You are on page 1of 49

Yirmi Dokuzuncu Lem’a

Îmana Medar
Âli Bir Tefekkürnâme
Tevhide Dâir
Yüksek Bir Marifetnâme

(ENVAR Neşriyatın neşrettiği ÂYET ve HADİSLERİN


MEALLERİNDEN aynen alınmıştır.)
ve intizamı muhafaza için vaz'ettim.
Gayet muhtelif Arabî ibarelerle
kendi kendime o tefekkürde
İfade-i Meram
gittiğim zaman,
Onüç seneden beri
o kelimatı lisanen zikrediyordum.
kalbim, aklım ile imtizaç edip
Bu uzun zamanda ve
Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın
binler defa tekrarında
ne bana usanç geliyordu ve
ne de verdiği zevk noksanlaşıyordu
ve ne de onlara ihtiyac-ı ruhî
zâil oluyordu.
Çünki bütün o tefekkürat,
âyât-ı Kur'aniyenin lemaatı
olduğundan; âyâtın bir hâssası
olan usandırmamak ve
halâvetini muhafaza etmek
hâssasının bir cilvesi, o tefekkür
âyinesinde temessül etmiştir.
Bu âhirde gördüm ki:
gibi âyetler ile emrettiği tefekkür Risale-i Nur'un eczalarındaki
mesleğine teşvik ettiği ve kuvvetli ukde-i hayatiye
ve parlak nurlar,
o silsile-i tefekküratın lem'alarıdır.
hadîs-i şerifi Bana ettikleri tesiri başka zâtlara
bazan bir saat tefekkür da edeceği düşüncesiyle,
bir sene ibadet hükmünde âhir ömrümde mecmuunu
olduğunu beyan edip, kaleme almak niyet etmiştim.
tefekküre Gerçi çok mühim parçaları
azîm teşvikat yaptığı cihetle, risalelerde dercedilmiştir;
ben de bu on üç seneden beri fakat heyet-i mecmuasında
meslek-i tefekkürde başka bir kuvvet ve kıymet
akıl ve kalbime tezahür eden bulunacaktır.
büyük nurları ve Âhir-i ömür muayyen olmadığı için,
uzun hakikatları kendime bu hapisteki mahkûmiyetim ve
muhafaza etmek için işarat vaziyetim ölümden daha beter
nev'inden bazı kelimatı o envâra bir şekil aldığından,
delalet etmek için değil, belki âhir-i hayatı beklemiyerek,
vücudlarına işaret ve tefekkürü kardeşlerimin ısrar ve ilhahları ile,
teshil tağyir etmeyerek,
o silsile-i tefekkürat
1
"yedi bab" üstünde yazıldı. senin hamdinle tesbîh eder.
Çekirdekler ve tohumlar,
Birinci Bâb bilmüşâhede sünbüllerinin lisânıyla
ve dânelerinin kelimeleriyle
senin hamdinle tesbîh eder.
hakkındadır. Ve her bir nebât,
(Ve o, üç fasıldır.) tomurcuklarının inkişâfı ve
çiçeklerinin müzeyyenâtının ve
Birinci Fasıl sünbüllerinin muntazamâtının
ağızlarıyla yavrularının
tebessümü ânında
gâyet vuzûh ve zuhûr ile,
Her türlü naks ve kusûrdan
tohumlarının mevzûnâtının ve
seni tenzîh ederim
habbelerin manzûmâtının
ey o Zât-ı Zülcelâl ki,
kelimeleriyle,
Semâ,
şekilleri içindeki renkleri içindeki
yıldızlarının ve güneşlerinin ve
tadları içindeki kokuları içindeki
aylarının kelimeleriyle,
nakışları içindeki zînetleri içindeki
hikmetlerinin remizleriyle
boyaları içindeki san‘atları içindeki
senin hamdinle tesbîh eder.
ölçüleri içindeki tanzîmleri içindeki
Dünyâ semâsı,
mîzânları içindeki
bulutlarının ve gök gürültülerinin ve
nizâmlarının lisânıyla
şimşeklerinin ve yağmurlarının
senin hamdinle tesbîh eder.
kelimeleriyle,
Çiçeklerinin zarâfet-i uyûnundan ve
fâidelerinin işâretleriyle senin
sünbüllerinin tarâvet-i esnânından
hamdinle tesbîh eder.
takattur eden şeyle,
Yeryüzü, ma‘denlerinin ve
Senin kullarına olan teveddüdünün
bitkilerinin ve ağaçlarının ve
ve tearrüfünün cilvelerinin
hayvânlarının kelimeleriyle,
reşehât-ı lemeâtından
intizâmâtının delâletiyle
Senin tecelliyât-ı sıfâtını vasfettiği,
senin hamdinle tesbîh eder.
celevât-ı esmânı ta‘rîf ettiği ve
Nebâtât ve ağaçlar,
teveddüdünü ve tearrüfünü tefsîr
yapraklarının ve çiçeklerinin ve
ettiği gibi.
meyvelerinin kelimeleriyle,
Her türlü nakıs ve kusûrdan seni
menfaatlerinin tasrîhâtıyla
tenzîh ederim
senin hamdinle tesbîh eder.
ey Vedûd, ey Ma‘rûf!
Çiçekler ve meyveler,
San‘atın ne kadar güzeldir ve
tohumlarının ve kanatlarının ve
o ne kadar süslüdür ve
çekirdeklerinin kelimeleriyle,
o ne kadar açıktır ve
san‘atlarının acâibiyle
o ne kadar sağlamdır.
2
Her türlü nakıs ve kusûrdan seni medâyih-i bâhire inşâd etmek için
tenzîh ederim ey o Zât-ı Zülcelâl ki, yazılmış manzûm bir kasîdedir.
bütün ağaçlar, tomurcuklarının Yâhûd o Fâtırın neşrolunan
açması, çiçeklerinin inkişâfı, acâibine bakmak için
yapraklarının tezâyüdü, çoklukla bakar gözlerini açmıştır.
meyvelerin olgunlaşması ve Yâhûd yeşillenmiş a‘zâlarını
dallarının ellerinde masum kendi bayramı için süslemiş ki,
çocuklar gibi oynaşması ânında, sultânı O’nun münevver eserlerini
kereminle yeşil olan yapraklarının müşâhede etsin ve meşherde
ve lütfunla tebessüm eden müras-saât-ı cevheri teşhîr etsin ve
çiçeklerinin ve rahmetinle gülen ağacın hikmet-i hilkatini
meyvelerinin ağızlarıyla, acâib-i beşere i‘lân etsin.
hilkatlerinin içindeki kesret-i Sen her türlü nakıs ve kusûrdan
tenevvü‘lerinin içindeki münezzehsin.
etlerinin ihtilâfı içindeki İhsânın ne kadar güzel,
şekillerinin içindeki beyânın ne kadar âşikâr,
renklerinin içindeki bürhânın ne kadar bâhir,
kokularının içindeki ne kadar zâhir ve
tadlarının içindeki ne kadar nûrludur.
nakışlarının içindeki Sen her türlü nakıs ve kusûrdan
zînetlerinin içindeki münezzehsin.
boyalarının içindeki San‘atın ne kadar acâibdir.
tevzînlerinin içindeki Hikmetlerinin delâletiyle
tanzîmlerinin içindeki ışığın parlaması
mîzânlarının içindeki senin tenvîrin ve teşhîrindendir.
nizâmlarının lisânlarıyla Vazîfelerinin sırrıyla
hamdederek kasırganın dalgalanması
kemâl-i sarâhat ve beyânla hususan kelimelerin naklinde
Senin hamdinle tesbîh eder. Senin tasrîfin ve tavzîfindendir.
Meyvelerinin Fâidelerinin işâretiyle
ağızlarından tereşşüh eden şeyle, nehirlerin fışkırması
Senin mahlûkâtına olan tehabbüb Senin tedhîrin ve teshîrindendir.
ve teahhüdünün cilvelerinin Hâssalarının ve
reşehât-ı lemeâtının katarâtından
menfaatlerinin remizleriyle
Senin sıfâtını vasfettiği,
taşların ve demir süslenmesi ve
esmânı ta‘rîf ettiği ve
muhabere naklinde
masnûâtına olan tehabbüb ve
hususan seslerin
teahhüdünü tefsîr ettiği gibi.
Hattâ sanki o çiçek açmış olan Senin tedbîrin ve tasfîrindendir.
ağaç, Sâniine Hikmetlerinin acâibliği ile
3
çiçeklerin tebessümü Senin ey bütün masnûâtının mu‘cizâtıyla
tahsînin ve tezyînindendir. ve bütün mahlûkâtının tavsîfâtıyla
Fâidelerinin delâleti ile meyvelerin ve bütün mevcûdâtının ta‘rîfâtıyla
süslenmesi Senin in‘âmın ve Ma‘rûf olan!
ikrâmındandır. Sen her türlü naks ve
Şerâit-i hayâtlarındaki intizâmın kusûrdan münezzehsin.
işâretiyle kuşların cıvıltısı Senin zikrinin hakkıyla
senin konuşturman ve Seni zikredemedik,
fâidelendirmendendir. ey bütün mahlûkâtının lisânlarıyla
Fâidelerinin şehâdetiyle ve kitâb-ı kâinâtının
yağmurların sesi bütün kelimelerinin nefisleriyle
ve mahlûkâtından
Senin tenzîlin ve tafdîlindendir.
bütün zevi’l-hayâtın
Harekâtındaki hikmetlerin
Sana olan tahiyyeleriyle Ve
şehâdetiyle ayların hareketi
bütün ağaçların ve nebâtlarındaki
Senin takdîrin, tedbîrin,
ihtizâz eden, zikreden
tedvîrin ve tenvîrindendir. bütün yaprakların mevzûnâtıyla
Sen her türlü naks ve kusûrdan mezkûr olan!
münezzehsin! Sen her türlü
Bürhânın ne kadar nûrludur. nakıs ve kusûrdan münezzehsin.
Saltanatın ne kadar âşikârdır. Senin şükrünün hakkıyla
Sana şükredemedik,
İkinci Fasıl ey şâhidlerin gözü önünde
bütün ihsânâtının ihsânına
Sen her türlü nakıs ve olan senâlarıyla
kusûrdan münezzehsin. ve kâinât çarşısında
Seni senâ etmeyi bütün ni‘metlerinin
saymakla bitiremem. senin in‘âmını i‘lân etmesiyle
Sen Furkân’ında ve mahlûkâtın enzârı önünde
kendi zâtını senâ ettiğin gibi ve rahmetinin ve ni‘metinin
Senin izninle Habîbinin bütün semerâtının manzûmâtıyla
Seni senâ ettiği gibi ve ve ağaçların ve nebâtların
Senin intâkınla bütün masnûâtın dizilişindeki munazzam
Seni senâ ettiği gibisin. çiçeklerin ve salkımlarının
Sen her türlü nakıs ve bütün mevzûnâtının tahmîdâtıyla
kusûrdan münezzehsin. Meşkûr olan!
Senin ma’rîfetinin hakkıyla Sen münezzehsin.
Seni tanıyamadık, Şânın ne büyük,
bürhânın ne süslü,
ne kadar zâhir
4
ve ne kadar bâhirdir. - efdal-i salavâtın ve etemm-i
Sen münezzehsin. teslîmâtın O’nun üzerine ve âlinin
Senin ibâdetinin hakkıyla üzerine olsun-
sana ibâdet edemedik, Senin hamdinle tesbîh eder.
ey bütün melâikenin Sen münezzehsin.
ve bütün zevi’l-hayâtın Ey O Zât-ı Zülcelâl ki,
ve bütün anâsır ve mahlûkâtın Bu kâinât, Muhammed
kemâl-i itâat ve imtisâl Aleyhissalâtü Vesselâm’ın
ve intizâm ve ittifâk Sana olan tesbîhâtının sadâlarıyla
ve iştiyâkla ma‘bûdu olan! Senin hamdinle tesbîh eder.
Sen münezzehsin. Zîrâ Sana olan tesbîhâtının
Senin tesbîhinin hakkıyla sadâlarının asırların dalgaları
Seni tesbîh edemedik, ve nesillerin bölükleri üzerinde
ey “Kendisini yedi gök ile yerin dalgalandığı Zât O’dur.
ve bunlarda bulunan herkesin Allâhım,
tesbîh ettiği ve kendisine Muhammed Aleyhissâlâtü
hamd ile tesbîh etmeyen hiçbir Ve’t-Teslîmât’ın
şeyin olmadığı” (İsrâ Sûresi, 17:44) tesbîhât sadâlarını,
zât! kıyâmet gününe kadar
Sen münezzehsin. kâinâtın sahîfelerinde
Gök ve yer, ve zamânın yapraklarında
bütün masnûâtının devâm ettir.
bütün tesbîhâtıyla Sen münezzehsin ey o Zât-ı
ve bütün mahlûkâtının Zülcelâl ki, dünyâ Muhammed
Sana olan bütün tahmîdâtıyla, Aleyhissalâtü Vesselâm’ın âsâr-ı
Senin hamdinle tesbîh eder.
şerîatiyle Senin hamdinle tesbîh
Sen münezzehsin.
eder. Allâhım, Muhammed
Yer ve gök,
Aleyhissalâtü Vesselâm’ın âsâr-ı
bütün peygamberlerinin
diyânetiyle dünyâyı kıyâmet
ve velîlerininin ve meleklerinin
gününe kadar süsle.
-salât ve selâmın
Sen münezzehsin ey o Zât-ı
onlar üzerine olsun-
Zülcelâl ki, Muhammed
bütün tesbîhâtıyla Senin hamdinle
Aleyhissalâtü Vesselâm’ın lisânıyla
tesbîh eder.
Sen münezzehsin. arz senin azamet-i kudretinin arşı
Kâinât, Habîb-i Ekreminin (A.S.M.) altında secde ederek Senin
bütün tesbîhâtıyla ve hamdinle tesbîh eder. Allâhım, arzı
Resûl-i A‘zamının Sana kıyâmet ve diriliş gününe kadar
olan bütün tahmîdâtıyla Muhammed Aleyhissalâtü
Vesselâm’ın lisânıyla,
5
bütün aktârıyla konuştur. olan Allâh Celâl sâhibidir ve
Sen münezzehsin münezzehtir.
ey o Zât-ı Zülcelâl ki, Celâl sâhibi ve münezzehtir O
bütün mekânlarda ve zamânlarda Allâh ki, “Kendisinin benzeri hiçbir
bütün mü’min erkekler ve şey yoktur ve O, hakkıyla işitendir,
mü’min kadınlar, Muhammedlerinin hakkıyla görendir." (Şûra Sûresi,
-Aleyhissalâtü Vesselâm- lisânıyla 42:11) Hatâlı ve kâsır evhâmın
Senin hamdinle tesbîh eder. tasavvur ettiklerinden mukaddes ve
Allâhım, mü’min erkekleri berîdir.
ve mü’min kadınları, Celâl sâhibi ve münezzehtir O
Muhammed Aleyhissalâtü Allâh ki, “Göklerde ve yerde en
Vesselâm’ın Sana olan yüce sıfatlar O’nundur. Ve O
tesbîhâtınının sadâlarıyla Azîzdir, Hakîm’dir.” (Rum Sûresi,
kıyâmet gününe kadar konuştur. 30:27) Bâtıl ve nâkıs akîdelerin
vasfettiklerinden mukaddes ve

Üçüncü Fasıl berîdir.


Kadîr-i Mutlak ve hiçbir şeye
Vâhid-i Ehad olan ve muhtâç olmayan ve acz ve
zıtlardan ve ihtiyâçtan mukaddes ve berî olan
benzerlerden ve Allâh Celâl sâhibidir ve
şerîklerden mukaddes ve berî olan münezzehtir.
Allâh Celâl sâhibidir ve Kâinâtın kemâlâtının şehâdetiyle,
münezzehtir. Zâtında ve sıfâtında ve efâlinde
Kadîr-i Ezelî olan ve Kâmil-i Mutlak olan ve kusûr ve
yardımcılarından ve vezîrlerden noksândan mukaddes ve berî olan
mukaddes ve berî olan Allâh Celâl sâhibidir ve
Allâh Celâl sâhibidir ve münezzehtir. Çünki kâinâtta kemâl
münezzehtir. ve cemâlden ne varsa hepsi, hads-
Kadîm-i Ezelî olan ve sonradan i sâdıkla ve kat‘î bürhânla ve vâzıh
vücûda gelen ve zâil olup gidici delîlle sâbîttir ki, O münezzeh olan
olanlardan mukaddes ve berî olan Zâtın kemâline nisbeten zaîf bir
Allâh Celâl sâhibidir ve gölgedir. Zîrâ tenvîr ancak
münezzehtir. nûrânîden olur. Âyînelerin fânîliği
Vâcibü’l-Vücûd ve nazîri mümteni‘ ve mazharların seyyâletiyle
ve kendisinden başka her şey berâber cemâl ve kemâlin
mümkini’l-vücûd olan ve tecellîsinin devâmıyla ve
mümkinâtın mâhiyetlerinin eâzımdan, meşreblerde ve
levâzımından mukaddes ve berî keşfiyâtta muhtelif ve kâinâttaki
kemâlâtın, Zât-ı Vâcibü’l-Vücûd’un
envâr-ı kemâlinin gölgesi
6
olduğunda müttefik bir çok (Risâle-i Nûr’un fikirden sonra en
cemâatin icmâ‘ ve ittifâkıyla da mühim bir esâsı şükür olduğundan
sâbittir. ve şükür ve hamdin ekser merâtib
Ezelî, ebedî ve sermedî olan ve ve hakîkatleri Risâle-i Nûr’un
sonradan vücûda gelip teceddüd eczâlarında îzâh ile beyân
ve tekâmül edenlerin lâzımı olan edildiğinden burada onlara iktifâen
tagayyür ve tebeddülden gâyet muhtasar bir sûrette îmân
mukaddes ve berî olan Allâh Celâl ni‘metine mukâbil olan hamdin
sâhibidir ve münezzehtir. birkaç mertebeleri zikredildi. Îmân
Hâlık-ı kevn ve mekân olan ve ni‘metinin mertebelerine göre de
kesîf, kesîr, mukayyed ve mahdûd hamdin mertebeleri var.)
olan mâddiyât ve mümkinâtın Said Nursi
lâzımı olan tahayyüz ve tecezzîden
mukaddes ve berî olan Allâh Celâl
sâhibidir ve münezzehtir. Birinci Nokta
Kadîm-i Bâkî olan ve hudûs ve Altı cihetin karanlıklarını bize izâle
zevâlden mukaddes ve berî olan eden îmân ni‘metinden dolayı
Allâh Celâl sâhibidir ve hamd Allâh’a mahsûstur.
münezzehtir. Zîrâ sağ tarafımız hükmünde olan
Vâcibü’l-Vücûd olan çocuk ve mâzî ciheti, en büyük mezâr olması
babadan, çözülüp dağılmaktan ve cihetiyle karanlıklı ve korkunçtur.
birleşmekten, hasr ve tahdîd Fakat îmân ni‘metiyle
edilmekten, cenâbına yakışmayan o mezâr-ı ekber nûrâni bir meclis
ve vücûb-ı vücûduna münâsib olarak gözükür.
olmayan ve ezeliyetine ve Müstakbel ciheti olan sol tarafımız
ebediyetine muvâfık olmayan ise, bizim için büyük bir kabir
şeylerden mukaddes ve berî olan olmasından dolayı karanlıklı ve
Allâh Celâl sâhibidir ve korkunçtur.
münezzehtir. O’nun celâli ne Fakat îmân ni‘metiyle, içinde
yücedir ve O’ndan başka ilâh rahmânî ziyâfetler bulunan süslü
yoktur. bahçeler şeklinde gözükür.
Semâvât âlemi olan üst cihet ise,

