You are on page 1of 175

www.ispartaya.

com

ISPARTALI ve ISPARTAYA
HİZMET ETMİŞ
BÜYÜK ADAMLAR

MAHMUT KIYICI

GÖLTAŞ Kültür Yayınları No: 4


İÇİNDEKİLER SAYFA NO
Arif Hikmet Sarıcalıoğlu l
Vasfi Efendi 2
Nuri Mehmet Ali Efendi 2
Yusuf Sinan Efendi 2
Nahifi 3
Hocazade Muslihittin Efendi 3
Nuh Naci Efendi 4
Nurullah Efendi 4
Yakup Efendi 4
Muslihittin Efendi 4
Haydar Efendi 5
Mustafa Efendi 5
Hamitoğulları 5
Feleküddin Dündar Bey 6
Kınalıoğlu Paşa 7
Sadrazam Kemankeş Ali Paşa 7
Sadrazam Seyit Hacı Ali Paşa 7
Şem'i 9
Sait Demirdal 9
Cemalettin Mehmet Paşa 11
Hamid Bey 12
Hamit Mehmet Bey 12
Nurullah Mehmet Paşa 12
Ataullah Mehmet Bey 13
Rıza Mehmet Bey 13
Arif Mehmet Bey 13
Şefik Mehmet Bey 13
Abdülkadir Mehmet Bey 13
Hacı Ali Rıza Efendi 14
Yeğen Mehmet Paşa 16
Şeyh Zade Ahmet Efendi 17
Abdülvehhap Efendi 17
Dr. Ahmet Süleyman Paşa 17
Şair Kamil Efendi 18
Koca Haydar Paşa 22
Bahsi Mehmet Efendi 24
İbrahim Paşa 24
Karaca Ahmet Efendi 24
Mehmet İbn-i Şeyh Ali 25
Seyfullah Efendi 25
Hüseyin Hami Paşa 25
İncili Çavuş 25
Abdurrahman Efendi 26
Mahmut Efendi 27
Mahmut Efendi 27
Mahmut Efendi 27
Abdurrahman Efendi 27
Osman Efendi 27
İbrahim Efendi 28
Hüsamettin Efendi 28
Rifat Ahmet Efendi 28
Hikmet Turhan Dağlıoğlu 29
İÇİNDEKİLER SAYFA NO
Muhittin Efendi 29
İslam Efendi 32
Nuri Katırcıoğlu 32
Hasan Hilmi Dilmen 33
Cafer Efendi 34
Hasan Çelebi 36
Müslimi Çelebi 36
Mehmet Fehmi Çelebi 37
Abdürrahim Kirami Çelebi 37
Recai Mehmet Efendi 37
İsmail Hakkı Efendi 38
Hüseyin Efendi 38
Hüseyin Efendi 38
Hüseyin Efendi 38
Mehmet Tevfik Efendi 38
Derviş Efendi 39
Rüştü Ahmet Efendi 39
Kudretullah Mehmet Bey 39
Ahmet Neyli Efendi 39
Şeyh Burhanettin Efendi 40
Sun'ullah Suni Hamidi Efendi 40
Suni Zade Mehmet Emin Efendi 41
Hamidi Zade Abdullah Efendi 41
Kabili Mehmet Efendi 41
Mehmet Efendi 42
Allame Şeyhi Mehmet Efendi 42
Mehmet Efendi 42
Kadı İbrahim Efendi 42
Samim Mahmut Efendi 42
İsmail Hakkı Efendi 43
Mehmet Çelebi 43
Hacı Kemal 43
Hacı Muhammet Efendi 44
Esseyid İsmail Efendi 44
Kadızade Mehmet Efendi 44
Ali Mehmet Nuri Efendi 44
Muhtar Halit Nuri Efendi 44
Muhiddin Efendi 45
Mehmet Efendi 45
Mehmet Efendi 45
Şaban Seliki Efendi 45
İsa Efendi 45
Seyyit Aziz Ahmet Bey 46
Ali Remzi Efendi 46
Seyfullah Etendi 46
Mehmet Nazif Bey 46
Rüştü Ahmet Efendi 47
Mehmet Efendi 47
Şeyhülislam Mustafa Efendi 48
Mustafa Paşa 48
İbrahim Efendi 48
Şeydi Efendi 49
İÇİNDEKİLER SAYFA NO
Aslanzade Mustafa Çelebi 49
Ziyai Yusuf Çelebi 49
Ali Çelebi 49
Abdülkadir Efendi 51
Isparta'lı Abdülkadirler 52
Şeyh Mehmet Nuri Efendi 52
Abdülkadir Çelebi Efendi 53
Şerif Mehmet Efendi 54
Şair Nuri 54
Şeyhi Hasan Efendi 59
Gülcü İsmail Efendi 63
Şair Ahmet Şükrü 67
Ozan Osman Hoca 71
Mareşal Asaf Paşa 77
NurullahBey 77
Ağlarcızade Mustafa Hakkı 78
Naci Kum ... 90
Hacı Hüseyin Hüsnü Özdamar 98
Mehmet Paşa 100
İbrahim Bey 100
Şeyhzade Ahmet Efendi 100
Müderris Mehmet Efendi 100
EthemPaşa 100
İsmail Hakkı Efendi 100
Sarı Kadı 101
Kadızade Mehmet Efendi 101
Feyzullah Paşa 101
Ali Mansur Paşa 101
Katırcıoğlu Mehmet Paşa 101
Mehmet Takiyüddin Efendi 102
Taşirci Hacı Mehmet Feyzi 104
Ozan İcadi 112
Kutlu Bey 114
Firdevs Paşa 115
Hacı Abdi Efendi 117
Piri Mehmet Halife 118
Aşık Seyrani 120
Aşık Mehmet Dizari 133
Şafakzade Hafız Mustafa 137
Veli Baba.... 141
Hafız Bey (İbrahim Demiralay) 145
Halil Etem Eldem 153
Galip Bey 155
Osman Hamdi Bey 156
Nafiz (Abdurrahman) Paşa 157
Yavruzade Kabili Mehmet Efendi 159
Halk Ozanı Sevdayi 160
Ahmet Galip Keskin 165
Ali Ulvi Efendi... 166
SUNUŞ
Araştırmacılığı icabı yıllardır biriktirdiği kıymetli notları kitap haline getirmek için uğ-
raşıyorduk. Rahmetli Hocam Kıyıcı " Aman biraz acele edin, bunları benim elimden
alın. Çünkü eğer ben ahirete intikal edersem bu sandukada birikmiş olan notları kim-
se tasnif edemez, biriktiremez, bir yere basamaz " diyordu.
Hoca " korkma" dedik. En son " gözlerim iflas etti, bu iş tamam" dedi. Belci kaya
gönderdik gözlerini açtırdık. Bu uğraşılar neticesinde Atabey Çevresi tarihi eserlerinin
bir kısmını kitap haline sokabildik. Bu benim için de büyük mutluluk oldu. Bu kitabı he-
diye ettiklerime ve Atabeylilere mutlaka okuyun diyorum. Başkalarının da okuması la-
zım. Burada çabucak unutulmuş, unutulacak, yarına intikali mümkün olmayan pek
çok şey vardı. Onların büyük kısmını bende bilmiyordum. Bugünkü nesil bilmez, yarın-
ki nesil hiç bilmez.
Tarihçilerin, araştırmacıların büyüklüğü de burada...
İlmi yarına nakledebilmek için, ilmin doğrusunu bulabilmek için, verebilmek için
bunları tesbit edip, toparlayıp, gelecek nesillere nakletmek görevi tarihçilere düşüyor.
İki yüz senenin son elli senesinde ölmüş olanlar dahi unutulmuş gitmiş.İşte Hoca'-
nın gayreti hiç olmazsa bu yakın tarihin kişilerini toparlayıp, bizim Kültür Serisi olarak
neşrettiğimiz yeni kitabı meydana getirdi. Bu şekilde ülkemize yaptığı büyük hizmetle-
re bir yenisini daha katmış oldu.
Tarih mühim. Tarih standartlarına göre yazılmış bir Osmanlı Tarihi yok.
Artık her ilin kendi şahsiyetini, kendi tarihini toparlaması zamanı geldi. Müzelerin-
de bunları canlandırmalı, belediyeler belediye maydanlarına, parklarına tarihinin kay-
bolmaması için bu şahısları, bu geçmiş tarihin izini taşıyan, geleceğe örnek olacak
eserlerini toplamalı, değerlendirmeli ve yarına intikal ettirmelidir.
Kültür tarihle teşekkül ediyor. Eğer tarih yoksa; geçmişte neyin var, neyin yok, han-
gi düşünceye sahip insanların var, ne kadar başarılı insanın var, hangi örf ve adetin
var bunları bilmek mümkün değil.
Binaneleyh mutlaka tarihi yaşamak lazım.
İşte Hoca'dan bu eserden sonra Isparta Sadrazamlar Tarihini aydınlatacak çalışma-
lar yapmasını rica edecektim. Ömrü buna müsaade etmedi. Bu verdiği eser dahi bize
bundan sonraki araştırmaları yapmamız için büyük vazifeler veriyor.
Hoca'yı bize böyle bir eser bıraktığı için şükranla yadediyorum.
ŞEVKET DEMİREL
ÖNSÖZ
Bu yazı serisinde hemşehrimiz olan veya bir hemşehri kadar İsparta'ya hizmet etmiş bu-
lunan bilgin, düşünür, asker, edebiyatçı ve idareci gibi büyük adamların biyografilerini çev-
renin kısıtlı kaynaklarına rağmen uzun zamandır yaptığım araştırmalar sonucu elde edebil-
diğim miktarıyla Sayın okuyucularıma sunmaya çalışacağım.Bu arada önce tarihe malol-
muşları, özellikle bunlar arasında karanlıkta kalmışları, gün ışığına çıkarmaya çaba harca-
yacağım.Aynca yakın tarihte ölmüş bulunanları yakınlarından, yaşayanları kendilerinden
sağladığım bilgilere dayanarak sayfalarda yansıtacağım. İşleyeceğim konu, şimdiye kadar
tüm olarak hiç ele alınmamış bir konudur. Onun için zor ve hayli yorucu bir çalışma oldu-
ğu kanısındayım. Biyografiler Gazetede yayınlanması tamamlandıktan sonra, imkan bula-
bildiğim takdirde biraz daha genişletip, alfabetik düzenlemeye koyarak küçük çapta dahi ol-
sa Ispartalı büyüklere ait bir (Biyografiler Ansiklopedisi) haline getirmek amacımdır. Böyle-
ce hiç olmazsa şimdilik önemli bir ihtiyaca cevap verilmiş olacaktır.
Bilindiği üzere 1928'de yapılan Harf Devriminden sonra Selçuklular ve Osmanlılar döne-
minde başka bir deyişle aşağı yukarı (900) yıllık bir süre içinde, Arap harfleri ile elle yazıl-
mış ve ülkemizde matbaanın kabulünden sonra aynı harflerle basılmış onbinlerce kitapla
yeni kuşakların ilgisi, hemen hemen kesildi. Çünkü bunların pek azı yeni harflerle basılabil-
di. Geride kalan, önemli miktar olan Devlet kitaplarındakiler, haliyle korunmağa çalışıldı;
şahıslara ve özel kurumlara ait olanlar ise, bilgisizlik ve ilgisizlik nedeniyle, ne yazık ki bü-
yük ölçüde yok oldu. Günümüze ulaşabilenleri de hemen hemen unutulmuş gibiydiler. Nite-
kim ilimiz Halil Hamit Paşa ve Burdur İl Halk Kütüphanelerinde bugün dünya çapında de-
ğer taşıyanları vardır. Bunlar, yabancı ülkelerden gelenler tarafından sık sık incelenmekte-
dir. Fakat çevredeki asıl sahiplerinden ilgi görmemektedirler. Buna neden olarak eski yazıyı
okuyup yazmayı ve daha önemlisi kitaplara ait çağın şimdi ölü olan dilini bilmenin gerekti-
ği öne sürülebilir. Ama bunlar da sözü edilen kusurumuzu tam olarak bağışlatacak neden-
ler değillerdir. Çünkü günümüzde az çok onları anlayabilecek yaştakiler hala yaşamaktadır.
Ayrıca, sayıca çok olmasa bile bu yetenekte ki kimseler, Üniversitelerimizin Tarih ve Edebi-
yat bölümlerinde sürekli şekilde yetiştirilmektedirler. Gerçek şudur ki, zaman isteyen zor ve
yorucu çalışmalara eğilmek isteyen pek yoktur.
Ancak iyi bilmek zorunda olduğumuz pek önemli başka bir gerçek daha vardır. O da,
bu kitapların bizim uzun ve soylu geçmişimizin paha biçilmez, övünülecek hazineleri oldu-
ğudur. Biz, hiçbir surette geçmişimizden kopamayız. Çünkü, bizler bir ulu ağacın gövdesi,
dalı, yaprağı isek onlar bizi besleyerek yeşil tutan, meyva verdiren ve geliştiren köklerimizdir.
Ulusal kültür kaynaklarından beslenmeyen bir gençlik, köksüz bir gövde gibi zamanla ku-
rur, çeşitli etkilerle parçalanır, esen her rüzgarın önünde ve yönünde bilinçsizce sürüklenir.
Bundan başka eğer şimdiki toplum geçmiştekileri layıkıyla değerlendirmiyorsa, aynı kuralın
gelecekte kendisi için geçerli olacağını unutmamalıdır.İnsanlar ömürleri boyunca değil,
ölümsüzleştikleri oranda yaşarlar.
İşte, yukarıda açıklanan nedenlerle doğup büyüdüğüm memleketime, dolayısıyla büyükle-
rimize karşı değersiz ve küçük bir hizmette bulunmak düşüncesiyle yola çıkıyorum. Şayet Al-
lahın yardımıyla az çok başarabilirsem zorunlu bulduğum bir görevi yerine getirmenin huzu-
runu duyacağım.
MAHMUT KIYICI
KİTAP HAKKINDA
Bu kitapda yer alan biyografiler 1982 ve 1983 yıllarında Isparta Gazetesinde seri yazı
olarak yayınlanmıştır.
Yayın sürerken 27 Mayıs 1983 tarihinde Uluborlu'lu bir halk şairinin biyografisinde
yer alan 1900'lü yıllarda yazılmış bir şiir Ege Sıkıyönetim Komutanlığınca orduya haka-
ret olarak nitelendirilmiş ve gazetemiz 70 günü aşkın bir süre kapatılmıştı. Seri yazının
hazırlayıcısı olan Mahmut Kıyıcı hocamız da bir ayı aşkın bir süre tutuklanmış ve bu sü-
reyi büyük bir stres altında hastanede geçirmişti.
Daha sonra açılan dava beraatla sonuçlanmış fakat Hocamızın şevki kırıldığı için
araştırmalarına son vermişti.
Rahmetli Hocamız " Her marifet iltifata tabidir" sözünü sık sık kullanırdı. Hiç bir
maddi çıkar beklemeksizin sadece ve sadece Isparta kültür hayatına katkıda bulunma
düşüncesinden başka bir amaç taşımayan çalışmaların üzücü bir olayla sona ermesi Is-
partalı ve Ispartaya yararlı olmuş pek çok kişinin biyografisinin araştırılmasını da olum-
suz yönde etkiledi ve kitaptaki biyografilere yenileri eklenemedi.
Göltaş Kültür Dizisi içinde 4. kitap olarak yayınlanan bu eserin Isparta kültür hayatı-
na kazandırılmasını sağlayan Sayın Şevket Demirel ile Göltaş Genel Müdürü Sayın Yıl-
maz Kasap'a, kitabın tashihlerini yapan Sayın Sümer Şenol'a teşekkür ediyor, "insanlar
ömürleri boyunca değil, ölümsüzleştikleri oranda yaşarlar" diyen Hocamıza Allahtan
rahmet diliyorum.

S. TANJU BOYLU
ISPARTA GAZETESİ SAHİBİ
ARİF HİKMET SARICALIOĞLU
(Şair ve Öğretmen)
1899 yılında İskenderun'un Belen Kasabası'nın (Kızılkaya) köyünde doğdu. Babası
köy halkından, (Sarıçalı Oymağı)'ından Mehmet Ağa idi.Arif Hikmet, ilköğretimini An-
talya Numune İlkokulu'nda yaptı. Sonra Halep ilköğretmen okulunda devama başladı.
Fakat henüz ikinci sınıfta iken Birinci Dünya Savaşı dolayısıyla askere alındı ve İstan-
bul Yedek Subay Talimgahına (Eğitim Birliğine) sevkolundu. Savaş süresince yedek su-
bay olarak görev yaptı. Terhis olunca memleketine döndü ve Adana ilköğretmen okulu-
na kaydolarak eksik kalan öğrenimini tamamladı. Öğrenciliği sırasında zekası, çalışkan-
lığı,üstün bilgi ve yetenekleriyle öğretmenlerinin ve idarenin dikkatini çekti, sevgisini ka-
zandı. Bu nedenle Müdür Ali Ulvi Beyin teklifi ile Milli Eğitim Bakanlığınca aynı oku-
lun uygulama öğretmenliğine atandı. Sözü edilen görevde iki yıl kaldı. Sonra Konya'da
açılan Orta Muallim Mektebi'ne girdi.Okul Konya'dan Ankara'ya taşındı. Arif Hikmet
1928 yılında buradan diploma aldı. İlk görev yeri İsparta'dır. Uç yıl çalıştıktan sonra
Burdur Ortaokulu'na,oradan da Diyarbakır Lisesi'ne nakledildi. Bundan sonraki yaşamı
hakkında bilgi için doğum yerinin sorumlularına mektup yazdımsa da ne yazık ki, iki ay-
dır bir yanıt alamadım.
Doğruluk derecesini tam saptayamamakla birlikte, sonradan edinebildiğim tek bilgi,
Hatay'ın Fransız mandasından çıkıp, kendi isteği ile Türk sınırları içine katılmadan ön-
ce geçirdiği bağımsız dönemde, Arif Hikmet'in Hükümette Milli Eğitim Bakanı olarak
görev aldığıdır.
Arif Hikmet Bey'in 1930 yılında Isparta Ortaokulu'nda birkaç ay öğrencisi oldum.
Böylece kendisini yakından tanımak fırsatını buldum. O tarihte otuzbir yaşında olması-
na karşın bekardı. Ortaokulun çatı katındaki bir odada yatıp kalkardı. Sarışın, orta boy-
lu, ince yapılı idi. Geniş çaplı bir gözlük kullanırdı. Her zaman siyah veya koyu lacivert
bir elbise ve beyaz gömlek giyer, papyon takardı. Kunduraları hep pırıl pırıldı. Giyimin-
de olduğu kadar konuşmalarında da, davranışlarında da nazik, kibar ve titizdi. İnce duy-
gulu ve alıngandı. Bu nedenle küçük bir saygısızlık karşısında kızar ve kırılırdı. Ancak
bunlar saman alevi gibi geçici idi.
Şairdi. 1932-1933 yıllarında bastırdığı (Menekşeler) adlı bir şiir kitabı vardır. Bu ki-
tapta yüz kadar şiiri toplanmıştır. O, şiirlerinde hep doğa ve insan sevgisini işlemiştir.
Çok kez yalnız başına kırlarda ve bahçelerde dolaşır şiirlerini yazardı. Aynı zamanda
ömrüm boyunca eşine pek rastlayamadığım derecede güzel şiir okurdu. Öğrencilerine
doğayı, insanlığı, güzelliği sevmelerini öğretmeye çalışmıştır. Kanımca bir eğitimcinin ya-
pabileceği bundan daha üstün bir görev yoktur. Kişiliği hakkında yargıya varabilmek
için onun şiirlerini okumak yeter. Ayrıca o bugün ülkemizin dört bir yanında yaşayan
onbinlerce öğrencisinin gönül bahçelerinde tazeliğini ve kokusunu yitirmeyen bir çiçek
olarak yaşamaktadır.
Arif Hikmet Beyin İsparta'da görevde bulunduğu yıllarda halı işçileri, çok kötü koşul-
larda çalışır ve emeği karşılığı soğan ekmek yiyecek kadar para kazanırlardı. Kazancın
yüzde sekseni-doksanı patronundu. İşte, bundan duyduğu üzüntüyü şöyle dile getiriyor-
du:
HALICI
Gönlünde bir dert mi var, ayrı mısın eşinden ?
Genç yüzün daha solgun bir akşam güneşinden
Yorgun mu, hasta mısın ? Haydi, doku !
Vur kirkidi, isterse buz kessin için dışın;
Saplandıkça bağrına dişleri kuduz kışın,
Bir dakika gülmiyen bahtına lanet oku?..

Bilmezler ki. her teli canından sevgilidir,


İşlediğin her nakış ıstırabın dilidir;
Gönül feryadını besteler perde perde ;
Çek ! Bahtının bilmeyen ebedi cefasını,
Sen göz nuru dök işle, el sürer safasını,
Ömrün gibi (Halın) da sürünür kuru yerde.

Sayın Hocam sağsan mutluluklar; öldüysen rahmetler dilerim.

VASFİ EFENDİ
Ispartalıdır. İyi bir öğrenim gördükten sonra memurluğa girdi. Zekası, beceri ve yete-
neği ile başarılar kazanarak kısa zamanda üstün derecelere yükseldi. Çeşitli eyalet Vali-
likleriyle, Maliye ve Vakıflar Bakanlığı yapan Mehmet Hurşit Paşa'nın uzun süre Yazı
İşleri Müdürlüğünü yaptı. 1866'da görevinden alındı ise de 1868'de yeniden Başbakanlık
Yazı İşleri Dairesine atandı. 1878 yılında Yargıtay Genel Sekreterliğine getirildi.
1884'te Adalet Bakanlığı, 1889'da Başbakanlık Özel Kalem Müdürü oldu. 1883'te memu-
riyeti yükseltilerek Danıştay üyeliği ve aynı dairenin Genel Sekreterliği ile görevlendiril-
di.Ölünceye kadar geçen on üç y ı l içinde hep bu görevde kaldı. 1896'da öldü ve İstan-
bul'da Sünbül Efendi Kabristanına gömüldü.
Vasfi Efendi Farsça'yı çok güzel yazar ve konuşurdu. Teorik ve uygulamalı bilimlerle
dil biliminde derin bilgiye ve üstün bir yazı yazabilme yeteneğine sahipti.

NURİ MEHMET ALİ EFENDİ


Ondokuzuncu yüzyıl başlarında Isparta'da doğdu. İstanbul'a giderek öğrenim gördü
ve müderris oldu. Bir süre bu görevde bulunduktan sonra Kadılığa yükseltildi. Çeşitli
yerlerde Kadılık yaptı. Son olarak 1866'da Mekke Kadılığı'na atandı.Aynı yıl orada öl-
dü.

YUSUF SİNAN EFENDİ


(Şeyh Sinan veya Yusuf Sinan Hamidi) diye anılmıştır. Müderris ve Şeyh idi. Fatih
Sultan Mehmet'in Padişahlığı döneminde Müderrisliklerde bulunmuş ve ölmüştür.
Tanınmış eseri (Akayid-i Teftezani) ye ait şerhidir.

NAHİFİ
Ispartalıdır. Şairdir; Divan halinde toplanmış olmamakla beraber birçok şiirleri var-
dır. Önce Kadı vekilliklerinde, sonra da Kadılıklarda bulundu. 1609 tarihinde öldü ve
Edirne Kapı Kabristanı'na gömüldü.

HOCAZADE
MUSLİHİTTİN MUSTAFA EFENDİ
Muslihittin Mustafa, Molla Ayas ve Ispartalı Abdülkadir Efendiler, Fatih Sultan
Mehmet'in öğretmenidirler. Bunlardan Molla Ayas ve Muslihittin Mustafa , biyografisi
ayrıca verilen ve II'inci Murat zamanında, yani İstanbul Bizans egemenliğinde iken, Ata-
bey Medresesinde Müderrislik yapan ünlü bilgin Ayasluğ Çelebisi'nin öğrencisi olmuş-
lardır. Dolayısıyla bu topraklarda kazandıkları bilgilerle çağ değiştiren bir komutanın fi-
kir dünyasını aydınlatmışlardır. Belirtilen nedenle, kültür varlıkları yönünden Atabey'li
sayılmalarında bir sakınca yoktur sanırım. Aslında cahil bir adam nereli olursa olsun ne
anlam taşır ki ?..
Hocazade Muslihittin Mustafa'nın babası bir ticaret adamı idi ve oğlunun okumasını
arzu ediyordu. Böyle olmasına karşın Mustafa, önce Hızır Bey'den sonra Ayasluğ Çele-
bisi'nden ders aldı. Bilgi ve ahlak üstünlüğü dolayısıyla Fatih tarafından kendisine hoca
seçildi. Henüz otuzbeş yaşında bulunmasına rağmen Kazaskerliğe getirildi. Fakat kendi-
sini çekemeyenlerce Padişahın gözünden düşürülüp bu görevden alındı, Bursa Müderris-
liğine atandı.
1467'de Edirne, 1468'de İstanbul Kadısı oldu. Daha sonra İznik Kadılığı ve Müderris-
liği, 1482'de ise Bursa Kadılığı ve Müftülüğü verildi.
1488 yılında Bursa'da öldü ve Emirsultan yakınına gömüldü.
Hocazade Muslihittin Mustafa çağdaşları arasında her bakımdan üstünlüğünü kabul
ettirmişti. Arap ve Acem bilginlerinin dahi beğenisini kazanmıştı.

ESERLERİ :

1- Fatih Sultan Mehmet'in emirleriyle yazdığı (ELTAHAFÜT),


2- Sultan II'nci Beyazıt'ın emirleriyle yazdığı (ŞERH-ÜL MEVAKİF)'a Haşiye ,
3- Haşiye-i Telvih.
4- Haşiye-i metni TAVALİ
5- Ömer-ül Ehberi'nin Fizik ile ilgili (Hidayet-ül Hikme) adlı kitabına ek açıklama
(Bu ekte cisimlerin hareketleri, ışık ve ışınlar, çeşitli gök olayları açıklanmıştır).
NUH NACİ EFENDİ
Ispartalı'dır. İstanbul'da öğrenim görerek Müderris oldu. Darüssaade Ağası (Padişah
sarayında Harem Dairesi Ağası) Tahir Ağa'nın imamlığını yaptı. Sonra medreselerde
ders verdi. Devriyeden Maaş, Trablus ve Beyrut Mollalıklarında bulundu. Ayrıca din
mahkemelerinde yargıçlık yaptı. 1858 yılında öldü.

NURULLAH EFENDİ
Ispartalıdır. Öğrenimden sonra bir süre Müderrisliklerde bulundu. Daha sonra Kadı-
lığa atandı. Konya, Bursa ve Yenişehir'de Kadılık yaptı. 1727 yılında öldü. Değerli bir
bilgin, iyi ahlaklı bir insandı.

YAKUP EFENDİ
(Yakup Hamidi) diye tanınmıştır. 15'inci yüzyılın ikinci yarısında İsparta'da doğdu.
Bir süre memleketinde okuduktan sonra zamanın ileri gelen medreselerinde ders gördü
ve müderris oldu. Özellikle İslam hukukunda yetkili bir bilgindi. 1523 yılında öldü.

MUSLİHİTTİN EFENDİ
(Yörüklerden büyük bir bilgin)
Isparta yaylalarında yaşayan bir yörük ailesinin çocuğu idi. Onlarda benzerleri gibi
ilkbahar, yaz ve sonbaharı memleketlerinin yaylalarında geçirir, kış mevsimi başlangıcın-
da sürüleri ve obalarıyla daha sıcak olan Antalya'ya yakın bölgelere göç ederlerdi.
Muslihittin Efendi bir yörük çocuğu olmasına karşın henüz nasıl gerçekleştiğini sapta-
yamadığım bir raslantı ile İstanbul'a okumaya gitti. Orada en büyük medreselerde, en
ileri gelen bilginlerden ders aldı ve müderris oldu. Bir süre müderrisliklerde bulundu.
Fakat daha geniş bilimsel çalışmalar yapabilmek amacıyla görevinden ayrıldı. Bu sırada
gerek bilgi ve gerekse ahlak üstünlüğü ile hem çevresinin hem de Osmanlı Sarayının ön-
de gelenlerinin derin sevgi ve beğenilerini kazandı. Nihayet Kanuni Sultan Süleyman gi-
bi Dünya tarihine şanlı damgasını vurmuş ünlü büyük bir komutan ve kültür adamı tara-
fından oğlu Şehzade Cihangir'e, öğretmen olarak atandı. Muslihittin Efendiye verilen
bu görev kendisinin Osmanlı İmparatorluğunun yükseliş döneminde gerçek olarak ne
değerde bir kişiliğe sahip bulunduğunu anlamaya yeter ve artar sanırım.
Şehzade Cihangir (1553) yılında ölünce Muslihittin Efendi de emekli oldu. Yedi yıl
daha ilmi çalışmalarına devam etti ve (1560) da öldü.
HAYDAR EFENDİ
Biyografisi ayrıca verilen Ispartalı Taceddin İbrahim (Küçük Taceddin)'in oğludur.
Babası Kanuni Sultan Süleyman döneminin ileri gelen bilginlerinden olduğu için iyi bir
öğrenim gördü. Bir süre Müderrisliklerde bulunduktan sonra Kadı oldu. Halep, Üskü-
dar (İstanbul) ve Bursa'da Kadılık yaptı. 1604 yılında Mısır Büyük Kadılığına atandı.
Görev yerine hareket etti ancak İskenderiyye'ye ulaştığında orada öldü. Bilgi ve ahlak
bakımından çevresinde iyi etki bırakmış bir zat idi.
Eserleri:
Zamanın önemli bizı kitaplarına ek olarak yazdığı açıklamalardır.

MUSTAFA EFENDİ
Ispartalıdır. Babası. Mehmet Efendi'dir. Çeşitli yerlerde Müderrisliklerde bulundu.
Sonra Kadılığa getirildi. 1795 yılında Selanik'te Kadı iken öldü.
Eserleri:
En tanınmışı (Sad-ı Cihar-ı Güzin) yani (Allaha kendini adamış ilk dört kutlu Hali-
fe)'dir (Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali)

HAMİT OĞULLARI
Hamit Oğulları'nı tarih yönünden ele almak konumuz dışıdır. Ancak Anadolu Selçuk-
luları'nın çöküş döneminde bölgemizde Bizanslılar'a komşu olarak yüzyılı aşkın bir süre-
li ömrü olan bir Beylikten, onun kurucu ve yöneticiliğini yapan büyük adamların biyog-
rafilerinden söz etmeden geçmek en az bir değerbilmezlik ve haksızlık olur.
13'üncü yüzyılın ikinci yarısı içinde kurulan Hamitoğulları Beyliği en geniş zamanın-
da bugünkü Isparta ve Burdur illerinin tümünü, Şuhut, Akşehir, Beyşehir, Seydişehir il-
çelerini, Antalya Merkez Elmalı, Korkuteli, Serik, Manavgat ve Akseki, hatta bağımlılık
bakımından Menteşe Beyliğine ait Kaş ve Finike ilçelerini sınırları içine alıyordu.
Hamit Bey: Selçuklular'a bağlı olarak adını taşıyan Hamitoğulları Beyliği'ni kuran
bir Türk beyidir.
I'inci İlyas Bey: Babası Hamit Bey'in ölümü üzerine yerine geçmiş, 1280-1300 tarihle-
ri arasında Beyliği yönetmiştir. Döneminde sınırlarını çok genişletmiştir. I'inci İlyas Bey
ölünce Hamit Beyliği birisi Hamit (Isparta)Eli, öbürü Teke (Antalya)Eli olmak üzere
oğulları arasında bölüşülmüştür. Bu nedenle 1924 yılına kadar Isparta (Hamit Sancağı
veya Hamid eli), Antalya ise (Teke, Teke eli veya Teke Sancağı) olarak anılagelmiştir.
HAMİDOĞULLARI
(Isparta Bölgesi)
FELEKÜDDİN DÜNDAR BEY
Beyliğin kurucusu Hamit Beyin torunu I'inci İlyas Beyin oğludur. Daha önce kısaca
açıklandığı üzere Beyliğin Antalya, Korkuteli, Gölhisar bölgesini (Teke eli) kardeşi Yu-
nus Beye bırakmış, kalan kısımların (Hamit eli veya Hamid abad) yönetimini kendisi al-
mıştır (1300). Önce Uluborlu'yu merkez yapmış, sonra Eğirdir'e nakletmiştir. Bu sırada
Eğirdir'i yeni baştan kurarcasına onarıp yeni yapılarla donatmıştır. Bayındırlık çalışma-
ları arasında en önemlilerinden biri de, eski bir Selçuklu Hanını kendi adıyla anılan
medrese haline çevirmesidir (1310 tarihinde). Eğirdir onun zamanından itibaren (Fele-
kabad) diye anılagelmiştir. 24 yıllık beylikten sonra yeğeni Mahmut Bey'in (Teke Beyi)
yardımı ile İlhanlılardan Çoban Emir'in oğlu Demirtaş tarafından öldürülmüştür (1324).

Hamitoğullarından gelen öbür Beyler şunlardır:


Hızır Bey (Dündarbey oğlu) (1327-1328)
Necmettin İshak Bey (Dündarbey oğlu) (1328-1340)
Mustafa Bey (Dündarbey oğlu) (1340-1355)
Hüsamettin II'inci İlyas Bey (1355-1370)
Kemalettin Hüseyin Bey: 1370-1391 yıllarında Beylik yapmıştır. İyi bir yönetici değil-
di, onun için Beyşehir, Seydişehir, Akşehir, Yalvaç ve Karaağaç'ı seksenbin altın karşılı-
ğında Osmanlı Padişahı Murat Hüdevendigar'a satmıştır. 1391 tarihinde de Hamitoğul-
ları (Isparta bölümü) tümden Osmanlı idaresine geçmiştir.

HAMİDOĞULLARI
Tekeli (Antalya)
Kolu Beyleri:
Yunus Bey:
Hamitoğulları'nı Selçuklulardan tamamen ayırıp bağımsız hale getiren Feleküddin
Dündar Beyin kardeşidir. Dündar Bey tarafından yönetimine verilen Antalya Bölgesi'n-
de 1300-1324 yılları arasında beylik yapmıştır.
- Mahmut Bey:
Babası İlyas Bey'in yerine geçince İlhanlılar'la birleşmiş ve amcası Dündar Bey'in öl-
dürülmesinde yardımcı olmuştur. 1324-1328 (bazı kaynaklara göre 1324-1327) yıllarında
yönetimde bulunmuştur.
- Hamidoğullarının Teke (Antalya) kolundan gelen öbür beyler şunlardır:
- Sinanettin (Sinanüttin) Hızır Bey (1328-1355),
- Dadı Bey (1355-1360),
- Zincirkıran Mubarizüddin Mehmet Bey (1360-1380),Osman Bey ve Ali Bey'dir.
Teke Beyliği 1423 yılında Osmanlı idaresine geçmiş ve böylece Hamidoğullarının bu-
radaki sülalesi de sona ermiştir.

KINALIOGLU PAŞA
Ispartalıdır. Babası 17'inci yüzyılda Celali Ayaklanmaları diye ün yapan ayaklanmala-
rı çıkaran Kalenderoğlu ile birlikte çalıştı. Birçok şehrin yağmasında ve harabedilmesin-
de bulundu. Kalenderoğlu 1608 yılında yenilip İran'a kaçınca o da yakalanıp idam edil-
di.
Kınalıoğlu Paşa da bir ara babası gibi devlete karşı ayaklandı. Hatta kısa bir süre
için Aydın ve Teke (Antalya) bölgelerinin yönetimini ele aldı. Ancak sonunda Silahtar
Mustafa Paşa'ya sığınarak teslim oldu ve onun yardımı ile Padişah tarafından affedile-
rek Paşalıkla ödüllendirildi. 1638'de Maraş Valiliğine atandı. Üç yıl bu görevde kaldık-
tan sonra yeniden ayaklandı. 1641 yılında Hükümet kuvvetlerince yakalanıp öldürüldü.

SADRAZAM
KEMANKEŞ ALİ PAŞA
Eğirdirlidir. Kemankeş Ali Paşa veya Kemankeş Kara Ali Paşa diye tanınmıştır.
Okul çağında İstanbul'a geldi. Enderunu-Humayun'a, yani Sarayda çalışan kimseleri ye-
tiştiren ve Saray Üniversitesini de kapsayan teşkilata (örgüte) kabul edildi. Burada eğiti-
lip öğrenim gördü. Öğrenimi bitince Vezir rütbesi verildi. Bu arada Kazasker Bostanza-
de Mehmet Efendi'nin kızı ile evlendi. Uzun bir süre Diyarbakır ve Bağdat Valiliklerin-
de bulundu. Daha sonra Dördüncü Vezirliğe yükseltilerek Divan-ı Humayun'a (Bakan-
lar Kuruluna) alındı. II'inci Osman öldürülüp IV'üncü Murat Padişah olunca Sadrazam-
lık makamına getirildi (1622). Böylece IV'üncü Murad'ın i l k Sadrazamı oldu. Ancak bu
makamda yedi ay kalabildi. Rüşvet aldığı, İran Şahı'nın Osmanlı İmparatorluğu aleyhi-
ne olan davranışlarını yalan söyleyerek padişahtan sakladığı nedenleriyle 1623 yılında
başı kesilerek öldürüldü ve Ali Paşa Camisi avlusundaki kabristana gömüldü.

SADRAZAM
SEYİT HACI ALİ PAŞA
Sultan II'inci Mahmut döneminin sadrazamlarındandır. Uluborlu ilçesinden Yeğena-
ğa oğullarından Mustafa Efendi'nin oğludur. 1756 yılında doğdu. Çocukluğunda istan-
bul'a gidip öğrenim gördü ve Saraya girdi. Vezirler (özellikle Ali Paşa) dairesinde çalış-
tıktan sonra Kapucu başı oldu. 1816'da Vezirlik rütbesi verilerek Mora Valiliğine
atandı. 1819'da Hüdevendiğar (Bursa) ve Kocaeli Valisi oldu. 1820 yılı Ocak ayında Sad-
razamlığa getirildi. 1821 Nisanında görevinden alındı. Fakat kısa bir süre sonra (Karade-
niz Bölgesi Askeri Komutanı) ve Karaburun muhafızı oldu. Ardından yeniden Mora Va-
liliğine gönderildi. 1822'de Valilikten alınarak ordu emrinde Ankara ve Çankırı Sancak-
larında görevlendirildi. 1823'te yine işinden uzaklaştırıldı. 1825'te Vezirliği alınarak Fili-
bede oturmaya zorunlu kılındı ise de yine aynı yıl içinde Konya Valiliğine atandı. Niha-
yet sözü edilen işinden çıkarılarak Maltepe'deki çiftliğinde oturması emredildi ve bura-
da 1826'da öldü. Karacaahmede gömüldü. Kayınbiraderi Mustafa Reşit Paşa'nın yetiş-
mesinde büyük rolü olmuştur. Oğlu (Aziz Bey) döneminin ileri gelen Devlet adamların-
dandı.

ŞEM'İ
(Halk Ozanı)

Osmanlıların son döneminde yetişmiş Uluborlulu bir Halk Ozanıdır. 1852 yılında
Uluborlu'nun Camii Kebir mahallesinde doğmuştur. Aile lakabı (Kahramanzade) dir.
Bugün de sülalesinin Kahraman soyadını taşıdığı anlaşılmıştır.
Şem'i, öğretim gördükten sonra tapu memurluğuna girdi. Bir süre Aydın, daha sonra
da uzun yıllar Isparta (O zamanki adıyla Hamidabat) ilçelerinde memurlukta bulundu.
Kendisini yakından tanıyan rahmetli yazar ve araştırmacı Sait Demirdal onu şöyle anlat-
maktadır: "Şem'i uzun boylu, vücut yapısı bakımından çok zayıf, biraz da hastalıklı idi."
Herhalde belirtilen özellikleri dolayısıyladır ki (55) gibi henüz ihtiyar sayılmayacak bir
yaşta 1907 yılında görevini sürdürürken öldü.
Çağdaş'ı olan Senirkentli Ozan Kamil Efendi ile karşılıklı şiirler yazarak mektuplaş-
tıkları, ayrıca Arap harfleri ile yazılmış olarak bütün şiirlerini toplayan (200) sayfalık bir
defterin oğlu Tapu Sicil Memuru Tevfik Bey'de bulunduğu yine Sait Demirdal tarafın-
dan verilen bilgilerdendir.
(Şem'i)nin şiirleri,onun bir halk ozanı olmasına rağmen dil, kalıp ve ruh bakımından
büyük ölçüde Divan Edebiyatı'nın etkisinde kaldığını göstermektedir.Şimdi iki şiirinden
birer örnek verelim.

CANAN
Cihanın serveti bir dilrübaya malik olmaktır
Cihanın rehberi zikri hülyaya salik olmaktır.
Bu muşdan eden tefsirini elbette fehmeyler,
Yanıp Leyla'nın aşkıyla hüneri Mevlayı bulmaktır.
Kat'i mest eyledi aşkın şarabın arttı feryadı
Şirin sevdası Ferhat'ın deldiği dağı bulmaktır

1897 yılı 21 Mayıs'ında penceresi yakınında öten bir bülbülden etkilenerek yazdığı şi-
ir:
Var gülistanda ara ma'şukuna var andelip
Kuşe-i vahdeti başıma eyledin dar andelip
Derdine dert anı nü maksut ben gibi biçareden
Ruzu şeb senden beter etmekteyim zar andelip
Var benim dili pareme hançer urup incitme var
Hayli demdir kesti benden iltilaf yar andelip
Kimseye arzedemez oldum garibi esrarımı
Küstü mü dostum ta'n etmekte ağyar andelip
Bir selam olsun götür benden, beni affeylesin
Kimse vermez sana benden başka esrar andelip
Anladın mı derdini sen, anladım ben derdimi
Sevdiğin mahbubun etrafında var harı andelip
Derdini feryat ile dehre duyurdun ey garip
Maksadın aşıklara ilan mı her bar andelip
Yalnız Şem'i divane mi vuslatı arzu eden
Cümlenin maksudu vuslat, arzı didar andelip

Görülüyor ki Şem'i, ince duygulu, kültürlü ve rahatlıkla şiir yazabilme yeteneğinde


bir ozandır.

SAİT DEMİRDAL
(Değerli Yazar ve Araştırmacı)

Sait Demirdal, çok değerli bir öğretmen, şair, yazar ve araştırmacı idi. 1886 yılında
Uluborlu ilçesi merkezinde doğdu. Annesi Vesile Hanım, babası demirci Ali Efendi'dir.
1905'te Ayşe Hanımla evlendi. Bu hanımdan Tehvide, Şener ve Mustafa Demirdal adla-
rında birer çocuğu oldu. 1926 yılında ilk eşi öldü ve 1927 yılında halen sağ olan Nuriye
Hanımla ikinci evliliğini yaptı. Son hanımından Nebahat Makamoğlu, Sebahat Coşkun
ve Nebahat Demirdal adlarında üç kıza daha sahip oldu.
Sait Demirdal, İlk, Rüştiye (Ortaokul) ve Medrese öğrenimlerini Uluborlu'da tamam-
ladı. 1907'de girdiği iki yıllık (Isparta İlköğretmen Okulu)'ndan 1909'da diploma aldı.
1909 ile 1913 yılları arasında Senirkent Bucağı Merkez İlkokulunda Başöğretmenlik yap-
tı. 1913'te (Yüksek Öğretmen Okulu'na) kaydoldu. 1916'da bu okulu da bitirdi. Aynı yıl
Kastamonu İlköğretmen Okulu Uygulama Müdürlüğü'ne atandı. 1917'de Yedek Subay
olarak Birinci Dünya Savaşı'na katıldı. Bu savaşta yaralar aldı. Daha sonra Üsteğmen
rütbesiyle İstiklal (Kurtuluş) Savaşında cephede görevlendirildi. Savaş içinde Seyitgazi
çarpışmalarında düşmanın bir mermisi ile sol gözünü kaybetti. Bu nedenle emekli edil-
di.
Askerlikten sonra sırası ile: Uluborlu Numune Mektebi Müdürlüğü, Isparta Eytam(-
yetimler), Isparta Şehiryatı, Isparta İstiklal, Uluborlu, Barla, Keçiborlu ilkokullarında
Başöğretmenlik (İlkokul Müdürlüğü) yaptı. 42 yıllık şerefli bir hizmet süresinden sonra
Uluborlu İsmetpaşa İlkokulu öğretmenliğinden emekli oldu. 5 Mart 1973 tarihinde Ulu-
borlu'da öldü ve ana kabristanına gömüldü.

Kişiliği: Vücut bakımından sağlam ve gösterişli idi. Çok alçak gönüllü, kibar ve baba-
candı. Yüzünden gülümseme hiç eksik olmazdı. Kalın, gür sesli idi. Alçak bir tonda,
tatlı bir eda ile konuşurdu. Sohbetlerine doyulmazdı. Konuşmaları, dinleyenlerde kendi-
sine karşı sevgi ve saygı uyandırırdı. Bütün alanlarda, özellikle Edebiyat ve Tarih alanla-
rında engin bir kültüre sahipti. Üstün yetenekliydi. Arapça ve Farsça'yı iyi, Fransızcayı
da oldukça bilirdi. Türkçesi ise Davut'un elinde yumuşayıp kolaylıkla her şekle girebi-
len demir gibi idi. Gösterişi sevmezdi. Nitekim, kabuğu içinde paha biçilmez inciler ya-
pan midyeler gibi çalışarak kültür ve yetenek temellerine dayanan çok sayıda değerli
eser vermiştir. Şiirlerinde ince duygu ve lirizm; nesirlerinde (düz yazılarında) sadelik ve
akıcılık egemendir. Yazı dili, olabildiği kadar, konuşma diline yakındır, hatta farksızdır.
Bir öğretmen olmasına rağmen, özellikle bölge tarihi bakımından bir otorite sayılabile-
cek derecede kendisini yetiştirebilmiş olması gerçekten övgüye değer. O bir şairdir; bir
yazardır; çevre folkloru ve tarihi araştırmacıdır.
Sait Demirdal'ın sosyal yönleri de kuvvetli idi. Ün Dergisi'nin kurucu ve yöneticisi
idi. (1940'tan itibaren Dergi kapanıncaya kadar kendisiyle çalışmak ve tanışmak fırsatı-
nı bulduğum için çok mutluyum). Ayrıca İstanbul Halk Bilgisi Derneği ile birçok okul
ve Hayır dernekleri üyesi; Uluborlu Belediye Meclisi üyesi idi.
Eserleri: Kitap haline getirilip basılmış tek eseri (Bütünü ile Uluborlu): Monografi'-
dir. Bu eser Uluborlu tarihini belgelere dayanarak açıklar. Ancak yukarıda belirtildiği
üzere, kurucu ve yöneticilerinden olduğu Isparta Halkevi'nin 1934-1949 yılları arasında
yayınlandığı Ün dergisinde hemen hemen her sayısında, böyle folklor ve tarihini ilgilen-
diren değerli araştırma yazılarına ve şiirlerine rastlamak mümkündür. Onun ve onun gi-
bi çalışanların sayesindedir ki Ün Dergisi sesini uluslararası bilim alanında duyurabil-
miş, böylece Ispartamız ölümsüz, şerefli bir belgeler kolleksiyonuna sahip olmuştur. De-
mirdal'ın ayrıca İstanbul (Halk Bilgisi Dergisi) ile Isparta Demokrat ve Yeni İnkılap
Gazetelerinde çeşitli yazıları yayınlanmıştır.
Sözü edilenler manzum monolog ve dialogları dışında Uluborlu'daki özel kütüphane-
sinde şiirlerini toplayan (10) on adet defter, ilkokul piyesleri, bilmeceleri basılmamış
halde bulunmaktadır.
Kendisinin edebi yeteneği hakkında fikir vermek üzere 1943'te yayınlanan bir şiirini
aşağıya koyuyorum.

KOMŞU KIZI
Komşunun güzel kızı
İçime verdin sızı
Gözümden, kakülünden
Aşkından aldım hızı.

Şakırsın bülbül gibi,


Boyunuz sümbül gibi
Koklasam bir gül gibi
Ey bahtımın yıldızı

Yüzüme bir gül güzel


Rüyamda beriye gel.
Gece gündüz bu emel
Yandırır aşkımızı
Neden beyaz bu yanak,
Yeşil gözün ne berrak ?
Aşkım kadar bu dudak
Niçin böyle kırmızı ?

Bakışın verir ümit


Sevdiğim etme nev'mit
Kırkı geçmişken Sait
Kalbine verdin sızı

Sait Demirdal'ı tüm yönleriyle bir biyografi yazısında açıklamak imkansızdır.Özet ola-
rak denilebilir ki o bir şair, yazar ve araştırmacı olmaktan öte kelimenin en geniş anla-
mıyla gerçek bir milliyetçidir.
Çünkü o, her bakımdan yetenekli olduğu ve imkanlara sahip bulunduğu halde kendi-
sine veya çevresine çıkar sağlamak için en küçük bir eğilim göstermemiş, benliğinden
bir zerre vermemiştir.
Çünkü o, yarım yüzyıla yakın bir süre hem Öğretmen olarak, hem de yaptığı gönüllü
sosyal çalışmalarla Atatürk İlkelerinin milletçe benimsenmesi için büyük bir özveri ile
çalışmıştır.
Çünkü o, vatanın kara günlerinde cepheden cepheye severek koşmuş, canını esirge-
meden çarpışmış, bu arada yaralar almış ve en değerli organından birisini (gözünü) bir
düşman kurşunu ile yitirmiştir.
Çünkü o, birçok maddi ve manevi fedakarlıklara katlanarak, milli birliğin temel taşla-
rı sayılan birçok tarihsel ve kültürel hazinelerimizin yok olup gitmelerini önlemiş, başka
bir deyişle, onlara yeniden hayat vermiştir.
Kısacası o, gelecek kuşakların lutfuna bırakmadan sağlığında kendi emeğiyle, kendi
ölümsüzlük anıtlarını dikmiştir. İşin en önemli yanı, belirtilen nice değerli görevlerden
başkalarını başarmış bir aydın olduğu halde, sağlığında sırası geldiğinde bile, bir övün-
me meselesi olur diye yaptıklarından hiç söz etmemiştir. İşte yüce ruhluluk, işte gerçek
milliyetçilik ve aydınlık.
Günümüzde millete hiç hizmet vermedikleri halde çıkarları uğrunda politikaya alet
olarak parlak nutuklar çeken, süslü yazılar döktüren Milliyetçiliği tekelinde sanan zaval-
lıları, nasıl değerlendireceğiz acaba ?
Rahmetli Hocanın Biyografisini böylece özetlerken, onun manevi huzurunda saygı
ile eğilirim.

CEMALETTİN MEHMET PAŞA


Halil Hamit Paşazade Nurullah Paşa'nın oğludur. Enderunda, yani Saray Üniversite-
sini de içine alan iç örgütünde, yetişti. İlk kez Enderunda silahşor olarak işe başladı.
Sonra Kapucubaşı oldu. 1827'de ikinci Mirakar, 1829'da Kapucular Kethüdalığına geti-
rildi. Bir süre sonra bu memurluk kaldırıldığı için Mütesellimlikle taşraya (İstanbul dışı-
na) gönderildi. Burada iken Miremirliye ve ardından Mirimiranlığa (Beylerbeyliğine)
yükseltildi. 1851'de Tırhal'a, 1852'de Rumeli, 1853'te Biga ve 1854'te Kıbrıs Mutasarrıf-
lıklarında bulundu. 1855'te Vezirlik rütbesiyle ödüllendirildi. Aynı yıl içinde ikinci
kez Biga Mutasarrıfı oldu. 1858 yılında Harput Valiliğine atandı. 1859'da görevinden
alındı ise de 1860'ta Trabzon valiliğine getirildi. İki yıl burada kaldı. 1862'de işinden çı-
karıldı. 1863'te Cezayir ve Akdeniz (Adaları) Valisi oldu. 1866'da kendisi görevinden ay-
rıldı. 1870'te Şeyhülislamlığa atandı. Fakat her nedense bu karardan hemen vazgeçildi-
ğinden göreve başlayamadı. 1880 yılında İstanbul'da öldü ve Eyüp kabristanlığına gö-
müldü.
Cemalettin Mehmet Paşa orta boylu, güzel yüzlü, iyi huylu bir zat idi. İki oğlu vardı.
Birisi Maraşal Asaf, öbürü Beylerbeyi olan Halil Paşa idi.

HAMİD BEY
Meclisi Vala üyeliği yapmış bulunan Halil Hamitpaşazade Nurullah Bey'in oğludur.
Önce zamanın klasik medrese öğrenimini gördü. Sonra bir yabancı dil okulunu bitirdi
ve Babı Ali Tercüme (çeviri) kalemine alındı. 1876 yılında Abdülmecit'in kızı Behice
Sultan ile evlendi. Ancak eşi evliliğinin onbeşinci gününe varmadan öldü. Hamid Bey
daha sonra Danıştay üyesi oldu. Fakat eşinin ölümü nedeniyle duyduğu üzüntüden bir
ara Avrupa gezisine çıktı. Bu gezi sırasında hastalanarak İstanbul'a döndü. Hastalığı şi-
fa bulmadı. 1889 yılında otuz yaşında iken öldü. Çok yetenekli ve kültürlü bir gençti.

HAMİT MEHMET BEY


Halil Hamit Paşazade Arif Bey'in oğludur. Enderundan Yenisaray Üniversitesi'ni de
içine alan Saray içi örgütünde yetişti.Hacegan oldu ve Babı Ali'de çalıştı. 1812 yılında
öldü ve Üsküdar'daki aile kabristanlığına gömüldü.

NURULLAH MEHMET PAŞA


Ispartalı Sadrazam Halil Hamit Paşa'nın oğludur. İyi bir öğrenim görerek Müderris
oldu. Bir süre Müderrislik yaptıktan sonra Kadılığa yükseltildi. Galata Kadılığı'na atan-
dı, ayrıca Bursa Payesi oldu. Fazla keyfine düşkün bir yaşantısı vardı. Bu nedenle Padi-
şahça bir fermanla rütbesi Mirülümeralığa indirildi ve Edirne'de oturma zorunluluğun-
da tutuldu. Ancak 1813 yılında yeniden Mirimiranlığa (Beylerbeyliğine) yükseltildi ve
Karesi (Balıkesir) Mutasarrıfı oldu. 1818'de Maden Eminliğine (Maden İşletme Genel
Müdürlüğüne) daha sonrada Avlonya Mutasarrıflığına getirildi. 1821'de görevinden ay-
rıldı. 1824'te Vezirlik (aynı zamanda paşalık) rütbesiyle ödüllendirilerek Limni Adası
Mutasarrıflığına (askeri üst komutanlığına) atandı. Bu görevden sonra birkaç ay Ankara
ve Çankırı Mutasarrıflıklarında bulundu. 1826 yılında Adana Valisi oldu. 1828'de Padi-
şah emriyle orduya dahil olup savaşa katıldı. Savaştan sonra arzusuyla işinden çekilip İs-
tanbul'da kaldı. 1841'de burada öldü ve Haydarpaşa'ya gömüldü.
Oğlu, biyografisi ayrıca verilen Cemalettin Mehmet Paşa'dır.
ATAULLAH MEHMET BEY
Halil Hamit Paşa'nın torunlarından Mehmet Arif Beyzade Reşit Bey'in oğludur.
1824 yılında Müderris oldu. 17 yıl gibi uzun bir süre çeşitli Medreselerde görev yaptı.
1841'de Mısır Kadılığı'na atandı. Mısır'dan Mekke Kadılığı'na nakli yapıldı. 1847'de İs-
tanbul Payesi ve Maarif Meclisi üyesi, 1850'de Anadolu Payesi oldu. 1852'de İstanbul'da
öldü.
Ataullah Mehmet Bey şairdi, güzel konuşur ve yazardı.

RIZA MEHMET BEY


Halil Hamit Paşazade Ataullah Mehmet Bey'in oğludur. Annesinin babası Arapzade
Hamdullah Efendi olduğu için Rıza Mehmet Bey (Arapzade Torunu) diye anılmıştır.
İlmi düzeyce yüksek bir Müderristi. Önce Müderrisliklerde, sonra Kadılıklarda bulun-
du. Son Kadılığını İstanbul'da yaptı. Bu görevden azledilerek ayrıldı. 1895'te öldü ve sur
dışında Seyyit Nizamettin yakınına gömüldü.
Rıza Mehmet Bey aynı zamanda değerli bir hattat idi. Özellikle Talik yazıda bir üs-
tadtı. Her bakımdan iyi bir kişiliğe sahipti.

ARİF MEHMET BEY


Sadrazam Halil Hamit Paşa'nın en büyük oğludur. Nurullah Mehmet Paşa'nın ağa-
beysidir. Öğrenimini bitirdikten sonra bir süre Müderrisliklerde bulundu. Ardındanda sı-
ra ile 1800'de Eyüp (İstanbul), 1807'de Mısır, 1808'de Medine ve 1814'te İstanbul Kadılı-
ğı'na atandı. 1815'te İstanbul Payesi, 1817'de Anadolu Kazaskeri, 1822, 1825, 1831 ve
1838 yıllarında birer yıl süre ile dört kez Rumeli Kazaskeri oldu. 1838'de Reis-ül ulema
(Bilginler sınıfının baş yöneticisi) iken öldü ve babasının yanına gömüldü.
Arif Mehmet Bey, çeşitli bilim dallarında çok geniş bilgiye sahip her yönden iyi bir
insandı.

ŞEFİK MEHMET BEY


Halil Hamit Paşazade Arif Mehmet Bey'in torunudur. Önce Müderrislik yaptı, sonra
Kadılığa yükseldi. 1848'de Galata (İstanbul), 1856'da Mısır Kadılık'lar'ında bulundu.
1861'de Mekke Payesi oldu ve bir iki yıl sonra da öldü.

ABDÜLKADİR MEHMET BEY


Biyografisi ayrıca verilen Halil Hamit Paşazade Arif Mehmet Bey'in oğludur, zama-
nın tanınmış bilginlerindendi.
HACI ALİ RIZA EFENDİ
(KARAKADI)

Yalvaçlı olup, Yalvaç'ta bugün adıyla anılmakta olan kütüphanesinin kurucusudur.


Mesleği Kadılıktır. Herhalde rengi esmer olduğundan (Kara Kadı) lakabı ile anılmıştır.
Kendi el yazma eseri olan (Kaşifülgümum) adlı risalesinde otobiografisini şöyle anlat-
maktadır.
"Bu risalenin yazarı bir rivayete göre "Hadimüş-Şeria" tamlamasının cümle sagire ile
(ebced hesabına göre) delalet ettiği 1830 yılında, doğru olması daha kuvvetli olan bir
başka rivayete göre ise:
"Cemalin tamına pervane geldi,
Visalin narine suzane geldi."
Beyitinin anlattığı üzere (Eb-ced hesabına göre) 1244 hicri, 1828 miladi yılında Yal-
vac'ın Salur Mahallesi'nde doğdu. Adem Ali, Dedem Samda ölmüş bulunan Hacı Os-
man, babam da Yalvaç Kabristanında gömülü bulunan Hacı Mehmet Rüştü'dür. An-
nem Nuh kızı Ayşe'dir. Annem babamdan yedi yıl önce öldü."
Ali Rıza Efendi önce Yalvac'ın Leblebiciler Mahallesi'nde (Musa Hocazade) diye ta-
nınan bir hocadan Kur'anı Kerim okumasını öğrendi ve hafız oldu. Daha sonra, Sultan
Abdülaziz'in huzur hocalığını yapan Yalvac'ın Hisarardı köyünden ünlü bilgin ve müder-
ris Hacı İbrahim Efendi'den ders aldı. Ardından Konya'ya giderek Nakipzade Medrese-
sinde dört yıl okudu. Burada Molla Cami ve Tasavvuratı öğrendi. Konya'dan Afyon'a
geçti. Orada beş yıl Hanızade Ebubekir Sıtkı Efendi'den ders gördü ve mantık.usulü Fı-
kıh, Kelam v.b. dan icazet (diploma) aldı.

Daha sonra Hocası (Devriye Başkanlarından Müderris Hamzabeyzade Ebubekir Sıt-


kı Efendi) ile İstanbul'a gitti. Orada (Huzur dersleri) ikinci meclisine devamla Talikat
ve Ali Kuşi şerhlerini izledi. Ayrıca Akaid'i tamamladı. Hocası Hicaz'a gidince yerine
atanan Birgi'li Ali Efendi'den (Kadı miri), Vidın'li Ömer Efendi'den (Mir'at)ı okuyarak
icazet aldı.
1851'de Hamidiye sınavına girerek mülazemet (Kadı stajiyerliği) hakkını kazandı.
1854'te verdiği sınavla da Niyabet (ilçe kadılığı, kadı vekilliği) için dördüncü dereceden
ehliyet belgesi aldı. İlk kez Antalya'nın Kaş ilçesi Naipliğine atandı. Sonra sıra ile Kasta-
monu'nun Taşköprü, Elazığ'ın Arapgir, Konya'nın Karaman, Bursa'nın Aydıncık ilçele-
rinde Naipliklerde bulundu. Son görevinde iken hastalanıp İstanbul'a geldi ve Yahya
Efendi Dergahında kaldı. Burada Şeyh Damat Nuri adındaki değerli bir bilginle tanıştı
ve kendisinden yararlandı.
Hastalığı iyileşince İznik, Yalvaç ve Beyşehir'de Naiplik yaptı. Beyşehir'de iken Şey-
hülislam Hasan Fehmi Efendi'den izin alarak Hicaz'a gitti. Gidiş yolu üzerinde Yan-
bu'ya uğrayarak Hac görevini yapıp dönerken orada ölen Hocası Ebubekir Sıdkı Efen-
di'nin kabrini ziyaret etti. Hacı olup döndükten sonra Alanya (Ala'iye) naipliğine atan-
dı. Burada iki yıl kaldı. Ayrıca Silifke'de de 1859 ve 1862 yıllarında iki kez görev aldı.
Sözü edilenlerden başka bilinemeyen bir tarihte Karaferiyede, 1872'de Yenişehir'de,
1883'te Kuşadası'nda, 1892'de Dersim'de, son olarak 1900'de Çorum'da Naiplik yaptı ve
burada öldü. Mezarı Çorumda'dır.
Kişiliği: Hacı Ali Rıza Efendi çok tatlı ve güzel konuşan alçak gönüllü bir kimse idi.
Farsça ve Arapça dillerini, zamanın önemli ilimlerini iyi öğrenmiş, geniş kültüre sahip,
tasavvufa aşina, kalemi kuvvetli bir aydındı. Sülüs, Rika, Talik, Nesihte güzel ve işlek
bir yazısı vardı. El yazısıyla hazırladığı kendi eserleri ile, kopyasını çıkardığı binlerce
sayfa eserler bu hususu ispatlar.
Öbür yandan o, kendini toplum hizmetlerine adamış eşine az rastlanan idealistler-
dendi.
Önce halk için bir kütüphane kurmayı amaç edinmişti. Bunun için bir taraftan kendi-
si eser yazmış, diğer taraftan aylığından ayırabildiği bir miktar para ile kitap satın al-
mış, Ayrıca satın almaya gücü yetmediği binlerce sayfalık eserlerin el yazısı ile birer
kopyesini yazmıştır. Sonuncu husus için esasen ağır olan resmi görevi dışında geceleri
uykusunu feda ederek çalışmıştır. Her üç yolda elde ettiği kitapların cilt, tezhip bakımın-
dan bir sanat değeri taşıyacak hale gelmesine çalışmıştır. Kırksekiz yıl bu bakımdan in-
sanüstü bir çaba harcamıştır. Sonunda Yalvaç'ta Devlethan Camii bitişiğinde bir arsada
kendi parasıyla bir kütüphane binası yaptırıp, içini gerektiği şekilde döşettirmiştir. Öm-
rü boyunca topladığı, yazdığı veya kopyelerini çıkardığı (istinsah ettiği) kitapları buraya
yerleştirip, bir de muhafız (kütüphane memuru) sağlamıştır.
Hacı Ali Rıza Efendi'nin bir oğlu (kendisi gibi Naip) bir de kızı olduğu halde, görev
gereği bulunduğu çeşitli yerlerden birçok kimsesiz çocuğu evlatlık olarak almış ve yetiş-
tirmiştir. Bunların kuşaklan halen Yalvaç'ta yaşamaktadır.

Yukarıdaki açıklamalardan anlaşılacağı üzere eserlerini iki grupta toplamak gerekir.


Kendisine ait yazma eserler ve başkalarına ait olup el yazısıyla bir kopyesini çıkardığı
(istinsah ettiği) eserler. Her iki türden olan eserlerinin bir kısmı ya kaybolmuş veya
özel mülkiyete geçmişlerdir. Bugün Yalvaç'ta kendi adıyla anılan kütüphanede (1-55)
numarada demirbaş kayıtlı olanlar bu zata aittir.

1- YAZMA ESERLERİ:
a)Kaşifülgümum (gamları keşfeden) Arapça'dır. Daha çok öğütleri kapsar. Beyşe-
hir'de yazmış, Alanya'da iken kitap haline koymuştur. b)İkazünnaimin (Uyuyanları uyar-
ma) Arapça'dır, üç cilt ve (1800) sayfadır. Çeviridir. Tasavvuf konusundadır. d)Amme
Tefsiri, Arapça'dır. 24 sayfalık ilk forması vardır. e)Rabıta (Bağlantı): Türkçe'dir. Hoca-
sı Hacı Hafız Seyyit Efendi'nin Risalesine Edirne Müftüsü Mehmet Fevzi Efendi'nin
yazdığı reddiyeye karşı yazılmış bir cevaptır. f)Ümmisinan Divanı'na talikattır(ek açıkla-
ma) söylenilenlerden Arapça kasideleri, Türkçe manzumeleri, kitapların kenarına ek ya-
zıları vardır.

2- İSTİNSAH ETTİĞİ (Kopye ettiği) ESERLERİ:


Bunların sayısı pek çoktur. Sayfa toplamı 100 bine yaklaşır. Bu hususta bir iki örnek
vermekle yetinelim. Ancak bu kadar örnek bile onun topluma yararlı olmak için hayret
verici bir emek harcadığını anlatmaya yeter sanırım. a)İmam Fahrettin Razi'nin Marrin
(Geçenler) tefsiri sekiz cilt ve (6000) altıbin sayfayı aşkındır. Ali Rıza Efendi birçok yer-
lerine haşiyeler (ek yazılar) koymuştur. b)Kadı Beyzavi Tefsiri, iki cilt ve (1200) sayfa
kadardır. Kopye ettiklerinin tümünü burada vermek imkansızdır. Ali Rıza Efendi günü-
müzün aydınlarına, gerçek aydının ne demek olduğunu her halde en iyi anlatacak bir ör-
nektir,ruhu şadolsun.
ISPARTALI YEDİNCİ SADRAZAM
YEĞEN MEHMET PAŞA
Osmanlı tarihinde önemli devlet adamları arasında iki (Yeğen Mehmet Paşa)'ya rast-
lamaktayız.
Bunlardan birincisi, Alai'ye (Alanya) ilçesinden Gül Yusuf Efendi'nin yeğeni (kızkar-
deşinin oğlu) dir. Yalnız Paşa rütbesine kadar yükselmiş ve 1745'te ölmüştür.
İkincisi, yani bizim konumuz olan Mehmet Paşa ise, öbüründen farklı olarak hem ye-
ğen hem de (Elhac, Seyyit) lakaplarıyla anılmaktadır. Ayrıca, önce Paşa, sonra Sadra-
zam (Başbakan) olmuştur. Bunun yaşam öyküsü hakkında bütün kaynaklar hemen he-
men birbirinden farksız bilgi vermektedirler. Doğum yeri bakımından dikkate alındıkla-
rında üç grupta incelenebilirler.
1. Doğum yerinden hiç söz etmeyenler (Türkiye Ansiklopedisi C.8.)
2. Kamus'ül A'lam, Tezkere-i Meşahiri Osmaniye gibi yüzyıla yakın geçmişi bulunan
eski birkaç eserle, sonradan bunlara dayanarak kaleme alınmış (Meşhur Adamlar An-
siklopedisi) gibi yeni yazılı kaynaklarda, her nasılsa (herhalde ad ve lakap benzerliğin-
den) ikisi birbirine karıştırılarak kinci Mehmet Paşa da birincisi gibi Alanyalı gösteril-
miştir. Aslında sözü edilen eserlerde, Ispartalı olduğu artık herkes tarafından bilinen
Halil Hamit Paşa ve daha birçok büyük için aynı türden yanlışlıklarla karşılaşmak ola-
ğandır nitekim.
3. 1972 gibi çok yakın bir tarihte, her alanda yetkili uzmanlar kurulunca, köklü araş-
tırmalara dayanarak ve kaynak vererek hazırlanmış değerli bilimsel bir varlık olan (Bü-
yük Meydan Larousse Ansiklopedisi)'nin 8'inci cildinin 549'uncu sayfasının ikinci sütu-
nunda doğum yeri ve yılı (Barla 1726) olarak kaydolunmuştur.
Yukarıdan beri yapılan açıklamalara göre kanımca önce Paşa,sonra Başbakan olan
bu ikinci yeğen (Elhac, Seyyit) Mehmet Paşa'nın Ispartalı olduğu kuşkusuna zerre ka-
dar yer kalmamaktadır.
Araştırmalarımın sonucu, 7'inci Ispartalı bir Başbakanla karşılaşmaktan naçiz bir
hemşehri olarak engin gurur duymaktayım.
Sultan Birinci Abdülhamit dönemi Sadrazamlarındandır. 1726 yılında Eğirdir ilçesi-
nin Barla kasabasında doğmuştur. Babası Belgrat serdengeçti ağalarından Hacı Yusuf
Ağa'dır. 1742 yılında İstanbul'a gelip Yeniçeri Ocağı'na girdi ve orada yetişerek babası
gibi Serdengeçti ağası oldu. Belgrat'ta görev aldı. Bir süre sonra yolsuz harekette bulun-
duğu ileri sürülerek Alaiye'ye (Alanya)ya sürgün edildi. Fakat Alanya'dan kaçıp İstan-
bul'a geldi. Gizli olarak Valide Hanı'na yerleşti. Bu arada bir kolayını bulup kendini af-
fettirdi. Eflak ordusu komutanlığına getirildi. (İSAKÇI) köprüsünün korunmasında (Tu-
rancıbaşı) olarak görev yaptı. Sonra sıra ile Varna Ağası, Sekbancubaşı, Zağarcıbaşı,
Külkethüdası ve 1773'te bir muharebeyi kazanarak Yeniçeri Ağası (Yeniçeri Örgütü
Başkomutanı) oldu. Aynı yıl kendisine vezaret (paşalıkta birlikte) rütbesi verildi. Küçük
Kaynarca Antlaşmasını imzalayan Sadrazam Muhsinzade Mehmet Paşa'nın yolda ölü-
mü üzerine, sadrazam vekili olarak ordunun başına geçip İstanbul'a getirdi. 25 gün veka-
letten sonra Vidin muhafızlığı (Askeri Üst Komutanlığı), Silistire Valiliği, Kırşehir Mu-
tasarrıflığı, Anadolu Eyaleti Valiliğinde bulundu. Bir ara azledilip rütbeleri geri alındı
ise de, pek kısa bir zaman sonra (1781)de yeniden Vezirlik rütbesi verilerek sıra ile
Hatin Muhfızlığına, Tırhala Muhafızlığına, Rumeli Eyaleti Valiliğine atandı. Bu gö-
revde iken Sadrazam İzzet Mehmet Paşa'nın azli üzerine 1782 Ramazanın 16'sında Sad-
razam oldu. Bu makamda dört ay dokuz gün kaldıktan sonra 1783 Muharebesinin 25'in-
de işinden alındı ve Vidin Muhafızlığı'na, buradan Mısır ve Diyarbakır Valiliklerine
gönderildi (1786). Selanik Valiliğinde bulundu. Rusya'ya karşı savaş açılınca İsmail (şim-
di Rusyada bir şehir) ordusu komutanlığına atandı. Göreve gitmek üzere vapurla yola
çıktı. Ancak Köstence'ye ulaştığında (1787) öldü.

ŞEYH ZADE AHMET EFENDİ


Ispartalıdır. Önce memleketinde bulunan okulları bitirdi. Sonra İstanbul'a gitti. Ora-
da zamanın önde gelen bilginlerinden yüksek derecede öğrenim gördü ve Müderris ol-
du. Önce 1623 yılında Haydarpaşa Medresesi'ne atandı. Aynı yıl içinde hemşehrisi Kına-
lızade Abdurrahim Efendi'nin yerine Atik Ali Paşa Medresesi Müderrisliğine getirildi.
1625'te derecesi yükseltilerek Murat Paşa Medresesinde görevlendirildi. 1629'da tekrar
üst derece verilerek Sahn-ı Seman Müderrisi oldu. 1635 yılında, Osmanlı İmparatorlu-
ğunda müderrislikte ilmi derece bakımından en yüksek makam olan Süleymaniye Med-
resesi Müderrisliği verildi. 1638 yılında İstanbul'da öldü ve oraya gömüldü.

ABDÜLVEHHAP EFENDİ
Biyografisi ayrıca verilen Küçük Tacettin'in oğludur. Öğrenim gördükten sonra Mü-
derrisliklerde bulundu, sonra Kadılığa getirildi. Şam, Mısır ve Bursa'da Kadılık yaptı.
Son olarak 1601'de İstanbul Kadılığına atandı. 1605'te hastalanarak öldü. İstanbul'da Sa-
rıkiraz mescidine gömüldü.

KORGENERAL
DR. AHMET SÜLEYMAN PAŞA
Doğum tarihi belli değildir. Ancak kendisi ile ilgili kayıtlarda yaşı 75'i aşkın iken öl-
düğü belirtilmektedir. Bu durumda 1830-1835 yılları arasında doğduğu anlaşılmaktadır.
Doğum yeri Isparta sınırları içindedir. Elde kesin belge bulunmamakla birlikte, bu ye-
rin, Senirkent ilçe merkezi olduğu kabul edilmektedir.
Dr. Ahmet Süleyman Paşa zamanının medrese öğrenimini gördükten sonra İstanbul
Askeri Tıp Mektebi'ne girdi. Güvenilir kaynaklara göre 1858'de bu okulun Cerrahlık (o-
peratörlük) bölümünü Kıdemli Yüzbaşı olarak bitirdi. Sonra Askeri hastanelerde dok-
torluk yaptı.
1843'te Abdülmecit'in annesi Bezmialem Sultan tarafından (Gurabayı Müslimin Has-
tanesi) yaptırıldı. Bu hastane halk arasında Valide Hastanesi;Guraba Hastanesi yakının-
da ve üst kısmında Üniversite klinikleri kurulduktan sonra da "Aşağı Guraba Hastane-
si" diye anılagelmiştir.
Dr. Ahmet Süleyman Paşa 1873 yılında Haydarpaşa Askeri Hastanesi'nde Yarbay rüt-
besiyle ameliyat öğretmenliği yaparken, Guraba Hastanesi Başhekimi Dr. Albay Ahmet
Bey'in ölümü üzerine onun yerine Başhekimliğe atandı.
Dr. Ahmet Süleyman Paşa Başhekimliğe başladığı 1873 yılından 1880 yılına kadar ge-
çen yedi yıl içinde, mesleki eğitim görmemiş hastane doktorlarını görevden alarak yerle-
rine diploma sahibi olan yetkililerini getirdi.
Hastane, Vakıf olduğu için muayyeneden sonra yatakta tedavi görenlerin her çeşit,
ayakta tedavi görenlerin ilaç giderleri hastanece karşılandı. Paşa muayene ve tedaviler-
le yakından ilgilenirdi.
1894 depreminde hastane büyük zarar gördü. Fakat paşa, bir yıl içinde gerekli bütün
onarımları yaptırıp eksiklikleri tamamlayarak hastaneyi yeniden çalışır hale getirdi. Has-
taneyi aydınlatmakta kullanılan zeytinyağı kandillerini kaldırıp yerine havagazı fenerleri-
ni koydurttu. Ayrıca büyük çaba göstererek göz, kulak ve cerrahi kliniklerini açtı.
Paşa'nın cerrahide kullandığı metot ki,(Dağlama) olduğu için kendisine KORTECİ
Ahmet Paşa denilmişti.
Dr. Ahmet Süleyman Paşa tam 36 yıl (1873 ve 1909) başarılı çalışmalar yaparak Gu-
raba Hastanesi Başhekimliğini yürütmüştür. Görevi sırasında Korgenaralliğe kadar yük-
selmiştir. 1909 yılında ölmüştür. Ancak mezarının nerede olduğu bilinmemektedir.

