Professional Documents
Culture Documents
TESADÜF
MİLLÎ ROMAN
Zavallı Gülsüm Hanımın öfkeden her tarafı sapır sapır titriyordu. Hemen
çarşafı kavradı, eline tesadüf eden ucunu başına çekti. Kendini böyle ye’se,
halecana düşüren kitabı koynuna soktu, merdiven basamaklarını dört atlıya
atlıya avluya indi, sokağa fırladı. Arkasından kaynanasının, annesinin:
Sözleriyle bu çatırtılara cevap verdi. Fakat Gülsüm oralarda mı? Artık onun
ne gözü görüyor, ne kulağı işitiyordu. Bu tekdirlerin bir kelimesini bile
duyamadı. Biraz sonra evin içinde bir patırtı oldu. Onun arkasından demin,
ki sada, galizliği, perdesi birkaç derece yükselmiş olduğu halde şöyle
işitilmeğe başladı:
lere gelsin, e mi?.. Sağlık selâmetle gelip kapımı çalamaz olaydın... İşte
düştüm. Kalçam boydan boya çürüdü. Benim, yerinden zor kalkar bir
kocakarı olduğumu bilmiyor musunuz canım?.. Ama ben bizimkine bin
defa söyledim: Hacı, şu merdivenin üçüncü basamağı oynuyor. Şunu kendin
mi mıhlarsın, bir dülgere mi mıhlatırsın... Çaktırıver. Bunun üzerinden bir
gün ya sen, ya ben yuvarlanacağız, dedim. Kulağına artık söz girmiyor ki,
aluk gibi bir şey oldu. Şuraya oturur uyuklar, kahveye gider uyuklar. (Üst
perdeden haykırarak) Aman, aman! Kaba etlerime iğneler saplamyor a
dostlar, ne etim kaldı ne budum. Bitdim.
Kapı önündeki Gülsüm, içeriden gelen bu son feryatları artık duyarak
tokmağı bıraktı. Kulağını anahtar deliğine verdi. Dinlemeğe başladı. Evdeki
mütezallimane yaygara şöyle devam ediyordu:
— îlâhi geber... Beni bu hale soktuğun için her kim isen oraya düş de
kalkamaz ol... Benim, yerimden kımıl-dıyacak halim olsa pastırmalarıma
koşacağım... Şimdiye kadar kedi hepsini sömürmüştür... Geh pisi pisi,
Sarman artık yediğin elverir. Biraz da hacı babana kalsın... Heriften kaç
gündür bucak bucak kaçırırken bugün pastırma-cıklarımı kendi elceğizimle
dildim dildim de kedinin önüne koydum. Sarman, geh pisim gel, yavrum...
— Benim anacığım...
Dışarıdan yalvarırcasına:
— Telâş etme canım... Elbette ağzından bir tarafa bırakır. O kadar koca
parçayı bitirecek değil a!.. Kalanı şartlarsın, gene yenir.. Pastırma bu... Ne
olur?.. Köpek değil a bu, kedi... Kedinin ağzı pis tutmaz...
— Karı, bilir miyim ben?.. A Gülsümüm... İyi aklıma geldi. Kahveye koş,
hacı baban orada... Onun yanında anahtarı var... Söyle, kendi de gelsin; bu
kalçamın bir çaresine baksın... Haydi koş çabuk.. Kedi şimdi pencereden
imamecilerin tahtapoşuna atlarsa pastırmayı hayvanın ağzından alırlar...
Dilerler dilerler, maşada kızdırıp kızdırıp yerler... Biz kırk yıl pastırma
sorsak, dâva etsek, görmedik derler... O aç gözlü kız, o arsız «Seher» bu yaz
ne asmamda koruk bıraktı, ne de duvarımda kiremit... Nasıl da mide,
bilmem ki kardeş... Okkalarla koruk yedi. Karnı sirke fıçısına döndü... O
ekşi şeyi {lâtilokum) şekeri gibi yiyor... A, bana bak... Hû, kızım Gülsüm,
orada mısın?.. Yoksa gittin mi?
— Buradayım...
— Peki...
— Gidiyorum...
— A! Şey unuttum... Yavrum Gülsüm... Mestlerimi dikiciye götürmüştü.
Her abdestte ayaklarımı yıkamadan, kamıma sancı geldi. Eğer bitmişse
onları da alsın gelsin de artık mes vereyim... Ha, sahi iyi aklıma geldi
Gülsüm... A Gülsüm... (Bir iki saniye tevakkuftan sonra) karı sesin kesildi,
orada yok musun? Cehennem olup gittin mi? Hû Gülsüüümmm... A,
gitmiş... Beni bu hale koydu da savuştu... Bakalım ne diyeceğim, a
«yellozm, iyice dinle de öyle git. îz’an dedikçe hu karılar uzanakalmışlar...
Nerede terbiye?.. Terbiye deyince nazlılarım, işkembeci dükkân, larinda
heriflerin çorba için çalkadıkları şeyi zannederler... Ne olacak, terlikçi kızı...
Onu kenar mahalleden aldılar, getirdiler... Tâ kale dibi mahallelerinden...
Zavallı Rıfkınm başını nâre yaktılar. Sanki karı mı o?.. İşte bir parça karaca
kaş göz... O da hani şöyle görür görmez insanı alır bir sima değil... Başka
nesi var... Ama çene ama çene, dikiş makinesi gibidir çır, çır, çır işler;
edepsizdir, şirrettir. Saracın görümcesi Mevhibe ile kavga ettiği gün bütün
mahalleyi susa durdurdu. A, unuttum, dur dur bakayım ne dediydi?.. Şey,
hemen dilimin ucuna geliyor... Ha ha... «Senin gibi kirli karının süsü, incisi,
at yelesine benziyen saçlarındaki sirkelerdir» dediydi... A, hiç işitmediğim
sözler... Karı lâkırdı ebesidir. Yakası kesilmedik sözler bulur çıkarır. Yandı,
yandı, Rıfkınm başı ateşlere yandı. Geldiğinin senesinde kaynatası vefat
etti. Atıf Efendi, Allah rahmet eyleye, iyi adamdı. Gençliği için öteberi
söylerlerdi, neme lâzım, günahı üstünde kalsın gene... O adam öyle gürledi
gitti. Çok geçmedi, kaynanasını kıskıvrak kıvradı kötürüm etti, köşeye
oturttu... Şimdi kadıncağız verirlerse yiyor, vermezlerse oturuyor. Yerinden
kımıldıyamıyor ki... Kendi anasını oraya getirdi. Evin hep kilidi küreği o
kadının elinde... Ne de cibilliyetsiz... Ya, ne olacak, terlikçi karısı...
Kenarına bak bezini al, anasına bak kızını al... Zavallı kaynana, altında
pösteki, öyle küskütük köşede oturuyor. Biçareyi lâkırdıya bile
karıştırmıyorlar. Yanılıp da bir şey söyliyecek olsa, anası kızı, ikisi birden
karının üzerine kemçirerek: «Bunak, sen sus... Her lâkırdıya karışma öyle...
Senin o işe aklın ermez» diye azarı basıyorlar. Geçen akşam evlerine
gittim... Bir aralık oda tenhalaştı. Zübeyde ile ikimiz kaldık... Kötürüm karı
melûl melûl yüzüme bakarak: «Nefiseciğim, bana ettiklerini bilsen
şaşarsın... Onların ana kız hamama gittikleri bir gün gel de anlatayım» dedi.
Sonra içeri giriverdiler. Zavallı sustu. Haftalar geçermiş de Zübeyde,
oğlunun yüzünü göremezmiş. Rıfkıyı anasının yanma sokmazlarmış ki... O
çıkın çıkın yemişler... O elmalar, portakallar, leblebiler, fındıklar, üzümler,
hep yukarıki dolaba taşınırmış... Hep geline, hep o gelinin anasına... Hep o
yumurcak oğlana Vefa Beye... Oh, beylik ne kadar uzak sana! Kaynana alt
kattan yemişlerin kokusunu duyarmış. «Vefa» büyük anasının yanma
yaklaştığı zaman kötürüm karı, torununa hemen sarılır, cebinde, elinde
armut, fındık ne bulursa zorla alırmış. Oğlan, anası gibi şirret, hemen
yaygarayı basarmış. Sonra hep birden: «Çocuğun elinden yemişini kapmıya
utanmıyor musun? Nedir bu ettiğin?..» diye kaynananın üzerine hücum
ederlermiş... Rıfkı adam evlâdıdır ama, bilmem ki karışma niçin bu kadar
yüz veriyor? Onlara neden böyle kapılmış?.. Rıfkıyı babası iyi okuttu
yazdırdı. On dört yaşına kadar burada mahalle mektebinde tecvidi,
karalamayı iyice pişirdi. A! İlmi pişkindir, neye lâzım... Sonra hem
rüştiyeye, hem cami dersine devam etti. Pek derin okudu. Senelerle (Molla
Kelâmı) yi okudu. Bıyıklandı, sakallandı; gene o dersceğizini bırakmadı.
Ya. zısmı sorarsan ona hiç uyar yok. Yazılarını ben hecelemeden çıkarırım.
Tıpkı Ahmedi Bican kitabının yazısına benzer. Yalnız harekeleri eksiktir.
Yoksa işte öyle ayandır. Kaleme gitti, yazısını mümeyyizine beğendirdi.
Aylığı arttı, arttı, arttı; tamam dört yüz elli kuruş olu. Az para mı? Daha yaşı
ne, başı ne?.. Haydi olsun olsun da kırk birr kırk iki yaşında olsun.., Elimde
büyüdü. Kaç defa bezini değiştirdim. Benim evlâdım demek... Lâkin karısı
biliyor mu? İnce başörtüsiyle yanma çıkınca Gülsüm insana âdeta surat
ediyor. Haydi kepaze; o benim oğlum, hiç zihnime fenalık gelir mi? Elimde
büyüyen çocuğun karşısına da yaşmak ferace ile «böcü» gibi çıkacak
değilim ya!.. Geçen gün Gülsüm yüzüme baktı baktı da: A Hoca Hanım, ne
güzel kaşların var, tıpk; rastıklı gibi duruyor.» dedi. A... Aşiftenin zoruna
bak! Rastık nedir, allık nedir ömrümde öyle şeylere ben el vurmadım. Beni
yaradan böyle yaratmış... Kaşlarım kudretten rastıklı gibi durur... Şimdiki
tazeler boyacı kedisine benziyorlar. Yüzlerini başka, saçlarını başka,
kaşlarım, yanaklarını, dudaklarını, hep başka renklere boyuyorlar... Ay, ne
de gudubet oluyorlar ya!.. Yanmış mısır püskülü, yahut safranı (zağfiran)
ziyade kaçmış zerde gibi bir sevimsiz renkte saçlar, muhacirlerin tanesini on
paraya sattığı, akide şekerine batırlrms, değneğe geçirili elma gibi boralı
yanaklar... Ya o başlarındaki topuz!.. Nedir o öyle, tepeli yaban ördeğine
dönüyorlar. Geçen günü «Seher», döşekten biraz siyah yün çıkarmış, onu
ditti ditti, tepesine yerleştirdi. Üzerine saçım doladı. «A kız nedir o
maskaralık?.. Öyle döşek yününden kokoroz mu olurmuş?» diye darıldım.
«Hoca Hanımcığım,
Çarşıya gidiyoruz. Şimdi çarşaflanacağım. Çarşafın altından onun yün
olduğu belli olmaz.)) dedi. A, kahpeye lâkırdı yetişiyor mu? Öyle tepelerini
kabartıp da deve gibi boyunlarını sallıya sallıya giden kadınlardan çoğunun
o gu-gurukları yapma. A., inan olsun yapma... Kendi saçları değil ki...
Onların içi ya eğreti saç, ya böyle yün, yahut kırpıntı dolu... Aldanan
erkeklere yazıklar olsun. Geçen günü bizim Hacıya öyle dedim ya...
«Şükret herif!.. Allah sana öyle bir karı verdi ki, İstanbulu elek elek araşan
bir mislini daha bulamazsın. Bu yaşa geldim, rabbim göstermesin hiç bir
tarafıma ne boya kullandım, ne yün, ne de kırpıntı...
O aralık «Küüüttt!..)) diye bir atlama olur. Hoca Hanım oturduğu yerden
etrafa göz gezdirerek:
— Ay, tüh tüh., korktum. Küt eden nedir öyle?.. A, yetişme kaltağın
kedisi... Ne olacak, Sarman, imamecile-rin tahtapoşuna atladı... Mis gibi
pastırmacığım ellerin boğazına kısmet olacak. Gitti, pastırmam, gitti.
(Ellerini koklıyarak) üzerine ne de güzel kokulu çemen vurmuşlar.
Pastırmamı eller yesin, ben burada parmaklarımı koklıya-yım. Seher, kediyi
öyle ağzında pastırma ile gördü mü, iş bitti. Hayvan kırk damdan atlasa,
vallahi peşini bırakmaz. Onun küçüklüğü, maazallah, sekiz on yaşında iken
o kız, oğlan çocuklardan afacandı. Seher bu mahallede kaç sakanın
kırbasını deldi. Çeşme başında saka kırbasını şöyle bir kenara bırakıp da
biriyle lâkırdıya daldı mı, Seher usulca gider, elinde gezdirdiği ucu keskin
çivi ile kırbayı deler. Alık saka farkında olmaz. Arkasından parmak gibi su
aka aka gene su taşır... Âlemin küpü beş kırba ile dolarken o günü sekiz
kırba kâretmez. Herif kapının arkasına üç (tebeşir) fazla çeker. Evin kadını
elbette küpünün daima kaç kırba su aldığını bilir. Sayar bakar ki saika üç
fazla yazmış. Haydi kavga başlar. Saka da haklı, hanım da... Ortada büyük
bir kabahat varsa o da o yumurcakta...
(Etrafı koklıyarak) Burnuma pastırma kokusu gibi bir şey geliyor... (Soluk
soluğa koklıyarak) İnanolsun pastırma kokuyor... Aman rabbim esirgesin,
ne çabuk kediyi tuttular, pastırmayı ateşe vurdular. Ay, haram olsun da yarın
âhirette beş pençem yakanızda olsun.. Saygısızlar... Kedinin ağzında
buldunuz bir kelepir, bâri kokutmadan yeyiniz... Kokuyu aldıkça içime
baygınlıklar geliyor. (Avaz avaz haykırarak) Hacı neredesin; yetiş, kaç
gündür koklamaya bile kıyamadığımız o canım pastırmayı eller yiyor. Herif
yetiş... Hepsi kör boğazlarına gitmeden belki yarısını olsun kurtarabiliriz.
(Gene etrafı daha kuvvetlice koklıyarak) A, dayanamıyacağım doğrusu,
kalçam incinmek değil ya, küskütük kötürüm olsam yine kalkarım. (İki
eliyle tahtaya dayanıp kalkar. Biraz topallıyarak hemen helânın penceresine
koşar):
— Yemek mi yiyordunuz?
— Evet...
— Afiyet olsun... Şey kızım, bir şey soracağım... Bizim Sarman oralarda
mı?
— Ah, vah... Aman bittim... Hacı gel; bak karıcığının halini gör...
(Kalkmıya uğraşıp tekrar düşerek) Ay, ay... Sızı yüreğime vuruyor... Ne
mümkün; kalkamıyacağım... Taş kesilmişim. Hacı, acaba artık karma
kalkmak nasip olmıyacak mı? Hekimler, hocalar eline mi kalacağım?..
— Aman, şimdi damarına beni söyletirsin... Nasıl bir şey yok?.. «Küt» dedi
aşığım yerinden oynadı. Sonra ığıl ığıl içimden bir âletim koptu, duydum.
Ah talihsiz Nefise!.. Anasının babasının bahtsız kızı-.. Hacı söylesene?..
Artık yerimden kalkamıyacak mıyım?.. Kalksam da koltuk değnekleriyle
mi yürüyeceğim?..
Çok şükür yaşını başını almış, okumuş kadınsın. Nen var elhamdülillâh!..
Azıcık şöyle doğrul bakayım...
Ağlıyarak:
Hacı ile Gülsüm, hastanın sağ ayağına yapışıp şiddetle sarsarlar... Nefise
hançeresinin olanca kuvvetiyle ortalığı çınlatarak:
Komşudan:
Gülsüm:
lin değil, sanki hizmetçi diye aldılar. O yatalağa bakmak kolay mı? Aaa.. iki
elim yanıma gelecek, doğrusunu her zaman söylerim. Şu Gülsüm bulunmaz
kızdır, derim. İşte Hacı daima işitir. Değil mi koca?..
Hacı, Gülsümün gıyabında, Nefisenin ağzından methe delâlet eder bir söz
işitmek şöyle dursun, bulunduğu zebandırazlıkları hatırlıyarak gülümsedi.
Herif bu tebes-sümiyle, ifaya davet olunduğu yalancı şahitliği yerine
getirmiş oldu.
— Tüh, tüh... Dostlar başından ırak... Beni korkutma öyle kız, ne geldi
başına?..
— Ah bizimkinin ettikleri...
— Üstüne mi evlendi?
Ağlıyarak:
paraya... Komşusuna gönül verip Şirket vapurundan ken. dini denize atan
zavallı kızın hikâyesi de var on paraya... Yeyip içip minder çürüterek
kocasını iborca sokan tem. Ibel, pasaklı Gülsüm Hanımın (hikâyesi de var,
on para, ya...» ' (
Herifin bu son sözlerine iyice kulak kabarttım. Hele mıymıntıya bak! Yeyip
içip minder çürüten pasaklı Gül. süm Hanım kimmiş bakayım?.. Acaba
benim hikâyemi mi düzmüşler? Ben iş görmeden yanımı belimi alamaz bir
hale geldim; gidi utanmazlar, kendi evceğinde kendi yağiyle kavrulan bir
kadına bu iftirayı etmek revayı hak mıdır?.. A, dayanamadım; cumbanın
penceresini açtım; kitapçı ile Şöyle konuştuk: 1
«— Aman sus zevzek! Ben öyle çalgıya şarkı koyan kadınlardan değilim.
«— Ne bileyim, hanım?
«— Ha ha, işte öyle, işte öyle... Kitabı okursan gülmeden bayılırsın. Bir
tane vereyim mi?
Dedim; aşağıya indim; onluğu verdim; kitabı aldım. Hanım, sardı beni bir
merak; düşündüm, düşündüm; bir. denbire aklıma geldi. Geçenlerde
hastalandımdı da evi pek derleyip toplıyamadimdı; işte o aralık bizimki bir
gün: «Bu evin hali nedir? Pasaiklı karı! Biri bizim evin şu murdarlığını
görse, roman yapsa da satsa, para kazanır..» diye haykırdıydı. Zahir para
kazanmak için bunu kendisi yaptı. Ben o evde kaç senedir kendimi kul,
saçımı süpür, ge ettim. Kocamın bana bu işde bulunması lâyık mıdır, hbca
hanımcığım? (Ağlıyarak) Kendinden işittiğim tek. dirler, kaynanamdan
çektiğim eziyetler yetişmiyormuş gi-!bi, bir de kalkıp da bana böyle şeyler
yapmak günah değil mi? Odadan çıktım; kederden ne hale geldiğimi tarif
ede. mem. Ben öyle, ne yapacağımı bilmez bir halde dövünür, ken karşıki
odadan kaynanam:
Nefise hiddetle:
— Aman sen uyu... Geçen hafta yüz dirhem et için koca zembili parçalattın.
Hacı: ^ '
— Ne yapayım? Bir dilenci karısı var, kedi gibi üstü, me atılarak: «Senin
üstün başın temiz. O kurban payı bi. zim hakkımızdır» diye beni parçalıyor.
Nfise:
Gülsüm, mahalle mektebindeki çocuklar gibi iki tara, fına sallana sallana
ağlıyarak:
— Sahi! Hoca hanımcığım sahi! Meğer sen bana dost, mşsun. Şimdiye
kadar bana kimse böyle söylemediydi!.. (Herkesler) bana, kocam idare ,et;
çek, çevir; bucağınızda beş on paranız bulunsun dediler. Kül yedik, hamur
dedik; ekimizi kimseye belli etmedik. Aşçı kadınlar, muhacirler arkalarına
kadife hırkalar yapındılar; benim sırtım daha öyle şey görmedi. (Kocasmın
yazdığı şeyi koynundan çı. karıp hoca hanıma uzatarak) Al şunu bak, oku;
kocam bana neler yazmış? A talihsiz Gülsüm! dinle, dinle; koca, nm
yazdıklarını kulakcağızmla işit!
— Evet yavrum! Ah, o senin hain kocan... Huda bilir onun yazısı... Ben
Rıfkınm yazısını tanimaz miyim hiç?..-(Yazılan gözlüğe yaklaştırarak) îşte
Gülsümün vavma ıbak. Başı kuş gözü gibi delik... Gülün (g) si de Ramazanı
şerif mahyalanndaki «Safa geldin» in (g) şine benziyor.
Hoca Hanımın bu müdekkikane izahatını can kulağı ile dinliyen Gülsüm:
— Böyle kocanın yazdığı vavm da gözü kör olsun, kendinin de... (Eliyle
sinesini göstererek) Ah, burama bir ateş yapıştı, a dostlar!..
, O aralık içriye mırıl mırıl Sarman girer. Nefise maşayı alıp fırlatarak: , ,
Gülsüm:
— Sarmanı nasıl bırakayım? Bizim iki günlük nafa. kamızı götürdü. Onun
umurunda mı? Karnı acıkınca gider, bir deliğin başında bekler, işini
uydurur. Biz ne yapalım? Daha bakkala pastırmanın borcunu vermedik.
2
TUHAF BİR DOLANDIRICILIK
Yoksa bir gece değil, kırk gece süzse doğru meal istihraç edebilmesi imkân
haricindeydi.
O gece Hoca Hanım, o bııakılan şeyi ne süzdü; ne de eledi; hattâ eline bile
almadı. Çünkü o harekesiz satırları okuyamiyacağım biliyordu. Fakat
Gülsümü kandırmak için tertibi lâzım gelen şeytanlığın kubbesini hazırladı.
O geceyi üzüntüler içinde geçiren Gülsüm, keyfiyeti an. lamak için
sabahleyin erkenden Nefise Hanımın evine kendini dar atarak sordu:
— Acıyorlar, acıyorlar.
— Dur; her şeyin yolu, erkânı var; sırasiyle hepsini anlarsın. Acele etme.
— Senin hiç bir kabahatin yok. Kocan para biriktir, miş, çekmecesini
doldurmuş. Onun için evleniyor. İnsanın parası bol olunca bir kürkü varken
bir daha almaz mı? İşte bu da öyle.
— Hay gözünün bebeği sönüp de sürünesi herif!.. Ge. çen günü bir
mecidiye ver de ayağıma bir terlik, oğlana da bir hırkalık alayım diye o
kadar yalvardım. Param yok dedi; seksen yemin etti. (Ayağını kaldırıp yırtık
terliği, ni göstererek) Bak, evde bu, taşlıkta bu, komşuda, yaban, lık,
gündelik hep bu terlik. Bana yazık değil mi? Taba, nımdan soğuk işliyor,
sancılara uğruyorum...
— Nasıl vermiyor? Sen istemenin yolunu bilmiyor, sun. Kendini naza çek;
dirhem dirhem sat; akça pakça genç kadınsın; yüzünü gözünü biraz derle
topla; sözlerini yapmamak için birer bahane bul; herifi üz; yalvart. Bak o
zaman sana avuç avuç mecidiye vermeğe nasıl mecbur olur?..
— Bu dediklerin geçti Hoca Hamm. Evveli gerekti. Biz herifle işte bildiğin
gibi alıştık. Bundan sonra nazla, mrsam dinler mi?
— Öyleyse kabahatini bil de, kocam üstüme evleni. yor diye hiç yırtılma,
çırpınma...
— Aman kulun, halayığın olayım Nefise... Vakit ge. çirmeden hemen işe
başla...
— A!.. On on beş kuruşla olsa ağzımı açıp da sana para lâkırdısı bile
etmem...
— İşi öyle pek derin karıştırma... Onları davet için tütsü yakmak lâzım.
Amber yakacağım; amberin dirhemi kaça oludğunu, bir davette ne kadar
yakıldığım bilir misin?..
— Ne bileyim?
— Öyleyse evvelâ sen şu dört yüz kuruşun yolunu bul. Öte tarafını da
ondan sonra düşünelim...
— Benim için, fıkaradır, dört yüz kuruşluk amber yakamaz, desen olmaz
mi?
— Onlara böyle şey söylenir mi ayol... Aman çılgın karı, git başımdan.
Başka bir hoca bul da derdini ona anlat...
— Mal senin değil mi? Onlar ne karışır? Hem ne var ne yok anlamak için
her gün gelip de senin sandığını sepetini karıştıracak değiller ya? Satarsın
da onlara haber vermeyiverirsin... Kolay satılacak nen var, söyle baka,
yım?..
— Mal diye haber verdiği şeylere bak! Onlar ne ede. cek?.. O kırkar paralık
yüzükleri geç... Şöyle sandığını, dolabını, kocanın çekmecesini gözünün
önüne getir de bir etraflıca düşün bakayım... Öyle akik yüzükle, bilezikle iş
bitmez...
Gülsüm düşünür düşünür... Birdenbire bahada ağır bir mal keşfettiğini imâ
eyler ,bir tavırla Hoca Hanımın boynuna sarılarak:
— Ne var?..
— Kaça almıştınız?
— Canım neme lâzım! Ziyade ederse fazlası senin... Daha daha düşün...
Biçare Gülsüm yutkuna yutkuna düşünür. Fakat boy. le aceleyle yükte hafif
pahada ağır başka bir şey bulamaz... Hoca Hanım, düşünmekte Gülsümü
pek yalnız bırakmaz. Birdenbire sorar: ?
— Kız hani senin kumru göğsü, yanar döner canfes, ten paçalığın
vardı; ne oldu o?
— Duruyor...
— Bilmem...
— İyi aklımda kalmadı ama, galiba iki yüz elliye, üç yüze doğru
olacak...
— Eski biçim, tek etekli değil mi? Kaç senedir san. dikta dura dura
buruşmuş, sandık lekesi de olmuştur. Zenneciler şimdi ona çok para
vermezler. Haydi onu da yüz kuruş tutalım...
— Altmış kuruş bilezikler, beş mecidiye kemer, beş de paçalık; hepsi iki
yüz altmış kuruş tutuyor. Dört, beş yüz olmiya hayli para lâzım... Daha
düşün kızım, düşün. Kocan elden gitmeden iyice düşün. Sonra
dövünürsün ha... Sana yedilik yapmadılar mıydı?
— Yapmadılardı.
— O senin hakkın, niçin sattırdın? Gül yüzüğün du. raydı, şimdi ne kadar
işimize yarardı? Hayırsız kocan, sende »bir şey bırakmamış ki... Şöyle elini
şakağına koy da adamakıllı bir düşün bakayım... Sandığında, çekmecende,
kıyında bucağmda daha nelerin var? Kocan elden giderse sonra kırk yıl
düşünsen, dövünsen akça etmez...
Gülsüm hakikaten elini şakağına kor, sandığını sepetini gözü önünden birer
birer geçirerek düşünür. Nihayet gözleri panldıyarak:
— Niçin vermesin? Para bulunur ama, kızma bir daha Rıfkı gibi koca
bulunmaz. Kaç kuruş? Çabuk söyle...
— Tamam dokuz mecidiye... Üç senede biriktirdi; bir beze bağladı; iki
düğüm yaptı; sonra o çıkını bir keseye koydu; o kesenin ağzını da
düğümledi; tekrar keseyi de başka bir beze koydu; üzerine üç dört düğüm
vurdu; sandığın dibine attı. Ölümlük dirimlik diye saklıyor. îki üç
mecidiyesini ver diye kaç kere yalvardım; mümkün değil vermiyor; hastalık
sağlık bizim içindir; hasta olunca hekim, hoca parası edecek elimizde bir
mecidiye bulun, muiyor, diyor...
Hoca Hanım, bir hayli uğraşarak, o tadat edilen eşya satılır, Gülsümün
annesinin sandığı dibinde dokuz düğüm altında, fakir, bir ailenin
uğrıyabileceği bütün kaza belâlara karşılık olarak üç senedir uyumakta olan
o dokuz mecidiyenin de münasip bir surette aşırılmasına muvaf. fakıyet
hâsıl olursa mecmu paraların miktarı dört yüz kuruşa baliğ olacağını on
parmağı ile belki on defa he. saplıyarak meydana koydu. «Dört yüz kırk
kuruş» Hoca Hanım bu yekûnu üç dört defa tekrar etti. Azlığını imâ ederek
dudaklarım büke büke:
— Yetişmez ki...
— Niçin yetişmiyor Nefise Hanım? Dört yüz kırk kuruş az para mı?
— Gözlerini aça aça dört yüz kırk kuruş deme öyle! Kızım, cahilsin, akim
ermiyor. İyi saatte olsunlardan mal sakınılır mı? Gücenirlerse sonra yirmi
hra da sarfetsen davetine gelmezler...
Gülsüm ağlıyarak:
— Ben onlardan sakındığım İçin söylemiyorum. AL lah gönlümü biliyor
ya!.. Fakat yok anacığım, yok... Yok da onun için... Sen annemin dokuz
mecidiyesini de hesa. ba katıyorsun. Bakalım kendisi vermeğe razı olur
mu?
— Sen anana şimdi hiç bir şey söylemezsin; sandığa bir anahtar filân
uydurursun. Parayı oradan alırsın. Zaten üç senedir sandık dibinde öyle
kapalı duruyormuş. Anana bir lüzumu olmamış; o para ile kocam kurtarırız.
Sonra anan duyarsa duysun, ne diyecek? Rıfkıyı elden kaçırmamış olduğu
için paranın gittiğine yerinmez, vallahi sevinir. Bize bir de Allah razı olsun
der... Fakat iş orada değil... Bu para elvermez. Benim satacak bir şeyim olsa
komşu hatın bu; ne olur? Götürür satar, işini bitiriveririm... Yok ki... A, iyi
aklıma geldi. Ananın şah! Kız, ananın şalı!.. Hani beline bağlardı, o eski
şal., ne oldu?
— (Boğulur gibi bir teessürle) Peki, dört yüz kuruşluk tütsü yakacaksm...
Ondan sonra ne lâzım?..
