You are on page 1of 50

ATATÜRK ÜN SON SÖZÜ VE İSMET PAŞASI

Atatürk’ün son sözü : “Ve aleykümesselam...”


ATATÜRK’ÜN SAĞLIK DURUMU: “Atatürk
sağlam (yani sağlıklı) bir kimse değildi” diyen
Falih Rıfkı Atay devamla şunları yazar:
“-1924’de kalb krizi teşhisi konan bir göğüs
ağrısı geçirmiş ve iki ay kadar perhiz etmişti.
Daha sonra 1927’de bir enfarktüs geçirmiştir.
Hususî hekimliğini yapan Sağlık Bakanı Dr. Refik
Saydam, müsteşarına “Asım, Gazi çok hasta”
demişti. O zaman Almanya’dan iki profesör geldi.
Uzun uzun kendisini muayene ettiler. Perhiz
tavsiye ettiler. Gece hayatına ve içkiye son
vermek lâzımdı. İlk defa o yılın Temmuz’unda
İstanbul’a gelen Atatürk eski yaşayışına devam
etti. 1937’den sonra asabî muvazenesinin gitgide
bozulduğunu görüyorduk. Pek alıngan olmuştu.
Devamlı bir boşanma ihtiyacı içinde kıvranan
sinirlerini güç tuttuğunu hissederdik. Hele sofra
biraz uzadıktan sonra pek dikkatli davranırdık.
Bütün bunların sebebinin: karaciğerini için için
kemiren umulmaz bir illet olduğunu bilmiyorduk.
Bu, önce hafıza zayıflamasından başlamıştı.
Sonra sık sık burun kanamaları devri geldi. Daima
yanında bulunan hekimlerinin neden bu araza ve
umumî çöküntüye dikkat etmediklerini ve hepsini
pek basit birer sebebe bağlayarak geçiştirdiklerini
doğrusu hâlâ anlayamıyorum.(?) Burnu her
kanadıkça, “biraz bakarız, geçer” derlerdi. Sonra
kaşınmalar başladı. Bazıları “bu durum karınca
ısırmasından olabilir” şeklinde konuşmuşlar,
Atatürk’te “Bu evde göze görünmez kırmızı
böcekler varmış” diye tutturmuştu. Evde başka hiç
kimse ve hiç birimiz böyle bir rahatsızlık
duymuyorduk. Fakat kendisini teselli etmek için
aynı şüpheye düştüklerini söyleyenler de olurdu.
Hatta bir seyahatte evin baştanbaşa en tesirli
ilâçlarla temizlenmesini emretmişti.
Ankara istasyonunda son defa onu
selâmlamaya gitmiştik. Güneyden gelen trenden
indi, garın salonuna kadar güçlükle geldi, ayakta
duramayarak oturdu. Yanımda bulunan Şükrü
Saraçoğlu: “Falih, Atatürk’ün derisinin rengine
bak. Bu bir ölü rengi” dedi.[1]
SON GÜNLERİ: Cumhurbaşkanlığı Genel
Sekreteri Hasan Rıza Soyak, Atatürk’ün son
günlerinden bahisle der ki:
“-Açıkça görülüyordu ki, hastalık son
safhasına girmiş ve herhalde ikinci kerre su almak
zarureti belirmişti. Kendisi de bunu ısrarla taleb
etmekteydi. Yalnız doktorlar, ölümü
çabuklaştıracağını bildikleri için bu işi mümkün
olduğu kadar geciktirmek istiyorlardı. Halbuki
benim bildiğim bazı doktorlar, tam aksine suyun
kalmasını tehli sayıyorlardı. Fakat buna imkân
bulamadılar.
Atatürk 8 Kasım 1938 Salı sabahı doktorlara
daha fazla dayanamayacağını, suyun derhal
alınmasını kesin bir dille emretti. Doktorlar, hiç
olmazsa yirmi dört saat daha kazanmak için son
teşebbüste bulundular. İlk ponksiyonu yapan Prof.
Operatör M. Kemal Öke’nin sarayda olmadığını, o
sırada Gülhanede’de talebesine ders vermekle
meşgul bulunduğunu söylediler ve işin ertesi güne
kadar geri kalmasını rica ettiler, dinlemedi:
“-İşte Dr. Mehmet Kâmil Bey var. Zaten bu işi en
iyi beceren de o imiş, o yapsın” emrini verdi.
Çaresiz kalan doktorlar, hazırlık yapmak üzere
odadan çıktıktan sonra kaşlarını çattı, hiddetli bir
sesle:
“-Niçin tereddüt ediyorlar, olacak olur. Fakat
(karnını işaret ederek) bu insupportable’dir” dedi.
(Dayanılmaz anlamına).
Hazırlık bitince rahmetli Dr. Mehmed Kâmil
Berk, suyu çekmeye başladı. (Saat: 12.20).
Atatürk, bütün suyun alınmasını emrediyor ve her
ân kaç litre alındığını öğrenmek istiyordu.
Ponksiyondan sonra ateşi biraz yükselmiş
olmakla beraber epeyce rahatlamış, akşam saat
yirmiden gece yarısına kadar sakin uyumuştu.
Gece yarısı uyanmış, saat ikiden sonra
kendisinde hafif bir unutkanlık hali başlamış ve bu
hal dört saat kadar devam etmişti.
8 Kasım 1938 günü çok yorgun olmakla
beraber, sakindi. Doktorlar sıra ile yanına geliyor,
icab eden tedaviyi yapıyorlardı. O gün gıda olarak
saat altıda altı kaşık sütlü kahve, sekiz buçukta
beş kaşık sütlü çay, on birde bir miktar yulaf
unundan puriç, on üçte altı kaşık süt, on beş onda
biraz çorba ve on yedi onbeş de dört kaşık elma
suyu almıştı. Saat onsekizden sonra yanından
ayrılıp günlük işlerimle meşgul olmak üzere
büroma inmiştim. Çok geçmeden fenalaştığını
telefonla bildirdiler (Saat: 18.35). Telâşla hususî
daireye koştum. Yatak odasının iç içe olan iki
kapısı arasındaki boşlukta Kılıç Ali duruyordu.
Odaya girdiğim zaman Atatürk’ü şu vaziyette
gördüm: Yatağın ortasında, iki elini yanlarına
dayamış oturuyor ve mütemadiyen öğürerek
“Allah kahretsin” diye söyleniyordu. Arasıra da
hizmetçilerin tuttukları tasa koyu kahverengi bir
sıvı (pıhtılaşmış kan) çıkarıyordu.
Nöbetçi Doktor Abrevaya ile o sırada yetişen
Prof. Neşet Ömer İrdelp, kendisine yine bir
taraftan bazı iğneler enjekte etmeye, bir taraftan
da buz yutturmaya başladılar. Bir aralık sağında
bulunan tuvalet masası üzerindeki saate baktı.
Herhalde iyi göremiyordu ki, bana sordu: “Saat
kaç?..” Cevap verdim: “Yedi efendim”. Aynı suali
bir iki kerre daha tekrarladı. Biraz sakinleşince
yatağa yatırdık. Başucuna sokuldum: “Biraz rahat
ettiniz değil mi efendim?..” “Evet” dedi. Arkamdan
Neşet Ömer İrdelp yanaşıp rica etti: “Dilinizi
çıkarır mısınız efendim?” Dilini ancak yarısına
kadar çıkardı. Dr. İrdelp tekrar seslendi: “Lütfen
biraz daha uzatınız” Nafile... Artık söyleneni
anlamıyordu. Dilini uzatacağı yerde tekrar
tamamen çekti. İkinci ponksiyondan tam otuz saat
sonra komaya girdi. Bu seferki koma devresi
sakin geçiyor, Atatürk yatağında âdeta uyur gibi
yatıyor, gerçi arasıra küçük çırpınışlarla hafifçe
sıçrar gibi oluyorsa da, bu asabî haller her
defasında ancak birkaç saniye sürüyor ve tekrar
sükûna kavuşuyordu. Saatler ilerledikçe,
hançeresinde yavaş yavaş kesik hırıltılar
başlamıştı.”[2]
Ve son sözü: “Ve aleykümesselam...”
CUMHURBAŞKANI KİM OLACAK: Genel
Sekreter Hasan Rıza Soyak’a göre, Atatürk,
kendisinden sonra Mareşal Fevzi Çakmak’ın
Cumhurbaşkanı olmasını istemiş ve “kanunî bir
yol bulup kendisi namzet gösterilir ve seçilirse çok
iyi olur zannederim” demiştir.
İsmet İnönü’ye “İkinci Adam” diyen ve bu
isimle üç büyük cild kitap yazan Şevket Süreyya
Aydemir, İnönü’nün Cumhurbaşkanı seçilmesini
incelerken, basit bazı olaylar üzerinde durup
sayfalar doldurmuş, fakat Hasan Rıza Soyak’ın
yazdıklarına ne hikmetse () hiç itibar etmemiş,
yalnız İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ile Dışişleri
