You are on page 1of 248

İÇİNDEKİLER

Medya Eğitimi: Medya Çözümlemesi


Hıfzı Topuz................................................................................................................1
Medyayı Doğru Okumak
Yasemin İnceoğlu ......................................................................................................4
Medya Okuryazarlığı: Neden Gerekli
Gülden Treske ...........................................................................................................8
Avrupa Birliği’nde Medya Okuryazarlığı
Cem Pekman..............................................................................................................16
Avrupa Birliği Çevre Politikalarında Katılım Hakkı:
Aarhus Sözleşmesi
Çağdaş Ceyhan ..........................................................................................................26
Medya Okuryazarlığı Alanında Teorik Ve Pratik
Yaklaşımlar
Ece Algan ..................................................................................................................38
Medya Okuryazarlığına Politik Bir Bakış: Medya Okuryazarlığı Hareketi
Zeliha Hepkon, Oya Şakı Aydın ...............................................................................45
Medya Okuryazarlığı Ve Yetişkinlerin Öğrenmesi
Bahire Efe Özad ........................................................................................................55
Medya Okuryazarlığı Ve Çocuk Eğitimi
Ülfet Kutoğlu.............................................................................................................62
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Resmi Yayın Kurumu Brt’de
Yayınlanan Çocuk Programlarının Yurttaşlık Eğitimine
Katkısı, Eğitim- Medya İlişkisi
Özlem Salman Günalp...............................................................................................72
Etkin Bir Medya Okur-Yazarlığı İçin Yerel Olanak Ya Da Olanaksızlıklar
Derya Nacaroğlu........................................................................................................81
Konya’da Yerel Gazete Okuma Ve Yerel Televizyon İzleme Davranışları
Bünyamin Ayhan.......................................................................................................88
Medya Alanında Tekelleşme: Ankara’dakı Muhabırlerın Tekelleşmenin
Sonuçlarına Yönelık Değerlendırmelerı
Ömer Özer .................................................................................................................100
Medya Okur-Yazarlığı: Erişim Sorunu, Seyirselleşme Ve Sansasyonelleşme
Nilgün Tutal Cheviron...............................................................................................116
Görüntü Ve Etnografik Anlatım
Erol Nezih Orhon ......................................................................................................127
Televizyon Ve Gazete Haberlerinde “1 Mayıs” Temsilleri: Bir Medya
Okuryazarlığı Çalışması
Yurdagül Bezirgan Arar ............................................................................................132
Reklamlar Aracılığıyla Değişen Genç Ebeveyn Kimlikleri
Kübra Karaosmanoğlu, Oya Dinçer Durmuş ............................................................142
İnternet Okuryazarlığı Ve Dijital Uçurum
Selva Ersöz, Pınar Seden Meral ................................................................................145
Sağlık Bilincinin Oluşturulmasında Medya Okuryazarlığı’nın Önemi
İnci Çınarlı, Elgiz Yılmaz..........................................................................................160
Okuryazarlıktan Medya Okuryazarlığına: Şifrelerin Ortaklığını Aramak
Nurçay Türkoğlu .......................................................................................................166
Türkiye’de Medyanın Dönüşümü Ve Medya Okuryazarlığı Zemını
D. Beybin Kejanlıoğlu...............................................................................................171
Türk Medyasında Haberin Manüplasyonu Ve Dezenformasyon
Serdar Karakaya ........................................................................................................176
Televizyonun Şiddet Özelinde Bilinç Altına Yaptığı Etkiye Yönelik
Yetiştirme Kuramı Çerçevesinde Yapılan Araştırma
Ömer Özer .................................................................................................................179
Kitle İletişim Sürecinde Toplumsal Gerçeklik Ve İktidarın Kurgusu
Barış Çoban ...............................................................................................................191
Gazetecinin Medya Okuryazarı Olabilirliği
Sevilen Toprak Alayoğlu...........................................................................................195
Piyasanın Tahakküm Yolu, ‘Modern Tüketicinin Kırılgan Bir Kimlik Aracı
Kredi Kartları’nın Reklamlarla Sunumu
Gülcan Seçkin............................................................................................................198
Medya Okuryazarlığı Eğitimi: Önemi Ve İhtiyaçları
Abdülrezak Altun ......................................................................................................213
Değerlendirme Oturumu
Özden Cankaya..........................................................................................................214
Medya Okuryazarlığı Konferansı İle İlgili Basında Çıkan Haberler.................216
Resimler....................................................................................................................225
MEDYA OKURYAZARLIĞI

1. Baskı: Eylül 2006.

Bu kitap 23-25 MAYIS 2005 tarihleri arasında düzenlenen, I. Uluslararası Medya


Okuryazarlığı Konferansı bildirilerinden oluşmaktadır.

Bu konferans kitabında yer alan her bildiri yazar/yazarları tarafından sözlü olarak da
sunulmuştur. Çalışmalar, konferans kitap yazım kurallarına göre tek bir format altında
toplanmıştır. Makalelerin içerikleri ve kaynak kullanımları yazarların sorumluluğu
altındadır. Kaynak belirtmek suretiyle çalışmalardan alıntı yapılabilir, tüm hakları
saklıdır.

Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Yayınıdır.

Editör: Nurçay Türkoğlu

Yayına Hazırlayan: Levent Eldeniz

Yayına Hazırlık: Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Basın Yayın Tekniği


Anabilim Dalı

Konferans Komitesi: Prof. Dr. Melda Cinman Şimşek, Prof. Dr. Yasemin G. İnceoğlu,
Prof. Dr. Nurçay Türkoğlu, Doç. Dr. Cem Pekman, Yrd. Doç. Dr. Bilge Gürsoy, Yrd.
Doç. Dr. Levent Eldeniz, Rafet Aykut Akay, Sevilen Toprak Alayoğlu

Kapak Tasarımı : Levent Eldeniz

Adres: Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi


Marmara Üniversitesi Nişantaşı Kampusu
34365 İstanbul

Internet : www.marmara.edu.tr
www.milef.com
KONFERANS ÇAĞRISINDAN KİTABA: “MEDYA OKURYAZARLIĞI”

“Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi olarak, toplumumuzdaki kitle


iletişim/medya ortamının iyileştirilmesine katkıda bulunmak amacıyla, Türkiye’de
“medya okuryazarlığı” konferans dizisini ulusal düzeyde başlatmak istiyoruz.”

Bu çağrıyla başladığımız Medya Okuryazarlığı Konferansı’nı Marmara


Üniversitesi İletişim Fakültesi İletişimciler Haftası içinde (23-25 Mayıs 2005)
gerçekleştirdik. Konferans çağrısında amacımızı şöyle dile getirmiştik:

“Bilgi edinme ve edinilen bilgiyi kullanma hakkı, temel yurttaşlık hakkıdır. Kitle
iletişim araçları, bu hakkın gerçekleştirilmesi için vazgeçilmez kaynaklardır. Yazılı ve
görsel tüm kaynakların oluşturduğu iletilerle donatılmış bir dünyada yaşamak için yeni
iletişim becerilerine gerek var. Gazeteler, dergiler, radyo, televizyon, sinema ve
internet, hızla gelişen teknolojiden yararlanırken, yurttaşların da yeni bir kavram olan
“medya okuryazarlığı” ile tanışması gerekmektedir. Bu amaçla, Marmara Üniversitesi
İletişim Fakültesi’nde her yıl mayıs ayında düzenlenen “İletişimciler Haftası”nda bu yıl
akademik konferans ve bir dizi etkinlikle “medya okuryazarlığı” konusunu ele alacağız.
Önümüzdeki yıllarda geniş katılımlı olarak ulusal ve uluslararası boyutlara taşımak
istediğimiz konferansımıza katkılarınızı bekliyoruz.”

Konferansa, çağrılı konuşmacıların yanı sıra yurt içi ve yurt dışından, bildiri ile ve
aktif dinleyici olarak pek çok akademisyen, medya çalışanı, medya ve sivil toplum
kuruluşlarının temsilcileri, öğrenciler ve halk katıldı. Dostlarımız ve öğrencilerimiz
sayesinde yazılı ve görsel basında oldukça geniş bir yer aldık. Bu konferansa özel
televizyon programları (bile) yapıldı. Üniversitelerde “medya okuryazarlığı” derslerinin
programlara alınmasının yanı sıra, ortaöğretim müfredatında da bu derslerin yer alması
gündeme geldi. Amacımız bir kamuoyu duyarlılığı yaratmaktı ve sanırım kısmen de
olsa bunu başarabildik.

“Söz uçar, yazı kalır” deyişine uyarak, panellere bildirileriyle katılanların


heyecanlarını söndürmeden makaleleri toplamaya başladık. Bir yıl içinde araya eğitim
sürecinin yoğunluğu ve “hayat” girdi ama sonunda elimizdeki makaleleri bir kitap
haline getirme gayretimizden vazgeçmedik, işte elinizdeki bu eleştirilerinize muhtaç
kitap ortaya çıktı. İyi okumalar!

Editör
SUNUŞ

“Medya okuryazarlığı”, son zamanlarda gündeme gelen önemli bir konu…İletişim


teorileri çerçevesinde, gündemi belirleyerek kanaatlerimizi şekillendiren en önemli
güçlerden biri medya olduğu için önemli …Bir kısım teoriler medyanın kanaatleri
oluşturmaktan ziyade pekiştirdiğini öne sürse de, medyanın etkisi yok sayılamıyor.
Okul, aile, çevre gibi faktörler den gelen iletiler, medyadan gelenlerle aynı paraleldeyse,
bireyin etkilenme gücü daha da şiddetli oluyor. “Seçmen tercihleri” neticede bireysel
kanaatlerden başka bir şey olmadığı ve dolayısıyla seçim sonuçlarına göre oluşan
siyasal iktidar da kamuoyuna göre şekillendiği için, “kim tarafından ve nasıl
yönetileceğimiz” - aksi yönde görüşlerin de varlığına rağmen-, en azından kısmen
medya tarafından belirleniyor. Medya ile siyasal iktidara giden yol arasında bu türden
bir ilintinin varlığı, medyanın gerçeği bizlere nasıl sunduğunu ve medyadan neyi nasıl
algıladığımızı özellikle önemli kılıyor.

“Bilinçli kamuoyu” için “kaliteli medya”, onun içi ne için “ kaliteli iletişim
eğitimi” gereğinden hareketle, Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi” olarak,
üzerimize düşeni yapmak istedik. Diğer iletişim fakülteleriyle işbirliği yapmamız için
mükemmel bir zemin, Marmara İletişim’de yirmi küsur yıl birlikte çalıştığım iki
arkadaşımın, başka üniversitelere geçerek “dekan” atanmalarıyla hazırlanmıştı.
Çalışma arkadaşlarımdan Prof. Dr. Özden Cankaya Galatasaray Üniversitesi İletişim
Fakültesi, Prof. Dr. Jale Sarmaşık ise İstanbul Ticaret Üniversitesi İletişim Fakültesi
dekanıydı. Başlangıç fitili ise, Marmara’dan Galatasaray’a geçen Prof. Dr. Yasemin
Giritli İnceoğlu’nun veda yemeğinde ateşlendi. Sözkonusu üç fakülte arasında neler
yapılabileceğini konuşurken, sevgili dostum Prof. Dr. Nurçay Türkoğlu ile Prof. Dr.
Yasemin Giritli’den “Medya okuryazarlığı Konferansı” fikri doğdu. Bu bakımdan
sevgili dostlarım Nurçay Türkoğlu’na ve Yasemin Giritli’ye teşekkür borçluyum.
Konferansı ortak olarak gerçekleştiremedik ama, Marmara Üniversitesi İletişim
Fakültesi’nin bu girişimine, 13 iletişim fakültesi, iki güzel sanatlar ve bir de meslek
yüksek okulundan katılım oldu. Tebliğ sunan bilim insanları Anadolu Üniversitesi
İletişim Fakültesi, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi, Beykent Üniversitesi Güzel
Sanatlar Fakültesi, Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi, Galatasaray Üniversitesi İletişim
Fakültesi, Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi, Iowa Üniversitesi İletişim Fakültesi,
İstanbul Kültür Üniversitesi Sanat ve Tasarım Fakültesi, İstanbul Ticaret Üniversitesi
İletişim Fakültesi, Kadir Has Üniversitesi İletişim Fakültesi, KKTC Doğu Akdeniz
Üniversitesi İletişim Fakültesi, Kocaeli Üniversitesi İletişim Fakültesi, Lefke Avrupa
Üniversitesi İletişim Fakültesi, Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi ve Muğla
Üniversitesi Meslek Yüksekokulu ve doğal olarak Marmara Üniversitesi İletişim
Fakültesi’ndendi. Bunun dışında, İstanbul, Maltepe ve Yeditepe Üniversiteleri İletişim
Fakülteleri’nden, hatta bir de Boğaziçi Üniversitesi’nden dinleyicilerimiz vardı. Ayrıca
Radyo Televizyon Üst Kurulu RTÜK, Gazeteciler Cemiyeti, İletişim Araştırmacıları
Derneği İLAD gibi önemli kuruluşlar da katıldılar. Hepsine teşekkür ediyorum.

İletişim Bilimleri Anabilim dalı başkanı Prof. Dr. Nurçay Türkoğlu, konferans
organizasyonunu üzerine aldı ve mükemmel şekilde sonuçlandırdı. Sevgili asistanı
Sevilen Alayoğlu da ona çok yardımcı oldu. Dekan yardımcım Y.Doç Dr. Levent
Eldeniz ve MİTA Başkanı asistanımız Rafet Akay, inanılmaz bir sabır ve iyiniyetle,
organizasyona katkıda bulundular. Nişantaşı Kampüsü’ndeki komşumuz Dişhekimliği
Fakültesi, Molar Amfisi’ni hizmetimize sundu. Dekanları Prof. Dr. Selçuk Basa’ya ve
dekan yardımcıları Prof. Dr. Yasemin Kulak Özcan’a teşekkür ediyorum. Ayrıca, M.Ü.
İletişim Fakültesi asistanlarına, sekreterime ve bu satırlarda adı geçen ya da geçmeyen
tüm emeği geçenlere teşekkür borçluyum. Tebliğlerin kitap haline getirilmesini
sağlayan Prof. Dr. Nurçay Türkoğlu’na bir kez daha teşekkür ederken, bir başka
konferansta, yeniden tüm iletişimciler olarak buluşmayı diliyorum. İyi okumalar.

Saygılarımla.

Prof. Dr. Melda Cinman (Şimşek)


Marmara Üniversitesi
İletişim Fakültesi Dekanı
MEDYA EĞİTİMİ: MEDYA ÇÖZÜMLEMESİ
(Media Education, Education aux Medias)

Hıfzı Topuz

Her gün mesaj, ya da haber, bilgi ve program bombardımanı altındayız. Bu mesajlar


nereden geliyor? Gazetelerden, dergilerden, TV programlarından, Radyo- TV lerden, ajans
bültenlerinden ve internetten.
Bunların yansız ve objektif olduğunu kim söyleyebilir? Mesajlar birçok kişinin
seçiminden ya da denetiminden geçiyor. Bazı olayları hiç medyaya yansıtmıyor, görmezden
geliyorlar (Buna “omision” diyoruz). Bazıları abartılarak ön olana çıkartılıyor(exagération),
bazıları saptırılıyor (Buna “distosion” deniyor). Bazıları göze görünmeyecek ,ya da hiç dikkati
çekmeyecek bir biçimde küçültülüyor. Herbir gazete ya da TV kanalı haberi kendine göre
küçültüyor, büyütüyor, ya da yok ediyor.
Magazine ağırlık veren gazeteler ve TV kanalları birçok önemli olayı yok sayarak
dikkatleri başka yere çekiyor ve toplumun gündemini kendi doğrultularında oluşturmaya
yöneliyorlar.
Peki, bu karmaşa içinde okuyucu, izleyici ve dinleyici olayıları nasıl değerlendirecek?
Kamuoyu nasıl oluşacak? Gerçekler nerede?
Kamuoyuna kimler yön veriyor? Hangi çıkar grupları? Holdingler mi? Partiler mi? Dış
güçler mi? Çokuluslu ortaklıklar mı? Yoksa geçmişin özlemini çeken ve toplumu Orta Çağ
karanlıklarına götürmek isteyen bilim dışı örümcek kafalılar mı?
Yalnız bizde değil, bütün ülkelerde buna benzer durumlar var. Bazı yerlerde finans
güçleri toplumlara yön veriyorlar, bazı yerlerde yönetimi eline geçirmiş olan kişiler,
diktatörler ve cuntalar, bazı yerlerde de dış güçler.
Mesajlar nerelerden geliyor? Kaynaklar nerede? Sansür ya da kendi kendini sansür
mekanizması nasıl işliyor? İletişimcilerin gerisinde kimler, ya da hangi güçler var? Bunların
okullarda, hele hele iletişim fakültelerinde öğretilmesi ve tartışılması gerekmez mi?
Gazetenin okullarda kullanılmısının en az 50 yıllık bir geçmişi olduğunu biliyorum.
Bu tür uygulama ve araştırmalar yıllar boyu ABD’de, Kanada’da, Japonya’da, İngiltere’de,
Danimarka’da, İsveç’te, İsviçre’de, Belçika’da, İtalya’da ve Fransa’da yapıldı. Ben 1972
Kasımında, Belçika’nın Gand Kentinde, Milli Eğitim Bakanlığı ile Tarih Profesörleri
Derneği’nin ortaklaşa düzenledikleri bir konferansa Unesco temsilcisi olarak katılmış ve
çeşitli ülkelerde bu yöntemin nasıl uygulandığı konusunda bir konuşma yapmıştım. Aynı
konuşmayı ertesi yıl da Mali’nin başkenti Bamako’da yaptım. O konuşmalarda üzerinde
durduğum konular şunlardı:
“Gazeteler son dönemlerde gençlerin üzerindeki etkilerini yitirmişlerdir. İsviçre
yapılan bir araştırmaya göre 1935’te 20 yaşında bir gencin kafası %75’ini okuldan, %25’ini
aileden, kendi çevresinden, gazetelerden ve dergilerden edindiği bilgilerden oluşuyordu.
1970’te ise okul kaynaklı bilgilerin oranı %25’e düşmüştü. Bilgilerin %75’inin kaynağı ise
çevre, radyo , TV ve gazetelerdir1.
Zamanla basın gençleri ilgilendirmez olmuş ve onun yerini TV almıştı.
Gençlere göre basın kendi kuşaklarına değil, babalarına seslenmektedir. Gazeteciler
tutucudur. Gençlerin sorunlarına yanıt vermekten uzaktır.
Ne var ki basının etkileri zaman dayanıklıdır, kalıcıdır, kolay kolay unutulmaz. Bu
açıdan basın gençler için bir eğitim kaynağı olmalıdır. O yüzden de okullarda gazetecinin
önemli bir rolü vardır.
Okulda gazetelerin hedefleri nelerdir?

1
Georges-Henri Martin, Uluslararası Basın Enstitüsü, İsviçre Komitesi Başkanı, Tribune de Genevre Gazetesi

1
1- Okul kitaplarındaki bilgileri tamanlamak ve güncelleştirmek;
2- Gençleri güncel konularla ve toplumun sorunlarıyla bilgilendirmek;
3- Gençlerdee eleştirel görüşleri geliştirmek, onlara çoğulculuğu, yorum
özgürlüğünü, objektif bakışlara alıştırmak.
4- Çeşitli kaynaklardan gelen mesajları birbirleriyle karşılaştırarak sağlam kanıtlara
ulaşmak;
5- Eğitime medyanın katkısını sağlamak

Gand Konferansı’ndan iki ay önce yine Belçika’da Tihange Banş Üniversitesi’nde


düzenlenen bir kolokyumda da okullarda gazeteler incelenirken şunlar üzerinde
durulması öneriliyordu:

o Gazetelerde çıkan her satır ve her sözcüğü iyice inceleyin.


o Bir cümlenin ne anlamda kullanılduğunu araştırın. Çünkü aynı cümleyle sizin
anladığınız şeyin tam karşıtı da anlatılmış olabilir.
o Büyük başlıklardan çekinin; gerçekleri gizleyebilirler.
o Başyazıları, köşe yazıları, okuyucu mektupları, hafta sonu röportajları, reklamlar
aldatıcı olabilir; kapılmayın.
o Kamuoyu araştırmalarına da pek güvenmeyin, çarpıtılmış olabilirler.
o Polis haberlerini becerikli muhabirler uydurmuş olabilirler, dikkat edin.
o Tiyatro ve sinema eleştirileri de sizi yanıltabilir.
o Yazı kadrosu ve hükümet değişse bile gazetenize güvenmeyin.”

Eğitim ve medya ilişkilerinde iki yaklaşım vardır:


Birincisinde medya, yani basın, radyo ve televizyon eğitimde yardımcı bir
araç olarak kullanılıyor. Yani, gazete ve dergilerde çıkan yazılardan, radyolarda ve
televizyonlarda yapılan konuşmalardan ve yayınlanan programlardan ilk ve orta öğretimde
genel kültür dallarında ve özellikle, tarih, coğrafya, yurt bilgisi, türkçe ve sosyoloji
derslerinde yararlanılıyor.
Bu çerçevede medyada çıkan yazılar, araştırmalar ve TV programları tamamlayıcı
nitelikte eğitime katkıda bulunuyorlar.
İkinci tür yaklaşımda medya masaya yatırılarak inceleniyor. Haber kaynakları
araştırılıyor. Çeşitli kaynaklardan gelen haberler birbirleriyl karşılaştırılıyor. Haberi ya da
programı oluşturan mekanizmalar araştırılıyor. Bunlara yön veren eğilimler ya da çıkarlar
saptanıyor. Ve öğrencide eleştirel bir bakışın oluşturulmasına çalışıyor.
Böylece öğrenci medyanın oyununa gelmiyor ve medyayı değerlendirmeyi öğreniyor.
Unesco her iki yaklaşımı da 1970’li yıllarda ele alarak çeşitli toplantılar düzenledi ve
projeler oluşturdu. Uluslararası Sinema ve TV Konseyi 1979’da düzenlediği uluslararası bir
uzmanlar toplantısında medya eğitimini şöyle tanımlamıştı: Medya eğitiminin amacı tarihte
ve her alanda medyanın toplumdaki yerini, sosyal etkilerini, araştırmak ve değerlendirmektir.
Bu çerçeve içinde medya kurumlarının nasıl çalıştığı, mesajları nasıl oluşturduğu ,
nasıl dağıldığı incelenecek ve öğrencilere anlatılacaktır. Öğrenci gerçek dünya ile medyanın
gösterdiği dünya arasındaki farkları görmeye alışacaktır.
“TV ile eğitim”le “medya eğitimi” bambaşka şeylerdir. Öğretmen dersini verirken bir
TV haberini ya da basında çıkmış bir yazıyı belge olarak gösterebilir ama bu medya eğitimi
değildir.
Birinci durumda öğretmen medyanın egemenliği altındadır. Medya öğretmenin
dayandığı belgeleri sunmaktadır. Medya eğitiminde ise öğretmen medyanın çalışma
mekanizmasını incelemektedir.
Medya eğitimi, yani medya mekanizmasının eğitimi 1970’li yıllardan sonra gelişti.

2
Örneğin Fransa’da Milli Eğitim Bakanlığı önce 1979 ve 1984 yıllarında “Görsel
İşitsel İletişime Girişim” adlı iki proje oluşturdu, sonra da 1983’te medya örgütleriyle işbirliği
yaparak Eğitimde İletişim Araçları arasında Bağlantı Merkezi’ni “Clemi, Centre de l’iaism, de
l’aseignement et de Moyens d’Information) kurdu.
İspanya’da Eğitim Bakanlığı ile gazete yöneticileri 1985’te Prensa-Escuela adlı bir
program oluşturdular.
Avusturya’da ilk ve orta öğretim programlarında medyanın yer alması için 1983’te bir
karar alındı.
İsviçre’de bütün kantonlar da medyanın eğitimi programlarında yer alması için
kararlar alındı. Bu yöntem zaten 1967’den beri Lozan’da uygulanıyordu. Zürih’te Pestalozzi
programı içinde ve Fribug’ta da Medyaya giriş programında bu konu ele alındı.
Belçika’da 1970’li yılların başında birçok okulda uygulanmasına başlanan Medya
Eğitimi 1990’da resmileşti.
İngiltere’de ve Galler Ülkesi’nde bu program 1988’de oluşturuldu.
İskandinav ülkelerinde de bu programın yıllardan beri başarıyla uygulandığı biliniyor.
ABD’de medya eğitimi 1932’de New York Times’ın girişimiyle başlatıldı. İlk başlarda
17 bin okulda çeşitli gazeteler gönderiliyor, 48 bin öğretmen bu programın uygulanmasında
görev alıyor ve 350 basın kuruluşu da programa destek veriyordu.
Kanada’da buna benzer uygulamalar yapıldı.
Japonya’da,Latin Amerika ülkelerinde de medya eğitimi konusu ele alındı ve
geliştirildi.
İtalya’da da bu konu 70’li yıllarda başlatıldı. İlk olarak 500 okulda haftada iki saatlik
uygulamalarla yapıldı.gazete sahipleri bu programa çok önem vererek okullara ücretsiz gazete
gönderdiler. Bu yıl da büyük yayınevlerinden biri bu projeye sahip çıkaraak programın
boyutlarını genişletti.

Uygulama Yöntemleri
1) Bizde Okulda Medya konusunun Milli Eğitim Bakanlığı’nın medya örgütleriyle
hazırlayacağı geniş bir program çerçevesi içinde uygulanması için zaman gelmiş ve geçmiştir
bile. Bu uygulamada TV kanallarından ve internetten mutlaka yararlanmak gerekir.
2) Medya Eğitimi projesi bütün iletişim fakültelerinde öğretmen okullarında ve
eğitim fakültelerinde yer almalı ve herşeyden önce bu eğitimi uygulayacak öğretim üyelerinin
yetiştirilmesi için seminerler düzenlenmelidir. Başka ülkelerdeki uygulamaları da yakından
izlemek gerekir.
Fakültelerde bu derslerin uygulanmasında gerekli araç ve gereçler de önceden
saptanmalı ve sağlanmalıdır.
İnternette bugün 100’e yakın gazetenin, yüzlerce derginin, 20’den çok haber ajansının
ve 38 TV kanalının adı var. İnternet bunlarda yayınlanan haberlerin bir bölümünü ekrana
getiriyor. İyi de bunlar nasıl izlenebilir? Öğrenciler bunlardan nasıl yararlanabilir?
Haberleri değerlendirilmesi için internet kanalı yeterli olmaz. Mutlaka gazeteleri ele
alıp haberleri önce biçimsel yönden sayfalara, sayfalardaki yerlerine, başlıklarına, resimlerine,
puntolarına göre, sonra da içerik yönünden incelemek gerekir.
TV haberlerinin yer aldığı programlar, süre, sunuş tonu, görüntüler, belgesel
görüntüler açısından ayrı ayrı değerlendirilmelidir.
Radyo ve Ajans haberlerinin de aynı titizlikle üzerinde durulmalıdır.
Bu konularda araştırma yöntemleri oluşturulmasında yarar vardır.
Medya eğitimi Yüksek Lisans ve Doktora öğrencilerine şimdiden tez konusu olarak
verilmelidir.

3
MEDYAYI DOĞRU OKUMAK

Yasemin İnceoğlu

Medyanın bize sunduğu dünya, gerçeğin kendisi değildir. Medya


mesajlarının doğru algılanması temeline oturan 'medya okuryazarlığı' her ülkede
müfredata girmeli ve ders olarak okutulmalı

Medya okuryazarlığı, yazılı ve yazılı olmayan farklı formatlardaki (televizyon,


video, sinema, reklamlar, internet vs.) iletilere erişim, onları çözümleme, değerlendirme
ve iletme yeteneği olarak tanımlanmaktadır. Center for Media Literacy'nin (Medya
Okuryazarlığı Merkezi) kurucusu ve Başkanı Elizabeth Thoman; medya
okuryazarlığının, öğrencilerin yalnızca gördükleri medya ürününü okumalarını değil,
aynı zamanda onu yaratma sürecinde de etkin rol almalarını gerektiren bir hareket
olduğunu vurgular.
Bu konudaki ilk sistematik tanımlamayı Finli araştırmacı Sirkka Minkkinen 1978'de
yapmıştır. Minkkinen'e göre medya okuryazarlığı, bilişsel, etik, felsefi ve estetik
konulardaki becerileri geliştirmeyi hedeflemektedir. Harold Lasswell'in 1948'de
geliştirdiği iletişim formülünden (kimin-kime-neyi-hangi koşulla ve hangi etkiyle
söylediği) esinlenen Minkkinen, kitle iletişim eğitimi içeriğini şu başlıklar altında
toplamıştır:
1- İletişim Tarihi (İletişimin genel tarihi, ülkenin kitle iletişim tarihi ve iletişim
politikasının geleceği)
2- İletişimin üretimi (Günümüz dünyasında iletişim, ülkedeki iletişim yapısı)
3- Ne sorusu: Kitle iletişiminin içeriği (kitle iletişimi ile nesnel gerçeklik ilişkisi)
4- Kime, hangi etki ile sorusu: (Kitle iletişiminin etkisi, kitle iletişiminin
kullanımı)
Kuzey Amerika'da yer alan ilk kitle iletişim araştırmaları, kitle iletişim araçlarının
etkileri üzerine yoğunlaşıyordu. 1930'lar ve 1940'ların başlarındaki bu çalışmalar
Kanadalı araştırmacı Harold Lasswell'in ortaya attığı hipodermik iğne teorisinin
egemenliği altında sürdürülüyordu. Bu teoriye göre insanlar, medyanın sürekli bir
biçimde enjekte ettiği savunmasız bireyler olarak görülüyordu. Daha sonraları etki
araştırmalarından farklı olarak ilgi, 'medya takipçileri' olarak nitelenen hedef kitle
üzerinde yoğunlaşmaya başladı. Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı bağlamında; 'kitle
iletişim araçlarının insanlara ne yaptığı değil, bireylerin medyaya ne yaptığı, medyayı
hangi amaçlar için kullandığı' araştırılmaya çalışıldı. Medya okuryazarlığı da bu
yaklaşım ile aynı paralellikte bir ilişki içinde yer aldı. Madem ki medya çocuklar ve
gençler için etkili ve kötü bir silah olarak kabul edilmekteydi, o zaman medya
okuryazarlığı onları medyanın kötü etkilerinden korumalıydı.

Manipulasyona savaş

Medya eğitiminin İngiltere'deki babası olan Len Masterman'ın da büyük bir


isabetle belirttiği gibi, 1930'larda medya okuryazarlığı, medyanın manipülatif doğasına
karşı savaş verilen medya karşıtı bir eğitimdir. 1960'lı yıllara gelindiğinde genç
kuşaklardan oluşan öğretmenlerin çoğu popüler kültür ile haşır neşirdiler; Bergman,
Renoir, Bunuel, Fellini ve Fransız Yeni Dalga yönetmenlerinin filmlerinin üzerine
tartışmalar yapıyorlardı. Amaçları, öğrencilerinin 'iyi' film ile 'kötü' film arasındaki farkı
anlamalarıydı. Masterman, 1980'li yıllarda ise eğitimcilerin semiolojinin (göstergebilim)
büyük oranda imgeyi kullanan yeni medya teknolojilerinin çalışma alanlarından birini
oluşturduğu gerçeğini fark ettiklerini söyler. Gerçekten, günümüzde sit-com, soap-
opera, bill-board vs.'leri imge bilimini bilmeden okuyabilmek mümkün değildir.

4
Temel ilkeler

İngiltere, Avustralya, Kanada ve ABD'de medya okuryazarlığı eğitimcileri


birtakım ilkeler konusunda uzlaşmaya varmışlardır.

1- Medya mesajları itinayla seçilmiş, düzenlenmiş, gözden geçirilmiş ve kurgu-


lanmış yapılardır. Her ne kadar gerçek gibi görünse de bize sergilediği dünya gerçek
olan değil, gerçeğin medya tarafından temsil edilmiş biçimidir.

2- Medyanın bize dünyayı sunuş biçimiyle medya tüketicilerinin dünyayı


algılayışı arasında sıkı bir ilişki vardır.

3- Medya iletileri bünyesinde değer ve ideolojileri barındırır.

4- Medya mesajları, ekonomik, sosyal, siyasal, tarihsel ve estetik bağlamlar


içerisinde üretilir.

5- Medya iletileri, insanların sosyal gerçekliği kavramalarını sağlar.


Geleneksel kitle iletişimi araştırması ile pedagojik araştırma arasında yer alan medya
okuryazarlığının anahtar kavramları arasında; iletişim ve medya (kültür, toplumsallaşma
ve kitle iletişim araçları, iletişim kuramları), medya tarihi, izleyici-okuyucu-dinleyiciler,
medya türleri, medya dili, medya estetiği yer almaktadır. Medya okuryazarlığının konu
içerikleri arasında; Linguistik, Sosyal Bilimler, Aile Araştırmaları, Bilim ve Teknoloji
Müzik ve Görsel Sanatlar vardır.

Medya okuryazarlığının hedefleri çok geniş yelpazeye yayılır;

1- Demokrasi, yurttaşlık bilinci ve siyasal katılımı teşvik etme,

2- Irk, sınıf ve toplumsal cinsiyet ayrımcılığını asgariye indirme,

3- Uyuşturucu kullanımı-şiddeti önleme,

4- Eğitim düzeyini iyileştirme vs. gibi Medya okuryazarlığı, demokratik


toplumlarda katılımın sağlanması açısından önemli olduğu kadar, sosyal adaletin ve
eleştirel vatandaş olmanın gereklerinden birini de oluşturmaktadır. Bazı eleştirmenler
"medya okuryazarlığını bir 'felsefe' 'sonsuz bir süreç' ve 'eleştirel bir düşünce biçimi'
olarak algılamak gerektiğini düşünmektedirler. Bu düşünce biçimini şu maddelerle
özetlemek mümkündür; fanteziyi gerçekten ayırma yeteneği, medya mesajlarının belirli
sonları olan yapılar olduğunu anlamak, medyanın bölgesel/küresel topluluklardaki
ekonomik, politik, sosyal ve kültürel rolünü anlamak, insanın kendisinin ve diğerlerinin
demokratik haklarını anlaması, uzlaşma veya direniş, kültürel kimlik, vatandaşlık vs.
gibi. Dünyada her ne kadar uluslararası düzeyde bir medya okuryazarlığı hareketi varsa
da farklı Avrupa ülkelerinde uygulanan medya okuryazarlığı genelde eğitsel sistemdeki
geleneklere ve örneğin kilise ve okul arasındaki ilişkilere bağlıdır. İki tür yaklaşım
vardır. Bunlardan; Aristokratik yaklaşıma göre; medya ve popüler kültüre karşı
düşmanvari bir yaklaşım söz konusudur. Bu 'alt' kültüre karşı 'yüksek' kültürü
savunduğu gibi, eğitsel sistemin kurallarına ve geleneksel değerlerine dayanır. Öbür
yaklaşım olan demokratik yaklaşımda ise, çocukların kendi başlarına medyayı
kullanımları, tercihleri ve bundan aldıkları zevk ön plandadır. Bu yaklaşım da popülist
bir biçime dönüşme olasılığını artırma riski taşımaktadır.

5
İki farklı görüş

Batılı ve Batılı olmayan ülkelerin medya okuryazarlığı ile ilgili görüş ayrılıkları
mevcut. Kanada, Avrupa ve Avustralyalı uzmanlar medya okuryazarlığının eleştirel,
bağımsız bireyler yetiştireceği üzerinde dururlarken, Hindistan, Brezilya ve Güney
Afrika'da yaşayan uzmanlar ise medya okuryazarlığının özgürleşme, toplumun gelişimi,
toplumdaki marjinal gruplar için sosyal adaletin sağlanmasına yardımcı olduğuna vurgu
yapıyorlar.
Yaratıcı ve eleştirel diyalog, toplumdaki bireylerin her biri kendilerini ifade edebilme
özgürlüğü, gelişim ve özgürleşme, yaş, toplumsal cinsiyet, dil, kültür, din,
sosyoekonomik durumları ne olursa olsun, insanların kendilerini özgürce ifade
edebilmelerine olanak sağlayan medya okuryazarlığının ABD'deki öncüsü Ohio
Üniversitesi'nden Edgar E. Dale, medyaya eleştirel ve analitik yaklaşımıyla dikkatleri
'gazete nasıl okunmalı?' sorusuna yöneltti. Ancak sinemanın tırmanışa geçmesiyle
birlikte Payne Vakfı'nın çalışmaları sinemanın gençler, özellikle de genç suçlular
üzerine etkileri üzerinde yoğunlaşıyordu. 1950 ve 1960'larda televizyonun
popülerliğinin artışı ile birlikte, gerek öğretmenler gerekse de ebeveyn tüm dikkatlerini
bu konuya verdi. UNESCO'nun öncülüğünde önceleri 'ekran eğitimi' adı altında, daha
sonraları ise 'film çalışmaları', 'medya çalışmaları', 'medya eğitimi'
'educommunication/iletişim eğitimi' başlıkları altında konferanslar düzenlendi.
Büyük Britanya'da medya eğitiminin eğitim sistemine girmesi ve ulusal müfredatta yer
almasında İngiliz Film Enstitüsü'nün büyük rolü vardır. Fransa'da Antoine Vallet'nin
total dil (total language) projesi, Bordeaux'daki Centre Regional de Documentation
(CRDPP) ile CLEMI (Centre de Liaison de l'Enseignement et des Moyens
d'information) gibi kuruluşlar, konferanslar düzenleyerek, 9-18 yaş grubundaki
çocuklar, gençler, ebeveyn, öğretmenler ve kütüphane görevlilerini hedef kitle alarak
eğitim programlarını sürdürmekteler. Kanada'da da 1960'larda medya okuryazarlığı
hareketi 'ekran eğitimi' kapsamında başladı. 1969'da Toronto'daki York Üniversitesi'nde
tüm ülkedeki medya eğiticilerini bir araya toplayan CASE'den (Canadian Association
for Screen Education) sonra, 1970'lerde bir durgunluk yaşandı, ancak 1980 ve
1990'larda ilkokul ve ortaokullarda yeniden canlanmayı, 1999'da Kanada'da medya okur
yazarlığı dersinin İngilizce Dil Sanatları müfredatına dahil edildiğini görüyoruz.

Yapılması gerekenler

İskandinav ülkelerine göz attığımızda ise Finlandiya, Norveç, Danimarka ve


İsveç'te medya okuryazarlığı dersinin 1970'lerden itibaren okul müfredatına girdiğini
görüyoruz. 1991'de Fransa'nın Toulouse kentinde yapılan uluslararası sempozyumda
Afrika, Asya ve Güney Amerika'dan gelen katılımcıların önerdiği alternatif tanımlardan
en çok kabul göreni şudur; "Medya okuryazarlığı, gerek iletişimin demokratikleşmesi,
gerek toplumun ve teknolojik geleneksel medyanın gelişimi ve özgürlüğünün
kullanımında topluluğun üyelerinin, yaratıcı ve eleştirel olarak katılımını (planlama,
üretim ve sunum aşamalarında) sağlayan eğitsel bir süreçtir". Sonuç olarak şu
söylenebilir; Dünyada küreselleşme, deregülasyon ve medyanın özelleştirilmesi, yeni
bir eğitim biçimi olan 'medya okuryazarlığı' gereksinimini beraberinde getirmiştir. En
kısa zamanda disiplinler arası bir yaklaşım haline gelmesi gereken 'medya okuryazarlığı'
için aşağıdakiler önerilebilir:

1- Öğretmenler, tüm eğiticiler medya okuryazarlığı için lobi çalışmalarını


başlatmalılar.

6
2- Her ülke medya okuryazarlığını okul müfredatına sokmalı, Bu da ülkenin
eğitim ve kültürüne uygun ders kitapları ve görsel-işitsel malzemesi kullanılarak
yapılmalı.

3- Eğitim fakülteleri bu konudaki uzman öğretmenleri eğitmek için kadroları


oluşturmalılar.

4- Öğretmenler, ebeveyn, araştırmacılar, medya profesyonelleri ve eğitim


bakanlığı dayanışma içinde çalışmalılar.

5- Bu konuda konferans, work shop, panellerin düzenlenmesi ve bunun büyük


kuruluşlarca desteklenmesi gerekmektedir.

Prof. Dr. Yasemin İnceoğlu: Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi


öğretim üyesi

7
MEDYA OKURYAZARLIĞI: NEDEN GEREKLİ

Gülden Treske

ÖZET:

Bu çalışmada, ülkemizde medya alanında denetleyici ve düzenleyici kurum


olarak Radyo ve Televizyon Üst Kurulu’nun, medya okur-yazarlığı eğitiminin yasal
düzenlemeler kadar gerekli olduğu görüşü doğrultusunda, çeşitli boyutları ile konunun
önemine dair görüşler dile getirilmiştir.
Öncelikle, enformasyon/bilgi akışının, bir seçimler silsilesi olan demokrasi için
öneminden hareketle, medya sektörünün bugün içinde bulunduğu koşullar altında
“enformasyon” akışının niceliksel artışına karşın, uğradığı niteliksel değişiklikler
üzerinde durulmuştur. En yaygın kitle iletişim aracı olarak, televizyonun toplumsal
hayattaki rolü arttıkça çeşitli kaygılarla televizyon yayınlarını düzenleyici bir takım
yasal düzenleme ve yaptırımlar uygulamaya konulmaktadır. Radyo ve Televizyon Üst
Kurulu da 3984 Sayılı Yasada yer alan Yayın İlkeleri ile, yasalar çerçevesinde
çalışmalarını sürdürmektedir. Ancak, yaşamın bir aynası olan televizyonu hayatın
olumsuz yönlerinden ve ticari kaygılardan arındırmak sadece yasal yaptırımlarla
neredeyse imkansız olduğundan; bireysel ve toplumsal sorumluluklar, bireyi
güçlendirici toplumsal projeler kaçınılmaz olarak görülmektedir. Televizyon izlemenin,
bilinçli seçimle yapılan bir edime dönüştürülmesinin daha küçük yaşlarda kazanılması
gereken bir alışkanlık olduğu, bu konuda, daha gelişme çağındayken verilecek medya
okuryazarlığı eğitiminin, maruz kaldığı mesajı nasıl değerlendireceği konusunda
bilinçli, kendisine sunulan metni/mesajı eleştirel bakış açısı ile değerlendirebilen bireyin
sivil demokrasinin gelişimi için önemi vurgulanmaktadır. Ayrıca, Radyo ve Televizyon
Üst Kurulu’nun konu ile ilgili çalışmaları hakkında bilgi verilmiştir.

Türkçe Anahtar: Radyo ve Televizyon Üst Kurulu, medya okuryazarlığı, sivil toplum,
enformasyon/bilgi akışı.

MEDIA LITERACY: WHY IT IS ESSENTIAL

Summary:

As a presentation of Radio and Television Supreme Council’s (regulatory


authority of media sector in Turkey) views about the media literacy; the work has
focused on the critical importance of the media literacy for fully informed citizens to
make the necessary choices in democracy. As a main common source of information,
television has deep impact on society, and all around the world some legal measures has
been taken to regulate the area. However, in this highly competitive and growing sector,
especially considering today’s highly developed information technologies, it is almost
impossible to keep the content quality high only by law. In order to have citizens who
can “access”, “analyze” and “evaluate” the messages which they are exposed through
media channels, all related actors of the society should be committed to promote the
media literacy education.

Key Words: Radio and Television Supreme Council, media literacy, civil society,
information flow, citizenship.

8
1. GİRİŞ:

Medya okuryazarlığı konusu, birçok ülkede tartışılıp, uygulamaya konulmuş,


bugün de sistemin uygulamadaki başarı ve başarısızlıkları tartışılmaktadır. Medya
okuryazarlığı bir çok farklı disiplinin alanı içine girdiğinden, her disiplinin farklı
yaklaşım, hedef ve önceliklerine göre bu tartışmaların sürmesi kaçınılmazdır.
Ülkemizde de bugüne kadar akademik çevrelerde ve çeşitli platformlarda medya
okuryazarlığı dile getirilmiş, Radyo ve Televizyon Üst Kurulu bu konuda bazı resmi
girişimlerde bulunmuştur. Bu konferans ile de konunun gündeme getirilmesi ve
tartışmaya açılması çok önemli görülmektedir.
Bu çalışmada, RTÜK adına, medya okuryazarlığı nedir, en iyi nasıl öğretilir,
uygulamadaki zorluklar nelerdir gibi konuları alan uzmanlarına bırakarak; medya
okuryazarlığı konusunun da aşılıp, “Internet okuryazarlığı”,“enformasyon
okuryazarlığı” tartışmalarının sürdüğü bir dünyada, bunun sadece “medya” ile ilgili
olmaktan çıkıp, bugünün bilgi çağında, literatürde “temel yaşam becerisi” (Hobbs,
1998, s.135) olarak da tanımlanan ve özünde “sorgulayıcı” düşünce sistemine dayanan
bu eğitimin toplumun ve sivil demokrasinin gelişimindeki önemi konusunda görüşler
sunulmuştur.

2. “BİLGİLENMİŞ” BİREY / “BİLGİLENMİŞ” YURTTAŞ

Günlük hayatımızda hergün yüzlerce seçim yapıp bir karar vermek zorunda
kalırız. Bunların çoğunluğu hayatımızı sürdürebilmek için gerekli kimi küçük kimi
büyük karar ve seçimlerdir. Bizim kişisel tercih ve amaçlarımıza göre şekillenen, o
andaki ihtiyaç ve ilgilerimize cevap verecek şekilde akılcı seçimlerle çözmemiz gereken
pratik sorun ve problemlerdir. O andaki tercih ve ihtiyaçlarımıza ait doğru saptamalarla
yaptığımız çıkarımlarla verebileceğimiz kararlardır. Yağmur yağıyorsa, “ıslanmama”
amacımıza uygun olarak, evden çıkmadan yanımıza şemsiye alırız, hava soğuksa,
“sağlıklı kalma” amacımıza uygun olarak sıkı giyiniriz. Bir diğer tür seçim ve
kararlarda ise günlük pratik sorunların amaca yönelik pragmatik çözümleri için yeterli
olan kendimize ait tercih, bilgi ve deneyimlerimiz yetersiz kalır. Bu seçimlerde belirli
bir amaca ulaşmak için belirli bir edimi seçmekten çok, amaçlar-erekler arasında bir
seçim söz konusudur. Doğru akıl yürütmeler için de kendi gerçek ilgilerimiz, bizim için
önemli değerler sistemi, hayatta gerçekten ne istediğimiz bilgisi gereklidir. Bunlar daha
çok “varoluşa” ait seçimler olup, bizim için “anlamlı-mutlu-iyi hayat” nedir gibi temel
sorular ekseninde çözülür-çözülmeye çalışılır. Kendimiz için nasıl bir hayat istiyoruz.
Dürüst? Anlamlı? Yoksa hiçbirsey önemli değil, sadece zengin olayım yeter mi
diyoruz? Seçtiğimiz hayat amacı, varoluş şeklimiz ile bu seçimler uyumlu olduğu
müddetçe de “mutlu” oluruz. Bu seçimlerin bilgisi ise ne tamamen bireysel tercihlerle,
ne de tamamen mutlak, üniversal maximlerledir. Bu iki seçim/karar şeklinde de
seçtiğimiz edimler bizim kendi hayat amaçlarımıza göre şekillenir ve kararlarımız daha
çok kendi “Ego/Ben kimim?” ve “Ego ideali/Kim olmak istiyorum?” bilgisine dayanır.
(Habermas, 1993, s.2-5)
Üçüncü tür bazı seçimlerde ise, alternatifler ve kararlar sadece bizim bireysel
tercih ve amaçlarımızla değil diğer insanların da tercih ve amaçları ile ilgilidir. Tercih
ve seçimlerimizin sonuçları diğer insanları da etkileyecektir. İşte bu noktalar toplumsal
normların işlediği, kuralların, düzenleme ve yasaların getirildiği noktalardır ve
toplumsal bir uzlaşma sonucu oluşur, ilgili tüm taraflar gözetilerek oluşmuş
uzlaşmalarla, karşılıklı haklar ve çıkarlar korunur. Bu tür kararlarda “Ne yapmalıyım?”

9
sorusuna cevap verebilmek için, içinde yaşadığımız toplumun ilişkiler ağından çıkmış
uzlaşmaların ve toplumun bilgisine ihtiyacımız vardır. (Habermas, 1993, s.5-13) Geçerli
ve doğru çıkarımlar için de iletişime, karşılıklı fikir ve görüş alışverişine, doğru “bilgi”
dolaşımına, bir seçimler silsilesi olan demokrasinin işlemesi için şart olan özgür ve
sağlıklı oluşmuş kamuoyuna, bunun için de doğru “bilgilenmiş” yurttaşlara gerek
vardır.
Her toplumun sosyal ve moral değerler sistemi vardır. “İyi”, “kötü”, ahlaki değer
yargıları kuşaktan kuşağa toplumsallaşma yolu ile aktarılır. Bugünün gelişmiş kitle
iletişim teknolojileri, küreselleşme, ekonomik ve politik rekabet, bir gecede değişen
ülke sınırları, hızlı nüfus artışı ve bozulan ekolojik dengeler sonucu dünya hızlı ve
sürekli bir değişim altındadır. Küreselleşme sonucu farklı kültürlerin ve yaşam
şekillerinin iç içe yaşamak zorunda kalışı, her alandaki yoğun çıkar çatışmaları, hızlı ve
stresli modern şehir yaşamı hem bireylerin hem toplumların mevcut değerler sistemini
zorlamaktadır. Bugünün insanı sadece, insan hakları, toplumsal cinsiyet rolleri vb. gibi
konularda mevcut değer yargılarının geçerliliği hakkında değil; ileri teknolojinin
dayattığı klonlama, ötenazi, çevre kirliliği gibi daha önce karşılaşılmamış konularda da
tartışmalı, bir çok alanda “uzlaşmaya” varılamamış bir dünyada yaşamaktadır.
Demokratik ve sivil bir toplumun yurttaşları olarak toplumsal seçim ve
edimlerimizi sürdürmek için yaşadığımız dünyaya ait “bilgi”ye ihtiyacımız vardır. Bu
bilgiyi edinme şeklimiz konusunda çok tartışmaya gerek olmadan, özellikle
ülkemizdeki okuma alışkanlıkları, televizyon izleme saatleri konusundaki araştırma
sonuçları gibi konular göz önüne alındığında rahatlıkla kitle iletişim araçları
diyebilmekteyiz. Televizyon, bugüne kadar yapılmış tüm icatlardan daha hızlı bir
şekilde tüm dünyaya yayılmış, evlerde baş köşedeki yerini alarak, görüntüler sayesinde
radyoya göre çok daha fazla enformasyon içermesi, gazeteye göre de anlaması daha
kolay olup, izlemek için yüksek bir eğitim, okur-yazarlık dahi gerektirmediğinden kısa
zaman içinde de kitle iletişiminin vazgeçilmez bir unsuru haline gelmiştir. (Condry,
1989, s.2) Bugün çeşitli nedenlerle televizyon en önemli “boş zaman doldurma” ve
“haber alma” kaynağı haline gelmiş, ailelerin ve bireylerin hayatında “yüz yüze”
iletişimin yerini alarak, bir çok aktivite yerini televizyon seyretmeye bırakmıştır.
Televizyon yazılı basına göre, çok daha fazla evin, ailenin hayatının içine girmiş,
çocukların büyük çoğunluğu edindikleri enformasyonu, kültürü, hatta dünya görüşünü
aile üyelerinden değil televizyondan alır hale gelmiştir. ( Wilson, 1993, s.258).

