Professional Documents
Culture Documents
com
ISPARTALI ve ISPARTAYA
HİZMET ETMİŞ
BÜYÜK ADAMLAR
MAHMUT KIYICI
S. TANJU BOYLU
ISPARTA GAZETESİ SAHİBİ
ARİF HİKMET SARICALIOĞLU
(Şair ve Öğretmen)
1899 yılında İskenderun'un Belen Kasabası'nın (Kızılkaya) köyünde doğdu. Babası
köy halkından, (Sarıçalı Oymağı)'ından Mehmet Ağa idi.Arif Hikmet, ilköğretimini An-
talya Numune İlkokulu'nda yaptı. Sonra Halep ilköğretmen okulunda devama başladı.
Fakat henüz ikinci sınıfta iken Birinci Dünya Savaşı dolayısıyla askere alındı ve İstan-
bul Yedek Subay Talimgahına (Eğitim Birliğine) sevkolundu. Savaş süresince yedek su-
bay olarak görev yaptı. Terhis olunca memleketine döndü ve Adana ilköğretmen okulu-
na kaydolarak eksik kalan öğrenimini tamamladı. Öğrenciliği sırasında zekası, çalışkan-
lığı,üstün bilgi ve yetenekleriyle öğretmenlerinin ve idarenin dikkatini çekti, sevgisini ka-
zandı. Bu nedenle Müdür Ali Ulvi Beyin teklifi ile Milli Eğitim Bakanlığınca aynı oku-
lun uygulama öğretmenliğine atandı. Sözü edilen görevde iki yıl kaldı. Sonra Konya'da
açılan Orta Muallim Mektebi'ne girdi.Okul Konya'dan Ankara'ya taşındı. Arif Hikmet
1928 yılında buradan diploma aldı. İlk görev yeri İsparta'dır. Uç yıl çalıştıktan sonra
Burdur Ortaokulu'na,oradan da Diyarbakır Lisesi'ne nakledildi. Bundan sonraki yaşamı
hakkında bilgi için doğum yerinin sorumlularına mektup yazdımsa da ne yazık ki, iki ay-
dır bir yanıt alamadım.
Doğruluk derecesini tam saptayamamakla birlikte, sonradan edinebildiğim tek bilgi,
Hatay'ın Fransız mandasından çıkıp, kendi isteği ile Türk sınırları içine katılmadan ön-
ce geçirdiği bağımsız dönemde, Arif Hikmet'in Hükümette Milli Eğitim Bakanı olarak
görev aldığıdır.
Arif Hikmet Bey'in 1930 yılında Isparta Ortaokulu'nda birkaç ay öğrencisi oldum.
Böylece kendisini yakından tanımak fırsatını buldum. O tarihte otuzbir yaşında olması-
na karşın bekardı. Ortaokulun çatı katındaki bir odada yatıp kalkardı. Sarışın, orta boy-
lu, ince yapılı idi. Geniş çaplı bir gözlük kullanırdı. Her zaman siyah veya koyu lacivert
bir elbise ve beyaz gömlek giyer, papyon takardı. Kunduraları hep pırıl pırıldı. Giyimin-
de olduğu kadar konuşmalarında da, davranışlarında da nazik, kibar ve titizdi. İnce duy-
gulu ve alıngandı. Bu nedenle küçük bir saygısızlık karşısında kızar ve kırılırdı. Ancak
bunlar saman alevi gibi geçici idi.
Şairdi. 1932-1933 yıllarında bastırdığı (Menekşeler) adlı bir şiir kitabı vardır. Bu ki-
tapta yüz kadar şiiri toplanmıştır. O, şiirlerinde hep doğa ve insan sevgisini işlemiştir.
Çok kez yalnız başına kırlarda ve bahçelerde dolaşır şiirlerini yazardı. Aynı zamanda
ömrüm boyunca eşine pek rastlayamadığım derecede güzel şiir okurdu. Öğrencilerine
doğayı, insanlığı, güzelliği sevmelerini öğretmeye çalışmıştır. Kanımca bir eğitimcinin ya-
pabileceği bundan daha üstün bir görev yoktur. Kişiliği hakkında yargıya varabilmek
için onun şiirlerini okumak yeter. Ayrıca o bugün ülkemizin dört bir yanında yaşayan
onbinlerce öğrencisinin gönül bahçelerinde tazeliğini ve kokusunu yitirmeyen bir çiçek
olarak yaşamaktadır.
Arif Hikmet Beyin İsparta'da görevde bulunduğu yıllarda halı işçileri, çok kötü koşul-
larda çalışır ve emeği karşılığı soğan ekmek yiyecek kadar para kazanırlardı. Kazancın
yüzde sekseni-doksanı patronundu. İşte, bundan duyduğu üzüntüyü şöyle dile getiriyor-
du:
HALICI
Gönlünde bir dert mi var, ayrı mısın eşinden ?
Genç yüzün daha solgun bir akşam güneşinden
Yorgun mu, hasta mısın ? Haydi, doku !
Vur kirkidi, isterse buz kessin için dışın;
Saplandıkça bağrına dişleri kuduz kışın,
Bir dakika gülmiyen bahtına lanet oku?..
VASFİ EFENDİ
Ispartalıdır. İyi bir öğrenim gördükten sonra memurluğa girdi. Zekası, beceri ve yete-
neği ile başarılar kazanarak kısa zamanda üstün derecelere yükseldi. Çeşitli eyalet Vali-
likleriyle, Maliye ve Vakıflar Bakanlığı yapan Mehmet Hurşit Paşa'nın uzun süre Yazı
İşleri Müdürlüğünü yaptı. 1866'da görevinden alındı ise de 1868'de yeniden Başbakanlık
Yazı İşleri Dairesine atandı. 1878 yılında Yargıtay Genel Sekreterliğine getirildi.
1884'te Adalet Bakanlığı, 1889'da Başbakanlık Özel Kalem Müdürü oldu. 1883'te memu-
riyeti yükseltilerek Danıştay üyeliği ve aynı dairenin Genel Sekreterliği ile görevlendiril-
di.Ölünceye kadar geçen on üç y ı l içinde hep bu görevde kaldı. 1896'da öldü ve İstan-
bul'da Sünbül Efendi Kabristanına gömüldü.
Vasfi Efendi Farsça'yı çok güzel yazar ve konuşurdu. Teorik ve uygulamalı bilimlerle
dil biliminde derin bilgiye ve üstün bir yazı yazabilme yeteneğine sahipti.
NAHİFİ
Ispartalıdır. Şairdir; Divan halinde toplanmış olmamakla beraber birçok şiirleri var-
dır. Önce Kadı vekilliklerinde, sonra da Kadılıklarda bulundu. 1609 tarihinde öldü ve
Edirne Kapı Kabristanı'na gömüldü.
HOCAZADE
MUSLİHİTTİN MUSTAFA EFENDİ
Muslihittin Mustafa, Molla Ayas ve Ispartalı Abdülkadir Efendiler, Fatih Sultan
Mehmet'in öğretmenidirler. Bunlardan Molla Ayas ve Muslihittin Mustafa , biyografisi
ayrıca verilen ve II'inci Murat zamanında, yani İstanbul Bizans egemenliğinde iken, Ata-
bey Medresesinde Müderrislik yapan ünlü bilgin Ayasluğ Çelebisi'nin öğrencisi olmuş-
lardır. Dolayısıyla bu topraklarda kazandıkları bilgilerle çağ değiştiren bir komutanın fi-
kir dünyasını aydınlatmışlardır. Belirtilen nedenle, kültür varlıkları yönünden Atabey'li
sayılmalarında bir sakınca yoktur sanırım. Aslında cahil bir adam nereli olursa olsun ne
anlam taşır ki ?..
Hocazade Muslihittin Mustafa'nın babası bir ticaret adamı idi ve oğlunun okumasını
arzu ediyordu. Böyle olmasına karşın Mustafa, önce Hızır Bey'den sonra Ayasluğ Çele-
bisi'nden ders aldı. Bilgi ve ahlak üstünlüğü dolayısıyla Fatih tarafından kendisine hoca
seçildi. Henüz otuzbeş yaşında bulunmasına rağmen Kazaskerliğe getirildi. Fakat kendi-
sini çekemeyenlerce Padişahın gözünden düşürülüp bu görevden alındı, Bursa Müderris-
liğine atandı.
1467'de Edirne, 1468'de İstanbul Kadısı oldu. Daha sonra İznik Kadılığı ve Müderris-
liği, 1482'de ise Bursa Kadılığı ve Müftülüğü verildi.
1488 yılında Bursa'da öldü ve Emirsultan yakınına gömüldü.
Hocazade Muslihittin Mustafa çağdaşları arasında her bakımdan üstünlüğünü kabul
ettirmişti. Arap ve Acem bilginlerinin dahi beğenisini kazanmıştı.
ESERLERİ :
NURULLAH EFENDİ
Ispartalıdır. Öğrenimden sonra bir süre Müderrisliklerde bulundu. Daha sonra Kadı-
lığa atandı. Konya, Bursa ve Yenişehir'de Kadılık yaptı. 1727 yılında öldü. Değerli bir
bilgin, iyi ahlaklı bir insandı.
YAKUP EFENDİ
(Yakup Hamidi) diye tanınmıştır. 15'inci yüzyılın ikinci yarısında İsparta'da doğdu.
Bir süre memleketinde okuduktan sonra zamanın ileri gelen medreselerinde ders gördü
ve müderris oldu. Özellikle İslam hukukunda yetkili bir bilgindi. 1523 yılında öldü.
MUSLİHİTTİN EFENDİ
(Yörüklerden büyük bir bilgin)
Isparta yaylalarında yaşayan bir yörük ailesinin çocuğu idi. Onlarda benzerleri gibi
ilkbahar, yaz ve sonbaharı memleketlerinin yaylalarında geçirir, kış mevsimi başlangıcın-
da sürüleri ve obalarıyla daha sıcak olan Antalya'ya yakın bölgelere göç ederlerdi.
Muslihittin Efendi bir yörük çocuğu olmasına karşın henüz nasıl gerçekleştiğini sapta-
yamadığım bir raslantı ile İstanbul'a okumaya gitti. Orada en büyük medreselerde, en
ileri gelen bilginlerden ders aldı ve müderris oldu. Bir süre müderrisliklerde bulundu.
Fakat daha geniş bilimsel çalışmalar yapabilmek amacıyla görevinden ayrıldı. Bu sırada
gerek bilgi ve gerekse ahlak üstünlüğü ile hem çevresinin hem de Osmanlı Sarayının ön-
de gelenlerinin derin sevgi ve beğenilerini kazandı. Nihayet Kanuni Sultan Süleyman gi-
bi Dünya tarihine şanlı damgasını vurmuş ünlü büyük bir komutan ve kültür adamı tara-
fından oğlu Şehzade Cihangir'e, öğretmen olarak atandı. Muslihittin Efendiye verilen
bu görev kendisinin Osmanlı İmparatorluğunun yükseliş döneminde gerçek olarak ne
değerde bir kişiliğe sahip bulunduğunu anlamaya yeter ve artar sanırım.
Şehzade Cihangir (1553) yılında ölünce Muslihittin Efendi de emekli oldu. Yedi yıl
daha ilmi çalışmalarına devam etti ve (1560) da öldü.
HAYDAR EFENDİ
Biyografisi ayrıca verilen Ispartalı Taceddin İbrahim (Küçük Taceddin)'in oğludur.
Babası Kanuni Sultan Süleyman döneminin ileri gelen bilginlerinden olduğu için iyi bir
öğrenim gördü. Bir süre Müderrisliklerde bulunduktan sonra Kadı oldu. Halep, Üskü-
dar (İstanbul) ve Bursa'da Kadılık yaptı. 1604 yılında Mısır Büyük Kadılığına atandı.
Görev yerine hareket etti ancak İskenderiyye'ye ulaştığında orada öldü. Bilgi ve ahlak
bakımından çevresinde iyi etki bırakmış bir zat idi.
Eserleri:
Zamanın önemli bizı kitaplarına ek olarak yazdığı açıklamalardır.
MUSTAFA EFENDİ
Ispartalıdır. Babası. Mehmet Efendi'dir. Çeşitli yerlerde Müderrisliklerde bulundu.
Sonra Kadılığa getirildi. 1795 yılında Selanik'te Kadı iken öldü.
Eserleri:
En tanınmışı (Sad-ı Cihar-ı Güzin) yani (Allaha kendini adamış ilk dört kutlu Hali-
fe)'dir (Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali)
HAMİT OĞULLARI
Hamit Oğulları'nı tarih yönünden ele almak konumuz dışıdır. Ancak Anadolu Selçuk-
luları'nın çöküş döneminde bölgemizde Bizanslılar'a komşu olarak yüzyılı aşkın bir süre-
li ömrü olan bir Beylikten, onun kurucu ve yöneticiliğini yapan büyük adamların biyog-
rafilerinden söz etmeden geçmek en az bir değerbilmezlik ve haksızlık olur.
13'üncü yüzyılın ikinci yarısı içinde kurulan Hamitoğulları Beyliği en geniş zamanın-
da bugünkü Isparta ve Burdur illerinin tümünü, Şuhut, Akşehir, Beyşehir, Seydişehir il-
çelerini, Antalya Merkez Elmalı, Korkuteli, Serik, Manavgat ve Akseki, hatta bağımlılık
bakımından Menteşe Beyliğine ait Kaş ve Finike ilçelerini sınırları içine alıyordu.
Hamit Bey: Selçuklular'a bağlı olarak adını taşıyan Hamitoğulları Beyliği'ni kuran
bir Türk beyidir.
I'inci İlyas Bey: Babası Hamit Bey'in ölümü üzerine yerine geçmiş, 1280-1300 tarihle-
ri arasında Beyliği yönetmiştir. Döneminde sınırlarını çok genişletmiştir. I'inci İlyas Bey
ölünce Hamit Beyliği birisi Hamit (Isparta)Eli, öbürü Teke (Antalya)Eli olmak üzere
oğulları arasında bölüşülmüştür. Bu nedenle 1924 yılına kadar Isparta (Hamit Sancağı
veya Hamid eli), Antalya ise (Teke, Teke eli veya Teke Sancağı) olarak anılagelmiştir.
HAMİDOĞULLARI
(Isparta Bölgesi)
FELEKÜDDİN DÜNDAR BEY
Beyliğin kurucusu Hamit Beyin torunu I'inci İlyas Beyin oğludur. Daha önce kısaca
açıklandığı üzere Beyliğin Antalya, Korkuteli, Gölhisar bölgesini (Teke eli) kardeşi Yu-
nus Beye bırakmış, kalan kısımların (Hamit eli veya Hamid abad) yönetimini kendisi al-
mıştır (1300). Önce Uluborlu'yu merkez yapmış, sonra Eğirdir'e nakletmiştir. Bu sırada
Eğirdir'i yeni baştan kurarcasına onarıp yeni yapılarla donatmıştır. Bayındırlık çalışma-
ları arasında en önemlilerinden biri de, eski bir Selçuklu Hanını kendi adıyla anılan
medrese haline çevirmesidir (1310 tarihinde). Eğirdir onun zamanından itibaren (Fele-
kabad) diye anılagelmiştir. 24 yıllık beylikten sonra yeğeni Mahmut Bey'in (Teke Beyi)
yardımı ile İlhanlılardan Çoban Emir'in oğlu Demirtaş tarafından öldürülmüştür (1324).
HAMİDOĞULLARI
Tekeli (Antalya)
Kolu Beyleri:
Yunus Bey:
Hamitoğulları'nı Selçuklulardan tamamen ayırıp bağımsız hale getiren Feleküddin
Dündar Beyin kardeşidir. Dündar Bey tarafından yönetimine verilen Antalya Bölgesi'n-
de 1300-1324 yılları arasında beylik yapmıştır.
- Mahmut Bey:
Babası İlyas Bey'in yerine geçince İlhanlılar'la birleşmiş ve amcası Dündar Bey'in öl-
dürülmesinde yardımcı olmuştur. 1324-1328 (bazı kaynaklara göre 1324-1327) yıllarında
yönetimde bulunmuştur.
- Hamidoğullarının Teke (Antalya) kolundan gelen öbür beyler şunlardır:
- Sinanettin (Sinanüttin) Hızır Bey (1328-1355),
- Dadı Bey (1355-1360),
- Zincirkıran Mubarizüddin Mehmet Bey (1360-1380),Osman Bey ve Ali Bey'dir.
Teke Beyliği 1423 yılında Osmanlı idaresine geçmiş ve böylece Hamidoğullarının bu-
radaki sülalesi de sona ermiştir.
KINALIOGLU PAŞA
Ispartalıdır. Babası 17'inci yüzyılda Celali Ayaklanmaları diye ün yapan ayaklanmala-
rı çıkaran Kalenderoğlu ile birlikte çalıştı. Birçok şehrin yağmasında ve harabedilmesin-
de bulundu. Kalenderoğlu 1608 yılında yenilip İran'a kaçınca o da yakalanıp idam edil-
di.
Kınalıoğlu Paşa da bir ara babası gibi devlete karşı ayaklandı. Hatta kısa bir süre
için Aydın ve Teke (Antalya) bölgelerinin yönetimini ele aldı. Ancak sonunda Silahtar
Mustafa Paşa'ya sığınarak teslim oldu ve onun yardımı ile Padişah tarafından affedile-
rek Paşalıkla ödüllendirildi. 1638'de Maraş Valiliğine atandı. Üç yıl bu görevde kaldık-
tan sonra yeniden ayaklandı. 1641 yılında Hükümet kuvvetlerince yakalanıp öldürüldü.
SADRAZAM
KEMANKEŞ ALİ PAŞA
Eğirdirlidir. Kemankeş Ali Paşa veya Kemankeş Kara Ali Paşa diye tanınmıştır.
Okul çağında İstanbul'a geldi. Enderunu-Humayun'a, yani Sarayda çalışan kimseleri ye-
tiştiren ve Saray Üniversitesini de kapsayan teşkilata (örgüte) kabul edildi. Burada eğiti-
lip öğrenim gördü. Öğrenimi bitince Vezir rütbesi verildi. Bu arada Kazasker Bostanza-
de Mehmet Efendi'nin kızı ile evlendi. Uzun bir süre Diyarbakır ve Bağdat Valiliklerin-
de bulundu. Daha sonra Dördüncü Vezirliğe yükseltilerek Divan-ı Humayun'a (Bakan-
lar Kuruluna) alındı. II'inci Osman öldürülüp IV'üncü Murat Padişah olunca Sadrazam-
lık makamına getirildi (1622). Böylece IV'üncü Murad'ın i l k Sadrazamı oldu. Ancak bu
makamda yedi ay kalabildi. Rüşvet aldığı, İran Şahı'nın Osmanlı İmparatorluğu aleyhi-
ne olan davranışlarını yalan söyleyerek padişahtan sakladığı nedenleriyle 1623 yılında
başı kesilerek öldürüldü ve Ali Paşa Camisi avlusundaki kabristana gömüldü.
SADRAZAM
SEYİT HACI ALİ PAŞA
Sultan II'inci Mahmut döneminin sadrazamlarındandır. Uluborlu ilçesinden Yeğena-
ğa oğullarından Mustafa Efendi'nin oğludur. 1756 yılında doğdu. Çocukluğunda istan-
bul'a gidip öğrenim gördü ve Saraya girdi. Vezirler (özellikle Ali Paşa) dairesinde çalış-
tıktan sonra Kapucu başı oldu. 1816'da Vezirlik rütbesi verilerek Mora Valiliğine
atandı. 1819'da Hüdevendiğar (Bursa) ve Kocaeli Valisi oldu. 1820 yılı Ocak ayında Sad-
razamlığa getirildi. 1821 Nisanında görevinden alındı. Fakat kısa bir süre sonra (Karade-
niz Bölgesi Askeri Komutanı) ve Karaburun muhafızı oldu. Ardından yeniden Mora Va-
liliğine gönderildi. 1822'de Valilikten alınarak ordu emrinde Ankara ve Çankırı Sancak-
larında görevlendirildi. 1823'te yine işinden uzaklaştırıldı. 1825'te Vezirliği alınarak Fili-
bede oturmaya zorunlu kılındı ise de yine aynı yıl içinde Konya Valiliğine atandı. Niha-
yet sözü edilen işinden çıkarılarak Maltepe'deki çiftliğinde oturması emredildi ve bura-
da 1826'da öldü. Karacaahmede gömüldü. Kayınbiraderi Mustafa Reşit Paşa'nın yetiş-
mesinde büyük rolü olmuştur. Oğlu (Aziz Bey) döneminin ileri gelen Devlet adamların-
dandı.
ŞEM'İ
(Halk Ozanı)
Osmanlıların son döneminde yetişmiş Uluborlulu bir Halk Ozanıdır. 1852 yılında
Uluborlu'nun Camii Kebir mahallesinde doğmuştur. Aile lakabı (Kahramanzade) dir.
Bugün de sülalesinin Kahraman soyadını taşıdığı anlaşılmıştır.
Şem'i, öğretim gördükten sonra tapu memurluğuna girdi. Bir süre Aydın, daha sonra
da uzun yıllar Isparta (O zamanki adıyla Hamidabat) ilçelerinde memurlukta bulundu.
Kendisini yakından tanıyan rahmetli yazar ve araştırmacı Sait Demirdal onu şöyle anlat-
maktadır: "Şem'i uzun boylu, vücut yapısı bakımından çok zayıf, biraz da hastalıklı idi."
Herhalde belirtilen özellikleri dolayısıyladır ki (55) gibi henüz ihtiyar sayılmayacak bir
yaşta 1907 yılında görevini sürdürürken öldü.
Çağdaş'ı olan Senirkentli Ozan Kamil Efendi ile karşılıklı şiirler yazarak mektuplaş-
tıkları, ayrıca Arap harfleri ile yazılmış olarak bütün şiirlerini toplayan (200) sayfalık bir
defterin oğlu Tapu Sicil Memuru Tevfik Bey'de bulunduğu yine Sait Demirdal tarafın-
dan verilen bilgilerdendir.
(Şem'i)nin şiirleri,onun bir halk ozanı olmasına rağmen dil, kalıp ve ruh bakımından
büyük ölçüde Divan Edebiyatı'nın etkisinde kaldığını göstermektedir.Şimdi iki şiirinden
birer örnek verelim.
CANAN
Cihanın serveti bir dilrübaya malik olmaktır
Cihanın rehberi zikri hülyaya salik olmaktır.
Bu muşdan eden tefsirini elbette fehmeyler,
Yanıp Leyla'nın aşkıyla hüneri Mevlayı bulmaktır.
Kat'i mest eyledi aşkın şarabın arttı feryadı
Şirin sevdası Ferhat'ın deldiği dağı bulmaktır
1897 yılı 21 Mayıs'ında penceresi yakınında öten bir bülbülden etkilenerek yazdığı şi-
ir:
Var gülistanda ara ma'şukuna var andelip
Kuşe-i vahdeti başıma eyledin dar andelip
Derdine dert anı nü maksut ben gibi biçareden
Ruzu şeb senden beter etmekteyim zar andelip
Var benim dili pareme hançer urup incitme var
Hayli demdir kesti benden iltilaf yar andelip
Kimseye arzedemez oldum garibi esrarımı
Küstü mü dostum ta'n etmekte ağyar andelip
Bir selam olsun götür benden, beni affeylesin
Kimse vermez sana benden başka esrar andelip
Anladın mı derdini sen, anladım ben derdimi
Sevdiğin mahbubun etrafında var harı andelip
Derdini feryat ile dehre duyurdun ey garip
Maksadın aşıklara ilan mı her bar andelip
Yalnız Şem'i divane mi vuslatı arzu eden
Cümlenin maksudu vuslat, arzı didar andelip
SAİT DEMİRDAL
(Değerli Yazar ve Araştırmacı)
Sait Demirdal, çok değerli bir öğretmen, şair, yazar ve araştırmacı idi. 1886 yılında
Uluborlu ilçesi merkezinde doğdu. Annesi Vesile Hanım, babası demirci Ali Efendi'dir.
1905'te Ayşe Hanımla evlendi. Bu hanımdan Tehvide, Şener ve Mustafa Demirdal adla-
rında birer çocuğu oldu. 1926 yılında ilk eşi öldü ve 1927 yılında halen sağ olan Nuriye
Hanımla ikinci evliliğini yaptı. Son hanımından Nebahat Makamoğlu, Sebahat Coşkun
ve Nebahat Demirdal adlarında üç kıza daha sahip oldu.
Sait Demirdal, İlk, Rüştiye (Ortaokul) ve Medrese öğrenimlerini Uluborlu'da tamam-
ladı. 1907'de girdiği iki yıllık (Isparta İlköğretmen Okulu)'ndan 1909'da diploma aldı.
1909 ile 1913 yılları arasında Senirkent Bucağı Merkez İlkokulunda Başöğretmenlik yap-
tı. 1913'te (Yüksek Öğretmen Okulu'na) kaydoldu. 1916'da bu okulu da bitirdi. Aynı yıl
Kastamonu İlköğretmen Okulu Uygulama Müdürlüğü'ne atandı. 1917'de Yedek Subay
olarak Birinci Dünya Savaşı'na katıldı. Bu savaşta yaralar aldı. Daha sonra Üsteğmen
rütbesiyle İstiklal (Kurtuluş) Savaşında cephede görevlendirildi. Savaş içinde Seyitgazi
çarpışmalarında düşmanın bir mermisi ile sol gözünü kaybetti. Bu nedenle emekli edil-
di.
