihtariyle hanımları salıvermişti. ! ,

Bakıcıya müracaat günü geldi. ıS'âibe birinci müraca-atinde Hoca Nefise


Hanımın keskinliğine »pek de itikat etmiyerek şöyle bir tecrübe nev’inden
gitmiş olduğu halde Çardaklı bakıcının o acip sözlerle zavallının âlâmının
nev’ini keşfedivermesi, kızım, sen buraya bana inanmrya-rak, kalbinde
şüphe ile geldin., demesi kendini hayrette bırakmış, gayriihtiyarî yüreğinde
bir itimat husule getirmişti. ı i

•••

Çardaklı bakıcı bittesadüf, yekdiğerini müteakip kendine müracaat eden o


iki hanım ve bunların mensupları hakkında tahkikat ve tetkikata girişerek
Sâibe, Şöhret, Mâil ve Hayatiye dair bir hafta zarfında hemen hemen şu
romanda gördüğümüze yakın malûmat toplamıştı. Nefisenin endişesi bu
hanımları, beyleri iyice ısoyabilmek için birer amansız yerlerinden
kavramaktan başka bir noktaya mâtuf değildi Hoca Hanım arzu etse hem
parasını alır, hem de Sâibeye bir iyilikte bulunabilirdi, lâkin böyle
hayırhahane davrandığı takdirde iş kısa kesiliyor, dolandıracağı paralar da
mahdut kalıyordu. Karının en büyük kârı bu keyfiyeti uzama kabiliyeti
tahammül edeceği kadar uzatmakta idi Bu da nasıl olur? Tabiî Mâil, Sâibe,
Şöhret; bu üçünün arasında itilâf husulüne uğraşmakla değil; her halde
bunların beynindeki tenaîürü, zıddiyeti tezyit, münazaa sebebini büyütmek,
şiddetlendirmekle olur... <

Sâibe ile Nimeti Hanımı ikinci ziyaretlerinde Hoca Hanım epeyce çatkın bir
çehre ile kabul etti. Zavallı Sâibe, daha dinlenilmeden evvel, hocanın
yumurtlıyacağı cevherlerin dehşetinden ürkerek, acaba neler işiteceğim
korkusiyle titriyordu.

Tütsüler yakıldı. Hoca Hanım bir iki gerinip esnedikten sonr kelâmını hacet
sahiplerine tevcih ile:
— Kızım, iyi saatte olsunlar sizin niyetiniz için beni bu hafta çok sıktılar.
Mademki böyle büyük bir derdiniz var; ibana gelmek için biraz daha erken
davransanız ne olur? Marazını eskitip eskitip de tamam öleceğine yakın
hekime müracaat eden hastalar gibi, siz de derdinizi bu dereceye getirinceye
kadar niçin durdunuz? Ne beklediniz bilmem ki?.. Siz işi eskitmişsiniz
gitmiş...,

Sâibe — Artık çaresi bulunmaz mı efendim?

— Bulunur, fakat uzun olur. Ben çok sıkıntı çekerim.

Nimeti Hanım — Aman efendim, bu zavallı ISâibe Hânıma merhamet


ediniz. Bu işde sizin için büyük bir ecir vardır. Biçareyi ev bark yıkımından
kurtaracaksınız...

Nefise — Kurtarmağa uğraşacağım ama, Sâibenin de kabahati büyük..

Nimeti Hanım — Ne yaptı Hoca Hanımcığım? îyi saatte olsunlan rahatsız


edecek bir halde, harekette mi bulundu?..

Nefise — Değil efendim, değil... Onun kabahati başka; bir kocasmı


zaptedemedi; elin fahişelerine kaptırdı.

Nimeti — Onun elinde mi efendim? Onun elinde olsa, canını verir de yine
kocasını kimseye vermez.

Nefise — Yaptığım davette haber aldığım şeyleri size nakledeyim de, haklı
olup olmadığımı o zaman anlarsınız... Bu hanımın kocası Mâil Bey azalı
hayli zaman olmuş. Halinden, tavrından, işrete ve geceleri evine
gelmemeğe başlamasından Sâibe Hanım, beyinin uygunsuz bir yola
saptığım anladı. Fakat beyine hiç bir şey söylemedi.

Her şeye tahammül etti. Ahmak kadın, niçin tahammül ediyorsun? Evet, ses
çıkarmadı. Nihayet Mâil her şeyi başa kaka anlattı. (Yumruğu ile yanındaki
çekmecenin üzerine vurarak) Efendim, bu hamnı yine tahammül etti. O
zaman bana geleydi, ben o san saçlı Şöhret Hanımı Maile yılan gibi soğuk
gösterirdim...
Sâibe — (Ağlıyarak) Bu dediğiniz şimdi de olmaz mı efendim?..

Nefise — Şöhretin muhabbeti, aşkı Mâilin göynünde artık dal budak


salıverdi. Olur kızım ama, çok para gider. Benim de uğraşmadan canım
çıkar.

Sâibe — Sizi zahmete koyacağıma canım sıkılır efendim, ama paranın


ehemmiyeti yok. Bütün vanm bu uğurda feda olsun. Siz kocamı eski haline
getiriniz de bana para pul, hep o...

Nefise — (Fal ile keşif suretinde sarf ettiği sözlerin muhatapları üzerinde
peyda ettiği tesiri anlamak için hâcetçilerin dikkatle yüzlerine göz
gezdirerek) Dediklerimde bir eksiklik var mı?

Sâibe — Ah hoca hanımcığım, yok... Bir noksan yok. Hep hakikati


söylüyorsunuz. Artık bütün ümidim sizde, iki gözüm...

Nefise — Kızım, sözlerime inanıyor; bana iyice bel bağlıyorsan, ne dersem


onu yap...

Sâibe — Başüstüne efendim, başüstüne...

Nefise — İyi saatte olsunlar kocanı bana bak nasıl haber verdiler: Mâil Bey,
Şöhreti kötülere mahsus evlerin birinde gördü; sevdi. Karı da sarı saçlı,
pembe beyaz, genç, vardakosta dilber şey ha...

Nefise, Şöhreti böyle tavsif ederken şiddetli teessürden Slâibenin her tarafı
titriyor, rengi uçtukça uçuyordu. Hoca Hanım, muhatabının amansız, zayıf
taraflarım yoklıya yoklıya sözünde devamla:

— Yüreciğini dağlamıyayim yavrum... Kocan Mâil

Bey beceriksizdir. Böyle işleri kendi kendine pek başaramaz. Hayati


isminde bir çapkın onun önüne düştü; hovardalıkta yol gösterdi. Kocan o
kadının uğruna su gibi para sarfediyor. Nazeninin arkasında birkaç kişi daha
var. Mâil karıyı onlardan kurtarmak için Samatyada ev tuttu, döşetti,
dayattı. Aşçı, uşak, at araba; hepsi mükemmel....
Sözün burasında Şaibeye bütün bütün bir fenalık geldi. Bayılmak üzere iken
Nimeti Hanım konsolun üzerinden bir bardak su yetiştirdi. Yüzüne serpti.
Çantadan küçük bir şişe çıkardı, koklattı. Diğer bir şişeden suya damlatarak
içirdi. Nimeti Hanım Şaibenin artık tabibi gibi olmuştu.

Samatyadaki hane keyfiyetinden henüz Sâibenin haberi yokken bunu o


saatte öğrendiğini Nefise, zavallının o hallere uğramasından anladı.

Bedbaht Sâibe baygınlığını geçirir geçirmez yerinden fırladı, Hoca Hanımın


dizlerine sarılarak:

— Hanımcığım, o kötü karıya Samatyada ev mi tuttu?..

Nefise — Tuttu yavrum; tuttu. Ya, iş eskidi diye ben niçin telâş edip
duruyorum? Zavallı kızım, safdil Sâibe-eiğim, gözünü aç... Ev tuttuğu bir
şey değil, akşama sabaha kan kendine nikâh ettirecek!..

Bu korkunç ihbara karşı Sâibeden sel gibi göz yaşları boşandı. Uğradığı
felâketin bu müthiş hafrelerini o dakikaya kadar hiç aklına getirmemiş,
nazarından böyle korkunç şeyler geçirmemişti; o anda gözleri karardı;
bütün cihan zindan kesildi. Mâil ile kendi arasında vartalar, girdaplar,
tarassudu nâkabil derinlikler açılıyor; zevci, sarı saçlı, pembe beyaz bir
kadınla el ele, erişilmez, gidilmez, intihasız ufuklara doğru çekiliyor,
gidiyordu. Her tarafım saran o zulmet içinde iSlâibe yalnız bu iki çehreyi
seçebiliyor, bu âşık ve âşıkayı zifiri siyah bir zemin üzerine ateşle tersim
edilmiş bir levha gibi görüyordu*.

Bedbaht Şaibe en nevmit kaldığı saatlerde bile Mâilin bir gün gelip de o
karıdan arzusunu alacağı, onu terk ile yine ailesi evine avdet edeceği
emrinde türlü ihtimaller düşünür, bu cihetten kendine birçok teselli yolları
ararken şimdi kocasının o kötü karı ile evleneceği hakikatine karşı
mukavemete artık kendinde kudret bulamıyordu.

Hoca Nefise Hanım bu keyfiyette kendi kârını her şeye takdim etmek
yolunu tuttuğu halde bile son teellü-matla inliye inliye, ağlıya ağlıya
dizlerine kapanan şu talihsiz kadının felâketine acımaktan kendini alamadı.
Fakat merhamet ve rikkat icabına kapılıp evvelce verdiği karan
değiştirmedi. Zavallıya gûya biraz teselli vermek isteyerek:
— Kalk kızım, ,bu kadar meyus olma. Her şeyin çaresi bulunur. Hem öyle
çocuk gibi ağlamak bir işe yaramaz. O karıya alâka ettiği gündenberi
kocanla beyninizde geçen halleri bana bir bir anlat bakayım.

Sâibe — Efendim, anlatmağa hacet var mı? Siz hepsini biliyorsunuz. O işi
azıttı, ben sükût ettim. O azıttı, ben tahammül gösterdim. Nihayet işte bu
peleseye geldi.

Nefise, zavallı Sâibeyi galeyana getirdi getirdi, söyletti. Mâil hakkındaki


muhabbetini, Şöhret aleyhindeki nefretini kabarttı, kabarttı söyletti; bu karı
koca beynindeki esrara tamamiyle vâkıf oldu. Şimdiye kadar Mâil ile ISâibe
arasında ne gibi mektum haller cereyan etmişse hepsini öğrendi.

Sâibe artık Hoca Hanımın keskinliğine iyiden iyi kani oldu. Çünkü her şeyi
olduğu gibi ismiyle resmiyle haber veriyordu. Nefise Hanım yapacağı ikinci
bir davet için bu dertli kadından on lira daha kopardıktan sonra yine
kaşlarını çatıp iyi saatte olsunlar namına hususî talimata girişerek:

— Kızım Sâibe Hanım, şimdi beni dinle. Ben artık bu işi üzerime aldım.
Mâili o kadının sevdasından kurtaracağım. Fakat dediklerimi tamamiyle
yapmalı. Şimdi sana yazılı ufak ufak mavi kâğıtlar vereceğim. Bunları suda
ıslat, kocan geldiği akşamlar 'bir kolayını bulup içir... (Fildikos gömleği
iade ile) Çamaşır değ'ştirdiği vakit bunu da arkasına giydir. Öbür gelişmde
yine çamaşırından bir şey getir. Bunların icrasında bir güçlük yok. Şimdi
gel önüme bakayım; sana da bir nefes edeyim. (Sâibe-nin başına on dakika
kadar okuyup üç defa piifledikten ve bir bardak da nefesli su içirdikten
sonra) İyilik, sağlık, oh kızım oh... Haydi ıgit, pencereden gökyüzüne (bak.
Bu gece hafiflersin; sıkıntın azalır. Şimdi kulaklarını aç, beni iyi dinle.
Artık kocana karşı miskinliği, sükûtu, tahammülü bir tarafa bırak. Mâil
Beyin konağa geldiği ilk akşam gözünü yum, ağzını aç; beyefendiyi 'bir â1?
^onat. Dostuna Samatyada evler tutmuş, döşetmiş dayatmasın, kepaze
'herif, de. Söyle korkma, senin arkanda ben varım. Ne söylersen söyle, Mâil
sana bir şeycik yapamaz. Ya o fahişe karı, ya ben, de; ayak dire... Her şeyi
yap, her şeyi söyle... Yalnız buraya, bana geldiğinden bahis açma. On gün
sonra yine bana gel... (Arkasını sıvayarak) Haydi yavrum, haydi güzelim!..
Ben ne Mâilleri adam ettim. Bunu da yakında yola getiririm inşallah...
Taltifleriyle Hoca Hanım hâcetçilerini savdı. Nefişenin Sâibeye, kocasına
karşı böyle hiddet, şiddet tavsiye etmesi, biçareyi zevcinden boşatıp işi
büsbütün büyütmek, alevlendirmek içindi. Talâk vukubulursa muhabbetinin
ifratı sebebiyle Sâibe, Mâilsiz duramayacağından, tekrar varmak için yine
Nefiseye müracaat edileceğini ve bu defa alınacak ücretin, evvelkilere kıyas
kabul etmez derecede yüksek olacağını karı biliyordu. Nefisenin bu
husustaki menfaati işi kızıştırmakta idi.

Sâibe, Hoca Hanıma:

— Bakıcı hanım, sen kocamla benim aramı bulmağa söz vermişken, işi
bütün bütün berbat edip beni sevgili beyimden ayırttın...

Yolunda şikâyete kalkarsa, Nefise Hanımın, iyi saatte olsunlan bahse


katarak bu muahazeye karşı verecek bin türlü cevabı vardı.

•**

Biçare Sâibenin teessüratına mahrem olan ayni bakıcı odasında, üstünde


ağladığı, sızladığı, bayıldığı ayıldığı ayni sandalyede üç gün sonra diğer bir
genç kadın, Hoca Nefise Hanıma gizli sırlarını döküyor, arasıra ye’se
mağlûp olarak ince keten mendile göz yaşlarını içiriyordu. Bakıcının bu,
ikinci dertli müşterisi, Mâil Beyin kapatması, ıSâibenin rakibesi Şöhret
Hanımdı.

Bakıcı hanım, Şaibeye gösterdiği o çatkınlık tavrını Şöhrete karşı da alarak:

— Kızım, geçen hafta «sevgili Mâüim üç gecedir gelmiyor, kederimden


kuru tahtalara yatıp inliyorum..» diye çırpmıyor, şikâyetler ediyordun. İki
gece sonra beyin geldi, değil mi?

— Evet, geldi Hoca Hanımcığım. Sâibenin «Çarşamba» taraflarında


viranedeki battal kuyuya attırdığı büyü çıkınım siz oradan çıkarttınız mı?

(Müstehziyane bir tebessümle) Çıkarttım zâhir.. Onu oradan


çıkartmasaydım, Mâilciğin acaba senin yanına gelebilir miydi? Çıkarttım
ama ne çektim... Bir kere de onu sor...
— Vah vah hanımcığım, size çok eziyet mi oldu?

— (Titriye titriye üç defa yerinden kalkıp oturarak) Eziyet de söz mü? Ne


çektiğimi ben bilirim... Karı o çıkını mükemmel afsunlamış. Kuyu
Çarşambada ama, çıkın dünyanın tâ öbür tarafına gitmiş... Neyse
buldurduk... Mâil Bey sana geldiği vakit hali, tavrı nasıldı?

— (İçini çekerek) Âdeta hasta gibiydi. Pek düşünüyor, hiç lâkırdı


etmiyordu. Onun büyük bir derdi var ama anlıyamıyorum...

— Şaşkın kız; anlıyamazsin zahir... Bir erkeğin karşısında telli bebek gibi
yalnız süslenip gezmek para etmez... Bir insan beyinin içini dışım bilmeli...
O öyle niçin düşünüyor bakayım?

— Bilemiyorum efendim... Anlamıyorum.

— (Hiddetle) Bunda anlamıyacak ne var?.. Karısı Sâibe burgu, o adam


tahta; gece gündüz vır vır vır (ayal) ini oyuyor, yeyip bitiriyor, şöyle...

— Kocasından ne istiyor canım?..

— Ne istiyecek?.. O kadın senin gibi miskin değil. Ya Şöhret, ya ben diyor,


ayak diriyor... Seni akşama sabaha terkettirecek. ISen öyle Mâil Beyin
muhabbetine pek güvenme... îki akşam gelmez, üç akşam gelmez;
dördüncüsünde bakarsın ki Mâilden eser yok... Bir daha seni arayıp
sormayıverir...

— (Ağlıyarak) Sonra ben çıldırırım...

— (Hafif tebessümle) Kimin umurunda?..

— öyle söyleme Hoca Hanım, öyle söyleme... Beni şimdi haykırta haykırta
bayıltırsın...

— Kızım, gözlerini aç... Böyle işlerde haykırmak, bayılmak akçe etmez...


Bütün kabahat sende...

— Kabahat niçin bende olsun?.. Beyin âdeta nikâhlısı, gibi bir sadakat
gösteriyorum. Bir kusurum, günahım yok...
— Nikâh olmadan öyle olmuş gibi bir doğruluk, sadakat göstermen, işte
kabahatlerin en büyüğüdür...

— (Şaşırarak) Ne dediniz, anlıyamadım?..

— O güzel kafan nihayet bu işi anlar ama, Mâil de elden gitmiş bulunur.
Kızım, senin mevkiinde bir kadn,-dostuna karşı sadakat, doğruluk
göstermekle ona yaranamaz...

— Bir hiyanetimi, sadakatsizliğimi görürse beni derhal terketmez mi?

— (Gözlerini açarak) Etmez... Ona doğruluk gösterdikçe, sadık kaldıkça


senin için terkolunmak tehlikesi vardır. Çünkü artık seni kendi has malı gibi
addeder. Nikâha da lüzum görmez; az vakit sonra da bıkar. Adını sanım
ağzına almayıverir. Sen ondan şimdi ne koparırsan, onu kıskandırmakla
koparabilirsin... Daima ikinizin arasında bir üçüncü erkek gölgesi olmalı...
Şimdi Mâil seni o kadar seviyor ki, bir erkekle tutsa bile mümkün değil
senden vazgeçemez. Ama, kıskandırmayıp da kendini Mâ-ile vakfedersen,
az müddet sonra onun muhabbetinde bu şiddet kalmaz; yavaş yavaş senden
usanır.

— Kulaklarıma inanamıyacağım geliyor...

— Buralara akim ermedikten sonra sen nerenin nazeninisin?.. Kızım,


avuçla lira versen bu nasihatleri benden başkasından işitemezsin...
Sözlerime iyi dikkat et. Mâilin üzerine mutlaka bir hiyanette bulun,
demiyorum. Daima arada bir rakip bulundurur gibi davran... Seni elinden
kaçırmak tehlikesini Mâile anlatmaktan bir an hâli kalma... Üç gece
kaybolup dördüncü akşam geldiği, âdeta hasta gibi olduğu vakit sen ona
karşı ne muamelede bulundun?

— (Mendiliyle göz yaşlarını silerek) Ne muamelede bulunacağım?..


Ağladım, sızladım, bütün hicranlarımı döktüm. Üç gecedir yerde yattığımı,
önüme konan yemeklere el sürmediğimi anlattım. Bir daha beni böyle üç
'gece bir sıraya yalnız bırakmaması için yemin ettirdim. Kendisi yanımda
olmadıkça günlerin, gecelerin bana yıl kadar uzun geldiklerini söyledim...
— (Hiddetle ellerini dizine vurarak) .Sus artık alık karı, sus... Böyle erkek
zaptolunmaz. Bak öfkeden dudaklarım ıgüverdi.. Kız, sana böyle mi ders
verdiler?

— (Sesini dikleştirerek) Hoca Hanım, affedersiniz, însam o kadar alık, .bön


yerine koymayınız. Ben alacağım

dersi mükemmel aldım. Mâil Bey gibi çoklarını yardan atlattım. Fakat bunu
cidden seviyorum. Sevdamı zaptede-miyorum. Bir gün, iki gün dişimi
sıksam ,bile üçüncü günü ağlıyarak bütün gönlümün esrarını
döküveriyorum... Aşkımı yenmek kabil olmuyor. Sevmediğim bir erkeğe
karşı ne yolda olsa lisan kullanabilirim. İşin içine böyle şiddetli sevgi
girince iş değişiyor. Meselâ o gelmediği zaman yemek yiyemiyorum. Şimdi
ıben mideme nasıl buyurup da iştahımı açabilirim? Sonra uyku
uyuyamıyorum. Dön bu tarafa, dön o tarafa; uyumağa uğraştıkça daha
muazzep oluyorum. Bu sevda hastalığı o kadar .tuhaf ki, insan kendi
kendine malik olamıyor... İşin en fenası, zevcesi Sâibe Hanımı beyden son
derece kıskanıyorum...

— (Dikkatle Şöhrti süzerek) iSahi hastasın kızım, gönül hastası... Fakat bu


muhabbete perhiz lâzım. Dediklerimi yapamıyacaksan, nafile ben bu işi
üzerime abrayayım...

— Sözlerinizi yerine getirmeğe uğraşacağım... Sizden himmet, benden


gayret...

Hoca Hanım gözlerini kapayıp bir müddet homurdandıktan sonra:

— İyi saatte olsunlar, Mâil ile senin izdivacınızı arzu ediyorlar. Eğer nikâh
ettirmezse Şöhret sevgilisini elinden kaçıracak diyorlar. Bunun için
verdikleri talimat da şunlar: Mâil Bey geldiği akşam Şöhret Hanım
mükemmel bir kavga etsin. «Böyle kötü karı namı altında yaşamaktan artık
bıktım. Tövbekârlığa cidden karar verdim. Beni kendine nikâh edeceksen
et; etmiyeceksen doğru bir cevap ver; yakamı senden sıyırayım... Ciddî,
kalbı bir tövbe ile eski günahlarımdan kurtulmuş olurum. Beni şer’î bir
akidle alacak bir adam elbette bulunur. Artık elimi eteğimi bu (çirkef)
yaşayışından çekeceğim. Benim bu namusluca teklifimi kabul etmemek,
gönlüne nedamet erişmiş bir günahkâr kadını tövbeden, iyi yola gitmeden
alıkoymak demektir. Dünyada, âhirette benim için büyük bir ukubet olan
böyle bir fena halde devamımı, kalmamı isteyen bir adam bana dost değil,
büyük bir düşmandır. Teklifime bir cevap ver bakayım: Sen benim dostum
musun, düşmanım mısın? Anlıyayım...» desin diyorlar, îyi saatte olsunlar
böyle söylüyorlar. Bak ben de ne diyorum kızım... Bu teklifi ıböylece
edersin. Baktın ki aldırmıyor; seni alacak bir erkek hazırmış gibi
davranırsın... Eski âşinâlarından biri yok mu? İşte onu ortaya sü-rüver...

— Eski âşinâlarım çok... Bu son defa kendini terke-dip kaçtığım Şeydâ Bey
var...

— Hah, işte pekâlâ... Şeydâ Beye bir haber gönder. Mâille bir (maraza)
kapısı açsın... Korkma yavrum. Mâili iyi bir donat... Kabil değil seni
terkedemez. Fakat demiri tavında dövmeli... Şey yavrum, Şöhret, bir mesele
var, onu merak ettim. Sen bu Mâile nikâhla vardıktan sonra heriften
bıkarsan ne yapacaksın? Ayağın bağlı bulunacak... , ! | l İ 1

— (Gülerek) A, bu işten kolay ne var Hoca Hanım? Ben ondan


usanmıyayım yoksa... Hiç ben köstek tutar mıyım?..

Nefise, Şöhreti de okudu üfledi. Mâile suyunu içirmek için yazılı kâğıtlar
verdi. Sâibeye yaptıklarını aynen buna da yaptı. On gün sonra yine kendine
müracaat etmesi tavsiyesinde bulundu. O günlük son nesayihi olmak üzere:

— Sâibe Hanım keskin bir büyücüye gidip geliyor. Onun büyülerinin


zıddını bulup da yaptıklarım hükümsüz bırakmak için çok sıkıntı
çekiyorum. Gevşek davranırsan Mâil elden gider.

Dedi. Bu sıkıntılara mukabil on lirasını aldı. On gün sonra yine müracaat


etmesini ihtar ile Şöhretin arkasını sıvayarak:

— Haydi yavrum, korkma. Senin zahirin benim... Bağır çağır...

Teşvikiyle müşterisine yol verdi.

MAİLDE TELÂŞ
9

Mâil bermûtad yine bir akşam kalemden konağa avdet etti. O ıstırap haneye
gireceği esnada yüreğini hale-can alırdı. Bu teessürünün birinci sebebi, o
geceyi Şöhretten uzak geçirmek mecburiyeti, İkincisi hareme girer girmez
kendini istikbal edecek zevcesi Şaibenin müessir hüznü idi. Biçareyi öyle
zayıf, uçuk, mağmum bir çehre ile görmesi — bu, hale sebep kendi
olduğunu bildiği için — Mâilin rikkatine dokunuyor. Kendi kendine:

— Zevcesi tarafından bu kadar şiddetle sevilmek de bazan bir erkek için


büyük bir bedbahtlık, âdeta bir fe-lâket olacağını bilmezdim.

Derdi. O akşam içeri girdi. Merdiven başında boylü boyunca pişi teessürüne
çıkan, bir gam heykeli gibi dikilen zevcesinden eser görmedi. Taaccüp etti.
ISâi'benin istikbale çıkamaması fevkalâde bir hale delâlet ediyordu.
Evlendiklerindenberi zevcesinin sebepsiz böyle bir ihmali hemen hiç
görülmemişti. Delikanlı yine içinden:

— Hasta olmalı; hasta... Fakat az buz bir hastalıkla da Sâibe bu ihmalde


bulunmaz. Çok hasta olmalı...