2.1. En Yaygın “Bilgi”/ Enformasyon Kaynağı Olarak Televizyon:

Türkiyede, sosyo-ekonomik farklılıkların derinliğine rağmen televizyon alıcısı


sahipliği 1995 sayıları ile %98’i bulmuştur. Sosyo-kültürel farklılıklara göre televizyon
karşısında geçirilen saatler 1 saat ile 5 saat arasında değişmekle birlikte ortalama izleme
4 saat olarak görülmektedir. İstatistikler eğitim ve gelir seviyesi düştükçe izleme
oranlarının arttığını göstermektedir. (Batmaz ve Aksoy, 1995, s.57) Bu sonuçlara göre
Türkiyedeki nüfusun büyük bir kısmının ( %83) günlük sosyal aktivitesinin 4 saatlik bir
bölümü televizyon seyretme eylemi ile yer değiştirmiştir.
Gelişen teknoloji ile, elektronik medya, kullandığı olağanüstü teknik ve
kanallarla çocuklar ve yetişkinleri kendine çekmekte, maruz kalınan enformasyon
bombardımanı altında, özellikle çocuklar, kendilerine sunulan malzemeyi süzmeden,
olduğu gibi almaktadırlar. Yetişkinlerin dünyasına ait, toplumsal hayattaki her türlü
enformasyonun elektronik kitle iletişim araçları aracılığı ile evlerimize, her yaştan
izleyiciye erişmesi engellenemez olmuştur. Bugün birçok birey için ne yazık ki
televizyon tek enformasyon kaynağı, sosyal hayatlarının önemli bir boyutu haline
gelmiştir. Türkiye’de televizyon seyretme ortalaması günde 4-5 saat olarak
10
bulunmuştur. Bir kişi bir yılının %19’unu televizyon izleyerek geçirmektedir. %33’ünü
uyumakla, %33’ünü çalışmakla ve %14’ünü bu faaliyetlerin dışında diğer faaliyetlerle
geçirdiği düşünülürse bu çok önemli büyüklükte bir rakamdır (Batmaz ve Aksoy, 1995,
s.82). Uluslararası araştırma ve
istatistikler de, çocuklar da dahil olmak üzere boş zamanların büyük bir bölümünün
televizyon izlemekle geçirildiğini göstermektedir. Bir “boş zaman” aktivitesi olarak
değerlendirilen televizyon izleme süreleri, yapılan uluslararası istatistiklerde, günde
ortalama 2-4 saat arası olarak görülmektedir. Bu da tüm zorunlu yaşamsal
aktivitelerimizden arta kalan zamanın çoğu televizyon karşısında geçiriliyor demektir.
“Popular Culture and the American Child” adlı bir web sitesinin 2000’li yıllara ait özet
raporlarında da, bir Amerikalı çocuğun haftada 28 saat televizyon seyrettiğini, bunun
bütün bir yıla oranlanması ile de, okulda geçirilen zamanın iki misli gibi çarpıcı bir
sonucun çıktığı görülmektedir. (Mediascope Issue Briefs – Popular Culture and the
American Child)
Çocuklar televizyon karşısında etkileşime en açık, en hassas grubu
oluşturmaktadır. Çocukların televizyon mesajlarına açıklığının bir tehlikesi de
çocukların, gördüklerini “gerçeklik” olarak algılamaları, televizyonda gördükleri her
şeyin “olabilirliğine” inanmalarıdır. Çocuklar düzenli bir alışkanlık olarak TV
seyretmeye 2- 2,5 yaşında başlamaktadırlar. (Condry, 1989, s.37) Yapılan araştırmalara
göre, Türkiye’de çocuklar televizyon seyretme konusunda tamamen özgürdürler. Bütün
yaş grupları itibarı ile çocuklar günde ortalama 4 saat televizyon izlemekte, %82
oranında televizyon izlemek ile ilgili kararlarını kendilerinin verdiklerini söylemekte,
istedikleri programı seçmekte, istedikleri saate kadar televizyon başında
oturabilmektedirler (Batmaz ve Aksoy, 1995, s.68-69). Diğer bir deyişle, Türkiye’de
çocuklar televizyon izlerken, saati, program seçimi gibi konularda tamamen
özgürdürler.
Geleneksel insan hakları genel olarak devlet-birey gibi dikey ilişkilerdeki
sorunlu güç alanlarına odaklanarak, devletin gücüne karşı bireyin haklarını korumaya
yönelmiştir. Ancak yeni dünya düzeninde devlet dışı sivil kurumlar da bir çok hayati
alanda önemli aktörler haline gelmiştir. Bunun için özellikle iletişim gibi alanlarda
bireyin temel hak ve özgürlüklerini korumak için “yatay” düzlemde de önlemlerin
gerekliliği ortaya çıkmıştır. (Hamelink, 2000, s.69)

2.2. Doğru “Bilgi” ve İçerik Sorunu:

Kitle iletişim araçlarındaki son gelişmelerle yaşanan enformasyon


mecralarındaki artış ise, içerik doldurma sorunu yaratmış, “bilgi” ve “enformasyon”
bolluğunda “doğru bilgi” ye ulaşmak gittikçe daha kompleks bir hal almıştır. İletişim
kanallarındaki niceliksel artışa karşın niteliksel bir düşüş başlamıştır. Son yılların
gelişen iletişim teknolojileri sayesinde, uydular aracılığı ile canlı bağlantılar, internet,
yirmidört saat yayın yapan haber kanalları ile “bilgi” akışı “anında” haber iletimine
dönüşerek iletişimin doğası değişmiş, “disintermediated news”/
tasarlanmamış/kurgulanmamış bir bilgi/enformasyon akışı kültürü gelişmiştir. (Shapiro,
1999, s.140) Bu gelişme haber dışındaki diğer medya formlarını da etkilemiş, modern
hayatın hızlı temposu içinde sürekli bir enformasyon bombardımanı altında kalan
izleyici, bu hızlı tüketimde artık daha önceden hazırlanmış, üzerinde uzun uzun
çalışılmış, kurgulanmış, tasarlanmış, sonuç ve etkileri düşünülüp belirlenmiş yapımlar
yerine hızlı üretilip bir biri ile yarışan medya ürünleri ile karşı karşıya kalmıştır.
Bilginin hızlı dağılımı hızlı tüketimi getirmiş, medyanın izleyiciye sundukları ticari bir
metaya dönüşerek, reyting yarışında, heyecan, eğlence ve keyif yaratmak “bilgi”
lendirmenin önüne geçmeye başlamıştır. (Thompson, 1995, s.259)

11
Çoğulcu ve demokratik bir toplumda, demokrasinin gerektirdiği seçim ve
kararlar için özgür kamuoyu oluşumu ve doğru “bilgilen/diril/miş” yurttaşlar büyük
önem taşımaktadır. Ancak ağır rekabet koşullarına dayalı mevcut sektör yapılanmasında
iletişimin doğası değişmiş, teknolojik gelişmelerin etkisiyle de bilgi/enformasyon akışı
niceliksel olarak artarken, nitelikte düşüş olmuş, “içerik” sorunları ortaya çıkmıştır.
Ülkemizde 254 televizyon kanalı ve 1092 radyo istasyonu ile medya, sürekli gelişen ve
değişen dinamik bir sektördür. Bir çok ülke ile karşılaştırıldığında çok fazla olan bu
sayı, rekabet/izlenme savaşlarını uç noktalara çekebilmektedir. Böyle bir rekabet
ortamında da medya “bilgilendirme ve toplum adına denetleme” temel işlevini yitirerek,
ticari kaygılar sonucu “eğlendirme” işlevini ön plana çıkartmıştır.
Televizyonun yakın geçmişinde ciddi haberlerle, eğlendirici magazinel haberleri
birleştirme eğilimi dikkat çekmektedir. İzleyicinin ilgisini ayakta tutmak amacı ile,
haberler de dahil olmak üzere, televizyon yapımları eğlence sektörünün bir parçası
haline gelmiştir. Bu da iki önemli tehlike içermektedir; sansasyonel haberlerde
sansasyon amacı ile moral bakış açısının çarpıtılması ile öznenin temel insan onuru ve
haklarına özensizlik ve bu haber kalabalığı içinde demokrasi için hayati önem taşıyan
“karar alma” mekanizmaları için gerekli “enformasyon/bilgi”nin eksikliği ya da
sansasyonel olay katmanları arasında konuların gerçek boyut ve anlamlarının göz ardı
edilmesi. (Gordon ve diğerleri, 1999, s.224-226) Oysa kitle iletişim araçlarının verdiği
enformasyon doğru, güvenilir ve yurttaşların kendi bakış açılarını ve kararlarını
oluşturmaya yetecek kadar da kapsamlı olmak zorundadır. Ayrıca iletişim
teknolojilerinin gelişmesi sonucu iletişim mecraları çoğaldığından, niteliksel olmasa
bile her türlü enformasyondaki niceliksel artış, izleyicide demokrasinin işleyişi için son
derece tehlikeli, yeterince “bilgilendirilmiş” olma yanılsaması yaratmaktadır. (İrvan,
der., 2002, s.229)
Bugünün çoğulcu dünyasında farklı medya formlarının varlığı kaçınılmazdır.
Bazı medya formları diğerlerinden daha uzun süre varlığını sürdürüyorsa, bu da bu
türlerin daha popüler olduğunu gösterir. Ancak bu şekilde medyada tek seslilik ortaya
çıkıp, sadece baskın görüşler medyada yer alır hale geliyorsa bu da farklı fikir, kültür ve
görüşlerin topluma getireceği zenginliğe ve toplumun gelişimine engel teşkil edecektir.
Ancak, medyanın sorumlulukları yanında beğeni ve tercihleri ile medyayı yönlendiren
toplum ve bireylerin de sorumluluklarının irdelenmeye ihtiyacı vardır.
Ülkemizde medya alanında düzenleyici kurum olarak Radyo ve Televizyon Üst
Kurulu, yasaların öngördüğü ilkeler çerçevesinde gerekli çalışmaları yapmakla birlikte;
bugün ülkemizde 24’ü ulusal diğerleri yerel ve bölgesel olmak üzere toplam 254
televizyon, 36’sı ulusal diğerleri yerel ve bölgesel olmak üzere 1092 radyo
bulunmaktadır. Kablo ve uydudan yayın yapan radyo ve televizyonlar ile internet
ortamında yayın yapan radyo ve televizyonlarla birlikte sayısız ulusal ve sınır ötesi
yayın evlere ulaşmaktadır.
“Televizyon Dünyası” ile “gerçek dünya” birbirinin aynı değildir. Televizyon
doğası gereği gerçek dünyayı çarpıtarak, yeniden kurgulayarak, ne oranda, ne önemde
ve öncelikte oluşunun aslına sadık kalmadan yansıtır. Gerçek dünyayı ilgi çekici
seyirlik malzeme haline getirmek zorundadır. Her gün yinelenen bu görüntülerle de,
kalıcı, uzun süreli bir dünya algılaması, sosyal gerçeklik yaratır. Bu yavaş yavaş
gerçekleşen, birikim sonucu oluşan bir süreçtir. İnsanların televizyon izleme miktarına
bağlı olarak da, bir çok kişi bu sunulan gerçekliği “gerçek” dünya olarak
tanımlamaktadır (Mutlu, 1999, s.97). Bu görüş toplumda homojen, genel bir görüş
olarak yaygınlaşmakta, “ana akım-ana görüş” denilen kalıplar oluşmaktadır. Eğer
izleyicinin çevresel faktörleri de ana akım kalıplarına uygun ise bu etki katlanıp
çoğalarak devam etmekte, Gerbner bunu “rezonans” etki olarak adlandırmaktadır
(Condry, 1989, s.141). Televizyon “mainstreaming/ana akım” etkisi ile, izleyenleri ona
atfedilen önemden çok daha fazla etkilemekte, ailenin kültürel şekillenme sürecinde

12
belirleyici bir rol oynamaktadır. Örneğin, bugün televizyon bize şiddet dolu bir dünya
modeli sunmaktadır, kişi zaten gerilimli ve şiddet içeren günlük çevresel koşullarda
yaşıyorsa (modern kent yaşamı bu koşulları fazlası ile sağlamaktadır) algılanan şiddet
miktarı, şiddet içeren dünya görüşü ikiye, üçe katlanarak ana kalıp düşünce olarak
bireye ve topluma hakim olmaktadır. Ayrıca, cinsiyet kalıplarının öğrenilmesi gibi
konularda da televizyon çok önemli bir rol oynamaktadır. Ancak, ne yazık ki, hemen
hemen tüm dünyada, gelişmiş ülkelerde dahi televizyon yerleşmiş cinsiyet kalıplarını,
ön yargıları pekiştirici bir rol oynamaktadır. Özellikle kadına karşı şiddeti anlamak için,
kitle iletişim araçlarının kadına bakışını eleştirel bir bakış açısı ile irdelemek çok önem
kazanmaktadır. Sadece bu nedenler bile medya mesajlarını okuyabilme becerisinin
önemini ortaya koymaya yeterlidir.

2.3. Ne Yapmalı:

Çeşitli model ve kuramlar, farklı şekillerde harekete geçen mekanizmalarla


medyanın etkilerini açıklamaktadır. Bir çok ülke tek tek incelendiğinde, hemen
hepsinde benzer kaygı ve çabalarla televizyon yayınlarını düzenleyici ve bireyi
koruyucu bir takım yasal düzenleme ve yaptırımların uygulamaya konulduğu
görülmektedir. Yasal düzenlemeler, kapsamlı önlemler getirmektedir. Radyo
Televizyon Üst Kurulu, 3984 Sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları
Hakkında Kanun’da yer alan Yayın İlkeleri ile, yasalar çerçevesinde bireyin, özellikle
de çocukların ve gençlerin yayınlardaki zararlı içerikten korunmasına yönelik
çalışmalarını sürdürmektedir. Ayrıca Üst Kurulca uygulanan müeyyidelerin yaptırım
gücünün ve caydırıcılığının arttırılmasına ve yaptırımların güncelliklerini yitirmeden
uygulanabilmelerine yönelik çalışmalar da bir yandan yürütülmektedir. Ancak, yaşamın
bir aynası olan televizyonu hayatın olumsuz yönlerinden, savaşlardan, şiddetten, ticari
kaygılardan arındırmak, içerik zenginliğini, çok sesliliği sağlamak sadece yasal
yaptırımlarla neredeyse imkansız olduğundan, burada bireysel ve toplumsal
sorumluluklardan söz etmek kaçınılmaz olmaktadır. Radyo ve Televizyon Üst Kurulu
yayınların ekranda yer aldığı şekli ile yayın ilkeleri çerçevesinde yasaları uygulamakta,
ancak esas olarak neyin ne kadar izlendiğinin değil, nasıl izlendiğinin ve etkilerinin ne
olduğunun önemli olduğu bilinmektedir. 3984 sayılı Yasa’nın yayın ilkeleri ile ilgili 4.
Maddesinin bentleri gereğince yayın kuruluşları uyarılmış, geçmiş yıllarda çok da
tepkiye neden olan gün boyu kapama müeyyideleri uygulanmıştır. Kanunlarla
belirlenmiş sınırların yanı sıra meslek kuruluşlarının gazetecilik etik kodları, bunun yanı
sıra yayın kuruluşlarının kendi belirledikleri prensipler gibi çeşitli konuları kapsayan
onlarca kural mevcuttur. Ancak, daha önce de değindiğimiz nedenlerle, aşırı rekabet
ortamı ve ekonomik koşullar, medyayı her gün yeni buluşlar peşinde koşmaya itmekte,
her türlü iletişim mecrasını olanaklı kılan yeni iletişim teknolojileri ve sınır ötesi
yayınlarla yasal düzenlemeler çoğu kez uygulamanın gerisinde kalmaktadır. Burada da
bireyin güçlendirilmesine yönelik toplumsal projeler önem kazanmaktadır. Birey bu
yayınlar karşısında neyi özümsüyor, neyi içselleştirip davranış modeli haline getirip
neyi reddediyor, ya da ekran yolu ile ulaşan mesajları bilinçli bir tüketici olarak
tüketebiliyor mu? Bu alışkanlığın küçük yaşlarda edinilerek, televizyon izlemenin
bilinçli bir edime dönüştürülmesi, kendisine sunulan -hatta bazen sunulmayan-
metni/mesajı eleştirel okuması/okuyabilmesi, maruz kalınan mesajlar karşısında
eleştirel bir bakış açısı edinilmesi ancak medya okuryazarlığı eğitimi ile mümkün
görülmektedir.

13
Örneğin son günlerde çok tartışılan ve üzücü bazı olaylara da yol açan, bazıları
çok özel her türlü ailevi sorunların tartışıldığı gündüz programları tüm toplumu
ilgilendiren sonuçlar içermektedir. Felsefeci Hodges hem toplum hem birey için
mahremiyetin çok önemli olduğunu, belirli bir derecede mahremiyet olmadan toplumsal
hayatın mümkün olamayacağını iddia eder. (Patterson ve Wilkinson, 2002, s.120)
Ayrıca bazı konuları “mahrem” olarak tutmanın, hem toplumun hem bireylerin
sorumluluğu olduğunu, bireylerin kendileri ve yakınlarının insanlık onuru için nelerini
toplumun bakışına ve bilgisine açacakları konusunda, toplumun da “nelere gözünü dikip
bakacağı ile neleri görmezden gelip gözlerini kapatacağı” konusunda dikkatli olmaları
gerektiğini belirtir. (Patterson ve Wilkinson, 2002, s.122)

3. SONUÇ

Demokratik sivil bir toplumun sorumlu bireyleri olarak medya mesajları aracılığı
ile neye maruz kaldığımızı, yoğun enformasyon/bilgi akışı karşısında eleştirel bakış
açısı ile neleri filtreleyip neyi özümseyip neyi ret edeceğimizi, topladığımız
enformasyon/bilgi sonucu hangi çıkarımları yapacağımızı bilmek bizim
sorumluluğumuzdadır. Toplumun gelişimi ve demokrasinin işlemesi için medyanın,
çarpıtılmamış ve yönlendirilmemiş tartışmaların aracı olması için birey ve toplum
olarak beklentilerimizi net olarak ortaya koymalı, kendimiz ve toplum için en iyisini
talep etmeliyiz. (Mass Media Effects:Marxism,2003)

“…Birey olarak etik sorumluluğum, eğlence ve magazin katmanları


arasına sıkışan değerli bilgiyi bulmak için gerekli sağlıklı bir
şüpheciliktir…” (Gordon ve diğerleri, 1999, s.233)

Televizyon tek başına sorunların nedeni olmayıp, bu karmaşık sürecin sadece bir
parçasıdır. Bütün öneri, düzenleme ve yasalara rağmen, bu günün çok kanallı ve değişik
mecralı iletişim ortamında en önemli çözüm eğitim olmaktadır. Düzenleyici Kurul ve
yayıncıların sorumluluklarının yanı sıra, bireye düşen sorumluluklarını yerine
getirebilmesi için gerekli donanımının sağlanması görevi de yaygın ve örgün eğitime
düşmektedir. Batılı ülkelerde yıllar önce tartışılıp uygulamaya konulan medya
okuryazarlığı projesi ülkemizde de hayata geçirilerek, sağlıklı bir demokrasi için gerekli
doğru bilgilenmiş yurttaşlar için, izleyicinin kendisi, izlediği materyalin üzerindeki
etkisini, uzun vadedeki sonuçlarını bilerek televizyon izlemeli ve kendisi için en iyisini
yayıncılardan talep etmelidir.
Radyo ve Televizyon Üst Kurulu; 2000 yılında başlattığı Simge Sistemi
çalışmalarını sonuçlandırarak “Akıllı İşaretler” adı ile çok yakın bir gelecekte
uygulamaya koymak üzeredir. Ebeveynleri program içeriği hakkında bilgilendirerek,
çocuk ve gençlerin yayınlardaki zararlı içerikten korunmasında inisiyatif almaya
yönlendirici sistem, kontrolü ve sorumluluğu izleyici ile paylaşmaya da bir başlangıç
olarak görülebilir.
Radyo Televizyon Üst Kurulu, medya okuryazarlığı eğitiminin yasalarla
getirilen düzenlemeler kadar önemli olduğuna inanmaktadır. Medya okuryazarlığı
konusu 20-21 Şubat 2003 tarihlerinde düzenlenen İletişim Şurasında da dile getirilmiş
ve Şuranın sonuç bildirgesinde yer almıştır. Ayrıca, Devlet Bakanlığı
koordinatörlüğünde 2004 yılı Temmuz ayında oluşturulan, çeşitli kurum, kuruluş ve
üniversitelerden ilgili katılımcıların yer aldığı ve halen çalışmalarını Eylem Planı
düzeyinde sürdürmekte olan Şiddeti Önleme Platformu bünyesinde görev yapan Medya
ve Şiddet Çalışma Grubunun sonuç raporunda da RTÜK’ün önerisiyle medya okur
yazarlığı konusu vurgulanmıştır. Radyo ve Televizyon Üst Kurulu, ders programlarına

14
medya okuryazarlığının geliştirilmesine yönelik bir ders konulması amacıyla
22/Eylül/2004 tarihli ve 2004/70 No’lu toplantıda alınan 19 Sayılı karar gereğince,
Milli Eğitim Bakanlığıyla 25/Ekim/2004 tarihinde resmi temasa geçmiştir ve konunun
sıkı takipçisi olacaktır.

KAYNAKÇA:
Aksoy, A., Batmaz, V. (1995). Türkiye’de Televizyon ve Aile. Ankara: Başbakanlık
Aile Araştırma Kurumu.
Condry, J. (1989). The Psychology of Television. New Jersey, U.S.A: Lawrence
Erlbaum Ass.
Gordon, A. D., Kittross J. M., comment. By Merrill, C. J., contrib. By Reuss, C. (1999).
Controversies in Media Ethics. U.S.A.: Longman.
Habermas, J. (1993). Justification and Application. Cambridge: MIT Press.
Hamelink, C. J. (2000). The Ethics of Cyberspace. UK: SAGE Publications,
Hobbs, R. (1998). “Medya Okuryazarlığı Hareketinde Yedi Büyük Tartışma” Çev:
Melike Türkan Bağlı. Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, yıl: 2004,
cilt:37, sayı:1, ss. 122-140
İrvan, S., Ed.By (2002). Medya Kültür Siyaset. Ankara: Alp Yayınevi.
Mutlu, E. (1999). Televizyon ve Toplum. Ankara: TRT Yayınları
Patterson,P., Wilkins, L. (2002). Media Ethics-Issues& Cases. New York: Mc Grow
Hill Comp.
Shapiro, A. L. (1999). The Control Revolution. New York: A Century Foundation
Book. Thompson, J. B. (1995). The Media and Modernity . UK.: Polity Press.
Wilson, S. Le R. (1993). Mass Media/Mass Culture. U.S.A.: Mc Graww Hill.

Internetten Alınan Kaynaklar:

Mass Media Effects: Marxism


Cultural Effects: Marxist Approach
http://www.cultsock.ndirect.co.uk./MUHome/cshtml/media/marxism.html (08/12/2003)

Mediascope Issue Briefs – Popular Culture and the American Child


(http://www.mediascope.org/pubs/ibriefs/pcac.htm; 29/04/2005)

15
AVRUPA BİRLİĞİ’NDE MEDYA OKURYAZARLIĞI

Cem Pekman

Giriş
Avrupa Birliği’nde medya okuryazarlığı konusuna girerken, halihazırda medya
okuryazarlığı çalışmalarının başta gelen ilgi alanı olan İnternet üzerinden konuyu
sorgulamanın anlamlı olacağını öngörmüştük. Buradan hareketle, İnternetin en çok
kullanılan arama motoru olan “Google”da, “medya okuryazarlığı” ve “Avrupa Birliği”
sözcük gruplarını ayrı ayrı ve birlikte aratarak, konunun İnternet üzerinde nasıl bir
hacimde yer kapladığını kabaca görmeye çalıştık. Bu küçük araştırmaya göre, medya
okuryazarlığının İngilizce karşılığı olan media literacy sözcüklerini Google üzerinde
arattığımızda ilk elde karşımıza 27 milyonu aşkın sonuç çıktı. Bu sonuç, arama
motorunun kullanma yöntemi uyarınca (ki bu tür arama motorlarında nasıl arama
yapılacağına ilişkin bilgi de kendi başına bir medya okuryazarlığı konusudur) medya ve
okuryazarlık sözcüklerinin birlikte ve ayrı ayrı geçtiği tüm sonuçları içerdiği için bu
denli hacimli idi. Nitekim, medya ve okuryazarlık sözcüklerinin sadece bir arada,
medya okuryazarlığı kavramını karşılayacak şekilde bitişik olarak geçtiği sayfaları
tespit etmek için, arama motorunun öngördüğü biçimde tırnak içinde “media literacy”
sözcük grubunu arattığımızda Google bize 1.880.000 sonuç verdi. Kavramın İngilizce
karşılığı ile sınırlanmasının bizi elbette yetersiz bir bulguya ulaştıracağının, ve bunun
özellikle konumuz olan Avrupa Birliği’nde medya okuryazarlığı kavramı için geçerli
olduğunun farkında olarak, bu kez Google üzerinde “media literacy”+Europe taraması
yaptığımızda (Avrupa ve “medya okuryazarlığı”nın bir arada geçtiği sayfaları bulmak
amacıyla) ise yaklaşık 250.000 sonuca ulaştık. Nihayet “media literacy”+EU (“medya
okuryazarlığı” ve AB’nin bir arada geçtiği sayfalar) taraması ise yaklaşık 49.000 sonuç
verdi. Sonuçta, Türkiye’de medya okuryazarlığı kavramının ne derece gündemde
olduğuna ilişkin küçük bir veri elde etmek amacıyla Google üzerinde Türkçe olarak
medya okuryazarlığı sözcüklerini arattığımızda elde ettiğimiz sonuç yaklaşık 20, tırnak
içinde “medya okuryazarlığı”nı arattığımızda ise 4 oldu1.

Ulaştığımız sayılar, ilk elde dünya ile Türkiye arasında bir uçuruma işaret ediyor
görünse de, ulaşılan sayfaları niteliksel olarak kabaca gözden geçirdiğimizde, kurumsal
olarak Avrupa Birliği’nin bu konudaki çalışmalarını içeren sayfa sayısı ile dünyadaki –
ya da en azından Anglosakson dünyadaki- çalışmalar arasında da büyük bir nicelik farkı
olduğu ortaya çıkmış oldu. Gerçekten de esasen ABD kökenli bir hareket olan ve
Avrupa’da özellikle İngiltere’de ve İskandinavya’da geniş yankı bulan ve daha çok
1970’li yıllardan itibaren gündeme gelen medya okuryazarlığının, kurumsal olarak
Avrupa Birliği’nin gündemine ancak 2000’li yıllarda girmiş ve tartışılmaya başlanmış
olduğu anlaşılıyordu.

1
1. Uluslararası Medya Okuryazarlığı Sempozyumu öncesinde yapılan bu minik araştırmayı, Sempozyum
kitabı için bildirimizi yeniden gözden geçirirken tekrar yaptık. Bu kez Türkçe medya okuryazarlığı
sözcük aramasında, sözcükleri tırnak içine almadan aradığımızda yaklaşık 377, tırnak içinde aradığımızda
ise yaklaşık 157 sonuca ulaştık. Bu artışta Sempozyum ile ilgili haberlerin İnternette yer almasının ve
Sempozyumun medya okuryazarlığı kavramının tartışmaya açılmasında rol oynamasının etkisini
gözlemledik. Sempozyum sonrası tartışmalarda basında yer bulabilmiş bir çalışma için Bkz. Çoban, S.
(2006), “Eğitim ve Medya Okuryazarlığı”, Radikal, 12. 2. 2006; Sempozyum öncesinde İnternette
rastlanabilen birkaç nadir çalışmadan biri olan, Renee Hobbs’un Türkçeye kazandırılmış makalesi için
Bkz. Hobbs, R. (2004), “Medya Okuryazarlığı Hareketinde Yedi Büyük Tartışma”, çev. M. T. Bağlı,
Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Dergisi, 37 (1): 122-140
(http://www.reneehobbs.org/renee's%20web%20site/Publications/Hobbs%20Ankara%20University.pdf );
ve Altun, A. (2003), “E-Okuryazarlık”, Milli Eğitim Dergisi, Kış 2003 (158).
(http://yayim.meb.gov.tr/dergiler/158/altun.htm).

16
Kavram
Bu ön bulguların ışığında AB’de medya okuryazarlığı konusuna dönmeden önce, medya
okuryazarlığı kavramı ve tanımı üzerinde de kısaca durmalıyız. Hareketin yaratıcısı
Anglosakson ülkelerde, medya okuryazarlığının “eleştirel çözümleme sürecine ve
kişinin kendi mesajlarını (basılı, işitsel, görsel, çoklumedya ile) yaratmayı
öğrenmesine” gönderme yaptığı genel kabul görür (Hobbs, 2004: 122). Bu tanımlama
medya okuryazarlığını iki temele oturtmaktadır: Birincisi, kişinin medyadan gelen
mesajları eleştirel bir bakış açısıyla değerlendirebilme ve süzebilme yetisiyle ve
bilgisiyle donanması anlamındaki medya okuryazarlığıdır. İkincisi ise, kendi mesajlarını
yaratacak biçimde medyayı, özellikle de yeni medyayı tanımak ve kullanmak yetisine
ve bilgisine işaret eder. Medya okuryazarlığı kavramının bu iki yönü, AB ile ilişkili
kurum ve kuruluşlar veya kurumsal AB yaklaşımları için de geçerli olmakla birlikte,
AB açısından medya okuryazarlığı kavramının ABD’deki yahut AB üyesi de olan
İngiltere ve bazı İskandinav ülkelerindeki kadar yerleşikleşmiş olduğu söylenemez.
Nitekim Anglosakson medya okuryazarlığı yaklaşımı, kavramın kendisini değil ama
sınırlarını hararetle tartışırken (Hobbs, 2004), Avrupa genelinde daha ziyade bir
terminoloji karmaşası göze çarpmaktadır. “Information literacy” (enformasyon/bilgi
okuryazarlığı), “digital literacy” (dijital/sayısal okuryazarlık), “computer literacy”
(bilgisayar okuryazarlığı), “information technology literacy” (enformasyon/bilgi
teknolojisi okuryazarlığı), “electronic literacy” (elektronik okuryazarlık), “electronic
information literacy” (elektronik enformasyon/bilgi okuryazarlığı), kıta Avrupasında
medya okuryazarlığını ikame eder yahut kapsar biçimde kullanımda olan kavramlardan
sadece birkaçıdır (Virkus, 2003).

AB’nin birlik kimliğiyle medya okuryazarlığı kavramına yaklaşımına baktığımızda ise


durum bir parça daha netleşmektedir. Bu yaklaşım çerçevesinde öne çıkan kavramlar
dijital okuryazarlık ve medya okuryazarlığı olarak belirginleşir. Dijital okuryazarlık,
AB’nin enformasyon ve iletişim teknolojisi (Information and Communications
Technology -ICT) politikası içinde –ki bu politika esasen bilgisayar ve İnternet temelli
bir bilgi toplumu ve e-Avrupa oluşumuna yöneliktir- yer almakta ve Avrupa
vatandaşlarının dijital teknoloji temelli bir yaşama ve çalışma dünyasına uyum
sağlamasını, büyükten küçüğe herkesin bu teknolojiyi kullanabilmesini ve bu
teknolojiden yararlanabilmesini kastetmektedir. Dijital okuryazarlık AB’nin
belgelerinde kullanılan tabirlerle “olmazsa olmaz bir yaşam becerisi” olarak
nitelendirilmekte, kişinin ICT’ye erişim veya kullanım imkanı/becerisi olmamasının
sosyal bütünleşme ve kişisel gelişim süreçlerini de engellediği savunulmaktadır.
Avrupa’da ekonomik işleyişin ve sosyal birlikteliğin güvence altına alınması için, ICT
erişimi olan ve ICT’den yararlanma bilgi ve becerisine sahip olanlarla olmayanlar
arasında bir “dijital uçurum” oluşmaması, AB’nin bu alandaki politikasının önemli
amaçlarından biridir.

Öte yandan, AB kurumsal bakışı içinde medya okuryazarlığını, sadece dijital teknolojiyi
veya bilgisayar ve İnternet’i kapsayan ve bunları kullanabilme becerisiyle
sınırlandırılmış bir yaklaşım olarak görmeyiz. Medya okuryazarlığı, ICT politikasıyla
ilişkili ama görsel-işitsel politikayla da bağlantılı olarak hem geleneksel medyayı, hem
de yeni medyayı konu alan ve kendini “kullanım becerisi”yle sınırlamayan, eleştirel
bakışa da sahip bir yaklaşımı içerir. Yazılı, işitsel ve görsel medyayı bireylerin iletişim
kurmak için kullanabilmeleri, buradan kendi mesajlarını oluşturup iletebilmeleri ve
başkalarınınkine erişebilmeleri anlamında bir “beceri”nin edinilmesi, kazandırılması
medya okuryazarlığının bir yönüdür. Fakat medya okuryazarlığı kavramı, medyadan
bize yönelen, gündelik hayatımızda maruz kaldığımız büyük “bilgi” akışıyla baş

17
edebilme becerisinin edinilmesi ile de ilgilenir. AB tanımlamasıyla “medya
okuryazarlığı, eski ve yeni tüm medyada kolayca iletişim sağlayabilmenin yanı sıra
gündelik hayatımızda bizi sarmalayan güçlü görüntü, söz ve seslere erişme, onları
çözümleme ve değerlendirme yeteneğidir” (Europe’s Information Society, 2006).

Medya Okuryazarlığının Eleştirel Yönü


Görüldüğü üzere medya okuryazarlığının alanı televizyon, sinema, radyo, müzik, basılı
medya, İnternet ve diğer tüm yeni dijital medyayı kapsamaktadır. Televizyondaki
reklamdan, CD’deki müziğin sözüne, gazete yazısından bir tişörtün üzerindeki slogana
kadar türlü biçimde akan medya mesajları karşısında bireylerin farkında ve uyanık
olmasını sağlamak medya okuryazarlığının amaçlarının başında gelir. Medya
okuryazarlığı, medyanın algı ve inanışları nasıl süzgeçten geçirdiğini, popüler kültürü
nasıl biçimlendirdiğini ve kişisel tercihleri nasıl etkilediğini görmekte kişilere yardımcı
olacaktır. Eleştirel düşünme ve sorun çözme yeteneklerini kazandırarak vatandaşların
bilgiyi bilinçli tüketme ve üretmesini sağlayacaktır. Bu nedenlerle medya okuryazarlığı
eğitimi, ifade özgürlüğü, bilgi edinme hakkı ve demokrasi açısından da önem arz eder.

AB’nin medya okuryazarlığı yaklaşımının eleştirel bağlamının açımlanabilmesi için,


AB destekli bir proje olarak ortaya çıkan ve 2004-2006 yılları arasında aktif olan
Avrupa Medya Okuryazarlığı Merkezi’ne (European Centre for Media Literacy -
ECML) atıf yapılabilir (http://ecml.pc.unicatt.it/). İtalya’dan Sacro Cuore Katolik
Üniversitesi, Finlandiya’dan Tampere Üniversitesi ve Avusturya’dan Sosyal Gelişim
Merkezi’nin ortak projesi olarak kurulan bu merkez, misyonunu çocuklar ve büyüklerin
küresel medya kültürü içinde yaşama ve öğrenmeye hazırlanmasına destek olmak olarak
açıklamaktadır. Merkez bunun yolunun medya okuryazarlığı eğitiminden, özellikle de
çocuklara yönelik bir eğitimden geçtiği görüşündedir. ECML’e göre medya
okuryazarlığında ve bu doğrultudaki bir eğitim programında şunlar amaçlanmalıdır:

- medyanın fikir, bilgi ve haberi bir başkasının bakış açısıyla nakletmek üzere
kurulduğunu anlamak
- duygusal etki oluşturmak için özel tekniklerin kullanıldığını anlamak
- bu tekniklerin, amaçladıkları ve doğurdukları etkilerin ayırdına varmak
- medyanın bazı kişilerin yararına çalıştığını, bazılarını ise dışladığını anlamak
- medyadan kimin yararlandığı, kimin, neden dışlandığı sorularını sormak ve
cevabını bulmak
- alternatif bilgi ve eğlence kaynakları aramak
- medyayı kendi yararı ve zevki için kullanmak
- edilgen olmak yerine aktif olmak
- yeni öğrenme kültürü dijital okuryazarlığa hazırlanmak

Bu noktada, Avrupa Birliği’nde kurumsal düzeyde medya okuryazarlığının nasıl ele


alındığı, hangi girişimlerin gerçekleştirildiği ve vurgulanan eleştirel bağlamda neler
yapıldığı sorusu akla gelmektedir. Çalışmanın devamında bu soruya yanıt aranacaktır.

AB’de Medya Okuryazarlığı Girişimleri


Avrupa Birliği üye devletleri arasında özellikle İngiltere, İrlanda ve İskandinav
ülkelerinde medya okuryazarlığı uzun zamandır tartışılan ve çeşitli uygulamaları
görülen bir konu olmasına karşın, AB kurumsal düzlemine medya okuryazarlığı
kavramının girmesi ancak 2000 yılı sonrasına denk gelir. 2000 Mart’ında yapılan
Lizbon zirvesi Avrupa Birliği’nin yeni enformasyon ve iletişim teknolojisine dayalı
bilgi toplumu ve bilgi ekonomisinin şekillendirdiği geleceğin Avrupasını, bir başka

18
deyişle e-Avrupa’yı yaratma konusundaki stratejilerin belirlendiği ve kararların alındığı
zirvedir. Zirvenin sonuç bildirgesine göre bir “Avrupa Modeli Enformasyon
Toplumu”nun tanımlanması önerilmiştir. Bu tanımlama “yüksek düzeyde toplumsal
içerme/kapsayıcılık (“dijital olarak okuryazar Avrupa”) ile Avrupa’nın kültürel ve dilsel
çoğulluğunun korunmasına temellenir. Lizbon kararları doğrultusunda “insana yatırım”
ilkesi benimsenmiştir. Bu da yaşam boyu öğrenimin desteklenmesi anlamına
gelmektedir. Bu nedenle AB, eğitime genel bütçede ayrılan payın artmasına önem verir.
Çünkü temel ilke insana yatırım ise, yeni insan kaynakları becerilerinin geliştirilmesi
gerekmektedir. Bunlar ise, enformasyon teknolojilerini kullanma becerileri, yabancı
diller, tekno-kültür bilgisi, girişimcilik ve sosyal becerilerdir… AB’de enformasyon
toplumu politikası bu şekilde öğrenme, toplumsal içerme/kapsama, topluluk kalkınması
ve demokratik katılım üzerine temellenmiştir.” (Binark, 2003)

Lizbon zirvesinden sonra AB’de enformasyon toplumu uygulamasına yönelik olarak


hazırlanan eylem planında, 2002 yılına kadar telekomünikasyon pazarının tamamen
liberalleştirilmesi, İnternet kullanım maliyetinin düşürülmesi, 2001 yılına dek tüm
okullarda İnternet erişiminin sağlanması ve tüm öğretmenlerin İnternet kullanım bilgi-
becerisi ile donatılması, 2003 yılına kadar temel kamu hizmetlerinde İnternet erişiminin
sağlanması ve e-devlete geçiş yolunda gerekli altyapının hazırlanması gibi hedefler
bulunmaktadır. “Lizbon zirvesinden sonra Avrupa Konseyi’nin 21-22 Haziran 2002
tarihinde Sevilla’da gerçekleşen toplantısında ise, “e-Avrupa 2005: Herkes İçin
Enformasyon Toplumu Eylem Planı” kabul edilmiştir. Bu eylem planının “modern
kamusal online hizmetler”, “e-hükümet” (e-government), “e-eğitim” (e-learning), “e-
sağlık” (e-health) ve “e-ticaret” (e-business) gibi alt başlıkları vardır”. (Başaran, 2005)
Bu başlıklardan e-eğitim, diğerleri gibi 2000 yılından itibaren hazırlıklarına girişilmiş
bir program olarak 25 yaş altı eğitim çağındaki nüfusun ICT temelli bir eğitim sistemine
dahil edilmesi, bu eğitim sürecinin meyvelerinin hızla ekonomik ve sosyal yaşamda
toplanmasını amaçlamaktadır (Commission of the EU, 2000). Dijital okuryazarlık
konusu da hem e-eğitim planı içinde, hem de e-Avrupa projesinin ya da enformasyon
toplumu politikasının genelinde sıklıkla vurgu yapılan bir başlık olarak böylelikle
gündeme gelmiştir. Medya okuryazarlığı ise medyanın tümünü kapsamak üzere bu
politikanın başlıca uygulayıcısı olan AB bakanlığı olarak nitelendirebileceğimiz
Komisyonun Enformasyon Toplumu ve Medya Genel Müdürlüğünün ve onun başındaki
Komisyoner Viviane Reding’in çalışma başlıkları altına alınmıştır.

2000 Lizbon zirvesinden bu yana Komisyon medya okuryazarlığı konusunda üç


“workshop” düzenlemiş ve e-eğitim girişimi bünyesinde 30 kadar medya okuryazarlığı
projesi için 3,5 milyon Euro destek vermiştir2. Bu miktar, e-Avrupa 2005 planı ICT
araştırmaları dahilinde toplam 450 projeye verilen 1,7 milyar Euronun bir bölümüdür
(Reding, 2006). Komisyon’a göre bu projeler, çeşitli üye devletlerde medya
okuryazarlığı çalışmalarını yürüten örgüt ve kişilerin bir araya gelmesi, ağlar
oluşturması açısından çok yararlı olmuş, bilgi ve deneyimin düzenli bir biçimde
paylaşılmaya başlamasını sağlamıştır. Destek verilen projelerde,

- medya temsillerinin ve medya değerlerinin çokmedyalı bağlamda analiz edilmesi


- medya okuryazarlığı içeriğinin üretilmesi ve dağıtılması
- toplum ve topluluk yaşamına katılım için medya kullanımının teşviki
- medya eğitimi ile ilgili çalışmaların ağ biçiminde örgütlenmesi

2
Bu projelerin listesi için Bkz. Ek 1. Ek 1.’e alınan projeler sadece medya okuryazarlığı projelerini
kapsamaktadır. Dijital okuryazarlık ve diğer e-eğitim projeleriyle bu alanda daha yüzlerce projenin
yürütüldüğü unutulmamalıdır. Diğer projeleri incelemek için Ek 1.’in referansı kullanılabilir.

19
- medya endüstrisi ve medya eğitimi kuruluşlarının medya okuryazarlığı girişimlerine
aktif katılımının sağlanması gibi nitelikler aranmıştır.

Avrupa’da görsel-işitsel üretim ve dağıtımı geliştirmeyi amaçlayan ve 5 yıllık dönemler


halinde yürütülen MEDIA programının gelecek ayağı olan MEDIA 2007’de de, medya
okuryazarlığı gündeme getirilmektedir. Bu program çerçevesinde Avrupa sinemasının
yaratıcılarının ve izleyicilerinin eğitimi amaçlanmakta, bu doğrultuda da gençlere dönük
sinema festivalleri, okullar ve diğer ilgili kuruluşlarla işbirliği içinde medya
okuryazarlığı ve imaj eğitimleri verilmesi planlanmaktadır.

Diğer taraftan, Avrupa Parlamentosu ve Konsey’in bazı tavsiye önerileri ve kararlarında


da medya okuryazarlığına atıflar vardır. Parlamento ve Konsey’in 30 Nisan 2004 tarihli
görsel-işitsel hizmetler ve enformasyon hizmetleri endüstrisinde küçüklerin korunması,
insan onuru ve cevap hakkına saygıya ilişkin tavsiye teklifi, medya okuryazarlığı ve
medya eğitimi programlarının önemine vurgu yapar. 16 Kasım 2005 tarihli film mirası
konulu tavsiye kararında ise, eğitimde Avrupa film mirasından yararlanılması
önerilirken, eğitimin her seviyesinde görsel eğitimin, sinema çalışmalarının ve medya
okuryazarlığının desteklenmesi ve yaygınlaştırılması istenir.

Yine bir AB girişimi olan Güvenli İnternet Artı Programı (Safer Internet Plus
Programme) ebeveyn ve öğretmenleri güvenli İnternet yöntem ve araçlarıyla donatmayı
amaçlar ve videolar (örneğin müzik videoları) gibi başka medya mesajları ile de
ilgilenir. Bu tür medyadan gelebilecek özellikle ırkçılık, şiddet vb. gibi içerikle
mücadele, anne babaların, eğitmenlerin ve çocukların bu yönde bilinçlendirilmesi bu
programın amaçlarındandır.

Tüm bu girişimlerin dışında medya okuryazarlığını doğrudan ya da dolaylı olarak


ilgilendiren çeşitli AB programları, yalnızca Enformasyon Toplumu ve Medya Genel
Müdürlüğü çatısı altında değil, örneğin eğitimden sorumlu genel müdürlük bünyesinde
de yürütülmektedir. Bunlar arasında devingen ve gayrı-resmi eğitim faaliyetlerini içeren
ve 15-25 yaş gençliğine hitap eden YOUTH programı, gençler arasında medyanın ve
bilgi ve iletişim teknolojilerinin kullanımını geliştirmeye yönelik projelere kaynak
sağlar. SOCRATES programı altındaki MINERVA girişimi de eğitimde ICT kullanımı
ve açık ve uzaktan öğretim konularında Avrupa’da işbirliğini geliştirmeye
çalışmaktadır. Bu kapsamda medya eğitimi ve özellikle de okul tedrisatlarında eleştirel
medya eğitimi projelerine MINERVA tarafından mali destek verilmektedir.

Sonuç
AB’nin yukarıda özetlenmeye çalışılan medya okuryazarlığı girişimleri elbette olumlu
etkinliklerdir ancak yeterlilik ve zamanlama açısından sorgulanmaya açıktır.
Hazırlıkları 1990’lı yıllarda başlamış olsa bile, enformasyon toplumu, e-Avrupa gibi
hedeflere yönelik programların ancak 2000 sonrasında başlatılabilmesi kuşkusuz
AB’nin bu alandaki gecikmesine işaret eder. Yine 1980’li yıllardan bu yana medya
alanında yaşanan ve Avrupa’yı kasıp kavuran ticarileşme ve özelleşme hareketleri
karşısında, medya okuryazarlığı kavramının ancak yeni yeni AB gündemine alınıyor
olması da bir ciddi gecikme olarak nitelenebilir. Buna rağmen, bu hayati konu
etrafındaki AB girişimlerinin takibi ülkemiz açısından hem yararlı, hem de üyelik
ilişkilerimiz çerçevesinde gerekli olacaktır.

20
Kaynakça

Altun, A. (2003), “E-Okuryazarlık”, Milli Eğitim Dergisi, Kış 2003 (158).


(http://yayim.meb.gov.tr/dergiler/158/altun.htm).

Başaran, F. (2005), “Enformasyon Hizmetlerine Erişim: Avrupa Birliği ve Türkiye”, Avrupa Birliği ve
Türkiye’de İletişim Politikaları: Pazarın Düzenlenmesi, Erişim ve Çeşitlilik, der. M. Gencel Bek ve D.
Kevin, Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi, s. 77-125.

Binark, M. (2003), “Avrupa Modeli Enformasyon Toplumu” Politikası ve Kadınların Bilgisayar ve


İnterneti Kullanmaları”, Küreselleşme,İiletişim Endüstrileri ve Kimlikler: Avrupa Birliği ve Türkiye’de
İletişim Politikaları, der. M. Gencel Bek, Ankara: Ümit, s. 135-161.

Commission of the EU (2000), Communication from the Commission: e-Learning-Designing Tomorrow’s


Education. COM (2000) 318 Final, Brussels, 24. 5. 2000.

Çoban, S. (2006), “Eğitim ve Medya Okuryazarlığı”, Radikal, 12. 2. 2006

European Centre For Media Literacy (2006). (http://ecml.pc.unicatt.it/)

Europe’s Information Society (2006).


(http://europa.eu.int/information_society/edutra/skills/index_en.htm)

Hobbs, R. (2004), “Medya Okuryazarlığı Hareketinde Yedi Büyük Tartışma”, çev. M. T. Bağlı, Ankara
Üniversitesi Eğitim Bilimleri Dergisi, 37 (1): 122-140.
(http://www.reneehobbs.org/renee's%20web%20site/Publications/Hobbs%20Ankara%20University.pdf )

Reding, V. (2006), “Policies and Activities: An Overview”.