Askerlikten sonra sırası ile: Uluborlu Numune Mektebi Müdürlüğü, Isparta Eytam(-
yetimler), Isparta Şehiryatı, Isparta İstiklal, Uluborlu, Barla, Keçiborlu ilkokullarında
Başöğretmenlik (İlkokul Müdürlüğü) yaptı. 42 yıllık şerefli bir hizmet süresinden sonra
Uluborlu İsmetpaşa İlkokulu öğretmenliğinden emekli oldu. 5 Mart 1973 tarihinde Ulu-
borlu'da öldü ve ana kabristanına gömüldü.
Kişiliği: Vücut bakımından sağlam ve gösterişli idi. Çok alçak gönüllü, kibar ve baba-
candı. Yüzünden gülümseme hiç eksik olmazdı. Kalın, gür sesli idi. Alçak bir tonda,
tatlı bir eda ile konuşurdu. Sohbetlerine doyulmazdı. Konuşmaları, dinleyenlerde kendi-
sine karşı sevgi ve saygı uyandırırdı. Bütün alanlarda, özellikle Edebiyat ve Tarih alanla-
rında engin bir kültüre sahipti. Üstün yetenekliydi. Arapça ve Farsça'yı iyi, Fransızcayı
da oldukça bilirdi. Türkçesi ise Davut'un elinde yumuşayıp kolaylıkla her şekle girebi-
len demir gibi idi. Gösterişi sevmezdi. Nitekim, kabuğu içinde paha biçilmez inciler ya-
pan midyeler gibi çalışarak kültür ve yetenek temellerine dayanan çok sayıda değerli
eser vermiştir. Şiirlerinde ince duygu ve lirizm; nesirlerinde (düz yazılarında) sadelik ve
akıcılık egemendir. Yazı dili, olabildiği kadar, konuşma diline yakındır, hatta farksızdır.
Bir öğretmen olmasına rağmen, özellikle bölge tarihi bakımından bir otorite sayılabile-
cek derecede kendisini yetiştirebilmiş olması gerçekten övgüye değer. O bir şairdir; bir
yazardır; çevre folkloru ve tarihi araştırmacıdır.
Sait Demirdal'ın sosyal yönleri de kuvvetli idi. Ün Dergisi'nin kurucu ve yöneticisi
idi. (1940'tan itibaren Dergi kapanıncaya kadar kendisiyle çalışmak ve tanışmak fırsatı-
nı bulduğum için çok mutluyum). Ayrıca İstanbul Halk Bilgisi Derneği ile birçok okul
ve Hayır dernekleri üyesi; Uluborlu Belediye Meclisi üyesi idi.
Eserleri: Kitap haline getirilip basılmış tek eseri (Bütünü ile Uluborlu): Monografi'-
dir. Bu eser Uluborlu tarihini belgelere dayanarak açıklar. Ancak yukarıda belirtildiği
üzere, kurucu ve yöneticilerinden olduğu Isparta Halkevi'nin 1934-1949 yılları arasında
yayınlandığı Ün dergisinde hemen hemen her sayısında, böyle folklor ve tarihini ilgilen-
diren değerli araştırma yazılarına ve şiirlerine rastlamak mümkündür. Onun ve onun gi-
bi çalışanların sayesindedir ki Ün Dergisi sesini uluslararası bilim alanında duyurabil-
miş, böylece Ispartamız ölümsüz, şerefli bir belgeler kolleksiyonuna sahip olmuştur. De-
mirdal'ın ayrıca İstanbul (Halk Bilgisi Dergisi) ile Isparta Demokrat ve Yeni İnkılap
Gazetelerinde çeşitli yazıları yayınlanmıştır.
Sözü edilenler manzum monolog ve dialogları dışında Uluborlu'daki özel kütüphane-
sinde şiirlerini toplayan (10) on adet defter, ilkokul piyesleri, bilmeceleri basılmamış
halde bulunmaktadır.
Kendisinin edebi yeteneği hakkında fikir vermek üzere 1943'te yayınlanan bir şiirini
aşağıya koyuyorum.
KOMŞU KIZI
Komşunun güzel kızı
İçime verdin sızı
Gözümden, kakülünden
Aşkından aldım hızı.
Sait Demirdal'ı tüm yönleriyle bir biyografi yazısında açıklamak imkansızdır.Özet ola-
rak denilebilir ki o bir şair, yazar ve araştırmacı olmaktan öte kelimenin en geniş anla-
mıyla gerçek bir milliyetçidir.
Çünkü o, her bakımdan yetenekli olduğu ve imkanlara sahip bulunduğu halde kendi-
sine veya çevresine çıkar sağlamak için en küçük bir eğilim göstermemiş, benliğinden
bir zerre vermemiştir.
Çünkü o, yarım yüzyıla yakın bir süre hem Öğretmen olarak, hem de yaptığı gönüllü
sosyal çalışmalarla Atatürk İlkelerinin milletçe benimsenmesi için büyük bir özveri ile
çalışmıştır.
Çünkü o, vatanın kara günlerinde cepheden cepheye severek koşmuş, canını esirge-
meden çarpışmış, bu arada yaralar almış ve en değerli organından birisini (gözünü) bir
düşman kurşunu ile yitirmiştir.
Çünkü o, birçok maddi ve manevi fedakarlıklara katlanarak, milli birliğin temel taşla-
rı sayılan birçok tarihsel ve kültürel hazinelerimizin yok olup gitmelerini önlemiş, başka
bir deyişle, onlara yeniden hayat vermiştir.
Kısacası o, gelecek kuşakların lutfuna bırakmadan sağlığında kendi emeğiyle, kendi
ölümsüzlük anıtlarını dikmiştir. İşin en önemli yanı, belirtilen nice değerli görevlerden
başkalarını başarmış bir aydın olduğu halde, sağlığında sırası geldiğinde bile, bir övün-
me meselesi olur diye yaptıklarından hiç söz etmemiştir. İşte yüce ruhluluk, işte gerçek
milliyetçilik ve aydınlık.
Günümüzde millete hiç hizmet vermedikleri halde çıkarları uğrunda politikaya alet
olarak parlak nutuklar çeken, süslü yazılar döktüren Milliyetçiliği tekelinde sanan zaval-
lıları, nasıl değerlendireceğiz acaba ?
Rahmetli Hocanın Biyografisini böylece özetlerken, onun manevi huzurunda saygı
ile eğilirim.
HAMİD BEY
Meclisi Vala üyeliği yapmış bulunan Halil Hamitpaşazade Nurullah Bey'in oğludur.
Önce zamanın klasik medrese öğrenimini gördü. Sonra bir yabancı dil okulunu bitirdi
ve Babı Ali Tercüme (çeviri) kalemine alındı. 1876 yılında Abdülmecit'in kızı Behice
Sultan ile evlendi. Ancak eşi evliliğinin onbeşinci gününe varmadan öldü. Hamid Bey
daha sonra Danıştay üyesi oldu. Fakat eşinin ölümü nedeniyle duyduğu üzüntüden bir
ara Avrupa gezisine çıktı. Bu gezi sırasında hastalanarak İstanbul'a döndü. Hastalığı şi-
fa bulmadı. 1889 yılında otuz yaşında iken öldü. Çok yetenekli ve kültürlü bir gençti.
1- YAZMA ESERLERİ:
a)Kaşifülgümum (gamları keşfeden) Arapça'dır. Daha çok öğütleri kapsar. Beyşe-
hir'de yazmış, Alanya'da iken kitap haline koymuştur. b)İkazünnaimin (Uyuyanları uyar-
ma) Arapça'dır, üç cilt ve (1800) sayfadır. Çeviridir. Tasavvuf konusundadır. d)Amme
Tefsiri, Arapça'dır. 24 sayfalık ilk forması vardır. e)Rabıta (Bağlantı): Türkçe'dir. Hoca-
sı Hacı Hafız Seyyit Efendi'nin Risalesine Edirne Müftüsü Mehmet Fevzi Efendi'nin
yazdığı reddiyeye karşı yazılmış bir cevaptır. f)Ümmisinan Divanı'na talikattır(ek açıkla-
ma) söylenilenlerden Arapça kasideleri, Türkçe manzumeleri, kitapların kenarına ek ya-
zıları vardır.
ABDÜLVEHHAP EFENDİ
Biyografisi ayrıca verilen Küçük Tacettin'in oğludur. Öğrenim gördükten sonra Mü-
derrisliklerde bulundu, sonra Kadılığa getirildi. Şam, Mısır ve Bursa'da Kadılık yaptı.
Son olarak 1601'de İstanbul Kadılığına atandı. 1605'te hastalanarak öldü. İstanbul'da Sa-
rıkiraz mescidine gömüldü.
KORGENERAL
DR. AHMET SÜLEYMAN PAŞA
Doğum tarihi belli değildir. Ancak kendisi ile ilgili kayıtlarda yaşı 75'i aşkın iken öl-
düğü belirtilmektedir. Bu durumda 1830-1835 yılları arasında doğduğu anlaşılmaktadır.
Doğum yeri Isparta sınırları içindedir. Elde kesin belge bulunmamakla birlikte, bu ye-
rin, Senirkent ilçe merkezi olduğu kabul edilmektedir.
Dr. Ahmet Süleyman Paşa zamanının medrese öğrenimini gördükten sonra İstanbul
Askeri Tıp Mektebi'ne girdi. Güvenilir kaynaklara göre 1858'de bu okulun Cerrahlık (o-
peratörlük) bölümünü Kıdemli Yüzbaşı olarak bitirdi. Sonra Askeri hastanelerde dok-
torluk yaptı.
1843'te Abdülmecit'in annesi Bezmialem Sultan tarafından (Gurabayı Müslimin Has-
tanesi) yaptırıldı. Bu hastane halk arasında Valide Hastanesi;Guraba Hastanesi yakının-
da ve üst kısmında Üniversite klinikleri kurulduktan sonra da "Aşağı Guraba Hastane-
si" diye anılagelmiştir.
Dr. Ahmet Süleyman Paşa 1873 yılında Haydarpaşa Askeri Hastanesi'nde Yarbay rüt-
besiyle ameliyat öğretmenliği yaparken, Guraba Hastanesi Başhekimi Dr. Albay Ahmet
Bey'in ölümü üzerine onun yerine Başhekimliğe atandı.
Dr. Ahmet Süleyman Paşa Başhekimliğe başladığı 1873 yılından 1880 yılına kadar ge-
çen yedi yıl içinde, mesleki eğitim görmemiş hastane doktorlarını görevden alarak yerle-
rine diploma sahibi olan yetkililerini getirdi.
Hastane, Vakıf olduğu için muayyeneden sonra yatakta tedavi görenlerin her çeşit,
ayakta tedavi görenlerin ilaç giderleri hastanece karşılandı. Paşa muayene ve tedaviler-
le yakından ilgilenirdi.
1894 depreminde hastane büyük zarar gördü. Fakat paşa, bir yıl içinde gerekli bütün
onarımları yaptırıp eksiklikleri tamamlayarak hastaneyi yeniden çalışır hale getirdi. Has-
taneyi aydınlatmakta kullanılan zeytinyağı kandillerini kaldırıp yerine havagazı fenerleri-
ni koydurttu. Ayrıca büyük çaba göstererek göz, kulak ve cerrahi kliniklerini açtı.
Paşa'nın cerrahide kullandığı metot ki,(Dağlama) olduğu için kendisine KORTECİ
Ahmet Paşa denilmişti.
Dr. Ahmet Süleyman Paşa tam 36 yıl (1873 ve 1909) başarılı çalışmalar yaparak Gu-
raba Hastanesi Başhekimliğini yürütmüştür. Görevi sırasında Korgenaralliğe kadar yük-
selmiştir. 1909 yılında ölmüştür. Ancak mezarının nerede olduğu bilinmemektedir.
2-Kamil Efendi, millete yapılan haksızlık ve zulme karşı, gerçek uygar bir aydın cesa-
retiyle başkaldırmış, bu yolda başına gelecek belalara önem vermeden kalemiyle savaş-
mıştır. Keskin zekası, engin bilgisi, üstün yeteneği bu bakımdan kendisine önder olmuş-
tur. Dolayısıyla o usta bir hicivci (taşlamacı)dir.
a)O dönemde halktan aşırı vergi alınarak onu ezen, inim inim inleten mültezimlere
şöyle seslenmektedir
MAHKEME KURULUNCA
Erbabı mesalih neylesün bilmem,
Sunufu Hükkamda ar olmayınca.
Zarü feryat etsin durmasın her dem
Kendisinde sim ü zer var olmayınca
der. Onun bu gibi sayıca az birkaç şiirini okuyan veya dinleyen yarım bilgili, dar düşü-
nüşlü kimseler yanlış yargıya varmışlar ve kendisini dinsizlikle suçlamışlardır. Oysaki
Kamil Efendi yukarıda açıklandığı üzere, dini tarikatların, tasavvufun derinliklerine ula-
şabilmiş sağlam inançlı bir kimse idi. Nitekim aşağıya alınan şiiri bu hususu açık seçik
Güzel sevmek nedir bilmez iken sofu güzel sevmiş,
Riyayı suffada daim gezen sofu güzel sevmiş.
Güzel sevmek kolay zanneylemiş, varmış gönül vermiş
Serabı içmeyip şerbet içen sofu güzel sevmiş
Güzel sevmek güzel amma, bahası vuzleti candır,
Ne malinden ne canından geçen sofu güzel sevmiş
Bizim can vermeye bezmi eleste ahdimiz vardır.
Görülüyordur ki, o tam bir Tanrı aşkıyla dolup taşmaktadır. Özetlersek, Şair Kamil
adına uygun kemale ermiş bir kişiliğe, engin bilgi görgü ve üstün yeteneklere sahiptir.
İstanbul'un Anadolu yakasındaki bir semte adı verilen değerli bir fen ve teknik
adam, iyi bir diplomat, başarılı bir komutan, temiz ahlaklı bir insandı. Osmanlı İmpara-
torluğu'nun Yükselme döneminde, aralıksız altmış yılı aşkın önemli devlet görevlerinde
üstün hizmetler verdi. Bu nedenlerle haklı olarak büyük bir ün kazandı. Onun için, eşi-
ne az rastlanabilen ileri devlet adamlarından biri idi.
1512 yılında Gelendost'a doğdu. Babası soyu hala süren Hürzatoğlu Mehmet Ağa'-
dır. 17-18 yaşlarına kadar kendi kasabası ile Eğirdir ve Akşehir Medreselerinde okudu.
Sonra İstanbul'a giderek orduya Mimar Mühendis ve Tabya Subayı yetiştiren okullar-
dan ilki olan Mimar Ağa Ocağına girdi.Burada zekası ve çalışkanlığı ile dikkatleri üzeri-
ne çekti. En üstün başarılı öğrenci olarak Darüssanayi Odasına alındı. Daha sonra Mi-
mar Ağa yardımcılığı ile Darüssanayi kalfalığına yükseltildi. 1530'da Padişah, Piri Reis'e
güçlü bir donanma kurulmasını emredince, zamanın devlet adamlarından Kasım Paşa,o-
na teknik alanda yardımcı olmak üzere, Hürzatoğlu Haydar Bey'i tavsiye etti. Haydar
Bey, bugünkü Haliç Tersanesi'nin bulunduğu yerde havuzlar, depolar ve başkaca gerek-
li yapılar yaptırarak ilk Türk Tersanesini, daha sonra Hadım Süleyman Paşa ile Cid-
de'ye giderek orada ilk Türk donanma üssünü kurdu.
İç Anadolu Bölgesindeki sulama kanalları ile askerlik bakımından önem taşıyan yol-
ların ve bu yollara ait köprülerin, Şam ve Bağdat yollarının yapımı Padişahça kendisine
verildi.
İstanbul, Ankara, Niğde yolu ile bu yol üzerindeki köprü ve kanalların, sözü edilen
yolun başlangıç noktasındaki Selimiye Kışlası ile Ulukışladaki büyük kışlaların plan ve
yapımı, Konya Ovası'nın sulanması, Beyşehir ve çevresindeki bataklıkların kurutulması
planları ilk kez Haydarpaşa tarafından gerçekleştirilmiştir.
Bayındırlık alanındaki başarıları dikkate alınarak kendisine Tuğlu Paşalık rütbesi ve-
rilerek Haydar Paşa bir İstihkam Alayının Komutanı olarak Macaristan Seferine katıldı
ve Budin'in (Budapeşte'nin) fethinde bulundu. 1548'de Kanuni Sultan Süleyman'ın
İran seferine de katılan paşa, 1550'de İki Tuğlu Paşalık rütbesine yükseltildi. 1551'de Er-
dal Seferinde Veziri Azam Rüstem Paşa'nın emri ile, Sokollu Mehmet Paşa'nın emrin-
de görevlendirildi. 24 Şubat 1552'de Segedin baskınına katıldı. Kanuni, ihtiyarlığı dolayı-
sıyla İRAN seferine (Nahçevan Seferi) çıkma görevini Veziri Azam Rüstem Paşa'ya ve-
rince, Paşa da, kendisine Başkomutan yardımcısı olarak Koca Haydar Paşa'yı seçti. Bu
arada rütbesi üç tuğlu paşalığa yükseltildi ve Konya Ereğlisi ile Karaman'da toplanan
ordu birliklerinin savaş hazırlıklarını tamamlamak üzere görevlendirildi.
Bu arada eşi Hürrem Sultan, kızı Mihrimah Sultan ve damadı Rüstem Paşa'nın Şeh-
zade Mustafa'ya karşı birleştiklerini, oğlunun kendi aleyhinde davranmasına ve yeniçeri-
lerin hoşnutsuzluğuna neden olduklarını öğrenen Kanuni, çok sinirlendi, oğlunu boğ-
durttu. Rüstem Paşa'yı ve onunla birlikte hiçbir suçu olmayan Haydar Paşa'yı azletti.
Rüstem Paşa'dan sonra sonra veziri azamlığa getirilen Tameşvar Fatihi Kara Ahmet Pa-
şa 28 Eylül 1555'te idam edilince yerine yeniden Rüstem Paşa getirildi. Rüstem Paşa işe
başlar başlamaz Haydar Paşa'ya eski görevini geri vererek devletin dış ilişkilerini yönet-
mekle görevlendirdi.
Haydar Paşa Arapça, Farsça, Rumca, Fransızca ve Macarca gibi birçok yabancı dille-
ri çok iyi biliyordu. Türk Macar görüşmelerinde delegasyon başkanı olarak Osmanlı
Devleti'ni temsil etti. 21 Mayıs 1556'da Zigetvar kuşatması komutanlığına atandı. Kale-
nin burçlarını ve ana duvarlarını cesur saldırılarla harap ettikten sonra geri çekildi. Bu
arada (BABOÇA) kalesini zaptetti. Ardından doğuya döndü. UNA ve KULGA bölgesi-
ni zapdederek Köstence'yi ele geçirdi (26 Temmuz 1556). Bir ara vekil olarak Rüstem
Paşa yerine Sadrazamlıkta bulundu.
Sokollu Mehmet Paşa sadrazam olunca ikinci vezirliğe yükseltildi (1564). Kanuni'nin
1566'da ölümü üzerine tahta geçen II'nci Sultan Selim, Şemsi ve Piyale Paşalarla birlik-
te Haydar Paşa'yı Kubbe Vezirliğine yükseltti.
Haydar Paşa, Sadrazam Sokollu Mehmet Paşa tarafından İTİL (İDİL) ve Volga ne-
hirleri arasında kanal açmak için etüd ve plan yapmak üzere Ejderhan'a gönderildi. O,
bu hususta gereken planları hazırladı ve çalışmalara başladı. Ancak çeşitli nedenlerle
sonuç almamadan iş bırakıldı. Bu düşünce uzun bir süre sonra gerçekleşebilmiştir.
Koca Haydar Paşa Kıbrıs'ın Fethi ve İnebahtı savaşlarına katıldı. 1572 yılında Tunus
Beylerbeyi oldu. 24 Ağustos 1574 tarihinde Venediklilerle İspanyollara karşı Halbu-
sad'da başarı kazanması üzerine Beylerbeyliğine atandı. Emrindeki Tunus ve Trablus
Garp (Libya'da) kalelerinin savunmalarında üstün başarı gösterdi. Bu nedenle 1582'de
Anadolu'ya çağrılıp Sivas Beylerbeyliği verildi. 25 Nisan 1583'te Özdemiroğlu Osman
Paşa ile birlikte Cenevizliler'e karşı açılan İRAN seferine katıldı. 1585'te Ağrı, Hakkari,
Van bölgelerini düşmana karşı savunmada yararlı görevler yaptı. 1588'de GENGE'nin
Fethini sağladı.
1595'te III'üncü Sultan Mehmet tahta çıkınca Haydar Paşa'yı Sivas Beylerbeyliği'n-
den alarak İstanbul'a getirtti ve kendisine Saray Vezirliği verildi. Bu atamayı izleyen yıl-
larda Haydar Paşa tarafından Aksaraydaki Cerrahpaşa ve Haydarpaşadaki Numune
Hastaneleri'nin yapımına başlandı.
1595 yılında, 83 yaş gibi çok ileri bir yaşta iken, açılan Eflak seferinde, Ordu Başko-
mutanı Sinan Paşa'nın yardımcısı olarak görev aldı. Ancak bu arada yapılan Bükreş Sa-
vaşında düşmanın bir top güllesiyle şehit oldu.
Özetlersek, Koca Haydar Paşa Bir Mimar Mühendis olarak zamanına göre çok ileri
görüşlü şeyler düşünmüş ve bunlardan bir kısmının uygulama olanağını bulmuştur. İç
Anadolu sulama ve bataklık kurutma planlarını hazırlamıştır. Yetenekli bir komutan
olarak sınırlarda zaferden zafere koşup fetihler başarmış ve 83 yaşında ordusunun başın-
da bir genç gibi savaşırken şehit düşmüştür.
İBRAHİM PAŞA
Ispartalıdır. Padişah II. Mahmut döneminde yüksek kademelerde görevler yapmış de-
ğerli bir devlet adamıdır. Doğruluğu ile tanınmıştır. Memurluğunun ilk dönemlerinde
üstün başaarılar göstermiştir. Önce Kapucubaşı olmuş, daha sonra kendisine paşalık rüt-
besiyle birlikte Eyalet Valiliği ve Beylerbeyliği rütbeleri verilmiştir.
1817de SİLİSTİRE muhafızı, 1819'da Bursa ve İzmit sancaklarının Valisi, 1822'de
KARABURUN muhafızı, 1823'te Bursa ve İzmit sancaklarıyla Karadeniz Boğazı'nın
Rumeli kıyıları muhafızı, 1824'te ise İBRAİL muhafızı oldu. 1825'te görevinden alındı
ise de kısa bir süre sonra Tulçu muhafızlığına atandı. 1828'de HALEP Valiliğinde ve
1830'da TEKİRDAĞ muhafızlığında bulundu. Bunları izleyen yıllarda SİLİSTİRE ve
KÖPRÜKÖY muhafızlıklarında görevlendirildi. Son memurluk hizmetini Aydın'da yap-
tı. Ömrünün son yıllarında iyi başarı gösteremediği ileri sürülerek Afyon'a sürgün gön-
derildi ve kalan günlerini burada tamamlayarak öldü.
SEYFULLAH EFENDİ
Ağras'lı (Atabey'li) dir. İyi bir öğrenim gördükten sonra, müderris oldu. Birçok bü-
yük medreselerde ders verdi. Özellikle hadis ve tefsir üzerinde uzun süre çalışmalar
yapmıştır. Zamanın bütün ilimlerinde en geniş ve en derin bilgiye sahip bulunan büyük
bir bilgin olduğunda bütün tezkereler birleşmektedirler. 1617 yılında öldü.
İNCİLİ ÇAVUŞ
İsparta'nın Sav kasabasındandır. Asıl adı Mehmet veya Mustafa'dır. Fakat zamanın-
da olduğu gibi günümüze kadar "İncili Çavuş" olarak anılagelmiş, tezkerelere ve ansiklo-
pedilere bu lakapla geçmiştir. İncili Çavuş çok üstün bir zekaya,kültüre ve konuşma ye-
teneğine sahipti. İfadeleriyle halka inebilen ince buluşlu fıkraları yüzünden Nasrettin
Hocamız gibi halkın malı Türk zekasının ve nüktedanlığının ölümsüz bir sembolü ola-
rak dörtyüz yıla yakın bir zamandır yaşamıştır, yaşamaktadır, bundan böyle yaşayacak-
tır.
İncili'nin zekası, engin kültürü ve güzel konuşması padişahın dikkatini çektiğinden sa-
raya alındı. Uzun süre Bakanlar Kurulunda (Divan-ı Hümayunda) çalıştı (1). Aynı za-
manda Sultan I'inci Ahmet,Sultan I'nci Mustafa, Sultan II'inci Osman (Genç) ve IV'ün-
cü Murat kendisini nedim olarak aldılar. Yani onların sohbet toplantılarından hiç eksik
olmadı, onları fıkralarıyla, tatlı ve hayran bırakan konuşmalarıyla eğlendirdi. Hatta
bu yakınlığa güvenerek onların aksayan yanlarını taşlamaktan bile çekinmedi. 1615 yılın-
da bir ara İRAN elçiliğinde bulundu, 1632 ve 1633 yılında öldü. Mezarı İstanbul'da Fİ-
RUZ AĞA camii çevresindedir. Sav kasabasında hangi tarihte yapıldığı belli olmayan
sembolik bir türbesi vardır. Bu türbe sonradan onarım görmüştür. Sülalesinin sözü edi-
len türbe yakınındaki evlerde yaşadığı kasaba halkı tarafından rivayet şeklinde söylenil-
mektedir.
