You are on page 1of 5

Türkiye’de Otantik Felsefe Yapabilmenin İmkânı ve Din

Felsefesi: Paul Ricoeur Üzerinden Bir Soruşturma


Recep ALPYAĞIL, İz Yayıncılık, İstanbul, 2010, 192 Sayfa.

Ahmet ŞENOL*

“Neden Özgün Felsefe Üretemiyoruz? ” ya da “Niçin Dünyaca Ünlü Bir


Filozofumuz Yok? ” gibi önemli sorular az çok felsefe ile ilgilenen herkes tarafından
sorulmuştur. Ülkemizin yetiştirdiği önemli feylesoflardan olan Recep Alpyağıl da bu
kıymetli eserinde Tanzimat’tan günümüze kadar bu sorulara verilen cevaplara yer
vermekte onların eksik noktalarından hareketle de bu sorulara özgün bir cevap vermeye
çalışıyor. Özgün bir felsefe üretebilmenin ilk koşulunun gelenek ile kopmuş olan bağları
yeniden kurmak olduğunu düşünen Alpyağıl, gelenek ve günümüz arasında kopan ya da
zayıflayan bağların bir geçiş disiplini olan Din Felsefesi ile kurulabileceği
kanaatindedir.

Alpyağıl, gelenek- günümüz arasındaki ilişkinin kurulmasının somut bir örneği


olarak da çalışmasında kendisine Paul Ricoeur metaforunu seçmiştir. Burada şu noktayı
belirtmek gerekmektedir, Alpyağıl ‘ın bu çalışmada ki asıl amacı “ Türkiye’de felsefe
nasıl yeniden diriltilebilir, bu süreçte din felsefesinin katkısı ne olabilir? ” vb.
sorularının Ricoeur üzerinden tartışmaktır yoksa Ricoeur üzerine tarihsel bir inceleme
yapmak değildir.

Alpyağıl, eserin giriş bölümünde niçin Paul Ricoeur metaforunun ve niçin Din
felsefesi disiplinini tercih edildiğini sırasıyla açıklıyor. Ricoeur metaforunun seçilmesin
de ki asıl sebebin onun edebiyattan felsefeye, psikolojiden siyasete kadar çok yönlü bir
düşünür olması ve bunun doğal sonucu olarak da bütün bu disiplinler arasında arabulucu
tutum geliştirerek çoklu/ çifte bir felsefe geliştirmesidir. Öyle anlaşılıyor ki Alpyağıl’ a
göre, Ricoeur ’un bu çifte/ çoklu felsefe metodu Türkiye’de özgün bir felsefe inşa etme
idealinin ilk basamağını oluşturmaktadır. Alpyağıl göre özgün bir felsefe inşa
edebilmenin ikinci adımı ise gelenek ile aramızdaki kopan bağların yeniden kurulması
bunun için de “ ya, ya da” değil de “ve” diyebilen bir felsefi bir disipline ihtiyaç vardır
ki bu disiplin de en önemli karakterlerden birisi köprüler kurabilme potansiyeli olan Din
felsefesidir.

*
Yüksek Lisans Öğrencisi, Trabzon Üniversitesi İlahiyat Fakültesi.
Birinci bölümde Alpyağıl, ilk olarak otantik(authentic) kavramını açıklıyor.
Otantik kavramı en genel anlamı itibariyle kök-le, kökenle alakalıdır. O halde, Otantik
olan ise, belli bir kökü olana denilebilir. Peki, bu metinde otantik felsefe denildiğinde
ne anlamalıyız? Otantik felsefe bir başkasının kopyası olmayan, bir kökü ya da kökleri
olan ve gücünü oradan alan felsefe demektir. Ancak Alpyağıl’ a göre, otantik bir
felsefeden kast edilen şey geçmişte yer alan bir felsefeye dönerek onu bugüne taşımak
değildir; onları da dikkate alarak bugün keşfedeceğimiz bir kendiliktir.