(http://ec.europa.eu/comm/commission_barroso/reding/ataglance/policies/index_en.ht)

Virkus, S. (2003) "Information Literacy in Europe: A Literature Review" Information Research, 8 (4),
paper no. 159. (http://informationr.net/ir/8-4/paper159.html)

EK 1. AB KOMİSYONUNUN DESTEK VERDİĞİ MEDYA OKURYAZARLIĞI


PROJELERİ
(http://ec.europa.eu/education/programmes/elearning/projects/022_en.html)
(http://ec.europa.eu/education/programmes/elearning/projects/031_en.html)

ALLMEDIA - Alliance for a Media Literate Europe: This project brings together a diverse alliance of
schools, universities, companies, individuals and other formal and non-formal educational organisations,
in order to create a pan-European non-profit network organisation that will be a key force in bringing
media literacy education to all pupils and students in Europe, their parents, their teachers ...
Co-ordinating organisation: Karlstads-Hammarö gymnasieförvaltning
Contact person: Urban Karlsson urban.j.karlsson@karlstad.se

Bookworm goes on line - Alliance for a Media Literate Europe: Girls and women with a low level of
education and different social from cultural background are targeted. The women are trained in analysing,
selecting and evaluating information through setting up and contributing to their own on-line magazine.
Working with information and communication tools, the women acquire further key qualifications that
increase their chances of employment.
Co-ordinating organisation: IB Bildungszentrum Stuttgart
Contact person: Christiane Nill christiane.nill@internationaler-bund.de
Project Web site : http://www.bookworm4you.net

DIMELI - Dialogical Media Literacy: The chief aim of this project is to experience dialogical learning in
the context of media literacy, as well as to foster critical analysis at a European level among people from
different backgrounds, and to gather the results in a handbook of good practice.Co-ordinating
organisation: Asociación de alumnos y exalumnos Agora
Contact person: Rodríguez Rodelas ea-verneda@terra.es

21
EM@C-ONLINE - European Medi@Culture online: This project aims to provide the following online
resources for pupils, students, teachers, parents and other interested :

• information on both technical and pedagogical issues relating to use of multimedia in schools
• opportunities to network through an interactive platform
• database of past and present projects

Co-ordinating organisation: Landesmedienzentrum Baden-Württemberg


Contact person: Jörg Schumacher schumacher@lmz-bw.de
Project Web site : http://www.european-mediaculture.org/index.php?id=91

HISTOIRES - Virtual Multimedia Stories: Writing collective "virtual novels" through the Internet is an
entertaining educational tool for students between the ages 8-18, in order to study foreign languages,
media products and new technologies.
Co-ordinating organisation: T3W
Contact person: Monique Pedrillat moniqueft@aol.com

IMAGEDUC: The object of this project is to create an educational Internet site exploring media news and
our common iconographic background. It will launch transversal European surveys on image issues,
fastering collaboration between research people and artistic and historical patrimonial institutions.
Co-ordinating organisation: Association Groupe l'image
Contact person: Laurent Gervereau laurent.gervereau@imagesmag.net

IPERFIGURINE - Collecting the World: This project aims to develop an original software to realise
didactic paths enabling users to collect multimedia objects in order to fill a personal album. The software
will facilitate the realisation of 10 thematic paths dedicated to the topics of development, education,
human rights and intercultural communication.
Co-ordinating organisation: Gruppo Volontariato Civile
Contact person: Sebastiana Costa Ceccarelli gvc.Sebastiana.costa@libero.it

LA LANTERNE MAGIQUE - Du concret au virtuel: La Lanterne Magique is a European film club for
children aged 6-12. La Lanterne Magique intends to develop an active pedagogy open to all children
through its website, in 5 languages, thanks to interactive play and pedagocial tools.
Co-ordinating organisation: KinderKinoProjekte e. V.
Contact person: Anneke Tilmann a.tilmann@kinderkinoprojekte.de
Project Web site: http://www.lanterne-magique.org

MEDIA-EDUC: Media-Educ is a project aiming at creating a European on-line observatory of practices


and surveys in the field of media education
Co-ordinating organisation: Ministère français de l'Education Nationale - CLEMI
Contact person: Evelyne Bevort e.bevort@clemi.org

MEMOIMAG - Methodologies of Education with Images: This project is an e-learning initiative aimed at
creating a network of schools enabling young people to access, analyse, produce and evaluate material
relating to the new media culture.
Co-ordinating organisation: Confederación Española de Centros de Enseñanza
Contact person: Mariano del Castillo castillo@cece.es
Project Web site : http://www.memoimag.com

MENTOR: The object of this project is to develop a training module for media education and to facilitate
its dissemination in secondary education training centres throughout the Mediterranean Basin.
Co-ordinating organisation: Unesco
Contact person: Lluís Artigas ll.artigas@unesco.org

PEER: This project involves bringing together teenagers from different countries to explore the issue
relating to disabilities, and to develop a documentary film and website.
Co-ordinating organisation: Fundación Castillo de Liscar
Contact person: José Antonio Martinez : jmartinez@fundacioncastillodeliscar.com

22
PROJECT M: The aim of Project M is to increase the skills of young people in the fields of media
literacy, image education and intercultural dialogue.
Co-ordinating organisation: Engage! InterAct
Contact person: Peter Merry peter@engage.nu

RAPSTRANGE - Re-working Angles of Perception Strangeness: The objective of Rapstrange is to


contribute to fight xenophobic tendencies by enhancing dialogue and cooperation with creators of
audiovisual and multimedia content targeting young people.
Co-ordinating organisation:Bildungsverbund Neue Bundesländer
Contact person: Birgit Bauer project-group@tpnet.de

RELATE: This project will focus on the production and evaluation of teaching materials concerned with
the representation of love, sex and relationships in the media.
Co-ordinating organisation:Institute of Education - University of London
Contact person: David Dennis Buckingham d.buckingham@ioe.ac.uk

Videomakers on line - Network of website for audiovisual coproduction: This project will involve
cooperation between three European cities in the creation of a web magazine concerning the audiovisual
field (video, fiction, films and cinema, documentary films and advertising). The site will specifically
target people aged between 18 to 29.
Co-ordinating organisation:Comune di Bologna
Contact person: Doriana Bortoloni Doriana.Bortolini@comune.bologna.it

CACTUS - Clés pour une approche citoyenne du traitement européen de l'information: Le projet
CACTUS répond au plan d'action eLearning qui demande de promouvoir le développement de l'e-
learning en Europe, en mettant en place un consortium européen capable d'investir dans la recherche, de
former les formateurs et de mettre en place un contenu témoin.
Co-ordinating organisation: GRETA PAYS BASQUE
Contact person: Claude LATREILLE claude.latreille@audiovisuel-cassin.com

EACTV - Citizens first - Facilitating e-participation in media governance: EACTV aims to create a new
'frame of reference' between television and citizens in order to enhance the full participation and
collaboration between media researchers, education authorities, media professional bodies, social and
political institutions and - of course - the users.
Co-ordinating organisation: Latimer Europa, Belgium
Contact person: Paolo Celot celot@latimer.net

eCLIPse - Digital Video Clips for a Social Europe: TV has become a closed circuit of advertisement in
all its forms and often relies on image building to achieve its goals. Some of the consequences of the
massive - and mainly free - distribution of value-loaded images at the service of economic benefit, are
religious and gender prejudices, domestic violence, xenophobia and racism, none of which contributes to
real integration of European citizens.
Co-ordinating organisation: LMI (Interactive Media Lab) - Universitat de Barcelona
Contact person: Mr. Antonio Bartolomé abartolome@lmi.ub.es

ECML - European Centre for Media Literacy: With media technology becoming so prevalent in homes,
and with multi-media education more possible now with student access to computers and the Internet,
"media literacy" expands the basic concept of literacy (i.e. "reading" and "writing") to all forms of
communication - from television to T-shirts, from billboards to multi-media environments. In our world
of multi-tasking, commercialism, globalization and interactivity, media education isn't about having the
right answers-it's about asking the right questions. The result is lifelong empowerment of the learner and
citizen.
Co-ordinating organisation: Università Cattolica del Sacro Cuore -Piacenza Campus - Department
CRATOS
Contact person: Mr Domenico Ferrari domenico.Ferrari@unicatt.it and Ms. Elena Murelli
elena.Murelli@unicatt.it

e-QUALITY - Virtual Spaces of democratic dialogue among cultures, about the image: The general aim
of the present project is to foster democratic participation and the use of ICTs by people who have had
fewer opportunities to access them, by means of training focused on critical reading of the mass media,
including the images derived from these. We will work specifically with the Internet, because it is the

23
most accessible way to work in the classrooms and because of the resources of the participating
associations.
Co-ordinating organisation: FACEPA (Federation of Cultural and Educational Associations in Adult
Education)
Contact person: Ms. Ana Lebrón Ruiz facepa@telefonica.net

Glocal youth - Textes et contextes médiatiques pour jeunes dans le Nord et le Sud: Les objectifs du projet
sont:

• promouvoir la conscience par rapport à l'influence importante des images et des messages
médiatiques sur la vie et sur les choix personnels des jeunes Européens et des immigrés;
• améliorer la connaissance interculturelle, en particulier la conscience des spécificités et des
aspects communs de la situation de consommateurs médiatiques que les jeunes européens et ceux des
pays d'émigration sont en train de vivre, dans le développement continu des échanges commerciaux et
culturels provoqués par la mondialisation;
• réaliser un instrument utilisable pour des activités d'éducation aux médias avec des jeunes;
• réaliser avec des jeunes Européens une analyse des textes et contextes médiatiques du Nord et du
Sud prenant les jeunes comme cibles;
• favoriser l'auto-représentation des jeunes.
Co-ordinating organisation: Lai-momo
Contact person: Ms. Sandra Federici progetti@africaemediterraneo.it

ICON - Identity Formation in Contextual Media Culture: Based on existing research, teenagers have a
tremendous and pervasive impact on the technological, social, communicative changes in knowledge
society. The various formations of individual and group-oriented, passive and active performances and
styles on the web, raise substantial questions of the critical implications how information will be
generated, perceived and received on the web. Simultaneously new ways of communication, collaboration
and creative ways of interacting on the web have generated a new learning culture which goes far beyond
passive reception, reproduction and consumption.
Co-ordinating organisation: University of Art and Design Helsinki, UIAH, School of Art Education
Contact person: Mr. Stefan Sonvilla-Weiss sonvilla-weiss@uiah.fi

LOG IN THE MEDIA - Media literacy on line for minority ethnic audiences: The main objective of the
project is to provide ethnic minority audience groups with innovative tools to fight against racism,
discrimination, xenophobia and social exclusion as spread by the media by means of media literacy,
empowerment and the production of original intercultural media materials. All the activities will
effectively improve intercultural dialogue with media operators and broadcasters. The project will also
strengthen and further develop cooperation and networking between bodies operating at the European
level in media literacy, anti-discrimination, e-learning, media and minorities' issues.
Co-ordinating organisation: COSPE - Cooperazione per lo Sviluppo dei Paesi Emergenti(IT)
Contact person: Ms. Anna Meli meli@cospe-fi.it

Media[net]works Intercultural ICT - mediated Communication Competencies as a Key to enable


Participation in a Network Society: The aim of the project is to promote active citizenship through digital
and media competence in combination with intercultural awareness.
Co-ordinating organisation: Fachhochschule Koblenz, Sprachen / Internationales
Contact person: Laurent Borgmann Borgmann@RheinAhrCampus.de

MELICI - Strengthening the community through new media for an active and Media Literate European
Citizenship: The project will undertake studies and analysis of initiatives aimed at improving media
literacy and active participation of different groups in society in different regions of Europe.
Co-ordinating organisation: European Journalism Centre, further training
Contact person: Ms. Raymonde Griswold griswold@ejc.nl

MENTA - Réalisation et diffusion d'une étude sur l'éducation aux médias à la violence des images: Une
coalition d'organisations européennes se propose de recueillir, d'analyser et de diffuser un ensemble
actualisé de données sociologiques provenant de différentes régions linguistiques et culturelles sur la
socialisation des jeunes par les médias.
Co-ordinating organisation: UNESCO, l'Organisation des Nations unies pour l'éducation, les sciences et
la culture Division du développement de la communication
Contact person: Lluís Artigas de Quadras ll.artigas@unesco.org

24
RoRep - Roaming Reporters: The Roaming Reporters project seeks to turn the act of reporting into a
language of communication among the young people and aspires to create intelligent users of the Mass
Media that possess a critical viewpoint and can express themselves to the wider audience.
Co-ordinating organisation: European Chidlren's Television Center (ECTC)
Contact person: Mrs. Georgia Aggelaki programmes@ectc.gr

SUSI - Human Development in the Information Society: The main objective is the set up and running of a
European Course of Specialisation in Communication and Human Development, disseminated online in
three distinct European countries and languages, with the integrated use of various media.
Co-ordinating organisation: VIS (Volontariato Internazionale per lo Sviluppo) - Roma
Contact person: Mr. GianMarco Schiesaro gm.schiesaro@volint.it

25
AVRUPA BİRLİĞİ ÇEVRE POLİTİKALARINDA KATILIM HAKKI:
AARHUS SÖZLEŞMESİ

Çağdaş Ceyhan

1. GİRİŞ
Avrupa II. dünya Savaşı sonrasındaki bu çürümüşlük içinden siyasal bir ürün olan
kendi toplum modelini oluşturmuştur. Danimarkalı ayrıksı yönetmen Lars Van Trier’in
1984 yapımı “Element Of Crime” (Suç Elementi) adlı filminde “Dedektif Fisher
Avrupa’da sürdüğü bir cinayet araştırmasından sonra Kahire’ye döner. Belli ki bu
deneyimin sarsıntısını üzerinden atamamış, dayanılmaz baş ağrılarına ve saplantılara
kapılmıştır ve pek az şey anımsayabilmektedir. Bir Arap terapistin yardımına
başvurarak hipnoz altında geçmişin anılarına, acılara ve Avrupa’ya doğru bir yolculuğa
çıkar. Avrupa çok değişmiştir terkedilmişlik ve çürümüşlük içindedir” (Akar, 2000).
Avrupa tıpkı Trier’in filminde olduğu gibi II. Dünya Savaşı sonrası çürümüşlük
içinde istikrarı aramaktadır. “Ekonomik siyasal bunalımlara çare bulmak içinde
gelecekteki Avrupa’yı yaratmak içinde, siyasal yapının etkin kullanılması
gerekmektedir” (Koray, 2002 : 96).
Sosyal-liberal denilen ekonomik sistem ve devlet anlayışıyla ilgili bir uzlaşma
anlamına gelen bu sistemin üç önemli ayağı vardır. “Kapitalist ekonomi veya piyasa
ekonomisi; çoğulcu ve demokratik bir siyasal yapı ve işleyiş ; refah politikalarına
yönelmiş bir devlet anlayışı” (Koray, 2002 : 107).
Bugün Avrupa Toplum Modelinde insan hakları gelişmesi içinde dayanışma
hakları diyebileceğimiz bir üçüncü haklar kuşağıyla karşılaşmaktayız (Koray, 2002 :
103). Bu haklar kadın çocuk çevre ve insanlık mirasının korunması gibi daha belirgin
konuları kapsar. Tartışılan diğer bir hak biçimi de gelişme hakkıdır, bu hak bireylerin
demokrasiye katılım hakkını hayata geçiren demokratik ve politik bir gelişmeyi
öngörür. Katılımın hakkının birbirini takip eden iki aşaması vardır. Kararların alınması
ve uygulanması. İlk aşamada kararların alınmasına katılım sadece alınan kararlar
doğrultusunda hizmetin yerine getirilmesinden ibaret değildir, idare ve yargının
faaliyetlerini yönlendirmede bu süreç içine girer.
Bu kısa çalışmamızda Katılım hakkının Avrupa Birliği’nde ki tarihsel gelişimini
açıkladıktan sonra Avrupa Birliği’nde Çevre politikalarında katılım hakkının uygulanışı
Aarhus sözleşmesi çerçevesinde tartışılacaktır.

2. KAMUSAL ALANIN TARİHSEL GELİŞİMİ VE AVRUPA BİRLİĞİ


KAMUSAL ALANI
“Kamusal alanı (öffentlickheit/public sphere), iletişim ve dolaşım halindeki
enformasyon ve düşüncelerden oluşan bir şebeke biçiminde tanımlayabiliriz”
(Habermas’tan aktaran, Çelebi, 2002 : 82).
Avrupa 20. yy’ın ikinci yarısında sadece farklı görüşteki siyasal partilerin
olmasıyla değil genel olarak kamuoyunun dikkate alındığı demokratik bir geleneğin
sahibi olmasıyla da dikkat çekiyordu.

26
Kamusal alanın tarihine kısaca baktığımızda 17. ve 18. yy boyunca burjuvaziyle
başlayan örgütlenmeler, çeşitli kentli sınıflar ve meslek örgütleriyle devam etmiştir.
siyasal anlamda kamuoyunun oluşması İngiltere’de başlamış kralın ve parlamentonun
iktidarını sınırlayacak güce ulaşmasıyla olur.
İngiltere’dekine benzer gelişmeler diğer Batı Avrupa ülkelerinde de yaşandı.
“Fransa’da devrim İngiltere’de bir asrı aşan kesintisiz bir gelişim gerektiren şeyi, yani
düşünce üreten kamusal toplulukları daha az istikrarlı şekilde bir gecede inşa etti”
(Koray, 2002 : 91)
Keane’inde belirttiği gibi sivil toplumu var eden amaçlar büyük ölçüde ekonomik
koşullarda saklıdır.
Habermas kamusal alanın sivil toplumdaki iletişim, diyalog ve müzakereye
karşılık geldiğinin iletişim ve müzakere sürecini ve bu süreçte kullanılan yöntem ve
araçları tanımladığını söyler. “Kamusal alan yurttaşların demokratik görüş ve irade
oluşturmasındaki en önemli platform olup demokratik ve siyasal kültüründe
vazgeçilmez bir kaynağıdır” (Çelebi, 2002 : 82). Kamusal alan herkesi ilgilendiren
sorunların bütün boyutlarıyla tartışıldığı yerdir.
Habermas’a göre kamusal alan ancak gelişkin bir liberal hukuk devleti ve sivil
toplumda var olabilir.
Rawls’da kamusal akıl düşüncesinin uygulanmasında sivil toplum kurumlarını
olmazsa olmaz koşul olarak kabul eder. Yine Rawls kamusal aklın yalnızca demokratik
anayasal bir topluma özgü olduğunu söyler. Rawls’ın kamusal akıldan kastettiği
“Siyasal bir toplumun planlarını gündemini oluşturma, bu doğrultuda karar alma tarzı,
yolu, yordamı planlarını uygulama ve koyma becerisidir (Çelebi, 2002 : 29).
Kamusal alanı asıl taşıyan siyasal iktidarla sistem içindeki kamu iktidarı arasında
bir yerde konumlanan sivil toplum örgütleridir. Sivil toplum örgütleri kamu otoritesini
toplumsal hareketler aracılığıyla kuşatır.

Avrupa Birliği Kamusal Alanı


Avrupa Birliği’ndeki demokrasi açığına alternatif Avrupa yurttaşlığı fikri ve
Avrupa kamusal alanının güçlendirilmesidir.
Bugüne kadar kamusal alan hep ulus devletle sınırlandırıldı. Avrupa kamusal alan,
fikriyse ulusüstü ölçekte Avrupalı toplumsal hareketlerin çabasıyla olacaktır.
“Attac, Raisond’agir gibi örgütler Brüksel’e karşı Avrupa düşüncesinin halkların
iradesini önce çıkaran alternatif arayışların ürünüdür. Eskiden ulus-devletlerin
demokratikleşmesini amaçlayan toplumsal eleştiri, şimdi ulusüstü küresel örgütlerin
düzenlenmesini amaçlayan bir nitelik kazanmıştır” (Çelebi, 2001 : 87).
Avrupa kamusal alanı fikrini yaratan nedenlerin başında sınır tanımayan ekolojik
krizlerdi. Buna örnek olarak ulus-devletin sınırlarını aşıp bütün Avrupa’da etkili olan
deli dana krizi verilebilir.
Çelebi’ye göre Avrupa alanında yurttaşlar siyasal bir özne haline gelerek yükümlü
oldukları yasaların yazarı haline gelirler.
Giderek Avrupa Birliği karar alma süreci çok merkezli bir yapıya dönüşmektedir
alt komitelerde çok sayıda kuruluş temsil edilmektedir.

27
Avrupa kamusal alanının iyi işleyebilmesi için Avrupa yurttaşlığının oluşturduğu
sivil insiyatiflerin çokmerkezli Avrupa örgütlenmesini denetleyebilecekleri bir iletişim
ağının kurulması gerekmektedir. Bu elektronik iletişim ağı yurttaş insiyatifinin kamusal
alanı olarak tanımlanır.
3. KATILIMIN TARİHSEL GELİŞİMİ
Katılım bölgesel ya da evrensel bir metinde ilk defa kullanılması 1975 tarihli
Helsinki Sonuç Belgesi’nin halkın çevreyi koruyup geliştirecek bir çevre politikasının
uygulanmasında katkısına değinilmesidir. “Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu
bünyesinde Çevre Hukuku Uzmanlar Grubu’nun 1985 ve 1986 Haziranında Hague’de
yaptığı toplantıların sonucunda hazırladığı çevrenin korunması ve sürdürülebilir
kalkınmaya ilişkin yasal ilke ve önerileri içeren çalışmada özellikle örgütler yönünden
geniş bir katılımın önemi belirtilmiştir” (Turgut, 2001: 270). Dünya Doğa
Antlaşması’nda (23. ilke) etkin bir katılımın kolaylaştırılması ve özendirilmesi
gerekliliği ödev kavramı çerçevesinde açıklanmıştır.
Rio Konferansının 10. ilkesi de katılıma yer vermiştir.
“Çevre konuları en iyi bütün ilgili kişilerin ilgili seviyede katılımıyla ele alınır.
Ulusal seviyede bütün bireyler, kamu otoritelerince tutulan çevre bilgilerine, her ne
kadar bu bilgi toplumdaki tehlikeli materyallerden ve aktivitelerden karar verme
sürecine katılma fırsatı verse bile, uygun bir şekilde ulaşılmalıdır. Devletler ellerindeki
bilgileri geniş bir şekilde ulaşılabilir kılarak, kamu dikkat ve katılımını kolaylaştırmalı
ve cesaretlendirmelidir. Düzletmeleri dahi içeren adli ve idari tutanaklara etkili ulaşım
sağlanmalıdır” ‘(Zwiep, 1994).
İklim Değişikliği Sözleşmesi ve Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesinde de katılımın
sağlanması gerektiği fikri işlenmiştir.
“1983 yılında Birleşmiş Milletler Genel Sayfası Kurulu’nun Kararıyla kurulan ve
1985’de yayınlanan Ortak Geleceğimiz adlı raporu hazırlayan Dünya Çevre Kalkınma
Komisyonu’nun hukuk raporunda da gönüllü kuruluşların rolüne dikkat çekilmiştir.
Yine Gündem 21’in 40. Bölümü çevreyle ilgili bilgiye erişim ve çevreyi etkileyecek
etkinliklerle ilgili kararlara halkın katılımı başlığını ayırmıştır” (Sav : 3).
“Avrupa’daki gelişmelere baktığımızda Avrupa Birliğinin 1990 yılında kabul
ettiği 90/313 sayılı Direktif (Ev Directive 90/313 EEC) dir. Yine Avrupa da örneğin,
1992 tarihli Baltık Deniz Bölgesinde Deniz Çevresinin Korunmasına ilişkin sözleşmede
(17. madde) BM Avrupa Ekonomik Komisyonu çerçevesinde hazırlanıp 17 Mart 1992
tarihinde Sınai Kozaların Sınıraşırı Etkileri ile yine bir BM, AEK sözleşmesi olan
Sınıraşan Akarsular ile Uluslararası Göllerin Kullanım ve Korunmasına İlişkin
Sözleşme doğrudan doğruya halkın çevreyle ilgili kararların alınmasına katılması
sürecine ilişkin hükümler içermektedir” (Sav : 2).
Bu konudaki en son gelişmelerden biri olan “Aarhus Sözleşmesi Avrupa
Birliği’nin 1990 tarihli 313 sayılı direktifi çerçevesinde kazanılan deneyimlerin, bu
kez coğrafi olarak aynı ana karada yer alan fakat Avrupa Birliği’ne üye olmayan
devletlere de yaygınlaştırılması amacıyla yapılan bir çalışmanın ürünüdür” (Sav : 3).
Böyle bir sözleşmenin hazırlanması konusundaki fikir, BM Avrupa Ekonomik
Komisyonuna (ECE) Sofya’da yapılan Üçüncü Bakanlar Konferansında ortaya
atılmıştır. “Esasen bu konferansta çevreye ilişkin birbiriyle ilintili iki önemli karar
alınmıştır. Karar çevresel bilgi ve belgelere erişme ve çevresel karar alım sürecine
halkın katılımı hakkındaki ECE ilkelerinin kabul edilmesidir. 2. karar ise doğrudan

28
katılıma ilişkin olan bir sözleşmenin hazırlanmasıdır” (Turgut, 2001 : 271). Aarhus
Sözleşmesi 25 Haziran 1998’de imzaya açılmış, Ekim 2001’de de yürürlüğe girmiştir.

3.1. Katılımın Anlamı


Geniş anlamıyla katılım bireylerin çevresel yönetim sürecinde rol oynamaları,
etkide bulunmaları ve böylelikle kendi yaşamlarını şekillendirecek bu süreci
yönlendirmeleri demektir (Turgut, 2001 : 280).
Katılımın birbirini takip eden iki aşaması vardır. Kararların alınması ve
uygulanması. İlk aşamada kararların alınmasına katılım sadece alınan kararlar
doğrultusunda hizmetin yerine getirilmesinden ibaret değildir, idare ve yargının
faaliyetlerini yönlendirmede bu süreç içine girer.
Katılımın geniş anlamı ise rol oynama ve yönlendirme sözcüklerini de kapsamına
alır. Bunun anlamı ise sessiz protestodan pasif direnişe kadar uzanan bir dizi eyleminde
tanım içinde yer almasıdır.
“Böylece katılım demokratik bir toplumsal yapıda gerçekleştirilebilecek eylemleri
ya da baskı grubu faaliyetini de içine alarak şekilde genişlediği görülür” (Turgut, 2001 :
282).

3.2. Bilgi ve Belgelere Ulaşma Hakkı


Katılımın gerçekleşmesi katılım faaliyetine katılacak olanların konulardan ve
faaliyetlerden haberdar olmalarına bağlıdır. Bu yüzden katılım ilkesine yer veren
düzenlemelerin hepsi bilgi ve belgelere nasıl ulaşılacağı konusuna yer vermiştir.
Bilgi ve Belgelere Ulaşma Üç Şekilde Düzenlenmiştir.
1) Hak Şeklindeki Düzenlemeler :
Sadece belli bir alana özgü değil genel bir düzenleme çerçevesinde kabul edilir.
Yasa genel olarak enformasyon özgürlüğü kamu yönetimi dosyalarına erişme, kamunun
bilgi ve belgelere erişmesi gibi adlar taşır. İspanya ve Portekiz’de düzenleme bu
şekildedir.
2) İdari Usul Yasalarına Bir Takım Hükümler Konulması :
Burada hakkın asıl muhatabı idaredir ve bu yasalarda idare ile bireyler arasındaki
ilişkilerin ve iletişimin temel noktasını düzenler.
3) Son Düzenleme Şekli :
Çok daha spesifik alanlardaki hukuki düzenlemelerle bireylerin ilgili konularda
bilgi ve belgelere nasıl ulaşılabileceğini ve kamu birimlerinin bu konudaki
sorumlulukları konusunda özel hükümlerin korunmasıdır. Bu yasaların bir kısmı
çevreyle ilgili yasalardır”. AB’nin kamu hakkındaki direktifinin gereğini iç hukuka
yansıtma zorunluluğu vardır. Bu bağlamda ya doğrudan çevresel bilgi ve belgeleri
edinme konusunda bir yasa çıkarılmış ya da bunun yanısıra veya yalnız başına olmak
üzere bu konudaki hükümler çevreyle ilgili yasalar serpiştirilmiştir (Turgut, 2001 : 285).

29
Bölgesel düzeydeki en önemli düzenleme Avrupa Birliği’nin Çevre Konusundaki
Bilgi ve Belgelere Erişme Özgürlüğü başlıklı direktifidir. Bu konuya ilişkin en son
örnekse Aarhus sözleşmesinin dördüncü ve beşinci maddelerindeki düzenlemelerdir.

3.3. Bilgi Belgeye Ulaşma Yolları


Bu yönde kullanılan başlıca araçlar ulusal, yerel basınla açıklama ilgili kişilere
postayla bildirme ve halkın ulaşabileceği danışma merkezlerini harekete geçirmedir.
Diğer bir yöntem de idari birimlerin bu bilgileri periyodik olarak internet aracılığıyla
yayınlamalarıdır.
Birliği Belgeye Ulaşma konusundaki en önemli sorunlardan biri masraflardır.
Aarhus sözleşmesinde bu sorun belgelerin kopyalanmasındaki ücretin makul bir
maliyeti geçmeyeceği şeklinde çözümlenmiştir.

3.4. Katılım Olanaklarından Yararlanacak Olanlar


Katılımı ele alan metinlerde katılıma katılacak kesimler halk ve bireyler gibi geniş
kapsamlı sözcükler kullanılmıştır.
Rio Bildirgesinde katılıma katılacak olanlar birey olarak belirtilmiştir.
Daha spesifik düzenlemelerde ise ilgili yurttaşlar, yasal bir menfaati olanlar, haklı
bir sebebi olanlar, çevreci örgütler, kamu menfaati grupları gibi sözcükler
kullanılmaktadır.
Özellikle Rio Bildirgesinden sonra yöre halkının görüşlerinin alınması, çevrenin
örgütlere tanınan olanakların arttığı görülür.
Sivil toplum örgütlerinin birçok sözleşmede görüşme ve karar alım süreçlerine
gözlemci olarak katılımı açıkça kabul edilmiştir.

3.5. Katılım Şekilleri


Halkın görüşlerinin öğrenilmesi için çeşitli yollar vardır; panel konferans gibi
toplantılar düzenlendiği gibi kamuoyu yoklamaları gibi yöntemlere de başvurulur.
“Referandum’da diğerleri kadar sık olmamakla birlikte halkın tercihlerini almak
için özellikle uygulandığı görülür. Halk girişimi referandum şeklinde gelişen bu yöntem
havaalanı, otoban yapımı ve arazi kullanımına ilişkin yerel planlamalarda halkın
görüşlerin açıklamak zorunda olan yetkili birimler halkın görüşlerini öğrenmek için bu
yola başvurur” (Turgut, 2001 : 301).
Fransa’da ise kamusal anketler bireylerin hak ya da menfaatlerini etkileyecek
projelerden halkın haberdar edilmesini ve bunlar hakkındaki görüşlerinin ve itirazlarının
öğretilmesini amaçlar.
Doğrudan doğruya halk toplantıları ise ABD, İsveç ve Hollanda’da yaygındır.
burada değişik halk kesimlerinden kişiler biraraya gelerek idarecilerle sorunları
tartışırlar.
Diğer bir katılım şeklide çevreci örgütlerin ve halktan temsilcilerin danışma
organlarına katılımıdır.

30
Katılımın diğer bir kanalı ise çevre sorunlarının halledilmesinde ün kazanan
arabuluculuktur. Arabuluculuk büyük ölçüde çevreci örgütler tarafından üstlenilir.

3.6. Kamusal Katılımın Araçları


Katılımın üç ana prensibi vardır
1) İlgili bilgiye ulaşabilme
2) Katılım hakkı
3) Şikayet temyiz ve dava açma hakkı
Bunlar dışında resmi olmayan yollarda vardır. Gazetelere mektup yazmak,
gösteriler, protestolar gibi.
Katılımın demokratik formlarda oy vermek, temsilcileri aramak veya onlarla
görüşmek referanduma katılmak gibi yolları da vardır.
Katılımın bazı araçları
1- İlan etme ve tenkit prosedürü
2- Kamusal duruşmalar
3- Tavsiye komiteleri
4- Uluslararası anlaşmalar
5- Çevresel etki değerlendirmeleri
6- Ombudsman

3.7. Sivil Toplum Kuruluşlarının Rolü


Sivil toplum Kuruluşları ikinci dünya savaşından sonrasında özellikle 60’lı
yılların sonunda etkinliğini katınlamıştır.
“70’lerde birçok batı ülkesinde anti-nükleer enerji tartışması büyük bir konuydu.
Bu olay ateşli tartışmalarına, gösterilere, yerel ve bölgesel seviyede enerji konuları
üzerine uzmanlaşmış STK saygılarının çok hızlı artmasına ve diğer bir çok sosyal
hareketle, işçi organizasyonlarıyla, tüketici organizasyonlarıyla, kadın
organizasyonlarıyla, kiliselerle, sol partilerle yakın dayanışmaya neden olmuştur.
2 milyon üyesiyle çevre hareketi Hollanda’da 90’larda en büyük sosyal hareket
haline geldi. Bu, doğanın korunmasının ve politik gündemde önemli yer tutmasının
sebeplerinden biridir. Hollanda’da 70’lerde 700 civarı çevre hareketi grubu kuruldu.
Birçoğu yol inşaatı, uçak gürültüsü ve endüstriyel sorunlar gibi yerel sorunlar üzerine
eğildiler. Hollanda’da 1980’lerin başında 54 ulusal, 65 bölgesel ve 59, yerel
organizasyon bulunmaktaydı” (Zwiep, 1994).
Sivil Toplum Kuruluşlarının katılım konusundaki rolleri Avrupa Birliğinde
Katılım bölümünde ayrıntılı olarak anlatılacaktır.

31
3.8. Kararların Uygulanması Sürecine Katılım
3.8.1. Kararların Yerine Getirilmesine Katılım
“Bazı hizmetlerin gerçekleştirilmesini yetkili birimlerin yanısıra bizzat
üstlenmeleri söz konusu olup bu durum ortak hizmet diye anılmaktadır” (Turgut, 2001 :
310-311). Böylece yurttaşlar hem hizmet eden hem hizmet gören konumunda olurlar.

3.8.2. İdari Başvuru


İdari başvuru yurttaşların yakınma düzeyindeki sorunları için kullandıkları bir
yoldur. İdari başvuru yoluna çok çeşitli sebeplerle gidilebilir.
- Bilgi belge edinme hakkının yanıtsız bırakılması
- Kamusal toplantılarda halkın görüşünün dikkate alınmaması
- ÇED sürecinde esaslara uyulmaması idari başvuru nedeni olabilir.
3.8.3. Yargısal Başvuru
“Çevreci birey ve örgütlerin kişisel haklarını arama söz konusu olmaksızın
çevrenin korunması için yargısal başvuru yolunu kullanabilmeleri olgusu da bu başvuru
şeklinin katılımın geniş anlamı içinde alınmasını gerektirmiştir” (Turgut, 2001 : 315).
“Bu katılım hem adli yargıdaki hukuk ve ceza davalarında, çevreci örgütlerini
yargılamaya davacı ya da müdahil sıfatıyla etkide bulunmaları ve davacı olarak rol
oynamaları şeklinde gözükür” (Turgut, 2001 : 315).

4. AVRUPA BİRLİĞİ’NDE KATILIM


Topluluk vatandaşlarının çevre konusundaki çalışmalara katılabilmesi için bazı
çalışmalar yapılmıştır. Bunlardan ilki Avrupa Çevre Ajansının Kurulmasıdır.
Avrupa Çevre Komisyonunun oluşmasına ilişkin proje ilk defa Avrupa
Komisyonunu hazırlattığı Çevre ve iç Pazar adlı çalışmada şekillenmiştir.
“Avrupa Konseyi, 7 Mayıs 1990 tarihinde 1210/90 sayı ile bir Avrupa Çevre
Ajansı’nın ve bununla birlikte bir Avrupa bilgi ve gözlem ağının kurulmasına ilişkin bir
tüzük kabul etmiştir” (Budak, 2000 : 89). Tüzüğün amacı Avrupa seviyesinde çevreye
ait verilerin toplanması, işlenmesi ve böylece tarafsız ve güvenilir bilgi sağlanmasıdır.
İkinci bir adım olarak ta Enformasyon Yönergesi denilen düzenlemedir.
Avrupa Birliğinde çevreyle ilgili eylem programlarının ilk üçünde çevre ile ilgili
bilgilere serbestçe ulaşabilme hakkına hiç değinilmemiştir. “Sadece üçüncü eylem
programında Komisyon’a, Üye Devletlerde çevre korumanın halihazırdaki durumu
hakkında Topluluk çapında açıklama ödevi uygulanmıştır” (Budak, 2000 : 91).
Dördüncü Çevre Eylem Programında ise topluluk vatandaşlarının serbestçe
bilgilendirilmesine tam bir bölüm ayrılmıştır. Dördüncü Çevre Eylem Programında
ulusal hükümlerin düzenlenmesinin daha şeffaf hale getirilmesi, özellikle komisyonun
bilgilendirilmesinin daha serbest kılınması belirtilmiştir.
“Topluluk 7 Haziran 1990 tarihinde Çevre Hakkında Bilgilere Serbestçe Giriş
Hakkında 90/313 sayılı yönergeyi kabul etmiştir. Topluluk bu yönergeyle ayrıca, üye

32
devletlerin ulusal iradelerinin denetimini iyileştirmek suretiyle, halkın çevre bilincinin
daha da geliştirilmesini hedeflemiş ve bununla da Topluluk Çevre politikasının
etkinliğini sağlamayı amaçlamıştır” (Budak, 2000 : 92).
“1995 yılında Avrupa Çevre Ajansı Avrupa’da Çevre Dobris Değerlendirmesi
başlıklı ilk raporunu yayınlamıştır. Avrupa Birliğinde çevrenin durumu hakkındaki lik
kapsamlı raporsa 1998 yılında yayınlanmıştır” (Çevre Vakfı Yayını, 2001 : 134).

4.1. Sivil Toplum Kuruluşları


“Avrupa Konseyi Çevre Korumasında Aktif Görev Üstlenecek Sivil toplum
Kuruluşlarının Geliştirilmesi için Bir Topluluk Eylem Programı’na dair 97/872 EC”
sayılı ve 16 Aralık 1997 tarihli Kararı’nda Antlaşma’nın 130/R maddesinde gösterilen
çevre politikasına sivil toplum kuruluşlarının çevre koruması konusundaki faaliyetleri
sayesinde katkıda bulunabilecekleri düşüncesiyle, bir Topluluk programı hazırlamıştır
(Çevre Vakfı Yayını, 2001 : 135).
Avrupa düzeyinde gönüllü çalışan çevre koruması ile ilgilenilen sivil toplum
kuruluşlarına yardım bulunacaktır. Ayrıca 5. Eylem Programında öngörülen esaslara
hizmet edebilmeleri için bu kuruluşlara yardımda da bulunacaktır.
Avrupa Birliği’nin çevre politikasının şekillenmesinde sadece Birliğin organları
etkili olmaz, sivil toplum kuruluşları da etkili olur.
Topluluk çevre örgütleri siyasi yaklaşımları bakımından değere yönelik ve
başarıya yönelik hareket eden örgütler olarak karşımıza çıkar.
“Değere yönelik gruplar ilkeler geliştirirler, kimliklerine özen gösterirler, kendi
görüşlerine göre ne doğru ve gerekli ise kamuoyu önünde onu savunurlar. Başarıya
yönelik gruplar ise kendi taleplerini uygun bir çerçevede erişilir kılmaya dikkat ederler”
(Budak, 2000 : 178).

4.2. Çevre Örgütlerinin Kararlara Katılım


Avrupa Topluluk Antlaşması’nda Maastrich Birlik Antlaşması ile yapılan
değişiklik ile çevre örgütlerinin de yararlanabileceği bir düzenleme getirilmiştir.
“Topluluk vatandaşlarına Avrupa Parlamentosuna dilekçe ile müracaat etme hakkı
tanınmıştır. Yine bu anlaşmanın 138 (a) maddesinde Üye Devletlerden birinde bulunan
gerçek ya da tüzel kişi tek başına ya da diğer vatandaşlarla birlikte Topluluğa faaliyet
alanına giren her konuda Avrupa Parlamentosuna dilekçe ile başvurabilme hakkını elde
etmiştir” (Budak, 2000 : 188).
Yine Aarhus Sözleşmesi’nden Avrupa Çevre Örgütlerinin yararlanmaları
mümkündür.

4.2.1. Çevre Örgütlerinin Konsey Kararlarına Katılımı


Konsey’deki karar alma sürecine çevre örgütlerinin herhangi bir şekilde katılımı
öngörülmemiştir. Yalnızca Avrupa Çevre Bürosu Konsey Başkanlığına raporlar
yollanmaktadır.

33
4.2.2. Çevre Örgütlerinin Komisyon Kararlarına Katılımı
Komisyon Konsey tarafından alınacak kararlar için resmi öneri getirme yetkisine
sahiptir. Bunun dışında konsey kendiside tedbir alabilir. Komisyon’da Tavsiye
Komiteleri denen Komiteler vardır. Bunların içinde herhangi bir çevre örgütü yer
almamaktadır.
“Komisyon’un kendisi çevre politikası konusunda onu destekleyecek bir enstitü
ya da bağımsız bir örgütlenme kurmamıştır” (Budak, 2000 : 192).
Komisyon sadece zaman zaman çevre örgütlerinin taslaklar üzerindeki
yorumlarını almak için davetler yapmaktadır. komisyon ile çevre örgütleri arasındaki
ilişkiler resmi olmayan bir temelde gelişmektedir.

4.2.3. Çevre Örgütlerinin Avrupa Parlamentosu’nun Kararlarına Katılımı


“Avrupa Parlamentosu bir dizi Parlamento Komitesi oluşturmuştur. Bu komiteler
içerisinde Çevre Komitesi en büyüğü belki de en aktif olanıdır” (Budak, 2000 : 194).
Çevre Komitesi, Komisyon önerileri konusundaki fikirlerini yazılı ve sözlü olarak
sunar. Çevre örgütleriyle ilişkiler çoğunlukla resmi olmayan kanallardan yapılır. Çevre
Komitesinin çevre konularında halka açık oturumlar düzenler ve bu oturumlara çevre
örgütlerinin davet eder.
Avrupa Parlamentosu ve Çevre örgütleri arasındaki başarılı işbirliğine örnek
olarak binek otolarının egzos sınır değerlerine ilişkin yapılan çalışma gösterilebilir. “Bu
olayda Parlamento, Konsey tarafından kararlaştırılmış değerleri reddetmiş; bunu takip
eden çalışmalarda egzos sınır değerleri Avrupa Çevre Bürosu ve Avrupa Parlamentosu
tarafından talep edilen değerlere yaklaştırılmıştır” (Budak, 2000 : 195).

4.2.4. Çevre Örgütlerinin Avrupa Adalet Divanında Dava Açmaları


Roma Antlaşması’nın 173. ve 175. maddelerine göre belirlenmiş dava açma
usulü, çevre örgütlerine Avrupa Adalet Divanında dava açma yolunu kapatmıştır.
Ayrıca Adalet Divanı çevre örgütlerinin dava açma haklarını genişleterek bir içtihat da
getirmemiştir (Budak, 2000 : 196).

5. AARHUS SÖZLEŞMESİ
Böyle bir sözleşmenin hazırlanmasıyla ilgili ilk fikir Ekim 1995’de Sofya’da
yapılan Üçüncü Balkan Konferansın’da ortaya atılmıştır (Turgut, 2001 : 271).
“BM Avrupa Ekonomik Komisyonu (AEK) çerçevesinde hazırlanan 25 Haziran
1998 tarihinde Danimarka’nın Aaarhus kentinde imzaya açılan “Çevre Konularında
Bilgiye Erişim Karar Vermeye Halkın Katılımı ve Yargıya Başvuru Sözleşmesidir”
(Sav : 2).
“Bu sözleşmenin oluşmasında üç fikir etkili olmuştur. Birincisi Avrupa’daki
demokrasiyi güçlendirmek, ikincisi karar verme mekanizmasındaki etkinlik, üçüncüsü
çevrenin bu yolla daha iyi korunmasını sağlamaktır. Bu sözleşmedeki amaç, çevre
konusundaki kararları daha demokratik kılmaktadır” (Budak, 2000 : 189).

34
5.1. Bilgiye Erişim İlkesi
Sözleşmenin öncelikli amacı çevreyle ilgili bilgilerin halka açık olması ve
herkesin kolaylıkla ulaşabilmesinin sağlanmasıdır.
Kim bu bilgileri isteyebilir?
Halk bir ya da daha çok tüzel kişiler, karar alma sürecinden etkilenebilecek
olanlar, örgütler gruplardır.
Sözleşmenin en önemli ve kesin bir şekilde düzenlenmiş maddelerinden biri
bilgiye erişim hakkıdır.
Buna göre bilgi isteyen kişinin herhangi bir menfaatinin olmasına gerek yoktur.
Sözleşme’ye taraf olan devletin ülkesinde herkes çevreyle ilgili bilgiye ulaşabilecek, bu
alanda alınacak kararlarda söz sahibi olabilecek ve dava açabilecektir. Vatandaşlığın,
ulusun ya da ikamet edilen yerin önemi yoktur.
Sözleşmede kamuya açık bilgiler şunlardır.
a) Hava ve atmosfer, su, toprak, yer, peyzaj ve doğal alanlar, genetik olarak
değiştirilmiş organizmalar da dahil olmak üzere biyolojik çeşitlilik ile biyolojik
çeşitliliğin öğeleri ve tüm bu elementler arasındaki ilişkiler.
b) Maddeler, enerji ses ve radyasyon gibi öğeler ve yukarıdaki paragrafta sayılan
çevreye ilişkin öğeleri etkileyen ya da etkileyebilecek olan etkinlikler ya da idari
önlemler, çevreyle ilgili anlaşmalar, siyasalar, yasama işlemleri, plan ve programlar ve
çevreyle ilgili karar alma süreçlerinde yararlanılan yarar-maliyet ve öteki ekonomik
çözümlemeleri ile varsayımlar,
c) Çere öğelerinin durumundan ya da bunlar aracılığıyla, yahut da yukarıdaki b)
paragrafında sayılan öğelerden, etkinlikler (faaliyetler) ya da önlemlerden etkilendiği
oranda, insan sağlığı ve güvenliğinin durumu yaşam koşulları, kültürel yerlerin ve insan
yapısı olan yapılara ilişkin,
her türlü yazılı, görsel, dinlenebilir, elektronik ya da başka herhangi bir biçimdeki
bilgidir.
Kimin elindeki bilgi?
i) Ulusal yasalar uyarınca, çevreyle ilgili belirli görevler, etkinlikler, ya da
hizmetler de dahil olmak üzere, yönetsel işlevi bulunan gerçek ve tüzel kişiler,
ii) Ulusal yasalar uyarınca idari görevleri yerine getiren, ya da bu tür
sorumluluklar taşıyan gerçek ve tüzel kişiler, ile
iii) Sözleşme’ye taraf olabileceği kabul edilmiş olan bölgesel ekonomik
bütünleşme (entegrasyon) örgütleridir.
Ancak, yargı ve yasama erki bünyesinde görev yapan birimler ya da kurumlar bu
tanım kapsamı dışında bırakılmıştır.
“Sözleşmede uluslararası ilişkilerin gizliliği ulusal savunma kamu güvenliği ve
özel yaşamın gizliliğinin korunması gibi bazı konularda bilgi edinme hakkına istisnalar
getirileceği kabul edilir. kamuya açık olmayan bir başka önemli bilgi de devam etmekte
olan dava dosyalarının içeriği ile bir ceza davasının hazırlığı niteliğindeki soruşturma
evrakıdır” (Sav : 9).

35
Belirtilmesi gereken bir noktada bilgiye erişim hukukunda iki tür bilginin
bulunduğudur. İlgili makamların kendi insiyatifleri ile halka sağlaması gereken aktif
bilgi ile halkın istek üzerine idareden öğrenebileceği pasif bilgidir.
“Şu konularda da bilgiye erişim kamu makamları tarafından reddedilebilir:
- Kamu makamı talep edilen bilgiye sahip değilse,
- Bilgi talebi açık bir biçimde makul olmaktan uzak ya da aşırı geniş bir şekilde
formüle edilmişse,
- Bilgi talebi henüz tamamlanmamış konular içeriyorsa” (Çevre Vakfı Yayınları,
2001 : 131).

5.2. Halkın Karar Alma Sürecine Katılımı


“BM, AEK Sözleşmesin’de halkın karar alma sürecine katılımının nasıl aşama
aşama düzenleneceği gösterilmiştir”.
Çevre üzerinde olumsuz etkiler yaratabilecek bir yatırımla ilgili olarak halkın
tepkisi sözlü ya da yazılı alındıktan sonra kurar alma sürecinde bu tepkiler gözönünde
bulundurulur. “Aaarhus Sözleşmesi’nin eklerindeki listelerde petrol doğal gaz
rafinerileri, madenlerin çıkarıldığı ocaklar, işlendiği yerler, otoyollar, havaalanları,
limanlar, barajlar, su tutma tesisleri” gibi projelerde halkın katılımına yer verilir (sav :
11).
“Karar verme sürecinden önce halkın aşağıdaki hususlarda bilgilendirilmesi
gereklidir.
- Üzerinde karar verilecek konular
- Verilecek kararın niteliği
- Kararın verilmesinden sorumlu makam
- Kararın verilmesi için öngörülen prosedür (Çevre Vakfı Yayınları, 2001 : 132).

5.3. Temyiz
Temyiz bilgi isteğinin reddedildiği durumlarda işletilecek alternatif bir yoldur.
“BM, AEK Sözleşmesi’nde yargının yanısıra, çevreyle ilgili olarak yapılacak bilgi
istem başvurularının reddedilmesi durumunda, yahut karara katılım süreciyle ilgili
itirazlar yapılması durumunda kanunun incelenmesi amacıyla bir üst inceleme merciinin
yasayla belirlenmesine olanak tanınmıştır” (Sav : 12).
“Bilgiye erişim hakları ihlal edildiği kanısında olan kişiler uygun durumlarda,
ulusal mevzuatta bu kararın gözden geçirilmesini sağlayan prosedürlere başvurma
imkanına sahip kılınacaklardır” (Çevre Vakfı Yayınları, 2001 : 132).

KAYNAKÇA
Activities of the European Union Environment (http://europa.eu.int/pol/enu/
index_en.htm
Akar, R. (2000), “Lars Van Trier” (http://members.tripod.com/sineclup/Lars Van
Trier. htm

36
Budak, S. (2000), Avrupa Birliği ve Türk Çevre Politikası Avrupa Topluluğu’nun
Çevre Politikası ve Türkiye’nin Uyum Sorunu, İstanbul : Büke Yayınları
Çelebi, A. (2002), Avrupa Halkların Siyasal Birliği, İstanbul : metis yayınları
Keleş, R. ve Birol, E. (2002), Çevre Hukukuna Giriş, Ankara : İmge Yayınevi
Koray, M. (2002), Avrupa Toplum Modeli (Nereden Nereye?), İstanbul : Tüses
Yayınları.
Sav, Ö. (?), “Uluslararası Hukukta Çevreyle İlgili Konularda Halkın Bilgiye
Erişim ve Karar Almaya Katılımı”
Turgut, N. (2001), Çevre Hukuku, Ankara, Tuğra Yayıncılık
Türkiye Çevre Vakfı Yayınları (2001), Avrupa Birliği ve Türkiye’de Çevre
Mevzuatı, Ankara
Unece Environment and Human Settlements Division
(http://www.unece.org/enu/pp)
Zwiep, Van, K. (1994), Manval an Public Participation in Environmental
Decisiomaking” (http://www.rec.org/REC/Publications/PP/Manval/default.html)
www.participate.org

EK : 1 TÜRKİYE’NİN DURUMU
Türkiye Aarhus Sözleşmesine imza atmamıştır. Öte yandan ülkemizde bilgi ve
belgelere ulaşma hakkının anayasamızda ya da herhangi bir özel yasayla
düzenlenmediği görülür.
“Gizliliği yasalarda açıkça hükme bağlanmamış bulunan bilgiye erişim
bakımından Anayasamızın dilekçe hakkı konusundaki 74. maddenin harekete
geçirileceği akla gelmektedir” (Sav : 13).
Anayasamızın 74. madde hükmü dilekçe hakkını düzenler “Vatandaşlar,
kendileriyle veya kamu ile ilgili dilek ve şikayetleri hakkında yetkili makamlara ve
Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne yazıyla başvurma hakkına sahiptir” (Aktaran, Turgut,
2001 : 13).
Ülkemiz Sivil Toplum Kuruluşlarının katılım konusunda henüz emekleme
döneminde olduğu söylenebilir. Çevre Bakanlığı’nın kuruluş kararnamesi ile Çevre
Şurası Yönetmeliğinde Çevreci örgütlerden söz konusu kuruluşlara olanak tanınması
gerek şeklinde söz edilmektedir.

37
MEDYA OKURYAZARLIĞI ALANINDA
TEORİK VE PRATİK YAKLAŞIMLAR*

Ece Algan
Özet
Bu makale günümüzde medya okuryazarlığı kavramını ve eğitimini, Batı’daki
gelişimi bağlamında inceleyecektir. Ayrıca 1980’li yılların sonundan itibaren bağımsız bir
akademik alan olarak önem kazanan medya okuryazarlığının teorik ve pratik uygulamaları
çerçevesinde ortaya çıkan tartışmalar ve sorunlar, Hobbs’un özetlediği yedi temel soru
altında Amerika, İngiltere ve Türkiye’den örnekler sunularak irdelenecektir.

Anahtar sözcükler:
Medya okuryazarlığı, medya eğitimi, pedagoji, medya eleştirisi, popüler kültür

Medya okuryazarlığı tüm dünyada yeni olmasına rağmen hızla büyüyen bir alan.
Sayısı az da olsa son yıllarda yapılan ampirik araştırmalar medya okuryazarlığı
kuramcılarının 1980’lerden bu yana bu alana verdiği önemi doğrulamakta. Örneğin,
araştırmalar okul ders programlarına medya dersleri konulduğu zaman öğrencilerin
medyada gördükleri şiddeti eleştirel bir gözle yorumladıklarını gösteriyor (Scharrer, 2005;
Voojis & van der Voort, 1993). Ayrıca, kimi araştırmalar (Merskin, 2004) medya
okuryazarlığı prensiplerinden medya imaj analizi için yararlanmaktadırlar.
Silverblatt (1995) medya okuryazarlığının 5 temel prensibi olduğunu yazar: 1.
Medyanın toplum üzerinde etkili olduğunu kavramak, 2. Medyayı kültürü anlamakta bir
kaynak olarak görmek, 3. Kitle iletişimi mekanizmalarını anlamak, 4. Medya mesajlarının
analiz ve tartışılması için stratejiler geliştirmek ve 5. Bütün bunların sonucunda medya
içeriğini yorum ve algı yetisinin artması (ss. 2-3).

Medya okuryazarlığı eğitimi


1993’de Amerika’da gerçekleştirilen medya okuryazarlığı ulusal konferansında
Amerikalı eğitimciler medya eğitiminin nasıl olması gerektiği konusunda ortak bir karara
varamadılar ama İngiliz ve Kanadalı eğitimcilerin önderliğinde geliştirilen modellerin
ışığında aşağıdaki prensipler üzerinde görüş birliğine vardılar. Buna göre medya
mesajlarının analizinde göz önüne alınması gerekenler şunlar:
1- Medya mesajları, belli bir yaratım surecinde oluşturulur (constructed).
2- Medya mesajları, ekonomik, sosyal, politik, tarihi ve estetik bağlamda üretilir.
3- Mesajı nasıl yorumladığımız ve o mesajdan çıkardığımız anlam, mesajı alan,
mesajı gönderen, metin/mesaj ve kültürün etkileşimi sonucunda gerçekleşir.
4- Medya kendisine has bir dil kullanır. Bu dil çeşitli iletişim formları, türleri, sembol
sistemlerini karakterize eder.
5- Medya temsilleri insanların sosyal gerçekliği kavramasında bir rol oynar
(Aufderheide, 1997, s. 80).
Bu gerçekliklerin kabulü medya okuryazarlığı eğitimini pratikte hayata geçiren
öğretmenlerin, aktivistlerin ve akademisyenlerin karsılaştığı sorunları çözmeye tabii ki
yeterli değil. Hobbs (1998) bu eğitimcilerin sınıflarında medya ile ve medya üzerine
verdikleri eğitime yön veren ve çeşitli eğitim felsefeleri üzerinde odaklanan sorunları ve
tartışmaları yedi soru altında inceler. Medya okuryazarlığı alanındaki akademik kuram ve
tartışmaları doğrudan etkilediği için Hobbs’ın bu pratik deneyimleri ve sorunları tartıştığı
bu yedi soruyu yakından incelemekte fayda var.