— Yedi dolaptan yedi çekirdek fare tersi toplıyacak. sın; yedi komşunun
havanında döveceksin. Yedi çeşmeden yedişer damla su alacak, o siyah
toızu yuğuracaksm...
Gülsüm sevinerek:
— Oh, ıbu bedava... Öyle ya fare tersi de para ile olmaz ya?..
Gülsüm meyusane:
— Bende kabahat ki sana her şeyi böyle bir bir söylüyorum. O fare
terslerinin hassasını sen sonra görürsün;
onlar kocanın alacağı öteki karıyı, yani sana ortak olacak kadını çirkin
göstermek içindir.
— Dört yüz kuruşluk tütsü... Yirmi kuruşluk şerbet.. Otuz kuruşluk horoz
tavuk, şerbeti «güle güle içsinler, tavukları afiyetle yesinler. Bunlara o kadar
kızmıyorum. Lâkin o fare tersi ile bir araya bağlanan çeyreklere doğrusu
esmam yanıyor.
— Haydi kızım, haydi işine... Böyle ileri geri sözlerle kendini de beni de iyi
saatte olsunlarm hışmına uğratacaksın...
Bin mücadele, bin hesapla davet masarifi, satılacak eşya tutarı ile tekabül
ettirilir. Artık keyfiyet bu sayılan şeylerin bir bohçaya konularak evden
çıkarılmasına, bir de on düğüm altındaki dokuz mecidiyenin sandıktan aşı.
rılmasma kalır... Hoca Nefise Hanımın kavlince o para şimdilik gizlice
alınacak, güveysinin evlenmekten kurta. rılmasma sarfedildiği için sonra bu
sirkate Gülsümün anası, «Allah razı olsun, iyi ettiniz de parayı sandıktan
aldınız, Rıfkıyı kurtardınız» diyecek!
Hoca Hanım işi bir kere bu neticeye getirdikten son. ra hemen işi aceleye
getirerek der ki:
— Haydi kzım Gülsüm, eve koş; bileziklerini, keme, rini, oğlanın nazar
takımını bir çıkına koy; paçalığınla beraber hepsini bir bohçaya sıkıca
bağla; dokuz mecidiyeyi de kimseye sezdirmeden al; gel. Buradan çıkalım;
beraber Çarşıya gidelim; satılacak şeyleri satalım; alınacakları alalım;
hatırına bir şey gelmesin. Ne aldığımızı, ne verdiğimizi hep gözlerinle gör;
böyle işde vakit geçirmeğe gelmez* Bugün akşamdan seni tütsüliyeyim;
okunmuş şeker vereyim; onu şerbet yap; yatarken iç. Daha söyliyeceğim
şeyleri tarifim gibi yerine getir. Bu gece mümkünse kocanla bir odada
yatma; ayrı bir yere çekil. Gece rüyanda kocanı, ortağın olacak karıyı,
düğün yapı, lacak evi, el’ane (an’ane) siyle hep görürsün. O eşyaları
sattığımıza, parayı sandıktan aldığımıza ne kadar isabet ettiğimizi o zaman
anlar, elimi ayağımı şapır şapır öyer. sin. Ben de bu gece daveti yaparım...
Düğünün önünü alırız. Hattâ düğün kurulmuş olsa bile kocana güvey
girmek nasip olmaz. Fakat yavrum, kocana, anana, kaynanana hiç bir şey
sezdirmeğe gelmez. Sakın ha; sonra çarpılır,, kuyu çıkrığına döneriz.
— Sen işi bana havale et. Pek öyle ince eleyip sık do. kuma... ,
Sokağa çıkarlar; doğru Çarşıya, mezat yerine gider, ler. Bohçadaki eşyayı
beş aşağı üç yukarı satarlar. Hâsıl olan esmana mâhut dokuz mecidiyeyi de
ilâve ederler. Hoca Hanım, Gülsümün gözü önünde tamam dört yüz
kuruşluk ak amber alır. Gülsüm öyle ufak tefek kırıntı, lara bu kadar para
verildiğine hayret eder. Horozu, ta.
vukları, şekeri o günü hep alırlar. Ertesi günü Hoca Ha. tnmın amberciye
giderek bir mecidiyesini herife terketmek üzere üç yüz seksen kuruşu geri
aldığından Gülsümün haberi olmadığı cihetle mahir bir göz bağlayıcı gibi
böy. le her şeyi gözü önünde alan Nefise Hanımın hüsnüniye. tinden,
muavenetinin doğruluğudan artık hiç şüphe etmez.
Nefise Hanım o akşam Gülsümü okur; üfler; şerbet, lik şeker, başı altına
konacak bir muska verir. Daha bir takım acaip nasihatlerle, uykuya yatırır...
Ertesi günü Gülsüm, Nefisenin evine koşar. Hoca kadın somurtkan bir
suratla sorar:
— Korkuyorum...
— Niçin?..
— Hayır rüyada...
— Sanki hep bunları duymuş.. Bir sopa yakalamış, üstüme yürüyor. Ben
kaçayım derken haydi ayağım kayı-veriyor; merdivenden taşlığa kadar
yuvarlanıyorum... Arkamdan hemen yetişiyor. Basıyor sopayı... Ben dayak
yerken kaynanam o kadar hoşlanıyor, o kadar gülüyor ki tekmil üstünü
başını, pöstekisini kirletiyor...
— Sonra ne oluyor?..
çalmışsın. İlâhi analık hakkım, emzirdiğim süt helâl ol. masın... '
— Kız sus... Paçalığım, kemerim diye öyle sayıp dök. me; onların
gücüne gidiyor.
— Bana izin yok. İlle sen kendin göreceksin. İçine şüphe getirme.
Özünü doğrult, görürsün.
Bir müddet de öyle geçer. Nihayet Gülsüm bir sabah çırpma çırpma
gelerek der ki:
— Söylemediğine iyi etmişsin kızınî... Sonra işin bo. zulurdu. Evet, bana da
öyle ayan oldu...
— Sakın ha!.. Kendi başına işe kalkışma, sonra üstü, müze uğratırsın...
— A., her şeyin yolu erkânı var. Hoppadak olur mu? İçine misk karıştırıp
bolca bir şerbet daha yapmak lâzım. En aşağıdan yüz kuruş gider...
Gülsüm dövünerek:
— Neye hırsızlık edeceksin? Koca evde yüz kuruş edecek artık bir şey
kalmadı mı?
— Kalmadı... Mutfaktan liğeni, kazanı mı çalayım?
— Duruyor... Babamdan bengüzar bir gümüş saat. Annem onu hiç yanından
ayırmaz. Gündüz koynunda gece baş yastığının altında durur.
— Bir tasımına getir, .alıver. Evdir bu... Gelen giden çok olur. Kimin aldığı
belli olmaz ki... Senden şüphelen, mek kimsenin aklına gelmez...
Uzun mücadelelerden sonra saati aşırmağa Gülsüm razı olur. Evine gider.
Anasının etrafında dört döner. Bu sirkati gündüz yapmağa muvaffak
olamaz. Geceyi bekler. Gece annesi uykuda iken elini yastığın altına sokar;
tamam çalacağı esnada kadın uyanır; yastığının altını niçin karıştırdığım
kızından sorar: «Bizimkinin saati durmuş, onu düzeltmek için senin saate
bakmağa geldim» cevabını verir. Gülsüm odadan çıkar, para edecek bir
şey bulmak maksadiyle mutfağa varmcıya kadar evin her tarafım
dolaşır, fakat bir şey bulamaz. Son meyusiyetle annesinin odasına bir
daha başvurur. Saati çalarken bu defa da ya. kayı ele verir. Sirkat
niyetini belli etmemek için annesine .karşı bu hareketini birkaç suretle
tevile kalkar. Fakat kadıncağız, kızının tavırlarındaki garabetten,
halecandan şüphelenerek Gülsümü bileğinden yakalar:
— Kız, senin halinde bir tuhaflık var; ne oluyorsun? Hiç böyle gece
yansı gelip de yastığımın altını karıştırdığın yoktu. Hem bu gece bu
ikinci gelişin...
Sualini sorunca Gülsüm şaşalar. Kaç zamandır, der. dini açmak için bir
sırdaş arayıp da Hoca Hanımın tehdit belâsı buna mâni ola ola zavallı
kadına son derecede bir dolgunluk gelmiş olduğundan, artık ne sırnm
saklamağa, ne de göz yaşını zapta takat getiremiyerek sel gibi göz
yaşlarını akıta akıta annesinin kucağına atılarak:
— Bu saati de versek, yine bunun üzerine Nefise Ha* nımın yüz kuruş daha
istemiyeceğine emin misin?
— Bilmem...
Ertesi gün Gülsüm, Hoca Hanıma gider. Saati getirdikten sonra başka
masarif zuhur etmek ihtimali olup olmadığım sorar. Nefise Hanım bu
muhtemel masarif kapısını bir türlü kapamak istemiyerek:
— Kızım, aklım başına topla. Kocanın halinde ben hiç evlenmeğe hazırlık
alâmeti görmüyorum. Azıcık sabret. Eğer bu cumartesi gecesi kocan her
zamanki gibi buraya, gelirse bu işin sırf yalan olduğu meydana çıkar. Hoca
Hanımın hilesi anlaşılır.
Annesi, kızını sabır ve teenniye davet için çok uğra, sır. Lâkin başa
çıkamaz. Ya o yüz kuruşu bulûp buluşturarak Hoca Hanıma götürüp
vermek, yahut diğer bir sureti müessirede düğünün tehirine teşebbüs etmek
hususunda Gülsüm ter ter tepinir.
— Sen çarşaflan önüme düş. Ben kimse ile şakalaşa. cak değilim. Dosdoğru
bir iş göreceğim...
Hoca Hanımın böyle keşfinin sabit olmasına ana kız hayrette kalırlar.
Meraktan, haleeandan Gülsümün eli ayağı titrer. Neyse bin gayretle yürür.
Sağlık aldıkları düğün evine kadar gelinler; kapıyı çalarlar. İçeri girer
girmez, daha taşlıkta Gülsüm düşer bayılıverir. Evdekiler neye uğradıklarnı
bilemezler. Düğün tedarikine, dikişine yardım etmek için konudan
komşudan genç, ihtiyar birta. kim kadınlar oraya gelmiş olduklarından ev
kalabalıkça bulunur. Kimi elinden dikişini, kimi biçkisini, kimi na.
— Bu düğün için ayın son çarşambasında söz kesildi. Bir gün geriye
bırakın, bu işde bir uğursuzluk olacak, de. dim; kimselere söz
ianlatamadım...
Gülsümün anası:
— Kız anası bayıldı. Eczacıya haber gönderin... Bir doktor gelsin... Zavallı
kadının fena çarpıntısı kalktı...
— A, bayılmaz mı? Âleme kepaze oldular gitti. Yarın çarşamba, öbür gün
perşembe... Bu kadar hazırlık... Bu iş ne olacak şimdi?.
— Gelin yukarıda... Hani onu süslemek için tutulan madama yok mu? İşte
onun karşısında... Önlerine kutu kutu beyaz tozlar, merhemler koymuşlar.
Bunların frenk. çesi kreme mi, karalama mı? Ne karın ağrısı ise işte birer
adları var. O süsçü baş bağlayıcı madama işe üç gün evvelinden başladı.
Süsçü mü, tımarcı mı, o karı nasıl şey bilmem?.. Kızın yüzünü biraz
temizleyiniz diye madamaya söyledim. Ellerini böyle sallıya sallıya
reddetti. Alafrangada yüz yolmak ayıpmış... Aman varsınlar dinlemesinler...
Zaten yapıştırma yok, bimem ne yok; şimdiki gelinler hiç bir şeye
benzemiyorlar ki... Yalnız yüzlerinde yarım okka «kakarava» ile toz...
Kucağında memede çocukla "gezinen bir taze, bu çe. nesi düşük kocakarıya
hitaben:
— Aman Sabire Hanım, şimdi o sözlerin sırası mı? Evin içini görmüyor
musun, ne halde? Alan taran oldu!.. Güveyi evliymiş... Bunu, karısının
üzerine alıyormuş...
— Ne yapacak? Süsçü kokona badanayı tatil etti. Ge. lin yüzünü pencereye
dönmüş, hazin hazin ağlıyor. Süs* çüsü de düşünüyor...
Böyle her ağızdan bir türlü söz çıkmakta iken ne hal ise evin erkeği yetişti.
Bayılanların ayılmasına uğraşıldı. Zavallı kız; babası, Gülsüm Hanıma bazı
sualler iradiyle keyfiyetin esasını »anlamak, tetkik etmek istedi. Fakat ne
mümkün?.. Gülsüm, sorulan tek suale cevap vermek için tâ Rıfkıya nasıl
vardığından başliyarak göz yaşı tufanı içinde zait tafsilâta girişiyor,
a
;meseleyi birtakım k dm tâbirleriyle dolu haşviyata boğuyor, sözler bir türlü
anlaşılır bir intizama giremiyordu. Gülsümün annesinden her ne sorulsa
alınacak cevap şundan ibaret oluyordu:
— Evet...
— Sözlerime sen cevap ver, kızın sussun. Pek lâkırdı kalabalığı oluyor.
Biribirimizi anlıyamıyoruz. Fakat şunu da rica ederim ki, o dokuz
mecidiyeyi artık bahse katma. Nefise Hanım mı almış, perilere mi vermiş?
Orası bize lâzım değil. Şimdi sözlerime iyi dikkat et. Evleniyor diye telâşa
düştüğünüz adam kim bakayım?
— Suuus, hanım ilerleme rica ederim. Sorduğum sualde kal. Sizin Rıfkı
Efendi esnaf mıdır, ketebeden mi?
— Esnaf değildir. Ketebeden de değildir. Kaleme gi. der...
— Hangi kaleme?..
Gülsüm — A... şey... Hangi dairenin olacak? Kapısının üstünde koca tahta
var.
Gülsüm — Canım, Aksaraydan tramvaya bin... Beya. zıtta in. Dön geri.
Sonra orada bir sokak var, geceleri iki keçeli gazlar yanıyor...
Efendi — Şimdi gördünüz mü bir kere hatânızı? EV. velâ benim kızımı
alacak zatın ismi Rıfkı değil, Salim... Saniyen bizimkinin memuriyeti
büsbütün başka yerde... Kendisi henüz yirmi iki yaşından ziyade yok. Hem
de er. gen... Bu zatla sizin Rıfkı Efendi arasında tamamiyle ayrılık var.
Henüz ayılarak aklını biraz başına toplamış olan kız anası öteden haykırıp:
Kız anası:
— Efendi, ben şunu bunu bilmem. Kız yukarıda hasırların üzerine uzanmış,
«evliymiş, ben o herifi istemem» diye gövem gövem göveriyor. Her şeyden
evyel bana evlât lâzım.
Biçare adam, kadınlardan hiç birine söz anlatmak kabil olmadığını görerek:
3
ÇARDAKLI BAKICI
— Salim Bey kim? Misafir mi geldi? îyi saatte olsunlara bolca şerbetler
içirmişsiniz de bir bardak bana yok mu a utanmazlar?.. Kaç gündür içim
yanıyor...
ihtiyar kadın bu sualleri beş on defa tekrar etti. Cevap veren bulunmadığını
görünce avazı çıktığı kadar:
Gülsüm:
— Durun ben size masalı, .evlenmeyi, böyle evi soyar, casma öteberi
çalarak Nefise Hanıma götürmeyi öğreteyim... :
— Haminne Igülme öyle... işte sana yemin, gelip temizlemem. Kir içinde
üç gün yatarsın...
Gülsüm:
— Haminne bak saçın kaç renge girmiş. Böyle acaip lâkırdılar söylemeğe
utanmıyor musun? Artık senin kocaya varacak halin var mı?
Kocakarı:
Gülsümün validesi:
— Sus oradan kirli kukla, sen lâkırdıya ne karışıyorsun?.. işte çıkın önünde
duruyor. Hazır yemişler elinde iken patlayıncıya kadar tıkın...
— Anne sus; bu karının çenesini açtırma... Şimdi onu bırak, beni dinle...
Rüyada gördüklerim bütün çıkıyor. İşte sopaları yedik. Fakat bizimki öyle
elinde odun, hiddetle sokağa çıktı, nereye gitti?
— Nereye gidecek; Nefisenin evine...
— Karıyı döverse...
Kızı Sabbeği beslemelikten aldı. Kendine muavin edindi. Ana kız her sahab
kalkarlar, sürmeler çekinirler, keskin kokular sürünürler. Miskyağcı
dükkânları gibi baş ağrısı verir, uzun müddet yanlarında durulsa belki
baygınlık getirir sert rayihalar neşrederler.
Al, yeşil, acı sarı renklerinde mevsimine göre elma; vaşak; samur kürkler;
kadife; canfes hırkalar giyerler. Sürmeleri mineli, mücevherli altın saat
kordonlarını boyunlarına geçirirler, türlü boncuklar; nazar takımları ile
karışık elmas iğneleri başlarına dizerler; boyunlarına, bL leklerine,
parmaklarına kehribardan; akikten, âdi mavi boncuktan, beşpençeden,
inciden, altından; sedeften; mercandan; şeytan minaresinden tutunuz, da
mührelik katır boncuğuna kadar dizip sallandırmadıkları acaip ziynet
kalmazdı.
Nefise; rastık, kına, defne çekirdeği ve saireden mürekkep kendi istihzar
ettiği bir [boya ile simsiyah kararttığı saçlarını kuzıgun kanadına andırır bir
surette kulaklarının yarısını örtecek kadar yüzüne doğru» indirir, büyük bir
«darbuka» şeklindeki kafasına oyalı yemeni ile mehip bir hotoz kurardı.
Değirmi etli çehresi, iri yuvarlak gözleri Nefiseye kadın şekline girmiş
kasvet verici bir baykuş siması verdiğinden, kendisiyle başbaşa uzunca
müddet musahabette bulunanlara sıkıntılar basardı.
Ana kız bakıcılık sanatinde çok tadilât icra ettiler. İğfal defterinden artık
fare tersi gibi müıstekreh toz ilâçlar tayyedildi. Lüzumuna göre şirinlik veya
çirkinlik için de badema hep altınla hemvezin ve itibar kıymetli daralar
istimal ediliyor, Nefise Hanım tütsüleri gilbi kendisini de âleme dirhem
dirhem satıyordu.
— Ayol senin falın kapalı. Bakmak için bize izin yok. Başka hocaya
müracaat et...
Nağmei nazigânesiyle başlarından savıyorlardı. Meselâ bir uşak, hizmet
ettiği konaktaki besleme kıza gönül kaptırmış; ne hal ise aylığından para
arttırarak gözünü yummuş, mecidiyeye kıymış... Dildâriyle olacak saadet
sevdalarına dair malûmat almak merakiyle biçare cayır cayır yanıyor.
Bakıcıya mecidiyeyi veriyor ama, mukabilinde sağlam bir söz almadıkça
yakasını bırakmıyor. Akşam geliyor, sabah geliyor; faldaki istihraçlar aynen
vaki olmazsa adamcağız hattâ bir sene sonra mecidiyeyi geri talepten
sıkılmıyor... Böyleleri için Nefisenin tefe’ül defteri kapalıydı. Bunları
«Haydi yavrum, senin falına bakmıya izin yok» sözleriyle defederlerdi.
Nefise Hanım Sarmana da ibir bakıcı kedisi halâveti vermek için boynuna
mavi boncuklarla karışık türlü ziynet altınları taktıktan başka hayvanın
kaşlarını rastık, yanaklarını kına ile boyardı.
Pek safdil hacet erbabı için (Sarman bir tefe’ül vasıtası oldu. Hoca Hanım,
kedinin hadekaları uzanıp veya yuvarlak olmasından türlü ahkâm çıkararak,
bahçede kumlar üzerinde bıraktığı ayak izlerine birçok mânalar vererek
hayli müşteri savıyordu.
O mahallede bir eve hırsız girer. Hayli eşya aşırır. Zabıta bekçiyi epeyce
tazyik eder. İcra olunan tahkikat müsmir olmaz. Hırsız bulunmaz. O yeisle
bir gün mahalle bekçisinin Sarmana yanaşarak kucağına eğilip de:
— Hırhız (hırsız) larm kim olduğun büüp de isimlerini haber verirsen sana
ciğer alırım.
Dediği mahallece şâyi olmuş, garip bir vak’a hükmünü almıştı. Kahveci
tabii Mustafanın, Sarmanın boynundan altın çalmak üzere cüretkârane elini
uzattığı esnada çarpılarak kırk sekiz saat idrarı tutulduğu da bu hayvan
hakkmdaki en garip rivayetler cümlesindendi.
Hacı babaya gelince, bu zavallı uykucu safdil adam, ne evde, ne mahallede
Sarman kadar haysiyet ve itibar sahibi değildi. Artık Hacının çenesi
düştüğünden, arasıra mahalle kahves.nde bakıcılığa dair .ettiği mâsumane
boşboğazlıklar Nefisenin pek canım sıkıyordu.
üzere tâyin edilirdi: Konak arabası ile gelenlerin hacetlerine Nefise bakar.
Kira arabasından çıkanlar Saıbbeğe aittir. Yaya gelenler Hoşdıemin
müşterileridir.
Nefise için o esnada vakit aynen nakit demekti. Bina, enaleyh dört beş
dakikanın konuşulmaksızm beyhude geçmesi kendisince azîm bir zıya
olacağını işrap eder gibi: »
Sualini sordu. Bakıcıya karşı olacak sual ve cevabı vaktiyle aralarında tertip
edememiş olduklarına nedamet-
Diye sordu.
Nefise, yeis ve keder envaınm bir çehre üzerinde peyda ettikleri teellüım
eser ve şeklini artık biribirinden far. kedecek kadar (ilmi sima) ya vukuf
hâsıl etmişti. Bir ka-yıbı yahut hastası olanların böyle sualden evvel tiril
tiril titremiyeceklerini bilirdi. Evet, bu genç kadını sarsan maraz, sevda
ısıtmasıydı. Fakat ne nevi sevda, nasıl muhabbet?.. Biçarenin halinde zerre
kadar aşiftelik tavrı yoktu. O elim irtiaşı, o şedit teessürü esnasında bile
temkinine fevkalâde riayeti, gelişigüzel söze başlayıvermemesi, hüzün ve
sükûnetini gösteriyordu. înitaf eylediği noktalara dikilip kalan iri siyah
gözlerindeki o derin yeis mânası ekseri kalbinin en derin boşluklarından
mecruh olan kadınlarda, evet, kocalarını ümitsiz bir şiddetle kıskanan
emelleri kırılmış hanımlarda görülür. Genç hanımın za. yıf siması,
solgunluğu, gözlerinin altındaki mavimtrak kavisler, pek çok ıstıraplı
geceler geçirdiğini gösteriyordu. Binaenaleyh bu muhabbet meşru bir
muhabbet; fakat Nefise için muhabbetin meşruu mezmumu yoktu; istilâ
ettiği insanı Hoca Hanımın tükenmez bir iradı haline koyacak kadar şedit
olması kâfi idi.
Genç hanım:
— Estağfurullah efendim, emniyetsizlik değil... Böyle şeylere alışmadık da
efendim...
— Niyet sahibi sizsiniz... Aman, halinize acıdım. Çekilir dert mi? Sabahlara
kadar beyiniz için göz yaşı döküyorsunuz. Kocanızı kıskanıyorsunuz.
Hakkınız var; bir fa'hişe, ayâlinizi zaptetmiş... Zavallı delikanlı, büyü için,
de sımsıkı bağlı.... Gözleri o karıdan başka bir şey görmü-yor; vah
hanımcığım vah!.. Ağlanmıyacak koca değil ki, levent gibi bir civan...
— Kzım, sen buraya kalbinde şüphe ile geldin. Şu Çardaklı Bakıcıyı herkes
methediyor; bir de ona başvu-ray:m, bakayım ne olusr? Ne hezeyan edecek
göreyim?., dedin...
Taze hanım kızardı, önüne baktı. Nefise devamla:
— Kızım ayıp değil, cahilsin. Türlü türlü bakıcılar var. Akla gelmez
dolandırıcılıklar ediyorlar. Bunların doğrusunu eğrisinden ayırmak
müşkül... Ben öyle beşifoir arada lirayı göz önünde mendile bağlayıp da
tenekeye,
— İsminiz?.. .
— Sâibe...
— Safai... Raika...
— Zevcinizinki?..
— Mâil...
— Evet...
— Çocuğunuz oldu mu?
— (Beyaz ipekli mendile sarılı bir şey .uzatarak) PiL. dikos iç gömleğini
getirdik efendim...
— Kendimce ufak bir davet yapacağım... Tütsü filân nezirleri beş lira...
— Bunlardan ne umuyorsun?
Sâibe Hanımın ziyaretinden sonra o hafta Çardaklı Bakıcıya pek çok ehli
hacat geldi, gitti. Nefisenin çekmecesi para ile doldu. Bu ziyaretçiler
meyanmdan biri Hoca Hammı çıldırasıya memnun edecek bir istifade kapısı
açtı. Karı sevincinden birkaç gece uyku uyuyamadı.
Şaibenin geldiği günden iki gün sonra bakıcının kapısı öünde bir araba
durdu. Bu, öteki gibi mükellef bir konak arabası değildi; aylıkla icar edilir
temiz kira ara-balarındandı. Fakat içinden çıkan genç kadın o kadar şık, o
kadar vardakosta, o kadar etvarı serbest, edâsı cazi. beli nazeninlerdendi ki,
hizmetçiler tarafından kemali rağbetle Nefisenin karşısına çıkarıldığı vakit
Hoca Hanım o fıkırdak tazenin çarşaftan taşmış kıvır kıvır sarı saçlar
içindeki lâtif çehresine vâlihane bir meftuniyetle bakıp bakıp da kendi
kendine:
— Aman rabbim, neler yaratıyor!.. Vallahi bir içim su.. Bu sarıpapa
kanarya, acaba hanki kafesten kaçmış?..
Dedi. Bu taze yalmz değildi. Yanında, âlemin şüpheli nazarlarına karşı iffet
kefili olarak bu gibilerin yanlarına katılması mûtad olan yaşlıca kadınlardan
biri vardı.
— Vah gülüm; sana pek yazık... öyle ateşe mateşe ehemmiyet verme, daha
gençsin.. Şöyle bir göz gezdirsen kendine bin meftun bulursun. Bir kere git
aynaya bak... Yazık değil mi o vücuda?.. Dövünme öyle...
— Yardımınızla inşallah... ,
— Hay hay yosmam... Böyle hayırlı bir iş için çalışmaz mıyım?.. İyi saatte
olsunlar bir sözümü iki etmezler. Sen kalbinden neyetini tuft... Suallerime
güzel güzel cevap ver... Adm ne güzelim bakayım?..
— Şöhret...
— Abdullah...
— Ananınki?..
— Hacer...
— Sevgili beyinin ismi?
— Mâil...
(Mâil) ismini duyunca Nefise Hanım serâpa bir râşe geçirdi. Sabbek hemen
koştu, anasının arkasını bir şeyler mırıldana mırıldana sıvadı. Şöhret
şaşırarak sordu:
— ötekiler sarstılar...
Hoca Hanım bir işaret etti. Sabbekle Hoşdem dışarı çıktılar. Habeş kız
sofada çıngıraklı kedi gibi başmı sal-lıyarak Sabbeğe:
— İnşallah...
Bu iki kadın koştular, diğer bir odada hazırlanmış duran büyükçe beyzî bir
yeşil tepsinin birer kulpundan tutarak odaya getirdiler. Tepsinin ortasında
yine zümrüdî içi su dolu eski maden iri bir kâse, etrafında sapı kuşlu bir
gümüş kaşıkla içlerinde dövülmüş tarçına, kakuleye benzer birtakım tozlar
bulunan kenarları tirfilli ufak ■ufak yeşil tabakçıklar vardı. Tepsiyi
getirdiler, Hoca Hanımın önüne koydular.
Şöihret gözlerini kâseye dikti. Bu sade suya çorbanın kimlere ikram
olunacağım Ibekliyerek ve garipsiyerek bakıyordu.
Hoca Hanım küçük tabakların birinden bir tutam toz alarak kâseye attı.
Tarhana çorbası pişirir gibi kaşıkla karıştırmağa başladı. Suyu karıştırdıkça
rengi yeşile ta-havvül ediyordu. O .esnada cezbe gelir gibi bir tavırla dedi
ki:
lerini oynatarak bir şeyler homuırdana homurdana kâh gazap âsarı, kâh
tebessüm göstere göstere üıç dört dakika kadar suyu karıştırdı. Nihayet bir
ayna gibi suya baka baka berveçhi âti cevher saçmağa başladı:
Nefise:
— Üst katta, mavi boyalı odada zayıf, uzun boylu, irice kara gözlü bir kadm
var? Kimdir o? Bu kadın kimin nesi? Niçin öyle düşünüyor? Adımı
söyleyiniz. Söyleyiniz.... Söyleyiniz canım. (Nefisenin çehresi morarır, ağzı
köpürür) Rica ederim...
Sabbek:
tı
— Ha ha... ;Sa ,Şaibe... Safai Efendinin kızı... Mâilin ka. rısı... Tü utanmaz
karı... Nedir o kocana yaptığın büyüler?.. Ben onun hepsini bozarım. Herifi
yanından ayırmamak için düzen düşünüyor. Tombalakça orta yaşlı bir ka.
dm var. Evi oralara yakın... Komşu, komşu; Sâiıbe ile içtikleri su ayrı
gitmiyor. Bu karı onun kilidi küreği, eli ayağı... Bak bak, Sangüzel
taraflarında büyücü bir hoca, ya gidip geliyorlar. Keçekülâhlı bir herif...
Alimallah senin külahını başına boynuna geçiririm. Büyüyü yaptılar,
afsunladılar... Muşambalara sardılar... Bak o tombalak karı götürüyor. Bırak
onu... A! Götürüyor. Götürüyor... îşte işte, «Çarşamba» taraflarında büyük
bir viraneye girdi. A, a, mezarlığa yakın; ulu çitlembik ağacının ya. nmdaki
battal kuyuya attı. Zavallı Şöhret! Mâil Bey gelmedi diye dövünüyorsun...
O çıkın kuyuda durdukça sev. gilin yanına nasıl gelebilir?..
— Hoca Hanımcığım, bir kuyucu bulsak, inip oradan çıkını alamaz mı?
Nefise: .
— A... Kah kah kah!.. İlâhi cahil kız; güldürme beni! Hiç büyücünün
attırdığı çıkını kuyucu bulabilir mi?