Dedi. Dairesine girdi. Arkasından pardesüyü, başından fesi attı. Bir


(robdöşambr) giydi. Odanın içinde beş aşağı beş yukarı gezinmeğe başladı.
O aralık zevcesinin hastalığı Mâilin işini pek 'bozacaktı. Çünkü her akşam
konağa gelmek lâzım... Zevcesi yatağın esiri iken beyin öyle haftada birkaç
gece gaybubeti, bu bapta ne kadar kuvvetli ve meşru sebepler gösterse, ne
kadar muhik mazeretler icat etse yine ev halkınca fena tefsirlere, kötü
telâkkiye uğramaktan kurtulamıyaoaktı. «Karısı bir kalıp yatıyor da çapkın
fütursuz zevkinde, eğlencesinde geziyor» denecek. Belki de Sâibenin
hastalığına kocasının bu gezintileri sebep olduğu hakikatleri eşelenecek..,
Hayli zamandır karı koca beyninde sır olarak devam eden facia patlak
verecek... Her gece karısı nezdinde bulunmağa cebri nefs gösterse, beri
yanda Şöhreti nasıl teskin etmeli?.. Karı küplere binecek; beni böyle yalnız
evlere çıkardın da hizmetçiler eline bıraktın. Kendin gelmez, görünmez
oldun. Hanım karın bu kadar kıymetli idiyse evvelce dü-şüneydin. Ben
sensiz durup oturamıyorum. Mutlaka haftanın yarısını benimle
geçirmelisin., dâvasına kalkışacak...
Mâil düşüne düşüne gezindi; yine kendi kendine:

— Ben de ne kadar hodbinlikle düşünüyorum. Sâibenin hastalığı ağır


mıdır? Evvelâ orasını aklıma getirmiyorum da, Şöhretle olacak macerayı
düşünüyorum.

Dedi. Zevcesinin hastalığı ağırsa?.. Tehlikeli ise?.. Biçare vefat ediverirse?..


Mâil o zaman izdivaç rabıtasından kurtuluyordu. Şöhrete olan
muhabbetinden, sevdası derdinden dolayı kendinden artık hesap soracak,
ef’alini muahazeye nefsini salâhiyettar bilecek meydanda kimse
kalmıyordu. O zaman fahişe karıyı doya doya sevebilecekti...

Bunları düşünüp gezinirken Mâilin gözleri aynaya isabet etti. Kendi


kendinden utandı. Çehresi kıpkırmızı kesildi. Sâibenin vefatmı arzu
eylediğini nefsine karşı itiraf etmek istemedi. Vicdafunı tenzih için tevil
yolları aradı. Hakikatte zevcesinin ebedî gaybubetini arzu eyliyor; fakat o
surette ki, zavallı kadın hastalansın, Mâil onu kurtarmak için son gayretiyle
uğraşsın... Müracaat etmediği deva, şifaî tedbirler bırakmasın... Lâkin hasta
kurtulmasın. Vefatından sonra zevci beyefendi hem kendi vicdanına, hem
de âleme karşı:

— Ne yapalım? Başvurmadığımız deva kalmadı. Tıp fenninin son tedavi


usulünden yardım beklemekte kusur etmedik. Heyhat! Ecele çare olur mu?
Kurtaramadık...

Diyebilsin.

Bizi ruhun samimiyetiyle sevenler hakkmdaki bu kayıtsızlığımız,


nankörlüğümüz onların gaybubetleri, vefat-lariyle ekseriya hissiyatımız
üzerinde bir aksülâmel husule getirir. Kendilerini elden çıkardıktan conra
kıymetlerini anlarız. Gençlikte hemen umumiyetle gönlümüz her tarafa
devran meyli görülen o fırıldaklara benzer ki, sevda rüzgârı ne taraftan
eserse o cereyana kapılmakta, her aşk sarsarı ile dönmekte 'güçlük çekmez.
Fakat gönül bu hercailiklerden usanınca, aşk ve havadan yorulunca, evvelki
nefsanî huzuzat artık şefkate tahavvül eder. Hayatın yorgunluk devresinde
badema ruhun sükûneti, vicdan tesellisi arar. 1 , ' '
îşte Mâil bu fırıldak devresindeydi. Şaibenin kıymetini, lüzumunu hakkiyle
takdir edebilmek için daha seneler, seneler lâzımdı. Tefekkürlerinin bazı
müiheyyiç akşamını mırıltıdan biraz yüksek derecede söylenerek gerindi.
Sâibe hasta ise halayıklardan, hizmetçilerden niçin biri gelip de hanımın
rahatsızlığım haber vermiyor? Bir şey lâzım olup olmadığını sormuyor?
Beyefendi soyunacak mı, oturacak mı? Kimsenin vazifesinde değil...
Sâibeyi hasta zannettiği halde bile mûtad hilâfı hizmetine şitap
gösterilmemesine hiddet eder gibi oldu. Zile bastı. Biraz sonra içeriye
Sâibenin halayığı Gülendam girdi. Mâil sordu:

— Hanım nerede? Keyifsiz mi?

— Hayır efendim, keyifsiz değil...

— Ne iş görüyor öyleyse?..

— Şey efendim, aşağıda Nimeti Hanımla tavla oynuyor...

— Acaip!.. Benim geldiğimi duymadı im?

— Bilmem efendim...

— Haydi git halber ver. Bey geldi, sizi istiyor de...

Halayık çıktı. Beş, on dakika, ıbir çeyrek geçti. Sâibe

Hanımdan eser yok... Acaip kelimei istiğrabiyesini Mâil asıl şimdi, hem de
birkaç defa salıverdi. Yirmi dakika sonra nihayet Sâibe geldi. Mâil:

— Bendeniz geleli 'bir saati geçti. Nerede idiniz? Geldiğimi duymadınız


mı? i ' ! ı

— Duydum. Fakat tavla oynuyordum da oyunu bırakamadım.

— Sizi oyundan kaldırıp rahatsız ettiğim için affınızı istirham ederim.


Aşağı buyurunuz. Oyununuzun arası soğumasın...

Mâil, bu teklifinin şiddetle reddedileceğine intizarda iken Sâibe:


— Peki... Ben gidiyorum. Gecelikleriniz orada, her şeyin yerini
biliyorsunuz. Kendiniz soyununuz. İsterseniz 6İze yardım etmek için
Gülendamı göndereyim...

Sözleriyle yürüdü, gitti. Bu muameleye karşı Mâil bütün bütün şaşırdı.


Afalladı. Gözlerine, kulaklarına inan-mıyaoağı geliyordu. Şu hali bir
hakaret sayarak beş on gün konağa gelmemek için bundan bir münazaa
vesilesi çıkarmak yolunu düşündü. Şöhretin muhabbeti şiddetlendikçe,
diğer hissiyatına galip geldikçe anası, babası, karısı hakkmdaki hürmeti,
sevgisi azalıyor; daha doğrusu onlan göremez, düşünemez oluyordu. Evet,
zevcesinden gördüğü bugünkü muameleyi hakaret addederek beş on gün
konağa gelmemek... Bu gaybubet günlerini de sevgili Şöhretinin yanında
geçirmek... Bunu çok düşündü ve muvafık bulmadı. Bu uzun gaybubeti
ailesince merakı davet edip de oğullarının nerede bulunduğunu araştırmağa
kalkışırlarsa, kapatma keyfiyeti meydana çıkarsa, zavallının işi bitikti.
Çünkü Mâilin pederi, gelini Sâibe Hanımı hemen oğlundan ziyade
sevdiğinden, bu «Şöhret» beliyesi aile arasında aleniyete çıkar çıkmaz
mahdum beyin dizginleri kısılacak, derhal lâzım gelen nasihatlere
girişilecek, nasihatle olmazsa tekdire kıyam olunacak... Öyle de uymazsa
Mâilin elinde para bırakılmıyacak... Kabilse gitsin, kaleminden aldığı bin
kuruş maaşla geçinsin... Delikanlının hep o atması, tutması baba
sayesinde... Ayda doksan, bazan yüz altını tecavüz eden masarifin membaı
kuruyuverecek...

Mâil tefekküratım buralara 'getirince Sâiıbe ile bozuşmak hiç işine


gelemiyeceğini anladı. Fakat zevcesinin kendini şiddetle sevdiğini
bildiğinden, mümkün olduğu kadar biçare kadma nazlanarak, kafa tutarak
idarei maslahat etmek yolunu düşündü.

Akşm oldu; ailece yemek yendi. Sâibe pek soğuk bir tavır gösteriyordu.
Zevcesinin halinde bir fevkalâdelik var ama, Allah encamını hayreyleye.
Bakalım sonu ne çıkacak?..

O gece karı koca dairelerine çekildiler. Beyinlerinde yarım saatten ziyade


Ibir müddet sükûtla geçti. Her ikisi de gûya yekdiğerine hitap etmekten
korkuyormuş gibi birer tereddüt ve ihtiraz halinde idiler. Mâil göz ucuyla
karısının haline dikkat ediyor, zavallıyı her vakitten ziyade solgun, zayıf,
müteellim görüyordu.
Sâibe eline bir kitap, kocası da bir gazete aldı. İkisinin de göz gezdirdikleri
satırlardan ,bir kelimecik zihinlerine girmiyordu. ISayfaları ellerinde mahzâ
yekdiğerin-den teessürlerini gizlemek için birer ufak hâil, perde /olmak için
tutuyorlardı. Büyük fırtınalardan evvel görülen sükûnete ıbenziyen bu halin
daha ziyade devamına Mâil sabredemedi. Ne var? Zevcesine ne olmuş?
Bunu pek merak ediyordu. Gazeteyi elinden bir tarafa bırakıp ilk istizaha
kendi cüret ederek:

— Hanım; gündüz duçar olduğum hakaretinize bu akşam inzimam eden


münfeilâne sükûtunuz, beni hayrete müstağrak etti. Maksat tahkir ise
gündüzki kâfi...

Sâibe gözlerini kitabın satırlarından ayırmıyarak gûya bu sözleri duymamış


gibi hiç cevap vermedi. Mâil beş on saniye cevaba intizardan sonra:

— Bana söz söylemeğe yemin mi ettiniz, hanımefendi?..

Sâibe gözlerini kitaptan ayırıp:

— Yemin etmedim efendim... Bir kadının, zevcine karşı ömrü oldukça söz
söylememek için yemin etmesi kabil olaydı, belki cariyeniz de ederdim...
Lâkin ne yapayım, kabil değil...

— Demek o kadar bendenizden müteneffirsiniz? Pek tuhaf!..

— Zannettiğiniz kadar da tuhaf değil efendim... Daha beynimizde ne


tuhaflıklar var ki, nisbet edilse bu hiç kalır...

— Sâibe Hanımefendi! Kocamza hitap ederken çehrenizin aldığı küstahça


tarzı görmek isterseniz lütfen aynaya bakınız... Maksadınız istiskal ise bu
hakaretlere lüzum yok. «Herif ben senden nefret ediyorum; bu eve bir daha
gelme..» deyiniz...

— Beyefendi, çoktandır siz bu sözü bana söyletmek istiyorsunuz. Fakat


buna teıibiyem müsait değildir. Bununla beraber çehrem, sözlerim size
küstahça görünüyorsa ifadelerimi istediğiniz surette tefsir ve telâkkide
serbestsiniz...
— (Hiddetle) Yetişir Hanım! Yetişir!.. Seni istemiyorum, buradan defol.,
demenin daha bundan nazikânesi olamaz. Kızım Makbuleyi getirtiniz.
Yavrumu bir parça göreyim, şimdi giyinip kapıyı çıkayım... ,

— (Tebessümle) Yavrunuz Makbuleyi bir babalık hissi ile değil, mahzâ


sözlerinize bir rikkat rengi vermek için kale alıyorsunuz. Çok şükür, çocuk
kimsesiz değildir...

Onu sevecek ben varım. Büyük pederleri, büyük valideleri var... Ne ben, ,ne
de kerimeniz sizin muhabbetinize müftekir değiliz. Siz bütün sevda
coşkunluklarınızı, öyle bozuk bir kalbin temayüllerine muhtaç olan yine
öyle bozuk karılara hasrediniz...

— (Gözlerini açarak) Sâibe, şimdi çıldırırım... Birkaç gün zarfında böyle


nasıl tıynetinizi tebdil ettiniz? (Dikkatle bakarak) Yoksa sen zevcem evvelki
Sâibe değil misin?..

— ISîz evvelki Mâil olmak tıynetinden uzaklaştığınız gündenberi


cariyenizde de böyle bir tebeddül husulüne şaşilamaz.

— Kulaklarıma itimat edemiyeceğim geliyor. Nezaketin, terbiyenin


mücessemi zannettiğim bir kadın ağzından şu sözleri bundan ziyade
işitmemek için hemen gideyim...

— (Bir isihkar nazarı atfederek) Gidiniz beyim. Durduğunuz kabahat...


Lâkin nereye gideceksiniz? Pederinizin evinde içiniz sıkılır. Otelde yatmak
âdetiniz değildir. Samatyadaki evinize gideceğiniz bir emri âşikâr... SÖyli-
yeyim de arabayı hazırlasınlar. Bu âne kadar kira ara-balariyle taşındığınız
bir eve ,bu akşam da kendi’ arabanızla gidiniz. Eğer Şöhret Hanım
kıskanmazsa, onun tekdirinden korkmazsanız, kızınız Makbuleyi
getirteyim, seviniz, öpünüz...

Bu Samatyadaki ev sözünü zevcesinin ağzından işitir işitmez Mâilde


hoşafın yağı kesildi. Çehresi evvelâ sapsarı bir renk aldı. Sonra kızardı.
Müteakiben morardı. De-mindenberi göstermeğe fuğraştığı câlî hiddet ve
teessürlere bedel şimdi kendini korku ile kanşık ciddî bir infial yakaladı.
Titriyen ibacaklarile odanın içinde bir iki gezindi. Sâibe karşıdan
muzafferane bir tavırla kocasına bakıyor, onun öyle titrediğini, bukalemun
gibi renkten ren-

ge girdiğini gördükçe taşı gediğine güzelce yerleştirmiş olduğundan dolayı


seviniyordu.

Mâil «bir iki gezindi; sükût ikrardan gelir. Böyle mühim anlarda serî ,bir
karar ittihazı lâzımdır. Mâil için kârdan başka çare yoktu. Şöhreti
iSamatyadan diğer bir mahalleye nakil ile bu şayianın esassızlığmı ispat
.mümkün zannediyordu. Eski tavrını bozmamağa beyhude ıbir cebri nefsle
kaşlarım «çattı. Karısına dönerek:

— Hakaretlerinize bir de yalan, böyle büyük bir iftira ilâve etmeyiniz.


Samatyadaki evim imiş; bu da nasıl söz? Bunu da kim çıkardı?

Sâibe demindenberi gösterdiği metanete rağmen artık göz yaşlarını zapta


muktedir olamıyarak gözlerini sile sile:

— înkâr etmeyiniz beyefendi... Size iftira eden yok Ben aleyhinizde ne


yalanı kabul ederim, ne de iftirayı...

Sâibeyi her halde ialdatmak, kandırmak lâzımdı. Hazır kadıncağız ağlarken


rikkatini bütün bütün tezyit ile merhametini celp için Mâil koştu; zevcesinin
dizleri önüne atıldı. En müessir istirham sadasiyle:

— iSâibeciğim, seni ne kadar sevdiğimi bilmezsin... Bugün şu. konağa


girdim gireli bana ettiğin hakaretleri işte affediyorum. Çünkü affetmemek
elimde değil... Seninle beş dakika dargın durmağa tahammül edemem.
Anlaşılan aramızı bozmak için bazı husumetkârlar böyle «Samatyada ev»
filân gibi birtakım eracifle seni iğfale uğraşmışlar... Fakat onlardan ziyade
bana itimadın lâzım gelir. Ne ile istersen seni temin edeyim ki, ,bu dediğin
şeyin aslı yoktur.

Sâibe müteneffirane başını öteye çevirerek:


— Beyefendi, ayıptır. .Söylediği sözlere kendi itimat etmiyen bir aktörün
sahte tavırları, câlî teessürleriyle dizlerime atılıp da bedaheti inkârda bu
kadar ısrar göstermeyiniz. Haniya, eski mertliğiniz nerede kaldı? Birkaç
ayda o mel’un karı sizin ahlâkınızı kendi gibi nasıl bozmuş? Sizi karşımda
yalan söylemekte bu kadar cüretkâr görünce her derdimi unutarak yalnız bu
halinize saatlerce ağlıyacağım geliyor... Evet Mâil, sen Samatyada bir ev
tuttun. Döşettin, dayattın, o karıyı içine koydun... Bu inkâr kabul etmez ıbir
hakikattir. ,Sokağın ismini, evin rengini numarasını, sonradan taktırdığınız
kafesleri aynı aynına haber verirsem daha bir diyeceğin kalır mı? Yine
inkâra cüret edersen seni şimdi mephut bırakacak elimde kavi deliller var...
Câliyette, sahtekârlıkta bundan ziyade ileri vararak beni yeisten bütün bütün
öldürme...

Mâil asıl şimdi sıfırı tüketti. Karşısındaki Sâibenin eski Sâibe olmadığını
görüyordu. Fakat zevcesi bu nâge-hanî tebeddüle nasıl uğramış? Ona ıbir
türlü akıl erdire-miyordu. Samatyadaki evin tarifinde bu kadar mutabık,
muvafık malûmat aldıktan sonra inkârda bundan ziyade ısrarın mâna9i
olabilir mi? Lâkin Mâil, müşkül bir mevkide kaldı. Ne isnadı redde, ne fie
hakikati itiraf edebiliyordu. O melek gibi halım, mütehammil Sâibeyi böyle
galeyana, şiddete düşüren sebep nedir? Şüphesiz, Mâilin iSamatyada
Şöhrete ev tutmuş olduğunu işitmiş olması... Evet, görünürde bundan başka
bir sebep yok. Bunu duymakla kadın birdenbire tabiatini tebdil etmiş. O
tehevvürlere düşmüş. Şimdi Mâil bu rivayeti tasdik etse zevcesi bütün
bütün köpürecek... Halin gidişi onu gösteriyor. Red, tekzip etse,
muhatalbasım kandırabilmek imkân harici gilbi görünüyor. İnkârının olanca
metanetiyle yine Mâil redde cüretle:

— Sâifoeciğim, seni iyiden iyi iğfal etmişler. Bu Samatyadaki ev


keyfiyetinin aslı yok. Bu isnadı sen ne kadar tekrar etsen, ben de o kadar
redden çekinmem. Çünkü esassız... (Birdenbire aklına bir şey gelmiş gibi
düşünüp alnını sıvayarak) Ha, ha, şimdi anladım. Daire refiklerimden bir
Hayati Efendi yok mu? îşte o zat Samatya-da böyle bir ev tuttu. Bu rivayet
ondan azma olmasın?.. Hayati ev tuttuysa bana ne?..

Bu inkâra karşı Sâibe, yerinden fırlayıp yumruklarını sıkarak: ^

— Beyefendi; âr, hicap denilen şeylerden külliyen vaz mı geçtiniz? Bir


fahişe sevdiğinizi bana itiraf ettikten sonra onu bir eve kapatmış olmanızı
inkârda bu çocukça ısrarın mânası nedir? Hayati Efendi ile içtiğiniz su ayrı
gitmiyor. Karı kapatmak için size lâzım olan bir evi Hayati kendi namına
tutabilir. Zaten p çapkınla ıbir ayrın: z gayrınız yok... Hayati Efendi
dediğiniz herif kibar zade değil!.. Kalemdeki maaşı yetmiş beş 'buçuk
kuruştan ibaret!.. Nasıl oluyor da o .adam, sekiz on lira aylıklı bir ev icar
edebiliyor bakayım? O kadar zihniniz karışmış kİ, inkâra uğraştığınız bir
şeyi kemali belâhetle itiraf ediyorsunuz da haberiniz yok.

Mâil artık ye’sinden kendini kaybedecek bir Jıale geldi. Zevcesinin bu son,
maatteessüf haklı tahkirlerine tahammülden âciz kalarak: j

— Hanım, ağzınızdan çıkanı kulaklarınız işitsin... Beynimizdeki muhavere,


terbiyeli zevç, zevce arasında cereyan edebilmek nezaketinden uzaktır. Size
karşı tevazu gösterdikçe kadınlığınız icabı kabarıyorsunuz. Bunu belâhe-
time hamlediyorsunuz. Yapmadığım bir şeyi bana zorla yaptım dedirtmeğe
uğraşıyorsunuz. Ev tuttuğum vakit ne lâzım gelir?.. Üstünüze birkajç da
evlenirsem kimin ne demeğe hakkı olabilir? Evet, tuttum. Bir kadın
kapattım... Ne buyuracaksınız bakayım?..

— Buyuracağım şey, bundan sonra yanıma gelmiye-rek o tuttuğunuz evde


oturmanız; böyle yalanlarla, dolanlarla bu cariyenizi rahatsız etmemenizden
ibarettir. ,

— (Gözlerini açarak) (Sâibe!..

— Evet Mâil Beyefendi... Öyle çirkef bir kadının mü1-levves ağuşundan


çıkan, onlara mahsus kokular neşreden vücudunuzla gelip namuslu bir
muhiti kirletmeyiniz.

— Demek, evinizden beni başa kaka kovuyorsunuz?..

— Kovmuyorum... Islahı nefisten sonra teşrifinizi temenni ediyorum.

— Hayır, bu âdeta kovmaktır.

— O suretle telâkkide ısrar ediyorsanız onu da siz bilirsiniz...


— Sâibe, bu gece bana tahkirlerinin derecesini düşünmeden söz
söylüyorsun...

— Efendim, sözün kısası; ya o kan, ya ben! Son cevabınızı verir; sonra


istediğiniz yere gidersiniz. İşte kapı.

Mâilin gözleri karardı. Hemen elbiselerine atıldı. Alelacele giyindi. Şedit


ıbir istihkar tavriyle karısına dönerek :

— Bin Sâibeden geçerim de bir Şöhretten geçmem... îşte son cevabım...

Dedi. Odadan fırladı.

*•*

Sâibe odanın ortasına câmit bir cisim gibi yığıldı kaldı. Âlemi hakikatte mi
bulunuyor, rüya mı görüyor? Bilemiyordu. Kocasının son muhakkarane
sözleri nâmüte-nahî akislere uğrayan mâhuf bir nida gibi kulaklarmda
çınlıyor, «Bin Sâibeden geçerim de bir Şöhretten geçmem» sözlerini sanki
bir fonoğraf tam müşabehetiyle ardı arası kesilmeden tekrar ediyordu. Bu
müthiş cümlenin eri-şemiyeceği bir yer, onun .elîm ihtizazlarından masûn
bir yer aradı. İki zayıf koluna istinatla sürüklene sürüklene odanın bir
köşesine gitti. Fakat yine işitiyordu. Kulaklarını tıkadı. Bir iki dakika evvel
başından geçen hal ne idi? Bütün hayatınca başından geçen teessürat hulâsa
edilse, bir saatlik cüzü bir müddete sikıştınlsa, yine ko-casiyle biraz evvel
geçirdiği o mücadele esnasındaki te-şirine tekabül edemez. Mâilin bu gidişi
bir daiha o eve avdet etmemek üzere ebedî bir uzaklaşma mıydı? Kocasına,
(sevıgili Mâiline karşı tahkirde Sâibe niçin o kadar ileri vardı? Elleri
arasmda .başını sıkarak bu mecnunane hareketinin sebebini düşündü.
Çardaklı bakıcının tembihi böyle idi.

Nefise Hanım: ,

— Korkma, ağzına geleni söyle. Mâil sana bir şeycik yapamaz. Senin
arkanda ben varım, demişti.

Zevcesine karşı Mâilin cüret edebileceği en fena hareket ne olabilir? Her


halde dövmek değil, sövmek değil... îşte böyle 'bırakıp 'gitmek; ıbir daha
gelmemek olabilir... O korkulan şey de vaki oldu; Nefise Han:m niçin buna
mâni olmadı?

Mâilin öyle mütehevvirane gidişinden, sonu talâka müncer olacak bir


şiddetle gittiğini Sâi'be anladı. Hemen çarşaflanıp kocasının arkasından
koşmak, yetişir yetişmez ayaklarına kapanarak af ve merhamet dilemek
istedi. Lâkin böyle ıbir harekete niyet etse de, cüret gösterebilmesi kabil
değildi. Zavallı kadın kendi kendini yoluyor, tetkik ediyor; kocası odada
bulunduğu müddetçe olan tehevvürünün, onun gaybubetiyle »böyle derhal
nedamete tahavvül edivermesindeki hikmeti anlıyamıyordu.

Mâilin, öyle vakitsiz sofalardan, merdivenlerden koşarak çıkıp gitmesi, ev


halkının dikkatini celbetti. Validesi. dadısı, Sâibenin odasına geldiler.
Biçareyi o halde görünce karı koca beyninde şiddetli bir infial vukuunu an-
lıyarak istizaha giriştiler. Sâibe yine hakikati ketm ile: «Ehemmiyetsiz bir
dargınlık» cevabını verdi. Kendini yalnız bırakmalarını rica etti. Mâile karşı
gösterdiği o bir saatlik metanet, mukavemet, biçareyi o kadar yormuştu ki
artık ne durmağa, ne oturmağa takati kalmıyarak döşeğine, hayli müddet
yarısı boş kalan ıstırap firaşına uzandı. Baygınlığa benzer bir uyku ile
arasıra kendinden geçiyor; fakat tamam daldığı esnada: «Bin Sâibeden
geçerim de bir Şöhretten geçmem...» sözü elemli simasında tanin endaz
oluyor, titriyerek uyanıyor, döşeğin içinde oturur yor, saçları ürpermiş,
gözleri .büyümüş şedit bir asabiyet halile etrafına bakmıyor; o müellim
cümlenin nereden geldiğini anlamak için odanın dört yanma kulak
kabartıyor; o sözleri yine aynen işitiyor, azîm bir telehhüfle cevaba
kalkışarak:

— Hayır Mâil, hayır... Bin Sâibe bir şöhrete feda edilemez. «Şaibeler» öyle
zannettiğin gibi binlerle çok değildir. Bu elindekini ifna edersen artık başka
Sâibe bulamazsın... Sevgili beyim; .beni affet... îşte nadim oldum, îsmeti,
fuhşa çiğnetme; pişman olursun.