İncili Çavuş'un zeki, hazır cevap, kültürlü, hoşsohbet bir fıkracı olduğunu belirtmiş-
tik. Değerli hemşehrimizin bu alandaki yeteneğine hiç olmazsa iki küçük örnek verme-
den sözü kapamak kendisine saygısızlık olur.
BİRİNCİ FIKRA:
Sultan I'inci Ahmet, İncili'yi güç bir durumda bırakarak bir nükte söylemek ister.
Arattırıp tarattırıp çok yaşlı, zayıflıktan kemikleri çıkmış, yürüyemeyecek kadar güçsüz
bir kısrak buldurur. Sırtına güzel bir eğer vurdurur. Eğerin üzerine nefis bir halı heybe
koydurur. Ayrıca hayvanı bir güzelce süsletir. Sonra İncili Çavuş'u odasına çağırtıp "Ey
İncili, senin için bir küheylan hazırlandı, hemen ona binip şu emrimi filan şehre götü-
rüp ilgiliye vereceksin ve aldığın cevabı bana en kısa zamanda ulaştıracaksın" diye fer-
man buyurur. İncili el etek öpüp huzurdan çıkar. Padişah İncili'nin ne yapacağını merak-
la onu, Sarayın penceresinden gözlemektedir. Hazırlanmış bitkin kısrak kendisine tes-
lim edilince şaşırır kalır. Ama fermana karşı gelmenin kellenin gitmesi demek olduğu-
nu da bilir. Bu sırada zekası imdadına yetişir. Eğilip kısrağın kulağına uzun süre birşey-
ler söyler. Padişah dayanamayıp: (Ne yapıyorsun incili?) diye seslenir. İncili "Kısrakla
konuşuyorum efendim" deyince, Padişah neler konuştuklarını sorar. İncili, "Hazret ya-
şın kaç ?" dedim, o da bana şöyle cevap verdi:
"Sırrımı sakın kimseye eyleme Faş (yayma)
Hazreti Adem'in mezarına ben taşıdım taş" der. Padişah da fermanından vazgeçer.
İKİNCİ FIKRA:
Padişah İncili'ye birkaç saat içinde bir kabahat işleyip özür dilemesini, ancak bu özü-
rün kabahatından daha büyük olmasını ferman buyurur. Saatler sona yaklaşmaktadır.
Padişah, sadrazam vezirler önde, İncili arkada sarayın merdivenlerinden çıkmaktadır-
lar. İncili hemen aradan öne geçer ve padişahın kabasına bir çimdik atar. Padişah arka-
sına dönerek "Kim bu ahlaksız ?" diye kükrer. İncili cevabı yapıştırır. "Af buyurun Padi-
şahım, ben sizi Hanım Sultan sanmıştım da.." deyince Padişah "Bakın şu küstaha, özrü
kabahatından büyük" diye hışımla atılınca, İncili "Böyle ferman buyurmuştunuz Padişa-
hım" der.
ABDURRAHMAN EFENDİ
(Hüsamzade)
(Şeyhülislam)
Osmanlı Şeyhülislamlarından ve tanınmış hattatlarındandır. Biyografisi ayrıca verilen
Uluborlu'na Kadı Tulumcu Hüsamettin Efendi'nin oğludur. (1595) yılında doğdu. Gerek-
li öğrenimini gördükten sonra Şeyhülislam Hocazade Mehmet Efendi'nin yanında,
bugünkü karşılığı ile stajyer olarak çalıştı ve Müderris oldu. Çeşitli Medreselerde ders
verdi. Sonra Kadılığa yükseldi. Halep, Filibe, Şam ve İstanbul Kadılıklarında bulundu.
Üstün başarısı, yeteneği ve bilgisi nedeniyle yükselmesi devam etti. Önce Anadolu, son-
ra Rumeli Kazaskeri oldu. Şeyhülislam Ebu Sait Efendi ile İstanbul Kadılığından çıkarı-
lan Esat Efendi arasındaki çekişmelere karıştı. Şeyhülislam Bahai Efendi ile Tarhuncu
Ahmet Paşa'nın politik güçlerinden yararlanmasını bildi. Nihayet İpsiz Mustafa Paşa'ya
karşı çıkan ayaklanma sonunda (1655) Şeyhülislam oldu.
1656'da (Çınar Vak'ası) denilen ayaklanma sırasında IV'üncü Mehmet'in (Ayak Diva-
nı'na) engel oldu. Sonradan, belirtilen nedenle yeniçerilerce cezalandırılacağı korkusu
ile görevinden istifa etti ve kendi arzusuyla Kudüs Kadılığına atandı. Daha sonra Antep
ve arkasından Mısır'daki (GİZE) arpalığı kendisine verildi. 1670 tarihinde öldü.
Vücutça iri yapılı, çok kuvvetli, pehlivan bir kimse idi. Ayrıca Hüsnü Hat (Güzel yaz-
ma sanatı)'nda özellikle (TALİK) yazıda ve kemankeşlikte eşine az rastlanır bir üstat
idi. Onun için IV'üncü Murat'a Hüsnü Hat hocalığı yapmıştır. Tefsir ilminde de en yük-
sek aşamaya ulaşmış ulu bir zat idi.
MAHMUT EFENDİ
Yalvaçlıdır. Öğrenimini tamamlayarak müderris oldu. Çeşitli medreselerde ders ver-
di. Memurluk derecesi yükseltilerek 1789 yılında Yenişehir ve daha sonra Bursa Kadısı
oldu. 1796 yılı başlarında öldü ve Eyüp kabristanına gömüldü.
MAHMUT EFENDİ
Ispartalıdır. Helvacı Zade Mehmet Efendi'nin damadıdır. Karaçelebi Zade Mehmet
Efendi'den öğrenim görüp icazet aldı. Müderris oldu. Bir süre Bursa Y ı l d ı r ı m Bayazıt
Medresesinde Müderrislikte bulundu daha sonra derecesi yükseltildi ve kadı oldu. Kü-
tahya Kadılığına atandı. 1633 yılında burada görev yaparken öldü.Kabri İstanbul'da
Emir Buhari'nin kabri yanındadır. Güzel ve tatlı konuşma yeteneğine sahip, eli açık bil-
gin bir zat idi.
ABDURRAHMAN EFENDİ
Yalvaç ilçesindendir. Babası Şeyh Ali Efendi'dir. Ali Efendi (Sahaf Şeyhi) diye tanın-
mıştır. Abdurrahman Efendi gençliğinde İstanbul'a gelerek iyi bir öğrenim gördü. Ayrı-
rica, Çelebi Mehmet Efendi'nin hizmetinde bulundu, yani bugünkü deyişle onun ya-
nında uzmanlaşma stajı yaptı ve müderris oldu. Birçok Medreselerde ders verdi. 1624 yı-
lında Baldırzade Mehmet Efendi'nin yerine Davutpaşa Medresesi'ne atandı. 1630'da
Esat Efendi yerine, müderrisliğin en yüksek derecesinden biri olan, ancak Süleymaniye
gibi birinci derecedeki medreselerde ders vermeye yetkili bulunan (Sahn) müderrisliği-
ne getirildi. 1640'da Mekke Kadısı oldu. 1645 yılında öldü ve Edirne kapısı dışındaki
kabristana gömüldü.
Abdurrahman Efendi, Tefsir, Hadis ve Fıkıh ilimlerinde derin bilgiye sahip değerli
bir bilgindi.
OSMAN EFENDİ
Yalvaç İlçesindendir. Memleketinde mümkün olan öğrenimi gördükten sonra İstan-
bul'a geldi. Şeyhülislam Bostan Zade'nin yanında görev aldı. Müderris oldu. Önce, Bur-
sa'da Hamzabey Medresesinde ders verdi. Daha sonra Trablusşam, Konya, Tire ve Ma-
nisa Kadılıklarında bulundu. 1628 yılında Manisa'da görevine devam ederken öldü.
İBRAHİM EFENDİ
(KARA KATİP)
Uzun yıllar mahkemelerde katiplik yaptığı ve esmer olduğu için gerek zamanında, ge-
rekse tezkerelerde (Kara Katip) lakabıyla anılmıştır. Ispartalı Şaban oğlu Mehmet adlı
bir Yeniçeri'nin oğludur. Genç yaşta İstanbul'a geldi. Zamanının ünlü bilginlerinden ve
tanınmış coğrafyacı (Şamlı Behram Efendi)'den türlü bilimlerde ders aldı. 1695 yılında
Edirnekapı dışındaki Mehmet Paşa Medresesinde ve daha sonra başka Medreselerde
Müderrislik yaptı. Ömrünün son yıllarında akıl hastalığına yakalandı bu durumda 1703
yılında öldü.
HÜSAMETTİN EFENDİ
(TULUMCU)
1555 yılında (yaklaşık) Uluborlu'da doğdu. Tezkerelerde Tulumcu Hüsamettin Efen-
di veya Hüsam Efendi diye geçmektedir. Çocuk yaşta iken öğrenim için İstanbul'a gel-
di. Öğrenciliği sırasında III'üncü Murat (Padişahlığı 1574-1595) Atmeydanındaki Nazır
İbrahim Paşa Sarayında, Oğlu Şehzade III'üncü Mehmet için günlerce süren büyük bir
sünnet düğünü düzenlemişti. Padişahla oğlunun huzurunda binlerce kişi eğlenceler ya-
parken, Hüsamettin Efendi de kendi düşüncesine göre bu eğlencelere orjinal bir katkı-
da bulunmak istedi. Bu amaçla katranladığı bir tulumu giyerek ansızın kalabalığa daldı.
Halk gülüşerek birbirine karıştı. Bu tuhaf buluş ve davranış Padişahın hoşuna gitti ve
kendisini korumasına aldı.Fakat lakabı da (Tulumcu) olarak kaldı.
Hüsamettin Efendi Padişahın yardımıyla iyi bir öğrenim görerek müderris oldu. 1582
yılında Molla Gürani Medresesinde ders vermeye başladı. Sonra Kılıç Ali Paşa ve Aya-
sofya Medresesinde Müderrislik yaptı. Rütbesi yükseltilerek Kadı oldu. Kudüs, Bur-
sa, Eyüp, Halep ve İstanbul (1626) Kadılıklarında bulundu. Daha sonra kendi isteği ile
emekli oldu. Yirmi yıla yakın bir süre, bir köşede yalnız ibadetle uğraşarak yaşadı. 1645
yılında doksan yaşında öldü. İstanbul'da Mevlevihane Yeni Kapısu içinde "yaylak" diye
adlandırılan yerde yaptırdığı caminin avlusuna gömüldü. Oğlu Şeyhülislam Hüsamzade
Abdurrahman Efendi'dir.
Basılmamış Eserleri:
Hikmet Bey hakkındaki özel bilgileri en kısa zamanda düzenleyip göndermek lütfunda
bulunan, oğlu Sayın Haldun Beye teşekkürlerimi sunmayı bir borç bilirim.
MUHİTTİN EFENDİ
(AĞZI KARA)
(HATTAT)
Henüz matbaanın bulunmadığı çağlarda kitapları elle yazarak çoğaltmak zorunlu idi.
O zamanlar, güzel yazı yazabilme yeteneği olanlar, bu yeteneklerini teknik ve pratik ça-
lışmalarla geliştirerek (hattat) olurlardı. Bunlardan çoğu kitap yazarlardı.
Batıdan tam 277 yıl sonra bizde de matbaanın kullanılmaya başlamasıyla daha çok
bir güzel sanat dalı haline geldi. İşte Ağzı Kara Muhittin Efendi, 16. yüzyılda Osmanlı
İmparatorluğunun geniş sınırları içinde adını duyurabilmiş sayılı hattatlardan biri idi.
Muhittin Efendi Keçiborlulu'dur. Babası Şeyh Yahya'dır. Doğum tarihi kesin olarak
bilinememektedir. 1579 yılında öğrenimini bitirerek Müderris oldu. Çeşitli medreseler-
de ders verdi. 1586'da Müderrisliğin yüksek derecelerinden olan Sahn derecesine ulaştı.
Sonra Kadılığa yükseltildi. 1588'de Kütahya, 1590'da Selanik, 1592'de Bağdat, 1597'de iz-
mir Kadılıklarında bulundu. İzmir'de iken görevinden alındı. İstanbul'a gidip yerleşti.
1599 veya 1600 tarihinde öldü.
Muhittin Efendi gençliğinde zamanının büyük hattat üstadı Üsküdarlı Halit Efendi'-
den ders gördü ve hattat oldu. Sülüs yazıda büyük bir sanatçı idi. Bununla beraber Ta-
lik yazısı da çok güzeldi. Ancak mürekkepli divitini (Kamış yazı kalemi), yazı yazarken,
dalgınlığın verdiği bir alışkanlıkla sık sık ağzına götürürdü. Böylece dudakları siyaha bo-
yanır ve sürekli çalıştığından hep siyah kalırdı. Bu nedenle kendisine (Ağzı Kara) lâka-
bı verilmiştir.
İSLAM EFENDİ
Yaşadığı dönemde (Küçük İslam Efendi) diye anılmış biyografisini yazan eserlere de
bu şekilde geçmiştir.
İslam Efendi, yaşam öyküsü ayrıca verilen Keçiborlu'lu Hattat ve Kadı Ağzı Kara
Muhittin Efendi'nin kardeşi, Şeyh Yahya Efendi'nin oğludur. Doğum tarihi bilinmemek-
tedir. Öğrenimine kardeşi ile birlikte başlamış ve onunla birlikte bitirmiştir ve Müderris
olmuştur. Kendisine Kadılık önerilmişse de kabul etmemiştir. 1578 yılında (Sekban Ali)
Medresesi'nde Müderrisliğe başlamıştır. 1583'te Manisa Kadılığına atanmış, ancak ken-
disi müderrislikte kalmak istemediğini bildirince yerinde bırakılmıştır. Bir ara Şam Müf-
tülüğünde bulunmuş yine kendi isteği ile bu görevden ayrılmıştır. 1591'de Müderrislikte-
ki derecesi yükseltilerek Bursa'daki Muradiye Medresesi'ne verilmiştir. Fakat bu göre-
ve gitmeyip istifa sureti ile devlet hizmetinden ayrılmıştır. Kitaplar üzerinde inceleme-
ler yapmaktan büyük zevk duyduğundan ömrünün kalan yıllarını bu şekilde geçirmiştir.
Zamanında fıkıhta (İslam Hukukunda) en yetkililerden biri olarak tanınmıştır. Bazı kay-
naklara göre 1592, diğer bazı kaynaklara göre 1595'te İstanbul'da ölmüştür.
NURİ KATIRCIOĞLU
DEĞERLİ FOLKLOR ARAŞTIRMACISI
Isparta tarihi alanında emek harcamıştır. Fakat Isparta çevresinde (Folklor araştırma-
ları) yönünden yorucu çalışmalara paralel verimli sonuçlara ulaşabilmiş, kuşaklar boyu
kendisinden övgü ile söz edilebilecek milliyetçi bir hemşehrimizdir. Şimdi o sonsuz uy-
kusunda, ancak her Ispartalı'nın kalbinin en seçkin yerinde yaşamaktadır.
Nuri Bey'in babası Hüseyin Efendi bir çiftlik sahibi idi, onu yönetirdi. Annesi Emine
Hanım, biyografisi ayrıca verilen değerli yazar ve şair M. Hakkı Ağlarcı'nın kız kardeşi-
dir.
Nuri Katırcıoğlu 1884 yılında İsparta'da doğdu. Sekiz yaşında ilkokula başladı, onbir
yaşında bu okulu bitirdi. Aynı yıl Rüştiye'ye (ortaokula) girdi. Sözü edilen okulu onbeş
yaşında tamamlayarak birincilikle diploma aldı. 28 Nisan 1900 tarihinde Deniz İdadisi-
ne (O zamanki Deniz lisesi ve Harp okuluna) kaydoldu. Bu okulu da üstün başarı ile yü-
rüterek 1907 yılında (Makine Teğmeni) rütbesiyle Deniz kuvvetlerine katıldı. İlk kez do-
nanma komutanı Faik Bey'in Refakat subayı (bir tür emir subayı) olarak göreve başla-
dı. 1915'te Yüzbaşılığa yükseldi, bu rütbe ile (Aydın Reis) Gambot'unda kursa katıldı.
Ancak birinci Dünya Savaşı'nın sürmesi üzerine kurs dağıtıldığından, aynı yıl içinde açı-
lan (Bahriye Gençler Mektebi) Deniz Gençler okulu Müdürü oldu. Bu görevden sonra
(MUİİNİ ZAFER) gemisine, bu geminin arızalanması üzerine, (TİRİ MÜJĞAN) gemi-
sine atandı(1916). 1919'da İstanbul Tersane Fabrikasında görevlendirildi. Bir süre bura-
da çalıştı. Ancak İstanbul'un düşman kuvvetleri tarafından işgali ile fabrika da onların
eline geçti. Nuri Bey'de benzeri bütün subaylar gibi zorunlu izinle görevden uzaklaştırıl-
dı.
Fakat o, zorunlu izinli sayıldığı sürece boş duramadı; Anadolu'daki milliyetçi kuvvet-
ler gurubuna girerek vatan ve milletin düşmandan bir an önce kurtulması için büyük bir
özveri ile çalıştı. Nitekim bu kuvvetlerin en önemli ihtiyacı olan silah ve cephanenin İs-
tanbul'dan gizlice sağlanıp Anadolu'ya kaçırılmasında önemli rol oynadı.
1923'te yeniden Deniz Kuvvetlerindeki görevine döndü ve Mecidiye Kruvazörüne
atandı. 1924'te Kıdemli yüzbaşılığa ve Divanı Harp (olağan üstü hallerde Askeri Mahke-
mei) üyeliğine seçildi. 1926'da yine Mecidiye Kruvazöründe görevlendirildi. 1928'de Ha-
rita Genel Müdürlüğü (Hidrografi) Deniz Harita Şubesine atandı. 1929'da Binbaşı oldu.
Yaş sınırından dolayı emekli oluncaya kadar (1937) sözü edilen görevde kaldı. Emeklili-
ğinden kısa bir süre sonra yeniden orduya alındı. 1942 yılı sonuna kadar beş yıl daha
Harita Genel Müdürlüğü'nde Daire ve Kıt'a komutanlığı yaptı ve buradan ikinci kez
emekli oldu. 1943-1945 yıllan arasında Milli Korunma Kontrolörlüğünde çalıştı. Emekli-
liği süresince Türk Hukuk Kurumu, Kızılay Kurumu ve Çocuk Esirgeme Kurumu Yöne-
tim Kurulu üyeliklerinde bulundu. Isparta Kültür Derneği'nin kuruluş ve yaşaması için
büyük emekler harcadı. Ün Dergisi'nin kurucu ve sürekli yazarlarındandı. 24 Nisan
1964 tarihinde Ankara'da öldü. Değerli hemşehrimizin manevi huzurunda, bütün Ispar-
talılar adına saygı ile eğilirim.
Eserleri:
Nuri Katırcıoğlu asker olmasına rağmen, doğuştan taşıdığı üstün yetenekleriyle olum-
lu eğilimlerini ailesinin ve toplumunun katkısıyla, idarenin etkisiyle geliştirilebilmiş
az rastlanabilen geniş kültürlü kimselerdendir. Kendisi İsparta'da sürekli kalmadığı hal-
de Isparta folklörüyle ilgili geniş çaptaki araştırmalarını (Mani,destan,atasözü,cönk,a-
ğıt,gelenekler ve görenekler v.b.) nasıl başarı ile sonuçlandırdığına şaşmamak doğrusu
mümkün değildir. Şayet hiç bir eser yazmasaydı, toplamadığı takdirde, bu gün yok olup
gideceği kuşkusuz olan, onbeş yıl süreyle Isparta Halkevi Ün Dergisi'nde yayınlanan ya-
zıları onu ölümsüzleştirmek için yeter artardı.
Başlıca Eserleri:Çoğu askeri konulardadır.
Ayrıca
1.) Bütün ISPARTA (1958-Ankara) Bereket Matbaası. İsparta'nın tarihini anlatır.
2.) Atasözleri: Basılmamış eserleri: Atasözleri, Isparta folklor ve Edebiyatı, Hüseyin
Avni Paşa v.b.
(Sözü edilen eserlerin Isparta Halil Hamit Paşa Kütüphanesi'ne verildiği hususunu
oğlu sayın Turgut Bey bana yazdığı mektupta bildirmişse de, benim Müdürlüğüm sıra-
sında ancak Isparta tarihinin kendi el yazması nüshası uzun çabalarla kütüphaneye ma-
ledilebilmiştir. Öbürleri herhalde aracılar elinde kalmıştır.
Ailesi hakkında kısa bilgi:
Eşi, Şah Ali Rıza kızı Şekibe hanımdır, 1979 da ölmüştür. Büyük oğlu Sade Bey, Ka-
rayollar Personel Md. Sicil Müdürlüğü'nden emekli olup 1976'da ölmüştür. Ortanca oğ-
lu Orhan Bey, Türkiye Elektirik Kurumu'ndan emeklidir. Ankarada'dır. Küçük oğlu
Turgut Bey, Harita Genel Müdürlüğü Kartograf şubesinden emeklidir, Ankarada'dır.
NOT: Babası hakkında istediğim bilgileri en kısa zamanda çok nazikane bir mektup-
la lütfeden Sayın Turgut Katırcıoğlu'na şükranlarımı sunarım.
CAFER EFENDİ
Barla, bir bucak olmasına karşın tarihimiz boyunca nüfusuna oranla azımsanmıyacak
sayıda çok aydın kişiler yetiştirmiş bir kasabamızdır. İşte Cafer Efendi de bunlardan bi-
risidir. Babası yine Barla'lı (Burmalı) Kemalettin Efendi'dir. Zamanına göre iyi bir öğre-
nim gördükten sonra Müderris oldu. 1675 tarihinde Nazır İbrahim Paşa Sarayında kuru-
lan Medreseye müderris olarak atandı. 1680'de Bursa payesi verildi. 1685'te Nakibüleş-
raflığına getirildi. 1688 yılında görevinden alındı. Ancak bir yıl geçmeden yeniden işe
başlatıldı ve 1689'da Anadolu Kazaskeri oldu. Altı yıl bu makamda kaldı. 1695'te Rume-
li Kazaskeri oldu. 1697 yılında seksen yaşında iken öldü ve Edirnekapı dışındaki Emir
Buhari Türbesine gömüldü. Aşırı derecede dindardı. Damadı Murat Efendi'dir. Murat
Efendi ünlü kişiler yetiştiren (Murat Zade) sülalesinin başıdır.
HASAN ÇELEBİ
(Kınalızade)
Kınalızade Ali Çelebi'nin oğludur. 1546 yılında Bursa'da doğdu. İyi bir öğrenim gör-
dü. Ayrıca Şeyhülislam Ebussuut Efendi'den ders aldı. Müderris oldu. Medreselerde
müderrislik yaptı. Daha sonra Kadılığa ve Büyük Kadılığa (Mevleviyete) yükseltildi. Ha-
lep, Mısır, Edirne, Gelibolu, Bursa ve Zağra Büyük Kadılıklarında bulundu. Zağra'da
görevde iken hastalandı. O zamanki kanunu usule göre (Reşit) ilçesini arpalık olarak
hükümetten istedi. İsteği kabul olundu (1603). Ancak, birkaç ay sonra (aynı yıl içinde)
öldü.
Hasan Çelebi erdemli, üstün zekalı, bilgin ve şairdi.
Eserleri:
1- En önemlisi (Tezkere-i Şuara) Şairler Tezkeresi: Bu kitabında zamanına kadar
gelmiş geçmiş şairlerin şiirlerinden örnekler ve biyografileri verilmiştir.
2- Büyük İslam Bilginleri'nin eserlerini açıklayan veya onlara ek kitaplar.
Hasan Çelebi'nin şairliği hakkında bir fikir vermek üzere iki beyitini aşağıya koyuyo-
ruz.
"Gerek sengi siyah olsun, gerekse atlas-ü diba,
Garez bir baliş-i rahat bulunmaktır ser altında"
HÜSEYİN EFENDİ
Ispartalıdır. Öğrenimini bitirdikten sonra Üsküdar Mahkemesi Kadı Vekilliğine atan-
dı. Daha sonra derece derece yükselerek Devriye ve Mahreç kadısı oldu. İslam huku-
kunda çok geniş bir bilgiye sahipti. 1832'de öldü.
HÜSEYİN EFENDİ
Ispartalıdır. Bir süre Müderrislik yaptıktan sonra Kadı olarak görevlendirildi. 1837 yı-
lında Şam Kadısı oldu. 1838'de orada öldü.
