You are on page 1of 292

Biz Apaçık Yazılar İndirmişizdir!

dininizi dışa vurmayın diye...

Kıymet Nadir Bindebir


..............................’ b a k i s e l â m l a r.

KNB
(imza gününde ıslak imza buraya atılacak)
İndeks

Birinci Bölüm: Hamdullah’lı yazılar


Hamdullah Efendi'nin Amerika Sergüzeşti
Zevk almaya başla Hamdullah sonuna geldin!
Darbe Dürrükleri
Acı var mı acı Hamdullah?
Kız kıza başbaşa kalınca

İkinci Bölüm: Ergenekon’lu ve yazanı Ergenekonluk edecek yazılar


Dumlupınar denizaltısında olmak
SIGINT istihbarat örgütleri ve ulusal güvenliğimiz
Keser döner sap döner' demeyin sakın bana!
Recep Şaban Ramazan
Sığoğlanlar ve bir Phoenix Operasyonu olarak Ergenekon
Ergenekon üstü geciktirici sprey
Rabbi'min hikmeti ve Cesurkürek
Haydi de ülen kör Arabım sen oyna!
Fâni dünyanın Merkez Efendi maymunları
Yıkıldı beyler paşalar kellere kaldı köşeler

Üçüncü Bölüm: Din-Diyanet, cin-cinayet yazıları


Ehl-i tarîk ya da erbâb-ı sülük
Ramadhana-sudra
Biz apaçık yazılar indirmişizdir dininizi dışa vurmayın diye
Orucu sakatlayan ve bozan haller
Allah kabul etsin. Amenofis!
Hayratı yıkacaksın yetimi öpeceksin
‘Parçalanmış Cesetler Dosyası’
Diyacahsan Cem Garipoğlu niya 16 Eylül'de teslim oldu!
Alevi Marksizmi AKP Pragmatizmi
Kucağında ölü çocuk, gözünde gurur, aklında cennet
Life is good elhamdüllillah!
İrticayla mücadelenin suç olmasına dair
Şuur benem nur benem!
'Böyle köklü gelen birşey...'
Pasif Laiklik, Fatih Ürek ve Seren Serengil
Nekrofil zamanlarda laf ola beri come back konuşmalar

Dördüncü Bölüm: Pakistan’lı yazılar


Batı'nın 'müttefik'i yoktur 'müşterisi' vardır
Paranın Dini İmanı Olmaz' Tanrıçası Laksmi
Paralel evrenlerin sahipsiz köleleri
Yoksulluk endikatörü olarak çadır
Asteriks'in Köyü Galya'nın 'fakellaki' mezesi
Beşinci Bölüm: Kadın yazıları
Sen bittin Hanım! Ülkeyi de bitirdin...
Hepsi de okumuş kızlar!
Binnaz Seni Cesur Kadın Gördüler!
Kurutulmuş biber, dantel ve kanaviçe kırlentlere dair
Doğrasam Akdeniz’i cacık etsem

Altıncı Bölüm: Kürt açılımı yazıları


Kürt Kadınlarında Stockholm Sendromu
'Keser döner sap döner' demeyin sakın
Açmam açamam! Söyleyemem açılımımı hiç kimseye
Mahmur'dan abim gelmiş!
Terörist Rehabilitasyon Porocesi
Açılımlarınızı ailecek severek izliyoruz
PKK’dan Obama’ya kutlama mektubu
Koyun-kuzu-kelle ve ÇÖZÜM

Yedinci Bölüm: “Van Minüt!” ve “Sütte leke var bizde yok!” yazıları
Dik duruşuna kurban olduğumunun...
Mardin-Bilge Köyü katliamının haklı nedenleri
Neredesin eyy insanlık! Gazze'ye plaza dikemiyoruz!
AKP paniklediğinde
Hepimiz Arabız birimiz Kaddafi
Herşeyin 'altın'a bakacaksınız!
Genç tapucular huzursuz
Dükkân senin! Shop is yours!
Neo-Osmanlıyla bostan ekenin kıçı hıyardan kurtulmaz
Rabbime sordum...'De get la!' dedi
Dereyi ıhtırdın mı çöküp alacan intikamını muhterem!
Muvazzaf subaylar yağmur duasına çıkmış!
Beygir üstünde Hayrünnisa Hanım
Yine sazan mevsimi geldi!
Zincir, takoz ve çekme halatı
AK şirketler aydınlık amblemler
Gaza gelince çekidüzen verilen mekânlar
Kippa düştü kel göründü
Ulu Tanrım ölü müsün diri mi?..
Ya al Allah kulunu ya zapteyle delini!
Recep Bey'e 'Recep Bey' denilebilir mi?

Sekizinci Bölüm: Nostalcik ve depresif yazılar


Merkez beni seviyor musun?
Buyur burdan yak Recep!
Bozacının noteri şıracı
Ş'oraları hep dutluktu!
Hayatta hiçbir şey tesadüf değildir
KÜFÜR yaz boşluk bırak AMATÖR KÖŞECİ yaz 7777'ye gönder!
Ebemizin sünnetsiz yerine kadar açılım

Dokuzuncu Bölüm: İleri (AK) demokrasiden seçim manzaraları


Seçmen sanal seçim gerçek
Seçmenin nabzı atanı var nabzı olmayanı var!
Arsızın yüzüne tükürmüşler 'Kapsama alanı dışındayım' demiş
Allahın dediği değil bankanın dediği olur!
Thomas Hobson ölmedi! Kalbimizde yaşıyor...

Son yazı

Ben hep isyandan yanayım!


Hamdullah yazıları
Hamdullah Efendi'nin Amerika Sergüzeşti

Gördüm. Arabasını beyaz bir brandanın içine saklamışlardı. Etraftaki Siykrıt Sörvis
elemanlarına aldırış etmedim. Yürümeye devam ettim. Onunla başbaşa görüşmeden, eli
elime değmeden, kendimi o kalabalıkta bîçâre ve müdâfaasız hissedecektim.

Bir kelime İngilizce bilmiyordum, lâkin lisan uzmanım yanımdaydı ben hâlimi
Osmanlıca arz edecektim, o İngilizce diline tercüme edecekti.

Başkanla sevişirdik, ama bugün ön sevişmeyi kısa tutmak niyetindeydim. Toplantıdan


evvel ikindiye yetişmekliğim lâzımdı.

Lakin ne olduysa o dakikada oldu. İzbandut cüsseli korumalar yolumuzu kesti. Bizim
âdemleri itip kakmaya başladılar. Bir tanesinin elini tutup arkaya büktüm; "Van minüt
lann!" dedim "Van minüt!". "Şunun şurasında iki kelâm edip, bi resim çektirip
gideceğiz."

Kısmetten çıkmış göte uçkur neylesin! Nasip, kısmet değilmiş, Başkanla toplantıdan önce
muhavere edemedik.

Toplantıda, orada bulunmaktan bahtiyarlığımı beyân eden bir nutuk irâd eyledim. Lâkin
havuç suyunu fazla kaçırmışım, üzerinize afiyet bağırsaklarım mülâyemet çayı içmiş gibi
idi. Nutkumu kısa kestim.

Neyse ki toplantıdan sonra O... O... bana el etti, "Yaklaş" dedi, "Whatz your problem
buddy?"

Başbaşa görüşmemiz kısa sürdü, lâkin verimkârdı.

Sırasıyla; Kürt Açılımı>Demokratik Açılım>Ulusal Birlik Projesi>Kardeşlik Projesi


dediğimiz poroceyi sordu. Dedim "Adını 'Biz Varken Son Osmanlı Ölmez ve Amerika
Kanka Porocesi' olarak değiştirirsek, kapsama alanı genişler." Başkan "Münâsiptir"
dedi.

Geçende yaptığım hissî, ahâlinin gönül tellerini titreten konuşmamdan bir pasaj arzettim.
Heyecandan ezberim şaştı, bazı hatâlar yapmışım. Şöyle demişim;

"Biz artık Botan Çayı'nı da satmak, Zap suyunu kurutmak, Dicle, Fırat gibi barışa
kalleşliğe akmak istiyoruz. İstiyoruz ki Munzur dağlarında hep birlikte altın çıkaralım.
Cudi Dağı'nda yedi cüceleri, Ağrı Dağı'nda Ermeni çiğdemleri dermek istiyoruz.
Ülkemin yedi coğrafyasından derilmiş çiçekleri" derken "Okey..okey!" dedi, susturdu.

Dedi "İmralı Kuşcusu'nun bile şüpheleri var. Açılım mı satış mı tuzak mı sahtekârlık mı
emin değilim diyor. Ne iş?"
"Merak buyurmayınız" dedim. "Ona da, herkese de hazmettiririz. Siz Güneydoğu'ya 100
bin, Sabiha Gökçen Havaalanına da 42 bin Amerikan askerini yığdınız mı kimsenin gıkı
çıkamaz."

Dedi ki "Nasıl hazmettireceksin 142 bin Amerikan askerini?"

Dedim "Telâşa mahal yok. Ahaliye; Askerlerin psikolojisi bozulmuş. Tatile


gönderileceklermiş. Nereye gitmek istersiniz diye oylama yapılmış, Türkiye çıkmış dedik."

O mübârek Başkan "Aferim" dedi, bâşımı okşadı. Adana Havaalanını 'Kentsel Dönüşüm'
numarasıyla nasıl genişlettiğimizi, tapulu evleri bile yıktığımızı anlattım. "Güzeeel" dedi,
"İncirlik'e 13 kilometre o havaalanı."

Dedim "Medeniyetinizin âşık ve hayrânıyım. Osmanlı'ya sadrâzam olacağıma şurada


keten helva, mesir macunu satsam razıyım."

Dedi "O da olur, sabret."

"Bir manzûme okuyayım, çok güzel okurum" dedim. "Kısa olsun" dedi. Vakti yokmuş. Bir
kıta okudum;

Bu kârhanede bir nebze itibârım yok benim

Ne varsa cümlesi senindir bu Gülistan'da

Ne kudret-i iktidâr, ne ilâhî şefaat

Bu kârhânede senden başka hâmim yok benim

Bizim tercüman (maaşallah) manzûmeyi pek güzel tercüme etti. Sanırsın lisân-ı
mâderzâdı İngilizcedir. Başkan önce mütebessimâne, efsûnlanmış dinledi, sonra
oturduğu yerde büküldü, katıla katıla gülmeye başladı, gözlerinden inci dânesi yaşlar
döküldü. Hislendi vesselâm.

Akşam yemekte, perhizkârlığımızı bildiklerinden, şarap kadehim leb â leb elma suyu
doluydu. Lâkin, ihtiyâtı elden bırakmayıp kadehe ağzımı değdirmedim. O kalabalıkta
alkol değmemiş bardak istemek münasip olmazdı.

"Hey yavrum Hamdullah!" dedim kendi kendime, "Sen ki tarhananı içip, delik pabuçları
sürüyerek mektebe giderdin, şimdi altınların, elmasların üzerinde kuluçkaya yatmaktasın.
Kimlere neleri hazmettirdin yedi yılda. Şu oturduğun sofralara bak, gidinin Hamdullahı!
Nerdeeen nereye!"

Memlekete avdet edince, Amerika seyahatinin sûretlerini (görsel mi diyorsunuz?)


getirdiler. Rûhevâz eşim; Misis Obama, Madam Bıruni ve sâir eşlerin yanında Kafkas
folklor ekibinden fırlamış gibiydi. Entarisinden kumaş esirgenmemişti. Diğer hatunlardan
farklıydı. Farklılığımız zenginliğimizdi nihâyetinde. Hiç bir siyasetçi, şahsi servet
konusunda elimize su dökemezdi nitekim.

Yalnız, bugünlerde birşey nazar-ı dikkatimi celbetmeye başladı. Yurtdışında "Acaba


burada da bir Türk var mı?" diye düşündüğüm zaman, bir anda bir vatandaşımız
karşıma çıkıyor. Lâkin, insan Türkiye'deyken bu kadar çok Türk'e rastlamıyor.

Laz var, Boşnak var, Arnavut var, Kürt var, Ermeni var... Türk yok!

Acaba diyorum, olmayan bir halkın adını şeytsek mi yani... Hani yeni bir açılım, devletin
adından Türk kelimesinin şeydilmesi felân... Erken mi olur?

Tuh! Oradayken aklıma geleydi sorardım Başkana.

27 Eylül 2009 ya da 7 Şevval 1430


Zevk almaya başla Hamdullah sonuna geldin!

Anladım Hamdullah!
Osmanlı Viyana kapılarına koçbaşıyla dayanmıştı, sen Osmanlı'nın 'neo'su (nasırsurat'ın
N'si, ebleh'in E'si, orman çocuğunun O'su) olarak, 'AB'ye girmek' derken, boş Nabucco
gaz borusunun içinden sürünerek Avusturya'ya pasaportsuz gitmekten bahsediyordun.
Şimdi anladım!

Lakin Hamdullah; AB, kendisi için bunca önemli enerji hattını senin belkemiğine
döşemişken, binlerce noktaya kompresörler falan kurmuşken,

Şirket, 'Nabucco GmbH, taraf ülkelerde malın güvenliğinin sağlanmasına katkıda


bulunur' demişken,

Ve AB, 'Atalanta Deniz Harekatı' (EU NAV-FOR ATALANTA) adı altında, kırık
dökük teknelerle deniz ulaşımını tehlikeye düşüren (!) Somalili korsanlarla mücadele
bahanesiyle 112 gemilik deniz filosunu Hint Okyanusu'na, Aden Körfezine, Somali
sahillerine indirmiş iken,

Yani Hamdullah; -Nabucco'nun diğer yarısı-, Trans-Sahara Projesi dediği Nijer


Deltası'nın doğal kaynaklarını sömürme, Avrupa'ya aktarma projesi gözünün
önündeyken,

Avrupa, Trans-Sahara'nın, yani enerji nakil yollarınının güvenliğini üfürükten korsan


hikayeleriyle AB standardına göre havadan, karadan, denizden militarize etmiş iken,

Avrupa bir yandan Afrika'da askeri istihbarat üsleri açar bir yandan "Afrika'daki açlara
yaptığım yiyecek yardımının kargosunu koruyorum" diye kıvırtırken,
Sen AB'nin döşediği boruyu koruma bahanesiyle Türkiye'ye AB askeri göndermesine
karşı bir nasıl bir önlem aldın Hamdullah?

TSK'yı itibar infazlarına maruz bırakıp tel tel çözmeye çalışman AB-ABD
militarizasyonuna yol vermek için midir Hamdullah?

Sahi kimsin sen Hamdullah?


Nasıl bir kafadır, nasıl bir dindir, nasıl bir ahlaktır seninki?
Nasıl bir 'vatan' kavramı vardır senin kafanda Hamdullah?
Ve nasıl bir Allah'tır bu seninki Hamdullah, vatana ihanetini, insana ihanetini, doğaya
ihanetini sırf müslüman doğduğun için affeder de sana cennette 70 bin bakire gelinli
köşkler hazırlar, nasıl bir Allah bu seninki Hamdullah?

Sen Hamdullah islamiyetten başka kimlere, neye 'hizmet' için buradasın? Nasıl bir
adamsın, kimsin nesin sen Hamdullah?
Hani seninle (Ravalpindi) havaalanından İslamabad'a gidiyorduk, hatırlıyor musun
Hamdullah? O onbeş kilometrede gördüğün fukaralıktan, ölüm tehlikesinin her an, her
yerde, hepimiz için mevcut olmasından duyduğun dehşeti hatırlıyor musun?

Hani sen "Buralar Türkiye'nin 80 sene evvelki hali" demiştin de, ben de "Hayır"
demiştim, "Buralar sizin iktidarınızda Türkiye'nin beş yıl sonraki hali."
Daha beş yıl dolmadan falım çıktı Hamdullah. Önüm arkam fukaralık, açlık, sağım solum
ölüm oldu sayende.

Sen Hamdullah "Suriye'ye bugünden itibaren istediği kadar su verilsin" talimatınla


Suriye'nin su sorununu bir kalemde çözdün de, barajlar yüzde 90 doluyken bile neden
hergün 'suyu kesilecek semtler' listesi yayınlıyorsun?
O nasıl bir öncelik listesidir senin kafandaki Hamdullah, Suriye'nin sorunları Türkiye'den
önce gelir!?

Sahi nasıl bir adamsın sen Hamdullah? Bu ülkenin adaleti sana emanet edilmişti, Bakan
olarak altına imza attığın yasanın şerrinden korumak için çocuklarını bir günlüğüne
çalışmış gösterip sigortalattın.

Ana-babaları, altı aylık bebeklerini sigortalama sahtekarlığına mecbur ettin, sonra da


'Yakaladım' diyerek sigortalanmış 50 bin çocuğun kaydını sildin.

AK'ın A'sı adalettir dedin, hapiste yatanların yüzde 54'ü suçsuz. Oysa senin vekillerinin,
belediyecilerinin yüzde 90'ı sabıkalı Hamdullah. Nasıl bir adalet, nasıl bir ahlak bu
seninki Hamdullah?

Mevcut azınlıklar yetmedi sana, Ermenistan'dan 50 bin Ermeni ithal ettin, Alman dahil
50 azınlık icat ettin başımıza.

Yedi sene evvel dedem de anam da ben de çocuğum da hepimiz 'Türk'tük. Sayende
bugün hepimiz başka azınlık mensubuyuz Hamdullah. Kusura bakma senin gibi
'hamdolsun' diyemiyorum, içim yanıyor Hamdullah.

Azınlık listende bana en uyanı 'sünni Türk' idi. İslamiyetle ilişiği keseli çok olduğundan
o da uymadı. Sünni'yi silip geriye 'Türk' kalınca benim de Türkiye'de azınlık olduğum
(!) gerçeği kafama dank etti. Memlekette 'çoğunluk' bırakmadığının farkında mısın,
kendinle gurur duyuyor musun Hamdullah?

Hangi Hamdullahdı o, Dalaksızgillerin Ağmet mi? O muydu literatüre CEMAAT


kelimesini sokup da TARİKAT oluşumlarını sevimli, insani ve kanuni göstermeyi
başlatan?

Yoksa 70 yaşına kadar eline kadın eli değmemiş, 40 erkekle yaşayan, üzerine kayıtlı bir
kuruşluk mal yokken 50 milyar doları yöneten Ebu Dallama Hazretleri mi?
Genç kızları ailesinden kopartıp tarikat yalılarında seks kölesi ettin Hamdullah. Evladı
anaya düşman edip utanmadan sevgiden, hoşgörüden, 'sarsılmaz Türk aile yapısı'ndan
bahsettin.
Sen nasıl bir adamsın, nasıl böyle krematoryum kapağı kadar pişkin olabiliyorsun
Hamdullah?

Ya sen köşe kadısı Hamdullah! Sen hamsi mi yedin de zihnin açıldı?


İnandığın dinin temel ritüellerinin Şamanizm'den geldiğine uyanınca 'Kurban
kesmesek de olur, mezartaşı dikmesek de olur' sahtekarlığıyla aba altından Vahabi
islamın ucunu gösteriyorsun.

'Ata'ya tapınmak Şamanizmde vardı' derken sen neyi, kimi, hangi Ata'yı ima
ediyorsun Hamdullah?

Nasıl bir Allah bu senin Allahın Hamdullah? Kadını kaburgandan yaratıp sonra ona her
türlü ezaya seni yetkili kılıyor. Seni eksik akılla, bozuk ahlakla yaratıp sonra sırf
müslüman doğduğun için cehennem azabından muaf kılıyor. Ne yanlış yaparsan yap
gözetliyor, biliyor ama seni durdurmuyor. Nasıl bir allah, nasıl bir peygamber, nasıl bir
din, nasıl bir vicdan bu seninkisi Hamdullah?

Bebeğe acımıyor dövüyor, öldürüyor, çöpe atıyor, tecavüz ediyorsun. Gence


acımıyorsun, kadına -kendi imanınca- Havva'dan itibaren düşmansın zaten. Yaşlıya hiç
merhametin yok, zam yaptığın bakımevlerinden bavulu alıp çıkan, gidecek yeri olmayan
yaşlılar ne oldu belli değil. Kediyi köpeği döve döve öldürüyor, ineği vince asıp (İran'dan
mı öğrendin?) kesiyor, tavukları canlı canlı toprağa gömüyorsun.

Tarım arazisine diktiğin villandan akan bokunla toprağımı zehirledin, soyumu, suyumu
kuruttun. Ruhumu çürüttün Hamdullah! Farkında mısın Hamdullah, sana kişibaşına 5
villa düşerken bize kişibaşına 50 cehennem düşer oldu. Giderayak bir düşün, bokundan
başka ne bıraktın bu memlekete?

Sigarayı yasaklıyor, içkili restoranları kapatıyorsun. Ama Hamdullah, bir yandan da


Afganistan'daki üretim fazlası eroini rahat nakledebilmesi için Amerikalıya
havaalanları, limanlar veriyor, teröristin eroini ptt kolileriyle postalamasına göz
yumuyorsun. Kendi baronlarının tırlarla uyuşturucu sevkıyatı yapmasını hangi ahlaka,
hangi yasaya, hangi vicdana sığdırıyorsun sen Hamdullah?

Sen nasıl aşağılık bir adamsın? Daha doğrusu adam mısın, insan mısın sen Hamdullah?

Her işin gizli kapaklı, her işinin altında manipüle edilmiş bilgisayar, sahte evrak, sahte
tanık, naylon darbe guruları var. Her işin saman altından, her ihalen sakat, her seçimin
şaibeli.

Her tanığın çift uyruklu, çift cinsiyetli, çift dinli. Yazarlarının hepsi Amerika'dan oturma
müsaadeli. Oysa şüphelin, tutuklun, sanığın Türkiye'de yaşama müsaadesiz. Sağlam
girdiği hapisten ya sakat çıkıyor ya ölü.
Senin dürüstlükle, namusla, açıklıkla yaptığın bir iş yok mudur şu güneşin altında
Hamdullah?

Nasıl bir Allah nasıl bir peygamber bu seninkisi? Bulutların arkasında emekliye ayrılmış
gibi sanki. Sen emekliden de nefret edersin, bilirim Hamdullah. Emekli sussun, bildiğini
anlatmasın istersin. Senin emekliye ayrılmış Tanrın ondan mı bu kadar sessiz yaptığın
kıyımlara Hamdullah?

Senin Allah'ına, peygamberine inanan boşanma davası açmıyor. Kadının ya gırtlağını


kesiyor ya sokak ortasında kurşunluyor. Nasıl bir din-iman, nasıl bir namustur bu kafanın
içindeki Hamdullah? Nasıl bir yaratıksın sen?

Nasıl bir tıp doktorusun sen Hamdullah? Doğum kontrolundan habersiz, altı çocuklu.

Sen dün'ün merdivenaltı işportacısı Hamdullah! Şimdi milyon dolarlara hükmediyor


kanal üstüne kanal satın alıyorsun.
Nasıl doymaz bir adamsın sen? Medya yetmiyor, su, toprak, enerji gasp edebildiğin
herşeyi gasp ediyorsun.
Kim için, kimin adına, kimin malını gasp ediyorsun ve bunu nohut beyninde nasıl
'helalize' ediyorsun Hamdullah?

Sen Hamdullah! Çokuluslu şirketlere 'anahtar teslim' sattığın bu ülkede çocuğunun,


torununun genetiği değiştirilmiş tohumla, arsenikli suyla kanser yiyip kanser içeceğini
bilmiyor musun? Kendi evlatlarına nasıl kıyabiliyorsun, kaç paraya sattın gelecek
kuşakları? Ne komisyon alıyorsun o Cargill'lerden Monsanto'lardan da geceyarısı şirkete
özel yasa çıkartıyorsun Hamdullah?

Üstelik çökerttiğin sağlık sistemiyle hastaların bakımını bile üstlenmiyorsun. Sen hangi
devletin adamısın Hamdullah?

Bilim adamını, doktoru, bu ülkeyi ülke yapan herkesi dışarı kaçmaya mecbur ettin.
Kaçamayanı açlığa, onursuzluğa, üç kuruşa sözleşmeli köleliğe mahkum ettin. Sen nasıl
bir yamyam, nasıl bir vicdansızsın?

Sen Hamdullah, bu ülkenin taşını, toprağını, limanını, karayolunu, tren hattını, toprağın
altındakini, üstündekini, telekomünikasyonunu sata sata bitiremedin. Nehirleri, gölleri,
denizin yüzeyini satacaksın yakında.

Satışı sen yaparken 'ekonomi taş gibiydi' de (!) sen koltuktan düştüğün gün ne değişti de
"Kriz Başbakanı teğet geçmiş, halkı değil" diye zırlamaya başladın Hamdullah?

Peki sen! Parti dediğin menfaat çetesinin ciğerini biliyorsun da, ayrılıp kendi partini
kurduktan sonra neden bildiklerini belgelerle açıklamıyorsun Hamdullah?
Altı yıl her suça ortak-destek olup yedinci yıl istifa edince "Ak değildir" demekle gusül
abdesti mi almış oluyorsun? Vitrin görüntün kadar dürüstsen belgelerle döksene ortaya
menfaat çetesinin icraatını...Yoksa tuğlaya oturup tuğlayı eritene kadar yıkanıp arınmış
mıydın Hamdullah?

Sen Hamdullah, doğaya, bilime, hayata, insana düşmansın. Teknolojiyi de fena halde
düşmansın da kendi propagandanı yapmak, en gizli işimizi AB-D'ye açık etmen için
lazım sana o teknoloji. O yüzden toptan yasaklayamıyorsun. Sana kalsa telefonu bile
haram ilan edersin ya...

Sanata düşmansın, dansa, müziğe, kültüre, bilgiye düşmansın. İnsanı insan yapan, ulusu
ulus yapan herşeye düşmansın sen Hamdullah. Ama sanki Allahı'nla aranızda bir anlaşma
var gibi. Tüm ihanetlerin, ahlaksızlıkların 'öte tarafta' sana ödül olarak dönecek gibi.
Nasıl bir dindir bu seninki Hamdullah?

Sen dini, sen Allah'ı da tükettin Hamdullah! Rahatsın ama, ettiğin ibadet huzur veriyor
sana.
Oysa benim günahlarımı affedecek bir papazım, başımı okşayacak hahamım, 'Allah
affeder kızım' diyecek bir imamım yok... Beni yönlendiren Allah'ım, peygamberim,
cinim, şeytanım yok.

Söylediğim, yazdığım her kelimenin, her davranışımın sorumluluğunu tek başıma


taşıyorum. Yanlış yaptığımda şeytanın üzerine atmayıp, insandan, hayvandan, doğadan
özürümü kendim diliyorum. Bunun nasıl ağır bir sorumluluk, nasıl bir huzursuzluk
olduğunu sen anlayabilir misin Hamdullah?

Senin asit döküp soyunu tükettiğin bitten küçük parazitin, üstüne asfalt döküp
yeryüzünden sonuncusunu yok ettiğin bitkinin, bokunu akıttığın su havzasının
sorumluluğunu hissetmek çok ağır Hamdullah. Benden sonraki kuşağa senin ırzına
geçtiğin bir ülke, bokunla kirlenmiş bir eko-sistem bırakmaya içim elvermiyor.
Gelecek kuşakların 'kendisini bu ülkeye ait hissetme hakkı'nı gasp etmeni
hazmedemiyorum muhterem!

Senin ahlakın öyle ahlaksız ki; bebeklere, çocuklara tecavüz ediyor, sonra da mağduru
cezalandırıyorsun. Irzına geçtiğin çocukların yüzde 70'i oğlan, nasıl bir manyaksın sen
Hamdullah?

Plastik bebekten, saçtan, kıldan, tüyden bile tahrik oluyorsun. Kafan karışık senin.
Çocuklara plastik seks oyuncağı, el kadar oyuncaklara kadın muamelesi yaptığının
farkında değilsin Hamdullah.

Hırsızlık konsepti öyle gelişti ki senin döneminde; ekili buğday tarladan çalınıyor artık.

Nasıl bir adam, nasıl bir insansın sen Hamdullah? Hiç kimseden ve hiçbir şeyden kendini
sorumlu hissetmeden nasıl yaşayabiliyorsun? Oysa demokratik sistemi birarada tutan
zamk 'sorumluluk' tur muhterem.
Sana demokrasiden bahsediyorum, kime ne diyorum ben yahu!
Avrupa'daki işçinin parasını Keriz Feneri üzerinden kasana aktarman, gemiler alman
yetmedi, şimdi daha fazlası için ikna turlarına çıkıyorsun. Ar damarın Nabucco borusu
gibi midir senin Hamdullah?

Nasıl bir yamyamsın sen Hamdullah, anlat bana! Kıvırmadan anlat ama! Senin Teslime
Bacı'larına benzemem, yalanı saniyesinde görürüm gözünün bebeğinde. Evde dantele,
örgüye teşvik edip, kapıcılıkla, bakıcılıkla yüksek maaşa bağladığın Bağkur'lu kadınlaran
değilim.

Peki ya sen liboş Hamdullah! Sen de nasıl bir işbirlikçi Hamdullahsın ki, Birinci Dünya
Savaşında, Kurtuluş Savaşında, askerden kaçanların çoğunun tekkelerde, dergahlarda
saklanan tarikat ehli Hamdullahlar olduğunu bile bile tutup 'Asker zorla savaşa sürdü,
yoksa millet savaşmak istemedi' yazabiliyorsun.
Vatan savunmasından kaçan 'millet' değil, şimdi yalakalığını yaptığın, paranı ödeyen
Hamdullahlardı liboş muhterem. Bilmiyor musun? Donguz gibi biliyorsun.

Sen bu ülkeyi sömürgeciye anahtar teslim veren Hamdullah'dan da betersin işbirlikçi


liboş Hamdullah. Bazılarının 'ahirette hesabını veremezsem' korkusundan uykuları bari
kaçtı. Oysa senin dinle imanla da işin yoktur. Şarabı çektin mi havada uyuyup yastığa
düşersin sen. Anlat hele, sen kaç paraya Hamdullahlaştın? Çoluk çocuğun da yok
bildiğim kadarıyla, kime bırakacaksın o dünyalığı, Keriz Fenerine mi liboş Hamdullah?

Senin her cinsinin gözünün bir zaman paraya doyması ihtimali var mıdır Hamdullah?
Hakikaten soruyorum, paraya, mala mülke doyma ihtimalin var mı senin? Kıvırtmadan
söyle. Ben Teslime Bacı değilim. Yalanı gözünün bebeğinde görürüm.
Böyle bir özgürlük varsa eğer Hamdullah, sen yedi yıldır vatana ihanet özgürlüğünü
tepe tepe kullandın muhterem.

Dur bak sana bir anekdot anlatayım;

Jinekolog vajinal ultrasonu biten kadının evrak işlemlerini yaparken sormuş: "Sevk
aldınız mı?"
Kadın utana sıkıla cevap vermiş: "Sonuna doğru biraz."

Sen de zevk almaya başlasan iyi olur Hamdullah! Sonuna yaklaştın.


Sıkma kendini yiğidim gevşe!! Bitmek üzeresin!.

16-17 Temmuz 2009


Darbe Dürrükleri

Tarih: 25 Rebiülahir 1430

Sevgili Dürrük,

"Artislik yapmayın lan bana! Yannış davulu zurnayı çalıp durmayın laynn!!" dedim. Biz
burda rakamlarla cambazlık yapmıyoz. Bişey biliyoz ki rakam veriyoz. Davula darppıdı
darppıdı darppıdı darbe vurmakla olmaz aga!!

Bunlar, bakkal dükkanı idare etmenin zorluklarını gözleri var görmezler kulakları var
duymazlar. Cırtım cırtım konuşurlar böyle. Vatandaş bakkalımızdan aldığı maldan
memnun diyoruz, anketlerde yüzde 86'sı 'hayatından memnun' çıkıyor diyoruz, "Sen
bakkalda anti depresan hap satışını patlattın, vatandaş o ankete cevap verirkene kafası
kıyaktı " diyolar. Oyacam allahıma kitabıma!

Bennn delikanlılığın kitabını yazmış adamım hacı! Bizde yamuk olmaz! Mercimekten taş
çıktı, sattığın makarna pişmiyo, vatandaş haplandı, tartıdan çalıyosun diyen çamur
siyaseti yapıyo. Koyacam kafayı alayına, darp edecem, darbeleyecem...

Bu mahallenin bir numaralı bakkalı benim aga! Adımı aptessiz anmayacan, Van Minüt
deyip önce aptesini alacan. Mahallede her iki vatandaştan biri alışverişini bu bakkaldan
yapıyo. Yapıyodu yani. Mart sonunda işi kesata bağladık ama dıngırıma kadar...Bakkal
batarsa gider pırlanta işine, altın işine takılırız, kabuğumuz kalın bizim aga! Bundan kelli
kolayına batmayız.

Teslime'nin boynunu, kollarını pırlantaya garkettim, Arap şeyhi karıları gibi dekore ettim
kadınımı. Delikanlılığın raconu budur hacım! Kadınına sahip çıkacan. Evinin kadını
çocuklarının anası ne de olsa, yamuk yapmayacan, harama uçkur çözmeyecen. Çözsen de
çaktırmayacan. Takıcak yeri kalmayınca kadınının ayakkabısına yapıştıracan pırlantayı.
Çorbasına altın tozu dökecen...

Neyse... hani şu Birinci Noter var yukarı mahallede, Hamdullah lavuğu...Geçende gelmiş
afra tafra yapıyo. Diyo "Abi" diyo "Bi damar yakaladık dehşet...Enerji işine girelim, gaz
işine, tuz işine, buz işine girelim senle."

Elini uzatmış tokalaşıp barışacak aklınca. "Get la işine" dedim. "İndir lan o elini, kırarım
sokarım bi tarafına...Taka tuka yapma bana!" Sıkı ayar verdim gavata.
Ona mı kaldık lan! Kendi akrabalarım var benim iş yapmaya kalksam... kendi osuruğu
bile insana ciğer tava gibi gelir! Benim için Hamdullah bitmiştir. Daha da üstüne işemem
o lavuğun. Çırak da dükkana alırsa, çırağı da kulağından tuttuğum gibi koyarım kapının
önüne.

Bu bakkal gücünü halktan alıyo, noter moter tanımam dürerim kitabını.


Bu gavatı görünce sinirden şekerim düşüyo. Baktım el ayak zangır zangır, dedim "Tayyar
ölüyon...delikanlı aleminin kutup yıldızı kayıyo..." Daldırdım elimi leblebi şekeri
kavanozuna, kavanozu yarılayınca kendime geldim. Vurmuşuz glükoz darbesini
pankreasa, ciğere, dalağa... İki gözüm önüme aksın çırak zor yetiştirdi hastaneye. Sebep
olan kebap olsun anasını satıym.

Sinirden çırağın ağzının ortasına da koymuşum bi tane. "Al ananı da git Almanya'ya.
Alman vatandaşı ol" demişim. Hiç hatırlamıyorum.

Bu alemde bize yamuk olmaz aga! Biz bu mahalleye hizmet için geldik, hizmet edecek
tek vatandaş kalmayana kadar alayının anasına avradına hizmet edecez. Gerekirse kafa
kol demeden girişecez, son darbeyi en hassas yerlerine vuracaz. Yastık altına! Ordaki
serveti de bu dükkanın kasasına akıtacaz. Ortada t.aşağı kıllı adam mı kaldı ki
hizmetimizin hesabını sorsun!

Delikanlı aleminin sınır tanımaz, vatandaşın hizmetkarı bakkalı olmak zor be Sevgili
Dürrük! Ama durmak yok, yolmaya devam!! Müfettişe yakalanmadan.

Şimdi diyorum ki depoya bi miktar 'beyaz' çeksem. El altından ufak ufak poşetlerde
piyasaya kaktırsam... 23 Nisan'da çocukların bayramı var, onları sevabına bi 'uçursam'.
" Bi kilo toz bi otobos" diyolar. Bunun on yirmi kilosu bi uzun menzilli uçak aldırır
icabında. Burdan bindin mi vıııın Los Encılıs...vınnn Yeni Zelanda...

Kurarız orda da tezgahı annadın mı...Açarız bi Törkiş Bakkal. Olmadı s.ç hıyarın köküne,
yan yatar zulaladığımız paranın faizini yeriz.

5 Mayıs'ı da dünyada Ebeler Günü ilan etmişler. Diyorum yapayım bi güzellik şu


mahalleliye. Asayım camekana bi yazı:

ANANIZI AVRADINIZI EBENİZİ GETİRİN...HER 100 YTL'LİK ALIŞVERİŞTE 50


KONTÖR, BEDAVA 5 METRE KEFEN GÖTÜRÜN

DELİKANLI BAKKAL INIZ HAMDULLAH TAYYAR EBENİZİN GÜNÜNÜ


KUTLAR!

21 Nisan 2009
Acı var mı acı Hamdullah?

'Takva' filminde, tarikatın kasası Muharrem'e teslim edilirken söylenen bir cümle vardır:

"Şimdi ona sıradanlığının ne kadar sıradışı olduğunu öğretmek lazım."

AKP tarafından siyasi, ticari, hatta tıbbi ahlâkın bile (tıp fakültelerinde Tıp Etiği
derslerini kaldırdılar) çökertildiği dönemde, 'sıradan', 'dürüst' bir adam çıkıyor ve
çoğumuz "Ne sıradışı bir lider" diyerek Sayın Kılıçdaroğlu'nun etrafında safları
sıklaştırıyoruz.

Hırsızlık, yolsuzluk, kalpazanlık, hukuksuzluk 'sıradan' ya sekiz yıldır, hepimizin


gönlünden geçen 'hesap sorma'yı vaad eden, kendisi için hiçbir şey beklemeden ülkeye
hizmete talip olan adamı 'sıradışı'laştırıyoruz. Değil aslında!'

Şimdi hepimize, dürüstlüğün aslında ne kadar 'sıradan', 'olması gereken' olduğunu


yeniden öğretmek-hatırlatmak lazım.

Şimdi hepimize, etrafında kümelendiğimiz lidere, yürümesini engelleyecek şekilde


yolunu daraltmadan destek olmayı da öğretmek lazım. Kılıçdaroğlu yürümek değil
koşmak istiyor. Yanında olmayı ama yolunu da açık bırakmayı bize öğretmek lazım.

Sayın Kılıçdaroğlu'nun adaylığını açıkladığı gün beynimde bir endorfin patlaması


olmuştu.

Hani bebeğin yanağını yanağınıza dayarsınız da... öyle şeftali tüyü bir mutluluk...
Geleceğe dair, yumuşak, umut dolu, her sorunu unutturan bir mutluluk...

Meditasyon sonrası yerden yükselmişlik hissi gibi bir his...

Kurultay konuşmasını izlerken hak verdim kendime.

Her konuşmasında "Şavaklar, Mıhullular, Kürtler, Ubıhlar" diyerek etnisiteyi kaşıyan


adam ve çetesinin sonunun nihayet geldiğine inandım.

Belli, bundan sonrası "bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine" yaşanacak
ki, bu hasret bencileyin 'fena halde sıradan', paraya ya da güce (iktidara) tapınmayan
bütün Türk vatandaşlarınındır.

Kurultay'ı takip eden medyanın yorumcuları hep aynı yorumu yaptılar. Hepsi, o
kalabalığın iktidara susamışlıktan orada olduğundan bahsetti.

Hiç sanmıyorum!

Özlenen gücü/iktidarı ele geçirmek, iktidarın olanaklarından nemalanmak falan değil!


Özlenen; dürüstlüğün, üretmenin, çalışmanın, emeğin saygınlığının yeniden teslim
edilmesidir.

Özlenen; kalpazandan, hırsızdan, ahlâksızdan Yüce Mahkeme karşısında çatır çatır hesap
sorulmasıdır.

Özlenen; 'ulusal çıkar'ların yeniden korunmaya başlanmasıdır.

Ve en önemlisi de; Türkiye'nin korkulan 'son'dan, köprüden önceki son çıkışta kurtulacak
olmasıdır.

AKP'nin ahlâkı külliyen yıktığı bu dönem; 'sıradışılık' sandığımızın aslında 'sıradan',


'sıradan' sandığımızın ne kadar 'sıradışı' olduğunu görme zamanıdır.

AKP'nin durumuna gelince, onu şöyle anlatayım:

Şimdi AKP'li 'sonuna yaklaşan' Hamdullahlar da vajinal ultrasona giren Teslime gibi
sıkmasınlar kendilerini! Gevşesinler! Zevk almanın birinci şartı 'teslimiyet.'

Hamdullahların önünde iki seçenek var: Ya burada görecekleri muameleden zevk


alacaklar, ya da emekli vaizin yaptığı gibi ABD'ye 'sağlık nedeniyle' sevk. Seçim onların.

Ha! Öbür seçim mi? Onun galibi şimdiden belli.

24 Mayıs 2010
Kız kıza başbaşa kalınca

Sifonu yok bu dünyanın. Çekemiyorsun. Doğayla, gezegenle çelişkiye düştün mü tokatı


sert oluyor (Bkz. Derenin İntikamı).

Bilim insanları diyesilermiş ki; "Çevre kirliliği, kimyasallar, genetiğiyle oynanmış


tohumla tarım, insanlar da dahil, omurgalıların her türünde erkekleri
feminenleştirdi, üreme organlarıyla dölleme kabiliyetlerine zarar verdi."

Ekmek buğday çarpsın ki erkeklik ölüyor beyler, haberiniz ola! Memeli-memesiz,


omurgalı-omurgasız, insan, hayvan demeden erkeklik gidiyor elden...

Okur Zekî Bey ve Zekîye Hanım, kusura bakmasınlar. Çevre konularına ampul kafaların
dikkatini çekebilmek için onların dilinden konuşmak gerekiyor. O yüzden konuya uçkur
taktık, oradan çekiştiriyoruz.

Florida'da, tarım ilaçları yüzünden erkek timsahlarda testosteron düşmüş, östrojen


yükselmiş. Testislerine bi haller olmuş, 'lilibum'ları ufalmış, üreyemiyorlarmış.

Florida'nın kaplumbağa cinsinin erkekleri de dişil özellikler gösteriyormuş.

Alaska'daki erkek geyiklerin üçte ikisinde inmemiş testis vakası, Kuzey Kutbu'nda
hermafrodit balıklar, efemine kutup ayıları görülür olmuş (çöldekine benzemiyor yani!).

Güney Afrika'da kimyasallara maruz kalan erkek geyiklerin testislerinde de hasar varmış.
Erkek fareler sperm üretemez hale gelmiş.

Çevre kirliliği olan bölgelerde su samurlarının da testisleri küçülüyor, poliklorlu


bifenillere (PCB) maruz kalan vizonların 'lilibum'ları kısalıyormuş. Kirli sularda yaşayan
kurbağalar da dişiye dönüşüyormuş.

Anladınız (Hamdullah bey), durum hakikaten ciddi!

Gebelikte, plastikte kullanılan bir kimyasala maruz kalan annelerin erkek çocukları, çay
setleriyle, bebeklerle oynamaya teşne oluyorlarmış.

Dünyanın kimyasallarla, soyu kesik tohumla kirlenen bölgelerinde erkeklerden iki kat
fazla kız çocuğu doğmaktaymış.

Lami cimi yok, Kuzey Kutbu'ndan Güney Kutbu'na erkek cinsi mutasyon
geçirmekteymiş. Yakında hepiniz 'memeli' olacaksınız beyler. Erkeklik gidecek elden!
(Yazarın iç konuşması: Yoksa bu mutasyonun bir sonucu mudur artan sübyan merakı?
Kadınla başa çıkamama korkusu? Meclis berberinde kulak ağdası yaptırma merakı?)
Yakında dikiş-nakışa heves edeceksiniz beyler!. Geleneksel Taksim Yılbaşı Taciz-
Tecavüz Şenlikleri'ne -57 Lira mukabili- katılacak tecavüzcü bulamayacaksınız. Kadın
kermeslerini, parti toplantılarına, cuma cemaatine tercih eder hale geleceksiniz.

Serokwezîr Recep Bey, erkek cinsindeki bu değişimi bilse, muhtemelen "Mutasyon


psikolojiktir, gerçek değildir. Bizi teğet geçer" falan der ama, hermafrodizme, dişiliğe
doğru kayış ciddi, organik ve anatomik. Erkek cinsi yumuşuyor.

Otuz yıl önce, Sovyet KGB'sinin kadın ikram ettiği Afgan aşiret reislerine, otuz yıl sonra
CIA Viagra dağıtmak zorunda kalıyor. CIA mutasyonun farkında, Afgan erkeklerinin
kuyruğu dik tutmasına yardımcı olmaya çalışıyor.

Zaman; "Yavrum seni baban doğurdu" zamanları...Adamın biri iki çocuk doğurdu bile.

Hayır, efemineleşince kadına efelenemeyeceksiniz de, o bakımdan söylüyorum.

Yarın öbür gün oğullarınız, erkek torunlarınız "Baba ojemi bebeğime sürebilir miyim?"
dediğinde sizin için yıkım olur (Hamdullah bey). Kışlada, kerhanede, cami minaresinde
kutsanmış erkekliğinizi can evinden vurur.

Hintli fizikçi Dr. Shiva (Monocultures of the Mind kitabında) diyor ki;

"Küreselleşme adı altında melez tohumların Hindistan'a girmesiyle, çiftçiler, tarım ilacı
ve tohum satın almak için borç almak zorunda kaldı.

Melez pamuk tohumları Hindistan?a girdiğinden beri, tarım ilacı kullanımı yüzde 2000
arttı.

Bir iki yıl içinde çiftçiler borca battı. Onları borç batağına sürükleyen tarım ilaçlarını
içerek intihar etmeye başladılar. Hindistan'da 200.000 çiftçi intihar etti.

Küçük çiftçiler ne kadar hızlı yok oldularsa, kimyasallara, genetik mühendisliğine ve


makineleşmeye bağımlılık da o kadar arttı."

Genetiği değiştirilmiş tohumun sahte verimliliği dönüyor, canlı cinsinin üretkenliğini


vuruyor.

Dünyanın en verimli coğrafyası Türkiye'de, bereketin yerini kıtlık alıyor, sadaka 'meşru',
vergi ödeyenin parasıyla asalak besleme 'adil dağıtım' ilân ediliyor.

Zikri hür cüzdanı hür ampul kafaların orman yakıp TOKİ gecekondusu yapması, denizi
doldurması/kirletmesi, tarım alanlarını şantiyeye çevirmesi, çiftçiyi genetiğiyle oynanmış
ithal tohuma muhtaç etmesi dönüyor dolaşıyor kutsanmış, tapınılan erkekliği vuruyor.

Doğaya şiddet göstereni doğa hamur gibi yumuşatıyor.


Haydi ampul kafaların anlayacağı dilden yazalım; "Ant olsun ki, Nuh'u elçi olarak
kavmine gönderdik. Dedi ki, 'Ey kavmim, Allah'a kulluk edin, sizin ondan başka tanrınız
yoktur. Doğrusu ben üzerinize gelecek azaptan korkuyorum." (Araf suresi, âyet 59)

Sebep olduğunuz Tufan çoktan başladı (Hamdullah bey)! Gavura altın arama izni verip
asit döktürttüğünüz, florasını faunasını yok edip villa diktiğiniz toprak açlıkla, kıtlıkla
imtihan edecek insan cinsini.

Binin oğullarınızın gemiciklerine sona kalmadan! Nuh'un gemisine son binen eşekti.
Kuyruğundan çeke çeke içeri alındı. "Sona kalmayın" demem eşek olmadığınızdan.

Ama ben... doğrusu ben üzerinize gelecek azaptan korkuyorum. Doğanın bir yandan
kadın nüfusu artırırken, bir yandan sizi efe'den 'efemine'ye döndürmesi azabından...

Kadın artar, siz de yumuşarsanız, yarattığınız kadın düşmanı dinleriniz de tarikatlarınız


da elinizde patlayacak, o bakımdan yani...

Kız kıza başbaşa kaldığımızda kim kimi ezecek, kim kimi namahrem ilan edecek!

80 bin caminin minaresini de dişileştirip, meme şeklinde yeniden yapmak zor olmayacak
mı!

Hamdullah, Sen pek itibar etmezsin ama, bilim insanları: "İnsanı hayvandan ayıran 10
temel özelliğin ilki ve en önemlisi yüz kızarmasıdır" diyorlar.

Yüzün kızarmadan ne idüğü belirsiz aşıları bu milletin evlatlarının koluna


sokturabiliyorsan, yüzün kızarmadan bacak bacak üstüne atmış havuçları, kıç şeklinde
elmaları çocuklarına, torunlarına yedirebiliyorsan, diyecek sözüm yok. Klavyenin
kilitlendiği yerdeyiz.

Ama "Hamdoldu... hamdoldu..." derken, üzerinize gelecek azabın biri, ortalığın -sen de
dahil- 'ham' dolmasıdır ki, sen buna dayanamazsın Hamdullah!

7 Kasım 2009
Ergenekon’lu ve yazanı Ergenekoncu yapacak yazılar
Dumlupınar denizaltısında olmak

Babamı ilk kez ağlarken gördüğümde 10-12 yaşımdaydım.


Beşiktaş Deniz Müzesi’ne götürdü bizi. Daha camlı panolarda ilk resimlere bakarken
hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Bir yandan ağlıyor bir yandan “Bak bu Ahmet, bu
Mehmet, bu komutanımız...Bu çavuşla aynı gün başladık Dumlupınar denizaltısında”
derken mendiliyle habire gözyaşlarını siliyordu.

Müzede Dumlupınar denizaltısına dair her obje, her fotoğraf babama ‘tanıdık’tı.
Babamızı ağlarken hiç görmemişiz, afalladık. Bahriye’de askerliğini ilk kez o müzede
dinledik.

Dumlupınar’ın batışından bir hafta önce Fahri Korutürk gemiyi teftişe geliyor. Babamla
da tanışıyorlar. Fahri Korutürk “Sen Erkin gemisine geçeceksin, sana orada ihtiyaç var”
diyor.
Babamın askerliğinin bitmesine 2-3 ay kalmış. Dumlupınar’da çok mutlu, komutanına
“Askerliği bu gemide bitirsem” falan diyor ama emir demiri kesiyor. Teftişin ertesi günü
Dumlupınar’dakilerle vedalaşıp Erkin gemisine geçiyor.

Babaannemin tayinden haberi bile yok. Babamı Dumlupınar’da zannediyor. Ve babamın


ayrılışından birkaç gün sonra, 1953 yılının 3 Nisan’ı 4 Nisan’a bağlayan gecesinde
Dumlupınar batıyor.

Babamın adı hala Dumlupınar’ın listesinde. İlk liste 81 kişiden fazla, radyo haberlerinde
gemi personelinin arasında babamın adı da okunuyor.

Babam kendi adını radyoda duyduğunda aklına annesine haber vermesi gerektiği geliyor.
Telefon falan yok, komutanından izin alıp eve koşuyor. Babaannem radyonun başında,
elinde kehribar tesbih, haberleri dinliyor, ağlıyor, dua ediyor. Babamı kapıda gördüğü an
düşüp bayılıyor.

Sonrasını şöyle anlattı babam;


“Üç gün boyunca uyumadan, yemek yemeden radyo dinledik. Kurtarılamayacakları
denizcilere tebliğ edildiğinde “VATAN SAĞOLSUN” dediler. Ve sonra sesler kesildi.
Hava bitti, ümit kalmadı. Ben üç gün boyunca nefes alamadım. Aldığım her nefeste
kendimi suçlu hissettim. Üç gün boyunca sırf ben değil, bütün Türkiye nefes alamadı.
Dumlupınar’dakilerin suyun altında çektiğini biz aynen yerin üstünde çektik. Radyonun
başında oksijensiz ortamda nefes almaya çalışan, karaya vurmuş balıklar gibiydik...”
---
Silivri esir-rehinelerinden Mustafa Balbay, Mustafa Mutlu’ya mektubunda “Dumlupınar
denizaltısında gibiyiz”yazmış. “Denizin dibinde, kurtarılması olanaksız bir yerde,
yukarıdan gelen her mesaj, küçük bir ses; o denizaltındakileri nasıl etkilemiştir, bir
düşün” demiş.

ABD-AB, AKP marifetiyle 2020’lerin General kadrosunu ve Türkiye’sini


şekillendirmeye çalışıyor. 102 subay için daha (kaçıyorlarmış gibi) yakalama kararı
çıkartıldı. AKP, gittikçe dibe vuran Ergenekon denizaltısında oksijeni bitirmeye
uğraşıyor. AKP, kurbanlarının nefes almasını engelliyor.

Ve biz dışarıdakiler, “Halat bağlandı, çekiyoruz sizi yukarıya” mesajını veremedikçe,


içeridekilere umut, oksijen pompalayamadıkça, içeridekilerin ‘nefessizliğini’ aynen
hissedemedikçe, Silivri-Hasdal’daki vatanseverler batmış bir denizaltında umutsuz,
çaresiz ve oksijensiz gibiler.

Babam sağ olup Balbay’ın “Dumlupınar denizaltısında gibiyiz” sözüne kimbilir ne


üzülürdü. Çünkü Dumlupınar’da olmanın ve olamamanın ne demek olduğunu bilen son
adamdı.

Ben o batan Dumlupınar’da olmanın ve hatta olamamanın acısını birinci ağızdan


defalarca dinledim. Babam her seferinde nefes almakta zorlanır gibi anlattı. “En son
vatan sağolsun dediler. Sonra irtibat kesildi.”

O yılların Türkiye’sinin, kulağını radyoya dayayıp Dumlupınar’daki askerler nefes


alamıyor diye nasıl nefesini tuttuğunu,
“Vatan sağolsun!” diyerek susan denizcilerin arkasından devlet dairelerinde,
kahvehanelerde, sokaklarda insanların nasıl birbirine sarılıp ağladığını, konuşamadığını
bilince, Mustafa Balbay’ın ve diğerlerinin ‘havasızlığını’, ‘çaresizliğini’ göğsümün ta
orta yerinde hissediyorum.

Yabancı istihbarat servislerine, saklanmaya bile gerek bırakmadan faaliyet gösterecek,


büro açacak cesareti/yetkiyi veren, yıkıcı, bölücü, satıcı, cahil ve aslen nitelikli
dolandırıcılık çetesi AKP hükümetine lanet olsun!
Bu ‘hükümeti yıkmaya çalışmak’ suçsa eğer, ben bu suçu işlemek için yıllardır can
atıyorum!

Elimde herhangi bir güç, bir yetki olsaydı kullanmakta bir an bile tereddüt etmezdim.
Gerçekten bu hükümeti devirmek isteyen bir örgüt olsaydı, gönüllü nefer yazılırdım.
Amerikan beslemesi hergelelerin bir vatansevere yapabilecekleri nedir en nihayetinde?
Ergenekon denizaltısında batırmak mı? AKPKK çetesinden korkan AKPKK çetesinden
beter olsun!

Babamızın asker arkadaşları gibi son cigaramızı içer, son sözümüzü söyleriz: VATAN
SAĞOLSUN!!!

Ama; AKP’nin ülkeyi sürüklediği uçurumu gören tüm aydınlar, Kürt ırkçısı bölücü
örgütle mücadele eden tüm askerler denizin derinliklerinde, sahtekar imamların ayağına
gülsuyu döken sahtekar tüccarlar yerin üstündeyken vatan da sağ olamıyor be!

25 Temmuz 2010
SIGINT istihbarat örgütleri ve ulusal güvenliğimiz

1947'de yürürlüğe giren ve ABD, İngiltere, Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda


tarafından imzalanan İngiltere/ABD Güvenlik Anlaşması'nın metni çok gizli tutulmuş
ve bugüne kadar açıklanmamıştır.

İngiltere ve ABD 'öncelikli taraflar' (first parties), diğer ülkeler 'ikinci taraflar'dır (second
parties).

İkincil ülkeler tarafından toplanan ham istihbarat, birincil ülkeler tarafından


değerlendirilir, işleme tabi tutulur.

Anlaşmanın içeriğinin bir kısmı 'International Regulations on SIGINT' (SIGINT ile İlgili
Uluslararası Düzenlemeler) adlı çok gizli kitapçıkta kayıtlıdır.

Sinyal istihbaratı olarak çevireceğim Signal Intelligence (SIGINT): kişiler ve


bilgisayarlar arasındaki her türlü elektronik haberleşmenin takip edilerek istihbarat
toplanması ve şifreli mesajların kripto analiz yöntemiyle deşifre edilmesidir.

Dinle değil, bilimle, teknolojiyle yönetilen ülkelerde, sinyal istihbaratından sorumlu


kurumlar, aslında ulusal güvenlik ve ulusal çıkarları korumaktan sorumlu
kurumlardır.

......

Amerikan Ulusal Güvenlik Ajansı (NSA/CSS), internet sayfasında (www.nsa.gov)


'Görevimiz' bölümünde şöyle yazıyor:

"..NSA/CSS, sinyal istihbaratı ile haberleşme güvenliği ürün ve hizmetleriyle, iletişim ağı
harekâtlarını (network warfare) mümkün kılar. Toplanan istihbari bilgiyi, Ulusun ve
müttefiklerimizin yararına kullanır. Vizyonumuz; ulusal şebekemiz (network) yararına,
küresel kriptolojik üstünlüğümüzü sağlamaktır."

'Ulusa Adanmışlık' (Dedication to the Nation) başlığı altında, NSA/CSS'te çalışan


personelin tanımı şöyle yapılıyor:

"NSA/CSS çalışanları, herşeyden önce ve sonra ve daima Amerikalıdır. Her çalışan,


Anayasa'yı ve ABD'yi, dahili ve harici bütün düşmanlarına karşı desteklemeye, korumaya
yemin etmiştir."

......

NSA'nın Kanada'daki karşılığı Haberleşme Güvenliği Kuruluşu CSE'dir


(Communication Security Establishment).
Verilen önemi anlatmak açısından yazıyorum; 33 milyon nüfuslu Kanada'nın CSE
bordrosunda 38 bin çalışan kayıtlıdır.

İnternet sayfasında (www.cse-cst.gc.ca), görevleri arasında, devletin güvenli


haberleşmesini sağlama ve NSA'de olduğu gibi kriptolojik istihbarat toplama vs
sayılmaktadır.

'Görevimiz' bölümünde; "SIGINT ürün ve hizmetlerimizden, devlet, ulusal güvenlik,


ulusal savunma ve dış politika konularında karar alırken yararlanır." yazar.

Yani Kanada'da da ABD'deki gibi ulusal güvenlikten sorumlu istihbarat servisi,


aslında elektronik istihbarat yapan kurumdur.

SIGINT örgütleri, CIA, CSIS (Kanada İstihbarat örgütü) vs gibi istihbarat örgütlerinden
tamamen ayrı, bağımsız, üstün teknolojiyle donanımlı haberalma örgütleridir. Temel
görevleri ulusal güvenliği ve ulusal yararları korumaktır.

......

İngiltere'nin ulusal güvenlikten sorumlu istihbarat örgütü Devlet Haberleşme


Karargâhı'dır (Government Communications Headquarters (www.gchq.gov.uk).

Dışişleri Bakanı David Milliband'in "İngiltere'nin çıkarlarının korunmasında en önemli


örgütlerinden biri" olarak tanımladığı GCHQ, Birinci Dünya Savaşı sırasında 25 kadar
şifre kırıcı elemanla işe başlamıştır.

Bu örgütlerin çoğu, savaşta şifre kırmakla işe başlayıp, 1960'lardan sonra haberleşme
uydularının uzaya gönderilmesiyle sinyal-elektronik istihbarat üstünlüğünü ele geçirip,
ULUSAL GÜVENLİKLERİ ve ULUSAL ÇIKARLARI için kullanan örgütlerdir.

......

Avustralya SIGINT istihbarat örgütü Savunma Sinyal Direktörlüğü'nün (Defence Signals


Directorate- www.dsd.gov.au) sloganı: "Onların sırlarını ifşa eder, kendi sırlarımızı
koruruz."

"Savunma ve ulusal güvenliğimizle ilgili olarak, yabancıların elektronik haberleşmesinin


takibinde önemli rol oynarız. Avustralya'da devlet haberleşmesinin güvenliğini sağlarız.
"

......

Yeni Zelanda'daki ulusal güvenlik örgütü; Devlet Haberleşme Güvenliği Bürosu


GCSB'dir (Government Communications Security Bureau- www.gcsb.govt.nz). Görev
tanımın yapıldığı belgenin başlığı Ulusun Güvenliğini Güvenceye Almak'tır.
.....

Dikkat isterim! Ulusal güvenlik ve haberleşme güvenliği sürekli yanyanadır. Ulusal


güvenliği korumakla görevli örgütler, devletin haberleşme güvenliğini de sağlayan, şifre
kıran, verdikleri teknik istihbaratla hükümet politikalarını ulusal çıkarlar doğrultusunda
yönlendiren örgütlerdir.

Bu örgütlerde; bilgisayar-iletişim yazılım mühendisleri, bilgisayar adli tıp mühendisleri,


sistem analistleri, matematikçiler, elektronikçiler, kripto uzmanları, dilbilimciler,
istihbarat analistleri çalışır. En üst düzeyde güvenlik kleransını haiz elemanlardır. Gelip
geçici hükümetlerin değil 'devletin' kurumlarıdır.

Türkiye'de ulusal güvenliği dolayısıyla ulusal haberleşme'yi koruyan-sağlayan bir


kurum yoktur.

Devletin kripto haberleşmesinin kodlarını vs düzenleyen, cihazlarını imal eden


TÜBİTAK'a bağlı UEKAE'nin (Ulusal Elektronik ve Kriptoloji Araştırma Enstitüsü)
internet sayfasında, her ürün için (muhtemelen İngilizceden kötü tercüme edilerek) şunlar
yazılıdır:

"Merkez idari kalitesini sahip olduğu süreç kalite belgeleri, bilimsel ve teknik kalitesini
ise NATO için tasarlanan algoritmalara NATO'daki kripto analizin ardından verilen
NATO'nun tüm gizlilik seviyelerinde kullanılabilir onayı ile ispatlamıştır."

UEKAE'nin görevleri arasında, ulusal güvenliği korumak'tan söz edilmemekte, NATO


sistemlerine uyumlu olmakla, NATO'nun onayını almış olmakla övünülmektedir.

1947'de, yukarıda bahsettiğim anlaşmaya imza koyan NATO üyesi ülkerden ABD,
Kanada ve İngiltere'nin SIGINT örgütlerinin sayfalarında, bu NATO yalakalığını
göremezsiniz.

UEKAE'nin bağlı olduğu TÜBİTAK'ın yasasında yapılan değişiklikle (zamanında Sayın


Ahmet Necdet Sezer veto etmişti), Bilim Kurulu'nun 14 üyesi AKP'nin Başbakanı
tarafından atanmaktadır. UEKAE'nin müdürü Mehmet Önder Yetiş, TÜBİTAK'ın
Başkanı Nüket Yetiş'in kocasıdır.

Gül-Erdoğan ikilisi tarafından TÜBİTAK'ın başına Nüket Yetiş'in atanması üzerine,


'özerk bir bilim kuruluşunun siyasi etki-denetim altına alındığı' gerekçesiyle dört
Başkan Yardımcısı, bir Bilim Kurulu üyesi ve bir Yüksek Komite Sekreteri topluca istifa
etmiştir.

......

PKK açılımında görev alan Müsteşar Emre Taner'in MİT'i, aslen kendisi bir 'ulusal
güvenlik sorunu' haline gelen iktidar partisinin emrinde, ortaokul mezunu adamların
turşucu kılığına girip, mahalle muhtarlarına sorup istihbarat topladığı köhne bir
kurumdur.

......

Ulusal güvenlik denilince akla gelenlerden Milli Güvenlik Kurulu, AB müktesebatı


uyarınca AKP'nin Başbakanına bağlı, iki ayda bir yapılan toplantılardan ibarettir.

.....

2005'te AKP tarafından kurulan Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı (TİB), telefon


dinlemeyi tek merkezde toplamak üzere kurulmuştur (şu gazete haberine bir göz atıverin
(*1). TİB elemanlarının çoğunun, Ebu Dallama Hazretleri'nin, dolayısıyla ABD'nin
kontrolundaki Emniyet kadrolarından atandığı ileri sürülür.

Özetle;

Batı, ulusal güvenliğini ?uydu vasıtasıyla elektronik iletişim-haberleşme kontrol


sistemleri ve devletin haberleşme güvenliğine ve güvenilir vatandaşlarına
dayamışken, Türkiye Cumhuriyeti?nin ulusal güvenliğini koruyacak, hükümetleri,
ulusal çıkarlarımıza uygun kararlar alacak şekilde yönlendirecek ULUSAL bir kurumu-
istihbarat örgütü yoktur.

Olanlar, NATO'ya ve AB müktesebatına uyumlu olmakla öğünmektedirler ki, ulusal


olma vasıfları eksiktir. Tamamı, doğrudan ABD'ye bağlı olan AKP Başbakanına bağlı
olmak gibi bir zaaf içindedir.

Velev ki böyle ulusal bir kurum olsun; teknik istihbarat toplama çalışmasını, başında
İngiliz istihbaratı ile ilişkili bir adamın (Paul Doany) bulunduğu, Lübnanlı Hariri
ailesine ait, Türk olmayan Telekom üzerinden yapmak zorunda kalacaktır.

Yukarıda bahsettiğim Batılı ulusal güvenlik örgütleri, seçim zamanında oy sayımı-


sonuç verileri toplanmasının güvenliğinden de sorumludurlar.

2000 yılında, George Bush başkanlık seçimini kaybetmek üzereyken Florida'da devreye
girip sonuçlara etki eden CIA ve FBI'dan ziyade NSA'dır.

Dolayısıyla;

-2002 seçimlerinden sonra aslında milletvekili bile olamayacak Erdoğan'ın, Siirt'te


yenilenen seçimler sayesinde Başbakan olduğunu bilinirken,

-AKP'nin, 2007 seçimleri oy sayımı sırasında, yarışa bilgisayar üzerinde artı yüzde 25 ile
başladığı da biliniyorken,
-2009 Mart yerel seçimlerinde Kemal Kılıçdaroğlu ile Topbaş arasında fark çok azalmış
ve Kılıçdaroğlu arayı gitgide arayı kapatıp öne geçmek üzereyken elektriklerin kesildiği,
sonuçların ilanına ara verildiği hatırlanıyorken,

-Türkiye'nin nüfusu, bilgisayar üzerinde, her seçimden önce 6 milyon artar, seçimden
sonra 6 milyon azalıverirken, durup durup "Yüzde 47 suçlu...yüzde 38 suçlu..." diye
dıngırdamayalım.

Dıngırdamayalım ve "Sandığa gömeceğiz...sandığa gömün" romantikasına


kapılmayalım.

Dolayısıyla;

-Yargı dinleniyor, manav dinleniyor, ay annemin telefonu da dinleniyor diye


şaşırmayalım. Yargıyı, manavı ve annemizi dinleyenlerin birden fazla olduğunu bilelim.
Dinleyenlerden hükümet kanadının amacının, ulusal güvenlik-ulusal çıkar falan değil,
tersine kendilerinin ulusal güvenlik sorunu olduğunu bilelim.

Türkiye'de de, ABD, İngiltere, Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda gibi ülkenin ulusal
çıkarlarını ve ulusal güvenliğini ve devletin haberleşmesinin gizliliğini koruyacak,
hükümetler üstü, gerçek vatanseverlerin görev yapacağı, seçim sistemlerini de
denetleyecek bir kurumu-istihbarat örgütü olmadıkça, biz uydudan alınan sinyal
hesabıyla yenileceğiz. Mevcut tablo değişmeyecek.

Dolayısıyla;

Halkın ulusal güvenlik ve çıkarlarını koruyacak başka bir kurum kalmadığından, yüzde
87 oranında TSK en güvenilir kurum olmasına şaşırmayalım.

TSK'nın ise, ABD'yle elini kolunu bağlayan bir 'müttefiklik' tutturmuş olduğunu, sonuçta
NATO ordusu olduğunu, gizli haberleşme kodlarının da, müdürü ABD'ye bağlı başbakan
tarafından ısrar ve baskıyla atanan bir kurum (UEKAE) tarafından yapıldığını kenara
kaydedelim.

Dolayısıyla;

Ergenekon diye bir örgüt yoktur. Ulusal güvenliğimizi ve ulusal çıkarlarımızı


işportada pazarlayan AKP'yi durduracak bir devlet kurumu olmadığından, AKP'nin örtülü
ödeneklerle kurduğu, kendi hizmetindeki 'dinleme çeteleri'ne yakalanmış, "Ne yapsak,
nasıl etsek?" diye düşünen, NATO'ya ve ABD-AB'ye karşı yurtsever muhalefet
vardır.

ABD, NSA'da çalışacakların, sapına kadar Amerikalı olması şartını koşmaktadır.

Türkiye ise, yedi yıldır 'Türküm' demeye utanan,


'ulus' değil 'ümmet', 'birey' değil 'kul' olmayı seçen,

seçilmiş değil, yabancı SIGINT örgütleri tarafından atanmış,

halktan alamadıkları desteği, gözlerini gökyüzüne çevirip Allah'tan almaya çalışan


insanlar tarafından yönetilmektedir.

Aslen gökyüzünde aradıkları Allah değil, kendilerini iktidara getiren haberleşme


uydularıdır. Onları iktidara getiren ve iktidarda tutan o uydulardır.

Dolayısıyla;

Atatürk'ün derin zekâsı ve öngörüsüyle taa 1925 yılında "İstikbal göklerdedir" deyip,
adını koyamadan, 40 yıl önce haber vermeye çalıştığı, bu ulusal güvenliği haberleşme
güvenliği üzerinden sağlayan SIGINT kurumları ve haberleşme uydularıdır.

Türkiye'nin ulusal güvenliğinden sorumlu kurumlar parça pinçik, darmadağınık, köhne,


AKP Başbakanının, yani yabancı istihbarat servislerinin kontrolündedir.

Dolayısıyla, ulusal çıkarı ve istikbali Türkiye'de AKP'yi iktidarda tutmakta olan ABD-
AB, AKP'ye her türlü teknik desteği verir. Yargıyı da dinler, manavı da, ananı da...

Telekomünikasyonun yabancıların elinde olduğu sürece, kendi ulusal SIGINT örgütünü


kuramadığın sürece devlet sırrın yoktur. Mabadın imanına kadar açıktadır.

Bencileyin bunları söyleyenlere tükürür gibi 'ulusalcı', 'aşırı milliyetçi', 'faşist' denmesi
boşuna değildir. Kıçı açıkta olana 'Kıçın açık' demek suçtur. Ama istikbal de açık g..lerde
değil, Ata'nın söylediği gibi göklerdedir.

17 Kasım 2009
Keser döner sap döner' demeyin sakın bana!

Bugünlerde tahammül edemediğim o söz pek fazla kullanılır oldu. 'Keser döner sap döner
gün olur hesap döner.'

Dönmez birader! Hesap sormayı zamana, gün olura, ahirete bıraktın mı kaybettiklerini
geri almaktan, hesaplaşmaktan vazgeçtin demektir. 'Gün olur...' diyecek gün kalmadı,
bugün itibariyle yumurta eksoz borumuza dayanmıştır.

1952'de Başvekil Menderes NATO'YA katılma heyecanıyla 'ölümsüz Türk-Amerikan


dostluğu?'ndan söz edince ABD Dışişleri Bakanı J.F. Fulles cevabını verir; "ABD?nin
dostu yoktur, çıkarları vardır."

2009 Ağustos'unda Türkiye'nin geldiği nokta ise şudur: Türkiye?nin çıkarları yok,
dostları vardır. 'Komşularla sıfır sorun politikası' da bu haysiyetsizliğin sloganıdır.

İzmir?de yeni kurulan NATO Hava Karargâhı ve Türkiye?deki tüm NATO


karargâhlarında görev yapanlara 'diplomatik ayrıcalıklar' tanıyan (Ankara Anlaşması'na
ek) anlaşma imzalanmış. Tarikat yandaşı ve tarikattan korkan medya, haberi 'NATO
personeline ucuz içki' hafifliğinde verdi.

Bir diplomatik temsilcilikteki 15-20 diplomata Cenevre Sözleşmesi uyarınca vergi, yargı
vs. muafiyeti tanınması anlaşılır da 'karargah' denilince içine kaç yüz kişi, kaç bin kişi
girer... er'inden patates soyucusundan generaline kadar hepsine mi vergi/yargı muafiyeti
tanınmış göreceğiz.

Ergenekon adı altında mıntıka temizliği yapılıp NATO karşıtları önceden derdest
edildiğinden, NATO askerine tanınan ayrıcalıklar konusu fazla dillenmeyecektir. Taa ki
NATO kimlikli Amerikan askerleri etrafı kırıp dökmeye başlayana kadar.

'Kim kimle neyin meşveretini yapıyor?' diyorsanız,

AKP - Fetullah tarikatı- DTP (PKK)- Barzani marzani hepsinin kıblesi Washington,
Washington'ın da derdi ?kendi çıkarları? icabı harita güncelleme yani İŞGAL
projeleri.

6 Ağustos geldi geçti, tek tük Hiroshima?nın bilindik siyah beyaz resimleri medyada...

'Hepimiz Ermeniyiz' derken bademciklerini tahriş eden, zorunlu tehcir için Türkiye?ye
özür diletmeye kalkanların, Hiroshima'da bir saniye içinde 70 bin Japon'un etleri
eriyerek yok olmasından SOYKIRIM diye bahsettiğini duydunuz mu hiç?

Duyamazsınız. O özürcü libojjjların da kâbesi Washington'dur a ondan. ABD soykırım


yapmaz (!), 'savaşı bitirecek savaşlar' yapar.
ABD işgal etmez 'terörle mücadele eder.' Irak'a girmesi 'diktatör devirip demokrasi
getirmek' (!) içindir. Pakistan'ı, Afganistan'ı işgali 'terörle mücadele'dir.

TSK?nın gerçek 'terörle mücadele'si ise 'savaş' tanımına sokulup 'barış görüşmeleri'
yapılır. 'Ateşkes, savaş esiri' vs. gibi savaş terminolojisi kullanılarak 1990'lardan bu yana
görevi 'yeni haritalar çizmek' olan NATO ordusuna gel gel edilir. Oysa savaş da barış
da 'devletler arasında' yapılır. Terör örgütüyle barış görüşmesi yapılması söz konusu
olamaz.

AKP'nin işkembeden bağlı olduğu tarikat şeyhi Amerika'da yaşar. DTP(PKK) Genel
Başkanı AKP Genel Başkanıyla görüşür, sonra gider ABD Büyükelçisi'nle yemek yer.

Ertesi gün DTP (PKK)?nin Washington'da 'temsilcilik' açtığı bildirilir. Hayırlı olsun!
Mübarek olsun!

Afganistan'ı Pakistan'ı nasıl CIA marifetiyle kurduğu Taliban bahanesiyle işgal ettiyse
Türkiye için de o bahane PKK olacaktır. Adam demiş: "Dostum yok çıkarım var" diye.

Mahmur Kampı?ndan 11 bin terörist Türkiye'ye getirilip kimlik verilecekmiş. MİT tek
tek görüşerek beklentilerini belirleyecekmiş (yazar burada gülse mi ağlasa mı bilemez.
53 yaşına kadar bir kez bile bir devlet görevlisi 'Beklentilerin nedir kadın?' diye
sormamıştır).

Kimlik yetmez, teröriste TOKİ'den ev, araba, beyaz eşya da verilmeli. Hatta dağda
geçirdikleri zaman sigortalarına sayılıp 35 yaşında emekli maaşı bağlanmasının da önü
açılmalı.

'Demokrasi' dediklerinin self ?determinasyon, otonomi olduğu ortada. Onbinlerce talimli


katilin Türkiye'ye sokularak iç savaş zemini yaratılacağı da öyle...

Amerika, NATO, şu bu herşey bir yana, ben de 7 yıldır AKP'nin ciğerini okuduysam
eğer, iç savaş tamtamları çalınırken TSK'yı tasfiye arzusunun altında (AB, ABD
talimatlarının dışında) bir tek şey vardır: ülke savunmasına ayrılan bütçenin
hortumunu kendi cebine bağlamak. Askeri arazileri rant için satışa çıkartmak...

AKP-ABD-AB korumasındaki Kürtler (*) 'Kosova da NATO sayesinde bağımsızlığını


kazandı. Şimdi sıra bizde' diyerek lü-lü-lü çekiyorlar. Oysa, 1980'lerde, Kosova eski
Yugoslavya?dan ilk kopacak özerk bölge gibi duruyordu. Öbür eyaletlerde asayiş
berkemalken Kosova'da kanlı çatışmalar sürüyordu. Ne oldu? Önce en zengin eyalet
koptu: Slovenya. Kansız, deklarasyonla.

Güneydoğu'ya -cambaza- bakarken Trakya'yı da gözden kaçırmayalım derim. Ne de olsa


bölünmenin önemli işaretlerinden Bölge Kalkınma Ajanslarının ilki Trakya'da
kuruldu.
(*) 'Kürtler' yazarken ayrımcılık, ırkçılık yapıyormuş gibi rahatsız oldum. Oysa kendileri
DTP için 'Kürt ulusal partisi' tanımını kullanıp aynı cümlede "Türk halkı bu partiyi Kürt
partisi olarak diskrimine etti" yazabiliyorlar.

7 Ağustos 2009
Recep Şaban Ramazan

Sevgili Urumçililer,
Sigarasız yazıyorum, yüz kaslarımda bir gerilme hali, konsantrasyon sıfır. Hatam olursa
affola değerli Karaçililer.

Bilsem ki niyet halis, sigara yasağını en önce ben destekleyeceğim. En sigara karşıtı
yazıyı ben döşeneceğim. Fekat niyet habis Aziz and Azize okur.

Aylardan Recep'teyiz, önümüz Şaban, Ramazan. AKP hükümetinin, mürit pardon


seçmenlerine, sigara yasağıyla başlayan hoş Ramazan paketleri hazırladığı kanısındayız.
Ondandır bu yasağa takıklığımız. Yoksa zaten söyledik, çoktandır 'açık hava içici'siyiz.

Madem konu sağlık, ordan girelim mevzuya;

550 milletvekili deyip geçmeyin. TBMM'nin 'bakmakla yükümlü olduğu' kişi sayısı
12 bin 542. Son sekiz ayda yapılan sağlık harcaması, Muhasebe kayıtlarına göre: 50
milyon Yeni Lira'yı geçti. Yani adam başı 4 bin Yetele.

Geçen yıl sadece milletvekillerinin tedavi ve sağlık malzemesi giderleri için 5 milyon
96 bin Yetele, ilaç giderleri için de 917 bin Yetele harcanmış. Yani toplam 6 milyon
Yeni Lira.

Vekil başına ayda 910 Yetele sağlık harcaması düşüyor (Bunun içinde Pervin Buldan,
Leyla Zana, Aysel Tuğlukgillerin falan olduğunu düşününce insan bir tuhaf oluyor).

OECD ülkeleri içinde kişibaşına düşen sağlık harcaması en düşük ülke Türkiye: 325
Dolar, yani 500 Yetele. Dikkat isterim, bu rakam aylık değil, yıllık. Aya bölersen,
kişibaşına aylık sağlık harcamamız 40 Yetele.

Yazıyı rakam boğmayı sevmem ama, hadi bir rakam daha vereyim: AKP'nin 'hane
halkına yardım' adı altında dağıttığı sadaka kömürün, makarnanın bütçeden bir günde
götürdüğü miktar 20 milyon 587 bin Yetele.

Dünya literatüründe kömürde saptanabilen en yüksek arsenik oranı 410 PPM.


Akepe'nin Ankara'da dağıttığı kömürün kükürtü çok yüksek, arsenik oranı ise yabancı
uzmanların "dünyada görülmemiş bir düzey" olarak niteledikleri 530 PPM.

Şimdi;
Vekilin aylık sağlık harcaması 910 YTL, vatandaşınki 40 YTL iken,
Bütçeden sağlığa ayrılan ödenek her yıl yüzde 3-5 düşürülürken,
Yatağan Termik Santrali'nden salınan yüksek oranda kükürtle Aralık ayında 250 çocuk
zehirlenmiş, üst solunum yolu hastalıklarına yakalanmış iken,
Ve uyanık Akepe zihniyeti sadece ölçüm cihazının yerini değiştirerek kükürt oranını
düşük göstermiş iken, Yatağan'da kanser vakalarındaki vahim artış halktan gizlenirken,
Halkı 'rekabet edemeyenler' olarak tanımlayan ve parası olmayana yaşam hakkı
tanımayan IMF'nin talimatı doğrultusunda AKP insanların ilaca ulaşımını kısıtlamışken,
2003 yılında Türkiye'de 14 milyon 138 bin kutu olan anti-depresan ilaç tüketimi 2007
yılında 26 milyon 246 bin kutuya çıkmışken, yani anti-depresan tüketimi dört yılda
yüzde 85 artmışken,
Akepeli zevat bize bıngıldağıyla oynanmış ebleh muamelesi yapıp 'Halkımızı tütünün
zararlarından koruyoruz' derse, 'Çek arabanı canım, dükkanın önünü kapatma!'deriz.

Sevgili Karaçililer,
Bu tütün yasağının zannımca birkaç sebebi vardır:

-Akepe'li vekil vükela çocukları, adı Nico'yla başlayan bazı mamulatın ithali işine
girecektir,
-Akepeli vekil vükela çocukları 'Alo Nargile' hattı kurup evlere tütün satışı yapacaktır,
-Nüfus artırmayı kendine iş edinen Recep Bey, tütünün kadında yumurta, erkekte sperm
üretimini düşürdüğünü duymuştur,
-Hükümet, kişibaşı ayda 40 Lira olan sağlık harcamalarımızı daha da aşağı çekmek
istiyordur,
-Bunun arkası Ramazan'da geniş kapsamlı bir alkol yasağı ve eğlence mekanı kapatması
olarak gelecektir.

Hamilelere, gençlere, tütünün fetusa, bebeğe, çocuğa vereceği zararı anlatmayan, ahaliyi
üst solunum yolu hastalıkları hakkında bilgilendirmeyen hükümet, beni halk sağlığını
korumaya çalıştığına inandıramaz.

Din mafyası sağlık konusunda bilgilendirme de yapamaz. Çünkü daha üst solunum
derken aklına gerdan, meme falan gelir, tahrik olur. İş kükürtün, arseniğin zararlarını
anlatmaya geldiğinde de söyleyecek sözü olmaz.

Domuzu, atı 'kesimlik hayvan' kategorisine alan, hacca gitmek isteyenin, fakire bağış
yapmak isteyenin parasını dolandıran kaçan din mafyasıdır. İnternetten Arap ülkelerinden
kadın ithal edip nüfusu daha hızla Araplaştırma cinliği din mafyasının başının altından
çıkıyor.
Günahı yaratan Din Mafyasıdır.

Sayelerinde tv izlemeyi bırakmıştım, şimdi de talimatla cigarayı da bıraktım. Tütün sarıp


içiyorum.
İçinde kanserojen kimya yok, Amerikan şirketine de para kaptırmıyorum, her ahval ve
şeraitte cigara sarılamayacağından daha az içiliyor meret. Bi paket cigara parasına da iki
kilo tütün alınıyor.

Daha Şaban ayına girmedik Recep'teyiz. Tütün yasağıyla başladılar, devam edeceklerdir.
Ramazan'da beklediğim yeni 'açılımlar' arasında Latin alfabesine geçmiş olmamızın
tartışılmasıyla, türbanlılardan (kamu binasına girememeleri nedeniyle) daha az vergi
alınması var.
Sorosçu tarihçilerin, Arap alfabesini terketmekle nasıl bir gün içinde cahil
kalıverdiğimizi, harf devrimi yüzünden Osmanlı arşivlerini okuyamadığımızı,
kuşaklararası aktarım yapamadığımızı falan anlatacakları programlar bekliyorum
televizyonlarda.

Başımıza geçirilmeye çalışılan islamı çuvala direnmek adına direniyorum bu tür zecri
yasaklamalara. Ciğerimize arsenik, kükürt pompalayanların niyetinin halis olmadığını
bildiğimden direniyorum. Yoksa eşek değilim iki gün üst üste tütüne övgü düzecek.
Dumanımla içmeyeni zehirleme hakkım olmadığını bilirim.

----

Ergenekon
Aziz and Azize okur, Üçüncü Aharrrganakon (böyle okuyunca daha korkunç oluyor)
iddianamesini kısım kısım okudum da, tam "Yahu ne hafıza varmış bu PKK
itirafçılarında, mübarek beyin değil 64 gigabayt micro sd card. Onbeş yıl evvelini nasıl
detaylı hatırlıyorlar" diye düşünürken, bir tanesi itiraftan vazgeçmiş.
İfadesini okumadan imzalamışmış da, sonra eklemeler, tahmine, yoruma dayalı
değişiklikler yapıldığını görmüşmüş de tanıklıktan çekilmek istiyormuş.
Peki PKK itirafçısını Avrupa'ya yerleştirme vaadiyle, rüşvetle yalan ifadeye zorlayanlar,
ifadesinde değişiklik yapanlar kim? Kim? Kim? Hukukun, yargının üzerinden silindir
gibi geçer, polisi 'rejimin koruyucusu' ilan edersen şişirdiğin balonlar böyle yüzüne patlar
işte.

20 Temmuz 2009
Sığoğlanlar ve bir Phoenix Operasyonu olarak Ergenekon

ABD Anayasa'sına ilâve edilen/değiştirilen maddelerden (Amendments) ilk 10'una


Haklar Bildirisi (Bill of Rights) adı verilir.

Haklar Bildirisi'ndeki 2nci amendment şöyle buyurur:

"İyi düzenlenmiş milis kuvvetleri, özgür bir devletin güvenliği için gerekli olduğundan,
bireylerin silâh taşıma ve bulundurma hakları ihlâl edilmeyecektir."
ABD'de silâh satışının serbest olması bu Anayasal hakka dayanır."

Bir grup, bu maddeyi; 'bireyin saldırı anında kendisini savunma amacıyla silâh
bulundurması câizdir' diye yorumluyorsa da, bir diğer grup hukukçu şöyle yorumluyor;

"Liberal-demokratik ülke vatandaşlarının, siyasi olarak inisiyatif almaya, kısıtlı


(sınırlanmış) sivil itaatsizlik eylemleri düzenlemeye hakları vardır. Genel bir sivil
itaatsizlik eylemi ise; halkın 'talep etme' ve 'hata yapabilme' haklarını da içinde
barındırır."

Takunyadan kırmızı tabanlı Lobotomi marka ayakkabıya, teneke alyanstan pırlanta


dükkanı açmaya hızlı geçiş yapan, ABD atının götündeki sineklere duyurulur.

Yanlış anlaşılmasın, Türkiye'de bireysel silahlanmaya şiddetle karşıyım. Beni ilgilendiren


bölümü, ülke menfaati/koruması sözkonusu olduğunda, halkın sivil itaatsizlik
edebilmesi, siyasi inisiyatifi ele alabilmesi ve hatta hata yapabilmesinin ABD
vatandaşlarına HAK olması.

'İslam'ın altıncı şartı Amerika'yla başladık, onunla devam edelim.

2004 yılında, ABD işgali altındaki Irak'ta, aydınların, akademisyenlerin, üst düzey
profesyonel insanların üzerine organize suikast mangaları salındı. Hergün birkaç
entelektüel faili meçhul cinayete kurban gitti. O yıl, 3 bin Iraklı akademisyen ülkeyi
terketmeye zorlandı.

