Professional Documents
Culture Documents
Ahmet ŞENOL*
Alpyağıl, eserin giriş bölümünde niçin Paul Ricoeur metaforunun ve niçin Din
felsefesi disiplinini tercih edildiğini sırasıyla açıklıyor. Ricoeur metaforunun seçilmesin
de ki asıl sebebin onun edebiyattan felsefeye, psikolojiden siyasete kadar çok yönlü bir
düşünür olması ve bunun doğal sonucu olarak da bütün bu disiplinler arasında arabulucu
tutum geliştirerek çoklu/ çifte bir felsefe geliştirmesidir. Öyle anlaşılıyor ki Alpyağıl’ a
göre, Ricoeur ’un bu çifte/ çoklu felsefe metodu Türkiye’de özgün bir felsefe inşa etme
idealinin ilk basamağını oluşturmaktadır. Alpyağıl göre özgün bir felsefe inşa
edebilmenin ikinci adımı ise gelenek ile aramızdaki kopan bağların yeniden kurulması
bunun için de “ ya, ya da” değil de “ve” diyebilen bir felsefi bir disipline ihtiyaç vardır
ki bu disiplin de en önemli karakterlerden birisi köprüler kurabilme potansiyeli olan Din
felsefesidir.
*
Yüksek Lisans Öğrencisi, Trabzon Üniversitesi İlahiyat Fakültesi.
Birinci bölümde Alpyağıl, ilk olarak otantik(authentic) kavramını açıklıyor.
Otantik kavramı en genel anlamı itibariyle kök-le, kökenle alakalıdır. O halde, Otantik
olan ise, belli bir kökü olana denilebilir. Peki, bu metinde otantik felsefe denildiğinde
ne anlamalıyız? Otantik felsefe bir başkasının kopyası olmayan, bir kökü ya da kökleri
olan ve gücünü oradan alan felsefe demektir. Ancak Alpyağıl’ a göre, otantik bir
felsefeden kast edilen şey geçmişte yer alan bir felsefeye dönerek onu bugüne taşımak
değildir; onları da dikkate alarak bugün keşfedeceğimiz bir kendiliktir.
Ricoeur’ ün iman ile kuşku arasında, felsefe ve teoloji arasında bir tutum
takınması onun zaman zaman yalnızca kuşkucu, zaman zaman yalnızca teolog olarak
addedilmesine yol açmıştır. Ancak Ricoeur’ ün bu şekilde “tek yönlü” bir düşünür
olarak ele alınması Alpyağıl’ a göre onu eksik ve yanlış anlamaktan kaynaklanmaktadır.
Çünkü Ricoeur hayatı boyunca “çift yönlü/kutuplu” bir felsefe ortaya koymaya çalışmış
ve bunu eserlerinde bizatihi dile getirmiştir.
Kendi “gelen-ek”iyle dönüşlü bir ilişki kuramayan bir düşünce çizgisinin, başka
“gelen-ek”lerle de sağlıklı ilişki kurması mümkün değildir. Alpyağıl şöyle diyor: “Basit
ve analojik mantıkla ifade edelim ki, Türkiye'de, felsefî bir başyapıt, ancak, Fârâbî, İbn
Sînâ, İbn Rüşd gibi klasik büyük filozoflara veya onların ardılı olan Râzî, Tûsî, Konevî,
Ebherî vb. başka birçok yerli isme atıfla yazıldığında otantik bir hüviyet kazanmayı hak
edebilecektir. Ancak bu halde yazılan yapıtlar, başyapıtlara dönüşebilecektir” ( s. 88).
Alpyağıl, bu konu bağlamında ahlaki, dini, tarihsel, felsefi vb. birçok unsuru
içerisinde barındırabilen “Anlatı (Narration)” kavramından da bahsediyor. Buna göre
Türkiye’deki felsefe faaliyetlerindeki ana sorun, kendi anlatılarını oluşturmak yerine,
batı felsefesinin anlatısı ile kendi düşünce geleneğini değerlendirmesidir. “Geçmişte
felsefe yoktur, varsa bile bugün için anlamsızdır, din felsefe için yararsızdır” vb.
cümleler ise böyle bir tutumun sonucudur. Oysa sahici bir düşünce etkinliği açısından
düşünülürse, doğru olan başkalarının anlatılarını da dikkate alarak kendi anlatımızın
inşasıdır. Bu anlatıyı başkaları bizim adımıza oluşturacak değildir; biz, kendimiz, onu
oluşturmak durumundayız (s. 169).