HÜSEYİN EFENDİ
Ispartalı'dır. (yekçeşm - tek gözlü) lakabıyla anılmış ve belgelere bu şekilde geçmiş-
tir. Öğrenim gördükten sonra Müderrisliğe atandı. Çeşitli medreselerde ders verdi. Me-
murluk derecesi çok kısa zamanda ve hızla yükseltilerek 1702 yılında Edirne Kadısı,
1703 yılında Anadolu Kazaskeri ve bir ay sonrada Şeyhülislam oldu. Fakat fetva maka-
mında bir gün kaldıktan sonra görevinden alındı. İki gün gözaltında bulunduruldu ve ar-
dından Kıbrıs'a sürgüne gönderildi. Orada aynı yıl (1703) öldü.
Tezkereler, kendisinin çok dürüst, iyi ahlaklı, bilgili ve başarılı bir kimse olduğunu
belirttikleri halde, hakkında özellikleri ile bağdaşmayan bir işlemin niçin uygulandığı ba-
kımından hiçbir bilgi vermemektedirler.
MEHMET TEVFİK EFENDİ
Isparta'lı zade diye anılmıştır. Böylece kendisinin Isparta'lı bir sülaleden geldiği anla-
şılmaktadır. İyi bir öğrenim görerek müderris oldu. Daha sonra çeşitli yerlerde kadı ve-
killiği ve kadılık yaptı. Başarısından ötürü memuriyeti yükseltilerek İstanbul Payesi ve
1894'te Anadolu Payesi oldu. 1901'de öldü. Bilgin bir kişi idi.
DERVİŞ EFENDİ
"Isparta'lı Mektupçu Derviş Efendi" diye tanınmıştır. Taşköprülü Zade Kemal Efen-
di'den ders aldı ve Müderris oldu. 1624 yılında Bursa Murat Hüdevendigar Medresesi-
ne atandı. 1626'da memurluk derecesi yükseltilerek Kadı oldu. Sıra ile Kütahya, Rusçuk
ve Diyarbakır Kadılıklarında bulundu. Hocası Kemal Efendi'nin Kazaskerliği sırasında
kendisinin Mektupçusu (özel kalem müdürüü ve genel sekreteri) olarak çalıştı. 1678 yı-
lında öldü.
MEHMET EFENDİ
Yoluk Mehmet Efendi veya Yolak Çelebi diye tanınmıştır. Zamanın yüksek bilimleri-
ni öğrendikten sonra MEVLEVİ TARİKATINA girdi. Uzun süre büyük Şeyhlerin ya-
nında çalıştı. Göreve Vaa'z kürsisi şeyhi olarak başladı. Birçok camilerde bu görevi yap-
tıktan sonra Ayasofya Camisi Şeyhliğine getirildi. Evi bir akıl hastanesinin yakınında
idi. Bir gün hastaneden kaçan bir deli tarafından öldürüldü (1600 yılında).
MEHMET ÇELEBİ
Eğirdir'lidir. Biyografisi ayrıca verilen Şeyh Burhanettin sülalesindendir. İlk öğrenimi-
ni Eğirdir'de, yüksek öğrenimini ise İstanbul'da gördü. Birçok büyük illerde kadılıklar-
da bulundu. III'üncü Murat'ın Padişahlık döneminin (1574-1595) son yıllarında öldü.
Mevlevi Tarikatında Çelebiliğe kadar yükselmişti. Oğlu tanınmış Kazaskerlerden Şerif
Efendi'dir.
. HACI KEMAL
(İlk Türk Edebiyatçısı)
Eğirdir'lidir. Osmanlılar'ın i l k dönem şair ve bilginlerindendir. Hangi tarihte doğdu-
ğu, hangi öğrenim aşamalarından geçerek hangi görevlerde bulunduğu ve hangi tarihte
öldüğü hakkında çeşitli kaynaklarda bir bilgiye rastlanamamaktadır. Ancak, eserlerinin
yazılış tarihlerinden (1470-1550) yılları arasında yaşadığı tahmin edilebilir.
Bilindiği üzere Osmanlı Edebiyatı dil ve biçim bakımından tamamen Arap ve Acem
(İSLAM) edebiyatı etkisinde kalmış, böylece (DİVAN EDEBİYATI) denilen bir edebi-
yat türü oluşmuştur. Bu nedenle hemen hemen bütün Osmanlı şairleri, şiirlerini belirli
bir düzene göre dizerek (DİVAN) adı verilen bir kitap veya dergide toplamışlardır. Ha-
cı Kemal bu göreneğe uyarak bazı dergilerde gazeller yazmıştır. Ancak o, öbürlerinden
farklı olarak, hiç ele alınmamış bir anlamdada bilimsel çalışmalarda bulundu. Şöyle ki,
kendinden önce yaşamış ve çağdışı (ikiyüz altmış sekiz) şairin (yirmidokuz bin dörtyüz
altmış bir) adet beyitini (1512) tarihinde yazdığı bir kitapta topladı. Başka bir deyişle, o
zamana göre bir (edebiyat tarihi) günümüzdeki anlamıyla bir (Şiir Antolojisi) meydana
getirdi. Böylece birkaç yüzyıllık şairlerin unutulmalarına engel oldu, onların toplu halde
değerlendirilebilmelerine olanak sağladı ve gelecek kuşakların edebiyat tarihçilerine pa-
ha biçilmez bir kaynak bıraktı. Bundan başka sözü edilen eserinde beğendiği şairlerin
beyitlerine nazireler yazdı.
Hacı Kemal'in yukarıda açıklanandan başka , (1514) yılında kaleme aldığı (ADAB-I
Mülük ve NESAYİH) yani (Hükümdarların uyması gereken kurallar ve nasihatlar) adlı
bir eseri daha vardır.
HACI MUHAMMET EFENDİ
Ondokuzuncu yüzyılda Karaağaç ilçemizin yetiştirdiği değerlerdendir. Zamanın tanın-
mış bilgini ve hemşehrisi Ahmet Rüştü Efendi'den ilk öğrenimini gördü. Yüksek düzey-
deki medrese ilimlerini de dönemin ünlü bilgini VİDİN'Lİ Mustafa Efendi'den öğrendi.
Tatlı huylu ve derin bilgi sahibi idi. Memleketi Karaağaç'ta (28) yıla yakın bir süre Müf-
tülük görevinde bulundu. 1873 yılında Hicaz'a gitti. Hacı olup geri dönerken, aynı yıl SÜ-
VEYŞ'te öldü.
Başlıca eserleri şunlardır:
1- (Risale-i Münnesat-i Semai'yye), Dil bilgisi ile ilgili bir kitap olup, Arapça'da söy-
leniş itibariyle (dişi) sayılan sözcükleri konu olarak alır.(Müennes-Dişi sözlükler)
2- (TEFIKÜ'L AKVAL), Dinsel kurallara göre miras hukukunu açıklayan bir eser-
dir.
3- (İTHAFÜ'L Eslaf-ı AHYARÜ'L AHLAF), geçmişlerden geleceklere ithaf olunan
bu eser, dilbilgisi ile ilgili olup Arapça kuralları kapsar.
Sözü edilen eserlerden birincisi basılmış, öbür ikisi basılmamıştır.
MEHMET EFENDİ
Yalvaçlıdır. Öğrenimini bitirdikten sonra Müderrisliklerde bulundu. Sonra Kadılığa
yükseldi. 1814'te Selanik ve daha sonra Bursa Kadılıklarında bulundu. 1824 yılında Mek-
ke Payesi oldu ve aynı yıl içinde öldü.
SEYFULLAH EFENDİ
Ispartalıdır. (Yorgun Toy) lakabı ile tanınmıştır. 16'ıncı yüzyılda yaşamış ve 17'inci
yüzyıl başında ölmüştür. Osmanlı döneminde en yüksek derecede okul sayılan, büyük
bilginlerin ders verdiği birinci derecedeki medreselerde Müderrislik yaptı. En son göre-
vi olan Ayasofya Müderrisliğinden emekli oldu. 1602 yılında öldü ve (Karaman'daki
Türbesi)'ne gömüldü. Erdemli bir kimse idi. Şiire merakı çoktu. Bu nedenle zamanın
birçok şairlerine ağıtlar söyleterek bunları bir kitap halinde topladı. Başka bir deyişle
bugünkü anlamda bir ağıtlar ansiklopedisi hazırladı.
MUSTAFA PAŞA
Ispartalıdır. Doğum tarihi kesin olarak belli değildir. I'inci Ahmet, I'inci Mustafa,
II'inci Osman ve IV'üncü Murat'ın Padişahlık dönemlerinde değerli Devlet görevlerin-
de bulunmuş ve üstün başarılar göstermiştir. Zamanına göre iyi öğrenim görmüş olup
zeki, becerikli ve ölçülü idi. Sıra ile aşağıdaki makamlarda bulundu.
Önce Müteferrikalık yani Saray Emir Subaylığı, sonra Kapucubaşılık yaptı. 1616'da
Mirakur, 1618'de Yeniçeri Ağası yani bugünkü karşılığı ile (Kara Kuvvetleri Komutanı),
1619'da Mısır Beylerbeyi (5) oldu. 1620 tarihinde görevinden alındı ise de 1621'de Vezir-
l i k rütbesiyle Nişancılığa atandı. 1622'de işine son verildi. 1624'te Halep Valiliği ile gö-
revlendirildi. Dördüncü Murat döneminde (SAFAVİ)'lerden Bağdat'ı kurtarmaya giden
ordudaki komutanlar arasında idi. (Sözü edilen savaş yapılırken vadesiyle öldü 1625).
ABDÜLKADİR EFENDİ
Ne yazık ki bu zatın yaşamı ve eserleri hakkında çeşitli kaynaklarda fazla bir bilgiye
rastlanamadı. Ispartalıdır. Bilgin ve şairdi. 1552 yılında öldü.
ISPARTA'LI ŞEYHÜLİSLAM
ABDÜLKADİR ÇELEBİ EFENDİ
(Hamidi)
Eskiden soyadı olmadığından, aynı adı taşıyan büyük adamların birbirinden ayırt edi-
lebilmeleri için memleketleri olan şehir, kasaba veya köyün adının sonuna (orayla ilgili
olduklarını anlatan) bir uzatmalı (i) getirilerek adlarından sonra söylenir veya yazılırdı.
Cumhuriyet'ten önce Ispartamıza (Hamidabad-Hamit Sancağı-Hamideli veya kısaca Ha-
mid) denilirdi. Sözü edilen nedenle özel lakabı bulunmayan Ispartalı büyüklerimizin ad-
ları (Hamidi,Yalvaci, Karaağaci,..) ekleriyle tarihsel belgelere geçmiştir.
Abdülkadir Çelebi, İsparta'da doğmuştur. Çeşitli kaynaklarda doğum tarihine rastlan-
mıyor. Ancak, yaptığım araştırmalara göre (1476-1478) yılları arasında doğduğu anlaşıl-
maktadır. Sülale bakımından 16'ncı yüzyılın en önemli bilginlerinden olan (Kınalı Zade
Ali Çelebi)'nin dedesidir (Büyükbabası). Babasının adı Mehmet'tir. İyi bir öğrenim gör-
dükten sonra sıra ile Müderris, (Sahn müderrisi), 1521'de Bursa Kadısı, 1523'te İstanbul
Kadısı ve aynı yıl Anadolu Kazaskeri oldu. Son görevinde, 1537 son veya 1538 başlarına
kadar 14-15 yıl sürekli olarak kaldı ve Kazaskerlik'ten emekli oldu. Bundan sonra Mek-
ke'ye gidip Kabe'yi ziyarette bulundu. Dönüşünde Şeyhülislamlık (FETVA) makamına
getirildi (1542). Fakat birkaç ay sonra rahatsızlandı ve işinden ayrıldı. İstirahat etmek
amacıyla Bursa'ya gidip yerleşti. Bu sırada Bursa'da bir medrese ile mescit yaptırdı. Altı
yıl sonra (1548) öldü. Yaptırdığı mescidin avlusuna gömüldü.(Osmanlı müelliflerinde
Musa Baba Türbesi yanına gömüldüğü yazılıdır.)
Abdülkadir Efendi Mevlevi Tarikatına girdiği için (Çelebi) lakabını almıştır. Kına
kullandığı için soyadından gelen kuşaklar hep (Kınalızade) diye anılmışlardır.
Abdülkadir Çelebi eli açık, erdemli,her alanda, özellikle din bilimlerinde (Hadis, Ke-
lam, Tefsir, İslam Hukuku v.b)engin bilgiye sahip, şair ve edip bir büyüktü.
Kendisine ait bir beyit:
KUŞE GİR OL PERDE ALTINDAN CİHANI SEYR KIL
DURBİN OL GÖRME KENDİN DİDE-İ RUŞEN GİBİ
ŞAİR NURİ
Aşağı yukarı 1785-1885 yıllan arasıyla karşılaşan Hicri onüçüncü yüzyılda, Ispartada,
öbür yüzyıllara göre daha çok sayıda değerli kültüre sahip aydın kimseler yetişmiştir.
Bunlar arasında Rifat Çelebi başta olmak üzere, Nuri, Mustafa Sabri, Şükrü, Necip, Ne-
cati, Topal Şükrü, Muhlis gibi şair ve edipler sayılabilir. Adı geçenlerden yalnız Musta-
fa Sabri ile Nuri'nin Divanları ele geçirilebilmiş, öbürlerinin sadece şiirleri bulunabil-
miştir. Şair Nuri'nin dedesi müftülük yaptığından soyundan gelen aileler (Müftü Zade)
diye anılmışlardır. Nuri'nin babası Hasan Efendi 1889'da doksan yaşlarında ölmüştür.
Şairin doğum ve ölüm tarihleri kesin olarak belli değildir. Ancak, ağabeyi Necip ile kü-
çük kardeşi Mahmut'un yaşları ile Ölüm tarihlerinden Nuri'nin 1830-1835 yıllan arasın-
da doğduğu hususunda bir tahmin yapılabilir. Otuzüç (33) yaş gibi gençliğinin en verim-
li yıllarında öldüğü anlaşılmaktadır. Bu yaşta, ardından ince duygulu,ateşli şiirlerle süs-
lenmiş bir Divan bırakarak dünyadan göç etmesi, kendisinin iyi bir öğrenim görmüş, ye-
tenekli bir şair olduğunu açıklar.
Nuri, döneminin şairlerinden hemşehrisi Rifat Çelebi'ye hayranlık duymuş, onu üstat
sayarak şiirlerine nazireler yazmıştır. Sofice, Rintçe şiirleri yanında aşk, hiciv (taşlama)
konularında da şiirler kaleme almıştır. Kısası o çok yönlü bir şairdir.
Şimdi onun çeşitli şiirlerinden birer örnek vererek, ozanlık yeteneği ve sanat gücünü
belirtmeye çalışalım. Tasavvufu, dolayısıyla Felsefeyi kapsayan bir parçası:
NAZİRE-İ RİFAT ÇELEBİ
Cana dil ikliminde Sultan olamazsın,
Çevri bırakıp maili ihsan olamazsın
Şair aşk üzerine samimi fakat günümüzde bile oldukça açık sayılacak şiirlerde yaz-
mıştır.
Şimdi onları bir yana bırakarak klasik biçimde sevgilisine seslenişine kulak verelim:
(Divanından)
Kametin günden güne alalanır balalanır,
Ruhların güller gibi kumrulanır elmalanır
Nuri, şen ve kıvrak aynı zamanda rindane şiirler de kaleme almıştır. İşte bunlardan
biri:
Sofiya teşrif kıl erbabı aşkın yanına
Bir düzen ver kendine hem ziynet ü unvanına
Vaz'ı rindanın irretsin rakibin canına
Çak çakıştır bade-muş ol yık fesi imanına.
Nuri şiiri çok sevdiği için bütün benliğini ona verdi. Özellikle gençlerden oluşan ve
kendisini çok sevip sayan bir çevre yarattı. Gençlerle sohbetler yapar, onlara ince bir şi-
ir ve edebiyat ruhu aşılamaya çalışırdı. Bu durumu, ailesiyle zamanın hocalarının hiç de
hoşuna gitmiyor, kendisini bu yoldan çevirmeye çalışıyorlardı. Ancak, o inancında dire-
niyor ve ilgililere şöyle yanıt veriyordu.
Yanıtı şöyledir:
Neş'eyi sahbayı lalin canı sahbadan leziz,
Şerbeti Şirini lebin şehdi musaffadan leziz
Davranışlarının devam etmesi devrin hocalarını çok kızdırıyor ve kendisine şöyle ha-
karet ediyorlardı:
Bir takım saçma sühan topladın amma (Nuri)
Yazık ol nameye sarfeylediğin efkare
Çünkü yoktur yüze çıkmaklığa layık tesvid,
Kağıdın ruyu şefindin niçin ettin kare ?...
Nuri kendisine yazılan bu hakaretlere çok yumuşak ve olgunca cevap veriyor. Yanıtı
kısaltarak alalım.
Saba vakti seherde camehabı simü terden geç
Devip devşir müferrih buyu semti yasemenden geç
Şeyhi gerek bu şiirinde görüldüğü ve gerekse örnek olmak üzere aşağıda kendilerin-
den parçalar aktaracağımız şiirlerinde görüleceği gibi döneminin skolastik üslubundan
Fars ve Arap dilleri hayranlığından oldukça uzak kalabilmiştir. Aynı zamanda alçak dil-
li, temiz duygulu, samimidir. İşte kitabının bitimine koyduğu Allah'a affı, Peygamber'e
ve ululara şefaatleri içn yalvaran, risalesinden, kendinden ve memleketi Hisarardı'ndan
söz eden çok uzun şiirinden bazı parçalar.
Bihamdillah teman oldu risale
Vesile eyle sultanım visale
Habibin hörmetine ya ilahi,
Manaca haşredüp affet gunahi
Dahi yüzü suyuna Yar-i Garin
Yüzün gösterme yarab bize narin
İkinci yar kimdir. Faruk'tur ismi
Şefi et bu fakire gitsin esmi
Dahi Osman ki Zinnureyn ana nam
Bağışla ana da affeyle asam.
Şeyhi, mesnevi türündeki bu şiirinde, cahillerin bile işleyemeyeceği kadar çok günahı
bulunduğunu açıklar ve bağışlaması için Tanrı'ya yakarır. Ardından şiirini okuyan ve
dinleyenlerden ruhu için bir (Fatiha), üç (İhlas) rica eder ve şöyle sonuçlandırır.
Bu husus bir biyografi yazısı çerçevesini aştığından "Isparta Gazetesinde" ayrıca bir
makale halinde yazacağım. Rahmetli idealist aydının manevi huzurunda saygı ile eğili-
rim, Ruhu şadolsun.
(Not: Günümüz zengin ve aydınlarına örnek olmasını yürekten dilerim).
İsmail Efendi sayesinde gül, bugün İsparta'mızın bir sembolü olmuştur. Gül, süs bitki-
si olarak yüzyıllardır yetiştirilmiş ve yetiştirilmektedir. Gülyağı günümüzde parfüm en-
düstrisinin ana maddelerinden biridir. Yaprağından reçel yapılır, suyu yiyeceklere katı-
lır, kolonya yapılır. Gülyağı ve suyu eskiden ilaç olarak kullanılmıştır. Eski "Vakit" gaze-
tesi sahiplerinden Rahmetli Hakkı Tarık Us'un "ÜN" dergisine gönderdiği bir şiiri (ÜN,
Sayfa 1628) aşağıya alıyoruz. Bu şiirin yazarı belli değildir,günümüzden ikiyüz yılı aşkın
bir zaman önce kaleme alındığı anlaşılmaktadır. Şiirde gülün ve yağın özellikle doktor-
luk yönünden kullanılabilme özellikleri üzerinde durulmaktadır. Şimdi onu birlikte oku-
yalım:
Begayet hobdurur gülyağı, nafi?
Etibba vasfın etmiş halka şayi;
Hararet kılsa baş içre durağı
Eder zail, halas eyler dimağı
Gül ve ürünleri, modern tıp ilmi gelişinceye kadar pek çok ilaç yapımında, dolayısıy-
la hastalık tedavisinde kullanılmıştır. Netekim, pek çok el yazması tıp kitapları bunu
göstermektedirler. Bugün bile gülsuyu ateşli durumlarda vücuda sürülmekte, gül çiçeği
yaprakları kaynatarak suyu ishal verici olarak içilmektedir.
Şair Ahmet Şükrü gençliğinin heyecanlı yıllarını geçirdikten sonra duruldu. Nakşiben-
di tarikatına girdi. 1871 yılında ağabeysi Şakir oğlu Mustafa ölünce onun yerine, ailesi-
nin adıyla anılan Şakir Zade Medresesi'ne müderris oldu. Burada, söz arasında şunu
belirtmek yerinde olur kanısındayım. Aslında bu medrese Şeyh Hüseyin Efendi tarafın-
dan yaptırıldı; Yıllarca kullanıldı. Halil Hamit Paşa tarafından onartıldı. Ancak, burada
daha sonra Şakir Zade soyundan çok kimseler müderrislik yaptı. Onun için Şakir Zade
Medresesi adıyla anılmağa başlandı.
Şakir Efendi 14-16 yıl kadar müderrislik yaptıktan sonra bazı kaynaklara göre 1884,
bazılarına göre 1886'da öldü.
Edebi Kişiliği ve Eserleri:
Yukarıda belirtildiği üzere, Ahmet Şükrü Arapça ve Farsça'yı çok iyi biliyordu.
Onun için, gerek zamanında, gerekse daha önceki yüzyıllar boyunca sözü edilen diller-
de elle yazılmış veya basılmış eserlerden bol bol yararlandı. Bir yandan iyi bir eğitim öğ-
retim görüp daha çok okuması, öbür yandan aydın bir aileden gelmesi nedeniyle köklü
ve geniş bir kültüre sahip oldu. Bu kişiliğinin etkisi, çeşitli yaş dönemlerinde, çeşitli ko-
nularda yazdığı şiirlerde kolayca görülebilir. Şiirleri kendisinin, bir (Divan) yazmış ola-
cağı kanısını vermektedir. Ancak, bugüne kadar böyle bir yapıtına rastlanmamıştır. Şa-
yet, acımasız zaman seli bilinmez bir yere sürükleyip götürmemişse, özverili bir araştır-
macı bu hususta belki olumlu bir sonuca ulaşabilir. Hiç olmazsa birçok yeni şeyler elde
etmiş olur.
Klasik şiirde, yani divan şiirinde, aşk platoniktir. Başka bir deyişle, hayal edilen sevgi-
liye karşıdır. Oysaki, Ahmet Şükrü genç yaşta gerçekçi bir davranışla bu tür şiirde belir-
li kişiye yönelik aşkı dile getirdi. Hem de (Anna) adındaki bir Rum (dolayısıyla Hiristi-
yan) kızmaydı bu aşk. Fakat o duygularında o kadar içten idi ki, zamanın bağnaz toplu-
mundan geleceğini bildiği çok sert tepkileri bile göze aldı. Anna'nın genç yaşta ölümü
üzerine (eb-ced hesabı ile) tarih düşürmek üzere kaleme aldığı şiirini aşağı aktarıyo-
rum:
Divançei Şükrü
Bir perinin olmuş idim çok zaman dilbestesi
Halim etmişti perişan sünbül asa kakülü
Harmeni hüsnün yazık badikevaya verdi ah
Keştuzari ömrüne saçtı ecel sun filfili
Murği Ruhi eyledi cayu idine haram
Kıldı sayyadı ecel tair kafesten bülbülü
(Anna) namile benam olmuştu ol duhter diriğ
Ez berayi usri zayiden huzeştet in puli
Şebnem asa bir düşürdüm Şükrüya tarihini
Soldu açılmaksızın goca gibi (İSA) gülü
(Anna)'nın vakitsiz ve beklenilmeyen kaybı ozanımızın yüreğinde doldurulması güç
bir boşluk, dayanılmaz bir özlem yarattı. Çaresizlik içinde kalınca, damarlarında akıp
vücudunun her zerresine yayılan ateşi, aşağıdaki veda gazelinde sözcük kalıplarına dö-
kerek biraz olsun hafifletmeğe çalıştı.
GAZEL
Azmi mülki firakın oldu canım elveda
Elveda simden geru ey mevcivanım elveda
Firveş bezmi belaya atlı ayırdı Felek
Cümlesinden geçtik ey ebru-kemanım elveda
Çünkü olmaz muşki zülfün gayri şemmetmek bana
«**
İnceletme güftug uyu mumiyenim elveda
Kanda sakide olan devran etrafu kenar
Gitgide aksine döner oldu zamanım elveda
Derdi hicranıla kaldı ramak İsa lebim,
Ya medet ver Şükrü'ye ya mürdeg anım elveda
Varsın eller ne derse desin: Şair işte böylesine içten duygularla bağlıdır sevgilisine.
Ancak daha önce belirtildiği üzere, bu aşk, halk arasında olduğu gibi, kendisini sevip sa-
yan, çağdışı arkadaşlarınca da hoş karşılanmadı. Netekim medresede sınıf arkadaşı olan
Isparta'lı Şair Nuri bir kısmını aldığımız ondört dizelik şiirinde:
"Bir ceviz tahtalı babu eylemiş sine siper
Leşkeri gam gusseden emniyet olmuş şimdicik
Şiir meydan okumayla sürer gider. Şaşmaz gerçek şudur ki, bir ozan başlangıçta duy-
guca ne ise, sonunda da aşağı yukarı yine odur. Ancak, onun duygularına yön veren et-
kenler zamanla değişebilir, işte o kadar. Böylece şiirleri de şekil değiştirirler. Nitekim
Ahmet Şükrü için de aynı şey olmuştur. 1871 yılında ailesinin adıyla anılan medresede
müderris olarak görev alınca, bir yandan mesleğin, öbür yandan gittikçe ilerleyen yaşın
getirdiği olgunluk ve durulma şiirlerinde görülmeye başlar. Artık o tasavvuf dünyasının
engin göklerinde Tanrı sevgisi ile ona kavuşmak özlemiyle kanat açıp yükselmeye çalı-
şır. Başka bir deyişle aşkı yön değiştirmiş, eski kanalını bırakarak yeni bir kanala ak-
maktadır.