İkinci Bâb felsefe nazarıyla korkunç ve


müdhiştir.
Fakat îmân ni‘metiyle, bu cihet,
hakkındadır. semânın yüzünü kendileriyle tezyîn
eden zâtın emriyle mütebessim ve
Bu bâbda [Dokuz Nokta] vardır.
musahhar lambalar şeklinde

7
gözükür ki onlara ünsiyet edilir ve şeklinde gözükür. Çünki sultân-ı
onlardan dehşete düşülmez. Ezelî onları dâr-ı imtihâna vazîfeli
Arz âlemi olan alt cihet ise, olarak göndermiştir.
dalâletteki felsefe nazarıyla Bu hakîkatten dolayı, bu altı cihette
bakıldığı zamân, kendisinde bulunan karanlıkları izâle eden
bulunan vaz‘iyetiyle korkunç îmân ni‘metine edilen hamd dahi
gözükür. büyük bir ni‘met olduğundan hamd
Fakat îmân ni‘metiyle, musahhar etmeyi istilzâm eder. Zîrâ bu
ve çeşit çeşit lezzetler ve mat‘ûmat ni‘metin derecesi ve lezzeti hamd
ile yüklü Rabbânî bir sefîne ile anlaşılır.
şeklinde gözükür ki, Rahmânın Nihâyetsiz bir dâirenin devrinde
memleketi etrâfında seyâhat teselsül eden bir silsile içindeki
etmeleri için, Sânii, nev‘-i beşer ve elhamdülillâh’dan dolayı
cins-i hayvânî ona bindirmiştir. hamd Allâh’a mahsûstur.
Bir de ön cihet vardır ki, bütün
zîhayât sür‘atle kâfile kâfile bu
cihete yönelir. Bu kâfileler adem
İkinci Nokta
zulümâtında bir daha dönmeksizin Cihât-ı sitteyi bize tenvîr eden îmân
kaybolup gider. ni‘metinden dolayı
Fakat îmân ni‘metiyle, bu seyâhat, hamd Allâh’a mahsûstur.
zîhayâtların fenâ yurdundan bekâ Çünki îmân cihât-ı sittenin
yurduna ve hizmet yerinden ücret zulümâtını izâle etmekle,
alma yerine ve zahmet def‘-i belâ cihetinden büyük bir
mahallinden rahmet ve istirâhat ni‘met olduğu gibi, aynen böyle,
makâmına intikâli şeklinde cihât-ı sitteyi tenvîr etmesi
gözükür. Ammâ ölüm dalgaları sebebiyle celb-i menâfi‘ cihetin-den
içinde zîhayâtların sür‘ati ise, sukût îmân yine büyük bir ni‘mettir.
ve musîbet değildir. Belki İnsân, fıtratının câmiiyeti sebebiyle
saâdetlerine doğru, bir iştiyâk ve cihât-ı sittede bulunan mevcûdâtla
bir sür‘atle suûddur. alâkasından ve nereye yönelirse
Arka cihet de aynı şekilde karanlık yönelsin insanın îmân ni‘metiyle
ve korkunçtur. Her biri tereddüd bütün cihât-ı sitteden istifâdesi
ederek ve “Nereden? Nereye?” mümkün olur.
diye suâl ederek hayret içinde kalır. Bundan dolayı “o hâlde nerede
Çünki gaflet, ona bir cevâb (yüzünüzü kıbleye) dönerseniz,
veremez o tereddüd ve o tehayyür, artık orada Allâh’ın râzı olduğu
rûhunda karalıklara dönüşür. cihet vardır” (Bakara Sûresi, 2:115)
Fakat îmân ni‘metiyle, bu cihet, âyetinin sırrıyla, hadsiz uzunluktaki
insânın mebdei ve vazîfesi mesâfesiyle bu cihet ona tenevvür
8
eder. Hattâ sanki mü’min insânın, birinci noktaya istinâd eder ve ikinci
dünyânın evvelinden sonuna kadar noktadan istimdâd ederse, ma‘nevî
uzanan ma‘nevî bir ömrü vardır. Bu lezzetler ve tesellî verici bir ünsiyet
ömür, ezelden ebede kadar ve vicdânının mutmain olacağı bir
uzanan hayât nûrundan yardım i‘timâd hisseder.
ister.
Ve hattâ insân, kendi cihetlerin
îmânın tenvîri sırrıyla, hâzır Dördüncü Nokta
zamânın darlığı ve dar mekândan Emsâlinin deverânını göstermekle
âlemin geniş sâhasına çıkar ve meşrû‘ lezzetlerden hâsıl olan
âlem kendi evi gibi olur. Mâzî ve elemleri izâle eden ve
müstakbel ise rûhuna ve kalbine in‘âmın ağacını göstermekle
hâzır zamân gibi gelir. Ve hâkezâ ni‘metleri devâm ettiren ve emsâlin
kıyâs et. teceddüdündeki lezzeti
göstermekle firâk elemini izâle
Üçüncü Nokta eden îmân nûrundan dolayı
hamd Allâh’a mahsûstur.
İstinâd ve istimdâd noktalarını hâvî Yani her lezzet içinde, zevâlinden
olan îmândan dolayı neş’et eden elemler vardır. İşte
hamd Allâh’a mahsûstur. îmân nûruyla o zevâl izâle olur. Ve
Evet, beşerin gâyet aczi ve emsâlin teceddüdüne inkılâb eder.
düşmanlarının çokluğu sırrıyla, Teceddüdde başka bir lezzet de
hadsiz düşmanlarını def‘ etmek için vardır. Nasıl ki meyve, eğer ağacı
beşer şiddetli bir şekilde bir nokta-i bilinmezse, ni‘met bu meyvede
istinâda muhtacdır ki ona ilticâ münhasır kalır ve yenmesiyle zail
etsin. İhtiyaçlarının ve emellerinin olur. Kaybolmasından dolayı bir
gâyet kesretiyle berâber insânın teessüf îrâs eder. Fakat ağacı
gâyet fakrı sebebiyle, bir nokta-i bilinir ve görülürse, hâzır olan o
istimdâda şiddetli bir şekilde ağacın bekâsı ve o fânî meyvenin
muhtâc olur ki, ondan yardım emsâliyle tebdîlinden dolayı O’nun
istesin ve ihtiyâçlarını onunla taleb zevâlindeki elem zail olur.
etsin. Ve kezâ rûh-u beşerin en şiddetli
Allâh’a îmân, fıtrat-ı beşer için bir hâli, ayrılıklardan neş’et eden
nokta-i istinâddır. Âhirete îmân ise, elemlerdir. İşte o ayrılıklar îmân
O’nun vicdânı için bir nokta-i nûruyla dağılır, belki içinde başka
istimdâddır. Kim bu iki noktayı bir lezzet bulunan emsâlin
bilmezse, O’nun kalbi ve rûhu teceddüdü ile inkılâb eder.
tevahhuş eder ve vicdânı onu Zîrâ her yeni lezzetlidir.
dâimâ muazzeb kılar. Kim îmân ile
9
Bundan dolayı korkunç ve dehşet
Beşinci Nokta verici olmazlar,
Mevcûdâttan düşman ve ecnebî ve enîs ve mûnis olurlar.
korkunç ölüler ve ağlayan yetîmler Dalâlet nazarı
tevehhüm edilen şeyleri, matlablarından âciz olan
dost ve kardeş ve mûnis hayat sâhiblerini,
hayatdârlar ve tesbîh edici ve kendileri için muhabbet eden bir
zikredici kullar şeklinde gösteren hâmî ve onlara sâhib çıkmayı
îmân nûrundan dolayı taahhüd eden bir sâhib olmadığını
hamd Allâh’a mahsûstur. görür. Sanki onlar aczlerinden ve
Yani gaflet nazarı, âlemin hüzünlerinden ve yeislerinden
mevcûdâtını düşman gibi ağlayan yetîmlerdir.
muzır görür ve Fakat îmân nazarı der ki;
her şeyden tevahhuş eder. Zevi’l-hayat ağlayan yetîmler
Ve eşyâyı ecnebîler gibi görür. değildir. Belki onlar mükellef ibâd
Zîrâ dalâlet nazarında, ve muvazzaf me’mûrlar ve
bütün mâzî ve tesbîh edici zâkirlerdir.
istikbâl zamânlarındaki
kardeşlik alâkası kesilir.
O’nun kardeşliği ve alâkası ancak
Altıncı Nokta
hâzır ve küçük ve Dünyâ ve âhireti ni‘metlerle dolu
az bir zamân içindedir. Bu yüzden, iki sofra olarak gösteren îmân
ehl-i dalâletin ecnebîler ile olan nûrundan dolayı
uhuvveti, binler sene içinde hamd Allâh’a mahsûstur.
bir dakîka gibidir. Mü’min olan,
Ehl-i îmânın uhuvveti ise, îmân eliyle ve çeşit çeşit zâhirî ve
mâzînin mebdeinden bâtınî duygularıyla ve
istikbâlin nihâyetine kadar uzanır. îmânın ziyâsıyla inkişâf eden
Hem dalâlet nazarı kısım kısım ma‘nevî ve rûhî
kâinâtın ecrâmını korkunç letâifiyle o iki sofradan
ölüler şeklinde görür. istifâde eder.
Îmân nazarı ise, o ecrâmı, Evet, dalâlet nazarında
her bir cirmin lisân-ı hâliyle ve zevi’l-hayâtın dâire-i istifâdesi,
fâtırının tesbîhâtıyla konuştuğu zevâliyle bulanmış mâddî lezâizi
mûnis hayatdârlar olarak dâiresine doğru küçülür.
müşâhede eder. Îmân nûruyla ise,
Bu cihetten bakılınca onlarda bir istifâde dâiresi,
rûh ve bir hayat vardır. semâvât ve arzı belki dünyâ ve
âhireti ihâta eden bir dâireye
10
doğru tevessü‘ eder. edilmiştir. Allâh’a îmândan
Mü’min olan kimse, bahseden Risâle-i Nûr eczâlarının
güneşi evinde bir lamba ve bütün risâleleri bu ni‘metin
vazîfesinde refîk ve yüzünden o hicâbı kaldırır.
yolculuğunda bir enîs olarak görür. Ona iktifâ ederek
Ve güneş O’nun ni‘metlerinden burada kısa kesiyoruz.
bir ni‘met olur. Allâh-ü teâlânın rahmâniyetinden
Güneş ise kime ni‘met olursa, dolayı zevi’l-hayâttan rahmetin
O’nun dâire-i istifâdesi ve taalluk ettiği kimseler adedince
ni‘metinin sofrası semâvâttan daha ni‘metleri tazammun eden,
geniş olur. hamd Allâh’a mahsûstur.
Evet, Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyân Çünki câmiiyeti sırrıyla insân
“Güneşi ve ayı size musahhar fıtratında bütün zevi’l-hayâtla
kıldı” (İbrahim Sûresi, 14:33) ve alâkalar vardır. Onların saâdetleri
“Yeryüzünde olanları size sebebiyle kendisinde ma‘nevî bir
musahhar kıldı” (Hac Sûresi, 22:65) saâdet hâsıl olur. Ve O’nun
fıtratında, onların elemlerinden
emsâli âyetleriyle,
dolayı bir teessür vardır. Onlara
îmândan neş’et eden bu hârika
verilen ni‘met, bu insân için bir
ihsânâta belâgatiyle işâret eder.
nev‘î ni‘met olur.
Allâh-ü teâlânın rahîmiyetinden
Yedinci Nokta dolayı vâlidelerinin şefkatleriyle
kendilerine ni‘met verilen
Allâh’dan dolayı
hamd Allâh’a mahsûstur. çocuklar adedince,
Vâcibü’l-Vücûdun vücûdu hamd Allâh’a mahsûstur.
öyle bir ni‘mettir ki, Çünki fıtrat-ı selîme sâhibi olan
her bir ferd herkes, vâlidesi olmayan aç bir
bir mevcûd için çocuğun ağlamasından dolayı
O’nun fevkınde bir ni‘met yoktur. teellüm ve teveccu‘ ettiği gibi,
Bu ni‘met, nihâyeti olmayan vâlidelerin çocuklarına olan
çeşit çeşit ni‘metleri taattufundan dolayı da aynen öyle
ve sonu olmayan tena‘um eder.
ihsânât cinslerini Allâh-ü teâlânın hakîmiyetinden
ve hudûdu olmayan dolayı kâinâttaki bütün envâ‘-ı
atiyyelerin sınıflarını hikmetinin dakîkaları adedince
tazammun eder. hamd Allâh’a mahsûstur. Zîrâ
Bunlardan bir kısmına Risâle-i Nûr O’nun rahmâniyetinin cilveleriyle
eczâlarında hâssaten Otuz ikinci insânın nefsi tena‘um ettiği ve
Risâlenin Üçüncü Mevkıfında işâret rahîmiyetinin tecelliyâtıyla insânın
kalbi tena‘um ettiği gibi, aynen öyle
11
de O’nun hikmetinin letâifiyle de Muhammed Aleyhissalâtü
insânın aklı telezzüz eder. Vesselâm’dan dolayı hamd
Hak teâlânın hafîziyetinden dolayı nihâyetsiz bir hamd ile Allâh’a
“Vâris” isminin tecelliyâtı adedince mahsûstur. Çünki o, daha önce bu
ve usûlünün ve babalarının ve ikinci bâbda işâret ettiğimiz bütün
sâhiblerinin zevâlinden sonra ni‘metlerin hazînelerinin bütün
geriye kalan bütün şeyler adedince anahtarları içinde olan îmâna
ve âhiret yurdunun mevcûdâtı vesîledir.
adedince ve uhrevî mükâfat Rabbi’l-Âlemînin marzıyâtı olan ve
sebebiyle muhâfaza olunan mâddî ve ma‘nevî çeşit çeşit
âmâl-i beşer adedince ni‘metlerine bir fihriste olan
hamd Allâh’a mahsûstur. İslâmiyet ni‘metinden dolayı hamd,
Çünki ni‘metin devâmı, nihâyetsiz bir hamd ile Allâh’a
ni‘metin kendisinden mahsûstur.
daha büyük bir ni‘mettir.
Lezzetin bekâsı,
lezzetin kendisinden lezzet Sekizinci Nokta
cihetiyle daha yüksek bir lezzettir. Hamd O Allâh’a mahsûstur ki,
Cennetteki devâmlılık, cennetin “Kâinât” diye isimlendirilen şu
kendisinin fevkınde bir ni‘mettir. kitâb-ı kebîr, O’nun evsâf-ı
Ve hâkezâ. cemâlini ve kemâlini izhâr edecek
Hak teâlânın hafîziyeti, bütün bütün bâbları ve fasılları ile ve
kâinâttaki mevcûdât üzerine, bütün bütün sahîfeleri ve satırları ile ve
ni‘metlerinden daha çok ve daha bütün kelimeleri ve harfleri ile O’na
ziyâde ve daha yüksek ni‘metleri hamd eder ve O’na senâda
tazammun eder. bulunur.
Ve hâkezâ “Rahmân, Rahîm, Her birisi, Ehad ve Samed olan
Hakîm ve Hafîz” isimlerini sâir Nakkâşının evsâf-ı celâlinin
Esmâ-yı hüsnâ ile kıyâs et. parlaklığını izhâr ederek her birinin,
Hak teâlânın isimlerinden her bir Rahmân ve Rahîm olan Kâtibinin
isim sebebiyle hamd, nihâyetsiz bir evsâf-ı cemâlinin ziyâsına kendi
hamd ile Allâh’a mahsûstur. Çünki nisbeti mikdârınca mazhariyeti ile
onlardan her bir isimde nihâyetsiz ve her birinin, Kadîr-i Alîm ve Azîz-i
ni‘metler vardır. Hakîm olan münşî ve münşîdinin
Nihâyetsiz in‘âmâtın hepsinden evsâf-ı kemâlinin envârına kendi
geçmişte kalanlarının tamâmına bir nisbeti mikdârınca mazhariyeti ile
tercümân olan Kur’ân’dan dolayı ve her birinin, Esmâ-yı Hüsnânın
hamd nihâyetsiz bir hamd ile sâhibi olan zâtın tecelliyât-ı
Allâh’a mahsûstur. esmâsının şuâ‘larına kendi nisbeti
mikdârınca âyinedârlığı ile kendi
12
nisbeti mikdârınca O’na hamd eder
ve O’nu tesbîh eder O’nun celâli ne
yücedir ve O’ndan başka ilâh
Üçüncü Bâb
yoktur.
hakkındadır.

