Professional Documents
Culture Documents
M - Zeki Ibrahimgil - A - Ibrahimgil - Balkan Ülkelerinde Türk Kültür Mirası
M - Zeki Ibrahimgil - A - Ibrahimgil - Balkan Ülkelerinde Türk Kültür Mirası
ULUSLARARASI SEMPOZYUMU
4-8 KASIM 2013
ESKİŞEHİR
BİLDİRİ KİTABI
Editör:
Yrd. Doç. Dr. Burhan SAYILIR
Eskişehir-2014
TÜRK DÜNYASI KÜLTÜREL DEĞERLERİ
ULUSLARARASI SEMPOZYUMU
4-8 KASIM 2013
ESKİŞEHİR
©
Türk Dünyası Kültürel Değerleri Uluslararası Sempozyumu
Bildiri Kitabındaki yazıların yasal ve bilimsel sorumluluğu yazarlarına aittir.
Editör:
Yrd. Doç. Dr. Burhan SAYILIR
Kapak Tasarım:
Fatih Taha
Baskı:
Matus Basımevi Reklam ve Yay. Tic. Ltd. Şti.
Matbaacılar Sitesi 1514. Sokak No:2, İ.O.S.B. - Yenimahalle /Ankara
Tel: 0312 395 95 96 (pbx) Faks : 0 312 395 95 99 info@matus.com.tr
Adresler:
WEB ADRESİ:
www.tdkds2013.org
E-POSTA:
tdkds2013@gmail.com
YAZIŞMA ADRESİ:
Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Aksu Hizmet Binası
Paşa Mah. Kemal Zeytinoğlu Cad. No: 11
26030, Odunpazarı – ESKİŞEHİR
Tel: +90 (222) 230 28 38
Faks: +90 (222) 234 53 86
3
EDİTÖRDEN
Türk Dünyası Kültürel Değerleri Uluslararası Sempozyumu 4-8 Kasım
2013 tarihinde Eskişehir’de, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Kongre Merke-
zi’nde yapılmıştır. Yeterli zaman olmadığı için yürütme/düzenleme kurulu
kararı ile katılımcılar davet yöntemi seçilerek belirlenmiştir. Yurt içi ve yurt
dışından iki yüze yakın bilim insanı sempozyuma davet edilmiş ve yine yurt
içinden ve yurt dışından yüz onbir bilim insanı davete olumlu cevap vermiştir.
Olumlu cevap alınan bilim insanları Türkiye, Azerbaycan, Özbekistan, Ka-
zakistan, Rusya, Başkurdistan (RF), Altay (RF), Hakasya (RF), Makedonya,
Yunanistan, Moğolistan, Japonya, Ukrayna, Kırım (UKR), Türkmenistan,
Kosova, Bosna Hersek gibi ülkelerden idi.
Sempozyumun konu başlıkları seçilirken faklı disiplinden bilim insan-
larının bir araya getirilmesi ve birlikte çalışma imkânlarının geliştirilmesine
katkı sağlaması düşünülmüştür. Her biri kendi başına sempozyum veya kon-
gre konusu olabilecek konuları bir çatı altına toplayıp konuların ilgilisi bilim
insanlarını bir araya getirmek ve kültürel değerleri bir bütün olarak düşün-
mek sempozyumun ana hedeflerden birisi olarak belirlenmiştir.
Sempozyum konu başlıkların düzenleme/yürütme kurulu ile birlikte
şu başlıklardan oluşmasına karar verilmiştir: Dede Korkut, Destanlar, Yazıt-
lar, Türkoloji Çalışmaları, Nasreddin Hoca, Edebiyat-Dil, Ekonomik, Siyasal
İşbirliği, Eğitim İlişkileri, Tarih (Göç ve İskan), Sosyoloji, Sanat, Sanat Tarihi,
Din/İnanç/Felsefe olarak belirledik. Eskişehir Türk Dünyası Kültür Başken-
ti’nin ana teması olan göç-iskân olgusunu tarih başlığı altında tek başına in-
celemek istedik. Aksi takdirde tarih başlığı çok geniş bir alan kaplayacaktı. Bu
nedenle göç-iskân ile alan daraltmasına gidilmiştir.
4-8 Kasım 2013 tarihleri arasında değerli bilim insanlarının yapılan pro-
gram uyarınca bildirilerini sunmaları sağlanmış ve konular üzerinde yapılan
bilimsel tartışmalarla sempozyum belirlenen süre içinde sorunsuz bir şekilde
tamamlanmıştır.
Sempozyuma olumlu cevap vererek konu başlıklarını ve bildiri özetler-
ini gönderen yüz onbir bilim insanından onbiri maalesef elde olmayan ned-
enlerle bildirilerini sunmaya gelememiştir. Bunların büyük çoğunluğu yurt
dışından gelecek olan misafirlerimizdi. Bildirilerini sunan yüz bilim in-
sanından bildirilerinin tam metni kendilerinden belirli bir süre zarfı içinde
tarafımıza iletmeleri talep edilmiştir. Sonuç itibariyle sempozyumda bildiri
sunan yetmiş bilim insanı sundukları bildirilerinin tam metnini tarafımıza
ulaştırmışlar ve bildirilere işbu kitapta yer verilmiştir.
4
İÇİNDEKİLER
Editörden.................................................................................................................. 3
İçindekiler................................................................................................................ 5
Sempozyum Kurulları.............................................................................................. 11
Sempozyum Program............................................................................................... 15
SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
Emilia TEMİZKAN,
1980 Sonrası Polonya Tatarlarının Kültürel Eğitim Süreci................................... 293
Statya IZBAIROV,
Угрозы мусульманскому этническому самосознанию казахов от
деятельности религиозных радикалов............................................................... 737
Zhala BABASHOVA,
19. Yüzyılın Sonu 20. Yüzyılın Başlarında Azerbaycan ve Türk Edebiyatı,
Hüseyin Cavit, Türk Edebiyatı İle Etkileşimleri .................................................. 875
KURULLAR
A) ONUR KURULU
BEKİR BOZDAĞ (BAŞBAKAN YARDIMCISI)
PROF. DR. BEŞİR ATALAY (BAŞBAKAN YARDIMCISI)
PROF. DR. AHMET DAVUTOĞLU (DIŞİŞLERİ BAKANI)
MUAMMER GÜLER (İÇİŞLERİ BAKANI)
MEHMET ŞİMŞEK (MALİYE BAKANI)
ÖMER ÇELİK (KÜLTÜR VE TURİZM BAKANI)
PROF. DR. NABİ AVCI (MİLLİ EĞİTİM BAKANI)
B) DANIŞMA KURULU
GÜNGÖR AZİM TUNA (ESKİŞEHİR VALİSİ)
PROF. DR. DAVUT AYDIN (ANADOLU ÜNİVERSİTESİ REKTÖRÜ)
PROF. DR. HASAN GÖNEN (OSMAN GAZİ ÜNİVERSİTESİ REKTÖRÜ)
PROF.DR. M. ÖCAL OĞUZ (UNESCO)
C) YÜRÜTME KURULU
PROF. DR. YUNUS KOÇ
PROF. DR. HAYATİ TÜFEKÇİOĞLU
PROF. DR. HAYATİ BEŞİRLİ
DOÇ. DR. ABDULLAH TEMİZKAN
DOÇ. DR. İHSAN ÇAPCIOĞLU
YRD. DOÇ. DR. YAHYA KEMAL TAŞTAN
DR. ÜMİT POLAT
D) BİLİM KURULU
PROF. DR. A.VECDİ CAN (TÜRKİYE)
PROF. DR. ABAKİR MAMİTOV(KIRGIZİSTAN)
PROF. DR. ABDULLAH GÜNDOĞDU (TÜRKİYE)
PROF. DR. ADİLA EMİROVA(UKRAYNA)
PROF. DR. AHMET TAŞAĞIL (TÜRKİYE)
PROF. DR. ALİMCAN İNAYET (TÜRKİYE)
PROF. DR. ALTANZAYA LAİKHANSÜREN (MOGOLİSTAN)
PROF. DR. BAHATTİN YEDİYILDIZ (TÜRKİYE)
PROF. DR. BERDAK YUSUF(ÖZBEKİSTAN)
PROF. DR. BEYŞEBAY USUBALİYEV(KIRGIZİSTAN)
PROF. DR. CEMİL ÖZTÜRK(TÜRKİYE)
PROF. DR. DERYA ÖRS (TÜRKİYE)
PROF. DR. EŞREF BUHARALI (TÜRKİYE)
PROF. DR. GALİ GALİYEV (BAŞKURDİSTAN-RF)
12
SEMPOZYUM PROGRAM
ESKİŞEHİR OSMAN GAZİ ÜNİVERSİTESİ KONGRE MERKEZİ
4 KASIM 2013 PAZARTESİ
SALON A/HALL A
I. OTURUM/SESSION I
Oturum Başkanı/Chairperson: Prof. Dr. Saadettin GÖMEÇ
BABAYEV, Adil (Prof. Dr.), Dede Qorqudun Feili
Bağlamaları ve Bugünkü Dilimizde (AZERBAYCAN )
PEHLİVAN, Gürol (Öğr. Gör.) Salur Kazan’ın Evinin
Yağmalanması Destanı’nın Yaratımında Müstensihlerin
13:30-14:50
Etkisi, (TÜRKİYE)
DUYMAZ, Ali (Prof. Dr.), Türk Dünyası’nın Ortak Kültürel
Mirası Dede Korkut Hikayelerine Farklı Yaklaşımlar Üzerine
Değerlendirmeler, (TÜRKİYE)
BAYRAMOVA, Almaz (Dr.), “Kitabi Dede Qorqud”
Destanı’nda Irevan Xanlıgı Toponimleri, (AZERBAYCAN)
4 KASIM 2013 PAZARTESİ
SALON A/HALL A
II. OTURUM/SESSION II
Oturum Başkanı/Chairperson: Prof. Dr. O. Uçler BULDUK
HİLALOĞLU QULİYEV, Elman (Prof. Dr.), Türk Destan
Yaradıcılığında qehraman tipologiyası, ( AZERBAYCAN)
BAYRAM, Bülent (Doç. Dr.), Çuvaş “Ulıp Destanı”nın
15:10-16:30 Kahraman Modeli Üzerine Bir İnceleme, (TÜRKİYE)
Bizimle bugün burada birlikte olan değişik ülkelerden gelen değerli bil-
im insanlarına ayrı ayrı teşekkür eder, sempozyumun kültürel dünyamıza kat-
kı sağlamasını temenni eder saygılarımı sunarım.
Abdülmecit NUREDİN1
1. Kimlik Tanımlaması
Sosyal ve siyasal duruma münhasıran kimlik kavramına yönelik sosyal
psikolojik kavrayışın yerine, sosyolojik imgelemi yüksek bir kavrayış almış-
tır. Bunun ardında yatan temel saik, kimliğin toplumsallığına yapılan atıfla
anlam kazanır. Toplumsal arka plana dayanıyor olmasında kimliğin insanın
tarihselliği ile rabıtalı olmasının yanı sıra insanların birbirileriyle/bir arada
sunduğu yaşam pratiği de kimliğin toplumsal boyutu noktasında önemli bir
veçheyi teşkil etmesinden kaynaklanır.
Tarihselliği ve toplumsallığı olmaksızın bir bireyi, insanı ve topluluğu dü-
şünmek mümkün değildir. Toplumsallaşması, bir topluma doğması ve tari-
hin her anında farklı bir yapıyı türetebilme kapasitesi nedeniyledir ki soyut,
ütopik ve ahistorik bir bireyden/insandan söz edilmez. Tüm bu özellikleri ile
birlikte ele alındığı takdirde ancak bir kimlik ve bununla bağlantılı olarak
kimlik şekillenmesi/oluşumu söz konusu olmaktadır. Bu bağlamda kimliğin
etnik kimlik oluşumuna etkisinin hangi ölçüde olduğu ve aynı şekilde etnik
kimliğin de milliyetçilik düşüncesinin şekillenmesinde ne tür bir etkisi oldu-
ğunun sosyolojik anlamda açıklanması gereklidir. Bu nedenle, bu makalede,
etnik kimlik ve milliyetçilik kavrayışı arasındaki sosyal ve kültürel arka plan
çerçevesinde sosyolojik açıklamalarda bulunarak, farklılık taleplerinin dile
getirilmesindeki işlevselliğinin incelenmesi gerekmektedir. Çünkü kimlik
kavramı tekil bir kavrayışa sahip değildir.2
Etnik kimliğin modern bir olgu olarak ilk dönem ulus-devlet oluşumun-
da ve bugünün ayrımlaşan ulus-devletlerdeki (Yugoslavya, Çekoslovakya ve
Sovyet Rusyası vb.) farklı kimliklerin bir arada olabilmesinde, grup içi da-
yanışmayı arttırıcı bir işlevi yerine getirdiği sosyolojik bir gerçekliktir. Çün-
kü, kimlik kavramının açıklanmasında da vurgulandığı üzere, grup içi daya-
nışmayı sağlayıcı yönü ile birlikte ele alındığı takdirde etnik kimlik, “ortak
dil, müşterek kadim inançlar, kozmoloji-kozmogoni ve ortak yaşam ritüelleri
etrafında kendisini organize edebilmiş insan grubu”3 için anlamlı bir siyasi,
kültürel ve toplumsal bir evren sunabilmektedir.
Ancak etnik kimliğin grup içi dayanışmayı arttırıcı işlevi pozitif bir durum
olarak ele alınabileceği gibi, ayrımlaştırıcı bir özelliğe sahip olduğu hususu-
nu da burada vurgulamak gerekir. Bu yön, negatif bir özellik olarak değer-
lendirildiğinde, kan veya soy bağı gibi atipik özellikler nedeniyle toplumsal,
siyasal ve kültürel kaosa veya anomik bir hale kapı aralayabilmektedir. Etnik
kimliğe aşırı vurgu, nihai analizde, ayrımlaştırıcı ve hattı zatında diğerini yok
edici bir işlevi üstlenebilmektedir.
7 Glenny Misha, Nationalism, War and the Great Powers 1804-1999, Penguin Books,
2001,s.301.
8 McGarry John and Brendan O’Leary, The macro-political regulation of ethnic conflict,
in The Politics of Ethnic Conflict Regulation, Routledge, 1993,s.14.
Abdülmecit NUREDİN 37
11 Mazower Mark, Minorities and the League of Nations in Interwar Europe, Journal fo the
American Academy of Arts and Sciences, Spring 1997,S.126, No.r 2, s. 47-63.
Abdülmecit NUREDİN 39
12 Winnifrith Tom, The Vlachs: The History of a Balkan People, St. Martin’s Press, New
York, 1987,s.66.
13 Todorova Maria, Imagining the Balkans, Oxford University Press, 1997,s.92.
14 Doç. Dr.Abdülmecit Nuredin, Osmanlı Sonrası Makedonya, Üsküp,2008,s.264.
15 Maria Todorova. “The Ottoman Legacy in the Balkans”. The Balkans: A Mirror of the New
International Order., İstanbul, 1999,s.18.
40 Din-Kimlik Bağlamında Balkanlar’da Kimlik Arayışları
Sonuç
Kimlik, bireyin sahip olduğu ve onu diğerlerinden ayıran, ırk, renk, cin-
siyet, din, dil, meslek gibi özelliklere göndermede bulunur. Kimlik yalnızca
olgusal düzeyde kalmaz, bireyin bilincine ve duygularına da sirayet eder. Bu
sebepten dolayı, kimlikler bireyler için anlam kaynağıdırlar. Bireyin hayatına
anlam katan kimlik, öğeleri birbirinden bağımsız “yamalı bohça” değildir.
Onun özellikleri birbiriyle uyum ve ahenk içindedir.
Kimlik özelliklerinden bir tanesi değişse, bireyin duygu dünyası ve ken-
dini algılaması değişeceğinden, diğer kimlik öğeleri de bu değişimden et-
kilenecektir. Kimliklerin oluşumu sosyal-kültürel çevre tarafından gerçek-
leştirilmektedir. Dolaysıyla doğuştan gelenler dedâhil olmak üzere bütün
kimliklerin özsel değil, kurgusal oldukları söylenebilir. Kimlik olgusunun,
insanlığın başlangıcından beri var olduğu bilinen bir gerçektir. Ancak mo-
dern ve postmodern zamanlarda bu olguya yüklenen anlam, modernite öncesi
zamanlara göre bazı farklılıklar göstermektedir. Modern zamanlarda, klan,
kabile gibi toplulukların belirlediği soya dayalı kimliklerin önemi azalırken,
bireysel etkinliklerle kazanılan kimliklerin önemi artmıştır.
Postmodern zamanlarda ise, onun yapısına uygun olarak, göreli, geçici ve
yüzeysel kimlikler türetilmeye başlanmıştır. İster geleneksel, ister modern,
ister postmodern olsun, bütün zamanlarda din bireyin kimlik öğelerinden biri
olmayı başarmıştır. Kimlik öğelerinden birisi olan din, kimliğin oluşumunda
önemli bir yer tutmaktadır. Bireyler genellikle ailelerinden öğrendikleri dini
değiştirmeyi düşünmezler.
Din, birçok birey için “verili bir kimlik” olma özelliğine sahiptir. Veri-
li kimlik, “etiket” şeklinde bireyin “düşük ben katılımı” gösterdiği “dış
kaynaklı” bir kimliktir. Bireyler çoğunlukla sahip oldukları dini kimlikle
24 Williams Christopher and Sfikas Thanasis, Ethnicity and nationalism in the East-Central
Europe and the Balkans, Aldershot: Dartmouth Publishing, 1999,s.19.
44 Din-Kimlik Bağlamında Balkanlar’da Kimlik Arayışları
Kaynakça
Abdülmecit Nuredin, Osmanlı Sonrası Makedonya, Üsküp,2008.
Abdülmecit Nuredin, Balkanlardan Türkiye’ye Göç ve Etkileri, Anka-
ra,2011.
Abdülmecit Nuredin, Osmanlı Sonrası Arnavutluk, Ankara,2013.
Antoni D. Smit Nacionalni İdentitet,Beograd, 1998.
Бенедикт Андерсон, Замислени Заедници ,Култура, Скопје, 1998.
Bryan S. Turner, Orientalism, Postmodernism and Globalism, Publis-
her: Routledge,1994.
Вил Кимлика Мултикултурно граѓанство, ИДСЦО, Скопје, 2004.
Abdülmecit NUREDİN 45
Abulfez SÜLEYMANOV 1
Giriş
Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla birlikte, millet oluşturma, kimlik sorun-
ları, Orta Asya devletlerine miras kaldı. Nitekim Sovyet döneminin katı-bas-
kıcı kimlik politikaları ve ayrımcı sosyo-ekonomik yaklaşımları sonucunda
etkileri on yıllarca devam edecek çok ciddi zararlar gördü. Türk Dünyası ola-
rak adlandırabileceğimiz coğrafyaların emperyalist bir kafayla düzenlenmiş
eğitim programları sayesinde önce dil ortaklığı olmak üzere kültür, kimlik,
din paydaları tahrife uğramış, Sovyet insanı ve toprağa dayalı ulus- devlet
oluşturma politikaları, uzun dönem zarfında uyğulamaya konulmuştur. Milli
kimliği, sosyalist bir içeriğe kavuşturarak bir Sovyet kimliği yaratma çaba-
sıyla dünya tarihine adını yazdıran eski Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birli-
ği döneminde Türk kimliği parçalanıp Kırgız, Özbek diye alt kimlikler ortaya
çıkarılmıştı.2
Bağımsızlıklarını kazandıktan sonra Orta Asya cumhuriyetleri bir yandan
dış aktörlerin müdahalelerini bertaraf etmeye veya dengelemeye çalışırken
diğer taraftan Sovyet mirasının üzerine yeni kimlik arayışına başladı. Katı
Sovyet şovenizminin etkilerini ortadan kaldırıp, sınırlarla etnik yapıların
uyuşmadığı coğrafyalarda, zaten suni olarak oluşturulan kimlikler üzerinde
yeni tarih felsefeleri yazma, yeni dil politikaları yapmak ve bütün bu ve ben-
zer unsurlarla yeni bir milli kimlik ve tüm kurumlarıyla yeni bir devlet inşâ
etmek Orta Asya Cumhuriyetleri’ndeki temel çalışma alanını teşkil etti.3 Aynı
zamanda beliren olumlu tarihi koşullar çerçevesinde ortak Türk kimliğinin
Türk Dünyası için oluşturulması öncelikli görevler arasında yer almaya baş-
ladı. Aslında bölgedeki Türk kimliği gitmediği için geri dönmesi söz konu-
su değildir. Buradaki temel sorun Türk üstün kimliğinin dönüşüdür.4 Stalin
8 Doğan, İ., “Türk Dünyası ve Küresel Değerler” Birinci Türk Dünyası Sosyologları
Kongresi, Küreselleşme ve Milli Devlet, Kocaeli 2008, s.76
Abulfez SÜLEYMANOV 51
Sonuç
İnsanoğlunun kaderini etkileyen ve benliğini sergileyen “düşünce”dir. So-
run, bu kabiliyeti bilinçli olarak toplumca doğru kullanamamaktır. Düşünce
kabiliyeti yüksek olan bir toplum, doğruyu yanlıştan kolayca ayırabilen bir
toplumdur. Dolayısıyla, böyle bir toplum, doğru olana toplumca “doğru” der
ve yanlış olandan toplumca uzaklaşır. Yani toplum düşünsel anlamda “bir”
olur. İşte toplumun geldiği bu düzey “kollektif bilinç” seviyesidir. Kollektif
bilince ulaşan bir toplum, artık tüm sorunları net olarak görmeye başlar ve
dikkatlerini sorunlar üzerinde yoğunlaştırır. Bilgiyle yoğurulmuş bir bilinç,
İnsanoğluna aykırı tüm detayları fark etme yetisi kazandırır ve uyanma evresi
başlar.
Her alandaki kültür unsurlarının araştırılması ve ortaya çıkarılması, Türk
dünyasının bilimsel olarak varlığını ve birliğini güçlendirmektedir. Türk dün-
yası ortak Türk kültür mirasının araştırılması ve tanıtılması, ortak kimlik ve
ortak gelecek ülküsü kurma bakımından son derece önemlidir. Türk Dünya-
sını temsil eden bilim adamları arasında tertiplenen konferanslar ve sempoz-
yumlar , bu amaca önemli katkılar sağlayacaktır.
52 Ortak Türk Kimliği Bağlamında Sosyal Bilimlerin Önemi
Kaynakça
A., Suleymanov, “Türk Dünyasının Kültürel Bütünleşmesinde Sosyolojinin ve
Sosyologların Rolü”, Birinci Türk Dünyası Sosyologları Kongresi, Küreselleşme ve Mil-
li Devlet, Kocaeli 2008
Doğan, İ., “Türk Dünyası ve Küresel Değerler” Birinci Türk Dünyası Sosyo-
logları Kongresi, Küreselleşme ve Milli Devlet, Kocaeli 2008, s.76
E.Süleymanlı, Azerbaycan Türkleri Milletleşme Sürecinde, Ötüken yay.,
İstanbul, 2006,
Doğan, İ., “Türk Dünyası ve Küresel Değerler” Birinci Türk Dünyası Sosyo-
logları Kongresi, Küreselleşme ve Milli Devlet, Kocaeli 2008, s.76
Cihangir İşbilir, ‘Orta Asya’da Ulus İnşa Süreçleri ve Azınlıkların Durumu
Üzerine Bir Değerlendirme’ http://www.cihangirisbilir.com/orta-asyada-u-
lus-insa-surecleri-ve-azinliklarin-durumu-uzerine-bir-degerlendirme/#st-
hash.IOJdHXku.dpuf son görüntüleme 20.10.2013
Bekir Günay, Orta Asya’da Arayış, “Sosyal Gen” Ve Yeni Modeller, Bilge
Strateji Dergisi. Cilt: 1, Sayı: 1,. Güz 2009, İstanbul
Paker,K. Oya, ‘ Batı Dışı Toplumlarda Sosyal Psikolojiyi Yeniden Düşün-
mek:İnşacı Yaklaşımın İmkânları Üzerine Bir Deneme Doğunun ve Batının
Yerelliği: Bireylik Bilgisine Dair’, 2004, 203-248, S. Arkonaç (ed.) Alfa Yay:
İstanbul
Murat Çemrek’ Ötekileştiricilik ile Çoğulculuk Arasında Medeniyeti Kav-
ramak’ Yüceltme ve Reddiye Arasında ‘Medeniyet’i Anlamak Sempozyumu
Bildiriler, Ed Süleyman Güder, Yunus Çolak, İstanbul 2013, .s.193
Dədə Qorqudun Feili Bağlamaları Bugünki Dilimizdə
Adil BABAYEV 1
2 Kitabi Dədə Qorqud. Tərtib edənlər F.Zeynalov, S.Ələsgərov. B. 1988. (Bütün misallar bu
nəşrdən götürülmüşdür)
Adil BABAYEV 55
Afsana MAMMADOVA 1
Ey kahraman Türk kadını, sen yerde sürünmeye değil,
omuzlar üzerinde göklere yükselmeye layıksın!
(Atatürk)
kar, öldüğünde ise bu ışığı söndürür. Umay tanrıçasına Orhon - Yenisey ya-
zıtlarında da rastlanmaktadır. Bu taş kitabelerde Umay᾿ın karakteri insanlara
rızık - bereket veren, anneleri ve bebekleri himaye eden, üremeden sorumlu
iyiliksever tanrıça gibi canlandırılır. (2, s. 28) Eski Türklerde ilahe Umay᾿la
birlikte diğer kadın tanrıçalar da mevcuttu; tanrıça Yer - Sub. Bu tanrıça güzel
kadın simasında ana yurdu, ana toprağı ifade ediyordu. Tüm doğa onun hi-
mayesi altındaydı .(1, s. 82) Gök ve Yer birbirinden ayrı olmadığı gibi tanrıça
Yer - Sub ve Gök Tanrı olan Tengri de bir başlangıcın birbirine zıt olmayan
iki tarafı olarak kabul ediliyordu: tıpkı bir bütünün iki yarısı gibi. Tanrı baba,
Yer ise ana olarak algılanıyordu.2 Gök Tanrı - Tengri, Yer - Sub ve Umay
kutsal tanrısal üçlük olup, eski Türklerin başlıca koruyucu Tanrılarıydı. Eski
Türklerde Tengri baş ilah olsa da, yaratılış kadın tanrıçalarla ilişkindi. Maa-
lesef, ilk dini inançlardan uzaklaştıkça ve kadını şer kaynağı gibi anlatan dini
görüşler oluştukça kadın tanrıçalar kendi gücünü kaybetmeye başlamıştır. Gi-
derek, Tanrı beşeri özellikler arz etmiş, kadın başlangıcı güçlü ve gösterişli
erkek başlangıcı ile değişmiştir.
Eski Türk boylarında kabilenin tüm üyeleri eşit sayılmaktaydı. Kadın kül-
tü yaratıcı ana, güzellik, cesaret ve sadakat kavramlarını bütünleştirmekteydi.
Bazı Türk kabilelerinde kadının otoritesi erkeğin otoritesinden daha fazlaydı.
Örneğin, M.Ö. 7. – 8. yüzyıllarda Çin sınırlarından Tuna nehrine ve Anadolu᾿-
ya kadar uzanan geniş topraklarda yaşayan eski Türk kökenli İskit (Skit, Skif,
Sak) kabilelerinin kadınları büyük sosyal - politik nüfuza sahiplerdi; mücade-
leci ve savaşçı olan bu kadınlar usta avcı ve cesur askerler gibi tanınmaktaydı
.(3) Arkeolojik kazılarda Skif ve Sarmatlara ait kadın mezarlarında bulunan
çok sayıda silah onların “amazon kadın” olma ihtimalini kuvvetlendirmekte-
dir. Şöyle ki, eski Yunan tarihçileri Herodot ve Prokopius᾿a göre, bu kabilenin
kadınları erkeklerle eşit savaşa katılmakta, at binmekte, avlara katılmakta,
hatta erkek kıyafeti kullanmaktaydılar. Kabile kurallarına göre, İskit bir kız
henüz bir düşman öldürmemişse, kocaya varamazdı .(4; 5) Bu gelenek Sümer
kabileleri arasında da bulunmaktaydı. Araştırmacı Z. Hasanov Amazonların
babalarının İskitlerle yakınlığı olduğunu ve İskit dilinde konuştuklarını ileri
sürmektedir .(15, s. 362) Amazon kadın boylarının Azerbaycan᾿da yerleşmesi
ve onların Türk olma ihtimali araştırmacı yazar Mark Verkhovski tarafından
da ileri sürülmüştür. Yazar bu iddiasında eski Yunan tarihçisi Diodorus ve
Roma tarihçisi Kursiy᾿in3 M.Ö. 330 yılında Kafkas Dağları eteklerinde Ha-
2 Bu eski inanç Sofizm᾿e de yansımıştır. Sofi eğitiminde “Doğa Ana” Allah᾿tan sonra ikinci
kutsal varlık sayılmaktadır.
3 E.ə. 90-30 yılları arasında yaşayan Kursiy büyük fatih Makedonyalı İskender᾿le ilgili 10
ciltlik tarih eserinin yazarıdır.
Afsana MAMMADOVA 59
lan tuluma kesilen başını atarak, açgözlü Hüsrev᾿i kanla doyurmuştur .(13,
3 c., s. 144) Tomris karakteri cesur ve adil Türk kadın hükümdarının ideal
karakteri olaraktan halk efsanelerinde kalmıştır.
Tarih boyunca öngörüsü, cesaret ve yiğitliğiyle vatanına, halkına vefalı
olan Türk kadınları zamanın tüm zorluklarından alını açık, yüzü ak çıkmayı
başarmış, pek çok yaşamsal önemi olan konularda erkeklerle eşit kararlar al-
mışlardır. Bu gibi kadınlardan bir diğeri de Doğu᾿nun ilk diplomat kadını ola-
rak bilinen, Azerbaycan devletçiliği tarihinde önemli yerlerden birisini tutan
Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan᾿ın annesi Sara Hatun᾿dur.6 Akkoyunlu
devletinin dış ülkelerle diplomatik ilişkilerinde onun büyük rolü olmuştur. O,
yalnız Doğu᾿da değil, Avrupa᾿da da usta siyasetçi olarak tanınmıştır. Uzun
Hasan tüm dış politika sorunları konusunda onunla istişare eder, en önemli
diplomatik görüşlere elçi sıfatıyla onu gönderirdi. O, sadece yabancı ülkele-
rin elçileriyle değil, hem de Timurlu hükümdarı Ebu Sait ve Osmanlı Sultanı
II. Mehmet gibi hükümdarlarla7 da diplomatik görüşler yapmış ve Akkoyunlu
devletinin dış siyasi çıkarlarını savunacak anlaşmalar imzalamıştır. Sara Ha-
tun siyasetçi olmanın yanı sıra hem de usta bir kumandandı. Sivri zekâsıyla
o, hatta en umutsuz durumlarda bile hızla ve doğru karar vermeyi becermiş-
tir. Karakoyunlu hükümdarı Cihanşah᾿ın ordusunun Akkoyunlular tarafından
darmadağın edilmesi bizzat Sara Hatunun doğru taktiksel analizi sayesinde
gerçekleşmiştir .(19)
Maalesef, tarih sahnesine isimlerini altın harflerle yazmış olan tüm ünlü
Türk kadınlarının isimlerini bir makaleye sığdırmamız imkânsızdır. Burada
sadece onlardan birkaçının isimlerini vermekle yetineceğiz. Buryat ve Ya-
kut halkının ulu annesi Hori Tümat tahtının hükümdarı Alan - Goa, cesur bir
kadın olarak bilinen Moğol hanı Hulagu Han᾿ın kızı Yelgetlu, Osmanlı ha-
tunları arasında cesaretiyle ün kazanmış kadın Şerife hanım, Özbek hanı Ta-
ğar Han᾿ın hatunu hayırsever kadın Orduca, Atabeyler devletinin hükümdarı
Muhammed Cihan Pehlivan᾿ın politik becerileriyle tarihte iz bırakan harem-
leri İnanç Hatun ve Kuteybe Hatun, Gubalı Fethali Han᾿ın hanımı Tutu Bike,
II. Tuğrul Şemsettin İldeniz᾿in hanımı Mümine Hatun vb. (14) Bu kadınlar
arasında bilimle ilgilenen, şair ve hayırsever kadınlar da az olmamıştır: Şah
İsmail᾿in eşleri arasında şaire Hayat ve Cihan hatunlar, II. Sultan Selim᾿in
sarayında büyük nüfuz sahibi olan Sultan᾿ın nedime Ayşe - Hubbi hatun, Ka-
rabağ᾿ın son hâkimi (valisi) Mehdigulu Han Civanşir᾿in kızı, lirik gazel ve
kadın ve cariye - hepsi Adem soyundandır.” (Nisa, ayet 25) Diğer bir ayette
ise şöyle buyrulur: “... İster erkek, ister kadın olsun Ben hiçbirinizin emeğini
boşa çıkarmayacağım. Siz hepiniz birbirinizdensiniz [din karşısında kadın ve
erkek aynıdır].” (Ali İmran, 195) Maalesef, İslam dini kendi orijinal kayna-
ğından, Hz. Muhammed (s.a.s.) döneminden uzaklaştıkça muhafazakâr çev-
relerin etkisi altına kalmış ve toplumda cahiliyet dönemi gelenekleri yeniden
canlanmıştır. İşte bu gelenekler kadınların İslam kanunları ile tespit edilmiş
olan hak ve özgürlüklerini hurafe ve cehalet kıskacında boğmuştur.
yorlardı. (24, s. 74 - 75) Fakat kadınların siyasi eşitlik mücadelesi sadece 20.
yüzyılda sonuç vermiştir. İlk kez Danimarka᾿da 1915 yılında kadınlar seçim
hakkı kazandılar. Fransa kadınlarının mücadelesi daha uzun sürdü, bu yüzden
sadece 1944 yılında bu hakkı kazanabildiler. Oysa Doğu ülkeleri arasında ilk
defa kez Azerbaycan Halk Cumhuriyeti 1918 yılında kadınlara seçim hakkı
tanımakla çoğu Avrupa ülkelerinden daha önce kadın özgürlüğüne yeşil ışık
yaktı ve Müslüman ülkeleri arasında kadınlara seçim hakkı tanıyan ilk devlet
olarak tarihe geçti. Azerbaycan Halk Cumhuriyetinin kurucusu Mehmet Emin
Resulzade parlamentonun ilk oturumunda cinsiyet eşitliği, kadınların erkek-
lerle eşit haklara sahip olması, seçimlere katılımı vs. konuları parlamentonun
tartışmaya sundu. Cumhuriyet᾿in ömrü uzun olmasa da o, bu doğrultuda Türk
dünyasına güzel bir örnek oldu.
Kadın hak ve özgürlüklerinin korunması meselesi 19. yüzyıldan başlaya-
rak, Türk dünyasında da bir harekete dönüşmüştür. Avrupa ülkelerini saran
devrimci hareketler ve kadın hakları uğrunda mücadele edenlerin propaganda
eylemleri Doğu aydınlarını da etkilemiştir. Avrupa᾿da eğitim alan ve Avrupa
aydınlarından etkilenen modern düşünceli aydın nesli yetişmiştir. 19. yüz-
yıl Azerbaycan aydınlanmacılarından olan Abbasgulu Ağa Bakıhanov, Mirze
Feteli Ahundov, Kasım Bey Zakir, İsmail Kutgaşınlı, Necef Bey Vezirov ve
diğerleri eserlerinde kadın sorunlarını öne çıkarıyor, eskimiş feodal – ataerkil
kuralları eleştiriyor, kadınların ilerlemesi ve kalkınması için eğitimin rolünü
yüksek değerlendiriyorlardı. Toplumun kalkınmasında çağdaş kadının rolünü
yüksek değerlendiren Türk edebiyatçılar arasında Ziya Gökalp, Namık Ke-
mal, Şinasi, Ahmet Mithat Efendi, Şemsettin Sami, Tevfik Fikret, Hüseyin
Rahmi9 vb. bulunmaktadır. Onlar kadının toplumdaki konumuna dair eleştirel
yazılarda kadınların erkeklerle eşit eğitim alması düşüncesini savunmuşlar-
dır. Türk dünyasının büyük şairi Ahmet Cevat İslamiyet ve kadın hakları ile
ilgili konuşmasında şöyle der: “İslamiyet, kadına hukuk-u âliye bahsetmiştir.
Fakat biz o hukuku kadının eline vermiyor muyuz? ... Biz, artık kadına hu-
kukunu itaya ve kendisini o hukuktan istifade edebilecek bir hale getirmeye
gayret etmeliyiz ...” (27, s. 21)
19. yüzyılın başlangıcında Tiflis᾿in entelektüel ortamında yetişen Azer-
baycanlı aydınlar ilerici aydınlanmacı düşüncelerin Azerbaycan᾿da yayılma-
sı doğrultusunda köklü çalışmalara başladı. Aynı dönemde Bakü᾿de kültürel
alanında arka arkaya “Neşr-i Maarif”, “Nicat”, “Şifa”, “Kafkas Müslüman
Kadınları Hayriye Cemiyeti”, “Mukaddes (Aziz) Nina” gibi kadın hayır bir-
likleri, dernekleri kuruldu .(25) Bu birlik ve dernekler ülkede kadın hareketi-
9 Sıralanma sembolik nitelik taşımaktadır.
Afsana MAMMADOVA 65
rüşlü gazete ve dergiler Türk kadın hareketinin başlıca dinamiği ve aktif sa-
vunucusuydu. Bu gibi dergilerden ilki “Kadınlar için gazete” olmuştur. Onun
editör kadrosu tamamen kadınlardan oluşmuştu. İlk kadın yazar Fatma Aliye
bu gazetede kadın meselelerine dair silsile makaleler yayınlamıştır. Kadın
sorunlarını ele alan diğer dergiler arasında “Kadın” (1908), “Kadın Bahçesi”
(1912), “Muhadderat”, “Vakit”, “Şüküfezar”, “Ayine” vs. örnek gösterilebilir.
(24, s. 197; 46, s. 19) Avrupa kadınlarının sesine destek veren Türk kadınları
dernekler çevresinde toplanmaktaydılar. Onların ömrü kısa olsa da, Türkiye᾿-
nin feminizm tarihinde iz bırakabilmişlerdir. Onların arasında: Teali-Nisvan
(Başkanı Halide Edip Adivar), Asrı Kadın Cemiyeti, İstihlak-i Milli Kadınlar
Cemiyeti, Türk Ocağı, Türk Kadınlar Birliği (Nezihe Muhiddin) vs. gösteri-
lebilir .(24, s. 199)
1923 yılında Türkiye Cumhuriyetinin ilan edilmesinden sonra ülkenin
modernleşmesi ve Avrupa yönlü ilerleme doğrultusunda hükümet tarafın-
dan köklü reformlar yapıldı. Bu reformlardan en önemlisi, kuşkusuz, kadın
özgürlüğü ve cinsiyet eşitliği ile ilgili reformlar olmuştur. Araştırmacı Dr.
Hüner Tuncel kadın haklarının tanınmasını, Atatürk tarafından gerçekleşti-
rilen en önemli devrimci adımlardan biri olarak tanımlamıştır (28) Mustafa
Kemal Paşa haklı olarak şöyle der: “Eğer bir ulus bir amaca doğru tüm erkek
ve kadınlarıyla birlikte yürümezse, o zaman uygarlık yolunda herhangi bir
ilerlemeyi beklemek gereksizdir olur. Eğer bir sosyal yapının bir üyesi pasif
iken yalnızca diğer üyesi faaliyette bulunursa, bu sosyal yapının felçli olması
anlamına gelir”. Atatürk toplumun sosyal, politik açıdan olgunlaşamama-
sının nedeni olarak kadınlara yapılan ayrımcılığı, onların cehalet ve esaret
boyunduruğu altında ezilmesini gösterir. O, haklı olarak şöyle der: “İçinde
yaşadığımız çağda kadın her alanda daha yüksek düzeylere çıkartılmalıdır ve
bu nedenle de, kadınlarımız erkekler gibi her türlü öğrenim ve eğitim olanak-
larından yararlanacak ve her türlü mesleği yapabilecektir. Sosyal yaşamda
erkek ve kadın, karşılıklı olarak birbirlerine yardım ederek ve birbirlerini
destekleyerek, birlikte ilerleyecektir.” (28)
Türk kadınının nur ve irfanla Avrupa kadınlarından üstün olacağını iti-
raf eden Atatürk᾿ün çabaları sonucunda 1923 yılında kadınların erkeklerle
eşit eğitim almasını onaylayan kanun tasarısı kabul edilmiştir. 1926 yılında
ise kadınlar hala Osmanlı döneminden kaldırılan evlenme, boşanma, miras
üzerinde varislik ve kocasının izni olmadan mal sahibi olma hakkı kazandı.
1935 yılında İstanbul᾿da düzenlenen kadın hakları konusunda ilk Uluslararası
Kongrede konuşan Atatürk, haklı olarak, Cumhuriyet᾿in demokratik bir yapı
Afsana MAMMADOVA 67
11 Onlar: Mebrure Gönenç, Hatı Çırpan, Türkan Örs Baştuğ, Sabiha Gökçül Erbay, Hatice
Özgener, Huriye Öniz Baha, Fatma Memik, Nakiye Elgün, Fakihə Öymen, Ferruh Güpgüp,
Bahire Bediş Morova Aydilek, Mihri Bektaş, Meliha Ulaş, Esma Nayman, Sabiha Görkey᾿di.
12 Çarşafını çıkarıp atan ilk Türk kadını Tahire (Zerintaç) Kürretüleyn᾿dir. (1818-1852)
Güney Azerbaycan şairesi olan Kazvin᾿in ünlü müçtehitlerinden Hacı Molla Muhammedsaleh
Bereğani᾿nin büyük kızıydı. Babiler hareketinin aktif eylemcilerinden olan Tahire hanlm,
dönemin taleplerine aykırı olarak, minbere başörtüsüz çıkarak, kadın hakları ile ilgili ateşli
konuşmalar yapmıştır. Bakü᾿nün merkezinde heykeltıraş F.Abdürrahmanov ve mimar M.
Hüseynov tarafından yükseltilen “Özgür kadın” heykeli çarşafını çıkarıp atan bu Müslüman
kadına ithaf edilmiştir. (45)
68 Tarihi - Kültürel Gelişim Sürecinde Türk Kadının Konumu
ortaya çıkarmıştır. Çin hükümeti tarafından ikinci çocuk sahibi olmak iste-
yen Türk ailelerine konulan yasaklar kadınların kürtaja zorlanmasına neden
olmuştur. Hijyenik olmayan koşullarda yapılan kürtajlar yüzlerce ve hatta
binlerce kadın ve çocuğun ölümüne neden olmuştur .(43) Kürtaj yolu ile mil-
letin sayısının azaltılması, anne karnında iken çocukların öldürülmesi dün-
ya kamuoyunda soykırımın yasallaştırılması olarak kabul edilmiştir. Diğer
bir husus, Çin hükümeti tarafından yürütülen “entegrasyon” programıdır. Bu
program gereği köylerde bulunan Uygurlar, özellikle de genç kızlar Çin᾿in
iç bölgelerine aktarılmaktadır. Yani sadece 2009 yılında çoğunluğu kadın ol-
mak üzere 96.000 Uygur bu uygulamaya tabi tutulmuştur. Bu kadınların çoğu
satılmış, fuhşa zorlanmış veya öldürülmüştür .(44) Doğu Türkistan halkına,
özellikle de kadınlara karşı yapılan bu uygulamalar insan haklarının en kaba
şekilde ihlal edilmesinin ve gerici şovenizmin örneğidir. Aynı durum Güney
Azerbaycan᾿da (şimdiki İran᾿ın kuzeyinde) da mevcuttur. Türk halkına, özel-
likle de kadınlara karşı uygulanan ayrımcılık halleri ve yasaklar gerici İran
hâkimiyetinin menfur politikasının sonucudur. Türk Birliği ülkeleri bu gibi
durumlara sessiz kalmamalıdır!
Doğal olarak, yukarıda verilen örnekler son değildir. Maalesef, bir makale
çerçevesinde tüm bilgileri aktarmak imkânsızdır. Kısaca, şunu belirtmek is-
terim; kadın hak ve özgürlükleri ile ilgili çalışmalar yalnız kadınlar arasında
değil, toplumun tüm kesimleri arasında yapılmak zorundadır. Bu doğrultuda
ilk aşamada bazı teşvik ve propaganda içerikli eğitici çalışmaların yapılması
faydalı olacaktır. Örneğin, ortaokulların programına cinsiyet eşitliği ve kadın
haklarının korunmasına yönelik anayasa maddeleriyle bağlı bilgilerin eklen-
mesi, bölgelerde yaşayan kızların okula katılımı ile ilgili teşvik çalışmaları-
nın yapılması (ebeveynler arasında), gönüllü birliklerin bu alanda çalışmala-
rının etkinleştirilmesi, büyük kurum ve kuruluşların, şirketlerin ve bankaların
bünyesinde zor koşullarda ve ücra bölgelerde yaşayan kız çocuklarına eği-
tim yardımlarının ayrılmasını sağlayan fonların çalışmalarının düzenlenmesi
elzemdir. Ayrıca, kadın hakları ile ilgili İslami değerlerin, kutsal kitapta ve
hadislerde yazılanların doğru yorumunun sağlanması yönünde eğitici etkin-
liklerin yürütülmesi, ücra bölgelerin bilim - teknik donanımının iyileştirilme-
si, sosyoekonomik açıdan geride kalan eyaletlerde ve köylerde kadınların iş
alanlarının ve girişimcilik faaliyetlerinin sağlanmasına yönelik projelerin ge-
liştirilmesi, kadınların hak ve özgürlüklerinin korunması ile ilgili mevzuatın
sosyal ve yasal temelinin güçlendirilmesi vs. bu gibi çalışmaların yapılması
da önemlidir.
Afsana MAMMADOVA 73
Sonuç
Bir milletin kültürü tarih boyunca yarattığı ve geliştirdiği maddi ve manevi
değerlerin bütünüdür. Kültür bir halkın yaşam tarzı, bakış açısı ve düşünce
tarzıdır. İşte onun aracılığıyla bir toplumun kimliği oluşur. Tek taraflı gelişen
toplumda nasıl bir maddi - kültürel gelişimden söz edilebiliriz? Tek taraflı
bakış açısı ve düşünce tarzına dayanan kültür hangi milletin ortak kimliğini
oluşturabilir? Doğal olarak, toplumun ne denli gelişip gelişmediği kadının
bulunduğu konumla anlaşılır. Kadın her zaman toplumun durumunu niteleyen
gösterge sayılmıştır. Amerikalı yazar ve hukuk bilimcisi Thomas Nelson Page
(1853-1922) haklı olarak şöyle yazmaktadır: “Kadın bir milletin adetlerini
ve davranışlarını biçimlendirir. Bir toplumun ne denli sağlıklı olduğu onun
kadının bulunduğu konumla anlaşılır. Onun kurtuluşa hiçbir umudu kalmaz,
daha çok rezillik batağına saplanır.” (35)
Ne yazık ki, halen toplumumuzda kadın haklarının ihlali, ayrımcılık halleri
ile ilgili ciddi sorunlar bulunmaktadır ve onları çözmeden “modern, demokra-
tik, eşit ve ortak bir kimliğe sahip Türk toplumundan konuşmak abestir. Oysa
eski Türk topluluğunda kadının adı yüceltilmiş, o, yüksek statüye sahip ol-
muştur. İslam᾿ın kabulüyle kadınlara hak ve özgürlükler lütfeden, kutsal Ku-
ran kadının yüksek konumunu tespit etmiştir. Maalesef, dinin ilk kaynağından
uzaklaşması ve hurafelere rağbet sayesinde kadın yeniden esaret zincirleri ile
bağlanmıştır. Kuşkusuz, bilimsel - teknik ilerleme çağında halen hurafele-
re inancın olması, ataerkil gelenekler, “mentalitet” adı altında geride kalmış
önyargılarla kısıtlanan kadına yönelik ayrımcılık halleriyle karşılaştıkça, ge-
lişmemizin içsel değil, görüntüsel olarak gerçekleştiğini ve kadının toplum-
daki konumuyla ilgili düşünce tarzının yüzyıllar boyunca çok az değiştiğini
daha iyi anlıyorum. Sanırım Türk Milletler Birliği olarak bu birliğe dahil olan
tüm ülkelerin önünde duran en önemli görev Türk kadınının tarihten bugüne
74 Tarihi - Kültürel Gelişim Sürecinde Türk Kadının Konumu
Kaynakça:
Л.Д.Мовсумова. Женское начало в истории человечества, Баку: Элм,
2011, 244 стр.
h t t p : / / w w w. t u r u z . i n f o / D i l / 0 2 1 5 - o r x u n % 2 0 y e n i s e y % 2 0
abideleri%28racabov-memmedov%29%28kiril-1993%29.pdf
http://www.egeweb2.ege.edu.tr/tid/dosyalar/XXVI-2_2011/TIDXX-
VI-2_2011-03.pdf
http://tr.wikipedia.org/wiki/Amazonlar
http://www.silk-road.com/artl/sarmatian.shtml
http://bextiyartuncay.wordpress.com/2012/03/12/orta-asiya-turkl%-
C9%99rinin-etnoqonik-r%C9%99vay%C9%99t-v%C9%99-dastanla-
rinda-bu-xalqlarin-etnogenez-m%C9%99rh%C9%99l%C9%99l%C9%-
99rinin-%C9%99ksi-v%C9%99-turkl%C9%99rin-ilkin-ata-yurdu-m%-
C9%99s%C9%99l/
Kırk kız. Karakalpak xalkının kaxarmanlık dastanı. Kurbanbay japaydan
jazıp alğan xom baslağa tayarlağan Asan Beqimov. Nökis, 1956
Акритас П., Стефанова Е., Легенды Кавказа. Нальчик, 1958.
http://www.anl.az/el/t/te_dq-od.pdf
Prof. Dr. Afet İnan, Atatürk və türk kadın haklarının kazanılması / Tarih
boyunca türk kadınının hak və görevleri. Milli Egitim Basımevi, 1968
Aytunç Altındal. Türkiye`de Kadın, İstanbul: Birlik Yayınları.
Necip Ali, Kadın hukuku. Ankara: Hakimiyyeti Milliye Matbaası, 1931
Ağayar Şükürov, Mifologiya. 3-cü kitab, Bakı: Elm, 1995
Rzaəddin ibn Fəxrəddin, Məşhur xatunlar. Bakı: 1993
Qəzənfər Kazımov, Azərbaycan dilinin tarixi. Bakı: Elm, 2009
Nizami Gəncəvi, İskəndərnamə (Şərəfnamə). Bakı: Lider Nəşriyyat, 2004
http://kultura.az/articles.php?item_id=20120728090303179&sec_id=26
http://ru.wikipedia.org/wiki/%D0%96%D0%B5%D0%B-
D%D1%89%D0%B8%D0%BD%D1%8B_%D0%90%D0%B-
B%D0%B5%D0%BA%D1%81%D0%B0%D0%BD%D0%B4%D1%80%-
D0%B0_%D0%92%D0%B5%D0%BB%D0%B8%D0%BA%D0%BE-
%D0%B3%D0%BE#cite_note-ReferenceA-2
1. http://anl.az/down/meqale/sherq/2011/iyun/el14.htm
2. Əfsanə Məmmədova, Müsəlman qadını hüquq və azadlığının keşi-
Afsana MAMMADOVA 75
Giriş
Ölüm kavramı insanın varlık bulmasından günümüze kadar üzerinde düşü-
nülmeye, farklı anlam ve ifadelerle anlaşılmaya çalışılan bir konu olmuştur.
Her kültür kendine göre bir ölüm yorumu geliştirirken, kimi kültürler dini
mesajlardan yararlanmış, kimi kültürler ise insani düşüncelerle bir yorum ge-
tirmiştir. Bir bütünün iki parçası olan ve birbirini çağrıştıran hayat - ölüm
kavramlarından hayat, varlık sahnesine önce çıkmakla birlikte daima ölümün
tehdidi altında kalmıştır. Bu yüzden ölüm, insanoğlu için korkulan bir olgu
olarak kendisini göstermiştir. Ölüm karşısında her ne kadar çaresiz kalınmış-
sa da bazen ölüm için önlemler alınmış, bazen de bir kavuşma ya da kurtuluş
olarak algılanmıştır.
Yaşayan insanın ölümü kavrayışı, ölüm karşısındaki duruşu ve ölümü ad-
landırmada izlediği tasvirler ile ölen ve ardında bıraktığı insanlar arasında ki
ilişkiler bir takım merasimlerle sürüp giden yeni kavramların ortaya çıkma-
sına neden olmuştur. Aslında bir bilinmezlik olarak tartışıla gelen ölüm, kimi
toplumların kültür ve medeniyetlerinde, felsefi anlayış ve inanışlarında bir
bitiş, tükeniş ve yok oluş, ya da ilahi dinlerde olduğu gibi ebedi aleme bir göç,
yeniden doğuş için ilk basamak olarak algılanmıştır(Erol, 2005:8).
Ölüm kavramının farklı kültürlerde ve toplumlarda çeşitli tanımlarının ya-
nında tıbbi olarak da tanımı yapılmıştır. Tıbbi olarak yapılan tanımlarda ortak
tanım; canlı organizmanın kendini yenileme yeteneğinin sona ermesi veya
hayati organlardan birinin ya da bir kaçının tamamen işlevini yitirmesiyle
hayatın sona ermesidir(Güçlü ve Uzun,1997;1091).
Birçok farklı tanımlarına da rastlanabilinecek olan ölüm, sanattan edebiya-
ta, felsefeden bilime kadar hayatın birçok alanına konu olmuştur.
Yaşam, yaş, yaşlılık gibi aynı kökten gelen adlandırmalar, hayat anlamına
gelen, yaşamın kökü olan yaş kökünden kaynaklanır. Türkçe’de yaş ıslak ya
da nemli manasında kullanılmaktadır (Kaşgarlı, 2002:4 ). Burada dikkati çe-
ken konu yaş, ıslak, nemli terimlerinin suyla ilgili olduğu ve hayatın su kay-
naklı olduğuna işaret etmesidir. Hayatı canlılığı işaret eden yaş aynı zamanda
canlının özellikle insanın yaşamı boyunca kat ettiği yıllar ya da yaşama süre-
cidir. Yaş, insanın yaşam süresini belirtmesinin yanında onun canlı olduğunun
da bir kanıtıdır. Yaşamının zıddı olarak görülen ölüm teriminin kök anlamının
da suyla ilişkili olması, Türklerin ölüme bakış açılarının da bir göstergesidir.
Ölüm, öl kökünden türetilmiştir. Öl kök fiili, ıslak, yaş anlamındadır.(Kaş-
garlı, 2002:4) Bu anlamların her birinin su kaynaklı olması, su yoluyla elde
edilmesi, Ölmek fiilinin kök anlamının su olması, suyun da hayat anlamına
gelmesi nedeniyle, ölümün anlamı hayat bulmak şeklinde ifade edilebilir. Bu
nedenle Türkler için ölmek, yeni bir hayata geçmek şeklinde ifade edilmiştir.
Yine Türklerde ölüm terimi yerine kullanılan diğer adlandırmalara bakıl-
dığında, ölümün bir yok oluş değil, dünya değiştirme olduğu görülür.
Ölüm yerine kullanılan “kaybolmak”, “yolunu kaybetmek”, “kuş gibi uçtu”
(Roux, 1994: 213, 214) gibi diğer kavramlar, bir yok oluşu değil yeni bir
süreci işaret eder. Bu da ancak bir yer değiştirme olarak görülebilir. Ayrıca
yüksek seviyedeki insanlar için ölmek fiili yerine uç, uça-bar-mak, kergek bol
fillerinin kullanıldığı bilinmektedir. Orhun yazıtlarında geçen “kanım kagan
ança ilig törüg kazganıp uça barmış” (Babam hakan, öylece devleti [kurup]
yasaları koyup vefat etmiş); “inim kül tigin özi ança kergek boltı, kanım ka-
gan uçdukda inim kültigin yiti yaşda kaltı” (Kardeşim Kul Tigin kendisi öy-
lece vefat etti. Babam hakan vefat etti. inde kardeşim Kul Tigin yedi yaşında
kaldı.); “kanım kagan uçdukda özüm sekiz yaşda kaltım” (Babam hakan
vefat ettiğinde ben sekiz yaşımda kaldım.) “eçim kagan uça bardı” (Amcam
hakan vefat etti.) (Tekin, 1988:13,17, 41, 45) ifadeleri ölüm adlandırmala-
rında kullanılan yaygın ifadelerdir. Ruhun, bedeni bırakıp gezmeye gittiği-
ne inanıldığından, ölüm de gezmeye giden ruhun dönüş yolunu kaybetmesi
olarak yorumlanmıştır. “Uçtu” kelimesiyle anlatılmak istenen, ruhun uçma
yeteneğidir. Bunun la birlikte inanç sisteminde ruhu sembolize eden akdo-
ğan, sungur ve kartal gibi Tanrı’nın bulunduğu göğe çıkmak için uçmaktan
başka yol olmadığından, “ruhun uçması” yani insanın ölmesi ifadeleri yay-
gın bir biçimde kullanılmıştır. Ölüm sonrası hayatın gökte devam edeceğine
inanıldığından uçmanın gerekli ve kutsal bir amaç olduğu düşünülmektedir.
Tanrının gökte olduğu, ve tanrı mekanının aynı zamanda cennet olarak kabul
görüldüğü bu inançta; Ölen insanların göğe çıktıklarına ve gökte sanki can-
Ahmet Hakan YILMAZ 79
lıların arasındaymış gibi yaşadıklarına, (Roux, 1999: 160) bir bakıma, boyut
değiştirip cennette ulaştıklarına göre ölüm, insanın boyut değiştirerek yaşa-
masını sürdürmesinin ve ölümsüzlüğe ulaşmasının tek yoludur. Su kökünden
gelen ölümün yine su gibi hayat anlamına geldiği düşünülecek olursa ölmek,
canlılar arasından çekilerek bir üst hayata geçiş olarak yorumlanmıştır(Roux,
1994: 213). Ayrıca çok sık olarak kullanılan “kerkek buldi deyimi (Roux,
1999: 65) evrensel yasaya bağlı olarak “olması gereken yere gitti” anlamına
gelmektedir. Türkler ölümden sonraki hayatı, yeryüzündeki hayatın bir ben-
zeri olarak kabul etmişlerdir(Roux 1999,170). Bu inanç nedeniyle, öte dün-
yada ihtiyaç duyulacak her şey mezarlara konulmuştur. Öte dünyada ihtiyaç
duyulacak eşyalarla birlikte gömülmek, ölümden sonra bir hayatın olduğuna
ilişkin en açık verilerden biri olduğu kabul edilebilir(Roux, 1999:172).
anlamına gelir. Türklerde en eski devirlerden itibaren var olduğu bilinen me-
zar geleneği, bedenin gömülmesi ilkesine bağlıdır. Bu ilke ile gelişen mezar
anlayışında, ölülerini yakan kabileler bile külleri gömerek mezar oluşturmuş-
lardır(Roux,1999:220).
İlk Türk mezar tiplerinin, mezarların üstüne toprak ve taş yığmak sure-
tiyle oluşturulmuş tümsek şeklinde olduğu bilinmektedir. Bu tip mezarların
Bakır ve Tunç çağlarına ait olduğu Radloff’un Sibirya’da yaptığı araştırma-
larda karşımıza çıkmaktadır(Radloff, 1994: C.3,94).Bu mezar tipleri hem gök
kubbeyi hem de dağı temsil eden mezar tipleridir. Radloff’un tasvir ettiği taş
ve toprakla oluşturulan tümsekler ilk modeller arasında kabul edilmektedir.
Çin yıllıklarının alınan bilgilere göre, “Türkler, mezarın üzerinde, içinde öle-
nin tasvirini ve yaşarken iştirak ettiği savaşların temsillerini resmettikleri bir
ev inşa etmektedirler”(Roux, 1994:231) Kül Tigin’in mezarının bu şekilde
yapıldığı bilinmektedir. Kurganların üzerine mezar taşı heykeller ya da bü-
yük taşlar dikildiği, (Rubruk, 2001:43) Uygurların ev tipi mezar yaptıkları ve
duvarlarına resimler çizdikleri, Rubruk tarafından bildirilmektedir(Rubruk,
2001:74). Bu bilgiler ışığında kurganların dışında ev tipi mezarlarında yapıl-
dığı anlaşılmaktadır.
Mezar, ölen kişinin kimliğinin sembolü olması sebebiyle, hem bedeni hem
de ruhu ifade etmektedir. Ruhun bedenden ayrılıp, Tanrı’nın yanına gittiğine
inanılmakla birlikte mezar, yalnızca bedenin mekanı olarak görülmez. Aksine
mezar, tam olarak kişiyi ve onun kimliğini açıkça ortaya koyan bir yapıdır.
Mezar başka bir zaman ve mekan boyutunda, kutsal olanda yaşayan insana
seslenilen, dilekler ulaştırılan kutsal merkez, sabit bir nokta olarak görülmüş-
tür(Eliade, 1991:2).
Türk mezarı, merkezinde insanın yer aldığı evren tasavvurunun ontolo-
jik olarak gerçekleştiğinin göstergesi olarak kutsal bir merkezdir. İnsanın bu
merkezde yer alması, hem insana hem evrene hem de mezara verilen öneme
işaret eder ki, insanın bu dünyadaki varoluşunun sürekliliğinin bir anlatımı-
dır. Ölen kişiyi temsil eden en önemli unsurlardan birisi olan mezar taşları o
yerin bir mezar ve mezarında bir insana ait olduğunu göstermeleri açısından
önemli bulunmaktadır.
Eski Türkçe’de mezar taşını ifade etmek için sin, tuli ve bengü terimleri
kullanılmıştır. Emel Esin; Bengü (ebedi) taş deyimini kullanan Kırgızların,
ölen kişinin anısına bir taş diktiği, taşın üzerine ölenin sureti ile katıldığı sa-
vaşları kazıdığı ve ağıtlarla bezediğini bildirmektedir(Esin, 1978: 104). Me-
zarlara verilen bir diğer ad da sın, ya da sın (insan sureti şeklinde) taşıdır
Ahmet Hakan YILMAZ 81
(Esin, 1978: 104). Mezar taşlarına bazen o mezarla ilgili oldukça kısa bir
açıklama (tanım) yazılır, bazen de sadece tamga şeklinde, hayat ağacı, hay-
vanlar, ilahlar, canlı veya soyut resimler kazınmıştır(Roux, 1994: 234).
Göktükler’de de Hunlar’da olduğu gibi ölümden sonraki hayatın varlığına
inanıyorlar bu inancın bir yansıması olarak, öldükten sonra hizmet etmesi için
hizmetkarlarını ve atlarını da gömüyorlardı(Aslanapa,1993 :33). Mezarların
başına, kendilerine hizmet etsin diye- hayatta iken öldürdükleri düşman sayısı
kadar balbal adı verilen şekillendirilmiş taş dikiyorlardı. Dirilişe inanıyorlar-
dı ve Cennet-Cehennem fikirlerine sahiptiler. Yapmış oldukları heykel ve süs-
lemelerinde, inanca ve ahirete yönelik sembolik ifadeler yer almaktadır. Ör-
neğin Kültigin mezar külliyesinde 3.75 boyundaki anıtın altında kaide olarak
Kaplumbağa heykeli konulmuştur. Kaplumbağa uzun yaşamı temsil etmekte
ve kötü ruhları uzaklaştırmaktır(Aslanapa, 1993:41). Taş heykeller, genellik-
le üst seviyedeki kişiler için dikilmiştir. Malzeme olarak taşın bulunmadığı
yerlerde, bir tahta parçasının da taşın yerine mezarlarda yer aldığı görülmüş-
tür(Roux, 1994: 217). Mezar taşı dikmekteki asıl amaç, insanın gök ile yerin
arasındaki varlığına ve yerine işaret etmektir. Ağaç, taş kadar uzun ömürlü
olmasa da ağacın taşıdığı anlam, ölüm anlayışında önemli bir yer tutar. Türk-
ler de ağaç, hayatiyetin, uzun ömrün ve sonsuzluğun sembolü, göğe uzanan
bir yol olarak mezarlıkların asli unsurlarından birisi olarak kabul edilmiştir.
Ağaç, ölüm ve yeniden doğuşun simgesi olarak kabul edildiğinden mezar,
mezarlık ve cenaze törenlerinde yer almıştır(Roux, 1994: 232). Mezara diki-
len sembolün taştan ya da ağaçtan olması çok önemli değildir; önemli olan,
ölen kişinin temsilidir. Mezar taşları, insanın dünyadaki sınırlı var oluşunun
sembolü ve sonsuz halidir. Ölen insanın bu dünyada ki varlığı ya aile efradı
tarafından hatırsının canlı tutulması ya da kişinin dünyadaki var oluşunun
sürekliliğini sağlayan mezar ve mezar taşı yapılmasıyla mümkün olabilmek-
tedir. Kişiye ilişkin hatıralar dan hiç bir şey kalmasa dahi, mezar taşı, orada
bir insanın yattığına ve bir zamanlar buralarda yaşadığına hükmeder. Ayrıca,
taş kutsal kabul edilip ona ebedilik özelliği de yüklendiğinden, ebedi olan in-
sanın, ebedi bir unsur olan taşla temsil edilmesi, insana gösterilen saygının da
bir ifadesi şeklinde yorumlanabilir. Mezar taşı, göğe yükselen ruhların dün-
yadaki yerlerini belirlemektedir. Taşın üzerine kişinin adının ve künyesinin
yazılması, kişinin bu dünyadaki var oluşunu belgelemektedir.
82 Türklerde Ölüm Anlayışı (Ölüm Estetiği)
Sonuç
Tarihi seyri içerisinde insanların karşılaştıkları en büyük sorunlardan bi-
riside ölüm olmuştur. Birçok sorunlarına çare bulunduğu halde ölüme çare
bulmak mümkün olmamıştır. Her kültür kendine göre bir ölüm yorumu ge-
liştirirken, felsefi ve dini görüşlerle ölüm korkusu yenilmeye çalışılmıştır.
Ölüm karşısındaki korku ve kaygıyı yenmek için geliştirilen düşünceler za-
manla yerini estetik bir algıya bırakmıştır. Bu algılayış biçimi de doğal olarak
toplumların sanatlarını etkilemiştir. İnsanın evrendeki yerini belirleme de ve
merkeze insanı alma konusundaki düşünce ve inanışlar estetik kaygıyla birle-
şerek zamanımıza kadar ulaşabilmiş eşsiz sanat eserleri bırakmıştır.
Ahmet Hakan YILMAZ 83
Kaynakça
EROL. Kemal; Abdülhak Hamidi’in Şiirlerinde Ölüm Tefekkürü ve Me-
zar Tasavvuru, Milli Eğitim Dergisi, Sayı,118, Ankara, 2005.
GÜÇLÜ. Abdülbaki, UZUN. Erkan, UZUN. Serkan, YOLSAL. Hüsrev;
Felsefe Sözlüğü, Ankara, Bilim ve Sanat, 2003.
KAŞGARLI. Mahmut; Divan-ü Lügat-it Türk, çev. Fuat bozkurt, Kon-
ya, Eğitim Kitabevi, 2003.
TEKİN. Talat; Orhun Yazıtları, Ankara, Türk Dil Kurumu, 2008.
ROUX. Jean-Paul; Türklerin ve Moğolların Eski Dini, çev. Prof.Dr. Ay-
kut Kazancıgil, İstanbul, Kabalcı Yayınevi, 1998.
ROUX. Jean-Paul; Altay Türklerinde Ölüm, Çev. Prof.Dr. Aykut Kazan-
cıgil, İstanbul, Kabalcı Yayınevi, 1999.
ASLANAPA. Oktay; Başlangıcından Bugüne Türk Sanatı, Ankara,
Türkiye İş Bankası Yayınları, 1993.
Radloff. F.Wilhelm; Sibirya’dan-III, Çev. Prof.Dr. Ahmet Temir, İstan-
bul, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları,1994.
RUBRUK. W. Von; Ergin Ayan, Moğolistan’ın Büyük Hanına Seyahat,
İstanbul, Ay Işığı Kitapları, 2001.
ELİADE. Mircea; Dinler Tarihi (İnançlar ve İbadetlerin Morfolojisi)
çev. MustafaÜnal, Konya; Özel Basım, 2005.
ESİN. Emel; Türk Kozmolojisine Giriş, İstanbul, Kabalcı Yayınevi,
2001.
ESİN. Emel; Orta Asya’dan Osmanlıya Türk Sanatında İkonografik
Motifler İstanbul, Kabalcı Yayınevi, 2004.
Kazakistan ve Türkiye Cumhuriyetlerinin
Siyasi ve Kültürel İşbirliği
(1991-2013)
Ajar SALDARBEKOVA 1
hil olmak üzere sınır aşan örgütlü suçlara karşı ikili, bölgesel ve uluslararası
boyutta işbirliği yapacaktır.
Madde 10 : Taraflar, ulusal mevzuata ve taraf oldukları uluslararası anlaş-
malardan kaynaklanan yükümlülüklerine uygun olarak, karşılıklı ticari ve
ekonomik işbirliğini genişletmeye ve derinleştirmeye çaba gösterecekler; bu-
nun için gerekli uygun koşulları oluşturacaklardır. Taraflar, Kazakistan Cum-
huriyeti ve Türkiye Cumhuriyeti’nde düzenli ticari, ekonomik ve mali forum-
ların düzenlenmesini teşvik edeceklerdir
Madde 11: Taraflar, uluslararası ticaretin geliştirilmesi için gerekli ön şart
olan, Avrupa ile Asya arasında toprakları üzerinden geçen yeni ulaştırma
koridorlarının açılması amacıyla birlikte hareket edecek ve uluslararası karayolu
ulaştırması alanında etkileşimi artıracaklardır.
Madde 12 : Taraflar savunma ve askeri-teknik alanlarda işbirliği yapacak-
lardır.
Madde 13 : Taraflar enerji alanındaki ekonomik işbirliğini genişletecekler-
dir. Taraflar, her iki ülkenin de dahil olduğu enerji koridorlarının çeşitlendiril-
mesi ve enerji alanında karışıklı yatırımların artırılması alanlarında işbirliği
yapacaklardır. Taraflar, enerji tasarrufu, çevre açısından temiz yakıt ve yeni-
lebilir enerji kaynakları alanlarında teknoloji transferini teşvik edeceklerdir.
Madde 14 : Taraflar, ilgili anlaşmaları imzalamak suretiyle ve Tarafların
ilgili makamları arasında tecrübe ve bilgi değişimi yolu ile bankacılık, finans
ve vergi alanlarında işbirliğini geliştireceklerdir.
Madde 15 : Taraflar ulaştırma, iletişim, enformasyon ve sivil havacılık
alanlarında etkileşim halinde olacaklardır.
Madde 16 : Taraflar, bilim ve teknoloji, sağlık, eğitim ve kültür, çevre,
spor ve turizm alanlarında işbirliğini geliştirecektir. Bu amaçla, Tarafların ilgili
kurumlan arasında işbirliği de dahil olmak üzere, her düzeyde etkileşimin ku-
rulması amacıyla ortak çalışmalarını artıracaklardır.
Madde 17 : Taraflar, Türk Dili Konuşan Devletlerin tarihinin ve kültürü-
nün araştırılması, ortak tarih mirasının korunması ve Türklerin kültürel mira-
sının dünyaya tanıtılmasını amaçlayacak Türk akademisi de dahil olmak üzere,
ekonomi, enformasyon teknolojileri, yenilikler ve eğitim alanlarında devletle-
rarası bilimsel kurumlar kurmak amacıyla ikili ve bölgesel düzeyde ortak çalış-
malarını arttıracaklardır.
Madde 18 : Taraflar, yukarıdaki maddelerde belirtilen alanlar arasından
karşılıklı azalarıyla tayin edilecek alanlarda işbirliğini geliştirme konusunda
eylem planları hazırlayacaklardır [1].
90 Kazakistan ve Türkiye Cumhuriyetlerinin Siyasi ve Kültürel İşbirliği (1991-2013)
Bibliyografya:
Kazakistan-Türkiye. Dostluk ve İşbirliğinin 20 Yılı. Kazakistan Cumhuri-
yeti Ankara Büyükelçiliği. Ankara, 2012
Osman Horata. “Türkiye Cumhuriyeti’nin İlk Ortak Üniversite Tecrübesi:
Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi”. 9.Türk Dünya-
sı Ekonomi, Bilişim ve Kültür Forumu Bildiriler Kitabı. s. 131-139.Ankara,
2010.
http://www.tika.gov.tr/tika-hakkinda/tarihce/1
http://www.turkkon.org/icerik.php?no=26
Nasreddi̇n Hoca ve Fıkralarıyla İlgi̇li̇ Sorun
nemde Konya’da; Seyit Mahmut Hayranî, Hoca Cihan, Hoca Ahmet Fakıh
ve Pir Ebi’den dersler almıştır. Eğitim hayatından sonra kadı yardımcılığı,
kadılık, imamlık yapmış bu arada hayvancılık ve çiftçilikle de uğraşmıştır.
Ayrıca baba yurdu Eskişehir ve Konya illerinin dışında Kayseri, Ankara, Af-
yonkarahisar, Kütahya, Bilecik, vb. yerleşim yerlerini de ziyaret etmiş olma
ihtimali yüksektir.
Evlilik hayatı, çocukları ile kalan ömrünün büyük bir kısmını Akşehir’de
geçiren Hoca, 1284-85 yılarında aynı yerde ölmüş olup mezarı da Akşe-
hir’dedir.
Öyle ise bize düşen başta Türkçe ders kitapları olmak üzere pek çok Nas-
reddin Hoca kitabı yanlılıktan kurtulmalıdır. Tarihçiler sık sık; “Biz belgeye
göre konuşuruz.” derler. Eğer günün birinde sağlam belgeler çıkarsa o zaman
Hoca’nın özgeçmişi yeniden yazılabilir.
Bu hususta söyleyeceğimiz bir başka husus Türk-İslam dünyasında iz bı-
rakan önder şahsiyetlere pek çok yer sahip çıkmıştır. Bunun en güzel örneği
Dede Korkut (Kazakistan, Kızılorda; Azerbaycan Demirkapı Derbent, Tür-
kiye, Bayburt, Ahlat)’tur. Aynı husus Yunus Emre (Manisa, Eskişehir, Kara-
man, Aksaray, Erzurum, Bursa, Ordu, Bolu vb.) ve Karaca Oğlan (Türkiye;
Kilis, Gaziantep, Kahramanmaraş, Osmaniye, Adana, Mersin, Aksaray, Yoz-
gat, Türkmenistan, Azerbaycan ve Balkanlar) için de geçerlidir. Bu sebepten
ev sahipliği yarışında Yunus Emre, Mevlâna, Hacı Bektaş Veli hoşgörüsünü
göstermemiz gerektiğine inanmaktayız.
Nasreddin Hoca Türk dünyasına nasıl göçtü?
Bugün Türklük dünyasının her kesiminde, Türklere komşu olan halklar
arasında Nasreddin Hoca ve fıkraları bilinmektedir. Pekiyi Nasreddin Hoca
bu coğrafyaya hangi yolla ve nasıl ulaştı?
Yine Türk dünyasında kendisi olmasa bile fıkraları günlük olaylara adapte
edilerek yaşayan bir Nasreddin Hoca var mıdır?
En önemlisi de Doğu Türklerinin ev sahipliği yapmak istedikleri Şi-
rini köylü Nasreddin Hoca, Oğuz Kağan, Dede Korkut, Cengiz Han, Ma-
nas ve Köroğlu gibi mitolojik özelikleri öne çıkmış olan bir tip mi-
dir? Şimdi sözünü ettiğimiz bu sorulara cevaplar aramak istiyoruz:
Ali Berat ALPTEKİN 95
Benzer bir fıkra Özbek Türkleri arasında tespit edilmiş olup süpermarket-
lerdeki alışıverişi konu almaktadır.
Bir gün Nasreddin Afandi’den sordular:
“Süpermarketlerdeki kadınlar bölümü niçin son kattadır?”
Afandi:
“Eğer kadınlar, bölümü zemin katta bulunsaydı, yukarı katlara çıkmaya
para da istek de kalmazdı.” (Alembekov 1996: 98).
Tataristan Türkleri arasındaki fıkralardan bazılarında Hoca ve Hitler bir-
likte görülmektedir.
Alman karargâhında dolaşırken Nasreddin Hoca, Hitler’i görür. O, başını
elleri arasına alıp, saçını yolarak büyük bir üzüntü içinde otururken, Hoca:
“Führer Efendi, neden böyle endişelisin?” diye sorar.
“Kaçsam yakalarlar, yakalarlarsa kurşuna dizerler diye korkuyorum.”
der Hitler.
Hoca:
“Hay ahmak boşuna üzülüyorsun! Hiç seni kurşunlarlar mı? Ancak asa-
rak öldürürler” diyerek sakinleştirmeye çalışır. (Özkan 1999: 367).
Bir başka Nasreddin Hoca fıkrasında Hoca, Alman generaliyle karşılaşır:
“Hoca Alman askeri kılığına girip gezerken, bir generalle karşılaşır.
General Hoca’ya:
“Ey asker, sen neden birliğine dönmüyorsun da buralarda dolaşıyorsun?”
diye epey sert çıkışır.
Bunun üzerine Hoca:
“Gece Ruslar ile savaştıktan sonra, birlikten sadece ben kaldım.” diye
cevap verir (Özkan 1999: 369).
Bazen de Nasreddin Hoca basın toplantısı düzenleyerek şair ve yazarlarla
sohbet eder:
Bir gün Nasreddin Hoca, bir grup yazarı kabul eder. Yazarlar, Hoca’ya
pek çok soru sorarlar. Bir muhabir:
“Yahu Hoca, niçin bazı yazarların eserleri inceldikçe inceliyor” diye so-
rar.
Ali Berat ALPTEKİN 99
Hoca ona:
“Kendileri kalınlaştıkça kalınlaştıkları için!” diye cevap verir.
Bir şair Hoca’ya şiir ile soru sorar:
“Ey Hoca, Ey Hoca” diye kollarını açarak konuşmaya başlar.
Hoca, onu hemen susturarak:
“Ey Hoca, Ey Hoca…” diye dört kelimeyi, dört satıra dizersen, karşılığı
elbette kırk akçe olacaktır” der.
“Ne genç, ne de ihtiyar olan kısa boylu, ince gövdeli bir şair:
“Yahu Hoca, son zamanlarda, kabiliyet denen şey kayboldu.” diye şikâyet-
te başlamışken, Hoca ona:
“Ey şapşal acuze!” Olmayan şey biter mi?” der.
“Yahu Hoca, eleştirmen olabilmek için ne gerekir?” diyen birisine:
“Kalemin olmasa da olur, elinde sopan (küsük) olsun yeter.” der Hoca.
Ondan sonra Hoca yazarlara akıllıca pek çok tavsiyelerde bulunur:
“Üslubun güzel olmasa da, mizahın güzel olsun. Boyun uzun olsa da, şii-
rin uzun olmasın” (Özkan 1999: 371).
Türk Dünyası ve Türkiye’de Anlatılan Fıkraların Tamamı Hoca’nın mı-
dır?
Türkiye’de son yayımlanan kitapta 1555 (Duman 2009) olan fıkra sayısı
Özbekistan’da bu rakamın iki katından fazladır. Aynı husus diğer Türk cum-
huriyetleri için de geçerlidir. Bize göre başta Rus psikologlar olmak üzere
pek çok bilim adamı İkinci Dünya Savaşı ve sonrasında Nasreddin Hoca fık-
ralarından yararlanmışlardır. Böylece de gerçek Nasreddin Hoca fıkralarının
yanına pek çok düzmece metin eklenmiştir. Bu sebepten Türk dünyasında
oluşan binlerce fıkradan büyük bir çoğunluğu düzemcedir. Gerçek Nasreddin
Hoca fıkraları da tıpkı Türkiye’de olduğu gibi 100 rakamlı sayılarda kalmak-
tadır. Bu işin ayıklanabilmesinin yoluna gelince zaman geçirmeden konuya
hâkim bir ekibin Nasreddin Hoca Fıkraları Tip Kataloğu’nun hazırlamasıyla
çözüme ulaşabilir..
Yazmalar yazıya geçirildi mi?
Nasreddin Hoca ile ilgili ilk yazma 15. yüzyıla aittir. Aynı yüzyılda Cem
Sultan’ın isteği üzerine Ebu’l Hayr-ı Rumî tarafından hazırlanan Saltukna-
me’de Hoca’dan söz edilmektedir. Acaba günümüzde Nasreddin Hoca ile
100 Nasreddi̇ n Hoca ve Fıkralarıyla İlgi̇ li̇ Sorun
ilgili bütün yazmalar yazıya geçirildi mi? Sadece yazmalar değil, aynı za-
manda matbu Nasreddin Hoca fıkralarını da günümüz harflerine aktarabil-
dik mi? Buna sözlü kaynaklardaki metinleri de eklediğimiz zaman binlerce
Nasreddin Hoca fıkrası bir araya gelmiş olacaktır. Üzülerek belirtelim ki bu
konuda da onlarca yıldır bir mesafe alınmamıştır. Böylece bir uzmanlar he-
yetinin yapacağı Nasreddin Hoca Fıkraları Tip Katalogu’nun hazırlanmasını
da hızlanacaktır. Ayrıca böyle bir katalog hazırlanacaksa yapılacak işe bü-
tün Türk dünyasının dâhil edilmesi gerektiğine inanıyoruz. O zamanda bütün
Türk Cumhuriyetleri ve topluluklarındaki Nasreddin Hoca fıkraları günümüz
Türk harflerine aktarılmalı, gerekirse Türkiye Türkçesine de çevrilmelidir.
Nasreddin Hoca fıkralarında geçen her devlet adamı Hoca ile bir araya
gelmiş midir?
Nasreddin Hoca’nın Sultan Alaaddin, Arabistan Kralı, Timur gibi devlet
adamlarıyla bir araya geldiğinden söz edilmesine bakılırsa fıkraların Saltuk-
name örneğinde olduğu gibi sözlü kaynaklardan alınmış olma ihtimali yük-
sektir. Eğer fıkralar sözlü kaynaklardan derlenerek yazıya geçirildiyse Nas-
reddin Hoca ile ilişkisi ne derece doğrudur?
Bize göre bu tür fıkraların tamamı sözlü kaynaklardan derlenerek yazıya
geçirilmiştir. İlk Nasreddin Hoca fıkralarını konu alan yazmanın 15. yüzyı-
la ait olduğu düşünülürse Hoca’nın ölümüyle fıkraların yazıya geçirilmesi
arasında aşağı yukarı iki yüzyıl vardır. O hâlde yazmalara alınan fıkralar da
sözlü kaynaklardan derlenmiştir. Hoca’nın fıkralarında geçen Selçuklu Sulta-
nı, Sultan Allaaddin’le görüşmüş olma ihtimali yüksektir. Hoca’nın Arabis-
tan Kralı ile görüşmesi hacca gitmesiyle ilgili olabilir. Ancak Hoca’nın hacı
olup olmadığını bilmiyoruz. Ancak Hacı Bektaş Veli’nin, Mevlâna’nın, Ahi
Evren’in hacca gittiklerini düşünürsek Hoca da hacı olmak için Arabistan’a
gitmiş olma ihtimali vardır. Eğer Arabistan Kralı Hoca’nın ününü işitmişse
huzuruna kabul etmiş olabilir.
Arabistan Kralı’nın geçtiği fıkraların ünlü Arap fıkra tipi Cuha’dan geçme
ihtimalinin olduğunu da hatırlatmak isteriz.
Timur’a gelince bu konu çok yazılıp çizildi. Bu hususu bir kere de biz
hatırlatacak olursak Nasreddin Hoca 1284-85 yılında ölmüştür. Timur ise
1335’te doğmuş, 1370 yılında tahta çıkmış ve 1405 tarihinde ölmüştür. Ti-
mur, Hoca’nın ölümünden 50 yıl sonra doğmuştur. O hâlde bu ikilinin görüş-
me imkânı yoktur. Hoca, Moğol hükümdarı Geyhatu ile görüşmüş olabilir.
Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nde verdiği Kuta fıkrası ise Timur ve şair
Ahmedî arasında geçmiştir.
Ali Berat ALPTEKİN 101
gibi Şükrü Kurgan, Alpay Kabacalı, İlhan Başgöz, Fikret Türkmen, Saim Sa-
kaoğlu vb. araştırıcılar dikkate alınsaydı bir fıkra ayıklama yoluna gidilerek
ve Hoca’nın ruhu incitilmeyecekti. Ne yazık ki bugüne kadar yapılan çalış-
malarda daha önce yazılanlar okunmadığından veya dikkate alınmadığından
hatalar zincirine yeni halkalar eklemeye devam edilmeye devam edecektir.
Yine yukarıda sözünü ettiğimiz Nasreddin Hoca Fıkralarının Tip Kata-
logu’nun hazırlanması yolunda bir teşebbüste bulunulursa Hoca’ya ait olan
fıkralar daha kolay seçilebilecektir. Böyle bir çalışmanın ön hazırlığı mahiye-
tinde bir taslağı aşağıya alıyoruz:
Nasreddin Hoca fıkralarının tip katalogu
I. Gerçek Nasreddin Hoca Fıkraları
Iı. Nasredin Hoca’nın Adının Geçtiği Fıkralar
Arap Fıkra Tiplerinden Karışan Fıkralar
Fars Fıkra Tiplerinden Karışan Fıkralar
Hint Fıkra Tiplerinden Karışan Fıkralar
Aisopos Masalarının Nasreddin Hoca’ya Bağlanmasıyla Oluşan Fıkralar
Binbir Gece Masallarının Nasreddin Hoca’ya Bağlanmasıyla Oluşan Fık-
ralar
La Fontaine Masallarının Nasreddin Hoca’ya Bağlanmasıyla Oluşan Fık-
ralar
Nasreddin Hoca Timur Konulu Fıkralar
Iıı. Mantık Açısından Nasrettin Hoca’ya Uymayan Fıkralar
Iv. Din Açısından Nasrettin Hoca’ya Uymayan Fıkralar
V. Diğerleri
Türkiye ve Türk dünyasında Nasreddin Hoca fıkralarının güzel sanatla-
ra yansıması konusunda neredeyiz?
Bize kalırsa Japonlar ve Çinliler Hoca’yı bizden daha iyi biliyorlar? Acaba
Türkiye Cumhuriyeti devletinin Hoca’yı Türk halkına ve insanlığa tanıtmak
için bir girişimi oldu mu? Bu soruya da evet dememiz mümkün değildir. Eğer
Akşehir Belediyesi’nin yıllardır yaptığı etkinlikleri bir kenara bırakacak olur-
sak bu konuda bir şey yaptığımızı söylememiz pek mümkün değildir. Fuad
Köprülü’den bu yana bazı özel yayınevleri Nesreddin Hoca ve fıkralarını naz-
ma çekerek batı dünyasına tanıtmışlardır. Ancak batılı araştırıcıların yanında
104 Nasreddi̇ n Hoca ve Fıkralarıyla İlgi̇ li̇ Sorun
Yararalanılan Kaynaklar
ALEMBEKOV, Adhambek (1996). “Halkın Beğendiği Kahramanı (Mer-
kezi Asya’da Nasreddin Efendi Üzerinde)”. Uluslararası Nasreddin Hoca
Bilgi Şöleni Sempozyumu Bildirileri. Ankara: AKM Yayınları.
ALPTEKİN, Ali Berat ( 2013), “Saltukname’de Yer Alan Efsanelerin Gü-
nümüz Sözlü Kültürüne Yansıması”, 25 (98), Sonbahar, 5-18.
ALPTEKİN, Ali Berat, (2011), “Doğu Türklerinin Nasreddin Hocası Mi-
tolojik Bir Kahraman mıdır?”, Bilig, (59), 21-30.
BORATAV, Pertev Naili (1996), Nasreddin Hoca, Ankara: Edebiyatçılar
Derneği Yayınları.
DANİŞMEND, İsmail Hami (1959), “Nasreddin Hoca Kim?”, Tarih-Coğ-
rafya Dünyası, 2 (11), 1 Aralık, 348-350.
DUMAN, Mustafa (2008), Nasreddin Hoca ve 1555 Fıkrası, Heyamola
Yayınları.
GÖKŞEN, Cengiz (2002), Temel Fıkraları Üzerine Bir Araştırma, Dokto-
ra Tezi. Konya: Selçuk Üniversitesi.
İSMAİLOVA, Gülnara (1996). “ Kırgız Mizah Tipleri ve Nasreddin Hoca”.
Uluslararası Nasreddin Hoca Bilgi Şöleni (Sempozyumu) Bildirileri. Ankara:
AKM Yayınları.
KONYALI, İbrahim Hakkı (1945), Nasreddin Hoca’nın Şehri Akşehir /
Tarihi-Turistik Klavuz, İstanbul.
ÖZKAN, İsa (1999). Türkiye ve Tatar Türkçesiyle Nasreddin Hoca Me-
zekleri-Nasreddin Hoca Fıkraları. Ankara: TİKA Yayınları.
SAKAOĞLU, Saim (2013), Nasreddin Hoca Üzerine Yazılar, Konya: Kö-
men Yayınları.
SAKAOĞLU, Saim-Ali Berat Alptekin (2009), Nasreddin Hoca, Ankara:
Atatürk Kültür Merkezi Yayınları.
Türkoloji̇ye Adanmış Bi̇r Ömür
Ali DAŞMAN 1
3 a.e.g.,s.389.
110 Türkoloji̇ ye Adanmış Bi̇ r Ömür
mer bölümü başkanı ve müdür olarak görev yapar.4 Bu dönemde iki defa
Frunze İl Genel Meclis Üyeliği görevlerinde bulunur.
1964 yılında SSCB Kazak İlimler Akademisi Dilbilimi Enstitüsünde “Kır-
gız Tilindegi Sözdördün Casalışı” (Kırgız Dilindeki Kelimelerin Türetilişi)
adlı tezi ile filoloji bilimlerinin doktoru (post doktora) unvanını alır. Doktora
savunmada I. Resmi Kritikçi (apponent) K. K. Yudahin’dir.
B. Oruzbaeva 1962’den 2007’ye kadar aynı enstitüde Çağdaş Kırgız Dili,
Terminoloji Kolu, Terminoloji ve Türkoloji Bölümü Başkanı ve Dil ve Ede-
bîyat Enstitüsü Başkanı ve Doktora (kanditatlık) ve doktora Komisyonu
başkanlığı görevlerinin yanında 1984’ten itibaren Kırgız İlimler Akademisi
Dil Komisyonu Üyeliği görevlerinde bulunur.1967 yılında Profesör olan B.
Oruzbaeva, 1980’de de akademik/Ordinaryüs unvanını alır.
Bilimsel Yönü ve Bazı Eserleri
B. Oruzbaeva ilgilendiği ve ele aldığı konular kısaca şunlardır:
Kırgız Dilinin Grameri (morfoloji ve kelime yapımı)
Leksikoloji ve leksikografya
Kırgız Edebî Dilinin Tarihi
Eski Türk Yazıtları
Diller Arası İlişkiler
İki Dillilik 5
B. Oruzbaeva’nın 1951 yılında doktora öncesi yazmış olduğu ilk maka-
le Kırgız Dilinin Orfografyasının ne zaman oluşturulacağı ile ilgilidir. Daha
sonraki çalışması ise Formı Proşetşogo vremeni v Kirgizkom Yazıke (Kırgız
Dillındeki Fiilin Geçmiş Zamandaki Halleri) adlı doktora (kanditat) çalışma-
sıdır. Bu çalışmada Çağdaş Kırgız Dilinde fiilin geçmiş zamandaki halleri
ve türleri, zamanı belirten –çu,-ıptır morfemleri ve dilbilgisel yapısı, Kırgız
Dilbiliminde ilk defa kapsamlı olarak ele alınmaktadır. Bundan dolayı bu eser
daha sonra yazılanlara kaynak niteliği taşımaktadır.
Kırgızistan’da Kırgız Dili ile ilgili sözlüğün olmadığı bu yıllarda K.K.
Yudahin’in yönetiminde sözlükbilim çalışmalarına katılır, bu Rusça-Kırgızca
sözlüğün V, U, P ve S harfleri ile ilgili madde başının hazırlanmasında emeği
geçer.
4 1954’te Dil, Edebiyat ve Tarih Enstitüsü, Dil ve Edebiyat Enstitüsü olarak değiştirilir.
5 Şeralı Caparov, Akademik Oruzbaeva Bübüyna Ömürzakovna Biobibliografiya, Bişkek,
2009, s.4-5.
Ali DAŞMAN 111
Kaynaklar:
Kalbübü Bekturganova, Kırgızdın Asıl Kızdarı, Bişkek, 2006.
Şeralı Caparov, Akademik Oruzbaeva Bübüyna Ömürzakovna Biobibliog-
rafiya, Bişkek, 2009.
B.Ö. Oruzbaeva, Söz Kuramı, Bişkek, 2000.
http://www.gungorname.com/index.php?option=com_content&view=ar-
ticle&id=14:ord-prof-dr-b-o-oruzbayeva&catid=5:krgz-dilinin-yldzlar&Ite-
mid=9, 10.10.2013.
B.Ö. Oruzbaeva, Kırgız Tilinin Etimologiyalık Sözdüğünö Materialdar,
Bişkek, 2000.
B.Ö. Oruzbaeva, Formı Proşedşego Vremeni v Kirgizkom Yazıke, Frunze, 1955.
Türk Dünyası’nın Ortak Kültürel Mirası Dede Korkut
Hikâyelerine Farklı Yaklaşımlar Üzerine Değerlendirmeler
Ali DUYMAZ 1
ki bu metinler, bir yandan terk edilme veya yok olma sürecine girmiş eski kül-
türel mirası koruma güdüsüyle söylenir veya yazılırken öte yandan genellikle
bürokratik bir tercihle kabul edilen yeni medeniyet dairesinin değerleriyle
uzlaşma çabalarını terennüm etmektedir.
Sözlü kültürlerinin canlı ve dinamik dokusuna rağmen medeniyet değişimi
süreçlerinde Türk destanlarının yazılı halde tespit edilmiş olması bile aslın-
da önemli bir olgudur. Çekirdeğinin iki tarihsel tabakaya yaslandığı bilinen,
sözlü gelenekte sınırsız ve yaygın yaşamını sürdürürken Vatikan ve Dresden
kitaplarındaki “boy”larıyla daha yeni ve yakın çağlara ve coğrafyalara işaret
eden Dede Korkut Kitabı da sonuçta bir Oğuzname’dir. Bu bağlamda, mesela
Kazaklar arasındaki Korkut Ata veya Korkut Evliya gibi efsanevi tiplemeler-
le mitolojik dönemin izlerini bünyesinde barındırdığı gibi Uygurca ve İslamî
Oğuznâme’nin devamı niteliğini de taşır. Ayrıca Vatikan kitabının “Hikâyet-i
Oğuznâme-i Kazan Beg ve Gayrı” başlığında geçen “name” sözü ile Dresden
kitabının “Kitab-ı Dedem Korkud âlâ Lisan-ı Ta’ife-i Oğuzân” başlığında yer
alan “kitab” sözü bu eserin yazılı tespitine vurgu yapmamıza zemin hazırlar.
Türkoloji araştırmalarıyla paralel giden Dede Korkut araştırmalarını ta-
rihsel ve coğrafi açılardan değişik aşamalarda değerlendirebiliriz. Bu aşama-
lardan ilki 1800’lü yıllardan, yani başlangıçtan 1920’ye kadar olan ve Batı
merkezli Türkoloji araştırmaları bağlamında yer alan çalışmalardır. Bu çalış-
malar, daha ziyade metni tanıtma ve okuma problemleriyle ilgilidir. Bu açı-
dan Almanya, İtalya ve Rusya merkezli bu çalışmalara “metinlerin tavsifi”,
“öncü çalışmalar” ve “ilk metin neşirleri” diyebiliriz (Bk. Sertkaya 2006:
8-23). Oysa bilimsel anlamda daha sonraki dönemde yapılan Dede Korkut
araştırmaları, ikinci dönem olan 1920 sonrasında, Sovyetler Birliği sınırları
arkasında kalan coğrafya ile bu coğrafya dışında kalan bölgelerde farklı şekil-
de cereyan etmiştir. Ayrıntıya girmeden söylemek gerekirse 1920 sonrasında
Sovyetler Birliği dönemi de kendi içinde 1920-1950 arası, 1950-1990 arası ve
1990’dan günümüz kadarki dönem olmak üzere üçe ayrılabilir.
Biz bu bildiride öncelikle Türkiye eksenli yaklaşımları temel olarak alıp
daha sonra Kazakistan, Türkmenistan ve Azerbaycan’daki Sovyetler Birliği
dönemi ve sonrası Dede Korkut araştırmalarına kısmen eleştirel çerçevede
göz atmaya çalışacağız.
lında Kilisli Muallim Rıfat’ın İstanbul’da eski harflerle bastırdığı Dede Kor-
kut Kitabı bu anlamda Türk araştırmacıların ilk ilgisine de işaret etmektedir.
Bu metin yayınından sonra Türkiye’de bilimsel yayınlara giden çalışmaların
önü açılmış, Ergin, Gökyay, Kırzıoğlu başta olmak üzere birçok araştırmacı
Dede Korkut’u değişik yönleriyle ele almıştır. Bu ilk araştırmalarda Batı’da
kurulan ve Türkiye’de de benimsenen bir felsefe hâkimdir. Bu felsefe de,
imparatorluktan ulusal kültüre bağlı bir devlet anlayışına evrilen Türkiye’de
Dede Korkut gibi metinlerin milli kültürün temel eserleri arasında kabul edil-
mesidir. Ancak kabul etmeliyiz ki Türkiye’deki çalışmalar Atatürk devri Türk
tarih tezi kapsamında Anadolu’yla veya yeni Türkiye Cumhuriyetinin siyasi
sınırlarıyla çerçevelenmiş bir Türklük veya Oğuzluk anlayışına bağlı kalma-
mıştır. Türk sözü hem Türkiye Cumhuriyetini kuran halk anlamında siyasi
bir mana yüklenmiş hem de tarihsel ve coğrafi perspektifte ortak bir kültürel
mirası üretmiş ve paylaşmış ideal bir anlam kazanmıştır. Bu yüzden Dede
Korkut Kitabı sadece Anadolu Türklüğünün değil tarihsel derinliği içinde ge-
lişip serpilen ve Anadolu’da birikiminin zirvesine ulaşan bir medeniyetin mi-
rası olarak kabul görmüştür. Belki bu sebeple Dede Korkut Kitabı etnik veya
coğrafi mensubiyet şuurunu canlı tutan bir metin olarak algılanmamış, daha
genel ve medeniyet sürecinin bir parçası olarak değerlendirilmiştir.
Türkiye’de yapılan Dede Korkut çalışmalarını bir kaç açıdan değerlendi-
rebiliriz:
Bu açılardan biri, hatta birincisi Dede Korkut Kitabı’nın bir dil yadigârı
olarak görülmesi ve dil araştırmacılarının ilgisine mazhar olmasıdır. Dede
Korkut Kitabı Türkiye’de öncelikle dil araştırmacılarının metin kurma nok-
tasında ilgisini çekmiş, gerek Orhan Şaik Gökyay gerekse Muharrem Ergin
metin okuma noktalarında tartışmalar içine girmişlerdir. Hatta bu metin oku-
ma konusundaki tartışmaların Türkiye sınırları dışına taşarak Azerbaycan’da
Hemid Araslı’ya kadar uzandığı da malumdur. Metin okumaları Türkiye’de
Dede Korkut araştırmalarının belki de en temel sorunu olarak görüldüğü
için son yıllara kadar yeni metin okumalar, okuma hatalarının düzeltilmesi
gibi hususlar yeni yayınların oluşmasına zemin hazırlamıştır. Ergin ve Gök-
yay’dan sonra Semih Tezcan, Osman Fikri Sertkaya, adettin Öztürk, Mustafa
Sinan Kaçalin gibi isimler yeni metin neşirleri yapmışlardır. Metin okuma ve
anlamlandırma hususundaki hassasiyet Azerbaycan ve Türkmenistan’da aynı
çerçevede değildir. Son yıllarda Azerbaycan’da da metin okuma problemleri
üzerinde duran yayınlar yapılmışsa da bunlar daha ziyade yer adları, özel
isimler ve Azerbaycan Türkçesine uygun yakıştırmalarla sınırlı kalmıştır.
120 Türk Dünyasının Ortak Kültürel Mirası Dede Korkut Hikâyelerine Farklı
Yaklaşımlar Üzerine Değerlendirmeler
Yeni Yaklaşımlar
Son yıllarda gerek ülkemizde gerekse Azerbaycan’da farklı yaklaşımlar
içeren çalışmaların yapıldığını görmekteyiz. Bunlardan iki örnek üzerinde
durmak isteriz.
Değerlendirme ve Sonuç
Çarlık ve Sovyetler Birliği yöneticileri, birbirlerinin devamı olarak Türk
halkları üzerinde ince düşünülmüş, uygulama imkânları olan bir milliyetler
politikası takip etmiş ve bunda da büyük oranda başarılı olmuşlardır. Türki-
ye Cumhuriyeti ise farklı bir ulusal yapı ve model denemiştir. Özellikle üç
ülkede kültürel millî kimliklerin kaynaklarından biri olarak anlamlandırılıp
yorumlanan Dede Korkut Kitabı, aslında ulusal kimlik tanımlamada yeterli
verilere sahip bir eserdir. Gerek Türkmen gerekse Azerbaycanlı araştırma-
cılar Dede Korkut gibi temel eserlerin katkısıyla Türk topluluklarının şim-
dilik en azından ortak bir tarihsel ve kültürel zeminden geldiklerinden, Türk
dilinin ortak kökeninden ve şivelerinin yakınlığından söz edebilmektedirler.
Olivier Roy’un isabetle ifade ettiği gibi “SSCB’nin sonu büyük bir ideolojik
boşluk bırakmıştır. Milliyetçilik, bir kod, bir habitus, her şeyden ziyade folk-
lorik bir atıflar bütünüdür. Ama Sovyet aygıtı tarafından sistemli bir şekilde
zayıflatılmış ve geriletilmiş de olsa, belli bir kültüre aidiyet anlamından bir
“ulusal hissiyat” vardır.” (Roy 2005: 242). Bu ulusal hissiyat doğru tanımla-
nıp yönlendirilerek geliştirilebilirse birbirine yakınlaştırılmış bir kültür, dil
ve edebiyat oluşabilir. Hatta ortak bir medeniyet tasavvurunun tohumlarının
atılması dahi mümkündür. Aksi takdirde, yani ulusal kimliklerin yapılanma-
sında yeni yaklaşımlar gerçekleştirilemezse söz konusu coğrafyada sadece
halklar arasındaki iletişim dili değişecek, Rusça’nın yerini İngilizce alacak,
Ali DUYMAZ 127
pidir. Dede Korkut Kitabı tam da işte bu süreçte yazıyla tespit edilmiş bir
sözleşme, bir mutabakat metnidir. Kitabın elbette eski kültürel mirası koruma
misyonu da vardır ve zaten bu mirasın kaybolma riskini gören Oğuzların son
bir gayretle folklorlarını edebiyatlaştırma çabalarının ürünü olmalıdır.
Seçme Kaynakça
Türki̇ye
Abdulla, Kamal (2012). Mitten Yazıya Veya Gizli Dede Korkut, (Akta-
ran: Ali Duymaz), İstanbul: Ötüken Neşriyat.
Duymaz, Ali (2007). “Azerbaycan’da Kültürel Kimliğin Kaynağı Olarak
Dede Korkut Araştırmalarının Sorunları”, I. Uluslararası Türk Dünyası
Kültür Kurultayı Bildiri Kitabı-II, Ankara, 729-738.
Duymaz, Ali (2010). “Türkmenistan’da Kültürel Kimliğin Kaynağı Olarak
Dede Korkut Geleneği”, II. Uluslararası Türk Dünyası Kültür Kongre-
si, 19-25 Nisan 2010, Çeşme/İzmir (Yayımlanmamış Bildiri).
Ergin, Muharrem (1994). Dede Korkut Kitabı I Giriş-Metin-Faksimile,
Ankara: TDK Yayınları.
Ergin, Muharrem (1994). Dede Korkut Kitabı II İndeks-Gramer, Anka-
ra: TDK Yayınları.
Gökyay, Orhan Şaik (2000). Dedem Korkudun Kitabı, İstanbul: MEB
Yayınları.
Kaçalin, Mustafa Sinan (2006). Dedem Korkut’un Kazan Bey Oğuz-nâ-
mesi. Hikâyet-i Oguz-nâme-i Kazan Beg ve Gayrı - Metin ve Açıklamalar
-, İstanbul: Kitabevi Yayınları.
Kırzıoğlu, M. Fahrettin (1952). Dede-Korkut Oğuznameleri I. Kitap,
İstanbul: Burhanettin Erenler Matbaası.
Özçelik, Sadettin (2005). Dede Korkut Araştırmalar Notlar Dizin Me-
tin, Ankara: Gazi Kitabevi.
Özçelik, Sadettin (2006). Dede Korkut Üzerine Yeni Notlar, Ankara:
Gazi Kitabevi.
Roy, Olivier (2005). Yeni Orta Asya Ya da Ulusların İmal Edilişi, çev.
Mehmet Moralı, İstanbul: Metis Yayınları.
Saydam, Bilgin (1997). Deli Dumrul’un Bilinci, İstanbul: Metis Yayınları.
Sertkaya, Osman Fikri (2006). Dede Korkut Kitabı Dresden Nüshasının
“Giriş” Bölümü, İstanbul: Ötüken Neşriyat.
130 Türk Dünyasının Ortak Kültürel Mirası Dede Korkut Hikâyelerine Farklı
Yaklaşımlar Üzerine Değerlendirmeler
Azerbaycan
Abdulla, Behlul (1997). “Kitabı Dede Gorkut” ve İslam Dini, Bakı:
“Ozan” Neşriyyatı.
Abdulla, Behlul (1999). “Kitabi Dede Gorgud”un Poetikası, Bakı:
“Elm” Neşriyyatı.
Abdulla, Behlul (2005). Salur Gazan (Tarik Yohsa Mif…), Bakı: “Ozan”
Neşriyyatı.
Abdullayev, Kamal (1991). Gizli Dege Gorgud, Bakı: Yazıçı Neşriyyatı.
Abdulla, Kamal (1999). Sirr İçinde Dastan veyahut Gizli Dede Gorgud
II, Bakı: “Elm” Neşriyyatı.
Abdulla, Kamal (2004). Yarımçıg Elyazma, Bakı, “XXI”-YNE.
Ahundov, Ağamusa (1999). ““Kitabi-Dede Gorgud” Azerbaycan Dilinin
Gedim Abidesi Kimi”, Kitabi-Dede Gorgut (Megaleler Toplusu), Bakı:
Elm, 176-177.
Anar (1983). Dede Gorgud, Bakı: Kençlik.
Anar (1988). Dede Korkud, Bakı: Gyandçlık.
Araslı, Hemid (1977). Kitabi-Dede Gorgud, Bakı: Kençlik.
Bayat, Fuzuli (2003). Korkut Ata Mitolojiden Gerçekliğe Dede Korkut,
Ankara: KaraM Yayınları.
Bayramov, A. S. (1999). “Kitabi-Dede Gorgud” Dastanlarında Etnik Ha-
rekter ve Şehsiyyetin Tipologiyası Problemine Dair, Dede Gorgud 1300,
Bakı: Bakı Universiteti Neşriyyatı, 93-106.
Caferov, N. (1999). “Türk Edebi (Yazılı) Dilleri Sisteminde “Kitabi-Dede
Gorgud” Dilinin Yeri”, Dede Gorgud 1300, Bakı: Bakı Universiteti Neşriy-
yatı,120-122.
Cemşidov, Şamil (1977). Kitabi Dege Gorgud, Bakı: “Elm” Neşriyyatı.
Cemşidov, Şamil (1999). Kitabi-Dedem Gorgud (Tarihi, Coğrafi, Teks-
toloji tedkik ve Dresden El Yazmasının Dürüstleştirilmiş İlmi Metni),
Bakı: Elm Neşriyatı.
Cemşidov, Ş. A. (1999). “Kitabi-Dedem Gorgud’da Coğrafi Mühit”, Ki-
tabi-Dede Gorgut (Megaleler Toplusu), Bakı: Elm, 49-50.
Dede Gorgud 1300, (1999). Bakı: Bakı Universiteti Neşriyyatı,
Demirçizade, E. M. (1999). “Kitabi-Dede Gorgud” Dastanlarının Dili,
Bakı: Elm Neşriyyatı (1. bs. 1959).
Ali DUYMAZ 131
Türkmeni̇stan
Amangeldiyeva, K. (1994). Gorkut Ata, Aşgabat: “Magarıf”.
Annanurov, A.-T. Guzuçıyev (1995). Kitabı Dedem Gorkut ala Lisanı
Tayfanı Oguzan (Gorkut Atanıñ Kitabı Oguz Taypalarınıñ Dillerinde),
Aşgabat: Ilım.
Aşırov, Annagurban (1997). Kitabı Dedem Gorkut ve Hekayatı Oguz-
namayı Gazan Beg ve Gayrı, Aşgabat: Türkmenbaşı Adındakı Türkmenis-
tan Milli Golyazmalar İnstitutı.
Aşırov, Annagurban (1999). Kitabı Dedem Gorkut, Aşgabat: Türkmen-
başı Adındakı Türkmenistan Milli Golyazmalar İnstitutı.
Garrıyev, Baymuhammet Ataliyeviç (1947). Türkmen Folklorından
Usuli Gollanma, Aşgabat.
Garrıyev, Seyit (1982). Türkmen Eposı, Dessanları ve Gündogar Halk-
larının Epiki Dörediciligi, Aşgabat: Ilım.
Gılıçdurdıyev, Aba (1990). Korkut Ata: O Turkmenskom Narodnom
Geroiçeskom Epose, Aşgabat: Magarıf.
Hommatdurdıyev, Cumageldi (1993). Meti Köseyeve Hem-de Baymu-
hammet Garrıyeve Sud Edilişi, Aşgabat.
Köseyev, Meti (1990). Gorkut Ata: Gadımı Türkmen Eposı, Aşgabat:
Türkmenistan Neşiryatı.
Recebov, Rahman (1991). Gadım Türkmen Edebiyatı (VIII-XII Asır-
lar), Aşgabat: Ilım.
Tural, Sadık-Annagulı Nurmemmet (1999), Gorkut Ata Türkmen Halk
Destanı, Ankara: Türkmenbaşı Adındaki Türkmenistan Milli Kolyazmalar
Enstitüsü.
Türkmenbaşı, Saparmurat (2002). Ruhnama, Aşgabat.
Kazaki̇stan
Nısanbayev, Abdimalik (2000). Kazakistan’da Dede Korkut, Ankara:
Atatürk Kültür Merkezi Yayını.
Balkanlar’daki Azınlıklar ve Siyasi Katılım:
Batı Trakya Türkleri (Yunanistan) Örneği
Ali HUSEYİNOĞLU 1
Giriş
Yunanistan’ın Kuzey Batısında Batı Trakya bölgesinde yaşayan Müslü-
man Türk Azınlığı yüzyıllardır varlığını aynı topraklar üzerinde devam ettiren
Avrupa’nın tarihi ve milli azınlıklarından birini oluşturmaktadır. Bölgedeki
Türk varlığı VI. yüzyıldaki Orta Asya’dan Balkanlara olan büyük göç dalga-
larına dayanmaktadır (Anderson 1974:285-287). Osmanlı İmparatorluğu’nun
Balkanlar’ı fethi ve devamında yüzyıllar boyu bu bölgede kalmaları, diğer
Balkan ülkelerinde olduğu gibi Yunanistan’da da Türk ve İslam olgularının
gelişmesine sebebiyet vermiştir.
Batı Trakya bölgesinde yaşayan Türkler, 1920’lerin başında gerçekleşen
Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi’nde kapsam dışı tutulmuş, akabinde imzala-
nan 1923 Lozan Barış Antlaşması ile birlikte üzerinde yüzyıllardır yaşadık-
ları topraklarının Yunanistan’a verilmesi sonucu Yunan vatandaşı olmuşlar
ve kendilerine resmi azınlık statüsü verilmiştir. Batı Trakya Türkleri, 1923
yılında günümüze Yunanistan’ın resmi olarak tanıdığı azınlık statüsüne sa-
hip tek topluluktur. Bireysel hakları dışında toplu bir şekilde kullanacakları
kolektif hakları da – Türkçe anadil eğitimi gibi – Lozan Barış Antlaşması
ve Yunanistan’ın taraf olduğu diğer ikili ve uluslararası anlaşmalarla koru-
ma altına alınmıştır. Buna rağmen 2013 itibariyle Batı Trakya Türkleri’nin
grup bazlı kolektif haklarından faydalanmaları konusunda yıllardır yaşanage-
len sorunlar 2013 itibariyle hala devam etmektedir. Batı Trakya’da kolektif
anlamda etnik Türk kimliği reddedilmekte, Azınlığa ait vakıflar hala Yunan
devleti tarafından atanan Azınlık mensupları tarafından yönetilmekte, 1990
yılından beri Türk Azınlığın seçtiği müftüler Yunan devleti tarafından resmi
müftü sıfatıyla tanınmamakta, iki dilli Azınlık ilkokul, ortaokul ve liselerinde
yıllardır yaşanan sorunlar bu okullardaki eğitim ve öğretim kalitesini olum-
suz yönde etkilemektedir.
Yüzölçümü 8575 kilometre kare olan Batı Trakya bölgesi toplam 3 ilden
oluşmaktadır: Rodop, İskeçe ve Meriç. Bu illerin merkez şehirleri sırasıy-
la Gümülcine, İskeçe ve Dedeağaç’tır. Bölgedeki toplam nüfusu son resmi
verilere göre 369.430’dur (Devlet İstatistik Kurumu 2011). Bu rakamın yak-
laşık 150.000’i Türklerden oluşmaktadır.2 Böylece bölgedeki Türk nüfusu,
11.000.000’luk ülke nüfusunun yüzde 1-1,5’ine denk gelmektedir. Bölgedeki
iki temel demografik unsuru oluşturan Türkler ve Yunanlılar, genelde sadece
Türklerin veya Yunanlıların yaşadıkları yerlerde ikamet etmektedir. Büyük
şehir veya ilçelerde bir arada yaşayan Türkler ile Yunanlılar arasında genel
olarak karma evlilikler çok azdır. Tarım ve hayvancılık, geçmişte olduğu gibi
günümüzde de Türk Azınlığın temel geçim kaynağını oluşturmaktadır. Bunun
yanında Türklere ait küçük ölçekli yatırımlarda da son yıllarda bir artış göz-
lemlenmektedir.