Tanrı aşkı ve Peygamber sevgisini dile getiren İlahileriyle, Naadlarını artık böyle bir
ruh akışı içinde, bu dönemde yazmıştır. Nitekim bir Naadında:
Yaresulullah tahtir et deruni Şükriyi
Masiva fikri gidup gir tekyeyi aşka soyun.
Ve bir Nazisesinde ise:
Kıl ü kali terkedip gir tekyeyi aşka soyun
Bir mücerret ehli hal olmak dilersen derviş ol.
diye bir duada yaşadığını göstermektedir.
Şiirlerinde kendine güven dolu bir hava içinde bulunduğu sezilir. Ancak, taşlamalara
karşı biraz sinirli davranır. Çağdaşı Isparta'lı şairlerden Hamdi Nuri ve Zihni gibileriyle
aralarında şiirli sataşmalar geçmiştir. Böyle sataşmalarla ilgili iki yanıtını birlikte okuya-
lım; Birincisi (kime yazıldığı belli değildir):
Yahu
Ey muğbece sen bizlere akran olamazsın
Bin furs oku sen şairi meydan olamazsın
Biz badei aşk içtik ezel mesti mudamız
Sen neş'e sahba ile mestan olamazsın
Davayı ziya etmedesin gerçe bedahter
Çun mihricihan dide numayan olamazsın
2
Bade içmek sarhoşane nuşu kevserden leziz
Yoktur alemde hayırdan acı serden leziz
Cennete girse bile hırsehli etmez nuru haz
Sofiyane ekli şurp didarı envardan leziz
3
Şükriya lazım değil simden geru dan fena
Meskenim dergahı hayyi layemul olsun sana
Mahuvel maksut bilursun yar baki daima
Musivayi terk edüp Mevlaya döndü gönlümüz
HİSARARDI'LI (YALVAÇ)
OZAN OSMAN HOCA
Osman Hoca da biyografileri ayrıca verilen ünlü Osmanlı bilginlerinden İbrahim
Efendi, bilgin ve ozan Şeyhi Hasan Efendi gibi Yalvac'ın Hisarardı köyündendir. Baba-
sı Hafız oğlu Halil Efendi'dir. 1857 yılında adı geçen köyde doğdu. İlköğrenimini köyün
mahalle okulunda bitirdi. Sonra, Yalvac'a giderek sekiz yıl (Harman Medresesinde), iki
yıl (Emir Ahmet Medresesinde) okudu. Öğrenimini sürdürmek amacıyla Yalvaç'tan Ka-
raağaç'a geçti. Orada da iki yıl ders gördü. Ardından Aydın'a giderek zamanın tanınmış
bilginlerinden Sarı İbrahim'den yararlandı. Daha sonra Karaman'a gidip (Kelam) ders-
lerine devam etti ise de icazet (diploma) almadan ayrıldı.
Esrari, şiirlerinde kullandığı takma ad, (mahlas)'tır. Osman Hoca gezici tüccarlık,
köylerde imamlık, Zile'de Kadı vekilliği, Karaman'da Baştahsildarlık vekilliği, Yalvaç'ta
hayvan sayım ve afyon (sütü) ölçü memurluğu gibi ve bu türden birçok geçici görevler
yapmıştır. Kılıç-Kalkan oyununu oynamakta usta bir beceriye sahipti. Uzun yıllar sazıy-
la şiirler söyleyip şehir şehir, kasaba kasaba dolaştıktan sonra gelip köyüne yerleşti,
ölünceye kadar tarla ve bahçelerini işleyip alın teriyle elde ettiği ürünleri satarak geçi-
mini sağladı. Zamanın hocalarınca rağbet gösterilen cerre (İmam geliri) hiçbir zaman
tenezzül etmedi.
Esrari'nin Kişiliği ve Eserleri:
Esrari'nin (Osman Hoca'nın) zeka ve hafızası (belleği) kuvvetli idi. bilgisi genişti.
Kendisine güven dolu, fakat alçak gönüllüydü. İleri gelen halk ozanlarına özgü özellik
onda da vardı; yani kibar, nükteli, özlü olarak akıcı bir üslup ile konuşurdu. Zulme, hak-
sızlığa karşıydı. İyi dini bilgisi olmasına karşın bağnaz değildi. Onun için hocalığı mes-
lek edinmiştir. Çünkü dönemin ham softaları ile geçinmesi olanaksızdı. Belirtilen neden-
lerle gezici tüccarlığı, küçük ve geçici memurlukları iş edinerek şurada burada gezip
durmuştur. Sözleriyle, şiirleriyle bulunduğu yerlerde kendisine derin sevgi ve saygı du-
yan geniş bir ortam yaratabilmiştir. Fakat o toplumca ne derece üstün değerlendirebildi-
ğinin farkında değildi. Hatta bu yönden topluma karşı küskün ve kızgındı. Hemen he-
men bütün şiirlerini toplayıp, yayınlaması umuduyla 1929 yılında rahmetli hemşehrim
(Atabey'li) yazar, araştırmacı, müzeci Naci Kum'a vermiştir. Naci Kum'da Isparta iline
ait çok çeşitli belgeler toplanmış bulunmaktadır. Bu bakımdan çocuklarıyla uzun zaman-
dır bağlantı kurabilme çabasındayım. Sonuç olumlu olursa Esrari hakkında daha geniş
bilgi verilebilir.
Esrari şiirlerinde zamanına göre halk şairlerine özgü çok sade bir dil kullanmıştır.
Bu dil hemen hemen günümüzdekinden farksızdır.
Osman Hoca'ya (Esrari) takma adının verilmesinde nedenler vardır. Bir defasında
Yalvaç'taki ünlü ulu çınara, dönemin saz şairleri tarafından çözene kararlaştırılan bir
ödül verilmek üzere bir muamma asılmış. Günlerce bu işi kimse başaramamış. Bir gün
o, kalabalık halk ve memur topluluğu önünde (Taylasan) sözcüğünden ibaret olan bir
muammayı çözmüş, fakat ödülü kabul etmemiştir.
İkinci öyküde şöyledir: Osman Hoca daha öncede belirtildiği gibi, Anadolu'nun pek
çok yerini gezip görmüş ve bu arada birçok saz şairi ile tanışma fırsatını bulmuştur. İşte
yine bu gezileri sırasında bir gün Ankara'ya uğramış ve orada bir kahvede bir saz şairi
topluluğu ile karşılaşmış, şairlerin kahveye astıkları şu muammayı görmüştür:
"Ol Nedir ki yer altında paslanmaz ;
Ol Nedir ki suya düşer ıslanmaz ;
Ol Nedir ki at üstünde yaşlanmaz
Ol Nedir ki bu dünyadan göçer hey !"
Osman Hoca bu muammayı hemen şöyle çözüvermiştir:
"Ol altındır, yer altında paslanmaz ;
Ol güneştir suya düşer ıslanmaz ;
Ol ölüdür at üstünde yaşlanmaz
Ol alemdir bu dünyadan göçer hey !"
Bunun üzerine şairler Osman Hoca'nın bilgi derecesini iyice ölçebilmek için, birinci
muammayı indirip yerine aşağıya konulan ikincisini astılar.
"Ol nedir ki kış gelince üşüdü ?
Ol nedir ki su içinde kuş idi ?
Ol nedir ki gövdesi yok baş idi ?
Dere, tepe demez hemen geçer hey !"
Hoca yeni asılan muammayı da şöyle çözdü:
"Ol andır kış gelince üşüdü ;
Ol balıktır su içinde kuş idi ;
Ol kesikbaş, gövdesi yok baş idi.
Dere, tepe demez hemen uçar hey !"
Bu yanıt alındıktan sonra orada bulunan Halk ozanlarının baş ustası, Osman Ho-
ca'ya (ESRARİ) mahlasını (takma adını) verdi. O da bundan böyle şiirlerinde hep bu la-
kabı kullandı.
Şimdi, kendisinin çeşitli şiirlerinden parçalar aktararak onun duyuş ve yazma gücünü
görelim. Aşağıdaki destan, Yalvaç'ta Ortaokulun açılışı sırasında Naci Kum'a verilmiş-
tir. Kurtuluş Savaşı dönemleri ile o zamanki çeşitli olaylardan ve kişilerden söz etmekte-
dir.
( K u l l a n ı l a n tarihlerin, olaylara göre, Hicri olduğu anlaşılıyor).
Destan
Sene bin üçyüz kırkı gözettik.
Döşedik konuklar için hezettik.
Eytam, natuvan, yetim demedik
Vaziyet, tevziat yazdık çobana
Baktık birden bire teller kesildi
Çeteler yığıldı. Konak basıldı
Darağacı d i k i l d i , beyler asıldı,
Millet başladı hep ahufigane
Şükür askerlerimiz geldi yetişti.
Milletin bağrı yandı tutuştu:
Atıldı toplar gülleler düştü.
Cellatlar bölendi al k ı z ı l kana.
** *
Akşehir, Karaağaç dağlara kaçtı
Ilgınla kasaba saza karıştı
Kadınhanı, Çigil büsbütün şaştı
Kelleler asıldı bütün ormana
***
Konya Karaman askerle doldu
Bozkır ahalisi muharip oldu
Beyşehiri Seydişehir! amanı buldu
Alaiye, Askeri düştü yabana
*»*
Karahisar, Bolvadin düşman elinde
Aziziye. Sivrihisar gölünün çölünde
Cihanbeyli, Haymana kendi halinde
El kaldırıp dua etti suphane
***
Koçhisar, Tuzgölü kimseye kalmaz
Alsan da doldursan gemiler almaz
Suikast edenler fevziyap olmaz.
Ziyafeti İbrahim oldu cihana,
**«
Gelelim Yalvaç bir küçük kaza
Mısır Samışerif demeğe seza :
Hiç bir taraftan görmedi eza.
Çok şükürler olsun u l u Yezdana
***
İçinde berhayat erbabı Kaymakam
Düşmanlardan almak ister intikam
Yaptırdı içine bir hoşça makam
Büyük bir yadigar oldu sıbyana
Mektebi idadidir, şöyle bir mektep
Çok para sarfoldu yoktur irtikap
İçinde açılır otuz iki bap
Görenler düşer oldemde hayrana
* * *
Fahri çalışarak sıdku sadakat
Gördükçe ahali buldu halavet
Kaymakam, Etem'le etti delalet
Böyle olmaz ise gelmez imkana.
* * *
Çalıştı ustadlar şöyle lailaç
Hitam üç beş seneye muhtaç :
Yapısı yekpare taş ile kireç,
Yaz, kış bir senede geldi meydana
**»
Binasına sebep Etem efendi,
Yaşı küçük ama pek bilir,
Kaymakam beyin yoktur menendi
Yekvücud emsali bir mevcivane
* **
Böyle Kaymakam k ü ç ü k t ü r yaşı
Bir demde dolaştı dağ ile taşı
Ağlayan gözlerin silindi yaşı
Şekli A l i gibi benzer Arslana
***
İbrahim Etem akil ve dana
İkisin doğurmuş sanki bir ana
(İhbar billezi)'nin hafifi, cana
Sureti seyrinde benzer sahana
**«
Kazamız şimdicik bir ufak kaza.
Böyle bir mektebe olmuşuz seza
Asla uğramadan kimseye eza
Şükür bir senede geldi meydana
***
Böyle kaymakamın emsali yoktur
Medhe layıktır, yazacak çoktur
Esiri Firaşım, mecalim yoktur
Muavinle doktor baktılar bana
***
Sene bin üçyüz kırk bire dayandı
Yollar açılarak döndü ummana
Erhavı evliya şimdi uyandı
Neler oldu bilsen kafir Yunan'a
Şimdi budur bize haktan inayet
Hakkın inayeti eder kıyafet
Bütün cephelerden oldu siyanet
Müjde olsun kamu sabi sübyana
** *
Etraftan hücum etti yiğitler.
Yiyemez anların iaşesin i t l e r ;
Talihimiz döndü, geldi vakitler
A r t ı k kellesini atın yabana.
** »
Gelelim şimdi Y u n a n askeri
Geriye kaçarak kaldı siperi
Mecali kalmadı dönmeğe geri
Dereler, tepeler oldu salhane
** *
Türkün orduları peşine düştü
Kesildi kelleler toprağa düştü
Erenler ervahı bile erişti
Y a k ı n bir zamanda geldi amana
***
Karahisar içine düştü velvele,
Top, tüfek, ganimet aldılar hele
Tayyare, vapur, bir de iskele
Mitralyoz, gülle çokça cephane
***
Mahlasım ESRARİ, İsmim de Osman
İmamı Azam mezhebim, ismi de Numan
R e f i k i m Kur'andır, yoldaşım iman
Arzuhal eyledim u l u Yezdana
(Şair bir mahalle kavgasında yaralanıp yatarken bu destanı yazmıştır).
Osman Hoca çevrede çeşitli özellikleri ile ün yapmış Yalvaç pazarını en ince noktala-
rına kadar, bir tablo çizer gibi sözlerle çizmiştir. İstiklal Savaşı'nın bitiminden sonra ya-
zıldığı anlaşılan bu uzun destandan bazı bölümleri aktaralım:
Destanı Pazar
Ağustos onbeş Yalvaç pazarı
Cümle aşikar kalmadı nihan
Aradım bulamadım okur yazarı
Kalem ile muhit cümlei cihan
***
Okur yazarlar gitti ileri
Kimi serhoş olmuş kimi serseri
Kim metaın bulmuş, kimi sağdan geri
Kim bulmuş bulacak, kim bulmak guman
Eskici terziler diker elbise
Alur elbet senden ister ne ise
Sürüldü Rumlar, yandı kilise.
Gitti papazlar kalmadı Ruhban,
* * *
Kimi mağazada, kimi hancı
Kimi doğru sözlü, kimi yalancı
Kimisi şehirli kimisi yabancı
Kimi yörük dağda bekliyor orman.
» * «
Kimi helva satar kimisi kebap
Araşan bulunmaz bir tane erbap
Kimi rakı içer, kimisi kezzap
Kimi konyak içer, kimisi duhan
***
K i m i semerci, k i m i s i berber
Kim zengin olmuş, kimi derbeder
Kimisi dünyadan vallahi bihaber
Bunlar adeta sureta insan,
* * *
Esrari söyler aktan, karadan
Muradımız versıın bizi yaradan
Bikir her halini ol sırrı vezdan
( )
Osman Hoca gerçekleri açıkça dile getirmekten, zulme ve haksızlığa karşı durmak-
tan çekinmezdi. K u r t u l u ş Savaşı başında türeyen efelerden bazıları, ne yazık ki halka çe-
şitli şekillerde eziyet etmiş, hatta canlara kıymışlardır. Yalvac'ın (Çamharman) eski
adıyla (Köstük) köyünden Osman Efe de bunlardan biridir. Ozanımızın onun üzerine
yazdığı destandan bir bölümü birlikte okuyalım:
NURULLAH BEY
Isparta'lı Sadrazamlardan Halil Hamit Paşa'nın torunlarındandır. Bakanlar K u r u l u
Genel Sekreterliğinden emekli olan Raif Bey'in kardeşidir.
1807 veya 1808 yılında doğduğu anlaşılmaktadır. Döneminin yüksek derecedeki öğre-
nimini bitirdikten sonra saray yazı işleri kaleminde çalışıp görgü ve bilgisini artırdı. Da-
ha sonra Ziraat (Tarım) Bakanlığında (Ziraat Meclisi) üyesi oldu. Ardından. 1837 Isla-
hat Hareketleri sırasında kurulan ve bu hareketlerin gerektirdiği yönetmelikleri hazırlayan, memurla
manlık görevini yapan (Meclis-i Vala-yı Ahkam-ı Adliye) adlı yüce meclise üye seçildi.
Bu arada kendisine ilmiyye sınıfının en yüksek rütbelerinden olan (Vala) rütbesi verildi.
Nıırullah Bey 1859 yılında görevinden ayrıldı. Bundan sonraki yaşamını kendi gelirle-
ri ile sürdürdü. 1897 yılında doksan yaşında iken İstanbul'da öldü ve aile kabristanına
gömüldü.
İki oğlu vardı. Bunlardan büyüğü ilmiyye s ı n ı f ı n d a (Bala) rütbesine ulaşmış Mehmet
Asım Bey, küçüğü ise padişahın damatlarından Hamit Bey'dir.
(Hangi padişahın damadı olduğu saptanamadı.)
(Yabancı sözcükler: Hisset = hasislik; ekl=yemek; munkar = gaga; ahzi sar = öç alma;
İstişman= koku alma; buyutam= tam koku; men dakka dukka= çalma elin kapısını, ça-
larlar kapını)
Edebi Kişiliği:
Yukarıda yapılan açıklamalara göre önce edebiyat yeteneği ve merakı, sonra iyi Fran-
sızca ve Farsça, oldukça Arapça bilmesi sayesinde Batı ve Doğuya rahatça açılabildi.
Her iki edebiyat dünyası hakkında geniş kültüre sahipti. Toplumda her bakımdan yeni-
lik taraftarı idi. Nitekim, kendi dilimizde Kur'an, Miladi takvim ile metre sisteminin kul-
lanılması, Türkçecilik, Halkçılık, din adamlarımızın çoğunluk itibariyle bilgice yetersiz
oldukları hakkındaki düşüncelerini (Meclisi Meb'usan) kürsüsünde cesaretle dile getir-
di.
Hakkı Bey, yazı yaşamına, İsparta'da memur iken Konya'daki (Vilayet), Bursa'daki
(Fevaid) ve yine Bursa'daki Feraizcizade Şakir'in çıkardıkları (Nilüfer) gazetesiyle, da-
ha başka taşra gazete ve dergilerinde yayınlanan şiir ve düzyazıları ile başladı. Bu yazıla-
rıyla geniş bir çevrenin beğenisini kazandı. Bu nedenle ilgili gazete ve dergiler onu
öven çok sayıda mektup aldı.
Şimdi o döneme ait yazılarından bazı örnekler verelim.
Bir gazelinden beyitler:
"Şemsi garip, bedri alem münkesif, ahteri zemin,
Asuman mağmum, şebi muzlim, cihan bifer hazin,
Hatırım mecruh, ruhum hasta, fikrim münkesif
Yadigarı canın kaldı..bir makberi hazin
Günlerim muzlim, hayatım bar, feci ahvalim,
Hep cihan zindan, herşey matem, her yer hazin.
İkinci beyit:
Ederim Rabbime şekva...O bilir halimi...Siz
Karışıp ekmeyiniz tuz ciğerim yaresine
O verir rızkım; o halketti beni siz gidiniz
"Giremez kimse efendiyle kulun arasına"
(Nilüfer Sayı: 45; Tarih 1891, Bursa)
Mustafa Hakkı Bey memleketsever, ilerici, aydın bir kişiydi. O bu sevgisinin enginliği-
ni İsparta'yı sembolize eden gül aracılığıyla dile getirmektedir. Bursa'da yayınlanan Fe-
vait Dergisi'nin 15 Ağustos 1888 tarihli (20)'inci sayısında yayınlanan şiirinde şöyle ses-
lenmektedir:
Burada, Hakkı Bey'in dilde, özellikle düz yazı dilinden kat kat güç olan nazım dilin-
de, ne kadar üstün yetenekli: ayrıca zamanın devlet idaresinde başlıca söz sahibi ağalan
taşlıyabilecek derecede yürekli, gerçek bir aydın olduğunu görüyoruz. Kültürüyle, hare-
ketiyle verdiği savaştan ötürü manevi huzurunda engin bir saygı ve rahmetle kendisini
anmamak imkansız.
Hakkı Bey, gerektiğinde kendini bile taşlamaktan çekinmemiştir. Bugün hala köyleri-
mizde olduğu gibi, onun yaşadığı dönemde çok küçük yaşta (14-15) evlenmek gelenek
halinde idi. Halbuki o bu geleneğe uymuyor, bu hususta yapılan tavsiyelere, hatta ıs-
rarlara aldırış etmiyordu. Onlara, şu güzel kıta ile yanıt veriyordu:
Hakkı Bey'in gerek Isparta'da gerekse taşrada Ziraat Bankası müfettişi iken yazdıkla-
rı, zaman geleneğine uygun olarak Osmanlıca'dır. Ancak kronolojik olarak ele alındıkla-
rında, son yazdıkları ile ilk yazdıkları arasında dilce bir sadelik olduğu görülür. Nite-
kim, yukarıda taşlamacılığı hakkında, açıklama yapılırken aldığımız (Bir murtekibe) bey-
ti ile aşağıdaki kıt'ası bu düşünüşün doğruluğunu kanıtlar.
BİR GECE
Mehtap ! Seni görür de şair,
Bilmem ki söze olur mu kadir...
İBRAHİM BEY
Bu da yukarıda sözü edilen Mehmet Paşa'nın ağabeysi ve Katırcıoğlu Mehmet Pa-
şa'nın oğludur. Birçok önemli görevlerde bu arada Balıkesir Mutasarrıflığında (Sancak
Beyliği'nde) bulunmuştur.
ETHEM PAŞA
Isparta'lıdır. Doğum ve ölüm yılları saptanamadı. Ancak, biyografi ansiklopedilerinin
eski ve yenilerinde adı geçen Ethem Paşa'lar incelenecek olursa, bu paşamızın 19'uncu
yüzyılın sonlarında öldüğü yargısına varılabilir. Memleketinde Rüştiye (Ortaokul) öğre-
nimini tamamladıktan sonra, askeri okula girdi. Harbiyeyi bitirdikten sonra da subay ol-
du. Paşalığa (Generalliğe) kadar yükseldi. Son kez (Tophane Meclisi Üyeliği)'nde bu-
lundu.
FEYZULLAH PAŞA
Isparta'lıdır. Hacı Ateş Ağa'nın oğludur. Doğum tarihi kesin olarak bilinememekte-
dir. Ancak elde bulunan kendisi ile ilgili öbür tarihlerin ışığında 1820-1825 arası olduğu
anlaşılmaktadır. Zamanın gerekli medrese öğrenimini gördükten sonra askeri okula gir-
miş ve 1844 yılında Harp Okulunu bitirmiştir. Kahramanlık ve cesurluğu, aynı zamanda
üstün yeteneği dolayısıyla kısa zaman aralıklarıyla rütbece ilerlemesini sürdürerek Paşa-
lığa (Generalliğe) kadar yükselmiştir. 1874'de savaşta şehit düşmüştür.
***
Feyziye gel, hab-ı izzetten uyarma dilberi,
Gonce-i gülden seçilmez ol perinin lebleri
Gül yağın çalmış zülfüne yarim anberi
Soralım bugün bize gelmeye niyet var mıdır ?
Mehmet Feyzi'nin aşk üzerine yazdığı ve her birini ince duygularla dantel gibi işledi-
ği pek çok şiiri vardır. Ancak, böyle bir genel biyografi çerçevesinde bunların tümüne
yer vermeye olanak bulunmadığı açıktadır. Fakat bu bölümü kapatmak üzere bu türden
son bir örnek daha vermekle yetinelim :
KAŞLAR
Barekellah kim, zehi ibret numadır kaşların,
Bir hidayettir acayip can fedadır kaşların,
Resmine garralanıp bakmaz cihan tuğrasına
Hame-i kudretle bir hattı Hüdadır kaşların.
***
Mah cemalin aya benzer, burc-u izzet mahıdır,
Aşık-ı sadıkların daim ziyaretgahıdır
Birisi şark, birisi garp ikliminin şahıdır
Ol sebepten bir birisinden cüdadır kaşların.
**»
Bir terahhum kıl efendim dide-i pür-hununa,
Fitne engiz olmasın uyup dahi gülgununa ;
Lutfile Rahmeyleyup kılsun nazar meft ununa,
Cisme nimetler verir, Ruha gıdadır kaşların.
**»
Gördü çeşmin, kaldı kalbimde muhabbet ey peri,
Uğruna canım fedadır, dönmezem simden geri;
İştibah etme efendim gördüğüm günden beri,
Feyzi'ye ta ol zamandan aşinadır kaşların.
Bazı sözcüklerin anlamları:
Barekallah= Allah mübarek etsin, Zehi= Ne güzel, Garralanmak= Parlaklık ver-
mek, şaşaalı olmak, Tuğra = Burada şahin kuşu, Hame= Kalem, Mahzay= Terah-
hun= Merhamet etmek, Dide= Göz, Pür hum= Kan dolu, Cuda= Ayrı, uzak, İşti-
bah= Kuşkulanmak.
Mehmet Feyzi Divan Edebiyatı nazım şekillerinde de şiirler yazmıştır. Ancak bunlar-
daki dil şimdiye kadar verdiğimiz örneklere göre daha ağdalıdır, yani daha çok Arapça
ve Farsça sözcükler kullanılmıştır. Fakat şu noktayı da belirtmek hemen yerinde olur.