Dokuzuncu Nokta Otuz üç mertebesinden yedi


mertebeyi zikredeceğiz. O
O’nun celâli ne yücedir ve O’ndan mertebelerden mühim bir kısmı,
başka ilâh yoktur. Dünyânın Yirminci Mektub'un İkinci
evvelinden hilkatin âhirine kadar Makamında ve Otuz ikinci Söz'ün
bütün zerrât-ı kâinâtın, ezelden İkinci Mevkıfının âhirinde ve
ebede kadar bütün zamânların Üçüncü Mevkıfının evvelinde izah
dakîkalarının âşireleriyle darbı edilmiştir. Şu mertebelerin
adedince hamd Allâh’dan gelir, hakikatını anlamak isteyenler, o iki
Allâh ile olur, Allâh’dan dolayı olur Söze müracaat etsinler.
Allâh’a mahsûstur.
“Elhamdülillâh”dan dolayı,
sonsuza doğru teselsül eden Birinci Mertebe
(Hâşiye) bir teselsüldeki dâirenin “Ve de ki: ‘Hamd o Allâh’a
devri kadar hamd Allâh’a mahsûstur ki, çocuk edinmemiştir;
mahsûstur. hem mülkte kendisine hiçbir ortak
Bana ve kardeşlerime olan Kur’ân olmamıştır; âcizlikten dolayı O’nun
ve îmân ni‘metinden dolayı, zerrât-ı için hiçbir yardımcısı da olmamıştır.
vücûdumun, dünyâdaki ömrümün Artık O’nu tekbîr getirerek yücelt!”
dakîkalarının âşireleriyle ve (İsrâ Sûresi, 17:111).
âhirette benim ve kardeşlerimin Lebbeyk ve sa‘deyk..
bekâlarıyla darbı adedince hamd Celâli ne yücedir o Allâh ki,
Allâh’a mahsûstur. kudret ve ilim cihetiyle
her şeyden en büyüktür.
(Hâşiye: Devir ve teselsül, mümkünât Zîrâ o öyle bir Hâlık ve Bârî ve
dâiresinde muhâldirler. Çünki ikisi de Musavvirdir ki, kudretiyle insânı
nihâyetsizliği iktizâ ettiklerinden ve kâinât gibi yapmış ve insânı kader
mümkünât dâiresi mütenâhî kalemiyle yazdığı gibi kâinâtı da bu
olduğundan mümkünât dâiresinde kalemle yazmıştır.
gayr-i mütenâhî olan yerleşmez. Fakat Çünki bu büyük âlem,
dâire-i vücûba tealluk eden hamd ise o bu küçük âlem gibi,
gayr-i mütenâhîdir. Devir ve teselsül ile O’nun kudretinin masnûu ve
gayr-i mütenâhî bir dâireye girer kaderinin mektûbudur.
yerleşir.) O’nun bu büyük âlemi ibdâ‘ etmesi,
onu bir mescid hâline getirmiştir.
13
Bu küçük âlemi îcâd etmesi, onu içinde (göreceksin). İşte bu
bir secde eden hâline getirmiştir. görünen keyfiyet, ehl-i tahkîk olan
Bu büyük âlemi inşâ etmesi, onu akıl sâhibi için bir şâhiddir. Münâfık
bir mülk hâline getirmiştir. olan ahmağı, mutlak kudret sâhibi
Bu küçük âlemi binâ etmesi, olan Hakk’ın san‘atını ve vahdetini
onu bir memlûk hâline getirmiştir. kabûle mecbûr bırakır. O, mutlak
O’nun şu büyük âlemdeki san‘atı, ilim sâhibidir.
bir kitâb şeklinde tezâhür etmiştir. Hem vahdette mutlak bir kolaylık
Bu küçük âlemdeki sıbgası, vardır. Kesret ve şirkte ise
bir hitâb şeklinde çiçek vermiştir. kilitlenmiş bir zorluk vardır. Eğer
O’nun şu büyük âlemdeki kudreti, bütün eşyâ tek zâta isnâd edilse,
O’nun haşmetini gösterir. yoktan îcâd etmekdeki kolaylık
Bu küçük âlemdeki rahmeti, cihetiyle kâinât hurmâ ağacı gibidir,
ni‘metini tanzîm eder. hurmâ ağacı da meyve gibidir.
O’nun şu büyük âlemdeki haşmeti, Eğer kesrete isnâd edilse, yoktan
O’nun vahdâniyetine şehâdet eder. îcâd etmekdeki zorluk cihetiyle
Bu küçük âlemdeki ni‘meti, hurmâ ağacı kâinât gibidir, meyve
O’nun ehadiyetini i‘lân eder. ise ağaçlar gibidir. Zîrâ tek zât tek
O’nun şu büyük âlemde bulunan fiil ile pek çok eşyâya âid bir
küll ve cüz’lerdeki mührü, netîceyi ve bir vaz‘iyeti külfetsiz ve
sükûn ve hareket şeklindedir. mübâşeretsiz te’mîn edebilir.
Bu küçük âlemde bulunan cisim ve Eğer şu vaz‘iyet ve netîce
a‘zâlardaki mührü, hüceyre ve kesrete havâle edilse,
zerre şeklindedir. Şimdi tekellüfler, mübâşereler ve
O’nun toplu hâldeki eserlerine bak. çekişmeler olmadan
Nasıl sabahın aydınlığı gibi onlara ulaşmak mümkün olmaz.
mutlak bir intizâm ile berâber Askerlerle berâber kumandan gibi,
mutlak bir sehâvet göreceksin. taşlarla berâber usta gibi,
Mutlak bir ittizân ile berâber mutlak yıldızlarla berâber yer gibi,
bir sür‘at içinde (göreceksin), damlalarla berâber fıskıye gibi,
mutlak bir ittikân ile berâber mutlak dâiredeki noktalarla berâber
bir kolaylık içinde (göreceksin). merkez noktası gibi.
Mutlak bir hüsn-i san‘at ile berâber Şu sırdandır ki, vahdette intisâb,
mutlak bir vüs‘at içinde hudûdsuz kudret makâmına geçer.
(göreceksin). Mutlak bir ittifâk ile Hem sebeb kuvvetinin menba‘larını
berâber mutlak bir uzaklık içinde taşımaya mecbûr olmaz.
(göreceksin). Mutlak bir imtiyâz ile Ve eser o isnâd edilen şeye nisbet
berâber mutlak bir karışıklık içinde etmekle büyür. Şirket ise her sebeb
(göreceksin). Mutlak bir kıymetlilik kendi kuvvetinin menba‘larını
ile berâber mutlak bir kolaylık taşımaya mecbûrdur.
14
Eser de kendi cirmi nisbetinde o zîhayâtın cismindeki zerrelerin
küçülür. Buradan hareketle karınca muhâfazası için, her zerrede küllî
ve sinek cebbârlara karşı galebe bir ilim ve mutlak bir irâde lâzım
etti. Ve küçük çekirdek koca bir olur.
ağacı taşıdı. Bununla berâber, şerîkler,
Yine şu sırdandır ki, bütün eşyânın kendilerine ihtiyâc duyulmayan,
tek zâta isnâd edilmesinde îcâd zâtları mümteni‘ ve sırf tahakkümî
etmek mutlak ademden olmaz. Bi’l- olan şeylerdir.
akis îcâd etmek, tıpkı âyînede Mevcûdâttan hiçbir şeyde onlara
temessül eden sûretin, kendisine ne bir emâre vardır, ne de
bir vücûd-ı hâricînin verilmesi için kendilerine bir işâret vardır. Zîrâ
kemâl-i sühûletle fotoğraf kâğıdına semâvât ve arzın hilkati, bizzarûre
nakledilmesi gibi veyâ görünmez gayr-i mütenâhî bir kudret-i kâmile
bir mürekkeb ile yazılmış bir hattın, îcâb ettirir. Bu yüzden şerîklere
gizli yazıyı ortaya çıkaran bir ihtiyâc duyulmamıştır. Yoksa gayr-i
mâdde vâsıtasıyla izhâr edilmesi mütenâhî bir kudret-i kâmilenin,
gibi, ilmen mevcûd olanı vücûd-ı hiçbir zarûret olmadan, zarûret
hâricîye çıkarmakdır. bunun aksinde iken, nihâyetsiz
Eşyânın esbâba ve kesrete olma vaktinde, mütenâhî başka bir
isnâdında ise îcâd etmek adem-i kuvvetle sınırlandırılması ve sona
mutlaktan olması gerekir. O ise erdirilmesi gerekir. O ise beş
eğer muhâl olmazsa, en zor vecihle muhâldir. İşte şerîkler
şeylerden biri olur. Demek mümteni‘ oldular. Zâten
vahdetteki sühûlet vücûb mevcûdâttan hiçbir şeyde, ne şu
derecesine varmaktadır. Kesretteki vecihlerle mümteni‘ olan şerîklerin
suûbet ise imtinâ‘ derecesine vücûtlarına bir işâret vardır, ne de
varmaktadır. tahakkuklarına bir emâre vardır.
Yine şu hikmettendir ki, Vahdette, Bu mes’eleyi Otuz ikinci Risâlenin
ibdâ‘ ve îcâd “el-Eysi min el-leysi” Birinci Mevkıfında zerrâttan
yani mevcûdu müddetsiz ve seyyârâta kadar ve İkinci Mevkıfda
mâddesiz olarak adem-i sırftan semâvâttan teşehhusât-ı vechiyeye
ibdâ‘ ve zerrâtı külfetsiz ve kadar îzâh ettik. Hepsi de sikke-i
karışıksız olarak ilmî kalıba tevhîdi göstererek şirki reddeden
dökmek mümkün olur. Şirk ve cevâbı verdiler.
kesrette ise, bütün ehl-i aklın O’nun şerîkleri olmadığı gibi,
ittifâkıyla ademden ibdâ‘ mümkün böylece O’nun ne muîni vardır
olmaz. Çünki bir zîhayâtın vücûdu ne de vezîrleri vardır. Esbâb ise,
için yeryüzü ve unsurlarda yayılmış kudret-i ezeliyenin tasarrufu
olan zerrâtın toplanması gerekir. üzerine ancak ince bir perdedir.
Ve ilmî kalıbın olmaması sebebiyle, Esbâbın en şerefli ve ihtiyârı en
15
geniş olanı insânın kendisidir; yayılmış şu hayvânlar bizzarûre O
bununla berâber, yemek, söz Sâni‘-i Hakîmin havârik-ı san‘atıdır
söylemek ve düşünmek gibi en ve bu bağın bahçelerindeki
zâhir ef‘âl-i ihtiyâriyesinin yüzlerce tebüssüm eden çiçekler ve
cüz’ünden elinde sâdece meşkûk süslenen meyveler, bilmüşâhede O
tek bir cüz’ vardır. Eğer ihtiyârı en Rahmân-ı Rahîm’in hedâyâ-yı
şerefli ve en geniş olan sebeb, rahmetidir. O şehâdet ediyor, şu
böyle gördüğün gibi tasarruf-ı nidâ ediyor ve bu i‘lân ediyor ki,
hakîkîden elleri bağlanmış ise, îcâd O’nun hallâkı, şunun Musavviri ve
ve rubûbiyette semâvât ve arzın bunun Vâhibi her şeye kâdirdir. Her
hâlıkına hayvânât ve cemâdâtın şeye alîmdir. Rahmet ve ilim
şerîk olmaları nasıl mümkün cihetiyle her şeyi kaplamıştır.
olabilir. Nasıl ki pâdişâhın içine Kudretine nisbeten zerreler ve
hediye koyduğu zarf veyâ içine yıldızlar, az ve çok, küçük ve
hediye sardığı mendîl veyâ eliyle büyük, sonu olan ve sonu olmayan
sana ni‘met gönderdiği nefer o müsâvîdir. Ve mâzînin bütün
pâdişâha saltanatında şerîkler vukûât ve garâibi o Sâni‘-i Hakîm’in
olması mümkün değildir. Öyle de mu‘cizât-ı san‘atıdır ki, istikbâlin
elleriyle bize ni‘metler gönderilmiş bütün imkânât ve acâibine bu
olan sebeblerin ve bizim için Sâniin hakkıyla kâdir olduğuna
iddihâr edilmiş olan ni‘metlere şehâdet eder. Zîrâ O, Hallâk-ı Alîm
bizzât sandukçalar olan zarfların ve ve Azîz-i Hakîmdir.
bize hediye edilmiş olan atâyâ-yı Her türlü noksânlıktan ve kusûrdan
ilâhiyeye sarılan esbâbın yardımcı münezzehtir O Zât ki, yeryüzü
şerîkler veyâ müessir vâsıtalar bahçesini san‘atının meşheri,
olması mümkün değildir. yarattıklarının mahşeri, kudretinin
mazharı, hikmetinin medârı,
İkinci Mertebe rahmetinin çiçekliği, cennetinin
tarlası, mahlûkâtın geçit yeri,
Celâli ne yücedir o Allâh ki, kudret mevcûdâtın akacak yeri,
ve ilim cihetiyle her şeyden en masnûâtın ölçeği yapmıştır. İşte
büyüktür. Zîrâ o öyle Hallâk-ı Alîm, müzeyyen hayvânât, münakkaş
Sâni‘-i Hakîm, Rahmânü’r- kuşlar, meyveli ağaçlar, çiçekli
Rahîmdir ki, kâinât bostânındaki şu bitkiler O’nun ilminin mu‘cizeleridir.
mevcûdât-ı arziye ve ecrâm-ı San‘atının hârikalarıdır.
ulviye bilbedâhe o Hallâk-ı Alîmin Cömertliğinin hediyeleridir.
mu‘cizât-ı kudretidir. Lütfunun bürhânlarıdır.
Ve yeryüzü bahçesindeki Meyvelerin zînetinden dolayı
rengârenk, süslenen, serilmiş şu çiçeklerin tebessümü, seherin
bitkiler ve çeşit çeşit, açılıp saçılan, nesîminde kuşların cıvıltısı,
16
çiçeklerin yapraklarındaki yağmur Mevcûdâtın Hâlıkı için en zâhir
damlalarının nağmeli sesi, maksûd da O’dur.
vâlidelerin küçük çocuklara olan Kalb ise çekirdek gibidir,
merhameti.. Cin ve insâna, rûh ve mahlûkâtın Sânii için en parlak
hayvâna, melek ve câna bir âyîne odur. İşte şu hikmettendir ki,
Vedûd’ün tanıttırması, bu mevcûdâttaki neşir ve haşre ve
bir Rahmân’ın sevdirmesi, bu kâinâtın tahrîb, tebdîl, tahvîl ve
bir Hannân’ın merhameti, tecdîdine en zâhir medâr, ancak bu
bir Mennân’ın tahannünüdür. kâinâttaki o küçücük insândır.
Tohumlar ve meyveler, dâneler ve
çiçekler, birer hikmet mu‘cizesi, Ey büyük olan!
birer san‘at hârikası, birer rahmet Azametinin künhüne akılların
hediyesi, birer vahdet bürhânı, dâr- erişemediği Zât ancak Sensin.
ı âhiretteki lütfunun birer şâhididir. Çünki her şey berâber (hareketleri
Birer şâhid-i sâdıktırlar. Çünki ve sesleriyle mûsîka-i zikriye
kendilerinin Hallâkı her şeye kadîr
ve her şeye alîmdir. Rahmet ve tarzında) derler.
ilimle, halk ve tedbîrle, sun‘ ve Sürekli “yâ Hak” ararlar, hepsi
tasvîrle her şeyi kaplamıştır. Bu “yâ Hay” derler.
yüzden güneş tohum gibidir, yıldız
çiçek gibidir, yer dâne gibidir.
Yaratmak ve tedbîr, sun‘ ve tasvîr Üçüncü Mertebe
O’na ağır gelmez. (Bu üçüncü mertebe, cüz’î bir
Tohumlar ve meyveler, kesretin çiçeği ve güzel bir kadını nazara
aktârında vahdetin âyîneleri, alıyor. Koca bahâr bir çiçektir.
kaderin işâretleri, kudretin Cennet dahi bir çiçek gibidir, bu
remizleridir. Çünki bu kesret mertebenin mazharlarıdırlar ve
vahdetin menbaındandır. Fâtırın âlem güzel ve büyük bir insândır ve
sun‘ ve tasvîrdeki vahdetine hûrîler nev‘i ve rûhânîler tâifesi ve
şehâdet ederek sudûr eder. Sonra hayvânlar cinsi ve insân sınıfı
Sâni‘in halk ve tedbîrdeki hikmetini herbiri ma‘nen güzel bir insân
zikrederek vahdette nihâyet bulur. hükmündedirler. Bu mertebenin
Hem hikmetin telvîhâtıdır. Çünki gösterdiği esmâyı safahâtıyla
Hâlık-ı kül küllî nazarla cüz’iye gösteriyorlar.)
bakarken orada cüz’üne (de Kudret ve ilim cihetiyle Allâh her
bakar). Zîrâ bir meyve olsa, bu şeyden en büyüktür. Zîrâ O öyle bir
ağacın halk edilmesinden en zâhir Kadîr, Mukaddir, Alîm, Hakîm,
bir maksad işte odur. Beşer de şu Musavvir, Kerîm, Latîf, Müzeyyin,
kâinât için bir meyvedir. Mün‘im, Vedûd, Mütearrif,
17
Rahmân, Rahîm, Mütehannin, kemâlin mazharların mülkü
Cemîl-i Zülcelâl, Kemâl-i Mutlak ve olmadığını zâhirlerin en zâhiri,
Nakkâş-ı Ezelîdir ki, âşikârların en âşikârı olarak
Kül ve cüz’, sahâif ve tabakât gösterir. O mücerred cemâlin, o
olarak bu kâinâtın hakîkati ve yenilenen ihsânın, o vâcibü’l-
küllîlik ve cüz’îlik, vücûd ve bekâ vücûdun, o Bâkî-i Vedûd’ün en
i‘tibâriyle bu mevcûdâtın hakîkati, fasîh beyânı ve en vâzıh
Ancak O’nun kazâ ve kader bürhânıdır.
kaleminin, tanzîm ve takdîr, ilim ve Evet, mükemmel eser bilbedâhe
hikmetle çizdiği hatlarıdır. mükemmel fiile delâlet eder. Sonra
Ve ancak O’nun ilim ve hikmet mükemmel fiil, bizzarûre
pergelinin sun‘ ve tasvîr ile yaptığı mükemmel isme ve mükemmel
nakışlarıdır. fâile delâlet eder. Sonra
Ve ancak O’nun sun‘ ve tasvîri, mükemmel isim, bilâ-şübhe
tezyîn ve tenvîrinin yed-i mükemmel sıfata delâlet eder.
beyzâsının lütuf ve keremle işlediği Sonra mükemmel vasıf, bilâ-şek
tezyînâtıdır. mükemmel şe’ne delâlet eder.
Ve ancak O’nun lütuf ve keremi, Sonra mükemmel şe’n, O Zâta
tearrüf ve teveddüdünün lâyık bir sûrette, ki o da hakka’l-
latîfelerinin rahmet ve ni‘metle yakîndir bilyakîn o Zâtın kemâline
açmış çiçekleridir. delâlet eder.
Ve ancak O’nun ayn-ı rahmet ve
ni‘meti, terahhum ve tahannününün
feyzinin cemâl ve kemâl ile çıkmış Dördüncü Mertebe
semereleridir. Celâli ne yücedir o Allâh ki,
Hem mevsimler, asırlar ve en büyüktür. Zîrâ o
devirlerin geçmesine rağmen öyle Adl-i Âdil, Hakem-i Hâkim,
cemâlin tecellîsinin devâm Hakîm-i Ezelîdir ki,
etmesiyle berâber ve mahlûkâtın şu kâinât şeceresinin binâsını,
ve günlerin ve senelerin geçmesine meşîet ve hikmetinin usûlü ile
rağmen in‘âmın devâm etmesiyle altı günde te’sîs etmiş ve
berâber, âyînelerin fânîliği ve onu kazâ ve kaderinin düstûrlarıyla
mazharların seyyâliyetinin tafsîl etmiş ve âdet ve sünnetinin
