You are on page 1of 31

Nancy ajram – yebelet

Evet Efendim bugün de her ne kadar muzip bir tavrı da olsa çok şükür yolumuz bir Doğu lisânı şarkıya
uğradı. Koca bir haftayı deviren yorgun bedenlerin azığı, çay ve kitaptır. Elime Bir Şark Masalı olarak
Voltaire’dan Zadig isimli eser geçmiş iken bir sonraki şarkıda buluşmak üzere kitabımı okumaya
gidiyorum. Kalbim ise hâlâ, bugün kritiğini yaptığımız ve üzerine uzun uzun tefekkür ettiğim, kız
çocukları üzerine söylenmiş onlarca ve dahi yüzlerce hadiste. Şimdilik, "İlk çocuğunun kız olması,
kadının bereketindendir." (İbn. Asakir) ile başlıyor, ‘’Çarşıdan getirilen şeyi çocuklar arasında taksim
ederken, kızlardan başlamalı. Onlar kalben daha hassas, ruhen daha incedir.’’ (Şir’a) ile bu külliyatı
burada kesiyorum ve mevzuya naçizane bir dikkat çekmek istiyorum. Tecessüp buyurup okunmalı
diye düşünürken, şarkım da bana dedi ki; ‘’Kızlar, kızlar, kızlar… Kız çocuğu olmayanlar var ya, Ne
şefkâtin ne de hayatın tadına varabilmişler. Günler daha bir tatlı gözümde, Çünkü benim kız
çocuklarım var. Böylece ben, ne yerin sarsıldığını, Ne duvarın üzerime geldiğini gördüm. … Alkışlayın,
dans edin çocuklar, Artık mutluluğun vakti yok. Sen doğduğunda da böyle gülümsüyordun, Böylece
benim bayramlarım arttıkça arttı.’’

kayadan indim bugün...

Geçen gün, metroda, biri yanıma diğeri karşıma iki hanım oturdu. Devam eden muhabbetlerini biri,
"...önce âşık olmam lazım." diyerek bitirdi. O ân bir düşüncedir aldı beni. Bunu iddia eden birinin
hâliyle âşık olması için evvelâ, âşk'ın tanımını yapması, kendine ''Efendim bu nedir, nece bir hâldir?''
diye sorması gerekir. Sonra her yer âşık olduğunu iddia edip aslında âşık olmayan, hevesle başlayıp
hevesle devam eden, ardınca da kavga gürültü ile sürüp ayrılıkla sonuçlanan çiftle kaynıyor. Öyle ise,
NEDİR ÂŞK? Gördüğünüz ân elinizi ayağınızı dolayan, kendinizden geçmesine sebep olan unsur kabûl
edelim ki beşerîdir. Günümüz insanı buna genelde, 'fiziksel görünüş' der. Ben, ‘beşerî’ demeyi tercih
ediyorum. Oysa, vakit geçtikçe beşerî yönü değil de karşınızdaki kişi hakkında oluşacak düşünceler
besler asıl sizi ve aranızdaki münâsebeti. İşte biz buradan sonraki kalbî yakınlığa, 'muhabbet' diyoruz.
Sonrası bir gül bahçesi, bir gülistân olur ki sormayın. Ne hoş bakıyor, ne hoş düşünmüş, ne latîf hâlleri
var diye kıvrandıran; o’dur. Gamzede bir gül tohumu olur, gülünce yüzünüz güller açar. Râyihası,
bezm-i elesti hatra getiren bir unsurdur. Seveni de sevgiliyi de sarhoş eder... Bu vakitten sonra yazılır
şiirler, söylenir şarkılar. Sâzın teli bir başka gerilir, ses bir başka tınlar. ‘’Ben yârime gül demem, gülün
ömrü az olur.’’ deme inceliğini gösterebilmek ancak böyle bir kalbî yakınlık, ülfet ile mümkündür.
Daha ne diyeyim, nasıl anlatayım? Demiyor mu olanca sehl-i mümteni hâli ile üstâd-bestekâr ve
güftekâr hâfız Sadettin Kaynak; ‘’Gönül nedir bilene gönül veresim gelir, Gönülden bilmeyene hissiz
diyesim gelir. Âşk nedir, sevdâ nedir, bunu bilmek gerekdir, Gönülden bilmeyene hissiz diyesim gelir.’’
*

omar faruk tekbilek | why...

'İnsanların en fazîletlisi, tenhâ yerlerden herhangi bir yere kapanıp, burada Rabb'ine ibadette bulunan
ve halkı, kötülüklerinden emin kalmak için terk edendir.'' | Hadis-i Şerif * * * Temizlik takıntısı
sebebiyle (ki bunu asla tasvip etmiyorum) bu zamana kadar zorunda kalmadıkça evimin haricinde
başka bir mekânda namaz kılmamaya çalıştım. Son 1-2 yıldır bunu kırmış, namazı kaçırmaktansa
bulduğum bir mescitte namazı zar zor kılmaya başlamıştım. Âhir zamanın meşguliyetlerine
kaptırmışken kendimi, öğle vaktinin girmesi ile namazı kılacak bir mescid aradı gözlerim. Üç arkadaş
bir iş üzerinde çalışırken(!), 4 yıl önce 100 metre kadar ileride bulunan bir devlet binasının kıytı
köşesinde küçük ve rutubetli bir odanın, yere bir hasır serilip iki seccade atılarak bir mescid haline
getirildiği kalmış aklımda. Kurumun merkezindeki camiye kadar gitmektense ben bir gidip oraya
bakayım, varsa mescid kılıp geleyim diye kalktım yanlarından. Bu sebeple o gün yolum, yeşil kentin
ismi ile müsemmâ olacak bir temsiliyet ile kocaman bir ormanın içine kurulmuş bu rutubetli devlet
binasına, bulunduğum konum itibari ile o mescide, o derme çatma mescide düşmüştü. Gittim, elimle
koymuş gibi buldum o odayı. 4 yıl önce bıraktığım gibiydi hâlâ; zemin katta, yeşil bir alan tarafında,
küçük, rutubetli, ıssız ve bakımsız... ''Aman arkadaşlarımı bekletmeyeyim.'' diye hışımla girdim içeri,
hemen çantamı bir kenara koydum ve feracemi derip toplayıp tekbir getirdim. ...ve o ân, sandım ki
başka bir âleme geçtim. Hayatım boyunca böyle bir sessizlik duydum mu bilmiyorum. İşittiğim tek şey
sessizlikti. Bu ücra yere konumlanmış binada ne insan sesi mevcuttu ne de yoldan geçen bir arabanın
sesi. Böceklerin ve kuşların sesinden başka işitilen hiçbir ses yoktu. Dudağımdan dualara dökülen
fısıltılar, tabiatın sesine karışıyordu. İlk rekatta secdeye giderken içimden sadece ''Allah'ım...''
diyebildiğimi hatırlıyorum. Ardından hıçkırarak ağlamaya başladım. Pencereler açıktı, içeriye eşyânın
zikrinin sesi doluyordu. Ormana dönük bir çatı altında, tabiat gümbür gümbür ''Allah...Allah...Allah...''
diye zikrederken, yüzümü Kabe'ye dönmüştüm. Secde üzerinde eriyen her zamanda ölüme bir adım
daha yaklaşıyordum. Dışarıdan ise şu an kuvvetim bilip de hafif bir üfleme ile üzerimden seyirteceğim
börtü böceğin, rızkı olarak beni beklediğini söyleyen seslerini işitiyordum. Tabiata baktım. Sonra,
börtü böceğin rızkı olarak dönüp bir de kendime baktım. Toprak, secde üzerinde erittiğim her saniye
sonrasında daha da çağırıyor, içine çekiyordu beni. Etimi kara toprağa karacakları o gün gelecekti,
ölecektim. Böceklerin rızkı olarak toprağını altına girecektim. Ne kadar da çok Allah'ındım, ne kadar
da çok toprak kokuyordum öyle! Eşyâ konuşuyordu âdeta, tabiat konuşuyordu, çekirgelerin her
fısıltısında o zikri duyuyordum. Öyle bir lezzetti, öyle bir lezzet idi ki... Başka bir âlemde gibiydim.
Hıçkırıklarımı kontrol edemez hâle gelmiştim ki namaz bitsin istemedim, okuduğum duanın her
kelîmesini müşahade ediyordum. Alnıma rahmetin nefesi değiyordu sanki. Secdemde diriliyordum,
secdemde duruluyordum. Göğüs kafesim açılmış gibiydi, secdeye eğildiğimde kalbimden dökülenleri
sadece heceleyebiliyordum artık: ‘’Subhane rabbiye'l âlâ; Sen varsın... Sen âlâsın... Eksiklikten uzaksın,
noksanlıktan muallasın. Kusurdan mukaddessin...’’ Miracımın kab-ı kavseyninde idim. Ben'i, aradan
çıkardığım bir hâl üzere idim. Namazı bitirdikten sonra sırtımı duvara yaslayıp sadece eşyânın zikrini
dinledim. 1 saat kadar öyle kalmış olacağım ki, nerede kaldın merak ettik diye çalan telefonun sesi ile
irkildim. Acele ile doğrulup, nemli gözlerimi sildim. Kırışmış feracemi, uyuşmuş kollarımı silkip,
bacaklarıma kan yürüdükten sonra bu 3 metrekare bile olmayan ama saatlerce bana bir seyrân yeri
olan o mescidden çıktım gittim. * * * ‘’Sivrisinek tantanasını kesse, bal arısı demdemesini bozsa, sizin
şevkiniz hiç bozulmasın; hiç teessüf etmeyiniz. Zira, kâinatı nağamatıyla raksa getiren hakaikin
esrarını ihtizaza veren musika-i İlâhiye, hiç durmuyor; mütemadiyen güm güm eder!’’ ***
http://www.resimag.com/p1/6b4b645142.... 14 Nisan 2016 21.12 * Mesnevi’nin ilk 18 beytinin
Farsça yazılı olduğu bu eşsiz tablonun sanatkârı Gülçin Anmaç’tır.

muhayyerkürdî ilâhî | elif ömürlü uyar | kimi dost'a varır...

Farisi bir tanışımdan işitmiştim, İran'da şöyle bir şey söylenirmiş: ''Hüner âmuz, çi hünermend her câ
reved gadr bîned.'' Yani, ‘’Sanat öğren, zirâ sanatkâr gittiği her yerde takdir görür.’’ Bu sözü bana
anımsatan, az evvel Sahaflar Tekkesi’nde karşılaştığım bir fotoğraf ki orada da Tükçe anlamı ile şöyle
yazıyor; ‘’Şiir okuyun, indirim alın.’’ Sanata kudsiyet atfetmiyorum ama insana iyi gelen bir yanı
olduğuna gönülden inanıyorum. Gerek modern psikoloji gerekse bizim Geleneğimiz bu konuda
hemfikir. Sigmund Freud, medeniyeti uygar bir toplumda yaşamanın bedeli olarak görüyor.
Geleneğimiz ise, sanatın insanı eğilleştirdiğini, latîfleştirdiğini ve güzelleştirdiğini… Fakat burada akla
bir soru geliyor. Sanat sanat da, peki bu sanat hangi sanat? İşte bunu da Ali Şeriati çok güzel
yanıtlıyor; ‘’Sanat, Allah'ın insana verdiği bir emânettir. Allah bu emâneti; yere, göğe, bütün dağ ve
denizlere sundu ama hiçbiri yüklenmedi. Bu ifadeyle anlatılmak istenen, Allah'ın durup "Ey dağ ve
gökyüzü! Siz ister misiniz bu emaneti?" demesi ve onların da "Hayır!" demeleri, sonra insanın
yüklenmesi değildir. Aksine, dağlar ve denizler, yaratıcılık, duyarlılık ve var olandan fazla bir ihtiyaca
sahip değildirler. Onlar ne muhtaç olduklarını, ne ıstırap çektiklerini, ne dertli olduklarını, ne de
yaratabileceklerini hissederler. Sadece insandır, yüklenen. Neyi? Hissedebildiği, seçebildiği ve
yaratabildiği bir yeteneği. Sanat; tabiat ve varlığı, istediği halde bulunmayan şekle sokmak veya
isteyip de bulamadığı şeyleri meydana getirmek için, Tanrı'nın yaratmasının tecellisi olan bu varlığın
sürdürülmesinde insan yaratıcılığının tezâhürüdür." | A. Şeriati, Sanat, s. 30 Çok yalın ama bir o kadar
da çarpıcı ifâdeler. Bir yaratma tezâhürü olarak sanat… Buna nâil olabilmek, bu hususta mâhir
olabilmek kadar güzel ne olabilir? Sanat konusunda mâhir olduğumu söyleyemem, bu çok iddialı olur
ama sanata meyyâl olduğumu gönül rahatlığı ile söyleyebilirim. Gözümüzün gördüğünün, kulağımızın
işittiğinin, aklımızın okuyup telaffuz ettiğinin de bir karşılığı ve bedeli var. Bu bedeli ağır ödemek
istemiyorsak, üç unsura da dikkat etmemiz gerekiyor diye düşünüyorum. Gördüklerimiz, işittiklerimiz
ve okuduklarımız… Bu sebeple izlediğmiz tablolar, işittiğimiz şarkılar, okuduğumuz kitaplar özenle
seçilmeli ki; asıl sanatın tadına varabilelim. * Tüm bunların yanında bir konuya da değinmem
gerekiyor ki, 3-4 günü alan bir süre içinde ileti kutusunun epeyi mesaj ile dolmuş olduğunu fark ettim.
Bu mesajların içeriği ise YouTube içerisinde ‘’rû ‫ ’’رو‬ya benzer kanalların ve paylaşımların türediği
yönünde. Bu durum daha çok ‘’taklit’’ ile nitelendirilmiş ve benim bu durumlara karşı sessiz kalışım
konusundaki rahatsızlıklar dile getirilmiş. Gönlüme gönül bağlayan her bir gönlün o ince
hassasiyetinden öperim, Allah razı olsun. Fakat şöyle ki, kime ne diyebilirim? Takdir ediliyorsan değil,
taklit ediliyorsan başarmışsın demektir; diyen Einstein… Ben yine de taklit değil de örnek diye
nitelendirmek istiyorum ki kimsenin gönlünü kırmak istemiyorum. Öyle ise diyorum, Einstein haklı?
Kime ne diyebilirim? Hep dedim, benim gayem ehl-i irfânın dediği gibi: Sükut kıvamındaki çığlığı, ne
kardaş ne arkadaş; yalnızca haldâş olanlar duyarlar… üzre idi. Güzel şeyler işitip güzel şeyler
görebilelim, güzel şahsiyetlerle tanış olabilelim ve birbirimize karışabilelim maksatlı idi. İzlenme
oranları ne yazık ki kanal başarısını göstermiyor çünkü herkes link ile şarkıyı indirip bilgisayarında
dinliyor. Abone sayısı ise şöhretin âfet olduğunun en büyük kanıtı, bu hususta istekli nasıl olunur?
Süleyman Seyfi Öğün hoca, Mimesis yani sanat eserinin taklidi için yazdığı bir yazıda; ‘’Süreç içinde
mukallide (taklit edene) yüz verilmez; acemiliklerine ise kelimenin tam anlamıyla ‘’göz yumulur’’.
diyor. Ben ancak kendi adıma konuşabilirim. Benim için videoların açıklamaları ‘’laf kalabalığı’’
yapmak adına değil, derûnî ve ilmî meseleleri aktarabilmek, bunu da bu maksatla yapmaktır. Bu
sebeple türeyen benzer kanallar ve izinsiz paylaşımlar hakkında kem bakmak, kötü söz etmek benim
haddim değil. Bana gönül koymanızı yahut başkasında gönül kırmamızı da istemem. Sizlerin hassas ve
ince gönüllerinizi Allah’a emânet ediyorum; Elif Ömürlü Uyar Hanımefendi’nin bu latîf sesinden
şâhane bir ilâhi kaydını, şâhane sâz kayıtları ile dinlemeniz için daha da gevezelik etmeyi bırakıyorum
Efendim. İşittiğiniz ses, kanûn, tanbur ve ney şifâ olsun. Vakt-i şerîfler hayr’olsun ahâli. * Muhayyer
Kürdî (İlâhî) Beste: Yahyâ Soyyiğit Güfte: Ahmet Soyyiğit ''Kimi dosta varır, dosta bendolur Kimi nefse
uyar, kahrolur gider Kimi tevbe eder, esfiyâ olur Kimi inâd eder, eşkıyâ gider Kimi gülistanda gonca gül
olur Kimi gonca güle hâr olur gider Kimi Hakk’(a) âşıktır, hem mâşuk odur Kimi Hak değildir, zây(i) olur
gider Kimi Ahmed seni uzaktan tanır Kimi yaklaşır da kör olur gider''

| yansımalar...
Cahit Zarifoğlu'nu zarif yapan, günümüzde oradan buradan sunulan ve çoğu ona ait olmayan aşk
minvalinde şiirler değildir. Her insanın bir âlemi, yani bir derûnî dünyası vardır. Huyları, hâlleri... İşte
en mahreminden iki avcumuz arasına süzülmüş o satırlarda gördüğümüz zariflik, onun şâirliğine değil,
kendi derûnî âlemine aittir. Bir bakın Cahit Zarifoğlu, Bir Değirmendir Bu Dünya’da ne diyor: 1.
Namazlarınızı tadil-i erkân üzere kılın. 2. İlmihâl okuyun. 3. Evimize yasaklı şeyler sokmayın. (Yazık ki
televizyon ile bunları koyarız, diyor.) 4. Mobilyaya, eşyâya mahkûm olmayın. 5. İsraf etmeyin. 6.
Kur'an okuyun, siyer okuyun. 7. Suriye'yi, Filistin'i, Afganistan'ı unutmayın. 8. Eşlerinize, çocuklarınıza
iyi davranın. 9. Babalar, erkenden eve gidin. 10. Gıybet, dedikodu etmeyin. 11. Faiz yemeyin. 12.
Güzelliği yayın. 13. Boş, malayani şeyleri terk edin. 14. İslâm’ı, münazara konusu etmeyin. 15.
Particilik yapmayın. 16. Namazlarınızı camide kılın. * * * ‘’Babalar, erkenden eve gidin.’’ * * * Peki,
n’için, babalar eve erken gidin, diyor Zarifoğlu? Aynı misâllere Teoman Duralı hoca da değiniyor,
‘’Ev…’’ diyor, ‘’Erkeğin derin bir nefes aldığı yerdir.’’ Evlerimiz bizim küçük devletlerimiz. Bu hânelerin
her biri kendi başına bir devlet değil de nedir? Öksürüğümüze ya da gürültümüze, ''Komşum hayr
olsun?'' diye gelen komşu verir evler. Muhit verir. Esnaf verir, memlekete dönüldüğünde elinde
büyüdüğümüz bakkal ve manav amcaların ''Amman benim oğlum/kızım gelmiş, hoş gelmiş'' diyerek
neşelendiği. Ellerinde çayı, yüzlerinde o gülümseme… Sonra ev, bir erkeğin saadetidir. Düzensizliğin
artık bir düzen olduğu şu zamanda, insanlar eski düzenin hasretini ninelerinden ve dedelerinden
aldıkları genlerde duyumsuyor. Herkesin içinde bir boşluk, hissediyor fakat ifâde edemiyor. Oysa ev,
bir çocuğun ilk adımını attığı, bacaklarına kuvvetin yürüdüğü ilk yerdir. Bir evin mutfağına, bir evin
ehliyyetine sahip olmak ve işten eve dönen erkeğin minnet dolu tebessümü; saadet için az şeyler
midir sorarım size? Bu yüzden, en mahrem halceğizinizle, en dostâne evceğizinizde demlenesiniz;
demlenesiniz ve evlerinizde huzur bulasınız, huzurda dâim olasınız dilerim ahâli. Sabahlar nûr olsun.

| sevgilim...