Batı Trakya hakkında kısa bir giriş sonrasında, bu çalışmanın ana temasını
oluşturan Batı Trakya Türkleri ve siyasi katılım konusu genel ve yerel seçim-
ler olmak üzere iki alt başlıkla incelenecektir. Bu incelemenin ışığı altında
elde edilen bulgular genel bir sonuca bağlanacaktır.
2 1951 yılında günümüze nüfus sayımlarında dil veya din kriteri bulunmaması sebebiyle
bölgede yaşan Müslüman Türkler hakkında kesin bir resmi rakam bulunmamaktadır.
Ali HUSEYİNOĞLU 135
3 1923 sonrası seçilen Türk Azınlık milletvekilleri ve seçildikleri partilerin tam listesi için
Bkz. (Aarbakke 2000: 682).
136 Balkanlar’daki Azınlıklar ve Siyasi Katılım: Batı Trakya Türkleri (Yunanistan) Örneği
5 Bunun en son örneği Ocak 2013 tarihinde Yunan Meclisi’nde yaşanmış, Türk
Azınlığı ilgilendiren bir yasa taslağı görüşmeleri esnasında söz alan Altın Şafak Partisi
Milletvekilleri’nden biri PASOK Partisinden seçilmiş Ahmet Hacıosman’ı Türkiye’nin bir
ajanı olarak nitelemişti (Kirbaki, 16.1.2013).
138 Balkanlar’daki Azınlıklar ve Siyasi Katılım: Batı Trakya Türkleri (Yunanistan) Örneği
Rodop İli
Toplam 125 65
İskeçe İli
alandaki tek kısıtlamayı yukarıda altı çizilen yüzde 3’lük ülke seçim barajı
oluşturmaktadır. Türk Azınlık siyasetçilerinin gerek bağımsız gerekse Dost-
luk, Eşitlik ve Barış Partisi çatısı altında seçimleri kazanmalarını imkânsız
hale getiren bu uygulamanın kaldırılmasına yönelik, Türk Azınlık tarafından
artan taleplere rağmen, halihazırda uygulama sürdürülmektedir.
Geçmişten günümüze Batı Trakya’daki Müslüman Türk nüfusun siyasi
katılımı ile ilgili yukarıda altı çizilen konular analiz edildiğinde ortaya şu
temel noktalar çıkmaktadır:
Birincisi, 1923’ten günümüze seçimle işbaşına gelmiş Türk Azınlık siya-
setçilerinin tümünün destekçisi yine Türk Azınlığa mensup seçmendir. Batı
Trakya’daki kolektif etnik ‘Türk’ kimliğinin Yunanistan tarafından 1987 iti-
barı ile resmen yasaklanmasına ve Müslüman Türkler’in yıllardır oy verdik-
leri Yunan siyasetçilerinin Azınlığın maruz kalmaya devam ettiği hak ihlalle-
rine çözüm bul(a)mamalarına rağmen, halen Azınlık’tan onlara giden oyların
artması, ilk kez 2007 yılında İskeçe İli’nden Türk bir vekil seçmek amacıy-
la kullanılan “Türk’ün oyu Türk’e” sloganını daha da kuvvetlendirmektedir
(Gündem, 11.9.2007).
Gerek yerel seçimlerde gerekse genel seçimlerde Türk Azınlık adaylarını
verdikleri oylar ile destekleyen Yunan çoğunluk seçmenine rastlamak adeta
imkânsızdır. Ne var ki bunun tam tersi geçerli değildir. Geçmişte olduğu gibi
günümüz Batı Trakya’sında da çoğunluk partilerinden aday olan Yunanlı si-
yasetçilere ve onların listelerine oy veren Türk Azınlık üyelerinin sayısı yad-
sınamayacak derecede fazladır. Bunun başlıca sebepleri arasında işçi-işveren
ilişkisi, parti ideolojisine yakınlık, parti sempatizanlığı ve kendi oluşturduk-
ları karma (Yunan-Türk) listelerden aday gösterilen Türklerin (alt sıralarda
kendilerine yer verilerek seçilemeyecek olsalar bile) varlığı olarak gösterile-
bilir.
İkincisi, Türk Azınlığa mensup seçmen ve siyasetçileri arasında Yunan si-
yasi partilerine yönelik bilinç oldukça zayıftır. Yunan çoğunlukta uzun yıllar-
dır rastlanan ‘her şeye rağmen partiye olan tam bağlılık’ prensibinin aksine,
Türk Azınlık seçmeninin ezici çoğunluğu oyunu vereceği Azınlık adayının
hangi Yunan siyasi partisinden aday7 olduğunu çok fazla önemsemeksizin
oyunu Türk adaya vermektedir.8 Bunun en güncel örneği Av. İlhan Ahmet’e
verilen oy oranlarda görülmektedir.
7 Aday anlamına gelen bu ifade geçmiş yıllarda Batı Trakya’da sıklıkla kullanılmaktaydı.
8 Bu konu ile ilgili geçmiş yıllarda yaşanan farklı örnekler için Bkz. Nikolakopoulos 1991;
Tsitselikis (2012:218-219).
Ali HUSEYİNOĞLU 141
2004 Genel Seçiminde Sağ-Merkez Sağ’da yer alan Yeni Demokrasi Par-
tisi’nden Türk Azınlığın oylarıyla Yunan Meclisine girmeye hak kazanan Av.
İlhan Ahmet, 6 Mayıs 2012 tarihinde gerçekleşen seçimlerde Demokratik İt-
tifak Partisi (DİSİ)’den aday olmuş, ve 17 Haziran 2012 tarihinde Demokra-
tik Sol Partisi (DİMAR) adayı olarak seçime katılmıştır (Gündem, 9.7.2012).
Mayıs 2012’deki seçimde partisi barajı geçememiş, Haziran 2012’de ise di-
ğer üç parti daha fazla oy almışlardır. Buna karşılık her iki seçimde de ken-
disi milletvekili olacak oranda (10.000’inin üzerinde) oy alması şunu* gös-
termektedir: Türk Azınlık oyları sonucu sağ bir partiden milletvekili olan ve
sonrasında tekrar sol bir partiden aday olan Türk Azınlık mensubu bir siyaset-
çinin, 10 yıl süre zarfında her genel seçimde aldığı toplam oy oranında önemli
bir azalma veya artış yaşanmamaktadır. Bu, Azınlık seçmeninin partiden çok,
Türk Azınlık adayına oyunu vermeye devam ettiğine yönelik Türk ve Yunan
argümanlarının doğruluğuna işaret etmektedir.
Üçüncüsü, bireye oy vermenin yanında partiye oy verme konusunda en
yoğun katılım 1990’ların ilk yarısında yaşanmıştır. Dr. Sadık Ahmet’in lider-
liğinde kurulan DEB Partisi, kendisinin bir trafik kazası sonucu 1995 yılında
bir trafik kazası sonucu ölümüne kadar olan süreçte oldukça hareketli ve Türk
Azınlığın desteğini arkasına almış bir siyasi partisi konumundaydı. Fakat
1995’ten 2010 yılına kadar gerek bölge gerekse ülke siyaseti ile ilgili konu-
larda durağan ve etkin olmayan bir parti hüviyetine bürünmüştü. 2010 yılında
yeniden yapılanan DEB Partisi, bölge ve ülke siyasetinde etkin olmaya ve
Dr. Sadık Ahmet dönemindeki Türk Azınlık desteğini tekrardan kazanmaya
yönelik adımlar atmaya devam etmektedir.
Dördüncüsü, gerek Batı Trakya Türkleri Dayanışma Dernekleri’nin orga-
nizasyonunda otobüslerle toplu bir şekilde gerekse kendi araçlarıyla her se-
çim arifesinde Batı Trakya’ya gelen Türk seçmenler, hem sevdikleriyle hasret
gidermekte hem de en temel haklarından biri olan oylarını kullanmaktadır.
Fakat 5 Kasım 1989 Genel Seçimi gibi bazı seçim dönemlerinde, Türkiye’de
yaşayan Yunan vatandaşı olan Batı Trakya Türkleri’nin ülkeye girişleri en-
gellenmiş ve Türk adaylara gidecek olan bu oyların önüne geçilmiştir (Koca
2012:174). Bu tür hukuk dışı engellemelere son seçim dönemlerinde pek faz-
la rastlanmamaktadır.
Son olarak, bazı seçim dönemlerinde bölgedeki Azınlık ve çoğunluk top-
lumları arasında ortamı geren bazı gelişmeler yaşanmıştır. Bunların başında,
Türk Azınlığa ait camilerinin nefret içerikli saldırıların hedefi olması gelmek-
tedir. Örneğin, Mayıs 2012 Seçimleri öncesinde Gümülcine’de yer alan Eski
Cami’ye molotoflu saldırı düzenlenmiş, yine aynı şekilde İskeçe İli sınırları
142 Balkanlar’daki Azınlıklar ve Siyasi Katılım: Batı Trakya Türkleri (Yunanistan) Örneği
dâhilinde yer alan Okçular Camii’ne taşla saldırılmıştı. Aslında, Okçular Ca-
mii’ne yönelik bu saldırı, seçim öncesi bu camiyi hedef alan saldırıların üçün-
cüsü oluşturmaktadır. Türk Azınlık nüfusunun az olduğu Okçular köyündeki
cami, 7 Mart Genel Seçimleri’nin yapıldığı gece kimliği belirsiz kişi veya
kişiler tarafından kundaklanıp yakılması sonucu tamamen yanmıştır. Tamir
sonrası bu cami, Yunanistan’ın 2009 yılında erken seçime gideceği tarihinin
açıklandığı günün akşamı, kimliği hala tespit edilememiş kişi veya kişiler ta-
rafından tekrar kundaklanmış ve camide büyük çapta maddi hasar oluşmuştu
(Millet, 24.5.2012).
Sonuç
Batı Trakya Müslüman Türk Azınlığı, 1923’ten günümüze kadar olan sü-
reçte bölge veya ülke genelindeki siyasi katılımla ilgili konularda bazı prob-
lemlerle karşılaşmasına rağmen, her iki alanda da varlıklarını devam ettir-
mektedir. Demografik dengelerden dolayı az sayıda Türk Azınlık mensubu
milletvekili Yunanistan Meclisi’nde yer almış ve genelde Türk Azınlığı ilgi-
lendiren konularda pek çoğunun görüş ve önerilerine dahi başvurulmamıştır.
Ayrıca, 1993 yılında başlatılan yüzde 3’lük ülke seçim barajının hala uygula-
nıyor olması sonucunda, Türk Azınlığın yegâne partisi niteliğindeki DEB’e
Yunan Meclisi’nin kapıları kapanmıştır.
Yunanistan Parlamentosu’na kıyasla Türk Azınlık siyasi varlığının yerelde
daha etkin bir şekilde ve artarak devam etmesi, Azınlığı ilgilendiren konula-
rın gerek bölge meclisleri ve belediyelerde gerekse il meclislerinde daha öz-
verili ve yapıcı bir şekilde ele alınmasını sağlamaktadır. Geçmişte olduğu gibi
günümüz itibariyle de Türk Azınlık üyeleri, büyük oranla yine Türk adayları
desteklemektedir. Böylece hem yerel düzeyde hem de ülke genelinde Türk
Azınlık üyelerinin yer almaları sağlanmaktadır.
Kaynakça :
Aarbakke, V. (2000), The Muslim Minority of Greek Thrace, Ph.D. Disser-
tation (unpublished), University of Bergen/Norway.
Ahmetoğlu O. (1.11.2013), ‘Süper Valilik’ http://www.batitrakya.org /kose-yazi-
lari/ozan-ahmetoglu/super-valilik.html (1.12.2013)
NLB).
Chousein, A. (2005), Continuities and Changes in the Minority Policy of
Greece: The Case of Western Thrace, MSc. Thesis (unpublished), Middle
East Technical University, Ankara-Turkey.
Devlet İstatistik Kurumu (Εθνική Στατιστική Υπηρεσία), 22.7.2011, ‘Δελτίο
Τύπου [Basın Bildirisi]’, 22.7.2011, http://www.statistics.gr /portal/page/portal/ESYE
(26.9.2011).
Gündem (Gümülcine’de yayınlanan haftalık Türkçe gazete), 11.9.2007,
“Türk’ün Oyu Türk’e”.
Gündem, 9.7.2012, “İlhan Ahmet: “Siyasete azimle devam ediyorum”.
Kirbaki, Y., “Yunanistan’da Türk milletvekiline ‘ajan’ suçlaması”, http://
www.hurriyet.com.tr/planet/22372707.asp (4.11.2013).
www.pekem.org
“Kitabi-Dədə Qorqud” Dastanında
İrəvan Xanlığı Toponimləri
Almaz BAYRAMOVA 1
işlənən qədim türk sözlərindəndir. Qədim türk dilində bir neçə mənalarda iş-
lənən “ağ” sözü bu gün dilimizdə yalnız rəng mənasını bildirir. Araşdırma
zamanı məlum olur ki, bu leksik vahid toponimlərin tərkibində müxtəlif mə-
nalarda işlənir. Qədim türk sözünün oronim və orooykonimlərin tərkibində
“rəng”, oykonimlərin və bəzi oronimlərin tərkibində “kiçik, kiçicik, balaca,
alçaq, çox da hündür olmayan” mənalarında, hidronimik vahidlərdə suyun
keyfiyyətini, istifadəyə yararlı, yüngül su olduğunu, bir sıra başqa suların-çay,
arx, kanal sularının rəngini bildirir (6, 269-270). Bizə belə gəlir ki, Ağcaqala
toponimin “çox da hündür olmayan qala” semantik mənasını ifadə edir çaları
Altuntaxt. Bu toponim İrəvan xanlığı ərazisində qeydə alınmış coğrafi
adlardan biridir. Mənbələrə əsasən ilk dəfə “Kitabi-Dədə Qorqud” dastanın-
da rast gəlinir (8,səh.50) F.Kırzıoğlu yazır ki, Altuntaxt yer adı dastanın II
boyunda qeyd edilir: “Düşmanlardan evini, öteberisini ve çoluk çocuğunu
geri alan Kazan-Han, geri döndü. Altun takhtında yine evini tikdi.” (1,67-
68). İ.Bayramov göstərir ki, “Kitabi-Dədə Qorqud” dastanında rast gəlinən
Altuntaxt oykonimi Göyçə mahalında, Ağmanqan dağının yanında yerləşən
Üç təpə dağının yaxınlığında, Altundağ dağının ətəyində, Kəvər (Kamo) Se-
van yolunun üstündə yerləşmişdir. Altuntaxt kəndində 1828-1830-cu illərə
qədər yalnız azərbaycanlılar yaşamışdır. Türkmənçay müqaviləsindən sonra
kəndin sakinləri qovulmuş və kənd xarabalığa çevrilmişdir (8,65). Dastanda
adı keçən bu toponimin yerləşdiyi məkanın zəngin alp çəmənliyi və səfa-
lı bulaqları olaraq oğuzların tarixi yaylaq yeri olması barədə fikir söyləyən
A.Bayramov göstərir ki, Altuntaxt dağ silsiləsinin adıdır və həmin dağın ətə-
yində Aşağı Altuntaxt və Yuxarı Altuntaxt adlı kəndlər də olmuşdur (9, 48).
Altuntaxt toponimi 1728-ci ilə aid olan “İrəvan əyalətinin icmal dəftəri”ndə
(10,55), XVIII əsr mənbələrindən olan “Cambr” (11,361) əsərində də rast
gəlinir. Toponim etimologiyası ilə fikir ayrılıqları olsa da İ.Bayramov “Kita-
bi-Dədə Qorqud”dakı Altuntaxt toponimi “ adlı məqaləsində geniş araşdırma
aparmışdır və Altuntaxtın coğrafi ad olduğunu sübut etmişdir (8).Ona görə də
yer adı ilə bağlı təkrarçılığa yol vermək istəmirik. Nəticə etibarilə tədqiqat-
çılar belə hesab edirlər ki, Altuntaxt coğrafi adı qədim türk dilində “qızıl”
(qırmızı) mənasında işlənən altın sözünə “dağın zirvəsində hamar, düzən yer”
mənasında işlənən taxt sözünün artırılması ilə yaranmışdır (5, 65). Bizim də
fikrimizcə toponim oronim əsasında yaranmış orotoponimdir.
Cızıqlar. Dədə Qorqud dastanında rast gəlinən İrəvan xanlığı toponim-
lərindən biri də Cızıqlardır. Dastana əsasən Cızıqlar yer adı IV boyda rast
gəlinir: “...Kafər sərhəddinə Cızığlara, Ağlağana, Göycə tağa aluban çıqayın”
(12, 69). A.Bayramov belə hesab edir ki, Oğuzların “kafir sərhədi” dedikləri
148 “Kitabi-Dədə Qorqud” Dastanında İrəvan Xanlığı Toponimləri
əyalət kimi rast gəlinir. Göyçə gölünün adı Ptolomeyin “Coğrafiya” əsərində
“Lüşnitis” gölü deyə xatırlanır (1,103). Bəzi mənbələrdə göstərlir ki, Qok-
ca //Göyçə sözünün tərcüməsi “göy su” deməkdir və gölün sonradan Sevan
adlanması isə ərazidə yerləşən Sev-bank (Qara Monastr) adlı kilsənin adı ilə
bağlıdır (14,5).
Kırzıoğlu M.Fəxrəddinin “Dədə Qorqud Oğuznamələri” kitabında toponi-
min arsaqların mərkəz əyaləti olan Araratın şərqində olduğu üçün qədim türk
dilində Kökçə/Gökçə rənginə görə belə adlandığını qeyd edirlər (1,102).
Göyçə mahalı İrəvan xanlığının ərazicə ən böyük mahalıdır. 59 kənddən
ibarət olan Göyçə mahalı XVIII əsr mənbələrində Göyçay kimi qeyd olunur
(15,596). Mahal Arsaqın mərkəzi olan Araratın şərqində (1,102) Göyçə gölü-
nün sahilində yerləşirdi (16, 35). Daha dəqiqi desək, indiki Nor Bayazit-Ka-
mo, Basarkeçər-Vardenis, Martuni rayonlarını əhatə edirdi (17,16). Göyçə
gölü dağarası çökəklikdə, dəniz səviyyəsindən 1926 m yüksəklikdə, sönmüş
vulkanlar əhatəsində olmuşdur. Gölün səthi 1400m, orta dərinliyi 28,5 m,
maksimal dərinliyi 83 m-dir. Şimal qərbdən Pəmbək, cənubdan Basarkeçər,
qərbdən Keğam silsilələri ilə əhatə olunur. Gölə 28 çay, göldən isə Zəngi çayı
(Razdan) çayı axır (18, səh. 12). Tədqiqatçılar Göyçə gölünün ilk dəfə 488-ci
il mənbələrində Koqçay kimi işləndiyini qeyd edirlər. Yer adı tarixi mənbələr-
də Qokca, Kökcə, ermənicə Sevan, Qeqarquni, Qeqam, Qelam (3,321), Qelak
(19) formasında olmuşdur. Gölün adı XIV əsrdə yaşamış Həmdullah Qəzvini-
nin əsərində Qekçə tenqiz şəklində qələmə alınmışdır (18,13).
VII yüzilliyin abidəsi olan Moisey Kalankatuklunun “Alban tarixi” əsə-
rində də Göyçə toponiminin adı çəkilir: “Artakses Yervanda hücum edəndə,
Yervand Albaniyanın Uti vilayətində idi. Ordusunu orada saxlayıb, Artakses
öz şəhərinə qayıdır. Orada Alban ordularını yanına dəvət edir, onlarla Göyçə
(Sevan) gölünün sahillərinə gəlir və onların köməyi ilə Yervandı qovub Er-
məniyyəni işğal edir” (21,20).
Göyçə mahalının adı Göyçə gölünün adı əsasında yaranmışdır. Belə ki,
mahal Göyçə gölü ətrafı ərazini əhatə etdiyi üçün Göyçə mahalı adlandırıl-
mışdır. Ona görə də Göyçə mahal adının etimologiyası Göyçə gölü hidroni-
minin etimologiyası fonunda aparılmışdır.
R.Eyvazova Köyçə toponimini Kökçə variantı əsasında izah edir və coğra-
fi adı kök tərkibli kökər tayfaları ilə əlaqələndirir (20,201).
İ.Bayramov “Göyçə gölü” hidronimi haqqında” adlı məqaləsində yazır:
“Göyçə gölü hidronimi Göyçay adı əsasında formalaşmışdır. Yəni, “Göyçə”
150 “Kitabi-Dədə Qorqud” Dastanında İrəvan Xanlığı Toponimləri
Asif BAYRAMOV 1
1 Dr, Azerbaycan
156 Borçalı Ümumtürk Kulturoloji̇ və Sosi̇ al Məkanındə
-Ey övladlarım, yığışın gedək. Tanrı bu qurdu bizə müjdə göndərmiş. Qurd
hara gedərsə biz də onun arxasınca gedək, harada dayanarsa biz də orada yurd
salaq. Qurd köləliyi sevməz, o bizi azadlıq olan məkana aparacaqdır.”
Rəvayətə görə qurd indiki Borçalı torpaqlarında dayanmış və o gündən bu
diyar “qurd çölü”, “börü çölü” kimi adlarla da adlanmışdır. Borçalı toponimi
ilə bağlı bu əski əsatir borçalıların tarixi etnopsixologiyasını öyrənmək baxı-
mından da dəyərli bilgilər verir. Təbii kı, qurdun-börünün xilaskar obrazı və
azadlıqsevərliyi türk xalqlarının ən əski mifik dünyagörüşündə xüsusi olaraq
vurğulanır.
Borçalı türkləri ümumtürk kültürünün və varlığının çox incilərini günü-
müzədək qoruyub saxlamış, türk həyatının ən əski mənəvi dəyərləri ilə birgə
çağdaş sivil dünya dəyərlərini özündə qovuşduran bir məkan yaratmış top-
lumdur. Bu gün Borçalılar ən çağdaş şəhər kültürü yaratmaqla yanaşı, həm də
kökü tarixin dərin qatlarına varan elat-tərəkəmə həyat tərzini bütün gözəllyi
ilə yaşatmaqdadırlar. Yeni ekonomik-siyasi reallıqlar bu adət və gələnəklərin
qorunub saxlanmasına, xalqın öz tarixi-mənəvi dünyasını yaşatmasına bəzən
şox ciddi problemlər yaratsa da, hələ xalqın ruhu və tarixi şüuru yenilməmiş-
dir. Lakin bu yenilməz El Ruhu azman türk dünyası içərisində bəzən tənhala-
şır, təklənir, sanki unudulur.
Malesef, yaşadıqları dədə-baba torpaqları parça-parça öz əzəli kökündən
qoparlıb yadlara verilən Borçalı türklərinin bu gün haqları və hüquqları da
bəzən parça-parça qoparılmaqdadır. 1918-ci ildə birinci Rusiya imperiyası-
na qatılmış xalqların öz müqəddaratlarını özlərinin təyin etdiyi bir dönəmdə
Borçalının müqəddaratını təyin etmək görevi yabançılara verildi. O zaman
Ermənistanla Gürcüstan arasında bölünmüş Borçalı torpaqlarından türkün ta-
rixi izini hissetdirmədən tədricən silmək üçün sanki razılaşdırılmış bir yarış
başladı. Bu sahədə ssenarilər bəzən o qədər oxşardı ki, onların bir müəllifə
məxsus olması ehtimalını doğurur; ərazinin tarixi etnik toponimikasında təd-
ricən soyqırım siyasəti həyata keçirilir, türk mənşəli toponimlər rəsmi qayda-
da silinir, əvəzinə, hətta bəzən qeyri-etik səslənən yapma adlar qoyulur; ar-
dınca yeni demoqrafik strategiyaya uyğun ərazinin fərqli etnik xəritəsi cızılır
və həyata keçirilir, etnik köşürmələrlə ərazidə etnik tərkib və etnik coğrafiya
dəyişdirilir; bölgədə etnik say-tərkib nəzarətdə saxlanılır və s.
Gürcüstan dövlətinin ikinci Rus imperiyasının-Sovetlər Birliyinin çöküşü
ilə əldə etdiyi siyasi suverenlik dönəmində, xüsusən son on il ərzində demok-
ratik dövlət quruculuğunda diqqətəlayiq uğurlar yetərincə olsa da, bu bölgə
və milli azlıqların hüquqlarının təmin olunması sahəsində problemləri hələ
Asif BAYRAMOV 159
lik bu okullarda təhsil dili gürcü dilinə çevrilməkdə, türk kökənli ögretmen-
lər işdən çıxarılaraq əvəzinə gürcü kökənli və gürcü dilli ögrətmənlər təyin
edilməkdədir. Borçalıda ana dilində ikiyüzillik egitim geleneyinin olduğunu
nəzərə alsaq, azərbaycan türkcəsində təhsilin Gürcüstan dövləti tərəfindən
məhdudlaşdırılması, zənnimcə, tarixi ədalətsizlikdir.
Borçalı ulu türk ruhunu tərcümanı olan ozan-aşıq sənətinin beşiyi olmaq-
la yanaşı, həm də onu qoruyan, zənginləşdirib yaşadan bir diyardır. Güney-
li-Qüzeyli Azərbaycanda və Anadolu diyarında yayılan xalq dastanlarının
bir çoxunun süjet və kompozisiya baxımından Borçalıda fərqli versiyalarına
təsadüf olunur. Eləcə də zəngin ozan-aşıq havacatları içərisində yalnız Bor-
çalıda çalınan, ona görə haqlı olaraq tarixən Borçalı el aşıqları tərəfindən ya-
radıldığı düşünülən otuzadək ağır ləngərli aşıq musiqisi örnəkləri də vardır.
Borçalıda on doqquz-iyirminci əsrlərdə yaşamış ustad aşıqlar türk-ozan aşıq
sənətinin öz sənət mükəmməlliyi ilə seçilən Borçalı qolunu yaratmışlar ki, bu
sənət qolunun yetişdirdiyi Dədə Əmrah, Xan Kamandar, bülbül ləhcəli Xındı
Məmməd, tuti dilli Söyün Saraclı kimi ustadların da hər biri sağlığında ikən
artıq sənət okuluna çevrilmişdilər. Bu gün istər Güney Azərbaycanın Urmiya,
Təbriz, Qaradağ, Sulduz kimi bölgələrində, istərsə Qüzey Azərbaycanda bu
aşıq məktəblərinin onlarla sənət varisləri-davamçıları vardır.
Borçalıda kökü yüzillərdən süzülüb gələn və elat həyatını yaşadan seçmə
gələnəklərdən biri də aran-dağ köç gələnəyidir. Novruzgülü yaz qarının al-
tından baş qaldırdığı andan ilkin yaylaq dönəminə hazırlıq başlayar. Elə ki
örüşlərdə, meşə və talalarda təbiət yaşıl dona büründü, ellər yaylaq həyatının
birinci dönəminə depar yaparlar. Bu dönəmə “binəyə düşmək ” deyilir və
yüngül köç adlanır. Bu zaman el uzaq dağlara yox, köyə yaxın örüş-otlaq
yerlərinə köçər, orada alaçıqlar (Borçalıda alaçığa “dəyə” deyərlər) qurar, uca
və uzaq dağlara qalxmaq üçün heyvanları bəslərlər. Mayıs ayından etibarən
elə ki Qaraarxac, Ağlağan, Çubuqlu, Bozabdal kimi Borçalını sınırlayan uca
dağların yal-yamacı gül-çiçəyə qərq olar, o zaman Borçalı köyləri uca dağla-
rın qoynuna qalxmaq üçün elliklə ikinci köçə depar yaparlar ki, buna da“ağır
köç” deyilir. Qonşu ulusların işlətdiyi “ağır elli Borçalı” deyimi, bəlkə də,
daha çox bu gələnəkdən qaynaqlanır.
Qloballaşma dalğasının yalnız şəhərlərə yox, hətta ucqar dağ köylərinə-
cən gətirdiyi fərqli düşüncə və həyat tərzi Borçalı türklərinin də şüuruna öz
təsirini göstərməktədir. Lakin etnik gələnək və dəyərlərə hər zaman sıx bağlı
olduğundan, habelə yad dil və din mühitində özünü mühafizə instinkti güclü
olmasından dolayı Borçalıda klassik türk ailə enstitünün mənəvi-sosial əsas-
ları çox mühafizəkarlıqla qorunmaqda və saxlanmaqdadır. Ailədə ata evin
Asif BAYRAMOV 161
Özet: Eski Türklerin göçlerinden önceki ilk iskân ettiği coğrafya hakkın-
daki görüşler, ilim camiası tarafından geçen XIX. Yüzyılın sonundan itibaren
tartışıla gelen bir mesele idi. Bunun sebebi ise, araştırmaların eksikliği ve ye-
tersizliği yüzünden Türklerin ilk anayurdunun yeri uzun zaman kesin olarak
tespit edilememişti. XX. Yüzyılın içinde yapılan arkeolojik buluntular, yazılı
belgeler, Türk Halkları dilleri ve kültürleri üzerinde ummalı bir yeni çalış-
manın sonunda Türklerin ilk anayurdunun Merkezi Asya olduğu yani Altay
Dağlarından Urallara’a kadar olan geniş toprakları göstermişlerdir. Ancak bu
çalışmaların da sonunda her biri ayrı olan ilim sahaları, Türklerin ilk yaşadı-
ğı konusu üzerine mutabık kalamayıp çeşitli mekânları göstermeye devam
ettiklerini görmekteyiz. Fakat tarihçilerin ortaya koyduğu deliler, bilim dün-
yasında daha da ağır basarak ilk Türklerin anayurdu olarak Altay ve Sayan
(Köğmen) Dağları çevresiyle kuzey-batı bölgelerin göstermiştir. Dil üzerine
çalışılan araştırmalar sonunda elde edilen belgeler sayesinde Türklerin, bura-
lardan doğuya, batıya ve güneye doğru yayıldıkları görülmektedir. Bu yayıl-
maların sonunda isteyerek veya istemeyerek de olsa (M.Ö. ve M.S.) Türklerin
dünyanın çeşitli bölgelerine göç ettiklerini görmekteyiz.
5 Laszlo Rasonyi, Tarihte Türklük, Türk Kültürü Araştırma Yayınları, 3. Baskı, Ankara
1993, s. 1.
6 Merkezi Asya, dünya tarih ve coğrafya kitaplarında bazen “İç Asya veya Orta Asya”
olarak da kullanılmaktadır.
7 A.Zeki Velidi Togan, Bugünkü Türkîli Türkistan ve Yakın Tarihi, Enderun Kitabevi,
s. 1; Salim Koca, Türk Kültürünün Temelleri II, Karadeniz Teknik Üniversitesi Yayınları,
Trabzon 2000, s. 14.
8 İbrahim Hakkı, Orta veya İçasyanın Fiziki Coğrafyasına Bir Nazar, Akşam Matbaası,
İstanbul, s. 14; Aslan Turlybek, Enver Paşa 1918 – 1922, Basılmamış Doktora Tezi, Ankara
2013, s. 168.
9 Ahmet Zeki Velidi, “Türkistan İsmi Sınırları ve Yüzölçümü Hakkında”, Ed: Tülay Duran,
Türkistan’ın Bağımsızlığına Hizmet Eden “Yeni Türkistan”dan Seçilmiş Makaleler,
Aydoğan Matbaası, İstanbul 2005, s. 25.
Aslan TURLYBEK, Dinora ZHUMATAYEVA 167
(1828) Kingan silselesi bölgesini, K.H. Menges (1968) 90. Boylamın doğusu-
nu Türklerin anayurdu olarak göstermişlerdir15. Türklerin ilk anayurdu olarak
gösterilen çeşitli bu bilgiler ana sebebi olarak Türklerin daha ilk zamanlardan
itibaren geniç bir coğrafyaya yayılmaları ve kültürlerini uzaklara kadar götür-
meleri olsa gerekiyor. Böylece Türk yurdunun Aral Gölü çevresinden Orhon
ve Tula nehirlerine kadar uzanan geniş uçsuz bucaksız Türkistan toprakaların
Türklerin anayurdu kabul edilebilir. Ancak Türk yurdunun esas çekirdeği
olan bölgeyi, Sovyet arkeologları S.V. Kiselev ve S.S. Çernikov taraflarından
yürütülen arkeolojik kazılar neticesinde M.Ö. 2. Binden daha önceki duru-
mu, yani Türklerin ilk anayurdunu tespitte daha kesin neticelere ulaştığını
biliyoruz. Buna göre, Minusinsk bölgesindeki Afanasyeva kültürü (M.Ö. 250
– 1700) ve aynı bölgedeki Andronova kültürünün (M.Ö. 1700 – 1200) tem-
silcileri olan “brakisefal savaşçı beyaz ırk”16 Türk soyunun proto-tipi idi ve
taş devrinin ilk çağlarından beri Altay ve Sayan (Kögmen) Dağları çevresi ile
bu dağların kuzey-batı bölgeleri Türklerin İlk Anayurdu17 olduğunu kanısına
varılmıştır.
Siyasi Anlaşmazlıklar
Türklerin göçlerinin bir nedeni de, Türk tarihinde sık rastladığımız siyasi
anlaşmazlıklardır. Bunun asıl nedenlerinin biri olarak taht kavgalarını gös-
terebiliriz. Mesela Türk hâkimiyet anlayışı gereği açısından baktığımızda,
her bir hanedan üyesi tahta çıkma hakkına sahiptir. Çünkü Türklerde veraset
hukukunun belirli bir kurala bağlanmamasından ortaya çıkıyordu. Taht kav-
gaları neticesinde devletin zayıflamasına, hatta bölünmesine kadar iç büyü-
yordu. Bunun asıl sebebi olarak ta, şunu görebiliyoruz. Bozkır insanı olarak
yaratılan Türkler, diğer insanlara göre hürriyetine ve istiklaline daha düşkün
olmasındandır. Böylece kaybeden taraf, bir diğerinin tabiiyetine girmektense
tehlikeli yolları göze alarak bir başka tarafa göç ediyorlardı.
32 Gonca Bayraktar Durgun, Şenol Durgun (Çev), İngiliz Gizli Servisi (MI5)’e Göre
Turanlılar ve Pan-Turanizm, Alter Yayınları, 3. Baskı, s. 165.
33 Denis Sinor, “Hun Dönemi”, Der: Denis Sinor, Erken İç Asya Tarihi, Çev: Mete Tunçay,
İletişim Yayınları, İstanbul 2000, s. 249.
34 http://www.google.kz/
imgres?sa=X&biw=1366&bih=666&tbm=isch&tbnid=9lCptIYIr8x3IM:&imgrefurl=http://
undt.info/kavimler-gocunun-sonuclari.html/&docid=bp7Jry9aObiw0M&imgurl=http://
undt.info/wp-content/uploads/kavimlergocu.
jpg&w=800&h=563&ei=pzWSUpTAIYrIswby2oHIBw&zoom=1 Erişim zamanı:
24.11.2013. 23:28
Aslan TURLYBEK, Dinora ZHUMATAYEVA 173
Harita 1.
Hunların açmış olduğu “kuzey yolu”, daha sonra Avarlar, Sabarlar, Hazar-
lar, Bulgarlar, Peçenekler, Uzlar ve Kuman-Kıpçaklar tarafından takip edil-
miştir. Bunlar da tıpkı Hunlar gibi hâkimiyetlerini tesis etmelerine rağmen,
Avrupalı kültürle iç içe girmeleri sonucunda milli varlıklarını kaybettiler.
Hazar Denizi’nin güneyinden yapılan göçler baktığımızda, bu yol tarihin
çeşitli dönemlerinde Türkler tarafından defalarca denemesine rağmen o ka-
dar kolay olmamıştır. Buna engel olarak Türklerin karşısına çıkan ilk set ise
İran topraklarında kurulan güçlü devletler idi. Fakat Göktürklerin Bizans’la
işbirliği yaparak, Sasani Devlet’in sıkıştırmasıyla İran devleti zayıf düşmüş-
tür. Sonunda Araplar tarafından tamamen çökertilmiştir. Böylece Türkler için
yeni bir yol yani “güney yolu” açılmıştır. Bu yolu takip eden Türkler Orta
Doğu İslam ülkelerine hâkimiyetlerini tesis ettiler. Ayrıca 1071’deki “Ma-
lazgirt” savaşıyla Anadolu’nun kapıları Türklere açılarak, sonunda Anadolu
toprakları Türkler tarafından fethedilerek, burada ebediyen bir vatan kurdular.
Sonuç
Türklerin tarih boyunca yaptıkları göçleri zaman-zaman kimliklerinin kay-
bolmasına neden oluyorsa, ikinci bir tarafta yeni bir vatan kurarak hâkimiyet-
lerinin zirvelerine ulaştıklarını da görmekteyiz. Neticede Merkezi Asya’dan
Batı Avrupa’ya kadar uzanan sahada Türkler hep kendi varlıklarını göster-
mişler ve daima kendilerinden söz ettirerek tarihe giren ender halklarından
biri olarak tarihe geçmiştir.
174 Türkleri̇ n Anayurdu, Yayılmaları ve Göçleri
Kaynaklar
A.Zeki Velidi Togan, Bugünkü Türkîli Türkistan ve Yakın Tarihi, En-
derun Kitabevi
Ahmet Zeki Velidi, “Türkistan İsmi Sınırları ve Yüzölçümü Hakkında”,
Ed: Tülay Duran, Türkistan’ın Bağımsızlığına Hizmet Eden “Yeni Tür-
kistan”dan Seçilmiş Makaleler, Aydoğan Matbaası, İstanbul 2005
Amancolov K, Rahmetov K, Türkı Halıktarının Tarihı, Bılım Yayınevi,
Almatı 1996
Aslan Turlybek, Enver Paşa 1918 – 1922, Basılmamış Doktora Tezi, An-
kara 2013
Baheddin Öğel, İslamiyet’ten Önce Türk Kültür Tarihi, Orta Asya Kaynak
ve Buluntularına Göre, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1991
Denis Sinor, “Hun Dönemi”, Der: Denis Sinor, Erken İç Asya Tarihi,
Çev: Mete Tunçay, İletişim Yayınları, İstanbul 2000,
Dursun Yıldırım, “Türkler, Coğrafya ve Anayurtlar”, Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature and History of Turk-
ish or Turkic Volume 4/8 Fall 2009
Gonca Bayraktar Durgun,
Şenol Durgun (Çev) İngiliz Gizli Servisi (MI5)’e Göre Turanlılar ve Pan-
Turanizm, Alter Yayınları, 3. Baskı
Gülşin Çandarlıoğlu, İslamga Deyıngı Türık Tarihı cane Madeniyetı, Ah-
met Yesevi Üniversitesi Yayınları, Türkistan 1999, s. 12.
http://www.google.kz/imgres?sa=X&biw=1366&bih=666&tbm=is-
ch&tbnid=9lCptIYIr8x3IM:&imgrefurl=http://undt.info/kavimler-gocu-
nun-sonuclari.html/&docid=bp7Jry9aObiw0M&imgurl=http://undt.info/
wp-content/uploads/kavimlergocu.jpg&w=800&h=563&ei=pzWSUpTAIY-
rIswby2oHIBw&zoom=1
Hüseyin Salman, “Türk Adı, Türklerin Anayurdu ve Göçleri”, Ed: Cemil
Öztürk, Türk Tarihi ve Kültürü, Peğem Yayıncılık, 3. Baskı, Ankara 2007
İbrahim Hakkı, Orta veya İçasyanın Fiziki Coğrafyasına Bir Nazar,
Akşam Matbaası, İstanbul
İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, Boğaziçiyayınlarıi 14.Baskı, İs-
tanbul 1996
Laszlo Rasonyi, Tarihte Türklük, Türk Kültürü Araştırma Yayınları, 3.
Baskı, Ankara 1993
Mehmet Saray, Quzey va Güney Azarbaycan Türklarinin Tarihi, Şark-
Qarb Yayınları, Bakı 2010
Aslan TURLYBEK, Dinora ZHUMATAYEVA 175
Aydın ALIZADE1
İlginçtir ki, buna benzer koyun heykellerine eski Türklerin kültürel mira-
sında da rastlanmaktadır. Onlar da kurbanlık koyunların resimlerini çekimiş,
heykellerini yapmıştırlar. Bu gelenek hatta Türklerin İslam’ı kabul ettiğinden
sonra da devam etmiştir. Azerbaycan ve Anadolu topraklarında orta yüzyıl-
larda Siyah-Qoyunlu ve Ak-Qoyunlu denilen türk devletleri oluşluşturlar.
Koyun çizimi bu devletlerin resmi simgesi olmuştur. Belki bu gelenek, eski
Türklerin Sümerlerin nesli olduğunun daha bir delilidir.Azerbaycanda da
bunlara benzer eski koyun heykelleri vardır. Buna örnek olarak, Türkiye ve
Azerbaycanda bulunmuş koyun heykelleri göstermek olar (resme bak). Bu
yeykeller daha çok mezarlar üstünde kurulmuş, bu da onların mistik inançla-
rı ile ilişkisini göstermektedir. Bu ola bilsin, oğuzların islamöncesi totemist
inanclarının gösterileridirler.
Azerbaycanda Türkiyede
Aydın ALIZADE 179
Hnum Ra
Ayrıca başka Mısır tanrıları da koyun görkeminde tasvir edilirler. Bunun
örneği tanrı Ran’ın Tebesde koyun imgesinde heykelidir.
Mısır’da ruhun ve koyunun aynı kelimeyle ifade edilmesinden ileri gel-
miştir. “Ba” kelimesi yaratıcı, ruhveren koyun tanrı obrasında olan Hnuma
ait edilmiştir. Sonra bu anlayış tüm dünyada yayılmış, hatta eski Türklerin
inançlarında olmuştur.
180 Türk-Oğuz Sanatında ve Dünya İnançlarında Koyun Resimleri
Eski Türkler Mısırla her zaman ilişkide olmuşlardır. Henüz milattan önce
III binyılda “Hiksoslar” denilen ulus Mısır’ı ele geçirmiş, orada kendi yöne-
timlerini kurmuştur. Birçok bilginler onların Türkler olduklarında dururlar.
Daha sonra, artık islamlaşmadan sonra, bin yıla yakın zaman için Mısır’ı İh-
şidiler, Tuluninler, Memlük, Osmanlılar gibi Türk soylu hanedanlar yönet-
mişler. Böylece Türklerin mitolojisine koyun imgeleri bu ilişkilerin sonu ge-
çebilerdi. Öte yandan, her şeyin tersine olduğunu da tahmin edilebilir. Belki,
Mısır mitolojisine koyun imgeleri Türklerden geçmiş (hiksosların araşılığı
ile). Bu olasılığa da ciddi bakılmalıdır.
Aynı zamanda, belirtilmelidir ki, doğanı tecessüm eden çoban tanrısı gö-
rüntüsü çeşitli kültürlerde yer almıştır. Eski Sümerler, Yunanlılar, Romalı-
lar koyunların çevresinde bulunan çoban tanrılarının obrazını oluşturdular.
İlginçtir ki, monoteist (tek tanrılı) dini geleneklerde de bazı kutsal kişiler ve
peygamberler de belli zaman çoban olmuşlardır. Onlar bu görüntüde tasvir
ediliyorlardı. Örneğin Hıristiyanlıkta İsa bazı durumlarda koyunları otaran
çoban gibi tasavvur edilmiş. Eski Ahit’te İsa diyor: “Ben iyi çoban; iyi çoban
koyunlar uğruna canını verir” (Yuhanna incili 10: 11). Rivayetlere göre, İsa
hayvanlar için yemlik gibi belirtilen yerde doğmuştur ve onu ilk ziyaret eden-
ler çobanlar olmuşlardır (Lukas incili 2:15,16).
Edebiyat:
1. Musa - güvenli çobandır (Yahudi halk masalı) http://jewukr.org/center/
pesakh/tale1.html
2. Kuran’i Kerim Türkçe Meali (Diyanet İşleri Başkanliği).
3. Peygamberimiz’in Koyun Gütmesi / Osman Nuri Topbaş. Kur’an-i Ke-
rim Işığında Nebiler Silsilesi Hazreti Mühammad Mustafa (1 Mekke Devri).
http://hazretimuhammedmekkedevri.darulerkam.altinoluk.com/birinci-bo-
lumnubuvvetten-once-hazret-i-muhammed/hazret-i-peygamber’in-gencligi/
peygamberimiz’in-koyun-gutmesi/
4. About Krishna // Krishna.com
Resimler:
1. http://www.metmuseum.org/toah/images/h2/h2_1981.53.jpg
2.http://www.britishmuseum.org/explore/highlights/highlight_image.
aspx?image=ps219819.jpg&retpage=19071
3. http://www.britishmuseum.org/images/ps227063_l.jpg
4. http://www.carpetsmagazine.com/photos/carpetsmagazine/qoc14.jpg
184 Türk-Oğuz Sanatında ve Dünya İnançlarında Koyun Resimleri
5.http://www.mistikalem.com/thumbnail.php?file=resimler/Mezarta-
si_267528430.jpg&size=article_medium
6.http://thepyramids.org/images/asmolean_museum/561_30_ashmolean.
JPG
7.http://www.rumvi.com/products/ebook/словарь-египетской-
мифологии/6a608a60-e9cc-4209-aa0f-90fa9514ca61/preview/i_006.jpg
8.http://1.bp.blogspot.com/-XZZEKTLkaKI/Tc9m6DPg19I/AAAAAAA-
ACuk/lcb3NonIXEI/s1600/Good+Shepherd_3rd+c._Jerusalem%252C+Ro-
ckefeller+Archeological+Museum.jpg
9. http://dic.academic.ru/pictures/bse/jpg/0204437817.jp
10.http://3.bp.blogspot.com/-Lp5aZjfC21c/Tc9qGXHiTTI/AAAAAAA-
ACu8/0DjQSISh_vM/s400/goodshep.jpg
Kafkaslar’dan Sürgün Bi̇r Toplumun Bi̇tmeyen Göçü
Giriş
Ulusal sınır siyasetinin uluslararası siyasete dönüştüğü noktada, gerçek-
leştirilmek istenen etno-siyasi faaliyetler azınlıkta kalan grupları göçe zorla-
maktadır. Özellikle Kafkaslar bölgesinde çok sayıda etnik grubun dar bir ala-
na sıkışmış olması bu bölgedeki egemen devletlerin sınır politikaları kitlesel
göçlere neden olmuştur.
Toplumlar göç ederken pek çok özelliklerini kaybetseler de dil, din ve
geleneklerden izler taşıdıkları görülmektedir. Bu da kimliklerinin tespitinde
ipuçları vermektedir. Ahıskalılar defalarca sürülen ve parçalanan bir toplum
olmalarına rağmen, her gittikleri ülkede kültürel kimlikleri ile yerli uluslar-
dan ayrılmışlardır.
Kafkaslar bölgesinde çok sayıda etnik grup(50 den fazla ulus) nisbi dar bir
alana(400 bin km²) sıkışmış ve savaş dönemlerde isterse Rusya’nın Kafkas-
ya’nın istilası (18-19y.y.), isterse Sovyetler Birliğin Nazilerle savaş (20 y.y.
1940 yıllarında) dönemlerde, bölgede ki uluslara güvenmemesi nedenleri ile
onları ya mecburi , yahut zorunlu olarak devlet tarafından göç ettirilmiştir.
II. Dünya Savaşı döneminde “güvenilmeyen uluslar” kavramı ortaya atılmış
Ahıska Türkleri söz konusu siyasetin ilk kurbanı olmuştur.
Ahıskalılar sürekli göç etmek zorunda kalan bir toplum olmakla birlikte
genel olarak üç büyük göç yaşamıştır: (i) Meshetya’dan diğer bölgelere göç,
(ii) Fergana’dan göç,
(iii) Türkiye’ye göç. Bugün Ahıska Türkleri, Rusya, Ukrayna, ABD,
Azerbaycan, Özbekistan, Kazakistan ve Kırgızistan’a kadar geniş bir coğraf-
yaya dağılmışlardır.
Günümüzde Meshetlerin tahmini sayısı 250000’dir. Eski Sovyet Birli-
ği’nin sekiz cumhuriyetinde 4264 yerleşim yerinde küçük topluluklar şek-
linde yaşamlarını sürdürmektedirler. Rusya’da (Krasnodar ve Stavropol
eyaletleri Boronyej ve Orulof illeri Kabarda Balkar ve Çeçenistan Cumhu-
Burada enteresan bir konu da, SSCB nüfus kayıtlarına göre, her Türkçe
konuşan etnik gruba milli kimlik verilmesidir. Örneğin, Özbek Türkü değil
Özbek ulusu, Kazak Türkü değil Kazak milliyeti, Azeri değil Azerbaycan-
lı vb. Yani her bir Türk grubu bir ulus idi. Söz konusu tanımlamalar nüfus
cüzdanlarına da kaydedilmişti. Tek istisna Ahıskalarda görülmekteydi. Onlar
etnik kayıtlarda Mesheti Türkü olarak tanımlanmıştı. Diğer bir ifade ile Sov-
yet yönetimi, onların etnik kimliğini korumaktaydı. Bir taraftan sürgünler,
diğer taraftan Türk kimliğini koruyan pozitif ayrımcılık. Buradan bir sonuca
varılacak olursa, Sovyet milli siyasetinde, Ahıska Türklerinin asimilasyonu
genel olarak söz konusu değildi. 1940’lı yıllarda Ahıskalılara Azerbaycanlı
kimliğine geçmesi teklif edilmiş, onlar ise büyük çoğunlukta bu öneriyi geri
çevirmişlerdi. Bu durum Ahıskaların hayat tarihçesi, uzun yıllar sosyal çevre
ile kopuk bir şekilde yaşamaları, devlete kırgınlıkları ve çeşitli sınırlamaların
yarattığı koruma refleksinin toplumsal davranışlarına yansımasıdır. Gazigil
(2006) ise SSCB’deki diğer toplumlar askere alınırken, Ahıskalıların Osman-
lının devamı gibi gördükleri için 1938’e kadar orduya alınmamalarını bir ay-
rımcılık olarak belirtmiştir.
Ahıskalıların etnik kimleri ile ilgili farklı görüşlerin ortaya çıkmasının asıl
nedeni Çar Rusya’sı ve daha sonra da Sovyet ve Gürcü yönetimin yüzyıllar
boyunca uyguladığı etnik siyasettir.
Ahıska Türklerinin Göç Dönemleri:
Göç Dalgası: Anadolu’ya Göç (1829): 1828-1829 Rus-Türk savaşı so-
nunda Mesheti ve Cevaheti Rusya’nın etki alanına girdi. Bu alanların Rus-
ya’ya katılması kitlesel olarak göçlere neden oldu. İlk göç 1829’da başladı ve
binlerce Müslüman Rusya’daki anayurdundan Anadolu’ya göç etti. Bu göçle
birlikte Mesheti’nin kaderi Rusya’nın eline geçti (Rafatov, 1996: 12-13).
Göç Dalgası: Orta Asya Sürgünü (1944): Ahıska Türkleri II. Dünya Sa-
vaşı’nda Sovyet lideri Stalin’in talimatıyla Gürcistan’dan Orta Asya’ya sü-
rüldü. 14-15 Kasım 1944’de SSCB’nin Savunma Komitesi’nin 31 Temmuz
kararı ile tüm Müslüman Meshetler Orta Asya ve Kazakistan’a deporte edil-
di. Yolda ilk aylarda soğuktan, açlıktan ve hastalıktan binlerce kişi ölmüş ve
Meshetlerin %30’u azalmıştır. Özellikle en zayıf halka olan yaşlılar ve çocuk-
lar ölmüştür. Örneğin, ilk aylarda ölen çocuk sayısı 17000 idi. 12 yıl boyunca
Meshetler emniyetin denetiminde yaşadılar. Örneğin, savaştan dönenler de
dâhil toplam 125 kişi özel emniyet birimlerine kontrol için kaydedilmişti. 14
Kasım 1944 Meshetler için ana topraklarından daima sürgün oldukları kara
bir gündür (Aslan, 1995).
Aydın İBRAHİMOV / Selver ÖZÖZEN KAHRAMAN 191
Sonuç ve Değerlendirme:
Uzun yıllar uluslararası göçmen olarak yaşayan Ahıska Türkleri, Türki-
ye’de de yakaladıkları ekonomik olanakların peşinden ilden ile göç etmek-
tedirler.
Türkiye’deki Ahıska Türkleri için yaşam süreci üç bölümden oluşmakta-
dır: (i) 1944 Aralık sürgününe kadar, (ii) ikincisi 1944’den 1991’e kadar olan
yaşam ve (iii) Türkiye’ye göç ile başlayan yaşam. Her aşamada bir mekânsal
deneyim, bir etken, bir yeni sosyal ve kültürel yaşam deneyimi. Bu örnekler
nadiren görülmektedir. Bu gelişmelerin sonucunda dış müdahaleden çekinen
bir topluluk olarak, Ahıskalılar için dünya ikiye bölündü: trajedimize acıyan-
lar (Anadolu) ve ilgisiz kalanlar (Ötekiler). Bu düşünce tarzı tüm tanınmamış
uluslarda görülmektedir. Her etnik grup, kendi mantalitesinde dünyanın coğ-
rafi şeklini çizer: yanımda olanlar ve beni anlamayanlar. Ahıskalarda da bu
düşünce mekânsal boyutta kendini gösterdi ve Türkiye’yi hem manevi destek
hem de ekonomik sorunlarına çözüm bulmak için seçmişlerdi.
Ahıskalılar dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi, Türkiye’ye de kitlesel
olarak göç ettiklerinden toplumsal adaptasyonda güçlük çekmişlerdir. Ahıs-
kalılar pek çok özelliği ile Anadolu halkına benzemekle birlikte farklı giyim,
şive ve çalışma alışkanlıkları ile gözle görülür bir farkla ayırt edilebilirler.
Bunların Türkiye toplumuna uyum aşamasında çok başarılı olduklarını söy-
leyemeyiz. Uzun süre güvensiz ortamlarda ve sürgün olarak yaşayan bu hal-
kın toplumsal güven duygusu tam olarak sağlanmamıştır. Kendi halkı dışında
insanlarla ilişkilerde tedbirli olma hali görülmektedir. Türkçe konuşmalarına
rağmen okuma ve yazma becerileri zayıftır.
Sonuç olarak Ahıskalılar geleneklerini koruyan, folkloru gelişmiş, kendi
içinde evlenen, manevi yaşamını sürdüren, bir nevi yaşayan toplumun dışında
kalan ve kendi manevi yasaları ile hareket eden kapalı bir toplumdur.
Kaynaklar
Andrews, P. A. 1989. Ethnic Groups in the Republic of Turkey, Reichert,
Wiesbaden, s. 130.
Aslan, K. 1995. Ahıska Türkleri: Dünü, Bugünü ve Yarını, ATKD Yayın-
ları, Ankara.
Aydın İBRAHİMOV / Selver ÖZÖZEN KAHRAMAN 197
Avşar, Z., Tunçalp, Z.S. 1995. Sürgünde 50. Yıl Ahıska Türkleri, TBMM
Kültür, Sanat ve Yayın Kurulu, No: 73. Ankara.
Aydıngün, A., Harding, Ç.B., Hoover, M., Kuznetsov, I. and Swerdlow, S.
2006. Meskhetian Turks, Ed. Donald A. Ranard, Culture Profile No. 20. CAL
Pub. Washington.
Chervonnaya, S. 1998. The Problem of the Repatriation of the Mesk-
het-Turks, Appendix to the Fact-Finding Mission of the FUEN (Federal Uni-
on of European Nationalities) delegation to Georgia, http://arts.uwaterloo.ca/
MINELRES/min/meskh/FUEN_Meskh.htm
Dominova, İ.G. 2007. Krasnodar Eyaletinde Ahıska Türkleri, Araştırma,
Bilgi ve Metodik Materyaller, Derleyen: M.V. Savva, Yurrts Yayınları, Kras-
nodar.
Gazigil, İ. 2006. Bir Göç Hikâyesi: Bir Ahıskalının Göç Öyküsü, Ulusla-
rarası Göç Sempozyumu, 8-11 Aralık 2005, İstanbul.
Gurbanov, Ş. 1990. Mesheti Türkleri, Diderginler, Bakı.
Kalafat, Y. ve Ağacan, K. 2004. Güney Kafkasya Barışının Sağlanmasında
Anahtar Etnisite: Ahıskalılar, Avrasya Dosyası, Cilt: 10, S: 1, s. 187-197.
Muhtaroğlu, V. 1993. Bir Türk Boyunun Yürekler Yakan Göç Destanı, Türk
Yurdu.
Rafatov, İ. 1996. Mesheti’ye ve Meshtiler (Meshetiye-i Meshi), İlim Yayı-
nevi, Bişkek.
Seferov, R. ve Akış, A. 2008. Sovyet Döneminden Günümüze Ahıska
Türklerinin Yaşadıkları Coğrafyaya Göçlerle Birlikte Genel Bir Bakış, Türki-
yat Araştırmaları Dergisi, 393-411.
Taşdemir, T. 2005. Türkiye’nin Kafkasya Politikasında Ahıska ve Sürgün
Halk Ahıskalılar, IQ Yayınları, İstanbul.
Tsutsiyev, A. A. 2006. Kafkasların Etno-Siyasi Tarihi Atlası, Moskova
Avrupa Yayınevi, Moskova.
Zeyrek, Y. 2001. Ahıska Türkleri ve Ahıska Bölgesi, http://www.ahiska.
org.tr/kitap_muhteviyat/ahiska%20bolgesi%20ve%20ahiska%20turkleri.pdf
3835 Sayı ve 02.07.1992 Tarihli Kanun, http://www.mevzuat.adalet.gov.tr/
html/828.html
Türk Dünyası’nın Ortak Kültürel Mi̇rası Olarak
Nasretti̇n Hoca Karakteri̇ ve Fıkraları
Babak JAVANSHIR1
Gi̇ri̇ş
“Türk Dünyası” her ne kadar modern dönemde yeni bir siyasi kavram ola-
rak kullanılsa da söz konusu kavramın benzeri ifadelerle tarihsel metinlerde
de yer aldığını görmekteyiz. Dolayısıyla günümüzde “Türk Dünyası” kav-
ramının arkasındaki uzun tarihsel sürecin olduğunu özellikle vurgulamamız
gerekmektedir. Bu kavram Yunan ve Roma kaynaklarında “İskitya” adı ile
karşılık bulsa da, ilk İslam coğrafyacılarında (IX. yüzyıldan itibaren) geniş
“Türk Coğrafyası” veya “Türk Toprakları” biçiminde kendi yansımasını bul-
muştur. Eski İslam coğrafyacıları bu alan ile ilgili aşağı yukarı biri birileriyle
örtüşen bilgilere yer vermekte ve onlara göre eski dünyasın en geniş kısmını
Türk toprakları oluşturmaktadır. Avrupalılar ise XI. yüzyıldan itibaren söz
konusu geniş coğrafyayı “Turcia” (Türkiye) biçiminde adlandırmışlardır. Bu
geniş coğrafi alan söz konusu zaman diliminde bilinen dünyanın (Asya, Av-
rupa ve Afrika) yaklaşık 1/3’ni oluşturmaktadır.
Babilliler ve Greklerde olduğu gibi ilk dönem İslam coğrafyacıları da bir
merkezi ve yedi iklimli olan dünya anlayışını benimsemişlerdir.2 Değişik
Müslüman coğrafyacılarına göre üçüncü, dördüncü, beşinci bazen de altın-
cı ve yedinci iklimlerden oluşan geniş “doğu bölgesi”, Türklerin yaşadığı
iklimlerdi.3 Anonim eser olan “Hududü’l-Âlem”e göre, “Dünyanın meskûn
toprakları 51 memleketten ibarettir.4 Hududü’l-Âlem müellifi, söz konusu 51
ülkenin yaklaşık 20’den fazlasının Türk ülkesi olduğunu belirtmektedir.5
Bütün bunlar modern dönemde siyasi-kültürel olarak kullanılmaya başla-
yan “Türk Dünyası” kavramının derin tarihi köklere dayandığını açıkça bize
göstermektedir.
6 Mikail Bayram, Tarihin Işığında Nasreddin Hoca ve Ahi Evren, Bayrak Mat. Ltd.
Şt. İst. İstanbul, 2001, s, 33-40.
7 Mikail Bayram, “Ahi Evren Kimdir? (Gerçek Şahsiyeti ve Eserleri)”, Diyanet
Dergisi, Cilt: XVII, Sayı: 1, Ocak-Şubat 1978, [s. 24-32], s. 27.
8 Nail Tan, Çocuklarımıza Folklor Hazinemizden Seçmeler, Kültür Bakanlığı
Yayınları, Ankara, 1986, s. 119.
9 Pertev Naili Boratav, Nasreddin Hoca, Edebiyatçılar Derneği Yayınları, Ankara,
1994, s. 7-39.
10 Şükrü Kurgan, “Nasrettin Hoca Fıkralarında Türk Halk Yaşayışının İzleri”, Türk
Dili Dergisi, Cilt: XIX, Sayı: 207, s. 491.
Babak JAVANSHIR 201
Nasradin Gagauzeli
Afandi Özbekistan
Kojanasır Kazakistan
Nasriddin Özbekistan
Cuha/Coha Arap
Efendi Tacik
Cuḫa/Coḫa Ermeni
15 Franz Rozenthal, Erken İslam’da Mizah, çev. Ahmet Aslan, İris Yayınları,
İstanbul, 1977, s. 5.
16 Agah Sırrı Levent, Türk Edebiyatı Tarihi, Cilt: I, Türk Tarih Kurumu Yayınları,
Ankara, 1973, s. 48.
17 Abdulaziz M. Avadallah - Sait Uylaş, “Fıkra Türünün Arap ve Türk
Edebiyatlarındaki Yeri”, Atatürk Üniversitesi, Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü
Dergisi [TAED], Sayı: 42, Erzurum, 2010, [s. 147-174], s. 157.
18 Mecdu’d-dîn Muhammed b. Ya’kûb el-Fîrûz-âbâdî, el-Kâmûsu’l-Muhît, Cilt: IV,
Beyrut, ﻰﺤﺟmaddesi, s. 31, 312.
206 Türk Dünyası’nın Ortak Kültürel Mi̇ rası Olarak Nasretti̇ n Hoca Karakteri̇ ve Fıkraları
bi-Haus mimari yapısı içinde yer alan Nasrettin Hoca heykeli, Rusya Mosko-
va şehri, Yartsevskaya sokağı, No: 25a’da (Molodojnaya metrosu civarında)
Andrey Orlov tarafından 2006 yılında 1 Nisan günü açılan Hoca Nasrettin
heykeli, Kazakistan’da Ust-Kamenogorsk şehri “Kültür ve Dinlenme Bulva-
rı”ndaki Nasrettin Hoca heykeli, Ukrayna Harkov şehri, Dinamoskaya soka-
ğı, No: 12’de 2013 yılında Azerbaycanlı heykeltıraş Katib Memmedov tara-
fından yapılan Nasrettin Hoca heykelleri büyük ölçüde Sovyet döneminde
oluşturulmuş Nasrettin Hoca tiplemesini yansıtmaktadır.
Sovyetler Nasrettin Hoca karakterini sinemaya 1943 yılından itibaren
uyarlamağa başladılar. Bu anlamda yapılan ilk film “Nasreddin Buhara’da”
ismini taşıyordu. Burada Nasrettin tiplemesini Azerbaycan’ın devlet sanatçısı
Beşir Seferoğlu oynamıştır. İronik söylemi baskın biçimde yansıtan filmde,
Nasrettin Hoca’nın Sovyet toplumu içinde düşmesinden, gördüğü “sosyalist
gelişim” karşısında şaşırmasından söz edilmektedir. Bu konuda bir sonraki si-
nema filmi 1946 yılında yapılmıştır. “Nasreddin Maceraları” isimli film, Ho-
ca’nın bazı fıkralarına gönderme yapmaktadır. 1954 yılında gösterime giren
“Nasreddin Hoca ve Timurleng” filmi ise Hoca’nın dilinden Emir Timur’a
eleştirel yaklaşımı yansıtmaktadır. Tüm bunlar Sovyet döneminde Türk top-
lumlarında Nasrettin Hoca’ya bakışı önemli ölçüde etkilemiş ve şekillendir-
miştir.
Sovyet dönemi Türk toplumlarının edebiyatında Nasrettin Hoca’nın kim-
liği de belli ölçüde tartışma konusu yapılmıştır. Bu açıdan Azerbaycan-Türk
edebiyatında Nasrettin Hoca’nın Azerbaycan’dan olduğu ve “Azerbaycanlı”
olduğu biçiminde Sovyet anlayışı ön plana çıkarılmıştır. Azerbaycan-Türk
edebiyatında Nasrettin Hoca, Hace Nasire’d-din Tûsî ile eşleştirilmiştir. Ba-
ğımsızlık sonrasında bu anlayışın değiştiği, Nasrettin Hoca’nın Anadolu’dan
çıkmış bir kişi olduğu fikri geçerlilik kazanmağa başlamıştır. Nitekim günü-
müz Kazakistan’da “Kojanasır” olarak tanımlanan Nasrettin Hoca’nın Ana-
dolu’da XIII-XIV. yüzyıllarda yaşadığı görüşü ön plana çıkmaktadır.27
Sovyet döneminde Nasrettin Hoca daha ziyade Özbekistan’da dikkat mer-
kezinde olmuştur. Sovyet dönemi ve sonrasında Nasrettin Hoca hakkında
yapılmış sinema filmlerinin büyük bir kısmı Özbekistan’da yapılmıştır. Bu
kapsamda Özbekistan’da “Nasriddin’ning Yoşligi (Nasreddin’in Gençliği)”
dramı, “Nasriddin Hojand’da (Nasreddin Hokant’ta)”, “Nasriddin Buha-
ra’da”, “Hoja Nasriddin Sarguzaştları (Hoca Nasreddin’nin Serüveni)”,
“Hoja Nasriddin’ning On İki Gabri (Hoca Nasreddin’in On İki Mezarı)”,
Sonuç
Nasrettin Hoca, tüm dünya Türklerinin mizah anlayışının ve zekâsının
sembolüdür. Bu sebeple de her çağda yeniden ortaya çıkmakta, kendisine ait
olmayan fıkralar bile onun adı ile nakledilmektedir. Onun hikâyeleri hikmet
ve ibret dolu olup, zamanla atasözü haline gelmiştir. Her biri keskin bir zekâ
ve doğru işleyen bir aklın ürünüdür. Diğer mitolojik ve folklorik örneklerde
olduğu gibi güldürü karakterleri o cümleden Nasrettin Hoca ve fıkralarının
da Türk kültürünün her döneminde var olduğunu, zaman ve mekân koşulları-
nın etkisiyle farklı adlarla güncellendiğini görmekteyiz. Güldürü karakterleri-
nin kimi yerde Nasrettin Hoca, kimi yerlerde ise Temel, Birbal/Bilbal, Aldar
Köse, Omurbek, Ahmet Akay, Kemine, Salyay Çakkan, Molla Zaydan, Bektaşi
fıkraları ve başka karakterler adı altında anlatılması, bize adeta ünlü düşünür
Mevlana’nın ibret dolu bir hikâyesini hatırlatmaktadır. Hikâyeye göre Türk,
Rum, Arap ve Fars olmak üzere dört arkadaş ne yiyecekleri konusunda birbiri
ile tartışıyorlardı. Bunların içinde Türk üzüm, Fars engur, Arap ineb ve Rum
ise istafil yemek istemektedir. Anlaşamayan dört arkadaş sonunda ayrılarak
her birisi kendi istediğini pazardan alıp sofraya getirir. Bu sırada aslında hepsi
aynı meyvenin değişik dört dildeki adlarını fark ediyorlar. Nitekim güldürü
karakterlerinin birçoğunda olduğu gibi karakter adı değişik olsa da, karakter-
ler Mevlana’nın hikâyesinde olduğu gibi tek kişi veya karakterdirler.
28 Yoldaşeva F., O’zbek Ḫalⱪ Latifalarinda Nasriddin Afandi Obrzi, Taşkent, 1979.
29 Siyasi literatüre tarihi Türkistan coğrafi adının yerine yerleştirilen “Orta Asya”
kavramının kullanımı tarihsel gerçeklerle bağdaşmamakta ve yeni dönemlerde
kullanılmaya başlanmıştır.
30 İ. Babayev - P. Efendiyev, “Azerbaycan’da Nasreddin Hoca Fıkraları ile İlgili
Çalışmalar”, Nasrettin Hoca Dünyası, Ankara, 1996, s. 33-36.
31 T. Cabbarov, “Türkistan Menbalarına Göre Nasreddin Hoca”, Nasrettin Hoca
Dünyası, Ankara, 1996, s. 45-49.
210 Türk Dünyası’nın Ortak Kültürel Mi̇ rası Olarak Nasretti̇ n Hoca Karakteri̇ ve Fıkraları
Kaynaklar
Abdulaziz M. Avadallah - Sait Uylaş, “Fıkra Türünün Arap ve Türk Ede-
biyatlarındaki Yeri”, Atatürk Üniversitesi, Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü
Dergisi [TAED], Sayı: 42, Erzurum, 2010.
Abraham Yaari, Catalogue of Judeo-Spanish Books in The Jewish Natio-
nal and University Library, Jerusalem Special Supplement to “Kirjath Sep-
her”, Cilt: X, Kudüs, 1934.
Agah Sırrı Levent, Türk Edebiyatı Tarihi, Cilt: I, Türk Tarih Kurumu Ya-
yınları, Ankara, 1973.
Ebu’l-Atâhiyye, Divan, Haz. Şükrî Faysal, Dımaşk, 1965.
el-Âbî, Nasru’d-Devr fi’l-Muhâdarât, Mısır.
el-Cahız, El-Cahız ve Türklerin Faziletleri, 2. bs., İSAR, İstanbul, 2002.
el-Cahiz, el-Kavl fi’l-Biğâl, ed. Charles Pellat, Kahire, 1955.
Evliya Çelebi, Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, Topkapı Sarayı Bağdat 305
Yazmasının Transkripsiyonu-Dizini, Haz. Seyit Ali Kahraman - Yücel Dağlı,
Cilt: 3, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1999.
Franz Rozenthal, Erken İslam’da Mizah, çev. Ahmet Aslan, İris Yayınları,
İstanbul, 1977.
F. Yoldaşeva, O’zbek Ḫalⱪ Latifalarinda Nasriddin Afandi Obrazi, Taş-
kent, 1979.
Hasan Orazayev, “Kumuklarda Molla Nasreddin”, V. Milletlerarası Türk
Halk Kültürü Kongresi, Nasreddin Hoca Seksiyonu Bildirileri, Kültür Bakan-
lığı, Ankara, [s. 176-180].
Hudud al-Alem: The Regions of the World a Persian Geography, Transl.
Ed. Vladimir Fedorov Minorsky; ed. Fuat Sezgin, Institut für Geschichte der
Arabisch-Islamischen Wissenschaften, London, 1993.
Hududü’l-alem Mine’l-Meşrik ile’l-Mağrib, Yay. Haz. V. Minorsky, çev.
A. Duman - M. Ağarı, İstanbul 2008.
İ. Babayev - P. Efendiyev, “Azerbaycan’da Nasreddin Hoca Fıkraları ile
İlgili Çalışmalar”, Nasrettin Hoca Dünyası, Ankara, 1996.
İbn Hurdazbih, Yollar ve Ülkeler Kitabı (el-Mesalik ve’l-Memalik), çev.
Murat Ağarı, Kitabevi Yayınları, İstanbul, 2008.
İbnu’l-Nedîm, el-Fihrist, Kahire, 1348.
Babak JAVANSHIR 211
Giriş
Selçuklu kültürü Türk kültür tarihi içinde önemli bir yere sahiptir. Selçuklu
kültürünü önemli kılan özelliklerinden biri de İslamiyet öncesi Türk kültürü
ile İslamiyet’i harmanlayarak Türk-İslam kültürünün temellerini atması ve bu
anlayışın gelişmesini sağlamasıdır. Selçuklular Türk-İslam kültürü algısını
oluştururken akl-ı selim ile hareket etmiş ve kendilerinden önce İslamiyet’i
kabul etmiş toplumların davranışlarını bire bir kabul etmek yerine, bu davra-
nışların gerçekten İslamiyet’e uygun olup olmadıklarının değerlendirmesini
yapmışlardır. Selçuklu’nun bu yaklaşımını kadın konusunda da görebilmek
mümkündür.
Bu çalışmada, Selçuklu kadınlarının toplum içindeki üst düzeydeki statüle-
rinin ve etkin rollerinin Selçuklu sanat eserlerinde nasıl görselleştiği üzerinde
durulacaktır. Selçuklu dönemi çini levhalar, seramik tabaklar, heykellerdeki
kadın tasvirleri araştırma konusu olarak seçilmiştir. Bu sanat eserlerindeki
kadın tasvirleri, giysi ve saç özelliklerinin tanımlanması ötesinde kaynaklarda
anlatılan Selçuklu kadının kimliği ve statüsü açısından incelenecektir. Araş-
tırma sınırlılığı açısından başlı başına bir inceleme alanı olan imar faaliye-
tinde bulunan kadın baniler konu kapsamına dahil edilmemiştir.2 Anadolu
Selçuklu dönemine ait bir aşk öyküsü olan ve Konya’da resimlenmiş Varka
ile Gülşah el yazması önemli görsel belge niteliğinde önemli bir eserdir. (Yu-
suf-u Meddah,1976;2007). Ancak resimli el yazma kitaplar içindeki tasvirler
yazılı öyküye bağlı görsel anlatımlar olduğundan Varka ile Gülşah3 kadının
statüsü açısından öykü ile birlikte daha kapsamlı bir araştırmada değerlen-
dirme konusudur.
Ortaçağ İslam dünyasında kadının statüsü ilgili araştırmalar tarandığın-
da iki farklı yaklaşımın ağırlığı hissedilir. Birinci yaklaşımda, hangi toplum
olursa olsun, İslamiyet öncesi kültürel değerlerin etkisi asgariye indirgenerek
din merkezinde açıklamalar yapılmaktadır. Bu çalışmalarda, Ortaçağ İslam
medeniyetleri kapsamında genellikle Emevi, Abbasi, Fatimi gibi İslamiyet
öncesi Arap geleneklerinin hakim olduğu kültürlerden söz edilmektedir. Sel-
çuklu, Artuklu, İlhanlı ya da Timurlu gibi Asya kökenli kültürlerde kadının
konumuna birkaç cümle ile değinilmektedir. İkinci yaklaşımda tam tersi tek
yönlü genelleme ile İslamiyet’in etkisi göz ardı edilerek, İslamiyet öncesi
Türk kültürü çerçevesinde kadının konumunu değerlendirmektedir. Bu ça-
lışmada ise daha bütüncül bir yaklaşımla her iki açıdan Selçuklu kültüründe
kadın değerlendirilmeğe çalışılacaktır. Ortaçağ Avrupa sanat eserlerindeki
kadın tasvirlere de değinerek Selçuklu kültüründeki kadınların konumu
karşılaştırmalı olarak ele alınacaktır.
4 Gevher Nesibe’nin Selçuklu komutanına aşık olduğu ancak ağabey olarak Gıyaseddin
Keyhüsrev’in bunu onaylamadığı, komutanı savaşa gönderdiği ve savaşta şehit olan
komutanın acısına dayanamayan Gevher Nesibe’nin de verem olduğu öyküsü anlatılmaktadır.
Bundan dolayı ölüm döşeğinde ağabeyinden kendisini gibi hastalara derman olacak bir yapı
yaptırmasını vasiyet ettiği inanışı hakimdir.
216 Selçuklu Sanatında Kadın Tasvi̇ rleri̇ : Sanat Eserleri̇ nden Hareketle Bi̇ r Değerlendirme
Foto 1: Selçuklu Minai Şişe, 1150-1250 M., St. Louis Art Museum (Env.
No. 19:1937) [1].
Foto 2: Selçuklu lüster tabak, 1204 M., Kağşan, David Museum Kopen-
hag, (Env.No. Inv. No. 45/2001) [2].
Karşılıklı oturmuş, iletişim halindeki kadın erkek tasvirlerinin yer aldı-
Başak Burcu TEKİN 217
Kendi gelirine sahip olabilen, ata binip silah taşıyan bir kadın figürü ür-
kütücü bir görüntü verebilmektedir. Ancak burada aile kavramı ön plana çık-
maktadır. Tıpkı bir erkekten beklenildiği gibi Selçuklu kadınlarının yaptık-
ları kendi egoları için değil aileleri içindir. Anadolu bacılarının “nefsine ,
aşına ve eşine dikkatli ol” öğüdü vardır (Gündüz, 2012, s.144). Bu öğüd
kadın ile ilgili Selçuklu toplumunun zihniyet kodlarını bize sunmaktadır.
Selçuklu kadınından özgürlük ile bencillik arasındaki ince çizgiyi ayırması
beklenilmektedir. Selçuklu kültüründe, kimlikli olmak ile başına buyruk ol-
mak arasındaki farkı bilmek kadın erkek herkesi bağlamaktadır.
İbn-i Butlân 11.yüzyıl ilk yarısı kalem aldığı risalede farklı milletlerden
kadınların özelliklerini sıralarken Selçuklu (Türk) kadınını şu şekilde anlatır:
“Türk kadınları kendilerinde güzellik, sevimlilik ve beyaz teni birleştirir-
ler. Gözleri küçük fakat tatlı , boyları bodur ve kısadır, uzun boylu olanlara
nadiren rastlanır. Çocuklar bakımından, onlar zengin bir kaynaktır. Çocuk-
ları ancak nâdiren çirkin olur ve asla kötü bir binici olmazlar. Türk kadını
temizdir, güzel yemek yapabilir fakat eli açık olduğundan itimada şayan de-
ğildir.” (Mez, 2000,s.199-200 )
Selçuklu dönemi alçıdan yapılmış bebeği ile birlikte gösterilen kadın
heykelciğinde aile olma ile ilgili yükümlülükleri yerine getirme, ev ile il-
gili bağın kopmaması gibi fikirlerin yansımaları görülebilmektedir (Foto 7).
Günümüzde reklam sloganı haline gelen “çocuk da yaparım kariyer de” cüm-
lesinin Selçuklu kültüründe ben merkezli an soyutlanayıştan soyutlanarak
başarı ile hayata geçirildiği söylenebilir.
Foto 8:Morgan İncili, 1250, New York The Pierpont Morgan Library, (Ms
M. 638), y.41[8]
Kaynakça
AHMETBEYOĞLU, A., (2001), Avrupa Hun İmparatorluğu, Ankara:
TTK Yayınları.
AMT E., (1992), Women’s Lives in Medieval Europe: A Sourcebook, New
York: Routledge.
BARDSLEY, S., (2007), Women’s Roles in the Middle Ages, Westport, CT:
Greenwood Press.
BATES, Ü.Ü., (1978), “Women as Patrons of Architecture in Turkey”,
Women in the Muslim World, ed. L.Beck-N.Keddie, Cambridge, Mass:Har-
vard University Press,ss. 245-260.
BİÇAK,S., (2007), Türkiye Selçuklu Toplumunda Kadin ( XI-XIV Yüz-
yıl), Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi, İstanbul.
BAYRAM, M.,(1991), “Baciyân-ı Rum ( Anadolu Bacıları ) Hakkında
Bazı Yeni Kaynaklar”, X. Türk Tarih Kongresi Bildirileri, Ankara, s. 967–973.
6 Selçuklu kadın tasvirleri ile Abbasi ve Emevi dönemi kadın tasvirlerinin kadının statüsü
ve toplum içindeki rolü açısından karşılaştırmalı olarak değerlendirmesi için bkz. (Tekin,
2013).
224 Selçuklu Sanatında Kadın Tasvi̇ rleri̇ : Sanat Eserleri̇ nden Hareketle Bi̇ r Değerlendirme
Bülent BAYRAM1
Destanlar milletlerin önüne model kahramanlar koyan önemli eserlerden
biridir. Sözlü kültürün yaygın olduğu dönemlerde edebî zevkleri tatmin etme
yanında millî tarihin aktarımı, büyük kahramanların ve hayat hikâyelerinin
idealleştirilmiş bir şekilde topluma sunulması gibi önemli işlevleri de yerine
getiren destanlar, her toplumun sahip olmak istediği eserlerdir. Sözlü kültürde
bir destana sahip olmayan veya bu dönemi geçmiş olan topluluklarda da şa-
irler bir destan kaleme alma çabası göstermişlerdir. “Ulıp Destanı” İdil-Ural
bölgesinin Türk boylarından biri olan Çuvaşların yazılı edebiyat döneminin
eseridir. Başta folklor olmak üzere birçok kaynaktan beslenen şair Şuyın Hi-
vetiri bu manzumeyi sözlü gelenekte klasik anlamda bir destana sahip olma-
yan Çuvaşların millî destanını ortaya koymak maksadıyla kaleme almıştır.
Çuvaş sözlü kültüründeki kahramanlardan ve onların hayat hikâyelerinden
esinlenen şair zaman zaman tarihî kahramanları da eserinde kullanıp bunla-
rı kendi hayal dünyasından eklemelerle zenginleştirerek Çuvaş toplumunun
önüne bir kahraman modeli koymuştur. Anadili kullanımın giderek azaldığı
Çuvaşlar arasında küçük de olsa bazı gruplar arasında söz konusu destanın
kahraman, ahlak anlayışı, eğitim tarzı, toplumsal mesajları gibi konularda bir
model olarak alındığı görülmektedir. Bu anlamda Çuvaş toplumunun önüne
koyulan kahraman modeli büyük önem taşımaktadır. Şair toplumun önüne
nasıl bir kahramanı model olarak koymaktadır? Bildiride destan, özellikle de
kahraman ve onun özelliklerinin destan kahramanları ve ideal kahramanlar
bağlamında incelenmesi yer alacaktır. Geleneksel kahraman kalıpları, Türk
destan kahramanları ve Çuvaş halk edebiyatında kahramanlık bağlamında
Şuyın Hivetiri’nin model kahramanı incelenecektir. Zaman zaman bu model
kahramanın verdiği mesajlar ve bunun Çuvaş toplumundaki yansımalarının
neler olacağı gerek yazılı kaynaklara gerekse bölgede yapılan gözlemlere da-
yalı olarak ortaya koyulmaya çalışılacak ve Çuvaşların kahraman anlayışı söz
konusu eser bağlamında ele alınacaktır.
Öncelikle destanın ortaya çıkışını sağlayan ortam, onu kaleme alan şair
ve destanla ilgili bilgiler vermek istiyoruz.Destanlar bir millet için sıradan
bir edebiyat metni olmanın ötesinde şeyler ifade eden eserlerdir. Milletlerin
varlığıyla övündükleri değerlerden birisi olarak önemli işlevlere sahiptir. Bu
bağlamda, Kalevala destanının ortaya çıkışıyla birlikte, bir millet için destan
sahibi olmak âdeta millî varlığın mevcudiyeti ile eşdeğer bir şekilde değer-
lendirilmiştir. Firdevsî’ninŞehnâme’si nasıl ki bir anlamda tarih sahnesinden
çekilmekte olan Farsları ayağa kaldırmışsa, neredeyse bin yıl sonra aynı tarihi
süreci Kalevala’nın yazılışıyla Finler yaşamışlardır. Özellikle de on dokuzun-
cu yüzyılda kültürel ve siyasî anlamda bağımsızlıklarını kazanamamış mil-
letler için folklor hâkim unsurlara karşı en önemli korunma araçlarından bi-
risi olarak görülmüştür. Finler üzerinde Kalevala destanının uyandırdığı etki,
özellikle onlarla benzer süreçleri yaşayan toplulukların da dikkatini çekmiş-
tir. Bizim tebliğimizin konusunu teşkil eden Çuvaş şairi Şuyın Hivetiri’nin
Kalevaladan oldukça geç bir dönemde kaleme aldığı Ulıp Destanı da böyle
bir etkinin neticesinde kaleme alınmış bir destandır. Çuvaş aydınlarının ve
folklor araştırmacılarının ilgilerinin merkezinde bulunan Çuvaşlarda millî
bir destanın olup olmadığı, yok ise bunun nasıl yaratılacağı meselesi çok
sayıda denemenin ardından Şuyın Hivetiri’nin eseri ile çözüme kavuşmuştur.
Yunanlıların İlyada ve Odisse; Farsların Şehnâme, Finlerin Kalevala destan-
ları içerisinde Çuvaşların ilgisini en fazla çeken Kalevala olmuştur.
Destanın telif bir eser oluşu ve Çuvaşların destanın yazıldığı dönem de dâ-
hil olmak üzere yaklaşık 500 yıldır Rus hâkimiyetinde yaşıyor oluşları ve Rus
hâkimiyetine kadar olan süreçte de tarihî dönemlerinin yeteri kadar aydınlatı-
lamamış olması destanı ilginç bir hale getirmektedir. Destanda bir tarih, kim-
lik algısı oluşturulmaya çalışılmıştır. Bununla birlikte şairin hem karanlıkta
kalmış Çuvaş tarihi içinde kurguladığı kahraman modeli de bir başka dikkat
çekici noktadır.
Destanın şairi Şuyın Hivetiri, 27 Haziran 1913 tarihinde Çuvaş Cumhuri-
yeti’nin Şirpü rayonuna bağlı Aktaş köyünde çiftçi bir ailenin çocuğu olarak
dünyaya gelir. Babası Hivetir Grigoreviç’in ölümüyle küçük yaşta öksüz ka-
lan Hivetiri’yi annesi Aganiya Dimitriyevna tek başına büyütür. 1947 yılında
annesi de vefat eder. Yüksek öğrenimini tamamlayana kadar Hivetiri, öğret-
men olarak çalışır. Yüksek öğrenimini tamamladıktan sonra cumhuriyetin
farklı kurumlarında planlama ve finans alanlarında çalışır. II. Dünya Savaşı
başlayınca Askeri Yüksek Okul’da okuyarak subay ünvanını alır. Düşmanla
Karelin cephesinde savaşır. Onun İkinci Dünya Savaşı’nda bulunduğu cep-
henin Karelin olması da ilginç bir durumdur. Çünkü onu çok etkileyen Fin-
lerin Kalevala Destanı’nın asıl kaynağı Fin nüfusun yoğun olarak yaşadığı
Karelin bölgesidir. Hivetiri, 1943 yılının sonunda ağır bir şekilde yaralanır
ve ikinci derece savaş gazisi olur. Ona savaşta gösterdiği kahramanlıklardan
dolayı Kızıl Yıldız nişanı, II. Dünya Savaşı I. Derece Hizmet nişanı ve türlü
madalyalar verirler (Hivetiri 1996: 566).
Bülent BAYRAM 229
14. On Dördüncü Türkü (Ulĭp Şirpü Bahadırı Kurtarır): Ulıp, Tuşi tepesi
altındaki üç başlı yılanla savaşarak onu yok eder. Şirpü bahadır zincirlenmiş
bir şekilde çok eziyet görmektedir. Onu Ulıp zincirden kurtarır. İkisi birlikte,
Tuşi tepesini yok ederler ve oradaki halkı esaretten kurtarırlar (Hivetiri 1996:
157-165).
15. On Beşinci Türkü (Ulĭp’ın Sikpırşa’yı Büyüden Kurtarması): Kuzey
ışığı atar. Ulıp ondan Sikpırşa’yı bulup vermesini ister. Kuğu göle dalar, onun
ardından gemi de deniz kuşuna dönüp atılır. Ulıp deniz kuşunu taşla vurup
öldürür, kuğuyu omuzları üstünden vurur. O kuğu güzel bir kıza dönüşür. Kız
Ulıp’a Sikpırşa’yı bulmak için yardım eder, çevredeki köyleri, şehri, insanları
büyüden kurtarır (Hivetiri 1996: 166-175).
16. On Altıncı Türkü (Ulĭp’la Nuhrat Padişahının Kızı Sarine): Köy hal-
kı padişahın kızı Sarine’nin, İlmeykker’e yemek olmaya gitmesi sebebiyle
ağlar. Çuvaş türküsü için Ulıp’la İlmeykker arasında savaş olur. Ulıp, İlmey-
kker’i yener. Ulıp, Çuvaş türküsüyle Sarine’yi ölümden kurtarır. Sarine ona
ölümden kurtardığı için yüzük takar (Hivetiri 1996: 176-).
17. On Yedinci Türkü (Nuhrat Padişahı): Sintir Mirza oldukça şöhretlidir.
Onu padişahın kızını kurtaran kişi diye överler. Nuhrat padişahı kızı Sarine’yi
Sintir Mirza’ya gelin vermek istediğini söyler. Sarine ise babasına kesin bir
şekilde “Eğer Sintir Mirza, İlmeykker’in bir dilini önüme koyarsa onunla ev-
lenirim ancak. ” der (Hivetiri 1996: 194-199).
18. On Sekizinci Türkü (Ulĭp’ın Pinpuş Halkını Azaptan Kurtarması): Kıt-
ra Pinpuş küser. Bir grup Viryal kişisi yeni bir yere göçer gelir. Onlar yolda
Şıpatan’ın esiri olurlar. Dayanılmaz eziyetler, işkenceler görürler. Ulıp yağ-
mur bulutunu delip yağmur yağdırır. Şıpata’ya su boşaltıp bozkırdan tekrar
tarla yapar. Halkı zulümden kurtarır, sonra da yeni yere göç edenleri derin
ırmaktan kendi üzerinde geçirir (Hivetiri 1996: 200-213).
19. On Dokuzuncu Türkü (Sintir Mirza Sarine’yi Gelin Almak İçin Ça-
balar): Yüz kilometre uzaktan olanları duyabilen Sirkke ile Ulıp birliktedir.
Bulgar şehrinde ise bir şeyler oluyor. Sirkke Ulıp’ı Bulgar’a gitmesi için ça-
ğırır. Ulıp yaşlı meşe tepesinde halk türküsüyle Bulgar şehrindedir, Çuvaş
türküsü kuş olan Sarine’yi ölümden kurtarır. Sarine, Ulıp’ı görünce; “Beni
İlmeykker’den kurtaran adam işte bu yiğit. ”der (Hivetiri 1996: 214-225).
20. Yirminci Türkü (Ulĭp’ın Eşkellilere Yardım Etmesi: Ulıp sık ormanda
eziyet gören sıkıntı çeken bir halkla karşılaşır. Köylüler nime (imece) yap-
maktadır. Ulıp bu halka yardım etmeye başlar, orman kökler, tarla yapar, ev
Bülent BAYRAM 233
çevirir. Bir ev ziyafeti verilir. Eşkel halkı bütün Çuvaşların adına Ulıp’a hayır
duası eder, ona hediyeler verir (Hivetiri 1996;: 226-233).
21. Yirmi Birinci Türkü (Ulĭp Mayrus’un Büyüsünü Yok Eder): Mayrus,
Maşuk ustayı Çuvaşların ümidini vermedi diye hapseder. Bu ustanın hapiste
yattığını sadece iki kişi bilir. Bu nedenle Mayrus onları büyüleyerek sakatlar,
onlar birbirlerini anlamazlar. Ulıp türkü söyler ve onun türküsünün yardımıy-
la sakatlar birbirini anlamaya başlar ve konuşurlar (Hivetiri 1996: 234-245).
22. Yirmi İkinci Türkü (Ulĭp’ın Maşik Amcayı Zindandan Kurtarması):
Ulıp’la Ahplat bahadır birlikte Mayrus’un değirmen bendini, değirmenini yı-
karlar. Elpine’yi kurtarırlar (Hivetiri 1996: 246-263).
23. Yirmi Üçüncü Türkü (Asamat Ulıp İçin Mızrakla Aybalta Hazırlar):
Ulıp cehennem iyesini arabaya koşunca Timir Dağ’a demirci Asamat atını
götürür. Timir Dağ’ı dövünce önce oradan para saçan cüzdan, ölçülemeyen
orak, hayvanları öldüren mızrak yapar. Bunlar Ulıp’ın hiç hoşuna gitmez ve
onların hepsini ateşe atar. Sadece mızrakla aybaltayı alır (Hivetiri 264-279).
24. Yirmi Dördüncü Türkü (Ulĭp Altırkuş’u ‘Tepegöz’ü’ Yener): Ulıp Şavla
deniz tarafından Sive kıyısına döner, elbisesinin tozlarını çırpar, çevredeki
çalıya koyar. Puşı Tepesi çevresine Sive akarsuyunu çevirir, yetişmiş ormanı
bir yerden başka bir yere diker, bir avuç toprakla düşmanı yer altına sokar. Al-
tırkuş Ulıp’la dalga geçer ve ona çobanlık teklif eder. Ulıp onu uzun başıyla
cezalandırır (Hivetiri 1996: 280-296).
25. Yirmi Beşinci Türkü (Senteley’in Ulıp’a Babasının Ateş Kılıcıyla Yel-
kanat’ını Aramasını Önermesi): Ulıp, Menteley’le Senteley’den babasının
yetiştirdiği Yelkanat adlı argımakının olduğunu, Asamat’ın yaptığı ateş kı-
lıcının olduğunu öğrenir. Bunlara bunları bulmayı teklif eder (Hivetiri 1996:
297-310).
26. Yirmi Altıncı Türkü (Tuptil’in Ulıp’a Annesi ve Babası Hakkında Bah-
setmesi): Uslati, yer anasının küçük kızını insan önünde öptüğü için ayıp elbi-
sesini giymesinden kurtarmak amacıyla iyi bir iş yapar. Dünya kapısını dışa-
rıdan eve koyar. Gelecek kıyamet gününü uzaklaştırır. Tıtamas güneşi kaldırır
ve yere ışık gelmez. Uslati Tıtamas’ı vurur dağıtır ve Atıl bahadır adını alır
(Hivetiri 1996: 310-329).
27. Yirmi Yedinci Türkü (Tanrıların Toplantısı): Tanrılar toplanırlar. Çuvaş
ülkesine Ulıp’la birlikte halka çok zarar geldi, halk günaha girdi diye ayıplar-
lar. Ahplat’la Ulıp’ı yürekleri donana kadar dondururlar. Bahar Tanrısı onun
yanına girer ve soğuğu Ahplat’tan kovar (Hivetiri 1996: 330-341).
234 Çuvaş “Ulıp Destanı’nın Kahraman Modeli̇ Üzeri̇ ne Bi̇ r İnceleme
28. Yirmi Sekizinci Türkü (Ulĭp Çuvaşların Büyük Kurban Başı): Çuvaş
ülkesinde büyük danışman, büyük kurban başı ölür. Padişahla Sarine halk
arasında dolaşan kinayeli konuşmalar duyarlar. Ustaların toplantısında bu ki-
nayeleri anlamaya çalışırlar. Ancak beceremezler. Ulıp toplantıdaki kinayele-
ri açar ve büyük danışman olur (Hivetiri 1996: 342-354).
29. Yirmi Dokuzuncu Türkü (Ulĭp’ın Terpit Han’ı Yenmesi): Yaşlı kadın
Ulıp’tan güneş ve ay aracılığıyla soyu kölelikten kurtarmasını rica eder. Ter-
pit Han’ın yüreği kendisiyle birlikte olmasa da Ulıp onu bulur ve öldürür
(Hivetiri 1996: 355-377).
30. Otuzuncu Türkü (Ulĭp’ın Kalay Han’a Boyun Eğdirmesi): Ulıp, Kalay
Han’a doğru yönelir. Dede, Kalay Han’ı nasıl alt edebileceğini Ulıp’a öğretir.
Kalay Han’ın güç suyuyla ölü suyu hazırlamasını durdurur, onu öldürür. Ulıp
bitkin düşen insanlara anavatanlarına ulaşmak, güç-kuvvet vermek için kendi
kanını içirir (Hivetiri 1996: 378-398).
31. Otuz Birinci Türkü (Ulĭp’ın Ulenke’yi Azaptan Kurtarması): Aslati
Tanrı, Ulenke başbuğu zincirler. Ulenke, azap görür, kıvranır. Ulıp, Ulenke’yi
ayağa kaldırır. Elpine kartal olup Ulenke’yi Çuvaş ülkesiyle tanıştırır, onu
sevindirir (Hivetiri 1996: 399-416).
32. Otuz İkinci Türkü (Ulĭp Şutkun Ülkesinde): Şutkun ülkesindeki zen-
ginlik güçlenir. Fakirlik biter, halk kardeşçe yaşar. Ninel padişah, Ulıp’a ül-
kedeki düzeni yaymasını öğretir. Ulıp gerekli sözleri unutmamak gerekir di-
yerek, eve gidene kadar hiçbir şekilde uyumaz. Vupır kediye dönüşüp Ulıp’ı
uyutur ve gerekli kelimeyi unutturur (Hivetiri 1996: 417-441).
33. Otuz Üçüncü Türkü (Ulĭp’ın Yedi Kötülüğü Yenmesi): Ulıp babası-
nın yadigârını arayarak yedi kötülüğü yener. Merçen, eğer onunla evlenir ve
onunla birlikte Merçen’in ülkesinde yaşamak isterse yedi kötülük yerine yedi
baht göstermek ister. Ulıp babasının Şilşunat atına binip ateş kılıcıyla birlikte
Çuvaş ülkesine geri döner (Hivetiri 1996: 442-460).
34. Otuz Dördüncü Türkü (Ulĭp’ın Macar Halkını Sıkıntıdan Kurtarması):
Sikpırşa Arpat padişahın damadıdır. Macar halkı düşmanın azabına direnir.
Ulıp, Şirpü bahadır ve küçük insanlar, Sikpırşa ile Katrin’i baba soyunu azap-
tan kurtarırlar. Macar padişahı Arpat damadına soyunun tılsımını verir (Hive-
tiri 1996: 461-475).
35. Otuz Beşinci Türkü (Ulĭp’ın Kirişmet’i Yok Etmesi): Ulıp Çuvaşların
bahtını kurtarmak için Kirişmet’in yanına gider. Şıpatan’la Vupır, Çuvaş ba-
hadırlarının yolunu kesmek ister. Ulıp, Şirpü bahadır ve Sikpırşa ile birlikte
Bülent BAYRAM 235
Kirişmet’i kuşatıp onun canını çıkarırlar. Çuvaş bahtı tekrar Çuvaşların eline
geçer (Hivetiri 1996: 476-487).
36. Otuz Altıncı Türkü (Patti’nin Çuvaş Ülkesine Saldırması): Çuvaş ül-
kesinde halk mutlu ve mesuttur. Ancak bu herkesin hoşuna gitmez, onlar
Ulıp’tan kurtulmak isterler. Ulıp’ı bitirmek için Kiyü tavsiyesini, Patti Han’a
kabul ettirir. Patti Han, Paştan bahadırla Çuvaş ülkesine gelir. Ulıp, Paştan
bahadırla savaşır ve onu yener (Hivetiri 1996: 488-499).
37. Otuz Yedinci Türkü (Ulĭp’ın Kıtra Soyunu Kurtarması): Çuvaşların bü-
yük kurbanı gelir. Kurban başı Ulıp olur. Bulgar ülkesinde bayramda gençle-
rin yarışması devam etmektedir. Ulıp’ın oğlu Urtem yarışı kazanır ve ödülünü
alır. Ulıp Kıtra halkını kuşatan yedi yabancıları dağıtır. Kıtra için kale çevirir
(Hivetiri 1996: 500-511).
38. Otuz Sekizinci Türkü (Ulĭp’ın Esremetle Vuruşması): Şilşunat batıdan
dönerken yol üstünde tökezler. Ulıp’a düşmanın Çuvaş’a saldırdığını haber
verir. Ulıp Esremet’le çarpışır. Esremet Ulıp’a yenileceğini anlayınca Çuvaş
ülkesinden kaçar (512-517).
39. Otuz Dokuzuncu Türkü (Ulĭp’ın Ölümü): Düşmanlar büyücülerin yar-
dımıyla Ulıp’ı öldürürler. Çuvaşların talih kitabını ineğe yedirirler. Supetey-
büyülü eldivenle demetlerden asker yapar. Bulgar şehrini kuşatır. Sikpırşa
ile Şirpü bahadır savaşta ölürler. Şehir düşmana boyun eğer (Hivetiri 1996:
518-542).
40. Kırkıncı Türkü (Sarine’nin Ay Üstüne Çıkması): Sarine, babasının is-
tediği gibi, kölelikten kurtulmak için güvercin olmayı istemez, Ulıp’a yüzük
vermeye gider. Onun meşhur yüzüğü çok eskiden argımaklardan olan fareleri
tekrar argımaklara çevirir ve kadınlar ordusunun komutanı olarak Bulgar’da-
ki düşmanı vurup dağıtır. Köle olan kadınları kurtarır. Sarine ile Merçen bulu-
şurlar ve birlikte hayat suyuyla ölüm suyunu almaya giderler. Ulıp’ı yeniden
canlandırırlar. Ulıp, Sarine’nin gökkuşağından ay üstüne çıktığını görünce
horlanıp büyük annesinin yanına gitmek için yer altına gider (Hivetiri 1996:
543-565).
Ulıp’ın Özellikleri
Destanın tamamında olaylar “Ulıp” adı verilen kahraman etrafında geç-
mektedir. Dünyaya geldikten sonra Ulıp’ın destanın çeşitli yerlerinde karşı-
mıza çıktığı üzere bütün mücadelesi Çuvaşlar ve Çuvaş ülkesi içindir. Ona
yapılan teklifleri Ulıp sadece bu değerler dolayısıyla reddedecektir. Bu onun
henüz kahramanlıklarının ya da sınamalarının olduğu bölümlerde dahi görü-
236 Çuvaş “Ulıp Destanı’nın Kahraman Modeli̇ Üzeri̇ ne Bi̇ r İnceleme
tine ve ülkesine adamış haliyle tam bir destan kahramanı olduğu söylenebilir.
Aynı zamanda doğumundan sonra gerçek adı olan Ülemin yerine onu düş-
manlardan korumak amacıyla Ulıp adını kullanması da dikkat çekicidir.
Destanda Ulıp yanında bir diğer kahraman daha karşımıza çıkmaktadır ki
o da Ulıp’ın babası Uslati’dir. Destanda Şavra gölünün kıyısında yerleşmiş
olan Çuvaş köyünün en yaşlısı olarak yedi yüz yıl yaşamış şeklinde tanı-
tılmaktadır. Aslandan daha güçlü, yerinde durmayı sevmeyen, eş dostuyla
sorun yaşamamış ve hiç kimseden korkmayan bir kahramandır. Onun desta-
nın ilerleyen bölümlerinde oğlu Ulıp tarafından alınacak olan yetmiş batman
ağırlığında ateş kılıcı ve yelkanat atı vardır. Yaşlılığında dahi düşmanlardan
korkmayıp ülkesine saldıran Patti Han’ın karşısına çıkan ideal bir kahraman
olarak destanda yerini alan Uslati, oğlunun doğumundan önce hayatını kay-
betmiştir.
Uslati, destanın başında yer alırken onun yaşlı olmasına rağmen düşman
karşısına çıkıp ülkesini düşmanlara karşı korumaya çalışmasının ardından
ölümü, Çuvaşlar arasında yeni bir kahramana olan ihtiyacı ortaya çıkarmıştır.
Onun ölümünden sonra da Ulıp’ın olağanüstü dünyaya gelişi gerçekleşmiştir.
Ulıp’a babasından kalan sadece onun Çuvaşlar ve Çuvaş ülkesi için yerine
getirmesi gereken vazifeler değil, ateş kılıcı ve atı da olmuştur. Destanın bü-
yük bir bölümünde at ve kılıçtan mahrum bir şekilde düşmanla mücadele
eden Ulıp, daha sonra babasından kalan bu mirasları da elde ederek her an-
lamıyla gerçek bir kahramana dönüşmüştür ve bütün hayatını Çuvaşlar ve
Çuvaş ülkesinin mutluluğu için feda etmiştir.
ona çeşitli engeller koyarlar ancak Ulıp bu engellerin tamamını başarılı bir şe-
kilde geçerek destanda karşısına çıkarılan sınamaları başarı ile atlatır. Olağa-
nüstü bir şekilde dünyaya gelen kahramanların normal insanların çocuklarıyla
olan bu karşılaştırılması başka Türk destanlarında da karşımıza çıkmaktadır.
Tepegöz’ün sıradan çocuklarla oyun oynarken onlara zarar vermesi bunun en
açık örneklerinden birisidir. Bunun yanında yine olağanüstü bir şekilde dün-
yaya gelen Basat, Tepegöz gibi olağanüstü özelliklere sahip mitolojik varlığı
yenebilmektedir. Bu tür kıyaslamaların örneklerini başka destanlarda da gör-
mek mümkündür (Hivetiri 1996: 37-38).
Kahramanın Ölümü
Destanda gaflet uykusu, Ulıp’ın ölümünün de sebebi olmuştur. Ulıp’ın
ölümünden sonra destan bitmemiş; olağanüstü bir şekilde Ulıp yeniden ha-
yata döndürülmüştür. Ulıp’ın ölümü ve yeniden dirilmesi ile ilgili olaylar
Manas’ın ölüp dirilmesiyle de benzerlikler göstermektedir. Ulıp’ın gaflet uy-
kusu sebebiyle ölümü diğer birçok konuda olduğu gibi alp anlatmalarından
alınmıştır. Burada uyku motifi ortak olmakla birlikte uykunun ortaya çıkış
sebepleri ve uyku konusunun işlenişi birbirinden farklıdır.
Ulıp’ın ölümünden sonra da tıpkı olağanüstü kişilerin ölümlerinde olduğu
gibi bazı olağanüstülükler meydana gelir (Hivetiri 1996: 553)
Ulıp’ın ölümünden sonra Sarine, Merçen Kız’ın söylediği ölü ve diri su-
yunu getirerek Ulıp’ı tekrar canlandırır. Ulıp, Supetey ve diğer düşmanlarını
yenip Çuvaş ülkesini kurtarır. Ancak Ulıp, destanın son türküsünde ölümsüz-
lüğün insan için gerekli olmadığını onun ancak Tanrı’ya mahsus olduğunu
belirttikten sonra insanın ölümsüz olması için yapılması gerekenleri sıralar.
Destanın sonunda onun yeniden ölümü ise söz konusu değildir. Âdeta atı ile
birlikte yer altına girerek sırra kadem basmıştır. Bu durum Çuvaş alp anlat-
malarında da mevcuttur. Ulıp Çuvaşların ihtiyacı olduğunda onlar için geri
dönecektir. Ulıp’ın sırra kadem basması ile destan tamamlanmaktadır (Hive-
tiri 1996: 562).
Bülent BAYRAM 243
Sonuç
Şuyın Hivetiri’nin destanında ortaya koyduğu kahraman “Ulıp”, fiziki
özellikleri ve toplumu için yaptıklarıyla bir destan kahramanının bütün özel-
liklerini taşımaktadır. Doğumundan ölümüne kadar klasik destanlarda kar-
şımıza çıkan epizotların neredeyse tamamını destanda görmek mümkündür.
Zaman zaman bir kahramanlık destanının alpından çok masal kahramanları-
nın ya da mitolojik destanların taşıyabileceği olağanüstü birçok özelliği de
taşıyan Ulıp’ın bütün hayatını Çuvaşlara vakfetmiş olmasının yanı sıra zaman
zaman kaderine razı olduğu da görülmektedir. Bu kahraman özellikleri dikka-
te alındığında, şairin yüzyıllar içerisinde siyasi, ekonomik şartların şekillen-
dirdiği Çuvaş toplumunun psikolojisine uygun bir kahraman oluşturduğunu
da söylemek mümkündür.
Kaynaklar
BAYRAM Bülent, (2012), Şuyın Hivetiri’nin Ulıp Destanı (Çuvaş
Kalevalası Üzerine Bir İnceleme), Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yay.,
Ankara.
HİVETİRİ Şuyın, (1996), Ulıp. Çıvaş Eposi, ÇKİ, Şupaşkar.
KAPLAN Mehmet, (1996), “Oğuz Kağan-Oğuz Han Destanı”, Tip Tah-
lilleri Türk Edebiyatında Tipler, Dergah Yay., İstanbul.
SALMİN Anton, (2007), Sistema Religii Çuvaşey, Nauka, Sant Peter-
burg.
Eski̇ Türk Kozmoloji̇si̇nden Bi̇r Mengücekli̇
Kümbeti̇ne Yansıyanlar
Canan PARLA1
ların bulunduğu kubbe örtülü mescit mekânı ise dıştan sekizgen içten daire
planlıdır (Çizim:1-2).
Çiz.1: Alt kat planı (Parla 210:272) Çiz.2: Üst kat planı Çiz.3: Cephe (Parla 2010:275)
Kümbetin her iki katına da doğu cephede yer alan kapılarla girilmektedir.
Mescit katının portaline iki yandan dörder basamaklı iki kollu bir merdivenle
çıkılarak ulaşılmakta, merdiven sahanlığının altından basit bir kapıyla mum-
yalık mekânına girilmektedir. Her iki katın da penceresi yoktur.
Portalin sivri teğet kemeri iki yanda, zar biçimli başlıklara oturmakta, baş-
lıklarda ve kemer yüzeyinde eşkenar dörtgen ve daire biçimli kesme tuğlala-
rın birer atlamalı olarak sıralandığı bir bezeme kuşağı bulunmaktadır. Portal
alınlığı düzgün altıgenlerden oluşan geometrik geçmelerle bezenmiş, kompo-
zisyonun ortasındaki düzgün altıgenin içinde iç içe iki altı kollu yıldız ya da
Mühr-ü Süleyman motifi oluşturulmuş; alınlığın merkezine, kemer kilidine
ve kemer köşeliklerine günümüze gelemeyen turkuaz/firuze renkli çinili birer
çanak yerleştirilmiştir (Parla 2010:273; Resim:3; Çizim:4).
Res.4-5: Şerit bezemeleri
Çiz.5-6: Bezemelerinin çizimleri (Bakırer 1981:şek.24a-24b)
2 Canan Parla (2005), s.276’da benzer şekilde, Amasya Halifet Gazi Türbesi ve bir sondaj
kazısıyla tespit edilen Tokat Niksar Kırk Kızlar Kümbeti’nin mumyalık mekânları ile
bugünkü Azerbeycan sınırları içerisinde bulunan dört kümbette daha orta destekli mumyalık
mekânları olduğu belirtilmekte ve orta desteklerin biçimi ile kenar sayısına bağlı olarak
döngü hareketi vurgusunun kuvvenip azaldığına işaret edilmektedir.
250 Eski̇ Türk Kozmoloji̇ si̇ nden Bi̇ r Mengücekli̇ Kümbeti̇ ne Yansıyanlar
doğu yönünü kutsal kabul edişlerinin (Tuncer 1981:919-914) yanı sıra, döne-
min öne çıkan kozmolojik temelli düşünce akımlarında doğunun cennetin ve
ışığın yeri olarak kabul edilişinin rolü bulunmaktadır (Parla 2010:279). Her
iki katta da doğuya bakan kapılardan başka pencere açıklığının bulunmaması,
hiç bir yanlışlığa meydan vermeyecek biçimde, kümbeti simgesel olarak doğ-
rudan cennetle ilişkiye sokmaktadır.
Mumyalığın duvarları yeryüzü simgesi olarak kurulmuş sekizgen tabanlı,
orta destekli bu mekânı sınırlamakta ve orta destekten çıkarak dairesel bir
genişlemeyle kenarlara doğru açılarak yayılan, gökyüzü ve hükümdarlık sim-
gesi şemsiye6 biçimli tonozun eteklerini taşımaktadır. Dıştan sekizgen prizma
içerisine alınan, kubbe örtülü silindirik bir hacimden oluşan mescit mekânı
ise Eski Türklerin kainatın sembolü olarak tasavvur ettikleri silindirik gövdeli
kubbeli çadır (Esin 2001:29-33) biçimini korumaktadır.
Mumyalık mekânının sonsuzluk imâ eden, başlangıcı ile bitişi birbirine
kavuşan sekiz köşeli halkalı tünel biçimli yapısıyla bir yandan döngü içe-
ren ve döngüye zorlayan, diğer yandan zamana ve dördüncü boyuta kuvvetle
vurgu yapan, hareket ve zaman içeren kurgusunda orta desteğe bilinçli olarak
yer verildiği, dolayısı ile orta desteğin sadece algıya hitabeden ve imge taşı-
yan bir işlevselliğinin bulunduğu açıktır. Nitekim, mumyalık mekânındaki
orta desteğinin, kozmik imgelerden Kutup Yıldızı7 ile ilişkisine değinilmiştir
(Tuncer 1986:361). Mumyalık mekânının gök ve hükümdarlık sembolü olan
şemsiye tonozu, bir yandan orta desteği çadırların ortasından çıkan destek-
le ve gökle yeri bağladığına inanılan kozmik eksenle özdeşleştirmekte diğer
yandan, kozmik merkeze vurgu yapmaktadır. İyi ruhların gökyüzünde kötü
ruhların yeraltında oturduklarına inanan Altay toplumlarının ritüellerinde, ça-
dırların tepesinde bulunan ve gök kapısı olarak adlandırılan açıklık, Gök Tan-
rı ile ilgili olmakta; çadırın ortasında bulunan kayın ağacından yapılmış orta
desteği kullanan şamanın, gökyüzüne kurban edilmiş bir atın ruhuyla birlikte
her katta bir tur yaparak bu ağacın etrafında yatay ve düşey spiraller oluştura-
6 Emel Esin (2001), a.g.e., s.29-33’de, gök ile ilişkili somutlaşmış simgeler arasında 1, 3, 7,
9 gibi tek sayılar, şemsiye, hükümdar çadırı, yemiş veren ağaç, dağ gölü ortasında bulunan
kubbesel yükseklik ve kubbe temalarının bulunduğu; Emel Esin (1971), s.162’de, çadır ve
günlüğün (şemsiye) hükümdarlık sembolü oldukları belirtilmektedir.
7 Emel Esin (1985), Türk Kültür Tarihi İç Asya’daki Erken Safhalar, Ankara: Atatürk
Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Kültür Merkezi yayını, s. 3-4’de gök kubbenin
Altay Türklerinin altın, Moğolların demir kazık olarak adlandırdıkları kendisine bağlı Kutup
Yıldızı etrafında döndüğüne, burçları taşıdığı sanılan büyük çark şeklindeki çığrı/ekliptiğin,
gök kubbenin dönmesine dik olarak bir diğer dönüşü gerçekleştirdiğine; insan ruhunun
semavi, vücudunun toprağa bağlı olduğuna inanıldığı belirtilmektedir.
Canan PARLA 253
10 Annemarie Schimmel (1998), s.137’de altı sayısının, bu dünyayı içinde hapis oldukları
altı yüzlü kübik bir mağaraya benzeten Ortaçağ İslam gizemcileri ve şairleri için de çok
önemli olduğu belirtilmektedir.
Canan PARLA 255
alemi ile madde dünyasını ve insan ile Tanrı’yı birbirinden ayıran kutlu bir
kapı olarak tasavvur edilirdi (Ögel 2002-II: 170).