ŞAİR KAMİL EFENDİ


Türkiye'de 1320 (1904) tarihinde ilk kez düzenlenen nüfus kütüğünde Kamil Efendi,
hakkında şu bilgilere rastlanmaktadır: Aile lakabı, Köleoğlu : Doğum Yılı 1265 (1849) :
doğum yeri, Senirkent : Baba adı, Taşirci Hacı Mehmet Efendi : Anne adı, Ayşe Ha-
nım : Ölümü, 26 Ocak 1336 (1920): Sanatı, Müderris.
Kamil Efendi İlk öğrenimini memleketi olan Senirkent'te yaptı. Rüştiye'yi (ortaoku-
lu) İsparta'da bitirdi. Çocukluğundan başlıyarak ilkokula devamı süresince, kendisi gibi
şair olan babasından biraz Farsça öğrendi. Aslında Karaağaç'lı olup İsparta'da yerleş-
miş bulunan, dönemin tanınmış bilginlerinden, Rüştiye Hocası Şükrü Efendi'den özel
ders alarak Farsça öğrenimini tamamladı.
Şükrü Efendi'nin gerek normal konuşmaları, gerekse ders anlatırken kullandığı ifade-
ler; nazım sözler gibi seçili (Kafiyeli-Uyaklı) ve çok akışkandı. Kamil Efendi onun bu
üstün özelliğine hayrandı. Aslında benliğinde yaratılıştan varolan şairlik yeteneğinin uya-
nıp gelişmesinde, bu bakımdan hocasının büyük bir etkisi oldu.
Kamil Efendi Rüştiye öğrencisi iken rüyasında çamura düşmüş bir Kur'anı Kerim çı-
kardığım, Hocasına anlatarak, bunun ne anlama geleceğini, yani tabirini rica etti. O da,
kendisinin ileride büyük bir şair ve bilgin olacağını, değerli kitaplar yazacağını açıkladı.
İşte belirtilen bu nedenlerin etkisiyle, keskin bir zekaya sahip olan Kamil Efendi, za-
manın en büyük ilim merkezindeki ünlü bilginlerden yaralanmak üzere İstanbul'a gitti.
Orada Hasanpaşa Medresesinde Bevvaplık (kapıcılık), bir sebilde su satıcılığı yaptı
ve yayın organlarında şiirler, yazılar yazdı. Ayrıca o zamanın tanınmış şairlerince uyu-
lan bir geleneğe göre dört yıl cülusiye, (Yani, padişahın tahta çıkışının yıldönümü gü-
nünde Padişaha manzum övgü) kaleme aldı. Bu dört kaynaktan gelen gelirlerle geçimi-
ni sağladı. Böylece hem babasından hem de çevresindeki zengin bilgi dünyasından ya-
rarlandı. Fakat, yazdığı bazı taşlamaları sarayın hoşnutsuzluğuna neden oldu. Dolayısıy-
la Şumnu'ya sürgüne gitti. Sonra affa uğrayıp İsparta'ya döndüğü anlaşılıyor.
1871'de İsparta'ya sürgün edilen Hüseyin Avni Paşa, bir yıl süre ile Kamil Efendi'nin
babasının Çelebiler Mahallesindeki evinde konuk olarak kaldı. Padişahça bağışlanıp İs-
tanbul'a dönerken Kamil Efendiyi de beraberinde götürdü. Kamil Efendi yine gazete
ve öbür yayın organlarında yazılar ve şiirler yazmaya başladı.
Vatan sevgisi ve özgürlük özlemiyle kaleme aldığı, eski yazıdaki yazılış benzerliğin-
den yararlandığı, har (eşek), hür (öküz) sözcüklerini sanatla kullandığı bir şiiri, Ali Su-
avi olayı ile meydana çıktı. Onun için ikinci kez Şumnu'ya sürgüne gönderildi. Orada ha-
piste iken hapishaneyi ziyaret eden bir büyük tarafından Hüseyin Avni Paşa'nın hemşeh-
risi olduğu için affedildi. Serbest kalınca, İstanbul'a uğramadan, doğrudan İzmir'e, Ora-
dan da Senirkent'e geldi. Bundan sonra Senirkent'ten hiç ayrılmadı. Kendisinin birkaç
dönüm bağı, 8 dönüm tarlası, yerden bir evinden başka bir şeyi yoktu. İlk karısı Abide'-
den çocuğu olmayınca, Ayşe Fatma ismindeki birisini daha aldı. Fakat ondan da çocuk
olmayınca boşadı. Ancak ikinci eşinin sonradan evlendiği erkekten çocuğu dünyaya gel-
miştir. Kamil Efendi çocuksuzluğuna çok üzüntü duymuştur. 26 Ocak 1920'de fakir ve
perişan halde Senirkent'te öldü.
Özel ve Edebi Kişiliği: Kamil Efendi kalender meşrep, bazan rindane görünüşte idi.
Özü temiz ve sözü açıktı. Gerçeklerin çiğnenmesine hiç dayanamaz ve: "Geldi Kafiye,
gitti Sofiye" diyerek karşılaştığı duruma uygun bir şiiri hemen oracıkta İRTİCALEN (ya-
ni evvelce düşünüp tasarlamadan ve ezberlemeden doğrudan doğruya), hem de vezin ve
kafiye (ölçü ve uyak) hatası yapmadan söyleyiverirdi. Bunu bazan bozuk, denilen sazıyla
bazanda sazsız yapardı. Bu davranışı ham olanların hoşuna gitmezdi. Nitekim yukarıda
belirtildiği üzere, İstipdat döneminde vatanseverlik duygusu ve özgürlük aşkıyla zama-
nın padişahına yazdığı (Hürdür) şiiri nedeniyle Şumnu'ya sürgün edilmişti. Çeşitli yönle-
rini belirten şiirlerinden aşağıda örnekler verilecektir. Dini felsefeye vakıftı, inancı ve
ahlakı sağlamdı, insanın kendisini sürekli olarak maddeten ve manen yükseltmek, aynı
zamanda topluma yararlı olmak için yaratılmış bulunduğunu kabul ederdi. Keskin bir
zeka ile çok geniş bilgi ve görgüye sahipti. Arapça'yı iyi, Farsça'yı ise çok iyi bilirdi. Ha-
fız Şirazi ve başka Acem şairlerinin mesnevilerini ezbere okuyabilirdi.
Taşkın zekasının bir eseri olarak taşlamayı severdi. Şayet olayların akışı engel olma-
yıp, İstanbul'daki yayın yaşamından ve en değerli ilim çevresinden ayrılmak zorunda kal-
masaydı, bugün adı ansiklopedilerde uzun övgülerle yazılmış bulunan büyük adamlar-
dan biri olurdu.
Eserleri: Bütün eserlerinde, geniş bir görgüyle, edebiyat, tarih, din ve tarikatlar, ta-
savvuf alanlarında derin bilgiye sahip bulunmasının izleri açıkça görülür. Üslubu akıcı-
dır, nesri (düzyazısı) güzeldir. Fakat şiirleri daha üstün değerdedir. Çok kez irticalen şi-
ir söylediği için, dinleyenler tarafından hemen yazılmamış, bulunanların büyük bölümü
daha kendisi sağken kaybolup gitmiştir. Toplu olarak bir el yazması Mevlidi ve bir de
Konya Vilayet Matbaasında yayınlanmış şiir ve düzyazıları vardır. Öbür eserleri ya çeşit-
li yerlerde, çeşitli yayın organlarında çıkmışlardır veya bazı kimselerin ellerinde kalmış-
tır. Kamil Efendiyle çevresini çok yakından tanıyan rahmetli yazar Sait Demirdal Bey'in
1935'teki yazılı ifadelerine göre, basılmamış azı kendinde, önemli bir kısmı ise şairin ak-
rabalarından Gazeteci Mehmet Ali Bey ile Kenanzade Hafız Mehmet Efendidedir.

Şimdi özelliklerine göre gruplayarak şiirlerinden örnekler verelim.


l- O, bir milliyetçi ve özgürlükseverdi.
a) Koca İmparatorluğun çöküşünden, perişan halinden duyduğu üzüntüyü şöyle dile
getiriyor:
Elimiz kaldıralım ah ile Feryat edelim,
Döğelim sinemizi taş ile berbat edelim,
Yakışan halimize şarkılar irat edelim,
Türkler namına bir matemi icat edelim.

Haki mazlumu vatan hatırını şad edelim,


Milleti bari bu üslup ile irşad edelim

Yırtarak yakamızı, kara çaput bağlayalım


Yırtalım yakamızı, sinemizi dağlıyalım,
Yakalım mum, başına cem olalım, ağlıyalım,
Bir avuç toprağın üstünde sinek avlayalım.
b)Şair aşağıdaki kıtasında, içinden dolup taşan vatan sevgisi ile vatan ve milletin düş-
tüğü acıklı hale aldırmadan, yalnız ve yalnız kendi çıkarlarım düşünen zamanın ileri ge-
len yöneticilerine korkusuzca çatmaktadır.

Milletin maline aç kurt gibi sardı Rüesa,


Vatan elden gidiyor harçları artmakta daha,
Bu nasıl millet ki (okunamadı) aceba?
Bunların hatırına gelme mi hiç Ruzi ceza

2-Kamil Efendi, millete yapılan haksızlık ve zulme karşı, gerçek uygar bir aydın cesa-
retiyle başkaldırmış, bu yolda başına gelecek belalara önem vermeden kalemiyle savaş-
mıştır. Keskin zekası, engin bilgisi, üstün yeteneği bu bakımdan kendisine önder olmuş-
tur. Dolayısıyla o usta bir hicivci (taşlamacı)dir.
a)O dönemde halktan aşırı vergi alınarak onu ezen, inim inim inleten mültezimlere
şöyle seslenmektedir

Her zaman, devri zamanı, hayretim efzun ediyor,


İncudup bu dili biçaremi mahzun ediyor.
Milletini soymak için şimdi ulul aramız
Yazıyor bir nice efsaneyi kanun ediyor.
Dilimiz bağlamağa ip oluyor ipsizler
Ölçüyor tarlamızı toprağı arşun ediyor.

İpi çekmekte ne mahir hele eftim kolcu


Çevirip tarlanın etrafını bir "nün" ediyor.
Arşunu tarzı cedit üzre döküp evleğe hem,
Bir dönüm mevkii on evleğe makrun ediyor.
Haddini bilmediğinden bu hususta Kamil,
Dehri dun halini alemde diğer gün ediyor.
b)Basın özgürlüğünün sınırsız denecek kadar geniş olduğu günümüzde bile, gerektiği
halde yazılamayacak acı gerçekleri o,istipdadın en şiddetli döneminde, Fizan'a sürgün
edilmeyi göze alarak, korkusuzca yazmış ve söylemiştir.
Nitekim yukarıda verilen Mültezimlerle ve aşağıda verilecek olan adaletsiz bir mah-
keme kurulu ile ilgili çok cesurca taşlamaları bu bakımdan canlı örneklerdir.

MAHKEME KURULUNCA
Erbabı mesalih neylesün bilmem,
Sunufu Hükkamda ar olmayınca.
Zarü feryat etsin durmasın her dem
Kendisinde sim ü zer var olmayınca

Ne hakimde var din ile iman,


Hele katiplerde sadakat fıkdan,
Azalarda ise hamiyet noksan,
Bunlar ıslah olmaz dar olmayınca

Şimdi bu dünyanın hali bozuktur,


Davası olana gayet yazıktır,
Rişvet, şimdi bayağı helal azıktır,
Ne yapsınlar başka kar olmayınca.

Ne kadar söylesem tutulmaz sözüm


Adalet ümidini kes,iki gözüm,
Kamila, zahirde gülemez yüzüm
Bir çuval paran var olmayınca.
NOT: Günümüz gençliği için bu taşlamada geçen birkaç yabancı sözcüğü açıklamak
yerinde olur sanırım.
1) Erbabı mesalih: Resmi dairelerde işi olanlar, 2) Sunufu Hükkam: Yargıçlar sınıfı,
3) Zar: Sesli ağlama, 4) Dem: Zaman, 5) Simi zer: Gümüş ve altın, 6) Fıkdan: Yok, yok-
luk 7) Dar: İdam sehpası, 8) Zahir: Meydanda, açık
3) Şair bazan rindçe coşup ağlar. Örneğin,
VASİYET
Haleti nezimde ben dersem eğer birşey verin,
Başka hiçbir şeye zahip olmayın siz mey verin.
Namımı yadeyleyin versün serabın köhnesin,
Dinimi, imanımı piri mugane pey verin
Abı engur ile yıkansın vücudum tertemiz
İhtilafı terkedin, her hal bu işte rey verin.
Ben şehidi tiğı aşkım, köhne hırkamdır kefen,
Kabrine kendi libasımla beni yollayıverin.
Sade dilberler eletsin kabrimedek naşımı,
İçlerinde kim vefakar var mıdır belleyiverin.

der. Onun bu gibi sayıca az birkaç şiirini okuyan veya dinleyen yarım bilgili, dar düşü-
nüşlü kimseler yanlış yargıya varmışlar ve kendisini dinsizlikle suçlamışlardır. Oysaki
Kamil Efendi yukarıda açıklandığı üzere, dini tarikatların, tasavvufun derinliklerine ula-
şabilmiş sağlam inançlı bir kimse idi. Nitekim aşağıya alınan şiiri bu hususu açık seçik
Güzel sevmek nedir bilmez iken sofu güzel sevmiş,
Riyayı suffada daim gezen sofu güzel sevmiş.
Güzel sevmek kolay zanneylemiş, varmış gönül vermiş
Serabı içmeyip şerbet içen sofu güzel sevmiş
Güzel sevmek güzel amma, bahası vuzleti candır,
Ne malinden ne canından geçen sofu güzel sevmiş
Bizim can vermeye bezmi eleste ahdimiz vardır.

Görülüyordur ki, o tam bir Tanrı aşkıyla dolup taşmaktadır. Özetlersek, Şair Kamil
adına uygun kemale ermiş bir kişiliğe, engin bilgi görgü ve üstün yeteneklere sahiptir.

ISPARTA'LI İLK BAŞBAKAN


KOCA HAYDAR PAŞA
(Mimar-Mühendis ve Komutan)

İstanbul'un Anadolu yakasındaki bir semte adı verilen değerli bir fen ve teknik
adam, iyi bir diplomat, başarılı bir komutan, temiz ahlaklı bir insandı. Osmanlı İmpara-
torluğu'nun Yükselme döneminde, aralıksız altmış yılı aşkın önemli devlet görevlerinde
üstün hizmetler verdi. Bu nedenlerle haklı olarak büyük bir ün kazandı. Onun için, eşi-
ne az rastlanabilen ileri devlet adamlarından biri idi.
1512 yılında Gelendost'a doğdu. Babası soyu hala süren Hürzatoğlu Mehmet Ağa'-
dır. 17-18 yaşlarına kadar kendi kasabası ile Eğirdir ve Akşehir Medreselerinde okudu.
Sonra İstanbul'a giderek orduya Mimar Mühendis ve Tabya Subayı yetiştiren okullar-
dan ilki olan Mimar Ağa Ocağına girdi.Burada zekası ve çalışkanlığı ile dikkatleri üzeri-
ne çekti. En üstün başarılı öğrenci olarak Darüssanayi Odasına alındı. Daha sonra Mi-
mar Ağa yardımcılığı ile Darüssanayi kalfalığına yükseltildi. 1530'da Padişah, Piri Reis'e
güçlü bir donanma kurulmasını emredince, zamanın devlet adamlarından Kasım Paşa,o-
na teknik alanda yardımcı olmak üzere, Hürzatoğlu Haydar Bey'i tavsiye etti. Haydar
Bey, bugünkü Haliç Tersanesi'nin bulunduğu yerde havuzlar, depolar ve başkaca gerek-
li yapılar yaptırarak ilk Türk Tersanesini, daha sonra Hadım Süleyman Paşa ile Cid-
de'ye giderek orada ilk Türk donanma üssünü kurdu.

İç Anadolu Bölgesindeki sulama kanalları ile askerlik bakımından önem taşıyan yol-
ların ve bu yollara ait köprülerin, Şam ve Bağdat yollarının yapımı Padişahça kendisine
verildi.
İstanbul, Ankara, Niğde yolu ile bu yol üzerindeki köprü ve kanalların, sözü edilen
yolun başlangıç noktasındaki Selimiye Kışlası ile Ulukışladaki büyük kışlaların plan ve
yapımı, Konya Ovası'nın sulanması, Beyşehir ve çevresindeki bataklıkların kurutulması
planları ilk kez Haydarpaşa tarafından gerçekleştirilmiştir.
Bayındırlık alanındaki başarıları dikkate alınarak kendisine Tuğlu Paşalık rütbesi ve-
rilerek Haydar Paşa bir İstihkam Alayının Komutanı olarak Macaristan Seferine katıldı
ve Budin'in (Budapeşte'nin) fethinde bulundu. 1548'de Kanuni Sultan Süleyman'ın
İran seferine de katılan paşa, 1550'de İki Tuğlu Paşalık rütbesine yükseltildi. 1551'de Er-
dal Seferinde Veziri Azam Rüstem Paşa'nın emri ile, Sokollu Mehmet Paşa'nın emrin-
de görevlendirildi. 24 Şubat 1552'de Segedin baskınına katıldı. Kanuni, ihtiyarlığı dolayı-
sıyla İRAN seferine (Nahçevan Seferi) çıkma görevini Veziri Azam Rüstem Paşa'ya ve-
rince, Paşa da, kendisine Başkomutan yardımcısı olarak Koca Haydar Paşa'yı seçti. Bu
arada rütbesi üç tuğlu paşalığa yükseltildi ve Konya Ereğlisi ile Karaman'da toplanan
ordu birliklerinin savaş hazırlıklarını tamamlamak üzere görevlendirildi.
Bu arada eşi Hürrem Sultan, kızı Mihrimah Sultan ve damadı Rüstem Paşa'nın Şeh-
zade Mustafa'ya karşı birleştiklerini, oğlunun kendi aleyhinde davranmasına ve yeniçeri-
lerin hoşnutsuzluğuna neden olduklarını öğrenen Kanuni, çok sinirlendi, oğlunu boğ-
durttu. Rüstem Paşa'yı ve onunla birlikte hiçbir suçu olmayan Haydar Paşa'yı azletti.
Rüstem Paşa'dan sonra sonra veziri azamlığa getirilen Tameşvar Fatihi Kara Ahmet Pa-
şa 28 Eylül 1555'te idam edilince yerine yeniden Rüstem Paşa getirildi. Rüstem Paşa işe
başlar başlamaz Haydar Paşa'ya eski görevini geri vererek devletin dış ilişkilerini yönet-
mekle görevlendirdi.
Haydar Paşa Arapça, Farsça, Rumca, Fransızca ve Macarca gibi birçok yabancı dille-
ri çok iyi biliyordu. Türk Macar görüşmelerinde delegasyon başkanı olarak Osmanlı
Devleti'ni temsil etti. 21 Mayıs 1556'da Zigetvar kuşatması komutanlığına atandı. Kale-
nin burçlarını ve ana duvarlarını cesur saldırılarla harap ettikten sonra geri çekildi. Bu
arada (BABOÇA) kalesini zaptetti. Ardından doğuya döndü. UNA ve KULGA bölgesi-
ni zapdederek Köstence'yi ele geçirdi (26 Temmuz 1556). Bir ara vekil olarak Rüstem
Paşa yerine Sadrazamlıkta bulundu.
Sokollu Mehmet Paşa sadrazam olunca ikinci vezirliğe yükseltildi (1564). Kanuni'nin
1566'da ölümü üzerine tahta geçen II'nci Sultan Selim, Şemsi ve Piyale Paşalarla birlik-
te Haydar Paşa'yı Kubbe Vezirliğine yükseltti.
Haydar Paşa, Sadrazam Sokollu Mehmet Paşa tarafından İTİL (İDİL) ve Volga ne-
hirleri arasında kanal açmak için etüd ve plan yapmak üzere Ejderhan'a gönderildi. O,
bu hususta gereken planları hazırladı ve çalışmalara başladı. Ancak çeşitli nedenlerle
sonuç almamadan iş bırakıldı. Bu düşünce uzun bir süre sonra gerçekleşebilmiştir.
Koca Haydar Paşa Kıbrıs'ın Fethi ve İnebahtı savaşlarına katıldı. 1572 yılında Tunus
Beylerbeyi oldu. 24 Ağustos 1574 tarihinde Venediklilerle İspanyollara karşı Halbu-
sad'da başarı kazanması üzerine Beylerbeyliğine atandı. Emrindeki Tunus ve Trablus
Garp (Libya'da) kalelerinin savunmalarında üstün başarı gösterdi. Bu nedenle 1582'de
Anadolu'ya çağrılıp Sivas Beylerbeyliği verildi. 25 Nisan 1583'te Özdemiroğlu Osman
Paşa ile birlikte Cenevizliler'e karşı açılan İRAN seferine katıldı. 1585'te Ağrı, Hakkari,
Van bölgelerini düşmana karşı savunmada yararlı görevler yaptı. 1588'de GENGE'nin
Fethini sağladı.

1595'te III'üncü Sultan Mehmet tahta çıkınca Haydar Paşa'yı Sivas Beylerbeyliği'n-
den alarak İstanbul'a getirtti ve kendisine Saray Vezirliği verildi. Bu atamayı izleyen yıl-
larda Haydar Paşa tarafından Aksaraydaki Cerrahpaşa ve Haydarpaşadaki Numune
Hastaneleri'nin yapımına başlandı.
1595 yılında, 83 yaş gibi çok ileri bir yaşta iken, açılan Eflak seferinde, Ordu Başko-
mutanı Sinan Paşa'nın yardımcısı olarak görev aldı. Ancak bu arada yapılan Bükreş Sa-
vaşında düşmanın bir top güllesiyle şehit oldu.
Özetlersek, Koca Haydar Paşa Bir Mimar Mühendis olarak zamanına göre çok ileri
görüşlü şeyler düşünmüş ve bunlardan bir kısmının uygulama olanağını bulmuştur. İç
Anadolu sulama ve bataklık kurutma planlarını hazırlamıştır. Yetenekli bir komutan
olarak sınırlarda zaferden zafere koşup fetihler başarmış ve 83 yaşında ordusunun başın-
da bir genç gibi savaşırken şehit düşmüştür.

BAHSİ MEHMET EFENDİ


Ispartalıdır. Babasının adı Yusuf tur. Doğum tarihi kesin belli değilsede 16. yüzyılın
ikinci yarısı başlarında doğduğu anlaşılmaktadır. Zamanına göre en ileri derecede öğre-
nim görmüştür. Erdemli, çok kibar ve nazik yalnız biraz fazla hassastı. Bilgin, İslam hu-
kukunda (fıkıhta) büyük bir otorite, şair, güzel konuşan ve yazan bir edebiyatçı idi.
Ulaştığı bilim düzeyi ve değerli kişiliğine yaraşan görevlerde bulundu. Sıra ile önce
Müderris, Müftü, Edirne Mollası oldu. 1614 yılı Muharreminde de Osmanlı İmparator-
luğu'nun başşehri olan İstanbul'un kadılığı gibi yüksek bir makama getirildi. Altı ay son-
ra bu görevden ayrıldı. 1619 Şabanında (Anadolu Kazaskerliği) ile görevlendirildi. Bir
yıl sonra bu işinden alındı. 1623 yılında Bursa'da oturmaya zorunlu kılınmış ise de çok
kısa bir süre içinde bu zorunluluk kaldırıldı. 1624 tarihinde öldü ve (Keskin Dede) kab-
ristanına gömüldü.
Oğlu Abdülkadir Efendi'dir. O da şair ve müderristi. Yenişehir mollalığı yaptı ve
1649 tarihinde öldü.

İBRAHİM PAŞA
Ispartalıdır. Padişah II. Mahmut döneminde yüksek kademelerde görevler yapmış de-
ğerli bir devlet adamıdır. Doğruluğu ile tanınmıştır. Memurluğunun ilk dönemlerinde
üstün başaarılar göstermiştir. Önce Kapucubaşı olmuş, daha sonra kendisine paşalık rüt-
besiyle birlikte Eyalet Valiliği ve Beylerbeyliği rütbeleri verilmiştir.
1817de SİLİSTİRE muhafızı, 1819'da Bursa ve İzmit sancaklarının Valisi, 1822'de
KARABURUN muhafızı, 1823'te Bursa ve İzmit sancaklarıyla Karadeniz Boğazı'nın
Rumeli kıyıları muhafızı, 1824'te ise İBRAİL muhafızı oldu. 1825'te görevinden alındı
ise de kısa bir süre sonra Tulçu muhafızlığına atandı. 1828'de HALEP Valiliğinde ve
1830'da TEKİRDAĞ muhafızlığında bulundu. Bunları izleyen yıllarda SİLİSTİRE ve
KÖPRÜKÖY muhafızlıklarında görevlendirildi. Son memurluk hizmetini Aydın'da yap-
tı. Ömrünün son yıllarında iyi başarı gösteremediği ileri sürülerek Afyon'a sürgün gön-
derildi ve kalan günlerini burada tamamlayarak öldü.

KARACA AHMET EFENDİ


Ispartalıdır. İyi bir öğrenim gördükten sonra çeşitli yerlerde müderrisliklerde bulun-
du. Zamanın bilgin kişileri arasında en önde gelenlerdendi. 1613 tarihinde KUDÜS
Mollalığına atandı. 1615 yılında öldü. Bütün kaynaklar kendisinin erdemli, olgun ve çok
üstün bilgili olmasına karşın layık olduğu ilgiyi göremeden çok fakir bir durumda ya-
şadığını özellikle belirtmektedirler.
Eserleri şunlardır:
(HAŞİYE ALA ŞERHİ AKAİT), (HAŞİYE-Yİ ŞEMSİYE), (HAŞİYE-Yİ DÜ-
RER), (HAŞİYE-Yİ ŞERHİ KAFİYE), (ZEYLİ ŞAKAYIKI NUMANİYE) v.b. dır.

MEHMET İBN-İ ŞEYH ALİ


Ispartalıdır. 18. yüzyılın tanınmış Osmanlı matematikçisidir. Kozmoğrafya dalında en-
gin bilgiye sahip bir otorite idi. Bu konuda, (ZATÜ'L KURSİ) isimli risalesiyle (1), Kay-
seri'li Söylemezzade Abdullah Efendi'nin aynı alandaki bir eserini açıklayan (NAZRA-
TÜ'L LÜBAB Fİ BEHÇETÜ'L LÜBAB) adlı kitabı yazmıştır. Son eseri 1758 tarihinde
kaleme alınmıştır.

SEYFULLAH EFENDİ
Ağras'lı (Atabey'li) dir. İyi bir öğrenim gördükten sonra, müderris oldu. Birçok bü-
yük medreselerde ders verdi. Özellikle hadis ve tefsir üzerinde uzun süre çalışmalar
yapmıştır. Zamanın bütün ilimlerinde en geniş ve en derin bilgiye sahip bulunan büyük
bir bilgin olduğunda bütün tezkereler birleşmektedirler. 1617 yılında öldü.

HÜSEYİN HAMİ PAŞA


Ispartalıdır. Harp okulunu 1849 yılında hemşehrisi Hüseyin Avni Paşa ile birlikte bi-
tirdi. Rütbe bakımından derece derece yükseldi. Önce süvari, Tuğgeneral, sonra Tümge-
neral oldu. Kars Bölgesi Askeri Komutanlığında bulundu. Çok cesur bir askerdi. Son
olarak Milli Savunma Bakanlığı (Süvari Komisyonu Başkanlığı) yapmakta iken 1849 yı-
lında öldü.

İNCİLİ ÇAVUŞ
İsparta'nın Sav kasabasındandır. Asıl adı Mehmet veya Mustafa'dır. Fakat zamanın-
da olduğu gibi günümüze kadar "İncili Çavuş" olarak anılagelmiş, tezkerelere ve ansiklo-
pedilere bu lakapla geçmiştir. İncili Çavuş çok üstün bir zekaya,kültüre ve konuşma ye-
teneğine sahipti. İfadeleriyle halka inebilen ince buluşlu fıkraları yüzünden Nasrettin
Hocamız gibi halkın malı Türk zekasının ve nüktedanlığının ölümsüz bir sembolü ola-
rak dörtyüz yıla yakın bir zamandır yaşamıştır, yaşamaktadır, bundan böyle yaşayacak-
tır.
İncili'nin zekası, engin kültürü ve güzel konuşması padişahın dikkatini çektiğinden sa-
raya alındı. Uzun süre Bakanlar Kurulunda (Divan-ı Hümayunda) çalıştı (1). Aynı za-
manda Sultan I'inci Ahmet,Sultan I'nci Mustafa, Sultan II'inci Osman (Genç) ve IV'ün-
cü Murat kendisini nedim olarak aldılar. Yani onların sohbet toplantılarından hiç eksik
olmadı, onları fıkralarıyla, tatlı ve hayran bırakan konuşmalarıyla eğlendirdi. Hatta
bu yakınlığa güvenerek onların aksayan yanlarını taşlamaktan bile çekinmedi. 1615 yılın-
da bir ara İRAN elçiliğinde bulundu, 1632 ve 1633 yılında öldü. Mezarı İstanbul'da Fİ-
RUZ AĞA camii çevresindedir. Sav kasabasında hangi tarihte yapıldığı belli olmayan
sembolik bir türbesi vardır. Bu türbe sonradan onarım görmüştür. Sülalesinin sözü edi-
len türbe yakınındaki evlerde yaşadığı kasaba halkı tarafından rivayet şeklinde söylenil-
mektedir.

İncili Çavuş'un zeki, hazır cevap, kültürlü, hoşsohbet bir fıkracı olduğunu belirtmiş-
tik. Değerli hemşehrimizin bu alandaki yeteneğine hiç olmazsa iki küçük örnek verme-
den sözü kapamak kendisine saygısızlık olur.
BİRİNCİ FIKRA:
Sultan I'inci Ahmet, İncili'yi güç bir durumda bırakarak bir nükte söylemek ister.
Arattırıp tarattırıp çok yaşlı, zayıflıktan kemikleri çıkmış, yürüyemeyecek kadar güçsüz
bir kısrak buldurur. Sırtına güzel bir eğer vurdurur. Eğerin üzerine nefis bir halı heybe
koydurur. Ayrıca hayvanı bir güzelce süsletir. Sonra İncili Çavuş'u odasına çağırtıp "Ey
İncili, senin için bir küheylan hazırlandı, hemen ona binip şu emrimi filan şehre götü-
rüp ilgiliye vereceksin ve aldığın cevabı bana en kısa zamanda ulaştıracaksın" diye fer-
man buyurur. İncili el etek öpüp huzurdan çıkar. Padişah İncili'nin ne yapacağını merak-
la onu, Sarayın penceresinden gözlemektedir. Hazırlanmış bitkin kısrak kendisine tes-
lim edilince şaşırır kalır. Ama fermana karşı gelmenin kellenin gitmesi demek olduğu-
nu da bilir. Bu sırada zekası imdadına yetişir. Eğilip kısrağın kulağına uzun süre birşey-
ler söyler. Padişah dayanamayıp: (Ne yapıyorsun incili?) diye seslenir. İncili "Kısrakla
konuşuyorum efendim" deyince, Padişah neler konuştuklarını sorar. İncili, "Hazret ya-
şın kaç ?" dedim, o da bana şöyle cevap verdi:
"Sırrımı sakın kimseye eyleme Faş (yayma)
Hazreti Adem'in mezarına ben taşıdım taş" der. Padişah da fermanından vazgeçer.

İKİNCİ FIKRA:
Padişah İncili'ye birkaç saat içinde bir kabahat işleyip özür dilemesini, ancak bu özü-
rün kabahatından daha büyük olmasını ferman buyurur. Saatler sona yaklaşmaktadır.
Padişah, sadrazam vezirler önde, İncili arkada sarayın merdivenlerinden çıkmaktadır-
lar. İncili hemen aradan öne geçer ve padişahın kabasına bir çimdik atar. Padişah arka-
sına dönerek "Kim bu ahlaksız ?" diye kükrer. İncili cevabı yapıştırır. "Af buyurun Padi-
şahım, ben sizi Hanım Sultan sanmıştım da.." deyince Padişah "Bakın şu küstaha, özrü
kabahatından büyük" diye hışımla atılınca, İncili "Böyle ferman buyurmuştunuz Padişa-
hım" der.

ABDURRAHMAN EFENDİ
(Hüsamzade)
(Şeyhülislam)
Osmanlı Şeyhülislamlarından ve tanınmış hattatlarındandır. Biyografisi ayrıca verilen
Uluborlu'na Kadı Tulumcu Hüsamettin Efendi'nin oğludur. (1595) yılında doğdu. Gerek-
li öğrenimini gördükten sonra Şeyhülislam Hocazade Mehmet Efendi'nin yanında,
bugünkü karşılığı ile stajyer olarak çalıştı ve Müderris oldu. Çeşitli Medreselerde ders
verdi. Sonra Kadılığa yükseldi. Halep, Filibe, Şam ve İstanbul Kadılıklarında bulundu.
Üstün başarısı, yeteneği ve bilgisi nedeniyle yükselmesi devam etti. Önce Anadolu, son-
ra Rumeli Kazaskeri oldu. Şeyhülislam Ebu Sait Efendi ile İstanbul Kadılığından çıkarı-
lan Esat Efendi arasındaki çekişmelere karıştı. Şeyhülislam Bahai Efendi ile Tarhuncu
Ahmet Paşa'nın politik güçlerinden yararlanmasını bildi. Nihayet İpsiz Mustafa Paşa'ya
karşı çıkan ayaklanma sonunda (1655) Şeyhülislam oldu.
1656'da (Çınar Vak'ası) denilen ayaklanma sırasında IV'üncü Mehmet'in (Ayak Diva-
nı'na) engel oldu. Sonradan, belirtilen nedenle yeniçerilerce cezalandırılacağı korkusu
ile görevinden istifa etti ve kendi arzusuyla Kudüs Kadılığına atandı. Daha sonra Antep
ve arkasından Mısır'daki (GİZE) arpalığı kendisine verildi. 1670 tarihinde öldü.
Vücutça iri yapılı, çok kuvvetli, pehlivan bir kimse idi. Ayrıca Hüsnü Hat (Güzel yaz-
ma sanatı)'nda özellikle (TALİK) yazıda ve kemankeşlikte eşine az rastlanır bir üstat
idi. Onun için IV'üncü Murat'a Hüsnü Hat hocalığı yapmıştır. Tefsir ilminde de en yük-
sek aşamaya ulaşmış ulu bir zat idi.

MAHMUT EFENDİ (KOCA)


Ispartalıdır. Gençliğinde öğrenim için İstanbul'a gitti ve orada zamanın yüksek ilimle-
rini öğrendi. Müderris oldu. 1641 yılında Tevkii Cafer Çelebi Medresesi müderrisliğine
atandı. Aynı yıl öldü.

MAHMUT EFENDİ
Yalvaçlıdır. Öğrenimini tamamlayarak müderris oldu. Çeşitli medreselerde ders ver-
di. Memurluk derecesi yükseltilerek 1789 yılında Yenişehir ve daha sonra Bursa Kadısı
oldu. 1796 yılı başlarında öldü ve Eyüp kabristanına gömüldü.

MAHMUT EFENDİ
Ispartalıdır. Helvacı Zade Mehmet Efendi'nin damadıdır. Karaçelebi Zade Mehmet
Efendi'den öğrenim görüp icazet aldı. Müderris oldu. Bir süre Bursa Y ı l d ı r ı m Bayazıt
Medresesinde Müderrislikte bulundu daha sonra derecesi yükseltildi ve kadı oldu. Kü-
tahya Kadılığına atandı. 1633 yılında burada görev yaparken öldü.Kabri İstanbul'da
Emir Buhari'nin kabri yanındadır. Güzel ve tatlı konuşma yeteneğine sahip, eli açık bil-
gin bir zat idi.

ABDURRAHMAN EFENDİ
Yalvaç ilçesindendir. Babası Şeyh Ali Efendi'dir. Ali Efendi (Sahaf Şeyhi) diye tanın-
mıştır. Abdurrahman Efendi gençliğinde İstanbul'a gelerek iyi bir öğrenim gördü. Ayrı-
rica, Çelebi Mehmet Efendi'nin hizmetinde bulundu, yani bugünkü deyişle onun ya-
nında uzmanlaşma stajı yaptı ve müderris oldu. Birçok Medreselerde ders verdi. 1624 yı-
lında Baldırzade Mehmet Efendi'nin yerine Davutpaşa Medresesi'ne atandı. 1630'da
Esat Efendi yerine, müderrisliğin en yüksek derecesinden biri olan, ancak Süleymaniye
gibi birinci derecedeki medreselerde ders vermeye yetkili bulunan (Sahn) müderrisliği-
ne getirildi. 1640'da Mekke Kadısı oldu. 1645 yılında öldü ve Edirne kapısı dışındaki
kabristana gömüldü.
Abdurrahman Efendi, Tefsir, Hadis ve Fıkıh ilimlerinde derin bilgiye sahip değerli
bir bilgindi.

OSMAN EFENDİ
Yalvaç İlçesindendir. Memleketinde mümkün olan öğrenimi gördükten sonra İstan-
bul'a geldi. Şeyhülislam Bostan Zade'nin yanında görev aldı. Müderris oldu. Önce, Bur-
sa'da Hamzabey Medresesinde ders verdi. Daha sonra Trablusşam, Konya, Tire ve Ma-
nisa Kadılıklarında bulundu. 1628 yılında Manisa'da görevine devam ederken öldü.

İBRAHİM EFENDİ
(KARA KATİP)
Uzun yıllar mahkemelerde katiplik yaptığı ve esmer olduğu için gerek zamanında, ge-
rekse tezkerelerde (Kara Katip) lakabıyla anılmıştır. Ispartalı Şaban oğlu Mehmet adlı
bir Yeniçeri'nin oğludur. Genç yaşta İstanbul'a geldi. Zamanının ünlü bilginlerinden ve
tanınmış coğrafyacı (Şamlı Behram Efendi)'den türlü bilimlerde ders aldı. 1695 yılında
Edirnekapı dışındaki Mehmet Paşa Medresesinde ve daha sonra başka Medreselerde
Müderrislik yaptı. Ömrünün son yıllarında akıl hastalığına yakalandı bu durumda 1703
yılında öldü.

HÜSAMETTİN EFENDİ
(TULUMCU)
1555 yılında (yaklaşık) Uluborlu'da doğdu. Tezkerelerde Tulumcu Hüsamettin Efen-
di veya Hüsam Efendi diye geçmektedir. Çocuk yaşta iken öğrenim için İstanbul'a gel-
di. Öğrenciliği sırasında III'üncü Murat (Padişahlığı 1574-1595) Atmeydanındaki Nazır
İbrahim Paşa Sarayında, Oğlu Şehzade III'üncü Mehmet için günlerce süren büyük bir
sünnet düğünü düzenlemişti. Padişahla oğlunun huzurunda binlerce kişi eğlenceler ya-
parken, Hüsamettin Efendi de kendi düşüncesine göre bu eğlencelere orjinal bir katkı-
da bulunmak istedi. Bu amaçla katranladığı bir tulumu giyerek ansızın kalabalığa daldı.
Halk gülüşerek birbirine karıştı. Bu tuhaf buluş ve davranış Padişahın hoşuna gitti ve
kendisini korumasına aldı.Fakat lakabı da (Tulumcu) olarak kaldı.
Hüsamettin Efendi Padişahın yardımıyla iyi bir öğrenim görerek müderris oldu. 1582
yılında Molla Gürani Medresesinde ders vermeye başladı. Sonra Kılıç Ali Paşa ve Aya-
sofya Medresesinde Müderrislik yaptı. Rütbesi yükseltilerek Kadı oldu. Kudüs, Bur-
sa, Eyüp, Halep ve İstanbul (1626) Kadılıklarında bulundu. Daha sonra kendi isteği ile
emekli oldu. Yirmi yıla yakın bir süre, bir köşede yalnız ibadetle uğraşarak yaşadı. 1645
yılında doksan yaşında öldü. İstanbul'da Mevlevihane Yeni Kapısu içinde "yaylak" diye
adlandırılan yerde yaptırdığı caminin avlusuna gömüldü. Oğlu Şeyhülislam Hüsamzade
Abdurrahman Efendi'dir.

RİFAT AHMET EFENDİ


(Yağlıkçı Zade)
(Ansiklopedi Yazarı)
Çeşitli kaynaklarda (Yağlıkçı Zade Rifat Efendi) diye de rastlanır. Tezkereler genel-
likle Barla'lı olduğunda birleşirler. Yalnız bir iki Tezkere Isparta Merkez ilçesinden ol-
duğunu yazarsa da bu doğru değildir. Çünkü (Yağlıkçı Zade) ailesinin Barla'lı olduğu-
nu ve Osmanlılar döneminde birçok değerli adamlar yetiştirdiğini belgeler açık açık gös-
termektedir.
Rifat Ahmet Efendi, Barla'lı Mehmet Emin Efendi'nin oğludur. İstanbul'da doğdu,
ancak doğum tarihi belli değildir. Klasik öğrenimden sonra maliye öğrenimini gördü.
1867'de bahriye (deniz işleri dairesi) muhasebecisi, 1868'de Deniz İşleri Daire Başkanı
oldu. 1873'te GİRİT, daha sonra İzmir ve Selanik Defterdarlıklarında bulundu. Son ola-
rak Muhasebatı Atika muhasebeciliği yaptı. 1894 yılı Recep ayının yedinci günü öldü ve
Emir Buharı çevresindeki kabristana gömüldü.Her ilim dalında geniş ve derin bilgiye sa-
hipti.
ESERLERİ:
1- Lügati Tarihiye ve Coğrafiye (Tarih ve Coğrafya Sözlüğü): Tarih ve Coğrafya ka-
dar bütün ilim ve fen konularında bilgileri kapsıyan bir ansiklopedidir. Altı cilttir, ilk
Türk ansiklopedilerindendir.
2- Nakdüt Tevarih (Tarihlerin Eleştirisi): İnsanın yaratılışından 1878 tarihine kadar
geçen bütün olayları açıklayan bir genel tarihtir.
3- Tasvir-i Ahlak: Ahlaka ait bilgileri kapsar.
4- Bergüzar-ı Ahlak Yadigarı: Ispartalı Kınalızade Ali Çelebi'nin Ahlak-ı Alai (Yüce
Ahlak) adlı eserini özetliyen bir kitaptır.
Rifat Ahmet Efendi'nin oğlu Danıştay üyeliği yapmış Raif Bey, torunuda Vakıflar
Genel Müdürlüğü (Eski kayıtlar şubesi) Müdürü Şevki Bey'dir.

HİKMET TURHAN DAĞLIOĞLU


Rahmetli Hikmet Turhan Bey aslında Isparta'lı olmadığı halde, Isparta tarihinin ay-
dınlanması bakımından, ömrü boyunca, aralıksız yorucu çalışmalırıyla, bu hususta sayı-
sız belgeler toplamış ve yayınlamış, emeği takdir edilemeyecek kadar büyük, sayısı bir
kaçı geçmeyen üstün değerlerdendir. O bu tür çalışmaları yalnız Isparta için değil, göre-
vi dolayısıyla bulunduğu her yer için yapmıştır. İşte bu geniş kapsamlı ve verimli yönüy-
le gerçekten seçkin bir aydındır.
Hikmet Turhan Dağhoğlu 1900 yılında Antakya'da (Hatay'da) doğdu. Babası kuyum-
cu esnafından Dağıstanlı Ahmet Şükrü Efendi'dir. Annesi Antakyalı Azize Hanımdır.
Eşi Güzide Dağlıoğlu 1909 doğumlu emekli ilkokul öğretmenidir. Kendisinin iki erkek
çocuğu olmuştur. Bunlardan Hava subayı olan Feridun Dağlıoğlu 1925'te doğup 1969'da
ölmüştür. Küçük oğlu Haldun Bey ise 1927 doğumlu olup halen İstanbul'da bir bankada
memurdur.
Hikmet Bey ilk ve orta öğrenimini bugün Suriye topraklan içinde bulunan DEYRİ-
ZOR'da yaptı. Okulda gösterdiği üstün başarı dolayısıyla, sözü edilen vilayet (İl) adına
Macaristan'ın başşehri Budapeşte'ye gönderildi. Burada Sanayi Yüksek Okulu (Endüs-
tri Yüksek okulu)'nda öğrenim gördü. Bu arada ayrıca Dr. Konuş'un derslerine de de-
vam etti.
Hikmet Turhan Bey Macaristan'dan döndükten sonra 1919'da Antakya'dan Anado-
lu'ya geçti ve Bolu'da ilkokul öğretmenliği yaptı. Burada Bolu'ya mutasarrıf (sancağın
en büyük mülkî idare yöneticisi) olarak atanan (Zonguldak Milletvekili) Halil Beyle ta-
nıştı. Onun Ankara'ya tavsiyesi üzerine polis teşkilâtına alındı. O zaman Zonguldak ve
çevre illeri İstanbul (Osmanlı) hükümeti idaresinde ve Fransız işgalinde idi. Fransız iş-
gal kuvvetlerindeki askerlerin çoğunluğunu, kendi sömürgelerinden sağladıkları Faslı,
Tunuslu ve Cezayirli Araplar oluşturuyordu. Hikmet Turhan, Türkçe kadar Arapça bili-
yordu. Zekâsı ve bilgisi kuvvetli idi. İşte bu nedenle sözü edilen askerlere gerçeği anla-
tıp kandırarak Ankara'nın Milli cephe kuvvetlerine geçmelerini sağlamakla görevlendi-
rildi. Bir derviş kıyafetine giren Hikmet Bey asker, cephane ve taşımada kullanılan hay-
vanlardan önemli bir miktarın Türk tarafına kazandırılmasını sağladı. Belirtilen başarı-
sından dolayı (İstiklâl Madalyası) ile ödüllendirildi. İstiklâl savaşı sonlarında Gaziantep
Sultanisi Türkçe öğretmenliğine atandı. 29 Ekim 1923'te nakli yapıldığı Isparta Ortaoku-
lu'nda işe başladı. Bu arada 1924'te ilkokul öğretmeni Güzide hanımla evlendi. Üç yıl
Isparta Ortaokulu ile, Isparta'daki öbür orta dereceli okullarda Türkçe öğretmenliği
yaptı. 1926'da Adapazarına nakledildi.
Maarif Emini Fuat Bey'in önerisi ile Balıkesir Ortaokulu Türkçe öğretmenliği ve Mü-
dür yardımcılığına getirildi. Burada İkinci Kolordu Komutanı Ali Hikmet Paşa'nın yardı-
mı ile hem eylemli askerlik görevini yaptı, hem de öğretmenliğini sürdürdü. Balıke-
sir'de üç yıla yakın bir zaman kaldıktan sonra 1929 da İzmir Erkek Lisesi ve Erkek Öğ-
retmen okulu Türkçe öğretmenliğine atandı. Bu arada İzmir Arkeoloji Müfettişi Aziz
Ogan Beyle tanıştı. Esasen meraklı olduğu ve bilgisi bulunduğu bu meslek alanında ken-
disinden çok yararlandı. Aziz Ogan Bey İstanbul Müzeler Genel Müdürlüğüne atanınca
Hikmet Bey de Şark Eserleri Asistanlığında görevlendirildi. Bu dönemde Almanya'dan
gelen ASSİROLOG Profesör Dr. Ekhard Unger'in yanında üç yıl Asistan olarak çalıştı
ve Almancasını ilerletti. Bu çalışmalar Hikmet Bey'in fikir yaşamının gelişmesinde çok
önemli bir rol oynadı ve büyük bir aşama oldu. Böylece Hitit tarihine ait geniş bilgi
edindi. Ayrıca temasta bulunduğu Profesör Kurt Bilge Bossert ve Horozny gibi bilginler-
den çok yararlandı. Şark eserleri müzesi asistanlığından sonra Ankara Arkeoloji Müzesi
Müdürlüğüne atandı. Bu görevi de başarı ile ikibuçuk yıl yürüttükten sonra 1937 yılında
yeniden asıl mesleğine döndü. İstanbul Cağaloğlu ve Yenikapı Ortaokullarında öğret-
menliğe başladı.
Hikmet Turhan Bey, İkinci Dünya Savaşının iyice kızıştığı ve sınırlarımıza dayandığı
bir sırada (1942 yılında) Antalya'dan Milletvekili seçilerek Büyük Millet Meclisi'ne katıl-
dı ve görevinde bir dönem kaldı. Bu arada Türkiye tarihi bakımından önem taşıyan kişi-
leri yakından tanımak imkânı buldu. Daha sonra Çocuk Esirgeme Kurumu Başmüfet-
tişliği yaptı. 1957 yılından itibaren Türkiye Sivil Emekliler Derneği ve Federasyonu baş-
kanlığı ile Konfederasyonu 2. Başkanlığı'nda bulundu. Birinci Türk sanat Müsteşrikler
ve Uluslararası Birinci Folklor Kongrelerine katıldı. 1932 yılından beri Türk Dil Kuru-
mu üyesi idi. 1979'da İstanbul'da öldü.
ESERLERİ:
Hikmet Turhan Bey Isparta Halkevinin çıkardığı (Ün) dergisinin kurucu ve yönetici-
lerindendir. Şayet ömrü boyunca başka hiç bir eser vermemiş, yalnız Ün'de yayınlanan,
belgelere dayanan tarihi araştırmaları yapmış olsaydı, bu kadarı bile onun ölümsüzleş-
mesine yeterdi. 15 yıllık (1934-1949) Ün sayılan incelenirse bu yargımda ne kadar haklı
olduğum görülecektir. Halbuki o, Ankara Halkevi'nin (Başpınar), Çorum Halkevi'nin
(Çorum) dergilerinde de Ün'dekinden farksız çalışmalarda bulunmuştur. Sözü edilen
dergilerle Muhit, Resimli Şark Dergilerinde, Cumhuriyet gazetesinde birçok şiiri, hika-
yesi, incelemeleri, makalesi yayınlanmıştır.
Hikmet Turhan Bey'in (oğlu Haldun Bey'in verdiği bilgilere göre) eserlerinin bir kıs-
mı basılmış, bir kısmı da basılmamış durumdadır. Her iki guruptaki eserler şunlardır:
Basılmış eserleri:
1- Balkan'dan Sakarya'ya (Vatan Hikayeleri)
2- Şemsettin Sami (Hayatı ve Eserleri)
3- Edirne Mezarları
4- 16. Asırda Ayıntap
5- Halebin En Eski Tarihi (Tercüme)
6- 16. Asırda Ayıntap Köyleri
7- Küçük Postacı (Çocuk Hikayeleri)
8- Ayıntap'ın Meşahiri
9- Ayıntap ve Ayıntap Kalesi
10- 15. asırda Bursa
11- İstanbul Bibliyografyası (Cilt:l)
12- Son Ders (Çocuk Hikâyeleri) Tercüme

Basılmamış Eserleri:

1- I7'inci asırda Bursa


2- Batmayan Güneşler (Çocuk Şiirleri)
3- Münif Paşa (Hayatı ve Eserleri)
4- Mütercim Asım (Hayatı ve Eserleri)
5- Hamidoğulları
6- Gönülle Hasbihal (Şiirler)
7- Bursa Mezarları
8- İstanbul Bibliyografyası (Cilt :2)
9- Üç yol arkadaşı (Çocuk Hikayeleri)
Ispartalı olmadığı halde, Isparta için büyük emekler harcamış bulunan Hikmet Tur-
han Dağlıoğlu, daima minnet ve şükranla yadedilecek gerçek aydınlardandır.

Hikmet Bey hakkındaki özel bilgileri en kısa zamanda düzenleyip göndermek lütfunda
bulunan, oğlu Sayın Haldun Beye teşekkürlerimi sunmayı bir borç bilirim.
MUHİTTİN EFENDİ
(AĞZI KARA)
(HATTAT)
Henüz matbaanın bulunmadığı çağlarda kitapları elle yazarak çoğaltmak zorunlu idi.
O zamanlar, güzel yazı yazabilme yeteneği olanlar, bu yeteneklerini teknik ve pratik ça-
lışmalarla geliştirerek (hattat) olurlardı. Bunlardan çoğu kitap yazarlardı.
Batıdan tam 277 yıl sonra bizde de matbaanın kullanılmaya başlamasıyla daha çok
bir güzel sanat dalı haline geldi. İşte Ağzı Kara Muhittin Efendi, 16. yüzyılda Osmanlı
İmparatorluğunun geniş sınırları içinde adını duyurabilmiş sayılı hattatlardan biri idi.
Muhittin Efendi Keçiborlulu'dur. Babası Şeyh Yahya'dır. Doğum tarihi kesin olarak
bilinememektedir. 1579 yılında öğrenimini bitirerek Müderris oldu. Çeşitli medreseler-
de ders verdi. 1586'da Müderrisliğin yüksek derecelerinden olan Sahn derecesine ulaştı.
Sonra Kadılığa yükseltildi. 1588'de Kütahya, 1590'da Selanik, 1592'de Bağdat, 1597'de iz-
mir Kadılıklarında bulundu. İzmir'de iken görevinden alındı. İstanbul'a gidip yerleşti.
1599 veya 1600 tarihinde öldü.
Muhittin Efendi gençliğinde zamanının büyük hattat üstadı Üsküdarlı Halit Efendi'-
den ders gördü ve hattat oldu. Sülüs yazıda büyük bir sanatçı idi. Bununla beraber Ta-
lik yazısı da çok güzeldi. Ancak mürekkepli divitini (Kamış yazı kalemi), yazı yazarken,
dalgınlığın verdiği bir alışkanlıkla sık sık ağzına götürürdü. Böylece dudakları siyaha bo-
yanır ve sürekli çalıştığından hep siyah kalırdı. Bu nedenle kendisine (Ağzı Kara) lâka-
bı verilmiştir.

İSLAM EFENDİ
Yaşadığı dönemde (Küçük İslam Efendi) diye anılmış biyografisini yazan eserlere de
bu şekilde geçmiştir.
İslam Efendi, yaşam öyküsü ayrıca verilen Keçiborlu'lu Hattat ve Kadı Ağzı Kara
Muhittin Efendi'nin kardeşi, Şeyh Yahya Efendi'nin oğludur. Doğum tarihi bilinmemek-
tedir. Öğrenimine kardeşi ile birlikte başlamış ve onunla birlikte bitirmiştir ve Müderris
olmuştur. Kendisine Kadılık önerilmişse de kabul etmemiştir. 1578 yılında (Sekban Ali)
Medresesi'nde Müderrisliğe başlamıştır. 1583'te Manisa Kadılığına atanmış, ancak ken-
disi müderrislikte kalmak istemediğini bildirince yerinde bırakılmıştır. Bir ara Şam Müf-
tülüğünde bulunmuş yine kendi isteği ile bu görevden ayrılmıştır. 1591'de Müderrislikte-
ki derecesi yükseltilerek Bursa'daki Muradiye Medresesi'ne verilmiştir. Fakat bu göre-
ve gitmeyip istifa sureti ile devlet hizmetinden ayrılmıştır. Kitaplar üzerinde inceleme-
ler yapmaktan büyük zevk duyduğundan ömrünün kalan yıllarını bu şekilde geçirmiştir.
Zamanında fıkıhta (İslam Hukukunda) en yetkililerden biri olarak tanınmıştır. Bazı kay-
naklara göre 1592, diğer bazı kaynaklara göre 1595'te İstanbul'da ölmüştür.
NURİ KATIRCIOĞLU
DEĞERLİ FOLKLOR ARAŞTIRMACISI
Isparta tarihi alanında emek harcamıştır. Fakat Isparta çevresinde (Folklor araştırma-
ları) yönünden yorucu çalışmalara paralel verimli sonuçlara ulaşabilmiş, kuşaklar boyu
kendisinden övgü ile söz edilebilecek milliyetçi bir hemşehrimizdir. Şimdi o sonsuz uy-
kusunda, ancak her Ispartalı'nın kalbinin en seçkin yerinde yaşamaktadır.
Nuri Bey'in babası Hüseyin Efendi bir çiftlik sahibi idi, onu yönetirdi. Annesi Emine
Hanım, biyografisi ayrıca verilen değerli yazar ve şair M. Hakkı Ağlarcı'nın kız kardeşi-
dir.
Nuri Katırcıoğlu 1884 yılında İsparta'da doğdu. Sekiz yaşında ilkokula başladı, onbir
yaşında bu okulu bitirdi. Aynı yıl Rüştiye'ye (ortaokula) girdi. Sözü edilen okulu onbeş
yaşında tamamlayarak birincilikle diploma aldı. 28 Nisan 1900 tarihinde Deniz İdadisi-
ne (O zamanki Deniz lisesi ve Harp okuluna) kaydoldu. Bu okulu da üstün başarı ile yü-
rüterek 1907 yılında (Makine Teğmeni) rütbesiyle Deniz kuvvetlerine katıldı. İlk kez do-
nanma komutanı Faik Bey'in Refakat subayı (bir tür emir subayı) olarak göreve başla-
dı. 1915'te Yüzbaşılığa yükseldi, bu rütbe ile (Aydın Reis) Gambot'unda kursa katıldı.
Ancak birinci Dünya Savaşı'nın sürmesi üzerine kurs dağıtıldığından, aynı yıl içinde açı-
lan (Bahriye Gençler Mektebi) Deniz Gençler okulu Müdürü oldu. Bu görevden sonra
(MUİİNİ ZAFER) gemisine, bu geminin arızalanması üzerine, (TİRİ MÜJĞAN) gemi-
sine atandı(1916). 1919'da İstanbul Tersane Fabrikasında görevlendirildi. Bir süre bura-
da çalıştı. Ancak İstanbul'un düşman kuvvetleri tarafından işgali ile fabrika da onların
eline geçti. Nuri Bey'de benzeri bütün subaylar gibi zorunlu izinle görevden uzaklaştırıl-
dı.
Fakat o, zorunlu izinli sayıldığı sürece boş duramadı; Anadolu'daki milliyetçi kuvvet-
ler gurubuna girerek vatan ve milletin düşmandan bir an önce kurtulması için büyük bir
özveri ile çalıştı. Nitekim bu kuvvetlerin en önemli ihtiyacı olan silah ve cephanenin İs-
tanbul'dan gizlice sağlanıp Anadolu'ya kaçırılmasında önemli rol oynadı.
1923'te yeniden Deniz Kuvvetlerindeki görevine döndü ve Mecidiye Kruvazörüne
atandı. 1924'te Kıdemli yüzbaşılığa ve Divanı Harp (olağan üstü hallerde Askeri Mahke-
mei) üyeliğine seçildi. 1926'da yine Mecidiye Kruvazöründe görevlendirildi. 1928'de Ha-
rita Genel Müdürlüğü (Hidrografi) Deniz Harita Şubesine atandı. 1929'da Binbaşı oldu.
Yaş sınırından dolayı emekli oluncaya kadar (1937) sözü edilen görevde kaldı. Emeklili-
ğinden kısa bir süre sonra yeniden orduya alındı. 1942 yılı sonuna kadar beş yıl daha
Harita Genel Müdürlüğü'nde Daire ve Kıt'a komutanlığı yaptı ve buradan ikinci kez
emekli oldu. 1943-1945 yıllan arasında Milli Korunma Kontrolörlüğünde çalıştı. Emekli-
liği süresince Türk Hukuk Kurumu, Kızılay Kurumu ve Çocuk Esirgeme Kurumu Yöne-
tim Kurulu üyeliklerinde bulundu. Isparta Kültür Derneği'nin kuruluş ve yaşaması için
büyük emekler harcadı. Ün Dergisi'nin kurucu ve sürekli yazarlarındandı. 24 Nisan
1964 tarihinde Ankara'da öldü. Değerli hemşehrimizin manevi huzurunda, bütün Ispar-
talılar adına saygı ile eğilirim.
Eserleri:
Nuri Katırcıoğlu asker olmasına rağmen, doğuştan taşıdığı üstün yetenekleriyle olum-
lu eğilimlerini ailesinin ve toplumunun katkısıyla, idarenin etkisiyle geliştirilebilmiş
az rastlanabilen geniş kültürlü kimselerdendir. Kendisi İsparta'da sürekli kalmadığı hal-
de Isparta folklörüyle ilgili geniş çaptaki araştırmalarını (Mani,destan,atasözü,cönk,a-
ğıt,gelenekler ve görenekler v.b.) nasıl başarı ile sonuçlandırdığına şaşmamak doğrusu
mümkün değildir. Şayet hiç bir eser yazmasaydı, toplamadığı takdirde, bu gün yok olup
gideceği kuşkusuz olan, onbeş yıl süreyle Isparta Halkevi Ün Dergisi'nde yayınlanan ya-
zıları onu ölümsüzleştirmek için yeter artardı.
Başlıca Eserleri:Çoğu askeri konulardadır.
Ayrıca
1.) Bütün ISPARTA (1958-Ankara) Bereket Matbaası. İsparta'nın tarihini anlatır.
2.) Atasözleri: Basılmamış eserleri: Atasözleri, Isparta folklor ve Edebiyatı, Hüseyin
Avni Paşa v.b.
(Sözü edilen eserlerin Isparta Halil Hamit Paşa Kütüphanesi'ne verildiği hususunu
oğlu sayın Turgut Bey bana yazdığı mektupta bildirmişse de, benim Müdürlüğüm sıra-
sında ancak Isparta tarihinin kendi el yazması nüshası uzun çabalarla kütüphaneye ma-
ledilebilmiştir. Öbürleri herhalde aracılar elinde kalmıştır.
Ailesi hakkında kısa bilgi:
Eşi, Şah Ali Rıza kızı Şekibe hanımdır, 1979 da ölmüştür. Büyük oğlu Sade Bey, Ka-
rayollar Personel Md. Sicil Müdürlüğü'nden emekli olup 1976'da ölmüştür. Ortanca oğ-
lu Orhan Bey, Türkiye Elektirik Kurumu'ndan emeklidir. Ankarada'dır. Küçük oğlu
Turgut Bey, Harita Genel Müdürlüğü Kartograf şubesinden emeklidir, Ankarada'dır.
NOT: Babası hakkında istediğim bilgileri en kısa zamanda çok nazikane bir mektup-
la lütfeden Sayın Turgut Katırcıoğlu'na şükranlarımı sunarım.

EĞİTİM ÖĞRETİM MÜCAHİDİ


HASAN HİLMİ DİLMEN
Hocaların hocası Hilmi Dilmen, İsparta'da Eğitim öğretimin gelişmesi uğrunda yıllar-
ca eşsiz bir özveriye katlanarak ölümsüzlük bahtiyarlığına ermiş bulunan idealist büyük
insan...
Rahmetliyi bir biyografik yazı çerçevesinde anlatmak hem olanaksızdır, hem de böy-
le bir davranış onun değerli anısına karşı bir saygısızlık olur. Burada yapılan, onun ya-
şam ve hizmetleri hakkında panaromik bir bilgi sunmaktır.
Hasan Hilmi Dilmen, 13 Ağustos 1894 tarihinde İsparta'da doğdu. Babası Nüfus Mü-
dürü Emin Bey, Annesi Fadime Hanım, eşi öğretmen Fitnat Hanımdır.
Hilmi Bey, önce (Hadika-i maarif) ilkokulunu, ardından Isparta rüştiyesini (ortaoku-
lunu) bitirdi ve Isparta idadisi'ne (lisesine) kaydoldu.1911 yılında İstanbul Mercan İdadi-
si'ne nakil yaptı. 1913 yılında bu okuldan mezun oldu. Birinci Dünya savaşının başladığı
1914 yılında istanbul Yüksek Öğretmen Okulu Kimya bölümüne girdi. Birinci sınıftan
ikinci sınıfa geçtiği zaman Osmanlı İmparatorluğu Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarında
birçok cephelerde kanlı savaşlar veriyor, hergün binlerce er ve subay şehit oluyordu.
Durmadan artan ordu ihtiyacını karşılamak için benzeri öğrenciler gibi Hilmi Dil-
men de askere alındı. 1915 Temmuzunda Yedek Subay Talimgahı'na (eğitim birliğine)
sevk olundu. Üç ay eğitimden sonra asteğmen oldu ve aynı talimgahta bir yıl öğretmen-
lik yaptı.Ancak gönüllü olarak savaş alanında görev almak istediğini bildiren başvurusu
üzerine 1916 Eylülünde GALİÇYA cephesine gönderildi. Buradan 1917 Mart'ında 20.
Tümen, 61. Alay istihkam müfrezesi komutanlığına atandı. Rütbesi de teğmenliğe yük-
seltildi. Aynı yıl Eylül ayında İstanbul'a döndü ise de çok geçmeden Filistin cephesinde
görevlendirildi. Orada 1918' de esir düştü.1920' ye kadar iki yıl esir kaldı. Serbest bırakı-
lınca İstanbul'a geldi ve eksik kalan öğrenimine iki yıl daha devamla 1922'de İstanbul
Yüksek Öğretmen Okulu Kimya Bölümünden diploma aldı.
Hilmi Dilmen, Birinci Dünya Savaşı'nda gösterdiği başarılar nedeniyle (Alman De-
mir Salip ve Avusturya Ferdinant) nişanlarıyla ödüllendirildi.
Hilmi Dilmen'in Milli Eğitim Alanındaki Çalışmaları ve Sonrası:
Hilmi Dilmen 1922'de İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu Kimya Bölümü'nü bitirip
1923-1924 öğretim yılı başında Isparta İlköğretmen Okuluna fen grubu öğretmeni ola-
rak atandı. Aynı yıl içinde Isparta Ortaokulu'na nakledildi. Adı geçen okulda dört yıl öğ-
retmen olarak çalıştı. O yıllarda derslerinde uygulamaya verdiği önemle ün yapmıştı.
1927 yılında başarılı çalışmaları gözönüne alınarak bu okulun Müdürlüğüne getirildi ve
tam oniki yıl aynı görevde kaldı. 1939 da Antalya Lisesi Müdürlüğüne atandı.Dört yıl sö-
zü edilen görevde bulundu. Sonra kendi isteği üzerine 1943 yılında İstanbul Kabataş Li-
sesi Kimya öğretmenliğine nakli yapıldı. Burada onyedi y ı l çalıştı ve 1960'da yaş haddini
doldurarak emekli oldu. Emeklilik yıllarını İstanbul ve Ispartada geçirdi. Nihayet 6 Ha-
ziran 1974 tarihinde Ispartada Tanrının rahmetine kavuştu.
Hilmi Dilmen eşine az rastlanır bir Milli Eğitimci idi. Ortaokul Müdürlüğüne başladı-
ğında Cumhuriyet, kuruluşunun henüz dördüncü yılını bile tamamlamamıştı. Ülkenin tü-
münde olduğu gibi İsparta'da da Milli eğitim geri sayılabilecek bir düzeyde idi. İçi ger-
çek bir milliyetçilik aşkıyla yanıp tutuşan Dilmen kolları sıvayıp daha kısa zamanda , da-
ha çok kişinin, daha iyi bir ortaöğrenim görebilmesi olanaklarını araştırdı ve buldu. O
zaman Afyon'un birçok ilçelerindeki ihtiyaca cevap veren Ortaokulda çok öğrenci var-
dı.Bunların çoğu pek perişan durumda idiler. Her öğrencinin kişisel ve ailevi yönlerini
ayrı ayrı inceleyip bilgi edindi. Bir kısmına yatmak ve düzenli çalışmak için bir bina sağ-
ladı. Yine çok fakirlere Tümen Kumandanlığı ile zengin ailelerin ortak yardımlarıyla
bir öğün yemek verdirdi. Üşenip usanmadan çalıştı. Örneğin geceleyin kıyafet değiştire-
rek kira odalarda kalanların çalışıp çalışmadıklarına veya ne yolda bulunduklarını bir
bir kontrol etti.Kısası her öğrencisine ana ve babasından öte bir ilgi gösterdi. Böylece kı-
sa zamanda binlerce yetenekli aydının yetişmesini sağladı. Evet onun için yanlız derse
girip çıkmak ve belki de en iyi şekilde ders öğretmek gerçek öğretmenlik değildi. Yeni
kuşak öğretmenlerince ders alınması gereken eşi bulunmaz ideal bir örnekti o. Onun
içindir ki, fani olan varlığı yok oldu ama, manevi varlığı ve eserleriyle yaşıyor ve yaşıya-
cak.
Hilmi Dilmen Müdürlüğü boyunca her hafta sonu bütün öğrencilerine yol gösterici
ve aydınlatıcı konuşmalar yapardı. Bu konuşmalarında zamn zaman tekrarladığı Napol-
yon'a ait bir söz bana yaşamım boyunca ışık tutmuştur. Napolyon, yeni bir şey öğrendik-
çe, içindeki bilgi susuzluğu bir kat daha artar ve "Açım, bir köpek kadar açım" dermiş.
Hilmi Dilmen, çok yönlü bir kişi idi. Tüm yönlerini bu yazı içinde belirtmek imkanı
yoktur. Sosyal çalışmalarından en çoğu Isparta halkının bünyesinde olmuştur. Bunlar-
dan en önemlisi şöhreti Türk sınırlarını aşan (ÜN) dergisinin kurucuları ve yöneticile-
ri arasında bulunmasıdır.
Biz Ispartalılar onun değerli hizmetlerine karşın , bir okula olsun adını vermek ka-
dar küçük bir görevi ne yazık ki bu güne kadar yerine getiremedik. Gelecek kuşakların
bizim kuşağı değerlendirmesi için gerçekten çok kötü bir örnek...
Burada Dilmen ailesi hakkında kısa bir bilgi sunmayı da görev sayalım.
Oğlu Operatör Doktor Doğan Dilmen, halen Isparta Devlet Hastanesi Başhekimidir.
Babası hakkında temel bilgileri verdiği için kendisine teşekkürü borç bilirim. Kızı Avu-
kat İnci Bayırlı (Çapa Diş Hekimliği Fakültesi Profesörü Gündüz Bayırlı'nın eşi)
Kızı Sezen Aldan (Ispartalı Vali Mehmet Aldan'ın eşi)
Hakkında bilgileri böylece özetlerken Hocanın manevi huzurunda saygı ile eğilir, Al-
lahtan rahmet ve mağfiretler dilerim.

CAFER EFENDİ
Barla, bir bucak olmasına karşın tarihimiz boyunca nüfusuna oranla azımsanmıyacak
sayıda çok aydın kişiler yetiştirmiş bir kasabamızdır. İşte Cafer Efendi de bunlardan bi-
risidir. Babası yine Barla'lı (Burmalı) Kemalettin Efendi'dir. Zamanına göre iyi bir öğre-
nim gördükten sonra Müderris oldu. 1675 tarihinde Nazır İbrahim Paşa Sarayında kuru-
lan Medreseye müderris olarak atandı. 1680'de Bursa payesi verildi. 1685'te Nakibüleş-
raflığına getirildi. 1688 yılında görevinden alındı. Ancak bir yıl geçmeden yeniden işe
başlatıldı ve 1689'da Anadolu Kazaskeri oldu. Altı yıl bu makamda kaldı. 1695'te Rume-
li Kazaskeri oldu. 1697 yılında seksen yaşında iken öldü ve Edirnekapı dışındaki Emir
Buhari Türbesine gömüldü. Aşırı derecede dindardı. Damadı Murat Efendi'dir. Murat
Efendi ünlü kişiler yetiştiren (Murat Zade) sülalesinin başıdır.

HASAN ÇELEBİ
(Kınalızade)
Kınalızade Ali Çelebi'nin oğludur. 1546 yılında Bursa'da doğdu. İyi bir öğrenim gör-
dü. Ayrıca Şeyhülislam Ebussuut Efendi'den ders aldı. Müderris oldu. Medreselerde
müderrislik yaptı. Daha sonra Kadılığa ve Büyük Kadılığa (Mevleviyete) yükseltildi. Ha-
lep, Mısır, Edirne, Gelibolu, Bursa ve Zağra Büyük Kadılıklarında bulundu. Zağra'da
görevde iken hastalandı. O zamanki kanunu usule göre (Reşit) ilçesini arpalık olarak
hükümetten istedi. İsteği kabul olundu (1603). Ancak, birkaç ay sonra (aynı yıl içinde)
öldü.
Hasan Çelebi erdemli, üstün zekalı, bilgin ve şairdi.
Eserleri:
1- En önemlisi (Tezkere-i Şuara) Şairler Tezkeresi: Bu kitabında zamanına kadar
gelmiş geçmiş şairlerin şiirlerinden örnekler ve biyografileri verilmiştir.
2- Büyük İslam Bilginleri'nin eserlerini açıklayan veya onlara ek kitaplar.

Hasan Çelebi'nin şairliği hakkında bir fikir vermek üzere iki beyitini aşağıya koyuyo-
ruz.
"Gerek sengi siyah olsun, gerekse atlas-ü diba,
Garez bir baliş-i rahat bulunmaktır ser altında"

"Mir'atı kalbi gerçi şikest eyledi Felek,


Hayr etmez anlarım ana da imiksarımız"

MÜSLİMİ ÇELEBİ (Kınalızade)


Kınalızade Ispartalı Kadı Emrullah Efendi'nin oğlu ve Ali Çelebi'nin kardeşidir. Öğ-
renimini tamamladıktan sonra, Müderris olup Medresede ders verdi. Sonra Kadılığa
yükseldi. Önce Rodos ve ardından başka yerlerde Kadılıklarda bulundu. 1538 yılında öl-
dü. Erdemli, yumuşak huylu, şair bir kimse idi. Hasan Efendi adında müderris bir oğlu
vardı.

MEHMET FEHMİ ÇELEBİ


(Kınalızade)
Kınalızade Ali Çelebi'nin oğludur. Müderrisliklerde bulundu. 1596 yılında (32) yaşın-
da öldü. Zeki ve şairdi. Bazı risaleleri ve şiirleri vardı. Kabri İstanbul'da kayınpederi Ni-
şancı Mahmut Paşa'nın camisinin avlusundadır.

ABDURRAHİM KİRAMİ ÇELEBİ


(Kınalızade)
Bu zat da Kınalızade Ali Çelebi'nin oğludur. Uzun yıllar Müderrislik ve Kadılık yap-
tı. 1572 tarihinde Yenişehir (Bursa) Kadısı iken öldü. Şairdi, yazma bir divanı vardı.
Kirami Çelebi'nin oğlu Mustafa Vasfi Efendi'dir.Mustafa Vasfi Müderristi. Üçüncü
Sultan Murat'ın padişahlık döneminin son yıllarında öldü.

RECAİ MEHMET EFENDİ


(MALİYECİ VE HATTAT)
Uluborlulu, Başbakanlık kulu (Maliye Müfettişi) Halil Ağa'nın oğludur. 1719 yılında
doğdu. Öğrenimini tamamladıktan sonra saraya ait Maliye Dairesinde sekreter olarak
işe başladı. Buradan Koca Ebubekir Paşa'nın Divan Sekreteri olarak Cidde'ye gitti. Bu
arada Hacı oldu. Devlet Hazinesi Sekreteri Halil Paşa'nın yardımı ile İstanbul'a Sadra-
zamlık (Başbakanlık) kalemine atandı. Daha sonra sıra ile 1756'da Bakanlar Kurulu
Sekreterliğine, 1757'de Genel Sekreter Yardımcılığına, 1762'de Genel Sekreterliğine ge-
tirildi. 1763'te görevinden alındı. 1764'te Saray İdare Amirliği, aynı yıl Başbakanlık Özel
Kalem Müdürlüğü, 1765'te Tersane Müdürlüğü makamlarında bulundu. 1766'da işin-
den çıkarıldı. Ertesi yıl (1767) de Arpa Emini, 1768'de ikinci kez Tersane Müdürü oldu.
1772'de hastalanarak işini bıraktı. 1774'te Reis vekili olarak yeniden görevlendirildi.
1775'te Saray Maliye Dairesine atandı. Aynı yıl Başbakanlık Özel Kalem Müdürü oldu.
1776'da Anadolu Defterdarı, 1777'de Nişancı, 1779'da Defter Emini (Tapu ve Kadostro
Genel Müdürü) oldu. 1780 yılında işinden ayrıldı. 1781 yılında hamamda bir felç (inme)
geçirerek öldü ve Şehzadebaşına gömüldü. Çok çocuk sahibi idi. Nitekim öldüğünde kü-
çük büyük (18) onsekiz yetim bıraktı. Oğulları arasında İbrahim, Münip ve Celal Süley-
man Beylerle, torunları Ali Tevfik ve Şefik Beyler bilgin kimselerdi.

İSMAİL HAKKI EFENDİ


Karaağaç İlçesindendir. Öğrenimini bitirdikten sonra memleketinde bir süre müftü-
lük yaptı. Müftülükten Müderrisliğe, Müderrislikten de Kadılığa yükseldi. En son Mek-
ke Payesi oldu. 1888 yılının ilk aylarında öldü, bilgin ve yazardı.

HÜSEYİN EFENDİ
Ispartalıdır. Öğrenimini bitirdikten sonra Üsküdar Mahkemesi Kadı Vekilliğine atan-
dı. Daha sonra derece derece yükselerek Devriye ve Mahreç kadısı oldu. İslam huku-
kunda çok geniş bir bilgiye sahipti. 1832'de öldü.

HÜSEYİN EFENDİ
Ispartalıdır. Bir süre Müderrislik yaptıktan sonra Kadı olarak görevlendirildi. 1837 yı-
lında Şam Kadısı oldu. 1838'de orada öldü.

HÜSEYİN EFENDİ
Ispartalı'dır. (yekçeşm - tek gözlü) lakabıyla anılmış ve belgelere bu şekilde geçmiş-
tir. Öğrenim gördükten sonra Müderrisliğe atandı. Çeşitli medreselerde ders verdi. Me-
murluk derecesi çok kısa zamanda ve hızla yükseltilerek 1702 yılında Edirne Kadısı,
1703 yılında Anadolu Kazaskeri ve bir ay sonrada Şeyhülislam oldu. Fakat fetva maka-
mında bir gün kaldıktan sonra görevinden alındı. İki gün gözaltında bulunduruldu ve ar-
dından Kıbrıs'a sürgüne gönderildi. Orada aynı yıl (1703) öldü.
Tezkereler, kendisinin çok dürüst, iyi ahlaklı, bilgili ve başarılı bir kimse olduğunu
belirttikleri halde, hakkında özellikleri ile bağdaşmayan bir işlemin niçin uygulandığı ba-
kımından hiçbir bilgi vermemektedirler.
MEHMET TEVFİK EFENDİ
Isparta'lı zade diye anılmıştır. Böylece kendisinin Isparta'lı bir sülaleden geldiği anla-
şılmaktadır. İyi bir öğrenim görerek müderris oldu. Daha sonra çeşitli yerlerde kadı ve-
killiği ve kadılık yaptı. Başarısından ötürü memuriyeti yükseltilerek İstanbul Payesi ve
1894'te Anadolu Payesi oldu. 1901'de öldü. Bilgin bir kişi idi.

DERVİŞ EFENDİ
"Isparta'lı Mektupçu Derviş Efendi" diye tanınmıştır. Taşköprülü Zade Kemal Efen-
di'den ders aldı ve Müderris oldu. 1624 yılında Bursa Murat Hüdevendigar Medresesi-
ne atandı. 1626'da memurluk derecesi yükseltilerek Kadı oldu. Sıra ile Kütahya, Rusçuk
ve Diyarbakır Kadılıklarında bulundu. Hocası Kemal Efendi'nin Kazaskerliği sırasında
kendisinin Mektupçusu (özel kalem müdürüü ve genel sekreteri) olarak çalıştı. 1678 yı-
lında öldü.

RÜŞTÜ AHMET EFENDİ


Yaşam öyküsü hakkında fazla bilgiye rastlanamıyor. Barla Kasabasındandır. Gençli-
ğinde İstanbul'a geldi, Yağlıkçı oldu. Daha sonra Kadılığa atanarak, çeşitli yerlerde Ka-
dılık yaptı. Şairdi, (HAL-İ HUYUL) adında bir eser yazmıştır. Biyografileri ayrıca veri-
len Barla'lı Rıfat Ahmet Efendi ile Kudretullah Mehmet Bey'in dahil bulunduğu (Yağ-
lıkçı zade) ailesinin kurucusu olduğu anlaşılmaktadır.