2004 yılına kadar öldürülen, ülkeden kaçırtılan bilim adamı sayısı bin 315,
akademisyen sayısı 15 bin 150. Kalan akademisyenlerin yüzde 30'u işten çıkartılmış.

2005 yılında öldürülen Iraklı akademisyen sayısı 296, öldürülen doktor sayısı: 150,
Aynı yıl saldırı sonucu yaralanan akademisyen 133.

2005'te sadece Bağdat Üniversitesi'nin kaybettiği akademisyen sayısı: 80.

2006 yılında Irak'ta öldürülen 530 akademisyenin 200'ü profesör.


Bu rakamlar aslında çok daha yüksek. Hapsedilenlerin, işkence edilenlerin sayısı
bilinmiyor. Bugüne kadar, Irak'ın her bölgesinden, tüm etnik, dini, politik yapılarda kadın
ve erkek onbinlerlerce Iraklı aydın katledildi. Bu Iraklı aydınların ortak noktası
Amerikan işgaline karşı bildiriler yayınlıyor olmalarıydı.

II. Dünya Savaşı yıllarında, Naziler de, Polonya'yı, Sovyetler Birliği'ni ulus olarak toptan
yok etmek amacıyla, katletmek için önce politize olmuş aydınları seçmişlerdi.

Daha önce Vietnam'ı işgali sırasında da, Phoenix Operasyonu adı verilen 'aydın
katliamı' operasyonları düzenleyen Amerika'nın, bu işlerde Blackwater gibi karanlık,
paralı katil ordularını kullandığı biliniyor (Y.N. ABD Irak'tan çekildiğinde Blackwater
kalacak).

Türkiye'de AKP iktidarda kaldığı sürece, ABD'nin kiralık katillerini Türk aydınlarının,
akademisyenlerinin, doktorlarının üzerine göndermesi gerekmiyor. ABD'nin Phoenix
dediği AYDIN SOYKIRIMI, Türkiye'de, aslen bir rant çetesi olan iktidardaki parti
eliyle yürütülüyor ve biz buna Ergenekon diyoruz.

Gözaltı-tutuklama listelerini, nasıl oluyorsa evvelden haber alan 'gazeteci' unvanlı bazı
serebrası alkolde yüzen sığoğlanlar, hayatta bir fidan dikmemiş Darbe Dürrükleri,
bugünlerde Phoenix=Ergenekon için TEMA Vakfı Başkanı Hayrettin Karaca'yı işaret
ediyorlar.

Son dönemde Muazzez İlmiye Çığ ve Hayrettin Karaca, protesto eylemlerini birlikte
yaptıklarına göre, bir sabahın zıbarında 95 yaşındaki Çığ Hoca'nın kapısı bile o
kahverengi armut gözlüklü, sarkık bıyıklı, avurtları çökük polis tarafından çalınabilir.

Şurada her bildiğimi ve her ağzıma geleni yazmamak için kendimi zor tutuyorum.
Geçmişte kendi adımla yayımlamamak için başkalarına verdiğim yazıları bir kez de
birinci ağızdan, şimdi yazmamak için fren/balata yakıyorum.

Şu köşede efendiliği elden bırakmadan, başkalarına zarar verecek şekilde kırmızı çizgileri
geçmeden yazmak için hakikaten zorlanıyorum. Açık söyleyeyim, çoğu zaman, bazı
eblehlere hakareti yazıya dökmemek için yazmıyorum, kenara çekilip sessiz kalıyorum.

Sabrımın sınırları, kırmızı çizgilerim, Ergenekon denilen, aslen bir Amerikan Phoenix
Operasyonu olan aydın soykırımının Muazzez İlmiye Çığ ve Hayrettin Karaca'ya
dayandığı noktaya kadardır.

İş o noktaya geldiğinde kırmızı çizgilerimi yıkmam iki saniye alır. Bazı şeyleri dünya
alemle paylaşırım. Bu bilinsin biiiir!!!

Benim ne tazminat davasından korkum var ne hapse girmekten ve ne de ölmekten.


'Ülkem yoksa ben de yokum' ve ülkemi yok etmeye Nazi yöntemleriyle, Amerikan
senaryolarıyla aydınları yok ederek başladılarsa, tilkinin çükünü bilediği yere kadar
kovalarım o 'Darbe Dürrükleri'ni. Benim adım Teslime Hanım değil, bu da hassaten
bilinsin ikiiii!!!

Nisan 2009
Ergenekon üstü geciktirici sprey
Çete işi ince iş!

İstanbul'un yükselen yıldızı Silivri'de, işsiz ve girişimci ruhlar yeni bir meslek icad
etseler;

"Teyze sende göçmen tipi var. Seni "Bir Numara budur" diye mahkeme salonuna sokarız
ama 100 kağıdını alırız" şeklinde faaliyet gösterseler, "Bu oluşum çete midir değil
midir?" sorusu kritik bir sorudur.

Eğer AKP'li bir vekil akıl edip de 'Duruşmalara Duhul Ltd. Şti' tabelalı bir şirket
kurmuş, akabinde Meclis'te, bu şirketin faaliyet planına uygun bir 'Duruşmalara
Duhulde Usül Yasa Tasarısı' başlıklı bir tasarı hazırlanmışsa, bu oluşum çete değildir.

24 saatte tasarı kanunlaşır, faaliyet yasallaşır, AKP'li şirket sahibi de -muhtemelen gelir
vergisinden muaf olarak- marifetini icra eder.

Yine Silivri'de kumpircinin biri;

"Nasolsa közlenmiş patatesin içine de sosisti, turşuydu, mısırdı kısırdı ne varsa


dolduruyosun" deyip, iddianameden ilhamla, satışını "Ergenekumpir'e gel vatandaaaş!"
diyerek yapsa, bu kumpirciye de 'çete'le tutulup gözaltına alınır mı bilemem. Fikir
uygulamaya geçirilirse görülür.

Ergenekumpir'in üzerine 'geciktirici sprey' sıkmak suç kapsamına girer mi, yoksa
davadan mülhem bir yemek olması cihetiyle, 'geciktirici sprey' kumpirin mütemmim cüzü
mü addedilir, bunu da ben bilmez Sayın Savcı bilir.

Çete işi ince iş gerçekten!

The Cemaat'in içinden, Utah Ünv. Öğretim Üyesi Hakan Yavuz;

"Yücel Aşkın duruşması, Şemdinli davası, Atalar Operasyonu ve Sauna


Operasyonu. Bu ilk dört davaya cemaat yön vermeye kalkıştı. Yücel Aşkın'a
iftiralar atıldı.

Şimdi de Ergenekon. Ergenekon?da bir yıldır insanların dava açılmadan içeride


tutulmasını izah edemiyorum." demişti.

Bendeniz "AKP belli bir cemaatle ilişkisini gözden geçirmek zorunda. Cemaat bazı
bakanlıkları ele geçirmekte büyük mesafe aldı. Bu yüzden partinin içinde
rahatsızlık var. Türkiye'de bazı cemaatler çete gibi hareket ediyor." desem,
'Muhaliftir ne dese yeridir' denilir ama, 'Cemaat çeteleşti' diyen, büyük Türk ve
Müslüman düşünürü (!) Fetullah'ın yakın çevresinden Hakan Yavuz olunca lâfın ağırlığı
altı okka oluyor.
AKP Diyarbakır milletvekili İhsan Arslan Lozan'ı bir tarafa bırakıp, Barzani ile
ittifak kurulmalıdır vecizesini buyurmuşlardı. O çerçevede, paravan şirketler üzerinden
AKP'li vekillerin şirketleriyle Barzani ortaklıkları kuruldu...

Güler Kömürcü bunları ortaya çıkartıp da;

"Türk tütünüyle Dohuk'ta imal edilen sahte sigaralar kaçak olarak Mersin limanından,
Adana üzerinden Türkiye'ye sokuluyor. Yılda 2 buçuk milyar Dolar Barzani aşireti ile
PKK arasında pay ediliyor...

10 milyon Dolarlık petrol kaçakçılığı işini Türkiye'de bir inşaat firması üzerinden Barzani
yürütüyor...

Barzani'nin Türkiye'de 180 civarında şirketi var. TIR başına 400 Dolar haraç alıyor.

Habur'u kapatıp Türkmen bölgesine kapı açsak, bu para Türkmenlere akacak. Terör
Türkiye'den finanse ediliyor" yazdı da, ne oldu?

Ergenekumpir sanığı oldu.

ATO Başkanı Sinan Aygün, Barzani'yle ortaklık yapan şirketlerin iktidar partisi
tarafından halka açıklanmasını istedi, "Biz araştırıyoruz, açıklayacağız" dedi, ne oldu?

Banyosuna suikast silahı, kasasındaki 3 milyon Yuro'suna el konuldu, ağzı bantlandı.

Ergenekumpir'in içindeki hıyar turşusudur artık.

Gladio'ya;

"Hrant Dink davası derinleşip tetikçilerinin Fetullah bağlantısı ortaya çıkınca, atarsın
ortaya bir "çete" , "Danıştay'dan Dink cinayetine kadar sorumlu çete" diye yazdırırsın
medyana..

1963'te Erzurum'da "Komunizmle Mücadele Derneği" kurdurttuğun Fetullah Gülen ve


cemaatini o kadar kolay harcatır mısın sen?? diyen Behiç Gürcihan, Ergenekumpir
sanığı olarak aylardır tutuklu.

"Avrupa Birliği ilerleme raporları, bizim kuruluş felsefemizi değiştiren dayatmaların bir
unsuru haline gelmiştir. Sadece AB ve ABD'nin güdümünde kalırsanız kimse size devlet
muamelesi yapmaz" diyen Şener Eruygur, koma halindeyken tahliye edildi.

Bizler tabağımızdaki geciktirici spreylenmiş Ergenekumpir'e bakarken, çeteleşen cemaat,


icraâta full steam devamda (Armatör Recep Bey bunu ful istim olarak bilir).
Gümrükler yalama oldu, 1 milyar Dolarlık 15 ayrı büyük yolsuzluk ihbarı geldi.
Müfettişlerin ısrarlı inceleme taleplerine Gümrük Müsteşarı izin vermedi. Müsteşar Bey'i
AKP atamıştı, Recep Bey'den destekliydi.

AKP'li RTÜK Başkanı, hayırseverin zekâtını dolandırmakla suçlanıyor...

AKP'nin dış politika danışmanı Davutoğlu Keriz Feneri'nde toplanan paraların teslim
edildiği kasalardan biri...

Recep Bey'in oğlunun bu paraların kuryeliğini yaptığı söylentisi var.

Recep Bey desen, Belediye Başkanlığı döneminde kamuyu/belediyeyi 1,5 milyar Dolar
zarar uğratmaktan sabıkalı.

Cumhur'un başı trilyon liraların buharlaştığı davadan affedildi.

Silivri'deki imar yolsuzluğu ortaya çıkınca Şaban Dişli istifa etmek zorunda kaldı da,
kaçak yapılaşmaya göz yuman AKP'li Silivri Belediye Başkanı hakkında soruşturma
açılmasına AKP izin vermiyor.

Maliyemin Bakanı 'tasarruflu ampul kullanın genelgesi' yayınladı. Kerimeleri


Ampulakıtan bacımız kamuya 2 milyon ampul satıp, karşılığında 3 milyon Yeni Lira
kazanacak.

Bandırma'da batan ro-ro araba vapurunun Unakıtan soyadına kayıtlı olup olmadığı,
sigortadan ne kadar para alındığı Meclis'te soruluyor.

TRT, TAEK, Belediyeler, tüm kurum ve kuruluşlara, hergün, sınavsız, dolgun maaşla
yüzlerce kaçak atama yapılıyor.

Yeni ve yandaşlarına uygun dizayn edilmiş Yasayla, eczaneleri, özel hastaneleri,


klinikleri kapanmaya zorlayan AK Hükümet'in AK danışmanı Cüneyd Zapsu, 'Drugstore'
zinciri kuruyor. Şimdiden İngilizce isimli 250 dükkan açmış. For you!

Bundan böyle, aldığımız her ilaçta Zapsu'yu biraz daha zengin edeceğiz. Yıllık cirosu 11
milyon Dolar olacakmış. Zapsu, medikal kilinik işine de girmiş.

Tabip Odaları aylardır "Sağlıkta tekelleşmenin önü açılıyor, taşeron usulü sağlık hizmeti
olmaz" diyor ama duyan kim... AKP?liler önce işi kuruyor, ertesi gün bir Yasa
değişikliğiyle hop minare kılıfa...

AKP, hızla ve hırsla, her sektörde tekeller oluşturup, maddi, yasal ve fiili imtiyazlara
sahip olmak derdinde.

Barzani?nin ticari faaliyetlerini kolaylaştıracak Yasalar [1] çıkartarak, Hazine arazisi,


arsa ve binalarının 49 yıla kadar kiralanabilmesinin önünü açan,
Serbest bölgelerde arazi kiralayan firmalara 30 yıl faaliyet ruhsatı dağıtan,

Serbest bölgelere, Avrupa Birliğine tam üyeliğin gerçekleştiği tarihe kadar (neremle
gülsem?) gelir vergisi muafiyeti koyan AKP, özellikle yolsuzluklar konusundaki soru
önergelerine cevap bile vermez oldu da, vekiller artık "Verdiğimiz soru önergelerine
neden cevap verilmiyor?" başlıklı soru önergeleri veriyorlar.

Emekli vaiz Fetullah, emekli maaşından biriktirdiği (!) 50 milyon Doların üzerinde
oturuyor.

İslam pazarlamacısı menfaat çetelerinin cirit attığı ortamda, Abant'taki Geleneksel


Fetullah Cemaatine Kürdistan Kurdurma Toplantılarının katılımcısı Mümtazer
Türköne de çıkıp ?Ergenekon Davası'na yönelik sulandırma çabaları Ergenekonculuk
faaliyetidir? diyor.

Amca kendi fıtratınca 'çete' demek istiyor.

Alındım beyav!

İlk duruşması panayıra dönen, sanıkların, savunma avukatlarının duruşma salonuna


giremediği, ikinci günü de usül tartışmalarıyla geçen, iddianamesi kumpire benzeyen bir
davayı makaraya sardın diye, The Cemaat'ten birinin tanımıyla 'çete' ol.

Türköne aradığı çeteyi 'yakın' gözlüklerini takarsa görür.

Sulandırmaya kalksak bu idd... pardon hamur çooook su kaldıracak da, sırf hukuka
saygımızdan yazının ununu, yumurtasını itinayla fazla tutuyoruz.

Kadir kıymet bilinsin!!

Kumpir yenilirken akla getirilsin!

[1] http://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/donem23/yil01/ss275.pdf

24 Ekim 2008
Rabbi'min hikmeti ve Cesurkürek

Sıcak havada ağda yapmaya kalkan Azize okur bilir. Ağda bacakta öyle bir çürür, yayılır
ki, çekip çıkartamazsın, spatulayla kazısan kıllar dibinden çekilir canın
yanar...Parmaklarına vıcık vıcık ağda bulaşır, bacağındakinden kurtulsan elindekinden
kurtulamazsın... Musluk başı, lavabo, küvet, heryere sıvaşır o yapışkan macun (bu bilgi
de hâlâ 'Siz Yalçın Küçük müsünüz?' diye soran okura kapak olur).

Akepe icraatlarını yazmaya başladığımda 45 derece sıcakta ağda yapmaya kalkmış gibi
oluyorum. Her konu eriyor, çürüyor, Erguantanamo ağdası olarak elime koluma
sıvaşıyor.

Çete dediler, terör örgütü dediler, baktılar milletin o sözcüklere bağışıklığı var, bi mitos,
bi esrar halkası yaratmak istediler. Yok Agarta, yok 600 yıllık örgüt, yok batık kıta Mu,
yok Marduk'ta şubesi var falan dediler, ahali yemedi.

Baktılar önemli olan 'tekrar'dır bu âlemde, yeterince tekrar ettin mi kafaya


sokamayacağın fikir yoktur (hacım!), haber prodüktörü, kameraman, sesçi, ışıkçı,
grayder, hepsini topladılar mezarlık dekorunun önüne, fonda Bergama türküsü başladılar
kazmaya;

"Kerizler başında hoplayamadım


Döküldü cephanelerim toplayamadım..."

---

Cesurkürek kazıyor Aziz and Azize seyirci! Kazdıkça, az önce gömülen silahlar,
bombalar sandık sandık ortaya çıkıyor.

Adaletli kalkınma öyle bir noktaya gelmiş ki; yerin altındaki demir cevheri, işlenmiş, pırıl
pırıl silahlara, bombalara dönüştürülmüş olarak çıkartılıyor. Rabbi'min hikmeti! (Rabbi'yi
'rebay' olarak okuyunuz lütfen).

Anlaşılan gömmek de zahmetli gelmiş olmalı ki, iki gündür torba içinde AVM'lerin
önüne bırakıvermeye başladılar.

Cesurkürek bir an bile aklımızı serbest bırakıp düşünmemize fırsat vermeden aklımızı
'tekrar' ve 'dezenformasyon' bombardımanına tutuyor.

Çakma Ceymis Bond (sözde özerk TRT'de) dillendikçe, kasetleri vizyona sürüldükçe
Cesurkürek kazıyor.

Serokwezîr'le eşleri Ha'mfendi boşuna kameralar karşısında gözyaşı dökmüyorlar.


Havadaki rutubeti yüzde 85'e çıkartabilseler, bulunan silahlar okside olacak, 'vintage' gibi
görünecek. Ağlamaları o yüzden.
Tam da Makina Kimya Endüstrisi'nin (MKE) özelleştirilmesinin tartışıldığı günlerde,
MKE yapımı silahlar, Osmanlı'dan hatta Sümerli'lerden kalma çanak çömlekle aynı
toprak katmanında bulunuyor.

Bakan açıklama yapmış 'MKE özelleştirilmeyecek' diye.

Bu demeci; MKE'nin özelleştirileceğinin, Devlet'e "silah bıraktırılacağının" bir


garantisi olarak okuyorum. MKE satılmadan Türkiye Cumhuriyeti'nin silah bırakması
gerçekleşemez.

Cesurkürek kazdıkça, bir yandan da 'Amerikalılarla başları derde girecek' diye


tedirginim. Atatürk'ün Orman Çiftliğini kazıyorlar.

TEKEL özelleştirilip Mey İçki'ye, Mey İçki de Amerikan Texas Pasific Group şirketine
satılınca, Çiftliğin tam ortasındaki TEKEL Bira Fabrikası ve depolar nedeniyle, AOÇ
arazisinin bir bölümünün mülkiyeti ABD'lilere geçti.

AOÇ 1996'dan beri Birinci Derece Doğal ve Tarihi Sit Alanı. Kazı yaptıkları Ermeni
Mezarlığı civarı da öyle. İnsan hayatlarını, arkeolojik eserleri kıra döke kazıyor
Cesurkürek.

Cesurkürek'in kazmaya çok ihtiyacı var! Sinan Aygün'ün şofbeninde sakladığı suikast
silahı tesadüfen bulununca bundan sonrakileri gömmeye karar verdi. Gömdükçe kazacak,
kazdıkça gömecek. Gömmekten yorulunca torbayla çarşıya, pazara, apartman önlerine
bırakacak.

Akepe Hükümeti sahnenin her açılışında, ipin ucunu elden kaçırmaya devam edecek. Her
seferinde korniş yine kopacak, perde yine sahneye yığılacak. Aldırmayıp, utanmayıp
'Yola devam!' diyecekler.

Yerel seçim sonuçları alınana kadar Cesurküreğin hezeyanları devam edecek. Biz
seyirciler de, çok iri doğacağı bilinen bir bebeğin doğumunu bekler gibi, dalga dalga
üzerimize salınan 'tarikat adaleti'nin bir sonraki dalgasını bekleyeceğiz.

Serokwezîr'in 'Harbe mi gidiyoruz yaw?' sorusunun cevabını Boston Globe gazetesi


verdi. Obama'ya "Bu duruma (Ergenekon'a) bir el koyman gerek! Yoksa Türkiye'de bir
darbe ya da iç savaş riski var!" ikazı yaptı.

ABD, aba altından TSK'yı tehdit ediyor; 'Sen darbe yapıp Akepe'yi şu düştüğü zor
durumdan kurtarmazsan, ben iç savaş çıkartacağım.'

Serokwezîr (durmak yok) konuşmaya devam ediyor, seçmen listelerindeki 6 milyon


fazlalık hakkında tek kelime edemeden şeffaflaşmaktan bahsediyor. Devlet'in elindeki
kayıtlar, yurtdışından manipüle etmek isteyen herkese şeffaf, bir tek bize değil.
O semtte 4 bin, bu semtte 3 bin, şu köyde 300, bu kasabada 6 bin seçmenin listelerde
kaydı yok. Serokwezir'in kaybolan, artıveren seçmen sayısına da bir açıklaması yok,
muhalefet eden herkesi şeffaflıktan korkmakla suçluyor.

Oysa ahaliyi korkutan; 'şeffaflık' adına -mahrem olması gereken- özel telefon
görüşmelerini din tüccarı gazetelerde okumak, şeffaflık adına Devlet'in kayıtlarının,
bütün hesaplarının AB-ABD kontrolüne açılmış olması.

Şeffaflık; insanların gözaltına alındıkları haberini polis kapılarına gelmeden saatler önce
televizyonda haber olarak seyretmesi değil. Şeffaflık; senin Mal Beyanı'nın,
harcamalarının, tüm icraatlarının görünür yerde olması. Yabancılarla yaptığın
görüşmelerden, anlaşmalardan Devlet'in diğer kurumlarının haberinin olması, tutanağının
tutulması.

Serokwezîr frensiz balatasız konuşuyor. 'Hiç kimse kendisini ayrıcalıklı, seçkin,


imtiyazlı, hukuk alanının dışında pozisyonda görmemeli' diyor.

Biz de onu söylüyoruz yıllardır. Kendin için ayrıcalık talep etmek, kendini hukukun
üstünde görmek uygar insan davranışı değildir, sağcı düşünce mantığıdır.
Müridlerinizin, AB'nin, ABD'nin üfürükle uçurduğu yükseklerden yere bir inin hele...

Askerlik yapmamak için 'Husyeleri arızalıdır, çocuğu olması imkansız' yazan doktor
raporunun arkasına sığınan oğlunuzdan nasıl torun sahibi olduğunuzu şeffaflık adına bir
anlatıverin. Kürsü dokunulmazlığı hariç kaldırın dokunulmazlığınızı da, vekillerinizin
yüzde 70'i işledikleri suçlardan yargılanmaya başlayıversinler hele... O zaman
bahsedersiniz 'Torunlarınıza temiz Türkiye bırakmak'tan. (Bırak temizini, torunuma bir
Türkiye bırakabilmekten bile ümidim kesiliyor zaman zaman.)

Daha dün Haşim Kılıç'ın asker oğlu Çorlu Kaymakam'ının arabasıyla kışladan alınıp
Tekirdağ Valisi tarafından ağırlanmadı mı?

Serokwezîr aynaya bakmadan, etrafına bakmadan konuşuyor. Unakıtan oğlanlara,


Gökçek oğlanlara, Güloğlanlara ve diğer tarikat oğlanlarına sağlanan ayrıcalıkları, hukuk
dışı uygulamaları aklına getirmeden üfürüyor.

'Kimse kendini ayrıcalıklı, hukukun dışında görmesin' derken, AB-ABD gibi o da


parmağını TSK'nın gözüne gözüne sallıyor. 'Askeri darbe' diye karşı konulması imkansız
bir argümanla ortaya çıkıp polis darbesini gerçekleştirmiş bir partinin lideri, her
icraatında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin uyugulamalarına uyum sağlamış da
geriye bir tek Askeri Yargı kararlarını sivil denetime açıp, askeri sivil mahkemede
yargılaması kalmış gibi konuşuyor.

Ya iktidara başka birşey için değil de '... gömmeye' geldiklerini şeffaf şeffaf deyiverseler
ya da ahaliyi Hizbullah'ın, PKK'nın sakladığı silahları AKlamadıklarına ikna etseler.
Karayı AKlamak Akepe'nin işi altı küsür yıldır.
Erguantanamo komedisiyle bir taşla kuş sürüsü vurmadıklarına, üç beş mafyatik Gladio,
Susurluk elemanını tasfiye ederken muhalefeti de sindirmeye çalışmadıklarına,
Hizbullah'ın, PKK'nın cinayetlerini alâkasız insanların üzerine yıkmaya uğraşmadıklarına
inandırsalar ahaliyi.

10uncu dalga gözaltılardan önce, altı kişilik Türkçe bilir FBI timinin ne sebepten
Ankara'ya geldiğini de 'şeffaflık' adına açıklayıverseler hele...

---

İsrail Başbakanı Ehud Olmert, geçen yıl, bir Amerikalı işadamından seçim kampanyası
için onbinlerce Dolar rüşvet almakla,
özel gezilerinin harcamalarına çifte fatura göstermekle,
Kamu Hukukunu ihlâl etmekle,
kara para aklamakla yargılandı.

Mali Şube'de dokuz kez sorgulandı.

İsrail'de 10 Şubat 2009'da seçimler yapılacak. Savunma Bakanı Ehud Barak'ın


muhalefetine rağmen, Ehud Olmert Gazze'ye saldırıp 1000 Filistin'liyi katletti. Seçim
öncesi bu harekâta çok ihtiyacı vardı.

Kamu Hukuku'nu ihlâlle, rüşvetle, hırsızlıkla, dolandırıcılıkla, kara parayla, Devlet'e


fatura edilmiş özel harcamalarla ve daha bir yığın yolsuzluk, hukuksuzluk, sahtekârlıkla
kararmış, AB-ABD-İsrail kuklası olduğu ayan beyan ortaya dökülmüş AKepe'nin de
Mart'taki yerel seçimler öncesi kahramanlık gösterilerine çok ihtiyacı var.

Dök silahı, topla silahı...Fonda Bergama türküsü, kazar Cesurkürek...

"Kerizler başında hoplayamadım


Döküldü cephanelerim toplayamadım..."

Alın bu da benim katkım olsun senaryoya.

İpucu veriyorum: Krokiyi yazının başına koydum. Gömü, lâhana tarlasının sağında,
mısırların dibinde. Koca öküzle helânın arasında bir yerde.

Artık su çıkar, petrol çıkar, silah çıkar, testi çıkar, bilemem...Bendeki kroki bu.
Cesurkürek kazmaya başlasın, ben bir yazı daha yazıp geliyorum....

16 Ocak 2009
Haydi de ülen kör Arabım sen oyna!

Ahhrghanakon üstü kuru fasulye bir yazıda; "ABD Başkanları gelmeden evvel yollardan
evsiz, barksızlar toplanır, yol üzerinde engel/tehlike arz edebilecek kimse bırakılmaz,
CIA denetiminde mıntıka temizliği yapılır" demişiz.

Önce Kanaltürk Fetullah tarikatına satıldı. Sonra ABD karşıtı herkesin kafasına
Ergenekon güllesi indirildi. Güllenin zinciri öyle bir uzun tutuldu ki, her an herkesin
başına inebileceği korkusuyla insanlar telefonda konuşamaz oldular.

Mıntıka temizliği yapılmış, asayiş berkemal, ortalık sütliman mıdır? Evet!

Geçişe engel olacak, tehlike arz edecek, muhalefet edecek adamlar yol üstünden
toplanmış mıdır? Evet!

Ne geçiyor? ABD geçiyor!

Bir kez daha gemiler ne tarafta saf tutacağımızı belirliyor ve Boğaz'dan ABD savaş
gemilerinin geçişini sadece 100 TKP'li protesto edebiliyor.

Bu gelişler, bu geçişler için Akepe?nin kapatılmaması gerekiyordu. Bu gelişler, bu


geçişler için muhalefetin, medyanın susturulması gerekiyordu. Bu gelişler, bu geçişler
için Meclis?in de tatilde olması gerekiyordu.

20 Ağustos?ta okyanus ötesinden Matt Bryza eniştemiz; ?Montreux?nün değişmesi


yönünde hükümetimin herhangi bir niyeti veya arzusu yoktur. Montreux bir asıra yakın
süredir işleyen bir belgedir? diyor,

21 Ağustos?ta 864 rakımlı tepeden Abdullah Bey ?Karadeniz`de yeni düzenlemeye


ihtiyaç olduğu kanaatinde değilim. Montreux gayet güzel işliyor? diyor.

Demek ki; 1918-1923 arasındaki bağımsızlık savaşımızı iç savaş, Mustafa Kemal?in


önderliğinde Osmanlı'ya karşı iç isyan olarak tanımlayan, Lozan'ı iplemeyen ABD, şimdi
de Montreux'yü deforme etmeye çalışacaktır.

Ne geçiyor? Hamulesi bebek maması, çocuk bezi(!) olan ABD istihbarat gemisi, savaş
gemisi geçiyor. Çocuk bezinin altında füze, füze rampası vs. de olabilir ama, maksat
ABD yayılmacılığına yataklıksa gerisi teferruattır.

ABD'yi diğer NATO ülkeleri takip edecek. Hatta Avustralya, Yeni Zelanda gemileri de
konvoya katılacak. Protesto edenin, sesini çıkartanın da kafasına Ergenekon tokmağı
inecek.

Çevrecinin daniskası Recep Bey, ABD?nin çizeceği İran?sız haritalar konusunda pek
heyecanlı. Nihayet BOP Eşbaşkanlığı rolü daha bir netleşiyor.
Fetullah okullarının lisansları iptal, öğretmenleri sınırdışı edildiğinde ?Aman
kapatmayın? diye Putin'e yalvar yakar olan Recep Bey onur'dan bahsediyor,
televizyonlara, gazetecilere yine gözdağı veriyor.

"Bu milletin onuruyla kimseyi oynatmayız. Gazeteler siyasi rant için ülkenin itibarına
gölge düşürmesinler. Milletimizin onuruyla oynayacak haberler yapmasınlar. Bunlar, ne
o televizyon kanallarına, ne de o köşe yazarlarına hiçbir şey kazandırmaz" diyor.

Nüfusun yüzde 74?ünü yoksulluk sınırının altında yaşatıp, insan onurunu paspas edenler
söylüyor bunları. Türkiye'nin kuruluş belgeleri sayılan anlaşmaları hiçe sayanların
işbirlikçisi, Türkiye'yi Türkiye yapan bütün değerleri yıkmış ABD taşeronları onur'dan
bahsediyor.

Nisan 2007 tarihli ABD Kongresi Araştırma Merkezi Raporu'na göre;

Kazakistan'ın petrol rezervi 9 ila 17,6 milyar varil, gaz rezervi 65 trilyon kübik feet.
Petrolü 1993'ten beri Chevron-Texaco, Exxon-Mobil çıkartırken son zamanda Rus
LukOil devreye girdi.

Karachaganak bölgesi British Petroleum?la İtalyan Eni, yine Chevron-Texaco ve


LukOil'in.

Türkmenistan'ın doğalgaz rezervi 101 trilyon kübik feet.

Petrolu kıt Kırgızistan, Tacikistan su zengini.

Kazakistan'ın zenginleştirilmiş uranyumunun, plutonyumunun muhafazası, nakliyesi,


ihracatı ABD kontrolünde. Bu savaşın Kafkaslarla, Gürcistan?la sınırlı kalmayacağı
biliniyor.

Adam yüz yıl önce yapmış planını, geliyor. Burnumuzun dibine, Kafkaslara, Orta
Asya'ya üzerimizden geliyor. Yine yedi düvel geliyorlar.

Zamanlama muhteşem. TBMM tatilde. Cumhurbaşkanı veya Meclis Başkanı TBMM'yi


göreve çağırabilir, fakat lüzum görmüyorlar. Meclis açılırsa muhalif vekillerin sesi
duyulmaya başlanır, tatil de bir 'susturucu'dur, devam ediyorlar.

Ampulcüler bugünler için ekildiklerinin, sulandıklarının bilincinde, gayet heyecanlılar.


Ne iç politikada ne dış politikada güçler dengesinden habersiz olanlar, bölgede denge
platformları kurmaya çalışıyorlar. "Türküm" diyemeyenler, 'Millet onuru'ndan
bahsediyorlar.

Basın milletin onuruyla oynayacak haber yapmasınmış. Altı yıldır ulusal çıkarlardan,
kamu yararından bahsedince 'milletin onuruyla oynamak' oluyor, Ergenekonculuk oluyor.
Oysa Amerikalı raporun tepesine koymuş: 'ABD Çıkarları İçin Orta Asya?nın
Güvenliği'
Baş üstüne, biz oynamayalım milletin onuruyla, haydi de ülen kör Arabım haydi de sen
oyna, senden başka yiğit kalmadı nas'olsa!

Ağustos 2008
Fâni dünyanın Merkez Efendi maymunları

70 milyar verip kına gecesi yapan porselen dişli kadın belli ki kendisini sanatın ve
dünyanın merkezinde görüyor. Bir sanat dalını mı icra eyler manken midir bilemiyorum.

Porselen dişli kadının kınalı el fotoğrafını, bayrağa sarılı asker tabutları fotoğraflarının
yanına koyup haber yapan gazete de 'medyanın merkezi' olduğu iddiasında.

Soros beslemesi, bir gecede inen vahiyle demokrat ampul aydınları 'demokrasi'nin
merkezi, "Siz hala ananızın demokrasisini mi kullanıyorsunuz?" diyorlar.

Milli Görüş'ün bağrından kopup tepemize çöreklenen ampul partisi "Değiştik", yani
"Merkeze yaklaştık" söylemiyle iktidar oluyor.

İmralı'da yatana göre Kürt sorunun çözümünde merkez kendisi.

Lastik pabuçlu Fetullahçıya göre enn öz hakiki demokrat, enn bir merkezdeki sivil o.

AB'cisi merkez, ABD mandacısı merkez...Herkes merkez. Herkes kazığı kendi bastığı
yere çakmış, kazığa bağlı ip kendi etrafında dönsün istiyor.

Ortada bir sürü megalomanın, narsistin kendisini ?merkez? ilan etmiş ve gerçek merkezin
kaymış olması gibi bir sorun var.

Psikolog bir okurum email atmış. Adını yayımlamak için izin de aldım ama
yazmayacağım. Çünkü o 'merkezde' olmayan, arkaik ve marjinal bir vatandaşımız artık.

Diyor ki;

"Tüm halka kol kanat geren memleket sevdasının adını kötüye


çıkarttılar. Bizi bize, bizi bu toprağa bağlayan ne varsa, üstünden
budamakla kalmadılar, köküyle birlikte söküp attılar.

Ani oldu farkına varışım. Bir gündüz vakti, arkadaşlarımla kantinde


otururken hissettim o duyguyu ilk defa? Siyasi görüşlerle ilgili bir
anketi konuşurken üç arkadaş çuvallayıverdik modernlik sınavında.
Atatürkçülük demiştik siyasi görüşümüze çünkü ne sağcı diyebilirdik
kendimize ne de solcu. Ne liboş olabilirdik, ne bilmem kaçıncı
cumhuriyetçi ne de milli görüşçü. Başka ne diyebilirdik ki? Diğer
arkadaşlar, kahkahalar eşliğinde kınadılar arkaik duruşumuzu. Boynum
büküldü.

Soyumuzun tükenişini gözyaşlarıyla izliyor olsam da, artık bize


potansiyel terörist gözüyle bakılıyor olsa da, tüm dünya hep bir
ağızdan son duamızı okuyorsa da, affınıza sığınarak itiraf edeceğim:
Ben hâlâ Atatürk?ün bu ülkeye kazandırdığı değerlere sonuna kadar
bağlıyım!"
Kendisini merkezde göremeyenler, sadece Atatürk ilkelerine içtenlikle bağlı, gerçek
yurtseverler. Bir gece sabaha karşı 'merkeze çekilen', mafyayla, katille aynı hücreye
atılan da onlar. Devrimleri savunanlar artık marjinal ve arkaik.

Durum bu merkezde!

Mümtaz Soysal, Gürcistan'daki savaşla ilgili "Türkiye bu coğrafyada üçüncü bir kutup
yaratarak kendi kaderini tayin edebilir, kendisinin de bir merkez olduğunu ortaya
koyabilir. Bat'?nın eteğine yapışmakta ısrar ederse, değişen dünya dengelerinde "sömürge
başkent" olmaktan öteye geçemez" diyor.

Bugünkü iktidarın kafasıyla, sivil örümceğin ağında sindirilmekte olan Türkiye'nin


kendisini merkeze koyması ya da nelerin merkezinde olduğunu anlaması imkansız.
Merkezi kaydırmış -felek el-hâric el-merkez- eksantrik iktidar, zaptettiği ülkeyi
yağmalamakla, düşmandan ganimet almakla pek meşgul.

İngiltere Kraliyet ailesinin bir yılda Devlet bütçesinden yaptığı harcama tutarı: 81 milyon
Dolar. Harcamalar artınca, bu yıl her İngiliz vatandaşının bütçesine 4 Penny (2 Kuruş)
fazla bindi diye endişeliler.

AB Parlamentosu'na bağlı tüm dünyadaki bütün kuruluşların 2008 bütçesi 7.3 milyar
Yuro. Çevir Dolara, böl 27'ye, ülke başına 397 milyon Dolar. Bunun içinde yüzlerce
uluslararası kuruluş vs. var.

TBMM'nin 2008 yılı bütçesi 442 milyon 271 bin YTL. Yani 372 milyon Dolar. 548
milletvekili, milletvekillerinin aileleri, eski milletvekilleri, dulları yetimleriyle
TBMM'nin bakmakla yükümlü olduğu kişi sayısı 31 Temmuz itibariyle 12 bin 439.

Bunların on aylık tedavi harcamaları 31 milyon 669 bin YTL. Yani 26 milyon 638 bin
Dolar. İngiltere Kraliyet ailesinin bir yılda harcadığının üçte birini bizimkiler on ayda
sırf tedaviye harcamışlar. Maaşları, yollukları, avantaları katmadan bu rakam.

Bu rüşvetli, zimmetli, yatlı, zırhlı, mersedesli, haşemalı, yeşil perdeli yeni zengin
narsizmini seyrederken, "Hah" diyorum "Yapabilecekleri bu kadardır, bu maymun daha
yükseğe sıçrayabilemez", fekat sıçrıyorlar!

Allahın arka cebinden peygamber, peygamberin heybesinden din çalanlar, ölecekleri


fikriyle yanıp tutuşarak, 15 bin kişilik VIP cami yaptırıp ölüme karşı koymaya
çalışıyorlar. 2500 Dolarlık küvöz alınamadığı için ölen bebeklerin de üzerinde hakkı olan
parayla, 'fâni' olmanın ızdırabını Very Important Fâni etiketleriyle hafifletmeye
uğraşıyorlar.

Nasıl olacak VIP cami? Ahaliyle gözgöze gelmeden, yuhalanmadan, kafanda yumurta
patlamadan yeraltı tünellerinden gideceksin. Sensörlü musluklara uzattığın
ekstremitelerine ılık zemzem fışkıracak...Takunya yok, naylon yok, tek giyimlik havlu
terlikler...Halılar ipek Hereke. Sen secdeye varmayacaksın da yaylı hidrolik sistemle
secde sana varacak. İki secde arası dizüstü çöktüğünde dizkapakların yerden ultraviyole
ışınla ısıtılacak, güneş görmemiş raşitik bacakların D vitamini alacak.

Yeni zengin narsizmiyle ruhban sınıfı narsizmi kokteylinin ve depresyonun perişan


ettiği Merkez Efendi'nin maymunları bunlar. Deveye iki çuval toprak yüklüyorlar, az
gidip uz gidip çuvalı bir döküyorlar çil çil altın saçılıyor ortalığa...Merkez Efendi
mucizeleri yaratıyorlar

Şatafatla, devasa mekanlarla ölüm korkularını bastırmaya çalışıyorlar. Fani olmalarının


acısını Hazine'den, siyasette 'geçici' olmalarının intikamını bütün ülkeden alıyorlar.
Değersiz buldukları varlıklarının üzerine VIP etiketi yapıştırmakla varlıklarının önem
kazanacağını sanan, geride piramitler bırakmaya çalışan aciz firavunlar bunlar...

"Ben hâlâ Atatürk?ün bu ülkeye kazandırdığı değerlere sonuna kadar


bağlıyım!" demiş okur. Kusura bakmasın, adını yazamadım. Merkez Efendi'nin Very
Important Fâni maymunları üzerine sıçrayıp, Ergenekon Toplama Kampı listesine
eklemesin diye 'gizli örgüt' elemanı muamelesi yapmak zorunda kaldım. 'Atatürk' demiş
çünkü!

Felek el-hâric el-merkez: merkezi kaymış, dış merkezli daire

18 Ağustos 2008
Yıkıldı beyler paşalar kellere kaldı köşeler

Kapatılma davası, katarakt ameliyatı için hastaneye yatan kadının rahmini almalarına
döndü.

Görüşümüz bulanmıştı, ne yakını ne uzağı göremiyorduk. Görüşümüz açılsın diye


Anayasa Mahkemesi Kararını beklerken, bir de baktık başka organdan olmuşuz, görüş
yine kataraktlı.

Hastane, o hastaya 'Rahim için özür dileriz, kataraktı hallederiz' demiş de, bize 'Pardon'
diyen de yok.

'Aman çete elemanı sanılır mıyım?' korkusuyla, Atatürkçü yurtseverlerin üreme


fonksiyonu kaybettirilirken ('Ulusal' sözcüğü bile, çek-senet mafyasıyla, katillerle aynı
kategoriye dahil edilmek için yeterli sebep artık), yeni katılımlar ve Hezeyan Medyası'nın
desteğiyle üremekte olan Liberaller Korosu'na bir de Yeşiller katıldı.

Biz kendilerini -ümitle- fıstık yeşili beklerken, ilk nefeslerini alır almaz liberal mabadlara
kuyruk olup, bir acele türbe yeşiline döndüler.

Nostradamus demiş ki;

"Güneş Aslan burcuna girdiğinde

Yıkılıp beyler paşalar kellere kaldığında köşeler

Liboş Koro'nun sesi yükselecek

Kürdilihicazkar makamında terennüm edecekler"

Güneş Aslan burcuna girdi.

İcra edilecek ilk eserin bestesi Kanuni Recep Bey ve Mütebessim ABDullah Beylere ait.

Güfte: Kraliça Elizabeth and George Bush.

Şef: AB ve hassaten Angela Merkel.

Birinci keman: Joost Enişte

Aman da DTP kapatılmasın / GAP bölgesinde Kalkınma Ajan(s)ları derhal kurulsun /


Türk askeri Kıbrıs?tan çekilsin / Muvazzaf askerler de Ergenekon’la irtibatlandırılsın/
sivil mahkemelerde yargılanmalarının önü açılsın / Aman da yeni Anayasa, yavrum da
yeni Anayasa hemen / AB’ye giremezsiniz oy oy...(nakarat) / AKP kapansaydı AB’ye
giremezdiniz oyy...(nakarat)
Taha Akyol, kapatmama kararının ertesi günü gayet enteresan bir cümle yazdı; "Elbette
siyasi liberalleşme süreci zamanla laiklik anlayışını da kapsayacaktır. Demokrasinin
gelişmesi için de doğru metot, devrim değil evrimdir."

Okuduğumda gözümde şimşekler çaktı.

Devrim yok evrim var. Türkiye'de laikliğin liberalleştirilmesi gerektiğinden ilk


bahseden de bir Yunanlı. Ioannis N. Grigoriadis.

Geçireceğimiz evrimin teorisyenlerinden Yannis biraderim; "Avrupa kurumları,


Batı?da yükselmekte olan islam karşıtı hareketlerden korkmasınlar. Türkiye'deki
ılımlı siyasi islamı, yani AKP'yi desteklesinler" diyor.

Sonuçları İslamiyet lehine bile olsa, Avrupa kurumları (Türkiye'ye) liberal prensipleri
dayatıp, AB'ye katılım yolunda reform(!) sürecini hızlandırmalıymış.

Türkiye'de, türban meselesini sürekli kaşımaya ve Diyanet İşleri'nin statüsüne laikliğin


liberalizasyonu açısından önem verilmesi gerektiğini söyleyen Grigoriadis, Sabancı ve
Işık Üniversitesi'nde de ders vermiş.

"Kemalizm ilerlemeden çok gerilemeye tekabül eder" ve "Neden her yerde bu


adamın (Atatürk) fotoğrafları var?" sözleri nedeniyle derslerden el çektirilen Gazi
Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Atilla Yayla'yı hatırlayan var mı?

O vakit bazı akademisyenlerden kendisine destek gelmişti. İşte Yayla'nın destekçilerden


biri de Ioannis N. Grigoriadis. Saman yığınından topluiğne başı büyüklüğündeki
yetenekleri bulup çıkartma özelliğimi asla yabana atmayın, bu isme dikkat!

Kıbrıs, AB üyeliği, BOP, Türkiye?nin islamizasyonu, hasılı Türkiye'nin başına örülen her
renk çorabın Selanik örgüsü kısmında Yannis'in ördüğü birkaç sıra olacak gibi.

Yannis biraderim ouzo'yu çektiğinde de "Abi n'olacak bu memleketin hali?" diye Türkiye
için dertleniyordur herhalde. Oğlan habire "Nasıl etsek de Türkiye'ye daha fazla özgürlük
pompalasak, daha çağdaş, daha demokratik, daha bilmemne bir ülke haline getirsek?"
diye uğraşıyor.

Soros + Fetullah parasıyla, Avrupalı, ABD'li şefler önderliğinde Kürdilihicazkar


makamında terennüm eden liboşlarımızın, eti-kanı-ruhu 'teokrat' olup da sırf üzerindeki
gömlek 'demokrat' adamlarla elele, Cumhuriyet'in 'laiklik' ilkesini liberalleştirmelerini
hep birlikte izleyeceğiz.

Evrile evrile devrilmek, kavramların içini boşaltıp kurumları işlemez hale getirmek,
Türkiye'yi Türkiye yapan herşeyin vidasını gevşetip serbest düşüşe bırakmak artık
'liberalizasyon'.

Nostradamus diyor ki;


Döndüğünde Meclis tatilden, güneş Başak burcuna girdiğinde

Yeni yasalar; yeni yasaklar, yeni kısıtlamalar getirecek

Kurutulmuş topraklar ülkesinde, eğitim, hukuk, sosyal hayat hızla islamileşecek

Diyanet İşleri'nin yetkileri artacak, Şeyhülislam'ın tahtı yerden yükselecek.

Aile Yazarınız Bindebir de diyor ki;

Madem ki Türkiye Cumhuriyeti'nin taşıyıcı-ana kolonu laikliğe baltayla girişmenin


müeyyidesi harçlığın yarısının kesilmesi, ben de bundan böyle dinin/Diyanet?in ana
kolonlarına baltayla girişeceğim. İslamiyetten başka hiçbir düşünce formatını zihnine
sığdıramayan, bilimle, bilgiyle bağ kuramayan adamların taşıyıcı kolonlarına vuracağım
baltayı. İslamiyeti 'liberalize' edeceğim.

Bir kılıfına uydurulur da yargılanırsam eğer, emekli maaşımın yarısına el koymanın


dışında bir ceza verecek Mahkemenin de taa ...en ön cephe duvarına siyah spreyle
'Yunan Ortodoks kilisesine banka satan, domuz etini kasaplık et ilan eden ılımlı
islamın kurbanıyım' yazmayanın....

Finansbank'ın yüzde 46 hissesi National Bank of Greece'in. O bankanın da en büyük


hissedarı Yunan kilisesi. İki yıldır da domuz eti Türk Gıda Kodeksi'ne uygun.
Hamdolsun, AKP sayesinde!

Kapatılsaydı üç gün oruç tutacaktım kızlar. Hemi de islami usullere uygun...

Harçlık kesme cezası daha mı evlâdır, emin değilim.

Gerekçeli Karar Resmi Gazete'de yayınlandıktan sonra Maliye Bakanlığı, AKP'ye


tebligat yollayıp, iade edilmesi gereken paranın 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsili
Usulü Hakkında Kanun uyarınca tahsil edileceğini, ödemenin 7 gün içinde yapılması
gerektiğini bildirecek. AKP'den geri alınan para Genel Bütçe'ye gelir kaydedilecek. Bu
paranın nasıl kullanılacağına da Maliye Bakanı Unyumurtaakıtan Kemal Abi karar
verecek.

Kemal Abi o parayı yerel seçim öncesi duble yol yapımında kullanacak, ceza olarak
kesilen Hazine yardımı da Akepe?nin seçim yatırımında kullanılmış olacak. Sağ cepten
sol cebe...

Yine de 'Sorsalar mağdurunu gaddar kendin gösterir' bab'ından mağduriyet beyan


edeceklerdir. Anayasa Mahkemesini ABD'ye, AB'ye şikayet edeceklerdir.

'Laiklik karşıtı odak' tanımına sığmadan, AB'nin, ABD'nin öncülüğünde laikliği


'liberalize' etmeye çalışacaklardır.
Söyledik, bizim de liberalize edeceğimiz AKP'nin kırmızı çizgileri olacaktır. İki türbanlı
hanımkız okuyup da "Baba ben artık Kuran kursuna gitmek istemiyorum" dese bize
yeterdir.

Kendisini tutamayıp 'Laiklik dinsizlik değildir' mealinde yorum yazacak okurun da


klavyesine suyu peşinen dökeyim. Laiklik dinsizlik değildir de, ben dinsiz bir laikim
kardeş.

2 Ağustos 2008
Din-Diyanet, cin-cinayet yazıları
Ehl-i tarîk ya da erbâb-ı sülük

Hayır, 'sülûk'u yanlış yazmadım. Sülük!

Kan emici, demokrat geçinen kleptokrat tarikat ehlini tarife sülük de hafif kalıyor ya...

Bu Hamdullahların kendilerine neo-Osmanlı denilmesinden hoşlanması, Osmanlı


dönemini özlemesi, Amerikalının, İngiliz'in Osmanlı gazına gelmesi; Osmanlı'nın 600
yıl boyunca, tarikatlara, seyhlere, dervişlere tanıdığı toprak ve vergi muafiyetiyle, -
tarikatların- yeni yerleşim bölgeleri kurmalarını, tekke ve zaviyeler çevresinde
örgütlenmelerini teşvik etmiş olmasındandır.

Tarikatlar, savaş zamanı devlete asker vermedikleri gibi kaçaklara da tekkelerde kol
kanat germişler. 'Ulema' denilen 'elit', ayrıcalıklı sınıf oluşmuş. Özledikleri bu
ayrıcalıklardır.

600 yıl vergi-askerlik-toprak muafiyetiyle yaşarken, Osmanlı?nın çöküşüyle bu ballı


düzen tepelerine yıkılmış. Cumhuriyet'le birlikte gelir kaynakları kurumuş, vergi
mükellefi haline gelmişler, üzerine bir de mecburi askerlik hizmeti binmiş.

Ehl-i tarik, erbab-ı sülük, 'reaya'yla bu kadar eşitliği kaldıramaz. Dertleri budur.

600 yıl bu sorumluluklardan muaf yaşadıktan sonra, bugün ne vergi vermeye niyetleri, ne
de askere gitmeye gönülleri olmaz haliyle.

600 yıllık gelir kaynaklarından (İslami vakıflara bağış, yardım adı altında para toplamak,
toprak) vazgeçmeye asla yanaşmıyorlar. Yedi yıldır intikam alır gibi kamu arazisi gasp
ediyor olmaları, Osmanlı dönemindeki 'toprak' ayrıcalığına alışmış olmalarındandır.

Atatürk'ün Cumhuriyeti, tarikatların vergisiz-askerliksiz-bedava topraklı tekerine


çomak sokmuş. Osmanlı'nın ayrıcalıklı 'ulema sınıfı' 1925'ten sonra yer altına inmek
zorunda kalmış. Bu travmayı atalatabilmeleri 80 yıl mümkün olamamış.

80 yıl Ata'ya küfrederek vergi verip, askere gitmişler, fakat Osmanlı'nın kendilerine
sağladığı üç ayrıcalığı (vergi-askerlik-toprak muafiyetleri) asla unutmamışlar.
Dolayısıyla Osmanlı dönemini devr-i saadet olarak hasretle anıyorlar.

Tarikatlar, 80 yıl sonra arkalarından nodullayan AB-ABD emperyalizminin de desteğiyle


iktidarı ele geçirince vergi-askerlik-toprak konusundaki Osmanlı dönemi muafiyetlerini
söke söke geri almaya and içtiler.

17nci yüzyılın "Tarikımız fukarasına, her birine beşer vukiyye üzüm ile taze incir
verülüp, her biri yedikçe hayır dualar edeler" cümlesi, 21nci yüzyılda karşımıza
"Seçmenimiz fukarasına, her birine yirmişer kilo kömür ile üç kişilik kanape verile,
her biri yaktıkça, oturdukça hayır dualar edeler" olarak çıktı.
Dejenere olmuş ulemanın (!) 2009'daki görünümü ise: dinle diyanetle ilgisi kalmamış,
Amerika'nın emrinde, tvlerden halkı zehirleyen, yalılarda toplu orji seansları düzenleyen
bilgisi kıt, gardrobu marka, zeka katsayısı 60, milyar dolarlarla oynayan bir grup
şarlatan/yabancı istihbarat servisi piyonu.

Vergi

- (Eski) Maliye Bakanı Kemal Unakıtan'a rabbi "Sen Maliye Bakanısın, vergiden muaf
olmalısın ya kulum!" diyor, Foça'da 15 bin YTL'ne aldığı araziyi 1 milyon 260 bin
YTL'ne satıyor vergi ödemiyor.

-Abdullah ibn-i Kemal Unakıtan en zengin 500'ün içinde fakat vergi ödemiyor.

-AKP'li belediyeler vergi borçlarını ödemiyorlar.

-Bilal ibn-i Tayyip Erdoğan Türkiye'nin sayılı armatörleri arasında, fakat o da yüksek
vergi ödeyenler listesinde yok.

-Hazine arazisi alan tarikat ehline 5 yıl vergi muafiyeti getiriliyor (Osmanlı'nın tanıdığı
toprak talanı ve vergi muafiyeti ayrıcalığı birarada)

-Spekülatör vergi ödemiyor, tarikatlara yanaşan kimse vergi ödemiyor.

Bu vergi kaçağı listesi sayfalarca uzatılabilir. İş vergiye, askerliğe gelince tarikat ehlinin
allerjisi var. Toprak gasp etmeye gelince hepsi erbab-ı sülük, hepsi anasının karnından
emlakçı doğmuş adeta.

2008 itibariyle devletin vergi gelirinin yüzde 91'i 'kaynakta kesilen vergi'. Yani işçinin
ücretinden, memurun, emeklinin maaşından kesilen vergi.

Uyanık tarikat ehli, 2004'te Vergi Yasası'nda değişikliklerle 'gıda bankacılığı' adı altında
vergi kaçırmayı sistematize etmeye başlıyor.

''Fakirlere yardım amacıyla gıda bankacılığı faaliyetinde bulunan dernek ve


vakıflara (Y.N. tarikat dernek ve vakıfları) bağışlanan gıda, temizlik, giyecek ve
yakacak maddelerinin maliyet bedelinin tamamının, gelir ve kurumlar vergisi
mükelleflerince gider olarak indirilebilmesi" sağlanıyor.

Tarikat vakıf ve derneklerine yapılan bağışların tamamı vergiden muaf hale


getiriliyor.

Gıda bankacılığı dedikleri sahtekarlık, vergi kaçakçılığı emme basma tulumba şeklinde
şöyle işliyor:

100 bin YTL gelir vergisi tahakkuk ettirilmiş bir esnaf bu vergiyi devlete ödemiyor.
Onun yerine 50 bin YTL tarikat vakıflarına, derneklerine 'gıda yardımı' bağışı yapıyor.
Vakıf ya da dernek 100 YTL bağışta bulunmuş gibi makbuz kesiyor. Makbuzu Maliye'ye
beyan eden mükellef, vergi muafiyetinden yararlanıp 50 bin YTL'ne paçayı kurtardığı
için tarikatlara hayır duacı oluyor.

Tarikat vakıfları, dernekleri de o 50 bin YTL ile kendi yandaşlarından gıda satın alıp
"Tayyip baban gönderdi" diyerek fukaraya dağıtıyor, yüzde 22-25 arası oy
potansiyelini tarikat partisine göbekten -ya da işkembeden- bağlı tutuyor.

Kurulacağı Mart ayında müjdelenen (!) "vergi güvenlik müesseseleri"nin bu emme


basma tulumba mekanizmasının neresinde olacağını hep birlikte göreceğiz.

Şimdi; 600 yıl vergi ödemeden yaşamaya alışmış, 80 yıl da Ata'ya küfrederek mecburen
vergi ödemiş ehl-i tarik ya da erbâb-ı sülük, 2002'de iktidara gelince, yine vergisiz ve
askerliksiz yaşadığı bir dönem başlatıyor.

Fakat ne oluyor, Türkiye'de ferah ferah at oynatırken, Almanya'da Amerika'da yaptıkları


vergi kaçakçılığı dikkati çekiyor, yakalanıyorlar.

Deniz Feneri dosyasının sorumlu savcısı Kerstin Lotz, dolandırıcılığın nasıl ortaya
çıkartıldığını şöyle anlatıyor:

"Bir sene önce savcılığa, Alman Maliye Bakanlığı'na bağlı bir vergi dairesinden ihbar
geldi. Deniz Feneri'nin mali hesaplarını denetleyen ilgili bölge vergi dairesi Deniz
Feneri'nin mali hesaplarında usulsüzlükler tespit etmişti. Şöyle ki, Deniz Feneri
Derneği'nin vergi dairesine ibraz ettiği faturaların önemli bir kısmı ya sonradan tanzim
edilmişti ya da eksiklerle doluydu. Vergi Dairesi bu durumdan şüphelendiği için bunu
Frankfurt Savcılığı'na bildirdi. Bunun üzerine Deniz Feneri'nin Alman bankalarındaki
hesapları izlenmeye başlandı. Yürüyen çok büyük miktarlı para trafiği şüpheleri
kuvvetlendirdi. Hemen soruşturma açılmadı. Bir seneye yakın süre Deniz Feneri Derneği
izlendi. Şüpheler netlik kazandıktan sonra soruşturma açıldı."

"ABD?nin Utah Eyaleti'nde Gülen Cemaati'yle bağlantılı The Beehive Academy'nin


para kaynakları hakkında soruşturma açıldı" haberi kimseyi şaşırtmamalı. Bu
soruşturmanın da arkasından mutlaka IRS (Internal Revenue Service-ABD Vergi Dairesi)
çıkacaktır.

Tarikat ehli sülüğün derdi din-diyanet değil, vergi vermemek, askerlik yapmamak ve
özgürce toprak gasp edebilmektir.

600 yıl bu düzende yaşamış tarikatların "Ya bölünürüz ya İslam cumhuriyetine razı
olursunuz" dayatması, Türk halkıyla yaptığı vergi-askerlik-toprak pazarlığıdır.

'Siyasi parti' denilen sülük - kleptokrat tarikat ehlini 'demokrat' sanan liboş zevatın,
neo-Osmanlı gazına gelirken hangi ayrıcalıktan faydalanmak istediğine bir karar
vermesinin zamanı gelmiştir.
Remil atmıyorum, geçen gün yazdım yine yazıyorum:

Yakında türbanlılara vergi indirimi-muafiyeti getirilmesi gündeme gelecek.

Unakıtan döneminde, Maliye Bakanlığı'nın adının değiştirileceği söylentisi vardı. Onu da


Pakistan'daki gibi Zekât Bakanlığı yaparlarsa isabetli olur.

Bütün derdi vergi ödemeden, askerlik yapmadan ve dilediğince hazine arazisini


zimmetine geçirerek yaşamak olan Penis Diktatoryası sülüklerini adam sanıp, dindar
sanıp kıçına takılan kadın kısmı da tarikat ehlinin dördüncü derdini henüz anlamadıysa,
kafasını kaldırıp minarenin şekline baksın.

24 Temmuz 2009
Ramadhana-sudra

Recep, Şaban geçti, Ramadhana-sudra bir geldi ki, -otitis- medyada asayiş berkemâl.
Daha iki gün evvel "plajda bikiniyle yakalanan bilmemkimin düzgün fiziğiyle
büyülenirken" artık imsakiye bakıyoruz. Kuran meali okuyor, sahura, iftara çorba tarifi
alıyoruz.

Bir ibadetle ruh temizliği halleri ki, Allah'ın çeşmesinden üzerimize güldür güldür lizollü
su akıyor.

"Ramadhana-sudra" Arapça kökle yazılırsa "Ramadan" okunur. Aslı Sanskritçe Arapça


değil.

Sırf medyada olsa, İstanbulda bile asayiş berkemâl. İstanbul Emniyet Müdürlüğü "Asayiş
suçlarında Ramazan ayında azalma görülüyor" demiş. Mübarek onbir aylar sırasında ayda
ortalama 7 bin 700 suç işlenirken, Ramazan'da bu rakam ayda 3 binlere düşüyormuş.

Bunları ben söylesem Kötü Kedi Şerafettin'liğime verilir, fekat İstanbul Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dekanı da söylüyor;

"Günahların en fazla işleneceği zaman gündüzlerdir. Gündüzleri de oruçlu olan insanın


suç işlemesi öncelikle mantığa uymuyor. Ramazan içerisinde niyet etmiş olduğu güzel
insan olma duygusuna ve özelliğine ters düşüyor. Kişiler de Ramazan'da ahlaklı, dürüst,
suçtan ve günahtan uzak bir varlık olarak yaşamaya çalışıyorlar."

Demek ki; suç işleyenlerin çoğu, Ramazan'ın kutsiyetine atfen geçici bir düzelme
yaşayan, İslamiyetin gereklerini yerine getiren, sahura kalkıp iftarda zeytinle oruç açan,
fakat o manevi atmosferden çıkar çıkmaz karakter değiştirebilen inanmış müminler.

Şimdilik kısmî bir tevekkül içinde, 'niyet ettiler niyet eylediler kriminal faaliyetlere ara
vermeye', Ekim ayı başından itibaren kelebek gibi uçacak arı gibi sokacaklar.

O maneviyyat, o uhrevi atmosfer Hariciye koridorlarını bile öyle bir sarıp sarmalamış ki;
Hukuk Müşavirliği -bilimsel ve psikolojik- sınavda, adaylara;

"Ahirete inanır mısınız?"

"Haftada kaç defa Kuran okursunuz?"

"Peygamberin gökyüzüne çıktığına inanır mısınız?" gibi sorular sorulmuş.

Bu sorularda bilim bulabilen, psikoloji bulabilen patlıcan çekirdeğinde Allah da görür,


patates kızartmasında Muhammed de.
Bu durumda, Strasbourg'a gönderilip, aleyhimize açılacak davalarda Türkiye'yi
savunacak hukukçuların, peygamberin beygiri Burak'ı bilmemeleri 'eksik takva'
nedeniyle sınavı kaybetmelerine neden olabilecek.

Ülkeyi cehenneme çevirenler, -Ramazan münasebetiyle- ölümden sonra cennet fikrine


odaklanmış vaziyette. Harıl harıl hırsızlıkları ortaya dökülürken, kara vicdanlar terapi
niyetine, 20 rekâttan aşağısı kesmeyen teravih namazlarına durdular.

Haydar Dümen?in bile Ramazan münasebetiyle yazıalrına ara verdiğini duyunca, "Dı şov
mast go an" dedik. Alıştıra alıştıra gideceğiz...Dı şov vil go on!

Naat bölümüne Ergenekon iddinamesinde görüp, zekice bulduğumuz bir cümleyle


başlıyoruz:

"Çok ilginç, Kuranı Kerim'in surelerini aç, Allah'ın yerine sermayeyi veya medya
kelimesini koy ve oku. "Ikra!". Anlam bozulmuyor."

Yaptık netekim. Bir adım daha atıp Allah yerine sermaye, peygamber yerine med ya
koyduk. Anlam değişmedi! Deneyin.

Kök Tengri affetsin, Enfal Suresi'nin birinci âyeti şöyle oluyor:

Sana savaş ganimetlerini soruyorlar. De ki: Ganimetler Allah (sermaye) ve


Peygamber'e (medyaya) aittir. O halde siz gerçek müminler iseniz Allah'tan
(sermayeden) korkun, aranızı düzeltin, Allah (sermaye) ve Resûlüne (medyaya)
itaat edin.

Nasıl?

Bir adım daha ileri gidip 'kafir' kelimesini de 'muhalif'le değiştirelim, bakalım
Mücadele Suresi'nin beşinci âyeti nasıl olacak:

Allah'a (sermayeye) ve Resûlüne (medyaya) karşı gelenler, kendilerinden


öncekilerin alçaltıldığı gibi alçaltılacaklardır. Biz apaçık âyetler indirmişizdir.
Kâfirler (muhalifler) için küçük düşürücü bir azap vardır.

Yeni şekline göre bu ayetin meali; Ya AB'ye, ABD'ye "Emrin başım üstüne" denilip
İslamiyet'e sarılınacak; vatan gözüne taş-toprak ve 'dâr-ül harb' görünecek, savunmaya,
korumaya kalkıp da Batı'nın tekerine çomak sokamayacaksın, ya da bir iftiranamede adın
geçirilecek, gözünü Kandıra'da açacaksın.

Devir çoğu 'ulusal' kavramın kutsiyetten arındırılmaya çalışıldığı devir. Biz de mukabele-
i bilmisil olarak, -yine Ramazan münasebetiyle- bazı hassas noktalar ve organları
kutsiyetten arındırılmış olarak ele alacağız.
Münacaat bölümümüzde oruçlular ve 18 yaşından küçükler için sakıncalı malûmat
bulunacağından, okumaktan imtina etmelerinde faide var. Oruç bozulabilir, niyet
bozulabilir, sular da kesikse cünûp kalınabilir.

Afganistan eroininin yüzde 75'i Türkiye üzerinden geçip giderken, ülke ekonomisi eroine
bağımlı hale getirilmişken, kadınları, kız çocuklarını 'köle-cariye' eden sapıklara Şeyh,
Hacı, Hoca denilirken, umarım +18 bir yazı için bana ahlak dersi vermeye kalkışan
çıkmaz.

Buyurun Ramazan sohbetlerine...Fonda tüpçü müziğiyle.

4 Eylül 2008
Biz apaçık yazılar indirmişizdir dininizi dışa vurmayın diye

Geçen yıl, "Ramazan sözcüğünün aslı Arapça değil Sanskritçedir. "Ramadhana-sudra"


Arapça kökle yazılırsa Ramadan okunur" yazdım, yemediğim küfür kalmadı.

"Amin Arapça değildir. Mısır kralı Amenofis'in talimatıyla, her dua kralın adı anılarak
(Amen) bitiriliyordu. Dinlere geçen amin?in kökeni eski Mısır'dır" yazdım, yine
yemediğim küfür kalmadı.

Bu yıl Ramadhana Sudra açılımımıza oruçla başlıyoruz. Uluğ Kök Tengri mailbox'ımıza
nurlar yağdıra!

İslamiyetin ilk 13-14 yılında oruç yok. İlk kez 624 yılında uygulanıyor. Yahudilere
İslamiyeti kabul ettirmek isteyen Muhammed Yahudi Açılımı yapıyor. Kıbleyi
değiştirip Kudüs'e çeviriyor. Yahudilerin tuttuğu iki günlük Aşur orucunu, Mekkeli
haniflerin gelenekleriyle de harmanlayarak bir aya uzatıyor. Orucu Musevilikten ithal
ediyor.

Muhtaç olduğu destek vahiy olarak iniyor: (Bakara Suresi 2:120)

"Sen onların milletine (dinine) uyuncaya (tabi oluncaya) kadar ne Yahudiler ne de


Hristiyanlar senden razı olurlar..."

Prof. Yaşar Nuri Öztürk, 'Batı'nın şeytani oyunu'nu bu ayete dayandırarak şöyle
açıklıyor:

"Yahudi ve Hıristiyan toplumlarına yaranmanın yolu, demokrasi veya çağdaşlaşma değil,


Kuran'ın söylediği gibi tam teslimiyettir. Ne var ki onlar, Müslüman kitleleri teslim
alırken, onları demokratikleştirdiklerini, uygarlaştırdıklarını, ıslah ettiklerini söyleyerek
egemenlik kurarlar."

Öztürk, İslam'ın özünün 'teslimiyete', 'itaat etmeye' dayandığını üzerine basa basa
söylüyor.

Gelelim İslamiyetin 'sembol açılımı'na:

M.Ö. 2000?li yıllarda Arap Yarımadası'ndaki Pagan kabileler Ay'a tapınıyorlar.


Muhammed?in doğumundan 400 yıl kadar önce de, Ay'ın sembolü olan hilali (Hubal)
Kabe'nin tepesine yerleştiriyorlar. En önemli tanrıları Ay Tanrısı'na 'Al-ilah' diyorlar.

Minare tepesindeki alem (hilal) Pagan dönemden kalma ay sembolü. Muhammed Hubal'ı
Kabe'den indirtiyor ama, Al-ilah kelimesini Allah olarak kısaltıp benimsiyor.
Müminlerin yerleri gökleri yarattığına inandığı Tanrı (??) kendisini Allah olarak
adlandırmıyor yani.
Şimdi kibarı "Bari Ramazan?da yazma şunları, inancıma saygı göster" diyecek, angutu
ana-avrat dümdüz gidecek. Fekat birader, sen inandığın dogmaların temelini, kaynağını
bilsen, zaten benim bunları yazmam gerekmeyecek.

Müslümanlar Ramazan boyunca şeytanlarını zaptedip meleklerini salacaklar.

Ol melekler de üçüncü köprünün güzergahı boyunca uçup, o havalide arazi almış AKP'li
müslümanların kasasına konacak. Ol kasaları parayla doldurup, iman sahiplerini (!) ihya
edecekler.

"Ey Muhammed! (Rabbin) seni şaşırmış bulup da yol göstermedi mi? Seni fakir bulup
zengin etmedi mi? " (Duha Suresi, ayet 78.)

Rab mıdır zengin eden ey Aziz and Azize okur!?

Ehl-i müselman (iki cihanda dokunulmazlığı olan AKP hariç) şeytanını zaptedince
'Ramazan?da suç oranı yarı yarıya düştü' haberleri duyacağız.

Kaçak Kuran kurslarında oğlanlara tecavüz edilmeyecek,

Küçük baldızın gazozuna ilaç katılmayacak,

Kadınlar ölesiye dövülmeyecek de, iz bırakmayacak hafif darbelerle ikaz (!) edilecek.

Havaya bir 'salih amel', bir 'nefis hakimiyeti' halleri hakim olacak, say ki Allah?ın
çeşmesinden üzerimize dezenfektan solüsyon akıyor.

Cinayet, hırsızlık, gasp vs arzularımızı (AKP hariç) Ramazan sonrasına erteleyeceğiz.

Yalnız, 'dinin dışavurumunun tavan yapması' nedeniyle, sokakta simit yiyeni


öldürmeyi Ramazan sonrasına ertelemeyeceğiz. İşini oracıkta bitirip 'Dinime saygısızlık
etti' diyeceğiz.

Bu sıcakta açlıktan, susuzluktan illüzyonlar da göreceğiz.

Salatalığın çekirdeklerinde, enine kesince Allah, boyuna kesince Muhammed yazıyor


olacak.

İmambayıldıdaki soğanın dizilişinde Kabe'nin koordinatlarını göreceğiz, domatesin


ezilmişinde evrenin sırlarını çözeceğiz.

Çadırlar kuracak, "Sadakaları (zekatları) kalbleri İslama ısındırılacak olanlara..." (K. 9,


Tevbe Suresi, ayet 60) dağıtacağız.

Üçaylar başladığından beri 'ölünmüyor' şehit olunuyordu. Bu Şehit Açılımı'na


Ramazan'da da devam edeceğiz.
Devrilen kamyonda ölen asker şehit,

bir gıdım adrenalin iğnesiyle kurtarılabilecek, arı venomuna allerjik asker şehit,

teçhizatsız alevlere dalıp dumandan zehirlenen itfaiyeci şehitse,

Kırım Kongo Kanamalı şehidi,

Domuz gribi şehidi,

Karne şehidi (karnesini göstermeye korkup kendini asan çocuklar),

Hymen şehidi (bakire çıkmayan gelin),

Medeni Ahval şehidi (boşanmak isteyince alnına kurşun yiyen kadın),

Eroin şehidi (aşırı dozdan) de olmalı.

Ramazan?da sigara içtiği için öldürülenlere de ya dopamin şehidi denilmeli ya nikotin


şehidi.

Ehl-i müselman salih amel, nefsine hakimiyet bab?ından niyet etti niyet eyledi kriminal
faaliyetlere bir ay ara vermeye de, bu sıcakta sağı solu belli olmaz.

Ergenekon adı verilen davanın ikinci iddianamesinde enteresan bir bölüm vardı:

"Çok ilginç, Kuran-ı Kerim'in surelerini aç, Allah'ın yerine sermayeyi veya medya
kelimesini koy ve oku. 'Ikra!'. Anlam bozulmuyor.? diyor.

Yaptık netekim. Bir adım daha atıp Allah yerine 'sermaye', peygamber yerine 'medya'
koyduk. Anlam değişmedi! Deneyin.

Uluğ Kök Tengri affetsin, Enfal Suresi?nin birinci âyeti şöyle oluyor:

1. Sana savaş ganimetlerini soruyorlar. De ki: Ganimetler Allah (sermaye) ve


Peygamber?e (medyaya) aittir. O halde siz gerçek müminler iseniz Allah?tan
(sermayeden) korkun, aranızı düzeltin, Allah (sermaye) ve Resûlüne (medyaya)
itaat edin.

Nasıl?

Bir adım daha ileri gidip 'kafir' kelimesini de 'muhalif'le değiştiriyoruz. Bakın
Mücadele Suresi'nin beşinci âyeti nasıl oluyor:
5. Allah'a (sermayeye) ve Resûlüne (medyaya) karşı gelenler, kendilerinden
öncekilerin alçaltıldığı gibi alçaltılacaklardır. Biz apaçık âyetler indirmişizdir.
Kâfirler (muhalifler) için küçük düşürücü bir azap vardır.

Yeni şekline göre bu ayetin meali; Ya AB'ye, ABD'ye 'Emrin başım üstüne' denilip
İslam'a sarılınacak; vatan gözüne taş-toprak, dâr-ül harb görünecek. Savunmaya kalkıp
da Batı'nın tekerine çomak sokmayacaksın. Yoksa adın bir iftiranamede geçirilecek,
gözünü Silivrilerde açacaksın.

Ehl-i müselman bunları okurken ayetleri değiştiriyorum diye hınç içindedir, biliyorum.

Değiştirdim agam! Lakin, o ayetleri değiştiren ilk değilim.

Eski Amerikan Büyükelçisi Eric Edelman'la AB Türkiye Delegasyonu Başkanı Hans


Jörg Kretschmer, Ali İmran Suresi'nin 19. Ayetinin değiştirilmesi için Diyanet'ten
sorumlu Bakan'a resmi başvuru yapmışlardı.

"Allah katında yegâne din İslamdır" ayetini tehdit olarak algıladıklarını söyleyip,
hutbelerden çıkartılmasını istemişlerdi.

Eh! Elin ABsi, ABDsi "Ayetleri değiştir" deyince hazmedeceksin, ben değiştirince
isyan edeceksin. Yok öyle çifte standart, eşitlik isterim!

Madem ki ulus devlete dair herşey tartışılıyor, herşey açılıma tabi tutuluyor, o halde
İslamiyet de, Kuran da tartışılacak. Açılımlara tabi tutulacak.

Niyetim halistir, maksadım Ramazan boyunca dinini dışavuracakları rasyonel bir


çizgiye çekmektir. Ve inanın tamamen açılım olsun diye yazıyorum bunları. Zihin
açılımı. Benim salih amel'den anladığım büyük ölçüde budur.

22 Ağustos 2009
Orucu sakatlayan ve bozan haller

Malûmunuz, geçende fetva makamına 'Makattan lavman yapılırsa oruç bozulur mu


(hojam)?' suâli tevcih edilmişti.

Bendenizde ôl yüce makamın bu derin mevzuyu 'Bağırsakların emeceği su miktarına


bağlıdır' şeklinde muğlâk bir izâhatla geçiştirdiği kanaatı hâsıl olunca, niyet ettim niyet
eyledim güncel mevzularda ehl-i müselmânı tenvir edecek fetvalar neşretmeye.

Niyet habis ise de lisan selimdir. Ailecek okunabilir.

---

-Validebağ Devlet Hastanesi'nin arazisini (rant için) satıp, geceyarısı yatan hastayı apar
topar taburcu etmek, serum şişesi takılı vaziyette evine göndermek orucu bozan hallerden
değildir.

Lâkin, protesto eden hasta yakınlarından yüzünüze tüküren olursa ve bu tükürük ağız ya
da burun deliklerinizden içeri girerse orucu sakatlar. Bu hususa dikkat etmek lâzım
gelir.

-Yandaşlarına rant sağlamak, arazi açmak için Kaz Dağları Milli Parkında 180 hektar
ormanda onbinlerce ağacı yaktırmak, yine arazi rantı için köprü yapmaya kalkıp
İstanbul'da 50 bin ağacın kesilmesi talimatını vermek orucu bozan hallerden değildir.

Kibriti çakanın orucu bozulursa da azmettirene müeyyidesi yoktur. Lâkin, yangının


dumanı genzinizi yakacak kadar içinize kaçarsa orucu sakatlar. Orman yakılabilir
fakat dumanı içeri çekmemek lâzım gelir.

-Resmi evrak-form vs doldururken MESLEK hanesine Tarikat Şeyhi yazmak orucu


sakatlayan ya da bozan hallerden değildir. Bunda yalan yoktur. Tarikat Şeyhi olarak
hayatını namusuyla (!) kazanan yüzlerce insanımız vardır. Lâkin, şeyhin orucu,
üzerinde kuluçkaya yattığı altınların, paraların vergisini vermeye kalkarsa bozulur.

O takdirde, kefâret gerekir. Yani 60 gün oruç artı 1 gün kazası tutulur. En sevilen
sahabenin ruhuna mevlit okutulur (www.ensevdigimsahabe.com).

-Yedi yıldızlı oteller kurup 'Bu parayı nereden buldun' diye soranlara 'Halıcıda
tezgâhtarlık yaptım' diye açıklamak orucu bozmaz. Bir gün bile halıcıda tezgâhtarlık
yapılmış olsa kâfidir. Yalan olmaz. Allah herşeye kadirdir. 'Yürrrrüü!' diyeceği kulunun
karşısına Rus mafyasını bile çıkartıp zenginleşmesine vesile edebilir.

Lâkin, aynı şahıs "Güneyde 'her şey dahil' sistemiyle çalışan otellerin yüzde 90'ı
içkinin içine katkı maddesi koyuyor, müşteriye sahte içki içiriyor" diye ihbar edip,
siyasetçilere ülke çapında sahte içki yakalama operasyonları düzenletirse orucu
sakatlanır.

Hele ki; Antalya'da yapılan denetimlerde 5 bin 111 şişe sahte içkinin 2 bin 270'i
halıcılıktan (!) zengin ihbarcının Beldibi, Tekirova, Belek'teki yedi yıldızlı otellerinde
yakalanmışsa orucu bozulur.

Bunun telafisi için kefâret yetmez. Bir yıl boyunca, her ay 50 'akşamcı'yı otellerinin 5000
dolarlık odalarında 'herşey dahil-bedava' misafir etmesi lâzım gelir. Ol otel sahibinin (ki
adını ve otellerinde tatil yapan nitelikli dolandırıcılık çetesini her daim meymenetle
zikretmeliyizdir) iftarda orucunu içkiden kazandığı parayla açması câizdir. Lâkin,
hurmayı o parayla almasın. Hurma için helâl süt emmiş birinden borç alsın.

- Bakanlar Kurulu (*) kararıyla;


'(30.11.2009 tarihine kadar geçerli olmak üzere, 4760 sayılı Özel Tüketim Vergisi
Kanununa ekli (II) sayılı listede yer alan) 18 gros tonilatoyu geçmeyen yolcu ve gezinti
gemileri, yatlar ve diğer eğlence ve spor tekneleri; kürekli kayıklar ve kanolara
uygulanacak özel tüketim vergisi oranını yüzde 6,7'den yüzde 0 (sıfır)'a indirmek,

Yine, '(30.11.2009 tarihine kadar geçerli olmak üzere) 18 gros tonilatoyu geçmeyen
yolcu ve gezinti gemileri, yatlar ve diğer eğlence ve spor tekneleri; kürekli kayıklar ve
kanoların tesliminde yüzde 18 olan KDV oranını yüzde 1'e indirmek orucu bozan
hallerden değildir.

Yat, gemicik, tekne vs almak isteyen takva sahibi müminleri kollamak câizdir. Lâkin, o
yatlarla teknelerle gezinirken sâhildeki bikinili kadınlara nazar eylemek orucu
sakatlar. Ağıza, buruna deniz suyu kaçırılmamalıdır. Tuzlu su orucu bozar, hem kazâ
hem kefâret lazım gelir.

-'Makattan lavman yapılırsa oruç bozulur mu?' sualine gelince;

Bakınız geçen gün AKP Genel Başkanı muhterem ikaz ettiler; "Gençlerimizde sulu -
kuru her türlü kötü alışkanlık var" buyurdular.

Burada zikrettikleri kötü alışkanlıkların sulusu lavman, kurusu kolonoskopidir. O cihetle,


lavman ya da kolonoskopi sırasına zevk alınıyorsa, nefis kabarması hûsûle geliyorsa
orucu bozar. Gûsül abdesti almak lâzı...

Nee? Sulu-kuru o değil mi?


Nasıl yani?
E ben şimdi yanlış mı anladım muhteremi?
Yani dübürümle mi dinlemiş oluyorum bu zâtın konuşmalarını?
Yapmayın yaa!!
Tuh be!!
Şu İncirlik'te misafir edilecek 100 bin Amerikan askeriyle ilgili açıklamalarını doğru
organımla dinleyeyim bari.
(*) 22 Temmuz tarihli, 27327 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan 2009/15315 sayılı Özel
Tüketim Vergisi (ÖTV) ve Katma Değer Vergisi (KDV) indirimlerini içeren Bakanlar
Kurulu kararı.

1 Eylül 2009
Allah kabul etsin. Amenofis!

Yaaa AKP seçmeni Müslüman kardeşim! Sen sabahın zıbarında ağır yemek yiyip, asfalt
eriten sıcaklarında akşama kadar bünyeyi susuz bırakıp, 'Gocam elimi duttu, bikinili
önümden geçti. Orucum bozuldu mu hacı?' diye sual ederken, işyerinde aç-susuz
uyuklayıp işi gücü oruçsuzlara yıkmayı ibadet sanırken, Araplar Kâbe'yi alışveriş
merkezi haline getiriyormuş meğer.

Murat Bardakçı yazdı, projenin resmi de var, Kâbe, king sayz çarşafın kenarında mendil
gibi kalıyor. Yani; bundan sonra namaz kılarken, bir alışveriş merkezine doğru yönelip
secde edeceksin. İçinde hurma mı satarlar parfüm mü, seccade mi duty-free votka mı
inşaat bitince görürüz.

Ha bir de 1992'den bu yana Kâbe'de ezilenlerin sayısı 10 bini geçmiş. Hac pek kansız bir
ibadet de değil hani... Hac deyince, 2004 Endonezya depreminde yıkılan Ace'de çocuklar
aç susuz, anasız babasız ortalıkta dolanır, bütün dünya o bölgeye yardım etmeye
çalışırken 240 bin Ace'li Müslüman kalkıp hacca gitmiş. Çeyrek milyon adam/kadın, afet
zamanı kelle başına 8'er bin Dolar harcamışlar.

Sokakta simit yiyorum diye benden dinine saygı talep etme diye yazıyorum bunları.

Genelkurmay Başkanı basın toplantısı yapıyor, Referans'ın Eyüp Can'ı 'dine saygı
konusu'nu soruyor. Bütün sorunlar bitti, bugünlerde en önemli sorun (!) bu; dine saygı.
The Cemaat?in hassasiyetlerini hatırlatıyor Eyüp Molla.

Yaa AKP seçmeni muhterem! ABD savaş gemisini demirlemiş, askeri Marmaris'te
alkolün dibine vuruyor, ona gıkın çıkamıyor, ben sahilde bira içtiğimde senin dinine
saygısızlık etmiş oluyorum, oranı kaşıya kaşıya fena bakıyorsun. Boyun yetse efelenecek
gibisin.

Sen de haklısın, hepimizin öfkesi burnunda da, bunu göstermeye bir Recep Bey'in bir de
Fatih Sultan Terim'in gücü yetiyor. Ama, öfkeni doğru yöne, seni enayi yerine koyanlara
yönlendir.

Senin başbakanının da nedense Ankara'dayken öfkesi burnunda oluyor da, İstanbul'a


gittiğinde diyazemlenmiş gibi sakinliyor. Oradan huzur dolu nutuklar irad ediyor. O
birkaç saat ortadan kaybolmalar da hep İstanbul'da oluyor nedense. Bir düşün hele, bu
ortadan kaybolmaların, öfkelenmelerin, yatışmaların, hipoglisemi ve hırsızlıklarının
ortaya çıkması dışında, Eminanımın beş çayını Şeraton'da içerken Hayrünisanımın İçkale
Otel'de içmesiyle, aralarındaki küslükle bir bağlantısı olabilir mi?

AKP seçmeni muhterem kardeşim! Bunu da dilipak bir yazar yazdı. Ne bildiği var da
baklayı evirip çevirip duruyor ben soramam, bir iftar vakti kendin sor bir zahmet. Diyor
ki;
"...daha önce halim-selim bir adamın eline iktidar asasını verin bakalım, bakın ne
yapıyor.. Mal, iktidar ve şöhret bataklığında debelenenlerin hemen tümü biraz
psikopattırlar.. Büyük ihtimalle cinsel sapkınlıklarla malûldürler.. Fuhşiyat ve
menhiyat iliklerini kemirir.. Hayatları bir "kumar"dır onların..

Özellikle de bizimkiler, sonradan mal, şöhret, iktidar sahibi oldukları için zaman
zaman hapur hupur yerken üstlerine, başlarına döküyorlar.. İktidar, servet ve
şöhret, işte böyle fitneye dönüşür... Malum Media kılıçları çekti. Hele şu bayram
geçsin, onlar da siyasetçi, bürokrat, kim önlerine çıkarsa sex kasetlerini ekrana
taşıyacaklar.."

İşte böyle! "Hapır hupur yerken üstlerine başlarına döküyorlar" diyor. "Seks kasetleri
var" diyor. Bunları yazan da takva sahibi.

İnancına damardan girip sana hayır hasenat vakfı, hamiyyet âbidesi diye yutturdukları
Fener'in cebellezi edilmiş milyonlarca Yuro'unun kimin cebine, hangi aklanamayan
partinin kasasına girdiğini göremeyesin diye ortalığı yine Ergenokan'a buladılar-
bulandırdılar.

Yukarıda maviye boyadığım paragrafı sakın unutma oruçlu AKP seçmeni. Açlıktan
kokmuş nefesini de suratıma üfleyip, benden dinine daha fazla saygı talep etme. Sana
takva satanların her türlü ipliği tel tel çarşamba pazarına dökülecek. Sırf takva satışı, sırf
hırsızlık değil bence suçları sence günahları... başka şeyler de var!