Diyordu. Bu iftirakm ikinci, üçüncü gecesi Şaibenin ye’si, nedameti


tahammül edilemez bir dereceyi buldu.

**»
Mâil mecnunane bir hiddetle o gece kendini sokağa atınca beş on adım
yürür, fakat ne yapacağnı bilemez. Hareket hedefini tâyin için duru**;
birkaç dakika düşünür. Hiddete mağlûbiyetle pek fena bir harekette
bulunduğunu anlar. Şimdi dosdoğru Şöhretin evine gitse uymıyacak. ISâibe
o tehevvür haliyle, Samatyadaki ev keyfiyetini öyle an’anesryle ebeveynine
haber verirse onlar da Mâilin pederi Merzuk Efendiye hakikati ihbar
edecekler; tahkikata girişilecek; macera tamamiyle meydana çıkacak. Sâibe
yerden göğe kadar hak kazanacak. Merzuk Efendi, böyle karı kapatmak
hareketine karşı oğlunu yalnız tekdir ile iktifa etmiyecek bu çapkınlığı kısa
kesmek için nasıl şiddetli tedabir ittihazı kabilse o yolda davranacak...
Mâilin işi bitecek...

Delikanlı düşünür düşünür, o gece tamiri müşkül bir hatâda bulunmuş


olduğunu görerek meyus olur; olan oldu. Şimdi meselenin en muvafık
cihetini araştırır. Nihayet Samatyadaki ev maddesini katiyen inkâra ve öyle
bir evin, hususiyle içindeki kapatmanın kendine asla taallûku olmadığını
iddiaya karar verir. O eve girip çıktığı inkâr kabul etmez bir mertebede sabit
olursa evi de karıyı da Hayatiye malederek pederi nazarında tebriye etmesi
en muvafık bir hareket addeder. O halde bu gece nereye gitmeli? İsnadı red
için pederinin konağına gitmeden başka çare yok...

Pederinin evine böyle vakitsiz vürudu oradakileri meraka düşürür. Niçin


geldiğini pederi ısu*al eder; Mâil kem küm etmeğe başlar. Merzuk Efendi
sualinde ısrar gösterir. Mahdum beyefendi nihayet şu cevabı verir:

— Zevcemle bozuştum.

— Sebep?..

— Niçin sükût ediyorsun? Kabahat sende de onun için ses çıkaramıyorsun.


Ben gelinimi bilirim; melek gibi bir kadındır. Kim bilir zavallıya ne yaptın?
Daha münazaanızın sebebini anlamadan kabahatin katiyen sende olduğuna
hükümden çekinmem. Mâil, ben öyle bozuşma mozuşma bilmem; şimdi
zevcenin nezdine avdet etmeli; kendinden af dilemeli...

Mâil, pederinin bu kat’î emrine karşı muvafakat ive-ya red cevabı


vermeksizin odadan çıkar. Pederiyle kendi arasında validesinin tavassutunu
rica ederek:
— Anneciğim, Sâibe beni çok kızdırdı. Bu akşam fena halde öfkeliyim. Bu
hiddet üzerine mümkün değil oraya dönemem. Hem şimdi gitmiş olsam
karımı bütün bütün şımartmış olacağım. Pederime yalvar yakar, birkaç gün
burada kalayım.

istirhamında bulundu. Kayınvalidelerin en iyisinde, en haliminde bile yine


gelinine karşı çaresiz bir adavet şemmesi bulunur. Valide hanım şefkatle
oğlunun alnından öperek:

— A, öyle ya!.. Dur bakalım anlıyalım, dinliyelim; ibu dırıltınızın sebebi


nedir? Öyle ezbere hemen (Sâibe Hanıma hak verivermek olur mu? Baban
da bazan pek acaip işler yapar... Ben onu şimdi gider kandırırım. Haydi sen
odana çık otur. Burada üç gün de kalırsın, beş gün de... Sen niçin onun
ayağına gidecekmişsin? Kabahat gelinimde ise o senin ayağına gelsin,
barışsın.

Vakıâ valide hanım, peder efendiye ne dediyse dedi. Mâilin beş on gün
kendi nezdlerinde kalmasına pek ses çıkarılmadı. Lâkin delikanlı orada
kızgın ateş üzerinde oturur gibi ıstıraplı günler geçiriyordu. Sâibe bu
kapatma maddesini ifşa ederse Mâilin 'hali ne olacaktı? O zaman kim bilir
pederi' ne kadar hiddet edecek; ne gürültüler kopacaktı. îki üç gün geçti.
Gelin ailesi tarafından bir haber gelmedi. Mâil zevcesinde gördüğü bu son
tabiat ve ahlâk metanetine hayrette kalarak:

— Zevcem artık benden o kadar nefret etmiş ki, intikam almağa bile
tenezzül etmiyor. ,

Diyordu. Sâibedeki bu nagehânî tebeddüle acaba sebep ne oldu? Bunu


araştırıyor, ıbir türlü ucunu* kulpunu bulamıyordu. Sine sine yanarak sonra
birdenbire parla-yıveren ateş gibi zevcesinin feveran edeceği bir vaktin
hulûlünden endişe ediyor, her gün, her saat lSıâiıbe tarafından uygunsuz bir
haber gelecek zanniyle foîzar oluyordu. Zevcesinin o gece gösterdiği
hiddet, şiddetle bu şimdiki sükûtunu» neye hamletmeli? Bu sükûtta
ilânihaye devam edecek mi? Yoksa işi açmak için vakti merhununu mu
bekliyor? Mâil bu suallerin hiç birine cevap bulamıyordu. Kendini asıl
öldüren cihet başka idi:. Şöhret ne âlemde? Bu karıya olan iştiyakı
tahammülfersâ bir mertebeye geldi. Fakat nasıl gitsin, görsün?..
Samatyadaki mahut haneye girince Sâibe, kendi pederi ile kayınpederini
beraber alarak gelip kendini orada, Şöhretin sevda yatağında bastırıverecek
zannediyordu. Bu korkular, endişeler kalbindeki şiddetli sevda ile birkaç
gün mübariz bulundular. Nihayet aşk fırtınası her türlü korku kayıtlarına
galebe etti. Tahassür ateşi gözlerini ıbürüdü:

— Ne olursa olsun, Şöhreti gider görürüm. Pederim duyarsa, aidatımı


keserse kessin!.. Ben Şöhreti, Şöhret beni sevdikten sonra ayda bin kuruşla
da geçiniriz... Daha küçük bir eve çıkarız. Ekmek peynir yeriz; bunun daha
ötesi yok ya!.. Ben yine her türlü ihtirazî kuyûda riayetle giderim. Sâibe ile
barışmak icap ederse barışırım. Yine inkârda devam ederim. Hiç bir
tedbirde kusur göstermem. Keyfiyeti imkân derecesinde gizli tutarım. îş
böyle sökerse ne âlâ, sökmediği takdirde varsınlar; duysunlar. Şu anda,
Şöhretten ayrılamıyacağımı, kendimce bedahet mertebesine vardı.
Ayrılamam, ayrılamam... Elimde değil. Mümkün değil... İktidarımdan hariç
ıbir şey için beni nasıl zorlıyabilirler? Onlar da bana acıyorlarsa, şu karıdan
arzumu almcıya kadar keyfime dokunmasınlar...

Diyordu. Hâlen, hissen Mâilin mevkiinde bulunanların alelekser


muhakemelerinde, kararlarında ittırad yoktur. O aşk kâbusu onların her
tarafını sarmıştır. Göz açamazlar, iyiyi kötüyü göremezler; sairi filmenam
halinde dolaşırlar. Bütün hareketleri daima bir noktaya, gönüllerinin
mahıbubuna mâtuftur; hep oraya can atarlar, her mâniayı kaldırmayı göze
aldırmaktan çekinmezler. Önlerine ne gelirse çiğnerler, bazan çiğnenirler,
ezilirler.

Mâil de o muhabbet kâbusu içinde gûya her şeyi muhakeme etti. Nihayet
mâşukasının nezdine gitmekten kendini alamadı. Bu işin ne kadar tehlikeli
olduğunu artık göremiyordu. Birbirini nakzeden muhakemeler yekdiğerine
uymaz kararlar içinde Şöhretin -hasretine ancak üç gün kadar tahammül
edebildikten sonra dördüncü günü her şeyi göze aldırdı; erkenden
Samatyadaki eve gitti. Bir yandan iştiyak derdinden, diğer taraftan, bu uzun
gaybubetten dolayı ıpâşukasından işiteceği sitemlerin korkusiyle yüreği
çarpa çarpa merdivenden çıktı. Tıpkı Sâibenin hanesinde olduğu gibi
burada da istikbaline kaşan yoktu. Halecanı arttı. Seslendi. Şöhretin
refakatine tâyin edilen mahut yaşlı kadın meydana çıktı. Mâil kızara bozara
sordu:

— Hanım nerede?..
Kadın, hafif fakat mânidar bir tebessümle:

— Sokağa çıktılar efendim...

— (İstiğrapla) Bu kadar erken nereye gittiler?

— Bilmem efendim... Hanımefendi maşallah gidecek yer bulmakta hiç


zorluk çekmiyor.

— Araba ile mi çıktı?

— Arabalı araıbasız her gün süslenip süslenip kendini sokağa dar atıyor...

— Sizin vazifeniz onun refakatinde bulunmak değil mi? Niçin beraber -


gitmiyorsunuz?

— Bu evdeki vazifem içeride, dışarıda daima kendileriyle beraber


bulunmak olduğunu ,güzelce anlattım. Hattâ kendisi sokağa ç.kmağa
hazırlanırken, refakat etmek için bendeniz de çarşaflandım. Fakat gözlerini
üzerime açarak: «Hanım, böyle çarşaflanıp arkamdan gelmek emrini size
kim verdi?» diye sordu. Ben de: «Beyefendi verdi.» dedim. Hemen pür
hiddet başını sallıyarak: «Beyefendi konaktaki nikâhlı hanım karısı için
böyle bir emir verebilir. Bana karışamaz. Haydi hanım, çarşafını çıkar da
otur. Benim arkadaşa, kılavuza ihtiyacım yok. Çok şükür İstanibulun
sokaklarını bir baştan Ibir başa bilirim. Kendi kendime kaybolmam. Bu
sözlerimi iyice ezberle de beyefendi geldiği zaman bir bir tekrar et, e mi
hanım?.» dedi.

Mâili öyle şedit bir halecan aldı ki, boğulmamak için bir düziye
yutkunuyordu. Teessürünü belli etmemeğe uğraşarak yine sordu:

— Acaba ne vakit gelir?

— Akşama yakın... O kadın havalandı; ona bir şey oldu beyefendi...

Kadım bundan ziyade dinlemeğe Mâil tahammül edemedi; odaya girdi.


Yekdiğerini velyeden bu felâketler nedir? Zevcesi tarafından duçar olduğu
hakaretin acısı henüz beynini sızlatırken sevgilisi Şöhretin böyle gemi azıya
alması ne demek olacak? Bu ne garip tesadüf? Mâili tâzip için acaba bu iki
kadın sözleşmişler mi? Mümkün değil... Onlar buluşup söz birliği
edemezler. Yekdiğerine olan nefretleri buna mânidir. Fakat bu tesadüf
garabetine ne mâna vermeli?

Mâil yine odada gezinmeğe başladı. Gezindi, gezindi; • ucu bucağı gelmez
tefekkürlere, endişelere daldı. Saate baktı, henüz oraya geleli bir saati
tecavüz etmemiş. Demin görüştüğü kadının rivayetine nazaran ancak
ezanda gelecek... Daha vakit erken. Mâil ezana kadar bu cangü-daz
ıstıraplar içinde nasıl zaman geçirecek?

Bir odadan çıktı, diğerine girdi. Sevgilisinin bu azıtmasına sebep ne


olduğunu anlamak için bir emareye, bir nişaneye, bir esere tesadüf
edebilmek fikri mütecessisane-siyle kıyıyı bucağı, her tarafı gözden
geçirerek, araştırarak, kedi gibi koklıyarak dolaşıyordu. Şöhetin hiyanetini
ispat edecek bir emareciğe tesadüf edecek olursa? Tevili nâkabil bir nişane
elde ederse?.. O zaman ne yapacaktı? Böyle müthiş bir hakikatle karşı
karşıya gelmek değil; onun tasavvuru bile Mâilin tüylerini ürpertti.
Yapacağı şeyi bilemiyordu. Fakat böyle bir halin sübutu kendi için pek
vahim, pek dehşetli olacağını biliyordu».

Nihayet Şöhretin tuvalet odasına girdi. Burası karmakarışıktı. Tuvalet


masasının geniş mermeri üzerinde bir ufak tuhafçıya sermaye olacak kadar
kutular, şişeler, fırçalar, takımlar vardı. Fakat bunların üzerinde asabî, ha-
lecanlı, râşedar bir elin dolaştığını, süratle istimalini gösterir surette cümlesi
dökülmüş, dağıtılmış, saçılmıştı.

Mâil, tapaları açık bırakılmış tuvalet sularına, yarı dökülmüş pudralara,


kapları devrilmiş pomatalara, bir hercümerç halinde duran bu süs edevatına
baktı. Aradığı hıyanet emaresini bu tozların, boyaların, ıtriyatın içinde
bulabilmek fikriyle mermere yaklaştı; eşyadan bazılarını eline aldı; evirdi
çevirdi, yine yerine koydu.

Bir bağa firkete -gördü. Onu da muayene etti. Şöhrete kendisi böyle bir şey
almamıştı. Bu firkete* bir başkasının muhabbet hediyesi olmasın?.. Bu
çocukça muhakemesine sonra yine güldü. Şöhret, kendisi çarşıdan böyle bir
firkete alamaz mı? Böyle bir şey, o kadın için nasıl bir hi-yanet emaresi
olabilir... O döküntülere baktı, bakt1^ birdenbire çehresini bir ateş sardı.
Kendi kendine dedi ki:
— Ben de amma ahmak bir herifim... Bu kadının hi-yanet delâili işte
gözümün önünde duruyor. Bu döküntüler, saçıntılar nedir? Böyle kutuları,
şişeleri boşaltarak, devirerek alelâcele süslenerek nereye gitmiş? Bundan
bâ-hir dalâlet alâmeti olur mu? Haniya burada bulunmadığım akşamlar
Şöhret derdi iftirakımla ağlar, sızlar, döşeğe yatmaz, yemeğe el
sürmezmiş?.. Tuvalet odasının şu hali hanımın bana okuduğu o iştiyak
efsanelerinin tama-miyle zıddinı ispat ediyor.

Mâil bir sandalyeye oturdu. Yumruğunu, şakağına koydu; düşünmeğe daldı.


Ne kadar düşünse tefekküratı-nın hulâsasından bir iyi mâna bulup çıkarmak
kabil olmuyordu. Odanın dağınıklığına bakındı, bakındı. Lâcivert atlas
terliklerin bir teki pencerenin önüne, öbürü kapının yanına fırlatılmış; orada
burada sanki hiddetle koparılıp atılmış dantelâ, kurdelâ parçaları, kirli
çoraplar, mendiller; yakası yırtılmış bir gedelik gömleği, bir tek ipek
eldiven; yarı yerinden yırtık paçaları dantelâlı kad'n çamaşırları, bir tüylü
yelpaze; bir dağınıklık, bir karışıklık ki tarife gelmez. Sanki birkaç kişi
içinde curama teperek odayı bu hale getirmişler...

Bu karışıklığa meyusane bakıp dururken Mâil bir de zevcesi Sâibenin


tuvalet odasındaki intizamı, temizliği gözünün önüne getirdi. Orada her şey
yerli yerinde durur, parıl parıl parlar. Bütün eşyadan birer ismet kokusu
tayran eder. Zevcesinin kullandığı ıtriyat bile burnuna iffet ve »adakat
rayihası veren hafif, mahremane, müntehap kokulardır. Şüphesiz bu iki
kadının gönülleri de bu tuvalet odaları gibi olacak... Biri böyle çıfıt
çarşısına benziyecek* diğeri en asîlâne hisler, en nezih, pâk emellerle
meşbu bir ismet hücresine... Acaba bu hakikate karşı Mâil niçin fuhşa
perestişte ısrar gösteriyor, ismetin ulviyetinden yüz çeviriyordu? Bu ciheti
eşelemek işine gelmedi. O anda Şöhretin nerede bulunduğunu, hangi
mahallerde gezip tozduğunu, akşam eve avdetinde aralarında açılacak şedit
münazaayı düşünmeğe başladı. Kadın eve avdet ederse yine âlâ... Ya o gece
gelmeyiverirse?.. Şeydâ Beye yap- -tığım Mâile de yaparsa?.. Yaparsa
yapar, buna ne mâni var?.. Böyle acı acı düşündükçe zavallı delikanlıya
baygınlıklar geliyordu.

O gün akşamı etmek için dakikaları saya saya tarif edilmez elemli saatler
geçirdi. Nihayet saat on oldu. On bir oldu. Şöhretten eser yok... Artık
zevcesini, çocuğunu, anasını, babasını unuttu. Konsolun üzerindeki saat on
biri çaldı. Akşam yaklaşıp da Şöhret zuhur etmeyince, beyin derunî elemi,
sıkıntısı tahammülün fevkine ç:kıyordu.

Aşk marazının da diğer hastalıklar gibi akşama doğru nöbeti, humması


artar. Kasvetli, yarı karanlık, kesif bulutlarla örtülü bir kış gününün bitmez
tükenmez uzun bir geceye iktiranla bütün bütün karardığı o anda tahas- *
sürle, nevmidî ile çırpman yüreklerin hissettikleri o elem yükü, o hayat
sikleti tarif olunur ıstıraplardan değildir.

Mâil, her araba takırtısında pencerelere koşa koşa geçirdiği ve sonu boşa
çıkmak muhtemel olan bu intizar müddetinin şiddetine artık mukavemet
edemedi. Hizmetçi kadını çağırdı. Rakı istedi. Biraz sonra beyin önüne
mezelerle donatılmış bir işret tepsisi çıkarıldı. Üç dört kadeh yuvarladı.
Vakit de ezana erdi. O esnada Mâile, Şöhret Hanımın vürudu müjdesi
verildi. Beyefendi, sevgilisine karşı ne yolda iğbirar âsarı yahut iltifatlı bir
sima göstereceğini henüz kararlaştırmağa uğraşırken hanım, yarı belinde
çarşaf, alı al, moru mor bir halde odadan içeri girdi. Mâile, münfeilâne bir
nazarla:

— A, siz burada mısınız beyefendi? Sizi taşraya gitti dediler. Gaybubetiniz


uzadığı için bendeniz de bu söze inandım gittiydi...

Dedi. Şöhretin fırlattığı süzük, tâkatşiken bir iğbirar nigâhı, o saniyede


Mâilin sabır ve âramını yakıverdi. Yerinden fırladı. Öpmek için Şöhretin
eteklerine sarılarak:

— Hayır; güzelimi aldatmışlar. Seni bırakıp da ben hiç taşraya gidebilir


miyim?

— Gidebilirsiniz ya!.. Böyle günlerle, haftalarla (gelip beni görmedikten


sonra taşrada olma ile îstanbulda bulunmanızın ne farkı var?..

Mâilin gaybubeti müddetince yaşayış tarzını, muhabbetinin gidişini tebdil


ile yürüyerek veya kira arabalariy-le erkenden sokağa çıkarak mezun
olmadığı, serbest bir surette, aç’k saçık tuvaletle birtakım meçhul yerlerde
gezip tozarak böyle ezanlarda eve avdet etmek gibi kadîm sefihane
san’atma ric’at edercesine serkeşliklere cüretinden dolayı zavallı delikanlı,
Şöhreti tekdir etmek, pek tekdire kalkışamazsa hiç olmazsa serzenişte
bulujnmak, ona da cesaret edemediği halde konuşmaksızm yalnız çin ve
cebîn göstererek hatırını kırmayı tasavvur ederken, şimdi karının bu
cüretkârane infialâtı önünde kendini suçlu gibi bularak maşukasını tevbih,
tekdir şöyle dursun, onun hışımlı enzarna karşı nefsini tebriyede bile
suubete duçar olup dedi ki:

— Şöhretçiğim; halimi, ailem arasındaki müşkül mev-kiimi


bilmiyormuş gibi niçin beni meyus edecek böyle serzenişlere kalkıyorsun?
Benim en mes’udane zamanım senin yanında geçirdiğim zevkli
saatlerimdir. Ben sahip olduğum zamanın bir dakikasını acaba senin
yanından gayri bir mahalde geçirmek ister miyim? Bu husuta şüphe mi
ediyorsun?..

— (Dudaklarını kıvırıp müstehziyane) Ettiğim şüpheler yalnız bu hususta


olsa yine memnun oL..

— (Şaşırarak) Acaip!.. Başka cihetlerden de mi şüphe ediyorsun?

— Beyefendi, affedersiniz. Şimdiye kadar sizi gözlerim bağlı olarak kör


körüne sevmişim. İyiyi kötüyü, hiç bir şeyi tetkik etmemişim. Beni
dinleyiniz; sizden bir şey soracağım...

— (Titriyerek) Buyurunuz... ' ,

— Siz benim neyimsiniz?

— (Kızarıp biraz düşünerek) Sevgiliniz, âşıkınız, muhabbetinizin divanesi...

— (Hiddetle) Yok, yok... Öyle söylenişte parlak, hakikatte münasebetsiz,


belki de mânâsız tâbirlerle cariye-nize bir münasebet, bir rabıta iddiasında
bulunmayınız. Siz benim neyimsiniz? Açıkça, kabaca söyleyiniz...

— (Derin derin düşünüp önüne bakarak) ........

— Niçin cevap vermiyorsunuz? Evet, siz benim neyim olduğunuzu kabaca


söylemeyi terbiyenize muvafık bulamazsınız. Çünkü ben sizin o kadar hakir
bir şeyini-zim... Ben bir fena kan olduğum halde sizinle bu münasebetten
üzerime teveccüh eden namı ağzınızdan kabaca işitmek istemem. Bunu
söyletmek için şimdi sizi zorladığıma bakmayınız...

— (Gözleri sulanarak) Sen benim canım, cananım-sın...

— Hayır beyim, hayır... Aşkın ilk neşvesiyle başlan dönmüş on dört yaşında
toy çocuklar gibi görüşmiyelim.

Biz muhabbetin o gülistanından geçeli çok oldu. Haydi sıkılmıyarak hafif


bir tâbirle sizin neniz olduğumu söy-liyeyim... Ben sizin kapatmanızım,
değil mi?

— Fakat, Şöhretçiğim!..

— Fakatı makatı yok... Cariyeniz Mâil Beyin kapatması olmıyaydım da,


bilfarz Nâil Beyin kapatması olaydım, ne farkı vardı? Bir diğerinin
kapatması olmayıp da sizin olduğum için günahım daha azaldı mı?
(Ağlıyarak) Siz beni cidden sevseydiniz, bu kötü namı üzerimden kaldırır,
beni kendinize nikâhla, tövbekâr ederdiniz. Sizin bana olan muhabbetiniz
kuru çaylarda boğulayımdan başka türlü bir şey mi? Bu halde beni
sevmeniz cariyeniz için bir saadet değil, bilâkis büyük bir felâkettir. Çünkü
beni sevdiğiniz müddetçe ben bu kötü namdan, bu (çirkef) hayattan
kurtulamıyacağım. Böyle felâketimi mucip olan sevgiye ben muhabbet mi
derim? Ben diyemediğim gibi siz buna o namı vermeğe cesaret edebilir
misiniz?..

— (Sapsan kesilerek) Ben seni sevmesem, aileme, pederime karşı her şeyi
göze aldırarak böyle yalnız evlerde yaşamağa kadar cesaret gösterebilir
miyim? Hep bana bu cüretleri veren senin muhabbetin değil mi? Aşkının
saikasiyle daha çok çılgınlıkları göze aldırırım Şöhret Hanım. Fakat bazı
haller var ki, haydi, der demez onları fiile çıkarmağa imkân müsait değildir.
Şimdi seni kendime nikâh edivermek cihetine gelince, bunu yapmak için
elim ayağım tamamiyle bağlı gibidir. Zevcem beni kıskanmak ye’siyle
gayet zayıf ve asabî bir haldedir. Bu nikâh haberini işitir işitmez,
kederinden ölür. Sonra ailemin gazabını şiddetle üzerime celbetmiş olurum.
Beni bir parasız bırakırlar. Bak ben sana saffetle her şeyi anlatıyorum. Sen
benim için gayet iyi bir kadınsın. Fakat ailem için öyle değilsin. Onların
nazarında sen tathiri nâkabil bir kötüsün... Kendini böyle bir geline
kayınpeder ettiğimi duyduğu günü ihtimal ki pederim -beni evlâtlıktan
tardetmekten de çekinmez. Vicdanen sen benim zevcemden başka bir şey
değilsin.

Şöhret hiddetle çarşafını çıkarıp bir tarafa, peçesini diğer tarafa fırlattı- Bir
sandalye alıp Mâilin karşısına oturarak:

— Pederinizin hiddetine, zevcenizin ye’sine ıbeni kurban mı edeceksiniz?