Behçet, sevgilisini anlatıyor: ‘’Tanrı onu yaratırken, benim fikrimi de almıştı sanki…’’ Behçet, âşık
olduğu kadını şöyle seviyor: ‘’Keşke doğduğu âna tanık olabilseydim, aldığı ilk nefeste yanında
olsaydım…’’ Şükrü ağabey, şöyle sesleniyor sevgilisine: ‘’Sevgilim, Bir ülke senin gövden kadar masum
olsaydı Bir tek anne oğlunu devletten sormazdı...’’ Sevmek denen mefhum, başlı başına bir şiir ki;
seven her insan kanaatimce müstesnâ bir şâir. Bu sebeple her yer bu kadar şarkı, bu kadar şiir…
Şimdi, yanımda kahvem ve kitabım; çığlık çığlığa bir şarkı; ...ve ben şâir Rafet Elçi ile hasbihâl
ediyorum. Şöyle diyor sevgili Rafet Elçi; ‘’Ve sen Sara; bir şiirsin. Bir şâirin uğrunda ölmeyi göze alacağı
tek şey.’’

kalenderi | dağ

Halil Cibran’ın en az bir kitabını okumuş olan mutlaka fark etmiştir ki, Cibran’ın aşikâr biçimde doğaya
karşı bir muhabbeti ve saygısı var. Bu sebeple gözünüzün değdiği her bir satır sizi ister istemez
tefekküre sürüklüyor. Bir elmayı elinize aldığınızda, Allah’ın bu elmayı sizin için ayırdığını, üzerinde
sizin isminizin yazılı olduğunu; hatta ırgatın tohumu sizin için toprağa attığını, olgunlaştığı vakit uzatıp
elini sizin için kopardığını ve ne mutlu ki Rezzak olan Allah’ın bu meyveyi sizin hânenize kadar
ulaştırdığını; satır satır düşünüyor, fehmediyorsunuz. Halil Cibran’ın Ermiş adlı kitabında okuduğum şu
satırlardan sonra, artık şöyle de düşüneceğim: ‘’Dişlerinizle bir elmayı çiğnerken ona gönlünüzden
deyin ki: Tohumların benim bedenimde yaşayacak ve geleceğin tomurcukları benim yüreğimde çiçek
açacak. Rayihân benim nefesim olacak, birlikte sevineceğiz bütün mevsimlerde.’’ Ne güzel satırlar ve
yine ne güzel seslenişler öyle değil mi? Yaşamın müslümancası olduğu gibi, eşyâya bakışın da
müslümancası vardır. Bu bakış, diğer bakışlardan ayrılan şuurlu bir bakıştır. Dağları ve toprakları
gördüğümüzde, ısrarla ve usanmadan bir kıyıma uğrattığımız şu yeşilliklerde koşturmanın 30 sene
sonra doğacak olan her bebenin hakkı olduğunu düşünmek mesela; şuurlu bir bakıştır. Bu yüzden
sabırla ve inatla belirtmeli ki; Kâinata ve eşyâya Müslümanca bakmak, bakışların en iyi niyetli, en
güzel olanıdır. Şuurlu bir bakış, bakışların aliyyü'l âlâsıdır. Tefekkür, şuurlu bir bakıştır.

Mazyar Felahi – Dil div u nem (?)

Hiç unutmuyorum, yeni yeni Farsça öğrenmeye başladığım vakitlerdi. Kışın ortasında soğuktan iyice
üşümüş iken elimde kitabım sıcak bir çay içip ısınma, bir yandan da kitap okuma hayali ile Bursa'nın
göbeğindeki sahhafa camındaki buhardan içeriyi göstermeyen kapıdan süzüldüm. Girişte, sol
köşedeki bilgisayarda çalan ve henüz ziyaretçisi olmayan odada Farsça bir şarkı... Bilirsiniz, bir yabancı
dil öğrenme deneyimi oluyor hepimizin, bir eserde ya da diyalogda öğrendiğimiz dilden birkaç şey
yakalayınca seviniriz. Ben de ilk orada, o ezgide duymuştum bu kelîmeyi; rûberû. Duymuştum ve
tanıdık gelen kelimeler, Farsçanın kucağına meskun kılan yüreğimi, hop ettirmişti. O şarkı buydu ve
şöyle diyordu; ''Ye akse yadegari, ke khodetam nadari. Miggiramesh rû be rû, bazam mishi arezoom.''
Rûberû... Farsça. Yüz yüze, karşılıklı, baş başa anlamlarına geliyordu. Rû ise, Farsça. Yüz, sima, çehre
anlamında. Rûhberûh ise, rûberûnun tam tersi, yan yana olamayanların hâli idi. Şarkı; senden bana
yadigâr kalan sadece bir resim, onu aldım elime, tam karşıma aldım ve seni izliyorum, tekrar yanımda
olsan keşke; diyordu. Sevilenden yadigâr kalan bir resme bakarken, sevilen hayallerinde de olsa işte
konuşuyor, gözlerinin içine bakıyordu. Yani; rûhberûh içinde rûberû. ''...vaghti ke heyli tanham.''
diyerek, çok yalnızım diye de ekliyordu. O vakit beri bu ezgiyi mırıldanır dururum. Ne zaman işitsem
ya da dilime dolasam, aklıma sahhaftaki kitap ve çay kokusu, Bursa'nın Uludağ'dan hibe ettiği o
soğuğu ve zeytunî gökten süzülen kar taneleri gelir. Rûberû diyorum... Farsça zaten bu kadar
güzelken, bir de rûberû... Neyse.

uşşâk şarkı | gam'zedeyim devâ bulmam

Türk Mûsıkîsinde talim ettiğimiz makamların şahsî bir terkib ile oluşturulduğunu değil de, hayatımız
içinde yaşayan şeyler olduğunu ve keşfedildiğini ifade eden, kadîmin sesine kulak vermiş cânım bir
hocam var. Bu yüzden o ân, bir söze başlamadan evvel sohbete her daim bir makam yakıştırır,
makamın çağırdığı uhrevî hissi talebesinde sabit kılmak ister. Bu kez de, "Uşşâk... âşıklar makamıdır."
deyip, bunun 50 sene evvelinden, karısı ile yaşadıkları evlilik arefesinden bahsederken, duvarlara
muhabbetle bakıyordu. ''DUVAR'' dedik mi; mahkeme duvarı, dört duvar, duvarların üstüne üstüne
gelmesi, duvarlar örmek vb gibi kasvetli şeyler geliyor aklımıza. Sebebini bilmiyorum ama duvara
anlam yüklemenin, sûret kazandırmanın, 4 kolon üzerine örülen bir çatı ile var olan evlerin ve
duvarların, daha hoş hisler uyandırması gerektiği, bunun da aslında hiç de zor olmadığı
kanaatindeyim. Boşuna demiyor şâir: "Ev ne? Duvar! Avlu, bir gülümseme. Göz kırparsan taşın bile
kalbi var..." * Efendim, Melihat hanımların seslendirdikleri bu güzelim Uşşâk şarkının söz ve bestesi
Ermeni asıllı Kemânî Tatyos Enserciyan Efendi'ye aittir. 1858 yılında İstanbul Ortaköy doğumlu
sanatkârın elemli, gamlı, hazanlı ömrü 1913 senesinde yine İstanbul'da son bulur. "Gam'zedeyim
devâ bulmam, garîbim bir yuva kurmam." deyû işittiğiniz bu Uşşâk şarkıda, 'Gam'zedeyim' kısmı,
sevgilinin gamzesine yapılan bir atıf zannedilir ama hâl öyle değildir. İnce bir nüans yakalamıştır
Tatyos Efendi güftede... Ve aynen zikrettiği gibi, bu şarkıyı yazıp besteledikten 1 ay sonra, şu âhir
hayatında bir yuva kurup bir reha bulamadan terk-i dünya eylemiştir; Gam-zede Tatyos Efendi...

özer özel | demedim mi?

Bu gecelik, bir miktar hasbihâl… Geçen aylarda, aynı hafta içinde 2 defa Serdar Tuncer Beyefendinin
programına katılmak nasib oldu. Cevdet Yaşaroğlu ağabeyim, Teoman Duralı hocam, İhsan Fazlıoğlu
ve sâir kadîm yazar ve ilim insanları varken ben Gökhan Özcan, Serdar Tuncer, Bekir Develi gibi
beyleri takip edemiyorum. Bunları bir burun kıvırma mahiyetinde değil, ahvâlimin bir tercümesi olsun
diye zikrediyorum. Zirâ daha evvelinde ve aslında daha da tazeliğinde, benden biteviye kitap-yazı
tavsiyeleri arzu ediyorsunuz. Muhabbetinizden, ülfetinizden, ısınan kalbinizden Allah razı olsun. Bu
sebeple istedim ki bu gece, bir dervişmeşreb adam ile sizleri tanış edeyim. Ömür boyu bitip
tükenmeyecek bir külliyatın içine sizleri salıvereyim. Bahsini ettiğim 2 programda da, ki Allah ondan
razı olsun, birçok güzel adamın şahsiyetini inşâ eden bir adamdan, İrfan Fethi Gemuhluoğlu’dan
bahsetti Serdar Bey. Söze başladığı ânda daha, Fethi ağabeyin ismini duyduğum ân, içimde Serdar
Bey’e çokça minnettarlık, teşekkür mahiyetinde kelimeler kıpırdadı. Salonda bulunan herkesin, Fethi
ağabeyden haberdâr oluşuna ân itibâriyle tanıklık etmek, tam anlamı karşılamasa da bir cihad gibi
mutlu etti beni. Ne mutlu ki, Serdar Bey aynı hafta içinde farklı günlerde düzenlenen bu programların
ikisine de Fethi ağabeyin 22 Kasım 1975 tarihinde 'Dostluk' üzerine irticâlen yaptığı konuşmadaki
selâmı ile başladı; ‘’Efendim, Evveli, âhiri, zâhiri, bâtını selamlarım. ... Sağımı, solumu, önümü, ardımı
selâmlarım. “Levlâke Sırrının Mazharı”nı selâmlarım. ... Ve sizi selâmlarım.’’ (F. Gemuhluoğlu) Peki,
kimdir bu Fethi ağabey dediğimiz şahsiyet? Nuri Pakdil, Cahit Zarifoğlu, Akif İnan, Nabi Avcı, Rasim
Özdenören, Ergun Göze, Erdem Beyazıt, Sadettin Ökten ve Sadık Yalsızuçanlar gibi şahsiyetleri inşâ
eden; insan mühendisi ve fikir işçisi bir adam; üstad Fethi Gemuhluoğlu. Mesleği, insan yetiştirmek
olan; yeteneği olan genci daha gözünden anlayan, çünkü karşısındakinin gönlünü okuyabilen,
yeteneği olduğunu anladığı genci ise tutup da bırakmayan, ne yapıp edip bir şekil burs sağlayıp gerekli
eğitimi almasını sağlayan ama her daim bunları perde arkasından yapan, sahnede olup tanıdığınız
birçok adamın arkasında olan o adam; Fethi Gemuhluoğlu. Fethi Gemuhluoğlu’nun ‘Sohbet Arkadaşı’
olarak bilinen Necip Fazıl kendisini şöyle ifade ediyor: "Kendine tecelli zemini aramayan bir tevekkül
zarfına bürülü, sessiz ve sedasız; ortada görünenlere su taşıyıcı fikir sakasıdır Fethi Gemuhluoğlu."
Hilmi Yavuz'un, ''Sözle sema yapan adam.'' diye tarif ettiği Fethi ağabey... Fethi Gemuhluoğlu
kendisini ziyarete gelen gençlere mutlaka şu klasik soruyu yöneltirmiş: "Sen hiç âşık oldun mu?" Bu
soru karşısında kızarıp bozaran, utanıp sıkılan yahut da ‘’Hayır.’’ diyen gençlere ise kızar: "BEN
HAYATTA SEVMEMİŞ, GÖNÜL ADAMI OLMAMIŞ İNSANI NE YAPAYIM? BU ADAM ÂŞKA DÜŞMAN!"
dermiş. Hülâsa, bu soru Fethi Gemuhluoğlu’nun öğretisinin ilk basamağı imiş. Peki Fethi ağabeyden
niçin bu kadar bahsettik? Efendim, benim naçiz fikrim, fakir zihnim, kıt aklımla bildiğim ve size tavsiye
edeceğim bir mesele ki; okuyacaksanız ve ille birine kulak kabartacaksanız, bu kişi Fethi Gemuhluoğlu
olsun. Serdar Bey’in de ifâde ettiği gibi, Fethi ağabeyle bir miktar gönül bağı kurduğunuz ân, yeteneği
ve ışığı olan bir talebe-genç iseniz, sanki hâla hayatta gibi sizi asla bırakmayacaktır. Ya bir gün bir
video ile düşecektir önünüze ya bir yerde haberini okuyacaksınızdır ya da gün içinde defterinize
karaladığınız bir yazısı ile çıkacaktır karşınıza. Ama daima kendini hatırlatacak, tıpkı yaşarken yaptığı
gibi, kabrinde yatıyor da olsa fikir işçiliğinde ışık olacak talebeyi yine ve yine bulacak, bırakmayacaktır.
Tanımamız gereken çok şahsiyet var. Fethi ağabey de onlardan biri. Aranızda eğitimci dostlar vardır.
Sizden ricam, mutlaka ama mutlaka talebelerinizi Fethi ağabey ile tanıştırın. Anneler, sizler de
evlatlarınızı mutlaka Fethi ağabey ile tanıştırın. Aşağıya, benim şu ân bastırıp da yamacımda tuttuğum
‘’Dostluk Üzerine’’ konuşmasının PDF formatında linkini bırakıyorum. Bir de, YouTube üzerinden
erişebileceğiniz bir belgeselini… * Özer Özel’in o şâhâne tanbur icrâsı ve seslendirmesi ile dinlediğiniz
şâhâne kayıtta da zikredildiği gibi; bu bir rıza lokması, çiğnesen de sindirmesi zor... İlim için, fikir için;
kaç geceni gündüz ediyorsun? Kendini ona göre hesaba çekeceksin.
http://www.necdetunuvar.com.tr/FileUp... https://www.youtube.com/watch?v=ctxvj...
http://www.kitapyurdu.com/kitap/dostl... Bundan ziyâde şifâ olmaz diyor ve fikrinize sağlık ve kuvvet
diliyorum. Sinir kuvveti adele kuvvetinden her daim daha yeğdir. Kaleminizin ucuna kuvvet efendiler…

hisâr bûselik şarkı | bir hâdise var cân ile cânan arasında

Bursa'da, Allah razı olsun, Fütûhât-ı Mekkiyye dersleri yapan bir ağabeyimiz var. O sohbetlerde işitip
de fikrime şifâ bulduğum meselelerden biri olan, ''Allah'ın 'Rabb' isminin düzenleyiciliği ve isimlerinin
ademi nasıl Âdem ettiği'' hususunda edindiğim bilgiler, tam da Hz. Ali okumalarıma denk gelen bir
dönemde olmuştu. Bu hususta, ''Ol!'' demesi ile olduran Allah'ın, insana edindirdiği vasıfların, kaba
bir benzetme ile; Celâl isminden şu kadar, Cemâl isminden bu kadar, Cabbar isminden şu kadar...
şeklinde olması gibi; bunun da bezm-i elestte, ''Ey kulum, sen ne üzere olmak istersin?'' sorusuna
verdiğimiz cevapla bizim belirlediğimiz; sonrasının dünyada tezahür eden katil, gaddar, âlim ya da
ârifâneliğin nasıl-ne şekil olduğundan bahsedilir. Öfke gibi olumsuz olarak adlandırılan durumlar da,
Allah'ın öfkelendiği yerde öfkelenme üzre tezahür ettiği sürece Allah'tandır, gerisi nefs'e kalandır.
Yani, meşrebimizde bulunan huylar, vasıflar, yine Allah'ındır ve ona yöneliktir. Sevmek denen
mefhum ise insanlık tarihi kadar eski. Hakikat ise, bir. Bu yüzden Hz. Ali'den aktarılan şu cümle, ''İlim
bir noktadır, cahiller onu çoğaltmıştır.'' üzerine bol bol tefekkür edilesi bir yerde duruyor. Bu
meyanda, Dostoyevski sevmek denen mefhum üzerine, bu konuyla bağlantılı çok manidar bir deyişle
geliyor akla: ''Bir insanı sevmek, onu, Tanrı'nın kastettiği biçimde görebilmektir.'' diyor. Bu cümleyi ilk
okuduğum ân olduğum yerde kalakalmıştım. Çok geçmedi, dün, karşıma Soren Kierkegaard'ın bir
cümlesi çıktı, yalın ama anlamlı, şöyle diyordu: "Tanrı benimle ne kastetmiş olabilir?" Biz, yaradılış
ayetleri ya da İslam felsefesi ile 'yaratılış' üzerine aklımız yettiğince tefekkür ediyoruz lâkin dünyanın
diğer yerlerinde de bu mesele aynı şekilde zihni meşgul edince, insan ister istemez mesele üzerine
daha da düşünmek istiyor. Dünya ise yeteri kadar maddîleşti ve insanlar aslında ihtiyacı olmayan
şeyler için daha çok çalışıyor. Yaşadığımız toplumu sosyologlar, ''Tüketim toplumu'' olarak
adlandırıyor. Bu maddiyat, sevgiye de tezahür ediyor. Shakespeare çok haklı âşkı tanımlarken, âşkın,
beğenilen bedene hayâl edilen rûhu koymak olmadığını ifade etmekle. Birini olduğu gibi sevebilmek,
sevdiğini değiştirmeye çalışmamak şu yüzyılda bu sebeple bu kadar değerli. Sonra, bunca ettiğim
gevezeliği, bir cümlesi ile Muzaffer Efendi çok güzel özete besteliyor, sabahtan beri defaatle
okuyorum; "Dünyâda insana en çok azâb veren şey, meşrebine uymayan kişi ile berâber olmakdır."
Sonrası, muhabbet mûsıkîsinin Müberkâ Makamı işte. Perde perde yükselir gönül sâzından. Şifâ olur,
duası ise şöyle vuku bulur; ''Allah, sevebilme kâbiliyetinden de râzı olsun senin...'' * İnsanın,
'sevebilme kâbiliyeti' üzerine de biraz tefekkür gerek dostlarım. Fikrinize şifâ diliyorum...
şifâ istemem balından...

Mutsuzluk, sanıyorum ki şu dünyada çok azımıza hiç uğramamıştır. Herkeste yarattığı etki farklıdır ki
kimilerimizi içine döndürür, kimilerimizi başkalarına kırdırır, kimilerimizi de için için ağlatır. Bugün,
akşam vakti, bir alıntıya denk geldim. Ortaokula başlayan kızına öğüt veren bir anne bir diş macununu
tabağın içine boşaltıyor ve, ‘’Kelîmeler…’’ diyor. ‘’ Kelîmelerini başkalarının canını yakmak, küçük
düşürmek, iftira etmek ve yaralamak için kullanma fırsatın olacak. Aynı zamanda kelîmelerini
başkalarını iyileştirmek, yüreklendirmek, ilham vermek ve sevmek için de kullanma şansın olacak.
Bazen yanlış seçim yapacaksın. ... Kelîmelerini özenle kullan Breonna. Diğerleri kelîmelerini yanlış
kullandıklarında sen sözlerini koru. Her sabah, ağzından hayat veren kelîmelerin çıkacağı sözü ver
kendine. ... Nezaketi ve şefkatiyle bilinen biri ol. Hayatını, buna aşırı ihtiyaç duyan bir dünyaya hayat
vermek için kullan. İyiliği seçtiğin için asla ama asla pişmanlık duymayacaksın.’’ Okuyunca bunları, bir
miktar düşünme fırsatım oldu. Tüm kitapların, filmlerin yalan söylediğini düşünmeye başladım son
zamanlarda. İnsanların nasıl kötüleştiğini kendinizde bilfiil görüp tecrübe ettikçe, katlanılmaz bir hâl
alıyor durum dostlarım. İnanın… Bunu, içimdeki sancıyı gözümden yaş diye akıtan şu ifadeler ile
açıklıyor Wilhelm Schmid, Mutsuz Olmak adlı kitabında: ‘’Bu dünyanın budalalarla dolu ve sırf kendi
‘ben’inin bundan istisna olduğunu açıkça görmek de insanı depresif yapar. Adaletsiz bir muameleye
tabi tutulduğunu hisseden; hayal kırıklığı, horlama, aşağılama ve şiddet deneyimi yaşayan insanlar,
ezgin olurlar. Bunların hiçbirinin kabullenilmesi gerekmez ama etkilerini ebediyen bertaraf etmek de
mümkün değildir. Kendilerinden hoşlanılmadığında, sevilmediklerinde, (aşkta) sevdikleri ötekinden
mahrum kaldıklarında veya onun tarafından terk edildiklerinde, mutsuzluğun en derinlerine
düşebilirler insanlar…’’ Uzun zamandır bu cümleler üzerine kafa yoruyorum; yorulduğumla kalıyorum.
Güzelliğin, zarafetin, ehemmiyet göstermenin, ince düşünüp ince eylemenin her daim güzellik
getirmediğini kimse öğretmiyor bize. Dahası, öğretmek bir yana, buna dair bir öğüt de vermiyor. Bunu
zamanla siz, kendiniz öğreniyorsunuz. …İşte dedim ya, çok güzel diyor Nesimi; şiirce:

‘’Şifâ istemem balından Bırak beni bu halımdan Razıyım açan gülünden Yeter dikenin batmasın Gece
gündüz o hizmetin Şefaatin kerametin Senin olsun hoş sohbetin Yeter huzurum gitmesin …

Nesimi'yim vay başıma Kanlar karıştı yaşıma Yağın gerekmez aşıma Yeter zehirin katmasın’’ Ah anam
vay anam, şuncacık tadım var idi şu dünya denen zındanda, onunla da bir gelin olamadım anam. Ah
anam, ah babam… Ah ki siz… İyi ki varsınız.