38
Soru 1: Medya okuryazarlığı eğitimi çocukları ve gençleri negatif medya
etkilerinden korumayı amaç edinmeli midir?
Medya okuryazarlığı ile ilgilenen eğitimcilerin; öğrencilerin iletişim becerilerini
geliştirme, irk, sınıf ve cinsiyet eşitsizliğine dikkat çekme, demokrasi, yurttaşlık ve politik
katılımla ilgili tavırları iyileştirme, iletişim politikalarını ve medya endüstri pratiklerini
gözden geçirme, kişisel gelişime yardımcı olma, gençleri kimyasal madde bağımlılığı,
şiddet, materyalizm ve kültürün ticarileşmesi gibi konularda bilinçlendirme ve kariyer
becerilerini ve eğitim kalitesini iyileştirmek gibi çeşitli amaçları var (Hobbs, 1998, s. 18).
Amerika’da bu soru ile ilgilenen eğitimcilerin, entelektüellerin, kamu görevlilerinin ve
akademisyenlerin gözünde medya tüketimi bir risk faktörü oluşuyor ve medya okur
yazarlığı ise bu riski önleyici bir faktör olarak görülüyor.
Kimi eğitimcilere göre, medya okuryazarlığı gençleri medyanın negatif etkilerinden
koruyabilir inancı yanlış. Çünkü bu düşünce gençlerin ve üniversite eğitimi olmayanların
medyanın her dediğine inandığını yani kendi düşünme ve değerlendirme yetileri olmadığını
varsayıyor. Bu düşüncenin aksine bir çok orta, lise ve üniversite öğretmeni öğrencilerinin
medyanın bir kurbanı oldukları ve popular kültürün aşırılık ve kötülüklerinden korunmaya
ihtiyaçları olduğu fikrinin doğru olmadığını gözlemlemiş. Ben de hem Türkiye’de hem de
Amerika’da iletişim bölümü birinci sınıfındaki (ilk defa medya dersi alan) çoğu öğrencimin
medyanın cinselliği nasıl kullandığı ve televizyon haberlerinin ne tur sansür
mekanizmalarından geçtiği gibi konularda bilinçli olduklarını gözlemledim. Medyadan
korunmaya ihtiyaçları yok diye düşünmek medya okuryazarlığı eğitimine hiç ihtiyaçları
yok demek değil elbette. Medya okuryazarlığı, toplum ve medya ilişkisini tarihsel, politik
ve ekonomik acılardan irdelerken, yukarıda Silverblatt’in de özetlediği gibi medyayı
kültürün deşifre edilmesinde bir kaynak olarak görür. Medya okuryazarlığı iste bu işlevi
sayesinde toplumsal kurumlara eleştirel bakabilen yurttaşların yetişmesini sağlar.
Ayrıca Hobbs (1998), öğrencileri medyanın olumsuz etkilerinden korumacı bir
yaklaşımın, gençlerin medyayla olan duygusal bağımlılığını göz önüne almadığından ve
medya araçlarını kullanmaktan aldıkları zevki küçümsediğinden ötürü, medya analizi ve
sorgulamasını gerçekleştirmek yerine gençlerde şüphecilik uyandırdığını ve hocaların
medyayı anlama konusundaki üstünlüğünü vurguladığını söyler (s. 19). Bu korumacı
yaklaşımla medya okuryazarlığı eğitimi veren hocalar genellikle öğrencilerine medyanın
olumsuz etkileri hakkındaki gerçekleri ve medya mesajlarının manipulasyonu gibi
konulardan bahsediyor, öğrencilerin tek yaptığı ise dinlemek ve not almak oluyor. Bu
şekilde yapılan eğitim, öğrencilerin hocaların onayladığı doğru yorumları öğrenip tekrar
etmesine yol açıyor ve bu da medya okuryazarlığı eğitiminin amacına ulaşmasını
engelliyor. Türkiye’de bu tarz ezberci eğitime hepimiz aşinayız ve olumsuz sonuçlarını
gözlemlemekteyiz. Ancak burada Hobbs’un değindiği önemli nokta bu korumacı
yaklaşımın pedagojik açıdan medya okuryazarlığı prensiplerine ters düşmesi. Çünkü
örneğin medyadaki basmakalıp, ırkçı ve cinsiyetçi imgeler öğrenciye onun sevdiği metin
üzerinde gösterildiği zaman öğrenci ya bu problematik metni severek tükettiği için
kendisinden utanıyor ya da herkesin bu kadar beğeniyle sahip çıktığı bu metni öğretmen
beğenmediği için öğretmeni elitist olarak görerek onun analizini reddediyor. Burada,
pedagojik olarak izlememiz gereken yol, öğrenciye medyayı analiz etme becerisini
kazandırıp onun bu beceriyle yakından tanıdığı metinleri kendisinin analiz atmasını
sağlamak.
Soru 2: Pratik medya üretimi uygulaması medya okuryazarlığı eğitiminin ana
temellerinden biri olmalı midir?
Kimi eğitimcilere göre gençler fotoğraf çekme, senaryo yazma, web sayfası dizaynı,
gazete haberi yazma, kamerayı kullanma gibi deneyimleri tatmadan kitle iletişiminin
39
eleştirel tüketicileri haline gelemezler. Bu görüşe göre medya okuryazarlığı eğitiminde
öğrencilere pratik medya yazım ve üretimi deneyimlerini sunmak şarttır. Nitekim, hem
İngiltere’de hem de Kanada’daki ders programlarına pratik medya uygulamaları dahil
edilmiştir.
Hobbs’a (1998) göre eğitimciler pratik medya uygulamalarına iki nedenden ötürü yer
veriyor: Öğrencinin kendini ifade etmesine yardımcı olmak ya da mesleki beceriler
kazandırmak. Pratik uygulamalı medya eğitimini öğrencinin kendisini ifadesi için gerekli
gören eğitimciler, daha çok öğrencinin yaratıcı becerilerini ortaya çıkarmaya yönelik
uygulamalar yaptırırken, mesleki amaçlı medya eğitimi medya endüstrisini öğretir. Her iki
amacı güden uygulamalı medya eğitiminde karşılaşılan risk, öğrencilerin profesyonelleri
taklit ederken analitik ve eleştirel perspektiflerini yitirip yitirmeyeceği sorunu. Nitekim
İngiltere’de televizyon ve video eğitimi mesleki eğitim müfredatının en alt seviyesinde yer
alıyor. Bu okullarda pek basarili olamayan öğrencilere video ve bilgisayarlarla
oynamalarına izin verilirken, daha basarili öğrenciler daha geleneksel yani kitaptan medya
kuramlarını ve tarihini okuyup inceledikleri tarz bir eğitime tabi tutuluyorlar. Amerika’da
kimi okulda da pratik medya eğitimi öğrencilere okuldan atılmadan önce son alternatif
olarak sunuluyor. Bu yüzden birçok okul, medya eğitiminin diğer akademik alanlar içinde
prestijli bir yer kazanması için pratik medya uygulamalarını terk etmekte. Özellikle
üniversitelerin iletişim bölümlerinde bu sorun yaşanmakta. Türkiye’de durum farklı bir
gelişme göstermektedir: 1990’lardan itibaren özel medya kurumlarında bir artış olduğundan
dolayı, öğrenciler iletişim programlarına akın etmektedir. Bu da özellikle özel
üniversitelerde pratik uygulamalı iletişim programlarının açılmasına neden olmuştur. Bu
yüzden, öğrencilerin profesyonelleri taklit ederken analitik ve eleştirel perspektiflerini
yitirip yitirmeyeceği sorunu Türkiye’de medya okuryazarlığı nasıl olmalıdır tartışmalarında
ele almamız gereken bir en önemli sorunlardan biridir.
Soru 3: Medya okuryazarlığı popüler kültür metinlerini incelemeli midir?
Hobbs’a (1998) göre medya okuryazarlığı eğitiminde popüler kültür metinlerinin
çözümlemesi özellikle lise ve üniversite hocaları için olmazsa olmaz gibi gözükürken, ilk
ve orta okul düzeyinde böyle bir yaklaşımın avantaj ve dezavantajları tartışmaya açıktır (s.
21). Örnek olarak popular bir durum komedisi ile Mark Twain’in bir hikayesini
karşılaştırmak seklinde bir yöntemi velilere açıklamanın zorluğunu vurgulayan Hobbs,
araştırmaların öğrencilerin medya okuryazarlığı kavramlarını klasik edebi metin ve
filmlerden ne kadar iyi öğrenirlerse popular kültür metin incelemesinden de o derece iyi
öğrendiklerini gösterdiğini belirtir (s. 21). Gray’in (2005) araştırması televizyondaki
komedi programlarının öğrencilere tüketim kültürünün analizi ve reklamların çalışma
mekanizmalarını göstermesi açısından medya okuryazarlığı eğitiminde oynadığı önemli
rolü göstermektedir.
Hobbs (1998)’a göre medya okuryazarlığını görsel okuryazarlık, bilgi okuryazarlığı,
bilgisayar okuryazarlığı gibi kavramlardan ayıran esas özellik medya okuryazarlığının
popular kültürü eleştirel bir gözle incelemesidir (ss. 21-22). Ayrıca medya okuryazarlığı
disiplinlerarası bir yaklaşımla günlük hayata ait metinlere baktığından dolayı, öğretmen ve
öğrencilerin, geleneksel disiplinlerin ve derslerin sınırlı bakış açısını aşmalarına yardımcı
olduğu ileri sürülmüştür.
Soru 4: Medya okuryazarlığı bariz bir politik veya ideolojik amaç gütmeli
midir?
Bazı eğitimciler medya okuryazarlığının çeşitli politik ve ideolojik amaçlara
ulaşmada bir araç olabileceği görüşünü taşıyor. Bu amaçlar kamu ve yerel yayıncılığı
savunmak, radyo-televizyon yayınlarına ait yasal düzenlemeleri değiştirmeye yönelik
aktiviteler düzenlemek, alternatif medya yayınlarını desteklemek gibi doğrudan medyanın
40
üretimine yönelik çeşitli politik karakter taşıdığı gibi, öğrencilerin ırkçılık, cinsiyet
ayrımcılığı, ve şiddet hakkındaki tavırlarını değiştirmeye yönelik veya kapitalizmin
gerçeklerinin medya yoluyla eğlendirici bir şekilde sunulusunun eleştirisi gibi ideolojik bir
boyut da içermektedir (Hobbs, 1998, s. 22).
Hobbs’a göre medya okuryazarlığı pedagojisi mesajların nasıl oluşturulduğunu
sorguladığından, eğitimciler mesaj üretimi ve tüketimi çerçevesindeki güç dinamiklerinin
incelenmesinin politik ve toplumsal hareketlerin oluşmasında rol oynadığına inanmaktalar.
Ancak kimi aktivistlere göre, medya okuryazarlığı ile toplumsal ve politik hareket arasında
bir bağlantı kurulmazsa, medya okuryazarlığı bu toplumsal hareketin yerini alır çünkü
öğrenciler öğrendikleri radikal görüşlerle yetinirler ya da bu görüşleri nasıl harekete
geçirmeleri gerektiği öğretilmediği için hiç bir şey yapamazlar. Ünlü eğitim pedagojisi
kuramcısı Giroux’ya (1994) göre, populer kültür konularının sınıfta tartışılması sınıftaki
öğretmen-öğrenci güç dengesini ortadan kaldırabilir. Çünkü öğrenciler bu metinlerin
uzmanı, hocaların ise genelde öğrencileriyle aynı medyayı tüketmedikleri için bilgileri çok
daha az. Giroux, bu güç dengesini tersyüz etme potansiyeli açısından medya
okuryazarlığının, eğitim sisteminde radikal değişimlere neden olabileceğini savunur. Çünkü
medya okuryazarlığı, metnin otoritesinin eleştirisini yapmasından ötürü, öğrencileri medya
mesajlarındaki kültürel kodları açıklamaya davet eder ve alternatif yorumlar üreterek
metnin çoğul okumalarını sağlar. Bu yüzden Giroux’a göre medya okuryazarlığı eğitimi,
eleştirel düşünebilen yurttaşların yetiştirilmesinde ve demokrasinin gelişmesinde çok büyük
rol oynar. Vande Berg, Wenner ve Gronbeck (2004) de medya okuryazarlığının medya
eleştirisi seklinde algılanıp hayata geçirildiği takdirde, eleştirel düşünebilen yurttaşların ve
demokratik bir kamu alanının oluşacağını vurgularlar. Diğer yandan Dewey’nin eğitime
toplumsal gelişimin ve reformun ana metodu olarak bakan görüşünü benimseyen
eğitimcilere göre medya okuryazarlığı eğitimi, politik, ideolojik veya diğer amaçlara
ulaşmada bir araç olarak değil, kendi içinde bağımsız bir amaç olarak anlaşılmalıdır
(Hobbs. 1998, 23). Bu görüşe göre amacımız, medya yönetmeliklerini değiştirmek için
medya okuryazarlığı pedagojisi kullanmak değil, öğrencilere medya üretim ve tüketimini
eleştirel bir şekilde analiz etme becerisini kazandırmak olmalıdır.
Medya okuryazarlığı bariz bir politik veya ideolojik amaç gütsün mü gütmesin mi
konusu elbetteki hükümet tarafından denetlenmeyen bir kamu yayımcılığı bile olmayan
ülkemiz için son derece kritik bir soru. Ancak medya okuryazarlığı eğitimi öğrencilerin,
medya ve diğer toplumsal kurumların ne tur politik ve ideolojik prensipler etrafında
varolduğunu deşifre etmesine yardımcı olduğu takdirde en önemli işlevini yerine getirmiş
demektir.
Soru 5: Medya okuryazarlığı üniversite öncesi eğitime mi odaklanmalıdır?
Kimi akademisyenlere göre, bugünün çocuk ve gençleri medyayla iç içe yaşadığı için
medya okuryazarlığı okullarda erken donemde üniversite öncesinde başlamalıdır. Desmond
(1997), ailelerin çocuklarının ne tarz ve ne kadar sıklıkta medya tüketeceğine doğrudan
etkili olduklarından dolayı ve çocukların bu medyanın algılanmasında aile içindeki
iletişimden etkilendiğinden ötürü medya okuryazarlığının evde başlaması gerektiğini
düşünüyor (s. 331). Erken eğitimin öneminde görüş birliğine varılmasına rağmen
uygulamadaki sorunlar açısından üniversite öncesi okullarda medya okuryazarlığı eğitimi
özellikle Amerika’da pek basarili değil. 70’larin sonu ve 80’lerin başında okul dışından
danışmanların liderliğinde bir takım programlar geliştirilmiş ve medya okuryazarlığı
müfredata ilave edilmiş ama okulların içerisinde bulunduğu koşullar dikkate
alınmadığından ötürü pek başarılı olunamamış. Nedenlerden bazıları, Amerika’nın coğrafi
büyüklüğü, medya okuryazarlığı alanında uzmanlığı olmayan öğretmenlerin bu programları
uygulamaya itilmesi, öğrencilere pratik medya uygulaması yaptıracak yada medya örnekleri
41
gösterecek teknik olanakların eksikliği, öğretmenlerin öğrencileri standart testlerde basarili
olsun diye zorunlu derslere ağırlık vererek medya okuryazarlığı gibi seçmeli dersleri ihmal
etmesi sayılabilir (Bazalgette, 1997; Hobbs, 1998, s. 23-24; Kubey, 2003).
Kitle iletişimi araçlarının çok yaygın olduğu ve reyting kaygılarından ötürü gün
geçtikçe ticarileştiği ve ülke nüfusuna oranla az sayıda gencin üniversite eğitimi görebildiği
ülkemizde ise üniversite öncesi medya okuryazarlığı eğitiminin şart olduğuna inanıyorum.
Böyle bir eğitimin, tüm işi öğrenciyi merkezi sınavlara hazırlamak olan ilk, orta ve lise
sistemi içinde gerçekleşmesinin pek mümkün olmadığı düşünülebilir. Ancak, üniversite
seviyesinde kurumsallaştırılmış ve yaygınlaştırılmış bir medya okuryazarlığı eğitimi, bu
eğitimin üniversite öncesinde de uygulanmasının zeminini hazırlayabilir.
Soru 6: Medya okuryazarlığı kendine ait bir uzmanlığı olan bir ders olarak mı
yoksa halihazırdaki derslerle birleştirilerek mi öğretilmeli?
Hobbs (1998) hemen her eğitimcinin birçok medya okuryazarlığı prensiplerini
kullandığını ve farklı birçok disiplindeki derslerde konuların etkili bir şekilde kavranması
amacıyla çeşitli medya örnekleri ve araçlarından yararlandığını vurgular. Örneğin bir tarih
oğretmeninin tarihi gerçeklerden yola çıkılarak çekilmiş bir filmi, derste öğrencilerinin
tarihin o kesitine ilgisini arttırmak için kullanması. Medya okuryazarlığı kavram ve
prensiplerinin uygulandığı böyle bir durumda, medyanın kendisi çalışma konusu teşkil
etmez ama, medya metin analizi ve medya mesajlarının üretilmesi sureci dersin önemli bir
bölümünü teşkil eder. Ancak Hobbs’a göre bu yaklaşım, bu tarz bir çalışmanın nasıl
uygulanması gerektiğini bilmeyen bir öğretmen tarafından gerçekleştirilirse medya analiz
ve üretim aktivitelerinin yüzeyselleştirilmesi tehlikesini taşır. Nitekim bugün medyanın ayrı
bir ders olarak öğretilmesini savunan eğitimciler bu sonuca, okullardaki medya
okuryazarlığı uygulamalarının sorunlarını gördükten sonra varmışlardır (Hobbs, 1998, s.
25).
Türkiye’de öğretmenlerin merkezci bir müfredatı takip ettiklerinden, kitaba bağlı
ezberci bir sistem uyguladıklarından ve okullarda medya donanımlarının eksikliğinden
ötürü Hobbs’un bu sorusunu bizim tartışmamıza pek gerek olmadığı düşünülebilir. Ancak,
benim kuşaktan olanlar ilkokul yıllarında ulusal bayramlarda okulun sinema salonunda
Cüneyt Arkın’lı sözde ulusalcı filmlerini seyrettiklerini ve hatta Arkın’ın Türk olmayanları
pataklayıp Türk bayrağını dalgalandırmasına gözyaşları ve alkışlarla karşılık verdiklerini
hatırlayabilirler. Medya okuryazarlığı eğitiminin mevcut olmadığı böyle bir ortamda
gösterilen öğretici amaçlı bu tarz bir medya örneği, okullardaki medya okuryazarlığı
uygulamalarının sorunlarına parmak basarken, medyanın ayrı bir ders olarak, bu konuda
eğitilmiş kişiler tarafından öğretilmesinin gerekliliğine işaret ediyor.
Soru 7: Medya okuryazarlığı girişimleri medya organizasyonları tarafından
finansal açıdan desteklenmeli midir?
Diğer sorularda olduğu gibi bu konuda da farklı yaklaşımlar var. Genelde Amerika’da
yerel radyo-televizyonlar ile okulların arasında medya okuryazarlığı amacını
gerçekleştirmeye yönelik işbirliği ve programlar mevcut. Kimi eğitimciler medya
organizasyonlarının insanların medyaya tüketici olarak eleştirel bir bakış geliştirmesine
hizmet etmek gibi bir toplumsal sorumluluğu olduğunu, şirketlerin medya okuryazarlığı
programlarını finansal ve diğer açıdan desteklenmesinin bu toplumsal sorumluluğun
gerçekleştirilmesinde önemli bir ilk adım olduğunu düşünüyor. Bu görüşe karşı çıkanlar ise
medya şirketlerinin aracı gereci bulunmayan ve her işbirliğine gözü kapalı evet diyen
eğitimcilerden yararlandığını öne sürmekte. Bazıları ise medya şirketlerinin, medya karşıtı
yaklaşımı engellediğinden dolayı, medya okuryazarlığı hareketini zayıflattığını düşünüyor
(Hobbs, 1998, s. 26).

42
Sonuç
Bu makale günümüzde Batı’da, özellikle Amerika’da medya okuryazarlığı eğitiminin
durumunu ve bu alanın teorik ve pratik uygulamaları hakkındaki tartışmaları
özetlemektedir. Ülkemizde yalnızca üniversite bazında da olsa üzerinde önemle
düşünülmeye başlanan bu alanın Batı’da nasıl bir yol izlediğini ve ne gibi sorunlarla
karşılaştığını gözler önüne sermekteki amacım, ülkemizdeki medya okuryazarlığının nasıl
olması gerektiği tartışmalarına zemin hazırlamaktı. Hobbs’un sorduğu tüm sorular
Türkiye’deki medya okuryazarlığı eğitimi açısından anlamlı olmakla birlikte, bu makale
ülkemizin içinde bulunduğu sosyal, politik ve ekonomik durum nedeniyle pek çok başka
sorunun daha tartışılması gerektiğini önermektedir.

*Yazar bu makalenin konferanstaki sunulan versiyonunun yazılmasındaki yardımları


için o zaman asistanı olan Andrea Austin’e teşekkür eder.

Kaynaklar
Aufderheide, P. (1997). “Media literacy: From a report of the national leadership
conference on media literacy”. In R. Kubey (ed.), Media literacy in the information age:
Current perspectives (ss. 79-86). New Brunswick, NJ: Transaction.

Bazalgette, C. (1997). “An agenda for the second phase of media literacy
development”. In Kubey, R (Ed.), Media Literacy in the Information Age: Current
Perspectives. (pp. 69-78). New Brunswick, NJ: Transaction Publishers.

Davies, M. M. (l997). “Making media literate: Educating future media workers at the
undergraduate level”. In R. Kubey (Ed.), Media literacy in the information age. New
Brunswick, NJ: Transaction Publishers.

Desmond, R. (1997) “Media Literacy in the Home: Acquisition versus Deficit


Models”. In Kubey, R (Ed.), Media Literacy in the Information Age: Current
Perspectives. (pp. 323-344). New Brunswick, NJ: Transaction Publishers.

Giroux, Henry A. (1994). Disturbing pleasures: Learning popular culture. New


York: Routledge.

Gray, J. (2005). “Television teaching: Parody, the Simpsons, and media literacy
education” Critical Studies in media Communication, 22(3), 223-238.

Hobbs, R. (1998). “The seven great debates in the media literacy movement”.
Journal of Communication, 48(1), 16-32.

Kubey, R. W. (2003). “Why U.S. Media Education Lags Behind the Rest of the
English-Speaking World”. Television & New Media, 4(4), 351-370.

Kubey, R. (Ed.). (1997) Media literacy in the information age. New Brunswick,
NJ: Transaction Publishers.

Merskin, D. (2004). “Reviving Lolita? A media literacy examination of sexual


portrayals of girls in fashion advertising”. American Behavioral Scientist, 48(1), 119-129.

43
Scharrer, E. (2005). “Sixth graders take on television: Media literacy and critical
attitudes of television violence”. Communication Research Reports, 22(4), 325-333.

Silverblatt, A. (1995). Media literacy: Keys to interpreting media messages.


Westport, CT: Praeger.

Vande Berg, L. R.. Wenner, L. A. & Gronbeck, B. E. (2004). “Media literacy and
television criticism: enabling an informed and engaged citizenry”. American Behavioral
Scientist, 48(2), 219-228.

Voojis, M. W. & van der Voort, T. H. A. (1993). “Learning about television violence:
The impact of a critical viewing curriculum on children’s attitudinal judgments of crime
series”. Journal of Research and Development in Education, 26(3), 133-142.

44
MEDYA OKURYAZARLIĞINA POLİTİK BİR BAKIŞ:
MEDYA OKURYAZARLIĞI HAREKETİ

Zeliha Hepkon, Oya Şakı Aydın

Özet
Medya okuryazarlığı kavramının genel kabul gören bir tanımı olmaması farklı
yaklaşımların ürünüdür. Konuyla ilgili bu yaklaşım çeşitliliğini sınıflandırırken daha
çok A.B.D. merkezli olan ve medya okuryazarlığını bir eğitim sorunu olarak gören
yaklaşım ve medya okuryazarlığını politik ve ideolojik bir tercih olarak gören yaklaşım
şeklinde ikili bir ayrım yapmak mümkündür. Medya okuryazarlığına eğitim sorunu
olarak değil de toplumsal muhalefet hareketinin bileşenlerinden biri olarak gören
yaklaşımlar daha çok eylemlilik üzerinden konuya yaklaşmaktadır. Bağımsız medya
çabaları, Kültürel Çevre Hareketi gibi çeşitli eylem toplulukları ve Uluslararası Medya
Gözlemevi gibi entelektüel çabalar hep pratiğe yönelik hedefler taşımaktadır. Toplumsal
muhalefet hareketinin bileşenlerinden biri olarak medya okuryazarlığı yeni toplumsal
hareketler kategorisi bağlamında ele alınabilir. Medya okuryazarlığı kavramı ile
“yurttaş” olma kimliği üzerinden giderek yeni bir politik özne yaratılması söz
konusudur.
Anahtar kelimeler: Medya okuryazarlığı, yeni toplumsal hareketler, yurttaşlık.
Abstract

The presence of different approaches to media literacy makes it difficult to agree on a


certain definition. We may classify these approches in two groups; First group which is
mostly of U.S.A. origin, considers media literacy as a problem of education. The second
group regards media literacy as a political and ideological preference. The approaches
which do not consider media literacy as an educational issue but consider it as a
component of the social opposition, discuss the matter from the angle of activism.
Activist groups like Independent Media Attempts and Cultural Environment Movement
or intellectual efforts like Media Watch Global Organisation have activism-centered
objectives. Media literacy which is one of the components of social opposition can be
classified in the category of new social movements. The “citizen” identity and media
literacy concept may lead to the creation of a new political subject.

Key Words: Media literacy, new social movements, citizenship.

1. Giriş
“Bazen insanı bir yangın kulesi de çağırır”
Yusuf Atılgan∗

Özellikle 1990’lı yıllarla beraber tartışılır hale gelen medya okuryazarlığı


kavramının eleştirel bir çözümleme sürecine gönderme yapması dışında üzerinde
anlaşılmış bir tanımı yoktur. Çok genel olarak çeşitli biçimlerdeki mesajlara erişme,
bunları analiz etme, değerlendirme ve yenilerini yaratma kabiliyeti olarak tanımlanan
kavramın muhataplarının ise medya mesajlarına erişebilen, bunları yorumlama ve analiz
etme becerisine sahip olan ve kendi mesajlarını oluşturup yayabilecek imkanlara sahip
kesimler olduğu açıkça görülmektedir. (Baran, 2003; Hobbs,1998; Potter, 2005;
Livingstone, 2004).


Aylak Adam. (2005). İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. s. 141.

45
Genel olarak okuryazarlık, yazılı sembolleri etkin ve yeterli bir şekilde anlama
ve kullanma yeteneği olarak tanımlanır. Yazılı olmayan medyanın gelişimi ile iletişimin
her tür çeşidini etkin ve yeterli bir biçimde anlamak ve kullanmak yeteneği olarak
genişletilen kavram, kitle iletişimi ile beraber medya okuryazarlığı olarak ele alınır
(Baran, 2003, s. 50). Medya okuryazarlığı kavramının genel kabul gören bir tanımı
olmaması farklı yaklaşımların ürünüdür. Bu yaklaşım çeşitliliğinin en önemli
nedenlerinden biri akademisyenlerden, eğitimci ve eylemcilere geniş bir kesimin
tartışmaya dahil olmasıdır. Konuyla ilgili bu yaklaşım çeşitliliğini sınıflandırırken daha
çok A.B.D. merkezli olan ve medya okuryazarlığını bir eğitim sorunu olarak gören
yaklaşım ve medya okuryazarlığını politik ve ideolojik bir tercih olarak gören yaklaşım
şeklinde ikili bir ayrım yapmak mümkündür.

Bu çalışmada medya okuryazarlığını eğitim bağlamındaki tartışmalar


çerçevesinde ele almayacağız. Kavramın politik dolayımları çerçevesinde şu sorulara
yanıt arayacağız: “Medya Okuryazarlığı Hareketi”nden de bahsetmek mümkün müdür?
Medya okuryazarlığı özellikle 1980’lerle beraber entelektüel ve politik tartışma süreci
içinde önemli bir yer tutan “Yeni Toplumsal Hareketler” kategorisi içine alınabilir mi?
Medya okuryazarlığı neden özellikle 1990’larla beraber yoğun bir biçimde tartışılır hale
gelmiştir?

2. Medya Okuryazarlığı: Kavramın Gelişimi

Medya’nın, özellikle de televizyonun etkileri üzerine yapılan çalışmalar iletişim


bilimiyle meşgul olan insanlar için çok yeni sayılmaz. Ancak, izleyicilerin bu etkilere
karşı uyanık olması, medya mesajlarına eleştirel bakabilmeleri nispeten daha yeni
kavramlardır. Bu çalışmalar Avrupa ve A.B.D.’de farklı sorular etrafında yürür.
Kültürel çalışmalar çatısı altında izleyiciler ve medya mesajları arasındaki ilişkiyi
problematize eden çeşitli araştırmalar yapılmıştır. Medya mesajlarının okunması ve
farklı kodlama ve kodaçımlama süreçlerinin var olabileceğini gündeme getiren İngiliz
Kültürel Çalışmalar ekolünün kurucularından Stuart Hall, birçok araştırmacının öne
sürdüğü üzere, bir kitle iletişim aracının ideolojik etkilerinin o aracın yaydığı
mesajlardan analiz edilebileceği fikrine karşı çıkar. Hall bunun yerine, metinle, onu
üreten kurumla ve izleyicilerin sosyal tarihiyle yüzleşmeyi önerir (Béaud ve diğerleri,
1997, s.29).

1970’erden itibaren Amerika’da da kitle iletişim araştırmaları odağını izleyici


üzerine kaydırmaya başlamıştır. Bu yaklaşım metinlerin ve üreticilerin izleyiciler
üzerindeki mutlak kontrolüne ve etkisine karşı çıkarken aktif izleyici anlayışını
gündeme getiriyorlardı. Kültürel çalışmaların izleyiciye yönelen anlayışında ise
‘medyanın egemen ideolojik tanımların ve temsillerin dolaşımında ve
sağlamlaştırılmasında oynadığı rol araştırılmaya çalışılır. Bu bağlamda İngiliz kültür
araştırmalarının Amerika’dakilerden temel farkı, iletişimi parçası olduğu tarihsel
süreçlerle ve toplumdaki güç ilişkileri ile birlikte anlamaya çalışmasıdır. Amerika’da
var olan araştırma geleneği daha çok, medya, içerikler ve izleyiciler üzerindeki etkiler
hakkında ampirik bir takım araştırmaların yapılmasından ibarettir (Hardt, 1999, s.55-
57).

Medya okuryazarlığı Amerika Birleşik Devletleri’nde bu ampirik gelenek


çerçevesinde daha çok bir eğitim sorunu olarak ele alınmaktadır (Hobbs, 1998, s. 16-
32). Kavram daha çok okul çağındaki çocukların medya konusunda eğitilmesi
bağlamında, eğitmenler tarafından tartışılmaktadır. İlk, orta, lise, üniversite hocaları,

46
halk sağlığı uzmanları, iletişim alanında çalışanlar, müzisyenler ve dinsel eğitimciler
gibi farklı kesimler tartışmanın taraflarıdır. Farklı uzmanlık alanlarından gelen bu geniş
yelpaze içinde oldukça farklı bakış açıları vardır. Bu konuda bir sınıflandırma yapan
Renee Hobbs’a göre yedi önemli tartışma vardır. Bu tartışmalar şu sorular etrafında
yürütülmektedir: Medya okuryazarlığı eğitiminin çocukları ve gençleri medyanın
olumsuz etkilerinden korumayı amaçlamalı mıdır? Medya üretimi medya okuryazarlığı
eğitiminin temel bir özelliği olmalı mıdır? Medya okuryazarlığı popüler kültür
metinlerine odaklanmalı mıdır? Medya okuryazarlığının daha doğrudan bir politik ve
ideolojik gündemi olmalı mıdır? Medya okuryazarlığı okul temelli ilk ve orta öğretim
eğitim ortamlarına odaklanmalı mıdır? Medya okuryazarlığı özelleşmiş bir konu olarak
mı öğretilmelidir, yoksa mevcut konuların bağlamı içine mi yerleştirilmelidir. Medya
okuryazarlığı girişimcileri medya kuruluşları tarafından maddi olarak desteklenmeli
midir? (Hobbs, 1998).

Bu tartışma konuları bize ABD’de kavramın eğitim sorunları çerçevesinde ele


alındığını göstermesi açısından anlamlıdır. Medya okuryazarlığı, farklı eğitim
felsefeleri, kuramları, çerçeveleri, uygulamaları, ortamları, yöntemleri, hedefleri,
amaçları ve sonuçlarından oluşan geniş bir spektrumu olan bir şemsiye kavram olarak
görülmektedir (Hobbs, 1998, s. 134).

Medya okuryazarlığı kavramının eğitim bağlamındaki sorunlu yanları da bu


tartışmalar çerçevesinde ele alınmaktadır. Sonia Livingstone, yeni iletişim teknolojileri
ve medya okuryazarlığı kavramını arasındaki ilişkileri incelediği makalesinde kavramın
en genel tanımından yola çıkarak bu tanımın içindeki, ulaşım (access), çözümleme
(analysis) değerlendirme (evaluation) ve yeni mesajlar yaratma (content creation)
kavramlarını açıklar. Erişim sorunu üzerinde duran Livingstone, erişimdeki
eşitsizliklerle dijital medyanın gelişiminin yarattığı içerik bombardımanının yolaçtığı
sorunları vurgular. Livingstone’a göre mesajlara erişim sağlamak onları çözümlemek
için gerekli bilgiye ve eğitime sahip olunduğu anlamına gelmemektedir. Farklı kod
açımlarının olması, okullarda verilen okuryazarlık eğitiminin eski medya formlarına çok
bağlı olması ve yeni teknolojilere ayak uyduramaması sorun olarak görülmektedir.
Değerlendirme safhası ise medya okuryazarlığı kavramın en önemli bölümüdür. Ancak
bu noktada sorunlar da büyümektedir. Özellikle eğitim veren kuruluşlar bu
değerlendirmelerde hangi kriterleri göz önüne alacaklardır? Yine medyada içerik
yaratma söz konusu olduğunda, izleyicinin daha çok bir alıcı olarak konumlandırıldığı
görülmektedir. Mesaj üretme deneyimi olan çocukların, medya mesajlarına karşı daha
bilinçli olacakları savunulmaktadır (Livingstone, 2004, s. 4-8).

ABD’de kurulan ve hem yetişkinlere hem de çocuklara yönelik Medya


Okuryazarlığı Merkezi (Center For Media Literacy)’ye bakarak bu yaklaşımın ipuçlarını
görmek mümkün. Amacı, sansür ve boykot etmeden ya da suçlamalara girmeden,
siyaset yapmadan özgür düşünceyi geliştirme (http://www.medialit.org, 2005), olarak
belirlenen Medya Okuryazarlığı Merkezi ABD’de buna benzer eğitim amaçlı birçok
örgütten birisidir. Eleştirel düşünme ve medya üretimi yeteneklerini sağlamaya çalışan
Medya Okuryazarlığı Merkezi misyonunu şöyle ifade eder: “Çocuklara ve yetişkinlere
medya okuryazarlığı araştırmaları ile teoriyi pratiğe dökerek, eğitimlerle öğretmenlere,
genç liderlere, ailelere ve çocuk eğitimcilerine global medya kültürünün yaşanması ve
öğrenilmesi konusunda yardım etmek”. Eğitimle yetkinleştirme amacında olan Medya
Okuryazarlığı Merkezi medya okuryazarlığı yeteneklerinin geliştirilmesi için kitaplar,
videolar, CD romlar, belirli programlar, toplum ya da gençlik bazlı programlar gibi,
kaynaklar sağlar. Internet sitesinde “başarılı bir öğrenci, sorumlu bir vatandaş, üretken

47
bir işçi ya da ehil ya da bilinçli tüketici” yetiştirme amacı ABD’deki sistem içi konumu
açığa vurması açısından önemlidir.

ABD’de eğitimciler içerisinde medya okur yazarlığını eğitim sistemine radikal


değişiklikler getirmek için bir potansiyel olarak görenler de mevcuttur. Bu anlayışa göre
öğrenciler, yazarın eserini yapılandıran kültürel kodları belirlemeye, bu kodların
işlevlerini anlamaya ve metnin alternatif yorumlarını yapmaya teşvik edilmelidir. Bu
görüşü savunanlara göre, medya okuryazarlığı, eleştirel yurttaşın yaratımını radikal
demokrasinin gelişimine bağlayan postmodern politik projenin bir parçasıdır (Hobbs,
1998, s. 23).

Medya okuryazarlığının politik dolayımları dışında bir “eğitim” sorunu olarak


görülmesi toplumdaki güç ilişkilerini ve medyanın bu ilişkilerin taşınması ve
sürdürülmesindeki rolünü göz ardı eder. 1980’li yıllarda serbest piyasa argümanı
temelinde uygulanmaya başlanan neo liberal politikalar, yeni iletişim teknolojilerinin
ortaya çıkışı ve yaygınlaşması, medyanın tekelleşmesini engelleyen yasaların
gevşetilmesi yeni bir dönemi başlatır.

Bu politikalar meyvelerini 1990’larda vermeye başlar. Yeni teknolojilerin ortaya


çıkışı, Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu ve Dünya Ticaret Örgütü ile küresel
ticari medyanın düzenleyici engellerinin ortadan kalkması küresel ölçekte egemen
şirketler yaratır (McChesney, 2003, s.20). Küresel medya bütünüyle yeni bir sistem
değildir. 20. Yüzyıl sinema, televizyon programları, müzik kayıtları ve kitaplara yönelik
ihracat pazarının Batılı şirketler ve genellikle de A.B.D. tarafından belirlenmesine
tanıklık eder. Fakat radyo, televizyon, gazete ve süreli yayınlar gibi ulusal medya
sistemlerine ait altyapı yine ulusların kontrolünde ve mülkiyetindedir. 1990’lardaki
gelişme, küresel ticari medya sistemindeki hızlı yükseliştir. Diğer yandan, son on yıl
öncesine kadar Avrupa’nın ve Dünya’nın birçok noktasına egemen olan kamusal
hizmete dayalı yayıncılıkta ciddi bir düşüş yaşanmıştır (McChesney, 2003, s.21).

Bu süreci anlamamız ve iletişimin ekonomi politiğini kavramamız açısından


medya okuryazarlığı kavramı önemli ipuçları vermektedir. İletişimin ekonomi politiği
ikili bir süreçtir. Birincisi medya ve iletişim sistemlerinin değişen toplumsal yapıyla
kurduğu ilişkinin doğasını tarif etmek ikincisi reklam gibi destekleyici mekanizmaların,
mülkiyet ve hükümet politikalarının medya faaliyetlerini ve içeriğini nasıl etkilediğine
bakmaktır (McChesney, 2003, s.10).

Medya okuryazarlığını eğitim sorunu olarak değil de toplumsal muhalefet


hareketinin bileşenlerinden biri olarak gören yaklaşımlar daha çok eylemlilik üzerinden
konuya yaklaşmaktadır. Bağımsız medya çabaları, Kültürel Çevre Hareketi gibi çeşitli
eylem toplulukları ve Uluslararası Medya Gözlemevi gibi entelektüel çabalar hep
pratiğe yönelik hedefler taşımaktadır.

2.1. “Sessizlerin sesi olmak” Bağımsız Medya Merkezi

Özel ve kamu sektörünün işleyişini yeniden düşünme ihtiyacı ve farklı bir


üçüncü sektör olarak halk medyası bağımsız ve özgür bir medya ihtiyacı gibi saiklerle
ortaya çıkan bağımsız medya çabalarının örneklerinden biri olan Bağımsız Medya
Merkezi ya da Indymedia 1999 yılında kurulur. 1999’da Dünya Ticaret Örgütü’nün
toplantılarının protesto edildiği Seattle’da ortaya çıkan medya hareketi gösterilerinden
aylar evvel başlar. Eylemciler ana gösterilerin yapıldığı yere çok yakın bir yer kiralarlar.
Bilgisayarlar bağış ya da ödünçtür (Coyer, 2005, s. 168). 120 yerel, otonom Indymedia

48
örgütünden oluşan global bir network olan Indymedia egemen medyanın politikalarına
karşı halka yakın, global anti kapitalizm ve anti savaş hareketi ve önemli protestoları
kurumsal olmayan bir biçimde kapsar. Yatay bir örgütlenme biçimi olan Indymedia
anti-otoriter kararalma süreci, açık ve esnek yayın, desantralizasyon sağlayarak
medyanın katılımcı ve dolayısıyla demokratik bir biçimi olduğunu ifade eder. Online
buluşan, bilgi paylaşan ve karar alan çalışma gruplarından oluşan örgüt tartışmaları
Indymedia arşivindedir ve herkese açıktır. Açık yayıncılık ilkesini benimseyen
Indymedia sitesine video, audio baskı, fotoğraf ya da yorum göndermek isteyen herkes
editörden geçmeden gönderebilir. Editoryal kontrol bulunmuyor ancak açık yayın
sitelerine yönelen ırkçı yaklaşımların engellenmesi için “saklama” söz konusu oluyor.
“Saklama” konusunda grup içinde farklı değerlendirmeler söz konusu. Bir grup bunun
editörün pandora kutusunun açılımı olarak görürken diğer bir grup bu gibi postaların
açıkta bırakılarak sitenin ve projenin misyonuna karşı görüşlere yer vermek için bir
neden olmadığını söylemektedir (Coyer, 2005, s. 172).

Bireysel aktörlerden oluşan bu merkezsiz networkün örgütlenme yapısı çeşitli


sorunlara da yol açmaktadır. Temel çalışmaları yapmak isteyen az sayıda insan ve hiçbir
şey yapmadan problemlerden yakınan pek çok insan söz konusu olabilmektedir. Yine
“en yüksek sesin egemenliği” anti otoriter ortamda bile güç ilişkilerini kurmaktadır.
Çeviri çabaları olsa da İngilizce’nin tartışma dili olarak kullanılması diğer bir eleştiridir.
Bir diğer sorun da anti-otoriter ethosa rağmen teknik yeteneklere sahip olanların
toplantılarda, tartışma grup listelerinde etkin olmalarıdır. Bu anlamda “teknisyenlerin
tiranlığı”ndan bahsedilmektedir.

Indymedia ikili bir görevi olduğunu ilan eder. Öncelikle dünya etrafındaki
aktivistlerden bilgi sağlamak ve alternatif ses ve perspektif sağlamak. İkinci olarak ise
bir örgütlenme aracı olarak eylemci topluluk içinde eylem ve protestoları duyurmak ve
dünya ölçeğinde bir hareket için eylemcilerin iletişim halinde olmalarını sağlamak. Bu
anlamda Indymedia katılımcıları kendilerini hem gazeteci hem de eylemci olarak görür
ve projeyi de medya aktivizmi etrafında yeni topluluk biçimlerinin temsilcisi olarak
görür (Coyer, 2005, s. 170-172). Gönüllü bir örgüt olan Indymedianın altyapısı
bilgisayar programına dayanır, konu ve sınırları aşan, network yapıları ile dijital ve
sosyal olarak deneysel bir proje olan Indymedia, alternatif medya ve toplumsal
hareketler çerçevesinde bir oluşumdur (Coyer, 2005, s. 166-167).

2.2. Özgür ve Adil Bir Kültürel Çevre İçin İletişim: Kültürel Çevre Hareketi

Kültürel Çevre Hareketi (Cultural Environment Movement) 64 ülkeden 150


bağımsız örgütün koalisyonu ile oluşmuştur. 1996’da “Seyircilerin Bağımsızlık
Bildirgesi”ni yayınlarlar. “Ortak kültürel çevreyi kendimiz şekillendirmek istiyoruz”
diyen bu yaklaşım izleyicileri aktif rol oynamaya çağırır. Kültürel Çevre Hareketi
“kültürel politika yapımında bağımsız bir yurttaş sesi, kendimiz ve çocuklarımız için
özgür, adil ve sorumlu bir kültürel çevre yaratılması için çalışmak” amacında olduğunu
söyler. Yayınladıkları bildiride “insanlar hikayelerle yaşar ve öğrenir. Bugün bu
hikayeler kendi yapımı ve toplumsal ilhamlı değil, kitle üretiminin ve pazarlama
sürecinin ürünüdür” tespitini yapar ve bunu kültürel çevrenin radikal değişimi olarak
görür. Medya pazarının yeni girişlere açık olmaması eleştiren hareket, bunun içeriğin
çeşitliliğinin azlığı olarak ifade eder. Medya içeriklerinde stereotip yaratımı, ırk, etnik
grup, kadınlar gibi ezilen kesimlerin sesine yer verilmesi kültürün kolonize edilmesini
getirmektedir. Medyadaki tekelleşme bilgi yoksunu ve bilgi zengini arasında bir uçurum
yaratmaktadır. Bu tespitleri yaparak, özgürleştirici bir alternatif, kültür politikasının

49
belirlenmesinde bağımsız vatandaş sesi olmak, özgür, adil, çeşitli ve sorumlu bir
kültürel çevre yaratmak için yola çıktığını belirtir (Baran, 2003, s. 54-55).

2.3. “Haberin Ekolojisi”ni Savunmak: Uluslararası Medya Gözlemevi

Uluslararası Medya Gözlemevi (Media Watch Global) dünya ölçeğinde


yurttaşların tam bilgilenme hakkını savunan uluslararası bir birliktir. Demokrasi için
özgür, tam ve doğru bilginin hayati olduğunu kabul eden kuruluş, Porto Alegre’deki
İkinci Dünya Sosyal Forumunda oluşturulur ve 2003’te Paris’te resmen kurulur.
Destekleyicileri Le Monde Diplomatique, IPS Inter Pres Service ve iletişim alanında
çalışan diğer örgütlerdir. Uluslararası Medya Gözlemevi ulusal bölümlerle medyayı
farklı ihtiyaç ve açılardan izleyenleri birleştirmek, ihlallere karşı doğru haberi savunmak
için gazeteciler, izleyiciler ve akademisyenleri bir araya getirmek istemektedir.

Ignacio Ramonet, liberal küreselleşmenin iyiden iyiye ivme kazanmasıyla o


zamana kadar dördüncü kuvvet olarak adlandırılan medyanın artık “sessizlerin sesi”
olmaktan çok uzaklaştığını ifade etmektedir. Dev boyutlu şirketlerin hüküm sürmekte
olduğu iletişim pazarında, bu şirketler liberal küreselleşmenin merkezi aktörleri
durumuna gelmişlerdir. Bu küresel şirketlerden herhangi bir haksızlıkta, yolsuzlukta
yurttaşların tarafında olmalarını beklemek saflık olacaktır. Ramonet, bu ezici güç
karşısında bizlerin yurttaş olarak beşinci kuvveti oluşturmamız gerektiğini öne
sürmektedir (Ramonet, 2004, s. 3-8). 2002 Dünya Sosyal Forumu’nda başlayan etik-
ahlaki projenin ürünü olan uluslararası medya gözlemevinin oluşmasını motive eden
eylem felsefesi: İzleyiciler ve medya kuruluşları arasındaki asimetriyi yok etmek için:
“haberin ekolojisi”ni savunmaktır.

Uluslararası Medya Gözlemevi’nin vurguladığı vatandaşlık kavramı bir grup hak


ve ödev üzerine kuruludur. Tarihsel olarak evrensellik ve eşitlik vurgusuna sahip olan
kavram ulus devletle bağlantılıdır. Bir sosyal fail kategorisi olarak ele alınan
vatandaşlık, sosyal aidiyet ve sosyal katılım için temel bir kategori olarak görülüyor
(Dahlgren, 2000, s.317-318).

Liberal teoriye göre medyanın temel demokratik rolü devlet üzerinde denetleyici
bir rol oynamasıdır. Bu görev medyanın diğer fonksiyonlarının hepsinin üzerindedir ve
ancak medya serbest piyasa içinde yer alırsa devletten bağımsız olabilir (Curran, 2000,
s. 121). Bu görüşün sorunları şu şekilde sıralanabilir: Zamansal sorunlar, pazar
yolsuzlukları ve pazar baskısı. Medyanın geleneksel bekçi köpeği rolünün basının
halkla ilişkiler temelli olduğu 18. yüzyılın kavramı olması bir sorundur. Oysa bugün
medyanın eğlence yönü ağır basmaktadır, zamansal olarak kavram bugün değişim
göstermiştir. İkinci olarak bu kavramın ortaya çıktığı dönemde devletler güç ve baskı
açısından tek otoritedir oysa bugün özel sektör de uyguladığı baskı açısından
denetlenmelidir. Üçüncü olarak klasik liberal görüşe göre devlet zor tekelini elinde
bulundurduğu için en korkulan kurumdur ve medyanın devletle arasına eleştirel bir
mesafe koyması önemlidir. Yaşanan değişimler hükümetlerle işbirliğine girerek pazarda
egemen olmak isteyen medya kuruluşlarının yolsuzluklarını da getirir (Curran, 2000, s.
122). Birçok özel medya kuruluşu Latin Amerika’daki sağ askeri darbeleri
desteklemiştir. Şili’deki askeri darbenin arkasındaki El Mercurio bunun
örneklerindendir (Curran, 2000, s. 124).

Medya okuryazarlığı eleştirel yaklaşımına karşın anti-medya bir hareket değildir.


Bunun yerine geniş bir koalisyonun gerek eğitimle gerekse eylemlilik biçimleriyle
“eleştirel bir yurttaş” olma temelinde bir araya geldikleri örgütlenmeler söz konusudur.

50
Medya demokratik bir toplum için yasama, yürütme ve yargının ardından dördüncü
kuvvet olma işlevini yerine getirmemektedir. Bu anlamda bir 5. kuvvet olarak bir
küresel toplum hareketi projesi olarak bileşenlerinden biri olarak ortaya çıkan
Uluslararası Medya Gözlemevi’ne yönelik eleştiriler de vardır. Gözlemevinin çözüm
önerisi Seattle, Porto Alegre ya da Bombay sokaklarında haykırıp sonra da kendimizi
rahat hissedebileceğimiz sloganların ötesine geçemiyor (Tunç, 2004, s. 8-12)
argümanıyla eleştirilmektedir.

3. Yeni Toplumsal Hareketler: Kavramsal Çerçeve

1980’li yıllarda toplumsal muhalefete damgasını vuran Yeni Toplumsal


Hareketler genellikle çevre hareketini, yeşil hareketi, feminizmi, eşcinsel hareketini,
barış hareketini, anti-nükleer hareketi, ırkçılık-karşıtı hareketi, etnik azınlık
hareketlerini, konut işgallerini, mahalle düzeyinde katılımcılık girişimlerini ve özellikle
1990’lı yıllarla beraber küreselleşme karşıtı hareketi kapsayacak bir kategori olarak
tanımlanmaktadır (Şansever, 2003, s. 12).

Yeni Toplumsal Hareketler yaygınlık kazandıkları Batılı kapitalist ülkelerde


gündeme getirdikleri sorunlar ve talepleri bağlamında ele alındığında işçi sınıfı dışı
hareketlerdir ve emek sermaye çelişkisinden yola çıkmazlar (Lahusen,1996). Politik
iktidarı ele geçirmek gibi bir hedefleri olmayan Yeni Toplumsal Hareket’lerin
örgütlenme biçimi ise geleneksel parti tipi örgütlenme dışındadır. Bütünsel bir toplum
projesi ya da gelecek tasavvuru olmayan bu hareketlerin bu genel özellikleri dışında
diğer bir önemli nokta özgül toplumsal gruplar ve onların sorunları temelinde bir araya
gelir (Savran, 1992, s.7). Sistem karşıtı nitelikleri ya da en azından sistemin yarattığı
eşitsizlikleri sorgulayan nitelikleri onları toplumsal muhalefet içinde
konumlandırmaktadır.

Sistem karşıtı duruşlarına karşın bütünsel bir toplum projesi önermemeleri bu


hareketlerin kendi aralarında kimi duruşların birbirleriyle de çelişebilmelerini de
getirmektedir. Yeni Toplumsal hareketlerin kimlik politikası temelinde ele alınması
gerektiği konusunda ortak bir bakış olmakla beraber ortaya çıkış nedenleri üzerinde bir
anlaşma yoktur. Alaine Touraine’in (2002, s.199) temsil ettiği bakış açısına göre 20.
yüzyılın ortalarından itibaren toplumsal yapıda yaşanan bir dönüşümle post-fordist,
post-modern olarak nitelenecek bir kırılma yaşanmıştır. Touraine’ın sanayi sonrası
toplum olarak adlandırdığı bu dönemde kendiliğinden toplumsal düşünce ve ideolojiler,
tarihe yapılan her türlü gönderiyi elinin tersiyle itmektedir (2002, s. 200). Bu yeni
dönemde sınıf politikası artık aşılmış ve bu evreye en uygun politik hareket biçimi Yeni
Toplumsal Hareketler ortaya çıkmıştır. Yeni Toplumsal Hareketler bu bağlamda sınıf
mücadelesinin bir alternatifi olarak görülmektedir.

Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe’un temsil ettiği diğer bir yaklaşım ise yeni
dönemi kapitalizmin kendi dinamiklerinin sonucu olarak görmektedir. Yeni Toplumsal
Hareketler kategorisi (Laclau ve Mouffe, 2001), marksizm içi bir tartışmanın ürünü
olarak ortaya çıkar. Hegemonya ve Sosyalist Strateji’nin 1985 önsözünde Sol’un bugün
bir dönüm noktasında olduğu belirtilir (Mouffe, 1985). Laclau ve Mouffe’a göre
geçmişin “açık gerçekler”i ve sol mücadeleye anlamını veren politik analizin klasik
formları değiştirilmelidir. Bu eleştiri süreci 1960 ortalarından itibaren yaşanan iki
sürecin ürünüdür. Birincisi Budapeşte, Prag, Polonya olayları, Afganistan’ın işgali gibi
hayal kırıklıkları ikincisi ise 1968 öğrenci , feminist , ulusal, ekoloji hareketlerinin yeni
bir potansiyel potansiyelden daha fazla olarak daha demokratik özgür ve eşitlikçi
toplumlara doğru bir gelişme yarattığı tespitidir ( Laclau ve Mouffe, 2001, s.1).