Bu yazıları dahi, zamanın öbür ozanlarınkilerine bakılırsa çok sade sayılabilir. Şimdi bu
türden bir gazelini görelim.
GAZEL
Nur-ı aynım, sevdiğim dilberden ayrıldım gene,
Şıkkı Ruhum, pür fut uhum bir candan ayrıldım gene,
Sade yakuttan müzeyyen bir mücevher taç idi,
Lal'u mercan, kokusu anberden ayrıldım gene,
***
Kaşların olmuş mualla, gözleri bir kan (?) eder,
Gah olur zalim, başıma alemi zindan eder.
Rahmeder bazı efendim, lütfeder, ihsan eder,
Bir adalet menbaı hünkardan ayrıldım gene.
***
İftirakın, hasretin yoktur devası neylesem ?
Ah edup, feryad edup babında nalan eylesen,
Ruzu şeb yaşlar yerine kan döküp ben ağlasam,
Nişlesem yoktur devası dildardan ayrıldım gene
***
Ta ebed yanmaktadır Feyyaz'ı hasret narına,
Kılmada iyd-i visalin ol-peri Ruhsarına,
Bir nazar kıl sevdiğim güşende bülbül zarına
Bülbül-ü şeyda misali gülzardan ayrıldım gene
Taşirci Hacı Mehmet Feyzi, memleketiyle ilgili olaylardan da duygulanmaş vatanse-
ver bir ozandır. Netekim, ilk kez telgraf hattı döşenerek Isparta'nın telgraf haberleşme-
sine kavuşması dolayısıyla yazdığı şiir bunu göstermektedir. Şiirde haberleşmenin açıl-
masının. Sultan Abdülaziz'in Saltanat döneminde (1861-1876) ve Rıdvan Paşa'nın Ispar-
ta Mutasarrıfı bulunduğu sırada gerçekleştiği belirtilmektedir. Mehmet Feyzi'nin 7 Hazi-
ran 1884'te öldüğü, Rıdvan Paşa'nın 1871'de mutasarrıflığa başladığı dikkate alınırsa ha-
berleşme 1871-1873 yılları arasında başlamış demektir. Şimdi bu husustaki şiirini okuya-
lım:
TELGRAF İÇİN
Siz cümlei telgrafsız cümleniz hayransınız
Fehmeder yok nutkunuzdan sanasın şeytansınız
Göz açup yumunca devreyler cihanı sihriniz
Ne sihirdir ne keramet, böyle bir punhansınız
***
Vasfınızdan yazmamıştır bir musannif ta ezel,
İptihas etmek ne hacet sanatı kufransınız,
Fayyi ihbar etmeniz çun her akıl etmez kabul
Doğrusu dehr içre şimdi sahib-i irfansınız
Görmemiş kimse cihanda, duymamış erbab-ı dil,
Bende gördümse hakikat vecib-i seyransınız
Sorsalar kimbilir aceb, kim pirimiz, üstadımız
İptida efrene elinden korkarım nadansınız
***
Gün teakkul eylemezler hep tahayyül karınız,
(Lub içinde bir ehmend) siz böyle bir insansınız
Saye-i adlinde bulmuş Köhne dünya bir şeref
Merkezi Isparta olmuş, zinet-i ümransınız
***
Ol Şehnişah-ı Felatun Abdülaziz Han asrının,
Mülk-i içre sayesinde mamur-u abadansınız
Çok görülmez himmetile böyle yüzbin nev zuhur
Bir nefeste ahze, kabze muhbir-i devransınız
***
Lütfi-i Hak ihsan-ı şahaneyle erdik izzete,
Geldi Rıdvan Paşa haza neşe'-i vicdansınız
Her maksada eriştirsin Cenab-ı Zulcelal
Yalnız Feyzi değildir, cümle halk şadansınız
Bazı kelimelerin anlamlan:
Fehmetmek= Anlamak, Nutuk = Söz, Binhan = Gizli, Musannif = Kitap yazarı, İpti-
has= Doğruluğunu sorup araştırmak, Fayyi ihbar = Haber ulaştırma, Dehr= Zaman,
Dünya = Efrene, Frenk = Avrupalı.
Taşirci Hacı Mehmet Feyzi'nin İstanbul, Senirkent, Isparta, Eskişehir ve Afyon'da
yerleşmeş çocuklarından gelen kuşakları saptamak uzun zaman ve emek isteyen ayrı bir
konudur. Isparta'daki sülalesinden torunlarından ölü Firdevs Hanım'ın kızı Devlet Su İş-
leri Yüksek Kimya Mühendisi Sayın Şaziye Eskiyerli ve kardeşleri bu arada sayılabilir-
ler.
Taşirci, yukarıda açıklandığı üzere Afyon'dan gelmeden önce İsparta'da bir arsa alıp
buraya birkaç binadan oluşan bir konak yaptırmıştır.Bunların önemli kısmı bugün yıkıl-
mıştır. Bulunduğu yer, Kavaklı Camii batısındaki Hürriyet Caddesinde Verem Dispanse-
ri'nden itibaren başlar. Damgacı Sokağa dönüldükten sonra sağda kalan üç evi ve bunla-
rın içerideki bunların içerideki bahçelerini kapsar. Burada Taşirci'ye rahmet dileyerek
sözlerime son veriyorum.
OZAN İCADI
Destanında verdiği tarihten kendisinin 19'ncu yüzyılın ikinci yarısında yaşadığı anlaşıl-
maktadır. Isparta'lıdır. İCADİ'nin, ozanımızın gerçek adı olmayıp, şiirlerinde kullandığı
"Takma ad" eski deyimi ile "Mahlas" olduğu kuşkusuzdur.
1876 yılında İsparta'nın büyük bir sel baskını felaketine uğraması üzerine söylediği
destanını rahmetli Nuri Katırcıoğlu'nun Arap harfli kendi el yazması "Isparta Tarihin-
den aşağıya aldık. Bu destan onun kültürlü, ince duygulu, şiirde güçlü bir yeteneğe sa-
hip ozan olduğunu açık seçik ortaya koymaktadır. Böyle bir kimsenin elbette daha bir
çok şiirlerinin bulunacağı bir gerçektir. Ancak ne yazık ki, başkaları ele geçirilememiş-
tir. Şimdi sözü ozanımıza bırakalım:
SEL DESTANI
Sene bin ikiyüz doksanüç tamam,
Recebin beşinde sel aburevan eyledi
Kükreyip hışımla gelince heman,
Nice mamureleri viran eyledi
***
Kimseden kimseye olmadı imdat,
Şaşırdı halk, bulmadı irşat;
Beş dakika bin kapuyu eyledi kuşat,
Girip haneler içre cevelan eyledi
***
Bir yandan girdi, bir yandan çıktı,
Nice fakirlerin evin yaktı,
Mekansız kaldı halk, candan bıktı,
Baykuşlar viranı mekan eyledi.
***
Kimi der gitti yavrum, kimi der malım,
Ana baba günü oldu bugün halim
Nice canları boğdu bu tufanı zalim
Yıktı ianesin, sabilerde üryan eyledi
***
Yoktu bir yer barınsın Fisebilullah,
Elest bezminde dedik illallah;
Büyük küçük çağrışup dedikçe (Allah !..):
Döktürüp gözyaşını umman eyledi.
***
Çağrışan insanlara yürekler dayanmaz,
Boğulmuş beşikte masumlar uyanmaz,
Selle giden canlar ateşe yanmaz,
Gördü göz yaşını böyle figan eyledi.
***
Nedir yarap kulların bunca günahı ?
Rahmet değil bu gazab-ı ilahi,
Sabi sıbyanın da kalmadı penahı,
Dinmedi seller suphedek seyran eyledi.
**»
Rabbın hikmetine akıllar ermez
Kulun tedbiri bir pula değmez ;
Ferman kendinindir kimseler bilmez,
Yanık (İCADI) böyle destan eyledi
Görülüyor ki, ozan zorlamadan, yapmacıklıktan uzak, gayet rahat, akıcı, sade ve sa-
mimi bir şekilde duygularını dile getirebilmiştir. Kısacası bir ustadır. Ne yazık ki kendi-
si gibi nice değerlerimiz, ilgisizlik yüzünden, zamanın insafsız seli ile sürüklenerek geç-
mişin ulaşılmaz karanlıklarına gömülüp gitmişlerdir. İcadi yine mutludur. Çünkü, kendi-
sini yüzyıllar boyu andıracak bir destanı olsun ele geçebilmiştir.
KUTLU BEY
Bilindiği üzere Anadolu Selçuklu Devleti çökerken, önce kendi içinde parçalanarak
başta Karaman Oğulları olmak üzere, Hamit Oğullan, Menteş Oğulları, Saruhan Oğul-
ları, Germiyan Oğulları,.... gibi çeşitli adlarda ve çeşitli yerlerde, her birisi kendine buy-
ruk birçok beylikler kurulmuştur. Ancak ne var ki bunlar da kısa bir süre egemen olabil-
mişler, daha sonra para karşılığı beyliklerini satarak veya savaşta yenilerek yeni kurul-
makta olan Osmanlılar'ın yönetimine geçmek zorunda kalmışlardır. Nitekim, bu dönem-
de kurulan Isparta, Burdur ve Antalya'yı kapsayan, il merkezi Felekabad (Eğirdir) olan
Hamidoğullan da çok geçmeden Hamid (Isparta) ve Teke (Antalya) olmak üzere ikiye
ayrılmıştır. Hamidoğullan'nın Hamidabad'taki son temsilcisi Hüseyin Bey Hicri 783 (Mi-
ladi 1382, 1383 de kabul edilebilir)'de beyliğini para ile Birinci Sultan Murat'a (Hüda-
vendigar'a) satmıştır. Böylece Hamideli ve Hamidabad diye anılan Isparta kendine bağ-
lı arazi ve ahalisi ile Osmanlı ülkesine katılmıştır. Bunun üzerine Kutlu Bey, ünlü Avus-
turya'lı tarihçi Hammer'e göre Hamid eline; Nişancı tarihine göre ise Eğirdir'e Subaşı
olarak atanmıştır. Fakat bu atama tarihi hakkında kesin bir bilgi elde edilemedi.
Ancak kendisinden daha önceki tarihlerde başka bir Osmanlı yöneticisinin bu ilde
görev yaptığına dair kayda rastlanmadığına göre, Kutlu Bey'in atanmasının ilk olduğu
ve 1382 yılı veya bu yılı izleyen yıllarda olması akla uygun gelir.
Kutlu Bey 15 Muharrem 833 Hicri, 1430 Miladi, tarihinde sağlığında, zamanın tanın-
mış kişilerinin tanıklığında bir Vakfiye düzenlettirmiştir. Belgelerin tuttuğu ışığın aydın-
lığında Kutlu Bey'in 1382 yılından başlayarak Vakfiyenin yazılış tarihi 1430'a kadar böl-
gede yönetici olarak kaldığı anlaşılmaktadır. Belki de belirtilen tarihten sonra da görevi-
ni bir miktar daha sürdürmüştür.
Kutlu Bey Hamidelinde bulunduğu sırada Mirlivalığa (Tuğgeneralliğe) yükseltilmiş-
tir. Vakfiyesinde ise kendisinden (Emiru'1-Umera-ı Fihan), yani (Ulu Beylerbeyi - paşa)
söz edilmektedir.
Böcüzade Süleyman Sami Bey'in kendi elyazması Isparta Tarihi'nin 115 ve 116'ıncı
sayfalarında açıklandığına göre, Kutlu Bey zamanında Isparta bugün bulunduğu yerden
çok yukarıda, dağa yakın (Evlenke) denilen semtte kurulmuş bulunuyordu. Kutlu Bey
ileriki tarihlerde yerleşme bölgesinin çok aşağılara kayacağını düşündü. Yaptırmak iste-
diği camiin sonradan ortada kalmasını istedi. Bu nedenle o zamanki şehrin dışında ve
uzağında kalan ağaçlıklar içindeki bir yeri camisi için arsa olarak satın aldı. Bu arsa ha-
len Ulu Camiinin, asıl adıyla Kutlu Bey Camiinin bulunduğu yerdir.
Isparta şehrinin Kutlu Bey zamanında kurulu bulunduğu semt bazı kaynaklarda "Ev-
lenke" diye adlandırılıyorsa da, gerek ilgili Vakfiyeden, gerekse Böcüzade'nin tarihin-
den (Sayfa 115) sözcüğünün doğrusunun (Evlenkene) olduğu anlaşılmaktadır. Hicri 833,
Miladi 1430 tarihli,Kutlu Bey Camii'nin yapımının Vakfiyeden daha önceki yıllarda (en
geç bir olasılıkla sözü geçen yılda) biterek halka açıldığı kesinleşmektedir. Yoksa, adına
yaptırdığı bir hayrı Vakfa bağlamayı zorunlu bulan bir kimsenin, onun türlü giderlerinin
açıktan karşılanmasını beklemesi düşünülemez. Böylece yapım tarihini 1420-1430 arası
kabul etmek yerinde olur kanısındayım.
Tarihi belirtilen ve Isparta Kadılığı'nca (Yargıçlığın'ca) tanıklar önünde Kutlu Bey'in
söylediklerine göre düzenlenip tescil edilen Vakfiyede: Camide görev yapan din adamla-
rının ücretleri ile öbür giderler için harcanacak paranın gelir kaynaklarından bazıları
şunlardır: (Bunlar Kutlu Bey'in kişisel mallarıdır)
Isparta merkez kasabasındaki on adet dükkanın tamamının ve bir hamamın gelirinin
yansı; ayrıca Çeltikçi (Burdur ilinde)'deki, Karaağaç yakınındaki bir köydeki ve Evlen-
kene çevresindeki ekilebilen arazinin gelirlerinin tümünü v.b.
Bundan başka kurulan Vakfın atanan bir Mütevelli (İdare Müdürü) onun ölümüyle
de "namuslu ve dürüst olmaları koşuluyla" evlatları tarafından yönetileceği, aksi halde
işe vaktin yargıcının el koyacağı belirtilmektedir.
Sözün kısası,Caminin düzenli işleyişi tesadüflere bırakılmayıp esaslı ve sürekli pren-
siplere bağlanmaktadır.
Bugünkü Ulu Cami Kutlu bey'in yaptırdığı Cami değildir. Böcüzade'nin kendisine ait
elyazması tarihinin 116'ıncı sayfasında belirttiği üzere, 1317 Hicri (1900 Miladi) yılında
damlı olan ilk caminin (470) yılı aşan zaman içinde, özellikle mihrabının üstüne rastla-
yan bölümdeki salgı ağaçlarının çürüdüğü görüldü. Onarım için işe başlandığında cami-
nin tümünün köhnemiş olduğu anlaşıldı. Zamanın Isparta Mutasarrıfı olan Izmit'li Hü-
seyin Hüsnü Bey memleketin ileri gelenlerini toplayarak caminin yeniden yapılmasını
önerdi ve önerisi kabul edildi. Halk gerek bedenen çalışarak; gerekse para, mal bağışın-
da bulunarak üç yıl içinde eskisinin yerinde yeni caminin yapılmasını sağladı. Caminin
mimarlığını İstanbul'dan getirilen (Kalfaoğlu Yanko) isminde bir Rum yapmıştır. Mih-
rap üstü yazılarla, Ayetelkürsi'yi Isparta'lı Hattat Şafakzade Mustafa'nın oğlu Hafız Hil-
mi yazmıştır. Cami Hicri 1320 (Miladi 1903) Ramazan'ının ilk Cuma günü ibadete açıl-
mıştır. Açılış töreni için görev alan zamanın Belediye Başkanı Böcüzade Süleyman Sa-
mi Bey açılışta, kendi yazdığı (33) beyitlik bir manzumeyi okumuş ve gerekli duayı yap-
mıştır. Aşağıya bu manzumeden birkaç beyit alarak Kutlu Bey hakkındaki sözlerimize
son vereceğiz:
"Var idi bu yerde bir cami mukaddes köhne bam
Yapmış imiş, Kutlubey merhum, mağfur eyleye
Asrı Samin yapmış anı ol Kutlu vezir,
Ravzai cennette ruhun munisi hür eyleye,
Taki erişti binüçyüz onyedi şali heman
Yıktılar ol köhne damı halk mamur eyleye,"
(Kutlu Bey'in mezarının Afyon'da olduğu Böcüzade tarihinde rivayet olarak söylen-
mektedir.
FİRDEVS PAŞA
Bütün araştırmalarıma karşın yaşamı hakkında geniş bilgi elde edilemedi. Vakfiyesin-
de kendisinden (Firdevs paşa ibni İSKENDER ibni İshak) diye söz edilmektedir. Bazı
kaynaklarda ve halk arasında Firdevs Bey diye anılırsa da doğrusu Firdevs Paşa'dır. Yi-
ne vakfiyede belirtildiğine göre : (Kanuni Sultan Süleyman Vezirlerinden olup Anadolu
Vilayeti'nin Hamid-Isparta, Teke-Antalya sancaklarının mutasarrıfı olarak 16'ıncı yüzyıl
ortalarında görev yapmıştır. Rütbesi bu sırada Veziri azam imiş.)
Böcüzade Süleyman Sami Bey'in kendi elyazması"Isparta Tarihi"'nin 124'üncü sayfa-
sında açıkladığına göre, FİRDEVS Paşa, Isparta halkından çok zengin, fakat o kadar da
pinti olan Hacı Abdi Ağa'nın kendisinden izin alarak 1554 tarihinde bir camii (Hacı Ab-
di veya İplikçi Camii) yaptırmasından duygulanarak, eskiden Tuz-pazarı diye anılan
semtte bir cami yapmayı kararlaştırmıştır. Böylece 1561 (1562'de kabul edilebilir) yılın-
da Mimar Sinan planında bir cami ve camiinin çeşitli giderlerini karşılamak için bir Be-
desten yapmıştır. Cami, Firdevs Bey veya Paşa Camii, Bedesten ise Firdevs Bey Çar-
şısı diye anılmaktadır. Camiin yüzyıllar boyu gereksinmelerine gelir sağlamak üzere Be-
desten ve Isparta Kasabası merkezindeki birçok dükkanlarını da vakıf olarak bağışlamış
ve vakfına bir yönetici kurul atayarak bunu zamanın mahkemesine tescil ettirmiştir.
Firdevs Paşa Camii, Mimar Sinan'ın yaptığı eserleri bildiren "Telzkiretul-ebniye" adlı
tarihsel belgesinde "72'inci yapıt" "İsparta'da Firdevs Paşa Camii" diye yer almaktadır.
Evliya Çelebi'nin Seyahatnamesi'nin 9'uncu cildinin 283'üncü sayfasında başlayıp
284'üncü sayfasında süren (Evsafı Şehri Şirini Isparta) konusunun içinde, merkez kasa-
bada en önemli yapıt olarak Firdevs Paşa Camii'nden : "Evvela Firdevs Bey Camii Ko-
ca Sinan bina etti" diye söz edilmektedir.
Cami 1914 yılındaki depremde zarar görmüş ve onarım geçirmiştir. Firdevs Paşa ve
dolayısıyla cami hakkında en doğru bilgileri edinmek üzere sözü Hicri 2-Rabilevvel-973
(Miladi 1566) tarihli ilgili vakfiyeye bırakmak yerinde olur. Çünkü bu Vakfiye bir yanıy-
la Firdevs Paşa'yı, öbür yanıyla camiyi anlatmaktadır.
Firdevs Paşa Vakfiyesi'nin Kopyası
"Hamdu bihad ve Senayı biad... ve badu iş bu kitabı sıhatnısabın tahririne bais ve ba-
di olur ki: Sultan Süleyman Han tabe sepuha hazretlerinin vuzerasından bu tarihte Vila-
yeti Anadolu'da Teke ve Hamid sancakları mutasarrıfı veziri azam devletlu, sadakatlu
sahibulhayrat ve rağibulcennet vedderecat Firdevs Paşa ibni iskender Paşa ibni İshak ye-
serallahu mayuridu vemayeşa edamallahu izzet ehu ve devletehulaliyye ve Sanahu anil-
hikmeti velbeliyye vecezallahu ahsenelhayır Fidarissevab ezelallahu anhuma yucibulli-
kap hazretleri medinci Isparta mahallatından Camiiatik mahallesinden arsai memluke
üzerine muceddeten bina ve ihya eylediği kargir kubbeyi muştemil camii şerif kenduye
sebebi zuhri ahiret ve baisi mağfiret ve rahmet ricası mülahazasıyla meclisi şer'i şerifi
enver ve mahfeli dini munifi ezherde Vakfı atiyulbeyan liecelittescil mütevelli nasbu ta-
yin eylediği medinei mezburede müderrisini kiramdan elhac Abdurrahman Efendi ibni
Lutfullah Efendi mazharında ikrarı sahibi şer'i ve itirafı sapihi mer'i edup der ki, halen
medinei mezkurede Kutlu Bey Camii Şerifi civarında muceddeten bina ve ihya eyledi-
ğim iki kapıyı muştemil Kargir bedestanı'mı ve etrafı erbaasında sekiz hatva arsai mem-
lukum ile canibi şimalinde iki adet dekakinimi ; kezalik camii şerifin etrafı erbaasında
ondört hatve arsai memlukum üzerinde oniki adet dekakinimi ve yine medinei mezbure-
de timurciler sokağında iki adet dekakinimi ve yine Hafhafcılar sokağında üç adet deka-
kinimi camii şerifi mezbureye hasbeten lillahilahad ve taleben limerdati Rabbissamed
Vakfı sahibi muebbed şer'i ve habsı (!) Sarini (bir sözcük okunamadı) mer'i olup şöyle
şart eyledim ki, maruz zikir Bedestan ve dekakini mezburelera icarci vahide ile icar olu-
nup hasıl olan galesinden camii şerifin ruganı sim sim ve ruganı çırağına ve bir defa se-
nede mevlüdüşerif kıraat ve akabinde asel şerbeti nuş ve camii şerif ve musekkafatı
mezkureler tamire muhtaç öldükte kadri maruf meblağ ile ba marifeti mütevelli tamiru
termimine sarfolundukça baki fazla evladımdan sub sureti salah ve sireti felak üzere
mütevelli olanları kendi malzemeleri ile sarfedup ben ve benim ebeveyn ve akrabaları-
mın hariyle yadederler. Vakfı mezburu ben labisi Libası hayat oldukça kendim mütevel-
li olam ben bi emrillahi teala irtilahi darı baka eylediğimde evladı zukurumdan ittika
ve aslah olanları mütevelli olalar. Maazallahu taala evladı zukurun münkariz olursa ev-
ladı inasımın evladı zukularından ittika ve aslah olanları mütevelli olalar. Maazallahu
teala neslim bikulliye munkaziz olursa medinei mezburede muallim ve fıkkiyyundan bi-
ri Vakfı Şerife mütevelli ola ve şartı mezkureye riayete muktedir olur ise akarı mezkur-
lar mutlaka fukurai muslimine meşrut ola. Vakfı mezburun tebdil taklil ve teksiri vakfa
enfa olduğu tebeyyun eyledikde yedi mütevellide ola. Camii mezburun evkatı hamse-
de hazinin ve tilaveti Kur'anı azimuşşan ve meludi şerifi samiun olan ihhavnı bu sayfa-
dan mercurdur ki benim ve ebeveynim ve akrabamın ervahlarını hayrıla yadedeler deyu
makamı kazada tasrih eyledikte gıybet tasdiki şer'i vakıfı mumaileyhe vakfı mezburdan
rucu edup emlaki mezbureler hükmü menkulde olup, menkul ve mutehavvil kısmının
vakfiyeti sahih olmadığı kutubu muteberandan mestur olduğuna binaen mutevellii mez-
bur emlaki mezburdan kasri yed edup bana teslim etsun dedikde mütevelli merkum ce-
vabında emlakin hükmü menkulde olduğuna iştibah yoktur, lakin menkulü mutearrif de
ÖRF dahi umum üzeredir; hatta masharı inayeti Rahmani İmamı alemi salis (bir söz-
cük okunamadı) fakat Ramdani Ebu Yusufuşşehir bil imamı sani hazretlerinin.
Reyi şeriflerinde vakıf mucerred vekaftu, dimekle vakıf sahih ve lazım olup asla rü-
cua mecal ve istirdadına ihtimal yoktur deyu teslimden imtina ve niza edub hakimi mev-
kii Sadrıkitap efendi hazretleri fazlı cismi taliban oldukları için hakimi müşarünileyh
mureafatı nazar ve mubeddili hayır olmaktan hazer edub Vakfı mazhurun evvelen ala
yeri menyerah sınatma ve saniyen İmameyn hazretlerinin kavilleri üzere lüzumuna hük-
mü sahibi şer'i ve Vakfı Sarihi mer'i edub vakfı mazbur sahih ve lazım olub bad nakzu
Nakizine mecal ve mahal adım oldu femen beddelehu badema samiahu feinnema ismi-
hu alellezeni yubeddelehu innalhe semiun alim.