KUDRETULLAH MEHMET BEY


Barla Kasabasından Yağlıkçı zadelerdendir. Dedesi İbrahim Ağa, babası Hamdullah
Efendi'dir. Sadrazamlık sekreterliğinde bir süre çalıştıktan sonra Bakanlar Kurulu Ge-
nel Sekreteri oldu. 1878 yılında öldü.

AHMET NEYLİ EFENDİ (1673-1748)


Ünlü Mirza Zade sülalesinin kurucusu Mısır Kadısı Mehmet Efendi'nin küçük oğlu-
dur. Öbür yandan biyografileri ayrıca verilen Müderris ve Kadı Hamidi Mehmet Efen-
di'nin babası, Şeyhülislam Mustafa Efendi'nin dedesidir. Nereli olduğu hakkında kesin
bilgi yoktur. Ancak, yukarıda kendilerinden söz edilen oğlu ile torununun Isparta'lı ol-
duğu bütün kaynaklarda açık seçik belirtilmektedir. Bu nedenle kendisininde Isparta'lı
olması doğal sayılabilir. Lakabı (Neyli) olduğu için soyundan gelenlere hep bu lakap ve-
rilmiştir. Mirza Zade lakabı bırakılmıştır.
Ahmet Neyli iyi öğrenim gördü. Şair, edip ve bilgindi. Çeşitli büyük medreselerde
müderrisliklerde bulundu. 1717'de İzmir, 1724'te Mısır, 1731'de Mekke Mollası (1) oldu.
Sonra İstanbul Payesi, 1734'te Anadolu Payesi verildi. 1736'da Anadolu Kazaskerli-
ği'ne yükseltildi. 1737 yılı içinde görevden alındı. 1741'de Rumeli Kazaskeri oldu. Yedi
yıl bu görevde kaldıktan sonra 1748'de istifa edip emekli oldu. Ancak, istifasını izleyen
üçüncü ayın başında öldü (1748). Tunus Bağında babasının yanına gömüldü.
Eserleri:
1. Divanı (Arapça, Farsça, Türkçe) üç dil üzerine,
2. Kendinden önce kaleme alınmış dörtyüz kadar kitabın herbirine yazdığı aynı sayı-
da açıklama kitabı,
3. Kitabü'l Vefa Fi Tarifi Şerefü'l Mustafa (Peygamberimiz Hazreti Muhammed Mus-
tafa üzerine yazılmış bir kitap)
4. Ebubekir Efendi'nin (TARİHİ VASSAF) adlı Arapça sözlüğünün açıklaması.
5. İBNÜ'L KADİRİ'nin (Kitabı Caninül fi HALL-İ MÜŞKİLAT): Güçlüklerin çözü-
mü üzerine Batı yönü kitabı) adlı eserinin çevirisi başlıcalarıdır.

ŞEYH BURHANETTİN EFENDİ


Eğirdirlidir. Yaptığım araştırmalara göre geçmişi MEVLEVİ tarikatından olan bir
din ulusuna varmaktadır. Ayrıca, kendisinden sonra Osmanlı İmparatorluğu çapında bir-
çok din bilgini yetiştirmiş bir sülalenin başıdır.Daha sonra gelenler (ŞERİFİ) sülalesini
meydana getirmişlerdir. İlgililerin her birinin biyografileri ayrı ayrı verilmektedir.
Şeyh Burhanettin Efendi'nin babası Eğirdir'de Şeyhlik yapan Mehmet Efendi, dedesi
ise yine Eğirdir'li Hacı Hüseyin Efendi'dir. Kendisi önce memleketinde yeter derecede
öğrenim gördükten sonra İstanbul'a geldi. Şeyh Nasuh Efendi'nin yanında uzun süre ça-
lıştı ve Şeyh oldu. Birçok öğrenci yetiştirdi (tarikatında). Tefsir ve Hadis bilimlerinde
bir otorite idi.
Bilgin, olgun ve ermişlerden (velilerden) bir kişi idi. 1536 yılında öldü.

SUN'ULLAH SUNİ HAMİDİ EFENDİ


(Şeyhülislam)
Kara Sun'ullah Suni Hamidi Efendi diye tanınmıştır. 1549'da Yalvaç ilçesinde doğdu.
Önce memleketinde, sonra İstanbul'da öğrenim gördü. Zamanın çeşitli büyük medrese-
lerinde Müderrislik yaptı. Yenişehir (Bursa) ve Halep Mollalıklarında bulundu. 1612 yı-
lında felç geçirdiğinden görevinden ayrıldı. Aynı yıl (63) yaşında iken öldü ve (Keskin
Dede) Kabristanına gömüldü.
Bilgin ve şairdi. Nesir olarakta çok güzel yazardı. Bir konuda kısa zamanda kesin ve
doğru karara varabilirdi. Üstün zekalı ve güzel ahlaklı seçkin bir kişiliğe sahip idi.
Biyografisi ayrıca verilen Türk Şeyhülislamlarından Mehmet Emin Suni Efendi, Kara
Sun'ullah Suni Hamidi Efendi'nin oğludur.
ŞEYHÜLİSLAM
SUNİ ZADE MEHMET EMİN EFENDİ
Biyografisi ayrıca verilen şair ve din bilgini Yalvaç'lı Kara Sun'ullah Suni Efendi'nin
oğludur. Annesi EMİR SULTAN soyundan gelmektedir. Babasının sosyal durumu ken-
disinin iyi bir öğrenim görmesini sağladı. Nitekim, önce HALEP bilginlerinden, sonra
İstanbul'da II. Osman'ın hocası Ömer Efendi ile Kazasker Mustafa Efendi'den ders gö-
rüp zamanın en yüksek bilimlerini öğrendi. 1627'de müderris oldu. Birçok ünlü medrese-
lerde , bu arada, Büyük Ayasofya ve Süleymaniye Medreselerinde ders verdi. 1641'de
Selanik, 1646'da Edirne, 1647de Halep, 1648'de Mısır ve 1649'da İstanbul Kadılıkların-
da bulundu. 1650'de görevinden alındı. 1654'te Anadolu Kazaskeri, olarak yeniden işe
başlatıldı. 1655'te işine son verildi. 1657de Rumeli Kazaskerliğine atandı. 1658'de yine
görevinden alınarak Tırnova kendisine arpalık olarak verildi. 1661'de tekrar Rumeli Ka-
zaskerliğine getirildi. 1662'de Şeyhülislamlığa yükseltildi. Bu makamda on ay kaldıktan
sonra görevinden alındı ve ölünceye kadar (1666) Beşiktaş'daki yalısında istirahat etti.
Aziz Mahmut Hüdai Dergahına gömüldü. Bilgin, iyi ahlaklı bir zat idi.

HAMİDİ ZADE ABDULLAH EFENDİ


Adının başındaki (Hamidi) sözcüğünden Isparta'lı olduğu anlaşılır. Gerçekte biyogra-
fisi ayrıca verilen Isparta'lı Müderris ve Kadı Mehmet Efendi'nin torunu, yine Isparta'lı
Şeyhülislam Mustafa Efendi'nin oğludur.
Babası Padişahtan sonra Osmanlı İmparatorluğu'nun en yüksek üçüncü makamında
(1) bulunduğu için çok iyi bir öğrenim görmek olanağını buldu ve Müderris oldu. Bir-
çok büyük medreselerde ders verdikten sonra Mollalığa yükseltildi. Sıra ile Mekke Ka-
dısı, İstanbul Payesi ve Anadolu Payesi oldu. 1811 yılı ortalarında öldü ve Edirnekapı
Kabristanına gömüldü.
Çeşitli kaynaklar kendisinin üstün bir bilgin olduğu kadar, alçak gönüllü, eli açık do-
layısıyla çok hayır yapan bir kimse olduğunuda yazmaktadırlar.

KABİLİ MEHMET EFENDİ


(Yavru-Zade)
Günümüze kadar yüzyıllar boyu sürüp gelen, Cumhuriyet'in ilanından sonra kanunla
(tekke ve zaviyelerin) kapatılmasına kadar Dergahları bulunan (Yavru) ailesinin yetiştir-
diği bilginlerdendir.
Kendisi Yavru Zade diye anıldığına göre, soyunun kültürlü olduğu ve en az 15'inci
yüzyıl başlarına kadar uzandığı anlaşılıyor. Kabili Mehmet Efendi 1628 yılında Galata
ve daha sonra Selanik Mollalıklarında bulundu. 1635 yılında öldü.
MEHMET EFENDİ
Sofi Emiri lakabıyla anılmış ve tezkerelere bu şekilde geçmiştir. Eğirdir ilçesinin ye-
tiştirdiği değerli mutasarrıflardandır. İyi bir öğrenim gördü ve birçok medreselerde mü-
derrislik yaptı. Sıra ile Yenişehir (Bursa), Edirne ve Mekke Mollalıklarında bulundu.
1729 yılında öldü.

ALLAME ŞEYHİ MEHMET EFENDİ


Eğirdirlidir. Zamanın bütün ilimleri üzerinde geniş bilgiye sahip ayaklı kütüphane
özelliğinde bir zat olduğu için kendisine (Allame Şeyhi) lakabı verilmiştir. Biyografisi
sunulan Eğirdirli Şeyh Burhanettin Efendi'nin sülalesinden Mahmut Efendi'nin oğlu-
dur. Öbür yandan yine aynı sülaleden olup yaşam öyküsü ayrıca açıklanan (amcazadesi)
Şerif Mehmet Efendi'nin damadıdır. Olanakları bulunduğu için iyi bir öğrenim gördü
ve Müderris oldu. Çeşitli medreselerde ders verdi. Daha sonra Mollalığa yükseltildi. Sı-
ra ile Kudüs, Mekke ve Galata Mollalıklarında bulundu. 1629'da Anadolu Payesi oldu.
1630'da (NAKİBÜ'L EŞRAF)'lığa atandı. 1634 yılında işinden çıkarılarak Mekke'ye
gönderildi. 1635'te orada öldü. Üstün yeteneklere sahip bir bilgindi. Güzel şiir ve nesir
yazardı. Yani iyi bir şair ve edip idi. Bir divanı vardır.
Oğlu (Allame Zade Abdullah Efendi) değerli bir Müderristi. 1656'da öldü ve Eyüp
kabristanlığına gömüldü.

MEHMET EFENDİ
Yoluk Mehmet Efendi veya Yolak Çelebi diye tanınmıştır. Zamanın yüksek bilimleri-
ni öğrendikten sonra MEVLEVİ TARİKATINA girdi. Uzun süre büyük Şeyhlerin ya-
nında çalıştı. Göreve Vaa'z kürsisi şeyhi olarak başladı. Birçok camilerde bu görevi yap-
tıktan sonra Ayasofya Camisi Şeyhliğine getirildi. Evi bir akıl hastanesinin yakınında
idi. Bir gün hastaneden kaçan bir deli tarafından öldürüldü (1600 yılında).

KADI İBRAHİM EFENDİ


Yolak Mehmet Çelebi'nin oğludur. Öğrenimini tamamladıktan sonra çeşitli medrese-
lerde müderrisliklerde bulundu. Daha sonra Bosna ve Şam Mollalıklarına atandı. 1582
yılında öldü.

SAMİM MAHMUT EFENDİ


Yolak Mehmet Çelebi'nin ikinci oğludur. Birçok illerde kadılık yaptı. Bilgin ve şair-
di. 1572 yılında öldü.
İSMAİL HAKKI EFENDİ
Karağaç ilçemizin yetiştirdiği çok sayıdaki din bilginlerinden birisidir. Önce memle-
ketinde mahalli imkanlar oranında ve daha sonra İstanbul'da iyi bir medrese öğrenimi
gördü. İlk göreve Karağaç Müftülüğü ile başladı. Sonra müderris oldu ve çeşitli medre-
selerde ders verdi. Nihayet Molla ve Mekke Payesi oldu. 1889 yılında öldü.

MEHMET ÇELEBİ
Eğirdir'lidir. Biyografisi ayrıca verilen Şeyh Burhanettin sülalesindendir. İlk öğrenimi-
ni Eğirdir'de, yüksek öğrenimini ise İstanbul'da gördü. Birçok büyük illerde kadılıklar-
da bulundu. III'üncü Murat'ın Padişahlık döneminin (1574-1595) son yıllarında öldü.
Mevlevi Tarikatında Çelebiliğe kadar yükselmişti. Oğlu tanınmış Kazaskerlerden Şerif
Efendi'dir.

. HACI KEMAL
(İlk Türk Edebiyatçısı)
Eğirdir'lidir. Osmanlılar'ın i l k dönem şair ve bilginlerindendir. Hangi tarihte doğdu-
ğu, hangi öğrenim aşamalarından geçerek hangi görevlerde bulunduğu ve hangi tarihte
öldüğü hakkında çeşitli kaynaklarda bir bilgiye rastlanamamaktadır. Ancak, eserlerinin
yazılış tarihlerinden (1470-1550) yılları arasında yaşadığı tahmin edilebilir.
Bilindiği üzere Osmanlı Edebiyatı dil ve biçim bakımından tamamen Arap ve Acem
(İSLAM) edebiyatı etkisinde kalmış, böylece (DİVAN EDEBİYATI) denilen bir edebi-
yat türü oluşmuştur. Bu nedenle hemen hemen bütün Osmanlı şairleri, şiirlerini belirli
bir düzene göre dizerek (DİVAN) adı verilen bir kitap veya dergide toplamışlardır. Ha-
cı Kemal bu göreneğe uyarak bazı dergilerde gazeller yazmıştır. Ancak o, öbürlerinden
farklı olarak, hiç ele alınmamış bir anlamdada bilimsel çalışmalarda bulundu. Şöyle ki,
kendinden önce yaşamış ve çağdışı (ikiyüz altmış sekiz) şairin (yirmidokuz bin dörtyüz
altmış bir) adet beyitini (1512) tarihinde yazdığı bir kitapta topladı. Başka bir deyişle, o
zamana göre bir (edebiyat tarihi) günümüzdeki anlamıyla bir (Şiir Antolojisi) meydana
getirdi. Böylece birkaç yüzyıllık şairlerin unutulmalarına engel oldu, onların toplu halde
değerlendirilebilmelerine olanak sağladı ve gelecek kuşakların edebiyat tarihçilerine pa-
ha biçilmez bir kaynak bıraktı. Bundan başka sözü edilen eserinde beğendiği şairlerin
beyitlerine nazireler yazdı.
Hacı Kemal'in yukarıda açıklanandan başka , (1514) yılında kaleme aldığı (ADAB-I
Mülük ve NESAYİH) yani (Hükümdarların uyması gereken kurallar ve nasihatlar) adlı
bir eseri daha vardır.
HACI MUHAMMET EFENDİ
Ondokuzuncu yüzyılda Karaağaç ilçemizin yetiştirdiği değerlerdendir. Zamanın tanın-
mış bilgini ve hemşehrisi Ahmet Rüştü Efendi'den ilk öğrenimini gördü. Yüksek düzey-
deki medrese ilimlerini de dönemin ünlü bilgini VİDİN'Lİ Mustafa Efendi'den öğrendi.
Tatlı huylu ve derin bilgi sahibi idi. Memleketi Karaağaç'ta (28) yıla yakın bir süre Müf-
tülük görevinde bulundu. 1873 yılında Hicaz'a gitti. Hacı olup geri dönerken, aynı yıl SÜ-
VEYŞ'te öldü.
Başlıca eserleri şunlardır:
1- (Risale-i Münnesat-i Semai'yye), Dil bilgisi ile ilgili bir kitap olup, Arapça'da söy-
leniş itibariyle (dişi) sayılan sözcükleri konu olarak alır.(Müennes-Dişi sözlükler)
2- (TEFIKÜ'L AKVAL), Dinsel kurallara göre miras hukukunu açıklayan bir eser-
dir.
3- (İTHAFÜ'L Eslaf-ı AHYARÜ'L AHLAF), geçmişlerden geleceklere ithaf olunan
bu eser, dilbilgisi ile ilgili olup Arapça kuralları kapsar.
Sözü edilen eserlerden birincisi basılmış, öbür ikisi basılmamıştır.

ESSEYYİD İSMAİL EFENDİ


Ispartalıdır. Gençliğinde İstanbul'a gelerek öğrenim gördü. Sonra, biyografisi ayrıca
verilen Ispartalı Şeyhülislam Mirzade Mustafa Efendi'nin yanında çalışarak bilgisini ar-
tırdı ve Müderris oldu. 1705 yılında Ali Çelebi Medresesinde daha sonra da başka Med-
reselerde ders verdi. 1712 yılında öldü.

KADIZADE MEHMET EFENDİ


Ispartalıdır. Çocuk yaşta öğrenim için İstanbul'a geldi ve o dönemin birçok ünlü bil-
ginlerinden bu arada Şeyhülislam Esat Efendi'den öğrenim gördü. Müderris oldu ve İs-
tanbul'da Sinan Paşa, Mahmut Paşa, Mısır'da Kahire Medresesinde Müderrisliklerde
bulundu. 1616 yılında öldü. Nazik, iyi ahlaklı bir kimse idi.

ALİ MEHMET NURİ EFENDİ


Ispartalıdır. Öğrenimini tamamladıktan sonra Müderris oldu. Önce Girit, sonra Me-
dine ve Mekke Kadılıklarında bulundu. 1866 yılında Mekke'de öldü.

MUHTAR HALİT NURİ EFENDİ


Ispartalıdır. Babası Hüseyin Efendi adında bir kimsedir. Önce Mahreç Kadısı, daha
sonra Şeyhülislam'ın Genel Sekreteri ve Özel Kalem Müdürü oldu. 1878 yılında öldü.
MUHİDDİN EFENDİ
Uluborlu'lu Şeyh Yahya Efendi'nin oğludur. (Keçi) lakabı ile tanınmıştır. Öğrenim
gördükten sonra Müderris olup çeşitli medreselerde ders verdi. Çalışma ve başarısı dik-
kate alınarak Kadılığa yükseldi. Sıra ile Selanik, Bağdat, İzmir ve Eyüp (İstanbul) Kadı-
lıklarında bulundu. Bilgin, dürüst ve iyi bir insandı.1599'da öldü.

MEHMET EFENDİ
Yalvaçlıdır. Öğrenimini bitirdikten sonra Müderrisliklerde bulundu. Sonra Kadılığa
yükseldi. 1814'te Selanik ve daha sonra Bursa Kadılıklarında bulundu. 1824 yılında Mek-
ke Payesi oldu ve aynı yıl içinde öldü.

MEHMET EFENDİ (HAMİDİ)


Ispartalıdır. Öğrenimden sonra tarikata girip Şeyh oldu. 1689 yılında kendisine İstan-
bul'da Barergan Tekkesi Şeyhliği verildi. Otuz yıl bu görevde kaldı ve 1719'da öldü.

ŞABAN SELİKİ EFENDİ


Tezkerelerde yalnız Seliki Efendi veya Şaban Efendi diye de karşılaşılmaktadır. Is-
parta Merkez ilçesindendir. Birçok illerde Kadılıklarda bulundu. Kanuni Sultan Süley-
man'ın padişahlığının son yıllarında Kırım'da Kefe'de Kadı iken ailesinin tüm üyeleri
ile birlikte eşkiya tarafından öldürüldü. Bilgin olduğu kadar, ince ruhlu bir şairdi. Bir şi-
irinden bir kıtası (dört dizesi) aşağıdadır.
"Kanıma kastetmekte kim, kanı yumaz kan ile,
Tende ger bir canım olsa sana eylerdim feda,
Gel öldür beni hey afet hançer-i berranla,
Kurtulayım günde bin kez ölmeden hicranla"

İSA EFENDİ (UZUN)


Ispartalıdır. Boyu aşırı derecede uzun olduğundan bütün kaynaklarda (Uzun İsa
Efendi) diye kaydolmuş ve zamanında bu lakapla anılmıştır. Babasının adı Ahmet'tir. İs-
parta'da mümkün olan öğrenimi gördükten sonra İstanbul'a gitti ve ileri derecedeki
ilimleri Kilis'li Mustafa Efendi'den okuyup öğrendi. Müderris oldu. 1674 Ramazanında
Ambar Gazi Medresesine Müderrisliğe atandı. Döneminin sayılı büyük adamlarından-
dı. 1704 yılında öldü.
SEYYİT AZİZ AHMET BEY
(REİSÜLULEMA)
Ispartalı Sadrazamlardan (Başbakanlardan) Uluborlu'lu Seyyit Hacı Ali Paşa'nın oğ-
ludur. Annesi ise yine Başbakanlardan Mustafa Reşit Paşa'nın kız kardeşidir. Seyyit
Aziz Ahmet Bey iyi bir öğrenim gördü ve babasının Başbakanlığa atanmasını izleyen
birkaç ay içinde (1820) yılında Müderris oldu. Yirmidokuz yıl gibi uzun bir süre çeşitli
büyük medreselerde ders verdi. 1849 yılında dayısı Mustafa Reşit Paşa'nın yeniden Baş-
bakanlığa gelmesinden sonra, Selanik Mollalığına atandı. 185l'de Mekke ve 1857'de İs-
tanbul Payesi verildi. 1863'te İstanbul Kadılığına, 1870'te Anadolu Kazaskerliğine,
1875'te ise Rumeli Kazaskerliğine yükseltildi. Ayrıca (Reisülulema)'lık makamı ile ödül-
lendirildi. Bu son makamda iken Safranbolu'ya bir gezi yaptığı sırada orada 1885 yılın-
da öldü. Çeşitli kaynaklar kendisinin vücutça ince yapılı, zevkine düşkün bir zat olduğu-
nu ayrıca kaydetmektedirler.

ALİ REMZİ EFENDİ


Uluborlu ilçesindendir. Kendisi ile ilgili bazı tarihlerden 18'inci yüzyılın ikinci yarısın-
da doğup, 19'uncu yüzyılın birinci yarısında öldüğü anlaşılmaktadır. Değerli bir bilgin
idi. Önce Müderrisliklerde bulundu. Sonra 1818'de İzmir, ardından Bursa Kadılığı yap-
tı. 1824 yılında bir tür yüksek ilmiye sınıfı rütbesi olan Mekke Payesi verildi. Daha son-
raki yıllarda öldü.

SEYFULLAH EFENDİ
Ispartalıdır. (Yorgun Toy) lakabı ile tanınmıştır. 16'ıncı yüzyılda yaşamış ve 17'inci
yüzyıl başında ölmüştür. Osmanlı döneminde en yüksek derecede okul sayılan, büyük
bilginlerin ders verdiği birinci derecedeki medreselerde Müderrislik yaptı. En son göre-
vi olan Ayasofya Müderrisliğinden emekli oldu. 1602 yılında öldü ve (Karaman'daki
Türbesi)'ne gömüldü. Erdemli bir kimse idi. Şiire merakı çoktu. Bu nedenle zamanın
birçok şairlerine ağıtlar söyleterek bunları bir kitap halinde topladı. Başka bir deyişle
bugünkü anlamda bir ağıtlar ansiklopedisi hazırladı.

MEHMET NAZİF BEY


Ispartalıdır. Doğum tarihi bilinmiyor. İyi bir öğrenim gördükten sonra memurluğa gir-
di. Başarılı çalışmalarıyla derece derece yükseldi ve Zaptiye Nezaretinde Zaptiye Mecli-
si Başkatibi oldu. Bir süre bu görevde kaldıktan sonra aynı bakanlıkta başsaymanlığa
atandı. 1852'de Gümrük İdaresi Saymanlığına getirildi. 1853'te SİLİSTİRE Defterdarı
oldu. 1854'te Silistire düşman tarafından kuşatıldığında yapılan ünlü tarihi savunmada
yararlı çalışmalarda bulundu. Daha sonra İstanbul'da (MECLİSİ VALAYI AHKAMI
ADLİYE) üyeliğine getirildi. Ayrıca üstün yeteneği ve başarısı gözönüne alınıp şimdi-
ki karşılığı ile (Emniyet Genel Müdürlüğü Baş Yardımcılığı) ek görev olarak verildi. Ze-
ki, bilgili, erdemli, çalışkan ve sebatlı olan bu değerli Ispartalı 1866 yılında öldü.

RÜŞTÜ AHMET EFENDİ


Ş.Karaağaç ilçesinin yetiştirdiği değerli din bilginlerindendir. Soyu, (Tefsir, Hadis, Fı-
kıh üzerine) yazdığı kitaplar tüm İslam dünyasında uzun süre okunan İmam Begavi'ye
varır. Doğum tarihi belli değildir. Önce Hadim Müftüsü Mehmet Emin Efendi'den, da-
ha sonra istanbul'da Üsküdar'lı Veli Emin Efendi'den icazet aldı. Çok sayıda değerli öğ-
renciler yetiştirdi. Bunlar arasında Denizli'den Sarıkeçi'li Hacı Ahmet, Akşehir'den Ha-
cı Ali, Uşaktan Antepli Hacı Ahmet Efendiler din bilimlerinde önemli aşamalara ulaş-
mışlardır. Rüştü Ahmet Efendi Müftülük görevi yaparken (1835) tarihinde öldü. Mezarı
Karaağaç'ta (Şeyh Menteşi) Kabristanındadır.
Eserleri:
Birçok eski dinsel eserlere ait şerhler (açıklamalar) ve haşiyeleri (açıklama ve ek bil-
giler) halinde kitapları vardır. (HALL-İ RUMUZ Risalesi: Sembollerin Çözümü Risale-
si); (KELİME-İ TEVHİT RİSALESİ: Lailahe İllallah Muhammed-en Resul'ullah Risa-
lesi) yani bunun açıklaması üzerine kitap, (AYAT-I SECDE RİSALESİ) yani Kur'anda
secdeyi gerektiren ayetler üzerine kitap.
(Melek ve cinlerin tetkikine dair Risale), (Karantimanınan cevazına dair Risale);
(Masdar Risalesi) gibi ve daha başkaca eserleri vardır.

MEHMET EFENDİ (Hamidi)


Ispartalıdır. Bir din bilgini olduğu kadar şair ve edipti. Doğum ve ölüm yılları kesin
olarak bilinmemektedir. Ancak, yaşamından söz eden eserlerde yazılı görevleri ile ilgili
tarihlerden aşağı yukarı bir tahmin yapılabilir.
Mehmet Efendi biyografisini daha önce verdiğimiz Şeyhülislam Mustafa Efendi'nin
babasıdır. Öbür yandan izmir, Mısır ve Mekke Mollalıkları yapmış Ahmet NEYLİ Efen-
di'nin oğludur. 17 ve 18'inci yüzyıllarda, yani ikiyüzyıl boyunca, birkaçı Şeyhülislam ol-
mak üzere, on kadar din bilgini yetiştirmiş aydın bir ailedendir. Zamanın birçok bilgin-
lerinden, özellikle AKKİRMAN Mehmet Efendi'den öğrenim gördü. 1730 yılında Hariç
Medresesi Müderrisliğine getirildi. 1733'te İptidayı-DAHİL Müderrisliği ile Şeyh Mu-
hiddin Façavi Medresesine atandı. Sıra ile Selanik, Üsküdar ve Edirne Müderrisliklerin-
de (1733-1760) bulundu. 1759 ve 1760 yıllarında HUZUR HOCALIĞI da yaptı. 1765 yı-
lında Mekke Mevleviyyeti rütbesiyle ödüllendirilerek İstanbul Kadısı ve Anadolu Kazas-
keri oldu. Bazı kaynaklar kendisinin bir yıl kadar bu görevde kaldıktan sonra hırslı oldu-
ğu öne sürülerek görevinden alındığını ve Gelibolu'ya sürüldüğünü, ancak büyük bir bil-
gin olması nedeniyle kendisine duyulan engin saygıdan ötürü Saray tarafından iki ay
içinde bağışlandığını ve İstanbul'a dönüp kısa bir süre sonra (1767) öldüğünü yazarlar.
ŞEYHÜLİSLAM MUSTAFA EFENDİ
(Hamidi Zade)
(1731-1793) Onsekizinci yüzyıl Şeyhülislamlarındandır. Babası Mısır Kadısı Ispartalı
Mehmet Efendi'dir. Mustafa Efendi iyi bir Medrese öğrenimi gördü ve 1753'te sınavı
en üstün derece ile kazanarak Müderrisliğe atandı. 1754 yılında bir yandan Eyüp Molla-
lığına, öbür yandan Saray Hocalığına getirildi. 1785'te Mekke Payesi, 1786'da Anadolu
Payesi ve 1788'de bu alandaki payelerden en yükseklerinden olan Rumeli Payesi veril-
di. 1789 yılı başında Şeyhülislam oldu. Kültür bakımından çok zengin ve erdemli bir kişi
idi. Sarayca sevilip sayılıyor ve güveniliyordu. Bu nedenle o dönemde çeşitli alanlarda
başlayan ıslahat hareketlerinin (İLMİYE) sınıfında uygulanması görevi Şeyhülislamlık
makamında bulunması da dikkate alınarak kendisine verildi. Mustafa Efendi işi kökün-
den düzene koymak için ciddiyetle çalışmalara başladı. Çoğu yetersiz ve yeteneksiz bü-
yük bir kitle bu davranıştan hoşnutsuzluk duydu. Durumdan kaygılanan Saray (1790) yı-
lı ortalarında kendisini işinden aldı. 1792 yılında Hicaz'a gitti. Dönüşünde yine Hoca sı-
nıfına şirin görünmek amacıyla Manisa'da oturmakla yükümlü kılındı. Ancak, kısa bir
süre sonra (1793 yılı başında) orada öldü.

MUSTAFA PAŞA
Ispartalıdır. Doğum tarihi kesin olarak belli değildir. I'inci Ahmet, I'inci Mustafa,
II'inci Osman ve IV'üncü Murat'ın Padişahlık dönemlerinde değerli Devlet görevlerin-
de bulunmuş ve üstün başarılar göstermiştir. Zamanına göre iyi öğrenim görmüş olup
zeki, becerikli ve ölçülü idi. Sıra ile aşağıdaki makamlarda bulundu.
Önce Müteferrikalık yani Saray Emir Subaylığı, sonra Kapucubaşılık yaptı. 1616'da
Mirakur, 1618'de Yeniçeri Ağası yani bugünkü karşılığı ile (Kara Kuvvetleri Komutanı),
1619'da Mısır Beylerbeyi (5) oldu. 1620 tarihinde görevinden alındı ise de 1621'de Vezir-
l i k rütbesiyle Nişancılığa atandı. 1622'de işine son verildi. 1624'te Halep Valiliği ile gö-
revlendirildi. Dördüncü Murat döneminde (SAFAVİ)'lerden Bağdat'ı kurtarmaya giden
ordudaki komutanlar arasında idi. (Sözü edilen savaş yapılırken vadesiyle öldü 1625).

İBRAHİM EFENDİ (Yalvaçi)


Yalvaç ilçesinin (Hisarardı) köyünde doğmuştur ve bu köy halkındandır. Karaağaç'lı
Rüştü Ahmet Efendi ile zamanın birçok değerli bilginlerinden öğrenim gördü. Üstün
bir hatiplik yeteneğine sahip idi. Erdemli, bilgin ve şairdi. Köyünde bir medrese yaptır-
dı. 1876 tarihinde öldü ve bu medreseye ait caminin avlusuna gömüldü. Birçok Arapça
kasidelerinden başka başlıca eserleri şunlardır:
(Risala-i AHBARU BİLLEZİ), (Hişaye-i Dibace-yi DÜRRÜ NACİ), (Haşiye-i Kasi-
de-i BÜRDE) ve (USULÜL MÜŞAVERE-Fİ EMVAÇİL MUHAVERE) yani (Danış-
ma ve konuşma usulleri) v.b. dır.
ŞEYDİ EFENDİ
Ispartalıdır. Çeşitli kaynaklarda (Kara Şeydi), (Şeydi Efendi-Kara) ve (Kara Şeydi)
şekillerinde anılıp yaşam ve eserlerinden söz edilmektedir.
Zamanın seçkin bilginlerindendi,aynı zamanda şairdi. Osmanlı döneminin ünlü bilgi-
ni (Molla Fenari) kendisine hocalık yapıp yetiştirdi. Önce müderrislik sonra SAHN mü-
derrisi oldu. Daha sonrada İstanbul Kadılığı gibi pek önemli bir makama getirildi. 1508
yılında öldü.
Başlıca Eserleri:
1. (RİSALETÜL-CA'L), yaratan ve dolayısıyla Yaratılış Risalesi.
2. Kara Şeydi Sualleri (Başka dinsel kitaplardaki sorulardan oluşmuş), 1569 tarihinde
ölen oğlu Mehmet Efendi de tanınmış bir Müderristi.

ASLANZADE MUSTAFA ÇELEBİ


Ispartalıdır. Babasının adı Ali'dir. Müderris, Halveti Tarikatı Şeyhi ve 18'inci yüzyıl
Osmanlı mutasarrıflarındandır. Önce Müderrislik yaptı. 1754 yılında Galata ve bunun
ardından beş ilin mollalıklarında bulundu. 1764 yılında Medine Mollalığı'na atandı.
1771 yılında öldü. Kabri İstanbul'da Vefa'dan Zeyrek'e inen yolun sol yanındadır. Yazı
bakımından çok güzel bir üsluba sahipti. Arapça mektupları ile çeşitli Arap bilimlerine
ait konularda yazılarından (Risalelerinden) oluşan bir eseri Manisa Kütüphanesindedir.

ZİYAİ YUSUF ÇELEBİ


Ispartalıdır. 16'ıncı yüzyıl şair ve bilginlerindendir. Adının sonunda (Çelebi) unvanı
bulunması kendisinin Mevlevi tarikatından olduğunu ve bu tarikatta baş makama kadar
yükselebileceğini göstermektedir. Ne yazık ki çeşitli kaynaklarda hakkında fazla bir bil-
gi verilmemektedir.
Yusuf Çelebi çağının öbür şairleri gibi Divan Edebiyatı gelenek ve göreneklerine
uyarak kaside, gazel gibi çeşitli şiirler yazdı. Ancak, mesnevi türünde üstün başarı gös-
terdi. Nitekim (Yusuf-ü Zeliha) Yusufla Zeliha adlı MANZUM eseri buna canlı bir ör-
nektir.
Ziyai Yusuf Çelebi 1543 yılında öldü.

ALİ ÇELEBİ (Kınalızade)


(Edebiyatçı, Filozof ve Matematikçi)
Teorik ve uygulamalı alanlardaki engin bilgi derecesiyle Osmanlı İmparatorluğu'nun
yükseliş dönemine (Kanuni ve kısmen II'inci Sultan Selim dönemine) damgasını vurmuş
ünlü bir bilgindir. Ali Çelebi (1510) yılında İsparta'da doğdu. Biyografileri ayrıca veri-
len Şeyhülislam Abdülkadir Hamidi (kına kullanan) büyük babası ve Fatih Sultan Meh-
met'in öğretmenliğini yapmış bulunan Abdülkadir Efendi ise iki üç kuşak öteden de-
desidir. Babası, yaşam öyküsü hakkında fazla bilgi sağlayamadığımız 1560 tarihinde
ölen Isparta'lı (Kadı Emrullah Efendi)'dir.
Ali Çelebi ilk öğrenimini akrabalarından olan Kazasker Kadri Efendi'nin yanında
yaptı. Daha sonra Malul Emir, Sinan Merhaba (Muhiddin Mehmet Çelebi), Kara Salih
Efendiler gibi değerli bilginlerden ve Şeyhülislam Çivizade Muhittin gibi en seçkin zat-
lardan okudu. Öğrenimini bitirdikten sonra Müderris oldu ve ilk kez Ebussuut Efendi
tarafından Edirne Hüsamiye Medresesi'ne atandı. Sonra Kadılığa yükseldi. Sıra ile
Şam, Mısır, Bursa, Edirne Kadılıklarında bulundu. 1571'de Anadolu Kazaskeri oldu. Ay-
nı yıl İkinci Selim'in Edirne'deki kışlık sarayına giden alaya katıldı. Fakat Edirne'nin
şiddetli soğuğundan dolayı kendindeki gut (damla) hastalığı nüksetti ve öldü (1571). İs-
tanbul yolu üzerindeki (Nazır Mezarlığı) diye tanınan kabristana gömüldü.
Ali Çelebi keskin zekalı, kavrama yeteneği yüksek, bir kez okuduğunu ezbere alacak
kadar kuvvetli bir hafızaya (belleğe) sahip idi. Çok güzel konuşabilen ve yazabilen, soh-
betleri dışında az konuşan, çok okuyup düşünen, alçak gönüllü bir kimse idi.
Ali Çelebi gerek matematik, gerekse matematiğin bir dalı olan astronomide uzman-
laşmış bir bilgindi. Bu alanda kitap da yazmıştır.
Ali Çelebi, bir düşünürdü. Çok geniş ve sağlam olan kültürü onu filozof yapmıştı.
(Ahlak-ı Alai) Yüce Ahlak adlı eseri bu alanda kaleme alınmış ve büyük ün yapmış bir
eserdir.
Ali Çelebi, din ilimlerinde başlı başına bir otorite idi. Birçok büyük din kitaplarına
ek veya onlara ait açıklamalarla, Hadis ve Tefsirle ilgili kitapları vardır. Ali Çelebi aynı
zamanda değerli bir edip ve şairdi. Hem de Türkçe, Arapça ve Farsça olmak üzere üç
dil üzerinde rahatlıkla yazabilen bir edip ve şair.
Onun bütün bilimlerle edebiyat alanındaki engin bilgi ve gücünün, üç dilde üstün ko-
nuşabilme yeteneğinin üzerinde söz edilemeyeceğinde bütün kaynaklar birleşmektedir-
ler. Nitekim Kadı olarak bulunduğu Suriye ve Mısır gibi ülkelerde Ünlü Arap bilginle-
riyle yaptığı bilimsel sohbet ve tartışmalarda kendisinin üstünlüğünü onlara kabul ettir-
miştir. Onun büyüklüğü önünde bizde saygı ile eğilerek sözü Türkçe şiirlerine bıraka-
lım:
Bir beyiti:
"İmrenme görüp meyve-i bağın ümeranın
Kim sular anı gözleri yaşı Fukaranın"
Başka bir şiirinden:
Sagar-ı mey kim kenarına Leb-i Canan değer,
Nice mail olmasun aşık ana kim can değer.
Meclise geldi Rahib örtün meded Peymaneyi,
Açık olsa kase dirler kim ana şeytan değer.
Kısmet-i Hak'dır (ALİ) esbab-ı bezm-i aşktan,
İlere zevk u safa sana gam-ı hicran değer.

Başka bir şiiri:


Derin dilde itdin can yerine çün sükun cana
Sana mahfi değildir halet-i derd-i derin cana,
Leb-i canbahşını mecliste bir kez öpemez kimse,
Kadeh veş devr elinden olmayınca bağrı hun cana.
Ali'den kande akıllik ki giysu-yi girihgirin,
Takupdur gerden-i canına zencir-i cünun caha.
ABDULKADİR EFENDİ
(Fatih Sultan Mehmet'in Öğretmeni)
Ispartalıdır. Tezkerelerden ve öbür kaynaklardan önemli bir kısmı bu zatın Kınalı
Zade Ali Çelebi'nin birkaç kuşak öteden ceddi (dedesi, dedesinin babası v.b.) olduğun-
da birleşmektedirler. Fakat bazıları, kına kullanan ve soyundan gelenlere lakabını verdi-
ren, Şeyhülislam Abdülkadir Hamidi ile Abdülkadir'i karıştırmaktadırlar. Ayrıca her iki-
sinin doğum ve ölüm tarihleri karşılaştırılırsa böyle bir olanağın bulunmadığı açıkça gö-
rülür. Yazımızda bu Abdülkadir'i öbürlerinden ayırt etmek için yerel lakabı olan (Gey-
lani) ile anacağız.
Abdülkadir Geylani Efendi gençliğinde öğrenim için İstanbul'a gitti. Önce İstan-
bul'un ileri gelen bilginlerinden, sonra İslam dünyasında ün yapmış (Alaettin Ali Tasi)
den ders aldı. Çok geçmeden ilmiyye sınıfındakiler arasında zeka ve bilgi üstünlüğü ile
dikkati çekti. Fatih Sultan Mehmet tarafından kendisine öğretmenlik yapmak üzere Sa-
raya alındı. Kısa zamanda Padişah'ın derin sevgi ve saygısını kazandı. Bu nedenle ilmiy-
ye sınıfına verilen çeşitli yüksek rütbelerle ödüllendirildi. Ancak, Sadrazam (Başbakan)
Mahmut Paşa onun hızla parlayışını çekemedi. Gözden düşürmek için her türlü fesadı
kullandı. Sonunda başardı da. Abdülkadir Geylani öğretmenlikten affolundu. Bu durum-
dan haklı olarak kırgınlık ve küskünlük duyarak memleketi olan İsparta'ya döndü ve bir
Kadiri Tarikatı tekkesi kurdu. Yıllarca bu tekkede müridlerini yetiştirip ibadet etti. Ni-
hayet yakalandığı hastalıktan kurtulamayarak (1473) tarihinde öldü. Tekke bitişiğine gö-
mülüp kendisine bir türbe yapıldı. Bu türbe günümüze kadar (ÜYÜ TÜRBESİ) diye
anılagelmiştir. Sözü edilen tekke ve türbe deliklitaş civarında Hisar Mahallesi sınırları
içindedir. Cumhuriyet Döneminde tekke ve zaviyelerin kapatılmasından sonra Vakıflar
İdaresine geçen tekke ve türbe Abdurrahman Sevimli'ye satılmış, onun ölümüyle mal sa-
hipliği oğlu İbrahim Sevimli'ye, onunda ölümüyle eşi Şükriye Sevimli'ye ve çocuklarına
geçmiştir. Türbe arka planda kalmak suretiyle öne cadde üzerine (42) kapı numaralı ev
yapılmıştır. Bakımsız türbe mahalle halkınında yakın ilgisi ile 7.6.1977 tarihinde yığma
yapı bir oda içine alınmıştır. 6.4.1980 Pazar günü yerinde inceleme yapmak amacıyla zi-
yaret ettiğimde Şükriye hanım yakın bir ilgi göstermek, bilgi vermek zahmetinde bulun-
du. Türbeyi benzerleri gibi perişan değilde sade ve temiz döşenmiş, iyi korunur durum-
da bulunca gerçekten çok sevindim.
Fatih Sultan Mehmet gibi dünya çapında büyük bir kumandana öğretmen yetiştirmiş
bulunmaktan Ispartalılar ne kadar gurur duysalar yerindedir. Ancak, böyle yüksek de-
ğerdeki kimseyi unuttuklarından ve kendisine layık yerde yatırmadıklarından ne kadar
utanç duysalar yine yerindedir.
Bilindiği üzere (Abdülkadir Geylani) Kadiri Tarikatı'nı kuran büyük din bilginidir.
Müritleri yazımıza konu olan Abdülkadir için de onun gibi çok büyük değerde bir kim-
se olduğunu ifade için böyle hitap etmişler ve bölgesel inceleme yazılarına hep böyle
geçmiştir.
ISPARTA'LI ABDULKADİR'LER
Abdülkadir'lerden herbirinin biyografisini ayrı ayrı vermeden önce onlar hakkında
toplu bir açıklama yapmak zorunluluğunu duydum. Şöyle ki, araştırmalarım sırasında
bilgin, edip ve şair olarak Isparta'lı dört Abdülkadir'le karşılaştım. Bunlardan üçü, çağı-
nın teorik ve uygulamalı bilimlerinde bir otorite sayılan Kınalı Zade Ali Çelebi ile akra-
badır. Ancak, şu kadar varki çeşitli kaynaklar bu yakınlığı çeşitli şekilde belirtmişlerdir
veya bu hususa hiç değinmemişlerdir. Dolayısıyla yanlışlıklar yapılmıştır. Onun için bir
karşılaştırma yapılabilmesi amacıyla hepsini birbiri ardı sıra anlatmak yerinde olacaktır.
Yanlız, bunlardan Kınalızade Ali Çelebi'nin büyük babası kendisinden gelen kuşaklara
lakabını bırakan Abdülkadir Hamidi hakkında daha önce bilgi sunulmuş idi. Şimdi
öbürlerinin yaşam öykülerini verelim.

KADİRİ ABDÜLKADİR EFENDİ


Adından önce gelen sözcükten anlaşılacağı üzere Kadiri tarikatındandı. 1450-1534 yıl-
ları arasında yaşadı. Kınalı Zade Ali Efendi'nin anne yönünden ceddidir (Babası, dede-
si, dedesinin babası gibi). Arapça ve Farsça dilleriyle, edebiyatlarını Türk Dili Edebiya-
tı kadar iyi bilirdi. Bir bilgin olduğu kadar edip ve şairdi. 1534 yılında öldü ve aşağıdaki
beyit onundur.
"Nice bir sabredeyim tir bela zahmına ben,
Burç ise dahi yıkılmalı oluptur bedenim"

ABDÜLKADİR EFENDİ
Ne yazık ki bu zatın yaşamı ve eserleri hakkında çeşitli kaynaklarda fazla bir bilgiye
rastlanamadı. Ispartalıdır. Bilgin ve şairdi. 1552 yılında öldü.

ŞEYH MEHMET NURİ EFENDİ


(Davgana Şeyhi)
Ispartalıdır.(Davgana Şeyhi) diye ün yapmış ve tezkerelerde bu lakapla geçmiştir. Do-
ğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Ancak, 18'inci yüzyılın sonlarında veya 19'un-
cu yüzyılın başında olduğu anlaşılmaktadır. Gençliğinde İstanbul'a geldi. Zamanın ge-
rek pozitif bilimleri, gerekse din bilimleri üzerinde iyi bir öğrenim gördü. Sultan II'inci
Mahmut'un son, Abdülmecit'in ilk iki saltanat yıllarında kendilerinin "Huzuru Hüma-
yun Muhataplığında"bulundu (1). İkinci Mahmut tarafından Bektaşi tekkelerinin kapa-
tılması üzerine Padişah fermanı ile (iradesi ile) Hacı Bektaşi Veli Dergahında ilk kez
kurulan Nakşibendi Postnişinliğine (Şeyhliğine) atandı. Postnişinlik ve Huzuru Hüma-
yun Muhataplığı gibi dönemin iki büyük makamına getirilmesi, kendisine Padişahlarca,
daha doğrusu tüm sarayca, ne derece saygı gösterilip önem verildiğini çok güzel açıklar.
Bu durum onun bilginliği yönünden bir değerlendirme yapmaya yeter sanırım.
İkinci Mahmut ölünce, Bektaşiler dergahlarının geri verilmesi için ayaklandılar. Şeyh
Mehmet Nuri bu sırada ailesiyle birlikte güçlükle Kırşehir'e kaçabildi. Oradan da mem-
leketi olan İsparta'ya döndü ve İskender Mahallesinde o zaman Hacı Yunus ve daha
sonralarıyla günümüzde Davganalı evi diye anılan evi satın aldı.(Dereli Sokağı sonunda-
ki eski Müftü Efendi Medresesi (Şimdi Ali Efendi Camii)köşesinden sola İnce Sokak'a
dönünce, sağda iki katlı taş merdivenli üç veya dördüncü ev (Zeki Sümer Beylere ait-
tir.) Sonra bu evin doğu kısmına iki katlı bir tekke yaptırdı ve ölünceye kadar bu tekke-
de Nakşibendi şeyhliğini sürdürdü. Böcü Zade Süleyman Sami Bey, Şeyhin haftanın Pa-
zartesi ve Cuma geceleri tekkede dervişleriyle ayinler (dinsel törenler) düzenlediğini ri-
vayeten yazmaktadır.
Mehmet Nuri Efendi (1866-1868) yıllarında Isparta Müftülüğünde bulundu. 1970 yı-
lında öldü ve vasiyetine uyularak evinin altına gömüldü. Bugün orada üstüne kilit vurul-
muş bir odada gözlerden tamamen gizli, sade, gösterişsiz kabrinde Allahına kavuşma-
nın engin huzuru içinde yatmaktadır. Soruşturmalardan sonra yerini buldum.Amacım
hece taşından Kitabesini yazmaktı. Ancak, ev sahibi olan torunları Ankara'ya yerleştik-
lerinden ve ev kirada bulunduğundan isteğimi yerine getiremedim.
Saptayabildiğim kadarı ile Davgana tekkesi, 1924'te Tekke ve Zaviyeler'in kapatılma-
sına kadar çalışır halde kalmıştır. Kendisinden sonra tekkeyi oğlu Mehmet Şair Efendi
ve başkaları yönetmişlerdir. Bu yazı vesilesiyle rahmetli hemşehrimin manevi huzurun-
da saygı ile eğilir, mağfiretler dilerim.

ISPARTA'LI ŞEYHÜLİSLAM
ABDÜLKADİR ÇELEBİ EFENDİ
(Hamidi)
Eskiden soyadı olmadığından, aynı adı taşıyan büyük adamların birbirinden ayırt edi-
lebilmeleri için memleketleri olan şehir, kasaba veya köyün adının sonuna (orayla ilgili
olduklarını anlatan) bir uzatmalı (i) getirilerek adlarından sonra söylenir veya yazılırdı.
Cumhuriyet'ten önce Ispartamıza (Hamidabad-Hamit Sancağı-Hamideli veya kısaca Ha-
mid) denilirdi. Sözü edilen nedenle özel lakabı bulunmayan Ispartalı büyüklerimizin ad-
ları (Hamidi,Yalvaci, Karaağaci,..) ekleriyle tarihsel belgelere geçmiştir.
Abdülkadir Çelebi, İsparta'da doğmuştur. Çeşitli kaynaklarda doğum tarihine rastlan-
mıyor. Ancak, yaptığım araştırmalara göre (1476-1478) yılları arasında doğduğu anlaşıl-
maktadır. Sülale bakımından 16'ncı yüzyılın en önemli bilginlerinden olan (Kınalı Zade
Ali Çelebi)'nin dedesidir (Büyükbabası). Babasının adı Mehmet'tir. İyi bir öğrenim gör-
dükten sonra sıra ile Müderris, (Sahn müderrisi), 1521'de Bursa Kadısı, 1523'te İstanbul
Kadısı ve aynı yıl Anadolu Kazaskeri oldu. Son görevinde, 1537 son veya 1538 başlarına
kadar 14-15 yıl sürekli olarak kaldı ve Kazaskerlik'ten emekli oldu. Bundan sonra Mek-
ke'ye gidip Kabe'yi ziyarette bulundu. Dönüşünde Şeyhülislamlık (FETVA) makamına
getirildi (1542). Fakat birkaç ay sonra rahatsızlandı ve işinden ayrıldı. İstirahat etmek
amacıyla Bursa'ya gidip yerleşti. Bu sırada Bursa'da bir medrese ile mescit yaptırdı. Altı
yıl sonra (1548) öldü. Yaptırdığı mescidin avlusuna gömüldü.(Osmanlı müelliflerinde
Musa Baba Türbesi yanına gömüldüğü yazılıdır.)
Abdülkadir Efendi Mevlevi Tarikatına girdiği için (Çelebi) lakabını almıştır. Kına
kullandığı için soyadından gelen kuşaklar hep (Kınalızade) diye anılmışlardır.
Abdülkadir Çelebi eli açık, erdemli,her alanda, özellikle din bilimlerinde (Hadis, Ke-
lam, Tefsir, İslam Hukuku v.b)engin bilgiye sahip, şair ve edip bir büyüktü.
Kendisine ait bir beyit:
KUŞE GİR OL PERDE ALTINDAN CİHANI SEYR KIL
DURBİN OL GÖRME KENDİN DİDE-İ RUŞEN GİBİ

ŞERİF MEHMET EFENDİ


Şerifi Zade diye anılır. Eğirdir'li Şeyh Burhanettin Efendi'nin torunlarındandır. Bi-
yografisi ayrıca verilen Kadı (Şerifi Mehmet Çelebi)'nin oğludur. 1553 yılında doğdu.
Medrese öğreniminden sonra, Şeyhülislam Zekeriye Efendi'nin yanında staj gördü ve
onun Kazaskerliği sırasında yazı işlerini yürüttü (1582). Bir çok büyük medreselerde, bu
arada Süleymaniye Medresesinde Müderrislik yaptı. 1604 ve 1618 yılları arasında (14)
yıl Galata, Halep, Şam, Mekke ve Edirne Mollalıklarında bulundu. 1618'de İstanbul Ka-
dı'sı oldu. Fakat aynı yıl içinde görevinden alındı. 1620 yılı başında Anadolu Kazaskerli-
ğine getirildi. 1621'de emekli edilip, kendisine Tekirdağ Arpalık olarak verildi. 1623 yı-
lında (Mere Hüseyin Paşa)'ya karşı yapılan ayaklanmaya katıldığı için Bursa'ya sürgün
gönderildi. Dördüncü Murat'ın Padişah olması nedeniyle affedildi. 1624'te (Nakibü'l-
Eşraflık)'la görevlendirildi. Aynı yıl sonuna doğru Rumeli Kazaskeri oldu. Bir kaç ay
sonra ikinci görevi daha doğrusu rütbesi,üzerinden alındı. 1630'da kendisi (Nakibü'l- Eş-
raflıktan) istifa ederek hacca gitti. 1631'de öldü.
Erdemli ve çok eli açıktı. Şiir ve nesir yazmakta üstün yeteneğe sahipti. Beşleme şek-
linde şiirleri ile, kasideleri ve başkalarının eserlerine ait önsözleri vardır.

ŞAİR NURİ
Aşağı yukarı 1785-1885 yıllan arasıyla karşılaşan Hicri onüçüncü yüzyılda, Ispartada,
öbür yüzyıllara göre daha çok sayıda değerli kültüre sahip aydın kimseler yetişmiştir.
Bunlar arasında Rifat Çelebi başta olmak üzere, Nuri, Mustafa Sabri, Şükrü, Necip, Ne-
cati, Topal Şükrü, Muhlis gibi şair ve edipler sayılabilir. Adı geçenlerden yalnız Musta-
fa Sabri ile Nuri'nin Divanları ele geçirilebilmiş, öbürlerinin sadece şiirleri bulunabil-
miştir. Şair Nuri'nin dedesi müftülük yaptığından soyundan gelen aileler (Müftü Zade)
diye anılmışlardır. Nuri'nin babası Hasan Efendi 1889'da doksan yaşlarında ölmüştür.
Şairin doğum ve ölüm tarihleri kesin olarak belli değildir. Ancak, ağabeyi Necip ile kü-
çük kardeşi Mahmut'un yaşları ile Ölüm tarihlerinden Nuri'nin 1830-1835 yıllan arasın-
da doğduğu hususunda bir tahmin yapılabilir. Otuzüç (33) yaş gibi gençliğinin en verim-
li yıllarında öldüğü anlaşılmaktadır. Bu yaşta, ardından ince duygulu,ateşli şiirlerle süs-
lenmiş bir Divan bırakarak dünyadan göç etmesi, kendisinin iyi bir öğrenim görmüş, ye-
tenekli bir şair olduğunu açıklar.
Nuri, döneminin şairlerinden hemşehrisi Rifat Çelebi'ye hayranlık duymuş, onu üstat
sayarak şiirlerine nazireler yazmıştır. Sofice, Rintçe şiirleri yanında aşk, hiciv (taşlama)
konularında da şiirler kaleme almıştır. Kısası o çok yönlü bir şairdir.
Şimdi onun çeşitli şiirlerinden birer örnek vererek, ozanlık yeteneği ve sanat gücünü
belirtmeye çalışalım. Tasavvufu, dolayısıyla Felsefeyi kapsayan bir parçası:
NAZİRE-İ RİFAT ÇELEBİ
Cana dil ikliminde Sultan olamazsın,
Çevri bırakıp maili ihsan olamazsın

Düd alevi pertevimiz söndürür akar


Bezm içre eya Şem'a fürüzan olamazsın

Futi hünerin gösterip arzetme makalin


Bin dil dahi bilsen yine insan olamazsın

Ey sofu niçin gönlünü dildara verirsin


Çünkü bu yola canla kurban olamazsın

Rifat babadan almaz isen himmet tamı,


(Nuri) bunu bil sahibi divan olamazsın

Divanından aynı konuda bir başka parça:


KALENDERİ NURİ

Göster Kuluna ayni visalin Kerem eyle


Rüyada gelir oldu hayalin kerem eyle

Halimizden ezel hattı Rahin vicahına


Biperde ayan eyle cemalin Kerem eyle

Bir kere bak aynayı al destine şimdi


Hiç var mıdır alemde misalin Kerem eyle

Sühanı çemene Naz ile gel, eyle hıraman


Seyran edelim kaddi nihalin Kerem eyle

Sermende olur gönce eder çaki giriban


Gösterme sakın aziz alın Kerem eyle

Derya ile teskin olmaz susuz derunum


Yaktı dilimi NARI melalin Kerem eyle

Katetme aralıkta Nev icadü Şiarın


(Nuri)'ye güzel geldi mekalin kerem eyle

Şair aşk üzerine samimi fakat günümüzde bile oldukça açık sayılacak şiirlerde yaz-
mıştır.
Şimdi onları bir yana bırakarak klasik biçimde sevgilisine seslenişine kulak verelim:
(Divanından)
Kametin günden güne alalanır balalanır,
Ruhların güller gibi kumrulanır elmalanır

Murgi dil saydetmeğe eyler kemend anka gibi


Hali hindü hüsnünde davalanır daralanır

Ağladıkça hasretinle Ruzü şeb ey goncai ten


Eski çeşmenin cuş edip deryalanır dalgalanır.

Derdini canında pünhan ettiği aşıkların


Kişveri dilde gamın kavgalanır yağmalanır.

Ah ederse perçemin gördükçe (Nuri) neylesin,


Derdimendi biçaredir sevdalanır şeydalanır.

Nuri, şen ve kıvrak aynı zamanda rindane şiirler de kaleme almıştır. İşte bunlardan
biri:
Sofiya teşrif kıl erbabı aşkın yanına
Bir düzen ver kendine hem ziynet ü unvanına
Vaz'ı rindanın irretsin rakibin canına
Çak çakıştır bade-muş ol yık fesi imanına.

Meclise gel bi mahal bunda birdür şeykü şab,


Kim senden perva edüp ağyardan etme hicab,
Gel çıkar destanını baştan işte hazır bezmi ab
Çak çakıştır bade-nuş ol yık Fesi imanına

FURREİ Şirinine bağlansın alem serteser


Herkesi etsin perişan zir füsun zülfüter
Halk alem söylesünler barekellah ey püser
Çak çakıştır bade-nuş ol yık Fesi imanına

Eyleme habı tegafülden dü çeşmin intibah


Gösteriş olsun ki bir Fertten yana etme nigah
Halka püsküllü bela ola başında keç külah
Çak çakıştır bade-nuş ol yık Fesi imanına

Mevsimi türaptır işbu demler (Nuri)'ya


Bir iki ahbapla azmeyle gülşenden yana
Himmet ettim korka yahu gayri ruhsattır sana
Çak çakıştır bade-nuş ol yık Fesi imanına

Bilindiği üzere Osmanlılar'ın son zamanlarında, dolayısıyla şairin yaşadığı dönemde


medreselerin hemen hemen tümü eğitim öğretim bakımından yozlaşmış ve birçok cahil
safuların askerden kaçmak için güvenceli bir sığınağı haline gelmişti. Zeki şairimiz
medreselerin bu durumunu abartmasız bir taşlama ile pek güzel belirtmektedir. İlgili şi-
iri insan bir solukta okumak istiyor. Şimdi sözü sahibine bırakalım:

Ne tükenmez söz imiş gayri lisanı Arabi


Atamı babamı unuttum, derim ümmü ebi
Tarhana bulgurumuz kalmadı akça kesbi
Dert tükenmez hele çoktan ki tükettik hitabı
Görmez oldu gözümüz gurrei mahı Receb'i
Ne kazanu bize yarab tedbir anın sebebi

Küp boşaldı ne yapar açtı duaya el etek


Ağzın açtı göğe hep cümle çanak çömlek
Altı aydır çekeriz derse gece gündüz emek
Yok mu ispat edecek ben onu gördüm diyerek
Görmez oldu gözümüz gurrei mahı Recebi
Ne kazanu bize yarab tedbir anın sebebi

Heves etme odaya girmesine ya veledi


Y ı k ı l ı r mı aceba....dersin rasadı
Ne zaman kurtuluruz eyle yarab mededi
Yoksa şaşırdık da ruzu hesabı adedi
Görmez oldu gözümüz gurrei mahı Recebi
Ne kazanu bize yarab tedbir anın sebebi

Hazır eyleyin ne ki var kancık eşek beygirden


Kaçalım dersten için bazı öte İzmir'den
Ders ağır geldi bizim boynumuza zincirden
Gelin Allah'a dua eyleyelim her birden
Görmez oldu gözümüz gurrei mahı Recebi
Ne kazanu bize yarab tedbir anın sebebi

(Nuri)'ya sohtalar ile gece şura kuralım,


Ne nefes harcedelim her sene canı yoralım
Bu kitabın topunu ateşe birden uralım
Bir müneccim arayıp noldu hesaptan soralım
Görmez oldu gözümüz gurrei mahı Recebi
Ne kazanu bize yarab tedbir anın sebebi

Nuri şiiri çok sevdiği için bütün benliğini ona verdi. Özellikle gençlerden oluşan ve
kendisini çok sevip sayan bir çevre yarattı. Gençlerle sohbetler yapar, onlara ince bir şi-
ir ve edebiyat ruhu aşılamaya çalışırdı. Bu durumu, ailesiyle zamanın hocalarının hiç de
hoşuna gitmiyor, kendisini bu yoldan çevirmeye çalışıyorlardı. Ancak, o inancında dire-
niyor ve ilgililere şöyle yanıt veriyordu.
Yanıtı şöyledir:
Neş'eyi sahbayı lalin canı sahbadan leziz,
Şerbeti Şirini lebin şehdi musaffadan leziz

Hali amber mecmiri arızında yansın ateşe


Buyu müşkini perçimin şenuyu saradan leziz

Her sözü bir kişverü mülke bedeldir gerçi kim


Vusla dair güftüguyun bahsi dünyadan leziz.

Cezbei diğer verir meclise amana darbı söz


Gulgulu şişe sürahi satutı seştaadan leziz
Eylerim canım Feda ehli keramın şirine,
Varmıdır alemde (Nuri) şiiri yektadan leziz.

Davranışlarının devam etmesi devrin hocalarını çok kızdırıyor ve kendisine şöyle ha-
karet ediyorlardı:
Bir takım saçma sühan topladın amma (Nuri)
Yazık ol nameye sarfeylediğin efkare
Çünkü yoktur yüze çıkmaklığa layık tesvid,
Kağıdın ruyu şefindin niçin ettin kare ?...

Lügati Nasireden mahzemi nakdi galatat,


Bir pula değmez eş'ar denilen biçare...
(Lügat-ı Naşire: Tanassur, Hıristiyan sözleri)

Nuri kendisine yazılan bu hakaretlere çok yumuşak ve olgunca cevap veriyor. Yanıtı
kısaltarak alalım.
Saba vakti seherde camehabı simü terden geç
Devip devşir müferrih buyu semti yasemenden geç

Seni terkeyleyip şimdi rakibe yar imiç dilber


Melul olma dila gel sen dahi senden geçenden geç

Sana medyumu canü ser idim, başım ver al canım


Şeriat içre derler dine nısıf semenden geç

Ya sen mısraı nim icadına kadirmisin hoca


Niçin dersin gelip gittikçe ey (Nuri) sühandan geç.

Şiir yazmasını ayıplayanları şöyle yanıtlıyor (Kısaltarak)


Azmi aşkın ile yüzar olmada herçi badabad,
Gehi handan, gehi zar olmada herçi badabad

Gerçekten görmüşüm bir verdi ise fesli perçimli


Yine dilbestei zünnar olmada herçi badabad
(Efendi) şiire meyleder deyu talip ederlerse
Ne gamdır sahibi eş'ar olmada herçi badabad

Döneminde yetişenler Nuri'nin etkisinde kalarak şiirlerinden parçaları kendi şiirleri-


ne aktarmışlardır. Nuri şiir yazdığı için birçok dostları onunla ilgisini kesmişlerdir. Kilis
yakınında bir evde oturan sevgilisi için yazdığı şiirle, öbür şiirleri, anlayamayanlarca ga-
vurlukla suçlanmasına neden olmuştur.
Sevgilisine yazdığı şiir şudur:
Kızdıkça kızarmış rengi ruhsarı meğer şuhun
İçerken badei sahba eser etmiş dudağında.

Ne camide ne meyhane ne mescidde mekanım var


Arayan (Nuri) yi bulsun kiliseler bucağında

Gavur diyenlere de aşağıdaki şiiri ile seslenmektedir:


Zamane cahili katip olur imlayı bilmezden
Müdekkik şair olmuş iptida mamayı bilmezden

Kelamımda işittim artık eksik lafı söylermiş


Sanırmış bizleri kendi gibi fehvayı bilmezden

Müslümanlık cavurluk nidür? Fehmetmemiş ol


Satar takvayüdini cami ve kiliseyi bilmezden

Kuru laklak savur gördükçe her ebiyatı eş'arı


Husumet etmeğe kalkmış ezel davayı bilmezden.

Okuyup yazmasından anlamaz ala ve ednayı


Sanasın dehri olmuş, alemi eşyayı bilmezden

Ne ahmaktır cihan içre dahi farketmemiş asla,


Görür eşyayı görmezden bilür danayı bilmezden

Kelamın başına tokmakla vursan anlamaz nadan,


Niçün (Nuri) verir şirini aksayı bilmezden
Kısacası; Nuri kültürlü, ince duygulu, geniş görüşlü ve çağının en değerli şairi idi.

HİSARARDI'LI (YALVAÇ) BİLGİN ve ŞAİR


ŞEYHİ HASAN EFENDİ
Geniş kültürlü, gerçek milliyetçi hemşehrim (Atabeyli) Rahmetli Naci Kum hem öğ-
retmen, hem müzeci, hem de ozandı. Yaşamı boyunca bulunduğu her yerde tarih, edebi-
yat, folklor alanlarında insan gücünü aşan bir çaba harcayarak, birçok önemli sosyal de-
ğerlerin yitip gitmesini önledi; onları aydınlığa çıkardı. Eşine az rastlanan araştırmacı-
lardandı.
Isparta, Atabey, Yalvaç, Karaağaç, Uluborlu; Adana, Hatay, Kayseri ve daha birçok
yerlerdeki çalışmalarının sonuçlarını sergileyen yazılarıyla yapıtları bu husustaki canlı ta-
nıklarıdır ve onun ölümsüzlük anıtlarıdır.
Nitekim 1942 yılında dostlarını ziyarete gittiği Yalvaç'ta kaldığı çok kısa bir sürede bi-
le belirtilen konularda yararlanmak fırsatını aramıştır. Bu bakımdan, Leblebiciler Ma-
hallesinde kdnuğu bulunduğu Derviş Ahmet'in oğlu eski Dabağlar Şeyhi Hoca Sait
Efendi'den, kendisinde veya bildiği bir kimsede el yazması cönkler bulunup bulunmadı-
ğını sormuştur. O da elinde sakladığı bu türden bir kitabı Naci Kum'a sunmuştur. İşte
böyle bir ilgi sayesinde, haklarında aşağıda bilgi verilecek olan (TUHFETÜL-EB-
RAR) adlı yapıtla, yazarı Hasan Efendi unutulmaktan kurtulmuştur.
Bilgin ozanın adı Hasan'dır.(Şeyhi) şiirlerinde kullandığı takma ad, (mahlas) dır. Do-
ğum tarihi belli değildir. 16'ıncı yüzyılın ikinci yarısında olduğu anlaşılmaktadır. Ancak,
bu zat dahi biyografisi ayrıca verilen ünlü bilgin İbrahim Efendi (İhbarıbillezi), Ozan
Süruri gibi Hisarardı köylüdür. Burada şu noktayı vurgulamak yerinde olur sanırım. Yal-
nız Yalvac'ın değil İsparta'nın bütün köylerine göre, Hisarardı'nda övünülecek birçok
değerlerin yetişmesinin elbette bir nedeni olacaktır. Bunu bulmak günümüzün aynı köy-
lü aydınlarının bir görevidir.
Şeyhi Hasan Efendi ileri derecede öğrenim görmüş, çok okumuş bir din bilgini, bir
mutasavvıf; aynı zamanda yetenekli bir ozandır. Şiirleri birçok eser sahibi olduğu kanısı-
nı uyandırır. Ancak elde edilmiş bulunan tek yapıtı, yukarıda bulunuş yeri açıklanan
(TUHFETÜL EBRAR) yani (İyi Kişilere Armağan) adlı el yazması şiir kitabıdır. Bu ki-
tap yazı sanatı bakımından değeri bulunmıyan talik yazısıyla kaleme alınmış (296) sayfa-
dan ibaret olup her sayfasında (22) satır vardır. Giriş yazısında Besmele vardır ve Arap-
ça bir duadan sonra, kitabın yazılış nedeni şöyle açıklanmaktadır:
Amma bade bu hakir-i pür taksir bir gün tefe kürde alemin her karı geç ve emr-i
dünyanın neticesi hiç ve emr-i ukbaya sülük bila azil müluklar idüğü muhakkak lakin ta-
rik-i refik belki erfak dünya-yi deniyyenin fenası mukarrer lakin Hadis-i Resul (S.A.V.)
de buyrulmuş -müferakati Ruhtan sonra amel münkariz olur; Lakin üç taifenin olmaz;
biri veled-i Salik, biri de hayrat-ı cariye, biri dahi sünnet-i hasene yahut te'lif ve tasnif...
Bu kalilül bidaa da (men teşebbehe kavmen fe hüve minküm) muktezasında fi zamanı-
na Kelamı Arabi ve tefasir ve ehadisten ekseri istihracı güç, anların kütubu mutebere-
den Türce, manasını ifnam için sûru olundu. Vâllahü alem ve erham Femmütül kitap bi
avnillahil melikil vehhaphi sene 1045
Buradaki son sözden kitabın (1635) yılında yazılmasının bitirildiği anlaşılmaktadır.
Kitabın başlangıç yazısında Şeyhi; kitabını özü sözü doğru dindar kişilere armağan et-
tiğini belirtip, dini ve ahlaki bilgiler vermekte, dünya ve ahiret için yararlı davranışlar-
dan da Türkçe olarak söz etmektedir. Şimdi ozanın bu kitabından kısaltarak bazı bö-
lümleri aşağıya aktaralım
Ya ilahi cümle filim zenb ile asamdır,
Gaflet ile geçti ömrüm bir nice eyyamdır.
Affedersin lutfin ile ettiğin ihsandır
Nakarat
Rabbin Allah, Kabe kıblem, dinimiz İslamdır
Gece gündüz cürm-ü isyan bir nihayet bi adet
Takatim yok taala yollarda kaldım hey meded
Tut elimi kaldım ayakta ya Gafur-ü ya samed
Nakarat
Daima efkarımız dünyay-i din-ü bi vefa
Yoluna çalışmadım, yok yerlere çektim cefa
Et şefaat, et şefaat ya Muhammed Mustafa
Nakarat
Adledirsin ilime olur eşeddi himmetin
Mazhar-ü İhsan-ü lütfet zira çoktur nimetin
Ger şefaat edersin yarıgar-ı Ahmetin
Nakarat
Saç sakal gitti oldu kaddim hem kemer
Yokdürür hem asi mücrim benden edna kemer,
Sen dahi eyle şefaat suçlarıma ya Ömer
Nakarat
Ettiğim ef, alime her gerçi kılırsın ceza
Zenbimi bağışla ya Rab hem dahi eyle ata
Yüzi suyuna şu Osmanın kim oldur zülhaya
Nakarat
İşlediğim, cümle işler kimi hafi, kimi celi
Mağfiret kıl yoksa gitti cümle ömrüm hasılı
Al elüm yapış bana ey Tanrı Arslanı Ali
Nakarat
Defteri amalin olursa teftiş cümle şin
N-akıs-ü mutel kamusu vacibat-ü Farz-ı ayn
Kıl meded sen ya Hasan ya tut elümü ya Hüseyin
Nakarat
Rahmetin deryasının hiç haddi yoktur ya gafur,
(Şeyhi) derdimendi yarab kapından kılma dur
(Şeyhi)'nin ve dostlarının cümle evradı budur
Rabbim Allah, Kabe Kıblem, dinim islamdır.

Şeyhi gerek bu şiirinde görüldüğü ve gerekse örnek olmak üzere aşağıda kendilerin-
den parçalar aktaracağımız şiirlerinde görüleceği gibi döneminin skolastik üslubundan
Fars ve Arap dilleri hayranlığından oldukça uzak kalabilmiştir. Aynı zamanda alçak dil-
li, temiz duygulu, samimidir. İşte kitabının bitimine koyduğu Allah'a affı, Peygamber'e
ve ululara şefaatleri içn yalvaran, risalesinden, kendinden ve memleketi Hisarardı'ndan
söz eden çok uzun şiirinden bazı parçalar.
Bihamdillah teman oldu risale
Vesile eyle sultanım visale
Habibin hörmetine ya ilahi,
Manaca haşredüp affet gunahi
Dahi yüzü suyuna Yar-i Garin
Yüzün gösterme yarab bize narin
İkinci yar kimdir. Faruk'tur ismi
Şefi et bu fakire gitsin esmi
Dahi Osman ki Zinnureyn ana nam
Bağışla ana da affeyle asam.
Şeyhi, mesnevi türündeki bu şiirinde, cahillerin bile işleyemeyeceği kadar çok günahı
bulunduğunu açıklar ve bağışlaması için Tanrı'ya yakarır. Ardından şiirini okuyan ve
dinleyenlerden ruhu için bir (Fatiha), üç (İhlas) rica eder ve şöyle sonuçlandırır.

"Tuhfetü'l Ebrar" denildi buna nam


Dilerim makbul ede Rabbül enam
Tuhfe-i nur oldu pes piclül cerad
Aldı makbul-i Süleyman bilfüad
Bu zaif bikes Fakirden nemle var
Kıla makbul anı ebrar ya ne var?
ŞEYHİ derdimend arada boş bilen
Şeyhidir hep cümlesin edüp kılan
Aktarır dağları himmetürrical
Anların himmetüdür bunca melal
Şeyhi "NUREDDİN", anın ibn-i ezel
Bil anın şeyhi: "CEMALEDDİN güzel"
Hem anın "MOLLA HABİB" ana denir
Şirvani SEYİD YAHYA'i Şir
Ananeyle ta Resul-ü Kibraya

Pes muslesiller bila ucub ü Riya


Cümlesinden Razı olsun ol Kerim
Zümresinden olavuz davim mukim
Bu Fakire nam: HASAN ŞEYHİ lakab
Yalavaç karyesine hem intisab
Bil HİSAR ARDI demeklikle şehir
Hem havası dahi abı la nazir
Kavmi serkeş bed tabiattır hele (?)
Umarız kim gideler imanile
Ya ilahi cümlesine rahmet et
Affedüp suçlarım hem şefkat et
Hem gadabla kılma yarab dallin
Hem emin eyle beladan amin
Birahmetike ya erhamerrahimin
Şiirin son bölümünde belirtildiği gibi, ozanın, her nedense memleketi olan Yalvac'ın
Hisarardı Köyü halkına karşı kırgın olduğu anlaşılıyor. Fakat yine de onların günahları-
nın bağışlanması için duasını esirgemeyecek kadar olgunluk ve büyüklük gösteriyor.
Gerçekten Şeyhi böyle bir gücenme yüzünden Afyon-Karahisarı'na göç edip yerleşmiş-
tir. Orada engin bilgili bir Nakşibendi şeyhi olarak ilmini satacak pazarı bulmuş ve öm-
rü sonuna kadar çevresini aydınlatmıştır. Nitekim kitabında bu şiirden sonra bir açıkla-
maya rastlanmaktadır.
"Azizi merhum el mezbur bu tercüme-i şerifi 1044 Hicri (1634 Miladi) senesinde tah-
rir edüp 1049 H. (1640 Miladi) aşure günü darı bekaya intikal buyurup bu eseri baki ve
KARAHİSAR-I SAHİB'TE medfundur. Rahmetullah... Rızayi mevla içün Fatiha." Bu-
nun ardından Şeyhi'nin beş münacatı (Tanrı'ya yalvarış ve duası) yer almaktadır. Şimdi,
sözü geçenlerin birisinden birkaç kıta'yı örnek olarak alalım:
Ayırma yarab ben zayifi doğru giden Rahtan
Kalbimi vü dilimi ayırma zikrüllahtan,
Sen kabul eyle Recam dilerim sen şahtan
Nakarat
Haşredüp dostların ile bana güldürtme adu
Cümle suçlarım bağışla ya Kerim-ü ya afüv
Yokdürür asla varacak senden artuk bir kapu
Nakarat
Şeyhi Kulun şeyi yoktur zerre miktar ya muin
Şeyhi eliyle şefaat ya meğer ola muin
Ya gıyasel müstagisin ya emanül haifin
Haşe lillah red kılasın kulunu dergahtan
"Tuhfetül Ebrar" adlı yazma kitapta başkalarına ait tek risaleler de bulunmaktadır.