Kişi başı gelirin yükseldiğini reel olarak hissetmediğinde şaşırma AKP seçmeni
kardeşim. Sen yine 3 kilo bulgur, bir sentetik battaniye için karını gönder sıraya girsin.
Ekonomi diplere vursa da, Aklanamayan partin işsizliği sona erdirmenin çaresini buldu.
Ergenekon bir 'işsizlere iş projesi'dir de muhterem. Tutuklanan şüphelilerin boşalttığı
işlerde istihdam edilmen bir ekonomik mucizeyi de gerçekleştirebilir yani...

Camiler sosyo-kültürel merkez olacakmış. Kültür derken bale dersi, konser salonu değil
elbet. Göstermelik iki satranç masası korlar, kütüphaneye de Adnan Oktar?ın yazdırdığı
kuşe kapak birinci hamur kıç kağıtlarını. Din hayatın merkezine yerleşecek, hayat dinin
etrafında dönecek. Camide sosyalleşilecek. Benden de buna saygı duymam beklenecek.

Kimsenin benden dinine saygı talep etmediği, kimsenin ne dininin ne de mezhebinin


farkında olmadığım, dolayısıyla kimsenin dinine saygısızlık da etmediğim yıllarda, dinin
esaslı bir din gibi görünüyordu sanki muhterem. Bak ne hale geldi, her mahallede tanrısı
değişen Hint yerel dinlerine döndürdüler. Döndüren de solcu, komünist şu bu değil ha!
Ağlak vaiz, anal seks düşkünü, iktidarsızla homoseksüel arası bir tescilli deli.

Şöyle bir şiir var desem;

"Tanrı yücedir, tektir

Ondan başkası yoktur


Bir tanedir

O’dur her varlığı yaratan...." ezan zanneder misin AKP seçmeni biraderim?

Ezan değil. Mısır hükümdarı Amenofis'in yazdığı bir şiir. Tek tanrılı dinlerin öz hakiki
kurucusu Amenofis. Her duanın sonunda kendi adının zikredilmesi talimatı vermiş;
'Amen!.'

Önce Tevrat?a oradan da islamiyete sirayet eden 'amin' de oradan.

Sen nelerin değişmeden nerelerden geldiğini bil hele, ben de 'dine saygı' konusunu bir
daha düşüneyim.

Sivas'ta harem-selamlık gövde gösterisinde bir dernek başkanı "Bir milletin asıl gücü,
topu, tüfeği, tankı, yer altı ve üstü zenginlikleri değil, imanlı ve inançlı gençleridir.
Fatihler yetiştirmeliyiz. Fatihler yetiştirmenin ilk şartı iffet ve haya sahibi, çocuğunu
abdestsiz emzirmeyecek kadar hassas analara sahip olmaktır" demişti.

Dine saygı talebinde bulunanlar bunlar işte. Topu, tüfeği, yer altı, yer üstü zenginliklerini
küffara satıp/teslim edip, kadına abdestsiz emzirme izni vermeyecek kadar gözü dönmüş
soysuzlar.

Bir dine saygıır, bir 'sol neden dini/dindarı anlamadı'dır gidiyor ortalıkta.

Değişmez kurallara saplanmak, bilimi, evrimi, evreni 'değişmez' kılınan tek kitaba
bağlı yorumlamak, değişimin sürekliliğine inanan solun ilgi alanına giremez de
ondan.

Faşizm ve kapitalizm dinin dilinde konuşur, din sağdadır/sağcıdır, din köleliği,


sömürüyü teşvik eder de ondan.

Din düşüncenin karşısındadır, sorgulamadan iman ister de ondan. Sol insan-yaşam


eksenlidir, din kul-ölüm ekseninde cambazlık eder de ondan...

Haydi dinine son bir saygı göstereyim. Allah orucunu, ibadetini kabul etsin. Amenofis!

22 Eylül 2008
Hayratı yıkacaksın yetimi öpeceksin

Nasruddin-i Tûsi, Bahname adlı -cinselliğe dair- eserinde der ki;

"Ey oğul! Allah'ın özene bezene yaratıp kendi güzelliğinden de nefes üfürdüğü
avradın vücudunda yedi çeşit diş izi bırakasın:

Birinci ısırık, "gayri mer'i ısırık"tır. Deriyi dişlerinle öyle yavaş sıkasın ki, birkaç
saniye sonra ortaya pek hafif bir kızıllık çıka."
Kadıköy'de bir arsada bulunan, 2007 seçimlerinden kalma, EVET mühürü Akepe dışında
partilere vurulmuş gayrı mer'i (geçersiz) 3 bin oy pusulası, şaibeli 2007 seçimlerinde
yediğimiz ısırığın kızarıklığıdır.
--
ABD 6. filosunun savaş gemileri, Boğazlardan, önceleri insani yardım, çocuk donu, kadın
pedi derken şimdi süper RBOC metal roketleri, 25 milimetrelik Bushmaster top, 50
kalibrelik makineli tüfekler, Phalanx yakın hava savunma sistemi, CH-60 Knighthawk
sistemi geçirir oldu.

Nasruddin-i Tûsi, Bahname adlı eserinde -devamla- der ki;


"İkinci ısırık, 'şişen ısırık'tır. Cildi kıskaçla yakalar gibi öyle bir çekesin ki hem
kızara, hem kabara."
Bu Montreux ısırığı da, hem kızaracak hem kabaracak gibi.
--
Batman'da, ihaleye fesat karıştırmaktan Akepe İl Başkanı hakkında gıyabi tutuklama
kararı alındı.
Akepe Genel Başkan Yardımcısı Şaban Dişli'nin, Silivri'de bir arsanın imar değişikliği
karşılığında 1 milyon Dolar rüşvet aldığı belgelendi. Dişli, Parti Merkez Yönetim
Kurulu'ndan istifa etmek zorunda kaldı, milletvekilliği devam ediyor.
Nasruddin-i Tûsi, Bahname'sinde;

"Ey oğul! Üçüncü ısırık, 'nokta'dır. Ufak bir parçayı iki dişinle ama nazikçe
yakalayıp ısırasın. Noktayı sol yanağa koymak hem avrada, hem de sana zevk
verir." der.
Akepe için 1 milyon Dolar gülsuyu parasıdır. Dişli'nin ısırığı, sol yanaktan, gayet nazik
nokta ısırığıdır.
--
Dişli konusunda basın ve muhalefet AKP'yi sıkıştırınca; TBMM Başkanlığı döneminde,
-yine Akepeli- Manisa Belediye Başkanı ile birlikte 92 dönüm Sümerbank arazisini 18,5
milyon Dolara kapatıp, 4 ay sonra 46,5 milyon Dolara Hollanda şirketine satan Bülent
Arınç, partililerini 'Zina ve para işlerinde dikkatli olmaya' çağırdı. 'Karda yürüyün de
izinizi belli etmeyin kardeşlerim' demeye getirdi.
Ayda 5 bin Dolar maaşla, Sağlık Bakanlığı bünyesinde ?Kuş Gribi Koordinatörü?
kadrosu yaratmayı akıl edebilen bir partiye yakışan da buydu. 'Çalın da birader, biraz
dikkat..!'
Bahname'de dördüncü ısırık 'mercan'dır.
"Cildi dişle ve dudakla yakalayıp sıkıştırasın. Gerdana tatbik edilirse, zevk zirveye
çıkar."
Arınç'ın Sümerbank arazisi ısırığı gerdandan... Yakalayıp sıkıştırmış.
--
Alman Savcılar Denizdekumbizdefener davasında, Almanya'daki vatandaşlardan toplanıp
cebellezi edilen 41 milyon Yuro'nun izini sürerken, iş geldi Türkiye Cumhuriyeti'nin
Başbakanına, İçişleri Bakanına, RTÜK Başkanına dayandı.
Bu Denizdekumbizdefener'in bir de -2005- Pakistan depremindeki yardım(!) faaliyetleri
deşilse kim bilir neler dökülecek, fakat bizim Savcılar henüz davayı sahiplenmediler.
Bahname'ye göre beşinci ısırık, "inci hattı"dır.
"Bütün dişlerinle faaliyet gösteresin."
Durmak yok, bütün kademelerdeki dişlerle dişlemeye devam!
--
1915'i kafalarında hala çözememiş, çözemedikçe de Ağrı Dağı'na bakıp içlenecek olan,
dünle hesaplaşmalarını bir türlü bitiremediklerinden bugünü yaşayamayan, yarın için de
planı olamayan Ermenistan'ın önünde ABD talimatıyla reverans yapanlar;
Yusuf Halacoğlu'nu TTK'daki görevinden alıp, tarihi Ermenistan çıkarlarına uygun
şekilde yeniden yazdıracaklardı da,
Sözde soykırım iddialarını 60 klasör belgeyle İsviçre Mahkemelerinin suratına çarpan
Perinçek'i içeri atacaklardı da,
Erivan'a uçak seferi koyacaklardı da,
Ermenistan'a hudut kapısı açacaklardı da,
Neden ABD'nin Livingstone lobi grubuna dört yılda 9 milyon Dolar ödediler?
Neden şimdi de DLA Piper lobi grubuna yılda 1,2 milyon Dolar ödüyorlar?
Neden sırf ABD'de lobi faaliyetine yılda 3,5 milyon Dolar harcıyorlar?
Lobi faaliyetleri Ermeni Tasarılarının ABD Kongresinden geçmesini önlemek için
yapılmıyor muydu?
Ne oldu? Abdullah Bey maç seyretmeye (!) bir gitti, yanağa ilk makas ABD'den geldi;
"Ziyaret çok olumludur."
Bahname'ye göre altıncı ısırık, 'kırık bulut'tur ve ısırmanın en zoru budur.
"Avradı öyle bir ısırasın ki, cildinde bütün dişlerinin izi kala ama dişler arasındaki
açıklıklar belli ola, yani avradın cildi kızarmaya."
Kırık bulut ısırığını da Ermenistan'da yedik mi?
--
Bütün bu dayatmaların arkasından gelecek dayatmalar, henüz deklare edilmemiş talepler
için hele bir bakla falı açalım:
"6-7 Eylül 1955 olayları için Türkiye özür dilesin."
Ve hatta "Misak-ı Milli sınırları tartışmaya açılsın." Ciddiyim! Tartışmaya açmadıkları,
kurcalamaya başlamadıkları bir bu kaldı. Misak-ı Milli sınırları.

Bahname'deki yedinci ısırık, 'hınzır ısırığı'dır.


"Bunu sadece memelerle omuzlara tatbik edesin ve öyle bir ısırasın ki dişlerinin izi
alt alta gelip merdiven gibi görüne. Isırma sırasında avrada da vazife düşe. Isırılan
avrat hiddet ede ve ısıran herifi iki kat şiddetle ısıra.

Erkek, cilveleşme esnasında parmaklarını biraraya getirip uçlarıyla kadının


kafasına vura. Avrat irkile, daha da hassaslaşa. Darbeyi yiyen avrat 'Aman
valideciğim' yahut 'Lütfen efendim, vurmayınız' dedi mi, erkek zevkinin
şiddetlenmemiş olduğunu anlayıp vurmaya devam ede. Ama 'Seni merhametsiz
zalim, hınzır!' misali sözler etmeye baslarsa, hemen dura, zira avrat kıvama gelmiş
demektir. Zaten böyle haykıran mahbube, herifin omuzuna hemen 'hınzır ısırığı'
kondurur."

--

Devlet-vatandaş ilişkisini bitirip şirket-müşteri ilişkisiyle ülke yönetmeye çalışan,


kendisinde olmayan güçleri vehmeden AKP'ye; hınzır ısırığında avradın da -kıvama
gelip- herife diş geçirdiğini hatırlatma bab'ından kaleme alınan bu yazı, 6 Eylül tarihli
Zaman gazetesinden bir alıntıyla hitama eriyor:

"Günün Ayeti

Allahım Yalnız Senden İstiyorum

Allahım! Kullarından herhangi birine verdiğin bir hayır veya mahlukatından birine
vaat ettiğin bir lütuf var da buna idrakim yetişmemiş, niyetim ulaşamamış ve bu
sebeple de istediklerimin dışında kalmış ise ey âlemlerin Rabbi, onun husûlü için de
Sana yakarıyor, bana onu da vermeni rahmetin hakkında Senden istiyorum.?

Yaa Aziz Kâri! Yolsuzluklara damardan girenlerin (!), yetim hakkı yemeyenlerin (!), ?Bir
lokma bir -Armani- hırkacıların gazetesi, bir Ramazan gününün âyetinde 'Rabbena hep
banaaa' duası ediyor, başkalarında olup da onda olmayan, istemeyi unuttuğu başka birşey
varsa Rabbi onu da ona hatırlatsınmış. Dualarında bile gözleri aç, hırsları sonsuz olanlar
yetim hakkı korumaktan bahsediyorlar.

Artık o 'Durmak yok...' sloganını değiştirseler de, yerel seçimlerde "Hayratı yıkacaksın,
yetimi öpeceksin" gibi daha gerçekçi, kendilerine yakışan bir slogan kullansalar iyi
olacak.

Mahbube de "Seni merhametsiz zalim, seni hınzır!" kıvamına gelmek üzere. Umarız yerel
seçimlerde "Yetti gari!" deyip konduracak hınzır ısırığını herifin omuzuna.

8 Eylül 2008
Parçalanmış cesetler dosyası

Kök Tengri'nin; sırf denemek için, İbrahim'e rüyasında "Oğlunu kes" dediğine,
onun da oğluna "Allah seni kesmemi istedi ne yapayım?" diye sorduğuna,
oğlunun da "Allahın emriyse kes bari baba!" dediğine,
sonra da Tanrı'nın İbrahim'e "Seni denedim, aferim! Çocuğu bırak, al şu koçu kes"
dediğine tartışmasız inanıyorsanız...

Bu tevâtüre inanırken;

Adli tıpta, katillerin bir kısmının "Hayalci katil" kategorisinde incelendiğini,


'Hayalci' (visionary) katillerin fantazisinin ya Tanrı'dan bir ses, ya cennet/cehennemden
bir görüntü olduğunu,
İbrahim'in oğlunu kesmeye kalkmasının "şizofren bir proje" olduğunu da aklınızın bir
köşesine yazınız.

İşkence ederek boğazlayacağınız elli kiloluk koyunun, şişman gövdenizi sırtında


taşıyarak kıldan ince kılıçtan keskince bir köprüden geçirebileceğini aklınız kesiyorsa,
tabii ondan önce, 'sırat köprüsü'nün varlığına inanıyorsanız,
çocuğunuzun alnına sürdüğünüz kurban kanının çocuğunuzun enerjisini arttıracağına,
kurbanın gücünün çocuğa geçeceğine,
o kanla Kök Tengri'ye yakınlaşacağınıza,
günahlarınızın affolunacağına iman ettiyseniz...

Elli, yüz kiloluk koca hayvanları boğazlatmak için ya 'eli kesime yatkın biri'ni bulunuz,
ya da kendiniz sıvayınız kolları.

Canlıları işkenceyle katlederek bayram kutlamaya kararlıysanız, birkaç hatırlatma


daha yapmama da müsaade lütfen.

Adli tıp istatistiklerine göre;

Seri katillerin yüzde 77'si kurbanlarının vücudunu parçalara ayırır.


Seri cinayet işleyenlerin büyük çoğunluğu, çocukluğunda hayvanlara eziyet etmiştir.
Seri katillerin çoğu, geçmişte kasap, avcı, laboratuar görevlisi olarak çalışmıştır.

19ncu yüzyıl İngiliz mahkemelerinde, kasapların 'meslekleri hayvan öldürmek,


parçalamak olduğundan acıya karşı duyarsızlaşmışlardır' gerekçesiyle mahkeme
jürisinde başkalarını yargılamalarına izin verilmezdi.

Siz kesim için kasap ya da bıçak ararken bunu da bir yol hatırlatayım.

Adli Tıp Uzmanı Dr. Bülent Şam'ın otopsilerden derlediği ''Parçalanmış Cesetler
Dosyası"nda;
'Hayvan-insan anatomisi benzediğinden, katillerin disseksiyonu (ölüyü parçalara
ayırma), adli tıp uzmanlarını şaşırtacak derecede cerrah titizliğiyle yaptıklarını'
yazdığını da biliniz.

Şüphesiz ki;

Birkaç kişi, kurbanınız olan hayvanı zorla yere yıktığınızda,

Kurbanınız ayaklanıp kaçmaya kalkınca baltayla bacaklarını kırdığınızda,

Çektiği acıdan gözleri yuvalarından fırlamış, inleyen, debelenen hayvanı zaptedebilmek


için birkaç kişi hayvanın üstüne oturduğunuzda,

Kurbanın ayaklarını sıkıca bağladığınızda,

Acı çektirerek öldürmeden önce, ağırlığınızla hayvanın nefesini kestiğinizde,

O hayvan gözünüze bir canlı değil, yenecek bilmemkaç kilo et olarak göründüğünde,

Kurbanınızı 'merhamet' gibi insani bir duyguya lâyık bulmaz noktaya geldiğinizde,
herhangi bir seri katilden hiç bir farkınız yoktur.

Seri katil için de kurbanı, "insan" değil, değersiz bir madde, bir parça ettir.
Seri katil, tatmini, kurbanı fethetmek, zûlmetmek, sindirip baskı altına almak ve
öldürmekte kişisel tatmin bulur.

Siz de hayvanı fethedebilmek, ona üstünlüğünüzü gösterebilmek, sindirebilmek, dirençsiz


bırakabilmek için seri katillerin yöntemini uygulamak zorundasınız. Ayaklarını
bağlamalısınız.

Kurbanınız acı içindeyken gözlerini de bağlamanız gerekir.


Seri cinayetlerde de çoğu kez göz bağlama vardır.

Katillerin çoğu, polise verdikleri ifadelerinde; göz bağlama işlemini "kurbanı sindirmek
ve korkusunu arttırmak" yaptığını söylerler.

Göz bağlamanın esas nedeninin, "kurbanı kişiliksizleştirmek (depersonalize)" onun


canlı bir varlık olduğunu gözardı etmek olduğunu da söyleyelim.

Üstüne oturup nefessiz bıraktığınız, acıdan çıldırmış hayvanın acısını daha da arttırmalı,
kurban edebilmek için onu artık bir canlı olarak görmemelisiniz.

Gözündeki acının, yalvarmanın sizi etkilemesine izin vermemelisiniz. Aynen seri cinayet
işleyen katillerin yaptığı gibi.
Katillerle ortak noktalarınızdan biri de; acz içindeki kurbanları, 'merhamet gibi
insani bir duyguya lâyık' görmemektir.

Kurbanınızı kesmeye başlamadan evvel, yüzünü kıbleye çevirip tekbir de getireceksiniz


değil mi?

Bunu yaparken "İbrahim'in zamanında islamiyet mi vardı, kıble mi vardı,


allahüekber mi vardı" diye düşünmek aklınıza gelmeyecek.

İçinizdeki kasap ağır basacak. Çalacaksınız kör bıçağı acz içinde, savunmasız bıraktığınız
koca hayvanın boğazına.

Önce nefes borusunu, yemek borusunu ve şahdamarını keseceksiniz. Oluk gibi kan
fışkıracak.

Hayvan ölmeye henüz başlamışken kafasını geriye doğru kanırtacaksınız. Kanını akıtıp
eti 'helâlize' edeceksiniz. Zinâyı, tecavüzü imam nikahıyla, soygunu, hırsızlığı 'zekât'
kılıfıyla, faizi 'kâr payı' olarak helalize ettiğiniz gibi...

Siz o kanları akıtırken, din uleması "Bayramlar gönülden gönüle sevgi akıtır" vaazları
veriyor olacak. Oluk oluk caddelere, bahçelere akıttığınız kankırmızı sevginizi (!),
vahşeti, belkemiğinde cinsel hazlar duyarak seyretmeyi öğrettiğiniz çoluk çocuğun alnına
süreceksiniz.

Kurbanınız olan hayvan, daha tam ölmemişken, titrerken, bacağından ters asıp derisini
yüzmeye başlayacaksınız.

Bu eziyet ederek öldürme ve parçalama ameliyesinin adına da 'ibadet' diyeceksiniz.

Bir canlıyı parçalamayı; kurbanınız üzerinde hakimiyet kurmak değil de "yiyecek paylaşımı" adına
savunacaksınız.

"Cesede uyguladığı aşırı şiddetin, cesedi parçalamanın, seri katile hem cinsel
tatmin, hemde egosuna psikolojik doygunluk verdiği"ne de kafayı
takmayacağınızdan, kanlı yiyecek paylaşımı harekatınızla "cinsel tatmin"i
bağdaştırmayacaksınız.

Oysa, fantazi olmadan şiddetin gerçekleşemeyeceğini içten içe biliyorsunuz değil mi!

Biz de Kurban Bayramı'nı birşeyler keserek geçireceğiz. Potansiyel katillerle 'ilişik'


keserek...

Asteğmen Kubilay'ın başını kesenler gibi, seri katillerin çoğu, dindar ve düzenli ibadet
eden insanlar olduğunu bilerek ve bu gürûhla ilişik keserek.

***
Hamile kadının vücudunu 8 parçaya bölüp, Hereke'de denize atan katilin (24 Kasım 2008
haberi),

Kartal, Pendik civarında altı ayda 5 kişinin başını kesip, cesetlerini kuyuya atan Özkan
Zengin'in (20 Kasım 2008 haberi),

Samsun'da, 22 yaşındaki üniversite öğrencisi kıza saldıran, tecavüz edemeyince boğazını


kesen, kimliği belirlenemeyen kişinin (13 Kasım 2008 haberi),

Cesedi, Kırşehir yolu üzerinde şehir çöplüğünde 7 parçaya ayrılmış olarak bulunan 10
yaşındaki kız çocuğunun katilinin (10 Kasım 2008 haberi) dindar ve düzenli ibadet eden
insanlar olduğundan hiç kuşkumuz yok.

Bu katillerden yakalanabileni, Bayram'da koğuştakilerle bayramlaşacak.


Yakalanamayanı, Bayram namazını cemaatle kıldıktan sonra, sevabına konu komşunun
kurbanını kesecek.

***

2007 Kurban Bayramı'nda yazdığım Kurban yazısını, her yıl aynı Bayram öncesi,
güncelleştirerek bir yerlerde yayımlamak niyetindeyim.

***

Ne zaman kadın oluruz

'Erkeğin sıcağına oturmak'tan bahseden Dürrükzade'nin, aslında aklına karpuz kabuğu


düştüğünü bildiğimiz zaman.

4 Aralık 2008
Diyacahsan Cem Garipoğlu niya 16 Eylül'de teslim oldu!

Mübalağa etmeyelim hanımlar beyler! Habbeyi kubbe yapmayalım!

Nihayetinde genç bir elikanlı pardon delikanlı, sevgilisini cep telefonuna gelen
mesajlardan kıskanmış. Üstelik mesajları atan da bir teğmen. Körolası, yokolası TSK'nın
bir mensubu.

Gencecik delikanlı, kıskançlık neticesi elini kana bulamış. Eh haliyle cesedi ortadan
kaldırması gerekmiş. Çocuk (!) aklı işte, "Bavula tıkıştırır çöpe atarım" diye düşünmüş.

Bavula sığdıramayınca da çarşıya gidip testere almış. Eve dönüp sevgilisinin kafasını
kesmiş. Kimbilir ne streslere girdi yavrucak o bavulu, o gitar kutusunu falan bulmak için.

Yavrım, inşallah belini falan sakatlamamıştır o bavulu taşıyacağım, kaldırıp çöp


konteynerına atacağım diye.

Çocuktur (!) korkmuş, travma yaşamış haliyle. Kaçmış. 197 gün aç, susuz, evinden,
ailesinden uzak, kolay mı! Traş olacak jileti bile bulama sen, Ned Kelly gibi sakal
koyver...Maşallah nasıl da gür çıkmış o sakallar gencecik yaşta. Bizim oğlan çatladı
hasedinden. 17'sindeyken bıyığının üstünde sarı şeftali tüyleri yeni zuhur etmişti.

Sonunda kaçmaktan yorgun ve pişman delikanlı, sucuk-ekmeğini yiyip polise teslim


olmuş.

Neyse ki, tarikat evlerinde yetişmiş, itaatkâr müritten polis abileri kader kurbanı
hallerini anlamışlar da, travma geçirmiş yavrucağa Ergenekon şüphelisi yazar-çizer gibi
kelepçe vurmamışlar.

Bakınız gözaltındayken polis abileri cinayet anını sormuşlar da, yavrucak sinir krizleri
geçirmiş. "Ne olur bu konuda soru sormayın bana artık" demiş. Onlar da anlayışlı
davranıp cinayet anını sormamışlar bir daha. Aferim!

Zaten avukatı da İstanbul Emniyeti'nin şefkat pıtırcığı olduğunu bildiğinden, savcıya


değil polise teslim etti delikanlıyı.

Gözaltı oldu mu böyle olacak. Çocuk Ergenekon şüphelisi mi ki 24 saat uyutmadan,


oturtmadan sorguya çekesin!

Ergenekon şüphelisi canavar ruhlu (!) adamlar dayanmışlardı. 70 yaşında adamlar 24 saat
uyutulmadan, hatta oturtulmadan ifade vermeye zorlanmıştı ama, onların derisi kalındır,
dayanırlar. Cem evladım, zayıf nahif bir oğlan çocuğu.
Bakınız, delikanlı hakikaten travmayı atlatabilmiş değil. Savcıya ifade verirken de
zorlanmış, titremeler geçirmiş. Savcılar da -sağolsunlar- anlayışlı davranmışlar. Adliye'de
8 saat kalmış ama sadece 4 saat ifade vermiş.

Genç çocuk, yazık kilo da vermiş kaçarken koşarken, uzun saatler sorgulanmaya
dayanamaz haliyle.

İstanbul Emniyeti ne kadar 'Mutluyuz, gururluyuz' dese hakkıdır.

Henüz cevabı bilinmedik milyon soru var ama, teslim old...pardon yakalandı (!) ya,
önemli olan budur.

Bazen en karmaşık olayların basit, enayice bir açıklaması olabilir Türkiye'de.

Bencileyin beyninde nöron bağlantıları ters döşenmiş, 'imâlat hatası' köşeciler, yımırtaya
can veren Allah tarafından bu enayi bağlantıları bulup çıkartmak için yaratılmışızdır.

Şimdi sadece "Cem Garipoğlu neden 16 Eylül'de teslim oldu?" sorusuna spekülatif bir
cevap veriyorum.

Valiliğin ve Emniyet'in, "Cem Garipoğlu'nu yakalamak için özel tim kuruldu /


görevlendirildi" açıklamaları 21 Haziran 2009 tarihli haber. Yani, bu tim 20 Haziran
tarihinde veya önce kuruldu. Elemanlar pekâla İstanbul dışından da görevlendirilmiş
olabilir.

Garipoğlu'nun teslim olma tarihi 16 Eylül'den 90 gün geri sayarsanız, 18 Haziran 2009
tarihi bulunur.

Garipoğlu için "15 Mart'ta Antakya üzerinden Suriye'ye gitti. Suriye istihbaratı (El
Muhaberat) kaldığı oteli biliyor" haberi de hatırlansın bir zahmet. Hatta, Garipoğlu'nu
yakalamak için Rusya'ya, Ermenistan'a özel tim görevlileri gönderildiği haberi de
hatırlansın.

Özel tim görevlileri, elikanlı pardon delikanlının Suriye'ye gittiği haberini alır almaz 15
Mart'ta Suriye'ye gitmiş olsalar 16 Eylül'e kadar geçen gün sayısı 185. Fakat devletin
çarkı ağır işler. Bunun Olur Belgesi var, Bakan Onayı var, resmi pasaport çıkartması var,
harcırah tahakkuku var, şu var bu var. Özel tim Suriye'ye Garipoğlu'ndan 5 gün sonra, 20
Mart'ta gitmiş olsa, 16 Eylül'de teslim olmasına kadar aradan geçen gün sayısı 180.

Diyacahsın niya tahtı bu karı 90 gün 180 gün diya?

Habertürk'ün ileri sürdüğü gibi Suriye'den getirildiyse, Beşar Esad'la aynı uçağa
bindirilmiş de olabilir. Esad'ın Türkiye'ye geliş tarihi de 16 Eylül.

Şinci ey Aziz and Azize okur! Bu otistik gibi görünen 90-180 gün hesabına şunun için
taktım:
6245 sayılı Harcırah Kanunu'nun 42. maddesinin (a) bendi der ki; "Yurtiçinde aynı
yerde, aynı iş için ve aynı şahsa 180 günden fazla gündelik verilemez. İlk 90 gün için
tam, takip eden 90 gün için 2/3 oranında ödenir."

b) Yurtdışında ilk 180 gün tam ve müteakip günler için 2/3 oranında gündelik ödenir.

"Neden şimdi teslim oldu?" sorusuna spekülatif cevabım budur işte:

Sırf özel tim görevlilerinin peşin aldığı yurtiçi ve yurtdışı görev harcırahını hak etmiş
olmaları, harcırah iadesi yapmamaları için, görevin süresi yurtiçinde 90,
yurtdışında 180 güne uzatılmış olabilir.

Emniyet Müdürü de "Çember daralıyor" beyanlarıyla hem katilin yerini bildiklerini ima
etti, hem de bir süre beklemeleri gerektiğini.

Şinci yine diyacahsın niya beklendi 3-5 kuruş harcırah parası için? Diyacahsın olur mu,
devlette bu kadar keyfî davranılır mı?

Ben de sana diyacağam ki; bu senin müslüman sandığın, Allah'a tapındığını sandığın
tarikatlar esasen paraya tapınırlar. Yedi yıldır alınan kararların da yüzde 99'u rasyonel
değil 'keyfî'dir. Ve ucunda illa ki para vardır.

Hem öyle bir tapınırlar ki paraya, gölge başbakan Diyanet İşleri Başkanı çıkar;
"Cemaate paranın nereden geldiği önemli değildir. Müsterih olsunlar. Uyuşturucu
parasıyla inşa edilen camide ibadet caizdir, mübahtır" bile der.

Hoşgörü (!) dini islamın aydınlığında (!) 'suç' kavramının hızla 'günah'la yer değiştirdiği
demlerde belki ben de inceden sıyırmış, Harcırah Kanunu'na takmış zırvalıyor olabilirim
netekim!

Fekat nihayetinde insanım. Başvekil, emniyet müdürü, diyanet adamı kadar olmasa da
zırvalama, spekülasyon yapma hakkımı kullanıyorum. "Peşin ödenen harcırahların yasal
süresini doldurmak için beklenmiş olabilir", "Keyfilikte bu kadar ileri gidilmiş bile
olabilir" diyorum. Fikri beğenmediysen at çukura, dök kireci...

Şu sakallı bebeğin psikolojisi irdelenirken bir de şunlar sorulsa:

Hiç kurban kesti mi? Kestiyse, keserken neler hissetti?

Kurban kesilirken seyretti mi? Seyrettiyse, neler hissetti?

Bu cinayetten sağ salim paçayı sıyırıp kendisini polis abilerinin şefkatli kollarında
bulduğu için kurban adağı yaptı mı?

Önümüzdeki bayramda kurban kesmeyi düşünüyor mu?


Düşünüyorsa ne kesecek? Deve, dana, koç, kadın?

Cinayetten sonra kendisini dine, imana verdi mi? Kaldığı evde iftarda maklûbe
yeniliyor muydu?

Zırvalıyorsam "Niya?" diya sorma Aziz and Azize okur! Say ki Ertuğrul Özkök?ün
"Kâbe'de bir arkadaşa bakıp çıkacaktım umresi"nde sorduğu enayi Beyaz Türk
sorularından soruyorum.

Psikolojim medyatik cinayet reytinglerine armağan olsun!

Diyacahsan niya?

İşte eele!

18 Eylül 2009
Alevi Marksizmi AKP Pragmatizmi

Temmuz 2007 seçimleri öncesi, Cem Vakfı Başkanından kaçıp Alevi dedeleriyle İzmir'de
gizlice buluşan,
Alevi oyları için vitrine Reha Çamuroğlu'nu koyan,
Cem Evi'ne "cümbüş yeri" deyip ruhsat vermeyen,
Alevi köylere Sünni imam atayan,

Sünni İslam'a güldür güldür ödenek aktarırken Alevi kurumlarının sembolik ödeneklerini
bile kesen, camiye tahvil edilmiş cemevlerinin mimarı AKP;Ağustos 2007'den itibaren
vaadleriyle ilgili olarak farklı Alevi gruplar tarafından sıkıştırılmaya başlandı.

Abdullah Gül, senede 200 "kâmil insan" mezun edecek Abdal Musa Tekkesi'ne 2
milyon YTL yardımla, İstanbul'a Ehl-i Beyt Enstitüsü, Hacıbektaş'a üniversite sözü
verdi. Dedeleri de maaşa bağlamayı teklif etti. "Aleviler istediklerini aldı, ortalık
yatışacak" derken çarşı hepten karıştı. Aleviler de homojen bir grup değildi çünkü.

AKP'nin (Gül de dahildir), basına servis ettiği "mali destek" olarak özetlenebilecek
'reform planı'nı Reha Çamuroğlu aracılığıyla Alevilerle görüşürken, Hacı Bektaş
Derneği ve Alevilerin çoğunluğunu temsil eden diğer örgütleri es geçip Abdal Musa
Vakfı'yla muhatap olmayı tercih etmesi daha "demokrat" olarak tanımlanabilecek diğer
Alevi örgütlerini rahatsız etti. AKP'yi "sahibinin sesi Aleviler bulmakla" suçladılar.

Cem Vakfı Alevileri, AKP'nin sorunlarına çözüm üretemeyeceğini, kendileri üzerinden


gizli gündemi olduğunu söyleyip, AKP'nin görüştüğü grupları "ayrıkotu" olarak
tanımladılar. "AKP'nin kendine demokrat olduğu, Dünya Bankası'nın IMF'nin,
sermaye çevrelerinin ve siyasal İslamın hareket alanını genişletilmesinden yana
tercih koyduğu sabittir. Burada değişim beklemek, siyasi saflıktan başka bir şey
değildir" dediler.

Cem Vakfı ve Hacı Bektaş Derneği AKP'yi samanaltı planlarla suçlarken, AKP'nin
gözdesi Abdal Musacıların diğer Alevi örgütlerinden farkı nedir diye araştırmaya
başlayınca, aradaki farkın gayrımenkul olabileceğine dair ciddi ipuçları bulduk. Emlak
komisyoncusu AKP'nin zaafı olan gayrımenkul.
Şöyle ki;

Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün Finike Ovası'nda Abdal Musa Vakfiyesi adına tapulu,
kiraya verilmiş yaklaşık bin dönümlük arazisi var. Girit ve Rodos adalarında da
Abdal Musa'nın dervişlerine ait yüzlerce dönüm arazi ve mülk... Rum ve
Yunanlıların Türkiye'den AB müktesebatı çerçevesinde taşınmazlarını istemesi gibi
Abdal Musa Vakfı da bu varlıkların tazminiyle ilgili konuyu uluslararası mahkemeye
taşımaya hazırlanmaktaymış.
Vakıf Sözcüsü Ertuğrul Aslan, yüzlerce milyon Doları bulabilecek bu mülklerle ilgili
"Bektaşi babalarının adalardaki mallarını geri alma sürecini başlatacağız" demiş.
Şimdi bağlantıyı kurabiliyor musunuz?

Bir yanda binlerce dönüm vakıf arazisine sahip ve Diyanet çizgisine çekilmeye müsait,
AKP'nin muhatap almayı tercih ettiği bir Abdal Musa Vakfı, diğer yanda talepleri yerine
getirilmemiş ve siyasilere ulaşamayan, daha demokrat çizgide Alevi gruplar. Bir yanda
emlak işine fena halde sardırmış bir AKP ve Alevilerin çoğunun ihanetle suçladığı
Çamuroğlu, öte yanda milyon Dolarlar....

Krize meyyal coğrafyalarda çatışmaların nedeni etnik/mezhepsel farklılıklar değil


etnik/mezhepsel politikalardır. Farklılıkların cepheleşmeye, çatışmaya yol açması,
etnik/mezhepsel kimliklerin siyasete alet edilmesindendir. Etnik/dinsel sorunlar denilen
sorunlar da, esasen, etnik kisve altında ya iktidarın paylaşımı ya da mali
kaynakların paylaşımı sorunudur.

Bu sebepten, bizce, geçen yıl seçim döneminde ortada dolaşan 'Alevilerin assimilasyonu
sorunu' ya da 'Devlet'in sünnileştirilmesi' bilmemnesi altında yatan aslında mal
paylaşımı sorunudur. AKP muhtemelen, seçim öncesi Alevilere yurtdışındaki Vakıf
malları için açacağı tazminat davalarında Hükümet desteği sözü vermiştir. Şimdi arazinin
ve tazminatın hangi Alevi kurumları arasında ve nasıl paylaşılacağı sorunu vardır.
Eşofmanla, oturduğum yerden bana öyle görünüyor en azından.

Alevi olsaydım; Türkiye Cumhuriyeti'nde Nakşibendi tarikatının giremediği tek kurum


olan TSK'ya, Diyanet-Sen'in Ağustos 2007'de "Askerin motivasyonunun arttırılması
için din subayı alınması" talebini de Alevilere Kasım mitinginde çekilen ayak
oyunlarıyla birleştirerek düşünürdüm.

Nakşilupus kurtları, AKP kayığına bindirdikleri Çamuroğlu'na, örselenmiş Cumhuriyet


yapısını hala ayakta tutan iki kavi sütundan biri olan Aleviliği, sünni takva değirmeninde
un edip 'sol'dan kopartma misyonu yükledi de 'Marksizmle Aleviliğin, Bektaşiliğin ne
alakası var?' diye debelenmesi bundandır.

Alevi olsaydım; AKP'nin "Alevi kardeşlerle yeniden inanç zemininde birlikte


yürümek istiyoruz", "Marksist'ten Alevi Alevi'den Marksist olmaz" martavallarını
analiz etmeye çalışmakla vakit kaybetmez, bölüşülecek Vakıf gayrımenkulünün
miktarını araştırır, bu parselasyondan AKP'nin ne koparacağını bulmaya çalışırdım.
AKP sağcı, faşist olduğu kadar 'pragmatist' bir pazarlama şirketi pardon partidir de...

15 Aralık 2008
Kucağında ölü çocuk, gözünde gurur, aklında cennet

Üç gün önce Hürriyet sıkı bir soru sordu:

"Kara harekatı başlamadan 3 gün önce Gazze'de yaşayan yabancıların tahliye edilmesi
istenmiş ve neredeyse tamamı Gazze'den ayrılabilmişti.

Geçen Ağustos ayında, Kafkaslar'da patlak veren savaş öncesinde, Güney Osetya'lılar,
çocuklarını otobüslere doldurup, can güvenliklerini düşünerek Rusya'ya gönderme fırsatı
bulmuştu. (Gazze'de) Neden en azından çocukları tahliye edilmedi?"

Bu sorunun cevabını vermeden önce, "Savaş orduların karşı karşıya gelmesidir. İsrail'in
Gazze'de sivillerin üzerine fosfor bombası atarak öldürmesi 'devlet terörü'dür" diyelim,
ırka dayalı bir din devleti olan İsrail'den yana cephe almadığımızı baştan belirtelim.

Gazze'deki Filistin'li çocuklar tahliye edilemezdi.


Filistin'liler, Bosna'daki soykırım sırasında Boşnak'ların ya da Osetya'lıların yaptığı gibi
çocuklarını ülke dışına gönderemezlerdi, çünkü o çocuklar şehit olmak için
doğurulmuştu.

Olayı rakamlarla şöyle açıklamaya çalışalım;

İngiltere'nin yıllık ortalama nüfus artış hızı yüzde 0,23, Danimarka'nın yüzde 0,30,
Fransa'nın yüzde 0,37.

(TÜİK'in rakamlarına güvenmemekle birlikte) Türkiye genelinde yüzde nüfus artış hızı
yüzde 1,18 veriliyor.

Suriye'de yüzde 2 ila 2,8 arasında,

Somali'de yüzde 2,78,

Filistin'de ise ortalama nüfus artış hızı yüzde 3,7.

2007 istatistiklerine göre, dünyada nüfus artışının en yüksek olduğu ülke Birleşik Arap
Emirlikleri. Üreme hızları yüzde 3,8.

Üreme hızı Batı Şeria'da yüzde 3,5 iken Gazze'de yüzde 4,3'e yükseliyor.

Özetle, Gazze, yeryüzünde üreme hızının, doğurganlığın en yüksek olduğu bölge. Bunun
altında yatan düşünce şu: "On çocuğumdan ikisi şehit olursa umurumda değil, geriye
kalan sekizi rahat yaşasın."
Bu cümleyi ben uydurmadım. Bu cümleyi bana 2006 yılında, Filistin'li ve çok çocuklu bir
arkadaşım söyledi.

'Umurumda değil' derken gözünün içine baktım, 'Çocukların ölür de nasıl umurunda
olmaz?' gibi bir cümle sarfettim. 'Şehadet' dedi Arapça. 'Sen de Müslümansın (Y.N.
Değilim), şehadet nedir bilirsin.'

---

İsrail silah üstüne silah icad ederken, Filistin'li çocuk üstüne çocuk yapıp nüfusu silah
olarak kullanıyor.

İsrail tüm dünyadaki Yahudi nüfusun sadece 14 milyon olduğunun bilincinde her bir
vatandaşını yaşatmaya önem verirken, Filistin İslamiyetin etkisiyle yüzünü ölüme
dönüyor, çocuklarını tanklara, bombalara 'kurban' olarak sunuyor.

İsrail öldürülen her vatandaşına karşılık on Filistin'liyi öldürmeye yemin etmişken,


Filistin'li öldürülen her vatandaşına karşılık 10 Filistin'li doğurmaya çabalıyor.

İsrail dünyaya 'Vatandaşlarımı Hamas saldırılarından korumaya çalışıyorum' mesajı


verirken, Hamas, roketatarlarını, karargahlarını, özellikle çok çocuklu ailelerin oturduğu
apartmanların ara katlarına kuruyor.

Yahudi cenazelerinde İsrail'linin yüzünde öfke, gözünde intikam ateşi var.

Müslüman cenazelerinde Filistin'linin yüzünde şehit bedeni taşıyor olmanın gururu,


gözünde tevekkül pırıltısı... 'Ben de şuncağız gibi şehit olup cennete gitsem, Allahıma
kavuşsam' öykünmesi.

İsrail'li tırnaklarını toprağa geçirmiş yaşama tapınıyor, Filistin'li ölüme, mezara...

İsrail'li üretip yeşertmeye çalışıyor, Filistinli, Mısır, İran ve en çok da Allah'ın ihsan
edeceğine bel bağlamış.

Filistin'linin umut bağladığı ülkelerden Türkiye'nin; Türk müteahhitleri MOSSAD'a


inşaat yapmış,

Türkiye'nin Başbakanı İsrail'den 'İsrail'e Üstün Hizmet Nişanı' almış.

Sözde Ermeni soykırımı konusunda, defalarca Amerika'daki Musevi lobisinden yardım


istemek zorunda kalmış. İsraille güvenlik anlaşmaları imzalamış, İsrail'den silah alıyor.

İsrail AB'yi, ABD'yi arkasına almış saldırıyı Lübnan'a kadar uzatıyor. Filistin'li ellerini
açmış tüm Yahudi alemine beddua okuyor.
Kucağında ölü çocuk bedenleri, gözünde gurur, aklında cennet... Evlat, insan kaybetmiş
olmanın üzüntüsü gibi değil de Cennet'e yolcu göndermenin gururu yüzlerinde. Bayram
şekeri paketler gibi yeşil kefenlere sarıyor çocukları.

Çocuk cesetlerinin önünce hayata değil ölüme secde ediyor, tapınıyor.

Hamas'ın iktidara gelmesiyle, uluslararası camiadaki 'mazlum', 'mağdur' pozisyonunu


yitirmiş, İsrail'in eline haklılık kozu vermiş. Şimdi kucağında çocuk kurbanlarla masum,
mazlum ve mağdur ancak.

El Kaide'yi kurup El Kaide bahanesiyle Afganistan'ı işgal eden,


Saddam'ı iktidara getirip miadı dolunca Saddam bahanesiyle Irak'ı işgal eden aynı,
Hamas'ı kurdurup Hamas bahanesiyle İsrail'i Gazze'ye saldırtan yine aynı.

Cepleri Soros fonlarının Dolarlarıyla dolu kara vicdanlılar, Türkiye'yi Filistinleştirmekte


kullanılan kara çarşaflılar televizyonda dört tane çocuk cesedi görüp dolduruşa gelmiş,
İstanbul'da meydanlarında 'Katliaaammm...vahşeeeet...dehşeett!!' diye İsrail'i protesto
ediyor.

Sen neyi protesto ediyorsun bir dur düşün! Filistin'li Müslüman biraderinin ceset taşıyan
fotoğraflarına bir bak! Yüzünde ölümün acısı mı var şehadetin gururu mu, bir incele hele!

'Halkı askerlikten soğutmaya' çalışmaktan yargılananları televizyonda ağzından salya


akıtarak seyredenler de bunlar. Açık Öğretim'e ya da yurt dışında bi üniversiteye kayıt
yaptırıp askerlikten paçayı kurtarmaya çalışan da bunlar. Şimdi hepsi Filistin'e gönüllü
asker yazılmaya pek hevesli.

Dertleri Filistin'li çocukları kurtarmak falan değil, dertleri dinlerini Musevi'nin diniyle
çarpıştırmak. Dertleri dinleriyle din dövmek.

Protestocu kalkmış 'Ben bu çocuğu şehit olsun diye doğurttum. Ne mutlu bu aileye ki bir
şehit verdi' diye ölüme tapınan Filistinli babayla empati kurmaya çalışıyor.
Dehşet...vahşeettt çığlıkları atıyor.

TSK'yı 'illegal örgüt' statüsüne indirip mümkünse tüm muvazzaf subayları darbecilikle
suçlamayı deli gibi arzu edenler de bunlar.

Milli Görüşçüsü Almanya'da 60 milyon Yuro'luk arsanın satışı için birbirine girmiş,
liberali AB'den aldığı paraların listesi ortaya saçılınca çıkıp 'O bir milyon Yuro'yla şu
projeyi gerçekleştirdim' diyemiyor, hepsi bir meydanda toplanmışlar 'Kahrolsun İsrail!'

İsrail'e duvar örsün diye çimento satan şirket Filistin Meclis Başkanı'nın şirketi. Bizim
enayiler İsrail'in duvarını protesto ediyor.
İsrail ırkçı, faşist bir din devleti. Kahrolsun İsrail diye İstanbul'da bir tarafını yırtanların
Türkiye'yi dönüştürmek istediği format da aynı: ırkçı, faşist bir din devleti... Irkçı, faşist
din devletleri kahrolsun demekle kahrolmuyor.

Kimse kimseyi kandırmasın 'Gazze'li din kardeşlerimiz için' diyerek.

2005 Pakistan depreminde dünyadan Pakistan'a gönderilen yardımlar hala İslamabad'ın


Cuma pazarında satılıyor. Alan da müslüman satan da. Hiçbiri yardıma ihtiyacı olanların
eline geçmedi.

Deniz Feneri'nin Müslümanlardan topladığı bağışlarla tv kanalları kuruldu, villalar,


alışveriş merkezleri yapıldı, siyasi partiler palazlandı.

Kimse kimseyi kandırmasın Filistin'li müslüman annelerle empati kurma numarasıyla.


Kızı okul yolunda Taleban tarafından öldürülen Afgan'lı anneyle empati kuruyor
muydun?

Kocasının benzin döküp yaktığı 8 yaşındaki Afgan'lı kız çocuğuyla empati kuruyor
muydun?

Kuramıyordun. Çünkü karşında, lanetleyeceğin İslam dışı bir din yoktu. Aksine, ultra
islamcı Taleban vardı.

Ama şimdi Filistin'de karşında İslamiyet dışı bir din buluyorsun lanetleyecek. Az
doğurup çok üreten, Kuran'da sana düşman belletilen bir millet buluyorsun.

Gazze'li anneler metal tanrılarınaa kurban etmeye doğuruyorlar o kadar çocuğu. Az


üretip, hiç üretmeyip çok doğuruyorlar.

Gazze'li babaların, islamcı terör örgütlerinin o çocukların arkasına, arasına saklanmaya


ihtiyacı var çünkü.

Metal tanrılarına kurban verdikleri çocuk ölülerini gururla taşıyorlar. Elli yıldır ölümden
başka birşey öğretmediler çocuklarına. En sevdiği oyun 'Şehadet' oldu çocukların. Tahta
tüfeklerle birbirlerini vurup öldürdükleri, kefenleyip gömdükleri Şehadet oyunu. Seksek
gibi, ip atlama gibi Şehadet.

'Şehit olan evladım ahrette bana şefaat edecek' beklentisinden kurtulmadan, bir buçuk
milyar İslam alemi bir araya toplansa, 14 milyon Yahudi ile başedemezler.

Sadece 14 milyon Yahudi var tüm dünyada. Deli gibi bilim, teknoloji, kültür, sanat
üreten, sadece 14 milyon.

Filistin'li, doğurduğu çocuklarına ölümü şerbet gibi sunarken, o çocukların arasına,


arkasına saklanırken kurban sunağına kendisi yatırıyor çocuklarını.
Bu sebepten diğer uluslar gibi savaş zamanı çocuklarını bölge dışına çıkartmıyor Filistin.
O çocuklar, dünyada Filistin'linin Hamas yüzünden elinden alınmış 'masumiyet' kartını
güçlendiren, ahirette ana-babalarına şefaat edecek şehit adaylarıdır. Her şehit ailenin
gurur kaynağıdır çünkü. Son Filistinli çocuğun öleceğini de bilseler çocuklarını
çıkartmazlar savaş bölgesinden. Çocuklarını kurtarmaya çalışmazlar. Cennet'e gidecek o
şehit çocuklardan ahrette şefaat bekliyor Filistinli.

İslamiyet'in 'şehadet' anlayışı koyuyor o çocukları İsrail bombasının önüne.

9 Ocak 2009
Life is good elhamdülillah!

Yeniden yapılanmakta olan necip Türk milletinin şizofrene bağlamış bir ferdi olarak
meşguldüm.

Meyve bıçağıyla tıbbi deneyler yapıyor, koyun dalağı üzerinde 'kısmi oksijen patlaması
teorisi'ni araştırıyordum. Hakikaten! O sırada kuyulardan çıkartılan kemikler, deney
yaptığım koyunların kemikleriydi. Ha bir de 'soğuk füzyon'la buzdolabı arasındaki
bağlantıyı kanırtmaya pardon kanıtlamaya çalışıyordum.

Arazide 800 Çiller klasörü okunmayı teşvik bab'ından yakılırken, ben koyun
kafataslarının göz çukurlarına bakıyordum. Tam o dakkada kabine yenilendi!.
Koyun dalağını bırakıp, hemmen ekranın başına çöktüm.

Kadına yönelik şiddetin çözümünü, Diyanet'in kurduğu İrşat Ordusu'nun imamlarına


ihale eden Teslime Hanım, 'Tonton Dede Turgut Özal' konulu resim sergileri açan
Hamdullah Bey'den -son bir 'otomatik pilot ' çalımı yiyerek- görevi devraldı.

Tonton Dede'nin tonton karısı, o sırada tonton oğluyla elele -herhalde ihale işi
bağlamaya- Barzani'ye gitmişti.

Koyun dalağını, kısmi oksijen patlaması teorisini tamamen unutup Prozac/Zictired


yutmuşcasına 'Life is good elhamdülillah!' modunda televizyon seyretmeye devam ettim.

Önce Mardin'in köyündeki bizzat kendi akrabaları tarafından ufak çapta 'soykırım'a tabi
tutulan 45 ölü için kazılan mezar çukurları, MORG tabelası geldi ekrana. Sonra mayına
basan askerin bayraklı tabutu, ağlayan çocuğu.

Oğlanın biri de otobüsün içinde durup dururken bir ihtiyarın gırtlağını kesmiş, aynı gün
11 kişi intihar ederek 'teğet ekonomisi şehidi' mertebesine ulaşmıştı. Adaletli bir şekilde
kalkınıyorken bunlar olağan durumlardı.

İnsan haliyle üzülüyordu tabii tabutlar, boğazı kesilmiş, kurşunlanmış insanlar görünce,
fekat derdini veren Allah tesellisini de veriyordu. Mesela bu arada Obama da Türk
çıkmıştı. Türkmenlerin Barak kabilesinden aslen ve esasen sapına kadar müselman bir
Karaoğlan'dı. Acil durumda camı kırar, Irak Türkmenlerine koltuk da çıkardı.
O ara tam 'Soğuk füzyonu şeytmeye devam etsem mi?' diye düşünürken sarışın dobra
ekranlara döndü. Buzdolabını bırakıp ona bakmaya başladım. Seksi kadın görünce -
nedense- seksi erkek düştü aklıma.

Kadınlar Kılıçdaroğlu'nu Yılın En Seksi Erkeği seçmelilerdi. Turgut Özal, Ahmet Mete
Işıkara'dan sonra Kılıçdaroğlu'na da yakışırdı. Sırada, her seferinde 'kaldıran' Cep
Herkülü Naim olmalıydı tabii...
Ekran karşısında bayılmak üzereyken New Shafuck gibi gazeteleri okuyup ferahlamak
istedim. Üstüne Fetih Ruhlu İnsanların Yeni Kokusu,' İstanbul'u Fethi 1453' alkolsüz
parfümünü de sürününce kendime geldim. Sahte rakı zehirlenmesini öz hakiki rakıyla
tedavi etmek gibi bir şeydi. Üstelik alkolsüzdü ve haricen kullanılıyordu.
Memlekette herkes 'aslında dine karşı değil'di. Herkes 'elhamdilüllah müslüman'dı.
Herkes 'aslında cemaatlere yanaşmalı'ydı. Cemaatleri anlamalı, hoşgörmeli, sevmeli,
öpmeli, koklamalıydı.

Bendeniz şizofrene bağladığımdan, onlara dini cemaat, tarikat görünen topluluklar bana
ULUSLARARASI ŞİRKET ve hatta ÇETE görünmekteydi. Bir kısmı ferah fahur seks
yapabilmek, bir kısmı ferah fahur ülke soyabilmek/batırabilmek, rejim yıkabilmek için
istihbarat servislerinin kurduğu şirketler.

Din ekip şeriat biçiyorduk elhamdilüllah! Din ekip Taliban, El Kaide, Hizbullah
biçiyorduk!. Din ekip sömürgeciye moron köle biçiyorduk. Fekat din girmeyen eve de
Prozac/Zictired hapları giriyordu yani.

Ülkenin 'kadın (dişil) enerjisi' bastırılıp horlandıkça testesteron ağır basıyor, havada kan
barut kokusu yoğunlaşıyordu. Spor yapamayan, kendisini sanatla ifade edemeyen ve
evlenene kadar fena halde bakir kalması gereken gençlik, hoyrat 'kolbastı'yı keşfetmiş
enerji boşaltıyordu. Çatır çatır yeniden yapılanıyorduk.

'Hapsız uçayım ben yine' deyu İngiltere Başbakanı Brown'un, Obama'nın uçak almaktan
vazgeçmeleri, bizim Başvekil'in vergisiz ve kemiksiz 61 milyon dolarlık uçağı mevzuuna
takıldım. Flight Global'ın haberine göre Türk Savunma Müsteşarlığı, Aralık 2006'da iki
G550 uçağı ısmarlamıştı. Biri Mart 2009'da teslim edilip Başbakan'ın kullanımına tahsis
edilmişti. İkincisi 2011'de teslim edilecekti. O da VIP kullanım için mi ısmarlanmış, orası
belli değildi. 'Vaktim var, 2011'i beklerim' diye düşündüm.

Biraz sakinleşince koyunlar üzerindeki deneye 'uykuluk' üzerinde devam ettim. Uykuluğu
alınan koyunun uyku düzeni bozuluyordu. Uyku düzeni bozulunca gözaltı torbaları lop
lop oluyordu. Karikatüristler kolay çiziyordu.

Televizyon hala açıktı. İktidar partisinin ağır abi/akil adam/TSK'ya karşı Doberman
kadrosundan Muavinliğe atadığı Hamdullah Bey, her sene Manisa'da çocuklar gibi
şendi / O yıl hoplaya zıplaya topladığı mesir macunlarını Başvekil'in zevcesine verdi. ..

Netekim, her altı kişiden sekizinin şair, her on kişiden onbeşinin köşe yazarı olduğu
memlekette ben de yeniden yapılanabilirdim. Şair felan olabilirdim. 13 yaşımda aşık
olduğum kızıl saçlı -likopenli- oğlana yazdığım CANIM DOMATES şiirini zihnimin
naftalinli köşelerinden çıkartıp şeyttirebilirdim. Etmedim!

Çünkü, 'İslamiyete ve hayata ve herşeye dair bilgisi Mızraklı İlmihal'le Karabaş


Tecviti'nin ötesine geçemeyen son 400 yılın en bilgisiz hükümeti' işbaşındaydı. Bu
Hamdullahlar şiirimi de yanlış okur - yanlış anlarlardı. Yalçın Küçük yazmış felan
demelerini göze alamadım.
400 yılın en bilgisiz kadrosu, en baba üniversiteyi Silivri'ye açmıştı. Sınavı kazanamayan
çocuklar, kendilerini 'Ergenekon'un ayakkabı boyacısıydım' diye ihbar edip 'içeride'
bedavaya okuyorlardı. Yurt derdi, yatak derdi, yemek derdi yoktu. İlim irfan yuvası
Silivri Cezaevinde doktora programları da başlamıştı.

Nedense, ağlayannarFetullah Gülenayva, bir tek Silivri Üniversitesine yarım milyon


dolar bastırıp adına kürsü açtırmamıştı. Kürsü açmanın rayici belliydi. Melburn'da 500
bin dolarsa Kazakistan'da 200 bin civarıydı. Silivri 300 bine felan hallolurdu herhalde.

Dalga dalga cümleten şizofrene bağlamıştık ama önemi yoktu. Nasıl olsa üç sene sonra
Marduk çarpıp sıfırdan, yeni/taze bir düzen kurduracaktı geride kalanlara.

Taze deyince; refresh edilmiş Hükümetin fresh Dışişleri Bakanı Davutoğlu, 2001'de, 11
Eylül Manhattan yıkımından sonra,
"Teröristlerle ilgili net delil yok iken bütün bir İslam dünyasının suçlanması bir müddet
sonra uluslararası düzeni sağlama konumundaki ABD'yi sıkıntıya sokar." diyordu bir
röportajda. Uluslarası düzeni sağlamanın ABD'nin görev alanına girdiğine iman etmiş bir
Hamdullah Bey olarak, bunu diyordu yani.

Ben televizyonda tabut-morg-mezar seyrederken devlete 'hasta' teşhisi konuluyordu ki,


bu 'millet ölmüş de ağlayanı yok' demekti.
Ekranda yine bir cenazede saf tutuluyordu. Bendeniz Prozac/Zictired'le kafa yapmış
gibiydim. Ölüm, kan, ceset meset, balta satır umurumdan hariçti. Kimse ölümsüz, kansız
ve parasız birşey söylemiyordu.

Oysa;
Temelde bütün insanlar iyiydi.
Bütün insanların sisteme yapabileceği bir katkı vardı.
Dürüst, açık, şeffaf bir ortam insanların içindeki iyiliği ortaya çıkartabilirdi.
Herkes farklı, tek ve saygıya değerdi.

Ama tarihsel yanılgılar içinde zorunlu duraklarda duruyorduk. Her durak tabelasında
islamiyet yazıyordu. Emperyalizmin, sömürü düzeninin dördüncü kol faaliyeti dinden
kaçış yoktu ve şu saydığım dört madde yüce dinimizle bağdaşmıyordu.

6 Mayıs 2009
İrticayla mücadelenin suç olmasına dair

Temmuz 1981: Turgut Özal'la birlikte liberal ekonomi adı altında Türkiye'yi vahşi
kapitalizmin, emperyalizmin kucağına oturtan, Amerikalıların oğlanı (Our boys), gerçek
darbeci Kenan Evren "İlkokul, ortaokul ve liselere mecburi din dersi konulacak" dedi,
konuldu.

Haziran 1983: İmam Hatip mezunlarının üniversitelerin bütün bölümlerine alınmalarını


sağlayan yasa değişikliği yapıldı. Evren döneminde 40 İmam Hatip lisesi daha açıldı.

26 yıl sonra, Nisan 2009'da Orgeneral Başbuğ, "TSK hiçbir dönemde dine karşı
olmamıştır" dediğinde, 20 Nisan yazısıyla Başbuğ'a yol haritasını Serdar Turgut çizdi:
"TSK cemaatle diyaloga girmelidir."

13 Mayıs 2009: Recep Bey "İslamofobi suçtur" dedi.

16 Haziran 2009: Anayasa Mahkemesince irticanın odağı olduğu tescillenen ve çoğu


evrakta sahtekarlık, kalpazanlık gibi suçlardan sabıkalı Akepe?nin yöneticileri,
Genelkurmay?da hazırlandığı iddia edilen ''İrticayla Mücadele Eylem Planı'' başlıklı
bir kağıtla ilgili suç duyurusunda bulundu.

Aslı bir türlü bulunamayan o fotokopi kağıtla birlikte irticayla mücade suç kapsamına
sokuldu. Esasen irticayla 86 yıldır mücadele eden kurum TSK olduğuna göre, artık suç
olan TSK?nın görevinin bir bölümüydü.

20 Haziran 2009: Ertuğrul Günay "Orduevleri de otel yapılıp turizme açılabilir" dedi.
Bir gazetecinin ağzından "En güzel binalar, araziler TSK'nın elinde" cümlesi telaffuz
ettirildi.

Acıklıdır; 70'lerde, 80'lerde solun belini kırıp dine yol veren TSK, bugün gayrimenkul
rantıyla çeteleşen din tüccarlarının "Küçüldüler...bittiler..." hakaretlerine maruz
kalmaktadır.

Acıklıdır; 'Hizmet' denilince 'millete hizmet'i anlayan TSK, hizmetten 'Allaha-dine-


şeyhine hizmet'i anlayanlara karşı sürekli kendisini savunmak durumunda kalmaktadır.

Acıklıdır; en çorak araziyi alıp elindeki bedava işgücüyle yeşerten, abad eden TSK, artık
askeri alanları bile, rant çetesi Akepe'li düzenbazlara kaptırmak üzeredir.

Acıklıdır; bir yandan "dine karşı değilim" deyip bir yandan islamiyetin hayatımızın her
alanına uzattığı ahtapot kollarını kesmeye çalışmak hem zordur, hem artık suç
kapsamındadır.

Neden-sonuç ilişkisi çerçevesinde düşününce:


TSK; İthal malı F-16'ların, Leopar tanklarının üzerine kurulu bir tam bağımsızlık
olamayacağını, navigasyon programına gönderilecek tek bir sinyalle tüm uçaklarının
keklik gibi avlanacağını, uçuş sistemlerinin kilitleneceğini bildiği halde kendi
teknolojisini geliştirmemiş, başarısını şehitlere bağlamıştır.

O yüzden TSK'nın fena halde "Operasyona gidiyorum, şehit olursam vatan sağolsun"
diyen oğullara, "Oğlum şehit oldu. Mekanı cennet" diyecek ve dine sığınıp isyan
etmeyecek annelere ihtiyacı vardır.

Şehit edebiyatını kendisine payanda etmiş bir ordu da ne din sömürüsüne karşı durabilir
ve ne de Atatürk devrimlerini koruyabilir. Sürekli dine ve irticacıya taviz vermek
zorunda kalacaktır.

Mücadelesini teknoloji yerine 'Allah Allah!!' nidalarıyla saldırıp ölecek insanlara uhrevi
makamlar bahşederek sürdürmeye çalışan ordu, bırakınız vatanı irticadan korumayı,
bundan sonra sürekli kendini savunma halinde, elindekileri kaybetmeme derdinde
olacaktır.

Ordu İslamiyetle arasına geniş bir tampon bölge koymadığı sürece,

Bu ülkenin ateisti, deisti dinin insan aklına, muhakemesine verdiği zararı bağıra bağıra
anlatmadığı sürece, dinin kararttığı derme çatma, sömürgeci kölesi hayatları yaşamak
zorunda kalacağız.

Ve Orgeneral Başbuğ'un "Aydınlar neden ulus-devlet konusunu vurgulamıyorlar?"


sorusuna cevabım şudur:

"Siz islamiyetin bu ülkeye verdiği zararlara dair tek bir cümle söyleyin, dükkan sizin.
Burada hergün ulus devletin nimetlerini yazacağım..."

2o Haziran 2009
Şuur benem nur benem!

İranlı bir arkadaşımın kamerasından, Londra'daki İran Büyükelçiliği önündeki protesto


gösterisini izlerken Farsça sloganların çoğunu anladım. "Cumhuriye islami, zendan
(zindan-hapis), azadi (özgürlük), siyasi..."

Görüntünün bir yerinde, son dizesi "Şuur menem nur menem" olan bir dörtlüğü hep bir
ağızdan okudular. Yanlış mı duydum diye arkadaşıma sordum, doğru duymuşum.

"İslamla yönetilmeye itiraz ediyorlar, benim kendi vicdanım, kendi aydınlığım bana yeter
demek istiyorlar" dedi.
"Anladım" dedim. "Şuur da ben'im, nur da ben'im." Ya da "benim."

İranlı, vicdanına, bilincine, aklının aydınlığına ipotek koyan abdestli faşizmden


kurtulmak için sandıklara koşup reformistlere oy verirken biz çok meşguldük.

Behlül'le Bihter greko-romene tutuşmuşlar, Behlül Bihter'in arkasına dolanıp bir puan
almıştı.

Ha bir de Akepe ve The Cemaat, (ki çoğu evrakta sahtecilikten sabıkalıdır) kucağımıza
nurtopu gibi bir fotokopi kağıt koymuştu.

İran'da islamofaşistler, hileyle 3 milyon muhalif oyu yok sayıp, seçim sonuçlarını
Ahmedinejad lehine açıkladıklarında da biz Türkler fena halde meşguldük.

Behlül, 'grand teknik' bir oyunla tek dalarak kızı yerden sökmüş, Bihter Kız bir
boyunduruk hareketi çekmeyi denerken boyu yetişmemiş, oğlanın kispetine el atmıştı.

O fotokopi kağıdın gerçekliğine ahaliyi inandırmak gerekiyordu amma, hay allah, aslını
inek yemiş, inek dağa kaçmıştı.

İranlılar abdestli faşizme isyan halinde sokaklara döküldüğünde biz hala meşguldük.

Behlül bir bel saltosuyla kızı yan çevirip sırtını mindere yapıştırmıştı. Güreş nizami
geçiyordu. Kız minder dışına kaçmıyordu.

Asker de "Böyle bir yazışma bizden çıkmamış. İddia ediyorsan gerçekliğini sen ispat et"
deyip topu atanın kucağına bırakıyordu.
İran'da islam devrim (!) polisinin copları protestocu sırtlarında eğrilirken, Tahran
sokakları kanlı cesetlerle görüntülenirken biz ve medyamız hala çok meguldük. İran
mercimek büyüklüğünde haberdi.

Çünkü Behlül Bihter'ikündeye getirmiş, duhul vuku bulmuştu. Müsabaka normal


süresinden erken, 1-1 berabere bitmişti ki,
Bir karanlık sevişme sahnesini izlerken geçirdiğimiz haz titremeleri yatışmadan Ayşe
Arman muşamba çizmelerle üryan pozlar verdi (Aha bu laikler böyleydi işte. Üryan poz
vermek için kocalarından izin bile almazlardı.)

Reytingler, kaçağı kibritle kontrol edilen tüpgaz misali patlamıştı. Medya, genel yayın
yönetmenleri zevkten inliyordu.

Haberlerde -ne demekse-'Nikahsız evlendiği eşinden...' ibarelerinin görülmesi,


medyanın şuurunun toptan kapandığı döneme denk gelmişti.

Münevver'i kesen kanlı testere bir yandan, Behlül'ün kispetinin sıyrılması bir yandan,
üryan köşe yazarı bir yandan bastırınca gardımız dağıldı.

Ne de olsa yeterince şiddete maruz kalmış, yeterince kışkırtılmış, yeterince abazan


herkes, birgün kolayca seri katile dönüşebilirdi. Ve bizde hepsi vardı. Bayram kutlamaları
için koca koca hayvanları bacağından vince asıp kafasını kesen bir dinin ahfadıydık.

Şiddet göbek adımız, tahrik etnik yapımızdı. Abazanlık desen, yüzde 99'umuzun beşikten
mezara başımızın belasıydı.

Yeniden yapılanmakta olan nörogenetiğimize, testereyle sevişmek, siyah muşamba


çizmeyle köşe yazmak da kodlandı.

Bu arada düşen Air France uçağı yolcuları cesetleri bulunmaya başlanmıştı. Hepsi
çıplaktı.

Yurdum ulemasından "Yolcular uçakta toplu seks yaptıkları için Allah cezalarını verdi.."
tarz bir zırvaötesi açıklama beklerdim, nedense gelmedi. Belki de memlekette abazan
olmayan bir tek ulema vardı. Ne de olsa, Kuran kursuydu, ışık eviydi derken çoluk çocuk
ellerindeydi.

Tahran'da bir günde 70profesör gözaltına alınıyordu.

Necip medyamız fotokopi kağıtla, iki mimikle 50 filim çeviren kıza giren çıkanla çok
meşguldü.

Medyayı kan tutmuştu,medyayı sperm, medyayı The Cemaat tutmuştu.

Zaten de bizim abdestli faşizmimiz İranınkini döverdi. Türkiye'de profesörler çoktan


Silivri'yekapatılmış, kalp krizi ya da beyin kanaması geçirmedikleri sürece adları
anılmıyordu.

Nihayet beklenen an geldi.Orgeneral Başbuğ kürsüye çıkıp, fotokopi kağıdı rulo halinde
yazana iade etti."TSK'nın üzerinden çekin ellerinizi" dedi. İran'ı, Afganistan'ı,
Pakistan'ıhatırlattı.
Bu arada İran'da üç kişinin biraraya toplanması yasaklanmıştı. İslami rejimin Besiji polisi
coplarla,silahlarla sokağa çıkacak göstericileri bekliyordu. Üç gündür yabancı haber
ajanslarına haber geçilemez olmuştu. İran dünyaya kapanmıştı.

Abdestli faşizm İran'da baskıyı artırdıkça,yurtdışındaki İranlılar hergün, dünyanın her


köşesinde gösterilere başlamışlardı.

Necip Türk medyası meşguldü. İran'ı görmüyor, ilgilenmiyordu.

30 yıl evvel kafalarına çuval geçirilmiş İranlıların, islamiyete "Şuur menem nur menem!"
çığlığını, islam dinine "Vicdanımla, aklımın ışığıyla aramdan çekil" isyanını
duymuyordu.

İmdada yine Behlülle Bihter yetişti.

Medyada yeni bir tartışma başlamıştı: Aşk-ı Memnu'daki sevişme sahnesi toplumu
nasıl etkilemişti?.

Şimdi sosyologlar,psikologlar oturup bunu tartışacaklardı. Herrrr işi bırakıp, üçüncü sınıf
ve 60 saniyelik bir sevişme sahnesinin kimi nasıl etkilediğini anlamaya çalışacaklardı.

Netekim, bu tür eblehçe yayınlar bir amaca matuftu. İnsan denilen yaratığın zekası fazla
çalıştı mı kansere yakalanıyordu. Zeka düzeyi arttıkça kanser olma ihtimali
artıyordu.Zekanın cezası kanserdi (Bkz. Zeka kanseri).

Genelkurmay Başkanı konuşurken ekranın altında bir bantta döviz kurlarını geçirirdin,
bir bantta Michael Jackson'ın ölümünün detaylarını. Sağ üst köşeye bir hafta sonraki
dizinin fragmanı, sol alt köşeye triplex villa, sağ alta (2nci bandın üstüne) klima
reklamını koydun mu ahali ne baktığını görür, ne okuduğunu anlardı.

Zaten çitlediği çekirdeğin sesinden (sigarayı bırakınca çekirdeğe sardırdı ya!) söyleneni
de duymuyordu.Böylece kanserden korunmuş oluyordu.

Ey Aziz and Azize okur,necip medya size duyurmamaya çalışıyor ama İran halkı
İslamiyetle vicdanı, aklı arasına bir sınır çekmek istiyor. İran 30 yıl sonra İslami
faşizme "Şuur menem nur menem!" çığlığıyla isyan ediyor.

Bugün bu çığlığı duymazsak,30 yıl sonra torunlarımız müzik dinleyebilmek uğruna, elele
tutuşabilmek, bir kırmızı ruj sürebilmek uğruna can verecekler.

Yerli Ahmedinejadların,yerli Ayetullahların ya da 'ılımlı' dediklerinin İran'dakinden


farklı olduğunu düşünüyorsanız...o televizyonların önünden bir kalkın artık.

26 Haziran 2009
'Böyle köklü gelen birşey...'

Bektaşi'nin dediği gibi "Mübarek on bir aylar geçip gidiverdi". Ramazan kapıya dayandı.
Oruç tutanların yerine itinayla yemek yiyip, tütün ve müskirat içebileceğimizi ilan etmeyi
kazaya bırakmayalım. Ettik!

Müslüman ülke konumundan İslam ülkesi konumuna hızla kaydırılmakta ve sosyal


yırtılması cayır cayır devam etmekte olan Türkiye'de, bu Ramazan bendenizi hiçbir
Ramazanın ürkütmediği kadar ürkütüyor. Umarım bir deistin kişisel paranoyasıdır.

Geçenlerde Yiğit Bulut, Colin Powell'ın ABD Dışişleri Bakanı olduğu 2004 yılında
BOP'u anlatırken sarf ettiği önemli bir sözü hatırlattı: "...Irak ve Türkiye, Pakistan ve
diğer İslam Cumhuriyetleri gibi bir İslam Cumhuriyeti olacak."

İslamizasyon bir Batı ve hassaten ABD projesidir.

Nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan ülkelere on yıl öncesine kadar Müslüman ülkeler
denilirken, artık İslam ülkeleri denilmeye başlandı. Bilinçli olarak terminolojide yumuşak
ve demografik bir tanımlamadan daha sert ve dini inançla kısıtlanmış bir tanımlamaya
geçildi.

Müslüman ülke ile İslam ülkesi arasındaki fark bilinmesine rağmen, nomenklatur,
Batı'nın İslamizasyon projesine uygun şekilde değiştirildi. Bu Ramazanda projenin
uygulanmasında bir hızlanma bekliyorum. Umarım gereksiz hallenmedir.

Müslüman birey; müslüman bir ailede/coğrafyada doğduğundan, İslami altkültürle


birlikte, büyük ölçüde dil, bölge, gelenekler, sınıf vs. gibi ulusal kültürle yoğrularak -
karmaşık- sosyal kimliğini kazanmış bireydir.

Müslümanlık, dili, tarihi, coğrafyası, siyaseti, ulusal kültürüyle, yani dünyevi hayatın tüm
unsurlarıyla birlikte bireyin kimliğinin sadece bir parçasıdır. Hukuk sistemi, sosyal
normları, eğitim sistemi laik olan, fakat nüfusunun büyük çoğunluğu Müslüman olan
ülkeler Müslüman ülkelerdir.

İslam ülkesi; hukukun, sosyal hayatın, eğitim sisteminin İslam dinine göre düzenlendiği,
kişinin tarihi, coğrafyayı, dünyevi hayatı İslami dini çerçevesinde öğrenip, kimliğini
sadece İslamiyet çemberinde şekillendirebildiği, birbirine vatandaşlık bağından ziyade
din bağıyla bağlı insanların yaşadığı coğrafyadır.

Tekrar ve kafalara vurarak söylüyoruz: İslamizasyon bir Batı ve hassaten ABD projesidir
ve terminolojide projeye uygun değişiklik yapılmıştır. ABD'li yetkililerin arada bir İslam
ülkesi Türkiye diye ağızlarından kaçırmalarının nedeni, ahaliyi yeni terminolojiyle
birlikte yeni duruma alıştırmaktır.
Cıvalı zarlarla iktidara gelen ve bizleri 'faizsiz bankacılık', 'helal sigortacılık', 'alkolsüz
halka açık restoran', 'içki değmemiş bardak', 'domuz değmemiş tava', 'şortlu/taytlı olduğu
için dayak yiyen sporcu' vesaireyle tanıştıran Akepe de Batı'nın ve hassaten ABD'nin bir
projesidir.

ABD'nin bir diğer projesi de AB'ye yeni üye olan ülkeleri hızla NATO üyesi yapmaktır.

Şimdi Cumhurun Başı olan Gül Bey, 2006'da Dışişleri Bakanıyken "Dünya barışı için
son elli senede dünyada en çok Amerikalılar kendi çocuklarını feda etmişlerdir. İkinci
ülke kim? Türkiye. Böyle köklü gelen bir şey var. İşbirliğimiz gayet sağlam" demiş
idiler.

İşte o 'köklü' dediği şey ne ise, bu Ramazan ayında onu köküne kadar hissedeceğiz
gibime geliyor. Hem İslamizasyon Projesi hem de NATO çerçevesinde Köklü bir Made
in USA 'şey' gelecek.

Ankara'nın Keçiören semtinde içki sattığı içen dayak yiyen bakkalın durumuna da ABD
Büyükelçiliği'nin Başkatibi el koydu. ABD tek ata oynamaz da ondan. Hem içki yasağına
duyarlıymış gibi davranıp Akepe, ABD muhalifi laik kesimlerin başını okşar, hem de
İslamizasyon Projesi'nin hangi bölgede hangi aşamada olduğunu yerinde tespit edip
projesini şekillendirir.

İslamizasyon Projesi'nde başrolü oynayacak olan, bütçenin kan emicisi Diyanet, Kutlu
Doğum Haftası'nın din görevlileri için bir hafta süreyle resmi tatil olmasını öneriyor. Bir
kere oradan tutturdular mı din görevlileriyle sınırlı kalmaz -gâvurun Christmas'ına
misilleme- kamuda da resmi tatillere bir hafta daha eklenir. (Laik kesim için kutlama
adabı önerisi: 'Kutlu Doğum Haftanız mubarek olsun. Çikolatanın yanında likör de alır
mısınız?').

Adamın biri, çocuğunun penis ucu derisinin kesimi için düğün yapmış, helikopter tutarak
penisi helikopter aracılığıyla yüceltmiş. Çocuğunun düğününde de F 16 tutup penisi daha
da bir -vurucu silah kategorisine sokarak- yüceltecekmiş. Olur böyle vakalar.

Olur da ancak penise tapınan ilkel toplumlarda olur. Bir de oğlanların çekilip çükünün
kopartıldığı İslam ülkelerinde, mücahitlikten müteahhitliğe geçiş süresi kısa sürmüş
adamlarda görülür. Dikkat buyurula, Müslüman ülkelerde demiyorum, İslam ülkelerinde.

Bu İslamizasyon sürecinde emekli olan Yaşar Paşa bile vedasının son sözünde Allaha
ısmarlamış. Hoşçakalabilirdik.

Hani bir horoz hikâyesi vardır;

Denizli'de kamp kuran bir grup turist sabahın zıbarında dakikalarca öten bir horozdan çok
rahatsız olmuşlar. Başlamışlar horozu kovalamaya, yakalasalar yatırıp kesecekler.
Yaşlı bir adam "Ne kovalıyorsunuz horozu?" demiş. Demişler "Kaç gündür uyku durak
kalmadı bizde, yakalayıp keseceğiz."

İhtiyar gülmüş, "Siz bana bırakın, ben hallederim" demiş. Ertesi sabah horoz iki kere gak
guk etmiş, onun dışında ne bir ses ne bir ötme. Kampçılar şaşırmışlar.

"Amca nasıl kestin bu horozun sesini?"

Demiş "Kıçına zeytinyağı sürdüm. Kabarıp ötmeye kalkınca gerisi tutmuyor ki oradan
kuvvet alsın. Ancak gak guk edebiliyor."

Zeytinyağlı parmağı yiyip de arka bir kez gevşeyince gerisi akort tutmuyor.

Ramazan için attığım remiller umarım 'bir dinsizin kişisel paranoyası'dır, olmayan
akordumuzu bozmak, zeytinyağlı parmağı atmak için umarım Ramazan beklenmiyordur.

27 Ağustos 2008
Pasif Laiklik, Fatih Ürek ve Seren Serengil

Diyanet İşleri Başkanı'nın konuşmalarını hiç kaçırmam. Çoğu zaman, AKP hükümetinin
açıktan söylemeye korktuğu şeyleri o dillendirir.

Diyanet'in başkanı, üç Mercedes makam arabası, üç villa lojmanı olan, lojmanlardan


birinin restorasyonuna 150 milyar harcayabilen, Hac için Arabistan'a ev kiralamaya
gittiğinde emlakçılardan yüzde 15 komisyon aldığı ileri sürülen, 'derin' ve güçlü bir
muhteremdir.

Şüphesiz ki; Bardakoğlu'nun 17 Ekim Din Şurası'nda "Din kamusal hayatı kuşatmalı"
diyerek verdiği "Kuşatın" talimatını, laiklik karşıtı faaliyet odakları ve tarikatlar
almıştır.

Diyanet'in 'Kamu dairelerini kuşatın' emri, kısa süre önce tedavüle sürülen 'pasif
laiklik' kavramıyla direkt bağlantılıdır.

"Pasif ve Dayatmacı (assertive) Laiklik : Tarihsel Koşullar, İdeolojik Mücadele ve


Dine Dair Devlet Politikaları" adlı kitapta, Türkiye, ABD ve Fransa'daki laik
sistemlerin bir karşılaştırması yapılır ve Türkiye ile Fransa 'dayatmacı', Amerika ise
'pasif laik' bulunur.

ABD'nin diğer iki ülkeden farkı; 'dinin görünürlüğüne -public visibility- hoşgörüyle
yaklaşması' olarak açıklanır.

Pasif Laiklik kitabının yazarı Ahmet Kuru, Amerika'daki çiftliğinde 50 milyar dolarlık
minderin üzerinde oturan Ebu Dallama Hazretleri'nin 'hareket'ine güzelleme mahiyetinde
bir kitaba da, Hakan Yavuz'la birlikte katkıda bulunanlardandır. Ilımlı islam,
medeniyetlerarası diyalog martavallarının bir neferidir.

Yani, 'pasif laiklik' kavramını tedavüle süren de Ebu Dallama Hazretleri ve tabii onun
patronları CIA-Pentagon'dur.
Diyanet'e de, AKP gibi, talimatlar direkt Amerika'dan gelir. Terminoloji, teori ABD'de
üretilir.

Bardakoğlu'nun, ısrarla, altını çizerek "Hiçbir siyasi projenin parçası değiliz" demesi
ABD bağlantısını saklama gayretidir. Ebu Dallama Hazretleri tarikatı, dolayısıyla ABD
ile olan ilişkilerini inkar çabasıdır.

Diyanet; tarikatların ve AKP'nin ABD projeleri olduğunun açığa çıktığının farkında,


araya bir mesafe koyup kendisini ABD projelerinden soyutlamaya çalışıyor.
Bardakoğlu'nun "Kuşatın" talimatı verdiği kamuda, aslında 'kuşatılamamış' tek kurum
kaldı; TSK.
Diyanet, TSK'yı hedefe koyarak vuruşların artırılmasını, sıklaştırılmasını istiyor. Bundan
böyle TSK ile ilgili çıkacak her olumsuz haberde, Diyanet'in hiç de azımsanmayacak bir
payı olacaktır.

Diyanet ve tarikatlar, hernekadar pasif laikliği, 'dinin kamuda görünür kılınması'


olarak tanımlıyor iseler de, 'laik pasiflik' olmadan 'pasif laikliği' gerçekleştirip 'dini
kuşatma'yı tamamlamaları mümkün değil. Bu yüzden, Diyanet'in, geçmiş yıllarda
kamuya yansıtılan takiyyeci yüzü 'laik, Atatürkçü' olan Başkanı devreye giriyor. AKP
"Kuşatın" dese gösterilecek tepkinin Bardakoğlu'na gösterilmeyeceği hesaplanıyor.

Kuşatma hızla sürüyor. İnsan aklını ve ruhunu dinle öyle bir kuşatıyorlarlar ki; ülkede
değil hayatın, intiharın psikodinamikleri bile değişiyor.

Dört kız kardeş siyah elbiseler giyip, elele ölüme gitmek,

iki ağaca iki tüfek bağlayıp tetikleri iple çekerek kendini öldürmek,

bebeğini emzirip iki çocuğuyla birlikte dereye atlamak,

maraton koşarken Boğaz Köprüsünden atlayıvermek,

hele hele kıçına soda şişesi sokup intihar etmeye kalkmak, zaten olağan bir ölüm olmayan
intiharı daha da olağandışılaştırıyor.

Türk milletinin, yaratıcı zekasını intihar yöntemlerine yansıtması, AKP eliyle yedi yıldır
süren 'çözülüş' travmasının sonucudur.

Kadını ve erkeği toplumsal hayata eşit düzeyde katmazsan, erkek toplumsallaşır,


istekleri, ihtiyaçları ona göre belirlenirken kadını seyirci koltuğuna oturtur, ihtiyaçlarının
sadece bedensel ihtiyaçlar olarak kalmasına izin verirsen, ailede-toplumda denge erkek
lehine bozulursa intiharlar artar.

İntiharlar bir de toplum kendisini ağır tehlike altında hissettiği zamanlarda, savaş
sırasında ve hızlı toplumsal değişim dönemlerinde artar.

Birey, kendisinden önceki ve sonraki kuşaklarla kendisini bütünleşmiş, toplumla birlik-


dayanışma içinde hissetmek ihtiyacındadır.
Bu birlikte olma ve dayanışma ihtiyacını; insanları birbirinden korkutarak, birbirine
düşman ederek, ulusal tarihini, kültürel birikimini gelecek kuşaklara gururla aktarma
hakkını elinden alırsan, bireyi savunmasız, tek başına bırakmış olursun ki, dengesini
kaybeder.

Toplumsal dokuyu ilmek ilmek çözüp, insanları birbirinden kopartıp, kardeşlik projesi
gibi cafcaflı isimler altında aslında topluma husumet tohumları eker, ayrıştırırken,
birlikte olma-dayanışma ruhunu ortadan kaldırırken,
bireyleri savunmasız, yalnız ve 'işe yaramıyorum' hissiyatıyla başbaşa bırakıp, toplumsal
hayattan kopartırken amaç bellidir: bireyleri tarikatların içine çekip, 'güvenlik', 'aidiyet
bağı kurma' ihtiyacını din şemsiyesini altında sunmak.
Ve elbette bu takva satışını milyarlarca dolar paraya tahvil etmek.

'İslami kuşatma'ya direnen son kalenin TSK olması tesadüf değildir. Askeriye'de,
devlete, millete bağlılık, güven öğretilir. Askeriye'de birey, disiplinli bir hayatı, kalabalık
bir topluluğun içinde, güçlü bir aidiyet ve zorunlu bir dayanışma duygusuyla yaşar.

26 gün askerlik yapmış adamın 76 yıl askerlik anılarını anlatması, o güçlü aidiyet ve
dayanışma duygusunu, askerden önce ve sonra hiçbir zaman yaşayamamış
olmasındandır.
Bireyleri 'toplumdan kopuş' melankolisine kapılmayan bir kurumun, din tüccarlarının
sunduğu 'tarikat çatısı altında güvendesin' tuzağına düşmesi zordur.