Tahriren filyevmi isneyn min Rabiulula lisene selase ve seb'ine ve tis'amine 973 (Mi-
ladi 1566)
(Fekahetlu müftü belde seyyit Hüseyin Efendi)
(Müderrvisini Kir'amdan Abdullah Efendi)
(Müderrisini Kir'amdan Seyyid Ali Efendi)
(Nakibuleşraf Hasan Ağa)
(Eğirdir'li Osman Ağa Zade İbrahim Ağa)
(Ağrusi Mustafa Efendi Zade Ali Ağa)
(Debbağhane Mahallesinden Mehmet Ağa)
(Katibi mahkeme Hasan Rüştü Efendi) (Şiyh Abdülvehabulmevlud)
AŞIK SEYRAN İ
Asıl adı Hacı Ahmet'tir. "SEYRANI" şiirlerinde kullandığı takma adı, yani mahlası-
dır. Tanınmış bir halk ozanımızdır. Kendisi ile çağdaş yaşamış bir halk ozanımız da aynı
adı, daha doğrusu takma adı taşımaktadır. Ancak o Everek'li Seyrani diye anılmaktadır.
Bundan başka Everekli Seyrani ile Isparta'da yerleşmiş bulunan Seyrani arasında farklı-
lıklar vardır. Everekli Seyrani her ne kadar coşkun bir halk ozanı ise de, gerek yapıt ver-
me ve gerekse de çok yer dolaşma bakımından, konumuz olan meslektaşından gerilerde
kalır. Biyografisi ayrıca verilen rahmetli hemşehrim Müzeci, Öğretmen ve Ozan Naci
Kum, her ikisinin bölgelerinde yaşamları ve şiirleri üzerinde uzun ve yorucu araştırma-
lar yapmış, her birisi için birer kitap hazırlamıştır. Ne yazıkki en verimli çağında ölümü
ile bunlar basılamadık durumda kalmışlardır. Bugün oğlu Necati Kum tarafından korun-
maktadırlar. Hiç olmazsa Isparta'lı Seyrani'ye ait olanının Isparta'lı hemşehrilerince ve-
ya her ikisinin de Türk Dil Kurumu'nca bastırılması çok yerinde bir davranış ve değerbi-
lirlik olur. Böylece hem uzman bir kişinin emeği boşa gitmemiş, hemde ozanlarımız
Halk edebiyatımız içinde layık oldukları yeri alabilmiş olurlar.
Hacı Ahmet (Seyrani)'in hangi tarihte ve nerede doğduğu kesin olarak belli değildir.
Hicri 1260-1265 ve Miladi 1844-1849 yıllan arasında öldüğü anlaşılmaktadır. Şu açıkla-
manın ışığında kendisinin 18'inci yüzyılın sonlarına doğru doğduğunu kabul etmek akla
uygun gelir sanırım.
Seyrani aşağıda örnek olarak verilecek şiirlerinde görüleceği üzere, her ne kadar,
tüm bilgisinin vehbi (Allah vergisi) olduğundan söz ederse de ; anlatımından, kullandığı
sözcüklerden, deyimlerden ve deyişlerden bunun olanaksızlığı anlaşılır. Zamanına göre
oldukça ileri bir medrese öğrenimi gördüğü belirgindir. Bu hususta en önemli tanıklar-
dan biri de döneminin klasik şairleri gibi bir divan yazmış olmasıdır.
Seyahat destanından anlaşıldığına göre, Hacı Ahmet Seyrani Mısır'daki Gaygusuz
Dergah'ındaki Şeyhinden, tarikatta belirli bir mertebeye eriştiği için, seyehat emri almış
ve birçok memleketleri seyran ettikten (dolaştıktan) sonra İsparta'ya yerleşip kalmıştır.
Bu da şöyle olmuştur: İsparta'ya geldiğinde önce Vanlızade Hacı Numan Efendi ile
dostluk kurmuştur. Sonra Hacı Numan Efendi Seyrani'yi komşusu ölü Mert Şeyh
Mehmet'in dul karısı ile evlendirmiştir. Bu evlenmeden oğlu Kavaf Hacı Hasan, oğlu
pabuşcu Hafız Ali, oğlu Bahçevan Halil, oğlu Terzi Mehmet Seyrani türemişlerdir. Naci
Kum 1942 yılında sülalesinden 70-80 kişinin bulunduğunu belirtmektedir. Ancak bugün
yaşamakta olan torunlarının kimler olduğunu henüz saptayamadım. Bu iş uzun zaman
araştırma isteyen, başlıbaşına ayrı bir konudur. Naci Kum'un Hacı Ahmet'in torunu
Mehmet Seyrani'den dinlediklerini aynen aşağıya aktarmayı yararlı buldum. Mehmet
Seyrani'nin anlattıkları şöyledir:
(Öğrendiğime göre Sanihat sahibi (Yani irticalen söylemeye yetenekli) Everek'li Sey-
rani bizim Hacı Seyrani ile çağdaş olup birbiri ile görüşmüşler ve sevişmişler ve hatta
söz alıp vermişlerdir.)
(Isparta'lı saz ozanlarından merhum Mehmet Dizari'nin (Bak: Ün, Isparta Halkevi
Dergisi, Sayfa 28 ve 84) ifadesine göre ve bizim atalarımızdan gelme rivayete nazaran,
Hacı Ahmet Seyrani İstanbul'a vardığı zaman Rumeli'li İmam Seyrani isminde bir şaire
tesadüf etmiş ve zamanın Padişahı Sultan Mahmut (II'inci Mahmut): "Bir asırda iki Sey-
rani olmaz, imtihan olsun, kazanamayan mahlasını -takma adını- değiştirsin" demiş.
Her ikisi birer söz eylemişler ve yazmışlar. Hacı Seyrani'nin ekseriyetle olduğu gibi, is-
tiğrak halinde söylediği iki söz, İmam Seyrani'nin Zahir ilmine istinaden ve kalemini
zorlamak suretiyle yazdığı söze üstün görülmüş ve İmam Seyrani'nin mahlasını değiştir-
mesi kendisine tebliğ edilmiştir.
Hacı Seyrani'nin 1844-1849 tarihleri arasında öldüğü anlaşılmaktadır. Kendisi musiki
aletlerinden birkaçını çalmakla beraber, en ziyade saz çalarmış. Kendi adeti: Kasım gü-
nünden Hızır gününe kadar seyahat yapmaz, bir yerde istirahat eder ve bu suretle bir-
kaç sene (BÜYÜK HACILAR) köyünde ve bir iki sene (İĞDECİK) köyünde Hacı Ha-
lid'in dedesinin evinde ve çok zaman da (BALADIZ)'da elyevm yaşayan (!) Hocanın
A l i ' n i n dedesinin evinde kış günlerini sazla, sözle, kendisi için hazırlanan şarapla geçirir
ve ara sıra (ÇÜNÜR) ve (LAGOS) köylerine de gelir, bilhassa yaz mevsiminde La-
gos'un (YAKAÖREN) yukarı mahallesindeki bir zatın (?) anbarında emanet bulunan
bir kile arpası, bugün ((1942) yılı) anbarın dibi süpürülmek suretiyle teberruken saklan-
makta olduğu mezkur köy halkınca malumdur.)
(Seyrani İsparta'ya ilk geldiği zamanlarda evine bitişik olan odasında yakından, uzak-
tan gelen ziyaretçileri kabul eder ve bir de yağız arap atı besler olduğu halde son günle-
rinde tamamen terki terk yapmış ve hatta ayaklarını çözüp uyumamış, oturduğu yerde
dizlerini dikerek, belindeki kayışı, belinden dizlerinin ucuna takar, ve üzerine çok kalın
olan yorganını bürünür; O suretle uyur ve söz ve eser yazmak istediğinde tenha üzüm
anbarının içine girip yazdığı meşhud ve ninelerimiz tarafından menkuldür...)
Seyrani'nin yaşam öyküsü ve kişiliği hakkında en güvenli bilgiyi veren yine kendisi-
dir, başka bir deyişle şiirleridir. "Kerem Koşması'"nda bakınız ne diyor:
"Tıfıl yaştan, terkeyledim sılayı,
İnub gurbet ilin seyran edindik
Bir dahi görmedim ümmü atayı
Takdiri Mevlaya iman edindik.
»**
Çareler yok, ben kendime darıldım,
Gönce deyu çok dikene sarıldım
Emir böyle, diyarımdan ayrıldım;
Elde değil terk-i vatan edindik
Genç yaşımda ayrı düştüm mekandan
Başım hali değil derdü hicrandan,
Selam gelub gitmez oldu vatandan
Ah ettikçe gözler al kan edindik,
İstiklali Milli uğrunda mücahedei vataniyye vazifemizde her zaman olduğu gibi bun-
dan sonra da tevfikatı subhaniyeye mazhariyyetimizden eminiz. Cenabı Hak bizimle be-
raberdir.
Bu tebligat (bildiri) her tarafa tamim olunacaktır..."
Heyeti Temsiliye Namına
Mustafa Kemal
Yalnız burada sonradan elde ettiğim bir bilgiye yer vermeden geçemiyeceğim. Bu bil-
gi, Yunanlılar'ın İzmir'i işgalini izleyen günlerde Hafız İbrahim'in İstanbul'dan İspar-
ta'ya vatanın kurtuluşu için çalışmalarda bulunmak üzere döndüğü, önderlik yaparak
(Müdafaai Hukuk Cemiyeti'nin Isparta Şubesi'ni) açtığı günlere rastlar. Ancak, (Demi-
ralay)'ı kurmasından öncedir.
Kadir Mısırlıoğlu "Kurtuluş Savaşı'nda Sarıklı Mücahitler" isimli kitabının gerçekten
büyük bir sarıklı mücahit olan" "Şükrü Çelikalay" ile ilgili bölümünün ikiyüz altmış
üçüncü sayfasında, Şükrü Çelikalay'ın ağzından aynen şunları aktarmaktadır:
"Bu sırada (Isparta Meb'usu Ulemadan Hafız İbrahim Bey) yanıma geldi; Maiyetim-
de bir nefer olarak cihada iştirakini rica etti. Hayır dedim, sen Isparta taraflarında teşki-
lat yaparak bir cephe kuracaksın. Ona ikiyüz elli musellah mücahit verdim. Ben Af-
yon'a hareket ettim. Afyon'a gelir gelmez düşman bir taaruz daha yapmış UŞAK'a gir-
mişti. Acele cephe'ye gittim."
Çelikalay bu ifadelerinden önce ve bunlara bağlı olarak Ankara'daki çalışmalarından
söz etmektedir. Bilndiği üzere, Uşak 29 Ağustos 1920 tarihinde düşman eline geçmiştir.
Şu hale göre Hafız İbrahim ve Şükrü Çelikalay'ın konuşmaları 29 Ağustos 1920 tarihin-
de veya bu tarihten bir iki gün önce yahut da sonra olmuştur.
Ancak rahmetli Demiralay'ın kendisinin kaleme aldığı "İstiklal Harbi Hatıralarım"
adlı kıymetli eserini ele geçiremediğim için bu hususun ne derece doğru olduğunu sapta-
maya olanak bulamadım. Sözü edilen eserde belirtilen olayla ilgili bir açıklamanın bulu-
nacağı kuşkusuzdur. Tüm biyografileri kitap haline getirirken bu bakımdan sözü edilen
kaynaktan yararlanma fırsatını elde edebileceğimi umut ediyorum.
1934 yılında kabul edilip 1935 yılında yürürlüğe giren soyadı kanununa göre (Hafız
İbrahim), Kurtuluş Savaşı'nda kurup yönettiği milis alayın adından esinlenerek kendine
(Demiralay) soyadını aldı.
İBRAHİM Bey, 23 Nisan 1920 tarihinde ilk kez toplanan Türkiye Büyük Millet Mec-
lisi'ne, seçimle Isparta Milletvekili olarak katılmıştır. Daha sonra 1923'te yapılan ikinci,
1927'de yapılan üçüncü, 1931'de yapılan dördüncü, 1935'te yapılan beşinci dönem seçim-
lerini kazanarak aralıksız bir şekilde milletvekilliğini sürdürmüştür. Altıncı dönem
(1939) seçimlerini de kazanmış ise de, henüz meclis çalışmalarına katılamadan, seçimi
izleyen günlerde, 29 Mart 1939 Çarşamba günü, tutulduğu hastalıktan kurtulamayarak
hayata gözlerini kapamıştır. Daha doğrusu maddi dolayısıyla fani olan varlığı, her canlı-
ya alın yazısı olan sonuca ulaşmış ve Ulu Tanrı'sına kavuşmuştur. Fakat gerçekte o, yük-
sek insancıl duyguları, yardımseverliği, cömertliği, kahramanlığı ve vatanseverliği ile gö-
nüllerde taht kurarak, tarihte anıtlaşarak ölümsüzlük sırrına ulaşmıştır. Şimdiye kadar
hangi kahraman, hangi vatansever ölmüştür ki o ölsün ?...
Cenazesi Büyük Millet Meclisi üyelerinin, Hükümet temsilcisinin ve kendisini seven-
lerin nemli gözleriyle Ankara İstasyon'undan, kıyamete kadar yatacağı memleketi İspar-
ta'ya uğurlanmıştır.
İbrahim Demiralay'ın ellialtı (56) yaş gibi henüz ihtiyar sayılmayacak bir yaşta ölü-
mü, Isparta'lılar için olduğu kadar memleketi için de yeri doldurulamayacak bir kayıp
olmuştur. Böylece Kurtuluş Savaşı'mızın tarihinde canlı bir yaprak kapanmış, şanlı bir
yaprak açılmıştır.
İbrahim Demiralay'ın cenazesinin İsparta'ya gelişinden gömülmesine kadar geçenleri
o günü yaşayan Isparta Halkevi Ün Dergisinden (Dergi adına bir yazardan) dinlemenin
daha canlı, daha heyecanlı olacağını düşündüm. Duyulanı adapte ederek aktarmaktan-
sa, aslını olduğu gibi almak herhalde daha iyi olur kanısındayım.
Belirtilen nedenle adı geçen derginin Nisan 1939 tarih, üçüncü cilt, 61'inci sayısında
857 ve 858'inci sayfalarda bu hususla ilgili olarak yayınlanan yazıyı ağdalı sözcük ve
deyimleri olduğu kadarıyla bugünkü dile çevirerek aşağıya alıyorum:
"İBRAHİM Demiralay'ın Cenaze Töreni"
"Ölümünü üzüntüyle haber verdiğimiz Milletvekilimiz İbrahim Demiralay'ın cenazesi-
ni taşıyan tren Mart'ın otuzuncu günü (Perşembe saat 17'de ) Isparta'ya gelmiştir. Ölüm
haberi ile mateme bürünen İsparta'nın soylu halkı, istinasız denilebilecek bir kütle ha-
linde daha saat (16)'dan itibaren istasyon dolayı ile park çevresini doldurmuş, çarşı ve
pazar kapanmış; İbrahim Demiralay'ın cenazesini getiren ve daha evvel otomobil ile İs-
parta'ya ulaşan Milletvekillerimiz Bay Hüseyin Hüsnü Özdamar ve Bay Kemal Ünal,
Ankara Milletvekilliğine seçilen Valimiz Bay Fevzi Daldal, Tümgeneral Recep Ferdi
Sualp, Tümen ileri gelenleri ve Üstsubaylarla subaylar Resmi dairelerle, kurumların mü-
dürleri ve memurları ve bir kıta askerle bir polis müfrezesi istasyonda yerlerini almış
bulunuyordu.
Tam saat 17'de uzaklardan acı sinyal veren tren bu acılı kitleye yeni yeni hüzün ve
elem veren ince ve keskin sesiyle yüce yürekli ve cesur bir vatanseverin ölüsünü getirdi-
ğinden, ileri gelen bir bahtsızlıkla hıçkırıklar saçarak Gara giriyordu.
Cenaze vagonunun mühürü Sağlık ve Sosyal Yardım Müdürlüğü memurlarının elle-
riyle söküldükten sonra, şanlı bayrağımıza sarılan fedakar ve ve cesur ölünün vücudu
saygıyla selamlanmış ve ellerde taşınarak süslenen otomobile konmuş ve askeri bando-
nun hüzünlü nağmeleriyle cenaze evine taşınmıştır.
"31 Mart 1939'da (Cuma günü) Burdur'dan ve yakın ilçelerden gelenler de dahil oldu-
ğu halde, Kutlubey Camii'ne (Ulu Cami'ye) getirilen cenaze, musalla taşına konmuştur.
Namazdan sonra Milletvekillerimiz Hüseyin Hüsnü Özdamar ve Kemal Ünal'ın İbra-
him Demiralay'ın kişiliği, vatanseverliği ve bütün iyiliklerini bildiren konuşmaları; Hak-
kı Dereli ve Ortaokul öğretmeni Kemal Akgün ile Burdur'dan gelen delegelerden ve
halktan gelen birçok kimselerce rahmetlinin erdemleri anılmış, cenaze saygılarla sonsu-
za kadar kalacağı kabrine götürülmüştür."
Hafız İbrahim Demiralay hakkında daha çok şeyler yazılabilir. Çünkü o, her yazıla-
cak övgü dolu yaşam öyküsünden daha fazlasına hak kazanmış erdemli, bilgili, vatanse-
ver ve özverili bir kahraman, eli açık, alçak gönüllü bir kimsedir. Bütün meziyetlerine
karşın bir halk adamı özelliğini (soylu ruhuyla) daima korumuştur.
İbrahim Demiralay aydın bir adam idi. Onun için Atatürk devrimlerini sürekli olarak
destekledi. Bazı kaynakların onu Meclis yaşamında pasif göstermeye çalışmaları kendi-
lerinin çıkarcı, tutucu değil bağnaz olmalarındandır. O, milletvekilliği ve kazandığı mev-
ki nüfuzundan yararlanmayı hiçbir zaman aklından geçirmemiştir. Aksine bu görevde
bulunduğu sürece halka hizmet için kendi maddi varlığından harcamış, üzüntülere kat-
lanmıştır.
Öldükten sonra bile, bugün makam koltuklarında kurulan bazı zavallı ölülerden, mil-
yonlarca defa daha canlı olarak onun gibi toplum içinde yaşayabilenlere ne mutlu ?...
Kendisinin kutsal anıları ve yüce kişiliğe sahip ruhu önünde yalnız Isparta'lıların değil,
tüm Türk Ulusu adına minnet ve şükran duygularıyla eğilir, Ulu Tanrı'dan rahmetler dile-
rim HALİL ETEM ELDEM
(Ünlü Türk Arkeolog ve Müzeci)
Aşağıda belgeleriyle açıklanacağı üzere, gerek Halil Etem, gerekse kendisi gibi ünlü
birer ilim adamı olan kardeşleri soy bakımından Isparta'lıdırlar.
Halil Etem'in babası 1877'de Sadrazam (Başbakan) olan tanınmış Osmanlı devlet
adamlarından Etem-İBRAHİM-(1818-1893) Paşa'dır. Etem Paşa'nın oğulları yaş sıra-
sına göre ünlü bilgin, Ressam ve Müzeci Osman Hamdi Bey (30.12.1842-24.2.1910), Nu-
mizmatik uzmanı İsmail Galip Bey (1848-1895) ve konumuz olan Halil Etem (Ethem)
Bey'dir.
Halil Etem Bey (25 Haziran 1861) tarihinde İstanbul'da doğdu. Bir süre burada oku-
du. Sonra batılı anlamda daha iyi ve yüksek bir öğrenim görmesi, aynı zamanda uzman-
lığı aşması amacıyla Avrupa'ya gönderildi. Zürih, Bern ve Viyana Üniversitelerinde oku-
du, çalışmalar yaptı. Memlekete dönüşünde Askeri Fabrikalar ve Genel Kurmay Baş-
kanlığı tercüme kalemlerinde (çeviri bürolarında) çalıştı. Sonradan uzun bir süre öğret-
menlik yaptı. 1892 yılında öğretmenlikten ayrıldı.Ağabeyi Osman Hamdi beyin yanında
müzeler müdür yardımcılığına başladı. Osman Hamdöi beyin 1910 yılında ölümü üzeri-
ne Müzeler Müdürlüğüne atandı.Bu görevi sırasında (Eski Şark Eserleri Müzesi)'nin ku-
ruluşu ile Topkapı Sarayı'nın müze durumuna getirilmesinde başarılı çalışmalarda bu-
lundu.
Etem Eldem Müzecilik, Nümizmatik, Epigrafi, tarih alanlardaki bilgisi ve çalışmaları
nedeniyle uluslararası bir üne sahipti. Ayrıca kimya ve öbür tabiat ilimlerindeki bilgisi
de çok genişti. (MATERİAUX POUR UN CORPUS İNSCRİPTİNİONUM ARABİ-
CANUM) adlı kolleksiyonun yayınlanmasını yürüten kurulda üye olarak çalıştı. Kendisi-
ne İstanbul Üniversitesince (Fahri Arkejoloji Profesörlüğü); BASEL ve Leipzig Üniver-
sitelerince de (Fahri Doktorluk) unvanı verildi.
Gerek Halil Etem Eldem, gerekse kardeşleri, verimli bilimsel çalışmaları nedeni ile
Türk ve Avrupa basınında kendilerinden övgü ile söz ettirebilmiş, dolayısıyla ülkemize
dünya çapında şeref kazandırmış üstün değerlerdir.
Halil Etem emekliye ayrıldıktan sonra 1931 yılında yapılan seçimlerde İstanbul Mil-
letvekilliği'ni kazanarak Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne katıldı. 17-11-1938 tarihinde İs-
tanbul'da öldü.
Yayınlanmış eserlerinden önemli olanları şunlardır: Meskukat Katalogu; Kayseri
Şehri (1916); Topkapı Sarayı (1931); Yedikule Hisarı (1932); Camilerimiz (1932); Elva-
nı Nakşiye Koleksiyonu (1970)
Şimdi Halil Etem Bey'in ve ailesinin Isparta ile olan ilgisini belirtmeye çalışalım.
Herhalde bu hususta en pozitif bilgi, yine bu aileye ait kişilerden birisinin vereceği bilgi
olsa gerektir. Biz de bu yoldan yürüyeceğiz.
Aşağıda bir kopyasını sunduğumuz, mektubunda Halil Etem Bey'in, kendisi ile aynı
dönemde ilk kez Isparta Milletvekilliği'ne seçilen Kemal Ünal (Turan) Bey ile herşey-
den önce bir hemşehrilik sevgisi ve duygusu ile tanıştığı ve onun aracılığı ile aynı sevgi
ve duygularla Isparta Halkevi tarafından yayınlanan (ÜN) dergisinin 1935 yılı Temmuz
ayına kadar çıkmış bulunan sayılarını Halkevi Başkanlığından istediği dergileri alınca
teşekkürleri ile birlikte aslında bir Isparta'lı olduğunu açıkça ortaya koyduğu görülüyor.
Artık Tarihsel bir kimlik kazanmış olan, bu çok değerli kırkaltı yıllık hemşehrilik bel-
gesini birlikte okuyup aydınlanalım. (Mektup elyazısı ile ve Halkevi'ne hitaben yazılmış-
tır):
MEKTUP SURETİ
T.B.M.M İstanbul: 17-7-1935
Azasına mahsus Posta Kutusu: 403
Saygıdeğer Bay Başkan ve Hemşehrim ; (*)
Bay Kemal Ünal (Turan) vasıtasıyla vuku bulan ricamı kabul buyurarak bana
(ÜN)'ün çıkmış cüzülerini göndermek lütfunda bulundunuz. Düşüncemde hiç aldanma-
mışım. Çünkü (ÜN)'de benim için pek istifadeli yazılar buldum.
Aynı zamanda bana çok iltifatlı bir mektup da yazdınız. Derin teşekkürler ederim.
Isparta'lı olmak ve binaenalyh, Isparta'lıların hemşehrisi bulunmak benim için pek
büyük kıymeti ve iftiharı muciptir. Annem Isparta'lıdır. Babası Mustafa Ağa, Abdülme-
cid zamanında yağlıkçıbaşılar kahyası idi. Ben maalesef büyükbabamı tanımadım. Fakat
benden onsekiz yaş büyük olan Kardeşim Hamdi ve yine Türkiye'de muskukat ilmini te-
sis eden diğer kardeşim merhum İsmail Galip tanırlardı. Pek münevver ve okur yazar
bir adam olduğunu söylerlerdi. Bu sununla bellidir ki: İki kızını ve oğlunu mükemmel
okutmuştu. Hatta oğlu İsmet, o zaman pek güç olan (tersane mektupçusu) olmuştu.
Pek çok sene önce İsparta'dan geçtiğimde büyükbabamı bilen birisine tesadüf etmiş-
tim. Fakat soyadlarının ne olduğunu öğrenemedim. Ancak şunu biliyorum ki: Birkaç ke-
re Maliye Nazırı olan Nafiz Paşa ailesiyle Karabetimiz vardı. Belki bununla bir ipucu
bulunabilir. Fakat onlardan da kim kaldı bilmiyorum.Halk Evimiz kütüphanesi için bir-
kaç kitap taktim ediyorum. Lütfen eski şeyler olmakla beraber lütfen kabulünü rica ede-
rim.
Gerek size muhterem başkan ve gerek sevgili hemşehri arkadaşlara derin saygılarımı
sunarım.
Halil Etem
Mektupta açıklandığı üzere Abdülmecit'in Saltanat döneminde (1839-1861) Yağlıkçı-
lar Kahyası görevinde bulunan Mustafa Ağa'nın (Tersane Mektupçuluğu) yapmış İsmet
adında bir oğlu ile zamana göre iyi öğrenim görmüş iki kızı vardı. Kızlarından biri İkin-
ci Abdülhamit'in padişahlığının ilk yıllarında Sadrazamlık yapan Türk Devlet ve İlim
adamlarından İbrahim Etem Paşa (1818-1892) ile evlendi. Bu mutlu evlilikten, büyüdük-
lerinde her biri ünlü birer ilim adamı olan Osman Hamdi, İsmail Galip ve Halil Etem
Eldem dünyaya geldi.