Beni nikâhla almak işinize gelmiyorsa bu meseleye başka bir tesviye yolu
buluruz. Sizinle böyle yaşamaktan ben halde, istikbalde ne kazanıyorum?
Yalnız bir erkeğe, evet, yalnız size hasrı kalb, hasrı sevda ettiğim halde
isimce, namca bir şeref kazanabiliyor mur yum? Yine adım kapatma, yine
namım kötü kan değil mi? Sizin (bana bu yaptığınız büyük bir iyilik midir?
Ben böyle kapalı evlerde oturup bir çiçekle yaz etmeğe razı olduktan sonra
bana bu iyilikte bulunacak sizden başka çok delikanlı çıkar... Size
doğrusunu söyleyim mi beyim? Artık bu evde oturmadan sıkıldım. Beni
nikâhla alırsanız, ırz ehli bir hanım olmak tesellisiyle bu hale katlanırım;
almadığınız surette bari beni halime terkediniz, yine gönül avcılığına
çıkayım. Kişi kânnda gerek...

Mâil o dakikada nazarım önünde açılan bu yeis um-manınm dehşetli


gayesine isalden ürkerek ne düşüneceğini, ne diyeceğini artık şaşırdı.
Şöhretin; «Beni halime terkediniz de gönül avcılığına çıkayım... Kişi
kârında gerek...» sözleri, kendinin son ifadeleri, Sâibenin kulaklarında
dehşetle nasıl tanin endaz olduysa şimdi kendi kafasında da öyle çınlıyordu.
Şöhret, Mâilden böyle bir müsaade istihsaline muhtaç mıydı? Ne gezer!..
Kadının o günkü hali, tavrı, sözleri, böyle ezanlara kadar sokak sürtmesi;
gönül avcılığına müsaade almadan çıkmış olduğunu işte açıktan açığa
gösteriyordu. «Kişi kârmda gerek» sözü ne oluyor? Şöhret orada aç mıydı?
Demek, evvelce gösterdiği o muhabbet yüzü, o sadakat vaitleri hep ya-

lanmş... Karı, Mâil ile yaşamadan bıkmış, sevda rabıtasını fekketmek


istiyor. Bu ağ’zları kullanıyor... Beyinlerinde nikâh akdi kabil
olamıyacağını bildiği için böyle bir teklifte bulunuyor.

Mâil bu kadmı şiddetle sevdiği halde onunla rabıtasını takviye için şimdiye
kadar nedense nikâh cihetini aklına getirmemişti. İkisi arasında nikâh?.. Bu
o kadar ihtimali güç bir husus mudur? Pederiyle, Sâibenin hiddetlerine,
nefretlerine karşı meydan okuduktan sonra, bu nikâh keyfiyeti de pek olmaz
bir şey değildi. Fakat o halde gürültüsüzce yaşamak kabil iken meydana
böyle bir nikâh meselesi çıkararak birtakım rahatsızlıklara, hale-canlara
uğramak akıl kân mıdır?

Mâil bir iki kadeh daha çaktıktan sonra olanca saffetiyle gönlünü sevgilisine
dökmek üzere dedi ki:

— Şöhret Hanım, bu muameleyi, bu sözleri sizden hiç beklemez, fiç


me’mul etmezdim. Hele ifadelerinizden bazıları kurşun gibi beynime işledi.
Ben mert bir delikanlıyım; her şeyi doğru söylerim. Ben sizi seviyorum.
Sizden ayrılamam. Ayrılmamak için tâ canımı fedaya kadar elimden ne
gelirse icradan geri durmam. Öyle kolayca benden yakanızı
kurtaramazsınız. Mademki kalbimi o ağır sözlerle yaraladınız; siz de benim
sözlerimin ağırlığına katlanmalısınız. Haniya bazı iptilâlar vardır; insanın
zihnine, âsabma, midesine fena tesir eder. İptilâ hâsıl olan şeyin istimalinde
devam edilirse tehlikeli neticeler husule geleceğini doktorlar müptelâlara
anlatmaktan çekinmezler. Fakat o zavallılar yine o itiyaddan kendilerini
alamazlar. İşte ben de sizi böyle bir iptilâ ile seviyorum.. Mazarratınızı bile
bile seviyorum. Üzerimde sevda nüfuzunuz o dereceye varmıştır ki, ne arzu
etseniz bana yap-tartabilirsiniz... Şimdi nikâh emrediyorsunuz. Pekâlâ,
bundan kolay bir şey yok. Lâkin halde ve istikbalde nikâhla temin ediyorum
zannettiğiniz menfaatler hiç hükmündedir. Çünkü nikâh bir sözle
akdedildiği »gibi, yine öyle bir sözle feshedilebilir. Siz ancak vicdanıma
müracaatla rabıtanızı takviye edebilirsiniz ki, o da tabiî böyle süslenip
sokaklara çıkarak ezanlardan sonra avdetle bıraktım uygunsuz tavırlar
göstermek, nâreva sözler söylemekle olmaz. Hissimin sizden ayrılmamak
mecburiyetine mebni iben şimdi sizi nikâhla alırım. Fakat bu aralık beni
kızıştırıp zâf mdan istifade etmek için yaptığınız şu uygunsuz hareketler,
kullandığınız bu münasebetsiz lisan içimde birer ukde olur kalır. Bu sevda
humması bir müddet sonra elbette üzerimden zail olur. Çünkü mezara »iren
muhabbetler enderdir. O zaman sizi terkediveririm. Nikâh azmime mâni
olabilir mi? Sizin menfaatinize en muvafık olan hareket, kendinizi bana
müebbeden sevdirecek sadakatkârane efalde bulunmamzdır.

Şöhret birdenbire korkunç bir şeye tesadüf etmiş gi-bi yerinden fırlayıp
saçları kabarmış bir halde tevahhuşla bir kaç adım geri geri çekilerek
şahadet parmağını dudaklarına götürüp:

— Su s, sus beyefendi... Hepsini biliyorum. Karm evde zari zari inlerken,


benimle burada nikâhsız filânsız se-fihane yaşarken, rica ederim öyle
insaniyetten, vicdandan, sadakatten dem vurmayınız. (Bir kahkaha
salıvererek) Sana varan kim, a şaşkın?.. Ben nikâh sözünü seni denemek
için söylüyorum. Bana ayılıyorsun, bayılıyorsun da, demek, iş nikâha
gelince kırk dereden su getiriyorsun. Beni cidden sevmiş olsan nikâh
deyince böyle kılı kırk yarmağa kendinde takat bulabilir miydin? Ben sana
varıp da ne yapacağım? Daha gencim. Bende Mâil çok... A zavallı; sen de
(git de kendine »bir başka Şöhret ara... Yakamı elinden bırakmamak
iddiasına da gülmeden başka ne diyebilirim? Bunun ne kadar çocukça bir
söz olduğunu çok sürmez, anlarsın...

Şöhret sözıünü bitirince hemen dışarı fırladı. Diğer bir odaya girdi. Kapıyı
içeriden kilitleyip oraya kapandı. Mâilin aklı ıbaşmdan gitti, Kapının önüne
koştu, Sarfetme-diği istirham kelimesi kalmadı. En parlak vaitler, en
müessir ricalar, en korkunç tehditler para etmedi. Karı kapıyı açmak şöyle
dursun, anahtar deliğinden Mâilin saatlerce süren bu dırıltılarından bir
kelimesine cevap vermeğe bile tenezzül etmedi.

Zavallı delikanlı, evdeki hizmetçilere karşı olacak elîm mahçubiyeti artık


hiçe sayarak kapı önünde çocuklar gibi uzun uzun ağlamaktan da
çekinmedi. Bu girye-sine, feryatlarına, sızlamalarına aldıran olmadığım
görünce, nevmidînin verdiği son yeisle yine ağzını anahtar deliğine
uydurup:

— Şöhret Hanım; elimden kurtulamazsın dediğime iyi dikkat et. Nereye


kaçsan bir kudurmuş köpek gibi arkandan geleceğim. Âşıkane yeis ile bir
insanın cüreti ne mertebeye varabileceğini ben sana göstereceğim.

Bu son tehditlerden sonra oradan çekildi. Döşeğine girdi. Kendi kendine


hem ağlıyor, hem gülüyordu. Böyle bir dargınlığa, ondan mütevellit
elemlere ömründe ilk defa uğramış olduğu için ağlıyor, henüz bir evde
bulunurken Şöhreti zapta muktedir olamadığı halde onu elinden kaçırdıktan
sonra bu tehditlerin hiç hükmü olamayacağı hakikatini görerek buna da
gülüyordu. Sâibeye yaptığı gibi Şöhrete karşı hulûs ile söz söylemenin ne
kadar tehlikeli olduğunu tecrübe etti. Bir melekle bir iblisin arasındaki farkı
evvelce tâyin edemediği için kendini teline girişti. Fakat bu tecrübenin en
müellim ciheti, sevdiğini darıltan bir adamın uğradığı şedit teessüratı
çekmek oldu. Evet, böyle çıldırasıya sevilen şeyin o muhabbete değeri
olmadığını bile bile perestişten kendini alamamak... îşte bunu pek müthiş
buluyordu. Sâibenin kendine olan muhabbeti de böyle değil mi? Mâil
kendinde bir sevilecek yüz, surat bıraktı mı? Fakat zevcesi onu yine
seviyordu. Bütün hercailiklerine rağmen yine seviyordu. Sâibe ile olan
bütün maceralarını, münazaalarını göz önüne getirdi. Zevcesiyle vukubulan
son şedit münazaalarında kadının o cüretlere kadar varması muhabbetinin
galeyanından, aşkının ye’sinden ileri geldiğine hükümde tereddüt etmedi. O
son tahkirleri savururken biçare Sâibenin gözlerinde parlıyan samimî
muhabbeti o zaman pek far-kedemediği halde Mâil şimdi görüyor, o
şerarelerden zevcesinin bütün ruhî teellümlerini okur gibi oluyordu. Yüzu
üstü yastığa kapandı:

— Zavallı ‘Sâibe, meğer ben sana neler çektirmişim? Ne kadar eziyet


etmişim?.. Hep o sözleri sen bana yeis şiddetiyle, nevmidî ile söyledin!..
İçin bir cehennem azabı kesilmeseydi sen bana öyle çıkışmayı göze
aldırmazdın. Zavallı karıcığım... Ben seni seviyorum; meziyetini, ulviyetini
takdir ediyorum da yine seni kurtarmak elimde değil... Fakat niçin
kurtaramıyorum? Çünkü benim gönlüm de diğer bir mel’unun, 'bir
beidtiynetin elinde... Sen benim için, evet, böyle iğrenç bir koca için nasıl
ağlıyorsan, ben de müstekreh bir karı için işte öyle ağlıyorum. Sâibe, senin
kadınlık hasletini, ulüvvü kadrini, benim yüzümden çektiğin zahmetleri
anlayışım... Of, ne müşkül hal?.. Evet, «bunları hissedişim, Şöhret isimli o
çirkef karının yüreğime açtığı iltiyam kabul etmez yaraların işlemesi,
onların ağrıları ile kalbimin peyda ettiği rikkat tesiratiyledir. Evet, sevip de
sevilmemek, mu-halesat beyan etmek, muhabbet arzedip de hakaret görmek
ne kadar acı imiş?.. Bunları tecrübe ettikçe senin ne mertebe mihnet görmüş
bir zevce olduğunu anlıyorum. Sana çektirdiğimi bir diğerinden çekerek
teellümle-rine vâkıf oluyorum... Fakat hep bu acı hakikatleri yalnız
anlamak, icabına göre hareketini uydurmaya muktedir olamadıktan sonra
bunları sade hissetmek, bilmek neye ya-Tar? Bana açtığın o ismet âğuşuna
koşsam... Müebbet bir

mesudiyetle kucaklaşmış olacağım... Lâkin buna ne mâni oluyor? Bir kötü


muhabbet... Bir levsle âlûdelik... en doğrusu zâfım ve denaetim... Kabahat
hiç kimsede değil, hep bende, hep bende...

Yarabbi, ayaklarım kınlaydı da o rezalethaneye ilk adımımı atamaz


olaydım. Çoluğumla çocuğumla geçirdi-ğ'm o sükûnetli günlerim meğer
benim için ne büyük bir saadet devresiymiş?..

Telehhüfleriyle Mâil hüngür hüngür, haykıra haykı-ra ağladı, ağladı; ağır


ağır vücudunu bir baygınlık istilâ etti; nihayet daldı,

•**

Sabahleyin döşekten kalkınca Mâil akşamdan şiddetli bir dayak yemiş gibi
vücudunu ıkırık buldu. Evdeki kadınlar bin türlü ricalar, istirhamlarla hele
nasılsa Şöhreti o kapandığı odadan çıkarmağa muvaffak oldular. Beyle
barıştırmağa uğraştılar. Şöhret ne barıştı, ne barışmadı; öyle somurtkan bir
çehre ile geziniyordu.

Mâil, mâşukasiyle yalnız bir odada kalınca göz yaşları dökerek ayaklarına
kapandı. Samimî bir affa naili-yet için son müessir talâkatini göstererek,
kendinin bu dünyadaki vazifesi, muhibbesinin âzat kabul etmez bir kulu,
kurbanı olmaktan başka bir şey olmadığını anlattı, îfasına muktedir olduğu
ve olamadığı bilcümle mevait-te bulunmaktan çekinmedi.

Şöhret hep bu sözleri kaşlarını çatarak, kolunun dantelleriyle oynıyarak


derin bir sükûtla dinledi. Nihayet kaleme gitmek zamanı geldi. Mâşukasma
dedi ki:

— Bugün senden hiç ayrılmak istemiyorum. Lâkin ne çare! Kalemde ispatı


vücut etmezsem, pederim nerede bulunduğumu merak eder de belki beni
aratır. Kendine duyurmak istemediğim bazı şeyleri haber 'alır. Sonra başıma
bitmez tükenmez dırıltılar çıkar. îşte bu medbu-riyetten dolayı senden
ayrılıyorum. Fakat senden büyük bir ricam var: Bugün sokağa çıkma...
Bilmem, içimde bir sıkıntı, tarif olunmaz bir hal var. Neden bilmem, bugün
bir tarafa gittiğini gönlüm istemiyor. Seni elimden kapacaklarmış gibi
geliyor; gitmiyeceğine söz ver bakayım. «Gitmem)) de, bunu ağzından
işiteyim de içim biraz rahat etsin...

— (Gönülsüzce) Gitmem...
— Yok yok... Bu «gitmem» sözü pek kuvvetsiz oldu. Bir yemin et
bakayım!..

Şöhret yanm ağızla bir yemin etti. f

Mâil sokağa çıktı. Akşam ettikleri kavga, o gece geçirdiği ıstırap saatleri,
Şöhrete olan iptilâsmı, şiddetli sevdasını evvelkiye nisbetle birkaç derece
büyüttü. Bu münazaada cânanesi adiliğini, terbiyesinin fikdaninı,
vicdansızlığını yani san’atınm icabını meydana koymaktan, kendini
göstermek için takındığı maskelerden birkaçını daha yüzünden sıyırmaktan
başka bir harekette bulunmadı. Karının bu kadınlık nakiseleri nefretini
mucip olacak yerde zavallı delikanlının içindeki ateşi niçin büsbütün
alevlendirdi? İşte buraya bir türlü akıl erdiremiyordu*. Yüreğini istilâ eden
o korku ve halecan sokakta, kalemde, hiç bir mahalde zail olmadı. Biri gelip
Şöhreti o evden aşıracakmış gibi bir vehmin zebunu olmuştu. Hemen
akşamı edip Şöhrete mülâki olmak, muhabbetinin şiddetine dair yine
birtakım vaitlerde bulunmak ve mukabe-leten sevgilisinden de sevdası için
kuvvetli teminat almak üzere cayır cayır yanıyordu. Kalemden kaleme,
odadan odaya dolaştı. En sevdiği arkadaşlarının sözlerini beş dakikadan
ziyade dinlemeğe takat getiremiyor, oradan oraya geziniyordu. Nihayet
Hayati ile buluştular. Niçin üç dört gündür Samatyadaki eve nezaretten
çekilmiş?.. Şöhretin nerelerde gezip tozduğuna dikkat etmemiş olduğu için
Hayati ile biraz kavga ettiler. Sonra yine barıştılar. O aralık odacı, Mâil
Beye bir zarf uzatarak:

— Bu mektubu sizin için bıraktılar.

Mâil zarfı aldı, okudu. Filhakika kendi namına gönderilmiş olduğunu


gördü. Mektubu açtı. îmzaya bir göz atınca benzi attı; kül gibi oldu.
Dudakları titremeğe, gözleri kararmağa başladı. Arkadaşının yüzünün
değiştiğini görünce Hayati telâşla sordu:

— Ne var? Ne oluyorsun?

— Mektup Şeydâ Beyden...

— İşin aynasızlığına bak sen şimdi... Bu aralık her şey tamamdı da yalnız
bu mektup eksikti. Avalin zoru neymiş acaba? Ne istiyor?
Hayati, Mâilin omuzundan uzandı. İkisi de gözlerini mektuba diktiler.
Aşağıdaki satırları mırıl mırıl okumağa «başladılar:

«Mâil Beyefendi!

a(Makam) zevcem Şöhret Hanımı evden «aşıran)) siz «imişsiniz deyu


edilen tahkikatımdan olveçMle anla^l-1 «mıştır. Sizlerin kim olduğunu
(tehâri) kılındıkta Mer-«zuk Efendi zade oğlu ve (Safayı) Efendinin kızının
ko-«cası bulunduğunuz tebeyyün olup, zadeliğinize yakış-«maz bu
(belleriniz) çok ayıplanmıştır. Şöhret Hanımı «nasıl aşırdınızsa yine öylece
tarafıma göndermeniz be-«yan kılmur. Bu beyanımıza kulak asmazsanız
(aşirenti) «keyfiyeti pederiniz ve onunlan beraber kayınpederiniz
«efendilere böyle mektupla tatlı tuzlu anlatılacaktır. «Çünkü (Samatya) daki
haneniz malûmumuzdur. Hovar-«dalıkta bir (kayide) vardır ki, kimsenin
(gönülüne) do-«kanulmaz. Şöhret Hanımdan (gönülünün) kimde
oldu-«ğunu sorarız. Kan benim gönülüm (Mayii) Beydedir, «deyu (iyfade)
eylerse tarafımızdan ses çıkarılmaz. Sizi «biribirinize (he diye) eyler
çekiliriz. Yok, benim yanık-«lığım Şeydâ Beyedir deyu meramın (bildirirse
siz de bu «racona baş eğüp hanımı bize bağışlarsınız. Tamam bu iş «mertçe
olur. Bir (hâber) inizi yarın akşam dış kalpaklıda bekliyoruz, kendiniz yahut
gelirseniz yüz yüze gö-«rüşür isek., daha (minasipli) olur. Biz pişkin
(âdamla-«rız). Gönülün (helinden) de anlaruz. Raconsuz maraza
«çıkarmayız. Bu mektuba aldırmazsanız (soğra) bozuşuruz imanım.»

! îmza

Şeydâ

Meveddetnamenin hitamında Hayati bir kahkaha kopararak:

— Maşallah, Şeydâ Beyefendi meğerse okur yazar takımdanmış! O benden


ziyade imlâsız be!.. Bu mektup kendi el yazıları mı?.. Vay anam babam
ifade vay!.. Bu zat tulumbacı reisliği etmiş mi acaba? Ne güzel racon
kesiyor. Kitabetine bakılırsa ben onun yanında «Münşii zaman» gibi
kalırım. Vay andavallı be!.. Nasılsa isminin imlâsını öğrenmiş. Onu hatâsız
atmış. Kırk bir kere suratına (aksırayım) da nazar değmesin... Bu edibâne
mektubu sarhoşken yazmışsa onu bilmem. Fakat eli kalem tutan bir adam
ne kadar sarhoş olsa yine bu kadar saçmalamaz... «Haber» kelimesini
«hâber» şeklinde, söylediği gibi yazarak yeni imlâya tastamam uydurmuş...

— Sen imlâya, ifadeye bakma; bize bildirmek istediği şeyi anlatmış ya?..

— Evet, onu güzelce, hem de. mutedilce bir lisanla anlatmış... «Siz benim
sevdiğim karıyı aşırmışsınız, sizi şöyle keseceğim, böyle biçeceğim» gibi
tehditlere kalkışmamış. Ortaya bir racon koymuş; ona göre meseleyi
faslediyor.

NİKÂH

îmlâsızlığı, ifadece bozukluğu bir tarafa bırakalım;

iki arkadaş mektubu, sırf müeddası noktasından tetkikle sekiz on defa


okudular. îfade pek âdi, fakat meal mühimdi.

Biçare Mâil, ağlamalı olarak dedi ki:

— îşte ben sıfırı tükettim. Haydi bakalım baba Hayati, ne olursa senden
olur. Diplomatlığını bu işde göstermelisin. Şeydâ Bey benim kim olduğumu
haber almış. Nazenini kapattığımız evi de öğrenmiş. Şöhret Hanıma,
ikimizden hangimizi tercih ettiğini söyletecek ve alacağı cevaba itiraz
etmiyecekmiş...

— Bu lâflar büsbütün saçma canım... Karı Şeydâ Beyi tercih edeydi, ondan
kaçıp sana gelmezdi.

— Peki, bunlar saçma olsun. Karı kapattığımı ebeveynime ihbar ile beni
tehdit ediyor. Buna ne dersin?

— îşte bu ihbardan hakikaten korkulur.

— Herif böyle bir halt ederse halim berbat olur, gider. Racon kesmek için
dış kalpakçıya vukübulan davete icabet edecek miyiz?

— Bilmem, işin orasını da dişim kesmiyor. Şeydâ Beyin matizliği biraz


belâlı oluyormuş diye çok duyduk. Bir derde girmiyelim. Ben sana lâfın
kısasını söyliyeyim mi?.. Bu herifin tehditlerinden hiç korkma. Şeydâ sana
şimdi bazı tekliflerde bulunuyor. Şöyle şöyle yapmazsan pederine,
kayınpederine keyfiyeti ihbar ederim, diyor. Bundan hiç korkma, varsın
etsin. Çünkü pederlerin bu işi bugün duymasalar yarın duyacaklardır. Böyle
şeyi gizlemek kabil olamaz. Dündenberi konakta ne oldu, ne bitti, haberin
var mı? Belki de şimdiye kadar duymuşlardır...

— Böyle söyleme ıbiradeT, beni şimdi çıldırtırsın...

— Ne olacaksan bir ayak evvel oluverirsin. Bu kapatma keyfiyetinin öyle


aylarla gizli tutulması mümkün •olamaz.

Mâil şakaklarından aşağı nohut gibi ter dökerek odanın içinde iri iri
adımlarla gezinmeğe başlayıp:

— Bana ne yaparlarsa yapsınlar... Yalmz Şöhretten ayırmasınlar.

— (Gülerek) En evvel yapacakları şey seni Şöhretten ayırmaktır...

Mâil birdenbire haykırıp:

— Nikâh edersem nasıl ayırtabilirler?

— O başka... Kalemden aldığın maaşla geçinmeğe razı olursan?.. Daha


doğrusu razı olmak değil, o cüz’î meblâğ üe geçinebilirsen, bu azlığa, bu
sefalete Şöhret de katlanırsa birbirinizden ayrılmazsınız. Buna Şeydâ Beyin
de bir diyeceği olamaz. Çünkü Şöhret bu nikâhı kabul ederse Şeydâ Beye
tercih etmiş demektir. Artık bu hususta tekrar reyi sorulmağa hacet kalmaz.
O herifin kaim kafası da bu hakikati anlamış olur.

— Evet, bu nikâhla birçok müşkülât bertaraf edilmiş olacak. Pederim beni


huzuruna celbedip de «bir karı kapatmışsın» tekdirine kalkarsa: «Hayır, o
kadın kapatmam değil; nikâhlımdır der, işin içinden çıkarım. Para
vermezse, yükte hafif pahada ağır hayli hususî eşyam var. Onları birer birer
satsam hiç olmazsa beni bir sene geçindirir...

İki refik bu karar üzerine Samatyadaki eve dönerler. Hele şükür, Şöhreti
evde bulurlar. Fakat karıda yine çehre asık...
Halecandan, söz söylemeğe Mâilde iktidar kalmam'ş olduğunu görerek,
münasip bir zeminle söze girişmek üzere Hayati, Şöhrete der ki:,

— Hanım, Mâil Beyle birbirinizi seviyorsunuz.

Şöhret, Hayatinin sözünü keserek:

— Evet, yalmz sözden ibaret olmak üzere beyefendi ile birbirimizi


seviyoruz.

Hayati kaşlarını çatarak:

—- Yok hanım! Mâil Bey sizi yalnız sözden ibaret olmak üzere sevmiyor.
Sizin beye olan muhabbetiniz sözden ibaretse onu bilmem!..

Şöhret — Niçin beyin hakkında hüsnü zanda bulunuyorsunuz da benim


hakkımda şüphe gösteriyorsunuz?

Hayati — Sözünüze karşı öyle demek icap ediyor. Münasebetinizin


bidayetindenfoeıi bu işin içindeyim. Ne ol-duı, ne bittiyse bütün hakikatleri
sizin kadar ben de biliyorum. Mâil Beyin size olan muhabbeti söz götürür
gibi değildir. Zavallının bu iptilâsını, aşkını inkâra kalkışırsanız büyük bir
nankörlükte bulunmuş olursunuz ki, bu küfra-nınıza karşı sükût edemem.
Mâilin sizinle yaşamak için kendini ne kadar tehlikelere mâruz bıraktığını
şimdi birer birer saymağa başlarsam hem söz uzar, hem de malûmu ilâmdan
başka bir şey yapmamış olurum. Bakınız, ben bugün «ize bir külhanbeyi
gibi değfl, uslu, akıllı bir efendi ağziyle meramımı arza uğraşıyorum. Sizin
de bir hanım gibi dinlemenizi rica ederim.