ümmüşen | aritmetik sevda

Bugün günlerden Perşembe ve şehirde yazdan kalma harika bir hava var. Saat ise 15.00 ve Sartre'nin
''Saat üç. Bir şey yapmak isterseniz, bu saat ya çok geç ya çok erkendir. Öğleden sonra acayip bir ân.''
demesinin aksine, bu saatlerin günün en güzel saatleri olduğu fikrindeyim. Çayım demini almış iken
kulağımda Ümmüşen, elimde Behiye… Âna sekinetle ve muhabbetle bakmanın da bir şiir olduğuna
inananlar olarak günün en demli vaktinde, tam da şu saatlerde bu sadâları işitiyor olmak saadet
olarak bize yeter. Bunları düşünüp içimden çalan şarkı ile konuşurken, kitabım ise bana şöyle diyordu;
‘’Vakitlice düşündüm, terazisi yok bu işlerin ve zaman ancak bu kadar ağırdan alabilirdi kendini. Ne
toymuşuz zamanında Behiye. Seni izliyorum bir cam kenarından; beraber büyüdük sayılırız diyorum
ve gizleniyorum her hatanda, bilhassa en bilerek yaptıkların, hesapsız ve bencilce. Çıkarıyorum
kafamı, dışarısı buz kesiyor ve bir buğu kaplıyor camı. Siliyorum. Bir anda siliniyor her şey, ne kadar
net ve hiç yaşanmamışcasına oncası. Baştan başlıyorum. Bir insan kaç defa baştan başlayabilir
Behiye? Ne güzelsin, ellerin üşüyor. Soğuğa hiç dayanamazsın sen ve içeri almak istiyorum her
defasında. Her defasında bir buğu kaplıyor, her çağırışımda. Siliyorum, kendi elimle yapıyorum,
biliyorum ve bir anda yeşile bürünüyorsun en güzel çiçeklerin kokusu üzerinde. Seninle baharı
kutlamaya geliyorum. Yetişemiyorum bazen. Öyle hızlı açıyor çiçeklerin, çıldırtıyor kokusu herkesi ve
korkuyorum. Ya biri koparıp giderse seni? Derhal doğruluyorum ve sona eriyor bu ihtimal. Fakat ne
korkunç ihtimal. Mevsimlere sığamıyorum. Bir fırtına esiyor Behiye, etrafta dehşetli bir karmaşa.
Savruluyorsun ordan oraya. Son bir hamle uzatıyorum elimi, fakat bu sefer ne ben sana
uzanabiliyorum ne de sen elini uzatıyorsun. Saklasam kafamı diyorum, bir buğu kaplasa yine camın
her yerini ve her hatanda, bilhassa en bilerek yaptıkların, hesapsız ve bencilce. Doğrultuyorum
kendimi, duruluyor fırtına ve ardından sığamıyor göğe güneş. Baştan başlıyorum. Senle biz Behiye, bir
vakitler bir ihtimaldik. Fakat ne güzeldik.’’ | Muhsin Tulukçu, Behiye Öyle sanıyorum ki sevginin israfı
olmaz ve sevgiye dair yapılan hiçbir hesap çarşıya uymaz dostlarım. Seveceksen, seveceksin. Bu; akıl
ile kalbin çelişmesi deyû basmakalıp bir yeni çağ uydurması mânâsında değil… Mizanı, sadece akla
atfetmekten imtina ederim zira akıl ile kalbi birbirinden ayıran modern tıbba dargınım. Günün en
güzel vakitlerinde size bir miktar Ümmüşen diliyor ve Behiye ile hasbihâlime devam ediyorum.
Toplayın gönül çiçeklerinizi, koşun sevdiklerinize... Vakt-i şerîfler hayr olsun.

o kömür gözlerin...

Şiir şiir dediler, kötü şiir yoktur kötümser şâir vardır dediler; heveslenip iki satır karaladım gece.
Vaktin öğlen, günün en sıcak, güneşin en aydınlık olduğu ân vardım ayağına, sokuldum yanına. Dedim,
"Bak." Bir göz attı, başını kaldırıp alaylı bir şefkâtle yüzüme baktı da dedi, "Benim mah-ı tâbânım,
olmaz. Sen şiir yazamazsın, sen ancak şiir yazdırırsın." Sevinsem mi üzülsem mi bilemedim. İşte o ân
bir türkü çalmaya başladı içimde; "Dilim dönse bir kelâmım var idi, Yüreğime bastı yol etti beni... ... Bu
yara, bir kaşı karaya kul etti beni."

ferâhfezâ mevlevî âyini 4. selam

Bugün yine, sık sık uğradığım bir kitabevine düştü yolum. Raflar arasında gezinirken ne şanslıyım ki
Sultan Veled’in Rebabnâme adlı eseri çıktı karşıma. Kocaman bir kitap, ismi ile müsemmâ. Sanki bir
yürek mengenesi… Kucakladığım gibi bir masa bulup oturdum ve kitabı serdim önüme. Şöyle diyordu
bir yerinde, ‘’Âşk âlemine dair birçok sözler ve sırlar vardır ki ifâde ve anlatımlara sığmaz. Hakk Teâlâ
onları, rebab gibi sâzlardan ortaya çıkarır. Âşıklar bu esrarı onların seslerinden anlayarak dertlerine
derman ederler. … Çünkü Cenâb-ı Hakk bize rûhun sırlarını buldurttu ki o ne lisana sığar ne de
açıklamaya. O esrar, âşıklara, bizden, dilsiz olduğumuz hâlde, nağmelerimiz vasıtasıyla erişir. Cenâb-ı
Hakk, rebab gibi, âşıkların dertlerine derman olacak yüz çeşit sâz ortaya çıkarmıştır. Tâ ki onlar, bu
sırları, onların nağmelerinden dinleyerek anlasınlar…’’ Sanat üzerine ne kadar düşünüyor, Allah’a
sanatın varlığı için ne kadar şükrediyorsunuz bilmem ama ben bu satırları okuduktan sonra gönlümün
kaynayıp göz pınarlarımdan dışarıya taşıvermesine engel olamadım. Hodbin kültürün kirlettiği ses
dünyamıza, okuduğumuz metinlere, takip ettiğimiz yazarlara, zaman harcadığımız uğraşlara, sanat
saydığımız unsurlara bu sebeple dikkat etmemiz gerektiği fikrindeyim. Benim sanat anlayışım, dîne
hizmettir. Sanatın vücud bulduğu bir iklim, bir maya vardır. Anadolu irfânından tutun da tekke
kültürüne kadar, bu iklim latîfleşmiş, güzelleşmiştir; Dedelerin, Erenlerin elinde maya tutmuştur.
Müzik yapmak için müzik yapanların sanat yaptıkları fikrinde değilim. Sanatın ayrı bir şubesi vardır;
orada sanat eseri kendine işâret etmez, bir şeye işâret eder. İşâret ettiği şey ise Mutlak Güzelliğin
sahibidir. Ben sadece kavlen değil, kalben de oraya, o şubeye mensubum. Ukalâlık edip sanatkâr
olduğumu iddia etmesem de alâkadar olarak oraya mensubum. Asıl sanat da oradadır. Elhamdülillah.
* Efendim, işittiğiniz şifâdır. Şifâ bulasınız... Vakt-i şerîfler hayr’olsun.

kalenderi | çay taşı...

Bizim dedelerimiz, 60 sene sevdalık kaldılar nenelerimiz ile ama, parmaklarına alyans takamadılar.
Çoğu, o yoksulluk içinde nişanlansa bile, askere gitmeden evvel, yüzüğü bozdurup da yolluk yaptı
kendine. Ama bir kez de olsa bir başkasına yan bakmadı, başkasına da baktırmadı. Sabahları tahta
kaşığı daldırdılar bol naneli, sıcak tarhana tasına. Güneşi üzerine doğurmayan nenelerimizin erleri,
erkekleri idiler. Sitemleri bile bir yutkunmadan öte gitmedi belki. Peki ya sevdaları? Diyorduk ya hani
biz; onlar çok sevdiler efendim ama işte ar ettiler, söyleyemediler. * Benim babaannemdi, ama bütün
köyün, annemgilin ve dedemin dediği gibi Bakele derdim ben de ona. Dedeme ise dede. Dedem,
babamın anneme davrandığından daha iyi davranırdı Bakele’ye. “Sen yorulma, ineği ben sağarım.”
Gider sağardı. “Su vereyim mi Bakele?” Verirdi. Bazı geceler çok soğuk olurdu yayla, “Dur Bakele…”
derdi Bakele’nin elindeki odunları alıp. “Sobayı ben yakarım.” Yakardı. Şehre indiği her sefer kalın
kalın kitaplar getirip “Bakele…” derdi, “Al. Oku sen. İşlere ben bakarım.” Bakele dedeme kocaman
güler, “Sağ ol İbrahim.” deyip gömülürdü getirdiklerinin arasına. Okurken, suyun altına girmiş de
nefesini tutuyormuş gibi gelirdi bana. Sıkılırdım önce, sonra korkardım, sonra gidip dedemin eteğini
çekiştirir, “Bakele’ye bi şey mi oldu dede?” diye sorardım. “Şşt.” derdi dedem. “Okuyor oğlum, ne
olacak? Hadi gel, biz de gazetenin resimlerine bakalım seninle.” Alırdı beni kucağına, işaret
parmağıyla göstere göstere okur, anlatırdı. Bakele macirdi. “Macir ne demek dede?” “Göçmen demek
oğlum.” “Göçmen ne demek?” Başka memleketten gelmiş insan demekti. Okul gibiydi benim için köy.
Yazdan yaza gelip gidiyor, her yaz biraz daha büyüyor, okuryazar falan oluyor, dedemin getirdiği
gazetelere kendim bakmayı, Bakele’nin elinden bıraktığı kitapları kendim okumayı öğreniyordum.
Macir’in macir değil muhacir olduğunu meselâ… Orta iki’de. Ve Bakele’nin gözünün içine bakan
dedeme saygı duymayı, onu giderek Bakele’den daha fazla sevmeyi öğreniyordum. Ama dedemi daha
çok sevdiğim için değil; dedem Bakele’yi babamın annemi sevdiğinden daha çok sevdiği için. Babam
annemden su isterdi: “Semiha, su getir.” Dedem, Bakele istemeden getirirdi suyunu. Soğurur da
getirirdi hem. “Semiha çay koy.” Derdi babam. Dedem çayı demler, getirip Bakele’ye ikram eder,
“Beğendin mi?” diye de sorardı... Dedem, Bakele evde yokken temizlerdi evi; en çok da onun oturup
kitap okuduğu köşeyi temizlerdi. “Mis gibi yaptım Bakele. Otur, rahat rahat oku.” Bakele dedemden
hiç korkmazdı. Bakar öğrenirdim ben. Güzel şeyler öğrenirdim. Lise sondaydım. Bir kış vakti döndüm
ki babam evde; gözleri kızarmış, annem bir köşede hem ağlıyor hem toparlanıyor. “Köye gidiyoruz.
Hazırlan.” dediler. Bakele ölmüş. Yol boyu Bakele’yi düşünmeye çalıştım ama hep dedem geldi
gözümün önüne. Kime su getirecekti? Kim yorulmasın diye ineği sağacak, kim rahat okusun diye
köşeyi süpürüp silecek, kim için çay demleyecekti? Ne edecekti dedem? Biz vardığımızda
gömmüşlerdi Bakele’yi. Günahmış. Ölü bekletilmezmiş. Dedem önümüzde düştü, annem ağlar,
babam ağlar; köyün küçük kabristanına gittik. Başucuna bir tahta dikmişler, toprak hamile gibi
kabarmış, Bakele içinde yatıyor. Ama ben gene ona veremedim aklımı. Gözüm de dedemdeydi
gönlüm de. Ne zaman başucu tahtasında “Vesile Kara, Ruhuna Fatiha” yazısını gördüm, anca o zaman
Bakele’ye gitti aklım. Vesile? “Acaba…” diye düşünüyordum dua edermiş gibi yaparken, “Bakele
babaannemin gayrimüslim adıydı da dedem tutup vatan hasreti çekmesin diye?..” Ama yok. Bakele
yedi göbekten müslümandı. Üç gün kaldık köyde. Gelenden gidenden anneme de yaklaşamadım
babama da. Ağlayıp duruyorlardı. Dedem donmuş gibiydi bir tek. Gözü hep Bakele’nin kitap okuduğu
köşede, onu ne kadar özlediğini bilmesen gülüyor dersin, yüzünde de yumuşacık bir ifade. Annemgil
komşulara veda etmeye gidince cesaretimi toplayıp yanaştım dedemin eteğine. “Dede?..” dedim,
“Bakele ne demek?” Anlattı. “Canım” demekmiş. Ve “Aşkım” ve “Bir Tanem” ve “Her Şeyim” ve
“Ömrümün Vârı” ve “Gözümün Nûru” ve “Kalbim” ve “Işığım” ve daha yüz binlerce güzel söz, güzel
ses demekmiş. İlk “Canım” demek istediğinde ar etmiş dedem, “Hanım” dese “malım” demiş gibi olur
diye korkmuş, “Vesile” dese çok resmi, soğuk. Ama kendinden tarafa bakmasını istiyormuş, onu
görmesini, onun içini, yüreğini, sevdasını fark etmesini istiyormuş; anlatacak, dökülecek, gerekirse
ağlayacakmış. “Baksana” dese olmaz, “Bak hele…” demiş, devamını getirebilecekmiş gibi. Bakele
dönüp bakmış. Dedem bütün söyleyeceklerini unutmuş, öylece kalmış. Beklemiş beklemiş Bakele,
gülümsemiş, dedemin elini tutmuş, bakmış ki dedem yutkunup duruyor, “Anladım İbrahim…” demiş.
“Anladım… Sen bana Bakele de bundan sonra, ben anlarım senin ne demek istediğini.” Aşk, âşık
olduğunla yekvücut olmakmış. Öyle dedi dedem. | Sezgin Kaymaz, Bakele. April Yayıncılık, s. 9-13

incesaz | balat ...

İnce bakan ve dahi ince baktıran İncesaz’ın bu eserini ne zaman dinlesem aklıma mavilere boyanmış
minyatür tabloları ve bu tablolardaki Balat Evleri tasvirleri gelir. “Öyle insanlar yaşar ki burada, hayret
edersiniz. Dünyanın bütün kitaplarını okumuş bir insanla, Balat’ın sokaklarında büyümüş akıllı bir
adam arasındaki tek fark: Birinin ellerinin biraz sigara dumanı, diğerinin ise kağıt kokmasıdır” diyerek
başlıyor Balat’ı anlatmaya Kadir Gözaydın. Kadir Gözaydın, 1947 yılından Kurulan Yavuz Sultan Selim
Spor Kulübünün Başkan Yardımcısı. Fatih Kent Konseyi Zararlı ve Maddelerle Mücadele Komisyonu
Çalışma gurubu Üyesi. 8 çocuklu bir ailenin ferdi. Ayyıldız’da futbola başlamış. Şimdiye kadar hiç
evlenmemiş ve tüm zamanını semtinin çocuklarının doğru yolda yetişmesi için harcayan bir spor
adamı. Okulların yapamadığı ya da hâlâ yapmaya çalıştığını, bir spor kulübü ile yapmaya ömür adamış
insanlardan. ‘’Balat ve Haliç çevresi Fatih İlçesi’nin en pis nahiyesidir. Esrara, çeteye, hırsızlığa en
müsait bölge burasıdır. Biz onları, spora teşvik etmek için varız. Bizim hedefimiz 17 yaştır. Biz
çocukları bu yaşa kadar korursak, sağlıklı bir şekilde eğitmeyi başarırsak ve hayata kazandırırsak artık
korkmuyoruz.’’ diyor ve ekliyor, ‘’Balat’ta doğdum, büyüdüm. Benim hayalim: Karadenizli bir insan
olarak İstanbullu gençler yetiştirmek. Örfünü, adetini, geleceğini inkar etmeyecek, geldiği yeri inkar
etmeyen, ancak kentte yaşamanın da bedeli olduğu bilen ve çevresi ile uyumlu, topluma faydalı,
toplumsal olaylara duyarlı gençler yetiştirmek.’'' * Efendim gördüm ki faideli olabilmeyi istediğimiz ân
-Allah izin verirse- bize bizden başka hiçbir şey engel değil. Yeter ki eylemeyi, güzel görebilmeyi ve
işlemeyi isteyebilelim. Bu sebeple bu gece hepimize bir tutam Kadir ağabey ferâseti diliyor ve
mübarek vakitlerinizi kutluyorum. Sabahınız nûr olsun Efendim. * İlgili şâhane görsel, Rahmetli
sanatkâr nakkaş Nusret Çolpan’a ait bir Istanbul Minyatürüdür. Minyatürler için sayfayı ziyaret
edebilirsiniz; http://www.nusretcolpan.com.tr/eserle...

| hasret...
Geçen gün, okumadığım, belki de hiç okumayacağım bir kitap geçti elime. Adı: Bütün İyiler Biraz
Küskündür. Neden bilmem, adını okuyunca boynum büküldü. Tecessüs buyurup; ne imiş, bir bakayım
diye sayfalarını karıştırmaya başladım. 5-6 sayfa sonra bir paragrafa takıldı gözüm. Neden bilmem,
paragrafı okuyunca boynum daha da büküldü: ‘’Hayatım boyunca çok kitap satırı kanattım, çok nadir
ki bir cümleyi, her gün ama her gün hatırlarım. ‘İnsanların rûhuma izinsiz girişleri yok mu; beni
delirtiyor!’ Beni insanların çıldırtmasındansa gökyüzünün çıldırtmasını isterdim; karanlık yağmurun,
müziğin…’’ Sonra, ben de rûhumun kederinden gittim kendime bir kahve yaptım. Demiyor mu, dedim
neticede şâir içimden: ‘’İçtiğim şarap değil; uzat kadehini, hasret doldurayım.’’ diye. * Biliyorum
acıyoruz. Acıyoruz çünkü, ''İçimizde şeytan var. Can kırıkları var. Nefret var. Yalanlar var. Bir yanımız
bizi çoktan terk etmiş kaçıyor. Melankoli ve hüsran var. Keşke bazı geceler hiç sabah olmasa...'' * Ne
çok içerliyorum şu şarkıya, bir bilseniz…

ey mihr-i lâyezâlin mehtâb-ı müstenîri | sabâ ilâhi...