51
1970’lerin ortasında Marksist teori içindeki tartışmaların ürünü olarak ortaya çıkan Yeni
Toplumsal Hareketler kategorisi Marksizmin temel kategorisi olan “sınıf”ın yerini
almak üzere kurulur (Laclau ve Mouffe, 2001).

II. Dünya Savaşı sonrasında kapitalizmin örgütlenme biçiminde yeni bir


hegemonik yapı kurulduğunu ve bu süreçte yeni antagonizmaların oluştuğunu savunan
Laclau ve Mouffe kimlik politikasına önem vermektedir. Üretim ilişkilerinden
kaynaklanmadıkları durumlarda sınıfsal olmayan bu antagonizmalar yeni kimlikleri
ortaya çıkartmaktadır (Savran, 1992, s.9).

3.1. Yeni Toplumsal Hareketler: Sorunlu Yanlar

Yeni Toplumsal Hareketler ile ilgili yukarıda belirtildiği gibi farklı yaklaşım
biçimleri olsa da bu teorilerin Batı merkezli yanı önemli bir sorun olarak ortaya
çıkmaktadır. Gerek Mouffe gerekse Touraine Batılı kapitalist ülkeleri model
almaktadırlar. Mouffe, sosyal devleti baz alırken Touraine, sanayi sonrası toplum
tanımından yola çıkmaktadır. Üretim ile üretim dışı alan arasındaki bağlantıyı
kurmayan, kapitalizmin kurucu çelişkisi olan üretim ilişkileri dolayımını gözden kaçıran
bu yaklaşımlar sonuçta kapitalizmin artık sistematik bir bütünlüğü, yapısal bir birliği
olmayan bir biçimde ele alınmasına neden olmaktadır (Savran, 1992). Politik öznelerin
kimliklerinin belli bir anda belli bir sorun etrafında yapılan mücadelelerle kurulması ise
farklılıkların mutlaklaştırılmasına neden olmaktadır. Bu ise tek tek Yeni Toplumsal
Hareketlerin bileşenleri arasında bir birlik kurmayı zorlaştırmaktadır. Problemin
karmaşıklaşması ya da bir birkaç sorunla birden birleşmesi çıkmazlara yol
açabilmektedir (Shaw, 2005, s.143-144).

Ellen Meiksins Wood’un eleştirisi ise özellikle Marksizm içi bir tartışmayı
gündeme getirmesi anlamında de önemlidir (1992). Wood, bu yaklaşımın ideolojiyi ve
politikayı her türlü toplumsal temelden, özelikle de her türlü sınıfsal dayanaktan
kopararak özerkleştirmesini eleştirmektedir. Yeni Toplumsal Hareketler bağlamında
Yeni Hakiki Sosyalizm teorisyenlerinin ortaya çıkışının nedeni olarak “Marksizmin
bunalımı”nı görmektedir. (Wood, 1992, s.15-16).

Politik süreçler içerisinde oluşabilecek olan politik özneleri ve dile getirdikleri


sorunların önemi ortadadır. Ancak tüm bu farklı sorunların birleştiren bir yerden
toplumdaki eşitsizlik ve adaletsizlik ilişkilerine karşı çıkabilecek zeminin yaratılması
gerekliliği de ortadadır. Parçalanmışlığı öne çıkarmak ve çatışmaları yalnızca “söylem”
bağlamında ele almak bu hareketlerin kapitalizmin kurucu çelişkisini göz ardı etmelerini
getirmektedir..

4. Sonuç

Medya okuryazarlığı kavramı ile “yurttaş” olma kimliği üzerinden giderek yeni
bir politik özne yaratılması söz konusudur. Geleneksel hareketlerden farklı olarak
1950’ler sonrasında gelişen yeni toplumsal hareketlerin bileşenleri işçi hareketindeki
gibi organik ilişkilere sahip değildir. Bu bağlamda kamuoyunun dikkatini çekmek için
medyaya ihtiyaç duyulur (Shaw, 2005, s. 139-140). Medya okuryazarlığı hareketinin
bileşenlerinden biri olarak ele alınabilecek olan bağımsız medya örgütlerinin diğer
toplumsal hareketler açısından da önemi büyüktür.
1990’larla beraber medya ortamında yaşanan dönüşüm, geleneksel kitle iletişim
araçlarının ekonomi politiğini belirgin bir biçimde farklılaşmasını getirir. Mülkiyet,

52
kontrol ve politik kullanım açısından yaşanan dramatik değişim özelleştirme,
tekelleşme, uluslararasılaşma ve düzensizleştirme politikaları, medya operasyonlarının
ticari yönünü genişletir ve diğer normların azalmasına neden olur. Bilgi toplumu daha
fazla kültürel ürünün daha fazla insana ulaşması anlamına gelmiyor. Tersine teknolojik
gelişmeler kitle iletişim araçları, bilgisayarlar ve telekomünikasyon uyduları arasında
yeni karışıklıklar meydana getirmekte ve vatandaş açısından bilgiye ulaşmanın maliyeti
artmaktadır. Bilgili elit ve eğlendirilen kitleler arasındaki uçurum derinleşmektedir. Bu
durum ise medya okuryazarlığı kavramının yakıcı bir tartışma konusu olarak ortaya
çıkmasını getirmektedir.

Medya okuryazarlığı çerçevesinde yer alan tartışmalar hem eylemcilerin hem de


akademisyenlerin ilgi alanına girmektedir. Kolektif eylem aracılığıyla çeşitli toplumsal
kesimleri bir araya getiren bu kampanya süreçleri zaman zaman yeni siyasal aktörlerin
ortaya çıkmasını da sağlamaktadır (Lahusen, 1996). Medya okuryazarlığı tartışmaları
bağlamında yapılan kampanyalarında bir harekete zemin olup olmayacağını süreç
gösterecektir. “Eleştirel yurttaş”ın yaratılması ve değişen medya ortamına müdahaleyi
hedefleyen kesimlerin oluşturacağı “hareket”in Yeni Toplumsal Hareketler
kategorisinin handikaplarını taşıyacağı açıktır.

Kaynakça

Kitaplar

Baran, S.J. (2004). Media Literacy and Culture. New York: MC Graw Hill.
Béaud, P. Ve Diğerleri. (1997). Sociologie de la Communication. Paris: Ed.
Réseaux.
Coyer, K. (2005). “İf it leads it bleeds: The participatory newsmaking of the
independent media centre”. Global Activism Global Media, London: PlutoPress. 165-
179.
Curran, J. (2000). “Rethinking Media and Democracy”. Mass Media and
Society, Ed. J. Curran, M. Gurevitch, 3.Ed. London: Arnold. 120-155.
Dalhgren, P. (2000). “Media, Citizenship and Civic Culture”. Mass Media and
Society, Ed. J.Curran, M. Gurevitch, 3.Ed. London: Arnold. 310-329.
Hardt, H. (1999). “Eleştirel’in Geri Dönüşü ve Radikal Muhalefet’in Meydan
Okuyuşu: Eleştirel Teori, Kültürel Çalışmalar ve Amerikan Kitle İletişim Araştırması”.
Medya İktidar İdeoloji, Der ve Çev. Mehmet Küçük. Ankara: Ark Yayınları.
Hobbs, R. (1998). “The seven great debates in media literacy movement”,
Journal of Communication, S: 48(1), 16-32.
Lahusen, C. (1996). The Rhetoric of Moral Protest. New York: Walter de
Gruyter Publication.
Livingstone, S. (2004). “Media Literacy and the challenge of new information
and communication technologies”. The Communication Review, S. 7:3-14.
McChesney, R. W. (2003). Küresel İletişimin Politik Ekonomisi, Kapitalizm
ve Enformasyon Çağı. Çev. N.S. Çınga, E.Baltacı, Ö.Yalçın. Ankara: Epos Yayınları.
Mouffe, C. (1985). “Cinsiyet Sistemi ve Kadınların Bağımlılığının Söylemsel
Kuruluşu”. Akıntıya Karşı, S:1.
Mouffe, C. ve E. Laclau. (2001). Hegemony and Socialist Strategy.
London:Verso.
Potter, J. (2005). Media Literacy. 3.Ed. USA: Sage Pub.
Ramonet, I. (2004). “Beşinci Kuvvet”. Çev: Y. G. İnceoğlu, N. Akıner, U. U.
Aydın. Varlık Dergisi, 3-8.

53
Savran, G. (1992) “Marksizm ve Yeni Toplumsal Hareketler Tartışması”. Sınıf
Bilinci, S:11.
Shaw, M. (2005). “Peace Activism and Western Wars: Social Movements in
Mass-Mediated Global Politics”. Global Activism Global Media, London:Pluto
Press.133-147.
Şensever, F. L. (2003). Dünya Sosyal Forumu. İstanbul: Metis Yayınları.
Touraine, A. (2002). Modernliğin Eleştirisi. Çev: H. Tufan. İstanbul: Yapı
Kredi Yayınları.
Tunç, A. (2004) “Medyaya Soğukkanlı Bakmak”, Varlık Dergisi, 8-12.
Wood, E. M. (1992). Sınıftan Kaçış. Çev: Şükrü Alpagut. İstanbul:
Akış&Dönem Yayıncılık.

Internet Kaynakları

Media Education Foundation, www.igc.org/ mef.


Center for media Education, www. cme.org/cme.
Media Awareness Network, www.schoolnet.ca/medianet.
Alliance for a Media Literate America, www. nmec.org/medialit.html. Association For
Media Education, www.aml.ca.
Media Alliance, www. media-alliance.org.
Center For Media Literacy, www.medialit.org.

54
MEDYA OKURYAZARLIĞI VE YETİŞKİNLERİN ÖĞRENMESİ
MEDIA LITERACY AND ADULT LEARNING

Bahire Efe Özad

ÖZET
Yirminci yüzyılda, hemen her alanda gittikçe ivme kazanan gelişmeler, bireyin
sürekli kendini yenilemesini ve bilgi edinimini çağın gereği bir zorunluluk haline
getirmiştir. Çağımızda, aynı zamanda bilgi patlaması yaşanmış ve geçmişte önemli olan
‘bilgiye ulaşım’ önemini gittikçe yitirirken, zamanla yerini ‘bilginin eleştirel bir biçimde
ele alınıp özümsenmesine’ ve ‘bireyin bunu kendi yaşam pratiklerine uygulamasına’
bırakmaya başlamıştır. Şüphesiz başka bir değişim de bireylerin ilgi alanları doğrultusunda
bilgiye erişip ilerlemeleri için olanak bulmalarıdır. Teknolojı ve özellikle de iletişim
teknolojisindeki gelişmeler, yetişkinlerin formal eğitim sonrasında öğrenmeye devam
etmelerine olanak sağlamış ve bunu büyük ölçüde de kolaylaştırmıştır. Başka bir deyişle,
medya, yaşam boyu eğitim ve bilgi edinimini kolaylaştırmıştır.

Medyanın verdiği mesajların etkisinin ne olduğunun ne kadar bilincinde olup


olmadığı her ne kadar bir tartışma konusuysa da, yetişkinlerin üzerindeki etkisi
yadsınamaz. Dahası, medyadan öğrenme, okuldan daha kolay ve zevklidir. Eğitim
sisteminin parçalara bölerek müfredat gereği sıraladığı bilgiler, medyada, tam olarak
olmasa da, bir bağlam ve bütünlük içinde verilmektedir. Sınav kaygısı ve diğer baskı
unsurlarının olmaması, öğrenme için gerekli ortama katkıda bulunmaktadır. Bunun
yanısıra, medya, izleyiciye ilgi duyulana yönelme olanağı sağlamaktadır. Oysa eğitim
sisteminde daha önceden uzmanların uygun gördükleri seçilip aktarılmaktadır.

Ancak medyada da, izleyici seçimini sunulanlar arasından yapmaktadır. Bu nedenle


de, izleyicinin eleştirel bir tutum içinde olması gerekmektedir. Kısacası, medyadan
öğrenme konusunun daha fazla irdelenmesi gerekmektedir. Özellikle de Sosyal Öğrenme
(Bandura) kuramı yetişkinlerin medyadan öğrenmeleri konusunda ışık tutan kuramlardan
biridir. Bu çalışmanın amacı medya okuryazarlığını irdelemek ve yetişkinlerle ilgili
öğrenme kuramları arasında olan sosyal öğrenme kuramı ışığında yetişikinlerin medyadan
nasıl öğrendiklerini açıklamak ve ileriki yaşamlarında medya okuryazarlığı konusunda daha
bilinçli bireyler olup medyadan öğrenmelerine ve eleştirel bir bakış kazanmalarına yardımcı
olmak için formel eğitime ve medyaya düşen görevleri irdelemektir.

ABSTRACT
In the 20th century, developments that took place and accelerated almost in every
field made the accessing information and constantly developing oneself as the prerequisite
of the era. Our age has also obeserved an explosion of information and as ‘accessing
information’ gradually started to lose its importance, ‘critical approach and comprehension’
and ‘application of this information to the daily practice of the individual’ started to gain
ground. Undoubtedly, another change has been observed in relation to finding opportunities
to reach information in order to pursue one’s own interests. Developments in technology
and particularly communication technologies not only provided means for but also
facilitated lifelong learning for the adults after formal education.

Despite the fact that, the extent to which the media is aware of the influnece of the
messages on the audience has been a debatable issue, its influence on the adults cannot be

55
denied. In the formal education system, information is divided into parts and pieces
according to the curriculum, the media gives it within a context if not more wholistically.
What is more, that there is not exam stress or any other pressure, contributes to learning.
Also the media provides opportunities for the audience to choose. On the contrary, in
education the priori syllabus prepared by the experts is put into action.

However, as far as the media is concerned, the audience make their preference
among those that are presented to them. Hnece, the audience should take a critical stance.
Shortly, learning from the media should be taken into consideration more. Particularly the
Social Learning Theory is one of theories that shed light to learning of adults from the
media. The aim of this study is to explore media literacy and to explain how adults learn
according to Social Learning Theory, which is one of the theories related to the learning of
adults and shed light to the duties of the media and formal education which will lead the
individuals to become more conscious about media literacy and learn more sensibly from
media and take upon a more critical look.

1. GİRİŞ
Günümüz dünyası medya ve medya mesajları ile donatmıştır. Her geçen gün medya
araçları gelişip sayısı ve türü arttıkça medya mesajlarına ulaşım da daha kolaylalaşıp ivme
kazanmaktadır. Mesajların artmasıyla gerçek dünya ve medya birbirine daha karışıyor, daha
karmaşıklaşıyor, bir bakıma entegre oluyor ve ayrılması zorlaşıyor. Bugün medya salt bilgi
kaynağı ve konu belirleyici değil aynı zamanda yakın bir arkadaş konumunda. Medya, genç
– yaşlı herkese farklı ölçüde de olsa ulaşmakta, sadece bilgilendirmekle kalmayıp
eğlendirmekte ve bireyin değer yargılarını, tavırlarını, inançlarını değişik oranda
etkilemekte yeniden şekillendirip değiştirmektedir. Bu çalışmanın amacı medya okur-
yazarlığını tanımlamak, yetişkinlerin öğrenme kuramları arasında sosyal öğrenme kuramı
çerçevesinde özellikle televizyonun yetişkinlerde öğrenmeye nasıl yol açtığını irdelemek ve
medya ve eğitime düşen görevleri özetlemektir.

2. MEDYA OKURYAZARLIĞI NEDİR? NE DEĞİLDİR?


Öncelikle ‘Medya okuryazarlığı nedir?’ sorusuna yanıt arayalım. Medya
okuryazarlığının birçok tanımı vardır. Çok yönlüdür. Görecelidir, kişiye göre değişir.
İzleyici odaklıdır. Bilince ve bilinenlere göre değişir. Herkes belli bir oranda medya
okuryazarıdır, kimse tam medya okuryazarı değildir. Kısaca karmaşık bir kavramdır, yani
basit değildir (Potter 2001).

‘Medya okuryazarlığı ne değildir?’ Lineer bir kavram ya da bir kategori değildir.


Yani, bir doğru halinde ilerlemez ya da ya hep ya da hiç olması günümüzde söz konusu
değildir. Geleneksel anlamda, okuryazarlık cahillikle karşıtlık kurularak cahillikten
kurtuluyor birey. Geleneksel anlamdaki okuryazarlığa tarihi gelişim süreci içerisinde
teknolojik okuryazarlık, görsel okuryazarlık, bilgi okuryazarlığı ve bilgisayar okuryazarlığı
gibi değişik kullanımlar eklenmiştir. Medya okuryazarlığı özellikle 1980’lerde Amerika
Birleşik Devletlerinde bazı eyaletlerde özellikle çocuk ve gençleri medyanın etkilerinden
koruyup daha bilinçli bireyler olmalarına yardımcı olmak için okul müfredatına girmiş, tek
bir tanımda toplanması güç bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Kısaca:

• Medya okuryazarı olmak medyayı akıllı ve etkili bir biçimde kullanmaktır.

56
• Medya endüstrilerinin siyasi görüşü, gelişmesi, ekonomik tabanı, ve idari
yapısı konusunda bilgi sahibi olmaktır.
• Farklı kaynaklardan gelen bilginin doğruluğunu değerlendirmektir.
• Medyanın bireylerin ve toplumun inanç, tavır, davranışlar ve değerler
üzerindeki etkisinin bilincinde olmaktır.
• Demokratik bir biçimde değişik medya kanalları yoluyla etkili iletişim
kurmaktır.
• Yeni iletişim ortamları sürekli oluşup, toplumun isteği doğrultusunda
gelişmektedir. (Potter, 2001)

3. MEDYA VE YETİŞKİNLER
Medya endüstrisi kitap, gazete, dergi, film, radyo, televizyon, bilgisayar, CD, kaset,
fotoğraf, video, ilan tahtaları, internet gibi her geçen gün daha da uzayan bir listeden
oluşmaktadır. Başka bir deyişle, yeni iletişim ortamları sürekli oluşup toplumun isteği
doğrultusunda gelişmektedir. Bu da deneyim, beceri, olgunluk, medyadan öğrenme
bilincinin, başka bir deyişle medya okuryazarlığını geliştirme zorunluluğu doğuruyor.

Yetişkinler örgün eğitim sonrasında öğrendiklerinin büyük bir kısmını medyadan


öğreniyorlar. Yani, medya yetişkinlerin yaşamboyu eğitimini sağlıyor, dahası dünya
görüşlerini şekillendirerek değiştiriyor.

4. YETİŞKİNLERİN ÖĞRENME KURAMLARI


Medya okuryazarlığını geliştirmenin en önemli amacı izleyicileri medyanın ve medya
patronlarının olumsuz etkilerinden mümkün olduğunca uzaklaştırmaktır. Bu nedenle de, bu
çalışmamızda yetişkinlerin öğrenmesi ile ilgili öğrenme kuramlarına kısaca bir bakıp,
sosyal öğrenme kuramı doğrultusunda medyadan, özellikle de televizyon dizilerinden
yetişkinlerin nasıl öğrendiklerini iredeleyeceğiz.

Yetişkinlerin öğrenmesi ile ilgili literatürde beş temel öğrenme kuramı vardır. Bunlar:
Davranışçı (Behaviourist), Bilişsel (Cognitivist), İnsancıl (Humanist), Deneyimsel
(Experiential), ve Sosyal Öğrenme Kuramıdır (Social Learning Theory).

4.1. Davranışçı (Behaviourist) Öğrenme Kuramı


Davranışçı öğrenme kuramı insanın bir makine gibi izlenen ve ödüllendirilen
davranışların tekrarlanması sonucunda davranışının değiştiğini bunun ise öğrenme
olduğunu savunur. Böylece çevreyi istenilen davranışın üretilmesine, tekrarlanıp kalıcı
olmasına yardımcı olacak şekilde düzenleyebiliriz. Böylece özlenen beceri ve davranışların
ediniminde bireye yardımcı oluruz. (Merriam & Caffarella, 1991). Bu kuramın
öncülerinden olan Skinner insanı bir makineye benzetir. Us ve duygu gibi öğelerin
öğrenmedeki önemini yadsıdığından Davranışçı Öğrenme Kuramı eleştirilere maruz kalır.

4.2. Bilişsel (Cognitivist) Öğrenme Kuramı


Bilişsel öğrenme kuramı insanın bir makinden daha fazla olduğunu öne
sürermektedir. Bilişsel Öğrenme Kuramına göre öğrenmede beyin etkin rol oynar. Bu
kuram, öğrenmenin dışa vuran davranışlardan çok, algılama, hafıza ve bilgiyi işleme gibi
bilişsel iç süreçlerden oluştuğunu savunur. Bu kuram öğrenmeyi öğrenmenin önemini
vurgulamaktadır (Merriam & Caffarella, 1991). Bu kuram öğrenmedeki duygu gibi diğer
unsurları yadsıdığından eleştiriler almaktadır.

57
4.3. İnsancıl (Humanist) Öğrenme Kuramı
Psikolog Maslow ve Rogers’in öncülüğüyle şekillenen bu öğrenme kuramı
öğrenmenin nedeninin kişinin ‘kendini gerçekleştirmesi’ olduğunu savunur. İnsancıl
öğrenme kuramı insanın salt hareket ve beyinden oluşmadığını duygularının da olduğu bir
bütün olduğunu savunur. Bu kuram kişinin otonom olması ve öğrenmede kendi kararlarını
kendi vermesinin gerekliliği üzerinde durur (Merriam & Caffarella, 1991).

4.4 Deneyimsel (Experiential) Öğrenme Kuramı


Günümüzde, yetişkin eğitiminde sıkça kullanılan bu kuram izleme, deneyim ve
yanıstma çemerinin yetişkinler için daha uygun bir öğrenme kuramı olduğunu öne sürer.
John Dewey, Kolb ve Lewin tarafından savunulan bu model 1970 ve 1980’lerde Amerikan
sosyolog Donald Schön’ün profesyonel yetiştirme modellerine uygulamasıyla daha da
popüler olmuştur. Bu model yetişkinlerin öğrenme durumuna getirdikleri davranış ve
bilgileri öncekilerle yoğurmasını salık verir. Deneyim ve bunu izleyen yansıtma öğrenmeyi
pekiştirir (Özad, 1997).

4.5 Sosyal Öğrenme Kuramı (Social Learning Theory)


Sosyal Öğrenme Kuramı Bandura (1977) tarafindan ortaya konmuştur. Daha çok
saldırganlığı anlama yönünde çalışmalar yapan Albert Bandura diğer insanların
davranışlarını, tavırlarını ve duygusal tepkilerini izleyip model almanın önemine
değinmektedir.

5. SOSYAL ÖĞRENME KURAMI


Yukarıda da belirtildiği gibi, Sosyal Öğrenme Kuramında Bandura diğer insanların
davranışlarını, tavırlarını, ve duygusal tepkilerini izleyip model almanın ve bunları
öğrenmenin önemine değiniyor. Sosyal öğrenme kuramı halihazırda var olan bir öğrenme
şeklini gündeme getirir. Anne, baba, öğretmen gibi yakınları model alarak öğrenme iyi
bilinen bir öğrenme şeklidir. Anne, baba, öğretmen gibi bilinen modellere günümüzde
medya birçok yenisini katmıştır. Özellikle de televizyon bir bağlam ve bütünlük içinde
özellikle de dizi filmlerdeki karakterleri karşımıza çıkararak izleyiciye adeta bir model
yelpazesi sunmaktadır.Başka bir deyişle örnek alınan modellerin çoğalmasına yol açmıştır.
Sosyal öğrenme kuramı medyadan öğrenmeyi açıkladığı için önemlidir. Şunu belirtmeliyiz
ki, Albert Bandura’nın çalışmaları daha çok çocuklarla ilgilidir. Yetişkinler ise daha az
değindiği bir gruptur.

Eğer insanlar ne yapmaları gerektiğini öğrenmek için salt kendi hareketlerinin


etkilerine bağlı kalsalardı, tehlikeli olma bir yana, öğrenme aşırı derecede eziyetli olurdu
(Bandura,1977:22). Diğerlerini izleyerek çoğu insan başkalarının bu hareketleri nasıl
yaptığını öğreniyor ve gerekli olduğunda, diğer durumlarda da bunu kullanıyor. Bu
kodlanmış davranış bireyin hareketine önayak oluyor.

Sosyal öğrenme kuramı bireyin davranışının bilişsel, davranışsal ve çevresel


etkilerle sürekli bir iletişim içinde olmasıyla şekilleniyor.

İzleyerek öğrenmeyi oluşturan öğeler şunlardır:

1) Dikkat (attention): Model alınacak davranışa model alınacak olay ve izleyici


karakteristikleri katmak.

58
2) Bekleme (retention): Sembolik kodlama, bilişsel düzen, sembolik
tekrarlama, motor tekrarlama.
3) Motor üretim (motor production): Fiziki yeteneklerin kendini izlemesi ve
geridönümün (feedback) doğruluğu.
4) Güdüleme (motivation): Dıştan ve kişinin kendi kendini ödüllendirmesi.

Bu şekliyle Bandura’nın Sosyal Öğrenme Kuramı dikkat, bellek ve güdülenmeyi


içerdiğinden hem bilişsel hem de davranışsal öğrenmenin karakteristiklerine sahiptir.

5.1. Temel prensipler


İzleyerek ve model alarak öğrenmenin en üst düzeyde olması için öncelikle model
alınan davranışın düzenlenip tekrarlanması sonra açık bir biçimde yapılması gerekmektedir.
Model alınan davranışı sözcüklere kodlama, isimlendirme veya imgeleme salt izlemeden
daha iyi sonuç verir.

Bireyler sonuçları olanlara göre değerli olan bir davranış izlerlerse, modelleştirilen
davranışı kendilerine uyarlarlar. Eğer model alınan imrenilen, örnek alınan biriyse, özenilen
bir konumdaysa, ünlüyse, kendilerine bazı yönlerden benziyorsa, model alınan davranışı
tekrarlama eğiliminde bulunurlar.
Albert Bandura, modellerden öğrenmenin yanısıra Sosyal Öğrenme Kuramını
medyanın genelde toplum, özelde de bireyler üzerindeki etkilerini açıklmakta da
kullanmıştır. Bandura ve arkadaşları (1963) gerek çocuk gerekse yetişkinlerin medyadan
tavır, duygusal tepkide bulunma, ve yeni davranışlar öğrenmeleri konusunda bizi
uyarmaktadır. Çocuklara şiddet içeren filmler gösterip sonrasında onları bir odada bir
hacıyatmazla (bobodoll) bırakarak yaptığı deney sonucunda Bandura filmi izleyen
çocukların hacıyatmaza karşı benzer davranış biçimi içinde olduklarını tespit etmiştir.
Bandura filmlerdeki şiddet içeren davranışların bir şekilde öğrenildiğini ancak bu
davranışların ödüllendirilmesi ya da cezalandırılmasının bireyin bunu uygulayıp
uygulamaması gerektiğini konusunda yol gösterdiğini savunur. Bandura’ya göre şiddet
içeren bir film izledikten sonra ebeveynler bunun kötü ve uygunsuz bir davranış biçimi
olduğuna çocuğun dikkatini çekmelidirler.

Yetişkinlerle ilgili olarak model alma ünlülerin intihar ve cinayet nedenlerini


açıklamada kullanılmıştır. Model alma Marilyn Monroe ve Ernest Hemingway gibi
ünlülerin yüksek dozda uyuşturucu alarak intihar etmelerini ve Robert Kennedy ve Martin
Luther King gibi politik cinayetleri açıklamada da kullanılmıştır. Ghandi’nin savaş karşıtı
ve ırkçılara karşıt olarak ortaya koyduğu pasif ve şiddet içermeyen taktiklerin yayılmasını
açıklamada da başkalarını izleyip model almanın rolü olduğu düşünülmektedir (Cialdini
1988).

Sosyal Öğrenme Kuramı pornografi ile ilgili açıklamalar yapmıştır.Özellikle de


‘ırza geçme’ ve bu harekete maruz kalan kadının bundan zevk aldığını göstermenin bu tür
olayları artıracağı öne sürülmektedir. Dahası Bandura bizi pornografik filmler izlemenin
cinsel yaşamdan olağanüstü beklentilere yol açtığını bunun da cinsel yaşamdan zevk almayı
güçleştireceği konusunda bizi uyarmaktadır.

Televizyon ve Sosyal Öğrenme Kuramından bahsederken reklamlara da değinmek


gerekir. Reklamlarda rol alan popüler biri varsa, reklamlardaki içeceği tüketerek ya da
şampuanı kullanarak izleyicinin popüler olacağı mesajı verilmektedir. Reklamların

59
hareketli olması, popüler kişilerin kullanılması ve sürekli tekrarlanması sadece öğrenmeyi
kolaylaştırmakla kalmayıp aynı zamanda pekiştirmektedir.

6. MEDYAYA DÜŞEN GÖREVLER


Eğitimde ders programı gereği bilgi parçalara bölünüp veriliyor oysa modeller
bütünü temsil ettiklerinden daha kolay öğrenme olanağı sağlıyorlar. Kısacası sosyal
öğrenme kuramı yetişkinlerin öğrenmesinde çok etkilidir. Bunun nedenlerini şöyle
sıralayabiliriz: Birşey öğretmeyi ‘açık’ bir şekilde hedeflemiyor. Bunu günlük olaylar ve
modellerle yoğurup bir bütün içinde veriyor. Birey öğrenirken hemen hemen hiçbir risk
almıyor, duygusal filtrenin çok düşük olduğu bu öğrenme veya öğrenmeme sonucunda
bireyin yüzü kızarmıyor yani utanılacak bir duruma düşmüyor. Dahası birey, istediğinde,
hazır olduğunda istediği kadarını alıyor. Başka bir deyişle, demokratiktir. Medya
okuryazarlığı ile ilgili medyaya düşen görevler şöyle özetlenebilir:

• Salt yapımda değil içerikte de kaliteli olma konusunda hassasiyet,


• Sosyal içeriği olan mesajlar konusunda hassasiyet,
• Topluma yararlı olacak davranışları model olarak sunmak,
• Daha interaktif bir yapıya doğru gitmek, böylece izleyiciye katılma, tartışma ve
konuları açığa kavuşturma şansı vermek,
• Farklı sosyo-ekonomik, duygusal ve bilişsel yapıya sahip bireylerde değişik
etkilerinin olacağının farkında olmak.

7. EĞİTİME DÜŞEN GÖREVLER


Eğitimin ana görevi bireyleri yaşama hazırlamak ve topluma yararlı bireyler olarak
yetişmelerine katkıda bulunmaktır. Bu bağlamda medya okuryazarlığının okul ders
programlarına dahil edilmesi her geçen gün daha da artan bir önem kazanmaktadır.
Öğrencileri salt teknik açıdan farklı iletişim araçlarını nasıl konusunda eğitmek yeterli
değildir. İçeriğin belirenip değerlendirilmesi, bilinçli kullanacakları bir medya tüketicisi
olmak gereklidir. Medya okuryazarlığını geliştirme ile ilgili eğitime düşen görevleri şöyle
sıralayabiliriz:
• Sürekli gelişen ve değişen dünyaya uyum sağlayabilecek bireyler yetiştirmek.
• Eleştirel bakış açısı kazandırmak,
• Okuma becerisini geliştirmek,
• Dinleme becerisini geliştirmek,
• Seçme becerisini geliştirmek,
• İzleme becerisini geliştirmek,
• Medyadfa salt edilgen izleyici konumunda değil, medyaya katılımcı bireyler
yetiştirmek,
• Gelişen dünyamızdaki her tür gelişme ve değişmeye açık ve ayak uydurabilen
bireyler yetiştirmek.

SONUÇ
Medya okuryazarlığı konusunda gerek medya gerekse eğitim kurumları daha hassas
olmalıdırlar. Eğitim kurumları eleştirel ve yeniliklere açık, yeni bilgileri usunun
süzgecinden geçiren bireyler yetiştirmeyi hedeflemelidir. Medyayı bazı durumlarda bilgi
kaynağı ve ders materyali olarak kullanıp tartışma zeminleri hazırlamaladır. Medya ise

60
etkisinin daha da bilincinde olarak öğretici mesajlar yönüne gitmelidir. Şiddetin ve
uygunsuz davranışların ödüllendirilmesinden kaçınılmalıdır.

Çocukların medyadan, özellikle de televizyondaki şiddetten nasıl etkilendikleri,


çokça tartışılmış ve araştırılmış bir konudur. Yetişkinlerin genelde medyadan, özellikle de
televizyondan nasıl etkilendikleri bu kadar çok dikkat çekmemiştir. Bu salt yetişkinlerin
kişiliklerinin yerleşmiş olması düşüncesinden değil aynı zamanda konudaki değişkenlerin
çokluğu ve dolayısı ile de karmaşıklığındandır. Geleneksel nitel yöntemlerle birçok
değişkeni sabit tutarak deneysel araştırma yapmak zordur. Bu tür konularla ilgili nicel
araştırmalar yapılmalıdır.

Yararlanılan Kaynaklar
• Bandura, A. (1977) Social Learning Theory, Prentice-Hall, Englewood Cliffs, NJ

• Bandura, A. & Ross, D. & Ross, S. (1963) ‘Imitation of Aggressive Film-Mediated


Models’ Journal of Abnormal and Social Psychologyö Vol 66ö 1963ö pp.3-11.

• Cialdini, R. B. (1988) Influence, 2nd Edition. Scott, Foresman, Glenview, ILL.


Pp.135-143.

• Merriam, S. B. & Caffarella, R. S. (1991) Learning in Adulthood, Jossey Bass


Publishers: San Fransisco.

• Özad, B. (1997) Influence of the Reflective Model on the Novice English Language
Teachers. Yayınlanmamış Doktora Tezi. University of Manchester.

• Potter, J.W. (2001) “Media Literacy”, Sage Publications.

61
MEDYA OKURYAZARLIĞI VE ÇOCUK EĞİTİMİ
MEDIA LITERACY AND PEDAGOGY

Ülfet Kutoğlu

ÖZET
Günümüzde medya o kadar önemli bir yer tutmaktadır ki bizler sanki iki farklı
dünyada yaşamaktayız. Bunlardan biri ‘gerçek dünya’ olurken diğeri de ‘medya dünyasıdır’
(Potter, 2001, s.vii). Gerçek dünya dostlarımız, tanıdıklarımız, çevremizdeki insanlar ile bir
araya gelip iletişim kurduğumuz ve fikir alışverişinde bulunduğumuz dünya olurken medya
dünyası genellikle daha fazla deneyim ve bilgi almak için başvurulan ve kitle iletişim
araçları ile donatılmış sanal dünyadır.

James Potter’ın da belirttiği gibi, aslında gerçek dünya ile medya dünyası arasında
yalnızca ince bir çizgi vardır. Örneğin televizyonda dinlediğimiz ya da gazetelerden
okuduğumuz haberlerin genelde gerçek olduğunu düşünürüz. “Peki ama bu haberler gerçek
midir?” Birçoğumuz bu soruyu tabi ki gerçektir çünkü olayların anlatımıdır diye
cevaplamaktadır. Fakat haberlere televizyon ve gazeteler aracılığıyla ulaştığımız zaman
medya dünyasına girmiş olmaz mıyız? Olay olurken orada bulunup olayı kendi gözlerimiz
ile görmemiz gerçek dünyayı yansıtırken aynı olayı medya araçları yardımı ile öğrenmemiz
medya dünyasını yansıtmaktadır. Böyle gerçek bir olaya şahit olup sonra aynı haberin
medyadan aktarıldığını görmemiz olayların nasıl değiştirilip aktarıldığına iyi bir örnek
teşkil etmektedir. (Potter, 2001, s.viii).

James Potter’ın da belirttiği gibi, medya okuryazarlığının en büyük önemi daha


fazla kontrol sağlamasıdır. Medya okuryazarlığı konusunda ne kadar çok bilgiye sahip
olursak gerçek dünya ile medya tarafından yaratılan dünya arasındaki sınırı o denli kolay
fark edebilir ve medyadan bilgi alırken zararlı etkilerinden kendimizi korumuş oluruz.
Medya mesajları genelde göründükleri kadar basit olmamaktadırlar. Mesajlar arasında
birçok anlam bulunmaktadır. Bu anlamlardan ne kadar çok haberdar olursak medyanın bizi
kontrolü altına almasını o kadar engellemiş oluruz. (Potter, 2001, s.ix).

Bu çalışmanın amacı özellikle ilk ve orta dereceli okullarda çocuk eğitimi ve medya
okuryazarlığı konusunda yeni ufuklar açmak, bu konudaki bilgilere örneklerle katkıda
bulunmak ve bu bilgilerin öğrencilere aktarılmasının etkili yöntemlerini vurgulamaktır.
Medya okuryazarlığı konusunda kazanılan bilgiler kişilerin kendi değer yargılarını kullanıp
daha derin anlamlara ulaşmasını sağlayacak ve onların medyadan daha az etkilenmelerine
yol açacaktır.

ABSTRACT
In the contemporary world media has a great effect on us. It is as if we live in two
different worlds. One of them is the “real world” and the other one is the “media world”.
(Potter, 2001, p.vii) The “real world” is one in which we come together with our friends
and the people around us to talk and to share our experiences and the “media world” is the
world we enter to get more information and experiences. Media world is surrounded by
tools of mass communication.

As it is mentioned by James Potter the border between the real world and the media
world is not very clear. “ To illustrate this, consider the following question: Is the news

62
real? Some of you may reply, ‘Of course it is real. It’s what happened. Journalists do not
make up news stories’. But when you expose yourself to the news aren’t you in the media
world? Reading a newspaper or watching the evening news on television means you have
left your world of direct experience and crossed over into the media world. If you were
present when an event happened, then it happened in your real world. However if your
exposure to the event is via television, you are experiencing the event in the media world-
not the real world- and this makes a difference. Often news coverage is very different from
the real-world occurence; if we were at the newsworthy event, then later saw the news
story, we could clearly see those differences, and the line between the real world and the
media world would be very clear to us” (Potter, 2001, p.viii).

I totally agree with James Potter who points out that “taking control is what media
literacy is all about. Becoming more media literate gives us a clearer perspective on the
border between our real world and the world manufactured by the media. When we are
media literate, we have clear maps to help us navigate better in the media world so that we
can get to those experiences and information we want without becoming distracted by
things that are harmful to us. We are able to build the life that we want rather than letting
the media build the life they want for us.” (Potter, 2001, p.ix).

This study aims at presenting guidance and practical experiences to help primary,
secondary and high school teachers to achieve higher levels of media literacy and to
transfer this knowledge to their students. Being media literate will help individuals to use
their own judgements and to interpret media messages in deeper dimensions. Hence, they
will have more control over the media.

1. GİRİŞ
Medyanın günümüzde kişiler özellikle de çocuklar üzerindeki etkileri
kaçınılmazdır. Medyanın bu etkilerini kontrol altına alabilmek için medya okuryazarlığı
kavramı üzerinde durulması ve çocukların bu kavram doğrultusunda bilgilendirilmeleri
gerekmektedir. Medya okuryazarlığını geliştiren çocuklar medyayı doğru algılamayı
öğrenecekler, daha eleştirel bir bakış açısı geliştirecekler, medya mesajlarını daha doğru
değerlendirecekler ve medyanın zararlı etkilerinden daha az etkilenmiş olacaklardır.
Medyanın bizleri daha az kontrol altına alması için öncelikle analitik(analytical) olmamız
gerekmektedir.

New York’taki Columbia Üniversitesi “Freedom Forum Media Studies” merkezinin


eski idarecilerinden Everette Dennis medya okuryazarlığına sahip olmamanın çok zararlı
olduğunu belirtmiş ve “kirli su ve hormonlu besinin fiziksel sağlığımıza verdiği zararının
benzerinin medya okuryazarlığı gelişmiş olmayan kişilerin kendi ruh sağlıklarına verdiğini
belirtmiştir” (Potter, 2001, s.x).

Medya okuryazarlığını geliştirmenin başlıca yollarından biri bu konuda daha çok


bilgiye sahip olmamızdır.

2. MEDYA OKURYAZARLIĞININ TANIMI


Medya okuryazarlığı ya da medya “literacy” kavramının tanımına bakıldığı zaman
“literacy” ya da okuryazarlık tanım olarak “okuma yeteneği” anlamına gelmektedir.
“Literacy” kelimesi bazen de “Visual Literacy” kavramını çağrıştırmaktadır. “Visual

63
Literacy” kavramı görsel medya olan televizyon ve filmi akla getirmekte ve görsel medya
okuryazarlığını vurgulamaktadır (Potter, 2001, s.3-4).

Alan Rubin medya okuryazarlığının üç farklı tanımını yapmaktadır. Medya


okuryazarlığı üzerine yapılan Ulusal Liderlik Konferansında çıkan tanıma göre medya
okuryazarlığı analiz etme, değerlendirme ve mesajların iletimi yeteneğini kapsamaktadır.
Paul Messaris’in tanımına göre medya okuryazarlığı medyanın toplumdaki işlevselliği ile
ilgili bilgileri içermektedir. Kitle iletişim araştırmacılarından Justin Lewis ve Sut Jhally
medya okuryazarlığını mesajların üretim ve aktarımındaki kültürel, ekonomik, politik ve
teknolojik boyutların anlaşılması olarak tanımlamaktadır. Rubin bu tanımlara ek olarak
medya okuryazarlığının iletişim teknolojileri ve araçlarının, kullanılan kodların, üretilen
mesajların ve bu mesajların seçimi, yorumlanması ve etkisinin anlaşılması ile ilgili
olduğunu vurgulamaktadır (Baran & Davis, 2003, s.375).

Kısaca tanımlamak gerekirse “Medya okuryazarlığı” medya ile karşı karşıya


kaldığımız zaman medya mesajlarını daha iyi anlayabilmek için kullandığımız bir
perspektiftir.

3. MEDYA OKURYAZARLIĞI NASIL GELİŞTİRİLMELİ?


Medya okuryazarlığını geliştirmek için iyi bilgi alınması gerekmektedir.
• Öncelikle medya patronları ve yapımcılar konusunda bilgiye ihtiyacımız
vardır
• Medya endüstrisi, gelişme çeşitleri, ekonomik durum, devlet uygulamaları
konusunda bilgilenmeliyiz
• Bunlardan başka medyanın özellikle de etkileri konusunda bilgi sahibi
olmamız gerekmektedir (Potter, 2001, s.5).

Daha gelişmiş medya okuryazarlığına ulaşabilmek için gerekli olan bilgiyi bir kaç
boyutta ele alabiliriz:
1- Bilişsel gelişime dayalı olan bilgi
2- Duygusal bilgi
3- Estetiğe ait bilgi
4- Ahlaki bilgi (Potter, 2001, s.8).

Buradaki her bir madde ayrı bir anlayış gerektirir.


1-Bilişsel yeteneğe (Cognitive domain) ait olan bilgi dediğimiz zaman gerçek
olaylara dayalı bilgiyi kastetmekteyiz (Potter, 2001, s.8).
Örnek: isimler,tarihler,tanımlar...
2-Duygusal bilgi duygular hakkında bilgi sahibi olmaktır.
Örnek: aşk,nefret, mutluluk , kızgınlık... (Potter, 2001, s.8).
3- Estetik alan mesajların nasıl oluşturulacağı ile ilgili bilgileri içermektedir. Bu
alan doğrultusunda iyi yönetmenler, aktörler, dansçılar, şarkıcılar ortaya çıkmaktadır.
Estetik alan göze ve kulağa hitap eden bilgileri kapsamaktadır (Potter, 2001, s.8).
4- Ahlaki alan gelenek ve göreneklerimizle ilgili bilgileri ihtiva etmektedir. Bu tür
bilgiler bizim doğru ve yanlış konusunda yargılara varmamızı sağlar. Karakterlerin
dizilerde rol aldığını görünce onlar hakkında iyi ve kötü olanlar diye bir ayırıma gireriz
(Potter, 2001, s.9).

64
4. MEDYA OKURYAZARLIĞI NİYE GELİŞTİRİLMELİ?
Medya okuryazarlığını geliştirmenin en önemli nedeni medya kontrolünün
etkilerinden mümkün olduğunca uzaklaşmaktır.

Öyle ki tüm medya mesajları yüzeysel anlamlarının yanı sıra daha derin anlamlar da
içermektedirler. Medya okuryazarlığı yeterince gelişmemiş olan kişiler yalnızca bu
yüzeysel anlamları algılamakta ve böylece medyanın kontrolü altına girmektedirler. Bu
kişiler medya mesajlarının yorumlara dayalı olduğunu genellikle fark edememektedirler.
Gazeteciler bir haberi verirken genelde kendi yorumlarını kullanmakta; reklam sektöründe
çalışanlar ise bize pazarlamak istedikleri ürünü satabilmek için bu ürüne sahip olmanın
problemlerimizi gidereceği konusunda bizi ikna etmeye çalışmaktadırlar (Potter, 2001,
s.10).

Gelişmiş bir medya okuryazarlığı sayesinde medya mesajlarının yalnızca yüzeysel


anlamlarıyla yetinmekle kalmaz daha derin anlamlarını da algılamış oluruz. Böylece medya
karşısında daha çok kontrole sahip oluruz. Tabi bu medya mesajlarını değiştirebileceğimiz
anlamına gelmez yalnızca medyadan daha az etkileneceğimiz anlamına gelir.

Medya okuryazarlığını geliştirmek için 3 temel kavrama ihtiyaç duyarız.


1- Deneyim / tecrübe
2- Yeteneklerin aktif kullanımı
3- Olgunlaşma (Potter, 2001, s.17).

4.1. Deneyim / Tecrübe


Medya mesajları konusunda daha çok tecrübeye sahip olduğumuz zaman onları
daha iyi anlarız.

4.2. Yeteneklerin Aktif Kullanımı


Analiz yeteneğinin kullanılması mesajların yüzeysel anlamlarından daha derin
anlamlara geçilmesini sağlar bu da mesajların daha doğru kavranmasına neden olur.

4.3. Olgunlaşma
Bu kavram özellikle çocukluk döneminde önemli bir yere sahiptir. Çocukluk
döneminden yetişkinlik dönemine geçişle birlikte bilişsel kapasitemiz de gelişmektedir
(Potter, 2001, s.19).

Entelektüel, duygusal ve ahlaki açıdan daha olgun olmamız sayesinde medya


mesajlarını da daha iyi algılamış oluruz.

Entelektüel/bilişsel yeteneğin gelişmesi


Entelektüel yeteneklerinin gelişmesinde çocuklar yetişkinlerden başlıca olgunluk
seviyelerinden dolayı çok farklıdırlar. Çocukların bilişsel olgunluk (Cognitive Maturation)
dönemlerindeki en önemli düşünürlerden biri Jean Piaget’dir. Piaget’nin çalışmalarından
elde edilen bilgilere göre bir çocuğun belleği doğuştan 12 yaşına kadar olan sürede bir
olgunlaşma sürecine girer.

2 yaşına kadar çocuklar “sensori – motor” konumundadırlar. Bundan sonra 2-7 yaş
arasında “pre – operational” konumuna geçerler. Buradan, “concrete operational”
durumuna ve 12 yaşından sonrada “formal operational” konumuna gelirler ki bu dönemde

65
bilişsel yeteneklerinin aşağı yukarı yetişkinlerin seviyesine ulaştığı söylenmektedir (Potter,
2001, s.21).

Çocukların 6 aylıktan itibaren televizyona ilgi gösterdikleri kabul


edilir.(Hollenbeck and Slaby, 1979) 3 yaşından sonra çocukların günde 1-2 saatlik
televizyon izleme alışkanlığına sahip oldukları gözlemlenir. Aslında bu yaşlardaki izleme
çok yüzeyseldir. Yalnızca renkler, müzik, hareketler ve garip sesler onların ilgisini
çekmektedir. Genellikle konuları ve karakterler arasındaki diyalogları tam olarak
anlayamaktadırlar (Potter, 2001, s.21).

4 yaş ve sonrasında çocuklar artık neyi izlediklerini anlamaya başlarlar ve konuları


algılamayı başarırlar. Bu yaşlarda çocuklar program türlerini ayırt etmeyi de öğrenirler. 5-7
yaş gurubundaki çocukların yalnızca %10’ u reklamların kar amaçlı olduğunu anlarken
diğerleri reklamların bir eğlence türü olduğunu düşünürler (Potter, 2001, s.21).

7 yaşından sonra çocuklar yavaş yavaş bilişsel olgunluk, deneyim ve yeteneklerinin


aktif kullanımı sonucunda reklamların gerçek anlamını tam olarak anlamaya başlarlar. Bu
yaşlardan sonra çocuklar televizyon programlarının konularını ve karakterler arasındaki
diyalogları da anlamaya başlarlar (Potter, 2001, s.21).

10-12 yaşlar arasındaki çocuklar televizyonun ekonomik doğasını ve kar yapma


motifini iyice algılamış olurlar. Bu yaşlardaki çocuklar reklamlara özellikle de ürünlerini
bilip kullandıkları reklamlara karşı daha duyarlı olurlar. Önceden kullandıkları
oyuncakların reklamları yapıldığı zaman deneyimlerinden dolayı bu reklamların fazla
abartılı olduğunu fark edebilirler ancak kullanmadıkları ürünlerin reklamları hakkında daha
az yorum yaparlar (Potter, 2001, s.21).

Yetişkinlerin bellekleri yalnızca çocuklukta değil yaşları ilerledikçe de


gelişebilmektedir. Tüm hayatları boyunca medya okuryazarlığını geliştirmek isteyen kişiler
deneyimlerinden ders almalı ve “analiz etme”, “kıyaslama”, “değerlendirme”,
“eleştirme” ve “sentezleme” gibi yeteneklerini kullanarak daha derin medya mesajlarına
ulaşmaya çalışmalıdırlar.

Duygusal açıdan gelişim


Hepimiz kendi içimizde ya da bir başkasının hayatındaki temel duygular olan
kızgınlık, üzüntü, korku, eğlenme, aşk, nefret ve utangaçlık gibi duyguların farkındayızdır.

Genellikle duygusal gelişimi etkileyen faktörlerin başında entelektüel/bilişsel


gelişimi gösterebiliriz. Örnek göstermek gerekirse çok küçük yaşlardaki çocukların
genellikle televizyon programlarındaki konuları anlayamaması entelektüel/bilişsel
yeteneklerinin daha az olmasından kaynaklanmaktadır. Böylelikle, konuları tam olarak
algılayamadıkları için karakterlerin hissettikleri korkuların nedenini de tam olarak
anlayamamaktadırlar (Potter, 2001, s.21).

Çocuklar 12 yaşına gelince entelektüel/bilişsel olgunluğa ulaşmakta ve konulara


daha hakim olmaktadırlar. Bazen birçok yetişkin de medya hikayeleri ile karşılaşınca
duygusal tepkileri yeterince anlayamamaktadırlar. Bunun nedeni bazı insanların entelektüel
zeka olarak gelişmiş olsalar da duygusal zeka açısından yeterince gelişmiş olmamalarından

66
kaynaklanabilmektedir. Goleman (1995) iki farklı zekaya sahip olduğumuzdan
bahsetmektedir. (Rational) Rasyonel Zeka ve Duygusal Zeka (Potter, 2001, s.21).

Peki ama duygusal zekayı nasıl geliştirebiliriz?


Salovey ve Mayer (1990) duygusal zekanın geliştirilmesinde özellikle aşağıdaki
alanların etkisinden bahsetmektedirler. Bunlar:
1) Duyguları gözlemlemek ( empati yapmak )
2) Kendi duygularının farkına varmak
3) Duyguları kontrol altında tutabilmek
4) İlişkileri yürütebilmek ( Potter, 2001, s.29).
Duygusal etkileri önemseyen kişiler medyadan daha çok mağdur olmaktadırlar.
Öyle ki televizyondaki şiddet programlarını yoğun bir şekilde takip eden izleyicilerin çoğu
yalnızca televizyonda değil gerçek hayattaki acı çeken insanların sorunlarından da
etkilenmemektedirler (Potter, 2001, s.21).

Ahlaki Gelişim
Genellikle neyin doğru neyin yanlış olduğunu ayırt edebileceğimiz bir ahlaki
gelişimle doğmaz bunu çocukluktan başlayarak öğrenmeye başlarız. Piaget nasıl çocukların
“cognitive” yani bilişsel gelişimi ile ilgilenir ve onları bölümlere ayırırsa Kohlberg de
ahlaki gelişimle ilgilenip onu genel olarak üç temel boyutta inceler. Bunlar:
1. “Pre-conventional” (2-7 yaş)
2. “Conventional” (8-12 yaş) ve
3. “Post-conventional” (13 yaş ve üstü) boyutları olmaktadır (Potter, 2001, s.21).

1.boyutta genellikle çocuklar dıştan gelen otoriteye bağlıdırlar. Kendi iç


kontrollerini çok fazla kullanmazlar. Bu devredeki çocuklar genelde anne-babalarına
bağlıdırlar. Neyin doğru neyin yanlış olduğunu onlardan öğrenirler (Potter, 2001, s.30).
2.boyutta çocuklar neyin doğru neyin yanlış olduğuna kendi başlarına karar
vermeye başlarlar. Yalanları ve gerçekleri ayırt etmeyi bu dönemde öğrenirler (Potter,
2001, s.30).