Bu sebepten, ABD, kuşatılmamış son kurum TSK'ya, tarikatlar, Diyanet ve laiklik karşıtı
odaklar eliyle saldırı üstüne saldırı düzenlemektedir. TSK'yı kuşattıkları takdirde, ruh
sağlığı en yerinde Türk vatandaşının bile, karşı devrime, psikolojik olarak direnmesi
mümkün olamayacaktır.

Tüm yıpratmalara rağmen yüzde 87 gibi bir rakamla 'en güvenilir kurum' olan TSK, bu
ülkenin kuruluşunun da simgesidir, şimdilerde çözülmeye direnişinin de.

Ey Diyanetler, tarikatlar, laiklik karşıtı faaliyet odağı partiler!


Ey Kevin Costner'a bile Türkiye'de siyasi gelişmeler konusunda söz söyleme hakkı
tanıyıp da, Genelkurmay Başkanı konuştuğunda "Siyasete karışmasın" diye yellenen
meczuplar!
Bakın, siz TSK'yla uğraşırken dininizi savunmak kimlere kalıyor. Bir yandan Seren
Serengil "Çocuğumu müslüman mezarlığına gömün" diye tutturuyor, bir yandan Fatih
Ürek "Hacı olacağım" diye...
Hadi canım dinciler Diyanetçiler, bırakmayın dininizi savunmayı şarkıcıya türkücüye
mankene! Tabii 'asli' işiniz din diyanetse...

24 Kasım 2009
Nekrofil zamanlarda laf ola beri come back konuşmalar

Ruhsatların Efendisi Potamyalı Recep Bey "Artık dünün kavram ve sıfatlarıyla Türkiye'yi
tanımlamak, eksik ve yetersiz kalacaktır" derken 86 yıllık Cumhuriyetin üzerine cızığı
atmıştır . Devletin dağıldığını, Hükümetin devletin tüm organlarını ele geçirdiğini, Türkiye
Cumhuriyeti'ni bitirdiğini itiraf etmiştir. Mim koyunuz, çok önemli...

Haklarında düşündüklerimi söyleyebilmek için benim de Türkçem eksik ve yetersiz


kalıyor. Arada argoya başvurmam konjonktür gereği.

Kaiserli ABDullah Bey'in "Ülkenin içini kemiren sorunların çözülmemesi halinde,


kaçınılmaz olarak başka devletlerin müdahalesine açık alanlar ortaya çıkar..." demesi
"Hasduuur! Mehteran geliyor!" ikazıdır da, gelenin hangi ülkenin mehteranı olduğunu
ben bilmez, yabancılarla gizli anlaşmalar yapan ABDullah Bey bilir. Mim koyunuz, çok
önemli...

ABDullah Bey'in konuşmasındaki 'yabancı bir parlamentoya hitap ediyor' ya da


'kendisini o mekânda yabancı hissediyor' nüansları, paradigmasının hepten
kaymasındandır. Buna da mim koyunuz, çok önemli...

Abdestli sendikanın başkanı (Hak-İş), IMF'i protesto edenlere "Anti emperyalistler,


küreselleşme karşıtları, anarşistler gibi marjinal takılma şansımız yok." demiş. Bundan
böyle her türden protesto eylemi anarşist eylemdir, eylemciler marjinal ilan edilmiştir.
Emperyalizme, küresel şebekelere ve AKP hükümetine direnmek anarşizmdir ve hatta
terörizmdir. Mim koyunuz, çok önemli...

Ar-hınç da sünnet çocuklarına "Anarşist, terörist olmayın" diye nasihat etmişti.

PKK'yı, Hamas'ı, Hizbullah'ı, El Kaide'yi teröristten saymayan, siyasi partiden ziyade


nitelikli dolandırıcılık çetesini andırır bir oluşumun mensubu olarak; itaat tavsiye edip,
'isyan-protesto etmemek'ten bahsediyor. Mim koyunuz, çok önemli...

Protestocu gençlere yapılan muamele aynen kesilecek kurbanlık koyunlara, danalara


yapılan muamele... Yatır yere, çök üstüne, daya dizlerini ensesine, kıpırdayamayacak
hale gelene, tamamiyle teslim olana kadar kes nefesini.

Boyun eğip itaat edene de koyun muamelesi, protesto edene de...Hangi tip koyun
olacağımızı seçmek durumundayız. Mim koyunuz, çok önemli...

Eğitim özelleştirilmiş, satılmış, çökmüş, -hangi akla ya da yandaşa hizmetse- bilardo


seçmeli ders olarak müfredata girmiş, müzik, resim, beden eğitimi müfredattan çıkmış.

Zıkkımın YÖK'ü üniversiteyi medrese etmiş, ilkokul çocuğunun Kürt açılımıyla beyni
yıkanıyor, üniversite öğrencisine kapıda polis "Siyasete bulaşmayın" broşürü dağıtıyor.
İstanbul İl Milli Eğitim Müdürüm de kalkmış "Pardon, arkadaş Google'dan bulduğu
ilk haritayı basmış" diyerek dağıttığı, anneannemin çorabı gibi sündürülmüş Türkiye
haritasını savunmaya çalışıyor.

Türkçe, İngilizce, Sırpça, Macarca arıyorum, Google'dan bulunabilecek ilk Türkiye


haritası o değil. Müdürüm sallıyor! On yıl önce olsa suçu bilgisayara, sisteme falan
atardı. Değişerek gelişmiş, suçu Google'a atıyor. Mim koyunuz, önemli...

Ebu Dallama Hazretleri cimadan cumaya gitmekten fırsat buldukça televizyonlarda...

Takım elbiselisi, poturlusu, sarıklısı, Amerikalısı, Kanlıcalısı ekranlardan fetva veriyor;


"Kız çocuklarınızı bana gönderin, bizim tarikattakilerın altına yatmanın sevabı
büyük." 40 yılın gazetecisi, televizyoncusu bunlara çanak tutuyor. Mim koyunuz, çok
önemli...

Hakim duruşmada; "Mağdur kadının direnişi tecavüzü engelleyecek boyutta değil"


diyor, kadını yeterince direnmemekle suçlayıp tecavüzcünün cezasında indirim yapıyor.
Mim koyunuz, çok önemli...

Diyanet, olası deprem, afetler için önlem alıyor: İstanbul'da 40 bin mezar yeri
hazırlanıyor, tüm il ve ilçelerde 'Ölü yıkama ve kefenleme kursları' açılıyor. Artık
herkes imam, herkes hatip, herkes ölü yıkayıcı olacak. Mim koyunuz, çok önemli...

En önemlisi hangi haber biliyor musunuz!

Amasya'da, 25 yaşında bir kadının, belediyenin ölüm ilanları yüzünden her sabah
yatağında ölüm korkusuyla uyanıyor olması haberi.

Hoparlörlerden gencecik insanların yüreğine sürekli ölüm korkusu salınıyor olması!

Ölüm anonslarıyla, bangır bangır selâlarla, hayata bağlılık aşılanması gereken gencecik
insanlara ölümün hatırlatılıyor olması ( Anti-depresan kullanımı, AKP döneminde durup
dururken tavan yapmadı).

Ölümün reklamını ancak cihada süreceğin mücahite yaparsın da ondan önemli. Mim
koyunuz!

Biz bu noktaya "İstikamet Allah'ın kerhanesi" diye hedef gösteren adamlar yüzünden
geldik. 70 bin huri, 80 bin gılman, 600 yıl süren orgazm, hurma ağacı, kevser şarabı
diyerek geldik.

Biz bu noktaya kamunun parasıyla sevap (!) işleyip, Allah'ın kerhanesine gitmek isteyen
adamların kıçına takılarak geldik.

Biz bu noktaya, ateisti, deisti, agnostiği 'yok' sayarak, baskılayarak, marjinalleştirerek


geldik.
"Türklerden ancak manav olur" diyen adam son yedi yılımızı eksik biliyormuş.

AKP ve Ebu Dallama tarikatları kıskacındaki Türkler için, "Türklerden ancak gassal
(ölü yıkayıcı) olur" diyen çıkarsa da kızmayın. Biz bu nekrofil zamanlara, ölü
yıkayıcıların, ölü-ölüm sevicilerin kıçına takılıp geldik.

Biz bugüne "O ganimetler, o esir kadınlar size helal kılınmıştır" diyerek hırsızlığı,
soygunu, yağmayı, köleliği helalize eden bir dinin peşinden geldik!

"Sizden olmayanın urun kellesini" diyerek cinayeti ev ödevi veren hadislerin, ayetlerin
peşinden geldik!

Ben bunları yazarken Potamyalı yine konuşuyordu."?Bu partiye elitler yön veremez."
diyordu. Nüfusun yüzde 70'ine elit demenin muhalefeti sayıca azımsama stratejisi
olduğunu, Amerika'dan aldığı besleme enerjiyle konuştuğunu anlamadığımızı sanarak
konuşuyordu.

Sözleri her zamanki gibi, laf ola beri come back!

Allah'ın deluxe kerhanesine gideceğinden emin adam tavrı ve vaiz sesiyle seçim
propagandası yapıyordu.

Endonezya'daki tsunami kurbanlarına yardım için işadamlarından topladığı paraların,

Deniz Feneri'yle cebellezi ettikleri milyon Yuro'ların,

tüm komisyon ve ganimet almalarının hesabını henüz vermediğini unutarak...

Kendilerini yargılamaya sadece Uranüs mahkemelerinin yetkili olduğunu sanarak


konuşuyordu...

Günün birinde, Hüseyin Üzmez gibi sırtını dinine dayayıp, suçu şeytanın üzerine
atabilecek, aklınca vicdanını suç ve günahtan arındırabilecek bir adam rahatlığıyla
konuşuyordu.

Laf olaaaa beri come back!


Pakistan’lı yazılar
Batı'nın 'müttefik'i yoktur 'müşterisi' vardır

Laik-militer devletten, islami-polis devletine geçiş için, sivil darbeye halktan onay
istiyormuş gibi yapıyorlar, biz de oy verip demokratik hakkımızı kullanıyormuş gibi
yapacağız. Oysa, AKP için, Washington-Brüksel onayı her türden değişiklik için yeterli
ve bu Anayasa değişikliği de zaten onların talimatı.

Her darbeci gibi, AKP de mevcut hukuku askıya alıp kendi hukukunu dayatıyor. Ve her
sınırlarının değiştirilmesi planlanan ülke gibi, Türkiye'ye de, AKP eliyle BOP'a uygun
yeni Anayasa dayatılıyor.

Aslında AKP'nin bütün mitingleri, bütün propagandası tiyatrodan ibaret. Reklamcısından


aldı aklı, meydanlarda "Neden oynamıyor?" demesinler diye oynuyor...

AKP, her seçimde yaptığı gibi, referandum için de seçmen sayısını artırdı. Basit hesapla,
6 milyon hayali seçmenle yüzde 46 aldıysa, artı 7 milyon nabzı atmayan seçmenle yüzde
53'ü garantilemeye çalışıyor.

Son iki seçimde AKP artı yüzde 25'le başlamıştı. Referandum sonuçlarını izlerken dikkat
ediniz. İlk sonuçlar açıklanmaya başlandığında, bu sefer AKP yüzde 30 önde olacak.
Referandum'da çıkacak 'evet' oylarının oranından önce yüzde 30'u, sonra 'evet' diyen
diğer partilerin oy oranını çıkartın. AKP'nin gerçek oy potansiyeli odur. İddia ettiğinin
yarısından az...

BOP Eşbaşkanı bu Anayasa'yı mutlaka değiştirmek zorunda. Çünkü, BOP çerçevesinde


sınırları değişecek ülkelere, önceden Anayasa değişimi dayatılıyor.

Yıllardır bu köşelerde, Dolar'a tapınan AKP + tarikat mollalarının Türkiye'yi nasıl


Pakistanize ettiklerini anlatmaya çalışıyorum.

Pakistan'daki Aşiretler Bölgesi'nde (NWSP-North West Frontier Province) yaşayan


Peştun'larla Güneydoğu'daki 'ayrılıkçı' Kürtler arasındaki, Pakistan'lı 'corrupt' , İngiliz-
Amerikan uşağı politikacılarla AKP arasındaki paralelliğe dikkat çekmeye çalışıyorum.
Ve yine, bir kez daha Pakistan'dan bahsetmek zorundayım.

Türkiye üzerinde oynanan tüm oyunlar, önceden Pakistan'da sahneleniyor çünkü...

Batı'nın (ve hassaten ABD'nin) 'müttefiki' yoktur, 'müşterisi' vardır

2010 Nisan ayında, Pakistan Anayasa'sının 100 maddesi, Parlamento'dan geçip,


Senato'nun ve Zardari'nin de onayıyla değişti (18th Amendment).

Pakistan'a Anayasa değişikliğini empoze eden Batı, 'tarihi reform' diyerek Zardari'yi
göklere çıkardı. Başbakan Gilani'nin yanağından "imkansızı mümkün kılan adam"
makasları aldı.
Anayasa reformuyla (...);

-Askeriyenin gücü kırılarak sivil otorite güç kazanacak, askeri reformlar yerini sivil
reformlara bırakacaktı.

-Askerlerin askeri mahkemelerde yargılanmasının önüne geçilecek,

-Diktatörlüğe son verilecek, halka daha fazla özgürlük bahşedilecek,

-İslami şovenizm (kadına ve gayrimüslime baskıdan söz ediliyor) tehdit olmaktan


çıkartılacak,

-Devlet Başkanı'nın yetkileri kısıtlanacak,

-Yargı'da demokratik reformlar hızlanacaktı.

Nasıl, şablonda benzerlik var mı?

Pakistan İslam cumhuriyeti olduğundan, Anayasa değişikliği simülasyonunda 'halk'


yoktu. Referandum sandıkları kurulmadı. Batı 'tak' dedi, yöneticiler 'şak' diye yaptı. 12
Eylül referandumundan sonuç AKP lehine çıkarsa, bizde de bundan sonra olacağı gibi...

Nisan ayından bu yana, Anayasa değişikliğinden sonra Pakistan'da ne mi oldu...!

-ABD himayesindeki Pakistan Ordusu hala güçlü ve elaltından bildiğini okuyor.

-Agresif İslami kurallar dayatan, kadını 'ikinci sınıf' vatandaş, gayrimüslimi 'marjinal'
sayan, Ahmediye mezhebinin yazdığı eski Anayasa'dan bir adım ileri gidilemedi. Kadın
yine ikinci sınıf, gayrimüslim yine 'marjinal'.

-Eyaletlere daha fazla özerklik tanındı. Merkezi otoriteden mali bakımdan daha fazla
bağımsızlık kazandılar.

-Pencab Eyaleti üçe bölündü (Potohar, Pencab, Seraeki Waseb). Diğer eyaletlerden de
bölünme, isim değiştirme talepleri var.

-Peştun'ların yaşadığı NWSP eyaletinin adı Khyber Pakhtunkhwa (Hayber Peştunya)


olarak değiştirildi. Bu isim değişikliğinden Peştun'ların memnun olduğunu düşünen
yanılır. Hem Peştunlar hem Hazaralar yeni eyalet ismine şiddetle itiraz ettiler. Aralarında
çıkan çatışmada kadın, çoluk, çocuk 70 kişi öldürüldü. İsim cisime uymadı.

Sadece bu eyaletin adını değiştiren Anayasa hükmünün uygulanması, Pakistan'a 103


milyon dolara mal oldu.

-İran-Afganistan sınırındaki, zengin uranyum, bakır ve petrol yataklarının bulunduğu


Belucistan Eyaleti'nde çatışmalar şiddetlendi. Türkiye'yi de eksik gösteren şu malum
BOP haritasına göre, Afganistan güneyinden de kopartılacak parça ile Büyük Belucistan
kurulacak. CIA, İngiliz istihbaratı, Mossad'ın manipüle ettiği Belucistan Kurtuluş Ordusu
denilen örgüt, hala 'bağımsızlık mücadelesi veren gerilla' olduğunu sanıyor.

-Yetkilerinin kısıtlanacağı vaad edilen Zardari, koalisyon ortağı partinin lideri olarak,
hala güçlü bir şekilde hükümeti kontrolu altında tutuyor.

Yeni Anayasa'dan, halkın ve hukukçuların beklentisi; soyguncu siyasetçilerden hesap


sorulabilmesiydi (Benazir'in Başbakanlığı sırasında, sadece Zardari 1.7 milyar dolar
kaldırdı). Hukukçular yeni Anayasa'dan bu beklentilerini yüksek sesle hatırlatınca,
Pakistan People's Party'den Reza Rabbani dedi ki; "Bu Anayasa'dan daha fazla özgürlük
ya da politikacıları hesap vermeye zorlamasını beklemeyin."

Batı'nın müttefiki yok, müşterisi vardır. Ve Batı, Türkiye, Pakistan gibi müşteri ülkelerde
'dükkan sahibi' rolüne hazırlanırken, 'demokrasi aşkı'(...), 'Anayasa reformu talebi'
şeklinde tecelli eder.

AKP sivil darbe Anayasa'sından; sivilleşme, yerel yönetimlere mali-siyasi özerklik,


otonomi-eyalet sistemi, yargıda reform vs. beklentisi olanlara, Pakistan basınını takip
etmelerini şiddetle tavsiye ederim. BOP oyunları bizden önce orada sahneleniyor çünkü...
Politikacıları da ahlaken bizimkilere çok benziyor çoook!

14 Ağustos 2010
Paranın Dini İmanı Olmaz' Tanrıçası Laksmi

Pakistanlı nükleer fizikçi Dr. Pervez Hoodbhoy'dan bir mail aldım. Kısaltarak
alıntılıyorum.
---
"Konu: Swat/Buner'den gelen mülteciler

Quaid-e Azam Üniversitesi Fizik Fakültesi öğencileriyle, Swat, Buner ve Dir'den gelen
mültecilere bir otobüs dolusu yardım malzemesi yle Mardan'a geldik.
22 Mayıs 2009, İlk gözlemler:

1- İslamabad-Swabi-Mardan üçgeninde bir çok çadır kent kurulmuş. Yerlerinden edilmiş


yaklaşık 2 milyon kişi var. Şeyh Yasin Kampı'ndayız. Asker, kampta düzeni sağlamaya
çalışırken, bir yandan sığınmacıların arasına karışan Taliban unsurlarıyla mücadele
ediyor.
Makineli tüfek başındaki askerlerle konuştuk. Bu kampa yardım geldiğini (seküler ve
islamcı bir sürü NGO burada), başka kamplara gitsek iyi olacağını söylediler.
Getirdiğimiz yardım malzemesini oraya bırakmamaya karar verdik.

2- Önce yardıma en fazla ihtiyacı olanları tespit ettik. Getirdiğimiz yardımı üçe böldük.
Mültecileri barındıran bir Peştun köyü ile Şeker Kamışı Araştırma Enstitüsü binası ve iki
okulun sınıflarını işgal etmiş mültecilere dağıttık. Okulda 300 mülteci var, her sınıfta 40
kişi kalıyor. Son 20 günde, okul binasında 4 çocuk doğmuş. Daha 'yolda' olanlar var.

3-Swat mültecileri Taliban mezaliminden ve askeri harekattan kaçtıklarını söylediler.


Çoğu Talibanı suçladı ama 'Aslında askeri harekattan kaçtık' da dediler. Bize
güvenemiyorlar. Her iki tarafı da suçlamadan konuşmaya çalışıyorlar.

4-Kötü haber; Swat, Buner ve Dir meğer çocuğa boğulmuş. Konuştuğumuz her ailenin en
az 7 çocuğu var. Çocuk sayısını sorduğumuz bir adam kafasını kaşıdı, 16 ya da 17
çocuğu olduğunu sandığını söyledi. Sayısını tam hatırlayamadı.
Bu hızla üremeye devam ederlerse havadaki oksijen bile yetmeyecek.
7-8 yaşına kadar olan kız çocukları ortalıkta. Sekiz yaşından büyük kızlar ortada
görünmüyor.
Bu sıcakta (bugün serince, 40 derece) ve bu şartlarda mülteci bir kız çocuğu olmak,
baştan aşağı tesettürde, bir çadırda 20 kişiyle yaşamak katmerli cehennem olmalı.
Peştunlar, kadını baskı altında tutan dinle aşiret kültürünün toksik karışımını
reddetmedikleri sürece dış düşmana ihtiyaç kalmadan hem kendi sonlarını
hazırlayacaklar hem başkalarının.

Pervez Hoodbhoy-Quaid-i Azam Üniversitesi Fizik Bölümü Başkanı"


---

Peştunların yoğun olarak yaşadığı bölge; Pakistan'ın Afganistan'a yakın Kuzey Batı
Aşiretler Bölgesi.
Bölgeye giden yolda "Pakistan Hükümeti bu bölgede güvenliğinizi garanti
etmemektedir" yazılı tabelalar vardır. Orada Pakistan yasaları değil, aşiret töreleri
geçerlidir.
Kendilerini Pakistanlı değil Afganlı olarak tanımlayan Peştunlar, 42 milyonluk
nüfuslarıyla Pakistan'ın en kalabalık 'etnik' grubu. Şu anda 2 milyonu yerlerinden edilmiş,
çadırda mülteci hayatı yaşıyor.

Şimdi, Türkiye'deki Kürt-İslam ayaklanmasının aktörlerine;

- Pakistan'daki son siyasi gelişmeleri dikkatle takip edip, Türkiye'nin Güneydoğusu ile
Pakistan Aşiretler Bölgesi'ndeki hakim aşiret kültürü arasındaki benzerliği,

-ırkçı bir tanımlamayla kendilerine Kürt diyenlerle Peştunlar arasındaki benzerliği,

-ABD'nin kendi istihbarat servisine kurdurup, sonra da 'terörist' olduğu bahanesiyle savaş
ilan ettiği Taliban ile PKK arasındaki paralelliği (uyuşturucu geliri, insan kaçakçılığı vs.)
iyi okumalarını tavsiye ederim.
ABD'nin 'Terörist kovalıyorum, teröriste yapılan yardımı kesmeye çalışıyorum,
bağımsızlık mücadelesine yardım ediyorum' bahanesiyle işgal ettiği 'ayrılıkçı' bölgelerde
hayat, özetle kendi ülkende 'mülteci' hayatı oluyor.

Hele ülken 'Mr. Yüzde 10' diye anılan Asif Zerdari gibi, yolsuzluklarıyla şöhret,
Müslüman Ligi lideri Navaz Sharif gibi 'komisyoncu politikacılar' tarafından
yönetiliyorsa, toprağın altından çekilmiş sen henüz farkında olmayabiliyorsun da...

Pakistanlı siyasiler gibi, bizim Başvekil Recep Bey ve saz arkadaşları da, aslen müslüman
falan olmayıp Para Tanrıçası Laxmi'ye tapınmaktadırlar. Hani şu Hindu tanrısı
Narayana'nın karısı Laxmi. Eli kolu çokça ve uzunca bir kadındır.

O sebepten, Recep Bey sık sık; "Para cıva gibidir, akar yolunu bulur" der.
Kendisinden bu cümleyi duyduğum an, nedense aklıma hemen Mr. Yüzde 10 düşer (hatta
Navaz Sharif ismi de bendenize fena halde trilyon illüzyonisti Erbakan'ı dolayısıyla
Abdullah Gül'ü de çağrıştırır).

Recep Sultan, mayınlı arazinin temizlenmek üzere 49 yıllığına yabancı şirketlere


kiralanmasının önünü açacak yasa tasarısı ile ilgili de "Para cıva gibidir...paranın dini
imanı olmaz!" buyurunca, Laxmi konusunda haklı olduğumu düşündüm.

İmam-hatiplerde öğretilmiyor ama, toprak, mülkiyet, ulusal egemenlik hakları ince


işler. 'Ben yaptım oldu'ya getirmeye kalkarsan başını yer işler. Gavurun 500 sene
sonrasını düşünerek planladığı işler.

İngiliz Uluslar Topluluğu'nda, satılan gayrımenkul tapusu 99 yıllıktır. Yani satın


aldığını düşündüğün gayrımenkulü aslında 99 yıllığına kiralamışsındır. Süre dolduğunda
o gayrımenkulün tapusu devlete geçer (Crown Property). Devlet, mülk sahibinin
mirasçılarına öncelik tanıyarak gayrımenkulü yeniden satışa çıkartır.
İsrail'de, devlet arazisinin, istisnalar dışında, kendi vatandaşlarına dahi satışı yasak
olduğundan kira sözleşmelerinin süresi uzun tutulur.
İsrail Temel Toprak Yasası'na (*) göre; devlet arazilerinin kira sözleşmesi 49 yıllığına
yapılıyor. Sözleşme 49 yıl sonra kendiliğinden bir 49 yıllığına daha uzayıp 98 yıla
çıkıyor.
---
Ey Aziz and Azize okur!
Cahil ve gidik aklımla cevabını veremediğim soruları size soruyorum:

Bizim Hamdullahlar 'AB'ye uyum' falan derken işi ilerlettiler, şimdi de yasalarımızı
İsrail Yasalarına mı uyumlu hale getirmeye çalışıyorlardır? 49'un hikmeti bu mudur?

Elalem devletine ait taşınmazı 'satıyorum' bile derken kiralıyor olduğu halde, biz
'kiralarken' satış işlemi mi yapıyoruz?

Dönüm başına bir mayının düştüğü bir araziyi kendimiz + NATO temizleyemiyorsak, bu
ülkeye sıdd-ı sadakatla bağlı insanlar için Genelkurmay neden bu konuda detaylı bir
açıklama yapmaz?

Gazze'ye dikilen 8 metre yükseklikteki duvarlar misali, Türkiye'de mayınlı arazinin


etrafına da duvar çevrildiğinde, o gün doğan çocuk 49 yaşına geldiğinde o toprak
parçasıyla aidiyet bağı kurabilir mi?

Paraya ve güce tapınmaya başladığında, ne kadar çoğunu elde edersen et yetmez mi?

Güce tapınanın kendi korkularını uyuşturmak için etrafa korku salması caiz midir?
Peştunlar, Aşiretler Bölgesinin Afganistan'la birleşmek istemesi,
Belucistan'ın alttan CIA destekli özgürlük mücadelesi (!),
Asif Ali Zerdari falan size de tanıdık geliyor mu?

İslamcıların Amerika'ya ve İsrail'e göbekten bağlı olmaları 'fabrika çıkış ayarı'


nedeniyle midir (default setting)?

Hadi Finlandiya'yı falan bıraktım, ABD, İsrail, Azerbaycan, Gürcistan ve Pakistan'ın


imzalamadığı Ottawa Sözleşmesini bizim imzalamış olmamız hangi senaryo gereğidir?

Filistin'de ölen 1300 kişi için meydanlarda zırlayanlar Pakistan'daki 2 milyon müslüman
mülteci için neden zırlamamaktadır?
İslamcı terör örgütünü kınamamak için mi?
Yoksa ABD'nin Pakistan'ı işgalinde 'sakınca' görmedikleri nden mi?

Peki, ben durup durup Pakistan'dan bahsetmekte haksız mıyım Gülizar?


Bu isyanda haksız mıyım Gülizar?
Kürde bakıp Peştunu, Recep Bey'e bakıp Tanrıça Laxmi'yi dejavuluyorsam bahtsız
mıyım Gülizar?
Orda mısın, yazı çok uzadı, uyudun mu Gülizar?
(*)http://en.allexperts.com/q/Israeli-Law-936/Laws-regarding-property-ownership.htm

---
Özlü Sözler:
"Her evde on-on beş çocuk var. O ortamda sen sürekli ürersen, orada benim anladığım
anlamda etik kalmaz. İnsan çok kolay ölüyor, öldürülüyor buralarda. Benim yüreğimi
titretenler onların yüreğini titretmiyor. Ahlak anlayışı değişik, değerler değişik, algılar
değişik, alışkanlıklar değişik. Sanki orası başka bir dünya gibi. Bunda Kürtlerin de çok
büyük suçu var, çünkü aşiret sistemini yıkamıyorlar, törelerinden vazgeçemiyorlar. Bu
toprakların insanı kadınına, kızına çok kötü davranıyor. "

-Ayşe Kulin-
(Mardin katliamının ardından)
25 Mayıs 2009
Paralel evrenlerin sahipsiz köleleri

Türkiye'de çöpü en yakın boş arsaya atma alışkanlığından olsa gerek, konteyner'ın içinde
havasızlıktan, açlıktan, susuzluktan ölen 14 kaçak Pakistanlının cesedini boş araziye
attılar.

Fukaralığın, açlığın, İslami hayat tarzının üzerlerinden silindir gibi geçtiği, ABD
talimatıyla iktidara gelip ABD talimatıyla devrilen hırsız ve sahtekar politikacıların
kendilerine dayattığı sefil Pakistanlı hayatlarından kaçıp, Avrupa'ya kaçak ucuz işçi/köle
olmaya gidiyorlardı.

Aileleri cenazeleri bekliyor. Tabutları aldıklarında sessizce gömecekler. Politikacıların ya


da üç beş hayırsever(..) zenginin verdiği birkaç Rupi ağızlarına tıkaç olacak.

Konya'da Süleymancı tarikatın yatılı Kuran kursunda ölen 18 kız çocuğu sessiz,
protestosuz, 'şikayetsiz' gömüldü. Ekonominin 'fevkalâde', kişibaşı yıllık gelirin sözde
bilmemkaçbin Dolar olduğu Türkiye'de, fukaralığın ezdiği babalar, sırf 'bedavaya
karınları doyabilsin' diye küçücük kızlarını elleriyle tarikat batağına teslim etmişlerdi. O
kızlar da Penis Diktatoryası'na köle, dinci partilere seçmen olarak yetiştiriliyorlardı.

Kızlar gecenin karanlığında sessizce gömüldüler. Görünmez bir el ailelerinin ağzını


bantladı.

Pakistanlı kaçaklar sahipsizdiler. Soluyacakları hava çok görüldü. Kendi ülkesinin


koruyamadığı insanların, başka bir ülkede nefes almasına bile izin verilmedi.

Konya'da yıkılan Kuran kursu binasında gaz kaçağı, elektrik düğmesinde kısa devre
vardı. İnşaatın çimentosu eksikti. O kızlar da sahipsizdiler. Kendi ana-babasının sahip
çıkamadığı çocukları hiç bir müteahhit korumazdı, hayatta kalma şansları düşük olurdu.

Green Card'lı imamın gazetesi, Kuran kursu için 'Bilgisayar, İngilizce kursuydu' yazdı.
Haberi; tarikatları, dini inançları sömürerek iktidar olanları rahatsız etmeyecek cümlelerle
verdi. O gazeteden de, din ve fukaralığın birbirini nasıl beslediğini yazması beklenemezdi
zaten.

Bazı gazeteler, Kuran kursu binasının pejmürdeliğini tasvir ederken, Fetullah'ın Karanlık
Evleri'nin reklamını yapar, 'Oralara göndermeyin buralara gönderin' der gibiydiler.

Pakistan gazeteleri aynı haberi 'Türkiye'de öğrenci yurdu yıkıldı' diye verdi. Çünkü; dağı
taşı, her sokağı tarikat yuvası, medrese dolu Pakistan'da da, fukara çocukları günde bir tas
mercimek çorbası için o medreselere kapılanır, neden yalınayak olduklarını
sorgulayamadan, zehiri yudum yudum 'Allah adına', o izbelerde içerler. Medrese yolunu
gösteren tabelalarda 'Öğrenci Yurdu' yazar.
Ölen kızlara 'şehit' dediler. ABD Konsolosluğunu savunurken ölen polislere dedikleri
gibi.

İnsan tacirlerinin havayı çok gördüğü Pakistanlı kaçaklara 'ceset'.

Şehitlik; vatan savunmasında, din uğruna ölenlere yapıştırılan, kıstasları olan, Allahın
apoleti, cennete uçuran beyaz kanatlardı çünkü. Bir lokma ekmek, bir gıdım özgürlük
adına, kaçak yaşayıp vatansız ölenlerin yakasına yapıştırılamazdı.

Konteynerdan sağ kurtulan Pakistanlı Mahmood, 'Dört gündür yemek yememiştik.


Konteynerin içinde su, hava ve ışık bitti' diye anlatmış yaşadıklarını.

Yıkılan Kuran kursunda ölen kızların da suyu, havası ve ışığı, sırf erkek doğmadıkları
için erken bitti. Erkek doğanlar yakındaki beş yıldızlı yurtta kalıyorlardı.

Sağ kurtulan kız; 'Gözüme toprak kaçtı, hiçbirşey göremiyordum. Sivil Savunma ekipleri
kurtardılar beni' dedi.

O kurtarma ekibindeki insanların çocukluğu da tarikat yuvalarında karartılmış olsaydı


eğer, Pakistan (Keşmir) depreminde olduğu gibi 'namahreme dokunmamak' için o kızı
kurtarmaz, ölüme terkederlerdi.

Pakistan siyaseti üç temel dinamik üzerine inşa edilmiştir: İslamcı ideoloji, feodal
kapitalist sistem ve askerî güç. Siyasetçiler, çoğu çift pasaportlu aşiret/toprak ağalarıdır.
Çocukları yurtdışında yaşar. Pakistanda radikal islama, tarikatlara yol, taviz vermeyen hiç
bir parti iktidara gelemez. ABD'nin onaylamadığı siyasi aktörün şansı yoktur. Seçimler
şaibelidir.

Türkiye'de siyaset, altı yıldır üç temel dinamik üzerinde yürütülüyor: İslamcı ideoloji,
vahşi kapitalizm ve askeri güçsüzleştirme. Sosyal katmanın en altından geldiğini iddia
eden AKP'nin içinde aşiret/toprak ağaları, yabancı pasaportlu Bakanlar var. En alttan
gelenleri bile birkaç yılda Dolar milyarderi oldular. Çocukları yurtdışında yaşıyor.

Türkiye de, 1950'den beri radikal islamın, tarikatların, cemaatların yolunu açan siyasi
partiler tarafından yönetiliyor. Son yıllarda, Yüksek Yargı organlarının kararları dahil,
her konuda ABD müdahalesi üstü kapalı değil, açıktan yapılıyor. Hangi siyasi aktörün
deliğe süpürüleceğine Washington karar veriyor. Seçimler şaibeli.

Pervez Musharraf; Yargı kendisine muhalif sesini yükselttiği dönemde, hakimleri,


savcıları, avukatları, insan hakları savunucularını tutuklatarak Yargıyı rehin, Anayasa'yı
askıya almış, Yüksek Mahkeme'yi de lağvetmişti.

AKP; kendisine muhalif her görüşten insanı, Susurluk, çek-senet mafyası çekirdeğinin
etrafına sarıp, suluca, etlice bir Ergenekon meyvesi üretti. Aydını, yazarı, gazeteciyi,
emekli generali, (kuru) fasulyeden bir iddianameyle ağzının suyunu akıta akıta dişliyor.
Bilmemkaçıncı dalga tutuklamalarıyla arada bir meyveye hormon basıp büyütürken,
Yargı kararlarına AB, ABD müdahalesine çanak tutuyor. Anayasa'yı değiştirme
konusunda ısrarlı.

Pakistan terörle mücadelede ABD ile ittifak halindedir.

Türkiye'de..

Pakistan'ın sınır komşusu Afganistan ABD işgali altındadır.

Türkiye'nin sınır komşusu Irak da..

Pakistan BOP kapsamında ABD'nin sınırlarını değiştireceği ülkelerden biridir.

Türkiye de.. Ve fakat Türkiye?nin Başbakanı BOP'un Eşbaşkanı'dır da.

ABD, Pakistan'ın Afganistan'a yakın Aşiretler Bölgesi'ne, Pakistan Ordusunu eğitmek


üzere 10 bin askeri uzman gönderdi. Küçük gruplar halinde birlik göndermeye devam
ediyor.

Türkiye'de İncirlik nükleer silah deposu. Akepe ABD?nin asker konuşlandırma


taleplerini külliyen yerine getirdi. Havaalanları, limanlar ABD'nin emrinde.

ABD'nin think-tanklerinde, Pakistan-İran-Afganistan sınırındaki Belucistan'ı Pakistan'dan


ayrılmış gösteren haritalar yayınlanır. Belucistan'daki islamcı terör örgütü Jundullah ve
Belucistan Kurtuluş Ordusu ABD istihbaratından para alır.

ABD'nin think-tanklerinde, Türkiye'nin Güneydoğusunu ayrılmış gösteren haritalar


yayınlanır. PKK ABD'den destek alır. Fetullah ABD'de barınır, dinci partiler ABD
desteğiyle palazlanırlar.

Yakın tarihimizde 16 Şubat 1969 Kanlı Pazar olarak bilinir. Devrimci gençler
Dolmabahçe rıhtımına demirleyen ABD 6. Filosunu silahsız, saldırısız protesto protesto
etmek isterken ABD filosunun imdadına, Amerikan gemisini kıble edip namaz kılan,
'cihadi', sarıklı, takkeli, çember sakallılar yetişir. 'Kanımız aksa da zafer İslamın'
sloganı eşliğinde, taş, sopa, bıçak, baltayla iki devrimciyi öldürür, 200'den fazlasını
yaralarlar.

Türkiye-Pakistan paralel evrenlerdir. Dikkatli bakıldığında, tüm siyasi


aktörlerin/olayların ikizinin öbür ülke siyasetinde de mevcut olduğu görülecektir.

Pakistanlı politikacılar, halka 'AB'ye girme' vaadinde bulunmadıklarından, Türk


meslektaşlarından bir nebze daha 'namuslu' sayılabilirler.

İslama, islamcıya Türkiye'nin, Pakistan'ın değil, ABD'nin ihtiyacı vardır. ABD, istikrarsız
ve demokrasi dışı siyasi bir rejim istediği bölgelerde islamcı örgütlere/hareketlere destek
verir.
Anlamadığın dilde yazılmış bir kitabı ezberlemek ibadet/din değildir. Din, bireysel
sınırlara çekilmeyip, din baronlarının hareket alanı daraltılmadıkça, ABD'nin elinde
üzerimize doğrultulmuş namlu olmaya devam edecektir.

14 Pakistanlı kaçak Batı'ya kaçak ucuz işçi/köle olmaya gidiyordu. 18 küçük kız Penis
Diktatoryası'na köle, islamcı partilere seçmen olmaya büyüyordu.

O kurbanlar için su, hava ve ışık bitti. Kendi babasının, kendi devletinin koruyamadığı
insanları Allah da korumuyordu, utanmadan 'Takdir-i ilahi' dediler.

6 Ağustos 2008
Yoksulluk endikatörü olarak çadır

Çadırla yoksulluk arasında kopmaz, güçlü bir bağ vardır. Bir ülkedeki çadır sayısının
fazlalığı, o ülkedeki yoksulluğun, eşitsizliğin, sefaletin en önemli göstergesidir. Fakirlik,
sefalet, ihmal edilmişlik arttıkça ülkedeki çadır sayısı da artar.

Çadırın bol olduğu ülkede konut sorunu vardır. Kontrolsüz nüfus artışı, toprağı elinden
alınıp tarım yapamaz hale getirilmiş çiftçi, köyden kente göçe zorlanmış köylü vardır.
Yok edilmiş sanayi, pahalı mazot, bitmiş tükenmiş hayvancılık vardır.

Çadırın bol olduğu ülke, gırtlağa kadar açlığa, sefalete batmış ülkedir. Temiz suya
ulaşamama sorunu vardır, bulaşıcı hastalık, bebek ölümleri vardır. Çadırı bol ülkede su
dereden, elektrik jeneratörden alınır.

Çadırı bol ülkeler; tütün, şeker, çay, pamuk gibi stratejik ürünlerini dışarıdan ithal
ederler. Esnafının, üreticisinin, çalışanının vergi yükü de ağırdır...

Çadırı bol ülkelerde, emperyalist ülkelerin desteğiyle tahta çıkmış Recep Beyler,
ABDullah Beyler, Pervez Müşerrefler, hanedanlar vardır. Yabancıya satışlardan
komisyon alan, kendileri zenginleşirken, halkın sofrasından hergün bir kalem yiyeceği
eksilten politikacılar vardır. Vergi ödemeden piyasaya dûhul eden yabancı yatırımcıya
yerli üreticiyi, işçiyi, halkı ezdiren, çadırı seven, çadırsız yapamayacak olan sahtekar
siyasiler vardır.

Pakistan nüfusunun yüzde 20'si çadırlarda yaşar. Çadırda doğar, çadırda büyür, çadır
düğünlerinde evlenirler.

Zengin evlerinin bahçelerinde yemek yenilir, eğlenilirken, bahçe dışarıdan görünmeyecek


şekilde brandalarla perdelenir. O perdeler, çadırın kardeş ürünüdür.

Recep Beyin şortla tatil yaptığı otelin etrafına çekilen perdeler, iftar çadırlarını imal eden
çadırcılar tarafından imal edilmiş ürünlerdir. Çadır olan heryerde tesettür brandası da
olur.

Sanayisi, tarımı, hayvancılığı, bütün sektörleri çökmüş ülkelerde çadırcılık sektörü gayet
ileridir. İyi de kazanır.

Çadırı bol ülkenin din tüccarı politikacısı;

iftar tabağında hurma, tereyağı, sucuk,

çorbalardan közlenmiş domates çorbası,

arasıcak olarak ıspanaklı börek, etli yaprak sarma,


ana yemek olarak hünkar beğendi, bilmemneli piliç lüpletir,

üzerine bir de kadayıf çekerken, ülkede kurulmuş çadırların reklamı yapılsın, kaç çadır
kurulduğu bilinsin ister.

O yüzden kameramanlarını, utanarak, yüzünü saklayarak çadırlarda karın doyurmaya


çalışan yoksulların üzerine salar.

Çadırsever politikacı, iftarın üzerine fasıl heyeti dinlerken, belediye çadırlarının önünde
sıraya girmiş aç insanların, uzatılan mikrofonlara, iktidar partisinin ?hizmetlerinden ne
kadar memnun olduğunu? duyduğunda, ağır yemek üzerine geniiiş bir geğirti
öğğğğrklemiş gibi ferahlar. Orgazmik bir zevkle seyreder yoksulun taşlı pilava kaşık
sallamasını.

Çadırsever politikacı, vatanı 'yaşanabilir' olmaktan çıkardıkça çadır sayısının artacağını,


çadır sayısı arttıkça da yoksullaşan halkın -mezarında ters dönesicenin dediği gibi-
Allahın ipine sarılacağını iyi bilir. Allahın ipine sarıldım zanneden halkın, elindekini
avucundakini kendisine teslim edeceğinin idrakindedir. Yoksulun bilemediği, ucunda
Allah var sandığı ipin din tüccarının kasasına bağlı olduğudur.

O sebeple, Akepe iktidarı iftar çadırlarıyla müftehirdir. Çünkü Akepe?nin iktidarda


kalması, ancak açlığın, yoksulluğun artmasıyla mümkün olabilecektir.

Akepeli adamlar, çadırımsı iktidarlarını ayakta tutan direğin yoksulluk, açlık olduğunu
bildiklerinden, çadırı halktan esirgemezler. Yoksulluk çadırı arttırır, çadır yoksulluğu
göze görünür kılar. Yoksulluğunu televizyon kanallarında görmek isteyenlere karşı halk,
ilk kez ?bir günlüğüne, bir anlığına şöhret olma sevdasından vazgeçer. Utanır, yüzünü
kameralardan saklar.

Bu son kalan bir dirhem onurunu, ssömürge geçmişi olmamasına borçlu olduğunu
bilmez.

Sömürgeciye "Yes Sahip" deyip secde etmenin yoksulluktan da onur kırıcı olduğunu
bilmez.

Emperyalizmin, sömürgecinin kuklası çadırsever politikacının yüzünün derisi de çadır


bezi gibi su geçirmezdir. Değil tükürmek, tropik yağmurlar yağdırsan nafiledir.

Eylül 2008
Asteriks'in Köyü Galya'nın 'fakellaki' mezesi

Siz kan gölleri, dana böğürtüleri arasında bayram (!) yaparken, oturdum Yunanistan'da
başlayıp Avrupa'ya yayılan isyanla ilgili, 'Aziz and Azize okura, Türk medyasının
göremediği, görse de fincancı katırlarıyla Akepe hatırlarını ürkütmemek için yazamadığı
hangi ölü mabadından ne pamuk çıkartabilirim acaba?' diyerek, Yunan basınına takıldım.

Sağ omuzumdaki şeytan 'Kalk kadın, Ayvalık'tan bin motora, geç karşıya, yerinde izle
olanları' dediyse de, sol omuz meleğim yerime oturttu; "Sen araştırmacı gazeteci değilsin.
Çök google'ın başına!"

---

Çökünce google'ın başına, şu absurd düşünceme bir kere daha iman ettim ki; Türkiye, her
dönem ikizlere gebeydi.

İkizlerden birinin adı Pakistan'ken diğeri Yunanistan'dı. Fekat bu gebelikte, adı


Yunanistan olan embriyo, adı Pakistan olan embriyonun içinde gelişmekteydi. Daha
doğrusu 'parazitik embriyo' olup gelişememekteydi.

Yunanistan embriyosunun Pakistan embriyosu içinde gelişip normal doğması imkansızdı.


Sonuçta doğum tekli olacak, Pakistan embriyosu sağlıklı gelişimini tamamlayıp
doğarken, içindeki Yunanistan embriyosu ölecekti.

Parazitik (gelişemeyen, ölecek olan) embriyonun Pakistan, gelişim gösteren embriyonun


Yunanistan olduğu dönemler de geçirdi Türkiye.

O yıllarda, Mikis Theodorakis bize buyurdu, Zülfü akşama müsait olduklarında onlara
gitti. Sezen'le Haris Alexiou şıngır şıngır rembetika söylediler.

'Ege'nin iki yakası yılları'nda, Türkiye ile Yunanistan, in vitro fertilizasyon yöntemiyle
de olsa, bir şekilde 'birleşti'. Fekat, Recep Bey'in ikinci kez taht'a çıkmasını müteakiben,
içimizdeki Pakistan embriyosu tekrar büyümeye başladı, Yunan embriyosu parazitik
kaldı.

İşbu yazı Yunanistan'a dairdir.

---

Yunan İsyanları'nın, tam da AB'nin 60 bin kişilik bir ordu kurup, askeri açıdan iddialı
hale gelme kararı aldığı günlere rastlamasında, kör gözümle bile 'tesadüf'ten biraz
fazlasını görürüm. AB'nin 'Askeri Kapasitenin Güçlendirilmesi Deklarasyonu'na, bir
ABD-CIA cevabı olması mümkündür. İki ay içinde 60 bin askeri konuşlandırabilecek
kapasitede bir AB ordusu, ABD'yi ancak rahatsız eder, provokatif faaliyetlere yöneltir.
Ancak, provokasyon ihtimalini bir kenara bırakıp Yunanistan'da bu isyanı hazırlayan
dinamikleri sorgulamak, (eski) Yugoslavya'da yaşadığım yıllarda, beni açlıktan ölmekten
kurtaran Selanik Hâl'ine manevi borcumdur.

Evvelâ,

- Yunanistan'da, yıllardır, ciddi bir 'özel üniversite diploması krizi' sürüyor. Devlet
üniversitelerine giremeyen 25 bin genç özel üniversitelerden mezun.

Bir kısmı yabancı üniversitelerin franchis'i olmak üzere onlarca özel üniversite var ise de,
verdikleri diplomalar Yunanistan Eğitim Bakanlığı'nca tanınmıyor. Halen 12 bin genç de,
alacakları diplomanın ne işe yarayacağını bilmeden bu üniversitelerde eğitime devam
ediyor.

Halk, hükümetin gençliğe ihanet ederek ülkenin geleceğini dinamitlediğini düşünüyor.

-Yunan halkı, AB'nin Yunanistan'a, bunca yıl sonra hâlâ 'Asteriks'in köyü Galya'
muamelesi yaptığını düşünüyor. Yunanistan'a diğer üye ülkelerle eşit davranıldığına
inanmıyor.

-Yunanistan, çok yakında, çöp toplama merkezlerinin AB standartlarına uymaması


ve özel üniversite diplomaları sorunu yüzünden AB'ye milyonlarca Euro ceza ödeyecek.
Yunan halkı bu paranın da kendi cebinden çıkacağının farkında.

-Yunanistan'da hükümetler, 1980'lerden başlayarak vahşi kapitalizme ve özel şirket


menfaatlerine teslim olmuş durumda.

- Sermayenin elindeki medya, sadece hükümet propagandasıyla, şöhretlerin bacak


arası haberleri ve eğlence programları yayınlar hale gelmiş.

- Demokrasi'nin 'kamu sektörü' tanımından 'kamu yararı' kavramı çıkartılmış.

- Ataerkil Yunan toplumunda, siyasilerin hırsızlığı, yolsuzluğu rutin, hatta kültürün bir
parçası haline gelmiş. Kamunun zenginliklerinin yağmalanması bir bilim dalına, yağmayı
ört bas etmek sanatın bir formuna dönüşmüş.

- Kamu kaynaklarını yağmalama konusunda, sosyalist hükümetler de muhafazakâr


hükümetlerle yarışmışlarsa da, hırsızlıkta, yolsuzlukta henüz muhafazakârların
mertebesine yetişememişler.

-Yunanistan'ı yıllardır Karamanlis ve Papandreu hanedanları yönetiyor. Bu iki aileden


çok sayıda kişi, yolsuzluk ve torpil skandallarına karışmış.

Nasıl, tanıdık geldi mi buraya kadar?


Demirel'in, Ecevit'in 'zürriyetsiz' olmalarını affedebildiniz mi şimdi?
Ve de Erdoğan, Gül, Gökçek, Unakıtan hanedanlarına hazır mısınız?
-Yunan halkının asıl damarına basan 'fakellaki' olayı. Adı pek güzel! Balık ve
kurufasulyeyle yapılan bir çeşit Ege işi rakı/ouzo mezesi gibi. Havuçlu fakellaki mesela...

Değil, meze değil! Yunanca'da zarf içinde nakit olarak verilen rüşvete fakellaki deniyor.
'Küçük zarf' yani.

Polis hırsızlık, yolsuzluk yapanları tutuklayacağına, zaten geleceği belirsiz, alacağı


diploma geçersiz bir genci öldürünce ahali toptan, herşeye birden isyan ediyor. 2,5
milyon insan genel greve gidiyor. Yakıyor, yıkıyor, yağmalıyor.

Halkın üzerine dört ton göz yaşartıcı bomba boca edilince bomba stokları tükeniyor.

Bu noktada, ana muhalefet (Pasok) erken seçim için bastırmaya, Yunan basını da
hükümete karşı tavır almaya başlıyor.

Zurnanın zırt dediği yer burası. Muhalefet ve medya doğru hedefe kilitlendiğinde,
halktan, sendikalardan, gençlerden beklediği desteği görüyor, ve hep birlikte
rüşvetçi, zimmetçi, hırsız hükümeti çatır çatır sallıyorlar. Durum bundan ibaret.

---

Hep Türkiye'nin rahminde ikiz embriyo geliştirdiğini düşünürüm. İkizlerden biri


Yunanistan, biri Pakistan.

"Onlar da bir genç öldürüldü diye ortalık ayağa kalktı ne güzel. Bizde polis yüzlerce
insanı öldürdü, bir tepki veremedik, hay allah!" diyenlerden değilim. Yunan İsyanı'nda
kırılma noktası, protestoların başlamasıyla birlikte ana muhalefetin erken seçim
talebiyle bastırması, medyanın da hükümetten desteğini tamamen çekmiş olması.

Türkiye'nin rahmindeki parazitik embriyonun Pakistan'a dönüştürülüp, içimizdeki


Pakistan tohumunun yok edilerek, Yunanistan embriyosunun geliştirilmesi her zaman
mümkün.

Sendikalar, Alevi yurttaşlar, gösterilerle sermayeye, vahşi kapitalizme, ABD tarafından


tayin edilmiş hükümete direnişin işaret fişeklerini çaktılar.

Muhalefet muhalefet olacak, hiç olmazsa yerel seçimlerde, AKP'ye 2007 seçimlerindeki
gibi sandık-seçmen dalaverası yaptırmayıp duruma hakim olacak. Hükümeti her yönden
zorlayacak. Sermaye medyası da AKP yalakalığı yapıp rant elde etmekle bu ülkeye sahip
çıkmak arasında bir tercih yapacak.

Gerisi gelecek!..

Muhalefet ve medya 'gelecek kuşaklar' için değil 'gelecek seçimler' için, 'gelecek
ihaleler' için yatırım yapmaya devam ederlerse, içimizdeki Yunanistan embriyosu
parazitik hale gelip ölecek, Pakistan embriyosunu geliştirmeye devam edeceğiz.
Anlatabildim mi Arif Bey, Arife Hanım? Sağımız Pakistan solumuz Yunanistan.
Önümüzü arkamızı sobeletmeden çocuklara tecavüzü yasallaştıran, kamu kaynaklarını
soymayı kendisine helâl gören bu zihniyetten kurtulmalıyız. Yoksa önümüz arkamız
sağımız solumuz hep Pakistan olacak!

Kasım 2008
Kadın yazıları
Sen bittin Hanım! Ülkeyi de bitirdin...
Korkudan, baskıdan, tehditten çıldırmasaydın; hormonların, doğa ana, o üç günlük
bebeğini akıl yoluyla sevdirecekti sana. Keskin bıçaklarla doğramayacaktın bebeği.

Nohuta, kömüre, üç kuruşa, bi çeyrek altına rehin alınmış olmasaydın, 14 yaşındaki kızını
80'lik sapığın kucağına ellerinle oturtmayacaktın.

Bi boktan kaloriferli daireye gelin değil rehin gitmeseydin, küçük kızlara tecavüz eden
'kocam' dediğin muşmulayı mapus kapılarında 'savaş gazisi' gibi karşılamayacaktın. Bir
gururun, bir onurun olacaktı.

Hanım nesin sen? Aklını kimlere, ne karşılığı kiraya verdin Hanım sen?

Çocuğuna; bir baş okşamasındaki şefkatle, memesinin mıncıklanmasındaki taciz


arasındaki farkı, beden dersinde hocanın ikaz eden/düzelten dokunuşu ile cinsel organına
giren parmak arasındaki farkı öğretecek bir eğitim istemedin. 'Kuran kursu da kuran
kursu!' diye tutturdun.
Dinini öğrensin diye, evlâdını.yıkılmak üzere binalara, islamcı teröristlere teslim ettin.

Seni açlığa mahkum edenler, pişmeyen bayat makarnayla, böcekli mercimekle oyunu
satın alırken, sen çocuğunu 'Bir tas sıcak çorba içebilsin' diye seni linçlere kurban edecek
tarikat yuvalarının batak evlerine bıraktın.

Sen evlâdından vazgeçebildiğin gün bittin Hanım!

Seni evladından vazgeçirenler, kendi evlatlarını Amerikalarda yaşatırken sana yapılanı


farketmedin ya, sen o vakit bittin!

Korkuların erimiş kurşun gibi hormonlarının, insanlığının, anneliğinin üstüne yağdı


Hanım!.

Korku bütün duygularını dağladı, geriye bir İTAAT bıraktı. İçi boş korkularla seni tehdit
edene itaat etmeyi KUTSAL belledin. Erkekten korktun, ölümden korktun, kabir
azabından korktun, öte dünyada şefaâte mâzhar olamamaktan korktun. Korkudan
çıldırttılar seni. Korkudan aklını oynattın sen.

İtaatkâr olmanı talep eden kadın düşmanının kafasının içi kadar boş o korkular senin içini
boşalttı. Beynindeki sıvıyı, hormonlarını kuruttu korku!

Nesin, kimsin sen hanım? Bittin sen farkında mısın?

Bu seçimlerde din baronlarını bir kez daha oylarınla, ellerinle güvercin gibi besler gibi
beslersen havalanacaklar. Güvercin gibi, havalanınca elinden yediğinin tepesine
sıçacaklar.
29 Mart'ta desteklemeye devam edersen, 30 Mart'tan itibaren seni de beni de envai çeşit
linçlere tabi tutacaklar biliyor musun???

Şu çektiğin yoksulluk ne ki! İçmeye su bulamayacaksın Hanım, içmeye suuuu!!! Anlıyor


musun?

Sen çoktan bittin de Hanım, bu gidişle beni de bitireceksin!

Büşra, Kübra, Sümeyye, Hayrünisa kimsen kimsin...Seni korkutanların, tehdit edenlerin


gözünde hiç önemin, senin gibi ölmeden kefenlenmiş, tesettüre girmiş diğer kadınlardan
hiçbir farkın yok. Tek tipsin sen! İstediğin kadar renkli, istediğin kadar marka giy, farklı
görünmeye çalış. Aynısın! Hepinizin aklı, ruhu kurumuş sizin Hanım!.

Sen Hanım! Kızını istemediği bir oğlanla nişanlayıp, oğlan tecavüz etsin diye kapıyı
üzerlerine kilitledin...

Tecavüze uğrayan kızını öldürmeleri için ailenin erkeklerine yetki verdin...

Kızını bir kangal iple odaya kapatıp kendisini asmasını bekledin. Asmayınca fare zehiri
içirdin. Gencecik kızdı, fare zehiri öldürmedi, kızını boğdun...

Bebeğini kestin, doğradın... 17 aylık bebeğin bezini tecavüzcüler saldırsın diye açtın...

Bu resimlerin hepsinde türbanlı-tesettürlüydün sen!

Doğalgaz borularının çatladığı demlerde çatlayan şerha şerha yarılan ar damarı senindi.
Türban yetmedi, ar damarını tutsun diye türbana, alnını kapatan o içbandı ekledin.

Hanım nesin sen? Kimsin sen?

'Kimsin nesin?' diye sorduğuma bakma, seni çok iyi tanıyorum aslında Hanım!

Güney Afrika'daki, 60 derece santigradda, tecrit edilmiş halde oksijensiz yaşayabilen


bakteriyle aynı familyadansın sen.

'Kadın' kelimesinde cinsellik bulanlar sana 'Hanım'ı asalet unvanı gibi yapıştırdılar-
yakıştırdılar. 'Kadın' denildiğinde şeytanla özdeşleştirilmekten korktun. Hanımlık hoşuna
gitti. O hanımlığı dik tutmak için röntgen filimlerini kıvırıp kafanı katmer katmer
kumaşlara sardın. Bakteri gibi üredin, yayıldın.

Memlekette suç oranı arttıkça 'maneviyat eksikliğinden' dediler inandın. Yeni gelinin
..ke sarılması gibi dinine sarıldın. Din'siz ahlak, din'siz namus olmaz sandın. Sana din
pazarlayanlar en büyük ahlaksızlıkları, namussuzlukları yaptılar, hoşgördün. 'Çalsın ama
iş yapsın' dedin.
Alkolü yasaklayanların, aslında Afganistan'dan, İran'dan gelen eroine pazar açtıklarını
senin seyrettiğin tv kanallarında söylemediler. Haberin olmadı...

Savaşı 'ümmetin duaları'nın durduracağına,


Çok çocuk doğurmanın aileyi kurtaracağına,
Kafanı gözünü güneş ışınlarına kapatmakla allahın emrini yerine getirdiğine iman ettin.

Sen bittin Hanım, ama biterken ülkeyi de bitirdin!

Sadakayı 'adil dağıtım-sosyal devlet' diye yutturdular sana, saldırganı, edepsizi, cahili
sultan diye ...

Ecelini 'Neo-Osmanlı' diye şekere bulayıp yutturdular, bir ayağın hep çukurda, öbür
ayağının altında muz kabuğu yaşamayı 'hayat' diye...

Az mürekkep yalamışını köşelere yazar, diksiyonu düzgünce olanını tv lere spiker


yaptılar senin, 'Elhamdilüllah çalışıyoruz' dedin. 2007 seçimlerinden sonra bir yıl
içinde 250 bin kadının neden iş hayatından çekildiği seni ilgilendirmedi.

Senin aklını, bedenini, hormonlarını kontrol altında tutabilmek için eğitimli moronlarla
cahil din tüccarları işbirliği yaptı.

Almanya'da, Türkiye'de, senin gibilerin parasını 'yardım' adı altında toplayıp o milyon
dolarlarla kanallar kurdular. Ekranlardan, tesettürlü falcı şarlatanların psikolog bilim
kadınlarını nasıl tokatladığını izlettirdiler sana.

Tesettürsüz 'Kadın'ı tesettürlü 'Hanım'a, bilimi dine dövdürdüler. Mest ettiler seni
mest!

Elindeki televizyonun uzaktan kumandasıyla kumanda ettiler seni Hanım!

'Saklı içerik' kavramını hiç duymadın ama seyrettiğin her dizide, her filimde konaklı,
malikâneli zengin hayatları yaşamak için çalışmak gerekmediğini kafana soktular.
Tek yapman gereken 'teslim olmak'tı.

Allaha, iktidara ve erkeğe teslim olmak! Teslim oldun ve bittin sen Teslime Hanım!

Öyle kaptırdın ki kendini televizyonda izlediğin hayatlara, gerçeği senaryoyu birbirine


karıştırır hale geldin. Dizide doktor rolü oynayan adama "Ameliyatımı sen yap" diyecek
kadar salaklaştın. Magandayı karizmatik, göbeğinin altındaki noktayı kaşıyarak dolaşan
sakallıyı sevimli ve komik bulmaya başladın.

Nasıl dövüldüğün, nasıl doğrandığın, saçlarından tutulup nasıl yerlerde süründüğün


haberleri fazlaca çıkmaya başlayınca, hiç evlenmemiş, muhtemelen kadın bedenini hiç
tanımamış, etrafında evlenmesi yasak erkek hizmetkârlarla, müritlerle Amerika'da
yaşayan Ebu Dallama Hazretleri, Atlantik ötesinden senin için fetva verdi;
'Dayak yiyen kadın teykvando öğrensin' deyip dalga geçti seninle. Uyanmadın!

Yabancıya villa yapmak için yüzlerce yıllık ağaçlarını kestiler.

Suyuna zehir kattılar, seni besleyecek olan toprağına 'altın çıkaracağız' diye asit döktüler.
Uyanmadın!

Sana Toki'den suyu akmayan, asansörü çalışmayan çürük daireleri kakalayıp kendileri
Delirium Sakatat Rezidans Konakları'nda altın kaplama keneflere sıçtılar. Yine
uyanmadın!

Ülkede iç savaş çıkartmak üzereler, Hizbullah, Taliban meydanlarda at koşturuyor, PKK


istediği herşeyi koparttı devletten, sen hala uyuyorsun.

Hayır uyumuyorsun da; televizyonda Cüveyriyye Binti Bilmemne Hatun'un bilmemhangi


savaştan sonra köle/esir taksiminde nasıl Saat bin Kays'ın hissesine düştüğünü,
Alemlerin efendisi peygamberinin nasıl 'Esaretinin bedelini ödeyip zevcem olarak
alayım bari' dediğini,

Muhammed'le evlenen kadının kabilesinin 'peygamber akrabası olmak hasebiyle' nasıl


esaretten azledilip serbest bırakıldığı menkîbelerini dinliyorsun.

Yorumcunun 'Efendimizin bu harekette maksadı bir kadınla evlenmek değil, köleleri


özgür bırakmak için barışçı ve yumuşak bir çözüm bulmaktır' yorumuna
inanıyorsun.

Zihnin öyle bulanık ki Hanım, 'Peygamber o kadar barışseverdi de, ne diye


bilmemhangi kabileyle savaştı, esirden başka ne ganimetler vardı?' diye sormak
aklına gelemiyor. Bütün sorunların erkeğe-otoriteye teslim olmakla çözüleceği
hipnozla belletiliyor sana.

İsimler uyduruyorlar o kanallarda; Claude Cohen, Jack Turmeric, Henry Cinnamon nasıl
müslüman olmuşlar. Peygamberinle ilgili ne güzellemeler yapmışlar. Bunları
anlatıyorlar... Oysa yok o isimde adamlar. Varsa da müslüman falan olmamış,
Muhammed'e güzelleme falan da yapmamış. Sana 10 dakikada elli isim uydururum onlar
gibi Hanım, altmış da hikâye!

Erkek şairlerin erkek sevgililerine yazdığı aşk şiirlerini fonda ney'le, kanunla salya
sümük dinletiyorlar sana. 'Allah aşkı' sanıyorsun...

Sen bittin Hanım! Biterken beni de ülkeyi de bitirdin!

Mercimeği, bulguru alıp oyunu verdiğin adamlar ülkede satmadık bir bok bırakmadılar.

Yakında tarımını Amerikalı yapacak, tarlanın kenarındaki suyun vanası İngilizin elinde
olacak. Su faturasını onlara ödeyecek, tarlanda onlara marabalık edeceksin. Gavur Ziraat
Bankası kadar bonkör olmayacak: Ödeyemediğin borca, krediye karşılık evine, arazine el
koyacaklar.

Oy verdiğin parti ülkeyi iç savaşın eşiğine getirdi sen yine uyanmadın. Sıra gölleri,
dereleri, nehirleri, SUYU SATMAYA geldi Hanım!

Bu seçimlerde de oyunu 'Çalsın ama iş yapsın, satsın ama iş yapsın...dinime sahip çıktı,
gıda kolisi gönderdi, çeyrek altın verdi' dediğin sahtekârlara verirsen sen bittin, beni de
bitirdin şu güzelim ülkeyi de Hanım!

Sana, doğurduğun çocuklarına nasıl bir hayat biçtiklerini hala anlayamadınsa şu resme bir
bak Hanım! Bu çocuğun ensesini senin seçip iktidara getirdiğin adam tırnakladı.

Bu çocuğun ensesindeki tırnak izleri, güvercin gibi ellerinle, oylarınla beslediğin iktidar
partisinin genel başkanına ait. Çocuğun ensesini sıkmış, tırnaklarını geçirmiş.

Şimdi bari tehlikenin biraz olsun farkına varabildin mi Hanım??

Bu pençelere kendini, evladını, ülkenin geleceğini teslim edebilecek misin Hanım?


Edersen eğer, sen de ben de bittik ve en önemlisi bu ülke bitti. Koca Türkiye
Cumhuriyeti'nden bahsediyoruz burada, müsveddesi yok bunun Hanım!

11 Mart 2009
Hepsi de okumuş kızlar!

Haydi de Eminanımla Hayrunisanım çocuk yaşta evlendirilip, kucaklarına bebek de


alıverince okuyamadılar, çalışamadılar, dış dünyayı da ancak erkeğin izin verdiği kadar
tanıdılar haliyle.

Onlardan, gençlikte hamur yoğurup çocuk doğurmaktan, orta yaşta da kılık kıyafetle
siyasi mesaj vermelerinden öte birşey beklenmedi..

Kadın olarak eşlerinin üzerinde ne kadar etkili olduklarını, ailevi meseleleri


konuşmadıklarından bilemiyoruz. Zaten de siyaseten etkin bir konumda olmadıklarından,
Bayan Gül'le Bayan Erdoğan'ı affedip, öbür odaya buyur ediyoruz.

Ama, Nimet Çubukçu, Özlem Türköne, Edibe Sözen, Nükhet Hotar hepsi de okumuş
kızlar. İçlerinde, tarikat mensubu eşle evli olmasına rağmen, evliliğin hukuki bir
sözleşme, boşanmanın da bu sözleşmeyi fesih işlemi olduğunu bileni bile var.

Batı'da okumuşlar, Batı'da yaşamışlar, gelip Alternatifi Olmayan (!) Parti'den vekil
olmuşlar (bu alternatifi olmayan sözüne de oturduğum yerimle gülüyorum ya, neyse).

Bu hepsi de okumuş vekil kızlar, 1 Ekim'de yürürlüğe giren Sosyal Güvensizlik


Yasası'yla;

Eşi ölen kadına 'dul aylığı' bağlanmasının önlenmesine,

Çalışan dul eşe bağlanan aylık oranının yüzde 75'ten 50'ye indirilmesine,

Dul kadınlara, evlendiklerinde ödenen 'çeyiz parası'nın kaldırılmasına,

Kadın sigortalının, evlilik sonrası işten ayrıldığında ya da işten ayrıldıktan sonra


evlendiğinde SSK'ya ödenmiş emeklilik primlerinin yarısını alabiliyorken 1 Ekim'den
itibaren alamamasına,

Kadınların emeklilik yaşının 58'den 65'e yükseltilmesine,

65 yaşında emekli olacak kadına 'emzirme izni' verilmesi komedisine,

Çalışan kadına emzirme izninin patronun insafına bırakılmasına,

18 yaşını dolduran, işsiz ve evlenmemiş kızlar için babaların sağlık sigortası primi
ödemesi zorunluluğuna,

Sağlık primi ödenmeyen 18 yaşından büyük kız çocuğunun hastane masraflarının


ödenmemesine, AKP vekilleri olarak destek oldular.

Çubukçu, Türköne, Sözen, Hotar ve diğer AKP'li kadın vekiller;


.
?Evde örgü, dantel, nakış, yapma çiçek, süpürge, paspas, fırça, sepet vs. yaparak
geçimini sağlayan kadınlara, 15 gün sigorta primi ödeyerek, 30 gün hizmet kazanma
olanağı sağlanmasına, bu tür kazancın gelir vergisinden muaf tutularak? kadına hak
veriliyormuş gibi gösterilip, kadını evde dantel,sepet, süpürge yapmaya mahkum eden
Yasa'ya destek verdiler.

Oysa hepsi de okumuş, çalışan kızlar! Dünyayı tanıyan, islami kurallara uygun
yaşamayan, bağımsız-federe şahsiyetler...

Sırada, Çubukçu, Türköne, Sözen, Hotar ve diğer AKP'li kadın vekillerin destek verip,
alet olacakları tecavüz -pardon- evlenme yaşının 14'e indirilip, mağdureye nikah kıyan
tecavüzcünün ceza almaktan kurtarılması, yani, Hüseyin Üzmez vesilesiyle sübyancılığın
legalize edilmesi var.

Eldeki veriler ışığında, AKP?nin istediği Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı kadın portresini
çiziyorum;

-14 yaşındayken kendisinden çok yaşlı bir erkeğin tecavüzüne uğrayarak, tecavüzcüsü
ceza almasın diye saldırganla evlendirilmiş,

-tesettürlü,

-evde dikiş, nakış, paspas, sepet yapan,

-sağlık güvencesi babası veya kocası tarafından karşılanan,

-bütün hayatı ve sosyal güvenceleri evlendiği tecavüzcünün açtığı şemsiyenin altıyla


sınırlı,

-en az üç çocuklu kadın...

Şu satırları da AKP'nin sitesinden, 'Çalışma Hayatı, İstihdam ve Kadın' başlıklı belgeden


aldım;

"4857 sayılı İs Kanununda getirilen bir diğer önemli değişiklikte, isçinin haksiz ve
keyfi ve geçerli bir nedene dayanmaksızın yapılan fesihlere karşı korunma
getirilmiştir."

'Korunma'dan kastı; işyerinde cinsel tacize uğrayan kadına iş sözleşmesini feshedebilme


hakkı verilmesi. Yani, işi bırakıp evde dantel örmeye başlayarak cinsel tacizden kurtulma
hakkı veriliyor. Yersen!
Say bakalım okur, o iki satırda kaç hata bulacaksın! Ya da hangi dilden Türkçe'ye
çevrildiğini çıkartabilecek misin? Ben Almanca diyorum.

?Hatt galat, manâ galat, imlâ galat, inşâ galat!? (Yazı hatalı, anlam hatalı, yazım
hatalı, kuruluş hatalı!) dedikleri bu işte.

Bu Türkçe'yle ülke idare edenler, yarışmayla 'diksiyonu düzgün, Türkçe'yi ve beden


dilini doğru kullanan' kadın hatip arıyorlarmış.

Kadını sosyal hayattan tamamen silip eve kapatmak, kız çocuklarını tarikat erbabı
sapıklara cariye etmek için, diksiyonu düzgün kadınlara ezberletip söyletecekleri vardır
mutlaka.

Bir de, bazı yolsuzlukları kadınların üzerine yıkıp kendilerini sıyırmaları, kadını evine
yollayacak bir tekmeyi de bu şekilde atmak istemeleri ihtimali aklıma gelmiyor değil.

Lafı fazla dolandırmayıp;

-Gaz tenekesine oturtulduğunda ayağı yere değen kız çocuğu evlenme/kadınlık


çağına gelmiştir.

-Kadın dediğinin bedeni saltanatlı, yatağı ferah, kendisi itaatkâr olmalı.

-Tecavüz erkekliğin şanındandır.

-1850'lerden 2002'ye kadar kadın lehine yapılmış ne kadar yasal düzenleme varsa
iptal edip, bütün Türkiye?yi Batmanlaştırıp ölümpiyat rekoru kırmak niyetimiz
var.

deseler de, biz işimizi bilsek, Nimet, Özlem, Edibe, Nükhet falan da gözlerini açıp
Mormon Tarikatı yaşamlarına özenip vahşileşmiş, dinle kışkırtılmış AKP'li erkekliklere,
balataları yakma pahasına da olsa bir fren koysalar.

AKP'nin kadını, çocuğu çekmeye niyetlendiği çukura bilerek kürek vurmak da bir çeşit
'Yolsuzluk'tur. Hepsi okumuş, dünya görmüş kızların, tecavüz adayı küçük çocukların
gazozuna ilaç katmamalarını, bu yolsuzluğa destek olmamalarını dilerdik.

Tecavüzcü gazeteciyi kurtarma harekatının safahatını elbette takip edeceğizdir.

18 Ekim 2008
Binnaz Seni Cesur Kadın Gördüler!

Ben Green Cardlı vaizin şiir yazabilenini severim. Kuran kursu yıkıldığında ölen kızların
cinsiyetine atıfta bulunmadan 'evlatlarınız', 'çocuklarınız' diyerek pek rafine döktürmüş;

"Hayır boşa gitmedi kurbanlarınız

Milletimiz için sadaka oldu o güzel evlatlarınız

Sabır ve rıza göstermeniz neticesinde

Mahşerde ellerinizden tutacak kurban verdiğiniz çocuklarınız"

Hayatımda okuduğum en cahil, en acımasız dörtlük budur. Bu dörtlükte çocuğa hayat


hakkı vermenin, merhametin, koruma içgüdüsünün zerresi yoktur. Cahil, çocuksuz ve -
Nurettin Veren'in F tipi cemaatten koptuktan sonra yayınladıklarından- etrafındakilere
karşı ne kadar merhametsiz ve sadist olduğunu bildiğimiz imamın, kız çocuklarının
ölümünü doğallaştırdığı vahim bir dörtlüktür.

Ben Green Cardlı vaiz müridi Toplum Mühendisinin ABD'nin rahle-i tedrisinden
geçmişini, özellikle Mormon Eyaleti Utah'tan gelenini, eski Zaman gazetesi köşe
yazarını, profesör ve vekil olanını severim.

Ben değişecek kabinede Bakanlık kopartmaya çalışan vekilin, zamanında"?Seni


Cumhurbaşkanı yapacağız." diye beklentilere sokulmuşunu, eski MHPlisini severim.
Özellikle, Fetullah müridiyle evlenince türbansızından AKP'li olanına bayılırım.

F tipi cemaatin lideri emekli vaiz, UNDP'nin 2008 yılı 'Türkiye?de Gençlik Raporu'nda,
"Kırsal kesimde, kız çocukları 'namusuna halel gelmesin' diye ergenlik çağında
imam nikahıyla evlendiriliyor, Türkiye'de her yıl yüzlerce kadın, kız çocuğu namus
cinayetlerine kurban gidiyor (Östrojen korkusu: Eustrophobia Y.U. -Yazarın
Uydurması-)" yazdığını bilmez ama, devlet eliyle topluma ahlak empoze etmeye kalkan
Prof. Dr. Edibe Sözen biliyor olmalıdır.

Gerçekten çocuklara, gençlere sahip çıkmak niyeti varsa biraz bu yöne bakması, ha bir de
akraba evliliklerindeki ruhsal ve bedensel sakatlıkları görmesi -naçizane- tavsiye olunur.

Green Cardlı vaiz, Google istatistiklerine göre, 'Sex' sözcüğünü en çok arayan ülkelerin
İslam ülkeleri olduğunu, sıralamada Türkiye'nin yedinci, 'Sex' sözcüğünün en fazla
arandığı dil sıralamasında Arapça'nın üçüncü, Türkçe'nin dördüncü sırada olduğunun da
farkında olmayabilir. Prof. Dr. Edibe Hanım, bu gerçeğin altında hangi açlıkların
yattığını da vaize ve AKP'lilere -basit, anlayacakları bir dille- izah etmelidir.

Edibe Sözen çocuklar, gençler için bir şeyler yapmak istiyorsa, linkini verdiğim okuma
parçasına da hele bir yol göz atmalıdır
(http://www.nesinvakfi.org/mektup/2007_06_28.html).
Aziz Nesin Vakfı'nda yetişen çocukların tecavüz iddiasıyla tutuklanıp, tecavüzün vuku
bulmadığı anlaşılana kadar yediği dayakların duyurusudur. Medyanın bir yandan adaletin
bir yandan hırpaladığı, bütün suçu Nesin Vakfı'nda yaşamak olan çocukların feryadıdır.

Edibe Sözen'in Gençleri Koruma Yasa Tasarısı Teklifi, Ciguli?nin Binnaz şarkısını
hatırlattı: "Binnaz seni cesur kadın gördüler / Bütün cümle âlem seni sevdiler"

Geri çekilmiş bile olsa, böyle bir tasarı teklifinin mevcudiyeti, bu toplumu 'ümmet' sanan
zevatın, hakikaten Binnaz'ı cesur kadın görüp, onun üzerinden bir oyun kurmakta
olduklarını düşündürüyor.

Cüceye "Büyüyünce ne olacaksın?" diye sorulmaz ama, şimdilik rafa kaldırılan bu


tasarıya bakınca, 'cüce büyüyünce Aileyi Fazileti Ahlakı Koruma Yasası, Peygambere
Hakaret Yasası, Ramazan Ayı İçin Özel Düzenlemeler Yasası vs. olur' gibi paranoyak
beklemelere girip, "Bir kez Yasasını çıkardılar mı bunun zaptiyesini de hemen kurarlar"
diye huylanıyorum. Altı yıldır ciğerini 'totaliter' olarak okuduğumuz AKP, porno yayın
alanları fişlemeyi yasallaştırmanın peşini bırakmayacaktır.

Bu Tasarı ısıtılıp, başka bir tepside tekrar servis edilecektir. Savunanların toplumun
'muhafazakâr/ahlaklı' locasına kabul edilip, karşı çıkanların 'pornocu' olmakla
suçlanacağı bir tür bölünme yaşanacaktır. Toplum Mühendisinin işinin bir kısmı da
ayrıştırma/bölmedir zaten.

2007 yılında Edibe Sözen'i 'şok Cumhurbaşkanı adayı' olarak göstermeyi


planladıklarını haber veren 21 Nisan 2007 tarihli bir Güler Kömürcü yazısı vardır.
Bulunuz okuyunuz. Ha Kömürcü mü? O şimdi Ergenekon sanığı. Gazetedeki işini de
kaybetti. Birkaç katilin, sergerdenin yanı sıra, bugünü iyi analiz edip yarını önceden
haber verenlere de güzel Türkçemizde 'Ergenekon sanığı' diyoruz.

Freud ekolünde, insan düşünce ve davranışlarının çoğu, bastırmaya çalıştığı arzuların


telafisidir, ikamesidir. Bazı şeyler, gerekli olduğundan değil, bilinçaltında insanın
kendisine bile itiraf etmediği başka bir şeyin sembolü olduğundan arzu nesnesidir.
Bilinçaltına itilmiş arzuların dışavurumudur.

Edibe Hanım?ın porno karşıtı Yasa Tasarısı Teklifini Freudien yorumlayınca, "Edeb ya
Edibe!" diyesi geliyor insanın.

Uzman cehaletinin zulmü de bir başka oluyor Sevgili Marsilyalılar. Akepe?nin bir
yandan evrensel ahlak kurallarını hiçe sayıp bir yandan topluma 'ahlak' empoze etmeye
çalışmasına bir uzmanın nezaret etmesinde bir başka letafet bulmaktayım.

Malumunuz, Tekbir Giyim'in sahibi zatın şahsında üç kadınla aynı anda birlikte yaşamak
yasallaştı. Bir süredir pazarın bereketli geçmesi için pazarlarda hoparlörden dua yayını
yapılıyor. Artık sporcu da olsa, şort, tayt giyen erkekler bile saldırıya uğruyor. Bazı
otellerde sadece yabancılara alkol servisi yapılıyor. Ezanın desibelinden en AKP
destekçisi liboşlar bile rahatsız olmaya başladı.
Sözde laik Hükümet, muhafazakâr ahlakı hayatın her alanında toplumun boğazından
aşağı erimiş kurşun gibi akıtırken, imamlar Kuran kurslarında, din derslerinde çocuklara
tecavüze devam ediyorlar. Çorum'da din dersi hocasının tecavüzüne uğrayan iki kızdan
biri hamile. Yedi kız Çorum'da bekaret kontrolundan geçirilmiş, bazı aileler de kızlarını
başka illere bekâret kontrolüne götürüyorlarmış.

Bir çocuk bundan öte aşağılanamaz.

Prof. Dr. Edibe Sözen'in çıkış noktası, 'yaşı itibariyle tercih belirleme, doğru
muhakeme etme yeteneğinden yoksun olanların cinsellik içeren materyalle erken
tanışmasını engellemek' ise, yapması gereken öncelikli iş; çocukların tercih
belirleyemeden, akıl yoluyla karar veremeden bir dine ?kul? edilmelerinin, kendisine din
adamı diyen sapıkların kucağına oturtulmalarının, gözden uzak dağbaşlarında
beyinlerinin yıkanmasının önüne geçmektir.

Muhakeme yeteneğinden yoksun yaşlarda tanışılan dinsellik, en az muhakeme


yeteneğinden yoksun yaşlarda tanışılan cinsellik kadar zararlıdır. Küçük yaştaki
korumasız çocuklara din öğreten imam, dinsellikle birlikte -dini motivasyonla-
bilinçaltına bastırdığı sübyancı cinselliğini de öğrencisine illa ki enjekte edecektir.

Edibe Hanım ?Edeb Ya Huu!? derken dönüp arka bahçelerine baksındır.

12 Ağustos 2008
Kurutulmuş biber, dantel ve kanaviçe kırlentlere dair

Gözümde buzhane balığı bakışları, ööyle monitöre bakıyorum. Yok yok, o kadar donuk
değil de, daha bir Recep Bey'in youtube'a bakması gibi galiba. Hani bir halt bilmediğini
etrafa çaktırmayan, kısık gözlerle ağır abi bakışı.

Haberin şu cümlesinde iki kaşın arasında derin Polat Alemdar çizgileri oluşuyor;

"Denizli'de geçirdiği trafik kazası sonucu felç olan dokuz yaşındaki Şirvan Duran, Sağlık
Bakanı Recep Akdağ'ın sağladığı ambulans helikopterle Ankara'ya götürüldü."

Helikopter, sağlığımın bakanı tarafından bizzat sağlanmış... Bizzat duruma el konulmuş


veee zaten gerektiğinde her vatandaşa verilmesi gereken bir acil hizmet, Bakan'ın fâni
vücudunda şahsileştirilip, o yüce insanın ihsan eylediği lûtufun haberi okura böyle
verilmiş.

Başımın bakanı da Recep, sağlığımın bakanı da...

Şimdi durup dururken 'At üstünde kuşlar gibi dönen yar, kendi gidip ahbapları kalan
yar' türküsünü neden hiç duymadığıma hayıflandım. Duysaydım, bilseydim, şu anda
kafamın için o türkü çalabilseydi. At üstünde kuşlar gibi dönen yar...kendi gidip ahbapları
kalan yar...

Yazar yarışmasında 'En Kazanmaya Mazhar' bulduğum yazar adayı 'Şeytan Ziyaretime
Geldi' başlıklı bir veda yazısıyla yarışmadan ayrılmış.

Gresham Kanunu hayatın her alanında, her yarışmasında...


Gresham Kanunu acımasız. Bu yarışmada da 'kötü' puanlar 'iyi' puanları kovmuş.

'Sahibinden az kullanılmış kelepir köşe' başlıklı son bir yazı da ben yazsam...üzerine
bir Efes Extra bira çekip uyusam.

Hacı patlıcanı kırağı çalmazmış, uyanınca hacca gitsem... Mazhar'ı ferahlatıyormuş, beni
de ferahlatır mı ki Mekke!

Şikago bir çıksa aradan, Adana'yla parazitsiz konuşsam.

Artık hiç birşey yazmasam da, göçmenlere yaptırılan 3D işlerden (dirty-pis, dangerous-
tehlikeli, demeaning-aşağılayıcı) birine kendi ülkemde kapılansam. Ev temizliği, çocuk
bakıcılığı, kenef, mezbaha temizliği, bulaşıkçılık, döner kesmek, gökdelen camı siliciliği,
asfalt deliciliği hepsi olur...

Kendi ülkemde kaçak mülteci hayatı yaşasam mesela. Fekat bir dönem yaşadığım Batı
ülkelerinin adetlerine, dillerine de öyle bir sıkı sarılsam ki, geri dönmek zorunda kalırsam
oralarda bari uyum sorunu çekmesem...
AKP'nin yeni Sosyal Güvensizlik Yasası, hizmetçilere, dadılara erken emeklilik
imkânı vermişken ondan faydalansam...Evde dantel örsem, kanaviçe kırlentler işleyip
balkonda biberler kurutsam. Üretmeden, hayata katılmadan, erkeğe bağımlı, asalak
yaşamayı 'meslek' haline getiren Akepe'nin ev kadınlarına düzenlediği diplomalardan bir
tane edinsem.

Kadın dedim değil mi? Yanlış!

Ev hanımı, ev bayanı olacak. 'Kadın' cinsellik çağrıştırıyor, oysa 'hanım' ulviyet,


ûhreviyetle dopdolu. 'Bayan' daha bir süslüsüne deniliyor galiba bunun. Daha
dışadönüğüne...çişini umumi tuvalette yapabilenine...

Bunun bir de kutuplardan basık ekvatordan şişkin olanları var, onlara Başbayan deniyor.

Tac Mahal'deki karı-kocanın resmini 'Kadın tüm vücuduyla, bacakları kapalı olarak
erkeğe dönük oturduğu halde, erkek, evlilik dışı tekliflere açık oluşunun bir ifadesi olarak
bacakları ayrık, sadece o fotoğraf karesi için, geçici ve eğreti olarak karısına doğru dönük
durmuş...elleriyle cinsel organını perdelemiş..' diyerek erkeğin saklamaya çalıştığı
birşeylerin olduğunu ima etsem,

Parmaklarını tarak edip ellerini birbirine kenetlemiş, daha evvel aynı masada yemek
yemiş iki kadının resmini; 'Erkeğinde aradığı deri temasını ve manevi desteği bulamayan
kadın, bu temas ve desteği kadın ellerinde arıyor...' diyerek yorumlasam, okur 'Bu bir
köşe yazısıdır' der mi? Yer mi?

Henüz bıngıldağı kapanmamış demokrasimizde konuşulan en yaygın dil şiddetken, döner


bıçağı satır ve copun iletişim aracı halin gelmesi hakkında psiko-sosyo-frigofrik
makaleler döktürsem...

Hatta işi üslûb-u âdiye vursam...

Yetmişlik dedelerin çocuğa, bebeğe, köpeğe meyletmesine dair risaleler kaleme alırken,
bütün kavramlar/sözcükler gibi 'sapık' sözcüğünü de ehlileştirsem, yani 'insani
yönleriyle' ele alsam. 'Maydonoz alırken tazesini arıyoruz da cinselliği körpesiyle
yaşamak isteyene neden sapık diyoruz' zevzekliğinde bir cümleyle..Bunu söyleyen bile
oldu gerçekten.