Bakanı Tevfik Rüşdü Aras’ın bir tertibinden
bahsetmiştir. Şevket Süreyya’ya göre, o devrin
B.M. Meclisi Reisi Abdülhalik Renda, Şükrü Kaya
ve Tevfik Rüşdü tarafından İstanbul’a dâvet
edilerek Perapalas’da kendisine
Cumhurbaşkanlığı teklif olunmuş, fakat Abdülhalik
Renda bu teklifi reddetmiştir. Bu iddiayı Yakup
Kadri Karaosmanoğlu da te’yid etmektedir.[3]
İsmet İnönü ise, kendisinin Hariciye Vekili
Tevfik Rüşdü Arâs tarafından elçilikle yurt dışına
çıkarılmak istendiğini, bu teşebbüsün neticesiz
kalması üzerine Şükrü Kaya tarafından İstanbul’a
götürülmeye çalışıldığını, ancak bu tertibin de
yakın arkadaşları tarafından önlendiğini
söylemektedir. Şükrü Kaya’nın tertibini önleyen
adam, Hasan Rıza Soyak’a göre Dr. Refik
Saydam’dır. İsmet Paşa, İstanbul’a gitmek üzere
trene binmişken, koşa koşa Ankara istasyonuna
gelen Refik Saydam, İnönü’ye Şükrü Kaya’nın
tertibini anlatmış, İsmet Paşa tereddüt edince de:
“Eğer gitmekte ısrar ederseniz lokomotifin önüne
yatarım” diyerek İnönü’nün seyahatine mâni
olmuş, böylece “İsmet Paşa’yı yok etmek ve bir
kazaya getirmek” tasavvuru suya düşmüştür..
İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanı seçilmesini
müteâkib istifa eden ve ikinci defa yine Celâl
Bayar tarafından kurulan yeni hükümete Şükrü
Kaya ile Tevfik Rüşdü’nün alınmaması ve bu işin
İnönü’nün arzusu ile yapılması, hattâ İnönü’nün
bu değişiklik mevzuunda “Tevfik Rüşdü Aras’la
Şükrü Kaya’nın iktidardan gitmeleri memlekete
hakikî bir inşirah (ferahlık) verdi. Kendilerine karşı
antipatinin bu kadar geniş olduğunun görülmesi
herkesi şaşırttı” demesi yukarıdaki iddiayı
doğrulamaktadır.
Cenazenin Ankara’ya Nakli: Atatürk 10
Kasım 1938 günü Dolmabahçe Sarayı’nda ölmüş,
bayrağı sarılı tabutu 16 Kasım’da katafalka konup
halkın ziyaretine açılmış ve bu ziyaret esnasında
kalabalıktaki izdihamdan yedi kadınla dört erkek
ölmüştür. Tabut 19 Kasım günü Dolmabahçe’den
top arabasıyla Sarayburnu’na getirilip Yavuz
Zırhlısı’na alınarak karaya çıkarılıp hususî trenle
Ankara’ya gönderilmiş ve 20 Kasım günü
merasimle karşılanarak T.B.M. Meclisi önünde
yeni katafalka konup ziyarete açılmış ve 21
Kasım 1938’de geçici olarak Etnografya
Müzesi’ne kaldırılmıştır. Tabut onbeş yıl burada
kalıp 10 Kasım 1953 günü merasimle şimdiki
Anıt-Kabir’e taşınmıştır.
Evrak-ı Metruke Yağması: Atatürk’ün
ölümünden sonra geriye kalan evrakı ve bir kısım
eşyası maalesef yağma edilmiş, herkes aleyhinde
gördüğü vesikaları alıp gitmiş, bu imhâ edilen
evrakın ve yağma olunan eşyanın peşine düşen,
tereke tespitine memur Ankara Üçüncü Sulh
Hukuk Hakimi Osman Selçuk ise, bir müddet
sonra görevinden alınarak başka yere
kaydırılmıştır.. Bu işte bir kasıt olduğu açıktır.
Tarihi gerçekleri çarpıtmak ve Atatürkçülüğü
yamuklaştırıp yozlaştırmak isteyenlerin şeytani bir
planıdır. Ve bir kere daha anlaşılıyor ki: Mustafa
Kemal, şahsi evrak ve eşyalarını koruyacak
kimsesi bile bulunmayacak kadar yalnız bir
kahramandır.
Bu müthiş yağma konusunda, uzun yıllar
Cumhurbaşkanlığı Özel Kalemi’nde çalışan Aydın
eski Milletvekili Zühdü Uray der ki:
“-İsmet Paşa’nın, Refik Saydam’ın ve diğer
önemli kimselerin Atatürk’e yazdıkları mektuplar o
devrin salâhiyetli kimselerine devredildiğini
biliyorduk. Ancak, bu mektupların sahipleri ile
notlarda isimleri geçenlerin, Ata’nın ölümünden
sonra bunları aldıklarını duyduk. O günlerde
herkesin konuştuğu, birbirine üzülerek anlattığı
çok acı bir olaydı bu... Sonra bir de Atatürk’e
hediye edilen üzeri pırlanta, yakut ve zümrütlerle
süslü bir kılıç vardı. Bunun da, kıymetli taşlarının
sökülüp çiçek bozuğu bir yüze dönüp, delik deşik
olduğunu işittim.”
Bu söyleneni başka te’yid edenler de
vardır. Yakup Kadri Karaosmanoğlu “O günlerde,
Atatürk’e aid evrakın yağma edildiğini herkes
duydu. Vesikaların çoğunun ortadan kaldırıldığı
söyleniyordu” derken; Dışişleri Bakanı Tevfik
Rüşdü Aras da:“Atatürk’ün notlarını, herkes
hakkında kanaatlerini yazdığını bilirim. Gözlerimle
görmüşümdür. Sonra onun küçük küçük not
defterleri olması lâzımdır. Daha bunun gibi çok
dosyası da vardı, ne oldu acaba?..” demiştir..
ANIT-KABRİN YERİ NASIL SEÇİLMİŞ:
Atatürk’e yakın bâzı kimselerin şahâdetine göre,
Paşa, Çankaya’ya gömülmek istemiş, bir vasiyet
olarak bunu sık sık tekrarlamışken, neden
Çankaya’ya değil de, şimdiki yere gömülmüştür?..
Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Falih Rıfkı
Atay’dan naklettiğine göre, o günlerin
Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri, Anıt-Kabrin
bulunduğu yeri teklif etmiş ve bu teklifiyle Anıt-
Kabir civarındaki arsalarını değerlendirmek
hesabı mı güdülmüştür?..[4]
Ahmet Kekeç’in Derin Roman Kitabında da
konuyla ilgili şu ilginç bilgiler yer alıyor;
Mustafa Kemal artık İnönüye güvenmiyordu
ve Onu "yetersiz" ve "başarısız" buluyordu.
Ekonomi konusundaki kişisel tasarruflarının
ise ülkeye zarar verdiğini düşünüyordu. Çünkü
İnönü sürekli, "İşletemeyiz, zarar ederiz"
gerekçesiyle yatırımlara karşı çıkıyor, "kuvvetli
icra" organı isterken ipin ucunu kaçırıyordu.
Celal Bayarın görevi ise devlet çarklarını
yeniden işletmekti.
Adı konmamış bir görevi daha vardı:
İnönüyü denetlemek...
İnönüyü izliyor ve onun karşı çıktığı yatırım
kalemlerini Çankayanın icazetiyle Meclisten
geçiriyordu. Turhal Şeker Fabrikası da bu
yatırımlardan biriydi.
İnönü, bu girişimi "gereksiz" buluyordu.
"Bu Turhal Şeker Fabrikasından
vazgeçemez misiniz Celal Bey?" diye çıkışmıştı
bir gün. "Hayır, bütün hazırlıklar
tamamlanmıştır..." Cevabını alıyordu…
İnönü yazıklanmakla yetinmişti:
"Vah vah..."
Bayarı ikna edemeyen İnönü, son çare
olarak., fabrikanın "tamamen" devlet kontrolüne
verilmesini istedi. Oysa Bayar, işletmenin
geleceğini düşünerek, birtakım bankaları ve özel
sermayeyi de ortak etmişti bu yatırıma.
Mustafa Kemalle İnönü arasındaki çatışma,
salt iktisat alanıyla sınırlı değildi. İnönü, özellikle
Atatürkün bulunduğu meclislere katılmıyor, onun
gittiği mahfillerde boy göstermiyordu. Gittiği her
yerde, her fırsatta Çankayayı eleştiriyor, Atatürkü
"rakı sofrasında memleket yönetmekle”
suçluyordu.
Bardağı taşıran son damla yine yatırımlarla
ilgili bir meseleydi.
Atatürk, bir süre önce, Başbakana "Bomonti
Bira Fabrikasının genişletilmesi emrini vermiş,
İnönü de mutad olduğu üzere, buna karşı
çıkmıştı.
"Bomonti işi ne oldu?"
Atatürk, bir akşam Bomonti meselesinin
akıbetini öğrenmek için Hasan Rıza Soyakı