3.boyut çocukların ergenlik dönemiyle başlar. Bu devredeki kişiler doğru ve yanlışı


birbirinden ayırt etmeyi becerirlerken ayrıca toplumsal yargılar konusunda da bilgilenirler
Sosyal kurallar bu dönemde onlar için bazen yasal kuralların bile önüne geçebilmektedir (
Potter, 2001, s.31).

5. MEDYA OKURYAZARLIĞINI GELİŞTİRME STRATEJİLERİ


Medya okuryazarlığının gelişiminde kişisel stratejilerin, kişiler arası stratejilerin ve
toplumsal stratejilerin hepsinin de önemli bir etkisi bulunmaktadır.

5.1. Kişisel Stratejiler


Kişisel stratejileri geliştirmenin temel nedeni medyanın olumsuz etkilerine daha
kolay karşı koyabilmektir. Medyanın kontrolünü azaltabilmek için:
Medyanın etkisinin farkında olmalıyız.

Medya ile iç içe olduğumuz zaman analiz etme, eleştirme, değerlendirme ve


sentezleme gibi yeteneklerimizi kullanmalıyız.

Medya konusunda daha bilgili olmalıyız.

67
Medyadan ne beklediğimizi bilmeliyiz.

Medya mesajlarının gerçeğe mi yoksa fantaziye mi dayandığını anlayabilmeliyiz.

Medya kaynakları arasında kıyaslamalar yapmalıyız ( Potter, 2001, s.378).

5.2. Kişiler arası Stratejiler


Kişiler arası stratejiler çevremizdeki kişilerin medya okuryazarlığını geliştirmemize
yardımcı olur. Özellikle medyadan zararlı yönde etkilenmekte olan kişilere yardımcı
olmaya çalışmalıyız. Bu duruma bir örnek olarak öğretmenlerin öğrencilerine yardımlarını
gösterebiliriz. Çocuklar bilişsel olarak gelişimlerini tam olarak tamamlayamadıklarından
dolayı özel ilgiye ihtiyaç duymaktadırlar. Şiddet sahnelerini izlerken agresifleşen çocuklar
kendilerine bu sahnelerin gerçek olmadığını söyleyen bir yetişkinle bu programları
izlediklerinde daha bilinçli olacaklardır (Potter, 2001, s.383).

Çocukların desteğe ihtiyaç duydukları bir başka popüler medya aracı da internettir.
İnterneti tek başlarına kullanan çocuklar için özellikle seks siteleri, pornografi ve şiddet
içeren siteler tehlikeli olabilmektedir.

5.3. Toplumsal Stratejiler


Toplumsal stratejilere bir örnek vermek gerekirse çocukların televizyon
reklamlarından korunması gösterilebilir. 1970’lerin başında bazı tüketici grupları çocukları
TV reklamlarından koruyabilmek için bir arada toplanmışlardır. Bunun sonucunda bazı
reklamlar yayından kaldırılmıştır (Potter, 2001, s.386).

6. ÇOCUK VE TELEVİZYON
Amerikada 1991 yılında yapılan Berkley Pop Culture projesindeki anketin bir
sorusunda 4-6 yaş arası çocuklara şu soru sorulmuştur? Hangisini daha çok seversiniz?
Televizyonu mu yoksa babanızı mı? Sorusuna verdikleri cevap genellikle 54% ile
televizyon olmaktadır. (Silverblatt, 2001)

Günümüzde görsel ve işitsel etkinliği nedeni ile çok sayıda kişiye ulaşan en güçlü
iletişim aracı olarak televizyonun en önde gelen işlevleri arasında eğlendirici ve öğretici
nitelikleri sayılabilir. Bunun yanında televizyon, bireylerin kendilerini tanıyabilmelerine,
kişiliklerini geliştirmelerine ortam hazırlayan, zaman zaman onlara düşünme ve eleştirme
fırsatı veren önemli bir aygıttır. Kulağa ve göze hitap etmesi, çocuk ve gençlerin eğitimi
açısından televizyonun etkinliğini arttırmaktadır. Araştırmalar televizyon programlarında
olumlu sosyal değeri olan davranışların çocukların olumlu sosyal tepki düzeylerinde artışa
yol açtığını göstermiştir (Can, 1996, s.96).
Buradan da anlaşılabileceği gibi televizyonlardaki iyi ve eğitici programlar
çocukları olumlu yönde etkilemekte onların huzurlu ve mutlu bir yaşam sağlamalarına
katkıda bulunmaktadır. Televizyonlarda gösterilen Susam Sokağı gibi eğitici programlar
okul öncesi çocuklara alfabeyi ve sayıları öğretmeyi amaçlamaktadır. Yayın hayatına 1969
yılında başlayan Susam Sokağı adlı program günümüze kadar gelmiş ve birçok dile
çevrilerek çocukları okula hazırlamayı amaçlamıştır (Kutoğlu, 1999, s.9).

6.1. Çocuk, Şiddet Ve Çizgi Filmler


Televizyondaki şiddet toplumumuzda en fazla gelişmekte olan çocukları
etkilemekte onların saldırgan bir şekilde gelişmelerine neden olabilmektedir. İzleyicileri

68
ekrana toplamak için fazlaca kullanılan şiddet çocukların küçücük belleklerinde derin
yaralar açabilmektedir (Kutoğlu, 1999, s.9).

ABD’de Christian Science Monitor tarafından yapılan bir araştırmada, en çok


izleyicinin televizyon seyrettiği saatlerde yayınlanan 85.5 saatlik bir programda 84 adam
öldürme veya şiddet olayı gösterildiği saptanmıştır. Yine aynı araştırmaya göre 2-7 yaşları
arasında 26 milyon çocuğun izleyebileceği saatlerde yayınlanan programlarda, her 16.3
dakikada bir şiddet olayı yer almaktadır (Can, 1996, s.97).

Amerika Birleşik Devletleri’ndeki çocuk programlarında şiddete dayalı çizgi


filmlerin uzun süredir televizyonlarda oynandığı görülmektedir. Amerikalı uzman
Radecki’nin bu konudaki değerlendirmesi şöyledir: “Yaptığımz araştırmada şiddete dayalı
çizgi filmlerin 30 değişik türü olduğunu gördük ve bunların 28’inin zararlı etkisi olacağını
saptadık. ABD’de son iki yıldır yapılan ve gösterilen çizgi filmler, eskilere oranla çok daha
şiddete dayalıdır. Amerika Birleşik Devletlerin’de şu anda savaş çizgi furyası sürmektedir.
Pazartesinden cumaya haftanın her günü, ABD’de çocuklara on değişik savaş oyuncağı
aşılamak için on değişik savaş filmi gösterilmektedir. Üstelik bu çizgi filmlerde, sadistçe
şiddet sahneleri de oldukça fazladır. Savaşı olumlu bir deneyim olarak göstermekte,
eğlenceli olduğunu işlemekte ve savaş oyuncaklarını satmaktadırlar. Savaş oyuncakları
satışı ABD’de yüzde 600 oranında artmıştır” (Can, 1996, s.100).

Bu oyuncaklarla oynayan çocuklar savaşı artık ürkütücü bir olay olarak görmemekte
savaştan korkmamaktadırlar. Çizgi filmlerdeki kahramanları kendilerine örnek almakta ve
onlar gibi saldırgan davranmaktadırlar. Saldırganlık onlar için artık bir oyun ve eğlence
şeklini almıştır. Şiddet ağırlıklı konuları içeren çizgi filmler yalnızca Amerika’da ve
Batı’da değil aynı zamanda Türkiye ve Kıbrıs’ta da fazlaca izlenmektedir. Aslında
Türkiye’de ve Kıbrıs’ta gösterilen çizgi filmlerin büyük bir çoğunluğu Batı’dan ve özellikle
de Amerika’dan ithal edilmektedir (Kutoğlu, 1999, s.9).

Çocuklar şiddet içerikli çizgi filmlere o kadar alışmışlardır ki şiddet ağırlıklı


olmayan filmleri izledikleri zaman yeterince heycanlanamamakta ve zevk
alamamaktadırlar.

Eskişehir ilindeki dört anaokuldaki belli sayıdaki ve yaş grubundaki okul öncesi
çocuklar üzerinde yapılan araştırmada okul öncesi çocuklara izlettirilen çizgi filmler ve
kahramanları sırası ile şöyledir: Taş Devri Fred Çakmaktaş ve eşi Vilma Çakmaktaş,
komşuları Barny ve Betty Moloztaş; Ninja Kaplumbağalar Mikelangelo ve Rafael;
Temel Reis ve Safinaz ve He-man’dir (Can, 1996, s.127-128).

Ankete 65 öğrenci katılmıştır ve bu öğrencilerin 34 tanesini erkek, 31 tanesini de


kız çocukları oluşturmaktadır. Ankete katılan çocukların 15’i 4 yaşında, 32’si 5 yaşında ve
18’i de 6 yaşındadır. Bu çocukların tümü de çizgi film izlemektedir. Bu çocuklara
izledikleri dört çizgi filmden en çok hangisini sevdikleri sorulduğunda çocukların %40’ı
olan 26 kişi, Taş Devri adlı çizgi filmi izlemektedir. Bunu %29.2 oranıyla Temel Reis
izlemektedir. Daha sonra Ninja Kaplumbağalar ve He-man gelmektedir. Çocukların çizgi
film kahramanının yaptığı hareketlerden hangisini yapmak isterdin? sorusuna verdikleri
yanıtın en büyük oranını %38.5 ile “kılıç tabanca kullanmak” oluşturmaktadır. Bunu
%36 oranıyla “koşmak” izlemektedir. Bu bizlere çocukların hareketli görüntülerden ve
eylem gerektiren olaylardan daha çok etkilendiğini göstermektedir (Can, 1996, s.130-134).

69
Çizgi filmleri izleyen çocukların en beğendiği sözcüklerin başında “Vilma” ve
“Güç Bende Artık” gelmektedir. Bunları “Ya ba da ba du” ve “Ispanak” izlemektedir.
Çocukların en sevdiği oyun türünü kız çocuklarda evcilik, erkek çocuklarda ise savaş
oyunları oluşturmaktadır (Can, 1996, s.136-137).

Bu örnekten de anlaşılacağı gibi erkek çocuklar kız çocuklara oranla daha çok
şiddet içeren oyunlardan ve çizgi filmlerden hoşlanmaktadırlar. Bu da ileriki yaşlarında
erkek çocukların daha saldırgan ve kavgacı olmalarının nedenlerinden birisi olabilmektedir.
Okul öncesi çocukların %80’ini oluşturan 52 çocuk, şiddet içeren çizgi filmleri
seyretmekten hoşlanmaktadır. Kız çocuklarda, şiddete yönelik çizgi filmleri izleme oranı
daha azdır. Ankete katılan 4-6 yaş grubundaki okulöncesi çocuklardan %80’ı izledikleri
şiddet içeren çizgi filmlerden etkilenmektedirler. Araştırmaya katılan okul öncesi
çocuklardan cinsiyete bağlı olarak alınan istatistiki verilerden bazı sonuçlara ulaşılmaktadır.
Erkek çocukların en sevdiği çizgi filmler:He-man ve Ninja Kaplumbağalar gibi kavga
dövüşlü, şiddete yönelik çizgi filmler olurken; kız öğrenciler ise %69.2 oranıyla Taş Devri
adlı komik ve eğlendirici çizgi filmi sevmektedirler (Can, 1996, s.138-140).

Araştırmada erkek çocukların en çok yapmak istedikleri hareket %80 oranıyla


kılıç-tabanca kullanmak olurken, kız öğrenciler %89.9 oranında çizgi filmlerdeki
kahramanlar gibi uçmak istediklerini söylemektedirler (Can, 1996, s.138-140).

Bu anketten çıkan sonuçlardan da görüleceği gibi kız çocukları komik, eğlendirici


çizgi filmleri evcilik oyunlarını tercih ederken, erkek çocukları savaş oyunlarını tercih
etmekte ve kılıç-tabanca kuşanmayı yeğlemektedirler. Erkek çocukları çizgi filmlerde
izledikleri savaş kahramanları ile kendilerini özleştirmekte ve gücün kendilerinde olduğunu
sanmaktadırlar. Güçlü olduklarını hissetmek onlarda bir saldırganlık hissi uyandıracak ve
haklı oldukları durumlarda çizgi film kahramanları gibi bu güçleri kullanıp
karşılarındakilere zarar verebileceklerdir. Erkek çocuklar büyüdükçe kendilerini daha da
güçlü hissedecekler ve bunu her fırsatta göstermekten çekinmeyeceklerdir. Böyle şiddet
içeren; kavga, dövüş, savaş sahneleri ağırlıklı çizgi filmler okul öncesi çocukların ilerki
yaşlardaki gelişimine olumsuz yönde etkili olabilecektir (Can, 1996, s.162).

Bu olumsuz etkiyi kaldırabilmek için öncelikle televizyonlarda yayınlanan çizgi


filmler dikkatle seçilmeli, çocukları olumsuz yönde etkileyebilecek filmler
seyrettirilmemelidir. Bu yaşlardaki çocuklar için en yararlı programlar eğlendirirken eğiten
çizgi filmlerdir (Kutoğlu, 1999, s.13).

SONUÇ
Sonuç olarak belirtmek isterim ki medyanın insanlar ve özellikle de çocuklar
üzerindeki olumsuz etkisini azaltabilmek için medya okuryazarlığı kavramına büyük önem
verilmelidir. Medyanın çocukları daha az kontrolü altına alabilmesi için medya
okuryazarlığı geliştirilecek olan bir yetenek, bir düşünce biçimi olarak görülmelidir. Medya
okuryazarlığı konusunda kazanılan bilgiler çocukların kendi değer yargılarını kullanıp daha
derin anlamlara ulaşmalarını sağlayacak ve onların medyadan daha az etkilenmelerine yol
açacaktır. Günümüz iletişim ortamındaki en önemli güç kuşkusuz medya okuryazarlığı ve
eğitim olmaktadır.

70
Yararlanılan Kaynaklar

Baran, S., & Davis, D. (2003) Mass Communication Theory: Foundations,


Ferment, and Future, Thomson/Wadsworth.

Can, Aytekin. (1996) Çocuk ve Çigi Film Öz Eğitim Yayınları-16, İstanbul.

Hollenbeck, A., & Slaby, R. (1979) “Infant visual and vocal responses to television”
Child Development, 50”.

Goleman, D. (1995) Emotional Intelligence, New York: Bantam Books.

Kohlberg, L. (1981) The philosophy of moral development: Moral stages and


the idea of justice, New York: Harper&Row.

Kutoğlu, Ülfet. (1999) “Televizyon, Çocuk, Şiddet” Adım Dergisi, Bilimsel


Düşüncenin Ürünü, Cilt 4, Sayı 1.

Potter, J.W. (2001) Media Literacy, Sage Publications.

Salovey, P., & Mayer, J.D. (1990) Emotional Intelligence: Imagination,


Cognition and Personality, 9, 185-211.

Silverblatt, Art. (2001) Media Literacy, Praeger Publishers.

71
KUZEY KIBRIS TÜRK CUMHURİYETİ RESMİ YAYIN KURUMU BRT’DE
YAYINLANAN ÇOCUK PROGRAMLARININ YURTTAŞLIK EĞİTİMİNE
KATKISI, EĞİTİM- MEDYA İLİŞKİSİ

Özlem Salman Günalp

ÖZET
Özellikle küçük toplumlarda iletişimin daha kolay, sürekli ve etkili olduğu gerçeği
Kuzey Kıbrıs’ta yaşayan insanların televizyon yayınlarının büyük ülkelerde yaşayan
insanlardan daha fazla izlediği gerçeğini de beraberinde getiriyor. Akrabalık, komşuluk gibi
daha yoğun insan ilişkileri, çocuk programlarının bile daha büyük kitleler tarafından izlenmesi
anlamında çarpıcı bir örnek teşkil ediyor. Bu durum çocuk eğitiminin şekillenip
sürdürülmesinde eğitim- medya ilişkisinin önemini vurguluyor. Dünya ile bütünleşmeye
çalışan izole toplumun geçen süreç içinde yaşanan siyasi çalkantıların toplumun yurttaşlık
bilincine etkisi, 2002’den itibaren gündeme gelen Annan Çözüm Planı’nı öncesi ve
sonrasındaki durumun televizyon yayınlarına, özellikle BRT’deki çocuk programlarına
yansımasının toplumsal etkisi olarak belirlenmiştir. 2002 öncesi ve sonrası Kıbrıs’ta toplumsal
bir hareketi oluşturan yurttaşlık bilincinde televizyon yayınlarının rolü, çocuk programlarının
içeriklerindeki demokratik, katılımcı unsurların etkisi araştırmanın amacını oluşturmaktadır.
BRT’deki çocuk programlarını hazırlayan yapımcılarla görüşülmüş, yayın tekstleri incelenmiş
ve programlar izlenmiştir. Sonuçta, Kuzey Kıbrıs’ta yapılan bütün televizyon programlarında
gözlenen sosyal yaşamdaki belirsizliğin izleri, dünyalı olma isteği, kültürel melezlikten oluşan
kimliğin benimsenme çabası gibi kaygıların çocuk programlarında hissedildiği görülmüştür.
Kıbrıs’ta toplumunun demokratik yapısı yetişkinler kadar çocukların da her platformda
yeralması, süreci ebeveynleri ile birlikte eşgüdümlü olarak yaşaması sonucunu doğurmuştur.
Medyanın toplumla eşgüdümlü hareket eden yaklaşımı medya okuryazarlığı kavramının doğru
algılanması açısından önemli bir örnek oluşturmaktadır.

ANAHTAR SÖZCÜKLER
Medya- Eğitim İlişkisi, Yurttaşlık, Çocuk Programları.

ABSTRACT

THE CONTRIBUTION OF BRT’S, THE OFFICAL BROADCASTINC


CORPORATION OF THE TURKISH REPUBLIC OF NORTHERN CYPRUS,
CHILDREN’S PROGRAMMES ON CITIZENSHIP EDUCATION AND THE
RELATIONS BETWEEN EDUCATION AND MEDIA
Tv Programmes are intensively viwed by small societies like Turkish Cypriots, and
affected by their contents much more than the people of mass populated countries. Even
Children’s Programmes are viewed massively by the people who are related to each other with
kinship or neighbourhood. And such heavy viewing affects the course of children’s education
an the relations between education and media. Long time politicial struggle and isolation from
the rest of the world have greatly effected the citizenship counsciousness of Turkish Cypriots.
But after Annan Plan of 2002 conditions started to be changed and people of Northern Cyprus
became couscious of their new citizenship rather than to be loyal to the motherland. The aim of
this paper is to observe this dramatic changes in the democratic and particatory contents of
BRT’s (Bayrak Radyo, TV. Corporation) Children’s Programmes.
KEY WORDS
Relations between Education and Media, Citizenship counsciousness, Children’s Programme.

72
1. GİRİŞ
İletişim bilimleri “geçerli genellemeler çerçevesinde simge ve gösterge
sistemlerinin üretimini, işleyişini ve etkilerini, bu olguları açıklayabilecek, sınırlanabilir
kuramlar geliştirerek anlamaya çalışan bir alan” olarak tanımlanmaktadır.(Mc Quail, 1994,
s. 6). Günümüzde toplumsal iletişimle ilgilenmek, disiplinler arası bir uğraş haline gelmiş,
özellikle kültür, hem bir odak noktası, hem de işlevsel olması nedeniyle farklı disiplinlerin
görüş ve önerileri doğrultusunda ortak bir tanım bulmuştur. İletişimden söz ederken bir
topluluğun, bu topluluğu oluşturan bireylerin ve bu bireyler arasındaki bir karışıklığın
varolduğu bir süreçten söz edilmektedir. (Defleur ve Everette, 1991, s. 6).

2. GLOBAL ETKİLEŞİM VE KÜLTÜREL MELEZLİK


Toplumların kültürel gelenekleri ve yurttaşlık kavramı ile ilişkilendirilmesi modern
toplum ve evrensel değerler çerçevesinde birlikte değerlendirilmektedir. Özellikle geçen
yüzyılda dünyada hızla artan yer değiştirmelerle farklılaşan ülke kültürleri “ulusal kültür”
çerçevesinin sınırlarını genişleterek çok kimlikli melez bir kültür anlayışının yerleşmesine
neden oldu. Sanayi Devrimi yaşayan Batı toplumlarının global kültür değerlerini
özümsemesi, kendi kültürel değerleri ile yeniyi bağdaştırarak sentezlemesi şeklinde
görülürken, özellikle az gelişmiş ve gelişmekte olan toplumlarda “olanın olduğu gibi
alınması” yani kopyalama biçiminde görülmektedir. Bunun en çarpıcı örneklerini geçen
yüzyılın ortalarına kadar Batı devletlerinin sömürgesi olarak yaşayan ve bağımsızlığını
dünyanın değişen politik yapısına göre kazanan toplumlarda görmekteyiz. Bu kültürel
değer değişiminin kendi yerel kültürünün yeterince gelişememesi nedeniyle özümsenmesi
yerine birebir kopyalanarak alınması, aslında kendi kültürel değerlerinin yozlaşmasına,
hatta birçoğunun kaybolmasına neden olmuştur. Bu kültürel erozyon özellikle kimlik
arayışının yaşandığı uluslarda “milliyetçilik” ve “yurtsever vatandaşlık” kavramlarının
birbirleriyle karıştırılmasına toplum içinde birbirine zıt ve birbirini anlamaktan uzak
kutuplaşmaların oluşmasına neden olmuş, globalleşme ve global kültür algılanışı, kültürel
entegrasyondan çok bir anlamda kültürel sindirilme olarak tanımlanmıştır. Bu değişimin
başlayarak hızla yangınlaştığı 20. yüzyılda, gelişerek yaşamın içine etkin şekilde giren
genelde tüm medya araçları, özelde ise televizyon bu kültürel farklılaşmanın tam ortasında
ve bunun siyasi erkin düşüncesi doğrultusunda belirleyicisi, sürükleyicisi olarak toplumsal
belleği yönlendiren, hızla değişen toplumsal değerlerin çerçevesini belirleyen en önemlisi
de, çoğunlukla tek yönlü iletişim aracı olarak kullanılmasıyla karşımıza çıkmıştır. ”Küresel
ekonomi”den esinlenilmiş “küresel iletişim” kavramı; yaşama düzenine sokulmuş bu yeni
ulus ötesi mekanın yeni parçalanmaları, yeni dışlamaları, yeni aykırılıkları yaratırken
birleştirici dinamiği ile de öne çıkmıştır.(Mattelart ve Mattelart, 1998, s. 134). Toplumsal
belleğin; bazı deneyimlerin anımsanıp, bazı deneyimlerin geriye atılması gibi bir özelliğe
sahip olması toplumsal hafızaların nasıl beslendiği konusundaki güç dengesizliği ile yakın
ilişkilidir. (Türkoğlu, 2004, s. 55). Toplumda erk sahibi grupların düşüncesi doğrultusunda
geliştirilen toplumsal bellek, “güçlü olanın deneyimlerinin, tanınabilir seneryolarla ve
ahlaki bir boyutla yapay bir biçimde anımsanması” şeklinde oluşmaktadır. (Nerone, 1989,
s. 104). Yaşanan günün gerçeklerine göre şekillenen televizyon programları, haber
bültenleri hem ulusal hem de uluslararası medya patronlarının neyi nasıl algılanmasını
istediğine bağlı olarak toplumların gündelik yaşamını belirlemektedir. Bu bağlamda günün
realitesinin iletilmesi tümüyle tek yanlı bir yaklaşımın etkisini taşırken, bir yandan da
akademisyenler, “medya okuryazarlığı” kavramı ve bununla birlikte, verilen haberi doğru
okuyan, soru soran ve sorgulayan, gerektiğinde tavır alan vatandaş modelinin yani “iyi
yurttaşlık” kavramının toplumsal yaşama nasıl yerleşebileceğini; demokratik, katılımcı ve

73
insan haklarına saygılı yönetim anlayışının toplum yaşamını nasıl şekillendirebileceği
gerçeğini tartışmaya başlamıştır.

Özellikle kültürel melezlik kavramı Akdeniz coğrafyasındaki hemen hemen bütün


toplumların ortak özelliğini oluşturmaktadır. Yüzyıllar boyunca aynı coğrafyada yaşayan ve
yoğun bir kültür etkileşimi içinde olan Akdeniz toplumlarının kültürünü oluşturan değerleri
incelediğimizde, yemek kültüründen, yüksek sesle konuşmasına, beden dilinin yoğun
şekilde kullanılmasından, türkülerine, danslarının figürlerinden, halk inanışlarına kadar
daha birçok şeyde ortak ya da benzer bir kültürel birliğin olduğunu görürüz. Bu kültürel
benzeşmenin en yoğun yaşandığı bölge kuşkusuz Doğu Akdeniz’dir.

Kıbrıs adası, bu kültürel benzeşmenin zaman içinde sancılarının en çarpıcı şekilde


yaşandığı farklı etnisiteye sahip ulusların ülke olarak paylaşmak zorunda oldukları bir kara
parçası olarak birçok siyasi ve kültürel tartışmanın hala tam ortasındadır. Süreç içinde
melezleşmenin mutlak kimlik yitimi olarak algılanması, aslında melezliklerin yerel
kimliklere yeni olanaklar kazandırabileceğinin (Laclau, 2000, s. 46), Kıbrıs’ta yaşayanlar
tarafından yeterince anlaşılamamış olması yaşanan sancıların en çarpıcı örneklerinin
“ulusal kültür”, “ulusal kimlik”, “yurttaşlık” gibi temel kavramlarda, toplumu oluşturan
farklı etnik toplulukların kendi ait oldukları etnik kimlik çerçevesinde ve genellikle de
ütopik bir anavatan yurtseverliği bilinciyle gelişmesine neden olmuştur. Kıbrıslılar, Bizans
dönemi ve sonrasında 1571’deki Osmanlıların Kıbrıs’ı fethinden itibaren Anadolu’nun
farklı bölgelerinden adaya yerleştirilen Türk, Rum ve Ermeniler gibi farklı etnik yapıdaki
topluluklardan ayrı olarak, daha önceden adada yaşadığı bilinen Maronitler (Lübnan
kökenli Hıristiyanlar) ve az miktarda Latinler’den oluşmaktadır. Bu toplulukların önce
Osmanlı tebaası olarak ulus kimliğinden uzak ümmetçi devlet anlayışı altında yaşamaları,
daha sonra İngilizlerin adayı 1878’de işgali ile başlayan ve 1960’a kadar süren Koloni
Dönemi yönetiminin sömürgeci yaklaşımı kendi kimliklerini bir üst kimlik altında
toplayamamasına neden olmuştur. 1960 yılında kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti adada yaşayan
bu farklı etnik yapıdaki toplumları birleştirmek, ortak kültür değerleri yaratmak, tek vatan
ve tek yurttaş kimliği oluşturmak adına kurulsa da 1963’e kadar yürütülebilmiştir. Kısa bir
dönem birlikte yaşamanın getirdiği ürkek ve kötü anılara dayanan bu birikim ne yazık ki
günümüz Kıbrıs’ının ortak kültürünün önemli bir parçasını oluşturmuştur. Özellikle
sömürge döneminin getirdiği asimilasyon politikası toplumların kendi öz kültürlerini
koruyamamasına neden olmuştur. Kendi kültürünü oluşturup koruyamayan farklı etnik
yapıdaki Kıbrıslılar, doğal olarak 1960 Cumhuriyeti’nde kültürel ve siyasal bir
entegrasyonu yaşamlarına geçirememişlerdir. Geçmişe referans veremeyen ortak kimlik
arayışları yurttaşlık anlayışının gelişmesinden çok katı bir milliyetçiliğe dönüşmüştür.

1974 Barış Harekatı ile kesilen bu süreç uluslararası politikaları oluşturan etkin
devletlerin siyasi yaklaşımları nedeniyle adanın bir bölümünün dünya ile entegrasyonunun
devamlılığını sağlarken, diğerinin daha çok izolasyonununa ve içe kapanmasına neden
olmuştur. 1983’te bu siyasi oluşumu bir anlamda ortadan kaldırmak adına kurulan Kuzey
Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ne yazık ki günümüze kadar yanlızca Türkiye tarafından tanınan
ve dünyadan tecritle yaşamak zorunda bırakılan bir ülke olarak kalmıştır. Bu siyasi durum
Güney’de yer alan ve hala Kıbrıs Cumhuriyeti adını kullanan devlete; dünya ile siyasi,
kültürel, ekonomik, iletişim gibi her alanda tanınmış bir devletin sahip olduğu bütün
haklarla, global çerçevede gelişmesini ve entegrasyonunu sağlarken, en önemli ekonomik
ve siyasi oluşumlardan biri olan Avrupa Birliği’nin üyesi olma şansını da tanımıştır.

74
2. YAKIN GEÇMİŞ – KIBRISLILIK - YURTTAŞLIK TARTIŞMALARI VE
BAYRAK RADYO TELEVİZYON KURUMU
20. yüzyılın son çeyreğinden itibaren yeni şeklini alan Kıbrıs sorunu K.K.T.C. ilanı
ile değişen yeni kimlik arayışını da beraberinde getirmiştir. O dönemden itibaren dış siyasi
platformlarda vurgulanan Kıbrıs Cumhuriyeti’ndeki haklarının gasp edildiği söylemi ile, iç
politikada geliştirilmeye çalışılan “anavatan” kavramının toplumsal bir kimlik
oluşturmasına yönelik çabalar gerçekte ütopik bir vatanseverlik bilincinin dışına
çıkamamıştır. 1974 sonrası Kıbrıs’ın kuzeyinde geliştirilmeye çalışılan Türklük kimliği ve
bu düşüncede yapılan çalışmalar, geçmişte aranan yurttaşlık bilincinin referanslarının
yokluğu nedeniyle tam bir kabul görmemiştir. Bu sürecin gelişimi, 2002 yılında
toplumlararası görüşmeler sonucunda ortaya çıkan ve uluslararası kabul gören Annan
Planı’nın referandumuna kadar yaşanılan dönemde daha belirginleşmişti. Kıbrıs Türk halkı,
öngörülen Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yurttaşlığını bugüne kadar pek de
belirginleştiremediği “Kıbrıs yurttaşı” olma kavramına göre daha çabuk benimsedi. Bu
kimliğin yanına çok uluslu ve melez bir kültür yapısının sunulduğu Avrupa Birliği Yurttaşı
olma kavramını da kolaylıkla yerleştirebildi. Bu dönem Kuzey Kıbrıs’taki ulusal
televizyon kanallarının ve yerel basının tümünde şiddetli tartışmaların yapıldığı, “K.K.T.C.
vatandaşlığı ve izolasyon”, “Kıbrıs Cumhuriyeti yurttaşlığı ve onun verdiği uluslararası
kimlik”, “Kıbrıslı Türk olmak ve Türk kimliği”, “Kıbrıslılık”, “Anavatan- Yavru vatan
ikilemi” vb. gibi birçok konu ilk defa açık bir şekilde tartışılmaya başlandı. Bu dönem
değişen değerlerin, yeni kavramların ve bunlarla birlikte yeni soruların ve yeni bir medya
anlayışının kısaca medya okuryazarlığı kavramının toplumun yaşamına adı konmadan
girişinin bir başlangıcıydı da aynı zamanda ...

Bildirinin başından itibaren aktarılanlar Kıbrıs’ta yaşanan siyasi sürecin


anımsatılmasıdır. Uzun yıllardan bu yana süren siyasi belirsizlik Kuzey Kıbrıs’ta güçlü
durumda olan sivil toplum örgütlerinin şekillendiği ortamın anlaşılabilmesi açısından
önemlidir. Toplumsal yaşamın her alanında etkili olan sivil toplum örgütleri,
demokratikleşme, kültürel yapılanma, eğitim ve öğretimdeki yaklaşım biçiminin
belirlenmesi vb. gibi hemen her alanda belirleyici bir işleve sahiptirler. Bunun yanı sıra
siyasi belirsizlik durumunun, devlet politikasının geliştirilmesine etkisi, toplumsal
tepkilerin temel çıkış noktalarının anlaşılabilmesi, görsel ve yazılı iletişimin hangi siyasi
gerçekler ortamında olgunlaşıp sürdürüldüğünün ve geleneksel yayın politikasının
değişiminin doğru algılanabilmesi için bir hatırlatma amacı taşımaktadır.

24. Şubat.1964’te kurulan Bayrak Radyosu ilk yayınına başladığında aslında bir
radyonun program yapma kaygısından uzak Kıbrıs’ta yaşayan Türklerin sesini dünyaya
duyurabilmelerini sağlamak işlevini görmekteydi. 19. Temmuz 1976 yılında ilk kez yayına
başlayan televizyonla birlikte Bayrak Radyo Televizyon Kurumu adını alan kısa adıyla
BRT, daha önce Kıbrıs Cumhuriyeti televizyonunun 1960 Anayasası çerçevesinde haftada
bir gün yaptığı Türkçe yayınlardan sonra önce Türkiye’den gelen paket yayınlarla, daha
sonra da kendi bünyesinde kurulan kadrolarla sürekli Türkçe yayın yapmaya başladı.
BRT’nin yayın hayatına başlaması Kıbrıslı Türklerin dünyayı daha yakından
izleyebilmesine ve iletişim kurabilmesine köprü olmuştu.

Özellikle küçük toplumlarda iletişimin daha kolay, sürekli ve etkili olması gerçeği
Kuzey Kıbrıs’ta yaşayan insanların televizyon yayınlarını büyük ülkelerde yaşayan
insanlardan daha fazla izlediği gerçeğini de ortaya çıkarmaktadır. Ayrıca küçük toplum
olmanın getirdiği akrabalık, komşuluk gibi daha yoğun insan ilişkileri, çocuk
75
programlarının bile daha büyük kitleler tarafından izlenmesi anlamında çarpıcı bir örnek
teşkil etmekte, bu noktada eğitim- medya ilişkisinin etkinliğini de gündeme getirmektedir.
Son döneme kadar BRT yayınlarının yönelimi tipik kitle toplumu örneklerinde olduğu gibi
kamuyu yanlızca kendisine verilenlerin alıcısı sayan ve iletişim tüketicisi gözlüğü (Mills,
1974, s. 426), ile bakılan bir yapıdaydı. BRT’nin bu bakış açısı ile genelde “iyi yurttaş”
yaratma, özelde ise birey eğitimininin doğru şekilde sürdürülmesinde ne ölçüde katkı
sağlamış olduğu tartışma konusu olabilir.

Medya okuryazarlığı kavramı henüz K.K.T.C.’de, BRT’de veya yayın yapan diğer
dört özel kanalda açıkça tartışılan ya da Milli Eğitim Bakanlığı’nın yıllık müfredatında
açıkça yer alan bir kavram değil. Ama genel olarak televizyonlarda yapılan program
içeriklerine bakıldığında daha çok içinde bulunulan siyasi durumun sansürsüz tartışıldığı,
halkın telefon bağlantılarıyla konunun içine çekildiği, yorum ve sorgulamaların rahatça
yapıldığı yayınların ağırlıklı olarak sürdürüldüğünü görüyoruz. Üç yıl önce Annan
Planı’nın ortaya çıkmasıyla başlayan sürece kadar özel televizyonların genelde bant kaydı
ile doldurduğu program saatleri o dönemden itibaren daha çok canlı yayınlarla
sürdürülmeye başlanmıştır. Bu durum bir anlamda modern topluma ait insan tipinin
“katılan” (Kongar, 1981, s. 218- 219) insan olduğu gerçeği ile tüm toplumsal etkinliklere
katılmanın ardında da insanın kendisini başkasının yerine koyabilme yeteneğinin yani
“empati” nin televizyon yayınları kanalıyla toplumsal yaşamda anlaşılmaya başlandığı bir
dönemdir. Kıbrıslılık kültürünün gündeme açıkça gelişi ve bu kimliğin tartışılması sırasında
Kıbrıs’ta açılan kapılarla yeniden iletişim kurmaya başlayan iki halkın ortak geçmişlerinin
yalnız tatsız anılardan değil aynı zamanda kültürel dil birliğinden de oluştuğu gerçeği
işlenmiş, hatta Güney Kıbrıs’tan gelen birçok Kıbrıslı Rum programlara konuk olarak
katılmışlardır. Bu dönem ilk defa Kıbrıs Türk kültüründen ziyade Kıbrıs kültürü ve
Kıbrıslılık kimliğinin açıkça tartışılmaya başlandığı, melez kültürden söz edilen bir dönem
olmuştur. Özellikle sivil toplum örgütlerinin etkin şekilde sürdürdükleri konferans, ortak
kültürel etkinliklerin düzenlenmesi gibi ikili ilişkiler görsel medyada ağırlıklı olarak yer
almıştır. Bu dönemde BRT, siyasi iktidarın değişmesi ile birlikte o döneme kadar olan
yayın politikasını değiştirmiş, daha katılımcı ve demokratik bir yayın politikası yürütmeye
başlamıştır. Çünkü, “great audience” (Lang, 1964, s. 379) yani büyük izleyici siyasi erkin
yönlendirmelerini geri çevirmiş ve değişimi başlatmıştır.

3. BRT DE YAYINLANAN ÇOCUK PROGRAMLARININ DEĞİŞEN YÜZÜ


DÜNYA İLE BULUŞMA ÇABASI, EĞİTİM- MEDYA İLİŞKİSİ
Bu döneme kadar BRT’de yapılan çocuk programlarının genel içerikleri halen de
devam ettiği gibi Milli Eğitim ve Kültür Bakanlığı’nın hazırladığı yıllık müfredat
çerçevesinde oluşturulmakta ve bu doğrultuda hazırlanan program içerikleri onay için
Eğitim Bakanlığı’na gönderilmektedir. Milli Eğitim Bakanlığı eğitim ve öğretimle ilgili her
değişiklikte, AB eğitim politikalarının yaşama geçirilmesi, müfredatın hazırlanması, ders
saatleri, ders ağırlıkları vb. gibi bütün ilköğretimi ilgilendiren konularda Türkiye’deki
yapıdan farklı olarak Kıbrıs Türk Öğretmenler Sendikası’ndan görüş almaktadır. Bu
yaklaşım sivil toplum örgütü, Eğitim Bakanlığı ve BRT’nin birebir ilişki içinde olduğunun
bir göstergesi durumundadır ve son derece demokratiktir.

BRT’de yayınlanan çocuk programları TRT’den alınan ya da çizgi film


kuşaklarından oluşan bir yayın anlayışını 1990’lı yılların başından itibaren geride bırakarak
Kıbrıs’la ilgili konuların işlendiği, sosyal yaşamın yansıtıldığı, kültür ve sanat
değerlerlerinin tanıtılarak paylaşıldığı yerel bir içerikte sürdürülmeye başlanmıştır. BRT’de
76
yayınlanan uzun soluklu ilk çocuk programı olan “Gökkuşağı” 1993- 1999 yılları arasında
onbeş günde bir bant yayını olarak yayınlanmıştır. (Olgaçer, Yalçın ve Mercan, 1993). 45-
50 dakika arasında yayınlanan Gökkuşağı programının her bölümünde mutlaka Kıbrıs’taki
bir ilkokul yaptığı etkinlikle tanıtılmış, öğretmen ve öğrencilerle yapılan kısa röportajlara
yer verilmiştir. Her programda mutlaka yer alan çizgi film kuşağındaki filmler, sözsüz,
yanlızca görsel anlatım içeren Disney klasikleri arasından seçilmekte, beden dili, renk, gibi
görsel iletişim dilinin yalın ve evrensel anlatımı çocuklarla paylaşılmak istenmişti. Program
içeriği çocukların zevk aldığı resim, elişi vb. gibi hobilerin uygulamalarıyla çocukların
katıldığı sergi ve resim yarışmalarının görüntülerinin gösterildiği ya da santranç, spor
aktiviteleri ile hayvan bakımı gibi çocukları geliştiren bölümlerden oluşmaktaydı. Lefkoşa
Belediye Tiyatrosu’nun kadrolu oyuncularının hazırladığı kısa kukla gösterisi ise
programdaki son gösteriydi. Program süresince işlenen konular arasında yangın, su baskını
vb. gibi durumlarda yapılması gerekenler, hemen aranması gereken telefon numaraları
(itfaiye, polis teşkilatı, hastane gibi) tekrarlarla çocuklara verilmekte, bu durumlarda
yapılması gerekenlerle, nasıl davranılması gerektiği öğretilmekteydi. Program metninde
dikkat çeken bir başka bölüm farklı ülkelerin çocuk programlarından alınan ve “şimdi
sizleri çok şirin ve enerji dolu bir arkadaşınızla başbaşa bırakmak istiyoruz Fransız Jordy
söylüyor, DO..DO..” gibi anonslarla verilen görüntülerin taşıdığı anlam, ya da Ülkeler
Geçiyor adlı her ülkenin otantik müziği eşliğinde ülkelere özgü kıyafetlerin sergilendiği
görüntülü bölümdü. Bu bölümler kapalı bir toplumda yaşayan çocukların farklı kültürlerle
tanışmasının küçük bir aracı durumundaydı. Buradaki işitsel ve görsel aktarımın amacı,
aslında dünyada yalnız olunmadığının ve dünyanın farklı kültürdeki insanlarla
paylaşıldığının anımsatılmasıydı, ama bununla birlikte Gökkuşağı programı genel olarak
istenenin izleyicilere aktarılmasının amaçlandığı bir içeriğe de sahipti. Yine bu dönemde
BRT’nin siyasi bir kurum olması nedeniyle yapılan yayınların siyasi erkin belirlediği
doğrultuda daha fazla devletçi bir çizgide ve programların da daha çok iletme görevi
yapacak şekilde yönlendirildiğini döneme ait program metinlerine baktığımızda görüyoruz.
Bilgisayarlı eğitimin başlamadığı ve internet erişiminin henüz bugünkü şeklinde olmadığı,
her yönden daha dışa kapalı ve izole bir toplumun izlerini Gökkuşağı gibi çocuk
programlarının içeriklerinde görmek mümkündür.

Gökkuşağı programından sonra 1998- 2000 yılları arasında yayına giren “Bir
Varmış Bir Yokmuş” her hafta Cuma günleri sabah kuşağında canlı yayınlanan bir çocuk
programıydı. (Olgaçer, Yalçın ve Mercan, 1998). Program içeriği, okullarda yapılan
etkinliklerin aktarılması dışında, programa katılan değişik meslek gruplarından konukların
eğlenceli bir ortamda mesleklerini tanıtmasıydı. Çocukların sordukları sorularla yalnızca
aktarılanı öğrenmek değil, sorgulayarak öğrenmek tercih edilmişti. Yaklaşık yarım saatlik
süre, çocukların yönlendirmesiyle gelişen, birey olarak programın içinde varoldukları bir
kurguya sahipti. Bunun yanında global dünyanın belki de en önemli sorunu olan ve
insanoğlu ile yaşadığı ortamı tehdit eden çevre kirliliği gibi global konular her programda
işlenerek, duyarlılıklarının artması sağlanmak istenmişti. Bir Varmış Bir Yokmuş çocuk
programı daha önce yayında olan Gökkuşağı programına göre çocukların verilenleri alan
değil daha fazla katılımcı olduğu bir formatta gelişmişti.

2000 yılından itibaren her gün yayınlanmaya başlayan “Benimle Oynar Mısın?”
dört gün canlı ve bir gün bant yayını olmak üzere haftanın beş günü çocuk izleyicilerle
buluşmaktadır. (Olgaçer, Yalçın ve Mercan, 2000). 2003 yılına kadar canlı olarak
yayınlanan program hala öğleden sonra kuşağında bant yayını olarak yayınlanmaya devam
ediyor. “Benimle Oynar Mısın?” çocukların sosyal gelişimine katkı sağlamak,
77
bireyselliklerini geliştirmek amacıyla tasarlanmıştır. Çocuklara canlı yayın deneyimi
kazandırarak onların yaşayarak öğrenme, doğal gelişen durum ve koşullar karşısında
kendilerini ifade edebilme ve özgüvenlerini geliştirmelerine imkan vermektedir. Program
yine çocukların yönlendirmesiyle her gün farklı bir içerikte yayınlanmaktadır. Pazartesi
günü yayınlanan programda konuk edilen ilkokul öğrencileri hazırladıkları skeçler, müzik,
fıkra ve dans performansları ile programın akışını sağlamaktadırlar. Salı günü yayınlanan
bölüm çocukların okulda yaptıkları elişi örneklerini sergiledikleri ve kurgulanan atölye
ortamında bunların yapım aşamasını izleyici çocuklarla paylaştıkları bir süreci
içermektedir. Bu ortamda öğretmen, programı yönlendiren ve alışılan şekliyle elişini yapan
değil çocuklarla birlikte onlardan farklı olmayan bir birey olarak yansıtılmaktadır.
Çarşamba günü “Benimle Oynar Mısın?” ın ana konu içeriği medya okuryazarlığı
kavramının çocuklara nasıl iletilebileceğinin bir örneğinin şekillendiği bölümdür aslında..
Çocuklar Tartışıyor alt başlığı verilen bu bölümde önceden seçilen bir konu ile ilgili bilgi
verilirken aynı zamanda tartışma ortamının da yaratıldığını görüyoruz. Örneğin; Oyun mu-
Bilgisayar mı, Çevremizi koruyor muyuz, Boş vakit var mı yok mu, Trafikte güvende
miyiz, Televizyon mu - hobiler mi, Yemiş mi - meyve mi ( yemiş sözcüğü Kıbrıs’ın yerel
dilinde cips, kola, şeker, çikolata vb. gibi çocukların sevdiği ama yararları her zaman
tartışılan tüm yiyecek ve içecekler için kullanılan bir sözcüktür), gibi başlıklar altında
yaratılan tartışma ortamı yurttaşlık bilincini destekleyici kapsamdadır. Programın formatı
içinde yer alan bir diğer özellik, programı izleyen çocuklarla kurulan telefon bağlantıları ile
tartışmaya dahil edilmeleri aslında son üç yıldır değişen siyasi yapının haber ve tartışma
programlarında olduğu gibi çocuk programlarında da yarattığı vizyon değişikliğinden başka
birşey değildir. Programın Perşembe günü yayınlanan bölümü müzikle buluşma niteliği
taşımaktadır. Bu aslında hepimizin çocukluk döneminde izlediği program formatında
çocuklardan oluşan bir koro ve bir müzik parçasının öğretilmesi şeklindedir. Buradaki
farklılık canlı yayın ortamında, hata ve mükemmelliğin yayın akışı içinde birlikte
yaşanması, başlangıç ve sonucun izleyici ile birebir, eşzamanlı paylaşılabilmesidir. Cuma
günü, Benimle Oynar Mısın? haftalık programının eğitsel kol faaliyetleri ile bitiş günüdür.
Bu bölümdeki konuklar K.K.T.C.’nin değişik bölgelerinden gelen okulların temsilcileridir.
Kıbrıs’ta yaşayan insanların akrabalık ve arkadaşlık gibi ilişkilerle birbirlerine olan
yakınlığı çocuk programlarını, çocuklar kadar yetişkinlerin de izlemesine neden olmaktadır.
Bu nedenle, çocuk program içerikleri mesajları iletmek açısından daha fazla önem
taşımaktadır. Program içinde yayınlanan dış çekimlerde genellikle Kıbrıs’ta üretim yapan
Süt Ürünleri Kooperatifi gibi devlet ya da özel kuruluşların üretim safhaları tanıtılmakta,
çocuklar üretimin içine çekilmektedir. Kültür, sanat etkinlikleri içinde yer alan röportaj ya
da work shop’ların yayınlandığı bölümler de yine çocukların tanıma, öğrenme, soru sorma
ve sorgulamalarını sağlamaya yöneliktir. Benimle Oynar Mısın? programının
hazırlanmasında öne çıkan çocuğun bilişsel ve psiko-motor gelişiminin desteklenmesidir.
Duygusallık daha geri planda bırakılmış, çocuğun dünyayı daha realist algılayabilmesinin
önü açılmak istenmiştir. Özellikle tartışma konusu olarak seçilen konuların içeriklerinin
güncel olması ve izleyici katılımıyla iyi yurttaşlık kavramının geliştirilmesi, bireysel
yapılanmanın sağlanmasının istenmesinden başka bir kaygı taşımamaktadır. Canlı yayın
yapılan dönemde izleyicilerin programa telefon bağlantısıyla katılması aynı zamanda
dikkat, sentez gücü, yorumlama yeteneği, demokratik katılım gibi unsurların programla
bütünleşmesi anlamına gelmektedir.

4. SONUÇ
K.K.T.C.’de sokaklarda gelişen bir gelenek olan toplumsal dayanışma ve toplumsal
ortaklık, yaşanan sürecin sonunda toplumsal iletişim aracı olan televizyona taşınmıştır.
78
İçinde bulunulan gerçek dünyadan kopuk siyasi durum, televizyonlarda tartışılan Kıbrıs
sorununun konu olduğu programlar, sivil toplum örgütlerinin uluslararası
organizasyonlarda yer alma çabası, yakın geçmişte sivil insiyatif çatısı altında sokaklarda
gelişen kendi kimliğini bulma çabası içindeki toplumda yurttaşlık bilinci ancak Kıbrıs
sorununun kalıcı çözümü ile birlikte olması gereken noktaya gelebilecektir. Bu yapının
hakim olduğu K.K.T.C.’de, yapılan televizyon yayınlarının genelinde gözlenen; sosyal
yaşamdaki belirsizliğin izleri, dünyalı olma isteği, kültürel melezlikten oluşan kimliğin
benimsenme çabası, çocuk programlarında da göze çarpmaktadır. K.K.T.C.’nin resmi yayın
organı BRT’ de yayınlanan çocuk programları siyasi belirsizlik ve izole bir toplumun
yansımalarını ister istemez içeriğine yansıtmıştır. Programlarda verilen farklı ülkelerin
televizyonlarından alınmış görüntülerle bu kapalı kalma durumu hafifletilmeye
çalışılmıştır. Küçük bir ülke olmanın getirdiği güçlü iletişim şansı yaşanan süreç içinde
yetişkinler kadar, her yaştan çocuğun da yaşananlardan haberdar olması gerçeğini
beraberinde getirmiştir. Kimlik - vatandaşlık, yurtseverlik – iyi yurttaşlık gibi tartışmaların
yapıldığı her platformda ebeveynleri ile birlikte yer alan çocuklar, tahmin edilenden daha
fazla konu ile ilgili fikir sahibidirler. Bu nedenle, medyanın itici güç olduğu kadar,
toplumla da eşgüdümlü hareket eden bir yaklaşım içinde olması medya okuryazarlığı
kavramının doğru algılanması için önemlidir. Bu süreç bu anlamda Kuzey Kıbrıs’ta ortak
bir süreç olarak yaşanmış, toplumsal değişim medyanın yaklaşım biçimini yeniden gözden
geçirmesi için bir fırsat olarak değerlendirilmiştir.

Kuzey Kıbrıs’ta kurumsallaştırılmaya çalışılan her yapının, çağdaş eğitim


sisteminin organizasyonu, dünya ile entegre olmuş bir iletişimin sağlanabilmesi, insan
haklarına dayalı bir hukuk sisteminin korunabilmesi, bireyselliğin ve iyi yurttaşlık
bilincinin geliştirilmesi gibi her şey Kıbrıs sorununun çözümüne endekslenmiş
görünmektedir. Kıbrıs sorunun kalıcı bir çözümle sonlandırılması ile kurulacak yeni federal
devlet çağdaş ve melez kültürel değerleri bünyesinde barındıran, gelişmiş bir yurttaşlık
bilincini beraberinde getirecektir.

KAYNAKLAR
Defleur, Melvin L. – Everette, Dennis E. (1991, s.6). Understanding
MassCommunication. Boston: Houghton Mifflin Company.

Kongar, Emre. (1981, s.218- 219). Toplumsal Değişme Kurumları ve Türkiye


Gerçeği.İstanbul: Remzi Kitapevi.

Laclau, Ernesto. (2000, s.46). Evrensellik, Kimlik ve Özgürleşme, çev: Ertuğrul Başer.
İstanbul: Birikim Yayınları.

Lang, Kurt. (1964). “Mass Appeal and Minority Tastes”, Mass Culture. D. David M White.
Berneard Rosenberg. (New York: Free Press). s. 379.

Mattelart, Armand ve Michele. (1998, s.134). İletişim Kuramları Tarihi. çev: Merih
Zıllıoğlu. İstanbul: İletişim Yayınları.

McQuail, Denis. (1994, s.6.). Mass Communication Theory: An Introduction. Londra: Sage
Publications.