Portal alınlığının bezeme kompozisyonuna, geometrinin kurallarına bağ-
lı olarak daha da soyutlaştırılmış olmakla birlikte mitolojik ilksel çekirdeği-
ni koruyan bir evren imgesinin işlendiği ileri sürülebilir. İslam dünyasında
Mühr-ü Süleyman adıyla anılan ve cennetten getirildiğine inanılan Hz. Sü-
leyman’ın mühür yüzüğünde bulunan altı köşeli yıldızın Tanrı’yı temsil eden
bir çeşit tılsım, güç, iktidar ve saltanat simgesi olarak kabul edildiği (Türeli
2011:96-97); gücünü Kur’an-ı Kerim’den alan bu sembolün kemerlerin çök-
memesi için kemerlerde, cesedlerin çürümemesi için mezarlarda tılsım olarak
kullanıdığı hatırlanırsa (Bayram 1993:66), özellikle portal alınlığında cen-
net sembolü altıgen içerisinde yer alması anlam kazanır. Bu evrensel biçim,
Heremetik gelenekte, köşeleriyle birer gezegeni, ortasıyla güneşi temsil ede-
rek gök yüzüne gönderme yapan bir evren sembolü (Türeli 2011:85); sonsuz
anlam potansiyeline sahip olarak Musevilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlıkta
mükemmelliğin sembolü ve mükemmel denge anlamlarında da kullanılmıştır
(Critchlow 1995:58,150).
Kümbetin portal ve diğer cephelerini çevreleyen bezemeli şeritlerinden,
kare içerisinde eş kollu haç (Resim:4, Çizim:5) motifi bulunanında, haç kol-
larının, mezkezdeki daire biçimli iç bükey çukurdan çıkarak dışarı doğru ge-
nişlemeleri, motifin bir merkez etrafında biçimlendiğini göstermektedir. Haç
kollarının merkezlerindeki çukurlarla kolların içerisinde bulundukları karenin
köşeleri arasında kalan üçgen yüzeyler, kompozisyona bir merkez etrafında
dönecekmiş gibi hareket imâ eden bir ifade yüklemektedir. Kompozisyonun
ortasındaki dört düğümlü, dört evresi belirtilmiş dairelerle Ay, Ay dolayısıyla
devir içeren bir kozmik zaman (Parla 2010:287), yeryüzü ve gökyüzü sem-
bolleri olan kare ve haç11 motifleriyle yer-gök ikilisinin yanısıra döngü içe-
ren gökyüzü, kompozisyonun tamamında Kutadgu Bilig’de de sürekli olarak
tekrarlandığı gibi, evrenin içinde bulunduğu döngü ya da devir anlatılmak
istenmiş olmalıdır. Kainat/evren sembolü olarak kabul edilen çadırlardan il-
hamını alan kümbetin cephelerini çevreleyen bu bezemeler ayrıca, kümbetin
simgesel içeriğini tamamlamaktadır.
Cepheleri çevreleyen bezeme şeritlerinden çivi motifli olanlar (Resim:5;
Çizim:6), gökyüzünü tepede sabitlediğine inanılan Kutup Yıldızı’ndan (al-
tın kazık) başka gökyüzünün bozulmasın diye sınırlarının da demir çiviler
11 Emel Esin (1972), S.314’de; eş kollu haç motifinin Çu devrinde gökyüzünün, Uygurlarda
dört yönün sembolü olarak kullanıldığı belirtilmektedir.
256 Eski̇ Türk Kozmoloji̇ si̇ nden Bi̇ r Mengücekli̇ Kümbeti̇ ne Yansıyanlar
Kaynakça
Ali Kemali (1992), Erzincan Tarihi, Coğrafi, Toplumsal, İdari, İhsai İnce-
leme Araştırma Tecrübesi, 2. Baskı, İstanbul:Kaynak Yayınları.
Arık, Oluş (1967), “Erken Devir Anadolu-Türk Mimarisinde Türbe Bi-
çimleri”, Anadolu (Anatolia), XI, s.57-117.
Bakırer, Ömür (1981), Selçuklu Öncesi veSelçuklu Dönemi Anadolu Mi-
marisinde Tuğla Kullanımı I-II, Ankara:ODTÜ Yayınları.
Bang, J. W.-Gabain, Annemarie (1929-1934), Türkische Turfan Texte I,
Berlin:Verl der Akad der Wiss.
Bayburtluoğlu, Zafer (1993), Anadolu’da Selçuklu Dönemi Yapı Sanatçı-
ları, Erzurum:Atatürk Üniversitesi Yayınları.
Bayram, Sadi (1993), “Mühr-ü Süleyman ve Türk Kültürü’ndeki Yeri”
“Sanat Tarihinde İkonografik Araştırmalar”, Güner İnal’a Armağan, Anka-
ra: Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Armağan Dizisi: 4, s.67-72.
Critchlow, Keith (1995), İslamic Patterns, an Analytical and Cosmologi-
cal Approach, 2. Baskı, Slovenia:Thames and Hudson
El-Kaşgari, Mahmud (2007), Divanü Lugati’t-Türk, çev: Serap Tuba Yur-
teser ve Seçkin Erdi, İstanbul:Yaylacılık Matbaacılık San. Tic. Ltd. Şti.
Eliade, Mircea (1992), İmgeler Simgeler, çev: Mehmet Ali Kılıçbay, An-
kara: Gece Yayınları.
Eliade, M.(1995). Le chamanisme et les techniques archaiques de l’extase,
France.
Esin, Emel (1971), “Türk Kubbesi (Gök-Türklerden Selçuklulara Kadar)”,
Selçuklu Araştırmaları Dergisi III, s.159-182.
Esin, Emel (1972), “KÜN-AY” (Ay-Yıldız motifinin proto Türk Devrinden
Hakanlılara Kadar İkonografisi)”, VII. Türk Tarih Kongresi, C.I, s.313-361.
Esin, Emel (1985), Türk Kültür Tarihi İç Asya’daki Erken Safhalar, An-
kara:Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Atatürk Kültür Merkezi
Yayınları.
Esin, E.(2001). Türk Kozmolojisine Giriş, İstanbul:Kabalcı Yayınevi.
Ocak, A.Y.(1983). Bektaşi Menâkıbnâmelerinde İslam Öncesi İnanç Mo-
tifleri, İstanbul:
258 Eski̇ Türk Kozmoloji̇ si̇ nden Bi̇ r Mengücekli̇ Kümbeti̇ ne Yansıyanlar
Orkun, H. Namık (1994), Eski Türk Yazıtları, Ankara: Atatürk Kültür, Dil
ve Tarih Yüksek Kurumu, Türk Dili Kurumu Yayınları.
Ögel, Bahaeddin (1991), “Türklerde Tuğ ve Bayrak (Hunlardan Osmanlı-
lar’a)” Türk Kültür Tarihine Giriş, C.6, Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı
Yayınları.
Ögel, Bahaeddin (1993), Türk Mitolojisi (Kaynakları ve Açıklamaları ile
Destanlar), C.I, 2. Baskı, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi.
Ögel, Bahaeddin (2002), Türk Mitolojisi (Kaynakları ve Açıklamaları ile
Destanlar), C.II, 2. Baskı, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi.
Önkal, Hakkı (1996), Anadolu Selçuklu Türbeleri, Ankara: Atatürk Kültür,
Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Kültür Merkezi Yayını.
Parla, Canan (2010), “Kemah Mengücek Gazi Kümbeti’ne İkonografik
Yaklaşım”, Erdem Dergisi, C.58, s. 269-290.
Roux, Jean-Paul (1995), Türklerin Tarihi Büyük Okyanus’tan Akdeniz’e
İki Bin Yıl, Çev: Galip Üstün, 4. baskı, İstanbul: Doğan Yayın Holding A.Ş.
Sakaoğlu, Necdet (2005), Türk Anadolu’da Mengücekoğulları, İstanbul:
Yapı Kredi Yayınları.
Schimmel, Annemarie (1998), Sayıların Gizemi, Çev.: Mustafa Küpüşoğ-
lu, İstanbul: Kabalcı Yayınevi.
Sönmez, Zeki (1989), Anadolu Türk-İslam Mimarisinde Sanatçılar, Anka-
ra: TTK Basımevi.
Sümer, Faruk (1990), Selçuklular Devrinde Doğu Anadolu’da Türk Bey-
likleri, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi.
Stein, Rolf A (2001), Le Monde En Petit Jardins En Miniature et Habitati-
ons Dans La Pensée Relıgıeuse D’Extréme-Orient, Paris: Flammarion.
Tarcan, Halûk (2006), Tarihin Başladığı Ön-Türk Uygarlığı Resmi Tarihin
Çöküşü, İstanbul: Töre Yayın Grubu.
Tuncer, Orhan Cezmi (1981), “Doğu Yönünün Türk Kültüründeki Yeri
ve Mezar Mimarimize Etkisi”, VIII. Türk Tarih Kongresi, Kongreye Sunulan
Bildiriler, C.II, s. 915-919.
Tuncer, Orhan Cezmi (1986), Anadolu Kümbetleri 1-Selçuklu Dönemi,
Ankara: Güven Matbaası.
Canan PARLA 259
Darhan KYDYRALİ1
Türk Dili Konuşan Ülkeler İşbirliği Konseyi veya diğer bir ifadeyle Türk
Keneşi adına sizlere bugün Eskişehir’de hitap etmekten büyük onur duyuyo-
rum. 2013 Yılı Türk Dünyası Kültür Başkenti olan Eskişehir’de birçok önem-
li etkinliğe eş zamanlı olarak imza atılmaktadır. Böylece Eskişehir’in sahip
olduğu kültürel ve bilimsel miras geniş kitlelerle buluşma şansı bulmaktadır.
Bu bağlamda, böyle bir toplantının Eskişehir’de gerçekleştiriliyor olmasının
konusu ve zamanlaması açılarından ne kadar isabetli olduğunu belirtmek is-
terim. Bu kapsamda, toplantıyı düzenleyenleri isabetli seçimleri için tebrik
ederim.
Keneş 2009’da kurulduğundan bu yana eğitim alanında dört üye ülkemiz
olan Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan ve Türkiye arasında eğitim alanın-
daki işbirliğini geliştirmeye devam etmektedir. Nitekim 2012 yılında gerçek-
leştirilen Eğitim Bakanları ve Kültür Bakanlıkları ilk toplantılarının ardından
düzenlenen Devlet Başkanları Zirvesi’nin ana konusu da “Eğitim, Kültür ve
Bilim sahalarında işbirliğinin geliştirilmesi” olmuştur.
Bu çerçevede, Devlet Başkanlarının talimatları doğrultusunda hem lise,
hem üniversite düzeyinde sözkonusu işbirliğinin artarak devam ettirilme-
si hususunda çalışmalarımızı hızlı bir şekilde sürdürüyoruz. Bu çerçevede,
çalışmalarımızı ilgili devlet makamlarının yanısıra çok sayıda üniversite ve
ilişkili kurumlarımız olan TÜRKSOY, TÜRKPA ve Türk Akademisi ile eşgü-
düm içerisinde yürütüyoruz. Danışma organımız olan Aksakallar Keneşi’nin
değerli mensupları tarafından sözkonusu projelerimiz en yüksek seviyede
destekleniyor.
Geçtiğimiz yılın Ağustos ayında Kırgızistan’da gerçekleştirilen ilk Eğitim
Bakanları Toplantısında, Türk Keneşi Eğitim Bakanları Konseyi’nin kurul-
masına ve Türk Üniversiteler Birliği’nin ihdas edilmesine ilişkin önemli ka-
rarlar alınmıştır. Bununla birlikte Bakanlar Konseyi toplantısında ortak tarih
ders kitabı, ortak edebiyat ders kitabı, ortak alfabe gibi önemli konular görü-
şülmüştür.
Sizlere kısaca bahsettiğim, gelenekselleşen çalışmalarımızın bir devamı
olarak, Eğitim Bakanları Konseyi’nin 2. Toplantısı’nın bu ayın sonuna doğru
1 Prof. Dr., Türk Konseyi (Keneşi) Genel Sekreter Yardımcısı/Kazakistan
262 Türk Keneşi ve Türk Dünyasında Eğitim İşbirliği
Üniversiteler Birliği
Bu noktada çalışmalarımızın önemli bir meyvesi olan ve Eskişehir Os-
mangazi Üniversitesi’nin de kurucu üye olarak içinde bulunduğu Türk Üni-
versiteler Birliği’nden kısaca bahsetmek istiyorum. 2013 yılında İstanbul ve
Bişkek’te gerçekleştirilen toplantıların ardından Türk Üniversiteler Birliği ve
Yükseköğretim Alanı Oluşturma Yönergesi 15 kurucu üye üniversite tarafın-
dan kabul edilmiştir.
Kurucu üyeleri; Azerbaycan’dan Azerbaycan Mimarlık ve İnşaat Üni-
versitesi, Azerbaycan Tıp Üniversitesi ve Bakü Devlet Üniversitesi; Kaza-
kistan’dan A.Yesevi Uluslararası Kazak Türk Üniversitesi, Al-Farabi Kazak
Milli Üniversitesi, L.N. Gumilyev Avrasya Milli Üniversitesi, Nazarbayev
Üniversitesi; Kırgızistan’dan Hüseyin Karasayev Bişkek Bilimler Üniversite-
si, Kırgızistan Türkiye Manas Üniversitesi, Uluslararası Kırgızistan Üniversi-
tesi, Balasagun Kırgız Milli Üniversitesi; Türkiye’den Atatürk Üniversitesi,
Ege Üniversitesi, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi ve İstanbul Üniversitesi
olan Birliğin ilk dönem başkanlığını hâlihazırda Atatürk Üniversitesi yürüt-
mektedir.
Birliğin genişleme süreci Birliği kuran resmi belge niteliğinde olan Yöner-
ge’de birtakım kurallara bağlanmıştır. Ortak tarih, kültür ve dil mirasından
hareketle Türk dünyasında dostluk ve işbirliğini geliştirmek için üye ülke-
lerin yükseköğretim kurumları arasında işbirliğinin sağlanması kapsamında
belirlenen hedefler sözkonusu Yönerge’de kaydedilmiştir.
Ortak kimlik ve kültür bilincine sahip nesiller yetiştirilmesi; öğrenci ve
öğretim elemanı hareketliliğin teşvik edilmesi konusunda gerekli düzenle-
melerin yapılması; yükseköğretim programları ve üye üniversitelerin dip-
lomalarını karşılıklı tanınması sözkonusu hedefler arasında yer almaktadır.
Başlatılan bu sürecinin adı ise “Orhun Süreci” olarak belirlenmiştir. Yönerge
Türkiye Cumhuriyeti YÖK Başkanı’nın da katılımıyla bu ayın sonunda ger-
çekleştirilecek olan Türk Keneşi Eğitim Bakanları Toplantısı’nda onaylan-
masının ardından yürürlüğe girecektir. Bu toplantının akabinde de, yani 6-8
Kasım günleri arasında Eskişehir Osmangazi Üniversitesi’nde Birliğe üye
üniversitelerin temsilcilerinin katılımıyla ilk çalıştayı gerçekleştireceğiz.
Bildiğiniz gibi Avrupa Birliğinin değişim programı olan Erasmus zaman
içinde evrilerek gelişmiştir. Etnik köken, dil ve mezhep bakımından farklı
Darhan KYDYRALİ 263
olan Avrupa ülkelerinin yapabildiğini aynı köklere, dile ve kültüre sahip ol-
duğumuz için bizler elbette daha hızlı ve başarılı bir şekilde uygulayabiliriz.
Aslında ülkelerimiz 20 yılı aşkın bir süredir öğretim elemanı ve öğrenci deği-
şimlerini zaten gerçekleştiriyor. Devletlerimizde başarılı gençleri yurtdışında
burslu okutmaya yönelik programlar mevcut. Mesela, Kazakistan Cumhur-
başkanının himayesindeki Bolaşak programı 1992’den beri yürürlüktedir.
Benzer programlar Azerbaycan ve Türkiye’de de var. Yani gerekli bilgi ve
tecrübeye sahibiz. Ayrıca bugün üye devletlerimizin hepsi şu veya bu şekilde
Bologna süreciyle temas halindedir. En önemlisi ise Devlet Başkanlarımızın
yani siyasi iradenin bu konudaki çalışmalarımıza olan desteği tamdır. İşte
tüm bunlar Birliğimiz çerçevesinde titiz bir şekilde tasarlanmış iyi bir ortak
değişim programını hazırlamamıza ve yürürlüğe koymamıza imkân sağlıyor.
Dolaysıyla bu çalıştayın, teknik açılardan Birliğin geleceğine yön verece-
ği yadsınamayacak bir hakikattir. Geçtiğimiz ay Gebele’de gerçekleştirilen
Türk Keneşi Zirvesi’nde Sayın Devlet Başkanları Birliğin hedeflerinin ger-
çekleştirilmesi için tedbirler alınması hususunda ilgili Bakanlıkları ve ilgili
kurumları görevlendirmiştir. Bu çerçevede, üye üniversitelerin Sayın Cum-
hurbaşkanlarının talimatlarını büyük bir itinayla yerine getirmekte olduğunu
vurgulamak isteriz.
Türk Üniversiteler Birliğiyle alakalı ilave edilmesi gereken bir diğer husus
da Birlik bünyesinde gençlerimizin seslerini duyurabilmeleri ve kaynaşmala-
rı maksadıyla bir Öğrenci Kurulunun kurulacağıdır.
Öte yandan, Orta öğrenim ve lise düzeyinde öğrenci değişim programları
da Türk Keneşi’nin gündeminde olan diğer bir konudur. Nisan ayında gerçek-
leştirilen Eğitim Bakanlıkları Kıdemli Memurlar Birinci Toplantısı’nda bu
yönde Türkdildeş ülkeler arasında lise düzeyinde öğrenci değişim program-
larının tesis edilmesini teminen gerekli çalışmalar yapılması yönünde tavsiye
kararı alınmıştır.
Bununla birlikte, okullar için ortak tarih ve edebiyat kitaplarının hazır-
lanması üzerinde titizlikle durduğumuz bir diğer projedir. Bu proje, Sayın
Devlet Başkanları tarafından da her fırsatta dile getirilmektedir. Bu bağlamda
14 yüzyıla kadarki ortak tarihimiz ile yüzyılları aşan ortak edebiyatımızın
gün yüzüne çıkarılabilmesi için çalışmalarımızı büyük bir içtenlikle sürdü-
rüyoruz. Bu projeleri, ilişkili kurumumuz olan Türk Akademisi’yle birlikte
yürütüyoruz. Nitekim, Devlet Başkaları Gebele Zirvesi’nde Türk tarihi ve
edebiyatı üzerine ortak ders kitapları düzenlenmesi de dahil olmak üzere, eği-
tim alanında mevcut işbirliğinin gündemini ilerletmek için gerekli adımların
264 Türk Keneşi ve Türk Dünyasında Eğitim İşbirliği
Derya DATLI 1
Giriş
Dünya üzerinde yaklaşık on iki milyon kilometrekare gibi geniş bir coğ-
rafyaya yayılmış olan ve en çok konuşana sahip dillerden biri olan Türkçenin
söz varlığının çeşitli kaynakları vardır. Türk dilinde başlıca kelime yapma
yolları mevcut kök ve eklerle yeni kelimeler türetme, birleşik kelime yapma,
arkaik kelimeleri canlandırma ve yabancı dillerden kelime almadır. Türkçe-
nin genel işleyişi göz önünde bulundurulduğunda, yabancı dillerden kelime
alınmasının dile yeni kelimeler kazandırma hususunda sıkça başvurulan işlek
bir yol olduğu görülmektedir.
Dilimize yabancı dillerden kelime girmesi, tarih boyunca başka milletler,
dolayısıyla da kültürlerle ilişkide bulunmamızın tabii bir sonucudur. Türkçe-
ye yabancı kelimelerin ilk girişi Eski Türkçe devresinde Çince, Sanskritçe,
Soğdca, Toharca vb. dillerden kelimeler girmesiyle gerçekleşmiştir. Ancak
asıl hatırı sayılır ölçüde yabancı kaynaklı kelime girişi İslamiyet’in kabulü-
nün ardından görülmektedir.
Türklerin İslam kültür ve medeniyeti dairesine dâhil olmasıyla birlikte
Türkçeye Arapça ve Farsça kelimeler yoğun şekilde girmeye başlamıştır. Bu
yabancı unsurların dilin yapısını bozmasının engellenmesi ve dilin genel işle-
yişi içersinde “yabancı” olarak varlık göstermemesi amacıyla, bu kelimeleri
Türkçeleştirme yoluna gidilmiştir. Hâkim dil olan Türkçe, yabancı dillerden
giren bu kelimeleri yapım ekleri vasıtasıyla Türkçeleştirmektedir.
iller türetmesidir. -la- / -le- eki yabancı dillerden dilimize kelime girişinde
bir köprü vazifesi görmektedir. Başka bir dilden, dilimize giren kelime -la- /
-le- eki vasıtasıyla Türk hüviyeti kazanmaktadır.
-la- / -le- ekinin Türkçeleştirme fonksiyonunu en iyi biçimde, dilimize
yabancı kelime girişinin kendini iyiden iyiye hissettirmeye başladığı Batı
Türkçesinin ilk devresi olan Eski Anadolu Türkçesi metinlerinden takip ede-
bilmekteyiz. Bu sebeple Dede Korkut Hikâyeleri, Hamzanâme (Hamzavî),
Süheyl ü Nevbahar (Hoca Mesud), Destān-ı Yūsuf (Şeyyad Hamza), Târîh-i
İbn-i Kesîr Tercümesi (Şirvanlı Mahmud), Kemâliyye (Şirvanlı Mahmud),
Vasiyyetnâme (Birgili Muhammed Efendi), Kenzü’l-Küberâ ve Mehekkü’l-U-
lemâ (Şeyhoğlu), Gülistan Tercümesi (Mahmūd bin Kādi-i Manyās), Mirac-ı
Nebi (Arif) gibi Eski Anadolu Türkçesi devresinin karakteristik özelliklerini
yansıtan eserler taranarak ekin bu özelliği ortaya konulmaya çalışılmıştır.3
Çü bu kubbe vü havzı vü tahtı ol
‘Acebleyiben bir zamān bahdı ol (SN4-502)
‘Aceblediler ol yiyesileri
Şu döşekleri vü giyesileri (SN-842)
‘Aceblemenüz her ki ‘ışka uya
Meseldür kilimin bıragur suya (SN-1445)
Çayır otlaya tokıyasız kazuh
Turu turu hamlamış ola yazuh (SN-3314)
Hikāyetledi hep hikāyetlerin
Didi tali’inden şikāyetlerin (SN-4651)
Hikāyetledi Nev-bahar anladı
Anı işidüp her biri tanladı (SN-4949)
Hikāyetledi vü didi kim buyur
Buyurasunı vü işümi kayur (SN-4968)
Ne kim yazdum ise dürüst olmadı
Nakışladugum hiç eyü gelmedi (SN-621)
3 Adı geçen metinlerde konuyla ilgili tespit edilen Arapça ve Farsça kelimelerin dizini
makalenin sonunda yer almaktadır.
4 Hoca Mesud’un Süheyl ü Nevbahār adlı eseri çalışmamızda bu kısaltmayla yer almaktadır.
Derya DATLI 269
12 Ölüyü ilaçlamak.
13 Dede Korkut Kitabı çalışmamızda bu kısaltmayla yer almaktadır.
14 Kaftan giydirmek.
272 -La- / -Le- İsimden Fiil Yapma Ekinin Türkçeleştirme Fonksiyonu
2. 1. -laş- / -leş-
Adı geçen metinler üzerinde yapılan taramada -la- / -le- isimden fiil yapma
ekinin -ş- işteşlik ekiyle genişletilmiş şeklinin Eski Anadolu Türkçesi metin-
lerinde çokça yer aldığı görülmektedir.
Arada bir dilenci dahı yok hey dirig, diyüp birbirleriyle helāllaşup turdı-
lar. (HN-II.c.-51a/5)
Şehzādeler de şāhla vedā‘laşup, çādırlarına gelüp, birkaç gün yol tedārigin
görüp, Safvān dahı Hümā’yı alup bir gün bunlar bir kezden revāne oldılar.
(HN-II.c.-54a/1)
Çün işitdiler bular uşbu düşi
‘Acebleşür tanlaşurlar bu işi (DY-2b/32)
Agu virsün Melik Reyyāna sāki
Hem ittifāklaşsun hon-salār dahı (DY-22a/620)
Hakk-ı ‘abd ise helālleşüp hakku’l-lāh ise kazāsı ve keffāreti olanın kazā-
sın ve keffāretin itmekdür. (VN-25a/9)
… anun-ıla dahı bi-‘aynihi bu resme söyleşdi ve cevāblaşdı. (TİKT-
175a/18)
Ādem-ile Mūsā Allah katında huccatlaşdılar. (TİKT-35b/14)
Bunları gördüginde haberleşdi, görelüm hanum ne haberleşdi. (DKK-
95/5)
15 Arif’in Mirāc-ı Nebi adlı eseri çalışmamızda bu kısaltmayla yer almaktadır.
Derya DATLI 273
2. 2. -lan- / -len-
-la- / -le- ekinin -n- dönüşlülük ekiyle genişletilmiş şeklinin söz konusu
Eski Anadolu Türkçesi metinlerinde sıklıkla yer aldığı görülmektedir.
Ey nā-bekar öğlen ne ‘aceb gururlanursun.(HN-III.c.-26b/9)
Kızını hamama koyup bana karşu göndermiş safālansun diyü. (HN-III.c.-
91b/4)
Her nesneyi ki bilmezdüm anı sormakdan ‘arlanmadum, sordum. (GT-
75a/14)
Anun va‘zından devletlenüp müstefid olasın. (GT-29a/11)
Anda olasın ve hem dahı senün berekātun-ıla fāyideleneler. (GT-27a/14)
Eger yar beni depelemege kasd idesi olursa sen dimegil ki ben can-içün
gussalanam. (GT-6b/7)
Nice tekebbürlenüp geçmiş devletüni tasavvur idersin. (GT-53a-3)
Seyyid öninde turalar zārlanup
Bu nişāndan zinhār deyü ‘ārlanup (DY-28a/807)
Gönli ferāhlandurur, ta‘āmı hazm itdürür, zihni kavi eyler. (KML16-
21b/12)
Yimişleri çok yimek, ense üzerine çok yatmak, ġussalanmak, melūl olmak.
(KML-5a/4)
Ġussalanmak bir yıllık kuvvat giderür. (KML-5b/1)
…nefesi kuvvatlandurur, gönli ferah eyler ve safradan olan kusmagı ve
hem safradan olan ishāli zāyıl eyler. (KML-20a/11)
… pervāz ura ve celvelene hemān-dem ‘acz ve fenā ayagınun karalıgına
nazar kıla…(KKMU-51a/10)
… gönli tasfiye terbiyetiyle saykallu dutmakdur ve rūhı cilālandurmak-
dur. (KKMU-100a/3)
… gazab vaktında ki hak görici gözler ve hak işidici kulaklar hicāblanur
nesene dimeye. (KKMU-78a/7)
17 Ahlaklanmak.
18 Payidarlaşmak, ebedileşmek.
Derya DATLI 275
Sonuç
Bilindiği üzere dilimize yabancı dillerden kelime alma yollarından biri de
birleşik fiil grubu oluşturmaktır. Ancak birleşik fiil grubu oluşturulurken ya-
bancı kelimenin orijinal yapısını koruması, bir başka deyişle de “yabancı”-
lığını hissettirmesi söz konusudur. emr it-, zann it-, ta‘zîm et-, ta‘accüb et-,
‘izzet it- gibi. -la- / -le- isimden fiil yapma ekinin söz konusu Türkçeleştirme
özelliğiyle hem yabancı kelimelerin Türkçeye giriş yollarından biri olan an-
cak birleşme esnasında kelimelerin orijinal şekilleri korunduğu için yaban-
cılıkları hissedilen birleşik fiil grubu yapma gereksinimini kısmen ortadan
kaldırdığı hem de yabancı kelimelere millî bir hüviyet kazandırdığı görül-
mektedir.
bend eyle- / bendle-
da‘va it- / da‘vile-
gazâb it- / gazâbla-
ihsân it- / ihsânla-
ta‘accüb et- / ta‘accüble-
-la- / -le- eki sadece Eski Anadolu Türkçesi devresi ve sonrasında Arap-
ça ve Farsça kelimelerin Türkçeye girişinde pasaport vazifesi görmekle kal-
mamış, dilimize Batı kaynaklı kelimelerin girişinde de aynı Türkçeleştirme
fonksiyonunu devam ettirmiştir. aforozla-, etiketle-, gazla-, klorla-, kodla-,
kotla-, kredile-, jelatinle- jurnalle- gibi. Ekin bu özelliği, Türkçenin her dev-
resinde işlek şekilde kullanıldığını ve dilin millî kimliğini muhafaza etmesin-
de önemli bir rol oynadığını göstermektedir.
276 -La- / -Le- İsimden Fiil Yapma Ekinin Türkçeleştirme Fonksiyonu
Bibliyografya
Datlı, Derya, Hamzanāme-II. Cilt (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi),
İstanbul Üniversitesi, 2009.
Devellioğlu, Ferit, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lugat, Aydın Kitabevi
Yayınları, Ankara, 2000.
Dilçin, Cem, Süheyl ü Nevbahar, TDK Yayınları, Ankara, 1991.
Dilçin, Cem, Yeni Tarama Sözlüğü, TDK Yayınları, Ankara, 1983.
Dilek, Sunay, Hamzanāme-III. Cilt (Yayınlanmamış Doktora Tezi), İstan-
bul Üniversitesi, 2012.
Duman, Musa, Vasiyyetnāme, R Yayınları, İstanbul, 2000.
Eminoğlu, Emin, Destān-ı Yūsuf, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul, 2008.
Ergin, Muharrem, Dede Korkut Kitabı-I, TDK Yayınları, Ankara, 2004.
Ergin, Muharrem, Dede Korkut Kitabı-II, TDK Yayınları, Ankara, 1997.
Ergin, Muharrem, Türk Dil Bilgisi, Bayrak Yayınları, İstanbul,2000.
Faik Reşad-Ali Nazîmâ, Mükemmel Osmanlı Lügati, TDK Yayınları, An-
kara, 2002.
Gabain, A. Von, Eski Türkçenin Grameri, TDK Yayınları, Ankara, 2003.
Hacıhaliloğlu, Enver, Bir Eski Anadolu Metni Mirac-ı Nebi Üzerinde Gramer
İncelemesi, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), İstanbul Üniversitesi, 2006.
Kanar, Mehmet, Örnekli Etimolojik Osmanlı Türkçesi Sözlüğü, Derin Ya-
yınları, İstanbul, 2003.
Özkan, Mustafa, Gülistan Tercümesi, TDK Yayınları, Ankara, 1993.
Şemseddin Sami, Kamus-ı Türkî, Çağrı Yayınları, 2004, İstanbul.
Türkçe Sözlük, TDK Yayınları, Ankara, 2005.
Ünlü, Mahir, Öz Türkçe Sözlük, İnkılâp Kitabevi, İstanbul, 1989.
Yavuz, Kemal, Kenzü’l-Küberā ve Mehekkü’l-Ulemā, TDK Yayınları, An-
kara, 1991.
Yelten, Muhammet, Kemāliyye, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Yayınları, İstanbul, 1993.
Yelten, Muhammet, Tarih-i İbn-i Kesir Tercümesi, TDK Yayınları, Ankara,
1998.
Satır Arası Tercümelerin Türkçeye Etkisi
Emek ÜŞENMEZ 1
Bu tercümeler genellikle satır altı olup bire bir kelime karşılıkları veril-
miştir. Bilindiği üzere ilk Kur’an tercümesi Farsçaya olmuştur. Rivayetle-
re göre, bu tercüme işlemi Hz.Peygamber dönemine kadar götürülmektedir.
(Ata, 2004:IX)
“Kur’an’ın bütün olarak Farsçaya ilk tercümesi ise Samanîler devrinde
(875-999), hükümdar Samani Mansur İbni Nûh (hükümranlığı 961-976)’un
buyruğu üzerine Buhara’da yapılmış ve bunda Taberî’nin hacimli Kur’an
Tefsiri esas alınmıştır. Bu tercüme metni herhangi bir ek açıklamaya yer ver-
meksizin kelime kelime yapılan bir tercümedir.” (Ata, 2004:IX)
Fuat Köprülü, Kur’an’ın ilk Türkçe tercümesinin XI. yüzyılın ilk yarısında
yapıldığını belirtmektedir. (Köprülü, 2004: 188)
Kur’an-ı Kerim’in ilk Türkçe tercümesinin kim tarafından, ne zaman, ne-
rede yapıldığı ne yazık ki bilinmemektedir. Bazı bilim adamları ilk Türkçe
tercümenin de Farsça tercüme döneminde yapıldığını söyleseler de bu ifa-
deler henüz kesinlik kazanmamıştır. İslamî devir Türk edebiyatının ilk yazılı
eseri Karahanlılar döneminde 1069 yılında Balasagunlu Yusuf Has Hacip ta-
rafından yazılmış olan “Kutadgu Bilig” adlı eşsiz eserdir. Karahanlı Türkçe-
sinin yanı sıra Türk dil tarihine baktığımız zaman günümüze kadar seksen üç
adet tercüme yapıldığını görmekteyiz.2
“Kur’an-ı Kerim’in Anadolu Türkçesine tercümeleri, Selçuklular devle-
tinin dağılışından sonra kurulan beylikler devrinde başlamıştır. Bu ilk tercü-
meler, satır-arası kelime kelime tercümeden ziyade, tefsirli tercüme şeklinde
yazılmıştır. Bunlar umumiyetle kısa bazı surelerin tefsirleridir” (Topaloğlu,
1978: 2)
Kur’an, Türkçeye tercüme edilirken kullanılan yöntemlerden birisi de
Arapça kelimeye doğrudan karşılık vermek yerine, ayetlerin uzun cümlelerle
açıklanma şeklidir. (Topaloğlu, 1978: 3)
Kur’an tercümelerinde en sık kullanılan yöntem satır-arası adı verilen yol-
dur. Bu yöntemle Arapça kelimelerin her birisine Türkçe karşılık verilmiştir.
Her bir kelimeye karşılık vermek Türkçe kelime türetme ve ekleri işlek hale
getirmek için iyi bir yöntemdir fakat Türkçenin sentaks yapısını bozmaktadır.
Satır-arası yöntemi ile yapılan tercümeler XIV. yüzyıl, sonları ile XV. yüz-
menû: yıggan
merîz: sökel
luccet: tengiz ortası
lumezat: tan kılgan
mâhir: yargan
makâd: olturgu yir
kurbet: yawuzluk
kusvâ: yırakrak
kuvvât: katıg küç
âsim: yazuk kılgan
‘anet: emgek
‘azb: süçüg
‘aynâ: king közlüg
‘ammet: ata kız karındaşı
kündür. Zaten esma-yı hüsna’da Allah’ın adları için doğrudan karşılıklar ve-
rilmiştir. Peygamber için de birden fazla adlandırmaya rastlarız. Bu ifadeler
örneklerle çoğaltılabilir. Burada esas olan dilin esnekliği sayesinde değişik
kullanım biçimlerinin işlerlik sahasına konulabilmesidir. Bu itibar ile tercü-
melerin önemi Türkçe açısından bir kat daha artmaktadır denilebilir. Tabii
burada hedef adın vasıfları da bu adlandırmalar için temel teşkil etmektedir.
Mesela peygamberin çeşitli vasıflarına istinaden değişik adlandırmalar kulla-
nılmıştır:
Yalav/waç7
Idılmış
Hâs Yalav/waç
Resûl
Mürsel
Satır arası tercümeler yeni bir kültür dilinin oluşmasına da ortam hazırla-
mıştır. Bu oluşumun temelinde Kur’an tercümeleri vardır. Zaman içinde bu
tercüme faaliyetleri değişik bilim dallarına kaymıştır. Temelde Kur’an tercü-
meleri ile başlayan bu faaliyetler neticesinde genelde bir tercüme kültür dili
özelde ise Kur’an tercümesi dili oluşmuştur. Mustafa Özkan’ın konu hakkın-
daki görüşünü şöyle dile getirir:
“Türkçenin gerek Eski Türkçe, gerekse Orta Türkçe döneminde bilim, kül-
tür ve edebî dil olması yolunda büyük emek harcanmış, hem dinî hem de tıp,
hukuk, botanik vs. öteki bilimlere ait eserler Türkçeye çevrilirken, bu bilim-
lere ait terimlerin Türkçeleştirilmesine büyük özen gösterilmiştir. Türkçenin
sahip olduğu imkânlardan yararlanılarak, dile sokulan kavramalara ya doğru-
dan doğruya karşılıklar bulunmuş, ya da denk türetmeler yapılarak, dilin söz
dağarcığı zenginleştirilmeye çalışılmıştır. Böylece Türkçe bu dönemde iyice
işlenip yüksek anlatım gücüne sahip bir yazı dili durumuna gelmiştir” (Özkan
2008: 96).
Satır arası tercümelerde Arapça kelimeler için bulunan karşılıklar dil yö-
nünden çok sade ve anlaşılırdır. Zaten tercümelerin amacı herkesin okuduğu-
nu kolayca anlayabilmesidir. Bu meramla oluşturulan tercümelerin dili her
zaman için çağdaşı olan diğer eserlerden her zaman için sade ve anlaşılır ol-
muştur. Duru Türkçenin en güzel örneklerini bu tercümelerde görmek müm-
kündür:
7 Kelime örnekleri için bkz: Aysu Ata, Karahanlı Türkçesi-Türkçe İlk Kur’an Tercümesi,
TDK Yay., Ankara 2004.
Emek ÜŞENMEZ 287
leyl: dün8
fesad: azgunlık
cehalet: bilmezlik, bilmemeklik
mariz: sayru
hikmet: dürüst söz
müşrik: Tanrıya iki diyen
halik: yaradıcı
farik: ayırıcı
amir: buyurucu
eza: incinesi nesene
ufuk: yir gök kıranı
gafir: yarlıgayıcı
…….
Gâlib: Yinggen9
‘acel: ivmeklik
El-‘alîm: Bilgen
Âmir: buyurgan
Allâh: Tapunmakga sezâ
Ayet: açuk hüccet
‘azîm: ulug
Bahr: köp ulug suw
Besîr: körgen
Câhil: bilmegen
Dâru’l-âhirat: song sarây
Ednâ:astınrak
Elîm: iglig
Eşedd: katıg
Fâtih: hükm kılgan
8 Örnekler için bk. Ahmet Topaloğlu, Muhammed bin Hamza, XV. Yüzyıl Başlarında
Yapılmış Kur’an Tercümesi, II. Cilt, İstanbul 1978.
9 Örnekler için bk. Gülden Sağol, An Inter-Linear Translation of the Qur’an Into Khwarazm
Turkish, Part III: Introduction and Text, Harvard University, 1995.
288 Satır Arası Tercümelerin Türkçeye Etkisi
10 Kelime örnekleri için bkz: Aysu Ata, Karahanlı Türkçesi-Türkçe İlk Kur’an Tercümesi,
TDK Yay., Ankara 2004.
Emek ÜŞENMEZ 289
11 Örnekler için bk. Gülden Sağol, An Inter-Linear Translation of the Qur’an Into Khwarazm
Turkish, Part I: Introduction and Text, Harvard University, 1993.
290 Satır Arası Tercümelerin Türkçeye Etkisi
Kaynakça
ATA, Aysu (2004), Karahanlı Türkçesi-Türkçe İlk Kur’an Tercümesi,
Ankara: TDK Yay.
ATALAY, Besim, (1985), Divanü Lügati’t-Türk Tercümesi c.II, Ankara:
TDK Yay.
CAFEROĞLU, A. (2000), Türk Dili Tarihi I-II, İstanbul: Enderun Yay.
ERCİLASUN, Ahmet Bican, (2004), Başlangıçtan Yirminci Yüzyıla Türk
Dili Tarihi, Ankara: Akçağ Yay.
ERGİN, Muharrem, (2000), Türk Dil Bilgisi, İstanbul: Bayrak Yay.
GÖMEÇ, Sadettin, (1999), Kök Türk Tarihi, Ankara: Akçağ Yay.
292 Satır Arası Tercümelerin Türkçeye Etkisi
Emilia TEMİZKAN 1
1 Ankara Üniversitesi
2 Akdes Nimet Kurat, VI-XVIII. Yüzyıllarda Karadenizin Kuzeyindeki Türk Kavimleri ve
Devletleri, Ankara 1992, s.139.
3 Kryczynski S. A.g.e, s.11; Grygajtis K, Osadnictwo Tatarow hospodarskich w Wielkim
Ksiestwie Litewskim XIV-XVIII w, Rocznik Tatarow Polskich, Gdansk, 2003, s. 79.
294 1980 Sonrası Polonya Tatarlarının Kültürel Eğitim Süreci
5 Miskiewicz Ali, Legenda Tatarow Polskich. Tatarzy Polscy 1945-1990 ”, Bialystok 1993,
s. 11.
6 A.g.e, s. 13-14.
7 A. Drozd’un haritası. Meczety i parafie muzulmanskie na ziemiach dawnwj Rzeczypospolitej
od XIVw do 1939r .
296 1980 Sonrası Polonya Tatarlarının Kültürel Eğitim Süreci
aktarılan dini bilgilere sahip olan Tatar imamlar ders verirlerdi. İmamların
bilgi kaynağı genellikle XVIII ve XIX yy yazılmış olan Tatar el yazmalarıydı.
Orada yazılmış olan Tatar gelenekleri ve onların uygulamaları anlatılıyordu.
Kendimden örnek vermem gerekirse, din derslerine (1983 senesinde) 7 yaşın-
dayken başladım. En küçük öğrencilerdendim. Yaş grubumuz 7 den 17ye ka-
dardı. Hafta bir, Pazar günleri öğrencilerin evlerinde toplanıp: duaları, Kuran
okumayı, namaz kılmayı ve ona bağlı bütün uygulamaları öğreniyorduk. Ders
1,5 saat sürmekteydi. Zamanla Polonya’nın politikası değiştikçe azınlıkla-
rın durumu da değişiyordu. Din serbest bırakıldı. 1991 senesinde din dersleri
okulda ders olarak verilmeye başlandı. Tatarlara, belediyeye ait olan bir bina-
da ders din dersi verilmesi teklif edildi. Zaman geçtikçe değişimler daha da
derinleşiyordu. Din dersleri not olarak karneye taşınmaya başladığında Tatar-
ların din dersleri de değişime uğramıştır. Şimdiye kadar ders veren imamlar
ya da Tatar gençleri devletin resmî öğretmeni statüsünde ders vermeye ve
devlet maaşı almaya başladılar. İslam dini derslerini alan çocuklar, bu der-
lerin not olarak değerlendirilmesi hakkını kazandılar. Din dersleri okullarda
hafta sonu ya da hafta içi verilmeye başlandı. Zamanla sadece din derslerinin
konumu değil içeriği de değişime uğramıştır. Din derslerinin programı her za-
man öğretmenler tarafından düzenlenmiştir. İlk olarak imamların verdiği bu
dersler, 90lı yıllarda Arap ülkelerden gelen üniversite öğrencileri tarafından
verilmeye başlandı. Tatarlar, onların İslam konusunda daha bilgili olduğunu
düşündükleri için din öğretiminde onların yardımını kabul ettiler. Fakat za-
man geçtikçe Polonya Tatarlarını Arabize etmek istedikleri anlaşılınca, din
derslerini eskiden olduğu gibi genç Tatarlar vermeye başladılar. Ancak ister
istemez bazı eski geleneksel Tatar din uygulamaları unutuldu. Bugünkü din
derslerinin programı genel olarak sadece dinî pratikler üzerindedir. Tatarların
Polonya’daki tarihi ise sadece genel hatlarıyla ele alınmaktadır.
Tatar dini geleneklerini kaybetmemek için son zamanlarda eski Tatar el
yazmalarına daha fazla önem vermeye başlandı. El yazıları olan Kuran, tefsir,
hamail, kitap, tecvîd ve sufraları da unutmamak gerekir. Polonya Tatarları
için özellikle hamailler ve kitaplar çok büyük önem taşıyordu. Onların içinde
kendi geleneklerini ve tarihlerini muhafaza ediyorlardı. Her insanın hayatında
önemli olan merasimlerin bir anlatısı bulunmaktadır: Yeni doğan bebeğe isim
koyma, evlenme, cenaze ile ilgili Tatar gelenekleri nesilden nesile anlatıl-
maktadır. Bu el yazmaları çok ilginçtir; Arap harfleriyle üç dilde yazılmıştır.
Arapça duaların dışında bu duaların Türkçe ve Lehçe ya da Rusça’ya tercü-
meleri de bulunmaktadır. Ayrıca Arap alfabesiyle yalnız Lehçe geleneklerin
ve dinin ve dinî hikâyelerin anlatımı da mevcuttur. Bulunan en eski hamail
Emilia TEMİZKAN 297
8 Age, s. 65.
9 Drozd A, Dziekan MM, Majda T, Pismiennictwo i muhiry Tatarow polsko-litewskich,
Warszawa, 2000, s.12-36.
298 1980 Sonrası Polonya Tatarlarının Kültürel Eğitim Süreci
Kaynakça
Kurat, Akdes Nimet, VI-XVIII. Yüzyıllarda Karadenizin Kuzeyindeki
Türk Kavimleri ve Devletleri, Ankara 1992.
Drozd’un haritası. Meczety i parafie muzulmanskie na ziemiach dawnwj
Rzeczypospolitej od XIVw do 1939r
Drozd, A.,&Dziekan, MM, Majda T, Pismiennictwo i muhiry Tatarow pol-
sko-litewskich, Warszawa 2000.
Kamocki, J., Tatarzy polscy jako grupa etnograficzna, “Rocznik Tatarow
Polskich”, Gdansk 1993
Emilia TEMİZKAN 299
Emine GANİYEVA 1
Qırımtatar tiliniñ durumını belgilemek maqsadı ile biz mevcut olğan sotsi-
ologik çalışmalarnı kullandıq. 1997 yılında Migratsiya boyunca Milletlerarası
teşkilâtnıñ tehnik işbirliği Merkezi projesi çerçivesinde yapılğan araştırmada
qırımtatarları evde kendi aralarında rus tilini ana tili qadar sıq qullanğanları,
iş yerlerinde ve mekteplerde respondentlerniñ 64,7 % rus tilinde, 6,4 % qı-
rımtatar tilinde qonuşqanları bildirile (Emirova, 2008, s. 197).
Soñki zamanlarda sotsiolog R.C. Kurtseitov tarafından keçirilgen sorav-
larda «Siz hangi alanlarda qırımtatar tilini qullanasıñız?» sualine böyle ce-
vaplar alındı (Kurtseitov, 2010, ss. 32-54):
teşkil ete (Sadıqova, 2010, s. 12). Diger taraftan ise, ilim ve tehnika irişme-
leriniñ insanlarnıñ yaşayışına pek tez tatbiq etilmesi, çeşit zemaneviy tehno-
logiyalarnıñ inkişafı, insanlarnıñ tasil ve medeniy seviyeleriniñ yükselmesi,
terminlerni «mahsus leksika» sıñırlarından çıqarıp, cemiyette keniş qullanıl-
ğan vasta olıp qalmasına yol aça. Demek, bugünki künde terminologiya ya-
lıñız ilmiy tedqiqat obyekti olıp qalmay, onıñ siyasiy emiyeti de büyüktir.
Qırımtatar tiliniñ ilmiy terminologiyasını talil eter ekenmiz, onıñ işlenil-
mege ve artmağa muhtac olğanınıñ şaatı olamız. Yani bugün tilimizde qulla-
nılğan terminler ilim ve tehnika sahasınıñ çoq añlamlarını qavrap almay, bu
ise qırımtatar tilinde ilmiy araştırmalar yapılmasına büyük zorluqlar doğura.
Belli ki, her hangi tilniñ terminologik leksikası tematik sözlüklerde aksını
bula, böyle sözlükler til ne derece inkişaf etkeni obyektiv surette köstere.
Qırımtatar tiliniñ terminologik sözlüklerine kelince, bu sahada eñişlerden
daha artıq boşluq bardır. Aşağıdaki tablo farqlı alanlarda qırımtatar tilinin ter-
minologik sözlükleriniñ barlığı ve yoqluğu köstere:
Terminologik Tercimeli
Açıqlamalı
sözlükler Qırımtatarca-rusça Rusça-qırımtatarca
matematik _ _ _
himiya _ _ _
fizika _ _ _
coğrafiya _ _ _
biyologik _ _ _
felsefi _ _ _
astronomiya _ _ _
til bilgisi + _ +
edebiyat _ _ _
tehnikiy _ _ _
ıqtisadiy _ _
tibbiy + _ _
sport _ _ _
muzıka _ _ _
harbiy + _ _
304 Qırımtatar İlmiy Terminologiyasınınñ Zenginleştirmek Yolları ve Vasıtaları
çıqışında da ifade edilgen edi: «Biz traheya sözü yerine nefes yolu dep olur-
mız. Ne içün? Çünki bu söz nefes alıp bermege hizmet etken bir müçeniñ
adıdır. Nefes ve yol sözleri bizge belli. Yol sözüni de nefes keçe turğan kanal
manasında, mecaz olaraq qullana bilirmiz ki, olduqça tabiiy ve mantıqiy bir
termin olur. Aynı sürette rusça pisçevod sözüni alayıq: bu söz «aş kötürici»
demektir. Eger biz onı bir çoqlarımız yapqanı kibi tercime etmege oğraşsaq
külünç ve suniy bir uydurmacılıq olur. Bu söz yerine Qırımnıñ bir çoq yerle-
rinde boğaz, tamaq derler ki, hiç birisi aş yolu demek degildir. Lâkin bunıñ
yerine çöl tarafında qullanılmaqta olğan yeñyeç sözüni alsaq hem doğru, hem
yerinde qullanmış olurmız, bu ise uydurma olmaz; bu söz kitaplarımızğa kir-
gen soñ kimseniñ qulağına ters kelmez» (Lâtif-zade A., 1929, s. 17).
Körgenimiz kibi, milliy terminologiyanıñ zemaneviy alı ve inkişaf pers-
pektivasını belgilegende, keçmişteki alimlerniñ bu meselege nasıl isse
qoşqanları, olarnıñ kontseptsiyalarınıñ ögrenilmesi ğayet faydalıdır. Bu fikir
öz-özünden tilni terminlernen tekmillendirgende daha bir yolnıñ barlığı ve
onıñ mühimligini köstere. Bu – asırlar devamında şekillenip kelgen ilmiy
mirasnı ögrenmek, talil etmek yoludır. Professor I. Kerimovnıñ qayd etke-
nine köre, Rusiye milliy kütüphanelerinde büyük miqdarda qırımtatar tiline
ayit cenkten evel neşir etilgen ilmiy edebiyat, derslik ve metodik qullanmalar
saqlanıla (Kerimov, 2006, s. 4). Bu mağazalarda mevcut olğan tilşınaslıq, al-
gebra, geometriya, fizika, himiya kibi ilimler boyunca kitaplarnıñ barlığı endi
o yıllarda işlenilgen terminologiya olğanınıñ köstergiçidir. Bu menbalarnen
tanışmaq, olarda qullanılğan terminlerni cedvelge almaq, olarnıñ arasında
bugünki tilge kelişken soylarını seçip alıp, ilmiy apparatqa kirsetmek ğayet
faydalı ve muhim bir iştır.
Şimdiki ve cenkten evel neşir etilgen kitaplarda terminler yaratuvında keñ
qullanılğan usullardan biri – çeşit türlü söz yapıcı ve semantik kálkalar (kál-
ka – yabancı tilniñ söz ve söz birikmeleriniñ tuvğan til birlemleri yardımı ile
tercime etmek) yaratmaq usulıdır. Bu usul qırımtatar tiliniñ bütün söz yapıcı
vastalarından keniş faydalanmağa imkân yarata. Grammatika, matematika,
biologiya, tabiatşınaslıq dersliklerinde kálka usulınen meydanğa ketirilgen
terminlerniñ sayısı az degıl. Bularnıñ sırasında ilmiy qavramlarnı ifade etmek
için uygun bir sıra kelimeler bar . Meselâ, til bilimine ait kitap ve sözlükle-
rımizde zayıflaşma ’reduktsiya’, beñzeşme ’assimilâtsiya’ kibi, matematika
dersliklerinde musaviy köşeler, ölçü birlemi kibi, biologiyada yalı yanı suvla-
rı, ösümlik alemi, metodikada ekitillik ’bilingvizm’ kibi kálkalar mana, şekil
ve aytıluv taraflarından termin olaraq qullanmağa lâyıq birlemlerdir. Amma
bu sözler sırasında kelişmegen kálkalarnıñ sayısı az degil.
306 Qırımtatar İlmiy Terminologiyasınınñ Zenginleştirmek Yolları ve Vasıtaları
Ilmiy edebiyat
Ahayev, S. T. (2004). Poznavatelnaya i yazıkovaya priroda termina. Türk-
skaya i smejnaya leksikologiya i leksikografiya (Sbornik k 70-letiyu Kenes-
baya Musayeva). Moskva, Rossiyskaya Akademiya nauk. 2004, 39-51.
Emirova, A. M., Ganiyeva, E.S., Seydametova, N.S. (2001). Qırımtatar tili
tilşınaslıq terminleriniñ luğatı: Yuqarı sınıf talebeleri, filologiya bolükleriniñ
studentleri, qırımtatar tili ocaları içün qullanma. Simferopol: SONAT.
Emirova, A. M. (2008). Yazıkovaya kompetentsiya krımskih tatar i proble-
mı vozrojdeniya krımskotatarskogo yazıka / İzbrannıye nauçnıye rabotı. Sim-
feropol: KRP «İzdatelstvo Krımuçpedgiz».
Kerimov, I. (2006). Sankt-Peterburg kutüphanesinde. Poluostrov. 2006 /
(50), 4.
Kurtseіtov, R. C. (2010). Sistema osvіti i yetnomovnі protsesi v Avtonom-
nіy Respublіtsі Krim: spadsçina minulogo, stan і perspektivi rozvitki. Mіjna-
rodnıy naukovıy forum: sotsіologіya, psıhologіya, pedagogіka, menecment.
Zbіrnik naukovih prats. Vid-vo NPU іm. M. P. Dragomanova. 2010 / 2, 32-54.
308 Qırımtatar İlmiy Terminologiyasınınñ Zenginleştirmek Yolları ve Vasıtaları
Enise ABİBULLAYEVA 1
açıyor. Bu sebeple ana dilinde eğitimin hem örğün hem de yayğın şekilleri
olması çok önemli.
İlk önce Kırım Özerk Cumhuriyeti eğitim sisteminde Kırım Tatar dilininde
örgün-formal öğretiminin durumu açıklamak istiyoruz.
Kırım Tatarların eğitim sistemi XIV yüzyıldan itibaren (1333 s.) Altın
Ordu zamanında kurulmuş - İnci Bek Hatun medresesi devirinden başlaıyor.
Bu medreseyi aliye Doğu Avrupa’nın ilk üniversitesi sayılıyor. 1944 senesine
kadar bu sistemin tüm basamakları mevcüt idi. Yalınız 50 senelik sürgünlük
Kırım Tatarların 7 asırlık eğitim-öğretim sistemini tamamınen yok edilme-
sine yol açtı.
Solhat’ta – Eski Kırım’da yerleşen İnci Bek Hatun medresesi hala ber-
dat durumunda bulunuyor ve bu Altın Ordu zamanı devrinden kalma eğitim
ocağı yıkılmaya devam ediyor. Kırım Tatar halkını Milli Meclisi İnci Bek
medresesini dünya kültürel mirası olarak UNESCO listesine girsetilmesi
tavsiye ediliyor. Türk dünyasına eğitim reformlarıyla belli olmuş eğitim sis-
temi Stalin zamanında yok edildi.
Sürgünlükte Özbekistan’da ana dilimizde eğitim sisteminin bazı kısımları
faaliyet gösteriyordu. Onların arasında Kırımtatar dili ve edebiyatı bölümü,
bir kaç okulda ana dli dersleri okutuluyordu. 50 sene içerisinde 3 derslik ne-
şir edildi. Yarım asır devamında milletimizin yalıñız 8% Özbekistannıñ bazı
okullarında haftada bir kaç saat ders alma imkanlarına malik idi
Dilini yaşatan ocak aile, ‘Lenin Bayrağı’ gazetesi, ‘Yıldız’ dergisi, bir kaç
roman, hikaye, şiir kitapları idi. Böylelikle, 2-3 kuşak okulsuz ve eğitimsiz
öz kültürünü yaşatmaya çalıştıştlar. İlimde belli olduğu gibi, ailede dil ortamı
çok muhim ve ehemiyeti sonsuzdur, çünki burda gramer öğretilmiyor, dil –
kültürün bir parçası olarak yaşatılıyor ve yetişen nesillere kimliklerini, milli
şuur ve anı besliyor.
2009 senesi UNESCO tarafından yayınınlanan ‘Yok olma tehlikesine
mahruz kalan diller Atlas’ında Kırım Tatar dili yok olma tehlikesi altında
bulunduğu belgilendi. UNESCO, yeryüzünde konuşulmakta olan 6700 di-
lin yarısının bu yüzyılın sonundan önce yok olma tehlikesi ile karşı karşıya
bulunduğu, bu gidişin önüne ancak hükûmetlerin ve konuşur toplulukları-
nın âcil önlemler almalarıyla kısmen geçilebileceği görüşündedir. UNESCO,
Tehlikedeki Diller Programı[1] ile bu hayati soruna dikkat çekmeyi, uzmanlar
ve otoriteler aracılığıyla çözüm üretmeyi hedeflemektedir. Programda tehli-
kedeki diller ‘güvenli’den ‘ölü’ye değin altı tehlike derecesine ayrılmıştır.
Enise ABİBULLAYEVA 311
Kayaklar:
UNESCO’nun Somut Olmayan Kültürel Miras-Tehlikedeki Diller prog-
ramı// http://tehlikedekidiller.com/turkce/unesco-ve-dillerin-tehlikelilik-du-
rumu.html
http://www.meb.gov.tr/duyurular/duyurular2006/takvim/egitim_sistemi.
html
İ. Gasprinskiy. Rehber Muallimin yani Muallimlere yoldaş. – Bahçasaray:
Terciman- 1898. – 32 s.
Kök Türk ve Uygur Dönemindeki Moğol Asıllı Halkların
Siyasi ve Sosyal Teşkılatı (6 ve 9. Yüzyıllarda)
Enkhbat AVIRMED 1
bu beş kabile içinde en kuvvetlisi A-hui ailesidir. Öbür kabilelerin hepsi ona
tâbidir. Her kabile bir hsi-chin (erkin) tarafından idare ediliyordu. 3
Bu dönemlerde genelde kabile reisliği babadan oğula geçer, eğer başka
hiçbir varis bırakmadan ölmüş ise, cesur ve muharip biri seçilirdi. Bu hususta
Kıtanlar yay ok, eyer, at gemi, çeşitli silahları yapabilecek ve insanlar ara-
sındaki tartışmalarda hakemliği üstlenecek adamı seçiyordu. Ayrıca beyler
arasından birini “Han” atıyorlardı. Da-he4 diye adlandırılan bu kişi diğer 7
kabile beyini idare ederdi. Han’ın işareti çadırının önünde bayrak ve büyük
bir davul konulurdu.5
Yukarıdaki bilgilerden o çağlarda beylerin görevi, günlük hayatta, göç
etme, vergi toplama gibi sosyal işlerden başka savaş sırasında komutan olma,
hak ve adaleti düzenleme gibi işlerle uğraşmak idi. Ayrıca iktidar yukarıda
belirtildiği üzere babadan oğula geçerdi ve bu onlarda etno-politik gelişimin
işareti sayılabilir.
Bunu yanı sıra Çin kaynaklarına baktığımızda hem Kök Türkler hem de
Uygurlar tarafından Moğol asıllı kabileleri denetlemek üzere değişik memur-
ların da görevlendirilmeleri söz konusudur. Bunlar ya doğrudan merkezden
veya bizzat o halkın içinden seçiliyordu.
Bu dönemlerde Moğol asıllı halklar Kök Türk ve Uygur hükümdarlarına vergi
olarak, seferberlik sırasında askeri destek ve hayvan vermişlerdir. Aslında Kök Türk
ve Uygur hükümdarlarının eski Moğol kabilelerine yaptığı saldırılar da sanıldığı gibi
çok sert değildi. Genelde halkları kendilerine bağlamak için onlara karşı iyi davranı-
yordu. Bununla birlikte beyler ve onların yandaşlarına karşı kendilerine sadakat gös-
termedikleri zaman çok şiddetle cezalandırıyorlardı. Mesela bunu biz Uygur Kagan
Moyun Çor’un Tatarlara karşı yaptığı seferleri anlatan Şine Usu Yazıtında görebiliz.
Burada; onları orada yendim suçluları tutmama tanrı yardım etti. Halka dokunma-
dım. Evini, öküz ve at sürüsünü yağma etmedim. Ceza söyledim. Bana gelmelerini,
kavimim olduklarını söyledikten sonra bıraktım,6 diyor. Bu bize Moğol halkları-
nın kendi iç işlerinde serbest bırakıldığını gösterir.
3 Gökalp, Çin Kaynaklarına göre Shih-wei Kabileleri (Proto-Moğollar Üzerinde Bir
Etüd Denemesi), Doçentlik Tezi, Ankara 1973, s. 9, 10, 18, 22, 23, 37, 40; Liu, M. T. Çin
kaynaklarına göre Doğu Türkleri, Çev. E. Kayaoğlu, D. Banoğlu, İstanbul 2006., s. 168.
4 Çince’de büyük adam manasına gelmektedir. Moğolca’da en büyük, herkesden büyük
anlamında imiş. Perlee, Hyatan Nar, Tednii Mongolçuudtai Holbogdson Ni, Tomus 1.
Fasc I. Ulaanbaatar 1959, s. 29.
5 Perlee, a.g.e., 29.
6 Batsuren, Uigar ba Baiirku, Ysyn Tatar Nar 747-751 Ond, Journal of Eurasian Studies,
Volume II., Issue 2./April-June 2010, s. 64.
Enkhbat AVIRMED 317
arasında ortak bir han seçerken ona, insanlar arasındaki tartışmaların doğru
ve yanlışlığını haletme şartını koymaktadır.
Bunun yanı sıra daha önceki dönemlerde Merkezi Asya’da kurulan devlet-
lerin hukuk sistemlerinin etkisi büyük olsa gerektir. Mesela Hunlarda, “suçu
küçük olanların kemikleri kırılır, büyük suç işleyenler ise ölümle cezalandırı-
lırdı. Hapiste kalma süresi on günü bile bulmaz, ülkede mahkum sayısı birkaç
kişiyi geçmezdi.”30
Kök Türk Kaganlığı kurulmadan önce Merkezi Asya’da hakim olan Ju-
an-juanlarda da hukuka benzetilecek kurallar vardı. Örnek olarak savaş sı-
rasında iyi savaşanları ödüllendirmek, kaçanları taşlama şeklinde öldürerek
cezalandırmak gibi.31
Bu çağlardaki Moğol asıllı halklar kendi yöneticileri olan Kök Türk ve
Uygurların hukuklarına uymak zorunda idiler. Kök Türklerde, ceza hukuku
hususunda, asiler, katiller ve evli bir kadına tecavüz edenler ya da atların
koşum takımlarını çalanlar ölüme mahkum ediliyorlardı. Başkalarının kızla-
rına tecavüz edenler, ağır para cezasına çarptırılıyor ve malına el konuluyor,
suçu işleyen de hemen mağdura evlenmeye mecbur ediliyordu. Kavgada bi-
rini yaralayan ise, yaranın ciddiyetine göre, işlediği suçun karşılığını, verdiği
mallarla tazmin etmek suretiyle cezalandırılıyordu.32 At ya da buna benzer
eşya hırsızları, ceza olarak çaldıkları malların on katından fazlasını kaşılamak
zorundaydılar.33
Sonuçta, Kök Türk ve Uygur çağının Moğol asıllı halklar için bir sosyal
değişik getirmiş olduğunu anlamaktayız. Ayrıca bu durum daha sonra ger-
çekleşecek bazı sosyal yeniliklere de yol açmıştır. Bu bakımdan 5. yüzyıl
ortalarından itibaren Türk ve Moğol toplumları arasındaki ilişkilerin farklı
ve yeni bir döneme girmiş olduğu sonucunu çıkarabiliriz. Moğol asıllı bu
halklar patriarkal toplum yapısını korumakta ve yarı feodal toplum düzeninde
yaşamaktaydılar.
Kaynakça
Alaaddin Ata Melik Cüveynî, Tarihi-I Cihan Güşa, Çev. M. Öztürk, An-
kara 1999
Alınge, C. Moğol kanunları, Cev, C. Üçok, Ankara tarihsiz.
Barthold, V. Moğol İstilâsına Kadar Türkistan. Hazırlayan, H. D. Yıl-
dız, Ankara 1990
Batsuren, B. Uigar ba Baiirku, Ysyn Tatar Nar 747-751 Ond, Journal of
Eurasian Studies, Volume II., Issue 2./April-June 2010
D’ohsson, M. Moğol Tarihi, Haz. E. Kalan-Q. Şükürov, İstanbul 2006
Eberhard, W. Çin Tarihi, Ankara 1987
Eberhard, W. Çin’in Şimal Komşuları, Çev. N. Uluğtuğ, Ankara 1942
Enkhbat, A. “Bodonçar-Munghuh” Adı Hakkında, Uluslararası Sosyal
Araştırmalar Dergisi, Volume 3/11 Spring 2010
Gökalp, C. Çin Kaynaklarına göre Shih-wei Kabileleri (Proto-Moğol-
lar Üzerinde Bir Etüd Denemesi), Doçentlik Tezi, Ankara 1973
Gömeç, S. “Bazı Çingiz Yasalarının Tarihi ve Sosyal Dayanakları”, Türk
Kültürünü Araştırma Enstitüsü, Türk Kültürü Dergisi, Sayı 521-522, Ankara
2006
Gömeç, S. Kök Türk Tarihi, 3. Baskı, Ankara 2009
Liu, M. T. Çin kaynaklarına göre Doğu Türkleri, Çev. E. Kayaoğlu, D.
Banoğlu, İstanbul 2006
Moğolların Gizli Tarihi, Cev, A. Temir, 3. Baskı, Ankara 1995
Mongol Ulsiin Tuuh, Terguun Boti, (Moğolistan Bilimler Akademisi, Ta-
rih Enstitüsü, Ortak çalışması) Ulaanbaatar 2004
Onat, A. Orsoy, S. Ercilasun, K. Han Hanedanlığı Tarihi Hsiung-Nu
(Hun) Monografisi, Ankara 2004
Kök Türk ve Uygur Dönemindeki Moğol Asıllı Halkların Siyasi ve Sosyal Teşkilatı
322
(6 ve 9. Yüzyıllarda)
Erdal AKSOY1
kullanımına ilişkin “sanaşık”2 ve “mülk”3 şeklinde olmak üzere yeni bir dü-
zen oluşmuştur. Köpetdağ eteğindeki topraklar mülk yöntemiyle işleniyordu.
Mülklerin büyük ve küçük çeşitleri vardı. Sanaşık yöntemiyle arazi ve su kul-
lanımı ise Merv vahasında yaygınlaşmıştır (Dinç ve diğerleri, 2012:116). Bu
bölgede yaşayan boyların güçlerini birleştirip Murgap nehrini denetimde tut-
maları, sulama ağını yönetmelerini sağlamıştır. Aslında bu bölgelerde yaşa-
makta olan boyların iktisadi gelişmişlik düzeyleri ve farklı yaşam tarzları gibi
çeşitli farklılıklardan dolayı boyların bir araya gelmeleri veyahut da birleş-
meleri mümkün değildi. Bu bölgedeki ortak su organizasyonu düşmana karşı
birleşmeyi, birlikte hareket edebilmeyi güçlendirici bir etkide bulunmuştur.
18. yüzyılda Türkmen boylarının iktisadi faaliyetleri incelendiğinde, coğ-
rafi şartlara arazinin sulak olup olmayışına göre bir bölgede göçer yaşam tarzı
geçerli ve geçimlerini hayvancılık yaparak kazanıyorlar iken bir başka bölge-
de yerleşik yaşam biçimine geçilmiş ve de halk tarımsal faaliyetlerde bulun-
maktadır. “Hazar kıyısındaki stepler, Üstyurt ve Mangışlak kurak ve tarıma
elverişsizdi. Burada Türkmenler hayvancılıkla uğraşıyordu. Göçebe hayvan
yetiştiricileri koyun, keçi, deve, at gibi hayvanları yetiştiriyordu. Hayvancı-
lıkla uğraşılan bölgelerde sürülerin, kuyuların ve otlakların feodal mülkiyeti
ataerkil düşünceyle feodal ilişkilerin temelini oluşturmaktaydı.” (Bakasowa
1961’den Aktaran Dinç ve diğerleri, 2012:113: 116).
Türkmen boylarının iktisadi faaliyetleri arasında hayvancılığın yanı sıra
tarım da önemli yer tutuyordu.1726 yılında, Hazar kenarında araştırma ya-
pan Rus seyyahı Soymonov, çalışmalarında; “Türkmenlerin buğday, pirinç ve
hatta pamuk yetiştirdiklerini yazmıştır. Nadir Şah’ın talimatı üzerine Hazar
denizinin doğu yakasında araştırma yapan İngiliz kaptanı Vudruf, Türkmen-
lerin üzüm, kavun, salatalık, havuç, soğan vb. sebze ürünlerini yetiştirdikle-
rini belirtmiştir. Amuderya, Etrek ve Gürgen vadileri, Harezm’in bir kısmı,
Murgap vahası ve Köpetdağ eteği bölgesi tarıma elverişliydi. Buralarda halk
özellikle göçebe veya mera hayvancılığı ile aynı zamanda tarımla uğraşıyor-
du. Türkmenler buğday vs. bitkileri ekiyor, üzüm bağı ve diğer sebze ürünle-
2 Türkmen köylerinde her tarım senesi öncesinde bir kez (Ağustos ayında), Ahal’ın bazı
yerlerinde senede iki kez (ilkbahar ve kış ekiminin önünde) toprağa-suya hakkı olanların
sayımı yapılıyordu. Bu sayıma göre, halka toprak-su bir senelik veya altı aylık süreyle
dağıtılıyordu. Süre bittiğinde, herkes eski toprağını-suyunu kaybediyordu. Yeni yılda bu olay
yeniden tekrarlanıyordu. Bu sistem “sanaşık” (sayım) olarak isimlendirilmiştir (Yazlıyev
1994’den Aktaran Dinç ve diğerleri, 2012:129).
3 “Mülk” adı verilen arazi ve su mülkiyetinin özel olarak mülkiyette bulundurulması,
dahaçok üretim gücünün kullanımına yararlı olmuştur ve “sanaşık” sistemi yavaş yavaş
ortadankaldırmıştır.” (Yazlıyev 1994’den Aktaran Dinç ve diğerleri, 2012:129).
Türkmenistan’daki Teke Türkmenleri İle Türkiye’nin Teke Bölgesindeki Türkmenler
326
Arasındaki Etno-Sosyal ve Kültürel İlişkiler
Kaynakça
ARMAĞAN, L. (2008). “XV ve XVI. Yüzyıllarda Teke Sancağında Ko-
nar-Göçerler: Sosyo-Ekonomik ve Demografik Durumları”, Osmanlıdan
Cumhuriyete Yörükler ve Türkmenler, Ankara: Phoenix Yayınevi.
---, (2011). “XVI. Yüzyılda Teke Sancağının İdari Taksimatı ve Kır İskan
Merkezleri”, Modern Türklük Araştırmaları Dergisi, cilt: 8, sayı:3, s.150-198.
ATANİYAZOV, S. (1999). “Türkmen Boylarının Geçmişi, Yayılışı, Bu-
günkü Durumu ve Geleceği”, Bilig, sayı.10, s. 1-30.
BAKASOWA, R. (1961). XVIII Asırda Türkmenistan’daki İktisadi Düşün-
celerin Tarihinden, Aşgabat: Türkmenistan SSR İlimler Akademisi Yayınları.
DİNÇ, A.,TURAN, G., HALOW,N. (2012).“18. Asır Türkmen Şairi Aza-
di’nin Türkmenlerin İktisadi ve Toplumsal Hayatına Dair Görüşleri”, Bilig,
sayı.60, s.111-130.
Ebülgazi Bahadır Han, Şecere-i Terakime, Hazırlayan: Muharrem Ergin,
Tercüman 1001 Temel Eser.
KARACA, B. (2012).“XV. Ve XVI. Yüzyıllarda Teke Sancağı’nın Siyasi,
Sosyal, Kültürel, Ekonomik ve Askeri Durumu”, Dünden Bugüne Antalya,
I.cilt, Antalya: T.C. Antalya Valiliği İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü Yayınları.
NECEF, E. N. ve BERDİYEV, A. A. (2003). Hazar Ötesi Türkmenleri,
İstanbul: Kaknüs Yayınları.
SARI, S. (2008). XV-XVI. Yüzyıllarda Menteşe, Hamid ve Teke Sancağı
Yörükleri, Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basıl-
mamış Doktora Tezi.
TEKİNDAĞ, Ş. (1979). “Teke-eli veya Teke-ili”, İslam Ansiklopedisi
XII/1, İstanbul: Milli Eğitim Basımevi.
TIZLAK, F. (2012). “Türk Hakimiyetinde Teke Yöresinin Sosyal Tarihi
(XX. Yüzyıla Kadar)”, Dünden Bugüne Antalya, I.cilt, Antalya: T.C. Antalya
Valiliği İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü Yayınları.
TIZLAK, F. “Teke Türkmenleri ve Osmanlı Devleti”, http://library.univer-
salhistory.net/wp-content/uploads/2011/04/ottoman23.pdf. 28.10.2013.).
YAZLIYEV, Ç. (1994). Türkmenistan Tarihi, Aşgabat: İlham Yayınları.
Uygur Diasporası ve Uygur Göçmenler Durumuna
Genel Bakış
Erkin EMET 1
Huy, Kırgız, Tacik, Özbek, Tatar, Salar, Dong Şiang ve Baoan milliyetlerin-
den halklar İslâm dinindendir. Dolayısıyla Doğu Türkistan’ın toplumsal ya-
şamında en etkin din İslâmiyet’tir. Doğu Türkistan’da 23.000 cami, Lamaist
tapınağı ve Katolik kilisesi bulunmaktadır. Çin, tarihten beri uyguladığı ikili
dinî siyaseti günümüzde de tatbik etmektedir. Mao’nun ölümünden sonra dinî
siyasette kısmen de olsa yumuşama olmuştur. Ama 2001 yılından sonra dinî
baskı artarak devam etmektedir.
milyar ton olarak tespit edilmiş ve bölgeden her yıl 10 milyon ton petrol Çin’e
taşınmaktadır.
Çin’in kömür rezervinin yarısı Doğu Türkistan’dadır. Yıllık altın üretimi
de 360 kilogram civarındadır. Uranyum, volfram gibi stratejik madenler ile
tuz ve renkli kristal taşları Doğu Türkistan’ın başlıca yer altı madenlerinden-
dir.
150.000 km2 tarım arazisine ve bir o kadar ekilebilen toprağa ve 12.000
km2 genişliğinde ormanlık alana sahip Doğu Türkistan yaylalarında 60 mil-
yona yakın küçük ve büyük baş hayvan beslenmektedir.
4- Diasporadaki Uygurlar
Günümüzde Doğu Türkistan sınırlarının dışında da önemli sayıda Uygur
Türkü yaşamaktadır. Bunların büyük bir kısmı bugünkü Kazakistan, Kırgı-
zistan ve Özbekistan gibi Türk Cumhuriyetlerine yerleşmiştir. Bu ülkelerden
başka Türkiye, Suudi Arabistan, Amerika, Kanada, Avustralya, Japonya, Pa-
kistan ve Almanya başta olmak üzere pek çok Avrupa ülkesinde de Uygur
Türkleri yaşamaktadır.
Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinde yaşayan Uygur Diasporası coğrafi ve
lehçe-ağız özelliklerine göre Fergana Grubu ve Yedi-Su Grubu olmak üze-
re ikiye ayrılmaktadır. Fergana Grubu, Doğu Türkistan’ın güney bölgelerin-
den göç edip Fergana vadisindeki Özbekistan, Kırgızistan ve Tacikistan’ın
şehir ve kırsal kesimlerine yerleşmiştir. Bu gruba 20. yüzyılın başlarına ka-
dar yerli ahali tarafından “Keşkerlikler (Kaşgarlılar)” denilmekteydi. Yedi-su
Grubu ise 1882 yılında Rusya ile Mançu İmparatorluğu’nun hudutları çizilir-
ken Doğu Türkistan’ın kuzey bölgelerinden göç eden Tarancılar, ayrıca 1955-
1962 yılları arasında İli ve diğer kuzey bölgelerinden göç eden kişilerden
teşkil etmiştir.
Bu iki grup dil yönünden Çağdaş Uygur Türkçesinin merkez diyalektiğine
ait olup, aralarında sadece küçük ağız farklılıkları mevcuttur. Fergana Grubu,
Kaşgar ağzını; Yedi-su Grubu ise İli ağzını konuşmaktadır.
Kazakistan ve Kırgızistan’ı kapsayan Yedi-su Grubu kendi milli kimlik,
örf-adet ile edebiyat ve sanatını korumuş, hatta belirli ölçüde geliştirmiş ise
de, Orta Asya Uygur diasporasının büyük çoğunluğunu oluşturan Fergana
Grubu günümüzde yerli halk olan Özbek Türkleri arasında hemen hemen eri-
miş durumdadır.
336 Uygur Diasporası ve Uygur Göçmenler Durumuna Genel Bakış
Fergana vadisi ile Tarım vadisi 18. yüzyıla gelinceye dek ortak coğrafi ve
siyasi birlik içinde yer almıştır. 18. yüzyılda Doğu Türkistan’ın Mançu İmpa-
ratorluğu, Batı Türkistan’ın Ruslar tarafından işgal edilmesiyle Türkistan’ın
bu bölgeleri birbirinden ayrılmış, farklı siyasi, iktisadi ve kültürel gelişim
yoluna girmiştir.
Doğu Türkistan, Mançu İmparatorluğu tarafından işgal edildikten sonra,
Tarım vadisinde yaşayan ahalilerin Orta Asya’ya, özellikle Fergana’ya göçle-
ri başlamış, bu göç süreci 20. yüzyılın 60’lı yıllarına kadar sürmüştür.
Tarım vadisindeki Uygur Türklerinin Fergana’ya göç etmelerinin sebep-
leri çeşitli ise de, temel sebebin bölgenin siyasi vaziyeti, yerli halkın milli ve
dini özgürlük hedefleri ile bölgeyi işgal eden dış güçlerin kendi hâkimiyet-
lerini korumak amacıyla uyguladıkları baskı politikası arasındaki çatışmalar
olduğunu söylemek mümkündür.
Uygur Türklerinin Batı Türkistan’daki, özellikle Fergana vadisindeki nü-
fuslarına gelince, çeşitli araştırmacıların, bilim adamlarının, siyasal çevrele-
rin verdikleri rakamlar arasında farklılıklar mevcuttur.
Mesela Çokan Velihanov 19. yüzyılın 60’lı yıllarında Doğu Türkistan’dan
Fergana vadisine göç eden Uygur Türklerinin 50.000 aile olduğunu kaydet-
miştir. Özbek âlimi Haydarbek Bababekov’un naklettiğine göre, 1868 yılın-
da Andican civarında 70.000’e yakın Kaşgarlı yaşamaktaydı. Eski Sovyetler
Birliği araştırmacılarından S. S Gubayeva, Çoban Valihanov’un verdiği bilgi-
lere dayanarak 19. yüzyılın 60’lı yıllarında Fergana vadisinde 30.000 civarın-
da Uygur Türkü’nün yaşadığını ortaya koymuştur. Yine Eski Sovyetler Birli-
ği Uygur araştırmacılarından Hoca Ahmet Sadvakasof, Çokan Valihanov’un
kaydettiği 9000 nüfuslu Dolanlıları ilave ederek bölgede 324.000 civarında
Uygur Türkü’nün yaşadığını ortaya koymuştur. Eski Sovyetler Birliği araştır-
macılarına göre, Kaşgarlıların Orta Asya’ya göçleri sadece Fergana vadisiyle
sınırlı değildir. Kaşgarlılar; Taşkent, Kanıbade, Hokant, Semerkand, Buhara,
Karategin, Harezm gibi bölgelere kadar ulaşmıştır.
Sovyetler Birliği Hükümeti kurulduktan sonra, Fargana vadisindeki Uy-
gurların sayısı daha az gösterilmiştir. Mesela Sovyet Hükümetinin 1926 yılın-
daki kayıtlarına göre, Özbekistan’da 40.115 Uygur’un yaşadığı bildirilmek-
tedir. 1937 yılındaki istatistiksel verilere göre Özbekistan’da 60.000 olarak
gösterilen Uygur nüfusu, 1979 yılına gelindiğinde 29.000’e düşmüş, 1989
yılında 35.000’e yükselmiş, 2000 yılında 20.000 olarak gösterilmiştir.
Kırgızistan hükümetinin verilerine göre, bu Cumhuriyetteki Uygurların sa-
yısı 2009 yılı itibarıyla 48.000 olup, Fergana vadisindeki Oş ve Celalabad’da
Erkin EMET 337
5-Türkiye’ye Göç
Doğu Türkistan’daki Uygur ve Kazakların Pakistan ve Hindistan’a göçü
1930’lu yılların başında başlar. Bunlar 1940`tan 1950`ye kadar geçen za-
man zarfında Hindistan ve Pakistan’a alışmış dahası yerli Müslüman ahaliden
destek de görmüşlerdir. Ancak, dil ve kültür farklılığından dolayı kendilerini
rahat hissedememişlerdir. Bundan dolayı, bütün arzuları aynı kök ve tarih-
ten olan Türkiye’ye göç edip yeni nesillerinin orada yetişmelerini sağlamak
olmuştur. Dolaysıya Doğu Türkistan Türklerinin göçünün ikinci aşamasını
Türkiye göç hareketi oluşturmaktadır.
Doğu Türkistan’dan sığınan Uygur ve Kazaklar, II. Dünya Savaşının sona
ermesinden sonra, Hindistan Türkiye Büyükelçiliğine müracaat ederek, Tür-
kiye’ye göç taleplerini iletmiştir. Ancak, savaşa girmemekle beraber, döne-
min sıkıntılarını henüz üzerinden atamayan Türkiye, yeni mültecileri kabul
etme imkânlarının müsait olmadığı gerekçesiyle bu talebi reddetmiştir. Ara-
dan birkaç yıl geçtikten sonra, 1950 Şubatında bir liste hazırlayıp Türkiye Pa-
kistan Büyükelçisi Nebil Batu`ya teslim edilerek Türkiye’ye göç etme isteği
iletilmiştir.
Erkin EMET 339
5 Bkz. Doç. Dr. Abdulvahap Kara, “Kazakların Altaylardan Anadolu’ya Uzanan Göçü”,
(http://abdulvahapkara.com/arastirma-konulari/kazak-diyasporas/79-karavahap.html)
340 Uygur Diasporası ve Uygur Göçmenler Durumuna Genel Bakış
mışlardı. Göç kafilesinin önde gelenleri, aynı din, aynı soy ve aynı kültürden
oldukları Türkiye’ye gitmeyi arzu etmişlerdi. Bu şekilde ilk temas Birleşmiş
Milletler Mülteci Komiserliği ve UNESCO’nun çeşitli birimleri aracılığı ile
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Afganistan, Kabil Büyükelçiliği ile sağlan-
mıştır. Türkiye’den yetkili olarak ilk temas edilen kişi Kaya Toperi Bey ol-
muştur.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz, Doğu Türkistanlıların Türkiye’ye göçü
iki dalga halinde gerçekleşmiştir. Birinci dalga, 1949 Mao ihtilalinden sonra
Çin’deki yeni rejimi benimsemedikleri için yola çıkmıştır. İkinci dalga 1960’lı
yılların başlarında Afganistan üzerinden gerçekleşen göçtür. Bu iki göç hare-
keti gelişigüzel yapılmamışdır. Liderleri öncülüğünde Uygur ve Kazak Türk
toplumlarının özelliklerine göre, disiplinli ve toplu bir şekilde yapılmıştır. Bu
yönüyle göç, Orta Asya’dan milattan önceki devirlerden batıya doğru yapılan
Türklerin kitlesel göçlerinin en sonuncusudur. Daha sonra yukarıda bahsetti-
ğim göç ile gelenlerin akrabaları ferdi hareketle serbest göçmen olarak Türki-
ye’ye gelmeye devam etmişlerdir.
Bu iki göç dalgasının nihai ülke olarak Türkiye’yi seçmeleri tesadüfi değil,
bilinçli bir tercihtir. Çünkü onların amacı dil, din, kültür ve tarih açıdan ortak
köklere sahip Türkiye’de kendilerinin yabancılık çekmeyecekleri ve gelecek
nesillerinin de milli kimliklerini kaybetmeyecekleri bir ortama kavuşmaktı.
Günümüzde ise, Kazakistan’ın bağımsızlığına kavuşmasından sonra, bazı
Kazak aileler anavatanlarına geri göçmektedir. 1990’lı yılların başlarına ka-
dar Türkiye’deki Kazaklar mazlum Doğu Türkistan halkının sesini duyurmak
için aktif faaliyetler içindeydi. Bugün üçüncü nesil Kazakların Doğu Türkis-
tan davasıyla ilişkisi kalmamıştır denilebilir. Dünyanın yaklaşık 30 ülkesine
dağılmış bulunan diaspora Uygurları içinde, Türkiye Uygurları kendilerinin
en bahtiyar diaspora olarak addetmektedir. Çünkü onlar kendilerini maddi ve
manevi her açıdan huzurlu hissetmektedirler6.
6 Geniş bilgi için bkz. Osman Kubilay Gül, “Doğu Türkistan’dan Türkiye’ye Hazin Bir
Göç Hikâyesi”, Turkish Studies, Vol. 2/1 Winter 2007.
342 Uygur Diasporası ve Uygur Göçmenler Durumuna Genel Bakış
Ama yukarıda ifade ettiğimiz gibi, 1990’lı yıllara geçilmesiyle, Eski Sovyet
Birliği’nin yıkılması sonucu ortaya yeni bir durum çıkartmıştır. Bu yeni
dönemde Çin, 1996 yılında kurulan Şanghai İşbirliği Örgütü sayesinde Uygur
Milli Mücadele Hareketinin Orta Asya’da kısıtlanması sağlamıştır. Bununla
beraber uluslararası politikalar, 1997 yılındaki Gulca katliamı ve 2009
yılındaki Urumçi katliamı gibi benzer katliam ve kanlı olaylar ardı ardına
meydana gelmiştir. Bu durum ve Çin hükümetinin aleni katliam politikası
Uygurlar için büyük endişe ve tehlike oluşturmuştur. Ayrıca Uygur göç mese-
lesinde yeni ve ciddi bir durum olarak ortaya çıkmıştır.
1990 yılından sonraki Uygur göçmenler durumu önceki göçmenler mese-
lesinden çok farklı bir özelliğe sahiptir. Bu özellik 1990 sonrası Uygur göç-
menlerinin sığınma haritasında çok net bir şekilde görülmektedir. Artık göç
Doğu Türkistan’a komşu akraba toplukluk devletlerine değil, temel olarak
batı dünyası yönünde gerçekleşmiştir. Sonraki 15 yıl içinde binlerce Uygur
genci, legal-illegal, her çeşit yolla Avrupa, Kuzey Amerika ve Avustralya’ya
sığınmaya başlamıştır. Günümüzde batı devletlerinde yaşamakta olan Uygur-
ların sayısını bir tablo halinde gösterecek olursak;7
Ülke1 Nüfus sayısı ( Tahmin)
1 Hollanda 1.500
2 Almanya 700
3 Norveç 800
4 Belçika 600
5 İsveç 600
6 Finlandiya 300
7 Danimarka 30
8 İsviçre 80
9 Fransa 100
10 Austurya 100
11 İngiltere 100
12 Avustralya 2.000
13 Amerika 1.500
14 Kanada 1.500
15 Başka ülkeler 100
Toplam 10.010
1- Kazakistan
Şubat 1992’de Hamut Memet, Kasim Mehpir, İlyas Zordun olmak üzere 3
Uygur mülteci8, Uluslararası Af Örgütünün ikazına rağmen, Kazakistan hü-
kümeti tarafından Çin’in isteğine üzerine Çin’e iade edilmiştir. Bu üç Uygur
birkaç ay sonra işkence altında idam cezasına çarptırılmıştır.
Eylül 1998’de, Kazakistan 4’ü çocuk olmak üzere 8 Uygur’u Çin’e iade
etmiştir.
2001 yılı sonlarında Uygur öğrencilerden Ahat Memet ve Turgun Abbas
üniversite eğitimi almak için Kazakistan’a gitmiştir. Kazakistan hükümeti bu
öğrencileri Çin’e iade etmiştir.
Nisan veya Mayıs 2003’te Doğu Türkistan’dan kaçarak Kazakistan’a ge-
len Abdukahar İdris adlı Uygur, Almatı’da kaybolur. UNHCR’nin Almatı ofi-
sine gidip iltica başvurusu yapan Abdukahar İdris’i Kazakistan Hükümetinin
Çin’e iade ettiği tahmin edilmektedir.
Merkezi Viyana’da bulunan Uluslararası Helsinki Federasyonunun Mayıs
2006’da yayınlamış olduğu bildiriye göre, isimleri Yusuf Kadir ve Abdulka-
dir Sidik olan iki Uygur siyasi mülteci olmak için Kazakistan’daki UNHCR
Almatı ofisine iltica başvurusu yapmıştır. Fakat bu iki öğrenci Kazakistan
polisleri tarafından belli bir müddet gözaltında tutularak daha sonra salıveril-
miştir. Bırakıldıktan birkaç gün sonra, Kazakistan polisleri tarafından tekrar
tutuklanarak Çin’e gizli iade edilmişlerdir.
8 Bu kişiler 5 Şubat 1997 tarihinde Gulca’da patlak veren olaylara karışmış ve dolayısıyla
Çin polislerinden kaçarak Kazakistan’a gelip, siyasi mülteci talebinde bulunmuştur.
344 Uygur Diasporası ve Uygur Göçmenler Durumuna Genel Bakış
2- Kırgızistan
Nisan 2000’de, Uygur siyasi aktivistlerinden Celil Turdi, Kırgızistan hü-
kümeti tarafından Çin’e iade edildi. Celil Turdi’nin durumu hakkında şimdi-
ye kadar hiçbir bilgiye ulaşılamamıştır.
23 Mayıs 2002 tarihinde, Uygur mültecilerden Memet Yasin ve Memet
Sadik Kırgızistan hükümeti tarafından Çin’e iade edildi.
Mayıs 2001’de Kırgızistan hükümeti Çin’in talebi üzerine ‘terörist’ suçla-
masıyla Esker Tohti, Ahmet Gonen ve Berhemjanlara idam cezası, Ali Mah-
sum’a 25 senelik hapis cezası verdi.
Temmuz 2002’de, Uygur siyasi aktivistlerden Rehmitullah İsrail ve Erkin
Yakup, Kırgızistan hükümeti tarafından Çin’e iade edildi. Çin Xinhua Haber
Ajansının haberine göre, 31 Mart 2004 tarihinde Rehmitullah İsrail ve Erkin
Yakup idam edildi.
31 Aralık 2002 tarihinde, Kırgızistan hükümeti Keyser Jalal, Ablimit ve
Tohti Niyaz’a ‘yasadışı Doğu Türkistan teşkilatı kurma ve yasadışı silah taşı-
ma’ gibi suçlamalarla 25, 16 ve 17 senelik hapis cezasına çarptırdı.
05 Temmuz 2009 tarihinde patlak veren Urumçi olaylarından sonra Kır-
gızistan’a kaçan Uygurları Kırgızistan hükümetinin gizli olarak Çin’e iade
ettiği bilinmektedir.
3- Pakistan
Pakistan 1997 yılı Mayıs ayında 12 Doğu Türkistanlı göçmeni Çin’e zorla
iade etti. Çin iade işlemi sonrası bu 12 Uygura idam cezası verdi. Doğu Tür-
kistan’dan, Pakistan’a İslami eğitim almak için gelen öğrenciler Çin’in dini
ve siyasi baskısından endişelendikleri için, siyasi sığınma talep etmişlerdi.
Pakistan hükümeti yine 2002 yılı Nisan ayında İlham Tohti, Abdullatif Ab-
dulkadir ve Enver Davut adlı üç kişiyi Çin’e iade etti. Bu kişilerin akıbetleri
belli değildir.
16 Haziran 2003 tarihinde Abdul Wahap Tohti ve Muhammet Tohti Met-
rozi gibi Uygur sığınmacılar Pakistan’da kayboldu. Başvuruları Birleşmiş
Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin aracılığıyla İsveç hükümeti ta-
rafından kabul edilmişti. Fakat İsveç’e gönderilmeden önce Pakistan’da gizli
Erkin EMET 345
ajanslar tarafından yakalanıp, gizli bir şekilde Çin’e teslim edildiler. Bunlar-
dan, Muhammet Tohti Metroziye müebbet hapis cezası verildi.
Uygur siyasi faaliyetçisi olarak tanınan İsmail Semet, 2003 yılında Pakis-
tan hükümeti tarafından Çin’e iade edildi. 31 Ekim 2005 günü Urumçi Orta
Halk Mahkemesi tarafında “bölücü, terör’’ faaliyetlerinde bulunduğu gerekçe
gösterilerek idam cezasına çarptırıldı ve 8 Şubat 2008 tarihinde karar infaz
edildi.
2009 yıl Nisan ayında, Pakistan hükümeti 9 Uygur siyasi sığınmacıyı Çin’e
iade etti. Pakistan medyasının açıklamalarına göre Çin, 2007 yılında Pakis-
tan hükümetine 170 Uygurun isimlerini vererek, listedeki kişilerin Çin’e iade
edilmesini talep etti.
4- Nepal
2002 yılı Şubat ayında Şir Ali, Abdulla Sattar ve Abdulhakim isimli 3 genç
Uygur, Nepal hükümeti tarafından Çin hükümetine iade edildi. Bunlardan Şir
Ali ve Abdulla Satar’a idam cezası verildi. Abdulhakim’in durumundan hiç
bir bilgi alınamamıştır.
2002 yılı Mayıs ayında Haşim Ali, Nepal hükümeti tarafından Çin’e iade
edildi. Haşim Ali bir kaç ay işkencelere maruz bırakıldıktan sonra idam edil-
di.
2000 yılı Mayısında 2002 yılı Nisanına kadar toplam 16 Uygur, Nepal’a
gelmiş, Nepal’daki Birleşmiş Milletler Temsilciliğine sığınma başvurusu
yapmıştı. Onlar Doğu Türkistan’dan gizli olarak Tibet dağlarından geçerek,
Nepal’e ulaşmıştır. Sığınma başvurusu kabul edilip, sığınacak bir devletin
davetini bekledikleri süreçte, Çin kükümeti Nepal hükümeti ile anlaşma ya-
parak Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiseriliği’nin bilgisine rağ-
men, dört Uygur Çin’e iade etmiştir. Nepal’daki diğer 8 Uygur Hindistan’a
gelip, Birleşmiş Milletler temsilciliğine tekrar sığınma başvurusu yapmış ve
bunlardan 5’i BM aracılığıyla İsveç’e yerleştirilmiştir.
5- Kamboçya
2009 yılı 19 Aralık günü, Veitnam’dan geçerek, Kamboçya’ya gelen ve
Kamboçya’daki BM’ye sığınma talebinde bulunan 20 Uygur, Kamboçya
hükümeti tarafından Çin’e iade edilmiştir. Bu olay, sadece dış ülkelerdeki
Uygurlar arasında değil, uluslararası kamuoyunda bile tartışılabilen bir konu
olmuştur.
346 Uygur Diasporası ve Uygur Göçmenler Durumuna Genel Bakış
6- Myanmar
18 Ocak 2010 tarihinde Myanmar hükümeti, 17 Uygur mülteciyi zorla Çin
hükümetine iade etmiştir. Bunların akıbetleri hakkında şuana kadar hiçbir bil-
gi alınamamıştır.
7- Malezya
2011 yılı Ağustos ayında Malezya’nın ilgili kurumları Çin hükümetinin
istek ve talebine göre 19 Uygur mülteciyi yakaladı. Bunlardan 11’i Çine iade
edildi.
Yukarıdaki açık kanıtlar 1990’lı yıllardan beri yeni bir aşamaya giren Uy-
gur mülteciler sorununun belirgin örneklerinden bir kısmını göstermektedir.
Batı Ülkelerindeki Uygur Mücadelesinin Durumu
Doğu Türkistan’a komşu ülkelerin çoğu BM’nin İnsan Hakları Beyanna-
mesi’ne ve BM’nin ilgili düzenlemelerine katılan üye ülkeler olmasına rağ-
men, siyasi ve dini baskılar nedeniyle zor durumdaki Uygurların yardım ta-
lebini geri çevirmektedir. Bununla da yetinmeyen hükümetler, uluslararası
düzenleme ve yasalara aykırı olmasına rağmen, onları Çin’e iade etmektedir.
Komşu devletlere kaçtıktan sonra bile hayatları tehlike altında bulunan
Uygurlar, daha demokratik devletlere sığınma yolunu, hayatlarını kurtarabi-
lecekleri en son çare olarak görmektedir.
Demookratik devletlere sığınan Uygurların çoğunun talepleri kabul edil-
miştir. Bununla birlikte talepleri kabul edilmeyen uygurlar da vardır. Bu kişi-
ler birçok zorluk içerisnde hayatta kalabilme mücadelesi vermektedir.
Demokiratik ülkelere sığınma başvurusu yapan Uygurların Çin’e iade
edilme olasılığı düşük olsa bile, çok az olsa da bu tür sorunlar yaşanmakadır.
Hatta bazı Uygurlar başvuru yaptıktan sonra, kısa süre içerisinde zor durum-
lara dayanamadan, Çin’e geri dönme yolunu seçmektedir. Bu yüzden bazı tra-
jik durumlar ortaya çıkmaktadır. Mesela 10 Ocak 2001 tarihinde, Belçika’nın
Antewerpen şehrinde talepte bulunan Rinat İskender (Kazakistan’dan gelen
sığınmacı) isimli Uygur, Kazakistan’a geri gönderilme tehlikesi ile karşılaştı-
Erkin EMET 347
ğı için kendini asarak hayatına son vermiştir. Bu trajik olaydan sonra Belçika
hükümeti Uygurları geri göndermeyi durdurmuştur.
28 Aralık 2004 tarihnde ise Burhan Zunun adlı Uygur Türkü, Danimar-
ka polisleri tarafından tutuklanma sürecinde kendini asmıştır. Burhan Zunun,
2001 yılı Ekim ayında Doğu Türkistan’dan Almanya’ya gelerek sığınma ta-
lebinde bulunmuştu. 2002 yılında sığınma talebi reddedildikten sonra tekrar
başvuru yapmıştır. 2003 yılında tekrar reddedilince 2004 yılında Norveç’e
giderek sığınma talebinde bulunmuştur. Dublin Anlaşmasına göre, 2005 yılı
Aralık ayında, Almanya’ya gönderilmiştir. Burhan tekrar Norveç’e gidiş yo-
lunda Danimarka polisleri tarafından sorgulanmıştır.
Bu iki örnek sadece demokratik ülkelerdeki Uygur sığınmacıların karşılaş-
tığı trajik olayların bir kısmıdır. Bütün bu olumsuzluklara rağmen sığınma-
cıların genel durumuna baktığımızda ve Uygur sığınmacıların toplam sayısı
ile oransal olarak karşılaştırdığımızda, Uygur sığınmacıların taleplerinin de-
mokratik ülkeler tarafından kabul görülmesinin yüksek olduğunu söylemek
mümkündür.
2009 yılında yaşanan Urumçi katliamından sonra, Çin hükümetinin tutuk-
lama ve idam etme tehlikesinden kaçmak zorunda kalanların sayısını net ola-
rak belirlemek çok zor olmuştur. Yine de Doğu Türkistan’dan çıkabilenlerin
sayısı tahmini olarak 5.000 civarındadır. Bunlardan bazıları Kuzey Amerika
ve Avustralya’ya, bazıları da AB ülkelerine gelip sığınma talebinde bulun-
muştur. Yine çok sayıda Uygur, Türkiye’ye yerleşmiş veya geçici olarak Tür-
kiye’de kalmaktadır. Ayrıca az sayıdaki Uygur da çevre ülkelere gidip haya-
tını korumaya çalışmaktadır.
05 Temmuz 2009 katliamından sonra, Avrupa ve diğer batı ülkelerine gi-
dip sığınma talebinde bulunan Uygurların genel durumuna baktığımızda, bu
ülkelerin Uygurlara uygulayan politikalarından memnuniyet duymaktayız.
Uygur milli mücadelecilerin sayısının artması yine aynı zamanda bazı zor-
lukları da beraberinde getirmektedir.
politikası, tamamiyle asimile eylemidir. Uygur halki ile Çin hükümeti ve Uy-
gurlar ile Çinliler arasındaki çatışmalar gittikçe büyümektedir. Uygur halkı
ile Çin hükümeti ve Uygurlar ile Çin’liler arasındaki bir birine olan güven
tam olarak ortadan kalkmış durumdadır. Birbirine düşmanlık ve nefret duy-
gusu tarih boyunca en şiddetli noktasını yaşamaktadır. Yaşananlardan Doğu
Türkistan’nın gelecekteki durumunu da tahmin etmek mümkündür.
Uygur halkının zülme karşı isyanlarını Çin hükümetinin kanlı bir şekilde
bastırması, Uygur halkının intikam duygusunun güçlenmesini beraberinde
getirmiştir. Çin hükümetinin yine katliam yapması, Uygurların tekrar aya-
ğa kalkmaya çalışması muhtemelen önümüzdeki günlerde de bölgede artarak
yaşanacaktır. Bu türden olaylar yaşandığı sürece de ülkden kaçışlar artarak
devam edecektir. Bu durum Uygur muhacirler meselesini daha önemli hale
getirecektir. Uygurların göç meselesi sadece Uygur kuruluşlarını değil, ulus-
lararası insan hakları ve muhacir örgütlerini hatta Birleşmiş Milletler ve hür
dünya devletlerini de ilgilendiren küresel bir sorun haline gelmiştir. Mesela
19 Aralık 2009 tarihinde Kamboçya hükümetinin, Kamboçya’ya gelip Birle-
şik Milletlerden siyasi sığınma talebinde bulunan 20 Uyguru Çin’e iade etme-
si uluslararası çapta faaliyet gösteren örgütleri harekete geçirmiştir. Bu olay
dış ülkelerdeki Uygurlar arasında en çok tartışılan konu haline gelmiştir.
Sonuç olarak denilebilir ki Dünya Uygur Kongresi ve çevresindeki dernek
veya teşkilatların siyasi faaliyetçileri Uygur göçmenlerinin işlerini nasıl daha
iyi yürütebilir sorunun cevabını aramıştır. Hangi yollarla Kamboçya’da ya-
şanan olay gibi vahim hadiseleri önlemenin mümkün olabileceği tartışılmış-
tır. Sonucunda, Kamboçya olayından sonra Uygur muhacirler meselesinde
Dünya Uygur Kongresi önemli çalışmalar yapmış, yüzlerce Uygur muhacir
güvenli bir şekilde sığınma hakkına kavuşturulmuştur. Temennimiz geleceğin
geçmişten daha iyi olması yönündedir. Fakat Çin’in baskıcı politikası devam
ettiği müddetçe Uygur göçmen meselesinin artarak devam edeceği anlaşıl-
maktadır.
Kaynaklar
Doç. Dr. Abdulvahap Kara, “Kazakların Altaylardan Anadolu’ya Uza-
nan Göçü”, (http://abdulvahapkara.com/arastirma-konulari/kazak-diyaspo-
ras/79-karavahap.html)
Emet, E., 5 Temmuz Ürümçi Olayı ve Doğu Türkistan, Grafiker Yayıncı-
lık, Ankara, 2009. (ISBN:978-975-6355-55-8).
Erkin EMET 349
Ferhat BERBER1
Giriş
19. yüzyıl büyük imparatorlukların yıkıldığı ve ulus devletlerin yaygın-
laştığı dönemdir. Bu dönemde yaşanan siyasi çalkantıların hem sebebi hem
sonucu olan sosyo-ekonomik hareketliliğin baş aktörlerinden biri de “göç”
kavramıdır. Bilhassa Müslüman Osmanlı coğrafyası ile komşu Hıristiyan Av-
rupa arasındaki demografik etkileşim son derece özgün nitelikler ihtiva eder.
Devletin kuruluş ve yükselme devirlerinde ele geçirilen Avrupa toprakları-
na Anadolu’dan gönderilen Müslüman/Türk nüfusun iskânı, ihtida gibi diğer
etkenlerin de katkısıyla, birkaç asır içinde yeni bir Balkan dünyasının ortaya
çıkmasına sebep olmuştur. Bölgede din olarak İslam, dil olarak da Türkçe
inkâr edilemez bir öneme sahip olmuştur.
Ancak asırlar süren hâkimiyet süreçlerinin ardından zayıflayan ve niha-
yet tarih sahnesinden silinen bütün imparatorluklarda olduğu gibi, Osmanlı
İmparatorluğu’nun yıkılış devresi de, sonraki dönemlere taşınan kendine has
olguları barındırmaktadır. Yukarıda değinilen göç kavramı özetle, Osmanlı
hâkimiyet sahasının daralmasının paralelinde gerçekleşen yer değiştirme-
lerden ibarettir. Terk edilen topraklarda kalan Müslüman ahali, Balkan Milli
devletlerinin kuruluş sürecinin siyasi ve sosyolojik açıdan getirdiği baskılar
karşısında öncelikle Türkiye topraklarına göç etmeyi tercih etmişlerdir. Aynı
şekilde Osmanlı’nın doğrudan yönetmediği ama büyük tesirinin olduğu, Kı-
rım ve Kafkasya gibi kuzey topraklarının Müslüman ahalisi de Rusya’nın
yayılma politikaları karşısında aynı yolu benimsemişlerdir.
Sonuç olarak, 19. Yüzyılda Osmanlı topraklarına sığınan Müslümanların
sayısı milyonlarla ifade edilmektedir. Oysa bu milyonların gelişi ve devletin
yıkılışı dahi, bu demografik hareketliliği bitirememiştir. Zira Balkan coğraf-
yasında kalan Müslümanlar Türkiye Cumhuriyeti döneminde de göç etmek
için kahir ekseriyetle Anadolu’yu seçmişlerdir. Bu kitlesel göçlerin ilki, ulus-
lararası diplomasi ile düzenlenen Türk-Yunan Ahali Mübadelesi olmuştur.
Ardından yine çoğu Balkanlardan olmak üzere pek çok farklı yerlerden kitle
göçleri devam etmiştir.
5 Kemal Arı, Büyük Mübadele Türkiye’ye Zorunlu Göç (1923–1925), İstanbul 1995, s. 8-9
6 İskan Tarihçesi, Hamit Matbaası, İstanbul 1932, s. 137
7 Gül Karacaer, Türkiye’de Kent Yaşamı ve Mübadiller (1923-1930), Dokuz Eylül
Üniversitesi AİİTE Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İzmir 2006, s. 45
Ferhat BERBER 355
Hatırat, Hatıra-Roman
Tarih biliminde önemli bir kaynak da, dönemi veya olayı müşahede etmiş
kişilerin “hatıraları”dır. Ancak son dönemde sayısı artan bazı derlemelerin
önemi büyüktür. Bu çalışmalarda hayatta olan muhacirlerin göç ve iskân sü-
recine ait hatıraları derlenmiştir. Bu çalışmalarda iskân sürecine dair sayısal
veriler bulunmasa da sürece dair bazı ipuçları sunabilmektedir.
13 Berber, a.g.t., s. 95
14 Bkz. Gürol Pehlivan, “Manisa İli Turgutalp Köyünde Hıdırellez”, Manisa, S. 19, Haziran
2000, ss. 30–35
15 BOA. A. MKT. MHM. 529/30 1324 Ra. 9/ 3 Mayıs 1906; A. MKT. MHM. 529/29 1324
Ra. 13/ 7 Mayıs 1906
16 Berber, a.g.t., s. 94
17 Bilgi a.g.t. s. 385
18 Pehlivan, a.g.m.
19 Berber, a.g.t., s. 95
Ferhat BERBER 359
20 Seha L. Meray, Lozan Barış Konferansı, C. 8, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2001, s.
82–83
21 İskân Tarihçesi, s.6; İsmail Soysal, Tarihçeleri ve Açıklamaları İle Birlikte Türkiye’nin
Siyasal Andlaşmaları (1920–1945), C. I, TTK Ankara 1989, s. 256–260
22 Fuat Dündar, İttihat ve Terakki’nin Müslümanları İskan Politikası (1913–1918), İstanbul
İletişim 2002, s. 57
23 Murat Bardakçı, Talat Paşa’nın Evrak-ı Metrukesi, İstanbul 2009. s. 39
24 Bardakçı, a.g.e. s.41. Buradaki yüzde hesaplamaları eserde olmayıp tarafımızdan
360 Türkiye’ye Yapılan Göçler Üzerine Kaynaklarve Bazı Problemler
eklenmiştir. Evrakın orijinalinde yalnızca sayılar verilmiş; oranlama yıllara göre büyüklükleri
değişen daireler şeklinde ifade edilmiştir.
25 Justin McCarthy, Ölüm ve Sürgün, Çev. Bilge Umar, İstanbul 1998, s. 184
26 Ahmet Efiloğlu, İttihat ve Terakki’nin Azınlıklar Politikası, İstanbul Üniversitesi S.B.E.
Yayınlanmamış Doktora Tezi, İstanbul 2007, s. 105–106. Bu çalışma sonradan yayınlamıştır.
Bkz. Ahmet Efiloğlu, Osmanlı Rumları Göç ve Tehcir 1912-1918, İstanbul 2011.
27 McCarthy de, bu sayıları Osmanlı resmi istatistiklerinden aktaran ikinci el kaynaklara
dayandırdığını bildirmektedir.
Ferhat BERBER 361
32 Milli mücadele yıllarında Anadolu’da gerçekleşen nüfus hareketlerinin ayrıntıları için bkz.
Serdar Sarısır, Demografik Oyun Sürgün (1919-1923), IQ Yayınları, İstanbul 2006, Cengiz
Orhonlu, “Yunan İşgalinin Meydana Getirdiği Göç ve Yunanlıların Yaptıkları ‘Tehcir’in
Sonuçları Hakkında Bazı Düşünceler”, Belleten, C. XXXVII No: 148 (Ekim 1973), ss. 485-
495; Mesut Çapa, “Yunan İşgalinin Sebep Olduğu İç Göçler”, Atatürk Araştırma Merkezi
Dergisi, C. X S. 29 (Temmuz 1994), ss. 379- 389; İpek, İmparatorluktan Cumhuriyete
Göçler s. 187-211; McCarthy, a.g.e., s. 277-366
33 BOA. MV. 217/170 1338 Ra. 21/ 14 Aralık 1919 (Belgede geçen muhacir tabiri, yerini
terk eden bütün nüfus için kullanılmıştır.)
34 McCarthy, Ölüm, s. 356
Ferhat BERBER 363
bulunan Maliye Vekili Hasan Fehmi Bey, 27 Aralık 1922’de İcra Vekilleri
Heyeti’ne bir telgraf çekerek, mealen şunları ifade etmişti:
“Yanan mahaller ahalisinin (özellikle Aydın ve Manisa’dan) İzmir’e göçü
başlamıştır. Bu göçün tek sebebi meskensiz kalmak değildir. Aynı zamanda
göç edenler İzmir’de emval-i metrukeden hisse veya yardım almak ümidi ta-
şımaktadırlar. Bu sebeple, göç sonucunda yalnızca bağ ve bahçeler bakımsız-
lıktan harap olmakla kalmayacak, yardım tahsisatı da yetmeyecektir. Bundan
doğacak zirai ve iktisadi zararın önüne geçilmesi için, İzmir’e doğru göçe
müsaade edilmemesi ve yardımların mahallinde yapılması gerekmektedir.”35
Yer değiştirmeler konusunda Yunan işgali altındaki Manisa iyi bir örnek
teşkil eder. Zira işgalin bitiminde Manisa’da görülen tahribat afet niteliğin-
deydi.36 Bundan başka, Cumhuriyet döneminde Manisa’da iskân edilen bazı
göçmenlerin, işgaller sebebiyle ülke içinde birkaç kez yer değiştirdiği görül-
mektedir. Bu konuda Nisan 1928 tarihine ait Manisa ve Ankara arasındaki
yazışma konuya açıklık getirmektedir:
“Leffen takdim kılınan defterde esamisi muharrer muhacirler Balkan
Harbi üzerine beray-ı iskân Haleb’e gönderilip Fransızların işgali üzerine
Eskişehir’e sevk ve orada tescil edilmişlerse de Yunan işgali dolayısıyla An-
kara’ya iltica ettikleri ve istirdadı müteakip Ankara Sıhhat ve Muavenet-i İç-
timaiye Müdüriyetinde muavenet-i hükümetle ve sevk jurnalleriyle li-ecli-l
iskân Manisa Muavenet-i İçtimaiye Müdüriyetine gönderildikleri ifadelerin-
den ve tahkikattan anlaşılmaktadır. İskân hakları zayi olmamak üzere zayi’e
uğradığı anlaşılan sevk jurnalleri suretlerinin buldurulup irsalini rica ederim
efendim.”37
Bu yazı üzerine İskân Müdüriyet-i Umumiyesi çeşitli tarihlerde, Anka-
ra’dan Manisa’ya sevk edilen 112 aile 523 nüfus Balkan muhacirini içeren bir
liste göndermiştir. Bu listedeki 39 ailede 193 kişi yukarıda belirtilen duruma
maruz kalmıştır.
35 BCA. 30.10.14.4.13
36 Ayrıntıları için bkz. M. Nuri Yörükoğlu, Manisa Yangını, Manisa 2002, s. 161–171;
Bilgi, a.g.t. s. 104–114; Teoman Ergül, Kurtuluş Savaşında Manisa, Kebikeç Yayınları,
Ankara 2007, s. 523–537; McCarthy, Ölüm, s. 110–111, 350–351; Kamil Su, Manisa ve
Yöresinde İşgal Acıları, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1982; Nusret Köklü,
Manisa İşgalden Kurtuluşa, Akademi Kitabevi, İzmir 1998.