Cenab-ı Hak'kın CHP'ye hidayet kapılarına ardına kadar açtığı demlerde, genişleyen
dinsel özgürlüklerin hukuku, rasyonaliteyi, cinsel özgürlükleri falan nasıl boğduğunu
sadistçe yazıp dinci/dindar okuru hoplatsam...

Sonra bir bira daha içip 'Sahibinden az kullanılmış kelepir köşe' başlıklı yazıyı yazsam
ve bir yerlere gitsem... Haiti, Vanuatu gibi Türk'ün az olduğu sapa bir yerlere.
USS Mount Whitney Amerikan gemisinin 19 günde bir Boğaz'a giriş-çıkış yaptığını
duymasam, Bushmaster top mu yüklü, CH-60 Knighthawk sistemi mi taşıyor bilmesem
ve umurumda da olmasa.

Diplomalı ev kadını olsam. Sağlığımın bakanının hasta bir çocuğa helikopter tahsis
etmesi yüceliğine sevinsem, minnet duysam.

'Sahibinden az kullanılmış kelepir köşe' başlıklı yazının hamuruna kırık jilet parçaları
katsam.

Sonuna da;

"Bu yazıyı dokuz kişiye dağıtmazsan donunun lastiği kopacak, donun ayak
bileklerine düşecek. Beslendiğin hedge fonlar kuruyacak" notu koysam...

Nimet anlar mı hissiyatı mı? Emine, Recep, Büşra, Kübra, Abdullah, Furkan anlarlar mı?
Yavuz anlar mı?

Karaköy İskelesi'nde görüşemezsek bakiselamlar.com köşemde beklerim Aziz and Azize


okur. Bıkkınlık lodosları savurmada fena halde...

26 Kasım 2008
Doğrasam Akdeniz’i cacık etsem

Malum, hıyar fikir veren sebzeler kapsamındadır. Şu patlıcan sıcaklarında -patlıcan fikir
verdi mi?- hıyar görmek, bendenizde, özellikle haberleri okurken birilerini çintik çintik
doğrayıp Akdeniz'i cacık etme fikri şeklinde tezahür edebiliyor.

Koydum bardağın içine bir hıyar, verdiği fikirleri dercedip light takılmak niyetim vardır.
Montreux Anlaşması delinmiş midir, Boğaz'dan geçen ABD gemilerinin hamulesi çocuk
bezi midir yoksa silah mıdır...

Kerkük'te Türkmenler katliama uğrarken ABD'nin aklına insani yardım gelmiş miydi...
Mersin, Trabzon limanı ABD'nin kontrolunda mıdır, yine sokakta bomba mı patlamıştır
umurumdan hariç. Bugünkü dersimiz hıyar... Sebzeye bakıp fikredeceğim.
Hıyarlığımdan!

Ha! Telaşa mahal yok, Müşerref Türkiye'ye yerleşmez. Belki bir yazlığı olur, arada gelir-
gider ama, sonunda ya Dubai'ye yerleşir ya İngiltere'ye. Benazir de Pakistan'a dönmeden
önce Dubai'de yaşıyordu. Halk açlıktan ölürken hırsızlıktan zengin Pakistanlı
politikacıların hepsinin İngiltere'de ve Birleşik Arap Emirliklerinde milyon Dolarlık
kaşaneleri olur, devrildiklerinde de evlerine dönerler.

Bardağın içindeki hıyara baktıkça fikirsel çağlayanlar şeyediyor...

Antalya'da havuzu beyaz altın kaplamalı tatil köyü açılmış. Adama fiberglas, seramik şu
bu yetmemiş, havuzun dibine altın döktürmüş. İsrafın bu derecesini akıl edebilen
arkadaşın sırf beyin denilen organıyla Akdeniz, kral dairesinin bir gecesine 18 bin Dolar
verecek müşteriyle de o altın kaplamalı havuz cacık olur.

Yine o fikir veren sebzeye takılıyor gözüm;

İşi bilen makyöz Nicole Kidman'ın hokka burnunun üstüne plastik kanca burun takar
Virginia Woolf'u oynatır, makyajla anneannemi Cate Blanchett'e, Brad Pitt'i babama
benzetir. Bizim akl-ı evveller de Çiller'e benzeyeceğim diye narkoz alır, ameliyat olurlar.
Bunu akıl edenle de, ameliyat edenle de Akdenizi cacık etmek suretiyle şu gavur hamamı
sıcaklarda bir nebze ferahlama fikri oluşuyor bendenizde.

Görüyorsunuz, hıyarın Müslüman kadınların fikrini bozacağını söyleyen İslami örgüt


haklı çıktı.

Gümüş dizisinin, Arap ülkelerinde kadınlar ve aile hayatı üzerinde tahribat yaptığını
duyunca "Nedir bu olay?" diyerek, hiçbir fedakarlıktan kaçınmayıp, sırf Gazeteport
okuruna doğru bilgi aktarabilmek uğruna bir bölümünü seyrettim. Zor oldu, fekat sonuna
kadar dayandım (Bkz. 57. bölüm).

Bardağın içindeki sebzeye baktıkça, Gümüş'ün yönetmeninden, senaristinden falan da


cacık etme fikri aklıma düşüyor. Marmara Denizi'ni...
Dizide; Konyalı Leydi Şerife -pardon- Güngör Bayrak kasmış, -püriten mi desem- ahlaklı
bir anne. Mehmet/Muhannad'ın (Kıvanç Tatlıtuğ) karısı olan kızcağız da belki rolünü iyi
yapacak da, aklında filim setinden çıkınca buluşacağı sevgilisinden azar işitme korkusu
var gibi;

"Neydi o balkon sahnesinde öyle, herif senin kulağına falan yumuluyo! Yaklaşmasın o
kadar!"

Muhannad desen -Allah çirkin şansı versin bu çocuğa, bir erkek bu kadar mı 'şeftali'
olabilir- henüz elini kolunu nereye koyacağını öğrenme aşamasında. Fekat, o çocuk öyle
dursun, kamera etrafında gezinsin, yakın plan, boy moy çeksin, gözlere zoom yapsın
yetebilir.

Gümüş dizisi; senaryosu yazılıp, mekan vs. bulunup filim yapımına girişilmiş gibi değil
de, hoş bir yalı kumarhane yapılmak için kiralanmış, tadilat sırasında cacık ekmek yerken
yanında rakı da içen bir badanacı, yalının yeni sahibine "Yaw abi, kumarhane yapmasan
şurayı, çok güzel dizi felan çekilir burda" demiş, fikir yalıyı kiralayanın da aklına yatmış,
oracıkta mekana uygun senaryoyu muslukçu, fayansçı, badanacı elbirliğiyle bir saatte
peçeteye yazıvermişler gibi.

Casting, yalıya çimento getiren kamyonetin şoföründen. O şoför de sanıyorum Ekrem


Bora'nın köylüsü.

Mısırlı bir din adamı, dizinin aile hayatına kötü etkisi olduğu yolunda fetva vermiş.
Doğrudur, bu dizi aile hayatını bozar. Mesela, bizim evde biri bu diziyi seyretmeye
kalksa "Git uzak bir yerde seyret" diye televizyon arabanın bagajına konulup gönderilir,
arkasından su dökülür.

Dizinin zeka katsayısını düşürmek suretiyle de aile düzenini bozması ihtimali hayli
yüksektir. Bazı Arap ülkeleri yasaklamakla doğru yapmışlar. Gümüş dizisi Arap aile
hayatına bir Türk komplosudur (Yazarınız burada Mona Lisa?nın kaşlısı ve dişlisi
sırıtmalarında).

Muhannad'ın yakışıklılığına gelince, bu konuda bir diyeceğimiz olamaz. "Biz de


bunlardan çok var" deyip, ikinci kez ve tipini hafızaya nakşetmeye kalkmadan
bakılmayacak bir tip değil. Kısmeti de açık. 17 bin Arap kızı "Muhannad benimle evlen"
diye nesli ıslah fikirleri geliştiriyor.

İstanbul'a gelip dizi dekorunu okşayan mı istersin, Muhannad'ın dokunduğu pencere


pervazlarını koklayan mı istersin, Arap kızlar duygusal şizofreniyle fetişizm hamurundan
baklava açmış, üzerine de Tatlıtuğ şerbeti dökmüş. Afiyet olsun! Bizde de
Muhannad'lardan fazla yok ama belli ki bizim kadınların gözü aç değil.

Gümüş yüzünden, Müslüman ailelerde yemekle birlikte içki de içilebildiğini, evlilik dışı
çocuk da doğurulabildiğini gören Arap kadınların kafası karışmış. Karışır! Bir de dublajı
Suriye Arapçası aksanıyla yapmışlar ki, daha bir lezzet katıyormuş diziye. Biz tabii
Türkçesini seyrettik, Suriye aksanının letafetine vakıf olamadık.

Muhammed değil Muhannad deyip duruyorum, yanlış yok! Arap kızların Tatlıtuğ'a
hayranlık sitelerinde isim Muhannad olarak geçiyor. Mehmet Muhammed'e çevrilmiş
olabilir ama, ağızlarının suyunu akıtan bir erkekten de peygamberin adıyla bahsetmek
Müslüman kızları rahatsız etmiş. Muhammed değil Muhannad diyorlar.

Eminim, Muhannad'ın tipinden hoşlanan Arap kadınlar David Beckhamları, Brad Pittleri
de yakışıklı buluyor, sarışın erkeği bol Amerikan dizilerini de seyrediyorlardır. Fekat
Müslüman kadın, gavur erkeğine olan hayranlığını poster şeklinde duvara raptedemez.
Muhannad?la Beckham, Pitt arasındaki fark haram-helal farkıdır. Muhannad, nüfus
cüzdanında İslam yazan bir müslüman çocuğu, kasap vitrinindeki sertifikalı helal ettir.Eti
sünnetlidir.

İslam ülkelerinde, kadının maddiyatın fazlasını istemesi kusurlu davranış değildir.


Altınsa altın, entariyse entari, parası verilir alınır. Lakin, kadının sevginin biraz fazlasını
istemesi suçtur ve cezası ağırdır.

Ha bardağın içindeki sebzeye bakıyorduk değil mi! Bahçede yetiştirdim, organik yani.

İslam ülkeleri kadınlarının da biraz organik de olsa bir tür feminizm geliştirmeye
başlaması bir Türk erkeği ve zeka katsayısı düşük, cacık bir dizi sayesinde oluyor.
Hayırlara vesile!

Kıvanç Tatlıtuğ'un yakışıklılığına bizim Araplaşmaya çalışan kadınların reaksiyonu nedir


acaba? Merak ettim de.... Arap bacıları gibi, oğlanı ekranda gördükçe nesli ıslah projeleri
geliştiriyorlar mıdır, yoksa herhangi bir Türk kadını gibi "Ay geçen bölümde var ya..."
deyip çekirdek çitlemeye devam mı ediyorlardır?

Bu hıyarı doğrayıp cacık ediyorum, daha fazla fikrimi bozmasın. Bazı iddianameleri
falan da hatırlatır da bana, neme lazım. Sonu yok...

Ağustos 2008
Muhtelif Kürt açılımı yazıları
Kürt Kadınlarında Stockholm Sendromu

"Korucu kızı Hevidan, çok küçüktü, 12 yaşındaydı. Apo'nun çıkardığı "korucu


çocuklarını kaçırıp PKK'lı yapma" kanunuyla kaçırılıp getirilmişti. 1997 Temmuz'unda
16 yaşına basmıştı. Kaçma planları yaptı ama anlaşıldı, tutuklandı. İnfaz kararı
verildikten sonra Hevidan'ın eline kazma kürek verip mezarını kazdırdılar. Temmuz
sıcağında çukur açarken söylediği türkü dağlarda yankılanıyordu. Son isteği
sorulduğunda af dilemedi. "Kahrolsun Apo" dedi, o köylü kızı. "Ahım sizin boynunuzda
kalacak!" İnfaz mangasında tek bacağı protezli Siirtli Rengin, Hevidan'ı gözünü
kırpmadan taradı. Ölmüyordu bir türlü. Kadınlar başını taşlarla ezerek öldürdüler."

Yüreğinizin orta yerine taş oturdu değil mi?

Devam edin okumaya:

"Öcalan'ın Şam'daki evine Yoğunlaştırma Evi denir. Yoğunlaştırma Evi'ne bakire, genç
ve güzel kadınlar alınır. Vahşi, "çöl güzeli" kızlardan hoşlanırdı ama sarışınlara daha çok
ilgi duyardı. Ben de Yoğunlaştırma Evi'ne çağrıldım. Apo bir gün beni masaja çağırdı.
Gittim, ılık su dolu leğendeki ayaklarını yıkadım. Hani köy ağaları gibi. Beni azarlamaya
başladı, bilmiyorum diye. Sırtüstü uzandı, şimdi bütün vücuduma, dedi. Anladım neler
olacağını. Çünkü cinsel istek uyandığını gördüm. Soyun, dedi. Soyundum. İç
çamaşırlarını da çıkar, dedi. Ayağa kalkıp sarılıp sıkınca korktum. Kendimi savunmak
için Apo'ya vurdum. Üç yumruk attı yüzüme ve kafama. Küfretti bana. "Düşkün, fahişe,
rezil kadın. Seni özgürleştirmeye, tabulaştırdığın zincirleri kırmaya çalışıyorum" dedi.
Titrediğimi görünce kovdu beni. "Sen köle kalacaksın!" diye bağırdı. Ama bu daha ilk
denemeydi. Dışarıda bekleyen tecrübeli kadınlar, beni psikolojik olarak hazırlama
toplantısına çağırdı. Ağladım. İçlerinden biri, Osmanlı Sarayı'ndaki Valide Sultan
gibiydi. Beni azarladı. "Başkan bizi özgürleştiriyor. Sen özgürleşmek istemiyor musun?
Başkana erkek gözüyle bakıyorsun. O başkan, o zincirlerimizi kıran bir peygamber."
Beni akşam yemeğinden sonra yine çağırdı Apo. Bu kez çözümsüzdüm. Kime derdimi
anlatacaktım? O ana kadar ölüme hiç bu kadar yaklaşmamıştım. Bekaretimi aldı. Sonraki
günlerde iki kez daha sevişti benimle."

Okumaya devam;

"Mardinli Rojin'in bir eli yoktu. Hamile bırakıldı, üst düzey bir komutan tarafından.
Sonra da idam edildi. Tecavüzcü ise şu an Osman Öcalan'ın partisinde. Yedi aylık hamile
Ronahi'nin Zele'de infaz edildiğini Osman Öcalan da Cemil Bayık da iyi biliyor. Çünkü
onlar karar verdi. 1991'den beri arkadaşımdı. Suriye-Kamışlılı'ydı. Son isteğini sordular.
"Çocuğumun hayatını bağışlayın. O doğduktan sonra beni idam edin" dedi. Suçu, biriyle
ilişki kurmasıydı. Babasına dokunmadılar. Ronahi, karnını kuşakla bağlıyordu ama
büyüyünce gizleyemedi. Açığa çıktı. İnfaz manga komutanı, Cemil Bayık'a, Ronahi'nin
son isteğini söyledi. Cemil Bayık, "Hayır, idam edin" dedi. Karnında bebeğiyle
öldürüldü."

---
Bunlar, 1991'den 2003'e kadar dağ kamplarında sürünmüş PKK militanı Kürt kızı
Dilaram'ın "Özgürlüğe Kaçış" anı-romanından.

---

Önce Emine Ayna (Ahmet Türk yumruklandığında) konuştu. "Namertçe kadınlığımıza ve


cinselliğimize saldıranlar bir gün utançlarından yüzlerini yerden kaldıramayacaklar"dedi,
'fesüphanallah' çekip sustum...

Sonra Kürt kadınları çocuk istismarı, cinsel taciz, tecavüz ile çocuk ölümlerini protesto
etmek için yürüdüler. Ellerinde "Meclis'i basarız Başbakanı asarız" pankartı.
Recep Bey'i savunmaya geçmek içimden gelmedi, sustum...

Sonra bir günde 12 asker öldürüldü, 14 asker yaralandı.


İçimiz kan ağlarken BDP-PKK'lı vekil Gültan Kışanak konuştu. "Arkadaşlar hergün
oluyor. Sayı 1 ya da 10 ne farkeder?" dedi. Yine fesüphanallah, sustum...
En son, nikah memurunun 'yazar' eylediği Nazlı Ilıcak konuştu. "PKK muhatap
alınsın"dedi.
Daha fazla susamayacağım!
Tane tane yazacağım...Emine, Nazlı, Pervin, Fatma, Gülten, tüm PKK destekçileri
anlasın diye.
---
Raporlar, anketler, röportajlar gösteriyor ki; Güneydoğu'daki kadınlar en fazla cinsel
taciz-tecavüzden, , şiddete maruz kalmaktan (yani 'töre'den), çocuk istismarından
şikayetçidir. Sonra işsizlikten, fukaralıktan. Ve devletten yeterince yardım görmemekten.

Geleneksel 'ulusal dayanışma' önce Güneydoğu'da bozuldu. Dayanışma bozulduğunda,


doğal olarak 'kökene dönme arzusu' başgösterdi. 'Terkedilmiş çocuk' sendromuyla
güvenebilecekleri, dayanabilecekleri bir 'baba'ya ihtiyaç duyduklarında, baba koltuğunda
Abdullah Öcalan oturuyordu.

Babaları, dağda kadınlardan güzellerini seçip, döve döve tecavüz ederek 'özgürleştirdi'
(!). Hamile kalanı öldürttü. Babanın çetesi, bu ülkede barışın, özgürlüğün, umudun
yollarına mayın döşerken, kadınlar dağda doğurdukları çocukların adını Barış, Özgür,
Umut koydular.

Baba'nın çetesi, köy basıp militan toplarken, ev yıkar köy yakarken Güneydoğu'lular
şehir varoşlarına kaçıştılar. Kadınları 'temizlikçi' oldu, erkekleri hamal.

1999'da yakalanan 'liderlik', 'peygamber', 'baba' Öcalan, uyuşturucu imalatı ve


kaçakçılığından, silahlı bölücü terör örgütü kurmak-yönetmekten, katliamlardan
yargılandı. Mahkeme'nin gerekçeli kararında "Göçlerin, köy boşaltmaların ana kaynağı
ve sebebi PKK terör örgütüdür" ifadesine Öcalan'ın bir itirazı olmadı. Avukatlarından biri
Aysel Tuğluk'tu.
Şimdi Kürt kadınları, hesabı henüz sorulmamış tecavüzlerin hesabını sormak yerine,
Öcalan posteri açıp "Barış! Özgürlük! Tacize-tecavüze son!" gösterileri yapınca 'şaşırma'
hakkımı kullanıyorum.

Taciz-tecavüz, çocuk istismarından şikayet edenlerin, neden Nimet Çubukçu'yu, hasıraltı


ettirdiği "Güneydoğu'da Çocuk İstismarı Raporu"nu açıklamaya zorlamadıklarını
anlamıyorum.

Güneydoğu'da 'kadına şiddetin, çocuk istismarının önlenmesi' işini imamlara havale eden
İslamcı AKP'ye, Kürt kadınları, islamcıların bu konuda sabıkalı olduğunu hatırlatmalılar.
Birileri çıkıp, İslamın nasıl güçsüzü, kurbanı cezalandıran bir din olduğunu da anlatmalı.

Güneydoğu'lu kadınların, bir yandan çocuk istismarını protesto ederken, neden bir
yandan da Filistin'e özenip, çocukların eline taş verip yanlış zamanda yanlış yerde yanlış
hedefe yönlendirdiklerini düz akılla anlayamıyorum. Çocuğu manipüle etmek kolay
olduğu için mi?

PKK destekçilerinin, Öcalan'ın Mahkeme'ye beyan ettiği 250 milyon dolar yıllık gelirini,
uyuşturucudan değil de dergi satışından, dükkan haracından topladığına inandıklarını da
sanmıyorum.

Ellerinde PKK bayraklarıyla "Bölge ihmal edildi" diye yırtınanların, PKK'dan


Diyarbakır'a yatırım yapanların iş makinelerini, petrol tesislerini yaktığının hesabını
neden sormadıklarını da (kıt) aklım almıyor.

Tecavüzcü Öcalan yakalandığında, üzerinden bilmemne marka saat, S. ve RB. marka


gözlükler çıkmıştı. DTP-BDP-PKK'lı kadınlar da Meclis'e girdiklerinden beri iki şey
yaptılar: Öcalan propagandası ve gardroplarını marka giyim-aksesuarla düzmek.

Rojin, Hejin, Berivan! Sözüm insanlığını değil etnisitesini öne çıkartan, PKK'ya destek
veren Kürt kadınlarına!
Tecavüz güç gösterisidir, 'cinsellik' değil. İktidar/güç gösterisi beden üzerinden işler. Sen
insanın en değerli varlık olduğunu çocuğuna öğretmezsen, kimse öğretmez. Sen
uyuşturucu baronlarının kıçına takılıp memenden kankırmızı şiddet emzirirsen, ne akan
kan durur, ne sen taciz-tecavüzden kurtulursun. Şu peşine takıldığın adamların kadınların
çapına bir bak hele...
Kürt kadınları! Gelin sorgulamaya önce 'halkınız'a ihanet ederek başlayın. Birşeyleri
düzeltebilmek için önce ona ihanet etmek gerekir. Cerahate önce neşter...
Gelin kadın olarak uğradığınız bütün saldırıları kendiniz anlatın bu topluma.
Çocuklarınızı kimden-neden koruyamadığınızı anlatın. Çıkın anlatın abinizin, amcanızın,
babanızın tecavüzünü. Yamultulmuş haberlerden değil sizden duyalım gerçekleri.
Çözümü birlikte arayalım.
Başbakanı asmaya kalkacağınıza, cinsel soruna da ekonomik soruna da 'dinsel' çözüm
önermesinin hesabını sorun! Sizleri korumayı neden imamlara havale ettiğinin hesabını
sorun! Kadın Bakanı'nın ne hakla 'bekaret'i savunabildiğini sorgulayın!
Önce kendi bedeniniz üzerindeki egemenliğinizi erkeğin elinden alın bir. Sonra 'egemen
devlet' lamba kümbe arayışına girersiniz. Önce kendi çocuklarınızı uyuşturucu
tüccarlarının elinden kurtarın hele, sonra Filistin'linin çocuklarını kurtarırsınız.
Kürtler iddia ettiğiniz gibi bir 'ulus'sa, önce akraba evlilikleriyle bataklığa dönmüş
genetik havuzunuzu bir temizleyin hele! Meclis'e soktuğunuz vekillerden akraba
evliliğini yasaklayan yasalar talep edin.

Bedava dağıtılan çamaşır makinesini alıp kümese folluk yapacağınıza, iktidardan o


buzdolabının parasını, onurununuzla, emeğinizle kendiniz kazanmak için iş isteyin! "Sen
bana iş bulmak-yaratmak zorundasın" diye ihtar çekin. Hobareyy abareyy diye Başbakan
asmaya kalkmayın da, Başbakan'dan 'Tehlikeli işte çocuk çalıştırma'nın cezası 904 YTL
iken, o cezayı neden 100 YTL'ne indirdiğinin hesabını sorun.

Tecavüzcünüzle evlenmeye razı olduğunuzda, adamın ceza almasını engelleyen Yasa


maddesini Meclis'tekilerin kafasına geçirin mesela!

Erkekten, politikacıdan 'ahlaki' davranmasını beklerken, kendi ahlak çıtanızı da


yükseltmeye çalışın. Mesela kaçak elektrik-su kullanmaya itirazınız olsun. Başkalarının
hakkını, vergisini gasp etmeye itirazınız olsun. Kullandığı suyun parasını ödemeyen
Diyarbakırlı'nın hangi parayla bir günde 3 milyon 3G telefonu aldığı sorusu sizi rahatsız
etsin.

Rojin, Hejin, Berivan!

Peşine takıldığın adamlar, evini, köyünü yakıp seni göç mağduru eden tecavüzcülerin!
Savunduğun adamlar, kan davasında öldürülmekten kurtulmak için bile kadını 'berdel'
veren aşiret düzeninin savunucuları!
Amerika'nın kucağında kalkıştığınız, 'bağımsızlık mücadelesi' sandığınız bu terör, aslında
Batı'nın su, petrol, maden yatakları ve uyuşturucu trafiği paylaşım savaşı!

Al sana, eski PKK militanı, Kürt kızı Dilaram'ın kitabından bir paragraf daha:

"Tecavüz edenlerin cezalandırıldığına hiç tanık olmadım. Tecavüze uğrayan kadın hep
susmak zorundaydı. Eğer susmazsa erkek, yetkisine yaslanıyordu. Merkez Komitesi
üyelerinden biliyorum, yetkileri nedeniyle istediği kadınla birlikte oldular. Kadın asla
şikayetçi olamadı. Kadın bir raporla bildirmek istese bile o rapor, ancak tecavüzcü
komutanının eliyle Suriye'ye ulaştırılabilirdi. Komutan hiç kendi tecavüzünü yukarıya
bildirir mi!"

Rojin, Hejin, Berivan! Elinde tecavüz-uyuşturucu-haraç çetesinin başının resmiyle,


bayrağıyla bu neyin taciz-tecavüz protestosu?

Amerikalı Irak'ta milyonlarca kadına tecavüz etti, fuhuşa zorladı. Bırak Irak'lı kadını,
herif kendi kadın subaylarına bile tecavüz etti yahu! Şimdi Amerikan planlarının tam
ortasında olduğunu bile bile bu neyin özgürlük mücadelesi?
Yoksa 'töre adına', 'örgüt yararına' tecavüze uğrarken şimdi de Filistin olup, 'Allah adına'
hamle edecek tecavüzcü mü arıyorsun? Ya da 'Amerikan çıkarları' uğruna abanacak
eroinman asker?

Nazlı, şimdi de sen söyle! Türkiye Cumhuriyeti bu uyuşturucu baronu tecavüzcülerle mi


masaya otursun? Hadi destek at, akıl ver Türkiye'nin yeniyetme devlet olmadığını
anlaması 8 sene sürmüş yeniyetme başbakanına!. Bak, gündemi kendisi belirleyemeyince
nasıl da şaşkın yüz ifadesi Şemdinli sınır karakolunda.

Hadi Nazlı! PKK'lıların özgürlük savaşçıları olduğunu anlat bize... Ama önce şu kitabı
bir oku!

22 Haziran 2010
'Keser döner sap döner' demeyin sakın

Bugünlerde tahammül edemediğim o söz pek fazla kullanılır oldu. 'Keser döner sap döner
gün olur hesap döner.'

Dönmez birader! Hesap sormayı zamana, gün olura, ahirete bıraktın mı kaybettiklerini
geri almaktan, hesaplaşmaktan vazgeçtin demektir. 'Gün olur...' diyecek gün kalmadı,
bugün itibariyle yumurta eksoz borumuza dayanmıştır.

1952'de Başvekil Menderes NATO'YA katılma heyecanıyla 'ölümsüz Türk-Amerikan


dostluğu?'ndan söz edince ABD Dışişleri Bakanı J.F. Fulles cevabını verir; "ABD?nin
dostu yoktur, çıkarları vardır."

2009 Ağustos'unda Türkiye'nin geldiği nokta ise şudur: Türkiye?nin çıkarları yok,
dostları vardır. 'Komşularla sıfır sorun politikası' da bu haysiyetsizliğin sloganıdır.

İzmir?de yeni kurulan NATO Hava Karargâhı ve Türkiye?deki tüm NATO


karargâhlarında görev yapanlara 'diplomatik ayrıcalıklar' tanıyan (Ankara Anlaşması'na
ek) anlaşma imzalanmış. Tarikat yandaşı ve tarikattan korkan medya, haberi 'NATO
personeline ucuz içki' hafifliğinde verdi.

Bir diplomatik temsilcilikteki 15-20 diplomata Cenevre Sözleşmesi uyarınca vergi, yargı
vs. muafiyeti tanınması anlaşılır da 'karargah' denilince içine kaç yüz kişi, kaç bin kişi
girer... er'inden patates soyucusundan generaline kadar hepsine mi vergi/yargı muafiyeti
tanınmış göreceğiz.

Ergenekon adı altında mıntıka temizliği yapılıp NATO karşıtları önceden derdest
edildiğinden, NATO askerine tanınan ayrıcalıklar konusu fazla dillenmeyecektir. Taa ki
NATO kimlikli Amerikan askerleri etrafı kırıp dökmeye başlayana kadar.

'Kim kimle neyin meşveretini yapıyor?' diyorsanız,

AKP - Fetullah tarikatı- DTP (PKK)- Barzani marzani hepsinin kıblesi Washington,
Washington'ın da derdi ?kendi çıkarları? icabı harita güncelleme yani İŞGAL
projeleri.

6 Ağustos geldi geçti, tek tük Hiroshima?nın bilindik siyah beyaz resimleri medyada...

'Hepimiz Ermeniyiz' derken bademciklerini tahriş eden, zorunlu tehcir için Türkiye?ye
özür diletmeye kalkanların, Hiroshima'da bir saniye içinde 70 bin Japon'un etleri
eriyerek yok olmasından SOYKIRIM diye bahsettiğini duydunuz mu hiç?

Duyamazsınız. O özürcü libojjjların da kâbesi Washington'dur a ondan. ABD soykırım


yapmaz (!), 'savaşı bitirecek savaşlar' yapar.
ABD işgal etmez 'terörle mücadele eder.' Irak'a girmesi 'diktatör devirip demokrasi
getirmek' (!) içindir. Pakistan'ı, Afganistan'ı işgali 'terörle mücadele'dir.

TSK?nın gerçek 'terörle mücadele'si ise 'savaş' tanımına sokulup 'barış görüşmeleri'
yapılır. 'Ateşkes, savaş esiri' vs. gibi savaş terminolojisi kullanılarak 1990'lardan bu yana
görevi 'yeni haritalar çizmek' olan NATO ordusuna gel gel edilir. Oysa savaş da barış
da 'devletler arasında' yapılır. Terör örgütüyle barış görüşmesi yapılması söz konusu
olamaz.

AKP'nin işkembeden bağlı olduğu tarikat şeyhi Amerika'da yaşar. DTP(PKK) Genel
Başkanı AKP Genel Başkanıyla görüşür, sonra gider ABD Büyükelçisi'nle yemek yer.

Ertesi gün DTP (PKK)?nin Washington'da 'temsilcilik' açtığı bildirilir. Hayırlı olsun!
Mübarek olsun!

Afganistan'ı Pakistan'ı nasıl CIA marifetiyle kurduğu Taliban bahanesiyle işgal ettiyse
Türkiye için de o bahane PKK olacaktır. Adam demiş: "Dostum yok çıkarım var" diye.

Mahmur Kampı?ndan 11 bin terörist Türkiye'ye getirilip kimlik verilecekmiş. MİT tek
tek görüşerek beklentilerini belirleyecekmiş (yazar burada gülse mi ağlasa mı bilemez.
53 yaşına kadar bir kez bile bir devlet görevlisi 'Beklentilerin nedir kadın?' diye
sormamıştır).

Kimlik yetmez, teröriste TOKİ'den ev, araba, beyaz eşya da verilmeli. Hatta dağda
geçirdikleri zaman sigortalarına sayılıp 35 yaşında emekli maaşı bağlanmasının da önü
açılmalı.

'Demokrasi' dediklerinin self ?determinasyon, otonomi olduğu ortada. Onbinlerce talimli


katilin Türkiye'ye sokularak iç savaş zemini yaratılacağı da öyle...

Amerika, NATO, şu bu herşey bir yana, ben de 7 yıldır AKP'nin ciğerini okuduysam
eğer, iç savaş tamtamları çalınırken TSK'yı tasfiye arzusunun altında (AB, ABD
talimatlarının dışında) bir tek şey vardır: ülke savunmasına ayrılan bütçenin
hortumunu kendi cebine bağlamak. Askeri arazileri rant için satışa çıkartmak...

AKP-ABD-AB korumasındaki Kürtler (*) 'Kosova da NATO sayesinde bağımsızlığını


kazandı. Şimdi sıra bizde' diyerek lü-lü-lü çekiyorlar. Oysa, 1980'lerde, Kosova eski
Yugoslavya?dan ilk kopacak özerk bölge gibi duruyordu. Öbür eyaletlerde asayiş
berkemalken Kosova'da kanlı çatışmalar sürüyordu. Ne oldu? Önce en zengin eyalet
koptu: Slovenya. Kansız, deklarasyonla.

Güneydoğu'ya -cambaza- bakarken Trakya'yı da gözden kaçırmayalım derim. Ne de olsa


bölünmenin önemli işaretlerinden Bölge Kalkınma Ajanslarının ilki Trakya'da
kuruldu.
(*) 'Kürtler' yazarken ayrımcılık, ırkçılık yapıyormuş gibi rahatsız oldum. Oysa kendileri
DTP için 'Kürt ulusal partisi' tanımını kullanıp aynı cümlede "Türk halkı bu partiyi Kürt
partisi olarak diskrimine etti" yazabiliyorlar.

7 Ağustos 2009
Açmam açamam! Söyleyemem açılımımı hiç kimseye

Açılım dedikleri; "Güneydoğu'ya huzur/refah getiremiyorsan


huzursuzluğu/fukaralığı bütün Türkiye'ye yay, genelleştir" operasyonudur.

En önemlisi de AKP+tarikatların zenginliğinden, yani soygundan Güneydoğulu aşiret


ağalarının pay istemesidir.

Bundan böyle soyguna aşiretler de dahil edilecektir.

---

Güneydoğu?nun diğer bölgelerden farkı; aşiret ağaları - tarikat şeyhleri - PKK


üçgeninde sıkışmış olmasıdır.

-AKP de bünyesinde çok sayıda aşiret ağasıyla tarikat şeyhi-müridini barındırır.

AKP, 'yeniden yapılanma' etiketiyle dokusunu bozduğu Türkiye'de, tarikatları ülke


genelinde yaymış, güçlendirmiş, sıfır noktasında teslim aldığı PKK terörünü 'toprak
talebi pazarlığı' noktasına getirmeyi becermiştir. AKP'li bir vekilin TIR?ında eroin
yakalanmıştır.

AKP'nin Güneydoğu'da aşiret-tarikat-PKK üçgenini kırmak niyeti olmadığı gibi, tersine


tüm Türkiye'yi bu üçgenin kıskacına sokmuştur. Şimdi sıra tarikatlara sağladığı
zenginliği aşiret ağalarıyla da paylaşmaya gelmiştir.

Hükümetin sosyal projeler (!) için ilk etapta Güneydoğu'ya pompalayacağı 145 milyon
Lira'nın istikameti, aşiret ağalarının şalvar cebi olacaktır.

Güneydoğu'da sorunu çözecek olan, ağalık düzenini-teröre desteği-sadaka için


tarikatların eline düşmeye son verecek olan düzenleme toprak reformudur. Aşiretlerle-
tarikatlarla ve hatta PKK'yla organik bağ içindeki iktidar partisinin bu sömürüyü, baskıyı
yıkmak değil yaymak niyeti olduğundan toprak reformu bu ne idüğü belirsiz açılımın
hiç bir yerinde yoktur.

-Her dönemde, Türkiye'den kişibaşına düşen silahın en fazla olduğu bölge


Güneydoğu'ydu. AKP silahlanmanın da Türkiye genelinde yaygınlaşmasını sağlamış, son
yedi yılda bireysel silahlanma 'her üç evden birinde silah' bulunması derecesine
gelmiştir.

2008 yılının ilk üç ayında silah kullanımında tesbit edilen artış yüzde 57'dir. Cinayetlerin
yüzde 60'ı silahla işlenmiştir. AKP tüm Türkiye'yi 'silahlanma' konusunda
Güneydoğululaştırmış, Güneydoğululaştırmaktadır.

-Güneydoğu, Türkiye sınırları içinde en fazla kadının 'gelenek terörüne' kurban gittiği
ya da intihar ettiği, kadına baskının en vahşi şekliyle yaşandığı bölgedir.
Güneydoğu'da kadın; iş hayatından soyutlanmış, görevi ev işleriyle ve çocuk
bakmakla sınırlı, hakları olmayan, eğitimsiz, erkeğine itaat eden, tecavüz kurbanı
olduğunda dahi öldürülüp ortadan kaldırılmasıyla erkeğin namusunun temizlendiği
öküzden sonra gelen cinstir.

AKP'nin Türk kadını için tasarladığı hayat da bundan farklı değildir. AKP Türkiye
genelinde tüm kadınların hayatını Güneydoğululaştırmak istemektedir.

- Kültürler ya baskıcı olur ya özgürlükçü.

Ahlakı, kültürü, uygarlığı islamiyetle açıklamaya çalışan AKP'yi 'baskıcı' bulmayan,


sadece bu partiden nemalanan aşiretler-tarikatlar-liboşlar ve PKK?yı destekleyen AB-
ABD?dir.

Din daima baskıcı kültürden yanadır ve AKP'nin temel planı Türkiye Cumhuriyeti'ni
baskıcı bir din devletine çevirmektir.

Yedi yıl önce 'baskıcı kültür'ün en yoğun olduğu bölgemiz Güneydoğu iken, baskıcı
kültür bugün tüm Türkiye çapında hissedilmektedir. AKP bu konuda da tüm Türkiye'yi
Güneydoğululaştırmıştır.

-Yedi yıl önce de Güneydoğu'da görev yapan asker, polis, kendilerini 'yabancı bir
ülkede işgal kuvvetleri' gibi hissediyorlardı (Bölge halkı tarafından hissettiriliyorlardı).
AKP sayesinde TSK'nın açık açık işgal kuvveti olduğu söylenmeye, TSK'nın oradaki
varlığı sorgulanmaya başlandı elhamdülillah (!).

TSK'yı pasifize/terhis etmeyi birincil görev addeden AKP, bugün TSK'yi Ergenekon
etiketiyle 'terör örgütü' statüsünde yargılamaya çalışmakta, teğmeninden generaline
Türkiye çapında tutuklamalara devam etmektedir.

Yedi yılda değişen; TSK personeline, eskiden sadece Güneydoğu'da hissettirilen


'dışlanmışlık', 'işgal kuvvetlerine ait olma utancı'nın, artık tüm Türkiye coğrafyasında
hissettiriliyor olmasıdır.

-Güneydoğu elektriği, suyu hep kaçak kullandı. Halkının yaklaşık yüzde 90'ı yeşil kartla
bedava tedavi görüyor.

Suda, elektrikte, gazda sahtekarlık artık AKP'li belediyeler eliyle yapılır oldu. Suriye'ye
hibe ettiği suyu İstanbulluya, Gaziantep'te kaçak kullandırdığı elektriği Ankaralıya
ödetiyor. 30 yıl çalışmış, vergi-prim ödemiş insanlar hastanede katkı payı öderken,
Güneydoğu 'sadaka ekonomisi'nden en fazla yararlanan bölge.

Yerel seçimler sırasında en fazla sadaka Güneydoğu'da dağıtıldı (Tunceli Valisi'ni


hatırlayın). AKP'nin DTP'den oy çalmaya ihtiyacı vardı.
AKP'nin niyeti, Güneydoğu'da yoğun şekilde uygulamada olan sadaka-zekat ekonomisini
Türkiye çapında yaygınlaştırmaktır, Türkiye'nin tamamını bu konuda da
Güneydoğululaştırmaktır.

Özetle; AKP'nin, kendisini 'Türk', 'Akdenizli' tanımlamasında bulamadığı malumdur.


Baskıcı Arap-islam kültürüne yakın Güneydoğu ortamında daha rahat hissetmesi
doğaldır.

Arabizasyon politikası fazla göze batmaya başladığında çark etmiş, Güneydoğu'daki


tüm çarpıklıkları Türkiye geneline yayarak kendisini daha rahat tanımlayacağı, aşina
bir ortama (ki aşiret-tarikat ortamıdır) taşımaktadır.

Yani, Arabizasyona giden yola bir Güneydoğululaştırma basamağı eklemiştir.

Bölücü terörle mücadelede en fazla ölü veren kent Şırnak olduğuna ve Şırnaklı kendisini
'Kürt' addettiğine göre, Türk-Kürt küslüğü yok, bölücü terör sorunu vardır.

Küs olmayanı 'barıştırmak' AKP'ye has irrasyonel, sağduyusuz ve mantıksız bir mantıktır.

Bok yemenin Arapçası olan bu açılım; Türkiye'nin tümünün


Güneydoğululaştırılmasıdır.

Açılım dedikleri, Güneydoğu'da mevcut tüm sorunların (tarikatlar - aşiret düzeni -


terör örgütü - uyuşturucu kaçakçılığı - kadına baskı - töre terörü) Türkiye geneline
şamil edilmesi ve bir de aşiret ağalarının din tüccarlarının zenginliğinden, yani soygun
düzeninden pay istemesine çare aranmasıdır.

Şartlar bir baskın erken seçimi, bir 'Milli Mutabakat Hükümeti' kurulmasını gündeme
getirecek aşamaya çoktan gelmiş, AKP bir ulusal güvenlik sorunu olmaya başlamıştır.

Potamyalı Recep Bey'in, "Açmam...açamam...söyleyemem açılımımı hiç kimseye"


başlıklı ağlatan konuşmasındaki

"Bizzz Türkiye?nin 7 vilayetinde birinci partiyiz"

"Bizzz bütçemizde en büyük payı eğitime ayırmış bir iktidarız"

"Rusya ile 20 belgeye imza attık, adeta yeni bir döneme girdik"

"Kriz ortamında yeni yatırımlar yaptık, istihdamlar kazandırdık" sözleri, DTP'den aşiret
oylarını çalmaya yönelik bir seçim öncesi konuşmasıdır. Aşiret ağalarının şalvar yan
cebine, ilk taksit 145 milyon olarak konulmuştur.

Toprak reformundan bahsetmeyen aşiret-tarikat koalisyonunun, halka bir kuruşluk


refah sağladığını görsem dişimi kıracağımdır.
Bu aşamada yapılması gereken, Arabizasyona direndiğimiz gibi her bakımdan
Güneydoğululaştırılmaya da direnmektir.

14 Ağustos 2009
Mahmur'dan abim gelmiş!

Ah cigerim! Ben senin pişman olabilme ihtimalini sevebilirdim ama "Degilim lü lü lü


lü!" dedin.

Ben senin, dağlarda 14 yıldır patates soyup, dereden su taşımış olabilme, askere, polise,
bebeğe tetik çekmemiş olabilme ihtimalini de sevebilirdim ama,

2008 yılında yakalanan 9 bin 200 kilo eroin, 9 bin 400 kilo esrar, 569 kilo afyon, 100 kilo
kokainin, paketlenmesinde bile çalışmadın mı be cigerim?

Ah cigerim, ah bana hiç benzemez kardeşim!

Ben senin 'Barış Bilmemnesi' olabilme ihtimalini de sevebilirdim ama,

o 150 bin dolarlık cipleri, yılda 500 milyon dolarlık uyuşturucu kaçakçılığı,

her yıl Türkiye'ye soktuğun 400 bin ton kaçak et, milyon dolarlık akaryakıt kaçakçılığı
parasıyla almadın mı?

O son model ciplerde, Türkiye üzerinden TIRlarla Avrupa'ya sevk ederken havasızlıktan
öldürdüğün Afganistanlı Pakistanlı garibanların da kanı yok mu be kardeşim?

Senin 'torbacı'larına önlem olarak ilkokulların önüne bile polis dikilmemiş olsaydı,
kamyonda havasızlıktan öldürdüğün mültecileri çöp gibi tarlalara dökmemiş olsaydın,
"Mağarada yıllarca zor koşullarda yaşadılar" cümlesi vicdanımı sızlatabilirdi bile...

Merhametim sevgimden güçlüdür benim, hoşlanmasam bile sana merhamet duyabilirdim.

AKP'nin "Artık Nevruz'da, yanan lastiğin üzerinden, birlikte, elele atlayacağız",


"Çiğköfteyi aynı leğende birlikte yoğuracağız..." edebiyatına da inanabilirdim.

Son gelişmelerde doğal bulduğum tek şey, AKP'lilerin, 'terörist', 'vatan haini' dediğimiz
seninle empati yapabilmesidir benim şedit kardeşim!

AKPKK koalisyonu olarak, aynı kaba zıçmakta tamamen haklısınız.

Çünkü;

3713 sayılı Terörle Mücadele Kanununun 1.maddesi, terörü şöyle tanımlar:

"Terör; cebir ve şiddet kullanarak; baskı, korkutma,


yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle,
Anayasada belirtilen Cumhuriyetin niteliklerini, siyasî,
hukukî, sosyal, laik, ekonomik düzeni değiştirmek, Devletin
ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk
Devletinin ve Cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek,
Devlet otoritesini zaafa uğratmak veya yıkmak veya ele
geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, Devletin iç
ve dış güvenliğini, kamu düzenini veya genel sağlığı bozmak
amacıyla bir örgüte mensup kişi veya kişiler tarafından
girişilecek her türlü suç teşkil eden eylemlerdir."

Bu tanıma göre, AKP de bir terör örgütüdür. Yedi küsür yıldır yaptığı tüm icraat,
yukarıdaki tanıma aynen uymaktadır. Sadece adı 'parti'dir.

PKK'nın da aslında 'örgüt' değil, 'siyasi parti' (Partiya Karkare Kurdistan) olduğunu
söyleyen Kürtçü liboşlar, AKP'yi 'terör örgütü' tanımından koruyan 'parti' tabelasını
PKK'ya da asma gayretindedirler.

Ah cigerim!

Bebeğin nüfus kağıdına, ırkını, etnisitesini doğduğu saat kaydeden ırkçı Amerika'dan
gelen talimatla, "Amerika'ya Anahtar Teslim Mezopotamya Açılımı" yaptığını
bilmesem, hala sana 'Kürt' derken ayrımcılık yapıyormuş gibi rahatsız olmasam, bana
yaptığın ırkçılık suçlamasına bile ses çıkartmayabilirdim.

Ama, ırkçının feriştahı efendilerin, Kuzey Irak'ı Türkmen-Kürt-Arap diye bölerken


ırkçılık değil, ben "Türklük hem alt hem üst-kimliktir. Türküz" derken ırkçılık...öyle
mi?

Bana ırkçı diyen dillerini yesinler senin!

Senin kaçak elektriğini, suyunu ödemekten anam ağlamasaydı, vallahi inanırdım şu


"Analar ağlamasın...birlikte...elele..." martavalına.

Şu G3 denilen telefonlara, Diyarbakır?dan bir günde 3 milyon başvuru olmasaydı, kişi


başına üç G3 telefonu düşmeseydi billahi "Güneydoğu'ya yatırım yapılmadı. İhmal edildi,
en fakir bölge" hikayelerini de yutabilirdim. "Mahmur'dan abim gelmiş, hoş gelmiş"
başlıklı yazılar attırabilirdim bu köşelere.

"Abime Bağkur'dan maaş bağlansın. Dağda geçirdiği yıllar hizmete sayılsın. TOKİ'den
ev, OYAK'tan Röno verilsin" derdim. "Kamuya alınacak 32 bin yeni personel içinde
Kandil'den gelen kızkardeşime de kota açılsın" falan yazardım.

Ha ! Yoksa benim yazmama gerek yok mu, bunlar zaten sağlanacak mı sana?

Ah benim biji biji biji le le le le diye transa girmiş, bana hiç benzemez kardeşim!
AKP'nin nekropolise çevirdiği memleketine hoşgeldin! Bak Norveç de yan çiziyor.
Birkaçınızı ihraç edecektik, edemiyoruz. Norveçli seninle elele çiçek toplamak istemiyor,
neden acaba?
Ya da efendilerinin ülkesine, Amerika'ya, İngiltere'ye gitmeye kalk bakayım. Vize
formundaki "Bir terörist örgüte üye oldunuz mu?" sorusuna YES de bakayım, gör
başına neler gelir...teeey teeey!

Ah cigerim, ah aklını ter gibi kafasındaki poşuya silmiş ebleh ve hayin kardeşim!

Sen sınırda 7 dakikada biten sorgunda kanlı ellerini yıkamış gibi yapacaksın, AKP seni
yargılamış da suçsuz bulmuş gibi yapacak, hepbirlikte 'savaş' dediğin bölücü terör
bitmiş gibi yapacaksınız. Böylece TSK'ya da, savunma harcamalarına da gerek
kalmayacak, bütçeden savunmaya ayrılan payı da AKP cebellezi edecek,
Cumhurbaşkanlığının, Başbakanlığın nereye gittiği belirsiz örtülü ödenekleri yüzde 1500
artırılacak, AKP çocuklarına üçer gemi daha alınacak, beşer tv kanalı daha kurulacak...

Ha! Bir de 8 bakanlık bütçesi kadar bütçesi olan Diyanet'e daha fazla ödenek aktarılacak
elbette...

Bu arada TSK konuşsa sen 'siyasete karışmakla' suçlayacaksın, konuşmasa ben 'sessiz
kalmakla'. Her hal ve karda TSK suçlanacak yani.

Biz de moronuz ya, ekrana yapışıp AKP kamerasından seyredeceğiz olanları...Ah siz ne
uyanık AKPKK koalisyonusunuz böyle! Ne Şark tüccarısınız siz hepiniz!

Ah benim "feda kültüründen" gelen, eli kanlı katillerin, aşiret ağalarının tecavüzüyle
çocuk yaşta kadın olmuş kızkardeşim!

Sırf kadınlık-annelik üzerinden vallahi empati yapabilirdim seninle. Ajda, Sezen, Hülya
ve püsküllü abajur gibi giyinen först leydiler için, senin kıyafetlerine bakarak yılın
modasının anahatlarını verebilirdim;

"Boyunda fular yerine poşu, gömlek haki renk, dört cepli. Üst cepler kapaklı, alt cepler
fermuarli. Altta haki renk dökümlü (drape) şalvar. Ayakkabı: Mekap." diyebilirdim.

Fekat şimdi aksesuar olarak bu kadınlara ne önerebilirim, emin değilim; "Üst ceplerde
zula esrar-eroin, belde el bombası, elde kalaşnikof, çantada mayın" mı desem, ne
desem...zaten bir kısmının mayını türbanında saklı.

Hani sinerji olsun, empati-sempati olsun diye giyerler mi, takarlar mı emin olamıyorum.
Arkadan çekişli Terzi Cemil, cepte esrar aksesuarına ne der bilemiyorum.

Ah benim cigerim! Ah benim mesleği 'mayın döşemek', bana hiç benzemez kardeşim!
Vatandaşa kurşun sıkmış 'vatandaş'ım!

Tam zamanında geldin. Azerbaycan ve KKTC gibi iki Türk Devleti hariç, bütün
komşularımızla 'sıfır sorun' yaşadığımız, ülke sınırlarını tartışmaya açtığımız (Bkz.
Ermeni Protokolü) dönemde teşrif ettin. Her derdimiz bitmiş, geriye "Apo?nun kasık
ağrılarını nasıl etsek de dindirsek, kadın göndersek yumuşar mı acep?" sorunsalı kalmıştı.
Ha bir de, "Apo'yu Bodrum'a Türkbükü Paşası mı yapsak?" diye düşünüyorduk.

Selahattin Duman, Bodrum sosyetesinin fırınlanmış hallerini yazmaktan, bir anda "Apo
ve bıyıkları sahilde ultraviyole emiyorlardı"ya geçiş yapabilir mi, afallar mı onu
konuşuyorduk.

Ah cigerim, ah aynı leğende birlikte çiğköfte yoğuracağım, kardelen maredelen


toplayacağım kardeşim!

Benim barışçı, 15 yıldır dağda silahsız, piknik yapan ağabeyim!

Şimdi seni Cumhurbaşkanlığı Köşk'?üne yemeğe de davet edeceklerdir. Porselenli,


kristalli, gümüşlü sofralarda ağırlamak da isteyeceklerdir.

Git! Git ama, orada da kendi kurallarınla oyna!

Masaya keten örtüler, chemin de table falan serilmiş olabilir. Kaldırt, gazete kağıdı serdir.
Cumhurbaşkanını 'Kürt töre, örf ve adetlerine karşı gelmekle', 'burjuva adeti dayatmakla'
falan suçla.

Ay-yıldızlı tabak takımlarını çıkartmışlarsa, Köşk personelini 'aşırı milliyetçilik'le suçla.


Yemekte Türk mutfağından nadide örnekler sunacaklardır. Köşk aşçısını 'ırkçılıkla'
suçla.

Sen en iyisi yemeğin mönüsünü önceden Köşk'e ilet. Bir tas asker-polis kanı, yanına iki
dilim de ekmek. Doğrarsın!

Hoşgeldin abi! Gelirkene sevkiyata 'mal', bavulda nakit de getirdin mi?

25 Ekim 2009
Terörist Rehabilitasyon Porocesi

Hikaye bu ya, memleketin birinde, hükümet, silahlı bir terör örgütünü affedip, bağrına
basmaya karar vermiş.

Açmış sınır kapısını, yirmişer otuzar başlamış elemanları içeri alıp ülkeye yerleştirmeye.

Hükümet, teröristlere ev vermiş, araba vermiş, iş vermiş, iş kurmak için para vermiş, G3
cep telefonu bile vermiş. Fekat ne verse yetmemiş, ne yapsa teröristlere de onların
destekçisi liberallere de yaranamamış.

Bir müddet sonra, liberal vatandaşın biri, tutmuş Başbakana teröristlerin yaşam şartlarının
iyi olmadığını, tenis kortu, golf sahası, yüzme havuzu gibi sportif tesislerin eksikliğini
çektiklerini anlatır bir mektup yazmış göndermiş. Teröristler için daha büyük villalar,
daha yeni model arabalar verilmesi gerektiğini vs söylemiş.

Onbeş gün sonra, Başbakanlık antetli zarfla, yaldızlı kağıtlara basılmış bir mektup almış:
"Sayın Ahmet Kaya Duvaradaya,

PKK'lı teröristlerin hayat şartlarını eleştiren mektubunuz için teşekkür ederiz.


Mektubunuz başkentte ve Meclis'te büyük yankı yaptı.

Hükümetimiz, sizin gibi duyarlı vatandaşlarımızın yardımıyla, "Liboşlar Katillerin


Sorumluluğunu Üstleniyor" başlıklı bir Terörist Rehabilitasyon Projesi başlatmıştır. Bu
proje uyarınca, bir terörist sizin bakım ve korumanıza verilmiştir.

Teröristiniz Haco Şeyhmuz Şivan bir hafta içinde evinizde olacak şekilde
hazırlanmaktadır. Kendisini, bize gönderdiğiniz mektupta talep ettiğiniz hayat şartlarını
sağlayarak ağırlamanız gerekmektedir. Her hafta göndereceğimiz müfettişler, teröriste
sağladığınız yaşam standardını kontrol edecektir.

Hernekadar Şeyhmuz sosyopat ve aşırı derecede şiddete eğilimliyse de, sizin duyarlı
hamiliğinizde bu davranış bozukluklarının üstesinden geleceğini tahmin ediyoruz. Takdir
edeceğiniz gibi, bunlar ufak tefek 'kültürel farklılıklar'dır.

Bakımınıza verilen terörist, göğüs göğüse çarpışmada ve kurşunkalem, tırnak makası gibi
basit aletlerle insan hayatına son vermede uzmandır.

Ayrıca, her evde kolaylıkla bulunabilecek bazı temizlik maddeleri ile gübre vs den
çeşitli patlayıcılar imal edebilme becerisi de vardır. Sizden ricamız, Şeyhmuz'un
gururunu rencide etmeden, katı-sıvı bu tür maddeleri kilit altında bulundurmanızdır.

Şeyhmuz, sosyo-kültürel yapısı nedeniyle, kadını 'insandan daha aşağı bir yaratık'
gördüğünden, karınızı ve kızınızı muhatap almayacaktır. Teröristinizin kadın konusundaki
hassasiyetini anlayışla karşılayacağınızdan eminiz.

Sevdiği adama kaçan kızkardeşini başlık parası alamayacağı 'namus şeref' için, kızını da
başını örtmediği için tavuk gibi kestiği bilinmektedir. Polise verdiği ifadede; kızını
keserken en zor şeyin ereksiyonu kontrol etmek olduğunu belirtmiştir.

Şeyhmuz'un, törelerine ve kültürüne saygı göstermek açısından, eşinize ve kızınıza da


ortada görünmemelerini tavsiye ederiz.
Teröristiniz, sadece şeyh, ağa, kadın satıcısı, uyuşturucu baronu gibi şahısların
karşısında el pençe divan saygılı davranışlar göstereceğinden, sosyal çevrenizi bu tür
kişilerden oluşturmanızı da öneririz.

"Liboşlar Katillerin Sorumluluğunu Üstleniyor" projesi, sizin gibi duyarlı liberal


vatandaşlarımızın katkısıyla sürdürülebilmektedir. Şeyhmuz'a en iyi şekilde
bakacağınızdan kuşkumuz yoktur.

Yardımlarınıza teşekkür eder, teröristinizle mutluluklar dileriz.

Başbakan"
Açılımlarınızı ailecek severek izliyoruz

Muhterem Megaloman Hazretleri,

Her türlü açılımınızı ailecek severek, anlamaya çalışarak izliyoruz.

Fekat sonunda, şiirdeki gibi

"Anlamak yok çocuğum, anlar gibi olmak var / Akıl için son tavır saçlarını yolmak var"
noktasına gelip tıkanıyoruz.

Zat-ı alinize ve yabancı istihbarat servislerinin son 30 yılda Türkiye'de bulup çıkarttığı
yaşayan diğer beş altı cevhere koyduğumuz teşhis aynı oluyor: 'megalomani'.

---

Tedavi edilmesi gereken ciddi bir ruhsal hastalıktır megalomani.

Hasta en başta zulüm gördüğünü iddia eder. Zulüm görmeyi aklına sığdırmaya
çalışırken 'yüce güçlerin seçtiği yüce insan' olmasına bağlar.

Türkiye'deki megalomanlar açısından bunda bir gerçeklik payı vardır. Çünkü derin ve
yüce (!) AB, ABD'nin yüce (!) gizli servisleri tarafından seçilmişler, zulüm bab'ından ya
akıl hastanesinde ya hapisanede birkaç ay parlatılmışlardır.

Megaloman, kendisinde olmayan üstünlükleri, yetkileri vehm eder. Bedensel, cinsel,


toplumsal, zihinsel yeteneklerine aşırı değer verir, büyüklük hezeyanlarına kapılır.
Kendisini abartılı, mesnetsiz ve gerçekdışı bir şekilde önemser.

Megalomani'ye, özellikle paranoid şizofreni ve mani vakalarında ya da bunama


süreçlerinde sık rastlanır. Megalomani sonunda narsizme kayar ki, megalo narsistin
söyledikleri çoğu kez zırvalama formatındadır.

---

Nitelikli dolandırıcılık tarikatı şeyhi, Amerikalı megalo imamın devleti ele geçirme
açılımı,

Sınırsız seks tarikatı şeyhi, 300 kitap yazdırmış megalo ahir zaman peygamberinin (ki
paranoid şizofren raporludur) 'bilim out safsata in' açılımı,

İmralı'daki megalo etnik terör elebaşının "Çözersem ben çözerim. Kürt Ordusu da
isterim, polisi de" açılımı,
Siyasi hayatına CIA istasyon şeflerinin, ABD büyükelçilerinin referansıyla başlayan
iktidar partisinin açılımları, ancak 'megalomani'nin seyri bilinince anlaşılır hale gelir.

Megalomanlarımızın hepsi, hastalığın normal seyri sırasında algılama bozuklukları


yaşar, herşeyi kendilerine hak görür, halkın altından ülke çalar hale geldiler.

Hastalıktır, tedavisi de vardır.

Megalomaninin tedavisinde en önemli unsur hastanın algılamalarını düzeltmek ve


kendisinin diğer insanlarla eşit olduğunu hastaya anlatmaktır.

Sıfatları, unvanları, etiketleri de yapıştıranların başka insanlar olduğunu, toplumda


aşağılık ya da üstünlük gibi kavramların olmaması gerektiğini megalomana hatırlatmak
gerekir.

Hastaya 'kırılmasın, üzülmesin' muamelesi yapılmayıp, davranışları hangi tepkiyi hak


ediyorsa o tepki verilmeli, megalomana etrafındakilere verdiği zarar açık açık
gösterilmelidir.

Megaloman ancak bu şekilde normal çizgiye çekilebilir.

Halkın "Her lafa verecek bir cevabın var. Lakin bir lafa bakarim, laf mı diye. Bir
de söyleyene bakarım adam mı diye" (Bkz. Başvekil Adalar - dini azınlıklar ziyareti)
pankartları, protesto gösterileri, aslında megalomanlarımızın algılamalarını düzeltmeye
yönelik tedavidir. Hak ettikleri, görmeleri gereken muamelenin gösterilmesidir.
Megalomanları normal bir çizgiye çekme çalışmasıdır.

Bu arada, megaloman çöküş'üne çeyrek kaldığının, halkın kendisini tedaviye aldığının


farkına varacak kadar da zekidir. Konuşanların ağzını sürekli kapatması tedaviye
direndiği şeklinde yorumlanmalıdır.

Her çöküş arefesinde her megalomanın imdadına yetişecek bir anket gurusu da daima
bulunur.

Mart yerel seçimlerinde, mutad olduğu üzere elektriği kesip sandık cebellezi eden,

bilgisayar sistemlerini artı yüzde 25'e programlayan,

6 milyon da hayalet seçmen yaratarak ancak yüzde 38?i toparlayabilen


megalomanyaklar koalisyonuna Tarhan Erdem moral verir: "AKP yüzde 50 alır."

(Yine bir seçim sonucu tahmini yayımlayarak erken seçim öngörülerini teyid ettiği için
teşekkürler ama, NAH ALIR!!! )

Anket guruları gölge etmesinler, halk megaloman hastalarımızı tedaviye doğru yolda
devam etmektedir. Yaşayan beş büyük megalomanımızı, peygamberlik, padişahlık,
şeyhülislamlık, barış havariliği ve sair hezeyanlarından uyandırıp diğer insanlarla eşit
olduğu inancına getirmeye çalışmaktadır.

Siz de ey ehl-i din!

Yetki verip megaloman ettiğiniz adamların gündeminde 'dininizi, imanınızı da satmak'


olduğunu görmek için hırka-i şerif'in Ramazan münasebetiyle Suudi Arabistan?a
kiraya verildiğini ya da satıldığını televizyondan mı duymanız gerekiyor?

Onların kameraları var görmezler, mikrofonları var söylemezler. Ben söylüyorum.


Geçmiş olsun muhterem, sıra tapındıklarınızı satmaya geldi.

Kimin giydiği umurumda değil, 1400 yıllıksa tarihi eserdir. AKP?nin satış hırsından
tarihi eserlerimizin kurtulduğunu hiç sanmıyordum. Şimdi hırka vesilesiyle müzelerimizi
nasıl pazarladıklarının ortaya çıkmaya başlamasını umuyorum.

Satmak, pazarlamak deyince, nadir huzurlu kalabilmiş yerlerdendi Adalar.

Fekat başvekilin bastığı yerde otoyol bitiyor, köprü bitiyor, ihaleler, milyar dolarlık
rantlar bitiyor. Bu arada hava-su-toprak, huzur/sükun da bitiyor. Geçmiş bitiyor, gelecek
tükeniyor.

Adalar İçin Beklenti Raporu?na "Adalar?a özel Bölge Kalkınma Ajansları kurulmalı"
önerisi eklenmiş. Beyni cebinde megalomanlar Adalar'ı da satıyor, Adalar da 'bitiyor.'

Megalomaninin nasıl tedavi edileceğini anlattım. Gerisi ferasetinize kalmış.

Ha bir de medyadan "Onlar da kader kurbanıydı" başlığı altında, uyuşturucudan,


adam öldürmek-yaralamaktan hapse girmiş-çıkmış şarkıcı-türkücü taifesinin hikayeleri
pompalanıyor.

"Bu da herhalde sokağa salınacak PKK?lılarla yaşamaya alıştırılma açılımıdır" deyip


ailecek severek izliyoruz. Akıl için son tavrın saç baş yolmak olduğunu unutmaya
çalışarak yani.

19 Ağustos 2009
PKK’dan Obama’ya kutlama mektubu

Sağyın Başgan

Barrah Hüseyin Obama

Beğyaz Sarray

Vaşıkton

Abede Başganligina seççilmiş olmanızı halkımız ve barrış, özgürlük, adalet, eşşitlig gibi
yügseg ahlâkî degerler için çarpışan örgütüm adına kutlarım.

Biz, başda gaddın hakları olmah üzere insan haklarını temmel alan lâih ve demokraatih
bir hareketin nefferleriyiz.

Sağyın Başgan,

Tirkiyê ile diyalok kurmak isdemişiz, lâkin diyalok olsun diye koyduğumuz bombalar,
mayınlar patlayınca örgütümüz teröris listesine alınmış. Te Ce muhatap olmayız demiş.
Örgütümüzü teröris listesinden çıkarın Başganım.

Liderimiz mapustadır. Eyır gondişinırı çalışmir. Liderligin ayak başbarmaandaki nassır


tedavi edilmir. Liderligin mapusta insan haklarına uygun misafir edilmesi için Te Ce'ye
Evropa'dan baskı koydurmuşuz. Yetmemiş. Sizden de rica ederiz yani ha!.

Akepeli vekil Zafer Üskül liderligimizi İmralı'da ziyaret etsin. Liderligimizin yeniden
yargılanıp serbes bırakılmasının önü aççılsın. Zanagil, Sabahatgil için yapılan kurtarma
kıyağı liderlikten esirgenmesin Sağyın Başgan.

Sırf Serok Apo'nun salıverilması yetmez. Mapustaki cümle Pekekeli de koyverilsin,


liderlige dokunulmazlık sağlansın. Halkımızdan hala üç beş kuruş vergi ödeyen var. Bu
önlensin yani ha!. Halkımız vergiden muaf tutulsun. Hareketimiz eşşitlik, özgürlüh, insan
hagları hareketidir.

Te Ce devleti halkımıza eziyet yapmış Başganım. İşkence yapmış...Gadınımızın tenasül


organına bakır spiral şeklinde mikrofon takıp ne konuştuğumuzu dinlemiş yani ha!.

Onun da çaresini bulmuşuz. Gadınımızın apış arasına egilip "En büyük asker bizim
asker...şehitler ölmez vatan bölünmez!" diye bagırmışız. Ne zaman ki gadından dinleme
aletini çıkarmışız, gadınlar özgürce onar onar dogurmuştir.

Akepeli vezirden vekilden, onları başımıza getiren ABD'den allah razı olsun! Ayda 500
milyon yardım bağlamışlar, kömür vermişler, bulgur vermişler...
Halkımız, örgütümüz tıpda da çok ilerlemiş Sağyın Başgan. Organ nakli için Urfa'da
seyyar hastana kurmuşuz. Kaybolan iki yaş dört yaş arası çocukların organlarını almaya...

Tirkiyê'de kayıp 1400 çocuktan bazısını Urfa'daki hastanamızda tedavi (...) etmiş
olabiliriz yani ha!.

Halkımız arasında gadın intaharları, tecavüz, ensest vakaları yüksekçenedir. Lâkin bunlar
münferit vakalardır Sayın Başgan. Gadını gızı telef ettikçe bizim da cigerimiz yaniy
amma, töremizi degiştiramamışız. Feda kültürümüzü, feyodal köklerimizi inkâr
edememişiz bi kere...

Halkımız barışa, özgürlüğe, demokraasiye, insan haglarına inanan bir halktır. Daşla kafa
ezenler, kız çocigini satırla kesenler töre gurbanıdır.

Sağyın Başgan,

Hareketimiz, şehirlerde, hassaten İstenbol'da otopark deynekciligi, pesemenklik, sınırdan


insan gaçakçıligi, Afgan'dan İran'dan gelen uyuşturucunun Evropa'ya sevkiyatı gibi
egonomik gonularda rüştünü isbat etmiş bir harekettir. Lâkin, Te Ce bize baskı
uyguluyur. Özgürlüğümüz yoktur yani ha!.

Bugün Tirebzon'da, Giresun'da yüzde 4-5 olan gaçak elegtirik gullanimi Urfa'da yüzde
66, Diyarbakır, Hakkari'de yüzde 62'dir. Halkımızın yüzde 40'ı hala elektirige para
öderken kalaşnikof, bomba, kanas, ce dört almaya imkânımız yetmiyur. Allah başımızdan
eksig etmesin, gönderdiğiniz RPG-7 roketler yetmemiş, daha lâzımdır, arz ederim Sağyın
Başgan.

Tirkiyê'nin demograatikleşmesi için Akepe'nin attıgi adımların farkındayızdır Hüseyin


Başganım. Terörle Mücadele Yasası sayesinde, hamdolsun zayiatımız çok azalmıştır....

Aha bugün "3 tene hayîn geber bûn!" habarı Te Ce gastalarındadır. İkisi yaralıydı
zaten, kafasına biz sıkmışız...

Başgan Buş'un destegiyle, hareketimiz sayesinde, Te Ce demokraatikleşmiş, bölgede


görev yapan asker olsun, polis olsun, meğmur olsun, kendilerini Tirkiyê'da,
memleketlerinde degil, başka bir memlekette görev yapan işgal kuvvetleri gibi
hissetmişlerdir. Sizden de destek bekliyoruz Obama Başkanım.

Örgütümüz tek bir Amerikalı askere gurşun atmamış. Ortadoğu'da barış ve istikrar için
her zaman Abede'nin yanında yer almış Sağyın Başgan.

Buraya kadar 'resmi görüşüm'ü yazdım Hüseyin Obama Başganım.

Şahsen benim bu harêkete asker yazılmam şöyle olmiştir:

Bir gece Pekekeliler bizim köye gelmişler. Birden gappı vurulmuş taak taak takk..
Açmışım. Bagmışım ki anarşitler. Bana demiştirler ki; bize yimak vereceksen, ekmek, su
vereceksen, yardım edeceksen, yataklık edeceksen yani ha!

Yooh demişim, olmaz demişim, siz hayınsınız, anarşitsiniz, bölücüsünüz, size ekmek, su
yok!

O zaman anayı vururuk demişler. Bakmışlar benden yine yardım yok... Anayı
vurmuşlardır...

Sonra gene gelmişlerdir anarşitler, demişler bize yardım edeceksen, ekmek, su...

Demişim yok... Babayı da vurmuşlardır.

Ertesi gün gene gelmişlerdir... Bize yardım, yoksa karıyı vururuk!

Yok demişim... Karı da gitmiştir.

Sonra çocuklar... Herkes ölmüştir.

Ben evde bir başıma düşünürem bir gece... Yine gapı çalmıştır... Takkk takkk takkk!.
Açmışım gapıyı, onlar!

Demişlerdir bize yardım edeceksen, ekmek su vereceksen... Ben demişim, size yardım
yok, siz hayınsınız... Bana demişler ki; yoksa seni vururuk...!

Biraz düşünmüşüm, dava bana mantıklı gelmiştir, örgüte katılmayı kabul etmişim...

Oggün buggün, özgürlük, huzur, eşşitlik, adalet, gadın hakları için örgütlü mücadelenin
içindeyim Sağyın Başgan.

Bizim bölgede, birşeye sevinince hayvan boğazlama, kan dökme adetimiz var Hüseyin
Başganım. Senin şerefine Van'da 44 koç kurban edilmiş. Resminin alnına goçun kanı
sürülmüş.

Mıho'yu göndertmişim, gitsin kavurma getirsin. Zaho'dan tahütlü postaya verecem


Başganım.

Haberlerde okumuşum, köpek ararmışın. Buraların Kurt köpeği meşhurdur. Lâzımsa


ondan da gönderelim. Abede'ye sadık cinsinden yani ha!

Bundan sonra emrin baaşım üstüne Hüseyin Başganım.

PKK Avaşin Kampı Mutfak Sorumlusu

Şeyho
***

Yazarın Notu: Türkçe'yi eğip büktüm yazarken. Fonetiği doğru tutturmak istedim yani
ha!

9 Kasım 2008
Koyun-kuzu-kelle ve ÇÖZÜM

Bizim oğlan beş altı yaşlarındayken, Ulus Hali'nde kelle görünce çok şaşırmıştı.

"Anne bu neyin kafası?"

"Kafa değil yavrum kelle. Koyundur, kuzudur...Yerler bunun da bi taraflarını."

Sonra aylarca, kafasını tabağa yan yatırıp, tavana doğru pörtlettiği tek gözünü
parmaklarıyla daire içine alıp sormuştu: "Kelle yok mu kelle?"

Ayıptır söylemesi, son zamanlarda haberleri, tek göz ekranda, tek göz pörtlemiş, tavana
bakarken 'kelle' vaziyette okuyorum. Kafayla ve de iki göz aynı noktaya bakarken
okursan, içinden çıkamazsın. Gözün biri (pörtleyip) başka noktaya bakacak ki, olayı
başka açıdan da görüp şeyedebilesin. Zaten bu haberleri dünyanın zeki insanına okutsan,
onbeş dakika sonra kafası kelle olur.

Al sana haber: 30 yaşında dört tane polis memuru, komiser oturmuş, rapor yazmış, karar
vermiş; Abdullah Öcalan PKKlı değil. PKK Eruh baskınını yaptığında bunlar 5
yaşında. Hatırlamazlar. Kamuda hafıza da pek yoktur ki, açıp okusunlar.

PKKlı değil demek, en başta İmralı Kuşçusu'na haksızlıktır! Bakın dağdan inen katillere
TOKİ'den ev, 5 bin lira para verilirken, yarın öbür gün iş güç verilip, çalışmayanına maaş
bile bağlanacakken (ihtimaldir), bu rapor Öcalan'ın müktesep haklarını almasını
engeller.

Avukatının yerinde olsam, derhal, Öcalan'ın aslında sapına kadar PKKlı olduğunu
ispatlamaya çalışırım.

Altında bir haber daha: PKK'dan TBMM'ne 7 öneri.

Efeğm? Nasıl yani? PKK Meclis'e öneride bulunuyor. Yeni Anayasa isterlermiş,
mümkünse ordu külliyen terhis edilsinmiş.

Bakın, kafayla değil kelleyle, bir gözü pörtleterek okuyunca o kadar tuhaf değil aslında.

Farzedin bir adaya düştünüz. Adada, karşı kıyıda olduğu kadarıyla elektrikti, suydu
altyapı mevcut. Üstelik hatlar kaçak çekilmiş, faturayı karşı kıyı ödüyor. Adada petrol
kuyuları da var.

Adanın yöneticisi-sahibi olduğunu iddia eden birkaç çapulcu ortalıkta geziniyor,


değerinin çok altında bir paraya adanın tapusunu vermeye de hazırlar. Ne yapardınız?

Oturur kendinize bayrak dizayn eder, bağımsızlık deklarasyonunuzu yazardınız.


Al bir haber daha: Sincan Hakimi Osman Kaçmaz, 'izinsiz jammer kullanmak'
suçundan ifade vermek için Adliye'ye çağrılmış.

Kaçmaz, devlet adamı kılığında gezinenlerin;

Bosna'ya gönderilmek üzere halktan toplanan 'kayıp trilyon' liraları cebellezi etmek ve
yukarıda adıgeçen Abdullah'a 'Sayın' demek suçlarından yargılanmasını isteyen hakim.

Kelle misali kafayı yatırıp, tek gözü tavana doğru pörtletince, Sayın Kaçmaz'ın ses
karıştırıcı cihaz kullanmakla suçlanması doğal görünüyor.

Silivri'de görülen davada yargılananlardan Aylin Duruoğlu "O kadar gizli görüşmüş ki,
telefon kaydı bile yok" diye hapiste.

Eh, bu durumda hakim Kaçmaz'ın AKP Özel İstihbarat Örgütü'nün telefon tacizinden
cihaz kullanarak kaçması da suç olur elbette. Nihayetinde hiç bir masraftan
kaçınılmadan, Başbakanlık örtülü ödeneğiyle, emek verilmiş, kurulmuş bir örgüt vardır.

Sen telefonunu dinleteceksin ki adamlara iş çıksın, orası yan gelip yatma yeri olmasın.
Değil mi!

Ayrıca Sayın hakim elbette biliyordur, bu memlekette akıl hastaları ve cumhurbaşkanı


yargıdan muaftır.

Abdullah Bey aslen Cumhurbaşkanı kılığına girmiş Başbakandır (2 numara), Recep Bey
de Başbakan kılığına girmiş Cumhurbaşkanı (1 numara). Dolayısıyla ikisini de yargıdan
muaf tutmak iktiza eder.

Bakın, kafayla değil kelleyle düşününce nasıl anlaşılır hale geliyor herşey...

Her hukukçu hakim Kaçmaz gibi değil haliyle. Tek gözü tavana doğru pörtletip, davayı
değişik açılardan ve deliklerden görmeyi bilen hakimler de var.

"Kadının zifaf gecesi bakire çıkmadığı toplanan delillerden anlaşılmaktadır. Kadında


bulunması lazım gelen vasfın bulunmaması sebebiyle..." satırının altına imza atabilen,
nikahın iptalini isteyen erkekten yana tavır alan, aslanlar gibi (!)Yargıtay üyelerimiz
mevcut. Aslan dediğin hayvanlar aleminin kıralı.

Bu Yargıtay üyelerinin hepsi bakire kızlarla evlendiler. Hepsinin kızı evlendiğinde


bakireydi. Bu hakimlerin hepsi ölünce 70 bin bakire hurinin koynuna girecekler. Bu
adamların hepsinin hukukçu vasfı var. Öyle mi???

Bir dakika! Pörtlettiğim sağ gözü dinlendirmem gerek. Kolay olmuyor.

'Vasıf' deyince, çalışmamın ve sosyal güvenliğimin Bakanı "Memurun yüzde 36'sı


vasıfsız" demiş.
Gerçi bu Bakanımın yazdığı İşletme Yönetimi kitabında, iki sene evvel YÖK aşırmalar
tesbit etmişti ama, YÖK Disiplin Yönetmeliği değiştiriliverince, zat-ı alilerinin
pırefesürlüğüne halel gelmemiş idi.

İşletme Yönetimi diye kallavi kitap yazan adam vasıflı-vasıfsız ayrımını mutlaka bilirdir.
Bu beyanından anladığım: Kamu çalışanlarının yüzde 64'ü AKP'nin dümen suyundadır.

'Memura ek iş yapma izni' de muhtemelen bu vasıflı (!), AKP'yle organik bağlantılı kamu
görevlileri için çıkartılmıştır.

AKP şirket-partisiyle ilişkili, ticaret aşkıyla cayır cayır yanan bu insanların


ticarethaneleri eliyle, rüşvet-zimmet-devleti soyma yasallaşacaktır.

......

Şimdi ben böyle gözü pörtlete-düzelte-dinlendire, bazen kafayla bazen kelleyle


yazıyorum ya, okur var çözüm istiyor.

Yazdıklarından ayda 50 bin dolar alan, bu işi meslek edinmiş adamlara birşey sormuyor
da, bencileyin amatöre, yazı altına yorum, mail atıp "Laga luga yazma. Çözüm göster
kadın!" diyor.

"Çözüm ne?" diyen okur için istek parçası seslendiriyorum.

Çözüm: insan malzemesini düzeltmektir. Önce, her insanın 'tek', 'değerli' ve 'saygıyı hak
eden' olduğuna inanarak başlamayı gerektirir.

Çözüm: İnsanların bireysel farklılıklarını ifade etmelerini teşvik etmektir.

Her insanın kendine özgü karakteri, yetenekleri, düşünceleri, cinselliği vs vardır.

İnsan giyimiyle, aksesuarıyla, davranışlarıyla farklılığını dışa vurmak, başkalarından


farklı değerlendirilmek arzusundadır.

Devletin ve ana-babanın, döve döve sosis gibi tek tip görmek/yetiştirmek istediği
insanlar, kişiliklerindeki farklılığı gösteremezlerse, ellerine fırsat geçtiğinde, güçlerini,
farklılıklarını değil üstünlüklerini ispat etmek için kullanırlar.

Çözüm: Güç gösterisinde bulunana, dokunulmaz olduğunu sanana, her zaman eşitin
olduğunu hatırlatmaktır!

Çözüm: Güç gösterisinde bulunacağını, yani iktidarın bozacağını düşündüğün insanı,


mümkünse Meclis'e sokmamaktır.

Çözüm: Güç gösterisinde bulunanın burnuna bile osurmamak, üstüne bile


işememektir!
Sağ düşünce eşitsizlik ve güçlüye tapınma üzerine kuruludur ki, İslamiyetten bir hayli
beslenir. Bu söylediklerim de sol düşünceye girer civanım!

Yani ya kafa ya kelle!

Kellede sol yanağı tabağa yatırıp sağ gözü tavana doğru pörtletiyorsun. Sol göz kapalı,
tek sağ göz görüyor. Sonra gelip bana soruyorsun, "Anne bu ne?"

Koyundur, kuzudur, kelledir yavrum...Yerler onun da bi taraflarını.

12 Kasım 2009
“Van Minüt!” ve “Sütte leke var bizde yok!” yazıları
Dik duruşuna kurban olduğumunun...

'Napoleon's Haemorrhoids' (Napolyon'un Basuru) adlı kitaba göre; İmparator basurdan


mustaripmiş.

Bonaparte'ın doktorları, basurunu tedavi için, hergün bir kavanoz dolusu sülük
kullanırlarmış. Şişen basur memeleri sülüğe emdirilince Napoleon rahatlar, oturabilir, at
binebilir hale gelirmiş.

Napoleon'u Avrupa?nın hakimi yapabilecek Waterloo Savaşı'ndan bir gün önce sülük
kavanozu kaybolunca, koca imparator mabadının acısından atına binememiş. At
binemeyince de askerleri, kıt?aları denetleyememiş. Ordu denetlenemeyince de,
Fransızlar basur ve sülük(süzlük) yüzünden savaşı kaybetmişler. Yazarı Phil Mason'ın
yalancısıyım.

Dik duruşuna kurban olduğumuz,

kimsesizlerin kimsesi,

sessiz yığınların sesi padiş...pardon Başvekilimiz de,

kimbilir hangi bilinmez rahatsızlıkları nedeniyle, Davos'ta 'öfke' başlıklı hitabet sanatıyla
(!) fiili durum yaratınca(sı), "Haywaa! Kavanoz kayıp galiba" diye panikledik.

a)Sülük kavanozu kaybolmuş da olabilir,

b)Milli Görüş tabanının, Gazze mitinglerinde Numan Kurtulmuş'un etrafında toplanması


kaşıntıya neden olmuş, tabana bir mesaj sallama arzusu doğmuş da olabilir,

c)Davos toplantısından önce, Dışişleri sıkı uyarılar/taktikler verirken, hiyerarşik olarak


kendinden alt düzeydeki Büyükelçi, Müsteşar gibi memurlardan talimat almak şişirilmiş
egosuna ağır gelmiş de olabilir,

d)Etrafındaki -kendisini kısıtlanmış hissettiren- Dışişleri görevlilerine bir tepki olarak,


verilen metnin tamamen dışına çıkılmış, İsrail?e görünümü altında Türk Dışişlerine tepki
geliştirilmiş de olabilir,

e)Hepbiri.

Arkaplanında her ne var ise, Kasımpaşa-Davos maçını izleyince, Başvekilimiz ve eşleri


Başbayan Ham'fendiye haksızlık yaptığımızı idrakle, kendilerini "Yüzyılın 100 Büyük
Düşünürü" listemizde Homer Simpson'dan yukarı çıkarttık.

Shimon Peres'e "İndir lan o elini!" ayarı verdikten sonra "Aslında eleştirim
moderatöreydi",
"Shimon Peres sizi aradığında kendisine ne söylediniz?" diye soran mikrofonlara da
"Bunun cevabını da yarın veririz artık" buyurdular amma, sabahın üçünde bedava
metroya doldurulup havaalanına taşınmış evlâd-ı fâtihan kendisini Davos fatihi ilan
etmişti bir kere. "Tavrım moderatöreydi" açıklamasını duymadılar bile.

Türkiye'de esip gürledin mi "Helal olsun!" istimi arkadan illâki gelir. Siyasetçinin
pişkini, bunu "Ahali çaldığımı çırptığımı biliyor ama helâl etti" diye yorumlar.

Başvekilimiz Davos'ta hızlarını alamayıp, Misak-ı Milli sınırlarına girer girmez de


Hariciye kökenli vekillere muhtelif ayarlar verdiler.

"Ben monşer değilim. Çekirdekten (Y.N. kabak çekirdeği) siyasetçiyim. Monşerlerin


adetini bilmem, bilmek de istemem."

"Emekli diplomatların anladığı dilden konuşmam."

"Kendi başbakanına kumpas kuran monşer eskisi siyasetçiler istemiyoruz."


buyurdular.

Dik duruşuna kurban olduğumuz Başvekilimiz Recep Beyimizin, 'Monşer'i 'halktan


kopuk, elitist' anlamlarında kullandığını varsayıyoruz. Zira, kendileri Obama'ya da
"Kimsesizlerin kimsesi ol, eziğin güçsüzün yanında ol" tavsiyesinde bulunacak kadar
merhamet timsali, halkın yanında siyasetçidirler.

"Tarım ürünlerinin değerini düşürdün. Çiftçiyi toprak işleyemez hale getirdin"


diyerek Başvekile 2 Liralık tazminat davası açan çiftçinin çifti çubuğu elinden gitmiş,
traktörüne bile ipotek konulmuş ama, olsun o sayılmaz.

"Ananı da al git" dediği vatandaşın da anasından emdiği sütü kulağından çıkarttırdılar


ama, o da sayılmaz.

Kendileri de eşleri Ham'fendi de, göz pınarlarında Sıvarofski kristaller gibi gözyaşları her
an akıtılmaya hazır, duygu med-cezirleri yaşamaktadırlar.

Boş vakitlerinde eğlenmez huzurevi gezer, sadaka dağıtır, Adı Recep, Tayyip, Erdoğan
ya da Sümeyye olan bebekleri pişpişlerler. Verdiği gemicikler pardon nimetler için
Allaha hamd eder, ibadet ederler.

Monşer ve elitist dediğin ise; hayatında müzik de olsun, dans da olsun, içki de olsun,
yoga da olsun, reiki, haiku, ikebana, sushi de olsun, insan gibi yaşayalım ister. Oysa -yedi
yıldızlı otellerde brandayla gizlenmiş tatiller yapan, bilmem kaç bin dolarlık saatli- Recep
Bey'e göre, zâlimane, halktan kopuk hareketlerdir bunlar.

Recep Bey'in Gazze konusundaki hassasiyeti de, her grubu, kitleyi olduğu gibi, Gazze'yi
de ancak 'kendi çıkarı ölçüsünde' sahiplenmek şeklinde tezahür etmektedir.
Deniz Feneri gibi onlarca din tüccarı vakıf/dernek Gazze için para toplamaktadır.
Nihayetinde Recep Bey, Hazine yardımı kısıtlanmış bir partinin genel başkanıdır.

Devletin işleyiş düzenine makul bir süre içinde (yaklaşık yedi yıl) uyum sağlayamayınca
?azınlık/zencilik? psikolojisine sığınmış, oradan kendisine türlü mağduriyetler
yaratmıştır.

Bu -kendi yaratmaları- zenci psikolojisi balonunun bir ucundan saplanan çubuk, öte uçta
'Hariciye' noktasından çıkmaktadır ki "Kabile reisi değilim. Türkiye Cumhuriyeti'nin
Başbakanıyım" tafrası, Peres'e ya da dış dünyaya değil ülke içine yöneliktir.