GÜLCÜ İSMAİL EFENDİ


Bir toplumun kalkınarak mutlu bir yaşam düzeyine ulaşabilmesi, ekonomik gelişmesi
ile paraleldir. Yakın bir tarihe değin ulusal gelirimizin hemen hemen tümünü tarımsal
ürünlerden karşılayan bir ülke durumunda idik. Yine de tarım ürünlerimiz en önemli
kaynak olma özelliğini korumaktadır. Sözü edilen bakımdan Isparta ele alınacak olursa,
oldukça dar ve az verimli bir araziye sahiptir. Onun için, iklimin yetişmesine olanak ta-
nıdığı kültür bitkileri arasından, aynı alanda en yüksek değerde ürün verebilenini arayıp
bulmak zorunluluğu vardır.Bu iş, her yeni buluş gibi teknik bilgi ile, uzun, yorucu ve sa-
bırlı bir çalışma yapmayı gerektirir. Dolayısıyla zeki, bilgili, idealist, milliyetçi kimseler
böyle işleri başarabilirler ve sonunda topluma yaptıkları olumlu katkı ile tarihe malolur-
lar, başka bir deyişle ölümsüzleşirler. Isparta ve Burdur çevresi için bu tip değerlerden
biri, hemşehrimiz İsmail Efendi'dir. Çünkü o, bu çevreye gülcülüğü ilk kez (bir endüstri
dalı halinde) getiren kimsedir. Seksen yılı aşkın bir süredir İsparta'da gül gelirinden ya-
rarlanılmaktadır. Bilindiği üzere Isparta ve Burdur'da ekonomi, gülcülük ve halıcılığa
dayanır. Isparta Ticaret Odası'ndan sağladığım 1979 yılı gülyağı üretimine ait rakamlar,
gülün bu bakımdan önemini çok açık ve seçik şekilde gözler önüne koymaktadır. Sözü
geçen yılda Isparta ve Burdur'da:
(1410) Kilogram Fabrikasyon ince yağ,
(2720) Kilogram Fabrikasyon Konkret yağ,
65 Kilogram Köylü tipi yağ üretilmiştir.
Yine Ticaret Odası'nın belirttiğine göre bu miktar yağların geçen yılki dolar kuruna
göre para değerleri yukarıdaki sıraya göre:
138,000,000 TL. İnce Gülyağı,
35,000,000 TL.Konkret Yağı,
6,500,000 TL. Köylü Tipi gülyağıdır.
Ticaret Odası'na yansımayan, özellikle köylü tipi, bir miktar daha gülyağının üretildi-
ği kuşkusuzdur. Sonra belirtilen değerler günümüz para kuruna göre üçte bir yükseltile-
rek alınmalıdır.
İsmail Efendi aslında Yalvaç merkez ilçesinden Meydan Bey Oğullan ailesindendir.
Babasının adı Mehmet İzzet Efendi'dir. Rumi 1256 (Miladi 1840) yılında İsparta'da doğ-
du. İyi bir medrese öğrenimi gördü. Ayrıca, ömrü boyunca durmadan okuyarak dü-
şün ve öbür alanlardaki bilgisini artırdı. Başka bir deyişle sürekli olarak kendini yenile-
di. Böylece görüş ve düşünüş açısı oldukça genişledi. Yazı sanatında ve resimde üstün
bir yetenek ve beceriye sahipti. Kendi yazdığı veya yazılmış olarak ucuza satın aldığı
Kur'anı Kerimleri altın yaldızlı işlemelerle süsledikten sonra yüksek fiatla (her birini
yüz altına kadar) sattı. Bu şekilde kısa bir zaman içinde herhangi bir yeni işe girişim
için gerekli yatırım parasını sağladı. Önce dokumacılıkla işe başladı. Bursa'dan İspar-
ta'ya gelen Sandal Yazgi adındaki bir Rum'un iyi bir dokumacı ustası olduğunu öğrenin-
ce kendisi ile hemen tanıştı. Onun verdiği bilgiye göre bir çok tezgah yaptırıp bir doku-
macılık atölyesi kurdu ve başına adı geçeni getirdi. Bu atölye bir yandan üretim yapar-
ken, öbür yandan pek çok kimsenin de usta olarak yetişmesini sağladı. Dolayısıyla doku-
macılık Isparta ve Burdur çevresine yayıldı. Tezgahlarda önce çeşitli havlular, sonra da
yünlü kumaşlar dokundu. Fakat İsmail Efendi'nin yaratıcı zekası bu başarı ile yetinmi-
yordu; daha yeni bir şeyler yapmak istiyordu. 1888 yılında, Bulgaristan'ın Kızanlık Kasa-
bası'ndan göç etmiş, Çal'da Tapu Memurluğu yapan bir kimsenin gül çiçeğinden yağ çı-
karmasını bildiğini haber aldı. Kendisi ile mektuplaşarak bu hususta geniş bilgi topladı.
Sözü geçen memura ortak çalışmalarım önerdi. O da kabul etti. Ancak ters bir rastlantı
ile memur görevinden suçlu görülerek mahkemeye verildi ve gelemedi. Fakat İsmail
Efendi hiç yılmadan çalışmalarına devam etti.
Güçlü bir irade ile bu alandaki çalışmalarını sürdürdü. Önce denemelere yetecek
miktarda gül dikmek, bunun için de belirli bir arazi parçasını dolduracak kadar gül fida-
nı sağlamak zorunluluğu vardı. Ayrıca, bu fidanlar yağ verecek türden olmalı idiler. Bu
amaçla, Isparta ve Burdur bölgesinin her yanına adamlar göndererek evlerin bahçelerin-
de süs için yetiştirilen güllerden fidanlar toplattırdı. Şehrin dışında otuz dönüm kadar
bir gül bahçesi kurdu. Gerek bahçeye, gerekse bahçedeki evine çevredeki (Bambullu
Ceviz) denilen yerde bulduğu kaynaktan su getirmeyi başardı. Birinci yıl fidanlar çiçek
vermeyeceğinden, o yıl gülhane yapımı ile uğraştı. Damıtım için gerekli araçlardan bir
kısmını İsparta'da yaptırdı; bir kısmını da Bulgaristan'dan getirtti. İkinci yıl güller çiçek
verdi ama bütün çabalara karşın gülsuyu elde edildi, gülyağı çıkarılamadı. Halk: "İsmail
Efendi paralarını çalı dikip yetiştirmek için boş yere harcadı" diye dedikodu ediyordu.
Ertesi ve daha ertesi yılda yine gülyağı üretilemeyince halk ve hatta ailesi, onun aklını
bozduğu kuşkusuna kapıldı. Fakat o hiç kimseye kızmıyor, kuvvetli iradesiyle birgün bü-
tün güçlükleri yenebileceğine inanıyordu. Onun için işin ardını bırakmadı. Fidan dikimi-
nin beşinci, çiçek veriminin dördüncü yılında Afyon Karahisar'ın tanınmış ailelerinden
olan Nuri Paşa ile Afyon'lu arabacı Ahmet ustanın aracılığı ile Kızanlıklı Pehlivan Ah-
met diye anılan bir kişiyi gülhanesine ustabaşı aldı. Bu sonuncu deneme olumlu sonuç
verdi ve böylece İsmail Efendi büyük bir başarı kazandı. Aynı zamanda memleketine
yüzyıllar boyu geçim kaynağı olacak bir tarım endüstrisinin temelini attı.
Tarih boyunca yeni buluş yapanların tümünün ortak alın yazısı, İsmail Efendi için el-
bette değişemezdi. Başarısız deneme döneminde delilikle nitelendirilecek kadar anor-
mal görülürken, gülyağını elde edince övgü, ün, sevgi ve saygı kazandı. Eskiden kendisi-
ni yerip uzaklaşanlar, şimdi çevresinde toplandılar. Onun önderliği ile bahçelerinde gül
yetiştirmeye başladılar.
Artık yağ elde edilmişti ama, bu iş, ekonomik yola çıkışta ilk atılımdı. Yapılması ge-
rekli daha çok şeyler vardı. Herşeyden önce yağın pazarlanması, bunun için de yerli ve
yabancı piyasalarda tanınması gerekiyordu. İsmail Efendi bu nedenle başşehir İstan-
bul'a gitti. Orada, Orman Maaddin ve Ziraat Nazırı (Orman, Madenler ve Tarım Ba-
kanı) ile konuştu. Ürettiği yağdan getirdiği örnek laboratuvarda incelendi.Analiz Rapo-
ru, yağın istenilen iyi özellikleri taşıyan üstün kaliteli bir yağ olduğunu gösteriyordu. Bu-
nun üzerine kendisi üçüncü dereceden bir (Mecidiye Nişanı) ve bir miktar para ile ödül-
lendirildi. Ancak o, parayı kabul etmediğinden sonradan para yerine yağ üretiminde kul-
lanılan damıtım aygıtı (imbik ve tamamlayıcı parçaları) verildi.
Tarım Bakanlığı ertesi yıl, Bakanlığın İzmir Bölge Müfettişlerinden Zakaryan Efen-
di'yi gülyağı üretimini yerinde incelemek üzere İsparta'ya gönderdi. O da Isparta bölge-
sinde gül tarımının yaygın hale getirilmesinin çok yerinde olacağını bildiren bir rapor
hazırladı. Ayrıca gördüğü, özveriye dayanan olumlu çalışmaları İzmir Valisi Fehmi
Bey'e anlattı. Duyduklarından pek memnun kalan Fehmi Bey'in İçişleri Bakanlığına
yaptığı öneri üzerine İsmail Efendi adı geçen Bakanlıkça ikinci bir madalya ile ödüllen-
dirildi. Açıklanan bu gelişmeler sonucunda gülcülük Isparta ve çevresini simgeleyen bir
endüstri kolu, önemli bir geçim kaynağı haline geldi.
İsmail Efendi artık gül yetiştirme, yağ elde edebilmek, gülyağının ülke için önemli
bir gelir kaynağı olduğunu hükümete kabul ettirme ve yurt içi firmalara tanıtma gibi bir-
çok güç engelleri aşmıştı. Ancak, şimdi en önemli iş her yıl bol miktarda gülyağı harca-
yan bir dış alıcı bulmak gerekiyordu. Bu amaçla birkaç kez parfümeri endüstrisi geliş-
miş bulunan Avrupa ülkelerine gitti. İlgililerle tanışıp buralarda pazarlar sağladı. Böyle-
ce kurduğu tarım kolunun ve bu kola dayanan gülyağcılık endüstrisinin geleceğini gü-
vence altına aldı. 1915 yılında yetmiş beş yaşında, aşığı olduğu, güllerden yağ çıkarıldığı
bir mevsimde huzur içinde dünyaya gözlerini kapadı. Ölümünden birkaç gün önce yaptı-
ğı vasiyet üzerine Gülcü Mahallesinde, Gülcü çıkmazındaki bahçesine gömüldü. Ancak,
yaptığım incelemelere göre bu bahçe sonradan satıldı ve İsmail Efendi'nin kabri Gülcü
mezarlığında Aldan Dede Türbesi'nin üst kısmına taşındı. Yola bitişik olan bu kısımda
sonradan yol genişletildiğinden ve kimsede ilgilenmediğinden bugün ne yazık ki maddi
olarak kendisinden bir iz kalmadı. Her yıl İsparta'ya (Son döviz kuruna göre) ikiyüz elli
milyon lira bir gelir kaynağı hediye eden kimseye karşı bizim kuşağın yaptığı eşsiz bir
değerbilirlik örneği doğrusu...(!)
O, idealist bir milliyetçi ve vatansever aydındı. İsteseydi yeterli mal varlığı ile çok ra-
hat, üzüntüden uzak bir ömür sürebilirdi.
Fakat o, öyle yapmadı. Yukarıda açıklandığı üzere kendisi için hiç bir gerek olmadığı
halde, yalnız ve yalnız halkı yararlandırarak kalkındırmak için her türlü riski ve güçlüğü
göze aldı. Çok az kimsenin dayanabileceği özverilere katlandı. Böylece önce dokumacılı-
ğı, sonra da gülcülüğü Isparta ve çevresine yerleştirip geliştirdi. 100 yılı aşan bir zaman
önce bu alanlarda üstün başarılara ulaştı.
Kanımca o, yüksek rütbe ve makamlara ulaşarak Türk tarihine malolmuş ünlü hem-
şehrilerimizin arasında en başta yer almağa hak kazanmış milliyetçi bir büyüğümüzdür.
Buraya kadar söylenilenler madalyonun bir yüzüdür. Şimdi geliniz öbür yüzünü bera-
ber çevirip orada ne var ne yok bakalım.
İsmail Efendi öbür dünyaya göç edeli koskoca altmışbeş yıl geçmiş. Isparta'lı olarak
bu kadar yıl onun diktiği ve meyvaya yatkın hale getirdiği ağaçlardan geçiniyoruz. Ama
biz şimdiye kadar ona ne yaptık veya bugün ne yapmaktayız. Evet o büyük adam sağlı-
ğında ölümsüzlük a n ı t ı n ı dikmiş ve bizim gibi nefsini düşünen kuşakların ilgisine hiçbir
zaman, hiçbir suretle muhtaç değil. Ancak, vicdanımıza soralım ve insaf edelim ona kar-
şı yapacak hiçbir görevimiz yok mu? Yüzümüz kızararak yaptığımız bir (hiç...), yapacağı-
mızın çok şey olduğunu söylemekten başka bir şey olmasa gerek. Şehrin bir yerinde
adına en azından bir sütun dikip çevresini güllerle süslemek de mi elimizden gelmezdi?

Bu husus bir biyografi yazısı çerçevesini aştığından "Isparta Gazetesinde" ayrıca bir
makale halinde yazacağım. Rahmetli idealist aydının manevi huzurunda saygı ile eğili-
rim, Ruhu şadolsun.
(Not: Günümüz zengin ve aydınlarına örnek olmasını yürekten dilerim).
İsmail Efendi sayesinde gül, bugün İsparta'mızın bir sembolü olmuştur. Gül, süs bitki-
si olarak yüzyıllardır yetiştirilmiş ve yetiştirilmektedir. Gülyağı günümüzde parfüm en-
düstrisinin ana maddelerinden biridir. Yaprağından reçel yapılır, suyu yiyeceklere katı-
lır, kolonya yapılır. Gülyağı ve suyu eskiden ilaç olarak kullanılmıştır. Eski "Vakit" gaze-
tesi sahiplerinden Rahmetli Hakkı Tarık Us'un "ÜN" dergisine gönderdiği bir şiiri (ÜN,
Sayfa 1628) aşağıya alıyoruz. Bu şiirin yazarı belli değildir,günümüzden ikiyüz yılı aşkın
bir zaman önce kaleme alındığı anlaşılmaktadır. Şiirde gülün ve yağın özellikle doktor-
luk yönünden kullanılabilme özellikleri üzerinde durulmaktadır. Şimdi onu birlikte oku-
yalım:
Begayet hobdurur gülyağı, nafi?
Etibba vasfın etmiş halka şayi;
Hararet kılsa baş içre durağı
Eder zail, halas eyler dimağı

Eğer başa tıla olunsa hergah


Verir kuvvet dimağa, olgıl agah
Ziyade ola akl-ü fehm-ü idrak
Kişiyi eyler ol hem cüst-ü çalak

Ve ıssıdan olan baş ağrısına hem


Karıştır sirke ile anı ol dem
Tıla et başa takim ola nafi,
İzale eyleyip anı, ola zayi.

Ola ıssı veremler tende zahir,


Tıla eyle henüz çıkmışsa mahir,
Cerp, hakke zuhur eylerse tende
Tıla et kalmaya hergez bedende

Zuhur etseydi kangı tende şişler


Tıla et, def olur, sıhhat bağışlar
Beyan et san'at nazısın anın
Hoş ola ta talip olanın

Ne miktar gül eksen eke, yahu


Koyasın ta anın miktarı üç su
Üçün biri kalınca anı kaynat
Çıka gülden yine ol suya haşlat.
Ocaktan anı indir soğuya ta
Karıştır el urup hal eyle cana,
Süzüp saf eylegil ol suyu muhkem
Atup saklin yabana anı ol dem

Ki haki kala ol su nısfı miktar


Susam yağı karıştır, etme bisyar
Yine tencereye koy anı kaynat
Su gidip yağ kala ta ki kuvvet
Su mahvolunca kaynat onu cana
Koyup bir şişeye al suyu sakla
Buna (gülyağı) demişler Etibba
Gerek oldukta kullan onu cana

Gül ve ürünleri, modern tıp ilmi gelişinceye kadar pek çok ilaç yapımında, dolayısıy-
la hastalık tedavisinde kullanılmıştır. Netekim, pek çok el yazması tıp kitapları bunu
göstermektedirler. Bugün bile gülsuyu ateşli durumlarda vücuda sürülmekte, gül çiçeği
yaprakları kaynatarak suyu ishal verici olarak içilmektedir.

ŞAİR AHMET ŞÜKRÜ


Her nedense ondokuzuncu yüzyılda Isparta, öbür yüzyıllara göre daha çok şair ve
edip yetiştirmiştir. Bunlar arasında Şair ve Müderris Topal Şükrü, Şair Nuri, Şair Ham-
di, Şair Zihni, Şair Ahmet Şükrü sayılabilir.
Ahmet Şükrü 1834 yılında Isparta Merkez ilçesinde doğdu. Şair zadeler diye tanın-
mış aydın bir ailedendir. Önce medrese öğrenimi gördü. Daha sonra Müftü Zade İbra-
him Ethem Küddüsi'den Farsça, Hacı Abdurrahman Efendi'den Arapça dersi gördü ve
bu dilleri çok iyi öğrendi, dolayısıyla döneminin çok önem taşıyan bu iki doğu d i l i n i bi-
len sayılı kimseler arasında bir yer alabilme olanağına kavuşmuştur. Ayrıca, sürekli şe-
kilde çeşitli eserler okuyarak bilgisini genişletti. Başka bir deyişle kendisini yetiştirdi.
Medrese arkadaşı olan Şair Nuri, Ahmet Şükrü'nün Mehmet Şakir adında bir oğlunun
doğması üzerine tarih düşürmek amacıyla (1861)'de yazdığı şiirde onun ne kadar değer
taşıdığını şöyle dile getirir:
Sahibi fazlü hüner Şükrü Efendi kim odur
Şehri İsparta'da akranına faik ve mahir
Nüktedanı Ürefa Kadirşinası üdeba
Dikkatile kılı kırk yarmağa Kadir şair.

Nuriya söyledi tarihini cevheri daran


Bais ol izzeti dünyaya Mehmet Şakir.

Şair Ahmet Şükrü gençliğinin heyecanlı yıllarını geçirdikten sonra duruldu. Nakşiben-
di tarikatına girdi. 1871 yılında ağabeysi Şakir oğlu Mustafa ölünce onun yerine, ailesi-
nin adıyla anılan Şakir Zade Medresesi'ne müderris oldu. Burada, söz arasında şunu
belirtmek yerinde olur kanısındayım. Aslında bu medrese Şeyh Hüseyin Efendi tarafın-
dan yaptırıldı; Yıllarca kullanıldı. Halil Hamit Paşa tarafından onartıldı. Ancak, burada
daha sonra Şakir Zade soyundan çok kimseler müderrislik yaptı. Onun için Şakir Zade
Medresesi adıyla anılmağa başlandı.
Şakir Efendi 14-16 yıl kadar müderrislik yaptıktan sonra bazı kaynaklara göre 1884,
bazılarına göre 1886'da öldü.
Edebi Kişiliği ve Eserleri:
Yukarıda belirtildiği üzere, Ahmet Şükrü Arapça ve Farsça'yı çok iyi biliyordu.
Onun için, gerek zamanında, gerekse daha önceki yüzyıllar boyunca sözü edilen diller-
de elle yazılmış veya basılmış eserlerden bol bol yararlandı. Bir yandan iyi bir eğitim öğ-
retim görüp daha çok okuması, öbür yandan aydın bir aileden gelmesi nedeniyle köklü
ve geniş bir kültüre sahip oldu. Bu kişiliğinin etkisi, çeşitli yaş dönemlerinde, çeşitli ko-
nularda yazdığı şiirlerde kolayca görülebilir. Şiirleri kendisinin, bir (Divan) yazmış ola-
cağı kanısını vermektedir. Ancak, bugüne kadar böyle bir yapıtına rastlanmamıştır. Şa-
yet, acımasız zaman seli bilinmez bir yere sürükleyip götürmemişse, özverili bir araştır-
macı bu hususta belki olumlu bir sonuca ulaşabilir. Hiç olmazsa birçok yeni şeyler elde
etmiş olur.
Klasik şiirde, yani divan şiirinde, aşk platoniktir. Başka bir deyişle, hayal edilen sevgi-
liye karşıdır. Oysaki, Ahmet Şükrü genç yaşta gerçekçi bir davranışla bu tür şiirde belir-
li kişiye yönelik aşkı dile getirdi. Hem de (Anna) adındaki bir Rum (dolayısıyla Hiristi-
yan) kızmaydı bu aşk. Fakat o duygularında o kadar içten idi ki, zamanın bağnaz toplu-
mundan geleceğini bildiği çok sert tepkileri bile göze aldı. Anna'nın genç yaşta ölümü
üzerine (eb-ced hesabı ile) tarih düşürmek üzere kaleme aldığı şiirini aşağı aktarıyo-
rum:
Divançei Şükrü
Bir perinin olmuş idim çok zaman dilbestesi
Halim etmişti perişan sünbül asa kakülü
Harmeni hüsnün yazık badikevaya verdi ah
Keştuzari ömrüne saçtı ecel sun filfili
Murği Ruhi eyledi cayu idine haram
Kıldı sayyadı ecel tair kafesten bülbülü
(Anna) namile benam olmuştu ol duhter diriğ
Ez berayi usri zayiden huzeştet in puli
Şebnem asa bir düşürdüm Şükrüya tarihini
Soldu açılmaksızın goca gibi (İSA) gülü
(Anna)'nın vakitsiz ve beklenilmeyen kaybı ozanımızın yüreğinde doldurulması güç
bir boşluk, dayanılmaz bir özlem yarattı. Çaresizlik içinde kalınca, damarlarında akıp
vücudunun her zerresine yayılan ateşi, aşağıdaki veda gazelinde sözcük kalıplarına dö-
kerek biraz olsun hafifletmeğe çalıştı.
GAZEL
Azmi mülki firakın oldu canım elveda
Elveda simden geru ey mevcivanım elveda
Firveş bezmi belaya atlı ayırdı Felek
Cümlesinden geçtik ey ebru-kemanım elveda
Çünkü olmaz muşki zülfün gayri şemmetmek bana
«**
İnceletme güftug uyu mumiyenim elveda
Kanda sakide olan devran etrafu kenar
Gitgide aksine döner oldu zamanım elveda
Derdi hicranıla kaldı ramak İsa lebim,
Ya medet ver Şükrü'ye ya mürdeg anım elveda

Varsın eller ne derse desin: Şair işte böylesine içten duygularla bağlıdır sevgilisine.
Ancak daha önce belirtildiği üzere, bu aşk, halk arasında olduğu gibi, kendisini sevip sa-
yan, çağdışı arkadaşlarınca da hoş karşılanmadı. Netekim medresede sınıf arkadaşı olan
Isparta'lı Şair Nuri bir kısmını aldığımız ondört dizelik şiirinde:
"Bir ceviz tahtalı babu eylemiş sine siper
Leşkeri gam gusseden emniyet olmuş şimdicik

Kahi islam, kahi zimmiye aba ateşlemiş


Pek ziyade kendi sahibi illet olmuş şimdicik"
diye ona çatmaktadır. Ahmet Şükrü'nün bütün şimşekleri üzerine çeken neden, şiir-
de ve toplumda klasik kurallara uymamasıdır.
Ahmet Şükrü dillere destan olan aşkını kınayıp, kendine dil uzatanlar karşısında sus-
mamış,tam tersine, cesur bir davranışla kişisel düşünce özgürlüğüne gem vurulamıyaca-
ğını haykırmıştır. Şimdi onu birlikte dinleyelim:
Kime Ne ?
Ey gönül meyhanede sukkan olursam kime ne ?
Sonra tevbeyle sezayı gufran olursam kime ne ?
Vizr i ahr a vizri ahraya tecavüz eylesem
Secdegahı meygede mihman olursam kime ne ?
Hub sevup, bade içup, eller gibi cür'a döküp
Ben ki gavvası yemi isyan olursam kime ne ?
Haleveş olup kenara ol yüzü mahım gice
Her zaman mahsudu hassadan olursam kime ne ?
Sayei zem tutmasun halkı cihan başımda kim
Bir buti tersaya ben akran olursam kime ne ?

Şiir meydan okumayla sürer gider. Şaşmaz gerçek şudur ki, bir ozan başlangıçta duy-
guca ne ise, sonunda da aşağı yukarı yine odur. Ancak, onun duygularına yön veren et-
kenler zamanla değişebilir, işte o kadar. Böylece şiirleri de şekil değiştirirler. Nitekim
Ahmet Şükrü için de aynı şey olmuştur. 1871 yılında ailesinin adıyla anılan medresede
müderris olarak görev alınca, bir yandan mesleğin, öbür yandan gittikçe ilerleyen yaşın
getirdiği olgunluk ve durulma şiirlerinde görülmeye başlar. Artık o tasavvuf dünyasının
engin göklerinde Tanrı sevgisi ile ona kavuşmak özlemiyle kanat açıp yükselmeye çalı-
şır. Başka bir deyişle aşkı yön değiştirmiş, eski kanalını bırakarak yeni bir kanala ak-
maktadır.
Tanrı aşkı ve Peygamber sevgisini dile getiren İlahileriyle, Naadlarını artık böyle bir
ruh akışı içinde, bu dönemde yazmıştır. Nitekim bir Naadında:
Yaresulullah tahtir et deruni Şükriyi
Masiva fikri gidup gir tekyeyi aşka soyun.
Ve bir Nazisesinde ise:
Kıl ü kali terkedip gir tekyeyi aşka soyun
Bir mücerret ehli hal olmak dilersen derviş ol.
diye bir duada yaşadığını göstermektedir.
Şiirlerinde kendine güven dolu bir hava içinde bulunduğu sezilir. Ancak, taşlamalara
karşı biraz sinirli davranır. Çağdaşı Isparta'lı şairlerden Hamdi Nuri ve Zihni gibileriyle
aralarında şiirli sataşmalar geçmiştir. Böyle sataşmalarla ilgili iki yanıtını birlikte okuya-
lım; Birincisi (kime yazıldığı belli değildir):
Yahu
Ey muğbece sen bizlere akran olamazsın
Bin furs oku sen şairi meydan olamazsın
Biz badei aşk içtik ezel mesti mudamız
Sen neş'e sahba ile mestan olamazsın
Davayı ziya etmedesin gerçe bedahter
Çun mihricihan dide numayan olamazsın

Nevresteleriz bağı maarifte gül asa


Ey har, sen harayı gülistan olamazsın
Arar gibi reftar ederiz bağı nutukta
Deşti suhane servi hiraman olamazsın
Kaşane! aşk içre mukimiz ezeliden
Bu Kubbeye sen sakinu mihman olamazsın

Dunbalei mar çiğnedi payın sana efsus


Bestoldu dilin gayri girizan olamazsın
Göster bana tersada çıkan şairi kim var
Bir mısra ile hemçü müslüman olamazsın
Ebyatımı, eşlarımı tanzire çalışma
Şükrü gibi bir merdi suhendan olamazsın.
ikincisi ise Şair Zihni'nin bir taşlamasına yanıttır.
Hurufulvav
İptidadan furs oku manayı bil de gelberu
Vezni evzanı bilup imlayı bil de gelberu
İstiaaratu cinas ihamı tahrif anlayup
Her lügati tamme eyle esmayı bil de gelberu,
Bir takım şi'ri mecazi söylemez daniş veran,
Zahir-i herkes bilir ahfayı bil de gelberu,
Ra mıdır, hançer midir, ebruyu dilber gurre mi
Gurrei hançer nedir burayı bil de gelberu
Senk olur payın şitap etme bu rahı aşk ide
Bağı bil, seyranı bil, sahrayı bil de gelberu
Sinni kaçtır guhikafın ver cevabın zehni'ya
Ya niçun pervaz eder ankayı bil de gelberu
İmtihanım vardır ey Zehn i tar iki ehveni
Şükrü dana gibi kavgayı bil de gelberu
Ahmet Şükrü'nün öbür şiirlerinden parçalar halinde örnekler aktarıp kendisi hakkın-
daki sözlerimize son verelim.
l
Ey badisaba dilberi Ranaya selam et
Kufteyle varup goncai zibaya selam et
Biz aşıkı nalanuyuz evsafını söyler
Bülbül ne imiş ol gülü hamraya selam et

2
Bade içmek sarhoşane nuşu kevserden leziz
Yoktur alemde hayırdan acı serden leziz
Cennete girse bile hırsehli etmez nuru haz
Sofiyane ekli şurp didarı envardan leziz

3
Şükriya lazım değil simden geru dan fena
Meskenim dergahı hayyi layemul olsun sana
Mahuvel maksut bilursun yar baki daima
Musivayi terk edüp Mevlaya döndü gönlümüz

HİSARARDI'LI (YALVAÇ)
OZAN OSMAN HOCA
Osman Hoca da biyografileri ayrıca verilen ünlü Osmanlı bilginlerinden İbrahim
Efendi, bilgin ve ozan Şeyhi Hasan Efendi gibi Yalvac'ın Hisarardı köyündendir. Baba-
sı Hafız oğlu Halil Efendi'dir. 1857 yılında adı geçen köyde doğdu. İlköğrenimini köyün
mahalle okulunda bitirdi. Sonra, Yalvac'a giderek sekiz yıl (Harman Medresesinde), iki
yıl (Emir Ahmet Medresesinde) okudu. Öğrenimini sürdürmek amacıyla Yalvaç'tan Ka-
raağaç'a geçti. Orada da iki yıl ders gördü. Ardından Aydın'a giderek zamanın tanınmış
bilginlerinden Sarı İbrahim'den yararlandı. Daha sonra Karaman'a gidip (Kelam) ders-
lerine devam etti ise de icazet (diploma) almadan ayrıldı.
Esrari, şiirlerinde kullandığı takma ad, (mahlas)'tır. Osman Hoca gezici tüccarlık,
köylerde imamlık, Zile'de Kadı vekilliği, Karaman'da Baştahsildarlık vekilliği, Yalvaç'ta
hayvan sayım ve afyon (sütü) ölçü memurluğu gibi ve bu türden birçok geçici görevler
yapmıştır. Kılıç-Kalkan oyununu oynamakta usta bir beceriye sahipti. Uzun yıllar sazıy-
la şiirler söyleyip şehir şehir, kasaba kasaba dolaştıktan sonra gelip köyüne yerleşti,
ölünceye kadar tarla ve bahçelerini işleyip alın teriyle elde ettiği ürünleri satarak geçi-
mini sağladı. Zamanın hocalarınca rağbet gösterilen cerre (İmam geliri) hiçbir zaman
tenezzül etmedi.
Esrari'nin Kişiliği ve Eserleri:
Esrari'nin (Osman Hoca'nın) zeka ve hafızası (belleği) kuvvetli idi. bilgisi genişti.
Kendisine güven dolu, fakat alçak gönüllüydü. İleri gelen halk ozanlarına özgü özellik
onda da vardı; yani kibar, nükteli, özlü olarak akıcı bir üslup ile konuşurdu. Zulme, hak-
sızlığa karşıydı. İyi dini bilgisi olmasına karşın bağnaz değildi. Onun için hocalığı mes-
lek edinmiştir. Çünkü dönemin ham softaları ile geçinmesi olanaksızdı. Belirtilen neden-
lerle gezici tüccarlığı, küçük ve geçici memurlukları iş edinerek şurada burada gezip
durmuştur. Sözleriyle, şiirleriyle bulunduğu yerlerde kendisine derin sevgi ve saygı du-
yan geniş bir ortam yaratabilmiştir. Fakat o toplumca ne derece üstün değerlendirebildi-
ğinin farkında değildi. Hatta bu yönden topluma karşı küskün ve kızgındı. Hemen he-
men bütün şiirlerini toplayıp, yayınlaması umuduyla 1929 yılında rahmetli hemşehrim
(Atabey'li) yazar, araştırmacı, müzeci Naci Kum'a vermiştir. Naci Kum'da Isparta iline
ait çok çeşitli belgeler toplanmış bulunmaktadır. Bu bakımdan çocuklarıyla uzun zaman-
dır bağlantı kurabilme çabasındayım. Sonuç olumlu olursa Esrari hakkında daha geniş
bilgi verilebilir.
Esrari şiirlerinde zamanına göre halk şairlerine özgü çok sade bir dil kullanmıştır.
Bu dil hemen hemen günümüzdekinden farksızdır.
Osman Hoca'ya (Esrari) takma adının verilmesinde nedenler vardır. Bir defasında
Yalvaç'taki ünlü ulu çınara, dönemin saz şairleri tarafından çözene kararlaştırılan bir
ödül verilmek üzere bir muamma asılmış. Günlerce bu işi kimse başaramamış. Bir gün
o, kalabalık halk ve memur topluluğu önünde (Taylasan) sözcüğünden ibaret olan bir
muammayı çözmüş, fakat ödülü kabul etmemiştir.
İkinci öyküde şöyledir: Osman Hoca daha öncede belirtildiği gibi, Anadolu'nun pek
çok yerini gezip görmüş ve bu arada birçok saz şairi ile tanışma fırsatını bulmuştur. İşte
yine bu gezileri sırasında bir gün Ankara'ya uğramış ve orada bir kahvede bir saz şairi
topluluğu ile karşılaşmış, şairlerin kahveye astıkları şu muammayı görmüştür:
"Ol Nedir ki yer altında paslanmaz ;
Ol Nedir ki suya düşer ıslanmaz ;
Ol Nedir ki at üstünde yaşlanmaz
Ol Nedir ki bu dünyadan göçer hey !"
Osman Hoca bu muammayı hemen şöyle çözüvermiştir:
"Ol altındır, yer altında paslanmaz ;
Ol güneştir suya düşer ıslanmaz ;
Ol ölüdür at üstünde yaşlanmaz
Ol alemdir bu dünyadan göçer hey !"
Bunun üzerine şairler Osman Hoca'nın bilgi derecesini iyice ölçebilmek için, birinci
muammayı indirip yerine aşağıya konulan ikincisini astılar.
"Ol nedir ki kış gelince üşüdü ?
Ol nedir ki su içinde kuş idi ?
Ol nedir ki gövdesi yok baş idi ?
Dere, tepe demez hemen geçer hey !"
Hoca yeni asılan muammayı da şöyle çözdü:
"Ol andır kış gelince üşüdü ;
Ol balıktır su içinde kuş idi ;
Ol kesikbaş, gövdesi yok baş idi.
Dere, tepe demez hemen uçar hey !"
Bu yanıt alındıktan sonra orada bulunan Halk ozanlarının baş ustası, Osman Ho-
ca'ya (ESRARİ) mahlasını (takma adını) verdi. O da bundan böyle şiirlerinde hep bu la-
kabı kullandı.
Şimdi, kendisinin çeşitli şiirlerinden parçalar aktararak onun duyuş ve yazma gücünü
görelim. Aşağıdaki destan, Yalvaç'ta Ortaokulun açılışı sırasında Naci Kum'a verilmiş-
tir. Kurtuluş Savaşı dönemleri ile o zamanki çeşitli olaylardan ve kişilerden söz etmekte-
dir.
( K u l l a n ı l a n tarihlerin, olaylara göre, Hicri olduğu anlaşılıyor).
Destan
Sene bin üçyüz kırkı gözettik.
Döşedik konuklar için hezettik.
Eytam, natuvan, yetim demedik
Vaziyet, tevziat yazdık çobana
Baktık birden bire teller kesildi
Çeteler yığıldı. Konak basıldı
Darağacı d i k i l d i , beyler asıldı,
Millet başladı hep ahufigane
Şükür askerlerimiz geldi yetişti.
Milletin bağrı yandı tutuştu:
Atıldı toplar gülleler düştü.
Cellatlar bölendi al k ı z ı l kana.
** *
Akşehir, Karaağaç dağlara kaçtı
Ilgınla kasaba saza karıştı
Kadınhanı, Çigil büsbütün şaştı
Kelleler asıldı bütün ormana
***
Konya Karaman askerle doldu
Bozkır ahalisi muharip oldu
Beyşehiri Seydişehir! amanı buldu
Alaiye, Askeri düştü yabana
*»*
Karahisar, Bolvadin düşman elinde
Aziziye. Sivrihisar gölünün çölünde
Cihanbeyli, Haymana kendi halinde
El kaldırıp dua etti suphane
***
Koçhisar, Tuzgölü kimseye kalmaz
Alsan da doldursan gemiler almaz
Suikast edenler fevziyap olmaz.
Ziyafeti İbrahim oldu cihana,
**«
Gelelim Yalvaç bir küçük kaza
Mısır Samışerif demeğe seza :
Hiç bir taraftan görmedi eza.
Çok şükürler olsun u l u Yezdana
***
İçinde berhayat erbabı Kaymakam
Düşmanlardan almak ister intikam
Yaptırdı içine bir hoşça makam
Büyük bir yadigar oldu sıbyana
Mektebi idadidir, şöyle bir mektep
Çok para sarfoldu yoktur irtikap
İçinde açılır otuz iki bap
Görenler düşer oldemde hayrana
* * *
Fahri çalışarak sıdku sadakat
Gördükçe ahali buldu halavet
Kaymakam, Etem'le etti delalet
Böyle olmaz ise gelmez imkana.
* * *
Çalıştı ustadlar şöyle lailaç
Hitam üç beş seneye muhtaç :
Yapısı yekpare taş ile kireç,
Yaz, kış bir senede geldi meydana
**»
Binasına sebep Etem efendi,
Yaşı küçük ama pek bilir,
Kaymakam beyin yoktur menendi
Yekvücud emsali bir mevcivane
* **
Böyle Kaymakam k ü ç ü k t ü r yaşı
Bir demde dolaştı dağ ile taşı
Ağlayan gözlerin silindi yaşı
Şekli A l i gibi benzer Arslana
***
İbrahim Etem akil ve dana
İkisin doğurmuş sanki bir ana
(İhbar billezi)'nin hafifi, cana
Sureti seyrinde benzer sahana
**«
Kazamız şimdicik bir ufak kaza.
Böyle bir mektebe olmuşuz seza
Asla uğramadan kimseye eza
Şükür bir senede geldi meydana
***
Böyle kaymakamın emsali yoktur
Medhe layıktır, yazacak çoktur
Esiri Firaşım, mecalim yoktur
Muavinle doktor baktılar bana
***
Sene bin üçyüz kırk bire dayandı
Yollar açılarak döndü ummana
Erhavı evliya şimdi uyandı
Neler oldu bilsen kafir Yunan'a
Şimdi budur bize haktan inayet
Hakkın inayeti eder kıyafet
Bütün cephelerden oldu siyanet
Müjde olsun kamu sabi sübyana
** *
Etraftan hücum etti yiğitler.
Yiyemez anların iaşesin i t l e r ;
Talihimiz döndü, geldi vakitler
A r t ı k kellesini atın yabana.
** »
Gelelim şimdi Y u n a n askeri
Geriye kaçarak kaldı siperi
Mecali kalmadı dönmeğe geri
Dereler, tepeler oldu salhane
** *
Türkün orduları peşine düştü
Kesildi kelleler toprağa düştü
Erenler ervahı bile erişti
Y a k ı n bir zamanda geldi amana
***
Karahisar içine düştü velvele,
Top, tüfek, ganimet aldılar hele
Tayyare, vapur, bir de iskele
Mitralyoz, gülle çokça cephane
***
Mahlasım ESRARİ, İsmim de Osman
İmamı Azam mezhebim, ismi de Numan
R e f i k i m Kur'andır, yoldaşım iman
Arzuhal eyledim u l u Yezdana
(Şair bir mahalle kavgasında yaralanıp yatarken bu destanı yazmıştır).

Osman Hoca çevrede çeşitli özellikleri ile ün yapmış Yalvaç pazarını en ince noktala-
rına kadar, bir tablo çizer gibi sözlerle çizmiştir. İstiklal Savaşı'nın bitiminden sonra ya-
zıldığı anlaşılan bu uzun destandan bazı bölümleri aktaralım:

Destanı Pazar
Ağustos onbeş Yalvaç pazarı
Cümle aşikar kalmadı nihan
Aradım bulamadım okur yazarı
Kalem ile muhit cümlei cihan
***
Okur yazarlar gitti ileri
Kimi serhoş olmuş kimi serseri
Kim metaın bulmuş, kimi sağdan geri
Kim bulmuş bulacak, kim bulmak guman
Eskici terziler diker elbise
Alur elbet senden ister ne ise
Sürüldü Rumlar, yandı kilise.
Gitti papazlar kalmadı Ruhban,
* * *
Kimi mağazada, kimi hancı
Kimi doğru sözlü, kimi yalancı
Kimisi şehirli kimisi yabancı
Kimi yörük dağda bekliyor orman.
» * «
Kimi helva satar kimisi kebap
Araşan bulunmaz bir tane erbap
Kimi rakı içer, kimisi kezzap
Kimi konyak içer, kimisi duhan
***
K i m i semerci, k i m i s i berber
Kim zengin olmuş, kimi derbeder
Kimisi dünyadan vallahi bihaber
Bunlar adeta sureta insan,
* * *
Esrari söyler aktan, karadan
Muradımız versıın bizi yaradan
Bikir her halini ol sırrı vezdan
( )

Osman Hoca gerçekleri açıkça dile getirmekten, zulme ve haksızlığa karşı durmak-
tan çekinmezdi. K u r t u l u ş Savaşı başında türeyen efelerden bazıları, ne yazık ki halka çe-
şitli şekillerde eziyet etmiş, hatta canlara kıymışlardır. Yalvac'ın (Çamharman) eski
adıyla (Köstük) köyünden Osman Efe de bunlardan biridir. Ozanımızın onun üzerine
yazdığı destandan bir bölümü birlikte okuyalım:

Sene bin üç yüz beş eyledi hitam,


V u k u u n eyledim bir i k i destan
Yüzünden yedi hükümet haram
Sorarsanız eğer Köstük'lü Osman
***
Evvelinden sual olursa eğer
Zengin, fıkarayı daima döğer
Zalimin zulmü kavurdu ciğer
Yardımcınız olsun ol gani Süphan
* * *
İane ç ı k t ı , nereden bilmem.
A v n e t t i bizler I R A K Yemen :
Boyumdan aştı salınan zimen
Devlet emretti, eyledi ihsan
Yalvaç Hisarardında vardır bir hacı
Eren e v l i y a l a r ona duacı
Şöhreti Haydar, emirdir tacı
Adını işitse bütün bu cihan
**»
Haydarım dedi, gelin ağalar,
Fıkara durmuş göz yaşını siler
Konturat eyledi beyim bu sefer
Münafıklar dedi bulunmaz imkan.
***
Telgraf geldi verdiler cevap
İdare ettirir dediler çalap
Cenabıhak etti kalblerin harap
Konturat bozuldu gelmez iane

ISPARTALI MAREŞAL ASAF PAŞA


Belki bir başkası daha vardır ama, benim yaptığım incelemelerde karşılaşabildiğim Is-
parta'lı ilk Mareşaldir. (1837) yılında İstanbul'da doğdu. Halil Hamit Paşa'nın oğlu, Nu-
reddin Paşa'nın torunudur. Cemal Paşa'nın oğludur. Harp Okulu'nıı bitirerek subay ol-
du. Kırım Savaşında üstün cesaret göstererek ün yaptı. Bu nedenle nişanla ödüllendiril-
di ve binbaşılığa yükseltildi. Çeşitli görevlerde bulunduktan sonra 1865 y ı l ı n d a Ferik
(Tümgeneral ve Korgeneral karşılığı) oldu.l876'daki Rus-Osmanlı savaşında Selanik, Vi-
din, Tutrakan, Üsküp Tümenlerinin komutanlığını yaptı. Adı geçen savaş içindeki
EZERCE, SİNAN ve ZAYÇER savaşlarında büyük y a r a r l ı l ı k l a r ı ve başarıları görüldü.
Savaş sonunda Dördüncü Ordu Komutanlığına getirildi. Bir süre geçince Askeri Yargı-
tay ve Divanı Harp (Olağanüstü Askeri Mahkeme) üyeliğine atandı. Birkaç y ı l sözü ge-
çen görevlerde kaldıktan sonra (Teftişi Askeri Yüksek Komisyon) üyesi oklu. Uzun yıl-
lar başarılı bir komutan olarak çalıştığı ve yararlı hizmetler yaptığı için 1891'de rütbesi
Müşirliğe (bugünkü karşılığı ile Mareşalliğe) yükseltildi. 1899'da İstanbul'da öldü.
Not: Ferik: Birinci Ferik, ikinci Ferik olmak üzere ikiye ayrılır. Birincisi Korgeneral,
ikincisi ise Tümgeneral karşılığıdır.

NURULLAH BEY
Isparta'lı Sadrazamlardan Halil Hamit Paşa'nın torunlarındandır. Bakanlar K u r u l u
Genel Sekreterliğinden emekli olan Raif Bey'in kardeşidir.
1807 veya 1808 yılında doğduğu anlaşılmaktadır. Döneminin yüksek derecedeki öğre-
nimini bitirdikten sonra saray yazı işleri kaleminde çalışıp görgü ve bilgisini artırdı. Da-
ha sonra Ziraat (Tarım) Bakanlığında (Ziraat Meclisi) üyesi oldu. Ardından. 1837 Isla-
hat Hareketleri sırasında kurulan ve bu hareketlerin gerektirdiği yönetmelikleri hazırlayan, memurla
manlık görevini yapan (Meclis-i Vala-yı Ahkam-ı Adliye) adlı yüce meclise üye seçildi.
Bu arada kendisine ilmiyye sınıfının en yüksek rütbelerinden olan (Vala) rütbesi verildi.
Nıırullah Bey 1859 yılında görevinden ayrıldı. Bundan sonraki yaşamını kendi gelirle-
ri ile sürdürdü. 1897 yılında doksan yaşında iken İstanbul'da öldü ve aile kabristanına
gömüldü.
İki oğlu vardı. Bunlardan büyüğü ilmiyye s ı n ı f ı n d a (Bala) rütbesine ulaşmış Mehmet
Asım Bey, küçüğü ise padişahın damatlarından Hamit Bey'dir.
(Hangi padişahın damadı olduğu saptanamadı.)

AĞLARCIZADE MUSTAFA HAKKI


(YAZAR, GAZETECİ, ÖĞRETMEN ve SİYASET ADAMI)

(1867 Isparta - 5 Şubat 1923 İstanbul).


Isparta'lı olarak kendisiyle övünebileceğimiz en değerli kişilerdendir. Onun üstün de-
ğerliliği, yüksek bir makam sahibi olmasından değil; engin kültürü, kuvvetli kalemi, gü-
zel konuşması (katipliği), ateşli milliyetçiliği ile ülke çapında kendini kabul ettirebilme-
sinden gelmektedir. Sözü edilen nedenlerdendir ki birçok Ansiklopedilere biyografisi
geçmiş, Isparta Halkevi'nin yayınladığı (ÜN) dergisinin çeşitli sayılarında, çeşitli araştır-
macı kişiler tarafından hakkında uzun yazılar yazılmış, eserlerinden aktarmalar yapılmış-
tır. Gerek belirtilen kaynaklardan, gerekse oğlu Avukat Sayın Safa Ağlarcı'nın gönder-
mek l u t f u n d a bulunduğu bilgilerden yararlanarak kendisinin yaşamını, öğrenimini, öğ-
retmenliğini, edebiyatçılığını, milliyetçiliğini ve öbür yönlerini aydınlatmağa çalışaca-
ğım.
Mustafa Hakkı Ağlarcı 1867 yılında İsparta'nın Hacı Elfi (Şimdiki Piri Mehmet) ma-
hallesinde dünyaya geldi. Mutaflık (Çul dokuyuculuğu) yapan bir ailenin üçüncü çocuğu
idi. Annesi Kadızade Hüseyin Efendi Kızı Havva Hanım (1834-1920), çevresinde sayılıp
sevilen bir kadındı. O dönemde okuma yazma bilen erkeklerin sayısı parmakla sayıla-
cak kadar az iken Havva Hanım iyi okur yazardı.
Mustafa Hakkı, ilköğrenimini Isparta Medresesinde bitirince büyiiklerince aile mesle-
ğinde kalması doğru bulunmıyarak Isparta Rüştiyesine (ortaokuluna) kaydettirildi.
1883 y ı l ı n d a Rüştiyeyi birinci derece ile bitirdi. Bilgisini daha da artırmak için bir sü-
re (Gök Veli Medresesi)'ne devam etti. Orada yaşına göre gösterdiği üstün k ü l t ü r ü ve
zekasıyla hocalarının beğenisini kazandı. Bu nedenle isteyenlere ders vermesini sağla-
mak üzere kendisine özel bir oda verildi. Henüz yirmi yaşına girmeden düzyazısıyla (ne-
sir) ve şiirleriyle aydın çevrenin dikkatlerini üzerine çekti. Zamanın bağnaz (mııtaas-
sıp)'lığına hiç aldırmadan İsparta'da yaşayan Hiristiyanların çocuklarına dilbilgisi (Kava-
id) dersleri verdi. Kendi çabasıyla Farsça ve Fransızca'yı da iyi derecede öğrendi. Aşağı-
da sırası gelince açıklanacağı üzere bu dillerden çevirilerde bulundu.
İlk olarak Isparta Valiliği Tahrirat (Yazı İşleri) kaleminde göreve başladı. Sonra Is-
parta Menafi Sandığına geçti. Menafi Sandığı 1892'de Ziraat Bankası'na çevrilince, ve-
kaleten bu bankanın Memurluğuna (bugünkü karşılığı ile Müdür vekilliğine), kısa bir sü-
re sonra da Memurluğuna (Müdürlüğüne) atandı. Mesleğindeki üstün başarısından dola-
yı önce bankanın Konya, sonra da Şam Şube Müdürlükleri verildi. Oğlu Sayın Safa Ağ-
larcı'nın ifadesine göre o bu görevleri kabul etmedi. (Meydan Larousse'nin kayıtlarına
bakılırsa sözü geçen görevlerde bulundu). 1896 y ı l ı n ı n Mayıs ayında Ticaret ve Nafia
Nezareti (Ticaret ve Bayındırlık Bakanlığı) kendisini bankanın Suriye, Beyrut Vilayetle-
ri ile Kudüs sancağı bölge Müfettişliği'ne atadı.
Verimli çalışmaları, değerli kişiliği ile bölgesindeki banka personelinin, halkın ve do-
layısıyla genel merkezin sevgisini kazandı. Kendisinden daha önemli işlerde, daha geniş
anlamda yararlanmak amacı ile İstanbul Ziraat Bankası Mülakat Memurluğuna (Banka-
n ı n İstanbul Merkezi dışındaki tüm ilçeleri kapsayan örgütünün sorumlu Müdürlüğü)
atandı.
Mustafa Hakkı iki kez evlendi. Birincisi 1894 yılında İsparta'da, Eğirdir Redif Alayı
Katibi Mehmet Sait Efendi'nin kızı Hatice Nigar Hanımla (1881-1902); İkincisi i l k hanı-
m ı n ı n ölümünden sonra, baldızı Fatma Nuriye (1909-1959) Hanımladır. Bu evlenme İs-
tanbul'da olmuştur. İki evlenmeden biri henüz çocuk iken ölen bir kızı ile üç oğlu dün-
yaya geldi. Oğullarından ikisi doktor ve iç hastalıkları uzmanı olan Selahattin
(1898-1976) ve Sabahattin (1911-1975) Bey ; üçüncüsü ise halen hayatta bulunan hakim-
likten emekli Avukat Safa Bey'dir.
Hakkı Bey İstanbul'a geldikten sonra yaşının oldukça ileri olmasına karşın İstanbul
Hukuk Okuluna girdi ve 1905 yılında otuz sekiz yaşında iken adı geçen okuldan diplo-
ma aldı. Bu hareketi onun bilim ve kültüre ne derece değer verdiğini gösterir.
İkinci Meşrutiyet'ten sonra siyasi hayata atıldı. 1912 yılı Mart ayında yapılan seçimi
kazanarak Isparta Milletvekili seçildi.
Bir süre sonra Meclis dağıtıldı. 1914'te yeniden yapılan seçimlere katıldı, ikinci kez Is-
parta Milletvekili oldu. Böylece İkinci Meşrutiyet'in, ikinci ve üçüncü dönem Osmanlı
Meb'usan Meclislerinde memleketimizi temsil etti. 1918 yılında şeker hastalığına tutul-
duğundan bu yılki seçimlere katılamadı. Bundan sonra Kasım 1918-1922 tarihleri arasın-
da Bezm-i Alem Sultanisi'nde (İstanbul Kız Lisesi) Türkçe ve Edebiyat öğretmenliği
yaptı. Son görevi de bu oldu. Cumhuriyet'in ilanını göremeden 5-Şubat-1923 gecesi öl-
dü ve Merkez Efendi Kabristanı'na gömüldü.
Burada şu noktayı aydınlatmak yerinde olacaktır kanısındayım. Şöyle ki: Kendisin-
den söz eden kaynaklar M i l l e t v e k i l i olduğu tarihe kadar "Ağlarcızade Mustafa Hakkı",
bu tarihten sonra "Ispartalı Hakkı" diye yazarlar.
Mustafa Hakkı'nın Kişiliği:
Hakkı Bey babasından dört yaşında yetim kaldı. Ailece de zengin değildi ancak güç-
lü iradesiyle üstün zeka ve yeteneklerini kullanarak İmparatorluk ülkelerinde haklı bir
ün kazanabildi. Nitekim onbir yaşında Kur'an ezberleyip hafız oldu. Bu arada ayrıca bi-
raz Rumca,Ermenice, Yahudice öğrendi. Isparta'daki memurlukları sırasında büyük ça-
ba harcayarak ; kendi sözleriyle belirttiği gibi -: (Kah iğne ile kuyu kazar gibi, kah yum-
r u k l a pamuk atar gibi) çalışıp Fransızcayı da öğrendi. Hatta başkalarına da öğretmeye
çalıştı.
Yabancı dilleri öğrenmek ve zamanın değerli i l i m l e r i n d e bilgi edinmek için öğret-
mensiz çalıştığını şu kıt'ası çok güzel dile getirmektedir:
"Bulmadım ben, görmedim mektep, muallim şehirde
Vakıa bir kimseden hakkıyla bir ders almadım.
Avni Mevla Sayime yar oldu, cahil kalmadım.
Sanki yoktan var edip kendim yetiştim dehirde."
Bir d i l i gerçek anlamda bilmek demek : O d i l i edebiyatı ile folkloru ile, ait olduğu
ulusu her yönü ile çok iyi bilmek demektir. İyi bir çeviri yapabilmek için ise, kendi d i l i
ve ulusu hakkında belirtilenden daha geniş bir bilgi gerekir. Yoksa, klasik ve dar bilgile-
re dayanarak yapılacak bir çeviri matematiksel bir anlatımdan öte bir şey olmaz ; dola-
yısıyla yavandır, okuyucu tarafından sevilmez. Onun için çeviri, çevirenin kültürü hak-
kında yargıya varmak bakımından çok iyi bir ölçüdür. Şiir olarak çeviri yapmak ise
düz yazıdan kat kat güçtür. Büyük bir beceri gerektirir. Şimdi Hakkı Bey'in bazı Fransız
ü n l ü l e r i n d e n yaptığı manzum çevirilerinden örneklerle onun iki dile ne kadar egemen
olduğunu görelim.
1) Viktor Hügo'nun bir dizesini genişleterek yaptığı bir kıtalık çeviri:
EY CİSMİ ZEN
Cevheri hikmetçe hep bir t ı n olan ey cism üzen
Lahmı Şahım ve azımdan, demden ibaretsen de sen.
Aklı talan eyledin, mahiyetin malum iken.
Serbeser icazı Haliksin beri her şüpheden
(Yeni kuşakların anlaması için herhalde bazı kelimeleri açıklamak yerinde olur) ci-
sim = vücut: zen= kadın; cevher = ana madde; hikmet = gizli; neden (burada yaratılış),
tın = çamur, balçık; Lahmet; azım = kemik; dem = kan: talan =yağma; mahiyet = nitelik;
malum = belli; serbeser = baştan başa; icaz bırakma= az şeyle çok şey anlatma; Halık =
Allah; beri=açık, arı
17'inci yüzyılın ünlü Fransız Şairi ve taşlamacısı Boileau'dan bir çevirisini görelim:
YOLCU
Ey kumru, nedir gamın, ne oldun ?
Badisi he matemin, ne oldun ?
Biçare nedir bu kırda karın ?
Kim baisidir, bu ahk ü zarın ?
KUMRU
Ettim eşimi bu yerde gaip
Kaldım yalnız, garib ü haip
Zindan mezarım da, bağ ü bostan
Her dem işim olmak oldu nalan
YOLCU
Havfediyor musun ki, sayyad
Eyler seni de o türlü berbat?
KUMRU
"Sayyada benim için ne hacet
Mahvım için eder gamım kifayet
Yok çünkü yanımda yari canım,
A r t ı k yaşamakta natuvanım"
(Bazı yabancı sözcüklerin karşılıkları: Badi= Sebebi; Kar = iş; Kaip = Özlem içinde;
nalan = ağlayan; Havf= korkmak; Sayyad = avcı; natuvan= güçsüz, b i t k i n )
Şimdi de son olarak Fabl dalında dünyada en büyük üne sahip Fransız Edebiyatçısı
Lafonten'den bir çevirisini daha birlikte okuyalım:
TİLKİ İLE LEYLEK
Tilki bir gün masarifi etti
Leyleği davet eyledi gitti
Hissetinden anın hemen tekmil
Sütlü aş etti sofrayı teşkil
Olduğu için tabakta amade
Leyleğin gördü gözleri sade
Ekle mani idi uzun minkar
Cümlesin yuttu sahibi gaddar
Leylek iğfalin ahzi sari için
Aradan geçtiğinde birkaç gün
Tilkiyi etti bir güzel davet
Ol dahi bildi canına minnet
Tilki geldikte etti istişmam
Et taamından aldı buy u tam
Kuşbaşı et kızartmasın ala
Leylak etmiş sürahiye imla
Soktu minkarını bila zahmet
Başladı ekle anıpür lezzet
Tilkinin aktı ağzının yaşı
Çünkü sığmazdı dar kaba başı.
Aldatan aldanır, budur dava
Anla (Men dakka dukka)'da fehva

(Yabancı sözcükler: Hisset = hasislik; ekl=yemek; munkar = gaga; ahzi sar = öç alma;
İstişman= koku alma; buyutam= tam koku; men dakka dukka= çalma elin kapısını, ça-
larlar kapını)
Edebi Kişiliği:
Yukarıda yapılan açıklamalara göre önce edebiyat yeteneği ve merakı, sonra iyi Fran-
sızca ve Farsça, oldukça Arapça bilmesi sayesinde Batı ve Doğuya rahatça açılabildi.
Her iki edebiyat dünyası hakkında geniş kültüre sahipti. Toplumda her bakımdan yeni-
lik taraftarı idi. Nitekim, kendi dilimizde Kur'an, Miladi takvim ile metre sisteminin kul-
lanılması, Türkçecilik, Halkçılık, din adamlarımızın çoğunluk itibariyle bilgice yetersiz
oldukları hakkındaki düşüncelerini (Meclisi Meb'usan) kürsüsünde cesaretle dile getir-
di.
Hakkı Bey, yazı yaşamına, İsparta'da memur iken Konya'daki (Vilayet), Bursa'daki
(Fevaid) ve yine Bursa'daki Feraizcizade Şakir'in çıkardıkları (Nilüfer) gazetesiyle, da-
ha başka taşra gazete ve dergilerinde yayınlanan şiir ve düzyazıları ile başladı. Bu yazıla-
rıyla geniş bir çevrenin beğenisini kazandı. Bu nedenle ilgili gazete ve dergiler onu
öven çok sayıda mektup aldı.
Şimdi o döneme ait yazılarından bazı örnekler verelim.
Bir gazelinden beyitler:
"Şemsi garip, bedri alem münkesif, ahteri zemin,
Asuman mağmum, şebi muzlim, cihan bifer hazin,
Hatırım mecruh, ruhum hasta, fikrim münkesif
Yadigarı canın kaldı..bir makberi hazin
Günlerim muzlim, hayatım bar, feci ahvalim,
Hep cihan zindan, herşey matem, her yer hazin.
İkinci beyit:
Ederim Rabbime şekva...O bilir halimi...Siz
Karışıp ekmeyiniz tuz ciğerim yaresine
O verir rızkım; o halketti beni siz gidiniz
"Giremez kimse efendiyle kulun arasına"
(Nilüfer Sayı: 45; Tarih 1891, Bursa)
Mustafa Hakkı Bey memleketsever, ilerici, aydın bir kişiydi. O bu sevgisinin enginliği-
ni İsparta'yı sembolize eden gül aracılığıyla dile getirmektedir. Bursa'da yayınlanan Fe-
vait Dergisi'nin 15 Ağustos 1888 tarihli (20)'inci sayısında yayınlanan şiirinde şöyle ses-
lenmektedir:

Gül ile söyleşip aldım ibre


Bu seher gitmiştim gülzara
İtila vermek için efkara

Açılırmış görüverdim bir gül


Ona diktim nazarım çün bülbül,

Dedim ey gül, bu ne gaflet bilmem?


Neye güldün, neden oldun hürrem ?

Gülerek kendini sen aldatma


Fikri Ferdayı yabana atma !

Hele atiyi düşün bir, gafil !


Senin ömrün iki gündür, gafil !

Sararırsın, buruşursun mutlak


Dökülüverir de olursun toprak

Dedi tan eyleme var git, gafil!


Yürü sen derdini fikret, gafil !

Gülerim sanma beni, bihuşum,


Bilemezsin niçin hamuşum !

Gülerim, kimseyi etmem iğfal


Yüzümü sanma Hacaletten al !

Gülerim kimseye yok izrarım


Saklamam koynum içinde harım.
(arada 13 beyit daha vardır ve şöyle son bulur)
Şimdi bildin mi nesin ey gafil ?..
Hani kendin sanıyordun akil...

Öleceksin öleceksin mutlak.


Çürüyüp hem olacaksın toprak
Hakkı Bey, birçokları gibi sözde memleketsever değildi. İsparta'da çeşitli alanlarda
yenilikler yapılmasını ve bunlarda kendisinin maddi manevi özverisine dayanan katkıla-
rı bulunmasını isterdi. Bu hususta onunla işbirliği yapan yakın arkadaşı, 1950 öncesinde
uzun süre Isparta Milletvekilliği yapan Kemal Turan (ÜNAL)'ın babası, Nuri Beydi. Nu-
ri Bey'e olan sevgisini ona ithaf ettiği (sunduğu) şu kıtasıyla belirtir.
"Bir başka peder, Valide evlatsız amma
Tev'em gibiyiz fikrile; gayretle birader;
Tefrik edemez birbirimizden bizi dünya,
Haşreyle Mevla yine ukbada beraber"
(Nilüfer, Sayı:45; Tarih: 1891, Bursa)
Tarihin her döneminde,her toplumda yeniliklere ve yenilik getirenlere karşı çıkıldığı
bir gerçektir. Kuşkusuz Hakkı Bey için de kural değişemezdi. Nitekim çeşitli çıkarları
ve sömürüleri zarar gören, durumları sarsılan suftalarla (Ağa)'lar, onu kafirlikle ve çeşit-
li uydurmalarla suçladılar. Hakkı Bey kafir diyenlere şöyle yanıt verdi:
(Özel notları arasında, tarih 15 Nisan 1892)
"Yoktur cihanda kimseye bir sui niyetim
Hemcinse arzı hizmete mail hamiyetim
İnsan isem, zulümde olsam eğer, yine
Hep münhasırdı nefsime zulmüm, eziyetim :
Lakin nedir bu, kendi kusurum mu ey ilah ?
Yoksa birer nakise mi fazlım, meziyetim !
Oldum taarruzatına mazhar zamanenin:
Uğrattı bin belaya beni mazhariyetim.
Ankalığım için bana bin zağ eder hücum !..
Ölsem; teessüf etmez idim, deyse diyetim !..
Tam zulm olundu fikrime isnadı küfrederek
Addettiler dalal..Reşadım. Ruyetim...
Aciz miyim müdafaadan zannedersiniz ?
Şahsım hakir...Fakat o değildir hüviyetim
Tab'ım tenezzül eylemiyor, yoksa ey hasut !
Kasir midir mukabeleden kabiliyetim.
Hakkı Bey, halkı usandırdığı için kendisini kötüleyen Isparta'lı ağalara (Büyük top-
rak sahibi ve öbür çıkarcı zenginlere), dolayısıyla onların kişiliğinde yurt çapında yaşa-
yan tüm benzerlerine, Bursa'da yayınlanan (Nilüfer) Gazatesi'nin (1307 Rumi - 1891 Mi-
ladi) tarihli (43)'üncü sayısında şöyle sesleniyor:
BEYEFENDİ
l
Mudhik o eda, ol kırılış, ol dökülüşler,
Aklınca bu şeylermi nezaket, beyefendi ?
Birkaç papağan-kari söz etmek ile ezber,
Göstermedesin -sanki fesahat ! -beyefendi !
2
Beyin olmalı-insan olamaz fes ile insan
Şıklıkla değil fazl-u liyakat-.beyefendi !
Zevzeklik için olsa da lazım yine irfan
Sökmez bu hamakatle zarafet...beyefendi ?
3
Zibayişiniz etmede nisvana ? teveffuk ;
Pek şıksınız Allah'a emanet..beyefendi
İnsanlığınız ziybile eyler mi tahakkuk ?
Ey bir kuru suretten ibaret...beyefendi !..
4
Olmaz ise manası..Suhan muteber olmaz,
Etmez yalnız lafz, kiyafet beyefendi!..
Bin kere şeker dense de bir taş şeker olmaz
Boştur...Kuru unvan asalet...beyefendi
5
Servetle baban ismi bizim deftere girmez
Bunlar olamaz bizce şerafet beyefendi !..
Beyhude..falan-zadeliğin faide vermez
Kendinde gerek ilm-ü dirayet beyefendi !...
6
Server ne olur, olmazsa eğer ilme mukarin ?
Bolbol olur esbabı sefahat beyefendi !
Hergün getirir pişine bir başka mudahin
Elbette bu altın, bu belahet..beyefendi!
7
Bil, bilmediğin bari, anadan muazzam,
Sus-eyleme ilanı hamakat-beyefendi !
Her bahse karışmaktasın..Ey cehli mücessem !
Bildik seni biz..lafa ne hacet...beyefendi
8
Dersin ki,falan şey olacak şöyle muhakkak,
Oh oh, ne keramet, ne keramet...beyefendi!
Müstakbeli koy, halini bil bari a ahmak,
Bak, bir kaça gelmiş, kaça saat, beyefendi !
9
Cellat bile Gaziyi muradif mi sanırsın ?
Kıbt i arzetme şecaat, beyefendi
Fahr etme değil..Kendini bilsen utanırsın
Üftadekeş olmak...ne denaat, beyefendi!
10
Etmem seni tahkire tenezzül; bana var sen
Kıl, köşei çeşminle hakaret, beyefendi !
Echel, budala ! aç gözün ahmak değilim ben
Söyletme ha elverdi rezalet beyefendi!
(Bazı sözcüklerin anlamı: Mudhik= güldürücü, Fesahat = düzgün konuşma, hamak =
ahmaklık, Zibayiş ve zid= sus, tefevvuk = üstün gelme, tahakkuk = gerçekleşme, Su-
han = söz, Şerafet = Şeref sahibi olma)

Burada, Hakkı Bey'in dilde, özellikle düz yazı dilinden kat kat güç olan nazım dilin-
de, ne kadar üstün yetenekli: ayrıca zamanın devlet idaresinde başlıca söz sahibi ağalan
taşlıyabilecek derecede yürekli, gerçek bir aydın olduğunu görüyoruz. Kültürüyle, hare-
ketiyle verdiği savaştan ötürü manevi huzurunda engin bir saygı ve rahmetle kendisini
anmamak imkansız.
Hakkı Bey, gerektiğinde kendini bile taşlamaktan çekinmemiştir. Bugün hala köyleri-
mizde olduğu gibi, onun yaşadığı dönemde çok küçük yaşta (14-15) evlenmek gelenek
halinde idi. Halbuki o bu geleneğe uymuyor, bu hususta yapılan tavsiyelere, hatta ıs-
rarlara aldırış etmiyordu. Onlara, şu güzel kıta ile yanıt veriyordu:

"Sormaktan olun halimi fariğ,


Bir kere kılın hali teemmül:
Hala değilim ademi baliğ
Nabaliğa layık mı teehhür
"Bugünkü kuşaklar için kaba bir çeviri yapalım: Ne olur, bana evlenme hususunda
bir şey sormaktan vazgeçin; Bir kez olsun durumumu gözönüne alıp ölçün biçin, ben ha-
la ergenlik çağına ulaşmış kimse değilim; söyleyiniz, henüz ergenliğe ulaşmamış bir insa-
nın evlenmesi uygun düşer mi ?"
Resimli Gazete'nin 1901 tarihli ve 79'uncu sayısında bir murtekibe (yani haram yi-
yen, rüşvet alan) bir memur için yazdığı beyit de şöyledir:
Burun kıvırma, ağız satma, anlaşıldı kokuttun
Görüp işittiğimiz : göz açıp, kulak kesiyorsun."
Hakkı Bey'in taşlamalarına çok sevdiği memleket yazılarında da rastlanır. İsparta'da
Ziraat Bankası'nda çalışırken gezip gördüğü köyler için yazdıkları bu görüşü kanıtla-
maktadır.
KIŞLA KÖYÜ İÇİN;
"Bıktım, hele Kışla'dan usandım,
Çektim ne kadar bela devahi ?
Ya haline ver nizam, yahut
Batsın yere öyle köy ilahi !.."

Hakkı Bey'in gerek Isparta'da gerekse taşrada Ziraat Bankası müfettişi iken yazdıkla-
rı, zaman geleneğine uygun olarak Osmanlıca'dır. Ancak kronolojik olarak ele alındıkla-
rında, son yazdıkları ile ilk yazdıkları arasında dilce bir sadelik olduğu görülür. Nite-
kim, yukarıda taşlamacılığı hakkında, açıklama yapılırken aldığımız (Bir murtekibe) bey-
ti ile aşağıdaki kıt'ası bu düşünüşün doğruluğunu kanıtlar.

BİR GECE
Mehtap ! Seni görür de şair,
Bilmem ki söze olur mu kadir...

Mahım ! Hele dur çekilme böyle,


Nereden de bulut yetişti öyle.

Bigane miyim bu bivefalık,


Yok muydu seninle aşinalık ?
(Saadet gündelik gazetesi, 12 Aralık 1887, İstanbul)
istanbul'a geldikten sonra ise Türkçe yazıp konuşmanın, ulusal benliğimize kavuş-
mak için bir zorunluluk olduğunu, açıkça savundu; hatta bu uğurda savaş verdi. Bu dü-
şüncesinin gerçekleştiğini ispatlamak için gerek nazım, gerekse nesir olarak yazılar yaz-
dı. Realist olan bu yazılarında gerçekten de çok başarılı oldu. Önce bu hususta örnek
olarak uzun bir manzumesinden kısa bir parça alalım:
(Türkyurdu: Sayı 77, Tarih 5 Şubat 1914'den)
ÇOCUK.. MEMESİNİ EMERKEN

"Anasının kucağında, bir koluna dayanıp


Tüneğinde bir kuş gibi uyuyup uyanıp
Mışıl mışıl, tatlı tatlı süt emen ;
Mini mini eli ile, yumuk parmaklarıyla,
Nazlı, açık penbe tırnaklarıyla
Gül dudağı, zanbak yanaklarıyla
Tutularak, sokularak, oynayarak, çekerek.
Tombul tombul, kuzu gibi memesine sürtünen
Şimdi ikinci bir manzumesini daha görelim"
ÇOCUK NEDİR ?
"Anlaşılmaz..Tabiri yok..sarhoşça bir kelebek,
Huld içinde uçak iken, konmaz iken Tubaya :
Bir şey olmuş, yol şaşırmış, uçmuş gelmiş dünyaya...