Hayatımın en güzel dönemlerini, Türk Müziği ile alâkadâr olduğum zamanlarda yaşadım. Öncelikle
belirtmeliyim ki, "Müzik ruhun gıdasıdır." sözü öyle rastgele; sonu, "Müzik dinlemeden yapamıyorum
ben..." gibi cümlelere çıksın diye söylenmiş bir söz değildir. Buradaki ruh'un nasıl bir rûhu ve müziğin
nasıl bir mûsıkîyi temsil ettiğini idrâk etmedikçe, ilgili sözün mahiyetini de müşahede edemeyiz. Bunu
böyle bilelim. Bu sebeple, ciddi bir mûsıkî münasebetinde bulunuyor iseniz, yolunuz şarkı ve sâz
semâî formlarından, bu tür meşk kayıtlarına kayıyor. Burada icrâ edilen eserler her ne kadar bestede
gösterilen ustalıklar itibariyle Türk Müziğindeki diğer eserler gibi ustalıklı, sanatlı olamıyorsa da,
muhtevası ve maneviyatı gereği gönülhânemizde çok ama çok büyük yer ediyor. Efendim bu gece de,
dinlediğiniz bu kayıt, 6 Ağustos 1984 tarihinde, Âsitâne-i Hazret-i Nûreddîn Cerrâhî'de, meşk
meclisinde okunmuştur. Âsitâne, bugün hâlâ İstanbul-Karagümrük'te bulunmakta, zikrler
yapılmaktadır. Bu naatın yazılışının hikayesini de, videonun başında kapağını gördüğünüz, ‘’Hüseyin
Sîret’’ adlı kitaptan aynen aktarıyorum. ‘’Hüseyin Sîret Bey'in meşhur 'Naat-ı Şerîf'inin kaleme
alınmasına dair İbrahim Fahreddin Efendi’nin sohbetinde bulunmuş bazı zevattan şifâhi olarak şöyle
bir rivayet nakledilir; Hüseyin Sîret Bey'in, bir bahar günü şeyhi Fahreddin Efendi ile beraber çıktığı bir
Ada gezintisinde söz edebiyat ve şiire gelir. Fahreddin Efendi şairimize sorar; -Sîret Bey! Hoş, iyi
şairsiniz ama neden Peygamber Efendimiz’e dair bir şiiriniz yok? Bu suale Sîret; -Efendim, malumunuz
biz realist bir edebî mektebin içinden geliyoruz. Ancak gördüğümüzü yazarız. Görmedim ki, ne
yazayım?.. şeklinde cevap verince Fahreddin Efendi mütebessim: -Öyleyse gör o zaman! der. Ertesi
gün sabah erken saatlerde soluğu Karagümrük’te, Fahreddin Efendi’nin evinde alan Sîret, kapıyı çalar,
kapıyı açan Fahreddin Efendi’ye elindeki kâğıdı uzatır: -İşte şeyhim! Gördüm ve yazdım. Kâğıtta, 'Ey
mihr-i lâyezâlin mehtab-ı müstenîri' mısraı ile başlayan meşhur 'Naat-ı Şerîf' vardır.’’ | Turan Karataş,
Hüseyin Sîret, s. 51 İşte o kağıttaki, Karagümrük’te Âsitâne’de bir meşk meclisinde sadece ûd ve ses
sâzı ile kayda alınmış ve şu ân dinliyor olduğunuz Naat-ı Şerîf; Bu naat-ı şerîfi Safer Efendi Hazretleri,
Sabâ makamında bir ilâhî olarak bestelemiştir. Nutuk : Hüseyin Sîret Bey Beste : Safer Efendi
Hazretleri Makam : Sabâ Usul : Sofyan Ey mihr-i "lâ yezâl"in mehtâb-ı müstenîri Envâr-ı Kibriyâ'ya
sensin yegâne mazhar Zâtınla zât-ı akdes olmuşdu zarf u mazrûf Dillerde ism-i pâkin Allah ile berâber
Sensin nebiyy-i ümmî ârif kemâl-i Hakk'ı Ârif kemal-i zâtın yalnız Hudâ-yı enver ... Asr-ı seâdetinde
gelmek nasîb olaydı Görmüş olurdu billah Allah'ı görmeyenler ... Bin yıl çalışsa âbid ma'bûduna
erişmez Vuslat-serâ-yı Hakk'a aşkın yegâne rehber ... Mi'râcım oldu cânân rüyâda iltifâtın Lutfet
cemâl-i pâkin bîdâr iken de göster ... Mahbûb-i müctebâsın sultân-ı enbiyâsın Uşşâka reh-nümâsın
sen ey şefî'-i mahşer Sîret ne söyleyim ben meddâhı Kibriyâ'dır Tavsîfe muktedir mi mehtâbı kirm-i
ahter * Pekiyi, bahsini ettiğimi Fahreddin Efendi kimdir? Sahaflar Tekkesi’nden şâhane bir bahsi
aktarıyorum: ‘’Bir gün tekkelerin seddi emrini (kapatılma emri) yerine getirmekle mükellef bir memur
gelir, kapısını çalar Nureddîn Cerrahî Âsitanesi’nin. Fahreddin Efendi açar. Memur, elindeki kiralık
tabelayı âsitaneye asmaya memurdur o gün. Fahreddin Efendi, emir altındaki memura ne desin.
Güzelce anlatır, kalbini kırmak istemez, mutedil davranır. Ama görür ki memur kararlı. İlle asacak
tabelayı. Fahreddin Efendi o ân celallenir, kibriya sıfatı tecelli ediverir. Tuttuğu gibi memuru yaka
paça atar dışarı. Ardından da ünler: -O levhayı ben sağken buraya asamazsınız. Seni gönderene söyle,
o levhayı * alnına assın! Fahreddin Efendi, tek başına bir direnişin kalesidir. Onca tekke kapatılıp
yıkılırken, Cerrahî Âsitanesi’nin kapısına kilit vurdurmamıştır. Zor şartlar altında, ‘tek başına’ meydan
açmış, müridandan gelmek isteyenlere de başlarına bir hâl gelmesin diye izin vermezmiştir. ‘Tek
başına’ bütün ritüelleri yapmıştır. Çerağını söndürtmemiştir Nureddîn Cerrahî Âsitanesi’nin.
Gönlündeki aşkı, âsitanenin çerağı gibi yanmıştır yıllarca.’’ Fahreddin Efendi Hazretleri 3 Şa'ban
1386/16 Kasım 1966 Çarşamba günü ikindiden sonra 'bir müjde aldığını' söylemiş. Müjdenin ne
olduğu sorulunca, "Biraz müsâde edin, söyleyeceğim" demiş. O gece saat 22.15'te âlem-i bekâya
irtihâl buyurmuşlar. Allah mekânını gülzâr eylesin. Bir vakit Karagümrük’e uğramayı ve videonun
başında yer alan kitabı edinip kıraat buyurmayı ihmâl etmeyin derim. Naçizâne... Gönülhâneniz sükûn
bulsun. Vakt-i şerîfler hayr’olsun efendim.

elif ömürlü uyar | kürdî ilâhi ... cûşa gelir dağ ile taş

Sabah telefonunuzun alarmı çaldı. Gözlerinizi açtınız. Gözlerinizi açtınız lâkin bir türlü
uyanamıyorsunuz. Yatakta doğrulmak zor geliyor. Şimdi kalkayım da akşam eve geldiğimde mutlaka
yatıp uyuyacağım, diye kendinize söz veriyorsunuz. Zorla kalktığınız yataktan asık suratla banyoya
gidiyor ve 30 dakika içinde hazırlanıp dışarı çıkıp yolunuza koyuluyor, işleniyorsunuz. Oysa biz, ‘’Uyan
ey gözlerim, gafletten uyan!’’ diyebilen, mevzunun idrâkinde olan bir geleneğin mensubuyuz. Kahve-
altı denen bir meselemiz var bizim. Miskinlik etmek, dehre sövmek, seher vaktine sitem etmek bizim
geleneğimizde yok. Eşyânın da bir dili olduğuna dair inancımız, kahvenin ve güneşin varlığına dair
tefekküre itimadımız tam. İşte bu sebeple diyor ki Osman Hulûsi Efendi, ‘’Cûşa gelir dağ ile taş, feryâd
eder vakt-i seher, Her nesneyi kaplar telâş, feryâd eder vakt-i seher. Ol demde gül handân olur,
bülbül görüp nâlân olur, Her ehl-i dil şâdân olur, feryâd eder vakt-i seher. Ol demde ins ile melek,
raksa gelir çarh-ı felek, “Hû! Hû!” deyu suda semek, feryâd eder vakt-i seher. Hulûsi âşıksan eğer, dur
yatma gel vakt-i seher, Bak gör ki âlem serteser, feryâd eder vakt-i seher.’’ Bu sebeple istedim ki,
sabah mahmurluğu böyle dağılsın. Elif Ömürlü Uyar hanımefendinin o latîf sesinden, Osman Hulûsi
Efendi’nin bu şâhâne beyitlerini işitelim de, güne erken başlamanın dinçliği ile umudu ve barışı bir
gömlek gibi sırtımıza geçirip, yüreklerimizi salıverelim toprağa. Ve işimize koyulmadan, ekmek
teknemize doğru yola çıkmadan evvel, bir tutam evvel zaman Istanbul’u işitelim Ahmed Yüksel
Özemre hocamızın gönül ve dil hânesinden; ‘’… İstanbullular birbirlerine hatır sorarken, genellikle
“Afiyettesinizdir ya inşallah efendim?” şeklinde bir ifade kullanırlardı. Sabahları “Sabah-ı şerifiniz
hayırlı olsun!” denir, ayrılırken “Allahaısmarladık, efendim” ifadesine de “Selâmetle, Efendim”
şeklinde cevap verilirdi. Esnaf, sattığı malın bedelini muhakkak “Allah bereket versin, Efendim!”
duasıyla kabul eder, müşteri de, “Bereketinizi bulun Efendim!” duasıyla cevap verirdi. Yeni doğan
çocuklara orta halliler bile hediye olarak bir altın lira hediye ederlerdi. Hasta ziyaretleri hastanın
gönlünü alacak kadar uzun, hastayı rahatsız etmeyecek kadar kısa sürerdi. Müslüman ve gayr-i
müslim esnaf sabahleyin birbirini gözetler, siftah etmiş esnaf, gelen müşterisini “Efendim; ben siftah
ettim, komşum henüz siftah etmedi. Ricâ etsem, ona gidebilir misiniz?” sözleriyle komşusuna
yönlendirirdi. Müşteriyi aldatmak bir yana; esnaf, müşterisini fuzulî harcama konusunda uyarırdı. 50
kuruşluk karabiber almak isteyen müşteriye “bayatlayarak kokusunu kaybedeceği” açıklanarak
“şimdilik 25 kuruşluk karabiber almasının daha isâbetli olacağı” hatırlatılırdı. Müşterinin hakkının
geçmemesi için, malın ambalajlandığı kağıdın aynısı terazinin ağırlık kefesine dara olarak konur, bu
hassasiyetle birlikte tartılan malın birkaç gram daha ağır çekmesine özen gösterilirdi. Esnafın teraziyi
dengelememek gibi tuhaf bir âdeti vardı. İster manavda, ister kasapta, ister bakkalda, ister balıkçıda
olsun ne tartılırsa tartılsın, tartılan tarafın kefesi daima ağır basardı. Tartılan tarafa bir miktar daha
atılırdı. Esnaf haramdan korkar, bu sebeple “Betim, bereketimdir” diyerek müşteriye her zaman bir
nebze fazla mal tartardı. Fırınların, manavların, kasapların, balıkçıların kendilerine mahsus fukarası
vardı. Satılamamış olan ekmekler, çürümeğe henüz yüz tutmuş sebze ve meyve, arta kalan ürünler
gün sonunda bu fukaraya tahsis edilirdi. … Elbette son zamanlarda bazı güzellikler yeniden
canlandırılmaya çalışılıyor. Mesela ebrû sanatı. Ebrûzenlerin gayretleriyle bu sanat sayısız öğrenciye
kavuşmakta. Ama maalesef burada da bir dünyevîleşme olduğunu görüyorum. Ebrû sanatı ulvî bir
sanattır. 16. asırda bu sanat tekkelerde icrâ edilirmiş. Bir ebrûzen ebrû teknesinin önüne ancak gusül
abdesti alarak otururmuş. Ve şöyle mânidar bir dua ile işine başlarmış: “İlâhî Yâ Rabbi, sen benim
nefsimi biraz sonra bu tekneye atacağım boyaların verdiği cümbüşe kaptırma. Kendimi senin yerine
koymama mâni ol. Hâlik ancak sensin. Yâ Settar, yâ Rahmân, yâ Rahîm, ya Hafîz beni muhafaza et.
Bundan dolayı bende bir benlik uyanmasına mâni ol. Aksine bütün bu mükevvenat âleminde, senin
bütün bu kesret alemindeki tecellilerin namütenahiliğini bu teknede bana göstermeyi ve bunun
lezzetini vermeyi nasip et!”. Dua sonunda okunan bir Fâtiha ile birlikte, ‘’Destur, Bismillah!’’la işe
başlanırdı.’’ Uyanın. Arının. …ve çalışın. Sabah-ı şerifiniz hayırlı olsun, Efendim. Destur Bismillah!

------

Hiç böyle düşüncelerim, planlarım olmadı sevgili Aysenur. Abone sayısı artsın, her geçen gün
beğeniler fazlalaşsın, beni daha çok insan bilsin, tanısın, yazılarım başka yerlerde kopyalansın ve
çoğaltılsın vb gibi düşüncelerim hiç olmadı. Ben istedim ki insanların gönlünde bir yerler kaşındığında,
sızladığında, biraz nefes almak için insanların uğrayabilecekleri, gamhânelerinin damını biraz
genişletebilecekleri bir adresleri olsun. O adreslerden biri de burası olsun. Ben çok bilinmek, çok
tanınmaktan korkuyorum. Boşuna demiyor Muzaffer Ozak (k.s) ''Şöhret, afettir.'' O sebeple sizler
benim başım gözüm üstünesiniz. Gelen de her daim öyle. Lâkin burayı bilen, yolu buraya öylece
düşüvermesi sebebi ile bilsin. Bu sebeple o tür yazıları başka sosyal ağlarda yayınlama gibi
meselelerden uzak duruyorum Efendim.

ilkay akkaya | gidemem

Haydi bu gece, çayımızı demleyelim, kahvemizi pişirelim ve biraz gerçeklerle yüzleşelim. Acıyı
hissedelim. Şu vakte kadar, seni hiç bırakmayacağım diyen kaç kişi sizi bıraktı da gitti? Bunu hiç
düşündünüz mü? Çok kişi değil mi? Aslına bakarsak burada kişilerin niceliği değil, niteliği de önemli.
Bazen bazı insanlar olur, onlar hayatınızın mihenk noktasını oluşturur. O vakte kadar kimseye
beslemediğiniz muhabbeti o kişiye beslemişsinizdir. Sonra bir şey olur, ayrılık gelir. Olacaksa olur. Hiç
olmadı, keyfî sebeplerden olmazsa ölüm var, ölümle olur. Kimsenin ve dahi kendimin, şu dünyada
kalıcı olmadığını düşündükçe ürperiyorum. Kanlı canlı şu bedenin bir gün toprak olacağını
düşündükçe, kan çekiliyor sanki canımdan. Evet öleceğiz. Ve bunun ne zaman olacağını bilemeyecek
kadar da aciziz. Diyeceğim o ki, insan var olduğu sürece sanırım ‘ayrılık’ denen mefhum da her daim
var. İster keyfî, ister zarurî… Bu sebeple gördüm ki, âşk üzre var olan ve âşk üzre dönen şu dünyada,
nice âşıklar hep birbirlerini uzaktan sevmek zorunda kalmış. Eskilerin dediği gibi; oğlanla kız birbirini
sever, kavuşurlarsa evlenirler, kavuşamazlarsa âşık olurlar. Vuslat, âşkı öldürür mü yoksa
süreklileştirir mi bilinmez ama geleneksel âşk hikâyelerimiz genelde vuslat ile bitmez. Sabahattin Ali
ile karısı Aliye Ali’nin de saadet dolu evliliklerine hep ayrılıklar girmiş. Bu zamanlarda bir mektup aşığı
olan Sabahattin Ali’nin karısına yazdığı mektuplarda yaşanan ayrılık ıstırabının büyüklüğünü
iliklerinize kadar hissetmekle birlikte, ümidin de tadına bakıyorsunuz. Tanıştıkları sırada Aliye Hanım
İstanbul’da yaşamakta, Sabahattin Ali ise Ankara’da öğretmenlik yapmaktadır. Haberleşmeleri hatta
nişanlanmaları dahi mektupla olur. Sabahattin Ali, Aliye Hanım’a bir mektubunda şöyle der: ‘’Etrafın
seni sıktığı zaman kitap oku… Ben şimdiye kadar her şeyden çok kitaplarımı severdim. Bundan sonra
her şeyden çok seni seveceğim ve kitapları beraber seveceğiz. İnsan muhitin bayağı, manasız, soğuk
tesirlerinden kurtulmak istediği zaman yalnız okumak fayda verir. Bana en felaketli günlerimde
kitaplarım arkadaş oldu. Fakat bu yetmiyor. Şiirlerimde de gördün ki, kitaplara rağmen çok ıstırap
çektim. Çünkü candan bir insanım yoktu. Sen benim yarım kalan tarafımı ikmâl edeceksin.’’ İki âşık, 16
Mart 1935’te evlenir. Lâkin Sabahattin Ali, farklı mecmualarda yazdığı yazılar sebebi ile defalarca
tutuklanır ve hüküm giyer. 1948 senesine kadar bu şekilde kavuşma beklentisi ile ayrı geçen zamanlar
sonunda aynı sene Sabahattin Ali şaibeli bir şekildi öldürülür. Bu sefer de araya ölüm girmiştir.
Sonraki günlerde Aliye Ali, adeta ruh gibi dolaşır. 1 sene sonra gömüldüğü yerden bulunup otopsiye
gönderilen Sabahattin Ali’nin cesedi, otopsiden sonra kaybolur. Cesedi ortada olmadığından şu ân bir
mezarı bile yoktur Sabahattin Ali’nin. Kızı Filiz Ali tarafından, öldürüldüğü yere temsilî bir mezar taşı
dikilir. Taşın üzerine de şâirin; ‘’Başım dağ, saçlarım kardır, Benim meskenim dağlardır!’’ mısraları
yazılır. Bugünkü ‘’Canım Aliye, Ruhum Filiz’’ adlı kitabın muhatapları, yani Sabahattin Ali’nin karısı ve
kızı, o günden bugüne kadar Sabahattin Ali’den geriye ne kaldı ise her şeyin düzenlenip basılmasını
sağlar. ‘’Ağladığın duyulmasın, Aldırma gönül aldırma.’’ türküsünü bizatihi yaşar gibi. * O sebeple ne
zaman bu şarkıyı işitsem, tam da şu ân, gitmem diyenlerin gittiğini düşünürüm; ne zaman işitsem,
birileri tam da şu ân birilerinden, ister keyfî ister zarurî… ayrılıyor, diye geçiririm içimden. Hülâsa,
hakikât o ki, ‘ayrılık var’ dostlarım. Vakt-i şerîfler hayrolsun.