şehâdetiyle ancak dâimî bir kânûnlarıyla onu tanzîm etmiş ve
cemâlin ve bâkî bir kemâlin inâyet ve rahmetinin namûslarıyla
lemeâtıdır. onu tezyîn etmiş ve
Evet, dâimî tecellî ile berâber, masnûâtının intizâmâtı,
sürekli feyiz ile berâber, âyînelerin mevcûdâtının tezeyyünâtı,
fânîliği, mevcûdâtın zevâli, o teşâbühü, tenâsübü, tecâvübü,
görünen cemâlin, o parlayan teâvünü ve teânukunun ve
18
her şeyde o şeyin menbaındaki kudret-i mutlaka,
kâmet-i kâbiliyetinin mikdârına göre cümûdundaki zâhir hayât,
kaderin takdîri ile takdîr edilmiş cehlindeki muhît şuûr tagayyürsüz
şuûrlu itkân-ı san‘atın olan tağyîr edicinin vücûdunu
şehâdetleriyle onu istilzâm eden tagayyürâtındaki
esmâ ve sıfâtının cilveleriyle mükemmel intizâm, merkezi bir
tenvîr etmiştir. olan mütedâhil dâireler gibi
O’nun tanzîmâtındaki hikmet-i tesbîhâtındaki ittifâk, isti‘dâdının
âmme, tezyînâtındaki inâyet-i lisânıyla, fıtrî ihtiyâclarının lisânıyla,
tâmme, taltîfâtındaki rahmet-i ızdırârının lisânıyla yaptığı üç nev‘î
vâsia, terbiyesindeki erzâk ve iâşe- duâlarının makbûliyeti,
i şâmile, Fâtır’ının şuûn-ı zâtiyesine ibâdetlerindeki münâcât ve
mazhariyetiyle san‘atı acîb olan şühûdât ve füyûzât, kaderindeki
hayât, tahsînâtındaki mehâsin-i intizâm, fâtırının zikriyle hâsıl olan
kasdiye, zevâliyle berâber in‘ikâs itmi’nân, ondaki ibâdetin, O’nun
eden cemâlin tecellîsinin devâm nihâyeti ile mebdei arasında vuslat
etmesi, kalbinde ma‘bûduna olan ipi oluşu ve kemâlinin zuhûruna
sâdık aşk, cezbesinde zâhir olan sebeb oluşu ve Sâniinin
incizâb, bütün kâmillerinin, maksadlarının tahakkuk etmesi.
O’nun Fâtır’ının vahdeti üzerine Ve hâkezâ sâir şuûnâtı ve ahvâli
ittifâkları, eczâsındaki maslahatlar ve keyfiyâtı şâhiddirler ki, bütün
için tasarruf, nebâtâtı için hikmetli bunlar bir tek Müdebbir-i Hakîm’in
tedbîr, hayvânâtı için keremli tedbîriyledir ve bir Mürebbî-i
terbiye, erkânının tagayyürâtındaki Kerîm’in, bir Ehad-i Samed’in
mükemmel intizâm, külliyetinin terbiyesindedir. Ve bunların hepsi
intizâmındaki cesîm gâyeler, bir tek Seyyidin hademeleridir ve
zamâna ve mâddeye ihtiyâc bir tek Mutasarrıf’ın tasarrufu
duymadan hüsn-i san‘atının gâyet altındadır. Ve masdarları öyle bir
kemâliyle berâber def‘aten îcâd Vâhidin kudretidir ki, mevcûdâtının
edilmesi, imkânâtının sahîfelerinden her bir sahîfede
tereddüdünün adem-i tahdîdiyle bulunan mektûbâtından her bir
berâber hikmetli teşahhusât, en mektûb üzerindeki vahdetinin
küçük matlablarına karşı ellerinin hâtemleri tezâhür ve tekâsür
kısalığıyla berâber, ihtiyâclarının, etmiştir. Evet, her bir vâdî ve
gâyet kesretli ve mütenevvi‘ dağdaki ve her bir ova ve
olmasına rağmen beklenmedik bir sahrâdaki her bir çiçek ve meyve,
yerden ve hissedilmedik bir yerden her bir nebât ve ağaç, belki her bir
lâyık ve münâsib vakitte kazâ hayvân ve taş, belki her bir zerre
edilmesi, za‘fının ma‘denindeki ve toprak nakış ile eser arasında
kuvvet-i mutlaka, aczinin bir hâtemdir. Nazarı dikkatli
19
olanlara gösterir ki, bu eserin içinde bir tebessümü, intizâm-ı
sâhibi, aynı zamânda o hilkat ve ittizân-ı san‘atla berâber
ibârelerdeki bu mekânın kâtibidir. göreceksin.
Karanın sırtının ve denizin batnının Mevsimlerin tebdîli için lambasının
kâtibi de O’dur. İbârelerle dolu parlaması, meâlimin tenvîri için
semâvâtın sahîfesindeki şems ve kandîlinin tehelhülü, âlemlerin
kameri nakış eden de O’dur. Onları süslendirilmesi için yıldızların
nakşedenin celâli ne yücedir. parlaması, bu âlemin tedbîri için
nihâyetsiz bir saltanatın olduğunu
Çünki âlem berâber ehl-i fikre i‘lân eder.
(hareketleri ve sesleriyle mûsîka-i İşte bu Hallâk-ı Kadîr her şeyi
hakkıyla bilendir. Her şeye şâmil
zikriye tarzında) bir irâde ile irâde eder. Dilediği
olur, dilemediği olmaz. Mutlak ve
der. muhît ve zâtî kudretiyle O, her
şeye kadîrdir. Bu gündeki şu
Beşinci Mertebe güneşin ziyâsız ve harâretsiz
vücûdu mümkün olmadığı ve
Zîrâ tasavvur edilmediği gibi, aynen
öyle de semâvâtı, ilm-i muhîtsiz ve
O öyle Hallâk, Kadîr, Musavvir, kudret-i mutlakasız yaratan bir
Basîrdir ki, şu ecrâm-ı ulviye ve ilâhın vücûdu mümkün olmaz ve
inci gibi yıldızlar O’nun ulûhiyet ve tasavvur edilmez. Demek o,
azametinin bürhânlarının bizzarûre, muhît ve zât için lâzım-ı
birer nûru ve rubûbiyet ve izzetinin zâtî olan bir ilimle her şeyi hakkıyla
şâhidlerinin birer şuâıdır. bilendir. Bu ilmin her şeye taalluku
Saltanat-ı rubûbiyetinin şa‘şaası lâzımdır. Huzûr ve şühûd ve nüfûz
üzerine şâhidlik eder ve nidâ eder. ve nûrânî ihâta sırrıyla hiçbir şeyin
Hakimiyet ve hikmetinin vüs‘atini ondan ayrılması mümkün olmaz.
ve azamet-i kudretinin haşmetini Mevcûdâtın hepsinde müşâhede
nidâ eder. edilen ölçülü intizâmlar, intizâmlı
Şimdi âyet-i kerîmeye kulak ver: ittizânât, umûmî hikmetler, inâyât-ı
“Üstlerindeki göğe hiç tâmme, muntazam kaderler,
bakmadılar mı ki, onu nasıl binâ müsmir kazâlar, muayyen eceller,
etmişiz ve onu süslemişiz?” mukannen rızıklar, müfennen
(Kâf Sûresi, 50:6). itkânât, müzeyyen ihtimâmât,
Sonra semânın yüzüne bak ki, imtiyâz ve ittizân ve intizâm ve
nasıl bir sükûnet içinde bir sükût, itkânın gâyet kemâli ve mutlak
bir hikmet içinde bir hareket, bir sühûlet, Allâmü’l-Guyûbun ilminin
haşmet içinde bir parlaklık, bir zînet her şeyi ihâtasına şâhiddirler.
20
“(Hiç) yaratan bilmez mi? Çünki a‘zâlarıyla tohumdan olması gibi-
o, Latîf'dir, Habîr'dir.” her şeyin tahassus ve taayyünu o
(Mülk Sûresi, 67:14) Âyeti delâlet sübhânehûnun irâde ve ihtiyâr ve
eder ki, bir şeydeki vücûd onu meşîeti ile olduğuna delâlet eder.
bilmeyi istilzâm eder. Ve eşyâdaki Bir cinsten olan eşyânın ve bir
nûr-ı vücûd, ondaki nûr-ı ilmi nev‘den olan efrâdın a‘zâ-yı
istilzâm eder. esâsiye de tevâfuk etmeleri,
İnsânın hüsn-i san‘atının O’nun onların sâniinin vâhid ve ehad
şuûruna olan delâletinin nisbeti, olduğuna bizzarûre delâlet ettiği
hilkat-i insânın O’nun ilm-i hâlıkına gibi, muntazam alâmet-i fârikalara
olan delâletinin nisbeti yanında, müştemil hikmetli teşahhusâttaki
karanlık gecedeki yıldız böceğinin temâyüzleri de, bu sâni‘-i Vâhid-i
ışıkcığının, gündüzün ortasında Ehad’in, dilediğini yapan ve dilediği
yeryüzünde parlayan güneşin gibi hüküm veren o Fâil-i Muhtâr ve
şa‘şaasına olan nisbeti gibidir. Mürîd olduğuna öyle delâlet eder.
Hem o her şeyi hakkıyla bilen O’nun Celâli ne yücedir.
olduğu gibi, her şeyi irâde eden de Hem bu Hallâk-ı Alîm ve Mürîd, her
O’dur. O’nun dilemesi olmadan bir şeyi hakkıyla bilen ve her şeyi
şeyin tahakkuk etmesi mümkün irâde eden ve ilm-i muhît ve irâde-i
olmaz. Hem kudret te’sîr ettiği ve şâmile ve ihtiyâr-ı tâm sâhibi
ilim temyîz ettiği gibi, irâde de olduğu gibi, zâtın lâzımı olan ve
tahsîs eder sonra eşyânın vücûdu zâttan neş’et eden zâtî ve zarûrî bir
tahakkuk eder. kudret-i kâmileye öyle sâhibdir.
Sübhânehû ve Teâlâ’nın irâde ve Zıddının müdâhalesi muhâldir.
ihtiyârının varlığına şâhidler, Yoksa bi’l-ittifâk muhâl olan iki
eşyânın keyfiyâtı ve ahvâli ve zıddın cem‘î lâzım gelir.
şüûnâtı adedincedir. Şu kudrette merâtib de bulunmaz.
Evet hadsiz imkânât arasından ve Nûrâniyet, şeffâfiyet, mukâbele,
akîm yollar arasından ve müşevveş muvâzene, intizâm ve imtisâl
ihtimâller arasından ve karışık sırrıyla, sür‘at ve sühûlet ve kesret-
sellerin elleri altında bu en dakîk ve i mutlakât içindeki intizâm-ı mutlak
en rakîk nizâmla mevcûdâtın ve ittizân-ı mutlak ve imtiyâz-ı
tanzîmi ve sıfatlarıyla tahsîsi ve bu mutlakın şehâdetiyle, imdâd-ı
görülen hassâs ve cessâs mîzânla vâhidiyet ve yüsr-i vahdet ve
tevzîni, ve basît ve câmid tecellî-i ehadiyet sırrıyla, vücûb ve
şeylerden muhtelif ve muntazam tecerrüd ve mübâyenet-i mâhiyet
zîhayât mevcûdâtın halkedilmesi - hikmetiyle, adem-i tekayyüd ve
insânın bütün cihâzâtıyla nutfeden, adem-i tehayyüz ve adem-i tecezzî
kuşun bütün a‘zâlarıyla sırrıyla, hâl şu ki, hiç ihtiyâc yok,
yumurtadan, ağacın mütenevvi‘ eğer ona ihtiyâc olsa, avâik ve
21
mevâniin -insânın a‘sâbı ve daha azdır. Ne de çiçeğin gülünün
seyyâlât-ı latîfeyi nakil için olan san‘atı, Zühre yıldızının
demir hatlar gibi- teshîlde bulunan parlamasının san‘atından cezâlet
vesîlelere inkılâb etmesi hikmetiyle, cihetiyle daha azdır. Ve hâkezâ
cezâlet cihetiyle zerre yıldızdan, kıyâs et.
cüz’ nev‘den ve küllden, cüz’î Hem îcâd-ı eşyâdaki kemâl-i
küllîden, az çoktan, küçük sühûletin gâyet derecede olması,
büyükten, insân âlemden ve tohum ehl-i dalâleti, akılların kendisini
ağaçtan daha az olmadığı reddettiği, hattâ evhâmın ondan
hikmetiyle, ona nisbeten zerreler ürktüğü hurâfe muhâlâtı istilzâm
ve yıldızlar, az ve çok, küçük ve eden teşekkül ile teşkîli iltibâs
büyük, cüz’î ve küllî, cüz’ ve kül, etmeye düşürdüğü gibi, aynen öyle
insân ve âlem, tohum ve ağaç de, ehl-i hak ve hakîkate, Hâlık-ı
müsâvîdirler. kâinâtın kudretine nisbeten
Onları kim yarattıysa, bunları da seyyârâtın zerrât ile müsâvî
O’nun yaratması istib‘âd olunmaz. olduğunu kat‘î ve zarûrî bir şekilde
Zîrâ o ihâta olunanlar küçültülmüş isbât ettirmiştir.
mektûb misâlleri gibidir. Yâhûd O’nun celâli ne yücedir ve
sağılmış ve süzülmüş noktalar şânı ne büyüktür ve
gibidir. Hem ihâta eden şeyin, O’ndan başka ilâh yoktur.
bizzarûre, o ihâta olunan şeyin
hâlıkının kabza-i tasarrufunda
olması gerekir. Tâ ki, ihâta edenin Altıncı Mertebe
misâli, O’nun ilminin desâtiriyle o O’nun celâli ne yücedir, şânı ne
ihâta olunanlarda derc edilsin ve büyüktür. Allâh ilim ve kudret
O’nun hikmetinin mîzânlarıyla cihetiyle en büyüktür. Zîrâ O öyle
onları ondan süzsün. İşte şu Âdil-i Hakîm ve Kâdir-i Alîm ve
cüz’iyâtı ibrâz eden öyle bir Vâhid-i Ehad ve Sultân-ı Ezelîdir ki,
kudrettir ki, bu külliyâtı ibrâz etmek bu âlemlerin hepsi O’nun nizâm ve
ona zor gelmez. mîzânının, tanzîm ve tevzîninin, adl
Hem cevher-i ferd üzerine esîr ve hikmetinin, ilim ve kudretinin
zerrâtıyla yazılmış Kur’ân-ı hikmet kabza-i tasarrufundadır. Ve şühûd
nüshası, semâvât sahîfeleri derecesinde olan hads ile belki
üzerine yıldızlar ve güneşler bilmüşâhede O’nun vâhidiyet ve
mürekkebiyle yazılmış Kur’ân-ı ehadiyet sırrının mazharıdır. Çünki
azamet nüshasından cezâlet kâinâtta nizâm ve mîzân, tanzîm
cihetiyle daha az olmadığı gibi, ve tevzîn dâiresinden hâric
aynen öyle de ne bir arı ve bir hiçbir şey yoktur. Ve onlar İmâm-ı
karıncanın hilkati, hurmâ ağacı ve Mübîn ve Kitâb-ı Mübînden iki
fîlin hilkatinden cezâlet cihetiyle bâbdır. Hem onlar O Alîm-i
22
Hakîm’in ilim ve emrine ve O Azîz-i meyvelerindeki çekirdekler, ism-i
Rahîm’in kudret ve irâdesine iki Âhir’in tecellîsine mazhardırlar.
ünvândır. Ve şu imâm ile berâber Kemâl-i hikmetle meyvelerde
şu kitâbda bulunan şu mîzânlı bulunan bu çekirdekler, sanki bu
nizâm, başında iz‘ân ve yüzündeki ağacın benzerinin teşekkülü için
iki göz bulunan kimse için, kâinât kendisine bir fihriste ve bir ta‘rîfe
ve zamân içindeki eşyâlardan, bir tevdî‘ edilmiş küçük
Rahmân’ın kabza-i tasarrufundan sandukçalardır. Ve sanki gelecek
ve bir Hannân’ın tanzîminden ve ağaçların teşekkülünün düstûrları
bir Mennân’ın tezyîninden ve bir onlarda kalem-i kaderle yazılmıştır.
Deyyân’ın tevzîninden hâric kalan Ağacın zâhiri ise, ism-i Zâhir’in
hiçbir şey olmadığına iki parlak tecellîsine mazhardır. Kemâl-i
bürhândırlar. intizâm ve tezyîn ve hikmetle olan
Elhâsıl: Mebde’ ve müntehâya, asıl zâhiri, sanki O’nun kâmetine göre
ve nesle, mâzî ve müstakbele, emir kemâl-i hikmet ve inâyetle takdîr
ve ilme bakan ism-i Evvel ve Âhir’in edilmiş muntazam, müzeyyen ve
hallâkıyetteki tecellîsi İmâm-ı
murassa‘ bir hulledir.
Mübîne işâret etmektedir. İsm-i
O ağacın bâtını ise, ism-i Bâtın’ın
Zâhir ve Bâtın’ın hallâkıyet
tecellîsine mazhardır.
zımnında eşyâ üzerine tecellîsi ise
Kemâl-i intizâmla ve akılları
Kitâb-ı Mübîne işâret eder.
hayrette bırakan tedbîr ile ve hayâtî
Zîrâ kâinât büyük bir ağaç gibidir.
mâddeleri muhtelif a‘zâlar kemâl-i
O’nun her bir âlemi de yine ağaç
intizâmla tevzî‘ etmekle, sanki bu
gibidir. Bu yüzden cüz’î bir ağacı,
ağacın bâtını, gâyet intizâm ve
kâinât ve envâı ve âlemlerinin
ittizân içinde hârika bir makinedir.
hilkati için misâl verebiliriz. İşte şu
Hem nasıl O’nun evveli acîb bir
cüz’î ağacın bir aslı ve bir mebdei
ta‘rîfe ve âhiri hârika bir ta‘rîfedir,
vardır ki, o da, üzerinde neş’et
İmâm-ı Mübîne işâret ederler, öyle
ettiği çekirdektir. Ve kezâ O’nun
de acîb san‘atlı bir hulle olarak
ölümünden sonra vazîfesini devâm
O’nun zâhiri ve gâyet intizâm
ettiren bir nesli vardır ki, o dahi
içinde bir makine olarak bâtını
O’nun meyvesindeki çekirdektir.
Kitâb-ı Mübîne işâret ederler.
İşte mebde’ ve müntehâ, ism-i
Hem nasıl insândaki kuvve-i
Evvel ve Âhir’in tecellîsine
hâfızalar levh-i mahfûza işâret eder
mazhardırlar. Sanki o mebde’ ve o
ve ona delâlet eder, öyle de her bir
aslî çekirdek, intizâm ve hikmetle,
ağaçtaki aslî çekirdekler ve
o ağacın teşekkül düstûrlarının
meyveler İmâm-ı Mübîne işâret
mecmûundan mürekkeb bir fihriste
eder. Zâhir ve bâtını ise Kitâb-ı
ve ta‘rîfedir. Nihâyetlerinde olan
Mübîni gösterir. İşte bu cüz’î
23
ağaca, mâzîsi ve müstakbeliyle sâhiblerinden olan enbiyâ ve evliyâ
şecere-i arzı, evâili ve âtîsiyle ve asfiyâdan bütün ehl-i şühûdun
şecere-i kâinâtı, ecdâdı ve bütün tahkîkâtları ve keşfiyâtları ve
nesilleriyle şecere-i insânı kıyâs et. füyûzâtları ve münâcâtlarının icmâı
Ve hâkezâ. ile, onların ve arz ve ecrâm-ı
O’nun hâlıkının celâli ne yücedir. ulviyenin ve süfliyenin hepsi
Ve O’ndan başka ilâh yoktur. Vâcibü’l-Vücûd ile berâber ittifâk
Ey Kebîr! Sen öyle bir zâtsın ki, etmişlerdir ki, bu mevcûdât O’nun
azametini tavsîf etmek için akıllar kudretinin âsârı, kaderinin
yol bulamaz ve fikirler ceberûtunun mektûbâtı, esmâsının âyîneleri ve
künhüne erişemez. envârının temessülâtıdır. O’nun
celâli ne yücedir ve