İbrişimden, ipeklerden, sırmalardan kanadı:


Bir atlas ki yok örneği, bir kumaş ki yok adı..
Hayır, hayır, ne kelebek, ne ibrişim, ne ipek."
(Huld= Cennet, Tuba= Cennetteki ağaç)
Hakkı Bey, öbür yandan realist, halkçı, insancıl, doğa ve kişi tasvirlerini kapsıyan ba-
şarılı öz Türkçe düz yazılar da kaleme almıştır. Bunları sınıflandırarak aşağıda ayrı ayrı
inceleyeceğiz. Yalnız burada şu noktayı belirtmek yerinde olur. Kendisi yazılarında, is-
tanbul'a gelinceye kadar (Ağlarcızade Mustafa Hakkı), geldikten sonra (Isparta'lı Hak-
kı) imzasını kullanmıştır.
Yapıtlarını gruplayarak şöyle sıralayabiliriz:
A- Türk Dili Üzerine Olanlar:
1) İMLA HAKKINDA TETEBBUAT VE MÜLAHAZAT:Resimli Gazete'de 1898
yılında yayınlanmış dizi yazılardır. Arap harflerine göre imlamızı (yazım) irdeleyen ve
sorunlar hakkında düşündüğü çözümleri açıklayan bir seridir.
2) İmla-(yazım)'nın kalıp ve ölçülere (vezinlere) bağlanmasının doğru bulunmadığı
ve sesçil olması gerektiğini savunan, "İmlamızın Müjde-i Halli " adlı kitabın sahibi Dr.
Kanber Sanında bulunan kişi ile (polemikler) yazılı tartışmalarıdır. Veled Çelebi (İzbü-
dak) ile birlikte düzenlenerek 1899 yılında İKDAM Gazetesinde yayınlanmıştır.
3) LİSAN-I OSMANİ TEDRİSATI:
1909 yılında (Sırat-ı Müstakim)'de onbir sayıda yayınlanan bir dizidir. Konu olarak
Türk Diline özgü dilbilgisi ile öğretim bakımından izlenmesi gerekli sistem; küçüklerin
ve öğrenim çağı dışındaki halkın eğitimleri gibi sorunları tüm yönleri ile ilgilenmekte-
dir.
4) DİLİMİZ İÇİNDEKİ HURDA ŞEYLER:
1911 yılında (Sırat-ı Müstakim)'in yedi sayısında yayınlanmış dizidir. Konu bakımın-
dan dilin özleştirilmesi; terimler ve terimlerin yapılması yöntemleriyle ilgili incelemele-
ri kaplar. Hakkı Bey, gerek açıklanan yazılarında, gerekse aynı yıl (Türk Derneği Dergi-
si)'nde, "Türkçe'nin Sadeleştirilmesi Hakkında Hasbihal" adlı yazısında özellikle terim-
ler üzerinde durmuş, günümüzün bilimsel dil çalışmalarında varılan sonuçlarla eş du-
rumdaki ilginç düşüncelerini ortaya koyma olanağını bulmuştur. Hakkı Bey, o zaman
bu hususta şunları söylemiştir: "Öz Türkçe sözcüklerle şiir yazılabilir, bundan böyle
yazılacaktır da. Şiirde asıl olan söz ve biçim değil, ruh ve anlamdır."
5) Harf Islahatçıları Derneğindeki konuşmalarını (Konferanslarını) içine alan yeni ya-
zı (Hatt-ı Cedit); harflerin ayrık ayrık yazılması, (Hüruf-u Munfasıla) ilgili yazılardır ki,
eski yazıda harflerin düzeltilmesi yoluyla yazının daha kolay okunup yazılacağı tezini sa-
vunur.
B- ÖBÜR YAPITLARI:
1) Kimin ki Dağda Bağı var, Yüreğinde Dağı var :
1912 yılında Türk Yurdu'nda yirmi altı sayı boyunca yayınlanan eğitim ile ilgili yazı-
lardır. Bu dizi adı geçen derginin Talim ve Terbiye (Öğretim ve Eğitim) köşesinde
(DAĞ) adı altında çıkmıştır.
2) (Köyümden Geliyorum): 1916 yılında Türk Yurdu ve İslam Mecmuasında yayınla-
nan yazı dizisidir. Bunlardan, yalnız Türk Yurdu'nda çıkanları, Profesör Şevket Aziz
Kansu tarafından toplanıp, Türk Dil Kurumu'nun 323'üncü yayını olarak, 1971'de küçük
bir cilt kitap halinde basıldı. Bu kitapta halkın anlayabileceği sade, samimi bir dil, akıcı
ve usta bir metotla kullanılmıştır. Kişi ve doğa tasvirleri ile süslenmiştir: Olaylar ve göz-
lemler Realist bir tema içinde işlenmiştir.
Ün Dergisi'nde bu yazılardan (Ayazma, Minasın, Boyanan Mezar) gibileri yayınlan-
mıştır.
Şimdi Hakkı Bey'in belirtilen yazı özelliklerini görebilmek için, 20 Eylül 1912 tarih
ve 23 sayılı Türk Yurdu'nda çıkan "Boyanan Mezar" dan yazımızın müsaadesi oranında
birkaç satır aktaralım:
"Bir vakitler, biz Hacı Elfi Mahallesi, Şeyh Mahallesi, Yaylazade Mahallesi çocukları
akşamları mektepten evlere dönerken, ekinsiz mevsimlerde kabakçı tarlası yolunu tu-
tup Garipler Mezarlığı'ndan hayvan pazarına çıkardık..."
"Yine birgün semt çocukları bu yolu tutmuşuz Garipler Mezarlar'ını çiğneyip geçer-
ken bakarız ki taze yığılmış bir toprak mezarın yanında biri taze, biri yaşlı iki köylü ka-
dın..Köylü değil, belki dağlı, yörük...üstleri başları öyle. İkisi ağlıyor..Hem de ses çıkara-
rak."
"Ah benim kurban İsmayilim ! bu topraklan tırnaklarımla açayım..Bir daha yüzünü
göreyim. Bağrındaki kara kanları dilimle yalayım. Böğründeki kurşunu dişlerimle yiye-
yim. Sen kalk, yerine ben öleyim !... Kurban İsmayilim ! Kara Kuzum benim !..."
Hakkı Bey İslam Mecmuasında (dergisinde) yayınlanan yedinci ve sekizinci yazıların-
da bir yandan dilin sadeleştirilmesi ve öz Türkçeleştirilmesi nedenlerini, öbür yandan
karşılaşılan sorunların çözümlenmesi hakkında düşünce ve görüşlerini açıklar. Türklüğü
ve Türkçeciliği diriltip ayağa kaldırmak için elinden geldiği kadar çaba harcarken, bu
alanda büyük bir önderin yakın bir zaman için geleceğini sezinleyen bir ruh hali içinde
bulunmaktadır.
3)Dertler sayılmaz ki !..
Tercüman-ı Hakikat Gazetesi'nde 1912-1913 yıllarında yayınlanan yirmi yedi yazıdan
oluşan bir dizidir. Bu yazılar konu bakımından, Birinci Dünya Savaşı'nın getirdiği sorun-
lar ; Öncelikle köylünün eğitilmesi ; dil ve harf yeniliği üzerinde düşünceleri, önerileri
içermektedir.
Isparta'lı Hakkı yukarıda sözü edilen yapıtları dışında konferanslar vermiş, raporlar
hazırlamıştır. Konferanslardan ikisinden aşağıda söz edeceğiz.
Birincisi: Çeşitli ülkelerde Türk Dili'nin sadeleşmesi, kolay yazılıp okunması bakımın-
dan kongrelerin düzenlendiği sırada, "Türk Derneği" üyesi Hakkı Bey Maraşal Gazi
Ahmet Muhtar Paşa Başkanlığındaki kurul adına, İstanbul Darilfünunu (Üniversitesi)
salonunda ileri gelenler önünde konferans vermiş ve aydınların üstün beğenisini kazan-
mıştır. Konuşmasında özet olarak şunları belirtmiştir:
1- Yazımız (Arapça Alfabeli) kolay okunmadığından Fenni değildir.
2- Bunun nedeni ise kullanılan dilde (Arapça Alfabede) yeter derecede sesli harf bu-
lunmamasıdır.
3- Harflerin düzensiz bir şekilde birbiriyle birleşmiş olmalarındandır.
İkincisi ise, İstanbul Hukuk Mektebinde (bugünkü Hukuk Fakültesi) Orta öğretim
öğretmenlerine verdiği konferanstır. Konusu (Osmanlı Dili ve Öğretimiydin
Ana hatları şunlardır:
1- Çocuklar ezbercilikten kurtarılmalıdır.
2- Kitabı bırakmalıdır ; onu bir başvurma kaynağı olarak kullanmalıdır.
3- Çocukları araştırma ve incelemeye yöneltmeli, bilgilerini anlatabilmeğe alıştırılma-
lıdır.
4- Öğrencilere yalnız tanımlama ile öğretmekten çekinmelidir.
Özet: Hakkı Bey, Türkçüydü, Türkçeci idi. Dilde batı veya kökenli sözcüklerin ve
tamlamaların kullanılmasına tamamen karşıydı. Belirtilen alanlarda gerçek uygar bir ay-
dına yaraşır şekilde cesurca savaştı. Böylece haklı olarak ülke çapında haklı bir ün ka-
zandı. Kendine özgü, toplumda az rastlanabilen övgüye değer bir kişiliğe sahipti. Yalnız
hemşehrileri değil, her Türk onunla gurur duyar.
Müfettişliği'nden sonra kuvvetle alevlendi. Resimli Gazete'de yayınlanan (İmla hak-
kında tetebbuat mülahazat) adlı yazı serisinde alfabede seslilerin tamamlanması suretiy-
le dilimizin uygar diller düzeyine çıkması tezini savunur ve şöyle der: "Ah, said (sesli) lu-
gatındaki kuvvet Avrupa dillerindeki manasıyla tamamen tecelli etmek şartıyla sekiz ta-
ne sabit, gayri meşluk saidimiz bulunduğu zamanı görecekmiyiz ?". Ne ileri görüşlüdür
ki, onun bu düşündükleri Atatürk'ün dil devrimiyle yıllar sonra gerçekleşmiştir.
Ünlü Türkçü ve Türkçeci Ahmet Hikmet Bey'in Tanin Gazetesindeki öz Türkçe an-
latımlı "Altın Ordu" adlı makalesini okuduktan sonra duygularını şöyle dile getirir:
"Türklük milletlere ana olmuş bir millet iken, Türkçe lisanlara (dillere) ana olmuş
bir lisan olamaz mı ?... Biz çıkıp da (Adem) babamız, Türklerle beraber bütün dünya-
nın babası ise de, (Adem) adı Türkçe'dir. Delili de (kanıtı da) Adem'in aslı (Atam) ol-
masıdır, dersek gülünç mü oluruz ? Hayır, insaf sahibi mudekkikler (inceleyiciler) bize
gülmezler. Bizi gülünç bulmazlar. Çünkü, (Adem) kelimesini hiçbir dil, hatta Arapça
uzak uzak tevillerle (asıl anlamından başka aşılama olma) kendine maledememiştir.
Türkçe ise bunu maletmek için uzun yorgunluğa muhtaç değil. Hemen bir iddia, bir de
istida kafi. Türkçe'de (Ata) baba, (Atam) ise babam demektir. Şu kadar var ki Türkçe
kelime bu yazı Arap harfli yazı ile yazılmadan evvel başka yazılarda yazıldığı, başka ya-
zılı lisanlara girdiği için siması azıcık değişmiştir. Gayretim tuhafça mı ? Olsun.. Ben bu-
nu bir Adem zadelik sayarım."
Hakkı Bey, insafsız zamanın kolay kolay aşındırıp yıpratarak, tozlu yapraklar arasın-
da unutturabileceği Fanilerden (ölümlülerden) değildir. Tersine sağlığında kendi yarattı-
ğı yapıtlar ; Ruhlar da yaktığı sevgi Türkçülük ateşiyle kıyamete değin yaşayacak sayısı
pek az mutlulardandır. Nitekim, M. Kamil Bey "Türk Şairleri" adlı kitabında kendisi
için şunları yazmaktadır: "Hamiyetli, gayretli, namuslu, zeki, mütevazi (alçak gönüllü),
latifeye mail (düşkün, istekli) bir zat idi. Mukaddema (daha önce) bazı Rufeka (arkadaş-
lar) ile çıkardığımız (Resimli Gazete)'de Hakkı Bey'de refakatte (birlikte çalışma)
bulundu. Vaktiyle fakirhanemizde muntazaman eden (toplanan) Udeba ve Fuzela ara-
sında o da ispatı vücut ve musahabata iştirak ederdi. Senelerce görüşüldüğü halde beni
gücendirecek bir harekette bulunmadı. Çok söz söyler, uzun yazılar yazar, takip ettiği fi-
kirde sebat ederdi."
Sosyal çalışmalarına gelince: 1911 yılında kurulan "Türk Derneği"nin kurucu, Türk
Ocağı'nın, Türk Dili Islah Kurumu'nun, Harf Islahatçıları Derneği'nin, Türk Te'lifat Ko-
misyonu'nun, Türk Donanma Cemiyeti'nin, Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Ku-
rulu'nun, Cemiyet-i Tedrisiye-i Islahiye'nin, Türk Bilgi Derneği Harf ve Sarf Komisyo-
nunun, Türk Ocağı Haysiyet Divanı'nın sürekli üyeliklerinde bulunmuştur. Üyesi oldu-
ğu her kurum için çok yararlı çalışmalar yapmıştır.
Ayrıca, imla (yazım) hakkında biri 1916, öbürü 1922 yılında olmak üzere Milli Eğitim
Bakanlığı'na iki rapor sunmuştur.
Öbür yandan yetkili bir eğitimci ve öğreticidir. Mesleğini ve öğrencilerini çok sever-
di. Türk Yurdu'nun 1912 yılına ait (19) uncu sayısında başlıyarak birkaç sayı süren (ders-
lerin nasıl verilmesi gerektiğini, velilerin okuyan çocuklarına nasıl yardımcı olabilecekle-
rini ve benzer hususları açıklayan) yazıları onun meslek sevgi ve yeteneğini göstermeye
yeter artar kanısındayım.
Rahmetli Ağlarcızade Mustafa Hakkı'yı (Isparta'lı Hakkı'yı) böyle bir biyografi yazısı
içinde anlatabilmek kuşkusuz olanaksızdır. Gönül dilerki, öksüzlükten yetişme, birkaç
yabancı dil ve engin kültürlü, Osmanlı İmparatorluğu çapında yaygın bir ünü, yalnız ve
yalnız kendi zeka gücüyle ve çetin savaşlar vererek kazanmış bu eşsiz hemşehrimizin ya-
şam öyküsünü ve yapıtlarını büyük bir kitap haline koyan bir kişi veya kuruluş belgeler
kaybolmadan ortaya çıksın. Özellikle İsparta'dan edebiyat alanında yetişen genç kuşak-
larımız için kaçınılmaz bir görevdir bu. Tersi bir davranış onun saygıdeğer kişiliğine kar-
şı pek cahilce bir nankörlük olur. Şurada burada yayınlanmış belik pürçük yazıları hiç-
bir şekilde onu anlatmağa yetmez. Benim sunmağa çalıştıklarım ise bir denizden alınan
bir kova su kadar değer taşır. Şimdi kendisinin son yazdığı bir şiiri aktaralım:
MEHMETÇİK GECE NÖBETİNDE
Bu gecenin nefesinde çok hoş kokan bir şey v a r ;
Koku değil !..Bizim köyün yaylasının havası !
Uzaklarda boğuk boğuk hicranlı bir ses ağlar ;
Yad sesi değil...Bizim bağın kumrusunun sadası !
Karanlıkta bulutların arasında bir yıldız
Solgun solgun bana bakar, nazlı nazlı bir şey der
Yıldız değil...dağ ardında hasretimle yanan kız
Yıldız gibi gece gece kalkmış, beni anar, gülümser...
***
Sen ey kumru, sen ey benim içi yanık kardeşim !
Sorarlarsa bütün köye, işte böyle haber, haber ver ;
Tüfek elde, gözüm önde bekliyorum vatanı ;
Ben varamam, bu yerlerden sürmedikçe düşmanı;
Bu olmadan herşey bana haramdır.
***
Sen ey yıldız, sen ey benim uğurlu can yoldaşım !
Beni anan sevgilime selam söyle, haber ver ;
Varacağım çevresini kınalayıp yanına ,
Batırarak Fransız'ın, İngiliz'in kanına...
İşte o gün bize düğün, bayramdır.
Onun milliyetçi, insancıl ve öz Türkçe'ye aşıklık yanını daha da belirtebilmek için ga-
zetemizin bu sayısına "Türk Yurdu'nda" yayınlanan "Köyümden Geliyorum" dizi yazısın-
dan "Nazfa Gelin" başlıklı parçayı koyuyoruz. Ülke gerçeklerini bu kadar duyarak dile
getiren, bu yazıyı okuyup da gözleri yaşarmayacak bir Türk'ün bulunacağını hiç sanmı-
yorum.
Onun şiir ve düz yazıdaki güçlülüğü, sadeliği, içtenliği ve ruhunun yüceliği karşısında
ben kendisini anlatabilmekten aciz kalıyor, çaresizlik içinde susuyorum. Evet, başkaca
hiçbir satır yazmasaydı, yalnız ve yalnız "Nazfa Gelin"i kaleme alsaydı, bu kadarı bile,
belirtilen üstün özellikleri hakkında olumlu yargıya varmamız için yeterli sanırım.
Rahmetlinin manevi huzurunda engin saygılarla eğilirken, biz hemşehrilerinin kendi-
sine çok şeyler borçlu olduğumuzu belirtmek isterim ; İsparta'da büstünü dikmek, bir
kuruma veya bir meydana adını vermek ve daha birçok hususlar gibi.
Yazdığım mektuba en kısa zamanda cevap vermek nezaketini gösteren Emekli Yar-
gıç ve Avukat Sayın Safa Ağlarcı Bey'e burada şükranlarımı sunmayı bir borç bilirim.
Kendileri kişilikleriyle aynı üstün bir değer taşımakla birlikte, böyle bir babanın evladı
bulunmaları dolayısıyla duyacakları haklı mutluluk duygusuna, naçiz bir hemşehri ola-
rak ben de katılırım (Şayet müsaade buyururlarsa ?....)
Ölümsüz büyüğümüzün ruhu şad olsun !..

NACİ KUM (Atabeyli)


(Yazar, ozan, müzeci, öğretmen ve araştırmacı)
Nüfus kaydına göre adı Nuh Naci, soyadı Kum'dur. Atabey ilçesinin Altunbağ Mahal-
lesinden Kum Ahmet Oğullarından Üstteğmen Hafız Mehmet Bey'in oğludur. Albay
Hamdi Kum'un yeğenidir. 23 Eylül 1314 Rumi (1898 Miladi) tarihinde babasının görevli
bulunduğu Konya'nın Seydişehir ilçesinde doğdu. Annesi yine bir subay kızı olan Kezi-
ban Hanım'dır. 1917'de Yalvac'ın Merkez ilçesinden Emir-Kadılar ailesinden Fatma
Zehra Hanım ile evlendi. Bu evlilikten 1918'de bir kızı (Ülker Güzin Kuyucu) ve
1919'da bir oğlu (Mehmet Naci Kum) dünyaya geldi. Babası hakkında istediğim bilgileri
bana göndermek zahmetinde bulunan Necati Bey, Sümerbank Sosyal Hizmetler Şefliği
ve Hesap Uzmanlığı'ndan emeklidir ve İstanbul'da oturmaktadır.
Burada Naci Kum'un yaşamının panoramik ve kronolojik bir çizelgesini vereceğim.
Sonra bu hususta otobiyografisini sunacağım.
Adı Soyadı: Nuh Naci Kum
Baba adı ve mesleği: Hafız Mehmet (Kum Ahmet Oğlu) Üsteğmen, doğum yer ve yı-
lı 23 Eylül 1898 Seydişehir (Konya)
Öğrenimi: Kuleli Askeri Lisesi'ni bitirdi. Harp Okulu'na girerken Askeri Hastane
Sağlık Kurulunca çürüğe ayrıldı.
Yaptığı Görevler (Özet olarak):
a) Isparta İdadisi (Lisesi) jimnastik öğretmenliği (1914)
b) Yalvaç İdadisi (Lisesi) jimnastik öğretmenliği (1915)
c) Öğretmenlik (1915-1935), çeşitli yerlerin orta Öğretim kurumlarında.
d) Milli Eğitim Bakanlığı İstatistik Dairesi Şefi (1935-1937)
e) Bursa Müzesi Müdürlüğü (1939-1941)
f) Adana'da Güney İlleri Müzeleri Bölge Müdürlüğü
g) Adana'da görevde iken ölümü (17.1.1952)
Bir insanın yaşantısını en doğru ve en güzel şekilde anlatabilecek kuşkusuz yine ken-
disidir. Hele bu insan Naci Kum gibi geniş kültürlü, olgun bir insan ise. İşte bu nedenle
ben de sözü Rahmetli Naci Kum'a bırakıyorum. Sağlığında toplu hale getirdiği basılmış
ve basılmamış yapıtlarına bir giriş, aynı zamanda çocuklarına bir hatıra olmak üzere
ölümünden üç yıl önce kaleme aldığı otobiyografisini hiçbir değişiklik yapmadan aşağı-
ya aktarıyorum. Şimdi bu değerli aydını dinleyelim:
"Hediyye ve hatıra,
Çocuklarıma !..
Biricik kızım, biricik oğlum, damadım, gelinim, canlarımın cananları minicik torunla-
rım ; ve beni okuyup anlayacak olanlardır ki çocuklarımdır. Bu defteri sizlere armağan
bırakıyorum.
Henüz çocukluk çağında (14-15 yaşlarında) yazmağa başladığım manzume ve şiirleri-
mi toplayıp "Tomurcuk" adını verdiğim defterimin başına şu kıtayı geçirmiştim.
Görmezse eğer bir nazar-ı kütf-ü sitayiş,
Şiirim bulamaz reng-i hayat, ufk-ı küşayiş !
Hamem ezilir, tar-i rebabım kırılır, ah !
Nağmem söner, ahengi hayat mahvolur eyvah !
Kanatlanıp uçmak için tabii insiyak saiklerine muhtaç olan kuş yavruları gibi, hayatın
terakki ve tekamül hamlelerine ayak uyduran idealist, gençlikte yükselmek, pervaz et-
mek için (teşvik, tergip ve sıtayiş)'e muhtaçtır. İşte ben de bu özleyişi ilk şiirlerime baş-
larken açıklamışım !...
Ulu Tanrıya şükürler olsun ki, henüz onbeş yaşında iken - Kuleli Askeri İdadisi'nin
birinci sınıfında 1912 yılında yazıp Türk Yurdu Mecmuasına verdiğim "Obanın Derdi"
başlıklı duygulu hikayemin bu çok değerli mecmuada yayınlanması ;
Bunu izleyen günlerde "Halka Doğru" Dergisinde "Cengiz'in Andacı", "Anamın Öğü-
dü" adlı uzun destanlarımın neşri, benim için, hayatımın sonuna kadar sürecek olan ba-
sın alanına atılıp, kalem erbabı arasına katılmaya müşevvik (özendirici) ve saik (neden)
oldu ; Elhemdulillah!
İşte çocuklarım ; Şu defterden başka (Uslu Mahulu, Muallim Naci, Kum Ahmetoğlu,
Atabeyli Naci ve Naci Kum) adlarında gerek müstakil kitap, gerek makaleler halinde
1912 yılından beri yayımlanan şiir,hikaye, makale ve tetkiklerimi ihtiva eden gazete ve
dergilerdeki yazılarım da siz çocuklarıma yadigardır. Ben bu kabiliyetimin inkişafını,
sevgili, rahmetli annem "Keziban Hanım" a borçluyum.
1896 tarihinde, Konya'nın Seydişehir ilçesinde, Askeri Redif Taburu Depo Memuru,
evvel mülazım (bugünkü adı Üstteğmen) Atabey'li Hafız Mehmet Efendi'nin sulbünden
(Sülalesinden, Züriyetinden) ve Avanoz'un Genezin Köylü olup, yine Seydişehir'de, ay-
nı taburda üsteğmen Ahmet Ağa kızı Keziban Hanım'ın rahminden doğdum.
Ablam ve ağabeylerim İlk ve Rüştiye (Ortaokul) mekteplerinde okurken, ben de ge-
rek evde babam ve kardeşlerimden, gerekse mahalle mektebinde dört (4) yaşımdan iti-
baren okuma ve yazma öğrenmeye başladım.
Rahmetli annem Ümmi (okuyup yazmaz), fakat din ve mekanip (Bir kimsenin kahra-
manlık ve erdemliğini konu alan yapıt ve öyküler) kitaplarını okutup dinlemeye çok me-
raklı olduğundan bize derslerimize ve diğer mevzulara (konulara) ait kitapları okutur,
dinler, çalışmalarımızı yakından takip ederdi.
Hatta büyük kardeşim merhum Hafız Hamdi - 1887 doğumlu Rüştiye tahsili görür-
ken (on yaşında) Kur'anı Kerim hıfzını ikmal etmiştir.
İşte annemizin bu merakı ve takibi eseri olarak, çocukluğumdan beri kitaplarıma is-
tek ve itiyadı bende yerleşmiş ve hayırlı semereler (meyvalar) vermiştir.
1908 yılında Edirne Askeri Rüştiyesi'ne ağabeyimin eliyle kaydedildiğim sıralarda, kü-
çük manzumeler yazdığım ; kitabet ve tahrir (kompozisyon) vazifelerinde muallimleri-
mizin takdirlerini kazandığım ve din bilgisine arkadaşlarımdan daha fazla vakıf bulun-
duğum için arkadaşlar bana : "Şair Naci, Naci Hoca" diye hitap ederlerdi.
Balkan Harbi neticesi olarak Edirne'nin düşmanlar tarafından kuşatılmış olduğu
1912 tarihinde ben de Atabey'de tatilimi geçirip İstanbul'a geldiğimde - Edirne Muhasa-
rası - yüzünden, Kuleli Askeri İdadisi'nde alıkonulup, orada tahsilime devam etmeye
başladım. Bu esnada Türk Yurdu'nda yayımlanan "Obanın Derdi" adlı yazımdan cesa-
ret alarak, mezkur (sözü geçen) mecmuanın (derginin) tahrir erkanından (yazarların-
dan) olan "Ziya Gökalp, Mehmet Emin Yurdakul, Akçoraoğlu Yusuf, Isparta'lı Hakkı
gibi" zevatı Türk Yurdu Mecmuası idarehanesinde ziyaretle müşerref oldum (tanışıp
onur duydum). Bu meyanda : Hemşehrim Isparta'lı Ağlarcıoğlu Hakkı Bey'in delaleti
ile "Türk Ocağı"' na gittik. Burada Hamdullah Suphi Bey'e takdim edildim ve oraya
Namzet aday (Aday üye) olarak kaydedildim.
Kuleli son sınıfında, Harp Okulu birinci sınıf ders ve askeri tatbikatı (uygulaması) -
Terbiye-i münferide (kişisel eğitim) namı altında gösterilip (Umumi Harp yani Birinci
Dünya Savaşı) dolayısıyla saffı harbe zabit namzedi (subay adayı) olarak bizlerin şevki
anında yapılan tıbbi muayenede bünyem naif (zaif ve ince) ve fıtıkla malul olduğum gö-
rülerek çürüğe çıkarıldım.
Emel ve muradım, Askeri Tıp Okulu'na devam idi ; Fakat müracaatın zamanında
tedris devresi (öğretim yılı) ortası olduğundan kayıt ve kabulümün birkaç ay sonraya ta-
liki (ertelenmesi) icap etti. Bu müddeti geçirmek için Atabey'de oturan annemin yanına
geldim. Atalarımın yurdu olan bu güzel ve şirin kasabada günlerimi boş geçirmeyip ;
tahsil müddetince cep harçlığımdan artırarak satın aldığım kitaplarla kurduğum küçük
kütüphanemdeki eserleri okumak ve köyümün okullarında Fahri öğretmenlik yapmakla
Feyz-yab oldum (manevi mutluluğa erdim).
Günlerden birgün, bazı ev levazımını almak için İsparta'ya gittiğimde İdadi Mekte-
bi'ni (Liseyi) de ziyaret etmek istedim. Müdür Salih Bey ile konuşurken, benim maari-
fe, ilme olan sevgi ve iştiyakımı (aşırı istek) sezerek - bir Rum genci tarafından idare
edilen - Jimnastik (Beden Eğitimi) derslerini kabulümü teklif etti. Çünkü talebede milli
duygular belirmeye başladığı cihetle, Türk çocukları bir Rum Jimnastik öğretmeninin
idaresinden memnun ve hoşnut değillerdi.
Netice, bu vazifeyi memnuniyet ve iftiharla kabul ettim. Artık, muallimlik asaletim
gelmiş ve maarif siciline geçmiştim. 1914 UMUMİ HARP (Birinci Dünya Savaşı) gaile-
si içinde anneme de bir yardımım dokunacağı gibi, maarif mesleğini de çok sevmiş ve
benimsemiş olduğumdan, o günden bugüne kadar bu uğurda gayret ve kudret sarfettim.
Maarife intisabıma vesile olan Jimnastik hocalığımı, askeri okullarda edindiğim id-
man ve mümarese-i bedeniye (Beden eğitimi) ve bil'ahara (sonradan) 1915'de nakletti-
ğim Yalvaç İdadisi ile Ortaokul ve İlkokulundaki liyakatimi, okuma ve öğrenmeye olan
sonsuz iştiyakıma medyunum.
Ogust harabeleri ile meşhur olan Yalvac'ın tarihi ile iştigali zevk edinerek, 1926 yılın-
da İngiliz bilgini (Sir Villiam Ramsey)'in arkeoloji kazısına maarif idaresine komiser
olarak devam ettim. İşte müzeciliğim de böylece başlamıştır.
Yirmi yıl Orta ve ilkokul muallimliklerinden sonra 1935-1937 yılları arasında Milli
Eğitim Bakanlığı Orta Öğretim Dairesi İstatistik Şefliği'nde bulundum. 1937'de Kayseri
Yirmi yıl Orta ve İlkokul muallimliklerinden sonra 1935-1937 yılları arasında Milli
Eğitim Bakanlığı Orta Öğretim Dairesi İstatistik Şefliği'nde bulundum. 1937'de Kayseri
Müzesi Müdürlüğü'ne atandım ve 1939 yılına kadar bu görevde kaldım. Kayseri'den
Bursa Müzesi Müdürlüğü'ne naklim yapıldı. 1941'e kadar iki yıl Bursa'da görev yaptım.
1941 başından itibaren Adana ve Güney Mıntıkası (Bölgesi) Müzeler Müdürlüğü'ne ge-
tirilmiş bulunuyorum (Bu yazı 1950'de kaleme alınmıştır ve Naci Kum 17.1.1952'de Ada-
na'da görevli iken ölmüştür).
Yüksek tahsile devam edememekle beraber, mütalaa, tedkik ve tetebbuatla bir taraf-
tan ; diğer taraftan küçük yaşlardan intisab ettiğim Bektaşiliğin reel (gerçek) zihniyeti
içindeki mücahedem (nefsini yenmek için harcanan çaba) müzecilik mesleğimde birinci
sınıf mütehassıslık ; manevi sahada mürşitlik mertebelerine bu acizi, ila ve isad eylemiş-
tir (yükseltmiş ve mutlu kılmıştır).
1937 yılında Yalvaç'ta Emirkadılar neslinden (Soyundan veya Sülalesinden) Fatma
Zehra ile evlenerek (21) yirmibir yaşında çocuk babası, aile reisi oldum ; (44) kırkdört
yaşında torun sahibi, dede oldum. Erken evlenip aile yuvası kurarak hayatımı mazbut
bir çığıra koydum.
İlimden, irfaniyetten aldığım feyz ile her işimde başarılı, verimli ve resmi, hususi her-
kesin meclubu olarak yaşadım.
Çocuklarıma maddi servet bırakmıyor isem de hüsnü nazarımız, terbiye ve telkinleri-
miz ile yetiştirmiş olduğumuz iki çocuğumuzu evlendirip, mes'ut yavrularının cıvıldadığı
müreffeh aile hayatına sahip kıldık. Elhamdülillah !..
Fertler (bireyler) fani; hayat ve ervah bakidir ! İlim ve irfaniyetle mücehhez olan in-
sanlar, eğer ilahi bir aşk'ü zevk ile dolu olurlarsa ("Hergiz ne Mürdem hüdileş" Hafız Şi-
razi'nin) dizesi sırrına ererek, asla ölmezler.
"Yunus öldü deyu Sala verirler ,
Ölen hayvan imiş aşk ehli ölmez"
24.12.1948 Adana
(Naci Kum)
"Perişan bir bahçeden koparılmış çiçekler ,
Derbeder bir hayatın bozuk düzen anıları...
Bir hatıra kalırsa gönül başka ne bekler ,
Bir teselli avutur zavallı insanları."
"Gönüller köşesinden intizamsız bir demet
Kır çiçeği halinde yer bulursa bu defter ;
Dostluğa teşkil eder belki samimi senet,
Fahre, sürura erer böylece Naci'i Kemter."
Yazarın yukarıya alınan otobiyografisi ile başlayan bu defterde, Nefes, Nutuk ve ko-
nuşmalar ile belirli günlerde (Yıldönümleri, Nişan, Düğün, Resmi bayramlar için) yazıl-
mış şiirleri bulunmaktadır. NACİ KUM'UN KİŞİLİĞİ:
Naci Kum, babacan yapılı, güler yüzlü, engin kültürlü,hoşgörü sahibi, iyiliksever, cö-
mert bir insandı. Okuma ve yazmaya aşırı derecede düşkündü. Milliyetçi idi (sözle de-
ğil, ömrü boyunca çalışmalarıyla bunu ispatlamıştır). Kültürü gereği o, çeşitli görevleri
başarı ile yerine getirmiştir. Nitekim, önce yirmi yıl orta öğretimde öğretmenlik yapmış,
ardından Milli Eğitim Bakanlığında Orta Öğretim İstatistik Dairesi Şefliğinde bulun-
muştur.On beş yıl gibi uzun bir süre de müzecilik yapmış ve bu mesleğin en yüksek uz-
manlık basamağına kadar yükselebilmiştir.
Onun asıl değeri, tarih, biyografi, Edebi yapıtlar, Folklor alanında yaptığı insangücü
üstün çaba ve özverilere dayanan verimli araştırmalarındandır. Dergilerde yayınlan-
mış pek çok sayıdaki bu türden yazıları, basılmış veya basılmamış kitapları bu hususu is-
patlamaktadır.
Şimdi Naci Kum'un çeşitli yönlerini birer birer ele alalım.
a)Ozan Naci Kum:
O herşeyden önce gerçek milliyetçidir. Bu hususta bir iki şiirini örnek verelim.
Birinci Örnek : Selçuklu Hükümdarı Alaeddin Keykubat'ın, Antalya, Burdur, Isparta
çevresi ile Akdeniz kıyılarını, Bizaslılar'dan alan ünlü komutanı, sonra oğlu II'inci Gıya-
seddin Keyhüsrev'in Atabey'i, Ertokuş'un Atabey'de 1224 tarihinde yaptırdığı medrese
için yazdığı şiirdir. Bu şiir bir levhada yazılı olarak çocukluğumdan beri adı geçen med-
resede asılı bulunmaktadır. Şiirin bazı dizelerinde ayrıcalık bulunmaktadır; birisinde
bir Kıt'ası eksik olmak üzere iki şekli vardır. Ben burada her ikisini, olduğu kadarı ile,
bir araya getirerek sunmağa çalışacağım. Bunlardan, medresedeki "Kitabe" ; kendi el ya-
zıları arasında bulunanı ise, "Atabey Türbesinde" başlığını taşımaktadır. Sözü şiire bıra-
kalım :
ATABEY TÜRBESİNDE
"Eşiğinde durdum ulu Serdarın
Okudum asırlık kitabesini
Kapısından girdim muhteşem darın
Dehlizinde duydum hitabesini
** *
Dört muazzam sütun üstünde duran,
Açık kubbesinden nurlar yağdıran,
Parlak güneşiyle lem'adar olan
Havuzundan içtim Şir-abesini
***
Burcu barusunda asırlar daim
Çevresinde Türkün Zaferi hakim,
Şimdi eyvanında baykuşlar naim
Bulutlar kaplamış sebtabesini,
*» *
Ertokuş fethetmiş batıl mabedi
Kurmuş üstünde irfan mektebi
Türk sanatı burda yaşar ebedi
Hayran eder elhak üftadesini
***
Adıyla anılan güzel beldeye,
Ziynettir bu kasrı dilnişin
Seyrengah olmakta her üftadeye
Gönlüm tebcil eder dildadesini
***
Zair ! eşiğinde hürmetle eğil,
Vezir Divanıdır bu tekke değil ;
Düşmandan kurtarmış şen yurdu bil,
Sinesinden atmış çirkabesini"
Yukarıda verilen otobiyografisinde kendisinin de belirttiği üzere Naci Kum ilk genç-
lik çağında, önce ağabeylik yapan hemşehrisi Ağlarcızade Mustafa Hakkı Bey'le ; sonra
Yukarıda verilen otobiyografisinde kendisinin de belirttiği üzere Naci Kum ilk genç-
lik çağında, önce ağabeylik yapan hemşehrisi Ağlarcızade Mustafa Hakkı Bey'le ; sonra
da onun aracılığıyla Ziya Gökalp, Hamdullah Suphi, Yusuf Akçora Beyler ve daha bir-
çokları gibi, dönemin ünlü Türkçü ve Türkçecileriyle tanışmıştır. Bu arada "Türk Oca-
ğı" na da üye olarak yazılmıştır. Böylece, aslında yüreğinde kıvılcım halinde bulunan bir
ateş alevlenmek olanağını bulmuştur. Nitekim, hep bu alanda araştırmalar, çalışmalar
yapmış ve yazılar yazmıştır. Kendisine çok yakınlık gösteren Hakkı Ağlarcı Bey'in ölü-
münden sonra kendisine duyduğu derin saygıyı anlatmak için kaleme aldığı şiirine onun
ünlü bir yazısının başlığını, ad yapmıştır.
KÖYÜMDEN GELİYORUM
( Ağlarcıoğlu Merhum ISPARTA'LI Hakkı Bey'in Hatırasına)

"İçli hasret yükü


Taşıyan arabamın
Tekeri yol bükünü
Dolaşınca, bir dalın
Kütüğü köhne bir ev
Belirdi önümüzde
- Atlarını kamçıladı, ev ! (evmekten)
Haydi, anama müjde.
***
Kapısı açık evin,
Çevresi çitten duvar.
Yapısı balçık evin,
Burada sevdiklerim var !
***
Köyümden geliyorum, köyümden geliyorum !
Ayrılığın okuma kalkan olan bağrımı
Köyümün öz aşkıyla kızdırıp, deliyorum.
Bu aşk emi dindirir, ondurur iç ağrımı !
***
"Kim dağda bağı var, yüreğinde yağı var..."
Derken, gözün hasretten açık gitti sinine
Fakat senin derdinin binlerce ortağı var ;
Onların da tasası üzmesin seni yine !
***
Şimdi senin güttüğün yüce budun dileği,
Kurtarıcı bir elde gerçeğe erdi, inan !
Onun hiç bir zorluktan bükülmeyen bileği,
Bize tek bir gövdede yarattı tek bir iman !
**«
O, senin "Türk Yurdu"nda özlediğin ülküyü
Çatısında doğurdu, toprak damlı evlerin
Salgınların yıktığı binlerce ıssız köyü
Pençesinden kurtardı, can alıcı devlerin !.."
Naci Kum: Atabey'li
Mart: 1935
Öğretmen Naci Kum:
Otobiyografisinde kendisinin de açıkladığı üzere Naci Kum, Birinci Dünya Savaşı sı-
rasında (1914), yalnız ve yalnız, gençlerde milliyetçi duyguların gelişmesine hizmet et-
mek amacıyla Isparta İdadisi'nde (Lisesinde) öğretmenliğe başladı. Bundan böyle Türk
Tarihine, Türk Diline, Türk Kültürüne, Türk Törelerine, kısası Türk Milliyetçiliğine sa-
hip çıkan, iyi ahlaklı aydın vatandaşlar yetiştirmeğe çalıştı. Çok yönlü çalışmalarında
okul sınırlarını aşıp halka ulaştı ve onunla kaynaştı. Bu alanda, mesleğinden,araştırmala-
rından, engin bilgisinden, güçlü kaleminden, gerçekçi, samimi ve inandırıcı konuşabilme
yeteneğinden yararlandı.
Bir yandan engin kültürü, alçak gönüllülüğü, özverili çalışmaları; öbür yandan uygar-
lık aşkı, insanları hiçbir ayrıcalık (dil, din, ırk, renk, ilerilik-gerilik, zenginlik, fakirlik)
gözetmeden eşit olarak kardeş sayması, kısacası hümanist oluşu, kendisinin yalnız, bu-
lunduğu bölgelerde değil ülke çapında haklı bir sevgi ve saygı kazanmasını sağlamıştır.
1914-1937 yılları arasında, en verimli gençlik yıllarında, bir insan ömründe hiç de azım-
sanmayacak bir süre öğretmenlik yaptı. Ayrıca, halkı da aydınlatmağa çalıştı.
Engin insan sevgisi, ölümüne kadar hızından hiçbirşey kaybetmeyen okuma, araştır-
ma ve yazma arzusu, kendisini üstün başarılı ve verimli sonuçlara ulaştırmıştır. O, döne-
minde yaşıyan, parmakla sayılabilecek miktardaki idealist aydınlardandı. Osmanlı ülkü
ve ülke birliğinin yıkılmağa başladığı günlerde, Türkçülük ve Türkiye birliğini kurmağa
çalışanlardandı.
3- Müzeci Naci Kum:
Naci Kum Yalvaç'ta öğretmenlik yaparken İngiliz bilginlerinden (Sir Villiam Ram-
sey) eski Yalvaç (Pisidi-Antiochea) harabelerinde arkeolojik kazılar yapmak için (1926)
yılında Yalvac'a geldi. Naci Kum bu tarihten daha önceki yıllarda, Yalvac'ın özellikle ta-
rihi üzerinde uzun araştırmalar yapmış ve yazılar yazmış bulunuyordu. Bu nedenle ge-
rek çevresinin gerekse Milli Eğitim yöneticilerinin dikkatlerini çekmiş, beğenilerini ka-
zanmıştı. Onun için (Ramsey)'in kazıları süresince, kendisinin yanında bulunup gerekli
kontrolü yapmak amacıyla, hükümetçe kazı komiseri olarak atandı. Aslında ruhunda
var olan tarihi araştırmacılık, bir başka yaklaşımla müzecilik merakı bu fırsatla kanalize
edilmiş oldu. Kendisinden daha önemli işlerde yararlanmak ve kendisine daha geniş ola-
naklı bir ortam hazırlamak düşüncesiyle (1935) yılında Milli Eğitim Bakanlığı Orta Öğ-
retim Genel Müdürlüğü İstatistik Dairesi Başkanlığına getirildi. Öğretmenliği ile müze-
ciliği arasında bir köprü görevi yapan bu işinde 1937'ye kadar iki yıl kaldı. Sonra Kayse-
ri Müzesi Müdürü oldu. Kayseri'de iki yıl çalıştıktan sonra Bursa Müzesi Müdürlüğüne
nakletti (1939). Bursa'da iki yıl bulundu. 1941'de Adana ve Çevre İlleri Müzeleri Bölge
Müdürü oldu. Ayrıca, mesleğinde gösterdiği üstün başarı ve yeteneği dolayısıyla, en üs-
tün derecelerden biri olan uzmanlık derecesi ile ödüllendirildi. Bu son görevinde onbir
yıl bulundu ve emekli olmadan 17.1. 1952 tarihinde öldü. Müzecilik alanında araştırma-
lara dayanan çeşitli dergilerde yayınlanmış yazıları ile yayınlanmış ve yayınlanmamış, ki-
tapları vardır.
4-Dilci Naci Kum:
Ulusal benliğimize kavuşabilmemizin ancak kendi öz dilimizi kullanmakla mümkün
olabileceği temel düşüncesini yürekten kabul edip savunanlardandı. Önce hemşehrisi
Ağlarcızade Mustafa Hakkı, sonra da onun aracılığı ile Ziya Gökalp, Hamdullah Suphi
gibi zamanın önde gelen Türkçü ve Türkçeci aydınları ile tanışabilmiş olması kendisi
için gerçekten büyük bir şanstır. Böylece arzuladığı alanda çalışma olanağını bulmuş ve
iyi ürünlerini vermiştir. Gençliğinde "Türk Yurdu" ve "Halka Doğru" gibi İstanbul'un
ünlü dergilerinde, daha sonra başta Isparta Halkevi'nin "ÜN" dergisiyle, öbür halkev-
lerinin dergilerinde, başkaca yayın organlarında çıkan sayısı bini aşan düz yazı ve şiirle-
ri, kendisinin bu uğurda nasıl özveriyle çalışıp değerli eserler verdiğini ispatlamağa ye-
ter ve hatta artar sanırım.
Dil alanındaki geniş olumlu çalışmaları ve araştırmaları dikkati çekmiş, bu nedenle
"Türk Dil Kurumu" Daimi Üyeliğine seçilmiştir. Ölünceye değin bu görevini yürütmüş-
tür.
Naci Kum, Türkçeyi yaşatan çağdaşı veya eski halk ozanlarının yaşam ve yapıtlarını
uzun araştırmalar sonucu karanlıktan aydınlığa çıkarmıştır. Bunları ya seri yazılar veya
kitaplar haline koymuştur. Hisarardılı (Yalvaç) Osman Hoca, Ispartalı Seyrani Baba,
Everekli Seyrani Baba ve daha birçokları bunlar arasındadır. Ayrıca, bulunduğu çevre
halkı ile yörükleri arasında Folklor araştırmaları da yapmıştır.
5- Tarihçi Naci Kum:
Müzeciliğinde de belirtildiği üzere o engin bir tarih sevgisine sahipti. Onun için yaşa-
mı boyunca bu alanda araştırma ve çalışmalar yaptı. Müzeciliği ve tarihçiliği bir bütü-
nün birbirini tamamlayan iki parçasıdırlar. Kendisinin her iki alandaki çaba ve başarıla-
rı nedeniyle "Türk Tarih Kurumu" na üye seçildi ve ölünceye kadar bu görevini yürüttü.
1948 yılında Uluslararası Dil ve Tarih Kongresine ülkemiz adına üye olarak katıldı
ve Kongreye bir tebliğ (bildiri) sundu. Ayrıca "Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kül-
tür Örgütüne (UNESCO)" üye seçildi ve yaşamının sonuna kadar üye kaldı. Uluslarara-
sı bilimsel toplantılara katılması ve bu kuruluşlara üye olması onun adı geçen alanlarda
kendisini kabul ettirmiş bir değer olduğunu ispatlar.
6- Araştırmacı Naci Kum:
Yaşamları ve yapıtları karanlığa karışmış birçok Halk ozanlarını aydınlığa çıkarmış ;
birçok kitabeleri (yazıtları) toplamış ve açıklamış ; bulunduğu çevrelerin Folkloru üze-
rinde uğraşmıştır. Bütün çalışmaları yazarlık ve ozanlığı ile kaynaşarak bir bütün oluş-
turmuşlardır. Sözü geçen alanlarda ulusal kültürümüze çok şeyler kazandırmıştır. Aşağı-
da adları verilecek bazı yapıtları bu kanımızda ne kadar haklı olduğumuzu göstermekte-
dir. Tarih, Edebiyat ve Folklor alanında eser veren birçok kimse, onun yazdıklarını ve-
ya bulduklarını kaynak olarak ele almaktadır. Bunlar onun gerçek değerini belgeleyen
tanıklardır.
Eserleri:
Basılmış, basılmamış kitapları ; İstanbul'daki "Türk Yurdu", "Halka Doğru" dergile-
riyle, Kayseri, Bursa, Adana Halkevi Dergilerinde yayınlanan tüm yazıları hiç dikkate
alınmasa bile, yalnız Isparta Halkevi'nin "ÜN" Dergisinde onbeş yıl boyunca
(1934-1949) çıkan yazıları biraraya getirilirse büyük bir kitap olur. Sırf bu kitap bile
onun çeşitli yönlerden değerini ortaya koymak için yeterli bir belge teşkil eder.
Biz şimdi onun çeşitli eserlerinden bazılarının adlarını vereceğiz.
Önce basılmış eserlerini ele alalım:
a) Kemalname (Destan) 1931 Antalya
b) Kızılkule (Roman) Tefrika 1934-1935
c)Şifa Destanı (1949) Adana-Seyhan Basımevi
d) Eshaabı Kehfin Tarihçesi (1951) Tarsus Basımevi
Basılmağa hazır kitapları:
a) Isparta'lı Seyrani Baba
b) Everekli Seyrani
c) Anadolu'da Kültür Kalıntıları
d) Adana Vali ve Mütesellimleri
e) Seyit Ali-Kızıldeli Sultan ve Evlatları
f) Kayseri Kitabeleri (Türk Tarih Kurumunca satın alındı)
g) Baraklar ve Dede Garkın Evlatları (Malatya Yöresi)
Yüksek öğrenim görmemesine karşın Naci Kum'un, ülke çapında ve hatta uluslarara-
sı alanda bir değer haline gelebilmesi üstün çabası, okuma ve araştırma düşkünlüğü, ye-
teneği ve zekası sayesinde mümkün olabilmiştir. Kendisiyle daima gurur duyacağımız
bu hemşehrimizin yüksek manevi huzurunda saygı ile eğilirim. Ruhu Şadolsun.

HACI HÜSEYİN HÜSNÜ ÖZDAMAR


(Din Bilgini, Kurtuluş Savaşçısı ve Yedi Dönemlik Milletvekilimiz)
İlimiz yakın tarihinin ünlü simalarındandır. Nüfus kaydına göre İsparta'nın 159l'e ka-
dar Hacı Evren, daha sonraki tarihlerde Evren ve 1935'ten itibaren de Gazi Kemal adıy-
la anılan mahallesinde (17) numaralı evde 1291 Rumi (1875 Miladi) yılında doğdu. An-
cak, oğlu Emekli Hakim M. Şakir Turgut Bey mektubunda, bu tarihin doğrusunun 1871
olduğunu, babasının kendisine söylediğini bildirmektedir. O dönemde erkekler henüz
çocuk denecek çağda, vücutları gelişmesini tamamlamadan askere alınıyor ve uzun yıl-
lar askerde kalıyorlarmış. İşte belirtilen bu nedenle Hüseyin Hüsnü Bey'in babası, oğlu-
nu doğumundan dört yıl sonra, yeni doğmuş gibi, nüfusa kaydettirmiş.
Hüseyin Hüsnü Bey'in babasının adı Bahizade Esseyyit Hafız ve Hattat (Güzel yazı
yazmayı sanat haline getiren kişi) İsmail Hakkı Efendi'dir. Annesi ise, yine Gazi Kemal
Mahallesinden Helvacı Hacı Abdi Efendi'nin kızı Hafize Faden Hanım'dır.
İlk öğrenimine dedelerine ait Sadiye Buk'ası Medresesinde o tarihlerde müderrislik
yapmakta bulunan Uluborlu'lu Hacı İbrahim Efendi"den ders almakla başlamıştır. Üç
yıl sonra adı geçen zatın ölümü üzerine öğrenimini sürdürmek üzere Konya'ya gitmiştir.
Orada Karatay Medresesinde Müderris Kastamonu'lu Mehmet Hulisi oğlu Şakir Efen-
di'den Tezhip ve Hadis ilimlerini öğrenerek icazet (diploma) almıştır.
Yine sözü edilen medresede (Karatay Medresesi) müderrislik yapan Gümüşhane'li
Şeyh Ahmet Ziyaeddin tarafından icazet (diploma, müderrislik yetkisi) verilmiş bulu-
nan Kastamonu'lu Hasan Hilmi Efendi'den ayrıca (GARÜB-İL-HADİS) dersini göre-
rek icazetini almıştır. Sonra Konya'dan İstanbul'a geçip, asıl memleketi İçel olan, fakat
İstanbul'da yerleşmiş bulunan Esseyyit Mustafa Asım Efendi'den öğrenimini tamamlaya-
rak İsparta'ya dönmüştür.
Artık yaşı otuzu geçtiğinden yuva kurma zamanı çoktan gelmişti. Bu nedenle Çelebi-
ler Mahallesinden Kara Osmanoğlu Azmi Efendi'nin kızı Kamile Hanım'la evlendi.
12 Mart 1318 (1902 Miladi) tarihinde yevmiye (günlük) bir akçe ücretle Sadiye Buk'a-
sına Fermanla Müderris olarak atandı. 1319 (Miladi 1903) yılında günlük (on akçe) üc-
retle Kutlubey Camii vaizliğine getirildi.
Hicri 1322 (Miladi 1904) yılında Nakibüleşraf Kaymakamlığı rütbesiyle ödüllendiril-
miştir. 1324 Hicri (1906 Miladi)'de ilmiyye sınıfına ait ileri derecedeki rütbelerden "E-
dirne Payesi ve Rüusu" rütbesi verilmiştir. Hicri 1327 (Miladi 1909)'de, - O dönemde İs-
parta'da önemli miktarda Rum yaşamakta bulunduğundan - kanuna göre kurulan mah-
keme, iki İslam, bir Rum üyeden oluşuyor idi. Belirtilen nedenle Hüseyin Hüsnü Bey,
Başkan Sadık Bey, Savcı Refik Bey ve bir Rum'un bulunduğu mahkemeye üye seçildi.
Bu görevini 1331 Hicri (1913) yılına kadar sürdürdü.
1332 H. (1914 Miladi) yılında Isparta Sancak olarak Konya vilayetine bağlandı. Bu
arada Hüseyin Hüsnü Bey meclisi Umumi Azası (İl Genel Meclisi Üyesi) seçildi ve ken-
disi gibi üye seçilen Tütüncü Mehmet Ali Bey ile birlikte İsparta'yı temsil etmek üzere
Konya'ya gitti. İki yıl orada kaldı. Hicri 1314 (Miladi 1916) yılında Isparta Müftülüğü'ne
atanınca memleketine dönüp göreve başladı. Hicri 1335 (Miladi 1917)'de sözü edilen gö-
revi yürütürken ilmiye sınıfına ait büyük rütbelerden (İZMİR PAYE-İ MÜCERREDİ)
rütbesi verildi. Yine aynı yıl içinde bir ay sonra MAHREÇ PAYESİ'ne yükseltildi.
1336 Hicri (1918 Miladi) yılında Harameyn-i Şerifeyn Payesi ile Mekke Mollalığına
atandığı kendisine bildirilmiş ise de, bu arada Birinci Dünya Savaşı sona ermiş, Osman-
lı Devleti bu savaştan yenik çıktığından arzu edilen göreve başlaması gerçekleşememiş-
tir. İttihat ve Terakki Fırkası'nın (Partisinin) güveni kaybedip düşmesi, Hürriyet ve itilaf
Fırkası'nın iktidara gelmesi ile Hüseyin Hüsnü Beyin de görevine son verilmiştir. Bu sı-
rada Ulusal Kurtuluş Hareketi (Savaşı) başlamış bulunuyordu. Bu hareketin düzenli ve
planlı bir şekilde yürütülmesi için bölge bölge toplantılar yapılıyordu. İşte bunlardan bi-
ri olan Nazilli'deki kongreye İsparta'yı temsilen delege olarak Hüseyin Hüsnü Bey katıl-
mıştır. On gün kaldığı kongreden döndükten sonra Afyon Karahisarlı Küçük Mehmet
Efe ve efenin adamları ile birlikte mutasarrıflığı işgal etmişlerdir.
Kurtuluş Savaşı boyunca Ulusal Cephenin kuvvetlenmesi dolayısıyla kazanması için
durmadan çalışmıştır. 1920 yılında ilk kez açılan Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne birin-
ci dönem Isparta Milletvekili olarak katılmıştır. Bundan sonra 2, 3, 4, 5, 6 ve 7'inci dö-
nemlerde, yani 1946'ya kadar yirmi altı yıl süreyle milletvekilimiz kalmıştır. Birinci Mec-
lis'te bulunduğu ve Kurtuluş Savaşı'na katıldığı için kırmızı-yeşil şeritli istiklal Madalya-
sı ile ödüllendirilmiştir.
Ayrıca kendisine vatani hizmet tertibinde aylık bağlanmıştır. Bunun dışında (memur-
luk ve milletvekilliğinden dolayı) emekli aylığı da almıştır.
Soyadı Kanunu yürürlüğe girince, soyadı alırken eski aile adı "Bahiri" nin Kamus-u
Okyanustaki karşılıkları olan (Candamar, Atadamar, Özdamar) sözcükleri arasından
"Özdamar"'ı seçmiştir.
Eserleri: Hüseyin Hüsnü Bey'in Hicri 1316 (Miladi 1908) tarihinde yazmasını bitirdi-
ği "Feraiz" adında bir kitabı vardır. Ancak, basılmamış olup büyük oğlunca saklanmakta-
dır.
Ailesi: Hüseyin Beyle Kamile Hanımın evlenmelerinden Rumi 1316 doğumlu (Mila-
di 1900) M. Şakir Turgut, 1318 Rumi (1902 Miladi) doğumlu Hüseyin Zühtü, 1324 Rumi
(1908 Miladi) doğumlu İsmail Hakkı adlarındaki üç çocukları dünyaya gelmiştir. Büyük
oğlu M. Şakir Turgut, Hukuk Fakültesi mezunu olup uzun süre hakimlik yapmıştır. Ha-
len emeklidir. Ortanca oğlu Hüseyin Zühtü Maliye Bakanlığı Vergiler Temyiz Komisyo-
nu üyeliğinden emekli olduktan sonra ölmüştür. En küçük oğlu Ticaret Okulu mezunu
olup uzun süre İş Bankası'nda çalışmış, sonra Türk Ticaret Bankası'na geçmiştir ve bu
bankanın Ankara Şubesi Müdürlüğü'nden emekli olmuştur. Emekliliği sırasında bir sü-
re İstanbul Bankası Müdürlüğü de yapmıştır.
Hacı Hüseyin Hüsnü Özdamar 17 Haziran 1961 tarihinde İsparta'da Gazi Kemal Ma-
hallesindeki evinde ölmüştür ve Aldan Efendi (Dede) mezarlığında toprağa verilmiştir.
İlgili kanun kararına göre cenazesi beş yıl sonra sözü geçen mezarlıktan Isparta Askeri
Şehitliği'ne nakledilmiştir.
Sözlerimi bitirirken ölüye rahmet diler, vatan için yaptığı övünülecek işleri, Ispartalı-
lar adına şükranla anarım. Ayrıca, bana babalan hakkında bilgi lütfetmek zahmetinde
bulunan oğullan sayın M. Şakir Turgut ve sayın İsmail Hakkı Beylere teşekkür ede-
rim.

MEHMET PAŞA (KATIRCIOĞLU)


Ünlü Katırcıoğlu Mehmet Paşa'nın küçük oğludur. Beylerbeyi iken Yeğen Mehmet
Paşa'ya bağlandı. 1689 yılında öldü.

İBRAHİM BEY
Bu da yukarıda sözü edilen Mehmet Paşa'nın ağabeysi ve Katırcıoğlu Mehmet Pa-
şa'nın oğludur. Birçok önemli görevlerde bu arada Balıkesir Mutasarrıflığında (Sancak
Beyliği'nde) bulunmuştur.

ŞEHZADE AHMET EFENDİ


Isparta'lıdır. Memleketinde öğrenim gördükten sonra İstanbul'a giderek zamanın ön-
de gelen bilginlerinden ders almış ve müderris olmuştur. Yeteneği, zekası ve derin bilgi-
si ile müderrislikteki derecesi git gide yükselmiş, sonunda İstanbul'un birinci sınıf med-
reselerinde ders verme yetkisini kazanmıştır. Dördüncü Murat döneminin büyük bilgin-
lerindendir.

MÜDERRİS MEHMET EFENDİ


Isparta'lıdır. Kadızade lakabı ile tanınmıştır. Yeterli bir öğrenim görerek müderris ol-
du. Yaşamı boyunca çeşitli yerlerde bu görevini sürdürdü. 1631 yılında öldü. Bilgili ve
güzel ahlaklı idi.

ETHEM PAŞA
Isparta'lıdır. Doğum ve ölüm yılları saptanamadı. Ancak, biyografi ansiklopedilerinin
eski ve yenilerinde adı geçen Ethem Paşa'lar incelenecek olursa, bu paşamızın 19'uncu
yüzyılın sonlarında öldüğü yargısına varılabilir. Memleketinde Rüştiye (Ortaokul) öğre-
nimini tamamladıktan sonra, askeri okula girdi. Harbiyeyi bitirdikten sonra da subay ol-
du. Paşalığa (Generalliğe) kadar yükseldi. Son kez (Tophane Meclisi Üyeliği)'nde bu-
lundu.

İSMAİL HAKKI EFENDİ


Isparta'lıdır. Sonradan geniş bir şekilde dallara ayrılan Süldürzade, Böcüzade gibi Sü-
lalelerin ceddidir. Üçüncü Selim döneminde 1791 yılından itibaren Anadolu Eyaleti Ge-
nel Valisi olarak Kütahya'da Valilikte bulunmuştur. Aslında öğrenimden sonra Kadılık
yapmıştır ve esas mesleği Kadılıktır.
SARI KADI
Ayrıca Divan Katiplikleri (Bakanlar Kurulu Sekreterliği) de yapmıştır. İyilik ve hayır-
severliği ile kendini herkese sevdirmiş bilgin bir kişi idi. Asıl adı Seyit Süleyman'dır. "Sa-
rı Kadı" lakabı ile tanınmış bir bilgindi. 1637 (?)'de İsparta'ya atanan ilk müftüdür. Bu-
gün ortadan kalkmış bulunan Kumyol yakınındaki FERİDİYE mezarlığına gömüldü.

KADIZADE MEHMET EFENDİ


Isparta'lıdır. Öğrenimden sonra müderris oldu. İstanbul'da Beşiktaş ve Mısır'da Kahi-
re Medreselerinde ders verdi. 1630 yılında öldü.
(Araştırmalara karşın ne yazık ki yaşam öyküleri hakkında istenilen yeterli bilgiyi el-
de edecek kaynak bulamadığım birçok büyüklerimiz vardı. İleride bu diziyi kitap haline
getirirken okuyucularıma daha geniş sunabileceğim umudundayım. Ama şimdi olduğu
kadarı ile kendilerinden söz etmemek kuşkusuz büyük bir saygısızlık olur.)

FEYZULLAH PAŞA
Isparta'lıdır. Hacı Ateş Ağa'nın oğludur. Doğum tarihi kesin olarak bilinememekte-
dir. Ancak elde bulunan kendisi ile ilgili öbür tarihlerin ışığında 1820-1825 arası olduğu
anlaşılmaktadır. Zamanın gerekli medrese öğrenimini gördükten sonra askeri okula gir-
miş ve 1844 yılında Harp Okulunu bitirmiştir. Kahramanlık ve cesurluğu, aynı zamanda
üstün yeteneği dolayısıyla kısa zaman aralıklarıyla rütbece ilerlemesini sürdürerek Paşa-
lığa (Generalliğe) kadar yükselmiştir. 1874'de savaşta şehit düşmüştür.

ALİ MANSUR PAŞA


Isparta'lıdır. Rüştiyeyi (Ortaokulu) İsparta'da bitirdikten sonra Askeri Okula girdi.
Yeteneği, zekası ve başarısı sayesinde Generalliğe (Paşa'lığa) kadar yükseldi. Doğum,
ölüm tarihleriyle, yaşamı hakkında başkaca bilgi edinilemedi.

KATIRCIOĞLU MEHMET PAŞA


Osmanlı tarihinde büyük ün yapmış devlet adamlarındandır. Katırcıoğlu Mehmet Pa-
şa veya sadece Katırcıoğlu diye anılır. Beylerbeyliği'ne, yani Sancakların (Mutasarrıflık-
ların) Başamirliğine, başka bir deyişle Eyalet Genel Valiliği'ne kadar yükselebilmiştir.
O dönemde Hamideli sınırları içinde bulunan KEMER köyündendir. Bir ara Gürcü Ne-
bi ve Kara Haydar oğlu ile birleşip devlete karşı geldi. Ancak, kısa bir süre içinde dere-
beylik savaşından vazgeçip teslim oldu. Önce Konya, 1655'te Silifke, daha sonra Yenişe-
hir Valiliklerinde bulundu. 1667 yılında da (Anadolu Genel Valiliği)'ne atandı.
Yaşının çok ileri olmasına karşın 1669 yılında açılan Girit Seferine Fazıl Ahmet Paşa
ile birlikte katıldı. Ancak, aynı yıl orada savaş sırasında şehit düştü.
Çok zeki, yetenekli, başarılı, cesur ve çalışkandı. Devlete ve millete yararlı görev ver-
mek için daima sadakatla çalışmıştır. Oğulları İbrahim Bey ile Mehmet Paşa'dır. Bunla-
rın biyografileri ayrıca verilmiştir.
MEHMET TAKİYÜDDİN EFENDİ
Osmanlılar'ın son döneminin tanınmış din bilginlerindendir. 1843 yılında Uluborlu il-
çesinde doğdu. İlköğrenimini memleketinde bitirdi. Yine orada Kur'an dersine devamla
hafız oldu. Sonra daha yüksek öğrenim yapmak için İstanbul'a gitti. Zamanın ünlü bil-
ginlerinden OF'lu Mehmet Kamil Efendi'den ders aldı ve müderris oldu. Bir süre çeşit-
li medreselerde müderrisliklerde bulundu. İlmi değeri ve kişiliği yönünden çevresinin
ve sarayın dikkatini çekti. Bu nedenle 1904 yılında II'inci Abdülhamit'in Huzuru Hüma-
yun Muhataplığı' na (Huzur Hocalığı'na) atandı. Sözü edilen tarihten itibaren dokuz yıl
bu görevde kaldı. 1913 yılında, din bilginleri sınıfında en üstün makamlara yükselebil-
mek için bir basamak olan (Mahreç Payesi) ile ödüllendirildi. Böylece Muhataplıktan
ayrılmış oldu. 1918 (1334 Rumi) yılında İstanbul'da öldü.
Bu gazetenin 21 Mayıs 1980 tarihli sayısında Mehmet Takiyüddin Efendi'nin biyogra-
fisi geniş bir şekilde verilmişti. Ancak, başka bir Isparta'lı büyüğün yaşam öyküsünü (da-
ha sonra) araştırırken onun hakkında bilgi veren el yazması değerli bir kitap ile, kendisi-
nin Bab-ı Meşihattan (Şeyhülislamlık kapısından, yani dairesinden) memuriyeti için iste-
nilen, özgeçmişine ait soruları yanıtlayan el yazması bildirisinin kopyesi rastlantı eseri
elime geçti. Bu ilginç ve önemli bildirinin bir tıpkısı aşağıda verilecektir. Fakat, bunu
yapmadan evvelce sunduğum sunduğum biyografiye şu noktaların eklenmesi gerekmek-
tedir.
Mehmet Takiyüddin Efendi Uluğbey'de (eski adıyla Güp köyü) 1843 yılında doğdu.
Sülalesi bakımından bugün adı geçen köyde Türbesi bulunan Veli Sultan (veya Veliyüd-
din Sultan)'un torunlarındandır. Veli Sultan ise soyca Peygamberimiz Hazreti Muham-
met'in torunu Hazreti Hüseyin'den gelmektedir.
Bilindiği üzere Senirkent henüz 1951 yılı gibi çok yakın bir zamanda ilçe haline gel-
miştir. Daha önce Uluborlu ilçesine bağlı bir bucak ; hatta, daha da eski tarihlerde, köy
idi. İşte açıklanan bu nedenle, yaşadığı tarihi dikkate alan çeşitli kaynaklar, Mehmet Ta-
kiyüddin'i, Uluborlu'lu olarak göstermişlerdir.
Halbuki belgelerin aydınlığında, daha derine inildiğinde gerçek durum belirtildiği şe-
kilde ortaya çıkmaktadır.
Mehmet Takiyüddin Efendi'nin Bab-ı Fetva'ya sunduğu yazılı özgeçmişinin suretini
aşağıda veriyorum (Bu özgeçmiş kendi elyazısıyla olan imzalı nüshadan kopya edilmiş-
tir).
l- Özgeçmişe ekli fişte: "Bab-ı Fetva, sicili ahval müdüriyeti ; Dosya adet: 156, Baye-
zid ders-i Am'larından Mehmet Takiyüddin Efendi" yazılıdır. Özgeçmişi de şöyledir:
28 Cemaziyel-evvel 1328 24 Mayıs 1326 Pazartesi günü Bab-ı Meşihattan talep olu-
nan tercüme'i-hal varakasında sual olunan suallere verdiğim cevap :
İsim ve künyem ve şöhretim Konya Vilayetinde, Isparta Sancağında, Uluborlu Kaza-
sında = ilegup= Nam Karyede Defn-i hak Itırnak olan Sadat-ı Hüseyniyeden Veli Baba
İbn-i Esseyyid Hüseyin Gazi oğlu Sümbülzade Seyyid Mehmet Takiyüddin, pederim Ve-
li-i Muşarun-ileyh dergahı mütevelli ve Postnişin merhum Esseyyid Musa Kazım Efen-
di'dir. Pederim cihetinden Hazreti Hüseyin Radiyallahu an Efendimiz Hazretlerinin sü-
lalesine mensubum. Validem Fatıma -tüzzehra bin-ti safi oğlu Durmuş'dur.
1259 seney-i hicriyesi zilhiccesinin 27'sinde = 6 Kanunevvel 1259 = Konya vilayeti
dahilinde, Isparta Sancağında Uluborlu kazasına muzaf İlegup nam karyede tevellüt et-
miştim.
İsparta'da Geresinli Osman ve Ödemiş'te Çakır Ahmet zade ((Bir kelime okunama-
di) Efendilerden Konya'da Müsevvidzade Abdullah Efendi'den Şerh Akaid'e kadar
tahsilde bulundum. Ba'de Dersaadet'e gelerek Irgat Pazarında Vaki Sinan Paşa Medre-
sesinde duhul ile o vakit Bayezid Cami-i Şerifinde tedris ile meşgul üstad-ı Kiramdan
Rumeli Kazaskeri sabıkı Oflu elhac Mahmut Kamil Efendi hazretlerinin dersine mula-
zemet ettim ve tekmil Nesh ile ahz-i icazet olunduktan sonra doksan altı (1296 H.) tari-
hinde bil-imtihan cami-i şerif-i mezkurda tedrise mübaşeret ile üçyüz onbir tarihinde
ita-yı icazete muvaffak oldum. Bilhare Fazıl Şehir Amasya'lı Abdülkerim Efendi mer-
humdan "METALİ" ve "İŞARAT ve "MEVAKİF" ve bir miktar "Şerh-i Cağmuni" ve
"Kadıi Beyzavi" ve "Tavzih" vesaire gördüm ve Laleli Medresesi Müderrisi Boyabadi
merhum Fazıl Osman Efendi'nin "Muhtasar maani" ve Malatya'lı Fazıl merhum Elhac
Mehmet Efendi'nin "Mutavvel" ve Ilgın'lı Fazıl merhum İbrahim Efendi'nin "MİR'AT'
ve Muhaddis Kasım Efendi merhumun "Buhari" dersi şeriflerine muvazabet eyledim.
İcazet vermezden evvel bilimtihan mektebi Nuvvaba duhul ile dördüncü sınıfa naklolun-
muş iken mekteb-i mezkure devamınım akşam tedrisatına mani olduğundan mektebi
terkettim. Türkçe ve Arapça tekellüm ve hitabet ederim. Bir guna telifatım yoktur.
Doksanaltı (1296 H.) senesinde umum ders-i amlara tahsis olunan maaş meyanında
(bir kelime okunamadı) tevkıfat doksanyedi buçuk kuruş maaşa nail olup maaşı mezku-
ra :
l- Teşerınsani- 1300 tarihinde otuz kuruş yermi para ; l Temmuz 1302 tarihinde otu-
züç kuruş ; l Teşrinevvel 1304 tarihinde yirmidokuz kuruş ; l Teşrinevvel 1306 tarihin-
de otuzsekiz kuruş ; l Mart 1309 tarihinde otuzsekiz kuruş ; ve l Mart 1312 tarihinde
yirmibeş kuruş ve l Kanunu Evvel 1314 tarihinde iki kuruş yirmi para ve l Mart 1315 ta-
rihinde otuzsekiz kuruş ve 27 Haziran 1315 tarihinde kırkdört kuruş ve 7 Ağustos 1316
tarihinde yüzkırk kuruş yirmi para ve 16 Susat 1318 tarihinde otuzyedi kuruş ve 19 Ağus-
tos 1321 tarihinde otuzsekiz kuruş ve 4 Kanuni Sani 1324 tarihinde otuzsekiz kuruş za-
maim icrasıyla beşyüz doksanaltı kuruşa baliğ olmuş iken, bu kere icra kılınan tensikat-
ta maaşı mezkur bin kuruşa iblağ olunmuştur. 1322 senesinde (Huzuru Hümayun
Ders-i Şerifi Muhatataplığına) (1) tayin ve senei muzkurede dördüncü rütbeden Mecidi
Osmani nişan zişanları ile taltif olundun ve 10 Şevval 1301 tarihinde İbtida-i Hariç, 23
Rabiullahir 1310 tarihinde Hareket-i Hariç, 1318 Cemaziyelahir'inde İbtidai dahil, Zil-
hicce 1322 tarihinde Hareket-i dahil ve 9 Zilkade 1325 tarihinde musile-i Sahn Ruusları-
na nail oldum. Leh Elhamd ve elmine hiçbir sebeb ve bahane ile taht-ı muhakemeye
alınup da Ceza görmedim.
28 Cemaziyelevevel 1328 ve 24 Mayıs 1326 Pazartesi günü, Irgat pazarında, Hüseyin
Ağa Mahallesinde Eşref Efendi hanesinde mustecir mukim Bayezit Camii şerifi (Mu-
meyyuz Ders-i anılarından Isparta'lı Esseyyit Mehmet Takiyüddin).
1313 Hicri (1895 Miladi) tarihli ve Mehmet Takiyüddin Efendi tarafından kendi elya-
zısı ile Türkçe'ye çevrilmiş nüshasından kopya edildiği anlaşılan dikkate değer bir kitap
vardır. Kitap süslemeli ve tezhipli ise de bu bakımdan basit olup, sanat değeri pek yok-
tur. İlk kaleme alındığı zamana ait yazılar oldukça güzeldir. Ancak, sonradan yapılan
eklerdekiler çeşitli ve alelade yazılardır.
Kitabın cildi sonradan yapılmıştır, adi bir cilttir. Boyutları ise, 14.5/20/4.5 tur. Gerek
cilt kapağının altındaki sayfada bir daire içinde bulunan, gerekse bitimine konulan ge-
niş açıklamalarda (Kitabın aslının Arapça olduğu, bunun için Türk olan halkın okuyup
anlayamadığı, dolayısıyla bir kenarda terkedilmiş kaldığı, buna engel olmak için ilk kez
Mehmet Takiyüddin 'in ecdadı olan Veli Baba tarafından açık seçik bir anlatımla Türk-
çe'ye çevrildiği v.b. hususlar) belirtilmektedir.
Kitap birçok konulan kapsamaktadır. Bunları sıra ile açıklayalım.
1- Menkibeler, yani tanınmış veya tarihe malolmuş kimselere ait öyküler; Bunlar ge-
nellikle Hazreti Peygamber, dört Halife (özellikle Hazreti Ali), Hasan, Hüseyin ile Veli
Baba'ya kadar bu soydan gelenlerle (Veli Baba veya Veli Sultan dahil) birçok din ulula-
rının başlarından geçen olayları, onların kerametlerini dile getirmektedir.
2- Allah, Peygamber, Hazreti Ali, Hasan, Hüseyin ve Ali Sülalesinden gelenlere ve
bütün insanlara karşı sevgi, saygı, iyilik yapma duygusunu canlandıran öyküler bulun-
maktadır.
3- Birçok Kasideler, kıtalar, beyitler vardır. Bunların çoğu bir menkibenin ardından,
onun anlamına uygun düşecek durumda yazılmış manzumlardır. Ayrıca, Allah'a yakarış-
larla Hazreti Muhammet, Hazreti Ali, Hazreti Hasan, Hazreti Hüseyin ve bu soydan ge-
len öbür büyüklerin öykülerini, övgülerini, tasavvufu kapsarlar.
4- Hazreti Hüseyin'den Veli Sultan'a kadar olan soy bağlantısı (aile ağacı) kronolojik
olarak sözle açıklanmış ve şemalarla gösterilmiştir. Veli Sultan'dan Mehmet Takiyüd-
din Efendi'ye kadar olanlar kitapta boş bırakılan kısma sonradan dahil edilmişlerdir.
Mehmet Takiyüddin'den sonra bu iş sürdürülmemiştir. Herhalde Arapça alfabenin kalk-
ması da bunda rol oynamıştır. Yalnız burada şu noktaya değinmek yerinde olur sanırım.
Şöyle ki: Eser aslında Arapça olduğuna ve Veli Sultan tarafından Türkçe'ye çevrildiği-
ne göre, Veli Sultan'a ait menkibelerin de içinde bulunması, bu nüshaya Mehmet Taki-
yüddin tarafından yazılırken ekler yapıldığını ortaya koymaktadır.
Mehmet Takiyüddin küçük bir köyde yetişip Padişaha Hoca, Bayezit gibi zamanın bü-
yük bir camisine Reis-i Am olması hepsinden öte büyük bir bilgin olarak imparatorluk
çapında haklı bin ün kazanması, ayrıca günümüzde ilmi değer taşıyan birçok ansiklope-
dilere girmesi, bir hemşehrisi olarak göğsümüzü kabartmaktadır. Burada ailesinden de
kısaca söz etmek yerinde olur kanısındayım.
Babası Veli Baba Postnişini Musa Kazım Efendi, annesi Habibe, eşi Mevhibe hanım-
dır. Kendisi henüz tesbit edemediğim bir askeri veya sivil önemli makamda da bulun-
muştur. Bu nedenle 1918 (1334 H.) yılın 5 Mart'ında öldüğünde askeri törenle Karaca-
ahmet mezarlığına gömülmüştür. Oğulları şunlardır:
1) İbrahim Hakkı: İstanbul'da Arapgirli Hüseyin Efendi'den medrese tahsili görmüş,
müderrisliklerde bulunmuştur.
2) Hasan Kazım: İstanbul'da Sinanpaşa Medresesinde okumakta iken Çanakkale Sa-
vaşı'na yedek subay olarak katılmış (Arıburnu)'nda şehit düşmüştür.
3) Ali Rıza: İstanbul'da Sinanpaşa'da öğrenci iken yedek subay olarak askere alın-
mış, Kafkas Cephesi'ne gönderilmiş ve burada şehit olmuştur.
Veli Sultan ile Mehmet Takiyüddin hakkındaki bilgileri vermek ve yazılı belgeleri in-
celemek üzere, bana teslim etmek lutfunda bulunan Takiyüddin Hasan Hüseyin Öztop-
rak ve oğlu Halis Öztoprak Beylere şükranlarımı sunarım.
NOT: Sultan Mehmet Reşat Mahreç Mevalisi Payesi ve albay rütbesi vererek kendi-
sini Edirne'ye atmış ise de ihtiyarlığı nedeniyle gitmemiş, emekli olmuştur.