çağırdı.
"Bomonti işi ne durumda?"
Soyak, yapılan çalışmaları ve bu konuda
Başbakan İnönü’nün tereddütlerini anlattı. Sonra
da, Bomonti Bira Fabrikasının imtiyazının
artırılması konusunda Ahmet ihsan Tokgözle
ismet Paşanın eniştesi Abdürrezzak Beyin, ismet
Paşayı bu fabrikanın zarar edeceğine
inandırdıklarını aktardı.
Mustafa Kemal sinirlendi:
"Başvekil paşaya haber ver, bu akşam
Bakanlar Kurulu olarak Çankayada toplanalım.
Orada işin aslını öğreniriz talimatını verdi. "Şükrü
Kaya içişleri Bakanıydı.
Soyak, haberi Şükrü Kayaya ulaştırdı, o da
gelen haber üzerine hemen Başbakan İnönü’ye
gitti.
"Paşam, bu akşam köşke çağrılıyoruz, bira
fabrikası işi görüşülecek.?"
İnönü, bir süre önce kardeşini kaybetmişti.
Üzüntülüydü.
Memleket meselelerini konuşacak, hele
Mustafa Kemalle tartışacak takati yoktu.
Ama gitmemesi de uygun düşmüyordu. Bu
yüzden önce Anadolu Kulübüne uğrayıp biraz
kafayı buldu.
Zaten niyeti bozuktu. Bir çıkış yapmak
istiyordu. Ve nihayet köşke çıktığında takındığı
ters tavırlar ve sert cevaplar üzerine Atatürk
toplantıyı dağıtmıştı.
Çankayadaki "kavgalı" oturumdan bir gün
sonra... Atatürkün programında İstanbul seyahati
vardı. Dolmabahçedeki Dil Kurultayına katılacaktı.
Bir gece öncenin öfkesi vardı hala üzerinde.
Sabah Çankayadan çıktı, Atatürk Orman
Çiftliğinde bir kahve içtikten sonra Ankara Garına
geçti.
Gar kalabalıktı. Sıradan protokol
görüntüleri...
Milletvekilleri, bakanlar, meraklı siviller
salonu hıncahınç doldurmuştu.
Başbakan olarak ismet Paşa da hazır
bekliyordu orada.
İsmet Paşa gelirken Kazım Özalp ve Ali
Çetinkaya’yı da (İstiklal Mahkemelerinin ünlü Kel
Alisi) almıştı yanına.
Atatürk önce ismet Paşanın, sonra da Kazım
Özalp ve Ali Çetinkayanın ellerini sıktı.
Trenin hareketine çok az bir zaman vardı.
Hiç beklenmedik bir şey oldu.
Mustafa Kemal trene doğru hareket
edecekken durdu, geceki kavgaya şahit olanların
şaşkın bakışları arasında, İsmet Paşanın elini
tutarak hafifçe kendisine doğru çekti.
"Paşam, siz de benimle geliniz. Nasıl olsa Dil
Kurultayı için İstanbulda bulunacaksınız..."
İnönü duraksadı:
"Fakat ben yarın geçecektim Paşam"
Gülümsedi Mustafa Kemal.
"Bugünün işini yarına bırakma” demişler...
Ayrıca sizinle görüşeceklerim de var."
Der demez, ismet Paşayı kolundan tutup
trene doğru sürüklemeye başladı, İnönü
direnemedi.
Doğruca Mustafa Kemalin özel
kompartımanına yürüdüler, içeri girdikten sonra
kapıyı sıkıca örttüler. Az sonra tren hareket etti.
Kapalı kapılar arkasında Cumhuriyetin
sürekli Başbakanı ismet İnönü ile Cumhuriyetin
kurucusu Mustafa Kemal, ayrıntılarını tarihin hâlâ
merak ettiği konuşmalarını yapıyorlardı.
Bu aynı zamanda baş başa son
konuşmalarıydı.
Sonuç?
İnönü sürmenaj (Yani devre dışı
bırakılıyordu)
Tarihçilere göre ipler tamamen trendeki bu
baş başa görüşmede kopmuştu.
Birkaç gün sonra Anadolu Ajansı, ismet
Paşanın "istirahata mezun edildiği" haberini
geçiyordu.
Olay dünyada da yankılandı.
Örneğin, The Timesta şöyle bir yazı çıktı:
"İsmet Paşanın istifasına sürmenaj sebep
gösterildi. Fakat arada görüş farkları olduğu
muhakkaktı. Celal Bayarın Başbakan seçilmesi
daha çok şu fikri veriyor ki, değişikliğin asıl sebebi
Atatürkün hâlâ eski usullerle işleyen Türk idare
sistemini tadil etmek ve yenilemek istemesidir.
Cumhurbaşkanının açık ve kati direktifi şudur ki,
yeni başvekil şimdiki sistemi daha rasyonel bir
hale getirecek ve idarenin gidişini daha süratli ve
verimli bir seviyeye çıkaracaktır."
Bayar, anılarında, Başbakanlığa nasıl
getirildiğini şöyle anlatıyor:
1937 Eylülünde Dolmabahçede Dil Kurultayı
vardı. Sabah, davet saatinden beş-on dakika
önce Dolmabahçeye gittim.
Hiçbir şeyden haberim yoktu.
Atatürkün İstanbul’a geldiğini Bildiğim için,
kendisine bir Hoş geldiniz demek istiyordum.
Atatürkün dairesine doğru yürürken Ali
Çetinkaya ile karşılaştım. Çetinkaya beni görünce
biraz telaş ve heyecanla koluma girdi. Benim
hiçbir şeyden haberim olmadığını fark edince
güldü, gayet samimi bir şekilde:
"Celal Bey" dedi, "Atatürkün yanına gidin,
bekliyorlar. Size bir şey teklif edecek, sakın
reddetmeyin. Memleketin hayrınadır."
Atatürkün bulunduğu salona geldiğimde kapı
açıktı. Yürüdüm. İçeride Atatürkün her zamanki
yakın arkadaşları vardı. Yüksek sesle bir şeyler
konuşmaktaydılar. Salonun ortasında ayakta
durdum.
Birden bir sessizlik oldu.
Atatürk arkadaşlarına döndü, yüksek sesle:
"İşte kendiside geldi" dedi, "Vazifeyi tevdi
edelim, alıp yürütsün."
Sonra bana döndü:
"Başvekilsiniz Celal Bey. Tebrik ederim,
başarılar dilerim." Şaşırdım. Milletvekili, bakan ve
kurultay üyesi olarak girdiğim salondan şimdi
Başbakan olarak çıkıyordum.
21 Eylül 1937 tarihli gazeteler şu haberle
çıktı: "Başvekil İsmet İnönü’nün talep ve ricası
üzerine, Reisicumhur tarafından kendisine bir
buçuk ay istirahat için mezuniyet verilmiş ve
Başvekil Vekaletine (Başbakanlığa) İktisat Vekili
Celal Bayar tayin olunmuştur."
Atatürk Ordudaki Dengeleri Dikkate
Alıyordu..
İstanbul’daki Dil Kurultayından hemen sonra,
Mustafa Kemal, Genelkurmay Başkanı Mareşal
Fevzi Çakmakı çağırttı, “İsmet Paşayı görevden
alacağını, ordunun buna tepkisinin ne olacağını”
sordu.
"Muvafıktır Paşam" dedi Mareşal.
Fahrettin Altay, anılarında, Mustafa Kemalin
ismet Paşa kaynaklı bir "oldu-bitti"den çekindiği
için, önceden orduyu bağladığını yazıyor.
Orduda; tümgeneral, tuğgeneral düzeyindeki
subaylar İnönü’yü destekliyordu. Genç subaylar
arasında da çok sayıda taraftarı vardı.
Kısacası, Atatürk, İnönü’nün hislerine kapılıp
orduyu bir "macera"ya sürüklemesinden
korkuyordu.
Komitacı bir gelenekten geliyordu ikisi de...
İkisi de ordunun yöntemini çok yakından
biliyordu.
Atatürk, bir anlamda konuyu Mareşal
Çakmakın onayına sunuyordu ama; Dolmabahçe
Sarayındaki Dil Kurultayında kararını vermişti:
İnönü’yü azledecekti.
Sadece bu tasfiyenin zahmetsiz olması için
nabız yokluyordu. Bu konuda içişleri Bakanı
Şükrü Kayanın da fikrini almıştı. Kaya, ismet
İnönü’nün azledilmesinin devlet içinde bir ra-
hatsızlığa yol açmayacağını söylemiş, bir
anlamda güvence vermişti.
İleri gelen tüm devlet erkânının görüşünü
almıştı Atatürk, iktisat Vekili Celal Bayarla
konuşmasında ise, sözünü, "Artık Başvekilsiniz
Celal Bey" diye bağlamıştı.
Atatürk, İnönüyü öldü sanıyordu?
İsmet Paşaya, "rahatsızlık" bahanesiyle bir
buçuk ay "istirahat için mezuniyet" verilmişti, ama
bir süre sonra (Her nedense ve beklenmedik biçimde