37 BCA. 272.11.23.124.1
364 Türkiye’ye Yapılan Göçler Üzerine Kaynaklarve Bazı Problemler
41 İskan Mevzuatı, T.C. Sıhhat ve İctimai Muavenet Vekaleti, İskan Umum Müdürlüğü,
Ankara 1936, s. 189–190
42 İskân Mevzuatı, s. 199–218
43 Muhtıranın 4. maddesine göre iskân-ı adî şöyle tanımlanır: “Memleketinde malı olup
olmadığına bakmıyarak kendisine barınacak bir hane, nevi iştigaline (uğraşısının türüne)
göre geçinecek dükkan veya arsa veya tevzi (dağıtım) talimatnamesinin tayin ettiği nisbet
ve miktarda arazi, bağ, bahçe, zeytinlik ve saire vermek ve yalnız mübadillerden muhtacı
muavenet (yardıma muhtaç) olan sanatkârlara ve ayak satıcılarına sermaye, çiftçilere çift
hayvanatı, tohumluk ve âlâtı ziraiye ita eylemektir (tarım araçları vermektir).”
366 Türkiye’ye Yapılan Göçler Üzerine Kaynaklarve Bazı Problemler
Sonuç
Bilhassa 19. asırda başlayıp günümüze kadar devam eden, Balkanlar ve
Kafkasya’dan Anadolu’ya yapılan göçler ve muhacirlerin iskânı, tarih bili-
mi açısından son derece önemli mevzulardır. Ancak Anadolu çapında iskân
sürecinin ortaya konulabilmesi için öncelikle, yerel ölçekli titiz araştırmala-
rın artması gerekmektedir. Üstelik ulaşım ve iletişim imkânlarının arttığı bu
dönemde, özgün metotların bilimsel hassasiyetle kullanılması neticeye ulaş-
makta fayda sağlamaktadır.
Ferhat BERBER 367
Gali GALİYEV1
rat üslubuyla yapılmış biri takdim sayfası olmak üzere işret, çevgân oyunu,
av, Yusuf ve Züleyha konulu 6 resim bulunur. Özellikle y. 2a’daki resimde,
hükümdarın köşkü önünde yapılan işret meclisi canlandırılmıştır. Köşkün
pencere ve balkonundan bakan kadınlar aşağıdaki eğlenceyi izlemektedir.
Eyvanın önünde oturan hükümdar, karşısında da konukları ve müzisyenler
bulunur. İnce ve zarif figürler, elbiselerdeki nakışçı anlayış, balkonlu köşk,
bahçe çiti, yüzeylerdeki süsleme tarzı, kompozisyon, Divân-ı Hüseynî kopya-
sında takdim sayfasında bulunan resmi hatırlatır.(R. 2) Genellikle sayfa kena-
rına yerleştirilmiş çini bezemeli balkonundan ya da penceresinden figürlerin
baktığı benzer köşk tasvirleri aynı yazmada çevgân6 ve Züleyha7 ile ilgili
sahnelerde de görülür.
Aynı yıllarda Herat’ta Hüseyin Baykara’nın kütüphanesinde uygulanan
diğer bir üslup ise ünlü nakkaş Behzad8 (ö. 1535-36) ve öğrencilerinin et-
kisi ile gelişir9. Behzad’ın etkili olduğu bu Herat üslubu ile yapılmış olan
en eski resimli Nevâyî hamsesi kopyası ise, Receb 890 (Temmuz-Ağustos
1485) tarihinde Herat’ta kopya edilmiştir. Eser 901/ 1495 tarihinde Hüseyin
Baykara’nın oğlu Bediüzzaman için Herat’ta resimlenmiştir. Bugün yazma-
nın Leyla vü Mecnun mesnevisi MJRL’de (Turk Ms. 3), diğer dört mesnevi
ise OBL’de (Elliott 287, 408, 317 ve 339) bulunur. 13 resim içeren yazmada
Hüseyin Baykara döneminin ünlü nakkaşları Behzad, Kâsım Ali, Yari Mu-
zahhib, Şeyh Zadeh Mahmud’un aralarında bulunduğu bir grubun çalıştığı
kabul edilir. (Ethe 1930: 1196-98; Binyon vd. 1933: 96-97; Robinson 1955:
263-270; Robinson 1980: 116-7; Bahari 1996: 156-65; Roxburgh 2005: 244-
5). Bediüzzaman için hazırlanan bu yazmanın resimlerinin niteliği, saray nak-
kaşları tarafından hazırlandığını gösterir (Res. 3). Behzad üslubunun etkisi
altında hazırlanan bu resimlerde, kompozisyon, renkler ve işçilik zengindir.
İç mekân sahnelerinde arka planda görülen çinilerle bezeli köşk duvarları dö-
nemin beğenisini yansıtır. Birer portre gibi ele alınarak özenle çizilen figür-
ler, zengin doğa anlatımları, avlu ile bahçeyi birbirinden ayıran korkuluklu
6 İÜK T. 5470 y. 93 b
7 İÜK T. 5470 y. 141 b
8 Kaynaklarda Timurluların son döneminin en iyi tasvir yapan sanatçısı olarak gösterilen
sanatçı Baykara’nın kitabdârı Mirak nakkaş tarafından himaye edilmiştir. Kısa sürede
gelişme gösteren nakkaş, önce Nevâyî’nin himayesinde çalışmış daha sonra ise Hüseyin
Baykara’nın hizmetine girmiştir. Herat’ın 1507’de Şeybânî Muhammed Han tarafından
alınmasından sonra da burada kalmış, Safevilerin Herat’ı almasından bir süre sonra da
Tebriz’e götürülmüştür (Çağman 1992: 147- 149; Akbıyık 2004: 162).
9 Bu grubun resimli kopyalarını hazırladığı eserler arasında Sadi’nin Bostan ve Gülistan’ı,
Nizami Hamsesi, Emir Hüsrev Dehlevî Divanı, Attar’ın Mantık el Tayr’ı gelir (İnal 1995:
143-4).
Gülsen TEZCAN KAYA 375
10 Sultan Halil’in 1478’de ölümüyle kardeşi Sultan Yakub (1478-90) başkent Tebriz’de
hükümdar olur. Bu dönemde aralarında Derviş Muhammed ve Şeyhî’nin de bulunduğu
nakkaşların Sultan Halil döneminde hazırlanmaya başladığı eserlere Sultan Yâkub
döneminde de devam edilecektir. Bunlardan biri 880-86 (1475-81) yılları arasına tarihlenen
Abdülrahim el-Horezmi tarafından yazılan Sultan Yakub Bey Nizamisi olarak bilinen Nizamî
Hamsesi’dir (TSMK H. 762). Akkoyunlu Türkmenlerinden Safevî resim sanatını etkileyecek
örneklerdendir (Çağman 1971; Uluç 2007: 60).
11 Resimleri için bkz. Stchoukine 1935: r. 8; Çağman-Tanındı 1979: r. 21
12 Bu dönemde Türkçe divanların resimlenmesi geleneğine diğer bir örnek de Hidayet
Divanıdır (CBL MS 401). Sultan Halil’in Semerkand’daki sarayında emir olduğu
düşünülen Hidayet Allah Bey’in, Azerbaycan Türkçesiyle yazdığı 186 gazeli kopya edilip
resimlendirilmiştir. Yazmanın içindeki 4 resim, Timurlu prensi Baysungur dönemindeki
Herat üslubu geleneğine bağlı bir sanatçının ürünüdür (Roxburgh 2005: 426; Minorsky-
Wilkinson 1958: 1-3).
Ali Şir Nevâyi’nin Kaleminden Nakkaşların Fırçalarına: Türk Dünyası’ndaki
376
Kültürel ve Sanatsal Mirasın İzleri
13 Güner İnal PBN’de bulunan Ali Şir Nevâyî Hamsesinin Tahmasp’ın kardeşi Sam Mirza
için yapıldığını belirtmiştir (İnal 1995: 162)
14 Gelibolulu Mustafa Ali’nin Menakıb-ı Hünerverân isimli eserinde Horasanlı ve Behzad’ın
öğrencilerinden olduğu belirtilmiştir (Cumbur 1982: 113). Paris’te bulunan Nevayi hamsesi
(PBN supp.turc. 316-17) onun bilinen ilk işi olarak görülmektedir (Welch 1978: 18-19).
15 169a
16 268a
17 350b
Gülsen TEZCAN KAYA 377
yanında daha mütevazı ölçülerde, nakışçı Herat üslubunun uzantısı olarak gö-
rülen divan ve hamse kopyaları da (TSMK R. 803, TSMK R. 80418, TSMK R.
810) (R. 5). Herat’taki geleneğin, Tebriz’de de devam ettiğini destekler Tah-
masp döneminde Şiraz üslubunu yansıtan en güzel örneklerden biri de hamse
kopyasında görülür (TSMK R. 807). 1503 yılında Şah İsmail tarafından alı-
nan Şiraz’da, başkent kalabalığından uzakta olmasından dolayı sanatçılar yer
değiştirmek zorunda kalmamış dolayısıyla da yerel sanatçıların üslubu devam
etmiştir. Bu grup içinde değerlendirilecek son kopya TSMK R. 808 numaraya
kayıtlı bir külliyat olup, resimleri 1580 civarında Herat’ta hazırlanmış olmalı-
dır. Aşağıda irdelenen yazmalar, aynı zamanda Nevâyî hamse ve divanlarının
kendi üretildikleri coğrafya dışında da üretilip çağdaşı üslupları etkilediğini
gösterir.
Safevî döneminde Şiraz üslubuyla hazırlanmış diğer Nevâyî divanları 1564
ile 1580 yılları arasındaki dönemi kapsar. Hidayetu’llâh el-kâtib el-Şirazî ta-
rafından istinsah edilen 972 (1564) tarihli divanda (PBN supp turc. 762) biri
takdim sayfası olmak üzere 7 resim bulunur (Uluç 2000: 417)19. Diğer geç
tarihli örnek ise Kasım eş-Şirazî tarafından istinsah edilen 988 (1580) tarihli
divanıdır (MMA 13.228.21)20 (Uluç 2000: 347). Kitap okuyan insanlar, çev-
gân oyunu, meyhane, işret gibi konuların canlandırıldığı resimlerde dönemin
üslup anlayışına uygun olarak kalabalık kompozisyonlar içinde gösterilen ha-
reketli figürler, zengin mekan betimleri, canlı renkler görülür. Şiraz’da hazır-
lanan bu iki divan, 16.yüzyılın ikinci yarısında bile Safevî saray çevreleri bu
şairin eserlerini sipariş yoluyla hazırlatmaya devam ettiklerini gösterir.
1526-27 yılları arasında Ebu İshak İbrahim’in asitânesinde Neşatî tarafın-
dan istinsah edilen bu yazma, Safevî döneminin Şiraz üslubunu belirgin bir
biçimde yansıtır21. Yuvarlak küçük yüzlü, zarif figürlerin bulunması, gökyü-
zünde ve zeminde altın yaldızın kullanılması, insan yüzlü güneş tasvirlerinin
betimi ve takdim sayfalarında da genellikle bu temanın işlenmesi, kalaba-
lık kompozisyon uygulanması bize resimlerin Tahmasp döneminde Şiraz’da
yapıldığını gösterir. Muhtemelen TSMK R. 807’de sipariş üzerine Osmanlı
sultanı ya da bir devlet görevlisi için hazırlanmış olmalıdır.
Bilim adamı ve sanatçı, hükümdar himayesinde olduğundan, saray ve
çevresinin kültürel yaşamı içinde sanatını icra etmiş, hükümdar da sarayının
prestijini ve şanını yücelttiği için himayesindekileri fazlasıyla cömert biçim-
18 Takdim sayfası:1b-2a
19 Resimler için bkz. Suleimanova 2001: r. 99-100, 102-106.
20 Resimler için bkz. Goeseke 1961: 288-307.
21 Çağman-Tanındı 2002: 43-48.
Ali Şir Nevâyi’nin Kaleminden Nakkaşların Fırçalarına: Türk Dünyası’ndaki
378
Kültürel ve Sanatsal Mirasın İzleri
etkisi II. Bayezid döneminde daha yoğun hissedilir. Herat ile kültürel ilişki-
lerde bulunan Osmanlı çevresi, Çağatayca’ya da yabancı değildir. Bu dönem-
de Bursalı Kandî (ö. 1554) ile Behiştî Herat’a gidip dönüşlerinde, Basîrî24 (ö.
1534-5) ise Anadolu’ya yerleşmeye gelişinde Nevâyî ve çevresinden haberler
getirir. Nevâyî Sultan II. Bayezid’e (s. 1481-1512) otuz üç gazelini gönder-
miş, rivayete göre de II. Bayezid, Ahmed Paşa’dan (ö. 1497) bunlara nazire
yazmasını istemiştir (Çavuşoğlu 1976: 77, 79).
Sultan Selim döneminde Çağatay Türkçesi ve Nevâyî’nin eserleri çok po-
pülerdir. Osmanlı edebiyatında Çağatayca şiirler yazmak moda haline gelir.
Bu dönemde Sultan Selim de Çağatayca gazel yazmayı dener. Hafız, Niyazî,
Sanî, Selahî, Hazanî, Şükrî gibi birçok Osmanlı şairi Çağatayca şiirler yazar-
lar. Osmanlı medreselerinde Çağatayca ders olarak okutulur25. Nevâyî etkisi
sadece edebî eserlerde kendisini göstermez. Ayrıca dönemin tarihî eserlerinde
de etkisini gösterir. M. Argunşah, “Şükrî-Bitlisî Selimnâmesi ve Eserin Dili”
başlıklı makalesinde, Selimnâme’nin dil olarak, Ali Şir Nevâyî’nin Çağatayca
şiirlerinden etkilendiğini belirtir (Argunşah 1988: 56; Argunşah 1997: 18-19).
Nevâyî’nin son Türkçe divanı Fevāyidü’l-Kiber’in birçok nüshasında
Sâkînâmesi de bulunur (Kaya 1996: 657-696). Türk-İslam kültürlerinde ol-
dukça önemli yeri olan işret meclisleri ile işretnâmeler resim sanatında da
görsel olarak ifade bulmuş, hükümdarların, devlet görevlilerinin ya da soy-
luların işret sahneleri nakkaşlar tarafından betimlenmiştir26. Nevâyî’nin Ana-
dolu’daki şairlere ilham kaynağı olduğu birçok örnekle gösterilmiştir. Bun-
lardan biri de I. Selim dönemi edebiyatında, “Sâkînâme” türünün ilk orijinal
örneğinin görülmesiyle ispatlanır. Edirneli Revânî (ö. 1524) İşretnâme isimli
eserini bu dönemde yazmıştır. Genellikle İran ve Türk edebiyatında sâkînâme
adı altında bilinen bu eserler, içkiden, içkiyi sunan sakiden, içki çeşitlerin-
vakayinameler de görülür. Sinoplu Hisali’nin, Kemal Reis’in deniz savaşlarını anlatan on bir
bin beyitli mesnevisi ve Edirneli Cenani’nin Bosna’da Davud Paşa’nın savaşı ile ilgili on
beş bin beyitli manzumesi, Sarı Kemal’in II. Bayezid’a ithaf ettiği Selâtinnâme’si, Sûzî’nin
Mihaloğlu Ali Bey’in akınlarını anlattığı onbeş bin beyitli mesnevisi, Serezli Abdurrahman
bin Habib’in, II. Bayezid adına kaleme aldığı, adalet, akıl ve ilimden bahseden Nahlistan
adlı eserleri bunlar arasında yer alır. İyi bir eğitim gören sultan, “Adlî” mahlasıyla Türkçe ve
Farsça şiirler yazmıştır (Uzunçarşılı ty: 248, 592-594).
24 Basirî gibi Horasan’dan Osmanlı Sarayına gelen şairler, yanlarında Cami ve Nevayi ile
onların işlerinde çalıştıklarına dair tavsiye mektupları taşıdıkları bilinmektedir (Rogers 1997:
539).
25 Ayrıntılı bilgi için bkz. Ali F. Karamanoğlu, Türk Dili, İstanbul, 1979: 90.
26 Gülsen Tezcan, Ali Şir Nevayi’nin Hamse ve Divanlarının Resimleri: Topkapı Sarayı
Müzesi Kütüphanesi’ndeki Örnekler, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Hacettepe Üniversitesi,
SBE, Ankara 2007.
Ali Şir Nevâyi’nin Kaleminden Nakkaşların Fırçalarına: Türk Dünyası’ndaki
380
Kültürel ve Sanatsal Mirasın İzleri
27 Bediüzzaman’ın beraberinde bir çok kitap getirdiği bilinir. Bunlardan biri, 1496 tarihli
Emir Hüsrev Dehlevi’nin Heşt Bihişt’i (TSMK H. 676) olduğu sanılır.
28 Ayrıntılı bilgi için Bkz. Haydar Çelebi Ruznamesi, Haz. Yavuz Seymenoğlu, Tercüman
Yayınları 1001Temel Eser No.73, Ty.
Gülsen TEZCAN KAYA 381
yarayan bin haneyi İstanbul’a göndertmiştir (Uzunçarşılı ty: II, 269). Kayıt-
larda sarayda üçü musavvir olmak üzere 16 nakkaşın görev yaptığı bilinmek-
tedir (Stchoukine 1966: 20; Meredith-Owens 1963: 12; Bağcı-Çağman-Ren-
da-Tanındı 2006: 54-55).
Bütün bu gelişmeler Osmanlı resim sanatında köklü dönüşümlere sebep
olur. Osmanlı dönemi Ehl-i Hiref defter kayıtları incelendiğinde, en eskisi
Ocak 1526’dan kalan bu belgelerden, Otlukbeli Savaşı’ndan sonra (1473) sa-
raya İran ve Azerbaycan’dan sanatçıların geldiği anlaşılır (Meriç 1953: 3-7).
Şiraz’ı Akkoyunlular’dan, Herat’ı Timurlular’dan alan Şah İsmail’in Teb-
riz’deki sarayında bulunan usta sanatçıların ve eserlerinin İstanbul’a getiril-
mesi kitap resimlemeciliğinde klasikleşme sürecini başlatır.
15.yüzyıl Herat’ının zengin kitap sanatı örneklerinin saraya getirilmesi,
çok kısa bir süre sonra İstanbul saray nakkaşhanesinin resimli kitap üreti-
mi programına da yansır. Getirilen eserler arasında bulunan Hüseyin Bay-
kara’nın (TSMK EH. 1636) ve Nevâyî’nin resimli divanları (TSMK R. 805,
R. 804 takdim sayfası), ayrıca bu divanları resimleyen nakkaşın üslubunu
sürdüren Horasanlı nakkaşların da saraya gelmesi, Osmanlı nakkaşhanesinde
resimlenen kitaplarda Horasan üslubunda çalışan nakkaşların kitap üretimine
katkıda bulunduklarını göstermiştir (Bağcı-Çağman vd. 2006: 55).
I. Selim’in yukarıda bahsedildiği üzere Tebriz ve Mısır’a yapmış olduğu
seferler sonucunda İstanbul’a getirilen Timurlu Herat, Safevî Tebriz ve Akko-
yunlu Şiraz üslubunu bilen doğulu nakkaşlar sayesinde, kompozisyonlarda,
figürlerde ve doğa anlatımlarında dekoratif ve zarif bir anlayışın etkileri Os-
manlı yazmalarında da görülmeye başlanır (Mahir 2005: 49).
Tebriz’den getirilen Horasan kökenli sanatçıların üsluplarının görüldüğü
erken örneklerden biri Ferîdüddîn Attâr’ın (ö. 1193?; 1229?) Mantıkü’t-Tayr
adlı eseridir (TSMK H. 1512) İstanbul nakkaşhanesinde 15 Muharrem 921 (2
Mart 1515) tarihinde kopya edilen eser, yukarıda sözü geçen nakışçı üslup-
ta betimlenmiştir. Özellikle takdim sayfasında görülen Süleyman peygamber
ile Belkıs’ın divan sahnelerinde kompozisyon, figürlerin duruşları ve tipleri,
elbiselerdeki nakışçı bezeme, taht biçimleri, bahar dallı çiçekler Herat’ta ha-
zırlanmış olan Hüseyin Baykara ve Nevâyî divanlarının resimleriyle büyük
benzerlik gösterir Ayrıntılarda görülen büyük sarık tipleri Osmanlı üslubunun
da resimlerde etkili olduğunu gösterir (Atıl 1986: 43; Tanındı 1996: 18-19;
Bağcı-Çağman vd. 2006: 55).
Horasan’dan gelen nakkaşların nakışçı üslupla hazırladıkları bir diğer
eser 1515-20 civarında resimlenen Sultan I. Selim’in Farsça divanıdır (İÜK
Ali Şir Nevâyi’nin Kaleminden Nakkaşların Fırçalarına: Türk Dünyası’ndaki
382
Kültürel ve Sanatsal Mirasın İzleri
kişilik olarak betimler. Nadirî Nakşibendî tarikatına üye olan bu iki kimliğin,
aynı zamanda aslan anlamına gelen isimleri Şir ile Gazanfer’i de vurgulaya-
rak şair ile ağa arasında bağlantı kurar. Câmî’nin Nevâyî’ye ithafen yazdığı
Baharistân’ın (TSMK H. 1711), Gazanfer Ağa için hazırlanması özellikle an-
lamlıdır (Tanındı 2002: 47-8; Tanındı 2003: 131-145; Fetvacı 2005: 267-9,
351; Bağcı-Çağman-Renda-Tanındı 2006: 212-13). Böylece Nevâyî sadece
eserlerine nazire yazılan bir şair olmaktan çıkıp sanat hamiliği ile de takip
edilen bir kimlik kazanmıştır.
Özbek hükümdarı Yar Muhammed Bahadır Han döneminde sarayın resmi
kütüphanesinde Buhara’da hazırlanmış olan Nevâyî Hamsesi Herat etkisinin
hissedildiği Buhara üslubunun en güzel örneklerden biridir. 960 (1553) tari-
hinde Sultan Mesud el-katib bin Sultan Mahmud tarafından istinsah edilen
eserin Seb’a-i seyyâre adlı mesnevisinde 11 (PBN MS Elliot 318), Sedd-i-İs-
kender adlı mesnevisinde 5 (PBN MS Eliot 340) resim bulunur (Robinson
1958: 129-131). S. 32a’daki İskender’in ölmek üzere olan Dara’yı rahatlat-
ması, s. 14a’daki Mani’nin Dilaram’ın portresini Bahram’a göstermesi sah-
nelerinde olduğu gibi boş yüzeylerden kaçınmayan, geniş alanlarda altın yal-
dız kullanan, yüzeylerde çok az bitki ve çiçek bulunduran, ayrıntılarda sade
anlatım bu dönem Buhara üslubunun belirleyici özellikleridir35. Buna karşın
s. 17b’de İskender ile dilenci sahnesinde olduğu gibi kompozisyon, mekanın
kurgulanışı ve ayrıntılardaki nakışçı işçilik Herat üslubunun etkilerini açıkça
gösterir. 1536-7 tarihli Buhara’da Abdülaziz Bahadır han dönemindeki kitap
üretimini en güzel biçimde örnekleyen bir Nevayi Divanı (TİEM 1946)36, dö-
nemin sanatsal beğenilerini ve kültürel ortamını yansıtması açısından dikkat
çekicidir.
15.yüzyıl sonundan itibaren resimli örneklerini görmeye başladığımız
Nevâyî eserlerinin bir kısmı yukarıda da bahsedildiği gibi siyasi olaylar so-
nucu Osmanlı sarayına getirilmiş, bu beğeni şairin eserlerinin nakkaşhanenin
resim programına alınmasını sağlamıştır. Bu dönemde şairin eserlerinin re-
simli kopyalarının yapımı çağdaşı Safevî ve Özbek saraylarında da sürdürül-
müştür. Şairin eserlerine, devlet adamlığına, sanat hamiliğine ve dinî misyo-
nuna duyulan saygı neticesinde sultan ve saray erkanı tarafından kültürel bir
model olarak örnek alındığı görülür. Aralarında Sultan Yakub, Sultan Hüse-
yin Baykara, Abdülaziz Bahadır Han, Kanuni Sultan Süleyman , Şah İsmail,
Kaynakça
AKBIYIK, Hayrunnisa, “Timurluların Bilim ve Sanata Yaklaşımları ve
Bazı Son dönem Sanatkârları”, Bilig, , s. 30, Yaz 2004: 151-171.
AKSU, Hüsamettin, “İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’nde Bulunan
Minyatürlü, Resimli, Şekilli, Cedvelli, Plan ve Haritalı (Türkçe- Arapça- Far-
sça) Yazmalar”, Sanat Tarihi Yıllığı, XII (Ord. Prof. Dr. Mahzar Şevket İbşi-
roğlu Özel Sayısı), İstanbul, 1988: 19-62.
ARGUNŞAH, Mehmet, “Şükrî-Bitlisî Selimnâmesi ve Eserin Dili”, Türk
Dünyası Araştırmaları Dergisi, S.55, 1988: 51-72.
ARGUNŞAH, Mehmet, Şükrî-i Bitlisî, Selîm-nâme, Kayseri: Erciyes
Üniversitesi Yayınları, 1997.
ATASOY, N., F. ÇAĞMAN, Turkish Miniature Painting, İstanbul, Publi-
cations of the R. C. D. Cultural Institute, 1974.
ATIL, Esin, “Ottoman Miniature Painting Under Sultan Mehmed II”, Ars
Orientalis, 9, 1973: 103-20.
ATIL, Esin, Süleymanname. The Illustrated History of Süleyman the Mag-
nificent, Washington, 1986.
ATİK, Kayhan, Lütfi Paşa ve Tevârih-i Âl-i Osman, Ankara, 2001.
BAĞCI, S- F. Çağman- Z. Tanındı- G. Renda, Osmanlı Resim Sanatı, An-
kara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 2006.
BAHARI, Ebadollah, Bihzad:Master of Persian Painting, London-New
York, 1996.
CANIM, Rıdvan, Türk Edebiyatı’nda Sâkînâmeler ve İşretnâme, Ankara,
1998.
ÇAĞMAN, Filiz, “The Miniatures of the Dîvān-ı Hüseynî and the Influen-
ce of their style”, Fifth International Congress of Turkish Art, (Ed. G. Feher),
Budapest, 1978: 231-259.
ÇAĞMAN, Filiz- Z. TANINDI, Topkapı Sarayı Müzesi İslam Minyatürle-
ri Kataloğu, İstanbul, 1979.
ÇAĞMAN, Filiz- Z. TANINDI, “Manuscript Production at the Kāzarūnī
Orders in Safavid Shiraz”, Safawid Art and Architecture, (Ed. S. Canby),
London, 2002: 43-48.
ÇAĞMAN, Filiz- Z. TANINDI, “Tarikatlarda Resim ve Kitap Sanatı”,
Osmanlı Toplumunda Tasavvuf ve Sufiler, Kaynaklar-Doktrin-Ayin ve Er-
Gülsen TEZCAN KAYA 387
Gürol PEHLİVAN 1
Giriş
Yazmalar devri Türk edebiyatında yaratan (yazar, şair) ile okuyucu arasına
giren önemli bir grup genellikle ihmal edilmiştir. Bu zümre müstensih adı
verilen ve yazmaları kopyalayan kişilerdir. Uzun süre bu kişilerin basit birer
kopyacı olduğu düşünülmüşse de günümüzde bu algının değişmesi gerektiği
ortadadır. Çünkü sadece birer “işçi” değil, aynı zamanda bir “okur” olan bu
kişiler yazma halindeki eserlerle günümüz okuyucusu arasında bulunmakta-
dırlar. Yazma halindeki eserlerin nüshalarına bakıldığında sadece basit birer
hata olarak görülemeyecek farklılıklar “okur” olan müstensihlerin eserlere
yaptıkları müdahalelerdir. Bu bağlamda halk edebiyatı ürünlerinde bu mü-
dahalelerin arttığı görülmektedir. Uzun yıllar edisyon kritik tekniği odaklı
çalışmalarda nüsha farkları aparatlara mahkûm edilmiş, bu değişimler ince-
lenmeye değer görülmemiştir. Araştırmacı “uzman” sıfatıyla bu farklılıklar-
dan birini tercih ederek, aslında kendi yeni “nüsha”sını ortaya koymuştur.
Bildirimiz müstensihlerin eserin yaratma sürecinde çok defa aktif bir tutum
içinde olduğu varsayımından yola çıkarak, Türk edebiyatının en önemli eser-
leri arasında gösterilen Dede Korkut Kitabı’nda yer alan Salur Kazan’ın Evi-
nin Yağmalandığı Boy isimli anlatıyı2 bu açıdan inceleyecektir. Eserde yer
alan diğer destanlar da Dede Korkut Kitabı’nda Yapı, İdeoloji ve Yaratım un-
vanlı doktora tezimizde tarafımızdan, bu açıdan incelendiğinden, yukarıda
adı geçen destanda ele alacağımız bazı hususlar yer yer tüm eser göz önünde
tutularak değerlendirilecektir.
Sözlü gelenekten derlenerek yazıya geçirildiği üzerinde neredeyse görüş
birliği olan3 Dede Korkut Kitabı’nın Dresden ve Vatikan olarak isimlendiri-
len iki nüshası olup farklı müstensihler tarafından yazılmışlardır. Tam olarak
tarihlendirilemeyen bu nüshaların 16. yüzyılda istinsah edildiği düşünülmek-
tedir.4 İki nüshaya kaynaklık eden ortak bir nüshanın varlığı hemen hemen
tüm araştırmacıların ortak görüşüdür. Nitekim iki nüshada yer alan bazı ortak
hatalar bu durumun en önemli delili olarak kabul edilmelidir.
Bildirimizde bu anlatıyı yapısal olarak, başlangıç durumu, dönüştürücü
öğe, eylemler dizisi, dengeleyici/düzenleyici öğe, bitiş durumu olarak beş
kesite ayıracağız.5 Bu kesitlerin her birinde müstensihlerin müdahalelerinin
yapıyı oluşturmadaki rolü üzerinde durarak, iki nüshayı kopyalayan kişile-
rin dünyaya bakışlarının anlatının benzer metinlerinin oluşumundaki etkisini
tespit edecek, bu etkilerin metnin “ideoloji”sinin üretimindeki katkısı belir-
lenecektir.
1
Av avlayalum, kuş kuşlayalum (20a/12) Avlayalum, kuşlayalum (84b/1)
5 Her klasik anlatıda yer alan bu aşamalar için bkz. Zeynel Kıran, Ayşe (Eziler) Kıran,
Yazınsal Okuma Süreçleri, Ankara: Seçkin Yayınevi, 2000, ss. 21-22.
6 Nüshalar karşılaştırılırken soldaki kısım Dresden (Kısaltması: D), sağdaki kısım
ise Vatikan (Kısaltması: V) nüshasından alıntılardır. Dresden nüshasının Semih Tezcan,
Hendrik Boeschoten tarafından yapılan yayımı (Dede Korkut Oğuznameleri, İstanbul:
Yapı Kredi Yayınları, 2001); Vatikan nüshasının ise Mustafa S. Kaçalin’in yayımı (Dedem
Korkut’un Kazan Bey Oğuz-nâmesi Hikâyet-i Oğuz-nâme-i Kazan Beg ve Gayrı –Metin ve
Açıklamalar, İstanbul: Kitabevi, 2006) kullanılmış, ayrıca Arap harfli metinler de göz önünde
bulundurulmuştur.
7 Buradaki yapının bilindik tanıma uymaması, bazı araştırmacıların “sözde redif”
isimlendirmesi yapmalarına yol açmıştır. Bkz. Doğan Kaya, “Âşık Şiirinde Kafiye ve Redif”,
s. 8. (Basılmamış makale) http://dogankaya.com/fotograf/asik_siirinde_kafiye_redif.pdf
Gürol PEHLİVAN 395
2
Kıyan Selcük oglı Deli Dündar eydür: Yok
“Beli, Han Kazan, maslahatdur.” Kara
Göne oglı Kara Budag eydür: “Agam
Kazan, maslahatdur.” Anlar eyle degec
(20a-b/13-2)
Dikkat edilirse, sözlü icrânın önemli özelliklerinden olan ses ve kelime
tekrarları yoluyla8 bir ahenk yaratılmış, böylece dinleyicinin hafızasında me-
tinin kalıcılığı sağlanmaya çalışılmıştır.
Akabinde Aruz Koca, Kazan’a yurdunu korumak için Kimi bırakacağını
sorar:
3
İki dizinün üstine çökdi eydür: “Agam Kazan, Dizin çökdi, eydür: “Agam Kazan, mas-
sası dinlü Gürcistan agzında oturursın. Ordun lahatdur” dedi. “Agam, sası dinlü Gür-
üstine kimi korsın?” (20b/3-5) cistan agzında oturursın. Ordın üstine
kimi korsun? dedi (84b/2-4)
D’de onay verenler öncelikle Deli Dündar ve Kara Budak’tır. Deli Dün-
dar, Dış Oğuz beylerinden olup Aruz Koca’nın torunudur. Kara Budak ise,
Kazan’ın yeğenidir. Yani her ikisi de yaşça küçük ve tecrübesiz beylerdir.
D, bunlardan sonra Aruz Koca’yı konuşturarak “yaşlının uz görüşlülüğünü”
tebarüz ettirmiş, V ise böyle bir işleme gerek görmemiştir. İlginç olan V’de
Aruz’un “maslahatdur” diyerek, D’de kullanılan kelimeyi sürdürmesidir. Biz-
ce V müstensihi, kaynağı olan metinde Deli Dündar ve Kara Budak’ın geçtiği
kısmı atlamıştır. D ise, “maslahatdur” kelimesini kullanmayarak sözlü icrada
geçtiği tahmin edilebilecek kelime tekrarını gereksiz görmüştür.
Bundan sonra Kazan, yurdunu üç yüz yiğitle oğlu Uruz’a emanet ederek,
maiyeti ile ava çıkar:
4
Kazan eydür: “Üc yüz yigidilen oglum Uruz Kazan eyitdi: “Üç yüz yigit ile
menüm evüm üstine dursun” dedi. Konur atın çek- oglum Uruzı koram” dedi. Heman
dürdi, butun bindi. Tepesi kaşga aygırına Dündar konur atını çekdürdi. Kazan bindi
bindi. Gök bedevisin dartdurdı, Kazan Begün (84b/4-5)
karındaşı Kara Göne bindi. Ag bedevisin çek-
dürdi, Bayındır Hanun yagısın basan Şir Şem-
seddin bindi. Barasarun Bayburd hisarından
parlayup Beyrek boz aygırına bindi. Konur atlu
Kazana keşiş deyen Beg Yegenek dorı aygırına
bindi. Saya varsam dükense olmaz (20b/5-12)
8 Walter J. Ong, Sözlü ve Yazılı Kültür Sözün Teknolojileşmesi, çev. Sema Postacıoğlu
Banon, İstanbul: Metis Yayınları, 1999, s. 55.
396 Salur Kazan’ın Evinin Yağmalanması Destanı’nın Yaratımında Müstensihlerin Etkisi
Görüldüğü gibi olay aynı olduğu halde, kurgu oldukça farklıdır. Bazı
cümle veya kelimelerde takdim-tehir yapılmış, bazı sıfatlar arttırılmış veya
eksiltilmiştir. Özellikle sıfatlardaki değişim dikkat çekici boyutlardadır. D,
Şökli Melik’e “Kâfirlerin azgını” derken; V, niteleme yapmamıştır. D’de kâfir
ordusu için kullanılan sıfatlar bu orduyu göz önünde canlandırmayı kolay-
laştıran uzun bir söz dizisiyken; V’de iki sözcükle yetinilmiştir. Öte yandan
V müstensihi “dün buçuğu” kelimesi yerine “gece içinde” diyerek, önceden
de yaptığı gibi, metni daha anlaşılır kılmayı amaçlamıştır. Bu bağlamda D’de
yer alan “kaza benzer kızı gelini” ifadesindeki sıfatın V’de yer almaması da
artık V’nin istinsah edildiği tarihte bu sıfatın anlama bağlamının yok oldu-
ğunu veya müstensihin bu benzetmeden hoşlanmadığını gösterir niteliktedir.
Gürol PEHLİVAN 397
a.b.c.Eylemler Dizisi
Kazan’ın evini yağmalayan kâfirler, ona daha ne kadar zarar verebilecek-
lerini düşünürler:
6
Kâfir eydür: “Begler, Kazanun tavla Tekvur eydür: “Begler, Kazana aceb iş
tavla şehbaz atlarını binmişüz, altun oldı. Malını menalini evini oglını kızını
akçasını yagmalamışuz, kırk yigidilen örme saçlu karıcık anasını biz almışuz”
oglı Uruzı tutsak etmişüz, katar katar (84b-85a/13-1)
develerini yetmişüz, kırk ince bellü
kızılan Kazanun helalını tutmışuz. Bu
hayfları biz Kazana etmişüz” dedi (21a-
b/13-4)
7
Şökli Melik eydür: “Mere aznavur, ne Şökli Melik eydür: “Nedür?” (85a/1)
hayfumız kaldı?” (21b/5-6)
cü’nü yanına alarak hazırlık yapmaya başlar. Ağılın kapısını berkitir, yanına
sapanıyla atabilmek için taş yığar. Burada ilginç olan husus, çobanın gördüğü
rüyanın gerçekliği üzerinde hiç şüpheye düşmeden hazırlıklara başlamasıdır.
Ortaçağ dünyasında rüyanın bir bilgilenme vasıtası olarak gücü hatırlanırsa,
bunda şaşırtıcı bir yan yoktur. Rüyayı bu dünya ve ötesi hakkında bilgi alı-
nabilecek bir boyuta açılan kapı olarak düşünen bir zihniyet9 için Karaçuk
Çoban’ın yaptıkları doğaldır. Bu sırada kâfirler gelirler ve Karaçuk Çoban’a
sürüyü teslim etmesi için teklifte bulunurlar. Gerek kâfirlerin teklifi gerekse
Karaçuk Çoban’ın cevabı manzumdur. Burada Karaçuk, kâfirleri aşağılamak-
ta onlara tepeden bakmaktadır. Dede Korkut destanlarında mizahi unsurlara
rastlanan ilk yer burasıdır. Mizah, ötekini küçültmek için kullanılan bir si-
lahtır. Karaçuk’un istediklerini yapmayacağını anlayan kâfirler saldırırlarsa
da başarısız olup geri çekilmek zorunda kalırlar. Mücadele esnasında Kara-
çuk’un iki kardeşi ölür, kendisi yaralanır. Kepeneğini yakıp “korumsu” ede-
rek yarasına bastırır.
Öte yandan Salur Kazan bir rüya görür:
Meger, hanum, ol gece kalın Oguzun Bu tarafda Kazan Beg gece yaturken kay-
devleti, Bayındır Hanun güyegüsi, Ulaş gulu vakıa gördi. Vakıasında oynandı,
oglı Salur Kazan kara kaygulu vakıa eydür: “Begler, kara kura düş gördüm.
gördi. Sermürdi, öri durdı, eydür: “Bilür Yumrıgumda dalbıyan şahin kuşum öldi
misin, karındaşum Kara Göne, düşümde (85b/11-12)
ne görindi? Kara kaygulu vakıa gördüm.
Yumrugumda dalbıyan şahin menüm
kuşumı alur gördüm (23a/9-13)
9 Türk edebiyatında rüyanın işlevleri için bkz. Ferial Ghazoul Hopkins, “The Hature
and Function of the Dream Motif in Türkish Folk Literature”, I. Uluslararası Türk Folklor
Kongresi Bildirileri, II, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 1976, s. 133-145; Umay Günay,
Türkiye’de Aşık Tarzı Şiir Geleneği ve Rüya Motifi, Ankara: Akçağ Yayınları, 1999, s. 89-96;
Hasan Avni Yüksel, Türk-İslam Tasavvuf Geleneğinde Rüya, Ankara: Milli Eğitim Bakanlığı
Yayınları, 1996, s. 21-71; bazı yazıya ulaşmamış topluluklar ve Batı geleneğinde rüya için ise
bkz. Susan Parman, Rüya ve Kültür –Batı Entelektüel Geleneğinin Antropolojik İncelemesi-,
çev. Kemal Başçı, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 2001.
Gürol PEHLİVAN 399
9
“Salur Kazan, Beg Kazan, ölü misin, diri “Kazan Beg, ölü misin diri misin? Bu
misin? Bu işlerden haberün yok mıdur?” işlerden haberin yok mı?” dedi. (85b/10-11)
dedi. (23a/8-9)
Hemen işaret edelim ki D’deki ifade, sözlü anlatım kalıplarına daha uygun
bir sesleniştir. Anlatıcı bu seslenişin hemen ardından Salur Kazan’ın “kara
kaygılı” bir rüya gördüğünü ifade ederek, kahramanın “boş biri” olmadığı
mesajını vermektedir. Burada D, Kazan’ın epitetini kullanarak dinleyicinin
duygularına hitap edip Kazan’ı yüceltmekte, bu noktadan itibaren talihin
Oğuz’un lehine döneceği mesajını vermektedir; çünkü Kazan rüyasında uya-
rılmıştır. Elbette bu uyarı, metinde açıklanmasa bile Allah’tandır. Doğaüs-
tünün de Oğuzların yanında olduğunu gösteren bu rüya öncesinde Kazan’ın
kim olduğu anımsatılır. O, “Kalın Oğuz’un devleti, Bayındır Hanun güyegü-
sü, Ulaş oglı Salur Kazan”dır. Yazılı metinin dünyasında bir yere kadar etkili
olacak bu yapıyı, heyecan içinde bir anlatıcının sesini kullanarak söylediğini
düşünürsek, önem ve işlevini daha rahat kavrarız. V ise, yazılı olanın dünya-
sından hadiseyi değerlendirerek, epiteti atlamıştır.
İki nüsha da görülen rüya çeşitli isimlerle anılmaktadır. Burada “kara” or-
tak bir sıfat olurken, V’de kaydedilen “kara kura” ismi bugün de Türk dünya-
sında bilinen, kâbuslara neden olan10 ve Anadolu’da daha çok keçi şeklinde
tasavvur edilen bir ruh veya varlığın ismidir.11
Yukarıdaki alıntılarda görülen bir başka önemli farklılık, D’de Salur Ka-
zan’ın düşünü Kara Göne’ye söylemesi; V’de ise “begler” diyerek genelle-
mede bulunmasıdır. Metinin devamında bu çağrıya Kara Göne cevap ver-
mektedir. D’de ise, düş sadece Kara Göne’ye anlatılmakta ve o da rüyayı
yorumlamaktadır.
Kazan’ın düşündeki ilk motif, D ve V’de farklı ifade edilmektedir:
10
Yumrugumda dalbınan şahin menüm Yumrıgumda dalbıyan şahin kuşum öldi
kuşumı alur gördüm (23a/13) (85b/12)
D’de şahin, Kazan’ın kuşunu alırken; V’de Kazan’a ait olan şahinin öldü-
ğü ifade edilmektedir. Bunun dışında Kazan, evine yıldırım düştüğünü, kara
bir dumanın obasının üzerini kapladığını, kuduz kurtların çadırını daladığını,
kara bir devenin kendisini ensesinden kavradığını, kara saçının uzayıp gö-
10 Celal Beydili, Türk Mitolojisi Ansiklopedik Sözlük, çev. Eren Ercan, Ankara: Yurt Kitap-
Yayın, 2005, s. 295.
11 Pertev Naili Boratav, 100 Soruda Türk Folkloru, İstanbul: Gerçek Yayınları, 1984, s. 79.
400 Salur Kazan’ın Evinin Yağmalanması Destanı’nın Yaratımında Müstensihlerin Etkisi
13
Çobana eydür: “Mere çoban, karnun acık- Çoban eydür ken’özine: “Karnun açık-
mamışiken, gözün kararmamış iken bu agacı madın kuvvetün getmedin bu agacı koparı
koparı gör. Yohsa seni bunda kurtlar kuşlar gör. Yohsa seni bunda kurtlar yer” deyüp
yer” dedi. Karaca Çoban darb eyledi, kaba zor edüp agacı köküyile kopardı, arkasına
agacı yeriyile yurdıyıla kopardı arkasına urdı, Kazanun ardına düşdi (87b/6-8)
aldı, Kazanun ardına düşdi. (27a/4-8)
15
“Mere varun, Kazanun oglı Uruzı tutun, “Kazanun oglı Uruzı tutun, çengele asun.
çengele asun, kıyma kıyma ag etinden Ag etinden kesün, kavurma edün. Kırk
çekün, kara kavurma pişirüp kırk beg kızun önine kon. Her kim yedi, ol degildür.
kızına iletün. Her kim yedi, ol degül. Her Her kim yemedi, oldur” dedi. (88a/7-9)
kim yemedi, oldur. Alun gelün sagrak
sürsün” dedi (27b-28a/13-4)
Burada küçük; ama önemli bir ayrıntı D’nin “kırk kız”ın niteliği hakkında
verdiği “beg kızı” bilgisidir. V’de bu yoktur. Böylece D, Burla Hatun’un ya-
nındaki kızların özgür ve asilzâde olduklarını söylemektedir.
12 Özellikle Sibirya ve kuzey Türk illerinde görülen bu durum için bkz. Mehmet Aça, “Türk
Destancılık Geleneğine Bütüncül Yaklaşabilme ve Alp Kavramı Üzerine Bazı Yeni Yaklaşım
Denemeleri”, İslamiyet Öncesi Türk Destanları, haz. Saim Sakaoğlu, Ali Duymaz, İstanbul:
Ötüken Yayınları, 2003, s. 161; Bülent Bayram, Çuvaş Türklerinin Kahramanlık Anlatmaları
(Alplar), Ankara: Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, 2010, s. 126-127.
404 Salur Kazan’ın Evinin Yağmalanması Destanı’nın Yaratımında Müstensihlerin Etkisi
17
“Agzun kurısun ana, dilün çürisün ana, “Berü gelgil ag südin emdügüm hatun
Ana hakkı Tangrı hakkı degülmisseydi, anam,
Kalkubanı yerümden duraydum, Ag bürçeklü izzetlü canum anam
Yakanıla bogazundan dutaydum, Ko beni, kadın anam, çengile ursunlar,
Kaba ökçem altına salaydum, Sakın üzerüme gelmeyesin,
Ag yüzini kara yere depeydüm, ‘Ogul’ deyüp benüm içün aglamayasın,
Agzunıla burnundan kan şorladaydum, Ko etümden çeksünler,
Can tatlusın sana göstereydüm. Kara kavurma etsünler,
Bu ne sözdür? Kırk beg kızı önine getürsünler.
Sakın kadın ana, menüm üzerime gelmeyesin, Anlar bir pare yedügi vakt sen iki pare
Menüm için aglamayasın. yegil.
Ko beni, kadın ana, çengale ursunlar, Seni sası dinlü kâfirler bilmesünler,
Ko, etümden çeksünler, kara kavurma etsün- Zira sası dinlü kâfirün döşegine
ler, varmayasın,
Kırk beg kızınun önine iletsünler. Sagragını sürmeyesin,
Anlar bir yedüginde sen iki yegil. Agam Kazan namusını sımayasın sakın”
Seni kâfirler bilmesünler, duymasunlar, (88b/5-10)
Ta kim sası dinlü kâfirün döşegine
varmayasın,
Sagragın sürmeyesin,
Atam Kazan namusını sımayasın sakın”
(28b-29a/6-3)
Görüldüğü gibi Uruz’un anası için söylediği olumsuz sözlerin hiçbiri V’de
bulunmamaktadır. Sadece bu örnek bile, müstensihlerin ne derece ideolojik
bir tavırla metinlere müdahale edebildiklerinin bir göstergesidir. Daha önce
de gösterdiğimiz gibi, V müstensihi anne konusunda çok hassastır. Farklı des-
tanlarda firsat olduğunda tercihlerini hep annenin lehine kullanmaktadır. V
müstensihinin dünyasında bir oğlun anasına karşı böyle tehditkâr konuşması-
nın kesinlikle yeri yoktur. Dolayısıyla bu kısım yukarıda da açıkça görüldüğü
gibi hassas bir biçimde, müstensih tarafından, makaslanmıştır.
Uruz’un cevabı üzerine Burla Hatun ağlamaya başlayınca, Uruz onun bu
durumuna müdahale eder:
18
“Kadın ana, karşum alup ne bögürürsin? “Kadın ana, ne aglarsın?
Ne bozlarsın, ne aglarsın? Karşum alup ne bozlarsın?
Bagrumıla yüregüm ne daglarsın? Bagrımıla yüregüm ne daglarsın?
Geçmiş menüm günümi ne andurursın? Geçmiş günümi ne andurursın? (88b/12-13)
(29a/8-10)
Dikkat edilirse D’de yer alan “bögürürsin” kelimesi, V’de atılmıştır. Keli-
menin olumsuz çağrışımını bir anaya yakıştıramama hâli belirgin olup yuka-
rıdaki tasarruf bağlamında düşünüldüğünde, anlaşılır bir müdahaledir.
406 Salur Kazan’ın Evinin Yağmalanması Destanı’nın Yaratımında Müstensihlerin Etkisi
Kâfirler, Uruz’u kesmek için bir ağaç dibine getirirler. Uruz burada ağaçla
söyleşir. Bu söyleşi genellikle ağaç kültünün bir kalıntısı olarak yorumlanmış
olup Salur Kazan’ın su, kurt ve köpekle olan konuşmaları bağlamında düşü-
nülebilir. Ancak D ve V’de bu niteliğinden çıkıp destanın anlatımına lirik bir
hava katmak için kullanılmaktadır.
Uruz, son olarak:
19
Yermürü yermürü agladı, cigercügini Dergah-ı Hakka yüzin dutup adı görklü
dagladı (30a/8) Muhammedi şefi getürdi. Daha agladı
(89a/11)
Görüldüğü gibi D, “sızlana sızlana ağladığını” söylerken; V, dinî motifleri ön
plana çıkaran bir kurgu gerçekleştirmektedir.
3.Dengeleyici/Düzenleyici Öğe: Salur Kazan ve Karaçuk Çoban’ın Gelişi
Destanın bu aşaması Salur Kazan ve Karaçuk Çoban’ın olay yerine var-
masıyla başlamaktadır. Öncelikle Karaçuk Çoban’ın sapanı tasvir edilmekte,
onun uzaktan kâfiri taşladığı bilgisi verilmektedir.
20
Çobanun üc yaşar dana derisinden sapa- Çopanun altı yaşar dana derisinden sapanı
nınun ayasıydı, üç keçi tüyinden sapanınun varıdı. Üç keçi tüyinden sapanınun kolları
kollarıydı, bir keçi tüyinden çatlaguçıy- vaıdı, bir keçi tüyinden sapanınun çatla-
dı. Her atanda on iki batman taş atarıdı. gucı varıdı. Her atanda on iki batman taş
Atdugı daş yere düşmezidi, dahı düşse atardı. Üç yıladak taşun düşdügi yerün otı
toz gibi savrılurıdı, ucuk gibi obrılurıdı. bitmez idi. Eyle olsa Karacık Çopan kâ-
Üc yıladak taşı düşdügi yerün otı bitmezidi. firün ordusını gördükde ihtiyarı kalmayup
Semüz koyun, aruk toklı bayırda kalsa sapanını çatlatdı. Kâfirün eşitdükde alem
kurt gelüp yemezidi sapanun korkus- başına dar oldı (89a-b/12-3)
ından Eyle olsa, sultanum, Karaca Çoban
sapan çatlatdı. Dünya alem kâfirün gözine
karangu oldı (30a-b/10-5)
23
1
Kazan eydür: “Üc yüz yigidilen oglum Kazan eyitdi: “Üç yüz yigit ile oglum
Uruz menüm evüm üstine dursun” dedi. Uruzı koram” dedi. Heman konur atını
Konur atın çekdürdi, butun bindi. Tepesi çekdürdi. Kazan bindi (84b/4-5)
kaşga aygırına Dündar bindi. Gök bede-
visin dartdurdı, Kazan Begün karındaşı
Kara Göne bindi. Ag bedevisin çekdürdi,
Bayındır Hanun yagısın basan Şir Şemsed-
din bindi. Barasarun Bayburd hisarından
parlayup Beyrek boz aygırına bindi. Konur
atlu Kazana keşiş deyen Beg Yegenek
dorı aygırına bindi. Saya varsam dükense
olmaz (20b/5-12)
408 Salur Kazan’ın Evinin Yağmalanması Destanı’nın Yaratımında Müstensihlerin Etkisi
2
Hamidilen Mardin kalesin depüp yıkan, Hamid ilen Mardin kalasın yıkan,
Demür yaylı Kı[p]cak Melike kan kusdu- Kapçak Melike kan kusduran,
ran, Kara Göne oglı Kara Budak (90a/7-9)
Gelüben Kazanun kızın erligile alan,
Oguzun ak sakallu kocaları görende
Ol yigidi tahsinleyen,
Al mahmudi şalvarlı,
Atı bahri hotazlı
Kara Göne oglı Kara Budak (32a/5-11)
3
Çaya [baksa] çalımlu, Çalımlu, çal kara kuş erdemlü,
Çalkara kuş erdemlü, Kulagı altun küpeli,
Kur kurama kuşaklu, Kazılık Koca oglı Yegenek (90a-b/13-1)
Kulagı altun kübeli, kalın Oguz beglerini
bir bir atından yıkıcı
Kazılık Koca oglı Beg Yegenek (32b/8-10)
4
Demür Kapu Dervendindeki Demür kapu Derbendin tepüp yıkan,
Demür kapuyı depüp alan, Altmış dutam gönderinden er bögürden,
Altmış dutam ala gönderinün uçında er Kazan gibi pehlevanı üç kez atından
bögürden yıkan,
Kıyan Selcük oglı Delü Dunda[r] (32a/1-4) Kıyan Selcük oglı Delü Dundar (90a/5-6)
Burada hemen göze çarpan bir durum, 4 numaralı epitet dışındaki V’deki
tüm sıfatlamalarda Kazan’ın karizmasına gölge düşürecek tüm ifadelerin atıl-
mış olmasıdır. Bir başka destan olan “Uruz’un Tutsak Olması”nda da rastladı-
ğımız iki epitette Kazan’ı küçük düşüren kısımlar atılmıştır. Eğer 4 numaralı
epitet olmasaydı, V’nin Kazan’ı kollayan bir müstensih tarafından yazıldığını
ve bu sebeple de Kazan’la ilgili olumsuz ifadeleri metinden sansürlediğini
rahatlıkla iddia etme olanağımız olacaktı. Elbette bu ifadenin V müstensi-
hinin gözünden kaçtığı düşünülebilir. Hem D hem de V nüshalarında sıkça
rastlanan yazım hataları ve atlamalar göz önüne alındığında, bu hiç de uzak
bir ihtimal değildir. Öte yandan V nüshasının adının Hikâyet-i Oğuznâme-i
Kazan Beg ve Gayrı olması da bu ihtimali güçlendirmektedir. Salur Kazan’ın
anlatılarını toplamayı gaye edinmiş müstensihin onunla ilgili olumsuz kana-
at uyandırabilecek hususları metninden temizlemesi çok da mantık dışı de-
ğildir. Öte yandan D’de yer alan 4 numaralı epitet V’nin tersine, Kazan’la
ilgili olumsuz ifadeyi barındırmıyor. Bu durum, olsa olsa D müstensihinin
dip nüshadaki ibareyi atlamasıyla açıklanabilir. İki nüshadaki epitetleri genel
olarak değerlendirmek gerekirse D, sözlü yapının gereği olarak sıfatlamaları
geniş tutarken; V, yazılı edebiyat normlarına bağlı kalarak kısaltmayı tercih
etmiştir.
Gürol PEHLİVAN 409
V’de yazılı anlatımın bir özelliği olan kısaltma anlayışı hakimken; D’de
ayrıntılı, tasvirci ve kalıpları (Kaçanını Kazan Beg kovmadı, aman deyeni
öldürmedi) seven bir kurgu vardır.
Savaşın sonunda Kazan Bey’in yaptığını özetleme noktasında iki nüsha
arasında yine kurgu farklıdır:
26
Kazan Beg ordusını, oglanını, uşagını, haz- Kazan Beg ordusını oglunı anasını
inesini aldı gerü döndi (34b/3-5) hatunını kurtarıp hasretler birbirine
bulışdı. (91a/9-10)
Sonuç
Destan boyunca yaptığımız karşılaştırmalardan da anlaşılabileceği gibi,
yazılı destan araştırmalarında müstensihlerin, yazıcıların etkisinin hesaba ka-
tılması şarttır. Çünkü ortada birbirine benzemekle birlikte özellikle tahkiye
ve üslûp bakımından ayrı metinler vardır. Bu farklılıklar, şimdiye kadar sa-
vunula gelenin aksine, basit hatalara indirgenemez. Açıkça görüldüğü gibi
müstensihlerin ideolojileri, beğenileri “kopyaladıkları (!)” metne etki etmek-
tedir. Yazmalar devri edebî eserlerinde müstensih öncelikle bir okuyucu ve
eleştirmendir ve bugünkü okurların elinde olmayan, “değiştirme” imkânına
sahiptirler. Anlaşıldığı kadarıyla bu özgürlüklerini de kullanmaktan çekin-
memişlerdir. Performans teorisi bağlamında dinleyici-çevre-anlatan diyalo-
gunun metne etkilerinin araştırılmasında olduğu gibi, yazılı destanlarda da
müstensihlerin kurgunun doku ve ideolojine yaptıkları etkiler ele alınmalıdır.
Böylece destan metinlerinin oluşum süreci hakkında daha net fikirler oluşa-
bilecektir.
Bu destan bağlamında D ile V arasındaki farklılıkları şu şekilde özetleye-
biliriz:
1.D nüshası V’ye göre daha ayrıntıcı ve sözlü geleneğe uygun bir kurguya
sahiptir. V ise yazılı geleneğe daha uygun bir “kısaltmacı” tavra sahiptir. Atlar
(tablo: 4), kâfirler (tablo: 5), kâfirlerin aldığı Oğuz tutsaklar (tablo: 6), Salur
Kazan’ın rüyası (tablo: 8), Uruz’un etinden kıyma yapılması planı (tablo: 16),
412 Salur Kazan’ın Evinin Yağmalanması Destanı’nın Yaratımında Müstensihlerin Etkisi
Karaçuk Çoban’ın sapanı (tablo: 20), Oğuz beylerinin epitetleri (tablo: 23),
son savaş (tablo: 24-25), yom verme (tablo: 28) ayrıntılı anlatıma örnek ola-
rak gösterilebilir.
2.D, Aruz Koca vasıtasıyla yaşlılığın uz görüşlülüğünü tebarüz ettirmek-
tedir (tablo: 3).
3.D’de yer alan bazı deyim ve kelimeler V müstensihi tarafından anlam-
landırılamadığı için farklı kelimeler kullanılabilmektedir. D’de “dün buçu-
ğu”, V’de “gece içinde” (tablo: 5); D’de “Kamın akan görklü suyun”, V’de
“Akar suların” (tablo: 28) olmuştur. Metni yayımlayanların düzeltmelerinde
bu noktaya dikkat etmeleri önemlidir. Çünkü D’de “anlamsız” görünüp V’ye
göre tamir edilen kelimenin D’deki hâli özellikle halk bilimci ve kültür tarih-
çileri için önemli veriler olabilmektedir.
4.V, anne ve aile ilişkileri noktasında bariz bir hassasiyete sahiptir. Kâ-
firlerin aldığı esirler içinde Kazan’ın annesini sayması (tablo: 6), Uruz’un
annesi Burla Hatun’a çok sert bir biçimde çıkıştığı manzum kısmı tamamen
sansürlemesi (tablo: 17), zafer sonunda Kazan’ın “ordusunu, oğlunu, anasını,
hatununu kurtarıp hasretler birbirine buluştu” (tablo: 26) ifadesini kullanır-
ken; D’nin “uşağını, hazinesini aldı döndü” (tablo: 26) demesi. D ise böyle
bir hassasiyete sahip değildir.
5.D, en azından bu destanda, Eski Türk inançlarıyla ilgili hususları daha
iyi korumaktadır. Kazan’ın su ve kurt için başını vermeyi teklif edişi ile V’de
bunlara “karış vermesi” (tablo: 11) karşıtlık oluşturmaktadır. Sanki V müsten-
sihi bu eskicil öğeleri istemeyerek anmaktadır.
6.V, yer yer metnin kurgusuna daha çok dikkat etmekte, D’de görülen kur-
gu boşluklarını doldurduğu görülmektedir. Örneğin kâfirlerin elinde tutsak
olan Burla Hatun, kırk ince belli kız ve Uruz’un bir evde hapsedildiklerini
belirtirken; D, evden hiç bahsetmez (tablo: 14). Bu destanda bu madde çok
işlememekle birlikte diğer destanlarda V müstensihinin bu dikkati iyice art-
maktadır.
7.D’de Oğuz beylerinin epitetleri verilirken Salur Kazan’la ilgili küçük
düşürücü ifadeler aynen korunmuş; V’de ise bunlar, biri hariç (Tablo: 23/4),
tamamen sansürlenmiştir (tablo: 23). Bu durum, Dede Korkut Kitabı’nda yer
alan diğer destanlarla birlikte düşünüldüğünde, V’nin Kazan’ı oldukça koru-
yan bir tavra sahip olduğunun bir göstergesi olarak ele alınabilir.
Divan ve halk edebiyatından sınırlı sayıda örnek üzerinde yaptığımız bir
karşılaştırma sonucunda, yazar veya şairin ünü arttıkça müstensihin metne
Gürol PEHLİVAN 413
Kaynakça
AÇA, Mehmet, “Türk Destancılık Geleneğine Bütüncül Yaklaşabilme ve
Alp Kavramı Üzerine Bazı Yeni Yaklaşım Denemeleri”, İslamiyet Öncesi
Türk Destanları, haz. Saim Sakaoğlu, Ali Duymaz, İstanbul: Ötüken Yayın-
ları, 2003.
BAYRAM, Bülent, Çuvaş Türklerinin Kahramanlık Anlatmaları (Alplar),
Ankara: Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, 2010.
BEYDİLİ, Celal, Türk Mitolojisi Ansiklopedik Sözlük, çev. Eren Ercan,
Ankara: Yurt Kitap-Yayın, 2005.
BORATAV, Pertev Naili, 100 Soruda Türk Folkloru, İstanbul: Gerçek Ya-
yınları, 1984.
DUYMAZ, Ali, Bir Destan Kahramanı Olarak Salur Kazan, İstanbul:
Ötüken Yayınları, 1997.
EKİCİ, Metin, “Dede Korkut Kitabı ve Sözlü Gelenek”, Bilge, 15 (Kış
1998).
GÖKYAY, Orhan Şaik. Dedem Korkudun Kitabı, İstanbul: Milli Eğitim
Bakanlığı Yayınları, 2000.
GÜNAY, Umay, Türkiye’de Aşık Tarzı Şiir Geleneği ve Rüya Motifi, Anka-
ra: Akçağ Yayınları, 1999.
HOPKİNS, Ferial Ghazoul, “The Hature and Function of the Dream Motif
in Türkish Folk Literature”, I. Uluslararası Türk Folklor Kongresi Bildirileri,
II, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 1976.
KAÇALİN, Mustafa S., Dedem Korkut’un Kazan Bey Oğuz-nâmesi Hikâ-
yet-i Oğuz-nâme-i Kazan Beg ve Gayrı –Metin ve Açıklamalar, İstanbul: Ki-
tabevi, 2006.
KAYA, Doğan, “Âşık Şiirinde Kafiye ve Redif”, s. 8. (Basılmamış maka-
le) http://dogankaya.com/fotograf/asik_siirinde_kafiye_redif.pdf
414 Salur Kazan’ın Evinin Yağmalanması Destanı’nın Yaratımında Müstensihlerin Etkisi
Halit ÇAL 1
Bu bildiride Volga Bulgarlarına ait Bulgarca yazılı mezar taşları ile bunlar-
la aynı dönemden Türkiye’deki mezar taşlarını karşılaştırmaya çalışacağız.
Özellikle yazıları itibarıyla ağırlıklı olarak 11-15. Yüzyıl örneklerine dayalı
çalışmamızdaki (Çal 2013) sonuçları da kullanacağız.
Volga Bulgarlarının mezar taşlarındaki bilgiler tamamıyla sayın Talat Te-
kin’in kitabından (1988) alınmış, buradaki bilgiler, sayın Tekin’in sonuçlarını
esasta değiştirmemekle beraber tarafımızdan yeniden gruplanmıştır. Türki-
ye’deki örnekler yine büyük ölçüde yayınlardan derlenmiştir.
Talat Tekin (1988:1-6) Tataristan’daki kitabeler hakkında 1772 yılından
beri yapılan araştırmaların bir dökümünü vermiştir. Bu araştırmalardan ba-
zılarının daha önce yayınlanan kitabeleri de kapsadığı belirtilmekle beraber
bu her araştırmada açıkça gösterilmemiştir. İki ayrı araştırma heyetinin 1942
yılında belirlediği 253 kitabenin 1961 yılında belirlenen 150 kitabeyi veya bir
kısmını kapsayıp kapsamadığı açık değildir. Bu yüzden son olarak elde kaç
kitabe bulunduğu anlaşılamıyor. Kitabelerin türleri de açıkça gösterilmemiş-
tir. Ancak 253 kitabenin büyük kısmının mezar taşı olduğu, Volga Bulgarcası,
Tatarca ve Arapça olmak üzere üç dilde yazıldığı, ancak 3 tanesinin Arapça
olduğu, Arapça ve Tatarca kitabelerin bu kitap dışında tutulduğu, kitapta Bul-
garca olan 91 örneğe yer verildiği belirtilmiştir (Tekin 1988:8,11). Bizi Bul-
gar mezar taşlarındaki dilin Türkçe olması ilgilendirmiştir, bu kitabelerdeki
fonetik ve söz farklılıkları (Hekimcanov 1992:199) alanımız dışıdır.
Bulgar kitabelerindeki yazılar 1- Açılış 2- Giriş 3- Künye 4- Rahmet di-
leme 5- Vefat bildirme 6- Kapanış olmak üzere 6 başlık altında ele alınmış-
tır (Tekin 1988:8). Mezar taşlarındaki yazıları Prokosch (Laqueur 1997:80)
1-Yakarış 2-Dua 3-Kimlik 4-Dua isteme 5-Tarih olmak üzere sınıflandırmış-
tır. Biraz daha ayrıntılı ve esasta yazıların mezar taşlarındaki sıralanışı ve
tekrarlarını da kapsayan önerimiz (Çal 2000:214) 1-Başlangıç ifadesi 2-Du-
ifadesi ayet, hadis, kimlik, Tanrıdan istek, durum bildirme gibi diğer bölüm
başlıklarını da kapsayabiliyordu.
İki bölgeyi karşılaştırırken Volga Bulgar kitabelerindeki sıralamaya göre
hareket edip Türkiye’deki mezar taşlarında bu kalıpların hangi bölümde yer
aldığını belirteceğiz.
Yazıların konularına göre ayrılmasındaki tipolojiler arasında esasta büyük
farklar yoktur. Ancak önerimiz, aynı zamanda mezar taşlarındaki sıralama ve
tekrarları da yansıtmaktadır. Yeri geldiğinde Osmanlı dönemindeki değişimi
görebilmek için burada yine kendi tipolojimize bağlı kalacağız.
1-Başlama İfadesi: Temelde insana ölümlü olduğunun ayet, hadis, özlü
sözlerle hatırlatıldığı bölümdür. 91 mezar taşından 132 tanesinde bu bölüm
yoktur. Bunlardan fotoğrafı verilen 8 örnekten 7 tanesinin kırık olması, başla-
ma ifadesinin bunlarda da olma ihtimalini düşündürüyor. Yine de 15 numaralı
sağlam örnekte başlama ifadesine yer verilmemesi, az da olsa bu tür örnekle-
rin olduğunu gösteriyor. Kalan 78 örnekten 5 tanesinde bu bölüm Besmele3,
1 tanesinde (17 nu) Kelime-i Tevhid ile başlar. T. Tekin (1988:8) açılış dediği
bu kısımda iki ayete yer vermiştir. Başlama ifadesi bölümünde 4 tip görülür.
Birincisi Mümin Suresi’nin (40/12) (Zâlikum biennehû izâ duıyallâhu
vahdehû kefertum, ve iy yuşrak bihî tué’minû, el hukmu lillâhil aliyyil kebîr
/ “Bu, sizin tevhid çerçevesinde Allah’a çağrıldığında inkâr etmeniz, O’na
ortak koşulduğunda ise inanmanız sebebiyledir. Artık hüküm yüce ve büyük
Allah’a aittir”). son kısmıdır. Yazılı 91 örnekten 44 tanesinde (% 48):
“El hükmi lillahil aliyyil kebir / hüküm yüce ve ulu olan Allah’ındır.” ya-
zılıdır. Mezar taşlarında olmasıyla ayetin burada ölüm hükmünün Allah’tan
geldiği şeklinde yorumlanabileceğini düşünüyoruz.
İkincisinde Furkan Suresinin 58. ayetin “Ve tevekkel alel hayyillezî lâ
yemûtu ve sebbih bihamdih, ve kefâ bihî bizunûbi ıbâdihî habîrâ. / Sen, o
ölümsüz ve daima diri olana (Allah’a) tevekkül et. O’nu her türlü övgüy-
le yücelterek tesbih et. Kullarının günahlarından hakkıyla haberdar ola-
rak O yeter! (Hasenat5-Diyanet meali) baş kısmı değiştirilerek alınmıştır:
“Huvel hayyillezi la yemut / (yalnız) O diridir ki ölmez” devamında Kur’an’da
olmayan ama ayetin anlamını kuvvetlendiren bir özlü söz eklenmiştir:
2 - 2, 3, 5, 15, 28, 31, 44, 57, 61, 74, 82, 83, 85 nu.lı mezar taşları
3 - 2, 24, 28, 31, 67 nu.lı mezar taşları
418 Tataristan ve Türkiye’deki 13-14. Yy. Mezar Taşlarının Karşılaştırılması
4 - Bu kelime sayın Tekin tarafından sayemut olarak verilmiştir. Ancak kelimeyi sayemut
değil de bi-yemut olarak okumak gerekiyor (bu kelimeyi okuyan Prof. Dr. Hamza Keleş ve
Prof. Dr. Mehmet İbrahimgil’e teşekkür ederim).
5 - 2, 6, 17, 18, 52, 66, 86, 87, 91. Örnekler.
6 - Akşehir kat. Nu: 27, 30 ,34, 48, 54 (Benli 1992:121).
Halit ÇAL 419
Volga Bulgar mezar taşlarında başlama ifadesi olarak 3 ayet 1 hadis kulla-
nılmıştı. Türkiye’den değerlendirdiğimiz 549 örneğin 186 (% 34) tanesinde
17 sureden 16 ayet yazılmıştır (Çal 2013). Bunlar Ahlat, Erciş, Gevaş gibi
büyük mezarlarda baş taşının ön veya arka yüzlerinde, sanduka gövdesinde
yer alır. Batıya doğru gittikçe mezarlar küçülür, ayet kullanımı azalır. Bakara
Suresi’nin 255. Ayeti (Ayetü’l-kürsi) 88 tekrar ile açık ara ile en çok tercih
edilenidir. Ahzap 40, Al-i İmran 17-18, Casiye 15, Duhan 51-52-53, Ankebut
57, Fussilet 46, İhlas, Kasas 88, Müminin 40, 115, Rahman 26-27, Saf 13,
Tevbe 21, Zümer 53, Türkiye’de görülen diğer ayetlerdir. Ayetlerin genellik-
le Tanrı’nın ölümsüzlüğü ve tekliği, insanların ölümlü oluşuna dair olmaları
bakımından Volga Bulgar kitabelerinden farkı yoktur. Türkiye bu bakımdan
daha zengindir. Türkiye’de yaygın olan Ayetü’l Kürsi’nin Volga Bulgarların-
da hiç görülmemesi, oradaki mezarlarda yazı yazılacak alanın azlığına bağlı
olmalıdır. Volga Bulgarlarında yaygın olan Müminin 40. Ayet, incelenenler
itibarıyla Türkiye’de yalnızca bir mezarda görülür.
Volga Bulgarlarında “El mevt-i kes’un ve külli’n-nas şaribuhu / ve’l mev-
tü babün ve külli’n-nas dahilihu / Ölüm bir kadehtir, herkes ondan içecektir
ve ölüm bir kapıdır herkes ondan geçecektir” Hadisi bir kere mezar taşının
başında ayetle birlikte, dört kere de mezar taşının sonunda kullanılmıştır. Tür-
kiye’de ise hadisler genellikle sanduka gövdelerindedir. İncelenen örneklerin
% 13’ünde 17 hadis kullanılmıştır. Volga Bulgarlarındaki hadis Türkiye’de de
yaygın olanlardandır. İlginç olan Türkiye’deki hadis kullanılan 73 örnekten
40 tanesinin çoğunlukla 15. Yüzyıldan Bursa mezar taşlarında görülmesidir.
Hadis kullanımının Osmanlı döneminde ve 15. yüzyılda arttığı anlaşılıyor.
Başlama ifadesi olarak Huve’l-baki, Allah Teala gibi Tanrı’nın sıfatları,
merhum gibi Tanrı’dan istek, Ruhu İçün Fatiha gibi insanlardan istek, Ah Mi-
ne’l mevt gibi yakınmaya yer verilmesi yine bu bölümde Türkiye’deki zen-
ginliği göstermektedir.
ahmad ağan ılgıcisi Ötey ziyârati Ahmed Ağanın yılkıcısı (?) Ötey(in)
7 1325
bu ziyaretidir.
atrac hiri alqıs (balgıs?) belüwi Atraç kızı Alkıs(ın) (Belkıs?) mezar
11 1316
kü taşıdır.
altın bu (?) hiri süs (?) alma (?) Altın Bu (?) kızı Süs (?) Alma’nın (?)
33
bitiği kitabesi.
42, 43,
1319, 1300 Ahmed (Galay) 72 1307 İlyas
60,
7 - 1, 4, 8, 10, 11, 12, 14, 15, 16, 17, 18, 19, 20, 21, 22, 23, 27, 29, 30, 31, 36, 37, 38, 39, 40,
41, 42, 43, 45, 47, 48, 49, 50, 53, 54, 56, 58, 59, 62, 63, 65, 66, 67, 68, 69, 72, 75, 77, 78, 79,
80, 81, 86, 89.
8 - 6, 7, 9, 24, 25, 26, 28, 34, 35, 46, 52, 71, 73, 74, 76, 87, 88
Halit ÇAL 421
Alhamad,
41, 64,
1320, 1348 Alhamad 77 1324 İshak
67, 69
(Hacıoğlu)
İshak
65 Alıptay 79 1317
(Yuvarioğlu)
3, 37, 43, 1291, 1326,
Ali, Ali
48, 54, 1302, 1299, 77 1324 İsmail (Tohçu)
(Yuvari)
87, 90 1308
Amul (?)
28 1300 37, 87 Mamali
(Yuvari)
11, 16,
1316, 1308 Atraç 74 Osman Ekçe
47,90
Avran
86 1309 73 1323 Ömer
(Evren?)
Salih (Bulgari-
34 1305 Beltülek 26 1303
Tataroğlu)
Bikey
52 1357 30 Saman
(Emetçi)
1, 6, 59,
1281, 1347 Hacı 86 1309 Vurum Alp
78, 81,
Alkıs
11 1316 21 1339 Mercan
(Belkıs?)
Seyte
45 1315 Aşura 18 1303
(Seyyide?)
91 mezar taşında 91 farklı erkek adı belirledik. Genelde baba adı belirtil-
mekle yetinilmişken birkaç örnekte dört kuşak öncesine kadar yazılmıştır. Dil
Türkçedir. Adlardan 37 tanesi Arapça, 1 tanesi Rusçadır. Kalanlardan çoğu-
nun Türkçe olduğu açık olmakla beraber bazılarının Türkçe olup olmadığı
kesin değildir, bunları belirlemek de uzmanlık alanımızın dışındadır. Yalnız
Arapça olanlarda oranın Türkiye’ye göre hayli düşük olduğu açıktır. Çok
kullanılan adlar sırasıyla şöyledir: Muhammet 10, Ali 7, İsmail 7, İbrahim 6,
Hasan (Esen?) 5. Kadınlarda ise 26 ad vardır. Bunlardan 11 tanesi Arapçadır.
Türkiye’de 15. Yüzyıldan itibaren İslam kültürü dolayısıyla Arapça adların
çoğaldığı belirtilmektedir (Kurt 1995:218-220). En çok kullanılandan başla-
mak üzere bazı şehirlerde sıralama şöyledir. Adana’da 1572 yılında Mehmet,
Ali, Ahmet, Mustafa (Kurt 1993:173-200), Bolu Göynük’te Mehmet, İbra-
him, Mustafa, Ahmet (Çal 2007a:320), 16. yüzyılda Çorum’da Mehmet, Ali,
Mustafa, Hüseyin, Hasan, Ahmet, İbrahim, Kastamonu’da Mehmet, Mustafa,
Ahmet, Osman (Çal 2008:373), Ordu’da Ahmet, Ali, Hasan, İbrahim, Mus-
tafa, Süleyman, Tokat Niksar’da Mehmet, Ali, Ahmet, Mustafa (Gümüşsoy
2002:100), 16. Yüzyılda Bozok Sancağında Ali, Mehmet, Hasan, Hüseyin,
Ahmet ( Metin 2013). Türkiye’deki bu adlar 15-20. Yüzyıldandır. Tataristan
ve Türkiye’de Arap adlarının çok kullanılması bakımından benzer bir durum
olduğunu söyleyebiliriz. Ancak Bulgarlarda Arapça kişi adları Türkiye’ye
göre daha azdır.
Türkiye’de özellikle Ahlat ve Bursa’da daha çok asker, sivil idareci ve
bilim insanlarının mezar taşlarında ölen kişinin adından önce onu övücü sı-
fatlara çok yer verilir. Volga Bulgarlarında bu tür sıfatlar yalnızca 2 örnekte
Halit ÇAL 425
görülür. İlgi çekici olan Bulgarlarda bu kısmın yine Türkçe, Türkiye’de ise
Arapça olmasıdır. Türkiye örneklerindeki Türkçe tercümelerin bile Arapça-
sından fazlaca farkının olmaması Türkçe bakımından düşündürücüdür. Ahlat
ve Bursa’da yaygın olması Türkiye’deki güçlü devlet geleneğine bağlayabi-
liriz.
Mezar taşının kime ait olduğu Volga Bulgarlarında Türkçe, Türkiye’de ise
haza kabrü-lahdi-ravzatü-türbetü gibi kalıplarla Arapça olarak yazılmıştır.
Ahlat ve çevresinde yaygın olan bu kalıp Batıya gidildikçe azalır.
allahumma arhamhâ
60 Yarab, acı ona sonsuz rahmet(inle).
rahmatan wâsi’atan
9 -7, 10, 11, 12, 13, 14, 19, 20, 22, 23, 31, 39, 42, 45, 49, 50, 52, 54, 57, 59, 64, 67, 70, 78,
79, 83 nu.lı mezar taşları,
10 - 2, 4 nu.lı örnekler
11 - 47, 87 nu.lı örnekler
Halit ÇAL 427
12 - 9, 28 nu.lı örnekler
13 - 3, 25, 26 nu.lı örnekler
14 - 40, 55 nu.lı örnekler
15 - 8, 18, 34, 86 nu.lı örnekler
428 Tataristan ve Türkiye’deki 13-14. Yy. Mezar Taşlarının Karşılaştırılması
5-Tarih
91 mezar taşından 65 tanesi (% 71) tarihlidir. Bunlardan 30 tanesinde
(% 48) tarih yıl, ay ve gün olarak yazılmıştır. Bunlara gün veya ay adı oku-
namayan 16 örnek eklendiğinde yıl, gün, ay olarak yazılanların sayısı 46 (%
73) olur. Yılı bilinenlerden 11 tanesinde yıl eksik yazılmıştır, ancak yedi
yüz … gibi yüzyılını belli edecek rakamlar okunabildiği için bunlar da tarihi
bilinenler içine alınmıştır. 4 örnekte ise kırılma, aşınma gibi sebeplerle tarih
okunamamıştır. 21 tanesinde (% 24) tarih yazılmamıştır. Tarih olmayanlar-
dan kitapta fotoğrafı bulunanlara baktığımızda 15, 16 numaralılarda mezar
taşında yer kalmadığından, 29, 30, 32, 33, 36-38, 89 numaralılarda ise mezar
taşlarında yer olduğu halde tarih yazılmadığı anlaşılıyor. Bu mezarların fo-
toğrafları olmadığı için tarihlerin varsa ayak taşlarında olabileceği olasılığını
düşünmekle birlikte şimdilik az da olsa bazı mezar taşlarında tarih yazılma-
dığı sonucunu çıkarabiliriz.
hicratran altı cür tohur wanım câl Hicretten (sonra) altı yüz doksanıncı yıl,
3
şa’bân ayhi belinci küwen eti Şaban (ayı)nın beşinci gün(ü) idi.
Târiha ciyeti cür ciyerminşi câl Tarihte yedi yüz yirminci yıl, Muharrem
12
Muharam ayhi belinci küwen eti (ayı) nın beşinci gün(ü) idi.
Tarih, Hicri takvime göre, Hicretten veya Tarihte ifadesinden sonra yazıyla
ve Türkçe olarak yazılmıştır. Yalnız ay adları Arapça’dır. Kırık olanların dı-
şında 91 mezar taşından 46 tanesinde tarih en sonda yazılmıştır.
Ölçüleri: 91 Bulgar mezar taşından 60 tanesinin ölçüleri verilmiştir. Bun-
ların genel bir dökümü şöyledir:
Yükseklik (cm) 38 - 50 58 - 100 105 - 145 150 - 182 200 - 225
Sayı 5 24 19 9 3
Genişlik (cm) 28 - 38 40 – 49 50 - 59 60 – 66 70 - 76 80
Sayı 5 17 21 12 4 1
alır. Tepelikteki sivri kemer kavsinin içini doldurmaktadır. Bunlardan bir ta-
nesinde (40 nu.) dilim sayısı dört olmakla birlikte bir iki örnekte olduğu gibi
çapraz eksenlerdeki daha kısa dilimlerin taştaki aşınmadan dolayı algılanma-
dığı düşünülebilir.
11-Bulgar mezar taşı (Tekin 1988:kat.47) 12-Giresun mezar taşı 19. yy.
b-Tepelikteki sivri kemerin kemer başlama noktalarını birleştiren yatay
kuşak içindeki s şeklinde kıvrımlı bir saptan rumiye benzer yaprakların çık-
tığı düzenleme 7 örnekte görülür21 (13. Fot.). Bir tanesinde ( kat. 5) diğerleri
gibi üst yatay kuşak içinde değil, en altta büyük ve serbest rumi geçmesine
benzer düzenleme tam anlaşılamamaktadır.
Giriş
11. yüzyılda Büyük Selçuklu Devleti’nin kurulmasından (1040) hemen
sonra devletin sınırları her yönde hızla genişlemiş ve fetihlerin gerçek mec-
rası batıya doğru olmuştur. Anadolu topraklarına gelen ilk Oğuz boyları Ya-
bgulu Türkmenleri dediğimiz Arslan Yabgu’ya mensup gruplar idi. Bunları
takiben Büyük Selçuklu Devletinin kurucuları, Anadolu’nun fethine özel bir
önem verdiler; başta devletin kurucuları Tuğrul Bey ve diğer hanedan üyele-
ri olmak üzere, Doğu Anadolu bölgesine gelerek fetihlerde bulundular. Sel-
çuklu devletinin kurulması ile Malazgirt zaferi arasında geçen otuz yıllık bir
zaman esnasında Türkmenler, daimi bir akış içerisinde Anadolu sınırlarına
girdiler ve ülkenin doğu ve orta kısımlarında yayıldılar.2 Selçuklu idarecile-
rinin, hanedan üyelerini ve önemli komutanları fetih için görevlendirmeleri,
Anadolu’nun fethinin planlı bir şekilde gerçekleşmesini sağladı.
Selçukluların, Anadolu içlerine yaptıkları planlı ve sürekli akınlar, Bi-
zans’ı savunmaya yöneltti. Bizans, 1068-1071 yılları arasında güçlü ordular-
la Türkmenleri Anadolu’dan çıkarmak için seferler düzenledi ve uzun süren
mücadelelerden sonra, Doğu Anadolu bölgesini Oğuzlar/Türkmenler’e terk
etmek zorunda kaldı. Malazgirt zaferinden sonra kurulan Doğu Anadolu Bey-
likleri (Saltuklu, Megücük, Ahlatşahlar, Artuklular, Danişmendliler, Yınallar,
Demleçoğulları ve Çubukoğulları) dönemimde ise, bölgeye yapılan göçlerle
Türkleşme ve İslamlaşma hızla arttı. Anadolu’nun yurt edinilmesinde ve İs-
lamlaşmasında Malazgirt sonrası yapılan Oğuz göçlerinin çok önemli oldu-
ğunu söyleyebiliriz.
12. yüzyılın ortalarında Büyük Selçuklu Devleti’nin yıkılmasından (1157)
sonra Anadolu’ya gelen Türkmenlerin sayısında önemli bir artış oldu. Bundan
sonra, Anadolu’da ortaya çıkan Babaî İsyanı (1240) ve Moğol işgali, Anado-
lu’da nüfus hareketliliğini canlandırmış ve ahâli, Moğolların baskısıyla orta
ve batı Anadolu’ya doğru göç etmiş ve uç bölgelere yerleşmişlerdir. Eskişehir
10 Halime Doğru, “Eskişehir’de XIII. Yüzyıldan XX. Yüzyıla Salı Mescidi”, I. Uluslar
arası Dünden Bugüne Eskişehir Sempozyumu-Siyasi, Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Yapı,
Bildiriler, T.C. Anadolu Üniversitesi Yayınları, No: 1631, Eskişehir 2005, s. 10. (9-16)
11 O. Turan, age, s. 202; Georg Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi, Çeviri Fikret Işıltan,
TTK., Ankara 1999, s. 336.
12 H. Doğru, agm., s. 11.
13 O.Turan, age., s. 216-220; H. Doğru, aynı yer.
14 Bu dönem Selçuklu sultanları I. Gıyaseddin Keyhüsrev (1192-96/1205-11), II. Rükneddin
Süleymanşah (1196-1204), I. İzzeddin Keykavus (1211-1220) ve I. Alaeddin Keykubad
(1220-37)’dır.
15 O.Turan, age., s. 507.
Hasan Hüseyin ADALIOĞLU 441
16 Âşıkpaşazâde, Tevârih-i Âl-i Osman, nşr. Âli Bey, İstanbul 1332 (1914), s. 4; F. Başar,
“Osmanlıların Karacahisar’ı Fethi ve Eskişehir Civarına Hakim Olmaları”, s. 116-117.
17 Mehmed Neşrî, Kitâb-ı Cihan-nümâ, Yayınlayan: F. Reşit Unat-M. Altay Köymen,
Ankara 1987, I, s. 65-66; Fahameddin Başar, “Ertuğrul Gâzî” mad., Türkiye Diyanet Vakfı
İslam Ansiklopedisi, c. 11, s. 314-315.
442 Eskişehir ve Civarına Yapılan Selçuklu/Oğuz (Türkmen) Göçleri
şahısların adına Porsuk, Bozan, Kaymaz, Hasan Bey gibi; bazısı da Sultan
Deresi, Söğüd, Söğüd Eyüğü, Kara Eyük, Çukur Viran gibi bölgenin coğrafi
özelliğine göre verilmiştir.18 Osmanlı Devleti de kuruluşundan itibaren, göçe-
be Türk boylarını, Anadolu’nun çeşitli yerlerinde iskan etmiş, XVI. yüzyılın
ilk çeyreğinden itibaren yerleşik hayat hızlanmıştır. Eskişehir’de konar-gö-
çerlerin en yoğun olduğu yer Seyitgazi yöresidir. Kaynaklarda çok daha net
olarak izleyebildiğimiz cemaatlerin XVI. Yüzyıldaki konumları dikkate de-
ğer sonuçlar vermektedir.19
Görüldüğü gibi, tarihî bir yerleşim yeri olan Eskişehir, Selçuklulardan baş-
layarak çeşitli Türk boylarının yerleşim yeri olmuştur. Tarih boyunca Anado-
lu’ya göç eden 24 Oğuz boyunun hemen hepsinin yerleşim yeri olan Eski-
şehir’de, çoğunluk boyların yerleşim zamanlarının tespiti olukça zordur. Bu
gerçeği göz önünde bulundurarak, Türk boylarının yerleşim yerlerine göre
yapılacak çalışmalar ve konuşulan yöre ağızları, bize bazı ipuçları verebilir
diye düşünüyoruz.
Selçuklu bakiyesi olan toplulukları bugün Manavlar, Türkmenler ve Yö-
rükler diye adlandırıyoruz. Eskişehir ve civarında yaşayan bu toplulukları,
Türk boy, soy, aşiret isimlerini hatırlatan yer isimlerini, ilçelere göre tasnif
ederek yerleşim haritaları ve dil (ağız) yapıları incelenerek bazı sonuçlar elde
edebiliriz. Nitekim bu konuda yapılan ve devam eden bir projede Eskişehir
ve civarında yaşayan Manav, Yörük ve Türkmenlerin kabaca bir yerleşim ha-
ritası çıkarılmıştır.20 Bu çalışmadan yararlanarak, Eskişehir civarına yapılan
Selçuklu Oğuz/Türkmen göçlerinin günümüzdeki durumu hakkında bir kana-
at sahibi olabiliriz.
nın umumi adı olmuş ve zamanımıza kadar gelmiştir. Anadolu’da hâlâ yay-
lak-kışlak hayatı yaşayan Türkmen aşiretleri (obaları) için bu ad kullanılır.
Türk, Türkmen ve Yörük adı ile vasıflandırılan topluluklar arasında kavmî
hiçbir fark olmayıp hepsi Oğuz (Türkmen) kavminin torunlarıdır.23 “Cesur,
muhârip, iyi yürüyen, eli ayağı sağlam” gibi mânâları ifade eden “Yörük” ke-
limesi, genel olarak konar-göçer hayat yaşayan Oğuz boyları için alem (özel
isim) olmuştur. Anadolu halkının çok önemli nüfus çoğunluğunu oluştururlar.
Yörükler Anadolu’nun bazı bölgelerinde hâlâ, mevsimlere göre ova veya yay-
lalarda kurdukları çadırlarda yaşayıp, geçimlerini hayvancılıkla sağlamakta-
dırlar. Yörüklerin geçim kaynakları koyun ve keçi gibi küçükbaş hayvanlar
olduğundan, aşiret ve oba isimlerinde genellikle koyun ve keçi kelimelerini
barındırırlar. “Karakeçili”, “Sarıkeçili” gibi. Aynı zamanda Koyunlu Yörük-
ler diye bilinen Akkoyunlu ve Karakoyunlu aşiretlerinin isimleri, bu obaların
nerede yaşadıklarını da belli eder. Örneğin Eskişehir bölgesinde Karakeçi-
li aşiretinin adı bununla ilgilidir. Aşağıdaki harita, Eskişehir ve civarındaki
“Yörük” yerleşimini göstermektedir.
Kaynakça
Anna Comnena, Alexiad, Çeviren Bilge Umar, İnkılap Kitapevi, İstanbul
1996.
Âşıkpaşazâde, Tevârih-i Âl-i Osman, nşr. Âli Bey, İstanbul 1332 (1914).
Claude Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, Çeviren Yıldız
Moran, İstanbul 1979.
Erdoğan Boz-Semra Günay Aktaş, 112 K 405 No’lu Eskişehir İli Dil At-
lası” adlı proje.
Erol Altınsapan, Ortaçağ’da Eskişehir ve Çevresinde Türk Sanatı (11.-15.
Yüzyıllar Mimarisi), Anadolu Üniversitesi Yayını, Eskişehir 1999.
Fahameddin Başar, “Ertuğrul Gâzî” mad., Türkiye Diyanet Vakfı İslam An-
siklopedisi, İstan bul 1994.
Fahameddin Başar, “Osmanlıların Karacahisar’ı Fethi ve Eskişehir Civarı-
na Hakim Olmaları”, Tarihte Eskişehir Sempozyumu-I 2-4 Kasım 1998, Bildi-
riler, T.C. Anadolu Üniversitesi Yayınları; No. 1285, Eskişehir 2001.
Faruk Sümer, Oğuzlar (Türkmenler)Tarihleri-Boy Teşkilatı-Destanları,
Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Yayınları: 170, İkinci
Baskı, Ankara 1972.
Hasan Hüseyin ADALIOĞLU 447
Georg Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi, Çeviri Fikret Işıltan, TTK., An-
kara 1999.
Gregory Ebu’l-Ferec (Bar Hebraeus), Abu’l-Farac Tarihi, Türkçeye Çevi-
ren; Ö. Rıza Doğrul, TTK. Yayınları, Ankara 1987.
Halime Doğru, “Eskişehir’de XIII. Yüzyıldan XX. Yüzyıla Salı Mescidi”,
I. Uluslar arası Dünden Bugüne Eskişehir Sempozyumu-Siyasi, Ekonomik,
Sosyal ve Kültürel Yapı, Bildiriler, T.C. Anadolu Üniversitesi Yayınları, No:
1631, Eskişehir 2005.
Halime Doğru, Osmanlı İmparatorlunda Yaya-Müsellem-Taycı Teşkilatı
(XV. Ve XVI. Yüzyıllarda Sultanönü Sancağı), Eren Yayınları, İstanbul 1990.
Kaşgarlı Mahmud, Divân u Lügati’t-Türk, Çeviren Besim Atalay, Ankara
1985.
Mehmed Neşrî, Kitâb-ı Cihan-nümâ, Yayınlayan: F. Reşit Unat-M. Altay
Köymen, Ankara 1987.
Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, Siyasi Tarih Alp Aslan’dan
Osman Gazi’ye (1071-1328), 6. Baskı, Boğaziçi Yayınları, İstanbul 1998.
Suzan Albek, Dorylaion’dan Eskişehir’e, Anadolu Üniversitesi Eğitim
Sağlık ve Bilimsel Araştırma Vakfı No: 89, Eskişehir 1991.
Yağmur Say, “Karakeçili Aşireti ve Eskişehir’e İskânı İle Kuyucak Karye-
sindeki Özbekli Cemaati”, Turkish Studies International Periodical For the
Languages, Literature and History of Turkish or Turkic Volume 4/3 Spring
2009.
Nasreddin Hoca Fıkralarında Ayetlerin İzleri
Hatice AVCI 1
Giriş
Nasreddin Hoca 13. yüzyılda Anadolu’da yaşamış, latifeleriyle tanınan
âlim ve mutasavvıf biridir.2 Türk Dünyası’nda büyük bir yere sahip olan Nas-
reddin Hoca fıkraları3 da Türk zekâsını, kültür ve değerlerini yansıtan birer
ayna konumundadır. Hayatın akışı içerisinde, olaylar karşısında Hoca’nın
bilgece sözlerinden ve tavırlarından oluşan bu fıkralar; sırf güldürmek veya
eğlendirmek için söylenmiş sözler olmayıp hepsi birer öğüt içermektedir. Bu
öğütler, İslam dinin temel kaynakları olan Kur’an-ı Kerimdeki ayetlere ve
Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’in hadislerine ters düşmemek-
te ve hatta onların birer iz düşümleri niteliğinde durmaktadırlar. Biz de, bu
bağlamda, Hoca’ya atfedilen meşhur fıkralardan bir demet seçerek bunların
içerdiği öğütleri ve onlarla ilgili gördüğümüz ayetleri sunuyoruz.
Ye Kürküm Ye
Bir gün Nasreddin Hoca bir düğüne gitmiş. Varlıklıları, iyi giyimlileri baş-
köşeye buyur ediyorlarmış. Ona dönüp bakan bile olmamış. Karnı da bayağı
açmış. Ne bulduysa yiyip içip bir köşeye oturmuş. Başka bir düğüne çağ-
rılınca dostlarını dolaşıp kiminden kürk, kiminden kaftan, kiminden kuşak,
kiminden at, eğer ödünç almış. Düğün kapısında konukları karşılayanlar he-
men koşup onu coşkuyla atından indirip başköşeye buyur etmişler. En güzel
yemekler, meşrubatlar önüne sıra sıra dizilmiş. Hoca bir yandan atıştırıp bir
yandan da kürkünün ucunu yemeklere doğru tutarak: “Ye kürküm ye, bütün
bunlar bana değil aslında sanadır.” demiş.5
Hoca burada çok ince bir üslupla durumu eleştirmiş; insanın kıyafetinden
veya dış güzelliğinden çok huy güzelliğinin önemli olduğunu vurgulamıştır.
Kıyafet kabuktur ve önemli olan özdür. Ayette “Ey Âdemoğulları! Biz size
hem edep yerlerinizi örtecek, hem de sizi güzel gösterecek elbise nimetini
bahşettik, elbise yapmayı öğrettik. (Ama bilin ki) en güzel elbise takva elbi-
sesi, yani edep ve hayâ duygusudur…” Görüldüğü üzere ayette de “takva”
kelimesiyle özdeki kıvama, güzelliğe, sağlamlığa işaret edilmiştir. (A’râf,
7/26)
Ya Kabak Yetişseydi
Bir yaz günü Nasreddin Hoca biraz serinlemek için ceviz ağacının göl-
gesine oturmuş. Biraz ilerideki kocaman helvacı kabakları gözüne ilişince
kendi kendine: “Şu Allah’ın işine bak, otun üstünde koskoca kabak yetişiyor,
şu dalları göğe uzanmış, bir evleklik yer tutan ceviz ağacının meyveleri ufa-
cık…” diye düşünürken başına bir ceviz düşmüş. “Ah başım” diyerek yerin-
den fırlayan Hoca, “tövbe ya Rabbi bir daha senin işine karışmam. Ya ağaçta
ceviz yerine kabak yetişseydi.” demiş.6
Bu fıkradaki mesaj gayet açıktır. Allah’ın yaratmasındaki mükemmeliyete
dikkati çeken Hoca, kâinatın belli bir düzen içerisinde yaratıldığını da anlat-
mış olmaktadır. Allah Teâla ayet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: “Yedi kat
4 Ayet çevirilerinde Temmuz 2012 tarihinde Düşün Yayıncılık’tan çıkan Mustafa Öztürk’ün
çevirisi esas alınmıştır.
5 Güleç, İsmail, Nasreddin Hoca’nın Biri Bir Gün, İz Yayıncılık, İstanbul, 2012, s. 52.
6 Güleç, age., s. 85.
Hatice AVCI 451
uçsuz bucaksız gökleri mükemmel bir uyum ve ahenk içinde yaratan O’dur.
Rahman’ın yaratmasında hiçbir kusur göremezsin. Bak bakalım her-
hangi bir kusur görebilecek misin? İstersen tekrar tekrar bak! Sonun-
da gözlerin kusur arayıp bulamamaktan bitkin ve yorgun düşecektir.”
(Mülk, 67/3, 4)
Dünyanın Dengesi
Hoca’ya sormuşlar:
-Her sabah halkın kimi o yana kimi bu yana gidiyor. Sebebi nedir?
Hoca şöyle cevap vermiş:
-Eğer hepsi aynı yöne gitse dünyanın dengesi bozulur.7
Hoca bu fıkrada insanların duygu düşünce gibi pek çok yönden birbir-
lerinden farklı olmalarının normal olduğunu, dünyanın düzenin bu şekilde
oluştuğunu ve bu farklılıkların üstünlük sebebi sayılamayacağını belirtmiştir.
Evet, insanların ırk, meslek, duygu ve düşüncede birbirinden farklı olmala-
rıyla ilgili şu ayet bizi bu konuda aydınlatmaktadır: “Ey insanlar! Biz sizi
bir erkekle bir kadından yarattık. Kendinize mahsus bir kimlik sahibi ol-
manız, birbirinizi farklı kimliklerinizle tanıyıp yardımlaşmanız için sizi
boylara ve kabilelere ayırdık. Ama şunu da bilin ki Allah katında en de-
ğerli olanınız, O’nun emir ve yasakları hususunda en duyarlı en dikkatli
olanınızdır. Şüphesiz Allah her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olandır.”
(Hucurat, 49/13).
-Hayırdır Hocam, dağ gelmiyor mu, diye gülünce Hoca cevabı yapıştırır:
-Bizde kibir yoktur, dağ yürümezse abdal yürür.8
Bu fıkrada da Hoca’nın tabiri caizse “taşı gediğine koyduğunu” gö-
rüyoruz. Hoca çevresindekilere güzel bir ders vermiş; büyüklüğün kerametle
değil de güzel ahlakla olacağını göstermiştir. Belirtildiği üzere de büyüklerin
en büyük özelliği kibirden uzak, mütevazı olmalarıdır. Ayette şöyle buyrul-
maktadır: “Yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Çünkü sen böyle yapmak-
la ne yeri yarabilirsin ne de boyun dağlara erişir.” (İsra, 17/37).
Başka bir ayette de: “Rahman’ın hayırlı kulları olan o kimseler, yer-
yüzünde alçakgönüllü ve vakarlı yürürler. Kendini bilmezlerin sataşmala-
rına muhatap olduklarında, ‘uğurlar olsun’ deyip geçerler.” (Furkân, 25/63)
buyrulmuştur. Bu ayetle de Allah’ın sevdiği kullarının ortak özelliği olarak
tevazu vasfını görmekteyiz.
Bu Da Düşünür
Bir gün pazarda bir papağanın yüz akçeye satıldığını gören Nasreddin
Hoca, evinden bir hindi getirip iki yüz akçe ister. Herkes Hoca’ya şöyle der:
-Hindi hiç iki yüz akçe olur mu? Hoca da:
-Az önce bunun yarısı kadar kuş yüz akçeye satıldı, bu neden iki yüz akçe
etmesin, der. Bunun üzerine;
-O marifeti olan, nadir bir kuş. Senin benim gibi konuşur, derler. Hoca da;
-O marifet mi? O kuş konuşursa, bu da düşünür, cevabını verir.9
Hoca, tefekkürün ehemmiyetini vurgulamıştır. Düşünmek şeklinde çevri-
len “tefekkür, tedebbür” gibi kelimeler ayetlerde çokça geçen kelimeler olup,
Allah’ın insanları düşünmeye teşvik ettiğinin, açık bir göstergesidir. Bu an-
lamda şu ayete bakalım: “Bilin ki ölümünden sonra toprağı (yağmurla) can-
landıran Allah’tır. (O halde katılaşmış/ölmüş kalplerde ancak Allah’ı anmakla
yumuşayıp canlanır.) Hiç şüphe yok ki biz, düşünüp ibret alın diye azamet
ve kudretimizin delillerini anlattık.” (Hadid, 57/17).
Başka bir ayette de Allah aklını kullanmayanları bir bakıma eleştirmiş;
insanı diğer varlıklardan ayıran özelliği olarak aklın faal olması gerektiğine
işaret etmiştir. Şöyle ki: “Size verilen (mal, mülk, zenginlik gibi) her şey, şu
üç günlük hayatta istifade edeceğiniz gelip geçici bir imkân ve yine bu dün-
yada kalan bir güzellikten ibarettir. Allah katındaki mükâfatlar ise çok daha
güzel ve kalıcıdır. Bu gerçeği hiç düşünmez misiniz?!” (Kasas, 28/60). Bu
örnekler çoğaltılabilir…
Sonuç
Nasreddin Hoca; Mevlana, Yunus ve Hacı Bektaş-ı Veli gibi ahlak ve fazi-
letin mücadelesini yapmıştır.11 Söylediği her söz, yaptığı her iş, bir hikmete,
sağduyuya, din ve ahlak esasına dayanmaktadır.12 O, mizah üslubuyla hak
ve hakikati tebliğ etmektedir.13 Yani Yunus’ta nazım neyse Hoca’da mizah
odur. Dolayısıyla Hoca’nın fıkralarının, latifelerinin Kur’an’ın bize sunduğu
Kaynakça
Duman, Mustafa, Nasreddin Hoca ve 1555 Fıkrası, Heyamola Yayınları,
İstanbul, 2008.
Güleç, İsmail, Nasreddin Hoca’nın Biri Bir Gün, İz Yayıncılık, İstanbul,
2012
Güzel, Abdurrahman, “Tasavvufi Halk Edebiyatı ve Nasreddin Hoca”,
I. Milletlerarası Nasreddin Hoca Sempozyumu Bildirileri, Ankara Üniversi-
tesi Basımevi, Ankara, 1990.
Özbek, Abdullah, Bir Eğitimci Olarak Nasreddin Hoca, Esra Yayınları,
Konya, 1990
Öztürk, Mustafa, Kur’an-ı Kerim Meali, Düşün Yayıncılık, İstanbul,
2012.
Şimşek, Selami, Nasreddin Hoca ve Tasavvuf, Buhara Yayınları, İstan-
bul, 2011
Pîr-i Türkistan Ahmed Yesevî’nin Hayatı,
Eseri ve Etkileri
Hayati BİCE 1
lerde, hem de Ahmed Yesevî’ye ait hikmetlerde ortaklaşa olarak belirtilen; ta-
savvufî eğitimini üstlenen bir isim olarak öne çıkar.. Arslan Baba, Ahmed’in
babası İbrâhim Ata öldükten ve yedi yaşında yetim kaldıktan sonra ablası
ile birlikte Sayram’dan Yesi’ye geldiğinde, Ahmed Yesevî’nin hem mürşîdi
hem de manevî babası olmuştur. Arslan Baba’nın, bu görevi Hz. Rasûlullah
(s.a.v.)’ın manevî işaretiyle üstlendiği de nakledilir.
Günümüz tasavvuf araştırmacılarından Dr. Nâdirhan Hasan’ın tesbitlerine
göre, Safî’nin Reşehât (15. yüzyıl), Hazînî’nin Câmiü’l-Mürşîdîn, Cevâhi-
rü’l Ebrâr7, Menbâü’l-Ebhâr8 (16. yüzyıl), Âlim Şeyh Azîzân’ın Lemehât min
nefehâti’l-kuds (17. yüzyıl), Muhammed Şerif Buharî’nin Hüccetü’z-zâkirîn
(17. yüzyıl), Şeyh Zinde Ali’nin Semerâtu’l-meşâyıh (17. yüzyıl), Gulam Ser-
ver Lahurî’nin Hazînetü’l-asfiyâ (18. yüzyıl), müellifi belirsiz Risaletü’l-mey-
mûne, Kemâleddin Harîrîzâde’nin Tibyânü vesâili’l-hakāyık, Hüseyin Vas-
sâf’ın Sefîne-i Evliyâ (19. yüzyıl) eserlerinde Arslan Baba adı anılmakta ve
mezkûr eserlerin hepsi Arslan Baba’yı, döneminin ünlü sufîlerinden biri ola-
rak kaydetmektedir. Sefînetü’l-evliyâ müellifi Dârâ Şukuh (ölümü: 1659) ise
Arslan Baba’yı “azîm-i meşâyıh-ı Türk” (Türk şeyhlerinin ulusu) olarak anar.
Kendisini Arslan Baba soyundan gösteren 16. yüzyılın Yesevî sufîlerinden
Hoca Hasan Nisârî ise Müzekkir-i Ahbâb adlı tezkiresinde Ahmed Yesevî’nin
hayatı ve silsilesine dair bilgi verirken, Arslan Baba’nın Ahmed Yesevî’ye
hurma getirmesi vakıasını nakleder.
Arslan Baba’nın tarihî Otrar şehri yakınlarındaki türbesi de Emîr Timur ta-
rafından inşa ettirilmiştir. Yesi’nin güneyinde yer alan ve Moğollar tarafından
yağmalanıp toprak altına gömülen Otrar şehri, günümüzde Emîr Timur’un
ölümüne tanıklık etmiş bir harabeler yığınından ibarettir. Emîr Timur tara-
fından inşa ettirildikten sonra tabiî etkilerle yıpranan Arslan Baba Türbesi,
Kazak hanları tarafından tamir ettirilmiştir.
Arslan Baba nezdindeki manevî eğitimi sonrasında, henüz genç sayılabi-
lecek bir çağında olan Ahmed Yesevî, zâhirî ve bâtınî eğitimini tamamlamak
için devrin en önemli bir İslâm kültür merkezi olan Buhara’ya gidecektir.
Menkıbe, Buhara’ya gidişin Arslan Baba işareti ile olduğunu nakleder ki ta-
savvufî şahsiyetlerin hayat seyrinde bu türden işaret ve yönlendirmelerin ne
kadar etkili olduğu iyi bilinen bir durumdur.
Ahmed Yesevî’nin gerek kendi hikmetlerinde, gerekse çeşitli kaynaklarda
manevî feyz aldığı kaynaklar arasında Hazret-i Hızır a.s. da zikredilir.
tine bağlılığı sebebiyle altmışüç –milâdi takvime göre altmışbir- yaşına gel-
diğinde bir yeraltı mescidi kazdırmış ve ömrünün son yıllarını bu mescidde
ibadet ve riyâzet ile meşgul olarak tamamlamış ve âdeta fiilî bir, ölmeden
önce ölüm deneyimi yaşamıştır.
Hazret Sultan Yesevî’nin ölüm tarihi, muhtelif menâkıb ve tabakât kitapla-
rının ortak verilerine göre, hicrî 562 (milâdî 1166)’dir.
Ahmed Yesevî, vefatından sonra dinî aktivitesinin merkezi olan ve hayatı-
nın büyük bir kısmını geçirdiği Yesi şehrinde bulunan dergâhının bahçesinde
defnedilmiş ve üzerine mütevazi bir kabir inşa edilmiştir. Hazret Sultan Ye-
sevî’nin vefatından asırlar sonra bu küçük makâmın yerinde Emîr Timur tara-
fından bugün bütün Asya’nın en görkemli anıt-mezarı olan Yesevî Külliyesi
inşa edilecektir.
Yesi’deki Yesevî mescidi altındaki bu kutlu halvethane, yeryüzünden 2-3
metre derinlikte inşa edilmişti. Ahmed Yesevî’nin yer altında uzun süren bir
halveti yaşadığı ve mescidinden bir merdiven ile inilen hücresinin kalıntıları
bugün de ziyaret edilebilmektedir.
Hazret Sultan Yesevî’nin altmışüç yaşına geldiğinde Hz. Rasûlullah’ın alt-
mışüç yaşında vefat edip toprağa verilmesinden ilham ile yer altı hücresinde
inzivaya çekilmesi Türkistan’da ‘altmışüç yaş’ ile ilgili bir geleneğin teşek-
külüne yol açmıştır. Hz. Rasûlullah (s.a.v.)’ın sünnetine uygun yaşamakla
şefaatine nail olunacağına duyulan inanç, bu geleneğin dinî temelini teşkil
eder. “63 yaş toyu”nu veren bir Türkistanlı aksakal, bir yerde toplum önünde,
hayatını artık, Hz. Rasûlullah (s.a.v.)’ın sünnetinden hiç ayrılmamak üzere
sürdürme sözü verdiğini taahhüt etmektedir.
Ahmed Yesevî’nin ölümsüz eseri, “Dîvân-ı Hikmet”te Ahmed Yesevî’nin
yer altında uzlete çekilişini ve uzlet hayatı esnasında yaşadığı manevî halleri
anlatan hikmetler önemli bir yer tutar. Esasen Dîvân-ı Hikmet’ten anlaşıldığı-
na göre hikmetlerinin büyük bir kısmı da ilahî ilham ile bu mekânda Ahmed
Yesevî’nin dilinden dökülmüş ve yanındaki dervişler tarafından kağıt üzerine
tesbit edilmiştir.
Hazret Sultan Yesevî’nin yeraltına çekilişini, dünya üzerindeki hayat ile il-
giyi kopartmak olarak değerlendirmek yanlıştır. Yesevî’nin yer altı hücresin-
deki hayatının oldukça uzun süreli olduğu hakkındaki rivayetler ve hikmet-
lerin büyük bir bölümünün yeraltındaki hücrede inziva esnasında söylenmiş
ve kayda geçirilmiş olduğu hakkındaki bilgiler, bu yeraltı hayatının tasavvufî
eğitim ile ilgili aktivitelerin ve Yesevî’nin irşad misyonunun bir parçası hali-
ne getirildiğinin göstergesidir.
Hayati BİCE 461
ile tanınıp “Dîvân-ı Hikmet” adı verilen kitaplarda bir araya getirilecektir. Ta-
rihî süreç içerisinde Yesevî yolunun ebediyet kazanmasında etkili olan mür-
şîd-i kâmil kadrosu kadar önem kazanan ve Ahmed Yesevî’nin ismini ölüm-
süzleştiren miras, hikmetlerini bir araya getiren Dîvân-ı Hikmet külliyatıdır.
Ülkemizde Yesevîlik ile ilgili akademik çalışmalar, -neredeyse tamamen-,
Dîvân-ı Hikmet araştırmalarına inhisar ettirilmiştir. Ahmed Yesevî hikmetle-
rinde birçok kez dalgıç gibi mânâ denizlerine dalarak hakikat incileri derle-
mekten söz eder. Bu değerlendirmeyi Dîvân-ı Hikmet için de yapmak ve bir
mânâ denizi olarak vasıflandırmak mümkündür. Her bir hikmette yer alan,
her bir mısra insanı bazen uçsuz-bucaksız bir okyanusun kenarına kadar gö-
türür ve hattâ okur bir anda sırlar okyanusuna dalar, gider. Dîvân-ı Hikmet, bu
özelliği ile, sayfalara basılan satırlar yanında yüzyıllardır dilden dile; gönül-
den gönüle aktarılıp -sözlü bir gelenek teşkil ederek- Türkistan bozkırlarında
asırlardır yaşatılmış ve -bugün de- yaşatılmaktadır.
Hazret Sultan Yesevî’nin hikmetleri yakın dairedeki mürîdler tarafından
kaydedildikten sonra, zaman içerisinde bu hikmetleri bir kitab haline ge-
tirmek düşünülmüş olmalıdır. Bu şekilde ilk elyazması ürünü Dîvân-ı Hik-
met’ler ortaya çıkmıştır. Teorik olan bu düşünceyi kanıtlayacak veriler, elyaz-
ması Dîvân-ı Hikmet nüshalarının bulunup istinsah tarihlerinin belirlenmesi
ile ortaya konulabilir. Dîvân-ı Hikmet’in en eski elyazması nüshası, Macar
Akademisi elyazmalar koleksiyonunda bulunan 1712 tarihli bir nüshadır.
Daha sonra istinsah edilen Dîvân-ı Hikmet nüshaları değişik kütübhane en-
varterlerinde mevcut olup genellikle 19. yüzyıl ürünüdürler. Yapılacak ayrın-
tılı araştırmalar ile elyazması koleksiyonu bulunan dünya kütübhanelerinin
taranarak Dîvân-ı Hikmet’in daha 1712’den daha erken tarihlerde yazılmış
elyazması nüshalarının ortaya çıkması ihtimal dâhilindedir.
önem ortaya çıkar. Ancak Kazan’da yapılan baskıların tüm Türk yurtlarında,
hattâ Mısır’da bile okurunu bulmuş olması da dikkate alınmalıdır. Bugün kü-
tübhanelerimizin pek çoğunda Kazan baskısı Dîvân-ı Hikmet nüshaları bu-
lunmaktadır.