oğuz aksaç | cânımın cânanı cânan

Geçen gün birisi, ''Cânınızın cânanına cân eyleyin...'' demek, ne demek diye sual etmişti. Bahis saçma
mı gelmişti, anlamayamadığından ötürü mü idi, n'için idi bilmem ama cânının cânanının cânı; en cânın
demek olur. Cânın en cânı nedir? Cânının özüdür. Mesela o babaların küçük kızlarının saçlarını
annelerine hiç kestirmemesi, okşayıp sevmesi, örülü saçlar açıldığında kucağına alıp o saçları
koklaması, en içine kadar koklaması, bazen usul usul acemice taraması; bir çiçek bir gül muamelesi
yapması, yüzüne baktığı ân ay’dan bir parça sanması; hep cânın özüdür. Bir de şu şekli var. Böyle de
ifâde edeyim istedim. Kekeme Çocuklar Korosu’ndan: ''... Makyaj değmemiş yüzünün çocuksuluğunu,
notlarını koyduğun dosyayı göğsüne bastırıp taşımanı, hızlı hızlı konuşmanı, politikadan anlamayışını
seviyorum. Bir nakışın başında saatlerce oturabilecek olmanı, misafirliğe gitmeden saatlerce önce tatlı
bir heyecana kapılabilecek olmanı, babanın iş dönüşünde yemeğini getirebilecek olmanı seviyorum.
Çocuğunla saatlerce bıkmadan oturup konuşabilecek olmanı seviyorum ben. Âni bir gürültüde kuş
gibi irkilmeni seviyorum. Defterlerini özenle tutmanı ve dikkatli yazmanı, kırtasiye eşyalarını süslü ve
renkli almanı seviyorum. Kalemini, defterini, kitaplarını asla getirmeyi unutmamanı, derslerine
devamsızlık etmemeni, her söyleneni önemsemeni seviyorum. Teknoloji ile bir türlü uyuşamayışını,
ağaçlara, böceklere daha fazla ilgi duyuşunu seviyorum. Erkek arkadaşlarından söz etmeye başlayan
arkadaşlarının yanında, utanıp konuyu değiştirmeni, tavsiyelerde bulunmanı ve sonra içten içe ilgi
duymanı seviyorum. Sonra da hemen yüzünün kızarmasını. Evet yüzünün çok çabuk kızarmasını
seviyorum. Sık sık başörtünü düzeltmeni... Kimseye sözünü etmediğin hayallerini, her gece yatmadan
tekrar tekrar aklımdan geçirmeni seviyorum. Senden umulmadık ölçüde hayallerini genişletebilmeni,
annene ne düşündüğünü hissettirecek acemice sorular sormanı, yaşlı kadınları usanmadan
dinleyebilmeni seviyorum. ...'' Mesele anlaşıldı ise efendim, size bu gecelik sonbaharın yağmurlu bir
Pazar günü için; kitap, kahve ve çikolatanızı alıp, kalorifer peteğinin yamacında yahut çıtır çıtır yanan
soba kenarında tıngır mıngır dinlemelik bir şarkı yükledim. Hüznümüzü bu gecelik demleyip, gönlün
bardaklarına dolduralım da, bir tutam çikolata gibi ağzımıza atıp şu şarkıyı şımartalım kendimizi. Ne
efendim?.. Pekii efendim…

| uşşâk ağıt

Bu gece fazla gevezelik etmeklik niyetinde değilim. Zirâ, yaklaşık 10 gün evvel elime ulaşan ve ulaştığı
günden beri zerrelerine kadar cânumu perperişân eden bir kitap ile hemhâlim. Ayetlerden bildik, bu
âlem âşk üzre yaratılmış bir âlem tabii ve ben gördüm ki âşk, nice cihân padişahları lâl etmiş, nice
erenlerin belini bükmüş, boynunu eğmiş, nice hükümdarlara hüküm giydirmiş… Sonunda dedim ki
demiyor mu neticede Şeyh Galib: ‘’Kevser-i âteş- nihâdın adı aşk Dûzah- ı cennet -nümânın adı aşk Bir
lügat gördüm cünûn isminde ben Anda hep cevr ü cefanın adı aşk’’ Tüm bunları düşündürüp,
gözümden yaş olup akan o kısımları, ‘’İstanbul’un 100 Sevdası’’ adlı eserden size aynen aktarıyorum:
‘’Yavuz Sultan Selim bir sefer sonrası kışı geçirmek için otağına dönerken bir handa konaklıyordu.
Misafir olduğu bu handa özel hizmetlerine genç ve güzel bir kız bakıyordu. Bu kız bir sabah temizlik
için padişahın odasına geldiğinde Sultan Selim’i gördü ve güzel kızın gönlü bir anda Cihangir Padişah’a
kondu. Genç kız padişaha can-u gönülden âşık oldu. Aradan birkaç gün geçti. Bir şeyler söylemeliydi
padişaha, ancak buna cesaret bulamadı. Bir sabah yine odada iş yaparken gözü Yavuz’un yatağının
kurulduğu duvara ilişti. Oraya: ‘’Âşık olan n’eylesin?’’ diye sonradan bir şiir kıtasının ilk mısrası olacak
cümleyi yazdı. Çehre ve beden güzelliği kadar, şiir zevki de olan genç kızın bu gönülden seslenişi, şâir
hükümdarı duygulandırmıştı. Tebessüm etti ve kızın mısrasının altına: ‘’Derdi ne ise söylesin!’’
cevabını yazdı. Kız, padişahın yatağını toplarken okuduğu bu cevapla bahtiyar oldu ve duygusunu
açıkladı: ‘’Ya korkarsa n’eylesin?’’ O çölleri aşan ve koca dünyaya sığmayan Koca Cihangir, bu gönül
selinin önünde, heybetinin kapısını araladı, bu tertemiz duyguya değer verdi: ‘’Hiç korkmasın
söylesin.’’ Genç kız heyecandan ne yapacağını bilemiyordu. Koskoca bir cihan sultanına ilan-ı aşkta
bulunmak kolay şey olmasa gerek. İçinde bastıramadığı bir korku olsa da genç kız, padişahın
duygusuna cevap vereceğinin vaadinin sevinci içinde en güzel elbiselerini giydi. Gözlerinde dünya
mutluluğu, heybetli Hakan’ın odasına girdi. Ancak her tarafı titriyordu. Bütün gücünü topladı, başını
kaldırdı, Yavuz’un yüzüne baktı. O anda olan olmuştu. Bu gözlerdeki muhabbet ve şefkat bile,
erişilmez heybet ve merhametin yıldırım tesirini giderememişti. Güzel kız ayakta birkaç defa sallandı,
sonra yere yıkıldı. O masum, tertemiz duygularla atan kalbi bir an durmuştu. Koca hünkârı bu ölüm
çok sarstı. Bu yüzden Mısır Seferi’ni bir süre erteledi. Güzel kız için somaki mermerden mezar
yaptırdı. İsmini bile bilmedi bu genç âşık kızcağız için yazdığı şiirin bir dörtlüğünü de mezar taşına
yazdırdı: ‘’Merdüm-i dîdeme bilmem ne füsûn etti felek Giryemi kıldı hûn eşkimi füzûn etti felek Şîrler
pençe-i kahrımdan olurken lerzân Beni bir gözleri âhûya zebûn etti felek’’ | Alıntı: İstanbul’un 100
Sevdası, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş. Yayınları, s. 32-33 *** Şiirin, Mesut Cemil
tarafından günümüz Türkçesine çevirisi şöyledir: ‘’Felek, talih, göz bebeğime bilmem ne sihir etti de
ağlayışımı arttırdı, gözyaşımı kana çevirdi. Aslanlar kahredici pençemde titrerken, felek beni bir ahu
gibi güzel gözlüye esir etti.’’ *** Malûm şiir, Tanburi Ali Efendi tarafından Sipihr makamında, hafif
ikâğında bestelenmiştir. Tanburi Cemil Bey’in külliyatında da eserin Rast makamında Gazel formunda
okunmuş bir kaydına rastlamak mümkündür.
the secret ensemble & mahsa vahdat | arzulanan yakut

Bu videonun bu gece maalesef ki farklı bir amacı vardır: Bu gece içkin bir sitem, kırmızı bir gülün
büyüsü kadarki bir kırgınlık, bir böceğin gözündeki ağaç gibi canlı bir dargınlıkla geldim. İsmet Özel’in
duvarların taşını titreten sesi ile gürleyerek, ‘’Hak yemek, sol elle yemek yemek kadar dikkat çekmedi
bu ülkede!’’ demesi gibi gürledi bugün içim. Günümüzde, insanın insana, ‘’Seni seviyorum.’’
diyebilmesini çok lüks, bir o kadar da muazzam bir davranış olarak gördüm her zaman. İnsanların
duygularını, düşüncelerinden evvel dile getirebilmeleri durumunda bu dünyanın daha güzel bir yer
olacağına inandım hep. Seni seviyorum… Dünyanın en güzel cümlesi. Anneye, babaya, kardeşe,
arkadaşa, hocaya, kelebeğe ve hatta örümceğe… Aynı bunun gibi, bir insanın üzüldüğünde de bunu
içkin biçimde dile getirmesi kadar samimi bir eylem yok. İnci döken gözlerden öpülme hissi, bunu
diyebilme anında ayyuka çıkar; ‘’Üzüldüm.’’ Bir vakıf, bir dernek, bir kurum değilim; bir şirket, hiç
değilim. Ben, Şâir Sohrab Sepehri’nin dediği gibi; ‘’Kaşan şehrindenim. Fena sayılmaz hâlim. Bir lokma
ekmeğim var; biraz aklım, iğne ucu kadar da yeteneğim… Bir annem var, ağaç yaprağından daha
güzeldir, Dostlarım da akan sudan daha iyi. Ve Allah, burada yakındadır, Şebboylar arasında, uzun
çamın altında, Suyun bilincinde, Bitkilerin kanununda. Ben müslümanım...’’ Ben, müslümanım.
Enâniyetimden değildir kelâmım; sıradanım. Önce ceset kılınmışım, sonra rûh üflenmiş bedenime.
Yenecek lokmam, çekilecek çilem, duyulacak sesim, dinlenecek mecâlim, acıkacak karnım, ağlayacak
gözüm, konuşacak dilim, beni doğuracak ana, gözümün içine bakacak baba, cânan bilecek yâr varmış.
Benim de bir yolum varmış bu kürre-i âlemde, niye fesatlanırsınız? İnsanın insanla uğraşması yetmedi
mi daha? Tam da burada, yine çok güzel sesleniyor tâ içimize Şâir Sohrab ağabey; ‘’Ben birbirine
düşman iki çam görmedim, Gölgesini yere satan bir söğüt de görmedim. Karaağaç, kovuğunu bağışlar
kargaya… Nerde bir yaprak varsa, içim açılır. Afyon çiçeği yıkadı beni varoluşun selinde.’’ Biliyor
musunuz; bence hepimiz, birbirimizi tanısak, eminim ki çok severiz. Çünkü biz, cinnete kesmiş bir
dünyâda; muhabbetle, dostla, sanatla, şiirle, edebiyatla, tarihle, gönül ve sâz ve söz ile sarınıp
sarmalanmazsak nasıl ayakta kalırız? 🍃 Gönülhânemin duvarlarını çatlata çatlata, fikir süzgecimi acıta
acıta mürekkepten kağıda akmış hislerimin; sorgusuzca, saygısızca, hunharca alınıp, hiçbir hissî
melekenin şahitliği sâdır olmadan, bu içerikleri, metinleri olduğu gibi başka kanalların açıklama
kısımlarında, sosyal medya hesaplarında görmek; beni ziyâdesi ile üzdü. ‘’Üzüldüm.’’ Hiçbir beklentiye
girmeden, sadece gönül bağı kurmanın ehemmiyetine, sanatın ve edebiyatın gerekliliğine, kadîmin
sesine, her bir şarkının –müziğin, melodinin- bir dili olduğuna ve bunu işitmenin önemine dair
inancıma, güzel insanların varlığına inanarak çıktığım bu yolda; saygısızlıklara maruz kalıyorum.
Girdiğim diyaloglarda karşılaştığım tutumlar karşısında inancım yıkılıyor, kırılıyorum. …Ve, Ali
Şeriati’nin duasına, tüm kalbim ile, ‘’Âmin!’’ diyorum: ‘’Ey kadîr olan Allah’ım! Âlimlerimize
mes’uliyet, Halkımıza ilim, Dindarlarımıza, din, Mü’minlerimize aydınlık, Aydınlarımıza iman,
Tutucularımıza, kavrayış, Kavramışlarımıza, tutuculuk, Kadınlarımıza, bilinç, Erkeklerimize, şeref,
Yaşlılarımıza, bilgi, Gençlerimize, asalet, Öğretmenlerimize inanç, Öğrencilerimize inanç,
Uyuyanlarımıza, uyanıklık, Uyanıklarımıza, irâde, Muhafazakârlarımıza, hareket, Suskunlarımıza,
feryâd, Yazarlarımıza, güvenirlilik, Sanatkârlarımıza, dert, Şâirlerimize, şuur, Araştırmacılarımıza,
hedef, Tebliğlerimize, gerçek, Kıskançlarımıza, şifâ, Bencillerimize, insaf, Sevenlerimize, edeb,
Mezheplerimize, vahdet, Halkımıza kendini bilme, Tüm milletimize, samimiyet, himmet, özveri,
Kurtuluşa yaraşırlık ve izzet bağışla!’’ | Ali Şeriati Allah içimize ferahlık versin, yüreklerimizin damını
daha da genişletsin dilerim. Vakt-i şerîfler hayr’olsun. * Eserde Farsca okunan beyitler; Îşem mudâm
est ez lâ'l-i dilhâh Kârem be kâm est elhamdulillah Ey baht-ı serkeş, tengeş be ber keş Geh câm-i
zerkeş, geh lâ'l-i dilhâh Mâ râ be rindî efsâne kerdend Pirân-ı câhil, şeyhân-i gümrâh Mâ şeyh u vâiz
kemter şinasîm Yâ câm-i bâde yâ kısse kûtâh Türkcesi ile; Gönlümün istediği lâl dudaktan alıyorum
hep murâdımı, İşlerim yolunda gidiyor, hamdolsun Allah'a. Serkeş bahtım, çek sevgilini belinden,
Yaldızlı kadehi tut bazen, bazen lâl dudakta ara murâdını. Efsane oldu adımız rintlik yolunda, Cahil
pirlerle sapık şeyhlerin parmağı var bunda. Az tanırız şeyh ile vaiz takımını, Ya kadeh ver ya kes
meseleyi, bitir. | Hafız-ı Şirazi

| başka

Benim ûdumun akordu düşüyor diye kendi ûdunu aylarca bana veren şirin bir hocam var, sâzın
ardında; ''Bu akşam, affınıza mağruren biraz şeyim... Efkârlıyım ağbiler, efkârlı.'' yazıyor. Sadri Alışık'ın
o mağrûr ifâdesi canlanıyor okuyunca gözlerimde. ''Efkâr iyi bir şey olsaydı sana bana bırakırlar mıydı
hiç?!'' diyor. Bu gece, durduk yere basmasa idi içimi bir efkâr; bulutlar kaplamasa idi içimi; bu denli
şiirler okumayacaktım, belki de buraya hiç uğramayacaktım. Bilirim ki özlemle yanan insanın öfke
duyacağı ilk kişi tanrıdır. Eninde sonunda tanrıdan başka kimsesi kalmamış olan insan, gidenin
yokluğunu başka unsurlarla kapatamayınca, kızar tanrıya. Sevdiğini kitaplarının arasına, üşümüş
ağaçların yapraklarına, sağanak yağmurlara saklamışsa da… Sevenin sevdiğine yaptığı bir nazdır ayrıca
bu. Bu yüzden, anılar vermiştir tanrı. Fakat, insanın beşer tarafındayız. Onlarla avunmayı değil, onlara
bakıp hüzünlenmeyi biliriz. Ağlarız. Sitem ederiz. Kitaplığımızdan bir kitap seçeriz, bir çizginin şekil
aldığı harfler arasında ararız gidenin yokluğunu. Şiir okuruz. Şarkı söyleriz. Şarkı söyleyip iyileşiriz. Zati
şarkılar olmasa, yaşamak derdi boğardı bizi. . Kalpte delik açan bu film kesidi: Tarkovsky, The Mirror
(1975)

sultan abdülaziz | hicâz sirto

Bugün, âni bir giriş ile 'bir insanı sevmek' üzerine konu açıldı. Sevdiğini insan nereden, ne şekil anlar
deyu mevzu derinleşince söz sırası bana geldi, "Sohbetle başlar." dedim. Sonrası muhabbet oluyor,
diyorsun ki: Ne güzel bakıyor, ne hoş düşünmüş, ne latîf hâlleri var; ben kendimi gülün dibinde
buldum!.. diyorsun, yani. Muhabbetullah diye bir şey var neticede değil mi? Sohbette sevilenin sesi
bile sevene bezm-i elest'i çağrıştıran bir ifâde yerindedir. Hakîki bir sohbet, muhabbet vuku bulsun
yeter ki. Biz böyle gördük, böyle biliriz. Elhamdülillah. * * * Mahmut Peşteli Ağabeylerin, ''Surda bir
gedik açtık; mukaddes mi mukaddes...'' adlı ebrû çalışması ve ''Gönül hânem'' deyu mesken edindiği
atölyesinin refakâti ile...

sedat anar | yak sinemi ateşlere / yaman dede

Sedat Anar’ın, ânın hâlceğizi ile evceğizinin en mahrem köşesinden bir dostu ve karındaşı ile kayda
aldığı bir icrâ ile geldim bugün fakirhânelerinize ve gönülhânelerinize efendim. Kabûl buyurun.
Neyzen Tevfik’ten tutun Yunus Emre’ye, Ehl-i Beyt’ten Kemâli Baba’ya kadar, ve sâir zâtların dizelerini
besteleme yolunu tutmuş Sedat Anar, şimdi de Yaman Dede’nin ‘Yak Sinemi Ateşlere’ dizelerini özete
bestelemiş. Ne de güzel eylemiş. Gani bir güzellik anlayışına sahip bu vefâ bilen adamın gönlü öyle
geniş imiş ki Seyyâh-ı Avâre paylaşımı sonrasında bir albüm hediyesi ile mukabele etme durumu vuku
buldu. Bir sanatkârın, emek verip neredeyse evlâdı bildiği bir kaset ya da albümü hediye etmeye şahsı
lâyık görmesi kadar ince başka bir anlayış olduğunu düşünmüyorum. Daha kıymetli ne olabilir? Kaale
alması, bunun için mahçubiyetini belirtmesi, şükran sunup müteşekkir olduğunu dile getirmesi kadar
alçakgönüllü, dikkate ve güzelliğe şayân bir durum bu zemânda zor karşılaşılır bir mesele. Böylece
bildim, Neyzen gibi gönlü der ki: ‘’Şimdiye kadar ben; gerek sâzımdan, gerek sözümden dünya
menfaati temin etmek kahramanlığını gösteremedim.’’ Neyzen, burada aynı zaman sanatın amacını,
sanatın ne durumda sanattan sayıldığını da ifâde ediyor. Zirâ sanat eseri kendiliği ile var değildir,
kendine işâret etmez, bir şeye işâret eder. İşâret ettiği şey ise Mutlak Güzelliğin sahibidir. Amaç
O’dur. Bu sebeple derdimiz de odur ki: "Düşeli derd-i firâkın ile sevdâya mey'e, Müptelâyım, deliyim,
sinmişim esrâr-ı ney'e. Feleğin kahpe başında paralansın parası, Ben güzel sevmeye geldim, değil
ekmek yemeye." | Neyzen Tevfik İşte sevgili Sedat Anar da bu anlayışa güzel bir örnek. Damla’sı ve
santuru yamacından eksik olmaya… Ve sanat için, herkese bir miktar bu anlayıştan gerek. Dua yerine
geçe de kabûl ola… * Şarkım bana dedi ki; ''Yak sinemi ateşlere, efgânıma bakma; Rûhumda yanan
âteşe, nîrânıma bakma; Hiç sönmeyecek aşkıma, îmânıma bakma; Ağlatma da yak, hâl-i perişânıma
bakma. Yaşlar akarak belki uçar zerresi aşkın; Âteşle yaşar, yaşla değil, yâresi aşkın; Yanmaktır,
efendim, biricik çâresi aşkın; Ağlatma da yak, hâl-i perişanıma bakma.'' | Yaman Dede, hattâ, Yanan
Dede. Yanmada dermân buldu bu gönlüm, diyen Hacı Bayram Velî gibi; Evvelâ yanmak gerek, diyen
Dede. Onlara rahmet, bizlere şifâ olsun.

‫اصفهان محمد | ستارگان غوغای‬

Ocaktaki çayım demini alınca, 'et-tekraru ahsen velev kane yüz seksen' deyip Mesnevî'yi okumaya
başladım. Gecenin hayr'ı içinde sabahın nûrunu bekler iken dem, çayın deme dem olduğu demdi.
Farsca, meskeninin en şirîn ve latîf yerinde, mengene misillû kolları içinde meskûn kılmıştı artık beni.
Okuyordum; ân geliyor duraksıyor ve parmaklarımı Farîsi kelimeler üzerinde gezdiriyordum. İçim
uzakların türküsünü söylerken, ben belki de sadece bedenim ile mıhlı kalıyordum Mesnevî karşısında.
Mesnevî'yi kendi dilinden okumaya meyletmiş şeydâ gönlün feyz'idir Farsca. Ardından bir şûri olur.
Bin nûri olur. Ve dudaklar bir türküde düğümlenir; "Emşeb der ser şûri darem, Emşeb der deli nûri
darem. Baz emşeb der ovje asemânem." -Asemânem... ✨🌠🎇 * Şarkım bana dedi ki: ''Bu gece
başımda bir tutku var, Bu gece başımda bir nûr var. Yine bu gece göğün zirvesindeyim, bir sırrım oldu
yıldızlarla. Bu gece tek başıma arzulu ve tutkuluyum, Sanki bu âlemden uzaktayım. Mutluluktan
kanatlandım, göğe eriştim. Bir şarkısın, meleklerden ve hurilerden okuduğum. Göklerde kavga
ediyorum, (Şarap) destisini döküyor, kadehi kırıyorum. Bu gece tek başıma arzulu ve tutkuluyum, Ayla
ve Pervinle (Ülker Yıldızı) konuşuyorum. Ve ayın yüzeyinden kendi etkimi arıyorum. Geceleri can
buluyorum... *** - Geceleri can buluyorum... *** Şimdi şuraya çarpıcı bir şey yazmak istiyorum,
aklıma bir şey gelmiyor. İyisi mi siz, işittiğiniz kadarını canınızın cananına cân eyleyin.

nilüfer örer | güldemim

Bazen, ancak çok acıkıldığında el uzatılan kuru bir bisküvi gibi hissedersin kendini. İstemsizce. Belki de
sebepsizce. Mino'nun Siyah Gülü, ''... Hayâl kırıklığı insanı öldürmüyor. Yalnızca yaşama azmimiz bir
parça eksiliyor; başka bir şey olmuyor. ...'' derken, tam bu esnâda hüzünler gelip, alnın çatına
oturuyor. Bir Eylül bereketi, kuruyan her bir dal ile, ardından gelen baharın güllerin kokusunu tekrar
getireceğini müjdelerken, can kırıkları bir Eylül'e bir de güle hârelenip diyor ki; ' 'Yapraklarla
vedalaşın, dökülecekler.'' Güller demini almış, bu demde o dem ile hasretler burnun direğini sızlatmış,
yapış yapış bir duygu yoğunluğu ile karşılanan Eylül, ''Ekmek gibi temiz, su gibi aydın.'' iken; efendim,
bu gece mevzuu derin, geceleri uyuyamayanların yolundan çekilin. Revâdır.

deniz anlatıyor mu beni sana?