Yedinci Mertebe
Celâli ne yücedir O Allâh ki, kudret
ve ilim cihetiyle her şeyden en
büyüktür. Zîrâ o öyle Hallâk, Dördüncü Bâb
Fettâh, Fa‘âl, Allâm, Vehhâb,
hakkındadır.
Feyyâz ve Şems-i Ezelîdir ki, şu
kâinât, envâı ve mevcûdâtı ile İki Fasıl'dır.
berâber, O’nun envârının gölgeleri,
ef‘âlinin eserleri, esmâsının envâı Birinci Fasıl
tecelliyâtının elvân-ı nukûşu, O’nun Hazret-i Hızır’ın (a.s.) meşhûr ve
kazâ ve kader kaleminin hatları ve mühim bir virdi mebde’ ve esâs
O’nun sıfât ve cemâl ve kemâlinin olarak ma‘rifetullâhta ve tevhîdin
tecelliyâtının âyîneleridir. (Bu merâtibinde altmış üç mertebeye
esmâ-yı mübârekenin dûrbînleriyle, işâret ediyor. O altmış üç
mevcûdâttaki cilveleri altında ef‘âl-i mertebenin herbirisi iki cümledir.
İlâhiyeye ve âsârına bakmakla,
Müsemmâ-yı Zülcelâl’e intikâl vahdâniyeti isbât
edilir.) Bütün kitâbları ve suhufuyla
ve tekvînî ve Kur’ânî âyetleriyle ettiği gibi ile başlayan isimler,
Şâhid-i Ezelîn’in icmâı, üzerinde Vücûd-u Vâcibi isbât ediyor. Âdetâ
tezâhür eden gınâ-yı mutlak ve birinci cümle vahdâniyeti gösterdiği
servet-i mutlaka ile berâber zâtında zamân bir suâl-i mukadder hâtıra
ve zerrâtındaki iftikârâtı ve geliyor. “O vâhid kimdir? Nasıl
ihtiyâcâtıyla arzın âlemle berâber bileceğiz?” diye vâki‘ olan suâle,
icmâı, ervâh-ı neyyire ve kulûb-i
meselâ
münevvere ve ukûl-ı nûrâniye
24
mevcûdât ve zerrâtında bulunan
ile cevâb
her bir tanzîm ve tevzîn ve
veriyor. Yani kâinâtı dolduran âsâr- temyîzin önünde sana şöyle bir
ı şefkat ve merhamet Onundur. O şehâdeti takdîm ediyorum:
Rahmân’ı tanıttırıyor ve hâkezâ... Şehâdet ederiz ki,
Kıyâs et. (Bu şehâdetlerde iki
hüküm var. Birisi vahdâniyeti
Hay ve Kayyûm olan ancak O’dur.
gösterir. dır. Diğeri o

vâhidin vücûdunu isbât eder ki Bâkî ve Zevâlsiz olan ancak O’dur.

ile başlayan isimlerdir. Herbir


geldiği vakit bir suâl-i mukaddere Azîz ve Cebbâr olan ancak O’dur.
cevâbdır.
Gûyâ deniliyor ki; “O İlâh-ı vâhidi
nasıl tanıyacağız?” Hakîm ve Gaffâr olan ancak O’dur.
Cevâb veriyor ki; Meselâ
bunda diyor ki:
Evvel ve Âhir olan ancak O’dur.
“Bu mevcûdâtın derdlerini görüp
dinleyen birisi var ki, istediklerini
yapıyor.” Böyle âsâr-ı ef‘âl-i Zâhir ve Bâtın olan ancak O’dur.
İlâhiyeyi ve o ef‘âl; Semî‘, Basîr
gibi isimleri isbât eder. O isimler
mevsûfların vücûdunu gösterirler. Semî‘ ve Basîr olan ancak O’dur.
İşte bütün bu cümleler bu
tarzdadırlar. Âsâr ile ef‘âli, ef‘âl ile
esmâyı, esmâ ile Vücûd-ı Vâcib’i Latîf ve Habîr olan ancak O’dur.
isbât ederler.)

Gafûr ve Şekûr olan ancak O’dur.


Allâhım, her bir ni‘met ve rahmet
ve hikmet ve inâyetin önünde, her
bir hayât ve memât ve hayvân ve
Hallâk ve Kadîr olan ancak O’dur.
nebâtın önünde, her bir çiçek ve
meyve ve çekirdek ve tohum
önünde, her san‘at ve sıbgat ve
Musavvir ve Basîr olan ancak O’dur.
nizâm ve mîzânın önünde ve bütün
25
Rezzâk ve Kuvvet sâhibi
Metîn olan ancak O’dur.
Cevâd ve Kerîm olan ancak O’dur.

Ehad ve Samed olan ancak O’dur.


Muhyî ve Alîm olan ancak O’dur.

Bâkî ve Emced olan ancak O’dur.


Muğnî ve Kerîm olan ancak O’dur.

Vedûd ve Mecîd olan ancak O’dur.


Müdebbir ve Hakîm olan ancak O’dur.

Dilediğini yapan ancak O’dur.


Mürebbî ve Rahîm olan ancak O’dur.

Melik ve Vâris olan ancak O’dur.


Azîz ve Hakîm olan ancak O’dur.

Bâkî ve Bâis olan ancak O’dur.


Aliyy ve Kaviyy olan ancak O’dur.

Bârî ve Musavvir olan ancak O’dur.


Veliyy ve Ganiyy olan ancak O’dur.

Latîf ve Müdebbir olan ancak O’dur.


Şehîd ve Rakîb olan ancak O’dur.

Seyyid ve Deyyân olan ancak O’dur.


Garîb ve Mücîb olan ancak O’dur.

Hannân ve Mennân olan ancak O’dur.


Fettâh ve Alîm olan ancak O’dur.

Sübbûh ve Kuddûs olan ancak O’dur.


Hallâk ve Hakîm olan ancak O’dur.

Adl ve Hakem olan ancak O’dur.


26
Ferd ve Samed olan ancak O’dur. Her zâkirin Mezkûr’u olan ancak
O’dur.

Nûr ve Hâdî olan ancak O’dur.


Her hâmidin Mahmûd’u olan ancak
O’dur.
Her ârifin Ma‘rûf’u olan ancak O’dur.
( Her tâlibin Mevcûd’u olan ancak
O’dur.
fıkrasından sonraki fıkraların meâli
şudur ki: "O İlâh-ı Vâhid’i tanımak
istiyorsan bak bütün nev‘-i beşerde
Her muvahhidin Mevsûf’u olan ancak
gelen âriflerin ayrı ayrı yollarla
O’dur.
delîlleriyle tanıdıkları bir Ma’rûf var.
İşte o Ma‘rûf O’dur. O İlâh-ı
Vâhid’in böyle had ve hesâba
gelmez ehl-i ma‘rifetin had ve Her muhibbin hak Mahbûb’u olan
hesâba gelmez ayrı ayrı tarzlarda ancak O’dur.
tanıdıkları bir Zâtın vücûdu güneş
gibi zâhir olur. Hem nev‘-i
beşerdeki had ve hesâba gelmez Her mürîdin Mergûb’u olan ancak
âbidlerin bir tek Ma‘bûda ibâdet O’dur.
etmeleri ve o ibâdete karşı
mukâbele-i ma‘neviye görmeleri ve
münâcât ve füyûzâta mazhar Her münîbin Maksûd’u ancak
olmaları güneş gibi o Ma‘bûdun O’dur.
vücûdunu muzâaf tevâtürlerle
güneş gibi gösteriyorlar ve
hâkezâ." Öteki fıkraları kıyâs et.) Her kalbin Maksûd’u ancak
O’dur.

Her âbidin hak Ma‘bûd’u olan ancak


O’dur. Her mahlûkun Mûcid’i ancak
O’dur.

Her şâkirin Meşkûr’u olan ancak


O’dur. Her zamânda Mevcûd olan ancak
O’dur.
27
Allâh’ın resûlü ve va‘dinde sâdık ve
emîndir.
Her mekânda Ma‘bûd olan ancak
O’dur.
Dördüncü Bâb’ın
Her lisânla Mezkûr olan ancak İkinci Faslı
O’dur. Ekser aktâbın ve bilhâssa Gavs-ı
Geylânî’nin her sabâh virdlerinin
fâtihası hükmünde beş altı satır
Her ihsânla Meşkûr olan ancak temcîd ve ta‘zîm, benim için uzun
O’dur. bir silsile-i tefekkürün çekirdeği
hükmüne geçip, doksan dokuz
mertebe-i ma‘rifet ve tevhîde işâret
Minnetsiz in‘âm eden ancak nev‘inden bir sünbül-i ma‘nevî
O’dur. vermiş. O doksan dokuz
mertebesinden yetmiş dokuz
mertebesi burada zikredildi. O
Allâh’a îmân ile işârâtın herbir fıkrasında iki cihetle
Zât-ı Akdes’e bakar. Biri, hâzır ve
meşhûd vaz‘iyetiyle şehâdet eder,
Allâh’dan emân ile
ma‘nâsıyla ta‘bîriyle ifâde
ediliyor ve emsâllerinin birbiri
Allâh katında emânetle
arkasından gelip geçmesinden
tezâhür eden silsilenin işâretine
Hak ve Hak ile
diye delâlet eder
ma‘nâsında ifâde edilmiştir.
İz‘ân ve Sıdk ile

Biz sabâha girdik. Mülk Allâh’a


Kulluk ve kölelik ile şâhid ve Kibriyâ Allâh’a delîldir.

************** ( Biz sabâha girdik. Bu


Melik ve Hak ve Mübîn olan
sabâhın mülkü de Allâh’a şâhiddir.
Allâh’dan başka ilâh yoktur;
Bu bâbda iki nükte var.
Muhammed (A.S.M.)
Birinci Nükte şudur ki:

28
Her şey hâl-i hâzır vücûduyla
şeyleri şâhid yapmak için
Cenâb-ı Hakk’ın vücûduna ve
vahdetine şehâdet ettikleri gibi
muntazaman tebeddül edip denilmiş. Eğer denilse idi,
arkalarındaki emsâllerine yer doğrudan doğruya rubûbiyete râci‘
vermek için gitmesiyle bir teceddüd olurdu.
sûreti altında azîm bir silsileyi
göstermekle Cenâb-ı Hakk’ın
vücûb ve vahdâniyetine delîl
demektir. âyetinin dahi müennes iken

Elhâsıl: fıkrasıyla hâl-i hâzır


denmeyip

vücûdunu ve cümlesiyle de denmesinin nüktesi, güneş


hükmündeki âlî, küllî rahmetin
gelip geçen emsâllerinin yakınlığını ifâde etmekten ziyâde, o
terkîbinden teşekkül eden silsilesini güneşin şuâ‘ları olan husûsî
gösterir. ihsânlar murâd edildiğinden herbir
İkinci Nükte: Kâide-i nahviye ile muhsine yakın bir ihsân görülür.
demek lâzım İhsân lafzı ise müzekkerdir. Onun
hakkı dür.
gelirken, deniliyor. Çünki
Hem Cenâb-ı Hakk’ın muhsinlere
herbir tek başıyla bir şâhiddir. rahmetiyle karîb olduğunu ifâde
içindir ki denilmedi.)
müzekker lafzıyla herbir ferd
Azamet Allâh’a şâhid ve
şehâdet eder ma‘nâsını ifâde heybet Allâh’a delîldir.
Kuvvet Allâh’a şâhid ve
ediyor. Eğer dese idi,
Kudret Allâh’a delîldir.
cemâatin ma‘nâsını ifâde ederdi. Ni‘metler Allâh’a şâhid ve
dâimî in‘âmlar Allâh’a delîldir.
Meselâ:
Güzellik Allâh’a şâhid ve
deniliyor. Çünki, rubûbiyetten Cemâl-i sermedî Allâh’a delîldir.
murâd Cenâb-ı Hakk’ın Celâl Allâh’a şâhid ve
rubûbiyetiyle ettiği terbiyeler ve Kemâl Allâh’a delîldir.
tedbîrler şehâdet ediyor demektir. Azamût Allâh’a şâhid ve
Nefs-i rubûbiyet görünmüyor. Fakat Ceberût Allâh’a delîldir.
onun eseri olan terbiyeler ve Rubûbiyet Allâh’a şâhid ve
tedbîrler görünüyor ki görünen Ulûhiyet-i Mutlaka Allâh’a delîldir.
29
Saltanat Allâh’a şâhid ve Tahiyyât Allâh’a şâhid ve
Göklerin ve yerin orduları Berekât Allâh’a delîldir.
Allâh’a delîldir.
( Yani bütün zîhayâtlar
Kazâlar Allâh’a şâhid ve
Takdîr Allâh’a delîldir. âsâr-ı hayâtlarını muntazaman
murâd-ı İlâhî dâiresinde
( Küllî şeylerin ve cüz’iyâtın
gösterdikleri cihetle Sâni‘-i
zevâliyle başka bir takdîrin ve Zülcelâllerinin san‘atını
muntazam bir mikdârın tezâhürü alkışlıyorlar. Nasıl ki bir zât hârika
yine o Fâtır-ı Hakîm’in vücûduna bir makine yapsa o makinenin
delâlet eder. Âdetâ hayâttaki başında bir fonoğraf bir fotoğraf
intizâmât-ı kazâiye şehâdet ve gibi ayrı ayrı kendi kendine işler,
hayât ve mevtin münâvebeleri konuşur, yazar, muhâbere eder
içinde tecellî-i kader ve cihâzât bulunsa, o adamın istediği
muntazamâne takdîr, ihyâ ve tarzda işlese, netîcelerini güzelce
imâteye delâlet ediyor, demektir. verse, o makineye bakan nasılki o
Meselâ terbiye: Vücûdunu şerâiti zâtı mâşâallâhlarla ve
dâhilinde idâre etmek ve tedbîr onu bârekallâhlarla alkışlar, ma‘nevî
değiştirmek olup herbiri ayrı ayrı hediyeler verir. Aynen o makine de
delâlet eder. Sair fıkralar buna ondan maksûd olan netîceleri,
kıyas edilsin..) eserleri mükemmel izhâr etmekle o
Terbiye Allâh’a şâhid ve cihâzâtın lisân-ı hâliyle san‘atkârını
Tedbîr Allâh’a delîldir. takdîrler ve tahsînlerle ve ma‘nen
Tasvîr Allâh’a şâhid ve mâşâallâhlarla tebrîk edip alkışlar
Tanzîm Allâh’a delîldir. ve tahiyyeler ve hediyeler verir. İşte
Tezyîn Allâh’a şâhid ve bütün zîhayâtın herbirisi başında
Tevzîn Allâh’a delîldir. pek çok muhtelif fonoğraflar ve
İtkân Allâh’a şâhid ve fotoğraflar ve telgraf ve telefon
Vücûd Allâh’a delîldir. makineleri gibi çok makineler var.
Halk Allâh’a şâhid ve Onlar hilkatlerindeki netâici ve
Dâimî Îcâd Allâh’a delîldir. maksadları nihâyet derecede
Hüküm Allâh’a şâhid ve mükemmel gösterdiklerinden
Emir Allâh’a delîldir. hayâtlarının tezâhürâtıyla tahiyyât
Mehâsin Allâh’a şâhid ve ta‘bîr edilen ma‘nevî alkışlar
Letâif Allâh’a delîldir. hediyeler, tebrîkler ve tahsînlerle
Mehâmid Allâh’a şâhid ve Sâni‘-i Zülcelâl’in tesbîhâtını hem
Medâih Allâh’a delîldir. kemâlât-ı san‘atını i‘lân ediyorlar,
İbâdât Allâh’a şâhid ve
demektir. Biz ise demekle
Kemâlât Allâh’a delîldir.