Osmanlı döneminde, 1909 yılında Dîvân-ı Hikmet’in Türkistan Çağatay
lehçesinden İstanbul Türkçesi’ne aktarılarak basılmış olduğu da, bilim dün-
yasına 2010 yılında Prof. Dr. Ahmet Turan Arslan tarafından duyurulan bir
bilgidir. Osmanlı’nın son zamanlarında lehçe farkından kaynaklanan anlaşıl-
ma sorununun aşılması maksadı ile tanınmış bir Nakşî-Halidî mürşîdi olan
Şeyh Muhammed Kudsî Konevî’nin oğlu ve halefi olan Şeyh Muhammed
Bahâeddin tarafından mürîdi Hacı Hasan Şükrü Efendi’ye Pîr-i Türkistan
Hazret Sultan Yesevî hikmetlerinin, Dîvân-ı Hikmet’in Çağatay lehçesinden
İstanbul Türkçesine aktarılması görevi verildi.
İstanbul’un Fatih semtinde Sarıgüzel’de doğup büyüyen Meşâyıh-ı Nak-
şibendiyye’den Şeyh Hacı Hasan Şükrü Efendi İstanbul’un tanınmış kürsü
şeyhlerinden biri idi. Fatih Dersiamlarından Tırnovalı Hâce Mehmed Efen-
di’den ders okumuş ve icazet almıştı. Şeyh Muhammed Bahâeddin el-Ko-
nevî’den istihlâf olunduktan sonra Sarıgüzel’de Sarı Nasûh Mahallesi’nde,
Aynalıçeşme Sokağı’nda bir zaviyede tarikatını yaymağa başlamıştı.12
Bu önemli bilgi bile, tek başına Hazret Sultan Yesevî’nin öneminin farkın-
da olan Osmanlı sufî çevrelerinin bulunduğu anlamına gelmektedir. Hasan
Şükrü Efendi’nin bu kutlu görevi yerine getirdiği ve Türkistan lehçesinden
İstanbul Türkçesi’ne aktardığı hikmetlerin hicrî 1327 (milâdî 1909) yılında
İstanbul’daki Hürriyet Matbaası’nda matbu olarak çoğaltıldığı da tesbit edil-
miştir.13
Osmanlı tasavvuf çevrelerinin ismini daima büyük bir saygı ile andıkları
Yesevî’nin, Osmanlı bilim çevrelerinde bilinmezliği hakkındaki fikirler, bu
bilgiye göre tashih edilmelidir. Prof. Dr. M. Fuad Köprülü’nün 1918 yılında
yayınlanan ‘Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar’ eserinin ilk yarısını Ahmed
Yesevî’ye ayırması ile Türkiye ilim çevrelerinin ve daha kısıtlı bir çerçevede
genel kamuoyu Hazret Sultan Yesevî hakkında bir fikir sahibi olabilmiş ise
de, bu ilginin yeterli olduğunu söyleyebilmek mümkün değildir. Türkiye’de
yakın tarihlerde Dîvân-ı Hikmet’ten bazı şiirlerin “Dîvân-ı Hikmet’ten Seç-
meler” adı ile yetmiş adet hikmetten müteşekkil olarak Prof. Dr. Kemal Eras-
12 Arslan, Ahmet Turan, “Hasan Şükrü Efendi’nin Dîvân-ı Hikmet Tercümesi”, Bağcılar B.
Uluslararası Ahmed Yesevî Sempozyumu Kitabı, İstanbul, 2012, s.55.
13 Arslan, Ahmet Turan, a.g..m., s.56.
Hayati BİCE 465
lan’ın kaleminden anlamları da verilerek Latin alfabesi ile T.C. Kültür Bakan-
lığı tarafından iki kez yayınlanması Yesevîlik kültürünün tanınması yolunda
yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur. Son olarak yeni bulunan hikmetlerin
de eklenmesi ile en zengin içerikli bir Dîvân-ı Hikmet baskısının 2009 yılında
yapılmış olması da güzel bir gelişmedir. Bu satırların yazarı tarafından hazır-
lanan ve Türkiye Diyanet Vakfı tarafından yayınlanan bu Dîvân-ı Hikmet’te
iki yüz on yedi adet hikmet ile bir de münacât yer almaktadır.14
Son dönemde eski Sovyet Cumhuriyetlerinin hemen tamamında da,
Dîvân-ı Hikmet’in arka arkaya yeni baskılarının yapıldığı ve böylelikle Tür-
kistan topraklarında Pîr-i Türkistan adına yeni bir irşad çığırı açıldığı da bi-
linmektedir.15 Özbekistan’dan Türkmenistan’a, Kazakistan’dan Kırgızistan’a
bütün Türk Cumhuriyetleri’nde Dîvân-ı Hikmet’in sayısı yüzbinleri bulan
baskıları yapılmıştır. Son olarak Kırgızistan’da Egemberdi Ermatov tarafın-
dan hazırlanan “Hikmetler Kitabı” adlı eser ile bütün Türkistan coğrafyasının
Hazret Sultan Yesevî ile yeniden kucaklaşması tamamlanmıştır.16
Halen Çin egemenliği altında bulunan Doğu Türkistan’da da hikmetlerin
yeniden basılarak halkın irfanına hzimet eder hale getirildiği bildirilmiştir.
Uygur Türkçesi ile basılan Bulak dergisinin 14. ve 16. sayılarında Dîvân-ı
Hikmet’in tamamı Nicat Muhlis tarafından hazırlanarak yayınlanmıştır.17
Böylece, kelimenin tam anlamıyla, Adriyatik’ten Çin seddine kadar uzanan
büyük bir Türk coğrafyasında Pîr Türkistan Hoca Ahmed Yesevî’nin hikmetli
sözleri yeniden yankılanmağa başlamıştır.
Sovyet Rus yönetiminin egemen olduğu yıllarda (1917–1991) bütün
Türkistan Cumhuriyetleri’nde diğer Türk büyükleri gibi Ahmed Yesevî de
unutturulmağa ve eserlerindeki bazı tasavvufî tavsiyelerinden yola çıkılmak
suretiyle ismi ve misyonu karalanmağa çalışılmıştır. Bu çerçevede Ahmed
Yesevî’nin 1917 yılındaki komünist “Ekim Devrimi”ne kadar gerek Ka-
zan’da gerekse Taşkend’de defalarca basılan “Dîvân-ı Hikmet”in yeni baskı-
larının yapılması kesinlikle yasaklanmıştı. Hattâ değil eserlerinin basımının
yapılması, Ahmed Yesevî hakkında ilmî nitelikte makale yazanlar bile resmî
14 Özköse, Kadir, “Ahmed Yesevî ve Dîvân-ı Hikmet”, Tasavvuf Dergisi, (Ocak 2006),16;
s. 293-312.
15 Hakkul, İbrahim, “Divan-ı Hikmet’in 20 Yüzyılda Özbekistan’da Yayınlanması ve Tetkik
Edilmesi”, Bağcılar B. Uluslararası Ahmed Yesevî Sempozyumu Kitabı, İstanbul, 2012,
s.198.
16 Murzaraimov, Bakıt, Kırgız Edebiyatında Hoca Ahmed Yesevî, Bağcılar B. Uluslararası
Ahmed Yesevî Sempozyumu Kitabı, İstanbul, 2012, s.114.
17 Ömer Bilge, Hoca Ahmed Yesevî Hakkındaki Araştırmalar Üzerine, Bağcılar B.
Uluslararası Ahmed Yesevî Sempozyumu Kitabı, İstanbul, 2012, s.124.
466 Pîr-i Türkistan Ahmed Yesevî’nin Hayatı, Eseri ve Etkileri
rakamı, sayı olarak tam tamına olmasa bile çokluğu ifade etmesi yönünden
gerçekliğe işaret eder.
Ahmed Yesevî’nin manevî yolunun sürdürülmesinde, fikirlerinin geliştiri-
lerek yaşatılmasında asırlar boyu tasavvufî irşadı devam ettirmiş Yesevî mür-
şîdleri kadar Yesevî’nin hikmetleri tarzında yazdıkları şiirler ile tebliğ usulünü
sürdüren sufî şairler de etkin olmuşlardır. Hazret Sultan’ın bu şair halefleri Ye-
sevî sonrası asırlarda yaşattıkları şiir ekolünü günümüze kadar getirmeyi ba-
şarmışlardır. Öyle ki bu şairlerin dile getirdiği hikmetli mısralar halk nezdinde
o kadar etkinlik kazanıp yaygınlaşmıştır ki, 19. yüzyılda matbu olarak basılan
“Dîvân-ı Hikmet” nüshalarına kadar girmiştir. Pîr-i Türkistan’ın “Dîvân-ı
Hikmet”inin tek tek istinsah edilen el yazması nüshalarında da görülebilen
bu isimler arasında Süleyman Hakîm Ata, Baba Maçîn, Tac Hoca, Zengî Ata,
Azim Hâce, Âlim Şeyh lakâblı Muhammed Âlim Sıddîkī (ölümü:1633), Der-
viş Ali, Şeyh Hudâydâd, Kemal İkânî, Şems Özkendî, Nimetullah Kul Ubey-
dî, Kul Şerif önde gelenleridir. Bunların bir kısmının aynı zamanda Yesevî
mürşîdi ve tarîkatın sürdürücüsü olarak irşad postunda da oturdukları bilin-
mektedir. Matbû “Dîvân-ı Hikmet” nüshalarında şiirlerine en sık rastlanan
ismin Hâce (Miskîn) Azîm olarak bilinen sufî olması da dikkat çekmektedir.
Şemseddin Özgendî de, “Şems-i Âsî” mahlasıyla hikmet tarzında şiirler söy-
lemiştir. Şeyh Zinde Ali “Semerâtu’l-meşâyih” kitabında yüzden fazla Yesevî
şeyhinin adları -ve birbirinden ilginç menkıbeleri- kaydedilmiştir ki Yesevîy-
ye tarîkatının bölgedeki etkinliğini isbatlayan bir rakamdır.20
17. yüzyılın ünlü Osmanlı seyyahı Evliya Çelebi de Ahmed Yesevî nes-
linden olduğunu seyahatnamesinin çeşitli yerlerinde iftiharla tekrar eder.
Evliya Çelebi en az kendisi kadar ünlü kitabının ilk cildinden itibaren pek
çok yerinde “Türk-i Türkân” (=Türklerin Türkü), “Pîr-i Pirân-ı Türkistan”
(=Türkistan’ın mürşidlerinin mürşidi) olarak saygı ile andığı Ahmed Yesevî
hakkında “cedd-i izâmımız Türk-i Türkan Hoca Ahmed-i Yesevî hazretleri”
ibaresini övünçle kullanır.21
Ahmed Yesevî’nin soyundan geldiğini ve ‘Ahmed Yesevî evlâdı’ olduğunu
bu şekilde, seyahatnâmesinin birçok yerinde iftiharla belirten Evliyâ Çelebi,
ayrıca Osmanlı’nın Anadolu ve Rûmeli topraklarını gezerken rastladığı Ah-
med Yesevî halîfeleri ve Yesevî dervişlerine ait tekke, makam ve türbelerin-
20 Seyfullah, Seyfeddin, “Şeyh Zinde Ali’nin ‘Semerâtu’l-meşayih’ eserinde Hoca Ahmed
Yesevî ve onun devamçıları hakkında”, Bağcılar B. Uluslararası Ahmed Yesevî Sempozyumu
Kitabı, İstanbul, 2012, s.80.
21 Evliya Çelebi Seyahatnâmesi (EÇS), 3. Kitap, İstanbul-1999, s.229.; 5. Kitap, s. 33, 154,
165, 314 ; Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-2001.
470 Pîr-i Türkistan Ahmed Yesevî’nin Hayatı, Eseri ve Etkileri
den de uzun uzun bahseder ve yeri geldikçe bu Yesevî fukarâsı dervişler ile
ilgili menkıbeleri de eserine tek tek ve ayrıntıları ile kaydeder.
Evliyâ Çelebi’nin isimlerini kaydettiği Yesevî mürşîd ve dervişlerinden
hiçbirisi bugünkü Nevşehir’de adı ile anılan kasabaya yerleşen Hacı Bektaş
Velî kadar ün kazanmamıştır. Evliyâ Çelebi’nin saygı dolu ifadelerinden ko-
layca anlaşıldığı gibi, 17. yüzyılda Anadolu Türkleri arasında Hazret Sultan
Yesevî ve Hacı Bektaş Velî arasında doğrudan ilişki kuran ve Yesevî silsile-
sine müntesib dervişlerin manevî bir görev ile Diyâr- Rûm’a gelmeleri hak-
kındaki rivayetlerle örülen kapsamlı bir Bektaşî menkıbesi teşekkül etmişti.
Evliya Çelebi Seyahatnâmesi’nin birçok yerinde Yesevî etkisinin kurucusu
Hacı Bektaş Velî üzerinden Osmanlı coğrafyasında gelişen Bektaşîlik tari-
katına etkisinin derinliğini gösteren veriler de sunulmaktadır. Evliya Çelebi,
Osmanlı’nın kuruluş yıllarının Orhan Gazi dönemini anlatırken Horasan’dan
gelerek Anadolu’da irşad postuna oturan Hacı Bektaş Veli hakkında şunla-
rı yazar: Orhan Gazi’nin “zaman-ı hilafetinde cedd-i izâmımız Türk-i Tür-
kan Hoca Ahmed-i Yesevî hazretleri Horasan’dan halifesi olan Hacı Bektaş-ı
Veli’yi üçyüz fukarasıyla sahib-i seccade idüp deff ve kudüm ve alem saraf
virüp “Var Orhan Beğ ile Rûm fatihi ol yâ Bektaş” diyü nefes idüp Hacı Bek-
taş-ı Veli üçyüz er ile Horasan’dan Orhan Gazi’ye gelüp mülakat olduğı gibi
Bursa üstüne gelüp feth itdiler…”22
Hacı Bektaş Velî hakkında yazılmış olan muhtelif velâyet-nâme’ler, bazan
büyük ayrılıklar gösterse de Hazret Sultan Yesevî ile ilgili izler taşır.23 15.
yüzyılın sonlarında kaleme alındığı tahmin olunan Hacı Bektaş Velî Velâ-
yet-nâmesi ile Künhü’l-Ahbâr’da Hacı Bektaş’ın Şeyh Lokman Perende
mürîdi olduğu ve Lokman Perende’nin ise Ahmed Yesevî’den el aldığı an-
latılırken Hacım Sultan Velâyet-nâmesi’nde ve Fevâid’de Hacı Bektaş Velî
doğrudan doğruya Ahmed Yesevî halîfesi olarak zikredilir.
Evliyâ Çelebi, gezdiği Osmanlı coğrafyasında izlerini tesbit edebildiği
Ahmed Yesevî’ye mensup sayılan birçok velînin türbelerini ziyaret etmiştir.
Evliyâ Çelebi’nin makamlarını tesbit edip eserinde bahsettiği Yesevî der-
viş-gâzileri arasında Anadolu’da irşad postuna oturan Hacı Bektaş Velî; Mer-
zifon’da medfûn Pîr Dede, Bursa’daki Geyikli Baba Sultan, Dâvûd Baba24 ve
Abdal Musa, Karadeniz kenarında Batova’daki Akyazılı, İstanbul Unkapa-
nı’nda medfûn Horoz Dede, Bozok Sancağı Yozgat’taki Emîr-i Çin Osman,
Sonuç
Bildirimin sonunda ‘Ahmed Yesevî’nin tarih içerisinde oluşan manevî
portresinin Türklük için yerine getirdiği en büyük hizmet nedir?’ sorusunu
sorarak cevabını irdelediğimizde, Türkler arasında ilk tasavvufî örgütlenmeyi
sağlayarak nesiller boyu İslâm’ın özünü kavramış sufîlerin ve bu sufîlerin
dizi dibinde aldıkları eğitim ile cihadın manevî yönlerini de kavrayan der-
viş-gâzilerin, özel tanımı ile “alp-eren”lerin yetiştirilmeleri çığırının başla-
tıcısı olması öne çıkar. Gerçekten de İslâm ile birkaç kuşaktır tanışmış olan
Türk yurtlarında tasavvufî boyut kazanarak derinleşmiş bir İslâm algısının,
sufîce yaşanan bir müslümanlık olgusunun mimarı Ahmed Yesevî olmuştur.
İşte bu yüzden Ahmed Yesevî’yi zamânenin şeyh ve cemaat önderleri ile ben-
zeştirmek büyük bir gaflet olur.
Tek cümle ile özetlenecek olunursa, ilk birkaç asır boyunca Türk yurtla-
rında yatay olarak, yüzeyde yayılan İslâm’ın, irfanî bir boyut kazanarak de-
rinleşmesi Yesevî ve takipçisi dervişlerinin Türk halkları içerisindeki yoğun
eğitim faaliyeti ile mümkün olmuştur. Yesevî’nin Türk tarihinde icra ettiği
kilit rol, işte burada sahneye çıkar.
“Hazret Sultan Yesevî Bugün Yaşasaydı…” kendisinden nasihat isteyenle-
re ne söylerdi, ne tavsiye ederdi? sorularına doğru bir yanıt verebilmek için
Hoca Ahmed Yesevî’nin Dîvân-ı Hikmet kitabında neler söylediğini anlama-
ya çalışmak; neleri öğütlediğine dikkat etmek yeterli olacaktır.
Pîr-i Türkistan’ın sohbetine, bugün katılmak isteyen bir kişi hemen
Dîvân-ı Hikmet’e başvurmalıdır. Hattâ konuyu Mesnevî okuyarak Mevlanâ
Celâleddin Rûmî; Dîvânı’nı okuyarak Yunus Emre, Niyâzi Mısrî ve diğer
28 Son yıllarda çeşitli belediyelerin kültür faaliyeti kapsamında ve Türkiye Yazarlar Birliği,
Selçuklu Vakfı, Ülkücü Yazarlar Derneği (ÜLKÜ-YAZ) gibi sivil toplum kuruluşları
tarafından düzenlenen Dîvân-ı Hikmet Okumaları, Yunus Emre Okumaları, Mesnevî
Okumaları ve Niyâzî Mısrî Okumaları gibi etkinliklerin çoğalmış olması memnuniyet
vericidir. İlgili okurların bu türden etkinlikleri araştırıp devam ederek tasavvuf kültür
mirasımızdan yararlanmağa çalışmalarını tavsiye ederim.
Türkmen Şair
Devletmammet Azadî’nin Şiirlerinde Dini Temalar
Hidayet PEKER 1
XVIII. yüzyılın önemli bir şairi olan Devletmammet Azadî, hem bir şair
olarak hem de bir din bilgini olarak Türkmen kültür hayatında önemli etkiler
bırakmış biridir. Türkmenlerin Milli şairi Mahtumkulu Firaki’nin de babası
olan Azadî, başta oğlu Mahtumkulu olmak üzere, Seydi, Zelili, Mollanefes
gibi sonraki Türkmen şairlerine etki etmiş, bu yönüyle de Klasik Türkmen
şiirinin yönlendiricisi kabul edilmiştir. Türkmenlerin “akıldar” şairi Mahtum-
kulu’nun bir beyitinde;
“Altmyş bäşde, newruz güni, luw ŷyly
Turdy ecel, ŷolun tusdy atamyň”2
şeklinde ifade ettiği gibi, Azadi 1695-1760 yılları arasında arasında ya-
şamış ve 65 yıllık bir ömür sürmüştür. Türkmenlerin Göklen boyundan olan
şair, ilk eğitimini köyünde aldıktan sonra, kısa bir dönem Buhara’da, ağırlık-
lı olarak da Hive medreselerinde eğitimini tamamlayıp yaşadığı topraklara
dönmüştür. Geçimini çiftçilikle karşılayan Azadi, ömrünün sonuna kadar din
adamlığı ve öğretmenlik yapmış, bu nedenle de “Garrı molla” ve “Garrı şa-
hır” olarak adlandırılmıştır.
Her mütefekkir kendi döneminin çocuğudur. Ve onun eserleri ken-
di çağını öncelikli olarak yansıtır. En geniş anlamıyla Azadi’yi anlamak
için 18. yüzyıl Türkmen hayatının kısaca panoramasını vermek yerinde
olacaktır. Buna göre, 18. yüzyıl Türkmenlerle birlikte Asya’daki diğer Türk
boylarının da sıkıntılı günler geçirdiği bir dönemdir. Bu yüzyılda Asya’da-
ki Türklerin tamamı merkezî ve güçlü bir otoriteye bağlı olmadan muhtelif
devletçikler veya hanlıklar halinde yaşamaktaydılar. Merkezî bir idarenin ol-
maması çeşitli bölgelerdeki beylerin, hanların başlarına buyruk hareket etme-
lerine, komşu bölgeler üzerinde egemenlik kurmak için her türlü baskın ve
saldırıların gerçekleşmesine zemin hazırlamıştır.
Birbiriyle sıkı ilişkileri olmayan boylar halinde hayatlarını sürdüren Türk-
menlerin bir kısmı Buhara Emirliği’nin, bir kısmı Hive Hanlığı’nın ve diğer
1 Yrd. Doç. Dr., Uludag Üniversitesi
2 Magtymguly, Hazrılayan ve neşreden, Annagurban Aşyrow, Aşgabat İlim Neşriyat 2013,
s. 41
476 Türkmen ŞairDevletmammet Azadî’nin Şiirlerinde Dini Temalar
12 Azady, age, s. 33
13 Azady, age, s. 30
14 Azady, age, s. 39
15 Azady, age, s. 161
480 Türkmen ŞairDevletmammet Azadî’nin Şiirlerinde Dini Temalar
Azadi’nin temel probleminin insan olduğunu ifade etmiştik. Ona göre, in-
sanı seven Tanrıyı sevmiştir, insanı üzen Allah’ı üzmüştür. Hatta herhangi bir
insanın bir ihtiyacını gidermek, insanlara güzel sözle ve davranışla mumele
etmek farz ibadetlerden daha evladır. Azadi, haccetmek isteyen bir sultana,
16 Azady, age, s.105
17 Azady, age, s.255
18 Azady, age, s.84
19 Azady, age, s.267
20 Azady, age, s.96
Hidayet PEKER 481
21 Azady, age, s. 60
22 Azady, age, s. 53
23 Azady, age, s. 266
482 Türkmen ŞairDevletmammet Azadî’nin Şiirlerinde Dini Temalar
Hüseyin AYDIN 1
“Şuayb gibi biri nerde ki dua etsin de dağ gibi kayayı, ekin ekmek için
toprak haline getirsin?
Yahut nerde Mukavkıs ki, Peygamberden dilesin de taslık, düzgün, verimli
bir tarla olsun?
Şu kötü kişiyse çarpma mıhladızı olmuş; verimli toprağı bile taştopaç ke-
ser.”9
Tasavvufun ağır ve karmaşık pek çok konusunu hikâyeler, temsiller ve tes-
pihlerle kolaylıkla anlatan ve bu konuların herkes tarafından anlaşılması hu-
susunda erişilmez bir başarıya sahip olan Mevlânâ, dünya-insan, gönül-günah
ilişkisi konusunda da belirtilen özelliğinin en güzel örneklerinden birini daha
bizlere sunar. Söyle ki, O’na göre dünya-insan ilişkisi, gemi ile su arasındaki
iliksi misalidir. Bunlardan biri yoksa beklenilen faydayı sağlamak açısından
diğeri de bir anlam ifade etmez. İste bu manada geminin fonksiyonunu icra
etmesi, yol alması, menziline ulaşması, nasıl üzerinde bulunduğu suya bağ-
lıysa ve nasıl onsuz olmuyorsa, insan için de dünya ve dünya hayatı; böyle
bir hayatî öneme ve fonksiyona sahiptir. Bir zorunluluk olarak geminin yolu
deryadan, insanın yolu da dünyadan geçer. İste bu zorunluluk ve bağımlılık,
arzulanan hedefe güvenli bir biçimde ulaşabilmek açısından beraberinde bir-
takım önlemlerin alınması mecburiyetini getirmiştir. Bunlar, suyun geminin
altında olması, hiçbir şekilde onun içine sızmaması gibi değişmez şartlardır.10
Aksi halde gemiyi yüzdüren ve onu menziline ulaştıran su; bir yolunu bu-
lur da içeri sızar ve geminin içine girerse bu sefer onu batırır ve onun helakine
neden olur. İste bunun gibi dünya da insan için böyledir. Bu sebeple insan da
gönül teknesine dünya deryasından onu helake sürükleyecek bir sızıntı sok-
mamalı, dünyevi olan her şeyi, meşruiyet ilkesini zedelemeden araç olarak
kullanmalı, hiçbir zaman amaç haline getirmemelidir. Bu koşulla kâinattaki
tüm nimetlerin onun emrine ve hizmetine sunulduğunu bilmelidir.
Bu itibarla, kalbe sokmamak, onların esiri olmamak koşuluyla her ne tür-
den olursa olsun, geminin altındaki su misali eğer bu nesneler insan için bir
fayda sağlıyorsa, sahip olunan şeylerin çokluğu hiç de önemli değildir. Yeter
ki sahip olunan her şey, anlamlı bir hayatın yaşanmasına katkı sağlamış ol-
sun. Hiç kuskusuz böyle bir kazanım sağlıklı olarak dengelerin kurulmasına,
sorumluluk bilinciyle hareket edip her durumda doğru tercihler yapılmasına,
Hak’tan yana tavır koyarak istikametten ayrılmadan ilahî rızaya uygun bir
basarı edilmesine bağlıdır.11
Tasavvuf düşüncesinde insan, âlem-i sağir (küçük âlem); evren, âlem-i ke-
bir (büyük âlem)dir. İslâm âlimleri ve sûfîler, eşref-i mahlûkat olan insanın
varlık anlayışındaki yeri üzerinde durmuşlardır. Mevlana bu konuya değinir-
ken dal ve meyve sembol grubunu kullanır. Meyve dalın ucunda, dal meyve-
nin içindedir. Her ne kadar meyve görünüşte ağaçtan doğmuşsa da gerçekte,
ağaç meyvede vücut bulmuştur. İnsan evrende, evren insanın içindedir. Dalın
varlık sebebi meyve vermesi (hakikati ortaya çıkarması), evrenin varlık sebe-
bi Allah’ın tüm özelliklerine kısmen sahip olan insanı barındırmasıdır (Mes-
nevi IV/521-525). “Meyve elde etmeye bir meyli, meyve elde etmeye bir
ümidi olmasaydı hiç bahçıvan ağaç diker miydi?” (Mesnevi IV/523) sorusu
dal-meyve sembolünün işlevini kavramaya yetmektedir.12
“İki alem vardır” :
İlki varlık alemi, ikincisi mana alemi...
Varlık âlemi gündüz gibidir,
Olanı biteni açıkça görürsün, kendini kolayca ele verir...
Mana âlemi ise gece gibidir,
Onu bulmak için mutlaka gönül ışığını yakman gerekir...
Keser gibi olma; hep bana, hep bana... Rende gibi olma;hep sana,hep
sana...Testere gibi ol;hem sana,hem bana...
Dünya gözü ile bakan, yüzü; gönül gözü ile bakan, özü görür.
Sevdiklerinize “gül” verin; gül yoksa “gülüverin”.
Sembol kullanımında sûfî geleneklerini izleyen Mevlana evrende bulunan
canlı cansız pek çok varlığı nitelikleri bakımından sembol ve sembol grupları
hâlinde didaktik amaçla kullanmıştır. Semboller arasında ceviz, nar, elma, in-
cir, hurma, kavun, karpuz, üzüm, badem, fıstık gibi türleriyle örneklendirilen
veya herhangi bir bitkinin ürünü anlamında kullanılan meyvenin ayrıcalıklı
bir yeri olduğu görülmektedir. Meyve, bolluk, bereket, verimlilik, Allah ta-
rafından kalbe verilen ilim irfan karşılığında feyz; yiyecek, içecek, Allah’ın
herkese verdiği nimet karşılığında rızk anlamlarını karşılamakta; irade-i küll
11 Yetik, Erhan, “Mevlânâ Celâleddin Rumî’nin Hayata Bakısı”, Tasavvuf Dergisi, sayı: 14,
Ankara,2005, 61.
12 Akarpınar, R. Bahar, “Mevlana’da Üzüm”, Turkish Studies International Periodical For
the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic Volume 3/5 Fall 2008, 145.
486 Bir İslam Mütefekkiri Olarak Mevlana’nın Çevreye Bakışı
(Allah’ın sınırsız gücü) ve hikmete (ancak Allah’ın bileceği sırlar) işaret et-
mektedir. Bu bağlamda “rahmet meyvesi” (Mesnevi III/3635) Allah’ın akıl sır
erdirilemeyen sonsuz bağışlayıcılığı; “yokluk meyvesi” (Mesnevi III/4759)
madde ve gayb âlemleri arasında şaşkına dönen aşığın vecd hâlinde Allah
katında ulaştığı sırlar ve sonsuz saadettir.13
Kışın zulmü, baharın lûtfu, güzün hüznü, tarlalar, tohum, değirmen, top-
rak, dere, şehir, köy, pazar, sonra dağ, tepe, ova, her türden hayvanlar: Arslan,
timsah, köpek, kedi, karınca, arı, sinek; yağmurla hayat bulan çayır, çimen;
kasırga, kum, bozkır, çöl v.s. yaratılış esrarı dile geliyor.
Mevlânâ şiirlerinde, yeryüzünün, güneş, ay ve yıldızların, genellikle kâi-
natın ayniyeti tespit etmiştir. Tabiat tasvirlerinde: Gül bahçeleri, açan çiçek,
düşen yaprak, harman yeri, kuru toprak, çiçekle dolu ova; parlaklık, karan-
lık, gece ayın bakışı, tan yerinin ağarması, gece gökyüzü; havadaki zerreler,
dağdan esen yel, deniz dalgaları, tabiat olaylarının çeşitliliği ve yine bunların
hâlden hâle girerek değişkenliği, adeta insan ömründeki değişiklikler gibi an-
latıyor. Bunlar, insanın iç dünyasının, duygularının, bulundukları hâllere göre
sembollerle tasviridir.
Kışın ağaçların gözlerden sakladığı zenginlik, bahar geldiğinde harcanır.
Aşığın kış mevsiminde “hakkıyla sabretmesi” (Yûsuf, 12/18) gerekir. Böyle
yapması ona, Yakûb gibi sabırla bekleyen ağaçlar tarafından öğretilir. Tıpkı
ilk ılık güneş ışığı ve meltemin onlara taze ve umut dolu yeşil tomurcuk-
ların (Yusuf”un gömleğinin kokusuna benzeyen) güzel kokusunu getireceği
gibi, insan kalbi de bir gün ruhun baharını ve cennetini ebedî baharını tecrübe
eder.14
“İnsan, hayvan, nebat, cemad her şey, birbirine âşıktır.” (Mesnevi III/4444),
çünkü; her nesne, her tecelli ortak bir öz taşımaktadır. Tasavvufta esas olan bu
bağı (ortak kaynağı) hissedebilmektir. Varlığın sırrını keşfetmek için manen
olgunlaşmak gerekir. İnsanın olgunlaşması da meyveninki gibi sabır ve sebat-
la olur. Mevlana’ya göre yaratıcı, meyveyi ve insanı bir anda olgunlaştırmaya
elbette muktedirdir ancak; her ikisi de ağır ağır olgunlaşırken tat, lezzet, rayi-
ha kazanır (Mesnevi III/3501-3514). Her insanın ve her meyvenin tadı başka
başkadır, ama hepsinin aslı Allah’tadır (Mesnevi III/3515).
Mevlânâ’ya göre mutlak güzellik Allah’a aittir ve yaratıklarda müşahede
edilen tüm güzellikler onun yansımasıdır. Âşık bir sûfi her an sevdiğini anar,
her tarafta ondan bir iz arar. Gördüğü her şey onu hatırlatır, dahası çevresin-
deki her şeyi, onun tezahür ettiği varlıklar olarak görür. Aşığa göre, bütün
kâinat ezelî ve ebedî sevgilinin tecellî aynasıdır. Her yerde onun cemâl ve
kemâl sıfatlarının tezahürü vardır. Zira vücûd-ı mutlak, aynı zamanda kemâl-i
mutlak ve cemâl-i mutlaktır.15 Mevlânâ bunu şöyle ifade eder:
“Tanrı da gözü aydınlar için altı tarafı da delillerine mahzar etti.
Her hayvan, her bitki, nereye baksa; nereye varsa
Tanrı güzelliğini görsün; ondan gıdalansın dedi.
Onun için o oraya “Nereye dönerseniz Tanrı yüzü var” buyurdu.
Susar da bir bardaktan su bile içerseniz suyun içinde Tanrıya bakmaktası-
nız.
Fakat âşık olmayan suya bakar da suyun içinde kendi yüzünü görür ey
gözü açık er!
Ama aşkın sureti, Tanrı’da fâni olursa söyle bakalım, suda kimin suretini
görür?
Güneşte Tanrı güzelliğini görür âşıklar. Gayret sahibi Tanrının sanatıyla
nasıl ay, suya vurur da suda görünürse güneşte de hak görünür.”16
“Güzeller, onun güzelliğinin aynası. Onlardaki aşk, onun istenmesinin ak-
si.”17
Mevlânâ yeşilin insana zevk vermesinin onun hayatına olumlu yansıya-
cağı kanaatindedir. Ona göre tabiatın estetiği insanda iç güzelliğe yol açar,
gönlünü aydınlatır.
“İnsan, yeşilliğe baktı mı, gönlü hoşlaşır, gamsız bir hale gelir, sevinir ne-
şelenir.
Canımızla neşe kavuştu mu, bizden iyilikler bağışlar doğar.
Seyir-seyran ettik, ağzımız tatlandı mı, bedenimize can gelir, iştahımız ar-
tar.”18
Mevlânâ Celâleddin-i Rumî (1207-1273) insana sorumluluğunu
Kur’an’dan ilham alarak söyle anlatmaktadır:
15 Safak, Yakup, “Tasavvufî Şiirde Mecazî Anlatım”, VII. (Mevlana Sempozyumu Bildiriler
Kitabı içinde), Konya, 1995, 87.
16 Mevlânâ Celâleddin, Mesnevî, çev. İzbudak, İstanbul, 1990, VI / 288, b. 3640–3645.
17 Mevlânâ, Mesnevî, (İzbudak), VI / 251, b. 3181.
18 Mevlânâ, Mesnevî, (Gölpınarlı), II/172–173, b.1097–1099
488 Bir İslam Mütefekkiri Olarak Mevlana’nın Çevreye Bakışı
“Varlık âlemindeki yüz binlerce deniz, yüz binlerce balık, o bağışın cö-
mertliğin tapısında secde eder.
Toprağa, suya bilgi ışığı vurdu da yeryüzü tohumu kabul eder bir hal aldı.
Toprak emindir; ona ne ekersen hainlik etmez, onu biçersin.
İkbahar, Tanrı fermanını getirmedikçe toprak gizli şeyleri meydana çıkar-
maz.”19
Mevlânâ kendisinden sonra gelecek nesilleri toprak karsısındaki tutumları
hususunda dikkatli olmaya söyle çağırır: “Su toprağa sevgiden başka, aşktan
başka hiçbir tohum ekmeyiz; su toprağa, su tertemiz tarlaya başka bir tohum
ekmeyiz biz.”20
Batı modernitesini siyasal ve toplumsal düzlemlerde ele alacak olursak,
XVI. yüzyıldan itibaren bir dizi olguyla karsılaşırız. Bunların bazılarını, Re-
formasyon ve Rönesans’ı izleyen dönemde toplumsal dünyanın adım adım
asketizm, sekülarizm ve aklın evrenselci iddialarının egemenliği altına gir-
mesinde, hayat alanının çeşitli parçalara bölünmesinde buluruz. Bu süreçte
doğa bilimlerinin otoritesine ilişkin iddialar öne çıkmış, parçalı bir karaktere
sahip iktidar yapıları “büyüsü giderilmiş” dünyada merkezileşmeye başlamış,
insanlığın mükemmelliğe doğru gittiğini varsayan ilerlemeci inanç yaygın-
laşmaya başlamıştır.21
Modern olmak, tarihsel gelenek ve dışsal otoriteler karsısında bir özerk-
lik talep etmek, kendi inançlarını ve hayatını düzenleme hakkı talep etmek
demektir. İnsanın toplumsal olarak kendi kendisini yönlendirme ve temelde
özerk olma arzusunu ifade eder.
Modern uygarlıkta deneysel bilimlerin daha önce bir başka uygarlıkta ol-
madığı kadar gelişmesinin nedeni, söz konusu bilimlerin bütün dikkatlerini
duyuların algılayabildiği şeylere, madde dünyasına yöneltmiş olmaları ve bir
de gündelik uygulamalarda hemen kullanılmaya elverişli olmalarıdır. Bilgi-
nin duyularla algılanabilen maddî gerçeklik alanına hapsedilmesi, sonuç ola-
rak birçok entelektüel değerin yitirilmesine yol açmıştır.22 Mevlânâ duyuların
algılaması dışında kalanı değersiz addeden, tüm dünyasını algının sınırlı ba-
kışına teslim eden söz konusu yaklaşımın tutumunu eleştirmektedir.
Mevlânâ’ya göre fenomenal yönü bırakıp, varlık ve hadiselerin özüne nü-
fuz etmeye çalışmak gerekir. Evrene gönül gözüyle bakmasını bilen insan,
karsısında tamamen yeni bir âlem görür. Varlık toprağın ezasından kurtulur,
büyük askın kudsî denizine dalar. Bu öyle bir âlemdir ki, ancak yaşanır anla-
tılamaz.23 Mevlânâ bu düşüncesini söyle ifade ediyor:
“Duygu gözüne toprak serp; duygu gözü, aklın da düşmanıdır, dinin de.
Tanrı, duygu gözüne gör dedi; puta tapan dedi; bizim zıddımız dedi.
Çünkü o, köpüğü gördü, denizi görmedi;
İçinde bulunduğu çağı gördü, yarını görmedi.”24
“O denizdesiniz ki şu âlem, köpüğüdür o denizin;
Yüzmeyi çok önceden bilirsiniz zaten.
Dünyadaki şekiller, o denizin köpükleridir; tertemiz
Kişilerdensen geç köpüklerden, geç.”25
“Köpüklendi o deniz; köpüğün her biri de filanın şekli oldu, feşmanın be-
deni.”26 Mevlânâ deniz köpük kıyasını şu Kur’an âyetinden ilham alarak dile
getirir:
َسلا َنِم َلَزنأ ّ َف ءاَم ءاَم َ س َ تَلاْ َيِدْوأ
َ ٌب ة ِ قَ ف اهَِرَدَ تْحا َ سلا َلَم ّ َيْ بَز ُل َ باَّر اًدِ ي
ً اَّمِمَو ا
ِ يَلَع َنوُد ْ ف ِه ِ با ِراَّنلا ي ْ تِ ح ءاَغ َ َ عا ٍ بَز ْ َ كِلَذ
َ ك هُُلثِّم ٌد َّ
يُ قو ِ يْل َ تَم ْوأ ٍة َ يَ ض ْ بِر ُ قَحْلا هُّللا
بْلاَو َ ف َلِطا َ
َ بَزلا اَّمأ ّ َ ف ُد
َ ي ْ
َ بهَذ ُ فُج َ
َ ي اَم اَّمأَو ءا َ فن َ عُ ساَّنلا َ ف َ ي ُ فث
َ كْم ُ ِ ضْرألا يَ ِ ك َ
َ كِلذ َ
ي َ ْ
ض ر
ِ ب
ُ للاّ ُ ه ألا َ م
ْ ََ
ث لا
“O gökten su indirdiğinde ve (kurumuş) nehir yatakları(ndan her biri) ken-
di hacimlerine göre dolup taştıklarında, akıntı yüzeydeki çerçöpü, tortuyu
alır götürür; tıpkı süs eşyası ya da alet yapmak için ateşte eritilen (madenle-
rin), yüzeyinde açığa çıkan köpüklü tortudan arındırılması gibidir bu. Hak ile
batılı Allah işte böyle bir benzetmeyle göz önüne koyuyor: çünkü gerçekten
de, tortuysa, çerçöpse söz konusu olan, bu, (bütün) köpüksü şeyler gibi akar
gider; ama insanlara yararlı olan şeye gelince, o her (zaman olduğu) yerde,
sapasağlam ayakta kalır. Allah işte böyle benzetmelerle ortaya koyuyor”27
Mevlânâ’ya göre varlık Tanrı’nın tecellileridir. “Bu âlem köpük misalidir.
İnsandan kaplan da, aslan da fare gibi korkar. Timsah da onun yüzünden
coşmuş köpürmüştür, deniz de; ikisinin de ödü patlamıştır ondan.”37
Dünya üzerinde değişim ve dönüşüm insan eliyle gerçekleşmektedir. Ne
melekler ne de hayvanlar üretimde bulunamazlar. Allah’ın kendilerine verdi-
ğinin dışına çıkamazlar. Mevlâna yeryüzünde faaliyette bulunması bakımın-
dan melekle insan arasındaki farkı şöyle ifade etmektedir:
“Her melek, bundan önce diyordu, yeryüzüyle estik, dosttuk.
Kulluk tohumunu yeryüzüne ekiyorduk; yere olan bu alakamıza
da şaşıyorduk.
Hamurumuz gökyüzünden yoğrulduğu halde bizim, su toprakla
ne alakamız var diyorduk.
Işıklarız biz diyorduk, karanlıklarla düşüp kalkmamız neden?
Işık nasıl olur da karanlıklarla beraber yaşar.
A Âdem, o alâka, o düşüp kalkış, senin kokunun yüzündenmiş;
Çünkü bedeninin arışı, argacı, (eni boyu yaygısı geçgisi) yeryüzünden; be-
denin topraktan dokunmuş.
Toprak bedenini yerden dokudular; tertemiz ışığını burada buldular.” 38
Evren bunca ihtişamına rağmen onu kavrayacak, bilecek, anlamlandıracak
bir varlığa muhtaçtır ki, bu da Âdem’in temsil ettiği maddenin kimyasında
bulunan döngüden de bu bilinci çıkarmak mümkündür. İnorganik maddeler
cansız ortamdan alınıp, canlı ögeler arasına aktarıldıktan sonra, yine cansız
ortama iade edilmesi, bir kimyasal madde döngüsü oluşturur.39 Toplam mik-
tarları değişmeden ekosistem içinde devirler yapar. Bir canlıdan ötekine ge-
çerken kimyasal değişimlere uğrar, ama hep sistem içinde kalır. Bu kimyasal
maddelerin ana rezervlerini cansız doğa sayarsak, canlılar bu maddeleri haya-
tiyetlerini sürdürmek için “emaneten” kullanırlar; ölünce de, doğadan ödünç
aldıkları bu maddeler doğaya geri döner.40 Mevlânâ bunu şöyle ifade eder:
“Allah’ın lütfu, su içip otlar bitirmesi için toprağa da boğaz bağışlar.
İnsandan ruh ve görüş uzaklaştı mıydı, yine toprak onu yer.
41 Mevlânâ Celâleddin, Mesnevî, çev. S. Nahîfî, sadeleş. Âmil Çelebioğlu, İstanbul, 2007, III
/ 271, b. 20–30; 395, b. 4470–4480.
42 500 Mevlânâ, Mesnevî, (Gölpınarlı) I/448, b.2520–2522.
43 Bkz. Şuarâ, 26/155-158.
44 Hicr, 15/29.
45 Gürer, Dilaver, “Mesnevî’de Salihin Devesinin Tasavvufî Anlamı ve Semûd Kavminin
Helâki”,http://www.irankulturevi.com/lang-tr-MesnevideHZSalihinDevesininve.cgi
15.11.2013.
494 Bir İslam Mütefekkiri Olarak Mevlana’nın Çevreye Bakışı
51 İsrâ, 17/44.
52 Enbiyâ, 21/79.
53 Yunus Emre, Divan, Hazırlayan, Faruk K. Timurtas, Ankara, 1986, 71.
54 Mevlânâ, Mesnevî (Gölpınarlı), I/275, b.1349.
55 Mevlânâ, Mesnevî, (Gölpınarlı), I/386–387. b.2023–2028.
56 Kurtubî, Ebu Abdillah, el-Cami‘ li Ahkâmi’l-Kur’an, Beyrut, 1996, X/173.
496 Bir İslam Mütefekkiri Olarak Mevlana’nın Çevreye Bakışı
bilmiş değil. Bunun da insanın idrak sınırlarını asan bir yüce sanata gönderme
yapması muhtemeldir.
Mutasavvıflar da bu ve benzer âyetlerde her şeyin Allah’a ibadet etmesi-
ni, hakikî manasına alarak, gerçekten her şeyin Allah’ı zikrettiğini söylüyor-
lar. Bir şeyin Allah’ı zikretmesi için de her şeyden önce o şeyin canlı olması
gerektiğini söylüyorlar. Mutasavvıflara göre tüm kâinat ve onun en küçük
parçaları atomlar, dolayısıyla her şey daima sonsuz ve sınırsız olarak bir ha-
reket içindedir. Bu hareket de tesadüfî değil, adeta bir orkestranın müziğine
uyan dansçıların dansı gibi ahenkli ve ritmiktir. Her şeyin bu şekilde devamlı
hareket içinde olmasından, mutasavvıflar, insan gibi onların da canlı olması
gerektiği varırlar. Çünkü hareket etmek canlılık vasıflarındandır.57 Mutasav-
vıflar görüşlerini varlıksal (ontolojik) delil ile ispatlamaya çalışırlar. Madem-
ki her şey Allah’tandır; mutasavvıflara göre O’nun isimlerinin ve sıfatlarının
tecellisidir; O var olduğu için, varlıklar vardır; Allah’ın bir ismi de yasayan
(Hayy)’dır; o halde bu ismin tecellisinin, bütün varlıklarda da görülmesi ge-
rekir. Dolayısıyla Allah’ın Hayy ismiyle, her şey yasayan ve hayat sahibidir.
Diğer yandan bütün varlıklar arasında tabii bağlar ve ilişkiler vardır ve bazı-
larının hayatı, diğerlerine bağlıdır; o halde bunlardan bir kısmını canlı kabul
edip, diğer bir kısmını kabul etmemek pek mantıkî değildir.
Her şey öz bakımından aynıdır; tezahürleri ve görüntüleri değişiktir. Bu-
nun için, bir kısım varlığı gerçekten canlı kabul edersek, tüm varlığı da can-
lı kabul etmek gerekir.58 Mevlânâ’ya göre bütün varlığın temeli manevîdir
(ruhî). Varlığın esası kendimizde ruh veya ego olarak tanımladığımız şeye
benzer. Kozmik (küllî) Nefs’den sudur eden sonsuz sayıdaki nefisler, varlığın
bütününü oluşturur. Bu görüşe göre madde bile ruhîdir. Bu açıdan bakıldığın-
da Mevlânâ’ya en yakın düşünür Leibniz’dir. Leibniz’in metafiziğinde oldu-
ğu gibi, Mevlânâ da Allah’ın evrensel kozmik bir monad (bölünmez cevher)
olduğu kanaatindedir. Hayatsız madde yoktur; madde en düşük derecelerdeki
varlıklarda bile canlıdır. “Toprak, su, hava bize ölü görünseler de, Allah nez-
dinde canlıdırlar.59
Mevlânâ söyle der:
“Toprak bile ulu Tanrı’nın kendisine verdiği her şeyden, cemad
olmasına rağmen haberdardır.
Eğer öyle olmasaydı suyu nasıl kabul ederdi ve her şeye nasıl
süt-annelik eder ve onu beslerdi.”60
Mevlâna’nın bu optimist (iyimser) dünyâ görüşü, herhalde içinde yaşadığı
ve Moğol istilâsı sebebiyle pesimizm’in (kötümserliğin) hâkim olduğu bir
devre için, Anadolu Türkleri’ne mânevî ferahlık ve destek sağlamış olmalı-
dır. Bütün eserlerinde müşâhede olunan bu optimizm (nikbinlik) örneklerini
çoğaltmak, elbette ki kâbildir. Hatta bu konuda öyle tasavvurlara ulaşır ki,
mutlaka kötü’nün bile mevcut olmadığını söylemektedir. Çünkü söz gelimi,
zehir insanlar için bir ölüm sebebidir fakat yılan için bir gıdâ’dır demektedir.
Aynı misâli bir defa daha tekrarlayan Mevlâna diyor ki: - Yılanın zehiri, yılan
hayattır, insanaysa ölüm. Deniz yaratıklarına deniz, bağ-bahçe gibidir, fakat
karada yaşayanlara ölümdür.
Mevlânâ iyi-kötünün izafiliğine değinerek mutlak kötülüğün bulunmadı-
ğını söyle anlatır:
“…Dünyada mutlak olarak kötü bir şey yoktur. Kötü, buna nispetle kötü-
dür.
Sonra şunu bil ki âlemde hiçbir zehir yahut şeker yoktur ki birine ayak,
öbürüne ayak bağı olmasın!
Deniz mahlukatına deniz, bağ, bahçe gibidir.. Fakat karada yaşayanlara
ölümdür, dağdır! O güzele kendi gözünle bakma..
İsteneni isteyenlerin gözü ile gör!”61
Ona göre iyi-kötü zıt görünüyor olmasına rağmen tek kaynaktan doğmak-
tadır. Bu nedenledir ki her iyi içinde bir kötülük, her kötülük de içinde bir
iyilik barındırır.62
Son zamanlarda yapılan bilimsel çalışmalar dünyada faydasız ve olum-
suz olarak görülen birçok şeyin gerçekte öyle olmadığını ortaya koymaktadır.
Âleme optimist gözle bakmak, onu savaşılacak bir düşman, yağmalanacak
“serbest mal” saymamak, yaratandan dolayı ona dostça davranmak ve değerli
saymak ekolojik açıdan son derece önemlidir.
Abdullah b. Câfer’in naklettiğine göre, Hz. Peygamber bir seferinde
Ensâr’dan bir zâtın bahçesine girdi. Orada bir deve vardı. Deve onu görünce
Kanadı çıkmamış kus uçmaya kalkıştı mı, her yırtıcı kediye lokma olur
gider.
Fakat kanadı çıktı mı, zorlamasan da, iyi kötü ıslık çalmasan da kendili-
ğinden uçar o.65
İncelendiğinde bir çevre ahlâkı oluşturmada bütün kaynaklarıyla kültü-
rümüzün ve tarihi mirasımızın yeterli olacağı görülmektedir. Asırlardır me-
deniyetlere beşiklik etmiş Anadolu, İslâm’ın etkisiyle yepyeni bir kültür ve
medeniyete sahne olmuştur. Bunun en güzel örneklerini Mevlânâ, Yunus
Emre, Hacı Bektaşi Veli ve diğer düşünürlerimizin görüşlerinde bulmak veya
devşirmek mümkündür. Bugün bu düşünürlerimiz başta Batılı entelektüeller
olmak üzere, dünyanın dikkat ve ilgisini çekiyorsa, bu onların gerek insan ve
gerekse insan-kâinat ilişkisiyle ilgili derin kavrayış ve anlayışlarından; sevgi,
ask, kardeşlik ve hoşgörüye dayanan bir dünya görüsüne sahip olmaların-
dan kaynaklanmaktadır.66 Bir din bilgini olarak Mevlânâ maddi ve manevi
fenomenlerin manasına nüfuz etmek ve realitenin önündeki perdeyi kaldırıp
gerçeği gün ışığına çıkarmakla ün yapmıştır.67
Bir çevre ahlâkı oluşturmada, insan-tabiat ilişkilerini yeniden düzenleme-
de Mevlânâ’nın fikirlerinin canlılığını koruduğu görülmektedir. O yeni bir
yüzyıla girerken tabiatı ve etrafımızdaki âlemi yepyeni bir gözle görmemize
katkıda bulunmaktadır. Kur’an âyetleri adeta düşünürümüzün idrak, bilinç ve
kalbinden yansıyarak, sadece bizleri değil tüm insanlığı aydınlatmakta; insan
tabiat ilişkisinin metafizik temellerini oluşturmaktadır. Zaten çevre ahlâkı da
insan-tabiat ilişkisi söz konusu olduğunda bu sorumluluğu belirleme ve sağ-
lam bir metafizik temele oturtma çabası olarak tanımlanabilir. Bu anlayışa
göre, kâinatta cansız, ruhsuz, anlamsız ve amaçsız hiçbir şey yoktur. Her şey
canlı, gayeli (teleolojik), anlamlı ve her şey her şeyle bir ahenk ve birliktelik
içindedir. Ekoloji, organik biyoloji ve süreç felsefesinin savunduğu ve gü-
nümüzde çok etkin olmaya başlayan organik âlem anlayışının da bu konuda
Mevlânâ’yı desteklediği görülmektedir.
Iradə ZƏRQAN 1
1 Dr., Azerbaycan
502 Qəzali (1058-1112) Sufizmində “xəlvət” və “riyazət” Metodları
ilə yaşamaq və bütün varlığımla Allaha yönəlmək üçün Bağdadı tərk etdim ”
(1, XXII; 3, 5).
Beləliklə, xəlvət (tənhalıq) və riyazət (nəfsi tərbiyə) həyatını seçməklə Qə-
zali ömrünün on ilini tamamilə sufi kimi yaşamışdır (1, XXV) və sufizmə öz
dəsti-xəttini gətirmişdir. Əbu Hamid Qəzali fəlsəfəyə və filosofların metodla-
rına münasibət bildirdiyi kimi, sufizmi də dərindən tədqiq etmiş, ondakı ifrat
cəhətləri göstərməklə yanaşı, sufizmi həqiqəti dərk etməyin ən doğru yolu
hesab etmişdir (22, 95). Onun “Dini elmlərin əhyası”, “Təsəvvüfün əsasları”,
“Abidlər yolu”, “Bidayətdən hidayətə”, “Nurlar taxçası”, “Yanılmaqdan xilas
edən” və s. əsərlərində sufilik, onun qayda-qanunları, təriqət yolu (22, 127),
“böyük cihad”, kamillik mərtəbələri, kamilləşmə cəhdləri və nəticələri geniş
şərh olunur. Mövzu üzrə tədqiqatdan aşağıdakı nəticələr əldə olunmuşdur:
Kamilləşmə cəhdlərindən biri kimi, xəlvətə çəkilmək insanı lazımsız infor-
masiya ilə yüklənmədən, faydasız məşğuliyyətlərdən azad edir, onun gözünə,
qulağına və s. dinclik verir. Qəzali yazır ki, göz və qulaq qəlbin yoludur. O,
insanın 5 duyğu orqanını “mənəviyyat gölünə axan çaylara” (İhya III, 174)
bənzədir. Çayların suyu kəsilməsə, gölü necə təmizləmək olar?
Xəlvət
Riyazət eyni zamanda “böyük cihad” (nəfslə mübarizə) hesab olunur. Qə-
zaliyə və əksər tədqiqatçılara (21, 554-557; 22, 107-108; 23, s. 108-109) görə,
nəfsin 7 halı mövcuddur və bu informasiyanın mənbəyi Quran ayələridir:
1) nəfsi əmmarə ən aşağı və pis hesab olunan mərhələdir. Bu zaman insan
nəfsinin qulu halındadır, ona qarşı gedə bilmir. Nəfsi əmmarə halında olan
insan qəzəb, şəhvət, tamah, kin, həsəd və s. xüsusiyyətlərinin əmri altındadır.
Qurani-Kərimin “Yusif” surəsində buyrulur: “...Rəbbimin rəhm etdiyi kimsə
istisna olmaqla, nəfs (insana) pis işlər görməyi (şəhvətə uymağı) əmr edər.
Həqiqətən Rəbbim bağışlayan və rəhm edəndir” (5, 12/53). “Məhəmməd”
surəsində isə bildirilir: “Məgər Rəbbindən bir dəlili olan (dəlilə istinad edən)
kimsə pis əməli özünə yaxşı göstərilən kimsə kimidirmi?! Belələri öz nəfslə-
rinə uymuşlar” (5, 47/14).
2) nəfsi ləvvamə halı peşiman, özünü qınayan nəfs anlamına gəlir. Qura-
ni-Kərimdə xətanın, səhvin dərk olunmasına xüsusi önəm verilir: “And içirəm
(günah etdiyi üçün, yaxud yaxşı əməlim azdr deyə) özünü qınayan nəfsə” (5,
75/2). Yalnız düşünən insan öz səhvlərini görə bilər. Qəzali yazır: “Fudayl
demişdir: Təfəkkür sənin aynandır – yaxşılıq və pisliklərini sənə göstərər...
Loğman isə demişdir: Düşüncə və təfəkkür insanı Cənnətə qovuşdurar. Əgər
Iradə ZƏRQAN 503
insanlar Allahın əzəmətini düşünsələr, ona üsyan etməzlər. Ağıl sahibləri zi-
kir ilə fikrə, fikir ilə də zikrə dönə-dönə qəlblərini dilə gətirər və hikmətlə
danışarlar ” (İhya IV, 764).
3) nəfsi-mülhimə ilhama gəlmiş nəfs halıdır. Deməli təfəkkür zəkanı açır
və insanın qəlbində işıq yandırır. Qəzali yazır: “Təfəkkürün meyvəsi elm-
dir. Elm qəlbin halını dəyişdirir. Qəlbin tutumu isə əzaların fəaliyyətinə təsir
edir” (IV, 767). Beləliklə təfəkkür sayəsində nifrətdən sevgiyə, tamahkarlıq-
dan qənatə yol tapmaq olar. Nəfsi mülhimə halında olan insan düşüncələri
sayəsində dünyanın müvəqqəti, axirətin isə əbədi olduğunu anlayır. Qura-
ni-Kərimin “Şəms” surəsində buyrulur: “And olsun nəfsi (insanı və ya insan
nəfsini) yaradana; Sonra da ona günahlarını və pis əməllərdən çəkinməsini
(xeyir və şəri) öyrədənə ki, nəfsini təmizləyən mütləq nicat tapacaqdır! Onu
batıran isə, əlbəttə ziyana uğrayacaqdır” (5, 91/ 7-10).
4) nəfsi-mutməinnə əmin olan, sakitlik tapmış nəfs anlamını daşıyır. Qu-
rani-Kərimin “Fəcr” surəsində buyrulur: “(Qiyamət günü Allah təala belə bu-
yuracaqdır: “Ey (öz imanından, əməlindən və allahın və`dindən) xatircəm
olan kəs! (Və ya ey arxayın nəfs!) Cənnətimə varid ol!” (5, 89/27, 89/30).
“Rəbbinin adını zikr et və ona tərəf yönəl” (5, 73/8). Qəlbin yeni, ilhama
gəlmiş halına müvafiq əzaların fəaliyyəti insanda bir rahatlıq və harmoniya
yaradır, nəticədə güvənc və əminlik hissi peyda olur. Deməli fikrin meyvəsi
elm və haldır. Fikir bəzən maddi, bəzən də mənəvi aspektləri əhatə edir. Lakin
istənilən halda düşüncənin obyekti Allah qatında bəyənilən və bəyənilməyən
məsələlər olur. Beləliklə Allaha yönələn və axirətdə ona qovuşmağı düşünən
insan hər halından zövq alır. Əvvəllər nəfsinə çox ağır gələn, hətta edə bilmə-
diyi əməllər indi ona su içmək kimi asan gəlir, rəzalətdən çəkinmək və fəzilət
sahibi olmaq adi vərdiş halını alır.
5) nəfsi-raziyə razı, qane olan nəfs halıdır. (5, 89/28; 89/30) Bu eyni za-
manda insanın təslimiyyət, müsəlmanlıq halıdır. Qəlbində Allaha üsyan qə-
tiyyən yoxdur, qəzavü-qədərin Allahdan olduğuna, həm də Yaradanın yaratdı-
ğını sevdiyinə olan şübhəsiz bir əminlikdir. Bu zikir, fikir və şükür hallarının
məcmusu və daim dövr etməsi halıdır.
6) nəfsi-mərizyə Allah tərəfindən bəyənilmiş nəfs halıdır. (5, 89/28, 89/30)
Bu hal insanla Uca Yaradan arasında bir sirrdir. Sirrin hikmətini yalnız sahi-
bi bilir. Bu nəfsinin cilovu əlində olan, Allahdan qorxan, qula qul olmayan,
dünya bağlarından azad, yəni heç bir maddi məhdudiyyətə görə əqidəsini
dəyişməyən xoş niyyətli, əməli saleh bəndələrdir. Qəzali insanın bu halını
Allahla ünsiyyət hesab edir (O, digər sufilərdən fərqli olaraq, Allaha hülul
504 Qəzali (1058-1112) Sufizmində “xəlvət” və “riyazət” Metodları
Ədəbiyyat
Имам Эазали. Ищйау улцмид-дин. 4 ъилтде. Ъ. 1. Юнсюз Убейдуллащ
Кцчцк, теръцме еден: Ащмед Сердароьлу. Истанбул: Йайлаъык матбаасы,
1974, 1168 с.
Керимов Г. Ал-Газали и суфизм. Баку: «Элм» 1969, 110 с.
Имам Эазали. Ел мункызу мин-ед далал. Теръцме Щцсейн Турал.
Истанбул: Ъаьалоьлу йайыневи, 1963, 96 с.
Имам Эазали. Ищйау улцмид-дин. 4 ъилтде. Ъ. 2. Теръцме еден:
Ащмед Сердароьлу. Истанбул: Йайлаъык матбаасы, 1974, 924 с.
Имам Эазали. Ищйау улцмид-дин. 4 ъилтде. Ъ. 3. Теръцме еден:
Ащмед Сердароьлу. Истанбул: Йайлаъык матбаасы, 1975, 929 с.
Имам Эазали. Ищйау улцми д-дин. 4 ъилтде. Ъ. 4. Теръцме еден:
Ащмед Сердароьлу. Истанбул: Йайлаъык матбаасы, 1975, 1200 с.
Имам Эазали. Кырк есас («Ел ербаин фи-усулиддин») Тцркъелешдирен
Йаман Арыкан, Истанбул: Ескин матбаасы, 1970, 431 с.
Имам Эазали. Кимйайы саадет. Теръцме А. Фарук. Истанбул: «Мей-
ан», 1979, 814 с.
Имами Эазали. Тасаввуфун есаслары. Чевирен Рамазан Йылдыз.
Истанбул: «Щашмет» матбаасы, тарихсиз, 224 с.
Имам Эазали. Эийбет. Теръцме Й.Алкын. Истанбул: Бащар йайыне-
вы, 1974, 128 с.
Имам Эазали. Бидайетцл щидайе. Теръцме Абдулкадыр Акчичек, Ис-
танбул: Бедир йайыневи, 112 с.
Имам Эазали ве батинилик. И.А.Чубукчу. Анкара: Ресимли поста
матбаасы, 1964, 80 с.
Imam Gazali. Абидлер йолу. Теръ. Йаман Арыкан. Истанбул: Йайлаъык
матбаа, 1968, 300 с.
Имам Эазали. Кийамет ве ащирет. Истанбул: Щакикат ЛТД, 1996, 384
с.
Iradə ZƏRQAN 505
İbrahim ERDAL 1
savaşları sonucu ortaya çıkan göç dalgası iskân meselesini sorun haline ge-
tirmiştir.4 XIX. Yüz yılın başlarından itibaren mülteci, göçmen, muhacir ve
mübadil kavramları hükümetlerin önemli bir toplumsal sorununa işaret eden
kavramları olmuştur.
Stratejik ve demografik yaklaşımın yanı sıra iskân politikasının bir diğer
önemli yanı da iktisadi yaklaşımdır. Osmanlı devleti iskân konusunun bu
yönünü toprakları işlenebilir hale getirmek olarak uygulamış bunun için de
konar göçer Yörük aşiretlerinin iskâna tabi tutulması veya belirli bölgelerde
şekavet eden aşiretlerin sürgünü ile sistemi uygulamıştır. Dışarıdan gelen göç
hareketlerinde de yerleşime kapalı olan bölgelerde yeni iskân bölgeleri kura-
rak o bölgenin şenlenmesini hem de toprağın işlenerek üretime dâhil edilmesi
amaçlanmıştır. Osmanlı Devletinden cumhuriyete intikal eden bu iskân politi-
kası iç ve dış göçler veya iskânlar olarak iki ana eksende incelenebilmektedir.
İç Göçler ve İskân
İç iskân politikasına konar göçer aşiretlerin belirli bir bölgede yerleşik ha-
yata geçirilmesi konusu dâhil olmakta, yerleşik hayata geçirilme zorunlulu-
ğunun hem adli hem de iktisadi yönü bulunmaktadır. Konar göçer aşiretlerin
yaylak kışlak arasındaki mesafelerde göçleri esnasında yaşanan ekili tarım
arazilerinin hasarı veya yerleşim yerlerinde yaşanan çatışmalar üzerine yaşa-
nan adli vakalar aşiretlerin belirli bir bölgede iskân edilmeleri zorunluluğunu
doğurmuştur. Bu sorun aynı zamanda boş arazilerin de üretim yapılabilir bir
hale gelmesi için de uygun bir çözümü gerekli kılmıştır. Bu amaçla Osman-
lı devletinin son döneminde yapılan yasal düzenlemelere zemin olması için
1917 yılında bir komisyon kurularak gerekli incelemeler yapılmış ve hazır-
lanan rapor dâhilinde 1918 yılında aşiretlerin iskânı politikası için gerekli
düzenlemeler ve mali gereksinimler belirtilmiştir. Ancak savaş sürecinde ya-
şanan sıkıntılar bu hazırlıkların uygulanmasına engel olmuştur.5
4 Tevfik Bıyıklıoğlu, Trakya’da Milli Mücadele, C:I, Ankara 1987, Türk Tarih Kurumu
yayını, s.17-18; İbrahim ERDAL, Mübadele (Uluslaşma Sürecinde Türkiye ve Yunanistan
1923-1925), IQ Yayınevi, 2. Baskı, Ankara 2012, s.27-30.
5 İbrahim Erdal, “Cumhuriyet Döneminde Yörüklerin İskânı Konusu”, Osmanlı’dan
Cumhuriyete Yörükler ve Türkmenler, Ed: Hayati Beşirli-İbrahim Erdal, Phoenix
yayınevi 2008, s.4
İbrahim ERDAL 509
bir savaş döneminden geçmiş olan Anadolu köyleri hem tarım arazilerinin
boş kalması hem de tarım yapacak insan kaynağından yoksun kalmasından
dolayı aşiretlerin iskânı konusuna azami gayret gösterilmiştir.
1926 yılı iskân muhtırasına ek olarak 1933 yılında yapılan düzenlemey-
le de nüfus oranı yoğun olan bölgelerden gönüllülük öncelikli olmak üzere
nüfus oranı az bölgelere de iskân faaliyeti yürütülmüştür. Türk kültürünün
yaygınlaşması, toprakların üretime geçirilmesi gibi toplumsal hayatın her ala-
nında faaliyet göstermeye başlayan halkevleri de bu konuda hazırladıkları
raporlarla nüfus politikası hakkında önerilerde bulunmuştur. Ülkü Mecmuası-
nın 1934 yılı 20. sayısında iç göçlerin uygulanmasında yeni köylerin kurula-
rak atıl bölgelerin ve toprakların işlenebileceği bölgelerin şenlendirilebilece-
ği belirtilmiştir.7 Belirtilen bu husus 1926 yılında hazırlanan iskân kanununun
3. maddesi gereğince uygulanmıştır.
10 BCA: 272.12/41.49.4,
11 BCA: 030.18.1/2.6.46.3; BCA: 030.18.1/2.76.57.6
12 TBMM Zabıt Ceridesi, Devre: II, İçtima: IV, Cilt XXXIII, Ankara, (t.y), s. 153.
13 TBMM Zabıt Ceridesi, Devre: II, İçtima: IV, Cilt XXXIII, Ankara, (t.y), s. 84.
512 Atatürk Dönemi İskân Politikaları ve Göçmenlerin İskânı Uygulamaları (1920-1938)
Dışarıdan Göçler
İskân politikasının bir diğer tarafı da dışarıdan göçlerin getirdiği iskân po-
litikasıdır. Bu dönemde ilk olarak Balkanlardan gelen mübadillerin iskânları
ve 1930’lu yıllarda yine Balkanlardan gelen Romanya ve Bulgaristan Türkle-
rinin iskânı önemli bir yer tutmuştur. Cumhuriyet döneminde iskân politikası-
nın ilk basamağını Yunanistan ile yapılan mübadele anlaşması teşkil etmiştir.
İç iskânlar ile topraklarını şenlendirme çabası içinde olan Türkiye aynı za-
manda sınırları içinde homojen bir toplum ve hâkim kültür inşasında önemli
bir adım olan nüfus değişimi ile önemli bir adım atmıştır.
5. Bölge: Bursa
6. Bölge: İstanbul, Çatalca ve Zonguldak
7. Bölge: İzmit, Bolu, Bilecik, Eskişehir, Kütahya
8. Bölge: Antalya, Isparta ve Burdur
9. Bölge: Konya, Niğde, Kayseri, Aksaray ve Kırşehir
10. Bölge: Adana, Mersin, Silifke, Kozan, Antep, Maraş illerinden oluştu-
rulmuştur.20 Bu bölgelerin en önemli özelliği Rum mübadillerin bıraktıkları
emval-i metrukün bulunduğu ve hemen üretime geçilmesi gereken yerler ol-
masıdır.
İskelelere ve istasyonlara yığılan nüfusu geçici olarak barındırmak ama-
cıyla misafirhane talimatnamesi hazırlanmış, bu talimatnameye göre müba-
dillerin iskân bölgelerine sevklerini bekledikleri sürece hatta iskân için dahi
askeri kışlalar, resmi ve hayır kuruluşlarının binaları kullanılmıştır. Ayrıca
terk edilmiş binalar tamir edilmiş, gerekli yerlerde kiralama usulüne gidil-
miştir. Vekâlet mübadillerin karşılaştığı sorunları hazırladığı talimatnameler-
le hızlıca çözme çabasını göstermiştir. Hilal-i Ahmer Cemiyeti iskelelerde
istasyonlarda ve iskân bölgelerinde mübadiller için sahra hastanelere kurmuş
ayrıca mübadillerin iaşelerini de karşılamıştır.
Mübadillerin iskân bölgelerinde mesken sorununun çözülmesi için ihale
usulü ile her bölgenin iklimine uygun konut yapımına özen gösterilmiş, taş,
kerpiç, huğ denilen sazdan evler bölgelere göre inşa edilmiştir. Rum emval-i
metrukasından faydalanıldığı gibi ayrıca su kenarı, yol kenarı gibi iskâna uy-
gun bölgelerde yeni iskân köyleri de inşa edilmiştir. Bu amaçla yabancı şir-
ketlerle anlaşma yoluna gidilmiş şehir planları çizdirilmiştir.
Mübadillere yapılan yardımlardan en önemlisi de Rumlardan kalan ara-
zilerin hemen üretici vasfına dönüştürülmesidir. Bu konuda giden Rumla-
rın çoğunluğunun esnaf ve şehirli olması gelen Türklerin çoğunluğunun ise
tütüncü olmak üzere çiftçi olması yeni bir sorunu oluşturmuştur. Bu durum
Türkiye’nin orta sınıfının gelişim sürecinde önemli bir olumsuz etkiye sebep
olmuştur. Bu durum aynı zamanda mübadil ailelerin de parça parça farklı
yerlere iskânlarını zorunlu hale getirmiştir.
Mübadillere verilen arazilerin ve arazilerde yapılan tarımın farlılığı onlara
verilen desteği de önemli kılmıştır. Genellikle tütüncülükle uğraşan müba-
dillere geniş arazilerde zeytinlikler verilmiş veya topraklar küçük parçalara
Sonuç
İmparatorluk bakiyesi topraklarda yaşayan milletlerin içerisinde ulu8s-
laşma akımına en son dahil olan imparatorluğun da kurucu asli unsuru olan
Ek Tablo 2.
29 BCA: 030.10/72.475.2.; BCA: 030.10/81.531.5.
30 Duman, (1923-1938), a.g.m., s. 486-487.
31 BCA: 030.10/72.475.2; BCA: 030.10/116.810.7; Duman, (1923-1938), a.g.m., s.482.
32 BCA: 30.18.1.2/63.27.9; BCA: 030.10/116.810.14; BCA: 490.01/1466.9.2; Duman,
(1923-1938), a.g.m., s.484-485.
33 Düstur, Üçüncü Tertip, C: 16, Ankara 1935, s. 467; Düstur, Üçüncü Tertip, C: 17,
Ankara 1936, s. 90.; Düstur, Üçüncü Tertip, C: 18, Ankara 1956, s. 479-480.
518 Atatürk Dönemi İskân Politikaları ve Göçmenlerin İskânı Uygulamaları (1920-1938)
bir toplum inşasında önemli bir kazanım olmuştur. Her ne kadar göç esnasın-
da iktisadi anlamda bir gerileme kaydedilmiş ise de 1927 yılından itibaren ge-
rilemenin değiştiği görülmüştür. Ekonomik buhrandan sonra da iskân olunan
nüfus yine iktisadi anlamda durgunluğa bir çare olarak işlenmiştir.
Kaynakça
Arşiv Vesikaları ve Resmi Yayınlar
Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi
BCA, 490.01/1466.9.2.
BCA, 030.10/241.629.15.
BCA, 030.10/72.475.2.
BCA, 030.10/116.810.7.
BCA, 30.18.1.2/63.27.9.
BCA, 030.10/116.810.14.
BCA, 490.01/1466.9.2.
BCA, 30.18.1.2/65.50.14.
BCA; 030.10/123.839.5.
BCA, 30.18.1.2/65.50.14.
BCA, 490.01/1466.9.2.
BCA, 030.10/81.531.16.
BCA. 030.10.124.885.4.
BCA. 272.12.61.176.14.
BCA. 030.18.1/2.15.76.6.
BCA. 030.18.1/2.57.66.15.
BCA. 030.18.1/2.46.49.4.
BCA. 030.18.1/2.6.46.3.
BCA. 030.18.1/2.76.57.6.
BCA. 272.11.18.82.18.
BCA. 272.12/41.49.4.
İbrahim ERDAL 521
BCA: 030.10/72.475.2.
BCA: 030.10/81.531.5.
TBMM Zabıt Ceridesi, Devre: II, İçtima: IV, Cilt XXXIII, Ankara, (t.y),
s. 153.
TBMM Zabıt Ceridesi, Devre:IV, İçtima:III, C:XXIII, s.141
Düstur, Üçüncü Tertip, C: 4, İstanbul, 1929, s. 15-16.
Düstur, Üçüncü Tertip, C:5, Ankara 1948, s.146
Düstur, Üçüncü Tertip, C: 16, Ankara 1935, s. 467.
Düstur, Üçüncü Tertip, C: 17, Ankara 1936, s. 90.
Düstur, Üçüncü Tertip, C: 18, Ankara 1956, s. 479-480.
İskân Kanunu, Resmi Gazete, 21 Haziran 1934, İstanbul 1934, s. 4-5.
İskân Mevzuatı, Sıhhat ve İçtimaî Muâvenet Vekâleti İskân Umum Mü-
dürlüğü Yayını, Ankara 1936, s. 236.
Kitaplar ve Makaleler
Bilâl Şimşir, “Bulgaristan Türkleri ve Göç Sorunu”, Bulgaristan’da Türk
Varlığı Bildiriler (7 Haziran 1985), Ankara 1992.
Cevat Geray, Türkiye’den ve Türkiye’ye Göçler (1923-1961), Türk İktisadi
Gelişmesi Araştırma Projesi, Ankara 1962, Ek Tablo 2.
Fikret Babuş, Osmanlı’dan Günümüze Etnik-Sosyal Politikalar Çerçe-
vesinde Türkiye’de Göç ve İskân Siyaseti ve Uygulamaları, Ozan Yayın-
cılık, İstanbul, 2006, s. 133;
Hikmet Öksüz, Batı Trakya Türkleri, Karam Yayıncılık, Çorum 2006, s.
46-47.
İbrahim ERDAL, “Cumhuriyet Döneminde Yörüklerin İskânı Konusu”,
Osmanlı’dan Cumhuriyete Yörükler ve Türkmenler, Ed: Hayati Beşir-
li-İbrahim Erdal, Phoenix yayınevi 2008, s.4
İbrahim ERDAL, Mübadele (Uluslaşma Sürecinde Türkiye ve Yuna-
nistan 1923-1925), IQ Yayınevi, 2. Baskı, Ankara 2012, s.27-30.
İlhami SOYSAL, Türkiye’nin Siyasal Antlaşmaları (1920-1945), Anka-
ra 1989, Türk Tarih Kurumu yayını, s.248.
522 Atatürk Dönemi İskân Politikaları ve Göçmenlerin İskânı Uygulamaları (1920-1938)
İhsan ÇAPCIOĞLU 1
Giriş
İnsan yaratılışı gereği toplum halinde yaşamak zorunda olan bir varlıktır.
Onun bu özelliği tarih boyunca milletlerin oluşumunda temel itici ve kurucu
faktörlerden biri olmuştur. Öyle ki tek başına yaşayan insan, sadece toplum-
sal gerçekliği olmayan destan ve masallara konu olur. Dolayısıyla toplum-
sal yaşamın dışında bir hayat sürdürebilmenin yaşanmış/yaygın örneklerini
bulmak neredeyse imkânsızdır. Gerçekte tarihin öznesi olabilmek de ancak
güçlü toplumsal bağlarla bir arada yaşamakla mümkündür. Zira tarih tek ba-
şına yaşayan insanın değil, toplum çatısı altında bir arada yaşayan -bir arada
yaşayabilmeyi başaran- insanların ürünüdür. Yine tarih, sosyal dayanışma ve
bütünleşmeyi sürdürebilen toplumların başarılarından, bir arada yaşamayı
başaramayarak sosyal çözülmeye maruz kalan toplumların ise tarih sahnesin-
den silinerek yok oluşlarından bahseden örneklerle doludur. Dini, milli ve bir
bütün olarak kültürel değerler etrafında bütünleşme, ortak ülkülerle bir arada
yaşama, toplumların geleceği ve bekası için tarihi bir zorunluluktur.
Toplumlar, basit rastlantılar sonucu bir araya gelen ve aralarında hiçbir
organik bağ bulunmayan insan yığınlarından oluşmaz. Toplumu oluşturan,
insanları bir araya toplayan, onların birlikte yaşamalarını, iyi günde kötü gün-
de bir ve beraber olmalarını, acıyı-sevinci, varlığı-yokluğu, felaketi-esenli-
ği birlikte paylaşmalarını, kısacası ortak hedeflere hep birlikte yürümelerini
sağlayan tarihi, sosyal ve kültürel bağlar vardır. Bu bağlar, basit rastlantılarla
kendiliğinden oluşmadığı gibi, istendiğinde kısa sürede hemen yok edilerek
ortadan kaldırılamazlar da. Onların oluşumu kadar toplumun kültüründen ve
ortak hafızasından silinmeleri, yok olmaları da insan ömrüyle kıyaslanama-
yacak kadar uzun bir süreçte gerçekleşir. Bu bağlar zamanla güçlenip sağ-
lamlaşabileceği gibi gevşeyip çözülebilir de. İşte toplumun hangi yöne doğru
yol alacağı/ilerleyeceği, başka bir ifadeyle gidişatı, söz konusu bağlarla bir
araya gelen insanların ortak iradesi ve bir arada yaşama kararlılığıyla doğru
orantılıdır. Ortak tarihi ve kültürel miraslarına sahip çıkarak birlikte yaşa-
ma azim ve kararlılığını gösterebilen toplumlar, sadece yaşadıkları dönemde
değil, kendilerinden sonraki dönemlerde de tarihin adından iftiharla söz et-
Nüfus artışı II. Bayezıd ile Kanunî Sultan Süleyman zamanlarında daha da
hızlanmış, ancak bu dönemlerde Müslümanlardaki artış sebebiyle Türkleş-
mede de gözle görülür bir ilerleme kaydedilmiştir. Buna rağmen XVII. yüz-
yılın ortasında nüfusun çoğunluğunun ikamet ettiği İstanbul surlarının içinde
İhsan ÇAPCIOĞLU 531
Değerlendirme ve Sonuç
Buraya kadar ortaya koymaya çalıştığımız örneklerden yola çıkarak Os-
manlı toplum hayatında, Müslümanlarla gayr-i Müslimlerin ilişkilerinin so-
nuçlarını şöylece özetlemek mümkündür (Şeker 2005: 181–182):
Osmanlı toplumunda yaşayan müslümanlarla gayr-i müslimler birbirle-
rine komşu köyler oluşturdukları gibi, içinde bir arada yaşadıkları şehirler
de kurmuşlardır. Bu şehirlerde ortak müesseseler vücûda getirerek bunlardan
birlikte yararlanmışlardır. Ya aynı mahallede yan yana oturmuş, ya da kom-
şu mahallelerde oturarak komşuluk ilişkilerini sürdürmeyi tercih etmişlerdir.
Aynı çarşıdan alış verişlerini yapmışlar, aynı imâretten yiyip içmişler ve aynı
sebilden susuzluklarını gidermişlerdir. Aynı mabette ibadet etmedikleri halde,
birbirlerinin havrasına, kilisesine ve camiine saygı gösterip Musevi’nin Cu-
martesi tatili, Hıristiyan’ın Pazar ayini ve müslümanın Cuma namazı Osman-
lı toplumunda yaşayanların alışmış oldukları töreleri ve gelenekleri arasında
kabul görmüş ve hayat tarzı olarak yüzyıllarca yaşana gelmiştir. Hatta ortak
ziyaretgâhlar çok zaman aynı anda ziyaret edilmiş, kutsal mekân kabul ettik-
leri türbelerde bir arada bulunmaktan kaçınmamışlardır.
532 Kültürümüzde Bir Arada Yaşama Tecrübesi:Teolojik Referansları ve Sosyolojik Sonuçları
Kaynaklar
Bozkurt, N. 2009. “Peygamberlik: Medine Dönemi”. Peygamberim. 6.
Baskı. Ankara.
Cahen, C. 1979. Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler. Çev. Y. Moran.
İstanbul.
Çapcıoğlu, İ. 2008. “İslam’da İnsan Onuru ve Sosyo-Kültürel Bütünleş-
me”, Diyanet Aylık Dergi, Ocak, Sayı: 205, ss. 21–24.
Çubukçu, İ. A. 1986. Türk Düşüncesinde Felsefe Hareketleri. Ankara.
Eliade, M. 1988. A History of Religious Ideas, Vol. 3: From Muhammad to
the Age of Reforms. Chicago.
Günay Ü. 1996. “Anadolu’nun Dinî Tarihinde Çoğulculuk ve Hoşgörü”,
ERDEM, Türklerde Hoşgörü Özel Sayısı- I, Ankara, 8/22, ss. 189–220.
Günay Ü. ve Güngör, H. 2009. Başlangıçtan Günümüze Türklerin Dinî
Tarihi, İstanbul: Rağbet Yay.
Hamidullah, M. 1980. İslam Peygamberi. Çev. Salih Tuğ. İstanbul.
Mevlana Celaleddin-i Rumi. 2010. Mesnevi. Çev. Veled İzbulak. İstanbul.
Özdemir, M. 2009. Endülüs Müslümanları (Siyasî Tarih). Ankara.
Sarıçam, İ. 2009. “İlk Müslüman Toplumda Birarada Yaşama Tecrübesi”,
İslam Medeniyetinde Birarada yaşama Tecrübesi. Ankara.
Şeker, M. 1994. “Fatih Vakfiyesine Göre XV. Yüzyıl Osmanlı Sosyal yapı-
sı”, Belleten, C. LVII, S. 219.
Şeker, M. 2005. Anadolu’da Birarada Yaşama Tecrübesi. 3. Baskı. Anka-
ra.
Tanyu, H. 1980. İslamlıktan Önce Türklerde Tek Tanrı İnancı, Ankara.
Turan, O. 1994. Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi. 7. Baskı. İstan-
bul.
Soyumuzun Tək Nişanı-Dilimiz
İmarət SÜLEYMANOVA1
1 Dr., Azerbayan
536 Soyumuzun Tək Nişanı-Dilimiz
sevməsidir. XX əsrin böyük türkoloq alimi, şərqdə ilk rəsmi elmlər doktoru
prof. Bəkir Çobanzadə bu haqda çox gözəl demişdir: “Əgər dünyada heç kəs
hə deməsə, mən tək qalsam, yenə də deyərəm mənim türkcəm dünyanın ən
gözəl dilidir”.
Siyasi hadisələrin təsiri ilə bir-birindən ayrı düşmüş türk xalqları bir-biri-
nin ortaq ədəbiyyatını, dünyagörüşünü, adət-ənənəsini sevir və hörmət edir.
İbrətamiz bir misalla fikrimi yekunlaşdırmaq istərdim. 1926-cı ildə mart ayı-
nın 5-də axşam saat 10:15 dəqiqədir. Bakı İsmailiyyə mədəniyyət sarayının
gur işığının şüaları altında türk xalqlarının birlik səsinin dalğaları geniş pən-
cərələrdən şəhərə yayılır. Bütün türk xalqlarının nümayəndələri 8 gündən bəri
özlərini mehriban bir ailədə hiss etmişlər. Hər kəs öz türkcəsində danışmış-
dır. Özbək Şakircan Rəhimli ilə Qazax Əhməd Baytursun, Başqırt Həbibulla
Habitovla Qazan tatarı Qalimcan Şərəf, Qırğız Qasım Tınıstanovla Türkmən
Məhəmməd Gəldiyev, Özbək Əbdül Cabbarovla, Krım tatarı Şövqi Bektora,
Türkiyə türkü Mehmet Körpülüzadə ilə nəinki Azərbaycanın,eləcə də, bütün
türk dünyasının fəxri olan professor Bəkir Çobanzadə, Qazan tatarı Nemət
Həkimovla azərbaycanlı Həbib Cəbiyev bir-birlərini necə gözəl başa düşür-
dü! Dilləri ayrı-ayrı yarımqruplara daxil olan türklər bir-birinə diqqətlə qulaq
asır öz dilinin şirinliyini o birisinin sözündə, ahəngində, morfologiyasında,
sintaksisində tapanda qəlbində sevinc, çöhrəsində şadlıq oynayırdı. Tarixin
qədim qatlarından gələn türk xalqları hələ heç vaxt bugünki kimi bir ara-
ya gəlməmiş, özlərinin qəlblərində əsrlərlə gəzdirdikləri dərdlərini bir-birinə
belə açıq və mehriban şəkildə deməmişdilər (3.səh.152). Bu 1926-cı il martın
5-də I Beynəlxalq Türkoloji Qurultayın bağlanması dəqiqələrinin təsviri idi.
Elə bu an Qurultayı bağlı elan etmək istəyən Azərbaycan Yeni Əlifba Komitə-
sinin sədri Səməd Ağamalı oğluna xəbər verirlər ki, uzaq Xakasiyadan Kata-
nov gəlib çatmış və salona daxil olur. Bunu sevinclə Qurultay iştirakçılarına
bildirərək Səməd Ağamalı oğlu deyir:
“Əziz Qurultay iştirakçıları!
Soydaşımız uzaq şərqdən (Xakasiyadan) bu gün gəlib çatmışdır”. Hamı
onu alqışlayır. Ağamalı oğlu xahiş edir ki, Katanov ana dilində-xakas dilində
danışsın. Bu hamının ürəyincə olur. Katanovun xakas dilində danışması, doğ-
ma nitqi Qurultayın səmimiyyət simvoluna çevrilir.
Əziz soydaşlarım, Azərbaycan türkləri bu gün də həmin ənənəyə sadiqdir.
Hər bir türk Azərbaycana gəlsə özünü vətənində hiss edər.
538 Soyumuzun Tək Nişanı-Dilimiz
Ədəbiyyat
Atatürk və Türk dil qurumu (hazırlayan Nail Ton.) Ankara 2006
Cəfərov N. Türk Xalqları Ədəbiyyatı. B. 2006
Babayev A. Türksoyun birlik səsi. B.2006
Dünya Dil Tablosunda Kültürel Konseptleri Araştırması
Luiza H. SAMSİTOVA 1
Modern dilbiliminde kelime sadece bir dil kategorisi olarak kabul edilmi-
yor, kültürün bir konsepti olarak da kabul edilmete. Dünya Dil Tablosunun bir
birimi olarak konseptin içeriği her zaman ulusal özeldir, yani belirli bir kültür
ve dünyayı görüş özelliklerini kűltűrel dilbilimi topluluğunda yansıtılmakta,
herhangi bir konsepti araştıma Dünya Dil Tablosunu yeniden rekonstre edil-
mesine değerdir.
Dünya Dil Tablosunda bir anlam yüklü kelimeleri (kültürel kavramlar,
anahtar kelimeler) bir noktada toplamakta. Uygun metinler üreten, dil tutumu
ve yeni anlamlar veren kültürel model Dünya Dil-Kűltűr Tablosuna kelimeler
meydana getirmekte [Тameryan, 2004: 219]. Bu yöndeki ilk çalışmalardan
biri YU.S. Stepanov’un, “Konstantı. Slovar Russkoy kulturı” sőzlűğűdűr (–
М., 1997, 2000, 2004), burada yazar “konsept - kültürün temel birimi, insan
aklındaki Kültürel yansılma, kültürűn değerlerini kişi meydana getirmiyor,
kendisi kültüre dahildır [Stepanov, 2000: 14, 18]. Bu kitapta yazar kültürün
temel kavramlarının varlığını anlatmakta –kelime, kelime kullanımı ve kelime
konseptleri, farklı metinlerde yorumlanması, etimolojisini sayıları nispeten
az olan sabitler tek bir plan üzerinde her konseptin anlamını ortaya koymak-
tadır. “Russkoe kulturnoe prostranstvo” (– М., 2004. – 318 s.) lingvokűltűrel
sőzlűk Rus kűltűr alanın anlatan fenomenler ile karakterize etmekte, burada
yazarlar her ulusal kűltűrel toplum temsilcilerininin kitle bilincini incelemek-
teler. Bu alanın özü “topluluk üyeleri için gerekli belli bir yol olarak anlaşılan
ulusal ve bilişsel çerçevedir” [Russkoe kulturnoe prostranstvo, 2004: 11].
Kültürel konseptler ile ilgili araşıtırmalar T.V. Evsukova’nın «Slovar kul-
turı kak problema lingvokulturologii » (– Rostov-na -Donu, 2001. – 256 s.),
sőzlűğűnde de yer almıştır. O kültür sőzlűğűnűn, üç seviyeli olduğunu kay-
detti: kültürel değerler (Dünya Dil Tablosu), konseptler (konseptuel Dünya
Dil Tablosu), kűltűr sőzlűğű kelimeleri (Dünya Dil Tablosu) [Evsukova T.V.,
2001: 57].
Edebiyat
1. Aliferenko N.F. Lingvokulturologiya:tsennostno-smıslovoe prostranst-
vo yazıka: uçebnoe posobie – М.: Flinta: Nauka, 2010. – S. 248, 249.
2. Arutűnova N.D. O rabote gruppı “Logiçeskiy analiz yazıka”. Ĺnstitut
yazıkoznaniya RAN // Logiçeskiya analiz yazıka. ĺzbrannoe. 1988 –1995. –
М.: ĺndrik, 2003. – S. 11.ı
3. Vecbitskaya A. Leksikografiya i kontseptualnıy analiz. – Ann Arbor,
1985. – S. 23.
4. Vorkaçev S.G. Sçastye kak lingvokulturnıy kontsept. – М.: ĺTGDK
«Gnozis», 2004. – S. 37, 51, 52.
5. Evsyukova T.V. Slovar kulturı kak problema lingvokulturologii. – Ros-
tov-na-Donu: RGEU, 2001. – S. 57.
Luiza H. SAMSİTOVA 543
Lyenuza ТАRКHАN 1
Global changes in the socio-economic sphere of our society and the aspi-
ration of Ukraine into the European educational system reflects the changes
in the system of professional education. Contemporary knowledge calls for
continuous renovation, expansion and the necessity of not only professional
growth and self-perfection, but the development of person’s creative qualities,
which are instrumental in self-realization in life and in professional activities.
A young person will be able to fully receive a professional education, when
he knows, that the acquired knowledge will become the base of his profes-
sional formation and success in life. Education is a means of social defense. It
is a foundation, which will allow a person to find his place in society, to be in
charge of his life and to become self-sufficient and self-realized.
Education of moral and aesthetic culture of personality, by means of art, is
the base of his artistic and creative development. This creation is immunity
to contemporary aggressive mass pop-culture, thereby forming a humanistic
worldview and national self-determination. This also creates an individuality
and orientation to the achievement of high professional activity.
Being a unique higher educational establishment, Crimean Engineering
and Pedagogic University unites students of more than 30 nations and nation-
alities. It has been founded for providing education to children of formerly
deported people. Today students can receive a professional education on 20
different specialties. One of them prepares sewing specialists. Students study
technical, special, pedagogical and art disciplines. Disciplines integration in-
duces them to creation. The study of our national culture of Crimean Tatars is
one of the directions of humanitarian education for young people, in the spirit
of tolerance and coexistence of all Crimean nations.
A traditional dress is typical for each period of time and each nation. Crime-
an Tatar national clothes, by many features, affected those complicated ways
the nation went through its development. The nature of ethnic process was
conditioned by geographic position and natural conditions of Crimea. Clothes
represent one of the very meaningful sides of the material culture of people. It
1 Prof. Dr., Kırım Mühendislik ve Pedagoji Üniversitesi
546 National Clothes As A Factor of Cultural Development of Humanity
itants of the peninsula, Mostly it refers to Crimean Tatars who have inherit-
ed characteristic features to their ethnic ancestors: which are anthropological
type, cultural traditions, and of course, the traditional national costume [2, p.
4].
The most astounding growth of Crimean Tatar national clothing began
during the reign of a Crimean Khanate. It was a distinctive renaissance of
applied arts of Crimean Tatars and workmanship on the whole.
Similarity and difference of Crimean Tatar ethnic groups also found a viv-
id reflection in a national costume. Researchers don’t have a common opin-
ion in the issue of division of Crimean Tatar ethnic groups. Some make such
division small and specific, others consider the divisions larger, but all have
to agree on one principle: there was a territorial division of national clothing.
If we consider each of these groups we should point out that the dominant
group determined the elements of the clothing of other groups. Definitely, this
mixture of ethnic accent affected the local dialects, peculiarities of material
culture and the national clothing.
Beginning with the epoch of the Great Migration of tribes the predominant
position in the mountainous steppes of Northern Black Sea area and Crimea,
for the following one and a half thousand years, were occupied by the Turkic
people: the Gunnes, Turkic-tugu, Bulgars, Hazars, Pechenegs, Kipchaks and
Tatars. Like modem nations now, an ancient Turkic family was the first social
unification in which a woman played an important role. In ancient poems and
legends of Turkic people a woman is represented as a support of the family, a
faithful life friend of a man, a sacred mother of her children, and a source of
happiness, abundance and prosperity. A woman’s virtue was respected, glori-
fied and honored by powerful Turkic kagans, khans and rulers (fig. 1)
The clothing of the Kipchak and Polovets women were rather neat and
well-made. They consisted of a dark-blue jacket, trimmed by light edging, a
white blouse, which was longer than a skirt, which was pleated at the neck
and hands with laced frill. Girls didn’t cover their heads, yet decorated their
hair with different coins.
Special attention of researchers is attracted by the identical cultural heri-
tage of the Kipchak and Polovets people. Polovets women cut their jackets
long, short sleeved, from brocade material. The length of the silk or linen
long-sleeve blouses was worn below the knees. High boots called ichigi had
a soft sole. Buttons were made either of bones or bronze in the shape of bel-
ls. Polovets women wore various jewelry, original hats called bokka, typical
ear-rings, beads, pendants, amulets, bracelets, rings and so on [1].
After annexation of Crimea to the Osman Empire at the end of the 15th
century connections of Tatars living in the mountainous and seaside areas
with the Mediterranian area people were supported, first of all, through Bakh-
chisaray, the capital of the Crimean Khanate.
A levity style dress, which was common in the Osman Empire, came and
spread out in the mountainous and sea regions of Crimea through Bakhchi-
saray nobility. As a man’s costume a levity style dress was represented by a
white linen shirt with long wide sleeves, usually folded up to the elbows, wide
pants, broad-cloth jacket, usually of red color, embroidered by golden thread
and with many buttons. A silk striped jacket with inset on the sides was worn
over the dress.
Nobility made jackets of plain materials, which were always embroidered
with golden thread. The waist was tied up by wide belts. The rich made them
of golden brocade. People from well-to-do families wore long flowing slee-
veless cloaks with buffo’s on the shoulders.
Women’s style of that kind of dress had a white linen blouse with long
wide sleeves. Nobility made them of silk. Long wide trousers called sharo-
vary, with deep folds covered their ankles. A long flowing dress was made of
striped silk material. A dress was tight at the waist and had folds at the sides.
They wore a tight vest embroidered by golden thread over a dress. It had an
oval line at the neck and was fastened by a row of closely set buttons. A belt
was worn at the waist.
Women wore different shawls or kerchiefs and girls wore round-shaped
caps with a tassel. Young women from the privileged families wore turbans.
Lyenuza ТАRКHАN 549
A head was covered with a long scarf called “charshaf’. Outside house wo-
men covered their faces with a net made of horse’s hair with small holes for
the eyes. In Turkey the called it “burkua”, in Crimea “chadra”. Women from
nobility wore a silk cloak, common women cotton or woolen cloak. All le-
vels of population wore a wide long coat with a hood as an overcoat. A white
embroidered and lace edged skullcap was worn under a big sheepskin hat cal-
led “kolpak” and around the head they made a turban. The shape of the turban
depended on the social position of its wearer. They wore flip-flops or soft h s
boots on their feet (fig. 2).
Bulgarians, Germans and others who came to the peninsula after the annexa-
tion of Crimea to Russia.
By the end of the 19th century the Europeanization of the Crimean Tatar
dress intensified especially as it referred to the design of the dress.
The clothing looked the following: women clothes despite local differen-
ces had much in common. They were wide, long, cotton blouses called (ke-
ten, kolmek) long wide sleeved dresses, colored wide pants (shalvar, dushan,
don) down to the feet, and they were tied up by lace at the ankle. The outdoor
clothing of Crimean Tatar women consisted of a tight jacket (kaftan or zibin)
usually of bright colors pink or raspberry with silver lining at the collar and
breast.
The jacket had a front full length cut, tight sleeves, and some buttons at the
hand wrist. The jacket was made with extra wadding to show the corpulence
of the body. The breast of the jacket was decorated by small and large coins,
which were sewn into the fabric. A wide belt around the waist was embroi-
dered with silver and golden thread with a big silver buckle. Sometimes they
tied a big woolen shawl (bel yavluk) on the waist and formed a triangle at the
back. Over a jacket they put on a short fur coat (jubbe) made of green or red
material lined with fur (fig. 3).
Outside the house, beside the described dress, they wore a pink or green
cloak (feredje). One of the components for everyday wear was an apron made
of cotton material. The main head-dress was a velvet cap (fez) usually wi-
ne-colored and embroidered with silver and gold, sometimes decorated with
small coins (fig. 4).
Figure 5. Marama
Besides the fez and marama, a big woolen shawl, a light thin kerchief
(chember), or a colored patterned shawl (bash yavluk) were also widely used.
The footwear of Crimean Tatar women presented various styles which had
different purposes depending on the weather: Morrocan leather high boots
(mest) were worn in winter, pointed slippers without heels embroidered with
552 National Clothes As A Factor of Cultural Development of Humanity
gold and silver (papuch) were worn at home in summer. For bad weather they
wore “katyr”-which is some kind of rubber shoes or shoes half-covered at the
top (terlik).
On special occasions they wore beautiful shoes embroidered with gold
(ayakap). All these shoes were made of black or red Moroccan leather. For
rainy days they had stilts (nalyn or tabandrik), which were nicely trimmed and
protected their feet from mud. In the rooms they wore woolen knitted slippers
(kalchin) or woolen stockings with colorful pattern (sirli chorap). A Crimean
Tatar man covered his head with a low black sheepskin hat (kalpak) with em-
broidered half moon at the inside bottom. In summer men wore a skull-cap
(takiye) or a red fez. Men wore high boots (chizma) with horseshoes on the
heels and low leather shoes on heels (potyuk). Shepherds (choban) wore pop-
ular sheepskin ackets (kurk, kiska ton) with a belt to which a knife (pichak)
and a bag (chanta) were fastened. Pilgrims after visiting Mecca (adji) wore a
turban (saryk) wrapped around a fez or a hat [3].
Nowadays, traditional Crimean Tatar clothing is not used every day, just
on special occasions. Only at wedding parties you can see a bride wearing a
fez and a national belt, and a groom with a sheepskin hat on his head. Des-
pite all the changes which clothes underwent and finally became one general
complex, one could follow the roots and traditional links of each area. Before,
differences were in the manner of wearing a dress, its details, color, peculiari-
ties of the dress cut, seams, ornaments and also terminology. As a result of the
cultural interaction of people living in Crimea and the world and European
tendencies towards clothes, the vision and development of a Crimean Tatar
dress is being changed (fig. 7).
Bibliography
Abdulaev I. The charming of your beauty is the master of my soul // Golos
Kryma. 07.03.2003. – P. 7.
Ets R.F. Introduction info ethnography. – L.: Leningrad University publi-
cation, 1991. – P. 170.
Ozenbashli E.M. Krimtsi. Collection of works on history, ethnography and
language of the Crimean Tatars. – Simfiropol: Dolya. 1997.
Petrenko L. The Fascinating Dress // Qasevet, 2002. – № 1. – P. 30-32.
Türk Destanlarında Milli Değerler
ve Sanat Eğitimindeki Yeri
Mehmet ÖZKARTAL1
İnsanın kimliğini belirleyen en önemli unsur, kişinin hangi millete mensup
olduğudur. Bu, kişinin siyasi ve kültürel anlamda kim olduğunu temsil eden
unsurdur. Kültürü oluşturan unsurlar toplumun vazgeçilmez değerleridir. Bi-
reylerdeki tarih bilinci, milli kültürü meydana getiren önemli bir faktördür.
Bir milletin yaşayışını etkileyen dil, din, ırk, hukuk, düşünce, ahlâk gibi un-
surlar asırlardır bireyleri birbirine bağlar. Diğer milletlere karşı milli birliği,
beraberliği oluşturur. Kafesoğlu, (2006,s.16) “her topluluk bir kültür sahibi-
dir; diğer bir deyişle her kültür ayrı bir topluluğu temsil etmektedir. Türk mil-
leti de dili, töresi, dini, hukuku düşüncesi asırlardan beri yaşamakta olduğuna
göre milli Türk kültürü mevcuttur” demektedir. Milli kültürün amacı, Türk
milletini ve Türk devletini güçlü kılmak, milletin ve vatanın bütünlüğünü ko-
rumaktır. Türk kültürü asırlar boyunca elde edilen tecrübe ve deneyimlerle
meydana gelmiş ve Türkleri diğer milletler karşısında üstün olma, hükmetme
gücü sağlamıştır.
Bütün bunları yönlendiren ise “değerler”dir. “Değerler”, en geniş anlamı
ile; her türlü amaçlar, hedefler, ilgi ve çıkarlar; idealler, ülküler, davalar, güç
ve iktidar etkenleri; ün, şan, hırs, yerme, övme, saygı, saygısızlık, inanma ve
inanmama, sözünde durma ya da durmama, dürüstlük, sevgi, nefret... gibi
doğuştan var olan veya sonradan kazanılan şeylerdir.
İnsan önce kendi varlığı hakkında, sonra çevresine olan ilgi ve ilişkilerin-
de, tutum, davranış ve eylemlerinde birçok değerlere sahiptir. Doğuştan var
olan içgüdülerin sağladığı ve çevrenin yardımı ile kazanılan bu tutum ve dav-
ranışlar zamanla yerini karşı karşıya kalınan sorunların çözümündeki tutum,
davranış ve eylemlere bırakır. Değişmeyen tek gerçek insanın tutum, davranış
ve eylemde bulunmasıdır.
“Değer” kelimesinin sözlük anlamı “bir şeyin önemini belirlemeye yara-
yan soyut ölçü, bir şeyin değdiği karşılık, kıymet, bir şeyin ya da şahsın ta-
şıdığı yüksek ve yararlı nitelik ya da kıymet” (Türkçe Sözlük,1988) olarak
verilmiştir. Değer, bir toplumda benimsenmiş ve yaşatılmakta olan her tür-
lü duyuş, düşünüş, davranış, kural ve kıymettir. Değerlerin toplamı, kültürü
A. Sosyal Değerler
Toplum üyelerinin ortak olarak paylaştıkları kültür değerleri ve tutumları,
diğer bir deyişle, ortak davranış kalıpları aracılığı ile insanlar birbirlerinin ne
amaçla hareket ettiklerini ve bunları ne biçimde cevaplandıracaklarını bilir-
ler. Bu bütüne sahip olan her toplum, kendi davranışlarında açıkça görülen bir
manayı, bir görüş, düşünüş ve duyuş biçimini kendi kültürüne yansıtır ve onu
kuşaktan kuşağa öğrenim yolu ile aktarırlar (Erdentuğ,1977, s.9).
Evlat Sevgisi
Dede Korkut Destanı’nın ilki olan Dirse Han Oğlu Boğaç Han boyu hikâ-
yesinde, Dirse Han’ın kırk yiğit haset eyleyerek, oğlanı babasına “senin oğ-
lun kötü çıktı hayırsız çıktı, kırk yiğidini yanına aldı, kudretli Oğuz’un üstüne
yürüyüş etti, nerede güzel ortaya çıktı ise çekip aldı, aksakallı ihtiyarın ağzına
sövdü, ak bürçekli kadının sütunu çekti”, diyerek çekiştip oğlu Boğaç Han’ı
öldürterek tekrar izzet ve hürmetlerinin Dirse Han’ın yanında üstün olmasını
isterler. Dirse Han oğlunu ava götürür. Oğlan geyiği kovalarken babasının
önünden gelip geçer. Dirse Han ok ile oğlunu iki kürek kemiğinin arasından
vurur. Oğlunun avdan geri, dönmediğini gören Dirse Han’ın hatunu hikâyede
evlat sevgisini şu sözlerle anlatmaktadır;
Mehmet ÖZKARTAL 559
Hediye Vermek
Dede Korkut Destanı’ndan Kam Büre Bey Oğlu Bamsı Beyrek Boyu hikâ-
yesinde hediye verme konusu şöyle işlenmiştir;
“Bre bezirgânlar, yüce Tanrı bana bir oğul verdi. Varın Rum iline benim
oğlum için görülmedik, yahşi armağanlar getirin, benim oğlum büyüyünceye
değin, dedi. Bezirgânlar da öyle olsun hanım deyip gece gündüz yol aldılar.
Bay Büre’nin oğlu için bir deniz kulunu boz aygır aldılar. Bir ak tozlu sert
yay aldılar. Bir de altı dilimli gürz aldılar. Yol hazırlığını gördüler” (Gökyay,
2000,s.49), diyerek sevdiklerine hediye vermenin güzelliğini bize göstermek-
tedir. Ayrıca, Kanlı Koca oğlu Kanturalı boyu hikâyesinde de Kanlı Koca
evlenmek isteyen oğluna; “Oğul, kız görmek senden; mal, rızık vermek ben-
den,” (Gökyay,2000,s.134) diyerek günümüzde de devam eden bir geleneği
göstererek hediyesinin ne olacağını söylemektedir.
iki rekât namaz kıldılar. Atlarına binip adı görklü Muhammed’e salâvat ge-
tirdiler; kından kılıç sıyırıp tekbir getirdiler, kâfire at saldılar. …Beyrek, Yi-
genek, Kazan Bey, Kara Budak. Deli Dündar, Kazan oğlu Uruz Bey toplanıp
Han Kazan önlerinde, hisara yürüyüş ettiler.
Beyrek otuz dokuz yiğidinin üzerine geldi. Onları sağ ve esen buldu. Al-
lah’a şükür eyledi. Kâfirin kilisesini yıktılar, yerine mescit yaptılar. Keşişle-
rini öldürdüler; ezanlar okuttular, yüce Tanrı adına hutbe okuttular, namaz
kıldılar (Gökyay,2000,s.91).
Terbiyeli Olmak
Türk toplumu içinde evladın terbiyeli olması anne-baba kadar toplum için-
de büyük bir değerdir. Kazan Han Oğlu Uruz’un tutsak olduğu boyu anlatan
hikâyede Oğuz toplumu içerisinde anne-babanın evlatlarına verdiği terbiye
örneği aşağıdaki manzumede açıkça dile getirilmiştir.
Oğul oğul, ay oğul,
Yağıya girip baş kesmedin;
Adam öldürüp kan dökmedin;
Ala gözlü kırk yiğidini yanına al,
Göğsü güzel kaba dağlar başına çık;
Benim savaştığımı, benim dövüştüğümü,
Benim çekiştiğimi, benim kılıçlaştığımı,
Gör, öğren, hem de bize pusu ol!
dedi. Uruz babasının sözünü kırmadı. Tuttu, geri döndü. Yerden yüce
dağlar başına yoldaşlarını alıp çıktı. O zamanda oğullar ataya karşı gelmez,
oğul ata sözünü iki eylemezdi. İki eylese o oğulu kabul etmezlerdi (Gök-
yay,2000,s.102).
Namuslu Olmak
Dede Korkut hikâyelerinin Oğuz dönemi kültüründeki geleneksel davranış
biçimi ışığında önem taşıyan noktalardan biri de namus kavramıdır. Banıçi-
çek’in 16 yıl boyunca kocası Bamsı Beyrek’i beklemesi, Burla Hatun’a oğlu
Uruz’un ölüm pahasına da olsa babasının namusunu kirletmemesini istemesi,
eşler ve aile arasındaki büyük bir güven ve namus kavramını ortaya koymak-
tadır.
Boyu uzun Burla Hatun… Kırk ince belli kızın içine girdi, öğüt verdi. Der:
“Hanginize yapışırlarsa Kazan’ın hatunu hanginizdir diye, kırk yerden ses
veresiniz” dedi.
Şökli Melik’ten adam geldi. “Kazan Bey’in hatunu hangisidir” dedi. Kırk
yerden ses geldi, hangisidir bilmediler.
Kâfire haber verdiler, “birine yapıştık, kırk yerden ses geldi, bilmedik han-
gisidir” dediler… Kazan’ın hatunudur, çekin döşeğimize getirelim, kadeh
sunduralım demişler. Senin etinden oğul yiyeyim mi, yoksa pis dinli kâfirin
döşeğine gireyim mi, baban Kazan’ın namusunu lekeleteyim mi, nice deyim
oğul hey” dedi. Uruz der:
Ağzın kurusun ana,
Dilin çürüsün ana,
Mehmet ÖZKARTAL 563
İnsanları Sevmek
Türk Destanlarındaki tüm anlatılarda Türk toplumundaki bir kişinin çek-
tiği sıkıntı tüm millete yansıtılmaktadır. Herkes aynı sıkıntıya ortak olur ve
çözüm arar. Toplumun birbirlerine olan güven ve sevgisi Türk geleneklerin-
den, kültüründen yansıyan ışıktır. Örneğin Çin esaretinde kalan Türk toplu-
mu Kürşad ve kırk yiğit boy beylerinin Çin sarayını basmasındaki tek hedef
toplumun çektiği esaret sıkıntısının giderilmesi, milletine olan sevgisi ve ba-
ğımsızlığı içindir.
Hayırseverlik / Yardım
Dede Korkut Destanı’nın ilki olan Dirse Han Oğlu Boğaç Han hikâyesinde
Bayındır Han, bir yere ak otağ, bir yere kızıl otağ, bir yere kara otağ diktirmiş,
oğlu olana ak otağa, kızı olana kızıl otağa, oğlu kızı olmayanı kara otağda
misafir ederek, kara keçe altına döşer, kara koyun yahnisinden önüne getirtir,
yerse yesin, yemezse kalksın gitsin diyerek, oğlu kızı olmayana Tanrı’nın
beddua ettiğini ve kendilerinin de beddua edeceklerini söylemektedir. Dirse
Han’ı karşılayarak kara otağa kondurur, kara keçe altıma döşer, kara koyun
yahnisinden önüne getirir ve “oğlu, kızı olmayana Tanrı Taala beddua etmiş-
tir, biz de beddua ederiz, belli bil” denilmektedir. Dirse Han bu olayı eşine
anlatır ve gazap etmeye kalkınca eşinin cevabı da şöyle olmuştur.
Hay Dirse Han, bana haşmetme!
İncinip acı sözler söyleme!
564 Türk Destanlarında Milli Değerler ve Sanat Eğitimindeki Yeri
Yerinden kalk,
Alaca çadırını yeryüzüne diktir,
Attan aygır, deveden buğra, koyundan koç kırdır,
İç Oğuz’un Dış Oğuz’un beylerini üstüne yığınak et,
Aç görsen doyur,
Yalıncak görsen donat,
Borçluyu borcundan kurtar,
Tepe gibi et yığ,
Göl gibi kımız sağdır,
Ulu toy eyle, hacet dile,
olaki bir ağzı dualının berekatıyla Tanrı bize erdemli çocuk verir, dedi.
Dirse Han dişi ehlinin sözü ile büyük bir ziyafet verdi, dilek diledi. Attan
aygır, deveden erkek deve, koyundan koç kestirdi. İç Oğuz, Dış Oğuz beyle-
rini basma topladı. Aç görse doyurdu. Çıplak görse donattı. Borçluyu borcun-
dan kurtardı (Gökyay,2000,s.4).
Türk toplumundaki inanç günümüzde de aynı niteliktedir. Yapılan her iyi-
liğin, hayırseverliğin, yardıma ihtiyacı olanların yanında olmanın mutlaka
karşılığının olacağı, hem toplum tarafından, hem de Tanrı tarafından inanç
gereği ödüllendirilerek verileceğini, hikâye bize beyan edilmektedir.
Birlik, Beraberlik-Dayanışma
Fertlerdeki tarih şuuru milli kültürü meydana getiren önemli bir faktördür.
Bir milletin yaşayışını etkileyen dil, din, ırk, hukuk, düşünce ve ahlâk ve
diğer sosyal unsurlar vardır. Bu unsurlar asırlardır fertleri birbirine bağlar ve
566 Türk Destanlarında Milli Değerler ve Sanat Eğitimindeki Yeri
B. Dini Değerler
Din, toplumu ayakta tutan, aile, ahlak, hukuk, ekonomi, eğitim gibi sosyal
ve kültürel değerlerle bağı olan bir etkendir. İlkel çağlardan günümüze kadar
gelen bütün toplumlarda din inancı ve kurumu var olmuştur. Dinin toplum-
larda başlıca iki aktif rolü vardır. Birincisi toplumda birlik ve bütünlüğü sağ-
lamak, ikincisi ise toplum üzerindeki dine bağlı inanç değerleri aracılığı ile
düzeni sağlama yönünde kontrol görevi yapmaktır.
Alçakgönüllülük (Tevazu)
Alçakgönüllülük Türk toplumu içerisinde geçmişten günümüze kadar gel-
miş toplumsal bir değer, bir yaşam ve düşünce biçimidir. İnanç sistemimiz
ve kültürel değerlerimiz arasında önemli bir yere sahiptir. İslam dininde de
şeytanın cennetten kovulmasının sebebi kibirdir.