A.A) Atatürk rahatsızlandı.


1938 yılının yaz aylarına kadar
kamuoyundan gizlenen bu hastalık, sonbahara
doğru iyice ağırlaştı.
Bu arada ismet İnönü ne yapıyordu?
Başbakanlıktan azledilmişti.
Morali bozuktu.
Fırsatını bulduğunda Atatürk aleyhinde atıp
tutuyor, Başbakanlıktan indiriliş biçiminin "şık"
olmadığını söylüyordu.
İsmet Paşa, görevden alınmasıyla ilgili
olarak, yıllar sonra şu açıklamayı yapacaktı:
"Büyük Atatürk zamanında başvekâletten
ayrılmam, siyasi hayatımızda vakit vakit istismar
konusu olmuştur. Büyük siyasi sebeplere, büyük
bir düşmanlık ifadesine bağlanmak istenir.
Tafsilatı ile her tarafını anlattım. Nihayet, o zaman
sabrım tükendi. Canım, yirmi sene memleketin,
hayatımızın en çetin maceralarını beraber
çalışmışız, görüşmüşüz ve böyle bir ortak hayat
yaşamışız. Bu kadar yakın gece gündüz
münasebette bulunan insanlar, yirmi sene
zarfında bin defa kavga etmişlerdir. Her kavga 24
saatten fazla sürmemiştir, dostluğa devam
etmişizdir. Bu da o çeşit kavgalardan biridir ve
ayrılmaya, aralık vermeye müncer olmuştur. Niye
böyle anlıyorsunuz, dedim. Gençlerin hepsi
birden hak verdiler." (Bu geçiştirilmiş ifadelerle İnönü’nün
bir şeyleri gizlemeye çalıştığı ve bazı gerçeklerin ortaya
çıkmasından endişeye kapıldığı sezilmektedir. A.A)