— Zor iş yavrum... Her yiğidin kârı değil... Bunu çıkarmak için çıkının
ağırlığınca para gider. Sâibe Hanım bu büyüyü kaça yaptırtmışsa şimdi
zıddını bulmak iki kat para sarfiyle olur. Mâil Beyin kullandığı çamaşırlar,
dan bir şey getirdiniz mi?
SÂİBE HANIM
Bu kadın «Ser» de yetiştirilen hasta, nazik bir çiçek gibi büyüdü. Anasının
babasının bir tanesiydi. «Sakınılan göze çöp batar» meşhur meseli
fehvasınca bir ailenin ye. gâne medan inşirahı, saadet sermayesi addedilen
bu za. yıf, çelimsiz, kansız; solgun kızın üstüne titredikçe, serpilip
büyümesi için tıbbın bütün harikulâde keşfiyatmdan istifadeye uğraşıldıkça
bundaki hayat usaresi sanki bütün bütün soğuyor, çekiliyordu. Çocuk altı
yaşma kadar, mizacım kuvvetlendirmek için bu güç işe tâyin kılman
doktorları nevmit bırakacak bir zaaf, bir dermansızlıkla bü. yüdü. Dokuz,
on yaşma doğru biraz kendini topladı; serpildi. Kadın oldu. Fakat o
çocukluk zaafından kendinde şiddetli bir hassasiyet, çabuk müteessir olmak
gibi bazı ahval kaldı. ! I ] '
Annesi ile babası, kızlarını müteessir etmemek için doya doya sevmeğe,
okşamağa bile korkarlardı. 'Sâibe diğer çocuklar gibi her arzusunu meydana
koymaz, her istediğini söylemezdi. Mahzunane bakışından, çehresinin
aldığı garip, mânidar tarzdan maksadının keşfolunmasmı beklerdi. Haline
dikkat eden olmaz, mânalı hüznü ile if. ham etmek istediğini anliyan
bulunmazsa meyusiyeti arttıkça artar; nihayet gözlerinden .birkaç katra
nevmidî göz yaşının inmesi maksadının husulü yerine kaim olurdu. Meramı
derhal keşfediliverse o zaman da yüzünü mah. çubiyeti andırır bir kızıllık
kaplar; fikrindeki şeyin an. laşıldığma sanki sıkılırdı.
Böyle ilk <ağıza zuhur eden taliplerin çoğu, ne asalet, ne servet; ne de ilim
ve irfanca meziyet sahibi olmayıp sadece kara .kaşlarına, uçları kıvrık
bıyıklarına, civanlık-larına güvenerek zevce sayesinde refaha konmak
isıtiyen birtakım eli boş gençlerdi. Röylelerine kız değil, cevap vermek
tenezzülünde bile bulunmuyorlardı. Lâkin el bu! Başa çıkılır mı? Aynada
kendini beğenen talih tecrübesi nev’inden izdivaç talebine cüret
gösteriyordu. Safai Efendiye küfüv addolunacak zevat da zuhur etmedi
ıdeğil. Fakat her birine birer bahane bulundu. Bir iki sene de böyle geçti.
Nihayet bir gün Şaibenin validesi zevci Safai Efendiden kızlarına zevç
olacak zatın o şerefi ihraz edebilmesi için ne yolda evsafı bergüzideve
malikiyeti icap ettiğini sordu. Efendiyi bir düşünme aldı. Doğru söylemek
lâzım-gelirse bu mühim suale vereceği cevabı kat’î bir şekilde
kendi de bilmiyordu. Bu itibarla o konağa gelecek za/ orta yaşlı mı, yoksa
genç mi olsun? Çirkince mi veya güzel mi bulunsun? Servet, tahısil ve
dirayetçe ne kararlarda olsun?.. Pek genç ve güzel olsa çapkınlığına,
havaperest. liğe meyli ziyade bulunur. Yaşça biraz durmuş oturmuş olsa
veçhen pek revnakdar bulunmasına, bu takdirde de kızm muhabbetini celbe
muvaffak olamaması ihtK'mali var... Zengin olsa zevcesine kendini biraz
ağır satması melhuz... Fakir bulunsa pespaye addolunur.
Kan koca bu mühim cihetleri tâyine haftalarca, aylarca zihin sarfederek bir
şeye karar veremiyorlar, yek. diğerinii' ilzam için bir söz bulamayınca:
Yine karı koca bir akşam bu tezviç meselesini hal sadedinde endişeli bir
gece geçirmekteler iken 'Safai Efendi'' dedi ki: ,
— Bu madde hakkında biz kızın kendi reyini hiç soı> madik. Bir de onu
istimzaç etsek bakalım ne der? Bizim Sâ'.lbeye olan fartı muhabbetimiz bu
bapta bir karar verebilmemize mâni oluyor. Kendi ne diyecek, onu da anlı-
yalım?..
— A efendi öyle şey olur mu? Sen, ben sağ dururken böyle meselede onun
reyi sorulur mu? Meşhur meseldir «kızı keyfine bıraksalar zurnacıya varır»
derler... Sâibe bu keyfiyeti bizim kadar ince düşünebilir mi? O daha çocuk...
Onun aklı erer mi hiç?..
Efendi ısrarla:
— Hanım sen bir kere sor. Bakalım anlıyalım, kendi meyli ne cihete?..
Hiç /ben ona gönlün nasıl koca cstiyor? Ne biçim erkeğe varacaksın,
diyebilir miyim?
— Ben koskoca büyük dadı idururken nasıl koca istediği küçük hanımdan
mı sorulur? Bir kere de bana sorulmaz mı? Hangi koca iyi olduğunu Sâibe
Hanım ne bilir? Dünkü çocuk... Erkeğin babayiğitinden anlar mı? Aman,
nasıl olursa olsun... Bir koca istesin de ibana da sıra düşsün. Küçük hanım
kâtibe varırsa varsın... Benim kısmetim inşallah askerden çıkar.
«Anan baban soruyor. Nasıl koca istersin?» sualini sorunca küçük hanımı
pek ziyade sevinecek zanniyle Efo-rukeman hemen koştu; kızı tenha bir
odaya çekip kapıyı sürmeledi. Dadısının böyle esrarengiz telâşlarla kapıyı
sür-meleyişinden bir şey anlamıyarak mütehayyirane bakınan Şaibenin
kulağına: ı
— Neyi?
— Sanki o suali sana değil, bana sormuşlar gibi yüre. ğim hop hop içinde
oynuyor...
— Hangi suali?
— Dadı, anlamıyorum?..
— Sen niçin böyle vurdum duymaz kızlardan oldun?. Hiç böyle şeyi insan
anlamaz mı? Efendi babanla annen konuşmuşlar. Seni kocaya verecekler.
Bana: «Git kıza sor; nasıl koca istiyorsa anla, bize haber ver» dediler. Bu.
nu sormıya lüzum yoktur. Elbette yanı kılıçlı ister, di. yecektim. Yine bir
şey demedim. Çabuk söyle, nasıl is. tersin?..
— Varmıyacağım...
— Canım, böyle meselede kızın reyi sorulur mu? Pederle valide nasıl tensip
ederlerse öyle olur.
— Ne olacak sonra?..
— Aman sade naz... Koca deyince böyle huysuzlanan küçük hanımları çok
gördük. Sizinkisı cistemem; yan cebime koyuver» tarzında densizlik...
Şimdi bu naz ağlaması bir şey değil... Sen asıl evde kaldığın vakit için yana
yana ağlıyacaksm. Annenin ağzı yok değil ya; kızının ne biçim koca
istediğini gelsin kendi sorsun. Oh canım, ara yerde bana ne oluyor?..
Hep bunlar, bütün tezevvüç karan uzun boylu bir kocadan ibaret olan dadı
kalfaya anlatılamıyacak ince his. lerdendi.
Sâibe, maddî ve mânevî evsafı ancak kendi gibi hissi de pâkize bir kızın
mütehayyilesinde vücut bulmuş bir zevç, bir ruh arkadaşı arıyordu. Bütün
iştiyak gecelerini böyle bir emel ankasını takiple geçiren kızlardan hemen
hiç birinin maksada nail olamadıklarını, hayalin hakikate tatbiki nasıl bir
muhal iş olduğunu o acı tecrübeleriyle Sâibe daha bilmiyordu. Fakat fikir
ve hayali bu zevç, tezviç meselesine düştüğü zaman en emelpirâ tahayyülât.
tan sonra kalbine bir havf ve h.-ras geliyor, sanki bir hissi kablelvuku
tezevvücünün müstakbel macerasını âsabı. na tebliğ ediyor, ağlamadan
kendini alamıyordu.
Bunlar biribirine verilse kız mı dışarı gidecek, oğlan m: ? Her iki taraf da
ıböyle bir iftiraka razı olamıyacağın. dan bu tezviç ve tezevvüç vadisine
şevki kelâm edilemi. yordu. Fakat bir aralık Mailin başı havalanır gibi oldu.
Arasıra konağa çakır keyif gelmek, belleri kuşaklı, vapur dumanı fesli, sivri
ökçeli, hâlü 'şanları şüpheyi davet edici bazı ahbaplar peyda etmek, geceleri
geç vakitlere kadar baba evinden uzaklarda geçirdiği gaybubet saatlerinin
mahal ve mekânı istimalini haber verememek gibi hovardalıklar
başgösterince Merzuk Efendinin aklı başından gitti. Muktedir olabildiği
mertebe Mâilin harekâtını tak. yide kalkıştı. Her ne sebeple olursa olsun
uşaksız sokağa çıkmayı, gece hariçte kalmayı, öyle kıyafeti, terbiyesi kendi
asaletleriyle münasebet alamıyacak delikanlılarla görüşmeyi katiyen
meneylcd:.
Sâibeden de istifsarı hal edildi. Kızın verdiği cevap bermutafr birkaç katra
göz yaşı oldu. Kızda da oğlana karşı çocukluk zamanmdanberi bir meyil,
bir incizap var gibiydi Fakat şimdiye kadar ona varmak hakkında zihin
sarfeylememiş olduğundan, bu meyli nisyan külü ile mestur kalmıştı. Böyle
alınma verilme sözleri çıkınca bu eski sevgisine bir inbisat geldi.
Nikâh, düğün oldu. Hakikaten zevç zevce iki sene kadar emsaline gıpta
verecek bir hüsnü imtizaç ve saadet ile vakit geçirdiler. Bir kız çocukları
oldu. Makbule bir yaşma geldi. Zevç ile zevce beynindeki rabıtayı da
sağlamladı.
Bu ilk tekdir haftalarca ağlamak için zavallı Sâibeye girye sermayesi oldu.
Fakat mutadı veçhile hep gizli gizli ağlıyor, ye’sini, göz yaşlarını
ebeveyninden son derece ihtirazla saklıyor, kendi ile kocası beynindeki
esrardan ev içine bir şey sızıp da bilâhare Mâilin hatırını kırmayı mucip
olur korkusiyle hep ye’sinin kanını içine akıtıyordu.
Zevcine ne oldu böyle?. Her akşam somurtkan bir çehre ile eve geliyor.
Kendine bir sual, bir hitap vukubul-mazsa -ağzını açmak, bir kelime
sarfetmek istemiyor, îrad olunan suallere de hendesede «hattı müstakim»
tarifi gibi iki söz beyninde kabil olabilen en kısa yolla cevap veriyor.
Sofraya iniyor, ne yediğini bilmez bir halde dal. gm dalgın taam ediyor.
Odaya çıktığı vakit artık kendine pek müz’iç gelen karisiyle muhatabaya
mâruz kalmamak için kitap, gazete bir şey buluyor, sûrî .bir meşguliyet
arıyor. Gözleri satırlarda fakat zihninin başka yerde olduğunu 'Sâibe
görüyor, anlıyor. Kızı Makbule kucağına verilse, çocuğa şöyle yalancıktan
gönülsüzce bir iki gülüyor, his piş yapıyor... Sonra çabucak anasını
çağırarak:
Mâilin mûtadı öğle yemeğini konakta yeyip sonra kalemine gitmekti. Yavaş
yavaş bu âdeti de bozuldu. Şimdi sabah olunca hemen giyinerek kendini
sokağa atmağa tehalük gösteriyorduk Beyefendi mahalle kahvesine çık.
maz, gazinoya gitmez. Sıcak döşeğini terkeder etmez, böyle aile yuvastndan
firarını neye hamletmeli?
— Pedere!..
Cevabını verdi. Muhtasar^ dürüşt fakat sıhhati meşkûk bir cevap. Genç
kadın bu kısa cevaplarla kanaate artık alışmıştı. Zavallıyı en ziyade öldüren
husus, peder ve va. lidesiyle ev halkından çoğunun, Mailin bu değişen ahval
ve ahlâkı hakkında iştibahlı birtakım sualler iradına kalkışmalarıydı. Sâibe
her şeyi örtmek, hiç birini sezdirmemek için son metanetini istimal ile
zevcinin garip mu. amelelerini hep birer suretle tevile uğraşıyordu. Lâkin
veçhindeki saklanması kaibil olmıyan yeis alâimi ve bundan mütevellit
zaaf, solgunluk, .Safai Efendi ile Raika Hanımı pek ziyade meraka
düşürdüğünden, bir iki defa Sâibeden gizli Mâil Beyi odalarına celp ile
kızlarındaki o acaip teessürlere dair nazikâne istizahlarda bulunmuşlar,
fakat delikanlıdan aldıkları cevap:
— Ben zevceme hürmette zerre kadar kusur etmiyorum. Benden gizli bir
derdi varsa onu bilmem?., den iba. ret olmuştur.
Bir akşam yine böyle hirasân, lerzan kan koca gözgöze geldiler. Mâiün
gözleri büyüdü. Dudakları anlatılacak mühim derdin dehşetinden > titriye
titriye ayağa kalktı. Lâzım, gelen metaneti iktisap için aktör gibi bir tavrı m
utazarrianede kollarını açarak zevcesine doğra iki adım attı. Besbelli 'ikrar
dakikası hulûl etmişti. Fakat Sâibe, avcı kurşununa mâruz kalmış bir
,kaplan gibi gözleri dönmüş, saçları ürpermiş bir halde hemen yerinden
fırladı, îki eliyle zevcinin ağzını kapıyarak:
, — Bey! Allah aşkına sus!.. Bana bir revolver çek, tek o anlatmak istediğin
şeyi söyleme... Yok, tahammül edemem, söyleme...
— Sâibeciğim, ne oluyorsun?
Mâil ağzını açmak üzere iken Sâibe asabı bir lerzişle yine zevcinin ağzını
tutarak:
— Sus, güzelim sus... İhtiyatsız bir sözün bana bir katil tane gibi tesir eder.
Kanıma girdiğine belki sonra nadim olursun. O sırrı daima kalbinde sakla...
Yine göz göze geldiler. Mâil zevcesinin keskin nazarları altında titriyordu.
Sâibe derin bir şüphe nazariyle:
—Ben hiç bir ,şey bilmiyorum, görmüyorum, seni katr iyen bir hususla
itham etmiyorum. Fakat halindeki garabeti, kalbindeki tebeddülü
hissediyorum. Evet, öyle şeyler hissediyorum ki...
— Sinir hastalığı».
— Mâil, beni söyletme... Öyle hallerine, öyle zamanlarına dikkat ett-m ki,
hakikat tam vuzuhiyle nazarı dehşetime çarptı. Kalbinde fevkalâde bir
tahavvül vukua geldiğine ben de korkmaksızm yemin edebilirim.
— Bilmem... Bir hastalık. Bunu bana değil, beni tedavi eden doktora
sormalısın.
— Mâil; burada, kalbimde senin için nasıl sonsuz bir muhabbet olduğunu
bilsen?.. Bana bir kelime yalaa söylemenin ne büyük bir cinayet olduğunu
anlasan?..
— Yalan bazan işe yarar. Ben şimdi belki hakikatten ziyade ona muhtacım.
Fakat derdine deva istemiyen, ilâçtan iğrenen hastalar da olmaz mı? İşte
ben de öyleyim. Fikir ve kararım işte yarım saatte birkaç şekle giriyor. Ne
düşüneceğimi bilemiyorum. Artık söyliyecek;-sen doğru söyle, hakikati
ketmedeceksen hiç söyleme... Kaç zamandır bana gösterdiğin soğuk
muameleler nedir?..
— Ne gibi?..
— Ne gibi mi? Bunu tafsile kalkışsam ciltler dolar. Kıskanan bir kadının
inceleyici nazarından hiç bir şey kurtulmaz, Mâil... Gönlünde bana karşı
öyle büyük bir soğukluk var ki, bunu belli etmemeğe nefsini cebrettikçe
halin daha acaip oluyor; ketmetmek istediğin şey daha ziyade meydana
çıkıyor. Seni ailenden nefrete düşüren hal nedir?
— İçimde bir sıkıntı var Sâibeciğim, sinir hastalığı... Kendimi evden sokağa
atıyorum da, sanki gittiğim yerde durabiliyor muyum? Oradan oraya
dolaşıyorum. Zaten hekim de öyle söyledi. Durma dolaş, dedi.
Bir müddet derin bir sükûtla geçti. Bu mehip sükût esnasında sanki ikisinin
de teessür lisanları cesareti beyandan kalmış da birbirine yalnız kalblerinin
darabaniyle ifadei hissiyata uğraşıyorlarmış gibi yekdiğerinin göğsünden
kopup gelen gümbürtülere kulak verdiler. Hattâ bir aralık Sâibe (kulağını
zevcinin göğsüne koyup içinin tiktakını dinliyerek dedi ki:
— Bu «tıpırtı» larm doktorluk fennince birer fasih mânası var, değil mi?
Muhabbet de dahilî emrazdan değil midir? Onu anlamak için kalb lisanını o
noktadan niçin tetkik etmemişler? Fen bu cihetten de ilerlemiş olaydı, ben
şimdi kulağımı şuraya koyunca işiteceğim dara-battan bütün yalanlarını
birer birer anlar, hakikati öğrenirdim...
Sâibe isticvabını o kadar uzattı, öyle ufak tefek noktalara getirdi ki, karı
koca beynindeki bu esrarın bir roman sayfalarında ifşası birçok mahzurları
davet edeceği için tafsilinden bilmecburiye sarfı nazar ediyoruz.
Mâil birçok mühim suallere cevap bulamadı.. «kem küm» ledi. îkna edici
bir söz bulamayınca sinir hastalığı nakaratını tekrar ediyor, halindeki bütün
garabeti yalnız o terkibe yükletmeğe uğraşıyordu. «Yiğidin kalesi inkârdır»
sözünü zavallı delikanlı kendine hareket düsturu edindi. Fakat öyle inkâr ki,
birkaç ay sonra bu inkârın külliyen tadı tuzu kaçtı. Çünkü yalnız lâfzan
inkâr ediyor* fiiliyatça karı koca beynindeki uygunsuzluk evvelkinden
beter bir hale giriyordu. Mâil yavaş yavaş akşamları da gecikmeğe, sonra
sonra bazı geceler de külliyen gaybubete başladı. Şimdi sinir illetinin âlâsı
Sâibe-yi yakaladı. Biçare kadının gözü, kocasından başka cihanı, hiç
kimseyi görmez oldu. Kıskandıkça nazarında Mâ-ilin kıymeti artıyor, zevci
gözüne dünya güzeli gibi gözüküyordu. Her gün mücadele, her gece sual
cevap; her saat serzeniş... Bu karı kocalıktan, bu hayattan artık Mâ-ile usanç
geldi. Her ne suretle olursa olsun bu meseleye bir nihayet vermek
cihetlerini düşünmeğe girişti. Yine bir gece gaybubetinden sonra ertesi
akşam evine dönünce zevcesi Sâibeyi ölü gibi beti benzi kaçmış, haline bir
garabet, harekâtına bir sükûn gelmiş dalgın, korkunç bir halde buldu. Yine
karısından arkası gelmez serzenişlere, mücadelelere girişeceğine intizarda
iken ahval hiç me-mulü gibi cereyan etmedi. Dairelerine girdikten biraz
sonra Sâibe şakkışefe etmeksizin kapıyı kilitledi'. Kocasını nazikâne elinden
tuttu, salondan çıkardı. Yatak odasına gönderdi.
Azîm bir istiğrap içinde kalan Mâil revolveri aldı. Hayretle gözlerini
zevcesine dikti.
— Mâil, beyim, iki gözüm... Ben senden hiç bir şey saklamam. Cenabı Hak
gönlümü biliyor... Ne yalan soy-»
Alt tarafını getiremedi. Ben, ben lâfızları içinde boğuluyor gibi bir seylâbı
girye ile kalktı, diz çöktü. Başını zevcesinin kucağına koyarak hüngür
hüngür, çocuklar gibi haykıra haykır a ağladı. Sâibeden inen hazin kat-reler
de bu ateşli göz yaşlarına karışıyordu. Bu ağlama sadmeleri arasında
nihayet diyebildi ki:
— Ben acınacak bir derde, söylenmez bir belâya giriftar oldum. Beni bu
vartadan ancak senin rahmü şefkatin, kızımız Makbulenin mâsumane
muhabbeti kurtarabilir. Karıcığım, bana acırsın... Kocanın zıyaına, mânen
belki de maddeten helâkine vicdanın razı olmaz, değil mi?.. (Her ikisinin de
gözleri kırpılmaksızın birbirine dikildi.) Of., hani revolver?.. Sâibe, bana
sen acımazsan bir gün o silâhın kurtarıcı muavenetine müracaatte muz-tar
kalacağım... Çünkü... Of, çünkü ben bir fahişe seviyorum... Çıldırasıya,
mahvolasıya seviyorum, seviyorum.. Benden evvel sevdasının tuzağına çok
zavallıları düşür-
müş olduğunu, bu gönül ticaretini kendine bir kazanç, bir san’at edindiğini
büerek seviyorum. İhtiyarım 'haricinde, arzum hilâfında seviyorum. Neye
uğradığımı anla-mıyarak seviyorum. Hâsılı Sâibeciğim, işte ben ölüyorum...
— Mademki gönlünüz öyle kötü bir kadına düşmüş. Mademki onu şiddetle,
mahvolasıya seviyormuşsunuz... Ben sizi öyle bir canavarın pençesinden
nasıl kurtarabilirim?..
— Elini avucumdan çekme, Sâibe. Beni reddetme... Ben o kadını kudsî bir
aşkla sevmiyorum. Bu meylime muhabbet denemez; buna geçici, murdar
bir heves denir. Temizlenmesi müşkül bir gönül lekesi, müstekreh bir ip-
tilâ... Hayatım, gençliğini, namusunu, izalesi kabil olmı-yan bir leke ile
kirletmiş öyle bir karıya ebedî bir muhabbetle merbut kalabilir miyim? Hiç
öyle bir aşifte gönlümde sana muhtas olan yüksek ihtiram mevkiini
zaptedebilir mi? (Kalbini göstererek) Burada sen, daima sen payidarsın...
Câyi ihtiramın gönlümdür, seninle onun arasındaki farkı bilmiyecek, bir
meleği bir şeytandan ayıramıyacak kadar bana körlük ârız olmadı...
Sâibe iki eliyle yüzünü kapadı. Artık oda, tavan hepsi başı üzerinde fırıl fırıl
dönüyordu. Uzun bir inleyişle de-di ki:
5
ŞÖHRETLE MAİL
Macuncu taraflarında bir belâhane, menfur bir kârgeh vardı ki, söndürdüğü
bunca servetlere, bunca ailelere pirev olarak nihayet kendi de söndü. Zabıta
himmetiyle sakafı rezaleti zirine indirildi. Hâk ile yeksan edildi. Fakat
dillerde bıraktığı zahımlar, keselere açtığı rahneler birçoklarınca elân
unutulamadı.
Bu gibi eğlencelerin mâyei aslîsi olan parayı tedarik için beylerin kimi
odacıya, kimi murabahacıya, kimi sarrafa, kimi başka tarafa başvururlar.
Bende ne var? Beş... Sende ne var, on beş... Hepsi bir araya getirilir. Mecmu
neye baliğ oluyor? Şu kadara... Mevcut bu... Masraf ne tutuyor?.. Müfredat
üzere hepsi hesap edilir. Mevcut akçe masarife tekabül etmez. Bir ikinci,
üçüncü hesap daha geçilir, şundan bundan kırpılır... Hayır, mümkün değil, iş
uymaz. Bu beylerin içinde «Hayati» isminde bir bey var. Ama nasıl bey?
Uçarı bıçkın... Tam tosun... Vaktiyle anası babası seksen mektep
değiştirtmişler. Okumayı pek sökememiş... Çakı buldukça kundurasını,
elbisesini suhuletle sökermiş... Fakat heceyi kolaylıkla sökemezmiş...
Çocuğun zihnini açmak için ebeveyni, Baba Caferin türbesine bıraktıkları
okkalarla kuru üzümü kemali ihtimamla buna yedirirlermiş... İşte böyle
kavunla, üzümle, badem şekeriyle zihnine çeşni, lezzet verile verile çok
şükür biraz sökmüş... Mahalle mektebinden alınmış, rüştiyeye verilmiş...
Her akşam ya başında fes yok, ya kundurasının teki eksik; yüzü gözü
tırmık, bere içinde öyle gelirmiş. Mektepte hocasından, evinde babasından
dayak yiye yiye, dövüle dövüle, vücudu çelikleşmiş. Kendi tâbi-rince:
«Marize tâ beşikten idman peyda etmiş». îlmî mük-tesibatmin neş’e verici
ilk feyzini birkaç deftere, karagöz, kukla muhavereleri zapt ve tahririnde
göstermiş...
Bir gün evde defteri önüne açıp sağ kolunu bükerek yumruğunu
Karagözvari aşağı yukarı tahrik ederek kısık, boğuk bir sada ile:
Diye söylendiğini gören validesi oğlunun evde kitap açıp okuduğuna ilk
defa tesadüf eden o kadın sevinçten ağlıyarak:
— Ah yavrum, şükür yetiştirene !.. Nasıl da bülbül gibi okuyor, kırk bir
buçuk maşallah, tüh tüh...
Müjdesini verir. Birkaç damla sevinç yaşı da kocasından akıtır. Ertesi günü
babası oğlunu on kuruş nakdî mükâfat ile taltif eder. Bu parayı çocuk doğru
götürür, deve derisi bir Hacivatla Karagöz alır...
Artık ondan sonra her akşam anasına babasına defterden veya ezberden
okur. Birkaç zaman daha maşallah tü tüye, çörekotu tütsüsüne devam
olunur. Olunur ama mahtum bey sene başılarında imtihanlardan fırıl fini
döner. Acaip şey!.. Oğlan evde defterlerin, kitapların yüzünden gürül gürül
okusun da imtihandan dönsün... Bunda bir iş var... Maddenin hikmeti
Hayatiden sorulur. Filân hocanın bana garezi var da, filân mümeyyiz
imtihanda haksız yere numaramı kırdı da... Daha birçok da da... Hocalarla,
mümeyyizlerle kavgaya gidilir. Keyfiyet hiç bir şeye benzetilemeyince:
Hayatinin pederi etek öpmeğe asıl şimdi germi verir. Öteyi beriyi o kadar
rahatsız eder ki, iki buçuk sene mü-lâzimetten sonra mahdumunun elli
kuruşla tavzifine muvaffak olur... Hısım, akrabadan, konudan komşudan
tebrikler yağar. Çırpıcı çayırında kuzu ziyafetleri, süruru şadümânî
kıyamet... Şükür yetiştirene, ıeli ekmek tutmağa başladı. Uzaktan halalar,
teyzeler:
Üç sene de böyle elli kuruşla devam... Badehu yirmi iki kuruş zam... Yine
aile arasında bir sürıır, bir ahenk... Oğlan terakki ediyor..
Mahut eğlentiye gitmek için ârifane hesabı tertip edenler mey anında bu
«Hayati» Efendi de vardı. Bu nü-muneye bakıp da ötekileri de böyle uçarı,
külhani zannetmeyiniz. Onlar beyden, efendiden delikanlıljardı. Fa-‘ kat
muhribi servet öyle mahallerin şiddetle müptelâsı olduklarından,
aylıklarından, iradlarından aldıkları para ceplerinde yarım saat durmaz,
hemen oralara boşaltılırdı. Bir insanın kesesinde para bulunması aylığın,
iradın çokluğundan değil, aldığını iyi idare sayesinde hâsıl olur bir
muvaffakiyettir. Binaenaleyh hesabı uydurmağa uğraştıklarını gördüğümüz
zevat müflisinden değil, müsrifinden idiler. Onun için ekseriya dört
ceplerinde dört para bulunmazdı. Hayatiye gelince, maaş yetmiş iki buçuk;
fakat caka yolunda... Kendi tâbirince kocakarıdan, babasından ne
koparabilirse işte böyle zoraki yaşardı. Bu para ile fes kalıplanır, potinler
lostra edilir. Mahalle kahvesinde çekilen tebeşirler epey patırtı, bir daha o
kahveye adım atmıyacağı yeminleriyle sildirilir... Cömertliği tutarsa arasıra
evdeki Ceylâna (kedi) ciğer de alınır... Eh, insan hali bu!.. Bazan öteye
beriye ufak asıntılar kalır... Alâ külli hal her şey olur, lâkin «aftos»- masarifi
kalmaz. O cihetten de hani konudan komşudan geçinir... Vaktini hebâ
etmez. Yalnız öyle külliyetli eğlencelerde ârifaneye girişemez. Fakat
paralıca beylere çatar. İşini uydurur; çıtkırıldım birkaç zendostun arasında
bir de öyle tosun, kabadayı lâzım değil mi? Allah göstermesin, o gibi
mahallerde kavga gürültü, çıngar zuhur etmek ihtimali var. O zaman Hayati
ortaya atılır. Tosunca raconu keser. Ya döver, ya dayağı yer... Bu mühim
vazifesinden dolayı Hayati ârifaneden muaftır.
Bu Hayati de, heyeti ârifaneyi teşkil eden diğer zevat da Mâilin bulunduğu
dairede olduklarından, onlar hesabı pişirirlerken beriki de bedbaht bir
tesadüf neticesi olarak yanlarına gelir. Mâili görünce Hayati:
tamiri, odun b.eygirleri geçerken iki cam kırmışlar... Şuydu buydu, inç
kadar martaval okur. Hep bunlar defterde gayet keskin tâlik hatla yazılıdır.