Yetmişyedi yıllık ömrünün yarım yüzyıldan daha çok bir süresini bilim uğrunda çalış-
malara harcayan Halil Etem hakkındaki sözlerimizi burada sonlandırırken, kendisi ka-
dar Isparta'h olan öbür kardeşlerine de sıra ile biraz yer verelim.
GALİP BEY
(İlk Türk Numızmatik Bilgini)
Sadrazam İbrahim Etem Paşa'nın oğludur. 1847'de İstanbul'da doğdu. Müzeler Mü-
dürü ve Ressam Osman Hamdi Bey'in ve Halil Etem Eldem'in kardeşidir. Türkiye Nu-
mizmatik (Meskukat) yani Madensel Paralar iliminin ilk kurucusudur. Alexandır Kara
Todori Paşa'nın Girit Valiliği döneminde, İsmail Galip Bey de Vilayet Müşavirliği (Da-
nışmanlığı) yaptı. Ayrıca Danıştay üyeliğinde de bulundu. Oğlu Mübarek Bey de babası
gibi bir Numizmatikçidir.
Eserleri:
1) Osmanlı Paraları Takvimi = (Takvim-i Meskukat-ı Osmaniye) 1891'de yayınlanmış-
tır.
2) Selçuk Paraları Takvimi = (Takvim-i Meskukat-ı Selçukiye) 1892'de basılmıştır.
3) Türkmeniye Katalogu, 1894'te basılmıştır.
4) Meskukat-ı Kadime-i İSLAMİYE (Eski İslam Paraları) Ölüm yılı olan 1895'te ba-
sılmıştır.
OSMAN HAMDİ BEY
(Büyük Türk Ressamı, Müzecisi ve Bilim Adamı)
Türk Devlet ve Bilim adamı İbrahim Etem Paşa'nın en büyük oğludur. Galip İsmail
ve Halil Etem Beyler'in kardeşidir. Değerli bir bilim adamı ve yetenekli bir ressamdır.
Aynı zamanda batılı anlamda müzeciliği memleketimizde kuran ilk kimsedir. 30 Aralık
1842 tarihinde İstanbul'da doğdu. Onbeş yaşına kadar okula devam etti. Ancak 1857 yı-
lında hukuk öğrenimi görmek üzere Paris'e gönderildi. Paris'te oniki yıl süreyle hukuk
derslerini izledi. Bu arada (GEROME ve BOULANGER) gibi devrin tanınmış ressam-
larının yanında çalıştı. 1867 yılında Paris'te açılan uluslararası sergide Osmanlı Komiser-
liği yaptı. 1869'da memlekete geri döndü ve Bağdat Vilayeti (Umuru Ecnebiye) Müdür-
lüğü'ne atandı. Burada iki yıl kaldıktan sonra İstanbul'a çağrıldı ve kendisine Sarayın
(Dışişleri Protokol Müdür Yardımcılığı) verildi. 1875'te Dışişleri Bakanlığı'nda görevlen-
dirildi. 1876'da İkinci Abdülhamit Padişah olunca görevinden alınarak Matbuatı Ecnebi-
ye (Yabancı Basın) Müdürlüğü'ne nakledildi. Hamdi Bey (Türk-Rus Harbi) sırasında
bir gönüllü birliği kurulması için çaba harcadı. 1877'de Belediye Beyoğlu Altıncı Daire
Müdürü oldu ise de çok geçmeden memurluktan ayrılarak serbest resim çalışmalarına
başladı. 1881'de İstanbul'da (AYA İRİNİ) Kilisesi'nde kurulan Arkeoloji Müzesi'nin ba-
şına (yönetici) olarak atandı. Burada hem müzeyi düzene koydu, hem de gerekli kata-
logların hazırlanmasında çalıştı. Aynı zamanda 1883-1895 yılları arasında yabancı ülkele-
rin ünlü arkeologları ile Osmanlı ülkeleri sınırları içinde kazılar yaptı. Önemsiz, küçük
bir müze halinde bulunan İstanbul Arkeoloji Müzesi'ni kazılardan elde ettiği değerce
paha biçilmez eserlerle zenginleştirdi. Böylece hem adı geçen müzenin, hem de kendisi-
nin adını Avrupa ve Amerika'da duyurdu. Özellikle 1887'de yaptığı kazılardan aldığı so-
nuçlar dünya çapında önem taşıyordu.
Sayda ve Sidon ilk kez, denizci bir ulus olan Fenikeliler tarafından Milattan önce al-
tıncı yüzyılda, bugünkü Lübnan devleti sınırları içinde, Akdeniz kıyısında bir liman şeh-
ri olarak kurulmuştur ve kısa bir süre d,e büyük bir gelişme göstermiştir. Fenikeliler'-
den sonra birçok uygarlıklar için önemli bir yerleşim merkezi ve liman olma özelliğini
korumuştur.
Şehrin ve çevresinin arkeolojik kalıntılar bakımından çok zengin olması gerektiğini
düşünen Osman Hamdi Bey, o zaman Osmanlı İmparatorluğu'nun Suriye Eyaletindeki
bu şehir yakınında (AYA) mevkiinde (yukarıda belirtildiği üzere 1887 yılında) kazılara
başladı. Kazılarda arkeolojik bakımdan dünyaca önemli eserler buldu. Yeraltı metropo-
lünde, yani dehliz içindeki bir tür yeraltı mezarlığında, İstanbul Arkeoloji Müzesi'ne üs-
tün değerler katarak ün sağlayan (Fenike) Krallığı'na ait lahitleri meydana çıkardı. Da-
ha sonra İstanbul'a gelerek müzeci arkadaşlarından Dimosten Baltacı Beyi de yanına
alıp kazı yerine döndü. Lahitlerin en küçük bir zarar görmeden açılması, aynı şekilde
vapur ile istanbul'a taşınıp müzeye yerleştirilmesi için çok yorucu, fakat çok başarılı ça-
lışmalarda bulundu. İstanbul Arkeoloji Müzesi, lahit bakımından dünyanın başta gelen
bir müzesi oldu. Bunun sonucu Osman Hamdi Bey de dünyanın en önde gelen arkeolog-
ları arasında şerefli yerini aldı.
Hamdi Bey, 1892 yılında dünyaca ünlü arkeologlardan (Th. Reinach) ile birlikte (U-
NE NECROPOLE ROYALE DE SİDON) adlı kitabı yazdı. Bu kitap ününü bir kat da-
ha artırdı.
Müze olarak kullanılan (Çinili Köşk), elde bulunan eserlerin, özellikle lahitlerin ser-
gilenmesi için çok yetersiz kalıyordu. Onun için (Lahitler Müzesi)'ni yaptırdı ve
1892'de bu müze açıldı.
Bu da (Lahitler Müzesi de) kısa zamanda dolduğundan hemen yanma ikinci bir bina
daha eklettirdi. Müzenin üst kısmının arkeolojik bilimsel araştırma merkezi olarak kul-
lanılması amacıyla burada bir kütüphane kurdu. Kütüphane kendisinin, arkadaşlarının
ve yabancı bilim adamlarının bağışladıkları kitaplarla pek kısa bir zamanda zenginleşti.
Osman Hamdi Bey müzecilik alanında bilimsel ve çok başarılı çalışmalar yaptığı için
Avrupa'daki birçok üniversite tarafından (Onursal Doktorluk) unvanıyla ödüllendirildi.
Ölümünden bir yıl önce (1909) çıktığı Avrupa gezisi sırasında ingiltere'deki Oxford Üni-
versitesince de kendisine (Onursal doktorluk) verildi.
Osman Hamdi Bey, yoğun müzecilik çalışmaları yapmakla beraber 1894'ten itibaren
birçok banka ve kurumların, tütün rejisinin yönetim kurulu üyeliklerinde bulundu. Ayrı-
ca (Duyunu Umumiye)'nin Osmanlı Dayinler Vekili olarak çalıştı. O değerli bir müzeci
olduğu kadar, değerli bir ressamdı. Yukarıda açıklandığı gibi Avrupa'da öğrenim için
kaldığı oniki yıl süresince Fransa'nın o dönemdeki ünlü ressamlarının yanında çalışmış
ve kendini yetiştirmişti. Daha çok bir portre ressamı olarak tanınmıştır. Eserlerinde ko-
nu olarak çoğu kez Doğu ile ilgili insan ve eşya figürlerini yetenekli ve usta ressam eliy-
le işlemiştir. 24 Şubat 1910 tarihinde İstanbul'da ölmüştür.
Çizdiği resimlerin birçoğu bugün müzelere malolmuş durumdadır. Türkiye'ye, hem-
şehrimiz olmaları dolayısı ile Isparta'mıza şeref kazandıran dünyaca ünlü üç kardeş bi-
lim adamını burada rahmetle anarım. Ruhları Şadolsun !..
Sevdayi ince zekalı usta bir ozandır. Netekim yüzyılı aşan bir süre içinde dilden dile
aktarılarak, dolayısıyla birçok değişikliklere uğramış (Miras Destanı)'ndaki kıvrak anla-
tım ve buluşlar bu düşüncemizi kanıtlıyor. Üç-dört şekle girmiş bu destanın aynı kıtala-
rından daha uygun olanlarını alarak birleştirip aşağıda sizlere sunuyorum.
MİRAS DESTANI
Kulak ver sözüme, dinle ahvali,
Söyleşelim, bunca dilek nicoldu ?
Yedi yıldır gurbet ile gideli,
Hasret çektim, bunca emek nicoldu ?
Bağda kuşlar ciyik ciyik öterken,
Çayırlarda sığır, sıpa güderken,
Ben askere başım alıp giderken,
Doğru söyle şimdiyecek nicoldu ?
***
Cemaatla okudunuz Fatiha,
Anam babam ölmüş, kande akraba ?
Ne mal kalmış ne yer kalmış hep heba,
Emmim oğlu Kambur Felek nicoldu ?
***
Kande ibiş Ali, Kazıklı Veli,
Eseoğlu Köse, güdük keboli,
Barut Hasan, Komşumuzun Kel Ali
Konuştuğum bunca zevzek nicoldu ?
***
Bunların köküne kıran mı girmiş ?
Domuzlar mı biçmiş, Kurtlar mı yemiş ?
Mahalle imamı o Molla Memiş,
Çağırsanız gelse görsek nicoldu ?
***
Hoca bugün senden miras sorarım,
Doğru söyle, sana yoktur zararım,
Üç beş gündür evimizi ararım
Kaybolmuş temel, direk nicoldu ?
***
Ocak başındaki bir torba soğan;
Makamını bilmez, sadası yavan
O gün düğünümüz olduğu zaman
Çaldığımız tef, dömbelek nice oldu ?
***
Hoca senden bugün miras sorarım,
Doğru söyle yoktur sana zararım,
Beş on gündür ev yerimi ararım,
Kaybolmuş temel, direk nicoldu ?
***
Dinlemem boşuna zırva okuma,
Hileyle her taraktan bez dokuma,
Nerede içi ot dolu kıl dokuma ?
Yastık, yorgan, minder, döşek nicoldu ?
***
O kırık sacayak kalkmazdı ocaktan,
Üç çanakla, beş tencere topraktan,
Arpa (çavdar) unu eksilmezdi bucaktan,
Tekne, çomça, kalbur elek nicoldu ?
***
Hamur senidi, aktaraç, oklava,
Aş pişirdiğimiz kulpsuz yassı tava
Ağaç çanak, uluklu (emzikli) üç maşraba,
Tuz basılı sırlı çömlek nicoldu ?
Kıl kilim, eski hasır, bunca urba;
Ekseriye asılıydı yün torba,
Babamın giydiği ağarmış aba,
Gök boncuklu kuşak, yelek nicoldu ?
***
Karga burun çarık, baldır dolağı,
Kını kırık yüzü paslı bıçağı,
Beline sardığı kendir kuşağı,
Al yamalı kolsuz gömlek nicoldu ?
***
Paçaları yırtık giydiği tuman,
Ağzı çentik pahayla sapsız tırpan,
Hergeleye sığır sürdüğü zaman,
Dayandığı çatal değnek nicoldu ?..
***
Hergeleye Kamçı ile sürerdik,
Gider gelmez deyu, yolun gözlerdik,
Danasını kepek ile beslerdik,
Burnu düşük, sütsüz inek nicoldu ?..
***
Cidavısı görünmezdi irinden,
Mancılıkla kalkamazdı yerinden,
Urgan ile asar idik belinden,
Çamuş katır, çapkın ürkek nicoldu ?.
***
Kekliğim öterdi çöp kafesinde,
Tazımız yatardı gün gölgesinde,
Ahır odasında, kaz kümesinde,
Su saksısı folluk, tünek nicoldu ?
***
Aktaşlı tarlaya buğday ekerdik,
Sapsız orak, tırpan ile biçerdik,
Hani ya içinde buğday döğerdik,
Sapsız soku, dipsiz dibek nicoldu ?...
***
Yaz günleri yattığımız çardakta,
Sadasını işitirdik yatakta,
Avlu ortasında kuru kavakta,
Laklak eden çifte leylek nicoldu ?.
***
Evin önündeki asma çubuğu,
Yedi yılda bir verirdi koruğu,
Yüz pilici horoz, hindi tavuğu,
Kanatsız kaz, şaşkın ördek nicoldu ?.
*•*
Bu yerlerde sele serpe gezerken,
Bayırlarda koyun, kuzu güderken,
Ben bunları sağ bıraktım giderken,
Hele canım, ünlü köpek nicoldu ?...
***
Tavşan derisinden diktiği çarık,
Babamın sardığı kırk yıllık sarık,
Kundaksız, çakmaksız demiri yarık,
Av vurduğumuz lezgi tüfek nicoldu ?...
***
Ala tazı tavşanları kovardı,
Tutamazsa arkasından bakardı,
Sürüde kurt görse eve kaçardı,
Hırhır eden uyuz köpek nicoldu ?...
***
Bir kedimiz vardı gayette arsız,
Kuyruğu kulağı yok, yakışıksız;
Çalı süpürgesi, ibrikle havruz,
Kenefteki kırık kürek nicoldu ?...
***
Arpa saman yemezdi, vermezdik asla,
Gündüz gider akşam gelmezdi dama,
Beş okka yük ile gitmezdi yola,
Beli salık kancık eşek nicoldu ?...
***
Var mı sordum şunu bunu, filanı,
Yuları, semeri, paldım, kolanı,
Yok dediler duydum bunca yalanı,
Söyle hocam bunca gerçek nicoldu ?...
***
Evimizde bakır pek az bulunur;
Sıçan düşse bin parça olur;
Bal kabağı, kavun, karpuz bulunur;
Tavandaki kırma kelek nicoldu ?...
*«*
Kış günleri yaktığımız geveni,
Bizim diye gözlerdik hayır vereni,
Görmedim kuyuda uzun sereni,
Borlu işi, tahra kürek nicoldu ?...
***
Sığınacak yok bir ağaç gölgesi,
Ne ipliği kalmış ne de iğnesi,
Ufak pire ile, tahta kehlesi,
Can yoldaşım sivrisinek nicoldu ?..
***
Yaran, yoldaş cümlenizi özlerim,
Sanmayın ki şer'i değildir sözlerim.
Baba malı elbet arar izlerim,
Bunca eşya, ufak tefek nicoldu ?
***
Köylü miras için sürdü davayı,
Elime geçmedi dörtte bir payı,
Yetişir bu kadar dertli (Sevdayi)
Boşa tükettiğin Nefes Nicoldu ?..
Evet ozanımız taşlama yoluyla olsa da toplumdaki bozuk düzeni dile getiriyor,
haksızlıklara baş kaldırıyor.
Gerçek anlamıyla ozan başkalarının haliyle hallenen, derdiyle dertlenip üzülen,
ağlayan; sevinciyle gülen kimsedir. O, tüm insanlığın çeşitli duygularını, varlığının her
zerresinde yaşayarak dile getiren, üstün özel yetenekler ve ince duygularla donatılarak
yaratılmış seçkin bir varlıktır. İşte bu nedenle, Sevdayi'de ölümü düşündüğü bir anda
veya sırf mezar taşına yazılmak için aşağıdaki şiiri kaleme almıştır. Bu şiir de onun
kendine özgü akıcı, samimi, anlatımına (üslubuna), ince duygululuğuna, şiir gücüne
tanık oluyoruz.
(Manzume)
(MEZAR TAŞI İÇİN)
Bu dünyaya ya gelen canlar,
Nice canlar yedi anlar;
Nice tahtı Süleymanlar,
Bıraktı tacı (SEVDAYI)
***
Mezarıma dikin bir taş,
Üzerini edin Nakkaş,
Unutmayın Kavim kardaş,
Dua muhtacı (Sevdayi)
***
Benim ömrüm tamam oldu,
Gözlerimin Nuru soldu
Hidayetle yolu buldu
Ne yapsın hacı Sevdayi
***
Hamidabat vatanımdır
Ali Aba tutamındır
Aşıklık son sanatımdır
Doyurdum acı (Sevdayi)
***
Garip Sevdayi çok yeldi,
Ferhat gibi dağı deldi.
Son (en) sonunda ecel geldi,
Bulmaz ilacı (Sevdayi).
***
Beni kabre iletsinler,
Dostlanm bile gelsinler,
Sevmeyenler gebersinler,
Yeter bir kaçı (Sevdayi)
***
Adım (Sevdayi)' dir amma,
Anlamam Sevdayı hala,
Neye geldim nedir mana,
Yedim Kırbacı (Sevdayi)
Üçüncü kıtada (Hidayetle yolu buldu, Ne yapsın Hacı Sevdayi) beyitinden kendisinin
Ermeni dönmesi olduğu kanısına varanlar çıkmıştır. Ancak Ozanın şiirlerini inceleyen
Sait Demirdal şiir defterinde hep İslamiyet' ten, İslam hukukundan, İslam adlarından
söz edildiğini kaydetmektedir. O, hem kendinin, hem de şiirlerinin duyguca belirttiği
üzere açık seçik şekilde bir Ispartalı'dır. Varsayalım ki aslında başka bir ırktan olsun,
bundan ne çıkar? Çünkü Türklük duygusu, sevgisi ve kültürü ile bu kadar özdeşlikten
sonra böyle bir kimse gerçek TÜRK'tür.
AHMET GALİP KESKİN
Babası Yalvac'ın Eğirler köyünden Ramazanoğulları ailesinden Mehmet Kemalettin
Efendidir.Annesi Yalvaç ulemasından Müderris Hacı Keskin lakabıyla tanınmış İsmail
Hakkı Efendinin kızı Şerife Fatıma hanımdır.Babası Mehmet Kemalettin, mahalle oku-
lunu bitirince önce müderris Hacı Şeyh'ten ve sonradan kayınpederi olan Hacı Keskin
İsmail Hakkı Efendiden ders aldı. Öğrenimini daha ilerletmek için İstanbul'a gidip Ka-
radeniz Medresesine devam etti. Burayı tamamladıktan sonra Nasuh Efendizade İbra-
him Ethem Efendinin yanında çalıştı ve kendisinden icazet aldı. Ayrıca Mekteb-i Nüvve-
ba ( kadılık okulu)'ya devamla burayı da bitirdi.Sıra ile Yalova, Mutki, Ahlat ilçelerin-
de kadılıklarda bulundu.İşte Ahmet Galip babasının kadılığı sırasında 8.3.1316 Rumi(
19 Zilkade 1317 Hicri veya 1900 Miladi) tarihinde Ahlat'ta doğdu. İlkokulu burada bitir-
di. Daha sonra İstanbul'a gönderilerek özel bir okul olan Rehber-i İttifak ve Teraki ad-
lı okulda bir yıl okudu. Sonra okuldan ayrılarak Diyarbakır'ın Beşiri ilçesine geldi. Bura-
da Kaymakamlık Tahrirat kaleminde aday memur olarak çalıştı. Bu arada şiir söyleyip
yazmada büyük bir yetenek gösterdi. Durumu ilçe müftüsü Şeyh Kadri efendinin dikka-
tini çekti ve beğenisini kazandı. Büyük yaş farkına rağmen kendisini sohbetlerinde bu-
lundurarak destekledi.
Ahmet Galip aynı zamanda hakkaklık (mühür veya benzeri şeyleri kazma) öğrendi.
Bu yoldan da geçimini sağlamaya başladı.Okuduğunu anlıyacak kadar Fransızca biliyor-
du.Ayrıca doğuda kaldığı süre içinde Farsça, Arapça ve Kürtçe dillerini öğrendi. Babası
Kemalettin Efendi 1914'te Basurude ölünce annesi ile Diyarbakır'a geldiler. İki yıl ora-
da kaldıktan sonra 1916'da Yalvac'a döndüler.
Ahmet Galip Yalvaç'ta idadiye (lise) katip olarak atandı. Aynı okulda öğretmen bulu-
nan rahmetli Naci Kum onu şöyle anlatıyordu: " Ahmet Galip çok sıkılgan ve toplum-
dan kaçan, iktidar ve liyakatlarını izbardan daima çekinir, haluk ve nezih bir gençtir.
Kendisine mistik bir ruh hakimdir.Müsbet ilimlerin hepsini kavramış olduğu halde, ta-
savvuf zihniyeti onda üstündü.Sol eliyle yazar ve hakkaklıkta çok mahirdi. Maden ve ah-
şap üzerine kabartma kazmakta mükemmel bir ustadır."
Son hizmeti olan Barla nahiye merkez okulu muallimi iken oradan tekavüd olmuş-
tur.Tekavütlüğünü Yalvaç'ta geçirmiştir. Ahmet Galip 8 Şubat 1939'da Yalvac'ın ünlü
Çınaraltı Kahvesinde arkadaşlarıyla sohbet ederken yanlarına gelen başka bir dostunun
sandalyaya oturuşu sırasında cebinden düşen tabancanın patlaması sonucu yaralanmış
ve kaldırıldığı Konya Devlet Hastanesinde 14 Şubat 1939 da ölmüştür.
Son şiiri şöyledir:
Bu dur netice ki, var fıtratı beşerde bir neşeli şehadet..
Yatakta ölmeyi zül addeder..
Şehitlik ki yüksekçe paye var bu ayandır...
Beşerde zevki şehadet ki fevzi fıtridir...
Sürünmek istemez insan onun için mi nedir?
Tahammül etmiyerek çevre mahvü nefs eyler,
Gamın mehabeti insanı şüphesiz ki basar,
Şarabı gam ki trilyon elemle menzuçtur,
Hüner bu badeyi ister istemez içmektir,
Şehidi gam olacaksan metanetinde bulsun,
Ve korkma gam yine bir gün sefa verir belki...
Sefa da vermese kaafi şehidi gam olmak...
Bir başka şiiri:
YALVAC'A METHİYE:
Güller gibi bülbülleri handan Yalvac'ın,
Bülbül gibi gülleri de nalan Yalvac'ın,
Zevk ehline her köşesi bir bağı iremdir,
Etrafı çemenkzarü gülistan Yalvac'ın,
Çağlar sular akmakta bütün bahçelerinde,
Etrafına hayret eder insan Yalvac'ın,
Dilhastelere'neşe gelir her tarafından,
Sadlıkla kurulmuş yer asan Yalvac'ın
Yalvaç diyerek geçmeyiniz öyle umursuz,
Tarihi de olmuş hele pürşan Yalvac'ın,
Gezsen yedi iklimi ne gördüm diyeceksin,
Bir misli acep var mı bu saran Yalvac'ın,
Dehşet verir enzara Hizarındaki san'at,
Gökler olur etbakına hayran Yalvac'ın.
ESERLERİ:
1- DİVAN: Kendi el yazısıyla Arap alfabesine göre sıralanmış şiirlerinden oluşur.Şiir-
ler aruz ve hece vezinlidir.Yalnız birkaçı Arapça ve Farsça olup gerisi Türkçedir. Tümü
715 sayfadır.
2- GÜLŞEN-İ RAZ TERCÜME VE ŞERHİ: Ünlü mutasavvıf Şeyh Şibestiri'nin
farsça felsefi bir risalesi olan Gülşen-i Raz, 1924 yılında Ahmet Galip tarafından man-
zum olarak 578 sayfa içinde tercüme ve şerh edilmiştir.
3- FITRATTA BESATED SEZİŞLERİ:Kapsamı bakımından düşün ve felsefe örne-
ğidir. 1934'te yazımı tamamlanmıştır.
4- MİRACİYE: 94 sayfa mesnevi tarzında kaleme alınmış bir eserdir. 1937'de bitiril-
mistir.
5- GÖKTE VE YERDE: Hayalen ve gerçekten yapılmış gezileri anlatan mesnevi tar-
zında 42 sayfalık bir eserdir. Bir tür seyahatnamedir. Aslı Naci Kum'un özel evrakları
arasındadır.
6- MEVLİD: Süleyman Çelebi'nin Mevlid'ine uygun bir şekilde yazılmıştır.Çok akıcı
ve tatlı bir üslubu vardır.
Ahmet Galip'in bir hattat olduğunu da söylemiştik. Sanat değeri taşıyan yazılarıyla
suretlerini çıkardığı bir çok eserleri de vardır.