İsmet Paşa kaynaklı dedikodu ve şayiaların


Atatürkün yakın çevresi tarafından "endişe"yle,
hatta "istikrahla izlendiği vakıa...
Atatürk de rahatsızdı bu söylentilerden.
Hatta bir ara şu dedikodu dolaşır olmuştu
ortalıkta: Atatürkün silahşoru olarak nam yapmış
Recep Zühtü Bey “artık canına tak ettiğini, ismet
İnönü’yü vuracağını” söylüyordu.
Atatürkün yakın arkadaşı ve eski yaveri Salih
Bozok, yılların gazeteci Asım Usa, Atatürk ün
gördüğü bir rüyayı nakledecektir...
Atatürkün rüyasına göre, bir bilardo
masasının başında bir adam oturmaktadır, etrafta
da otuz kırk kadar subay... İçlerinden biri şaka ile
bilardo masasının başındaki adama ateş eder.
Meğer vurulan ismet (İnönü) imiş. Ayağa kalkar,
Ne oluyoruz der. Atatürk o zaman bu subayların
Ermeni ihtilal Komitesine mensup olduklarını
anlar.
Bu rüya ne kadar doğru?
Recep Zühtü Beyin İnönü’yü vuracağını
söylemesi ne kadar gerçek?
Bu soruların cevabı yok.
Ancak, bazı tarihçiler, son günlerini hasta
yatağında şuuru kapalı bir biçimde geçiren
Atatürkün, ismet İnönü’nün öldürüldüğünü
sandığım, Salih Bozok’un naklettiği rüyanın ise bu
"sanı"ya ait bilinç dışı bir sayıklamanın ürünü
olduğunu öne sürüyorlar.
Bu ilginç haber nereden kaynaklanıyordu?
Atatürk ağır hastaydı. Bu durum
kamuoyundan gizleniyordu, ama "kaçınılmaz son"
mukadderdi... Onun ölümünden sonra kim
Cumhurbaşkanı olacaktı? Hastalığın gizlendiği
günlerde, 18 Ekim 1938 tarihli Fransız LOeuvre
gazetesinde kısa bir haber yayımlandı. Haberde
şöyle deniyordu:
"Almanya taraftarlığıyla tanınan Başbakan
Celal Bayar ile İngiliz taraftarı olarak bilinen
Londra Büyükelçisi Fethi Okyar arasındaki
mücadele çetin olacaktır. Bu nazik seçim
konusunda Türk milletinin kesinlikle İnönü’den
yana olduğu sanılmaktadır."
İşin ilginç tarafı şu:
Bu haberler yayımlandığında Atatürk henüz
hayattaydı. Ama Çankayada kimin oturacağı
sorun olmuştu. Ortada Fethi Okyar ve Celal
Bayar’ın ismi dolaşıyordu.
(Aslında Fransız Mason Locası’nın sesi olan
L’oeuvre Gazetesi, Türkiye’li biraderlerine mesaj
veriyor ve yol gösteriyordu. A.A)
1930 yılında "Serbest Fırka"yı kuran Okyar,
ismet İnönü’nün gücünü ve ordu içindeki
nüfuzunu bildiği için, ismi üzerindeki
spekülasyonlara kulak tıkıyordu.
1930da boyunun ölçüsünü almıştı.
İkinci kez "yarış"a giremezdi.
İnönü, yıllar sonra Okyar’ın adaylığıyla ilgili
şu değerlendirmeyi yapacaktır:
"Fethi Okyar bana geldi, konuştuk. Adama
çok teklifler yapılmış ve hepsini reddetmiştir.
Dürüstlüğünü göstermiştir, iyi hislerle
mütehassıstır."
Birinci Orduda toplantı niye yapılıyordu?
Ordunun cumhurbaşkanlığı seçimine ilgisi
Atatürkün ölümünden önce başlamıştı.
Çankayada oturacak kişiyi belirleme hakkı, ancak
ve ancak ordunun olabilirdi.
Generaller böyle düşünüyorlardı.
Hükümet, Atatürkün rahatsızlığıyla ilgili
haberlere sansür koyarken, İstanbul’daki Birinci
Ordu Komutanlığında sessiz-sedasız bir "cunta"
toplantısı gerçekleştiriliyordu.
Birinci ordudaki "cunta toplantısının tek
konusu, cumhurbaşkanlığı
seçimleriydi.Toplantıdan İnönü’nün desteklenmesi
kararı çıktı.
Olay, nasılsa, Başbakan Celal Bayarın da
kulağına gitmişti.
"İrade-i Milliyeye müdahale anlamına gelen
bu "karar", Celal Bayarı rahatsız etti. Kimin
seçileceğine Meclis karar verebilirdi.
Bayar, İnönü’ye sempatiyle bakmıyordu.
Bu düşüncesini "şimdilik" açık etmiyordu.
Ama kimin cumhurbaşkanı seçileceğine,
İstanbul’da toplanan generaller çoktan karar
vermişti. Bunu, Birinci Ordu Komutanı Orgeneral
Fahrettin Altay da doğruluyor.
Birinci Ordu karargâhındaki toplantı, hükümet
çevrelerinde "blöf hareketi" olarak yorumlanmıştı.
Oysa sadece bir karar izharı değil, aynı zamanda
seçim sürecine müdahaleydi bu..
Genelkurmayda hareketli günler
yaşanıyordu…
Ankarada da hızlı bir trafik vardı.
O yıllarda Genelkurmay ikinci Başkanı olan
Orgeneral Asım Gündüz, hatıratında, karargâhın
tavrına ilişkin şunları yazıyor:
"Atatürkün hastalığı ilerlemiş, artık ümit
kesilmişti, ölümü an meselesiydi. Onun yerine
kimin cumhurbaşkanı olacağı tartışılıyordu. Bu
tartışmalar endişeli bir hal almıştı.
Genelkurmayda bir toplantı yaparak,
cumhurbaşkanı seçiminde ordu olarak
takınacağımız tavrı tespit etmiştik. Vardığımız
sonuç şuydu: Atatürk ölmüştür. Ama onun Millet
Meclisi vardır. Cumhurbaşkanı seçme yetkisi de
Millet Meclisine aittir. Ordu olarak biz bu
seçimden uzak kalmalıyız."
Anlaşılıyordu ki: Genelkurmay karargâhı,
Birinci Ordudan farklı düşünüyordu.
"Atatürk’ün Meclisi vardır ve bu konuda yetki
meclisindir." Birinci Ordudaki toplantıdan
haberdar olan Celal Bayar, Genelkurmaya gitti.
Mareşal Fevzi Çakmak karşıladı onu.
"Cumhurbaşkanlığı seçimi konusundaki
kararınızı öğrenmek için geldim" dedi Bayar.
Mareşal gülümsedi.
"Asım Paşayı çağırın..." dedi.
Orgeneral Asım Gündüze haber verdiler.
Üç kişi bir masanın etrafını çevirip oturdular.
Mareşal, Asım Gündüze döndü:
"Asım Paşa, bak Başvekil Beyefendi bizim
kararımızı öğrenmek istiyor, olanları anlatıverin."
Asım Gündüz toplantıda konuşulanları
özetledi.
"Meclisin üzerinde bir kuvvet tanımadığımızı,
bunun için de herhangi bir tavsiyeyi
düşünmediğimizi, Meclisin en isabetle seçimi
yapacağını konuştuk. Durum bundan ibarettir."
Bayar rahatlamış olarak döndü.
Ama yine de kafasında bir cumhurbaşkanı
adayı yoktu.
Komitacı bir gelenekten geldiği için, ismet
Paşanın bir çılgınlık yapmasından korkuyordu.
Oysa İstanbul’daki cunta toplantısından aksi bir
karar çıkmıştı.
Bu gruplaşma Başbakanı ürkütüyordu.
İkili karşı karşıya gelebilirdi.
Bu da ülke için felaket olurdu. (Fevzi çakmak’ın
tarafsız bir tavır takınması taktik icabıdır. İsmet İnönü’yü asıl
hazırlayan ve sahip çıkan gizli komitenin başındadır.)