Şöhret önüne baktı. Mâil de bu muhaverenin alacağı neticeye intizaren beri


yanda tiril tiril titriyordu. Hayati hakikaten en ağır başlı bir nasihatçi
tavriyle sözünde devam ederek:

— Aranızdaki bu muhabbet ikiniz için de hem büyük bir haz ve şevk, hem
de büyük bir felâket demektir. Siz bu münasebette devam ettikçe git gide bu
hâz ve lezzet azalır, felâket büyür. Bu felâketin hafiflemesi belki de izalesi,
münasebetinizi meşru şekle sokmakla kabil olur. Evlenmenize bir mâni
yoktur. Mazinin bazı nâhoş taraflarını unutalım, bir nikâh kıydırıverelim,
her şey bitmiş olsun. Buna kimsenin de bir diyeceği kalmasın...

Bir müddet sükûtla geçti. Şöhret gözlerini önünde bir noktaya dikmiş derin
derin düşünüyordu. Mâile varmak kendinin de en has emeliydi. Lâkin
akşam ettikleri şiddetli mücadele esnasında Mâilin çocukça bir gaflet eseri

olarak sarf etmiş olduğu: «Üzerimde sevdanızın nüfuzu o dereceye


varmıştır ki, ne arzu etseniz bana yaptırabilirsiniz» sözleri akima geldi. Her
istediğini Mâile yaptırta-bilmek iktidarını haiz olduktan sonra bu meselede
Şöhret Hanım niçin kendini ağır ve pahalı satmasın? Bu hususta bütün
muhtemel menafiini kendine temin etmek fırsatını kaçırsın?..

İstiğnaya, naza müsadif oldukça Mâilin muhabbeti ziyadeleştiği Şöhretçe


mücerrep bir muaşaka hikmeti olduğundan, kaşlarını kavislendirip kır ila
döküle dedi ki:

— Mâil Beyefendinin geçen gün söylediği sözleri kırk yıl yaşasam


unutamam. Bey, beni bugün hevesini teskin için nikâhla alacak, sonra
istediği zaman bırakacakmış. Bunu bana kendi ağziyle söyledi. Bendeniz
böyle muvakkat bir nikâhı kabulde mâzurum.

Mâil telâşla söze atılarak:

— Muvakkat nikâh mı? Hayır, ağzımdan böyle bir söz çıkmadı. İmamı,
muhtarı, daha mahalleden birkaç kişiyi davetle şer’î hüküm üzere bir nikâh
'kıydıracağım. Sen nas’l münasip görürsen öyle hareket edeceğim. Beyhude
itizarlara kalkışma Şöhret Hanım...

Şöhret — Canım, nikâhın bir sözle münakit, yine bir sözle münfesih
olduğunu söyliyen siz değil misiniz?

Mâil — Evet, ben -söyledim. Sözümü yine teyit ederim. Evet, öyledir.

Şöhret — Müebbeden geçinmek için benimle evlenmeğe karar verdiğiniz


halde nikâhın bu ahkâmından bahse ne lüzum vardı?
Mâil — Yani size samimî efkârımı anlatmak istedim. Şu aralık bende
gördüğünüz zaaftan istifadeye kalkmayınız. Kendinizi bana müebbeden
sevdirecek hareketlerde bulununuz, dedim.

Şöhret — Kendimi size müebbeden sevdirmeğe çalıştım zannediyorum.


Fakat gönlünüzde, bahusus vicdanınızda cariyenizi müebbeden sevmeğe
istidat yoksa ne yapabilirim?..

Mâil — Bu istidattan mahrumiyetimi neden anladınız?..

Şöhret — Gören göze kılavuz ister mi?

Mâil — Maksadınızı anliyamadım.

Şöhret — Efendim, bendeniz gönül, vicdan doktoru değilim. Lâkin


gönlünüzde sadakat istidadı olaydı, hareminizin üzerine bendenizi
sevmezdiniz. Zevceniz asîl bir hanımefendi olduğundan bu hallerinize
tahammül ile terbiyesinin icabmı gösteriyor. Nikâhtan sonra benim üzerime
bir kadın sevdiğinizi haber alırsam, o zaman, vicdanım böyle diyor, yok
gönlüm şöyle emrediyor, şu aralık zâfım var, gibi saçmalara katiyen kulak
asmam. Sizden pek dehşetli bir intikam alırım.

Mâil bu sözlere karşı müşkül bir mevkide kaldı. Bir cevap bulup vermek
için yutkunurken Hayati imdadına şitapla söze girişerek:

— Şöhret Hanım, siz aşk ve alâkayı inkâr mı ediyorsunuz? Mâil Bey sizi
zevcesinin üzerine sevdiyse, amansız bir muhabbetin şiddetine karşı
gelemiyerek sevdi. Mukavemeti güç bir sevda, vicdanî muhakematta bir
mâ-zeret yerine geçmez mi? Bu hal, bu kabahat, bu cinayet ilk defa Mâilde
mi görüldü? Aransa bunun emsaline binlerle tesadüf edilmez mi?

Şöhret dilbâzane bir istiğna tavriyle kaşlarını çatarak:

— Uzun sözün kısası, Hayati Efendi, ben ortak üzerine varamam...

Karının demindenberi döndürüp dolaştırdığı dolambaçlı sözleri bu mühim


netice üzerinde patlayınca Mâil ile Hayatiyi derin bir sükût istilâ etti. Ortak
üzerine var-mayışı Sâibenin boşanmasını istemekti. Şöhret ortaya attığı
teklifin müthiş ehemmiyetini bildiğinden, muhataplarını saran sükûtu ihlâl
etmiyerek bir müddet o da gözlerini yere dikip sükût etti. Evet, mesele
mühim olduğu kadar da müthişti.

Şöhrete olan sevdasına geçici bir arzu namını verip ^ zamana kadar her
hareketine bir vicdanî özür bularak pek sıkıştığı vakit ahlâkının zâfım
meydana sürerek işi bu raddeye girmiş bulunan Mâil o sevda
baygınlığından uyanır gibi oldu. «Baksana bu kadın ne diyor? Hiç öyle bir
teklifi kabule imkân var mıdır?» der gibi Hayatinin yüzüne baktı.

Hayati bu suale cevap vermekten aczini gösterir bir tereddütle nazarını


tebdil etti. Beş dakikalık elîm bir sükûttan sonra yine söze başlamak
cesaretini Şöhret göstererek dedi ki:

— Sükût ediyorsunuz; çünkü kocasına karşı her hakka malik bir kadınla,
nikâhtan sonra bile o hukuktan hiç birine malik olamıyacak diğer bir
kadından bahsetmek is-tediğimi anladınız. Bu iki kadından birincisi Sâibe
Hanımefendidir, İkincisi de benim... Ne kadar salâh arzusu göstersem,
mümkün değil itibarca onunla müsavi olamam. Irz ehli hanımlara karşı
yüreğimizi kemiren haset, nefret işte bundan ileri geliyor. Beyefendiler, bu
cariye-nizi de mâzur görünüz. Mâil Beyefendi evli bulunuyor. Zevcesi,
beyinin her veçhile küfvü bir kadın... Bir de çocukları var. İkisi mes’ut bir
aile teşkil etmişken ara yere ben girdim; bu saadetlerini ihlâl ettim. Ben
kimim? Başı açık bir fahişe... (Ağlıyarak) Bu meselede her şeyin doğru ve
açık söylenmesi lâzım gelen vakit artık hulûl etmiştir. Mâil Beyle bu
münasebetimizi duyanlar «vay mel'un karı» diye bana lânet okuyorlar... Vah
zavallı talihsiz kadın teessüfleriyle Sâibe Hanımefendiye acıyorlar. Fakat
bir kere düşünelim: Bendeniz zannettikleri kadar mel'un bir karı mıyım?
Sâibe Hanımefendi tahmin olunan derecede zavallı mıdır? Beynimizde bu
sevda macerasını zevceniz duymuştur. Çünkü 'böyle şeyler çabuk işitilir.
Fakat Sâibe Hanımefendi hanımlığını, terbiyesini, asaletini bütün bütün
ispat etmek için Mâil Beyden ayrılmak filân gibi hareketlere, gürültülere
kalkışmıyor. Ne görüyor, ne işitiyor, kocasından her ne muameleye duçar
oluyorsa hep bunlara karşı metanet gösteriyor, tahammül ediyor. Fakat bu
tahammülünün sebebi var. Kocasına katiyen malik bulunduğundan emindir.
Mâil şurada burada, gençliği icabı bazı havâiliklerde bulunsa da, en
sonunda yine zevcesine avdet edecektir. Bundan Sâibe Hammın hiç şüphesi
yok. İşte bu emniyet kuvvetiyle o tahammüllerde bujunuyor. Mâilin
benimle olan münasebetine gelince, bütün bütün ıbir akis olduğu görülüyor.
Beni Mâile rapteden şey küçük bir hevestir. O zail olunca aramızda her şey
gelmiş geçmiş demektir. O zaman nikâhın da hükmü kalmaz. Avucuma beş
on para koyup beni başından defe-diverir. Bey benden hevesini almışsa da
benim kendinde el’an hevesim, muhabbetim kalıp kalmadığını sormaz. Ben
o acı ile, o yeisle ne yaparım? Yapacağım şey, hiç şüphe yok ki yine bu yola
dökülmektir. Şu neticeyi arzet-mek istiyorum ki, teklif ettiği bu nikâhla
Mâil Bey beni bu hayatın sefaletinden ebediyen kurtarmış olmuyor Evet,
buakidle ne ben bahtiyar oluyorum, ne de iSâibe Hanım üzüntüden
kurtuluyor. Bir müddet daha ikimizi birden böyle bedbaht etmedense bunun
en iyisi ya onu, ya beni katiyen tercih etmektir. İsterseniz bugün beni terke-
dip zevcenizin nezdine avdet ediniz. Ben de tövbekâr olmak hevesiyle belki
bir koca bulur, varırım. Ortak üzerine varmam. Bir erkeğin yegâne karısı
olmak isterim. Yok cariyenizi tercih eylerseniz o halde hareminizi tatlik
edersiniz. Sizden sonra o da bir diğerine varır. Belki de bahtiyar olur. Üç
gün sonra beni boşayacağınızı bile bile size varmak istemem. Ya o, ya
ben?.. İntihap ediniz...

Bu sözlerinde Şöhret haklı mıydı? Değil miydi? Artık onu muhakemeye


Mâüde hal kalmamıştı. O yalmz sevgilisinin dizlerine kapandı;
gösterebileceği istirhamlar ve mantıkî iknaat, medit, müessir bir giryeden
ibaret oldu. Bu mücadele üç gün devam etti* Nihayet bir gece Mâil:

— Sevgilim Şöhret! Böyle taş yürekli olma. Sâibeyi tatlik etmek bir şey
değil... Lâkin zavallının zaten bünyesi zayıf; yeisle ölüverirse âlem sana da,
bana da lânet okur. İki aileyi de mahvetmiş oluruz. O yeisle pederim beni
ihtimal ki reddeder. Pek fena bir harekette bulunmuş oluruz. Gönlüm
zevcemde olsa, bu kadar felâketlere meydan okuyarak hiç senin yanma gelir
miyim? Maddî, mânevî birtakım rabıtalar, beni Sâibeye bağlı bulundur
ruyor. Bu rabıtaların cümlesi bir günde kesilemez. Şimdi biz beynimizde
nikâh akdedelim. Her gün bu rabıtalardan birini kesmekle yavaş yavaş
Sâibeden ayrılmak için işi kıvamına getiririz. Safai Efendi bu nikâhı
duyunca zaten kızını bende bırakmaz. Talâk teklifine en evvel o kalkışır.
Onların teklifi üzerine biz bu harekette bulunursak âlem nazarında
meşguliyetten yarı yarıya kendimizi kurtarmış oluruz. Çünkü bu gibi ahval
yalnız Sâibenin başına gelmiş bir keyfiyet değildir. Bunun emsali her gün,
her yerde görülüyor.

Nev’inden sözlerle yalvara yakara Şöhreti razı etmeğe muvaffak oldular.


Karının son muvafakat tekâlifi şunlar olmuştu:

Hukuku zevciyece her suretle kendi Şaibeye müreccah sayılmak, uzun


müddet gaybubet için Mâilin hastalık ve saire nev’inden serdedeceği
özürlerin hiç biri kabul olunmamak, Şöhretle olan nikâhın akdi tarihinden
itibaren nihayet altı ay zarfında Sâibe tatlik olunmak ve saire...

Şöhret bu tekliflerini Mâile el yazısiyle yazdırarak al*

tını dahi imza ettirdikten sonra varakanın bâlâsına şöyle de bir şerh verdirdi:

Bu mukavele ahkâmına harfiyen riayet edemediğim takdirde zevcem Şöhret


Hanım arzu ettiği veçhile harekette mâzurdur.

***

Nikâh kıyıldı. Şöhret Hanımın bademâ Mâil Beyin zevcesi olduğunu, bu


zevç ve zevcenin meşru münasebetlerini ihlâl edecek tezkereler göndermek
artık uyamıya-cağı hususu mühimmini tebliğ için Hayati hemen o akşam
dış kalpakçıya, Şeydâ Beyi görmeğe gitti. Bol pantalonlu, kısa caketü,
beyaz kuşaklı Şeydâ Bey, Hayatinin kestiği bu nikâh raconuna evvelâ baş
eğdi. Bir iki kadeh fazla çaktıktan sonra havayı değiştirdi:

— Nazeninim Şöhret ellere nikâh olmuş!..

Nârasiyle işret masasına bir yumruk indirdi. Kadehler, bardaklar, şişeler,


mezeler birbirine girdi. Birkaç kadeh daha çekince Şeydânın yumruklarına
hedef ittihaz edeceği şey bu akit haberini getiren zatın kafası olacağım
kurnaz Hayati derhal çaktı. Su dökmek bahanesiyle yerini ve sohbeti terk
ile hemen fertiğini verdi. Şeydâ Bey, o hasret ateşiyle kadeh, bardak
kırmaktan tüttürdüğü şiddeti aşkını meyhanenin lâmbalarına saldırmak
derecelerine vardırdı mı? Kim bilir?.. Hayati artık meyhanenin civarından
uzaklaşmadan başka şey düşünmüyordu.
***

Kapatma tâbirinin meşru zevce namına tahvilinden sonra Mâil artık Şöhrete
sahip olmuştu. Şeydâ Beyin tecavüzlerine karşı nikâhla bir mümanaat şeddi
çekilerek gûya o cihet temin edildi. Bu yüzden Mâilin gönlü ferahladı.
Şimdi ailesi tarafından koparılacak bir fırtına vardı. Nikâh keyfiyetini
saklamak kaabil olamıyacağmdan, bu iş er geç duyulacaktı. Gerek pederi ve
gerek kayınpederi aileleri birbirine girecek, enine boyuna birçok söz olacak,
Mâil tekdirlere, tel’inlere uğrayacak; belki evlâtlıktan tardolunacaktı. O
korkunç fırtınaya, bu müthiş boraya da göğüs verdikten sonra yine yavaş
yavaş her şey tabiî cereyanına girecek, eski sükûnet yerini bulacaktı. Bu
fırtınada en çok hasar görecek mahlûk Sâibe idi. Zavallı kadın bu patırtıyı
da savuşturursa ihtimal kocasının mühlik sevda marazından biraz kurtulmuş
olacaktı, çarpıyordu. Konağın içini sükûnet halinde buldu. Kalbine
ayrılmamak şartiyle biçare delikanlı her belâya razı idi. Nikâhın ertesi günü
Mâil pederinin hanesinden müfara-kat müddetini hesapladı ki, bir haftayı
tecavüz etmiş. Sâibeden kavga ile ayrılmış olduğunu Şöhretten gizlemişti.
O gece birinci zevcesine gitmek üzere İkincisinden utana sıkıla müsaade
istihsal etti. Samatyadaki haneyi Hayatinin nezaretine terk ile pederinin
hanesine gitti. Her şey duyulmuş zanniyle delikanlının yüreği gümbür
gümbür çarpıyordu. Konağın içini sükûnet halinde buldu. Kalbine biraz su
serpildi. En evvel annesinin yanına girdi. Samatyadaki haneden, bâhusus
nikâh keyfiyetinden etrafa bir şey sızmışsa validesinin işittiği havadisten
mutlak oğluna bahsetmeden duramıyacağmı bildiğinden, en evvel onu
görmeyi muvafık addeyledi. Kadın oğlunu görünce:

— Mâil evlâdım, neredesin ayol? Ne kadar zayıflamışsın... Ne oldu sana


böyle? A iki gözüm yavrum; çehren kaşık kadar kalmış.. Değişik gibi
olmuşsun. Sâibe Hanımla dargın olduğun için mi kederle kura kura böyle
oldun? Aman ne kibirli karin varmış... Dokuz, on gündür seni sordurmak
için buraya bir haber bile göndermediler. Şöyle seslerini bile çıkarmadılar.
Yoksa sen dayanamadın da barışmak için oraya gittin mi? Efendi babanı
sorma. Senin böyle bir haftadır ortadan kaybolduğuna çok hiddet etti. ı

Anaların en büyük endişeleri, tasaları, evlâtlarının sıhhatleridir. Az bir


gaybubetten sonra mülâki olur olmaz hemen oğul veya kızlarının
çehrelerindeki kansızlığa, solgunluğa, zaaf âsarına dikkat ederler. İlk
düşünceleri budur.

Mâil, zevcesi Sâibe ile henüz barışmadığını söyleyince validesi: , ,

— Öyleyse sen burada bekle, ben efendi babanın yanma gideyim. Yine sana
çok öfkeli mi, değil mi? Bir anlı-yayım da seni odasına ona göre sokayım.

Valide hanım gitti. Oğlunun gaybubeti vâkıasını mâ-zur göstermek için


peder efendi nezdinde icap eden mu-kaddemeye girişerek:

— Efendi, mahdumu sakın tekdire kalkışma. Zavallı çocuk, ISâibenin


derdinden zaten sararmış, solmuş. Ben bilirim canım, ağlum karısını çok
sever. Nasılsa bir hatâdır etti, bozuştu. Sonra gidip yalvarmayı da kibrine
yediremedi. O edâlı Sâibe Hanım da hiç aldırmadı. Anasına babasına ettiği
nazı, istiğnayı bizim oğlana da yapıyor. Çünkü kız sevildiğini biliyor.
Nazını çekecek biri olduktan sonra herkes nazlanır. Kızı da ayıplamam
canım, tâ ezelinden onu öyle nazlı hoppala alıştırmışlar. Onlar nasıl
kızlarının kıymetini biliyorlarsa, biz de oğlanın kadrini bilelim.

Zemininden tutturduğu bir müdafaa ile efendinin, oğlu Mâil aleyhindeki on


gündür feveran eden hiddetini haylice teskine muvaffak oldu. Sonra Mâili
içeri soktu. Merzuk Efendi, mahdumunu uzun uzadıya isticvaba giriş-
meksizin hemen arabanın hazır edilmesi emrini verdi. Araba koşulunca
peder efendi, mahdumuna beraber gelmesi için bir işaret verdi. İkisi de
avluya indiler. Arabaya bindiler.

Mâilin validesi yukarıda:

— Gördünüz mü a dostlar. Oğlanı aldı, barıştırmağa

kızm konağına götürüyor. Yine Sâibe şımaracak, burnu Kaf dağına


varacak...

Teessüfleriyle çırpınırken araba Safai Efendinin konağı semtine doğru yol


almağa başladı. Mâil kendinin nereye götürüldüğünü biliyor, fakat .giderim
veya gitmem, kabilinden rey beyanına, bir kelime telâffuzuna cesaret
edemiyordu. Bu sekiz on günlük gaybubet kabahatini pederine ancak böyle
Sâibenin ayağına gidip barışmakla af- * fettireceğini anlamıştı. Zevcesiyle o
aralık barışmak, Mâilin plânına da muvafık düşüyordu. Lâkin şimdi Safai
Efendinin konağına gidince nasıl bir kabul sureti görecekler? Kendi
pederinin henüz işitemediği nikâh keyfiyetini kayınpederi haber almışsa?..
O zaman ahval ne renge girecek? Haydi nikâh maddesini de bir tarafa
bırakalım... Sâibe, kapatma macerasını, Samatyadaki evi filân biliyor.
Pederi Safai Efendiye tazallümü hal ederek acaba bu bildiklerini bütün
anlatmış mıdır? Anlatmışsa, şimdi Mâilin orada pederiyle kayınpederi
arasmdaki mevkii pek güçleşecektir. Kendi pederi vak’aya vâkıf olur olmaz
kim bilir ne kadar hiddet edecek? Bir çeyrek, yarım saat sonra, aman
yarabbi, Mâil ne müthiş ne elîm bir hal içinde kalacak...

Bedbaht delikanlı bunları düşündükçe titriyor, renkten renge giriyor, kaabil


olsa kendini arabanın penceresinden atarak firar etmek istiyordu.

Pederi ise oğlunda gördüğü bu halecan âsarmı, delikanlının Sâibeye olan


şiddeti muhabbetine atf ile âşık mâşuk kavuşturmağa -gittiği için kalben
kendi kendini tebrik ediyor, alkışlıyordu.

Çok sürmedi; araba Safai Efendinin konağı avlusuna girdi. Uşaklar derhal,
uzun müddet konaktan gaybubet eden Mâil Beyle pederinin istikbaline
koştular. Mâil etraflarına üşüşen hizmetkârların çehrelerine alık alık
bakarak gaybubeti müddetince orada cereyan etmiş olan iyi

ve kötü vukuatı anlamak, keşfetmek istiyordu. Fakat kimsenin yüzünde


fevkalâde ahvale delâlet eder bir emare göremedi. Tesadüf ettiği çehreler
hep şen, mütebes-simdi. Demek Sâibe son metanetini kullanarak kimseye
bir şey sezdirmemiş...

Baba oğul, doğruca Safai Efendinin yanma çıktılar. Kayınpederi, Mâile


karşı gûya Sâibe ile delikanlı beyninde hiçbir infiâl vukubulmamış, sanki
Mâile o konaktan yarım saat bile gaybubet etmemiş gibi bir hüsnü kabul ve
iltifat gösterdi. Oğlan ve kız babalan arasında kan koca beynindeki
dargınlıktan katiyen bahsolunmadı. Yalnız Merzuk Efendi, oğluna -hareme
girip zevcesinden af dilemesi için- göz kuyruğu ile işaret etti. Mâil derhal
itaatle odadan çıktı. Geniş bir sofadan sonra yüreği şiddetle çarpa çarpa
loşça bir koridordan geçti. Kendi dairesinin önüne geldi. Acaba Sâibeyi
şimdi ne halde bulacak? Ne yolda bir muameleye uğrayacaktı? Kapıyı açtı.
Baktı ki zevcesi salon kapısında boylu boyunca duruyor. Aman yar rabbi,
beş on gün içinde biçare kadın ne kadar bozulmuş!.. Sevda, kıskançlık
denilen bu iki şedit his olanca muhrip dehşeti ile Sâibeyi yemiş, eritmiş,
bitirmişti.

Mâil içeri girince zevcesi bir gûna infial eseri göstermeden eteğine doğru
bir temenna ile beyini kabul etti. Zevç bir vicdan ıstırabı, zevce muhrik bir
tahassür elemi tesiriyle ikisi de titriyorlardı.

Yekdiğerine teklif ibrazına uğraşır bir ev sahibi', misafir tavriyle karşı


karşıya oturdular. İkinci birer temenna teati olundu. Sâibenin çehresini derin
bir kansızlık istilâ etmiş, dudakları bile bembeyaz kesilmişti. Bütün ih-
tirasatı, son mertebede nefsini cebr ile gizlemeğe uğraştığı infialleri iri siyah
gözlerinde —zâftan, kansızlıktan kirpikleri daha utzun, daha kıvırcık, daha
sayeli görülen— gözlerinde toplanmış görünür, bütün teessürleri bu iki ruh
aynasında parlıyordu. 1 , t

Yekdiğerine karşı söz bulmakta müşkülât çeken iki yabancı gibi evvelâ
havanın güzelliğinden bahsettiler. Böyle resmiyetle görüşmekteler iken
yavaşça kapı gıcırdadı; içeriye kızları Makbule girdi. Çocuk evvelâ bir
iştiyak savletiyle babasının kucağına koştu. Sanki mânevi bir mukavim,
yahut ki validesinin bütün ıstıraplarından mütehassll görünmez bir
manyatizma seyyalesi yavrucağın ayaklarım köstekledi. Çocuk birdenbire
minimini şahadet parmağını alt dudağma götürüp mâsumane bir tereddüt ile
gözlerini babasına dikip odanın ortasında kalakaldı. Kızın bu tereddüdünü
gören pederi koHarm açıp:

— Gelsene kızım, Makbule... Niçin durdun?

Bu davete karşı çocuk, validesine gözlerini çevirerek sanki:

— Yabancı bir misafire benziyen bu bey babaya gideyim mi, gitmiyeyim


mi?

Diye bir istifsarda bulunur gibi yaptı. Validesi derhal :

— Kızım, koşsana babana...


Emrini verdi. Çocuk, Mâile yaklaştı. Lüle lüle kumral saçlarım pederinin
sağ kolu üzerine dağıtarak bir babasının yüzüne döndü, bir de annesine
baktı. Mâsumun nazarında pek ayan bir mahzuniyet vardı. Sanki yavrucak,
pederiyle validesi beyninde cereyan eden hususî faciaya vâkıfmış gibi
meyusane gözlerini önüne indirdi.

Mâil bir iki söz bulup çocuğu açmak için dedi ki:

— Kızım, hani senin bebeklerin?

— Bebeklerim mi? Onlar hasta... Annem de hasta, büyük annem de... Ben
de hastaydım, şimdi iyi oldum...

— Yalan söylüyorsun kızım... Maşallah hepiniz iyisiniz...