İster inan ister inanma... Birbirimize ağız dalaşma girişiriz. O bana farisiden
birkaç beyit okur, ben ona «şinanay» lisanından cevap veririm. Çare yok, o
kirayı dolanırım. Öbür kirada küt, tepesine yine damlarım... Hacıda surat bir
karış... Beni beni görünce avalin neş’esi kaçar. Acem bir minval bana yine
«dolan» der. Artık takatim kalmaz. Bu sefer güzel bir dolanırım... Ama
nereye? Doğru Mirzanın .gırtlağına... İşte çıngar böyle çıkar... İkimizi
birbirimizden ayırırlar ama, ya onun kafasından, ya Ibenim suratımdan
sızıntı başlar... Sizin anlıyacağmız yaralı düşeriz. Ne Acem dükkânda rahat
oturabilir, ne ben aldığım kiranın hayrını görürüm... Mirzadan evvel
dükkânda bir attar oturuyordu. O kirayı verirdi. Fakat ben ona kira
işlemeden bete-lenirdim. Meselâ on gün evveli damlardım, çok nazik şeydi.
Yok, demeğe sıkılırdı. Yok dese iş kolay: Elimi atınca «kara halile»,
«zencefil», «keten tohumu», «öldür kahır)), «karnı yarık», «sinameHti»
kutularından hangisi elime geçerse kavrar çıkardım. Aktar bizim dükkanda
çok oturamadı. Yerini beğenemedi. Çıktığı gün sordum: Nereye dedim:
Acem taşınırken eski kiracımız aktar beni ona methetmiş, demiş ki:
Kafa tuttu. Kira vakti geldi geçti. Ay baktım, yine kafa tutuyor. îlk kirada
çay semaverini yakaladığım gibi zıvladım. İkincide papağanı çeikiştik...
Zavallı hayvan elimizde guguk, miyav miyav.. diye ıslık çala çala, haykıra
haykıra tüyleri yolundu; cascavlak kaldı. Eve getirdiğim vakit valide:
Beylerden biri:
— Hayati, artık lâfa yekûn tut... İşimize bakalım babam... Şimdi papağanın
yahnisini de anlatırsan, tuzlu ya çok gelmiştir, ya az... îki saat sürer.
Bir diğeri:
— Yok, yok... Ben unumu eledim; eleğimi astım. Benim gibi evli, çoluk
çocuk sahibi adamlara öyle yerlere gitmek yaraşır mı?
— Ben de evliyim a birader. Hem senden yaşlıyım... Bir müddet karı koca
âşık maşuk gibi yaşadık. Sevgiden, muhabbetten iyice arzumuzu aldık.
Evleneli on seneyi geçti. Bacı ile kardeş olduk... Ben ona artık «abla»
diyorum...
Mâil:
— Birader, tek kadınla sebat etmiş bir erkek göster, alnını karışlıyayım...
Yalnız ne var... Ettiğin hovardalığı hanımdan saklamah... Mümkün mertebe
gizlemeli. Onu daima teminle bu hususta emniyetini kazanmak. Kadınların
çoğu öyledir. Bir kere emniyetleri kazanıldı mı, iş bitti. Artık kocalarının
zendostluklarını gözleriyle görseler inanmazlar.
Bu bahis uzadı. Mâil, arkadaşlarının vaki tekliflerine iştiraki evvelâ
reddetti. Nihayet içlerinden kurnazın biri dedi ki:
— Mâil Bey, eğlenceye bizimle beraber gel. Yalnız seyirci sıfatiyle bulun.
Hanıma olan sadakatine halel getirme. Bir eğlenelim, sen seyret. Hoşça
vakit ^geçer, ne var?.. Biz orada kalırız, sen saat üçte dörtte konağına
dönersin...
Hayati:
— Gördün mü raconu?.. Bizim Nebil Bey bazan lâfı işte böyle (lâtilokum)
şekeri gibi dört köşe tatlı keser... Birkaç civan görürsün, için açılır...
Mâil bu teklife biraz yumuşadı. Teehhül müddeti olan iki seneye yakın bir
zamandanberi bazı gündüz mesireleri istisna edilirse hemen konaktan
kaleme, kalemden konağa gelip gitmeden başka «eğlenti)) namına diğer
havailiklere kalkışmamış, bütün esbabı zevk ve sürürünü ailesi arasında
zevcesiyle, çocuğu ile bulmakta ciddî bir saadet aramıştı. Diğer tarzda
yaşamayı hatırına getirmediğinden, bu sükûn perverane hayatından
memnundu. Binaenaleyh oyun bozanlık etmemek için arkadaşlariyle öyle
bir eğlence mahalline gitse bile orada sırf seyirci sıfatiyle bulunacağı
emrinde kendine tam bir itimadı vardı. Kendinden bu derece emin bulunan
bir adam, arkadaş hatırı için öyle bir yerde bir akşam, bir iki saatçik ispatı
vücut etse bundan ne vahamet doğabilir? Böyle şeyden katiyen çekinmek
de kendi nefsine nev’imâ gü-venememezlik değil midir?
— Ala bir, bir daha... Ooohh... Cif caf caf, cif caf caf, aman katakulli..
(Kendini göstererek) Fıkara (fukara) dır efendim!., den tutturarak
maskaralığa girişti. Beyleri hayli güldürdü, eğlendirdi.
— Canım Mâil Bey, öyle süt dökmüş kedi gibi sessiz, sadasız ne
oturuyorsun? Bari bir tek olsun at...
Bu muhavere o kadar kızıştı, öyle ağıza alınmaz galiz bir vâdiye döküldü
ki, Mâil hemen kapıyı açıp içeri girmek istedi. Fakat her ne sebeple olursa
olsun, öyle bir mahalde gürültü çıkarmayı yine kendi haysiyetine muvafık
bulmadı. Yalnız mücadelenin mâbadini dinlemeğe artık takat getiremiyerek
birkaç «lâhavle» ile oradan savuştu. Mahut «havra» odasına avdet etti.
Biçare delikanlı orada birkaç saat sanki cehennemde imiş gibi vakit geçirdi.
— Para bu be... Mangiz her işi yoluna kor... Herif deminden merdiven
aralığında direktöre avuçlan sarı kız gösteriyordu. Bir sarı kıza bir avuç lira
verilir mi hiç?.. Bu akşam Şöhreti bana bul; bunların hepsi senin diyordu...
— Şöhret neredeymiş?.
— Yok be sen de, mirasyedi değil, ipsizin biri... Şöhret ona yediriyormuş
diyorlar.
aşk perisine takarrüple bir iki lâkırdı söylemek isteri. Vehleten kendinde
böyle bir arzu uyandı. Bütün arkadaşları hâyü huy ile meşgul idiler. Mâil
yavaş yavaş Şöhrete yaklaştı. Bir mukaddimei kelâm bulmak için hafif bir
ha-lecan hissetti. İlk sözü şu oldu:
—< Biz kira ile tutulan hayvanlara benzeriz. Mahzun da olsak, kederli de
bulunsak hizmetimizi görmeğe mecburuz. Bu gece beni yanma
gönderdikleri herifi uyuttum; işte buraya geldim. Hane sahiıbi kadın para
kazanacak diye çalışırız. Bizim elimize de birkaç para geçer ama, hiç
bereketini görmeyiz. Daima borç, daima zaruret içindeyiz. Bu akşam o
herifin yanma ne zorluklarla, nasıl iste-miye istemiye çıktığımı bilseniz,
halime ağlarsınız...
— Şöhret, gel...
Dedi. Zavallı Şöhret, bir mecburiyeti elîme ile yerinden kalktı. Odadan
çıkarken Mâile öyle bir derin nazarı meyusane ile baktı ki, delikanlı bu
bakışın gönlünde peyda ettiği sarsıntı tesiriyle biihıtiyar titredi. Mâil gibi o
eğlencelere alışmamş, bu âlemlerin feci vukuatını yakından tetkik etmemiş,
muhabbet desiselerinin bu zeminde açtığı aldatıcı ezharı gûnâgûnun
mesmurn tesiratma tutulmamış toy, saf, mert bir genç için Şöhretin: « Bütün
esrarımı bu gece bana söyletecek misiniz?» den ibaret olan son cümlesinde
merakı dâi çok dakik maâni vardı. Kız odadan çıkarken fırlattığı nazarı
meyusane bu sözünü öyle bir takyid etti ki, samimiyeti beyanına Mâilin hiç
şüphesi kalmadı. Yok, o sureti ifade, o bakışta aldatıcı hiç bir fikri mel’anet
gizlenemez...
Dedi. Lâtif bir baş selâmiyle ayrıldı. Mâilin nutku tutuldu. Lâ, naam bir
cevap bulup veremedi. Güzel Şöhretin iltifatına mazhariyetiyle bütün gelip
geçenlerin haset nazarlarına hedef olmuştu. Pek sıkıldı. Hatvelerini tesri
etti. Yüreğini bir çarpıntı aldı. Of, nasıl karı bu? Bakışındaki kuvvei
teshiriye insanın en rakik âsabma kadar tesir ediyor.
Dedi. Akşam evine geldi. Zevcesiyle, çocuğu ile dairesine çekildi. Tuhaf
hal!.. O gece âşiyanei ailesi kendine ne kadar sönük görünüyordu.
Gönlünde bir emel çırağı gibi parlamak istidadını alan Şöhretin dilfirip
hayali yanında zevcesi Sâibe pek donuk, pek soğuk kalıyordu. Hattâ
zevcesinin sözlerini de tatsız buldu. Yalnız kalarak Şöhrete vakfı tahayyülü
arzu ediyor, Şaibenin âfakî sözleriyle o tatlı tahayyülâtmdan uyandırıldıkça
öfkesinden kadını odadan dışarı defetmek istiyordu. Zevcesiyle mu-
hatabaya mâruz kalmamak için o akşam erken yattı.
Ertesi sabah kaleme gitti. Şöhretin davetine gûya icabet etmemeğe karar
vermişti. Fakat hep ona zihnini hasrediyor, mahut mahalle dair konuşmak
için o geçen eğlenıti gecesi arkadaşlarından bazılarını araştırıyordu. Birini
ikisini buldu. Hayati de geldi çattı. O haftaki eğlenti için Mâil isteksiz
göründüğü halde ârifaneye iki hisse vermeğe razı oldu.
Mâilin niyeti o gece de seyirci sıfatiyle bulunmak, kabil olursa Şöhretin
hayat esrarım kendi ağzından dinlemekti. Orası öyle tarabnâk bir devrandı
ki, safasına çıkıp da seyirci kalmak, o bezmin baş döndürücü tesiriyle
sermest olmamak mümkün değildi.
Mâil o akşamki seyranını Şöhretle hususî bir odada icra etti. Maksadı kızı
söyletmek, esrarına vukuf peyda etmekti. O sefahethanelere düşen
talihsizliğe uğramış kadınların belki hep birer feci sergüzeştleri vardır.
Fakat bu faciaları dinlemeğe niçin istek göstermeli? Merhamt ve rikkati
galip gençler için hazan o sözler birer mühlik zehir tesiri peyda eder.
Maksat eğlence ise, oralarda zevk ve şetaret hududunu aşacak derinliklere
girişmemeli. İstenilen şey insaniyet göstermek olduğu takdirde
hemcinsinizden bazılarının ihtiyaç yaralarına çaresaz olmak iktidarını haiz
iseniz, bu şefkatinize müstahakları diğer taraflarda da bulabilirsiniz.
Bâhusus aile sahibi olanların ilk vazifeleri zevce ve evlâdının temini
refahlarına çalışmaktır. Yoksa aile saadetini ihlâl edecek o gibi karılara
mürüvvet ibzaline yol aramak değildir.
Mâil aklınca o akşam Şöhreti iyice söyletmek istedi. Ona çok acıyordu...
Niçin? Çünkü karının o sarı saçları, mahmur gözleri pek hoşuna gidiyordu.
İşte asıl keyfiyet burada...
Şöhreti söyletmeğe uğraşması diğer bir sebep tesiriyle değil, sırf insaniyet
eseri olduğu emrinde Mâil kendi kendini aldatıyordu.
— Evet efendim.
Demesi misafiri tesrii emeli izdivaç emrinde büyük bir ümide, hadsiz bir
sevince düşürür. Delikanlı biraz yorgunluk almak için içeri girer, oturur;
doya doya görüşürler. Misafir gider. Akşam üstü anasiyle babası avdet
ederler. Kız, kendine koca olacak zatın o gün lütfen evlerine teşrifini,
misafire karşı ikramda kusur etmediğini anlatır. Anası babası bu saffetinden
dolayı kıza biraz çıkışırlar. Bir evde yapayalnız bulunan bir kızın içeriye
delikanlı misafir kabul etmesi uyamıyacağını şiddetlice ta-zirle anlatırlar.
Bir ay geçer, iki ay geçer; tuhaf şey, misafir bir daha gözükmez. Acaba
izdivaç kararından nükûl mü etti?.. Daha garibi, Şöhrete bir hastalık arız
olur... Bir bulantı, bir halsizlik; doktora 'götürürler. Tabip muayeneden
sonra bu hastalığa bıyık altından güler. Öyle tesirli bir ilâç vermez. Kızın
evvelki elbiseleri vücuduna dar gelmeğe başlar. Karnında acaip bir
genişleme istidadı peyda olur. ISemirme dense, o da değil. Çünkü şişkinlik
karma münhasır... Kızın bilâkis çehresi soluyor, ufalıyor, boynu inceliyor...
Kurşuncu Rabia Molladan tutunuz da Solak oğlu Memişin karısına kadar
konu komşd toplanırlar. Kadınca bir (konsolto) yaparlar. Kimi zavallı kız
«kırba» olmuş, kimi «maşraba» olmuş der. Bazıları bu kadar yetişkin kız
«kırba» olmaz; dalağına ufunet gelmiş olduğunu iddia ederler. Türlü türlü
deva tertip ederler. Büyücek bir tencerede kızgın, küllü ısu yapıp içine yedi
baş kırmızı biber atılarak kız bu kaynar buğunun üzerine oturtulursa tekmil
derdi suya akacağı iddia olunur. Daha ne devalar, ne ilâçlar! Nihayet
samancının Hürmüz Hanım dikkatle Şöhretin gözlerine bakıp orasnı
burasım karıştırarak:
— Bazı...
— (Gülerek) Evet...
— Açgözlünün zoruna bak! Rüyasında karpuz görmüş diye benim gül gibi
kızıma iftira atacak. Ben onu bir lâhza gözümden ayırmam... Rüyalarında
kavun karpuz gören kızlar hep bu kazaya mı uğrarlar? Kahve telvesini sen
aşyererken değil, her zaman yalarsın... Bizim evde öyle midesiz yoktur. Ben
telve çömleğini asmanın dibine dökerim, kimseye yalatmam...
Kavga büyür; kadınlar iki taraf olurlar; bir kısmı Hürmüz Hanımı tasdik
eder; diğerleri Şöhretin anasına hak verirler; ciğerciden dalak alırlar, hasta
kızm karnı üzerinde keserler; daha pek çok ev üâçlan yapılır; fakat günden
'güne şiş ufalmaz büyür; nihayet birkaç ebeye gösterilir. Ebeler Hürmüz
Hanımın sözü hakikat olduğunu meydana korlar. Anası babası kızı
sıkıştırırlar; iş anlaşılır. Zavallı kadm on parmağı ile belki yüz defa hesap
ederek, kızın bu kazaya uğraması kendileri evde yokken misafirin geldiği
güne tesadüf eylediğini anlar. Hani misafir? O çapkın nerede? Gelse de
ıbari, şu irtikâp ettiği ayıp ve rezaleti kapatsa... Ne gezer! Misafirden hiç
nam ve nişan görülmez... i | 1 ,
6
AŞK I- Bİ AMAN
Bir hafta sonra yine görüşülmek karariyle Mâil, Şöhrete veda etti.
Sabahleyin hanesine avdet ettiği zaman geçirdiği o şevkefza gecenin
humariyle göz açamıyacak kadar takatsiz bir haldeydi. O gece vukua
gelecek gaybu
Mâil akşam üstü uyandı. Limonlu bir çorba içti, tekrar yattı. Kocasının
iniltilerinden, sayıklamalarından rahatsızlığım anlıyarak biçare kadın
başucunda pervane gibi dönüyor, bu humarı izale için ne yapacağını
bilemiyordu.
Sabah oldu, Mâil kalktı; artık biraz düzelmişti; neşve-sinin humarı geçmiş,
fakat onun yerine bir nedamet kaim olmuştu. Bir gece evvelki cinayetinin
yorgunluğu bakiyesiyle henüz âsabı titrer, Şöhretin işveli sesiyle kulakları
çınlarken başını kaldırıp da zevcsinin yüzüne bakamıyor, ona bir
hareketinden bu habaseti anlaşılacak korkusiyle elîm bir mahçubiyet içinde
ezilip büzülüyordu.
— Üç...
— Jîep davetliler böyle sizin gibi rahatsız olacak dereceye kadar eğlendiler
mi?
— En az işret edeni benim. Ahbap hatırından çıkılmıyor ki; öteki benim
hatırım için diye sıkıştırır; beriki benim hatırım için der, ibram eder;
ellerinden kurtulmak kabil değil ki...
— Dtoğrusu bu çok fena âdet... Bu âdeta benim, hatırın için zorla bunu iç
de hasta ol, demek... Akıllı olan adam sıhhatini ahbap hatırından mukaddem
addetmeli-dir. 1
Söz burada kesildi. Mâilin verdiği cevaplar muvafık mıydı? Böyle sıhhati
ihlâl edinceye kadar eğlenilen bir sünnet cemiyetinde sünnet edilen «üç
çocuk» az mıydı? Çok muydu? Yani bu yalan uygun muydu, değil miydi?..
Onu Mâil kendi de bilmiyor, izdivacı müddetince, zevcesine karşı
uydurduğu bu sözler ilk yalanları olduğu için sıkılıyordu.
Sâibe o kadar mâsümane bir çehre, kocasına ifrat muhabbetini gösterir öyle
bir samimî tavırla dolaşıyordu ki, Mâil göz kuyruğu ile o biçarenin yüzüne
baktıkça bulunduğu hiyanetin derecesini tâyin ile kendi kendinden nefret
ediyor, kendi aldatmakta cesaret, zevcesi aldanmakta gaflet gösterdikçe bu
keyfiyetin sonu neye varacağını düşünerek dehşetinden titriyordu.
Fakat henüz meselenin bidayeti demekti. Gönlünde pırıl pırıl Şöhrete karşı
ateş almağa başlıyan bir muhabbeti gayret etse söndüremez miydi? Evet,
söndürebilirdi. Kendine, mertlik, mürüvvet, insaniyet de bunu emrediyordu.
Her ne fedakârlığa tevakkuf ederse etsin o karıdan elini çekmeli, haftada bir
iki defa eğlenmek için, bilâhare aile felâketine sebebiyet verecek ahvale
cüretten içtinap etmelidir.
Zavallı delikanlı, muhabbet denilen şeyin kalbde onun husul veya zevali
arzu edilmekle peyda veya zail olan muti bir his olmadığını bilmiyordu.
Filhakika kararını mevkii fiile koydu. Refakatleri kendi için bir tehlike
demek olan arkadaşlarının bir müddet yanlarına uğramadı. Bu zendostluk
bahsini mânen, maddeten kapadı. Konaktan kaleme, kalemden konağa
devama başladı. Sokakta etrafına bakınmağa bile korkuyordu. İki hafta
kadar böyle geçti. Fakat zevcesini, çocuğunu sevmek, onlarla ülfetten,
eğlenmeden gayride zevk aramamak hususunda verdiği karara, nefsine karşı
ettiği ahde rağmen gönlünü mukavemeti kabü olmiyan bir sıkıntı istilâ
ediyordu ki, karışım, evlâdını, gördükçe boğulur gibi bir iç sıkıntısına
uğramaktan kendini kurtaramı-yordu. Hayat kendine yekrenk, âhenksiz
geliyordu. Kalemden konağa, konaktan kaleme... Mâile «ömür nedir?»
deseler, devam ettiği daire ile konağın beynindeki mesafeden ibaret
olduğunu söyliyecekti. Fakat zevcesiyle çocuğunun ne kabahati vardı?
Onlardan neye sıkılıyordu? Bu ikisi her halde mâsum idiler. Bir müddet
onların masumiyetlerine kail oldu. Sonra her kabahati bu iki zavallıya
yükletti. Çünkü hayatının sureti güzeranını böyle kalemi ile konağı
beyninde mekik dokumadan ibaret bir tarzı vâhide sokmıya sebep o iki can
değil miydi? Bildiği, tanıdığı pek çok delikanlılar istedikleri yerlerde
geziyorlar, Beyoğluna, sair yerlere gidiyorlar, gece kalıyorlar, arzu ettikleri
saatlerde avdet ediyorlar... Bunların cümlesi bekâr değil... İçlerinde evliler
de var. Âlemin karıları kocalarını kıskanmıyorlar mı? Bu kadınlar arasında
Sâibe kadar hassası yok mu?
Bütün hayat zevklerine bedel Mâilin önüne bir kadınla bir çocuk ikame
etmişler... «Olanca ömrünün sürürünü, saadetinin medarım bunlarda
arıyacaksın... Bu iki mahlûkun haricinde ferahlık sebebi diğer nevi eğlence
taharrisine kalkışırsan bedbaht olursun...» demişler. Kalemle evi arasında
mahdut bir hareket hattı çizmişler. Delikanlı gidiyor geliyor ama, bahtiyar
olamıyordu. Erken evlenmiş olduğuna nedamet etti.
Aşk inşam bazan bedbin eder. İşte böyle hakikatten dışan muhakemelere
sevkeyler. Aile bahtiayrlığı denince zevç, zevce, evlât, bunların biribirine
samimî bağlarını, yekdiğerinin saadetlerini itmam edici olmaları anlaşılmaz
mı? Mâil muhakemesini işte bu hakikatten aşırıyor, zevcesinin, çocuğunun
saadet hisselerini unutuyor, sırf kendini düşünüyordu.
Kalbine yeni ateş tohumu bırakmış bir sevda ki, bunun tesir ve istilâ nairesi
ne derecelere varacağından henüz kendi de haberdar değildi. Hattâ bu yanlış
muihakematm onun aşkının şevkiyle olduğunu bile daha lâyıkiyle far-
kedemiyor, Şöhreti yavaş yavaş unutuyorum zannediyordu.
Yattı da uyudu mu? Ne gezer... Zaten uyumak niyetiyle değil, istediği gibi
düşünmek için yatmıştı. Kendi kendine o geceki tefekküratmn hulâsası şu
oldu:
Sabah oluyor. Gitmek istiyor; fakat gönlünü yine bir korku sarıyordu.
Karıya şedit bir iptilâ peydasından havfediyor, lâkin şöyle kendini bir
tartıyor, buı meylini geçici bir heves şeklinde buluyordu. Bir hafta kadar bu
arzusiyle cenkleşti. Zaten son ayrılışında yine görüşmek için Şöhrete söz
vermişti. Gûya öyle bir kadına karşı yalancı çıkmak istemiyordu. Söz
verdiği hafta geçmişti. Fakat bu müddetin müruru için bir mazeret
uydurarak, nihayet sözde sebatını göstermek istiyordu. Bütün bu uzun
mücadelesi neticesinde son defa olarak bir daha gitmeğe karar verdi. Bu
gidişinin hakikaten sonuncu olacağına kendini temin için yemin etti.
Buaıdan sonra arzudan, hevesten helâki tahakkuk etse, sözünde durmamaz-
lık etmiyecekti. Şöhretle mülakattan sonra bir daha ziyarete söz vermiyerek
oradan çıkacaktı...
Şimdi bir gecelik gaybubet için bir vesile hazırlamak, Sâibeye bir yalan
uydurmak lâzımdı. Artık sünnet cemiyeti yalanını tekrarlamak uygftosuz
olacak... Bu defa bir düğün icat etti. Arkadaş hatırından çıkamıyacağını,
kma gecesinde sabahlanacağmı anlattı. Biribirini takip eden bu sünnet
cemiyetleri, düğünler Sâibeye tuhaf görünmekle beraber kocası aleyhinde
yine şüphesini tahrik etmedi. Çünkü sevgili Mâiline öyle şey yormaz,
üzerine tloz kondurmazdı.
— Anam babam... İşte böyle daha şık kaçar. Bir sen, bir ben; neye lâzım
fazla gürültü?..
Ev sahibesi:
— Ah beyim efendim... Niçin iki gün evvel, hiç olmazsa yirmi dört saat
evvel bir haber göndermezsiniz?.. Bu gece teşrif olunacağına dair dünden
haberim olaydı;
Hayati Bey gelerek işi bana biraz çıtlataydı; şimdi Şöhreti burada hazır
bulurdunuz...
Dedi, o gecenin merareti ye’sini iki akşam sonra tadil etmek üzere
eğlenmeğe karar verildi. Kapı dışarı çıktılar. Hayati düşüne düşüne ensesini
kaşıyarak dedi ki:
Mâili öyle bir dalgınlık aldı ki, Hayatinin sözlerini dinlemek şöyle dursun,
işitmedi bile... Bir kelimesi kulağına girmedi. Şöhretin orada bulunmaması
ona fevkalâde garip görünüyordu. Ne zaman arzu etse, gidince kadını o
evde bulurum zannediyordu. Hakikatin öyle olmadığını görmesi delikanlıyı
şaşırttı; alıklaştırdı. ,
— Haniya o?..
— Şöhret mi?
— Evet...
— Ey, lâkin?..
— Hanım, ben sizin yüzünüze gülsem gülsem Şöhret için gülerim; başkası
için değil. Anladınız mı? Şimdi benimle ona dair konuşunuz; başkalarından
bahse lüzum yok....
— A, öyle ya efendim... Gönül bu... Gönül kimi severse güzel odur.
Estağfurullah, keyfinize karışmıyorum. Lâkin hani şu eğlenmenin yolunu
göstermek istiyorum.
— Yerini haber verebilirim. Lâkin bundan ne çıkar? O şimdi kapalı bir evde
oturuyor...
— Tövbekâr mı oldu?
— Muamması filân yok, bir dostu vardı; belâlı, çapkın bir delikanlı... Aldı,
götürdü, kapattı. Tövbesi de bu, hepsi de bu... Bilmez misin canım,
öylelerinin mumlan yatsıya kadar yanar... Çok sürmez, yine buralara
dökülür. Tilkinin gezip gezip geleceği yer kürkçü dükkânıdır. Fakat Şöhreti
elde etmek müşküldür; işte mesele bu....
— Zorun zoru, beyim... Elin çapkını ile sonra ben nasıl başa çıkarım. Kendi
uygunlarından birkaçını alsın, buraya gelsin. Kapımı tekmelesinler,
camlarımı, kiremitlerimi indirsinler....
—1 Öyle ya efendim, her işin bir âsan tarafı olur, bu dünyada hangi zorluğa
çare bulunmamış. Fakat...
— Fakat mangizi fazla uçlanmalı değil mi? Hanım, bana bir baksana... Sen
piyazın maydanozunu biraz ince kıyım, hem de bolca geçiyorsun... Şöhret o
delikanlıya nikâhla vardı mı? ?
Hayati — Ha şöyle, öyle bir «voli» çevir ki, hem senin, hem de bizim
işimize yarasın... Ev, nerede?
Kadın — Aman yavrum, rica ederim, söz 'benden çıkmış olmasm. Sakın
benim adımı ele vermeyiniz.
Hayati — Oh, işte bu tarif âlâ!.. Uzun, dolambaç sokağın içinde büyük
bahçeli ev... Bu da tarif mi ya, a babam?.. Oradaki evlerin hep bahçeleri
büyüktür...
Kadın — Yaşlıca bir kadınla bir de Arap aşçı varmış. Canım, sen öyle
gözcü kadınlara kulak verme. Onlar her elden uzanan parayı almak için
yelkeni lâzım gelen rüzgâra çevirirler... Dümeni o akıntıya uydururlar.
Kadın -v (Acip bir tebessümle) Hele zevzeğe bak!.. Ben size işin üzerime
vazife olmadık taraflarım haber veriyorum. Bana büyük büyük teşekkürler
edeceğinize, ağzımı burnumu kabartmıya mı kalkışıyorsunuz?
Mâile büyük bir şaşkınlık ârız olmuş, sanki zavallı çocuğun bütün insanlık
mevcudiyeti, tekmil varlığı, olanca muztaribane düşünceleri ile, tek hisse
inkılâpla diğer nefsanî melekâtı, ruhî teessüratı gûya kendini terketmişti. O
tek his de her ne fedakârlığa tevakkuf ederse etsin, gözünü ateşten
sakınmıyacak, her türlü mâ-nialan yıkacak bir azim ile gidip Şöhreti bulmak
arzusu idi, başka bir şey düşünemiyordu.
Hayatinin:
— Ben o bakkalın böğrülcesini iki taşımda haşlar, hamura çeviririm a... Sen
orayı düşünme beyim. (Mühim bir tefekkürde bulunduğunu imâ eder surette
gözlerini ufaltıp ensesini kaşıyarak) Fakat meselenin böğrülceden sonrası
müşkül... Şöhretin belâlısı herif acaba ne kesim şey? Evde erkek olarak
yalnız kendi mi var? Yoksa beraber başka çomarlar da getiriyor mu? |Sanki
biz de yanımızda iki arkadaş, yani iki el ulağı daha bulsak mı demek
isterim?
— Canm, işte karı haber verdi ya?.. Evde bir kocakarı ile bir de aşçı kadın
varmış... Başka kimse yokmuş.
— Bana öyle yumrukla, dişle göz dağı verip durma; Âşık Kerem gibi otuz
iki dişimi feda edinceye kadar ben de bu sıladan çekinmiyeceğim.
Bakkala müracaati ertesi güne tehir için Hayati epey uğraştı, fakat muvaffak
olamadı. İlk tesadüf ettikleri arabaya atlıyarak Huıbyara indiler. Saat on biri
geçiyordu. Her köşe başında durarak, iptidaî zemini olan yeşil boyayı da,
muhtevi olduğu ibareyi de toz kapatmış bulunan sokak isimleri yazılı
teneke levhalara bakıyorlar, mevcut harflerin delâletiyle silinmişlere intikal
ederek bunları okumağa uğraşıyorlardı.