2- Haksızlık Yapmamak
Hak ve hakkaniyet, bütün kültürlerde yer alan değerlerdendir. Adalet kav-
ramının ve hukuk sisteminin özünde, haklı olana hakkını vermek demektir.
Kültüre değer veren bir toplumun hakkaniyet kavramında yalan, hırsızlık,
sahtekârlık, haksız kazanç, görevi kötüye kullanma gibi kötü davranışlar bu-
lunmamaktadır.
Türk toplumunda ise hakkaniyet düşüncesi halk arasında sıkça kullanılan
“Yiğidi öldür, hakkını yeme” atasözü ile ne denli önem verilen bir değer ol-
duğunu bizlere göstermektedir.
Hak ve adalet konusu Türk toplumunun önemli bir değer yargısı olarak
işlenmektedir. Türk destanlarının hiç birinde, kâfirlerle savaşlarda ya da kah-
ramanların mücadelelerinde, halkın içindeki inançlar, töre ve gelenekler, aile
ya da toplum yaşantısı içinde verilen eğitim sebebiyle haksızlık yapılmamak-
tadır. Ölçü her zaman eşitlik ve adalet yönündedir.
4- İyilik Yapmak
Kazan Bey’in oğlu Uruz’un tutsak olduğu boyu beyan eden hikâyede Ka-
zan Han, oğlunu hanlık topraklarının sınırlarını göstermek amacıyla otağdan
ayrılırlar. Casusların haber vermesi ile Kazan Han ve yiğitlerine saldıran düş-
man askerleri babasından farklı bir yerde duran Uruz’u esir alırlar. Kazan
Han oğlunun korkup annesine kaçtığını sanarak otağına döner. Burla Hatun,
oğlu Uruz’u göremeyince Tanrı’nın bir oğlan vermesi için yaptığı iyilikler ve
hayır duaları ile oğlu Uruz’a nasıl sahip olduğundan bahsederken eşi Kazan
Han’a sitemini şu sözlerle dile getirmiştir.
568 Türk Destanlarında Milli Değerler ve Sanat Eğitimindeki Yeri
Paylaşımcı Olmak
…Hanım hey! Kazan üç yılda bir İç -Oğuz, Dış – Oğuz beylerini toplardı.
Üçok, Bozok yığınak olsa Kazan evini yağmalatırdı. Kazan Bey’in âdeti bu
idi ki kaçan evini yağmalatsa helalinin elini alır, evinden dışarı çıkardı. Bun-
dan sonra evinde nesi var, nesi yok yağma ederlerdi (Gökyay,2000,s.237).
Dede Korkut hikâyelerinin sonuncusu olan Dış Oğuz’un iç Oğuz’a isyanı-
nı anlatan hikâyede paylaşımcı olmayı, toplumun birlikteliğini sağlam tutmak
amacıyla, Oğuzların en büyük kahramanı ve liderlerinden olan Kazan Han,
evini yağmalatarak bize göstermektedir.
Boratav (1982,s.108) bu durumu şöyle izah etmektedir. Şehir ekonomisine
girmemiş bir göçebe cemiyette… akınlardan… hikayelerin kahramanı olan
hanlar ve beyler büyük hisse alırlar; fakat ganimetlerden bütün yurt halkına
pay çıkarmak adeti, büyük merasimlerde bütün kabileye verilen şölen ziya-
fetleri ve “ev yağmalatmaları”, zaten ihtiyaçları mahdut bir cemiyette hayat
seviyelerini muvazene halinde tutmaya muvaffak olur.
dakat, kanaat, vefa, ilim, sabır, sır saklamak, yalan söylememek, zina yapma-
mak, hırsızlık etmemek, büyüklere saygı, ayıbı örtmek, çiğ söz söylememek,
kötü söze cevap vermemek, herkese iyilik yapmak, misafir sevmek, din farkı
gözetmeden bütün insanları sevmek (Kurtkan, 2005,s.5–67).
7- Yalancı Olmamak
Ergin’den (2000,s.2) aktarılan Dede Korkut’un mukadimesinde yalan hak-
kında şöyle denilmektedir. “Yalan söz bu dünyada olunca olmasa daha iyi.
Gerçeklerin üç otuz on yaşını doldursa daha iyi. Üç otuz on yaşınız dolsun,
Hak size kötülük getirmesin, devletiniz devamlı olsun hanım hey!” sözleri
Oğuz döneminde yalanın ve yalancının toplum içerisinde değersiz, saygınsız
kişiler olacağını ortaya koymaktadır.
8- Komşuluk Hakkı
Kazan Bey’in oğlu Uruz’un tutsak olduğu boyu beyan eden hikâyede Bur-
la Hatun Kazan Han’a şöyle der;
…Kara donlu dervişlere adak verdim,
Yanıma doğru baktığımda komşuma iyi baktım,
Umanına usanına aş yidirdim, (Gökyay,2000,s.107)
Hikâyede Burla Hatun’un söylediği bu mısralardan anlaşıldığı üzere, hiç-
bir beklentisi olmadan, komşuluk hakkını gözeterek, İslam dininde “kom-
şusu aç iken, tok yatan bizden değildir” inancıyla yön gösteren, komşular
arasındaki anlaşma, yardım ve paylaşım güzelliğini ortaya koyan davranışı,
o dönem Türk toplumu içerisinde gelenekleşmiş olduğu anlaşılan komşular
arasındaki dayanışmanın nasıl olduğunu ve bugün de nasıl olması gerektiğini
göstermektedir.
9- Temiz Olmak
Temiz olmak anlayışı, destandaki birçok hikâyede düşmanla savaşa gir-
meden önce “arı (temiz) sudan abdest aldılar, iki rekât namaz kıldılar” (Gök-
yay,2000, s.43.91.115.119) sözü ile Oğuz toplumunun dini değer yargısı
olarak temizlik anlayışını göstermektedir. İslam inancında temizliğe verilen
önem konusunda, “temizlik imandan gelir” hadisi göz önüne alınacak olursa,
bugün dahi temiz olmak Türk toplumu için dini inanç ve yaşantı açısından
verilen en önemli değerlerdendir.
570 Türk Destanlarında Milli Değerler ve Sanat Eğitimindeki Yeri
Bunun dini inanış gereği (sonuçta ölüm dahi olsa) şehit olma inancına bağ-
lı, Allah’a temiz olarak ulaşma düşüncesine bağlanabilir. Anadolu kapılarını
açan 1071 Malazgirt Savaşı’nın Türk hakanı Alpaslan’ın kefen olarak beyaz
elbise giydiği, “ölürsem bu benim kefenimdir” dediği ve Cuma namazını kıl-
dıktan sonra Bizans ordusu ile savaştığı tarih araştırmacılarımız tarafından
bizlere aktarılan olaylardandır. Dede Korkut hikâyelerinde verilen, dini de-
ğerlere bağladığımız temiz olma, Türk toplumunda İslam öncesi ve sonrası
önem verilen değer yargılarındandır.
C. Siyasi Değerler
Eski Türk devletlerinin idaresinde yönetmeye yönelik ortaya konulan fi-
kirlerden daha çok, yüzyılların meydana getirdiği tecrübeler, deneyimler ve
öğütler yer almıştır.
1- Hükmetmek
Türk kültürü, asırlar içinde meydana gelmiş ve Türklerin başka milletle-
re, bazen de kendi içlerinde hükmetme gücünü sağlamıştır. Türk toplumunda
baş olmak, hükmetmek, bir olumlu değer ve özelliktir (Erdentuğ,1977,s.93).
Kültürdeki sağlamlık milletin yaşama gücünü artırmıştır. Diğer taraftan bu
sağlam kültür sayesinde diğer milletlere karşı konulmuştur.
3- Yurtseverlik / Vatanperverlik
Vatan (yurt), üzerinde yaşanan toprak parçasıdır. Vatan, bir milletin milli
duygu, düşünce ve amaçlarının yaşandığı ve korunduğu alan, üzerinde ya-
şayan millete yağmuru, karı, dağları, dereleri ve ovalarıyla milletin karakter
ve kültürüne özellik katan yerdir. İşte bu inançladır ki Türkler tarihin hiçbir
Mehmet ÖZKARTAL 571
4- Barışçı Olmak
Türklerdeki göçebe kültürünün yaşam şartları gereği, siyasi ve sosyal ha-
yatında demir ve demirciliği kullanarak savaşçılık kabiliyetlerini en iyi şekil-
de geliştirmelerinin yanında, huzur içinde yaşayabilmek için insanların kar-
şılıklı saygı hissi ile donanması gerektiğini de öğrenmiş ve insan kütlelerini
sürekli barış halinde tutabilmek için toplum tarafından riayet edilen hukuk
fikrine ulaşmıştır. Bu, devlet fikrinin doğuşudur (Kafesoğlu,2006,s.225–226).
5- Adaletli Olmak
Türk milleti, adaletten hiç taviz vermeyen, güvenilir bir millet olduğu için
tarihte birçok ulus, dilleri, dinleri, kültürleri farklı olsa dahi Türk milletine
tabi olmuştur. Hiçbir dönemde, tabi olan bu milletlere karşı haksızlık yapıl-
mamış, kendi halkından biriymiş gibi davranılmıştır.
6- Bayrak Sevgisi
Bir milletin istiklal ve hürriyetinin sembolü kale ve burçlarında dalgala-
nan bayrağıdır. Bayrak “dalgalanan milli bir simge”dir. Bayrak basit bir bez
parçası olmayıp, bir milletin tarihini, kültürünü ve kimliğini temsil eden, renk
ve desenlerinde milletin acı ve tatlı hatıralarını nesilden nesile aktaran en
önemli milli sembollerden biridir. Bayrak, eski Türk devletlerinin her şeyidir.
Türkler bayrak direklerini göğün direği olarak görmüş ve inanmışlardır. Ögel,
(1971,s.136) Çin kaynaklarında Türklerde bayraksız otağ, otağsız bayrağın
olmadığını ve Çinlilerin Türk hakanlarının çadırlarına bayraklı çadır anlamı-
na gelen “ya çadırı” dediklerini kaydetmektedir. Destanda bayrağa olan sevgi
ve saygı, bayrağın yüceliği ve kutsallığı, Uşun Koca oğlu Seğrek boyunda
Eğrek’in şu sözler ile dile getirmiştir.
…Karanlık gece içinde yol sapıtsan umudun nedir?
Yüce bayrak taşıyan hanınız kim? ...
572 Türk Destanlarında Milli Değerler ve Sanat Eğitimindeki Yeri
D. İlmi Değerler
Ögel’e (1971,s.93) göre “Alp’lik ve bilgelik gibi iki ana prensip Türk dev-
letlerindeki idare düzeninin temelini meydana getiriyorlardı. Bu sebeple eski
Türkler, devlet adamlığının bu iki şartı üzerinde önemle durmuşlardı” diyerek
şöyle devam etmektedir. “Türk milletinin başarıları ile yok oluşu, bilgi nede-
nine bağlanıyordu. Türkler devletin gücünü ve devamını, her şeyden önce ve
herkes için Türk töresini bilmek gerekiyordu. Bu da bilgi ile olurdu. Türkler-
de bilgi nazariyesi, özellikle Göktürk çağında, tecrübe ile töre ve bilgi halkın
görgüsüne dayanır.”
1- Kendini Geliştirmek
Ulu önder Atatürk (C,I., s.194) ilim ve fende kendimizi geliştirmemiz için
şöyle söylemiştir. “Dünyada herşey için, hayat için, başarı için en hakiki mür-
şit ilimdir, fendir. İlim ve fennin dışında mürşit aramak gaflettir, cehalettir,
doğru yoldan çıkmadır. Yalnız, ilim ve fennin yaşadığımız her dakikadaki
safhalarının gelişimini anlamak ve ilerlemelerini takip eylemek şarttır.”
Oğuz dönemindeki toplumun göçebe yaşam şartlarından kaynaklanan tec-
rübe ve deneyimler, hayatın zorlukları ve bu zorluklar karşısındaki yaşam
mücadelesi ile elde edilen bilgi ve beceriler sonucunda edinilen kazanımlar-
dır.
2- Eğitmek / Eğitilmek
Memleketin ve milletin geliştirilmesi, cahillikten kurtarılması için milli ve
manevi değerlerin korunması, vatandaşlarının eğitilmesi eğitim-öğretim ile
başarılabilir. Fertlerin yetiştirilmesinde en büyük amaç, yabancı fikirlerden uzak,
milli terbiye almış, tarihini ve kültürünü bilen uygun bir eğitimin verilmesi olmalıdır.
Mehmet ÖZKARTAL 573
1- Milliyetçilik
Milliyetçilik kavramı, Milli Eğitim Mevzuatı ikinci bölümde;
Türk Milli Eğitiminin temel ilkeleri;
Madde 10 - Eğitim sistemimizin her derece ve türlü ile ilgili ders program-
larının hazırlanıp uygulanmasında ve her türlü eğitim faaliyetlerinde Atatürk
inkılâpları ve Anayasanın başlangıcında ifadesini bulmuş olan Türk milliyet-
çiliği temel olarak alınır. Milli ahlak ve milli kültürün bozulup yozlaşmadan
kendimize has şekli ile evrensel kültür içinde korunup geliştirilmesine önem
verilir.
Bunun yanı sıra Kafesoğlu,( 1993, s.11) milliyetçilik; kişinin milletine
sevgi ve saygı hisleriyle bağlanma, aynı kültürden feyz alanları, kaderde ve
sevinçte birleşenleri yalnız sevmeyi değil, icabında onlar için, bazen hayat
değerinde, türlü fedakârlıklara katlanmayı gerektirir. Böylece milliyetçilik
duygusu ahlakın en yüksek zirvesinde mevki alan bir ruh halvetidir, diyerek
bizlere milliyetçiliğin milli birlik ve menfaat açısından önemini belirtmekte-
dir.
Destan kahramanları, milli ahlak ve Oğuz toplum yapısı içinde yetişmiş,
vatanına ve milletine bağlı, toplum değerlerine sadık, ahlaklı, milli ve manevi
değerlerin tümünü üzerinde barındıran kişilerdir.
2- Övünmemek
Oğuz Türkleri’nin tarihe akışını ve yaşamını anlatan, Dede Korkut Desta-
nı’nda hanların ve kahramanların yaşamlarında karşılaştıkları olaylara karşı
kendilerini övmek gibi bir tutum içerisine girmemiş, övmeyi ve övünmeyi
574 Türk Destanlarında Milli Değerler ve Sanat Eğitimindeki Yeri
hoş bulmamışlardır. Salur Kazan’ın tutsak olup oğlu Uruz’un kurtardığı boy
hikâyesinde Salur Kazan övünmemeyi aşağıdaki sözlerle ifade etmiştir.
… Muhammed dini aşkına kılıç vurdum,
Ak meydanda yumru başı top gibi kestim,
Orada bile erim, beyim deye öğünmedim,
Övünen erenleri hoş görmedim…
…Kazılık Koca’yı kavrayıp kaleye tutsak aldı, gitti. Yiğitleri onu görüp
bozuldular, durmayıp kaçtılar.
Kazılık Koca tam on altı yıl hisarda tutsak oldu. Sonra Emen derlerdi, bir
pehlevan kişi altı yol vardı, hisarı alıp ta Kazılık Kocayı kurtaramadı.
Meğer hanım, Kazılık Koca, Bayındır Han’ın elini öpüpte tutsak oldu-
ğunda bir oğlancığı vardı, bir yaşında idi. O vakitten beri on beş yaşına girdi,
delikanlı oldu. Babasını öldü biliyordu. Yasak etmişlerdi, tutsak olduğunu oğ-
landan saklarlardı. O oğlanın adına Yeğenek derlerdi.
…varıp babanı kurtarsana, on altı yıldır esirdir dedi. Yigenek bu haberi işi-
tince yüreği oynadı, kara bağrı sarsıldı. Kalktı. Bayındır Han’ın önüne vardı,
yüzünü yere koydu, der:
…Sofrasında bol nimetli!
Kalmış yiğit arkası,
Yoksul, güçsüzün umudu,
Türkistan’ın direği,
Tülü kuşun yavrusu,
Amıt Soyunun aslanı,
Karacuk’un kaplanı,
Devletlü hanım benim!
…Bana asker koşup, beni babamın tutsak olduğu kaleye gönder, dedi.
Bayındır Han buyurdu:
Yirmi dört sancak beyi gelsin, dedi. İlkin, Demirpakı Derbendinde Bey
olan, kargı, süngü ucunda er böğürten, karıma vardığında kimsin diye sorma-
yan, Kıyan Selçuk oğlu Deli Dündar seninle birlikte gitsin, dedi.
Aygır Gözler Suyu’ndan at yüzdüren, elli yedi kalenin anahtarını alan, Ey-
lek Koca oğlu Dönebilmez Dölek Evren seninle birlikte gitsin, dedi… Yağ-
rıncı oğlu Kalmış… Doğsun oğlu Rüstem… Deli Evren… Soğan Sarı seninle
birlikte gitsin, dedi. Sayılmakla Oğuz beylerinin tükeneceği yok, Bayındır
Han yirmi dört bahadır sancak beyini Yeğenek’e yoldaşlığa koştu. Beyler top-
lanıp hazırlıklarını yaptılar, yola düştüler (Gökyay, 2000,s.162).
Dış Oğuz’un iç Oğuz’a İsyanı adlı Dede Korkut hikâyesinde de Aruz Ko-
ca’nın, Salur Kazan’a ihanet etmesine rağmen Beyrek, yiğitliğin ve sadakatin
kurbanı olmuştur. Hikâyede Aruz Koca tarafından haince öldürülen Beyrek,
Mehmet ÖZKARTAL 577
7- Liderlik
Ögel’e göre ( 1971,s.54–64) bilgelik ve Alplik, Türk kağanlarının başlıca
iki özelliğidir. Bilgelik büyük Hun devletinden beri hükümdarlar için özeni-
len ve istenilen bir özelliktir. O dönemde Türk kağanı göğün altındaki bütün
ülkelerin tek bir hükümdarı gibi düşünülmektedir. Yeryüzünün hükümdarı
sayılan Türk kağanları “Tanrının yarlığı” ile dünyanın bütün ülkelerini idare
etmektedir.
8- Fedakâr Olmak
Fedakârlık ülkenin bağımsız bütünlüğünü korumada önemli bir unsurdur.
Örneğin, Türk milletinin Kurtuluş Savaşı’nı kazanmasında halkın fedakâr ve
çalışkan olmasının etkisi çok büyüktür. O yıllara bakıldığında kadın, çocuk,
yaşlı, genç herkesin fedakârca, cephelerde elinden geleni yaptığı görülmek-
tedir.
Kahramanlık
Destandaki bütün hikâyeler Oğuz beylerinin kahramanlıklarını, ustalıkla
ve korkusuzca olayları nasıl çözdüklerini, başarılarını anlatmaktadır. Kahra-
manlık sadece erkeklere, liderlere mahsus bir özellik değildir. Oğuz kadınla-
rının da erleri kadar kahraman oldukları hikâyelerde bahsedilmektedir. Kazan
Bey’in oğlu Uruz’un tutsak olduğu boy hikâyesinde, Uruz’un kâfirin eline
esir düşmesinden sonra annesi, Kazan Han ve oğlunun gelmemesinden dolayı
silahlanıp düşman üzerine gitmiştir. Hikâyede bu olay şöyle anlatılmıştır.
…Uruz’un anası boyu uzun Burla Hatun oğlancığını anıp kararı kalmadı.
Kırk ince belli kız-oğlanla kara aygırı çektirdi, sıçrayıp bindi. Kara polat öz
kılıcını kuşandı. Başım tacı Kazan gelmedi, deye Kazan’ın izini izledi, gitti.
(Gökyay,2000,s.116)
578 Türk Destanlarında Milli Değerler ve Sanat Eğitimindeki Yeri
Begil Oğlu Emren boyu hikâyesinde ise Begil genç olmasına rağmen düş-
mandan korkmadığını şu kahramanlık sözleri ile soylamıştır.
…Saçma sapan böyleme, bre itim kâfir,
Altımdaki al aygırı ne beğenmezsin?
Seni gördü oynar;
Sırtımdaki demir-donum omuzumu kısar;
Kara polat öz kılıcım kınını doğrar;
Kargı dalı süngümü ne beğenmezsin?
Göğsünü delip göğe fırlar;
Akça tozlu sert yayım inim inim inler;
Sadakında okum, kişini deler;
Yanımda yiğitlerim savaş diler;
Alp ere korku vermek ayıp olur,
Beri gelsene, bre kâfir, kapışalım! (Gökyay,2000,s.200)
Dede Korkut Destanı’nda,
İç Oğuz Kahramanları; Kazan Han başta olmak üzere, Kara Göne, Kam
Büre, Beyrek, Karacuk Çoban, Kılbaş, Kara Budak, Kazan oğlu Uruz, Yeğe-
nek, Şir Şemseddin, Kazılık Koca ve Kara Konuk.
Dış Oğuz Kahramanları; Aruz Koca, başta olmak üzere, Basat, Emen,
Bay Bican, Alp Rüstem Koca oğlu Dülek Evren, Kıyan, Deli Dündar.
Hikâyelerde geçen diğer kahramanlar; Dede Korkut, Dirse Han, Boğaç
Han, Begil, Emren, Deli Dumrul, Seğrek, Eğrek.
13- Misafirperverlik
Dede Korkut Destanı’nda Hanlar Han’ı Bayındır Han her yıl beyleri toplar
ve onları misafir etmektedir. Bu misafirperverlik, bir töre ve gelenek olarak
hikâyelerde şöyle dile getirilmiştir.
Kanlı Koca oğlu Kanturalı boyu hikâyesinde;
…Oğluyla geliniyle Kanlı Koca Oğuz’a girdi. Gök-ala görklü çemene ça-
dır dikti. Attan aygır, deveden buğra, koyundan koç kırdırdı, düğün etti soylu
Oğuz Beylerini ağırladı (Gökyay,2000,s.158).
Begil oğlu Emren boyu hikâyesinde;
…Yılda bir kez Bayındır Han’ın divanına varırdı.
Yine Bayındır Han’dan adam geldi, çabuk gelsin deye. Bunun üzerine Be-
gil geldi, peşkeş çekti, Bayındır Han’ın elini öptü. Han da Begil’i konuk-
ladı. Yahşi at, yahşi kaftan, bol harçlık verdi. Üç gün biteviye ağırladı. Üç
580 Türk Destanlarında Milli Değerler ve Sanat Eğitimindeki Yeri
17- Bağımsızlık
Türk Destanları’nın genel teması içinde bize verilen öğelerin başında ba-
Mehmet ÖZKARTAL 581
18- Koruyuculuk,
Dede Korkut Destanı içerisindeki hikâyelerde, Bayındır Han’dan Kazan
Han’a tüm liderler, tüm kahramanlar ve diğer karekterlerin tutumu, davranış-
ları, inançları, toplum kurallarına gösterdikleri önem, halkı koruma ve kolla-
maya yöneliktir. Hikâyelerde topraklarını savunmaktan, Oğuz halkını koru-
maya kadar tüm görevler kahramanlar üzerinden okuyucuya aktarılmaktadır.
Dirse Han Oğlu Boğaç Han hikâyesinde, Dirse Han’ın hanımı koruyuculuk
üzerine şöyle söylemiştir.
…Aç görsen doyur,
Yalıncak görsen donat,
Borçluyu borcundan kurtar,
…Ulu toy eyle, hacet dile! (Gökyay,2000,s.4)
Kazan Han’ın eşi Burla Hatun’un sözleri de, zorda olanları korumak ve
yardım etmek adına yaptıklarını ve şahsiyetindeki asaletini göstermektedir.
Yanıma dönüp baktığımda komşuma iyi baktım,
Umanına, usanına aş yidirdim,
Aç görsem doyurdum,
Yalıncak görsem donattım (Gökyay,2000,s.107).
20- Dil
Dil; milli duygu, milli düşünce, milli tarih, hatıra ve anlatım değerlerinin
hafızası, aktarım şeklidir. Bir milletin tarihi, yaşadığı coğrafya, değer ölçüle-
ri, ilmi, edebiyatı, folkloru, müziği ve millet olmasını sağlayan her türlü ortak
değeri, yüzyılların birikimi ile süzgeçten geçerek milletin hafızasında top-
lanmış ve orada hayat bulmuştur. “Bugünkü dilimiz, bin yıllık geçmişimizin
belki de en güvenilir belleği, bilgeliğidir. Türklerin çağdaş kimlikleri, kültürel
varlıklarını taşıyan dillerinde bulunur. Türklerin tarihini yazan Fransız Paule
Roux’a göre Türklerle ilgili tek tanımlama ölçüsü, Türk dilidir. Türk, Türk
dilini konuşandır, başka tanımlar geçersizdir, yetersizdir” (Güvenç, 1994).
Bununla ilgili olarak Atatürk de; “Türk demek, Türkçe demektir, ne mutlu
Türküm, diyene” diyerek Türkçenin önemine değinmiştir.
Kafesoğlu, (2006,s.106) Türk hükümdarlarının milli kültürü zinde tutmak
için çaba sarfettiklerini şöyle beyan etmektedir. “Doğu Gök-Türk Hakanı İş-
bara, 585 de Çin İmparatoru Wen-ti’ye gönderdiği mektupta; Size bağlı kalacak,
haraç verecek, kıymetli atlar hediye edeceğim. Fakat dilimizi değiştiremem, dalgalanan saç-
larımızı sizinkine benzetemem, halkıma Çinli elbisesi giydiremem, Çin adetlerini alamam.
İmkân yoktur, çünkü bu bakımdan milletim fevkalade hassastır, adeta çarpan tek bir kalp
gibidir” diyerek, Türk milletinin birlik ve beraberliğe, milli ve manevi değer-
lerine verdiği önem konusundaki duygu ve düşüncelerini ortaya koymuştur.
rinin çocuklara aktarılması, çocukta millet şuuru ve milli kimlik şuuru oluştu-
rulmasında ifade ettiğimiz kaynaklardan yararlanma zorunluluğumuz vardır.
Sanat eğitimi insanı özgürleştirir, kendini ve dış dünyayı tanıtıp, yaratıcı-
lığı geliştiren bir eğitim biçimidir. Sanat eğitimi, kişiyi yaratıcı faaliyetlere
yöneltmesi, estetik beğeni kazandırması ve hobiler oluşturması ile insanları
ruhsal çöküntüden kurtarabileceği düşüncesi yaygındır. Altyapısı hazırlana-
rak verilebilecek bir sanat eğitimi diğer derslerdeki başarıyı da artırabilir (Ka-
rayağmurlar,1991,s.368).
Efsaneler halkın hayal gücünden esinlenerek gelişen olayların hikaye edil-
diği bir halk edebiyatı türüdür. Efsanelerin renkli ve çekici dili çocukların
ilgisini çekmektedir. Bir çok mitolojik unsurlar, masal, destan ve hikayeler
çocuğun sağlıklı gelişimine faydalı olabilecek niteliktedir. Çocuğun dünya-
sında hayal ettiği güzellikleri çağrıştıran, ruhunda güzel ve iyi olduğuna inan-
dığı şeye karşı olumlu davranışlar geliştirerek hayal dünyasını zenginleştiren,
kendi hislerinin eserleri çocuk resimleri kapsamında değerlendirilmelidir.
Bilindiği gibi sanatta yaratıcılık yalnızca iki boyutlu değil üç boyutlu ça-
lışma biçimlerini de içine almaktadır. Sanat ve kültür “kişisel, yerel, ulusal
özellikleri yok etmeden, hatta onları öne çıkararak evrensele ulaşan bir ifa-
de biçimidir” (Erzen,1991,s.63). Modern okulun en temel işlevlerinden biri,
içinde bulunduğu toplumun kültürel mirasını kuşaktan kuşağa aktarmak, ço-
cukları yetişkin rollere hazırlamak ve sosyal değişmeyi sağlamak olarak ifade
edilmektedir. Okulun temel işlevleri açısından eğitim, bireyin içinde yaşadığı
toplumun kültürünü öğrenme süreci, bireyleri sosyal rollere hazırlamak ve
sosyal değişmeyi sağlamak olarak tanımlanmaktadır. Kültürün okul aracı-
lığı ile aktarımı, çocuğun içinde yaşadığı toplumun değerlerini, normlarını
ve sembollerini öğrenme sürecidir. Çocuk içinde yaşadığı toplumun kültü-
rel birikimini okul aracılığı ile öğrenir ve içselleştirir (Özdemir ve diğerle-
ri, 2004,s.397). Kültürel birikimin okullarda öğretimi, milli değerlere sahip
nesillerin, milli devlet, milli kültür düşüncesi ile hareket ederek Atatürk’ün
deyimi ile “milli kültürümüzü muasır medeniyet seviyesin üstüne” çıkmasını
sağlamak açısından önem arz etmektedir.
Milli değerler bir milletin içinde yüzyıllar boyunca gelişerek kültürünün
temellerini oluşturan, yaşanan toplum içerisinde doğruluğu kabul edilmiş,
toplumun faydasına olan, ekonomik, dini, sosyal, ırki, ilmi, siyasi, tarihi ve
kültüre bağlı olan kural ve inançların tümüdür. Bu bakımdan Türk kültürünün
evrenselleşmiş bir dili olan destan konularının, milli değerlerimizin devam-
lılığı, gelecek nesillere aktarımı ve toplum içerisinde yaşatılması için ilköğ-
584 Türk Destanlarında Milli Değerler ve Sanat Eğitimindeki Yeri
retim görsel sanatlar dersi gibi sanat etkinlikleri programlarında mutlaka yer
verilmelidir.
Türk efsane ve destanlarının Sosyal Bilgiler, Tarih, Türkçe, Edebiyat vb.
ders öğretimlerinde çocuğun zihinsel, duyuşsal, sosyal ve ahlâki gelişim ev-
relerinde olumlu etkileri olduğu gibi Görsel Sanatlar ve Sanat Etkinlikleri
derslerinde de buna benzer yazılı edebiyat ürünlerinin ders aracı olarak kul-
lanılmasının, öğrencilerin duyuşsal alana yönelik kazanımlarında anlamlı bir
etki yaratacağı, düşüncelerinde yer eden unsurları okuma yöntemiyle bilişsel,
müzeler aracılığı ile görsel dokümanlar haline getirebilmelerini sağlayarak,
öğrencilerde daha kalıcı bir öğrenim sağlanacağı düşünülmektedir.
Bir yönüyle sözlü kültüre ait olan bu edebi metinlerin, Sanat Etkinlikleri
derslerinde kullanımının bir diğer sebebi ise, geçmişi anlamak için sadece ta-
rihi bilmenin yeterli olamayacağıdır. Bunun için halk yaratmalarını anlamak
ve halkın yarattığı bu değerlerden faydalanarak bazı sonuçlara varılabileceği,
böylelikle geçmişimizin daha iyi değerlendirilebileceği yaklaşımıdır (Yaldız-
kaya,2005). Bunun, görsel sanatlar eğitimi açısından değerli olduğunu söy-
lemek mümkündür. Çünkü tarihi olayları bir de öğrencinin gözüyle görmek,
konuya daha farklı bir açıdan bakmamızı sağlayacaktır.
Milli kültürün gençlere öğretilmesi ve gelecek kuşaklara aktarılması, on-
ların Türk kimliğini taşımakta öz güveni olan, bilinçli ve milli şuur ile yetiş-
tirilmesi, ilkokuldan üniversiteye kadar bütün eğitim-öğretim kurumlarının
ana hedefi olmalıdır.
Atatürk diyor ki;
“Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde
kuvvet bulacaktır.”
Kaynakça
ARSLANOĞLU, İ. Türk Değerleri Üzerine Bir Değerlendirme. Gazi
Üniversitesi, Gazi Eğitim Fakültesi, Felsefe Grubu Eğitimi Anabilim Dalı
http://w3.gazi.edu.tr/~iarslan/turkdegerleriuzerine.doc adresinden 07 Ha-
ziran 2008 tarihinde alınmıştır.
ATATÜRK, M.K. Söylev. C.I
ÇINAR, A.A. (1997). Türk Dünyası Halk Kültürü Üzerine Araştırma
ve İncelemeler. (2. Baskı). Muğla: Muğla Üniversitesi Matbaası.
ERDENTUĞ, N. (1977). Sosyal Adet ve Gelenekler. Ankara: Kültür Ba-
kanlığı Yayınları.
Mehmet ÖZKARTAL 585
şünceler besliyorlar. Türk devleti ve kamuoyu da, var olan köklü tarihsel ve
sosyo-kültürel bağlar nedeniyle Balkanlar’daki bu akraba toplulukları dost
olarak görmektedir. Bu nedenle, özellikle kriz, çatışma ve baskı dönemle-
rinde hem devlet hem de kamuoyu düzeyinde Türkiye’nin bu insanlara olan
ilgisi son derece yüksek olmaktadır. Bunun en canlı örneği, yakın zamanda
yaşanılmış olan Bosna ve Kosova savaşlarında görülmüştür.
Balkanlar, derin tarihsel ve sosyo-kültürel bağlar ile ekonomik ve siyasal
ilişkiler bakımından Türkiye için son derece önemli bir bölgedir. Balkanlar
bölgesi, Türkiye’nin Avrupa’ya açılım yoludur. Türkiye ile Avrupa ülkeleri
arasındaki bağlantı yolları bu bölgeden geçer. Balkanlar’da barış ve istik-
rar ortamının var olması, hem Türkiye’nin güvenliği hem de Avrupa ile olan
ekonomik ve siyasal ilişkilerin aksamaması açısından önem taşımaktadır. Bu
nedenle, 1923’ten bu yana Türk dış politikası, Balkan coğrafyasında istikrar
ve barış ortamının var olmasını istemiş ve bunun için sürekli olarak bölge
ülkeleri ile işbirliği kurma yollarını aramıştır.
1990’lı yıllar, Soğuk Savaş döneminin sona erdiği ve sosyalist rejimlerin
yıkıldığı bir dönem oldu. Bu dönemde Balkan ülkeleri ve toplumları köklü
bir değişim-dönüşüm sürecine girdiler. Yugoslavya’nın parçalanmasıyla bir-
likte bölgede yeni devletler ortaya çıktı. Bu tür radikal gelişmeler bölgedeki
devletler arası ilişkileri derinden etkiledi ve yeni sorunların ortaya çıkmasına
neden oldu.
Ayrıca bir başka önemli gelişme, eski sosyalist ülkelerin rejim değişikliği
sonrasında Avrupa Birliği ile entegrasyon sürecine girmeleri oldu. Slovenya
2004’te, Bulgaristan ve Romanya ise 2007’de Avrupa Birliğine katıldılar.
Hırvatistan ile Türkiye, halen Avrupa Birliği ile tam üyelik müzakerelerini
sürdüren iki Balkan ülkesidir. Arnavutluk, Sırbistan, Makedonya,
Karadağ ve Bosna-Hersek devletleri ile Avrupa Birliği arasındaki ilişkiler
İstikrara ve Ortaklık Anlaşmaları çerçevesinde yürütülmektedir. 1981
yılından beri Avrupa Birliği üyesi olan Yunanistan ise, bu konuda, diğer
Balkan ülkeleri ile paylaşabileceği büyük tecrübelere sahiptir.
Tüm bu yaşanan köklü değişim-dönüşüm süreci beraberinde yeni ekono-
mik, siyasal, sosyal ve kültürel problemleri gündeme getirdi. Bu problemlerin
en yıkıcısı ve acı vereni kuşkusuz yaşanılan savaşlar oldu. Bu savaşların kötü
anıları halen yaşamaya devam ediyor ve problemlerin çözümünü zorlaştırı-
yor. Dolayısıyla barış, demokrasi ve istikrarın inşası, Balkanlar için önemli
bir konu olmayı sürdürüyor.
Mehmet Z.İBRAHİMGİL / Ammar İBRAHİMGİL 589
3 Tayyib Gökbilgin, “15. Ve 16. Asırlarda Edirne ve Paşaeli Livası”, İ.Ü.Edebiyat Fakültesi
Dergisi, S.3, İstanbul 1952, s.158.
4 Hamdija Kreşevljakoviç, “ Stari Bosanski Gradovi”, Naşe Starine, S.2, Sarajevo 1954, s.
12.
5 Ekrem Hakkı Ayverdi, Avrupa’da Osmanlı Mimari Eserleri, C.1- C.4, Kitap 1-6, İstanbul,
1981- 1982
590 Balkan Ülkelerinde Türk Kültür Mirasının Günümüzdeki Mevcut Durumu
rinin inşa edildiği tespit edilmiştir. Birde buna Türkiye dışında kalan veya
kaybolan arşiv kayıtlarını ilave edecek olursak bu sayının daha da artma-
sı mümkündür. On bir Balkan ülkesinde, günümüze kadar ayakta kalabilen
eserlerin istatistikî olarak genel durumu şu şekildedir:
İnşa Edilen Ayakta Kalan Eser
Balkan Ülkeleri Oran
Eser Sayısı Sayısı
Arnavutluk 1015 200 % 20
Bosna-Hersek 3560 657 % 18
Bulgaristan 3339 518 % 16
Hırvatistan 241 52 % 22
Karadağ 222 95 % 43
Kosova 361 221 % 61
Macaristan 724 41 % 06
Makedonya 1413 484 % 34
Romanya 291 110 % 38
Sırbistan 909 162 % 18
Yunanistan 3771 750 % 20
GENEL TOPLAM 15.846 6.670 %42
ARNAVUTLUK
Arnavutluk, 1463’ de Fatih Sultan Mehmet tarafından Osmanlı toprakla-
rına katılmıştır.6 Osmanlı Döneminde Arnavutluk’ un 9 kazası bulunmaktay-
dı. Arnavutluk 1940 – 1990 yılları arasında katı bir komünizm döneminden
geçirmiştir. Bu dönemde her çeşit dini düşünce ve dini hayat yasaklandığı
gibi, bütün dini yapılara karşı uygulanan bir tahribat da vardır. Haliyle, bu
tahribattan Türk yapıları da nasibini almıştır. Birçok cami, tekke, medrese,
imaret, han ve hamam yapısı ya yıkılmış yâda farklı amaçlar için kullanıl-
mıştır. Örneğin Tiran’daki Ethem Bey Camii ve Berat’taki II. Beyazıt camii
basket sahası, Giyokastra’daki kale hapishane, Tiran Bektaşi Tekkesi kim-
sesiz yaşlıların yurdu olarak kullanılmıştır. Ayakta bıraktıkları sivil mimari
örneklerimizden saray, konak ve ev gibi yapıları da kendi ulusal mimarileri
olarak takdim etmektedirler. Türkiye’de Safranbolu ev örneklerinin bulun-
duğu Berat şehrindeki Türk evlerini Arnavut ulusal mimarisi olarak empoze
edilmesi gibi. Başbakanlık Osmanlı Arşivi ile Vakıflar Genel Müdürlüğü ve
Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü Arşivlerindeki belgelere dayanarak Arna-
BOSNA-HERSEK
B O S N A -H E R S E K ’İ N G E N E L Ö Z E L L İ K L E R İ
� Yüz Ölçümü: 51.129 km2
� Para Birimi: Bosna-Hersek Markı
� Resmi Dili: Boşnakça, Sırpça, Hırvatça
BULGARİSTAN
4. Saraybosna Gazi Hüsref Bey 5- Saraybosna Gazi Hüsref Bey 6- Saraybosna Gazi Hüsref Bey
Medresesi Hanikâhı Bedesteni
14 Omerdiç, a. g. e. s.461.
15 S. Husedzinoviç, Kulturna Baştina, Sarajevo 1998, s. 4.
16 Husedzinoviç, a. g. e. , s.5.
Mehmet Z.İBRAHİMGİL / Ammar İBRAHİMGİL 595
7-Hünkâr Camii Dış Görünüşü 8-Hünkâr Camii İç Görünüşü Poçitel, İbrahim Paşa Camii
10- Mostar Mehmet Paşa Camii 11-Mostar Köprüsü 12- Vişegrad Drina Köprüsü
Bulgaristan’da 2001,
2003 ve 2004 yılları ara-
sında arazide yaptığımız
envanter çalışması sıra-
sında toplam 518 yapı-
nın ayakta olduğu tespit
edilmiştir.
1-Filibe Hüdavendigar Camii Dış Görünüşü 2-Filibe Hüdavendigar Camii İç Görünüşü 3- Filibe Şehabettin Camii Dış Görünüşü
4-Filibe Şehabettin Camii Dış Görünüşü 5-Şumnu Şerif Halil Paşa Camii 6- Razgrad, İbrahim Paşa Camii
7- Sofya, Banyabaşı Camii 8- Sofya Mahmut Paşa Camii 9- Yanbolu Eski Cami Dış Görünüşü
10- Sofya Sofu Mehmet Paşa Camii 11- Otman Baba Türbesi 12-Kırcali Mederese
Mehmet Z.İBRAHİMGİL / Ammar İBRAHİMGİL 597
G E N E R A L P R O P E R T I E S O F C R OAT I A HIRVATİSTAN
� Area: 56.594 km2
� Currency: Kuna
Bugünkü siyasi sınırları
� Official Languages: Croatian ile Hırvatistan topraklarının
büyük bir kısmı 15. Yüzyı-
lın sonlarından 16. Yüzyılın
ilk yarısına kadar Osman-
lı hâkimiyetine katılmıştır.
Osmanlı idaresinin dışında
kalan Dubrovnik, Trogir,
Pula ve Rijeka gibi Adriya-
tik sahilindeki liman şehirle-
ri, yıllık vergi sistemine tabi
tutulmuşlardır. Hırvatistan, Osmanlı Devletinin Orta Avrupa’ya idari olarak
uzandığı en uç ülkelerden biridir. Osmanlı döneminde Hırvatistan üç Sancak
Beyi tarafından idare edilmektedir. Bu üç Sancak Beyliğinden biri Pozega,
diğeri Klis ve Osijek’tir (Aliçiç, 1965, 220). Başlangıçta her üç Sancak Beyi
de Bosna Vilayetine bağlı idi. Daha sonra Osmanlı toprakları Macaristan’a
doğru genişledikçe, Pozega ve Osiyek Sancağı Budin Vilayetine, Klis-Split
ise Hersek Vilayetine bağlanmıştır (Şabanoviç, 1982, 176). Hırvatistan’da
Osmanlı döneminde inşa edilen Türk eserleri genellikle Salavonija-Baranje
bölgesi ile Krajina-Dalmacija bölgesidir. Salavonya-Baranje olarak adlandı-
rılan ve Pozega Sancağına bağlı bölgede, Osijek, Cakovo, Gardişka, Vuko-
var, İlok, Slavonski Brod, Pozega, Valpovo, Slunj, Virovitica, Orahovica, Pet-
rinje, Sisak, Slatina, Obrovac ve Naşica şehir ve kasabaları kapasamaktadır.
Hırvatistan’ın Dalmaçya-Krajina bölgesindeki Osmanlı hâkimiyeti, 1471’de
Drniş, Knin, Senj ve Split-Klis bölgesini, 1519 Klis Sancağı kurularak Za-
dar-Vrana’dan başlayarak Dubrovnik’e kadar Adriyatik Denizi sahil şeridine
hakim olmuşlardır (Firiç, 1996, 31). 1878 Berlin Anlaşması ile Hırvatistan’ın
Slavonija bölgesi Osmanlı’nın idaresinden çıkıp, Avusturya-Macaristan dev-
letlerinin idaresine, Dalmacija bölgesi ise Venedik Devleti’nin ve ardından
İtalya’nın etkisi altında kalmıştır.
Başbakanlık Arşivi ile Vakıflar Genel Müdürlüğü ve Tapu Kadastro Genel
Müdürlüğü Arşivlerindeki belgelere dayanarak Hıvatistan’da Osmanlı idare-
si döneminde toplam 187 vakıf eserinin inşa edildiği anlaşılmaktadır.18 Bu
A). Hırvatistan’da
Osmanlı Arşiv kayıtla-
rına göre inşa edilmiş
yapılar:
Hırvatistan 1878’de
Türk hâkimiyetinden
çıktıktan sonra Avustu-
ya idaresine geçmesiyle
buradaki Türk eserlerine
karşı amansız bir tahri-
bat siyaseti uygulanmış-
tır. 2005 yılında arazide
yaptığımız envanter ça-
lışmasında ayakta olan
53 yapı tespit edilmiştir.
Hırvatistan’da ayakta kalmış önemli yapılar arasında, Vukovar-İlok türbe
ve hamam, Osijek iç kale, Kasım Paşa Camii ve türbe izi, Cakovo Memi
Paşa Camii (Zupna Svih Svetih Kilisesi), Cakovo-Gorjani Yahya Bey Kulesi,
Drniş Kale Camii ve Terzi Balcı Camii (Aziz Anton Kilisesi) ile Omiş-Klek
Kulesini sayabiliriz. Burada Avusturya’nın Türk eserlerine karşı başlattığı te-
mizlik hareketi belki de en şiddetli bir şekilde uygulandığı yer Hırvatistan’ın
olduğunu söyleyebiliriz.
Mehmet Z.İBRAHİMGİL / Ammar İBRAHİMGİL 599
1-Drniş, Terzi Balcı Camii 2-Dubrovnik, Gümrük Binası 3-Dubrovnik Osmanlı arşiv Belgeleri
6-Zadar, Vrana Yusuf Paşa Hanı 5-Vukovar/İlok Kale Split/Klis Bali Bey Camii
G E NE R AL P R OP E R T IE S OF MONT E NE G R O
� Area: 13.816 km2
Currency: Euro
�
KARADAĞ
� Official Languages: Montenegrin
Başbakanlık Osmanlı
Arşivi ile Vakıflar Genel
Müdürlüğü ve Tapu Ka-
dastro Genel Müdürlüğü
Arşivlerindeki belgelere
dayanarak Karadağ’da
Türk hâkimiyeti dönemin-
de toplam 222 eserin inşa
edildiği anlaşılmaktadır
19. Bunların kullanım amacına göre dağılımı şu şekildedir:
19 Ayverdi, a. g. e. C. 2, s. 250
600 Balkan Ülkelerinde Türk Kültür Mirasının Günümüzdeki Mevcut Durumu
Karadağ ve Sancak
bölgesi dahil olmak üze-
re günümüzde ayakta ka-
labilen eserlerin sayısı
takriben 80-90 civarın-
dadır. Ayakta olan yapı-
ların çoğu Sancak bölge-
sinde Rojaj, Tutin, Bar,
Nikşiç, Ulçin, Budva ve
Podgoriça şehirlerindedir.
En önemli yapılardan biri
Bar Kalesi ve Su Kemeri’dir.
KOSOVA
Kosova, 1389’daki “Koso-
va Muharebesi” ile Türk ida-
resine katılmıştır. Arnavut ve
Türk nüfusun çoğunlukta ya-
şadığı Kosova’da hemen her
şehir ve kasabada Türk eser-
lerini görmek mümkündür.
Günümüzde kısmen de olsa
Türk-Osmanlı şehir dokusu-
nu hala koruyan Prizren, İpek,
Priştine ve Cakova şehir merkezleri vardır. Kosova’da en önemli yapılar ara-
sında Priştine yakınında Meşhedi Hüdavendigâr Türbesi, Priştine’de Fatih
Camii, Sultan Murat Camii, Yaşar Paşa Camii, Prizren’de Sinan Paşa ve Gazi
Mehmet Paşa Külliye yapıları ile Cakova (Yakova)’da Hadım Camii ve Mah-
mut Paşa camilerini sayabiliriz. Başbakanlık Osmanlı Arşivi ile Vakıflar Ge-
nel Müdürlüğü ve Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü Arşivlerindeki belgelere
dayanarak Kosova’da Osmanlı dönemine ait 576 eserin kaydı olduğu anlaşıl-
maktadır. Son 1999’daki Kosova’daki iç savaşta kısmen veya tamamen tahrip
olan yapıların sayısı takriben 80 civarındadır. Bu savaşta en fazla hasar gören
İpek, Cakova, Gilan ve Mitrovica’deki yapılardır. Savaştan hasar gören bu
yapılardan sadece 10-15 yapı onarılabilmiştir. Kosova’da 2001-2006 yılları
arasında arazide yaptığımız envanter çalışmaları sonucunda, ayakta olduğu
tespit edilen eserlerin kullanım amacına göre durumu şu şekildedir:
Kosova’da Osmanlı-Türk Yapılarının Arşiv kayıtlarında Günümüzde-
ki Mevcut İstatistikî Durumu:
602 Balkan Ülkelerinde Türk Kültür Mirasının Günümüzdeki Mevcut Durumu
K O S OV O – g r a phic
Priştine Sultan I. Murat Türbesi Priştine Sultan I. Murat Türbesi Priştine Sultan I. Murat Türbesi
Prizren Fatih Sultan Mehmet Prizren Fatih Sultan Mehmet Prizren Fatih Sultan Mehmet
Namazgâhı Namazgâhı Namazgâhı
Priştine Fatih Camii Mehmet Paşa Hamamı Prizren Sinan Paşa Camii
Priştine Sultan Murat Türbesi Selamlık Prizren, Sinana Paşa Camii Priştine Gazi Mestan Türbesi
Cakova Terziler Köprüsü Vuçetırn Mahmut Paşa Köprüsü Priştine Yaşar Paşa Camii
Mehmet Z.İBRAHİMGİL / Ammar İBRAHİMGİL 603
MACARİSTAN
Macaristan’da 16. ve
17. Yüzyılda süren Türk
hâkimiyeti 150 yıla yakın
bir süre devam etmiştir.
Burada Türk eserlerinin
yoğun olduğu şehirlera-
rasında, Budapeşte, Peç,
Szigetvar, Egri, Siklos,
Estergon, Hatvan ve Mo-
haç şehirlerini sayabili-
riz. Osmanlı döneminde
sadece Budin’de 24 cami, 46 mescit ve türbe, 5 medrese,16 okul,10 tekke,8
kaplıca, 5 hamam, 1 baruthane ve 75 çeşme yapısı olduğu belirtilmektedir.20
E.H.Ayverdi’nin ve Geza Feher’in yaptıkları araştırmalara göre Osmanlı hâ-
kimiyeti döneminde 724 Türk eseri inşa edildiği belirtilmektedir 21. Bu eser-
lerin kullanım amaçlarına göre dağılımı şu şekildedir:
Macaristan’ın Türk hâkimiyetinden sonra Avusturya’nın Habsburg İmpa-
ratorluğu idaresine girmesiyle Türk eserlerinin çoğu yıkılmıştır. Ayakta olan
cami örneklerinden bir kısmı müze, birkaçı kiliseye dönüştürülmüş, geriye
kalanları da farklı amaçlar için kullanılmaktadır. Macaristan’da ayakta ka-
labilen önemli yapılar arasında Budapeşte’de kiliseye dönüştürülen Toygun
Paşa Camii duvar izleri, Gül Baba Türbesi ve 3 hamam, Peç Gazi Kasım
Paşa ve Yakovalı (Cakovalı) Hasan Paşa Camileri ile İdris Baba Türbesi, Szi-
getvar Kale içi Kanuni Sultan Süleyman Camii ve şehir merkezinde kliseye
dönüştürülen Ali Paşa Camii ve Eger’de Kethuda Cami minaresini sayabili-
riz. Günümüzde kısmen veya tamamen ayakta olan yapı sayısı 42’dir.
20 G. Feher, “Macaristan’da Osmanlı Mimarisi” , Kültür ve Sannat, Aralık sayısı, Ankara
1991, s.19
21 Ayverdi, a.g.e., C.1, s.271
604 Balkan Ülkelerinde Türk Kültür Mirasının Günümüzdeki Mevcut Durumu
Budapeşte Gül Baba Türbesi Budapeşte Sokullu Mustafa Paşa Budapeşte Galiçya Şehitliği
Hamamı
Eger Kale
Mehmet Z.İBRAHİMGİL / Ammar İBRAHİMGİL 605
MAKEDONYA
G E N E R A L P R O P E R T IE S O F M A C E DONIABugünkü Makedonya
� Area:
�
25.713 km2
Currency: Macedonian Denar
bölgesi, 1392 yılında Paşa
�
�
Official Languages: Macedonian, Albanian
Regional Languages: Turkish, Bosnian, Serbian
Yiğit Bey tarafından Osmanlı
İmparatorluğu topraklarına
katılmış, 10 Ağustos 1913
tarihli Bükreş Antlaşması ile
Sırbistan’a verilişine kadar
521 yıl Osmanlı yönetiminde
kalmıştır. Makedonya’da
günümüzde kısmen de olsa
Türk şehir dokusunu yansıtan önemli şehirlerarasında Üsküp (Skopje), Ma-
nastır (Bitola), Ohri, Prilep, Kratovo ve Kalkandelen (Tetovo)’i sayabiliriz.
Bu dönem içinde, Başbakanlık Osmanlı Arşivi ile Vakıflar Genel Müdürlüğü
ve Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü Arşivleri, Makedonya Milli Tarih Arşivi
ve mahalli vakıf kuruluşlarında incelenebilen vakfiye ve defter kayıtlarından,
Makedonya’da Osmanlı hâkimiyeti döneminde 1413 yapının inşa edildiği
anlaşılmaktadır22. Makedonya Cumhuriyeti Kültür Varlıklarını Koruma Ku-
rulu tarafından 225 Osmanlı-Türk vakıf eseri tescil edilmiştir. Bunlardan 107
tanesi “Tarihi Eser” ve 118 tanesi kültür varlığı olarak kayıtlıdır. Tarihi Eser
statüsünde olan yapılar Makedonya Koruma Kurulu denetimi ve korumasın-
dadır. Bu statüde olan eserlerin 43’ü dini, 64’ü sosyal amaçlı yapılardır. Söz
konusu kurumda, “Kültür Varlığı” olarak tescil edilmiş 118 Türk eseri ise,
koruma altında değildir. Bu eserlerin 93’ü dini, 25’i ise sosyal amaçlıdır.
A). Makedonya’da Osmanlı Arşiv kayıtlarına göre inşa edilmiş yapı-
lar:
Makedonya Cum-
huriyeti Tabiat ve Kül-
tür Varlıklarını Koruma
Enstitüsü tarafından
kısmen veya tamamen
restore edilen yapıla-
rın sayısı 20 civarın-
dadır. Restorasyon ve
konservasiyona tabi
tutulan yapıların ço-
ğunluğu Üsküp’tedir.
Bu şehirde 1963 dep-
reminde hasar gören
yapıların önemli bir
kısmı, UNESCO’nun maddi desteğiyle Makedonya Cumhuriyeti Tabiat ve
Kültür Varlıklarını Koruma Enstitüsü tarafından restore edilmiştir. Makr-
donya’da 2001 yılındaki iç çatışmalarda, Manastır, Pirlepe, Ştip ve Kava-
darci bölgesinde birçok Osmanlı eseri kundaklanarak hasar gördü. Bunların
başında Pirlepe Çarşı Camii, Manastır Yeni Camii gelmektedir. Pirlepe Çarşı
Camii tarihi eser statüsünde olmasına rağmen hala onarılmasına izin veril-
memiştir. Makedonya’da Osmanlı idaresinin çekilmesinden sonra özellikle
şehir varoşları ile köylerde eski vakıf eserlerin yerine yeni vakıf eserleri inşa
edilmiştir. Günümüzde bunlardan ayakta kalabilen vakıf eserlerin sayısı 494
civarındadır.
Mehmet Z.İBRAHİMGİL / Ammar İBRAHİMGİL 607
Manastır Haydar Kadı Camii Manastır Haydar Kadı Camii Manastır Askeri İdadi
Üsküp İsa Bey Camii Üsküp İshak Bey camii Üsküp Yahya Paşa Camii
ROMANYA
Başbakanlık Osmanlı Arşivi ile Vakıflar Genel Müdürlüğü ve Tapu Ka-
dastro Genel Müdürlüğü Arşivlerindeki belgelere dayanarak Romanya’da
Türk hâkimiyeti döneminde toplam 291 yapı inşa edilmiştir. 23 Kullanım
amaçlarına göre yapıların dağılımı şu şekildedir:
SIRBİSTAN
G E NE R AL P R OP E R T IE S OF S E R B IA Sırbistan, Osmanlı idare-
� Area: 88.361 km2 sine 1521’de katılmış, 1867
� Currency: Serbian Dinar
Orta Sırbistan ve 1913 yı-
� Official Languages: Serbian
lında Sancak bölgesi dahil
tamamen Osmanlı hâkimiye-
tinden çıkmıştır. Sırbistan’da
beş asra yakın Osmanlı hâ-
kimiyeti döneminde, Türki-
ye’de Osmanlı Arşivi, Tapu
Kadastro ve Vakıflar Genel
Müdürlüğü Arşivlerindeki
kayıt defterlerine dayanarak
910 yapının inşa edildiği bilinmektedir. Arşivlerde kayıtları tespit edilen bu
yapıların kullanım amacına göre dağılımı: dini (cami, tekke türbe vd), eği-
tim (medrese, mektep vd;), ticari (han, bedesten, kervansaray vd), sosyal
(hamam, köprü, çeşme vd), sivil (konak, saray, ev vd); kamu (saray, gümrük
binası, postane vd); askeri (kale, kule, kışla vd) yapı türlerini sayabiliriz. Bu
bilgi tablo 1’de daha detaylı bir şekilde gösterilmiştir.
2005-2006 yılları arasında Sırbistan’ın genelinde yaptığımız envanter ça-
lışmasında, kısman veya tamamen ayakta olan 162 yapı tespit edilmiştir. Gü-
nümüzde ayakta olan bu eserlerden büyük bir kısmı Sırbistan Kültür Bakanlı-
ğı tarafından tarihi eser statüsünde tescil edilmiş ve koruma altındadır. Ancak
hala tescil edilmeyen yapılar da vardır.
Ayverdi’nin eserine baktığımızda yapıyı şöyle anlatır; “Şehirde 250 ca-
miden ayakta tek kalan budur; Evkaf kayıtlarında “Vakf-ı cam-i şerif Hü-
seyi Kethüda el- maruf cami-i şerif-i Bayraklı der varoş-ı mahrusa-i Belg-
rad” izahatiyle kaydedilmiş, ayrıca 1212 ( 1797- 1798) tarihli Başbakanlık
Arşivi Belgrad Tapu Defterinde kayıtlıdır24. Divne Curiç-Zamalo tarafından
“1521- 1867 Yılları Arasındaki Türk Hakimiyeti Döneminde Mimari ve İmar
açısından Belgrad “ konulu doktora tezinde 25, Belgrad’ta yeri tespit edilen ve
arşiv fotoğrafları bulunan 59 cami ve mescit, 2 Bedesten, 5 Kervansaray, 19
han, 3 medrese, 5 imaret, 2 şifahane, 11 çeşme ve 18 saray- konak yapısından
bahsetmektedir. Günümüzde ise Belgrad’ta Bayraklı Camii ve kale içinde iki
hamam kalıntısı ile Terazi Çeşmesi olarak adlandırılan bir çeşme yapısı ayak-
24 Ayverdi, Avrupa’da Osmanlı Mimarisi, İstanbul, 1982, s.131.
25 D. Curiç - Zamalo, Beograd Kao Orientalna Varoş Pod Turcima 1521-1867,
Arhitektonsko Urbanistiçka Studija, Beograd 1977, s. 287
610 Balkan Ülkelerinde Türk Kültür Mirasının Günümüzdeki Mevcut Durumu
tadır.
Sırbistan’da ayakta kalan Osmanlı dönemi yapıların çoğu Belgrad, Sme-
derevo, Niş, Pirot, Sokobanja, Novi Pazar, Leskovac, Preşevo, ve Vranja gibi
şehirlerde bulunmaktadır. Buna ilaveten, Tuna Nehri boyunca stratejik öne-
me sahip Kladovo Fethul-İslam Kalesi, Golubac Kalesi, Petrovaradin Kalesi,
Şabac ve Ram Kalesini de saymak gerekir. Mevcut yapıların büyük bir kısmı
Klasik Osmanlı dönemi mimari özelliklerini taşıyan yapılar olduğunu söyle-
yebiliriz. Şehir merkezlerindeki dini mimari örneklerinden camiler ve türbe-
ler malzeme olarak kesme taş ve kısmen tuğla kullanılmıştır. Sırbistan’daki
Osmanlı dönemi yapıları plân, hacim biçimlenişi, malzeme ve teknik, cephe
düzeni ve süsleme bakımından Osmanlı–Türk mimarisinin bir bölümünü teş-
kil etmektedir. Balkan ülkelerindeki Osmanlı eserleri Anadolu’daki çağdaşı
olan yapılarla pek çok bakımdan benzerlikler göstermektedirler.
Sırbistan, Osmanlı idaresine 1521’de katılmış, 1867 Orta Sırbistan ve
1913 yılında Sancak bölgesi dahil tamamen Osmanlı hâkimiyetinden çıkmış-
tır. Sırbistan’da Osmanlı hâkimiyeti döneminde, Arşiv kayıt defterlerine da-
yanarak dini, eğitim, sosyal, ticari, sivil, kamusal ve askeri amaçlı olmak üze-
re toplam 910 yapının inşa edildiği bilinmektedir. 2004-2005 yılları arasında
Sırbistan’ın genelinde yaptığımız envanter çalışmasında, 186 yapının kısman
veya tamamen ayakta olduğu anlaşılmaktadır. Günümüzde ayakta olan bu
eserlerden büyük bir kısmı Sırbistan Kültür Bakanlığı tarafından tarihi eser
statüsünde tescil edilmiş ve koruma altındadır.
Divne Curiç-Zamalo tarafından “ 1521- 1867 Yılları Arasındaki Türk
Hakimiyeti Döneminde Mimari ve İmar açısından Belgrad “ konulu doktora
tezinde 26, Belgrad’ta yeri tespit edilen ve arşiv fotoğrafları bulunan 59 cami
ve mescit, 2 Bedesten, 5 Kervansaray, 19 han, 3 medrese, 5 imaret, 2 şifaha-
ne, 11 çeşme ve 18 saray- konak yapısından bahsetmektedir. Günümüzde ise
Belgrad’ta Bayraklı Camii ve kale içinde iki hamam kalıntısı ile Terazi Çeş-
mesi olarak adlandırılan bir çeşme yapısı ayaktadır. Sırbistan’da günümüzde
sadece 152 yapı ayakta kalabilmiştir. Ayakta olan yapıların çoğu Sancak böl-
gesinde Novi Pazar, Rojaj ve Tutin ile Kardağ Cumhuriyeti’ndeki Podgoriça
şehirlerindedir. Sırbistan’da Türk eserlerinin mevcut durumu ise yok denecek
kadar azdır. Sadece Belgrad ve Niş’te göstermelik olarak 2-3 eser ayakta ka-
labilmiştir.
Ancak hala tescil edilmeyen yapılar davardır. Sırbistan’da ayakta kalan
%12
500
456
450
400
350
300
250
%4 184 %26
200
160
150
%11
100 76
53 47
33
50 19
7 8 4 4 10 10
0
DİNİ EĞİTİM TİCARİ ASKERİ SOSYAL KAMU SİVİL
YAPILAR YAPILARI YAPILAR YAPILAR YAPILAR YAPILARI MİMARİ
Niş Kale İçi Camii Niş Kale İçi Camii çizimi Belgrad Bayraklı Camii
Belgrad Ali Paşa Türbesi Golubac (Güvercinlik) Kalesi Novi Pazar İsa Bey Hamamı
12. YUNANİSTAN
Yunanistan 1385 Selanik zaferiyle Türk idaresine katılmıştır. Türkiye ile
Yunanistan arasında yapılan nüfus mübadelesinden önce Türk nüfusunun
Balkanlarda yaşadığı en yoğun ülkelerden biriydi. Balkanlarda Yunanistan’ın
Türk idaresine en erken katılan ülkelerden biri olması sebebiyle sayı itibariy-
le en fazla Türk eserinin bu ülkede inşa edildiği görülmektedir. Yunanistan’ın
kara bölgesinde, Türk eserlerinin yoğun olarak bulunduğu şehirler arasında
Selanik, Vardar Yenicesi, Kavala, Gümülcine, Dimetoka, Karaferye (Vero-
nia), İskeçe ve Yanya şehirlerini sayabiliriz.
Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Vakıflar Genel Müdürlüğü ve Tapu Kadast-
ro Genel Müdürlüğü arşivlerindeki belge ve bilgilere dayanarak daha önce
yapılan ön araştırmalarda, Yunanistan’ın genelinde (Adalar dâhil) Osmanlı
dönemine ait 3.771 vakıf eserinin inşa edildiğini mevcut tarihi vesikalardan
öğrenmekteyiz. Ancak, günümüzde bu eserlerden ne kadarı yıkıldı, ne kadarı
ayakta veya ayakta olanların mevcut durumları hakkında çok yüzeysel ve kı-
sıtlı bilgilere sahip olduğumuz malumunuzdur. Bu konuda günümüze kadar
614 Balkan Ülkelerinde Türk Kültür Mirasının Günümüzdeki Mevcut Durumu
ciddi ve bilimsel kriterlere uygun arazide yapılan bir çalışma yoktur. Yunanis-
tan’da Osmanlı eserlerinin kullanım amaçlarına göre dağılımı şu şekildedir27:
Yunanistan’da Osmanlı Arşiv Kayıtlarına Göre İnşa Edilen Yapılar:
Selanik İshak Bey Camii Selanik Ayasofya Camii Selanik Beyaz Kule
Girit Hanya Haseki Ahmet Ağa Camii Girit Resmo Sultan İbrahim Camii
Girit Hanya Hünkar Camii
616 Balkan Ülkelerinde Türk Kültür Mirasının Günümüzdeki Mevcut Durumu
Sonuç ve Değerlendirme
Sonuç olarak, Balkanlarda Türk eserlerinin durumuna genel olarak bak-
tığımızda, Makedonya, Bosna-Hersek ve Kosova’daki yapılar, diğer Balkan
ülkelerine nispetle daha iyi korunmuş ve bakımlıdır diyebiliriz. Balkanlar’da
1913’te Türk hâkimiyetinin çekilmesinden sonra, Türk yapılarının büyük bir
kısmı zamanla yıkılıp ortadan kaldırılmış; bir kısmı birkaç duvar parçası veya
harabe halinde, çok az bir kısmı da eski orijinal haliyle veya tamiratlarda
değiştirilerek günümüze ulaşabilmiştir. Yapıların büyük bir kısmının yok ol-
masında değişik tarihlerde vuku bulan savaşların, yangın ve deprem gibi tabii
afetlerin yanı sıra tarihi mirasa sahip çıkması gereken kurum, kuruluş ve kişi-
lerin bilinçsizliğinin de rolü vardır. En önemli sebep ise, Balkan ülkelerindeki
yönetimlerin şehir görüntüsünü Osmanlı varlığı ve kültürüne ait yapılardan
“temizlemek” maksadıyla şehir imar planlarını bahane ederek giriştikleri ka-
sıtlı tutumlardır.
Türklerin veya Müslüman nüfusun azınlıkta kaldığı Bulgaristan, Make-
donya, Bosna- Hersek, Yunanistan, Arnavutluk, Karadağ ve Kosova’ya na-
zaran, tamamen terk ettikleri Sırbistan, Macaristan, Romanya ve Hırvatistan
gibi ülkelerde bulunan Türk eserlerindeki tahribat büyük boyutlardadır. Bu
ülkelerdeki Türk eserleri ya bakımsız yada kendi haline terk edilmiş durum-
dadırlar. Burada ayakta kalmayı başaran bir kısım eserde sahipsiz kaldığı için
farklı amaçlarla kullanılmaktadır. Buna örnek olarak, Bulgaristan Sofya’da
Mahmut Paşa ve Sofu Mehmet Paşa Camileri; Macaristan Peç’te Kasım Paşa
ve Zigetvar’da Kanuni Sultan Süleyman ve Ali Paşa Camileri; Yunanistan
Kavala’da İbrahim Paşa, Atina’da Fatih Camii, Girit Adası İrakleo’da (Kan-
dilli)’da Fazıl Ahmet Paşa Camii, Resmo (Rhetimno)’da Hünkâr Camii, Les-
vos Adasında Mitilini’de Fatih Camii’ni; Hırvatistan’da Dırniş ve Cakovo
Camilerinin kilise olarak kullanılmasını gösterebiliriz.
Balkanlar’daki Türk yapıları plân, hacim biçimlenişi, malzeme ve teknik,
cephe düzeni ve süsleme bakımından Osmanlı–Türk mimarisinin bir bölümü-
nü teşkil etmektedir. Balkan ülkelerindeki Türk eserleri Anadolu’daki çağdaşı
olan yapılarla her yönden benzerlikler göstermektedirler. Balkanlar’da kıs-
men veya tamamen ayakta olan camilerin Erken ve Klasik Osmanlı Mimari-
si’nin plan ve hacim, malzeme, teknik ve süsleme anlayışını devam ettirdik-
leri dikkat çekmektedir.
Balkanlarda Osmanlı-Türk eserleri, Türklerin haklı olarak iftihar kaynağı
olmanın yanı sıra, aynı zamanda bölgede yaşayan insanların ve insanlığın
ortak mirası ve zenginliğidir. Bu itibarla söz konusu eserlerin korunması,
Mehmet Z.İBRAHİMGİL / Ammar İBRAHİMGİL 617
aslına uygun bir şekilde restore edilmesi ve kullanılması için öncelikle Tür-
kiye ve Balkan ülkelerinin ilgili kurumlarının işbirliği içerisinde bulunmaları
gerekmektedir. Başlangıçta Balkanlarda envanteri çıkarılmamış Arnavutluk,
Karadağ, Yunanistan, Romanya ve Macaristan’daki Türk eserlerinin bir en-
vanterinin çıkarılmasına acilen ihtiyaç vardır. Günümüzde, Kültür ve Turizm
Bakanlığı, Vakıflar Genel Müdürlüğü, Türkiye Diyanet Vakfı, TİKA, İR-
CİCA, İstanbul Büyük Şehir Belediyesi ile bazı vakıf ve belediyelerimizin
özel gayretlari ile Balkan ülkelerinde yürüttükleri restorasyonlar vardır. Tür-
kiye’nin son 10 yıl içinde Balkan ülkelerinde biçok yapının restorasyonunu
gerçekleştiröiştir.
Burada isimlerini sayma imkanı bulamadığımız yapıların restorasyon-
larında idari anlamda karşılaşılan sıkıntılar vardır. Görülmeyen bir güç
bunların restorasyonunu engellemeye çalışmaktadır. Bunu bürokrasi-
nin işleyişinde, siyasi tavırlarda görmek mümkündür. Bu sıkıntıları aş-
mak için, Balkan uluslarının geçmişin esiri olmadan, ancak tarihten ger-
ekli dersleri de çıkararak, yaralarını sarması ve yeni bir barış ortamı tesis
etmesinin, tüm bölge ülkelerinin işbirliğini öne çıkaran bir dayanışma ge-
rektirdiğine inanmaktayız. Balkanlarda sağlanacak genel istikrar ve refah
kuşkusuz tüm insanlığın ve yakın bölgesi Avrupa’nın yararına olacaktır.
Balkanlar farklı etnik kökenlerin farklı din ve mezheplerin birarada iç içer
yaşadığı bir coğrafyadır. Bu farklılıkları ne zaman biz bir zenginlik olarak
görmeye başlarsak, ne zaman çok kültürlülüğü temel bir güç kaynağı olarak
görmeye başlarsak o zaman Balkanlarda kalıcı bir barışı ve kalıcı bir huzuru
sağlayabileceğimize inanıyoruz.
Azerbaycan`da Dini Hayat
Mehriban QASIMOVA1
rihçileri dile getirmiştir6), bölge halkının yerleşik kültüre İslam ile birlikte
geçmediğini ve İslam`dan önce de burada, köklü İran kültürünün bir parçası
mahiyetinde, yerleşik bir kültürün var olduğunu göstermektedir. Yalnız İslam
medeniyyetinin canlanmasıyla birlikte bu şehirler ve yerleşim bölgeleri daha
da gelişmiş ve önemli kültür merkezleri haline gelmiştir.
İster İslam`dan önceki dönemde, isterse de İslam`dan sonraki dönemde
Azerbaycan bölgesi dini, kültürel, toplumsal, ekonomik vb. yönlerden İran`la
çok yakın bağlara sahip olmuştur. Tarihi araştırmalara göre XIV-XV. yüz-
yıllarda hem İran`da, hem de Azerbaycan`da çoğunlukla Sünni–Şafii Müs-
lümanlar yaşamıştır7. XVI yüzyılın başlarında Safevi devletinde Şiilik resmi
mezhep olarak kabul edildikten sonra Azerbaycan bölgesinin Aras nehrinden
güneyde olan kısmının tümünde, Aras nehrinden kuzeyde olan kısmında ise
kuzey bölgesi dışındaki bütün bölgelerde Şiilik hakim mezhep durumuna gel-
miştir. Şunu da söylemek gerekir ki, bu süreç kendi tabii seyri ile gerçekleş-
memiş, bazı bölgelerde Şiilere tanınan bazı imtiyazlarla toplumsal baksılar
yapılmıştır. Sonuç itibarile bazı kimseler de komşu Sünni ülkelere kaçmış, bir
kısmı ise sürekli direniş göstermeye devam etmiştirler8.
XVIII yüzyılın ortalarına doğru İran`da merkezi iktidarın tamamen zayıf-
lamasıyla birlikte Azerbaycan`da birçok bağımsız küçük devletler – Hanlık-
lar ortaya çıkmıştır. Bütün hanlıklarda mülki, idari ve kişilerarası adli işlemler
şer`i ve örfi hukukla düzenlenmiş9 olduğu için, hanlıklar arasında bir kopuk-
luk söz konusu değildi. Hanlıklarda temel dini unsur İslam olmakla beraber
Hıristiyanlar ve az sayıda Yahudiler de vardı; ehli kitap muamelesi gören bu
azınlıkların kendi dini inanç ve pratiklerini sürdürmeleri için hiçbir engelleme
de olmamıştır10. Hanlıklar döneminde eğitim camilerde ve özel olarak evlerde
yapılmakla beraber içerik esasen geleneksel İslami ilimlerden oluşmakta idi.
Yüksek din tahsili almak isteyen Şii din adamları en muteber yer saydıkları
İrak ve İran`daki ilmi merkezler, Sünni din adamları ise Osmanlı medrese-
lerine, özellikle İstanbul ve Şam`daki medreselere giderlerdi. Bu durum ise
Azerbaycan müslüman halkının İran ve Osmanlı ile dini-kültürel, hatta siyasi
bağlarını sürekli canlı tutmaktaydı. Bu dönemde bilgili din adamlarının Sün-
niler arasında “efendi”, Şiiler arasında ise İran`da olduğu gibi “ahund” olarak
isimlendirilmesi de bu bağların en önemli göstergelerinden biridir.
Hanlıklar döneminde büyük önem atfedilen ve halk arasında büyük nüfuza
sahip olan diğer bir dini zümre de seyyidler idi. Seyyidler birçok Hanlıkta
önemli orana sahiptiler. Özellikler Şiilerin büyük saygı gösterdikleri seyyid-
lerin Hz.Peygamber soyundan geldikleri kabul edilmiştir. Onların belirli bir
görevi yoktu ve saygınlıkları da dini konulardaki bilgilerine göre değil, pey-
gamber ve ehli-beyt soyuna mensup olmalarından ireli geliyordu. Halk ara-
sında seyyidlere humus, zekat, nezir ve sadaka vermek kutsal bir borç olarak
kabul edilirdi. Peygamber soyundan olduğu kabul edilen saygın din adamları
ise genellikle türbelerde bulunuyordu11 ki, türbeler toplumsal hayatta önemli
yere sahiptiler. Araştırmacılara göre söz konusu dönemde türbeler toplumsal,
kültürel ve siyasi merkezler olarak nitelenmektedir12. Genellikle din alimle-
rinin, şeyhlerin, tarikat büyüklerinin ve İmamiyye Şia`sında özel saygı duyu-
lan On İki İmamın akrabalarının mezarları üzerinde yapılan türbeler, sadece
ziyaretgah değil, özellikle Sünni halk arasında şeyhlerin tekke ve zaviyeleri
de bulunmaktaydı13.
Hanlıklar döneminde mezheplerarası ilişkiler bir hayli yumuşamış, bazı
küçük anlaşmazlıklar ve ihtilaflar dışında14, büyük çaplı ve uzun süreli her
hangi Sünni-Şii çatışması tarihi kaynaklarda yer almamış, aksine, bu dönem-
de Şii ve Sünni mezheplerini birleştirmeyi amaçlayan kitaplar da yazılmış-
tır15. Aynı zamanda Hanlıklar arasındakı iç savaşlarda hiç bir mezhebi bir
renk veya şiara rastlanmamakta, hatta farklı mezheplere mensup Hanlıklar
arasında müttefikliklerin ve akrabalık ilişkilerinin kurulduğu da görülmekte-
dir16.
Azerbaycan bölgesinin ticari-ekonomik ve askeri-stratejik önemi, XVIII
yüzyılın ortalarına doğru ortaya çıkan Hanlıkların bağımsızlıklarını devam
ettirmelerine fırsat vermedi. Şöyle ki, dönemin en güçlü devleti olan Rus-
ya`nın buraya ilgisi XIX yüzyılın başlarında (1828 yılında) işgal hareklerini
İran`la imzaladığı Türkmençay antlaşması ile resmileşmiştir. Bu antlaşmaya
göre Azerbaycan`ın Aras nehrinden kuzeyde olan bölgesi Rusya`nın egemen-
11 Resul Huseynli, Azerbaycan Ruhaniliyi, Bakü, 2002, s.30-31
12 Meşedixanım Nemet, Azerbaycan Pirleri, Bakü, 1992, s.5-6.
13 Meşedixanım Nemet, a.g.e., s.6.
14 Muriel Atkin, a.g.e., s. 74.
15 Örnek olarak, Kuba Hanı Feteli Han`la samimi oldukları bilinen Molla Muhammed İbn-
Molla Necefgulu Bakuyi ve Hacı Muhammed Çelebi bu konuda bazı çalışmalar yapmıştır.
Bkz. A. Bakihanov, Gülüstani-İrem, Bakü, 2001, s.250.
16 Ziya Bünyadov, Azerbaycan Tarihi, Bakü, 1994, s. 526-537.
622 Azerbaycan`da Dini Hayat
liğinde olmasıyla birlikte, İran ve Osmanlı ile olan dini ve kültürel bağlarını
koparmamış, ama bugün Azerbaycan Cumhuriyeti olarak bilinen bu bölge,
Rusya`nın egemenliği altında, Güney Azerbaycan`dan farklı sosyal-tarihi bir
yol takip etmiştir.
Zaman-zaman İran`ın ve Osmanlı`nın siyasi nüfuz alanına giren Azerbay-
can XIX yüzyılda Çarlık Rusyası`nın sömürgesi haline gelmesi, onun siyasi,
fikri, sosyal ve dini hayatında bu ve sonraki dönemlerde etkili olmuştur. Bu
bakımdan da, bazı araştırmacılara göre, Azerbaycan`ın bugünkü sosyo-kül-
türel ve sosyo-dini yapısının anlaşılması, büyük ölçüde gerek Çarlık Rusyası
gerekse de Sovyet hakimiyeti dönemlerinin tahliline ve anlaşılmasına bağ-
lıdır17. Çarlık Rusya`sının temel siyaseti, diğer Türk topluluklarında olduğu
gibi, Azerbaycan`da da asimile etme politikası olduğu için, milli uyanış ve
birliği zorlaştıracak önlemler daim dikkate alınmış, bu çerçevede özellikle
mezhep ihtilafları körüklünmeye çalışılmıştır. Söz konusu asimile politikası-
na göre göç siyaseti daha etkin hal kazanmıştır. Hıristiyanlaştırma siyasetine
göre Türkiye ve İran`dan özellikle Ermeniler getirilmiş, birçok Türk topluluk-
larında olduğu gibi Azerbaycan`ın da çeşitli bölgelerine iskan etdirilmiştir18.
Sonuç itibarile Hıristiyanlaştırma çabaları istenilen neticeyi veremeyince bu
konuda yumuşama siyaseti izlenmiştir19. Bu dönemde Şii-Sünni gerginliğinin
de zaman zaman halk arasında yaşandığını da belirtmek gerekir. Her ne kadar
din görevlileri birleştirici, bütünleştirici nasihatlarda bulunsalar da, iki gele-
neğin tarihten gelen zıtlaşmalarının zaman zaman yükseldiği de bir sosyal
realite olarak karşımıza çıkmaktadır. Çarlık Rusya döneminde Azerbaycan`da
dine, din eğitim ve öğretimine, dini kurumlara ve müslüman tebaaya baskı-
lar, müdahaleler, engellemeler, sınırlandırmalar koyulmasına rağmen, birçok
araştırmacılara göre Azerbaycan`da İslam Düşüncesi geleneği yine de olduk-
ça yukarı seviyelerde hayatiyetini davam ettirmiş, bu konuda iyi yetişmiş ilim
ve fikir adamları ortaya çıkmıştır20.
1920-ci yıldan itibaren Azerbaycan`da Sovyet hakimiyeti politikası hakim
olmuştur ki, bu politikaya göre İslam`ın ya da herhangi başka bir dinin ekono-
mik ve siyasi hayata, devlet kurumlarının faaliyetlerine etki etme imkanı yok-
tu. Seküler temel üzerine kurulmuş eğitim faaliyetlerini de dinin etkisinden
uzaklaştırmak suretiyle toplum bireylerine dünyevi bakış açıları ve “yaratma”
17 Abdulvahap Taştan, “Azerbaycan`da Sosyo-Kültürel Değişme, Din ve Dinsel Canlanma”,
Biliğ-Bilim Kültür Dergisi, Sayı 25 Güz -2003, Ankara, s. 11.
18 Allahşükür Paşazade, a.g.e., s. 93.
19 Abdullah Ehedov, Azerbaycan`da Din ve Dini Teşkilatlar, Bakü, 1991, 56-57.
20 Halis Albayrak, “Azerbaycan`da Din”, Türk Dünyasının Dini Meseleri (Kutlu Doğum
Haftası: 1997), TDV Yayınları, Ankara, 1998, s.132.
Mehriban QASIMOVA 623
29 Elem – demirden yapılmış sağ eldir. Sağ elin beş parmağı ise sembolik anlamda beş
masumu: Hz.Peygamber, Hz. Ali, Hz. Fatima, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin`dir.
626 Azerbaycan`da Dini Hayat
ederler, orada da mersiyeler okunur, dualar edilir. Daha sonra Aşure`den iti-
baren İmam`ın 3`ü, 7`si ve 40`ı günlerinde yine merasimler yapılır ve 40 gün
boyunca yas tutulur. Muharrem ayı girdiği günden itibaren, özellikle Aşu-
re`den sonraki 40 gün içinde alkollü içki kullanmak ve düğün vb. eğlenceler
düzenleme teşebbüsleri Şii halkda (özellikle Sovyet kuşağı tarafından) ciddi
sosyal baskıyla karşılanmaktadır. Son dönem yapılan sosyoloji araştırmala-
ra göre, Muharremlik döneminde Sünni halkın, özellikle Şiilerle iç içe veya
yakın bölgelerde yaşayanların, Muharremlik döneminde kutlama törenleri
yapmadıkları ve hatta komşulukta yaşayan Sünni köylerin de Şiilerin mera-
simlerine katıldıkları ve ehsan dağıttikları da bilinmektedir30. Bugün Aşure
gününde camilere, pirlere veya ayrı ayrı evlere ve mahallelere toplanan insan-
lar Hz. Hüseyn`in katledilmesiyle ilgili mersiyeler söyler ve mersiye ritminin
eşliğinde el ile göğüslere vururlar, bazıları ise sembolik anlamda zircirle sırt-
larını döverler. Son yıllarda devlet konumunda kan bağışı kampanyaları da
özellikle Muharrem ayında yapılmaktadır. Bu ise Aşure günü kanlı facia ile
ilgili olarak sembolik anlamda Şii toplumun manevi tatmini için uygulunan
bir yöntemdir ki, bugünlerde yüzlerce Şii vatandaş kan bağışı yapmaktadır.
Bundan başka Aşure gününde ve sonrasında çay, helva, hedik31 vb. yiyecekler
ve içecekler “ehsan” (ihsan-ikram) olarak dağıtılır. İnsanlar Kerbela`da şehit
olanların ruhuna ve kendi geçmişlerinin ruhlarına Kur`an okuturlar, kutsal
mekanları ve seyyidlerin türbelerini ziyaret edirler. Aşure günü camilere ve
seyyidlere nezirler32 ve çeşitli adaklar da sunulur. Aşure günü merasim bittik-
ten sonra, katılımçılara siyah bezden bir parça verilir ve o sağ ele bağlanır.
Bunun anlamı ise, hem o kişinin Aşure`ye katıldığını gösterir, hem de o ki-
şinin İmam`ın 40`na kadar yasta olduğunu bildirir. Azerbaycan`da özellik-
le Bakü, Lenkeran, Masallı, Salyan, Gence gibi illerde Aşure günü cadırlar
kurulur ve ehsanlar verilir. Ayrıca Aşura günü öğlen saat 12`ye kadar birçok
market ve işhanıları çalışmıyor.
30 Behram Hasanov, Azerbaycan`da Din: Sovyetler`den Bağımsızlığa Hafıza Dönüşümleri,
İSAM yayınlar, İstanbul, 2011, s.186
31 Hedik – 7 çeşit bakliyattan yapılan yemek türüdür. Rivayete göre Asure gunu savas
esnasında çocuklar yemek istemiş, ama yiyecek bişey olmadığı için, yerden bir avuç taş
alınmış ve tencereye su ile birlikte koyulmuş. Belli bir zaman sonra Hedik diye bu yemek
mucizevi şekilde hazır olmuş. Bu şekilde çocuklar karınlarını doyurmuşlar.
32 Bazı araştırmacılara göre dini tecrübenin teoriden pratiğe, oradan da cemaat teşkil edici
formu olan sosyolojik anlatımla tamamlanan ifadesi Azerbaycan toplumunda gerçek yerini
bulamamış, bu sebepten İslami pratikler çoğu zaman muhtevasından uzaklaraşarak başka
şekillerde tezaher etmiştir.Örneğin, hac ibadetinin uzun yıllar yasaklanması halkın kabirlere,
ocaklara, pirlere karşı aşırı derecede ilgi göstermesiyle sonuçlanmıştır. Aynı şekilde toplumda
zekat müessesesinin işlememesi de insanların bu ihtiyacını “nezir kutulari”na para atmakla
gidermesi ile sonuçlanmıştır.
Mehriban QASIMOVA 627
Bibliyografya
Abdullah Ehedov, Azerbaycan`da Din ve Dini Teşkilatlar, Bakü, 1991
Abdulvahap Taştan, “Azerbaycan`da Sosyo-Kültürel Değişme, Din ve
Dinsel Canlanma”, Biliğ-Bilim Kültür Dergisi, Sayı 25 Güz -2003, Ankara
Abdülkadir Sezgin, “Eski Sovyetler Birliğinde ve Azerbaycan`da Dini Ha-
yat”, I.Din Şurası Tebliğ ve Müzakereleri (1-5 Kasım 1993), II, DİB yayınları,
Ankara, 1995
Allahşükür Paşazade, Kafkas`ta İslam, Bakü, 1991
Arif Yunusov, Azerbaycan`da İslam, Bakü, 2004
Behram Hasanov, Azerbaycan`da Din: Sovyetler`den Bağımsızlığa Hafıza
Dönüşümleri, İSAM yayınlar, İstanbul, 2011
Halis Albayrak, “Azerbaycan`da Din”, Türk Dünyasının Dini Meseleri
(Kutlu Doğum Haftası: 1997), TDV Yayınları, Ankara, 1998
Helene Carrene D`encausse, Sovyetler`de Müslümanlar, Ağaç yayıncılık,
İstanbul, 1992
Hesi Abdullayev, İslamın Meheremmelik Merasimi, Bakü, 1967
Hüseyin Baykara, Azerbaycan`da Yenileşme Hareketleri, Türk Kültürü
Araştırma Enstitüsü, Ankara, 1966
Kerim Oder, Azerbaycan, İstanbul: Boğaziçi Yayınları, 1982
Meşedixanım Nemet, Azerbaycan Pirleri, Bakü, 1992
Mehriban QASIMOVA 629
Muriel Atkin, The Khanates of the Eastern Cavcasus and the Origins of
the First Russo-Iranian War, Tez (Doktora), Yale University UMI (University
Microfilms International) tarafından çoğaltılmıştır, 1976
Musa Guluzade, Dinimiz –Dünen ve Bugün, Bakü, 1996
Müzeyyen Buttanrı, “Kerbela Olayının Azerbaycan ve Türk Tiyatrosuna
Yansıması”, Çeşitli Yönleriyle Kerbela (Edebiyat), II Cilt, edit: Alim Yıldız,
T.C. Başbakanlık Tanıtma Fonu- Kültür ve Turizm Bakanlığı, Sivas, 2010
Naile Velihanlı, Arap Hilafeti ve Azerbaycan, Bakü, 1993
Oktay Efendiyev, Azerbaycan Sefeviler Devleti, Bakü, 1993
Resul Huseynli, Azerbaycan Ruhaniliyi, Bakü, 2002
Taleh Hacıyev, “Sovyet Rusyası`nın Azerbaycan`da Muharremlik Tören-
lerine Karşı Mücadelesi”, C.Ü.İlahiyat Fakültesi Dergisi, XII/2 -2008
Ziya Bünyadov, Azerbaycan Tarihi, Bakü, 1994
Kazak Dilinin Tarihi Oluşum Dönemleri
Murat SABIR1
Bilig” ile birlikte ikisinin dilini Karahanlı Devleti zamanındaki Uygur Dili
olarak belirtmiştir. Türkolojide Ahmet Yükneki’nin “Hitabet ül Hakaik” eseri
hakkında da bir birleriyle zıt farklı görüşler mevcuttur. A. K. Borovkov’a
göre eserin dili Uygurcadır. A. A. Validov onun dilini Özbekçe olarak tanım-
lar. “Kutadgu Bilig” eserinin dili ile ilgili de şu görüşler bulunmaktadır. N. A.
Baskakov eserin Karahanlıca yazıldığını iddia ederken, A. M. Şerbak Karluk
lehçesinin ve G. F. Blagova ise Eski Uygur eserlerinin dili olduğu yönünde
görüş bildirmişlerdir.
Çağdaş Türkolojide adı geçen üç eserin Karluk Lehçesi ve Uygurca yazıl-
dığı yönündeki görüşler hakimdir. Prof. Dr. B. Sağındıkulı, Karahanlı döne-
mindeki edebi ve bilimsel eserlerin “Uygurca yazıldığı” yönündeki görüşle-
rin gerçeklerle örtüşmediğini belirtirken, tarihçi V. V. Barthold’un şu ifadesini
örnek olarak öne sunar: “… Karahanlıların tebaalarının kendilerini Uygur
olarak adlandırmadıkları ve Yusuf Balasagun’un yazdığı dilin Uygurca olma-
dığı su götürmez bir gerçektir…”
Yani Karahanlı devletine bağlı Yemek, Basmıl, Çiğil, Yağma, Uygur ve
Kıpçak gibi birçok kavimler iç içe yaşamışlardır. Dolayısıyla söz konusu dö-
neme ait eserleri tek bir boya veya tek bir kavime mal etmek büyük bir hak-
sızlık olurdu.
Tanınmış bilim adamı E. E. Bertels’in şu görüşü de bilimsel anlamda önem
arz etmektedir: “Kutadgu Bilig”’i araştıranlar onun dilini şartlı bir biçimde
Uygurca olarak belirtiyorlar. Doğrusu, onun dili Doğu Türk Lehçesi grubuna
aittir, yani Kazak, Özbek ve Kırgızcayla akrabalığı vardır (9,361-363). Bu
görüş adı geçen üç eser için de geçerlidir.
Kaşgarlı Mahmut’un kaynaklarına dayanarak, Karahanlı devleti edebiya-
tına lehçe olarak temel olan Argu ve Çiğil kavimlerinin dili olduğunu belirt-
tikten sonra söz konusu dönem edebi eserlerinin Ortaçağ Türk Edebi Dilinin
kolu Argu- Çiğil varyantıyla yazıldığı sonucuna varılabilir.
XI. y. y. itibaren XV. y.y. kadar akraba dillerin hepsine ortak, farklı kavim
ve kabilelerin hepsinin anladıkları ortak bir dilin olduğu kesindir. Bilimsel
araştırmalarda “Orta Asya Edebi Dili”, “Orta Asya’ya ait Türk Dili” gibi te-
rimler mevcuttur. Bunun gibi dar kapsamlı terimlerin yerine Prof. Dr. A. Ku-
rışcanov ve Prof. Dr. A. İbatov “Orta Türkçe yazılı edebi dili” terimini teklif
etmişlerdir4.
“Ortaçağ Türk Edebi Dili” zamanında sadece Orta Asya’nın değil, aynı
zamanda günümüz Kazakistan topraklarını ve kuzeydeki Türk boylarının tü-
münü, Avrupa topraklarındaki “Deşt-i Kıpçak ve Kırım halklarını, hatta Orta-
doğu’daki Mısır ve Şam’da yaşayan Memluk Kıpçaklarına ait yazılı eserlerin
tümünü kapsayan ortak bir edebi dil olmuştur.
Tanınmış bilim adamı Prof. Dr. A. N. Samoyloviç XI-XVI. y.y. Türk yazılı
eserlerinin ortak bir edebi gelenekle ve edebi dille yazıldığını belirtmiştir. Or-
taçağlarda bu uçsuz bucaksız bölgenin farklı köşelerindeki kültür ocaklarında
ortaya çıkan yazılı kaynaklar birbirlerinden çok uzaklaşmadan ortak kurala
dayanarak, sadece bir tek temelde yazılmıştır.
XI. y. y. “Divan’ül Lugat-it Türk” ve “Kutadgu Bilig” eserlerinin dili,
XIV-XV yüzyıllardaki eserlerin dilinden birkaç istisna dışında, aslında bir-
birleriyle yakın, ortak eserlerdir. Dolayısıyla Orta Asya Türklerinin eserleri
(XII-XIV. y. y), Altın Ordu ve Mısır Türklerinin eserlerinin (XII-XIV y. y)
dilleri de aynıdır.
Yakından tanıdığımız bilim adamı E. N. Nacip, Orta Asya ve Altın Ordu,
Mısır topraklarında yazılan mirasların dilini beş grup altında toplayarak de-
ğerlendirir:
1. Eski Türkmenlerin yazılı dili.
2. Oğuzlar ve Kıpçakların yazılı dili.
3. Kıpçak- Oğuz yazılı dili.
4. Türk Lehçelerinin “z”(peltek) grubuna ait yazılı dil.
5. Eski Özbek Edebi dili.
Herkese ortak yazılı edebi dilin farklı dönemlerinde bu varyantların kulla-
nım alanı kimi zaman daralarak, kimi zamansa genişleyerek açıkça belirdik-
leri durumlar da olmuştur. Ancak kökünden uzaklaşarak farklılaşamamıştır.
Ortaçağ yazılı eserlerinin dilini bir tek mecraya sığdırarak değerlendirmeyi
doğru bulan Polonyalı bilim adamı ve ünlü Kıpçak araştırma uzmanı A. Za-
yonkoviç konuyla ilgili şöyle demiştir: “ Ancak çok eski Oğuz yazılarının
ortak Türkçeden ayrıca kimi zaman Kıpçakçadan da ayrılması zor ve anlam-
sızdır. İşin aslında XII-XIV. y. y. boyunca ortak Türkçe edebi veya yazılı dil
oluştuğundan, lehçe farklılığı her şeyden önce (zengin ve sürekli değişim ve
yenileme gerektiren) leksikolojik malzemelerle temsil edilmiştir5.
Son zamanlarda “Çağatay Dili” terimi yerini “Eski Özbek Dili” terimine
bırakmıştır. Bu terim ilk kez K. Borokov tarafından terminolojiye alınmış,
ardından A. M. Şerbak ve E. Fazılov gibi bilim adamları tarafından destek
bulmuştur. Elbette ki “Eski Özbek Dilinin” bir zamanlar yaşamış olabilir.
Ancak, Orta Asya Türk lehçesiyle ortaya çıkan edebi mirasların hepsinin
Eski Özbek Diliyle yazıldığını varsayan A. M. Şerbak ve E. Fazılov’un gö-
rüşleri herhangi bir bilimsel sonuçlarla bağdaşmaz ve tarihi gerçeklere yapı-
lan haksızlıktır. Özbek tarihçi B. Ahmedov konuyla ilgili görüşlerinde şöyle
belirtmiştir: “XVI. y. y. başlarında yukarıda bahsedilen ve Şeybani Hanın et-
rafında birleşen kavimlerin bir kısmı Orta Asya’yı istila ederler ve günümüz
Özbekistan topraklarına konuşlanırlar. O tarihten itibaren “Özbek” kelimesi
etnik bir isim olarak anılmış, bütün Türk nüfusu da bu ismi kabul etmiştir”6.
Yani, “Özbek” etnik isim olarak ancak XVI. y. y oluşmuştur. Henüz millet
olarak oluşumu tamamlanmadan, onun edebi dilinin bütün Türk yurdu tara-
fından kullanılması, mantık dışıdır.
Batılı bilim adamlarından János Eckmann ise A. N. Samoyloviç’in görü-
şünü desteklerken, Çağatay dilini üç döneme ayırarak değerlendirir.
1. Çağatay Dilinin ilk dönemi veya Nevai öncesi dönem (XV. Yüzyılın
ilk yarısı). Bu dilde Haydar, Horezmi, Lütfi, Yusuf, Amiri ve Sakaki eserler
yaratmışlardır.
2. Çağatay Dilinin klasik dönemi (XV. y. ikinci yarısı ve XIV. y. y. ilk
yarısı). Bu dilde eser yazan şairler: Nevai, Hüseyin Baykara, Hamidi, Mu-
hammed Salih, Şeybani vb.
3. Son dönem, yani klasik Çağatay dilinden sonra kullanılan edebi dil
dönemi (XVI. y. y. ikinci yarısından XIX. y. y. sonlarına kadar). Sonuç ola-
rak, Ortaçağ Türk Edebi Dilinin birliğinin parçalanıp, ayrı ayrı boy dillerinin
oluşmaya başladığı XV-XVI. yüzyıllardaki Orta Asya Türklerinin bir döne-
meci bu Çağatay Dili olsa gerek. XVII. yüzyıllarda Özbek Diline temel olan
Çağatayca çağdaş Özbek Dilinin kökeni sayılmaktadır.
Eski yazılı Kazak edebi dilinin dayandığı önemli yazılı eserler de var. On-
lardan biri Prof. Dr. B. Abilkasımov’un incelediği Hiva Hanı Abilkazı Baha-
dır’ın XVII. y. y yazdığı “Secere-i Türki” eseridir. Abilgazi’nin bizzat “beş
yaşındaki çocuğun bile anlayacağı saf Türk Dilinde yazdım” dediği mirası
çağdaş Kazakçadan çok farklı değildir.
XVI. yüzyılın sonu ile XVII. yüzyılın ilk yıllarında yazılan Kadirali Cala-
yır’ın “Cemaat at Tauarih” şeceresinin Kazak diliyle doğrudan bağlantısının
bulunduğunu ünlü bilim adamı Prof. Dr. Rabiğa Sızdıkova araştırmış ve ka-
nıtlamıştır. Konuyla ilişkin olarak görüşlerini şöyle aktarmıştır:
Eser kelime hazinesi ve deyimlerin özellikleri bakımından tarafımızdan
incelendiğinde şu hususiyetler gözlemlendi: Eserde yazılı edebiyatın gör-
kemliği, gelişmesi ve tasvir ögeleri ile sözlü (ağız) edebiyat örneklerine çok-
ça rastlanılmaktadır. Bununla birlikte bu kelime hazinesi ile bağlı unsurlar
Kazakların günlük konuşma dilinde de bolca karşımıza çıkıp, kendi arala-
rındaki ilişki ve etkileşimleri göstermektedir. Bu Çağatay dilinde Kazakça
unsurların olduğunun bir göstergesidir. Biz bu özellikleri eski Kazak edebi
yazma dilinin özellikleri diye adlandırmayı doğru buluyoruz7.
Böyle bir mirasla beslenip, XVI. yüzyılda oluşmaya başlayan eski Kazak
yazılı dili XIX. y. y. ikinci yarısında yeni bir yazılı edebi dile dönüşmüş ve
resmi dil statüsüne yükselmiştir.
Yazılı eserlerin diline dayanarak, Kazak edebi dilinin tarihinin uzun yolcu-
luğunu aşağıdaki şekilde dönemlere ayırmak mümkündür:
1. Ezelki (Eski) Türk Edebi Dili (V-X . y. y)
2. Ortaçağ Türk Edebi Dili (X-XV. y. y)
a) Ortaçağ Türk Edebi Dilinin Argu- Çiğil Kolu
b) Ortaçağ Türk Edebi Dilinin Kıpçak Kolu
c) Ortaçağ Türk Edebi Dilinin Oğuz Kolu
3. Çağatay Edebi Dili (XV-XVI y. y.)
4. Eski Kazakça Yazılı Edebi Dili. (XVII-XIX. y. y.)
5. Yeni Kazakça Yazılı Edebi Dili (XIX-XX. y. y)
Sonuç olarak, çağdaş Kazak dili mızraklı, atlı Göktürklerin taşa işleyerek
yazdıkları Orhon- Yenisey Bitig yazılarından itibaren birçok dil evresini ya-
şamış, Ortaçağ Türk Kıpçak Dilinin doğal varisi olarak fono- morfolojik ve
semantik bakımdan oldukça gelişen bilim dili olarak oluşmuştur.
Levşin A. , Opisanie Kirgiz- Kaysatskih ili Kirgiz- Kazaçih Ord i Stepey.
SPB. , 1832, ç. C. 39-40
Tomanov M. , Kazak Tilinin Tarihi Grammatikası, Almatı, 1980
Naile SÜLEYMANOVA 1
Giriş
Türkler`in okuma şevki, ilme ve ilim vasıtalarına olan engin saygısı, bir
çok sanatların dal olmasını sağlamıştır. Türk Sanat Tarihi`nde önemli yer
tutan sanatlardan biri elyazma kitap sanatıdır. Dünyanın her yerinde bilim
insanlarının ilmi servetleri el ile yazılarak kağıttan kağıda aktarılmış ve gü-
nümüze kadar ulaşmıştır. IX. Yuzyıl`dan başlayarak dini ve dünyevi ilimlere
ait olan elyazma kitaplar Türk Sanat Tarihi`nde hususi bir yeri olan hat, cilt,
tehzib gibi sanatların en nefis tezahürlerini ortaya koymuştur. Türklerin ya-
şadığı cok farklı coğrafiyalarda bu sanat yaranmış ve asrdan-asra gelişmiştir.
İslam dininin Türk toplumlarını feth etmesi ile elyazma kitap sanatı hususu
bir dönemine ayak basmıştır. Böyle Türk toplumlarından biri Azerbaycan`-
dır. Eski medeniyet ocaklarından biri olan Azerbaycan`da ölçüye ve değere
sığmayan büyük manevi servet, elyazma kitaplar korunmaktadır. Günümü-
ze kadar muhafaza olmuş elyazma kitapların yazı üslubu ve ümumi tertibi,
Azerbaycan‘da elyazma kitap sanatının daima gelişmekte olduğunu gösteri-
yor. Muhtelif devirlerde yazıya alınan Azerbaycan elyazma kitabı mezmun,
say ve bedii tertibatına göre Türk Sanat Tarihi`nde tuttuğu yer büyüktür.
Azerbaycan elyazma kitap sanatının Türk Sanat Tarihi`ndeki yerini anlamak
için Orta asrlarda Azerbaycan elyazma kitapların bir milyona yakın olduğunu
söylemek kifayetdir. Bunlardan ancak 400 bini Marağa Medresesi`nin kütu-
bhanesinde bulunmakta idi. AMEA Fuzuli adına Elyazmalar İnstütüsü`nde
günümüze kadar ulaşmış tıbb, felsefe, edebiyyat, dil, astronomi, riyaziyyat,
mantık ve İslam ilahiyyatına dair eserlerin 40 bine yakın elyazma nushaları
bulunmaktatır.
I.Azerbaycan Elyazma Kitab Tarihine genel Bir Bakış
Elyazma kitab sanatının Azerbaycan`da gelişmesi asrlar boyu devam et-
miştir. Hattat, müzehhib, ressam, nakkaş ve ciltçi sayesinde ortaya cıkan
yazma eserler evlerde, imalathanelerde ve hatta saraylarda hazırlanıyordu.
Devrimizedek mühafize olunmuş elyazma kitapların ilkin nüshaları XII. asrın
ortalarına aiddir. Umumiyetle her hansı bir ülkenin elyazma eserlerinin tari-
hinin tatkiki o ülkedeki, tahsil ve ilminin geleşimi ile alakalıdır. Manbalardan
bilnir ki, artık IX.asrın sonu X asrın birinci yarısında bir sıra Azerbaycan
alimi ve şairlerinin eserleri Hilafet`te meşhur idi. Mesela, Ahmed ibn Harun
el-Berdeci (ö.912), Ahmed bin Süleyman et-Tebrizi (ö.929), Fazl bin Hatim
et-Tebrizi (ö.922) gibi alimlerin eserleri.2 Bu eserlerin elyazmaları sonraki
eserlerde yazıya alınmış ve Azerbaycan`da bulunmaktatır.
XII ve XIII.asrlarda Azerbaycan kitapları tesnifatına gore bedii (divan,
şiir ve s.), islam ilahiyyatına (tefsir, hadis, hukuk ve s.) ve dünyevi ilimlere
(tarih, astronomi, felsefe, tıbb ve s.) ait kitaplar ve dersliklerere bölünürdü.
Bu asrlarda ise Nizami Gencevi`nin, Nasreddin Tusi`nin, Efzeleddin Ebhe-
ri`nin eserlerinin yazmaları Azerbaycan, Türkiye, İran, İrak , Orta Asyada en
çok yayılmış kitaplardan idi.
XIV.asrda Azerbaycan topraklarında ilmi eserlerin yazılması devam etmiş
, hattatlık gelişmiştir. Tebriz`de Daruş-Şifa isimli tedris, tedavi, kütüphane,
resedhane bulunan büyük bir ilim merkezi fealiyette idi. Bu asrda Azerbaycan
kitaplarından Safieddin Abdul`Mumin el-Urmevi`nin Kitabi-Edvar, Muham-
med Nahiçevanlı`nın Destur el-Katip fi Teyinel-Meratib, Mahmud eş-Şebus-
teri`nin Gülşeni-Raz ve s. eserler yazılmıştır. 3 Bu eserler de diger eserler
gibi uzun yıllar
tekrar ve tekrar yazıya alınarak korunmuştur. Onların nushaları AMEA
Elyazmalar Enstütüsü`nde bulunmaktatır. XIV.Yüzyıl sonlarındaTebriz`li
hattat ve ressam Mir Ali Talik`in Nesih`le sintez ederek Nesta`lik hattını icad
etmiştir. Yakın ve Orta Şark`a yayılan bu hatt Türk Hatt Sanatı`nda büyük bir
çevriliş idi. XV. asrın en meşhur hattatlarından biri ise Mevlana Cafer et-Teb-
rizi olmuştur. O, Baysonqur Mirza sarayda kitab hazırlanmasına rehberlik et-
miştir. Bu saraya nakkaş Seyid Ahmet ve cilt ustası Qavameddin et-Tebrizi
de davet edilmiştiler.Türk Sanat Tarihi`nin gelişmesinde büyük etkisi olan,
Mübarekşah Zerinkalem Abdullah Tebrizi,Abdulla Seyrefi et-Tebrizi,Bedred-
din Muhammed et-Tebrizi Razizade Erdebili, Muhammed Saleh gibi bir çok
mahir elyazma kitap hazırlayan üstadlar Azerbaycan`da yetişmiştir. Müba-
rekşah Zerinkalem XIV.asrda Tebriz`de doğulmuş ve altı hatt numunesinde
yazan mahir ustat idi. Abdullah Seyrefi Tebrizi (ö.1350) onun öğrencilerin-
den olub, Tebriz`de bir çok binalardakı yazılar ona mahsusdur. XIV.asrın hatt
ustadlarından biri de Abdullah ibn Ahmed ibn Fezlullah el-Marağıdır. Onun
hattatlık ettiyi 1338.yıl tarihli Quran`i-Kerim nushası bulunmaktatır. Diger
bir hattat ise Muhammed bin Suca Muhammed eş-Şirvani olmuştur. Bu hat-
tatlar kitab hattatlalığı ile yanaşı muhtelif binaların bezek ve kitabelerini işle-
mişler. Şah Mahmud Zerrinkalem Nuşapuri, Mir İmad Kazvini, Nizameddin
Ali, İbrahim Tebrizi XVI-XVII.asrların Azerbaycan meşhur hattatlarıdırlar.
Manbalarda Mir Nemetulla bin Muhammed Bevvab isimli azerbaycanlı hat-
tatın uzun müddet süls ve nesh hattında yazdığı hakkında malumat vardır.
Diger bir hattat ise XVI.asrda yaşamış Abdulla Qazı oğlu Xoylu`dur. Hattat
talik ve nesh hattı ile yazmıştır. XIV.asrda Tebriz yakınlığında Qazan Han`ın
veziri ve tarihçisi olan Fezlullah Raşideddin tarafından tesis olunan Raşidiye
medresesinde ilüstrasiyalı elyazmalar hazırlanıyordu. 60 bin elyazma kitab
bulunan bu medresede Raşideddin`in gösterişi ile Cami et-Tevarix eserinin
nushaları hazırlanıyor ve bir çok İslam devletlerine gönderiliyordu. Erdebil,
Tebriz ve diger şehirlerde Nizameddin Ali Erdebili, lütfullah Tebrizi, Mu-
hammed Tebrizi gibi kitap ustadları meşhur olmuşlar.
XVI-XVII.asrlar manbaların malumatına gore Azerbaycan medeniyetinin
hususule de kitap sanatının geleşimi baş vermiştir4. Bu asrlarda minyatür
sanatı çok yüksek düzeyde idi. Minyatürler elyazma kitapları süslemiş,
hem de okuyucusuna daha etkili bilgiler verilmesini sağlamıştır. Suluboya ile
küçük, renkli resimler, nakış resimler gibi minyatürler katapların süslenme-
sinmesinde uygulanılırdı. Tıp, astronomi, dini ve edebi eserlerin tertibatında
miyatürlerden faydalanmıştır. Orta asrlarda Minyatür sanatın Azerbaycan`da
muhtelif devrlerde gelişip güzelleşmesi sayesinde “Tebriz Okulu”, “Tebriz
ve Bağdad Okulu”, “Şiraz ve Tebriz Okulları”, “Tebriz ve Kazvin Okulları”
gibi çeşitli tarz ve tavır usluplar ortaya çıkmıştır. Alman alimi F.Şülts Tebriz
minyatür okuluna yüksek kıymet vermiş ve onun Heart, Buhara gibi kültür
merkezlerine tesir gösterdiyini yazıyor 5. Bu asrlarda Azerbaycan hattatla-
rından Sadiq Bey Eşfar, Ali Rza Abbasi et-Tebrizi kendilerinin hazırladığı
elyazmalara minyatürler yapmışlar. Bu asrın büyük minyatür üstadlarından
biri Sultan Muhammed Tebrizi olmuştur. Manbalarda onun saray imalatha-
nesinin reisi ve baş resamı olmuş, nadir elyazmalar için minyatürler, ciltler
ve s. hazırladığı bildiriliyor. Resamın belli olan eserlerinden Hafiz`in divanı,
Nizami`nin Hamse`si, Nevai`nin divanı`na yapılmış minyatürleri örnek ola-
rak göstermek olar6.
Bedii ciltçilik geldikde ise bu sanat Azerbaycan`da XVI.Yüzyıl`da daha
da gelişmeye başlamıştır. Ciltler kiymetli malzemeden yapılmış, inci, elmas,
pırlanta, yakut gibi taşlarla, altın mürekkeble süslenmiştir. Muhammed Ali
Kaynakça
Azerbaycan Sovyet Ansiklopedisi.X cilt. Bakı, 1987
Azerbaycan Milli Ansiklopedisi.Baku, 2007
Darabadi Q.A. Kalliqrafiya.Bakı,1953
Nariye SAİDAMETOVA1
Şunı da qayd etmelimiz ki, bir de bir devlet sınırlarında tillerniñ biri-birine
tesir etmesi ve olarnıñ funrtsional yüklenmesi sotsiolingvistikada ‘til durumı’
anlamı ile bağlıdır. ‘Til durumı’ içtimaiy-siyasiy protsessler ile sıqı alaqalarda
buluna. Böylece, sabıq Sovetler Birliginde olğan til durumı içün onıñ territo-
riyasında olğan tillerniñ resmiy olaraq kesin bir statusı olmağanı hastır.
Qırım Tatar tiliniñ yazılı edebiy şekilleri orta asırlarda da olğan, amma
olarnıñ özgün janrları ve uslübiy hususiyetleri olğandır. Künümizge qadar res-
miy vesiqalarnıñ örnekleri (han yarlıqları, halqara yazışma) ve iş kağıtlarnıñ
örnekleri (senetler, nizamnameler ve b.), divan edebiyatınıñ eserleri saqlqnıp
qalğan. 18. yüzyılnıñ soñuna qadar Qırımdaki til durumı tektilli olaraq harak-
terizlene bile. 1783 yılı Qırımnıñ Rusiye tarafından zabt olunmasınen Qırım
Tatar halqınıñ ve Qırım Tatar tiliniñ taqdirinde yañı saife açıldı. Bu vaqıttan
başlap Rus tili Qırımda daha da keniş yayıla. 19. yüzyılnıñ birinci yarısında
Qırım Tatar ve Rus tilleriniñ qullanıluvı etnik sınırlar içerisinden çıqmay edi.
Qırım Tatar tili ise Qırımda milliy til içün has olğan bütün sahalarda tam
degerli til olaraq işletile edi. Amma 19. yüzyılınıñ soñuna qadar Qırımda rus
tiliniñ qullanım sahaları keñişley. Qırımnıñ Rusiye terkibine kirmesi mevcüt
memuriy-huquqiy sistemanıñ bozulmasına, Qırımnıñ siyasiy qurumınıñ ve
qanunlarnıñ yoq etilmesine ketirdi. Rusiyeniñ totalitar idaresi neticesinde Qı-
rımda devlet tili ve iş yürütüv tili vazifelerini rus tili eda ete edi, Qırım Tatar
tili ise tek ailede ve kündelik yaşayışta qullanıla edi. Bu vaziyet Qırım Tatar
ruhaniyleriniñ, mırzalarınıñ, ziyalılarınıñ Romanya ve Türkiyege hicret et-
kenleri sebebinden daha da ağırlaştı. Qırım Tatar tiliniñ funktsional alanı soñ
derecede tarlaştı, yüz yıl devamında (1783-1883) hiç bir kitap, hiç bir dergi
veya gazet neşir olunmadı. Rusiyanıñ kolonizatorlıq siyaseti til sahasında da
aks olundı, bu siyaset açıqtan açıq ğayrıdemokratik ve milletçilik harakter
taşıy edi, Rus tilini başqa tillerden üstün çıqarmaq içün yönetilgen edi. Bunıñ
neticesinde Qırım Tatar tili sadece ailede, kündelik yaşayışta ve qısmen istih-
sal sahalarında qullanıla başladı.