— Yalan söylemiyorum... Doktor geldi, hepimize ilâç verdi. Bey baba, sizi
çok bekledik. Niçin gelip bizi sormadınız? Büyük bebeğimin düğünü oldu.
Aşçıbaşı zerde pişirdi. Annem (piyana) çaldı. «Şevk-ı-efza» oynadı.
Bebeğimi güvey koyduk. Annem o .gece çok ağladı. (Validesinin yüzüne
bakarak muhterizane) Ağladı, ağladı... Çünkü başı ağrıyordu. Sordum, bana
öyle dedi.

Çocuğun bu sözlerine mukavemet edilmez bir rikkatle Mâilin gözleri


sulandı. Bebeğe düğün yapılırken Sâibe niçin o kadar ağlamıştı? Acaba bu
düğün Mâilin zifafa dahil olduğu geceye mi tesadüf etmişti?

Mâil göz uciyle baktı. Sâîbenin de kirpikleri araşma teessür incileri dizilmiş
olduğunu gördü. Bu bebek düğünü bahsini kapatmak için Makbuleye sordu:

— Ey, bebeklerinin düğünü oldu bitti. Şimdi ne yapıyorsun bakalım?

Çocuk gülerek:

— Bir düğün daha yapacağım...

— A... çok olmaz mı kızım?..

— Olmaz... Cici anneme sordum. Yapalım, dedi. Aşçıbaşı yine yemek


pişirecek. Çünkü beybaba, benim erkek bebeğim yok mu? Bu gelini
beğenmedi. Ona Bonmarşe-den daha güzel, sarı saçlı bir kız bebek
alacağız....

Çocuk gûya öğretilmiş gibi bu bebek düğünü bahsinde devam ettikçe Mâil
bütün bütün müteessir oluyor, sözlerini şaşırıyor, artık göz kuyruğu ile bile
zevcesine bakmağa cesaret edemiyordu.

Makbule, babasının saat kordoniyle oynarken bir aralık yavaşça elini


yeleğin cebine soktu. Oradan bir şey buldu, çıkardı. Bulduğu şeyi sevinerek
babasına göstererek:

— Bey baba bu ne?

Mâil baktı ki ne görsün?.. Beyaz kurdelâ ile boğulmuş bir tutam sarı saç...
Görür görmez renginden bunun Şöhretin saçı olduğunu anladı. Fakat bu
saçı cebine kim koymuş? Bu( saç oraya nasıl girmiş? Düşündü. Mâilin o
geceyi Sâibenin nezdinde geçireceğini Şöhret bildiğinden, zevcesi
kıskançlık saikasiyle kocasının ceplerini karıştırırken bu saçı görsün,
beyinlerinde bir münazaa çıksın kasdiyle ikinci zevcesinin böyle bir
kurnazlıkta buh lunmuş olduğuna derhal intikal etti. Fakat çocuk sarı saçı
kaptığı gibi hemen annesine koşarak:

— Bak anneciğim, ne güzel sarı saç!.. Gelin alacağımız bebeğin saçları


böyle olsun, e mi?

Çocuğun elindeki o lepiska saçın görünmesi, Sâibenin vücuduna


«ispazmoz» getirdi. Zavallı kadın göstermeğe uğraştığı tahammül, metanet
hilâfına yürekten kopan gayri ihtiyarî şedit bir infial ile sarsıla sarsda dedi
ki:

— O saçı pek mi beğendin yavrum? Yarancmm değil, o da senin öteki


annenin saçı... Bey baban onu tılsım gibi üstünde taşıyor. Çabuk götür, yine
ona ver. O tılsımı üzerinden ayırırsa belki kendine bir fenalık gelir.

Makbule gülerken birdenbire somurtup:

— Hangi annemin saçı? Benim senden başka küçük annem var mı?
îstiğrabiyle validesinin kucağına atıldı.

Mâil bir cevap bulmak için bir iki yutkundu. Sağına soluna bakındı. Nihayet
ağlamıya benzer bir sada ile dedi ki:

— Sâibeciğim, ben zaten felâketzede bir zavallıyım. Barışmağa ayağına


geldiğim bir günde de niçin beni böyle kinayelerle dilhun ediyorsun?..

— Beyefendi, affedersiniz. ıSize bir şey söylememek, hiç bir hareketinizi


muahaze etmemek, katiyen serzenişte bulunmamak için metanet
göstermeğe karar vermiştim. Fakat çocuğun kemali mâsumiyetle cebinizden
bulup çıkardığı şu» saç her türlü saıbır ve âramımi bir saniyede ya kıverdi.
ISaçm görünmesinden ziyade diğer bir husus bendenizi meyus etti.
Ahlâkınız ne kadar tezelzüle uğramış? Beyninizde akit vâki olmuş bir
kadının saçını cebinizde böyle fütursuz nasıl gezdiriyorsunuz? Bir yabancı
erkeğin yanında bu saç yine böyle gözükürse pek acip olmaz mı?

Çünkü evvelki gibi değil artık o kadın nikâhlınızdır. Bu mizaç hafifliğini


size yaraştıramam...

Bu, nikâhlı sözünü duyunca Mâil kurşunla vurulmuşa döndü. Daha dün
vâki olan nikâhı Sâibe bugün nasıl işitmiş? Yoksa Samatyadaki haneden
buraya gelip giden biri mi var?

Sâibenin bu sözünü tasdik mi yoksa tekzip mi lâzım geleceğini Mâil


düşündü. Tekzibi mânâsız buldu. Çünkü Samatyadaki vukuatı bu kadar
çabuk haber alan Sâibe, ihtimal ki bu hususa taallûk eden sair esrarı da
an’anesiy-le öğrenmiştik Binaenaleyh inkârın Sâibeyi büsbütün
öfkelendirmekten gayri bir faydası olamıyacağını bilmuha-keme,
istirhamla, tezarru’la biçare kadının göynünü almak için hemen ayaklarına
atılıp dedi ki:

— İki gözüm Sâibeciğim; ben senin âzad kabul etmez bir kölenim. Ne
kadar müthiş bir felâkete uğradığımı biliyorsun... Ben sana vukuatı
anlatayım; munsıfane dinle. Hakkımda vereceğin her hükme razıyım.
(Sâibe hiç cevap vermedi. Hıçkıra hıçkıra ağlamağa başladı. Beyinlerinde
cereyan edecek sözleri işitmemesi için Mâil, Makbulenin elinden tuttu;
dışarı çıkardı. Dadısına teslim etti. Badehu salona avdetle acip tazarruata
girişecekti:

— Evet, ben Şöhreti kendime nikâh ettim. Fakat niçin?.. Kendisinden daha
çabuk usanp bir ayak evvel nefret etmek için!.. O menfur karı menkûham
olmadıkça beni kıskandıracak bin türlü iblisane vesaita cüretle aklımı
çileden çıkarmıya uğraşıyordu.

Sâibe bu sözlere karşı asıl kendinin aklı çileden çıkmakta olduğunu gösterir
bir yeis nazariyle dedi ki:

— Sus beyim sus. Beş on gün evvel yine burada bana oynadığınız
komedyayı şimdi aynen tekrara ne lüzum var? Şöhret Hanımdan daha
çabuk nefret etmek için onu kendinize nikâh etmek. Of., bu nasıl söz? Ne
gülünç mantık!

Beynimizdeki şu faciayı mudhikeye çevirmeğe uğraşarak beni bütün bütün


dilhun etmeyiniz. Mademki nikâh etmişsiniz, Cenabı Hak size dirlik,
düzenlik versin...

Mâil, zevcesini kucaklamak istiyerek:

— Fakat Sâibeciğim... Ben senin için...

Zavallı kadın zevcinin bu câlî deraguşunu kabul etmi-yerek:

— Mâil, sende hiç insaf kalmadı mı? Komedya istemem, diyorum...

— Karıcığım, namusum üzerine yemin ederek seni temin...

Sâibe, zevcinin sözünü tamamlamasına vakit vermeden hemen caketinin


cebinden mendilini çıkardı. Hazin bir girye ile ağzına götürdü. Ağzından
mendile bulaştır-d:ğı şeyi zevcinin gözlerine karşı tuttu. Şedit bir haşyetle
gözleri büyüyen Mâil, birkaç adım geri çekildi. Çünkü ütülü, beyaz ince
keten mendilin üzerinde nar çiçeği renginde bir fasla kan Sâibenin titrek
parmaklan arasında titriyodu.
Kaç zamandır bedbaht kadına çektirdiği ıstıraplann elîm neticesi olan o
ciğer parçası dehşet nazarları önünde kıpkırmızı titrerken Mâil artık
cinayetinin derecesini biraz anlıyarak iki kolu yanma sarkmış, başı arkaya
çarpılmış, gözleri süzülmüş bir halde kalakaldı... Artık kendini müdafaaya,
Şöhrete olan muhabbetinin havailiğini ispata hâsılı Sâibeyi aldatmağa
uğraşmak cüretini gösteremedi. Zevcesinin ağzından, evet, elem kanı ile
dolan ağzından sâdir olacak son hükme intizaren öyle durdu.

Sâibe kanlı mendili cebine koydu. Bir câni gibi karşısında titriyen zevcine
derin bir teesssür nazarı atfiyle dedi ki:

— Mâil; beyim... Yalana lüzum yok. Bütün fenalıklarım, hud’alarını


bildiğim halde ben yine seni sevmekten kendimi alamıyorum. Bir fahişeye
alâka yüzünden senin gibi ahlâkı bu derece tezelzüle uğramış bir delikanlıyı
insanin yüreğini böyle benimki »gibi al kan edecek, par-çalıyacak
ayıplariyle sevmek, yüksek ahlâk sahibi bir kadın için âdeta bir cinayet
demektir. İşte ben bu cinayette bulundum; sizi sevdim. El’an seviyorum;
fakat muhabbetimin cezası olarak işte bugün kan kusuyorum. Hastalığımı
kimseye haber vermiyorum. Tedavi istemem. Bırakın ben cezamı çekeyim.
İçimi saran aşkın marazı Mâil, beni son mukavemet hayatıma kadar yesin, o
yesin, bitirsin... Öleyim; gideyim...

Talihsiz Sâibe, mendili gözlerine götürdü. Katılıyor zannedilecek


hıçkırıklar, sarsıntılarla nevmidane bir begâ tutturdu». Mâil artık
ağlıyamıyor, söyliyemiyor, —aldığı o mütelehhif vaziyette— taş kesilmiş
gibi ayakta duruyordu. Bu karı koca beynindeki macera en müthiş ve mü-
ellim bir devreye girmişti. Mâilin o güne kadar iğfal ile, yalanla, zevcesinin
yüzüne gülmekle, idare ediyorum zannettiği bu keyfiyet o saatte artık tamir
kabul etmez bir hale gelmişti. Her ikisi için de birbirine karşı hakikati
itiraftan başka çare yoktu. Sâibe, Hoca Nefise Hanımdan aldığı talimata
tebean zevcini sevmez bir tavır göstermeğe uğraşmayı lüzumsuz buluyor,
öyle câlî tavırlar takınmağa imkân da göremiyordu. Biçare kadın Mâili
sevdiğini, bu muhabbetini bir cinayet addettiği halde yine sevdiğini, bu
aşkın kendini öldüreceğini bile bile yine sevmekten geçemediğini
söylüyordu. Artık diğer türlü ida-rei kelâma ne lüzum var?

Mukabeleten Mâil de gönlündekini dosdoğru meydana koymak icap


ediyordu. Çünkü ikisi arasındaki hal ve mevkiin başka suretle idaresi kaabil
değildi. Bu hesaba nazaran Mâilin:

— Sâibe Hanım; ben seni sevmiyorum. Ailemizin selâmeti için kaç


zamandır sevmeğe uğraştım, fakat muvaffak olamadım. Diğer bir kadın
seviyorum. Hayatımdan geçerim; o kadından geçemem. Binaenaleyh
beynimizde iadei saadet imkânı yoktur. Beyhude birbirimizi niçin
aldatalım?..

Demesi lâzımdı. Fakat bu sözü o meyus kadına söylemek, ihtizar halinde


bulunan bir kimseye katil için bıçak çekmek kabîlindendi.

Sâibe bir hayli müddet ağladı. Kocası da karşıdan öyle heykel gibi dinledi.
Nihayet mendilini yüzünden ayırıp:

— Beyim, şimdiye kadar doğru bir söz söylemediniz; bari son mertliğinizi
ifadan çekinmeyiniz. Yürek dayan-mıyan şu elemlerimi mümkün mertebe
kısa kesmeğe, yani beni çabuk öldürmeğe himmet ediniz. (Sizden son ricam
budur.

Demindenberi taş gibi duran Mâil bu teklife karşı birdenbire titredi. Sâibe
yine devamla:

— Tevahhuş etmeyiniz Beyim; beni, revolvery kama çekerek âdi kaatiller


gibi öldürecek değilsiniz. Bana olan nefretinizi itiraf ediniz. Aramızda
saadeti zevciyenin iadesi kaabil olmadığını anlatınız. Yani hakikati
söyleyiniz, kâfi... Ben sizi seviyorum. Cinayet işliyorum. Cezamı görmeli,
çabuk ölmeliyim.

Nihayet Mâil kuru kuruya birkaç «öhö öhö..» salıvererek diyebildi ki:

—Sen niçin öleceksin ISâibe?.. Cinayeti ben işledim. Cezayı da ben


görmeliyim...

— Senin cezan o karının muhabbetidir. Şimdi anlıya-mıyorsan bunun ne


derece dehşetli olacağını sonra görürsün...

***
Mâil o gece zevcesiyle cehennemi bir vakit geçirdi. Sabah oldu. Hemen
kendini sokağa attı. Hatveleri Samatyadaki hane cihetine doğruluyor; fakat
yüreğini korku ile karışık bir teessür sarıyordu. Ne yapacağını bilmez bir
halde başını iki eli arasında sıkıyor, gözlerini yumuyor, fakat bir gün evvel
ISâibenin beyaz keten mendile bulaştırıp da gösterdiği kan o anda nazarı
önünde o kırmızılığı ile peyda olarak âdeta yine öyle titriyor, ihtizaz
ediyordu. Bu zavallı kadına o pıhtıları kusturan kimdi? Mâil kendi... Bu
muaşakada delikanlı sağım solunu görmeden niçin bu kadar ilerlemişti? îşte
zevcesi elden gidiyordu. Kendinin Şöhrete olan aşkı Sâibeye âdeta öldürücü
bir zehir gibi tesir etmiş!.. Kendisi Şöhreti sevmekle Sâibe bundan ter
es9Ürle niçin ölüyordu? Bunda mâna var mı? Sâibe vefat ederse bu faciada
Mâil mütemadi bir kaatil addolunabilir miydi? Mâil Şöhreti, Sâibeyi
öldürmek için sevmedi ya?.. O elinden geldiği kadar ihtiyat etti; tedbir
gösterdi. Zevcesini me’yns etmemek, kıskandırmamak için yapabileceği
şeylerin cümlesini icradan geri durmadı. Netice bütün bu tedbirlerin hilâfına
zuhur etti. Şimdiye kadar ne olduysa oldu. Fakat bundan sonra Mâil,
Sâibenin kan tükürdüğünü göre göre, biçarenin marazının şiddetlenmesine
sebebiyet vereceğini bile bile yine Şöhretin hanesine gidecek mi? Bugünden
sonra Şöhreti nikâhında bulundurmak, Sâibenin ölümünü tâcil etmek
demekti. Boşasa, karının şiddeti sevdasından Mâil, kendinin de birkaç gün
sonra aynen Sâibe gibi kan tüküreceğine hiç şüphe etmiyordu. Sâibeyi
kurtarmak pek güçleşmişti. Bunun için yalnız bir yol vardı: Mâil, zevcesi
Sâibe uğruna kendini feda etmek. Sâibe öleceğine kendi ölmek... Evet; o
aralık Şöhreti ter-ketmek zavallı Mâile ölümden farksız geliyordu.
Mâil, nefsinden geçmek derecesinde bir yüksek fedakârlığı göze aldırdığı
halde Sâibeyi kurtarabilecek miydi? Biçare kadın mühlik bir hastalıkla
müsap olmuştu. Zevci mazideki her türlü aile saadetini iade ile hanesine
avdet etse bile Sâibenin yaşıyacağı yine şüpheliydi. Mâil, mü-farakatinden
sonra Şöhretin derdinden, Sâibe de zevcine karşı olan şiddetli
muhabbetinden öldükten sonra delikanlının bu fedakârlığı neye yaramış
olacaktı?

Mâil zihnen Şöheti tatlik etti. Müteakiben zuhura gelecek vukuatı gözü
önüne getirdi. Bu hareketiyle kadını eski haline, yine Şeydâ Beye, ve daha
sairlerine terket-miş olacaktı. Şöhreti onlarm arasında birtakım tahammül
edilmez ahval içinde tasavvur etti. Sâibeyi, her derdini o anda unuttu. Gûya
hakikaten boşamış da Şöhreti elinden aldırmış gibi bir his galetine düştü.

Hemen Samatyaya, cânanının semtine doğru saldırdı. Eve yaklaştığı esnada


bu sefer Sâibe hayal nazarının önüne boylu boyunca dikildi. Zevcesinin
teessür göz yaşları solgun yanaklarından aşağı dökülüyor, kansız dudakları
teellümünü beyan ediyor, hele uzattığı beyaz mendilde o kan parçası yine
aynen öyle titriyordu.

Bir tenha sokağa saptı. Başım duvara dayadı; hüngür hüngür ağlamağa
başladı. Bedbaht çocuk ne yapacağını bilemiyordu. Yolunu herhangi cihete
çevirse gönlünü, vicdanını yeisle pürhun edecek mânevi bir emir sanki:

— Gitme oraya... Geri dön!

Diyordu. O da dönüyordu. Fakat geriye dönüp gideceği bu mahal neresi


olacaktı? Onu bilemiyordu. Tenha sokaklarda böyle bir müddet serseriyane
dolaştı. Nihayet gidip Hayatiyi bulmayı düşündü. Evine uğradı. Hele şükür
arkadaşını evinde buldu.

Hayati, Mâili öyle yüz göz kızarmış, azîm bir yeis içinde görünce şaşırdı.
Sevgilisi Şöhretle evlendiğinin ertesinde beyin bu matem çehresine ne mâna
vermeli?..

Bir odaya çekildiler. Kapıyı kapadılar. Hayati sordu:


— Anlat bakalım beyefendi, yine ne oldu?

— Ne olacak, iki ucu mülevves bir keyfiyet... Müşkülâttan bazılarını


hafifletmek için nikâhı kıydırdık, işi bütün bütün berbat ettik...

— Tuhaf şey...

— Tuhaf ya... Zevcem Sâibe Hanım nikâhı haber almış; hem de yapıldığı
anda duymuş...

— Bu işin duyulacağı zaten malûmdu. Keyfiyetin buraya varacağını siz de


biliyordunuz.

— Zevcem ye’sinden kan tükürüyor...

— İşte bu fena havadis...

— Hem nasıl, bilsen?.. Kendimi doktora göstermiye-ceğim, tedavi


ettirmiyeeeğim... İşlediğin cinayetin derecesini sana anlatmak için*böyle
inliye inliye karşında öleceğim. Çünkü yaşamak için bana senin muhabbetin
lâzımdı. Mademki gönlün benden alınmış, diğer bir kadına verilmiştir; o
halde benim yaşamam abestir. Sen muhabbete şayan bir adam değilsin. Seni
sevmek bir cinayettir. Ben bu cinayeti işledim. Cezasını kendimce böyle
tertip ettim, diyor.

— Ooo.. iş dehşetlenmiş... Fakat kadın lâkırdısına pek o kadar ehemmiyet


verme... Bugün böyle söyler; belki yarın fikrini değiştirir. Siz onun tedavi
istemem dediğine bakmayıp hemen mütehassıs etıbbaya muayene ettiriniz.

— Kendisi hastalığını bugüne kadar saklamış. Galiba şimdi deva kabul


etmez bir devresine geldiğini anlamış olmalı ki, bana haber veriyor.
Vücutça o kadar bozulmuş ki, âdeta bitmiş...

— Şimdiye kadar akim neredeydi birader? Zevcenin haline niçin dikkat


etmedin? Biçarede böyle bir marazın zuhuru ihtimalini neye düşünmedin?
Mâil Beyefendi; bu mes’uliyeti sizin için pek ağır görüyorum. Neyse, olan
olmuş; bari şimdi fenalığın derecesini tahdit vesaitine saldırınız. Kızlarının
keyifsizliğini pederiyle validesine haber veriniz...
— Nasıl vereyim?.. Kızınızı verem ettim. Geliniz, bir çaresini bulunuz mu
diyeyim?

— Evet, bunu böyle demek, saklamağa nazaran büyük bir İnsanî hareket
sayılır.

— Haydi bunu söyliyecek kadar cüret göstereyim. Kızlarını tedaviye


koşsunlar. Âlâ; fakat tedaviye girişecek etıbbanın en mühim ve en birinci
tavsiyeleri, sükûnet, istirahat, üzüntüden azadelik olmıyacak mı? Halbuki
ben Şöhretle böyle nikâhlı yaşarken Sâibe nasıl...

— Anladım, sus... Biçarenin hastalığı kaabili tedavi ise yine onun Lokmanı
sen olacaksın. Senin muhabbetin kadar ona güzel tesir edecek bir deva
tasavvur olunamaz.

— Hayati, pek ziyade dikkatimi celbeden bir husus var... Bizim


Samatyadaki hanede her ne vukubulsa ISâi-be hepsinden haberdar oluyor.
Keza konakta cereyan eden ahvale de Şöhret vâkıf bulunuyor. Bu nasıl
oluyor, bir türlü nlıyamıyorum.

Hayati elini alnına götürüp bir müddet düşündükten sonra dedi ki:

— Beyefendi, bendeniz de tuhaf bir şeye tesadüf ettim. Bunu size işi
tahkikten sonra haber verecektim. Fakat iki zevce .arasında cidden müşkül
bir mevkide kaldığınız için bunu şimdi tahkikten evvel haber vermeğe
mecbur oluyorum. Efendim, bu son zamanlarda Şöhret Hanım ne vakit
sokağa çıktıysa hemen hiç birinde kendini takipten hâli kalmadım.
Nerelerde geziyor? Ne yapıyor? Kimle münasebette bulunuyor? Bu
hususları sizden ziyade ben de merak ediyordum. Şöhretin en ziyade devam
ettiği yer neresi olsa beğenirsiniz?

Mâilin rengi bütün bütün sarararak:

— Ne bileyim ben?..

— Siz bilmiyorsanız ben haber vereyim ki, sevgili Şöhretiniz sık sık
Cerrahpaşa tarafında bir bakıcı yahut büyücü karının evine devam ediyor.
— Acaip... Ne yapıyor orada? Biiyü mü yaptırtıyor?

— Ne yaptığını anlamak için bir gün o eve yakın kahvelerden birine


oturdum. Bakıcının evinden Şöhret çıktı. Kendimi ona göstermeden ben
girdim. Beni bir çardak altına aldılar. Müracaatimin sebebini sordular.
Falıma baktıracağım, dedim. Bir habeş karı geldi. Mücellâ bir tepsinin içine
bakarak söylemediği garaip bırakmadı. Sonra aramızda şöyle bir muhavere
açıldı:

«Ben — Benim falıma Hoca Nefise Hanım niçin bakmıyor?

«Karı — O böyle ufak tefek fallara bakmaz...

«Ben — Vay, benim falım ufak tefekten mi sayılıyor?

«Karı — Ne olacak ya?.. Bir kısmetine baktırıp gideceksin...

«Ben — Belki yalnız kısmete baktırıp gitmiyeceğim. Bakalım benim kim


olduğumu biliyor musunuz?

«Kan — Biz adamı görünce, ne olduğunu suratından anlarız.

«Ben — Vay... Ben neyim anla bakalım?

«Kan — Sen kendinin ne olduğunu biliyorsun ya?., Bize ne soruyorsun?

«Ben — Aman hanım, bu lâfın parçalı düştü...

«Kan — Parçalı düştüyse fazlasını öbür tarafa koy...

«Ben — Etme Allahı seversen... Sen kıyak bir hovardaya benziyorsun. Lâf
açmazına kalkışırsak ben de epey sermaye tutarım. Söz uzar... Hoca Nefise
Hanım kanarya meraklısı mıdır? Demin buradan çıkan kanarya, o san
hanım kimdir?

«Karı — Ne üstüne vazife?..

«Ben — Bakıcı değil misin? İşte benim derdim de o sarı hanımla...


Deminden anhyamadın. Para kazanmak istiyorsan sorayım, söyle... Lâf
başına bir lira iste. O hanım buraya niçin geliyor. Kimin nesidir? Söyle; her
cevabına lirayı al... i : I

«Karı — (Bu. sefer dikkatle yüzüme bakarak) O kadar paran çok mu? Biz
para âşıkı değiliz. Buradan sır çıkmaz. O hanımı nafile sorma.

«Ben — (Cebimden? üç dört banknot çıkarıp göstererek) Siz nenin


bakıcısısımz? Cebimdeki liraları anlıyama-dıktan sonra kalbimdeki sırları
nasıl çakacaksınız?

«Kan — (Dikkatini tezyitle) Öyleyse gideyim, büyük hanıma haber


vereyim. Böyle mühim işlere o bakar.

Karı gitti, geldi. Şu cevabı verdi:

«— Bu akşam sizin çin istihareye yatacak, uygun gelirse, falınıza sonra


bakacak... On gün sonra geliniz.

Bu cevabı aldım, çıktım. On gün benim için hayli uzun bir müddet. Her
geçen gün merakim arttı; bakıcının civarındaki kahvehaneye devama
başladım. Gözlerim evin kapısında... Kim giriyor, çıkıyor; bir bir dikkat
ediyorum. Gelen giden hesapsız birader. Bu erbabı müracaat meya-nmda
daha kimi görsem beğenirsiniz? Tahmin et bakayım?.. , i • j i j |

— Tahmin edecek akıl, fikir kaldı mı bende?...