Bu iki arkadaş böyle akşam üzeri bir sokak başından ötekine dolaşarak
feslerini bastırıp burunlarını havaya kaldırarak sokak ismi okumakla meşgul
oldukları sırada Hayati dedi ki:
Dükkândan içeriye üstleri başları temiz iki beyefendi girince, o tuzlu etler, o
müteaffin yağlar, o peynir tulumr lan, o kaşar yığınları arasında nasıl olup
da pek semire-mediğine hayret edilen bakkal elmacık kemikleri fırlak,
Beyler bir müddet gûya alacakları şeyin seçilişinde müşküle uğramışlar gibi
dükkânı tavandan yere kadar dikkatli dikkatli göz haddesinden geçirdiler.
Besbelli böğ-rülce çuvalını arıyorlardı. Müşteriler 'böyle mütehayyi-rane
her tarafa göz gezdirdikçe çeşitli eşyasından diolayı hakkiyle tepeden
tırnağa iftihar kesilen bakkal, elindeki kalemi kulağının arkasına sıkıştırarak
sermayesi kadar da nezaketi bulunduğunu anlatmağa uğraşır br tebessümle
sordu:
— Şeker mi, kahve mi, sabun mu? Çok şükür, hepsinden, her çeşit var...
— Bakkal, nağmenin lüzumu yok. Bizi yorma. Pişgin böğrülce isteriz, işte
o kadar...
— (Hiddetle) Bende bir nev böğrülce vardır; pişgin midir, değil midir?
Daha provasına varmadım. İstersen alırsın, istemezsen şuradan savulur
gidersin. Başka lâfa aklım ermez.
— (Bütün bütün alıklaşarak) Bütün vebalin boynuma ola, o biçim bir kan
adını senin ağzından ilk işitiyom. Mahallemizde böyle ıbir bergüzar yoktur.
Nafile yorulun efendi, buraları boş yere dolanma... (Elini dizine vurarak)
Ben diyon canım, bu böğrülce işi değil... Bunda bir kan-ş'klık var...
Tövbeler ola canım; her siniri deprenen benim başıma mı ekşir gardeş...
Pişgin böğrülce nerede?-Şöhret Hanım nerede?.. Böğrülce deyincek bundan
karı çıkacağım ben nereden anhyacağım? Bakkallığın da. akla gelmez, türlü
türlü derdi var. Kiralık ev sorarlar. Bazan türlü tuhaf şeyler danışırlar. Fakat
hiç böyle böğrülce
Hayati — (Dik dik bakkalı süzerek) Bakkal, yalanını tutarsam sonra işin
fena olur...
Bakkal — Sözlerimde yalan dolan yoktur efendi inan. İşte sokak, işte
mahalle... Gez; dolan; gel. Eğer aradığın o hanımı buralarda bulursan şu
dükkânı boynuma geçir. Daha ne diyeyim?..
Bakkaldan sadra şifa verecek bir malûmat almak kabil olmadığını görünce
bizim iki zendbst oradan çekilmeğe mecbur oldular. Mâil, arkadaşından
sordu:
— Bilmem ki...
Dövüş olur, ıbir iş olur; başımız belâya girer... Haydi Mar-diros, tabanlarım
yağla; buradan karakola seğirt. Onbaşıyı bana çağır. Ustam kendi gelecekti
ama, dükkânı boşa koyacak akşam değil, di. İşin mesuliyetini anlat... Fakat
lâfa böğrülceyi karıştırma... Onu bana bırak ki tadıyla anlatayım. Sonra
mahallenin kabadayılarından birkaç zorlusunu bul... Ustam selâm etti,
buyursunlar. Dükkânın bahçesinde size ziyafet verecek, de... Haydi çabuk
ol. Yolda sana bezelye, nohut, böğrülce soran olursa cevaba kalkışma,
avurdunu patlatırım...
Kabadayılardan biri:
işi?.. Eğer buralarda öyle bir kan varsa benim işim tükendi demek... O
delikanlılar, gideriz, etrafı ararız. Öyle bir kötü karı bulursak, gelir
dükkânını boynuna geçiririz, dediler. Çünkü ben, bizim mahallede ırzı
lisana gelmiş karı yoktur dedim, cebbar inkâr ettim...
Nâçar avdet ettiler. Mâil, arkadaşı Hayatinin bu vâdi ile bir türlü mutmain
olamadı. Utanmasa ye’sinden bağlıyacaktı. Şöhretin diğer bir erkek
tarafından kapatılmış olması sevda gururuna dokunuyor, şiddetle sevdiği bir
kadının başka bir adamın muhabbet ihtikârı altmda kalmasını kabil değil
hazmedemiyor, (buna tahammül getiremiyordu. Bir kere Şöhreti görse,
onunla dertleşse, hakikat hali anlasa!.. Mâil meraktan çıldırıyordu ama o
nazenini nerede ele geçirmeli?.. ,
Zavallı Mâil, Hayatinin hiç peşini bırakmıyarak o hafta için verdiği vâdin
yerine getirilmesine dört gözle intizarda bulunuyor, muvaffakiyet husulü
her ne fedakârlığa tevakkuf ediyorsa onu göze aldırmaktan geri durmı-
yacağım bildiriyordu.
Hafta başı geldi geçti. Hayati vâdini incaz edemedi. Çünkü Şöhreti bulmak
değil, ne olduğuna dair haber almak bile kabil olmuyordu. Hayati beş on
defa Macuncudaki mâhut eve gitti; ev sahibesile kavgalar etti. Karıdan
alabildiği malûmat:
— Canım, sen beni benden iyi mi bilirsin? Elbette ben kendi kendimi
senden iyi tanırım. Benim de kendime göre bir hesabım var.
— Pekâlâ... Neme lâzım benim!.. Ben kendime sizin gibi nazik, paralı ıbir
arkadaş bulmuş olurum; masrafsızca gezer yürür, eğlenirim. Fakat halinizde
gördüğüm şiddet beni ürkütüyor. Şimdi benden akıllıca bir nasihat
isterseniz, bu Şöhretten vazgeçiniz! Yine hovardalık edelim. Lâkin
başkalarını bulalım. Bunları daima değiştirmeli. Eğer değiştirmezsen sana
pehlivan yakısı gibi öyle bir yara açarlar ki, işlemekle bitip tükenmez...
7
ŞÖHRETTEN HABER ,
çıkmadı. Bu meseleye dair olan mücadelelerini iki delikanlı artık her gün
kavga derecesine vardırıyorlardı. Bir akşam ikisi birlikte kalemden çıktılar.
Sokakta beş ooı adım ilerler ilerlemez yanlarına siyah çarşaflı, yüzü gözü
sımsıkı örtülü bir kadın yanaşarak:
— Sen çekmiyorsan burada dur. İşi anlamak için yalnız ben gideyim...
Dedi. Bu sualine cevap alamayınca Hayati daha ziyade beklemeksizin
.yürüdü. Mâil orada kalakaldı. Şaşkın şaşkın arkalarından bakmakta iken
Hayati, kadınla birkaç kelime teati ettikten sonra döndü; gelmesi için Mâile
eliyle işaret etti. O da sokağın içine yürüdü; üçü birleştiler. Hayati gülerek:
Kadın elini koynuna soktu. Gazete parçasına sarılı ufak bir şey çıkardı,
Mâile uzatarak: ,
Size, tarafından bir nişane, hem de muhabbet yadigârı olmak için bunu
gönderdi; kusura bakmasın, kendilerine gönderilebilecek bundan başka bir
şey bulamadım, dedi.
Mâil, kadının uzattığı şeyi titriyen bir el ile aldı. Kâğıdı açtı. Orta yerinden
ince, mavi kurdelâ ile boğulmuş, parmak kalınlığında, renk ve parıltıda sarı
sırmadan farksız kıvır kıvır bir turra çıktı. Mâil bilâihtiyar bu saç parçasını
ağzına doğru götürdü. Niyeti öpmekti. Fakat yine derhal ihtiyatsızlığını
anlıyarak geri çekti. Saçı dudaklarına yaklaştırdığı esnada hafif,
tahammülşiken, râşe verici bir rayiha, zambak rayihası meşamım o derece
lezzetlendirdi ki, düşmemek için tutunacak bir yer aradı. Bu lâtif koku
zavallı delikanlıya Şöhretle olan son mülâkatını ihtar etti. Artık
dayanamıyarak bu giranbaha hediyeyi kendine uzatan eli yakaladı, içini
çekerek öp. tü:
Dedi. Gözünden damlıyan iki tahassür katresini eliyle sildi. Kadın Mâilin
yüzüne bakarak:
Bîr gocuk kadar bile teessürünü ketmedemedlğini, en âdi bir sebeple böyle
bütün içinin şiddetini meydana dö-küverdiğini gördükçe Hayati, Maile o
kadar kızıyordu ki hemen hemen bir iki şamar yapıştırıvermek
tahammülsüzlüklerine geliyordu. Hiddetini teskin için Hayati sertçe sertçe
bir iki öksürdükten sonra karıya dedi ki:
— Onun elinde mi ayol... Nasılsa o herif, kızm yakasını bir kere eline
geçirmiş. Mâil Beyi görmezden evvel o adamla münasebet peyda eylemiş...
— Şöhret şimdi Mâil Beyle de yaşamağa başlasa demek daha sonra bir
diğeri zuhur edince onunla da işi pişirecek. Bugün o adama yaptığını yarın
Mâile de yapacak değü mi? Şimdi sen yangın körükleme, nene lâzım...
Şöhret Hanım seni buraya yalnız hediye olarak saçını bize göndermek için
mi yolladı? Yoksa başka bir diyeceklerin de var mı?
— Evi nerede?
Kadın — Yok canım; sarhoşun biri. Atıyor tutuyor ama elinden bir şey
gelmiyor. Yeldeğirmeni gibi dolar, dolar boşalır. Kuru sıkı kabadayılık.
Mâil — Nasıl elinden bir şey gelmiyor? îşte Şöhreti zaptetmiş, bir yere
salıvermiyor ya? Başka ne yapacak?
Kadın — Sanki göründüğü kadar azılı değil. Onun da karşısına iki babayiğit
çıksa Şöhreti elinden alıverir-ler. Şöhret kadın olduğu için korkuyor,
kendini kurtaramıyor yoksa...
Hayati — Bu akşam âşıkınm evde bulunmıyacağın-dan Şöhret Hanım
katiyen emin mi?
Kadın — Yok oğlum, daha lâkırdımı bitirmedim. Siz bu akşam saat ikide
Bahçekapısma ineceksiniz. Orada Yenicamiin taş merdivenleri önünde sizi
bir araba -bekli-yecek. Dikkat ediniz, arabanın yalnız sol feneri bulunacak.
Siz bu tek fenerli arabaya yaklaşarak: «Semtin neresi?» diye soracaksınız.
Arabacı size «Derbent» cevabını verecek. Siz «Biz de oralıyız» deyip
arabaya gireceksiniz. Bu araba sizi Küçükmustafapaşa taraflarında bir
tütüncünün önünde indirecek. Dükkâna girip «ekstra ekstran» var mı? diye
soracaksınız. Tütüncü, var, diyecek. Sizin önünüze düşerek bir sokak başına
kadar getirecek. Tütüncü «ekstra ekstram» yoktur, derse, bu gece Şöhretin
sizi kabulüne mâni olacak bir uygunsuzluk zuhur ettiğini anlayıp hiç ısrar
etmeden oradan çekileceksiniz. Eğer var cevabiyle sizi matlup olan köşe
başına kadar götürürse o sokağın sağ cihetinden birer birer evleri sayıp
yedinci kapının Şöhretin evi olduğunu anlıyarak alt kattaki küçük cumbanın
altında hafifçe üç kere öksüreceksiniz. Bu üç öksürüğe karşılık cumbanın
kafesi arasından üç defa sigara parıltısı görürseniz, ileriye doğru beş on
adım yürüyerek tekrar dönecek, o zaman kapıyı aralık bulup içeri
gireceksiniz.
Mâil düşünerek:
Hayati — Beyim, kolay mı? Bir erkek her üzüntüsünü, her sıkıntısını
çekerek, her masarifini göze alarak zatına mahsus olmak üzere bir kadın
kapatmış. Sen âdeta onun kendi için uğraştığı bahçeden meyva çalmağa
gidiyorsun. Öyle bir yere elimizi kolumuzu sallıya sallıya çat çat kapıyı
vurup da girmek mi istiyorsun? Ynie teşekkür olunur ki, Şöhret Hanım
daveti (güzel tertip etmiş. Öyle duvar aşmak, dam atlamak gibi işin içinde
külfetler yok. Böyle yerlerden ekseriya girildiği gibi kolayca çıkılmaz.
İnsan kapıdan girer de sonra kömürlük penceresinden firara mecbur olur.
Bunları da göze aldırmak. Şöhretin hampasmı sen bu hanımın
yeldeğirmeni-ne benzettiğine bakma... Herif dişine güvenmese karı
kapatmaz...
' Kadın söyliyeceğini bitirdi, -çekildi gitti. İki arkadaş yalnız kalınca Hayati
yüzünü ekşiterek:
Hayati: ,1
— Buyurun efendim...
Arabaya girdiler. Kapı kapandı. Beygirlerin üzerinde bir iki kırbaç şakladı.
Araba epey süratle yola düzüldü... Mâil sevincinden Hayatinin boynuna
sarılarak:
— Birdenbire böyle çok sevinmeğe de lüzum yok. İşin zor tarafı bundan
sonra... Allah vere de arkası falso çıkmıyaydı... Ha, bakınız beyefendi,
sizden kendi menfaatiniz namına bir şey rica edeceğim. Karıyı görür
görmez bütün selini, suyunu salıvererek hüngür hüngür ağlama sakın...
Onsuz duramıyor, hasretine tahammül edemiyor-muş gibi görünme... Pek
yangın olduğunu anlatma... Karı senin alâka oltasına sağlam yakalandığını
çakarsa işin bitiktir ha, sonra kafa tutmıya başlar. Görüyorum, senin gönlün
de pek sırnaşık; artık yakayı kurtaramazsın...
— îşte burası...
Haberci karıdan almış oldukları talimata uyaralş iki arkadaş beş on adım
ileri yürüdüler.
— Ah, bazan öyle aynasız işler yaparsın ki... Galiba falso bastık?..
— Aldırma, yürü...
Şöhret gülerek:
— Karşımızda sıska bir herif var. Öksürür, bir türlü ölemez... ' i i I > '
Şöhret — Onun öksürüğünün ardı arası yoktur ki... Bir düziye dolgun,
dolgun öksürür.
Şöhret — Pek yolunda..: Beni bu eve getiren beyi kör cam zannediyorlar.
Gûya bey iki evli imiş de biz ortaklar bir arada geçinememişiz. Erkeğim
beni böyle ayrı çıkarmağa mecbur olmuş...
Diye çekildi.
Hava soğukça idi; âşık, âşıka mangal başına geçtiler; bir taraftan maşa ile
ateşi diğer yandan sevdalarının külünü eşeliyerek yekdiğerine karşı ucu
gelmez sitemlere, yürek üzücü serzenişlere giriştiler. îftirakları müddetin-ce
kendini aramamış olduğunu şikâyet vesilesi ittihaz ile Şöhret, Mâili
vefasızlıkla itham ediyor, delikanlı ise bu emirdeki uzun uzadıya
araştırmalarım tafsilâtiyle hikâye ederek diğer bir erkekle meçhul semtlerde
gizli evlere kapanmış olduğu için bu vefasızlığın tamamiyle Şöhrete ait
olduğunu ispata uğraşıyordu.
Mâil, rakibi, yani Şöhreti kapatan zatın hüviyeti hakkında bazı malûmat
almak istedi. Fakat kadın bu vâdide sorulan sualleri muhtasar cevaplarla
geçiştirdi. Bu mülâ-kat gecesinin bir iki saatini âşıkane mücadeleler ile
geçirdiler; nihayet uykuya daldılar. İki saat ya uyudular, ya uyumadılar;
gece yana şiddetle güm güm oda kapıları vuruldu. Afaltafal ikisi de
yataktan kendilerini aşağıya attılar. Dışarıdan kapıyı vuran kadın:
— Hanım, yaptığım beğendin mi? Biz buraya tiyatroya gider gibi âşikâre
geldik; elimizde yalnız biletimiz .eksikti. Bahçekapısmdan arabaya,
arabadan tütüncüye, tütüncüden sonra cumba altında öksürük... Ya o karşıki
evden Karagöz gibi «hak tüüü» diyen herifin öksürüğündeki istihzayı şimdi
anladın mı? Söyle bakalım, ne yapacağız?
Şöhrette bet beniz duvar kesilmişti. Hayati Mâili aradı. Bir de baktı ki ne
görsün? Arkadaşı güvez atlasa kaplı bir kadın kürkü giymiş, köşede
boyluboyunea duruyor. İçinde bulundukları dakikanın nezaketini unutarak
Mailin acele ile bu yanlış giyimine hepsi birer kahkaha salıvermekten
kendilerini alamadılar. Bu kahkahalara hedef olan zavallı kazazede âşık
bütün bütün şaşırarak korkusundan kedi yavrusu gibi hemen karyolanın
altına kaçıverdi. i ;
— Haydi beyefendi, o karyola altı zannettiğin kadar -emin bir yer değildir.
Bu odaya girenler en evvel oraya bakarlar. Çık dışarı, giyin... Geçirecek
vaktimiz yok... Bakalım damdan, bacadan, duvardan atlayıp yakayı
kurtarabilirsek ne âlâ?.. Kaçamazsak bizi çalyaka edenlerin merhametlerini
celp için lâkırdı hazırlamadan gayri çare yok.
— Gördün mü bir kere başına geleni?. Nene l'âzi senin; ırz ehli yerleri
dururken kötü karıların evine yeme pişirece sen mi kaldın a akılsız
Kademhayır?.. Şimdi beni de götürecekler me?..
kaktan geliyor. Üst tarafımızda kimse yok. Şimdi siz bu duvara çıkınız.
Duvarın merdivene mukabil olan tamam öbür cihetinde bir incir ağacı
vardır. İşte dalları gözüküyor. Bu ağaçtan kolaylıkla öbür yana inebilirsiniz.
İneceğiniz yer hâli bir viranedir. Bu viranenin ıbir yanı sokak, bir ciheti de
mahalle camiidir. Sokak pek tenhadır. Bir kere adımınızı oraya bastınız mı,
kurtuldunuz demektir. Aman vakit geçirmeyiniz, haydi...
Diye bağrışmalar oldu. Şimdi beylerde hoşafın yağı kesildi. Her suretle
birer karanlık meçhuliyet içinde idi-
— Öyle olacak...
— Bilmem. Sevgiliniz banım böyle tertip etti. Biz bir kere evden defolalım
da sonra dışarıda yakamız kimin eline geçerse geçsin... Hanımın umuru
mu? Sana olan sevdasının şiddeti hakkında bu gece işte güzel bir delil
gösterdi...
— Ne yana gideceğiz?
— Bilmem birader, ben pusulayı şaşırdım. Burada böyle dururuz, gelip bizi
tutarlarsa tutsunlar. Burası sokak gibi bir yer. Kimsenin evinde, bahçesinde
değiliz. Tutup da bizi neyle itbam edecekler? Hırsız güruhundan
olmadığımızı her zaman ispat edebiliriz... ,
— Gece yarısından sonra böyle izbe viranelerde ne işiniz var? diye insana
sormazlar mı?
Bu esnada:
Dedi, Hayatinin eteğinden çekti. Duvar boyunca takip ettikleri yolun şimdi
dikine yürümeğe başladılar. Bereket, bağrışmanın, gürültünün şiddetinden
bunların adım sadalan işitilmiyordu. Halkın bir kısmı viraneye yayılırken
beyler de 'bir duvar dibine sindiler.
Mâil, içine sokulacak bir kovuk bulmak için iki eliyle duvan karış karış
yokluyordu. Birdenbire yavaşça dedi ki:
— (Görmiyerek tos vurduğu şeyi eliyle yoklayıp) Buraya dikliğine bir tahta
kerevet koymuşlar, ona çarptım...
— Yaok!.. Kerevet indirelim derken şimdi 'bir şey deviririz, gürültü olur.
Herifler buraya hücum ederler... Şimdi bu kerevetlerin, sandıkların aralarına
saklanmadan başka çare yok...
Hayati sandıklardan birinin içine gömülür. Mâil kerevetin birini yere uzatıp
üzerine oturarak:
— Rahatı buldun galiba? ' Bir ayak evveli şuradan kendimizi sokağa
atalım...
— Biraz daha bekle... Dinle, dinle bak. Uzaktan uzağa bir gürültü işitilir
gibi oluyor...
— İşitilsin canım, biz sokağa çıktıktan sonra gürültünün ne ehemmiyeti
olur?..
çakar. Alevini örtmek için avucunun içine alır. O aralık biraz öteden bir şey
tıkırdar gibi olur. Vehleten ürkerek eli titrer; kibritin alevi avucunu yakar;
can acısiyle kibriti yanar yanar elinden bırakıverir. Şem’alı sönmeksizin
kerevetin üstüne düşer, yapışır... O küçücük alevin aydınlatarak ayan ettiği
mahuf manzara ikisini de öyle tarif olunmaz bir dehşete ilka eder ki, Mâil
her bir tehlikeyi unutarak:
— Aman neredeyiz?
Hayati, tavladan boşanmış bir küheylân süratiyle kendini bir kaptı salıverdi.
Gözü hangi sokağı görürse oraya gidiyordu. Zavallı Mâil, akurane bir seyr
ile giden mütehevvir refikine yetişmek için var gayretini bacaklarına
vererek o da saldırdı.
Karşılarına ilk tesadüf eden sokağa saptılar. Gürültü yirmi, otuz adım
arkadan geliyordu. Gittikleri sokaktan iki üç kişi, firarileri önledi.
Durdurmak için üzerlerine saldırdığı esnada Hayati bunların kimine çelme,
kimine yumruk; kimine dirsek havale ederek bir ikisini devirdi. Onlar
kalkıp kendilerini buluncaya kadar iki arkadaş hayli yol aldılar. Hayati hem
kaçıyor; hem «yaklaşmayınız, kıyarım» cümlei tehditkâranesiyle takip
edenleri korkutr mıya uğraşıyordu.
Hayati daha sözünü bitirmeden belinin ortası budur deyip de küttedek koca
bir bekçi sopası geldi, arkasına yapıştı.
Küfriyle Hayati Bey kıçüstü kaldırıma bir oturdu. Mâil şaşırdı. İSeyrini
tebdil ile arkadaşını kaldırmağa şitap etti. Fakat Hayati acele:
İhtarı ile onu gene menzil beygiri gibi yoluna saldırdı; kendini bir toparladı.
İki adım attı. Gene düştü. Son bir gayretle bir daha sıçradı. Yola düzelmeğe
muvaffak oldu. Bir iki saniye sonra Maile yetişti. Omuz omuza gene firarda
devama giriştiler. Fakat arkadakiler eski mesafeye nazaran şimdi bir sülüs
nisbetinde daha yaklaşmışlardı. Her iki taraf birübirinin soluğunu işitiyor
gibi idi. Hayati, bu son sürat tezyidinden arkadaşı Mâilin bütün bütün
kuvvetten düştüğünü anladığından, kaldırımdan kaldırıma sektiği esnada
birkaç defa yere eğilip kalkarak irili ufaklı beş altı taş topladı. Vehleten bir
döndü. Arkadaki adamların üzerine «mitralyöz» boşaltır gibi var kuvvetiyle
kaya parçalarını veriştirerek:
— Tutup da bize mükemmel bir dayak atmış olaydılar; işte vücudum ancak
bu kadar kırılır, dökülürdü; hiç bir tarafım tutmuyor.
— Bu yorgunluğun acısını sen daha sonra anlarsın... Hele bir kere döşeğe
gir, biraz uyu... Sonra uyan...
— Ne oldu?
— Neden anladın?
Benimkinin ağız tarafına çevrili göderi astarı mordu. Bak bununki yeşil...
Benimkinin ökçesi, burnu büsbütün başka türlüydü...
— Bundan ne çıkar?
***
Bu vak’adan ıbir gün sonra Hayati elinde bir gazete ile Mâilin kalemine
geldi. Gazetenin ikinci sayfasından bir sütunu parmağı ile göstererek:
Küçüknuıstafapaşaıdla hırsızlar .
Mâil gazeteyi şu son satıra kadar okuduktan sonra eliyle yüzünü kapayıp:
— Adam sen de... Gazete muharrirleri, avaller görmedikleri şeyleri aslı var
yok, tellerler pullarlar, yazarlar. Birinin mavi dediğine öteki kırmızı der. Bir
kalem mücadelesidir gider. Halbuki ne mavinin aslı faslı var ne kırmızının...
Biri merak edip de bu emirde bir istatistik tutsa her gazetenin yevmiye bir
düzineyi mütecaviz yalan havadis yahut saçmalarda bulunduğu görülür. Bu
yalanlar ekseriya gizli de kalmaz. Gazeteler arasında biri-ibirinin «foya»
sim meydana çıkarmak bir nevi fazilet addedildiğinden içlerinden birisi
çürük tahtaya basarsa diğerleri derhal: «Filân refikimiz şu madde hakkında
okkalı bir küllüm atmışsa da...» kabilinden başlarlar...
— Canım, gazete lisanından hiç «okkalı küllüm» tâbiri sadir olur mu?
— Büyük bir tehlike atlatmışız sen ona bak. Fakat ben maddeyi hâlâ iyi
anlıyamadım. Diğer bir eve hırsız girmekle biz niçin telâşa düştük?
Duvarlardan atladık, tabutluklara girdik?..
retin evine bitişik olan eve girmişler. Aşçı kadınla diğer kadın o gürültüden
uyanıp da bütün mahalleliyi kap’nm önünde görünce vehleten işi başka
türlü anlıyarak biz; uyandırmıya lüzum hissetmişler... Biz de işin tetkikine
girişmiyerek alık gibi hemen merdiveni duvara dayadık; o belâlara uğradık.
— Neyse birader, geçmiş ola... tyi patırtı savuşturduk. Bizi kovalıyan
heriflerin soluklarını omuzumun ucundan hâlâ işitir gibi oluyorum da
hemen beni bir ha™ lecan alıyor.
8
ŞÖHRETİN KAÇIRILMASI
Şöhretin evine girişinin ilk gecesinde Mâil uğradığı yan mudhik belâlardan
mütenebbih olmad’. O korku ve halecanı bir hafta, on gün kadar devam etti.
Nihayet karıya olan amansız sevdası o gibi bir eve girişteki bütün muhtemel
tehlikelere galip çıkarak gene her ukubeti göze aldırdı. Şöhrete mülâki
olmak için Hayati ile müzakerata girişti.
şiddet hâsıl oluyor, Şöhretten ayrı geçirdiği gecelerde pür ıstırap, uykusuz
kalıyordu.
Bir gün Mâil, uzun uzadıya ehm tefekküratta bulunduğunu gösterir dalgın,
işmizazlı bir çehre ile Hayatinin kalemine gelerek delikanlıyı teneffüs
odasına çağırdı. Mühim ifadelerde bulunacağını imâ eder acip bir ihtiraz
tavriyle kapıyı kapıyarak:
— Ooo.. çok güzel, tehlikesiz bir çare doğrusu!.. Sonra Şöhretin âşıkı
Şeydâ Beyle kozunuzu nasıl payedecek-siniz? Sana öyle kolay kolay kadın
kaçırtırlar mı bakalım?.. Meseledeki tehlike senin Şeydâ Beyle karşı karşıya
gelinendedir. O adam ha evde seni Şöhretle yakalamış, ha sen karıyı
kaçırmışsın; âşıkı da gelmiş seni bulmuş; bu iki suretin vahamet
bakımından biribirinden farkı yoktur. îş bu neticelere gelmesin yoksa...
— Bu iki suretin yekdiğerinden çok büyük farkı vardır; herif beni o evde
yakalarsa istediği gibi tahkirde, hınç almakta haklıdır. Fakat ben Şöhreti
oradan diğer bir eve aşırırsam Şeydâ Beyin bana karşı şiddet izharında o
kadar ileri varması pek mâkul olamaz. Çünkü Şöhret bir çocuk değildir. Ben
onu oradan gözlerini bağlıyarak cebren kaçırmıyacağım. O muvafakat
ederek benimle gelecek. Bu işde Şeydâ Beye sükûtla çekilmek düşer...
— Mangiz için değil canım; Şöhret de ayni şiddetle beni seviyor. Bir kulübe
tutsan giderim; seninle yaşamak için ekmek peynire razıyım, diyor.
— Bu sualinde de kurnazlık var amma her halde buna sağlam bir cevap
ister. Nasıl, Şeydâ Beyin sevda intikamına karşı kendini koruyabilir misin?
lamak istedim. Sarhoşluğunda atar tutar amma ayıklığında elinden bir şey
gelmez., dedi.
— «Adam sen de!.. Senin için her belâya hazırım» cevabını veriyor.
— Adam sen de, kirası kaç olursa olsun, onun ehemmiyeti yok. Keyfiyet
böyledir de bana niçin haber vermiyorsun?
— Sana hiç bir şeyi olur dememeli. İnsanın iki ayağını bir pabuca korsun.
Acelecisin... O karının aşkiyle ne yaptığını bilmez oldun. Her işi rahat rahat
görmek için sana haber vermedim. Bu iş oldu gibi. Bu hafta içinde bir iki
yorgancı gönderelim; evi döşesinler. Ha., pencerelerine de kafes taktırmak
lâzım...
— Mâil Bey, danlma ama çok andavallısm. Slen bana (bir şey teklif ettiğin
vakitte suratım asıp benim olmaz dediğime bakma... Parayı bayıldıktan
sonra niçin olmaz?.. Her şey olur. İlk ağıza ben öyle olmaz derim; kendimi
sana satarım; benim «dalavere» m de öyle götürür; her yiğidin bir hesabı
vardır. Sen buraları pek çakamazsın... Sen şimdi nazenine söyle, hazır
olsun. Şeydâ Beye gelince... Aftos piyos... Kaça alırım öyle iki üç şişeden
sonra kabaran kabadayıları. Senin yiğitlik dediğin tam kıratında olursa o
adam sarhoşluğunda da odur, ayıklığında da... (Eliyle göğsüne vurarak))
Bana bak, bana!.. Benim sarhoşluğumun ayıklığımdan farkı var mıdır?