79
Mills, C. Wright. (1974, s. 426). İktidar Seçkinleri, çev: Ünsal Oskay, Ankara: Bilgi
Yayınları.

Nerone, John. (1989). “Professional History and Social Memory”. Communication;


Urbana, Vol: 11, n. 2, s. 104.

Olgaçer, Nilgün. Yalçın, Eran ve Mercan, Tülay. Gökkuşağı, Bir Varmış, Bir
Yokmuş,Benimle Oynar Mısın? Programı Hazırlayanlar: BRT Kurumu Yayın Arşivi,
Lefkoşa, K.K.T.C.

Türkoğlu, Nurçay, (2004, s. 55). İletişim Bilimlerinden Kültürel Çalışmalara, Toplumsal


İletişim, Tanımlar- Kavramlar- Tartışmalar. İstanbul: Babil Yayınları.

80
ETKİN BİR MEDYA OKUR-YAZARLIĞI İÇİN
YEREL OLANAK YA DA OLANAKSIZLIKLAR

Derya Nacaroğlu

ÖZET
Ülkemizde yerel düzeyde çok sayıda radyo ve televizyon kuruluşu yayın
yapmaktadır. Birbirinden çok farklı kültürel, sosyal, coğrafi ve ekonomik zenginliklerin
temsili anlamına gelen bu durum yerel medyanın içinde bulunduğu koşulları da
belirlemektedir.
Etkin bir medya okur-yazarlığı için yerel olanak yada olanaksızlıkların ortaya
konulmaya çalışıldığı bu makalede, yerel medyanın ve yerel medya izleyicisinin
koşulları niteliksel bir inceleme ile belirlenmektedir. Sonuçta etkin medya okur-
yazarlığı için varolan olanakların, hangi koşullar nedeniyle olanaksızlıklar haline
dönüştüğü görülecektir.

Anahtar sözcükler: yerel medya / etkin medya okur-yazarlığı / koşullar

1.GİRİŞ
Görsel-işitsel medya çağında kazanılması gereken en önemli becerilerden biri
olarak televizyon izlemeyi öğrenmek gösterilmektedir (Tekinalp, 2003, s.309). Dahası
bu sadece televizyon izlemeyi öğrenmekle kalmayıp bütün bir medyayı takip etmeyi ve
bilinçli, duyarlı okuyucu olmayı da kapsamaktadır. Küçük yaşlardan itibaren tıpkı
sosyal davranış ve rollerin öğrenildiği gibi medyayı etkin olarak okumayı ve
değerlendirmeyi de öğrenmeli ve öğretmeliyiz. Çünkü radyo- televizyon ve basın,
kurumsal ve siyasi anlamda çok önemli bir güçtür ve bunun nasıl izlenmesi gerektiği
öğrenilmelidir. 1990’lı yıllarda radyo ve televizyon yayıncılığı alanında yaşanan
değişimler düşünüldüğünde, oluşan yeni yayıncılık düzeni bu konuda “iyi müşteri”, “iyi
tüketici” olmanın dışında “iyi yurttaş” olma adına da bu bilinçlenmeyi kaçınılmaz
kılmaktadır.

Anılan yıllarda Türkiye’de uzunca bir zamandır yayıncılık alanına hâkim olan
tekelcilik; özel radyo ve televizyonların hem ulusal hem de yerel düzeyde birer birer
sektörde yerlerini almalarıyla birlikte kırılmış, çoğulcu bir anlayış ve liberal sistemin
gereklerine uygun olarak yayıncılık sektörü çok renkli bir hâl almaya başlamıştır.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 133. maddesine karşın 1989 yılından itibaren radyo
ve televizyon alanında yaşanan önemli değişiklikler, radyo ve televizyon kanallarını
çeşitlendirmiş, ulusal ve yerel yayın yapan radyo ve televizyon kanal sayısı hızla
artmıştır. Radyo-Televizyon Üst Kurulu’ndan elde edilen bilgilere göre Mayıs-2003
tarihli verilere göre ülkemizde; 16 Ulusal Tv, 36 Ulusal Radyo, 15 Bölgesel Tv, 102
Bölgesel Radyo, 228 Yerel Tv, 952 Yerel Radyo bulunmaktadır. (Öksüz, 2003, s.151).
13.Nisan. 1994 tarihinde kabul edilerek yürürlüğe giren, 4756 ve 4771 sayılı Kanunlarla
değişik 3984 sayılı “Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında Kanun”
ile birlikte en azından yasalar düzeyinde “korsan” dönem sona ermiş ve “yasal” dönem
başlamıştır. Geçici dönem ile yasal dönem birbirinden kesin tarihlerle ayrılmadığından
uygulamada yasa öncesi ortamdan çok farklı bir yapılanma
gözlenememektedir(Gökçe,1996, s.165).

Dünya’daki yayıncılık düzenindeki oluşumun tersine, Türkiye’deki yerel yayın


kuruluşlarının medya sektöründe yaşanan değişime eklemlenmeleri sonradan olmuştur.
Türkiye’de yayıncılık alanında yaşanan dönüşüm ulusal olanla başlamış, yerel

81
kuruluşlar daha sonradan alana katılmışlardır. Teknik düzenlemelerin tam olarak
bitmemiş olmasıyla birlikte tanımlamalarda özel radyo-televizyonlar başlığı altında
anılan ülke sathına yayılmış çok sayıda yerel düzeyde radyo ve televizyon kuruluşları
bu çeşitliliğin içinde; birbirinden çok farklı kültürel, sosyal, fiziksel ve ekonomik
zenginlikleri temsil etmeye başlamışlardır.

Ulusal ve yerel radyo-televizyon kanalları tüm hızları ile yayınlarına devam


ederlerken, sosyal yaşantımıza da tamamen entegre olmuşlardır. Demokratik bir
yapılanma süreci içerisinde olan toplumumuzda çoksesliliğin gerekliliği olarak ortaya
çıkan özel radyo ve televizyon kanalları sosyal yaşantımızın vazgeçilmez öğeleri haline
gelmişler, bir yandan da yayın uygulamaları, politikaları ve içerikleri konusunda sıkça
tartışılmışlardır. Özel radyo ve televizyon kanallarının getirdikleri düzeysiz yayın
uygulamaları, içeriği boş konuşma ve tartışma programları, seviyesiz sunucu şovları,
yanlış kullanılan Türk dili ve taraflı haber yayınları(Aziz, 1994, s.340) gerçekte
demokratik yapılanmayı desteklemekten ziyade toplumu
pasifleştirmektedir(Tokgöz,1973, s.272). Neil Postman ise bunu daha açık bir dille şu
şekilde ifade etmektedir; “Televizyonlar insanlarda eskiye nispetle daha fazla bilgi
sahibi oldukları hissini uyandırsalar da, aslında insanları gerçek bilgilerden
uzaklaştırmakta, bilgisiz bir toplum yaratmaktadır”(Postman, 1994, s.37).

Ancak tüm bu olumsuzluklara rağmen, çoğulcu demokrasinin gelişimi açısından


çokseslilik gereklidir. Bu çoksesli ortam, yerel bazda da demokratik bir yapılanmayı
başlatacağı için gereklidir. Demokratik kurumların önde gelenlerinden olan yerel
yönetimlerin seçilmiş olmalarının dışında, gerçek bir katılımın sağlanması adına halk
katmanlarının da bu idarelerin yönetim ve icraatlarında denetim ve katılım yollarını
açmak önemlidir. Söz konusu katılımın gerçekleşmesinde de yerel kitle iletişim
araçlarının çok büyük rolleri olduğu yadsınamaz.

İster küreselleşme, ister tekelleşme veya ekonomik ve siyasal etkilerin bir


sonucu olsun, hem bireysel hem de toplumsal boyutta yerel medyaya her geçen gün çok
daha fazla ihtiyaç duyulduğu bir gerçektir. İşte bu çalışma, hukuki ve teknik boyutta
aksaklıkların yanı sıra, içerik bazında da eleştirilerin hedef tahtası haline gelen yerel
medyanın etkin bir medya okur-yazarlığı için sunduğu yerel düzeydeki olanak yada
olanaksızlıkları tartışmayı amaçlamaktadır. Bu tartışma yapılırken yerel yayıncılığın
içinde bulunduğu mevcut koşullardan yola çıkılmakta ve bir durum değerlendirmesi
yapılmaktadır. Konunun başlığından da anlaşılacağı üzere bu çalışmada yerel medya
bağlamında bir değerlendirme yapılmaktadır. Yerel medyanın hedef kitlesinin nasıl
etkin bir medya okur-yazarı kimliği taşıyabileceği sorusuna yerel olanaklar yada
olanaksızlıklar değerlendirilerek yanıt aranmaya çalışılmaktadır. Yerel yayın
kuruluşları, medya okur-yazarlığının gelişmesi için ne gibi olanaklar sunmaktadır?
Etkin bir medya okur-yazarlığı için yerel medya bir alternatif olabilmekte midir? Bu
tartışmaların ışığında yerel medyanın ulusal medya ile karşılaştırması yapılarak, tarihi
süreçte ulusal medyanın ardından gelen yerel radyo ve televizyon kuruluşlarının “etkin”
bir medya okur-yazarlığı adına nasıl bir platform oluşturduğu sorgulanmaktadır.

Konuya geçmeden önce yerel medya tanımını anımsamak gerekirse; Yerel


medya, sınırları dar ve tanımlanmış bir yörede -ki bu yöre bir kent, bir kasaba olabilir-
o yöre halkını bilgilendirmeye (haberdar etmeye), eğitmeye, eğlendirmeye ve yöre
kamuoyunun serbest oluşumunu sağlamaya yönelik yayıncılık faaliyeti içinde bulunan,
aynı zamanda yöre halkının iletişim kurumu özelliğini taşıyan araç yada araçlar
bütünüdür biçiminde yada bulundukları yöre ile sınırlı etkinlik gösteren, hedef kitlesini
yalnızca yörede yaşayanların oluşturduğu ve sınırlı sayıda okura sahip basın kuruluşları

82
olarak tanımlanabilir(Vural,1999, s.44). Yerel medyanın içinde bulunduğu kent ortamı,
bu kentin fiziksel, kültürel, sosyal ve tarihsel özellikleri ile yerel medyayı doğrudan
etkileyen unsurlarla birlikte değerlendirilebilir. Kent kimliği yerel medya kimliğini ve
işlevselliğini etkileyebilir. Bir anlamda yerel halk kentli kimliğini medyaya yansıtmaya
çalışırken medya da kent kimliğini ortaya koymaya çalışır. Dolayısıyla teoride bir
karşılılık durumu vardır. Seslendiği kente, kurumlarına, kuruluşlarına, kültürüne sahip
çıkan bir yerel medyanın varlığı fonksiyonel bir tablo ortaya çıkarmakta, böyle bir
medyanın demokrasinin, sosyal ve kültürel kalkınmanın, bilgi toplumu olabilmenin en
önemli araçlarından biri olduğu konusunda iyimser bakışımızı pekiştirmektedir.

2.Yerel Medyanın İşlevleri


Yerel medyanın işlevleri nelerdir? Kısaca bunu özetlersek, etkin medya
okuryazarlığı için yerel olanaklar yada olanaksızlıkları değerlendirmek adına nirengi
noktalarını daha net görebiliriz. Öncelikle yerel medya, yöneten-yönetilen ilişkisi
çerçevesinde kamu hizmetlerinin sağlıklı ve doğru biçimde halka duyurulmasını
sağlar/sağlamalıdır. Ayrıca yönetimin, yönetenin denetlenmesi, kamuoyu yaratılması
yerel medyanın üzerindeki sorumluluklar arasındadır. Özellikle beldelerde yerel
yönetimlerin hizmetlerinin duyurulmasıyla birlikte yerel yönetim-yurttaş ilişkisinin
sağlanması önemli görevlerindendir. Yaygın medyanın önemli işlevlerinden biri olan
eğitim işlevi de yerel medyanın toplumsal kimliği ile önem kazanır. Ulusal iradenin
doğru ve amaca uygun yansımasında gereken demokrasi kültürünün yerleştirilmesi,
yerel medyanın en önemli işlevlerinden birisidir. Yerel medya biçim ve içerik olarak
taşıdığı bu temel işlevlerin yanı sıra yerel, bölgesel niteliği ile de yaşanılan dar bölgeye
ilişkin haberlerin yayımlanması ile o bölgenin gelişimine katkıda bulunacak niteliktedir.
Yerel medya ulusal düzeyde konular hakkında bilgi aktarırken özellikle üzerinde
durduğu yerel sorunlar, olaylar konusunda ilgi yoğunlaşması yaratmaktadır. Yaşadığı
coğrafik mekândaki olaylar ve gelişmeler hakkında bilgi sahibi olan birey, bu sorunlara
karşı duyarlılık kazanır. Bu duyarlılık sorunların çözümünde birlik, ortak amaç ve
dayanışmayı doğurur. Bu olgular da o bölgenin gelişimi konusunda önemli katkılar
sağlayacaktır.

Ayrıca yerel medya kültürel varsıllığın korunması, geliştirilmesi ve yaşatılması


adına da önemli bir misyona sahiptir. Kültür ve kitle iletişim araçları arasındaki sıkı bağ
düşünüldüğünde kültürün bir takım güç odaklarının etkisi altında kalması ve bu güç
odaklarının istediği yönde biçimlenmesini engellemek, yerel medyanın ve bilinçli yerel
medya takipçisinin varlığı ile mümkündür. Belli bir amaç doğrultusunda biçimlenen ve
tek tipleşen kaynaklar, ulusal kültürel değerleri tehdit eder konuma gelebilir. Yerel
medya bu anlamda kültürel değerlerin korunması ve yaşatılmasında önemli bir güç
olarak karşımıza çıkmaktadır.

3.Yerel Medya Okur-Yazarlığının Etkin Olabilmesi İçin Olanak Yada


Olanaksızlıklar

Yukarıda işlev ve öneminden söz edilen yerel medyanın içinde bulunduğu


koşullar da dikkate alınarak etkin medya okur-yazarlığı için hangi olanak yada
olanaksızlıklarla kuşatılı olduğundan söz etmek için iki ayrı noktadan değerlendirme
yapmak gerekmektedir. Bunlardan ilki yerel medyanın seslendiği ve etkin medya okur-
yazarlığı için aktif olması gereken hedef kitlenin mevcut koşullarının değerlendirilmesi,
diğeri ise etkin medya okur-yazarlığı için malzeme sunan medyanın
değerlendirilmesidir.

3.1. Yerel Medyanın Hedef Kitlesi

83
İlkinden başlayacak olursak, çok renkli ve sesli medya ortamı içerisinde kişilerin
medyayı hangi beklentiler eşliğinde izledikleri, algıladıkları ve sorguladıkları konusu,
medyanın kendi duruşunu belirlemesi adına önemlidir. Ama asıl önemli olan
izleyici/dinleyici/okuyucu olarak medya takipçisi olan kişilerin bunu yaparken ne kadar
etkin olabildikleri yada olamadıklarıdır.

Yayıncılıkta mevcut haber ve program formatlarının çok kanıksanmış olması ve


medya profesyonellerinin de ötesini sunmak gerektiği üzerine düşünmeyişi; izleyicilerin
aktif bir medya okur-yazarı olarak daha ötesini beklemek ve bunun ne olması gerektiği
üzerine düşünmek sorumluluğunu ortaya çıkarmaktadır. Bu bağlamda etkin bir medya-
okur yazarlığı için yerel medya izleyicisinin duruşu ve koşulları nedir?

Medya okur-yazarlığını eleştirel ve aktif okur-yazarlık çerçevesinde ele


aldığımızda yerel medyanın hedef kitlesinin, medyanın kurbanı olmuş bir kitle olmanın
dışında bir şeyler oluşturabilmek, bir şeyleri değiştirebilmek, en azından bir etkide
bulunabilmek için belli başlı donelere sahip olması gerekliliğini görmekteyiz. Medyanın
izleyicisi yada takipçisi olmak nasıl bir duruma karşılık gelmektedir? Medya ne
söylüyor yada ne gösteriyor ise aynen kabullenerek pasif bir duruma mı işaret
edilmektedir? Yoksa alınan mesajlar aktif bir şekilde yorumlanıp değerlendirilebilmekte
midir? Son yıllarda yapılan araştırmalar medyayı takip edenler için daha çok bu ikinci
konuma dikkat çekerek izleyenlerin artık aktif olduklarını, medyayı sadece içeriği için
değil kendi amaçları ve kendi ihtiyaçları için de kullandıklarını vurgulamaktadırlar.
Burada medyanın nasıl kullanıldığı ve hangi ihtiyaçları karşıladığı önemli olmaktadır.
Çünkü bu önemlilik medya okur-yazarı kimliğinin altının doldurulmasında belirleyici
olacaktır.

Yerel medyanın izleyicisi coğrafi bir mekânla sınırlı ve o coğrafi mekânın


sosyal, ekonomik ve kültürel koşullarıyla donatılıdır. Ulusal medya ile
karşılaştırıldığında daha az anonim bir yapı sergilemektedir. Yerel bir radyo-televizyon
kuruluşunun yada yerel bir gazetenin yaptığı haber hedef kitleye ulusal olandan çok
daha hızlı ve doğrudan ulaşacaktır. Bu doğrudanlık özelliği yerel medyayı ulusal
olandan farklılaştırmaktadır.Medya kuruluşu ile hedef kitle arasında kurulan coğrafi
yakınlığın oluşturduğu bu durum yöreye ilişkin sorunlar konusunda medya okuryazarını
da daha etkin kılacak bir sonuç yaratabilir. Bu durum aynı zamanda yerel medyanın
izleyicisini de ulusal medyanın izleyicisinden farklı kılmaktadır. Yerel yayın kuruluşları
sadece bir haber yada bilgi kaynağı olmakla kalmamakta, seslendiği yörede yaşayan
insanlar arasında bağlar kurarak, toplumsal dokunun da bir parçası haline gelmektedir.
Toplumsal dokunun bir parçası haline gelmiş olan yerel medyayı okumak,
anlamlandırmak ve bir izleyicisi olarak “iyi bir yurttaş olma” adına farklı beklentiler
içine girerek ona sorumluluklar yüklemek de ulusal olana göre daha kolay ve doğrudan
olmaktadır. Böylece medya mesajlarının içerik olarak özündeki enformasyon sadece
imge ve öykülerden ibaret kalmayarak toplumsal ilişki örüntüsüne de katkı sağlamış
olacaktır.

Medya farklı biçimlerde de olsa bize bir şeyler söyleyen, bazı mesajları ileten bir
yapıdır(Nalçaoğlu;2003,s.50). Medyanın söyledikleriyle izleyicilerin aldıkları
farklılaşabilmektedir. Aynı görüntü, aynı haber izleyicide farklı okumalara ve
anlamlandırmalara sebep olabilir yada kaynaklık edebilir. İçerik görünüşte ne kadar
benzerse benzesin, bu içeriğe maruz kalan toplumsal bağlam farklı okumalara neden
olabilmektedir. Medyanın içerdiği enformasyon, biçimsel özelliklerinden çok, onu
izleyen yada takip edenlerin dünyalarıyla kurduğu özel ilişki sayesinde bir anlam
kazanmaktadır. Medyanın içeriğini oluşturan mesajlar izleyicinin dünyasında kendisine

84
bulduğu karşılık ölçüsünde etkili olabilmekte yada olamamaktadır. Medya açısından
bakıldığında içerik, izleyiciye ulaştığı anda medya amacına ulaşmış demektir. Ancak
izleyici açısından bakıldığında kişilik özelliklerinin yanı sıra, etkin bir medya okur-
yazarlığı bağlamında izleyici; mesajın kendisine niçin bu kanal aracılığıyla iletildiğini,
kanalın sahiplik yapısını, kontrol mekanizmalarını, ilişki içinde olduğu kurumları, sivil
toplum örgütlerini, kâr güdüsünü, dolayısıyla böyle bir mesajı oluşturma pratiklerini
etkileyecek pek çok faktörü düşünmek durumundadır. Aksi takdirde mesajı düz
anlamıyla alır ve medyanın istediği, arzu ettiği “iyi bir tüketici” olarak kalır. Medya
aracılığıyla kendine sunulan içeriği bu bağlamda alan izleyicinin değerlendirmesini
önemli ölçüde etkileyecek, onu kuşatacak çevresel koşullar dikkate alındığında ise;
medya okur-yazarının etkinliğinde, yörenin sosyal, ekonomik ve kültürel dokusunun,
koşullarının ve ihtiyaçlarının belirleyici, aynı zamanda da sınırlayıcı olduğunu
söyleyebiliriz.

3.2. Yerel Medya Kuruluşlarının Koşulları


Değerlendirmemizin ikinci noktasını, etkin bir medya okur-yazarlığı için
malzeme sunan yerel medya kuruluşları ve onların içinde bulundukları mevcut koşullar
oluşturmaktaydı. Yerel medyanın duruşunu tanımlamak, etkin medya okur-yazarlığı
için nasıl bir platform oluşturduğu konusunda bir fikir sahibi olmamızı sağlayacaktır.
Yerel medyaya öncelikle sahiplik yapısı açısından bakıldığında pek çoğunun ticari
kaygılarla, piyasada kâr etmeyi amaçlayan küçük ve orta ölçekli işletmeler şeklinde
örgütlendikleri görülmektedir.Bu da gelişmelerini, özellikle çok hızlı değişen
teknolojiyi takip etmelerini güçleştirmektedir.Bu durum başka bir sonucu
doğurmaktadır, o da yerel medya kuruluşlarının ulusal medyanın bölge temsilcileri
kolları yada sermaye açısından güçlü kuruluşlarca desteklenmesidir. Bu şekilde kurulan
ilişkiler ağı, yerel medyanın çoğu zaman siyasal güç/iktidar merkezleriyle ilişkili, belirli
parti, siyasal yada ekonomik güçleri destekleyen dahası bütün
siyasal/ekonomik/toplumsal yapı ve iktidar ilişkilerinin içinde ortaya çıkan eşitsizlikleri
sorgulama dışı bırakan bir tavır sergilemelerine yol açmaktadır. Özellikle ilçelerde
geleneksel ilişkilerin yaygınlığı nedeniyle kamu temsilcileri çeşitli tehditlerle yerel
yayın kuruluşlarının bağımsızlıklarını ve kamu yayıncılığı yapmalarını
engellemektedirler. Böyle olunca da yerel medya da tıpkı ulusal medya gibi bulunduğu
sosyal, siyasal ve ekonomik çevre koşullarında yanlı davranabilmektedir. Siyasal ve
ekonomik güç ve iktidar merkezleri ile iç içe geçmiş durum, kaçınılmaz olarak yapısal
bir yanlılık oluşturmaktadır.Yerel medya patronajlığındaki olumsuzluklar, medyanın
işlevsel sorumluluklarına da olumsuz olarak yansımaktadır(Gezgin,2002, s.39).
Dolayısıyla yerel medya için, bulunduğu çevre bazında medya dışı güç odaklarının
etkileri söz konusudur. Bu durum yerel medya izleyicisinin medya içeriğini daha farklı
okuması için bir zorunluluk getirirken, etkin olabilmesini kısıtlamakta, çoğu zaman da
olanaksızlaştırmaktadır.

Yerel medyaya ilişkin bir başka özellik, içeriğinde yakın çevreye, bulunduğu
bölgeye ilişkin daha geniş bilgileri içeren söylemlerin olmasıdır. Ülke genelindeki
sorunlardan çok-ki bunu ulusal medya zaten vermektedir- bölgesel, yerel sorunların
gündeme getirildiği, tartışıldığı alanlardır. Yerel yayın kuruluşlarının yerel düzeyde
etkinliğinin fazla olması, etkin medya okuryazarlığını geliştirme adına katkı
sağlayabilir. Haber ve bilgilerdeki tazelik, haberlerin izleyenleri, okurları ilgilendirme
derecesinin yüksekliği, yerel medya profesyonellerinin halkla entelektüel düzeyde
kurabileceği yakınlık; ulusal medya izleyicisine göre yerel medya izleyicisinin etkin
medya okuryazarı profilinin oluşmasında önemli öğeler olarak görülmelidir. Ayrıca
yerel medyanın daha dar bir kitleye sahip olması ve bu kitlenin de daha homojen bir
yapı sergilemesi etkin medya okuryazarlığı için bir olanak yaratmaktadır. Yöre halkının

85
sorunlarını aktarabilmek ve bunları giderebilmek için yöre halkının değerlerini çok iyi
bilmek, çok iyi tanımak gereklidir ve bu gerekliliği yerel medya yerine
getirebilmektedir. Çünkü yörenin özelliklerini, ihtiyaçlarını en ince ayrıntısına kadar
yine o yörede çalışan medya profesyonelleri bilebilir. Yerel medya açısından yörenin
sorunlarını bilmek, aktarabilmek ve bunları giderebilmek adına; yöre halkı açısından ise
kendi değerleri doğrultusunda istek ve önerilerini ifade edebilmek adına yerel medyanın
taşıdığı nitelikler etkin medya okuryazarlığının olanaklılığı için ulusal medya ile
karşılaştırıldığında çok önemli bir ayrıcalıktır. Ancak yerel medyanın taşıdığı handikap,
kuruluşların sahiplik yapısı ile ilgili olarak seslendiği küçük bölgede çok girift hale
bürünmüş siyasal ve ekonomik güç ve iktidar merkezleri ile kurmuş oldukları
ilişkilerdir. Bu ilişkiler yerel medyanın kolaylıkla manipüle edilebilmesini ve bu
manipülasyonun etkin medya okur-yazarlığını engelleyebileceği varsayımı, bu konudaki
iyi görüşleri gölgelemektedir.

Yerel medyanın duruşunu belirleyen bir diğer özellik genel olarak işverenlerin
çoğunlukla meslekle ilgili kişiler olmayışıdır. Dahası işin mutfağında çalışan kişiler de
medya profesyonelleri değillerdir. Çok sayıda iletişim fakültesi olan ülkemizde yerel
medyada iletişim eğitimi almış kişileri görmemek ayrı bir tartışma konusudur. Ancak
sadece editoryal anlamda yada genel yayın yönetmeni sıfatıyla çalışan kişilerin yer yer
de olsa meslekten geldiklerini görebiliyoruz. Ancak bu meslekten geliş durumu, yine de
medya sahibinin haber merkezinin günlük işleyişini, yapılan haberlerin türünü yada
reklam departmanının karar sürecini etkilemesini -doğrudan müdahale olmasa bile- en
aza indirmede çok da belirleyici olamamaktadır. Nihai olarak gerek haber gerek reklam
yada diğer malzemeler şirketin çıkarını gözetme etrafında kurulmaktadır.

Her toplumsal olayda olduğu gibi, yerel medya da içinde bulunduğu ve görev
yaptığı toplumun yapısına uygun olarak şekil alır. Medya çalışanları da o toplumsal
yaşamın birer ürünüdürler. Dolayısıyla medyanın içeriği oluşturulurken toplumsal
yaşamın ve ilişkilerin belirleyiciliği, etkin medya okuryazarlığının sınırlarını
belirlemektedir. Örneğin, birey olarak toplumsal bazda rahatsızlık duyduğumuz bir
konuyu yerel düzeyde bir medya kuruluşuna taşımak ve sorunun çözülmesi için çaba
harcamak; yada kent için her geçen gün giderek büyüyen bir sorunun çözülmesi adına
bir kamuoyu oluşturup bunu medya kuruluşları aracılığıyla yansıtabilmek, çoğu zaman
sözünü ettiğimiz toplumsal ilişkiler, güç/sermaye/iktidar ilişkileri çerçevesinde olanaklı
olamamaktadır. Oysa ki pek çok sorunla ilgili olarak (çevre, trafik vb.) mücadele
öncelikle yerel muhalefetle başlar ve daha sonra ulusal yada uluslar arası arenaya
taşınabilir(Gezgin,2002, s.103).

Sonuç Yerine

İzleyici ile medyanın ürettiği içerik buluştuğu noktada izleyici iyi tüketici
olmaktan öteye gidemez. Eğer varolan yayıncılık anlayışı izleyiciye, hayatı daha
bütünlüklü bir biçimde anlaşılır kılacak sorular sorduracak türde değil ise, izleyici
bunun böyle olması (demokratikleşmiş bir yayıncılık hedefi üzerine) için düşünmeli,
dahası çabalamalıdır.

Kent kimliğini ortaya koymaya çalışırken sermaye/güç ve iktidar ilişkileri ile


kuşatılmış olan yerel medyada halk, kentli kimliğini yansıtabilmelidir. Yerel medya
doku olarak buna uygundur. Yaygınlığı ve etkinliği, özellikleri etkin bir medya
okuryazarı olarak fark edilip değerlendirildiğinde, yerel medya ulusal olana göre etkin
medya okuryazarlığı için yukarıda sıralamaya çalıştığımız olumsuz bir takım
koşullarına rağmen ulusal medyaya oranla çok daha fazla olanak sunmaktadır. Ancak

86
gözlenen şudur ki, etkin bir medya okur yazarlığı için yerelin sunduğu olanaklar, yerel
medyanın yaşadığı olumsuz koşullar nedeniyle kullanılamamaktadır. Bunların en
başında da yerel medya kuruluşunun sahiplik yapısı, sermaye/güç ve iktidar ilişkilerinin
sektörü kaçınılmaz bir şekilde meslek ilkeleri dışında yönlendirmesi, ekonomik olarak
yüksek finansman gerektiren sektörde ticari kaygıların kamu yararının önüne geçmiş
olması gelmektedir.

Bölgeyi ve bölge halkını çok iyi bilen yerel medyada yerel halk, kendi
bölgesinin sorunlarını, gelişmesini, kendi sesini, kendi yüzünü görebilir. İnsanların
kendi çevresinden yada kendileriyle özdeşleştirdiği kişilerin yaptığı bir etkinliği
görmeleri ve sonuçta oluşan bu tanıdık olma duygusu, yerel halkın kendisi yada
çevresiyle ilgili her şeyi daha yakından izlemesine ve olaylara daha yakından sahip
çıkmasına yol açar. Dolayısıyla etkin medya okur-yazarlığı için yerelin sunmuş olduğu
olanaklar ulusal olana göre çok daha fazladır. Ancak ne var ki yukarıda sıralanan
faktörler, yerel medya kuruluşlarının ekonomik ve siyasal olarak tamamen bağımsız
olmayışları yada olamayışları yayın politikalarını belirlemekte, bu da etkin medya okur-
yazarlığı için yerel halkın elinde görünen olanakları, olanaksızlıklar haline
getirmektedir.

KAYNAKÇA
Aziz, A. (1994). Televizyon ve Radyo. Ana Yıllık. A.Ü. Yayınları. S: 340.
Gezgin, S. (2002). Medya ve Eğitimde Birikimlerim. İstanbul: İ.Ü.Yayınları.
Gökçe, O. (1996). Anadolu ve Küçük Yerel Televizyonlar. Der:Emir Turam. “2000’li
Yıllara Doğru Türkiye’de Tv” İstanbul:Altın Kitaplar.S:165-180.
Nalçaoğlu, H. (2003). “Medya ve Toplum İlişkisini Anlamak Üzere Bir Çerçeve”
Medya ve Toplum. Der:Sevda Alankuş, İstanbul:IPS İletişim Vakfı Yayınları. S: 43-57.
Öksüz, S. (2003). Küreselleşmede Nasıl Bir Medya Düzeni. Ankara:Piramit Yayıncılık.
Postman, N. (1994). Televizyon: Öldüren Eğlence. Çev: Osman Akınhay. İstanbul:
Ayrıntı Yayınları.
Tekinalp, Ş. (2003). Camera Obscura’dan Synopticon’a Radyo ve Televizyon.
İstanbul:Der Yayınları.
Tokgöz, O. (1973). “Çağımızın Gazeteciliğinin Özellikleri” A.Ü.SBF BYYO Yıllık,
S:272.
Vural, A.M. (1999). Yerel Basın ve Kamuoyu. Eskişehir:Anadolu Üniversitesi
Yayınları.

87
KONYA’DA YEREL GAZETE OKUMA VE
YEREL TELEVİZYON İZLEME DAVRANIŞLARI

Bünyamin Ayhan

GİRİŞ
Yerel medya adından anlaşılacağı üzere il ve ilçelerde günlük, haftalık, aylık
veya daha fazla aralıklarla çıkan yazılı basınla, yerel televizyon ve radyoları
kapsamaktadır. Yerel basın genel olarak “İstanbul dışındaki kent, kasaba ve köylerde
bulundukları yöre ile sınırlı etkinlik gösteren, hedef kitlesini yalnızca yörede
yaşayanların oluşturduğu ve sınırlı sayıda okura sahip basın kuruluşları (Vural
1999:44) olarak tamınlanabilirken; televizyonlar için bu durum geçerli değildir. Gelişen
teknoloji ile birlikte yerel nitelik taşıyan televizyon kanalları, uydu ve internet bağlantısı
ile bütün dünyada izlenebilir hale gelmekte, ancak bu durum yerel televizyon kanallarını
içerik olarak değiştirmemektedir. Üstelik yerelliği vurgulayıcı unsurları daha da ön
plana çıkan yayın politikası gütmektedirler. Bu süreçte yerel medya araçları ulusal ve
küresel medya araçlarına göre birçok dezavantaja sahip olduğu gibi diğer taraftan da
birçok avantajı da bünyesinde barındırmaktadır.
Coğrafi etmenler, ekonomi, siyaset, bölgecilik, kültürel farklılık ve yerelliğin
diğer öğeleri yerel medyanın gelişmesini sağlarken, yasal mevzuat, teknoloji, kalifiye
eleman sıkıntısı ve gazetelerin yayın politikası, sayfa düzeni, dağıtımı ve gazete
okuyucularından kaynaklanan sorunlar yerel medyanın gelişmesini engellemektedir.
Olağanüstü durumlarda ulusal basının işlevlerini yapacak kadar güçlenebilen
yerel basın, toplum demokratikleştikçe gittikçe güçlenmesi gerekir iken tam aksine
toplumsal haber alma yapısında yeri daralmaktadır. Konya’da bugün yayınlanan yedi
gazetenin ortalama satış rakamı resmi olarak bin ile iki bin beş yüz arasında
değişmektedir (bu sayıya merkezdeki bayii satışları, aboneler ve ilçelerde yapılan
satışlar da dahildir). Bu satış grafiği yaklaşık bir milyonluk bir nüfus ve yetmiş bin
üniversite öğrencisinin bulunduğu bir il olarak Konya’da, 6500–7000 bin civarında
yerel basın tirajı ile gazetelerin toplumda okunma oranının ne olduğu hakkında bilgi
vermektedir. Bu oranı Almanya ve İngiltere ile karşılaştırırsak yerel basın açısından
durum daha da netleşir. Örneğin bizde hiçbir bölge gazetesi Almanya’da olduğu gibi
190.000 satmamaktadır (Konya’daki bazı yerel gazeteler bölgesellik özelliği
göstermektedir). Bölgesel gazetelerin Almanya’da tirajı 17,3 milyondur (Buchner
1999:20). İngiltere’de ise yapılan bir araştırmaya göre 15 yaş ve üstü insanların % 73’ü
bir pazar gazetesini, % 67’si ulusal düzeyde bir gazeteyi ve % 31 yerel düzeyde bir
gazeteyi okumaktadır (Curan ve Sparks 1999:440). Türkiye’de ise toplam 759 gazete
bulunmaktadır. Bunların toplam tirajı ise 3,5-4 milyon civarında seyretmektedir (Güreli
1999:9-14). Bizdeki basının toplam tirajı, Almanya’da ve İngiltere’de yayınlanan yerel
basının yaklaşık dörtte birini oluşturmaktadır.
Konya’da görüşülen gazeteciler, bayiler ve ana dağıtım şirketlerinin verdiği
bilgiler sonucunda büyük çoğunluğu şehrin sanayi ve ticari bölgelerinde olmak üzere
ulusal gazetelerden Zaman 14.000, Vakit 7000, Yeni Şafak, 6000, Posta 1000, Hürriyet
900, Milliyet gazetesi ise 800 adet civarında satmaktadır. Diğerlerine göre daha çok
satan Zaman, Vakit ve Yeni Şafak gibi gazeteler, tirajının % 90’ını abone sistemi ile
okuyucusuna ulaştırmaktadır. Selçuk Üniversite öğrencileri üzerinde yapılan bir
çalışmada da Zaman, Milliyet, Sabah ve Yeni Şafak gazeteleri, öğrenciler tarafından en
çok tercih edilen gazete olarak belirlenmiştir (Ayhan 2004:214).
Konya, tarihsel süreçte yerel bir gazetenin ilk olarak iki şehirde birden yayın
yapan bir kent olma özelliğine sahiptir. Öğüt gazetesi, Millî Mücadele Dönemi’nde
Ankara ve Konya’da yayınlanarak kamuoyu oluşturmada önemli görevlerde

88
bulunmuştur. Diğer taraftan ilk yerel televizyon 1991 (Mart) yılında Sun TV adıyla yine
Konya’da faaliyete başlamıştır.
Aynı zamanda Türk toplumsal yapısının analizinde Konya çalışmaları, önemini
giderek artırmaktadır. Özellikle merkez-çevre ilişkisi, geleneksel-modern, İslam ve
liberal, küreselleşme ve yerelleşme kavramları çerçevesi içinde yer alan bütün
araştırmalarda Konya önemli bir araştırma alanı olarak görülmektedir (Ayata 1991,
Kalender 2000, Gökçe ve Ark. 2001, Çelik 2002, Demirpolat 2003, Hülür ve Kalender
2003).
Bu çalışmada Konya halkının yerel gazete okuma ve okumama nedenleri, yerel
televizyonları izleme ve izlememe nedenleri başta olmak üzere yerel medyayı izleme
amaçları ölçülmek istenmektedir. Teknik olarak saha araştırmasının kullanılacağı
çalışmada, elde edilen veriler, istatistiksel analizlerle yorumlanıp çalışmanın amacına
ulaşılmaya çalışılmaktadır.

KONYA’DA YEREL GAZETE ve TELEVİZYONLAR


Konya’da yer alan yerel basın ve televizyonların tarihi hakkında kısaca bilgi
vermek gerekirse Konya’da matbaanın kuruluşundan başlamak gerekir. Konya’da ilk
matbaanın temeli 1864 tarihli Vilayet Nizamnamesi’nin sonucu olarak oluşturulan
vilayet matbaası ile atılmıştır (Koçabaşoğlu, Birinci 1995:102; Kabacalı 1998).
Nizamname ile her vilayete açılması düşünülen mektupçuluk kurumu vasıtasıyla,
vilayetin her türlü yazışma işini yürütecek bir kurum ve aynı zamanda bunlara bağlı
olarak matbaalar kurulmasını kararlaştırılmış böylece İstanbul dışındaki vilayetlerde
devletin desteğiyle yerel basının oluşumu sağlanmıştır. Bu matbaalarda aynı zamanda
genellikle vilayetin adını taşıyan resmi gazeteler çıkarılmıştır.
Bunun sonucu olarak 1867 yılında Konya’da vilayet matbaası kurulmuş 1869’da
ise matbaa tarafından çıkarılan resmi Konya isimli gazete ile Konya’da basın hayatı
doğmuştur (Arabacı 2002).
Konya’da basın olgusunun gelişimi diğer kentlerle benzerlik taşımaktadır. Yani
meşrutiyetle birlikte gelişme sağlamış, Meşrutiyetle birlikte gelen İttihat ve Terakki
milliyetçiliğiyle beraber gazetelerin yayın politikaları değişmiş (örneğin Babalık
gazetesinin ismi Vali Muammer Bey tarafından Türk Sözü olarak değiştirilmiştir),
Meşrutiyetle birlikte toplum hayatında siyasal ve toplumsal olarak bir ihtiyaç haline
gelen basın, güç olarak Milli Mücadele dönemi zirveye çıkmıştır. Yerel basın tarihsel
süreçte hiç ulaşamayacağı bir boyutta binlerce okuyucuya sahip olmuş, hatta okuyucular
gazetenin çıkmasını matbaa önünde bekleyecek kadar, gazete toplumun haber alma
ihtiyacını karşılamıştır (Ayhan 2005).
Milli Mücadele sonucunda oluşan yeni siyasal yapı ile birlikte gelişen basına
yeni görevler yüklenmiştir. Öyle ki basın yoluyla modernleşmenin sağlanması
amaçlanmıştır. Bu modernleşme aracı olma yönündeki basının amacı geçmişten oldukça
farklıdır. Ali Suavi’nin İngiltere’den yaptığı muhalif gazetecilik örneğinde olduğu gibi
yazılarının yanında verilen diferansiyel denklemleri, integral hesapları, muhasebe
sistemleri astronomi, gibi modern bilimlerin açılımları gazetede yayınlanmasa da
(Türköne 1994:44); yüzünü batıya dönen genç Türk Cumhuriyeti, inkılâpların topluma
yerleşmesi ve kökleşmesi için basını bir amaç için kullanmış ve gazeteler okuyucu
üzerinde ciddi etkiler bırakmıştır. Osmanlı Devleti’nin halkı aydınlatmak için
oluşturduğu gazeteler, devlet memurları tarafından çıkarılarak masrafları devlet
tarafında ödenirken, Türkiye Cumhuriyeti ile birlikte basın, toplumsal dönüşümün
sağlayıcı araçlarından biri haline gelmiş, inkılâpların uygulanması ve halka mal
edilmesinde günün önemli kitle iletişim aracı olarak görevini yapmaya çalışmıştır.
1950’li yıllara kadar Türkiye’de ulusal anlamda ciddi olabilecek bir basın olgusu
yoktur. Ancak sektörde İstanbul ve Ankara’nın hâkimiyeti görülür ve yerel basın bu
illerdeki basın organlarından siyasi ve haber olarak beslenir. Demokrat Parti ile birlikte

89
gelişen ulaşım ve iletişim sistemleri İstanbul basınının Anadolu’ya daha kısa zamanda
ve günübirlik dağıtımını mümkün kılmış bu sayede İstanbul ve Ankara’da basılan
gazeteler ülkenin her tarafına dağıtılır hale gelmiştir. Gelişen teknoloji ile ulusal basın,
yerel basını geriye bırakacak kadar gelişmiş ve hâkimiyetini pekiştirmiştir. 1950 yıllara
kadar ulusal basın olarak nitelendirilecek İstanbul ve Ankara basını da yerel basın ile
aynı sorunlarla uğraşmıştır (Arabacı, Küçükbezirci 2000). 1950’li yıllar diğer taraftan
açıkça Demokrat Parti taraftarlığı yapan yerel gazetelerin çok olduğu bir dönemi temsil
etmektedir. 1960’lı yıllara gelindiğinde ise, basın hayatına devletin maddi destek olarak
ilanlarla direkt girdiği dönemlerden biridir. Yeteri kadar sayı çıkarabilen gazeteler,
yazılar aynı olsa bile basın ilan kurumundan alınan ilanlarla, kendini ayakta tutmaya
başlamışlardır. Bu tarihlerden sonra yerel basın ve ulusal basın kavramı iyice
netleşmeye 1960 ve 70’li yıllarda şehir merkezlerin daha da güçlenmesi ile bu durum
pekişmeye başlamıştır (Fırat 1995:162). Bu bağlamda 1970’lı yılları tanımlarken
Tokgöz (2001:11), İstanbul basınının fotoğraf ve teknoloji kullanımı ile Anadolu’nun
her bölgesine girdiğini bu gelişmenin ise yerel basının gelişememesinin temel
sorunlarından biri olarak yerel basının teknolojik olarak İstanbul’a bağlanması olarak
ifade etmektedir.
1980’li yıllarda basın Özal’la birlikte yeni bir yapılanmaya doğru gitmiştir.
Liberal ekonomiye geçişte basın yerini almış, sisteme ayak uyduramayanlar çekilmiş,
bunların yerine yeni basın kuruluşları yayın hayatına başlamış, gazetecilik anlayışından
öte ticari kaygılar ön plana çıkmıştır. Örneğin 1940-45 yılları arasında kurulmuş hiçbir
gazete bu gün basın hayatında yer almamaktadır. 1946-1949 yılları arasında kurulan 16
gazete ise yayın hayatına devam etmektedir. Kısaca özetlersek Türkiye’de yayınlanan
gazetelerin % 46’sı 1980 sonrası yayın hayatına başlayan gazetelerdir (Koyukan
1995:170-171).
2000’li yılarda ise küreselleşen bir dünya’da yoğunlaşan televizyon ve diğer
gazete yayınları arasında bireylerin kendi bölgelerine yönelerek yerel televizyon ve
gazetelere yönelmeleri beklenirken gazeteler için değişen bir durum olmamıştır. Konya
Basın İlan Kurumu Müdürü’yle yapılan görüşmede son on yıldır Konya yerel basınının
tirajının aynı olduğunu belirtmesi bu gerçeği belirgin bir içimde ortaya koymaktadır.
Diğer taraftan ulusal basın da azalma olmasına rağmen yerel düzeyde basın tirajını
koruyabilmiştir. Her ne kadar yerel basının bu durumu, küreselleşmenin getirdiği
yurtsuzlaşma olumsuzluğuna karşı basının bir yer göstermesi olarak bireye, kendisiyle
benzer sorunlara, hedeflere, deneyimlere sahip insanlarla ilişkiye geçme, deneyim
paylaşma, ortak çareler/çözümler üretmek olarak konusunda bir referans çerçevesi
sağlama olguların ön plana çıkması olarak görülse de (Alankuş 2003:115), bu olgu her
yerde aynı sonuçları göstermemektedir. Konya’da görüşülen gazeteciler ve gazete
satımının ve dağıtımın yapıldığı yerler açısından yerel basını, Habermas’ın (1997) batı
toplumlarının gelişim sürecinde basını incelediği ve ticari faaliyet olarak gördüğü haber-
ticaret-siyaset üçlemesini başlangıç aşamasında bir çizgide olarak görebiliriz. Yerel
gazeteler, ticari ve siyasi bir amaç içerisinde okuyucu ve üretim-tüketim sürecine dâhil
olmaktadırlar.
Bu anlamda Türk basın tarihinde gazeteler, siyasal yapıdan ayrı
düşünülemeyecek bir yapı arz etmektedir. Bu acıdan Osmanlı basını da okuyucu
olmadan veya arkasında herhangi bir toplumsal sınıfın desteği olmadan ortaya çıkmıştır.
Bu süreç günümüze kadar devam etmiştir. Toplumun haber ihtiyacı güçlü bir itici güç
olmadığı için siyasal eleştiriler ve bunların açılımında oluşan süreçler iktidar tarafından
kısıtlandığı için gazete okuryazarlığı ve gazete tirajı hep düşük kalmıştır. Tirajlar ancak
olağanüstü durumlarda veya sıradan insanların günlük sorunlarına etkili biçimde sahip
çıkıldığı zamanlar da artması (Koçabaşoğlu 1995:97) basının okuyucu ile ilgili olarak
direkt haber ve bilgi üretmediği iddiasını dile getirmiştir. Koçabaşoğlu’nun bir diğer
iddiasında ise gazete okuyucusunun nicelik ve nitelik olarak sınırlı olmasını basın-

90
okuyucu ilişkisinde en büyük sorun olarak görür. Gazete okuyucusunu kendine
çekememiş, okur-yazar oranı artmasına rağmen potansiyel okuyucu kitlesi aynı oranda
fiili okuyucuya dönüştürülememiştir. Doğal olarak bireyler kendine yakın olanı
istemekte; oysa basın, bireylerin yığın şekilde yaşadığı kentte veya kırsal kesimde
hayatsal sorunlarıyla ilgili ciddi olarak ilgilenmemektedir.
Konumuz açısından Konya’da bugün olan 7 günlük, 2 haftalık, 1 on beş günlük
gazete olmak üzere toplam 10 gazete yayınlanmaktadır. Bunlar Merhaba, Yeni Meram,
Konya Postası, Yeni Konya, Hakimiyet, Anadolu Manşet ve Memleket gazeteleridir. Bu
gazetelerden Memleket gazetesi hariç diğerleri basın ilan kurumundan ilan almakta,
Memleket gazetesi ise bekleme sürecinde bulunmaktadır. Ayrıca, Merhaba, Yeni
Meram, Konya Postası, Hakimiyet, Anadolu Manşet, Memleket ve Anadolu’da Gündem
gazetelerinin internette web sayfaları bulunmaktadır. Bu gazetelerin bazıları ilçelerde de
satılmakta, bazıları ise Karaman İli’ni de içine alarak bölgesel gazete özelliği
göstermektedir. Yayınlanmakta olan gazetelerden ilk ikisi tiraj açısından Konya’da en
çok satan gazete durumundadır.
Konya’da yayın yapan yerel televizyonların tarihi ise; 1 Mart 1991 tarihinde Sun
TV’nin kuruluşuyla başlatılır. Bu yerel televizyon aynı zamanda Türkiye’nin ilk yerel
televizyonudur. Sun TV’yi Şubat 1992 yılında Konya Büyükşehir Belediyesi tarafından
kurulan KONTV takip etmiştir. Söz konusu televizyon kanalının yayına başlama
programı ise Suudi Arabistan kanalı Arapsat’dan ezan saatlerinde ve Mekke’de bulunan
Kâbe’den canlı yayınlarla olmuştur. Daha sonra kanal özelleştirilerek aynı siyasi yapıda
insanların yönetimine geçmiştir. Örneğin ilk yönetim kurulunda bulunan Rıza Güneri,
Refah Partisi milletvekili aynı zamanda Konya’da en çok satan ve okunan Merhaba
Gazetesinin de sahibidir. Kanal önce bölgesel yayına başlamış daha sonra uydu yayını
ile bütün dünyaya açılmıştır. Konya’da yayın yapan televizyonlar arasında çalışan
personel açısından en eğitimli kadroya KONTV sahiptir. Bu iki kanaldan sonra MRT,
ÇAĞRI 1, ve KTV isimli kanallar yayın hayatına başlamışlardır. MRT ve ÇAĞRI 1,
kısa bir süre sonra gerekli yayın desteğini bulamadıkları için yayınlarına son vermek
durumunda kalmışlar, KTV kanalı ise el değiştirerek yayın hayatına devam etmiştir.
Yayın arenasına daha sonra KANAL 1 kanalı katılmış (Endüstri Holding’e aittir), bu
kanal da Endüstri Holding olayından sonra MRT ve ÇAĞRI 1’in akıbetine uğramıştır.
Yayın hayatına en son katılan kanal ise üniversitenin televizyon kanalı ÜNTV’dir.
ÜNTV şu anda Konya’dan yayın yapan dört tane televizyon kanalından biridir.