Size şimdi, ‘’Kırk yılda bir gibisin…’’ desem, neler gelir aklınıza? Onca kablo arasından zar zor ortaya
çıkmış, ses dünyamızı kirleten günümüz gürültülerinden bir şarkı değil, değil mi? Yıllar yıllar önce,
sanırım 2014 senesi, bir gün internette bir fotoğrafa denk gelmiştim. Gördüğüm ân, okuduğum cümle
öylesi hoşuma gitmişti ki... İşte o fotoğrafa bugün ulaştım ve görseli şarkının sonuna ekledim. ‘’Kırk
yılda bir gibisin’’, Antalya’da, Haşim İşcan Mahallesinde, Arık Caddesi üzerinde yer alan bir çerçeve
atölyesi, Sadık Usta’nın o eşsiz sanatını icrâ ettiği yer. Yıllar önce, ağabeyimiz, ne denli bir gönül
yorgunluğu ile edivermişse o kelâmı... Epey hislenmiş olmalı doğrusu… ‘’Kırık yılda bir gibisin’’,
güzelim bir Cezmi Ersöz kitabı bir de. Atölyenin fotoğrafını gördükten yıllar sonra bu kitabı edindim.
Bir o kadar heves ile.... Tekin Yayınlarından çıkan ‘’Kırk yılda bir gibisin’’ adlı bu kitabın arka kapağında
şunlar yazıyor: ‘’Biraz Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’sıydın; biraz Ahmet Hamdi
Tanpınar’ın Huzur’da anlattığı Nuran ve en çok da Nilgün Marmara’ydın. Ne yalan söylemeli; yine
Tanpınar’ın Yaz Yağmuru Hikayesindeki o büyülü, o uçarı kadında da Sen’den çok izler vardı. Masum
bir sevinç için ikbal yakan kadınlardandın Sen... Bir cinnetin bir karabasanın yaşandığı bu hayatta artık
yoksun. İyi ki de yoksun diyorum; çünkü çok acı çekerdin. ... Ölümüne kadar, Sana olan aşkımı bir sır
gibi saklayıp, bu aşka o derin merhametinle bağlandığın için sana minnettarım. Çok yalnızım ve seni
çok çok özlüyorum… Sen, benim için; Kırk Yılda Bir Gibisin; Öyle eksik, öyle hazin, öyle paramparça…’’
Bu satırları okuduğum ân, Mudanya İskelesi’nde idim ve alabildiğine rüzgar çarpıyordu yüzüme.
''İnsan'' denen mefhumun, hem bir o kadar herkesten ayrı, şahsına münhasır, müstesna bir varlık;
hem de herkesle bir birkaç parça barındırıyor olmasına, aynılaşmış bir varlık olmasına hayret ettim.
Cezmi Ersöz, olanca kitap yığını arasından bir sürü hikâye bulmuş ikbal yakan kadınından… Bu kitap,
‘’Sevdiğimi hissedince, bu dünyaya yabancı olduğumu bir kez daha anlıyorum.’’ derken, deniz dedim;
sevdiğini hisseden gönlün bakıp gördüğü deniz; kimi, kimleri hatırlatmaz ki insana?

hayat devam ediyor...

Efendim bilirsiniz; yürekezmesi, gecenin yarısında en güzel katıktır kelâma. Gözlerin feri gitmiş iken,
tavana diken diken batan göz bebeklerinde kundaklanır gözün yaşları. Marazın pembesine bürünen
yanaklardan akar iken ılık ılık, "Bugün uyumayı hak edecek ne yaptım?"lı suallere cevap arar bir
yandan. Sonra, rûhu etrafa savuran bir akıl ile dalga geçmeye başlar gönül. Her şeyin en doğrusunu
bilenin her şeyi danıştığı bu her şeyi bilen yaman varlık, canınıza okur. Çabuk yıkılan bir nıfs ile
tutunamazsınız bu hayatta, sağ kalamazsınız dostlarım. Hâl öyle olunca, göğüs kafesinizden
kanatlanıp göğsünüzün göğünde uçan kuşları bir bir zehirler, atarsınız. Kalbin gıdıklanan köşelerini
tıpkı bir kangrenli uzvu, bir uru gibi kesip atmak gibi. Ne zaman insan sevsem, kendi değerimi biçerim.
Biçtikçe boy verir avuçlarımda başaklar. Göz yaşım ile sular, şefkatim ile gübrelerim. Hasat zamanı
gelmeden de kimseye ses etmeden gider kuşlara varımı yoğumu yem ederim. Sonra, içimden
uğurladığım kuşları zehirler, yine içime gömerim. Hep de unutur, canımın etine diken gibi
battıklarında fark ederim: Menbaı dert olan dünyaya sabır gerek. Dayanmak gerek. Yaprak değil
rüzgar olmak gerek. Aklı önder kılmak, başına devşirmek gerek. Acıya sancıya ihata gerek. Hâle ve
vakte şükür, her daim gerek. Kendinizden başka hiçbir eksiği olmayan size, bir siz gerek. Başkasızca,
uğurlu kuşların göğsünüzün göğünde zehirlenmediği bir yalnızlıkla. ...ve kimsesizce, sizi size yettiren
bir gönül ile. İşte böylesi çok güzel. * Hayat devam ediyor. Ne muazzam şey!

bir özlemin izdüşümü.

Bir psikolojik danışma oturumunda danışanım kısa süren bir sessizlik sonunda ellerini bacaklarının
altında ezerek başını yerden kaldırıp, ''Ağlıyorum, çok ağlıyorum bazen.'' dedi ve ağlamaya başladı.
Kendimi danışanın sorununda ve duygu hâlinde kaybetmeden davranmam gerekiyordu bu durumda.
Ama o ân içimden sadece, ''Ben de...'' dedim, ''Ben de ağlıyorum, çok ağlıyorum bazen.'' Sonra
kendimi toparlayıp, hazır derin duyguya inmiş iken, o alanda kalmasını ve ağlamasını söyledim,
ağlarken o ân neler duyumsadığını, onda o ânda neler olup bittiğini anlatmasını istedim. Hiçbir şey
söylemedi. Eve geldikten sonra içimin sıkıldığını hissettim. Ben de ağlıyordum, çok ağlıyordum bazen.
Ve ben aynı durumda olsaydım, neler anlatırdım acaba dedim. Cevap basit tabi, neye ağlıyorsan onu
anlatırsın. Ama ya bir şeye ağlamayacak kadar iyi bir hayatın varlığına şükr'ediyorsan? ''Bu durumda
sen ağlıyorsan, çok ağlıyorsan bazen, bu olsa olsa can sıkıntısıdır!'' dedim kendime. Varoluşçu terapist
Irv. Yalom der ki, ''Kaygılanırız...'' Mükemmel bir hayatımız olsa da kaygılanırız. Varoluşsal
nedenlerden dolayı kaygılanırız, ama yine kaygılanırız. Kaygılanırız oğlu kaygılanırız...kaygılanırız kızı
kaygılanırız! diyor. Çünkü benlikte var olmanın getirdiği nörolojik olmayan ve tedavi gerektirmeyen
bir sıkıntı vardır hep. Ölüm, yalıtım, özgürlük, hayatın anlamı. İşte şu 4 unsur, varoluşunuzdan
kaynaklanan kaygılar. Hepsini anlıyorum, hepsine amennâ ama özgürlük kısmını idrâkte güçlük
çekiyorum. Şimdi siz, özgürlüğün nesi kaygı yaratsın demeyin. Yaratır. Özgürlüğün politik ya da
sosyolojik yanı olumlu yönüdür. Bir de bunun karanlık yönü var ki kaygı buradan kaynaklanır. Seçim,
sorumluluk, pişmanlık, arzu etme, karar verme gibi durumlar yüzünden insanda kaygı oluşur. Misal bir
seçim yaparsın ya da yapmak zorunda kalırsın; ya da bir konuda karar vermen gerekir, bunların işte
hep sorumluluklarını alman gerekir. John Gardener'ın Grendl adlı romanında yaşamla kafası karışmış
kahraman, bir bilgeye danışır. Rahip de iki basit ifade, altı korkunç sözcük sarf eder: ''Her şey yok olur
ve seçenekler dışlanır.'' Karar verince seçenekler dışlanır çünkü her evet için bir hayır olmalı. Değil
mi? Hayatınız boyunca hiçbir şekilde yaşamadığınız bir deneyimi düşünün mesela. Bunun için evet ya
da hayır demek ne kadar da sıkıntıya sokar sizi. Evet desen hoşlanmayacağın durumlar çıkabilir
ortaya, riskli. Hayır desen hayatında ilk kez oturduğun yerde zangır zangır titrediğin bir etkenden belki
de sonsuza dek yoksun kalacaksındır. Neticede hayat da her daim altın tepsi değil ki bize biteviye
seçenekler sunsun... O yüzden, kararlar pahalıdır. Çünkü vazgeçmeyi gerektirir. Evet dedin mi
hayır'dan, hayır dedin mi evet'den vazgeçersin en basiti. Bu bile kaygı yaratır. Burridan'ın aynı
derecede güzel kokan iki saman arasında kalıp açlıktan ölen eşeği gibi… Ne komik değil mi? Karar
vermek zordur çünkü sonluluk ve zeminsizlik bölgesine götürür sizi. Kaygıyla dolu bölgelerdir bunlar.
Karar vermek sorumluluğu almayı, sorumluluk varoluşsal özgürlük kaygısını, kaygı iç sıkıntısını, iç
sıkıntısı da doğal olarak ağlamaları doğuruyor. Doğal ama çok sinir bozucu. Şimdi ise Şükrü Erbaş,
'‘’Benim en güzel düşlerim, içimde kaldı…’’ diyerek beni uçurumlara atıyor. Evet için belki hayır’dan,
hayır için belki de evet’den vazgeçişin şiirini yazıyor. ''Hepsi...'' diyor, ‘’İki kaşım üzerinde bir ağrı…’’
Bir karar verme, görün hayatın altını üstüne nasıl getiriyor. İşte öyle getiriyor! ...O biçim. *** Eğri
çizgiler dalgın İki kaşım üzerinde İki kaşım üzerinde bir ağrı Gözlerim yanıyor günlerdir Gözlerimde bir
yangın. Bir yanım gündelik şeyler Evdir ekmektir Yaşadığım kaskatı; Bir yanım olmadık türküler söyler
Yoldur özlemdir Benim en güzel düşlerim İçimde kaldı. Bir yerlerim eksiliyor günlerdir Bir yerlerim
eriyor Günlerdir başımda bir esrik bulut Ben süt mavilerde umarken günü Aykırı sularda akşam
oluyor. | Şükrü Erbaş İcrâ: Mehtap Meral *** Gecemin duası olsun, Allah’ım, kimsenin düşlerine zeval
vermesin. Amin.

hoşluk senin yüreğinde...

Ömer Lütfi Mete. 2008 yılında fâni âlemden bâki âleme, rahmeti rahmana yürümüş güzel insan…
Doğru konuşan, ve öyle sanıyorum ki büyük ihtimalle doğru yaşayan biriydi. ‘’Uçurumun
kenarındayım Hızır, bir gamzelik rüzgar yetecek, ha itti beni ha itecek.’’ diyerek vefat etti. 1998 yılında
başlayan Deli Yürek dizisi ile ta o yıllarda Mesnevi'yi Kuşçu’nun ağzından televizyona aktaran, bizim
gibi cahillerin kulağına biraz güzel şeyler duyuran şâir, yazardı. Ömer Lütfi Mete, âleme Hakk nazarı ile
bakmış, bu bakışı da şiir eylemiş, ömrümüze katıvermiş bir şâir ki hepimizin çıkaracağı çok ders
olduğunu düşünüyorum bu sözlerden. Eşyâya bakışın Müslümancasını şiirlemiş Ömer Lütfi Mete...
Âlemi âşk ile seyret, sen güzeli göremiyor isen bu âlemde, eksiklik senin yüreğinde, boşluk daa hoşluk
da senin yüreğinde diyor. Ahsen-i Takvim üzre yaratılan Âdem’i 'Bir bakımlı saray' ifâdesi ile dile
getirip, Âdem’in nasıl adem (hiçlik) olduğunu, yani, ‘hiç’ olduğunu, bunun da yine müsebbibinin
insanın kendisi olduğunu söyleyip, ‘’Loşluk senin yüreğinde…’’ diyor. Ne de manidar sesleniş ki, şu
çevrene bir Hakk nazarı ile bak, zirâ bir şen fıkradır bu koca evren, başlığı da sensin diyor. Okumayı bir
denesek… Baştan sona, ‘’Tefekkür’’ dediğimiz mefhumu damıtmış Ömer Lütfi Mete dizelerine.
Kâinata ve eşyaya Müslümanca bakmanın, bakışların en iyi niyetli, en güzel olanı olduğunu anlatmış.
Şuurlu bir bakışın, bakışların aliyyü'l âlâsı olduğunu vurgulamış. Tefekkür, şuurlu bir bakış demeye
varmış. Demiş de… Bu vakte kadar sezdirdiğiniz hoşl bakışınıza, hoş zannınıza şifâ ve bir armağan
olsun diyorum o hâlde efendim ben de. Dersimiz bol olsun, vakt-i şerifler hayr’olsun ahâli. * Güzel
dolu, âlem dolu, Havva dolu, Âdem dolu, Her yer dolu, her dem dolu, -Boşluk senin yüreğinde. Sen bir
bakımlı saraydın, Nicedir bakmaktan caydın, Gündüz aydın, gece aydın, -Loşluk senin yüreğinde.
Yazıyla örülü çevren, Okumayı bir denesen; Şen fıkradır koca evren; -Başlık senin yüreğinde. Biraz
tüyce, biraz külçe, Ayağını sürçe sürçe, Uçacaksın küçük serçe, -Kuşluk senin yüreğinde. Uçar gider
gam kasvet, Aşk ile bir kere seyret, Enginden gelecek davet, -Hoşluk senin yüreğinde. | Ömer Lütfi
Mete *

evanthia reboutsika | carousee

Siz hiç yaptınız mı bilmem ama ben; metroların, tren garlarının bekleme salonlarında, peronlarında
oturup saatlerce insanları izlemeyi, perona inmeden elime bir bayiden tutuşturduğum gazete ya da
dergiyi ya da çantamda gezdirdiğim kitabımı orada okumayı çok seviyorum. Durmadan akan zaman,
durmadan akan bir insan kalabalığı, duran-akan vagonlar… İnsanların farkına bile varmadan dalıp
gittikleri hayat meşgaleleri, bir yerlere yetişme çabaları, şehrin insanı ne denli kendine çektiğini
gösteren, benimse bir nefes, bir soluk aldığım metro istasyonları… Hızla geçen trenin dalgalandırdığı
eteğim, yaprağını kabarttığı kitabım, yüzüme vuran tatlı serinlik ve şehrin insanları… Şehir
metrolarının, garların, istasyonların, peronların yazarlara da ilham verdiği kanaatindeyim üstelik.
Manguel’in, Okuma Günlüğü kitabında; ‘’Bir keresinde, Paris metrosunda oturmuş okurken, bildik,
'Rahatsız ettiğim için özür dilerim vs vs...' yalvarışını tekrarlayarak vagon vagon dolaşan bir dilenci,
birden dilenciliğini haklı gösteren gazeteyi yere fırlattı ve şöyle bağırdı bize: 'Bana bakın! Sizden
istediğim tek şey bana bakmanız! Ben de bir insanım, Allah aşkına! Bana bakın, o kalın paltolarınızın
içinde, hepiniz benim gibisiniz!’’ satırlarını okurken, tam da Bursa metrosundaydım ve karşımda
dibine oturduğu duvara başını yaslamış bir evsiz duruyordu. Başımı kaldırıp, nezaketle gülümsedim
ona. İşte dedim, belki de tam da bu yüzden okuyoruz. Karanlıklarımızdan sıyrılmak, aydınlanmak ve
topraktan başımızı bir nebze de olsa ışığa çıkarmak, gülümsemek, gülümsetmek ve insanı insanî
sevebilmek için… İşte tam da burada, Umberto Eco, çok çok güzel ifadelerle çıkıyor karşımıza,
Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın kitabından; "Yirmi beş yıl önce bir gün, Hotel-de-Ville
istasyonundan metroya indim. Peronda bir bank, bankın üzerinde bir adam vardı, yanına dört beş
kitap koymuştu. Okuyordu. Metro vagonları birer birer geçip gitti. Kitaplardan başka bir şeyle
ilgilenmeyen o adama baktım ve biraz oyalanmaya karar verdim. İlgimi çekmişti. Sonunda yanına
gittim ve kısa bir sohbet geçti aramızda. Orada ne yaptığını sordum ona nazikçe. Her sabah sekiz
buçukta gelip öğlen on ikiye kadar kaldığını söyledi. On ikide çıkar, bir saatliğine yemeğe gidermiş.
Sonra yerine döner ve akşam altıya kadar bankında otururmuş. Konuşmasını hiç unutamadığım şu
kelimelerle bitirdi: ‘Okuyorum, hayatta bundan başka hiçbir şey yapmadım hiç.’ Yanından ayrıldım
zira zamanını boşa harcıyormuşum gibime geldi. Niye metro? Çünkü bir şey yiyip içmeden bütün gün
kahvede oturamazdı ve şüphesiz kendine böyle bir lüks sunacak durumu yoktu. Metro parasızdı,
sıcaktı, insanların gidip gelmesinden hiç rahatsız olmuyordu. O zaman düşünmüştüm, hâlâ da
düşünürüm, o adam ideal bir okur muydu, yoksa hepten sapıtmış bir okur muydu diye." Ben de
naçizane derim ki, sizler de bir gün, şehrinizin en kalabalık metro istasyonun peronunda, bekleme
koltuklarına oturun, oturun ve geçen vagonlara, akan saate ve şehrin insanlarına aldırmadan: Sadece
okuyun.