Ayağını öpeyim söyle... Lâfım, tavrım değişir mi hiç? Yiğit olan anasından
öyle doğar. Bir şişenin içinden gelecek yiğitlik ertesi sabah sahibini terk ile
yine şişeye avdet eder. (Mâilin arkasını okşiyarak) Korkma sen be
kardeşim!.. Şeydâ Beyin bir diyeceği olursa bana gelsin. Daima onunla
senin arana ben kendimi siper ederim. Ben varken o sana yaklaşamaz.
Katalaviz?.. Fakat yalnız midemi bir şey bulandırıyor; biz nazenini kendi
idaremiz altında bir eve çıkardık, sonra Şeydâ Beyin uğradığı hale biz de
uğra-mıyahm?.. Yani Şöhret Hanım bizden gizli içeriye misafir almasın...
Her şeye razıyım; fakat yalnız işte buna tahammül edemem; sonra insana
başka türlü bir nam takarlar. Ben arkadaş hatırı için bunlara katlanıyorum.
Biraz da işte sayende gönlüm şuradan buradan otluyor. Yok; gördüğüm
lûtufları da inkâr etmem. Gönlüm bir hin oğlu hindir. Hercâidir köpoğlu...
Ha, efendim (kıssai destanımız) şol mahalde kaldıydı; evet, Şöhret Hanım,
Şeydâ Beye yaptığını bize yapmasın; demek istiyorum.
— Hayati, birader; bu cihetten emin ol; zavallı kadra beni o kadar şiddetle
seviyor ki...
Dedi. Artık tereddüde mahal var mı? İşte tokmağın âhırı mak ile bitiyor:
Biz hemen masdarı yapıştırdık. Hoca gözlerini açtı. Falaka emrini verdi;
beni öyle ayaklarından tuzağa tutulmuş saksağan gibi hocanın karşısında
sallandırdılar. Hoca birinci değnekle tabanlarımı haşladıktan sonra yine
sordu:
Hayati üçüncü şişede bütün bütün değişti. Artık kendi için hiç bir zorluk,
müşkül kalmadı. Her muhali birer ihtimal şekline soktu. Evi döşetti; Şöhreti
kaçırdı; oraya yerleştirdi. Refakatine emniyetli kadınlar, bekçiler koydu.
Şeydâ Bey meydana çıkıp husumet izhar ederse ona da mükemmel bir sopa
çekiyordu. Böyle her işi bitirdikten sonra Mâilin ellerine sarılıp:
— Emret beyim, efendim. Başka bir arzun var mı?.. Hayati köleniz hepsini
icraya hazırdır., diyordu. Ertesi günü iki delikanlı yine birleştiler. Hayati
akşamki ifrat-perestane vaitlerinden hayli nadim görünüyordu. Fakat evi
tutup Şöhreti aşırmayınca Mâilin elinden kurtulmak kabil olamıyacağmı
katiyen anladığından, ister istemez işe girişti. Samatyadaki evi kiraladı.
Muntazam döşettiler. Hayatinin eminlerinden yaşlıca bir kadın bulundu.
Her şey müheyya... Yuva hazırlandı. Yalnız onu tezyin edecek «Sevda
kuşu» henüz uçurulamadı.
Anneciğim, bu handa bir terzi var, biliyorsun ya?.. Bu hafta için bana moda
resimleri getirtecekti. Sen arabada bu paketleri bekle; ben handa herifi
göreyim, resimleri alıp geleyim...
— A! Dur bakayım bu nasıl iş? Ben buraya çıkıncıya kadar belki kız
arabaya inmiştir. Bu hanın kaç merdiveni var; içinde kaç terzi oturuyor,
bilmiyorum ki?
Diye söylene söylene aşağıya indi; arabaya gitti, baktı; kimse yok.
Arabacıdan sordu:
— Hani kızım?
— Bilmem; gelmedi...
— Yarım saat kadar evvel buraya kıvrak, süslü bir taze hanım girdiydi; hiç
biriniz görmediniz mi, nereye gitti?..
O adamlardan biri:
— O senin nendi hanım?
— Hanım, bu hanın iki kapısı vardır. Birinden girdi; keklik gibi sekerek
ötekinden çıktı, gitti...
— Ay., şimdi ben ne yapayım? Şeydâ Bey beni akşama gebertir, gebertir... ,
ı
Herif — (Ellerini havaya kaldırarak) Seni gebertir mi? Bak o lâfa aklım
ermez. Fakat hanım, sende kabahat. Niçin peşini bıraktın? O kız öyle kendi
havasına bırakılacak mal mı?
— (Bütün bütün istiğrapla) Kocası ise kocası, değilse değil... İşin içinde «o
da o demek» lâfı ne olacak?..
— Canım, ne söylediğimi biliyor muyum?? Kendimi şaşırdım gitti.
Hanın öbür kapısından çıkınca Şöhret beş on adım yukarı doğru yürümüş,
Hayatinin orada beklettiği arabaya binerek Samatyadaki eve kendini
atmıştı. Bu iş me-mulün fevkinde bir suhuletle husul buldu. Fakat Mâilin en
zahmetli âşıkane hayat devresi bundan sonra başladı. Şöhretin eve
kapatılmasiyle müşkülâtın üçü, dördü birden başgösterdi. Bu kapatma
keyfiyetini ailesi halkı haber alırlarsa pederine, valdesine, hususiyle
zevcesine karşı zavallının mevkii tarifi nâkabil bir vahamet kesıbedi-yor; iş
hemen hemen candan mı geçersin, canandan mı?.. Yahut bütün aile efradını
mı feda edersin, Şöhreti mi? derekelerine varyordu. Böyle bir iş bir gün
saklanır, iki # gün saklamr; üçüncâi günü mutlak meydana çıkar. Mızr rak
çuvala girer mi? Haydi bu böyle... İkinci zorluk, ortada bir de Şeydâ Bey
meselesi var. Şöhret, mahut hanın bir kapısından girip ötekinden çıkmakla
salbık âşıkmın sevda takibatından külliyen yakayı kurtarmış addolunabilir
mi? Zavallı Şeydâ, o akşam Küçükmustafapaşadaki eve gidip de
mâşukasınm yerinde yeller estiğini görünce bürkân gibi feverana
başlıyacak, atacak, çakacak... Evdeki karıları isticvap edecek, Şöhretin ne
suretle firar ettiğini öğrenecek. Onu bulmak için bir iz arayacak; nazeninin
handan çıktıktan sonra arabaya bindiğini belki bir gören olmuştur?.. Eloğlu
bu* merak ehlinden biri ihtimal ki o arabanın Samatyaya gittiğini, filân evin
önünde durduğunu üşenmiyerek takip ile görmüş, öğrenmiştir.
Bu meselenin bir üçüncü düğümü var ki Mâil için bılr nun ehemmiyeti
evvelkilerden büyük... O da Şöhretin, yeni âşıkma karşı sadakat vâdinden
inhiraf edip etmiye-ceği meselesidir.
Mâil, mâşukasiyle bulunduğu zaman kadın sadakat mevaidi serdinde o
kadar ileri varır, muhabbet beyanında, samimiyet izharında, suzişli ifadede
o kadar taşar, dökülür, saçılırdı ki delikanlının bütün kelimenin kuvvetiyle
Şöhretin gönlüne sahip olduğuna hiç şüphesi kalmazdı. Lâkin maatteessüf
bu kalbî itminan yalnız kadının yanında bulunduğu müddetçe devam eder,
birkaç saat ondan ayrılınca kalbini türlü vesveseler, şüpheler istilâ eyler;
Şöhret eve birkaç erkek almış vehmine düşer; bulunduğu yerde duramaz,
hemen Samatyaya, eve koşar, teskini nâkabil bir merakla bütün odaları
dolaşmak, yükleri, dolapları aramak isterdi. Fakat san’atmda lâzım olan
melekeyi iktisap etmiş olan o kadın, beyefendideki tereddütlü nazarlardan,
halecan eserlerinden, o tarif olunmaz şaşkınlıklardan hakikati anlar; en ;tatlı
nüva-zişlerini ibzal, en emniyet verici bakışlarım ona çevirerek beye lâzım
gelen itminanı verir, gönlüne su serperdi. Şla-matyadaki eve nakledilirken
Hayatinin tensibi üzerine Şöhretin, üç dört ay kadar her ne suretle olunsa
olsun sokağa çıkmaması, eve misafir kabul etmemesi ve saire hususları
katiyen mukavele edilmişti. Kadın bu mukavele ahkâmına riayette kusur
etmiyordu. Fakat her gün başka bir .çarşafa bürünerek daima çarşı pazar ve
mesireden mesireye dolaşmağa alışmış bir nazenin için .bir evde bir erkeğe
hayatım vakf ile yaşamak pek ağır geliyordu. Bunu Şöhret tavırlariyle itiraf
etmiyor, fakat haliyle anlatı-
yordu. Hattâ ıbir gün muktedir .olabildiği lâfzî teminatı vererek âşıkma:
— Beyefendi, böyle kapalı pek sıkılıyorum; beni kendi arabanızla sokağa
yollayınız. Yamma en itimat ettiğiniz bir kadın, fazla olarak bir de uşak
terfik ediniz. Yüzüme kalın bir peçe örteyim. Kendimi kimseye bildırmi-
yeceğime size istediğiniz kadar yemin edeyim...
— Hayır, olamaz...
Kat’î cevabını verdi. Bu red üzerine Şöhret hayli ağladı, ısizladı. Nihayet
epey müddet sonra nazeninin rükû-buna bir araba tahsis edildi. Refakatinde
o yaşlı kadın bulunmak, o arabadan başkasına binmemek şartiyle haftada
bir, nihayet iki defa sokağa ıçıkmasma müsade edildi.
*+*
Mâil konağa geldiği akşamlar artık zilzuma geliyor, ağzından ahtan, oftan
gayri bir şey çıkmıyor; zevcesine karşı itiraf edeceğini etmiş, söyliyeceğini
bitirmiş olduğundan, Sâibe, beyinin yine teellümlü istizahlara girişip de o
itirafların zavallı kadının gönlünde açtığı, 'o gün-denberi durmayıp sızlıyan
cerihaları bütün bütün kana bulamak istemiyordu. Fakat bu istizah
etmemek, bu sükût ve tahammül göstermek bedbaht kadına pek pahalıya
oturuyordu. Diğer bir kadın, evet, mülevves bir fahişe için kocasının
inlediğini; o kötü muhabbet ateşiyle geceleri uykusuz kararsız, durmuyor;
ah., of., savurduğunu işitip de susmak... Bir kadın için tasavvur
olunabilecek ıstırapların en korkuncu değil midir?
Sâibe, ailesi halkını müteessir etmemek için zevci ile kendi arasındaki
macerayı mümkün olabildiği kadar gizlemeğe uğraşıyordu. Fakat böyle
teellümler içinde kalan dertliler için bir mahrem bulup da kalbinin sırrını
dökmek, bir nevi tesliyet yerine geçer. Meyus kadın bu tesli-yetçiyi evinin
dışında aradı, buldu. Komşularından «Nimeti» isminde bir dul hanım vardı.
Nimeti Hanım da vaktiyle kocasından çok çekmiş. Herif iki üç defa
zavallının üstüne evlenmiş, bir etmediğini bırakmamış olduğundan,
kadıncağız bu hususta tecrübeli ve halden anlar idi. Elinden geldiği kadar
Sâibeye lâzım gelen nasihatlerde bulunarak ekseriya: ,
— Ağlama kızım. Hep bunlar gelir geçer. Bu dertleri çekmemiş kadın pek
azdır. Kocan nihayet o kötü kadınların hepsinden bıkar; yine sana gelir. Bu
derde sabırdan başka çare yoktur. Bir gün kocanın yine bütün bütün senin
olduğunu göreceksin...
Demekten geri durmazdı. Lâkin Mâilin hakikaten günden güne kameti
azıtmakta, Sâibenin ise gitgide sararıp solmakta olduğunu görerek biçarenin
derdine ne suretle deva olabileceğini Nimeti Hanım da şaşırıp kalmış-ti.
Nimeti, şöyle mi yapalım, böyle mi yapalım? yollu Şaibenin elemlerinin
tahfifi ihtimallerini her gün mülâhaza eylediği sırada bir defa dedi ki:
— Kızım, sana sabır tavsiye ediyorum; fakat senden dinlediğim 'bazı şylere
doğrusu benim bile tahammülüm kalmıyor.. Dosdoğru gidip bu işi anana
babana'' açsan nasıl olur? Onlar da Mâil Beyin ebeveyni ile konuşurlar, bu
işe bir çare bulurlar...
Sâibe ağlıyarak:
Nimeti Hanım bir gün epey ümitli bir çehreyle Sâi-benin yanma gelerek
dedi ki:
Evvelâ Sâibe bu sözlere pek ehemmiyet vermedi, fakat denize düşen yılana
sarılır fehvasınca, o fahişe ile Mâilin beynindeki münasebete dair işe yarar
bazı mühim
şeyler haber alabilmek ihtimalini düşünerek nihayet Nimeti Hanımla bu
bakıcıya gitmeğe razı olmuştu ki, müracaat suretlerini de bu kitabın geçen
baplarından görmüştük. Hoca Nefise Hanım, Mâilin bir fildikos gömleğini
alıkoyup, yapacağı davet için beş lira da nezir alarak bir hafta sonra yine
gelmeleri ihtariyle hanımları salıvermişti. ! ,
•••
Sâibe ile Nimeti Hanımı ikinci ziyaretlerinde Hoca Hanım epeyce çatkın bir
çehre ile kabul etti. Zavallı Sâibe, daha dinlenilmeden evvel, hocanın
yumurtlıyacağı cevherlerin dehşetinden ürkerek, acaba neler işiteceğim
korkusiyle titriyordu.
Tütsüler yakıldı. Hoca Hanım bir iki gerinip esnedikten sonr kelâmını hacet
sahiplerine tevcih ile:
— Kızım, iyi saatte olsunlar sizin niyetiniz için beni bu hafta çok sıktılar.
Mademki böyle büyük bir derdiniz var; ibana gelmek için biraz daha erken
davransanız ne olur? Marazını eskitip eskitip de tamam öleceğine yakın
hekime müracaat eden hastalar gibi, siz de derdinizi bu dereceye getirinceye
kadar niçin durdunuz? Ne beklediniz bilmem ki?.. Siz işi eskitmişsiniz
gitmiş...,
Nimeti — Onun elinde mi efendim? Onun elinde olsa, canını verir de yine
kocasını kimseye vermez.
Nefise — Yaptığım davette haber aldığım şeyleri size nakledeyim de, haklı
olup olmadığımı o zaman anlarsınız... Bu hanımın kocası Mâil Bey azalı
hayli zaman olmuş. Halinden, tavrından, işrete ve geceleri evine
gelmemeğe başlamasından Sâibe Hanım, beyinin uygunsuz bir yola
saptığım anladı. Fakat beyine hiç bir şey söylemedi.
Her şeye tahammül etti. Ahmak kadın, niçin tahammül ediyorsun? Evet, ses
çıkarmadı. Nihayet Mâil her şeyi başa kaka anlattı. (Yumruğu ile yanındaki
çekmecenin üzerine vurarak) Efendim, bu hamnı yine tahammül etti. O
zaman bana geleydi, ben o san saçlı Şöhret Hanımı Maile yılan gibi soğuk
gösterirdim...
Sâibe — (Ağlıyarak) Bu dediğiniz şimdi de olmaz mı efendim?..
Nefise — (Fal ile keşif suretinde sarf ettiği sözlerin muhatapları üzerinde
peyda ettiği tesiri anlamak için hâcetçilerin dikkatle yüzlerine göz
gezdirerek) Dediklerimde bir eksiklik var mı?
Nefise — İyi saatte olsunlar kocanı bana bak nasıl haber verdiler: Mâil Bey,
Şöhreti kötülere mahsus evlerin birinde gördü; sevdi. Karı da sarı saçlı,
pembe beyaz, genç, vardakosta dilber şey ha...
Nefise, Şöhreti böyle tavsif ederken şiddetli teessürden Slâibenin her tarafı
titriyor, rengi uçtukça uçuyordu. Hoca Hanım, muhatabının amansız, zayıf
taraflarım yoklıya yoklıya sözünde devamla:
Nefise — Tuttu yavrum; tuttu. Ya, iş eskidi diye ben niçin telâş edip
duruyorum? Zavallı kızım, safdil Sâibe-eiğim, gözünü aç... Ev tuttuğu bir
şey değil, akşama sabaha kan kendine nikâh ettirecek!..
Bu korkunç ihbara karşı Sâibeden sel gibi göz yaşları boşandı. Uğradığı
felâketin bu müthiş hafrelerini o dakikaya kadar hiç aklına getirmemiş,
nazarından böyle korkunç şeyler geçirmemişti; o anda gözleri karardı;
bütün cihan zindan kesildi. Mâil ile kendi arasında vartalar, girdaplar,
tarassudu nâkabil derinlikler açılıyor; zevci, sarı saçlı, pembe beyaz bir
kadınla el ele, erişilmez, gidilmez, intihasız ufuklara doğru çekiliyor,
gidiyordu. Her tarafım saran o zulmet içinde iSlâibe yalnız bu iki çehreyi
seçebiliyor, bu âşık ve âşıkayı zifiri siyah bir zemin üzerine ateşle tersim
edilmiş bir levha gibi görüyordu*.
Bedbaht Şaibe en nevmit kaldığı saatlerde bile Mâilin bir gün gelip de o
karıdan arzusunu alacağı, onu terk ile yine ailesi evine avdet edeceği
emrinde türlü ihtimaller düşünür, bu cihetten kendine birçok teselli yolları
ararken şimdi kocasının o kötü karı ile evleneceği hakikatine karşı
mukavemete artık kendinde kudret bulamıyordu.
Hoca Nefise Hanım bu keyfiyette kendi kârını her şeye takdim etmek
yolunu tuttuğu halde bile son teellü-matla inliye inliye, ağlıya ağlıya
dizlerine kapanan şu talihsiz kadının felâketine acımaktan kendini alamadı.
Fakat merhamet ve rikkat icabına kapılıp evvelce verdiği karan
değiştirmedi. Zavallıya gûya biraz teselli vermek isteyerek:
— Kalk kızım, ,bu kadar meyus olma. Her şeyin çaresi bulunur. Hem öyle
çocuk gibi ağlamak bir işe yaramaz. O karıya alâka ettiği gündenberi
kocanla beyninizde geçen halleri bana bir bir anlat bakayım.
Sâibe — Efendim, anlatmağa hacet var mı? Siz hepsini biliyorsunuz. O işi
azıttı, ben sükût ettim. O azıttı, ben tahammül gösterdim. Nihayet işte bu
peleseye geldi.
Sâibe artık Hoca Hanımın keskinliğine iyiden iyi kani oldu. Çünkü her şeyi
olduğu gibi ismiyle resmiyle haber veriyordu. Nefise Hanım yapacağı ikinci
bir davet için bu dertli kadından on lira daha kopardıktan sonra yine
kaşlarını çatıp iyi saatte olsunlar namına hususî talimata girişerek:
— Kızım Sâibe Hanım, şimdi beni dinle. Ben artık bu işi üzerime aldım.
Mâili o kadının sevdasından kurtaracağım. Fakat dediklerimi tamamiyle
yapmalı. Şimdi sana yazılı ufak ufak mavi kâğıtlar vereceğim. Bunları suda
ıslat, kocan geldiği akşamlar 'bir kolayını bulup içir... (Fildikos gömleği
iade ile) Çamaşır değ'ştirdiği vakit bunu da arkasına giydir. Öbür gelişmde
yine çamaşırından bir şey getir. Bunların icrasında bir güçlük yok. Şimdi
gel önüme bakayım; sana da bir nefes edeyim. (Sâibe-nin başına on dakika
kadar okuyup üç defa piifledikten ve bir bardak da nefesli su içirdikten
sonra) İyilik, sağlık, oh kızım oh... Haydi ıgit, pencereden gökyüzüne (bak.
Bu gece hafiflersin; sıkıntın azalır. Şimdi kulaklarını aç, beni iyi dinle.
Artık kocana karşı miskinliği, sükûtu, tahammülü bir tarafa bırak. Mâil
Beyin konağa geldiği ilk akşam gözünü yum, ağzını aç; beyefendiyi 'bir â1?
^onat. Dostuna Samatyada evler tutmuş, döşetmiş dayatmasın, kepaze
'herif, de. Söyle korkma, senin arkanda ben varım. Ne söylersen söyle, Mâil
sana bir şeycik yapamaz. Ya o fahişe karı, ya ben, de; ayak dire... Her şeyi
yap, her şeyi söyle... Yalnız buraya, bana geldiğinden bahis açma. On gün
sonra yine bana gel... (Arkasını sıvayarak) Haydi yavrum, haydi güzelim!..
Ben ne Mâilleri adam ettim. Bunu da yakında yola getiririm inşallah...
Taltifleriyle Hoca Hanım hâcetçilerini savdı. Nefişenin Sâibeye, kocasına
karşı böyle hiddet, şiddet tavsiye etmesi, biçareyi zevcinden boşatıp işi
büsbütün büyütmek, alevlendirmek içindi. Talâk vukubulursa muhabbetinin
ifratı sebebiyle Sâibe, Mâilsiz duramayacağından, tekrar varmak için yine
Nefiseye müracaat edileceğini ve bu defa alınacak ücretin, evvelkilere kıyas
kabul etmez derecede yüksek olacağını karı biliyordu. Nefisenin bu
husustaki menfaati işi kızıştırmakta idi.
— Bakıcı hanım, sen kocamla benim aramı bulmağa söz vermişken, işi
bütün bütün berbat edip beni sevgili beyimden ayırttın...
•**
— Şaşkın kız; anlıyamazsin zahir... Bir erkeğin karşısında telli bebek gibi
yalnız süslenip gezmek para etmez... Bir insan beyinin içini dışım bilmeli...
O öyle niçin düşünüyor bakayım?
— öyle söyleme Hoca Hanım, öyle söyleme... Beni şimdi haykırta haykırta
bayıltırsın...
— Kabahat niçin bende olsun?.. Beyin âdeta nikâhlısı, gibi bir sadakat
gösteriyorum. Bir kusurum, günahım yok...
— Nikâh olmadan öyle olmuş gibi bir doğruluk, sadakat göstermen, işte
kabahatlerin en büyüğüdür...
— O güzel kafan nihayet bu işi anlar ama, Mâil de elden gitmiş bulunur.
Kızım, senin mevkiinde bir kadn,-dostuna karşı sadakat, doğruluk
göstermekle ona yaranamaz...
dersi mükemmel aldım. Mâil Bey gibi çoklarını yardan atlattım. Fakat bunu
cidden seviyorum. Sevdamı zaptede-miyorum. Bir gün, iki gün dişimi
sıksam ,bile üçüncü günü ağlıyarak bütün gönlümün esrarını
döküveriyorum... Aşkımı yenmek kabil olmuyor. Sevmediğim bir erkeğe
karşı ne yolda olsa lisan kullanabilirim. İşin içine böyle şiddetli sevgi
girince iş değişiyor. Meselâ o gelmediği zaman yemek yiyemiyorum. Şimdi
ıben mideme nasıl buyurup da iştahımı açabilirim? Sonra uyku
uyuyamıyorum. Dön bu tarafa, dön o tarafa; uyumağa uğraştıkça daha
muazzep oluyorum. Bu sevda hastalığı o kadar .tuhaf ki, insan kendi
kendine malik olamıyor... İşin en fenası, zevcesi Sâibe Hanımı beyden son
derece kıskanıyorum...
— İyi saatte olsunlar, Mâil ile senin izdivacınızı arzu ediyorlar. Eğer nikâh
ettirmezse Şöhret sevgilisini elinden kaçıracak diyorlar. Bunun için
verdikleri talimat da şunlar: Mâil Bey geldiği akşam Şöhret Hanım
mükemmel bir kavga etsin. «Böyle kötü karı namı altında yaşamaktan artık
bıktım. Tövbekârlığa cidden karar verdim. Beni kendine nikâh edeceksen
et; etmiyeceksen doğru bir cevap ver; yakamı senden sıyırayım... Ciddî,
kalbı bir tövbe ile eski günahlarımdan kurtulmuş olurum. Beni şer’î bir
akidle alacak bir adam elbette bulunur. Artık elimi eteğimi bu (çirkef)
yaşayışından çekeceğim. Benim bu namusluca teklifimi kabul etmemek,
gönlüne nedamet erişmiş bir günahkâr kadını tövbeden, iyi yola gitmeden
alıkoymak demektir. Dünyada, âhirette benim için büyük bir ukubet olan
böyle bir fena halde devamımı, kalmamı isteyen bir adam bana dost değil,
büyük bir düşmandır. Teklifime bir cevap ver bakayım: Sen benim dostum
musun, düşmanım mısın? Anlıyayım...» desin diyorlar, îyi saatte olsunlar
böyle söylüyorlar. Bak ben de ne diyorum kızım... Bu teklifi ıböylece
edersin. Baktın ki aldırmıyor; seni alacak bir erkek hazırmış gibi
davranırsın... Eski âşinâlarından biri yok mu? İşte onu ortaya sü-rüver...
— Eski âşinâlarım çok... Bu son defa kendini terke-dip kaçtığım Şeydâ Bey
var...
— Hah, işte pekâlâ... Şeydâ Beye bir haber gönder. Mâille bir (maraza)
kapısı açsın... Korkma yavrum. Mâili iyi bir donat... Kabil değil seni
terkedemez. Fakat demiri tavında dövmeli... Şey yavrum, Şöhret, bir mesele
var, onu merak ettim. Sen bu Mâile nikâhla vardıktan sonra heriften
bıkarsan ne yapacaksın? Ayağın bağlı bulunacak... , ! | l İ 1
Nefise, Şöhreti de okudu üfledi. Mâile suyunu içirmek için yazılı kâğıtlar
verdi. Sâibeye yaptıklarını aynen buna da yaptı. On gün sonra yine kendine
müracaat etmesi tavsiyesinde bulundu. O günlük son nesayihi olmak üzere:
MAİLDE TELÂŞ
9
Mâil bermûtad yine bir akşam kalemden konağa avdet etti. O ıstırap haneye
gireceği esnada yüreğini hale-can alırdı. Bu teessürünün birinci sebebi, o
geceyi Şöhretten uzak geçirmek mecburiyeti, İkincisi hareme girer girmez
kendini istikbal edecek zevcesi Şaibenin müessir hüznü idi. Biçareyi öyle
zayıf, uçuk, mağmum bir çehre ile görmesi — bu, hale sebep kendi
olduğunu bildiği için — Mâilin rikkatine dokunuyor. Kendi kendine:
Derdi. O akşam içeri girdi. Merdiven başında boylü boyunca pişi teessürüne
çıkan, bir gam heykeli gibi dikilen zevcesinden eser görmedi. Taaccüp etti.
ISâi'benin istikbale çıkamaması fevkalâde bir hale delâlet ediyordu.
Evlendiklerindenberi zevcesinin sebepsiz böyle bir ihmali hemen hiç
görülmemişti. Delikanlı yine içinden:
Diyebilsin.
— Ne iş görüyor öyleyse?..
— Bilmem efendim...
Hanımdan eser yok... Acaip kelimei istiğrabiyesini Mâil asıl şimdi, hem de
birkaç defa salıverdi. Yirmi dakika sonra nihayet Sâibe geldi. Mâil:
Akşm oldu; ailece yemek yendi. Sâibe pek soğuk bir tavır gösteriyordu.
Zevcesinin halinde bir fevkalâdelik var ama, Allah encamını hayreyleye.
Bakalım sonu ne çıkacak?..
— Yemin etmedim efendim... Bir kadının, zevcine karşı ömrü oldukça söz
söylememek için yemin etmesi kabil olaydı, belki cariyeniz de ederdim...
Lâkin ne yapayım, kabil değil...
Onu sevecek ben varım. Büyük pederleri, büyük valideleri var... Ne ben, ,ne
de kerimeniz sizin muhabbetinize müftekir değiliz. Siz bütün sevda
coşkunluklarınızı, öyle bozuk bir kalbin temayüllerine muhtaç olan yine
öyle bozuk karılara hasrediniz...
Mâil «bir iki gezindi; sükût ikrardan gelir. Böyle mühim anlarda serî ,bir
karar ittihazı lâzımdır. Mâil için kârdan başka çare yoktu. Şöhreti
iSamatyadan diğer bir mahalleye nakil ile bu şayianın esassızlığmı ispat
.mümkün zannediyordu. Eski tavrını bozmamağa beyhude ıbir cebri nefsle
kaşlarım «çattı. Karısına dönerek:
Mâil asıl şimdi sıfırı tüketti. Karşısındaki Sâibenin eski Sâibe olmadığını
görüyordu. Fakat zevcesi bu nâge-hanî tebeddüle nasıl uğramış? Ona ıbir
türlü akıl erdire-miyordu. Samatyadaki evin tarifinde bu kadar mutabık,
muvafık malûmat aldıktan sonra inkârda bundan ziyade ısrarın mâna9i
olabilir mi? Lâkin Mâil, müşkül bir mevkide kaldı. Ne isnadı redde, ne fie
hakikati itiraf edebiliyordu. O melek gibi halım, mütehammil Sâibeyi böyle
galeyana, şiddete düşüren sebep nedir? Şüphesiz, Mâilin iSamatyada
Şöhrete ev tutmuş olduğunu işitmiş olması... Evet, görünürde bundan başka
bir sebep yok. Bunu duymakla kadın birdenbire tabiatini tebdil etmiş. O
tehevvürlere düşmüş. Şimdi Mâil bu rivayeti tasdik etse zevcesi bütün
bütün köpürecek... Halin gidişi onu gösteriyor. Red, tekzip etse,
muhatalbasım kandırabilmek imkân harici gilbi görünüyor. İnkârının olanca
metanetiyle yine Mâil redde cüretle:
Mâil artık ye’sinden kendini kaybedecek bir Jıale geldi. Zevcesinin bu son,
maatteessüf haklı tahkirlerine tahammülden âciz kalarak: j
*•*
Sâibe odanın ortasına câmit bir cisim gibi yığıldı kaldı. Âlemi hakikatte mi
bulunuyor, rüya mı görüyor? Bilemiyordu. Kocasının son muhakkarane
sözleri nâmüte-nahî akislere uğrayan mâhuf bir nida gibi kulaklarmda
çınlıyor, «Bin Sâibeden geçerim de bir Şöhretten geçmem» sözlerini sanki
bir fonoğraf tam müşabehetiyle ardı arası kesilmeden tekrar ediyordu. Bu
müthiş cümlenin eri-şemiyeceği bir yer, onun .elîm ihtizazlarından masûn
bir yer aradı. İki zayıf koluna istinatla sürüklene sürüklene odanın bir
köşesine gitti. Fakat yine işitiyordu. Kulaklarını tıkadı. Bir iki dakika evvel
başından geçen hal ne idi? Bütün hayatınca başından geçen teessürat hulâsa
edilse, bir saatlik cüzü bir müddete sikıştınlsa, yine ko-casiyle biraz evvel
geçirdiği o mücadele esnasındaki te-şirine tekabül edemez. Mâilin bu gidişi
bir daiha o eve avdet etmemek üzere ebedî bir uzaklaşma mıydı? Kocasına,
(sevıgili Mâiline karşı tahkirde Sâibe niçin o kadar ileri vardı? Elleri
arasmda .başını sıkarak bu mecnunane hareketinin sebebini düşündü.