TAŞİRCİ HACI MEHMET FEYZİ


Bilindiği üzere Osmanlılar döneminde ve Cumhuriyet'ten sonra 17 Şubat 1925 tarihi-
ne kadar tarım ürünlerinden onda biri vergi olarak alınırdı. Buna (öşür) denirdi. Ancak,
bu işi hükümet doğrudan yapmazdı ve açık artırma ile isteyen kişilere satardı. Bu satış-
lar belirli bölgeler halinde olurdu. İşte öşür alma işini ticaret haline getiren kimsele-
re (Taşirci) denilirdi. Mehmet Efendi de bunlardan biri idi. 1235 Hicri (1820 Miladi) yı-
lında Senirkent ilçesinde doğdu ve 1300 Hicri (1883 Miladi) 'de Isparta'da öldü. Değerli
bir Türk ozanı ve aydını idi. Senirkent 1951'e kadar Uluborlu'ya bağlı olduğundan, Ulu-
borlu nüfusunda (Kölezade Hacı Mehmet); sonradan İsparta'ya yerleştiği için, Isparta
Nüfus Kütüğünde Çelebiler Mahallesinde 118 sayılı evde (Senirkentli Hacı Mehmet) di-
ye yazılıdır. Fiziki yapısı hakkında ise ; orta boylu, ela gözlü, buğday renkli şeklinde bil-
gi verilmektedir.
Mehmet Feyzi İlköğrenimini Senirkent'te Mahalle Mektebi'nde ve babası Ali Efen-
di'den gördü. Daha sonra (Pazar Medresesine) devam ederek Arapça öğrendi. Fakat
başka hangi medreselerde, hangi dereceye kadar okuyup icazet (diploma) aldığı hakkın-
da kesin bir bilgi yoktur. Ancak, kendi elyazması defterlerindeki kayıtlara ve aşağıda
açıklanacağı şekilde kendisini tanıyanların ifadelerine göre naipliklerde, yani Kaza Ka-
dılıklarında veya Vilayet Kadı vekilliklerinde bulunduğu kesindir. Böyle bir görevi yapa-
bilecek kimsenin, Fıkıh (İslam Hukuku), Feraiz (Şeriatta mirasdan ve mirasçılardan her-
birine düşen paydan söz eden ilim) gibi zamanın birçok önemli bilimlerini bilmesi, dola-
yısıyla bu dersleri veren medreselerde okumuş bulunması gerekir.
Taşirci Mehmet Feyzi Efendi ilki memleketi Senirkent'te, öbür ikisi işi gereği yerleş-
tiği Afyonkarahisar ve Isparta'da olmak üzere üç kez evlenmiştir. Birinci evlenmeden
Hacı Nuri ile biyografisi ayrıca verilen Şair Kamil, ikinci evlenmeden Hacı Süleyman,
Fahreddin, Ethem ve Naciye adlarında dört, toplam altı çocuğu olmuştur. Son evlenme-
sini İsparta'nın Çelebiler Mahallesinden Kundakçıların akrabalarından Hacı Fatma ile
yapmıştır. Ancak, bu son eşinden çocuğu olmamıştır. Manzumelerinden anlaşıldığına gö-
re Mehmet Feyzi birincisi 1287 Hicri (1871 Miladi), ikincisi 1296 Hicri (1879 Miladi)'de
olmak üzere iki kez Hacca gitmiştir. Bu gidişlerinde karısı Fatma ile oğulları Nuri ve
Süleyman'ı da götürerek hacı yapmıştır.
Mehmet Feyzi çok varlıklı bir kimse idi ve çevresinde de böylece ün yapmıştı. Varlı-
ğı iki temel kaynaktan geliyordu. Birincisi zengin atalarından miras kalan para, mal ve
mülklerden ; ikincisi uzun yıllar yaptığı taşircilikten sağladığı bol kazançtan. Nitekim,
Taşirciliğe Senirkent ve köylerini almakla başlamış, ancak kısa zaman sonra çevreyi dar
ve geliri az bularak Afyon'a göç ederek orada yerleşmiş ve evlenmiştir. Böylece daha
geniş ölçüde taşircilik yapmıştır. Daha sonraki yıllarda (biraz daha ileri yaşlarda) İspar-
ta'da Çelebiler Mahallesinden büyük bir ev satın alarak, onu büyük bir konak haline ge-
tirmiştir ve ardından İsparta'ya göç edip yerleşmiş, yukarıda belirtildiği üzere bu mahal-
leden Hacı Fatma hanım ile evlenmiştir.
Isparta'lı Sadrazamlardan Gelendost'lu Hüseyin Avni Paşa Serasker iken 1871 yılın-
da Mahmut Nedim Paşa Sadrazam oldu ve Hüseyin Avni Paşa'yı Isparta'ya sürgün (ika-
mete memur) olarak gönderdi. Ancak o sürgüne gelmeden önce, Isparta mutasarrıfı
(Osmanlı döneminde Sancak Beyi) bulunan Hersek'li Ali Paşa'nın oğlu Rıdvan Paşa
başkanlığında memleketin ileri gelenlerinden oluşan bir kurul toplandı. Kurul kendisi-
nin konuk edilebileceği en uygun yeri düşündü. Burasının Taşirci Hacı Mehmet Feyzi'-
nin konağı olduğu kararına varıldı. Çünkü İsparta'da en geniş, en güzel konak ve en
zengin kimsenin evi idi. Ayrıca ev sahibi engin kültürlü, hoşsohbet kimse idi. Paşa bu
evde 1871 yılında onbir ay konuk oldu ve çok memnun kaldı. Padişah tarafından bağışla-
nınca bu memnuniyet borcunu ödemek üzere Hacı Mehmet Feyzi'nin oğulları Süley-
man ve Kamil'i (Şair) beraberinde İstanbul'a götürdü. Onların isteklerine uyarak Ka-
mil'i medreseye yerleştirdi. Süleymanı da Saraya Pehlivanbaşı yaptırdı. Ancak, sonra-
dan her ikisinin de adları (Ali Suavi Olayı)'na karıştığı için Kamil, Şumnu'ya sürgün
edildi. Süleyman ise Yunanistan'a kaçtı ve orada öldü.
Taşirci Mehmet Feyzi Efendi'nin bulunduğu görevler şöylece özetlenebilir:
1268 Hicri (1852 Miladi)'de Aziziye'de, 1269 Hicri (1853 Miladi)'de İzmir'de, 1273
Hicri (1857 Miladi)'de Taşköprü'de Naiplikte bulundu. 1275 Hicri (1859 Miladi)'de Bey-
şehir'de, İsparta'da aşarcılık yaptı. 1276 Hicri (1860 Miladi) 'de Gördes'e memur olarak
atanmış, 1279 Hicri (1863 Miladi)'de memuriyeti Yalvac'a naklolunmuştur.
1871 tarihinde birinci kez, 1879 tarihinde ikinci kez Hacca gitmiştir. Afyonkarahi-
sar'a göç edip yerleşme tarihi, orada kalış süresi, İsparta'ya döndüğü tarih bilinmemek-
tedir. Ancak yukarıda tarihleri verilen kendisi ile ilgili olay ve memurluklardan bunlar
aşağı yukarı çıkarılabilir.
Kişiliği; Taşirci Hacı Mehmet Feyzi Efendi din, dil, edebiyat ve o günün önemli di-
ğer ilimlerinde yeterli bilgi sahibi idi. Zeki, yetenekli, ince duygulu, kalemi kuvvetli idi.
Hoşsohbet, nazik, eli açık bir zat idi. Rahmetli Sait Demirdal kendinde bir cöngünün ;
Kundakçılar'ın Hacı Osman Efendi'de çeşitli konuları kapsayan meşin kaplı üç defteri-
nin bulunduğunu bir yazısında açıklamaktadır. Bunların hepsi de Taşirci'nin elyazmala-
rıdırlar. Eserleri konularına göre şöyle sınıflandırılabilirler:
1- Cönkte bulunan toplamı (1920) beyit olan şiirleri, bunlar genellikle derin aşkını ;
Taşirci ve memur olarak gezdiği şehir ve kasabalarda duyduğu sıla özlemini, başka bir
deyişle gurbet acılarını dile getirirler;
2- Rifat Divanı;
3- Kaynağı bilinmeyen hikmetli cümleleri kapsayan "Mulahazat-ı Hikemiye" ki (16)
sayfadır.
4- Resmi ve özel yazılarda başlama ve sonlandırmada kullanılacak sözcük veya de-
yimler;
5- Naipliğine ve aşar hesaplarına ait birçok kayıtlar.
Hacı Mehmet Feyzi bir ozandır, hem de derin bir kültürle yoğrulmuş içli bir ozan.
Bir zamanlar Gül'izar adında bir kadına engin bir sevgi ile gönül bağlamış, yıllar boyu
onun ateşiyle yüreğini dağlamış. Sonunda çaresizlik içinde kalınca her ozan gibi o da
kurtuluşu ş i i r i n dizelerine sığınmakta bulmuştur. İçindeki volkanın lavlarını olabildiği
kadar sözcüklere dökmeğe çalışmıştır. Nitekim vefasız sevgilisine bazan yalvarmış, ba-
zan kırılmış, bazan ilenmiş ; bunlarla da vuslata erip içindeki ateşi söndürmek şöyle dur-
sun, hafifletemeyince, Tanrı'ya isyan etmiştir. Fakat bu yolun da çıkmaz bir sokak oldu-
ğunu kavrıyarak bağışlanması için yakarmıştır. Gerçekte platonik bir aşkla seven her
ozanın alın yazısıdır bu... Adını anımsayamadığım bir ozan :
"Karşılığı beklenen sevgiye sevgi denmez
Sevdalılar yalvarır, fakat birşey dilenmez"
Ünlü Divan ozanımız, Leyla ile Mecnun adlı yapıtında Mecnu'nun Leyla'ya olan yazı-
daki aşkını bile kıskanır, dayanamayıp : "Bende Mecnun'dan çok öte aşıklık duygusu
var; Gerçek aşık benim, Mecnun'un ancak adı var" demez mi ? Mehmet Feyzi'nin şiir-
lerinde aşk, gurbet özlemlerine ve taşlamalara rastlanır. Şimdi sevgilisine yazdığı bir iki
şiirini örnek alarak birlikte okuyalım :
YARİMİN BERGÜZARI
Bunda nedir bilmem esrarı Hûda
Başıma ne gelse çekup ağlarım
Ya Mecnun olurum, ya canım,
Gör Nazik vücudum, yakup ağlarım,
Geldi evvel bakar, savuştu kışlar,
Görseydi bu aşkı, erirdi taşlar ;
Ceyhun, Tuna gibi gözümden yaşlar,
Kopuşunca yara bakar ağlarım.
**«
Kalmadı sapsarı yüzümde perde,
Var mıdır, uğramış böyle bir derde.
Ol melek simayı gördüğüm yerde
Ne çare ab-ı ru döküp ağlarım.
***
Ben kendi halimde konup göçerken
Aşkın dolusundan katra içerken,
Kapusu önünden gelip geçerken,
Dostun hayaline bakup ağlarım.
***
Feyyazın kapıda boynunu eğer,
Ben yari bu halde bilmezdim meğer
Bir belguzar verdi hazneler değer,
Görmedikçe yari bakup ağlarım.
***
Var mı bu alemde müptela olmuş,
Benim sevdam gibi sevdaya benzer;
Yaratmış akransız, yaratan Hüda,
Yanakları güneş, göz aya benzer.
***
Günde bin kez görsem gelmez kanaat,
Ne dünya fikrimde, ne de ahiret
Varup ol Mahr u'yu etmek ziyaret
Keenne kabei ulyaya benzer.
***
Talihsiz ta ezelden başımız
Akar didelerden kanlı yaşımız,
Şimdi ol yar ile bizim işimiz ;
Aynı Mecnun ile Leyla'ya benzer,
*«*
Doğurmaz olaydı bizi analar,
Cehennemde ebed kalup yanalar ;
Yarim ile gayri bizim davalar,
Arsai mahşerde gavgaya benzer
***
Canım kaldı kaşı ile gözünde,
Türlü beş aşetler vardır, gözünde ;
Güzeller içinde, dünya yüzünde,
Var mıdır bir dahi o aya benzer ?...
***
El'aman sevdiğim gayri el'aman,
Var ise kalbinde din ile iman,
Senin aşkın ile ateşe yanan,
Gördün mü bu Feyzi gedaya benzer ?...
Ozanımız şiirlerinde, dizelerin sonundaki ses uyumuna göre (kafiyeye göre), mahlas
(takma ad) olarak (Feyzi, Feyziya, Feyyaz) sözcüklerini kullanmıştır.
Mehmet Feyzi'nin aşağıdaki şiirini gurbette bulunduğu bir sırada yazdığı anlaşılıyor.
Burada hem sılaya, hem de ondan çok öte sevgilisi Gül'izar'a duyduğu engin ve ölüm-
süz aşkın derin özlemini yüreğinin tüm açıklığı ile Gül'izar'a anlatmaya çalışıyor.
"İmtina eyleme gül yüzlü şahım,
Ölmeyince gönül senden ayrılmaz.
Canımı bahşettim zülfü siyahım,
Doymayınca gönül senden ayrılmaz.
***
Felek aşımıza zehirler kata,
Var mıdır nihayet ölümden öte ?
Eğersiz, yularsız, tahtadan ata,
Binmeyince gönül senden ayrılmaz.
***
Sararın (*) sevdiğim seni ten tene,
Kar etti sevilen erişti cane ;
Kapusuz, bacasız, karanlık ine,
Girmeyince gönül senden ayrılmaz.
»**
Encamı vatanın şu gurbet iller,
Vasfında acizdir Sevgilim diller
Açılmış gerdanda domurcuk güller
Dermeyince gönül senden ayrılmaz.
»**
Taktın kemendini aşkın yayına,
Kaşın gözün benzer bayram ayına
Bu garip yüzümü hakipayine
Sürmeyince gönül senden ayrılmaz.
**«
Eyledim günbegün nazarı dikkat,
Gelboldu bende de kalmadı rahat;
Gül'izar bu derdin sonu nihayet,
Ölmeyince gönül senden ayrılmaz.
*«*
Kesilmiş Feyzi'nin Tab-ı tuvanı,
Eylemiş sahtzar ah'u figanı
Nihayet yolunda bu tatlı canı
Vermeyince gönül senden ayrılmaz."
Evet ozanımız GüPizar'ına, kendisinin de söylediği gibi ancak ölümün ayırabileceği
bir aşkla bağlıdır. Ne zaman, ne mekan (gurbet) ona bu aşkından bir zerre kaybettirmi-
yor, aksine çok şeyler ekliyor. Ama Gül'izar'ı nasıl davranmaktadır ? Pek kestiremiyo-
ruz ama herhalde sevgisi karşılıksız kalıyor. Çünkü, tatlı bir bakış, boş da olsa umut ve-
rici bir çift söz, kendisini sınırsız mutlu edecektir. Oysaki Mehmet Feyzi'miz kendini ka-
natlandırarak yedi kat göklere çıkaran bu aşkın oyununa uğruyor, erişilmez yükseklikler-
de kanadı kırılarak boşluklara bırakılıyor. İşte bu sırada vefasız sevgilisine içinden kay-
nayıp taşan en acı sözleri harcıyor. Eski deyimle "inkisar" ediyor, yani sözcüğün anlamıy-
la kırılıyor. Aslında kırılmıyor, bütün umut dünyası yıkılıyor ve başlıyor sevdiğine en acı
sözlerle ilenmeye. Sanki böylece gönlündeki yaralar şifa buluyor .
Aşk derdine deva bulamayan ozanımız yukarıda belirttiğimiz üzere kurtuluşu ilençte
(inkisar, beddua) bulmaktadır. Geliniz onun kanayan ve dinmek bilmeyen yarasının iztı-
rabını biraz dindirmek için, ilenç'ini dinleyelim.
İLENÇ
Gece gündüz budur Hakt'an niyazım,
Mansur gibi sen de dare düşesin
Yedinci kat göğe çıktı avazım,
Sen de benim gibi zara düşesin...
**
Gitsin güzelliğin kurusun gülün,
Kalmasın takatin bükülsün belin ;
Ahir nefesinde tutulsun dilin,
Mel'un şeytan ile nare düşesin...
**
Her dem kurtulmasın beladan başın,
Seller gibi aksın gözünden yaşın
Kırılsıyn, kalmasın, kocan, kardeşin
Garip bülbül gibi hare düşesin...
**
Bencileyin sararasın, solasın,
Bir başına yalnızca kalasın ;
Nihayet aleme rüsvay olasın
El yanında yüzü kara düşesin...
**
İnkisar etmezdim ben sana çoktan,
Cümlemiz yarattı yaratan, yoktan ;
Ölünce kesmezsem ümidim Haktan
Encam bu Feyzi yare düşesin
Ozan Hacı Mehmet Feyzi'nin lirik ve başarılı olduğu şiirleri özellikle aşk üzerine
olanlarıdır. Şimdi bunlardan örnekler verelim :
GÖZLER
Ey hublarım şahı serv-i bülendim,
Nedir bu sendeki şahane gözler ?
Ey lebleri nazik şirin efendim,
Eyledi bendeni divane gözler
***
Menendin bulunmaz cihanda asla
Böyle meşhursun sen ey gülü rana
Kudretten sürmeli billahi cana
Benzer cennetteki gıylmana gözler,
***
Bu aşkın nihayet seli deryadır,
Vuslata erenler yüce ankadır,
Ne kadar methetsem medhe sezadır
Bakdıkça can verir insana gözler
***
Feyziya ! Şeydayım dinle efganım
Öldürürsen sana helaldir kanım.
Her kaçan süzersen ey benim canım
Çok kafir getirir imana gözler
Taşirci Hacı Mehmet Feyzi'nin divan tarzı dışındaki şiirleri dilce çok sade, samimi,
halk düzeyinde bir anlatımdadırlar. Oysa ki kendisi Arapça'yı çok güzel bilmektedir ve
Arapça zamanının geçer akçesidir. Bu dili yazı ve konuşmada kullanabilenler üstün kim-
seler sayılmaktadır. Herşeye karşın o uydurma sanat kalıplarına girmek için dili anor-
mal kalıplara sokmaktan kaçınmıştır. İçine doğanı olduğu gibi kağıda dökmüştür. Uy-
durma sanat kalıplarına ezilmemiştir. Evet şiir dili bugün bile rahatlıkla anlaşılabilecek
sözcüklerden oluşmuştur. Şimdi bu bakımdan başka bir aşk şiirinden birkaç dörtlük alıp
durumu görelim.
VAR DIR?
Davet etsem yarimi bilmem icazet var mıdır ?
Remzile halim desem acep işaret var mıdır ?
Anneler beş beş doğursun böyle hep dilberleri,
Bu zamane dilberinde böyle adet var mıdır ?
***

***
Feyziye gel, hab-ı izzetten uyarma dilberi,
Gonce-i gülden seçilmez ol perinin lebleri
Gül yağın çalmış zülfüne yarim anberi
Soralım bugün bize gelmeye niyet var mıdır ?
Mehmet Feyzi'nin aşk üzerine yazdığı ve her birini ince duygularla dantel gibi işledi-
ği pek çok şiiri vardır. Ancak, böyle bir genel biyografi çerçevesinde bunların tümüne
yer vermeye olanak bulunmadığı açıktadır. Fakat bu bölümü kapatmak üzere bu türden
son bir örnek daha vermekle yetinelim :
KAŞLAR
Barekellah kim, zehi ibret numadır kaşların,
Bir hidayettir acayip can fedadır kaşların,
Resmine garralanıp bakmaz cihan tuğrasına
Hame-i kudretle bir hattı Hüdadır kaşların.
***
Mah cemalin aya benzer, burc-u izzet mahıdır,
Aşık-ı sadıkların daim ziyaretgahıdır
Birisi şark, birisi garp ikliminin şahıdır
Ol sebepten bir birisinden cüdadır kaşların.
**»
Bir terahhum kıl efendim dide-i pür-hununa,
Fitne engiz olmasın uyup dahi gülgununa ;
Lutfile Rahmeyleyup kılsun nazar meft ununa,
Cisme nimetler verir, Ruha gıdadır kaşların.
**»
Gördü çeşmin, kaldı kalbimde muhabbet ey peri,
Uğruna canım fedadır, dönmezem simden geri;
İştibah etme efendim gördüğüm günden beri,
Feyzi'ye ta ol zamandan aşinadır kaşların.
Bazı sözcüklerin anlamları:
Barekallah= Allah mübarek etsin, Zehi= Ne güzel, Garralanmak= Parlaklık ver-
mek, şaşaalı olmak, Tuğra = Burada şahin kuşu, Hame= Kalem, Mahzay= Terah-
hun= Merhamet etmek, Dide= Göz, Pür hum= Kan dolu, Cuda= Ayrı, uzak, İşti-
bah= Kuşkulanmak.
Mehmet Feyzi Divan Edebiyatı nazım şekillerinde de şiirler yazmıştır. Ancak bunlar-
daki dil şimdiye kadar verdiğimiz örneklere göre daha ağdalıdır, yani daha çok Arapça
ve Farsça sözcükler kullanılmıştır. Fakat şu noktayı da belirtmek hemen yerinde olur.
Bu yazıları dahi, zamanın öbür ozanlarınkilerine bakılırsa çok sade sayılabilir. Şimdi bu
türden bir gazelini görelim.
GAZEL
Nur-ı aynım, sevdiğim dilberden ayrıldım gene,
Şıkkı Ruhum, pür fut uhum bir candan ayrıldım gene,
Sade yakuttan müzeyyen bir mücevher taç idi,
Lal'u mercan, kokusu anberden ayrıldım gene,
***
Kaşların olmuş mualla, gözleri bir kan (?) eder,
Gah olur zalim, başıma alemi zindan eder.
Rahmeder bazı efendim, lütfeder, ihsan eder,
Bir adalet menbaı hünkardan ayrıldım gene.
***
İftirakın, hasretin yoktur devası neylesem ?
Ah edup, feryad edup babında nalan eylesen,
Ruzu şeb yaşlar yerine kan döküp ben ağlasam,
Nişlesem yoktur devası dildardan ayrıldım gene
***
Ta ebed yanmaktadır Feyyaz'ı hasret narına,
Kılmada iyd-i visalin ol-peri Ruhsarına,
Bir nazar kıl sevdiğim güşende bülbül zarına
Bülbül-ü şeyda misali gülzardan ayrıldım gene
Taşirci Hacı Mehmet Feyzi, memleketiyle ilgili olaylardan da duygulanmaş vatanse-
ver bir ozandır. Netekim, ilk kez telgraf hattı döşenerek Isparta'nın telgraf haberleşme-
sine kavuşması dolayısıyla yazdığı şiir bunu göstermektedir. Şiirde haberleşmenin açıl-
masının. Sultan Abdülaziz'in Saltanat döneminde (1861-1876) ve Rıdvan Paşa'nın Ispar-
ta Mutasarrıfı bulunduğu sırada gerçekleştiği belirtilmektedir. Mehmet Feyzi'nin 7 Hazi-
ran 1884'te öldüğü, Rıdvan Paşa'nın 1871'de mutasarrıflığa başladığı dikkate alınırsa ha-
berleşme 1871-1873 yılları arasında başlamış demektir. Şimdi bu husustaki şiirini okuya-
lım:
TELGRAF İÇİN
Siz cümlei telgrafsız cümleniz hayransınız
Fehmeder yok nutkunuzdan sanasın şeytansınız
Göz açup yumunca devreyler cihanı sihriniz
Ne sihirdir ne keramet, böyle bir punhansınız
***
Vasfınızdan yazmamıştır bir musannif ta ezel,
İptihas etmek ne hacet sanatı kufransınız,
Fayyi ihbar etmeniz çun her akıl etmez kabul
Doğrusu dehr içre şimdi sahib-i irfansınız
Görmemiş kimse cihanda, duymamış erbab-ı dil,
Bende gördümse hakikat vecib-i seyransınız
Sorsalar kimbilir aceb, kim pirimiz, üstadımız
İptida efrene elinden korkarım nadansınız
***
Gün teakkul eylemezler hep tahayyül karınız,
(Lub içinde bir ehmend) siz böyle bir insansınız
Saye-i adlinde bulmuş Köhne dünya bir şeref
Merkezi Isparta olmuş, zinet-i ümransınız
***
Ol Şehnişah-ı Felatun Abdülaziz Han asrının,
Mülk-i içre sayesinde mamur-u abadansınız
Çok görülmez himmetile böyle yüzbin nev zuhur
Bir nefeste ahze, kabze muhbir-i devransınız
***
Lütfi-i Hak ihsan-ı şahaneyle erdik izzete,
Geldi Rıdvan Paşa haza neşe'-i vicdansınız
Her maksada eriştirsin Cenab-ı Zulcelal
Yalnız Feyzi değildir, cümle halk şadansınız
Bazı kelimelerin anlamlan:
Fehmetmek= Anlamak, Nutuk = Söz, Binhan = Gizli, Musannif = Kitap yazarı, İpti-
has= Doğruluğunu sorup araştırmak, Fayyi ihbar = Haber ulaştırma, Dehr= Zaman,
Dünya = Efrene, Frenk = Avrupalı.
Taşirci Hacı Mehmet Feyzi'nin İstanbul, Senirkent, Isparta, Eskişehir ve Afyon'da
yerleşmeş çocuklarından gelen kuşakları saptamak uzun zaman ve emek isteyen ayrı bir
konudur. Isparta'daki sülalesinden torunlarından ölü Firdevs Hanım'ın kızı Devlet Su İş-
leri Yüksek Kimya Mühendisi Sayın Şaziye Eskiyerli ve kardeşleri bu arada sayılabilir-
ler.
Taşirci, yukarıda açıklandığı üzere Afyon'dan gelmeden önce İsparta'da bir arsa alıp
buraya birkaç binadan oluşan bir konak yaptırmıştır.Bunların önemli kısmı bugün yıkıl-
mıştır. Bulunduğu yer, Kavaklı Camii batısındaki Hürriyet Caddesinde Verem Dispanse-
ri'nden itibaren başlar. Damgacı Sokağa dönüldükten sonra sağda kalan üç evi ve bunla-
rın içerideki bunların içerideki bahçelerini kapsar. Burada Taşirci'ye rahmet dileyerek
sözlerime son veriyorum.

OZAN İCADI
Destanında verdiği tarihten kendisinin 19'ncu yüzyılın ikinci yarısında yaşadığı anlaşıl-
maktadır. Isparta'lıdır. İCADİ'nin, ozanımızın gerçek adı olmayıp, şiirlerinde kullandığı
"Takma ad" eski deyimi ile "Mahlas" olduğu kuşkusuzdur.
1876 yılında İsparta'nın büyük bir sel baskını felaketine uğraması üzerine söylediği
destanını rahmetli Nuri Katırcıoğlu'nun Arap harfli kendi el yazması "Isparta Tarihin-
den aşağıya aldık. Bu destan onun kültürlü, ince duygulu, şiirde güçlü bir yeteneğe sa-
hip ozan olduğunu açık seçik ortaya koymaktadır. Böyle bir kimsenin elbette daha bir
çok şiirlerinin bulunacağı bir gerçektir. Ancak ne yazık ki, başkaları ele geçirilememiş-
tir. Şimdi sözü ozanımıza bırakalım:
SEL DESTANI
Sene bin ikiyüz doksanüç tamam,
Recebin beşinde sel aburevan eyledi
Kükreyip hışımla gelince heman,
Nice mamureleri viran eyledi
***
Kimseden kimseye olmadı imdat,
Şaşırdı halk, bulmadı irşat;
Beş dakika bin kapuyu eyledi kuşat,
Girip haneler içre cevelan eyledi
***
Bir yandan girdi, bir yandan çıktı,
Nice fakirlerin evin yaktı,
Mekansız kaldı halk, candan bıktı,
Baykuşlar viranı mekan eyledi.
***
Kimi der gitti yavrum, kimi der malım,
Ana baba günü oldu bugün halim
Nice canları boğdu bu tufanı zalim
Yıktı ianesin, sabilerde üryan eyledi
***
Yoktu bir yer barınsın Fisebilullah,
Elest bezminde dedik illallah;
Büyük küçük çağrışup dedikçe (Allah !..):
Döktürüp gözyaşını umman eyledi.
***
Çağrışan insanlara yürekler dayanmaz,
Boğulmuş beşikte masumlar uyanmaz,
Selle giden canlar ateşe yanmaz,
Gördü göz yaşını böyle figan eyledi.
***
Nedir yarap kulların bunca günahı ?
Rahmet değil bu gazab-ı ilahi,
Sabi sıbyanın da kalmadı penahı,
Dinmedi seller suphedek seyran eyledi.
**»
Rabbın hikmetine akıllar ermez
Kulun tedbiri bir pula değmez ;
Ferman kendinindir kimseler bilmez,
Yanık (İCADI) böyle destan eyledi

Görülüyor ki, ozan zorlamadan, yapmacıklıktan uzak, gayet rahat, akıcı, sade ve sa-
mimi bir şekilde duygularını dile getirebilmiştir. Kısacası bir ustadır. Ne yazık ki kendi-
si gibi nice değerlerimiz, ilgisizlik yüzünden, zamanın insafsız seli ile sürüklenerek geç-
mişin ulaşılmaz karanlıklarına gömülüp gitmişlerdir. İcadi yine mutludur. Çünkü, kendi-
sini yüzyıllar boyu andıracak bir destanı olsun ele geçebilmiştir.
KUTLU BEY
Bilindiği üzere Anadolu Selçuklu Devleti çökerken, önce kendi içinde parçalanarak
başta Karaman Oğulları olmak üzere, Hamit Oğullan, Menteş Oğulları, Saruhan Oğul-
ları, Germiyan Oğulları,.... gibi çeşitli adlarda ve çeşitli yerlerde, her birisi kendine buy-
ruk birçok beylikler kurulmuştur. Ancak ne var ki bunlar da kısa bir süre egemen olabil-
mişler, daha sonra para karşılığı beyliklerini satarak veya savaşta yenilerek yeni kurul-
makta olan Osmanlılar'ın yönetimine geçmek zorunda kalmışlardır. Nitekim, bu dönem-
de kurulan Isparta, Burdur ve Antalya'yı kapsayan, il merkezi Felekabad (Eğirdir) olan
Hamidoğullan da çok geçmeden Hamid (Isparta) ve Teke (Antalya) olmak üzere ikiye
ayrılmıştır. Hamidoğullan'nın Hamidabad'taki son temsilcisi Hüseyin Bey Hicri 783 (Mi-
ladi 1382, 1383 de kabul edilebilir)'de beyliğini para ile Birinci Sultan Murat'a (Hüda-
vendigar'a) satmıştır. Böylece Hamideli ve Hamidabad diye anılan Isparta kendine bağ-
lı arazi ve ahalisi ile Osmanlı ülkesine katılmıştır. Bunun üzerine Kutlu Bey, ünlü Avus-
turya'lı tarihçi Hammer'e göre Hamid eline; Nişancı tarihine göre ise Eğirdir'e Subaşı
olarak atanmıştır. Fakat bu atama tarihi hakkında kesin bir bilgi elde edilemedi.
Ancak kendisinden daha önceki tarihlerde başka bir Osmanlı yöneticisinin bu ilde
görev yaptığına dair kayda rastlanmadığına göre, Kutlu Bey'in atanmasının ilk olduğu
ve 1382 yılı veya bu yılı izleyen yıllarda olması akla uygun gelir.
Kutlu Bey 15 Muharrem 833 Hicri, 1430 Miladi, tarihinde sağlığında, zamanın tanın-
mış kişilerinin tanıklığında bir Vakfiye düzenlettirmiştir. Belgelerin tuttuğu ışığın aydın-
lığında Kutlu Bey'in 1382 yılından başlayarak Vakfiyenin yazılış tarihi 1430'a kadar böl-
gede yönetici olarak kaldığı anlaşılmaktadır. Belki de belirtilen tarihten sonra da görevi-
ni bir miktar daha sürdürmüştür.
Kutlu Bey Hamidelinde bulunduğu sırada Mirlivalığa (Tuğgeneralliğe) yükseltilmiş-
tir. Vakfiyesinde ise kendisinden (Emiru'1-Umera-ı Fihan), yani (Ulu Beylerbeyi - paşa)
söz edilmektedir.
Böcüzade Süleyman Sami Bey'in kendi elyazması Isparta Tarihi'nin 115 ve 116'ıncı
sayfalarında açıklandığına göre, Kutlu Bey zamanında Isparta bugün bulunduğu yerden
çok yukarıda, dağa yakın (Evlenke) denilen semtte kurulmuş bulunuyordu. Kutlu Bey
ileriki tarihlerde yerleşme bölgesinin çok aşağılara kayacağını düşündü. Yaptırmak iste-
diği camiin sonradan ortada kalmasını istedi. Bu nedenle o zamanki şehrin dışında ve
uzağında kalan ağaçlıklar içindeki bir yeri camisi için arsa olarak satın aldı. Bu arsa ha-
len Ulu Camiinin, asıl adıyla Kutlu Bey Camiinin bulunduğu yerdir.
Isparta şehrinin Kutlu Bey zamanında kurulu bulunduğu semt bazı kaynaklarda "Ev-
lenke" diye adlandırılıyorsa da, gerek ilgili Vakfiyeden, gerekse Böcüzade'nin tarihin-
den (Sayfa 115) sözcüğünün doğrusunun (Evlenkene) olduğu anlaşılmaktadır. Hicri 833,
Miladi 1430 tarihli,Kutlu Bey Camii'nin yapımının Vakfiyeden daha önceki yıllarda (en
geç bir olasılıkla sözü geçen yılda) biterek halka açıldığı kesinleşmektedir. Yoksa, adına
yaptırdığı bir hayrı Vakfa bağlamayı zorunlu bulan bir kimsenin, onun türlü giderlerinin
açıktan karşılanmasını beklemesi düşünülemez. Böylece yapım tarihini 1420-1430 arası
kabul etmek yerinde olur kanısındayım.
Tarihi belirtilen ve Isparta Kadılığı'nca (Yargıçlığın'ca) tanıklar önünde Kutlu Bey'in
söylediklerine göre düzenlenip tescil edilen Vakfiyede: Camide görev yapan din adamla-
rının ücretleri ile öbür giderler için harcanacak paranın gelir kaynaklarından bazıları
şunlardır: (Bunlar Kutlu Bey'in kişisel mallarıdır)
Isparta merkez kasabasındaki on adet dükkanın tamamının ve bir hamamın gelirinin
yansı; ayrıca Çeltikçi (Burdur ilinde)'deki, Karaağaç yakınındaki bir köydeki ve Evlen-
kene çevresindeki ekilebilen arazinin gelirlerinin tümünü v.b.
Bundan başka kurulan Vakfın atanan bir Mütevelli (İdare Müdürü) onun ölümüyle
de "namuslu ve dürüst olmaları koşuluyla" evlatları tarafından yönetileceği, aksi halde
işe vaktin yargıcının el koyacağı belirtilmektedir.
Sözün kısası,Caminin düzenli işleyişi tesadüflere bırakılmayıp esaslı ve sürekli pren-
siplere bağlanmaktadır.
Bugünkü Ulu Cami Kutlu bey'in yaptırdığı Cami değildir. Böcüzade'nin kendisine ait
elyazması tarihinin 116'ıncı sayfasında belirttiği üzere, 1317 Hicri (1900 Miladi) yılında
damlı olan ilk caminin (470) yılı aşan zaman içinde, özellikle mihrabının üstüne rastla-
yan bölümdeki salgı ağaçlarının çürüdüğü görüldü. Onarım için işe başlandığında cami-
nin tümünün köhnemiş olduğu anlaşıldı. Zamanın Isparta Mutasarrıfı olan Izmit'li Hü-
seyin Hüsnü Bey memleketin ileri gelenlerini toplayarak caminin yeniden yapılmasını
önerdi ve önerisi kabul edildi. Halk gerek bedenen çalışarak; gerekse para, mal bağışın-
da bulunarak üç yıl içinde eskisinin yerinde yeni caminin yapılmasını sağladı. Caminin
mimarlığını İstanbul'dan getirilen (Kalfaoğlu Yanko) isminde bir Rum yapmıştır. Mih-
rap üstü yazılarla, Ayetelkürsi'yi Isparta'lı Hattat Şafakzade Mustafa'nın oğlu Hafız Hil-
mi yazmıştır. Cami Hicri 1320 (Miladi 1903) Ramazan'ının ilk Cuma günü ibadete açıl-
mıştır. Açılış töreni için görev alan zamanın Belediye Başkanı Böcüzade Süleyman Sa-
mi Bey açılışta, kendi yazdığı (33) beyitlik bir manzumeyi okumuş ve gerekli duayı yap-
mıştır. Aşağıya bu manzumeden birkaç beyit alarak Kutlu Bey hakkındaki sözlerimize
son vereceğiz:
"Var idi bu yerde bir cami mukaddes köhne bam
Yapmış imiş, Kutlubey merhum, mağfur eyleye
Asrı Samin yapmış anı ol Kutlu vezir,
Ravzai cennette ruhun munisi hür eyleye,
Taki erişti binüçyüz onyedi şali heman
Yıktılar ol köhne damı halk mamur eyleye,"
(Kutlu Bey'in mezarının Afyon'da olduğu Böcüzade tarihinde rivayet olarak söylen-
mektedir.

FİRDEVS PAŞA
Bütün araştırmalarıma karşın yaşamı hakkında geniş bilgi elde edilemedi. Vakfiyesin-
de kendisinden (Firdevs paşa ibni İSKENDER ibni İshak) diye söz edilmektedir. Bazı
kaynaklarda ve halk arasında Firdevs Bey diye anılırsa da doğrusu Firdevs Paşa'dır. Yi-
ne vakfiyede belirtildiğine göre : (Kanuni Sultan Süleyman Vezirlerinden olup Anadolu
Vilayeti'nin Hamid-Isparta, Teke-Antalya sancaklarının mutasarrıfı olarak 16'ıncı yüzyıl
ortalarında görev yapmıştır. Rütbesi bu sırada Veziri azam imiş.)
Böcüzade Süleyman Sami Bey'in kendi elyazması"Isparta Tarihi"'nin 124'üncü sayfa-
sında açıkladığına göre, FİRDEVS Paşa, Isparta halkından çok zengin, fakat o kadar da
pinti olan Hacı Abdi Ağa'nın kendisinden izin alarak 1554 tarihinde bir camii (Hacı Ab-
di veya İplikçi Camii) yaptırmasından duygulanarak, eskiden Tuz-pazarı diye anılan
semtte bir cami yapmayı kararlaştırmıştır. Böylece 1561 (1562'de kabul edilebilir) yılın-
da Mimar Sinan planında bir cami ve camiinin çeşitli giderlerini karşılamak için bir Be-
desten yapmıştır. Cami, Firdevs Bey veya Paşa Camii, Bedesten ise Firdevs Bey Çar-
şısı diye anılmaktadır. Camiin yüzyıllar boyu gereksinmelerine gelir sağlamak üzere Be-
desten ve Isparta Kasabası merkezindeki birçok dükkanlarını da vakıf olarak bağışlamış
ve vakfına bir yönetici kurul atayarak bunu zamanın mahkemesine tescil ettirmiştir.
Firdevs Paşa Camii, Mimar Sinan'ın yaptığı eserleri bildiren "Telzkiretul-ebniye" adlı
tarihsel belgesinde "72'inci yapıt" "İsparta'da Firdevs Paşa Camii" diye yer almaktadır.
Evliya Çelebi'nin Seyahatnamesi'nin 9'uncu cildinin 283'üncü sayfasında başlayıp
284'üncü sayfasında süren (Evsafı Şehri Şirini Isparta) konusunun içinde, merkez kasa-
bada en önemli yapıt olarak Firdevs Paşa Camii'nden : "Evvela Firdevs Bey Camii Ko-
ca Sinan bina etti" diye söz edilmektedir.
Cami 1914 yılındaki depremde zarar görmüş ve onarım geçirmiştir. Firdevs Paşa ve
dolayısıyla cami hakkında en doğru bilgileri edinmek üzere sözü Hicri 2-Rabilevvel-973
(Miladi 1566) tarihli ilgili vakfiyeye bırakmak yerinde olur. Çünkü bu Vakfiye bir yanıy-
la Firdevs Paşa'yı, öbür yanıyla camiyi anlatmaktadır.
Firdevs Paşa Vakfiyesi'nin Kopyası
"Hamdu bihad ve Senayı biad... ve badu iş bu kitabı sıhatnısabın tahririne bais ve ba-
di olur ki: Sultan Süleyman Han tabe sepuha hazretlerinin vuzerasından bu tarihte Vila-
yeti Anadolu'da Teke ve Hamid sancakları mutasarrıfı veziri azam devletlu, sadakatlu
sahibulhayrat ve rağibulcennet vedderecat Firdevs Paşa ibni iskender Paşa ibni İshak ye-
serallahu mayuridu vemayeşa edamallahu izzet ehu ve devletehulaliyye ve Sanahu anil-
hikmeti velbeliyye vecezallahu ahsenelhayır Fidarissevab ezelallahu anhuma yucibulli-
kap hazretleri medinci Isparta mahallatından Camiiatik mahallesinden arsai memluke
üzerine muceddeten bina ve ihya eylediği kargir kubbeyi muştemil camii şerif kenduye
sebebi zuhri ahiret ve baisi mağfiret ve rahmet ricası mülahazasıyla meclisi şer'i şerifi
enver ve mahfeli dini munifi ezherde Vakfı atiyulbeyan liecelittescil mütevelli nasbu ta-
yin eylediği medinei mezburede müderrisini kiramdan elhac Abdurrahman Efendi ibni
Lutfullah Efendi mazharında ikrarı sahibi şer'i ve itirafı sapihi mer'i edup der ki, halen
medinei mezkurede Kutlu Bey Camii Şerifi civarında muceddeten bina ve ihya eyledi-
ğim iki kapıyı muştemil Kargir bedestanı'mı ve etrafı erbaasında sekiz hatva arsai mem-
lukum ile canibi şimalinde iki adet dekakinimi ; kezalik camii şerifin etrafı erbaasında
ondört hatve arsai memlukum üzerinde oniki adet dekakinimi ve yine medinei mezbure-
de timurciler sokağında iki adet dekakinimi ve yine Hafhafcılar sokağında üç adet deka-
kinimi camii şerifi mezbureye hasbeten lillahilahad ve taleben limerdati Rabbissamed
Vakfı sahibi muebbed şer'i ve habsı (!) Sarini (bir sözcük okunamadı) mer'i olup şöyle
şart eyledim ki, maruz zikir Bedestan ve dekakini mezburelera icarci vahide ile icar olu-
nup hasıl olan galesinden camii şerifin ruganı sim sim ve ruganı çırağına ve bir defa se-
nede mevlüdüşerif kıraat ve akabinde asel şerbeti nuş ve camii şerif ve musekkafatı
mezkureler tamire muhtaç öldükte kadri maruf meblağ ile ba marifeti mütevelli tamiru
termimine sarfolundukça baki fazla evladımdan sub sureti salah ve sireti felak üzere
mütevelli olanları kendi malzemeleri ile sarfedup ben ve benim ebeveyn ve akrabaları-
mın hariyle yadederler. Vakfı mezburu ben labisi Libası hayat oldukça kendim mütevel-
li olam ben bi emrillahi teala irtilahi darı baka eylediğimde evladı zukurumdan ittika
ve aslah olanları mütevelli olalar. Maazallahu taala evladı zukurun münkariz olursa ev-
ladı inasımın evladı zukularından ittika ve aslah olanları mütevelli olalar. Maazallahu
teala neslim bikulliye munkaziz olursa medinei mezburede muallim ve fıkkiyyundan bi-
ri Vakfı Şerife mütevelli ola ve şartı mezkureye riayete muktedir olur ise akarı mezkur-
lar mutlaka fukurai muslimine meşrut ola. Vakfı mezburun tebdil taklil ve teksiri vakfa
enfa olduğu tebeyyun eyledikde yedi mütevellide ola. Camii mezburun evkatı hamse-
de hazinin ve tilaveti Kur'anı azimuşşan ve meludi şerifi samiun olan ihhavnı bu sayfa-
dan mercurdur ki benim ve ebeveynim ve akrabamın ervahlarını hayrıla yadedeler deyu
makamı kazada tasrih eyledikte gıybet tasdiki şer'i vakıfı mumaileyhe vakfı mezburdan
rucu edup emlaki mezbureler hükmü menkulde olup, menkul ve mutehavvil kısmının
vakfiyeti sahih olmadığı kutubu muteberandan mestur olduğuna binaen mutevellii mez-
bur emlaki mezburdan kasri yed edup bana teslim etsun dedikde mütevelli merkum ce-
vabında emlakin hükmü menkulde olduğuna iştibah yoktur, lakin menkulü mutearrif de
ÖRF dahi umum üzeredir; hatta masharı inayeti Rahmani İmamı alemi salis (bir söz-
cük okunamadı) fakat Ramdani Ebu Yusufuşşehir bil imamı sani hazretlerinin.
Reyi şeriflerinde vakıf mucerred vekaftu, dimekle vakıf sahih ve lazım olup asla rü-
cua mecal ve istirdadına ihtimal yoktur deyu teslimden imtina ve niza edub hakimi mev-
kii Sadrıkitap efendi hazretleri fazlı cismi taliban oldukları için hakimi müşarünileyh
mureafatı nazar ve mubeddili hayır olmaktan hazer edub Vakfı mazhurun evvelen ala
yeri menyerah sınatma ve saniyen İmameyn hazretlerinin kavilleri üzere lüzumuna hük-
mü sahibi şer'i ve Vakfı Sarihi mer'i edub vakfı mazbur sahih ve lazım olub bad nakzu
Nakizine mecal ve mahal adım oldu femen beddelehu badema samiahu feinnema ismi-
hu alellezeni yubeddelehu innalhe semiun alim.
Tahriren filyevmi isneyn min Rabiulula lisene selase ve seb'ine ve tis'amine 973 (Mi-
ladi 1566)
(Fekahetlu müftü belde seyyit Hüseyin Efendi)
(Müderrvisini Kir'amdan Abdullah Efendi)
(Müderrisini Kir'amdan Seyyid Ali Efendi)
(Nakibuleşraf Hasan Ağa)
(Eğirdir'li Osman Ağa Zade İbrahim Ağa)
(Ağrusi Mustafa Efendi Zade Ali Ağa)
(Debbağhane Mahallesinden Mehmet Ağa)
(Katibi mahkeme Hasan Rüştü Efendi) (Şiyh Abdülvehabulmevlud)

HACI ABDİ EFENDİ


Ne yazık ki Hacı Abdi Efendi hakkında kesin, belgesel bir kaynak bulunmamaktadır.
Daha doğrusu belki vardır da henüz ele geçirilememiş durumdadır. Adı geçenin 16'ıncı
yüzyılın ortalarında ve sonlarında yaşadığı anlaşılmaktadır. Hacı Abdi'ye ait başlıca bil-
gi veren kitaplar öncelikle Böcüzade'nin kendi elyazması "Isparta Tarihi", ikinci derece-
de ise Nuri Katırcıoğlu'nun "Bütün Isparta"'sıdır.
Hacı Abdi Efendi çok tutumlu dürüst, namuslu bir insandır. Aynı zamanda çok zen-
gindir. Bu durumu kendisini çekemeyenlerin de yardımı ile halkın yersiz dedikoduları-
na neden olmuştur.
Hacı Abdi Efendi birgün, zamanın Isparta ve Antalya Bölge Valisi olan ve biyografi-
si ile yapıtları ayrıca açıklanan Firdevs Paşa'nın huzuruna çıkarak, bir cami yaptırmak
istediğini, bu hususta izin verilmesini rica eder. Paşa kendisine: "Hacı baba, seni gayet
hasis ve parayı çok sever derler, nasıl oldu da paraları feda edip cami yaptıracaksın ?"
dediğinde, Hacı Abdi Efendi: "Belli Paşam, paralarım gayet kıymetli ve nefsim hissetli
olduğundan böyle kıymetli parayı dünyada bırakmaya gönlüm razı olmadı; ahirete gö-
türmek için çare aradım, bunu buldum, himmet ve muavenetinizi talep ederim." şeklin-
de yanıtlamıştır. Böylece isteği hususunda hemen izin verilmiştir. Caminin yapımı Fir-
devs Paşa Camiinden yedi yıl önce, 1554 yılında, tamamlanmıştır ve ibadete açılmıştır.
Ancak cami (171) yıl kullanıldıktan sonra yıpranmış ve 1725 yılında esaslı bir onarım
görmüştür.
Söz camiden açılmışken burada bu cami hakkında biraz daha açıklama yapmak yerin-
de olur kanısındayım. Cami, halk arasında daha çok semt adından dolayı "İplikçi Ca-
mii" diye anılagelmiştir. Cami 1725'te geçirdiği ilk onarımdan elli altı yıl sonra harap de-
nilecek derecede kullanılamaz bir duruma gelmiştir. Bu nedenle Isparta'lı Halil Hamit
Paşa (Sadrazam) olunca, 1781 yılında, camii adeta yeniden yaptırırcasına onarımdan ge-
çirtmiştir. Şöyle ki, doğu ve batıda camiye bitişik bir halde olan evleri satın alarak ekler-
le cami alanını genişlettirmiştir. Ayrıca bir kagir minare, bir kargir tuvalet, bunların dı-
şında bir kütüphane, avluya da büyük ve çok güzel bir şadırvan, camiin tamamlayıcı ola-
rak bir muvakkithane yaptırmıştır. Söylenilenlerden başka bir de (çırak okulu) kurmuş-
tur. İlk kez yapılan kütüphaneye bir memur atamış ve birçoğunun değeri milyonlarla öl-
çülemeyecek (tezhip, süsleme ve yazı sanatı bakımından) 550 (beşyüz elli) adet yazma
eser göndermiştir. İşte hala bugün adıyla anılan Halk Kütüphanesi onun kurduğunun
bir devamıdır.
Camide, Kütüphanede görev yapan din adamlarıyla memurların ücretlerinin ve adı
geçen yerlerin onarım ve öbür giderlerinin karşılanması için camiye 100-150 metre uzak-
lıkta birçok dükkan yaptırarak bunları vakıf kılmıştır. Cami 1887, 1891, 1893 yer sarsıntı-
larından zarar görmüş ve onarılmıştır. Ancak 1914'teki yer sarsıntısı ile tümden yıkılmış,
doğudaki minaresinin yarısı uçmuştur. 1947'de (Türkiye Hayırlar Derneği'nin) el koyma-
sıyla bugünkü durumu ile iki katlı olarak yeniden yapılmıştır. Camii ilk yaptıran Hacı
Abdi Efendi'nin mezarının eski minarenin dibinde bulunduğu Böcüzade ve Katırcıoğlu
tarihlerinde kayıtlıdır.

PİRİ MEHMET HALİFE


Halk arasında Pir Efendi Sultan diye tanınmıştır. Hicri onuncu yüzyılın başlarında
doğduğu anlaşılmaktadır. Kesin tarihi belli değildir. Döneminin ünlü mutasarrıflanndan-
dır. Aynı zamanda pozitif bilimlerin tıp dalında yetişmiş ve akıl hekimliği yapmıştır.
'Ölüm tarihi için çeşitli kaynaklar çeşitli rakamlar vermektedirler. Şöyle ki:
I- Ordinariyus Profesör İsmail Hakkı Uzunçarşılı "Anadolu Kitabeleri" adlı kitabının
(218)'inci sayfasında "960" Hicri, (1553) Miladi ;
II- Böcüzade Süleyman Sami Bey'in kendi elyazması (Isparta Tarihi)'nin "261"'inci
sayfasında "961" Hicri (1554 Miladi);
III- Mehmet Süreyya Bey'in "Sicili Osman" adlı Biyografi Ansiklopedisinin ikinci cil-
dinin "44" üncü sayfasında "965" Hicri (1558 Miladi)
IV- Mecdi'nin Şekaik çevirisinde (962 Hicri) 1555 Miladi yılında öldü denilmektedir.
Bunlar arasında en güvenilebiliri Böcüzadeninki olması gerekir. Çünkü o, Piri Mehmet
türbesinin kapısının üzerindeki tarih yazılı kitabeyi en uzun zaman içinde, en dikkatli,
en ilgili şekilde inceleme olanaklarına sahip kişidir. İsmail Hakkı Bey bütün Isparta çev-
resindeki kitabeleri çok kısa sürede incelemiştir. Bu da geniş çapta çalıştığı için zorunlu-
dur. Öbürleri ise başka yerlerden aldıkları tarihleri naklen kullanmışlardır. Aslında veri-
len ölüm tarihleri arasında aşırılık görülmemektedir. Piri Mehmet Halife büyük İstan-
bul medreselerinde öğrenim yapmış sonra zamanın en ünlü bilginlerinden olan (Seyyit
Ahmet) Emir Buhari'den ders görüp icazet (diploma) almıştır. Daha sonra İsparta'ya
dönmüş, uzun yıllar ilim ve irfanla uğraşarak üstadı düzeyinde bir bilgin olmuştur.
Kurduğu dergahta ömrü boyunca çevreye çok yararlı olmuş, seçkin aydınlar yetiştir-
miştir. Şehir içinde hayır olarak bazı eserler yaptırmıştır. Bunları şöylece sıralayabiliriz.
Önce Karaağaç Mahallesi evi yakınında:
I- Bir okul,
II- Bir mescit,
III- Bir dolma çeşme,
Sözü edilen çeşme dışında üç çeşme daha yaptırmıştır. Yukarıdakilerden başka Böcü-
zade'nin "Isparta Tarihinde" yazdığına göre (Sayfa 261-262-263)
IV-Gökdere mevkiinde (Sarıdere) diye anılan semtte, dağın eteğinde ibadet etmek is-
temiş. Fakat abdest almak için su bulamamış, asasını yere vurmuş, keramet sahibi olma-
sı nedeniyle yerden su çıkmış. Keçeci Mahallesinde oturan Keçeci dervişlerinin ricası
ile bu suyu Keçeci Mahallesine getirtip bir de çeşme yaptırıvermiştir. Burada asıl anla-
tılmak istenen onun hayırsever bir kimse olduğudur.
V- Daruşşifa (Bimarhane): Pir Efendi döneminde (Camu Atik) diye anılan, sonradan
parçalanarak (Kutlu Bey, Gazi Kemal ve İstiklal) mahallesine katılan mahallenin bu-
günkü Gazi Kemal Mahallesine rastlayan bölümünde bulunan tekkesinde özel bir oda
ve bu odada yeşil bir direk varmış. Deliren kimse tekkedeki bu yeşil direğe zincirle bağ-
lanır, özel bir muskil ve başkaca ilaçlarla tedavi edilirler ve şifa bulurlarmış. Burada
ruhça telkinle olduğu kadar, pozitif tıp bilimine uygun bir yöntem olan ilaçla da tedavi-
nin yapıldığı dikkati çekmektedir.Piri Efendi'den sonra postnişin olan oğulları bu tedavi
metodunu sürdürmüşlerdir. Ancak bir ara bu oda ve tekke yanmışsa da yeniden yaptırıl-
mıştır.
Hatta aklında hafif bozukluk hissedenler bile bu tekkenin daha doğrusu (Tımarhane
bölümünün) iki caddeye açılan iki kapısının birinden girip odadan geçerek öbür kapısın-
dan dışarı çıkarlar, böylece yarar görürlermiş. Bu inanç son zamanlara kadar sürmüş.
Yine Böcüzade'nin kayıtlarına göre o tarihlerde Antalya Mirlivası bulunan Rüstem
Paşa kendisine kızan Padişah Kanuni Sultan Süleyman tarafından çok ivedi olarak İstan-
bul'a çağırılmış. Paşa başına gelecek büyük bir tehlikeden korkarak İsparta'ya kaçıp gel-
miş ve Piri Mehmet Halife'ye sığınmış, kendisine bir kurtuluş çaresi için dua edivermesi
hususunda yalvarmış. O da dua ettikten sonra: "Hakkında Lütfü inayeti padişahı me'-
mul ve mukarrerdir. Fakat sizin için olacak feyz-i Necat Eğirdir'de bulunan Sadat-ı Ki-
ramdan Şeyh Burhanettin Efendi Hazretleri'nin nefesi ile incilai bahş olacaktır." demiş,
ayrıca "Şeyh Burhanettin'in bir derya, kendisinin ise ona nisbet edilirse bir damla" oldu-
ğunu ekleyerek, Eğirdir'e gitmesini salık vermiştir. Paşa da bu şekilde davranmıştır.
Gerçekten Paşa Üsküdar'a ulaşınca Padişah tarafından bağışlanmış, bir de Sadrazamlık-
la ödüllendirilmiştir (1544). Ancak Paşa başbakan olunca Piri Mehmet Halife ile Şeyh
Burhanettin'i çoktan unutmuştur. Fakat, dokuz on yıl sonra sadrazamlıktan çıkarılınca
onları anımsamıştır. Ne yazık ki bu sırada Piri Mehmet ölmüş bulunuyordu artık. Bu ne-
denle kendisine şükran borcunu ödeyebilmek için mezarına kargir bir türbe yaptırıp
üzerini tahta bir kubbe ile örttürmüş. Ancak bu türbe ve kubbe aşağıda açıklanacağı
üzere II'inci Sultan Selim tarafından kısa bir süre sonra yeniden yaptırılmıştır.
Yine Böcüzade Süleyman Sami Bey'in kendi elyazması "Isparta Tarihi'"nde rivayet
olarak naklettiğine göre durum şöyle olmuştur: "Kanuni Sultan Süleyman'ın Şehzadesi
olup Konya, Kütahya, Manisa valilikleri yapmış bulunan II'inci Selim Piri Mehmet Hali-
fe'yi ziyaret eder. Bu ziyareti Piri Mehmet Halife, babası Kanuni Süleyman öldüğünde
saltanatın büyük kardeşi Şehzade Mustafa'ya değil kendisine nasip olacağını söyler.
Sonradan bu kerameti gerçekleşip tahta II'inci Selim oturunca (1566-1574) yirmi yıl ka-
dar önce ölmüş bulunan Piri Mehmet Halife'yi anımsamış ve üzerine daha önce enişte-
si Rüstem Paşa'nın yaptırdığı Kargir Türbeyi genişletip basit tahta kubbe yerine, değer
taşıyan kubbeli yeni türbe yaptırmıştır."
Anımsadığıma göre 1930-1931 yıllarında şehirde mahalleler arasındaki mezarlıklar
kaldırılırken Piri Mehmet Halife'nin Belediye Sarayı karşısındaki kabristanda bulunan
mezarı da, Sosyal Sigortalar Hastanesi'nin altındaki boşluk ile Askerlik Şubesi'nin otur-
duğu alandaki (Yeni Mezarlık)'a taşınmıştır. Daha sonra şehrin bu yöne doğru hızlı ge-
lişmesi ile yeni mezarlık da kaldırılıp yerine Resmi binalar yapılmıştır. İşte bu sırada ha-
yırsever ve değerbilir Isparta halkının maddi yardımları ile Piri Mehmet Halife'nin me-
zarı ikinci kez, yukarıda sözü edilen Gökçay'da keramat ile, adıyla anılan suyu çıkardığı
kabul olunan yere taşınmış ve bir türbe yaptırılmıştır .
Piri Mehmet Halife din bilgini olduğu kadar, ünlü bir mutasavvıf, bir düşünür, ayrıca
günümüzün bilimsel tıp metotlarına uygun düşen telkin ve ilaçla tedaviyi uygulayan bir
akıl hekimidir. Bu yönüyle ayrı bir değer taşır.

AŞIK SEYRAN İ
Asıl adı Hacı Ahmet'tir. "SEYRANI" şiirlerinde kullandığı takma adı, yani mahlası-
dır. Tanınmış bir halk ozanımızdır. Kendisi ile çağdaş yaşamış bir halk ozanımız da aynı
adı, daha doğrusu takma adı taşımaktadır. Ancak o Everek'li Seyrani diye anılmaktadır.
Bundan başka Everekli Seyrani ile Isparta'da yerleşmiş bulunan Seyrani arasında farklı-
lıklar vardır. Everekli Seyrani her ne kadar coşkun bir halk ozanı ise de, gerek yapıt ver-
me ve gerekse de çok yer dolaşma bakımından, konumuz olan meslektaşından gerilerde
kalır. Biyografisi ayrıca verilen rahmetli hemşehrim Müzeci, Öğretmen ve Ozan Naci
Kum, her ikisinin bölgelerinde yaşamları ve şiirleri üzerinde uzun ve yorucu araştırma-
lar yapmış, her birisi için birer kitap hazırlamıştır. Ne yazıkki en verimli çağında ölümü
ile bunlar basılamadık durumda kalmışlardır. Bugün oğlu Necati Kum tarafından korun-
maktadırlar. Hiç olmazsa Isparta'lı Seyrani'ye ait olanının Isparta'lı hemşehrilerince ve-
ya her ikisinin de Türk Dil Kurumu'nca bastırılması çok yerinde bir davranış ve değerbi-
lirlik olur. Böylece hem uzman bir kişinin emeği boşa gitmemiş, hemde ozanlarımız
Halk edebiyatımız içinde layık oldukları yeri alabilmiş olurlar.
Hacı Ahmet (Seyrani)'in hangi tarihte ve nerede doğduğu kesin olarak belli değildir.
Hicri 1260-1265 ve Miladi 1844-1849 yıllan arasında öldüğü anlaşılmaktadır. Şu açıkla-
manın ışığında kendisinin 18'inci yüzyılın sonlarına doğru doğduğunu kabul etmek akla
uygun gelir sanırım.
Seyrani aşağıda örnek olarak verilecek şiirlerinde görüleceği üzere, her ne kadar,
tüm bilgisinin vehbi (Allah vergisi) olduğundan söz ederse de ; anlatımından, kullandığı
sözcüklerden, deyimlerden ve deyişlerden bunun olanaksızlığı anlaşılır. Zamanına göre
oldukça ileri bir medrese öğrenimi gördüğü belirgindir. Bu hususta en önemli tanıklar-
dan biri de döneminin klasik şairleri gibi bir divan yazmış olmasıdır.
Seyahat destanından anlaşıldığına göre, Hacı Ahmet Seyrani Mısır'daki Gaygusuz
Dergah'ındaki Şeyhinden, tarikatta belirli bir mertebeye eriştiği için, seyehat emri almış
ve birçok memleketleri seyran ettikten (dolaştıktan) sonra İsparta'ya yerleşip kalmıştır.
Bu da şöyle olmuştur: İsparta'ya geldiğinde önce Vanlızade Hacı Numan Efendi ile
dostluk kurmuştur. Sonra Hacı Numan Efendi Seyrani'yi komşusu ölü Mert Şeyh
Mehmet'in dul karısı ile evlendirmiştir. Bu evlenmeden oğlu Kavaf Hacı Hasan, oğlu
pabuşcu Hafız Ali, oğlu Bahçevan Halil, oğlu Terzi Mehmet Seyrani türemişlerdir. Naci
Kum 1942 yılında sülalesinden 70-80 kişinin bulunduğunu belirtmektedir. Ancak bugün
yaşamakta olan torunlarının kimler olduğunu henüz saptayamadım. Bu iş uzun zaman
araştırma isteyen, başlıbaşına ayrı bir konudur. Naci Kum'un Hacı Ahmet'in torunu
Mehmet Seyrani'den dinlediklerini aynen aşağıya aktarmayı yararlı buldum. Mehmet
Seyrani'nin anlattıkları şöyledir:
(Öğrendiğime göre Sanihat sahibi (Yani irticalen söylemeye yetenekli) Everek'li Sey-
rani bizim Hacı Seyrani ile çağdaş olup birbiri ile görüşmüşler ve sevişmişler ve hatta
söz alıp vermişlerdir.)
(Isparta'lı saz ozanlarından merhum Mehmet Dizari'nin (Bak: Ün, Isparta Halkevi
Dergisi, Sayfa 28 ve 84) ifadesine göre ve bizim atalarımızdan gelme rivayete nazaran,
Hacı Ahmet Seyrani İstanbul'a vardığı zaman Rumeli'li İmam Seyrani isminde bir şaire
tesadüf etmiş ve zamanın Padişahı Sultan Mahmut (II'inci Mahmut): "Bir asırda iki Sey-
rani olmaz, imtihan olsun, kazanamayan mahlasını -takma adını- değiştirsin" demiş.
Her ikisi birer söz eylemişler ve yazmışlar. Hacı Seyrani'nin ekseriyetle olduğu gibi, is-
tiğrak halinde söylediği iki söz, İmam Seyrani'nin Zahir ilmine istinaden ve kalemini
zorlamak suretiyle yazdığı söze üstün görülmüş ve İmam Seyrani'nin mahlasını değiştir-
mesi kendisine tebliğ edilmiştir.
Hacı Seyrani'nin 1844-1849 tarihleri arasında öldüğü anlaşılmaktadır. Kendisi musiki
aletlerinden birkaçını çalmakla beraber, en ziyade saz çalarmış. Kendi adeti: Kasım gü-
nünden Hızır gününe kadar seyahat yapmaz, bir yerde istirahat eder ve bu suretle bir-
kaç sene (BÜYÜK HACILAR) köyünde ve bir iki sene (İĞDECİK) köyünde Hacı Ha-
lid'in dedesinin evinde ve çok zaman da (BALADIZ)'da elyevm yaşayan (!) Hocanın
A l i ' n i n dedesinin evinde kış günlerini sazla, sözle, kendisi için hazırlanan şarapla geçirir
ve ara sıra (ÇÜNÜR) ve (LAGOS) köylerine de gelir, bilhassa yaz mevsiminde La-
gos'un (YAKAÖREN) yukarı mahallesindeki bir zatın (?) anbarında emanet bulunan
bir kile arpası, bugün ((1942) yılı) anbarın dibi süpürülmek suretiyle teberruken saklan-
makta olduğu mezkur köy halkınca malumdur.)
(Seyrani İsparta'ya ilk geldiği zamanlarda evine bitişik olan odasında yakından, uzak-
tan gelen ziyaretçileri kabul eder ve bir de yağız arap atı besler olduğu halde son günle-
rinde tamamen terki terk yapmış ve hatta ayaklarını çözüp uyumamış, oturduğu yerde
dizlerini dikerek, belindeki kayışı, belinden dizlerinin ucuna takar, ve üzerine çok kalın
olan yorganını bürünür; O suretle uyur ve söz ve eser yazmak istediğinde tenha üzüm
anbarının içine girip yazdığı meşhud ve ninelerimiz tarafından menkuldür...)
Seyrani'nin yaşam öyküsü ve kişiliği hakkında en güvenli bilgiyi veren yine kendisi-
dir, başka bir deyişle şiirleridir. "Kerem Koşması'"nda bakınız ne diyor:
"Tıfıl yaştan, terkeyledim sılayı,
İnub gurbet ilin seyran edindik
Bir dahi görmedim ümmü atayı
Takdiri Mevlaya iman edindik.
»**
Çareler yok, ben kendime darıldım,
Gönce deyu çok dikene sarıldım
Emir böyle, diyarımdan ayrıldım;
Elde değil terk-i vatan edindik
Genç yaşımda ayrı düştüm mekandan
Başım hali değil derdü hicrandan,
Selam gelub gitmez oldu vatandan
Ah ettikçe gözler al kan edindik,

Seyrani eğlenir pirler tacında


Değiliz alemin tok ve acında,
HAMİD SANCAĞINDA erler içinde
Mukadder böyledir mekan edindik.
Koşmadan anlaşılacağı üzere Aşık Seyrani çocuk sayılacak bir yaşta adını belirtmedi-
ği memleketinden (sılasından) ayrıldığını memleketten memlekete, şehirden şehire,....,
durmadan dolaştığını, bir daha da ana ve babasını görmediğini, bunu da alın yazısı say-
dığını; özyurduna engin bir özlem duyduğunu, sonunda bir alın yazısı olarak İsparta'da
yerleştiğini açıklıyor.
Seyrani'nin Edebi Kişiliği:
Seyrani bir halk ozanıdır. Halk Edebiyatındaki nazım şekillerini kullanmıştır (Koş-
ma, destan v.b.). Ancak, yukarıda da belirtildiği üzere onun kullandığı dilden ve bir di-
van hazırlamasından medrese öğrenimi gördüğü anlaşılmaktadır. Bir saz çaldığı, gerek
torunu Mehmet Seyrani'nin bu konu içinde daha önce aktardığımız sözlerinde, gerekse
ş i i r l e r i n d e açık seçik belirtilmektedir. Seyrani, kalender, rindmeşreb, halk içinde yaşa-
mış; halkın gözü, kulağı ve yüreği olmuştur. Aruzla yazdığı şiirlerinde birçok şekil hata-
larına (ölçü, uyak bakımından), ayrıca Arapça, Farsça sözcüklerin yanlış yazımlarına
rastlanabilir. Evet, o herşeyden önce halk ozanımızdır. Açık yürekli bir Bektaşi'dir.
Ölümsüzlük sırrına (gizine) erdiren aşk şarabının dolusunu içmiş, madde evreninden sıy-
rılarak mana evrenine giden kervana katılmıştır. Artık herşey, kendisinden başka bütün
insanların daha mutlu yaşayabilecekleri bir dünyanın kurulması için araç ve gereç olma-
lıdır. Nitekim:
SEYRANİ
"Gezerken Seyrani gafil bu aşkın tutuşu oldum,
Bezerken SEYRANİ Candan bir özge revişi oldum
Sezerken SEYRANİ ilmin gelub bir dervişi oldum,
Olanlar aşık-ı şeyda bulur dilde kalenderlik oldum"
Yukarıda da açıklandığı üzere, Seyrani klasik öğrenim görmekle beraber, bütün bilgi-
lerini Vehbi (Allah vergisi sonucu) olduğunu söyler. Netekim:
"Vebiden eyledik bu ilmi tahsil,
Arifsen cahili eyleme techil
İsim nurdan, cisim balçıktan hasıl,
Atamızdır Adem can Safiyullah
***
Seyrani, delilim Fatiha İhlas,
İsmim Hacı Ahmed, SEYRANİ mahlas
Aşkın emvacından ey ehli gavvas ,
Söyledi bu denli eşya Emrullah."
Yine,
"Ne Esrar SEYRANİ tuyur gelir seyrane dil mamur,
Bu Seyrani ürür tanbur cümundur saza gül bülbül."
Destanlarında kendine özgün bir söyleyiş ve biçimlendirme sanatı vardır. Gerek öğüt-
lü sözleri, gerekse toplumda uygulanması gerekli usul ve edebe ait yazıları (Erkanna-
me) kendisinin hem tarikatta, hem de öbür alanlarda, bilgin ve olgun, yüksek düzeyde
bir kişiliğe sahip bulunduğuna kuşku bırakmıyor. O, aynı zamanda yetenekli ve çok ince
duygulu bir ozandır. Bir koşmasından alınan üç dörtlüğünü birlikte okuyalım:
"Handan oldu sümbül geldi bahar yaz,
Can bülbülü gonca güle bağlıdır.
Tutiler, kumrular ederler ağaz
Her biri bir guna dile bağlıdır.
**»
Her ne eylerise Mevladır eden,
Gönlümün bağında açıldı gülsen.
Aşk elinden terki diyar ettim ben
Şeyda gönül gurbet ele bağlıdır.
»«*
Canda bir canana, yare meftunum;
Çare yok gaziler böyle mecnunum.
Ağlayu ağlayu dilde pür hunum
Maceraya çeşmim Nil'e bağlıdır.."
Görülüyor ki ozan Seyrani, başka bir deyişle Mısır'a bağlıdır; Yani özyurdu orasıdır.
Bakınız sıla özlemiyle yanan içini nasıl döküyor:
"Gurbetin çilesi bize ün olur;
Aşk çekenler çiğerciği hun olur
Ayrılık dediğin beş on gün olur
Hafta ay savuştu yıla dayandı."
Yine başka bir dörtlüğünde:
"Bir sakinin La'l-i lebi vahdetde,
Gelince ağzıma mestane etdi
Gösterdi yollarım devri gurbette
Saldı elden ele divane etti"
Sıla ona hep buram buram kokmuş, özlem ateşi gönlünde hep aynı şiddetle yanmış-
tır. Şimdi onun hem gönlünün, hem sazının tellerinden yayılan içli ve yanık sesleri birlik-
te dinleyelim:
"Bu dert beni dolandırır gurbet el;
Tabibim, cerrahım hande isen gel
Bu vücudum şehri gamdan mükemmel,
Desti mimar kıldı temel derdimi
**»
Benim derdim değme dil çekebilmez,
Gözlerim yaşını (NİL) çekebilmez,
Ne zergerdan maya fil çekebilmez,
Götüremez yüz bin cemel derdimi
***
Seyrani çekdiğim çok can da bilmez,
Çekmeyen ehli irfan da bilmez
Çaresin Eflatun, Lokman da bilmez
Ahir derman bulur ecel derdimi"
Aşık Seyrani güçlü bir halk ozanı olarak, yaşadığı ve tanık olduğu olayların ruhunda
bıraktığı yankıları sazının tellerinde söz ve ahenk olarak çok güzel dile getirebilmiş-
tir. Şimdi bu alandaki şiirlerinden bazı örnekler alalım:
I) Bilindiği üzere, Osmanlı Devleti'ni kuruluş ve yükseliş döneminde zaferden zafere
koşturan Yeniçeri Ocağı, çöküntü döneminde disiplinsiz bir zorba ocağı kesilerek, dev-
letin başına bela bir güç haline gelmiştir. Belirtilen nedenle her yönden batıya açılan
İkinci Mahmut, 1826'da bu ocağı ortadan kaldırmıştır (Vak'ayı Hayriye). İşte sözü edi-
len olay sırasında İstanbul'da bulunduğu anlaşılan ozanımız, olayla ilgili bir destan yaz-
mıştır. Bu destanın son dörtlüğü şöyledir:
"Nur yağsın semadan her diyar-ı dehre,
Yürüsün adalet iklimu şehre;
Bin ikiyüz kırk senesi içre,
(Cedid Nizam) verdi şahımız devlet."
II) Aşık Seyranı İsparta'ya yerleştikten (en geç 1242 Hicri, 1827 Miladi) bir iki yıl son-
ra, 1244 Hicri (1828 veya 1829)'de Hicaza gidip hacı olmuştur. Bu hususu da şöyle anla-
tır:
"Mekke, Medine'yi devredup gezdim,
Yarime yar olup can içre sezdim;
Sene bin ikiyüz kırk dörtde yazdım,
Ehli dil irfane ben bu destanı
***
Tekraren cezbetdi cümleyi Mevla
Çeker aşıkların Kabe-i ulya
Uyanık gönülde Beyt-i Mualla
Aç gözün Seyran et Hacı Seyrani."
III) Seyrani Hacı Ahmet evlenip İsparta'da yerleştikten sonra (1847'den) saptanama-
yan bir tarihte Isparta ve Burdur (Tefenni, Gölhisar, Kemer, Ağlasun v.b. ilçeleriyle
köylerinde) çevresinde bir gezi yapmıştır. Gezdiği yerleri ve buralarda gördüğü önemli
kimseleri iyi ve kötü yönleriyle bir destan içinde anlatmıştır. Şimdi de bu destanı birlik-
te okuyalım:
"Başa neler geldi birlikte nakledem,
Arifler guş versin bu dasitana
Taakdiri Mevlanın kudreti akdem ,
Gör neler getürür ser-i insana,
***
Gurbet ile açtı yolumu fettah
Şehri İsparta'yı gösterdi seftah,
Dile niyet verdi gezmeye seyyah,
Hiç (La) olmaz emri gani Subhana.
***
Böyle yazdı Mevla, ey dildadeler,
Ezeli ezelden dil abadeler
Kalmamız sebebi VANLI ZADELER
Emanet olsunlar bab-ı Rızvana,
***
Isparta Valisi canlar penahı,
Mütesellim Osman Efendi sahi;
Zahirin, batının, ilmin agahi,
Pür etmiş tab'ını lal-i durdana
Şehri İsparta'dan çıktık emri Rabb,
Ağlasun'a varup olduk ferahyab.
Ayanı Hüseyin Ağa bir alicenab,
Düştü muhabbeti levhi dil cana.
«**
Saf Derun Hüseyin Ağa alişan,
İzzeti ikramı muhib hanedan
Ömrün mezid etsin Hazreti subhan,
Günbegün dualar edem Yezdana
***
Saklasın hatadan yaradan anı,
Bir Çelebizade, oldum hayranı;
Biledir gezdirdik devri devranı
Gönül düştü anda seyri Seyrana.
***
Gelelim Ağlasun hakimi halim,
Şemseddin efendi ismi İbrahim;
ilahi aşkından muktedir kelim,
Tab'ı eş'arından bu bir irfane.
***
Meftun oldum bu canlan bulunca,
Bu kadar muhabbet ülfet olunca.
Bir ayrılık günü başa gelince,
Gözlerimiz döndü kızıl al kana.
«*»
Hakka emanet ol Hüseyin Ağa,
Tez görüşmek nasib Mevladan ola
Ağlayu ağlayu düştüm ben yola,
Gönlümüz düş oldu ahu efgana,
***
Mecnun gibi düştüm ben yoldan yola,
Şayi oldu ismimiz her dilden dile,
"Kozluca" namında vardık bir ile,
Bir gece yaslandık ol hanedana
***
Sabah olup kıldık namaz servere,
Hak Resulullahı geldi ezbere.
Bize yol gösterup vardık KEMER'e
Döndü bu gönlümüz gül i hanedana.
**»
Kemer'de aynime göründü hengam,
Hane içre girdik eyledik ahkam;
Ol Katırcıoğlu Mustafa ağa nam.
Hoşgeldiniz dedi ey azizane
***
Yiğit mahlasıyla okunur her an,
Nam-u nimetini yedik halisan,
Güler yüz gösterdi bizlere el'an
Çoktur muhabbeti her airana.
«**
Bir de hakimi var güzel tabiat,
Tab'ıma düşürdü muhabbet hayat
Mehmet Şemsettin efendi bir zat,
İlm-u irfanında fazıl bir dane.
*»*
Elveda eyledik, yol göster celil
Muhabbet narından biz olduk halil
Tefenni'ye vardık dil oldu melil
Bulmadık ağasın gitmiş yabana
»»*
Bizlere dediler ağa bunda yok,
Bayramlı Köyünde oydurur oluk
Vardım, seyreyledim Korukoğlu Koruk,
Görünce benzettim cahil nadana
***
Bayramlı'da bir gece olduk mihman,
Değirmencilikte hevesi yaman
Tekrar Tefenni'ye eyledik revan
Bizi yayan kodu bak şu hayvana...
«**
Ana Mes'ud isim seza değil bak,
Kurulmuş oturmuş bir maymun ahlak,
Çomakoğlu derler gayette çomak,
Rast gelsin başına otuz bin dane.
***
Takılsun boynuna lanet halkası,
Var yemez Mes'ud Beydir ağası
Tefenni içinde bir bok kargası,
Leş üstüne konar yahşi yamana
***
Hakiminin ismidir Lutfullah,
Yan gözüle baktı ol lanetullah.
Aklı başında yok gayet zırtullah,
Kaydi dünya için olmuş divane,
***
Karnu şişmiş olmuş bir turşu küpü,
Aradım tutulmaz, bulunmaz kulpu;
Şehri İstanbul'un süprüntü çöpü,
Tefenni'de çıkmış tozu dumana.
*«*
Kötüyü görünce kalktım a y ı l d ı m ,
Bir gün hasta olup anda bayıldım.
Darı ekmeğinden yedim yayıldım,
Yarabbim kavuştur beni Lokman'e
***
Bir tabib gönderdi yanıma settar,
Gelendos'lu HANIMZADE tahsildar
Ol kadar bana eyledi itibar.
Tekrar bu vücudum geldi cismane.
İsmi Hasan Ağa kaşane içre
Gönlü ruşen olsun, handane içre
Aldı gitti beni bir hane içre
Maşaallah olsun böyle merdane
***
Hanımzade ile eyledik vahdet,
Muhabbet gösterdi ehli şehadet,
Buğday unu bulup yaptırdı nimet.
Yeyince vücudum geldi dermane.
***
Vedalaştık candan düştük yola biz,
Dualar eyledik sadık kula biz
Suna olup uçup konduk göle biz
Şükürler eyledim gani gufrana
***
Dengimde Gölhisar göründü göze,
Başladım ferehyap her türlü sözü;
Medh-u sena okuyalım bu yüze,
Yazılmış cemali arş-i rahmane
***
Eyledik ziyaret bir ehl-i arif,
Mir-i kelam üzredil ehl-i zarif,
Hanedan-ı kadim bir zatı şerif
Böylece malumdur kevn-u mekane
***
Görünce bu şahı, şadoldu canım,
Ömrün mezidetsun gani subhanım,
ŞEYH HÜSEYİN ZADE ABDURRAHMAN'ım
Cezbedup getirdu bizi bu ane,
***
Tab'ı mevzun içre bir şeyhil vucuh,
Cerhi gerdun içre bir şeyhil vucuh,
Durri meknun içre bir şeyhil vucuh ,
Şükür nazar ettim bu alişana
***
Gelelim hakimi hak müstemendi
ilm-u fazilette i İrfan pesendi
SARI KADI OĞLU AHMET EFENDİ
Şeriat babında tuti lisane.
***
Gölhisar irfanı elveda olsun,
Yusufu Kenanı elveda olsun,
Gönlümün Rahman-ı elveda olsun,
Aldım ismininizi dilde fermane
***
Arzu etti gönlümüz Karaağaç Yazır,
Yardımcımız olsun Hazreti Hızır,
Her yerde çağırsan hazır ve nazır
Ruhumuz bendoldu böyle Kurane
***
Karaağaç Yazır'dan geçtin GENCELİ,
Aşıkların gönlü olur gonceli;
Biz bir Köyü geldik derler GENCELİ
Bir gececik anda olduk mihmane
***
Genceli'den kalktık nazide yerin,
İlahtan gönlüm razı da yerin;
Burdur kazasında yazıda yerin,
Üç gece muhabbet ettik yarane.
***
Anda revan olduk aşkı derhine
Mevcurdu gözümden behr-u Nehrine
Temaşa eyledim BURDUR şehrine
Şen olsun varınca ta asumane
***
Bağ u bahçe her sahrası güzeldir.
Gönül cümle ağniyası güzeldir.
Vuvuhları, uleması güzeldir,
Biri birisinden lal-u mercane
***
Burdur ehalisi bedrin bikirler,
Ulema-yı amilun sadrin bilurler.
Ehl-i dil arifin kadrin bilurler
Benzettim pür nün Hind-u Kaşane
*»*
Burdur'un Valisi can içre canan,
Takdiri Kudrette tevekkül heman,
(EL HAC İSMAİL AĞA) Arifan,
Bu canım yoluna gelur kurbane.
***
Mütesellim (HACI İSMAİL) Ağa,
Bir merd-u kahraman, nüfuzu kimya,
Hazret Mevlana biladı Konya
Şems-i Tebriz Molla hünkar hane
***
Bir de hakimi var latif-u mümtaz,
Hüsnü zarafette dil naz-u niyaz,
Hüseyin Efendi ismi latif raz
Elfazı mekalat dil kamilane
***
Seyrani, alemde çoktur seyranım,
Cümlesin hoş etsin şiri yezdanım,
Bunda tamam olsun bu dasitanım,
Bin ikiyüz kırk ikide devrane.
Destanda görüldüğü üzere Ozan Seyrani:
1) 1242 Hicri (1826-1827 Miladi) 'de çevre gezisini tamamladığına göre İsparta'ya da-
,ha önceki yıllarda yerleşmiştir.
2) Ozan gezdiği yerlerdeki önde gelen kimselerin ruhsal portrelerini çok açık ve iç-
ten bir dille çizmiştir.
3) Gezisini Konya'ya kadar da uzatmış Hazreti Mevlana ve Şemsi Tebrizi Türbeler'i-
ni ziyaretle zamanın Konya Hakimi (Kadısı) ile de tanışmıştır.
Aşık Seyrani bir halk ozanı olmakla birlikte, medrese öğrenimi görmesi ve ince ruh
yapısı, üstün yeteneği dolayısıyla "Tasavvuftan da nasibini almıştır. Gönlünü erenler
bahçesi yapmış, oraya binbir çeşit ölümsüzlük çiçekleri dikmiş ve renkleri kıyamete de-
ğin solmayacak goncalar yetiştirmiştir. Onun ruh düzeyine ulaşamasak bile, evreninde
dolaşmak doyulmaz bir zevk olacaktır. İşte bu amaçla "Erkannamesi"'ni beraber okuya-
lım. Burda onun özü ve sözü temiz bir Bektaşi olduğunu da görürüz:
ERKANNAME
Behey talih can gözünü uyandır,
Bu meydana; sahib meydan ol da gel,
Pirler şerbetine özünü kandır,
İbtida özünden mestan ol da gel.
** *
Yollar içre budur, hakkın has yolu,
El tutanlar olur şah mümin kulu
Rehberin Muhammed, mürşidin Ali
İkrarında ahd ü peyman ol da gel
* **
Teslim ol erlere, sil süpür kalbi;
Yetişir imdada nak Hızır nebi,
Pir Halil evladı İsmail gibi,
Doğranup tuzlanup, kurban ol da gel
***
Kendini kendine cehdet de buldur,
Muhabbet ehli ol "Ayn-i Cem" güldür
Evvela ey talib nefsini öldür
Benliğin yabana at, can ol da gel,
***
Böyle bulmuş tadın her helvacılar,
On iki imamdan okur naciler,
Felekler samahın döner bacılar
Nefsin başını biç üryan ol da gel.
***
Bu meydanda farzdır, dolu içilir,
Allah birdir, ikilikten geçilir;
Budur edep nefsin başı biçilir,
Çık küfürden ehli iman ol da gel
***
Başta duran çeker gülbeng-i yari,
Sererler sofrayı açarlar dari,
Lokmalar hak olub çekerler cari
On ikidir erkan Selman ol da gel.
Nazar eyle meydandaki çerağa,
Niyaz eyle murşid olan ocağa,
Bir bacıyla bir er kalka ayağa;
Samah içre bir er arslan ol da gel.
***
Muhabbete kandır yavrularını,
Pirimdir gözeten kuzularını.
Pervaneveş gözet sürülerini
Koyunlara sadık çoban ol da gel.
***
Bendeyle, ayırma özün Ali'den,
Mü'min olan murad alır uludan,
Balım Sultan, Hacı Bektaş Veli'den
Mustafa Mürteza ümran ol da gel
* * *
Hatice, Fatıma yarıgarımız,
Hasan Hulki Rıza din settarımız
Hüseyn-i mevali çeşmi yarımız
Zeynelabidane hayran ol da gel
***
Muhammet Bakir'dan gel tut katarı,
Cafer'i Sadık'a eyle ikrarı;
Musay'ı Kazım'dan gel bul esrarı,
İmam-ı Rıza'ya candan ol da gel
***
Taki, Naki haktır anla serveri,
Hasanel Askeri dinin minberi,
Muhammed Mehdi'dir mümin Rehberi
Temam bunda işler, devran ol da gel
***
"Erkanname" şu dörtlükle sona ermektedir:
Üçler Yediler'den saki görürsün,
Kırklar'dan badeyi baki görürsün,
Vücudun şehrinde Hakkı görürsün,
Seyrani bu şehre seyran ol da gel
Aşık Seyrani, hem sevgilisinin, hem de sevgililer sevgilisi olan yüce Tanrı'sının aşkıy-
la (erkannamede de görüldüğü gibi) dolup taşmakta, coşup bendin yıkarak ruhunun en-
ginliklerinde onlara ulaşmaktadır. Her iki yöndeki ince ve içten duygularını kıvrak koş-
malarında dile getirmektedir.