Başvekilimiz; "Sevilmeyen gelinin yerıyişı şerp şürp eder" misali, bir türlü tam
kontrolu tesis edemediği kurumlarla yakın ilişkiye girdiğinde yürüyüşü değişmekte, şerp
şürp etmektedir. Yabancı dil bilmemenin verdiği hırçınlık da üzerine eklenince,
"Diplomatım teres, muhatabım Peres" şeklinde yapılmıştır bir harekettir Davos gafı...

Recep Bey, Dilber Koçarslanlı misali lafı ortaya kodu, ister Peres, ister İsrail, ister
moderatör, ister Dışişleri, isteyen alur gideer beğenmeyen bırakup gaçar...

Ama fil unutur Kıymet unutmaz! 2007 Kasım'ında Kızılcahamam kampında, mesir
macuncu Bülent Arınç "Dışişlerine memur alımında yeni bir sistem getirilmeli. Bu
Hükümete ayak uyduracak kimselere ihtiyaç var. Yeni Türkiye'nin vizyonuna
uygun kişilerle donatalım." demiş idi de, yazarınız 'Gönül ferman dinlemez Apti
Paşa'dan g.. ister' vecizesini hatırlayıp ohaa felan olmuştu yane.

2007 seçimlerinden evvel Bursa mitinginde de; Başvekil Bursa'dan birinci sırada aday
Onur Öymen'i kast ederek "Baykal buraya aday olarak bir monşer göndermiş"
buyurmuşlardı da, cevabını Büyükelçi Öymen?den almış idiler; "Bravo! Başbakan
Fransızca da öğrenmiş. Fakat ben yine onun bildiği dilden konuşayım. Ya Habibi,
sen bisküvi ticareti yaparken, ben Kıbrıs Harekatında Şube Müdürüydüm."

Davos hezeyanı, tam da telefon dinlemede Başvekilin atama yetkisinin iptalinden sonraya
denk getirilmiş bir RTE klasiğidir. Bir ihtimal 12. Erguantanamo dalgasında emekli
Büyükelçilere paça kasnak dalınacak olmasının habercisidir.

En çok da 'Adam sandık eşşaaa, alnıma deydi daş....' diyen, AKP'ye oy verdiğine
pişman seçmene seçim öncesi lolipopudur.

Uluslararası ilişkilerde yarattığı karadeliği yamamak da yine beğenmediği Monşerlere


düşer.

---

Yazıyı göndermek üzereydim ki, Başvekilin 'önündeki Atatürk örneği'nden bahsetmesi


beyanı haber oldu. Psikobiyografisine şunu eklemek gerek: Kendisini Atatürk?le
karşılaştırmak gibi patolojik bir ruh hali içindedir ve bu ayrı 50 yazı konusu olur.
Mardin-Bilge Köyü katliamının haklı nedenleri

İnsan evladının ele geçirdiği sosyal ya da siyasal gücü kullanma şekli, kişiliğinin ahlaki
ve psikolojik değerlerini ortaya koyar.

Güç/iktidar bir şekilde ruh hastası, cahil ve bağnaz kafanın eline geçtiğinde, bu
gücü/iktidarı toplumun yararına kullanması ihtimali çok düşüktür. Çünkü; sosyal
veya siyasi gücü (iktidarı) eline geçiren cahil ve bağnaz kafa, insanları gücü olan ve ve
olmayan şeklinde ikiye ayırıp, sadece güçlünün gücüne saygı duyar.

Kendisinin onaylamadığı, 'ahlak dışı' bulduğu gruplarla muhatap olurken de


gücünü/iktidarını kötüye kullanır. Onaylamadığı güçsüz gruplar; kredi kartı borcunu
ödeyemeyen kifayetsizler de (!) olabilir, içki içenler de, mini etek giyenler vs. de.

Güç/iktidar sahibi bağnaz, gücünü en fazla psikolojik olarak sorunlu olduğu alanlarda
kötüye kullanır. İslamiyetin dayattığı otoriteryen ahlak, toplumun bazı kesimlerini
'ahlaksız' olarak etiketlerken, güç/ iktidar sahiplerine gücü kötüye kullanma yetkisi verir.
Uzun lafın kısası; aslında insan evladını iktidar bozmaz, iktidar ancak varolan erdemlerini
ya da arızalarını ortaya çıkartır. O sebepten;

Zangırt köyünün kendi akrabalarına soykırım yapan katil adamlarını,


Mustafa Erdoğan'ın dansçısını nasıl olup da tokatladığını,
Tunceli Valisi'nin 'hazzzrol' da durmayan öğretmeni neden korumalara dövdürdüğünü,
AKP'li Belediye Meclis Üyesi'nin gazeteciye nasıl olup da sille tokat girişebildiğini,
Recep Bey'in durup durup vatandaşa neden kafa attığını çözebilmek için;
Türkiye'de 'gücün (iktidarın) kötüye kullanılması (power abuse)' , 'yetki aşımı' ,
'güçlünün zayıfı ezmesi (bullying)', 'psikolojik yıldırma (mobbing)' kavramlarının
imanına kadar deşilmesi, konuşulması gerekir. Şırnak'ta bilmemhangi el sanatı ölmesin
diye (?) yüzbinlerce Yuro hibe eden AB, bu sorunun çözümlenmesi için nedense beş
kuruş hibe etmez.

Bizim memlekette (TSK hariç), Cumhurbaşkanından tut dolmuş şoföründen çık, analık-
babalıktan tut medya patronluğundan çık, aklına gelen gelmeyen hiç kimsenin yaptığı
işin sınırları belirgin çizgilerle çizilmemiştir (Cumhurbaşkanı'nın görev süresi
tartışmalarını hatırlayın). Herkes kendisinin (ya da kurumunun) görev tanımını işine
geldiği şekilde esnetip daraltabilir.

Görevi kızını en donanımlı şekilde hayata hazırlamak olan baba, kendisine 'görev
daraltma' operasyonu yapar, babalığı 'kızlık zarı koruması'na indirgeyerek yorumlar.
Aslında kendi işini kolaylaştırır.

Adam yolsuzluğu, hırsızlığıyla ünlü bir partinin bilmemne ilçe başkanlığına seçilir.
Yetkilerinin sınırlarını esnete esnete egosunu öyle bir şişirir ki, altı ay sonra gör
tanıyamazsın. Sanırsın Kraliçe Elizabeth sömürgeye genel vali göndermiş.
Toplumsal hayatımızın üç değişmez kuralı vardır: Keyfilik (kuralsızlık), haddini
bilmeme ve olduğundan daha yetkili bir pozisyonda görünme. Üçünün de kanuni
müeyyidesi yoktur.

Adam hastanede paspasçıdır, yeşil önlüğü giydiği gibi (doğumhane kapısında) cerrah
pozunda gezinir.

Adam konsoloslukta sekreterdir, restorana 'Konsolos Bey' adına rezervasyon yaptırır.

Adam otobüs şoförüdür, üniforması pilot üniformasının aynısı, unvanı 'kaptan pilot'tur.

Adam başbakandır, protokolde kendisinden önce gelene dirsek atıp devlet başkanlarıyla
Bir Numara imiş gibi muhatap olmak ister.

Adam ölü yıkayıcıdır, vaizdir, 'bilim, sanat, eğitim, veya atletizmde olağanüstü
yeteneği ulusal ve uluslararası alanda ispatlanmış özel yetenek' kontenjanından
Amerikan vizesi almak ister.

Adam ferah fahur seks yapabilmek için tarikat kurmuştur, müridlerinin


yazdıkları/çevirdikleriyle kuşe kapak kitap basıp 'akademisyen' donuna bürünmeye
çalışır.

Bu cins adem, artık açıktan kendisine 'profesör' unvanı da veremeyeceğine göre, bari
'hoca' dedirtir ki, hem islamcı kesime mesajını çakar, hem akademisyenlik
mastürbasyonunu yapar.

Bu tür insan evladı, psikolojik sorunlarından dolayı aşağılık kompleksiyle boğuşurken,


güç-iktidar adına eline silah dahil ne geçirirse, aynada gördüğü zayıf imajını
güçlendirmek için kullanır. İktidarlarını kanıtlanmış yetenekler, beceriler üzerine
kuramayanlar, temelsiz, haybeden bir kibir/gurur üzerine kurarlar.

Avam arasında en yaygın hitap şekillerinin 'Müdürüm', 'Şefim', 'Amirim', 'Reis' vs.
olması, ahalinin birbirinin 'unvan/makam/güç-iktidar' açlığını bilip, birbirinin egosunu
okşamasındandır. Namus davaları da bu haybeden gurur - onur boku kategorisindedir.

Bu afra tafra, yetki aşımı, gücün kötüye kullanılması, zayıfı ezme, altındakini psikolojik
yıldırma, olduğundan farklı ve üstün görünme yoluyla kendini ispatlama çabası, içinde
büyük ölçüde sadizm de barındırır.

Adam tutar 'Ergenlik yaşı 9-10'a indi' diye beyan verir, hiç birimiz çıkıp 'Kardeşim
biyolog musun? Paleontolog musun? Evrim sürecinde böyle bir değişim oldu da bunu
tesbit etmek de sana mı nasip oldu?' diye sormayız.

Recep Bey de imam hatip üstü iktisat (ki pilav üstü kuru değil de daha bir taşlı bulgur
üstü kurtlu mercimek durumdur) okumuştur ama mikrofonlara 'Ben Savcıyım' der. İnsan
evladının bilgisinin ve yetkisinin sınırlarını, yani haddini aşmasının hergün sonsuz sayıda
örnekleriyle karşılaşmaktayız.

Mesela, bendenizin köşe yazarı olmaya kalkması da bu 'haddini bilmeme' faslındandır.


Kanuni müeyyidesi yoktur, legaldir.

'Derin devlet' dedikleri de esasen budur. Kamu'daki ruh sağlığı bozuk bazı fındık
beyinli adamların entelektüel sığlığı... işlerinin sınırlarını 'kriminal' tanımına
girecek ölçüde esnetmeleri... kendilerinde asla olmayan yetkileri vehmedip, görev
sınırlarının belirsizliğinden istifade ellerindeki gücü (iktidarı) kötüye
kullanmaları...kuralsız keyfilik... sadizm... büyük görünme arzusu ve bu
yaptıklarının bir müeyyidesi olmadığını bilmeleri. Bence derin devlet, bundan başka
birşey değildir.

Bence 'hasta' devlet de budur!

Bu itibarla, Mardin Bilge Köyü'ndeki ufak çaplı soykırımın katilleri; yetki aşımı, gücün
kötüye kullanımı, güçlünün güçsüzü ezmesi, psikolojik yıldırma kombinasyonunun
en uç ve en vahim örnekleridir.

Fakaaaaat, bu ülkeyi yedi yıldır;


-halktan (YSK'nın bilgisayar verilerini parmaklayıp) aldığı yetkinin sınırlarını sürekli
aşarak iktidarda kalabilen,
-gücünü (iktidarını) kendisinin ve yakınlarının maddi menfaatleri için kullanan,
-keyfi ve anlık kararlarla yalpalaya yalpalaya Türkiye'yi yönetmeye çalışan,
-güçsüz bellediğini ezen, sindiren, azarlayan, kovan,
-muhalifler üzerinde dalga dalga psikolojik yıldırma operasyonları yapan bir partinin
yönettiğini düşündüğümüzde, Bilge köyü katliamı basit bir 'gücün kötüye kullanılması'
(bu durumda güç korucuya verilen silahtır) olayı olarak da değerlendirilebilir. Dansçının
tokatlanması, öğretmenin, gazetecinin dövülmesi, vatandaşa sövülmesi gibi basit bir güç
suistimali olayı.

Yazının başında, ruh sağlığı bozuk, bilgisiz ve bağnaz kafanın, eline geçirdiği gücü
toplum yararına kullanması ihtimali çok düşüktür demişiz. Vazgeçiyoruz,
'imkansızdır' diyoruz!

11 Mayıs 2009
Neredesin eyy insanlık! Gazze'ye plaza dikemiyoruz!

Belli oldu ki; AKP yakıp yıkarak, Türkiye'yi iç-dış savaşa sokarak gidecek.

Hamas'ın, Hizbullah'ın, El Kaide'nin avukatları, Türkiye'yi Arap-İslam eksenine zoraki


zincirleyip de gidecek.

Belli oldu ki; AKP pirincin içine beyaz taşı karıştırıp da gidecek. Arkalarından Kemal
Kılıçdaroğlu değil Mustafa Kemal gelse, ayıklayamayacak.

Belli oldu ki; AKP, tüm provokatif gösterilerinde, türbanlı kadınları ve çocukları ön
cepheye sürmekten asla vazgeçmeyecek.

Bir kez daha belli oldu ki; AKP, Türk Ordusu'na tuzak üzerine tuzak kurmaktan son
nefesine kadar vazgeçmeyecek. Seçimleri biraz daha geciktirebilmek uğruna, Meclis'ten
'savaş kararı' çıkartma riskini dahi göze alarak gidecek.

Şimdi kınadılar, kınattılar, kınalar yaktılar. Her 'çuvalladıklarında' yaptıkları gibi


patlattılar bir Ergenekon dalgası daha, maksat kafalar alkolsüz harman yerine dönsün...

---

Bir kere şu bilinmeli: Gazze'de Filistinlileri esir alan, İsrail'den ziyade Hamas'tır.
Çatışmalar da, İsrail'den ziyade El Fetih'le Hamas arasındadır.

Filistin halkı; roketatar yuvalarını, karargahlarını, çok çocuklu Filistinli ailelerin oturduğu
apartmanların ara katlarına kuran, sonra da "İsrail çocukları vuruyor" diye 'mazluma
yatan' Hamas'ın zulmü altında inlemektedir.

Gazze'ye Mısır üzerinden her türlü malzemenin sokulduğu 40 kadar tünel Hamas'ın
kontrolündedir.Tünellerden giren gıda, tüketim mallarını halkına karaborsa satan
Hamas'tır. İsrail'in ördüğü duvarın çimentosunu İsrail'e satan şirket Filistin Meclis
Başkanı'nındır.

Kendi halkına karşı Hamaslaşan, kendi halkını rehin alan, zulmeden, tüccar zihniyetli
AKP hükümeti, kendisini Hamas'a, Hizbullah'a ve hatta El Kaide'ye yakın hissettiğini
açıkça ifade etmiştir. İslami 'Error (erör) örgütü' AKP ile, islami terör örgütleri arasındaki
bu yanak yanağalık doğaldır.

Kâbem insan olduğundan ölenlere üzülürüm elbet. Ama şunu da bilirim ki;

O gemide, Van'da bir gün içinde asılmış bulunan dört kadını 'namus temizlemek' için
öldüren zihniyet de vardır.

O gemide; Yahudi - içki içen - şort giyen komşu istemeyen, ama şeriat özlemi uğruna
AB'ye girmek istiyormuş gibi takiye yapan zihniyet de vardır.
O gemide, müslümanın parasını "Bosna'ya, Pakistan'a yardım göndereceğiz" diye
toplayıp cebellezi eden, siyasi parti güçlendiren, tv kanalı kuran zihniyet de vardır.

O gemide, Pakistan'da Taliban - Amerikan işgali altında yerlerinden edilmiş 3 milyon


müslüman mülteciyi, Taliban'a ve Amerika'ya bok sürmemek için bir türlü göremeyen
zihniyet de vardır.

O gemide, zina eden kadını taşlarken cennet hayalleriyle orgazm olan zihniyet de vardır.

O gemide, 'Şehit olacak çocuklar doğuracağım' diyecek kadar gözü dönmüş, gelecek
kuşaklardan 'ahirette şefaat' vaadiyle vazgeçmiş, din uğruna analık hormonlarını
kurutmuş zihniyet de vardır.

O gemide, kendi halkına zulmeden Hamas zihniyetinin İsrail'i provoke etmek amacıyla
kışkırttığı, kandırdığı 'niyazi'ler de vardır,

O gemide, TSK'nın onurunu kıran komploların aktörleri, bugün "Ordu göreve" diye
manşet atıp, TSK'yı savaş tuzağının içine çekmeye çalışan zihniyet de vardır.

O gemide, TSK'nın kozmik odaları talan edilip, seferberlik planları Amerikan beslemesi
medyaya servis edilirken badem bıyığı kıs kıs sırıtan zihniyet de vardır.

O gemide, İsrail'in icraatlarına 'devlet terörü' deyip de, AKP'nin devlet terörünü, siyah
jeep, villa, dolar karşılığı destekleyen zihniyet de vardır.

O gemide en çok da, 'yeşil' inşaat şirketlerine Gazze'de iş alanı açmak için debelenen
'tüccar' zihniyet vardır.

Şubat ayında Doha'da (ABD-İslam Forumu) hisli bir konuşması vardı Recep Bey'in.

"Ey insanlık neredesin! Gazze'ye niçin inşaat malzemeleri giremez, niçin inşaatlar
yapılamaz!" diye hem 'nefsine-şahsına' hem 'tüm insanlığa' sormuştu. Bu konuşmayı
yaparken, aklında yakın ilişkide olduğu hangi inşaat şirketinin menfaatlerini koruma
arzusu vardı, ben bilmem beyim bilir. Ne de olsa vatanı 'arsa', kendisini pazarlama
müdürü zanneden bir zihniyetle karşı karşıyayız.

---

Tüm terör örgütleri gibi, günün birinde legal zeminde partileşip siyaset kulvarına dalan
Hamas, 2006 Ocak ayında ilk resmi ziyaretini Türkiye'ye yapmıştır. Çünkü, Recep Bey,
tüm dünyanın 'terör örgütü' listesindeki Hamas'a destek vermektedir.

Recep Bey'in eylemleri Türkiye'yi bağladığından, Hamas-El Fetih çatışmasında


daTürkiye'nin Hamas'ı desteklediği görüntüsü verilmektedir.
Recep Bey, Türkiye'yi de 'PKK'yı tanıma' gibi bir dayatmaya sürüklediğini idrak
edemeden, AKP ile Hamas arasında "Seçimle iktidara geldi. Millet iradesidir"
bağlamında parallelik kurmaktadır.

Ocak 2009'da Recep Bey İsrail Başbakanı Olmert'e yalvarıyordu: "Aman Lübnan'da
Hizbullah'la bir gerilim yaşanmasın."

Velev ki Yahudi Cesaret Nişanı alabilmiş tek müslümandır, bir zamanlar Yasin el
Kadı'nın dizinin dibinde mutlu, ona da kefil olmuş Recep Bey, radikal islamcı terör
örgütleriyle yanak yanağa durmaktan vazgeçecek gibi değildir. Çünkü Recep Bey ve
partisinin, 'demokratik güç'le 'terör örgütü'nün tanımı konusunda kafaları karışıktır.

---

Gemidekilerden Mazlum-Der Başkanı Ahmet Faruk Ünsal eski AKP Adıyaman


milletvekili. Gemideki Türklerin hepsi AKP gibi Milli Görüş'ün elemanları. İHH
dedikleri, "Yeniden Ümmet Seferi" diye seferler düzenleyen, nitelikli dolandırıcılık
çetesi Deniz Feneri'nin uzantısı. AKP Kadın Kolları Başkanı Havva Girgin "Yayınlanan
görüntülerde eşimi sağ olarak gördüm" diyor.

İşler bekledikleri gibi gelişmeyince Bülent Ar-hınç tvlere çıkıp utanmadan "Sivil
inisiyatiftir, hükümetle alâkalı değildir. Hükümetin demesiyle gitmiyorlar" diyerek
Hamas sempatizanlarıyla aralarına mesafe koymaya çalışıyor.

DTP, BDP ne kadar PKK'lı değilse, bu gemi yolcusu da o kadar AKP'li değildir.

O gemide AKP, o gemide Milli Görüş zihniyeti vardı. Gemi Türkiye değil Komor
Adaları bandıralıydı. Ha! Gemideki yabancılar mı? O kadarı PKK kamplarında da var.

"Türkiye'nin birlik ve bütünlüğünü hedef alan" İsrail saldırısı değil, bizzat "iyot gibi açığa
çıkan" Recep Bey'in kendisi, partisi ve nitelikli dolandırıcılık tarikatlarıdır.

Bakmayın kınamaya, kınalamaya...


İsrail kurşunu "...ille dostun gülü"dür AKP için. Fena yaralamıştır. AKP ihalelerde
İsrail'in ticari çıkarlarını bunca koruyup kollarken, İsrail'in inşaat malzemesine (sonra da
şirketlerine herhalde) yol vermemesi üzmüştür civanım delikanlıyı.

Bu işler böyledir. Sen PKK'lı çapulcunun bile bitini kanlandırıp TSK'ya meydan
okutursan,
Türkiye'nin görüntüsünü 'şaşkın-sarsak-yalpalayan' ülke olarak dünyaya yansıtırsan,
Gemiye provokasyon için bindirdiğin vatandaşının canının önemi yoksa, İsrail ki
gaddarlığı tescillidir, gelir sana meydan okur. Olan da her zamanki gibi, gaza getirdiğin
türbanlı kadına olur.
Sen de Meclis savaş kararı almış da, seferberlik ilan edecekmiş havalarda ("Son
kararımızın hayırlı olmasını diliyorum") kürsülere çıkıp, hık mık sumak, lamba kümbe
der inersin.

Bu hükümetin alacağı en 'hayırlı' son karar, derhal TOPLUCA İSTİFA


ETMEKTİR.

1 Haziran 2010
AKP paniklediğinde

Yıl 2008, aylardan Temmuz.

AKP panik içinde 'kapatma davası'nın sonucunu beklemektedir. Dışişlerimin Bakanı Ali
Babacan'dır.

AKP hükümeti tarihte bir ilki gerçekleştirir ve yolluk, uçak bileti ödeyerek Türkiye'nin
140 büyükelçisini Ankara'ya çağırır.

Dışişleri, bu toplantıyı "Dünyada sadece kapatma davası ve gözaltına alınan paşalarla


anılır olduk. Türkiye'nin dış politikasına yeniden şekil vermek için harekete geçtik" diye
izah ederse de, dış politikanın 4 günlük bir toplantıda değişmeyeceğini /
şekillenemeyeceğini en iyi bilen yine Dışişleri'dir.

Zeka katsayısı oda ısısından yüksek herkes, bu toplantıyı "AKP kapatılırsa,


büyükelçilerin bulundukları ülke nezdinde girişimde bulunmasını, Türk yargısının
kararına dünya çapında tepki gösterilmesinin sağlanmasını istiyorlar" şeklinde
yorumlanır.

Yıl 2009, günlerden 11 Mayıs.

Domuz gribi henüz Misak-ı Milli sınırlarından içeri girmemiştir. Sağlığımın Bakanlığı
'tedbir almakta olduklarını' beyan etmektedir. Tedbir dedikleri, hastalığın kendisinden
daha tehlikeli olan aşısının ithalidir. Aşıyı Başbakan'dan habersiz ithal edecek olan
Sağlığımın Bakanı, ihtimal ki, domuz gribi paniğinden farklı bir panik de yaşamaktadır.

Alınan tedbirleri görüşmek üzere, Sağlığımın Bakanlığı 81 ilin valisini Ankara'ya


çağırır.

Ve ilahi bir tesadüf neticesi, aynı gün, ABD'den gelen bir uçaktan İstanbul'da inen Irak
asıllı iki turist, domuz gribi şüphesiyle hastaneye sevkedilir. Bir hastaneden diğerine
gönderilirken kaçar kaybolurlar.

Kitlesel domuz gribi paniği bu tarihten sonra yayılmaya başlar.

Yıl 2010, aylardan Nisan.

Siirt'te küçük yaşta kızlara, hacıdede, kamu görevlisi, esnaf vs. yüzlerce erkeğin iki yıldır
tecavüz etmekte oldukları ortaya çıkar. Siirtliler, "adımız kötüye çıkmasın" diye
tecavüzlere göz yummaktadırlar. Emniyet, savcılık, soruşturmanın 'gizli' olması sebebiyle
bilgi vermemektedir.
Bu 'tecavüz dayanışması' toplumda infial yaratır. Zaten siyasilere, özellikle AKP'ye
duyulan tepki had safhadadır.

Halkın siyasileri protestosu "Ne geldin ulan!"dan bir basamak yukarıya, "Bu sana
Türk milletinin yumruğu" aşamasına taşınır.

"Yumruklama" Ahmet Türk'le başlar. Enerji Bakanı Taner Yıldız'la devam eder.

Her yumrukta burnunun direği sızlayan AKP, yine panikler.

Siirt'teki tecavüz ve yumruklama olaylarını istişare etmek üzere, 81 ilin valisini ve


emniyet müdürünü Ankara'ya çağırır.

Dikkatinizi çekerim Aziz and Azize okur! AKP'liler her paniklediklerinde, internet, faks,
telefon vs. iletişim araçları yetmiyor veya bu araçlara güvenmiyorlar. Büyükelçi, vali,
emniyet müdürü, tüm üst düzey görevliler, izinde iseler izinleri iptal edilip Ankara'ya
çağırılıyorlar.

Yıl 2010, aylardan Mayıs.

Yine bir 'ilk'e imza atılır ve Sanayimin Bakanı, Türkiye'deki otomotiv sektörünün tüm
temsilcilerini Ankara'ya çağırır.

Bakan, konuşmasında "Detroit'in, otomotiv sektörünün merkezi olma özelliğini artık


kaybettiğini, Bursa'nın yeni otomotiv merkezi olması gerektiğini söyler.

İki yıl önce İngiltere kraliçesi Bursa'da 'Osmanlı'yla buluştu'ğunda söylenmişti bu cümle
"Bursa Detroit olabilir." Otomotiv sektörü temsilcilerinin neyin paniğiyle Ankara'ya
çağırıldığını bekleyip göreceğiz (*).

8 Haziran 2010'da Ankara'ya kimler çağırıldı biliyor musunuz? 81 ilin tüm inşaat
malzemesi satıcı temsilcileri.

İnşaat malzemesi satıcılarımızın sorunları ve görüşleri dile getirilecek, hükümete rapor


verilecekmiş.

Gazze'ye Recep Bey'in ısrarla sokmak istediği gemideki malzeme neydi hatırlıyor
musunuz?

İlaç, gıda vs. değil, üzerinde ısrarla durduğu inşaat malzemesidir.

AKP'nin panik halinde son 'çağırma', 'başına toplama' olayı bu da değil.


Kemal Kılıçdaroğlu'nun CHP'sinin yarattığı paniğin boyutu çok büyük. AKP, bastığı
zeminin ayağının altından kaymaya başladığını hissetti. Bu sefer bir başka türlü ürktüler
ki, 81 il yetmedi, uluslararası çağrılar yapmaya başladılar.

Şimdi başta Hamas olmak üzere, tüm radikal islamcı terör örgütlerini yardıma
çağırıyorlar.

AKP'nin elinde, tehlikeli sulara gönderip ölümlerine sebep olduğu insanların kanı kadar,
İskenderun'da öldürülen Katolik din adamının kanı da vardır.

TBMM'de İsrail'i kınayan deklarasyonu imzalamakta bile zorlanan AKP, 140 büyükelçi,
81 vali, 81 emniyet müdürü, 181 hırdavatçı, 381 papazı Ankara'ya çağırsa panikleri
yatışacak gibi değil.

Huzuru radikal islami terör örgütleri, Hamas'ın, Hizbullah'ın, El Kaide'nin kucağında


arıyorlar. Hayırlı başarılar!

4 Haziran 2010

(*)AKP'nin otomotiv paniğinin ne olduğu 14 Haziran 2010 itibariyle çözülmüştür. İsrail,


Bursa'dan alacağı elektrikli otomobil sayısını yılda 35 bine çıkartmış.

AKP-İsrail arasında bu ne mübarek ilişkidir yarabbi! Bir yandan İsrail'e veryansın


edeceksin, öbür yandan sanayiciyi toplayıp "Aman İsrail'in araba siparişini aksatmayın"
talimatı vereceksin.

Diyorum, benim elim değil, Fatma Ana'nızın eli yazan-yazdıran!


Hepimiz Arabız birimiz Kaddafi

Hani fıkrası vardır; Amerikan yapımı uçak düşerken pilot anons yapar "Pliyz oksijen
maskenizi takın, canyeleğinizi giyin, başınızın dizlerinizin üzerine...' falan diye.

Arap teknolojisiyle yapılmış uçak düşerken de Arap pilot anons eder: 'Please repeat after
me. "Eşhedü en la ilahe illallah....". Durum o durum.

Hızla irtifa keybetmedeyiz ki, pilot oksijen maskesini taktı, lakin etrafındaki yalakalar
maskeye oksijen yerine yanlışlıkla karbonmonoksit pompalıyorlar. Pilot bilincini
kaybetti. Uçak Arap yapımı...

Birileri Hamas terör örgütü avukatlığına öyle bir soyundu ki, Arap-İslam dünyası dahî
isyan etti; "Arap olmayanlar bu işe karışmasın!"

Mısır'dan silah, yardım malzemesi girsin diye tüneller açılmış, tünelin sahibi Arap günde
40 bin Dolar kazanıyor. Tünelin sahibi de, giren ilacı, gıdayı halkına karaborsa satan da
Arap/Filistinli. Tekerine çomak sokulsun ister mi!.

Bugün günde 40 bin Doları Recep Tayyip Erdoğan'ın, Kemal Unakıtan'ın, Abdullah
Gül'ün, Melih Gökçek'in oğulları, damat Berat Albayrak kazanamıyor ki hepsi 14 yaşında
ticarete atılmış becerikli veledler (Y.N. Bizimkilere çocuk deniliyor, Arap'larınkine
veled).

Hamas'ın haberi olmadan, Hamas militanı olmadan ya da Hamas'a komisyon vermeden o


tünelden iğne geçirilmesi imkansız, fakat geçiyor.

Eli yüzü görünmeyen, tesettürlü, 'Şehit olacak çocuklar doğurmak için evleniyorum' diye
doğmamış çocuğuna zıbın yerine kefen biçen gelin kız yine Filistinli...

Bizim Araplarda iki göz iki çeşme. Katliammmm...Filistinli çocuklarrr....hüngüüüür...

Neyse, ben kıçıkırık (amatör) bir köşe yazarıyım. Kanaat önderi falan belleyip Filistinli
çocuklara acımaktan siz vazgeçmeyin, ama -kusura bakmayın- beni ağlatamıyor
Eminanımı ağlatan Filistin görüntüleri.

Sil gözünün yaşını Eminanım! Kocan dünyaya posta koymuş bir 'halife' adayıdır artık!
Ama şunu da aklınızın bir köşesine yazınız ki; Türkiye'de 'tehlikeli işte çocuk
çalıştırma'nın cezası 904 YTL iken, eşiniz beyefendi ve şürekâsı, o cezayı geçen yıl
100 YTL'ne indirdiler.

Altı ay evvel İsrail'in inşa ettiği duvarın resimlerini gördükçe "Kendilerine yapılanı şimdi
Filistin'lilere aynen yapıyorlar" diye düşünüyordum.

Bizim pilot, yardımcı pilot (Gülgil), mürettebat külliyen şuursuzlaştıkça, ayağımın


altından toprak çekildikçe "İsrail'in çektiği 8 metre yüksekliğindeki duvarı, 20 sene
evvel biz de Irak, İran, Suriye sınırına çekebilseydik, şimdi belki de çok farklı
sorunları konuşuyor olurduk" diye düşünmeye başlıyorum.

Mesela 'Tenis en geç kaç yaşına kadar oynanmalıdır',

'Bale dersleri kız çocuklarında boy uzamasını durduruyor mu',

'Kasabalardaki olimpik yüzme havuzlarında kullanılan klor miktarı uzun vadede sağlığı
ne cihetten etkiler' gibi...

Zamanlar, Acem alkışlarının, 'taht halüsinasyonları'nı yelpazelediği zamanlar. Masaya


yumruk vurayım derken masayı devirip kalkan kabadayıların zamanları bu zamanlar...

Masayı devirip kalkmak iç siyasi manevra olarak gayet başarılıdır. Kömürün, bulgurun
yanısıra (benim ödediğim vergiyle) beyaz eşya dağıtımına da girildiğinde seçim yatırımı
olarak mükemmel senaryodur.

Lakin, -hamdolsun verdiğin internete-, her tür senaryonun açığa çıkması bilemedin 48
saat sürer. Devirdiğin masayı sana öyle bir kaldırtırlar ki, yerleri süpürmen yetmez bir de
yalatırlar.

Buyurunuz haber bu; "TBMM Dışişleri Komisyonu Sözcüsü, AK Parti Çankırı


milletvekili Suat Kınıklıoğlu, Türkiye'nin, İsrail ile ortaklığına değer verdiğini ve iki
ülkenin de halkına yıllardır fayda sağlayan bu ''özel ilişkinin'' sürmesi gerektiğini
açıkladı."

"Aslında Erdoğan, Gazze'deki savaşa itirazına rağmen Türkiye, İsrail ile


ortaklığına değer vermektedir ve iki ülkenin de halkına yıllardır fayda sağlayan bu
özel ilişkinin sürmesini istemektedir dedi."

Yerleri yalaman da yetmez, bir de çatır çatır günah çıkarttırırlar adama böyle.

Green Card'lı birileri Amerika'da halifelik rüyası, oksijen yerine carbonmonoksit soluyan
birileri de İstanbul saraylarında padişahlık rüyası rüyası görürken, Arap ayrı ayar veriyor,
Yahudi ayrı.

Şunları biz söylesek davulcu osuruğu gibi araya giderdi (köşe yazarı değil atom-altı-
yavrucuğu'yuz çünkü), ama Arap söyleyince ağırlığı olur herhalde. Arap olmayanlar bu
işe karışmasın!

Şu evrende herşey, varlıklar arasındaki karşılıklı etkileşimlerde oluşturulan


"mutabakat"larla oluşur. Mutabakat'ın, uyum ve rezonans olarak fizikte, kimyada yeri
vardır. Bir hayvan veya bitkinin oluşması için bile, iki farklı sistemin (erkek-dişi)
birbirleriyle %99.99 oranında çakışabilmesi gereklidir. Bu uyuşma/mutabakat olmazsa
döl tutmaz.
Arapla, Arap terör örgütünü koruma konusunda bir mutabakata varmamışsan, bu ne
hezeyan?
Bu ne nasırlaşma arzusu?
Nasıl bir özdeşleşmedir Hamas'la 'Seçimle geldi, halkın siyasi iradesine saygı...'
söylemi!
Çöken ekonomi nedeniyle beklenen sosyal patlamayı, türbanlı-sarıklı kara enerjiyi
Türk Musevilerinin üzerine yönlendirmek vatana ihanetin hangi şıkkına girer?

Cemal Abd-el Nasır'ı falan bilmem ama birileri fena halde II. Kaddafi olmaya aday. Hani
şu Paris'in ortasına bedevi çadırını kuran, bize de 'Türkler AB'ye kadın için girmek
istiyor' diye fena halde ayar vermiş, patavatsızlıklarıyla, 'bedeviliğiyle' ünlü Kaddafi.

Mithat Bereket'in anlatmasına göre; beğenmediği bir soru ile karşılaşınca cinnet geçirip,
yakasındaki mikrofonu unutup, röportaj mahallinde basından kim varsa kameralarını
kırıp ellerine verdikten sonra yaka paça dışarı atan Kaddafi (bkz. Tayyip Erdoğan ve
medya).

Çöldeki çadırında, ABDullah Gül'ün de bulunduğu heyetin önünde Erbakan'ı ayar


manyağı yapan Kaddafi.

Sabahın zıbarında yazıyorum, lafa yekun tutayım; 'Ölümüne Tayyip zulümüne Tayyip'
diyenlere karşı, hülleli-hileli yerel seçimler için seçmen listelerinde adımızı kontrol
etmeyi son ana bırakırsak, oy kullanacağımız sandığı önceden tespit etmezsek, sandık
kurullarında görev almazsak, sandıkların açılmasına müşahitlik etmezsek yine bu hırsız,
ahlak yoksunu partinin değirmenine su taşımış olacağız.

Sandıklara hakim olabilirsek Ankara, İstanbul, İzmir'i (herhalde Diyarbakır'ı da)


kaybedecekler. Erken genel seçimi yolu açılacak (Unutma ey seçmen, Hazine'nin vadesi
geçmiş alacaklarının yüzde 49'u Melih Gökçek'in borcu).

Son kullanma tarihi geçtiğinde Saddam'ın başında bit ayıklayan ABD-CIA-Pentagon,


mehdi-mesih beklemekle ömür tüketen Ortadoğu toplumlarının gazını alır gibi,
mehdisini, mesihini, halifesini buldurmuş gibi yapar, bir bakarsın ki Kaddafi misali bir
kadının saçının teline dolanmış o halife bozuntusu, 'Ona hayranım. Arkasına yaslanıp
Arap liderlere talimat vermesine hayranım, Onu çok seviyorum' [1] diye o kadına
övgüler düzüyor.
Kaddafi'nin hayranlığı Condoleeza Rice'aydı, eh şimdi iktidardaki Dışişleri kadını Hillary
Clinton.
Karbonmonoksitin gazı, kaddafileşmenin hazzıyla Recep Bey 'Ohh Hillary Hillary ay lav
yu' demeye başlarsa Emina'nım ne yapar acaba,?
Olmaz olmaz deme, mücahit-müteahhit ve müsait'tirler.

[1]Kaddafi'nin Rice için söyledikleri;


"I admire and am very proud of the way she leans back and gives orders to the Arab
leaders.Yes, Leezza, Leezza, Leezza... I love her very much."
5 Şubat 2009
Herşeyin 'altın'a bakacaksınız!

Makarayı üç yıl geriye sarıyoruz. Tarih: 25 Mayıs 2006. Yer: İstanbul Atatürk Havaalanı
kargo bölümü.

Yangın çıkar.

Önce yangının elektrik kısa devresinden çıktığı söylenir. İstanbul Vali Yardımcısı Vedat
Müftüoğlu, HAVAŞ'ın kullandığı kargo bölümünde, kaynak yapımı sırasında sıçrayan
kıvılcım nedeniyle çıktığını açıklar. HAVAŞ kendisine ait kargo bölümünde çıktığını
yalanlar.

Kargo depolarında bulunan kimyasal/nükleer maddelerden çıktığı da öne sürülür, görgü


tanıklarından patlama gördüğünü söyleyenler de olur.

Çıkış sebebi ve noktası konusunda rivayet muhtelif olmakla birlikte ortada ciddi bir
yangın vardır. İstanbul İtfaiyesi külliyen su olur havaalanına akar. Söndürme uçakları 180
sorti yapar.

---

İstanbul Altın Rafinerisi (İAR) Yönetim kurulu Başkanı Ömer Halaç, Atatürk
Havalimanı'ndaki yanan kargo terminalinde;

Amerika ve başka ülkelere gönderilmek üzere çok miktarda işlenmiş altın,

400 kilogram gümüş ve bir kasada uluslararası banka işlemlerinde kullanılmak üzere
yaklaşık 14 milyon Dolar civarında para bulunduğunu söyler.

Halaç'ın beyanına göre; Yangından hemen önce, Atasay Kuyumculuk 2.5 milyon Dolar
değerinde altının kargodan giriş işlemlerini yaptırmıştır. Erimiş olması ihtimali vardır
ama Atasay altınları sigorta kapsamındadır.

Ancak Atasay'dan bir yetkili, "Yurtdışından gelen bir miktar altınımızı kargodan
çekmiştik" der.

400 kilogram gümüş de Sistem Lojistik'in kargo binasında erimiştir.

---

Ömer Halaç, 1996 yılında devlet tarafından kurulan İstanbul Altın Rafinerisi AŞ'nin
(İAR) çoğunluk hissesini 2002 yılında satın alan altın sektörünün 'altın çocuğu',
lideridir.
İstanbul Altın Borsası, hazine Müsteşarlığı ve Vakıfbank'ın da ortak olduğu İAR'ın yüzde
99 hissesi Halaç`a aittir (Hatırlatma: Deniz Feneri?ne gemi alımı için 1,7 Euro krediyi
de Vakıfbank vermişti. Zekeriya Karaman Vakıfbank Şube Müdürlüğü?nden emekli.
Deniz Feneri davasında Vakıfbank çok önemli. İstanbul Belediyesi de parasını
Vakıfbank'ta tutuyor).

Efendim, altın sektörünün iplerini elinde tutan Ömer Halaç'ın en büyük arzusu
Afrika'daki altını çıkartıp, ham altını rafine etmektir...Bu bilgiyi de koyun kenara.

Bugünlerde Sayın Kılıçdaroğlu'nun (Y.N. Herkese 'Sayın' diyemediğimin farkındasın


değil mi Aziz&Azize okur!) Başvekile "Tanıyor musun, oğlunun iş ortağı" dediği Ekrem
Tosun, Cihan Kamer'in mali müşaviri.

Cihan Kamer Atasay ve Atagold Kuyumculuk'un sahibi . Atagold'un yüzde 50


hissesi Başvekilin mahdumu Bilal ve zevcesi Sema Erdoğan'a ait.

Cihan Kamer Başvekilin yurtdışı gezilerinde yanından ayırmadığı, 'yakın dostu'.

Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetinin, 1 Ağustos 2004'te KDV yasasını değiştirip,


elmas, pırlanta, yakut, zümrüt, topaz, safir, gibi değerli taşların KDV'sini yüzde 18'den
sıfıra indirmesiyle kalkınan kuyumculardan.

İlaç, makarna, ekmek, simit alırken ödediğimiz KDV'yi altına, pırlantaya, elmasa
ödemeyenlerden.

Başvekilin mahdumlarına düğünde takılan altınlar mutlaka Cihan Kamer'in Atasay


Kuyumculuk'undan satın alınıyor. Daha sonra Başvekil bu altınları Atasay'da bozduruyor.

Biz çocuğun altını değiştirmeyi biliriz, Recep Bey çocuklarının altınını değiştiriyor.

Cihan Kamer, "Başbakan?ın kuyumcusu" ya da "gayrı resmi mali müşaviri" olarak


tanınıyor. Recep Bey ve çocuklarının portföyünü o yönetiyor.

Yani, Cihan Kamer Recep Bey'in mali müşaviri, Ekrem Tosun da Cihan Kamer'in.

Ekrem Tosun'un, Güneydoğu'daki yeraltı madenlerinin yağmalanmasında, altın, çinko,


bakır, krom vs. nin yabancı şirketlere ve din tüccarlarına devredilmesinde çok önemli
rolü var.

---

Başvekil Recep Bey "Son günlerde Sayın Kılıçdaroğlu şahsımın ismini zikrederek
kamuoyunda esrarengiz bir hava yaratmaya çalışmaktadır" diyor ya, Kılıçdaroğlu'nun
birşey eklemesine gerek yok, olaylara, bağlantılara zoom yapınca herşey esrarengiz bir
hal alıyor.
Mesela, "Havaalanı yangınından hemen önce Atasay altın getirmişti" diyen, altın
sektörünün lideri Ömer Halaç, tam da Afrika ülkelerinde altın çıkartmak üzereyken,
oradan getirilecek ham altını rafine edecek çalışmalar yaparken 38 yaşında, İstanbul'da
bir hastanede küt diye sıtmadan ölüyor (Mayıs 2008).

Halaç'ın ailesi "teşhiste gecikme" nedeniyle hastaneye 12 milyon YTL tazminat davası
açıyor.

Koç Allianz, havaalanı yangınından zarar gören 55 müşterisine milyonlarca YTL sigorta
ödemesini yapıyor, fakat Koç da konuyu yargıya taşıyor.

---

Yeraltı dedik, maden dedik... Az daha geri gidip filmi 2005 yılına saralım.

Cihan Kamer, Güney Afrika'da 'karbon' çıkartma işine de soyunuyor.

Ahaliden 'elmasın saf karbon olduğunu bilen çıkabilir düşüncesiyle, "Elmas yok, sırf
kömür işi" diyor.

Cihan Kamer'in Güney Afrika'daki ortağı Sumo Colliery S.A şirketinin Genel Müdürü
Vuslat Bayoğlu.

2005 yılında Güney Afrika'ya giden Başvekil Recep Bey onuruna Johannesburg'daki
Fethullah Gülen okulunda verilen davette, kömür madeni işleten, Cihan Kamer'in
ortağı Vuslat Bayoğlu da var.

Sumo Colliery firması 360 Dolar sermaye ile kurdurtulmuş ve daha sonra Melih
Gökçek'in Vakıfbank Genel Müdürü'ne kurdurduğu VAK-BEL'e kömür satmış bir
şirket.

Ankara Büyükşehir Belediyesi, Sumo?dan kömür ithali için önce VAK-BEL'i, daha sonra
Cayman Adaları'nda, 10 bin Dolar sermayeli Black Diamond adlı bir şirket kuruyor.
Black Diamond, Sumo'dan aldığı kömürü üzerine kâr payı koyarak VAK-BEL'e satıyor.

Cayman Adaları, vergi kaçıranların gizli offshore hesaplarının bulunduğu cennetlerden.

Milliyet yazarı Serpil Yılmaz, 3 Mart 2005 tarihli yazısında diyor ki;

Terör uzmanı Ali Köknar, "PKK'nin Güney Afrika Cumhuriyeti'ndeki İlişkileri"


raporunda VAK-BEL'den bahsediyor:

"Türkiye'ye silah ambargosu uygulayan Güney Afrika ile ilişkiler kötüydü.1998'de Melih
Gökçek'in daveti üzerine Pretoria kentinin Belediye Başkanı Joyce Ngele Ankara'ya
geldi. Ankara Belediyesi'ne bağlı Belko'nun, Güney Afrikalı bazı aracılara fahiş
komisyonlar ödeyerek, milyonlarca dolarlık kömür aldığı göz önünde bulundurulursa,
maksat kolayca anlaşılır."

---

Başvekil Recep Bey'in yakınındaki işadamları, Türkiye kesmeyip Afrika'daki altın,


elmas, bakır, krom, kömür madenlerini de hallaç pamuğu gibi atar, bir yandan Afrika,
Cayman Adaları (off shore hesaplar) üzerinden belediyeleri soyarken, 2008 yılında
Dışişleri Bakanlığı "2009 yılı sonuna kadar Afrika'daki 15 ülkede diplomatik misyon
açmaya" karar veriyor.

Cihan Kamer diyorsun, hamisi Başvekil Recep Bey.

Ekrem Tosun diyorsun Recep Bey'in mahdumunun iş ortağı.

Vakıfbank diyorsun, Recep Bey'in partisinin fena halde batağa saplandığı Deniz
Feneri'nin sponsor/aracı bankası.

Melih Gökçek desen hâkeza, arkasında kapı gibi Recep Bey.

Güney Afrika'da çıkarttığı kömürü Ankara Belediyesi'ne fahiş fiyata satan da, "Elmas
değil kömür ithal edeceğim" diyen de, şu an altın piyasasını elinde tutan da, Fetullah da,
PKK da hepsi elele bir çember olmuş, çemberin merkezinde Adalet ve Kalkınma Partisi.

Eylül ayında Safile Usul "Dün içime birden Kemal Kılıçdaroğlu'nun korunması gerektiği
hissi geldi" yazdığında "Yok canım sen de..." diye düşünmüştüm.

Sayın Kılıçdaroğlu'nun can güvenliği konusunda artık ben de fena halde


endişeliyim.Umarım her türlü fiziki güvenliği sağlanmıştır.

Hiçbirimiz AKP'nin yaptığı hırsızlığın, yağmanın boyutları hakkında ne bilmediğimizi


henüz bilmiyoruz. Sayın Kılıçdaroğlu tek başına, ilmek ilmek söküyor. Şaban Dişli'yle
Mir Dencır'da kolları sökmüştü. Şimdi belden çekti ipliği, yukarı doğru çıkıyor.

Şubat 2009
Genç tapucular huzursuz

15 Nisan 2010 tarihli TBBM Tutanağı, sayfa 24'ten:

?KAMER GENÇ-Ben dün burada söyledim, dedim ki: Bunlar (yeni kurulan Bezm-i
Alem, Turgut Özal, Sabahattin Zaim üniversiteleri) tarikat ve cemaat üniversiteleridir.

ÖMER FARUK ÖZ (AKP-Malatya) - Ne tarikatı ya? Hepsi vakıf üniversitesi.

KAMER GENÇ- Bunları niye böyle getirip de buradan hemen geçiriyorsunuz


müzakeresiz? Çünkü buraya hazinenin çok kıymetli arsalarını vereceksiniz; çünkü
tarikatlar kuvvetli, devleti yöneten tarikatlar, iktidarınızı yöneten tarikatlar. Dolayısıyla
bunlara en kıymetli arazileri vereceksiniz, en kıymetli yerleri vereceksiniz, yine bunlara
vergi muafiyetini getireceksiniz, gümrük muafiyetini getireceksiniz, gelir vergisi
muafiyetini getireceksiniz ve burada bunlar çok büyük devlet kaynaklarından
yararlanacak; ondan sonra da o imkânları aldıktan sonra devletin kesesinden zengin
olacaklar arkadaşlarım.

Son günlerde Kamer Genç'e saldırıların artmasının, Genç'in "Can güvenliğim yok"
feryadının altında, basına yansımayan bu konuşmalar da var.

---

Hür ve Kabul Edilmiş Hadjiwhatlar Locası, yani tarikatlar, 80 yıl sonra, arkalarından
nodullayan AB-ABD emperyalizminin de desteğiyle iktidarı ele geçirince, vergi ve
askerlikten muafiyet ile toprak bağışı konusundaki Osmanlı döneminde sahip oldukları
ayrıcalıkları geri almaya yemin billah ettiler.

Hiç bir meslek grubunu toptan töhmet altında bırakmak niyetinde değiliz amma,
'maklube aşıyla beslenmiş tapu memurları'nın katkısı olmadan bunca özel ve kamu
arazisinin tarikatlara devri mümkün olamazdı.

Büfeci-kantinci-belediyeci-bayi geçmişini, gayrimenkule merakını bildiğimiz badembıyık


hadjiwhatların, bir de 'tapucu' geçmişi vardır.

Tarikat evlerinde maklubeye lidocaine katılıyor olmalı ki, hadjiwhatlarda 'korku' faktörü
tamamen ortadan kalkmıştır. O korku ki horoza cinsiyet değiştirtip yumurtlatır,
memleketim tarikatlarında zerresi kalmamıştır...

Tüm korkular aşılıp, etik kurallar kolayca çiğnenir olunca da, 'çete'likten bir acele
'mafya'lığa terfi edilir.

Başlıktaki 'huzursuz tapucular' 'devletin üst düzeyinden yardım alan' mafya cinsidir,
diğerleri (hatta ufarak çeteler bile) üzerlerine alınmaya.
AKP (yani tarikatlar) özellikle belediyeleri ele geçirdikten sonra, yandaş tapu memurları
marifetiyle,

sahipleri/mirasçıları ölmüş, göç etmiş,

sahipleri mülkleriyle ilgilenemeyecek kadar yaşlı,

vergisi uzun süredir ödenmeyen ne kadar arsa-arazi varsa , yandaş tapu memurları
yardımıyla tek tek tespit ettiler.

Bahsettiğim, TMSF vs. aracılığıyla açıktan yapılan servet transferinin dışında kalan,
'görünmez' icraattır.

Tarikatlar, öncelikle İstanbul?da, satın alabildikleri gayrimenkulü değerinin çok altında


aldılar. Alamadıklarının sahiplerini işkenceyle öldürüp üzerine çimento döktüler.

İki yıl önce Beykoz'da, mülklerinin tapuları için öldürülen zengin ihtiyarları hatırlıyor
musunuz?

Hani şu domuz bağıyla bağlanıp, üzerlerine çimento dökülen ihtiyarlar (katiller, o


çimentonun üzerinde namaz da kılmışlardır herhalde).

Peki domuz bağının hangi islami örgütün cinayet yöntemi olduğunu hatırlıyor musunuz?

Beykoz deyince... Beykoz'un AKPli Belediye Başkanı, aynı zamanda İlim Yayma Vakfı
Başkanı. 2004'e kadar da İlim Yayma Cemiyeti Başkanlığı da yapmış (ne yaydığı,
'ilim'den ne anladığına bağlı).

Işığı üzerimizden eksik olmasın Uğur Mumcu, bu cemiyetle ilgili şunları yazmış:

"12 Eylül'ün başbakanı Bülent Ulusu, "Süleymancılık tarikatının mallarına el konulması


için yasa hazırlığı yaptıklarını, ancak, insan hakları baskısı yapılıyor imajı vermemek için
yasayı çıkartmadıklarını" söylüyor.

Atatürk'ün vasiyeti hiçe sayılarak Dil ve Tarih kurumlarına el konurken akla gelmeyen
sakınca, demek "Süleymancılık tarikatı"nın mallarına el konmasını engelliyor. İşkenceler
için yapılan insan hakları yayınlarına kapanan kulaklar, Süleymancılık tarikatının
malvarlığı için açılıveriyor. "İrtica örgütleri arasında sayılan "İlim Yayma Cemiyeti"nin
kurucularından biri kimdir biliyor musunuz? Başbakan Özal!

Bugün Nakşibendi tarikatı kadar etkili hiçbir örgüt yoktur. Bu tarikat hakkında bir
Meclis araştırması açılabilir mi? Atatürk heykellerinin en çok dikildiği, düşüncelerinin
yok edildiği dönemleri yaşamıyor muyuz? Tekbir sesleri ile Atatürkçülük. Said-i Nursi
Hazretleri'ne yapılan övgülerle Atatürkçülük. Sağdan üç-beş oy alma uğruna solculuk
adına gerici sakalı sıvazlayan Atatürkçülük. İşte yasaklı ve kısıtlı demokrasinin ulaştığı
nokta budur."
Boşuna öldürmedi bu yobazlar Uğur Mumcu'yu.

---

AKP öyle bir dönemece girdi ki, kendisini iktidara getiren tüm güçler, faturayı önüne
koyup ödeme talep etmeye başladılar.

"Tapuda işi hızlandırmak için verilen 20 milyon rüşvet değildir", "Yurtdışına -


diplomatik pasaportla- tapu ataşeleri gönderilecek" haberleri, sadece huzursuz genç
tapucuların AKP'nin önüne koydukları faturadır.

Ha! Bir de şu geliyor aklıma; Tapu Ataşesi yurtdışında tapu tescili yapıp, tapu tanıtımı
(hö!!) faaliyetinde bulunmayacaksa ne işle iştigal edecek? Yabancılara satılacak
arazilerin tanıtımını mı yapacak?

Özetle Aziz and Azize okur, genç tapucular da huzursuz!

Onlar da tarikatların gücüne güç, servetine servet katmaya yardımlarının bedelini


istiyorlar.

Tarikatların ve onların AKP'sinin, bu ülkeye, bu topraklara karşı nasıl bu kadar acımasız


olabildiğini anlamak için de, bunların şeyhlerini şıhlarını eğiten Amerikalı misyonerlerin
öğretilerini kurcalamak gerekiyor. Buyurun Misyoner'in El Kitabı'ndan:

"Yabancı bir kültürün ortasındaki dinsel koloniler, cennetin kolonileridir. Cemaatler


kendilerini o kültürün içindeki 'yerleşik yabancılar' olarak görmelidirler. Yani o kültürün
içinde yaşayan, ama o kültürün eseri olmayan insanlar."

Tarikatların partisi AKP'nin kendisini bu ülkeye bunca yabancı hissetmesi,

Çıkarttığı tüm yasaların Türk halkının değil yabancıların lehine olması,

Ülke işsizlikten kırılırken, istihbari faaliyette bulunacak bir kuruma bile yabancı
uzmanlar atayacak olması, ancak bu misyoner psikolojisiyle açıklanabilir. Onlar Türk
kültürünün eseri olmayan, içimizdeki yerleşik yabancılardır.

Akıbetlerinde, halkın kendilerine ?misyoner pozisyonu?ndan farklı pozisyonlar da


biçtiğini görmekteyim ki, "Hasttetmeyin lan adamı!!", "Kırdırma ulan kendini!",
"Gostettirmeyın la şindi!" diye dolanan, kerterizi kaybetmiş AKP'ye az biledir.

Tapu memuru bile hükümetin yakasına yapışıp "Yaptığımın karşılığını ver" diyorsa, filim
bitmek üzeredir.

23 Nisan 2010
Dükkân senin! Shop is yours!

ABD'nin, Kafkasya'ya postu serme, Ermenistan'ı Rusya'nın kucağından alıp kendi


kucağına oturtma planı çerçevesinde, her iki tarafa da dayatmayla imzalattığı Türkiye-
Ermenistan Protokolü'nün, necip Türk matbuatında yayımlanan metnine göre: iki ay
içinde ortak sınır açılacak.

Oysa, Ermenistan Cumhurbaşkanı Sarkisyan, aynı gün, Türkiye'ye güven duymayan


halkına ve diasporaya yaptığı konuşmada (*);

"Türkiye ile Ermenistan arasında mevcut sınır sorunu (the issue of the existing border
between Armenia and Turkey) yürürlükteki uluslararası hukuk normları çerçevesinde
çözülecektir." diyor.

Ermenistan'la aramızda sınır kapılarının açılması gibi bir sorun mu vardır yoksa sınırın
değiştirilmesi mi?

Sanki Ermeni'nin imzaladığı metin ya da aklındaki Türk'ünkünden farklı, sınır kapısına


değil de daha bir sınırın kendisine dair gibi...

Olur a, gönül ferman dinlemez Noel Baba'dan g.t ister!

Türkçe Protokol'de;

"Tarihsel boyuta ilişkin alt komisyon, tarihsel kaynak ve arşivlerin incelenmesini de


içerecek şekilde bir diyalogun uygulamaya konulmasında Türk, Ermeni ve İsviçre
temsilcileri ile diğer uluslararası uzmanlar da yer alacaklardır" yazılı.

Oysa, Sarkisyan konuşmasında;

"Bugün, Osmanlı hakimiyeti altında, milletimizin soykırıma kurban gittiği bir ülkeyle
ilişkileri normal bir kanala çekmeye çalışıyoruz.

Soykırım yarasının izi iyileşmez. Şehitlerimizin hatırası ve nesillerin geleceği, tüm


Ermeni milletinin yeniden doğuş rüyasını gerçekleştirmemizi, pragmatik kararlar
almamızı emrediyor. Bunu (Protokolü), tarihsel gerçekliği bilerek yaptım.

Türkiye ile şartsız ilişki kurmak dışında alternatif yoktu. Bu zamanın gerektirdiği
(dictate) budur.

Türkiye ile kurulan hiç bir ilişki soykırım gerçeğini değiştiremez. Soykırım tanınmalı
ve lanetlenmelidir. Kurulacak komisyon, tarihçilerden oluşmamalı, hükümetlerarası
bir komisyon olmalıdır." diyor.
Komisyon tarihçilerden oluşsa; 1915-1917 arasında Ermenilerin öldürdüğü 580 bin
müslüman Türk'ün isim listeleri arşivden çıkartılıp önlerine konulacak. Osmanlı nüfus
kayıtlarına göre, o tarihte Anadolu'daki nüfuslarının 1 milyon 200 bin olduğu,
Patrikhanenin bu sayıya nasıl 1 milyon ilave ettiği belgelerle gözlerine sokulacak.

İki tarafa empoze edilen, tarih alt-komisyonu konusunda da farklı gibi...Ya Sarkisyan
araya reklam almış, ya bizimkiler baskı altında imzaladılar, bu konuda ne yapacaklarını
sonra düşünecekler. Ya da düşünmeyecekler...olayların akışına bırakacaklar.

Türkçe Protokolde;

"Bölgesel ve uluslararası uyuşmazlık ve çatışmaların barışçı şekilde çözümlenmesi


hususundaki taahhütlerini..." yazıyor ki, direkt Dağlık Karabağ sorununu düşündürür.

Oysa Sarkisyan; "Kurulacak ilişkinin, Dağlık Karabağ sorununuyla ilgisi yoktur, o


konu tamamen ayrı ve Protokol'den bağımsız bir konudur." diyor.

Bu da iki tarafın farklı dayatmalarla, farklı metinlere imza attığını düşündürüyor sanki.
Ya Sarkisyan halkına yalan söylüyor, ya AKP hükümeti bize eksik/yanlış bilgi veriyor...

Bizim Hamdullahların dürüstlüğü, şeffaflığı tescilli olduğundan (!), herhalde Sarkisyan


Ermenilere kıvırtıyordur diyorum.

Türkçe metinde; "İki tarafa ait kültürel mirasın korunması ve ortak kültürel projelerin
başlatılması amacıyla harekete geçilmesi"nden bahsediliyor.

Oysa, iki gün evvel Nalbandian, UNESCO'da yaptığı konuşmada (**), Ermenistan'da
tarihi eserleri nasıl koruduklarından bahsederken, Azerbaycan'ı isim vererek, Türkiye'yi
isim vermeden şikayet ediyor:

"Ermeni halkı, yüzyıllar boyunca sayısız kültürel eserler meydana getirdi. Malûm tarihi
sebeplerden, bunların çoğu Ermenistan sınırları dışında kalmıştır. Ermeni tarihi
mirasını yok etme politikası yüzünden, evrensel değere sahip binlerce kültürel eser
kaybedilmiştir" diyor.

Yani, Türkiye, Ermeni kültürel mirasını koruyacağına dair taahhütte bulunurken,


Protokol'ü imzalayan Nalbandian, UNESCO'ya şikayetini yapmış bile. İki taraf
arasındaki frekans tutarsızlığı bu konuda da sürüyor.

Sarkisyan'ın konuşması tavizsiz. Daha doğrusu, halkına, Türkiye'ye taviz verilmediğine


dair güvence veriyor.

Oysa, bizim Reis-i cumhur Mr. Gül, bırak halka açıklama yapıp güvence vermeyi,
soruları "Bütün Kafkaslar'da işbirliği ortamı kurulur, iyiniyetle zorluklar aşılır" gibi
muğlak ifadelerle, mütebessim geçiştiriyor.
Sarkisyan;

"Türkiye, onay sürecinden çekilir veya şartlar ileri sürerse, Ermenistan, Protokol
nedeniyle tek taraflı yükümlülük altına girmeyecektir. Türkiye makul bir süre içinde
Protokol'ü onaylamaz ya da bütün şartlarını yerine getirmezse, Ermenistan
uluslararası hukuku harekete geçirecek adımları atacaktır.

Gelecek kuşaklara, kesinlikle, müreffeh ve huzurlu bir 'anavatan' (motherland)


bırakacağız." diyor.

(Elhamdülillah) Google yazarıyız ya, hemmen okura Google'da bir arama tavsiye edelim.
Sadece 'Armenia motherland' yazın, ilk sayfada gelen enformasyona şaşıracaksınız.

'Armenia-Lost Motherland' (Ermenistan-Kayıp Vatan) gelir. Kayıp dedikleri vatanları,


Türkiye sınırları içinde 12 vilayet.

Hrant Dinkin öldürülmesiyle başlayıp,

Boğazlarımızdan geçip Gürcistan'a giden Amerikan gemilerinin, uzun menzilli çocuk


bezi, CH-60 Knighthawk marka kadın donu, Bushmaster topu (futbol topu canım), füze
rampası şeklinde domates hamulesiyle çizgileri netleşen,

Lozan Anlaşması'nın imzalandığı masanın kafamıza atılmasıyla dannk eden süreç devam
ediyor.

("Masa da masaymış ha / Bana mısın demedi bu kadar yüke / Bir iki sallandı durdu /
Adam ha babam koyuyordu." Edip Cansever)

Hayır, yedi yıldır AKP'nin bir kez... sadece bir kez 'ulusal çıkar-ulusal güvenlik-ulusal
onur' gözetmiş bir icraatını görsem (ön dişimi kıracağım), rahatça arkama yaslanıp
seyredeceğim. Fekat, Amerika'ya "Dükkan senin (shop is yours)" demiş olmalarından
şeyediyorum...

Huzurlarınızda AKP hükümetine "Konuşmalarınız açık, şeffaf, net ve bilgi verici olsun.
Rektuma değil beyine hitap eden tek bir cümle kurun. İnandığınız Allah lillâh aşkına..."

"Türkiye sizinle...sizinle...Türkiye sizinle...(kadın kekeledi) dumur oluyor" demek


istiyorum.

12 Ekim 2009
Neo-Osmanlıyla bostan ekenin kıçı hıyardan kurtulmaz

Amerika da, çoğu batı ülkesi gibi yabancıların mal varlığını denetim altında tutuyor.
Office of Foreign Assets Control {Yabancı(ların) Malvarlıklarını Kontrol Bürosu} ABD
Hazine Bakanlığı'na bağlı bir birim.

Malvarlıkları kontrol altına alınan yabancı şahıs, dernek, vakıf listesi aşağıda (*),
bakarsınız. Çoğu islami dernek, çoğu Arap ismi olmak üzere 428 sayfalık liste.

Vietnam'dan askeri uçaklarla uyuşturucu nakleden, Afganistan'da afyon tarlalarının başını


bekleyen Amerika, PKK'nın -yani bölücü terörün- uyuşturucu kaçakçılığı nedeniyle ipini
çekmişmiş de, Amerika'daki malvarlığını dondurmuşmuş da...

Geçeceksiniz bir kalem!

ABD, AKP ile PKK arasında bir seçim yapmak durumunda kalmış ve önümüzdeki 3-5
yıl daha hizmetlerine ihtiyacı olduğu cihetle AKP'yi seçmiştir.

Bildiğimiz kadarıyla, AKP henüz açıktan 'beyaz' işine girmedi. Şimdilik, arazi/imar rantı,
ihaleden komisyon, medya, altın, elmas, enerji, her türlü pazarlama işi, yardım toplayıp
cebellezi etmek gibi faaliyetlerden ekmeğini çıkartıyor (çoh ekmeh yir bunnar!).
Dolayısıyla, AKP, henüz uyuşturucu pazarında ABD'ye rakip değil.

Oysa PKK, en az 25 yıldır 'beyaz' işiyle iştigal ediyor (de mi le kirvo?). ABD bu cihetten,
PKK'yı piyasadan silmeye niyet etmiş-niyet eylemiş olabilir, biiiir!

ABD, Kuzey Irak'tan asker çekip, bölgeyi XE (eski adıyla Blackwater) denilen katil
ordusuna emanet edeceğinden, askerini de Türkiye üzerinen geri çekeceğinden, şimdiye
kadar kendisine hizmette kusur etmeyen AKP'nin hizmetlerine eskisinden fazla ihtiyaç
duyacağı bir döneme giriyor, ikiii!

Normal ahvalde 7 hükümeti yıkmaya yetecek yolsuzluk, hırsızlık, hukuksuzluk,


ekonomik ve sosyal çöküntü varken, ABD, AKP hükümetini ayakta tutmak için kaynağı
belirsiz milyar dolarları TIR'larla Türkiye'ye sokuyor.

Eh, PKK'yı -yani terörü- ortadan kaldırırsa, bu da AKP'nin başarı hanesine yazılacak ki,
'açılım' olayını patlatıyor.

ABD, neo-Osmanlıyla bostan ekenin kıçı hıyardan kurtulmaz veciz sözünü


bilmediğinden, hesaplarını AKP üzerine kurmaya devam ediyor.

Yalnız ve güzel ve haczedilmiş ülkem öylesine cahil, ehil olmayan ve görev sınırlarını
keyfi düzenleyen adamların eline düştü ki, kediyi yıkarken sağ korlarsa sıkarken mutlaka
öldürüyorlar.
'Görev sınırı' deyince, Macaristan'da şahit olduğum bir kavgayı anlatacağım da, buna
'kavga' demek ne kadar doğru olur emin değilim.

Genç bir adam marketin kapısından koşarak çıktı, kaçıyor. Arkasından marketin
üniformalı güvenlik görevlisi fırladı. 20 metre sonra adamı yakaladı, birlikte yere düşüp
kaldırımda yuvarlanmaya başladılar.

Güvenlikçi, adamın cekedinin içine sakladığı neyse onu almaya çalışıyor, hırsız da o şey
neyse onu vermemeye çalışıyor. Birbirlerine asla vurmuyorlar. Bırak vurmayı, küfür bile
etmiyorlar. Biri almaya çalışıyor öbürü vermemeye...

On dakika yerlerde yuvarlandılar. Sonunda güvenlikçi hırsızın cekedinin içinden bir şişe
şarap çıkarttı, hiçbirşey söylemeden üstünü başını düzeltip dükkana döndü. Hırsız da
kalktı, yürüdü gitti.

Güvenlikçi de hırsız da yaptıkları işinin ehliymiş, görev sınırlarının içinde kaldılar. Hırsız
sadece hırsızlığını yaptı, çaldı ve geri vermemeye çalıştı. Güvenlikçi de dükkanından
çalınan malı geri almaya. Birbirlerine zarar vermek, hakaret etmek, öldürmek gibi
niyetleri yoktu.

"İşinin ehli olmak" işte böyle birşey. Büyük ölçüde, işinin sınır çizgilerini ihlal
etmemeyi ve insan onurunu zedelememeyi gerektiriyor.

Bir de AKP adamlarına ve kadınlarına bakıyoruz;

"Bilmemne teknolojisi cep telefonu ithaliyle teknolojinin de ebesini halkımıza


sunmuş bulunuyoruz" diyorlar, oysa ülkenin Genelkurmay Başkanı dahi cep telefonu
kullanmaya çekiniyor.

"Aile bizim için çok önemlidir, üreyin" diyorlar, ev kadınları kerhaneye sermaye
olmaya sıraya girdi, bebek cesetleri çöpten toplanıyor, hergün 13 yaşındaki kızını
pazarlayan bir başka ailenin haberi medyada...

Herhalde 'Kürtlerle Dans' espirisinden hareketle Kevin Costner'ı siyasetlerine malzeme


etmeye kalktılar, her zaman kırmızı halıyla karşılanan adam İstanbul'daki konserini iptal
etmek zorunda kaldı.

"Ankara'yı nasıl modern bir şehir haline getirdik" diyorlar, 1950'lerin Ankarası bal
dök yala, şimdiki Ankara köhne, yoksul, derme çatma bir şehir. Melih, Ankara'yı batırıp
İstanbul'u başkent yapmaya destek misyonunu yerine getirmiş...

Bir yandan "İnternet hızlanacak, şöyle uçacak böyle konacak" diyorlar, ülkenin
Cumhurbaşkanlığı makamını işgal eden zat ekip kurmuş, gazeteyi internetten okuyan
yorumcunun IP adresini-adını tesbit ettirmeye çalışıyor.
TÜİK çalışanlarına 'gizlilik yemini' ettirdiler, rakamlarla istedikleri gibi oynayıp "Kişi
başı gelir 10 bin dolar, enflasyon yüzde 9" yalanı söylettiriyorlar. Oysa yoksul insanlar
artık 75 milyonun gözü önünde, televizyon stüdyolarında, yalvararak dileniyor (Bkz.
Show Tv- "İhtiyacım Var"). En fazla acındıranın sadakayı kapacağı, yalvartan, insanı
küçülten, insan onurunu paspas etme konusunda "Yardım edin Mem'dali Bey"i fersah
fersah aşmış rezillikler.

AKPlilerin ne ahlakları ahlak, ne hukukları hukuk ve ne de bir vicdanları kaldı.

AKP Genel Başkanı'nın oğlu Burak Sevim Tanürek'in katili.

Eski Bakan yeni muhalif Kemal'in oğlu Abdullah Unakıtan'ın kullandığı arabanın ezdiği
dört kişi trafik şehidi(!) istatistiklerinde bir rakam.

Adam aklınca Yahudilere iltifat etmeye kalkıyor, ülkedeki Yahudi azınlığı rahatsız
edecek, anti-semitizme cesaret verecek laflar ediyor.

Futbol maçı oynanıyor, 20 bin seyircinin 15 bini seyirci değil, asker-polis.

İSKİ, Teşvikiye Caddesi'ni atık su kanalını rehabilite etmeye kazıyor, yeraltında bin 200
kabloyu kopartınca elektrik, telefon şebekesi çöküyor.

Islah ettikleri her dere yine...yine...yeniden taşıyor.

Sağlığımın Bakanı kızamıkçık aşısı kampanyası açıyor, yanlışlıkla aşılanan 60 hamile


kadın küretaj olmak zorunda kalıyor. Meğer; kullanım süresi bitmek üzere olan aşıları
bitirmek istemişler.

AKP Genel Başkanı'nın karısı "Haydi Kızlar Okula" kampanyasıyla kadınları okula
gitmeye değil, kadınlara mahsus, kısa dönem okuma-yazma kurslarına gitmeye
teşvik ediyor.

Aslında "Okuma-yazma öğren, 10'a kadar saymayı bil yeter" deyip, kadınları
okuldan uzaklaştıran bir proje.

İnsan hayatının hiç önemi yok gözlerinde. Her sözleri yalan, her icraatlarında 'sahte',
'beceriksiz' ve 'yıkıcı-öldüren' birşeyler var. Hepsi hırsız, ama işinin ehli bir hırsız bile
yok içlerinde.

ABD de AB de AKP'yi kullanıyor, AKP her sahtekarlığını, beceriksizliğini, yıkıcılığını,


AB'ye tam üyelik ham hayaliyle kılıflıyor. İş geldi Atatürk'e küfretmenin serbest
bırakılmasına dayandı.

AB'ye göre "Atatürk'ü Koruma Kanunu" ifade özgürlüğüne aykırıymış.


Mustafa Mutlu'nun (saygılarımla) bir cümlesini alıntılıyorum: "Alın tam üyeliğinizi
kulak deliğinize sokun, biz Atamıza küfrettirmeyiz".

Alın tam üyeliğinizi, münasip her deliğinize sokun. Bu cümlemi de 'ifade özgürlüğü'
kapsamında değerlendirin bitte, please, s'il vous plait.
Rabbime sordum...'De get la!' dedi

Ne zamandır aklıma takılan abuk sorular vardı. Rabbime sordum, "De get, kendilerine
sor!" dedi.

Mesela; İmralı Kuşçusu'na Kürtçe konuşma izni verilmiş.

Bu herif Kürtçe bilmediğinden yıllardır Türkçe konuşup-yazmaz mıydı?

......

Yeraltı kaynaklarının tamamı yağmalanan Kuzey Irak'ta, 2007'de Amerikan Üniversitesi


açılmıştı. Şimdi Fransızlar, Almanlar da sahaya inmiş, peşpeşe yabancı okul açıyorlar. İlk
Fransız okulunu Danielle Mitterand açtı (Paris Kürt Enstitüsü Başkanı Kendal Nezan
tarafından yengeniz olur).

Şimdi halkların kendi geleceğini tayin hakkı, özerklik, bağımsızlık, Kürt dili, Kürt
kültürü diye cart curt eden Kürtlere (Kürt derken hala ırkçılık-ayrımcılık yapıyormuş gibi
rahatsız olarak) soruyorum:

Kürdistan dediğiniz Kuzey Irak siyasi ve kültürel olarak bağımsız mıdır? Sizin
düşündüğünüz 'bağımsızlığın' benzer ya da benzemez yanları nelerdir?

İngilizce, Almanca, Fransızcaya da Türkçeye direndiğiniz gibi direnmeyi düşünür


müsünüz?

......

AKP ve tarikatlar, özellikle üretilemeyen değerlerimize saldırıyor, gasp ediyor, satıyor.


Örneğin; arsa üretilemeyen bir değerdir.

Tarihi eser de üretilemeyen bir değerdir.

Son iki hafta içinde;

-Gümüşlük, Tavşan Adasında yapılan kazılarda 2500 yıllık tapınak, mezar alanı,

-Çatalhöyük'te, antik yerleşim yerine ait bina kalıntıları bulundu.

-Topkapı Sarayı'nın avlusunda, gecekondu çöplüğünün altından piskopos sarayı


kalıntıları çıktı,

-Mardin Kızıltepe'nin Sürekli Köyü kanalizasyonu kazıldıkça altın sikke dolu küpler
çıkıyor.
Ramazan'da Hırka-i Şerif'in "son ütücü yaktı" bahanesiyle halka gösterilemediğini de
biliyoruz.

Şimdi, bu sorum AKP'li vekillere, belediye başkanlarına, işadamlarına ve tüm tarikat


ehline:

Müzelerde veya kazı yapılan yerlerde bulunan tarihi eserleri de (yabancıya) satıyor
musunuz?

(Okura soru: Ehl-i müselman henüz tarihi eser kaçakçılığına girmediyse, bu soruyla
eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürmüş olma ihtimalimiz var mıdır?)

......

İngiltere?de hemşirelerin yüzde 66?sı kendisine domuz gribi aşısı yapılmasını istemiyor.
Sebebi; aşının içinde adjuvan madde olarak skualen bulunması. Skualen; bağışıklık
sistemi hastalıklarına neden olabilen, Amerika'da kullanımı yasak bir madde. .

Aşı üreticisi Novartis ve GlaxoSmithKline firmaları adjuvan madde kullandıklarını


açıkladılar.

Bu sorum, 43 milyon doz aşı satın alan, altı çocuklu Sağlığımın Bakanı?na:

Kendi çocuklarınıza domuz gribi aşısı yaptıracak mısınız?

......

-AKP Genel Başkan Yardımcısı Edibe Sözen (belli ki hayran olduğu) Kevin Costner?ın
Kürt açılımına destek verdiğini muştuluyor. Adam menajeri aracılığıyla "Vat iz opıning
ap? Öyle birşey demedik" açıklaması yapıyor.

Bu durumda, Edibe Hanım, gaipten Kevin Costner'ın sesini duymuş oluyor.

-Zahid Akman, cekedi fırlatıp biri kadın iki RTÜK üyesinin üzerine yürüyor. Kadın
üyeyle çarpışma göğüs göğüse cereyan ediyor.

-Ar-hınç, anaokulu çocuklarıyla konuşurken, adı Ahmet olan bir çocuğa Sayın Ahmet
Necdet Sezer'i ima ederek "Necdet?i de var mı?" diye espiri (!) yapıyor.

Bunlar sadece son üç günün olayları.

Şimdi sorum ortaya:

Vekillere mazbatası, üst düzey görevlilere görev verilmeden önce; "işlem yapma
ehliyeti bulunup bulunmadığı, akli melekelerinin ve ruh sağlığının yerinde olup
olmadığı"na dair doktor raporu istenmesinin zamanı gelmemiş midir?
......

Sinirli Sorunlu (SS) Serokvezir Recep Bey, "Ben Yahudileri çok inceledim. Yahudilerin
çok ciddi keşifleri var. Oturdukları yerden para basıyorlar. Telefonun geçmişinde
ve ampulün geçmişinde bunu görüyorsunuz. Hala onun rantını almaya devam
ediyorlar." (Hööö!) buyurmuş.

.Sorularımın hepsi Sinirli Sorunlu (SS) Recep Bey?e:

1-İçinde para, rant yahut G3 teknolojisi geçmeyen bir cümle kurabilir misiniz?
Kuramıyorsanız neden?

2-Yahudileri incelerken; eğitime, kültüre, sanata, yaratıcılığa nasıl önem verdiklerini,


çocuklarını en iyi okullarda eğittiklerini falan da farkettiniz mi?

3-Yahudilerin el attıkları her işi en iyi şekilde yapıyor, dolayısıyla çalışarak-üreterek-


yaratarak çok kazanıyor olmalarında, iyi bir eğitim ve kültürel alt-yapıdan gelmelerinin
etkisi olabilir mi?

4-Yahudilerin hem yaşadıkları ülkeye, İsrail vatandaşlığı alanların ayrıca İsrail'e de vergi
ödediğini biliyor musunuz? Ebu Dallama Hazretleri tarikatlarına da, Türkiye
Cumhuriyeti'ne vergi ödemeyi tavsiye eder misiniz?

......

Mehmet Altan biraderimiz askeriyeyi denetleyememekten şikayetçi.

"Bu, toplumun vergileriyle parasını verdiği devleti ve onun çok önemli bir kurumu olan
askeriyeyi denetleyemiyoruz. Hâlbuki demokrasi denen rejim, verilen vergilerin kuruşuna
kadar denetlenmesi, devletin bu parayı nasıl harcadığının bilinmesi demek." yazmış.

Haklı! Vergi mükellefi devletin harcamalarını denetleyebilmelidir. Ancak, bu noktada


Altan biradere şunları sormak istiyorum:

-TBMM'nin, vekillerin sağlık harcamalarını, yolluk harcamalarını, Cumhurbaşkanlığı ve


Başbakanlık örtülü ödeneğini, en önemlisi sekiz Bakanlık kadar bütçesi olan Diyanet'in
harcamalarını denetleyebilmeyi de ister miydiniz?

Sizce, AKP hükümeti, Diyanet İşleri Başkanlığı ve Din İşleri Yüksek Kurulu?nun
üzerindeki baskısını aşabilecek kapasiteyi haiz midir?

......

Sırada İçişlerimin Bakanı var:


Okul önlerine polis dikiyormuşsunuz. "Eroin Açılımı" yapıldığına dair duyum mu
aldınız?

Ve daha bunlar iyi günlerimiz mi?


Dereyi ıhtırdın mı çöküp alacan intikamını muhterem!

1998 Ocak ayında, literatüre Great Icestorm olarak geçen Montreal buz fırtınası
felâketinde oradaydım. Buz yağmaya başlamadan önce, hava gündüz eksi 30, gece eksi
40 santigrad civarıydı. Ve bir hafta süren buz fırtınası başladı.

Ağaç dalları, binaların dış yüzeyi, arabaların üzeri birkaç saat içinde kalın buz tabakasıyla
kaplandı. St Laurent nehri taştı. Montreal'e elektrik veren üç ana direk buzun ağırlığından
yıkılınca şehrin elektriği kesildi. Binalar elektrikle ısındığından kaloriferler de söndü.

Şakası yok, Kanada kışından, eksi 30-40lardan bahsediyorum. Elektrik yok, ısınma yok.
Her bir ağaç dalı kristalden fil bacağı gibi olmuş, asırlık ağaçlar kırılıp devriliveriyor.

Koca Montreal, o elektronik medeniyet, 24 saat içinde çatır çatır çöktü. Arşivlerden
görüntüler için aşağıda link verdim.

Buz fırtınası felaketinde, devlet ilk 24 saat içinde derhal organize olarak şunları yaptı:

-Önce buzlu yollar hemen açılmaya başlandı.

-Bina cephelerini kaplayan buzu kırmaya, dalları kırılan ağaçları kesmeye başladılar.
İkinci gün Amerika'dan da itfaiyeciler, askerler yardıma geldi.

-Radyolar sürekli her semtteki sığınakların (shelter) adreslerini yayımladı. Herkese,


evlerini terkederek sığınaklara yerleşmeleri tavsiye edildi. Yaşlılar tek tek evlerinden
toplanıp, sığınaklara götürüldü.

-Şehrin elektriği kesilmeyen bazı banliyölerinde sıcak yemek servisi yapan restoranların
adresleri anons edildi.

-Kanada'da her evde en az bir buz hokeyi oyuncusu olduğu bilindiğinden, halka sokağa
çıkarken kask kullanmaları önerildi (kask takmayan birkaç kişi kırılıp düşen ağaç dalları
yüzünden öldü).

-Evden çıkmamakta ısrar edenler, günde iki kez kapıya gelen itfaiyecilere tekmil verdi.
İtfaiye, listede o adrese kayıtlı herkesi görmek, sağlığından emin olmak istedi.

-Radyo aracılığıyla, insanlar arasında korkunç bir dayanışma ruhu yaratıldı. Şömineli
evlerde oturanlar, hiç tanımadıkları insanlara kapılarını açtılar. Bir haftaya yakın
evlerinde barındırdılar. Bir Türk olarak, o türden bir dayanışmayı sadece savaş
filimlerinde görmüştüm.

-Ve en önemlisi de, radyolar o şartlarda bile mizahı elden bırakmayıp insanlara moral
verdi. Sırtımızda battaniyelerle mum ışığında otururken, sex shopların önünde sıraya
girmiş Montreallilerle yapılan söyleşilere güldük. Marketlerde mum kalmayınca, penis
şeklindeki mumlara aşırı bir talep olmuştu.

Kanada kışının ortasında, bir hafta süren felâkette sadece 30 kişi öldü. Ölenler; inatla
evini terketmeyenler, propan ısıtıcının gazından zehirlenenler ve kasksız sokağa çıkıp,
kırılan dalların altında kalanlardı.

Ölenler kendi hataları, tedbirsizlikleri yüzünden, devletin korumasını kabul


etmediklerinden öldüler.

Ne o elektriksiz, ısınmasız bir hafta boyunca, ne de daha sonra yetkililerden kimse


Allah?dan bahsetmedi. Hiç kimsenin "St Laurent nehrinin intikamı"ndan bahsettiğini
de duymadım. Halk "Aldın mı dersini!" diye azarlanmadı, korundu.

Yetkililer karla, buzla mücadele eder, ölümleri engellemeye çalışırken şu kararı aldılar:
"Montreal daha önce böyle bir felaketle karşılaşmamıştı. Bir kez olduğuna göre bundan
sonra da olabilirdi. Bu şehrin elektrik dağıtımı yeraltından yapılmak zorundaydı."

O noktada Türk aklımızla anladık ki; çöktü sandığımız medeniyet katiyyen çökmemiş.
Yöneticiler rant peşinde değil, gerçekten insana hizmet peşinde olunca, her hizmet
insanın sağlığı, rahatı-mutluluğu ince ince hesaplanarak yapılınca medeniyet çökmezmiş
meğer. Medeniyet; doğayla itişe kakışa mücadele etmek değil, doğanın hiddetlendiği
anda verebileceği zararı hesaplayıp, doğanın kurallarına göre oynamakmış. Ve
medeniyet "doğaya boyun eğmiş, kabullenmiş bir alt-yapı"ymış meğer.

---

İstanbul'da aklına beton dökülmüş, türbanlı, AKP seçmeni bir kadın, kameralara "Bu
mallar oruç tutmayanları malları. Bunlar bize haktır!!" diye bağırıyordu. Can Yücel
sağ olsaydı, "Mal sensin hak da sana gir...gelsin" derdi herhalde.

O kadının oy verdiği, iyi kötü mevcut alt-yapıyı bile insanın aleyhine çevirebilecek
zihniyetteki AKP'li adamlar; "Dereyi ıslah edeceğiz" dedikçe tüylerim diken diken
oluyor. Dereye kinlendiler. Derenin intikamıymış...yok devenin intikamı!

Etme kardeşim! Dere mere ıslah etme! Sen bir şeyi ıslah etmeye kalkınca bilim adamını,
mühendisi falan dinlemezsin, ihaleden cebine girecek komisyona bakarsın! Islah etme,
bırak dağınık kalsın!

Kentsel dönüşüm diye, kendine rant alanı yaratacaksın diye eko sistemi yıktın. Bu
coğrafya senin manyakça üremeni, genişlemeni kaldıramaz hale geldi. Dereyi ıslah
edecekmiş! Dön kuyruğunla oynaş birader!

Bundan sonraki seçimlerde de buzdolabı yerine Zodyak bot dağıtırsın, bulgur yerine de
3G teknolojisi bilmemne...onu da artık hangi G'sine yerleştirir halkım kendisi bilir.
---

Topbaş'ın mimar, doktor diye şişirilmesine bakmayın. Orta-lise imam hatip, sonra
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi. Mimarlık okumaya başlayana kadar formasyon
tamamlanmış yani.

Ankaralılara "Mazgallarınızı temiz tutun" talimatı veren Melih'e de; Emrin başım üstüne!