kâdir mevlâm

Sarayın incisi; Dürrüşehvar Sultan. Ya da, Hatice Hayriye Ayşe Dürrüşehvar Sultan (26 Ocak 1914- 7
Şubat 2006). Son Osmanlı halifesi II. Abdülmecid'in kızı, Berar Prensi Navab Azam Şah'ın eşi. Osmanlı
sultanlarına dair kitaplar ve mecmualar arasında kaybolduğum şu günlerde her biri ayrı bir hikâye,
ayrı bir örnek iken, Dürrüşehvar Sultan, ismi ile müsemma, şahlara yakışır nitelikte bir inci tanesi gibi
çıktı yine karşıma. Güzelliği, zarafeti ile dikilirken karşımda, gördüğüm her resminde gözlerinde
hüzün, yüzünde keder, gönlünde can kırıklar var. Sebebini anlamakta ise gecikmiyoruz. Niye mi?
Dürrüşehvar Sultan 1948’de “Doğan” isimli bir kitap yayınlamış. Haydarabad’da basılan, son derece
nâdir olan ve hattâ adına bugün kütüphane kataloglarında bile rastlanmayan kitapta Sultan’ın
Hilâfetin kaldırıldığı 3 Mart 1924 gecesi yaşadıklarını da anlattığı anılar yer alıyor. Şimdi, şu resimde
gördüğünüz kadın, güzeller güzeli Sultan, sürgünden doğan hüznünü şöyle dile getiriyor ve dedesi
Fatih Sultan Mehmet’e şöyle sesleniyor: ‘’Evet nereye? Belki umulmaz bir felâkete, belki gurbette
geçecek cefâkâr, elemli günlere doğru! İşte bu ânî darbe ile bütün ümidlerim yıkılmış ve saadetin
parlak ışıkları sönmüştü. Hemen kalktım ve acele ile giyindim; sonra koşarak merdivenlerden çıktım
ve pederimin dairesini geçerek büyük sofaya vâsıl oldum (ulaştım) fakat önümdeki manzara o kadar
fecî idi ki, artık dayanamadım ve karanlık bir köşeye çekilerek o felâketli günlerin hâtıralarını
gözyaşlarıyla silmeye çalıştım. … Gitmeden evvel pederim başmabeyincinin odasında sabah namazını
kıldı ve ben de emîndim ki yine milletinin ve memleketinin bahtiyâr olması için dua etmişti. ...
Arkamızda yedi asırdan beri pâyidâr olan Osmanlı ailesinin sönmüş ocağını ve Türk Tarihi’ni şanla
dolduran dâhîlerin tahtını sahipsiz bırakarak, ecdâdımızın sevgili yurduna vedâ ettik. ... Nihayet
otomobillere bindik. Gecenin karanlığında pek çok heybetli şekiller görüyorum zannettim ve sanki
onların arasından korkunç zulmeti aydınlatan azametli bir cisim bize yaklaştı! Artık dayanamadım ve,
‘Ey büyük Fatih!’ dedim. ‘Bak, şâheserin kimlerin elinde kaldı! Onun yegâne muhafızı senin asîl âileni
istemiyorlar! Senin hafîdliğine (neslinden gelmeye, torunun olmaya) bi-hakkın (hakkıyla) lâyık olan
Halife’yi memleketinden atıyorlar! Hizmetini reddederek, vatan aşkıyla dolu olan kalbini çiğnediler!
Milletinin şimdiye kadar lekesiz kalan ismini kirlettiler. Türk neslinin asâletini ortaya çıkaran Âl-i
Osman eski yurdunun sevgili kucağından atıldı’. ... Türkler’in güzel yuvası yavaş yavaş uyanırken, biz
de İstanbul’dan uzaklaşıyorduk. ... Memleketten son bir hâtıra olmak üzere yerden bir çakıl taşı aldım.
Vatanımın bu mini mini parçasını kalbimin üzerine bastırarak düşündüm. Evet benim kederli
günlerimde yegâne tesellîm bu olacaktı. Kim bilir hasretli anlarımda bu hâreli taşa bakarak, güzel
şehrimin resmini, yedi asır sonra yıkılan muazzez ocağın harabelerini ve küçüklüğüm geçen sevgili bir
yuvayı görecektim.’’ 07 Şubat 2006 yılında, 92 yaşında Londra’da vefaat eder Dürrüşehvar Sultan.
Bana ise her daim, Kalenderi tarafından yorumlanmış, beste ve güftesi Ali Ufkî’ye ait olan bu nefes
Dürrüşehvar’ın o ömürlük hüzünlü bakışlarını, kırık gönlünü hatırlatır: "Kâdir Allah kalem çekmiş sana
iki kaş yerine, Gice gündüz gözimizden kan dökülür yaş yerine. Dertli Ali gördi savaş, kesilmişdir nice
bin baş, Ben öldükden sonra bir taş kalmasun bir taş yerine."

sedat anar | seyyah-ı avâre [ a'mâk-ı hayal

Haydi gelin bu mübarek vakitlerde, tasavvuf ile idrâk sınırlarımızı biraz zorlayalım. A’mâk-ı Hayal… 9
gün, 6 hayal ile beşer yanımıza seslenen; Raci’nin başından geçen bir seyir hâli, Hayalin Derinlikleri…
Bugüne kadar çizgi romanlarından tutun, sesli kitaplara kadar düzenlemesi yapılmış, sahneye
uyarlanmış, defalarca elden geçmiş, geçirilmiş bir eser. Müellifi, Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi.
Merakımı celbeden yanı ise bu kitabın bunca elden geçirilmesine rağmen, kaç kişinin Raci ve Aynalı
Baba ile bahsi geçen o hayallere dalabildiği, hayalin pınarlarına inebildiği, derûni hislere uzanabildiği…
Sevgili Sedat Anar, bir Damla’sı bir de Santur’u olan, güzel bir adam. Gördüm ki bu şâhlara lâyık
kitaba, herkesten hallice gönül vermeyi başarabilmiş. Aynalı Baba neyini üflemeye başladığı, Raci de
bu âlemden türlü âlemlere sey’re daldığı vakit, Aynalı Baba’nın dilinden dökülen kelîmeleri bestelemiş
de ömrümüze katıvermiş. Sanatının, anlayışının ve idrâkinin varlığına müteşekkiriz. Gani bir
muhabbet anlayışı doğrusu… Bu sâyede ben diyeyim bu besteleri dinlerken bir seyirdir dalıyorum, siz
deyin Raci gibi bir serhoşluk hâline geçiveriyorum. Her şeyden önce, didaktik bir hüzün yüklüyor
kalbe. Masaldan hikmete, hayalden hayrete, varlıktan yokluğa uzanan nice hayaller... İnsanın bu
dünyadaki hakikat endişesi… ‘’Oldum!’’ deme gayesi, arzusu ve isteği… Tüm bunlar evvelâ varlığı
anlamaktan, bunu anlamak da mecburen yokluktan geçiyor. Bu sebeple kitabın ilk sayfalarında geçen
bir iktibas ki şöyle diyor: * * * -Bu âlemde her ne varsa benim sıfatımdır. Ben olmasam, bir şey
olmazdı. Ben hepim yahud hiçim, ben hiçim yahud hepim. Zaten hiç ile hep ayn-ı vahid, şey-i vahiddir!
Lâkin cehl-i fark bir şeyi iki adla yâd ediyor! Mebâhisin âtîsi de buna kıyas edilsin. Müteaccib oldum,
bilâ-irade söze karıştım: -Acaba varla yok müsavi olur mu? Mesela ben şimdi varım, yarın yok
olacağım. Bu iki hâlarasında fark yok mu? dedim. Deli başını çevirdi, kahkahayı bıraktı. -Vay sen varsın
ha! dedi. ACABA VAR MISIN?.. * * * * * * Sözleri: "Yürü, ey seyyah-ı âvare yürü, durma yürü!
Koymasın râh-ı visalden seni ezyâk-ı misâl. Bu bedâyi, bu letâif, neme rüya ve hayâl, Yürü, ey zâir-i
bîçare yürü, durma yürü! Yürü ki, nüzhet-i vuslatta teali göresin, Yürü, aslında fena bul, budur etvâr-ı
kemâl. Yürü, alâyişi terk et içersin ke's-i visâl, Yürü ki, saha-i hiçîde tecelli göresin!" Sadeleştirilmiş
metin: "Ey avare yolcu! Yürü! Durma, yürü! Bu geçici âlemin zevkleri seni Allah'a kavuşmaktan
alıkoymasın. Bu eşsiz manzaraların, bu güzelliklerin hepsi yalnızca bir rüya ve hayaldir. Ey zavallı
ziyaretçi! Yürü! Durma, yürü! Yürü, kendi aslına kavuş. Kemâlin dereceleri bunlardır. Geçici süs ve
gösterişi terk edip, yürü ki Allah'a kavuşma kadehinden içesin. Yürü ki, yokluk meydanında Allah'ın
kudretini ve sırrını göresin." Beste ve icrâ: Sedat Anar Fikrinize şifâ diliyorum efendim. Vakt-i şerifler
hayr’olsun.
lizeta kalimeri | salomi Σαλώμη

Bir bünye; rûh değil, beden. ...ve şurada, daha önce belki de defalarca işitmiş olduğunuz bir şarkı... Ya
da şarkıya dair bir beden ile rûh... Bir bünyedeki olanca kansızlık ve hastalıkla, hâlâ yaz mevsimini
getiremeyen bir bünye; şifâ olsun diye sıcak salebin dibini kaşıklamaya çalışırken, ele geçen piyano
notalarının hayata geçemeyip elde sadece bir müsvedde olarak kalmasına hayıflanır. ''Ukde'' dedikleri
şey, işte tam da budur. Ne kemanın yayı gerilir ne piyanonun tuşu dile gelir. Dilin de dönmez, Salomi
ne çalınır ne de söylenir. Fakat kim bilir? Belki de sadece anlamak istediğim gibi anladığım için bunca
güzeldir Salomi...

muhayyer-kürdî şarkı | bir kızıl goncaya benzer

Bir eserin güftekârından ziyâde, bestesinin sahibinin bu notaları bu ezgiye hangi hâl üzere yazmış
olduğu benim ilgilimi her daim daha fazla cezbetmiştir. Öyle ki, Melek Hiç Hanımefendiler pek güzel
yazmış güfteyi; sözlerinin güzelliğini öpüp başımıza koyuyoruz. Fakat dediğim gibi, ne zaman bu
ezginin etüdüne başlasam, hep gözlerimin önüne Amir Ateş Beylerin bir yandan enstrümanına
dokunup, bir yandan ''Fa-mi-re-laa...Yok yok olmadı, fa-mi-re-do...evvet!'' deyip, hemen porteye
notaları karaladığı, sonra baştan alıp tekrar ezgiyi oluşturduğu vs gelirdi. Hatta öyle ki, bunu
düşünmekten kendimi alamazdım. Muhabbet böyle bir şey olsa gerek, neyse. Ûdî talebelerin genelde
1 yıl sonunda baştan sona çalabildikleri ilk ezgi, 'Bir kızıl goncaya benzer dudağın' olur. Çalamasa bile
neredeyse zorla çaldırılır. Kilit taşıdır bu eser sanki. Neden bilmem... Bu yüzden çok önceleri, eserin
Amir Ateş Beyler tarafından ûd ile bestelendiğini sandım hep, makamın elverdiği genişlikte ve ölçüde
tabii, fakat öyle değilmiş. İşittiğim kadarı ile, Amir Ateş Beyler bu ezgiyi bir bebeği ağlamasın diye
oyalarken bestelemiş. Yaklaşık 35-40 yıl kadar önce 1 yaşlarında olan küçük Mehmet, elektrikler
kesilince karanlıktan korkar ve ağlamaya başlar. Amir Ateş de çocuklara pek düşkündür, sabinin
ağlamasına dayanamaz ve o esnada Mehmet ağlamasın diye piyanonun başına geçer. Kendi deyimi
ile, ''Mehmet'i görünce karanlıkta, onun o gülüşünü gonca halini düşünerek...'' dokunur piyanonun
tuşlarına. TRT de, 2 hafta kadar önce güfteyi bestelemesi için Amir Beye vermiştir, güfte de aklında
iken Mehmet'e piyanoyu çalmaya başlar; ''Bir kızıl goncaya benzer dudağın; sol-la-la-la, sol-la-si-si-la
... mi-fa-sol-mi-fa...'' derken küçük Mehmet susar, beste de böylece o an ortaya çıkar. Ardından Amir
Bey besteyi TRT'ye gönderir, beklemediği bir etki yaratır ezgi. Herkes tarafından söylenir, herkes
tarafından beğenilir. TRT, 100 değerli eseri arasına alır eseri. Ardından 6 yıl kadar önce bir gün
bulunduğu bir programda bir telefon bağlantısı ile öğrenir ki arayan Melek Hiç Hanımefendilerin
yeğenidir, teyzesi bu güfteyi Hz Muhammed (sav) için yazmıştır. ve Amir Ateş, ''Ben bu eserin bu
kadar bereketli olmasını 35 yıl düşündüm, bulamadım. Ama tüm mânâ ve düşünce şimdi yerine
oturdu, nedeni nihâyet ortaya çıktı.'' der. Hülâsa, Arap şâiri der ya; ''El mânâ fi bat'nî şâir.'' Yani, şiirin
mânâsı her zaman sanatçının gönlünde saklıdır, gizlidir. Biz ise yalnızca onu sezeriz. Ve bir eser ne
kadar çok hisse hitab ediyorsa o kadar değerlidir. İşte o misal. Bu sanat eserleri, böyle güzel eserler
sanatçılarının bu eserleri oluştururken dokundukları yaşantılar ile güzel. Sonra gel de düşünme Amir
Beyleri o piyano başında. Gel de düşünme küçük Mehmet'in o gül güzel yüzünü. Gel de hissetme
Melek Hanımefendilerin bu eseri yazarken hissettiklerini. Gel de düşünme tekne başında Mahmut
Peşteli Ağabeyleri, ebrûzenleri... Sanat ve sanatçı diyorum. İyi ki var.

kalenderi | kayadan indim bugün

Mayıs ayının ilk günlerinde bir öğle üzeri Ortaköy'den başladık yürümeye. Güneş solgun turuncu
gökyüzü uçuk mavi, deniz çırpıntılı lacivert, Boğaziçi’nin iki yakası erguvan rengindeydi. Denizin
tarafındaki kaldırımda yan yana yürüyorduk. Ben denize bakıyordum. Dalgalar sahildeki tekneleri
yavaşça sallıyordu. Saçlarım uzun olsaydı onlar da rüzgarda sallanacaktı. Bebek Koyu’na geldiğimizde
elimi tutmak istedi. Önce elimi çektim, sonra elini tuttum. Ele ele Emirgan Korusu’na geldiğimizde bizi
laler karşıladı. Boğaz’ı gören bir banka oturduk. Yan yana... Konuşmuyorduk. Denize bakıyorduk.
Kendini bana yaklaştırdı. Elini omzuma attı. - “Benimle evlenir misin?..” dedi. Şaşırmıştım.
Yanaklarımın kızardığını biliyordum. Yüzüne bakmadan, -“Anneme sormalıyım...” dedim. Omzumu
hafifçe okşadı. Akşam anneme gelip olanları anlatınca; “Babana danışmalıyım...” dedi. Beş sene
olmuştu annemle babam ayrılalı. Babam, ikinci annem Yıldız Moran’la evliydi. O akşam babam,
annemin Caddebostan’daki evine geldi. Sofrada babamla karşılıklı oturduk. Annem ise başa oturdu.
Önce yemek yedik. Sonra annem konuyu açtı. Sordu... Benim yanaklarım yine kızarmıştı. Cevabını
bekliyordum ama vermiyordu. - “Benim şiir kitaplarım nerde?..” diye sordu. Annem kitapları sofraya
getirdi. Babam, tabağını kenara itti. Rakı bardağını kitaplardan uzaklaştırdı. Sayfaları karıştırmaya
başladı. Şiirle cevap vereceğini anlamıştım. ... Makaralı teybi, sehpanın üzerine koyup düğmesine
bastım. Şiirlerini sesi ile oynayarak bazen yavaş, bazen hızlı, bazen fısıldar gibi, bazen bağırır gibi
okudu.. Hiç ara vermeden okuyordu şiirlerini. Gece uzun sürdü.Vakit bir hayli geç olmuştu. Kitaplarını
kapattı, yerinden kalktı, kitapları rafa koydu, bizlere “Hoşçakalın” diyerek gitti. Bunlar, erguvanların
İstanbul’u kuşattığı 1966 yılının Mayıs ayında yaşandı. Şimdi yine Mayıs ayındayız. Aradan 46 (şimdi
51) yıl geçti. İstanbul, yine Erguvan renginde... Düşünmeden bastığım o teybin düğmesiyle babam
Özdemir Asaf’ın sesini kaydetmiş olmamın ne kadar önemli olduğunu çok sonraları anladım. GİDEN
isimli şiirinde; “Geçen yaşadığındır, yaşarken anlamadan. Kalan bir gerçektir belki...” der. Yaşadığını
anlamanın bu kadar zor olacağını hiç düşünmemiştim. Bodrum’da bahçedeki erguvan ağacına
bakarak yazıyorum bu yazıyı. Çiçekler döküldü sadece yaprakları kaldı. Bir sene beklemem gerekecek
çiçeklerini görebilmem için. Seneye mayıs ayında kavuşmak üzere Erguvan Ağacı... * * * Özdemir
Asaf’ın, kızı Seda Arun’un evleneceğini babasına haber verdiği ve onun onayını beklediği akşam
saatinde yaşadıklarını yazdığı satırlar bunlar. Özdemir Asaf’ın Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan ''Sen
bana Bakma, Ben Senin Baktığın yönde Olurum...'' isimli kitabından. Ünlü şairin o gece orada
evleneceğini duyduğu kızına kendi sesinden okuduğu şiirlerin yer aldığı CD ile birlikte satılıyor bu
kitabı. Özdemir Asaf gibi bir babanın, kızının evlendiğini öğrendiği gün, şiir kitaplarını masaya dizip
ona şiirlerle cevap vermesi çok dokunaklı geldi bana. Ne muazzam... Ne hisli insanlar var! Kitabı
okurken, yine bir mayıs günüydü ve... aklıma şiirler yürüdü yine. Boşuna mı diyor, Hasan Hüseyin
Korkmazgil; "Gördüm babaların ağlamasını; dalları düğüm düğüm, gövdesi kahve falı, bir zeytin
ağacını köklemek var ya; sökmek var ya sarp yamaçtan ardıcı, kazma vurmak, beş yüz yıllık meşeye,
acısı duymak var ya kopmanın? babaların ağlaması işte o, babaların ağlaması öyle zor." diye. Babalar,
kuş misali güvercinlerine mi yansın, yoksa ardından; ''Ben yârime gül demem, Gülün ömrü az olur.''
dedikleri cennet, ahiret arkadaşlarına mı bilmem. Babalar... İyi ki onlara emanetiz. Celâli ve cemâli bir
babada cem eden Allah'a ve bizi seven ve başkasına sevdiren Allah'a ve ''Ol!'' deyince her şeyi
olduran ve babayı da olduran, babayı var eden Allah'a; şükürler olsun. Geceniz hayırla kalsın efendim.
geldi ammâ n’eyleyim sensiz bahârın şevki yok