Alpyağıl, otantik kavramını tanıttıktan sonra Türkiye de “özgün” bir felsefenin


olmadığını iddia eden Tanzimat ve Cumhuriyet düşünürlerinden birkaçına yer veriyor
ve önemli bir noktayı gözden kaçırdıkları için onları eleştiriyor. Bu önemli nokta ise,
gelen-ektir. Türkiye’de özgün bir felsefe oluşturamamanın asıl sebebi gelen- ekle, gel-
miş olan ile bağlantı kurulamamasıdır. Bu bağlantı kurulmadığı sürece Alpyağıl’ a göre,
Devşirme düşünce ile düşünce çarkının dönmediği ve dönmeyeceği açıktır. Otantiklik
kavramı ise tam burada devreye giriyor. Eğer otantiklik bir yere bağlı olmak ise bu yer
sabit bir yer olmamakla birlikte, insanın doğası gereği en yakın yerden başlamalıdır.
Çünkü Öz-gün felsefe her şeyden önce bu öze ilişkin olmalıdır. Alpyağıl, daha sonra bu
konuyla alakalı ilk düşünenin kendisi olmadığını ve bu soruna cevap arayan birçok
felsefeci olduğunu belirtiyor ve Ahmet İnam’ın “ön felsefe” kavramından bahsediyor.
Sonuç olarak Alpyağıl’ a göre, özgün bir felsefe oluşturmanın yolu, her alanda geçmişe
eklemlenerek bir gelenek oluşturmaktan geçmektedir. Gelenek bizim için bir model
oluşturarak, günün sorunlarını daha kolay anlama imkân sağlayacak ve sorunlar kolay
anlaşılır hale geldiğinde de yeni ve özgün düşünce üretmek daha kolay olacaktır.

Alpyağıl, Otantik felsefe yapmanın önünde bazı sahte paradokslar bulunduğunu


düşünüyor. Bunlar; “Dinsiz” Felsefe Yapmak” ve “Felsefesiz “Din-dar Olmak” dır. Bu
bağlamda, özgün felsefe yapma konusunda en büyük sorunlardan birisi de, zaman
zaman felsefeden, zaman zaman dinden kaynaklanan bir kutuplaşmanın düşünce
haritalarımıza hâkim olmasıdır. Buna göre, içinde yer aldığımız coğrafyada, felsefe
etkinliği bir şekilde dinle bağlantı olmaktadır. Dolayısıyla otantik felsefe yapmak
isteyen bir filozofun “din” gerçeğini görmezden gelmesi mümkün değildir. Bu sorunu
daha somut hala getirmek amacıyla Alpyağıl gerek ortaçağ filozoflarından (Aquinas,
Augustinus) gerekse çağdaş filozoflardan(E. Levinas) örnekler veriyor ve
coğrafyamızda bu isimlerin muadillerinin olduğu –burada Molla Fenari, Taftazani,
Cürcani gibi düşünürleri saymaktadır- fakat gelen-ek ile kopan bağlar yüzünden
bunlardan haberdar olmadığımız gerçeğini de gözler önüne seriyor. Sonuç olarak
ülkemizde yapılan felsefenin sınırlarını zorlaması, evrensel ölçekte kabul görmesi için
öncelikle bir zemine ihtiyaç vardır. O zemin ise, en önemli parçasının din olduğu
gelenekten başkası değildir. Alpyağıl’ a göre, nasıl ki dinden ve dolayısıyla gelenekten
soyutlanarak bir felsefe yapmak problemli bir davranış ise aynı şekilde felsefeden
soyutlanarak dindar olmakta o derecede problemli bir davranıştır. Alpyağıl filozof-
teolog arasındaki yakın benzerliğe dikkat çekmektedir. Buna göre “Farkına varsın ya da
varmasın, her sıradan insanı ilgilendiren sorunları, filozof-teolog ya da teolog- filozof
gün ışığına çıkarabilmiştir. Örnek mi? Tanrı kanıtlamaları konusu. (s. 53)”

Alpyağıl, birinci bölümün üçüncü kısmında kendisine metafor olarak seçtiği


Ricoeur ’ün sözü geçen paradoksları aşma yolunda ki önemine değiniyor. Aslında bu
kısım giriş kısmında kısaca değindiği Niçin Ricoeur? Sorusuna daha detaylı ve
derinlemesine cevap verdiği bölüm desek yanılmış olmayız. Ricoeur ’ün paradoksları
aşma yolundaki önemi yöntemler arasında, iman ile kuşku arasında, felsefe ve teoloji
arasında her iki tarafa da tamamen meyil etmeyen bir tutum geliştirebilmesinde
yatmaktadır. Bu bağlamda Alpyağıl, Ricoeur’ ün yöntemler arasındaki tutumunu
açımlarken onun “aşılama” kavramından bahsediyor. Bu kavram, sorunlu bir alana
başka bir alanın kavramlarının ilave edilmesini ifade eediyor. Ricoeur’ e göre bu
kaynaştırma/aşılama felsefenin en acil görevidir. Peki, bu kavramın bizim açımızdan
önemi nedir? Alpyağıl’ a göre Türk düşüncesinin içerisinde bulunduğu eski- yeni,
gelenek- günümüz, dini –gayri dini arasında –ki eğer bir ara varsa- “arayı bulamama
sorunu” bu yöntem ile çözüme kavuşturulabilir.