Şükrü Kayanın itirazı ve dinleme skandalı


Mustafa Kemalle İnönü arasındaki kavgayı
yakından izleyen Genelkurmay, İnönü’nün
cumhurbaşkanlığının tepkiyle karşılanacağını, en
azından hükümet erkânının İnönü’ye direneceğini
düşünüyordu.
Bu nedenle, İnönü kartını sona saklamıştı.
Çünkü orduda büyük bir çoğunluk "açıkça" ismet
İnönü’nün cumhurbaşkanı olmasını istiyordu.
Başını, aynı zamanda CHP genel sekreteri
olan İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Dışişleri Bakanı
Dr. Tevfik Rüştü Araş ve Atatürkün yakın
çevresinden Hasan Rıza Soyakın çektiği bir grup,
faaliyetini İnönü’yü adaylıktan ekarte etmek, onun
dışında birini seçtirmek üzerinde yoğunlaştırmıştı.
Gerekçeleri şuydu:
"Atatürk, İnönü’yle kavgalı ayrılmıştı,
İnönü’yü devleti yönetecek ehliyette görmediği
için, Başbakanlıktan azledip, yerine Celal Bayarı
seçmişti. Dolayısıyla, İnönü’de ısrar etmek, bir
anlamda Atatürkün hatırasına saygısızlıktı."
İnönü’ye açıkça cephe alan tek kişi içişleri
Bakanı Şükrü Kaya idi. Vakit gazetesinde çıkan
bir haber; Şükrü Kayayı öfkelendirmiş, adeta
çılgına çevirmişti.
Gazete, Atatürkün ölümünden sonra İsmet
İnönü’nün cumhurbaşkanı olacağını yazıyordu.
Şükrü Kaya, basının önde gelen yazarlarını parti
binasında toplantıya çağırdı.
Elinde bazı kriptolar vardı.
Bunlar, dinlenen telefon konuşmalarıyla ilgili
"gizli" tutanaklardı. İçişleri Bakanlığı personeli,
gün gün gazetecilerin telefonlarını dinleyip
kaydetmiş, bir örneğini Şükrü Kayaya vermişti.
Şükrü Kaya, önce Vakit gazetesinin haberini
gündeme getirdi, sonra da üstü örtük biçimde
İnönü’ye oynayan gazetecilere çıkıştı.
Toplantı sona ermeden önce de şu
açıklamayı yaptı: "Atatürk ölebilir, buna hazırlıklı
olun... Teşkilat-ı Esasiye Kanunu gidilecek yolu
göstermiştir. Falanca kişi reisicumhur olacak gibi
sözlere ehemmiyet vermeyiniz. Kanunlarımıza
göre bu hak Büyük Millet Meclisine veriliyor. Aday
bir-iki kişiyi geçmez. Bu, memleket için hayırlıdır.
Bakalım, Meclisin kabul edeceği kişiye adaylığı
nasıl kabul ettireceğiz?"
CHP Genel Sekreteri Şükrü Kaya, o dönemin
en önemli güç odaklarından biriydi. İnönü’ye
karşıydı. Ama üzerinde ittifak edebilecekleri bir
aday da gösteremiyordu. Meclis Başkanı
Abdülhalik Rendaya adaylık önermiş, ancak
olumsuz cevap almıştı.
Mareşal teklifi niçin kabul etmiyor?..
Bir ara, Mareşal Fevzi Çakmakın da adı
cumhurbaşkanı adayları arasında geçmeye
başladı. Fakat 1924 Anayasasına göre
cumhurbaşkanı yalnızca Meclis üyeleri arasından
seçilebilmekteydi.
Meclis çoğunluğu Mareşal’i cumhurbaşkanı
görmek istiyordu.
Kudretli bir askerdi.
İsminin üzerinde herhangi bir leke yoktu.
Başbakan Celal Bayar da önceleri Mareşal’in
cumhurbaşkanı olmasını "daha uygun"
görüyordu.
Bu düşüncesini Mareşale şu sözcüklerle
iletmişti:
"Efendim, Meclis çoğunluğu sizi istiyor.
Memlekete hizmetiniz büyüktür. Lütfen
cumhurbaşkanlığını kabul ediniz."
Orgeneral Asım Gündüz anlatıyor:
"Bu teklif Mareşal’in hoşuna gitti. Ancak
utandı, bir çocuk gibi yüzü kızardı. Başını hafifçe
sallayarak ret cevabını verdi."
Fevzi Çakmak neden bu teklife sıcak
bakmamıştı? Ordu içindeki çatışmanın tarafı
olmak istemiyordu.
Çünkü generallerin çoğu ve genç subaylar,
açıkça İnönü’yü işaret etmişlerdi.
İnönünün gücü nereden geliyor?
İnönü, gözden düşmüş bir siyasetçiydi.
Cumhurbaşkanıyla tartışmış ve başbakanlıktan
azledilmişti.
Prestij kaybetmesine rağmen, yine de
cumhurbaşkanlığı için en güçlü adaydı.
Peki, İnönü’nün gücü nereden geliyordu[5]
Bizim kanaatimize göre İsmet İnönü’nün
gücü ve cesareti; Atatürk’e karşı oluşturulan gizli
sabataist cuntanın desteğinden ve dernekleri
Mustafa Kemal tarafından kapatılan masonik
mahfillerden kaynaklanıyordu.
Ahmet Keçek’in tarihi gerçeklere ve
tarihçilerin ortak görüşlerine uygun olarak yazdığı
“Derin Roman’ında ki şu tespitlerinden anlaşılıyor
ki:
1-Atatürk; ordu içindeki ittihatçı ve sabataycı
yapılanmanın elbette ve her halde farkındadır.
2-Halkımız arasında bazıları hala çok dindar
ve dürüst kişiler olarak bilinen bu “paşalar
cuntası”, Mustafa Kemal’in, kendilerinin Siyonist
ve masonik hedeflerine aykırı, milli bir çizgiye
kaydığını anlamıştır.
3-Bu yüzden: dolaylı şekilde kışkırttıkları,
hatta bizzat katıldıkları Menemen ve Şeyh Sait
olayları ve İzmir suikastıyla devre dışı
bırakamadıkları Atatürk’ün, bu sefer hastalığı ile
ilgilenmeye başlamışlardır.?
4-Bu gelişmeleri derinden takip eden ve
kendisine karşı İsmet İnönü’yü destekleyip
kullandıklarını bilen Atatürk oldukça dikkatli ve
temkinli davranmakta ve haklı olarak orduyu
kışkırtmalarından korkmaktadır.
5-Atatürk; üzerindeki şüphe ve şaibe
perdeleri hala kaldırılmayan hastalığı artınca ve
ölümünü anlayınca çevresine, “Genel Kurmay
Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak’ın
Cumhurbaşkanı olmasını istediğini” izhar etmesi
de, üzerinde önemle durulması ve doğru
yorumlanması gereken bir noktadır.
a- Ya Atatürk, Fevzi Çakmak gibi zannedilen
şekliyle çok dindar, Müslüman beş vakit namaz
kılan ve ehli Kur’an birisinin kendisi yerine
Cumhurbaşkanı olması arzulanmıştır.?
b- Veya, sabataist Cunta ile İsmet Paşanın
arasını bozmak ve birlikte yapacaklarını sezdiği
gizli ve kirli devrimi boşa çıkarmak amacındadır.
Bizim kanaatimize göre bu ikinci şık daha
mantıklıdır. Ama maalesef bu taktik tutmamıştır.
Öldürülen Üzeyir Garih’in Babasının şeyhi Küçük
Hüseyin Efendi’nin müridi olan Fevzi Çakmak,
İnönü’yü kendi elleriyle cumhurbaşkanı yapmıştır.
6-Maalesef, haksız ve alakasız bir şekilde
Atatürk’ü dinsizlikle özdeşleştiren veya Atatürk’le
dindarlığın asla bağdaşmayacağı havasını veren
bazı laik leylekler hoşlanmasa ve şu tespitimizle
içlerindeki “irtica cenazesi” yeniden hortlasa da,
bu olayın çok önemli ve gizemli bir yönü daha
vardır.
Atatürk Mareşal Fevzi Çakmak’ın
Cumhurbaşkanı olmasını münasip gördüğünü
açığa vurmakla,
O gün değilse bile, ileride göstermelik değil,
gerçekten ve samimiyetle dindar ve dürüst bir
kişinin,
Milli ve manevi değerlere gönülden bağlı,
ama müspet bilim ve teknolojiden ve çağdaş
gelişme ve gereksinimlerinden de haberdar bir
şahsiyetin,
Türkiye Cumhuriyetine Devlet Başkanı
seçilmesini ve bunun mutlaka olması gerektiğini
de işaret etmiş, izin vermiş ve hedef göstermiş
olmaktadır.
[1] Bkz. Çankaya
[2] Bkz. Atatürk’ten Hâtıralar
[3] Bkz. Politikada 45 Yıl
[4] Milli Gazete / 11.11 2005 / Mustafa Müftüoğlu