Rûhun, ciğerden kamışa aktığı; bir nefesin makam makam, perde perde ses olduğu şu Ney sâdası ile
başlayıp, rahmetli ûdî Yorgo Bacanos'un Sabâ Oyun Havası eseri ile harmanlanmış bu kayıt için
istedim ki Mesnevî'den ve Ney'den bir miktar bahsedelim. 🌹 ''18 Beyti Dinle'' adlı kitaptan, birkaç
iktibas: Bir menkîbede, Hz. Peygamber'in Miraç'tan döndükten sonra bazı sırları Hz. Ali'ye aktardığı ve
kimseye anlatmaması istediği anlatılır. Hz. Ali bunu insanlara anlatmaz ancak kör kuyuya gidip anlatır.
Kuyudan sular yükselir ve sazlık olur. Burada yetişen sazları kesen çobanlar, kesip kaval yapar. Çıkan
sesi duyanlar, "Miracın sırrını ifşâ ettin yâ Ali!" derler. * Ney'in üzerindeki 7 delik, insan-ı kâmil
olabilmek için aşılması gereken 7 nefis mertebesine karşılıktır. * Ney, 9 boğumdur. İnsan da 9 ayda
meydana gelmiştir. Gırtlağında 9 boğum vardır. Bedeni de 9 katmandır. * Mesnevi, 20 bin küsur beyit
ihtiva eder. İlk 18 beyti bizzat Mevlâna Hazretleri kaleme almıştır. Mevlevi büyükleri ebcet hesabına
göre 18'in, "Hayy" esmâsına karşılık geldiğini söylerler. Aynı zamanda 18 bin aleme işaret eder. 🌹
Yazarın, Mesnevî'nin ilk 18 beytine dikkat çekmesi, elbette tesadüf değil. Zirâ, ilk beyit itibari ile
görüldüğü gibi: 1. ''‫ ''ىمكند شكايت جدانها از ىمكند حكايت چون ن اين بشنو‬Bişnev in ney çün hikâyet
mîküned Ez cüdâyîhâ şikâyet mîküned Dinle, bu ney neler hikâyet eder, Ayrılıklardan nasıl şikâyet
eder. * Devamı ise, salt tercüme hâli ile; 2. Beni kamışlıktan kestiklerinden beri feryâdımdan, Erkek ve
kadın müteessir olmakta ve inlemektedir. 3. İştiyâk derdini şerhedebilmem için, Ayrılık acılarıyle şerha
şerhâ olmuş bir kalb isterim. 4. Aslından vatanından uzaklaşmış olan kimse, Orada geçirmiş olduğu
zamanı tekrar arar. 5. Ben her cemiyette, her mecliste inledim durdum. Bedhâl (kötü huylu) olanlarla
da, hoşhâl (iyi huylu) olanlarla da düşüp kalktım. 6. Herkes kendi anlayışına göre benim yârim oldu.
İçimdeki esrârı araştırmadı. 7. Benim sırrım feryâdımdan uzak değildir. Lâkin her gözde onu görecek
nûr, her kulakda onu işitecek kudret yoktur. 8. Beden ruhdan, ruh bedenden gizli değildir. Lâkin
herkesin rûhu görmesine ruhsat yoktur. 9. Şu neyin sesi âteşdir; havâ değildir. Her kimde bu âteş
yoksa, o kimse yok olsun. 10. Neydeki âteş ile meydeki kabarış, Hep âşk eseridir. 11. Ney, yârinden
ayrılmış olanın arkadaşıdır. onun makam perdeleri, Bizim nûrânî ve zulmânî perdelerimizi -yânî,
vuslata mânî olan perdelerimizi- yırtmıştır. 12. Ney gibi hem zehir, hem panzehir; Hem demsâz, hem
müştâk bir şeyi kim görmüştür. 13. Ney, kanlı bir yoldan bahseder, Mecnûnâne aşkları hikâye eder.
14. Dile kulakdan başka müşteri olmadığı gibi, Mâneviyâtı idrâk etmeye de bîhûş olandan başka
mahrem yoktur. 15. Gamlı geçen günlerimiz uzadı ve sona ermesi gecikti. O günler, mahrûmiyyetten
ve ayrılıktan hâssıl olan ateşlerle arkadaş oldu –yânî, ateşlerle, yanmalarla geçti. 16. Günler geçip
gittiyse varsın geçsin. Ey pâk ve mübârek olan insân-ı kâmil; hemen sen vâr ol! 17. Balıktan başkası
onun suyuna kandı. Nasibsiz olanın da rızkı gecikti. 18. Ham ervâh olanlar, pişkin ve yetişkin zevâtın
hâlinden anlamazlar. O hâlde sözü kısa kesmek gerektir vesselâm. 🌹 Artık bunun üzerine, fazla kelâm
ederek edeb sınırlarını zorlamadan, zeytûnî göğün altından selâm ederim ahâli; vakt-i şerifler hayr
olsun! SÂZ SANATÇILARI Kanun: Turgut Özüfler Ney: Ali Tüfekçi Ûd: Gürcan Yaman Viola: Hasan Şavlı
Ses Sanatçısı: Murat Necipoğlu Kayıtta okunan gazel, Recaîzâde Mahmud Ekrem'e ait: ''Gül hazîn...
sünbül perîşan... Bâğzârın şevki yok. Derdnâk olmuş hezâr-ı nağmekârın şevki yok. Başka bir hâletle
çağlar cûybârın şevki yok. Âh eder, inler nesîm-i bî-karârın şevki yok. Geldi ammâ n’eyleyim sensiz
bahârın şevki yok!''

melahat pars | ben gamlı hazan


Kaç eski kayıt, kaç beste değdi bu değin kulaklarımıza bilmem ama bu denli naif olanına denk
gelmemiş olduğumuza eminim efendim. Ve bu işittiğim, biliyorum ki, sadece bir eski zamân şarkısı
değildir. Zaten bu güzel eser en başta, şarkı değildir. Ağır Aksak usûlde bestelenmiş, Hicâz bir
bestedir. Şarkının bestecisi ve icrâcısı Melahat Pars Hanımefendi, güftekârı Sıtkı Argınbaş'tan mûsıkî
dersleri almaktadır. Gel zaman git zaman, birlikte geçirdikleri vakitler arttıkça Melahat Hanım'ın gönlü
Sıtkı Bey'e doğru kayıverir. Gün gelir, Sıtkı Bey bu ilginin farkına varır. Ve aradaki mevhum yaş farkının
bu sevdâyı imkansız kıldığını yazdığı şu dizelerle dile getirir: "Ben gamlı hazan, sense bahar, dinle de
vazgeç. Sen kendine kendin gibi bir taze bahar seç. Olmaz meleğim böyle bir âşk, bende vakit geç, Sen
kendine kendin gibi bir taze bahar seç." Netice itibariyle Melahat Hanım aşkına karşılık bulamaz.
Fakat ilginçtir ki güfte, Melahat Hanımlar tarafından bestelenmiş ve plak üzerine kaydı yine Melahat
Pars Hanımefendilerin icrâsı ile olmuştur. Sene 1948... O zaman da âşk üzre dönüyormuş dünyâ,
desek, yeridir. * Melahat Pars, Bülent Ersoy ve Emel Sayın gibi sanatçıların üstadlarından. Aynı
zamanda bestekâr ve mûsıkî eğitmeni. Aynı zamanda ûdîdir.

kalenderi | seher vakti

Bir güzel ezgi... Tanbûr'un ağladığı, bendirin şahlandığı, sevilen ve sevdiren; sevene sevdiğini bildiren,
gönlü bir hoş ve cûş eden... Bunları düşünürken, tam da Âşık Veysel, ''Bir seher vaktinde...'' diye
başlayıp, ''Bu sevda başından irılmaz dedi, Aşkın deryaları durulmaz dedi, Her güzele meyil verilmez
dedi, Bir baktı yüzüme; güldü gizlendi.'' demişken, aklıma Nizar Kabbani'nin dizeleri geldi. Dünden
beri defaatle okuyorum. Sonra içimden dedim ki, şunu şarkı yapsalar da okunsa, gazel diye kulaklara
çalınsa keşke. Tüm güzelliği ve sadeliği ile, şiir şöyle: ''aşkına müteşekkirim o benim son mucizem
mucizeler çağı geçtikten sonra teşekkürler aşkına.. o bana öğretti okumayı, yazmayı o donattı beni
sözlerin en güzeliyle aşkın bir anda sildi bütün kadınları hayatımdan yok etti en güzel anılarımı..
teşekkürler.. ta derinden ey kutsal kitaplardan çıkıp gelen teşekkürler beline rüyalarımda gördüğüm,
hayalini kurduğum defterlerimin ve günlüklerimin arasına bir serçe kuşu gibi gizlice giriveren yüzüne
teşekkürler.. teşekkürler şiirlerimde yaşadığın için teşekkürler.. bütün parmaklarımda oturduğun için
teşekkürler.. hayatımda olduğun için.. teşekkürler aşkına bütün insanlardan önce bana verdi müjde,
melik olarak seçti beni, taç giydirdi ve takdis etti beni yasemin sularıyla.. teşekkürler aşkına, bana
ikram etti, beni terbiye etti, bana ilimlerini öğretti öncekilerin aşkın alemde beni seçti yanlızca firdevs
saadetini.. teşekkürler.. gökkubbenin altındaki avare günlere, ve mahzun ekim sularına, endişeyle
geçen saatlere huzurla dolduğum anlara.. teşekkürler gözlerine menekşe ve şefkat adalarının yolcusu
olan. teşekkürler geçip giden tüm güzel yıllara.. teşekkürler aşkına ... tavus kuşu, nane ve su ve gül
renkli bir bulut ekvatordan tesadüfen geçen öyle bir mucize ki peygamberlerin bile şaştığı..
teşekkürler saçlarına tüm dünyayı meşgul eden uzunluğunu hurma bahçelerinden çalmış şu cimri
dünyada gözlerinin bana sunduğu teşekkürler her bir dakika için.. ... teşekkürler ağlama zamanına ve
uzun seher mevsimlerine. teşekkürler bu güzel hüzne, teşekkürler bu güzel hüzne…'' * ...ve,
teşekkürler Âşık Veysel. Sana da teşekkürler Nizar Kabbani. * Oyy dağlar oy...

suavi | yalıçapkını

İşittiğimize göre; 1994 yılında TRT'de Altın Anten yarışmasında "Yalıçapkını" isimli eseriyle 1. olup,
Kazakistan Almaata'da düzenlenen ve 24 ülkenin katıldığı Asya'nın Sesi (Voice Of Asia) yarışmasında
Türkiye'yi temsil etmeye hak kazanmış Suavi ağabeyimiz. Yarışmada, jüri tarafından 5 yıldır kimsenin
layık görülmediği ve 1. nin de üstünde kabul edilebilecek "Grand Prix" ödülünü almış bu şarkı ile.
Fakat bu, kendi ülkesinin medyasında pek yer almamış. Bu meseleyi öğrenip, bir de üzerine Suavi
ağabeyin eser içinde; - ...Kimvurduya gitmesin, aşkıma ses ver! Uçarı değilim, kadir bilirim... dediğini
işittikten sonra ne yapabilirdim? Dayanamadım, işitin siz de istedim. Suavi ağabeyin aşkına
nihayetinde ödül vermişler lâkin ses vermişler mi bilemedik... Fakat biz, kulak verelim a cânlar!
Sevenin sevileni sevdiği o, ''Çoban-aldatan çit sarmaşığım'' yerinden kulak verelim. Yaşanan ıstırabın,
aşkın büyüklüğünü duyumsayabiliyor musunuz? Ben iliklerime dek hissettiğimi belirtmeliyim. Bir gani
huzur, bir ince gönül, bir Bade-rûh hep bunlar... ''Suspus oldu sazendeler bu gece. Hazırlan, fırtına
kopmak üzere. Kalbime tünemiş kuşlar uçuştu, Cam kırığı gibi doldun içime. Eski bir madende göçük
gibiyim. Toprağın altında kalabilirim. Kimvurduya gitmesin, aşkıma ses ver. Uçarı değilim, kadir
bilirim. Kimvurduya gitmesin, aşkıma ses ver. Uçarı değilim. kadir bilirim. Yaban inciri, yalıçapkınım,
Örtbas etme aşkını. Çobanaldatan, çit sarmaşığım, Sar bana kollarını.''

john kaada | mainstreaming

Bir şarkıya içerleyebilmemiz için, daha ne kadar dokunaklı olması gerekir bilmiyorum ama şu şarkı;
anlamlandırmaya çalıştıkça anlamlandırılamayan bir yerde; yapan bunu neden-niçin yaptı bilinmeden,
*işitiliyor ve dünyanın başka yerlerinde işittiriliyor ise*, yüzümüze gül tohumları ekmesin de,
n'eylesin? Bahsini ettiğim şu şarkı, şu kadarcık sözden oluşuyor: ''Whoever seeks...whoever seeks me
finds me, Whoever finds me knows me, Whoever knows me loves me, Whoever loves me, i love...
Whomever i love, i kill...'' Ben sözleri işittiğim ilk ân, olduğum yerde kalakalmıştım. Çünkü; ''Ben bir
kulumu sevdim mi onun tutan eli, yürüyen ayağı, gören gözü, duyan kulağı olurum.'' sırrınca, şu hadis
geldi hemen aklıma: ''Beni isteyen beni bulur. Beni bulan beni bilir. Beni bilen beni sever. Beni seven
bana âşık olur. Bana âşık olana ben de âşık olurum. Ben kime âşık olursam onun canını alırım. Ben
kimin canını alırsam, diyetini de üstüme alırım.'' (Hadis-i Kudsî) Bunu her kim neden yaptı, hadisten
mi etkilendi, bu adam kimdir hiç bilmiyorum ama dünyanın başka yerlerinde benliğe baş eğdirmenin
fevkindeki gönüllere bir tutam da olsa ferahlık serpmişse, ne güzel eylemiştir diye her dinlediğimde
bir mutluluk... Cânı olsa severim, gözleri olsa öperim bu şarkıyı ben. ..ve sen caanım John, beyaz
kollarımı dolarım boynuna. Çok güzelsin.

kalenderi | altın tasta gül kuruttum

RÛ. Farsca; yüz, simâ anlamlarına geliyor. Rûberû ise; karşılıklı, yüz yüze anlamında. Rûhberûh ise;
rûberû olamayanların, karşılık bulamayanların hâli. Ben Rû ile istedim ki hep birlikte Kadîm ile
sırlanalım, kadîm'e dokunamasak bile vücudundan aldığımız koku ile iştiyak bulalım. Farsca ile
neş'elenelim, Arapca ile dertlenelim. Halep, Yemen, Kudüs, Isfahan, Islambol, Hüdavendigar... ile kalbî
bir muhabbete erelim. Zirâ Kadîm'de kıdem vardır. Konu ile alakalı olarak İhsan Fazlıoğlu hocam çok
geçmeden şöyle diyor ve yârelerin hülâsasını bırakıyor şuracığa: ''Sükût kıvâmındaki çığlığı, ne kardaş
ne arkadaş...; yalnızca hâldaş olanlar duyarlar.'' Neden mi Rû dedim, işte bu yüzden efendim. Zirâ
Doğulu birbiri ile gevezelik etmeden, konuşmadan anlaşır. Bu konuşmadan anlaşmadaki kasıt,
muhatabı bakışından ve duruşundan anlamak mânâsında değildir. Anlaşılacak şey onlarda ortaktır ve
bunu anlayan insanlar da birbiri ile hâldaştır. Batı medeniyetinde ise tartışmak, konuşmak, söylemek,
ben dili sen dili kem dili küm dili ve sairleri vardır. Doğu medeniyetine muhabbet beslenir, Batı'ya ise
merak duyulur. Paris ve Viyana olsa olsa ancak merak edilir ve muhataba karşı bu dile getirilir, dile
getirilmek zorundadır. Gider görür ve beğenirsin. Uzun uzun nasıl güzel olduğundan bahsedersin.
Yetmez bir de ora için "Medenî" dersin! Lâkin bir Farsca, bir Arapca, bir Beyrut, bir Kudüs, bir
Semerkant içrede bir yerde durur ve muhataba bu dile getirilmese de karşılıklı olarak muhabbet vuku
bulur. Gitmeden de varılır, görmeden de sevilir. Çünkü Doğu'da mânâ vardır. Mânâ dile gelmez,
gönülde durur. Sükût kıvamındaki çığlık, budur. O mânâdır insanı insana hâldaş yapan. O hâlde ben
de burada diyeyim ki; Doğu dediniz mi bir şehir düşünün ki her yer gül...gül ile yaşarlar, altın taslara
gül koyarlar, camlara gül dizerler, gül ile bakarlar, gül ile söylerler... Terazileri gül'dendir, türküleri
gül'den... Gül dedin mi bilirler yâr demişler. Artık Ümmî Sinan'ın sözleri ile bu gevezeliği tamam
edelim de cümle duymuşların cânına şifâ dileyelim efendim. ''Gül alırlar gül satarlar Gülden terazi
tutarlar Gülü gül ile tartarlar Çarşı pazar güldür gül''

le trio joubran | roubbama

Sanatın tepeden tırnağa teknikle var olan bir hareket olduğunu iddia edersek yanılırız. Tıpkı felsefe
gibi; felsefe nasıl ki kendi başına mahkeme duvarı bir hüviyete sahip ise, mûsıkî ilminde de 'taksim' o
mertebededir. Bir taksimin ne derece mükemmel olduğunu idrâk edebilmeniz için mûsıkî hakkında
derin bir malumata sahip olmanız gerektir. Peki duygu, işin neresindedir? İşte ben izahı şu eser ile
yapmak istiyorum. Zirâ eserin icrâsı pek bir kolay (teknik olarak), sînede açtığı yaralar ise pek bir
derindir. Bir eserde en derin sanatsal beceriler kullanılmış olsun, en kallâvi taksimler icrâ edilmiş
olsun, bu işi bilen ile bilmeyeni ayırt ediyor olsun fark etmez. Sanat eseri kaç insana hakikâti
duyumsatabilir, sîne-i paramparça edebilir... Asıl vücuda geldiği yer oradadır. Şâirler; mühimmatsız,
çaysız dinlemeyin, diyorlar. Tâbir-i câiz olsun; 1.40 sonrası bildiğin ateş ediyor. Ben daha ne diyeyim...

nice bir uyursun uyanmaz mısın (göçtü kervan)

''Uğursuz 2016' lafını sıkça duyar olduk. Evet, bu yıl çok üzüldük ama dehre/zamana sövmek bizim
geleneğimizde yok.'' diyor sevgili Kemal Sayar. Bahsini ettiği 'gelenek' üzerine etraflıca düşünmek,
tefekkür etmek gerektiği fikrindeyim. Zirâ, tam da bu mevzuya isâbet edecek bir söz etmiş Plutarch
da, şöyle diyor: ''İçinde çok sayıda şâir ve müzisyen olan bir şehre düşman olmak, felâkettir!'' Sizin de
aklınıza Anadolu, İstanbul, Halep, Yemen düştü değil mi? Canımız yandı, kanımız aktı; ille de 'Vatan!'
dediğimiz olaylar bizlere şüphesiz sonraki nesillere anlatacağımız hatıralar bıraktı. Ülke-ümmet olarak
içinde bulunduğumuz bu hâl, bu hüviyet için yukarıda bahsini ettiğim 2 cümle bana güç veriyor. Zirâ
topraklarımızın üstü Anadolu İrfânı ile mayalanmış, altında ise nice şehitler ve erenler yatıyor. Bu
sebeple istedim ki bu gece, eski Sahaflar Tekkesi şeyhi, nam-ı diğer Âşkiyyül Cerrâhî Muzaffer Efendi
ile Asitane'de yapılan bir meşk kaydı dinleyelim. Meşk, 1984 senesinde, yani Muzaffer Efendi'nin
vefatından 1 sene evvel, bugünkü İstanbul-Karagümrük'te bulunan Nureddin Cerrahî Tekkesi'nde yani
diğer adı ile Asitane'de yapılmış. Kayıt canlı olmakla birlikte, meşkte zikredilen güfte Yunus Emre'ye
ait. Bestenin sahibinin bilgisine ulaşamadım lâkin kulaklarım beni aldatmıyor ise Hicâz makamında
söylüyorlar. Hattâ; söylemiyorlar, ağlıyorlar. Bazı zamanlar iletiler aldım; 'Kimi paylaşımlar Rû'nun
Farsca içeriğine uymuyor...' diye, dedim 'Efendim Rû kadîmdir. Değerdir, kültürdür, anânedir,
mirastır. Ürdün'dür, Halep'tir, Yemen'dir, Hicaz'dır, İsfahan'dır, Tebriz'dir, İstanbul'dur, Bursa'dır...
Farsca başın üstündedir, ama kadîm olan her şey bizim gönlümüzün eridir...' Bu sebeple inşallah bu
kaydı 'kadîm'e isabet ediyor olması ile bağrınıza basar, bana darılıp gönül koymazsınız. Cümlemizin
cânına şifâ diliyorum. * Ah nice bir uyursun uyanmaz mısın Göçtü kervan kaldık dağlar başında Çağrışı
tellallar inanmaz mısın Göçtü kervan kaldık dağlar başında Emr-i hac göçeli hayli zamandır
Muhammed cümleye dindir imandır Delilsiz gidilmez yollar yamandır Göçtü kervan kaldık dağlar
başında Yunus sen bu dünyaya niye geldin Gece gündüz Hakkı zikretsin dilin Enbiyaya uğramaz ise
yolun Göçtü kervan kaldık dağlar başında

küçüksu'da gördüm seni

Mahremiyet ile âşkın verdiği iştiyâk arasında kalmış bir âşık. Mâlum, o dönem kadınlar sokakta
mahrem olmayan erkeklere gül yüzlerini de abartılı âşikâr etmez, gizlerler. Bundan ötürü de; kırk gün,
kırk saat sevdiceğin kapısında, kırk saniye kadarcık gülcemâlini göreceğim diye bekleyen âşık, tesadüf
bu ya, Küçüksu'da kırk santim kadarcık bir sûret görüverir, görüverir de, gözlerinden tanıyıverir
sevdiceğini. Nasıl bir âşk hâli ile söylendi ise artık, güftenin sahibini bilemedik. Lâkin, şu dediğine mest
olduğumuzdan eminiz efendim; ''Küçüksu'da gördüm seni, gözlerinden bildim seni. İnkâr etmem,
sevdim seni...''

You might also like