— Zevceniz Sâibe Hanımefendiyi...

— Gözümle görsem inanmam...

— Gözünüzden ziyade bana inanmanızı rica ederim.

— Ey, sonra?..

— ISonrası daha on gün geçmedi ki bakıcıya gideyim. Bu Nefise Hanım


gayet tutkuncu bir şeye benziyor. Anlaşılan Şöhreti de, Sâibeyi de
yakalamış, yoluyor. Bir evde cereyan eden ahvalin diğer evde derhal haber
alınması keyfiyetini ben bu bakıcıdan biliyorum. Karı gûya benim için
istihareye yattı. Kim bilir ne tahkik edecek, ne düşünecek? İşine gelirse
falıma bakacak, gelmezse bakmı-yacak... On günün müruruna da hayli vakit
var. Beraber gidelim; olmaz mı? i

—Olur. Fakat ben şimdi ne yapacağım?

— Sizin için yapacak şey, bu akşam zevceniz Sâibe hanımın yanma avdet
etmektir.

— Şöhretle nasıl bir mukaveleye dayanarak nikâh akdettik, biliyorsun ya?


Haftanın çok gününü onunla ge-

girmeğe mecburum. Yanma gelemediğim günler için hiç bir özür kabul
etmiyecektir.

— O ciheti siz bana havale ediniz. Ben Şöhreti ikna ederim. Siz birkaç
akşam Sâibenin yanında kalınız. Çünkü başka türlü harekete hiç bir vicdan
kail olamaz...

11
TESADÜF

Mâil o akşam Sâibenin nezdine avdet etti. Delikanlıda garip bir hal peyda
olmuştu. Şöhretin yanında bulunduğu zaman kalbinde Sâibeye karşı bir
nevi rikkat, merhamet hissediyor, ikinci zevcesinin menfaat düşkünlüğüne,
terbiye yoksulluğuna delâlet eden bazı halleri, sözleri Mâil nazarında
Sâibeyi yükseltiyor, kıymetini artırıyor; Şöhret gibi âdi bir karıya öyle âli
tabiatli bir kadmı feda, âdeta kurban ettiği için bin teessüf ve telehhüf
izharından kendini alamıyor, Sâibeyi görünce kalbini müsterih edecek,
gönlünü alacak sözlerle muhabbet temininde bulunmak için birçok cümleler
hazırlıyordu. Fakat zavallı kadınla karşı karşıya gelince iş değişiyor, onun
hakkında gıyabında hisseylediği bu merhameti, muhabbeti hiddete, âdeta
nefrete tahavvül ediveriyor, hele Sâibeyi üzmemek için Şöhretin hanesine
gidemediği zamanlar birinci zevcesine olan gayzı istikrah derecesine
varıyordu.
Bu hilkat zâfmı düşünerek kendi kendine şaşıyordu. O akşam Sâibenin
yanma avdet ettiği ve orada bulunmak mecbıriyetinden dolayı Şöhretle
olacak mülakat zevkinden mahrumiyete katlandığı için yine Sâibeye karşı
olan rikkatine zaaf geldi. Merhameti âdeta nefret derecesini buldu. Kendi
kendine dedi ki:

— Ben Şöhreti seviyorum. Sâibeden düzce nefret ediyorum. Fakat kendisini


terke merhametim müsaade etmiyor. Sevmediğim bir kadın yüzünden
çektiğim bu elemler

nedir? «Merhametten maraz hâsıl olur» sözü meğer ne kadar doğru imiş?..
Ben şimdi bu akşam gidip de onunla ne görüşeceğim? Yine sitemler, yine
göz yaşları.. Cehennem azabından beter bir ıstırap gecesi geçireceğim. Bu
hali kısa kesmenin bir yolu yok mu? Var: Şâibeyi bırakmak... Fakat
görünürde kadının hiç bir kabahati yok. Bırakmalı ama, pederime ve âleme
karşı hiç olmazsa şunun için bıraktım diye ortaya ufak bir sebep koymalı,

Mâil düşündü, düşündü; bidenbire sevinerek:

— Hah buldum buldum. Sâibe büyücü karılara gidiyormuş. Oralarda ne işi


var? İşte ne yapacağımı bilemiyordum... Cerrahpaşaya giderim. Nefise
Hanımın hanesine yakın olan kahveye otururum. Sâibe oraya gelirse
arkasından ben de içeri girer, onu orada elimle yakalarım... Bunu sebep
ittihaz ederek bırakıveririm.

♦**

Mâil işte böyle kararsız, acip bir halde idi. İki saat «onra ufak bir vesile, şu
son kararını da tehir veya tebdil ettirtebilirdi.

Hayatinin ısrarı üzerine birkaç akşam Şaibenin yanında kaldı. Orada


kaldıkça zevcesine olan gayzı büyüyordu. Fakat yakında bırakmak
niyetinde olduğu için artık nasılsa dişini sıkıyordu.

Bakıcının hanesinde Sâibeyi yakalamak fikrini Hayatiye açtı. Bu kararına


arkadaşı itiraz etti. Mâil bu defa itiraz kabul etmez surette iddiasında ısrar
gösterdi. O civarda bir kira evi aramak bahanesile Cerrahpaşadaki mâ-hu*t
kahveye her sabah erkenden devama başladılar. Devamlarının ikinci günü
Sâibenin arabası Nefisenin kapısı önünde durdu. İçinden evvelâ Nimeti
Hanım, sonra Sâibe çıktı. Bakıcının evine girdiler.

Mâil, sevinç ve hiddetle karışık garip bir halin tesiriyle titriyerek


arkadaşına:

— Haydi biz de girelim.

— Birader, mahallede bir gürültü çıkarırız. Çünkü bu bakıcı karılar ne kadar


çirkef, şirret şeylerdir bilmezsin. Zorla girince şimdi içeride bir gürültü
kopar. İş zabıtaya akseder. Pek fena bir harekette bulunmuş oluruz.

— Hayati, affedersin... Böyle bakıcı namı altında ahvali meçhul bir hanede
şu saatte zevcem bulunuyor. Burası nasıl evdir? Zevcem içeride ne yapıyor?
Girip görmek isterim. Bu mesele namusuma taallûk eder. İhtiraza falana
lüzum yok... Şimdi gireceğim.

— Kardeşim, gürültü etme... Böyle telâşla iş görülmez. Zevcenin üzerine


bunca zamandır hiyanet edip durduğun halde o zavallının bir bakıcı evine
girişini fena bir niyete atf ile derhal meydana bir namus meselesi çıkarmağa
sıkılmıyor musun?

— Hayati, nasihat dinliyecek vaktim yok.

Sözüyle Mâil kahveden fırladı. Hoca Hanımın kapısını çaldı. Çok sürmedi;
kapı açıldı. Aralıktan, kim olduğu, ne istediği? Mâilden sual edildi.
Delikanlı cevap olarak var kuvvetiyle kapıya dayandı, içeri .girdi. Hayati de
arkasından yetişti. Kapı içeriden tekrar kapandı.

Sâibenin arabacısı Mâili gördü. Böyle telâşla kapı çalıp içeri girmesinden
evin içinde bir gürültü kopacağım anlıyarak herif ellerini oğuşturmağa
başladı.

***

Hoca Nefise Hanım, Sâibe ile Şöhretin ayni günde hanesine müracaatla
orada yekdiğerine tesadüflerini men emrinde her ikisinin gelmeleri için bir
iki hafta fasıla ile' hususî kabul günleri tâyininde kusur etmemişti. Lâkin bir
acip tesadüf, karının bu tedbirini hükümsüz bıraktı. Bakınız nasıl...

Sâibe, bakıcı Nefise Hanımın talimatına tevfikan Mâil Beyle kavga edip de
zevcini beş on gün yanından kaçıra—

rak pek müellim nedametlere düştüğü hangâmede Hoca Nefise Hanıma olan
tam itikadı biraz bozulmuş, onun sözüyle hareket ettiğine âdeta pişman
olmuştu. O aralık bakıcıya vukubulan ziyaretlerinin birinde Sâibenin.
ağlıya-rak hiddetle:

— Hoca Hanım, sözünü dinledim. İşte kocamı elimden bütün bütün


kaçırdım. Darıldı, gitti. Artık gelmiyor.

Yolunda vaki olan şikâyetine karşı Nefise:

— Korkma kızım... Hattâ yakında da Mâil Bey, Şöhreti kendine nikâh


edecek. Yine korkma... Bu nikâhın kıyılması mutlaka lâzım. Çünkü
Şöhretin Mâile yaptığı büyüler, nikâh olunca bozuluyor. Onlar bir kere
bozulsun; yeniden yapacağı büyüleri artık tutturamaz. Ben yine Şöhreti
Mâilden boşatıp kocam sana göndereceğim. Sözüme inan, biraz dişini sık...

Cevabım vermiş; ve nikâhı da hemen akdedildiği gün Sâibeye ihbar etmişti.


Sâibe bu haberi alınca yeisten ne yapacağını bilmez bir hale düşmüşken
nikâhın ertesi günü Mâilin yine konağa gelmesi ve kendine muhabbet
temini yolunda sözler söylemesi, hususiyle Şöhreti kendine nikâh eylemiş
olması, karıdan bir ayak evvel nefret etmek hikmetine mebni olduğunu
temine uğraşması, hep bu sözlerin türrehattan ibaret olduğunu hissettiği
halde bile yine yüreğine bir parça su serpilmiş ve o gün beyinlerinde
vukubulan münazaa üzerine zevcinin üç dört gün Şöhretin evine gitmiyerek
kendi yanında kalması biçareyi, Hoca Hanımın ifadelerinin doğruluğu
hakkında küçük bir ümide düşürmüştü.

Hoca Hanımı ziyaret günü vürut etti. Sâibe gidip gitmemeyi düşündü.
«Denize düşen yılana sarılır» meseli hükmünce Hoca Hanımın falının
vaatlerine emniyet yüzde beş, on nisbetinde caiz olsa bile şu küçük ümidi
boşla-mamayı her halde daha muvafık addederek nihayet gitmeğe karar
vermişti.
Şu aralık Şöhretin hali de .görülecek gibiydi. Hoca Hanımın büyücülük ve
falcılıktaki keskinliği, nikâhın akdinde gösterdiği sürat muvaffakiyetle
mânen ve maddeten sabit oldu. Şöhret nikâhın ertesi günü Çardaklı bakıcıya
gitti. Minnettarane bir hayretle Nefisenin elini, eteğini öptü. Mevcut nakdi
neden ibaretse hemen cümlesini şükran eseri olarak takdim etti. Fakat
nikâhın ertesi Hoca Hanımın istihraçlarına pek muvafık düşmedi. Haftanın
çok günlerini Şöhretini nezdinde geçirmeğe yemin etmiş, zevcelik
haklarında İkinciyi birinciye her suretle takdim eyliyeceğini el yazısiyle
muharrer senetle takyid' etmişken Mâilin nikâhtan sonra gidip dört beş gece
gelme-yişi Şöhreti büyük bir telâşa düşürmüştü. Zevci beyefendi haneden
ilk ayrıldığında böyle devamlı surette dört beş gece gözükmezse bu nikâhın
istikbalinde hayır umulur mu?..

Şöhret kendi kendine:

— Nikâh halkasını boynuma geçirdi ya, artık Mâil Beyefendinin her emrine
itaate mecbur bir zevcesi oldum. Canı isterse yanıma gelecek; istemezse
gelmiyecek. Eğer bey zihninden böyle kuruyorsa ne kadar hata ettiğini çok
geçmeden anlar... Kendisi böyle haftalarla benim yanıma uğramasın, ben
burada, acaba beyim ne vakit gelecek diye gözlerim pencerelerde aylarla
bekliyeyim, öyle mi? Oh kuzum, yağma yok... Ben öcümü insandan çabuk
çıkarırım. Beni nereden ve ne şartla aldığını pek akimdan çıkarmasın...

Sözleriyle hiddetinden ter ter tepiniyordu. Hayati, Sâibenin ziyade keyifsiz


olduğundan bahisle Şöhreti teskine, Mâil bu akşam gelecek, yarın akşam
mutlak burada bulunacak gibi sözlerle avutmağa uğraşıyordu. Lâkin karıyı
ikna kaabil olmuyordu.'

Hayati bir akşam Şöhretin hanesine zilzuma sarhoş geldi. Karı yine Mâili
sorarak bağırıp çağırmağa başladı. Nihayet delikanlı bedmestane bir
telâffuz taraiyle:

— Civanım, zorun ne?.. Mâil gelmezse gelmesin. Benim kara gözlerim seni
tesellye kifayet etmez mi?

Deyiverince, Mâili şiddetle sevmekle beraber Hayati' nim kara gözlerim


seni teselliye kifayet etmez mi? larını —çeşitli sevdaya merakı hasebiyle—
pek de kayıt' sız nazarla göremiyen Şöhret, herifin bu edepsizce taarruzuna
ve arkadaşlığa yakışmıyan hareketine, karşı sahte bir infial tavn (göstererek:

— De de de.... O nasıl söz, kaka bebek?.. Ben adamın ağzına avuçla kırmızı
biber doldururum.

— Zaten içim hamam külhanı gibi yanıyor, ağzıma dolduracağın biberin


ateşi kaç para eder?..

— Hayati Efendi, gözlerini iyi aç... Ben senin anladıklarından değilim. Vah
zavallı Mâil vah!..

— Elmasım, ne darılıyorsun? Seni nikâh etti, işini sağladı. Kocan gelmiyor


artık... Sen onun gönlündeki eski mevküni kaybettin. Ayıp değil ya?.. Onun
nasıl bir fazla Sâibesi varsa, senin de Mâilin üzerine kara kaşlı ziyade «bir
Hayati» n olur. Kim duyacak? (Kalbini göstererek) Buradan can çıkar, sır
çıkmaz. Bir sen bileceksin, bir ben. Böyle hırsızlama muhabbetler daha tatlı
olur.

O gece tepsiye istif edilen bu muhabbet tatlısı birkaç akşam 9onra fırına
verildi. Şöhret yine Mâili seviyor, Hayati yine arkadaşına karşı kardeşlikte
devam ediyordu. Bu çapkınla bu fahişe arasında ateşlenen şu yeni muhabbet
mâzeretinin bütün hikmeti: «Bunu bir sen bileceksin, bir ben..» düsturu
olmuştu. Mâil duymadıktan, bu hususta bir şüpheye düşmedikten sonra bu
muhabbetin Şöhretle Hayatiye yeni bir zevk bahşetmekten başka kime ne
zararıı olabilir?

Zavallı Mâil, Şöhrete hayatını vakfetmek için, birkaç aylık ömrü kalmış
Sâibeyi terke türlü vesileler arar, vicdanını müsterih edecek beyhude özürler
icadına uğraşırken beri yanda böyle bir alış verişin başlaması, Mâilin
mevkiini kan tüküren zevcesininkinden daha elîm bir hale getiriyordu.

Mâil, Sâibeyi boşamak için nasıl vicdanî özürler ararken mânen mes’uliyeti
tahfife uğraşıyorsa, böyle havaî vicdan özürlerini Şöhretle beyinlerinde
açılan gayri vicdanî muhabbete tatbik emrinde Hayati Beyefendi de te-
kâsülü tecviz etmiyordu. Hayatinin vicdanî mazereti şu idi: Zevcesi Sâibe
hakkında bu mertebe insafsızlık eden, biçarenin mühlik bir marazla
musabiyeti tahakkuk ettikten sonra yine Şöhrete olan muhabbet seyyiesinde
temerrüt gösteren Mâil gibi zâfına mağlûp bir herife her ne yapılsa azdır.

Eğer bu enrrde Şöhret Hanımdan da bir özür sormak akıllara gelirse,


bakırcıların döve döve kapağı tencereye uydurdukları gibi, onun da
dürüştane mâzereti: «Mâilin Sâibesi olsun da benim Hayatim niçin
olmasın?» sözünü vicdanına tatbikten ibaretti.

Mâile ile Sâibenin araları ne kadar düzelirse kendi için istifadeye o kadar
meydan kalacağından, Hayati arkadaşını daima birinci zevcesiyle güzel
geçinmeğe, vaktinin büyük kısmını orada geçirmeğe şevke uğraşıyordu.

Hayati, Şöhretin canı sıkılmasına meydan bırakmıyordu. Lâkin karı, yeni


zevcinin evden ilk ayrıldığında böyle beş altı gece birden gelmemek gibi bir
muameleyi nefsine karşı ağır bir hakaret addiyle gitgide hiddetten kabına
sığmaz bir hale geldi. Mâilin böyle uzun müddet gaybubetinden, Safai
Efendinin hanesinde fevkalâde bir hal vukutbulduğuna hükmetti. Şöhret
meseleyi anlamak İstiyor; Sâibenin keyifsizliğinden başka bir cevap
alamıyor, merakı bütün bütün artıyordu. Mâili Samatyadalri hanesine
gelmekten böyle günlerle meneden sebep, kuvvet her neyse bu mâni
kuvvetinin delikanlıya, Şöhreti tat-lik ettirecek mertebe tesirini ve nüfuzunu
tezyit eylemesi de muhtemel değil midir? Bu ihtimal karının zihnine
geldikçe, kendi hükmünce Mâilden nasıl «öç» almak kabilse o suretle ahzı
sârdan geri durmuyor; fakat ne olduğunu anlamak için meraktan yanıp
çıldırıyordu. Nihayet bir gün Şöhret kendi kendine:

— Ay; sabredemiyeceğim. Ben bu işi kimden anlıya-’ bilirim? Alık kahpe;


kimden anlıyacağım? Hoca Hanımdan anlarım. Nefise Hanımı gidip
görmek için de daha bir hafta lâzım. Bir haftaya kadar ben meraktan
çatlarım. Bir defa da onun dediği günden evvel gidersem ne olur? Bu gün
kalkar, Nefiseye gidiveririm. Dediğim vakitten niçin daha evvel geldin, diye
beni dövecek değil ya... Gidiveririm vesselam...

Düşüncesiyle, Sâibenin, Çardaklı bakıcının hanesinde bulunup, Mâil


tarafından takip olunduğu ayni günde Şöhret de oraya gitmek üzere yola
çıkmıştı...

***
Bu tesadüfün garabeti, Nefisenin tedbirleri hilâfına Sâibe ile Şöhretin, fazla
olarak Mâilin de ayni günde bakıcının hanesinde birleşmelerinden ibaret
kaldı.

Nefisenin eski komşusu Gülsüm Hanım, hani şu pasaklı Gülsüm, aradan


hayli müddet geçtiği halde Hoca Hanıma olan husumetini bir türlü
yenememişti. Zavallı kadın dolandırılan kumru göğsü yanar döner canfesten
paçalığını, gümüş bileziklerini, kemerini, çocuğun nazar takımını, hele
anasmın sandığından çaldığı dokuz mecidiyeyi hiç unutamıyarak, kaptırdığı
bu eşyayı arada bir rüyasında görür, sabahleyin döşeğinden kalkınca doğru
anasının yanına gider:

— Anneciğim, hayırdır inşallah, yine bu gece rüyamda kendimi, paçalığımı


giyinmiş; kemerimi, bileziklerimi takınmış gördüm. Acaba eşyamız yine
elimize girecek mi? Onlan birer birer bulacak mıyız?

Anası derin bir göğüs geçirerek:

— Alık kız, bu kadar seneden sonra hiç entari, bilezik bulunur mu? Siz
onları Nefise ile birlikte çarşıya götürüp haraç mezat satmadınız mı?

— Sattık anacığım ama, hoca karı onları mal sahibinin yanında öyle suretâ
satar gibi yaparmış da sonra arkadan gider, birer birer toplarmış. Bizimki
öyle demedi mi? Ben yine inat ederim ki bu eşya Nefisenin evindedir. Üç
yüz kuruşa çıkan paçalığı o hiç öyle beş mecidiyeye veriverir mi? Onu
evine götürmüş, kızına giydirmek için saklamıştır. A. inan olsun anne
öyledir...

— Ah yavrum, dediğin keşki doğruı çıksa?.. Rüyanda hep paçalıklarını mı


görüyorsun? Benim dokuz mecidiyem; o, paracıklarını hiç gözüne ilişmiyor
mu? (Göğsünü yumruklıyarak) İlâhi, o meaidiyelerin her biri ateş olsun da
yarm ahrette Nefisenin vücuduna yapışsm. Ben mecidiyelerimi rüyamda üç
defa gördüm. Sanki sandığımı açmışım da yerleştiriyormuşum. Bir de altını
yokladım ki, paralarım çıkının içinde elimle koyduğum gibi öyle duruyor.
Yüreğime bir halecan yapıştı. Par par titremeğe başladım. Sevinçle
gözlerimi açtım baktım ki, para diye sımsıkı kuşağımın ucunu tutmuşum...
Sonra bu rüyamı tâbir ettirmek için Şekûreye gittim. «Karı sevin, paran
eline geçecek. Lâkin kırk para verip bu rüyanı Çarşıkapısmda-ki hocaya
tâbir ettirmelisin» dedi. Sonra senden gizli hocaya 'gittim; tâbir ettirdim.
Hoca remil attı. A, bu dokuz mecidiye pek kolay yerde... Bana otuz kuruş
getir, senin mecidiyelerini buluvereyim, dedi. Paranın gözü çıksın. Otuz
kuruşum yok ki götüreyim de dokuz mecidiyemi alayım. Kaç defa
biriktirmeğe uğraştım. On sekiz kuruş kadar yaptım. Yine lüzumu oldu,
hepsini sarfettik, gitti.

— A, anne., bunları bana neye haber vermedin ayol?

— Sana niçin haber vereyim? Dokuz mecidiyemi bulduğumu öğren de yine


gel tekrar sandığımdan çal, öyle mi?.,

— O bir kere olur anneciğim. Otuz kuruşla dokuz mecidiyeyi bulacak


olduktan sonra ne duruyoruz, ayol...

— A!.. Çılgının zoruna bak... Otuzu nerede bulayım?

— Ben bizimkinin kesesinden alırım. Mecidiyeleri bulduğumuz gibi bu


parayı götürür, yine keseye koruz.

Filhakika otuz kuruşu alıp hocaya götürmüşler, fakat dokuz mecidiyeyi elde
edememişler; sirkatleri anlaşılmış; ana kız, ikisi de Rıfkı Efendiden birer
dayak daha yemişlerdi. Fakat bu dayaklar, tekdirlerle uslanmaları kabil
olmadığından, dolandırılan eşyayı elde etmek için fırsat düştükçe bulup
buluşturarak üste daha para sarfiyle hâlâ hocalara, falcılara müracaattan geri
duramıyorlardı.

Rıfkı Efendi ailesi, Hoca Nefise Hanımın Cerrahpaşa taraflarında


mükemmel bir hane satın alarak bakıcılığa germi verdiğini haber almışlardı.
Kaptırdıkları şeyleri rüyalarında görüp yürekleri yana yana uyandıklarf
zaman o günü çoluğu çocuğu toplıyarak tâ Cerrahpaşaya kadar yürüyüp
gitmekten geri durmazlardı. Fakat Nefise, eski komşularının ziyaret
sebeplerini bildiğinden, onlara kapıyı açmazdı. Bu istiskal berikileri
büsbütün iğzap eder, kapının kapalı kalmasına mukabil ana kız ağzını
açarlar, Nefise Hanıma bir söylemediklerini bırakmazlar; Nefisenin eskiden
pastırma ile karın doyurduğuna ait sefaletinin ne kadar esrarı varsa birer
birer şerh ve beyanla hırslarım alır, yine mahallelerine avdet eylerler:
— O bize kapıyı açmadıysa, biz de onu yeni mahallesinde kepaze ettik;
içimizi, derdimizi hep boşalttık ya!..

Tesellisiyle akşam rahat uyurlardı.

Sâibe ile Şöhretin, Nefisenin evine tesadüfen geldikleri günü yine o akşam
Gülsüm rüyasında paçalığını görmüş, sabahleyin içi yanarak, yüreği
çarparak uyanmış olduğundan o yeisle hem kendi ağlayıp hem de annesini

:S

telehhüf göz yaşlarına garkettikten sonra hiddetlerini teskin için yine


Cerrahpaşa semtine bir sefer icra etmek zahmetini göze aldırmışlardı. Bu
defa daha kalabalık olmak için imâmecilerin Sehere de işi haber verdiler.
Onların yalnız kızını davet eylediler. Fakat bu gibi hayırlı işdegeri kalmayı
asla tecviz eylemiyen validesi de sefere dahil oldu.

Gülsümün, Hoca Nefise ile arası bozulduktan sonra imâmecilerle dostluğu


gayet ilerlemişti.

îmâmeciler ana kız, Gülsümler ana kız, yani dört kadın, yarım düzine kadar
irili ufaklı çocuk ve bunlara ait bez bohçaları, yemiş sepetleri, küçük boyalı
def, tepesi tüylü çıngırak; dilli düdük; kaynana zırıltısı kabilinden bir hayli
oyuncak...

Kadınlar tekmil bu eşyayı aralarında taksim ettikten Sonra çocukların


küçüklerini kucaklarına alarak, yürüyebileceklerin de ellerinden tutarak
yola düzelirler... Sokakta helvacı, fıstıkçı ve sair satıcılara tesadüf ettikçe,
ma-hallebici, manav dükkânlarının önünden geçtikçe çocuklar hep birden
evvelâ birer meserret âvazesi koparıyorlar; fakat o gördükleri yemişlerden
alınıp da ellerine bir şey verilmeyince bu sevinç yaygaralarını sürekli
feryatlar, ağlamalar takip ediyordu.

Anaları çocuklarını susturmak için ellerine onar paralık yemiş tutuşturmak


hususunda muztar kaldıkları zaman:

— A, dur bakalım, kesemi nereye koymuşum?