Şimdi ilahi aşkıla söylediği iki koşmasını görelim:


KOŞMA
Ervahta her kısmet verilür iken,
Aşkı, nasib etti subhan bizlere;
Ruhlar bir araya derilür iken,
Aşık olsun dedi canan bizlere,
Dualem oldular mevlaya gulam,
Hazreti Resul endi bu enam
Hazinei Serden her türlü kelam,
Verildi tutu lisan bizlere,
* * *
Dergahı mevlanın mihmanesiyiz,
İlahı canın mestanesiyiz;
Mahbublar şahının divanesiyiz,
Ehli diller olur hayran bizlere
***
SEYRANI, ednayız turab aslımız;
Seyrani, kimyayuz turab aslımız,
Seyrani, yektayuz turab aslımız
Gene yerimizdir mihman bizlere
Bazı sözcüklerin karşılıkları: Ervah = Ruhlar, Subhan= Tanrı, Dualem = Dünya ve
ahiret yani iki dünya, Gulam = Burada köle, bağlı, Ser= Baş, Mihman = Konuk, Mes-
tan = Sarhoş, Edna = Aşağı, bayağı, Turab = Toprak.
Şimdi de Seyrani'nin Tanrı aşkı ile yazdığı bir başka koşmasını birlikte okuyalım.
KOŞMA
Aşkında güzel haleti irfane yetiştim,
Yaktı beni aşk şiddeti efgane yetiştim.
Gaflette idim, ben beni bilmez idim asla,
Kondu sere aşk hücceti o yane yetiştim.
* **
Sundu camını lal-i lebin bana saki.
Kandı bu gönül lezzeti peymane yetiştim
Eyledi kerem, tabibi Lokman dile aşktan
Dil hasta iken vusleti dermane yetiştim.
* * *
Vahdette iken afeti devran nazar etti,
Gördüm cemalin sureti Rahmane yetiştim
Seyrani görür aleme seyran ola hayran
Berekati Kerem cenneti gılmane yetiştim
Seyrani sevgili ve sıla özlemiyle de yanmış ve derdini koşmalarına dökerek içini fe-
rahlatmaya çalışmıştır. İşte iki örnek:
KOŞMA
Sevdiğim sevdaya düşürdü beni
Gösterdi aşkından evvel derdimi;
Bir söyünmez nare yaktı bu teni,
Gittikçe artırır güzel derdimi
* * *
Bu dert dolandırır beni gurbet el
Tabibim, cerrahım kanda isem gel;
Bu vücudum şehri gamdan mükemmel
Desti mimar kodu temel derdimi,
***
Benim derdim değme dil çekebilmez;
Gözlerim yaşını (NİL) çekebilmez.
Ne serkerdan maye fil çekebilmez,
Götüremez yüz bin cemel derdimi,
SEYRANİ çektiği çok canda bilmez,
Çekmeyenler ehli irfanda bilmez
Çaresin Eflatun, Lokman da bilmez
Ahir derman bulur ecel derdimi.
***
Burada yine aynı duygularla dolup taşan ikinci bir koşmasını da birlikte okuyalım:
KOŞMA
Gözlerim yolların ey lebi Şirin,
Gözüm yolda hayli zaman oldu gel,
Ferhadın olalı dilde nazenin
Teşne gönlümüz tufan oldu gel
***
Seneler dolandı dil ilamına
Günler akşamlıdır (NİL) eyyamına
Ruzu kasım erdi gül aramına
Bülbüle goncalar nihan oldu gel
***
Uçurdu yavrusunun kuşlar yuvadan,
Gözlerim bir name gele sıladan,
Bağlandı yollarım kıştan, havadan
Yüce dağlar başı duman oldu gel.
» **
SEYRANİ aşıktır Adem'den beru,
Bana aşkın mührü hatemden beru,
Görmeyelim hüsnün o demden beru,
Gözlerime cihan zindan oldu gel.
Yukarıda açıklanan bilgilerin ışığı altında, Seyrani'nin gerek insanlık, gerekse ozan-
lık bakımından kişilikleri şöyle özetlenebilir:
Önce o, özü sözü temiz, bir miktar medrese öğrenimi de görmüş, yetenekli, ince duy-
gulu, olgun bir halk ozanıdır. (Fakat aruz ölçüsüyle yazdığı şiirler de vardır). Başarılı
olan yönü hece ile yazdıklarındadır. Yapıtlarında tasavvuf ile ilgili hususlara bol bol
rastlanır. Ayrıca Bektaşiliğin yol ve yöntemlerine (edep ve erkanına) ait bilgileri eğite-
cek şekilde şiirleri de vardır. Dinsel kurallara bağlı olduğu da anlaşılmaktadır.
Kesin olarak saptanamayan bir nedenden ötürü doğduğu yer olduğu anlaşılan Mı-
sır'dan ayrılmış, sonunda İsparta'da evlenerek yerleşmiştir. Gerek İsparta'ya yerleşme-
den önce, gerekse yerleştikten sonra Osmanlı imparatorluğu sınırları içinde kalan bir-
çok ülkeleri şehir şehir, kasaba kasaba ve köy köy dolaşmış, buralarda sazıyla sözüyle
gönüller fethetmiştir. Hem de var olan bilgi ve görgüsünü daha da artırmış, tam olgun
hale gelmiştir. Fakat herşeye karşın, bütün yaşamı boyunca ruhunda bir an olsun sönme-
den, hep aynı şiddetle yanan sıla özleminin ateşine bir türlü çare bulamamıştır. Bu duy-
gusunu şiirlerinde sık sık kullandığı "Nil" sözcüğü aracılığıyla dile getirmiştir. Netekim:
"Ağlayu ağlayu dilde pür hunum,
Maceraya çeşmim Nil'e bağlıdır."
"Benim derdim değme dil çekebilmez
Gözlerim yaşını (Nil) çekebilmez." demektedir.
Bazı sözcüklerin anlamı: Dil= Gönül, kalb, Pür hun= Kan dolu, Çeşm = Göz.
Aşık Seyrani hakkında daha çok şeyler yazmak isterdim. Örneğin şiirleri ve yapıtları
bugün kimlerin elindedir ve bu kimseler nerede otururlar ? Mezarı nerede bulunmakta-
dır ? v.b. Ne yazık ki bu hususta son canlı kaynak olan ve bilgisi bulunan dördüncü ku-
şaktan torunu Mehmet M. Seyrani (Gezgiç) in bugün kendisinden yararlanılmayacak
bir durumda hasta yattığını kızı Bayan İsmet Sivri'den öğrenerek büyük üzüntü duy-
dum. Bununla beraber rahmetli hemşehrim Atabey'li Naci Kum'u anımsayarak ruhum
ferahlık duydu. Çünkü o zamanımızdan kırkbeş yıl önce Aşık Seyrani'nin Yalvaç'ta, Ya-
kaören'de, Deregümü'de, Kayı'da, Çünür'de bulunan şiirlerini toplamış, o zamanın ken-
di elyazması divanının bir suretini çıkarmış ve Mehmet Seyrani'den aldığı bilgileri de
bir araya getirerek bir kitap hazırlamıştır. Oğlu Necati Kum bu kitabın herhangi bir ku-
rum tarafından basılması için girişimlerde bulunduğunu bana yazdı. Ancak bir Isparta'lı
olarak bize düşen görevi sözü edilen yapıtın, Türk Dil Kurumu veya Kültür Bakanlığı
veya Bankalardan biri tarafından basılmasını sağlamaktır. Bu işin savsaklamaya gücü
yoktur. Çünkü zamanın neler getireceğini kimse kestiremez. Bakarsınız bir gün bu ka-
dar emek ürünü benzerleri gibi yok olup gidebilir. Bile bile bir hazineden yoksun kala-
biliriz. Artık kaynaklar kuruduğu için aynı bilgileri bir daha edinmeye olanak yoktur.
Aksi bir davranış bizim nankör kuşak olarak damgalanmamıza yeter ve artar sanırım.
Hem de bizden sonrakilere kötü örnek oluruz. Kanımca bu yapıt Isparta adına da bastı-
rılabilir.Herhalde böylesi daha iyisi ve güzelidir. Seyrani hakkında sözlerime son verir-
ken kendisini rahmetle anarım.

AŞIK MEHMET DİZARİ


Bilindiği üzere edebiyatımızda iki türlü şair vardır. Divan Şairi, Halk Şairi.
Divan Şairleri: Bunlar daha çok medrese öğrenimi görmüş kimseler arasında yetiş-
mişlerdir . Gazel, Kaside, Rubai gibi şekillerde şiirler yazmışlardır. Genellikle şiirlerini
(DÎVAN) denilen bir kitapta toplamışlardır. Kullandıkları dil Arapça, Farsça sözcükle-
re Türkçe kadar, hatta bazan ondan daha çok yer vermişlerdir. Dolayısıyla halka değil.
Saray ve Medrese mensubu olan azınlık bir aydın zümreye hitap etmişlerdir. Onun için
bir kısmı çoktan unutulup gitmiş, bir kısmı yalnız edebiyat tarihi kitaplarının sayfaların-
da yer alabilmiş, pek azı da hala halk arasında anılabilmek mutluluğuna ulaşabilmişler-
dir. (Şiirlerinde aruz ölçüsü kullanırlardı.)
Halk ozanlarına gelince, bunlar ya az bir öğrenim görmüş veya hiç görmemişlerdir.
Kendilerinden önce yetişmiş halk ozanlarının saz ve söz toplantılarında bulunmuşlar ve-
ya yanlarında sürekli olarak kalmışlardır. Böylece duyup gördüklerini kendilerinin yara-
tılışta var olan yetenekleriyle işleyerek geliştirmişlerdir. Kısası; halkın içinden doğmuş-
lardır. Halkın dilini kullanmışlar, halkla olmuşlar, halkın acı ve sevincini yaşamışlar,
başka bir deyişle halkla bütünleşmişlerdir. Onun için halkın temsilcileri olarak yüzyıllar
boyunca dilden dile, gönülden gönüle, sazdan saza, sözden söze, kitaptan kitaba aktarı-
larak yaşıya gelmişlerdir. Bundan böyle sonsuza kadar (aynı içten sevgiyle) yaşıyacaklar-
dır.
İşte Isparta'lı Aşık Mehmet Dizari de bunlardan biridir. Yaşam öyküsü şöyle başlar,
şöyle sürer ye şöyle biter.
Yaşam Öyküsü: İsparta'nın eski adıyla Hacıayvaz, yeni adı ile Gülcü Mahallesinde
Rumi 1295 (1879 Miladi) y ı l ı n d a doğdu. Kasap Çolakoğlu Mustafa'nın oğludur. Sözü
edilen mahallede (Kandeharlı) adıyla anılan mahalle okulunda zamanın yürürlükte bu-
lunan öğrenimini gördü. 1309 Rumi (1893 Miladi)'de henüz ondört yaşında iken babası
öldü. Dul kalan annesi bu ölümden kısa bir süre sonra yeniden evlendi. Ancak üvey ba-
bası öksüz Mehmet'e sevgi göstermek şöyle dursun, rahat ve huzur vermedi. Sözü geçen
nedenle küçük Mehmet üzüntüden bir an önce kurtulabilmek için çareler aradı. Sonun-
da çıkar yolun İsparta'dan uzaklaşmak olduğuna karar verdi. Bu amaçla seyahate çıktı.
Köyden köye, şehirden şehire yol alarak 1894 yılı içinde İstanbul'a ulaştı. Orada halk
ozanlarının yanında, bir çırak hatta bir uşak gibi çalıştı. Onların Kağıthane, Göksu,
Küçüksu ünlü gezinti ve eğlence yerlerinde düzenledikleri saz ve söz alemlerine katıldı.
Dolayısıyla aslında benliğinde var olan bu alandaki yeteneğini geliştirdi, olgunlaştırdı.
Böylece kendisinin de bir halk ozanı düzeyine geldiğine, Anadolu'nun köy ve kasabala-
rında dinleyici bulabileceğine güven duyunca İstanbul'dan ayrıldı. Anadolu'nun pek çok
yerlerini, özellikle bu arada Antalya, İzmir ve Konya şehirleri arasında çizilecek üç çiz-
ginin sınırladığı alan içinde bulunan yerleri adım adım dolaştı. Ahenkli sazı, güzel sesi,
tatlı sohbeti ile uğradığı köy ve kasabalarda herkesin aşırı beğenisini kazandı. Bu gezi sı-
rasında söylediği çeşitli şiirlerinde asıl adı Mehmet yerine, (Dizari) takma adını (mahla-
sını) kullandı, içkiye aşırı derecede düşkündü. Yirmibeş yaşına gelince (1904) İsparta'da
yerleşmiş bulunan bir Türkmen ailesinin kızı olan (NAZIKE) hanımla evlendi.
İki yıl sonra onun üzerine Vesile hanım adında bir başkasını daha nikahladıysa da,
geçinemediğinden kendisini hemen boşadı.
Aşık Mehmet Dizari, 1914'te Birinci Dünya Savaşı'na katıldı. Birliğinde sevilen sayı-
lan bir kişi oldu. Bir süre sonra karaciğerinden rahatsızlandı (İçkiyi çok kullandığı için
siroz olması olanağı kuvvetlidir). 1915 ilkbaharında hava değişimi için İsparta'ya gönde-
rildi. Yine aynı yıl Temmuz ayında öldü. Nüfus kütüğünde bu tarih her ne kadar 23 Ka-
sım 1916 gösterilmişse de bunun ölümünün sonradan kayıt için bildirildiği tarih olması
daha doğrusudur.
Kişiliği ve Eserleri: Aşık Dizari, ince ve uzunca yapılı, mavi gözlü, soluk benizli idi.
Rind meşred, gözünü budaktan sakınmazdı. Abdülhamit'in istipdat idaresinde birgün
sazla (Yasin) okuduğu için hapse atılmıştır. Yine bir gece Abdulkadir'in (UYU) tekke-
sinde dervişler zikir yaparken o da sarhoş varup halkaya katılmak istemiş bu yüzden da-
yak yemiştir. Ayrıca o, kendini beğenenlerin, sofuluk taslayanların, haksızlık ve zulüm
yapanların daima karşısında idi. Onun döneminde medrese mensupları askere alınmadı-
ğı için, kutsal vatan görevinden kaçmak isteyenler bir yolunu bulup medreseye kaydolu-
nuyorlardı. Dolayısıyl + a medreseler bir asker kaçağı yuvası haline gelmişti. İşte böyle
hainleri ozanımız bakın nasıl yerden yere vuruyor:
"Pek çok medreseye civanlar doldu,
Asker korkusundan imtihan oldu
Arapça kitapla dükkanlar doldu,
Bu yüzden Türkçe'ye rağbet mi kaldı ?"
Evet, ozan yalnız askerden kaçmaya değil bir Türk olarak, Türkçe'nin de basit çıkar-
lar uğruna kullanılmasından yakınıyor.
Ozanımız medreseleri dolduran asker kaçaklarını taşlamaya şöyle devam ediyor:
"Ben alimim diyen aldı bir meydan,
Bunların yüzünden bozuldu cihan,
İlminde amel yok zerrece iman,
Böyle sufehaya izzet mi kaldı ?..
***
Kamil dalgıç ister bahre dalmağa,
Bin altın gerektir sarraf olmağa.
Divanı devletten paye almağa,
Tilkiden arslana fırsat mı kaldı ?...
* **
Dizari vermiştir bu söze emek,
Bu zaman halkının destanı demek
İçki ile zina, hem haram yemek,
Alimden cahile nöbet mi kaldı ?..."
Aşık Dizari, kendi deyimi ile "Zaman halkının destanı" diye belirttiği destanında, o
zamanki devlet idaresinin bozuk düzenini ve toplumdaki kokuşmayı içi sızlayarak dizele-
rine açık seçik aktarmak yürekliliğini gösteriyor. Bu gerçekte yüreklilikten öte bir cesa-
rettir. Çünkü, bunları söylediği dönem Abdülhamit'in istipdat dönemidir. Kişiler, en kü-
çük bir jurnal veya şüphe üzerine hapsedilmekte, sürgüne gönderilmektedir. Bugün ül-
kemizde ve basın özgürlüğünün sınırsız denecek kadar geniş olduğu ülkelerde bile, bu
türden taşlama yapabilmek herhalde kolay sayılmaz kanısındayım.
Ozanın yaşadığı yıllarda İsparta'da büyük kayıplara neden olan yer sarsıntısı olmuş-
tur. Kendisi hapiste yatmıştır; uzun geziler yaparak çeşitli yerler ve kimseler görmüş,
türlü olaylarla karşılaşmıştır. İkinci Meşrutiyet'e, Balkan ve kısmen Birinci Dünya Sava-
şı'na tanık olmuştur. Birçok halk ozanı ile karşılaşmış, saz ve sözle sohbet ve atışmaları
olmuştur.
Destanda geçen bazı sözcüklerin anlamı: Alim= Bilgin, Amel= İş, uygulama, Sufe-
ha= Zevk ve eğlenceye düşkünler, İzzet = Değer, mertebe, Kamil = Burada usta,
Bahr= Deniz, Paye= Rütbe, memuriyet.
Bir ozan olarak, elbette ruhu zaman zaman aşkın yakıcı lavlarıyla dağlanmıştır. Yuka-
rıda konuları belirtilen çeşitli hususlardan etkilenip de bir şeyler (destan, koşma, muam-
ma, çözme, atışma v.b.) söylememesi olanaksızdır. Varolması kuşkusuz olan bu eserler,
ne yazık ki günümüze kadar geçen zaman içinde yok olup gitmişler veya gözlerden, gö-
nüllerden uzak bir köşede yok olmalarını beklemektedirler ki bu sonuncusu pek zayıf
bir olanaktır. Dileriz ki böyle olsun da birgün bir değerbilirin eline geçsinler. Karşılaşı-
lan bu acı sonuç, uzun yıllar basit politika çıkarlarıyla, maddi çıkarları herşeyin üstünde
tutan, önemli bir bölümü okumuş cahil yetiştirilen bir eğitim sisteminin uygulanmasın-
dandır sanırım.
Şimdi Dizari'nin çeşitli konulardaki koşmalarından örnekler aktaralım:
a) Doğa sevgisi ve aşkı birlikte anlatan bir koşması,
Yaylalar, yaylalar, namlı yaylalar,
Ab-ı hayat mıdır akan suların ?
Örtmüş her yanını siyah haymeler,
Eser bad-ı saba, gelir buların... * * *
Bitmiş üstünde çemen, laleler ;
Eder binbir tuyur ahi naleler,
Kuzular, yavrular ağlayup gezer
Dikildi sineme hançer muların..
* »*
Dizari biçare geçer yolundan,
Letafetin aldı sağ ve solundan,
Kesme muhabbeti aşık kulundan,
Çağlar sular gibi savtı Huların...
Koşmada geçen bazı sözcüklerin anlamlan:
Ab-ı hayat = İçince ölümsüz yapan su, Hayme= Çadır, Bad-ı saba= Sabah rüzgarı,
Bu veya Buy= Koku, Tuyur = Kuşlar, Mu= Kıl (Burada kirpik anlamında), Savt= Ses,
sada.Hu= Allah
b) bu kez sevgilisine seslenen bir koşmasını okuyalım:
KOŞMA
Bir melek simadır hayran eyledi,
Bilmem ki o mihr-i taban mısın sen ?..
Gönül her dilbere seyran eyledi,
Mısır içinde esir Kenan mısın sen ?..
Kurudu gonceler, bozuldu bağlar,
Eski purhunumuz durmayup çağlar.
Visalin ru'yeti sinemi dağlar,
Göremem afet-i devran mısın sen ?...
***
Dizari aşıktır ruhsar-ı yare....
Gönül ! kamil isen çekil kenara,
Niyazım geçmiyor sen sitemkara,
Süleyman-ı vakit, hakan mısın sen ?..
c) Dizari aşağıdaki koşmasında, talihine, eşe dosta, yarine, kısası her şeye küsmüş, gü-
cenmiş, gönlü parçalanmış, kötümser bir hava içinde, ruhundaki eziklikleri anlatıyor.
KOŞMA
"Ne tuğyanı elem ne pihi mihnet,
( ) Vücudum çaki çak etti.
Cemedip leşkerin çektiler gayret,
Büsbütün dünyayı lezzenak etti.
***
Zar-ı zar ağladı bu dili şeyda,
Yıkıldı gönlümün tahtı serapa,
Kimseye kabahat bulamam, haşa;
Beni Bi-mürüwet dost helak etti.
* **
DİZARİ, çok etti dosta ricayı,
Dinlemedi dilber, ahi ferayı;
Pazara çıkarıp derdi belayı,
Benimle daima iştirak etti."

Koşmalarda geçen bazı yabancı sözcüklerin anlamı:


Mihr= Güneş, Taban = Parlak, Eski purhun= Kan dolu göz yaşı, Visal = Kavuşma,
Ru'yet= Görme, Afeti Devran = Aşkına düşülen vefasız güzel, Ruhsar= Yanak, Tuğ-
yan = Taşma veya taşkınlık, Rih= Ağrı, sızı, Çak= Yarık, yarmak, parçalamak, Leş-
ker= Asker, Lezzenak = Titreyen.
Elde kalan birkaç koşma ve destanı ile de olsa Aşık Dizari hakkında şöyle bir yargı-
ya varılabilir:
O, herşeyden önce doğru ve açık sözlü, temiz özlüdür. Alçak gönüllüdür. Her türlü
kötülüğün, üstünlük taslamanın karşısındadır. Rind ve meşreptir. Geniş bir hoşgörüye
sahiptir. Halkla birlik olmayı sever. Türçü ve Türkçe'cidir. Arapça sözcükler ve tamam-
lamalar zinciriyle yazıp söylemenin üstün edebiyat kültürüne sahip olmak anlamına ka-
bul edildiği, toplumda bu ölçüye göre kişiye değer biçildiği bir çağda o, hem arı bir
Türkçe ile başarılı şiirler söylemiş, hem de:
"Arapça kitaplarla dükkanlar doldu
Bu yüzden Türkçe'ye rağbet mi kaldı ?"
diyerek zamanın Arapça kullanan aydınlarından yakınmıştır. Oğlu Şükrü Beyle ilgi
kurarak Aşık Dizari hakkında daha çok bilgi toplamak istedim. Bu amaçla yaşadığı ve
yaşaması olanağı bulunan mahallelerde soruşturmalar yaptım. Hatta nüfus kütüklerini
baştan sona taradım. Fakat ne yazık ki, bir ipucu elde edemedim. Yine de bu hususta
çabalarımı sürdüreceğim. İnşaallah olumlu sonuca ulaşırım.
Bazı sözcükler: Zar= Sesli ağlama, Dil= Gönül, Şeyda = Çılgın, bi-Mürüvvet = İnsa-
niyetsiz, Feza= Ağlama.
ŞAFAKZADE HAFIZ MUSTAFA
(HATTAT, HATİP ve ŞAİR)
Isparta Merkez ilçesinden ve Şafakzade sülalesindendir. Halk arasında (Şafakzade
Bektaşi Hacı Hafız Mustafa) diye anılmış ve tanınmıştır. Nüfus kütüğünde kendisi ile il-
gili şu kayıtlara rastlanmaktadır.
Adı: Şafakzade Hafız Ömer,
Annesi: Ayşe Hanım,
Eşi: Esma Hanım;
Oğlu: Mehmet Hafız Hilmi;
Torunları: Mustafa Nazım Erten ve Hasan Kazım Erten'dir.
Doğum Tarihi: Rumi 1263 (Miladi 1847), ölümü ise Rumi 14 Mayıs 1334 (Miladi
1918)
Kanımca Bektaşi diye anılması sözde yani yakıştırma olmasa gerektir. Bu görüşü kuv-
vetlendiren bir neden de ayrıca (Esseyyid) lakabını da taşımasıdır. Bilindiği gibi Hazreti
Hüseyin soyundan gelenlere (Seyyid) denir ve Seyyidlerden çoğu Bektaşi'dirler. Nete-
kim Senikent'in Uluğbey kasababındaki türbede yatan Veli Sultan veya Veli Baba bir
Seyyit ve bir Bektaşidir. Onun torunlarından olan ve biyografisi ayrıca verilen Abdülha-
mit II'nin huzur hocası, Bayezit Camisi dersiamlarından, ünlü din bilgini Mehmet Taki-
yuddin Efendi de bir Seyyit aynı zamanda bir Bektaşi'dir.
Yine lakaplarından Kur'anı Kerim'i Hıfz ettiği, Hicaz'a gittiği anlaşılmaktadır. Ayrı-
ca, gerek aşağıda belirtilecek görevleri yapmayı, gerekse değerli şiirler yazmış bulunma-
sı, kendisinin zamanına göre iyi bir öğrenim gördüğünü, toplumun sevgi ve saygısını ka-
zanacak derecede bilgi ve görgüye sahip bulunduğunu; zeki, dini ve edebi kültürü geniş,
Nesir ve Şiir yazmada yetenekli, hatip bir kişi olduğunu kanıtlar. Ne yazıkki kendisi hak-
kında yeterli bilgi verebilecek bir yakınını bulamadım. Fakat az da olsa elimdeki bilgile-
rin kayıp olup gitmesine gönlüm razı olmadı. Bu nedenle az çok onları aktarıyorum. İle-
nde inşaallah daha geniş (belge ve bilgili) bir biyografisini hazırlayan çıkar. O söyleni-
len özelliklerinin ötesinde değerli bir hattattır.
Bu hususta (Hattatlığı hususunda) dört belge verilebilir.
Birincisi: Tümü kendinin elyazısı olan ve Halil Hamit Paşa Kitaplığında, kitap demir-
başında 2182 sayıda kayıtlı, yazma kitaplar demirbaş defteridir. Bu defter 16 Şaban
1324 Hicri (Rumi 21 Eylül 1322'de ve Miladi 1906'da) tarihinde, sözü geçen kütüphane-
deki (2183) sayılı defterden aynen kopye edilmiştir. En sonunda "Isparta Halil Hamit
Paşa Vakfı'nın Mütevelli Vekili ve Nazırı" ibaresi, imza yerinde bulunmaktadır. Bu mü-
hürde "Şafakzade Mustafa Tevfik" yazılıdır.
İkincisi: Yine Halil Hamit Paşa Kütüphanesi'nde yazma eserler bölümünde (2183) sa-
yı ile kitap demirbaşında kayıtlı demirbaş defteridir. Bu defter kaba, kalın kağıttan ya-
pılmıştır. Kütüphane'nin kuruluş tarihinde düzenlenmiştir. Yazma eserlerin sınıflandırıl-
mış fihristi ile bütün yazma eserlerin adı, konusu, yazarı v.b. özellikleri demirbaş numa-
ralarıyla yazılmıştır. Yazıda kırmızı mürekkep ve iri harf kullanılmıştır. Aşağıdaki belge
1304 Hicri (1887 Miladi)'de Mutevelliliğin dolayısı ile bu arada Kütüphane'nin Şafakza-
de Hafız Mustafa'ya verilmesi sırasında adı geçen tarafından defterin ikinci fihrist ve bi-
rinci kayıt sayfasına nefis yazı ile yazılmış bir devir teslim tutanağıdır. Yine bu defterin
otuzüçüncü sayfasında ilk kayıtlar (yani Halil Hamit Paşa'nın 1783 tarihinde verdiği ki-
tapların kaydı) bitmiştir. Otuzdört ve otuzbeşinci sayfalara ise sonradan bağışlanan ki-
taplar eski usule göre Şafakzade Mustafa tarafından geçirilmişlerdir. Dolayısıyla bunlar
onun hattatlığı hakkında bir fikir vermektedirler. Devir teslim tutanağını aynen aşağı-
ya aktarıyorum:
"Isparta Kasabası'nın Çelebiler Mahallesinde vaki ashab-ı hayrattan banii evvel Hacı
Abdi merhumun bina ve inşa ettiği camii şerifinde hatip olunanlara şurut olmak üzere
banii sani sadr esbak Halil Hamit Paşa Hazretlerinin tevsi, vakf ve muceddeten Kütüp-
hanesi ve vakfına müteallik umur-u hususuna nazır tayin ve şart kıldığı ve muteselsilen
ber at tavzih olunarak binüçyüz dört senesi hatibi bulunan Şafakzade Mustafa Tevfik
Efendi üzerine nezaret ciheti tevcih olunup Kütüphanesinde mevcut olan kutubun tada-
dı içun mumaileyh istida vererek, istidası üzerine mutasarrıf ve naip ve Müftü ve ulema
ve maarif azaları vesair zevatın vakfeylediği kutubu mutenevvieyi tadad ederek beşyüz
seksen iki cilt tadad olundukta, kutubu mutenevvie hafız-ı kutub saniden devr olunduk-
ta, yine mumaileyh Şakir Efendi'ye asıl defterle mezkur kutup teslim olunarak buraya
şerh verildi.
11 Rabiulahir 1304 (Miladi 1887)'dir.
Mühür
Şafakzade Mustafa Tevfik
İsparta'da kain (bulunan, varolan) Halil Hamit Paşa merhumun ihgerdesi olan kutu-
bu mutehevvieden, Hafız-ı kutub Sani bulunan Şakirzade Şakir Efendi tarafından bin
üçyüz dört senesi mah-ı Rabiulahirin onbirinci günü devr alınan defterdir.
Mühür
Şafakzade Mustafa Tevfik
Yukarıki tutanak Şafakzade Mustafa'nın hem hattatlığı hem de yaşamı bakımından
küçük bir belge olduğu için aktarılması uygun görüldü.
Üçüncüsü: Şafakzade elyazması kitapların birçoğunun cildi izleyen kap mahiyetinde-
ki ilk sayfasına elyazısı ile bazı açıklamalar yazmıştır. Bunlardan her biri onun hattatlık-
taki ustalığı hakkında yeterli bir belge gibi kabul olunabilir. Halil Hamit Paşa Kütüpha-
nesi'nde elyazması kitaplar bölümünde 2182 ve 2183 kitap demirbaş defteri Şafakzade'-
nin değerli bir Hafızı Kutup (Kitaplık Memuru) olduğunun da tanığıdırlar. Allah kendi-
sinden razı olsun...
Belgede geçen bazı kelimelerin anlamlan:
Ashab-ı hayrat = Hayır sahipleri, Banii evvel = İlk yapan, ilk kuran, Banii sani= İkin-
ci kez yapan veya kuran, Sadr esbah = Eski başbakan, Tevsi = Genişletme, Nazır = Bakı-
cı, yönetici, bakan, Nezaret echeti tevcih = Bakma ve yönetme görevi verilmesi, Ta-
dad = Sayma, sayım, Kutub = Kitaplar, Mutasarrıf = Sancak beyi, Vali, Naib= Kadı,
Ulema = Bilginler, Tecemmu = Toplanım Mütenevvi = Çeşitli, Hafızı Kutup = Kitaplık-
tan sorumlu memur.
Dördüncü belge: Bu belge, bugün için elimizde bulunan ve Şafakzade'nin edebi gücü-
nü, kültürünü, hattatlık sanatındaki üstün yetenek ve ustalığını sergileyen; kanımca bu
alanlarda kendisinin durumu hakkında bir yargıya varabilmemiz için tek, fakat yeterli
belgedir.
Sözü edilen belge, halen levha halinde Isparta Halil Hamit Paşa Kütüphanesi'nin
ikinci katındaki okuyucu salonunda, Müdür odasının yanındaki duvarın batıya bakan yü-
zünde asılıdır. Kütüphane eşya demirbaşında (134) numarada kayıtlıdır. Yazı bölümü
36x52 cm. boyutunda bir dikdörtgen içine alınmıştır. Çok nefis bir hat sanatı örneğidir.
Seyrine doyum olmayacak kadar güzeldir.
Hacı Abdi Ağa Camii'nin ikinci kurucusu Halil Hamit Paşa'nın Vakfiyesindeki koşu-
la göre, bu caminin hatibi kim olursa o, aynı zamanda camii ile ilgili vakfiyede yazılı iş-
lerin yürütülmesinden sorumludur (Vakıf mütevellisi ve nazırı).
İşte Şafakzade bu camiin hatibi, dolayısıyla vakıf mütevellisi iken Halil Hamit Paşa'-
nın yaptırdığı bina büsbütün harabe haline gelir ve 1891 yılında esaslı bir onarım göre-
rek ibadete açılır. Bundan duygulanan Şafakzade aşağıda tam metnini vereceğimiz bir
yandan caminin tarihsel öyküsünü, öbür yandan hayır sahiplerine övgüsünü dile getiren
şiirini yazar (Buna bir Türk kasidesi diyebiliriz). Ancak şiir pek çok Arapça, Farsça keli-
melerle dolu olduğu için, özet halinde bir taslağını önceden vermeyi uygun buldum. Şöy-
le ki:
"Caminin 1554 yılında Hacı Abdi Ağa tarafından bir hayır olarak ilk kez yaptırdığı ;
1137 Hicri (1725 Miladi) yılında içinde ibadet edilemeyecek hale geldiğinden esaslı bir
onarım gördüğü belirtilmektedir. Ayrıca (58) elli sekiz yıl geçince onarılmıyacak durum-
da çöktüğünden 1781'de sadrazam olan Isparta'lı Halil Hamit Paşa tarafından 1783'te
yeniden minaresiyle birlikte yaptırıldığı; 1307 Hicri, 1891 Miladi yılında, İkinci Abdülha-
mit döneminde yine işe yaramaz duruma düştüğünden Isparta Mutasarrıfının (Sancak
Beyi'nin) önderliğinde ve Hacı Remzi Efendi'nin başkanlığındaki kurulca, Isparta ileri
gelenlerinin esnafının, görevlilerin, tüm halkın her türlü yardımlarıyla bir kez daha ona-
rıldığı, böylece ibadete açıldığı, bu uğurda malca ve bedence harcamada bulunanların
iki dünyada da Allah tarafından mutlu kılınacakları; bu yazıyı yazanın Hacı Abdi Ağa
Camii hatibi Allah'ın Fakir Kulu Şafakzade Mustafa Tevfik olduğu" belirtiliyor.
1967 yılı Kasım ayında Halil Hamit Paşa Kütüphanesi'nde ilk müdür olarak atandı-
ğımda, kütüphane İplikçi Camisi'nin zemin katında, batı kısmı dar, rutubetli bir yerde
bulunmakta idi. Bu arada olanaklar oranında, daha iyi bir ortam hazırlamak için kütüp-
hanede yeni düzenlemelere başladım. Dolayısıyla kütüphaneyi baştan sona elden geçir-
dim. İşte bu sırada işe yaramaz diye ayrılmış dergi parçalarının altında, yarı çürümüş ve
ıslak denecek derecede nemli bir durumda Şafakzade'nin belgesine rastladım. Ziyade-
siyle sevindim. Böyle bir tesadüften dolayı son derece mutluluk duydum ve duymakta-
yım.
Şimdi Şafakzade'nin bir şiirini hiçbir değişiklik yapmadan aynen aktarıyorum:
"Bu camii şerifin banisi Merhum Hacı Abdi,
Dokuz yüz yetmişe erdikte Sal tarihe ol agah
Rızaullah için sarfetti ol zat ayteb-i malin
Kadu ali eser yaptı ibadethane-i lillah
Huda Hayratı Hasan ihsan ede ashab hayrata
Vere hem mak'ad-ı sıdka eşirmekçun onana bir Rah
Tecelli-i ilahiye ve mümkünola tab-aver
Eritti haşyet-u Ravf-i musallın eyleyince ah.
İkinci merrede bin yüz otuz yedi senesinde
Haraba meyledup muhtaç-ı tamir oldu bu nagah
Üçüncü defa bin yüz dahi doksan yedi şalinde,
Yine tamir edup bir zat-ı ali hasbeten lillah,
kim odur sadrı esbak sol Halil Hamit Paşa merhum
Mükemmel suretiyle eyledi tamir ol ali cah
Kütüphane yapıp hayli kukub vakfeyle hem de,
Dıraz ter bir minare yaptı kaldı gayriler Kutah
Sene bin ikiyüz kırk dokuz içre cuz'i bir tamir.
Kılıp bir ehli hayr himmet ede hak rahmeti iyyah
Nihayet bu mabet bir harabe müsrif oldu kim
Hemen az kaldı ki mahv-u tebah ola maazallah
Zamanı devletinde Hazreti Abdülhamit Hanın
Tariki Hakka Salik oldu ümmet kalmadı gumrah
Mesacitle medarvis hem mekatip tekye yok viran
Camiin kıldı abad lutfile ihsan-ı şehnişah
Bu belde naibi olmuştu bilfiil ergiri ta?mas
Hacı Remzi eyledi guşiş levcehillah
Suru etti harap imarına hayrata dal oldu
Rızayı bari içun etti ikdam fi sebüullah
Bu asarı celile ol muvaffak oldu varolsun
Umur-u hayr için abde muvaffak illallah
Eğer ol sahibi himmet bu rütbe etmese gayret
Kalırdı Natamam mabet, ederdi gece gündüz ah
Elde hak sayini meşkur, harabı eyledi mamur
Anı dareynde mesrur buyursun Hazreti Allah
Umum eşraf-u esnaf, hem vezaif ehli bilcümle
İane etli herkes az-u çok ber mucibi dilhah
Bulur mizanda yarın anı kuhu Kaftan eşkal
Bugün kim eder ihsan habbe, böyle hayr için lillah
Çu hak miskal-u zerre hayr erin eylemez zayi
Mukaddes ruhu anın Rahmetle yadolur her gah
Bu bamet daim oldukça, musalli kaim oldukça,
Mudam Leyl-u Nehar devreyledikçe her sene, her mah
Budur vaadi ilahi kim eder imarı beytullah
Bunun ihyası ile mu'minin kesbi hayat etti,
Hem Allah oldu hoşnut, şaduman Ruhu Resulullah
Bu belde-i has ile ami, buna eski yeni cami
Edup tesmiye bu namı oku adın de bismillah
Bin üçyüz tam otuz dokuz Hicriyya, Rumiye yedisinde,
Tamam oldu bunun tamiri ve tezyini bihamdulillah
Bu hattın sahibi hattat, hatibi camii ziba,
Kim Namı Mustafa Tevfik Şafakzade Fakirullah"
Bazı sözcüklerin anlamı:
Bani= Yapan, yaptıran- Sal= Yıl- Agah= Bilen- Atyeb = En güzel (Burada en değerli)- Ali= Yüksek-
Lillah= Allah rızası içinAshabı hayrat = Hayır sahipleri- Mak'ad-ı sıdk = Doğruluk makamı- Rah= Yol-
Tab-aver= Kudreti yeten- Dıraz= UzunKulah= Kısa- Musallin= Namaz kılanlar- Cah= Yer, makam.
Müsrif = Dönen, bakan- Tebah= Mahvolma, yokolma- Tarik = Yol- Şalik= Bir yola bağlı- Gumrah =
Bol- Mesacit= MescitlerMedaris= Medreseler; Mekatip = Okullar- Cemiin= Topu hepsi- Abad= Bayın-
dır- Naib= Mutasarrıf- Şuru= BaşlamaDal= Öncü- İkdam = İşe ayak diremek- Say= Çalışma- Dareyn =
Dünya ve ahirel- Dilhah = Gönül isteğiyi- Musalli = Beş vakit namaz kılanBeytullah = Allah'ın evi (Cami)-
Kuh = Dağ- Eşkal = Daha ağır.
Bcldi-i has= Memleketin seçkin kişileri- A m = Halk- Tesmiye = Ad vermek- Tezyin = Süsleme- Zuba =
Güzel- İhya= Yeniden yaşam vermeKeb= Kazanma.

Şafakzade hakkındaki bilgileri özetlersek:


Gerek Hacı Abdi Ağa Camii'nin bir tür tarihçesi demek olan şiirinden gerekse ilgili
öbür açıklamalardan anlaşılacağı üzere, Şafakzade Hafız Mustafa gerçekten geniş kül-
türlü, şair ruhlu bir kimsedir. Dini anlamda bir hatip olduğu kadar, genel anlamda da
yetenekli bir hatiptir, ayrıca tüm Osmanlı döneminde çok önemli bir güzel sanat dalı sa-
yılan ve bugün yalnız Güzel sanatlar Akademiler'inde özel bir branş halinde yürütülen
hattatlık sanatında genel beğeni toplayabilecek derecede üstün bir değerdir. Böyle bir
ruh ve bilgi düzeyine ulaşmış sanatçının elbette birçok şiir ve yazı sanatı eseri \bulun-
ması gerekir. Yazık ki bugün için benim elde edebildiklerim bunlardır. Gönül diler ki
öbürleri yitmeden, değerini bilecek bir kişinin eline geçsin.
Öbür yandan Şafakzade; verdiği emek, harcadığı dikkat ve yaptığı düzgün kayıtlarla,
Halil Hamit Paşa Kitaplığındaki birçoğu dünya çapında paha biçilmez birer değer olan
elyazması kitapların, zarar görmeden günümüze kadar ulaşabilmelerinde önemli rol oy-
namıştır. Dolayısıyla o, aynı zamanda iyi bir kütüphanecidir.
Burada kendisinin manevi huzurunda saygı ile eğiliyor, hemşehrilerim adına Rahmet
ve mağfiret diliyorum.

VELİ BABA veya VELİ SULTAN


Senirkent ilçemizin pek yakınında, şirin ve çok aydın yetiştirmiş ve halen yetiştirmek-
te bulunan Uluğbey diye bir kasabası vardır. Uluğbey'in tarihte rastlanan adları (İtkara,
Uluköy, İlegup)'tur. kasabaya uğrayanlar, Senirkent'te bile görülemeyen bir anıtla karşı-
laşarak adeta şaşarlar. Veli Baba Türbesi ve bir camidir bu... Her ne kadar Veli Baba
ismiyle anılıyor ise de bu türbe, aslında Veli Baba tarafından, Anadolu Beylerbeyi Mur-
taza Zor Paşa'ya ceddinin mezarları üzerine (1602) yılında yaptırılmıştır. Ölünce, kendi-
si de buraya gömülmüştür. Türbede güneyden kuzeye doğru yatan sülale ileri gelenleri
şu kimselerdir: ( Hasan Gazi, Hüseyin Gazi Paşa, Veli Baba'nın anası Hatice, Veli Ba-
ba, Veli Baha'nın eşi Fatıma, Veliyuddin Gazi, Mustafa Gazi, Ali Müfret ve Gulbaba'-
nın Makamı.
Veli Baba sülalesi, Abbasiler döneminde Irak'tan gelip ilk kez Malatya'da yerleşmiş-
tir. Abbasiler, bu sülalenin büyüklerine, zaman zaman Anadolu'nun bazı bölümlerine,
bu arada Uluborlu ve çevresine akınlar yaptırmışlardır.
Anadolu Selçukluları da Uluborlu ve çevresinin kendi egemenliklerine geçmesine ka-
dar aynı sülaleden savaşlarda çok yararlanmışlardır. Böylece yörenin fethinde birçok şe-
hit veren sülale, sonunda Uluköy (Uluğbey)'den bir daha ayrılmamak üzere yurt tutmuş-
tur. Sülale ile ilgili bir kitap Veli Baba'nın ölümünden (1637'den) önce yerleştikleri böl-
ge halkının kolayca yararlanabilmeleri için, dolayısıyla kültürlerini yayıp onlarla kolayca
kaynaşabilmeleri amacıyla yine Veli Baba tarafından Arapça'dan Türkçe'ye çevrilmiş-
tir. Hem de bugünkü halk dili kadar sade bir dil kullanarak...
Biyografisi ayrıca çok geniş bir şekilde verilen Veli Baba torunlarından ünlü bilgin
Mehmet Takiyuddin Efendi 1313 Hicri (1896 Miladi) yılında kitabın bir kopyasını kendi
el yazısı ile hazırlamıştır. Bu kitap Veli Baba ve sülalesini değerlendirebilmek için eli-
mizde bulunan tek kaynaktır.
Menakıp Kitabın cilt kapağını izleyen ilk yaprağın birinci sayfasının üst kısmında,
çevresi önce dikdörtgen içine alınmış sonra iki tarafı tezhiple süslenmiş, alt ve dış bölü-
müne renkli "Maşallah" yazılmış (8,2 cm )çapındaki bir dairenin içine şunlar gayet nefis
bir yazı ile yerleştirilmiştir:
"Sadat-ı Aleviyye-i Hüseyniyyeden Veli Baba Hazretlerinin Lisanı Fesahat Resan
Arabiden Lisanı Türkiye tercüme buyurduğu ve evrad-ı usbuiyelerini ve mücmelen şece-
relerini müştemil Kasaidlerini ve evladu evladehu ilaveyi havi olmak üzere bir menakı-
bı alidir.
Sene: 1313"
denilmektedir. Bugünkü Türkçe'ye çevirirsek ana hatları ile şöyle söylenebilir:
"Hazreti Ali - Hazreti Hüseyin soyundan, yani seyyitlerden olan Veli Baba Hazretle-
rinin açık ve güzel konuşmaya pek elverişli Arap dilinden, Türk diline çevirdikleri, haf-
talık dualarıyla kısaca soy ağaçlarını (Hazreti Hüseyin'den kendisine kadar gelen kimse-
lerin kronolojik çizelgesini), Kasidelerini (Burada dinsel övgü şiirlerini) ve. evlattan
evlada eklenen yaşam öykülerini kapsayan erdemlilik ve kahramanlıkla ilgili olayları ko-
nu alan üstün değerli bir eserdir."
Bu kısım 1896 yılında Mehmet Takiyuddin Efendi tarafından kitap aslına eklenen
tek parçadır. Buradan kitabın hangi konulan kapsayacağı rahatlıkla anlaşılmaktadır. Fa-
kat bu hususu kısaca özetlemekte yarar vardır sanırım. Şöyle ki katip:
"Adem'le Havva, Habil Kabil, bütün Peygamberler, sonunda Hazreti Muhammet ve
bunlar zamanında geçen çeşitli olaylardan söz etmektedir. Hazreti Ali, Hazreti Fatıma,
Hazreti Hasan ve Hüseyin çok geniş bir şekilde anlatılmaktadır.
Ardından on iki imama geçilmekte ve nihayet söz Veli Baba sülalesine dayanmakta-
dır. Bu arada imamlar ve Veli Baba'ya kadar (Veli Baba dahil) geçen olaylar; çeşitli sa-
vaşlar, savaşlarda gösterilen kahramanlıklar; din ulularının kerametleri sade, tatlı ve
akıcı bir dil ile anlatılmaktadır. Aynı zamanda anlatılanlar ayet ve hadislerle bağlantı
kurularak değerlendirilmektedir. Ayrıca Allah ve Peygamberi övücü şiirler de yer al-
maktadır. Bunlar, yani şiirler (Kasideler), tamamen Türkçe bir dille kaleme alınmadığı-
na, kitabın baş ve sonundaki kitapla ilgili yazılarda belirtildiğine göre Veli Baba'nın
kendisine aittirler."
Şimdi de kitabın sonundaki açıklamayı aynen aktarıyorum:
"Bu menakıb-ı aliyeyi Lisanı Arabiden Lisanı Türkiye tercüme ettiğimin sebebi bu-
dur ki Türk deyu Tatar, (iki kelime okunamadı) ahalisine tabir olunur ki onlara Türk
denur ve lisanları Çağatay lisanıdır ki, asıl lisan Türk Çağatay lisanıdır. Türklerin şimdi
tekellüm ettikleri lisan taife-i Tatarın lisanıdır. Fakat bu menakıbin sahibi ceddim sa-
dat-ı Kiramdan Seyyit Veliyeddin Gazi vesair ecdatlarımız abaen ceddin Arab iken Mu-
kadderatı ilahiyye diyarı Türke gelinup, Türkler ile mukaleme ede ede Arabi lisanını
Türk lisanına miez cedüp git gide Arabinisyan ile Türk yanı Çağatay lisanını istimal et-
mekte olduklarından ve bu Çağatay lisanını dahi Türkler Arab ve Acem lisanlarına mez-
cetmişler olmağla bunun gibi Arabiyyulibare kitaplarda bir Faide görülemeyub metruk
hükmünde kalmağla Lisanı Türkiye Kasaitleriyle evrad-ı usbuiyelerinden maidasın meh-
ma emken tercüme ettim.
"Ehlu erbabından kusurumun affını bederrica okuyup dinleyenler menakıb sahipleri-
ne ve Fakirin Ruhuna üç İhlas bir Fatiha ihda buyuralar. Temmelkitap"
Kitabı kopya eden ve biyografi konumuz olan Sultan'ın babası Veli Dede Preveze Sa-
vaşı'na katılmış ve sonra Cezayir'de şehit düşerek oraya gömülmüştür. Kendisine ait ol-
duğu kabul edilen (gürz) türbede saklanmaktadır. Menakıb içinde Veli Baba'nın yedi
göbek yukarı büyükdedeleri Hasan Gazi ve Hüseyin Gazi Paşalar'ın (1071) Selçuklu akı-
nından sonra Uluğbey'e geldikleri yazılıdır. Adı geçenler Eğirdir, Uluborlu ve İsparta'-
nın Fetihlerinde yararlılık gösterip şehit düşmüşlerdir. Daha sonra Malatya'da bulunan
evlatları Uluğbey'e gelip yerleşmişlerdir. Kendilerine çevrede Timar Beyliği verilmiş ve
onlar da çeşitli savaşlara katılmışlardır. Veli Baba da atalarının görevini yürütmüştür.
Ancak 1057 Hicri (1647 veya 1648 Miladi) de Celaliler döneminin ünlü eşkiyası Kara
Haydar Oğlu tarafından kendisi ve ailesinden birçok kişi bir baskın ile şehit edilmiştir.
Naima Tarihi'nin 4'üncü cildinin, binyediyüz yetmiş dokuzuncu sayfasında olay şöyle an-
latılmaktadır:
"Haydaroğlu Mehmet'in Anadolu'da başkaldırması: birkaç seneden beri Anadolu Vi-
layeti'nde gezip, yolcuları soyup, kervanları bozan Harami Kara Haydar adındaki Şaki,
bu sıralarda Hamideli kasabalarından Uluborlu'da meşhur Veli Baba Tekkesi'ne varub,
yatarken bazı kimseler adı geçen Kara Haydar'ı öldürdüler. Bunun üzerine oğlu Meh-
met adındaki Şaki, bir gece intikam için Veli Baba Tekkesi'ni bastı. Bütün ev halkını,
hısım ve akrabayı, hepsini katletti ve yanma birkaç eşkiya toplayup babasından fazla
fesadın en yüksek yerine çıkıp, Söğüt dağına çıktı (Başkaldırdı)."
Veli Baba'nın Kişiliği:
Veli Baba da herşeyden önce ataları gibi bir tımar sahibi olarak devlete ve millete
hizmet etmiştir.
Edebi ve ilmi yönüne gelince: Değerli bir mutasavvıf olan bu zatın bir iki belgeden
başka bugüne kadar ulaşabilmiş bir eserine yazık ki sahip değiliz. Ancak bu kadar azı
bile kendisinin iyi bir öğrenim gördüğünü, yetenekli olduğunu, şiir yazabildiğim, geniş
kültürlülüğünü ispatlamaya yeter hatta artar sanırım.
Bunlardan birincisi: Atalarının mezarları üzerine Anadolu Beylerbeyi Mustafa Zor
Paşa'ya yaptırdığı türbeye yapım yılını belirtmek ve adı geçen paşaya duyduğu şükranı
ölümsüzleştirmek için kaleme aldığı üç beyitlik şiirdir. Bu üç beyit bir mermer levha
üzerine hazırlanarak 30x40 cm.boyutlarında bir kitabe haline konulmuş ve Veli Baba
Türbesi'nin iç kapısının üst kısmına yerleştirilmiştir. Yalnız bu kapının üstünde iki kita-
be (yazıt) vardır. Sözünü ettiğimiz Veli Baba'ya ait olanı üstte bulunanıdır.
Üç beyitlik şiirin altında: (Ketebu'l Fakıyı Hüseyin Veli yani bunu yazan Fakir Hüse-
yin Veli'dir) denilmektedir. Bu da şairin imzası anlamına gelir. Aslında Hüseyin Veli
Baba'nın adı, Veli ise babasının adıdır. Burada Veli bir soyadı veya Mahlas olarak kul-
lanılmıştır. Kitabe şöyledir:
"Bende-i dergahı ali ?azzet-i Paşayi zor,
Niyyeti halisle yapdırup Lillah için,
Aslı çerkez murteza, namı sehada hatemi,
Misli bulunmaz (iki kelime okunamadı) Beytullah içun
Hamdadup anın içun didi ilmi tarih
Türbe bunyad eyledi Kutb-u Veliyullah içun"
Ketebetul Fakıyı Hüseyin Veli
İkinci Belge: yukarıda bir nedenle açıklandığı üzere Veli Baba dinsel öykülerle soy
şeceresini (soy ağacını), aynı zamanda atalarıyla ilgili menkıbeleri, (Zeynelabidin, Veliy-
yeddin Gazi ve daha birçoklarına ait) hadiseleri kapsayan bir kitabı Arapça'dan Türk-
çe'ye çevirmiştir. Bu çapta önemli bir işi başarabilecek kimsenin ilim ve kültürce yük-
sek bir düzeyde bulunması zorunludur.
Üçüncü Belge: Adı geçen kitabın sonunda, kitabı kopya eden bilgin Mehmet Taki-
yüddin Efendi'nin iki kasidesinden önce, dörtyüz doksanaltı ile beşyüzüncü sayfalar ara-
sında (Hazihi kasidem tevessuliyete likutbularifin Hazreti Seyyit Baba Kaddese sırrehu
Külli Şey'in) ibaresi altında Veli Baba'nın (85) seksenbeş beyitlik bir kasidesi;
Bundan başka, aynı kitabın dörtyüz onüç ve dörtyüz onyedinci sayfaları içinde (84)
seksendört beyitlik ikinci bir kasidesi yer almaktadır. Belirtilen kasideler onun Arapça
manzum yazabilecek güçte bu dile egemen, hem de güçlü bir kaleme sahip bir şair oldu-
ğunu kanıtlar.
Çevirideki becerisi Türkçe ve Arapça'ya aynı derecede vakıf bulunduğunu ortaya ko-
yar.
Ayrıca çeviri yapılırken, sırası geldikçe konularla ilgili olarak, eski nazım şekillerin-
den biri ile, Türkçe manzum parçalar konulmuştur. Çevirilen eser Arapça olduğuna gö-
re bu manzumların Veli Baba tarafından yazılmış olması (kesin olmamakla birlikte) ge-
rekir. Böylece Veli Baba düz yazı (nesir) ve nazımda yetenekli ve usta bir kişidir. Bu hu-
sustaki örnekleri onun mutasavvıf yönünü açıklarken vereceğiz.
Mutasavvıf Veli Baba: Veli Baba bir ırmak halinde coşup çağlayarak uzun yıllar ta-
savvuf okyanusunun enginlerine akıp zerre zerre onunla karışmış, ondan ayrılamayacak
şekilde bir bütün haline gelmiştir. Netekim ömrünün önemli bir bölümünü bu uğurda
harcamıştır. Önce bütün mal varlığını ve gelirlerini Vakfa bağışlamış, böylece dünya-
dan el ve eteğini çekerek çilehaneye girmiş, çilehaneden sonraki yıllarını da ibadet ve
taatla geçirmiştir.
Onun yüreği, engin ve billurlardan daha arı Allah aşkıyla yanıp tutuşmaktadır. Bu aş-
kın benliğindeki yankılarını şöyle dile getirmektedir.
Kıt'a
"Aşık oldur kim cefa ta'nından ikrah etmeye,
Zerre zerre kılsalar azasını vak etmeye
kan içre sabreyleye her dem figan vah edup
Veli derd aşk yardan ağyarı agah etmeye"
Evet, Aşık cefa ile her organı zerre zerre parçalansa bile yine halinden ikrah etmeye-
cek her an yüreğinden kan gitse ağlayıp vah edip sabredecek fakat sevgilisine olan aş-
kından düşmanın haberdar olmasına meydan vermeyecektir.
Asıl olan (Kemali Mutlak, Cemali Mutlak)'tır. Dünyadaki bütün varlıklar. Allah'ın
(bir aynada bir cismin olduğu gibi) bir görüntüsüdür. Netekim;
"Varlığım Halik'ın Varlığına şahittir
Gayri burkan koy, var ise tekid ve zaiddir."
demektir. Yani benim (insanın) varlığım Tanrı'nın varlığının tanıdığıdır. Başka delil
varsa göster, gösterebileceklerin de bu yargıyı kuvvetlendirmekten başka birşey yapma-
yacaktır.
Bu bakımdan düşüncelerini şöyle sürdürmektedir.
"Ehli tasavvufun (Elhakku huvelhak) kelamlarından maksatları kesreti vahdette bul-
mak, vahdeti kesretle bulmakla Remzederler" ve buna ekler "ya Davut, Zuhur etmek
murat ettim. Mahlukat yüzünden zuhuru tammım Adem oldu" diye nakleder.
Sözü edilenlerden başka kitapta, insan ve evrenin Tanrı'dan çıkıp Tanrı'ya dönmesi
felsefesine göre geçen evreleri anlatan "devriyye" diye adlandırılan Türkçe bir tasavvuf
şiiri de vardır. Kanımca bu da Veli Babanındır.
Özetlersek: Veli Baba bir yönüyle dinin felsefesiyle uğraşmış bir mutasavvıftır. Öbür
yönüyle Arapça'nın makbul sayıldığı bir dönemde Türkçe'yi benimsemiş bir kişiliğe sa-
hiptir. Aynı zamanda Isparta ve çevresinin Anadolu Selçuklularının sınırlarına katılma-
sında, yani Türkleşmesinde şehitler veren bir sülalenin şerefli bir temsilcisidir. Bu ne-
denle gerek sülalesi gerekse kendisi her zaman rahmet ve şükranla anılmaya layıktır.
* Macaristan'da Budin şehrinde Türbesi bulunan Gülbaba'nın Uluğbey'li ve Veli Ba-
ba'nın amcası olduğu Menakıp kitabında yazılıdır.
Ecdad= Cedler, atalar anlamına gelir. Sonradan elle (ecdatlarımız) şeklinde yapılan
düzeltme yapmıştır; ecdadımız olması gerekir.
Bazı sözcüklerin anlamı: Menakıb= Erdemlik ve kahraanlık öyküleri- Ali= Yüksek-
Lisan= Dil- Tekellüm = KonuşmaTaife = Kavim, topluluk- Mezcetmek= Karıştırmak,
birbirine katmak- Abaen ceddin = Babadan dedeye- Nisyon = Unutmakİstinal= Kullan-
ma- İbare = Yazılı anlatımın birleşme şekli- Metruk = Terkedilmiş- Mehmaemken= El-
den geldiğince.
Zuhuri Danişment yayınları.
Not: Bazı kaynaklar Veli Baba'nın ölüm tarihini (1048 H.= 1638 Miladi) göstermiş-
lerse de Naima Tarihi'nin ki (1057 H.= 1647 Miladi)
(Temmelkitap= Kitap bitti demektir.)
HAFIZ BEY (İBRAHİM DEMİRALAY)
(Kurtuluş Savaşçısı Örnek Bir Din Adamı)
İbrahim Bey'i anlatmaya başlarken şu hususları belirtmeyi uygun buldum. Şöyle ki:
Kendi hakkında bilgi almak bakımından iki kez taahütlü mektupla oğlu Sayın Kemal
Demiralay'a başvurdum, ancak vevap alamadım. Yine aynı yıl (1980) Nisan ve Eylül ay-
larında onbeşer gün Ankara'da kaldığım sırada sık sık telefonla kendisini aradım. İşyeri-
ne uğradım. Ne yazık ki karşılaşmam mümkün olmadı. İşyerine bıraktığım yazıdan da
bir sonuç çıkmadı. Onun için en yaşlı yakını olarak tanıdığım Sayın Mehmet Demiralay
Bey'den aile hakkında aydınlatmalarını rica ettim. Ricamı kabul buyurdular. Gösterdik-
leri nezaketten dolayı kendilerine şükranlarımı sunarım.
Şimdi asıl konumuza dönelim.
Cumhuriyet döneminin ilk yıllarına kadar Türkiye'de bir şehir ve kasaba veya köyün
her bakımdan önde gelen ailelerinin erkeklerine "bey" denirdi. İşte zamanımızdan iki-
yüz yıl veya biraz fazla zaman önce Eğirdir'in güneyindeki "Yılanlı" köyünde, köye adla-
rını verdirmiş olan bir aile "Yılanlı Oğullan" yaşardı. Bu ailenin başı Hasan Bey'di. O
çevrede gerek mal varlığı ve gerekse insanlığı ile ün yapmış değerli bir zat idi. Hasan
Bey'in yaş sırasına göre Abdullah Bey, Tahir Bey adında iki oğlu ile Emetullah hanım
adında bir de kızı vardı. Abdullah ve Tahir Beyler günümüzden 140-150 yıl önce İspar-
ta'ya gelip yerleştiler. Her ikisi de özel öğrenim görmüş ve tarımla uğraşan kimselerdi.
Fakat toplum yararına yaptıkları birçok önemli işler dolayısıyla kısa zamanda halkın üs-
tün sevgi, saygı ve beğenisini kazandılar. Bu durumları saraya da yansıdı. Sözü edilen
nedenle Padişah tarafından, o zaman yüksek dereceli asker ve sivil kişilere verilen Paşa-
lık "Mirimiranlık" rütbesi ile ödüllendirildiler ve sülaleleri Abdullah Paşalar, Tahir Pa-
şalar diye tanındı. Bunlardan Tahir Paşa Gelendost'un en zengini olan ve Halkamsında
(İBİŞ İbrahim) diye anılan Hacı İbrahim Bey'in kızı Adile Hanım ile evlendi. Bu evlilik-
ten Hasan Bey, Süleyman Bey, Salih Bey ve İbrahim Bey olmak üzere dört oğlan çocu-
ğu dünyaya geldi. İşte biyografimize konu olan İbrahim Bey Tahir Paşa'nın son ve dör-
düncü oğludur.
İbrahim Bey 1299 Rumi, 1883 Miladi, yılında İsparta'da doğdu. İlköğrenimi sırasında,
küçük yaşta hafız oldu. Ardından Rüştiye'yi (Ortaokulu) bitirdi. Daha sonra zamanın
ileri derecedeki medrese öğrenimini görmek üzere İstanbul'a gönderildi.Medrese Öğre-
nimini tamamlayınca Fatih ders-i-amlarının yanında dinsel konularda daha uzmanlaş-
mak için çalıştı, yani bir süre asistanlık yaptı ve icazet (diploma) aldı. O da bir
ders-i-am oldu. Kurtuluş Savaşı başlamadan önce Fatih'te söylenilen görevi yürütüyor-
du. Belirtilen derecede yüksek bir hoca olduğu halde, ölünceye kadar hoca olarak değil,
hep "Hafız Bey" diye anıldı. Bu iki kelimelik lakap onun tanınmasına yeterdi. Hatta ço-
ğunluk kendisinin asıl adı olan İbrahim'i bilmezdi.
Gerek ders-i-amlık yapmasından, gerekse aşağıda vereceğimiz bilgilerden kendisinin
çok geniş kültürlü, hoş sohbet, ince zekalı, konuşma yeteneği kuvvetli, mahviyetkar deni-
lecek kadar alçak gönüllü, pek eli açık, konuksever, yardımsever bir kimse olduğu anla-
şılmaktadır. Eski deyimi ile dört başı mamur bir insan veya bir insanı Kamildir.
İbrahim Demiralay bir ara Isparta Rüştiyesi'nde Türkçe öğretmen vekilliği yapmıştır.
Bilindiği üzere bir öğretmenin değerini en iyi ölçen duyar terazisi onun öğrencisidir. Bu
nedenle biz de onun öğrenciliğini yapmış Rahmetli Milletvekilimiz Kemal Turan (Ü-
NAL) Bey'in ağzından dinleyelim :
"1910 yılının ilkbaharında sınıfımıza giren Türkçe öğretmen vekilinin bende bıraktığı
izlenim şudur: İtina ile dikilmiş siyah bir lata (yakasıyla kollan ceket biçiminde eski
uzun cübbe) içinde uzunca görünen bir boy, genç ve ince bir çehreyi saran kumral bir
sakal, zeka ve enerjinin gözlerine verdiği cevvaliyet, çalak (hızlı) hareketlerinde de var.
Kaşlarına yaklaşan muntazam beyaz sarığın çehresine verdiği ciddiyet olmasa, onu da-
ima taşkın bir neşe içinde göreceğiz."
"Türkçe öğretmen vekili bize daha çok Divan edebiyatından, maani ve beyan'dan
bahsediyordu. Medrese öğreniminin takviye etmiş (kuvvetlendirmiş) olduğu "fesahat'e
ait bilgilerini bize vermeye çok gayret ediyordu. Bu dersler arasında bize bazı şiirlerini
de okuduğunu sanıyorum. Ancak sonradan zevk ile çok dinlediğimiz ve Muallim Naci'yi
taklitle o zaman herkesin görmeyerek, hatta içine girmeyerek yazdığı "MEYHANE" ga-
zelini herhalde sınıfımızda okumuş olacaktır. Bununla Hafız Bey'in yalnız bir çeşit ga-
zel yazdığını söylemek istemiyoruz. Ün'ün geçen sayısında neşrettiğimiz bir kıt'ası (dört-
lüğü) vatani hisleri ifade eden şiirler de yazdığını gösterir. Konuşmalarında ve hareket-
lerinde daima Neş'eli olan ve bunu muhitine de, kendine de yaraşan bir incelikle veren
merhum, herhalde mizahi şiirler de yazmış olacaktır. Ancak bir kıt'asını şimdi hatırlaya-
bildiğimizden buraya ilave ediyoruz.
Büyük Harpte (Birinci Dünya Savaşı'nda) kendisinden manzum bir mektup ile ek-
mek isteyen bir arkadaşına verdiği şu cevap zerafeti ile hazır cevaplığının bir delilidir:
Karnın aç olsa da gönlün toktur,
Ehli irfana tese'ul yoktur.
Melcein bab-ı Sahavet olsun
Yoksa emcamı hayatın b...tur.."
Bu anıdan Hafız Bey'in giyiniş ve davranışlarında düzenli, zeki, bilgili, çeşitli dallar-
da güçlü şiir yazabilecek kıratta bir şair olduğu anlaşılmaktadır.
Kurtuluş Savaşçısı (Mücahid) Demiralay:
15 Mayıs 1919 tarihinde Yunanlılar İzmir'i işgale başladığında Hafız İbrahim Bey İs-
tanbul'da Fatih'e ders-i-amlık görevini yürütmekte idi. Varlıklı, nüfuslu bir aileden ol-
masına karşın gösterişsiz, sade ve çevreyle kaynaşmış bir yaşam sürdürüyordu. Bu du-
rumdan dolayı herkes ona "Hafız Efendi" diyordu. İşgali duyunca işini bıraktı. Elinden
gelen vatan borcunu yerine getirebilmek için İsparta'ya döndü. Her yerde olduğu gibi
memleketinde de uysallığı, tatlı konuşmaları, samimiliği, cömertliği, hayır severliği, kısa-
sı tam bir halk olması nedeni ile çok geniş bir sevgi, saygı ve güven atmosferi yaratabil-
miş kişiliğe sahip idi. İsparta'ya gelişinden sonra geçen çok kısa bir süre içinde, bir taraf-
tan Yunanlılar halka aklın almayacağı işkenceler yapıp, ırza, namusa tecavüz ederek
Anadolu'nun içlerine doğru, öbür yandan Antalya'ya asker çıkaran İtalyan'lar Burdur'a
doğru hızla ilerliyorlardı. Aynı felaketin yakın zamanda İsparta'nın da başına geleceği
kuşkusuzdu. Eli kolu bağlı miskince oturup "kader bu" diye gelecekleri beklemek hiç
bir vatansevere yakışmazdı. Hafız Bey de, milli duyguları şahlanan halkın kendisine
olan güvenine inanıp dayanarak eylemli harekete geçmenin zamanı geldiğine karar ver-
di. Bunun için İsparta'nın ileri gelenlerini toplayıp konuştu. Ayrıca halka da durumu
açıkladıktan sonra ilk olumlu adımı attı. 24 Haziran 1335 (Miladi 1919) tarihinde Kon-
ya'da bulunan İkinci Ordu Müfettişliği eliyle İstanbul'a Harbiye Nezareti'ne (Milli Sa-
vunma Bakanlığı'na) daha doğrusu Padişah hükümetine bir telgraf çekerek işgaller kar-
şısında Ispartalılar'ın incinen duygularını dile getirmiş ve halkın alçakça, miskince düş-
man çizmesi altında yaşamaktan ise çarpışarak şehit olmayı yeğ tuttuğunu belirtmiştir.
Kadir Mısırlıoğlu (Kurtuluş Savaşında Sarıklı Mücahitler) adlı kitabın (252) ikiyüz elli-
nedenle biz de onun öğrenciliğini yapmış Rahmetli Milletvekilimiz Kemal Turan (Ü-
NAL) Bey'in ağzından dinleyelim :
"1910 yılının ilkbaharında sınıfımıza giren Türkçe öğretmen vekilinin bende bıraktığı
izlenim şudur: İtina ile dikilmiş siyah bir lata (yakasıyla kollan ceket biçiminde eski
uzun cübbe) içinde uzunca görünen bir boy, genç ve ince bir çehreyi saran kumral bir
sakal, zeka ve enerjinin gözlerine verdiği cevvaliyet, çalak (hızlı) hareketlerinde de var.
Kaşlarına yaklaşan muntazam beyaz sarığın çehresine verdiği ciddiyet olmasa, onu da-
ima taşkın bir neşe içinde göreceğiz."
"Türkçe öğretmen vekili bize daha çok Divan edebiyatından, maani ve beyan'dan
bahsediyordu. Medrese öğreniminin takviye etmiş (kuvvetlendirmiş) olduğu "fesahat'"e
ait bilgilerini bize vermeye çok gayret ediyordu. Bu dersler arasında bize bazı şiirlerim
de okuduğunu sanıyorum. Ancak sonradan zevk ile çok dinlediğimiz ve Muallim Naci'yi
taklitle o zaman herkesin görmeyerek, hatta içine girmeyerek yazdığı "MEYHANE" ga-
zelini herhalde sınıfımızda okumuş olacaktır. Bununla Hafız Bey'in yalnız bir çeşit ga-
zel yazdığını söylemek istemiyoruz. Ün'ün geçen sayısında neşrettiğimiz bir kıt'ası (dört-
lüğü) vatani hisleri ifade eden şiirler de yazdığını gösterir. Konuşmalarında ve hareket-
lerinde daima Neş'eli olan ve bunu muhitine de, kendine de yaraşan bir incelikle veren
merhum, herhalde mizahi şiirler de yazmış olacaktır. Ancak bir kıt'asını şimdi hatırlaya-
bildiğimizden buraya ilave ediyoruz.
Büyük Harpte (Birinci Dünya Savaşı'nda) kendisinden manzum bir mektup ile ek-
mek isteyen bir arkadaşına verdiği şu cevap zerafeti ile hazır cevaplığının bir delilidir:
Karnın aç olsa da gönlün toktur,
Ehli irfana tese'ul yoktur.
Melcein bab-ı Sahavet olsun
Yoksa emcamı hayatın b...tur.."
Bu anıdan Hafız Bey'in giyiniş ve davranışlarında düzenli, zeki, bilgili, çeşitli dallar-
da güçlü şiir yazabilecek kıratta bir şair olduğu anlaşılmaktadır.
Kurtuluş Savaşçısı (Mücahid) Demiralay:
15 Mayıs 1919 tarihinde Yunanlılar İzmir'i işgale başladığında Hafız İbrahim Bey İs-
tanbul'da Fatih'e ders-i-amlık görevini yürütmekte idi. Varlıklı, nüfuslu bir aileden ol-
masına karşın gösterişsiz, sade ve çevreyle kaynaşmış bir yaşam sürdürüyordu. Bu du-
rumdan dolayı herkes ona "Hafız Efendi" diyordu. İşgali duyunca işini bıraktı. Elinden
gelen vatan borcunu yerine getirebilmek için İsparta'ya döndü. Her yerde olduğu gibi
memleketinde de uysallığı, tatlı konuşmaları, samimiliği, cömertliği, hayır severliği, kısa-
sı tam bir halk olması nedeni ile çok geniş bir sevgi, saygı ve güven atmosferi yaratabil-
miş kişiliğe sahip idi. İsparta'ya gelişinden sonra geçen çok kısa bir süre içinde, bir taraf-
tan Yunanlılar halka aklın almayacağı işkenceler yapıp, ırza, namusa tecavüz ederek
Anadolu'nun içlerine doğru, öbür yandan Antalya'ya asker çıkaran İtalyan'lar Burdur'a
doğru hızla ilerliyorlardı. Aynı felaketin yakın zamanda İsparta'nın da başına geleceği
kuşkusuzdu. Eli kolu bağlı miskince oturup "kader bu" diye gelecekleri beklemek hiç
bir vatansevere yakışmazdı. Hafız Bey de, milli duyguları şahlanan halkın kendisine
olan güvenine inanıp dayanarak eylemli harekete geçmenin zamanı geldiğine karar ver-
di. Bunun için İsparta'nın ileri gelenlerini toplayıp konuştu. Ayrıca halka da durumu
açıkladıktan sonra ilk olumlu adımı attı. 24 Haziran 1335 (Miladi 1919) tarihinde Kon-
ya'da bulunan İkinci Ordu Müfettişliği eliyle İstanbul'a Harbiye Nezareti'ne (Milli Sa-
vunma Bakanlığı'na) daha doğrusu Padişah hükümetine bir telgraf çekerek işgaller kar-
şısında Ispartalılar'ın incinen duygularını dile getirmiş ve halkın alçakça, miskince düş-
man çizmesi altında yaşamaktan ise çarpışarak şehit olmayı yeğ tuttuğunu belirtmiştir.
Kadir Mısırlıoğlu (Kurtuluş Savaşında Sarıklı Mücahitler) adlı kitabın (252) ikiyüz elli-
ikinci sayfasındaki telgrafı aynen aşağıya koyuyorum. Bu telgraf gerek Hafız İbrahim
Bey, gerekse Ispartalılar için gerçekten ölümsüz bir övünç belgesidir. (Bu belgenin aslı
Harp Tarihi Vesikaları Dergisi, Sayı: 6, Vesika No: 125, Ankara 1953'tedir).
Harbiye Nezaretine çekilen telgrafın sureti:
"Vezaif-i medeniyye ve insaniyesini bihakkın müdrik ve aynı zamanda hiçbir milletin
hukukuna tecavüz etmeyerek namus ve asayişine malik olan İsparta'mıza doğru İtal-
yan'ların muntazaman ve seferi bir harekatla ilerlemeleri ne gibi bir maksadı siyasiye
müstenittir ? Hükümetimizden izahat istiyoruz. Vatanımız selameti, vekar ve itidalimizi
muhafaza etmekte ise, kabul ediyoruz. Yoksa zillet ve meskenetle yaşamaya mes'udane
şehadeti tercih edeceğiz. Ol babta...
Isparta Gönüllü Mücahitleri
namına
Tahirpaşazade Hafız İbrahim
Bu telgraf İkinci Ordu Müf\ettişi Cemal Paşa tarafından şu ek yazı ile Harbiye Neza-
retine aynen aktarılmıştır.
Harbiye Nezaretine
Mahreci: Konya Numarası: 1780 Kelimesi: 100 Tarih: 1/18 Adet: 138311
Isparta gönüllü mücahitlerinden mevrud telgrafname sureti bervechizir arzolunmuş-
tur. Mülhakatta dahi, İtalyan ileri harekatının sükun dairesinde protesto edilmekte oldu-
ğu maruzdur. 231
İkinci Ordu Müfettişi
Cemal
Yukarıdaki telgraf İbrahim Bey'in belirtilen tarihten daha evvel, işgal hareketlerine
karşı çalışmalar yapıp bir gönüllü mücahitler kuvveti kurduğunu meydana koymaktadır.
Aslında o milli mukavemet için organizasyona işgali izleyen günlerde başlamıştı. Bu du-
rum aşağıda açıklanacaktır.
Birinci Dünya Sayaşı'nın sonunda bütün ülkede olduğu gibi, İsparta'da da birçok der-
nekler kurulmuştu. İşte bunlardan biri (Isparta Gençler Birliği Derneği) idi. Adı geçen
derneğin başkanı Rahmetli değerli hemşehrimiz "Turgut Akkaş" idi.
Turgut Akkaş, Kurtuluş Savaşı başlarında ilk kez Hafız Bey ile tanışmış ve onun böl-
gede milli mukavemet cephesi kurmasında hizmetlerde bulunmuştur. Aktarma yoluyla
vermektense, o günleri olaylara katılarak yaşamış bulunan bu değerli hemşehrimizin ağ-
zından dinlemeyi daha uygun buluyor ve sözü kendisine bırakıyorum. (Isparta Halkevi
ÜN Dergisi, Cilt: 5, Sayı: 61, Nisan 1939, Sayfa: 859 ve 860'tan).
"Umumi Harbin sonunda hemen her yerde cemiyetler kuruluyordu. İsparta'da da iki
üç cemiyet teşekkül etmiş idi. Gençler Birliği'nin reisi olduğum halde, bir cemiyetin ba-
şında bulunan İbrahim Demiralay ile sıkı bir dostluğum yoktu. İZMİR'in işgali üzerine
İsparta'ya kaçan Ali'nin (Uşkurcuoğlu) Gençler Birliği'nde verdiği izahat oradaki arka-
daşları hünkür hünkür ağlatmıştı. Hatırımda kaldığına göre Ali, Mühendis Ömer Lütfi
ve ben aynı günün gecesi, onun evine gitmeye karar vermiştik.
Ali, İZMİR İstilası hakkında tafsilat verdikçe, genç sakalının altında penbeliği daha
şeffaf görünen yüzü morarıyor, gözlerinden yaşlar boşanıyordu. Adeti veçhile diz çöküp
oturduğu yer minderinden ayağa fırlayarak, deli gibi odanın içinde dolaşmaya başladı.
Yeisten çenelerimiz kilitlenmişti. Hepimizin üzerine gözlerini dikerek:
Çocuklar...Başka çare yok..Silaha sarılmak lazım...Cihad lazım, Cihad-ı Fisebilillah la-
zım...Diye haykırışını her hatırladığım zaman yeniden tüylerim ürperir.
İsmet İnönü'nün kumandası altında nasıl can feda edildiğinin en mümtaz bir numu-
nesini veren, kahraman şehit Nasım'ın İsparta'ya gelişi hepimizden fazla onun maneviy-
yatını kuvvetlendirmiş ve ondan sonra da teşkilat köylere kadar yayılmaya başlamıştı.
Şube Reisi Nurullah ve Jandarma Kumandanı Mustafa'nın da müzaheretleri inzi-
mam edince, açıktan açığa (Müdafai Hukuk Cemiyeti) kurmak imkanı hasıl olmuş ve
başına da İBRAHİM Demiralay'la, bugünkü Isparta mebuslarından Hüsnü Özdamar
geçmişti.
Artık içtimalar, askerlik dairesinde yapılabiliyordu. Siyah bayrakların altında, kazalar-
dan köylerden akın akın gelenleri geniş meydanlar almıyordu. Bu inleyen mahşerin orta-
sında, kollan havada haykıran ve İsparta'yı ayaklandıran İbrahim Demiralay'ın saf ve te-
miz hayalini nasıl unutabiliriz ?...
Beni Nazilli Heyeti Merkeziyesine murahhas gönderirken:
(Evlat...Bütün arkadaşlara selam söyle. Cephe için ne lazımsa hepsini bulup yetiştire-
ceğiz. Biz aç duracağız, fakat onları doyuracağız..İnşallah yakında ben de gelirim...) de-
mişti ve herşey dediği gibi oldu. 10.000-15.000 on-onbeş bin kişilik cenup cephesinin en
ağır yükünü o, seve seve Isparta üzerine çekmişti. Bu tazyikin altında en çok bunalan
da kendisi oldu. Feci ihtilatlara yol açabilecek en nazik devirler onun saf ve temiz tesir-
leri altında arızasız olarak geçti.
Cephe gerisinde, geceli gündüzlü çalışmaktan yılmayan ateşli ruhu, daha fazla geriler-
de durmaya tahammül edemedi ve kendi teşebbüsü ile teşekkül eden (Demiralay'ın ba-
şına geçerek) cephe hizmetine girdi.
Kurtuluş Savaşı'nda, İsparta'ya düşen şerefli vazifenin hakkıyla yerine getirilmesinde
İbrahim Demiralay'ın ifa ettiği mümtaz rolü, Ispartalılar minnet ve şükranla daima ana-
caklardır.
Büyük Millet Meclisi'nde, İsparta'yı ilk günden beri temsil eden bu şerefli ölüyü, dün
akşamki törenle çok sevdiği İsparta'mıza gönderdik.
Isparta, onu kendi topraklarına davet etmekle, çok yerinde bir kadirşinaslık göster-
miş oldu.
Onun mezarı başında yalnız bugünküler değil, gelecek nesiller de hürmetle eğilecek-
lerdir."
Burada yazının sahibi Rahmetli Turgut Akkaş'ı kısa da olsa anmak bizim için bir
borçtur. Kendisi belirtildiği üzere Kurtuluş Savaşı'nda, cephe gerisindeki milli mukave-
met kurtuluşlarında aktif görev almış, Cumhuriyet'ten sonra ise Ün Dergisindeki kıy-
metli yazılarıyla kültür alanında hizmet vermiştir. Ölümünden sonra ailesince Halil Ha-
mit Kütüphanesi'ne kendi kütüphanesinden bir miktar kitabı ile büyük boy bir fotoğrafı
bağışlanmıştır. Geçen hizmetleri dolayısı ile Isparta'lılar kendisine şükran borçludurlar.
ibrahim Demiralay, yaşarken olduğu gibi her zaman Türkiye çapında vatansever mil-
liyetçi bir kahraman, aynı zamanda her yönüyle mükemmel bir insan olarak anılmaya
hak kazanmış, sayısı az, mutluluk sırrına ermiş kimselerdir. Durumunu belirten bazı ör-
nekler vermekle bu hususu kanıtlayacağız.
Şimdi ölümü üzerine, tanınmış yazarlarımızdan rahmetli Sadri Ertem'in, o zamanın
önde gelen gazetelerinden "Vakit'te yayınlanan bir yazısını, belirgin özellikleri bozul-
masın diye aynen aşağıya koyuyorum.
Vakit: Sadri Ertem'
"İstiklal Harbi, Kanunların devlet otoritesinin susup, vicdanların seferberlik ilan etti-
ği günlerde başlar.
insan bugünleri hatırlarken beşeri tarihin tecrübelerinden birini yadetmekle kalmaz,
kahramanlar devrinin ufkunu sardığını hisseder.
Gün geçtikçe geride kalan bu ufukta, en güzelin, en iyinin izlerim hissediyoruz.
Bu kanlı günlerin ufkunda asılı kahraman çehrelerden biri daha toprağa düştü. İbra-
him Demiralay öldü. Birinci Büyük Millet Meclisi'nde top çember sakalı, iri bedeni ile
bir taşralı tüccar manzarasını veren İbrahim Demiralay, her mecliste yerini muhafaza et-
ti. Memleketin geçirdiği inkişaf safhalarına ciddi bir suretle intibak eden Demira-
layy'da asıl dikkate layık olan taraf, onun cephede organizatör bir muharip, Meclis'te
iyi bir meb'us (milletvekili), dostluğunda mütevazi, sakin bir adam oluşu idi.
Muntazam cepheler kurulmadan önce bir alay teşkil etti ve alayın başına geçti. Milis
alayı ile düşmana muvaffakiyetli akınlar yaptı. Silahı omzunda, kır atı altında, bayrağı
dalgalana dalgalana akından akına giden ibrahim Demiralay İstiklal Harbi'nin silinmez,
kaybolmaz levhalarından biridir.
Onu sadece bu vasfı ile anmak, İstiklal Harbi'nin abideleri arasına sokmaya kafidir.
İsparta'nın gül bahçeleri arasında ve memleketin seması altında mezara terkedilen
İbrahim Demiralay'ı, biz bir vatan tehlikeye düştüğü zaman vatandaşın yapacağı en nor-
mal hizmeti tahakkuk ettiren bir misal diye daima yadedebiliriz."
Kadir Mısırlıoğlu "Sarıklı Mücahitler" adlı kitabında kendisine beş buçuk sayfada yer
vermiş ve bir de fotoğrafını koymuştur. Onu şu satırlarla anlatmaktadır:
"Türk Kurtuluş Savaşı'nın en kahraman simalarından biri olan (HAFIZ İBRAHİM
DEMİRALAY) izmir'in Yunan palikaryaları tarafından işgali anına kadar muhitinde
mütevazi bir hayat süren ve Fatih ders-i-amlarından olduğu halde (Hafız Efendi) diye
anılan bir insan idi. Esasen zengin ve nüfuzlu bir ailenin evladı olan merhum, mahalli
ve ailevi meseleler içinde haşrolup giderken, birdenbire İzmir'de başlayan Yunan Feca-
at ve şenayii onu derinden sarsmıştı. Hadiseler geliştikçe İzmir ve daha sonra vatanın di-
ğer bölgelerinin düşman istila ve işgaline maruz kalması dolayısı ile her tarafta olduğu
gibi "İsparta'da da bir heyecan kasırgası esmeye başlamıştı" diyor ve Harbiye Nezare-
ti'ne yukarıda sureti verilen teli (bu galeyanın başı olarak) çektiğini yazıyor. Daha sonra
onun çok çalışkan ve enerjik bir kimse olarak Müdafaai Hukuk Cemiyet'ini, ardından
Demiralay'ı kurduğunu ve başında çarpıştığını Turgut Akkaş'ın ifadelerinden nakil sure-
tiyle belirtiyor...Ayrıca güney cephesinde geceli gündüzlü bir çalışma ile her yere ve işe
yetiştiğini ekleyerek sözlerini: "ifa ettiği bu hizmet, Kurtuluş Savaşı'nın Kuvayi Milliye
devrine ait en şaşaalı ve destani vak'alarındandır" cümlesiyle layık olduğu bir övgüyle bi-
tiriyor.
Yukarıya alınan iki örnek İbrahim Demiralay'ın ne denli yüce ve kahramanca güç
bir görevi yürüterek memleket sınırları içinde gerçek bir ün kazandığını göstermektedir.
23 Nisan 1920'de Ankara'da ilk Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin toplanması karar-
laştırılınca, bu Meclis'te Isparta'yı temsil etmek üzere İbrahim Demiralay ile; Hacı Hüs-
nü Özdamar, Belediye Başkanı Nadir Süldür, Remzi Yalvaç, Uluborlu'lu Hacı Tahir
Bey'ler ve Cemal Paşa seçildiler. Kendilerinin uğurlanmaları dolayısıyla şimdiki Emni-
yet Müdürlüğü binasının karşısındaki mezarlık içerisinde bulunan, Pir Efendi Sultan (Pi-
ri Mehmet Halife) Türbesi önünde hemen hemen bütün Isparta halkının katıldığı bü-
yük bir tören düzenlendi. Bu törenle ilgili olarak geniş bir bilgi o tarihte Afyon'da yayın-
lanmakta olan (İKAZ) adlı mahalli gazeteye bir mektupla (K. Nuri) imzasıyla gönderil-
di ve sözü edilen gazetenin 15 Nisan 1920 tarihli ve 204 sayılı nüshasında çıktı.
Belirtilen yazının açıklamasına göre:
(Törende önce Isparta Livası Mutasarrıfı Talat Bey bir konuşma yapmış, bu arada 16
Mart 1920'de İstanbul'un İtilaf devletleri tarafından işgaline değindikten sonra "Anado-
lu'nun idaresine, bütün Anadolu, yani onların mutemet, namuslu vekilleri memur olu-
yorlar" demiştir.) Mektup şöyle sürmektedir: "Herkes bu hitabenin sonunda, karşıların-
da bir seneden beri mücadeleleri ve gayretleriyle kendilerini minnet ve şükran altında
bırakan Tahir Paşazade Hafız İBRAHİM Bey'i buldular. Bu zat Ankara'da müdafaa
edeceği hukuku, her ne pahaya olursa olsun kurtarmaya azmetmiş bir kıyafetle (başın-
da bir sarık, sırtında haki renkten bir ceket, külot pantolon ve çizmesi ile) hitabet mev-
kiine çıkınca halkın sarih bir melal ve tessürle sıkılan çehrelerinde geniş geniş sürür ve
imtinan uyandı. Bir cepheye gidiyormuş gibi hazırlanan İbrahim ciddi ve metin bir
sesle aşağıdaki metni söylediler:
(İbrahim Demiralay'ın Nutku)
"Bekayı satveti Milletin seygi şahaamettir,
Cihanın nazımı iclali ancak hunu gayretlidir
Vatan aşkiyle ifnayı hayattır gayemiz şimdi,
Gıdayı ruhumuz, amalimiz zevki şehadettir."
"Etrafımız ne kadar karanlık, vaziyetimiz ne derece muhlik olursa olsun, islamiyete
has olan Feyzi manevi ve azmi kavi bütün düşmanlarımızın azamet ve ceberrutunu kıra-
cak, makamı hilafet ve saltanata karşı yaptıkları haksızca taarruz, kendilerine elim bir
akıbet hazırlayacaktır. Ezeliyyet vi bidayetle mubeşşir dini mubinimizin vekar-u izzeti-
ne böyle efilane taarruzlarla hiçbir halel gelmez. Alemi islam şimdiye kadar olduğun-
dan fazla bir kuvvetle çiğnenen izzeti nefsini müdafaa ederek namusu, vekarı islamı
ayaklar altında bırakmayacaktır.
Çünkü kıyamete kadar bekası İMANI ilahide bulunan müslümanlığın inhası müm-
kün değildir.
Hulafayı Raşidinden sonra taalif islamiyete en büyük hizmet eden ve İslama İstanbul
gibi bir şehir bahşeden hanedanı Ali Osman'dır.
Peygamber'imizin Hadisi Şerifle tekrim ve takrir buyurduğu İstanbul Fatihliği şerefi
bu muazzam aileye nasip olmuştur. Bugün bu muhterem ailenin vekili mukaddes halife-
miz, sevgili Padişahımız, İnglizler'in tahtı esaretinde bulunuyor. Biz vekilleriniz hilafe-
tin etrafını saran bu gaddar elleri kıracak ve Anadolu'yu Halife'sine ve Padişah'ına ka-
vuşturacağız. Hiçbir kuvvet bizi bu hanedandan, onun namuskar bir tabii olmaktan ayı-
ramaz. Dini muazzam mubeşşirimize layık bir azim ve kuvvetle müdafaa edeceğimiz bi-
rinci esas budur. Tevkifatı Rabbaniyeye istinaden aldığımız şu mucahede de muvaffaka-
tın bilhayır olmamızı temenni eder, cümlenize arzı veda eyleriz." Söylev böylece sona
eriyor.
Hafız İbrahim Bey'in Ankara'ya ayrılırken yaptığı konuşmanın yayınlandığı gazetenin
aynı nüshasının birinci sayfasında Hey'eti Temsiliye Başkanı Atatürk'ün Türk ulusuna
önemli bir bildirisi de yer almaktadır. Türk ulusunun o günlerde içinde bulunduğu psi-
kolojik durumu yansıtan bu bildiriden kısa bir bölümü buraya aktarmayı yararlı görüyo-
rum.
Tebliğ (Bildiri)
"Makamı hilafetimizin kavaidi adil ve hakka muhalif olarak itilaf hükümetleri tarafın-
dan işgal ve milletimiz hakkında hiçbir tarihin kaydetmediği takrirat ve tecavüzata cü-
ret edilmesi üzerine tekmil Anadolu ve Rumeli'nin bir vahdeti iman ve vicdan ile feve-
ran eden ve hukuku hilafet ve istiklali milleti tahlis gayesine inhisar eden azmi milliyi
ihlal için, düşmanlarımızın en evvel tevessül etmek istedikleri çare nifakı dahili işidir.
Sırf bu maksadı hainanenin tatbikatı cümlesinden olmak üzere, gerek İstanbul'da düş-
manlarımızın amalini tatmin için teşkil eyledikleri Ferit Paşa Hükümetini ve gerekse
bizzat Anzavur'u teşvik etmişler ve bunun neticesi olarak (Gönen) ve (BİGA) havalisin-
de halkı Feseda teşebbüs eylemişlerdir."