[5] Derin Roman sh. 32–59

YARIN CUMHURİYETİ İLAN EDECEĞİZ…

inShare
Share via emailShare

YARIN CUMHURİYETİ İLAN EDECEĞİZ…

portresi2.jpg

Ahmet GÜREL
ADD Bilim ve Danışma Kurulu Üyesi
90 yıl önce ilan edilen “Cumhuriyet”i, “Atatürk’ten
Gençliğe Unutulmaz Anılar”
adlı kitabımdan alıntı yaparak sizlere aktarmak
istiyorum. Anılarda; Atatürk’ün ağzından
“Cumhuriyet” sözünü ilk defa ne zaman çıktığını
ve Cumhuriyet’e gençlerin
nasıl sahip olacağını hep birlikte okuyacağız.

28 Ekim 1923 gecesi yemekte yaşananları


Mazhar Müfit (Kansu) şöyle anlatır:

“Bir gece evvel beraberdik. Mustafa Necati Bey,


Vasıf (Çınar) Bey, Yunus Nadi Bey, Mahmut Esat
(Bozkurt) Bey ve sair arkadaşlar vardı. Mustafa
Kemal Paşa gülerek;

‘Ey, çocuklar, yarın Cumhuriyeti ilan edeceğiz’


dedi.
Ve bana döndü:
‘Erzurum’dan beri ağzından çıkarmadığın
Cumhuriyetin işte zamanı geldi.
Yarın istediğin kadar Cumhuriyet diye açıkça artık
bahsedebilirsin’ dedi.
Tabidir ki hepimiz son derece memnun olduk.”

Mazhar Müfit Kansu’dan bu konuda başka bir anı


ise:

Eski Adalet Bakanı ve İzmir Milletvekili Mahmut


Esat (Bozkurt) Bey bir gün
Mustafa Kemal’e başvuruyor:

‘Paşam Üniversitede devrim tarihi derslerinde


okutmak üzere tarafınızdan
‘Cumhuriyet’ sözlerini ilk önce nerede, ne biçimde
ve kimlerin arasında söylediğinizi öğrenmek
istiyorum?’ Diyor. Gazi Mustafa Kemal Paşa
kendisine şu karşılığı veriyor:

‘Bunu Mahzar Müfit’ten öğreniniz. O, günü


gününe bu olayları not etmiştir.’
…Bunun üzerine Mahmut Esat Bey bir mektupla
bana başvurdu. Ben de yazıyla kendisine yanıt
verdim. Bu mektupları yayımlamakla istediğim
açıklamayı
yapmış olacağım.

…Derslerinizle sevgili gençliğe ve büyük milletime


çok büyük hizmetlerde bulunduğunuza eminim.
Başarı ve hizmetlerinizin devamını kalpten diler,
anılarımda aktardığım ve sunduğum gibi
hükümetin Cumhuriyet olacağı
20 Temmuz 1919 günü Erzurum’da öğrenmiş
bulunduğumu bildirerek
gözlerinden öperim.”

Hulusi Köymen’den Cumhuriyet konulu bir anı


şöyledir:

“Gazi Mudanya yoluyla Bursa’ya gidiyordu.


Kalabalık bir halk kitlesi tarafından
etrafı sarılmıştı. Bir kadının, elinde bir kâğıtla
Gazi’ye yaklaştığı görüldü.
Zayıf bir kadındı. Gazi’nin yolunu keserek, titrek
bir sesle:

‘Beni tanıdın mı oğul?’ Dedi… Ben sizin


Selanik’ten komşunuzdum. Bir oğlum var; Devlet
Demir Yollarına girmek istiyor. Siz onu alsınlar
dediniz, fakat müdür dinlemedi. Oğlumu işe
almamış. Ne olur bir kere de siz söyleyiniz.’
Gazi’nin çelik bakışlı gözleri samimiyetle parladı.
Elleriyle geniş jestler yaparak
ve yüksek sesle:

‘Oğlunu almadılar mı?’ dedi. ‘Ben talimat verdiğim


halde mi almadılar?
Ne kadar iyi olmuş. Çok iyi yapmışlar. İşte
cumhuriyet böyle anlaşılacak.’

Kadın kalabalığın içinde kaybolmuştu. Ve Gazi


kendinden geçercesine dolu bir sesle:
‘İşte cumhuriyetten beklediğim sonuç’ diyordu.”
Cumhuriyetin ilanından sonra, Gazi Mustafa
Kemal Paşa Latife Hanım’la beraber Karadeniz’e
bir geziye çıkmıştır. Bu geziyi Muzaffer Kılıç’tan
dinleyelim:

“Bu gezide kendisine eşlik edenler arasındaydım.