İstifhamı ile kadınlar ellerinden çıkınları bir yana, çocukları diğer yana
sokağa yatırarak, hırkalarının, entarilerinin en derin ceplerini karıştırmaktan
başlıyarak ta-harriyata girişiliyor; bohçalar açılıyor, keseler çözülüyor,
paralar sokağa dökülüyor. Durmayıp ağlıyan çocuklardan tahammül
derecelerine göre kiminin ağzına bir tokat, ötekinin arkasına bir yumruk
indiriliyor.

Kadınlardan bazıları dakikalarla koynunu koltuğunu, esvabının en derin


köşesini bucağını beyhude yoklayıp uzun taharriyat icrasından sonra yine
aradığını bulamıya-rak: ,

— Hû kardeş, Seher! Ben kesemi evde unutmuşum. Bana on par acık ödünç
ver. Yemiş almadan bu kucağımdaki yumurcak susmıyacak. Eve gidince
veririm. Sakın merak etme. Senden ödünç para aldığımı kocana da
söyleme... Neye lâzım, lâkırdı olur...

Bu kafile böyle bağrışa, çiğnşa, dinlene, yürüye Cer-rahpaşaya, Nefisenin


kapısı önüne vâsıl oldu.

O -günü Sâibe içeri girince doğruca Nefisenin yanma çıkarılmıştı. Bakıcı


kadın bu genç müşterinin yüzüne baktı. Çehresinin zâfından, kansızlığından
âdeta ürktü. Biçareyi irad ittihaz ederek o hale getirinceye kadar al-datmş,
türlü beyhude vaatlerle oyalamış, her fenalığına zamimeten kocasının diğer
bir kadınla nikâhına vesatet etmiş olduğunu düşündü. O günkü fal
hezeyanlarına tesli-yet verici bazı sözler karıştırmak üzere ağzını açarak
dedi ki:

— Vah yavrum!.. Gel kızım Sâibeciğim. Niçin bu kadar keder ediyorsun iki
gözüm?.. Kocanla aranız nasıl?..

— Nasıl olacak, Hoca Hanım?.. Aramıza öyle bir fahişe girdikten sonra
güzel geçim kabü olur mu? Size doğrusunu söyliyeyim, Mâilin yola
geleceğinden artık hiç ümidim yok. Gözleri o derece kararmış, ahlâkı o
mertebe bozulmuş ki, Şöhretten başka ne bir şey görüyor; ne işitiyor...
(Mendilini çıkarıp ağlıyarak) Siz bakıcısınız. Benden âlâ bilirsiniz. Fakat
ben öyle hissediyorum, öyle görüyorum ki bundan sonra mümkün değil
Mâili kimse imlâya getiremez. O bitti, bozuldu, mahvoldu. Beraber ben de
bittim. Bari daha evvel ölüp de kocamın son harabisini görmesem... Hoca
Hanım, bu sözlerime gücenmeyiniz, îçim yanıyor, bütün kalbimdekileri
dosdoğru söylüyorum.

Benim görüşüm, anlayışım böyle.... Falınız ne diyor? Tahammülün son


derecesine geldim. Artık teselli istemem, îstihracatınız ne ise ayniyle haber
veriniz...

Hoca Hanım bir müddet kendi kendine bir şeyler homurdandıktan sonra:

— Mâilin çamaşırlarından birkaç parça şey getirdiniz mi?..

Sâibe yanında duran bir ipekli bohçayı açarak mendil, don, fanile ve saire
nev’inden birkaç çamaşır çıkardı. Hoca Hanımın emriyle bunları birer birer
minder üzerine dizdi.

Nefise birdenbire köpürüp kızgın bir çehre ile:

— Sâibe Hanım, sözlerime itikat etmedikten sonra beyhude zahmet çekerek


buraya ne geliyorsun? Bu bakıcılık san’ati boyacı küpü değildir ki kızım,
daldırayım da istediğin boyada sana iş çıkarayım?.. Evlâdım, etrafına, her
şeye ibretle bak. Ağaç nasıl yaprak veriyor? Meyva yetiştiriyor? Çocuk
nasıl doğuyor, büyüyor? Hepsi yavaş yavaş; değil mi?

Evin alt katından bazı gürültüler işitilir. Fakat Nefise aldırmıyarak yine
nutkunda devam eder:

— Yavaş yavaş kızım yavaş yavaş... Ben hangi iş ki üzerime alıp da (uhde)
sinden gelmemişim bakayım? Beni bilenlerden, tecrübe edenlerden sor da
anla... (Minder üzerinde duran çamaşırları parmağı üe göstererek) Mâil
denilen o kepazeyi ben şu çamaşırların bezi gibi yumuşak bir hale...

O esnada önde Mâil, arkada Hayati, oda kapısından içeri iki baş girdi.
Nefisenin son hezeyamna cevaben Mâil:

— Süs, murdar karı... Kendin dururken kepaze sıfatını başkasına nasıl


kullanıyorsun? Dolandırıcı mel’un...

Sonra zevcesi Sâibeye tevcihi nazar ve hitapla:


— Vay terbiyeli, afif, asil hanımefendi!.. İffetleri meşkûk kadınların girip
çıktığı böyle bir büyücü evinde ne

İşiniz var? Buraya dostunuza muhabbet tılsımı yaptırmak, zevcinizin dilini


ağzını bağlamak için mi geldiniz?

Hayatinin nazarı tecessüsünden gizlenmek için derhal peçesini indirip


çarşafın altında yeisten, hicaptan tiril tiril titriyen Sâibe baygın bir sada ve
istirhamla yarı anlaşılır bir halde:

— Beyim, Allahtan korkunuz. Yabancılar muvacehesinde beni o suretle


ithama nasıl diliniz varıyor? Rica ederim; sözlerinizin hükmünü düşünerek
söyleyniz...

Mâil bağırarak:

— Yalan mı söylüyorum? Böyle eve hüsnü niyetle gelinmez. Buraya büyü


yaptırmaktan başka bir iş için mi geldin? (Minder üzerindeki çamaşırları
eliyle göstererek) İşte ispatım... Şurada duran fanile, mendil hep benim
çamaşırlarım değil mi? Onları buraya afsunlatmak için getirmedin mi?
(Nefiseyi göstererek) Şu büyücü karı, «kepaze Mâil» diye bar bar bağırıp
beni terzil ederken kocan hakkmdaki bu müstehcen tâbirleri karşıdan öyle
tebessümle dinlemeğe gönlün nasıl kail oluyor?

Sâibe inliyerek:

— Mâil, Allah aşkına, insaf...

— Süs... Hangi Mâil?.. Kepaze Mâil, değil mi? Beni |o sıfata mevsuf eden
kabahatim sana koca oluşumdur. Hep işitin: Zevcem Sâibe Hanımı
bıraktım...

Bedbaht Sâibe tatlik akabinde Nimeti Hanımın kucağına düştü, bayıldı.


Hoca Nefise Hanım olanca şarlatanlığı ile yaygaraya başlıyacağı esnada
odadan içeriye çarşaflı diğer bir kadın girdi. Peçesini açtı. Bunun Şöhret
olduğu görülünce hazırunu acip bir beht istilâ etti. Fakat Mâilin ikinci
zevcesi diğerleri bibi şaşırıp kalmadı. Etrafındaki çehrelere birer birer göz
gezdirdi. Odada cereyan eden halin derecei ehemmiyetine intikal ile o saatte
zeytin yağı gibi her şeyin üstüne çıkmadan başka çare olmadığım anlıyarak
iki akşam evvel Hayatiye karşı «de de

de..» tevbihiyle kaldırdığı parmağını, evet, yine o, tedip elini bu defa Mâile
kaldırarak:

— Beyefendi bu hal nedir? Bir haftadır neredeydiniz? Ve burada ne işiniz


var?..

Buı üç suale mukabil sanki Mâilin iki çenesi birbirine kilitlendi.


Mutallâkası Sâibeyi muahaze. tahkir ve tatlikte gösterdiği talâkati beyan,
ifade şiddetinden beyefendide eser kalmadı. O evde ne işi olduğunu, oraya
ne maksatla geldiğini, Mâilin Şöhretten sorması lâzım gelirken öteki
müddeiliğe kalkışıyor, beyefendi müddeialeyh mevkiinde kalıyordu.

Mâil söz bulmak için yutkunup dururken Hayati imdadına yetişerek:

— Zevcesi Sâibe Hanımı bir şüphe üzerine takip edi- * yordu. (Eliyle
'Sâibeyi göstererek) Hanım buraya geldi. Bey de arkasından girdi...

Şöhret bir tahayyür tavriyle kaşlarım kaldırıp:

— Acaip... Hanım karısının böyle bakıcı evlerinde ne işi varmış?..


(iSâibeye bakarak) Hanım dediğiniz bu mu? Mâil Beyefendinin: «Karım
bekler, karım üzülüyor, zevcem hastadır» diye bir yerlerde durup
dinlenemiyerek ettiği telâşlar bu çiroz balığı için miydi?

Fahişenin ağzından bu zehirli tahkirler saçılırken bereket versin ki Sâibe


baygındı. Bir kelimesini işitmedi. Fakat baygını kucağında tutan Nimeti
Hanım, Şöhretin bu rezilâne muahazelerine tahammül edemiyerek dedi ki:

— Mâil Beyin uzun müddet kapattıktan sonra yakında kendine nikâh ettiği
meşhur Şöhret sensin galiba? Ne mal olduğun halinden, kıyafetinden
anlaşılıyor. Buraya gelmek ayıp bir hareketse senin ne işin var? Büyüleri
yaptın, beye vardın. Başka ne derdin kaldı ki, hâlâ geliyorsun? Yoksa şimdi
de bundan boşanıp başkalarına mı varacaksın?.. (Mâile hitaben) Beyefendi,
dilinizi fare mi yedi?.. Bu karı da nikâhlınız değil mi? Buraya niçin gel-
miş, ona da sorsanıza!.. Kucağımda yatan bu zavallı Sâibe nikâhınızdan
kurtulduğu için bence şuı saatte şayanı tebriktir. Sizin lâyığınız işte bu
Şöhret gibi karılardır. Allah sizi birbirinize mübarek etsin...

O sırada evin içinde birçok çığlık peyda oldu. Gürültü arasından bir kadın
sadasınm şöyle dediği yarı anlaşılıyordu:

— Karıya paçalığım, çocuğun maşallahı uğur geldi. Baksanıza her taraf


döşeli dayalı... Nefise kan bu kadar parayı nasıl kazanmış?..

Yine o aralık odaya ,Sâibe Hanımın arabacısı Recep ağa g^rdi. Nimeti
Hanım hemen Recebi çağırdı. Yan ölü bir halde bulunan Sâibenin biri bir
koltuğuna, diğeri öbür koltuğuna girdiler, zavallıyı arabaya indirdiler.

•*•

Sâibeyi takiben Mâil, hiddetle bakıcının evine girince içeride bir gürültü
kopacağım arabacı anlamıştı. Safai Efendi ailesinin lûtufdidesi bulunmak
hasebiyle sadık Recep Ağa bir türlü dışarıda duramıyarak, lüzumu
takdirinde hanımının imdadına koşmak üzere evin bahçesine girmek
lüzumunu hisseylemişti. Bu kararını icra için, suk istemek bahanesiyle
kapıyı çalmış, açılınca itip içeri girerek hanımı evin içinde bulundukça
kendi de bahçede duracağını kapıyı açana beyan ile dışarı çıkmamıştı.

Recep Ağa içeride iken bir daha kapı çalınmış, arabacı hanedekilerden izin
almaksızın kapıyı açmış ve içeriye Şöhret girmişti.

Zaten evvelce Mâili aşağıda zaptedemeyip Nefisenin bakıcılık odasmda


gürültü zuhuruna sebebiyet verdiklerinden dolayı birbirine girerek şaşırmış
olan hane halkı ne yapacaklarım bilmez bir halde iken tekrar kapı çalınmış,
bahçede dolaşan Recep Ağa yine açmakta gecikmemişti.

Bu defa gelenler Gülsümlerdi. Her zaman gömdükleri istiskal ve kabul


edilmemek hilâfına bugün böyle ilk vuruşta kapının açılmasından fevkalâde
hayrete düşerek ço-cuklariyle, bohçalariyle içeriye yürüyüş etmişler,
kimsenin muhalefetine kulak vermeksizin merdivenlerden yukarıya
dalmışlardı.
Mâilin duhulünden sonra zaten evin içinde edilen sözlerin perdeleri gittikçe
yükselmekte iken Gülsümlerin üst kata hücumlariyle şamata büsbütün
büyüdüğünden, Recep Ağa, küçük hanımın imdadına şitap edilecek
zamanın artık geldiğine hüküm ile o da yukarı fırlamıştı.

Gülsümler yaygaraya, Hoca Nefise bütün efradı ailesiyle şerirliğe


başlayınca vaveylâ mahalleyi tuttu. E(welâ bekçiler, muhtarlar, sonra en
yakın merkezden zabıta memurları yetişti. Orada mevcut olanların birer
birer ifâdeleri alındı. Daha bu ilk isticvapta bakıcı Nefisenin dolan-
dırıcılığ:, iblisane desiseleri, bütün foyası meydana çıktı.

Mâil, Hayati, Nimeti Hanım, Şöhret, Gülsümler, çoluk çocuk hep birer defa
Nefisenin yüzüne tükürdüler. Bu Mel’un karının cezayı sezâsını görmesi
için lâzım gelen muameleye başlandı.

Büyücü karının hüviyet ve mahiyetini tâyin hususunda o gün Gülsümlerin


pek büyük yardımları görüldü. •

Nimeti Hanım arabada Sâibeyi ayıltıp Recep Ağaya, artık çek emrini
verdiği esnada iki eliyle yüzünü kapayarak bir tavrı istiaze ile:

—. Aman yarabbi sana sığındım. Bu Nefise karı ne mehun bir


mahlûkmuş!.. Ben de böyle her şeyi noktası noktasına nasıl biliyor,
diyordum. Meğerse bizden duyduğunu ona, ondan aldığını bize satarmış...
Böylelerinin şerrinden Cenabı Hak cümleyi muhafaza buyursun...

ON SEKİZ SENE SONRA

Bahar güneşinin ilk altınlı şuaları Yenibahçede kâin «Gurabatyi Müslimin»


hastanesinin san badanalı duvarla-nna, o hayır evini dolduran hastalara
yaşama ümidi bahşedecek müferrah bir münevveriyet verdiği bir günde idi
ki, büyük kapının loşluğu içinden koltuklarında birer kirli bohça, ellerinde
birer okka ekmek, bir kafile çıktı. Bunların arasında pejmürde kıyafetli elli
yaşlarında kadar biri eşiği atladıktan sonra iki elini semaya kaldırarak ikinci
defa olarak hayratın bânisine yana yana dua etti. Bu adam kişin sonunu o
hastanede geçirmiş ve o gün taburcu edilmiş bir kimsesizdi. Ağır adımlarla
sokağa çıktı. Sur cihetine doğru yola düzeldi. Dermansızlıktan beş on
dakikada bir durarak kâh elindeki değneğe dayanıyor ve kâh omuzunu bir
duvara istinat ile rahatça birkaç nefes alıyor; sonra tekrar yoluna devam
ediyordu. Ağır bir yürüyüşle Topkapıya vâsıl oldu. Sur haricine çıktı. Biraz
daha gitti, artık iyice yoruldu; kabristan duvarından yuvarlanmış bir taşın
üzerine oturdu. Nefesi nefesini takip ederek dinleniyordu. Uyur gibi bir
müddet gözlerini kapadı, zihninden bir şeyler geçirdi. Düşüncelerinden
ürktüğünü gösterir bir râşe ile yine gözlerini açıp etrafına bakındı. Her taraf
yeşil bir örtüye bürünmüş; baharın feyzinin inkişaf tecellileri her toprak
zerresinden fışkırıyor, hafif bir rüzgâr esiyor, kuşlar cıvıldıyor.

Hastane yorgunu, güneşin iltimaları altında dermansız vücudunu ısıtmağa


uğraşarak:

— Of... baharın bu şevkleri içinde gönlümü ne büyük bir hüzün istilâ ediyor
bilseler... Doğduğu yerde kimsesizlik, gariplik; hastalık...

Dedi. O esnada sıçrıya bağnşa bir alay fukara çocuğu geçiyordu. İçlerinden
kumral saçlı, mavi entarili beş altı yaşında bir kızı, kolundan yakaladı. O,
öpmek istiyor, kız çırpınıyordu.

Cebini karıştırdı; bir onluk buldu; çocuğun gönlünü almak için parayı verdi;
onluğun sevinciyle kız yanağını bu lûtufkârın zayıf, renksiz dudaklarına bir
lâhza uzattı.

Hemen kaçtı. Çocuk kaçarken o zat arkasından bakarak:

— Kaçma yavrum... Benim de senin gibi bir kızım vardı. Vaktiyle kıymetini
bilmediğim için şimdi hep çocuklar benden nefret ediyorlar sanıyorum.

Dedi; ayağa kalktı. Mezarlık yoluma doğru ağır ağır yürümeğe başladı.
Hayli yürüdü; sola döndü; eski mezar taşlarından üç kademeli bir merdiven
teşkil edilmiş bir mahalden çıktı; kabristana dahil oldu. Taze çimenleri çiğ-
niyerek mezar taşları, serviler arasından dolaşarak birkaç dakika yürüdü.
Hemen bütün efradı ebedî uykuya varmış bir aile makberesine yaklaştı. Beş
on adımlık mesafede kemali huzû ile durdu. Zâfı. diz kesikliği, halecanı
arttı. Zavallı dermansız titriyordu. Yaklaşmağa mânevî bir istizan
makamında ellerini açtı. Üç ihlâs ile bir fatihai şerife okudu; medfun
olanların ruhlarına ihda etti. Sonra huşû ile ilerledi. Sütunların zirvesinde
yelpaze gibi yaldızlı birer saksı açmış yüksek bir mezarın önünde durdu.
Mermerin altında yatanın hayat tarihçesini zâirlerin nazarlarına arzeden
mavi zemin üzerindeki yaldızlı satırlara baktı.

Veremdi derdi biçare kaldı...

Mısraını mırıldandı.

Ondan sonraki mısralarm kıraatine tahammül getiremedi. Son satırlarına


atladı:

Safai Efendi kerimesi şehidei âlâm Sâibe Hanımın ruhuna...

Cümlesini kıraat etti. Başını mermere vurarak şehide-nin ruhuna bir fatiha
okuyabildi. Kabrin kenarına yığıla-kaldı. Meyusun zihnine o anda o kadar
müellim hâtırat hücum etti ki, bunlan şimdi lâhdin kurbünde tahattur ile
merhumenin şu ebedî uykusunu ihlâlden korkuyor, Sâibe hemen rahat
mezarından fırlıyarak, o kanlı mendili, jp mazlumiyet nişanesini râşedar
parmaklariyle yine gözlerine tutacak zannediyordu.

Eski Mâil şimdi bir sefildi. Bir vefakârı, bir kimsesi, bir ümidi kalmamıştı.
Hayatın bütün boşluğu, karanlığı, gözlerini nevmidî ile doldurdukça ana
baba nüvazışinden, zevce, evlât muhabbetinden, hastane köşelerine kadar
olan sukut derekelerini hesaplamak,, zihninden geçirmek için artık en
müntehap tefekkür mevkii o mezardı. Şimdi bu makber, Mâilin hem
eleminin, hem inşirahının sebebi idi. Hayatında lâkaydisiyle öldürdüğü
zevcesini vefatından sonra bu sık ziyaretleri, bu nevmidane savletleriyle
bîzar ediyordu. Fakat ne yapsın? Şimdiki sefü hayatına tahammül
edebilmek için geçen ömründen aradığı tesli-yeti o mezardan başka bir
yerde bulamıyordu. Dünyada samimiyetle yalnız Sâibe tarafından
sevildiğini hissettiği günü bu hakikati anlamış, sevilmek için derununa
sokulacak bir kalb aramış, heyhat, o mezardan başkasını bulamamış, Sâibe
ile kaybettiği muhabbet saadetinin kadrini o zaman takdir etmişti.

Mezarın tarihine baktı. Bunu ziyaretinin her defasında şimdiye kadar belki
yüz defa hesaplamıştı. Fakat zihninin o perişanlığı ile yine hesaplamıya
uğraşarak par-maklariyle saydı, saydı: i j

— Sâibe, boşadığımdan tamam yedi ay sonra vefat etmiş...


Dedi. Mazlumenin o yedi aylık ıstıraplı ömrünü düşündü. Geçmiş hayatı, tâ
bakıcının evinde Sâibeyi terke-dip çıktığı saatten itibaren bir panorama gibi
feci, neşeli, vecd getirici, rikkatengiz, safhaları ile müteessir nazarı önünden
birer birer geçmeğe başladı. O felâket gününden bir sene sonra Şöhreti,
Hayati ile insan nazarının tahammül edemiyeceği bir halde görmüş,
terketmiş. Başı boş kalınca karı, Hayatiye varmış, altı ay kadar da onun
nikâhlımda oturmuş, sonra boşanarak Şeydâ Beyle evlendikten sonra ondan
da ayrılmış, Mâil Bey muhabbetinin icbarına karşı gelemiyerek o kadar
rezaihni hoş görmüş, bu bin belâdan artakalan fahişeyi tekrar nikâhla
almıştı. Fakat bu almalar, boşanmalar esnasında rakipler beyninde o kadar
münazaalar, gürültüler, bıçak çekmeler, birbirini vurmalar olmuştu ki,
altışar ay fasıla ile peder ve validesini kaybeden Mâil, bu sevdalıların
cümlesine galebe etmek için bütün mevrus servetini hebâ, feda etmişti.
Beyefendi sevmekte ısrar ettikçe karı, ağyar ile düşikârl’ğı azıtmış; nihayet
Mâilde ne tahammüle takat, ne de sefiheyi idare edecek servet kalmış,
yekdiğerinden bir daha ayrılmışlar. Kan başka âşıklar bulmuş; Mâil o sevda
hüsranı ile diğer karılar sevmeğe uğraşmış, servetinin bakiyesi de son
habbeye kadar o yolda gitmiş...

Beyefendi fakir düştükten, Şöhretin de yüzü buruştuktan sonra senelerle


birbirini kaybetmişler... Mâil bir gün kapısız kalmış bir uşak kıyafeti, ayni o
meskenet, ayni o zilletle Çarşıdan geçerken, birkaç beyaz iç takkesi ve tütün
kesesinden ibaret maişet sermayesini önüne yaymış, geçenlerden bir
tenezzül nazarı bekliyen bir kadın görmüş... Gözü ısırmış, yanma
yaklaşmış, bakmış ki eski belâlısı; istiğrap nidasiyle:

— Vay Şöhret!.. ,

Diye hitap edince, karı, zehirlediği kimseyi unutmı-yan bir yılan gibi başım
kaldırmış:

— Vay Mâil!.. Çok şükür Allaha, bana bugününü de gösterdi. O ne kıyafet?


Elli kuruşa ispirlik etmek istersen sana bir kapı bulayım...

Cevabını vermiş. Mâil son nefretiyle karıyı boğmak için boğazına atılmış...
Etraftan yetişmişler, bu eski âşık mâşuku birbirinin intikamından zor
ayırmışlardı.
Mâil o zamandanberi öyle sefilâne bir hayat geçirmiş İdi ki, tefsir edilse bir
ikinci roman olur...

Bedbaht delikanlı, kızı Makbuleyi görmek için kaç kere Safai Efendinin
konağına müracaat etmiş, fakat İçeri kabul olunmamıştı. Kızın yanında sefil
pederinin ismi kale alınmıyor, onun varlığından hiç bir şey
hissettirilmiyordu.

Mâil hep bunlan zihninden geçirdi; düşündü, düşündü. Nihayet Sâibenin


mezarına kapanarak marizane sada-siyle:

— Sâibe!.. Zaman hakiki bir mürebbi imiş. ISenin ölümüne, benim


felâketime sebep olan o karıyı Çarşıda takke satarken gördüm. Saçlar
ağarmış, yüzü buruşmuş... Fakat yine kaşlar rastıklı, yine çehresi kaba bir
düzgüne bürünmüştü. Hâlâ, hâlâ kese satmak bahanesiyle kendi hüsnüne
revaç vermek iddiasında olduğunu hissederek titredim. Sanki bütün
hayatının rezaili kabarmış, yüzüne çıkmış gibi, veçhinin hatlarından
okunuyordu. Birkaç senenin öyle müstekreh bir hale getirdiği bir çehreyi
ben vaktiyle nasıl sevmiş, ona, hem seni, hem kendimi feda etmişim?..
Sâibe, dünyada ancak nezih, afif, samimî muhabbetlerin pâyidar olacağım
bilecek 'kadar hayatın hikmetine vâkıf olsaydın... Beyhude kıskançlıklarla
kendini maddeten, beni mânen öldürmeyeydin, bugün şu kara topraklara
saçtığım nedamet göz yaşlarını pâyi istirhamına dökeydim... Mes’ut zevç
zevce olacak, bahtiyar bir aile teşkil edecektik... Ben o karıya olan aşkımı
zeval bulmaz zannettim. Sen benden hakikî bir nedamet memul etmedin.
Fakat işte zaman ikimizin hatâsını da ispat etti. Sen kurtuldun; zamanın
bütün acı tecrübesine ben mâruz kaldım.

Mezarın soğuk mermerlerini sıcak buseleriyle ıslata ıslata hayli ağladı...

Nihayet akşam yaklaştı. Mâil değneğini eline, çıkınını koltuğuna aldı;


gitmeğe hazırlandı. Nereye gidecekti?.. Mezarlardan biri açılsa, onu siyah
derinliğine çekse, Mâil gidebileceği yerlerin hepsinden rahat bir melce
bulmuş olacaktı... Lâkin heyhat... Muhtaçlarına ölüm bazan böyle istiğna
gösterir.

SON

You might also like