Çardaklı bakıcının tembihi böyle idi.
Nefise Hanım: ,
— Korkma, ağzına geleni söyle. Mâil sana bir şeycik yapamaz. Senin
arkanda ben varım, demişti.
— Hayır Mâil, hayır... Bin Sâibe bir şöhrete feda edilemez. «Şaibeler» öyle
zannettiğin gibi binlerle çok değildir. Bu elindekini ifna edersen artık başka
Sâibe bulamazsın... Sevgili beyim; .beni affet... îşte nadim oldum, îsmeti,
fuhşa çiğnetme; pişman olursun.
**»
Mâil mecnunane bir hiddetle o gece kendini sokağa atınca beş on adım
yürür, fakat ne yapacağnı bilemez. Hareket hedefini tâyin için duru**;
birkaç dakika düşünür. Hiddete mağlûbiyetle pek fena bir harekette
bulunduğunu anlar. Şimdi dosdoğru Şöhretin evine gitse uymıyacak. ISâibe
o tehevvür haliyle, Samatyadaki ev keyfiyetini öyle an’anesryle ebeveynine
haber verirse onlar da Mâilin pederi Merzuk Efendiye hakikati ihbar
edecekler; tahkikata girişilecek; macera tamamiyle meydana çıkacak. Sâibe
yerden göğe kadar hak kazanacak. Merzuk Efendi, böyle karı kapatmak
hareketine karşı oğlunu yalnız tekdir ile iktifa etmiyecek bu çapkınlığı kısa
kesmek için nasıl şiddetli tedabir ittihazı kabilse o yolda davranacak...
Mâilin işi bitecek...
— Zevcemle bozuştum.
— Sebep?..
Vakıâ valide hanım, peder efendiye ne dediyse dedi. Mâilin beş on gün
kendi nezdlerinde kalmasına pek ses çıkarılmadı. Lâkin delikanlı orada
kızgın ateş üzerinde oturur gibi ıstıraplı günler geçiriyordu. Sâibe bu
kapatma maddesini ifşa ederse Mâilin 'hali ne olacaktı? O zaman kim bilir
pederi' ne kadar hiddet edecek; ne gürültüler kopacaktı. îki üç gün geçti.
Gelin ailesi tarafından bir haber gelmedi. Mâil zevcesinde gördüğü bu son
tabiat ve ahlâk metanetine hayrette kalarak:
— Zevcem artık benden o kadar nefret etmiş ki, intikam almağa bile
tenezzül etmiyor. ,
Mâil de o muhabbet kâbusu içinde gûya her şeyi muhakeme etti. Nihayet
mâşukasının nezdine gitmekten kendini alamadı. Bu işin ne kadar tehlikeli
olduğunu artık göremiyordu. Birbirini nakzeden muhakemeler yekdiğerine
uymaz kararlar içinde Şöhretin -hasretine ancak üç gün kadar tahammül
edebildikten sonra dördüncü günü her şeyi göze aldırdı; erkenden
Samatyadaki eve gitti. Bir yandan iştiyak derdinden, diğer taraftan, bu uzun
gaybubetten dolayı ıpâşukasından işiteceği sitemlerin korkusiyle yüreği
çarpa çarpa merdivenden çıktı. Tıpkı Sâibenin hanesinde olduğu gibi
burada da istikbaline kaşan yoktu. Halecanı arttı. Seslendi. Şöhretin
refakatine tâyin edilen mahut yaşlı kadın meydana çıktı. Mâil kızara bozara
sordu:
— Hanım nerede?..
Kadın, hafif fakat mânidar bir tebessümle:
— Arabalı araıbasız her gün süslenip süslenip kendini sokağa dar atıyor...
Mâili öyle şedit bir halecan aldı ki, boğulmamak için bir düziye
yutkunuyordu. Teessürünü belli etmemeğe uğraşarak yine sordu:
Mâil yine odada gezinmeğe başladı. Gezindi, gezindi; • ucu bucağı gelmez
tefekkürlere, endişelere daldı. Saate baktı, henüz oraya geleli bir saati
tecavüz etmemiş. Demin görüştüğü kadının rivayetine nazaran ancak
ezanda gelecek... Daha vakit erken. Mâil ezana kadar bu cangü-daz
ıstıraplar içinde nasıl zaman geçirecek?
Bir bağa firkete -gördü. Onu da muayene etti. Şöhrete kendisi böyle bir şey
almamıştı. Bu firkete* bir başkasının muhabbet hediyesi olmasın?.. Bu
çocukça muhakemesine sonra yine güldü. Şöhret, kendisi çarşıdan böyle bir
firkete alamaz mı? Böyle bir şey, o kadın için nasıl bir hi-yanet emaresi
olabilir... O döküntülere baktı, bakt1^ birdenbire çehresini bir ateş sardı.
Kendi kendine dedi ki:
— Ben de amma ahmak bir herifim... Bu kadının hi-yanet delâili işte
gözümün önünde duruyor. Bu döküntüler, saçıntılar nedir? Böyle kutuları,
şişeleri boşaltarak, devirerek alelâcele süslenerek nereye gitmiş? Bundan
bâ-hir dalâlet alâmeti olur mu? Haniya burada bulunmadığım akşamlar
Şöhret derdi iftirakımla ağlar, sızlar, döşeğe yatmaz, yemeğe el
sürmezmiş?.. Tuvalet odasının şu hali hanımın bana okuduğu o iştiyak
efsanelerinin tama-miyle zıddinı ispat ediyor.
O gün akşamı etmek için dakikaları saya saya tarif edilmez elemli saatler
geçirdi. Nihayet saat on oldu. On bir oldu. Şöhretten eser yok... Artık
zevcesini, çocuğunu, anasını, babasını unuttu. Konsolun üzerindeki saat on
biri çaldı. Akşam yaklaşıp da Şöhret zuhur etmeyince, beyin derunî elemi,
sıkıntısı tahammülün fevkine ç:kıyordu.
Mâil, her araba takırtısında pencerelere koşa koşa geçirdiği ve sonu boşa
çıkmak muhtemel olan bu intizar müddetinin şiddetine artık mukavemet
edemedi. Hizmetçi kadını çağırdı. Rakı istedi. Biraz sonra beyin önüne
mezelerle donatılmış bir işret tepsisi çıkarıldı. Üç dört kadeh yuvarladı.
Vakit de ezana erdi. O esnada Mâile, Şöhret Hanımın vürudu müjdesi
verildi. Beyefendi, sevgilisine karşı ne yolda iğbirar âsarı yahut iltifatlı bir
sima göstereceğini henüz kararlaştırmağa uğraşırken hanım, yarı belinde
çarşaf, alı al, moru mor bir halde odadan içeri girdi. Mâile, münfeilâne bir
nazarla:
— Hayır beyim, hayır... Aşkın ilk neşvesiyle başlan dönmüş on dört yaşında
toy çocuklar gibi görüşmiyelim.
— Fakat, Şöhretçiğim!..
— (Sapsan kesilerek) Ben seni sevmesem, aileme, pederime karşı her şeyi
göze aldırarak böyle yalnız evlerde yaşamağa kadar cesaret gösterebilir
miyim? Hep bana bu cüretleri veren senin muhabbetin değil mi? Aşkının
saikasiyle daha çok çılgınlıkları göze aldırırım Şöhret Hanım. Fakat bazı
haller var ki, haydi, der demez onları fiile çıkarmağa imkân müsait değildir.
Şimdi seni kendime nikâh edivermek cihetine gelince, bunu yapmak için
elim ayağım tamamiyle bağlı gibidir. Zevcem beni kıskanmak ye’siyle
gayet zayıf ve asabî bir haldedir. Bu nikâh haberini işitir işitmez,
kederinden ölür. Sonra ailemin gazabını şiddetle üzerime celbetmiş olurum.
Beni bir parasız bırakırlar. Bak ben sana saffetle her şeyi anlatıyorum. Sen
benim için gayet iyi bir kadınsın. Fakat ailem için öyle değilsin. Onların
nazarında sen tathiri nâkabil bir kötüsün... Kendini böyle bir geline
kayınpeder ettiğimi duyduğu günü ihtimal ki pederim -beni evlâtlıktan
tardetmekten de çekinmez. Vicdanen sen benim zevcemden başka bir şey
değilsin.
Şöhret hiddetle çarşafını çıkarıp bir tarafa, peçesini diğer tarafa fırlattı- Bir
sandalye alıp Mâilin karşısına oturarak:
Mâil bu kadmı şiddetle sevdiği halde onunla rabıtasını takviye için şimdiye
kadar nedense nikâh cihetini aklına getirmemişti. İkisi arasında nikâh?.. Bu
o kadar ihtimali güç bir husus mudur? Pederiyle, Sâibenin hiddetlerine,
nefretlerine karşı meydan okuduktan sonra, bu nikâh keyfiyeti de pek olmaz
bir şey değildi. Fakat o halde gürültüsüzce yaşamak kabil iken meydana
böyle bir nikâh meselesi çıkararak birtakım rahatsızlıklara, hale-canlara
uğramak akıl kân mıdır?
Mâil bir iki kadeh daha çaktıktan sonra olanca saffetiyle gönlünü sevgilisine
dökmek üzere dedi ki:
Şöhret birdenbire korkunç bir şeye tesadüf etmiş gi-bi yerinden fırlayıp
saçları kabarmış bir halde tevahhuşla bir kaç adım geri geri çekilerek
şahadet parmağını dudaklarına götürüp:
Şöhret sözıünü bitirince hemen dışarı fırladı. Diğer bir odaya girdi. Kapıyı
içeriden kilitleyip oraya kapandı. Mâilin aklı ıbaşmdan gitti, Kapının önüne
koştu, Sarfetme-diği istirham kelimesi kalmadı. En parlak vaitler, en
müessir ricalar, en korkunç tehditler para etmedi. Karı kapıyı açmak şöyle
dursun, anahtar deliğinden Mâilin saatlerce süren bu dırıltılarından bir
kelimesine cevap vermeğe bile tenezzül etmedi.
•**
Sabahleyin döşekten kalkınca Mâil akşamdan şiddetli bir dayak yemiş gibi
vücudunu ıkırık buldu. Evdeki kadınlar bin türlü ricalar, istirhamlarla hele
nasılsa Şöhreti o kapandığı odadan çıkarmağa muvaffak oldular. Beyle
barıştırmağa uğraştılar. Şöhret ne barıştı, ne barışmadı; öyle somurtkan bir
çehre ile geziniyordu.
Mâil, mâşukasiyle yalnız bir odada kalınca göz yaşları dökerek ayaklarına
kapandı. Samimî bir affa naili-yet için son müessir talâkatini göstererek,
kendinin bu dünyadaki vazifesi, muhibbesinin âzat kabul etmez bir kulu,
kurbanı olmaktan başka bir şey olmadığını anlattı, îfasına muktedir olduğu
ve olamadığı bilcümle mevait-te bulunmaktan çekinmedi.
— (Gönülsüzce) Gitmem...
— Yok yok... Bu «gitmem» sözü pek kuvvetsiz oldu. Bir yemin et
bakayım!..
Mâil sokağa çıktı. Akşam ettikleri kavga, o gece geçirdiği ıstırap saatleri,
Şöhrete olan iptilâsmı, şiddetli sevdasını evvelkiye nisbetle birkaç derece
büyüttü. Bu münazaada cânanesi adiliğini, terbiyesinin fikdaninı,
vicdansızlığını yani san’atınm icabını meydana koymaktan, kendini
göstermek için takındığı maskelerden birkaçını daha yüzünden sıyırmaktan
başka bir harekette bulunmadı. Karının bu kadınlık nakiseleri nefretini
mucip olacak yerde zavallı delikanlının içindeki ateşi niçin büsbütün
alevlendirdi? İşte buraya bir türlü akıl erdiremiyordu*. Yüreğini istilâ eden
o korku ve halecan sokakta, kalemde, hiç bir mahalde zail olmadı. Biri gelip
Şöhreti o evden aşıracakmış gibi bir vehmin zebunu olmuştu. Hemen
akşamı edip Şöhrete mülâki olmak, muhabbetinin şiddetine dair yine
birtakım vaitlerde bulunmak ve mukabe-leten sevgilisinden de sevdası için
kuvvetli teminat almak üzere cayır cayır yanıyordu. Kalemden kaleme,
odadan odaya dolaştı. En sevdiği arkadaşlarının sözlerini beş dakikadan
ziyade dinlemeğe takat getiremiyor, oradan oraya geziniyordu. Nihayet
Hayati ile buluştular. Niçin üç dört gündür Samatyadaki eve nezaretten
çekilmiş?.. Şöhretin nerelerde gezip tozduğuna dikkat etmemiş olduğu için
Hayati ile biraz kavga ettiler. Sonra yine barıştılar. O aralık odacı, Mâil
Beye bir zarf uzatarak:
— Ne var? Ne oluyorsun?
— İşin aynasızlığına bak sen şimdi... Bu aralık her şey tamamdı da yalnız
bu mektup eksikti. Avalin zoru neymiş acaba? Ne istiyor?
Hayati, Mâilin omuzundan uzandı. İkisi de gözlerini mektuba diktiler.
Aşağıdaki satırları mırıl mırıl okumağa «başladılar:
«Mâil Beyefendi!
! îmza
Şeydâ
— Sen imlâya, ifadeye bakma; bize bildirmek istediği şeyi anlatmış ya?..
— Evet, onu güzelce, hem de. mutedilce bir lisanla anlatmış... «Siz benim
sevdiğim karıyı aşırmışsınız, sizi şöyle keseceğim, böyle biçeceğim» gibi
tehditlere kalkışmamış. Ortaya bir racon koymuş; ona göre meseleyi
faslediyor.
NİKÂH
— îşte ben sıfırı tükettim. Haydi bakalım baba Hayati, ne olursa senden
olur. Diplomatlığını bu işde göstermelisin. Şeydâ Bey benim kim olduğumu
haber almış. Nazenini kapattığımız evi de öğrenmiş. Şöhret Hanıma,
ikimizden hangimizi tercih ettiğini söyletecek ve alacağı cevaba itiraz
etmiyecekmiş...
— Bu lâflar büsbütün saçma canım... Karı Şeydâ Beyi tercih edeydi, ondan
kaçıp sana gelmezdi.
— Peki, bunlar saçma olsun. Karı kapattığımı ebeveynime ihbar ile beni
tehdit ediyor. Buna ne dersin?
— Herif böyle bir halt ederse halim berbat olur, gider. Racon kesmek için
dış kalpakçıya vukübulan davete icabet edecek miyiz?
Mâil şakaklarından aşağı nohut gibi ter dökerek odanın içinde iri iri
adımlarla gezinmeğe başlayıp:
İki refik bu karar üzerine Samatyadaki eve dönerler. Hele şükür, Şöhreti
evde bulurlar. Fakat karıda yine çehre asık...
Halecandan, söz söylemeğe Mâilde iktidar kalmam'ş olduğunu görerek,
münasip bir zeminle söze girişmek üzere Hayati, Şöhrete der ki:,
—- Yok hanım! Mâil Bey sizi yalnız sözden ibaret olmak üzere sevmiyor.
Sizin beye olan muhabbetiniz sözden ibaretse onu bilmem!..
— Aranızdaki bu muhabbet ikiniz için de hem büyük bir haz ve şevk, hem
de büyük bir felâket demektir. Siz bu münasebette devam ettikçe git gide bu
hâz ve lezzet azalır, felâket büyür. Bu felâketin hafiflemesi belki de izalesi,
münasebetinizi meşru şekle sokmakla kabil olur. Evlenmenize bir mâni
yoktur. Mazinin bazı nâhoş taraflarını unutalım, bir nikâh kıydırıverelim,
her şey bitmiş olsun. Buna kimsenin de bir diyeceği kalmasın...
Bir müddet sükûtla geçti. Şöhret gözlerini önünde bir noktaya dikmiş derin
derin düşünüyordu. Mâile varmak kendinin de en has emeliydi. Lâkin
akşam ettikleri şiddetli mücadele esnasında Mâilin çocukça bir gaflet eseri
— Muvakkat nikâh mı? Hayır, ağzımdan böyle bir söz çıkmadı. İmamı,
muhtarı, daha mahalleden birkaç kişiyi davetle şer’î hüküm üzere bir nikâh
'kıydıracağım. Sen nas’l münasip görürsen öyle hareket edeceğim. Beyhude
itizarlara kalkışma Şöhret Hanım...
Şöhret — Canım, nikâhın bir sözle münakit, yine bir sözle münfesih
olduğunu söyliyen siz değil misiniz?
Mâil — Evet, ben -söyledim. Sözümü yine teyit ederim. Evet, öyledir.
Mâil bu sözlere karşı müşkül bir mevkide kaldı. Bir cevap bulup vermek
için yutkunurken Hayati imdadına şitapla söze girişerek:
— Şöhret Hanım, siz aşk ve alâkayı inkâr mı ediyorsunuz? Mâil Bey sizi
zevcesinin üzerine sevdiyse, amansız bir muhabbetin şiddetine karşı
gelemiyerek sevdi. Mukavemeti güç bir sevda, vicdanî muhakematta bir
mâ-zeret yerine geçmez mi? Bu hal, bu kabahat, bu cinayet ilk defa Mâilde
mi görüldü? Aransa bunun emsaline binlerle tesadüf edilmez mi?
Şöhrete olan sevdasına geçici bir arzu namını verip ^ zamana kadar her
hareketine bir vicdanî özür bularak pek sıkıştığı vakit ahlâkının zâfım
meydana sürerek işi bu raddeye girmiş bulunan Mâil o sevda
baygınlığından uyanır gibi oldu. «Baksana bu kadın ne diyor? Hiç öyle bir
teklifi kabule imkân var mıdır?» der gibi Hayatinin yüzüne baktı.
— Sükût ediyorsunuz; çünkü kocasına karşı her hakka malik bir kadınla,
nikâhtan sonra bile o hukuktan hiç birine malik olamıyacak diğer bir
kadından bahsetmek is-tediğimi anladınız. Bu iki kadından birincisi Sâibe
Hanımefendidir, İkincisi de benim... Ne kadar salâh arzusu göstersem,
mümkün değil itibarca onunla müsavi olamam. Irz ehli hanımlara karşı
yüreğimizi kemiren haset, nefret işte bundan ileri geliyor. Beyefendiler, bu
cariye-nizi de mâzur görünüz. Mâil Beyefendi evli bulunuyor. Zevcesi,
beyinin her veçhile küfvü bir kadın... Bir de çocukları var. İkisi mes’ut bir
aile teşkil etmişken ara yere ben girdim; bu saadetlerini ihlâl ettim. Ben
kimim? Başı açık bir fahişe... (Ağlıyarak) Bu meselede her şeyin doğru ve
açık söylenmesi lâzım gelen vakit artık hulûl etmiştir. Mâil Beyle bu
münasebetimizi duyanlar «vay mel'un karı» diye bana lânet okuyorlar... Vah
zavallı talihsiz kadın teessüfleriyle Sâibe Hanımefendiye acıyorlar. Fakat
bir kere düşünelim: Bendeniz zannettikleri kadar mel'un bir karı mıyım?
Sâibe Hanımefendi tahmin olunan derecede zavallı mıdır? Beynimizde bu
sevda macerasını zevceniz duymuştur. Çünkü 'böyle şeyler çabuk işitilir.
Fakat Sâibe Hanımefendi hanımlığını, terbiyesini, asaletini bütün bütün
ispat etmek için Mâil Beyden ayrılmak filân gibi hareketlere, gürültülere
kalkışmıyor. Ne görüyor, ne işitiyor, kocasından her ne muameleye duçar
oluyorsa hep bunlara karşı metanet gösteriyor, tahammül ediyor. Fakat bu
tahammülünün sebebi var. Kocasına katiyen malik bulunduğundan emindir.
Mâil şurada burada, gençliği icabı bazı havâiliklerde bulunsa da, en
sonunda yine zevcesine avdet edecektir. Bundan Sâibe Hammın hiç şüphesi
yok. İşte bu emniyet kuvvetiyle o tahammüllerde bujunuyor. Mâilin
benimle olan münasebetine gelince, bütün bütün ıbir akis olduğu görülüyor.
Beni Mâile rapteden şey küçük bir hevestir. O zail olunca aramızda her şey
gelmiş geçmiş demektir. O zaman nikâhın da hükmü kalmaz. Avucuma beş
on para koyup beni başından defe-diverir. Bey benden hevesini almışsa da
benim kendinde el’an hevesim, muhabbetim kalıp kalmadığını sormaz. Ben
o acı ile, o yeisle ne yaparım? Yapacağım şey, hiç şüphe yok ki yine bu yola
dökülmektir. Şu neticeyi arzet-mek istiyorum ki, teklif ettiği bu nikâhla
Mâil Bey beni bu hayatın sefaletinden ebediyen kurtarmış olmuyor Evet,
buakidle ne ben bahtiyar oluyorum, ne de iSâibe Hanım üzüntüden
kurtuluyor. Bir müddet daha ikimizi birden böyle bedbaht etmedense bunun
en iyisi ya onu, ya beni katiyen tercih etmektir. İsterseniz bugün beni terke-
dip zevcenizin nezdine avdet ediniz. Ben de tövbekâr olmak hevesiyle belki
bir koca bulur, varırım. Ortak üzerine varmam. Bir erkeğin yegâne karısı
olmak isterim. Yok cariyenizi tercih eylerseniz o halde hareminizi tatlik
edersiniz. Sizden sonra o da bir diğerine varır. Belki de bahtiyar olur. Üç
gün sonra beni boşayacağınızı bile bile size varmak istemem. Ya o, ya
ben?.. İntihap ediniz...
— Sevgilim Şöhret! Böyle taş yürekli olma. Sâibeyi tatlik etmek bir şey
değil... Lâkin zavallının zaten bünyesi zayıf; yeisle ölüverirse âlem sana da,
bana da lânet okur. İki aileyi de mahvetmiş oluruz. O yeisle pederim beni
ihtimal ki reddeder. Pek fena bir harekette bulunmuş oluruz. Gönlüm
zevcemde olsa, bu kadar felâketlere meydan okuyarak hiç senin yanma gelir
miyim? Maddî, mânevî birtakım rabıtalar, beni Sâibeye bağlı bulundur
ruyor. Bu rabıtaların cümlesi bir günde kesilemez. Şimdi biz beynimizde
nikâh akdedelim. Her gün bu rabıtalardan birini kesmekle yavaş yavaş
Sâibeden ayrılmak için işi kıvamına getiririz. Safai Efendi bu nikâhı
duyunca zaten kızını bende bırakmaz. Talâk teklifine en evvel o kalkışır.
Onların teklifi üzerine biz bu harekette bulunursak âlem nazarında
meşguliyetten yarı yarıya kendimizi kurtarmış oluruz. Çünkü bu gibi ahval
yalnız Sâibenin başına gelmiş bir keyfiyet değildir. Bunun emsali her gün,
her yerde görülüyor.
tını dahi imza ettirdikten sonra varakanın bâlâsına şöyle de bir şerh verdirdi:
***
Kapatma tâbirinin meşru zevce namına tahvilinden sonra Mâil artık Şöhrete
sahip olmuştu. Şeydâ Beyin tecavüzlerine karşı nikâhla bir mümanaat şeddi
çekilerek gûya o cihet temin edildi. Bu yüzden Mâilin gönlü ferahladı.
Şimdi ailesi tarafından koparılacak bir fırtına vardı. Nikâh keyfiyetini
saklamak kaabil olamıyacağmdan, bu iş er geç duyulacaktı. Gerek pederi ve
gerek kayınpederi aileleri birbirine girecek, enine boyuna birçok söz olacak,
Mâil tekdirlere, tel’inlere uğrayacak; belki evlâtlıktan tardolunacaktı. O
korkunç fırtınaya, bu müthiş boraya da göğüs verdikten sonra yine yavaş
yavaş her şey tabiî cereyanına girecek, eski sükûnet yerini bulacaktı. Bu
fırtınada en çok hasar görecek mahlûk Sâibe idi. Zavallı kadın bu patırtıyı
da savuşturursa ihtimal kocasının mühlik sevda marazından biraz kurtulmuş
olacaktı, çarpıyordu. Konağın içini sükûnet halinde buldu. Kalbine
ayrılmamak şartiyle biçare delikanlı her belâya razı idi. Nikâhın ertesi günü
Mâil pederinin hanesinden müfara-kat müddetini hesapladı ki, bir haftayı
tecavüz etmiş. Sâibeden kavga ile ayrılmış olduğunu Şöhretten gizlemişti.
O gece birinci zevcesine gitmek üzere İkincisinden utana sıkıla müsaade
istihsal etti. Samatyadaki haneyi Hayatinin nezaretine terk ile pederinin
hanesine gitti. Her şey duyulmuş zanniyle delikanlının yüreği gümbür
gümbür çarpıyordu. Konağın içini sükûnet halinde buldu. Kalbine biraz su
serpildi. En evvel annesinin yanına girdi. Samatyadaki haneden, bâhusus
nikâh keyfiyetinden etrafa bir şey sızmışsa validesinin işittiği havadisten
mutlak oğluna bahsetmeden duramıyacağmı bildiğinden, en evvel onu
görmeyi muvafık addeyledi. Kadın oğlunu görünce:
— Öyleyse sen burada bekle, ben efendi babanın yanma gideyim. Yine sana
çok öfkeli mi, değil mi? Bir anlı-yayım da seni odasına ona göre sokayım.
Çok sürmedi; araba Safai Efendinin konağı avlusuna girdi. Uşaklar derhal,
uzun müddet konaktan gaybubet eden Mâil Beyle pederinin istikbaline
koştular. Mâil etraflarına üşüşen hizmetkârların çehrelerine alık alık
bakarak gaybubeti müddetince orada cereyan etmiş olan iyi
Mâil içeri girince zevcesi bir gûna infial eseri göstermeden eteğine doğru
bir temenna ile beyini kabul etti. Zevç bir vicdan ıstırabı, zevce muhrik bir
tahassür elemi tesiriyle ikisi de titriyorlardı.
Yekdiğerine karşı söz bulmakta müşkülât çeken iki yabancı gibi evvelâ
havanın güzelliğinden bahsettiler. Böyle resmiyetle görüşmekteler iken
yavaşça kapı gıcırdadı; içeriye kızları Makbule girdi. Çocuk evvelâ bir
iştiyak savletiyle babasının kucağına koştu. Sanki mânevi bir mukavim,
yahut ki validesinin bütün ıstıraplarından mütehassll görünmez bir
manyatizma seyyalesi yavrucağın ayaklarım köstekledi. Çocuk birdenbire
minimini şahadet parmağını alt dudağma götürüp mâsumane bir tereddüt ile
gözlerini babasına dikip odanın ortasında kalakaldı. Kızın bu tereddüdünü
gören pederi koHarm açıp:
Mâil bir iki söz bulup çocuğu açmak için dedi ki:
— Bebeklerim mi? Onlar hasta... Annem de hasta, büyük annem de... Ben
de hastaydım, şimdi iyi oldum...
— Yalan söylemiyorum... Doktor geldi, hepimize ilâç verdi. Bey baba, sizi
çok bekledik. Niçin gelip bizi sormadınız? Büyük bebeğimin düğünü oldu.
Aşçıbaşı zerde pişirdi. Annem (piyana) çaldı. «Şevk-ı-efza» oynadı.
Bebeğimi güvey koyduk. Annem o .gece çok ağladı. (Validesinin yüzüne
bakarak muhterizane) Ağladı, ağladı... Çünkü başı ağrıyordu. Sordum, bana
öyle dedi.
Mâil göz uciyle baktı. Sâîbenin de kirpikleri araşma teessür incileri dizilmiş
olduğunu gördü. Bu bebek düğünü bahsini kapatmak için Makbuleye sordu:
Çocuk gülerek:
Çocuk gûya öğretilmiş gibi bu bebek düğünü bahsinde devam ettikçe Mâil
bütün bütün müteessir oluyor, sözlerini şaşırıyor, artık göz kuyruğu ile bile
zevcesine bakmağa cesaret edemiyordu.
Mâil baktı ki ne görsün?.. Beyaz kurdelâ ile boğulmuş bir tutam sarı saç...
Görür görmez renginden bunun Şöhretin saçı olduğunu anladı. Fakat bu
saçı cebine kim koymuş? Bu( saç oraya nasıl girmiş? Düşündü. Mâilin o
geceyi Sâibenin nezdinde geçireceğini Şöhret bildiğinden, zevcesi
kıskançlık saikasiyle kocasının ceplerini karıştırırken bu saçı görsün,
beyinlerinde bir münazaa çıksın kasdiyle ikinci zevcesinin böyle bir
kurnazlıkta buh lunmuş olduğuna derhal intikal etti. Fakat çocuk sarı saçı
kaptığı gibi hemen annesine koşarak:
— Hangi annemin saçı? Benim senden başka küçük annem var mı?
îstiğrabiyle validesinin kucağına atıldı.
Mâil bir cevap bulmak için bir iki yutkundu. Sağına soluna bakındı. Nihayet
ağlamıya benzer bir sada ile dedi ki:
Bu, nikâhlı sözünü duyunca Mâil kurşunla vurulmuşa döndü. Daha dün
vâki olan nikâhı Sâibe bugün nasıl işitmiş? Yoksa Samatyadaki haneden
buraya gelip giden biri mi var?
— İki gözüm Sâibeciğim; ben senin âzad kabul etmez bir kölenim. Ne
kadar müthiş bir felâkete uğradığımı biliyorsun... Ben sana vukuatı
anlatayım; munsıfane dinle. Hakkımda vereceğin her hükme razıyım.