30
kendi lisânımızla o tahiyyâtları yâd meyveleriyle ağaçlar Allâh’a şâhid
edip kendi hesâbımıza dergâh-ı ve tekbîr getiren hayvânât ve
İlâhîyeye takdîm ederiz. Zâten tesbîh eden huveynât ve hamd
lisân o makinelerden birisidir ve eden kuşçuklar ve saf tutup tehlîl
ondan matlûb netîcelerden birincisi eden kuşlar Allâh’a delîldir.
bu tercümânlıktır.) Kâinât mescidindeki ibâdetleri ve
Salavât Allâh’a şâhid ve salâvâtlarıyla ins ve cin Allâh’a
Tayyibât Allâh’a delîldir. şâhid ve tesbîhâtları ve
Mahlûkât Allâh’a şâhid ve ibâdetleriyle âlem mescidindeki
Geçmiş hârikalar Allâh’a delîldir. melek ve rûh Allâh’a delîldir.
Mevcûdât Allâh’a şâhid ve San‘at Allâh’ındır; öyleyse
Gelecek mu‘cizeler Allâh’a delîldir. medih Allâh’a âiddir.
Gökler Allâh’a şâhid ve Sıbgat Allâh’ındır; öyleyse
Arş Allâh’a delîldir. Senâ Allâh’a âiddir.
Güneşler Allâh’a şâhid ve Ni‘met Allâh’ındır; öyleyse
Aylar Allâh’a delîldir. Şükür Allâh’a âiddir.
Yıldızlar Allâh’a şâhid ve Rahmet Allâh’ındır; öyleyse
Seyyâreler Allâh’a delîldir. Hamd âlemlerin Rabbi olan
Cev, tasarrûfâtı ve Allâh’a âiddir.
yağmurlarıyla Allâh’a şâhid ve
yer Allâh’a delîldir.
Yani, yerde zâhir olan kudret ve
onda bâhir olan hikmet ve ondaki
Beşinci Bâb
mükemmel san‘at ve ondaki
müzeyyen renk ve ondaki
mütenevvi‘ ni‘met ve ondaki vâsi‘ hakkındadır.
rahmet Allâh’a delîldir. İki makâmdır.
Binler âyâtıyla Kur’ân Allâh’a şâhid Beş nüktedir. (Ben on üç sene
ve binler mu‘cizâtıyla Muhammed evvel yüksek bir yer olan Yûşa‘
(A.S.M.) Allâh’a delîldir. Tepesi’nden dünyâya baktım.
Acâibi ve garâibiyle denizler Allâh’a Birbiri içindeki mevcûdât
şâhid ve yaprakları ve çiçekleri ve tabakâtına ve mehâsinine herkes
meyveleriyle nebâtât Allâh’a gibi meftûn idim. Âdetâ şedîd bir
delîldir. Yani, yapraklarıyla tesbîh muhabbetle alâkadârdım. Hâlbuki,
eden, çiçekleriyle hamd eden, pek zâhir bir sûrette fenâ ve
meyveleriyle tekbîr getiren o süslü, zevâlde yuvarlanmalarını aklen
çiçekli ve meyveli nebâtât müşâhede ettim. Dehşetli bir elem
Allâh’a delîldir. ve firâk ve hadsiz firâklardan gelen
Tesbîh eden yaprakları ve hamd bir zulmet hissettim. Birden
eden çiçekleri ve tekbîr getiren
31
zevâlini ve fenâsını ve içindeki
âyeti otuz zîhayâtların ölümünü
üç mertebesiyle imdâdıma yetişti. düşündüğümden bu çok elîm ve
Ben de gelecek tarzda remizli derin derdlerime merhem olarak
okuyordum. Mağrible yatsı
i buldum.
ortasında devâm ettiğim yedi
cümle-i mübârekenin herbirisi birer Baştaki cümleler bu sırra göre
lem‘a olarak Otuzbirinci Mektûb’un gidiyorlar.)
Lemeât’ına girecekti. Beş cümlesi Zîrâ O, Mûcid, Mevcûd-ı Bâkîdir.
girdi. Bu ikisi kalmıştı. Onun için Bu yüzden mevcûdâtın zevâlinde
Beşinci, Altıncı Lem‘a’ların yerleri bir beis yoktur. Çünki Vâcibü’l-
açık kalmıştı. Biri Vücûd olan Mûcidinin bekâsıyla,
mahbûbun vücûdu dâimîdir.
diğeri O, Sâni‘ ve Fâtır-ı Bâkîdir. Bu
yüzden masnûâtın zevâline
üzülmek yoktur. Çünki Sâni‘indeki
in merâtibine dâir olacaktı. Bu iki medâr-ı muhabbet bâkîdir.
mübârek kelâmın merâtibi ilimden O, Melik ve Mâlik-i Bâkîdir. Bu
ziyâde fikir ve zikir olduğundan yüzden zevâl ve gidişlerde
Beşinci Bâb olarak Arabî yenilenen mülkün zevâline teessüf
zikredildi.) yoktur.
O, Şâhid ve Âlim-i Bâkîdir. Sevilen

Birinci Nükte şeylerin dünyâdan kaybolup


gitmelerine tahassür yoktur. Bu
Bu kelâm, acz-i beşerî marazına ve yüzden Çünki onlar, onları Görenin
fakr-ı insânî hastalığına mücerreb dâire-i ilminde ve nazarında
bir devâdır. “Allâh bize yeter. Ve bâkîdir.
(O) ne güzel vekîldir.” O, Sâhib ve Fâtır-ı Bâkîdir. Bu
(Bir zamân bu cümle-i yüzden güzel şeylerin zevâline
mübârekenin çok envârını ve keder yoktur. Çünki onların
makâmâtını gördüm. Beni çok güzelliklerinin menşei, onların
zulümâttan ve vartalardan kurtardı. Fâtır’ının isimlerinde dâimîdir.
Ben o ahvâl ve makâmâta işâret O, Vâris ve Bâis-i Bâkîdir. Bu
için gâyet muhtasar birer fıkra yüzden ahbâbın firâkına mahzûn
bazen birer kelime ile kendi olmak yoktur. Çünki onlara Vâris
tahatturum için işâretler olan ve onları tekrâr Diriltecek olan
koymuştum. O baştaki fıkra ise Bâkîdir.
herkes gibi benim de bir O, Cemîl ve Celîl-i Bâkîdir. Bu
mahbûbum olan koca dünyânın yüzden güzel isimlerin âyîneleri
32
olan güzel şeylerin zevâline şahsımdaki müteaddid muhtelif
üzülmek yoktur. tabaka-i mevcûdât-ı nefsiye ve
Çünki âyinelerin zevâlinden sonra meftûn olduğum sıfât ve hakâik-i
isimler güzellikleriyle berâber şahsiye gâyet sür‘atle zevâl ve
bâkîdir. fenâya koştuklarından insânın
O, Ma‘bûd ve Mahbûb-ı Bâkîdir. Bu fıtratındaki aşk-ı bekâ sırrıyla o
yüzden mecâzî mahbûbların fânîlerde bir bekâ aradım.
zevâlinden elem çekmek yoktur. Hâlıkımın bâkî cilve-i esmâsını
Çünki Mahbûb-ı Hakîkî Bâkîdir. gördüm. Herbir sıfatımın zevâlinde
O, Rahmân, Rahîm, Vedûd ve ona temessül eden bir ismin
Raûf-ı Bâkîdir. Bu yüzden zâhirî cilvesini bâkî gördüm. Ve kat‘iyen
ni‘met verici ve şefkat edicilerin anladım ki: Fıtrat-ı insâniyedeki
zevâlinden ne gam vardır, ne yeise aşk-ı bekâ, muhabbet-i İlâhiyeden
düşmek vardır, ne de ehemmiyet teşa‘ub eden bir muhabbettir. İnsân
vermek vardır. Çünki rahmeti ve mahbûbunu yanlış bir sûrette
şefkati her şeyi kaplamış olan Zât arıyor. Âyînede temessül edeni
Bâkîdir. sevmek ve aramak lâzım iken,
O, Cemîl, Latîf ve Atûf-ı Bâkîdir. Bu âyîneyi veyâ âyînenin zîneti
yüzden lütfedicilerin ve şefkat hükmüne geçen temessülün
edicilerin zevâline yanmak ve
keyfiyetini sevmeğe başlıyor.
ehemmiyet vermek yoktur. Çünki
onların hepsinin yerine geçen ve
bütün bunlar, O’nun tecelliyâtından yerine ye perestiş ediyor.
bir tek tecellînin yerine geçemeyen Zevâlinden sonra yanlışını anlıyor.
Zât Bâkîdir. O’nun bu sıfatlarla bâkî İşte kalb ve mâhiyet-i insâniye
oluşu, dünyâdan her bir ferdin fenâ zîşuûr bir âyînedir. Onda temessül
ve zevâl bulan her nev‘î edeni şuûr ile hisseder, aşk-ı bekâ
mahbûbâtının yerine geçer Allâh ile sever.)
bize yeter Ve (O) ne güzel vekîldir. Allâh’ın,
Evet, dünyâ ve içindekilerin bekâsı Bâkî olan İlâhım ve
için, O’nun Mâlikinin ve Sâni‘inin ve Bâkî olan Hâlıkım ve
Fâtır’ının bekâsı bana yeter. Bâkî olan Mûcidim ve
Bâkî olan Fâtırım ve
İkinci Nükte Bâkî olan Mâlikim ve
Bâkî olan Şâhidim ve
(Nasıl ki âfâkın ve dünyânın fenâ Bâkî olan Ma‘bûdum ve
ve zevâlinin arkasında Bâkî-i Bâkî olan Bâisim
Zülcelâl’in bâkî esmâsının olması, bekâm için bana yeter.
cilvelerini gördüm. Tâm tesellî
buldum. Öyle de şahsıma baktım,
33
Bu yüzden vücûdumun zevâlinde başka vücûdların ünvânları
beis yok, olduğunu ve kesretli vücûdları
hüzün yok, semere verdiğini ve zevâle giden
teessüf yok, bir şey kendine bedel çok vücûdları
tahassür yoktur, bıraktığını gösterir bir nüktedir. Bir
benim şahsımda bulunan her bir zîhayâtın mevti ve zevâli birçok
sıfat, ancak O’nun bâkî vücûdları meyve verip, o meyveleri
isimlerinden bir ismin şuâıdır. arkasında bırakır, sonra gider.
Bu sıfatın zevâli ve fenâsı, Evet, bir fânî çok cihetlerle bâkî
O’nun için i‘dâm değildir. kalır. Bir dâne çürümekle ölür.
Çünki o, ilim dâiresinde mevcûddur Fakat yüz dâneyi câmi‘ bir sünbülü
ve Hâlıkına bâkî ve meşhûddur. yerinde bırakır. İşte bu sırra binâen
Ve kezâ, O’nun, Bâkî olan ve mevtten ve ademden ürkmek ve
mâhiyetimin âyînesinde Bâkî zevâlden teessüf etmek yerinde
isminin şuâı temessül eden ilâhım değildir.)
olduğuna ve Benim mâhiyetimin Allâh bize yeter Ve (O) ne güzel
hakîkati, ancak bu ismin gölgesi vekîldir. Zîrâ O öyle bir Vâcibü’l-
olduğuna dâir ilmim ve iz‘ânım ve Vücûddur ki, bu mevcûdât-ı
şuûrum ve îmânım, bekâ ve lezzeti seyyâle ancak O’nun îcâd ve
için bana yeter. O ismin, benim vücûdunun tecelliyâtındaki
hakîkatimin âyînesinde temessülü teceddüde birer mazhardırlar.
sırrıyla, hakîkatim kendisi mahbûb Onunla ve ona intisâbla ve O’nun
oldu. Zâtından dolayı mahbûb ma‘rifetiyle hadsiz envâr-ı vücûd
değil, belki onda olan ve onda hâsıl olur. O olmadığı zamân ise,
temessül eden şeylerin bekâsı, adem zulümâtı ve firâk elemleri
O’nun için bir çeşit bekâ olması zuhûr eder.
sırrıyladır. Bu mevcûdât-ı seyyâle ancak birer
âyînedir. Ve fenâları ve zevâlleri ve
Üçüncü Nükte bekâlarında i‘tibârî teayyünâtın
değişmesiyle altı cihetle
(Kâinâtın en mühim muammâsı, yenilenmektedir.
mütemâdiyen mevt ve hayât, zevâl Birincisi: Güzel ma‘nalarının ve
ve fenâ içindeki fa‘âliyet-i dâimenin misâlî hüviyetlerinin bâkî kalması.
tılsımını keşfeden Yirmidördüncü İkincisi: Sûretlerinin misâlî
Mektûb’da Beş Remiz ve Beş levhalarda bâkî kalması.
İşâretle îzâh edilen mühim bir Üçüncüsü: Uhrevî semerelerinin
hakîkatin merâtibine gâyet icmâlli bekâsı.
işâretler nev‘inden eskiden beri Dördüncüsü: O’nun için bir nev‘î
tahatturla tefekkür ediyordum. vücûd olan ve kendisini temsîl
Fenâ ve zevâl ve adem ise, başka eden Rabbânî tesbîhâtının bekâsı.
34
Beşincisi: İlmî meşhedler ve çiçeklerle süsleyip güzelleştiren
sermedî manzaralarda bekâsı. zâtın masnûu olmam, vücûd ve
Altıncısı: Eğer zîrûhlardan ise kemâli i‘tibâriyle bana yeter.
rûhlarının bekâsı. Zîrâ mevtlerinde, Kezâ, bu kâinât bütün kemâlâtı ve
fenâlarında, zevâllerinde, mehâsiniyle O’nun kemâli ve
ademlerinde, zuhûrlarında ve cemâline nisbetle zaîf bir gölge ve
sönüp gitmelerindeki muhtelif O’nun âyât-ı kemâli ve işârât-ı
keyfiyâtında olan vazîfeleri, ancak cemâli olan zâtın mahlûku ve
esmâ-yı ilâhiyenin mukteziyâtını memlûkü ve abdi olmam, fahir ve
izhâr etmektir. şeref olarak bana yeter.
Bu vazîfenin sırrından dolayıdır ki, Kezâ, sayısız ve saymakla bitmez
mevcûdât, mevt ve hayât, vücûd ve ni‘metlerin kef ve nûn arasındaki
ademle dalgalanan gâyet sür‘atte latîf sandukçalarda iddihâr eden ve
bir sel gibi olmuştur. Yine bu milyonlar kantarı, içinde tohumlar
vazîfeden dolayı, dâîmî fa‘âliyet ve ve çekirdekler denilen latîf
müstemir hallâkıyet tezâhür eder. sandukçalar bulunan bir tek avuç
Öyleyse hem benim hem her bir içinde depolayan Zât, her şey için
ferdin “Allâh bize yeter. Ve (O) ne bana yeter.
güzel vekîldir.” demesi gerekir. Kezâ, bütün cemâl ve ihsân
Yani, Vâcibü’l-Vücûdun sâhiblerine karşı, bana O Cemîl ve
eserlerinden bir eser olmam, vücûd Rahîm olan Zât yeter ki, bu güzel
olarak bana yeter. Müzevver ve masnûât, mevsimlerin ve asırların
akîm olan vücûdun milyonlarca ve dehirlerin geçmesiyle O’nun
senesine karşı, münevver ve envâr-ı cemâlinin yenilenmesi için
mazhar olan vücûdun bir ân-ı birer fânî âyînelerden başka bir şey
seyyâlesi bana kâfîdir. değildir. Ve bu bahâr ve yaz
Evet, intisâb-ı îmânî sırrıyla mevsiminde yenilenen ni‘metler ve
vücûdun bir dakîkası, intisâb-ı birbirini ta‘kîb eden meyveler,
îmânîsiz binlerce senenin yerine mahlûkâtın ve günlerin ve
geçebilir. senelerin geçmesi üzerine O’nun
Belki şu dakîka, merâtib dâimî in‘âmındaki mertebelerin
i‘tibâriyle şu binlerce seneden yenilenmesi için birer mazhardır.
daha etem ve daha geniştir. Kezâ, Hâlık-ı mevt ve hayâtın
Kezâ, semâda azameti ve arzda esmâsının cilvelerine bir harîta ve
âyetleri olan ve gökleri ve yeri altı bir fihriste ve bir fezleke ve bir
günde yaratan Zâtın san‘atı mîzân ve bir mikyâs olmam, hayât
olmam, vücûd ve kıymeti i‘tibâriyle ve mâhiyeti i‘tibâriyle bana yeter.
bana yeter. Kezâ, Esmâ-yı Hüsnânın sâhibi
Kezâ, semâyı kandîllerle süsleyip olan Fâtırımın şuûnât-ı zâtiyesine
nûrlandıran ve yeryüzünü hayâtımın mazhariyetiyle, kalem-i
35
kudretle yazılmış ve o Kadîr-i Mutlak’ın merâtib-i kudretine ve o
Mutlak ve Hayy-ı Kayyûmun Rahîm-i Mutlak’ın derecât-ı
esmâsını anlatıp gösteren bir rahmetine ve o Kaviyy-i Mutlak’ın
kelime olmam, hayât ve vazîfesi tabakât-ı kuvvetine mikyâsiyetim,
i‘tibâriyle bana yeter. hayât ve kıymeti i‘tibâriyle bana
Kezâ, beni, içinde hedâyâ-yı yeter.
rahmetinin müzeyyenâtı bulunan Kezâ, Hâlıkımın muhît sıfatlarını
vücûd hullemin ve fıtrat kaftanımın anlamak için cüz’î ilim, irâde ve
ve muntazam hayâtımın kudret sıfatlarımın cüz’iyetiyle
gerdânlığının murassaâtıyla ma‘kesiyetim bana yeter. Böylece
süsleyen Hâlıkımın esmâsının cüz’î ilmimin mîzânıyla O’nun
cilveleriyle süslenmekle muhît ilmini fehmederim.
kardeşlerim olan mahlûkât Kezâ, Kâmil-i Mutlak ancak benim
arasında i‘lânım ve teşhîrim ve ilâhım olduğuna ve kâinâtta
Hâlık-ı kâinâtın nazar-ı şühûduna kemâlâttan ne varsa, O’nun
i‘lânım ve izhârım, hayât ve hukûku kemâlinin âyetlerinden ve O’nun
i‘tibâriyle bana yeter. kemâline birer işâret olduğuna dâir
Kezâ, zîhayâtların vâhib-i Hayât’a ilmim kemâl olarak bana yeter.
olan tahiyyelerini fehmetmem ve Kezâ, nefsimde kemâlât olarak
onlara şâhid olup onlara şâhidlik îmân-ı billâh bana yeter. Zîrâ îmân,
etmem, hukûk-ı hayâtım i‘tibâriyle beşer için bütün kemâlâtına bir
bana yeter. menba‘dır.
Kezâ, Sultân-ı Ezelîmin nazar-ı Kezâ, Esmâ-yı Hüsnânın sâhibi
şühûduna arz olunmak için, îmânî olan, beni yediren ve beni içiren ve
bir şuûrla O’nun cevâhir-i ihsânının beni terbiye eden ve beni tedbîr
murassaâtıyla teberrüc ve tezyînim eden ve benimle konuşan ve celâli
hukûk-ı hayâtım için bana yeter. yüce olan ve lütuf ve ihsânı her
Kezâ, O’nun abdi ve masnûu ve şeyi kuşatan İlâhım ve Rabbim ve
mahlûku ve muhtâc olanı Hâlıkım ve Müsavvirim, muhtelif
olduğuma ve O’na muhtâc cihâzâtımın çeşitli lisânlarıyla
bulunduğuma ve O’nun, hikmetine istenilen envâ‘-ı ihtiyâcâtıma âid
ve rahmetine lâyık bir şekilde her şey için bana yeter.
terbiye eden Rahîm, Kerîm, Latîf
ve bana ni‘met verici olan Hâlıkım
olduğuna dâir ilmim ve iz‘ânım ve Dördüncü Nükte
şuûrum ve îmânım, hayât ve Benim sûretimi ve zîhayâtlardan
lezzeti i‘tibâriyle bana yeter. olan emsâlimin sûretini, latîf
Kezâ, mutlak olan aczimin ve san‘atıyla ve latîf kudreti ve
mutlak olan fakrimin ve mutlak olan hikmetiyle ve latîf rubûbiyeti ile
za‘fımın emsâliyle o Kadîr-i
36
su içinde açan Zât, bütün hayât ni‘metini bana in‘âm eden
metâlibim için bana yeter. Zât bana yeter.
Kezâ, beni inşâ eden, kulağımı ve Kezâ, beni insân yaparak, insânı,
gözümü açan, cismimde bir lisân âlem-i kebîrden ma‘nen daha
ve bir kalb derc eden, onda ve büyük olan küçük bir âlem hâline
cihâzâtımda, rahmetinin çeşit çeşit getiren insâniyet ni‘metini bana
hazînelerinin müddeharâtını in‘âm eden Zât bana yeter.
tartmak için sayısız hassâs Kezâ, beni mü’min kılarak, dünyâ
mîzânlar yerleştiren ve kezâ ve âhireti ni‘metlerle dolu iki sofra
lisânımda ve kalbimde ve hâline getirip îmân eliyle mü’mine
fıtratımda, esmâsının çeşit çeşit onları takdîm eden îmân ni‘metini
defînelerini anlamak için saymakla bana in‘âm eden Zât bana yeter.
bitmez hassâs âletler derc eden Kezâ, beni habîbi olan Muhammed
zât, bütün maksadlarım için bana Aleyhissalâtü Vesselâm’ın
yeter. ümmetinden kılarak, îmânda
Kezâ, bütün envâ‘-i ni‘metini ihsâs bulunan ve kemâlât-ı beşeriyenin
etmek ve ekser tecelliyât-ı en yüksek merâtibinden olan
esmâsını tattırmak için, bu a‘zâ ve muhabbet ve mahbûbiyet-i ilâhiyeyi
âlâtı ve bu cevârih ve cihâzâtı ve bana in‘âm eden Zât bana yeter ki,
bu havâs ve hissiyâtı ve bu letâif bu muhabbet-i îmâniye ile,
ve ma‘neviyâtı, celîl ulûhiyeti ve mü’minin istifâde elleri imkân ve
cemîl rahmetiyle ve kebîr vücûb dâiresinin nihâyetsiz
rubûbiyeti ve kerîm re’fetiyle ve müştemilâtına kadar uzanır.
azîm kudreti ve latîf hikmetiyle, Kezâ, cins ve nev‘î ve dîn ve îmân
benim küçük ve hakîr şahsımda cihetiyle beni mahlûkâtının bir
derc eden ve zaîf ve fakîr çoğundan üstün kılıp beni ne
vücûdumda derc eden Zât bana câmid, ne hayvân ne de dalâlette
yeter. giden yapmayan Zât bana yeter ki,
hamd de O’na mahsûstur, şükür de
Beşinci Nükte O’na mahsûstur.
Kezâ, “Beni ne yerim ne de
Benim her bir ferdin, hâl ve kâl ile göğüm içine sığdırabilir; fakat
ve teşekkür ve iftihârla şöyle beni mü’min kulumun kalbi içine
dememiz gerekir. sığdırabilir.” meâlindeki hadîsin
Beni yaratan ve beni adem sırrıyla, beni esmâsının
zulmetinden çıkararak bana vücûd tecelliyâtına câmi‘ bir mazhar
nûrunu in‘âm eden Zât bana yeter. yaparak kâinâtın içine
Kezâ, beni hayât sâhibi kılarak, sığdıramadığı bir ni‘meti bana
sâhibine her şeyi veren ve in‘âm eden Zât bana yeter. Yani,
sâhibinin elini her şeye uzatan mâhiyet-i insâniye, bütün kâinâtta
37
tecellî eden esmânın bütün
tecelliyâtına mazhar ve câmi‘dir.
Kezâ, bende bulunan mülkünü cümlesinde de fakrına da ve o
benim için muhâfaza edip sonra bütün metâlibine de bir vesîleyi
onu bana iâde etmek için benden gösterdiği gibi
satın alan ve karşılığında bize
cenneti veren Zât bana yeter.
Vücûdumun zerrelerinin zerrât-ı dahi başka bir sûrette aynen
kâinâtla darbı adedince şükür de
Ona mahsûstur. Hamd de O’na gibi acz ve fakr-ı
mahsûsdur.
Hasbî Rabbî Cellallâh Nûr-u beşerînin ilâcı kelimesi
Muhammed Sallallâh. a‘dâsına karşı nokta-i istinâdı kendi
kuvvetinden teberrî etmekle