Ben sokaktaki mazgalları temizleyeyim, sen de bir zahmet şu ütüleri yap. Fırındaki
böreğin üstü pişince tersyüz ediver!

İşin özeti, jeofizik, maden, inşaat mühendisleri, şehir plancılarının ortak


açıklamasındaydı Aziz and Azize okur: "İktidar sahipleri vicdanlarını kaybetti."
dediler.

İktidar sahipleri vicdanlarıyla birlikte ruh ve akıl sağlığını da kaybetti. Hepsi şizotipal-
histrionik-narsist adamlara dönüştüler. Önce birinde başladı, yedi yılda hepsine bulaştı.
Kendilerine çamur tedavisi yazıyorum. Yatıp yuvarlansınlar. Göl laleleri!!

14 Eylül 2009
Muvazzaf subaylar yağmur duasına çıkmış!

Birgün annemim ölümüne sevineceğimi hiç düşünemezdim. Sevindim!


Ölümünden üç yıl sonra, 2002 Kasım seçimleriyle Nakşibendi tarikatının
İskenderpaşa cemaati AKP iktidara geldiğinde 'Annem yaşıyor olsaydı üzüntüsünden
bugün ölürdü' diye düşündüm. O günleri görmediğine sevindim.

Muhallebici Topbaş Silivri'deki sel baskını için CHPli belediyeyi suçladığı an da, Sayın
Kemal Kılıçdaroğlu'nun İstanbul'da -AKP'nin seçim hileleriyle- kaybetmiş olmasına
sevindim.

Düşünebiliyor musunuz, 15 yıl (*) boyunca ilçe teşkilatından belediyecisinden


cumhurbaşkanına kadar bütün AKP'liler rant için toprağa, ağaca, suya ihanet etmiş
olacak. İlçe teşkilatından belediyecisinden cumhurbaşkanına kadar su havzalarına villalar
yaptırmış, ormanlara TOKİ rantı için binalar .diktirmiş olacaklar ve onaltıncı yıl sel
vuracak...Ölümlerden, yağmalardan, her türlü pespayelikten 6 aylık bir CHP'li belediye
başkanı sorumlu tutulacaktı. Sayın Kılıçdaroğlu'nu allah korumuş.

İSKİ Genel Müdürü "Poroblem yok afat oldu" dedi (problemi aynen böyle telaffuz
etti). Muhallebici Topbaş daha bir krematoryum kapağı pişkinliğinde; Silivri'deki selden
CHPli belediyeyi, İstanbul'daki felâketten 'insanoğlu'nu sorumlu tuttu. AKPlilerin
'insanoğlu' olmadığını çoktan anlamıştım da, yazamıyordum açık açık.

Ya insansın ya mürteci bu hayatta! Ötesi yok.

Kapanan yolun Basın Ekspres Yolu olması da feci ironiktir yani.

Yağmur Ankara'ya doğru ilerliyor. Tedbir alınmazsa Kızılay, Cebeci, Dikimevi'nde


ölümler olacak.

AKPli fırın kapakları, Ankara'yı 15 yıldır târ-ü mar eden adamları Melih'i suçlamamak
için "Sel felaketinin sebebi Ergenekon terör örgütüdür. Muvazzaf subayların
yağmur duasına çıktığı istihbaratını aldık" diyebilirler.

TSK'yı da illâ ki birşeylerle suçlamak uğruna şu yazdığım cümleyi hakikaten sarf


edebilirler.

---

İngilizler Alt-Kıta'yı (şimdiki Hindistan, Pakistan) işgal ettiklerinde, halka köprüler,


yollar yapmaya, oraları imar etmeye geldiklerini söylemişlerdi.

Hintlilere, onsekizinci yüzyılda, hidrolik mühendisi William Hancock'un, Mısır'da,


Mezopotamya'da sulama kanalları açtığı, oraları ihya ettiği anlatılmıştı. Bengal
bölgesinde de aynısını yapacak, Hindistan'ın tarımını kalkındıracaktı.
Bu mühendis, delta bölgesindeki bütün nehirlerin doğal yataklarını değiştirdikten sonra,
Ganj nehrinin taştığı dönemlerde bu nehirler Ganj'la birleşip üzerinde tarım yapılan bütün
toprağı denize akıttılar. Hindistan'ın en verimli tarım alanları bataklığa dönüştü, toprak
kısırlaştı, verimsiz hale geldi. Bataklıklardan sıtma yayıldı, sıtmaya sayısız insan kurban
verildi.

Ganj'ın debisinin düşük olduğu dönemlerde, erozyonu önlemek için Hintlilerin daha
sonra aldıkları bütün tedbirleri doğa yuttu. Düzeni bozulmuş su akışını bir daha
düzeltmeleri mümkün olamadı.

Hindistan'a bu zararı veren sömürgeci İngilizdi. Nakşibendi tarikatının İskenderpaşa


cemaatinin partisi AKP'nin Türkiye'ye ve Türk halkına verdiği zarar en az sömürgeci
devletlerinki kadar acımasızdır.

Bugün Türkiye'nin Cumhurbaşkanlığı makamında oturan AKPlinin Ümraniye'de (TOKİ


ortaklığı) 920 bin YTL'ye satın aldığı iki adet, karısı Hayrünisa Gül'ün kardeşi İbrahim
Özyurt'un satın aldığı bir adet İdealist Kent villaları 'su toplama havzası' üzerindedir.
Kaçak yapıdır.

AKP insanların içindeki hırsızı, câniyi serbest bıraktı. İstanbul'da dükkanlar


yağmalanıyor.
PKK propagandasını suç olmaktan çıkarttılar, Zana beraat etti.
Yazarı, çizeri, rektörü, doktoru da "Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan
kaldırmaya ve görevini yapmasını engellemeye teşebbüs"ten içeri attılar.

Türkiye nüfusunun en az yarısı bu hükümeti ortadan kaldırmak için kolunu vermezse ben
de birşey bilmiyorum. Görevini yapması meselesine gelince, kendi içlerinden henüz
çıkmış Abdüllatif Şener biraderleri soruyor: "Bu hükümet kime çalışıyor?" diye.
Sahi kime çalışıyor? Türkiye Cumhuriyeti'ni yıkmaya çalışan, kime çalıştığı belli
olmayan bir hükümeti ortadan kaldırmaya teşebbüs edildiyse bu neden suç olsun?

Yok yok! Hakikaten, ya insansın ya mürteci, ikisinin arası yok. Selden dolayı TSK'yı
nasıl suçlayacaklarını gerçekten merak etmeye başladım. "Muvazzaf subayların
yağmur duası yüzünden" deyip (birkaç albayı gözaltına almazlarsa) ne diyecekler
acaba!

(*) İstanbul Belediye Başkanları


1994-1998 Potamyalı Recep Tayyip Erdoğan
1998-2004 (AKP) Ali Müfit Gürtuna
2004-2009 (AKP) Muhallebici Topbaş

9 Eylül 2009
Beygir üstünde Hayrünnisa Hanım

Hayrünnisa Gül, gelir getirici bir işte çalışmadığından, herhalde mutfak bütçesinden
biriktirdiği parayla, bundan 14-15 yıl önce, (Recep Bey İstanbul Belediye Başkanı'yken)
İstanbul-Akfırat'ta arsa satın alır.

Türkiye'yi ticari mal zannetmekte olup, sık sık Türkiye'yi marka yapmaktan bahseden
Başvekil de, 2003 yılında, yine bir "İstanbul'u marka yapacağız" konuşmasıyla işte bu
Akfırat'ta Formula 1 pistinin temelini atar.

Şimdi Metin Münir'in geçen yıl yazdığı yazısından alıntılıyorum:

"Hikâye, 2000 civarında bir grup cingözün Formula 1'i Türkiye'ye getirmek
için bir şirket kurmasıyla başladı. Bu cingözler yalan dolan istatistikler
uydurarak Formula 1'in Türkiye için kârlı bir iş olduğu izlenimini yaydı. Oysa
Formula 1'in yıllık gelirinin pistin bakım ve işletme giderini bile
karşılayamayacağını biliyorlardı.

Mehmet Ali Şahin ve Kemal Unakıtan'ın desteğini aldılar. Erdoğan'ı da işin


içine çektiler. Şahin'in desteğiyle Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün İstanbul
Pendik Tepeören mevkiindeki 2200 dönümlük arazisi Formula 1'cilere tahsis
edildi.

Formula 1 yarışlarının yapıldığı 15 Avrupa ve Amerika kıtası ülkesinin


hiçbirinde yarışları devlet finanse etmiyor. Buralarda iş, riski ve kârıyla
tamamen özel sektöre aittir. Bizim cingözler ve siyasetteki ortakları
Türkiye'de işi devletin ve yarı kamu kuruluşu olan odaların üzerine yıktılar.
Unakıtan ile Şahin, herhangi bir fizibilite raporu görmeden çekleri imzaladı.
Unakıtan yarışların düzenleyicisi olan Formula One Association'a, Türkiye
adına 2011 yılına kadar 94.5 milyon dolar ödeme taahhüdünde bulundu.
60 milyon dolara çıkacağı vaat edilen tesislere 300 ile 400 milyon dolar
arasında para harcandı.

Tesisler Ağustos 2005'te bitti. Başbakan tarafından açıldı. Ama


sahtekârların vaat ettiği gelirler gerçekleşmedi. Onlar dünyada 3.5 milyar
insanın Formula 1 yarışlarını seyredeceğini söylemişlerdi. Oysa seyirci sayısı
taş çatlasa 300 milyondu. Yarışları seyretmek için 150 bine yakın yabancı
İstanbul'a gelecek, "muhafazakâr bir hesapla" 85 milyon dolar para
bırakacaktı. 15.000 kişi bile gelmedi, 1.5 milyon dolar para bile bırakmadı.
Dünyada Formula 1 tesislerine bu kadar çok para harcamış, bu kadar az
gelir elde eden ikinci bir ülke yoktur.

Hükümet, tesisi, çalıştıramadığı için yıllığı 3 milyon dolara Formula One


Association'a kiraladı. Aynı hükümet yarışların İstanbul'da yapılması için
her yıl bu şirkete 13.5 milyon dolar ödüyor."

Evet, Metin Münir bunları bulmuş, yazmış. Akfırat skandalı bu kadarla kalmaz...

O ne hayırlı bir tesadüftür ki; pistin temeli atılır atılmaz Akfırat Beldesi'nde arsa fiyatları
zıplar. Pistin etrafındaki imara açık alana adı rezidans'la, konak'la biten villa siteleri
kondurulur.

2009 Ocak ayında, 400 Jandarma'nın Akfırat Belediyesi'ne yaptığı bir baskında, Akepeli
Belediye Başkanı Hilmi Yıldız ve daha 25 kişi tutuklanır.
Akfırat Belediye Başkanı'nın kasasından, eski Devlet Bakanı Mehmet Ali Şahin'in
kendisine arsa alması için verdiği vekaletnameler çıkar.

Hayrünnisa Gül'ün de Akfırat Beldesi'nde arsa aldığını, -biz saflar- bu aşamada öğreniriz.
Nedense Gül Hanım'ın arsasına ait vergi ödeme makbuzları Akfırat Belediye
Başkanındadır. Gül Hanım "Arsaları birikimimle aldım. Belediyeciyi tanımam.
Tapular (dikkatinizi çekerim birden fazla tapu), vergi makbuzları bendedir" der.
Arsanın yeri, değeri hakkında açıklama yapılmaz.

Formula1 tezgahıyla Akfırat'ta kimlere özel rant yaratıldı, herhalde bunun belgeleri de
yakında birilerinin alnına çivilenecektir.

Benim kanıma dokunan başka birşey var burada. Formula1'in Türkiye'deki 'elit'lere
"Gelin bilmemne marka arabanın son modelini görün" çağrısı yaptığı halde 'elit'in bir
mensubu (!) olarak benim çağrılmamış olmam...
Oysa, Türk toplumunu ilmek ilmek çözmeyi tezgahlayan bir Soros vakfı enstitüsüne göre
fena halde 'elit'im.

Soros çocukları; 'Seçkinler (elit) kimleri, neden, nasıl ötekileştiriyor' başlıklı bir
araştırma yapacaklarmış. İlanında diyorlar ki; "...prestijli okullarda okumuş, iyi meslek
sahibi, aslında yüzü Batı'ya dönük seçkinlerin, neden Türkiye'yi ilgilendiren siyasi
konularda Batı'ya şüphecilikle yaklaştığını anlamaya çalışacağız."

Demek ki yarım milyon dolara otomobil satan için 'elit' o arabayı alacak maddi güçte
adamken, Soros çocukları için elit, Türkiye'nin ulusal güvenliği, ulusal çıkarları söz
konusu olduğunda Batı'yı bilen ama Batı'ya güvenmeyen eğitimli, şehirli orta sınıf.

Soros çocuklarının, psikolojik operasyoncuların alt-üst ettiği kavramlara bu sadece bir


örnek.
Gerçekten, bütün bunlar Hayrünnisa Gül'ü beygir sırtında bacakları açık görünce aklıma
geldi.

Cidde'de yaşadığı yıllardan bilir herhalde; İslam ülkelerinde kadınlar ata, bisiklete,
motosiklete kendisinin yaptığı gibi bacakları açık binemezler. Ancak bir erkeğin
arkasında, bacakları bitişik, yana sallayarak oturabilirler.

Bu hatunlar markalara tapınır, ben semt pazarından giyinirken,


Bu hatunların arsaları altınla kaplanmış gibi değerlenirken benim mendil kadar arsanın
zararına gitmiş olması falan benim 'elit' olduğum (!) gerçeğini değiştirmez.

Halk kadını Hayrünnisa Hanım, kadınları ata bisiklete yan bindirecek, ülkeyi mayına yan
bastıracak adamlara koltuk değneği olurken, ben salak elit (!) onun spor yaparken
bacaklarını sonuna kadar açabilme hakkını savunmaya çalışırım.

O ne yapar? Binlerce yıllık tarihi eserin, nesli tükenmekte olan bitkinin-canlının, su


havzasının üzerine asfalt dökülmesinden, halkın trilyonlarca Lira parasının toprağa
gömülmesinden rant sağlar.

Yedi yıldır "Türkiye'yi marka yapacağız" diye konuşan, marka saplantısıyla kıvranan,
kültürel, zihinsel boşluklarını pahalı markalarla doldurmaya çalışan AK insanlar
bunlardır işte. Kadını erkeği hepsi asfalt karasıdır bunların.

Sırf yarış pisti için toprağa gömülen 400 milyon Dolar, yılda 13,5 milyon Dolar kira
ödemesi, 95 milyon Dolar Formula 1 derneğine ödeme...Hepsi bu halkın
parasıyla...Bunların iktidarından fayda uman da bana 'elit' diyen Soros vakfı aydınları (!).

Çakmak satıcısından asfalt danışmanı çıkartıp adamın cebine milyonlarca Euro koyan
asfalt karası adamlar AK, ülkenin ulusal güvenliği söz konusu olunca Batı'ya şüpheci
yaklaşan insanlar 'elit'...

Demokrat denilenler aslında liberal, cumhuriyetçi denilenler aslında demokrat...

Terör örgütü elemanı olmaktan tutuklu aslında aydın ve madalyalı kahraman, onu
yargılayan mahkemenin gizli tanığı kardeşini kesmiş, annesinin ciğerini yemiş 80 suçtan
sabıkalı, bölücü teröristin önde gideni...

Milletin dini inanç nedeniyle zekat diye verdiği milyonlarca Euro'yu cebellezi eden
namuslu, AK, bu dolandırıcılığı açığa çıkartan iftiracı...

Atatürk'ün elindeki sigara sansüre tabi, kanlı cesetleri ekranda göstermek serbest...

Medyanın genel ahlak kurallarına uygun yayın yapmasını denetleyecek olan adam tescilli
kumarbaz, dolandırıcılık şirketinin kasası, öte yandan haberler artık gecelikle yatakta
sunulacak kadar erotik...
Bu karışıklıkta Hayrünnisa Hanım'ın kafası da karışmış olmalı ki; tutmuş terörle
mücadelede 20 yaşında öldürülen gençlerin anneleriyle teröristlerin ailelerini bir araya
getirmeye kalkmış.

Duyduysa eğer, Şehit Anneleri Derneği Başkanı Pakize Akbaba'dan almış cevabını:

"Bunlar şehit ailelerini de bölüyor. Bu bana hakaret. ABD'nin maşalarıyla, ülkemi


bölmek isteyenlerle mi biraraya geleceğim! Eşinin dosyası daha adalete gitmedi.
Hayrünnisa Hanım önce onu temizlesin. Benim çocuğumun katilini benim önüme
getirmesinler. Herkes haddini bilsin, yerinde otursun."

Asfalt Karası Parti'nin 'barış' projeleri bile bölücü. Atlantik ötesinden tıkma akılla bu
kadar oluyor Aziz and Azize okur!
Yine sazan mevsimi geldi!

Akepe Genel Başkanı ulusa fena hislenmiş.


Akepe'ye Akepe denilmesine çok kızıyormuş. Akepe'ye Akepe diyen, siyasi etiği hiçe
sayıyor, edepsizlik yapıyormuş.

Of off off! Yine sazan mevsimi geldi herhalde. Şalteri indirdik, durduk, Recep Molla'nın
'siyasi etik' ten, 'edep'ten bahsetmesine kilitlendik.
Bakınız tehdit etkisini derhal gösterdi. Artık Akepe demeyeceğim. Bundan böyle benim
için Alttan Kepçele Partisi var.

Ey ashâb-ı mütalâa, ey Aziz and Azize okur!


Benim bu son ulusa hisleniş konuşmasında sezdiğim 'Abbas yolcunun veda hutbesi'
havasını sen de sezdin mi, yoğusam ben mi halleniyorum? Halleniyorsam kahrolası
altıncı hissimi saygılarımla takdimimdir yani.

Siyasi etiği, edebi giderayak hatırlayan nitelikli dolandırıcılık çetesinin pek yakında
hukuku da hatırlayacağını tahmin ediyorum.

Sayelerinde Sünni-Vahabi islam cenderesinde geçirdiğimiz son altı yılda; 9777'si erkek,
6061'i kadın, toplam 16 bin 38 kişi intihar etti. Kırılan rekorlardan biri bu.

Bir diğer rekor kaybolan çocuk sayısı.

2007'de 210, 2008'de 528 çocuk kaybolurken, 2009 yılının ilk beş ayında kayıp
çocuk sayısı 645. Ya fuhuş-uyuşturucu çetelerinin elindeler ya organ mafyasının.
Buna bir de teröristin katlettiği askerleri ekle... Ekonomiyi, soygunu, talanı falan
bıraktım, sırf kaybettiğimiz canlardan bahsediyorum burada.

Yine sazan mevsimi geldi. Alttan Kepçele Partisi'nin Genel Başkanı siyasi etikten,
edepten bahsediyor. Bazen mazohist olduğunu düşünüyorum kendisinin. Nasıl suratına
çarpılacağını bile bile etti bu lafı.

Daha dün Vekil olmadığı, Meclis dışından Dışişleri Bakanı atandığı için oy hakkı
olmayan Davutoğlu'nun yerine başkasının Meclis'te sahte oy kullandığı ortaya
çıkmadı mı?

Deniz Feneri nitelikli dolandırıcılık şebekesinin kasası okeyci Zahid Akman'ı


yargıdan kaçıran Recep Molla değil mi?

Bu hafta sonu 50 bin seçmen mini yerel seçimlerde oy kullanacak. O beldelerin, ilçelerin
çoğunda seçim sonuçları hangi nedenle iptal edilmişti acaba?
Yandaş-dindaş yazarlar yerel seçim sonuçları açıklandıktan sonra "İstanbul'u Ankara'yı
VERMEDİK" yazarlarken halkın oyuyla ALINMIŞ olanın VERİLMEDİĞİNİ kıs kıs
tescillemediler mi?

Etikmiş...ahlakmış!! Recep Bey 'Halkın bir kuruşunu cebellezi etmedik' derken


insanların zekasına hakaret ediyor.
Dördüncü uçağı anlatsa Recep Bey! Üçüncüyü sormuyorum, onu biliyoruz 61 milyon
dolarlık. 2006'da onunla birlikte ısmarlanan ikinci Gulfstream 550'yi anlatsa!
Hani şu 2011'de teslim edilecek olan. O kime? O da mı VIP kullanıma?

Herşey bir yana, kısa vadeli ticari çıkarlar uğruna ulusal güvenliği tehlikeye atmayı, ulus
devleti sömürgecinin ucuz köle pazarı haline getirmeyi hangi siyasi etiklerine sığdırdılar
acaba?

Recep Molla'nın şahsında Akepe, Türkiye ile akli bağlarını tamamen koparmış bir
partidir.

Bu ülke ile duygusal bağ kuramadıklarının en önemli kanıtı da Unakıtan'ın "Ne banka
bırakacağız, ne fabrika, ne de işletme. Liman da bırakmayacağız, hepsini satacağız.
Babalar gibi satarım, 20 bin dolar veren kızımı alır" sözleridir.

Ankara DGM Cumhuriyet Başsavcılığı'nın 26 Nisan 1999 tarihli, 1997/514 Hz., 1999/98
Es., 1999/78 sayılı iddianamesinden bir cümle alıntılıyorum;

"ERNK'nin PKK terör örgütünün yurt içinde ve yurtdışında legal ve illegal bazda
sürdürdüğü eleman temini, taraftar desteği sağlama ve kitleselleşme faaliyetlerini
yürütüp, partiye mali ve lojistik destek sağladığı, bu amaçla birçok yasal görünümlü parti,
demek ve vakıf gibi örgütleri kontrol altında tuttuğu..."

Şimdi bu cümleden ERNK'yı çıkartıp Deniz Feneri e.V., PKK terör örgütünü
çıkartıp Akepe koyun. Anlamda bir kayma oluyor mu?

Buyrun, aynı iddianameden bir cümle daha;

"...devletin otoritesini zayıflatmayı, sonuçta ülke topraklarını ve millet


bütünlüğünün parçalanmasını amaçladığını, bu açıdan bu eylemlerin Türkiye
Cumhuriyeti Anayasası'nın 3. maddesindeki 'Türkiye Devleti ülkesi ve milletiyle
bölünmez bir bütündür' ilkesi, 14. maddesinde belirtilen hak ve özgürlüklerin kötüye
kullanılmaması hükmü ile bağdaşmadığını ve tümü ile TCK'nun 125. maddesinde
müeyyidesini bulan devletin birliğini bozmağa veya devletin hakimiyeti altında
bulunan topraklardan bir kısmını devlet idaresinden ayırmaya..."

Ey ashâb-ı mütalâa, ey Aziz and Azize okur, bu cümleyi okurken PKK'nın dışında
oluşumlar düşündüğünüz de oldu mu?
Alıntılar Abdullah Öcalan'ın iddianamesindendi.
Alttan Kepçele Partisi mollalarının, siyasi etiği, edebi hatırlamaya başlamışken hukuku
da hatırlamalarında sonsuz fayda mülahaza ediyorum. Kendi partilileri bile isyan
halindeyse, sazan mevsimi bitmiştir.
Sazan'dan sonrası hazan!..

---

Kayda Değer Sözler: "Bayılıyorum Türk aile yapısı, örf ve ananelerimiz, aman da aman
kutsal değerlerimiz, ahlakımız fikrine dayanan önermelere. Ulan gavat senin şahane
örflerinle kızlarını 3-5 kuruşa başlık parası adı altında ona buna peşkeş çekenler pezevenk
olmuyor da, canı askılı blüz giymek isteyen kadınlar mı orospu oluyor?"

-Ekşisözlük-
Zincir, takoz ve çekme halatı

'Doğan (TÜSİAD) - Erdoğan Meydan Savaşları' sürmekte iken, MEDYA, AKP'nin


kontrol edemeyeceği ne Godzilla bir güç olduğunu göstermelidir. Nihayetinde, 'bir
holdingin diğer bir holding üzerinde tahakkümü' suç kapsamında değildir.

MEDYA, Erdoğan'ı (AKP'yi) kalesinde silkelemek için sahneyi TBMM'ne kurdurur ve


aranan elleri temiz, naturası sakin, klasörü belge dolu adam CHP'nin damarlarındaki asil
kanda zaten mevcuttur.

Eli temiz, naturası sakin adamın klasöründeki belgelere dayanılarak 'Siyasette Ahlakı
Egemen Kılma ve Yalanın Uzun Ömürlü Olamayacağını Gösterme Toplantısı'
düzenlenir. Lâkin, kurallar önceden titizlikle belirlenerek bu toplantının düello'dan
ziyade düet letâfetinde olması sağlanır. Çünkü, toplantı sonrasında yapılacak "Medya
siyasette seviyeyi yükseltti", "Özgür medyanın gücü sayesinde Türk demokrasisi kazançlı
çıktı", "Medya medeni üslubu getirdi" konuşmaları hazırdır.

Temiz ve sakin adamın elindeki gerçek belgelere, çift faturalı çifte kavrulmuş naturalı
TIR Beyi -pardon- Mir Beyi, bir buçuk saat boyunca 'fabrikasyon' ve hatta 'namevcut'
muamelesi çeker.

Toplantının sonunda olan şudur;

Halkın suçu algılama, yok sayma, unutma ve affetme eşiği, sahte faturadan, vergi
kaçakçılığından, hırsızlıktan, dolandırıcılıktan, hayali ihracattan, nüfuz ticaretinden, imar
rantından, kara para aklamaktan vs. çok çok daha yukarılara, eroin kaçakçılığına kadar
yükseltilmiştir.

25 Eylül 2008 tarihinden itibaren; (AKP'li) siyasilere, halkın gözünde her türlü itibar
infazı çabası boşuna olacaktır.

Uyuşturucu kaçakçılığı dahil, suça karışmış, suç işlemiş herhangi bir din taciri, sorulara
muhatap kalıp köşeye sıkıştığında fıkra anlatabilir, Asena'yı çatlatacak kıvraklıkta
kıvırabilir, konuyu evele-gevele-devele'ye bağlayabilir ve sonunda biz seyirciler "Breh
breh breh!! Üslubu ne kadar da medeniydi" pamuklarına sarmalanabilir, 'seviye'
limanlarına sığınabiliriz.

25 Eylül?den itibaren bütün balıklar sazandır, değilse de sazanmış gibi yapmalıdır.


Hamulesi uyuşturucu, zenginleştirilmiş uranyum farketmez, bütün TIR'lar da yeşil
hatlardan aranmadan geçebilmelidir.

Bu düzenek, AKP'li muhteremlere, etik kuralları öne sürerek teker teker siyasetten el
çektirmek istenildiğinden kurulduysa, bu imkansızdır. Yok ticaretten el çektirilmek
isteniyorsa bu da imkansızdır (when hell freezes over durumdur).
Siyaset-ticaret arasında bir tercih yapıp, birini terketmelerini beklemek aşırı iyimserlik
olur.

Siyasi etiğe-ticari etiğe bağlı kalmaya zorlamak, Anayasa Mahkemesi'nin AKP


hesaplarına yönelik olağan denetimleri arttırması vs. gibi tedbirler kısa vadede işe yarar
gibi görünse de, uzun vadede din tacirlerinin ve baronların, kara para aklamada yeni
yöntemler bulmalarıyla atıl kalır.

Maalesef, Türkiye?nin yeni sahipleri -yabancılarla birlikte- tarikatlar, cemaatlerdir ve


majörlerini tüketsek minörleri arkadan dörder altışar gelmektedir (Gökçekzade Osman,
Erdoğanzade Burak ve Bilal oğlan, damat Albayrak, Gülzade Mehmet Emre,
Unakıtanzade Abdullah ve sayısız diğerleri).

Özal döneminden beri, bu tarikatlarda 'aile hukuku'na çok önem verilir. Malûmunuz,
Mafyatik oluşumlarda da 'aile hukuku' önemlidir.

Siyasette Ahlakı Egemen Kılma Toplantısı hakkında ne düşündüğü sorulan mesir


macuncu Bülent Bey ?Gerginliğe yol açılmasın? falan deyip, 'dervişin projesi neyse zikri
de odur' misâli;

"Turgut Özal'a vefa borcu olarak kabrinin yanına Özal müzesi yapılsın"

"Ankara Esenboğa Havalimanı'na Turgut Özal ismi verilsin"

"Turgut Özal Üniversitesi de biran önce kurulursa kadirşinaslık olur, doğru olur, yerinde
olur" buyurmuşlar.

Bu zât, Aharrrganakon (daha korkutucu oluyor da, ondan böyle yazıyorum)


tutuklamalarına dair de "Türkiye bağırsaklarını temizliyor" demişti. Şimdi Şaban Dişli,
Keriz Feneri, TIR -pardon- Mir Bey falan arka arkaya patlayınca, biz kendisinden
"Akepe'ye tenkîye (lavman) yapılmaya çalışılıyor" gibi veciz bir metafor beklerken,
tuttu "Turgut Özal'a vefa borcumuzu ödememiz lazım" dedi.

Haklıdır, AKP'nin Nakşibendi Turgut Özal'a TIR?lar dolusu vefa borcu vardır.

Arap sermayeli finans kurumları, Türkiye'de faaliyete ilk kez Özal döneminde
başlamıştır.

Ekolojik yıkım, sömürü, siyasal islamın siyasi iktidarı, toplumsal yaşamı fethi Özal'la
başlamıştır.

Yasal olmayan yollarla özel tv kanallarının açılması, toplumun kültürel dokusuyla


oynanmaya başlanması yine Özal dönemindedir.
O gün bugün Fadima (örgütlü din), Fiesta, Futbol derken, pop star yarışmalarında azar
işite işite, "Memedali Bey bi yardım edin" diye yalvara yakara, hedef şaşırtıla, sahte
ödüllerle ödüllendirile tepe sersemine döndürüldük.

Öyle bir sersemledik ki; TIR'ında eroin bulunmuş, olmayan beyliklerin bey'i, kendisini

"Siz evinizin eşyasını taşıyorsunuz. Kamyona birşey koymuşlar, sizin değil" diye
savunduğunda,

"Yarın Ergenekon duruşmasında da, evinde bomba bulunan adam çıkıp 'Benden evvelki
kiracınınmış, haberim yok' dese ve bir fıkra anlatsa geçerli savunma sayılır mı?
Tahliyesine karar verilir mi?" diye sormak aklımıza gelemiyor.

Siyasi-ticari ahlaksızlıklar, yolsuzluklar inkâr edilemez, saklanamaz seviyeye geldiğinde,


dinci medyanın ak saçlı pîrleri üstâdları nedense pek şaşırdılar (!).

Onlar ki AKP'nin zincir-takoz ve çekme halatıdırlar, din tüccarları ahlaksızlığa, suça ilk
kez bulaşmışlar da, üstâd-ı âzam konuya bugün vakıf olmuş gibi (hay allah!) 'AK islamcı
Türkler günaha bulaştı' yazdılar.

Ben de gidersem, o pîrlere üstâdlara "Günahı islamcı AK Türkler yarattı Şevki Amca!
İslamcı Türkler sevabı yeniden tarif, günahı yoktan var ettiler, ne bulaşması!!!"
diyecek köşeci kalmaz diye Glükoz Bayramı tatilinde bir yerlere gidemiyorum Ey Kâri!.

27 Eylül 2008
AK şirketler aydınlık amblemler

Mal Beyanı istendiğinde gayet ciddiye alırım. Bakarım ki soruluyor; Veraset İlâmında
yüzde bilmem kaç hissesi üzerime kaydolmuş ne kadar yıkılmak üzere ev varsa, dededen
kalma antika mobilya, halı, tanıdık çerçeveciden taksitle alınmış tablo, oğlanın
doğumunda takılmış 5 adet maaşallah altını, bankada iki maaş tutarında birikimi
beyannameye yazıp, gayrı menkulleri de o günkü gerçek değerinden gösterdim mi,
üzerime bir "Ben neymişim be abi" halleri gelir.

Bir tarihte, Beyannameleri toplayan arkadaş, benim Mal Beyanı'nı görünce gözleri fincan
dibi gibi açılmıştı.

"Burada 20 kişinin içinde en zengin sen misin? Patronunki bile iki satır yahu!" deyince
suratına ebleh ebleh baktım "Ama hepsini soruyorlar."

"Sen mal olduğun için beyanın da böyle oluyor haliyle!" dedi.

Bu 'mal' olma hali artık kronikleştiğinden, başkaları gibi çıkıp "Değiştik, biz eski biz
değiliz" diyemiyoruz. Dolayısıyla, Sermaye - Yeşil Haramiler Sermayesine Karşı
savaşlarını "Du bakali nolcek, hangi gün beraber iftar edip el sıkışıcekler? 3 milyar Dolar
rantı, bilmem hangi tv kanalını nasıl pay edecekler?" diye ebleh bakışlarla izliyoruz.

Keriz Feneri iddianamesini okuyunca, bütün Takvâ Dağıtım Şirketlerinin beyaz, ak


kelimeleriyle, ışık saçan sembollere zaafları olduğu yolundaki tespitimiz doğrulandı.

Milyonlarca Yuro, zarflar, çantalar içinde ya da Vakıfbank kanalıyla el değiştiriyor. Kime


kaç para ya da ne cins mal verildiğinin kaydı kuydu yok. Gemiler, gayrı menkuller satın
alınıyor. Kaçak adam çalıştırma, dolandırıcılık, vergi kaçakçılığı, zimmete geçirme,
emniyeti suistimal, usulsüz belge basımı/kullanımı, sebepsiz zenginleşme, ne ararsan var.

Bütün bu yasadışı/haram yeme faaliyetlerini yürüten şirketlerin adları; Beyaz Holding,


Beyaz İletişim Tanıtım Turizm Sanayi ve Ticaret Ltd.Şti., Weiss (beyaz) GmbH ve
AK Parti.

Amblemleri ampul, deniz feneri. Ha bir de ışık evleri, ışık kışlaları.

İddianamenin 124üncü sayfasında önemli bir isim var: Ahmet Davutoğlu.

İsim benzerliği değilse, Ahmet Davutoğlu şu an Gölge Dışişleri Bakanı denilebilecek bir
pozisyonda. AKP'nin Dış Politika Danışmanı.

Recep Bey'e dış politika danışmanlığı yapıyor, Bush'un Ulusal Güvenlik Danışman -
Temmuz 2008'de- Ankara'ya geldiğinde ona ev sahipliği yapıyor, hatta 'tarafsız' olması
gereken ABDullah Bey'in de danışmanı Davutoğlu. Ermenistan gezisinin mimarı olduğu
söyleniyor, nitekim Sarkisyan'la görüşmede o da var.
Alman Savcının iddianamesinde Ahmet Davutoğlu'yla ilgili kısım şöyle:

"Balkan

Ele geçirilen evraklara göre, Makedonya'daki 'Kültür ve insani Dayanışma Derneği'


CHOM?'dan.......2005 yılında 77.500,0 'IIARC Istanbul Derneği' ne, 21.000,00 ' da
Fondatsia'ya, Ahmet Davutoğlu'na havale edilmiş. Bu paraların gerçekten nerelere
kullanıldığı ile ilgili belgeler ve paraların miktarı ve alanlarla ile ilgili veriler çelişkilidir
(örneğin, kurban bayramından sonra, kurban bayramı için verilmiş olması)."

-Tarafsız (!)- Cumhurbaşkanının, Başbakanın ve AKP'nin Dış Politika Danışmanı, adına


para havale edilen isimlerden biri. Recep Bey'in oğlunun da para kuryeliği yaptığı
iddiaları ortaya atılınca sinir yaptı haliyle. Gözaltı torbaları lop lop oldu yine.

İslamiyette yardımın, sadakanın önemi büyük. Veren tâkva sahibi, sevabını işler içini
rahatlatır, parayı yerine ulaştırmayanları da Allaha havale eder, "Mahşerde iki yakam
elinde" der, hesabını sormayı düşünmez.

Keriz Feneri iddianamesinin 42nci sayfasında; "Şirket sahipleri, Türkiye'deki


iktidarla içiçeymişler, Milli Görüş ve AKP'nin siyasetine sıkı sıkıya bağlıymışlar."ı
okuyunca,

"Biz bu filimi görmüştük!" dedik.

Tarih 15 Mart 1999

Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Başsavcılığı, kapatılan Refah Partisiyle ilgili 33


sanıklı davanın iddianamesini tamamlar. Sanıklara isnat edilen suç: "Laik demokratik
Cumhuriyet rejimini yıkarak yerine şer'i esaslara dayalı teokratik bir devlet düzeni
kurmaya teşebbüs"tür. Dört kişi için idam cezası istenir.

Bu iddinamenin bir paragrafı, RP-AKP, Erbakan-Erdoğan arasındaki simetriyi,


Erbakan?ın Bosna için topladığı yardımlarla, Deniz Feneri davasındaki benzerliği, Milli
Görüş Teşkilatı'nın ahaliye para karşılığı tâkva dağıtarak nasıl hükümetler kurduğunu
göstermek açısından çok önemli. Buyrunuz;

"Bosna paraları devleti ele geçirmek için harcandı

Milli Görüş hareketi, Müslüman Türk milletinin saf ve temiz dini duygularını
sömürerek çok miktarda Türk parası döviz ve altın toplamış, başlangıçta
kendilerine para toplama izni verilirken, verdikleri sözde durmayarak paraları
Bosna Hersek yetkililerine vermemişler, fundamantalist oldukları, Cemalettin
Kaplan ile de bağları bulunduğu Alman Polisinin soruşturması ile sabit olmuş olan
uluslararası İnsani Yardım Teşkilatı (İHH) adında bir dernek kurarak, toplanan
paraları Faysal Finans aracılığıyla bu derneğin Almanya'da bulunan hesabına
göndermişler, bu dernek de, kendisine verilen talimat gereği paraları kapatılan
RP'nin kasası olduğu herkesçe bilinen Süleyman Mercümek'in hesabına aktarmış,
Süleyman Mercümek de bu paraları faizle değerlendirerek İstanbul'daki hesabına
transfer etmiştir. Bu paraları, Türkiye'deki laik Cumhuriyeti yıkmak, hiç
inanmadıkları Batıl sistem olarak nitelendirdikleri Demokrasinin imkanlarından
yararlanarak Devlet kadrolarının ele geçirilmesinde kullanmışlardır.

Bu hile ve desiselerini örtbas edebilmek için liderlerinin (Y.N. Erbakan) ağzından


"Bosna'da roket fabrikası kurduk, paraları İzzet Begoviç'e elden verdik" şeklinde
gerçek dışı beyanlarda bulunma yoluna gitmişlerdir."

Dahası var;

Sanık Necmettin Erbakan'ın, iktidara gelir gelmez Abdullah Öcalan'la görüştüğü,


eşkıyaya meşruiyet kazandırmaya da çalıştığı da iddianamede kayıtlı, 'Milli Görüş ile
Anayasal düzeni silahlı mücadele ile yıkarak yerine şeriat esaslarına dayalı bir devlet
düzeni kurmayı amaçlayan İBDA-C arasında ilişki olduğu' da...

DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel'in iddianamesine göre; Milli Görüş Teşkilatı'nın,
Holywood tarikatı olarak bilinen, ünlülerden para toplayan Scientology tarikatınla da
bağlantılı olduğunu Alman Westfalia Eyalet savcısı açıklamış.

"Milli Görüş Vakfı (MGV) Başkanı Mecit Dönmezbilek Refahyol döneminin Maliye
Bakanı Abdüllatif Şener tarafından DMO Yönetim Kurulu'na getirilmiştir.

Gedik Ahmet Paşa Medresesi, RP'li Ahmet Cemil Tunç döneminde MGV'ye tahsis
edilmiştir.

SSK Van Müdürlüğü'ne ait olan ve hastane olarak kullanılması planlanan bina
Refahyol döneminin Çalışma Bakanı Necati Çelik tarafından MGV'ye tahsis
edilmiştir.

Ankara Büyükşehir Belediyesi'ne bağlı BELKO şirketinden, MGV'ye bağlı yurtlara


ve evlere kömür verilmiştir."

Nasıl, görmüş müyüz bu filmi?

"Müslüman günahının hesabını küffâra vermez" kabilinden Alman Savcıların başlarına


getirilebilecekler için endişeliyim. DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel'in bir kadınla seks
kaseti ortaya çıkınca görevden alınmıştı da...

Ha bu kadar AK yolsuzluk, AK ahlaksızlık, AK hırsızlık içinde iyi haber yok mu? Var
elbette.

Tunceli'nin Pertek ilçesinde Etik Günü kutlamaları yapılmış.

Program şöyle:
"Etik Günü Kokartları hazırlanarak halka dağıtılması,

Etik yürüyüşü,

Günün anlam ve önemi adına, hatıra ormanı oluşturularak ağaç dikilmesi,

Kır gezisi ve piknik düzenlemesi,

İlk ve Ortaöğretim öğrencileri arasında etik konulu skeç yarışması..."

Her kuruma kendi değerlerini, kırmızı çizgilerini yıktıranlar, merhameti de mütedeyyin


insanlara yok ettirdiler. Ahlâk'tan da geriye Pertek'in kokartları kaldı.

12 Eylül 2008
Gaza gelince çekidüzen verilen mekânlar

TÜBİTAK üstün koruyuculu kompozit zırh üretmiş.


Kanas suikast silahına, M72 roketlerine dayanıklıymış.
İçinde bor madeni de kullanılmış.
Çankaya Köşkü bu zırhla kaplanınca 'dünyanın en güvenli binalarından biri' haline
gelmiş.

"Sen anksiyetenin resmini yapabilir misin Abidin


2008 kışı ortalarındaki Çankaya'nın resmini yapabilir misin?
hamdolsun
hamdolsun
bu günleri de gördük

korksam da gam yememin, israfın resmini yapabilir misin üstad?"

İçindekiler korktukça,
kendilerini oraya ait hissetmedikçe, reddedildikçe, 'onaylanmışlık' duygusunu bir türlü
tadamadıkça,
içindekiler ülkeyle aralarındaki aidiyet/bağlılık duygusunu koparttıkça,
içindekilerin anksiyetesi arttıkça bina zırhlara bürünüyor.

2007 yılına kadar o binada yaşayan hiç kimse bunca korkmuyor.

Çünkü, 2007 yılına kadar hiç kimse, korkuyu oluşturan 'bağlantıyı koparmış - kopmuş
olmak' şartına uymuyor.

Kopmuş-uzaklaşmışsan, onaylanmadığını düşünüyorsan, değil camını, damını... ananın


hamamını zırhlatsan korkuyu yenemezsin. O korkular ellerinle sana kendi özel
hapisaneni kurdurur.

Korkularını sık sık güç gösterileriyle kamufle etmeye çalışan Recep Bey, geçen gün BM
Genel Kurulu'ndaki konuşmasına, 2006 yılında yaptığı bir konuşmadan parça
sokuşturmuş:

"Hepimiz güvende değilsek hiçbirimiz güvende değiliz" demiş. Belli sevmiş -kim
yazdıysa- bu sözü.

Haklıdır, güvenlik insanın/toplumun temel ihtiyacıdır da, tilkiyi kümese sokanların,


MİT'i, Emniyet'i güvenilir kurumlar olmaktan çıkartıp, örtülü ödenekle kendi istihbarat
örgütlerini kuranların,
silah taşımayı fetiş haline getirenlerin "Güvenlik de güvenlik!" diye zırlamaya hakları
yoktur. Hepimiz güvende değilsek, ne kaşanedeki güvendedir ve ne de Köşkteki.
'Yeniden yapılanma' kılıfı altında, ABD'yle elele Kürdistan kurdurmaya, federatif yapıya
geçmeye çalışacaksın, Tehcir Kanunu'yla göç edenlere Türkiye'nin milyarlarca Dolar
tazminat ödemesinin kapısını aralayacaksın, göçene kaçana mülklerini iade etmenin
altyapısını hazırlayacaksın, 6-7 Eylül olayları için Türkiye'ye özür diletmeye
niyetleneceksin, ülkeyi mal üretir olmaktan çıkartıp hizmet üretir hale getirerek halkı
emperyalistin kapısına uşak edeceksin, Türkiye Cumhuriyeti'ni egemen bir devlet
olmaktan çıkartıp tüm yeraltı-yerüstü zenginliklerini çokuluslu şirketlere pazarlayacaksın,
sonra da mabâdının korkusuna kamu parasıyla kamu binasını derebeyi şatosuna
çevireceksin.

24 Eylül 2007'de "Köşkün kapıları halka açıldı...yatak odasına kadar" haberinden sonra
(Gazeteport'a) yazmışım:

"Gül Köşke yerleştikten birkaç gün sonra 'Köşkün kapıları halka açıldı, buyrun gezin'
dediğinde işkillendik. İşkillendik ve dingildedik. Bildik ki; bu kapılar çok yakında halka
öyle bir kapanacaktır ki, o parmaklıklar öyle bir yükseltilecektir ki; halk, değil içeri
girebilmek, Atakule'nin ve hatta Hattat'ın -yarım kalmış- otelinin tepesine çıksa, Köşk'ün
siluetini bile göremeyecektir. Bu "Açıktayız, saklayacak birşeyimiz yok" havaları, bizim
memlekette hayıra alâmet değildir." (Y.N. "Ben demiştim" havaları da yazar açısından
hayıra alâmet değildir).

Haydi de güvenlik mülahazasıyla milyarlar harcanıp Köşk zırhlandı da, Başbayana


'Köşke kurumsal kimlik kazandırmak' görevinin terettüp etmesi neyin nesidir?

Köşkte 'kurumsal arayış'mış...Neyi kaybettin, neyi arıyorsun?

Haber aynen öyle: "Cumhurbaşkanlığına kurumsal bir kimlik kazandırma, Köşk markası
yaratılması çalışmasıyla bizzat Hayrünnisa Hanım ilgileniyor." Yok yaa!

İhtimaldir ki; Hayrünnisa Hanım, rezidans tefriş, logo, antet işlerini, Dışişleri Bakanlığı
Mensupları Eşleri Hezeyanları Derneği Başkanıyken, bazı ünlü eşlerin icraatlarından
öğrenmiştir.

Filiz Akın'ın Paris Büyükelçiliği duvarlarını ipekle kaplatması, 5 milyon Dolara rezidansı
tefriş etmesi Hayrünnisa Hanım Ekolü'nün başlangıç tarihi olabilir.

"Mekâna çekidüzen verme takıntısı"nın destekçilerinden John Dündar, zamanında;


"Onun Köşkte kocasının ardına saklanmış, kendi halinde bir gölge kadın olacağını
sanıyorsanız, yanılıyorsunuz. Yaptıkları yapacaklarının garantisi..." yazıp gazı vermişti
bir kere.

Başbayan bu gazla (ve kamu parasıyla) epey bir mekâna kurumsal kimlik kazandırır,
epey bir mekanı markalaştırır da, evliliğinde pasifize edilmiş, ezilmiş olmanın acısını
çıkartabilir mi, şüphelerim var. Kocasının talimatıyla kimseye röportaj veremediği
biliniyor da...
AKP'lilerin ticaret ve marka takıntısı herkesçe malum.

Recep Bey de sık sık "Türkiye'yi uluslararası marka" yapmaktan bahseder.

Ülkeyi ticari şirket, vatandaşı da müşteri zannedersen 'marka da marka' diye tutturursun
böyle. Şirketin logosunu değiştirmek; eski logo basılı bütün eşyaların atılıp (ya da Deniz
Feneri'ne hibe edilip) yenilerinin alınmasını gerektirir. Bu alımlar yandaş şirketlerden
yapıldığında ticari hareketlilik ve de islami bereketlilik olur (Bkz. Melih'in Ankara
amblemini camilisiyle değiştirmesi).

Korkudan kaçtıkça korkuları büyüyecek. Korkuları büyüdükçe masrafları artacak. Ve


fakat John Dündar Efendi ABDullah Gül belgeselini çekerken bu korkuları asla
farketmemiş olacak. Ahh ah!!

Bıraksalar hanımlar, beyler bu kurumsal kimlik arayışıymış, markalaşmaymış


abukluklarını da, açık açık;

"Biz de iz bırakmak istiyoruz. 85 yılda ancak girebildiğimiz bu ev, bu eşyalar bizim


ruhumuzu yansıtmıyor. Burada kendimizi eğreti, reddedilmiş hissediyoruz.
Erkeğimiz evin dışını zırhla kaplatırken kadınımız evin içinden Atatürk'ün izlerinin
silinmesi görevini üstlendi. Para harcamayı seviyoruz ama kendimizinki değil,
kamunun parasını. Köşeye sıkıştıkça korkuyoruz. Korktukça korkularımızı
saklayabilmek için 'ulaşılmaz'ı oynuyoruz. Gittikçe bu ülkeyle bağı daha fazla
kopartıyoruz." deseler de,

Biz de, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği'nden Devlet Bakanlığı'na gönderilen resmi


yazıda Türkiye Büyük Bilet Meclisi yazılmasının bilinçaltında;

a) Milletin biletlerini kestiğini mi düşünüyorlar?


b) Meclis'i seyahat acentası olarak görme ruh halinin yansıması mı?
c) Bilinçaltında, bulundukları makamı piyango biletinden kazandıklarını mı var?
d) Bir tür bilet ticaretine girme projeleri mi mevcuttu?
e) Yazıyı daktilo eden personel, Cumhurbaşkanlığı'ndan önce bilet satış uzmanı mıydı?

gibi ihtimallere kafa patlatmayı bırakıp, Obama için örmeye başladığımız çorabı bitirsek.

***

NOT: Cumhurbaşkanı Sayın Ahmet Necdet Sezer döneminde (7 yıl), CB Genel


Sekreterliği'nde;
görevden ayrılan personel sayısı: 136
yerine alınan personal sayısı : 26

ABDullah Bey döneminde, (1 yıl),


görevden ayrılan personel sayısı: 66
yerine alınan personal sayısı : 135
Ne zaman kadın oluruz

Kişisel komplekslerimizi, ezilmişliğimizi, alışveriş terapisiyle, dekorasyon hobisiyle


tedavi etmek yerine, "Türkiye, 2001 yılında kadın-erkek eşitliğinde 57. sıradaydı da,
neden 2008 yılında 123. sıraya, Arap ülkelerinin yanına düştü, kim sebep oldu bu
eksilmeye" diye düşünmeye başladığımız zaman.

17 Kasım 2008
Kippa düştü kel göründü

Badembıyık Lawrence'lar, Türkçe'yi 'seçmeli dil' yapıp Kırmancu kanal açtılar, benim
üregim şişti Diyarbakırlı belediyecinin egosu...'Tv kanalı yetmez, bundan kelli
bur'lara Kürdistan denecek, torpah da isterük!' diye dellendi.

Aha bu 'üregim şişti' de benim Kürt açılımım, Urfa yöresinden.

'Türkçe seçmeli dil' derken ne demek istediğimi anlamak için disisleri.gov.tr sayfasına
göz atıverin. (Y.N. mfa=Ministry of Foreign Affairs).

Ekonomik krizde 564 bin kişi işini kaybetti, badembıyık Lawrence'lar 'Hamdolsun,
psikolojik!' dediler.

Şehire okumaya gönderilen çocukları doğalgaz,


köye Kuran kursuna gönderilenleri tüp gaz,
askere gönderilen çocukları eşkiya kurşunu,
tatile gönderilen çocukları trafik teröristi öldürdü,
'Siz üçer üçer doğurmaya devam edin, biz cumayı kaçırmayalım' dediler.

"Alevilik diye ayrı bir inanç yok, dersi de olmaz" diyenler, yerel seçim yatırımı olsun
için Alevi açılımı yaptılar, Aleviler birbirine düştü,

Kürt açılımı dediler, Kırmancu'larla Zaza'lar Sorani'ler birbirine girdi...

Aynı davada 'terörist çete' diye yargıladıkları adamlar, mahkemede, koğuşta birbirini
yumrukladı.

Çıkarttıkları Yasa'lar hukukla, söyledikleri herşey akılla, mantıkla çelişiyor.

Hükümet etme şekilleri Devlet anlayışıyla, dindarlık formatları genel ahlâkla çelişiyor...

Alman Mahkemesi'nin Keriz Feneri soyguncularını (Mehmet Gürhan 5 yıl 10 ay,


Mehmet Taşkan 2 yıl 9 ay, Firdevsi Ermiş 1 yıl 10 ay hapis) hapsetmesinin üzerinden 128
gün, dava dosyasının istenmesinin üzerinden 90 gün geçti.

Vatansever aydınlar, gazeteciler hergün 'Dosya gelmedi hâlâ' diye sıkıştırıyor, verecek
cevapları yok.

Bavullarla para kuryeliği yaptırmayı, Din Ataşesi adı altında, yurtdışına diplomatik
pasaportlu binlerce imam tayin etmeyi biliyorlar ama, henüz 300 Lira uçak parasıyla 1
günlük harcırahını ödeyip Keriz Feneri dosyasını diplomatik kuryeyle Almanya'dan
getirtmeyi akıl edemediler.
RTÜK Başkanı'nın 'görevi kötüye kullanmak'tan yargılanması sözkonusu, badembıyık
Lawrence'lar önünde aslanlar gibi bariyer oluşturdular, Akman'ı yargının eline
vermemeye direniyorlar.

Basın, İçişleri Bakanı'nın Eylül ayındaki Amerika seyahatinin sebebini/detaylarını


soruyor, cevap veremiyorlar.

Basın, Suudi Kralı'nın Başbayanlara hediye ettiği mücevherleri soruyor, cevap


veremiyorlar.

Aklardan ak paklardan pak partide bir tane bile eli temiz/adı dürüst kalmış adam
bulunamıyor, Ankara'lının parasını gasp ettiği, Ankara'lıyı arsenikle zehirlediği belgelerle
sabit adam tekrar Belediye Başkanlığına aday gösteriliyor (Belki de daha kötüsü
olabilirdi. O partide, hırsızlık etmemiş, dürüst bir adam bulunup Karayalçın'ın karşısına
çıkartılabilirdi).

Basın 'Gökçek'in kasasındaki bazı evraktan mı korkuyorsunuz?' demeye getiriyor, ona da


cevap veremiyorlar.

Sansasyon olsun için Nazım Hikmet'in 'itibarını iade' etmeye kalkıyorlar, herkes 'Hadi be,
Nazım'ın senin vereceğin itibara ihtiyacı yok!' diyor.

IMF heyeti ümük sıkmaya Ankara'ya geldi, 'Görüşmeler Şubat'ta da devam edecek'
buyurdu, iki ayda ne alınacak ne verilecek, ümük nereye kadar sıkılacak bir açıklama
yok.

Haşim Kılıç'ın damadının, 2 milyon Liralık binayı Gökçek'e verip, 10 milyon Liralık
arsaya konduğu okkalı takas ortaya çıkıyor.

Hergün seçmen kayıtlarında yapılan bir başka hile ortaya dökülüyor.

Hâsılı, yerel seçime çeyrek kala, tam fena halde köşeye sıkışmışlarken, İsrail, AB ve
ABD desteğini arkasına alıp Gazze'ye saldırıyor.

Bizim Lawrence'lar derin bir oooh çekiyor ve İslamcı ve 'Osmanlı'nın torunu' olarak
saldırıyı şiddetle (!) kınıyorlar. Gündem, gözler 'içeri'den 'dışarı'ya dönmüştür artık...

Bu arada içeride de, Musevi toplumunu tedirgin edecek anti-semitik hareket yükseliyor.
İslamcı cenah, Gazze'deki toprak savaşını din savaşı algılayıp/algılatıp gaza gelmiş,
müslüman kardeşlerine destek için meydanları dolduruyor, Musevi'leri lanetliyor.

Muhteremler, badembıyık altı sırıtışla bu ırkçı, faşist yükselişi izlerken, bir yandan
sonuçlarını kestirememenin de huzursuzluğunu yaşıyorlar.

Basın'ın Atatürk Cumhuriyeti'nden vazgeçmeye niyeti olmayan kısmı yine yükleniyor.


İktidarları (ve Refah Partisi) döneminde İsrail'le imzalanan güvenlik anlaşmalarını,
49 yıllığına İsrail'e devre.temek istedikleri mayından temizlenecek toprakları gündeme
getiriyor,
'Olmert'le 6 saat ne görüştün? Saldırıyı önceden biliyordun',
'İsrail'in taktığı, İsrail'e hizmet edenlere verilen ödülü iade et' diyor,
İsrail'le ilişkiler konusunda da zabıt tutmuyor, hesap veremiyorlar.
Kippa düşüyor kel görünüyor!

Türkiye'de, -FBI postallı polisleriyle- Devlet terörü estirenlerin, terörist Devlet İsrail'e
(AB-ABD üzerinden) göbek kordonuyla bağlı oldukları ortaya dökülüyor. İki göyil bir
olmiş, zıbıllıh seyran olmiş! (Bu da Kürt açılımım)

Bu Devleti 'helvadan yapılmış bir put' zanneden kel muhteremler, köşeye sıkıştıkları
her zaman yaptıkları gibi sansasyonel bir Ergenekon dalgası tutturuyorlar.

Öyle isimleri gözaltına alıyorlar ki, TSK'nın tepki göstermemesi imkansız.

Tepki derhal geliyor;


Komutan eşleri, gözaltına alınan komutan eşlerini ziyarete gidiyor. Genelkurmay'da uzun
bir toplantı yapılıyor, dün beklenen basın birifingi iptal ediliyor. Jandarma Genel
Komutanı Trabzon'a gidecekken vazgeçiyor.

Memlekette tam İslamcı çalar Kürt oynar, 'Böyle sıyırdı Zerdüşt' havasına girilmişken,
sanki kadife bir eldiven...hani sanki giyiliverecekmiş gibi...

Sanki Akepe'ye yine 'mağduru oynama' fırsatı bahşediliverilecekmiş gibi.


Sanki Şubat ayında IMF heyeti ayrıldıktan sonra ortaya çıkacak vahim ekonomik
portreden AKP kurtarılıverilecekmiş gibi.

Hadi burada Urfa yöresinden bi Kürt açılımı daha yapayım; Viş herif göziy kôr mıdı?
Görmiysen? Asker oyniy le senle!

Sen hesabını anlık, günlük yaparken TSK 50 yıllık, 100 yıllık yapıyor.
Sen 2020'deki komuta kademesini (AB-ABD güdümünde) parmaklamaya çalışırken,
2120'nin planı TSK'nın kasasındadır.

Bir kere daha 'mağdura yatmana' izin vermezler. Seçimle geldin, seçimle gideceksin!
Seçimle eriyecek, seçimle biteceksin!

Tibet'ten aldığı hediyelik kamaya, duvarındaki antika tüfeğe 'silah' deyip, 'Darbeci' diye
içeri attığın adamlar değil, Ordu'yu darbeye teşvik eden de, tahrik eden de sensin.
Darbeci de sensin postal da sana gelsin! (burada Can Yücel'i anıyoruz)

Velev ki TSK niyeti bozdu;


Mevcut şartlarda, üzerine basarak söylüyorum, altı yıldır süregelen ve gittikçe ağırlaşan
bu şartlarda, TSK postalıyla FBI postalı arasında tercih yapmanız gerekse, hangisini
seçerdiniz?

Cevap ver Zekî ve Zekîye okur! Postallar arasında bir tercih yapman gerekseydi…
hangisi?

9 Ocak 2009
Ulu Tanrım ölü müsün diri mi?..

2008'i kapatırken şöyle bir geriye gidip, AK-PA Pazarlama Şirketi'nin iktidarında, 2002
Kasım ayından bu yana geçirdiğimiz transformasyonu özetlemeye çalışalım:

-Polis, 2002'den önce de duvara çarpa çarpa, gözaltında, cezaevinde adam öldürürdü.
Hamdolsun, Akepe döneminde Ramazan'da işkence ederken iftarda işkenceye ara verir
oldu.

-'Pseudoscience' denilen kıçtan uydurma bilim (!) AKP'den önce de mevcuttu. O


zamanlar da 'Evrim yok yaradılış var' diyen tarikat, Kazakistan'dan gelen kaynağı meçhul
paralarla kuşe kapak birinci hamur kâğıda atlas basıp dağıtıyordu. Hamdolsun AKP
döneminde 'üfür üfür ipe diz bilim' okullara, ders kitaplarına girdi. 'Devrim'den sonra
'evrim' de sakıncalı kelimeler listesinde yerini aldı.

-Akepe iktidarından önce de kadın düşmanlığı vardı. O vakitler kadın, henüz 'kaşık
düşmanı'ydı. Hamdolsun, AKP döneminde 'şeytan' mertebesine erişti de, etek giyenin
bacağına kezzap atılır, cinselliğini serbestçe yaşamak isteyen ya da bakire çıkmayan
kadın boğazı kesilerek infaz edilir oldu. Çalışan kadın sayısı yüzde 20'lere düştü, evde
dantel örmek, çocuk bakmak erken emeklilik için teşvik edilir oldu.

-AKP iktidarından önce de sübyancılık/sübyancılar vardı. 2002'den önce en vahim


sübyancının bile gözü altı aylık bebeği görünce dönmezdi. Hamdolsun, o konuda da çok
yol aldık. Artık anneler bebeklerini, sübyancılara, 100 kontör karşılığı kendileri teslim
ediyorlar.

-AKP'den önce vergi adaletsizliği, gelir dağılımında eşitsizlik vardı. Hamdolsun, AKP
döneminde vergi ödemeyen bir Maliye Bakanı'yla, açlık sınırında yaşayan 20 milyon
insanımız oldu.

-AKP'den önce de mahalle baskısı vardı da, Ramazan'da sokakta sigara içmenin cezası
dayak, bakkalda bira satmanın cezası ölüm değildi. Hamdolsun!.. Cigarayı, alkolü
bıraktık da, şimdilerde İran üzerinden gelen Afgan eroinine sardırdık.

-AKP'den önce de sözde Ermeni soykırımı iddiaları her yıl Nisan ayında ısıtılıp
Türkiye'nin önüne sürülürdü. Türkiye de Amerikan lobi şirketlerine milyonlarca dolar
ödemeyi yapar, tasarının kongreden geçmesini önlerdi. Hamdolsun, artık hem
Ermeniler'den özür diliyor, önce milyarlarca dolar tazminat ödemeyi, sonra da Van'ı,
Ağrı'yı 'ucundan accık' vermeye doğru yol alıyoruz.

-AKP'den evvel de 'PKK'ya demokratik hak vermemiz, kukla Kürdistan'ı


tanımamız' talimat buyuruluyordu. Hamdolsun, AKP sayesinde, elebaşı dahil hepsini
affedip sokağa salmak, Meclis'e sokmak üzereyiz. Uydu/kukla Kürdistan'ın suyu, şekeri,
çimentosu, elektriği bizden gidiyor. Başbakan'ın damadı, iş ortakları, maça kardinali
Fetullah, Kürdistan'ı elleriyle kuruyorlar.
-AKP'den önce de bu ülkede Kürtler yaşıyordu. Terörle mücadelede şehit düşenlerin
yüzde 27'si Kürt'tü. 1974 Kıbrıs harekatında, Lice askerlik şubesinin önü gönüllü dolup
taşmıştı. Hamdolsun, artık Türk diye, Kürt diye birbirimizin boğazına sarılmaya hazır
olmamız bir yana, TRT'nin Kürtçe yayını yüzünden Kürtler bile birbirlerine düştüler.

-AKP'den evvel de Ege'de Yunan tezlerini tanımamız, Kıbrıs'tan vazgeçmemiz istenirdi.


Hamdolsun, Kıbrıs'ta artık Türk yok Kıbrıslı var. Tarih kitapları Rumlar tarafından
yeniden yazıldı, bundan sonraki kuşaklar 1974'ü 'Türk işgali' olarak okuyacak.

-AKP'den çok önceleri vahşi kapitalizmin kucağına oturtulmuştuk. O vakit İslami


kesimin kapitalizmle uyum sorunu vardı. Hamdolsun, Akepe döneminde mücahitler
müteahhit, 25 yaşındaki amentülü tosuncuklar armatör, alüminyum güğüm satanlar
pırlanta ithalatçısı, koltukçular, perdeciler medya patronu oldu. Kapitalizmle uyum
sorununu aştılar. Hamdolsun!

-AKP'den önce de Amerikan, Avrupa çıkarlarını kollamaya memur edilmiş partiler,


yabancı pasaportlu insanlar iktidara gelmişti. Ama Batı, 'White men's burden' (Beyaz
adamın sorumluluğu) dediği, Asya'ya, Afrika'ya, Orta Doğu'ya uygarlık götürme kılıfı
altında, petrole, doğalgaza, madenlere, suya el koyma hakkını (!) asla bu cesaretle
kullanamamıştı. Hamdolsun yeraltı, yerüstü her şeyin vanasını gâvura teslim edip
hafifledik!

-AKP'den önce de Türkiye'de taşınmaz mal alıp yerleşen tek tük yabancı olurdu.
Hamdolsun, bazı bölgelerimizde yabancılar artık 'çoğunluk' oldular. Kent Meclisi'nde
temsil edilmek için komiteler kuruyor, yerel yönetimlere sızıp söz sahibi olmaya
çalışıyorlar.

-AKP'den önce de ruh ve akıl sağlığımız pek yerinde değildi. İpimiz kuşağımıza denk
yaşamıyorduk çünkü. Kolay manipüle edilebilir haldeydik. Psikologa, psikiyatra tedavi
olan insanlar vardı ama, hamdolsun, ruh doktoruna müracaat eden insan sayısı 2008'de
patladı.

-AKP'den önce de ekolojik yıkım vardı da, şimdikiyle karşılaştırınca fil sırtında pire
kaldı. Hamdolsun, artık tüm ormanlar kesilip villa arazisi yapıldı. Genetiğiyle oynanmış
kanserojen tohumu parayla çokuluslu şirketten satın alıyor, toprağın en verimli üst
tabakasını bir daha doğal tohumla asla tarım yapılamayacak şekilde öldürüyoruz.
AKP'den öncesi 'yoksulluk'tu belki... AKP'den sonrası 'açlık', 'kıtlık' ve 'susuzluk.'
Hamdolsun!

-AKP'den önce de, 'demokrasi' sayılamazdık. 'Otoriter Eşitsizlikçi Sistem'le 'Populist


Sistem' arasında gider gelirdik. Hamdolsun, artık, 'Geleneksel Eşitsizlikçi (Suudi
Arabistan, Kuveyt) Sistem' ile 'Otoriter Eşitsizlikçi' (Pakistan) arasında bir
noktadayız.

-AKP'den önce Atatürk'e saldıranlar genellikle 'meczup' olurdu. Hamdolsun, bugün


Atatürk'e hakaret, entelektüellerin kazanç kapısıdır.
-AKP'den evvel de rüşvet vardı. Hamdolsun, artık rüşvet de 'bahşiş' adıyla yasallaşıp,
helalize edildi.

- AKP'den önce, Türk Ceza Kanunu'nun 158. maddesi (a) fıkrasına göre; dini inanç ve
duyguların istismarı 'nitelikli dolandırıcılık' suçuydu. Müeyyidesi: 2 yıldan 7 yıla
kadar hapis ve 5 bin güne kadar adli para cezası... Hamdolsun, artık nitelikli
dolandırıcılık; 'sözleşmeyi ihalesiz almak', 'cemaatten zor durumda bir kardeşimize
yardım', 'Hac kontenjanı için ön ödeme', 'komisyon', 'vergi affı', 'gümrük indirimi',
'hediye TOKİ konutu'dur.

-AKP'den önce de teknolojiyi doğru şekilde kullanamaz, şaibesiz seçim yapamazdık. Her
seçimden sonra çöpe atılmış oy pusulaları bulunurdu. Lakin, o vakitler seçim öncesi
muhtarlık bilgisayarları çalınmaz, YSK bilgisayar programlarına yurtdışından müdahale
edilmez, seçmen sayısı bilgisayar numaralarıyla zırt deyince 5 milyon azalıp, zort
deyince 6 milyon artmazdı. Hamdolsun, teknolojiyi seçim sonuçlarını manipülasyon için
efektif şekilde kullanır olduk.

-AKP'den önce 'fişleme', 'şişleme' yöntemleriyle siyasal kimliklerimiz kontrol altında


tutulur, haberleşmemizin gizliliğine devlet müdahaleleri olurdu. Hamdolsun, AKP'li
yıllarda genetik bilgilerimiz dahi organ mafyasıyla, ne idüğü belirsiz biyolojik deney
yapanların elinde. Devlet desen kılcal damarlarımıza kadar girdi. Totaliter, faşizan
müdahalelere tepkisiz kalanlara da 'demokrat' deniliyor artık. Hamdolsun!

-Akepe'den önce de şeriatçılar, tarikatlar vardı. O vakit, bu güruhun, ekonomik gücü,


sosyal-siyasal-idari nüfuzu ele geçirmek istemesine 'özgürlüklerin genişletilmesi talebi'
değil 'irtica tehdidi' deniliyordu. Hamdolsun, artık kadını pasifize etmek, kılıfa sokmak
dahi 'özgürlük talebi'dir.

-AKP'den evvel de Milli Takım futbol oynardı. Kimse 'Türk Milli Futbol Takımı aşırı
milliyetçiliğe hizmet ediyor' tespitini yapmamıştı. Hamdolsun, zehirli bedava kömürü
soluyan zihinler açıldı da, Nobel ödüllü romancımız bu tespitten de geri kalmadı.

Politika hümanistik, evrensel değer yargılarına bağlı kalınarak değil de, Allah'ın
gönderdiği iddia edilen kitaplar rehber alınarak, Yüce emirler yerine getirilerek
yapılmaya çalışılırsa olacağı budur.

İsa, Musevi doğmuş bir din adamıydı. Yeni bir din kurmak gibi bir niyeti yoktu. Musa'nın
öğretisinden kopan Musevileri doğru yola getirmeye çalışıyordu. 'Status quo'yu
zorlayınca siyasi güçlerle ters düştü.

Muhammed'den başka hiçbir peygamberin, devlet kurup başına geçme amacı olmadı.
Oysa Muhammed, alenen, siyasi ve ekonomik gücü eline geçirmeye çalıştı. AKP'li
zevatın da rehberi Muhammed'in yazdığı kitap olunca, hukuk tanımazlıkları, maddiyata
düşkünlükleri 'kitaba uygun' oluyor, bizim işimiz de Allah'a kalıyor.
Ben şimdi tutup, Aziz and Azize okura yeni yılda mutluluk dilesem ne olur, dilemesem
ne olur!

Kutlamayı Adaletsiz Kene Partisi'nden kurtulacağımız günlere erteliyor, 'Bu kadar


ciddiyet yeter' deyu, Tanrı, İsa, Musa olayına girmişken, Neyzen'in dizeleriyle huzurdan
ayrılıyorum.

"Ulu Tanrım ölü müsün diri mi,


Yoksa İsa gibi üçün biri mi?"

1 Ocak 2009
Ya al Allah kulunu ya zapteyle delini!

Emekli diktatör Kenan Evren kendisini Pakistan'ın diktatörü Ziya ül Hak'a yakın
hisseder, iki 'kanka' halka işkenceden vakit buldukça birbirlerine 'ev oturması'na
giderlerdi.

AKP Genel Başkanı Vanminüt Recep Bey (*) de kendisini islamcı teröristlere, terör
örgütlerine yakın hissediyor. Müslüman olsun da çamurdan olsun. İster tecavüzcü, ister
soykırımcı...farketmiyor!

Bu Genel Başkan rabbine "Kimlerle kanka olayım ya rab?" diye sormuş, "Katili, teröristi,
tecavüzcüyü, işkenceciyi destekle! Yeter ki müslüman olsun!" cevabı almış olabilir mi!

--

Aynı şahıs, her zamanki farklı tehdit algılamasıyla "İçeriden ve dışarıdan tehditler
alıyoruz" bıyırmış (afbıyır?).

Bu şahıs istihareye yattığında, rabbi bu kişiye "Bu çöküşü suikast paklar. Sen şimdilik
tehdit ediliyorum mesajını yay, tam yerel seçimler öncesi DTP-PKK yardımıyla kendine
bir suikast düzenlettin mi (Bkz. Özal'ın başparmağını teğet geçen kurşun) mağduriyet
tahtında oyunu yüzde 60'a çıkartırsın" demiş olabilir mi!

--

Ha bir de kendileri "Vatandaşımız bugün yurtdışında başı dik gezebiliyor" buyurmuşlar.


Doğrudur! Bugün sırtına + şeklinde iki tahta parçası bağlanan her vatandaşımız,
yurtdışında omuzları geriye atıp karnını içeri çekerek dimdik gezebiliyor. Gezebiliyor da,
kendi -eski-partilisi Turhan Çömez dahil, memlekete geri dönmeye korkuyor.

AKP Özel İstihbarat Örgütü rabbine "Ne yapalım bu muhaliflerle ya rab?" diye sormuş,
rabbi de "Kıracam Belini şarkısını mp3 olarak email adresine gönder" demiş olabilir mi?

--

FBI korumasındaki emekli, Yeşil Kart'lı vaiz "Hükümeti zora sokmamak için şu an
dönmeyi düşünmüyorum. Hissi hareket etmemeli. Durumu (Y.N. Amerika'da yaşamaya
devam etmesi) bu haliyle korumak vacip gibi" demiş.

Bu vaiz de rabbine sormuş, rabbi de "Amerikan vatandaşlığı/pasaportu alana kadar


Pensilvanya'da bekle ya kulum! Türkiye'ye Amerikan pasaportuyla giriş yaparsan
CIA'nin seni koruması daha kolay olur. Sabır Ya Halifetullah!" demiş olabilir mi!

--
Anayasa'yı köşe yazısıyla değiştiremeyeceğinden, Mustafa Balbay Anayasa'yı silah
zoruyla değiştirmeye teşebbüs suçundan tutuklandı. 24 saat ayakta tutulup, uyumadan,
dinlenmeden 95 sayfa ifade vermeye zorlandı.

Bu davanın savcısı rabbine 'Anan turp baban şalgam' gerekçesiyle tutuklama yapabir
miyim ya rabbi?' diye sorup, rabbi de "Caizdir ya kulum! Yalnız o her tutuklamada resmi
çıkan siyah bereli, kahverengi armut gözlüklü, avurtları çökük, iki günlük sakallı polis
kulumu az kamufle eyle. Şapkayı bari değiştirt" demiş olabilir mi?

--

Tarikatlar gemi azıya alıp, rablerine "Ya rabbi! Dünyalığı yeterince doğrulttuk. Fakat biz
istediğimiz kadar küçük kızı da nikahımıza almak istiyoruz. En büyük derdimiz
uçkurumuzdur. Bu Yasa'larla kaçak/körpe et kesemiyoruz. Ne halt edelim?" diye
sormuş,

Rableri de "Kraliça Elizabeth'i Bursa'ya boşuna yollamadım. Harem özleminizi anlıyor


ve hak veriyorum. Siz şimdi bir Neo-Osmanlı teranesi tutturun, yerel seçimlerden sonra
Anayasa değişikliğiyle Anadolu Federe İslam Devleti'nin temellerini atıp bir kez islami
düzeni tesis ettiniz mi kızlar da sizindir oğlanlar da...!" demiş olabilir mi?

--

"Rabbime sordum, Kliyvlend'e git dedi" diyerek din tüccarlarının zihniyetini bir nebze
daha anlamama yardımcı olmuş, Van Minüt'ün patentini alan girişimci ruh Abdullah
Unakıtan biraderimin anası Ahsen Unakıtan'a teşekkür ederim.

'Yes frost' buzdolabım arıza çıkartınca Ahsen Hanım gibi ben de bunaldım (yenisi
nereden baksan en az bir milyar). Hemen rabbimle direkt/aracısız bağlantıya geçmek
üzere istihareye yattım amma, yanlış bir Rab'la irtibata geçmiş olmalıyım ki,

"Vaşington...Diyarbakır...Vaşington...Diyarbakır...Bu çöküşü suikast paklar!" mesajı


aldım durdum. Ya Rab'den Rab'be fark var ya sinyaller karıştı.

Hayırlara vesile ama, ya al Allah kulunu ya zapteyle delini artık!

Hakikaten zapteyle yani! Yok onlara yol vermeye karar verdiysen şu Kıymet kulunun
çenesini zapteyle!...Ya da zapteyleme ne bileyim...Rab'san sen bileceksin doğrusunu!

(*) Yazıyı kapatmadan Vanminüt Recep Bey'in İngilizce bilgisine (!) bir katkıda
bulunayım.
'Give him enough rope he will hang himself.' 'Sen eline ipi ver, o kendini asar' gibi bir
anlamı var. Kısaca 'Giv him inaf roğp' diyoruz, gerisi anlaşılıyor...

8 Mart 2009
Recep Bey'e 'Recep Bey' denilebilir mi?

AKP'ye 'Akepe', Recep bey'e 'Recep Bey' denmeyecek...

Talimat üzerine talimat geliyor, umurumdan hariç...

"Kadın dediğin, esnaf dediğin, herkes illaki üç çocuklu olmalı" diyor (biri organ
mafyasına, biri tarikatlara mürit, biri de sigortasız işçi), hiç üzerime alınmıyorum...

"Fener Rum Patrikhanesi'nin 'ekümenikliği' ecdadımı rahatsız etmemiş" diyor, "Hay ben
senin ecdadını...tanımıyorum ki" bile demiyorum, boşveer, gidici nasıl olsa!.

"Biz hakara makara yapmıyoruz, mal pazarlıyoruz" diyor, makaraları koyveriyorum...

Sayın Kılıçdaroğlu acı çekenleri rahatlatıp, rahat olanlara acı çektirmeye başladı ya, Çiğ
Süt Emmişler Grup Holding AŞ yetkilileri lamba demiş kümbe demiş takılmıyorum.

Bendenizde bir keyif bir keyif! Elemterefiş kem gözlere lazer!

Bugünlerde 'Recep Bey'e Recep Bey denilebilir mi?' gibi incelikli konulara
giremeyişim, bu 'doğal haz zehirlenmesi' sebebiyledir.

Aslında, bugün buraya alâkasız bir konu için toplandık ey karî!

Sözümüz TBMM'den dışarı, dersimiz 'megalomani.

Tedavi edilmesi gereken ciddi bir ruhsal hastalıktır megalomani.

Hasta en başta zulüm gördüğünü iddia eder. Zulüm görmeyi aklına sığdırmaya
çalışırken 'yüce güçlerin seçtiği yüce insan' olmasına bağlar.

Türkiye'deki megalomanlar açısından bunda bir gerçeklik payı vardır. Çünkü derin ve
yüce (!) AB-D'nin yüce (!) gizli servisleri tarafından seçilmişler, zulüm bab'ından ya akıl
hastanesinde ya hapisanede birkaç ay parlatılmışlardır.

Megaloman, kendisinde olmayan üstünlükleri, yetkileri vehm eder. Bedensel, cinsel,


toplumsal, zihinsel yeteneklerine aşırı değer verir, büyüklük hezeyanlarına kapılır.
Kendisini abartılı, mesnetsiz ve gerçekdışı bir şekilde önemser.

Megalomani'ye, özellikle paranoid şizofreni ve mani vakalarında ya da bunama


süreçlerinde sık rastlanır. Megalomani sonunda narsizme kayar ki, megalo narsistin
söyledikleri çoğu kez zırvalama formatındadır.

---
Nitelikli dolandırıcılık tarikatı şeyhlerinin, Amerika?da yaşayan megalo imamın devleti
ele geçirme, rejimi değiştirme açılımı,

Sınırsız seks tarikatı şeyhi, 300 kitap yazdırmış megalo post-modern peygamberin (ki
paranoid şizofren raporludur) 'bilim out safsata in' açılımı,

İmralı'daki megalo, etnik terör elebaşının "Çözersem ben çözerim. Kürt Ordusu da
isterim, polisi de" vs. açılımları,

Siyasi hayatına CIA istasyon şeflerinin, ABD büyükelçilerinin referansıyla başlayan


iktidar partisinin açılımları, ancak 'megalomani'nin seyri bilinince anlaşılır hale gelir.

Megalomanide, hasta, hastalığın normal seyri olduğu üzere algılama bozuklukları


yaşar, herşeyi kendisine hak görür.

Hastalıktır, tedavisi de vardır.

Megalomaninin tedavisinde en önemli unsur hastanın algılamalarını düzeltmek ve


kendisinin diğer insanlarla eşit birey olduğunu hastaya anlatmaktır.

Sıfatları, unvanları, etiketleri yapıştıranların da insanlar olduğunu, toplumda aşağılık ya


da üstünlük gibi kavramların olmaması gerektiğini megalomana hatırlatmak gerekir.

Hastaya 'kırılmasın, üzülmesin' muamelesi yapılmayıp, davranışları hangi tepkiyi hak


ediyorsa o tepki verilmeli, megalomana etrafındakilere verdiği zarar açık açık
gösterilmelidir.

Megaloman ancak bu şekilde normal çizgiye çekilebilir.

Megalomanı sıfatlarından arındırarak sıradanlaştırmak (eşitlemek), protesto


gösterileri, hatta yumruk atmak, aslında megalomanın algılamalarını düzeltmeye yönelik
tedavidir. Hak ettiği muamelenin gösterilmesidir. Megalomanı normal bir çizgiye çekme
çalışmasıdır.

Bu arada, megaloman 'çöküş'üne çeyrek kaldığının, kendisinin tedaviye alındığının


farkına varacak kadar da zekidir. Konuşanların ağzını sürekli kapatması, tedaviye
direndiği şeklinde yorumlanmalıdır.

Her çöküş arefesinde, her megalomanın imdadına yetişecek bir anket gurusu daima
bulunsa da, anketin teorisiyle seçimin pratiği farklı seyreder.

---

Ne dedik! Doğal haz zehirlenmesi dedik... Bugünlerde siyasi konulara pek giremiyoruz.
Recep Bey kendisine Recep Bey denilmesine neden sinirlenmiş, ilgilenmiyoruz. Mazereti
var, asabi kendisi, ondandır.
"Çaktınız mı köfteyi?" başlıklı bir açıklama yaparsa, hep birlikte anlarız
herhalde/inşallah.

27 Mayıs 2010
Nostalcik ve depresif yazılar
Merkez beni seviyor musun?

Otuz küsür yıl evvel, asabi bir devlet büyüğümüz henüz kantin subayı olarak askerliğini
yapıyor, başı testereyle kesilen kızlar için "Başıboş bırakırsan davulcuya-zurnacıya"
beyanları vermiyorken, özgür yetiştirilen kızların kızların davulcuya-zurnacıya kaçacağı
bilinmiyordu.

O yıllarda, üst katta operacı bir komşum vardı. Anası babası kıza sahip çıkmadığından (!)
konservatuarda tanıştığı -adı lazım değil- o zaman da meşhur bir müzisyenle evlenmiş.
Müzisyen ama ne müzisyen...Evinde Hintli'nin sitar'ından Aborjin'in dijderidoo'suna
kadar her bir alet var. Eline aldığı aleti konuşturuyor.
Kız da operacı ya, gündüzleri bizim salonun üstüne tekabül eden salonundaki piyanoda
'teknik' çalışıyor.

Operacının 'teknik çalışması' şu demek:


Piyanonun sekiz tuşuna birden dannn diye vurup alt kattaki kediyi koltuktan zıplatıyor,
ondan sonra da la-si-do-la-sol formatında ağa-ğa-ğa-ğaaaa diye bağırıyor. Tekrar dannn
piyano tekrar ağa-ğa-ğa-ğa-ğaaa...bu böyle saatlerce sürüyor.

Yaz günü kapı pencere açıkken üst kata doğru seslenip yavarıyoruz: "Abla n'olur
mevzulu söyle!"

O da yukarıdan sesleniyor: "Ses açıyorum şekerim!"

Bir asabi devlet büyüğümüz henüz kantin subayı olarak askerliğini yaptığından ikaz
edilmemişiz. Operacıya kaçmış bir delikanlının, bu evliliği ana-baba sahiplenmesi
eksikliğinden yaptığının farkında değiliz.

Müzisyen kocanın bestelerini yaptığı stüdyo oda da yatak odamızın üstüne tekabül ediyor
ki; gündüzleri neyse de, geceleri bizim tavan 'vur davulcu vur davulu güm güm
gümlesin/sevdiğini almayan ben evlendim demesin' kıvamında zangırdıyor.

Nasıl bir 'başıboş bırakılmış' gençlerse, tam bir 'davulcu-zurnacı' evliliği idi vesselam.
Ana baba ilgisizliğinin ceremesini biz alt katta telef olarak çekmiş idik.

Zaten o yıllar, derin ahlaklı ve asabi bir devlet büyüğümüzün deyimiyle 'ahlaki
erozyon'un tavan yaptığı yılllardı.
68 kuşağı önümüzde yolu açmış, biz 'bir ucundan yakalamışlar' da elele dolaşa, parklarda
öpüşe- sevişe o yoldan ilerliyorduk. Hatta tenis oynadığımız şortla otobüse falan da
biniyorduk da, kimse ne gözüyle ne eliyle ilişiyordu, öyle ahlaksız (!) zamanlardı asabi
devlet büyüğümüzün henüz kantin subayı olduğu yıllar.
Polis telsizlerinde 'Merkez! Yol ortasında şüpheli paket var, bomba ekibi gönderin'
anonsları yok, 'Merkez beni seviyor musun?' anonsları vardı o vakitler. Hatta en yeni
parçaların çalındığı Polis Radyosu.
Neyse efendim, bu 'ana babasının sahip çıkmadığı' davulcu-zurnacı evliliğinin yan
etkilerinden yurtdışına kaçarak kurtulmuş idim.
Lakin kader ağlarını örünce örüyor. Yurda dönüşümde on yılda üç kere ben taşındım, üç
kere de onlar... Ve inanılmaz şekilde her seferinde komşu olduk.
Bu yüzden asabi devlet büyüğümüz gibi ben de ana-babaları ikaz etmek istiyorum:
Devlet büyüklerimizi dinleyin. Kızınızın davulcu-zurnacıya kaçmaması için başını erken
yaşta bağlayın.
Bakın birkaç gün evvel 70'lik bir işadamı 17 yaşında kız çocuğuyla evlendi. Kız nikahta
ağladı ama nikah muamelesi için yazılı izin veren ana-baba pek mutluydular. Neden? Kız
davulcuya kaçacak yaşa gelmeden milyar dolarlık servetli adamla başını bağladılar da
ondan.
Siz siz olun, çocuğunuz 15 yaşına geldi mi oğlansa kiralık işçi bürolarına kaydını
yaptırın, kızsa 'helal sertifikalı' bir milyardere kiralayın. Ahlaki erozyonla ancak böyle
mücadele edilir.
Çocuklarınızı başıboş bırakırsanız davulcu-zurnacıya kaçma ihtimalleri var ki, o takdirde
bari bana komşu gelmeyin.
Buyur burdan yak Recep!

Bu milleti Kürt diye, Türk diye, müslüman, hristiyan, alevi, sünni diye, birinci
cumhuriyetçi-ikinci cumhuriyetçi diye kıymık kıymık bölebilirsin ama, bu milleti sigara
içen-içmeyen diye bölmeye kalkmak siyasi intihar olur.

Yanlış anlaşılmasın, niyetimiz cigaraya değil, açılmayan hukuki şemsiyelere bir


güzelleme yazmak. Elbette içmeyenin dumana maruz kalması önlenmelidir. Elbette
içmeyene zarar vermenin bir müeyyidesi olmalıdır ama, Kanun yapmanın da bir adabı
vardır. "Aman Yeşilay Haftası'na yetişsin" derdine düşüp hiçbir hukuk tekniğine
uyulmadan pata küte yasaklama yöntemiyle cezai müeyyideler getirilir, başkalarını
rahatsız etmeden içenin temel hak ve özgürlüklerine paça kasnak dalınırsa, yasama hakkı
kötüye kullanılmış, -hukuka uygun olmayacağından- yasanın uygulanabilirliği de ortadan
kaldırılmış olur.