19. yüzyılnıñ soñu – 20. yüzyılnıñ başında Qırım Tatar tiliniñ toplumsal
funktsiyaları biraz keñişlene: milliy tahsil, bediiy edebiyat, periodik basın, ki-
tap neşir olunması, teatr sanatı alanlarında Qırım Tatar tili daha çoq qullanıla
başlay. Soñra bir qaç vaqıt devamında Qırım Tatar tili ğayrıdan devlet ve yerli
idare müessiselerinde, resmiy iş yürütüvde, ilimde, radioyayımlarda qulla-
nılıp başlay. 19. yüzyılnıñ soñu – 20. yüzyılnıñ başında qullanılğan Qırım
Tatar tiliniñ yazılı şekilleri bir soy degil ediler: bazı metinlerniñ tili osmanlıca
türkçege yaqın olsa, diger metinler farqlı şivelerde yazılğandır. Belli olğanı
kibi, 20. yüzyılınıñ 20-nci seneleri Qırım Tatar edebiy tilini orta yolaq şivesi
Nariye SAİDAMETOVA 649
kası, sadece kültür, bilim ve sanatnıñ inkişafı içün degil, aynı zamanda Qırım
Tatar etnik basınnıñ inkişafı içün temel olğan edi. Qırımda etnik basınnıñ
dallanğan sisteması körüne edi. Bu sistem içinde cumhuriyet yayınları, tema-
lı veya belirli bir zenaatnı qapsağan yayınlar, büyük tirajlı yayınlar bar edı.
1883-1941 yılları arasında Qırım’da çıqqan basılı yayın sayısı 121 olğandır,
1917-1941 yılları arasında 23 gazeta ve 17 dergi çıqmaqta edi.
20. yüzyılınıñ 20-30 seneleri Qırımda tahsil sistemasını teşkil etüv eki yö-
nelişte alıp barıla edi. Bir taraftan, cahillikni yoq etüv işleri, diger taraftan da
milliy tahsil sistemasını teşkil etüv işleri yapıla edi. Bu hareketler bolşevikler
tarafından milliy meselede keçirgen ‘tamırlaştıruv’ siyasetiniñ bir qısmı edi.
Qırım yarımadasınıñ tamır halqı Qırım Tatarları olğanı içün ‘tamırlaştıruv’
siyaseti tatarlaştıruv kibi kerçekleştirile edi. 1920 yılı Kasım ayında Qırımda
Sovet hakimiyeti pekingen soñ Qırım Tatar balaları içün mekteplerniñ sayısı
bir qaç kere artqan. Bir yıl içinde 500den ziyade mektep açılğan edi. Ğayrıdan
açılğan Qırım Tatar mektepleri bir çoq maddiy sıqıntılar ile derslikler, meto-
dik qullanmalar, hocalar yetişmemezligini seze ediler. 1922 yılı Totayköyde
Qırım Pedagogika Kursları açılğan edi. 1923 yılı bu kurslar esasında 4 yıllıq
pedagogika tehnikumı teşkil olundı (Kondratük, 2011). Şu tehnikumde belli
yazıcılar ve alimler Osman Aqçoqraqlı, Habibulla Odabaş, Bekir Çoban-za-
de ders bere ediler. B. Çoban-zadeniñ fikrine köre, oqutuv protsesi mutlaqa
Qırım Tatar tilinde olmalı, hoca ve talebeler bir milletke mensüp olmalılar.
1924 yılı Qırımda çalışqan 846 başlanğıç mektepten 351 Qırım Tatar mek-
tebi edi, 1385 hocadan da 503 Qırım Tatarları edi, 39 385 talebeden 15 000,
yani 38 % Qırım Tatarları edi (Kondratük, 2002, s. 93). Bu mekteplerni ders-
likler ve edebiyatnen temin etmek kerek edi. 1923-1926 yılları Qırım Tahsil
Nazirligi tarafından derslikler ve edebiyatnı hazırlamaq ve neşir etmek içün
bir çoq işler yapılğan edi. 6 yıl devamında Qırım Tatar mektepleri içün ana
tili, matematika, cografya, tabiiy fenler, zoologiya, fizika derslikleri neşir
olunğan edi. 1923-1924 seneleri Qırım Tatar tilinde 37 basma tabaq edebi-
yat, 1924-25 yılı – 104 basma tabaq, 1925-26 yılı – 246 basma tabaq kitap
neşir olunğan edi (Kondratük, 2011/1). Bu neşirlerniñ miqdarı hep artmaqta
edi ve, nihayet. 1929-30 yılları 836 basma tabaq miqdarına yetti. 1930 senesi
mecburiy olaraq tahsil aluv haqqında qarar alınğan edi, şu sebepten kene de
Qırım Tatar mekteplerniñ ve talebelerniñ sayısı artqan edi, ve daha çoq kitap
kerek oldı. Yañı türk elifbesine keçüv esnası yanı tahsil sistemasını qurmaq
içün daha bir siltem berdi. Böylece, 1930-31 senesi 333 başlanğıç mektep, 13
orta mektep, 1932-33 senesi 360 başlanğıç mektep, 41 orta mektep bar edi.
Milliy kadrolarnı hazırlamaq içün Tatar Pedagogika tehnikumı, Tatar tibbiyat
Nariye SAİDAMETOVA 651
da ğayrı, 1938 senesinden bütün mekteplerde mecburiy olaraq rus tili dersleri
kirsetilgen edi. Böylece, evelki yıllar içinde elde etilgen bütün başarılarnıñ
toqtatılması devlet siyasetiniñ deñişmesinen bağlıdır: hükümet ‘tamırlaştıruv’
siyasetinden, milliy kadrolar hazırlamaqtan, milliy medeniyet ve tillerge des-
tek bermekten vazgeçti. Bu devir devamında bir çoq tiller, şu sırada Qırım
Tatar tili aman-aman bütün kommunikativ sahalardan çıqarılğan edi. Qırım
Tatar tili kene de sadece aile içerisinde qullanılmağa devam etti. Qırım Tatar
tili yoq olmaq halına ketirildi.
20. yüzyılınıñ ekinci yarısında Qırım Tatar halqınıñ sürgüni ve Qırım Ta-
tar tiline nisbeten keçirilgen diskriminatsion siyaseti neticesinde Qırım Tatar
tiliniñ toplumsal funktsiyaları mahsus tarlaştırılğan edi. Qırım Tatar tiliniñ
sotsial ve içerki qurumı bozulğan edi (Emirova A., 1995, ss. 50-51). Sürgün-
lük devrinde ise Qırım Tatar tili sadece aile ortamında qonuşılğan til halına
ketirildi. Bu ğayıp ayırıca tilniñ kelime hazinesinde yansıdı. Qırım Tatarla-
rınıñ hayat faaliyetiniñ ananeviy şekillerinen bağlı bir çoq kelime ve keli-
me qatlamları (meselâ, tabana, tabanacı, demetçi, tütünci, gönci, qalfa kibi)
qonuşma tilinde qullanılmağanları içün ğayıp oldı, unutıldı. Tahsil, ilim ve
resmiy-iş añlamlarını ifade etken türkiy tamırlı ya da tilde endi pekingen arab
kelimeleriniñ çoqusı tamamen Rus ve Rus tili vastası ile kirgen milletlerara
kelimelernen deñiştirildi (meselâ, tırnaqçalar – kavıçkalar, saftiy – fonetik,
kâtip – sekretar, cumhurşyet – respublika kibi).
Sürgün yılları Qırım Tatar tilini saqlap qalmaq içün közboyama çareler
alına edi: üniversitette Qırım Tatar filologiyası fakülteti teşkil etildi, Qırım
Tatar ca bir dergi ve bir gazeta neşir oluna edi, bir qaç mektepte Qırım Tatar
tili dersleri fakültativ olaraq keçirile edi. Umumiy etnik ve siyasiy durum ise
Qırım Tatar tiliniñ inkişafı içün hiç de çare bermey edi. 1960-ıncı senelerniñ
ortalarında Qırım Tatar tiliniñ qullanıluvı içün ayrı bir toplumsal teşkilâtlar
peyda olıp başlağanına baqmadan, Qırım Tatar tiliniñ işletüv sahaları hep pek
tar qalmaqta edi. Sürgün yılları devamında Qırım Tatar tilinde tahsil körme-
gen eki nesil ösip çıqtı. Qırım Tatar tili Sovetler Birligi halqlarınıñ tilleri ced-
velinden alıp taşlanğan edi, onıñ ilmiy cihetten ögrenilmesi yasaq etilgen edi.
Qırım Tatar tili yüksek sahalardan tek bediiy edebiyat sahasında öz yerini
belli bir derecede saqlap oldı.
Qırım Tatar tiliniñ toplumsal qullanıluvı tarlaşqanınıñ sebeplerden eñ
muhimi Qırım Tatar tilinde tahsil sistemasınıñ bozulması, dep aytmaq mum-
kündir. Milliy tahsil sisteması milliy medeniyetni nesilden nesilge bermek
vastası olaraq öz vazifesini eda etmekten vazgeçti. Qırım Tatar tilini idare
teşkilatlarından çıqarılması da Qırım Tatar tiliniñ inkişafını toqtattı. Bunıñ
Nariye SAİDAMETOVA 653
neticesinde Qırım Tatar tili zemaneviy hayatta tam derecede qullanmaq içün
bir çoq qaynaqlarnı ğayıp etti. Tahsil sahasında qullananılmağanı sebebinden
Qırım Tatar tili ilim tili olaraq da qullanılmay başladı, Qırım Tatar ilmiy ter-
minilogiyası da qullanımdan çıqtı, unutıldı ve artıq tek eski dersliklerden ve
kitaplardan ögrenilebilir (bu kitaplarnıñ çoqusı yoq etilgen edi). Milliy men-
talitetni ve milliy medeniyetni nesilden nesilge bermek içün hızmet etken Qı-
rım Tatar bediiy edebiyatı sahasında da yazıcılarnıñ sayısı azlaştı, eserlerniñ
keyfiyeti zayıflaştı, hem de Qırım Tatar tilinde eserlerni oquğanlarnıñ sayısı
da hep eksile. Qırım Tatar tiline dünya edebiatınıñ eñ güzel eserlerini tercime
etmek anânesi de ğayıp oldı, bu ise tilniñ ifade küçü zayıflaşmasına alıp keldi.
Periodik neşirler sahasında Qırım Tatar tilinde neşir olunğan gazeta ve
dergilerniñ reqabeti zayıf olğanı içün, olar Qırımnıñ informatsion alanınıñ
kenarında bulunmaqtadırlar. Kütleviy informatsiya vastalarında rus ve ukrain
tilleri eñ başından daha çoq qullanılğanından, Qırım Tatar tilinde yayınlarnıñ
miqdarı, kölemi, sıfatı, mevzuatı yüksek derecede olmağanı Qırım Tatar tili
bu sahada da keri qalğanını köstere.
Qırım Tatar halqının tarihiy vatanına qaytuyv protsesinnde 1990’cı yılların
başında qurulğan Qırım Tatar etnik basınıñ faaliyetlerine köz taşlasaq; Kırım
2010 yılı başında toplam 35 Qırım Tatar gazeta ve dergisini teşkil etti.
Faqat yıllar devamında muntazam olarak sadece 9 yayın çıqa: “Qırım Se-
dası”, “Qırım”, “Poluostrov”, “Yeni Dünya” ve “Avdet”, ‘Sudaq Sesi’ ga-
zetaları, “Yıldız” dergisi ve tematik yayın yapan dini “Hidayet” gazetası ile
öğretmenler için yayımlanğan “Maarif İşleri” gazetası. 4 dergini de yayınını
devam etken dergiler: qadın dergisi “Nenkecan”, “Arzı”, etnografya dergisi
“Qasevet” ve balalar dergisi “Armançıq”.
Soñki zamanlarda internette çoq sayıda tematik Qırım Tatar sayfalar orta-
ğa çıqtı. Bu sayfalar arasında elektronik yayınlar, haber ajanslarınıñ internet
versiyaları, internet gazetaları ve dergileri, devlet qurumları, cemaat teşkilat-
ları ve ğayrı resmiy teşkilatlarnıñ siteleri, diasporanıñ siteleri, özel kişilerin
siteleri ve tematik siteler yer ala.
Yayınını devam etken yayınlarnen beraber etnik yayınlarnıñ tirajı 2012 yı-
lında 1000 kişi başına 0,046 oldı. Qıyas etsek, 1926 yılında etnik yayınlarnıñ
tirajı 0,22’ge bara edi.
Şimdiki zamanda Qırım Tatar tiliniñ kommunikativ quveti alçaq derecede
qalmaqtadır. Qırım Tatar tili aile tili olaraq şiveler şeklinde, pek az miqdarda
kütleviy informatsiya vastalarında (4-5 gazetadan tek ekisi materiallarını tek
654 Qırım Tatar Tiliniñ Toplumsal İşlevi: (Tarihi Açıdan)
Qırım Tatar tilinde bastıra, devlet radiosında haftada 2 saat qadar, devlet te-
levizionında haftada 6 saat qadar yayın yapıla) ve tahsil sahasında (qırımtatar
tilinde oqutuv alıp barılğan 15 mektep, 133 sınıf, 10 % yaqın Qırım Tatar
talebeleri Qırım Tatar tilinde tahsil ala bileler) işletile.
Soñki yıllarda Qırım Tatar tiliniñ millet içi ve aile içi qonuşma vastası
kibi qullanımında ve künlük qonuşma vastası olaraq işleyişinde tüşüş körün-
mektedir. Aynı zamanda Qırım Tatar edebiy tiliniñ sotsial tabanı kenişlemesi
bardır: televizyon yayıncılığı, eğitim, dergi, medya ve kültür alanlarında daha
çok qullanıla başladı. Böylece, diglossia durumu haqqında qonuşa bilirmiz,
yani Qırım Tatar tiliniñ barlığı formlarınıñ funktsiyonal dağılımı mevcüt:
Qırım Tatar tiliniñ lehçe formaları cemiyette kommunikativ sistemanıñ alt
tabakalarında, edebiy forması ise üst tabakasında yer ala.
Kendi milliy varlıqlarını saqlap qalmağa tırışqan halqlar öz ana tilleriniñ
durumı ve kelecegini qayğıra, tilni zaman talapları seviyesine yükseltmege
çalışa, leksik zenginlikni arttıruv ile turmadan oğraşa, tilni millet içün kerçek-
ten kerekli yapmağa tırışa (Useinov, Ganiyeva, Seydametova, 2011, s. 14).
Böylece, Qırım Tatar tiliniñ sotsial ve temel ihtiyaçlar ile bağlı sahalarında
funktsiyalarnıñ zayıflaması Qırım Tatar tiliniñ hatta kündelik hayatta miq-
darınıñ azlaşmasına alıp keldi ve Qırım Tatar milleti içerisinde bile qonuşma
vastası olaraq hep Rus tili daha çoq qullanılmaqtadır.
Qırım içerisinde qapalıp qalğanı, bir çoq sahalardan çetleştirilgeni (halqa-
ra huquq, harbiy hızmetler, diplomatiya, fenler, sanayı v.b.), sürgünlik sebe-
binden qopqan nominativ funktsiyası, leksik terkibini toldurmaq içün tertipke
ketirilgen ve tasvir etilgen menblarnıñ olmağanı Qırım Tatar tiline komuni-
kativ yetersizlikke alıp keldi (Rustemov, 2012).
Qırımda til durumı inkişafınıñ tarihiy şaraitleri onıñ uyğunsız, harakterini
belgiledi. Qırımda funktsional baqımdan hep Rrus tili üstün olğanı Qırım Ta-
tar tiliniñ toplumsal işlevi tarlaşqanınıñ ve rus tili hatta bir çoq Qırım Tatar-
ları içün özara qonuşuv vastası olıp qalğanınıñ sebepçisidir.
Şimdiki Qırım Tatar tiliniñ bu durumı çeşit sebeplerle belgilene. Bulardan
biri Qırım Tatar larınıñ hayat funktsiyalarına ait terminologiyanıñ işlenilme-
genidir. Terminologiya meseleleri ayırıca diqqatnı talap ete, çünki termino-
logiya her bir tilniñ temelini teşkil etken ve şu tilniñ inkişaf seviyesini belgi-
legen bir köstergiçtir.
Qırım Tatar tilini canlandıruv, onıñ içtmaiy funktsiyalarını kenişletüv şa-
raitlerinde tilniñ leksik terkibini ileriletmek, östürmek içün hareketler pek
Nariye SAİDAMETOVA 655
Kaynaklar
AYVAZOV, H.-S. (2011). Üç milliy müessiseniñ açılması münasebetiyle.
Millet cevherleri. Hasan-Sabri Ayvazov: 1917 – 1920 ss. ‘Millet’ gazetasında
basılğan edebiy-publitsistik eserler antologiyası. C. 1, ss. 180-182. Simfero-
pol: QCİ Qırımdevoquvpedneşir.
EMİROVA A.M. (1995). Krımskotatarskiy yazık: posledstviya genotsida.
Krımskiye tatarı: istoriya i suçasnist (do 50-rıççia deportatsii krımskotatars-
kogo narodu). Kıyiv, ss. 50-53.
EMİROVA, A.M. (2008). Yazıkovaya kompetentsiya krımskih tatar i
problemı vozrojdeniya krımskotataeskogo yazıka / İzbrannıye nauçnıye ra-
botı. Simferopol: KRP «İzdatelstvo Krımuçpedgiz».
KERİMOV, İ.A. (2011). İ. Gasprinskiyniñ şahsen yazğan yahut tercime
etken bazı kitapları. Qırım Tatar tili ve edebiyatı ilmiy araştırma merkeziniñ
çalışmaları. C. 1, ss. 386-393. Simferopol: QCİ Qırımdevoquvpedneşir.
KONDRATÜK, G.N. (2002). Sistema obrazovaniya krımskih tatar v 1921-
1941 gg. Kultura narodov Priçernomorya. № 31, ss. 92-100.
KONDRATÜK, G.N. (2011). Razvitiye krımskotatarskih şkol v pervoy
polovine 1920-h gg. Elyazma kitapları’ İlmiy araştırma merkezi. http:// tat-
konvolut.at.ua /publ/maarifcilik/kondratjuk_g_n_razvitie_krymskotatars-
kikh_shkol_v_pervoj_polovine_1920_kh_gg /11-1-0-89
KONDRATÜK, G.N. (2011/1). Natsionalnaya peçat v Krımskoy ASSR
v 1921-1941 gg. ‘Elyazma kitapları İlmiy araştırma merkezi .http://tatkon-
volut.at.ua/publ/kondratjuk_g_n_ nacionalnaja_pechat_v_Krymskoj_ass-
r_v_1921_1941gg/1-1-0-88
KURTSEІTOV, R.C. (2010). Sistema osvіti i yetnomovnі protsesi v Av-
tonomnіy Respublіtsі Krim: spadsçina minulogo, stan і perspektivi rozvitki.
Mіjnarodnıy naukovıy forum: sotsіologіya, psıhologіya, pedagogіka, menec-
ment. Zbіrnik naukovih prats. Vid-vo NPU іm. M. P. Dragomanova. 2010 /
2, 32-54.
NİKOLSKİY, L.B. (1976). Sinhronnaya sotsiolingvistika (teoriya i prob-
lemı). Moskva: Nauka.
RUSTEMOV, O.D. Problemı razvitiya otraslevoy terminologii krımskota-
tarskogo yazıka na sovremennom etape i puti ih reşeniya. http://ilmiyqirim.
blogspot.com/2012/04/blog-post_3831.html
USEİNOV, K.A., GANİYEVA, E.S., SEYDAMETOVA, N.S. (2011). Qı-
rım Tatar tili. Fonetika. Leksikologiya. Frazeologiya. Leksikografiya. Simfe-
ropol: KRP «Vidavnitst «Krimnavçpedderjvidav».
19. ve 20. Yüzyılda Kafkasya’dan Anadolu’ya Göç ve İskân
Ömer KARATAŞ1
Giriş
19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ve 20. Yüzyılın başlarında Anado-
lu’ya Kafkas halkları zorunlu olarak göç etmişlerdir. Zorunlu göçün en bü-
yük sebebi olarak Rusya Devleti’nin Kafkasya’yı işgalini göstermek oldukça
yerindedir. Nitekim Çerkesler, Dağıstanlılar, Nogaylar, Çeçenler, Kumuklar,
Karaçaylılar gibi Kafkas halkları göçe maruz kalmışlardır. Kafkas halkları
Anadolu’ya dolayısıyla Osmanlı Devleti’ne sığınmışlardır.
Bu tebliğde Kafkasya’dan Anadolu’ya yapılan göçlerin sebepleri, göç-
menlerin Osmanlı toprağına girişleri süresince yaşananlar ve göçmenlerle
ilgili Osmanlı Hükümeti’nin tutumları ele alınacaktır.
Kafkasya’nın, adı ve tarfi ilkez Eschylus ve Herdot zamanında kullanıl-
mıştır. Plinus Kafkasya kelimesinin anlamını “beyaz karlı yer” olarak tarif
etmektedir2. Eski Yunan müelliflerinden Aiskhlos’un M.Ö. 490’da yazdığı
“Zincire Vurulmuş Zevk ve Eğlence” oyununda geçen “Kavkasos-Dağından”
da ismini almaktadır3. Kafkasya isminin bir başka kullanımına ise Heredot
Tarihinde görmekteyiz. Bu isim Heradot’ta “Kavkasion”4 olarak zikredilmek-
tedir. Böylece Kafkasya isiminin Heradot öncesinden beri kullanıldığını ve
bilindiğini söyleyebiliriz. Kafkasya, önceleri Hazar Denizi ile Karadeniz ara-
sındaki berzahta, batı kuzeybatı yönünden doğu-güneydoğu yönüne uzanan
dağ zincirini tanımlamak için kullanılırdı. Bugün, bu isim, Astrahan eyale-
tinin güneyi ve Don’dan başlayarak Türk ve İran sınırlarına kadar uzanan
toprakları içine alan ülkeye verilmektedir5.
Kafkasya derin vadiler, yüksek dağlar ve dar yollar ve ormanlıklardan
oluşmaktaydı. Bu ülkenin coğrafyası ve fiziki durumu bölgede yerleşme ve
yaşam şeklini de belirliyordu. Strabon, De SituOrbis(L.XI) başlıklı kapsamlı
1 Yrd. Doç. Dr., Celal Bayar Üniversitesi
2 NikolovKratkiy, Toponimiçeski Slov’ar, Moskova 1966, s.165-166.
3 Fahrettin Kırzlıoğlu, Osmanlılar’ın Kafkas-Elleri’ni Fethi (1451–1590), TTK, Ankara
1998, s. XV.; John F.Baddeley, Rusların Kafkasya’yı İşgali ve Şeyh Şamil(çev. Sedat Özden),
Kayahan Yayınları İstanbul 1995, s.20.
4 Heradot Tarihi, (Çev: Müntekim Ökmen), İstanbul 1991, s.50.
5 Badeley, age, s.19; Ufuk Tavkul; Kafkasya Gerçeği, Selenge Yayınları, İstanbul 2007, s.
12.
658 19. ve 20. Yüzyılda Kafkasya’dan Anadolu’ya Göç ve İskân
6 Adolf Berje, Kafkasyalı Dağ Kavimlerinin Kısa Tasviri, (Çev. Murat Papşu), Tiflis 1856
Kafkas Derneği Yayınları, Ankara 1990, s.9.
7 Badeley, age, s.21-22.
8 Tavkul, age, s.12.
9 Baddeley, age, s.23; Tavkul, age, s.13.
10 Fikret Efe, Şeyh Şamil’in 100 Mektubu, Şule Yayınları, İstanbul 2002, s.70.
11 Tavkul, age, s. 121; Baturay Özbek, Çerkes Tarihi Kronolojisi, Ankara 1991, ss.128-151.
12 Bedri Habiçoğlu, Kafkasya’dan Anadolu’ya Göçler, İstanbul 1998 s.58.
Ömer KARATAŞ 659
fus hareketleridir. Dış göç ise; Uzun süre kalmak, çalışmak ya da yerleşmek
amacıyla yapılan nüfus hareketleridir16.
Kafkasya’dan Osmanlı Devleti’ne doğru yapılan kitlesel göçlerde (Ana-
dolu’ya) , “itici etkenlerin” ön planda olduğu, “çekici etkenlerin” ise ikin-
ci planda kaldığı görülmektedir17. İtici etkenlerin fitilini ateşleyen güç Rus
Devleti’dir. Rusya sözde askeri ve siyasi güveni sağlamak amacıyla Batı ve
Orta Kafkasya’da yaşayan Müslüman halkı etkisiz hale getirmeye çalışmıştır.
Rusya, direnenleri acımasız bir şekilde öldürdükten sonra geride kalanları
Osmanlı topraklarına göçe zorlamıştır18. Bu yüzden Kafkas halkları çok sev-
dikleri, uğrunda kahramanca savaştıkları Kafkasya’dan Rusların şiddetli ve
baskıcı politikalarından dolayı mecburi-kitlesel göç19 yapmak zorunda kal-
mışlardır. 1850’li yılların ilk yarısında bazı Kafkasyalı ailelerin gönüllü bir
şekilde Osmanlı topraklarına göç ettiklerini bir kenara bırakarak, bu halkların
zorunlu göç yıllarına gideceğiz.
Zorunlu göç: Kırım savaşı sırasında 1856–1857’de,1859’da Şeyh Şa-
mil’in Rus Devleti’ne teslimi sonrası 1860–1862’de, Rus-Çerkes savaşının
Rus Devleti lehine20bitmesiyle 1864–1865 yılları arasında büyük ivme ka-
zanmıştır. 1862–1865 yılları arasındaki üç yılda zirveye ulaşmış olan göç, 93
Harbi ile 1877–1878 ve 1890–190821 yılları arasında yoğunlaşarak 1920’lere
16 Betül Dilara Şeker, “Van İlinde Yaşanan İç ve Dış Göç Bağlamında Kültürlenme Olgusu”,V.
Uluslararası Van Gölü Havzası Sempozyumu, 09-13 Haziran2009, Van, Yayınlanmamış Bildiri
Sunumu.
17 Saydam, age, s.63.
18 Kemal H. Karpat, Osmanlı’dan Günümüz…,s.14.
19 Saydam, age, s.63; Rusya’nın işgal ettiği topraklardaki Türk ve Müslüman toplulukları
göçe zorlayan politikası çok yönlüdür. Bu politikanın ana ilkeleri, Rus olmayanların
kimliklerini değiştirerek Ruslaştırmak, topraklarını ellerinden alarak yoksullaştırmak, sürgün
etmek, katletmek, Hristiyan unsurlar aracılığı ile bunaltmak ve yetkilerini ellerinden alarak
etkisiz hale getirmek şeklinde özetlenebilir. Süleyman Erkan, Kırım ve Kafkasya Göçleri
(1878-1908), KTÜ Yayını Trabzon 1996 s.25.; Jülide Akyüz Orat-Nebahat Oran Aslan-
Mustafa Tanrıveredi, Osmanlı’dan Cumhuriyete Kafkas Göçleri, Kars 2011 s.41; Ayrıca bk.
Çerkesler bağımsız yaşamaya son derecede düşkün olup, hele yüzyıllardır düşmanları olan
Rusların egemenliği altına girmeyi asla kabul etmek istememişlerdir. Habiçoğlu, age, 67-68.
20 Habiçoğlu, age, s. 62.
21 1854-1908 yılları arasında Rusya’dan(Kafkasya, Kırım, Kuban ve Orta Asya) ve
Balkanlar’dan yaklaşık 5 milyon Müslüman, Osmanlı topraklarına göç etti. Yerleşik
hayata geçen göçebelerin ve göçmenlerin sayısı Osmanlı istatistiklerine hemen ve doğru
olarak yansımadı, çünkü bu insanlar, genellikle, gönderildikleri yerlere tam anlamıyla
yerleştikten, vergi ödeyebilecek bir ekonomik düzeye geldikten ve askeri hizmet için insan
sağlayabildikten sonra kaydediliyorlardı. O halde Osmanlı demografisi üzerine çalışan her
akademisyen kayıtlara geçmeyen ancak çok önemli olan göç etkeninin farkında olmalıdır.
Çünkü bu etkenin özellikle Müslüman bileşeni olmak üzere Osmanlı nüfusunun niteliksel ve
Ömer KARATAŞ 661
niceliksel bileşimi üstünde büyük etkisi olmuştur. s.50 aynı eser s.152-153 Kırım, Kafkaslar
ve Balkanlar’dan gelip Anadolu’ya( ve bir dereceye kadar Suriye ve Irak’a) yerleşen
Müslüman göçmenlerin toplam sayısı 1908 yılında yaklaşık 5 milyon kadardı. Bir resmi
Osmanlı tahminine göre 19. yüzyılda, 1877-1896 yılları arasında Osmanlı topraklarındaki
göçmenlerin toplam sayısı 1.015.015’tir. Osmanlı Devleti özel göç defterlerinden, gelen
göçmenler hakkında bilgi toplamıştı, ancak doğrudan akrabalarının yaşadıkları yerlerde
ya da kayıtlara geçmeden yerleştiği köy ve kasabalara giden çok sayıdaki göçmen resmi
hesaplamalarda gözden kaçmıştır. Karpat, Osmanlı Nüfusu, ss.50, 152-153.
22 Saydam, age, s.81; Hayati Bice, Kafkasya’dan Anadolu’ya göçler, Türkiye Diyanet
Vakfı, İstanbul 1993. s.45; Habiçoğlu, age, s.123-152.
23 BOA; DH. MHC 1/63; DH. MHC 1/65.
24 BOA; ML. MSF. d. No: 12538; ML. MSF. d.No:15815; ML. MSF. d. No: 16633; A.
Cevat Eren, Türkiye’de Göç ve Göçmen Meseleleri Tanzimat Devri İlk Kurulan Göçmen
Komisyonu Çıkarılan Tüzükler, Nurgök Matbaası, İstanbul 1996. s.64-66.
25 Saydam,age, s.93; Batı Kafkasya’dan gelenler 18 Kasım 1858’den 28 Kasım 1859’ a
kadar yaklaşık bir yıl içerisinde 17.003 kişiyi bulmuştur. Bunlardan 11.309’u Nogay, 5694’ü
Çerkes ve Abaza idi. Habiçoğlu, age, s.75-76.
662 19. ve 20. Yüzyılda Kafkasya’dan Anadolu’ya Göç ve İskân
Göçmen Komisyonları
1859 yılına kadar Osmanlı Devleti’ne gelen göçmenlerin iskân işlemleri
Şehremaneti26 tarafından yapılmaktaydı. Şehremaneti 1859 yılına kadar gelen
göçmenlerin iskânına yeterli gelirken 1859’dan sonra Kafkasya’dan Anado-
lu’ya yoğun kitlesel göçlerin başlamasıyla iskân işlerine yeterli gelememek-
teydi. Bu yüzden göçmenlerin daha iyi şartlarda ve sistematik bir şekilde is-
kân edilmeleri için yeni bir kuruma ihtiyaç duyulmuştur. İhtiyaç duyulan bu
kurumun teşekkülü için padişaha sunulmak üzere bir tezkire hazırlanmıştır.
Hazırlanan tezkirenin padişah tarafından uygun bulunmasıyla beraber 5 Ocak
1860 tarihinde Muhâcîrin Komisyonu kurulmuştur. Muhâcîrin Komisyonun
başkanlığına da Hafız Paşa getirilmiştir27. Osmanlı Devleti’ne gelen göçmen-
lerin iskân edilmesi işlemi 5 Ocak 1860 tarihinden itibaren Şehremanetinden
alınarak Muhâcîrin Komisyonu’na bırakılmıştır. Muhâcîrin Komisyonunun
ilk kurulduğu yıllarda Ticaret Nezaretine bağlı iken Temmuz 1861’de bağım-
sız28 bir kurum haline getirilerek kurumun daha iyi çalışması amaçlanmıştır.
Muhâcîrîn Komisyonu ihtiyaçtan dolayı kurulmuş ve bu komisyonun is-
kân işlerini daha sistemli bir halde çözmesi amaçlanmıştır. Fakat 1865 yılının
sonlarına doğru, gelen göçmenlerin sayısının azalması ve komisyonun dev-
lete getirdiği mali yükün ağır olmasından dolayı 27 Kasım 1865 tarihinde
kaldırılmıştır. Muhâcirîn Komisyonu’nun kaldırılması ile yaptığı işler Zap-
tiye Nezareti’ne ve Meclis-i Vâlâ’ya bırakılmıştır. Muhâcîrîn Komisyonu-
nun feshedilmesi göçmen işlerinin aksamasına ve idari bir boşluğun ortaya
çıkmasına neden olmuştur. Hükümet, bu idari boşluğu doldurmak amacıyla
eskisi kadar geniş olmayan, daha dar kadrolu, iskân işlerini yürütecek olan
Muhâcîrîn Komisyonu’nun tekrar faaliyete başlamasına 19 Haziran 186629
tarihinde karar vermiştir.
1867 yılında Şura-yı Devlet’e bağlı olarak çalışmalarını sürdüren komis-
yon 1875 tarihinde Zaptiye Nezaretine bağlanmış ve 1878’de artan göç olay-
larından dolayı tekrar bağımsız bir kuruluş haline getirilmiştir. Göçlerin de-
vam etmesi nedeniyle yeni komisyonlar kurulmuştur30.
Bu kuruluşlar:
İdare-i Umumiye-i Muhacirin Komisyonu
Muhacirin İane Komisyonu (1877)
Umum Muhacirin Komisyonu (1878)
İane-i Muhacirin Encümeni-Muhacirine Muavenet Cemiyeti (1878)
Muhacirlere Milletlerarası Yardım Komitesi, Sermaye-i Şefkati Osmani-
ye- Turkısh Compasionate Fund (1878’de Londra’da kurulmuş)
Muhacirin Komisyon-u Alisi (1897)
Muhacirin-i İslamiye Komisyonu (1905)
Böylece Osmanlı Devleti’ne yapılan göçlerin artması sonucunda çeşitli ad-
larla oluşturulan Göçmen Komisyonları tekrar faaliyete geçmiş ve göçmen-
lerin iskân ve diğer işleri daha düzenli bir şekilde yürütülmeye çalışılmıştır.
a) 42 bab hane
b) 8 kile şair
c) 120 araba hatab
Kalamabad Kazası Sivas Eyaleti
d) 15 araba saman
Halka Çayırı Nam Çerkes Merşan
e) 19 ra’s öküz
Mahalde Teşvikiye Kabilesi
f) 14 ra’skara sığır
Karyesi Göçmenlerine
ineği
g) 15 ra’sesb15
h) Tapu ile arazi16
Sivas Eyaleti- a) 41 bab hane
Uzunyayla b) Bir bab camii şerif
Hafik Kazası Ahalisi
Yöresindeki Çerkes c) Bir babMekteb-i
Göçmenlerine Münif17
Sivas Eyaleti-
Uzunyayla
Darende Kazası Ahalisi 62 bab hane 96000 guruş18
Yöresindeki Çerkes
Göçmenlerine
a) 184 bab hane
Tokad Kazası Sivas Eyaleti 92000 guruş19
b) Mescid
400.615,7
Toplam
guruş
Anadolu’ya gelen göçmenlere Osmanlı Devleti’nin ve halkın yardımını iz-
lediğimizde Saray efradının Kafkas göçmenlerinin ihtiyaçlarının temininde
duyarsız davranmadığını da görmekteyiz. Saray halkı da göçmenlere ciddi
bir miktar olan beş yüz altmış bin sekiz yüz altmış beş guruş38 yardımda bu-
lunmuştur.
Sonuç
19. ve yüzyılda Osmanlı Devleti’ne Rus Devleti’nin zorlamasıyla Kafkas
halkları kitleler halinde göç etmeye başlamıştır. Kafkasya’dan Anadolu’ya
gelen göçmenler, her zaman hem Osmanlı hükümeti hem de Osmanlı yerli
ahalisi tarafından iyi bir niyetle karşılanmışlardır.
Osmanlı idaresi Kafkas halklarının Müslüman olmalarından dolayı Müs-
lüman yerli ahalisinin sahip olduğu tüm haklardan istifade etmesine müsaade
etmiştir. Zaten Osmanlı topraklarına göçmenlerin ayak basması ile beraber
Osmanlı vatandaşlığına kabul edilmişlerdir.
Kafkas göçmenleri Anadolu’da bazı zorluklar ile karşılaşmışlardır. Bu
zorluklarla Kafkas halklarının mücadelesinde hem Osmanlı Hükümeti hem
de Osmanlı kadim ahalisi daima onlara yardımcı olmuştur. Barınma, sağlık,
giyim, zirai araç gereç ve diğer yardılar Kafkas halklarına karşılıksız olarak
yapılmıştır. Osmanlı Hükümeti Kafkasya’dan gelen göçmenlerin bir an önce
üretici duruma gelmeleri için imkânlar ölçüsünde gayret göstermiştir.
Kaynakça
Başbakanlık Osmanlı Arşivi Defter ve Belgeleri
ML. MSF. d. No: 12538
ML. MSF. d.No:15815
ML. MSF. d. No: 16633
ML.MSF. d No 1748
Sivas Masraf Defteri No 15924
DH. MHC 1/63
DH. MHC 1/65
A.MKT.MVL 134/7
A.MKT.MHM 214/28
A.MKT.MHM 202/24
A.MKT.MHM 331/17
A.MKT.MHM 322/36
A.MKT.MHM 336/44
A.MKT.MHM 229/82
A.MKT.MHM 215/50
A.MKT.MHM 228/55
A.MKT NZD 413/79
A.MKT NZD 230/97
A.MKT.UM 483/1
A.MKT.UM 460/13
A.MKT.UM 521/24
C.DH 134/6698
İ.DH 522/35566
Ömer KARATAŞ 669
İ.DH 470/31471
İ.DH 470/31497
İ.DH 521/35481
İ.MVL 470/21285
İ.MVL 548/24615
İ.MVL 556/24966
İ.MVL 556/2496677.
MVL 639/60
MKT.MHM 261/52
MKT.MVL 134/46
MVL 718/7
Araştırma Eserleri
BADDELEY; John F., Rusların Kafkasya’yı İşgali ve Şeyh Şamil(çev. Se-
dat Özden), Kayahan Yayınları İstanbul 1995.
BERJE; Adolf, Kafkasyalı Dağ Kavimlerinin Kısa Tasviri, (Çev. Murat
Papşu), Tiflis 1856 Kafkas Derneği Yayınları, Ankara 1990.
BİCE; Hayati, Kafkasya’dan Anadolu’ya göçler, Türkiye Diyanet Vakfı,
İstanbul 1993.
ERKAN; Süleyman, Kırım ve Kafkasya Göçleri (1878-1908), KTÜ Yayı-
nı Trabzon 1996.
Akyüz Orat; Jülide -Nebahat Oran Aslan-Mustafa Tanrıveredi, Osman-
lı’dan Cumhuriyete Kafkas Göçleri, Kars 2011.
EREN; A. Cevat, Türkiye’de Göç ve Göçmen Meseleleri Tanzimat Devri
İlk Kurulan Göçmen Komisyonu Çıkarılan Tüzükler, Nurgök Matbaası, İs-
tanbul 1996.
HABİÇOĞLU; Bedri, Kafkasya’dan Anadolu’ya Göçler, İstanbul 1998.
Heradot Tarihi, (Çev: Müntekim Ökmen), İstanbul 1991.
İPEK; Nedim, Rumeli’den Anadolu’ya Türk Göçleri, Ankara 1994.
---“93 Muhacereti”, Osmanlı C. 4, Yeni Türkiye Yayınları, İstanbul 1999.
670 19. ve 20. Yüzyılda Kafkasya’dan Anadolu’ya Göç ve İskân
Dipnotlar
1 BOA; Sivas Masraf Defteri No 15924.
2 BOA; A.MKT.MHM 214/28.
3 BOA; A.MKT.MHM 215/50.
4 BOA; A.MKT.MHM 228/55.
5 BOA; A.MKT NZD 413/79.
6 BOA; A.MKT NZD 230/97.
7 BOA; A.MKT.MHM 261/52.
8 C.DH 134/6698.
9 BOA; A.MKT.UM 460/13; A.MKT.UM 521/24.
10 BOA; MVL 718/7.
11 BOA; A.MKT.MHM 202/24.
12 BOA; A.MKT.MHM 331/17.
13 BOA; A.MKT.MHM 322/36.
14 BOA; A.MKT.MHM 336/44.
15 BOA; İ.DH 470/31471.
16 BOA; A.MKT.MHM 229/82.
17 BOA; İ.DH 470/31497.
18 BOA; İ.MVL 470/21285.
19 BOA; İ.MVL 548/24615.
Türk Cumhuriyetlerinde Dış Kaynaklı Dini Oluşumlar
Ramazan BİÇER1
Giriş
Dini karşısında insanlar genelde üç tutum içerisindedirler. İlki, inanç ve
kabul boyutunda bir dini benimsemekle birlikte, seküler veya agnostik bir an-
layışın sonucu, uygulamada ilgisiz kalmaktadır. İkincisi ise, mensubu olduğu
dini özellikle sosyal ve geleneksel yapısı doğrultusunda, halk Müslümanlığı
olarak nitelendirilen bir tutum içerisindedirler. Üçüncüsü ise, dininin kuralla-
rını, genel geçer anlayışın ötesinde algılayarak, farklı ve kendi anlayışına göre
daha gerçekçi bir dini hayata sahip olduğuna inanarak, inananların genelinin
anlayışının dışında bir uygulamaya sahip olmaktır (Uysal 1996: 134-137).
Bu kategoride olanlar bazen radikal bazen de marjinal olarak nitelendiril-
mektedir. Böyle bir algılama ise, ya dinin özüne yönelik bir derinliğe sahip
olmakla olur, ya da din adına konuşarak, kendi kültür, bilgi seviyesi ve algıla-
ma biçimi doğrultusunda dini sunum yapan belli kimselerin yönlendirmesiyle
gerçekleşir. Dini bilincin doruğuna tırmanarak ilk kategoriye giren insanlar
çok azınlıkta olmuştur. İnananların çoğu ikinci oluşum içerisindedir. Bura-
daki ana etken, yönlendiren kimsenin dini algılama ve sunum biçimidir. Bu
nedenle ikinci kategori, olumlu veya olumsuz ciddi sonuçlar verebilir. Orta
Asya Türk dünyasının Müslümanlaşmasındaki büyük rolü olan Yesevilik gibi
tasavvuf hareketlerinin katkısı ile günümüzde aynı bölgede sorun oluşturan
radikal hareketlerin yönlendirici liderlerin anlayışı buna bir örnektir (Biçer
2009b).
Bir dini akım ve oluşum hakkında doğru veya yanlış hükmünü vermek iki
şekilde mümkündür: Birincisi, bir başka dinin verileri doğrultusunda olur.
İkincisi ise, bizzat o dinin kendi kaynaklarına göre doğrulama veya yanlışla-
ma yapılabilir. Burada mesela İslamî bir mezhep hakkında bir değerlendirme
yapılacak olursa bu, mensup olduğu dinin temel kaynakları açısından bir yak-
laşımda bulunulabilir. Ancak burada karşımıza çıkan bir başka problem ise,
her grubun ve kesimin kendi inancının, öze daha yatkın ve uygun olduğu tezi-
dir. Hatta Müslümanların genelinin kabulüne mazhar olmamış ve radikallikle
suçlanmış bazı hareketler, kendilerini dinin kaynaklarına daha uygun olarak
nitelendirmektedirler. Nitekim bugün bazı terör eylemlerine katılan kimsele-
rin, dinin özünü dönüş hareketi olarak adlandırılan Selefi-Vehhabi felsefesini
benimsedikleri bilinmektedir (Ebu Zehra 1997: 264-266).
1 Prof. Dr., Sakarya Üniversitesi
672 Türk Cumhuriyetlerinde Dış Kaynaklı Dini Oluşumlar
Kendisine özgü bir felsefesi bulunmakla birlikte, baştan beri İslam dünya-
sında radikal çıkışlar yapan, dinin uygulama boyutuna daha çok önem verdiği
için sürekli aksiyon içerisinde olan, cumhurun egemenliğinin hakim olduğu,
çıkış yerinin lokal şartlarını da yansıtmak suretiyle daha çok yerel bir anlayı-
şa sahip olan Haricilik, önemli görüşlerini Vehhabilik mezhebi çerçevesinde
devam ettirmektedir. (Büyükkara 2004: 157-1169).
İslam dünyasında yaygın bir konuma sahip olmuş, Mu’tezile ve Şia ara-
sında bir inanç sistemini benimsemiş olan Ehl-i sünnet, belirli kalıplara so-
kulmuş kurallardan daha çok, dinin uygulanmasını hedeflemiş ve bu şekilde
dinin ana teması içerisinde geniş açılımlı bir itikat/inanç yelpazesine sahip
olmuş, evrensel değerler doğrultusunda İslam’ı yorumlamış ve böylece in-
san öncelikli, yaşanabilir nitelikli bir dinî anlayışı benimsemiştir (Emin 1954:
125).
Kur’an’a yapılan bir başvurunun tutarlılığının iki temel unsuru bulunmak-
tadır. Kur’an’ın dili olan Arapça kuralları çerçevesinde oluşan bir anlayış ve
yorum yanında, çıkarılan hüküm ve ulaşılan kanaat, Kur’an’ın ana teması ve
genel fikri etrafında oluşmalıdır. Bu bağlamda mesela İsmaililik gibi bazı aşı-
rı fırkaların Kur’an okuma biçimi, her iki değerlendirmenin dışında olmuştur.
Öte yandan Kur’an merkezli bir anlayışa sahip olduğunu ileri süren Hari-
cilik ve daha sonraki oluşum olan Vehhabiliğin, hedef kitle olarak daha çok
Müslümanları seçmesi Kur’an’ın ana temasıyla bağdaşmamaktadır. Harici-
lik-Vehhabilik bağlantısı çok belirgindir. Nitekim Osmanlı tarihinde Vehhabi-
lige “Hâricilik” hareketi olarak bakılmış ve o şekilde isimlendirilmiştir. Dav-
ranışlarındaki sertlik, iman ölçütlerindeki taassup ve kendi dinî inanışlarında
olmayanları küfür ve şirkle suçlamak gibi hususlarda Vehhabilik ile Hâricilik
arasında belirgin bir benzerlik vardır. Haricilerin günümüzde yasayan kolu
İbâdiyye, el-Emru bi’l-Ma’ruf ve’n-Nehyu ani’l-Munker’i (iyiliği emredip
kötülüğü yasaklama) İslâm’a davet adı altında Müslümanlarla savaşmak sek-
linde ele almışlar ve bu görüşleriyle Vehhabilere örnek teşkil etmişlerdir (Fığ-
lalı 1999: 125).
Vehhabiliğin temel dayanağı, Selef akidesidir. Bu nedenle kendilerini Se-
lefi olarak tanımlarlar. Günümüz edebiyatında terör ve radikal eylemlere ka-
tılanlar da Selefi-Vehhabi şeklinde değerlendirilmektedir (Biçer 2006: 275).
Selefilik geniş kapsamlı ve karmaşık bir kavramdır. Ne zaman başladığı
bilinmediği gibi, temsilcilerinin kimler olduğu da tam olarak tarif edileme-
mektedir. Selef olarak nitelendirilen bazı kimseler, günümüz Selefi düşüncesi
ile bağdaşmamaktadır. Bu akım genellikle Vehhabi hareketiyle bağdaştırıl-
Ramazan BİÇER 673
bölgeleri işgal eden Ruslar, Türk halklarının dinî yapısını bozmak, dolayı-
sıyla işgale yönelik eylemleri kırmak amacıyla iki tür bir girişim içerisin-
de bulunmuştur. Bunlardan ilkini, Hıristiyanlaştırma çabaları oluştururken,
ikincisi ise İslamî gelişmelere yönelik engeller oluşturmak şeklinde tezahür
etmiştir. Günümüzde de benzer metotlar uygulanmaya devam edilmektedir.
Özellikle yeni Türk devletlerinde kabaran dinî duyguların doğurduğu oluşum
ve gelişmeler, dinî terör, radikalizm, Selefi-Vehhabi gelişme türü söylemlerle
kıstırılmaya çalışılmaktadır (Erdem 2004: 80). Böylece dini duygulara sahip
kesimler ya dışlanmakta ya da haksız bir şekilde şiddete maruz kalmaktadır.
Her iki gelişme de radikalliğe yönlendirmektedir.
Sorunun farklı bir boyutu da idarîdir. Şöyle ki, Yeni Türk Cumhuriyetle-
rindeki yönetimler, siyasî ve ekonomik başarısızlıklarını örtbas etmek, Batı
toplumlarının sempatisini kazanmak, Sovyet döneminden kalma ve mübtelası
oldukları tek parti anlayışını sürdürmek ve demokratik olmayan yöntemlerle
elde tuttuğu iktidara muhalefet edenleri baskı altında tutmak amacıyla dinî
söylemleri kullanmaktadırlar. Bu söylem, dinî savunmadan öte bir husustur.
Bir anlamda ciddi bir potansiyele sahip olmayan radikal akımların mevcudi-
yetinden hareketle, siyasî iktidarını güçlendirmek amacı gütmektedir (Bayca-
un 2001: 97; Erşahin 186: 190).
Bir başka önemli etken de, Orta Asya’da dünya devleri olan Amerika ve
Rusya’nın varlık mücadelesi karşısında küçük devletlerin üzerinde gerçekleş-
tirilen satranç oyununda, din bir piyon olarak kullanılmasıdır. Bu bağlamda
her iki güç de mevcut iktidarı destekleyerek onu kendi tarafına çekmek, onun
karşısında olanları terör ve radikallikle suçlamak ve bu alanda ona yardım
etmek amacıyla düşman yaratmak ve mevcut iktidarı korumak düşüncesi ar-
dından kendi çıkarlarını korumak anlayış yatmaktadır (Davlatov 2006: 179).
Bütün bunların ötesinde Sovyetler Birliğinin yıkılışının ardından, Orta
Doğu kökenli dini hareketler, Türk Cumhuriyetlerinde ciddi faaliyetlere baş-
lamışlardır.
Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinin maruz kaldığı radikal dinî akımlar iki
kategoride ele alınabilir. Bunların birincisini, öncelikle Hıristiyanlık dinine
ait olmak üzere misyonerlik faaliyetleri oluşturmaktadır. Ardından Budizm
ağırlıklı olmakla birlikte senkretik bir yapıda olan ve Yeni Çağ Dini akımlar
olarak nitelendirilen oluşumlar teşkil etmektedir.
İkinci kategoriyi İslamî, dinî oluşumlar şekillendirmektedir. Orta Asya
Türk Cumhuriyetlerinin maruz kaldığı radikal dinî akımların bir boyutunu
Şiîlik oluşturmaktadır. Tacikistan yanında Sovyetler Birliği sonrası Orta Asya
676 Türk Cumhuriyetlerinde Dış Kaynaklı Dini Oluşumlar
Sonuç
Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinde, İslamî temalı dini hareketlerin kayna-
ğı, Orta Doğu kökenli radikal din akımlardır. Bunların başında Selefi-Vehhabi
anlayış ve temayül gelmektedir. Bu oluşumun arka planını okumak gerekirse,
karşımıza şu tablo çıkmaktadır:
Sovyetler Birliği sonrası bağımsızlık kazanan Türk Cumhuriyetlerinde
veya Rusya Federasyonunda bulunan Türk halklarını bekleyen en öncelikli
dinî tehlike, Hıristiyan misyonerlik faaliyetleridir. Bu faaliyetler başta Rusya
olmak üzere ABD ve Batı devletlerinin resmî destek ve teşvikiyle gerçek-
leşmektedir. Bunun yanında 2000 yılı itibarıyla üç binden fazla mezhep ve
tarikata sahip olan Hıristiyanlık kilisesi ve SKT’lar yanında gizli çalışmaların
varlığı dikkate alındığında, sorunun büyüklüğü anlaşılabilir.
Bir başka misyonerlik faaliyeti olarak değerlendirilebilecek hareket ise,
Budizm felsefesi yanında Yeni Çağ Dini akımlardır. Çeşitli spor, felsefe öğ-
retimi ve sağlık kuruluşları şeklinde faaliyette bulunan ve çoğu gizli olan bu
sekt ve kültler, yöre halklarını yönlendirmektedir.
Bölgede üçüncü derecede kökü dışarıda faaliyette bulunan akımlar ise,
Orta Doğu kökenli İslamî temalı dinî hareketlerdir.
Bu problemler karşısındaki çözüm önerileri şöyle sıralanabilir:
Türkiye modeli ve ülke şartları doğrultusunda dinî ihtiyaçları karşılamaya
yönelik İlahiyat Fakültelerinin açılması. Ayrıca geneli itibarıyla Sünnî-Hanefî
Matüridî olan halkların inanç sistemlerini temellendiren ve bilgilendiren Ma-
türidî mezhebine yönelik bilimsel çalışmaların artırılması. Öte yandan bölge-
de hâkim olan Nakşibendîlik ve Yesevilik gibi tasavvufî akımların sağlıklı bir
yapıda ve siyasetten uzak bir konumda işlenmesi ve bilimsel boyutta halka
yönelik değerlendirilmesi de gözden ırak tutulmayarak işler hale getirilmesi.
Böylece yüzyıllardır Rus egemenliğine karşı konulmada önemli bir faktör
olması açısından, hem tarihsel arka planı dolayısıyla gelenek dikkate alındığı
678 Türk Cumhuriyetlerinde Dış Kaynaklı Dini Oluşumlar
gibi, farklı bir tasavvufi anlayışa sahip olan ve Orta Asya’da İsmaililik gibi
aşırı uçları da güçlü olan Şiîlik akımının gelişmesine de set çekilmiş olacaktır.
Bölge istikrarında önemli bir paya sahip olan ekonomik oluşum, belirli
bir düzeye ulaşması gerekmektedir. İktidarlar, halkının geçim sıkıntısını gi-
dermek, eğitim ve sağlıkta belli bir düzeye ulaşmak amacında olmalıdır. Bu
gerçekleştirilmezse, iktisadî bunalımda olup, fakirlikle didişen halk, alterna-
tif çözümler arayarak radikal akımlara temayül etmekten vazgeçebilir. Bu-
nun farklı bir sonucu da iktidarlar, başarısızlıklarını sürekli radikal akımların
mevcudiyetinden bahsetmekle örtmek amacından vazgeçmesi gerekir.
Her an yaşanması muhtemel krizin önüne geçmek için ise, Türk Cum-
huriyetlerinde en kısa zamanda yerel/yerli dinî kadroların ve dinî siyasetin
geliştirilmesi gerekmektedir.
Kaynaklar
Abaşin, Sergey N. (2001). “Orta Asya Kökten Dinciliğinin Kökenleri
Hakkında Birkaç Söz”. Çev. Saule Baitzhaunova-Nermin Guliyeva, Avrasya
Dosyası, VI (4): 272-282.
Aydın, Mustafa (1996). ”Identities in Formation; Nationality, Religion and
Transnational Ideas in Former Soviet Asia”. The Turkish Yearbook of Interna-
tional Relations. XXVI. 65-79.
Baycaun, Saule (2001). “Orta Asya ve Özbekistan’da İslam ve Köktendin-
cilik”. Avrasya Dosyası VII (3): 81-101.
Bicer, Ramazan (2006). Religious Understanding of Turkish and Pakistani
People. Ethics, Values and Society: Social Transformation. ed. Ghazala Irfan.
Oxford: Oxford University Press, 273-283.
Bicer, Ramazan (2009a). Jihad is a Sacred Terror? Actas Del IX Congreso
‘Cultura Europea’. Spain: Thomson Reuters, 929-943.
Bicer, Ramazan (2009b).The Approach of Muslim Turkish People To Re-
ligious Terror. The World’s Religions after September 11. Volume 1, Religion,
War, and Peace (ed. Arvind Sharme). USA: Greenwood Publishing, 87–114.
Büyükkara, M. Ali (2004). Ihvan’dan Cüveyman’a Suudi Arabistan ve
Vahhabilik. Istanbul: Ragbet Yayinlari.
Dalkılıç-Biçer-Demirli (2012). Balkanlarda Dini Aşırılıklar ve Etnik Ba-
rış. İstanbul: Tasam Yayınları.
Davlatov, Timur B. (2006). “Orta Asya’da Dini Ekstremizm Yaygınlaşabi-
Ramazan BİÇER 679
Rano IBRAGİMOVA1
The families of the famous writer Oibek and painter Ural Tansykbaev were
friends. The two men first met when they both were at the age of twenty.
Their friendship grew not only because Oibek’s wife, Professor Zarifa Said-
nasyrova, and Ural Tabsykbaev studied together at the art studio at the state
Fine Arts Museum, attending the class of N.V. Rozanov (1924-1928), but also
because it was founded in arts. Literature and painting have many points and
lines of tangency. Writer and artist use different exposition “tools”, but there
are many similarities in the way they create. The goal they share is to serve
people, cultivating their love of homeland, human beings, and nature.
Telling about her spouse’s work style, Zarifa Saidnasyrova wrote: “He
took his time pondering over and structuring a literary piece, and only after
its integral outline had been designed he put it down on paper”. His manusc-
ripts had hardly been edited. Writer Mamarasul Babaev noted in his memoirs:
“Oibek was able to work with complete dedication, never getting tired. You
wouldn’t believe it, but he created “ Hamza” (a poem – R.I) in about a week
and half. I myself was a witness of that. He wrote, not allowing himself even
a moment’s distraction. His youngest son Suyun, six or seven years old, use
to run into the garden climb onto his father’s shoulders eager to play, taking
away from his desk. Yet eventually he would leave his son back in the garden
and got back to work. The writer’s thoughts were focused, which made wri-
ting easy and fast. The confirmation of this is his wonderful literary art piece
“Hamza”. However, not all of his works were written in one breath, or out
of hand, so to say. Work on an academic treatise “Navoi and His Time” took
twenty five years to complete. This was a joint effort with writer A.Deutsch,
where each author wrote his chapter independently”.
Paintings created in one breath also exist in the art of Ural Tansykbaev.
His famous still-life “ Flowers” was completed in two hours. The palette and
colour proportion never cease to amaze the people of brush, while the people
of quill delight in the radiance of the canvas that lightens up spirits. His every
painting is a product of prolonged contemplation and inquiry. In one of his
letters (06.03.1954) Tansykbaev wrote: “Until my work is in the groove, I can
1 Prof. Dr., Özbekistan
682 A Dialogue Between Writer And Artist
craftsman Tarobiy, who led an uprising against Genghis Khan, eventually pe-
rishes. However, due to circumstances, he was to be kept alive, even though
this would have contradicted the historical truth... to keep up the nation’s
morale and inspire people to strive for victory in the Second World War, the
story ended with Tarobiy staying alive”.
Reading aloud from a novice writer, Oibek used to utter, “That’s good”, or
“Good,good”, and, coming from him, that sounded as a blessing. Contempo-
raries notes have many records telling about economic and emotional support
he provided to gifted young people.
Ural Tansykbaev took young artists with him to the mountains, gave them
water-colour paints for presents, and taught them painting. His approachable
and friendly personality shows his smile and in all his appearance. This was
noted by Army General Ivan Yefremov, a friend of the Tansykbaev family: “A
conversation with you comforts my soul”.
As part of the Uzbekistan delegation, Oibek in 1942 and Tansykbaev in
1943 delivered parcels to the frontline soldiers. While on the mission, they
collected valuable material for a series of works dedicated to the heroic resis-
tance offered by the homeland soldiers on the battlefield. As the mission time
was running out with still a lot to do, they requested a three-month extension
with access to the frontline. The original of the application is kept in the Hou-
se-Museum of Oibek and Ural Tansykbaev.
The mission proved productive both for Oibek (“Roads of War” essay, “
The Great Way” film script, and a novel “ The Sun Shall never Die”), and
for Tansykbaev, who created a series of paintings “In the Wake of the War”.
His “Path of the Beast” painting series (1942) includes “Air Raid” (1942),
showing the horror of war and its destructive force.
“Man and Nature” theme runs through the entire art of Ural Tansykbaev.
In 1930s it was landscapes and portraits; in the 1940s – people’s hard work
and the consequences of the war; and from 1960 to 1990s – harmony between
man and a nature.
Road stays a key image in almost all Tansykbaev’s works: “Burchmulla
Valley” (1934), “Autumn in the Mountains” (1954), “ Around the City of
Osh” (1962), “Angren-Kokand Mountain Road” (1962), “Evening” (1968),
“My song”(1972), “On the Bank of Chirchik”, and “The Dumps of Altyntop-
kan” (1964). At first glance, the image of the road doesn’t seem to say much.
But the artist’s roads make the viewer think; they appear to be telling about
the lives of people walking them, for life itself is an endless road.
684 A Dialogue Between Writer And Artist
The roads as pictured by the artist symbolize people’s aspiration for per-
fecting themselves; snaking or devious, they make one wonder about one’s
purpose. The artist’s answer remained a mystery, while the viewer can only
guess. In Tansykbaev’s “ Visit” (1994) the image of the road is also present.
The artist pictured a family going on a visit: men are holding traditional musi-
cal instruments, and women are carrying food treats. Their faces are cheerful
and radiant; the characters are smartly dressed to match their spirits, and the
nature is painted in bright yellow and red colours. What catches the eye is the
key element: the road that lends integrity to the composition. The artist seems
to be wishing farewell to the travellers. In the composition the women’s ima-
ges are taken to the foreground, while men follow. The original interpretation
of the picture could be different: these people are not going on a visit – inste-
ad, they went out to meet the coming guests.
Ural Tansykbaev paid repeated visits to places that touched his soul. He
could spend hours watching the same view, and only after picked up a paintb-
rush. The Tansykbaev House-Museum keeps several originals of the same
landscape paintings of Charvak, Syrdarya, Alma-Ata.
Oibek had similar working style; he would write an article, a poem, or a
short story to serve him as a sketch for a larger piece, and would use their fa-
ctual material as basis for a novel. Thus, the “Sacred Blood” novel was based
on the poem “Revenge”; “ Jura the Blacksmith” and “Navoi” novel – on a
dastan of the same title; and the “The Wind of the Golden Valley” novel was
based on the poems “Girls” and “ Forewoman”.
The art of Oibek and Ural Tansykbaev is a national asset. The whole life
of the two great masters was dedicated to the service of the people. They jus-
tified their honorary titles of People’s Artist and People’s Writer conferred on
them for their contribution and many years of work.
Letters, correspondence can serve an invaluable material for the characte-
ristics of the era, a time source for the restoration of historical data, while ad-
ding, refinement inherent personality traits. And characteristically, the same
letter can be examined from different angles. And we are using the letters of
the famous writer Aybek family, kids writing on paper, writing a great artist
helped us to explore the dialogue between the two spheres, the dialogue wri-
ter and artist.
References.
Cтенограмма. Узбекский Государственный архив, Ф.Р. - 2356
БАЗОВЫЕ ПОНЯТИЯ ОБЩЕТЮРКСКОЙ
ИДЕНТИЧНОСТИ.
<!--pagebreak-->
Источники:
TUĞRA
Ədəbi̇yyat :
1. Nizami.Hikmət və nəsihətlər,Bakı “Yazıcı”,1982.
2. Rəssamın ensiklopedik lüğəti,Moskva.Pedagogika,1983.
3.Mir-BağırzadəS.İslam sivilizasiyanın mədəniyyəti(Orta əsrlər).
Bakı,”Elm”,2011,-250S.
Nasreddin Hoca Mizah Karakterinin Oluşum ve Gelişim
Süreci ve Mizah Anlayışı Üzerine
Serdar SAĞLAM1
Giriş
Nasreddin Hocadan bahseden ilk eser 1480 tarihinde yazılmış olan Ebül
Hayr-i Rumi’nin Saltuknâme’sidir. Daha sonra Mehmet Gazali’nin “Dafi
Ü’l-gumum ve Rafi ü’l-Humum, Güvahi’nin “Pendnâme”, Lâmii’nin “Letaif
ve Evliya Çelebi’nin “Seyahatnâme”sinde Nasreddin Hoca’dan bahsedilmek-
te ve bazı latifelerine yer verilmektedir (Duman 2008: 51-59). 16. yüzyıldan
sonra ise Nasreddin Hoca fıkralarının derlendiği yazmalara rastlanmaktadır
(Duman 1996: 59- 60).
Matbaanın icadı ve taşbaskısının gelişmesine kadar Nasreddin Hoca lati-
felerinin derlendiği birçok yazma eser hazırlanmıştır. Bu eserler çeşitli tarih-
lerde gün ışığına çıkarak fikir hayatına kazandırılmaktadır. Mustafa Duman
2008 tarihinde yayınlanan “Nasreddin Hoca ve 1555 Fıkrası” adlı eserinde
yurtiçi ve yurt dışındaki yazmaların o gün itibariyle 68’e ulaştığından söz
etmektedir (Duman 2008: 129).
Nasreddin Hoca fıkralarının müstakil yazma eserlerle süren uzun macerası
ile birlikte halk arasında anlatılagelen bir birikim de söz konusudur. Yazma
eserler ilk hazırlanmaya başladıkları andan itibaren halk arasından yahut söz-
lü gelenekten derlemelerle zenginleşmişlerdir. El yazması kaynaklar, matbaa
veya taşbaskısı ile basılan kitaplar bir silsile halinde birbirini takip etmektedir.
Kemalettin Şükrü, Eflatun Cem Güney, Abdülbaki Gölpınarlı, Erdoğan
Tokmakçıoğlu vb. daha eski yayınlardan yararlanmakla beraber sözlü gele-
nekten gelme hikâyelerden de alıntılar yapmışlardır. Erdoğan Tokmakçıoğlu
kitabındaki 330 fıkradan bir bölüğünü takvimlerden derlediğini söylemek-
te ve bu fıkraların içerisinde daha önceki kitaplarda bulunmayan hikâyelere
rastladığını ifade etmektedir. Bu fıkraların bir kısmının takvimi hazırlayan-
ların sözlü gelenekten derledikleri kanaatindedir (Tokmakçıoğlu 1991: 16).
Ziya Gökalp, Abdülbakî Gölpınarlı, İsmail Hamî Danişmend ve Fuat Köp-
rülü çalışmalarında Nasreddin Hoca hakkındaki bilimsel çalışmalara öncülük
etmişlerdir. Daha sonra birçok araştırmacı ve bilim adamının çalışmalarının
Ülkemiz yayınlanan ilk Türkçe gazete 1831 yılında yayın hayatına atılan
Takvim-î Vekayi’dir. 1840 yılında devlet desteğiyle Ceride-î Havadis, 1860
yılında da özel teşebbüs tarafından “Tercüman-ı Ahval” yayınlanmaya başla-
mıştır (İnuğur 1982: 184-185).
Gazete ve dergilerin okuyucularıyla gerçekleştirdikleri karşılıklı ilişkiler
ve satış endişesi dilde sadeleşmeyi zorunlu kılmaktaydı. Özel şahıslara ait
gazete ve dergilerin çoğalması bu süreci hızlandırmıştı. Gazete ve dergi dili
yeni anlatım tarzlarının ortaya çıkmasına önayak oldu. Halkın anlayabileceği
Türkçe ile yazmak bir mecburiyet haline geliyordu.
1868 yılında gazete, dergilerde ve edebî eserlerde kadınlara yönelik neşri-
yatın ardından ilk kadın dergisi olan “Terakki” de yayınlanmaya başlamıştır
(Kurnaz 1991: 39). Bu durum kadınların toplumsal konumlarının değişme-
sinin, kadın hareketinin ve kadın okuryazarlığının artışının bir göstergesidir.
Ülkemizdeki ilk müstakil mizah dergisi 1870’de Teodor Kasap tarafından
çıkarılan “Diyojen” kabul edilir (Çapanoğlu 1970: 7-20). İlk çocuk dergisi
de 1869 yılında yayın hayatına atılan “Mümeyyiz”dir (Alpin2006: 155). Bu
yıllardan günümüze kadar yüzlerce mizah ve çocuk dergisi yayınlanmıştır.
Bu çocuk ve mizah dergilerinde Türk kültürüne ait unsurlardan olan Dede
Korkut, Ferhat ile Şirin, Yusuf ile Züleyha, Arzu ile Kanber, Köroğlu, Nasred-
din Hoca, Karagöz ile Hacivat ve Keloğlan gibi karakterler boy göstermeye
başlamıştır. Nasreddin Hoca fıkraları bu dergilerde belirli ölçülerle seçilerek
ve yayınlanmıştır. Bunun yanında Nasreddin Hoca’nın temsili resimleri ve
karikatürleri de çocuk ve mizah dergilerinde yeniden hayat bulmuştur.
Gazete, mecmua, çocuk, kadın ve mizah dergilerinin Nasreddin Hoca fık-
ralarını sadece erkekler arasında ve dost meclislerinde anlatılmaktan kurtar-
ması fıkraların daha derli toplu hale gelmesini, eleme ve seçme yapılmasını
gerekli kılmıştır. Mehmet Tevfik Efendi’nin “Letâif-i Nasreddin” adlı 1882
tarihinde yayınlanan kitabında da seçmeci, eleyici bir tavır içerisinde girme-
sinde ve fıkralara edebî bir çehre verme (Koz 2005: 374) gayretinin altında
bir yayıncı olarak içinde yaşadığı toplumsal şartlar etkili olmuştur.
Matbaada basılan ilk Nasreddin Hoca kitabı olan “Letâif-i Hoca Nasred-
din” için de aynı durumun söz konusudur. 1909 yılında yayınlanmış bulunan
Veled Çelebi İzbudak’ın bu derlemesinde diğer nüshalardaki bazı fıkraları
değiştirerek kitabına kaydettiği görülmektedir (Arslan, Paçacıoğlu 1996: 13).
Manzum Nasreddin Hoca fıkraları geleneği de bu süreçte yaygınlık kazan-
mıştır. Esasen bu gelenek XIV. yüzyıla kadar uzanmaktadır. Kaygusuz Ab-
714 Nasreddin Hoca Mizah Karakterinin Oluşum ve Gelişim Süreci ve Mizah Anlayışı Üzerine
Sonuç
İlk defa Ebül Hayr-i Rumi’nin Saltukname’sinde adı zikredilen Nasreddin
Hoca’nın fıkraları daha sonraki yıllarda birçok eserde yer almaya başlamıştır.
Onaltıncı yüzyıldan sonra ise sadece Nasreddin Hoca fıkralarının derlendi-
ği müstakil yazma eserlere rastlanılmaktadır. Kütüphane ve özel arşivlerden
Serdar SAĞLAM 717
Kaynaklar
Alpin, Hakan, (2006); Çizgi Roman Ansiklopedisi, İstanbul: İnkılâp Ki-
tabevi.
Arslan, Mehmet- Paçacıoğlu, Burhan; (1996). Letâif-i Hoca Nasreddin,
Sivas: Dilek Ofset Matbaacılık.
Boratav, Pertev. Naili; (1996). Nasreddin Hoca, Ankara: Edebiyatçılar
Derneği Yayınları. 2. baskı.
718 Nasreddin Hoca Mizah Karakterinin Oluşum ve Gelişim Süreci ve Mizah Anlayışı Üzerine
Seyfi BAŞKAN1
Artvin/Çoruh Barajları
Artvin’de ilk kez 1960’lı yılların ortalarında Elektrik İşleri Etüt İdaresi›nin
kurduğu şantiyeler dolayısıyla ‹baraj› kelimesiyle tanışan halk, son elli yılını
‘baraj’ın kendisini nasıl etkileyeceğini, özellikle de ‘kamulaştırma bedelle-
rini’ konuşarak geçirmiştir. Eğitim ve okullaşmanın Türkiye ortalamalarının
üzerinde, kişi başına gelir düzeyinin ise Türkiye ortalamasının altında olan
bir bölgede yıllarca ‘çevre’ ve ‘sürdürülebilirlik’ tartışmalarının yerini ‘sos-
yo-ekonomik dönüşüm’ ve ‘kamulaştırma bedel’ beklentilerinin alması son
derece çarpıcıdır. Diğer yandan bu durum, bir paradoks olarak görülmesine
karşın, barajlar projesinin, onlarca yıl devletin yaptığı yatırımlar açısından ih-
mal edilmiş olması nedeniyle Artvin’in geri kalmışlıkla ilgili sorunlarını çöz-
mek için bir sosyo-ekonomik dönüşüm şansı olarak değerlendirilmesi normal
karşılanabilir2.
Ancak yine de; proje tamamlanıp tüm barajlar yapıldığında, Artvin ilinin
1/5’nin, yani Akdeniz iklimi hüküm süren flora ve faunasıyla binlerce çeşit
endemik bitki türünü barındıran, Çoruh vadilerinin, bağlıkların, doğal vahşi
hayvan barınak ve göç yollarının, koca bir ilçenin ve bir çok köyün, ve tabii,
Anadolu’daki en eski Türk yurdu olan topraklardaki ata mezarlarının, gele-
neksel Anadolu Türk evlerinin, camilerin, köprülerin ve bu coğrafyadaki en
eski iki Türk mimarlık eserinin ve nesillerce insan emeğinin sular altında kal-
ması karşısında beklenen entelektüel sosyal refleks sergilenememiştir.
Bölgeyi bekleyen sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel değişikliklerin güç
gibi görülmesine karşın çözümlerinin olabileceği açıktır. En azından çözüm
alternatiflerinin veya öngörülemeyecek hataların telafisinin mümkün olduğu
söylenebilir. Oysa bu topraklardaki tarihi/ kültürel mirasın muhtemel kayıp-
larının telafisi hiç bir zaman mümkün olamayacaktır.
1 Yrd. Doç. Dr.,, Gazi Üniversitesi
2 Bu makale, Gazi Üniversitesi BAB kapsamında desteklenen, 05/2005-26 “Artvin/
Çoruh barajları su toplama ve etkilenme alanlarında kalan tarihi/kültürel maddi mirasın
tespiti [Determination Of Historical And Cultural Heritage That Have Remained Under
Water Catchment Areas Of Artvin/Çoruh Dams]” başlıklı proje çalışmasının sonuçlarıyla
hazırlanmıştır.
720 Artvin Deriner Barajı Suları Altında Kalan Bazı Tescilli Tarihi Yapıların Koruma ve
Sürdürülebilirlik Uygulamaları
Koruma ve Korumacılık
Koruma kavramı3, 2863 sayılı “Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Ya-
sası” nda “Taşınmaz kültür ve tabiat varlıklarında muhafaza, bakım, onarım,
restorasyon, fonksiyon değiştirme işlemleri; taşınır kültür varlıklarında ise
muhafaza, bakım, onarım ve restorasyon işleri” olarak tanımlanır4. Aslında,
temel gereksinimleri karşılamanın insan yaşamı için yeterli olmadığı, geçmiş-
le ilgili devamlılığın verdiği bağlılık ve emniyet hissine ihtiyaç duyulduğunu,
insanların zamanla geliştirdiği yaşam düzeninin uygunluğunu ve güzelliği-
ni bulmanın geçmişle devamlılık sağlamakla mümkün olduğunu, tarihin bir
hikaye veya efsane olmadığını kabullenme düşünceleri koruma felsefesinin
temelini oluşturur5. Korumacılık olgusunda6 bu anlamda üç temel amaç sap-
3 Çağdaş anlamda tarihi çevreyi koruma konusundaki ilk örgütlenmeler Aydınlanma Devrimi
sürecinde ortaya çıkmıştır. Özellikle II. Dünya Savaşı’nın yarattığı tahribat, sonrasında hızlı
kentleşen ülkelerin karşılaştıkları sorunlar, aydın kesimin ve kamuoyunun dikkatini çekmiş
ve koruma önlemleri alınması bir zorunluluk olarak ön plana çıkmaya başlamıştır. 1931’de
Atina Konferansı’nda, daha sonra Mayıs 1964’te Venedik Tüzüğü, 1975 Avrupa Miras
Yılı ilan edilmesinden sonra yayınlanan Amsterdam Bildirgesi, UNESCO’nun 1976’da
Naerobi’de yaptığı toplantılarla kültür mirasının korunmasıyla ilgili kuram, uygulama
yöntemi ve bilimsel teknikler belirlenmiştir.Bkz. Jokilehto, J. A.,History of Architectural
Conservation, First Edition, Butterworth & Heinemann, London, 1999.
4 T.C. Resmi Gazete, 2863 Sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu.(18113),
23.7.1983,
5 Erder, C.,Tarihi Çevre Kaygısı, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Yayınları, Ankara, 1971.
6 Çok eski tarihten günümüze ulaşan seçkin yapılar bugün dünya mirasının öğeleri olarak
korunmaya değer bulunmaktadır. Aslında anıtsallıktan uzak, tümüyle işlevsel amacı
olan gündelik yaşama ait yapılar da uzun bir süre geçtikten sonra, toplumsal tarihe ait bir
öğe olarak değer kazanmakta ve koruma kapsamına alınmaktadır. Venedik Tüzüğü’nün
genişletilmiş anıt kavramı 1976’da UNESCO tarafından daha farklı bir terminoloji içinde
yoğrularak kültürel geleneklerle ilgili tüm maddi varlıkları kapsamak üzere “kültürel varlık”
(cultural property) deyimi ortaya atılmıştır. 1983’te çıkarılan 2863 sayılı Kültür ve Tabiat
Varlıklarını Koruma Kanunu’na alınan bu kavram, değişik uygarlıkların sanat anlayışı, bilim
ve teknik düzeyi, sosyal yaşamı hakkında somut veriler sağlayan ve korunmalarında kamu
722 Artvin Deriner Barajı Suları Altında Kalan Bazı Tescilli Tarihi Yapıların Koruma ve
Sürdürülebilirlik Uygulamaları
tanabilmektedir7.
1. Tarihi mirasın gelecek kuşaklara iletilmesi,
2. Kültürel sürekliliğin sağlanması,
3. Çağdaş insana tarihle birlikte yeni yaşam olanaklarının sağlanması.
Çok eski çağlarda, bilinçli bir şekilde olmasa bile, tarihi anıtların dini,
pratik, estetik nedenlerle, zamanın anıt anlayışı içinde korunduklarını
görmekteyiz8. Aksi halde bugün sahip olduğumuz bize geçmişten miras kalan
anıtsal yapılar günümüze ulaşmadan yok olurdu. Özellikle dini yapılar ve
pragmatik nedenlerle askeri yapıların korunması için farklı nedenler kendi
koruma mantıklarını geliştirerek bu yapıların daha uzun ömürlü olmasını
sağlamışlardır9. Ancak hızla yok olan tarihi yapıların / çevrelerin tümünün
koruma altına alınması ve gelecek kuşaklara aktarılması da mümkün değildir.
Bu nedenle korunması gerekli, vazgeçilemeyecek olanların seçimi için yar-
dımcı ölçütlerden yararlanılmaktadır10. Zaten korumanın temel sorunlarından
biri de, neyin nasıl ve ne amaçla korunacağıdır. Esas sorun buna karar ver-
mektir.
Artvin Deriner barajı suları altında kalan yerleşim alanları ve tescilli taşın-
maz maddi kültür varlıkları
Artvin ili sınırları içinde; 2863 Sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma
yararı görülen eşya ve yapıtları kapsamaktadır. Bkz. Ahunbay, Z.,Tarihi Çevre Koruma ve
Restorasyon, Yapı Endüstri Merkezi, İstanbul, 1999 ; Arslan, G.,“Koruma Planlamasında İlk
Aşama: Tespit ve Tescil”, T.C. Kültür Bakanlığı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma
Kurultayı, Mart 1990, Ankara, s.,27-33.
7 Eruzun,C.,“Kentsel Sitlerin Korunmasında Yerel Yönetimlerin Önemi, Tarihi Kentlerde
Planlama Düzenleme Sorunları” Türkiye 11. Dünya Şehircilik Günü Kolokyumu, 6-7-8
Kasım1987, Edirne, Bildiriler Kitabı, s.,47.
8 Erder, C., A.g.e..
9 Kuban, D., Tarihi Çevre Korumanın Mimarlık Boyutu Kuram ve Uygulama, YEM
Yayın, İstanbul, 2000.
10 Duygusal Değerler; Merak Değeri, Hayranlık Değeri, Övünç Değeri, Süreklilik Değeri,
Dinsel ve Sembolik Değer. Kültürel Değerler; Belgesel Değer, Tarihsel Değer, Arkeolojik
Değer, Estetik Değer, Sanat /Mimari Değeri, Kentsel ve Kırsal Görünüm ve Ekolojik
Değer, Enderlik Değeri, Teknolojik ve Bilimsel Değer, Zaman Değeri. Kullanım Değerleri;
İşlevsel Değer, Ekonomik Değer, Sosyal Değer, Politik Değer. Bkz. Arslan, G., “Koruma
Planlamasında İlk Aşama: Tespit ve Tescil”, T.C. Kültür Bakanlığı Kültür ve Tabiat
Varlıklarını Koruma Kurultayı, Mart 1990, Ankara, s.,27-33.; Zeren, N., “Gayrimenkul
Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu Tarafından Koruma Kararı Verilen Yerleşmelerde
Kararların Uygulanabilirliğinin Araştırılması”, Türkiye 1.Şehircilik Kongresi, Kasım
1981, Ankara, Bildiriler Kitabı, Cilt II, 225-250.;Feilden, B. M., Conservation of Historic
Buildings, Revised Softcore Edition, Butterworth Architecture, Oxford, 1994.
Seyfi BAŞKAN 723
Kanunu kapsamında tanımlanan 4 adet sit alanı ile kültür varlığı olarak tescil
edilmiş 290 eser bulunmaktadır. Bu incelemede, Deriner baraj suları altında
kalan Zeytinlik ve Oruçlu köylerinde bulunan kültür varlığı olarak tescilli iki
türbe, iki cami ve bir de sivil konut olan 5 yapıdan ve yapılar ile ilgili koruma
uygulamalarından söz edilecektir.
Tablo 1. Artvin kültür ve tabiat varlıkları envanteri. (Kaynak: KVKBK-
M,Trabzon)
Artvin merkez köylerinden birisi olan Zeytinlik (Sirya), Deriner baraj su-
larının vadileri kaplamasından önce, Artvin- Erzurum karayolu üzerinde eski
bir bucak (nahiye) merkeziydi. Deriner Barajı’nın yapımına başlanmadan
önce Artvin’e uzaklığı 18 km’dir. Rivayete göre eski adı kadim Türkçe’deki
şarap sözcüğünden geliyordu. Eskiden, Artvin-Yusufeli karayolunun kena-
rında hafif meyilli bir arazi üzerinde yer alan Zeytinlik Köyü, setler halinde
bağ ve bahçelerle çevrilmişti. Geleneksel Doğu Karadeniz kırsal mimarisinin
özgün bir tipine sahip olan Zeytinlik evleri, genellikle üç katlı, zemini taş üst
katlar ahşaptı. Evlerin zemin katı zeytin ve şarap yapımına ayrılmıştı. Üst kat-
lardaki orta odalar ambar ve başoda olarak kullanılırdı. Üst kattaki odaların
açıldığı geniş çardak ise yazlık oturma yeriydi. Burada gerektiğinde meyvalar
da kurutulurdu. Çatıdaki iki odanın ortasında bulunan ambar da ise kışlık
meyveler saklanırdı. Köyün zamanımıza ulaşan en eski yapısı, Anadolu’nun
en kuzeyindeki eski Türk yapıları da olan kayıtlarda 12. Yüzyıla ait oldu-
ğu belirtilen iki kümbettir. Köyün bir başka tarihi anıt eseri, Hicri 1272 (M.
1857) tarihli camisidir.
Deriner barajı ve HES’nin planlama aşamasında baraj sahası içinde kala-
cağı anlaşılan Zeytinlik kümbetleri ve camii’ne ilişkin ilk resmi karar 1996
yılında Trabzon Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’nca alınmıştır.
Kültür Bakanlığı, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu’nun
“baraj alanlarından etkilenen taşınmaz kültür varlıklarının korunması” ile il-
gili ilke kararı doğrultusunda alınan kararda, yapıların rölöve, restütüsyon ve
724 Artvin Deriner Barajı Suları Altında Kalan Bazı Tescilli Tarihi Yapıların Koruma ve
Sürdürülebilirlik Uygulamaları
Doğu, batı ve güney cephelerde cephe düzeni, birbirini tekrar eder. Zemin
katta ve üst katta ikişer pencere açıklığı olan kuzey cephe hariç diğer cephe-
lerde zemin katlarda ikişer, üst katlarda ise üçer pencere açıklığı bulunmakta-
dır. Kuzeydeki pencere pervazları ahşap olup, pencereler üstte ve altta ahşap
kayıtlarla sınırlandırılmıştır.
Güney, doğu ve batı cephelerde cephe boyunca ahşap hatıllar üzerinde
aynı hizada çeşitli sayılarda ahşap konsollar uzanır. Taşıyıcı işlevi olmayan
bu elemanların caminin yapımı sırasında iskele oluşturulması sırasında kul-
lanılmış olmalıdır.
Caminin kırma çatısı, alaturka kiremit ile örtülüdür. 1 m’ye yaklaşan geniş
saçaklar cephelerin çevresel etkilerden korumasını sağlamıştır. Eğrisel dö-
nülmüş saçak köşeleri ve ahşap çatı taşıyıcıları dıştan görülecek şekilde inşa
edilmişlerdir.
Kuzeybatı yönünde daha sonra yapılan bir yapının alt katı şadırvan ola-
rak kullanılmıştır. Tescilli yapı ile birlikte bir dönem eki olarak değerlendi-
rilebilecek bu yapı, restütüsyon projesinde Cami’nin doğu yönünde eskiden
muhtarlık binası olarak kullanımış olan yapı ile beraber ortak bir planlama
anlayışıyla değerlendirilmesi doğru olurdu.
Cami yaklaşık 13mx12m’lik bir alana oturmaktadır. Harime kuzey cephe-
nin ortasındaki Zeytinlik türbelerinden devşirilen portalden girilir. İçeri gi-
rildiğinde ilk karşılayan bölüm üst katta harimin kuzey cephesini kaplayan
mahfilin altındaki kısımdır. Bu alanda taban döşemesi harimin diğer yerle-
rinden 7-10 cm. daha yüksektir. Batı köşesinden merdivenle çıkılan mahfil,
harimi üst katta doğu ve batı yönlerindede çevreler. Mahfil katı ve buraya çı-
kılan merdiven yapının ilk yapıldığı döneme ait olup özgündür. Mahfil, zemin
katta 8 adet ahşap dikme ile taşınmaktadır. Bu “U” şeklindeki mahfil katının
genişliği kuzeyde 3.30 m. batı ve doğuda 1.20 m. dir. Mahfil katının altında
üç yönde yaklaşık 2.70 m yükseklikte alanlar oluşmuştur. Bu alanın dışında
kalan harimin geri kalanı ise yaklaşık 5 m. yüksekliğindedir. Mahfil katında
çatıyı taşıyan 14 adet ahşap dikme bulunmaktadır.
Harimde kuzey yönde dikdörtgen formlu iki pencere vardır. Bunlardan
doğu yönünde olan ahşap geçme kanatlı bir doğramayken, batı yönündeki
pencere son cemaat yerindeki müdahalenin sonucu olarak ahşap panellerle
kapatılmıştır. Tüm pencere boşlukları taş duvar kalınlığı içinde dışardan içeri-
ye doğru genişlemektedir. İç mekânda ahşap pervazlar kullanılmıştır. Bu per-
vazlar yer yer çıkarılmış, yer yer profillerinde kayıplar oluşmuştur. Harimin
doğu ve batı yönü birebir benzerlik göstermektedir.
726 Artvin Deriner Barajı Suları Altında Kalan Bazı Tescilli Tarihi Yapıların Koruma ve
Sürdürülebilirlik Uygulamaları
Güney yönde ise orta eksende sade profilli bir silme ile üç tarafı çevrelen-
miş yarım daire formunda bir mihrap nişi yer almaktadır. Bu cephede mihrap
nişinin üstünde bir pencere boşluğu olduğu ve bunun da daha sonra kapatıldı-
ğı, dış cephede yer alan izlerden anlaşılmaktadır. Mihrap nişinin yanında ah-
şap işçiliğinin güzel bir örneği olan minber yer alır. Ahşap oyma süslemelerle
bezenmiş olan bu minberde bazı fiziksel bozulmalar olsa da büyük ölçüde
özgünlüğünü muhafaza etmiştir. Herhangi bir boya müdahalesi yapılmadığı
için süslemelerde bir bozulma olmamıştır.
Mahfil katındaki doğramalar geçme kanatlı olup, boşlukların çevresinde
ahşap pervaz bulunmaktadır. Mahfilden son cemaat yerine açılan kalın duvar-
da iki adet boşluk görülür. Bunlardan batı yönünde olan pencere boşluğu iken
doğu yönünde olanın eskiden mahfil katına ulaşımı sağlayan bir kapı olduğu
ve sonradan kapatıldığı anlaşılmaktadır.
Harimde ve mahfil katında bulunan ahşap dikmeler özgün oymalı süsle-
meleriyle dikkati çekerler. Kare kesitli olan dikmeler oyma süslemelerle altta
ve üstte incelerek daire kesitine dönüşürler. Mahfil korkulukları, mahfil köşkü
ve yatay ahşap taşıyıcılarda da incelikli bir ahşap işçiliği dikkat çekmektedir.
Yatay taşıyıcılarda üç katmanlı bir süsleme mevcuttur. Mahfil katını taşıyan
ahşap yatay taşıyıcılarda kuzey, doğu ve batı yönlerindeki süslemeler farklı-
lık gösterir. 3. kademe süslemede “S” deseninin birleşimleri bulunurken 2.
kademe tüm yönlerde aynı devam eder. 1. kademe ise yarım dairelerin bir-
leşimlerinden oluşan çeşitli geometrik motiflerden oluşmaktadır. Mahfil kor-
kulukları yöresel ahşap işçiliğin ürünüdür. Burada sadece İki adet korkuluk
zaman içinde değişmiştir. Mahfil köşkündeki bir korkuluk da diğerlerinden
farklıdır. Ahşap küpeştelerin harime bakan taraflarında “V” şeklinde oyma
motifler bulunurken, iç kısımları düzdür. Mahfil köşkü de eğrisel oyma süsle-
melerle bezenmiştir. Üç ana kademede motifler varken bu kademelerin arala-
rında ince hatlar yer alır. Caminin kırma çatı altındaki iç ahşap örtüsü mahfil
katının üstlerine denk gelen kısımlarda düz tavanken, orta alanda kademe-
lerle oluşturulmuş bir tavan göbeği harimi taçlandırır. Ahşap çıtalarla süs-
lenmiş göbekte eğrisel motiflerden müteşekkil süslemeler yapılmıştır. Harim
içindeki tüm ahşap elemanlar özgünlüğünü korumuştur. Kısmi bozulmalar
ve yüzeysel aşınmalar dışında ciddi hasar ve tahribat yoktur. Yapının ahşap
elemanlarının boya müdahalesi görmemiş olması özgünlüğünü korumasında
büyük rol oynamıştır. Harimde ve mahfil katında özgün ahşap döşeme zama-
nımıza ulaşmıştır.
Zeytinlik Köyü Camii, genel anlamda bakıldığında özgünlüğünü koruya-
rak günümüze kadar ulaşmıştır. Yapının cephe düzenindeki en büyük değişik-
Seyfi BAŞKAN 727
lik kuzey cephede sonradan yapılmış olan odanın etkisidir. Önceden mahfil
katına dış mekândan bir çıkış olduğu da düşünülürse kuzey cephenin özgün
düzeninin bir hayli değiştiği düşünülmelidir. Cephelerde moloz taş örgüsüne
yapılan derz müdahaleleri vardır. Kuzey cephede ise kesme taş derzlerine
yapılan niteliksiz alçı müdahaleler görülür. Ahşap hatıllarda çevresel etkile-
rin sonucu oluşmuş kısmi fiziksel bozulmalar olmuştur. Zeytinlik Köyü Ca-
mii, dış duvarlarında görülen yer yer çatlaklar, yüzeylerde aşınmalar, sonra-
dan eklenen minaresi, gördüğü niteliksiz müdahaleler ve ihtiyaçtan doğan
bir takım eklemeler dışında ahşap işçiliği, özgün gabari ve cephe düzeniyle,
rekonstrüksiyonu için sökülüşüne kadar nitelikli bir şekilde ulaşmıştır.
Zeytinlik Köyü Camii, Deriner Barajı etki alanında bulunduğundan ba-
raj suyu altında kalacak eserin özgün yapım tekniği, malzeme ve gabaride,
rölövesine uygun olarak tespit edilen yeni köy yerleşkesinde yeniden inşa
edilebilmesi için gerekli plan ve proje çalışmaları yapılarak tamamlanmıştır.
Bayındırlık etkinlikleri (yol, baraj yapımı), jeolojik yapı ya da doğal afet-
ler bir anıtın, ya da tarihi yerleşmenin bulunduğu yerde korunmasını zorlaştı-
rabilir, hatta olanaksız kılabilir. Bu yüzden anıt veya yerleşmenin ya da anıtın
belirlenen kısımlarının önceden belirlenen uygun bir konuma taşınarak orada
yaşamını sürdürmesi gerekebilir. Bu yüzden taşıma işlemi, anıtın boyutlarına,
malzemesine ve yapım tekniğine göre çeşitli tekniklerle gerçekleştirilir. Yani
eserin taşınacak tüm elemanları numaralandırılarak sökülür ve başka bir yer-
de yeniden kurulur.
Zeytinlik Köyü Camii’nin hazırlanan rölöve, restütüsyon ve rekonstrüksü-
yon projeleri ışığında yeni yerleşke bölgesinde tekrar inşa edilebilmesi için
yapının özgün yapım tekniği de olan yığma sistemi ile tekrar vücuda getiril-
mesi projelendirilmiş ve uygulanmıştır. Bu çerçevede, yapının dış duvarları-
nın numaralandırılarak sökülen eski kesme taşlarla örülmesi; pencere açık-
lıklarının ahşap lento ve sövelerinin ömrünü tüketmiş olanlarının yenilenerek
kullanılması uygun görülmüştür. Yapının kaba yonu taş örgüsüyle oluşturul-
muş sokl üzerinde konumlandırılması, özgün yapıda görülen ahşap hatılla-
rın rekonstrüksüyonda da aynen tekrar edilmesi kararlaştırılmıştır. Yeniden
yapım projesi, özgün pencere açıklık boyutlarına ve sokl seviyesine uygun
çizimleri de kapsamaktadır. Temel ve dış duvarların bir kısmı yeni malzeme-
lerle inşa edilecek olan camide ahşap taşıyıcı elemanların, ahşap çatı taşıyı-
cı elemanlarının, ahşap tavan kaplamalarının, ahşap süsleme elemanlarının,
ahşap harim giriş kapısının, ahşap minberin, ahşap mahfil köşkünün, ahşap
mahfil korkuluk ve küpeştelerinin mevcut yerinden yeni yerleşkeye taşınarak
728 Artvin Deriner Barajı Suları Altında Kalan Bazı Tescilli Tarihi Yapıların Koruma ve
Sürdürülebilirlik Uygulamaları
Kübik gövdeli türbeler içinde bilinen en erken tarihli örnek Karahanlı döne-
mine ait, 978 tarihli Özbekistan’daki Tim Arap Ata Türbesidir. Özkent türbe-
lerinden Büyük Selçuklu Dönemine ait, 1012 tarihli Nasr b. Ali, Meraga’daki
1147 tarihli Kümbed-i Surh (kırmızı Kümbet)14 ve Merv’de bulunan 1157 ta-
rihli Sultan Sencer Türbeleri bu tipin karakteristik ilk örneklerindendir. Kare
planlı kübik gövdeli ve iç örtüsü kubbeli türbe yapı tipi Harezm, Musul ve
Azarbaycan Atabekleri dönemlerinde de devam ederek 13. Yüzyıl ortalarına
kadar değişik uygulamalarda kullanılmıştır15.
Ancak Zeytinlik kümbetleri gibi, kubbe şeklindeki iç örtüyü örten sekizgen
piramit külahın 1142-1162 yılları arasında, Kümbet-i Surh (1147, Meraga,
İran), Kümbet-i Demavend (1142 Demavend İran) ve Nahcivan, Yusuf bin
Kuseyr (1162) türbeleri dışında bilinen örneği yoktur. Anadolu Selçuklu döne-
minde yapıldığı bilinen ilk kare planlı kümbet de 12. Yüzyılın sonlarında ya-
pılmış olan Mengücekli (1071-1228) eseri Pınarbaşı Melik Gazi kümbetidir.
Bu tipin Orta Asya’daki ilk örneği de 12. Yüzyılın başına ait olan Türkistan
Talas daki Balaca Hatun Türbesidir16. Çift kabuklu (cidar) olarak içten kubbe,
dıştan sekizgen külahla örtülen Zeytinlik Aşağı kümbetteki örtü sisteminin
bilinen en erken örneklerden birisi olan, Alparslan döneminde, 1067-1068
yıllarında Ebu Said Bicâr ibn-i Sâd tarafından Zencan’lı mimar Muhammed
b. Mekkî’ye yaptırılmış olan Kazvin yakınındaki I. Karagan Kümbetidir17.
Zeytinlik Köyü aşağı kümbet, oturtmalık üzerine tek katlı olarak yapılmış-
tır. Mezar odası (mumyalık/kripta) ziyaret yerinin ortasından içine bir mer-
divenle inilen tonoz şeklindedir. Bu bakımdan tek veya iki katlı inşa edilen
Türkistan, İran, Irak, Azerbaycan ve diğer Anadolu türbelerinden bu yönüyle
ayrılır.
Dıştan 7.90x7.82 m. ölçülerinde olan kümbetin, cephelerinde simetrik bir
düzenleme hakimdir. Yalnızca kuzey cephe, aynı zamanda türbeye girişin de
sağlandığı cephe olması nedeniyle farklılık gösterir. Orta aksta basık kemerli
bir kapı ve iki yanında birer pencere açıklığı mevcuttur. Diğer cephelerde
yalnızca ortada birer pencere açıklığı bulunmaktadır, ancak batıdaki pencere
açıklığı diğerlerinden farklı olarak cephenin ortasında değil alt kısmındadır.
Türbe kubbeyle örtülü olup, kübik gövdeden kubbeye geçiş beden duvarları-
nın üst köşelerine yerleştirilen tromplarla sağlanmıştır.
Kuzey cephedeki basık kemerli kapı ile türbenin ziyaretgâh bölümüne gi-
rilir. Bu kısım 6.20X6.20 m. ölçülerinde kare planlıdır. Yapılan kazı çalış-
malarından yapının sekilerden oluşan kare bir oturtmalık üzerine oturduğu
anlaşılmıştır. Kümbet, doğu ve güney cephelerinde beden duvarlarının üst
örtüye yakın kısımlarında içten dışa doğru daralan mazgal pencere olarak da
ifade edebileceğimiz küçük birer pencere, kuzeyde kapının iki yanında birer,
batıda ise yine kuzeydeki pencerelerle aynı hizda diğer bir pencere açıklı-
ğı ile dışa açılır. Güney duvarda mazgal pencerenin hemen altında tuğla ile
örülmüş yarım daire formlu mihrap nişi dikkati çeker. Kare planlı kümbet iç
mekânının üzeri tuğla kubbe ile örtülmüştür. Kubbede belli aralıklarla değişik
boyutlarda ahşap hatıllar görülür. Bu hatıllar kubbe yapılırken iskele görevi
yapmış olmalıdır18.
Beden duvarlarının son bulduğu kotta dört köşeye yerleştirilen ve kubbeye
geçişi sağlayan iç bükey formlu tromplar dıştan sivri bir kemerle sınırlandı-
rılmış olup, bu tromplar arasında kalan yüzeylerde de sağır sivri kemerler
kullanılarak bir devamlılık sağlanmaya çalışılmıştır. Bu sivri kemerlerin bi-
tiş noktası ile beden duvarından kubbeye geçilen kısımda tuğla köşelerinin
duvar yüzeyinden taşırılarak iki sıra halinde yerleştirilmesiyle kubbe eteğini
çepeçevre dolaşan bir süsleme kuşağı elde edilmiştir.
Türbede inşa malzemesi olarak beden duvarlarında moloz taş, kaplama
malzemesi olarak da kesme taş kullanılmıştır. Ancak yapılan kazılarda yoğun
şekilde sırlı tuğla levhanın çıkmış olması beden duvarlarında kaplama malze-
mesi olarak taşın yanı sıra sırlı tuğla levhalarında da kullanılmış olabileceğini
düşündürmektedir19. Ayrıca kubbede, kubbeye geçişlerde, mihrapta ve kripta-
nın tonoz örtüsünde ve duvarlarında tuğla kullanılmıştır.
Ziyaretgâh kısmının altındaki kripta olarak adlandırılan mezar odasına
ilişkin bilgiler 06-08/04/2011 tarihler arasında yapılan kazılar sonucu netlik
kazanmıştır. Yapılan kazı çalışmalarında bu mekânın batısında mezar odasına
iniş sağlayan merdiven bulunmuştur. Merdivenin son bulduğu alandan tono-
zun zeminine 55 cm. lik bir yükselti ile inilmektedir ki bu yükseltinin önünde
de büyükçe bir yerli kaya bulunmaktadır. Mezar odasının türbenin doğu du-
varı ile kuzey duvarından 51 cm., güneyden 73 cm. mesafede olduğu, doğu
batı yönünde uzanan dikdörtgen planlı ve beşik tonozlu bir yapı olduğu iç
18 Kaya,E-Kurt.S 2011:19-23.
19 Kaya,E-Kurt.S 2011:19-23.
Seyfi BAŞKAN 731
kazı çalışmaları sonucunda sekilerden oluşan kare bir kaide üzerine oturduğu
anlaşılmıştır. Batı ve güney cephe beden duvarları kapalı olup, iç mekân yal-
nızca doğu duvarının ortasında bulunan tek pencere ile kuzey duvarların giriş
kapısının iki yanındaki birer pencereden ışık alır. Ayrıca kubbe kasnağının
doğu ve batı yönlere bakan kısımlarında da kemerli yuvarlak formlu pence-
reler vardır. Güney duvarda orta aksta tuğla ile örülmüş yarım daire formlu
bir mihrap nişi yapılmıştır.
Bu kare planlı mekânın üzerinde tuğla ile örülmüş olan kubbe yer alır.
Kubbede belli aralıklarla değişik boyutlarda ahşap hatıllara yer verilmiştir.
Hatıllar aşağı kümbette olduğu gibi kubbe yapılırken iskele görevi yapmış
olmalıdır. Ayrıca türbenin kuzey ve doğu cephesinde alt yapıdan beden du-
varlarına geçişte moloz taş duvar örgü içinde yatay olarak yerleştirilmiş si-
lindir ahşap hatıl delikleri bulunmaktadır. Ana mekândan kubbeye geçiş tuğla
malzeme ile örülmüş tromplarla sağlanmıştır. Beden duvarlarının son buldu-
ğu kotta dört köşeye yerleştirilen ve kubbeye geçişi ağlayan iç bükey formlu
tromplar dıştan sivri bir kemerle sınırlandırılmış olup, bu tromplar arasında
kalan yüzeylerde de sağır sivri kemerler kullanılarak bir bütünlük sağlanmış-
tır.
Ziyaret kısmının altında bulunan mezar odasına ilişkin bilgiler, 01-
04/04/2011 tarihleri arasında sürdürülen kazı çalışmaları sonucunda netlik
kazanmıştır. Ziyaretgâhtan, mezar odasına, girişin önündeki merdivenlerle
inilmektedir. Mezar odasının duvarları moloz taş, üzerini örten beşik tonoz
ise tuğla ile yapılmıştır. Yapılan kazılarda mezar odasını dolduran toprak yı-
ğını tamamen temizlenerek 28x17cm. ölçülerinde tuğlalarla döşeli zemini
ortaya çıkarılmıştır. Odanın 2.01 m. yüksekliğinde, 4.50 m. genişliğinde ol-
duğu tespit edilmiştir. Ancak doğu yöndeki uzun kenarı 5.83 m., batı yöndeki
uzun kenarı ise 6.41m.dir. Tonozun içine inişi sağlayan merdiven nedeniyle
uzun kenarın ölçüsünde fark oluşmuştur. Türbe zemininin altına gömü yapılıp
yapılmadığının ortya çıkarılması için mezar odasında 1.03x1.54 m. ölçüle-
rinde bir açma belirlenip kazılmıştır. Ancak kazı sırasında çakıl taşı ve hora-
san harcı ile bir tabaka oluşturulduğu görülmüştür. Bu nedenle kazıya devam
edilmemiştir25. Bu mekânda yapılan toprak temizleme çalkışmaları esnasında
diğer türbe gibi burada da seramik parçaları, insan ve hayvan kemikleri bu-
lunmuştur.
25 Kaya,E-Kurt.S 2011:7
734 Artvin Deriner Barajı Suları Altında Kalan Bazı Tescilli Tarihi Yapıların Koruma ve
Sürdürülebilirlik Uygulamaları
Değerlendirme ve Sonuç
Bütün Çoruh havzası boyunca yapılacak, barajlar nedeniyle sular altın-
da kalacak olan tarihi ve kültürel değerlerin tespit ve kurtarılması ile sür-
dürülebilirliğinin sağlanması önceliği ekonomik kazancın çok ötesine geçen
acil bir görev olarak görülmelidir. Aslında bu sorun sadece ilgili kurum ve
kuruluşların ve Artvinlilerin, kendi başlarına çözebileceği bir konu da değil-
dir. Bu konuda ulusal bir sorumluluk bilincinin oluşturulması için “ Çoruh
Barajları Su Toplama Alanları Altında Kalan Tarihi ve Kültürel Mirasın
Kurtarılması” konusu geniş platformlarda ele alınarak değerlendirilmelidir.
Yok olması kesinleşen tarihi, kültürel ve doğal değerler, aslında sadece Türki-
ye’nin değil bütün insanlığın ortak değerleridir. Kurtarılması Gerekli tarihi ve
kültürel taşınır ve taşınmaz değer ve eserlerin sadece tespitini yapmak yeterli
değildir. Deriner baraj sahasında kalan tarihi eserlere ilişkin deneyimler, son-
rasına ışık tutmalıdır. Bunun için de çözüme ilişkin öneri ve yapılabileceklerin
tartışılıp realize edilebileceklerin yolu aranmalıdır. Özellikle ve çok acil
olarak barajlar tamamlanmadan, araştırma, tespit, tescil ve kurtarma çalış-
maları ile bu çalışmalara esas teşkil edecek projeleri bitirilmelidir. Aslında
unutulmamalıdır ki yapılacak ve yapımı süren Çoruh Barajları Su toplama
ve etkilenme sahalarındaki tarihsel-kültürel mirasın kurtarılması için de
çok az bir zaman kalmıştır. Su akış yönünün tersine doğru tamamlanan
barajların suları altında kalacak olan taşınmaz kültür varlıklarının
nitelik ve niceliği, en az su havzaları dolan Muratlı, Borçka ve Deriner baraj-
ları sularının altında kalanlar kadar önemli kültür varlıklarından oluşmakta-
dır. Örneğin üst Çoruh havzasındaki en eski Türk mimarlık eserlerinden
ve bölgedeki en eski Türk izlerinden Zeytinlik türbelerinin sular altında
kalmasını gelecek kuşaklara açıklamak kanaatimce mümkün olmayacaktır.
Bibliyografya
Ahunbay, Z., “ICOMOS ve Risk Altındaki Kültürel Mirasın Korunması”,
Yapı Dergisi, 244, 3 (2002) 27-29.
Ahunbay, Z., Tarihi Çevre Koruma ve Restorasyon, İkinci Baskı, YEM
Yayın, İstanbul, 1999.
Arık, M.O., “Erken Devir Anadolu Türk Mimarisinde Türbe Biçimleri”
Anadolu/Anatolia S.XI (1957) Ankara 1969. s.,57-100.
Arslan, G., “Koruma Planlamasında İlk Aşama: Tespit ve Tescil” Kültür
Bakanlığı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurultayı, Mart 1990,
Ankara, 27-33.
Seyfi BAŞKAN 735
Statya IZBAIROV
Для массового сознания казахов существует прямая связь между
этническим самосознанием и лояльностью к государству. Казахстанское
государство в этом случае выступает не столько как «светская
республика», сколько как «независимое казахское государство», и именно
в этой своей ипостаси имеет некую непреходящую ценность. Ясно,
что такая установка имеет значимость, прежде всего для этнических
казахов, однако мы согласны с экспертами, которые считают, что именно
процессы, происходящие внутри государствообразующего казахского
этноса, будут иметь в итоге решающее значение.
Именно эта система методологических координат имеет сегодня
решающее значение в религиозных процессах. Представление о том,
что радикальные исламистские группы своими антиконституционными
призывами несут угрозу в основном государственным институтам,
сегодня не совсем верно. Анализ особенностей идеологии этих
нетрадиционных и радикальных организаций показывает, что они
представляют, прежде всего, угрозу коренному этносу.
К примеру, у такфиритов главным и направляющим тезисом является,
что «казах, не читающий намаз – это кафир». Салафиты-мадхалиты
утверждают, что «почти все традиции и обычаи казахов являются
джахилийскими», признавая их как проявление бида (новведение) в
исламе.
Сегодня идет систематичный процесс противопоставления ислама
и национального начала, что ведет к постепенному разрушению
идентичности государствообразующего казахского этноса, его духовной
эрозии.
Иначе говоря, есть прямая попытка выбить у коренного этноса
исламскую основу. Основная угроза, исходящая от деятельности
нетрадиционных и радикальных религиозных групп - это идеологическая
атака против этноса и его духовной культуры как геополитического и
геокультурного субъекта. В результате казахстанское конфессиональное
пространство стремятся заполнить инокультурные силы, оставив
Угрозы мусульманскому этническому самосознанию казахов от деятельности
738
религиозных радикалов
Suzan D. CANHASİ1
çok yüksek olduğunu, açılan okulların kısa sürede ihtiyaca cevap veremez
duruma
gelmesinden anlaşılmaktadır. Bu durumda ya okullara yeni bir kat yapıl-
mış, ya da yenileri inşa edilmiştir.
1877-1912 yılları arasında Balkanlar son derce karışık olup kurtlar sofra-
sı durumuna gelmiştir. Osmanlı Devleti, Kosova’da modern okullar kurarak
Kosovalıların asimile olmasını; daha açık bir ifade ile Sırplaşmasını, Bulgar-
laşmasını, Rumlaşmasını, Slavlaşmasını önlemiştir. O devirde eğitim ve öğ-
retime verilen önem, günümüzde Kosova Cumhuriyeti’nin temeli olmuştur.
Kaynakça:
NECATİ, Demir (2010) ; Başbakanlık Osmanlı Arşivlerine Göre 1877-
1912 Yılları Arasında Kosova’da Eğitim ve Öğretim (Education in Kosovo
Among 1877-1912 According to the Prime Ministry Ottoman Archives )
ZfWT Vol. 2, No. 3 (2010)
Prof. Dr. YAŞAR, Recepagiçi (1968) ’’ Zhvillimi i Aresimit dhe i sistemit
shkollor te kombesise shqiptare ne teritorin e Jugosllavise se sotme deri ne
vitin 1918’’ Prishtin. s. 111, 112, 113, 116,
Koro,B.,Topsakal,C.(2007), Kosova’da Yaşayan Türkçe Eğtim, Bay
Yayınları, Prizren.
Safçı,Nebahat, (2004), “Kosova’da Türkçe Eğtim ve Öğretime Genel Bir
Bakış” Ankara Kültür Merkezin’de düzenlenen 3.Uluslararası Türk Kültürü
Sempoziyumunda okunan bildiri.
Mitroviça Türk okulun ilk müdürlerinden biri olan Cafer Deda’in el yazı-
larından, gündeminden yararlandım.
Eski öğretmenlerin , Fatime Kimezür, Remzi Zekeriya, Erol Zekeriya ha-
tıraları.
752 Osmanlı Hâkimiyeti Döneminde Mitroviç’da Türkçe Eğitim
İbre Köprüsü
Türklerde Konar-Göçerlik Üzerine Bir Değerlendirme
3 Üçler Bulduk, “Sosyal Yaşayış, Konar-Göçerlik ve Etnisite”, Uyan Türkiyem- II. Yörük-
Türkmen Büyük Kurultayı ve Bilim Şenliği (3-4 Mayıs 2008), Ankara 2008, s. 217.
4 Anıl Yılmaz-Cahit Telci, Anıl Yılmaz-Cahit Telci, “Türk Kültürü Terminolojisinde Göç
Kavramı”, Modern Türklük Araştırmaları Dergisi, C. 7, S. 2 (Haziran 2010), Ankara
2010, s. 16.
Şeyda BÜYÜKCAN SAYILIR 755
muaf olmak için yapmışlardır. Tabi bunun için, devlet tarafından birtakım
teşvik edici tedbirler alınmıştır. Konuyla ilgili, Ankara, Sivas, Amasya ve
Konya sancaklarının kaza ve köylerinde ziraat hayatına başlayan Rişvan ve
Afşar aşiretlerinin, ziraate henüz başlamış olduklarından ekonomik yönden
son derece zayıf oldukları, bu nedenle durumları düzelinceye kadar 5 yıl aşar
vergisinden muaf tutulmaları gerektiğine dair verdikleri arıza kayda değer bir
örnektir. 21
Osmanlı Devleti, Anadolu’daki Türkmen aşiretlerini iskâna tâbi tutarken,
ya meskûn bulunan köylerdeki yerleşik halkın arasına üçer beşer hane şek-
linde yerleştirmiş, ya da boş olan yerlere yeni köyler kurmak suretiyle bu
köylere toplu olarak iskân ettirmiştir. Bu uygulamanın, genellikle aşiretlerin
devlete verdikleri güvene göre değişiklik gösterdiği görülmüştür. Şayet, is-
kân edilecek aşiretin, halkın huzur ve sükûnunu bozmadan işleriyle meşgul
olacağı anlaşılırsa, yeni köyler kurularak oralara topluca iskân ettiriliyorlardı.
Ancak, sancak beyleri veya iskânla görevli memurlar tarafından rahat dur-
mayacakları anlaşılırsa, bunlar yoğunluk ve etkinlikleri kırılmak maksadıyla,
gruplar halinde köylere dağıtılmak suretiyle iskân ettirilmişlerdir.