Ricoeur’ ün iman ile kuşku arasında, felsefe ve teoloji arasında bir tutum
takınması onun zaman zaman yalnızca kuşkucu, zaman zaman yalnızca teolog olarak
addedilmesine yol açmıştır. Ancak Ricoeur’ ün bu şekilde “tek yönlü” bir düşünür
olarak ele alınması Alpyağıl’ a göre onu eksik ve yanlış anlamaktan kaynaklanmaktadır.
Çünkü Ricoeur hayatı boyunca “çift yönlü/kutuplu” bir felsefe ortaya koymaya çalışmış
ve bunu eserlerinde bizatihi dile getirmiştir.

Alpyağıl, bu bölümün ilerleyen sayfalarında, Ricoeur felsefesini daha ayrıntılı


bir şekilde açıklamaya soyunuyor. Bu bağlamda onun “circle” olarak ifade ettiği
dilimize; çember, çevre, çevrim gibi farklı şekillerde tercüme edilebilen kavramından
bahsetmekte ve bu tercümelerden “çevrim” kelimesini tercih ediyor. Ricoeur’ ün
“çevrimi” farklı yöntemlerin, geleneklerin, dünya görüşlerinin vb. bir arada bütüncül bir
şekilde bulunmasını ifade etmektedir. Circular/çevrim merkezli bir felsefe için, olumsuz
bir cümle asla olumsuz değildir. Yani, “ben Hıristiyan felsefeci değilim” demek
gerçekten de “Hıristiyan değilim” demek değildir. Aksine “Hıristiyan olmayan da
değilim” demektir (s. 73). Yazarın burada asıl belirtmek istediği husus, teolojinin onun
çevirim felsefesinde nasıl bir yerde durduğu ve bu duruşun, Türk felsefesi için taşıdığı
önemi ortaya koymaktır. Teolojik çevirim, geleneğe dönüş ile gerçekleşecektir. Ancak
bu dönüş düzlemsel değil aksine dairesel(circle) gerçekleştiği takdirde gelenek ile doğru
ve sağlıklı bir ilişki kurulabilecektir. Türkiye açısından baktığımız da ise geleneğe
dönüş tabiri caizse “irtica” olarak adlandırıldığı için bu dönüşe soğuk bakılmaktadır.
Hâlbuki Ricoeur’ e göre “gelen-ek”e dönmek, irtica değil, yenileşme ve aydınlanmadır.
Kendi geleneğiyle dönüşlü bir ilişki kuramayan bir düşünce çizgisinin, başka
geleneklerle de sağlıklı bir ilişki kurması mümkün gözükmemektedir. Geleneği
önemsemek, geleceği ihmal etmek değildir; gelecek için geleneğe dönmektir.

Kendi “gelen-ek”iyle dönüşlü bir ilişki kuramayan bir düşünce çizgisinin, başka
“gelen-ek”lerle de sağlıklı ilişki kurması mümkün değildir. Alpyağıl şöyle diyor: “Basit
ve analojik mantıkla ifade edelim ki, Türkiye'de, felsefî bir başyapıt, ancak, Fârâbî, İbn
Sînâ, İbn Rüşd gibi klasik büyük filozoflara veya onların ardılı olan Râzî, Tûsî, Konevî,
Ebherî vb. başka birçok yerli isme atıfla yazıldığında otantik bir hüviyet kazanmayı hak
edebilecektir. Ancak bu halde yazılan yapıtlar, başyapıtlara dönüşebilecektir” ( s. 88).