Hasbî Rabbî Cellallâh Sırr-u kalbî kuvvet-i İlâhiyeye ilticâ


zikrullâh. Zikr-u Ahmed Sallallâh. kelimesiyle metâlibine ve hâcâtına
vesîle-i mutlak tevekkül ile kudret-i
İlâhiyeye i‘timâd etmektir. Bu

Altıncı Bâb
cümlesinin pek
çok merâtibini kendimde tecrübe ile
hissettim. O mertebelere birer kısa
kelime ile işâretler koymuşum. O
hakkındadır. işâretler vâsıtasıyla o merâtibi
(Çok risâlelerde beyân etmişiz ki: mülâhaza ediyorum. Bu bâbda
İnsânın fıtratında hadsiz bir acz ve kısmen o mertebeleri remzeden
nihâyetsiz bir fakr bulunmakla kelimeler aynen zikredilecektir.)
berâber hadsiz a‘dâsı ve nihâyetsiz Bu mübârek kelime-i tayyibe,
metâlibi vardır. İnsân bu acz ve " " ve " "
fakrından fıtraten bir Kadîr-i
Rahîm’e ilticâya muhtâcdır. Nasıl ki
ve " " ve " "
ve
birinci cümlesi acze merhem ve " ”
bütün a‘dâsına karşı bir melce’
gösterir. olan meşhûr
"bâkiyât-ı sâlihât" tan

38
[bâkî kalıcı beş sâlih amel’den] Ey Hafîz,
beşinci olanıdır. Ey Vekîl!
Ey İlâhım ve Seyyidim ve Mâlikim, Ey ilâhım! Emsâlim gibi, hayâtım
Benim nihâyetsiz fakrım vardır. da sönecek olan bir şu‘le gibidir.
Bununla berâber hâcâtım ve Arzûlarım ve emellerim ise
metâlibim sayısız ve saymakla bitmez. Bu emelleri taleb
saymakla bitmez. etmeye karşı havl ve onları tahsîl
Benim elim ise, etmeye kuvvet ancak sendedir.
metâlibimin en ednâsına ulaşmaz. Ey Hay,
Havl ve kuvvet ancak Sendedir, Ey Kayyûm,
Ey Rabb-i Rahîmim ve Ey Hasîb,
Ey Hâlık-ı Kerîmim! Ey Kâfî,
Ey Hasîb, Ey Vekîl,
Ey Vekîl, Ey Vâfî!
Ey Kâfî! Ey ilâhım! Akrânım gibi, ömrüm de
İlâhî, ihtiyârım zaîf bir kıl gibi; tükenecek bir dakîka gibidir.
emellerim ise saymakla bitmez. Bununla berâber maksadlarım ve
Hiçbir zamân metâlibim sayısızdır ve saymakla
kendilerinden müstağnî bitmez. Onlara karşı havl ve onlara
kalamayacağım şeylerden ise yetecek kuvvet ancak Sendedir,
dâimâ âcizim. Ey Ezelî olan,
Havl ve Kuvvet ancak Sendedir, Ey Ebedî olan,
Ey Ganî, Ey Hasîb,
Ey Kerîm, Ey Kâfî,
Ey Kefîl, Ey Vekîl, Ey Vâfî!
Ey Hasîb, Ey ilâhım! Şuûrum, sönüp gidecek
Ey Kâfî! olan bir lem‘a gibidir.
Ey İlâhım ve Seyyidim ve Mâlikim, Bununla berâber envâr-ı
Benim iktidârım zaîf bir zerre ma‘rifetinden olup muhâfaza
gibidir. Bununla berâber edilmesi gereken şeyler ve zulümât
düşmanlar, illetler, evhâmlar, ve dalâletten olup kendisinden
korkular, elemler, hastalıklar, muhâfaza olunulması gereken
zulmetler, dalâletler ve uzun şeyler sayısızdır ve saymakla
seferler saymakla bitmez. Onlara bitmez. Bu zulümât ve dalâlete
karşı havl ve onlara mukâbele karşı havl ve bu envâr ve hidâyât
etmeye kuvvet ancak sendedir, üzerine kuvvet ancak sendedir,
Ey Kavî, Ey Alîm olan,
Ey Kadîr, Ey Habîr olan,
Ey Karîb, Ey Hasîb,
Ey Mücîb, Ey Kâfî,
39
Ey Hafîz, Ey Rakîb,
Ey Vekîl! Ey Kefîl,
Ey ilâhım! Benim sabırsız bir Ey Vekîl,
nefsim, feryâd eden bir kalbim, zaîf Ey Hafîz,
bir sabrım, nahîf bir cismim, alîl ve Ey Kâfî!
zelîl bir bedenim vardır. Bununla Ey ilâhım! Benim hadsiz bir fakrım,
berâber mâddî ve ma‘nevî nihâyetsiz bir ihtiyâcım vardır.
yüklerden üzerime yüklenen ağırdır Bununla berâber hâcâtım ve
ağır. Bu yüklere karşı havl ve onları metâlibim ve vazîfelerim saymakla
taşımaya kuvvet ancak sendedir, bitmez. Onlara karşı havl ve onlara
ey Rabb-i Rahîmim, ey Hâlık-ı yetecek kuvvet ancak Sendedir,
Kerîmim, ey Hasîb, ey Kâfî, ey Ganî, ey Kerîm, ey Muğnî,
ey Vekîl, ey Vâfî. ey Rahîm!
Ey ilâhım! Zamândan bana âid Ey ilâhım! Kendi havl ve
olan, akışı sür‘atli olan geniş bir kuvvetimden kurtuldum Sana
selde akıp giden bir ândır. yöneldim ve Senin havl ve
Mekândan bana âid olan ise kabir kuvvetine sığındım. Beni kendi havl
kadardır. Bununla berâber sâir ve kuvvetime bırakma. Aczime ve
mekânlarla ve zamânlarla alâkam za‘fıma ve fakrıma ve ihtiyâcıma
vardır. Onlara olan alâkaya karşı merhamet et. Göğsüm daraldı,
havl ve onlarda bulunanlara ömrüm zâyi‘ oldu, sabrım bitti,
ulaşmaya kuvvet ancak Sendedir, fikrim helâk oldu. Gizlimi de
ey mekânların ve kevnlerin Rabbi, açığımı da bilen ancak Sensin.
ey dehirlerin ve zamânların Rabbi, Bana fâide verene de zarar verene
ey Hasîb, de mâlik olan ancak Sensin.
ey Kâfî, Üzüntümü ferahlatmaya ve
ey Kefîl, zorluklarımı kolaylaştırmaya kâdir
ey Vâfî! olan ancak Sensin. Bütün
Ey ilâhım! Benim nihâyetsiz bir üzüntülerimi ferahlat, bana ve
aczim, hadsiz bir za‘fım vardır. kardeşlerime bütün zorlukları
Bununla berâber düşmanlarım ve kolaylaştır.
bana elem verenler ve kendisinden Ey ilâhım! Ona sevk olunmakla
korktuğum şeyler ve beni tehdîd berâber zamâna karşı ve
eden belâlar ve âfetler saymakla korkularına karşı havl ve kendisiyle
bitmez. Onların hücûmlarına alâkalı olmakla berâber mâzî ve
karşı havl ve onları def‘ edecek lezzetlerine karşı kuvvet ancak
kuvvet ancak Sendedir, Sendedir,
Ey Kavî, ey Ezelî,
Ey Kadîr, ey Ebedî!
Ey Karîb,
40
Ey ilâhım! Korktuğum ve İlâhî! Hastalıklara karşı havl ve
kendisinden kurtulamadığım zevâle âfiyete eriştirecek kuvvet ancak
karşı havl ve hayâtımdan hasretini Sendedir,
çektiğim ve kendisine Ey Şâfî,
ulaşamadığım geçmiş şeyleri iâde Ey Muâfî!
edecek kuvvet ancak Sendedir, İlâhî! Elemlere karşı havl ve
ey Sermedî, emellere eriştirecek kuvvet ancak
ey Bâkî! Sendedir,
Ey ilâhım! Adem zulmetine karşı Ey Müncî,
havl ve vücûd nûruna kuvvet ancak Ey Mugîs!
Sendedir, İlâhî! Zulmetlere karşı havl ve
ey Mûcid, nûrlara eriştirecek kuvvet ancak
ey Mevcûd, Sendedir,
ey Kadîm! Ey Nûr,
Ey ilâhım! Hayâta katılan zararlara Ey Hâdî!
karşı havl ve hayâta lâzım olan İlâhî! Mutlak sûrette şerlere karşı
sevinçlere kuvvet ancak Sendedir, havl ve aslen hayırlara eriştirecek
ey Müdebbir, ey Hakîm! kuvvet ancak Sendedir, ey hayır
Ey ilâhım! Zîşuûrlara hücûm eden elinde olan ve her şeye gücü yeten
elemlere karşı havl ve his sâhibleri ve kullarını hakkıyla gören ve
için matlûb olan lezzetlere kuvvet mahlûkâtının ihtiyâclarından
ancak Sendedir, haberdâr olan Zât!
ey Mürebbî İlâhî! Ma‘siyetlere karşı havl ancak
ey Kerîm! Senin ismetinledir, tâate eriştirecek
Ey ilâhım! Akıl sâhiblerine ârız olan kuvvet ancak Senin tevfîkinledir,
kötülüklere karşı havl ve himmet Ey Muvaffık,
sâhibleri için tezyîn edici olan Ey Muîn!
mehâsine kuvvet ancak Sendedir, İlâhî! Benim insânî olan nev‘imle
Ey Muhsin, şiddetli bir alâkam vardır. Bununla
Ey Kerîm! berâber “Her nefis ölümü
İlâhî! Ehl-i isyâna gelen nikmetlere tadıcıdır” (Âl-i İmrân Sûresi, 3:185)
karşı havl ve ehl-i tâate gelen âyeti beni tehdîd ediyor ve nev‘imle
ni‘metlere kuvvet ancak Sendedir, cinsimle alâkalı emellerimi
Ey Gafûr, söndürüyor ve onların ölümlerini
Ey Mün‘im! bana haber veriyor. Bu mevt ve
İlâhî! Hüzünlere karşı havl ve haberden neş’et eden bu hüzn-i
sevinçlere eriştirecek kuvvet ancak elîme karşı havl ve kalb ve
Sendedir. Çünki güldüren ve rûhumdan zâil olanların yerini
ağlatan ancak Sensin, ey Cemîl, dolduracak olan tesellîyi verecek
Ey Celîl! kuvvet ancak Sendedir.
41
Çünki her şeye karşı kâfî gelen rahmetinden bir tek şeye kâfî
fakat her şey kendisine kâfî gelemeyen Zât, ey bir şey için
gelemeyen Zât ancak Sensin. olduğunda her şey o şey için olan
İlâhî! Benim, evim ve menzilim gibi ve o şey için olmadığında o şey
olan dünyamla şiddetli bir alâkam için hiçbir şey olmayan Zât!
vardır. Bununla berâber “O’nun İlâhî! Cismânî şahsiyetimle şiddetli
üzerindeki herkes fânîdir. Celâl ve alâkam ve ibtilâ ve meftûniyetim
ikrâm sâhibi Rabbinin zâtı ise bâkî var. Öyle ki, sanki cismim, zâhirî
kalır” (Rahmân Sûresi, 55:27) nazarımda bütün âmâl ve
âyeti, benim bu evimin harâb metâlibimin tavanına bir direktir.
olacağını ve bu yıkılacak olan evde Bende bekâya karşı şiddetli aşk
kendileriyle berâber oturduğum var. Bununla berâber cismim ne
mahbûblarımın zevâl bulacağını demir ne de taştandır ki filcümle
i‘lân ediyor. Bu korkunç musîbete devâm etsin. Bi’l-akis her ân
karşı ve göçüp giden ahbâbdan dağılmak üzere bulunan et ve kan
ayrılıklara bile karşı havl ve bunlara ve kemiktendir. Yine bununla
karşı bana tesellî verecek ve berâber hayâtım cismim gibi iki
onların yerine geçecek kuvvet tarafı sınırlıdır, yakın bir zamânda
ancak Sendedir, ey tecelliyât-ı mevtin hâtemiyle mühürlenecektir.
rahmetinden bir cilve, benden Bununla berâber ihtiyârlıktan
ayrılan her şeyin yerine geçebilen başım beyâz âlev aldı. Hastalık
Zât! sırtımı ve göğsümü darbelemiştir.
İlâhî! Mâhiyetimin câmiiyeti ve Bu hâlden dolayı ben üzüntü,
bana in‘âm ettiğin cihâzâtımın sıkıntı, ızdırâb, teellüm ve şiddetli
gâyet kesreti i‘tibâriyle alâkalarım hüzün içindeyim. Bu korkunç hâle
ve kâinâta ve envâına şiddetli karşı havl ve beni üzen şeylere
ihtiyâclarım vardır. Bunlar berâber karşı beni tesellî edecek ve benden
“O’nun zâtından başka her şey kaybolan şeyleri telâfî edecek ve
helâk olucudur. Hüküm benden geçip giden şeylerin yerine
O’nundur ve ancak O’na geçebilecek kuvvet ancak
döndürüleceksiniz.” (Kasas Sendedir, ey Bâkî olan ve bâkî
Sûresi, 28:88) Âyeti beni tehdîd isimlerinden bir isme yapışan
eder ve eşyâlarla olan pek çok kimse, kendisinin bekâsı ve ibkâsı
alâkamı keser. Ve her bir alâkanın ile bâkî olan Rabbim!
kesilmesiyle, rûhumda bir yara ve İlâhî Benim ve bütün zîhayâtın,
ma‘nevî bir elem meydana gelir. kendilerinden kaçış olmayan ölüm
İşte bu hadsiz yaralara karşı havl ve zevâle karşı şiddetli bir
ve onları tedâvî edecek kuvvet korkumuz var. Ve benim,
ancak Sendedir, ey her şeye kâfî devâmları olmayan ömür ve hayâta
gelen ve bütün eşyâ, teveccüh-i karşı şiddetli bir muhabbetim var.
42
Bununla berâber ecellerin bizim ednâsına bile ellerimiz yetişmez ki,
cisimlerimize hücûmuyla mevtin bizi sevindirecek bir şeyi bundan
sür‘ati, ne bende başka birinde, celb edelim yâhûd bizi üzecek bir
kesip attığı hâric dünyevî şeyi bundan def‘ edelim.
emellerden ne hiçbir emel ve tahrîb Bu hâle karşı havl ve o hâlin en
ettiği hâric ne de bir lezzet bırakır. güzel hâle tahvîline yetecek kuvvet
Bu korkunç belâya karşı havl ve ancak Sendedir, ey asırların ve
buna karşı bizi tesellî edecek zamânların Rabbi!
kuvvet ancak Sendedir, ey Hâlık-ı İlâhî! Benim fıtratımda ve her bir
mevt ve hayât! Ey hayât-ı ferdin fıtratlarında, ebedü’l-âbâda
sermediye sâhibi olan ve kendisine uzanan ebedî emeller ve sermedî
temessük eden ve kendisine matlablar var. Çünki fıtratımıza
yönelenin ve kendisini tanıyan ve öyle acîb ve câmi‘ bir isti‘dâd tevdî‘
kendisini sevenin hayâtının devâm etmişsin ki, onda, dünyâ ve
ettiği ve ölümün ona teceddüd-i içindekilerin kendilerini
hayât ve tebdîl-i mekân olduğu zât! doyuramayacağı bir ihtiyâc ve bir
Öyle ise “Dikkat edin! Şübhesiz muhabbet vardır. Bu ihtiyâc ve bu
Allâh’ın Velî (kul)larına hiçbir muhabbet bâkî cennetten başka
korku yoktur ve onlar mahzun hiçbir şeye râzı olmaz ve bu
(da) olmayacaklardır” sırrıyla, ona isti‘dâd saâdet-i ebediye
ne hüzün vardır ve ona ne de elem yurdundan başka hiçbir şeyle
vardır. tatmîn olmaz, ey dünyâ ve âhiretin
İlâhî! Nev‘im ve cinsimden dolayı Rabbi! Ve ey Cennetin ve dâr-ı
benim göklerde ve yerde olan karârın Rabbi!
teellümât ve temenniyât ile ve “Seni (her türlü noksânlıktan)
onların ahvâli ile alâkalarım var. tenzîh ederiz; senin bize
Fakat hiçbir cihetle onlara emrimi öğrettiklerinden başka bizim için
dinletecek ve emelimi bu cirimlere bir ilim yoktur. Şübhe yok ki
teblîğ edecek kuvvet bende yok. Alîm, Hakîm ancak sensin.”
Bu belâlara ve alâkalara karşı havl (Bakara Sûresi, 2:32.)
ancak Sendedir, “Bizi buna (bu mükâfâta vesîle olan
ey Göklerin ve yerin Rabbi ve amellere) hidâyet eden Allâh’a
ey onları sâlih kullarına hamd olsun; eğer Allâh bizi
teshîr eden Zât! hidâyete erdirmeseydi, doğru yolu
İlâhî! Benim ve bütün akıl bulamazdık. Gerçekten Rabbimizin
sâhiblerinin, geçmiş zamânlar ve peygamberleri (bize) hakkı
gelecek vakitlerle alâkalarımız var. getirmişlerdir.” (A’râf Sûresi, 7:43.)
Bununla berâber biz daracık bir Allâhım, ümmetimin hasenâtı
zamân-ı hâzırda hapsolunduk; adedince, Efendimiz Muhammed’e
mâzî ve müstakbel zamânın en ve âl ve ashâbına
43
salât ve tutarız; Senin büyük
selâm et. peygamberlerinin hepsini ve Senin
Âmîn. büyük velîlerinin hepsini ve Senin
yüksek asfiyânın hepsini şâhid
tutarız; Senin sayısız ve saymakla
bitmez tekvînî âyetlerinin hepsini