Sigara yasağı uygulanabilirse eğer, milletimizde 'kafa yapacağı' kesindir. Bu millet ki;
bozkırdan sahile indiğinde bile oksijen çarpmasından afyon yutmuşa döner, cigarasını
tellendiremeyip de kan gazlarındaki karbonmonoksit oranı normal sınırlara inerse
dengeyi kaybeder. "Bana kömür, nohut, makarna sadaka verildi" demez, yasaklayana
haddini bildirir.

Kanun koyucunun "nikotin eksikliği sendromu"nun davalarda "hafifletici sebep"


olarak gösterilebilmesi yolunu açmasını ve hatta Sezen Aksu'nun cigarayı üçer üçer
yaktıran bazı şarkılarının yasaklanmasını da tensiplerine....

Tanju Okan'ın oğlu meyhanesinde geçen yıl ilk denemeyi yapmış, "Bu gece dumansız
eğlenilecek" demişti de, ahali bir saat dayanabilmiş, yakmıştı cigaraları.

Biz ki bırakmaya çalışan açıkhava içicisiyiz; insanı kendi iradesine karşı dahi koruyup,
intiharı, ötanaziyi "meşru" kılmayan evrensel hukukun, "bar'ın meyhanenin havasının
da sahibinin mülkiyetinde olması" ve buraların 'umumi yer' değil, umumun
toplanabildiği "özel" yerler olduğu ilkesini hatırlatırız. Ha, diyorlarsa ki; "Biz aslında
barcı, meyhaneci esnafına karşıyız, kırmızı sokaklar kurup şehir dışına atmaya kalktık
beceremedik. Şimdi Dünya Sağlık Örgütü böyle buyuruyor numarasıyla bir de bu şekilde
abanıyoruz allahın izniyle",
Biz de deriz ki; "Geçen yıl Yasa'nın uygulanmasını ertelemekle isabet ettiniz, siyasi
ömrünüzü uzattınız". Bu millet ekmeğiyle oynanmasına bile ses çıkarmayabilir ama
tütünüyle oynayanı affetmez.

Yasa Yunan basınında heyecan ve iri puntolarla karşılanmış. Neden acaba? Sakın -zaten
beline kazma çoktan vurulmuş- tütün ekiminin tamamen yasaklanıp, bundan böyle
tütünün tamamının Yunanistan'dan ithal edileceğinden olmasın?

Ha! Kanun koyucu "halk sağlığını koruyoruz" bahanesinin arkasına sığınıyorsa,


yapılması gereken öncelikli işi söyleyeyim; Türkiye'de sigara içenlerin yüzde 12'si 7-
11 yaş grubu ilkokul öğrencileri. Önce bu çocukları koruyacak, eğitecek, tedavi edecek
pozitif çalışmalar yapılmalıdır. Şimdi bunu dediğimize de pişman eder, 'eğiteceğiz' diye
çocuklara, karnına basınca süphaneke okuyan bebek dağıtırlar.

Tütün yasağının sınırları da meçhul. Turistik dükkanda kendi iradesiyle löp löp tütünü
nargileden somuran turist istisna mı kabul edilecek? Sponsorluğunu sigara firmalarının
yaptığı kültür, sanat, spor faaliyetleri, arkeolojik kazıların yasaklanması ne kaybettirdi?
Sinema, tiyatro, resim vs. sanat eserlerinde de sigaranın sansürlenmesi, 'sanatın
sansürlenmesi' sonucunu doğurmaz mı?

Yasa'da, kolluk kuvvetlerine, zabıtaya Yargı'ya ait olan ceza verme yetkisi tanınmış.
Üretimi, satışı yasal bir maddenin ticaretine cezai müeyyideler koymak da yasayı
tartışmalı hale getirmiş. Mülki amirlere, mallara el koyma, imha, müsadere yetkisi
verilmiş olması da 'yargısız müsadere'ye girer ki, bu da evrensel hukuk ilkeleriyle
bağdaşmaz. Hukuk Devleti, uygulanabilir, hukuka uygun yasalar yapabilen Devlettir.
"Yasakladım" diyerek temel hak ve özgürlükleri kısıtlayan düzenlemeler yapmak, bir
yasağın, arkasından başka yasakları, sansürleri de getirmesi 'hukuk' değildir.

Tütün Mamullerinin Zararlarının Önlenmesine Dair Kanun 3 Ocak 2008'de Meclis'te


görüşülürken Manisa Milletvekili Erkan Akçay söz almış, demiş ki;
"...bu Kanun Teklifi'nin hazırlanması esnasında ilgili komisyon üyeleri örnek
uygulamaları izlemek amacıyla yurt dışına gitmişlerdir .Bu seyahatin yanı sıra,
ülkemizde 4207 Sayılı yürürlükteki Kanun'un uygulandığı yerlerin ziyaret edilmesi
de uygun olurdu...".

Bir de buna takıldım. Artık Sağlık Komisyonu mudur, Adalet Komisyonu mudur, kaç
milletvekili, hangi bakan "sigara yasağını yerinde incelemek üzere" yurtdışına
gitmiştir?
Hangi ülkelerde ve kaç gün boyunca yasağı yerinde incelemişlerdir?
İnceleme gezileri 'eşli' mi yapılmıştır?
Barlarda, meyhanelerde inceleme yapılmış mıdır?
Toplam ne kadar harcırah almışlardır?
Uygulamalar hakkında bilgi Türkiye'nin o ülkelerdeki temsilciliklerinden alınamaz
mıydı?
Uygulamalar hakkında bilgi internetten bulunamaz mıydı?
Neden yürürlükteki 4207 sayılı Yasa'nın Türkiye'deki uygulamaları yerinde incelenmeyip
yurtdışlarına gidilmiştir?

Yakında zabıtayla da 'içici' vatandaş arasında şöyle konuşmalar geçere şaşırmayalım;

'Bilader burda cigara içmeg yasah, ceza yazıyom!'


'Meğmur Bey, tamam da sen niye çiğ batlıcanı kemiriyon ya?'
'İçinde nikotin var didiler, görevdeyim ya cigara içemiyom, batlıcan yiyom'
'Tavuk g.tü tövbe tutmaz abi , buyur yak bi Malbora'
'Lan yoksa sen satıcı mısın?'
'Töbe de abi, içiciyim valla!'
19 Temmuz 2009
Bozacının noteri şıracı

Michael Jackson'ın cenaze (anma) törenini mide bulantılarıyla izledim.

O herkesin tanıdığı ama kafasının aslında kel olduğu gibi hakkında en çıplak gerçekleri
kimsenin bilmediği, yetenekli oğlan-erkek altın bir tabutta yatıyordu.

Sadece 50 kilo ağırlığında, çürüklerle, iğne izleriyle dolu, iki otopsi geçirmiş, tabuta
konulmadan nöropatolojik testler için beyni de alınmış, kesilmiş biçilmiş, parçalanmış bir
beden...

Michael'ı insanlıktan çıkartıp karton resim haline getiren,


müziği, dansı, pandomimi bir arada verdirecek o ultra enerjiyi ilaçlarla, iğnelerle enjekte
eden,
aldığı ilaçlardan uyuyamadığında uyumasını sağlayan ilaçları da damarına zerkeden
sistem, o bedenin büyümesine , yaşlanmasına ve yorulmasına asla izin vermedi.
50 yaşında, 50 gösteriye hazırlanan, o incecik,
gıdayla değil ilaçla beslenen,
cinsiyetsiz, ırksız ve bütün saçları dökülmüş, parçalanmış bedeni altın tabutlara koyup
tapındılar.
O ölü bedenin etrafındaki altına tapındılar aslında.

O bir ismin sırtından milyon dolarlar kazanan güruh (ki ailesi, koreografı, teknisyeni,
menajeri, organizatörü, doktoru, psikiyatristi, estetik cerrahı, avukatı, muhasebecisi vs.
derken binlerce kişidir) şimdi panik halinde o bedeni ne yapacağını bilemiyor.
Gömsün mü yaksın mı mumyalatıp saklasın mı karar veremedi.

Törende en anlamlı konuşmayı Rahip Al Sharpton yaptı.


Jackson'ın çocuklarına: "Babanız tuhaf değildi. Onun uğraşmak zorunda kaldıkları
tuhaftı." dedi.

O altın tabuta baktıkça AB yolunda (!) Türkiye'yi düşündüm.

Midesinde zehir kıvamında ilaçlar, yani AB'ye Uyum Yasaları,


parçalanmış, büyümesine ve tek parça halinde kalmasına asla izin verilmemiş bir beden.
Kendisi tuhaf olmayan ama iktidara getirdiklerinin tuhaflığını bedenini parça parça
ettirip, kurban vererek ödemiş bir yaşı genç, bedeni İslamdan yorgun bir ülke...

O son 'altın vuruş' yapılıpTürk Silahlı Kuvvetleri tasfiye edildiğinde,


AKUT gibi bir acil yardım kuruluşu haline getirildiğinde,
AB, ABD yapımı altın tabuta konulup, İslamcıların önünde secdeye varıp, altına ve
ölüme tapınacağı ülke: Türkiye...

Michael Jackson'a 'altın vuruşu' en yakınındaki insan yaptı: doktoru.


TSK'ya altın 'sivil yargı' vuruşunu yapan AKP'nin Cumhurbaşkanı zat, Türk Ordusu'nun
Başkomutanı.
Gerekçe???
"AB Katılım ortaklığı belgesine uygun düzenleme."

Buyurun youtube’dan Abdullah Gül'ün, 1995 yılında AB'ye katılım hakkında neler
söylediğini izleyin. Bu görüntüyü youtube'dan kaldırtmaya çalışacaklardır, silinmeden
izleyin.

Hangi söyledikleri doğruydu, samimiydi ki şu AKP'lilerin...

9 Temmuz 2009
Ş'oraları hep dutluktu!

'Berberin solumazı, tellağın terlemezi, köşe yazarının bezdirmezi makbuldür',


gözleri de dinlendirelim deyip yazı orucu tutmaya niyet ettik niyet eyledik ki, 'fikrimiz
gelmesin' diye haberleri göz ucuyla okumaya kalktığımız demlerde ortalık birbirine girdi.

Eskiden böyle değildi...Buraları hep dutlukken, aha ş'oraları da zeytinlikken, biz de


ayağımızda rugan 'aykap'lar, üstümüzde kat kat tafta entarilerle, düzgün taranmış bir kız
çocuğu iken, İsmet İnönü'nün üstü açık arabada, silindir şapkasını çıkarıp kaldırımda
yürüyen ahaliyi selâmlamasına zıplayarak el sallar idik...

Babalar papyon takar, anneler, evde ayakkabı üzerine galoş giyerler idi. Ş'oraları hep
dutluk, bağlık bahçelikti...Başını bağlayanlar sadece 1800'lerin sonunda doğanlar idi. O
da resim çekilirken...

Annemlerin müsaitseniz akşamları size oturmaya geldiği tayyörlü zamanlarla, "Ben


senin taaaa bıyığını sinkaf ederim" zamanları, hatta Cumhurbaşkanları'nın araba
penceresinden "Ne diyon sen lan!!" diye bağırdığı zamanlar arasında fena halde
sıkışmış vaziyetteyiz.

Çamaşır makinalarının merdaneli, hani şu Peypırmuğn'la Şeraton'un olduğu tepeciğin de


şarap bağları olduğu, Kavaklıdere'de de ince bir dere aktığı zamanları yaşamışız ki,
"Arsenikli suyla diş fırçalasak beyini şey'dermi?" zamanları üzerimize fena halde basıyor.

Daha İ. Melih'in Gaziantep sokaklarında uzun eşşek oynadığı devr-i saadet dönemleriydi.
Kuğulu Park mendil kadar, Ankara sokakları floresan lamba altında seyredilen oyuncak
otoban maketleri gibi değildi.

Buraları hep dutlukken, daha bu amentülü tosuncuklar da ortada yoktu. Kerpiç evlerin
izbe odalarında tesbih çekip, sure hafızlamaya çalışıyorlardı. Ankara Gazi Osman
Paşa'nın aha ş'ordan yukarısı tarlayken, liberalizm and vahşi kapitalizmle henüz gerdeğe
girilmemişti.

Anneler kaçık naylon çoraptan paspas örmeyi bilirdi. Arap sermayesi, Arap özentisi
hayatlar yoktu, halıların silindiği arap sabunu vardı bir tek.

Babaların Pazar sabahları kahvaltı sofrasına bile kravatlı oturduğu zamanlarda,


vatanseverlik-yurtseverlik de suç değildi. Terör/terörist yok 'eşkiya/şakî' vardı.
Güneydoğu'da otobüs durdurur, kadınların bileziklerini alırdı. Duyardık!

"Ben senin taaa bıyığını.. zamanları"ndan evvel, buraları hep dutlukken, uydular,
uydudan alınan görüntüler, internet, gugıl örth falan hiçbir şey yoktu. Kül yutar külbastı
kebabı yedik derdik.
'Aktütün karakolunda TSK kuzuları kurtlara yem etti' teranesiyle koordinatlarını
(37° 02' - 44° 10') servis ettiği fotoğrafların enleminin boylamının gugıl örth'e verilip
Kuzey Irak olduğunun tesbit edilebildiği zamanlardır da bu "Ben senin taaa bıyığını..."
zamanları.

Google örth ki herşeyi gören ve bilendir, lahana yaprağı gazetelerin balonunun


söndürülmesi okurun navigasyon yeteneğine kalır.

Ş'oraları hep dutlukken, Ankara akşamları da bok değil yasemin kokardı. Annesi de,
Yasemin'in (Çongar) iki konser arasında altını bezliyordu. Değil Pentagoncu CIA'ci koca,
Ankara daha Jusmmatt'te (Joint United States Military Mission for Aid to Turkey) çalışan
Amerikalı çavuşların bigudili karılarından başka Amerikalı görmemişti. ABD varlığı
henüz 'yardım' görüntüsü altındaydı.

Aha ş'ordaki apartmanların olduğu yer hep kaysı ağacı doluyken, daha Pentagon & CIA
henüz Türkiye'de gazete de çıkartmıyordu. Tencereleri kalaycılar kalaylardı. Kalayı
Amerika'dan gelmezdi.

Buraları hep dutluktu.

O vakit Altan Brothers'ın babaları da Türkiye İşçi Partili milletvekili, "Sosyalistlerin


düşüncelerini Meclis çatısı altına getirmiş olmasıyla müftehir" bir sosyalistti. Bıyığa
küfretmek o vakit de vardı da, sinkaf literatüre henüz girmemişti. Meclis'te ceketleri
Stalin ceketine benzetilen sosyalistlerin bıyığına tükürülüyordu henüz.

Şimdiler açıktan sinkaf zamanları; "Ben senin taaaaa bıyığını..."

Kibrit kutularında 'vasati 40 çöp' olduğu zamanlarda, bugünlerde canı istediği zaman
Silivri Savcılığına internet sitesi kapattıran Adnan da, babasının Samanpazarı'ndaki
bakkal dükkanında, kavanozdan renkli şekere bulanmış leblebi aşırıyordu. 'Ben senin taaa
bıyığını zamanları'nda o da büyüdü. Giyinip aynada kendisini seyretmekten, site
kapattırmaktan artakalan zamanında, Scientology tarikatıyla imece dev (!) yaratılış
atlasları hazırlıyor.

Buraların hep tarla, dutluk olduğu, 864 rakımlı Köşk'ün alçak duvarlarının önünde
çöpçülerin çalı süpürgesiyle yol kenarı süpürdüğü zamanlarla, Köşk bütçesinin kendi
güvenlik ordusunu kurmaya, 30 milyon dolarlık yatlara, uzun menzilli uçak alımına kadar
esnetildiği zamanlar arasında sıkım sıkım sıkışmışız. Ortamda fena halde bir 'Ben senin
taaa bıyığını...' havaları var kaçılamayan kaçınılamayan. Ve şiddetle direnmemize
rağmen lisanen arada bir çaldırdığımız...

Buraları hep dutlukken, aha şuralarda da akasyalar açarken, siyasiler, vekiller,


protestoculara lafı kör beygire hamut geçirir gibi geçirmezlerdi. Gazeteciler de üçlü beşli
oynayıp, daha evvel asla haklarında tek iyi bir satır yazmadıkları öldürülen Türk
askerlerine ani bir kararla sahip çıkmaya (!) kalkmazlardı. Üçlü deyince bir triportör
bilirdik biz buraları bağlık bahçelikken. Kasasında zerzevat satılırdı...
Aha şu otopark iki salıncaklı yeşillik bir çocuk parkıyken, henüz iktidar partisi vekilleri
Arabistanlı Lawrence'la üçüncü göbekten akraba değildiler. Tesbihli hafız çocuklar
olarak dünya malını ne büyük hırsla istediklerini daha keşfetmemişlerdi.

Armatörlere "İçinizden biri olarak konuşuyorum" diyebilen gemi sahibi başbakanımızın


olması için 'Ben senin taaa bıyığını...' zamanlarını beklememiz gerekti.

17 Eylül'de Nüfus Genel Müdürlüğü'nün bilgisayar sistemi kilitlendi. 24 saat nüfus kayıt
işlemleri yapılamadı, hatırlayın! Yerel seçim hazırlıkları bunlar. Belediye seçimlerinden -
bilgisayar sistemlerini kurcalayarak- başarılı çıkarlarsa, yüzde 25 (bence AKP'nin gerçek
oy potansiyeli bu kadar bile değildir) o vakit enseyi kararttıracak bize.

Enseyi karartmaktan bahsettim Aziz Okuyucu, çünkü efenim ameleyi solaryuma


sokmuşlar, "İlle de amele yanığı" demiş.

İşte bu yüzde 25 ille de amele yanığı isteyen güruhtur ve o tür yanıkta ense de kararıyor
da ondan.

17 Ekim 2008
Hayatta hiçbir şey tesadüf değildir

Hayatta hiçbir şey tesadüf değildir

Amerika'da Müslümanların 'şedit' imajını düzeltmek için tv kanalı kuran, sonra da


boşanmak isteyen karısının kafasını kesen adamın Pakistan'lı Müslüman çıkması tesadüf
değildir.

Fetullah çetesinin tv kanalından, kocası tarafından aldatılan kadınlara;

"Bu ızdırabı içinizde taşıyın. Katlanın ve kocanızın düzelmesi için Allah'a dua edin.
Acılarınızın mükafatını Allah verir" fetvası verilirken, Recep Bey'in kürsüden "Eşek
ölür eseri kalır" demesi de tesadüf olamaz.

2007 seçimlerinde, Akepe'ye en yüksek oy veren kesim;

18-28 yaş arası, ortaokuldan düşük eğitim düzeyinde, hanede 9'dan fazla kişiyle yaşayan
KADINLAR iken, Akepe'nin çılgın gibi çamaşır, bulaşık makinası dağıtıyor olması da
tesadüf değildir.

Abi-baba-koca dayağı yemekten dayak manyağı, mazohist olmuş bu kadınların Recep


Bey'in hiddetinden, şiddetinden hoşlanıyor olması da tesadüfle açıklanamaz.

Meclis'te 'Kadın-Erkek Eşitliği Komisyonu' kurulmasına dair karar Akepe'liler


tarafından engellenip de ne idüğü belirsiz bir 'Fırsat Eşitliği Komisyonu' haline
getirilirken, Nimet Çubukçu'nun Uçkur Tanrıları'nı kızdırmaktan korkup olayı
'farketmemesi' de tesadüf değildir.

Tam da beyaz eşya sadakaları dağıtılırken, 'Devlet parasıyla yapamazsın' denilmeye


başlanınca, AKçalı Parti'nin 100 işadamını haraca bağlaması da tesadüf olabilemez.

Deniz Feneri dosyasında, Zahit Akman'ın ortağı olduğu kara para aklama şirketleri
isimlerinin, Assteam (Çeviri:Kıçımın Takımı), Assplan (Kıçımın Planı) olması da
tesadüf değildir.

Çok uluslu şirketlerin, "2009 yılında, 5 kişinin yapabileceği iş için biz 2 kişiyi işe
alacağız. Türklere istihdam yaratacağız" diyen Köle Aranıyor beyanlarının, her dört
gençten birinin işsiz olduğu, reel işsizliğin yüzde 20'yi çoktan geçtiği AKP saltanatı
dönemine denk gelmesi de tesadüf olamaz.

Ahlâk'ın tamamen çökertilip ahlâk kurallarının İslam dinine endekslendiği bir dönemde
tıp fakülteleri'nden Tıp Etiği derslerinin, Tıbbi Etik Uzmanlığı'nın kaldırılmış olması,

Başvekil 'huzurevindeki ihtiyarların sorunları' konulu filimlere ağlar 'Örfümüzde


yaşlılar başımızın tacıdır' derken, bebeklerin yanısıra artık Antalya'da dedelerin de cami
avlusuna bırakılmaya başlanması,
ve fakat aynı anda Norveç'li ihtiyarlar için Antalya'da Norveç köyleri kuruluyor olması,

Denizlerimizde görülmeye başlanan zehirli balon balığının ampule benzemesi,

En önce ve en çok İstanbul'un kurtarılması gerektiği bir dönemde, yine bir Kemal'in
zuhûr edivermesi,

bunların hiçbiri tesadüf olamaz.

Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucu belgelerinden biri olan Lozan Anlaşması'nın imzalandığı


masanın İsviçre'den Türkiye'ye gönderilmesinden (Kayseri'li Abdullah Gül'ün de Köşk'te
masaya yer bulamamasından) sonra Kayseri'li Charles Aznavour'un İsviçre'ye Ermenistan
Büyükelçisi olarak atanması da tesadüf değildir.

Su havzalarının üzerine, kesilen orman arazisine TOKİ inşaatları yapılırken yeraltı


sularının, nehirlerin, göllerin kuruması,

toprakta 'obruk' şeklinde derin çöküntüler oluşması ise katiyyen tesadüf değildir.

2-B Yasa'sıyla orman arazilerinin yabancılara devrinin önü açılmasıyla birlikte,

Gümüş dizisi seyreden Arap kadınlarının kocalarından 'Türkiye'den ev' istemeye


başlaması ve aynı anda müteahhitlerin "Yabancılara konut satmayı hedefliyoruz"
beyanları vermesi,

Bütün Türk dizilerine en az bir yabancı ya da melez karakter eklenirken,

bu karakterlerin illa ki ''Bu ülke bizzi kucakladii, bizze sarildiii. Türkiya'yı çoğk
seviyoğuz!' diyerek 'bizden'leştirilmeleri,

Türkiye'yi yabancılarla paylaşarak yaşamaya fena halde formatlanıyor olmamız,

Ve fakat yabancılar 'bizden'leştirilirken, zaten BİZ ve 'bizim' olan Musevi cemaatinin


'yabancılaştırılma'ya tepkiyle ne kadar Türk, ne kadar 'biz/bizden' olduklarını anlatmak
gereğini hissetmelerinin aynı zamana denk gelmesi de tesadüf olamaz.

Altı buçuk yıl İslami Akepe faşizmi, yeşil sermaye oligarşisi ve yabancı istihbarat
servisleri tarafından formatlandıktan sonra, tam da kitle halinde şizofreniye tutulduğumuz
Şubat 2009 ayında,

beyindeki şizofreniye sebep olan kimyasal maddeyi Türk doktorlarının bulmasının


da tesadüf eseri olduğuna inanamıyorum. Derdini veren doğa, dermanını bulacak aklı da
aynı coğrafyada verir.

Ha! Askeri doktor olmaları mı? Kimbilir, belki de o bir tesadüftür...


18 Şubat 2009
KÜFÜR yaz boşluk bırak AMATÖR KÖŞECİ yaz 7777'ye gönder!
Sen 2005'te Yüksekova'da iki köyün topraklarını "Havaalanı yapılacak" diye istimlak et,

"Biz arazimizi Devlet'e sattık. ABD'ye üs, havaalanı yaptırılacağını bilmiyorduk, parayı
ödeyeceğiz, arazimizi geri istiyoruz, kandırıldık" diyen ahaliye kulak asma, İran'a sıfır
noktasına Amerikan üssü, 8 kilometre pistli havaalanı kurdur...

Sonra da tut ABD'yle İran arasında arabulucuk yapmaya kalk.


Yemezler, yemediler. Ahmedinejad arabuluculuğunuzu elinin tersiyle itiverdi.

Şimdi İRAN yaz boşluk bırak ARABULUCU yaz 1111'e gönder, dış politikada
haysiyetin cebine gelsin.

Nisan yaklaştı. Nisan kritik ay. Nisan tehlikeli ay.


Çanakkale'de 1915'te kıçında postal izi kalan İngiliz Nisan'ı bekler, soykırım iddiacı
soytarısı Nisan'ı...

Medyada 'şehitlikten fışkıran kemik görüntüleri' yufka yüreklere çivi sokmakta....

İngiliz Çanakkale bölgesini/Boğazını, Gelibolu Yarımadası'nı uluslararası komisyona


devretme fikrinden, bölgeden Türk askerini çıkartıp kendi yasalarını uygulama
arzusundan hiç vazgeçmedi.

Bakalım bu Nisan'da Anzak törenlerine katılmaya gelip de "Siz Türkler bu bölgeyi


muhafaza edemiyorsunuz, şehitliklere iyi bakamıyorsunuz. Bırakın bize, buraya 'özel
statü' verelim, kendi askerimizi polisimizi getirip burayı abad edelim" diyenlere ne
tavizler verilecek...

ŞEHİTLİK yaz boşluk bırak ÇANAKKALE yaz 2222'ye gönder


Sevres Anlaşması,
Boğazlardan ağır silahlar taşıyarak geçen Amerikan gemilerinin resmi,
cümlesi tıkır tıkır cebine gelsin.

Meclis'te son dönem verilen 400 yazılı soru önergesinin 129'u Tarımımın Bakanı
tarafından cevaplandırılması istemiyle verilmiş (Y.N. Bu Bakanlığın icraatlarına
bugünlerde detayıyla gireceğiz). Tarımımın Bakanı, vatandaşı "Artislik yapma, sesini
yükseltme" diye azarlayan muhterem.

AKP Türkiye'de tarımı çökerttikten, köylüyü ithal tohuma mecbur, çokuluslu şirketlerin
eline teslim ettikten sonra Soros ne diyor? "Bundan sonra tarıma yatırım yapan
kazanacak."
Şimdi TARIM yaz boşluk bırak TÜRK KÖYLÜSÜ yaz 3333'e gönder açlık cebine
gelsin.

Yakılan arabalar, Taksim meydanında saldırıya uğrayan kadınlar..


hatta evinden, kocasının yanından sürüklenerek çıkartılıp götürülen, tecavüz edilen
kadınlar.. bavullarda cesetler, kanlı baltalar, kurban bıçakları...
sarışın doğduğu için okuldan atılan kızlar...
'Huzur İslamda' dedikleri bu huzurdu işte...

Şimdi İSLAM yaz boşluk bırak HUZUR yaz 4444'e gönder bir adet döner bıçağıyla
silah taşıma ruhsatın cebine gelsin.

Sabaha karşı gözaltılar, sebebini şüphelinin de avukatının da bilemediği tutuklamalar,


Muhalifi önce medyada infaz edip delilleri sonradan aramalar ..
İnsanları iki yıla yakın hapiste tuttuktan sonra polise 2 bin sayfalık okunamayacak
iddianameler düzenletmeler...
Sanığa karısının adını sorup 'Tanıyor musun?' diyecek kadar 'hazırlık soruşturmasız' ama
süper etkili-yetkili savcılar...
Özgürlükleri askıya alıp demokrasiyi buzluğa kaldırmalar...
Muhalefet eden enselere -çocuk bile olsalar- pençe atmalar...
Muhalif medyanın tepesinde tokmak indirmeler...

Şimdi DARBE yaz boşluk bırak AKP yaz 5555'e gönder Ergenekon'dan gözaltı
emrin cebine gelsin.

Elif Şafak çocuklarına İngilizce konuşuyormuş kocası Türkçe.


'Karısı Finli kocası Çinli' durumlarında çift lisanda çocuk yetiştirmek doğaldır,
çokkültürlülüktür şudur budur da...Türk ana-babanın, Türkiye’de çocuğunu 'anadili'nden
başka bir dilde yetiştirmesi en hafif deyimiyle züppeliktir.
Anayasa'ya resmi dil olarak Kürtçeyi de koymaya çalıştıklarında en büyük destek
muhtemelen bu karı-kocadan gelecektir.

ANADİL yaz boşluk bırak TÜRKÇE yaz 6666'ya gönder Halifetullah'ın vaazları
fonda Kürtçe Ajda Pekkan şarkısıyla cebine gelsin.

Ya da TÜRKÇE yazma anacım sen...habire boşluk bırak...sen hep boşluk bırak...Nobel


evine gelsin!

*
Kasımpaşalı Recep Bey köşe yazarları için "Ne kadar para alıyorlarsa o kadar (AKP'ye)
küfrediyorlar" buyurmuş. Savunmaya geçeyim:

Bu hesaba göre benim çoktan zenginlemiş olmam gerekiyordu. Altı aylığına ve 'cigara
parasına' yazılmış (vergisi de ödenmiş) bir dönem hariç, iktidardakilerin ne cevher (!)
olduğunu yazmak için beş kuruş aldığımı ispat edene bir yıllık emekli maaşımı
vereceğim.
Para için değil zevk için küfr..pardon yazmaktayım.

KÜFÜR yaz boşluk bırak AMATÖR KÖŞECİ yaz 7777'ye gönder Kıymet Nadir
Bindebir yazıları yayına girmeden taze taze cebine gelsin.

Van'da donarak ölen üç kaçak sığınmacının cesedi bulunmuş. Kendilerini korkutan, aç


bırakan, 'ana'lık edemeyen vatanlarından Türkiye'ye kaçmışlar. Muhtemelen buradan da
Avrupa'ya kölelik etmeye gideceklerdi. 'Korktuğun ülke senin değildir' prensibinden
hareketle kaçmışlardır.

KORKU yaz boşluk bırak HAYMATLOS yaz 8888'e gönder 2002'den bu yana tüm
Akepe icraatlarının listesi cebine, Nansen pasaportun (*) ev adresine gelsin.

Diyanet yine Diyanetliğini yapmış, yogayı Satanizm'le aynı sınıfa sokup "İslama aykırı"
ilan etmiş.

FETVA yaz boşluk bırak YOGA yaz 9999'a gönder Ali Bardakoğlu'nun otel
odasında gizlice yoga yaparken çekilmiş videosu cebine gelsin.

Bardakoğlu'na özel not: YOGA yaz boşluk bırak AKIL yaz 0000'a gönder. Allah
cümlenize akıl fikir versin!

(*) Nansen pasaportu: Birleşmiş Milletler'in haymatlos (vatansızlar) için düzenlediği bir tür seyahat belgesi.

13 Mart 2009
Ebemizin sünnetsiz yerine kadar açılım

AB-ABD baskısıyla açılım saçılım derken iş geldi anamızın, ebemizin, bizim malûm
yerimize dayandı.

Türkiye'den kopartacaklarının hesabıyla, Arap uşağı Hamdullah'ları reformist (!) deyip


başımıza saran AB, ırkçılığı, yabancı düşmanlığı tescilli bir zırtapozun ağzından bizim
yobaz eşşeklerin aklına karpuz kabuğu düşürüyor; 'Henüz ülkenizde kadın sünneti yok.
Bu konuyu işlemeye başlayın!.'

Devlet, kurumlar -üzerinize afiyet- tel tel çözülürken, islamiyetin karartması olmadan
Türkiye'yi sömürgeleştirme/köleleştirme sürecini tamamlayamayacağını bilen AB,
islamiyetin kadına en vahşi uygulamasını Hamdullah zihinlere empoze ediyor;
'Klitorislerini kesin! Vajinalarını düğümleyin!'

Agam sen gel, ben seni köy berberine davullu zurnalı narkozsuz bir sünnet ettireyim de,
Dayanabilirsen, ııh demezsen, gözünden yaş gelmezse, ben de estetik olup suratıma
Fırankeştayn'ın Gelini şekli verdirmezsem namerdim! Önce sen!

En az elli kere yazdım, yine yazıyorum: ılımlısı yok bunuuun!!! Sen 'ılımlı' kalmaya
çalışsan sömürgeci izin vermez. Ilımlısı emperyalistin işine yaramaz da ondan.

Pakistan ki İslam Cumhuriyeti'ydi, Şeriat hükümlerince yönetilirdi, Amerika'ya yetmedi.


Amerikan ordusu, CIA'nın kurduğu Taliban'ı öncü kuvvet kullanıp, adım adım Pakistan'ı
işgal ediyor.
Taliban'dan kaçan bir milyon Pakistanlı, Swat Vadisi'ni (ABD ordusuna) terkedip
Mardan'a geldi.
Mardan dediğin bir küçük, dökük, sefil kasaba. 24 saati cebimde getirdiğim çukulatayla,
şişe suyuyla geçirip, bir dilim ekmek yiyince undaki tarım ilacından zehirlendiğim köy
irisi.

Bir milyon Pakistan'lı Birleşmiş Milletler'e 'mülteci' kaydı yaptırdı. Barış zamanında bile
30 yaşında insanların patır patır ölüverdiği Mardan'da, aylardır çadırlarda, savaş
şartlarında yaşıyorlar.

Kendi ülkesinde Amerikan askerinin korumasına (!), BM'in vereceği bir tas mercimek
çorbasına muhtaç, evini, toprağını kaybetmiş bir milyon din kardeşimiz, 50 küsür derece
sıcakta hayatta kalmaya çalışıyor.

Mülteci kampından beter cehennem yoktur bu dünyada. Tek tek 'sorun' dediğin herşeyi;
işsizliği, evsizliği, yoksulluğu, açlığı, susuzluğu, pisliği, salgın hastalığı, korkuyu hepsini
topla, milyonla çarp. Mülteci kampı odur.

Mültecilik 'sahip çıkanının' olmaması halidir. Kendi ülkende mülteci statüsüne,


sömürgecinin kucağına düşürülmek de ancak İslamcı yönetimlerin eliyle mümkün
olabiliyor.
Cumhuriyet mitinginde tüm baskılara, tehditlere rağmen 160 bin kişi toplanıverince,
Türkan Saylan Hoca'nın cenazesinde 10 binler sokaklara sığmayıverince, bizim islamcı
Hamdullahların hoşuna gitmedi.

O dallamalar farkında değiller ki; Türkiye nüfusundan, o beğenmedikleri, seçkinci deyip


aşağıladıkları, kentsoylu, eğitimli orta sınıfı çıkartırsan, geriye kalan Pakistan olacaktır.

Geriye kalacak olan, sömürgecinin kepçe kepçe köle çıkartacağı balık çiftliğidir (Y.N. bu
yazıyı yazdıktan sonra, az önce Pakistan'dan aldığım bir maili yarın okurla
paylaşacağım).

Cumhuriyet mitinginde de, Türkan Hoca'nın cenazesinde de savunduğumuz çağdaş


yaşam tarzıydı. Eğitimiyle, kültürüyle, sanatıyla, sporuyla çağdaş bir hayat. Ve
demokrasi ve hukuk.

Yasa koyucu, suç işlemiş birinin Cumhurbaşkanlığına aday olması ihtimalini asla
düşünmediğinden, mevcut yasal boşluktan istifade en üst makamlarda oturan sabıkalılara
itirazımız vardı,

Macuncu fırıldağı gibi döne döne konuşan, uçakta söylediğini yere inince kendi tekzip
eden,

"Atımı getirin...yok yok jetimi getirin. Okullardan çocuk toplayın bana sevgi gösterisi
yapsınlar...etten duvar örmeyin vatandaşın arasına karışasım var...korkuyo demesinler,
suikast tehdidi var deyin...van minüt lan hoşgörü abidesiyim ben...oramı da zırhlayın
buramı da zırhlayın" diyen adamlar tarafından emperyalizmin kucağına oturtuluyor ,
bölünüyor, sömürülüyor, sömürtülüyor olmaya isyanımız vardı.

TSK'nın adı geçince "ülke vesayet altında...vesayet de vesayet" zırlayanların, sabıkalı


din tüccarlarının ulusal egemenliği sömürgeci ülkelere devretmesine hiç itirazı
olmamasına bizim itirazımız vardı.

Gerçek aydınlar, rektörler, doktorlar sabaha karşı evleri basılıp götürülürken hukuku
anmayan liboşların, sıra çetenin hası PKK-DTP?lilerin ifadesini almaya geldiğinde
"hukuuuk" diye debelenmeye başlamasına tepkiliydik.

(Bir sene sonra bu köşelerde hukuk yerine, Pakistanlı aydınlar gibi icma mı -'konsensüs'-
içtihad mı -'Şeriat Yasalarının yorumlanması'- diye tartışıyor hale gelirsek ne bok
yiyeceksin liboş kardeşim? Fransızcayı bırakıp Arapça mı öğreneceksin?)

"Din elden gidiyor" diye yırtınırken, vatanın elden gittiğini farketmeyen embesil kendi
ülkesinde mülteci durumuna düşmesin, çocukları çadırlarda, Amerikan tankının
gölgesinde doğmasın diyeydi çağdaş yaşamı, Atatürk Cumhuriyet?ini savunmamız.

Millete cennet vaaz edip, ekranlardan beyinlere ölüme hasret pompalayan "sözde
müslüman özde sahtekar"lara, bu dünyada cukka derdine düşenlere Dolar yetmedi
altın, altın yetmedi pırlanta...perakendesi yetmedi, toptancılığına soyunup dükkanını
açtılar. Hırsızlığın bile rezili çıkartılabilir miymiş! AK hırsızlar çıkardılar.

Sadece bir ay maaş alarak yıllarca cüzam hastası tedavi eden Türkan Saylan, ölürken bile
hayata dönük mesaj verdi. "Daha fazla çocuğu okutun."

Daha fazla çocuğa tecavüz edilmesini teşvik bile eden, körpe çocuk beyinlerini ölümle
dolduran adamlar, protesto edilmekten korktuklarından Saylan?ın cenazesine
gidemediler. Seçim hileleriyle aldıkları yüzde 38 rüyasına inanmak istedikleri, o rüyadan
uyanmak istemedikleri için ortalıkta görünmediler.

Kendilerini Yüce Divan'a taşıyan sürece her gün bir adım daha yaklaştığımızın AK
hırsızlar, AK hainler gayet farkındalar.

Uğur Mumcu, Turan Dursun, Muammer Aksoy, Ahmet Taner Kışlalı...

Her ölen yok olmuyor. Her hayattakininki de yaşamak değil.

Türkan Saylan da çoğalarak ve saygıyla anılarak yaşayacak!

---

Huzur yogada!!

Yazının bu kısmını Diyanet İşleri Başkanı?na mail olarak göndereyim diye düşündüm
ama, bakarsınız cevap yazar, muhabbet uzar, değerli vaktimi alır. Malum, ?cahil ile
sohbet etme küstürür, cam kırığıyla silme kıçın yırttırır.?

Akepe Hükümetinin Fetvacıbaşısı Bardakoğlu, 5 Bakanlık, 30 üniversite kadar bütçesi


olan Diyanet İşleri?nin Başkanı Bardakoğlu,

Bütçe görüşülürken "İmam maaşlarını ödeyemeyiz, daha fazla para isteriz" diye
habire bastıran Bardakoğlu baktı ki 'huzur yogada', yogaya cihat ilan etti. İslamiyete
aykırıymış.

Doğrudur, yoga islamiyete aykırıdır. Çünkü yogada ŞU AN-ŞİMDİ-BURADA'yı


yaşıyor olmak vardır. Başladığında; geçmişini, günlük sorunlarını, gelecek kaygılarını
bırakmayı öğrenirsin. 'Ahiret' gibi uzun vadeli senaryoları aklından çıkartman gerekir.
Ha bir de vücudunun FARKINA VARIRSIN.

Nerede hangi kemiğin varmış, hangi kası güçlendirmezsen hangi kemiğe yük
bindirirmişsin, meğer vücudunu hiç de simetrik kullanmıyormuşsun, bunların ayırdına
varırsın.

Bu Fetvacıbaşı muhteremin derdi bellidir. Şu anı, bugünü, burayı (bu dünyayı) zevk
alarak yaşamak islamiyetle bağdaşmaz. İnsanların bedenini doğru kullanmayı öğrenmesi,
bedeninin farkına varması da dinen caiz değildir. Diyanetçi Hamdullah Bey'in yoga
korkusu bundandır.

Fetvacıbaşı Hamdullah Bey de utanmasın, internette yoga sayfalarına baksın. Makine


başında uzun saatler fetva, ek bütçe talebi yazmaktan sırtı, beli yamulunca çok faydasını
görür.

Amerika'da bir psikiyatrist arkadaşım, yıllar önce, "Hiçbir terapiye cevap vermeyen
çok ağır vakaları yogaya başlatıyoruz. İnanılmaz faydasını gördük" demişti. Bunu
da 'faideli malûmat' olarak bir kenara kaydetsin.

Ha Hamdullah Bey bir de, bencileyin zındığın rakıya, cigaraya ödediğim, emekli
maaşımdan kesilen vergiyle Azerbaycan'a o camileri neden niçün ve KAÇ PARAYA
yaptırdığını bir zahmet izah ediversin lütfen. Ya da, 2009 yılında oradaki T.C.
büyükelçisinin yazışıyla 'ludven".

---

Özlü sözler:

"Muazzez İlmiye Çığ, kadının erkeğin kaburgasından yaratılmadığını, kişiliğiyle, daima


dik duran başıyla, daima içine herkesi sığdırdığı o uçsuz bucaksız gönlüyle yeniden
ispatlamıştır. Belki bizler, Muazzez İlmiye Çığ'ın kaburgasından yaratıldık. Muazzez
İlmiye Çığ, Cumhuriyet Devrimi'nin toprağın altında bulduğu, ortaya çıkardığı ve
işlediği cevherdir."

-Doğu Perinçek-
İleri (AK) demokrasiden seçim manzaraları
Seçmen sanal seçim gerçek

2007 seçimlerinden hemen önce muhtarlık bilgisayarları çalındı,

Yüksek Seçim Kurulu'nun web sitesine girildi,

MERNİS sistemi çöktü,

Seçim sırasında aniden 4-5 milyon seçmen fazlası oluşturuldu,

Seçim sırasında 74 milyon ilan edilen nüfus, seçimden sonra 70 milyona indirildi,

Seçim günü YSK internet sayfası çöktü,

Sandık başlarında Akepe cemaati hakimdi, bana (bile) zor oy kullandırdılar,

Çankaya gibi Akepe'ye oy çıkmayacağı bilinen semtlerde oy kullanamayan binlerce


vatandaş oldu,

Akepe, 2007 seçimlerindeki yüzde 46'sını; oy sayımına + yüzde 25'le başlayarak aldı
yazmaktan klavyeler eskittim.

Buyrun! Bilgisayar sistemlerine manipülasyonla, yerel seçimlere dört ay kala bir anda
nurtopu gibi 6 milyon fazladan seçmenimiz oldu.

Recep Bey'in kadınlardan rica ettiği 3'er çocuk hormonla bir acele büyütülüp bir senede
oy kullanacak kıvama gelmediyse ne oldu? Bir yerlerden 6 milyon göçmen mi aldık?

Bu 6 milyon sanal seçmen Akepe'ye oy verecek. Seçmen sanal ama seçim gerçek.

Sayın Baykal da sandık kurullarına, sandıklara hakim olmaya çalışacağına, karaçarşaflara


dolanmaya devam etsin bakalım. Karaçarşaf giyip Rodos'a kadar yüzmesi kolay
olmayacak.

Ne zaman kadın oluruz


Türban altında saç derimiz yara olduğunda 'Yaradan'ın bana verdiği emaneti doğru
taşıyabiliyor muyum?' diye düşünmeye başladığımız zaman.

29 Kasım 2008
Seçmenin nabzı atanı var nabzı olmayanı var!
Yedi yıllık AKP iktidarı sırasında, genel seçimdi yerel seçimdi derken öğrendik.
Akepe'ye oy veren seçmen ikiye ayrılıyor: Nabzı atanlar ve bir nabzı olmayanlar.
Nabzı atanlar makarna, bulgur yiyor, kükürtlü kömür yakıyor, ev, apartman, gecekondu
vs. konutlarda oturuyorlar. Fiziken ve ruhen oradalar. Nüfusları 6-8 milyon kadar.
Nabzı atmayan Akepe seçmeni ise kendi arasında ikiye ayrılıyor:

Birinci grup kümes, bitmemiş inşaat, boş arazi, mezarlık gibi yerlerde ikamet edenler (ki
bunlar ruhani varlıklar. Yemesi, içmesi, kömür derdi yok).

İkinci grup aslında iki kişinin yaşadığı hanelere 9-10 ilave isimle kayıtlı olup, fiziken
başka bir adreste ama ruhen o hanede yaşayan kişiler. O hane kayıtlarına istinaden,
sandıkta bunların ruhları oy kullanacak.

2007 Genel seçimlerine sürekli inen-çıkan nüfus ve seçmen sayısıyla girmiştik, Mart
yerel seçimlerine de 6 milyon hayaletle giriyoruz.
2009 yılında işin hoş, güzel ve uygar (!) yönü, bu sefer nabzı atmayan seçmen sayısını
kesin biliyor olmamız. 6 milyon. Nokta.

2009'da, Akepe'nin 'seçmen rızası üretme' yöntemlerinde bir 'uygar' hareket daha
görüyoruz:

2007'de 40-50 bin kişinin nüfus kayıtları olan muhtarlık bilgisayarları seçim öncesinde
çalınırken, bu yıl çalınan bilgisayar yok. Uygar (!) bir şekilde, Seçimden bir ay evvel
muhtarlıklara Akepe tarafından 'hediye edilen' bilgisayarlar var. Artık hard disklerinde ne
bilgilerle teslim edilmiştir, nabzı atmayan seçmen listeleri de kayıtlı mıdır ben bilmez
muhtar bilir!

Sadece iki partinin ya da güçlü iki partinin girdiği seçimlerde kararsız sayısı artar. O
sebepten, reklamla, propagandayla oy kullanmaya ikna edilen seçmen oranı yüzde 1-2
dahi olsa sonuçlara önemli ölçüde etki eder.
(Vurulmuş o kayısı topuğundan uzanmış yatıyormuşsun. Osman bak bu söyleyeceklerimi
sen de dinle! Yattığın yerden dinle!..Seni de ilgilendiriyor.)

Nabzı atan Akepe seçmeninin büyük bir kısmı İsrail Gazze'yi bombaladığında gözünden
kanlı yaşlar akıtıp, hislenmiş idi. Meydanlarda "İsrail çocukları, sivilleri öldürüyor.
Açlıktan, susuzluktan, ilaçsızlıktan öldürüyor " diye galeyana gelmiş idi. Filistinli'ye
hayat hakkı tanınmaması çileden çıkartmış idi ehl-i müselmânı. Öyle mi?
'Siyasi parti' denilen laiklik karşıtı odaklar, çokuluslu, nitelikli dolandırıcılık şirketleri de
öldürüyor insanları.

-Dün intihar eden vatandaşla birlikte, borcunu ödeyemeyip malları haczedilen, işyerini
kapatmak zorunda kalıp açlığa mahkum edilen, 'hamdolsun teğet ekonomisi' kurbanları
46'ya yükseldi. 46 ölüm buradan...
-Bir 'gay' hahamla birkaç kimliği gizli PKK iftir...pardon itirafçısının ifadeleriyle, ne ile
suçlandığını bilemeden ölen, cenazesini belediyenin kaldırdığı 'örgüt kasası' (!) sayısı: 1
-Suçlamaları onuruna yediremediğinden intihar eden Özel harekat Daire Başkanı sayısı: 1
-Suçlamaları onuruna yediremediğinden intihar eden emekli subay sayısı: 1
-Bitkisel hayatta yaşayan (!) emekli subay sayısı: 1

İsrail'e neden çok kızmıştı ehl-i müselman? 'Açlıktan, susuzluktan, ilaçsızlıktan insan
öldürüyor ' diye...'Müslüman'a hayat hakkı tanımıyor' diye.
Şu yukarıda saydığım ölüler Budist miydi? Bunlara hayat hakkı tanınmış mıydı?
(Osman kayısı topuğuna kurban! Dalga geçme, dinle bak!)

Açlığa, ilaçsızlığa bir sonraki yazıda girelim, şimdi sırf Ankara'ya, sırf havaya suya
bakalım.

-Melih'in Ankara'ya içirdiği su hakkında bilim insanları sayfalarca raporlar yazdılar:


(Yattığın yerden okuyor musun Osman? Babandan bahsediyorum.)

"Kızılırmak suyunda demir, mangan, kurşun, çinko, kadmiyum, krom vardır.


Arsenik miktarı Dünya Sağlık Örgütü standartlarının çok üzerindedir" , "Sertliği,
sulfat klorür değeri çok yüksektir" dediler.

Tıp insanları "Birkaç yıl içinde Ankara'da kanserden ölümlerde patlama yaşanacak.
Sudaki ağır metaller yüzünden , 4 buçuk milyon Ankara'lı böbrek, mesane, akciğer,
karaciğer kanseri riski altında " dediler. Melih "Toksik diyen şerrreffsizdirr!" dedi,
parayı belediye şirketlerine, zehirli suyu Ankara şebekesine pompalamaya devam etti.

Dağıttığı ucuz kömür Ankara'da oksijeni tüketti. Ağır hava kirliliği günlerinde "Yaşlılar
ve çocuklar sokağa çıkmasın" demeyi 'halka hizmet, halkı 'bilgilendirme' olarak
sundular.

Burada Melih'in güvendiği husus; Türkiye'de kayıtların doğru tutulmuyor ve iktidarın


istatistik rakamlarla da istediği gibi oynayabiliyor olmasıdır. 2013 yılında hiçkimsenin
'Kızılırmak suyundan önce ve sonra kanserden ölen Ankaralı sayısının nüfusa
oranı' gibi karşılaştırmalı bir bilgiye ulaşamayacağını bilmesidir.

Fakat, Gazze'deki Filistinli'nin ölümüne kanlı gözyaşı döken Akepe seçmenini çok
yakında başlayacak olan bu ölümler ilgilendirmiyor görünüyor. AKP de, toplu ölümler
olduğunda ya halktan gizleyebileceğine inanıyor, ya da "Biz üç beş seneye kadar
çoktan yurtdışına kaçmış oluruz" diye düşünüyor.

Ağır metalli su 1/100 oranında kansere neden olsa Ankara'da 45.000 ölüm eder. Hadi de
dayanıklı çıktık, 1/1000 oranında kansere yakalandık. 4500 - 5000 kişi eder. Kaç
Filistinli'nin ölümüne ağlıyordu ehl-i müselman? Bin 300 dü değil mi?
'Takdir-i Melih, takdir-i Akepe belediyecilik anlayışı' sonucu bu ölümleri takdir-i ilahi
diye karşılayacak (nabzı atan) Akepe seçmeni, bu seçimlerde de özellikle Ankara ve
İstanbul'da Akepe'yi desteklerlerse;

Beş yaşındaki çocuklar, günde üç paket sigara içmiş gibi hasarlı akciğerlerinde kanserle,
burunlarında solunum cihazıyla hayata tutunmaya çalışırken,
15-20 yaşında gencecik insanlar hiç haketmedikleri kanser türlerine yakalanıp
kemoterapiden saçları dökülüp parmaklarını oynatamaz hale geldiklerinde,
Her ailede en az bir kişinin kanser tedavisi gördüğü (yeni Sağlık Yasası'yla parası
olmayana tedavi de olmayacak) yakın gelecekte, AKP'nin saklayacağı, sadece muhalif
medyada yayınlanacak olan toplu ölüm listelerine baksınlar.

Ve "2008 yılında İsrail Filistin'de kaç kişiyi öldürmüştü de biz meydanları doldurup
protesto etmiştik", "Akepe bu millete İsrail'in Filistinli'ye ettiğinden daha mı az etti" diye
takkeyi öne koyup düşünsünler.

Zehir 'yandaş-muhalif' , çocuk- yaşlı ayırd etmeyecek.

Akepe'nin Türk insanına köpek ölüsünden daha az değer biçtiği bu düzenin devam
etmesini isteyenler oy vermek için kulübeye girdiklerinde vicdanlarıyla başbaşa
kalacaklar.
Ya kundaktaki bebeyi, çocuklarını, havayla, suyla kanser edecek ve hatta susuzluktan
öldürecek olanlara (Nisan'dan itibaren göllerimiz, akarsularımız yabancı şirketlerin
kontroluna geçtiğinde, 1 litre içme suyuna 5 Dolar ödediklerinde anlayacaklar ne
dediğimi. Recep Bey'in suyun kirlendiğini yeni anlaması (!) satışa ön hazırlık.

Yaptıkları hırsızlıklar göze küçük görünsün diye paradan altı sıfır atanlara (trilyon Liralık
hırsızlıklar milyon oldu haliyle), İsrail'den ödüller, nişanlar alıp MOSSAD'ın has
adamlarıyla toplantılar düzenleyenlere, İsrail'den hiç bir farkı olmadığı gibi İsrail'le kanka
olanlara, Akepe'den sonraki dönemde 'nitelikli dolandırıcılık'tan yargılanacak olan
adaylara verecekler oylarını, ya da (Sayın Kılıçdaroğlu bin yaşasın) hergün milyarlarca
Liralık bir başka soygunu ortaya dökülen Akepe'li adaylar karşısındaki en güçlü adaya...
Bu seçimlerden sonra Türkiye yeniden şekillenecek.

Ya tarlamızı ekmek için çok uluslu şirketin sattığı soyu kesik tohumu kullanıp
kanserojen ürünü yiyeceğiz...
Kanserojen, ağır metalli suları içmeye, ciğerlerimize kükürt solumaya devam
edeceğiz,
Tarlamızı sulamak için yabancı şirketlerden izin alacağız,
Pakistan'lılar gibi bir günlük kazancımızı gavurun şişelediği bir litre temiz suya
vereceğiz,
Açlık, kıtlık çekeceğiz, kendi toprağımızda yabancının marabası, kölesi olacağız, 8'e
23'e 33'e bölüneceğiz,
Seyahat acentalarının, sübyancı turistlere çocuklarımıza tecavüz turları
düzenledikleri bir ülke haline geleceğiz,
ya da bu nitelikli dolandırıcılardan kurtulmaya başlayıp çakmakçılıktan gelme asfalt
uzmanlarına (…) ödenen trilyon Liralar halkın daha sağlıklı, temiz, rahat, insanca
yaşaması için kullanılacak.

Akepe'ye oy vermeye niyetli insanlar; evlatlarının, sevdiklerinin yüzüne bakıp, oy verme


kabinine girdiklerinde, vicdanlarıyla başbaşa kaldıklarında bir kez daha düşünsünler.
İsrail'i kaç kişiyi öldürdüğü için kınamış, üzülmüşlerdi, AKP kaç milyon insana hayat
hakkı tanımıyor, kaç milyon Türk vatandaşını aynı anda zehirliyor bir akıllarına
getirsinler.

24 Mart 2009
Arsızın yüzüne tükürmüşler 'Kapsama alanı dışındayım' demiş

Akepe kollektif hipnoz ustasıdır.

Siz Recep Bey'in sandık görevlilerine getirdiği türban yasağını eleştirir görünüp de,
"Sandık kurulunun görev yaptığı yer kamusal alan mı olurmuş" demesine
bakmayın. Sandık kurullarına türban yasağı Akepe?nin çok hoşuna gidecek bir
gelişmedir.

Akepe?nin en büyük silahı, en eski yöntemi görünmezliktir. Akepe seçmen iradesini


hipnozla ve illüzyonlarla manipüle eder.

Emekli vaiz Fetullah'ın, cemaate yıllar önce verdiği "...o gün gelene kadar görünmez
olun" talimatını hatırlayın. Sandık başındaki türbansız Akepe görevlisi de görünmez -
farkı diğerlerinden farkedilmez eleman olacaktır.

Akepe'nin , 7 yıldır en iyi yaptığı şey olanı yok, yok olanı var göstermektir.

Akepe muhaliflerinin, silahsız insanların kurduğu terör örgütleri 'var' ama ekonomik
kriz 'yok'tur. Recep Bey'e göre, kapanan fabrikalar işi bilmeyenlerin beceriksizliğinden
kapanmaktadır.

Ekonomiden sorumlu bakan da çalışmak isteyen kadınları işsizlik oranını yükseltmekle


suçlar ama, onun mazereti var.İngiliz Hastadır o, istediğini söyler...

Akepeliler, talimatla, genelgeyle meydanlara doldurdukları memura, öğrenciye


karşılarında gerçekten seçmen varmış gibi nutuk atabilirler.

Ve fakat bu konserve müslümanlar, hortumladıkları triyonların belgeleri gözlerine


sokulduğunda, ortada üzerlerine alınacakları hiç birşey yokmuş gibi, gökyüzüne bakıp
ıslık çalmaya devam edebilirler.

Arsızın yüzüne tükürmüşler kapsama alanı dışındayım demiş...

Yedi yıldır var olan yokmuş gibi, yok olan varmış gibi...

KDV'de, ÖTV'de indirim var gibi, ama aslında indirime giren 150 metrekarenin
üzerindeki villayla, yabancı üreticilerin stoklarında biriken, eritmek için Akepe?ye baskı
uyguladıkları otomobiller.

Akepe kollektif hipnoz, illüzyon erbabıdır! Bu konuda yabancı istihbarat servislerinden


teknoloji alır.

AKP'den önce nitelikli dolandırıcılık örgütü tanımına en çok yaklaşan siyasi oluşumlar,
Turgut (ve sahne gerisinde Korkut) Özal'ın partisiyle Necmettin Erbakan'ın Refah
Partisi'ydi. Hepsi dibine kadar Hacı, hepsi fena halde allahın ipine sarılmış adamlardı.
Dönem-teknoloji icabı henüz kollektif hipnozu keşfedememişlerdi. O vakit hipnoz, henüz
perakende olarak Fetullah'ın Işık Evleri'yle Adnan Oktar'ın yalılarında uygulanıyordu.

Akepe, prompter cihazıydı, sub-liminal mesajlardı, anketleri/seçimleri bilgisayar


programlarıyla manipüle etmekti derken, kollektif hipnoz, illüzyon ustası kesildi.
"Takiyye yapıyorlar" dediğimiz dönemleri, henüz teknolojiyi kullanarak neler
yapabileceklerine kesin olarak inanmadıkları, yabancı istihbarat servislerinin sağladığı
teknolojik desteğe yüzde 100 güvenemedikleri dönemdi.

Teknolojiye güvendiklerinde takiyye bitti, hipnoz, illüzyon başladı.

Al sana bir illüzyon numarası daha! Seçim öncesi attılar yine önümüze 1900 sayfalık
iddianameyi!. Ciddiye alıp tamamını hemen okumaya kalksan oy vermeye
yetişemeyeceksin... Didikleyip yazmaya kalksan, seçimde dönen dolapları gözden
kaçıracaksın.

Henüz başlarındayım, ama gördüğüm kadarıyla Bursa?da ahaliye maymun eti


yedirilmesiyle ilgili olarak Erguantanamo tutsaklarının suçlanması unutulmuş gibi.
Hatırlatmış olayım. (Y.N. Ergenekon sanıklarından, Susurluk kalıntısı sanıkları
savunmadığım biline).

Emekli Paşalar uyuşturucu ticareti yapmış. Bu uyuşturucu ticareti lafına mim


koyuyorum.

Mim'i, yamyam konserve müslüman tüccarların, kendi icraatlarını başkalarının üzerine


yıkmakta ne denli ustalaştıklarını bildiğimden koyuyorum.

Emlak, gıda, sağlık işlerinde, tekel The Cemaat dediğimiz nitelikli dolandırıcı örgütün
elinde.

Altın, pırlanta, kömür, demir, maden, enerji vs. aklınıza gelen her sektör yine onların
tekelinde. Para kokusu aldıkları her işe, Güney Afrika'da, Sudan'da Vanuatu'da demeyip
balıklama dalıyorlar. Uyuşturucu işine girip girmediklerini de yakında tepetaklak
olduklarında göreceğiz.

Neydi şu Dengir Fırat'ın kamyonunda yakalanan beyaz madde? Un muydu Aziz and
Azize okur, yoksa nişasta mı?

Sayın Kılıçdaroğlu baron unvanını kimin adının önüne ve neden yapıştırmıştı acaba?

Mustafa Balbay silahlı örgüt elemanıymış! Hükümeti yıkacakmış!

30 bin kişinin katili, bölücü örgüt elebaşı İmralı'da kitap yazar, İngiltere'de bastırır, PKK
dergilerine yazılar/talimatlar yollar...Mustafa Balbay'ın Cumhuriyet'teki köşesine yazı
göndermesi yasaktır.
Beynini cebinde taşıyan adamlar 'Hükümeti yıkmaya çalışmak' diye bir suç
uydurdular. Yetmedi CHP'yi, MHP'yi bölmeye çalışmak diye de bir suç icat ettiler. Dön
bir bak hangi partiler bölündü de sen kuruldun! Senin menfaat çeten bölündüğünde kaç
parti çıkacak seyret!

Akepenin erken seçimle iktidardan uzaklaştırılması; Godman Sachs bankasının,


ABD'nin, AB'nin, IMF'nin, Barzani-Talabani'nin, PKK'nın işine gelmiyor.

Ulusal çıkar ise, bu hükümetin acilen iktidardan uzaklaştırılmasını gerektiriyor.

Demokrasilerde bir siyasi görüşe karşı duruş muhalefet. Dhimmikrasilerde(*) ise


muhalefet terör suçu, muhalif terörist. Eski Akepeli Turhan Çömez, Emin Şirin bile şimdi
terör suçundan sanık. Muhalif olduklarından.

Hipnoz, illüzyon devam ediyor!

Nüfusun yarısı terörist ilan edilirken, Hizbullah (evet bildiğiniz islamcı terör örgütü
Hizbullah) yerel seçimlerden dört gün önce açıklama yapıyor: "Hiç bir partiyi
desteklemiyoruz".

Oysa Batman'ın yerel basını Şubat ayında şunları yazıyor:

"Hizbullah ne bekliyor AKP'den? Hizbullah ülke genelini kapsayan af istiyor.


Genel affı Hükümetin Meclise sunmasını bekliyor. Eğer genel af çıkarsa Hizbullah
yerel seçimlerde AKP'ye oy verecek."

Hizbullah genel af istiyor, PKK genel af istiyor.

Akepe, iktidarını sürdürebilmek uğruna devletin bütün olanaklarını kullanacak,

Sırf İstanbul Büyükşehir Belediyesi?nin reklamına 600 milyon, Ankara Büyükşehire 400
milyon, Kocaeli ve İzmir'e 300'er milyon harcayacak,

5-10 oy için ahırlara kadar bulaşık makinesiyle donatacak, sonra Hizbullah'ın


kontrolündeki aşiretlerden gelecek 10 binlerce oya sırtını dönecek. Öyle mi?

Geçiniz! Ruhunu şeytana kiralamış bu partinin adamlarından beklenemeyecek bir


davranış.

El Kaide'yle Hamas örgütünün de AKP Hükümeti'nden beklentilerini duysak da işimizi


bilsek!

Attılar yine önümüze Erguantanamo iddianamesini, yine kollektif hipnozlara yatırdılar


hepimizi.
Utanmadan, tutuklanan iki Fetullahçı köstebek subaya "Kışlada hipnozla işkence
yapılıyor" diye yırtınıyorlar. Oysa hipnoz, Fetullah'ın karanlık evlerinde, Adnan Oktar'ın
yalılarında beyin yıkamak için yaygın olarak kullanılan yöntemdir.

Hipnoz, illüzyon, Akepe?nin iktidarını, servetini kaybetmemek için allahın ipini bile
bırakıp sarıldığı iptir.

Erken seçimin önünü açıp, ülkeyi yamyamlardan kurtarmak için son demokratik
fırsatımız bu yerel seçimler.

Ya Akepe karşısında en güçlü adayı destekleyerek,

sandıkları, oy sayımını gözlemleyerek,

yakaladığımız şüpheli davranışları şikayet ederek, basına duyurarak bu haramilerden


kurtulmaya başlayacağız, ya da......

(*)Dhimmi; İslam hukukuna göre, İslam topraklarına yaşayan ehl-i kitabın hukuki
durumu. Dhimmikrasi, demokrasi yerine oradan türetmedir.

26 Mart 2009
Allahın dediği değil bankanın dediği olur!

Neymiş efem? Hemen hemen tüm sahil şehirleri Akdeniz hayat tarzı için oy kullanmış.
Kıyıdaki şehirler 'Bu ülkeden ne apartabilirim, ne kopartabilirim'in hesabını yapanlara
değil, 'Bu ülkeye ne verebilirim' diyenlere oy vermiş.

Sahil şeridinde balık tüketiminin, dolayısıyla beyine giden fosforun daha fazla olması bu
sonuçlarda etkili olmuş mudur bakmak lazım...
Dolayısıyla neymiş efem? İstanbul bir sahil şehri değilmiş. Orta ve Doğu Anadolu'yla,
yani 'taşra'yla birlikte, Arabize ve Pakistanize edilmeyi arzulayan bir mega kasabaya
dönüştürülmüş.

Başka neymiş efem?


Sahilin hemen gerisindeki şehirlerde de MHP tarzı milliyetçilikte yükseliş varmış. Sahili
DTP işgalinden korumak için tampon bölge kurmak istemiş olabilirler mi? Buna da
bakmak lazım.

Güneydoğu'da DTP yüzde 75 civarında seyretmiş. Tunceli'yi DTP almış.


Demek ki neymiş efem?
Buzdolabı, bulaşık makinası değil ev-araba versen nafileymiş. Karşında senden alacağını
yan cebine koyup, ABD'den alacağının hesabını yapan, gözünü toprak doyurasıca bir
'bölge halkı' varmış. Kışkırtılmış mikro milliyetçilik-etnisitenin önünde
buzdolabından dağ diksen nafileymiş.

Habertürk'te seçim sonuçları beklenirken, köşeci esnafından bir türbanlı kadın


"Homojen toplum değiliz" derken Faltaylı "...Türk halkı olsun, beraber yaşadığı
diğer halklar olsun..." dedi.

Ciner'in maden tesisi açılışında Recep Bey'le vaki muhabbeti gibi bazı emarelerle birlikte
değerlendirildiğinde neymiş efem? Habertürk'ün yakında F tipi The Cemaat'in eline
geçtiği duyulursa şaşırılmayacakmış.

Recep Bey "Antalya'ya yaptığımız onca hizmet karşılık bulmadı" demiş.


Demek ki neymiş? Ülkeye hizmet etmesi için seçilenler, bu hizmetleri görevleri olduğu
için değil oy/maddi menfaat karşılığı yapıyorlarmış.

Onbinlerce nüfuslu semtleri o ilçeden alıp şu ilçeye bağlama numaraları,


Seçim günü saatleri ileri alma,
Kimlik numarası olmayana oy kullandırmama numarası,
Tarhan Erdem'in yüzde 52'lik psikolojik operasyonu,
Kömürler, çeyrek altınlar, çamaşır, bulaşık makineleri vesaire,
Seçim günü hava muhalefetinden iptal edilen uçak seferleri, kapanan Doğu'ya giden
yollar,
Tehdit, tahdit, Akepe'ye oy veren nabzı atmayan tırışkadan 6 milyon seçmen,
YSK'nın bilgisayar sisteminin bitmez tükenmez çöküşleri...
Cümlesini cem etsen ne etmiş? Yüzde 40. 40 milyon seçmen oy kullanmış hesabıyla
yüzde 40'ı 16 milyona tekabül eder (Agam bu kızın ölçme tekniği de böyle. Değişmez!).
16 milyondan 6 milyon hayalet AKP seçmenini çıkart, geriye kalır 10 milyon AKP oyu.
2007 Genel seçimlerinde aldığı gerçek oy miktarı 8 milyon küsürdü.

Demek ki neymiş? Verilen avantalarla 2 milyon seçmenin daha gönlü kazanılmış (!) veya
başka bir numara daha dönmüş.
10 milyon oy aldı hesabıyla oy yüzdesi kaça gelirmiş? Yüzde 25'e...(40 milyonun dörtte
biri. Hesabına kurban!)
"Akepe'nin gerçek oy oranı yüzde 22-25 arasıdır" diye yazmaktan klavyemdeki yüzde
işareti tuşu silindi.

Godman Sachs Bankası ne demişti?


"AKP %40-45 arası oy alırsa: Piyasalar olumlu bakacak. IMF'yle anlaşmanın yolu
açılacak. Piyasalar açısından AKP'nin bu seçimi yüzde 40-45 gibi bir oyla
kazanmasının daha olumlu olacağını düşünüyoruz. IMF ile bağların koparılması
olası gözükmese de hükümetin programı daha az sahipleneceği düşünülebilir. AKP
% 35'in altında oy alırsa: 2010'a kadar erken seçim ilan edilebilir."

Türkiye'nin ulusal çıkarı erken seçimde, IMF'nin ise AKP'nin yüz 40 civarı oy almasında.
Demek ki neymiş? Allahın dediği değil bankanın dediği olurmuş.

Recep Bey "Sonuçtan ders çıkaracağız" da demiş. 2007 seçimlerinden sonra da "Herkesi
kucaklayacağız" deyip hepimizi kucağa oturtma icraatından sonra, bu 'ders çıkaracağız'
lafından ürkmedim desem yalan olur. İçinde "Birileri bizi sattı ya ne olduğunu
anlayamadık" da olabilir, "Bizde numara tükenmez. Bundan sonrası için başka taktikler
geliştiririz" de olabilir.

Ataşehirde bir sandıktan oy pusulasıyla birlikte prezervatif çıkmış.

Babamın anneannesi Hükümet'lere kızdığında; "Bu millet padişahını düzmüş milettir"


derdi. Sandıktan çıkan prezervatifteki mesajın, AKP tarafından bu çerçevede okunması
dileğiyle saygılarımı arzederim efem!

(Demek ki neymiş? Kızın tarzı buymuş agam! Değiştiremezmişsin.)

30 Mart 2009
Thomas Hobson ölmedi! Kalbimizde yaşıyor...

Velkam Mistır Pırezidınt of da Yunivörs!


Velkam to Törkiy koca Kâinatın Başkanı!

Salak değilim Yüce Başkan!

Vaşington'daki yemin töreninizi UFO'ların da izlediğini (!) gösteren resimlerle, yıllardır


izlediğim sayıns fikşın filimlerle bilinçaltıma sokuşturulan mesajları almış bulunuyorum.
Gezegenler arası savaş çıkması halinde dünya gezegenini temsilen Başkan olarak sizin
konuşacağınızı biliyorum.

O yüzden velkam Kâinatın Yüce Başkanı!

Bizim imamlar bilmez ama siz 'Hobson seçimi' (Hobson's choice) deyimini bilirsiniz
Yüce Başkan...

Hani şu 17nci yüzyıl başlarında, Cambridge'de okuyan üniversite öğrencilerine at


kiralama işi (rent-a-horse) kuran Thomas Hobson.

At isteyen öğrencileri atı seçmek için ahıra götürüp de, kiralamak istediği atı evvelden
kapıya yakın bağlayan, eğerini vurup hazır eden Hobson. Öğrenciye seçme şansı
vermeyen, 'Ya bu ya hiçbiri!' deyip istediği atı gencin eline tutuşturup gönderen, sonra
da sözlüklere 'Ya bunu alırsın ya başka yok' tarzı seçimleri 'Hobson'ın seçimi' olarak
yazdıran adam.

Biz Türkler 'yenilmişin, içilmişin, sıkılmışın ve seçilmişin davası olamayacağını'


biliriz Kainatın Yüce Başkanı. Ama âhir zamanda üzerimizden silindir gibi geçen bütün
seçimlerin Hobson'ın seçimi olduğunun da farkındayızdır.

Son seçimlerde kapıya yakın getirilip elimize tutuşturulan hayvanın, üzerine semer
vurulduğundan kendisini at sanan eşşek olduğunu, son zamanda liboşlarımız dahi idrak
etmeye başladı.

Rasmussen'in NATO (Açılımı:Natural Attraction To Oil) Genel Sekreterliği'ne


atanmasının da Hobson'ın seçimi olduğunu, atın sahipleri ABD-AB tarafından kapıya
yakın getirildiğini çözdük.

Recep Bey'in "Aga biz bu herifü istemezük" tarzı Davosvari afra tafrasının size değil biz
Türklere yönelik olduğunu cümlemiz anladık da, bir yörüngesi tarîkat cenâhına kaymış
Habertürk anlamadı.

Faltaylı Recep Bey'e güzellemeler düzdü Yüce Başkan! "Başbakan'ın uluslararası


ilişkilerdeki tavrını, Türkiye'nin 60 yılda gördüğü en düzgün, en doğru, en onurlu
tavır olarak görüyorum" yazdı. Oysa düzgün-doğru ve onur kelimeleri yedi yıldır
siyasi sözlüğümüzde yok Yüce Başkan!
Fransa NATO seçimi sırasında Recep Bey'i 'Cumhurbaşkanı' olarak anons etmiş. Bunu
da söyleyene değil söyleten Hobson'a ulusça minnettarız.
O şahıs ki, Putin'in gözlerinin içine baktığında büyüdüğünde ne olmak istediğini gördü;
sizin inayetiniz, Faltaylı gibi kanaat önderlerinin kavliyle o makamlara da yakışır Yüce
Hobson pardon Başkan!

Bu arada Türkiye'ye gelişinizden hemen önce, 'bir Burhan Altıntop'un (kolay


yetişmiyur) Skandinav genlerine' gülmemiz geçmemişken, başımıza bir de Kürtlerin
'Viking geni', Skandinav geçmişi çıktı. Şok üstüne şok yedik Yüce Başkan! Şu anda
ekrana ihraç için şoklanmış Norveç palamudu gözleriyle bakıyorum. Yeminle Başkan!

Sayenizde ve himayenizde, Kürtlere bir tarih yazma, destansı bir geçmiş yaratma
çabası içine giren hocalarımıza hayırlı başarılar diliyorum. Çabalarının maddi karşılığını
alabilmelerini diliyorum. Hatta sözlüklere Hobson'ın seçimi gibi 'Soner'in tarihi'
('Soner's history') deyiminin de eklenmesini takdirlerinize sunuyorum Kainatin Yüce
Başkanı!.

Meclis'teki konuşmanızda Türkiye'yi överken;


"DGM'leri kaldırdınız" demişsiniz. Kaldırdık Yüce Başkan. Onun yerine şimdi süper
yetkili savcılarımız var. DGM'leri aratmıyorlar.

"Ermeni sınırını, Heybeli'deki ruhban okulunu açın" talimatı vermişsiniz. Kürtçe


televizyonumuzdan da pek memnunmuşsunuz.

Siz isteyin Ortodoks âleminin kalbini İstanbul'da attıralım. İsteyin, Arapça, Farsça,
Sanskritçe tv kanalları da kuralım. Yeter ki siz isteyin Yüce Hobson pardon Başkan!
Emir buyurursanız yerel seçimlerden süngüsü düşmüş çıkan Akepe iktidarının itibarını
bile iade ederiz. Teşrifinizin bir sebebi de bu değil miydi Yüce Başkan?

Siz ne yüce, ne anlayışlı bir Başkansınız ki, Cumhurbaşkanımızla Başbakanımız


arasındaki derin geçimsizliğin ve rekabetin farkında olduğunuzdan, Recep Bey'le
görüşmenizi Cumhurbaşkanlığı'nda yapmadınız.

Recep Bey'in kendisini 'fiili' olarak Bir Numara gördüğünü, iki yıldır
Cumhurbaşkanı'nın 'ayağına' gitmediğini , kendisini sizin 'eşitiniz' olarak kabul ettiğini
bildiğinizden, protokol farklı düzenlenip, Recep Bey'le Başbakanlık'ta görüştünüz.
Yücesiniz, büyüksünüz Başkan! Bizim bağırsağımızın döndüğü yönü bizden iyi
bilensiniz...

Gelmişken şu iyiliği yapmadan gitmeyin pliyzzz Başkan. Amerikan vatandaşlığı verirken


göçmene ettirdiğiniz yeminin şu bölümünden, görüşmeler sırasında bizim Hükümet
adamlarına lâf arasında bahsediverin.

"Burada bildirir ve and içerim ki,


Tâbi bulunduğum veya vatandaşı olduğum tüm diğer yabancı hükümdarlara,
makamlara, devletlere veya egemenliklere olan tüm bağlılık ve sadakatimden kesinlikle
ve tamamen vazgeçiyor, feragat ediyorum. Anayasa'yı ve Amerika Birleşik Devletleri
yasalarını tüm iç ve dış düşmanlara karşı koruyacağıma ve savunacağıma...."

Bizimkilerden Türkiye Cumhuriyeti'ne bağlılık ve sadakattan ABD lehine vazgeçen, bu


yemini eden var mı, iki lâf arasında onu da çıtlatıverin.

Sizin seçimleriniz bizim seçimlerimizdir Kâinatın Yüce Başkanı!

Thomas Hobson ölmedi, Türk halkının kalbinde yaşıyor, vallahi Başkan?!...

6 Nisan 2009
Bitiyor…Son yazı
Ben hep isyandan yanayım!
Bir köşe yazarına göre;

'medya sitesi denilen bir yerde sinirini boşaltan', 'gazetelerde iş bulamamış, yarım
yamalak akıllı, kompleksli' binlerce köşe yazarından biriyim.

Tv seyretmiyorum, hiç kimseyle görüş alışverişinde bulunmuyorum. Fikir oluşturabilmek


için yazmadığım günlerde dahi 8-10 saat haber, köşe vs. okumam gerekiyor. Yazdığım
günlerde buna 3-4 saat daha ekleyin.

O köşecinin beğenmediği çoğu 'kompleksli (!) ve yarım akıllı (!) site yazarı' gibi
yazıdan para kazanmıyorum.

Kısıtlanmaya, sansürlenmeye, talimatla yönlendirilmeye hiç gelemediğimden bu işi


meslek edinemeyeceğimin farkındayım.

Gazete yazarlarına hakaret ettiğim düşünülmesin lütfen. Hepsi baskı altında yazıyor.
Bildiklerini, öğrendiklerini çoğu kez ya üstü kapalı anlatmaya çalışıyorlar ya oto-sansür
uygulamak zorunda kalıyorlar. Kalemim, zekam o kadar kıvrak değil, ben beceremem.

Hergün oturup, ülkemin başına örülen çorapları çözmeye, anladıklarımı birilerine


anlatmaya çalışıyorum. Bu işe, gazetelerde köşe yazanlardan daha fazla emek ve vakit
harcadığımı biliyorum. Yazabilmek için uykumdan, aileme karşı sorumluluklarımdan
vakit çalıyorum.

Hangi görüşte olduğunun önemi yok, para karşılığı yazmayan bütün 'site yazarları'
gibi bu işi çok ciddiye alıyorum. Yazdığım her kelimenin sorumluluğunu taşıyor,
sonuçlarına katlanmaya razı oluyorum.

O yazarın beğenmediği sitelerde, kendisini köt pardon kot cebinden çıkartacak en az


elli tane köşe yazarını da yazılarından tanıyorum.

İçimdeki idealist genci öldürecek, mayınlı ruhumu huzura kavuşturacak para ise henüz
basılmadı.

Gelecek kuşaklara (geçmişten de) bilgi aktarımı sorumluluğum,

beni yaşatan, besleyen, okutan ülkeme, ulusuma borcum olduğunu düşündüğümden


yazıyorum. Yazının namusu'na sonuna kadar sadık kalmaya çalışarak...

'Sinirimi boşaltmak için' o sözü söyleyen yazar gibi okura 'itoğlu it' deme raddesine
geldiğim dakika köşelere yazmayı bırakırım. Siz de kurtulursunuz ben de...

---
Bu vesileyle, son günlerde aldığım okur maillerinde zihnimi tırmalayan birkaç cümleden
bahsetmek istiyorum.

Bir okur "Kendimi yanlış topraklara atılmış tohum gibi hissediyorum" demiş, iki
ayrı okur da "Herşeyi bırakıp yurtdışına mı kaçayım, ben artık bu ülkede yaşamak
istemiyorum" yazmışlar. Bir de, son yazılarımdan birine dair "Beni kederlere gark
eylediniz" başlıklı, "Durum bu kadar vahim mi?" mealinde bir mail.

Eyy Aziz and Azize okur!

Amacım kimseye umutsuzluk aşılamak değil, aksine, isyana, direnmeye, ülkeye sahip
çıkmaya, değiştirmeye, düzeltmeye, sahtekarlardan hesap sormaya teşvik etmektir.
Din tüccarlarının cahil kafalarının içindekini anladığım kadarıyla yorumlamaya
çalışmaktır.

Yazdıklarımdan umutsuzluk, teslimiyet, kaçıp kurtulma arzusu gibi sonuçlar


çıkartılıyorsa birşeyleri yanlış yapıyorum, yanlış yoldayım, en kötüsü de karşı tarafın
işine yarıyorum demektir.

Ve evet!

Yıllardır coğrafi isimler Potamya, Likya, Klikya vs olarak değiştirilerek yapılan halkı
vatanına yabancılaştırma operasyonu amacına ulaşmışsa, Türkler Türkiye'de kendisini
'yanlış topraklardaki tohum' zannetmeye başlamışsa durum vahimdir. Hem çok
vahimdir!

Benim bu operasyona katkı sağlama gibi bir amacım asla olamaz. Meramımı
anlatamamış olmam daha da vahimdir.

Kimseye "Yurtdışına kaç kurtul" tavsiyesinde bulunamam, aksine, ülkemin ulusal


çıkarının "tersine beyin göçü"nde olduğunu düşünür, yurtdışında tanıdığım cevherlere
Türkiye'ye dönmeyi, Türkiye için birşeyler yapmayı tavsiye ederim.

Terketmenin çözüm olmadığını, gittiğiniz her yere Türkiye'nin arkanızdan geleceğini


bilirim. Yakanıza, paçanıza yapışır Türkiye. Kolayına bırakmaz tohumunu.

Zannediyor musunuz ki Batı pembe kollarını açtı, rahatlığınızı, mutluluğunuzu sağlamak


için sizi bekliyor!

Batı sizi kanınızı emmek, iliğinize kemiğinize kadar sömürmek için bekliyor. Batı
doktorunuza taksi şoförlüğü, mühendisinize markette kasiyerlik yaptırmak, çocuğunuza
bulaşık yıkatmak için sizi bekliyor.

-Çakma Hüseyin- Obama Meksika'ya vizeyi gevşetti. Amerikalının, çocuk baktırmak,


evde hizmetçilik ettirmek, gökdelen camı sildirmek, kanalizasyon boku temizletmek için
daha fazla Meksikalıya ihtiyacı var da ondan.
Almanya, Avustralya, Amerika, Afganistan'a, Irak'a bundan böyle kendi askerini
göndermek istemiyor. Müslüman göçmenlerden asker devşiriyorlar savaşa göndermeye.

Göçmenlik dediğinin ilk beş yılı esaret...kölelik. İlk kuşak göçmeninki kayıp hayat.
İkinci kuşak biraz rahat yüzü gördüm sanır ama, üçüncü-dördüncü kuşağın bile kafasına
yabancı olduğu her fırsatta kakılır.

Batı pembe kollarını açar, emeğinizi, ruhunuzu sömürmeye bekler ancak sizi.
Köpeklerini üzerinize salmaya bekler!

Brüksel'de üç gündür sokak çatışmaları sürüyor. Kuzey Afrikalı göçmenler polisle


çatışıyor. Sidney'de aylardır Hintli göçmenler sokaklarda dayak yiyor, polis seyrediyor.

Kaçtığınızda kurtulacağınızı umduğunuz Batı bu! Denize düştüğünüzde sarılacağınız


ustura bu! Batı ırgat etmeye bekliyor hepimizi.

Batı'nın Türk'e en uygun gördüğü meslek kebapçılıktır. Elinizden geliyorsa buyrun gidin.
Ama nereye giderseniz gidin Türkiye'yi de içinizde götüreceksiniz. Türkiye yakanızdan,
paçanızdan çekiştirecek sizi.

'Türk'ü Türkiye'ye yabancılaştırma operasyonu' kendi vatanınızda 'yanlış tohum'


olduğunuzu düşündürecek kadar başarılı olduysa eğer, şunu bilin ki bu toprağın dışında
hiçbir toprak için doğru tohum değilsiniz.

Demek ben meramımı anlatamamışım Aziz and Azize okur. Yıllardır söylemeye
çalıştığım, bundan sonra da söylemeye çalışacağım özetle şudur:

Karşı devrimcilerin, Cumhuriyet yıkıcılarının, bölücülerin, yabancı istihbarat


servislerinin, AB-ABD'nin ve içimizdeki hainlerin gemi azıya aldığı bu dönemde;

-Sokağımızdan, semtimizden, şehrimizden başlayarak tüm ülkemize sahip çıkacağız. "Bu


ülke için ne yapabilirim, ülkeme ne verebilirim" diye düşüneceğiz.

-Kafamıza geçirilmeye çalışılan islamiyet çuvalına direneceğiz. Mizahla, dansla, müzikle,


sporla, yogayla, şortla, mayoyla direneceğiz. Alkolle kafamızı yumuşatma hakkımızdan
asla vazgeçmeyeceğiz. Akdenizli hayat tarzımızdan en ufak taviz vermeyeceğiz.

-Takva satıcısı nitelikli dolandırıcılık çetesini şeffaf olmaya, hesap vermeye zorlayacağız.

-Birbirimizi kollayacağız, cesaretlendireceğiz. Korkanları desteğimizle korkularından


arındıracağız.

-Yedi yılda kaybettirilen değerlerimizi geri alacağız, içi boşaltılan kavramlarımızın içini
yeniden dolduracağız.
-En önemlisi de; Meclis'i işgal eden, meşruiyetini halktan değil yurtdışından alan,
kendilerine hergün bir başka ayrıcalık tanıyan islamofaşist dolandırıcılık çetesine, önce
karşılarında EŞİT İNSANLAR olduğumuzu kabul ettireceğiz.

Mersedes makam arabalarınla trafik kurallarına uymamak için çıkarttıkları "Önümüze


çıkmayın ezer de geçeriz yasaları"nı biz ezip geçeceğiz. Megalomana eşiti olduğumuzu
her daim hatırlatacağız.

Ben hep isyandan yanayım Aziz and Azize okur. İsyandan, direnişten, mücadeleden
yanayım. Sabrı, itaati, korkuyu, kaçmayı ve teslim olmayı kimseye tavsiye edemem.
Çünkü hep inat'tan, hep cesaret'ten yanayım.

Ben hep Türkiye'den yanayım. Elin İngilizi Fransızı Arapı ülkeme postu sermişken
çıkıp gitmeyi kimseye tavsiye edemem. Vatana küsülemez çünkü.

Vatansever insanları umutsuzluğa sevk etmek ya da yurtdışına göçe teşvik etmek gibi bir
niyetim asla olmadı. Demek ki birşeyleri eksik söyledim. Yanlış söyledim. Ya da henüz
söylemedim.

Umut olmazsa isyan edecek, direnecek, mücadele edecek güç, enerji de olamaz. Ben hep
enerjiden yanayım.

Yazdıklarımdan farklı sonuçlar çıkartan olursa, lütfen dönüp bir kez daha okusun.

Baki selamlar.

30 Ağustos 2009

You might also like