Son tahlilde bütün mesele, gelenek ve gelecek arasındaki dönüşlü çevrimi


kaybetmemekte yatmaktadır. Bu çevrimi kaybetmemenin ve sürekli olarak devam
ettirmenin yolu ise, çeviri faaliyeti ile mümkündür. Ancak çeviri faaliyetini salt kültürel
transfer olarak algılamamalı bunun yanı sıra kültürel transfer kadar bir dönüşüm de
yakalamamız gerekmektedir. Çeviri, çevrimin, çevre/in, çevirenin ve çevrilenin
değişimini de beraberinde getirecektir. Böylece çeviri faaliyeti felsefe yapmanın bir
yolu olacaktır. Tıpkı bir zamanlar Farâbî ve diğer Müslüman filozofların, çeviri
metinleri hakiki felsefe metinlerine dönüştürebilme güçlerinde olduğu gibi ( s. 91).

Alpyağıl, bu bölümün son kısmında metafor olarak seçtiği Ricoeur ’un


felsefesinde ki eksikliklere yer veriyor ve bu çalışmadaki amacının Ricoeur’ e sürekli
methiyeler düzmek olmadığını çalışmanın genelinde olduğu gibi bir kez daha dile
getiriyor.
Otantik bir felsefe mümkünse dahi bu nasıl gerçekleşecektir? Alpyağıl bu soruyu
da cevapsız bırakmıyor ve eserin son bölümünde gelecekti otantik felsefe için bazı
notlar dile getiriyor. Bu bağlamda R. Koselleck’in, Geçmiş Gelecek Zaman
metaforundan bahsediyor. Buna göre geçmiş tasavvuru, zannedilenin aksine, gelecekle
ilgili tasarımların tam da merkezinde yer almaktadır. Şu halde, düşünsel birikimi
araştırmak, esasında bugüne dönük bir araştırmadır. Açıkçası, geçmişte felsefe
varlığından ya yokluğundan söz etmek, geçmişle ilgili olmaktan çok bugünle ilgili bir
görüyü içinde barındırır. Öyle ki, geleneğimiz içerinde, ya zaten bir felsefe hareketliliği
vardı ve günümüz için bir felsefeden söz edebileceksek bu, onun sonucu olmalıdır. Ya
da zaten böyle bir şey yoktu ve hâlihazırda da olması mümkün görünmemektedir(s.
107).

Alpyağıl, bu konu bağlamında ahlaki, dini, tarihsel, felsefi vb. birçok unsuru
içerisinde barındırabilen “Anlatı (Narration)” kavramından da bahsediyor. Buna göre
Türkiye’deki felsefe faaliyetlerindeki ana sorun, kendi anlatılarını oluşturmak yerine,
batı felsefesinin anlatısı ile kendi düşünce geleneğini değerlendirmesidir. “Geçmişte
felsefe yoktur, varsa bile bugün için anlamsızdır, din felsefe için yararsızdır” vb.
cümleler ise böyle bir tutumun sonucudur. Oysa sahici bir düşünce etkinliği açısından
düşünülürse, doğru olan başkalarının anlatılarını da dikkate alarak kendi anlatımızın
inşasıdır. Bu anlatıyı başkaları bizim adımıza oluşturacak değildir; biz, kendimiz, onu
oluşturmak durumundayız (s. 169).

Her sanat eserin de bulunduğu üzere bu metinde kendine özgü nakaratlara


sahiptir. Bu metnin üç nakaratı ise şudur: 1) Otantik bir felsefemizin ve filozofumuzun
olmayışının en önemli nedenlerinden birisi, felsefenin geçmiş düşünce birikimiyle
yaşadığı sorunlu ilişkidir. 2) Otantik bir felsefe, ancak bu ilişkinin yeni biçimlerde
kurulmasıyla mümkün olacaktır. 3) Sürekli “ve” ile düşünen bir disiplin olan Din
felsefesi, ve’sini kaybetmiş olan Türkiye’deki felsefe faaliyetlerine, onu yeniden
kazandırabilir.

Alpyağıl’ın felsefi düşünce geleneği perspektifinden sorduğu bütün bu sorular,


bütün sosyal bilimler ve dahi temel İslami bilimler açısından da sorulabilir. “Niçin
dünya çapında bir sosyoloğumuz, dinler tarihçimiz, psikoloğumuz, tefsircimiz,
hadisçimiz, İslam tarihçimiz yok?”. Bu sebepten dolayı bu eserin bütün İlahiyat
disiplinleri için bir önemli bir kandil konumunda olduğunu düşünüyorum.

You might also like