(Sâibe hiç cevap vermedi. Hıçkıra hıçkıra ağlamağa başladı. Beyinlerinde
cereyan edecek sözleri işitmemesi için Mâil, Makbulenin elinden tuttu;
dışarı çıkardı. Dadısına teslim etti. Badehu salona avdetle acip tazarruata
girişecekti:
— Evet, ben Şöhreti kendime nikâh ettim. Fakat niçin?.. Kendisinden daha
çabuk usanp bir ayak evvel nefret etmek için!.. O menfur karı menkûham
olmadıkça beni kıskandıracak bin türlü iblisane vesaita cüretle aklımı
çileden çıkarmıya uğraşıyordu.
Sâibe bu sözlere karşı asıl kendinin aklı çileden çıkmakta olduğunu gösterir
bir yeis nazariyle dedi ki:
— Sus beyim sus. Beş on gün evvel yine burada bana oynadığınız
komedyayı şimdi aynen tekrara ne lüzum var? Şöhret Hanımdan daha
çabuk nefret etmek için onu kendinize nikâh etmek. Of., bu nasıl söz? Ne
gülünç mantık!
Sâibe kanlı mendili cebine koydu. Bir câni gibi karşısında titriyen zevcine
derin bir teesssür nazarı atfiyle dedi ki:
Sâibe bir hayli müddet ağladı. Kocası da karşıdan öyle heykel gibi dinledi.
Nihayet mendilini yüzünden ayırıp:
— Beyim, şimdiye kadar doğru bir söz söylemediniz; bari son mertliğinizi
ifadan çekinmeyiniz. Yürek dayan-mıyan şu elemlerimi mümkün mertebe
kısa kesmeğe, yani beni çabuk öldürmeğe himmet ediniz. (Sizden son ricam
budur.
Demindenberi taş gibi duran Mâil bu teklife karşı birdenbire titredi. Sâibe
yine devamla:
Nihayet Mâil kuru kuruya birkaç «öhö öhö..» salıvererek diyebildi ki:
***
Mâil o gece zevcesiyle cehennemi bir vakit geçirdi. Sabah oldu. Hemen
kendini sokağa attı. Hatveleri Samatyadaki hane cihetine doğruluyor; fakat
yüreğini korku ile karışık bir teessür sarıyordu. Ne yapacağını bilmez bir
halde başını iki eli arasında sıkıyor, gözlerini yumuyor, fakat bir gün evvel
ISâibenin beyaz keten mendile bulaştırıp da gösterdiği kan o anda nazarı
önünde o kırmızılığı ile peyda olarak âdeta yine öyle titriyor, ihtizaz
ediyordu. Bu zavallı kadına o pıhtıları kusturan kimdi? Mâil kendi... Bu
muaşakada delikanlı sağım solunu görmeden niçin bu kadar ilerlemişti? îşte
zevcesi elden gidiyordu. Kendinin Şöhrete olan aşkı Sâibeye âdeta öldürücü
bir zehir gibi tesir etmiş!.. Kendisi Şöhreti sevmekle Sâibe bundan ter
es9Ürle niçin ölüyordu? Bunda mâna var mı? Sâibe vefat ederse bu faciada
Mâil mütemadi bir kaatil addolunabilir miydi? Mâil Şöhreti, Sâibeyi
öldürmek için sevmedi ya?.. O elinden geldiği kadar ihtiyat etti; tedbir
gösterdi. Zevcesini me’yns etmemek, kıskandırmamak için yapabileceği
şeylerin cümlesini icradan geri durmadı. Netice bütün bu tedbirlerin hilâfına
zuhur etti. Şimdiye kadar ne olduysa oldu. Fakat bundan sonra Mâil,
Sâibenin kan tükürdüğünü göre göre, biçarenin marazının şiddetlenmesine
sebebiyet vereceğini bile bile yine Şöhretin hanesine gidecek mi? Bugünden
sonra Şöhreti nikâhında bulundurmak, Sâibenin ölümünü tâcil etmek
demekti. Boşasa, karının şiddeti sevdasından Mâil, kendinin de birkaç gün
sonra aynen Sâibe gibi kan tüküreceğine hiç şüphe etmiyordu. Sâibeyi
kurtarmak pek güçleşmişti. Bunun için yalnız bir yol vardı: Mâil, zevcesi
Sâibe uğruna kendini feda etmek. Sâibe öleceğine kendi ölmek... Evet; o
aralık Şöhreti ter-ketmek zavallı Mâile ölümden farksız geliyordu.
Mâil, nefsinden geçmek derecesinde bir yüksek fedakârlığı göze aldırdığı
halde Sâibeyi kurtarabilecek miydi? Biçare kadın mühlik bir hastalıkla
müsap olmuştu. Zevci mazideki her türlü aile saadetini iade ile hanesine
avdet etse bile Sâibenin yaşıyacağı yine şüpheliydi. Mâil, mü-farakatinden
sonra Şöhretin derdinden, Sâibe de zevcine karşı olan şiddetli
muhabbetinden öldükten sonra delikanlının bu fedakârlığı neye yaramış
olacaktı?
Mâil zihnen Şöheti tatlik etti. Müteakiben zuhura gelecek vukuatı gözü
önüne getirdi. Bu hareketiyle kadını eski haline, yine Şeydâ Beye, ve daha
sairlerine terket-miş olacaktı. Şöhreti onlarm arasında birtakım tahammül
edilmez ahval içinde tasavvur etti. Sâibeyi, her derdini o anda unuttu. Gûya
hakikaten boşamış da Şöhreti elinden aldırmış gibi bir his galetine düştü.
Bir tenha sokağa saptı. Başım duvara dayadı; hüngür hüngür ağlamağa
başladı. Bedbaht çocuk ne yapacağını bilemiyordu. Yolunu herhangi cihete
çevirse gönlünü, vicdanını yeisle pürhun edecek mânevi bir emir sanki:
Hayati, Mâili öyle yüz göz kızarmış, azîm bir yeis içinde görünce şaşırdı.
Sevgilisi Şöhretle evlendiğinin ertesinde beyin bu matem çehresine ne mâna
vermeli?..
— Tuhaf şey...
— Tuhaf ya... Zevcem Sâibe Hanım nikâhı haber almış; hem de yapıldığı
anda duymuş...
— Evet, bunu böyle demek, saklamağa nazaran büyük bir İnsanî hareket
sayılır.
— Anladım, sus... Biçarenin hastalığı kaabili tedavi ise yine onun Lokmanı
sen olacaksın. Senin muhabbetin kadar ona güzel tesir edecek bir deva
tasavvur olunamaz.
Hayati elini alnına götürüp bir müddet düşündükten sonra dedi ki:
— Beyefendi, bendeniz de tuhaf bir şeye tesadüf ettim. Bunu size işi
tahkikten sonra haber verecektim. Fakat iki zevce .arasında cidden müşkül
bir mevkide kaldığınız için bunu şimdi tahkikten evvel haber vermeğe
mecbur oluyorum. Efendim, bu son zamanlarda Şöhret Hanım ne vakit
sokağa çıktıysa hemen hiç birinde kendini takipten hâli kalmadım.
Nerelerde geziyor? Ne yapıyor? Kimle münasebette bulunuyor? Bu
hususları sizden ziyade ben de merak ediyordum. Şöhretin en ziyade devam
ettiği yer neresi olsa beğenirsiniz?
— Ne bileyim ben?..
— Siz bilmiyorsanız ben haber vereyim ki, sevgili Şöhretiniz sık sık
Cerrahpaşa tarafında bir bakıcı yahut büyücü karının evine devam ediyor.
— Acaip... Ne yapıyor orada? Biiyü mü yaptırtıyor?
«Ben — Etme Allahı seversen... Sen kıyak bir hovardaya benziyorsun. Lâf
açmazına kalkışırsak ben de epey sermaye tutarım. Söz uzar... Hoca Nefise
Hanım kanarya meraklısı mıdır? Demin buradan çıkan kanarya, o san
hanım kimdir?
«Karı — (Bu. sefer dikkatle yüzüme bakarak) O kadar paran çok mu? Biz
para âşıkı değiliz. Buradan sır çıkmaz. O hanımı nafile sorma.
Bu cevabı aldım, çıktım. On gün benim için hayli uzun bir müddet. Her
geçen gün merakim arttı; bakıcının civarındaki kahvehaneye devama
başladım. Gözlerim evin kapısında... Kim giriyor, çıkıyor; bir bir dikkat
ediyorum. Gelen giden hesapsız birader. Bu erbabı müracaat meya-nmda
daha kimi görsem beğenirsiniz? Tahmin et bakayım?.. , i • j i j |
— Ey, sonra?..
— Sizin için yapacak şey, bu akşam zevceniz Sâibe hanımın yanma avdet
etmektir.
girmeğe mecburum. Yanma gelemediğim günler için hiç bir özür kabul
etmiyecektir.
— O ciheti siz bana havale ediniz. Ben Şöhreti ikna ederim. Siz birkaç
akşam Sâibenin yanında kalınız. Çünkü başka türlü harekete hiç bir vicdan
kail olamaz...
11
TESADÜF
Mâil o akşam Sâibenin nezdine avdet etti. Delikanlıda garip bir hal peyda
olmuştu. Şöhretin yanında bulunduğu zaman kalbinde Sâibeye karşı bir
nevi rikkat, merhamet hissediyor, ikinci zevcesinin menfaat düşkünlüğüne,
terbiye yoksulluğuna delâlet eden bazı halleri, sözleri Mâil nazarında
Sâibeyi yükseltiyor, kıymetini artırıyor; Şöhret gibi âdi bir karıya öyle âli
tabiatli bir kadmı feda, âdeta kurban ettiği için bin teessüf ve telehhüf
izharından kendini alamıyor, Sâibeyi görünce kalbini müsterih edecek,
gönlünü alacak sözlerle muhabbet temininde bulunmak için birçok cümleler
hazırlıyordu. Fakat zavallı kadınla karşı karşıya gelince iş değişiyor, onun
hakkında gıyabında hisseylediği bu merhameti, muhabbeti hiddete, âdeta
nefrete tahavvül ediveriyor, hele Sâibeyi üzmemek için Şöhretin hanesine
gidemediği zamanlar birinci zevcesine olan gayzı istikrah derecesine
varıyordu.
Bu hilkat zâfmı düşünerek kendi kendine şaşıyordu. O akşam Sâibenin
yanma avdet ettiği ve orada bulunmak mecbıriyetinden dolayı Şöhretle
olacak mülakat zevkinden mahrumiyete katlandığı için yine Sâibeye karşı
olan rikkatine zaaf geldi. Merhameti âdeta nefret derecesini buldu. Kendi
kendine dedi ki:
nedir? «Merhametten maraz hâsıl olur» sözü meğer ne kadar doğru imiş?..
Ben şimdi bu akşam gidip de onunla ne görüşeceğim? Yine sitemler, yine
göz yaşları.. Cehennem azabından beter bir ıstırap gecesi geçireceğim. Bu
hali kısa kesmenin bir yolu yok mu? Var: Şâibeyi bırakmak... Fakat
görünürde kadının hiç bir kabahati yok. Bırakmalı ama, pederime ve âleme
karşı hiç olmazsa şunun için bıraktım diye ortaya ufak bir sebep koymalı,
♦**
Mâil işte böyle kararsız, acip bir halde idi. İki saat «onra ufak bir vesile, şu
son kararını da tehir veya tebdil ettirtebilirdi.
— Hayati, affedersin... Böyle bakıcı namı altında ahvali meçhul bir hanede
şu saatte zevcem bulunuyor. Burası nasıl evdir? Zevcem içeride ne yapıyor?
Girip görmek isterim. Bu mesele namusuma taallûk eder. İhtiraza falana
lüzum yok... Şimdi gireceğim.
Sözüyle Mâil kahveden fırladı. Hoca Hanımın kapısını çaldı. Çok sürmedi;
kapı açıldı. Aralıktan, kim olduğu, ne istediği? Mâilden sual edildi.
Delikanlı cevap olarak var kuvvetiyle kapıya dayandı, içeri .girdi. Hayati de
arkasından yetişti. Kapı içeriden tekrar kapandı.
Sâibenin arabacısı Mâili gördü. Böyle telâşla kapı çalıp içeri girmesinden
evin içinde bir gürültü kopacağım anlıyarak herif ellerini oğuşturmağa
başladı.
***
Hoca Nefise Hanım, Sâibe ile Şöhretin ayni günde hanesine müracaatla
orada yekdiğerine tesadüflerini men emrinde her ikisinin gelmeleri için bir
iki hafta fasıla ile' hususî kabul günleri tâyininde kusur etmemişti. Lâkin bir
acip tesadüf, karının bu tedbirini hükümsüz bıraktı. Bakınız nasıl...
Sâibe, bakıcı Nefise Hanımın talimatına tevfikan Mâil Beyle kavga edip de
zevcini beş on gün yanından kaçıra—
rak pek müellim nedametlere düştüğü hangâmede Hoca Nefise Hanıma olan
tam itikadı biraz bozulmuş, onun sözüyle hareket ettiğine âdeta pişman
olmuştu. O aralık bakıcıya vukubulan ziyaretlerinin birinde Sâibenin.
ağlıya-rak hiddetle:
Hoca Hanımı ziyaret günü vürut etti. Sâibe gidip gitmemeyi düşündü.
«Denize düşen yılana sarılır» meseli hükmünce Hoca Hanımın falının
vaatlerine emniyet yüzde beş, on nisbetinde caiz olsa bile şu küçük ümidi
boşla-mamayı her halde daha muvafık addederek nihayet gitmeğe karar
vermişti.
Şu aralık Şöhretin hali de .görülecek gibiydi. Hoca Hanımın büyücülük ve
falcılıktaki keskinliği, nikâhın akdinde gösterdiği sürat muvaffakiyetle
mânen ve maddeten sabit oldu. Şöhret nikâhın ertesi günü Çardaklı bakıcıya
gitti. Minnettarane bir hayretle Nefisenin elini, eteğini öptü. Mevcut nakdi
neden ibaretse hemen cümlesini şükran eseri olarak takdim etti. Fakat
nikâhın ertesi Hoca Hanımın istihraçlarına pek muvafık düşmedi. Haftanın
çok günlerini Şöhretini nezdinde geçirmeğe yemin etmiş, zevcelik
haklarında İkinciyi birinciye her suretle takdim eyliyeceğini el yazısiyle
muharrer senetle takyid' etmişken Mâilin nikâhtan sonra gidip dört beş gece
gelme-yişi Şöhreti büyük bir telâşa düşürmüştü. Zevci beyefendi haneden
ilk ayrıldığında böyle devamlı surette dört beş gece gözükmezse bu nikâhın
istikbalinde hayır umulur mu?..
— Nikâh halkasını boynuma geçirdi ya, artık Mâil Beyefendinin her emrine
itaate mecbur bir zevcesi oldum. Canı isterse yanıma gelecek; istemezse
gelmiyecek. Eğer bey zihninden böyle kuruyorsa ne kadar hata ettiğini çok
geçmeden anlar... Kendisi böyle haftalarla benim yanıma uğramasın, ben
burada, acaba beyim ne vakit gelecek diye gözlerim pencerelerde aylarla
bekliyeyim, öyle mi? Oh kuzum, yağma yok... Ben öcümü insandan çabuk
çıkarırım. Beni nereden ve ne şartla aldığını pek akimdan çıkarmasın...
Hayati bir akşam Şöhretin hanesine zilzuma sarhoş geldi. Karı yine Mâili
sorarak bağırıp çağırmağa başladı. Nihayet delikanlı bedmestane bir
telâffuz taraiyle:
— Civanım, zorun ne?.. Mâil gelmezse gelmesin. Benim kara gözlerim seni
tesellye kifayet etmez mi?
— De de de.... O nasıl söz, kaka bebek?.. Ben adamın ağzına avuçla kırmızı
biber doldururum.
— Hayati Efendi, gözlerini iyi aç... Ben senin anladıklarından değilim. Vah
zavallı Mâil vah!..
O gece tepsiye istif edilen bu muhabbet tatlısı birkaç akşam 9onra fırına
verildi. Şöhret yine Mâili seviyor, Hayati yine arkadaşına karşı kardeşlikte
devam ediyordu. Bu çapkınla bu fahişe arasında ateşlenen şu yeni muhabbet
mâzeretinin bütün hikmeti: «Bunu bir sen bileceksin, bir ben..» düsturu
olmuştu. Mâil duymadıktan, bu hususta bir şüpheye düşmedikten sonra bu
muhabbetin Şöhretle Hayatiye yeni bir zevk bahşetmekten başka kime ne
zararıı olabilir?
Zavallı Mâil, Şöhrete hayatını vakfetmek için, birkaç aylık ömrü kalmış
Sâibeyi terke türlü vesileler arar, vicdanını müsterih edecek beyhude özürler
icadına uğraşırken beri yanda böyle bir alış verişin başlaması, Mâilin
mevkiini kan tüküren zevcesininkinden daha elîm bir hale getiriyordu.
Mâil, Sâibeyi boşamak için nasıl vicdanî özürler ararken mânen mes’uliyeti
tahfife uğraşıyorsa, böyle havaî vicdan özürlerini Şöhretle beyinlerinde
açılan gayri vicdanî muhabbete tatbik emrinde Hayati Beyefendi de te-
kâsülü tecviz etmiyordu. Hayatinin vicdanî mazereti şu idi: Zevcesi Sâibe
hakkında bu mertebe insafsızlık eden, biçarenin mühlik bir marazla
musabiyeti tahakkuk ettikten sonra yine Şöhrete olan muhabbet seyyiesinde
temerrüt gösteren Mâil gibi zâfına mağlûp bir herife her ne yapılsa azdır.
Mâile ile Sâibenin araları ne kadar düzelirse kendi için istifadeye o kadar
meydan kalacağından, Hayati arkadaşını daima birinci zevcesiyle güzel
geçinmeğe, vaktinin büyük kısmını orada geçirmeğe şevke uğraşıyordu.
***
Bu tesadüfün garabeti, Nefisenin tedbirleri hilâfına Sâibe ile Şöhretin, fazla
olarak Mâilin de ayni günde bakıcının hanesinde birleşmelerinden ibaret
kaldı.
— Alık kız, bu kadar seneden sonra hiç entari, bilezik bulunur mu? Siz
onları Nefise ile birlikte çarşıya götürüp haraç mezat satmadınız mı?
— Sattık anacığım ama, hoca karı onları mal sahibinin yanında öyle suretâ
satar gibi yaparmış da sonra arkadan gider, birer birer toplarmış. Bizimki
öyle demedi mi? Ben yine inat ederim ki bu eşya Nefisenin evindedir. Üç
yüz kuruşa çıkan paçalığı o hiç öyle beş mecidiyeye veriverir mi? Onu
evine götürmüş, kızına giydirmek için saklamıştır. A. inan olsun anne
öyledir...
Filhakika otuz kuruşu alıp hocaya götürmüşler, fakat dokuz mecidiyeyi elde
edememişler; sirkatleri anlaşılmış; ana kız, ikisi de Rıfkı Efendiden birer
dayak daha yemişlerdi. Fakat bu dayaklar, tekdirlerle uslanmaları kabil
olmadığından, dolandırılan eşyayı elde etmek için fırsat düştükçe bulup
buluşturarak üste daha para sarfiyle hâlâ hocalara, falcılara müracaattan geri
duramıyorlardı.
Sâibe ile Şöhretin, Nefisenin evine tesadüfen geldikleri günü yine o akşam
Gülsüm rüyasında paçalığını görmüş, sabahleyin içi yanarak, yüreği
çarparak uyanmış olduğundan o yeisle hem kendi ağlayıp hem de annesini
:S
îmâmeciler ana kız, Gülsümler ana kız, yani dört kadın, yarım düzine kadar
irili ufaklı çocuk ve bunlara ait bez bohçaları, yemiş sepetleri, küçük boyalı
def, tepesi tüylü çıngırak; dilli düdük; kaynana zırıltısı kabilinden bir hayli
oyuncak...
— Hû kardeş, Seher! Ben kesemi evde unutmuşum. Bana on par acık ödünç
ver. Yemiş almadan bu kucağımdaki yumurcak susmıyacak. Eve gidince
veririm. Sakın merak etme. Senden ödünç para aldığımı kocana da
söyleme... Neye lâzım, lâkırdı olur...
— Vah yavrum!.. Gel kızım Sâibeciğim. Niçin bu kadar keder ediyorsun iki
gözüm?.. Kocanla aranız nasıl?..
— Nasıl olacak, Hoca Hanım?.. Aramıza öyle bir fahişe girdikten sonra
güzel geçim kabü olur mu? Size doğrusunu söyliyeyim, Mâilin yola
geleceğinden artık hiç ümidim yok. Gözleri o derece kararmış, ahlâkı o
mertebe bozulmuş ki, Şöhretten başka ne bir şey görüyor; ne işitiyor...
(Mendilini çıkarıp ağlıyarak) Siz bakıcısınız. Benden âlâ bilirsiniz. Fakat
ben öyle hissediyorum, öyle görüyorum ki bundan sonra mümkün değil
Mâili kimse imlâya getiremez. O bitti, bozuldu, mahvoldu. Beraber ben de
bittim. Bari daha evvel ölüp de kocamın son harabisini görmesem... Hoca
Hanım, bu sözlerime gücenmeyiniz, îçim yanıyor, bütün kalbimdekileri
dosdoğru söylüyorum.
Hoca Hanım bir müddet kendi kendine bir şeyler homurdandıktan sonra:
Sâibe yanında duran bir ipekli bohçayı açarak mendil, don, fanile ve saire
nev’inden birkaç çamaşır çıkardı. Hoca Hanımın emriyle bunları birer birer
minder üzerine dizdi.
Evin alt katından bazı gürültüler işitilir. Fakat Nefise aldırmıyarak yine
nutkunda devam eder:
— Yavaş yavaş kızım yavaş yavaş... Ben hangi iş ki üzerime alıp da (uhde)
sinden gelmemişim bakayım? Beni bilenlerden, tecrübe edenlerden sor da
anla... (Minder üzerinde duran çamaşırları parmağı üe göstererek) Mâil
denilen o kepazeyi ben şu çamaşırların bezi gibi yumuşak bir hale...
O esnada önde Mâil, arkada Hayati, oda kapısından içeri iki baş girdi.
Nefisenin son hezeyamna cevaben Mâil:
Mâil bağırarak:
Sâibe inliyerek:
— Süs... Hangi Mâil?.. Kepaze Mâil, değil mi? Beni |o sıfata mevsuf eden
kabahatim sana koca oluşumdur. Hep işitin: Zevcem Sâibe Hanımı
bıraktım...
de..» tevbihiyle kaldırdığı parmağını, evet, yine o, tedip elini bu defa Mâile
kaldırarak:
— Zevcesi Sâibe Hanımı bir şüphe üzerine takip edi- * yordu. (Eliyle
'Sâibeyi göstererek) Hanım buraya geldi. Bey de arkasından girdi...
— Mâil Beyin uzun müddet kapattıktan sonra yakında kendine nikâh ettiği
meşhur Şöhret sensin galiba? Ne mal olduğun halinden, kıyafetinden
anlaşılıyor. Buraya gelmek ayıp bir hareketse senin ne işin var? Büyüleri
yaptın, beye vardın. Başka ne derdin kaldı ki, hâlâ geliyorsun? Yoksa şimdi
de bundan boşanıp başkalarına mı varacaksın?.. (Mâile hitaben) Beyefendi,
dilinizi fare mi yedi?.. Bu karı da nikâhlınız değil mi? Buraya niçin gel-
miş, ona da sorsanıza!.. Kucağımda yatan bu zavallı Sâibe nikâhınızdan
kurtulduğu için bence şuı saatte şayanı tebriktir. Sizin lâyığınız işte bu
Şöhret gibi karılardır. Allah sizi birbirinize mübarek etsin...
O sırada evin içinde birçok çığlık peyda oldu. Gürültü arasından bir kadın
sadasınm şöyle dediği yarı anlaşılıyordu:
Yine o aralık odaya ,Sâibe Hanımın arabacısı Recep ağa g^rdi. Nimeti
Hanım hemen Recebi çağırdı. Yan ölü bir halde bulunan Sâibenin biri bir
koltuğuna, diğeri öbür koltuğuna girdiler, zavallıyı arabaya indirdiler.
•*•
Sâibeyi takiben Mâil, hiddetle bakıcının evine girince içeride bir gürültü
kopacağım arabacı anlamıştı. Safai Efendi ailesinin lûtufdidesi bulunmak
hasebiyle sadık Recep Ağa bir türlü dışarıda duramıyarak, lüzumu
takdirinde hanımının imdadına koşmak üzere evin bahçesine girmek
lüzumunu hisseylemişti. Bu kararını icra için, suk istemek bahanesiyle
kapıyı çalmış, açılınca itip içeri girerek hanımı evin içinde bulundukça
kendi de bahçede duracağını kapıyı açana beyan ile dışarı çıkmamıştı.
Recep Ağa içeride iken bir daha kapı çalınmış, arabacı hanedekilerden izin
almaksızın kapıyı açmış ve içeriye Şöhret girmişti.
Mâil, Hayati, Nimeti Hanım, Şöhret, Gülsümler, çoluk çocuk hep birer defa
Nefisenin yüzüne tükürdüler. Bu Mel’un karının cezayı sezâsını görmesi
için lâzım gelen muameleye başlandı.
Nimeti Hanım arabada Sâibeyi ayıltıp Recep Ağaya, artık çek emrini
verdiği esnada iki eliyle yüzünü kapayarak bir tavrı istiaze ile:
— Of... baharın bu şevkleri içinde gönlümü ne büyük bir hüzün istilâ ediyor
bilseler... Doğduğu yerde kimsesizlik, gariplik; hastalık...
Dedi. O esnada sıçrıya bağnşa bir alay fukara çocuğu geçiyordu. İçlerinden
kumral saçlı, mavi entarili beş altı yaşında bir kızı, kolundan yakaladı. O,
öpmek istiyor, kız çırpınıyordu.
Cebini karıştırdı; bir onluk buldu; çocuğun gönlünü almak için parayı verdi;
onluğun sevinciyle kız yanağını bu lûtufkârın zayıf, renksiz dudaklarına bir
lâhza uzattı.
— Kaçma yavrum... Benim de senin gibi bir kızım vardı. Vaktiyle kıymetini
bilmediğim için şimdi hep çocuklar benden nefret ediyorlar sanıyorum.
Dedi; ayağa kalktı. Mezarlık yoluma doğru ağır ağır yürümeğe başladı.
Hayli yürüdü; sola döndü; eski mezar taşlarından üç kademeli bir merdiven
teşkil edilmiş bir mahalden çıktı; kabristana dahil oldu. Taze çimenleri çiğ-
niyerek mezar taşları, serviler arasından dolaşarak birkaç dakika yürüdü.
Hemen bütün efradı ebedî uykuya varmış bir aile makberesine yaklaştı. Beş
on adımlık mesafede kemali huzû ile durdu. Zâfı. diz kesikliği, halecanı
arttı. Zavallı dermansız titriyordu. Yaklaşmağa mânevî bir istizan
makamında ellerini açtı. Üç ihlâs ile bir fatihai şerife okudu; medfun
olanların ruhlarına ihda etti. Sonra huşû ile ilerledi. Sütunların zirvesinde
yelpaze gibi yaldızlı birer saksı açmış yüksek bir mezarın önünde durdu.
Mermerin altında yatanın hayat tarihçesini zâirlerin nazarlarına arzeden
mavi zemin üzerindeki yaldızlı satırlara baktı.
Mısraını mırıldandı.
Cümlesini kıraat etti. Başını mermere vurarak şehide-nin ruhuna bir fatiha
okuyabildi. Kabrin kenarına yığıla-kaldı. Meyusun zihnine o anda o kadar
müellim hâtırat hücum etti ki, bunlan şimdi lâhdin kurbünde tahattur ile
merhumenin şu ebedî uykusunu ihlâlden korkuyor, Sâibe hemen rahat
mezarından fırlıyarak, o kanlı mendili, jp mazlumiyet nişanesini râşedar
parmaklariyle yine gözlerine tutacak zannediyordu.
Eski Mâil şimdi bir sefildi. Bir vefakârı, bir kimsesi, bir ümidi kalmamıştı.
Hayatın bütün boşluğu, karanlığı, gözlerini nevmidî ile doldurdukça ana
baba nüvazışinden, zevce, evlât muhabbetinden, hastane köşelerine kadar
olan sukut derekelerini hesaplamak,, zihninden geçirmek için artık en
müntehap tefekkür mevkii o mezardı. Şimdi bu makber, Mâilin hem
eleminin, hem inşirahının sebebi idi. Hayatında lâkaydisiyle öldürdüğü
zevcesini vefatından sonra bu sık ziyaretleri, bu nevmidane savletleriyle
bîzar ediyordu. Fakat ne yapsın? Şimdiki sefü hayatına tahammül
edebilmek için geçen ömründen aradığı tesli-yeti o mezardan başka bir
yerde bulamıyordu. Dünyada samimiyetle yalnız Sâibe tarafından
sevildiğini hissettiği günü bu hakikati anlamış, sevilmek için derununa
sokulacak bir kalb aramış, heyhat, o mezardan başkasını bulamamış, Sâibe
ile kaybettiği muhabbet saadetinin kadrini o zaman takdir etmişti.
Mezarın tarihine baktı. Bunu ziyaretinin her defasında şimdiye kadar belki
yüz defa hesaplamıştı. Fakat zihninin o perişanlığı ile yine hesaplamıya
uğraşarak par-maklariyle saydı, saydı: i j
— Vay Şöhret!.. ,
Diye hitap edince, karı, zehirlediği kimseyi unutmı-yan bir yılan gibi başım
kaldırmış:
Cevabını vermiş. Mâil son nefretiyle karıyı boğmak için boğazına atılmış...
Etraftan yetişmişler, bu eski âşık mâşuku birbirinin intikamından zor
ayırmışlardı.
Mâil o zamandanberi öyle sefilâne bir hayat geçirmiş İdi ki, tefsir edilse bir
ikinci roman olur...
Bedbaht delikanlı, kızı Makbuleyi görmek için kaç kere Safai Efendinin
konağına müracaat etmiş, fakat İçeri kabul olunmamıştı. Kızın yanında sefil
pederinin ismi kale alınmıyor, onun varlığından hiç bir şey
hissettirilmiyordu.
SON