Rize’ye geldik. Yolların düzgünlüğü dikkatini
çekmişti. Vali’ye sordu:
‘Yolları nasıl bu hale getirdiniz?’
Vali de anlattı. Bütün yakın köylüleri
jandarmalarla toplattırmış ve yol onarımında
çalıştırmış. Gazi’nin kaşları çatıldı. Oldukça sert
bir dille:

‘Vali Bey, ‘corvee’ nedir bilir misin? Öyleyse ben


size söyleyeyim, Angarya demektir.
Ve şunu da bilmeniz lazım ki, kanunsuz hiçbir
vatandaşı işten alıkoyamaz,
onu çalışmaya zorlayamazsınız. Cumhuriyette
angarya yoktur.’”
Cumhuriyetin ilanı sıralarında Akşam
gazetesinden Necmettin Sadık (Sadak) Bey,
Gazi Mustafa Kemal Paşa’yla bir röportaj yapmak
üzere İzmir’e gitmiştir.
Sadak, Uşakizade Köşkü’nde gerçekleşen
görüşmeyi şöyle anlatır:

“Gazi’yle bir kez üç, bir kez de dokuz saat


görüştük. Ben ömrümde böyle adam görmedim
ve iddia ederim ki, hiçbir memlekette böyle bir
adam yoktur.
Kendisine sorduğum sorulardan biri şudur:

‘Mademki bu Meclis Cumhuriyeti ilan etmeye


kendisini yetkili gördü.
O halde bir başka Meclis de başka bir oylamayla
Meşrutiyet ilan ederse ne yaparız?’

‘Olabilir. Fakat hepsini sopa ile kovalarız’ dedi.”

30 Ağustos 1924 tarihinde, Gazi çok güvendiği


gençlere Dumlupınar’da şöyle hitap eder:
“Gençler! Cesaretimizi kuvvetlendiren ve devam
ettiren sizsiniz.
Siz almakta olduğunuz terbiye ve irfan ile insanlık
meziyetinin,
vatan sevgisinin, fikir hürriyetinin en kıymetli
örneği olacaksınız.
Ey yükselen yeni nesil! Gelecek sizindir.
Cumhuriyeti biz kurduk;
onu yükseltecek ve devam ettirecek sizsiniz.”
1927 yılında Gençliğe Hitabesi’nde, gençliğe yine
görev verir:

“Ey Türk Gençliği! Birinci vazifen, Türk İstiklalini,


Türk Cumhuriyetini ilelebet muhafaza ve müdafaa
etmektir. Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne
temeli budur. Bu temel senin en kıymetli
hazinendir…”
Bu nedenle Anadolu’da verilen var olma
mücadelesini ve Cumhuriyetin
nasıl kazanıldığını bilen anababalara ve de
öğretmenlere her zaman ülkenin
gereksinimi vardır. Bunların bir kesimini
Uşakizade Köşkü’ne gelen ve çocuklarını
gezdiren ailelerde görüyorum. Ve “İşte Atatürk’ün
istediği gençler yetişiyor’ diyorum
ve onlarla gururlanıyorum. (29 Ekim 2013) Atatürk
Jandarmalarla
Karakter Boyutu
Atatürk Jandarmalarla

Atatürk Jandarmalarla

1935 yılı yılbaşı akşamıydı. Şimdi Opera Binası


olan Sergievi Salonları tıklım tıklım doluydu.
Herkes yeni yılı neşe ile karşılamak için âdeta
birbirleriyle yarış ediyor. Saat on bir olmuştu. Bir
haber bütün salonları elektrik cereyanı gibi
dolaştı:

-“Atatürk geliyor.”

Evet, Atatürk baloya şeref vermek üzere otomobil


ile Sergievi’nin önünde durdu. Otomobilden indi.
Ve ağır adımlarla büyük kapıya doğru yürüdü. Her
zaman yanında olanlar, milletvekillerinden bazıları
onu takip ediyorlardı. Hole girdiği zaman, birkaç
garson paltosunu ve şapkasını almak üzere
koştular. Fakat o, eli ile bir işaret yaparak onlara
ihtiyacı olmadığını bildirdi. Ve vestiyere inen
merdivene doğru yürüdü. Aşağı indikten sonra
paltosunu ve şapkasını çıkararak memura verdi.
Kendisine katılanlar soyunmakla meşguldü.

Atatürk yukarı çıkmak üzere merdivene doğru


yürürken gözleri, orada bekleyen iki inzibat erine
ilişti. Erleri yanına çağırarak sordu:

-“Burada ne bekliyorsunuz?”

Hiç ümit etmedikleri soru karşısında erler


şaşırdılar. Bir tanesi tam cevap vermeye
hazırlanırken Atatürk:

-“Anladım, dedi, siz de benim gibi buraya


davetlisiniz.”
İnzibat erinin hayreti görülecek bir şeydi. Atatürk:

-“Peki, niçin hâlâ yukarı çıkmadınız?”

-“...?”

-“Haydi, kaputlarınızı ve şapkalarınızı çıkarın,


vestiyere bırakın. Sizi bekliyorum.”

Erlerin ilk şaşkınlık anı geçmiş gibi idi. Hemen


soyundular. Ve eşyalarını vestiyere bıraktılar.

-“Yalnız vestiyerdeki memura 25 kuruş vermeniz


lâzım. Bunu unutmayın.”

Atatürk’ün bu sözü üzerine erler çantalarını


çıkararak memura paralarını verdi.

-“Şimdi, dedi Atatürk, yukarı beraber çıkacağız.


Fakat benim yanımdan bir karış bile
uzaklaşmayacaksınız.”
Erlerden biri bu büyük insana nasıl hitap etmesi
lâzım geleceğini düşündü. Kendisiyle konuşan
insan gözbebeği gibi sevdiği atasıydı. Bir an
içinde aklından binlerce kelime geçti. Fakat en
sonunda, kendi gözünde en kıymetli insana hitap
edebileceği en kıymetli kelimeyi buldu:

-“Emret Komutanım.”

Birkaç dakika sonra Atatürk kendisine hazırlanan


masaya oturmuş, sağındaki ve solundaki
koltuklara da erleri oturtmuştu.

Dünyanın benzerini görmediği bir tabloydu.

Atatürk, cebinden altın sigara tabakasını çıkardı.


Ve erlere uzattı. Onlar sigaraları aldılar. Fakat
yakmadılar. Bunun üzerine Atatürk sordu:

-“Niçin yakmıyorsunuz?” Sağındaki Mehmetçik


cevap verdi:
-“Komutanım, izin verin, bu sigaraları senin ölmez
bir hatıran olarak saklayalım.”

Atatürk bir saniye düşündükten sonra tabakasını


tekrar uzattı:

-“Peki. Onları saklayın. Fakat şimdiki


uzattıklarımdan için.”

Erler ikinci sigaraları aldılar, yaktılar.

Sonra yaverine işaret ederek kulağına bir şeyler


söyledi. Yaver derhal Atatürk’e iki tane 100 liralık
verdi. Atatürk hissettirmeden onları erlerin cebine
koyduktan sonra sırtlarını okşayarak:

-“Türkün bir büyüğüne, kumandanına bağlılığı


dünya yüzünde emsalsizdir.”

Bana döndü. Gözü yaşlı idi, sesi yumuşamış,


halinde bir hüzün vardı:
-“Türk çocuğu beni bekliyor” dedi.1

1 BANOĞLU, Niyazi Ahmet, Nükte ve Fıkralarla


Atatürk, Garanti Matbaası, İstanbul 1967, s. 293–
296.

Kaynak: Atatürk’ten Gençliğe Unutulmaz Anılar,


Ahmet Gürel, Mayıs 20099
,
,

You might also like