İstiklali Milli uğrunda mücahedei vataniyye vazifemizde her zaman olduğu gibi bun-
dan sonra da tevfikatı subhaniyeye mazhariyyetimizden eminiz. Cenabı Hak bizimle be-
raberdir.
Bu tebligat (bildiri) her tarafa tamim olunacaktır..."
Heyeti Temsiliye Namına
Mustafa Kemal
Yalnız burada sonradan elde ettiğim bir bilgiye yer vermeden geçemiyeceğim. Bu bil-
gi, Yunanlılar'ın İzmir'i işgalini izleyen günlerde Hafız İbrahim'in İstanbul'dan İspar-
ta'ya vatanın kurtuluşu için çalışmalarda bulunmak üzere döndüğü, önderlik yaparak
(Müdafaai Hukuk Cemiyeti'nin Isparta Şubesi'ni) açtığı günlere rastlar. Ancak, (Demi-
ralay)'ı kurmasından öncedir.
Kadir Mısırlıoğlu "Kurtuluş Savaşı'nda Sarıklı Mücahitler" isimli kitabının gerçekten
büyük bir sarıklı mücahit olan" "Şükrü Çelikalay" ile ilgili bölümünün ikiyüz altmış
üçüncü sayfasında, Şükrü Çelikalay'ın ağzından aynen şunları aktarmaktadır:
"Bu sırada (Isparta Meb'usu Ulemadan Hafız İbrahim Bey) yanıma geldi; Maiyetim-
de bir nefer olarak cihada iştirakini rica etti. Hayır dedim, sen Isparta taraflarında teşki-
lat yaparak bir cephe kuracaksın. Ona ikiyüz elli musellah mücahit verdim. Ben Af-
yon'a hareket ettim. Afyon'a gelir gelmez düşman bir taaruz daha yapmış UŞAK'a gir-
mişti. Acele cephe'ye gittim."
Çelikalay bu ifadelerinden önce ve bunlara bağlı olarak Ankara'daki çalışmalarından
söz etmektedir. Bilndiği üzere, Uşak 29 Ağustos 1920 tarihinde düşman eline geçmiştir.
Şu hale göre Hafız İbrahim ve Şükrü Çelikalay'ın konuşmaları 29 Ağustos 1920 tarihin-
de veya bu tarihten bir iki gün önce yahut da sonra olmuştur.
Ancak rahmetli Demiralay'ın kendisinin kaleme aldığı "İstiklal Harbi Hatıralarım"
adlı kıymetli eserini ele geçiremediğim için bu hususun ne derece doğru olduğunu sapta-
maya olanak bulamadım. Sözü edilen eserde belirtilen olayla ilgili bir açıklamanın bulu-
nacağı kuşkusuzdur. Tüm biyografileri kitap haline getirirken bu bakımdan sözü edilen
kaynaktan yararlanma fırsatını elde edebileceğimi umut ediyorum.
1934 yılında kabul edilip 1935 yılında yürürlüğe giren soyadı kanununa göre (Hafız
İbrahim), Kurtuluş Savaşı'nda kurup yönettiği milis alayın adından esinlenerek kendine
(Demiralay) soyadını aldı.
İBRAHİM Bey, 23 Nisan 1920 tarihinde ilk kez toplanan Türkiye Büyük Millet Mec-
lisi'ne, seçimle Isparta Milletvekili olarak katılmıştır. Daha sonra 1923'te yapılan ikinci,
1927'de yapılan üçüncü, 1931'de yapılan dördüncü, 1935'te yapılan beşinci dönem seçim-
lerini kazanarak aralıksız bir şekilde milletvekilliğini sürdürmüştür. Altıncı dönem
(1939) seçimlerini de kazanmış ise de, henüz meclis çalışmalarına katılamadan, seçimi
izleyen günlerde, 29 Mart 1939 Çarşamba günü, tutulduğu hastalıktan kurtulamayarak
hayata gözlerini kapamıştır. Daha doğrusu maddi dolayısıyla fani olan varlığı, her canlı-
ya alın yazısı olan sonuca ulaşmış ve Ulu Tanrı'sına kavuşmuştur. Fakat gerçekte o, yük-
sek insancıl duyguları, yardımseverliği, cömertliği, kahramanlığı ve vatanseverliği ile gö-
nüllerde taht kurarak, tarihte anıtlaşarak ölümsüzlük sırrına ulaşmıştır. Şimdiye kadar
hangi kahraman, hangi vatansever ölmüştür ki o ölsün ?...
Cenazesi Büyük Millet Meclisi üyelerinin, Hükümet temsilcisinin ve kendisini seven-
lerin nemli gözleriyle Ankara İstasyon'undan, kıyamete kadar yatacağı memleketi İspar-
ta'ya uğurlanmıştır.
İbrahim Demiralay'ın ellialtı (56) yaş gibi henüz ihtiyar sayılmayacak bir yaşta ölü-
mü, Isparta'lılar için olduğu kadar memleketi için de yeri doldurulamayacak bir kayıp
olmuştur. Böylece Kurtuluş Savaşı'mızın tarihinde canlı bir yaprak kapanmış, şanlı bir
yaprak açılmıştır.
İbrahim Demiralay'ın cenazesinin İsparta'ya gelişinden gömülmesine kadar geçenleri
o günü yaşayan Isparta Halkevi Ün Dergisinden (Dergi adına bir yazardan) dinlemenin
daha canlı, daha heyecanlı olacağını düşündüm. Duyulanı adapte ederek aktarmaktan-
sa, aslını olduğu gibi almak herhalde daha iyi olur kanısındayım.
Belirtilen nedenle adı geçen derginin Nisan 1939 tarih, üçüncü cilt, 61'inci sayısında
857 ve 858'inci sayfalarda bu hususla ilgili olarak yayınlanan yazıyı ağdalı sözcük ve
deyimleri olduğu kadarıyla bugünkü dile çevirerek aşağıya alıyorum:
"İBRAHİM Demiralay'ın Cenaze Töreni"
"Ölümünü üzüntüyle haber verdiğimiz Milletvekilimiz İbrahim Demiralay'ın cenazesi-
ni taşıyan tren Mart'ın otuzuncu günü (Perşembe saat 17'de ) Isparta'ya gelmiştir. Ölüm
haberi ile mateme bürünen İsparta'nın soylu halkı, istinasız denilebilecek bir kütle ha-
linde daha saat (16)'dan itibaren istasyon dolayı ile park çevresini doldurmuş, çarşı ve
pazar kapanmış; İbrahim Demiralay'ın cenazesini getiren ve daha evvel otomobil ile İs-
parta'ya ulaşan Milletvekillerimiz Bay Hüseyin Hüsnü Özdamar ve Bay Kemal Ünal,
Ankara Milletvekilliğine seçilen Valimiz Bay Fevzi Daldal, Tümgeneral Recep Ferdi
Sualp, Tümen ileri gelenleri ve Üstsubaylarla subaylar Resmi dairelerle, kurumların mü-
dürleri ve memurları ve bir kıta askerle bir polis müfrezesi istasyonda yerlerini almış
bulunuyordu.
Tam saat 17'de uzaklardan acı sinyal veren tren bu acılı kitleye yeni yeni hüzün ve
elem veren ince ve keskin sesiyle yüce yürekli ve cesur bir vatanseverin ölüsünü getirdi-
ğinden, ileri gelen bir bahtsızlıkla hıçkırıklar saçarak Gara giriyordu.
Cenaze vagonunun mühürü Sağlık ve Sosyal Yardım Müdürlüğü memurlarının elle-
riyle söküldükten sonra, şanlı bayrağımıza sarılan fedakar ve ve cesur ölünün vücudu
saygıyla selamlanmış ve ellerde taşınarak süslenen otomobile konmuş ve askeri bando-
nun hüzünlü nağmeleriyle cenaze evine taşınmıştır.
"31 Mart 1939'da (Cuma günü) Burdur'dan ve yakın ilçelerden gelenler de dahil oldu-
ğu halde, Kutlubey Camii'ne (Ulu Cami'ye) getirilen cenaze, musalla taşına konmuştur.
Namazdan sonra Milletvekillerimiz Hüseyin Hüsnü Özdamar ve Kemal Ünal'ın İbra-
him Demiralay'ın kişiliği, vatanseverliği ve bütün iyiliklerini bildiren konuşmaları; Hak-
kı Dereli ve Ortaokul öğretmeni Kemal Akgün ile Burdur'dan gelen delegelerden ve
halktan gelen birçok kimselerce rahmetlinin erdemleri anılmış, cenaze saygılarla sonsu-
za kadar kalacağı kabrine götürülmüştür."
Hafız İbrahim Demiralay hakkında daha çok şeyler yazılabilir. Çünkü o, her yazıla-
cak övgü dolu yaşam öyküsünden daha fazlasına hak kazanmış erdemli, bilgili, vatanse-
ver ve özverili bir kahraman, eli açık, alçak gönüllü bir kimsedir. Bütün meziyetlerine
karşın bir halk adamı özelliğini (soylu ruhuyla) daima korumuştur.
İbrahim Demiralay aydın bir adam idi. Onun için Atatürk devrimlerini sürekli olarak
destekledi. Bazı kaynakların onu Meclis yaşamında pasif göstermeye çalışmaları kendi-
lerinin çıkarcı, tutucu değil bağnaz olmalarındandır. O, milletvekilliği ve kazandığı mev-
ki nüfuzundan yararlanmayı hiçbir zaman aklından geçirmemiştir. Aksine bu görevde
bulunduğu sürece halka hizmet için kendi maddi varlığından harcamış, üzüntülere kat-
lanmıştır.
Öldükten sonra bile, bugün makam koltuklarında kurulan bazı zavallı ölülerden, mil-
yonlarca defa daha canlı olarak onun gibi toplum içinde yaşayabilenlere ne mutlu ?...
Kendisinin kutsal anıları ve yüce kişiliğe sahip ruhu önünde yalnız Isparta'lıların değil,
tüm Türk Ulusu adına minnet ve şükran duygularıyla eğilir, Ulu Tanrı'dan rahmetler dile-
rim HALİL ETEM ELDEM
(Ünlü Türk Arkeolog ve Müzeci)
Aşağıda belgeleriyle açıklanacağı üzere, gerek Halil Etem, gerekse kendisi gibi ünlü
birer ilim adamı olan kardeşleri soy bakımından Isparta'lıdırlar.
Halil Etem'in babası 1877'de Sadrazam (Başbakan) olan tanınmış Osmanlı devlet
adamlarından Etem-İBRAHİM-(1818-1893) Paşa'dır. Etem Paşa'nın oğulları yaş sıra-
sına göre ünlü bilgin, Ressam ve Müzeci Osman Hamdi Bey (30.12.1842-24.2.1910), Nu-
mizmatik uzmanı İsmail Galip Bey (1848-1895) ve konumuz olan Halil Etem (Ethem)
Bey'dir.
Halil Etem Bey (25 Haziran 1861) tarihinde İstanbul'da doğdu. Bir süre burada oku-
du. Sonra batılı anlamda daha iyi ve yüksek bir öğrenim görmesi, aynı zamanda uzman-
lığı aşması amacıyla Avrupa'ya gönderildi. Zürih, Bern ve Viyana Üniversitelerinde oku-
du, çalışmalar yaptı. Memlekete dönüşünde Askeri Fabrikalar ve Genel Kurmay Baş-
kanlığı tercüme kalemlerinde (çeviri bürolarında) çalıştı. Sonradan uzun bir süre öğret-
menlik yaptı. 1892 yılında öğretmenlikten ayrıldı.Ağabeyi Osman Hamdi beyin yanında
müzeler müdür yardımcılığına başladı. Osman Hamdöi beyin 1910 yılında ölümü üzeri-
ne Müzeler Müdürlüğüne atandı.Bu görevi sırasında (Eski Şark Eserleri Müzesi)'nin ku-
ruluşu ile Topkapı Sarayı'nın müze durumuna getirilmesinde başarılı çalışmalarda bu-
lundu.
Etem Eldem Müzecilik, Nümizmatik, Epigrafi, tarih alanlardaki bilgisi ve çalışmaları
nedeniyle uluslararası bir üne sahipti. Ayrıca kimya ve öbür tabiat ilimlerindeki bilgisi
de çok genişti. (MATERİAUX POUR UN CORPUS İNSCRİPTİNİONUM ARABİ-
CANUM) adlı kolleksiyonun yayınlanmasını yürüten kurulda üye olarak çalıştı. Kendisi-
ne İstanbul Üniversitesince (Fahri Arkejoloji Profesörlüğü); BASEL ve Leipzig Üniver-
sitelerince de (Fahri Doktorluk) unvanı verildi.
Gerek Halil Etem Eldem, gerekse kardeşleri, verimli bilimsel çalışmaları nedeni ile
Türk ve Avrupa basınında kendilerinden övgü ile söz ettirebilmiş, dolayısıyla ülkemize
dünya çapında şeref kazandırmış üstün değerlerdir.
Halil Etem emekliye ayrıldıktan sonra 1931 yılında yapılan seçimlerde İstanbul Mil-
letvekilliği'ni kazanarak Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne katıldı. 17-11-1938 tarihinde İs-
tanbul'da öldü.
Yayınlanmış eserlerinden önemli olanları şunlardır: Meskukat Katalogu; Kayseri
Şehri (1916); Topkapı Sarayı (1931); Yedikule Hisarı (1932); Camilerimiz (1932); Elva-
nı Nakşiye Koleksiyonu (1970)
Şimdi Halil Etem Bey'in ve ailesinin Isparta ile olan ilgisini belirtmeye çalışalım.
Herhalde bu hususta en pozitif bilgi, yine bu aileye ait kişilerden birisinin vereceği bilgi
olsa gerektir. Biz de bu yoldan yürüyeceğiz.
Aşağıda bir kopyasını sunduğumuz, mektubunda Halil Etem Bey'in, kendisi ile aynı
dönemde ilk kez Isparta Milletvekilliği'ne seçilen Kemal Ünal (Turan) Bey ile herşey-
den önce bir hemşehrilik sevgisi ve duygusu ile tanıştığı ve onun aracılığı ile aynı sevgi
ve duygularla Isparta Halkevi tarafından yayınlanan (ÜN) dergisinin 1935 yılı Temmuz
ayına kadar çıkmış bulunan sayılarını Halkevi Başkanlığından istediği dergileri alınca
teşekkürleri ile birlikte aslında bir Isparta'lı olduğunu açıkça ortaya koyduğu görülüyor.
Artık Tarihsel bir kimlik kazanmış olan, bu çok değerli kırkaltı yıllık hemşehrilik bel-
gesini birlikte okuyup aydınlanalım. (Mektup elyazısı ile ve Halkevi'ne hitaben yazılmış-
tır):
MEKTUP SURETİ
T.B.M.M İstanbul: 17-7-1935
Azasına mahsus Posta Kutusu: 403
Saygıdeğer Bay Başkan ve Hemşehrim ; (*)
Bay Kemal Ünal (Turan) vasıtasıyla vuku bulan ricamı kabul buyurarak bana
(ÜN)'ün çıkmış cüzülerini göndermek lütfunda bulundunuz. Düşüncemde hiç aldanma-
mışım. Çünkü (ÜN)'de benim için pek istifadeli yazılar buldum.
Aynı zamanda bana çok iltifatlı bir mektup da yazdınız. Derin teşekkürler ederim.
Isparta'lı olmak ve binaenalyh, Isparta'lıların hemşehrisi bulunmak benim için pek
büyük kıymeti ve iftiharı muciptir. Annem Isparta'lıdır. Babası Mustafa Ağa, Abdülme-
cid zamanında yağlıkçıbaşılar kahyası idi. Ben maalesef büyükbabamı tanımadım. Fakat
benden onsekiz yaş büyük olan Kardeşim Hamdi ve yine Türkiye'de muskukat ilmini te-
sis eden diğer kardeşim merhum İsmail Galip tanırlardı. Pek münevver ve okur yazar
bir adam olduğunu söylerlerdi. Bu sununla bellidir ki: İki kızını ve oğlunu mükemmel
okutmuştu. Hatta oğlu İsmet, o zaman pek güç olan (tersane mektupçusu) olmuştu.
Pek çok sene önce İsparta'dan geçtiğimde büyükbabamı bilen birisine tesadüf etmiş-
tim. Fakat soyadlarının ne olduğunu öğrenemedim. Ancak şunu biliyorum ki: Birkaç ke-
re Maliye Nazırı olan Nafiz Paşa ailesiyle Karabetimiz vardı. Belki bununla bir ipucu
bulunabilir. Fakat onlardan da kim kaldı bilmiyorum.Halk Evimiz kütüphanesi için bir-
kaç kitap taktim ediyorum. Lütfen eski şeyler olmakla beraber lütfen kabulünü rica ede-
rim.
Gerek size muhterem başkan ve gerek sevgili hemşehri arkadaşlara derin saygılarımı
sunarım.
Halil Etem
Mektupta açıklandığı üzere Abdülmecit'in Saltanat döneminde (1839-1861) Yağlıkçı-
lar Kahyası görevinde bulunan Mustafa Ağa'nın (Tersane Mektupçuluğu) yapmış İsmet
adında bir oğlu ile zamana göre iyi öğrenim görmüş iki kızı vardı. Kızlarından biri İkin-
ci Abdülhamit'in padişahlığının ilk yıllarında Sadrazamlık yapan Türk Devlet ve İlim
adamlarından İbrahim Etem Paşa (1818-1892) ile evlendi. Bu mutlu evlilikten, büyüdük-
lerinde her biri ünlü birer ilim adamı olan Osman Hamdi, İsmail Galip ve Halil Etem
Eldem dünyaya geldi.
Yetmişyedi yıllık ömrünün yarım yüzyıldan daha çok bir süresini bilim uğrunda çalış-
malara harcayan Halil Etem hakkındaki sözlerimizi burada sonlandırırken, kendisi ka-
dar Isparta'h olan öbür kardeşlerine de sıra ile biraz yer verelim.

GALİP BEY
(İlk Türk Numızmatik Bilgini)
Sadrazam İbrahim Etem Paşa'nın oğludur. 1847'de İstanbul'da doğdu. Müzeler Mü-
dürü ve Ressam Osman Hamdi Bey'in ve Halil Etem Eldem'in kardeşidir. Türkiye Nu-
mizmatik (Meskukat) yani Madensel Paralar iliminin ilk kurucusudur. Alexandır Kara
Todori Paşa'nın Girit Valiliği döneminde, İsmail Galip Bey de Vilayet Müşavirliği (Da-
nışmanlığı) yaptı. Ayrıca Danıştay üyeliğinde de bulundu. Oğlu Mübarek Bey de babası
gibi bir Numizmatikçidir.
Eserleri:
1) Osmanlı Paraları Takvimi = (Takvim-i Meskukat-ı Osmaniye) 1891'de yayınlanmış-
tır.
2) Selçuk Paraları Takvimi = (Takvim-i Meskukat-ı Selçukiye) 1892'de basılmıştır.
3) Türkmeniye Katalogu, 1894'te basılmıştır.
4) Meskukat-ı Kadime-i İSLAMİYE (Eski İslam Paraları) Ölüm yılı olan 1895'te ba-
sılmıştır.
OSMAN HAMDİ BEY
(Büyük Türk Ressamı, Müzecisi ve Bilim Adamı)
Türk Devlet ve Bilim adamı İbrahim Etem Paşa'nın en büyük oğludur. Galip İsmail
ve Halil Etem Beyler'in kardeşidir. Değerli bir bilim adamı ve yetenekli bir ressamdır.
Aynı zamanda batılı anlamda müzeciliği memleketimizde kuran ilk kimsedir. 30 Aralık
1842 tarihinde İstanbul'da doğdu. Onbeş yaşına kadar okula devam etti. Ancak 1857 yı-
lında hukuk öğrenimi görmek üzere Paris'e gönderildi. Paris'te oniki yıl süreyle hukuk
derslerini izledi. Bu arada (GEROME ve BOULANGER) gibi devrin tanınmış ressam-
larının yanında çalıştı. 1867 yılında Paris'te açılan uluslararası sergide Osmanlı Komiser-
liği yaptı. 1869'da memlekete geri döndü ve Bağdat Vilayeti (Umuru Ecnebiye) Müdür-
lüğü'ne atandı. Burada iki yıl kaldıktan sonra İstanbul'a çağrıldı ve kendisine Sarayın
(Dışişleri Protokol Müdür Yardımcılığı) verildi. 1875'te Dışişleri Bakanlığı'nda görevlen-
dirildi. 1876'da İkinci Abdülhamit Padişah olunca görevinden alınarak Matbuatı Ecnebi-
ye (Yabancı Basın) Müdürlüğü'ne nakledildi. Hamdi Bey (Türk-Rus Harbi) sırasında
bir gönüllü birliği kurulması için çaba harcadı. 1877'de Belediye Beyoğlu Altıncı Daire
Müdürü oldu ise de çok geçmeden memurluktan ayrılarak serbest resim çalışmalarına
başladı. 1881'de İstanbul'da (AYA İRİNİ) Kilisesi'nde kurulan Arkeoloji Müzesi'nin ba-
şına (yönetici) olarak atandı. Burada hem müzeyi düzene koydu, hem de gerekli kata-
logların hazırlanmasında çalıştı. Aynı zamanda 1883-1895 yılları arasında yabancı ülkele-
rin ünlü arkeologları ile Osmanlı ülkeleri sınırları içinde kazılar yaptı. Önemsiz, küçük
bir müze halinde bulunan İstanbul Arkeoloji Müzesi'ni kazılardan elde ettiği değerce
paha biçilmez eserlerle zenginleştirdi. Böylece hem adı geçen müzenin, hem de kendisi-
nin adını Avrupa ve Amerika'da duyurdu. Özellikle 1887'de yaptığı kazılardan aldığı so-
nuçlar dünya çapında önem taşıyordu.
Sayda ve Sidon ilk kez, denizci bir ulus olan Fenikeliler tarafından Milattan önce al-
tıncı yüzyılda, bugünkü Lübnan devleti sınırları içinde, Akdeniz kıyısında bir liman şeh-
ri olarak kurulmuştur ve kısa bir süre d,e büyük bir gelişme göstermiştir. Fenikeliler'-
den sonra birçok uygarlıklar için önemli bir yerleşim merkezi ve liman olma özelliğini
korumuştur.
Şehrin ve çevresinin arkeolojik kalıntılar bakımından çok zengin olması gerektiğini
düşünen Osman Hamdi Bey, o zaman Osmanlı İmparatorluğu'nun Suriye Eyaletindeki
bu şehir yakınında (AYA) mevkiinde (yukarıda belirtildiği üzere 1887 yılında) kazılara
başladı. Kazılarda arkeolojik bakımdan dünyaca önemli eserler buldu. Yeraltı metropo-
lünde, yani dehliz içindeki bir tür yeraltı mezarlığında, İstanbul Arkeoloji Müzesi'ne üs-
tün değerler katarak ün sağlayan (Fenike) Krallığı'na ait lahitleri meydana çıkardı. Da-
ha sonra İstanbul'a gelerek müzeci arkadaşlarından Dimosten Baltacı Beyi de yanına
alıp kazı yerine döndü. Lahitlerin en küçük bir zarar görmeden açılması, aynı şekilde
vapur ile istanbul'a taşınıp müzeye yerleştirilmesi için çok yorucu, fakat çok başarılı ça-
lışmalarda bulundu. İstanbul Arkeoloji Müzesi, lahit bakımından dünyanın başta gelen
bir müzesi oldu. Bunun sonucu Osman Hamdi Bey de dünyanın en önde gelen arkeolog-
ları arasında şerefli yerini aldı.
Hamdi Bey, 1892 yılında dünyaca ünlü arkeologlardan (Th. Reinach) ile birlikte (U-
NE NECROPOLE ROYALE DE SİDON) adlı kitabı yazdı. Bu kitap ününü bir kat da-
ha artırdı.
Müze olarak kullanılan (Çinili Köşk), elde bulunan eserlerin, özellikle lahitlerin ser-
gilenmesi için çok yetersiz kalıyordu. Onun için (Lahitler Müzesi)'ni yaptırdı ve
1892'de bu müze açıldı.
Bu da (Lahitler Müzesi de) kısa zamanda dolduğundan hemen yanma ikinci bir bina
daha eklettirdi. Müzenin üst kısmının arkeolojik bilimsel araştırma merkezi olarak kul-
lanılması amacıyla burada bir kütüphane kurdu. Kütüphane kendisinin, arkadaşlarının
ve yabancı bilim adamlarının bağışladıkları kitaplarla pek kısa bir zamanda zenginleşti.
Osman Hamdi Bey müzecilik alanında bilimsel ve çok başarılı çalışmalar yaptığı için
Avrupa'daki birçok üniversite tarafından (Onursal Doktorluk) unvanıyla ödüllendirildi.
Ölümünden bir yıl önce (1909) çıktığı Avrupa gezisi sırasında ingiltere'deki Oxford Üni-
versitesince de kendisine (Onursal doktorluk) verildi.
Osman Hamdi Bey, yoğun müzecilik çalışmaları yapmakla beraber 1894'ten itibaren
birçok banka ve kurumların, tütün rejisinin yönetim kurulu üyeliklerinde bulundu. Ayrı-
ca (Duyunu Umumiye)'nin Osmanlı Dayinler Vekili olarak çalıştı. O değerli bir müzeci
olduğu kadar, değerli bir ressamdı. Yukarıda açıklandığı gibi Avrupa'da öğrenim için
kaldığı oniki yıl süresince Fransa'nın o dönemdeki ünlü ressamlarının yanında çalışmış
ve kendini yetiştirmişti. Daha çok bir portre ressamı olarak tanınmıştır. Eserlerinde ko-
nu olarak çoğu kez Doğu ile ilgili insan ve eşya figürlerini yetenekli ve usta ressam eliy-
le işlemiştir. 24 Şubat 1910 tarihinde İstanbul'da ölmüştür.
Çizdiği resimlerin birçoğu bugün müzelere malolmuş durumdadır. Türkiye'ye, hem-
şehrimiz olmaları dolayısı ile Isparta'mıza şeref kazandıran dünyaca ünlü üç kardeş bi-
lim adamını burada rahmetle anarım. Ruhları Şadolsun !..

NAFİZ (ABDURRAHMAN) PAŞA


Ünlü Türk arkeolog ve müzecisi Halil Etem Eldem'in biyografisini verirken, 17 Tem-
muz 1935 tarihinde Isparta Halkevi Başkanlığına gönderdiği mektubun bir kopyasını ya-
yınladık. Halil Etem Bey belirtilen mektubunda: annesinin Isparta'lı olduğundan, dede-
si (annesinin babası) Mustafa Ağa'nın Sultan Abdülmecit döneminde (Yağlıkçılar Kah-
yası) olarak çalıştığından, Nafiz (Abdurrahman) Paşa ile akrabalığını bildiğinden, fakat
bunun derecesini saptayamadığından söz etmektedir. Ayrıca söylenilenlere ek olarak
Nafiz Paşa'nın da soyca Isparta'yla ilgisine dolaylı şekilde değinerek, bunun bir araştır-
ma ile sonuçlandırılabileceğine işaret etmektedir.
Şimdi biz burada önce paşanın biyografisini verip sonra Isparta ile ilgisini kurmaya
çalışacağız
Nafiz (Abdurrahman) Paşa tanınmış Türk devlet adamlarındandır. Doğum yer ve yılı
belli değildir. Ölümü 1852 yılında ve İstanbul'da olmuştur. Kabri İstanbul Yenikapı
Mevlevihanesi bahçesindedir. Paşa'nın babası Isparta'lı Seyyit Mehmet Refi Efendi'dir.
Seyyit Mehmet Refi öğrenimini bitirince İstanbul'da (Mektubi Kalemine) Katip olarak
atandı. Burada görgü ve bilgice yetiştikten sonra İRAN elçiliği ile görevlendirildi.
1807'de İRAN'dan döndüğünde Filibe Ayam Rüstem Ağa'nın mallarının devletleştiril-
mesi için Filibe'ye gönderildi ve 1809'da öldü.
Nafiz Paşa zamanının en yüksek derecedeki medrese öğrenimini gördükten sonra
devlet memurluğuna girdi. Mühürdarlıklarda, Valiliklerde; zecriye, gümrük, darphane,
evkaf (vakıflar), mukataat, nazırlıklarında (bakanlıklarında) bulundu. Beş kez Maliye
Bakanı oldu.
İkinci Sultan Mahmut'un sevip güven duyduğu devlet adamlarındandı. (1808-1839 dö-
nemi.) Abdülmecit 1839 yılında tahta geçince görevinden alındı ise de iki yıl sonra bağış-
lanıp vezirlik rütbesi geri verildi. Bakanlıklara atandı. Son kez 1850 yılında Evkaf Na-
zırı oldu.
Nafiz Paşa'nın Isparta'lı olması, babası Seyyit Mehmet Refi'nin Isparta'lı olması ne-
deniyledir. Sözü bu bakımdan tanıklık eden belgelere bırakalım:
1) 1223-1224 Hicri (1808-1809 Miladi) yıllarına ait Şer'i Mahkemesi sicil defterinin bi-
rinci sayfasına kayıtlı 25 Recep 1223 Hicri (1808 Miladi) tarihli ve Kapıcıbaşılardan Ha-
mid Sancağı mütesellimi Yılanlı oğullarından (Şeyh Ali Ağa)'ya gelen Ferman bu husus-
ta yeterli derecede bilgi vermektedir.
Ferman Metni
"Isparta havalisinin sengistan olması ve sefere (Rus Savaşı) Masarifi Külliye ile yedi-
yüz on (710) nefer asker, ikiyüz elli Mekari göndermelerinden dolayı yeniden salınan as-
ker bakiyesi bedelatıyla Hakkı Paşa'nın muhafızı bulunduğu Bahrisefit Boğazı için dört-
bin (4000) kile arpa, ikibin (2000) kile buğday, üçbin baş ağnamın hallerine terahhumen
affedilmeleri hakkında vaki bir müracaat üzerine sadır olmuştur." Bu fermanda:
( Halen defterdar Şıkkı evvelim mektupçusu hulefasından Ruznamçei sani Meh-
met Refi Zide mecdehu Hamidiyulasıl olup liva.i Mazburun ahvalin bileceği cihetle....)
kendisinden istilam kılındığı neticede asker bakiyyesi bedelatı ile ağnamın affedilip yal-
nız arpa ve buğdayın gönderilmesi emredilmiştir.
Bu fermanda Maliye Bakanı'nın yazı işlerini Mehmet Refi Efendi'nin yürüttüğü dua
ile belirtildikten sonra Isparta Mütesellimliği'nin devletçe İsparta'dan istenen vergilere
karşı yapılan itirazının yerinde olup olmadığı Isparta'lı olması dolayısıyla o tarihte
(1808) İstanbul'da bulunan ve günlük olayları yazmakla görevli bulunan bu zattan soru-
lup öğrenilmesi ve ona göre hareket edilmesi emrediliyor. Dolayısıyla Padişah'ın Meh-
met Refi'ye verdiği önem açığa çıkıyor. Kendisi'nin Isparta'lılığı kanıtlanıyor.
Seyyit Mehmet Refi Efendi hakkında fermande Hamidiyulasıl (Aslen Isparta'lı) diye
söz edildiğine göre, kendisinin Isparta'lı olduğu hususunda hiçbir kuşku kalmıyor.
Nafiz Paşa'ya gelince: Biyografisini veren Meydan Larousse, Meşahiri Osmaniye ve
başkaca kaynaklarda babasının, yukarıda hakkında bilgi verilen İRAN elçiliği yapan
Seyyit Mehmet Refi Efendi olduğu belirtilmektedir.
Fermandaki Seyyit Mehmet Refi Efendi ile (Isparta'lı), Nafiz Paşa'nın babası aynı
adı taşımaktadırlar. Bundan başka bu dönemde aynı adda başka önemli bir kişiye rast-
lanmamaktadır. Ayrıca, Isparta'lı Mehmet Refi'den sözü edilen Fermanın yazıldığı ta-
rihte (1808) Mehmet Refi İran'dan İstanbul'a dönmüş (1807) bulunmaktadır ve Fili-
be'ye gitmemiştir. Yani olaylarla ilgili tarihler uygun düşmektedir.
Söylenilenler dışında Nafiz Paşa'nın (akrabalık duygusuyla) aşağıda açıklanacağı şe-
kilde Eğirdir'de (Koca Müftü) diye anılan (Ahmet Rafi Efendi)'nin Padişahça bağışlan-
masıyla yakından ilgilenmesi yukarıdaki düşüncelerle birlikte ele alınırsa, Nafiz Paşa'-
nın babasının Seyyit Mehmet Refi Efendi, Ahmet Rafi'nin ise babasının küçük kardeşi
ve kendisinin amcası olduğu.kesinlikle ortaya çıkar.
Çok değerli araştırmacı, rahmetli Fehmi Aksu Bey'in elde ettiği bilgiler de bu husu-
su kanıtlar.
Safer ortası 1243 Hicri (1828 Miladi) tarihli Fermanda kısaca: (Eğirdir'de Müftülük
yapmakta olan Ahmet Rafi'nin, rıza ve şeriat dışı hareket ettiğinin mutasarrıflığına şika-
yet edildiği, Mutasarrıflığın da durumu İstanbul'a bildirildiği, bunun üzerine kendisinin
fetva yani müftülük yetkisinin kaldırıldığı; Kütahya'ya sürgün edilip orada sürekli otur-
masının uygun bulunduğu ) ifade ediliyor ve emir buyuruluyor.
Ancak aynı yıl (1243 Hicri, Rabiulahir ayı sonu- Miladi 1828) Nafiz Paşa'nın aracılığı
ile çıkarılan yeni bir ferman Ahmet Rafı Efendi iki buçuk ay gibi kısa bir zaman içinde
sürgünden kurutulup Eğirdir'e geri dönebiliyor.Adı geçenin bağışlanmasına ait
fermandan bir bölümünü değişiklik yapmadan aşağıya alıyoruz.
(.... Eğirdir kazasında mezun bilifta hilafı Rıza içtirasına mebni Kütahya'ya nefy ve
iclas olunan Ahmet Rafi'nin müddet mefyinden beri memleketinde olan ayal ve evladı
bikas ve perişan kalarak vücuhla merhametle şayan olduklarından bahisle merhumun
af ve itlakı hususunda müsadei aliyyem evzan kılınması ayal ve evladı taraflarından
arzuhal takdimi ile istida ve istirham olunmaktan...)
Nafiz Paşa'nın Isparta, daha doğrusu Eğirdir ile ilgisi böylece ortaya konmuş oluyor.
Ancak bu hususta geniş araştırmalar yapıp belgeler bulmak yeni kuşaktan yetişen
aydınlara düşen bir ulusseverlik, bir ülkeseverlik görevidir.

YAVRUZADE KABİLİ MEHMET EFENDİ


İsparta'nın Merkez ilçesinden olan Yavruzade Kabili Mehmet Efendi'nin biyografisi-
ni daha önce (4 Mart 1980 tarihinde) Isparta Gazetesi'nin yine bu sütununda sayın oku-
yucularıma sunmuştum. Ancak daha sonraki araştırmalarım sırasında çeşitli kaynaklar-
da kendisi hakkında daha aydınlatıcı bilgilerle karşılaştım. Onun için ilkinkilerle sonra-
kileri birleştirip daha geniş bir halde yeniden yayınlamayı uygun buldum. Şimdi konuya
dönelim.
Kabili Mehmet Efendi, yüzyıllar boyu sürerek günümüze kadar gelen bilgileriyle ta-
nınmış YAVRUZADE sülalesinin saptanabilen en eski kişisidir. Adı geçen sülale, İs-
lam dininde en yaygın ve disiplinli bir tarikat olan (NAKŞİBENDİ) tarikatına mensup-
tur. Cumhuriyet'in ilanından sonra (Tekke ve Zaviyeler'in kapatılması)'na ait kanunun
yürürlüğe girmesine kadar adı geçen sülale İsparta'da Nakşibendi Dergahı'nı idare et-
miş ve postnişinlik yapmıştır. Kaynakların verdiği bilgilere göre, sülalenin en az onbeşin-
ci yüzyıl başına kadar uzandığı belirgin bir şekilde anlaşılmaktadır.
Kabili Mehmet Efendi'nin babası Yavruzade Abdulgani Efendi'dir. Mehmet Efendi
İsparta'da gerekli olan öğrenimi gördükten sonra, kendisini daha geliştirmek ve yetiştir-
mek amacıyla zamanın, daha doğrusu o zaman dünyanın, en büyük ilim merkezi olan İs-
tanbul'a gitti.
İstanbul'da ünlü Şeyhülislamlardan hemşehrisi (Yalvaç'lı) Sunullah Suni Efendi'ye
mulazemet etti. yani din bilimlerinde uzmanlaşmak için onun yanında asistan olarak
uzun süre çalıştı ve icazet alıp müderris oldu. İlk kez Hicri 1025 Rabiulevvelinde (Mila-
di 1616) Tezkereci Abdullatif Efendi'den boşalan (ÇİNADİYE) Medresesi müderrisliği-
ne atandı. Sıra ile müderrislik derecesi yükseltilerek Bursa Muradiye Medresesi'nde....
son olarak da İstanbul Süleymaniye Medresesi'nde görevlendirildi. Böyle koca Osmanlı
İmparatorluğu'nun en güçlü ve geniş döneminde bilgin olarak yükselmesi mümkün olan
en yüksek dereceye ulaştı.
Hicri 1038 (Miladi 1629) tarihinde GALATA Kadılığı'na getirildi. Hicri 1042 (Miladi
1632) yılında NAZİLLİ Kazası (İlçesi) kendisine arpalık olarak verildi. Ardından Sela-
nik Mollası oldu. Hicri 1044 Şevval ayında (Miladi 1634) İstanbul'da öldü. Kendisinin
Esat Efendi adında iyi öğrenim görmüş ve müderrisliklerde bulunarak 1072 Hicri (1661
Miladi) de ölen bir oğlu vardır.
Kabili Mehmet Efendi seçkin bilginliği kadar, seçkin erdemliliği ile de tanınmıştı. Ay-
rıca zamanın fen bilimlerinde de derin bilgisi vardı. Kısası çok yönlü bir bilgindi. O ay-
nı zamanda bir edip ve şairdi. Şiirleri bir kitap oluşturabilecek kadar çoktur. Aşağıda
bu hususta bir örnek olmak üzere, iki beyitini alıyoruz.
"Görüp o yar keşliye Seyr ede a'da,
Kenardan baka, layık mıaşkı şeyde."
**
"Eğerçi zevrakı mey battı Şimdi Kabili amma,
Çıkarır yine bir dolabla çarkı felek ay."

HALK OZANI SEVDAYİ


Değerli bir halk ozanıdır. Asıl adı ve doğum tarihi belli değildir. (SEVDAYİ) şiirle-
rinde kullandığı takma adı, yani mahlasıdır. Isparta'lı olduğu (Karaağaç Mahallesi'n-
den), gerek Böcüzade Süleyman Sami Bey'in Naci Kum'un Seyrani hakkında kendisin-
den bilgi isteyen mektubuna yazdığı karşılıktaki Sevdai'ye ait eklerden, gerekse ozanın
kendi şiirlerinden açık seçik anlaşılmaktadır. Netekim aşağıdaki kıtasında:
"Hamidabad Vatanımdır,
Aliaba tutanımdır.
Aşıklık sanatımdır
Doyurdum acı, Sevdayi"
demektedir rahmetli hemşehrimiz.
Biyografilerini ayrı ayrı sunduğumuz, şimdi hepsi Tanrı'nın rahmetine kavuşmuş bulu-
nan Âtabey'li Muallim Naci Kum, Uluborlu"lu Öğretmen Sait Demirdal, Isparta'lı Nuri
Katırcıoğlu ve (Isparta Tarihi yazarı) Böcüzade Süleyman Sami Bey ozanımız üzerine
araştırmalarda bulunmuşlar. Ne yazık ki Böcüzade tarihinde, Sevdayi'ye yer vermemiş-
tir.
Sevdayi, sazının tellerini yüreğinden kopan destanlarla, ağıtlarla , koşmalarla inlet-
miş, kendisini sevgi ve saygı ile dinleyenleri iç dünyasındaki duygu okyanusunun dalgala-
rıyla sürükleyebilmiştir. O, coşkun, ince duygulu, lirik, taşlama gücü yüksek zeki bir
ozandır.
Aynı zamanda döneminin aydın kesiminin kültürüne de sahiptir.
Sevdayi'nin ölüm tarihini belirtmek (tarih düşmek) için adı saptanamayan bir arkada-
şı şu kıtayı kaleme almıştır:

"DAVA için göç etti Sevdayi ahirete,


İbtikal etti avan vechi soldu,
Sözü, sazı uğruna girdi nice mihnete,
Affolur inşallah tarihi (gafur) oldu."
Buradaki (GAFUR) ebced hesabıyla 1286 Hicri (1869 Miladi) yılım vermektedir.

Sevdayi ince zekalı usta bir ozandır. Netekim yüzyılı aşan bir süre içinde dilden dile
aktarılarak, dolayısıyla birçok değişikliklere uğramış (Miras Destanı)'ndaki kıvrak anla-
tım ve buluşlar bu düşüncemizi kanıtlıyor. Üç-dört şekle girmiş bu destanın aynı kıtala-
rından daha uygun olanlarını alarak birleştirip aşağıda sizlere sunuyorum.
MİRAS DESTANI
Kulak ver sözüme, dinle ahvali,
Söyleşelim, bunca dilek nicoldu ?
Yedi yıldır gurbet ile gideli,
Hasret çektim, bunca emek nicoldu ?
Bağda kuşlar ciyik ciyik öterken,
Çayırlarda sığır, sıpa güderken,
Ben askere başım alıp giderken,
Doğru söyle şimdiyecek nicoldu ?
***
Cemaatla okudunuz Fatiha,
Anam babam ölmüş, kande akraba ?
Ne mal kalmış ne yer kalmış hep heba,
Emmim oğlu Kambur Felek nicoldu ?
***
Kande ibiş Ali, Kazıklı Veli,
Eseoğlu Köse, güdük keboli,
Barut Hasan, Komşumuzun Kel Ali
Konuştuğum bunca zevzek nicoldu ?
***
Bunların köküne kıran mı girmiş ?
Domuzlar mı biçmiş, Kurtlar mı yemiş ?
Mahalle imamı o Molla Memiş,
Çağırsanız gelse görsek nicoldu ?
***
Hoca bugün senden miras sorarım,
Doğru söyle, sana yoktur zararım,
Üç beş gündür evimizi ararım
Kaybolmuş temel, direk nicoldu ?
***
Ocak başındaki bir torba soğan;
Makamını bilmez, sadası yavan
O gün düğünümüz olduğu zaman
Çaldığımız tef, dömbelek nice oldu ?
***
Hoca senden bugün miras sorarım,
Doğru söyle yoktur sana zararım,
Beş on gündür ev yerimi ararım,
Kaybolmuş temel, direk nicoldu ?
***
Dinlemem boşuna zırva okuma,
Hileyle her taraktan bez dokuma,
Nerede içi ot dolu kıl dokuma ?
Yastık, yorgan, minder, döşek nicoldu ?
***
O kırık sacayak kalkmazdı ocaktan,
Üç çanakla, beş tencere topraktan,
Arpa (çavdar) unu eksilmezdi bucaktan,
Tekne, çomça, kalbur elek nicoldu ?
***
Hamur senidi, aktaraç, oklava,
Aş pişirdiğimiz kulpsuz yassı tava
Ağaç çanak, uluklu (emzikli) üç maşraba,
Tuz basılı sırlı çömlek nicoldu ?
Kıl kilim, eski hasır, bunca urba;
Ekseriye asılıydı yün torba,
Babamın giydiği ağarmış aba,
Gök boncuklu kuşak, yelek nicoldu ?
***
Karga burun çarık, baldır dolağı,
Kını kırık yüzü paslı bıçağı,
Beline sardığı kendir kuşağı,
Al yamalı kolsuz gömlek nicoldu ?
***
Paçaları yırtık giydiği tuman,
Ağzı çentik pahayla sapsız tırpan,
Hergeleye sığır sürdüğü zaman,
Dayandığı çatal değnek nicoldu ?..
***
Hergeleye Kamçı ile sürerdik,
Gider gelmez deyu, yolun gözlerdik,
Danasını kepek ile beslerdik,
Burnu düşük, sütsüz inek nicoldu ?..
***
Cidavısı görünmezdi irinden,
Mancılıkla kalkamazdı yerinden,
Urgan ile asar idik belinden,
Çamuş katır, çapkın ürkek nicoldu ?.
***
Kekliğim öterdi çöp kafesinde,
Tazımız yatardı gün gölgesinde,
Ahır odasında, kaz kümesinde,
Su saksısı folluk, tünek nicoldu ?
***
Aktaşlı tarlaya buğday ekerdik,
Sapsız orak, tırpan ile biçerdik,
Hani ya içinde buğday döğerdik,
Sapsız soku, dipsiz dibek nicoldu ?...
***
Yaz günleri yattığımız çardakta,
Sadasını işitirdik yatakta,
Avlu ortasında kuru kavakta,
Laklak eden çifte leylek nicoldu ?.
***
Evin önündeki asma çubuğu,
Yedi yılda bir verirdi koruğu,
Yüz pilici horoz, hindi tavuğu,
Kanatsız kaz, şaşkın ördek nicoldu ?.
*•*
Bu yerlerde sele serpe gezerken,
Bayırlarda koyun, kuzu güderken,
Ben bunları sağ bıraktım giderken,
Hele canım, ünlü köpek nicoldu ?...
***
Tavşan derisinden diktiği çarık,
Babamın sardığı kırk yıllık sarık,
Kundaksız, çakmaksız demiri yarık,
Av vurduğumuz lezgi tüfek nicoldu ?...
***
Ala tazı tavşanları kovardı,
Tutamazsa arkasından bakardı,
Sürüde kurt görse eve kaçardı,
Hırhır eden uyuz köpek nicoldu ?...
***
Bir kedimiz vardı gayette arsız,
Kuyruğu kulağı yok, yakışıksız;
Çalı süpürgesi, ibrikle havruz,
Kenefteki kırık kürek nicoldu ?...
***
Arpa saman yemezdi, vermezdik asla,
Gündüz gider akşam gelmezdi dama,
Beş okka yük ile gitmezdi yola,
Beli salık kancık eşek nicoldu ?...
***
Var mı sordum şunu bunu, filanı,
Yuları, semeri, paldım, kolanı,
Yok dediler duydum bunca yalanı,
Söyle hocam bunca gerçek nicoldu ?...
***
Evimizde bakır pek az bulunur;
Sıçan düşse bin parça olur;
Bal kabağı, kavun, karpuz bulunur;
Tavandaki kırma kelek nicoldu ?...
*«*
Kış günleri yaktığımız geveni,
Bizim diye gözlerdik hayır vereni,
Görmedim kuyuda uzun sereni,
Borlu işi, tahra kürek nicoldu ?...
***
Sığınacak yok bir ağaç gölgesi,
Ne ipliği kalmış ne de iğnesi,
Ufak pire ile, tahta kehlesi,
Can yoldaşım sivrisinek nicoldu ?..
***
Yaran, yoldaş cümlenizi özlerim,
Sanmayın ki şer'i değildir sözlerim.
Baba malı elbet arar izlerim,
Bunca eşya, ufak tefek nicoldu ?
***
Köylü miras için sürdü davayı,
Elime geçmedi dörtte bir payı,
Yetişir bu kadar dertli (Sevdayi)
Boşa tükettiğin Nefes Nicoldu ?..
Evet ozanımız taşlama yoluyla olsa da toplumdaki bozuk düzeni dile getiriyor,
haksızlıklara baş kaldırıyor.
Gerçek anlamıyla ozan başkalarının haliyle hallenen, derdiyle dertlenip üzülen,
ağlayan; sevinciyle gülen kimsedir. O, tüm insanlığın çeşitli duygularını, varlığının her
zerresinde yaşayarak dile getiren, üstün özel yetenekler ve ince duygularla donatılarak
yaratılmış seçkin bir varlıktır. İşte bu nedenle, Sevdayi'de ölümü düşündüğü bir anda
veya sırf mezar taşına yazılmak için aşağıdaki şiiri kaleme almıştır. Bu şiir de onun
kendine özgü akıcı, samimi, anlatımına (üslubuna), ince duygululuğuna, şiir gücüne
tanık oluyoruz.
(Manzume)
(MEZAR TAŞI İÇİN)
Bu dünyaya ya gelen canlar,
Nice canlar yedi anlar;
Nice tahtı Süleymanlar,
Bıraktı tacı (SEVDAYI)
***
Mezarıma dikin bir taş,
Üzerini edin Nakkaş,
Unutmayın Kavim kardaş,
Dua muhtacı (Sevdayi)
***
Benim ömrüm tamam oldu,
Gözlerimin Nuru soldu
Hidayetle yolu buldu
Ne yapsın hacı Sevdayi
***
Hamidabat vatanımdır
Ali Aba tutamındır
Aşıklık son sanatımdır
Doyurdum acı (Sevdayi)
***
Garip Sevdayi çok yeldi,
Ferhat gibi dağı deldi.
Son (en) sonunda ecel geldi,
Bulmaz ilacı (Sevdayi).
***
Beni kabre iletsinler,
Dostlanm bile gelsinler,
Sevmeyenler gebersinler,
Yeter bir kaçı (Sevdayi)
***
Adım (Sevdayi)' dir amma,
Anlamam Sevdayı hala,
Neye geldim nedir mana,
Yedim Kırbacı (Sevdayi)
Üçüncü kıtada (Hidayetle yolu buldu, Ne yapsın Hacı Sevdayi) beyitinden kendisinin
Ermeni dönmesi olduğu kanısına varanlar çıkmıştır. Ancak Ozanın şiirlerini inceleyen
Sait Demirdal şiir defterinde hep İslamiyet' ten, İslam hukukundan, İslam adlarından
söz edildiğini kaydetmektedir. O, hem kendinin, hem de şiirlerinin duyguca belirttiği
üzere açık seçik şekilde bir Ispartalı'dır. Varsayalım ki aslında başka bir ırktan olsun,
bundan ne çıkar? Çünkü Türklük duygusu, sevgisi ve kültürü ile bu kadar özdeşlikten
sonra böyle bir kimse gerçek TÜRK'tür.
AHMET GALİP KESKİN
Babası Yalvac'ın Eğirler köyünden Ramazanoğulları ailesinden Mehmet Kemalettin
Efendidir.Annesi Yalvaç ulemasından Müderris Hacı Keskin lakabıyla tanınmış İsmail
Hakkı Efendinin kızı Şerife Fatıma hanımdır.Babası Mehmet Kemalettin, mahalle oku-
lunu bitirince önce müderris Hacı Şeyh'ten ve sonradan kayınpederi olan Hacı Keskin
İsmail Hakkı Efendiden ders aldı. Öğrenimini daha ilerletmek için İstanbul'a gidip Ka-
radeniz Medresesine devam etti. Burayı tamamladıktan sonra Nasuh Efendizade İbra-
him Ethem Efendinin yanında çalıştı ve kendisinden icazet aldı. Ayrıca Mekteb-i Nüvve-
ba ( kadılık okulu)'ya devamla burayı da bitirdi.Sıra ile Yalova, Mutki, Ahlat ilçelerin-
de kadılıklarda bulundu.İşte Ahmet Galip babasının kadılığı sırasında 8.3.1316 Rumi(
19 Zilkade 1317 Hicri veya 1900 Miladi) tarihinde Ahlat'ta doğdu. İlkokulu burada bitir-
di. Daha sonra İstanbul'a gönderilerek özel bir okul olan Rehber-i İttifak ve Teraki ad-
lı okulda bir yıl okudu. Sonra okuldan ayrılarak Diyarbakır'ın Beşiri ilçesine geldi. Bura-
da Kaymakamlık Tahrirat kaleminde aday memur olarak çalıştı. Bu arada şiir söyleyip
yazmada büyük bir yetenek gösterdi. Durumu ilçe müftüsü Şeyh Kadri efendinin dikka-
tini çekti ve beğenisini kazandı. Büyük yaş farkına rağmen kendisini sohbetlerinde bu-
lundurarak destekledi.
Ahmet Galip aynı zamanda hakkaklık (mühür veya benzeri şeyleri kazma) öğrendi.
Bu yoldan da geçimini sağlamaya başladı.Okuduğunu anlıyacak kadar Fransızca biliyor-
du.Ayrıca doğuda kaldığı süre içinde Farsça, Arapça ve Kürtçe dillerini öğrendi. Babası
Kemalettin Efendi 1914'te Basurude ölünce annesi ile Diyarbakır'a geldiler. İki yıl ora-
da kaldıktan sonra 1916'da Yalvac'a döndüler.
Ahmet Galip Yalvaç'ta idadiye (lise) katip olarak atandı. Aynı okulda öğretmen bulu-
nan rahmetli Naci Kum onu şöyle anlatıyordu: " Ahmet Galip çok sıkılgan ve toplum-
dan kaçan, iktidar ve liyakatlarını izbardan daima çekinir, haluk ve nezih bir gençtir.
Kendisine mistik bir ruh hakimdir.Müsbet ilimlerin hepsini kavramış olduğu halde, ta-
savvuf zihniyeti onda üstündü.Sol eliyle yazar ve hakkaklıkta çok mahirdi. Maden ve ah-
şap üzerine kabartma kazmakta mükemmel bir ustadır."
Son hizmeti olan Barla nahiye merkez okulu muallimi iken oradan tekavüd olmuş-
tur.Tekavütlüğünü Yalvaç'ta geçirmiştir. Ahmet Galip 8 Şubat 1939'da Yalvac'ın ünlü
Çınaraltı Kahvesinde arkadaşlarıyla sohbet ederken yanlarına gelen başka bir dostunun
sandalyaya oturuşu sırasında cebinden düşen tabancanın patlaması sonucu yaralanmış
ve kaldırıldığı Konya Devlet Hastanesinde 14 Şubat 1939 da ölmüştür.
Son şiiri şöyledir:
Bu dur netice ki, var fıtratı beşerde bir neşeli şehadet..
Yatakta ölmeyi zül addeder..
Şehitlik ki yüksekçe paye var bu ayandır...
Beşerde zevki şehadet ki fevzi fıtridir...
Sürünmek istemez insan onun için mi nedir?
Tahammül etmiyerek çevre mahvü nefs eyler,
Gamın mehabeti insanı şüphesiz ki basar,
Şarabı gam ki trilyon elemle menzuçtur,
Hüner bu badeyi ister istemez içmektir,
Şehidi gam olacaksan metanetinde bulsun,
Ve korkma gam yine bir gün sefa verir belki...
Sefa da vermese kaafi şehidi gam olmak...
Bir başka şiiri:
YALVAC'A METHİYE:
Güller gibi bülbülleri handan Yalvac'ın,
Bülbül gibi gülleri de nalan Yalvac'ın,
Zevk ehline her köşesi bir bağı iremdir,
Etrafı çemenkzarü gülistan Yalvac'ın,
Çağlar sular akmakta bütün bahçelerinde,
Etrafına hayret eder insan Yalvac'ın,
Dilhastelere'neşe gelir her tarafından,
Sadlıkla kurulmuş yer asan Yalvac'ın
Yalvaç diyerek geçmeyiniz öyle umursuz,
Tarihi de olmuş hele pürşan Yalvac'ın,
Gezsen yedi iklimi ne gördüm diyeceksin,
Bir misli acep var mı bu saran Yalvac'ın,
Dehşet verir enzara Hizarındaki san'at,
Gökler olur etbakına hayran Yalvac'ın.

Çevre tasvirlerini ve memleket sevgisini dile getiren başka bir şiiri:


Men Mabedi var Mescidi Aksa'ya mümasil,
Fevkinde imiş tahtı Süleyman Yalvac'ın,
Olmuştu Havarilere bir merkezi tedris,
İslam'da da var hizmeti candan Yalvac'ın,
Meydan aranmaz mestliğin zevkini artık,
Hubanını kim görse hıraman Yalvac'ın,
Düşman tepeden top atıyorken bile asla,
Bir ferdi görülmezdi hurusan Yalvac'ın,
Harbin o hararetli, buhranlı deminde,
Mektep yapıyor halkı hurusan Yalvac'ın,
Dünyada bugün böyle maarifçi şehir yok,
Olmuş adı hep dillere destan Yalvac'ın.

ESERLERİ:
1- DİVAN: Kendi el yazısıyla Arap alfabesine göre sıralanmış şiirlerinden oluşur.Şiir-
ler aruz ve hece vezinlidir.Yalnız birkaçı Arapça ve Farsça olup gerisi Türkçedir. Tümü
715 sayfadır.
2- GÜLŞEN-İ RAZ TERCÜME VE ŞERHİ: Ünlü mutasavvıf Şeyh Şibestiri'nin
farsça felsefi bir risalesi olan Gülşen-i Raz, 1924 yılında Ahmet Galip tarafından man-
zum olarak 578 sayfa içinde tercüme ve şerh edilmiştir.
3- FITRATTA BESATED SEZİŞLERİ:Kapsamı bakımından düşün ve felsefe örne-
ğidir. 1934'te yazımı tamamlanmıştır.
4- MİRACİYE: 94 sayfa mesnevi tarzında kaleme alınmış bir eserdir. 1937'de bitiril-
mistir.
5- GÖKTE VE YERDE: Hayalen ve gerçekten yapılmış gezileri anlatan mesnevi tar-
zında 42 sayfalık bir eserdir. Bir tür seyahatnamedir. Aslı Naci Kum'un özel evrakları
arasındadır.
6- MEVLİD: Süleyman Çelebi'nin Mevlid'ine uygun bir şekilde yazılmıştır.Çok akıcı
ve tatlı bir üslubu vardır.
Ahmet Galip'in bir hattat olduğunu da söylemiştik. Sanat değeri taşıyan yazılarıyla
suretlerini çıkardığı bir çok eserleri de vardır.

ALİ ULVİ EFENDİ


Çopur Ali diye ün yapmıştır.Uluborlu'da günümüzde sürüp giden Çopuroğulları süla-
lesindendir.Babasının adı Mehmet'tir. Rumi 1299 (Miladı 1883)te doğdu. Altı yaşına ge-
lince zamanın adetine uyarak mahalle mektebine verildi. Fakat okumayı çok güç öğren-
di.Sesi pek güzel olduğundan hafız yapmak istediler. Fakat onu da beceremedi. Çok ze-
ki olduğu halde beceriksizliğinin nedeni tembelliği havadan ve sudan şeylerden zevk al-
masıydı. I. Dünya savaşına katıldı.Böylece çok yer gezdi. Çok olaylara tanık oldu. Çok
kimselerle tanıştı. Bir manzumesinde medresede Molla Cami'ye kadar ders gördüğünü,
pek çok şehir gezdiğini belirtir.On yıllık askerlik yaşamı ona çok şeyler öğretti.Nitekim
asker dönüşü ağırbaşlı, olgun, iyiliksever bir insan oldu. Kurtuluş Savaşından sonra Na-
zilli'ye göç etti.Nazillideki evinde öldü.(1962)
Şiirlerinden bir örnek:
SEFERBERLİK DESTANI:
Dinleyin söyleyem bir destanım var
Yarenlik etmeyin kesin lisanı
Meşhur yerleri kıldım aşikar
Çıkardım kafadan biz bu destanı
***
Uluborlu'dan çıktım sağ selamet
Bizim başımıza koptu kıyamet
Ana kuzuları Hakka emanet
Beladan saklasın umum aslanı.
***
İtadi müslümin verdik el ele
Yedilerle kırklar bizimle bile
Yüz yirmi dört bin peygamber ile
Ebubekir ile aldık Osmanı.
***
Atladı Hazreti Ali Düldüle
Belinde çatal zülfikar ile
Hasan ve Hüseyin anınla ile
Katıldı bizlere Hazreti Geylani.
***
İzmir'de aldık hemen soluğu
Bandırma'da yedik yılan balığı
Erdek'te yerim: Ekmekçi bölüğü
Yaktıkça fırını çıktı dumanı.
Bandırmadan çıktık fırkayla birlik
Cümlemiz bir yerde ederiz dirlik
Düşmanlar görecek bizlerden erlik
Kıracağız hain, kafir düşmanı.
***
Vapurdan Derince'de trene bindik
Bozantıya geldik trenden indik
Biz askerliğimizi orada bildik
Üçüncü gün kıldık Tarsusa seyranı.
***
Eskişehir, Karahisar geride
Akşehirle Konya daha beride
Karye, Nahye İcaza çoktur arada
Hepsine de vardık nice noksanı.
***
Dinleyin Tarsus'tan bu kelamımı
Gezdimdi Lokman Aleyhisselamı
Her insana bunlar nasip ola mı?
Buradadır Ebülkasım mekanı.
***

You might also like