Yedinci Bâb
şâhid tutarız; Senin müzeyyen,
mevzûn, manzûm, mütemâsil
masnûâtının hepsini şâhid tutarız;
Senin âciz, câmid, câhil olan fakat
hakkındadır. havl ve tavlinle ve emir ve izninle
İki makamdır acîb ve muntazam vazîfeleri
taşıyan kâinât zerrelerinin hepsini
Birinci Makâm şâhid tutarız; basît ve câmid
şeylerden olan zerrâtın,
“Şehâdet ederiz ki Allâh’dan başka
mütenevvi‘, muntazam, sağlam ve
ilâh yoktur ve Muhammed (A.S.M.)
san‘atlı hadsiz mürekkebâtının
Allâh’ın Resûlüdür” cümlesinin
hepsini şâhid tutarız; hayât
şehâdeti hakkındadır.
mâddeleri gâyet ihtilât içinde
Allâhım!
karışık olan ve gâyet imtiyâz içinde
Ey seçilmiş olan Muhammed’in
def‘aten birbirinden ayrılan nâmî
(A.S.M.) Rabbi,
mevcûdâtın terekkübâtının hepsini
Ey cennetin ve cehennemin Rabbi,
şâhid tutarız; enbiyâ ve evliyânın
Ey peygamberlerin ve hayırlı
sultânı, mahlûkâtın en efdali ve
kimselerin Rabbi,
apaçık mu‘cizelerin sâhibi olan
Ey sıddîkların ve ebrârın Rabbi,
Habîb-i Ekrem’ini -salavât ve
Ey küçüklerin ve büyüklerin Rabbi,
teslîmâtın en üstünü O’nun ve
Ey habbelerin ve meyvelerin
âlinin üzerine olsun- şâhid tutarız;
Rabbi,
apaçık âyetler ve nûrlu bürhânlar
Ey nehirlerin ve ağaçların Rabbi,
ve vâzıh delîller ve parlak nûrlar
Ey sahrâların ve ovaların Rabbi,
sâhibi olan Furkân-ı Hakîm’ini
Ey kölelerin ve hürlerin Rabbi,
şâhid tutarız:
Ey gecenin ve gündüzün Rabbi.
Bizim hepimiz şehâdet ederiz ki,
Akşamladık ve sabâhladık,
sen ancak Vâcibü’l-Vücûd, Vâhid,
Seni şâhid tutarız; Senin bütün
Ehad, Ferd, Samed, Hay, Kayyûm,
mukaddes sıfatlarını şâhid tutarız;
Alîm, Hakîm, Kadîr, Mürîd, Semî‘,
Senin bütün esmâ-yı hüsnânı şâhid
Basîr, Rahmân, Rahîm, Adl,
tutarız; Senin bütün yüce
Hakem, Muktedir ve Mütekellim
meleklerini şâhid tutarız; Senin
çeşitli mahlûkâtının hepsini şâhid
44
olan Allâh’sın ve bütün güzel ey göklerin ve yerlerin Rabbi! Ona
isimler Senindir. ve âline ve ashâbına ve ihvânına,
Yine şehâdet ederiz ki, tek başına her anda ve zamânda milyonlar
senden başka ilâh yoktur. Senin salât ve selâm olsun. (Bu ikinci
şerîkin yoktur. Ve sen her şeye şehâdette herbir kelime nübüvvet-i
hakkıyla kadîrsin ve her şeyi Ahmediyenin (A.S.M.) birer hak
hakkıyla bilensin. bürhânına îmâ ettiği ve birer
Yine yukarıda geçenlerin hepsi ile vazîfe-i nübüvvete ve birer
ve yukarıda geçenlerin hepsiyle makâmât-ı Muhammediyeye
berâber şehâdet ederiz ki, (A.S.M.) işâret ettiği gibi birinci
Muhammed (A.S.M.) Senin kulun, şehâdette herbir fıkra dahi küllî çok
peygamberin, seçkin kulun, halîlin, berâhîn-i vahdâniyete delâlet
mülkünün cemâli, san‘atının melîki, ettiğinden gûyâ herbiri hem benim
inâyetinin gözü, hidâyetinin güneşi, şâhidim hem benimle şehâdet eder
muhabbetinin lisânı, rahmetinin ve ben onların lisân-ı hâl ile
misâli, mahlûkâtının nûru, şehâdetlerini lisân-ı kâle niyetimle
mevcûdâtının şerefi, kâinâtının kalb edip berâber şehâdet
tılsımının keşşâfı, saltanat-ı getiriyoruz demektir.)
rubûbiyetinin dellâlı, isimlerinin Ey Hafîz, ey Hâfız, ey Hayru’l-
hazînelerinin ta‘rîf edicisi, kullarına Hâfızîn olan Allâhım, bize ihsân
Senin emirlerinin ta‘lîm edicisi, ettiğin bu şehâdetleri Senin hıfzına,
kitâb-ı kâinâtın âyetlerinin Senin himâyene ve Senin
müfessiri, Senin medâr-ı şühûdun rahmetine tevdî‘ ediyoruz. Haşir ve
ve işhâdın, kendi cemâline ve mîzân gününe kadar onları hıfz
esmâna olan muhabbetinin ve
eyle. Âmîn
san‘atına ve masnûâtına ve
mahlûkâtının mehâsinine olan
muhabbetinin âyînesi, âlemlere
rahmet olarak ve âlemler sarâyının
nakışlarındaki boya san‘atının
hikmetiyle saltanat-ı İkinci Makâm
rubûbiyetindeki mehâsin-i kemâlâtı (Bu makâmın îzâhı Ondokuzuncu
beyân etmek ve âlemler kitâbının Mektûb olan Mu‘cizât-ı Ahmediye
satırlarındaki âyetlerin (A.S.M.) risâlesinin âhirindedir. Şu
kelimelerindeki hikmetlerin makâmın herbir kaydı herbir
işâretleriyle Senin isimlerinin kelimesi risâlet-i Ahmediyenin
hazînelerini ta‘rîf etmek ve (A.S.M.) birer delîline işâret eder
marziyâtını beyân etmek için ve Kur’ân-ı Hakîm’in Kelâmullâh
gönderdiğin habîbin ve resûlündür, olduğuna dâir olan bürhânlara îmâ
45
eder. Peygamber Aleyhissalâtü Mürşidi olandır. Şecere-i hilkatin
Vesselâm ile Kur’ân, her ikisi meyvelerinin en münevveridir.
vahdâniyet-i İlâhiyeye birer gâyet Hakkın sirâcı, hakîkatin bürhânı,
parlak delîl olarak burada muhabbetin lisânı, rahmetin misâli,
zikredilmişlerdir.) kâinât tılsımının keşşâfı, muamma-
Hamd, Allâh’a mahsûstur. O’nun yı hilkatin halledicisi, saltanat-ı
Vücûb-ı Vücûduna öyle bir Zât rubûbiyetin dellâlıdır.
delâlet eder, insânlara O’nun Hâlık-ı kâinâtın, mevcûdâtın
evsâf-ı Celâlini ve Cemâlini ve hilkatindeki makâsıdının medâr-ı
kemâlini öyle bir Zât gösterir. zuhûrudur. Kâinâtın kemâlâtının
Ve O’nun Vâhid ve Ferd ve Samed vâsıta-i tezâhürüdür.
olduğuna öyle bir Zât şâhidlik eder Ma‘nevî şahsiyetiyle, Fâtır-ı
ki, o, tasdîk olunmuş Şâhid-i Sâdık Kâinât’a kâinâtın hilkatinde nasbü’l-
ve tahkîk olunmuş Bürhân-ı ayn olduğunu remzeden (yani Sâni‘
Nâtıktır. Enbiyâ ve mürselînin ona bakmış ve O’nun ve emsâlinin
efendisidir ki, onların icmâ‘larının hürmetine bu âlemi yaratmış)dır.
ve tasdîklerinin ve mu‘cizelerinin Düstûrlarıyla, her iki dünyâdaki
sırrını hâvîdir. Evliyâ ve sıddîkînin saâdetin düstûrlarına enmûzec
imâmıdır ki, onların ittifâklarının ve olan dîn ve şerîat ve islâmiyetin
tahkîklerinin ve kerâmetlerinin sâhibidir. Sanki bu dîn kitâb-ı
sırrını hâvîdir. kâinâttan çıkarılmış bir fihristedir.
Hârika irhâsât ve bâhir mu‘cizât ve Kendisine indirilmiş olan Kur’ân
kat‘î ve vâzıh bürhânlar sâhibidir. ise, sanki kâinâtın âyâtını
Zâtında ahlâk-ı âliye, vazîfesinde okumaktır. Hak dîni, kendisinin,
hısâl-i gâliye ve şerîatinde secâyâ- kâinât Nâzımının nizâmı olduğuna
yı sâmiye sâhibidir. işâret edendir. Çünki bu kâinâtı, bu
Vahyi indiren Zât-ı Zülcelâl’in ona nizâm-ı etemm ve ekmel ile tanzîm
tevfîki ile ve indirilen vahyin eden kim ise, bu nazm-ı ahsen ve
îcâzıyla ve kendisine vahiy indirilen ecmeli câmi‘ olan bu dîni tanzîm
Zâtın Ona kuvvet-i îmânı ile ve eden de Odur.
kendilerine vahiy indirilenlerin Yer ve gökler devâm ettiği
keşfiyâtları ve tahkîkâtlarıyla müddetçe salavâtın en efdali ve
berâber icmâıyla, vahy-i teslîmâtın en etemmi, biz
Rabbânînin indiği yerdir. Ademoğulları topluluğunun efendisi
Âlem-i gayb ve melekûtün ve biz mü’minler topluluğunun
seyyârıdır. îmâna hidâyet edicisi olan Abdullâh
Ervâhı müşâhede ve melâikeye İbn-i Abdülmuttalib oğlu
arkadaşlık eden ve cin ve insin Muhammed’in üzerine olsun.

46
Çünki bu Şâhid, âlem-i şehâdette vücûduna delâlet eder. O’nun
bütün şâhidlerin gözü önünde celâlinin ve cemâlinin ve kemâlinin
gaybe dâir, müşâhid tavrıyla evsâfını tasrîh eder. Öyle bir
şehâdet eder. Evet görülüyor ki, Furkân-ı Hakîm ki, meşreblerde ve
kendisi görür, sonra asırların ve mesleklerde muhtelif, kalbleri ve
aktârın arkasında en yüksek akılları müttefik olan enbiyânın ve
sadâsı ile beşer tâifelerine evliyânın ve muvahhidînin bütün
seslenerek şâhidlik eder. kitâblarının sırr-ı icmâını hâvîdir.
Evet, bu O’nun, mâzînin Çünki o kitâbların hakâiki, altı ciheti
derinliklerinden istikbâlin yüksek münevver olan Kur’ân’ın esâsâtını
tepelerine kadar bütün kuvvetiyle tasdîk ederler. Zîrâ Kur’ân’ın
işitilen sesinin sadâsıdır. Evet, o üstünde sikke-i i‘câz, içinde hakâik-
ses yerin yarısını istîlâ etti; benî- ı îmân, altında berâhîn-i iz‘ân
âdem’in beşte biri O’nun semâvî vardır. Hedefi saâdet-i dâreyndir.
boyasıyla boyandı. Nokta-i istinâdı ise, Onu indiren
Ma‘nevî saltanatı 1350 sene Zâtın, âyetleriyle, indirilen
devâm etti; her zamânda Kur’ân’ın, i‘câzıyla, kendisine
sâdık ve mutî‘ raiyetinden 350 Kur’ân indirilen Zât’ın, ona kuvvet-i
milyon kişi üzerinde, seyyidlerinin îmânı ve emniyetiyle ümmîliğiyle
ve sultânlarının emirlerine ve kemâl-i teslîmiyeti ve safvetiyle
nefislerinin ve kalblerinin ve ve nüzûlü sırasında ma‘lûm
rûhlarının ve akıllarının inkıyâdıyla vaz‘iyetiyle berâber icmâıyla mahz-
zâhiren ve bâtınen hükmediyor. ı vahy-i Rabbânîdir. O, bilyakîn
Asırların kayaları üzerine ve mecma‘-i hakâiktir. Bilbedâhe
aktârın meydânlarına çivilenmiş envâr-ı îmânın menbaıdır. Bilyakîn
kuvvet-i düstûrlarının şehâdetiyle saâdetlere îsâl bilmüşâhede, kâmil
gâyet ciddiyetiyle zühdünün ve meyveler sâhibidir. Farklı farklı
dünyâdan istiğnâsının şehâdetiyle emârelerden olan hads-i sâdık ile,
gâyet vüsûku ile seyrinin meleklerin ve ins ve cinnin
şehâdetiyle gâyet itmi’nânı ve makbûlüdür. Âkıl ve kâmil olanların
vüsûku ile herkesin ittifâkıyla ittifâkıyla, aklî delîllerle
herkesten daha fazla ibâdet eden müeyyeddir. Vicdânın ona
ve daha fazla takvâ sâhibi itmi’nânının şehâdetiyle, fıtrat-ı
oluşunun şehâdetiyle gâyet selîme ile musaddaktır.
derecedeki kuvvet-i îmânı ile, Bilmüşâhede ebedî mu‘cizedir.
“Gerçekten şunu bil ki, Basar-ı mutlak sâhibidir ki, eşyâyı
kemâl-i vuzûh ile görür. Gaybı ve
” ile öyle kat‘î ve uzağı, hâzır ve yakîn gibi görür.
mükerrer şehâdet eder ki, Furkân-ı Mutlak inbisât sâhibidir ki,
Hakîm o Zât-ı Zülcelâl’in vücûb-ı mukarrabînden olan mele-i a‘lâya
47
bir dersi öğretir, etfâl-i beşere de
bu dersin aynısını öğretir. Ta‘lîmi
ve ta‘lîmâtı, yükseklerin en
yükseğinden, basitlerin en basitine
kadar zîşuûrun tabakâtına şâmil
olur. “ ” ve “Şunu bil

ki, ” şeklindeki kat‘î ve


mükerrer bir şehâdetle, âlem-i
şehâdette gaybın lisânıdır.

48

You might also like