Sonuç itibariyle, Devletin kuruluş döneminde, yeni toprakları Türkleştir-
mede ve şenlendirmede faydalanılan Türk aşiretlerinin daha sonra dinamik
toplumsal yapıları sebebiyle bölgenin ekonomisine katkı amacıyla yerleşti-
rildikleri görülmüştür.22 Osmanlı Devleti’nin etnik anlamda Türk adını ancak
“….reayâ ki müslümandırlar…” ifadesi içinde değerlendirdiği, sadece san-
cak kanunnâmelerinde geçen “reayâ-yı etrâk” ile “reayâ-yı zımmî” tabirinin
birlikte kullanıldığı zamanlarda, “Etrâk” tabirinin etnik anlamda kullanıldığı
tespiti23 göz önüne alındığında; Türkmen, Yörük gibi konar-göçer grupların,
konar-göçerliği terk edip, köyler kurarak veya şehirlere yerleşerek ziraat, ti-
caret gibi daha çok yerleşik unsurların mesleklerini icra etmelerinden dolayı
konar-göçerler, “Türk” olarak adlandırılmaya başlanmış ve “Türk” adı yerle-
şik hayatın temsilcisi haline gelmiştir.
Olarak Sürgünler”, İFM, Sayı. 1-4, C. XI, (Ekim 1949-Temmuz 1950), İstanbul 1951, s.
524-569.
21 Faruk Söylemez, Osmanlı Devletinde Aşiret Yönetimi-Rişvan Aşireti Örneği-, Kitabevi
Yay., İstanbul 2007, s. 184.
22 Cengiz Orhonlu, a.g.e., s. 12.
23 Yusuf Halaçoğlu, “Osmanlı Belgelerine Göre Türk-Etrâk Kürd-Ekrâd Kelimeleri Üzerine
Bir Değerlendirme”, Belleten, C. LX, S. 227, (Nisan 1996) Ankara 1996, s. 140.
760 Türklerde Konar-Göçerlik Üzerine Bir Değerlendirme
Kaynakça
1. Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA)
Cevdet Maliye, Dosya. 290, Gömlek. 11874
Cevdet Maliye. Dosya. 388 Gömlek. 15890.
2. Kitaplar
AKGÜNDÜZ, Ahmet, Osmanlı Kanunnameleri ve Hukukî Tahlilleri,
C. II, İstanbul 1990.
BARKAN, Ömer Lütfü, XV. ve XVI. Asırlarda Osmanlı İmparatorlu-
ğunda Ziraî Ekonominin Malî ve Hukukî Esasları, I. Kanunlar, İstanbul
1943.
EMECEN, M. Feridun, XVI. Asırda Manisa Kazası, Ankara 1989.
GÖKBİLGİN, M. Tayip, Rumeli’de Yörükler, Tatarlar ve Evlad-ı Fati-
han, İstanbul 1957.
GÜNDÜZ, Tufan, Anadolu’da Türkmen Aşiretleri- Boz-ulus Türk-
menleri 1540-1640, Ankara 1997.
HALAÇOĞLU, Yusuf, XVIII. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğunun
İskan Siyaseti ve Aşiretlerin Yerleştirilmesi, TTK Yay., Ankara 2006.
ORHONLU, Cengiz, Osmanlı İmparatorluğu’nda Aşiretlerin İskanı,
Eren Yay., İstanbul 1987.
---------------------------, Osmanlı İmparatorluğunda Derbent Teşkilatı,
İstanbul 1990.
OSMANLI KANUNNÂMELERİ, Milli Tetebbular Mecmuası, I/1, 2,
İstanbul 1331.
ÖZTÜRK, Mustafa, 16. Yüzyılda Kilis, Urfa, Adıyaman ve Çevresinde
Cemaatler-Oymaklar, Fırat Üniversitesi Orta Doğu Araştırmaları Tarih Şu-
besi Yay., Elazığ 2004.
REFİK, Ahmet, Anadolu’da Türk Aşiretleri (966-1200), İstanbul Ende-
run Kitabevi 1989.
SÖYLEMEZ, Faruk, Osmanlı Devletinde Aşiret Yönetimi-Rişvan Aşi-
reti Örneği-, Kitabevi Yay., İstanbul 2007.
3. Makaleler
BARKAN, Ömer Lütfi, “Osmanlı İmparatorluğunda Bir İskân ve Koloni-
zasyon Metodu Olarak Sürgünler”, İFM, Sayı: 1-4, C. XI, (Ekim 1949-Tem-
muz 1950), İstanbul 1951, ss. 524-569.
Şeyda BÜYÜKCAN SAYILIR 761
Şirin BENUĞUR1
tüm detaylarıyla inceledim. Bu eserlerden yola çıkarak sanata yeni bir üslup
kazandırdığım ve kaybolan bu canım sanatı yeniden hayata geçirdiğim, sanat
tarihçilerce yazılmış çizilmiştir”.
Mehmet Gürsoy’un eserlerini diğer çini eserlerden ayıran nitelikler, ön-
celikle İznik klasiğine sahip olması, İznik çinilerinin değerlerini, estetiğini,
dengesini ve özgün renklerini taşımasıdır (Fotoğraf 8 ve 9). Sanatçı çini eser-
lerindeki nitelikleri şu şekilde açıklamıştır:
Sonuç ve Öneri
Mehmet Gürsoy, çini sanatına gönül verenlere ve bu sanatı öğrenmek is-
teyenlere çeşitli önerilerde bulunmuştur. Öncelikle klasiğe sadık kalmalarını,
klasik renkleri uygulamaya dikkat etmelerini vurgulayan Mehmet Gürsoy’un
önerileri şu şekildedir:
“Nasıl musikinin notalarıyla oynayamazsak, çini sanatının bir anlamda
notaları olan renklerle oynayamayız. Bu işin mektebinde okumalarını öneri-
yorum 1.si bu ve daha önce yapılan güzel eserleri çok iyi incelemelerini ve
görmeyi öğrenmelerini öneriyorum. Görmeyi öğrendikten sonra yansıtmak
kolaydır ama bakarlarsa görmeyi öğrenemezler. Derine indikçe detaylarda
Şirin BENUĞUR 771
Kaynakça
ALTUN A., JOHN CARSWELL, GÖNÜL ÖNEY (1991). Sadberk Hanım
Müzesi Türk Çini ve Seramikleri, Koç Vakfı Yayınları, İstanbul,
ATASOY, N & JULİAN RABY (1989). İznik. TEB Yayınları. İstanbul.
YETKİN, S. (1993). ‘Çini Maddesi’, İslam Ansiklopedisi, Cilt:3, İstan-
bul,.
Elyazmalarının Kültür Mirasımızdaki Değeri
Tahir AŞİROV 1
3 Malik bin Nebi, Kültür Sorunu ve Bir Toplumun Doğuşu (çev. Salih Özer), Ankara Okulu
Yayınlları, Ankara 2000.
4 Claude Lévi – Strauss, Irk, Tarih ve Kültür (çev-ler, H.Bayrı ...), Metis yayınları, İstanbul
1997.
Tahir AŞİROV 775
Tuncer BAYKARA 1
özellik kazandığı 1960 lı yıllara kadar Türkiye ile ilgili çalışmalar yapanlara
genellikle müsteşrik/şarkiyatçı veya orientalist denmekte idi. XIX yy başla-
rında bu kavram Japonya, Çin , Güneydoğu Asya ve Hindistanı da içine alan
bir genişlikte idi. Araştırmaların gittikçe gelişmesiyle mesela Sinologie=Çin
tetkikleri veya Hindoloji de ayrıldılar. Kimi zaman aynı anlamda İranistik
de olduğu gibi yeni kavramlar da olabiliyordu. Almanların kendi ülkeleriyle
iligili olarak çalışmalar Germanistik olduğu gibi.
Burada dikkatimizi çeken Müsteşriklerin sadece dilci, yani Türk dili ile
ilgili araştırmalar yapanlar olmayıp başka konular mesela tarih ve toplumla
da yakından ilgilenmeleridir. Daha çok Arapça edebiyat ile meşgul olup bir
İslam Tarihi de yazmış olan Karl Brockelmann’(1868-1956)ın Kaşgarlı Mah-
mud’un türkçesiyle ilgili çalışmalar yapması dikkate değerdir. Rus bilgini W.
Barthold (1869-1930) da üç doğu dilini (Türkçe,Arapça ve Farsça) de bil-
mekte, ancak ağırlığını siyasi ve kültürel araştırmalara vermekte idi. Demek
ki şimdi temas edeceğimiz Kültür ile ilgili olarak esas olan “dil” denmekle
birlikte onun yanında öteki özellikleri de yabana atmamak gerekmektedir.
Kültür: Latince esaslı “kültür”, 1870 de o zamanlar civilisation /me-
deniyetin zirvesinde ve yenilmez sayılan Fransa’nın Prusya esaslı Alman or-
duları karşısındaki yenilgisiyle düşüncve tarihi sahnesine çıkmıştır. Bu olay-
la, yenilmez sayılan “sivilizasyon=medeniyet” açık bir şekilde yenilmiştir .
Düşünce ve fikir planında bu olayı, açıklamak için, sonradan Ziya Gökalp’in
de vurgulayacağı biçimdeki yepyeni bir kavram “kültür” kavramı ortaya atıl-
mıştır. “Sivilizasyon” yine de bir gerçektir ve yeni ortaya çıkarılan “kültür”ü
başka bir gerçek olarak kabul etemek gerekiri. . Ancak burada, halen Türk
entelektüel çevresindeki hakim olan Gökalp-Turhan-Erol Güngör cizgisinden
ayrı bir gerçek olduğunu sanıyoruz. Benim de katıldığım bu görüşe göre kül-
tür ile medeniyet arasında derin bir ayırım yoktur. Nitekim Almanca, Rusça
ve Asya türk aleminde bu görüş etkindir. Bizim Kültür Bakanlığımız oralarda
Medeniyet nazırlığı olmuştur.
Bu apayrı ve uzun bir husustur ve burada konuyu keselim. “ Kültür” ü bir
tarihçi olarak bizim algıladığımız şekline bakalım.
Vaktiyle, yine bir Türk Kültürü araştırıcısı olan Emel Esin’i tanıtırken şöy-
le demişimdir: “ Emel Esin, Kültür’de dil, edebiyat gibi manevi unsurların
etkili özelliklerini belirten Mehmed Kaplan, Erol Güngör hatta Ziya Gökalp
in dışında ona etnografya ve sanat tarihi özelliklerini de katan bir insandır.
Yani Türk sanatının her türlü eşyası veya eseri , ona göre doğrudan Türk kül-
türünün bir ana unsuru sayılabiliyor. Böylece Emel Esin, Türk kültürü dolayı-
Tuncer BAYKARA 781
sıyla Türk tarihinin geçmişine de yeni bir bakış getirebiliyordu. Emel Esin’in,
Dünya müsteşrikleri ve özellikle Türkologları nezdindeki büyük itibarına biz-
zat şahit olmuştum.
1965 yıllarında, eğitimini yaptığı Rusya ve Almanya dolayısıyla dünya
müsteşrik ve Türkologlarının çok yakından tanıdığı Zeki Velidi Togan (1890-
1970) bir Türk Kültürü El Kitabı hazırlıklarına girişmişti. 1964 Delhi Müs-
teşrikler Kongresi’nde bu hususta bir karar çıkartan Togan, hemen millet-
lerarası bir komite kurdu. Bu komiteye Prof. Aziz Ahmed (Pakistan), Prof.
Czegledy (Macaristan), Prof. Ettinghausen (ABD), Prof. Halasi -Kun (ABD),
Prof. K. Jahn (Holanda), Prof. Masao Mori (Japonya) gibi dünya Türkologlar
yanında ülkemizden de Prof. H.İnalcık, Prof. Z.F. Fındıkoğlu, Prof. Z.V.To-
gan ve Emel Esin dahildiler.
Komitenin başkanı Prof. Z.Velidi Togan olup, aralarında toplantı yapıp
hemen bir “Tahrir heyeti” oluşturdular. 1967 senesinde Türk Kültürü El Ki-
tabı’nın bir cilitlik “giriş” ve sonraki ayrıntılı dokuz cildinin programı ya-
yınlandı. Burada yer alan konuları, sahalarının dünyadaki en iyi uzmanla-
rının yazmaları bekleniyordu. O zamanki Sovyetler Birliği’nde Zeki Velidi
Togan’ın belirli siyasi kimliği sebebiyle katılım sınırlı idi.
“Kültür” denince , 1960 lı yıllarda bu heyetin ne anladığını ortaya koyacak
olan konularını kısaca belirtelim: 1. Cilt:Giriş: Nâşiri (yani editörü) : Z.V.To-
gan; 2. Cilt: Sanat Tarihi: Nâşiri: Prof. R.Ettinghausen, 3.Cilt: İktisadî Ha-
yat: Nâşiri: Prof. S.Ülgener; 4.Cilt: İçtimaî Hayat: Nâşiri: Prof. Z.F.Fındı-
koğlu; 5. Cilt: Hukuk : Nâşiri:Prof. H.İnalcık; 6.Cilt: Etnografya: Nâşirleri:
Prof. Rasonyi, A.İnan ve H.Z.Koşay; 7.Cilt: İlmî Hayat: Nâşiri:Prof. H.Dil-
gan; 8.Cilt: Edebiyat: Nâşiri: Prof. F.İz ; 9.Cilt: Türkler Tarafından Kabul
Edilen Dinler: Nâşiri: Prof.O. Turan; 10.cilt: Dünya Edebiyatında Türkler,
nâşiri:Prof. Z.V.Togan, ve yardımcıları: Prof. Czegledy, Prof. O.Pritsak ve
Prof. D.Sinor. Onuncu ciltteki isimlerden anlaşıldığı üzere her cildin ayrıca
“naşir yardımcıları” da bulunmakta idi.
Beher cildin 500 sahife kadar olması kararlaştırılan dizinin Birinci cildi,
öteki ciltlerdeki konuların da özeti gibi iolduğundan bu cildin çok ayrıntılı bir
planı da yayınlanmış idi. Genişçe sayılabilecek tarihi hulasanın yer aldığı bu
ciltteki öteki konuların, yukarda da dediğimiz gibi sahalarının dünyadaki en
iyilerine yazdırılması düşünülmüştü. Bu arada, şu anda ayrıntısına girmeye
gerek olmayan sebeplerle bazı bilim adamları bu yazım işine katılmayacak-
larını belirtmişlerdir. Bununla birlikte hareketin Marksist felsefenini etkin
olmadığı dünyada da olumlu yankılar bulduğu Fransız Türkolog ve müsteş-
782 Türk Dünyasının Kültürel Değerleri :Türkoloji-Kültür ve Türk Evi
Türkiye’de göçürülebilir keçe evlerin varlığı yakın yıllara (1950 lere kadar
Emirdağ yöresinde) kadar devam etmiştir. Çok sıcak yerlerde böylesine keçe
örtülü evlerin yerini daha başka barınaklar, kıl dokamu örtülü eevlar almıştır.
Onlara belki kıl çadır denebilir, fakat ağaç ve keçe ağırlıklı yuvarlak görünüş-
lüler kesinlikle ev dir.
Devamlı Barınaklar:
Oevamlı barınaklar, birkaç yönlü gelişme göstermiştir. Bunları şöyle top-
layabiliriz.
Tabii /doğal barınakların desteklenmesi ve geliştirilmes i ile
Eskiden kalan barınaklar yeniden kullanılarak işlevsel hale getirilir.
Yepyeni bir barınak inşa edilir.
Devamlı barınakların Türk aleminde oluşması ve gelişmesi bu üç esasın
diğer özellikleri ile görülmüştür. Mesela tabii barınakların, inlerin önüne veya
hemen yanına yapılan eklentiler az da olsa dikkati çeker. Doğu Türkistan’da,
sonradan önemli belgelerin ele geçirildiğı eski şehirlerin kalıntılarında bu do-
ğal barınaklara yapılan eklentiler açıkça görülmektedir.
Bunun yanında,göçürelibilir mevsimlik evlerin çevresine yapılan eklen-
tiler de (koruma duvarları gibi) zamanla devamlı barınakların oluşumunda
etkili olmuştur. Bize kalırsa en önemli unsur bu tür eklentilerdir. .
Eskiden kalan yapıların yeniden devamlı kalınabilecek yerler haline ge-
tirilmeleri de söz konusudur. Doğu Türkistan sahasında, Türklerden önceki
kavimlerin yapılarının yeniden kullanıldığı açıkça gğörülür. Bu kullanımın
bir güzel misali, Antalya, Belkis harabelerindeki ünlü Aspendos tiyatrosunda
görülür. Selçuklu Sultanları, başka Alaeddin Keykubad, bu tiyatro binasında
biraz tadilat yaptırarak orada özellikle kışları kalmışlardır. Gerçi bu ikamet,
mevsimlik iskan da sayılabilir ama burada mesken=barınak devamlıdır ve
sabittir. Bu ülkeye 1071 sonrasında gelenlerin, eski harabelerdeki yapılardan
mesken olarak istifade ettikleri de görülür.
Yepyeni bir Barınak inşa etmek devamlı iskanın en önemli kalemidir. Bu.
türden yeni veya kalıcı barınak en çok Keçe-evı esas alan bir gelişme göster-
diğini sanıyoruz.Türkiye sahasındaki bu oluşum, geçen yüzyılda tam olarak
bitmiş idi. Ancak Asya Türk aleminde, yer yer bu sürecin devam ettiğini gö-
rüyoruz. Şöyle ki:
Keçe ev ( ki boz ev, ak ev vs de denilir) en çok ve en uzun iki mekanda
kalmaktadır. Hatta çoğu zaman Yaylada değil, daha çok Kışlüak’da kalıyor-
Tuncer BAYKARA 787
du. Bütün kışlaklar rüzgar açısından olumlu olmayabilir. Keçe evin içinde
böyle durumlarda destek olabilecek bir sırık vardır. Fakat bunun da yetersiz
olduğu durumlar olabilir. Böyle durumda en çok esen rüzgar yönünde yöre-
nin malzemesiyle (taş, ağaç, toprak) bir koruyucu set yapılabilir. Ve yerden
göçülünce de duvar kalır ve ertesi kış keçe ev yine buraya kurulur. Hatta öteki
yönlere, daha az esenlere da bir set, duvar yapılabilir. Üç tarafdan duvarlar
yükselmiştir ve geriye kalan üzerine bir örtü düşünmektir. Bunun altında keçe
ev yine kalabilir.
Böylece , koruyucu duvarlarda oluşan devamlılık sonraki senelerde yeni
denemelere açık haldedir. Altaylarda böylesine oluşan evlerin, yanlarında
keçe evler de yer almakta idi(1930 larda). Kırgızlarda, 1999 da dahi; devamlı
evde oturan Kırgızlar, geleneksel törenleri için sabit evlerinin bahçesine keçe
evi kurup orada gerekeni yapmakta idiler. Özbek Türkçesinde,(kısmen Kırgız
Türkçesinde de). artık sabit evlerden oluşan yerleşmelere ,yani kövlere kış-
lak/kıstak denmesi, devamlı evlerin en çok kışlardaki gelişmelerle oldjuğunu
açık bir göstergesidir.
Türkiye Türklerinde artık çok azalmış olmakla birlikte mesela Kırgızlarda
sabit evinde içindeki odada duvara bir halı asılıdır. Halı veya kilim ;keçeler
keçe evin iç mekanında çoklukla kullanılır. Keçe ev de, hava güzelse hayat,
evin kapısı önünde geçer; işte hayatın çokluk geçtiği bu yere “hayat” denme-
si, Türkiye Türklerinde sabit evlerde halen de devam edip gelmektedir. Keçe
evden devamlı eve geçiş sürecini yakında yaşayanlarda, mesela Özbeklerde
”hayat”, evin önündeki toprak alana bahçeye kadar uzanmaktadır. “Hayat”
Azerbaycan Türklerinide aynen Türkiye’de olduğu gibi, odanın/evin önünde-
ki alan olarak kullanılmaktadır.
Keçe evde önemli eşyanın birisi “sandık”dır. İçine ailenin kıymetli eşya-
sının konduğu sandığın üzerine döşek vs de yığılır.Onun hemen yanına da
yiyecek yükleri ve ev=mutfak aşyası konulur.Türkiye Türklerinde de sandık,
yakınlara kadar evin temel eşyasından birisi olup, gelin kızın, yani bir evin
esas eşyasıdır. Ev sabit hale gelince, evin (odanın, gözün) bir tarafına uygun
tesisat yaphılarak sandık orada durur ve uyku eşyası ile yiyecek malzemesi
de burada,yüklükte bulunur. Keçe evde aynı bir yıkanma yeri olmayıp, göz-
lerden birisi bu iş için geçivi olarak kullanılilir. Suyu da dışarıya akıtılır. Sabit
evde de yüklük yanında bir yıkanma yeri vardır ve suyu da dışarıya akıtılır.
Dikkati çeken “hela” meseleseine gölence , keçe evde bunun için bir özel
yer veya bölme yoktur. Bu sebeple ,günümüz türkçesinde yer yer duyulan
“ayranı yok içmeye atla gider s….” Deyişine göre bu iş dışarıda ve mümkün
788 Türk Dünyasının Kültürel Değerleri :Türkoloji-Kültür ve Türk Evi
olduğu kadar uzakta yapılırdı. Türk evinde de hela, avluda ve uzak bir köşe-
dedir. Helanın evin içine alınması bütün dünyada olduğu ülkemizde de geçen
yüzyıllarda gerçekleşmiştir.
Tuncer Baykara olarak ben talihliyim; çünkü çocukluğum yeni ve modern
bir evde geçse ve burada da “hayat” olsa da, XIX.yüzyılda yapılmış tek me-
kanlı(göz) veya iki mekanlı(göz) evleri çocukluğumdan itibaren çok iyi tanı-
dım. Kırgız elindeki veya öteki türk ellerindeki gözlemlerin veya dostlarımın
bilfgileri benim sağlam yorumlarıma temel teşkil etmiştir.
Burada bir de, keçe eve destek için yapılan sed/duvar malzemesinden söz
etmiş idim. Bunlar o yörede bol olarak bulunan malzemedir ki taş, ağaç veya
topraktır. Taş ve ağaç hemen her yerde bulunmayabilir. Toprak da önemli ve
esaslı bir yapı malzemesi olup üç türlü kullanılabilir.Gerçi çamur olarak da
yükseltme işinde kullanılıdığı söyleniyorsa da Türk aleminde bunu rastlaya-
madım. Fakat hem güneşte hem de ateşte kurutulan veya pişirilen/kurutulan
türlerindren söz edebiliriz.
Kerpiç denilen ve Asya türk aleminde de aynı adla anılan ve bu şekilde
rusça’ya da geçen güneşte kurutulmuş yapı malzemesi, taş ve ağaç yokluğun-
daki en önemli malzemedir. Bunun kalıpları vardır ki boyutları da iki (ana ve
kuzu) türlüdür. Kerpiç, muhtemelen İç Asya’nın taş ve ağaıı bulunmayan he-
men bütün yörelerinde kullınlamkta idi. Kerpiç kavramı taş kadar eski olmasa
da yaygındır. Toprak malzeme ile yapılmış yapılar özellikle Maveraünnehir
ve Doğu Türkistan sahasında bol olarak bulunur. Batı Türkistan sahasının
soğdların kurduğu söylernen şehirlerde de kerkpiç çok yaygın olaraka kullun-
lmıştır. Sağlamlaştırılmak için içine kesmik vs konulan bu toprak malzeme ile
kemer ve kubbe de yapılabilmekte idi.
Toprak malzemenin bir diğer türü büyük boyutlu yapılarda kullanılan “sı-
kıştırılmış toprak”tır. Kerpiçin 15-20 katı büyük boyutlu kalıplardaki nemli
ve katkılı toprak sıkıştırılarak daha büyük boyuitlu yapılar elde edinebilir. İç
Asyadaki şehir surları muhtemelen bu şekilde yapılmış olabilir ki Rusçada sı-
kıştırılmış toprak diye tanımlanıyor. Türkiye sahasında bu tür yapımı çocuk-
luğumda gördüm ve izini sürerek buna mühre/müfre veya müüre dendiğini
( Tokat,Denizli) tesbit ettim. Bu günümüzde artık tamaman kaybolmuş veya
kaybolmakta olan bir tarzdır. Ancak Türk yapı kültürü açısından incelenmeye
değerdir.
Sonuçta, şimdiye kadar Türk’ün hep ev’inden söz ettik. Buna rağmen
Türk’ün çadırda yaşadığının bir kesin gerçekmiş gibi ileri sürülmesinin kö-
kenleri veya sebepleri ne olabilir. Çünkü burada ev ile çadır arasındaki farkın
Tuncer BAYKARA 789
.
14-15. Yüzyıl Mimarlığında Anadolu-Asya Etkileşimi
Turgay YAZAR 1
15 Bk. Özbek 2002: 601. Özbek, Bursa Yeşil Cami’nin taş bezemelerinin Nakkaş Ali bin İlyas
Ali’den dolayı Timurlu kültür çevresiyle ilişkilendirilebilir olduğunu, ancak bu bezemelerin
Timurlu kültür çevresinde benzerlerinin bulunmadığını belirtmektedir.
16 Lentz-Lowry 1989: 145.
17 Erken Osmanlı dönemi taş bezemesiyle ilgili bk. Demiriz 1979; Özbek 2002.
18 Erken Osmanlı dönemi çini bezemeleriyle ilgili bk. Demiriz 1979; Gök Gürkan 2007:
215-229.
19 Timurlu örnekleri için bk. Golombek-Wilber 1988; O’Kane 1987.
20 Öney 2004: 707-708.
Turgay YAZAR 795
vardır. Türbenin ahşap kapısındaki beşinci kitabede ise Hacı İvaz’la birlikte
Tebriz’li Ahmed oğlu Hacı Ali’nin adları verilmiştir21.
Adının geçtiği kitabede kendisini “yazılarını yazan, planlarını çizen, ka-
nunlarını tespit eden” şeklinde tanımlayan22 Hacı İvaz bin Ahi Bâyezid’in
Çelebi Mehmed’le birlikte Amasya’dan Bursa’ya geldiği kabul edilmekte-
dir23. Aşıkpaşazade’nin24 ondan “başka memleketlerden hüner sahiplerini ve
üstadları Anadolu’ya ilk o getirmiştir” şeklinde bahsetmesi, diğer kültür çev-
relerindeki sanatçıları tanıdığı ve ilişkilerinin olduğunu göstermektedir.
Diğer sanatçı Ali bin İlyas Ali’nin adı, hünkâr mahfili üstündeki bir kitabe-
de geçer25. Ali bin İlyas Ali’nin yapının bezemelerinden sorumlu kişi olduğu
kabul edilmektedir26. Ali bin İlyas Ali’nin torunu Lami Çelebi’nin 16. yüzyıl
biyografi yazarı Taşköprülüzade’ye27 anlattıklarına göre İlyas Ali Bursalıdır.
Timur Bursa’ya geldiğinde onu beraberinde Mevaraünnehir’e götürmüş ve
orada nakkaşlık sanatını öğrenmiştir. Elimizdeki bilgiye göre Anadolu’daki
ilk nakışlı eğerler de İlyas Ali zamanında ortaya çıkmıştır. Ali’nin isminin
nakışlı eğerlerle anılması, Julian Raby ve Zeren Tanındı’nın Bursa Yeşil Za-
viye ve Yeşil Türbe’deki desenlerle Timurlu ciltlerindeki desenler arasında-
ki benzerliğe dikkat çekerek Nakkaş Ali’nin deri işleri için desenler yapmış
olabileceğini hakkındaki düşüncelerini doğrulamaktadır28. Nakkaş Ali’nin
Mevaraünnehir’e götürülmeden önceki çalışmaları bilinmese de nakkaşlık
kabiliyetinin Timur tarafından fark edilecek derecede üst düzeyde olduğu an-
laşılmaktadır.
Zaviyede geçen bir diğer sanatçı ismi Muhammed el-Mecnun’dur. Usta
kitabesinin hünkâr mahfilindeki bir çini üzerinde yer alması nedeniyle bu ki-
şinin çini ustalarından biri olduğu anlaşılmaktadır29.
Yukarıda belirtilen sanatkârlara ait bilgilerin yanı sıra zaviyenin çinili mih-
rabındaki kayıtta Tebrizli ustalardan bahsedilmesi ve türbe kapısında Tebriz-
li Ahmed’in adının geçmesi bezemeler üzerinde etkisi olan kültür çevresini
açık olarak ortaya koymaktadır30. Bu tarihten sonra Bursa’da Muradiye Camii
21 Demiriz 1979: 331; Tüfekçioğlu 2001: 160-162.
22 Tüfekçioğlu 2001: 136-138.
23 Demiriz 1979: 331-332.
24 Aşıkpaşazade 1985: 199.
25 Tüfekçioğlu 2001: 148-149.
26 Necipoğlu 1990: 136; Özbek 2002: 350.
27Taşköprülüzade 1985: 437-438.
28 Raby-Tanındı 1993: 24.
29 Demiriz 1979: 331; Tüfekçioğlu 2001: 143-144.
30 Bk. Atasoy-Raby 1989: 83-89; Necipoğlu 1990: 136-139; Bağcı 1995: 26-33
796 14-15. Yüzyıl Mimarlığında Anadolu-Asya Etkileşimi
Kaynaklar
AKIN, Günkut, 1990, Asya Merkezi Mekan Geleneği, Ankara.
Âşıkpaşaoğlu, 1985, Âşıkpaoğlu Tarihi, (Haz. H. Nihal Atsız), Ankara.
ATASOY, Nurhan, Julian RABY, 1989, İznik Seramikleri, İstanbul.
BAĞCI, Serpil, 1995, “Erken Osmanlı Kalemişleri Üzerine bazı Göz-
lemler”, İ. Metin Akyurt ve Bahaddin Devam Anı Kitabı. Eski Yakın Doğu
Kültürleri Üzerine İncelemeler, (Ed. A. Erkanal-H. Hüryılmaz ve diğerleri),
İstanbul: 26-33.
BAĞCI, Serpil, 2004, Osmanlı Uygarlığı 2, (Yay. Haz. H. İnalcık-G. Ren-
da), Ankara: 737-759.
DEMİRALP, Y., 1999, Erken Dönem Osmanlı Medreseleri (1300-1500),
Ankara.
DEMİRİZ, Yıldız, 1979, Osmanlı Mimarisinde Süsleme I, Erken Devir
(1300-1453), İstanbul.
EBERT, J., 1994, “Niches, Columns, and Figures in Some Petroglyphic
Stūpa Depictions of the Karakorum Highway”, Artibus Asiae, 54-3/4: 268-
295.
FISHER, R. E., 1993, Buddhist Art and Arhitecture, Signapure.
GOLOMBEK, L.-D. WILBER, 1988, The Timurid Architecture Of Iran
and Turan I-II, Princeton.
GÖK GÜRKAN, Sevinç, 2007, “Bursa ve Edirne Eserleri Işığında Çini-
ler”, Anadolu’da Türk Devri Çini ve Seramik Sanatı, (Ed. G. Öney-Z. Çoban-
lı), İstanbul 2007: 215-229.
GRACE, E. C., 1962, “The Philosophy and Psychology of the Oriental
Mandala”, Philosophy East and West, 11/4: 219-229
KARAMAĞARALI, Beyhan, 1993, “İç içe Daire Motiflerinin Mahiyeti
Hakkında”, ‘Sanat Tarihinde İkonografik Araştırmalar’ Güner İnal’a Arma-
ğan, Ankara: 249-270.
KESHAVARZ F., 1984, “The Horoscope of Iskandar Sultan” Journal of
the Royal Asiatic Society, 2:197-208.
KUBAN, Doğan, Osmanlı Mimarisi, İstanbul 2007.
KUBAN, Doğan, 2008, Selçuklu Çağında Anadolu Sanatı, İstanbul 2008.
Turgay YAZAR 799
LENTZ, T. W.- LOWRY, G. D., 1989, Timur and The Princely Vision.
Persian Art and Culture in the Fifteenth. Century, Los Angeles.
NECİPOĞLU, G., 1990, “From international Timurid to Ottoman: a chan-
ge of taste in sixteenth-century ceramic tiles”, Mukarnas, 7: 136-170.
O’KANE, B., 1987, Timurid Architecture in Khurasan, California
ÖNEY, Gönül, 1976, Türk Çini Sanatı, İstanbul.
ÖNEY, Gönül 2004, “Çini ve Seramik”, Osmanlı Uygarlığı 2, (Yay. Haz.
H. İnalcık-G. Renda), Ankara: 699-735.
ÖNGE, Yılmaz, 1975, “Konya-Akşehir-Seyyid Mahmud Hayrani Türbe-
si’nin Restorasyonu”, Rölöve ve Restorasyon Dergisi, 2: 77-121.
ÖZBEK, Yıldıray, 2002, Osmanlı Beyliği Mimarisinde Taş Süsleme, An-
kara.
POLUPANOV, S. N., 1948, Arhiteturnie Pamyatniki Semerkanda, Mos-
kova.
RABY, Julian-Zeren TANINDI, 1993, Turkish Bookbinding in the 15th
Century. The Foundation of an Otoman Court Style, (Ed. T. Stanley), London.
Taşköprülü-zâde ‘İşâmud-dîn Ebul’Hayr Ahmed Efendi, 1985, Eş-Şakâ’i-
ku n-Nu’mâniye fî ‘Ulemâ’i d-Devleti l-Osmâniye, İstanbul.
TUNCER, Orhan Cezmi, Tarihsiz, Anadolu Kümbetleri -3- Beylikler ve
Osmanlı Dönemi, Ankara.
TÜFEKÇİOĞLU, A., 2001, Erken Dönem Osmanlı Mimarisinde Yazı, An-
kara, Kültür Bakanlığı Yayınları.
800 14-15. Yüzyıl Mimarlığında Anadolu-Asya Etkileşimi
ÇİZİM VE FOTOĞRAFLAR
Çizim 2. Sivas Şeyh Hasan Bey Kümbeti, plan (Tuncer tarihsiz: 167’den).
Çizim 10. Belh Top-i- Rustam Stupası, plan (Ebert 1994: 290’dan)
Turgay YAZAR 803
Çizim 11. Leşkeri Bazar, Orta Saray, plan (Akın 1990: 63’den)
Fotoğraf 6. İskender Sultan’ın bin Ömer Şeyh’in Fal Kitabı, Şiraz 1411,
18b, 19a (Lentz-Lowry 1989: 145’den).
Ümit POLAT 1
Gaspıralı, orduda subay bir babanın oğlu olarak 1851 yılında Avcıköy’de
doğar. Ailece 1854’te Bahçesaray’a yerleşirler. On yaşına kadar ilkokula de-
vam eden küçük İsmail’i Akmescit jimnazına gönderirler. Bu jimnazda iki yıl
kalır. Sonra Varonej askerî okuluna devam eder. Oradan da Moskova askerî
lisesinin öğrencisi olur. Bu lisede dindaşı Mustafa Mirza ile tanışır. O sıra-
da Osmanlı Devleti sınırları içindeki Girit’te isyan vardır. Okuduğu lisede
huzuru yoktur. Türklere karşı islâvcılık düşmanlığı körükleniyordu. Bu fa-
natik hava içinde tatilini okulda geçirmek yerine Türk kardeşlerine yardım
için Odesa yolu ile İstanbul’a gitmeğe karar verir. Pasaportu olmadığından
yakalanır. Artık liseye dönemez. Zincirli medresesine Rusça hocası olur. Bu
sırada fikrî faaliyetini geliştirir. Şostov ailesinin kütüphanesinde mevcut Rus
edebiyatı ile siyasî ceryanlara dair kitaplar okur. Ekonomi ve sosyal problem-
leri inceler. Rusya’da tatbik edilen garpçılık ceryanı ile halka doğru gitme
yolundaki çalışmaları öğrenir. 1869’da Yalta’da ki Dereköyokuluna öğretmen
olur. 1871’de Türkiye’ye giderek subay olmak ister. Bu teşebbüsü gerçekleş-
mez. Paris’e gider. İki yıl kalır. Fransa’da kültür ve pedagoji yayınlarını takip,
eder. 1874’te İstanbul’a döner. Yazarlık hayatına başlar. 1875’te Kırım’a dö-
ner. 1878’de Bahçesaray Belediye başkanı olur.
Kazan’a, Türkistan’a, Kafkasya’ya, Hindistan’a, Çin’e, Mısır’a seyahat-
ler yapar. 1882’de Zühre Hanım’la evlenmesi sayesinde Yusuf Akçura ile ak-
raba olmuştur. Rus Çarlığı içerisinde erimelerinden endişe ettiği Türklerin,
ortak bir dil etrafında birleşerek varlıklarını sürdürebileceklerine inanmış ve
bu amacını gerçekleştirebilmek için bir gazete çıkarmayı amaçlamıştır. “Dil-
de, fikirde, işte birlik” şiarıyla tüm Türklere hitap edecek bu gazete, Tercü-
man’dır. Sade bir Türkçe ile 22 Nisan 1883’te çıkarılmaya başlanan Tercü-
man Gazetesi, ilk zamanlar haftada bir gün, 1903’den itibaren haftada iki gün
ve 1912’den sonra günlük olarak yayınlanmıştır. Bu gazete, sadece Rusya
Türkleriyle sınırlı kalmamış, zamanla Osmanlı İmparatorluğu’na, Hindis-
tan’a, Mısır’a kadar ulaşarak okuyucu bulmuştur. Son derece yoğun ve yo-
rucu geçen İsmail Gaspıralı’nın hayatı 11 Eylül 1914’te Bahçesaray’da son
(E.Lazzerini,1973).
Sistematik Okul Örneği
Usul-i Cedid hareketini başlatan İsmail Bey, açtığı okullarda Avrupa ve
Rus okullarındaki müfredatı takip ederek bu amaçla işe ilk mekteplerden baş-
lamıştır. Gaspıralı usul-i cedid mekteplerinde uyguladığı programlarda mek-
teplerin hem muhtevasında, hem de şeklinde değişiklik yapmıştır. Onun or-
taya koyduğu ilk yenilik usûl-i savtiyye idi. Eski anlayışın aksine bu metotla
alfabenin bütün harfleri birden öğretilmez. Tedrici bir temele dayanan fonetik
usul kullanılır. Önce Arap alfabesinin ilk beş harfi öğrencilere tanıtılır. Sonra-
ki derslerde ise yeni bir veya iki harf öğretilerek öğretim sürdürülür. Öğren-
ciler yazmaya da harf öğrenimiyle birlikte ilk günlerden itibaren başlarlar. Bu
öğretim usulü eskiye göre önemli avantajlar getirir(E.Lazzerini,1973).
İsmail Gaspıralı, Rehber-i Muallim adlı eserinde okulun planını dahi çiz-
miştir. Bu plan Batı mektepleri örnek alınarak çizilmiştir.
Gaspıralı’nın usul-i cedid mekteplerinde okuttuğu ders kitabı” Hoca-i Si-
byân’dır”.Hoca-i Sibyân her biri dört ayrı sınıfa tekâbül etmek üzere dört
Ümit POLAT 811
Hoca-i Sıbyan adlı eserde talebeler okuma yazma öğrendikten sonra, halk
hikâyeleri, atasözleri, ahlaki sözler ve bütün bunlardan sonra Kuranı Kerimi
okumaya başlarlar. Halk hikâyelerinden özelliklede Gaspıralı, Hoca-i Sıb-
yan’da, ünlü mizah ustası Nasreddin Hoca’ya da eserinde yer vermiştir. Türk-
çenin konuşulduğu her yerde bilinen ve fıkraları dilden dile dolaşan Nasred-
din Hoca, Türk Coğrafyasında Nasreddin Ependi, Apendi Hoca Nasreddin,
Koca Nasır isimleriyle anılmaktadır. Bu kadar geniş kültür coğrafyasında ya-
yılıp ünlenen Nasreddin Hoca’ya konuşulduğu topluluğun kültürel, siyasi ve
sosyal yapısına göre değişik misyonlar yüklenmiştir. Gaspıralı Hoca-i Sıbyan
adlı eserinde bu mizah ustası Nasreddin Hoca’nın hayatını, fikirlerini, buna
ek olarak da bir fıkrasını öğrencilerine hem okutup hem de yazdırmıştır.
Gaspıralı, Hoca Nasreddin ismini işitmeyen bir Türkoğlu yoktur. Herkes
Hocanın hikâyelerinden bir nicesini bilir. Türkistan’ın her köşesinde, Türk
alemini her noktasında her gün Hoca Nasreddin’in ismi, misali yâd olunur
söylenir; insanları hem güldürür, hem düşündürür, hem de fikirlerini uyan-
dırır.Büyük bir edip,büyük nasihatçıdır, büyük bir Türk’tür.Akşehir ve Konya
vilayetinde kadılık ve müderrislik etmiştir.Daima doğru söyleyen,riyakarlık
ve iki yüzlülük etmeyip, halklardan gördüğü yamanlıkları, alçaklıkları,hoş ve
gülünç misâl ve hikâyelerle haber verip cümlenin güzel terbiyesine çalışmış-
tır.Kimseleri incitmez, kimselere tabi olmaz, mala mülke önem vermez, kim-
seye de baş eğmezdi. Öz halinde kanaat ile yaşardı. Hoca bir bakıştan fakir
görünse de diğer bakıştan kimseye muhtaç olmayan han ve sultan idi. Şimdi
sizlere Hoca’nın bir latifesini söyleyeyim, bakın fena bir işe tutulduğu halde
dâhi insan inkâra çalışmayıp sebep göstermek lüzumunu tarif etmiştir(Ho-
cai-Sıbyan,1884).
Usul-ü Cedid okullarındaki eğitim yöntemini Rehber-i Muallimin adında
bir risale haline getiren Gaspıralı, bu risalede okulların kurallarını on madde
halinde sıralamaktadır. Çağına göre gayet modern bir anlayış içerisinde oluş-
turulan bu program, medrese usulü eğitim veren kesimin tepkisini çekmiş ve
ilk başlarda halk bu okulları istememiştir.
Ancak Gaspıralı, olumsuzluklara rağmen çalışarak, okulların başarısını is-
patlamıştır. Kırk günde okuma yazmayı öğretebileceğini iddia etmiş ve halk
karşısında bu iddiasını ispatlamıştır. Okulların bu başarısını görerek takdir
eden bazı zengin tüccarların desteğiyle Usul-ü Cedid okulları hızla Rusya
Türkleri arasında yayılmaya başlamıştır. Nitekim İsmail Gaspıralı öldüğünde,
Rusya’daki Usul-ü Cedid okullarının sayısı beş bin civarındadır. Bu okullar-
da sadece dil ve din konuları öğretilmemiş, Batı’daki gibi fen bilimleri ve be-
şeri bilimler de öğretilmiştir. Milleti meydana getiren unsurlardan en önem-
Ümit POLAT 813
lerin dışında Mısır, Türkiye, İran, Hindistan, Çin, Doğu Türkistan da okuyu-
cuları vardı.
İsmail Gaspıralı’nın hayali olan “Boğaziçi’ndeki kayıkçılardan Kaşgar’da-
ki devecilere “kadar herkese okutma hayali hemen hemen gerçekleşmiş olu-
yordu.
Sonuç ve Öneriler
Türk Dünyasında çıkmakta olan bütün akademik yayınları takip edip tas-
nif eden bir indeksin kurulması. Bu hem top yekun bilgi üretme gücümüzün
istatistiğinin tutulması hem de güçlü ve zayıf kalan üretim alanlarının tespit
edilmesi bakımından hayatî önem taşıyan bu konu üzerine Bilim insanlarının
görüşlerine baş vurulması.
Bilim insanı yetiştirme, Avrupa Birliği üyesi ve aday ülkeler arasında uy-
gulanan eğitimde hareketliliği destekleyen Sokrates ve Erasmus programları-
nın Türk Dünyasına uyarlana bir versiyonu geliştirilmesi, Türk Dünyası üni-
versitelerinde okuyan gençlerin hareketliliğinin temini sağlanmalı bunun için
bu sisteme dahil olan Türk Cumhuriyetleri bir havuz oluşturarak bu gençlerin
kültürel kaynaşmaları desteklenmesi hususunda görüşler gündeme alınmalı.
Türk Dünyasının geniş coğrafyasında travmaya yol açmış hadiselerin ce-
reyan ettiği mahallerde hem sosyal bilimcilerin hem de fen-bilimcilerin alan
Ümit POLAT 815
Kaynaklar
Erşahin, Seyfettin.(1999).Türkistan’da İslam ve Müslümanlar. Ankara İla-
hiyat Vakfı Yayınları.
Maraş, İbrahim. (1997 ). İsmail Gaspıralı’nın Bilinmeyen Bir Risalesi
Mektep ve Usul-i Cedid Nedir? Emel, No:219 Mart-Nisan.
Lazzerini, Edward.(1973). İsmail Bey Gasprınski and Muslim Modernism
in Rusya 1878-1914 Washıngton.
Ümit POLAT 817
Vügar KERİMLİ 1
Tarihler yaratan Türk halkları, dünya tarih sahnesine ayak koydukları
andan günümüze kadar tarihin çeşitli dönemlerinde önemli ilgi ediyorlar.
Araştırmalar ise daha çok türk devletlerinin tarihine yöneliktir, fakat türk dev-
letlerinin tarihi türk halklarının tarihi demek değildir, yani türk devletlerinin
tarihi, genellikle türk halklarının bir kısmı ve içeriği kimi yorumlana bilir.
Bundan yola çıkarak konunun tutarlı bir şekilde incelenmesi için Kafkas`da
yaşayan türk halklarının kültürel birliğinden bahsedeceyiz.
İlk insanoğlunun, ilk insan yaranışının oluştuğu bir arazi gibi kendisini
tespit eden Kafkas bir kural olarak ilk dönemlerden başlayarak zaman zaman
çeşitli adlı, aynı dilli türk kökenli insan demetlerinin, toplum ve topluluk-
larının göç yolları kesişti, burada yerleşti, bir-birlerine kaynayıp qarışıblar.
İşte türk kökenli etnik gruplar ve aşiretler Kafkasya’da yaşayan türk halk-
larının etnogenezisini teşkil etmişlerdir.
Kafkas söylenirken ilk olarak büyük dağlar silsilesi hatırlanır. Azov, Ka-
radeniz ve Hazardenizi arasında yerleşen, Avrupa və Asya, Yakın ve Orta
Doğu arasında doğal sınırlar oluşturan dağ silsilesine dikkat çekilir. Eski
zamanlardan günümüze Doğu`yla Batı arasında önemli nakliye hatları Kaf-
kas`dan geçiyor. Kayd olunanlar bu regionun geostratejik ehemiyetinin na
kadar büyük olduğunun algılanması için değerli belgedir, diye biliriz. Kafkas
sözünü ilkdefa eski Yunan tyatro yazarı Eshil`in (m.ö 500 yılına yakın bir
dönem) “Keliblenmiş Prometey” adlı eserinde denk gelirik. Ranke-Kraves
kendi Yunan mifolojisinde kayd ediyor:- Kafkas adı, ihtimal ki, Yunan sözü
olarak “Kaukazos” sözünden oluşmuştur. Bunun ise çevirisi “Allahlar Tahtı”
anlamına geliyor.
Bu bakımdan Kafkas her zaman büyük imparatorluğların dikkat çekdiği
bir alan ve günümüzde dünyanın bir çok yönden ilgilendiği, cekişmelere ve
diğer siyasal süreçlere neden olan bir regiondur.
Kafkas regionuna sahip çıkmak siyasal yönden na kadar önemli olsa bile,
bu mesele oldukca zordur. Nedir bu zorluğu oluşturan nedenler? Evet, bu era-
zinin siyasal ve kültürel özelliklerinin mevcutluğu neden sayıla bilir. Kafkas
her zaman etnik ve kültürel çeşitliği, zenginliği içerir. Burada birkaç etnik
grublar yaşıyor: Kafkas`dilliler, Türk`dilliler, İran`dilliler, yani acemler. Bu
1 Doç. Dr., Azerbaycan Milli Ilimler Akademisi
820 Kafkasya`da Yaşayan Türk Halklarının Kültürü
lər, azlardan - Türk kökenli, Türk dilli etnik gruplar, kabileler ve kavimler;
m.ö. XX yüzyıldan m.ö. IV yüzyıladek: kimerlər, iskitler (işquzlar), depolar,
quqarlar, şiraklar, mastagetlər, kaspilər, mığrılar, maqla, mannalılar, madaylar,
buntürklər, haylantürklər, peçenekler, kengerler, ağhunlar - türk dilli tayfalar
ve toplumlar; m.ö. IV yüzyıldan - X yüzyıladek: albanlar, kıpçaklar, siyah
Hunlar, kaşkaylar, tərtərlər, qarqarlar, bulqarlar, basillər, vərəndlər, vəng-
lər, qoruslar, baharlılar, tuğlar, tağlar, qordmanlar, dondarlar, utilər, uliqular,
aranlar, kullar, sabirlə, hazarla, quşanlar, çollar, toloslar - türk dilli toplumları;
e. X yüzyılden XIV yüzyıladek: selçuklular, türkmenler, moğollar, tatarlar
, qaramanlar, dolan ve domanlar, cəlayirlər - Türk dilli kabile toplulukları.
Elbette her halkın teşekkülü büyük nüfus göçlerini ve yerdəyişmelerini kap-
sayan karmaşık bir sürecin sonucudur (3).
Kafkasya’da nispeten küçük bir erazide 50’den fazla, farklı dil ve lehçeler-
de konuşan, farklı maddi ve manevi kültürü ile seçilen xalqlar yaşıyorlar.
Kaydolunan etnik grubların insanları, kendilerine uyumlu, farklı kültürün
özelliklerini muhafıza etmişlertir. Bu kültür güncel yaşam hayatında başarıy-
la, mutfakta ve türlü olayları içeren törenlerde yansımıştır.
İllmi topluma bellidir ki, Türkleri ortak kültür, ortak düşünce tarzı birleşti-
rir. Birçok ortak destanlar, masallar, törenler vardır ki, her zaman çağdaşlığını
korumuş, her hangı türk soyu sömürge altında kalsa bile, hangı dine hizmet
etmelerine bağlı olmadan hafızalarda korunarak ruhsal dünyada muhafıza
edilmiştir. Bundan dolayıdır ki, Türk tarihini, kültürünü bütün Türk dünyasını
öğrenmeden analiz etmek, sonuç çıkarmak mümkün değildir.
Türk kültürü göçebe kültürdür. Türkler tarih boyunca at sırtında hayat sü-
rerek bu kültürü bugüne kadar yol çıkartmışlar. Doğayla doğrudan temas-
ta olduklarından ona daha çok bağlı olmuşlar. Onların inançları da, sanatsal
konuları da, müzikleri de doğayla bağlıdır. Onlar için kutsal olan toprakları,
dağları, nehirleri, hayvanları, gökyüzünü, yıldızları sözlü formda dilden dile
ve böylelikle de yıldan yıla ötürdükləri şiirlerde, destanlarda döne döne tav-
sif etmişlerdir. Kendi kahramanlıklarını Türk alfabesi ile taşlara işlemişlerdir
(2). Doğanın verdiği bu döyüşkenlik ruhu onları yok olmaya koymamıştır.
Daima komşu halkları korku içinde saklamışlar. Bazen onlara yenilseler de
yeniden kendilerinde güç bulmayı başarmışlar. Türkler kendi döyüşkenlikleri
sayesinde geniş arazilere sahip olmuşlar ve Farslar, Çinliler, Ruslar, Arap-
lar, Rumlar gibi bir çok yerleşik milletleri kendilerine tabi etmişler (Böyük
türk xalqının tarixi- 15 imperatorluğ, 38 devlet, 34 beylik, 16 xanlıq ve 6
cumhuriyyet). Fakat bu temaslar bazen onları kendi kültürlerinden uzaklaş-
822 Kafkasya`da Yaşayan Türk Halklarının Kültürü
tırmıştır. Öyle ki, onların bazıları yerli halklar arasında eriyerek yavaş-yavaş
tarihten silinmişler. Hindistan’ı tarihsel idare etmiş Türklerin bugünkü kaderi
buna bir örnektir. Bazıları ise yerli halkları eriterek kendi sayılarını çoxalt-
mışlar. Bunun sonucunda da onların kültüründe birçok faktör yerli xalqla-
rınkına uyarlanmıştır. Yani ortaçağda yerleşik hayata geçen türklerin kültürü
yerli halkların kültürleri ile birleşerek yeni kültürler ortaya çıkarıyordu. Bu-
nun sonucunda da türklerin inançlarında, dillerinde, müziğinde, giysilerinde,
danslarında ve hatta fiziksel görüntülerinde hayli değişiklikler oldu (4). Bu da
onları göçebe kardeşlerinden aralı düşürdü, göçebe adetleri unutuldu, kadın-
ların toplumdakı durumu değişti. Buna daha çok İslam kültürünün etkisine
maruz kalmış yerleşik Türklerde rastlanır. Hıristiyanlık, budizm, yahudiliyin
etkilenen türklerde de benzer süreçler yaşandı. Gittikçe türk dilleri birbirin-
den hayli farklanmaya başladı. İnsan adları da yeni inançlara uygun değişti.
Bugünkü yabancılık da tüm bunların sonucudur. Fakat ortaçağda tüm türkler
yerleşik hayat tarzına geçmedi. Bu türkler göçebe hayat sayesinde türk kül-
türünün önemli bir bölümünü korumayı bildiler. Sadece kendi alfabesı unu-
tuldu. Doğa inançları, binicilik ve at oyunları, okçuluk, qımız, yurt, destanlar,
eski müzik aletleri, bir çok eski gelenek ve bayramlar, düğün adetleri, çeşitli
yemek türleri, giysiler ve nihayet türk dili kendi orijinal biçimlerini önemli
ölçüde korumayı başardı. Bu kültür Altay - Türk kültürü olduğu için Moğol
kültürüne daha yakındır. Oturak türklerin kültürü ise Arap, Fars ve ya Kafkaz
kültürlerine daha yakındır (1). Fakat onlarda da Türk kültürünün bir takım
öğelerine rastlamak mümkündür. Buna sazı, halıları, desenleri, bazı giyim
öğelerini, milli güreşi, destanları, bazı halk inançlarını örnek gösterilebilir.
Beşar ruhunun, kültürünün, geleneklerinin ilahi, insani düzeyde koruyucusu,
hem de ilk kurucularından olan türk ona olan tüm belirsiz ilişkilere rağmen
halini koruyup bulundurmalı, ruhen güçlü olmalıdır. Bugün tüm umacaqla-
ra rağmen her halde türk halkları arasında belli ilişkiler tamamdır. Çağdaş
dönemde manevi alanda türk halkları arasında birliğin oluşturulmasına daha
çok ihtiyaç var. Ümumtürk alfabesi, ümumtürk edebi dili yönünde daha ciddi
düşünmenin zamanıdır. Türk halklarının geleneklerinin daha çalışkan şekilde
öğrenilmesi, yaşatılması gerekir. Tarih, dil ve kültür birliğinin oluşturulması
için türk halklarını bir araya getirebilmek gücünde olan, türk ruhuna dayalı
birleştirici milli - manevi fikir gerekir. Bugün türk halkları arasında ortak dil
fikri zaman-zaman müzakere edilmektedir. Ancak birçok durumda bu tartış-
malar faktlı araştırma yönünde sorunun çözümünde aydınlığa getirmiyor, net
hareket yönlerini belirlemiyor. Tüm durumlarda ise böyle tartışmaların yürü-
tülmesi gereklidir. Yüzillerle aydının kendisi için daima tehlike bekleyenler,
türkü sevmeyenler yapabildikleri kadar türk halklarını, devletlerini birbirine
Vügar KERİMLİ 823
Yavuz AKPINAR 1
hazırız. Siz de artık bizi sadık vatandaşlarınız olarak görün, bize kanun karşı-
sında Ruslarla eşit haklar verin. Bizim toplumumuz cahildir, bilgiye ihtiyacı
vardır. Rus resmî okulları bizim için fazla yararlı değildir. Bize izin ve imkân
verin kendimize özgü okullar açalım, anadilimizde eğitim yapalım. Siz de
bize öğretmen olun, bizim “medenîleşmemize” yardımcı olun. Avrupa bili-
mine ulaşmamız için vasıta olun. Bunları yaparsanız, gelecekte bizim bilgiye
ulaşmamıza imkân verip yardımcı olduğunuz için dünya karşısında övünebi-
lirsiniz. Eğer bunları yapmazsanız sizin de barbarlardan farkınız kalmaz. (...)
(Gaspıralı 2005: 77-121)
İsmail Bey, bu eserini oldukça dikkatli, diplomatik bir dille, zaman zaman
Rus yönetimin ve Rusların iyi yanlarını öne çıkartarak zaman zaman da öl-
çülü ve mantıklı bir şekilde onları eleştirerek uzlaşmacı bir yaklaşımla yazar.
Eserde Rusya Müslümanlarının da kötü yönleri açıkça eleştirir, iyi yönleri ise
objektif bir şekilde anlatılır.
Gaspıralı, bu eserinde muhatabını incitmeyen, açık bir dille, Rusların,
Müslümanları-Türkleri asimile etmek, Hrisitiyanlaştırmak siyasetinden artık
vazgeçmesi gerektiğini, bu siyasetin Müslümanları Rusya’ya düşman etme-
den başka bir işe yaramadığını da ısrarla belirir. Rus yöneticilerinin, artık
Rusya’nın dünyadaki en büyük İslam ülkelerinden biri olduğu gerçeğini ka-
bullenmelerini ister. Bu sebeple Müslümanların eğitimi de bir devlet görevi
olmalıdır. Hükûmet Müslümanlar için okullar açacak maddî güce sahip değil-
se, hiç olmazsa medrese ve cami yanlarındaki mekteplerde yapılan eğitimin
ıslah edilmesine izin vermelidir. İsmail Bey, bu mekteplerde eğitiminin ana-
dilinde yapılması, temel İslamî bilgiler yanında tarih, coğrafya, matematik,
diğer fen bilimleri ve Rusçanın da okutulması gerektiğini ileri sürer. Bunun
gerçekleşebilmesi için imamlar, hocalar da ayrıca eğitilmelidir.
Bu eserde, Rusya yönetimi altında yaşayan Müslümanların-Tatarların
tek bir kitle olduğu kabul ediliyor, onların kültürel ve siyasî haklarından
söz ediliyordu. Eğer Rusya Müslümanları, o dönüşüm ve değişim çağında
birbirlerinden ayrılır ve parçalanırlarsa bu onların sonu olacaktı. Kurtuluşun
tek yolu; eğitimle Batı medeniyetine yaklaşmak, onun bilimdeki seviyesine
ulaşmaktı. Bu ölmüş durumdaki İslâm ruhunu diriltmenin tek yolu idi.
Eser, çığır açıcı bir özelliğe sahipti. İsmail Bey, düşüncelerini biraz ka-
palı ve ihtiyatlı bir dil ile söylemesine ve Rus kanunlarına bağlı ve saygı-
lı olduğunu defalarca tekrarlamasına rağmen, bir kısım Rus aydınları, bazı
Panslavistler, misyonerler onun bu eserde öne sürdüğü samimî düşünceleri
hep şüpheyle karşıladılar ve başta İlminski olmak üzere onu “Pantürkist” ve
Yavuz AKPINAR 829
lerine ait kelimeleri yan yana kullanır. Tercüman’da her zaman açık bir an-
latım ve kısa cümleler dikkati çeker; amaç, “Boğaziçi’ndeki balıkçıdan Kaş-
gar’daki deveciye kadar” herkesin bu dili anlamasıdır. Tercüman gazetesi,
yayınının devam ettiği 35 yıl boyunca İsmail Bey’in dil konusundaki şuurlu
ve ısrarlı tavrı sebebiyle Türk dünyasında ortak edebî dilin oluşmasında bü-
yük bir rol oynar ve bunda da sanıldığından daha büyük bir başarıya ulaşır.
Sovyet döneminin katı siyasî-ideolojik propagandası İsmail Bey’in ve gaze-
tesinin bu başarısını perdeler.
Türkiye’de okunduğu ve aynı zamanda yasaklanıp serbest bırakıldığı
1895-1897 yılları arasında gazetede “İlave-i Tercüman”, “Koşma”, “Zami-
me” adlarıyla yayımlanan Türkçe, iki sayfalık (tek varak) ilim, fikir, edebiyat
ve diğer kültürel konularının işlendiği ekler çıkartılır. Bu eklerin daha çok
Türkiyeli okuyucular için çıkartıldığı, ayrıca Türkiye’ye gönderilen Tercü-
man’ın nüshalarının Rusya içinde satışa sunulanlardan birkaç gün önce basıl-
dığı, bazı nüshaların da Rusya içinde dağıtılanlardan içerik olarak az-çok farklı
olduğu tespit edilmiştir. Bu yıllarda Türkiye’deki satışının 10.000 civarında
olduğunu arşiv belgeleri de doğrulamaktadır (Akpınar 2005: 26; 2009: 99-
119).
1906’da Millet adlı ayrı bir gazete çıkarma teşebbüsü ise bir örnek sa-
yıyla kalır, gerçekleşmez; fakat, Millet’in başlık klişesi altındaki epigramda
yer alan “Til birliği, fikir birliği ve bu da amel birliğini mucip olur” ifadesi
dikkati çeker. Bu ifadeyi daha da veciz hâle getirerek 1912’den sonra Tercü-
man’da “Dilde, fikirde, işte birlik” şeklinde kullanır.
Tercüman ilk sayılarından itibaren sadece bir gazete değil aynı zamanda
hitap ettiği Rusya Müslümanlarının ortak kürsüsü, bir fikir mahfeli olur. Rus-
ya Müslümanlarının modernleşme süreci, bu sürecin din, fikir ve edebiyat
hayatına ne şekilde yansıdığı, her şeyden önce Tercüman koleksiyonu dikkat-
li bir şekilde araştırılıp incelenmeden öğrenilemez. Sovyet döneminde Türk
halklarının modernleşme süreci, fikir ve edebiyat tarihleri yazılırken başta
Tercüman olmak üzere Sovyet öncesi dönemin birçok yayını yok sayılmıştı;
günümüzde sağlıklı sonuçlara ulaşabilmek için bu eksikliğin giderilmesi ge-
rekir.
İsmail Bey Tercüman’ı çıkartırken, ne yapması gerektiğini iyi biliyordu,
ileriye yönelik planlar yapmıştı. Adım adım hedefine yürüdü. İslam dininin
doğru anlaşılmasını, Türklüğün çeşitli kabilelerinin Türk kimliği çatısı al-
tında birleşmesini ve hepsinin ortak modern bir kültüre ve teknolojiye sa-
hip olmasını arzu ediyordu. Bunun için en büyük engel cehalet, hurafeler
834 İsmail Gaspıralı ve Türk Dünyası
ve tembellik idi. Türk-İslâm âlemi âdeta bir ölü gibiydi. Tercüman’la Rusya
Türklerine içine düştükleri bu korkunç durumu, geriliği anlatmak; varlıklarını
sürdürebilmeleri için onlara ihtiyaç duydukları bilgiyi vermek; teşkilatlanma-
larını, birbirlerine ilgi ve sevgi duymalarını sağlamak istiyordu. Bunun için
gazetesiyle başlattığı “”uyandırma” işine, 1884’te sonlardan “Usul-i Cedid”
olarak adlandırılan eğitim-öğretim faaliyetleriyle, “savtî [fonetik] usule” da-
yanan okuma-yazma kurslarıyla, ilk eğitim için gerekli olan kitapları yazarak
ve bunları yayımlayarak devam etti. Onun alfabe ve ilk okuma kitabı olarak
yazdığı Hoca-i Sıbyan oldukça fazla ilgi görmüş onlarca kere basılmış bütün
Rusya Müslümanları arasında kullanılmıştır. İsmail Bey, matbaasında bastığı
kitapların listesini zaman zaman Tercüman gazetesinde yayımlamış bu kitap-
lar hakkında kısa bilgiler vermiştir:
Gaspıralı, ilk sayılarından itibaren gazetesinde, Türkiye fikir ve edebiyat
hayatından serbest bir şekilde yararlanır. İslâmiyetle ilgili bazı eserleri Tarih-i
İslâm (1883), Medeniyet-i İslâmiye (1884), Türkiye fikir ve edebiyat hayatını
yansıtan Maişet ve Edebiyat-ı Osmanî (1884) ve Neşriyât-ı Osmanî” (1886)
başlıklı seri yazıları yayımlar. Şemsettin Sami’nin Kamusü’l-Alâm adlı ese-
rinden geniş bir şekilde yararlanılarak hazırlanan Derya-yı Bilik adlı ansiklo-
pediyi (1889) ve daha sonra Kamus-i İlmî ve Fennî (1905-1908) adlı diğer bir
ansiklopediyi gazetesinin ilâvesi olarak okuyuculara verir, hatta kitap olarak
bastırıp abonelere hediye eder. İsmail Bey, bunları yaparken hem Rusya Müs-
lümanlarının bilgi eksikliğini gidermek hem de onlara Türkiye’yi gerçekçi bir
şekilde tanıtmayı göz önünde bulunduruyordu.
O, hangi sebeplerle olursa olsun Rusya Müslümanları arasında geniş ölçü-
de hurafelerle iç içe geçmiş ve bu yüzden her türlü yenileşmenin, kıpırdan-
manın önüne cahil kimselerce bir set olarak dikilen yanlış din anlayışını; bir
bahane olarak ileri sürülen “bu iş İslâmiyete aykırıdır, kâfirliktir!” itirazlarını
yok etmek, yanlış anlaşılan İslâm dinini, cahil halk yığınlarına basit, ama
doğru bir şekilde tanıtmak istiyordu.
Sözü edilen konularda Türkiye kaynaklarını kullanması tesadüfî değildir:
Halifenin ülkesindeki İslâm anlayışını, mecburî değişimi, reformları, onlara
örnek olarak göstermek, bu işlerin İslâmın kalesi kabul edilen İstanbul’da da
yapıldığını ve asla “kâfirlik” olmadığını anlatmak istiyordu. Bu bakımdan
Tercüman’ın ilk sayılarından itibaren muhitinde olan aklı başında, ileri görüş-
lü din adamlarından destek aramış, onları yenilik hareketleri, cehaletle müca-
dele için kendi yanına çekmeye çalışmış, bu gibi din adamları, öğretmenler
hakkında gazetesinde iltifatkâr bir dille, övücü yazılar yazmıştır.
Yavuz AKPINAR 835
1905 Rus meşrutiyeti İsmail Bey’in düşüncelerini daha rahat ve açık bir
şekilde dile getirmesine imkân verir. Gerek Sözler adlı yazısında (5 Dekabr
[18 Aralık] 1905) siyasî, fikrî hayatta ortaya çıkan büyük değişimlere işaret
ederken “Tercüman’ın devre-i evveli bitti, şimdi devre-i sanisi başlıyor” di-
yordu. İsmail Bey, 1911’de Tercüman’ı kapatıp Zaman adlı oğlunun yöne-
teceği bir gazete çıkarmak istemişse de Rus yönetiminden izin alamamıştır.
1905’ten sonra Rusya’da ortaya çıkan serbest ortamda Müslümanlar-Türk-
ler arasında matbuat hayatı canlandı; gazeteler, dergiler çıktı. Rus okulların-
dan yetişmiş gençlerin önemli bir kısmı sosyalist düşüncelere ilgi duyuyor,
Türk-İslâm âleminin problemlerini Gaspıralı’dan farklı bir şekilde algılıyor;
modernleşmeye ve dönüşüme devrimci bir gözle bakıyor, onu Çar hükûme-
tine karşı yumuşak davranmakla, muhafazakârlıkla suçluyorlardı. Bir kısmı
sosyalist eğilimli olan bu gençler, öncelikli olarak kendi toplumlarının ge-
leceğini, millî meseleleri değil, sınıf mücadelesini, dünya ihtilâlini düşünü-
yorlardı. Halk yığınlarını sınıf mücadelesine çekebilmek, amaçlarına çabuk
ulaşabilmek için “ortak Türkçe” veya “edebî Türk dili”yle değil, mahallî şi-
velerle yazmayı tercih ettiler. Buna rağmen sosyalist önderler arasında bile
Gaspıralı’nın millî kültür ve dil idealine bağlı olanlar vardı.
1920’li yıllardan sonra Sovyetler Birliği’nde Türklere-Müslümanlara yö-
nelik hükûmet programı, Çarlıktan tevarüs edilmiş gizli, ama bu sefer daha
da güçlü asimilasyon siyasetine dayanıyordu. Sovyet hükûmeti, “dil birliği”ni
bozmakla kalmadı; Türk birliğini, eski ve yekpâre Türk millî coğrafyasını
da parçaladı; yeni “milletler” ve devletler icat etti. Tarih, Gaspıralı’yı haklı
çıkardı.
İsmail Bey, bir yandan da Avrupa ve Rus kaynaklarından, dünya Müslü-
manlarını ilgilendiren gelişmeleri yakından izliyor, özellikle Rus gazeteleri-
nin, fikir ve siyaset adamlarının, Müslümanlar ve İslâmiyet hakkındaki yanlış
kanaatlerini, haksız hücumlarını cesaretle fakat, itidalli bir şekilde gazetesin-
de tenkit etmekten geri durmuyordu. Uzun yıllar Rus yönetimiyle, misyoner-
lerle, Panslavistlerle tek başına, Tercüman gazetesi sayesinde mücadele etti.
Tercüman gazetesi, 35 yıl boyunca Rusya Müslümanlarını-Türklerini
uyandırma ve muasır dünya medeniyetine ulaştırma yolundaki olağan üstü
hizmetleri sebebiyle Rusların Noveya Vremya ve İngilizlerin The Times ga-
zeteleriyle karşılaştırılmış, hatta Tercüman’ın onlardan daha etkili olduğu be-
lirtilmiştir.
836 İsmail Gaspıralı ve Türk Dünyası
6 İsmail Bey’in ortak edebî Türkçe hakkındaki görüşleri için bkz.: Yavuz Akpınar,
“Gaspıralı’nın Türk DilineBakışı”, Türk Dünyası Dil ve Edebiyat Dergisi, Ankara, TDK,
2001, Sayı: 12/1, s. 385-408.
838 İsmail Gaspıralı ve Türk Dünyası
Yirmi milyonu, yirmi isim ile yirmiye münkasim eden isimleri taşlayıp
“Kazak Türkleri” “Kırım ve Kafkas Türkleri”, İran, Anadolu, Dala, Fergana,
Sibirya, Kaşgar, Maveraünnehir, Hokan Türklerini nam-ı hakikisi ile söyle-
mek ve yazmak âdet edilse olmaz mı?
Barekallah! Rusya’da ‘yirmi milyon varız’ deyü yazıp gösteriyoruz; lâkin,
bu yirmi milyona yirmi türlü ad ve isim verip yek vücudu yirmiye taksim ile
yirmi kere hata-yı siyasiye etmiyoruz mu? Şu meseleyi ciddi surette düşünüp
halletmeliyiz. Bu işte Tercüman cümlenizden istimdat istiyor.” (Refiklerime
Açık Mektup, Tercüman, 25 May [Mayıs], 1907, Sayı: 42).
Bir başka makalesinde “Rusya Müslümanları” terimini genel olarak hangi
anlamda kullandığını tekrar açıklarken Türk halklarının soy birliğine de işaret
eder: “Umumen Türk evlâdı olan Rusya Müslümanları diyar be diyar mahallî
şiveler ile söyleştikleri malûmdur.” (Lisan ve Mesuliyet, Tercüman, 24 Mart
1909, Sayı: 13).
1905’ten sonra eskiye nispeten çok daha rahat ve açık konuşma imkânına
kavuşunca soy birliğinden de söz eder. Dünyanın çeşitli yerlerine dağılmış
Türk boylarının zamanın ve mekânın değişmesiyle birbirinden uzaklaştığını,
birbirinden giderek farklılaştığını açıklar:
“Milletimiz büyük millettir. Zaman ve mekân ve mesafe tesirleriyle fırka
fırka ayrılıp, birbirini bilmez ve anlamaz dereceye geldiği ve ‘Türk’ ism-i
âlisini unutup kimi Tatar, kimi Karakalpak, kimi Kazak, kimi Tarançı nam-
ları ile dağılıp, ufaldıkları malûmdur.” (Lisan Meselesi, Tercüman, 4 Noyabr
[Kasım]1905, Sayı: 90).
Ülkeden dışarı ancak çok az sayıda güvenilir kişiler çıkar, dış âlem hakkında
malumat getirirler; onlar dış dünyada ne olup bittiğini bilir, dış dünyanın on-
ların varlığından haberi yoktur. Ülkede posta parası yoktur, mektuplar sadece
katlanıp üzerlerine adres yazılarak gönderilir; kimse açıp okumaz, zarf nedir
bilmezler; çünkü aralarında edebe ve kanuna aykırı iş ve fikir yoktur. O yüz-
den de zarfa ihtiyaç olmaz. Onlara göre İslâmın dini ve işi, apaçıktır; ayıp için
örtmek gerekir. Kitaplar basılınca halka parasız dağıtılır. Kızlar ve kadınlar
daire-i edepte hem yazarlar hem okurlar. Kadınlar İslam dininin emrettiği
gibi giyinirler, yüzleri açıktır ve erkeklerle konuşmaktan, tartışmaktan çekin-
mezler. Erkekleri bir yana eğitimli bir kadın (eğitimsizleri hiç yoktur zaten)
Türkistan’ın âlimlerinden daha çok bilgilidir. İki mukaddes kitap bilirler; biri
Kuran’dır diğeri de “Âmel-i Kadim kitabı” dedikleri tabiat, kâinattır. Dola-
yısıyla dinî bilimlerle birlikte tabiî ilimlere de çok önem verirler. Bu sebeple
Avrupa’dan daha ileri bir medeniyetleri vardır. Bu romanda Endülüslü Şeyh
Celal, Taşkentli Molla Abbas’a “amel-i kadim”in (yani tabiat-kâinat kanunla-
rının) ne olduğunu ve önemini açıklar:
“- Bu kitap ki “amel-i kadim” dedim. Cenab-ı Hakteâla’nın halk ettiği
cümle cihan ve mevcudâttır, tabiat ve kâinatın hâlıkı Cenab-ı Hakk oldu-
ğu gibi tabiatın cümle kuvvetleri, hareketleri ve semerâtı Cenab-ı Hakk’ın
vaz’ettiği kadimî ve daimî kavait ve nizamlardır... Suların yukarıdan aşağı
akması; geceden son, gün ve günden son gece gelmesi; arpa saçsak buğday
çıkmadığı; taş üstüne her ne saçsak çıkmadığı, insan kuş gibi uçamadığı; ba-
lık kuş yuvasında asralmadığı [yetişmediği] gibi dünyada her ne var ise, canlı
hem cansız hep kavaid-i tabiiyeye tâbi olmak üzredir. Hikmet-i Huda! Tabi-
atın bazı kuvvetleri ve eşyanın hâlleri insan için zarar ve ziyandır ve bazıları
faydadır. Tabiatın bazı kuvvetleri insana esir ve hizmetçi gibi kul olur. Meselâ
cil (rüzgâr), ateş, su ve gayri... İnsanlık oldur ki tabiatı bilip istimal etmeli.
Hayvanlık oldur ki tabiatın hâl ve kuvvetinden gafil olup, mazarrâtından hıfz
olamamak ve faidelerinden istifade kılmamaktır... İşte “amel-i kadim” kitabı
dediğim ulûm-ı tabiiyedir ki Cenab-ı Hakk’ın halk ettiği cümle eşyanın vü-
cudundan ve neden olduğundan (terekkübatından), hasiyet ve semerâtından
bahseder... Bunları bilgeç, insanoğlu sa’y ve gayretinden fayda görür; her ne
iş tutsa bilip işler; hayvan gibi gafil cürmez. Ulum-ı tabiiye sayesindedir ki
pazarlarımızda 3 günde yumurtadan çipçe [çivciv] yetiştirilir; ağaç ve odun
yakmayıp, yurtlarımızı sıcak ve yazda sıcak oldukta istediğimiz derece salkın
(serin) ederiz ve dünyada rahat rahat ömür geçirip, Cenab-ı Hakk’a ibadet
ederiz. Ulûm-ı diniyeden namaz ve kavaid-i edep ve hukuk öğrenildiği gibi
tabiattan ders alınırsa mal ve bahçe asramak [yetiştirmek] ve maişet için ne
gibi şeylerden fayda ve zarar olacağı öğrenilir. (Gaspıral 1. c., s. 226-227).
840 İsmail Gaspıralı ve Türk Dünyası
“Bir sene mukaddem balalar için ufak bir mektep açmış idik. Bu mektepte
günde dört beş saat okuv olup hareket-i nizamca dersler usul-i cedid üzere idi.
Elifbayı özümüz tertip edip okumak yazmaktan maada ilmihâl, ilm-i hesap,
imla ve ba’de coğrafya, muhtasar ilm-i tarih ve lisan-ı Rusî dersleri bermek
muradında idik. Mektep için dershane, dershaneye bir hoca, hocaya gerek
maaş özümüzden, dostlardan çareleştik kesb ettik; ama, okutmaya bala tapal-
madık [bulamadık].
Cedid usul işitmemiş ve ba-husus bu usulü görmemiş ahali bu mektebe
hürmet etmedi ve bazı avamlar ‘bize mekteb-i cedid gerekmiy’, ‘bu mektepte
din ilmi okut[ul]maz’ falan ve filan sözlerle bizi heman âciz kaldırmışlar idi.
Her nasıl ise dosttan, eşten tokuz bala tapıp derse başlattık... Tamam altı ay
ahirinde halkları [adamları] davet edip huzurlarında balaları imtihan ettik.
Yaşanız yaş yaş balalar, sağ olunuz gardaşlar, yüzümüz aka çıktı zahmetler,
akçalar boş boşuna gitmedi.
Altı ay içinde balaların öğrendikleri ve terakkileri, görenleri hayran ve
memnun edip ikinci gün cedid mektebe otuz bala daha berdiler. Hoca efendi-
ye bala başına ayda bir ruble hak payladılar.
Yıl tamamında bir imtihan daha edip mevcut adamlar ve babalar, balala-
rın yazdığı yazılardan fehmlep okuduğu okuvdan ve ilmihalden olan suallere
berdikleri cevaplardan müteessir olup ‘bunca kolay usuller bar iken, bunca
terakki mümkin iken biz ne gaflette ikenmiz’ dep bazıların gözleri yaşlandı.
Hayırlı yaşlar olsun ama, gözyaşı değildir bu; ziyadır, elmastır.
İşte taze usul ile mektep açıldıkta okutmaya şakirt tapılmıyor ise de şimdi
mektep de balalara yer tapılmıyor. Şükür!
Huda muaffak eder ise bu mektebin dersleri cem olunup Hoca-i Sıbyan
namında neşr olunacaktır.” (Bahçesaray’da, Tercüman, 17 Yanvar 1884, Sayı:
2).
“Savtî usul”ün başarı kazanması üzerine sıra, bu tipte okullarda ders vere-
cek öğretmenlerin yetiştirilmesine veya dinî tahsil yapmış gençlerin, bu savtî
usulle öğretmenlik yapmaları için eğitilmesine gelmiştir. Medrese tahsilli
gençleri, ileride böyle okullar açıp en azından bir okuma-yazma kursu tertip
etmek şartıyla okuluna kabul eder ve eğitir. Kısa zamanda bu usul büyük
başarı kazanır. Kırk beş gün içinde okuma-yazma öğretildiği için bu kurslar
halk arasında “maşinalı mektep” olarak anılır. Kırım’da başlayan bu iş, Rusya
sınırlarını aşıp Doğu Türkistan’a kadar ulaşır. 1905’te bu okulların sayısı beş
bini aşmıştır.
Yavuz AKPINAR 847
İsmail Bey eğitimde en alttan üste, yukarıya doğru hareket eder. Bu sebep-
le ilkokul eğitim-öğretimine büyük önem verir:
“Maarifin umumî olmak üzere intişarı, iptidaî mekteplere mahsustur. Her-
kesi mekteb-i âliyeden geçirmek muhal ise de, herkesi mekteb-i iptidaiyeden
geçirmek farzdır ve mümkündür.
Ancak milleti aşina-yı maarif edecek ‘mekteb-i iptidaî’, yalnız ‘okuv-yazı’
dershanesi olmayıp, muallimi âlim, dersleri meydan [geniş] olmalıdır. Böyle
mektepte balalar, kavaid-i dil, hesap ve ilm-i hâlden maada coğrafya, tarih,
fizyologiya ve usul-i sıhhat fenlerinden oldukça malumat peyda etmelidir.
İşte böyle mektep, evvela talebesinin akıl ve efkârını uyandırıp tahrik ede-
bilir ve edebiyat-ı mevcudeden istifadeye mail ve kabil ‘ekseriyet’ yetiştirir.”
(Maarif-i Milliye, Tercüman, 24 İyun 1897, Sayı: 25).
İlköğretimde nasıl bir yol takip edilmesi, hangi konuların, hangi derslerin
nasıl bir sırayla okutulması gibi eğitimin ayrıntılarını da ihmal etmemiş, bir-
çok yazısında bu konuda açıklamalarda bulunmuştur:
“Mektebin usul-i cedit üzere köçürüldüğü, sıbyanın gösterdiği terakkiden
anlaşılmak gerek. Hoca-i Sıbyan ile üç ayda müptedî çocuk Türkî okup yaz-
mak ile beraber, Kuran-ı Şerif başlayabilir. Altı ayda Kuran-ı Şerif’i zahmet-
siz ve doğru okur ve ilm-i hesaptan, zihnen bir hayli şeyler öğrenir. Birinci
sene ahirine ilmihâl başlar; kalem ile hesaba mübaşeret olunur; mükemmel
ezber yazı yazar ve hüsn-i hat, yani meşk talim eder; iki senede mektep tah-
sili, yani iptidaiye tamam olur. Şöyle ki müptedî girmiş bala, Türkçe ya ki
Tatarca okur, yazar, Kelam-ı Şerif’i doğru tecvid üzere okur. İlmihâl, sarf-ı
Türkî, ilm-i hesap ve hüsn-i hat bilip, mektup yazmaya ve defter tutmaya
muktedir olur. İki sene, hiç ziyade değil, mektep tahsilinden sonra ister büyük
medreseye, ister şkolaya [Rus ilkokuluna], ister sanayi mahalline gider ya ki
bir iş başına geçer, çalışır.” ( Dikkat Edilmeli, Tercüman, 6 Mart 1898, Sayı:
9)
Bir yandan da usul-i cedid okullarda okutulacak ders kitaplarının yazıl-
ması, hazırlanması gerekmektedir. O zamana kadar medreselerde okutulan
kitaplar genelde Arap dili grameri ve dinî eserlerdir. Din dışı konularda yazıl-
mış eserlerin büyük bir kısmı, zaman itibariyle eskimiş, bilgi değerini büyük
ölçüde kaybetmiştir. Çağın bilgi ve medeniyet seviyesini aksettiren yeni eser-
lere ihtiyaç vardır. Aynı zamanda bu eserler, az eğitimli insanların, ilkokul
seviyesindeki çocukların da okuyup anlayabileceği bir tarzda, sade bir dille,
mümkünse resimli, şekilli olarak hazırlanmalıydı.
848 İsmail Gaspıralı ve Türk Dünyası
Dil ve tabiat, fikir ve hesap en iptida anadan taallüm olunur. Hoca-i evvel
anadır. En tesirli ders anadan alınan derstir. En büyük ibret anadan alınan ib-
rettir. Malumdur ki en meşhur ulemanın en meşhur padişahların ve hükemanın
anaları bilüvci ve terbiyeli kadınlar idi. Nar ağacından nar, elma ağacından
elma doğar, değil mi? Kadınların meyvesi, yemişi insandır. Ağaçları terbiye
ederler de kadınları terbiyesiz, ilimsiz taşlarlar mı? Bu hâl, hata ve günah
olduğu şüphesizdir.” (Tedris Meselesi, Tercüman, 16 Avgust 1889, Sayı: 31)
İsmail Bey sadece ilk mektepleri, medreseleri ıslah etmek için uğraşmaz,
onun eğitim konudaki vizyonu gayet geniştir; meslek okullarının da gerekli
olduğunu açıklar, böyle okulların açılması için de ön ayak olur:
“Ehl-i İslâm’da olduğu şekilli her milletin tahsil-i dinî ve mezhebî için
mahsus “dinî” yaki “ruhanî” mektepleri, medreseleri bardır, lâkin hâl ve
umur-i maişiyeye müteallık fünun ve hünerleri tahsil etmek için ayrıca muh-
telif mekâtip ve dershaneler daha bardır ki bu cins mekâtip Müslümanlara
pek az malumdur. Rusya’da ve Frengistan’da ruhanî mekteplerden maada pek
çok mektepler bardır ki umur-i dünyeviye müteallıktırlar. Meselâ “mekteb-i
ticaret”, “mekteb-i bahriye”, “mekteb-i sanayi”, “mekteb-i ziraat”, “mekteb-i
tıbbiye”, “mekteb-i mühendis ve telgraf”, “mekteb-i elsine”, “mekteb-i resim
ve nakış”, “mekteb-i askeriye”, “topçu mektebi” ve gayri ve gayri. Şöyle ki
ulum-i diniye murat eden mekteb-i ruhaniyeye tüşer; tabiplik tahsil etmek
isteyen “mekteb-i tıbbiye”ye tüşer; mühendislik arzu eden, mühendis mekte-
bine, sermayedar ve tüccar balaları ticaret mektebine, memur ve töre olmak
isteyenler, askeriye ve mülkiye mekteplere tüşerler. Her ne iş, her ne hâl ile
meşgul olacak isek şuna dair ders ve talimhaneler bardır. (...)
Tarihlerin zaptedip yetiştirdikleri ahbara göre malumdur ki zaman-i Hila-
fet-i Abbasî’de ve memâlik-i Endülüs’te, medrese-i İslâmiyeler yalnız ulum-i
diniye tedrisi ile iktifa kılmayıp, medreselerden ehl-i fukaha ve üdeba yetiş-
tiği gibi, tabipler, mühendisler, siyasiyyunlar, harbiyyunlar ve sairler yetiştiği
malumdur. Medreselerde ulum-i edebiye ve diniyeden maada ilm-i tıp, ilm-i
kimya, hendese, hikmet-i tabiiye, fenn-i felahat ve sair ve sair fenler ders
ve tederrüs olunduğu mevcut kitaplardan malumdur. Dahi zaman-i Şah Ti-
mur’da ve oğulları gününde, Semerkant’ta rasathane bulunup, Uluğ Bey, Ali
Kuşçu ve sair mütefenninlerin zuhuru âleme münteşir olmuş idi.
Buna binaen bir taraftan ata ecdadımız şekilli, ikinci taraftan maarifte biz-
leri ozmuş [geçip gitmiş] akvam gibi cümle ilimleri ve fenleri tahsil etmeğe
sa’y ve gayret etmeliyiz. Bu hususta lazım tedabiri fikir ve mülahaza kıl-
malıyız ki aramızdan yalnız arabacı, deveci, çoban, yük götürücü, amele ve
850 İsmail Gaspıralı ve Türk Dünyası
Bibliyografya
Akpınar, Yavuz - Gankeviç, Viktor Yuriyeviç, “İsmail Gaspıralı’nın Ya-
yımladığı İlk ‘Mecmualar’:Tonguç, Şafak”, Türk Dili ve Edebiyatı Araştır-
maları Dergisi, İzmir, Ege Üniversitesi, 2008, Sayı: XIV/1, s. 21-40.
Akpınar, Yavuz “İsmail Gaspıralı’nın Faaliyetlerine Genel Bir Bakış”, İs-
mail Gaspıralı, Seçilmiş Eserleri; II. cilt, Fikrî Eserleri, 2. bs., Hazırlayan:
Yavuz Akpınar, İstanbul, Ötüken Yayınevi, 2005, 11-57 s.
Akpınar, Yavuz, “İsmail Gaspıralı ve İstanbul,” I. Uluslararası Türk Ede-
biyatında İstanbul Sempozyumu, Beykent Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakül-
tesi, 3-5 Nisan 2008, İstanbul. [Basılı metin: I. Uluslararası Türk Edebiyatın-
da İstanbul Sempozyumu Bildirileri, İstanbul, 2009, s. 99-119.]
Yavuz AKPINAR 851
Yu KURIBAYASHI 1
1. Türkoloji Nedir?
(What is the study of Turkology?)
Türkoloji genel olarak şu şekilde tanımlanmaktadır:
Türkoloji veya Türklükbilimi, dar anlamda, Türk dili ve lehçelerini, ge-
niş anlamda, Türkler veTürklükle ilgili konuları araştıran bilim koludur. Türk
dili, Türk edebiyatı, Türk tarihi, Türk folkloru ve Türk sanatı gibi konular,
Türklük biliminin ilgi alanını oluştururlar.
Buran ve Alkaya (2001).
Kısaca özetleyecek olursak Türkoloji, Türkçe ile onun lehçelerini konu
edinen bilim dallarının genelini kapsayan bir bilimdir.
İran’daki Türkler
Azeri 1,300,000
Kaşkay 570,000
Horasan-Türk 400,000
Türkmen 500,000
Halaç 28,000
Johanson ve Csató (1998)
Şimdi de sizlerle üzerinde çalıştığım Halaç ve Kaşkay dilleri hakkında
kendi verilerimi paylaşmak istiyorum.
Halaçça konuşanların sayısı,-Tekin ve Ölmez 1999-’de 18,000 olarak ve-
rilmektedir ancak bu sayı, Halaçça ile aynı anda Farsça da konuşulduğu için
net bir sayı değildir ve Halaçça tehlikede olan diller arasında yer almaktadır.
Diğer yandan, Halaçça, birçok arkaik özellikleri olan bağımsız bir Türk dili-
dir.
Örneğin :
1) Ana Türkçedeki birincil uzun vokallerin korunması.
2) Ana Türkçe sözbaşı /h/ sesinin korunması.
3) Ana Türkçe /d/ sesin korunması.
Türk Dillerinin Tasnifi’nde kısaca Türkçe-Batı Türkçesi (Oğuz Grubu):
Türkiye Türkçesi, Azerbaycan Türkçesi, Türkmen Türkçesi, Gagauz Türkçe-
si ; Kuzey doğu Türkçesi-Kıpçak Grubu-: Kazak Türkçesi, Nogay Türkçesi,
Tatar (Kazan- Kırım) Türkçesi, Karay Türkçesi; Doğu Türkçesi-Karluk Gru-
bu-: Özbek Türkçesi, Yeni Uygur Türkçesi; Kuzey-doğu Türkçesi-Sibirya
Grubu-: Yakutça, Dolgan diyalekti, (Argu?) Halaçça gibi lehçelere ayrılmak-
tadır. Ancak bunların içinde Halaçça hiç bir grupta yer almamakta tek başına
bir dil olarak değerlendirilmektedir. 2013 yılının eylül ayında İran’ın Tahran
şehrinde yaşayan ve ana dili Halaçça olanlara yönelik bir fonoloji ve leksiko-
loji araştırması yaptım.
Şimdi de İran’ın güneyinde Şiraz’da yaşayan Kaşgayların dillerine biraz
değineceğim. Önceleri göçer hayatı yaşamakta olan Kaşgaylar’ın , yakın za-
manlarda neredeyse yarısı yerleşik hayata geçmiştir. Farsça konuşan İranlı-
larla birlikte yaşayan Kaşgaylar da günlük yaşamlarında iki dili aynı anda
kullanmaktadırlar. Bunun doğal bir sonucu olarak da dilleri, güçlü bir şekilde
Yu KURIBAYASHI 855
3. Türkçe Ve Japonca
(Turkish and Japanese)
Türkçe ve Japonca tipolojik açıdan ele alındığında, her ikisi de eklemeli
dillerden olup söz dizimi başta olmak üzere benzer gramer yapılarına sahip-
tirler. Bundan dolayı ana dili Japonca olan öğrenciler için Türkçenin gramer
856 Türkoloji̇ Çalışmaları (Studies of Turkology)
Türkçe ve diğer Altay dilleri ile ilgili Hattori’nin aşağıdaki görüşü bir-
çok bilim insanı tarafından kabul edilmektedir. Japon dil bilimciler, Türkçe,
Moğolca, Tunguzca, Korece ve Japonca’nın tek bir dil ailesine mensup olup
olmadığı konusunda henüz bir görüş birliğine varamamışlardır. (Bkz., Hattori
(1974) Türk Dili Arastırmaları Yıllığı Belleten, 1973-1974, TDK.)
Şimdi de 1980li yıllardan sonraki çalışmalara kısaca göz atalım:
1980li yıllar
Japonca diyalektolojisi alanında geliştirilmiş olan dil bilimsel yöntemler
kullanılarak, Anadolu’daki lehçeler üzerine çalışmalar yapılmıştır (Bkz. Ha-
yasi ve Hakı1988).
1990lı yıllar
Türkoloji çalışmalarına doğrudan erişebildiği bir dönemdir diyebiliriz.
Japonya’daki Türkoloji Araştırmalarının Bugünü denince akla Tokyo Ya-
bancı Diller Üniversitesi ve Osaka Yabancı Diller Üniversitesi’nde 1992’de
ilk Türkoloji bölümlerinin kurulması gelir. Bu bölümlerin kurulması çok
önemli gelişmelerdir. Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla, eski Sovyetler Bir-
liği’nde saha çalışması yapmak kolaylaşmış, Japon araştırmacılar daha aktif
olarak bu bölgelerde çalışmalar yapmak için yurt dışına gönderilmeye baş-
lanmıştır.
(8) playable
(9) considerate
(10) tender
(11) strict
…(34)
Sonucu olarak, Japoncada “ağırbaşlı” kavramının üç faktörden meydana
geldiği anlaşılmıştır.
Birinci Faktör
gloomy, nervous, strict, insensitive, boring
İkinci Faktör
comfortable, restless, good-looking, enjoyable, temporary, me-first, asso-
ciative, flexible, joking
Üçüncü Faktör
frugal, forward-looking, un-selfish
RQ2 ile ilgili olan kısmı ise, bir başka araştırmanın konusu olup, bir da-
haki sefere deney katılımcılarımızı Türk öğrencilerin oluşturduğu bir grupla
gerçekleştirip aradaki farkı bulmaya yönelik olacaktır. Bu tür bir çalışma, sa-
dece dilsel veya sadece kültürel bağlamda karşılaştırılan Türkçe ile Japonca-
nın, dilsel ve kültürel bağlamda aynı anda karşılaştırılmasına öncülük etmiş
bir çalışma olacaktır.
8. Sonuç
(Conclusion)
Bu bildiride, üzerinde saha çalışması yaptığımız İran’da konuşulan dillerin
bir tanıtımı, Türkoloji’nin önemli çalışma alanlarının çeşitli yönleri ve Japon-
ya’daki Türkoloji çalışmaları ele alınmıştır. Ardından, son yıllarda Türkoloji
çalışmaları yapmak için Japonya’ya gelen uluslararası öğrenci statüsündeki
Türk öğrencilerin durumları ve çalışma alanlarıyla ilgili bilgiler verilmiştir.
Türkoloji geniş anlamda Türkçe ve Türk dilleri üzerine yapılan çalışmaların
alanıdır, ancak dilbilimsel açıdan ele alındığında çalışma alanının gittikçe ge-
nişleyeceğini son kez vurgulamak istiyorum.
Kaynakça
Buran, A ve E, Alkaya. Çağdaş Türk dili ve lehçeleri. Akçağ Yayınları,
Ankara 2001.
Hayasi, Tooru ve İsmail Hakı Akyoloğlu. A Turkish Dialect in North-Wes-
tern Anatolia: Bolu Dialect Materials. Institute for the Study of Languages
and Cultures of Asia and Africa (ILCAA), Tokyo University of Foreign Stu-
dies, 1988.
Johanson, Lars. ve Éva. Á. Csató (hz.) The Turkic Languages. Routledge,
London ve New York, 1999.
Kuribayashi, Yu. Structure and Description of the Southwestern group of
Turkic Languages. KurosioPress, Tokyo 2010. (Japonca)
Kuribayashi, Yu. Turkological studies in Japan -Past and Present- . Orhon
Yazıtlarının Bulunuşundan 120 Yıl Sonra Türklük Bilimi ve 21. Yüzyıl konulu
3. Uluslararası Türkiyat Araştırmaları Sempozyumu. Ankara: Türk Dil Kuru-
mu. 2011. s.523-530.
Kuribayashi, Yu. Grammaticalized Topics in Kashkay: The Implication for
the relativization of Turkic languages. In Kincses-Nagy, É, and M. Biacsi
864 Türkoloji̇ Çalışmaları (Studies of Turkology)
Zarema KIPKEEVA1
1 Dr., Rusya
866 ГосударственныеграницыиэтническиемиграциинаСеверномКавказевXVIII– XIXвв.
Примечания
1.Бутков П.Г. Материалы для новой истории Кавказа с 1722-го по
1803 год. Извлечения. Нальчик, 2001. С.60.
2.Кабардино-русские отношения в XVI – XVIII вв. Том 2. Сборник
документов в 2 томах. М., 1957. С.291.
3. Бутков П.Г. Указ. соч. С.72.
4.Карта Кавказа с показанием политического состояния до 1801г./
Акты, собранные Кавказскою археографическою комиссией (АКАК).
Том 1. Тифлис, 1866.
5. Полное собрание законов Российской империи с 1649 года. Том
XXII (1784-1788). СПб, 1830. С.885.
6.Государственный архив Ставропольского края (ГАСК). Ф.87. Оп. 1.
Д.233. Л.7.
7.Российский государственный военно-исторический архив (РГВИА).
Ф. 14719. Оп. 3. Д.8. Л.3.
8.ГАСК. Ф. 79. Оп. 1. Д. 906. Л.3.
9.Сталь К.Ф. Этнографический очерк черкесского народа // Русские
авторы XIX века о народах Центрального и Северо-западного Кавказа.
Том 1. Нальчик, 2001. С.277.
10.Дроздов И. Последняя борьба с горцами Западного Кавказа//
Кавказский сборник. Тифлис, 1877. С. 425.
11.Фадеев Р.А. Кавказская война. М., 2003. С.143.
12.Обзор Кубанской области. Ростов-на-Дону, 1911. С. 77.
13.Фадеев Р.А. Указ. соч. С. 153.
14. Берже А.П. Выселение горцев с Кавказа// Русские авторы XIX века
о народах Центрального и Северо-Западного Кавказа. Том 1. Нальчик,
1999. С. 237.
15.Трагические последствия Кавказской войны для адыгов. Вторая
половина - начало XX века. Сборник документов и материалов. Нальчик,
2000. С. 130.
16.АКАК. Том 12. Часть 2. Тифлис, 1904. С.920.
17.Там же. С. 21.
18.Волкова Н.Г. Этнический состав населения Северного Кавказа в
XVIII – начале XХ века. М, 1974. С. 220.
874 ГосударственныеграницыиэтническиемиграциинаСеверномКавказевXVIII– XIXвв.
Zhala BABASHOVA 1
karşısında”, “Küçük bir levha” şiirleri yazarın tablo şiir özellikleri gösteriyor.
Bir resim karşısında:
Hazin bir çehre, baygın nazar, suzişli bi menzer
Geniş bir cephe, ulvi bir zekâ, düşkünce bir sima
Evet, düikünce bir sima; fakat pek nazlı, pek dilber,
Benim en sevdiğim bir levha, bir tavsiri pür mâna.
(geçmiş günler)
H. Cavid’in tablo şiirleri Cenab Şehabettin’in şiirleriyle şekil yönünden
olmasa bile tasviri anlatım özellikleri yönünden benzerlikler göstermektedir.
(İ. Parlatır, 1992).
H. Cavid’in üslubu genellikle tasvir ağırlıktadır. O, sıfatları sık sık kul-
lanarak tablo şiir özelliklerine uygun şiirler yazar. H. Cavid’in şiirlerinin en
önemli konularından biri de tabiattır. Yazar için tabiat gizli bir hazinedir. Ona
göre kâinat ezeli bir kitap hükmündedir. Bunu okuyabilmek için tabiatla ha-
şir neşir olmak gerekir. Tabiatı cennet kadar güzel ve mucizeli bulan yazar,
tabiatın güzelliği ile ferahlamakta, edebi bir sefa bulmaktadır. “Her yer sefalı
neşeli” başlıklı şiirinde önce doğanın böyle özelliklerinden bahseden şair, ta-
biatın güzelliklerini belirttikten sonra; asıl cennetinin “Vüsal-i Yar”, “Didar-i
Yar” olduğunu ifade eder.
Seyr ettikçe ben bu güzel kâinatı hep
Ruhum uçar uçar ebedi bir sefa duyar
Cennet kadar bu manzara möciznüma. Fakat
Hep bisemer, değilse nasibim vüsal-i yâr
Didar-i yar, işte odur cennetim benim.
Tabiattaki değişmeler insan ruhuna tesir eder; hele hassas mizaca sahip
olan şairler bunu çok çabuk yansıtırlar. Baharın getirdiği güzellikler şairi na-
sıl olumlu yönde etkiliyor, mutlu tablolar çizdiriyorsa, sonbaharın getirdiği
atmosferde onu olumsuz yönde etkileyip kederlendirmektedir.
Tefik Fikret’in (1962) “Hazan Yadigarları”ndan ikinci şiir olan “Krizan-
tem” adlı şiirinde şair, bu çiçeği anlatırken aynı zamanda sevgilisini de katır-
lar.
Krızantem bu nâmı pek severim,
Önce duydum onun lisanından
Zhala BABASHOVA 879
Yaşar Karayev “H. Cavid’in Poezyası” (1985) adlı yazısında Cavid için
şöyle der: “Azeri edebiyatında deniz ilk defa doğrudan temaşa hedefine çev-
rilmiştir. O, bizim şiirde ruhi remzi, fikri sembolü olmayan ilk tabii manzarası
idi.”
Türk edebiyatında deniz temasına sıkça yer verirler. Bunun nedeni denizin
geniş bir anlatıma rahat bir imkân sağlaması ve temizleyici bir nitelik taşı-
masıdır. Bu nedenle T. Fikret denizi çocuğun saflığı kadar temiz görürken,
A. Hamit’te zamanla denize yer veriri eserlerinde. Bu yazarların etkisi olarak
Cavid’de de deniz konusu vazgeçilmez konu olarak görülür. Şairin “Deniz
Kenarında”, “Deniz Perisi”, “Deniz Temaşası” şiirleri buna örnek gösterile-
bilir. Fikret gibi deniz konusunu Azerbaycan edebiyatına ilk getiren Cavid’in
olması yazarın Türk romantizminin etkisinde kaldığını gösteriri.
Cavid’deki insan aklının insanı mutlu etmeyeceği kavramını R. Tevfik’te
görmekteyiz. Bu yaklaşımı yazarın bir başka etkileşimin göstergesidir.
R. Tevfik’in her türlü dini tutuculuğa ve feodal tarikat anlayışına karşı çıkı-
şını Cavid’de de görebiliriz. Daha önce de söylediğimiz gibi H. Cavid’in Da-
rülfünun’daki hocası Türkiye’deki himayecisi ve yönlendiricisi Rıza Tevfik
olmuştur. Bundan dolayıdır ki, Cavid’in sanat hayatında edebi düşüncelerinin
şekillenmesi, formalaşmasında R. Tevfik’in etkisi inkâr edilemez. R. Tevfik
her türlü tutuculuğun, feodal tarikat anlayışının insanların mutluluğunu boz-
duğunu cemiyetlerin huzurunu kaçırdığına inançla böyle tutucu tarikatları
reddeder. Cavid de hocası gibi dininin ve kutsal inançların bir sömürü aracı
olarak kullanılmasına halkın bu yolda saf duygularının istismar edilmesine
karşı çıkarlar. Cavid, bu konuyu ağırlıklı olarak “Şeyh Senan” adlı eserinde
belli başlı işlemiştir.
Cavid, Türkiye’de kaldığı yıllarda Türk tarihinin, Türk edebiyatının, Türk
felsefesinin yanında Türk ahlak ve estetiğinin inceliklerini de almayı ihmal
etmez. Türkiye’deki eğitimi süresince öğrendiklerini gelecekteki mücadele-
sinde eserleri aracılığıyla ortaya koyar. Böylece de gelecek kuşaklara Türkçü-
lük şuurunun aktarılmasında Azerbaycan’da önemli katkılarda bulunmuştur.
H. Cavid İstanbul’da kaldığı yıllarda sadece Türkiye’de Romantizm akı-
mın yazarlarından değil, romantik olmayan Türkçülük ve İslamcılık edebi ve
fikri akımlarını savunan düşünürlerin şair ve yazarlarında etkisinde kalmış-
tır. Bunun izleri ortaya koyduğu eserlerinde kullandığı dilde ve eserlerindeki
Türk soylu şahsiyetlerde de bu anlayış kendini göstermektedir. Yazar Türkçü-
lük şuurunu hemen hemen tüm eserlerinde dile getirirken Turancı fikirlerini
Zhala BABASHOVA 883
Hüseyin Cavid ‘ in dini görüşleri yer yer Tevfik Fikret’ i yer yer de Meh-
met Akif ‘ i hatırlatır. Bunları yeri geldikçe belirtmeye çalışacağız.
Son yüzyıllar içinde Türk-İsalm toplumu yıkılmaya yüz tutmuştur. Türk-İs-
lam toplumunun çöküşünde “ atom enerjisini keşfe çalışan batının ilim ve
tekniğinin “ büyük tesiri vardır. Aynı zamanda “ cahil kitlesi “yle, “ sapıtmış
sözde aydınların gafletleri önemli roller oynamıştır.
Mehmet Akif ‘ e göre İslam aleminin çöküş sebebi, İslamiyet ‹ in kendisi
değil, kendisini müslüman sayan halkın, bir tarihten sonra, onun ruhunu ihmal
ederek, din diye bir batıl inançlar bataklığına saplanmış olmasıdır.
Müslüman unsuru gayet mütedenni: doğru,
şu kadar var ki değildir bu onun mahzuru.
“Müslümanlık” denilen ruh-ı ilahi, arasak,
“Müslümanız” diyen insan yığınından ne uzak!
Dini tedkik edeceksek dönelim haydi geri:
Alalım neş’ et-i İslama yakın bir devri
O ne dehşetli terakki, o ne müthiş sür ‹ at
Öyle bir harika gösterdi mi insaniyet (M. Akif Ersoy, 2009)
Akif ‘in din ile ilim arasında kurduğu köprünün temel direğini işte bu
inanç teşkil eder. İslamiyet, ilim ve terakkiye engel değildir. Suç, cahil halk
ile İslamyet ‘ i anlamayan hocalarda ve onun üzerinde düşünecek yerde batıyı
körükörüne taklit eden sözde aydınlardır.
İslam aleminde sadece ilmin değil, ahlakın da sükut ettiğini belirten Akif
gerçek dindar olmayan hocalardan milletin çok çektiğini ifade eder:
Bu ilimsiz hocalardan, bu beyinsizlerden,
Çekecek milletin hali ne olmaz düşünün!
Taassup ve cehalet İsalm toplumlarının geri kalış sebeplerindendir. Bu
konuda şunları söyler:
Ya taassupları ? Hiç sorma, nasıl maskaraca ?
O, uzun hırkasının yenleri yerde, hoca
Hem bakarsın eşi yok dine taaddisinde,
Hem ne söylersen olur dini hemen rencide.
19.Yüzyılın Sonu 20.Yüzyılın Başlarında Azerbaycan ve Türk Edebiyatı,
888
Hüseyin Cavit ve Türk Edebiyatı ile Etkileşimler.
Sonuç
XX. yy’ın başlarında Azerbaycan ve Türkiye aydınları arasında sıkı bir
münasebet teşekkül etmeye başlamıştır. Azerbaycan fikir ve sanat adamları
Türkiye’deki siyasi, sosyal ve edebi sahalardaki faaliyetleri yakından takip
ederek, bu karakterlerden ilham ve tesir almışlar. Ve bunları eserlerine akset-
tirmişlerdir.
H. Cavid Azerrbaycan teceddüt devri edebiyatı yazarlarındandır. 1904-
1937 yılları arasında edebi faaliyetlerini sürdürmüştür.
1905- 1909 yılları arasında Türkiye’de eğitim almış ve bir dönem zarfında
birçok ünlü Türk yazar ve şairlerin faaliyetlerini incelemiş, etkileri altında
kalmıştır.
H. Cavid, sanata, kişiliğinin oluşmasında, sanatında, şiirlerinde ister şekil,
üslup, muhteva, yönünden türk yazar ve düşünürlerinin etkisi açık bir şekilde
görülmektedir.
Kaynakça
AKTAŞ, Prof. Dr. Şerif ; Yenileşme Dönemi Türk Şiiri Antolojisi 1, Axçağ
Yayınları , Ankara : 1996
AKTAŞ, Şerif , “ Mehmet Akif ve İnsan “ , Hece ( Mehmet Akif Özel Sa-
yısı ), S: 133, Ocak-2008.
AKTAŞ, Şerif , “ Milli Romantik Duyuş Tarzı ve Türk Edebiyatı – III ,
Mehmet Akif Ersoy, Tükiye Günlüğü, s: 40, Mayıs- Haziran 1996.
AKYÜZ Kenan ; Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri; Ankara
Üniversitesi Basımevi; 3. Baskı, Ankara 1979. S. 227.
İsmail Parlatır, Türk Dili Dergisi, Türk Şiiri Özel Sayısı IV, Sayı. 481-482,
1992, S.35.
Kaplan Mehmet; Tevfik Firket; İstanbul, 1987 ; S. 20 ; 120
Kaplan Mehmet; Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar, İstanbul, 1988
Baykara ; Hüseyin, Azerbaycanı İstiklal Mücadelesi Tarihi İsatnbul, 1975,
S. 50-70-120.
Cavid Turan, Hüseyin Cavid- Seçilmiş Eserleri ; 4. Cild, Bakü; 1985
Elioğlu, Mesud, Hüseyin Cavid, Seçilmiş Şiirleri, Bakü, 1968
Ercilasun; A. B. “ Hüseyin Cavid ve Türkiye Türkçesi “ Erciyes Üniversi-
tesinde yapılan
“ Azerbaycan Edebiyatı “ konulu sempozyom da sunucular tebliğ Mayıs,
1990.
19.Yüzyılın Sonu 20.Yüzyılın Başlarında Azerbaycan ve Türk Edebiyatı,
890
Hüseyin Cavit ve Türk Edebiyatı ile Etkileşimler.
Züleyha HABİBULLİNA1
Bilik eserinde jïlqï kelimesi mecazî anlamda, yani insana hor bakmayı (cahil,
hayvan herif) ifade etmek için kullanılmaktadır: Biligsiz kišilär tükäl jïlqï ol
(QBH 6717) “Cahil insanlar – tam hayvan heriflerdir”, Biligsiz kišig bilgä
jïlqï аtаr (QBH 821) “Cahil insana akıllı (insan) hayvan herif der”. Bu kelime
Modern Türk dillerinin çoğunda genişçe kullanılmaktadır: Türkçe yılkı “yıl-
kı”, Azerice ilhı “yılkı”, Türkmence yılkı “yılkı”, Karaimce yılkı “yılkı”, Ku-
mıkça yılkı “yılkı”, Nogayça yılkı “at” (genel isim), Kazakça zılkı “at” (genel
isim), Kırgızca zılkı “at yılı”, Altayca yılkı/yılģı “binilmeye alıştırılmamış at,
yılkı”, Hakasça çılģı “at yılı”2 vs.
G.Vamberi ve A.Şçerbak’a göre, yılkı kelimesi yıl-<*yıģıl “toplamak”,
“birleştirmek” kelimesinden türemektedir. Bundan ilerleyerek bu kelimenin
ilk anlamı “yılkı, sürü” olmuş diye tahmin edilmektedir. Demek ki Başkurt-
ça’da bu kelimenin eski anlamı konkreleşmiş, yani daralmıştır.
Atın üçüncü ismi olan alaşa kelimesi genel “at” anlamından başka Baş-
kurtça’da daha sık kullanılan, daha dar anlama, yani iğdiş anlamına sahiptir:
Poyezd stantsiya hayın ožon-ožak tuktap, yonsoģan kart alaşa şikelle, kü-
nü-tünü baržı (Ģ.Lokmanov) “Tren, her istasyonda uzun süre durarak ihtiyar
iğdiş gibi gece-gündüz gidiyordu”. Bu kelime mecazî anlamda, yani “kadı-
na şahvetle bakan ihtiyar erkek” anlamında da kullanılmaktadır: Kara unı,
kart alaşa, üsünsü bisə tip hıyallana (İ Gizzatullin) “Şu ihtiyara bak, üçüncü
kadın hakkında hayal ediyor”. Başkurt ağızlarında alaşa kelimesi aşağıdaki
anlamlarda kullanılır: 1. “burulmuş aygır” (Ey ağzı); 2. “çirkin erkek” (Ey,
Mias ağızları); 3. “kesmek için tayin edilen at” (Salyut ağzı); 4. “beceriksiz
hayvan” (Kübelek ağzı)3.
E. Esin’in yaptığı araştırmalara göre, Türkçe alaşa “at” kelimesi Çin me-
tinlerinde Han’ devletinden itibaren yer almaktadır. O, Çin’in Asya’da aldığı
“cennet” atları anlamına gelmiştir. Bazı yazarlar, alaça kelimesini Altay halk-
larına, ilk Türklere ve Alaşa ve Kansu dağlarına bağlamaktadır. Eskiden bazı
Türkler ala atını beslemişlerdir4. Alaşa eskiden Türkçe’den Rusça’ya (loşad’)
ve Ukraynalıca’ya (loşa, loşçuk) alınmış kelimelerdendir: Loşad’ kelimesine
Vladimir Monomah’ın ünlü nutuğunda daha 1103 yılında rastlanılmaktadır5.
Böylece, Modern Başkurtça’da alaşa kelimesinin eski anlamı konkreleş-
miş, yani daralmıştır.
Kaynakça
1. Sravnitel’no-istoriçeskaya grammatika tyurkskih yazıkov. Leksika,
Moskva, 1997.
2. Şçerbak A.M. Nazvaniya domaşnih i dikih jivotnıh v tyurkskih yazıkah,
İstoriçeskoye razvitiye tyurkskih yazıkov, Moskva: Nauka, 1961, s. 84.
3. Başkort hüyleştereneņ hüžlege, 1. cilt, Üfü, 1967, s. 19.
4. E. Esin. The House in Tukie art “Central Asiatik Journal”, vol. X, №
3–4, 1965, s. 177–178.
5. Melioranskiy P. Zaimstvovannıye vostoçnıye slova v russkoy pis’men-
nosti, S.-Petersbeurg, 1899, s. 122–124.
6. Musayev K.M. Leksika tyurkskih yazıkov v sravnitel’nom osveşçenii
(Zapadnokıpçakskaya gruppa), Moskva: Nauka, 1975, s. 104.
7. Başkirskoye narodnoye tvoçestvo. Epos, Ufa: Başknigoizdat, 1972, s.
225.
Dipnot
1 Başkirskoye narodnoye tvoçestvo. Epos, Ufa: Başknigoizdat, 1972, s.
225