BU KONUDA DAHA ÖNCE YAPILAN ARAŞTIRMALAR


Konya’da ulusal ve yerel televizyonlar üzerinde birçok çalışma yapılmıştır.
Özellikle üniversitede yer alan sosyal alanlı fakültelerinde üretilen yüksek lisans ve
doktora tezlerinde örneklem olarak genellikle Konya’nın alınması bu konudaki
çalışmaları artırmıştır. Yapılan çalışmalar 1994 yılı ve sonrasıdır. Konya’da bu
konularla ilgili olarak yapılmış ilk derli toplu çalışma, 1996 yılında Konya Valiliği’nin
yaptırdığı araştırmadır. Valilik özel bir şirkete Konya hakkında bir saha araştırması
yaptırmıştır. Bu araştırma Konya’da toplumsal yapı ve halk-devlet ilişkileri adını
taşımaktadır. Araştırma da medya izleme alışkanlığı ve medyadan etkilenme düzeyi ile
ilgili bölümler bulunmaktadır. Elde edilen verilere göre Konya halkının % 36.8 günde
bir gazete alırken, % 31.6 ara sıra gazete almakta, % 31.5 ise gazete almamaktadır.
Gazete alımı kişinin ülke ve yaşadığı şehir gündemiyle ilgisinin en açık göstergesidir.
Konya halkı bu dönem de eğitim öğretim oranı açısından ülke ortalamasının üstünde
bulunmaktadır.
Bu dönem okunan ulusal gazetelerin özelliklerine bakıldığında muhafazakâr ve
dini nitelikte olan gazetelerin ön planda olduğu görülmektedir. Türkiye, Zaman, Akit,
Milli Gazete ve Yeni Şafak gazeteleri toplamın okuyucunun yaklaşık % 40’nı
oluşturmaktadır. Aynı zamanda hiç gazete okumayan oranı ise % 26,1’dir. Bu araştırma

91
da dikkati çeken bir diğer öğe yerel gazete okuma oranı %1,5 olmasıdır. Konya halkı
yerel gazete olgusunu oldukça uzak görünmektedir. Ulusal televizyon izlemede de
muhafazakâr grupların yayın organlarının büyük farkla önde olduğu görülmektedir.
TGRT, Kanal 7, Samanyolu, adlı tv kanalları izleyici pastasının % 36’sını kapsamakta
bunlara ilave olarak yerel bir televizyon kanalı olan KONTV ise % 8,4’lük pay ile aynı
yayın içeriğiyle bunların arasında yer almaktadır. Bu çalışma da televizyon izlemediğini
beyan eden kişilerin oranı ise % 13,5’dir.
Bu araştırmada dikkati çeken bir başka özellik olarak Kanal D ve SHOW TV
televizyon kanallarının izlenme oranının yüksek olmasına rağmen, bu iki kanalın haber
ve yorumlarına güvenilmediği ifade ederken diğer taraftan Konya halkının % 30’u
medyaya göre düşündüğünü iddia etmektedir.
Bir diğer araştırmaya göre (Koçak 2001) Konya halkının % 27’si boş
zamanlarını değerlendirmek için televizyon izleyerek geçirdiğini ifade etmektedir.
Ortalama televizyon izleme saati ise 4 saattir. Ayrıca sosyo-ekonomik statü ve cinsiyet
ile televizyon izleme arasında anlamlı biri ilişki bulunmamaktadır. İzleyicilerin ilk
tercihi % 59,9 ile ana haber bülteni ve diğer haber programlarıdır. Konya’da yayın
yapan yerel televizyonlardan KONTV’nin ulusal kanallarla aynı kategori içinde izlenme
oranına sahip olduğu anlaşılmaktadır (Koçak 2001:114).
2003 yılında Damlapınar ve Ayhan tarafından yapılan bir başka araştırmaya göre
Konya halkı yerel televizyonları ortalama üç saat izledikleri dikkat çekmektedir.
“Araştırmaya katılanların yerel televizyonları tercih etme amacının % 48,8 oranında
yerel gündemleri ve olayları takip etmek, % 19,1 oranında boş zamanları
değerlendirmek, % 13,7 oranında sosyal ortama katılmak, % 11,8 oranında eğlenmek
olduğu görülmektedir. Deneklerin % 6,5 oranında da kategorize edilemeyecek kadar
dağınık bir izleme amacı belirttikleri ortaya çıkmakta ve bunlar diğer izleme amaçları
olarak tanımlanmaktadır. Bu sonuçlardaki dikkat çekici nokta, yerel televizyonların
ontolojisinden hareketle izleyicilerin en çok oranda yerel gündemleri/haberleri takip
etme amacına yönelik olarak tercih ettikleri anlaşılmaktadır” (Damlapınar, Ayhan
2003:194).
Doktora tezi kapsamında 2004 yılında yapılan bir başka saha araştırmasında elde
edilen bulgulara göre Konya halkının boş zamanlarını değerlendirme etkinliği olarak
televizyon izleme davranış oranlarının daha da artmış olduğu gözükmektedir Boş
zamanların % 34,3’ü televizyon ile gerçekleşmekte ve bireylerin % 45 televizyonu bir
eğlence aracı olarak tanımlamakta ve televizyon izleme saatinde ise bir değişme
olmamaktadır (Çakır 2005:63–64). Konya halkının televizyon tercihinde ilk üç sırayı
1996 yılının aksine SHOW TV, ATV ve KANAL D alırken ikinci kuşakta, Kanal 7,
NTV, TRT kanalları gelmektedir. Burada dikkati çeken nokta muhafazakar kanalların
izlenme oranının düşüklüğüdür (Çakır 2005:66). 1996 yıllarda üst sıralarda yer alan
TGRT ise söz konusu araştırmaya göre %’lik dilimlerde en alt kümede yer almaktadır.
Konya halkının burada önemli bir özelliği görülmektedir. Yapılan çalışmada ve diğer
çalışmalarda dini programların izlenme oranı oldukça yüksektir. Deneklerin % 15,6’sı
dini programları hiç izlemediğini ifade ederken %59 oranında bir kesim bazen ve sık
izlediğini belirmektedir. %24.5 ise nadiren izlediğini belirtmiştir (Çakır 2001:71).
Çakır’ın (2005:68) çalışmasına göre yerel televizyonlardan KONTV % 59.9,
ÜNTV % 14.9, SUNTV ve KTV ise %11 izlenme oranına sahiptir. Deneklerin % 13,7
ise yerel televizyon izlemektedir.
Televizyonlar üzerinde çalışmalar bulunmasına rağmen gazeteler üzerinde bir
okuyucu profili ile ilgili araştırmaların neredeyse yok denecek kadar az olduğu
söylenebilir.

92
ARAŞTIRMANIN METEDOLOJİSİ
Bu araştırma, için iki tür anket kullanılmıştır. Önce yerel televizyon izleme
davranışların ölçmek üzere kentin sosyo-ekonomik gelişmişlik derecesine uygun
düşecek şekilde Selçuklu, Karatay ve Meram merkez ilçelerinde rastgele örneklem
metoduyla seçilen 300 adet anket, deneklere uygulanmıştır. Hane olarak neredeyse ev
başına bir adet televizyon düşen Konya’da gazete okuma alışkanlığı ve gazete alma
düzeyi bölgeler ve sosyo-ekonomik ve kültürel farklılıklar nedeniyle aynı özellikleri
göstermemektedir. Yapılan ön araştırma sonucunda görüşülen yerel gazete yetkilileri,
gazete bayileri ve ulusal anlamda dağıtım yapan şirket yetkililerinden alınan bilgiler
ışığında televizyon izleme davranışı ile ilgili olarak anket yapılan bölgeden farklı
yerlerde anket çalışması yapılmıştır. Konya merkezde bulunan esnaf, sanatkâr ve sanayi
bölgelerinde iş yeri sahipleri ve çalışanlarına yine 300 adet anketle rastgele seçilen
örneklemler dâhilinde yerel gazete okuma davranışa ait bilgiler toplanılmaya
çalışılmıştır. Anket uygulama zamanı ise 2005 yılı Mayıs ayıdır.
Elde edilen veriler SPSS 11.0 paket programı kullanılarak bilgisayar ortamında
işlenmiştir. Sonuçlar, frekans dağılımları, çapraz tablolar, Ki Kare analizleri yapılarak
çözümlenmiştir. Anketin güvenirlik oranı Alpha, 8324 çıkmıştır. Bu da anketin
güvenirlik oranının ortalamanın üstünde ve yüksek olduğunu göstermektedir.

BULGULAR
Sosyo-Ekonomik ve Demografik Özellikler
Yerel televizyon anketlerinin sorularına cevap verenlerin cinsiyet dağılımına
bakıldığında kadınların oranları % 51,7, erkeklerin oranı ise %48,3’tür. Kadınların
yüzdelik dilim oranı erkeklerden biraz fazladır. Bunun nedeni ev kadınlarına yönelik
olarak anketin yoğun bir şekilde uygulanmasıdır.
Ankete cevap verenlerin eğitim durumuna bakıldığında %40,3 ile lise mezunu
olanların çoğunlukta olduğu görülmektedir. Yüzdelik dilimde en az kesim %1,3 ile
yüksek lisans ve doktora eğitim düzeyi ile % 2’lik “okur-yazar değil” seviyesidir.
Eğitim oranından liselilerin yüzdelik dilim olarak çoğunlukta olması toplumun mevcut
eğitim seviyesine uygunluk göstermektedir. Ancak bu durum bireylerin okuma-yazma
sürecinde yer aldıklarının göstermemektedir. Eğitim ile cinsiyet arasında anlamlı bir
farklılık vardır (p< 0.05). Erkeklerin eğitim düzeyi kadınların eğitim düzeyinden
yüksektir.
Ankette sosyo-demografik bir diğer özellik olarak ailenin geleneksel mi yoksa
çekirdek bir aile olduğuna ilişkin olarak ailenizde sizinle beraber kaç kişi yaşamaktadır
sorusuna, % 19,7’si üç kişi, % 32,7 dört kişi, % 22,3 ise 5 kişi olarak belirtmiştir. İki
kişi olanlarda hesaba katılınca, deneklerin yaklaşık % 85’inin çekirdek aileden oluştuğu
görülmektedir. Bu durum Türk toplumsal yapısı ile örtüşmektedir. Türk toplum yapısı
kentleşme, sanayileşme ve diğer etmenlerin vasıtasıyla hızla geleneksel aileden çekirdek
tipli aileye yapısına dönüşmüştür. Geleneksel aileden çekirdek aileye geçiş aynı
zamanda bize eğitim sürecini de ortaya koymaktadır. Aile birey sayısı ile eğitim
seviyesi arasında anlamlı bir fark bulunmaktadır (p< 0.05).
Aylık ortalama gelir açısından ankete katılanların cevaplarına bakıldığında %
8,3’ü cevap vermemiştir. Bunun en büyük nedeni kişilerin ekonomik durumları ile ilgili
sorunları zaman zaman gerçek cevap vermemeleridir. Cevap verenler arasında ise
yüzdelik dilime bakıldığında Türk toplumunun genel bir tablosu çizilmektedir. Ankete
cevap verenler Konya’da toplumsal katman olarak alt, orta ve ortanın biraz üstü olarak
gözükmektedir. % 44’ü 550 YTL aylık gelir beyan ederken % 21’i 550–750 YTL,
olarak aylık kazancını belirtenleri, % 8,7 ile 950–1150 YTL aylı gelir beyan edenler
takip etmektedirler.
Bireylerin boş zamanlarının değerlendirmesi ile ilgili anket cevaplarına
bakıldığında televizyonun % 38,7 ile ön planda olduğu görülmektedir. Bu oran daha

93
önce yapılan araştırmaları da desteklemektedir. Televizyon bireylerin boş zamanların
değerlendirme de en etkili araç olarak gözükmektedir. Diğer taraftan bireylerin boş
zamanlarını geçirme araçlarına bakıldığında bireylerin kitle iletişim araçları ve
müzikten sonra aile veya yakın çevre ile boş zamanlarını geçirdiği görülmektedir. Buda
çekirdek ailenin bir yansıması olarak toplumda görülmektedir. Diğer taraftan boş
zamanları değerlendirme ve cinsiyet arasında anlamlı bir fark vardır (p< 0.05).
Deneklerin verdikleri cevaplara göre erkekler boş zamanlarında diğer soysal
aktivitelerden öte evde ailesi ve televizyon ile vakit geçirmeyi tercih etmektedir. Boş
zamanları değerlendirme eğitim değişkeninin de önemli olduğu görülmektedir. Elde
edilen verilere göre eğitim seviyesi yükseldikçe boş zamanları televizyon ile geçirme
oranı da artmaktadır.
Bu grupta sorulan bir diğer soru ise dindarlık düzeyidir. Deneklere sorulan
kendinizi dindarlık açısından nasıl görüyorsunuz? Sorusuna ankete katılanların yaklaşık
% 75’i kendisini dindar olarak algılamaktadır. Daha önce yapılan bir çalışmada da
(Hülür, Kalender 2003:257) bu oran yaklaşık % 77 çıkmıştır.

Televizyon İzleme Davranışları ve Yerel Televizyon


Daha önce bu konuda yapılan çalışmaları tekrar etmekten öte bu çalışmada
bireylerin günde kaç saat televizyon izledikleri, televizyonu günün hangi saatinde
izlediği, evde kanal seçiminin kimin karar verdiği, televizyon izleme nedeni ve
televizyon seyrederken kanal değiştirmesini nedenleri açıklanmaya çalışılacaktır. Ayrıca
yerel televizyonlarda izledikleri program türleri ve en çok izledikleri yerel televizyon
kanalından sonra, yerel televizyon izleyicilerin izledikleri kanallar hakkında kanaatlerini
öğrenmek için oluşturulan yargı sorularına verdikleri cevaplara göre bir
kategorilendirmeye gidilecektir. Deneklerin anket sorularına verdikleri cevaplara göre;
Araştırmaya katılanların % 23,3, 2 saat televizyon izlemekte, % 25’i, 3 saat
televizyon izlediğini beyan ederken, % 20,3’ü ise 4 saat televizyon izlediğin ifade
etmiştir. Araştırmaya katılanların % 90 ilk beş saat dilimlik içinde televizyon izlemekte
iken, % 10’luk bir kesim ise 6–7–8 saat televizyon izlemektedir. Diğer taraftan cinsiyet
ve televizyon izleme saati arasında (p> 0.05) ile anlamlı bir fark olmadığı bulunmuş,
aynı özellik kendini dindar olarak tanımlama ile televizyon izleme arasında da
gözlenmiştir (p> 0.05).
Bireyler televizyonu günün izleme saatleri açısından değerlendirildiğinde birinci
kuşak olarak alınan sabah kuşağı % 20,3 ile öğle kuşağı %21 arasında %’lik olarak fazla
bir değişiklik yoktur. Üçüncü kuşak ise akşam kuşağı olarak ailenin evde toplandığı ve
akşam haberlerinin olduğu zamandır. Bu kuşakta televizyonun izlenme oranı %34,3’tür.
Bu zaman diliminde bireyler hem aile ile birlikte olmak hem de izledikleri dizi ve
filmleri için televizyon karşısına geçmektedirler. Gece kuşağında ise televizyon izleme
oranı % 24’3’tür. Ancak cinsiyet ile günün televizyon izleme saatleri arasında fark
bulunmaktadır (p = 0.04). Buna göre kadınlar daha çok sabah ve öğle kuşağı
yoğunlaşırken, erkekler ise gece ve sabah kuşağında yoğunlaşmaktadır. Eğitim ve
dindarlık değişkenleri ile televizyon günün değişik saatleri seyretme açısında anlamlı
bir fark bulunmamaktadır (p>0.05).
Televizyon izleme davranışı olarak ankete katılanların evde kanal seçimine
baktığımız zaman da aynı özellikler görülmektedir. Çekirdek ailenin özellikleri burada
da ön plana çıkmaktadır. Ankete katılanlar evde kanal seçiminde % 56,3 ile aile
fertlerin ortak kararının kanal seçiminde etkili olduğu ifade etmektedirler. Bu oranı %
26,3 ile babanın seyredilecek kanalı seçtiği, % 10 ile çocukların kanal seçiminde etkili
olduğu ifade edilirken annenin televizyonda kanal seçme oranı % 7,3’tür.
Deneklere sorulan televizyon izleme nedeniniz nedir? Sorusuna ankete
katılanların % 49,3 televizyon izleme nedeni olarak haber ve bilgi alma % 30,7 ise
eğlenme ve hoşça vakit geçirme amaçlı olarak televizyon izlemeyi tercih ettiğin

94
belirtirken % 13’lük kesim ise televizyon izlemede neden olarak rahatlama (günün
sıkıntılarını aşmak için televizyon seyretmeyi) cevabını vermişlerdir. Cinsiyet ile
televizyon izleme nedenleri arasında bir ilişki olup olmadığına bakıldığında ise bu iki
değişken arasında (p< 0,05) ile anlamlı bir fark olduğu ortaya çıkmıştır.
Muhafazakâr olarak tanımlanan Konya halkına televizyon kanallarını değiştirme
nedenleri sorulduğunda ise % 58,3 diğer kanallarda ne olduğunu görmek istediğini
belirtir iken yalnızca % 9,3 açık görüntülere rastlamamak için kanal değiştirdiğini iddia
etmiştir. Bu gösterge bireylerin televizyon izleme davranışı ile diğer olgular karşısında
davranışları arasında bir farklılık olduğunu göstermektedir. Yukarıda değinilen çalışma
da (Hülür, Kalender 2003:373) Konya halkının yaklaşık olarak %80’i kendilerini dini
konularda bilgili ve biraz bilgili olarak değerlendirirken yine aynı ölçüde kişi kendini
dindar olarak algılamaktadır. Araştırmaya katılanların üçte ikisi oy kullanırken dini
değerleri az veya çok göz önünde tuttuğunu ifade etmektedir. Televizyon izleme
davranışında ise bu durum oldukça farklı bir yönde gelişmektedir. Diğer taraftan
cinsiyet ile kanal değiştirme arasında (p>0.05) ile anlamlı bir fark olmadığı
görülmektedir.
Medya ile ilgili olarak kanaatleri sorulan deneklerin % 63’ü medyanın
güvenilmez olduğunu, % 51 medyanın yalan haber ürettiğini, % 70 ise medyanın
güçlülerin yanında olduğunu, % 68’i medyanın siyasete (politikaya) hizmet ettiğini, %
74’ü ise ahlaki çöküntüye sebebiyet verdiğini ifade etmektedir. Diğer taraftan medyanın
halkı bilgilendirici olduğunu savunanların oranı % 81, bireylerin yenilikleri takip
etmesinde öncü olduğunu iddia edenlerin yüzdesi 80,3 ve kamuoyu oluşturmada etkisi
olarak % 69,7 olarak çıkmaktadır. Medyanın toplumun ortak çıkarlarını savunduğunu
beyan edenlerin oranı biraz ve çok olmak üzere % 39’tur. Bireyler bu sonuçlara göre
medyanın ürettikleri ürünlere karşı bir ön yargı oluşturduğu ancak medyanın da
gücünün farkında olduğu görülmektedir. Medyanın ortak bir çıkar değil siyasal ve diğer
seçkinlerin hizmetinde olduğunu düşünmesi de medyaya olan bakış açısını ve izlenme
oranları ve gazete tirajlarını bir ölçüde açıklamaktadır.
Yerel televizyon kanalların hangi yayın aralıklarında izlendiğine bakıldığında,
daha önce yapılan bir çalışma da (Damlapınar, Ayhan 2003) sabah saatlerinde yerel
televizyon kanallarını izleyenlerin oranının % 7,9; öğle saatlerinde % 9,2; öğleden sonra
% 20,4; akşam saatlerinde izleyenlerin % 46,4; gece yarısına doğru yerel kanalları tercih
edenlerin ise % 16,1’lik bir orana sahip olduğu görülmektedir. Ancak bu çalışma da
bazı zaman dilimlerinin değiştiği görülmektedir. Akşam haber saatinde izlenme oranı
artar iken gece seyredilme oranı düşmekte, bu arada cevapsızlarda bulunmaktadır.
Sonuçlar değerlendirildiğinde yerel televizyonların en çok akşam saatlerinde izlendiğini
ve izleyicilerin yaklaşık yarısını oluşturduğu anlaşılmaktadır.
Ulusal televizyonlarda günün en çok izlenme zamanı olan akşam kuşağı yerel
televizyonlar için önemli bir izlenme zamanı olarak değerlendirilmektedir. Haber ve
bilgi alma özelliği bu anlamda yerel televizyonların da seyredilme nedeni olarak
denekler tarafından gösterilmektedir. Araştırmaya katılan deneklerin verdiklere
cevaplarına göre yerel televizyonlarda en çok izlenen program % 42,3 ile haber
programlarıdır. Haber programlarının %13,7 ile dini programlar takip etmektedir. Dini
programları % 12,3 ile spor programları ve % 10,7 ile müzik programları takip
etmektedir. Bu programlardan sonra ise % 9,7 belgesel programlar yer almaktadır.
Yerel televizyonlardan haber program açısından ise en çok izlenen kanal
yaklaşık olarak % 57 ile KONTV’dir. KONTV’yi % 25 ile ÜNTV takip etmekte; %
18’lik dilimi ise SUNTV ve KTV paylaşmaktadır. KONTV aynı zamanda İç Anadolu
Bölgesi’ndeki illerde de muhabir bulundurarak haber alanında üstünlüğünü açıkça
görülmektedir. Dini programlarda ise Kontv % 60 ile en çok seyredilen kanaldır. Dini
programlarda üstünlüğü ise uygulamalarda kendini göstermiştir. Örneğin daha önce
KONTV’de başörtülü bir spiker anahaber bültenlerini sunmuştur. Dini programları ve

95
diğer programlarının içerikleri açısından konuşulan KONTV yetkilileri bu anlamda
kendi oto kontrol sistemlerini oluşturduklarını ve her türlü programın geleneksel
kültürel öğelere muhalif olmama şartı ile yayına verildiğini belirtmişlerdir. Aynı
zamanda din öğesi yüzünden programlarını yaklaşık % 70’ini kendilerinin ürettiklerini
belirtmişlerdir.
En çok seyredilen yerel televizyon kanalı % 56 ile KON TV’dir. Bu kanalı % 21
ile üniversitenin kanalı ÜNTV takip etmektedir. Yerel kanal tercihi ile cinsiyet,
dindarlık ve eğitim değişkenleri arasında anlamlı bir fark bulunmamaktadır (p> 0.05).
Yerel televizyonlar hakkında kanaatleri tespit etmek üzere daha önce yapılan bir
araştırmada (Damlapınar, Ayhan 2003) kullanılarak tutum ölçeğinde yer alan “yerel
televizyonlar; önyargısızdır, herkese hitap eder, temsil kapasitesi vardır, çağdaştır,
demokratiktir, güvenilirdir, toplum gerçeklerini yansıtır, haberleri inandırıcıdır,
haberleri ciddidir, kaliteli programlara sahiptir, bilgilendiricidir, eğlendiricidir,
eğiticidir” şeklindeki yargı soruları bireyin katılma durumuna göre değil de, bu
çalışmada Konya’da yayın yerel televizyonlar üzerinde belirtmeleri istendiğinde ortaya
KONTV ve ÜNTV kanalının genel bir üstünlüğü ortaya çıkmıştır. Çağdaşlık, eğitici ve
kaliteli programlar da ÜNTV kanalı %’lik dilim ile önde yer alırken iken diğer yargı
sorularında “önyargısız, herkese hitap eden ve temsil kapasitesi olan, güvenilir, toplum
gerçeklerini yansıtan, haberleri inandırıcı, ciddi, eğlendirici ve kaliteli programlara
sahip olma değerlerinden KONTV kanalı ön plana çıkmaktadır.

Yerel Gazete Okuma Davranışları


Gazete okumak, bireyin yalnızca bilgi alma ve kültürel bir faaliyeti değil aynı
zamanda çevresiyle içinde yaşadığı toplum ve dünya ile bağlantısıdır. Yerel
televizyonlar izleme ile yerel gazeteleri haber ve diğer içerik açısından kıyasladığımızda
yerel gazetelerin ciddi sorunlara sahip olduğunu baştan belirtmek gerekir. Bu sorunlar
gazete okuma davranışını etkilemekte hatta olumsuz bakış açılarının gelişmesine neden
olmaktadır. Buna rağmen yerel gazeteler her yerde olduğu gibi basın ilan kurumu ve
sınırlı okuyucu desteği ile Konya’da sürünerek yayın hayatlarına devam etmektedirler.
Gazete için yapılan anketler şehrin ticari ve sanayi bölgelerinde yapıldığı için
sosyo-ekonomik özellikler yerel televizyonlar için yapılan anketlerden oldukça farklıdır.
Ankete katılan deneklerin % 94.ü erkek, % 6’sını ise kadınlar oluşturmaktadır. Bunun
nedeni Konya’da ticaret, imalat ve sanayi hayatında erkeklerin hâkimiyetidir. Ankete
katılan kadınlar iş yerlerinde çalışan sekreterler veya diğer kadın çalışanlardır.
Konya’da en çok okunan gazete yüzdesine baktığımız zaman Merhaba
gazetesinin % 33,7 ile en çok okunan gazete olduğu görülmektedir. Bu durum daha
önce görüşülen Merhaba gazetesi, gazete satış bayileri tarafından da verilen bilgilerce
teyit edilmektedir. Merhaba gazetesini %19 ile Yeni Meram takip etmektedir. Bunları %
16,7 ile Konya Postası ve 13,3 ile Yeni Konya takip etmektedir. Bayi resmi satışı olarak
Merhaba ve Yeni Meram gazeteleri aynı rakamlarda buluşmaktadırlar. Ancak Merhaba
gazetesinin ciddi bir abone sayısı bulunmaktadır. Diğer yönden alınan örneklem sanayi
bölgelerinde Merhaba gazetesinin abone sayısı diğer gazetelerden oldukça fazladır.
Okunan yerel gazete ile içinde bulunulan Meslek arasında anlamlı bir fark
bulunmamaktadır (p> 0.05). Dindarlık ile okunan yerel gazete arasında da anlamlı bir
fark bulunmamaktadır (p> 0.05).
Konya’da gelişen olayları ulusal gazetelerden mi öğreniyorsunuz yoksa yerel
gazetelerde mi öğreniyorsunuz? Sorusuna ise katılanların % 40 ulusal gazeteler, % 53,7’
ise yerel gazetelerden öğrendiğini bildirmiştir. Bu tablo bize yerel basının gücünün hala
yerinde olduğunu eğer doğru kullanılırsa ulusal düzeyde yerel anlamda tirajlara
ulaşılabileceğini göstermektedir.
Yerel gazetelerin en büyük avantajı, yerel televizyonlar gibi yerel haberlerdir.
Yerel gazetelerde çıkan yerel haberleri yeterli bulup bulmadığı sorusuna ankete katılan

96
deneklerin % 45’i yeterli bulmamakta % 55’ise yeterli bulmaktadır. Bu da gazetelerde
yer alan haberlerin doyurucu olmadığını insanların gazetelerde daha çok yerel haber
görmek istediklerini ortaya koymaktadır. Meslek ile yerel haberi yeterli bulup
bulamama arasında anlamlı bir fark bulunmaktadır (p<0.05). Verilen cevaplara göre
büro tipi işlerde çalışanlar (avukat, muhasebeci ve diğer ticari işler) yeterli bulurken
sanayi ve imalat sektöründe olanlar ise yerel gazeteleri yerel haberler açısından yeterli
bulmamaktadırlar.
Yerel Gazetede en çok tercih ettiğiniz sayfa hangisidir? Sorusuna deneklerin %
41’i birinci sayfayı tercih ettiğini belirtirken, % 31,6 ise ekonomi sayfalarını tercih
ettiğini ifade etmişlerdir. Üçüncü olarak deneklerin % 12,4’ü yerel gazetelerdeki
ilanlarla ilgilendiklerini ve % 6,7’lik bir oran ise köşe yazıları ve diğer yazarların
yazıları ile ilgilendiklerini belirtirken % 8,3’lük oran ise bu soruya cevap
vermemişlerdir.
Düzenli olarak yerel gazete okuyor musunuz? Sorusuna ankete katılanların % 65
düzenli olarak yerel bir gazete okuduklarının zaman zaman ise bunu ikiye
çıkardıklarının belirtmişlerdir. % 20’s ise yerel gazeteyi dönem dönem okuduğunu
belirtir iken %15’ise yerel bir gazeteyi çok nadiren okuduğunu belirtmişlerdir.
Düzenli olarak ulusal gazete okuyor musunuz? Sorusuna verilen cevaplarda ise
ulusal basını sanayi bölgesinde olanların % 67’i abone yöntemi bu gazeteleri
okuduğunu, merkezde olanların ise gazeteyi kendilerinin bayiden satın aldıklarını
belirtmişler % 23 ise ulusal basını okumadığını belirtmişlerdir. Abone olunan gazeteler
ise en çok satan Zaman başta olmak üzere, Vakit ve Yeni Şafak gazeteleridir.
Yerel gazeteyi en çok okuma nedeniniz hangisidir? Açık uçlu sorusuna verilen
cevaplara göre okuyucuların yerel gazete okuma nedeni “Konya’da olup bitenler” ve
bunun takibinde ise “Resmi kurumlarla ilgili haberler ve bunların faaliyetleri” yer
almaktadır. Bu iki olguyu “yerel siyaset ve siyasetçilere dair haberler” üçüncü bir olgu
olarak yer alırken bu olguları “yerel ekonomi hakkında bilgi” ve “ilanlar” takip
etmektedir.

SONUÇ
Türkiye’de yerel medyanın gelişim çizgisinin özelliklerini taşıyan Konya’da,
yerel medya ile ilgili olarak geliştirilen davranışlarda, Konya’nın kendine ait sosyo-
ekonomik ve kültürel yapısının izleri görülmektedir. Yerel medyanın temel özelliği olan
“yayın yaptığı bölgede bireylerin sorunlarını çözülmesine yardımcı olmak, kişiler arası
iletişimin gelişimine katkıda bulunmak, yerel kamuoyunun oluşumuna katkıda
bulunmak ve yerel yönetimleri denetleyerek kamuoyu görevini yapmak” (Girgin
2001:161) faaliyetlerini en iyi şekilde yapmaya çalışan gazete ve televizyon, bireyler
tarafından daha çok okunan ve izlenen kitle iletişim araçları olarak görülmektedir.
Demokratik bir toplum ve yerel medya için olması gereken okuyucu, izleyici ve
dinleyicinin üretime katılmasıdır (Bek 2003:136). Medya çalışanları toplumun her
sorununu bilemez, ancak yerel medya, özellikle gazete ve televizyonlar topluma açık
olarak ve onların gündelik hayatına girerek toplumun sorunlarını yayınlarına yansıtacak
ve bunun için kamuoyunu harekete geçirecek niteliklere sahip araçlardır. Halkın içinde
yer alarak toplum tarafından içselleştirilen yerel medya bu özelliği ile bireyin haber
alma ihtiyacını karşılayan temel kaynaklarından biri olarak toplumda yer almaya devam
edecektir.
Konya’da faaliyette bulunan ve takip edilen basın kuruluşlarının temel
özelliklerine baktığımız zaman bunların Konya’nın sosyo-ekonomik ve kültürel
özelliklerine uygun olarak yayın yaptıkları görülmektedir. En çok okunan yerel gazete
ve en çok seyredilen yerel televizyon örneğinden bu anlaşılmaktadır. Bu durum aynı
zamanda toplumsal tabanda ihtiyaçların karşılanması için gerekli olan kanalın doğal
olarak benimsenmesini de getirmektedir. Başlangıçta izlenme oranı yüksek olan TGRT

97
kanalının izlenme oranı düşmüş, aksine aynı içerikte yayın yapan KONTV’nin izlenme
oranı artmıştır. Gazetelerde de durum aynıdır.
Araştırmaya göre yerel televizyonlar en çok akşam kuşağında izlenmektedir.
Yerel televizyonda program izleme davranışı olarak haber ve haber programlarının
önceliği görülmektedir. Seyredilen bir diğer program türü ise dini programlardır. Çünkü
Konya halkının yaklaşık üçte ikisi kendini dindar olarak algılamakta ve buna göre
davranışlarda bulunmaktadır. Ancak bu davranış seçililik olarak televizyon
programlarındaki görüntülere yansımamaktadır. Kanal değiştirme nedeni olarak açık
görüntüler şıkkını işaretleyenlerin oranı beklenenin oldukça altında çıkmıştır. Buda
kendini dindar olarak tanımlayan bireylerin televizyon kanal ve görüntü seçiminde
dindarlığın çok fazla etkili olmadığı söylenebilir.
Ankete katılan deneklerin verdiği cevaplara göre yerel televizyonlarda
demokratikleşme, bilgi verme, önyargısız olma, herkese hitap etme, toplum temsil
kapasitesi, çağdaş olma, güvenilir olma, toplum gerçeklerini yansıtma, haberleri
inandırıcı bulma, haberleri ciddi bulma, kaliteli programlara sahip olma ve
bilgilendirici, eğlendirici, eğitici programlar açısından sorunları bulunmaktadır. Bu
durum yukarıda değinilen medyanın genel durumu ile ilgili olarak yerel televizyon ve
gazeteleri de etkilemektedir.
Yerel gazeteler açısından ise Konya’da 7 günlük gazete olmasına rağmen bu
gazetelerin tirajlarının düşük olması ve bunların ciddi okuyucu kitlesi oluşturamamaları
kamuoyu oluşturmada ve bireyler için tutum ve davranış değişikliği yapmada oldukça
geri kaldıkları söylenebilir. Çünkü yerel gazeteler yerel haberler açısında ciddi bir
çoğunluk tarafında yeterli görülmemektedir. Ancak yerel kamuoyu oluşturma da yerel
gazeteler ulusal gazetelere göre daha avantajlı durumdadırlar. Çünkü araştırmaya katılan
denekler yerel haberler için yerel gazeteleri seçtiğini ifade etmişlerdir.
Takip edilen yerel gazetelerin okunan ilk sayfaları olan birinci sayfaların
ardından en çok okunan sayfalar ekonomi ve ilan sayfalarıdır. Haberle birlikte
oluşturulacak ekonomi ve yerel ilan sayfaları yerel gazetelerinin tirajının artışında etkili
olabileceği görülmektedir.
Konya’da yerel gazeteleri okuma davranışı gazetelerin en çok satıldığı ve
dağıtımının yapıldığı yerler açısından ticaretle doğrudan bağlantılı olduğu bir gerçektir.
Şehir merkezi sanayi ve ticaret bölgelerinden dışarıya doğru açıldıkça yerel gazete
okuma oranı sıfırlara kadar düşmekte hatta bayilerde bulunmamaktadır. Buda yerel
gazetelerin okuyucu potansiyeli ve sosyal çevre olarak dar bir çevreye hitap ettiği ve
bunların etrafında haber ve diğer içerikle yayın yaptığı görülmektedir.

KAYNAKÇA
ALANKUŞ Sevda 2003. “Demokratik Bir Medya Ortamı İçin Yerel/Sivil Medya ve
Yeni İmkanlar” (iç) Medya ve Toplum, Derleyen Sevda Alankuş, IPS İletişim
Vakfı Yayınları, İstanbul, s.95–130.
ARABACI Caner, KÜÇÜKBEZİRCİ Seyit 2000. “Konya Basın Tarihi Üstüne Seyit
Küçükbezirci İle Söyleyişi” Selçuk İletişim, Cilt 1, Sayı 2, s.147–161.
AYATA Sencer 1991. Traditional Sufi Orders on The Periphery: Kadiri and Nakşibendî
Islam in Konya and Trabzon, Islam In Modern Turkey, Edited by Richard Tapper,
London.
AYHAN Bünyamin 2005. Olağanüstü Durumlarda Toplumsal Dayanışma ve
Bütünleşmeye Basının Katkısı: Milli Mücadele Dönemi Türk Basını, S.Ü. Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Konya.
AYHAN Bünyamin, 2004. “Üniversite Öğrencilerinin Medyaya Karşı İlgi ve
Tutumları”, Konya Kitabı VII, Editör, Caner Arabacı, KTO Yayınları, Konya,
s.207–219.

98
BEK Mine Gencel 2003. “Yerel Politika ve Yerel Medya”, (iç) Medya ve Toplum,
Derleyen Sevda Alankuş, IPS İletişim Vakfı Yayınları, İstanbul, s. 131–145.
BUCHNER Birgit 1999. “ Almanya Yerel Basını Hakkında Genel Bilgi”. Türkiye’de ve
Almanya’da Yerel Gazetecilik, Konrad Adenauer Vakfı Yayınları, Ankara. s.20–
21.
CURAN James ve SPARKS Colin 1999. “Basın ve Popüler Kültür”, Çeviren İsmet
Tekerek, (iç), Popüler Kültür ve İktidar, Derleyen Nazife Güngör, Vadi Yayınları,
Ankara, 439-465.
ÇAKIR Vedat 2005. Bir Sosyal Etkinlik Olarak Eğlence ve Televizyon, (Konya Örneği)
S.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Konya.
ÇELİK Celalettin 2002. Şehirleşme ve Din, Çizgi Kitabevi, Konya.
DAMLAPINAR Zülfikar, AYHAN Bünyamin 2003. “Yerel Medya İzleyici Profili:
Konya Örneği, Konya Kitabı VI, Editör, Caner Arabacı, KTO Yayınları,
Konya,191–201.
DEMİRPOLAT Aznavur 2003. Türkiye’de İslami İktisat Ahlakı’nın Yükselişi,
Rasyonalite ve Kapitalizm: Konya Örneği, Selçuk İletişim, Cilt 2, Sayı 4, s. 194–
201.
FIRAT 0. 1995. “Türkiye’de Yerel Basının Gelişmesi Üzerine Notlar”, Kebikeç sayı 2,
s.161–163.
GİRGİN Atilla 2001. Türk Basın Tarihinde Yerel Gazetecilik, İnkılâp Yayınları,
İstanbul.
GÖKÇE Orhan vd. 2001. “Konya’da Siyasal Kültür ve Demokratik Değerler”, S.Ü.
İİBF Sosyal ve Ekonomik Araştırmalar Dergisi, Cilt 1, Sayı 1-2, s.1-17.
GÜRELİ Nail 1999. “Türkiye’de Medyanın Genel Durumu”, Türkiye’de ve Almanya’da
Yerel Gazetecilik, Konrad Adenauer Vakfı Yayınları, Ankara. s. 9–19.
HABERMAS Jürgen 1997. Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, Çeviren, Tanıl Bora,
Mithat Sancar, İletişim Yayınları, İstanbul.
HÜLÜR Himmet, KALENDER Ahmet 2003. Sosyo-Politik Tutumlar ve Din, Çizgi
Kitabevi, Konya.
KABACALI Alpay 1998. Cumhuriyet Öncesi ve Sonrası Matbaa ve Basın Sanayi,
Cem Ofset, İstanbul.
KALENDER Ahmet 2000. Siyasal İletişim Seçmenler ve İkna Stratejileri, Çizgi
Kitabevi, Konya.
KOCABAŞOĞLU Uygur 1995. “2000’lere Doğru Türk Basını”, Kebikeç, Sayı 2, s.91–
99.
KOCABAŞOĞLU Uygur, BİRİNCİ Ali 1995. “Osmanlı Vilayet Gazete ve Matbaaları
Üzerine Gözlemler” Kebikeç, Sayı 2, s.101–122.
KOÇAK Abdullah 2001. Televizyon İzleyici Davranışları Televizyon İzleyicilerin
Tercihleri ve Doyumları Üzerine Teorik ve Uygulamalı Bir Araştırma, S.Ü.
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Konya.
KONYA Valiliği (22 Eylül 7 Ekim) 1996. Konya’da Toplumsal Yapı ve Halk Devlet
İlişkileri Araştırma Raporu, Konya.
TOKGÖZ Oya 2001. “Türkiye’de Yerel Medyanın Yapısı ve Örgütlenişi” İletişim, Sayı
9, s. 5–41.
TÜRKÖNE Mümtaz’er 1994. Siyasi İdeoloji Olarak İslamcılığın Doğuşu, İletişim
Yayınları, İstanbul.
VURAL Murat Ali 1999. Yerel Basın ve Kamuoyu, A.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü
Yayınları, Eskişehir.

99
MEDYA ALANINDA TEKELLEŞME: ANKARA’DAKI MUHABIRLERIN
TEKELLEŞMENIN SONUÇLARINA YÖNELIK DEĞERLENDIRMELERI

Ömer Özer

Özet
Bu araştırmada, Ankara’da görev yapan muhabirlerin medya alanında görülen tekelleşmeyle
ilgili geliştirilen bazı önermelere yönelik düşünceleri ile tekelleşme ortamında görev yapan
muhabirlere haber üretim ve yazımı sürecinde baskı olup olmadığı ve onların tekelleşme
ortamında mesleki doyumlarıyla ilgili düşünceleri ortaya çıkarılmaya çalışılmıştır. Bu amaçla
muhabirlerden 120 kişilik bir çalışma kümesi oluşturulmuş ve Temmuz 2004’de veri
toplanmıştır. Araştırmanın amacına uygun olarak soruların ortalamaları, ortancaları ve tepe
değerleri alınmıştır. Ancak değerlendirmeler ortancalar üzerinden tepe değerle karşılaştırarak
yapılmıştır. Araştırma sonunda, tekelleşmenin olumsuz sonuçlarının, muhabirler tarafından
kabul edildiği görülmüştür. Muhabirler, var olan medya düzeninin süreceği ve olumluya
doğru bir gidişin olmayacağı yönünde düşüncelere sahiplerdir. İş güvencelerinin azalacağını,
çalışma koşullarının kötüleşeceğini; habercilik açısından, popülerleşmenin artacağını ve haber
kalitesinin düşeceğini düşünmektedirler. Önemli bir nokta da muhabirlerin tekelleşmenin
gerileyeceğine ilişkin bir düşüncelerinin olmamasıdır.
Anahtar Sözcükler: Tekelleşme, Medya, Muhabir.

Monopolization in the Field of Media: the Assesment of the Reporters in Ankara


on the Outcomes of Monopolization
Abstract
In this study, it was aimed to reveal the opinions of the reporters working in Ankara about
some premises developed for the monopolization confronted in the media, whether there is
pressure on reporters working in a monopolostic environment in the process of gathering
news and writing, and their opinions about the professional satisfaction in a such
environment. In order to reach this aim, a study group of 120 reporters was formed and data
were gathered in July, 2004. The mean, median and the mode of the questions were calculated
in a way appropriate for the study. However, the evaluation was done comparing it with the
mode taking only the median into consideration. At the end of the study, it became clear that
the negative outcomes of the monopolization were accepted by the reporters. The reporters
think that the existing media system will continue and there will be no improvement in this
aspect. They also worry about the decrese in their job security, distortion of the working
conditions, increase in popularism in terms of gathering news and decrese in the quality of the
news. Another point to be emphasized is that the reporters do not have any idea about whether
the monopolization will regress or not.
Key Words: Monopolization, Media, Reporter

Giriş
Bu makalede1, Ankara’da görev yapan muhabirlerin medya alanında görülen
tekelleşmeyle ilgili geliştirilen bazı önermelere yönelik düşünceleri ile tekelleşme ortamında
görev yapan muhabirlere haber üretim ve yazımı sürecinde baskı olup olmadığı ve onların
böyle bir ortamda mesleki doyumlarıyla ilgili düşünceleri ortaya çıkarılmaya çalışılmıştır.2

1 Makale sözcüğü sunuş metnini, çalışma sözcüğü makalede yer verilen diğer çalışmaları, araştırma sözcüğü de
makaleye temel olan araştırmayı ifade etmektedir.
2 Mesleki doyumla ilgili araştırmalar için Türkçe ve yabancı dilde anket formları bulunmaktadır. Bu
formlardaki sorular çok çeşitlidir. Bu sunuşa konu olan araştırmadaki sorular sınırlı sayıda olmakla birlikte

100
Bu amaçla Ankara’da yaygın medyada çalışan muhabirlerden Temmuz 2004’de veri
toplanmıştır. Çalışmanın önemini şöyle açıklamak mümkündür: Türkiye’de medya alanında
yoğun bir tekelleşme yaşanmaktadır ve tekelleşmeyle ilgili yapılacak her bir çalışma,
“medyanın toplumsal işlevi” dikkate alındığında kendi içinde önem taşıyacaktır. Bunun
yanında, medya alanında yaşanan tekelleşmeye yönelik bazı çalışmalar bulunsa da, bu
araştırmanın anket tekniğiyle muhabirlerin düşüncelerini ortaya çıkarmayı amaçlaması
araştırmaya başka bir önem katmaktadır. Yazıda önce, medya alanında görülen tekelleşmenin
yapısal nedenleri üzerinde durulmuş; ancak bundan önce bir kavramsal açıklamaya
gidilmiştir. Daha sonra tekelleşme türlerine ve tekelleşmenin sonuçlarına değinilmiştir.
Bundan sonra ise araştırmanın bulguları verilip yorumları sunulmuştur. Son olarak da bir
değerlendirme yapılmıştır.

A. Medya Alanında Görülen Tekelleşmenin Yapısal Nedenleri


Bu başlık altında, önce bir kavramsal açıklamaya gitmek yararlı olacaktır. Tekelleşme
kavramsal olarak, herhangi bir üretim alanının tek elde tutulmasını, onun satışını tek elden
yönetmesini ve fiyatına egemen olmasını ifade etmektedir (Nebiler, 1995: 36). “Tekel
durumu, tam rekabet durumunun karşıtıdır.” Oligopol ise, az sayıda firmanın birlikte
etkinlikte bulunduğu ve karşılıklı bağımlılığın söz konusu olduğu bir piyasa biçimidir.
Buradaki bağımlılık, firmalarda herhangi bir karar alınırken diğerlerinin tepkilerinin göz
önüne alınmasını ifade etmektedir. Serbest pazar ekonomisi olarak adlandırılan sistemdeki
çoğu endüstrilerin tarihi aslında, oligopollerin gelişiminin tarihidir. Bu yapıda bir kaç şirketin
egemenliği sağlanmaktadır (Demers, 1999: 42).3 Bu açıdan bakıldığında günümüzde,
Türkiye’de medyanın hızla büyük sermaye şirketleri tarafından satın alınarak tekelleşme
eğiliminde olduğu söylenebilir. Dolayısıyla teknik olarak Türkiye’de bugünün medyasını
tanımlarken tekel kavramını kullanmak doğru olmayabilir. Durum, medya oligopolisinin
daralarak tekele doğru gittiğini göstermektedir. Böylece medya tekeli ya da monopolü
kavramları, medyanın yöneliminin tekele doğru olduğunu göstermek ve medyanın mevcut
durumunu değil yönünü belirtmek için kullanılabilir.
Ancak bazı çalışmalarda tekelleşmenin oluşturduğu sorunları tanımlama açısından
yoğunlaşma (concentration) kavramının kullanıldığı söylenebilir (Murdock ve Golding, 1974;
International..., 1980: 104-106; Neuman, 1992: 138). Başka bir ifadeyle aynı sorunların farklı
kavramlarla tanımlandığı ileri sürülebilir. Aslında tekelleşme ya da yoğunlaşma kavramları
kullanılırken aynı zamanda eksik rekabet piyasası da denmiş olmaktadır. Bu anlamda,
“monopoli, duopoli, oligopoli, yoğunlaşma” gibi kavramların aynı soruna dikkat çektiği
belirtilmelidir. Başka bir deyişle, var olan durumun kavramsal olarak “tekel”e “tam” denk
gelmeyişi, medya alanında tekelleşmenin olmadığını/tekelleşmeyle gelen sorunların
yaşanmadığını ifade etmemelidir.4 Medya alanında bir tekelleşme olgusu yaşanmaktadır ve
bunun kabul edilmesi gerekmektedir. Medya kurumlarının birleşmesi, sermayelerinin de bir
araya gelmesini sağlamaktadır. Bu açıdan bakıldığında ise, tekelleşme medya alanındaki sözü
edilen sorunu tanımlamak için yeterli ve doğru kavram olmaktadır ve bu makalede tekelleşme
kavramı kullanılmıştır.
Medya alanında yaşanan tekelleşmeyi anlamak için öncelikle tekelci ve rekabetçi
kapitalizmin neler olduğunu bilmek önem taşımaktadır. Tekelci kapitalizm, rekabetçi
kapitalizmin aksine dev şirketlerden oluşan bir sistemdir (Baran ve Sweezy, 1970: 64).
Kapitalizmi rekabetçi kapitalizmden tekelci kapitalizme sürükleyen eğilimler sermayenin
organik bileşimiyle sıkı sıkıya ilişkilidir (Sweezy, 1970). Burada önce sabit sermaye değişken

sadece araştırma açısından gerekli görülen belli noktalara değinmektedir.


3 Amerika Birleşik Devletleri’ndeki tekelleşme durumunu yansıtan bir çalışma için bkz. Severin, 2003.
4 Bagdikian’ının “The Media Monopoly” isimli çalışması (2000) bu duruma örnek verilebilir.

101
sermayeye oranla artmakta; daha sonra da sabit sermayede gayrimenkul ve yarı menkul
unsurlar artmaktadır. Örneğin binalar ve makinaların; hammaddeler, işletme ve yardımcı
işletme malzemelerine oranla artması gibi. Marx'a göre bu, iki yolla gerçekleşmektedir:
Sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi. Bireylere ait sermayenin birikmesiyle her
bireyin kontrol ettiği sermaye miktarı artmış olmaktadır. Marx, böylece sermayenin
yoğunlaşmış olduğunu belirtmektedir. Merkezileşme ise, var olan sermayelerin bir araya
gelmesi anlamındadır ve yoğunlaşmadan farklıdır.5
Rekabetçi kapitalizmde girişimci birey “fiyatı kabul eden” yani, piyasada belirlenen
fiyatı veri olarak alan; tekelci kapitalizmde ise, “fiyatı koyan” bireydir. Tekelci kapitalizmde
dev şirketler; günümüzde medya da dahil olmak üzere ulusötesi şirketler fiyat ve maliyet
politikalarına bağlı olarak artı değeri sürekli ve kuvvetli bir biçimde artırırlar. Bunalım
dönemleri dışında rekabetçi olsun tekelci olsun, kapitalizmin siyasal sistemi burjuva
demokrasisidir. Siyasal iktidarın sözde kaynağı oylar, gerçek kaynağı ise paradır.
Berksoy’un düşünceleri konuyu örnekleyecek düzeydedir: "Biz kendi iktisadi
analizimiz içinde tekeli bozuk bir yapı olarak düşünürüz. Çünkü tekel, piyasa ekonomilerine
özgü bir kurumlaşmadır; ve piyasa ekonomilerinin teorik çerçevesini kabul ettiğimiz takdirde,
önce oligopol tarzında başlayan yapı veya doku bozukluğu, nihai aşamasına tekelleşmeyle
gelir. Bu anlamda bakarsanız tekelleşme veya tekel bozuk bir yapıyı simgeler” (Aktaran
Nebiler, 1995: 36).
Tekelleşme, somut olarak var olan firmaların büyüyüp gelişmesi, daha az büyük ya da
güçlü olanların ortadan kaybolması biçiminde ortaya çıkmaktadır. Bu gelişmeyi genel olarak
sistem yaratmaktadır. Sürekli kar arayışı işletmelerin ekonomik işleyişini zorunlu hale
getirmekte ve işletmeler arası birleşmeler ya da satın almalar da bu gelişmenin doğal bir
sonucu olarak kendini göstermektedir (Alemdar, 1982: 2). 1980’lerin sonunda yapılan bir
değerlendirmede (Topuz vd., 1989: 7), ekonomideki bu eğilimin yoğun olarak artması
dolayısıyla uluslararası duruma gelen şirketlerin gücünün önemli ölçüde geliştiği
belirtilmiştir. Sözü edilen gücün günümüzde artarak sürdüğünü önermek mümkündür.
Medyada tekelleşmeden söz edenlerin üzerinde durdukları temel konu da, bu gelişmenin
ekonomik nedenlere bağlı olduğu ve özellikle kapitalizmin niteliklerinden kaynaklandığıdır.
Medya kuruluşlarında da tekelleşmenin en önemli nedeni, verimliliğin artırılabilmesi ve en
çok karın elde edilebilmesi arayışı olarak görünmektedir (Topuz vd., 1989: 10).
Medya alanında yaşanan tekelleşmeyi bu nedenle ilk elde, Marksist ekonomi politik
açısından azalan kar oranları bağlamında açıklamak mümkündür. Nitekim tekelleşme durumu
kapitalizmin doğal bir sonucu/sorunu olarak görünmektedir. Çakmur'a göre (1998: 137), kar
oranlarının düşmesi kapitalizmin yapısal bir sorunudur. Bu türden bir sorun yaşandığında,
sermayenin yatırım yapması ve bu yatırımların önünün açılması için tekelleşme kaçınılmaz
bir zorunluluk olmaktadır. Böyle bir süreç, değişim değeri üretebilecek yeni alanların
açılmasını gerektirmektedir. Hizmetler sektörünün artı değer üretimi açısından, kriz sonrası
dönemde öne çıkmasının nedeni budur. Kültürel alan da bu çerçevenin dışında
kalmamaktadır: Günlük yaşamın pratikleri medya tarafından üretilen kültürel meta ile
şekillenmeye başlamıştır. Dolayısıyla böyle bir bakış açısı medyadaki tekelleşmeye dikkat
çekmektedir.
Medya alanında görülen tekelleşmenin gerisinde ise endüstrileşmenin bu alanda da
görülmesi yatmaktadır (Murdock ve Golding, 1974). Endüstrileşme, enformasyonun
toplanması, dağıtılması ve yayılmasında oligopollerin ve tekellerin oluşumu aracılığıyla
iletişim sektöründe tekelleşmeyi güdülemiştir. İletişim endüstrisinde tekelleşme, zaman
zaman politik nedenler ve baskılar olmasına karşın; kar oranlarının, sermaye akışının ve

5 Marx’ın kapitalizm eleştirisi ve Marxist iktisadın temel kavramları için bkz. Marx, 2002 ve 2004.

102
teknolojik gelişmelerin yaygın ve dünya pazarındaki durumundan kaynaklanmıştır
(International..., 1980: 104).
Tekelleşme sürecinde ise özetle şu gelişmelerin olduğu belirtilebilir (Murdock ve
Golding, 1974: 207-209): İlk elde kültürel ürünün kişisel ölçekli ve kişiselleştirilmiş türleri
yayılmaya başlamıştır. Sonra dağıtım ve satış ticarileşmiş ve ayrımlaşmıştır. Yeni
teknolojilerin iletişim alanına girmesiyle üretim endüstrileşmiş, tüketim geniş ölçekli olmuş
ve kişisel olmaktan çıkmıştır. Bu değişimde endüstrinin gelişim sürecinde doyuma
ulaşmasının ve talebin değişen yapısının rolü etkili olmuştur. Bunun yanında yeni teknolojik
potansiyeller ile ekonomik yoğunlaşma arasında gelişen gerilimin de rolü bulunmaktadır.
Dikkat edileceği üzere medya alanında yaşanan tekelleşmenin gelişimi ve nedenleri
yapısal olarak ekonominin diğer alanlarında görülenlerden farklılık taşımamaktadır. Aslında
medya kurumlarındaki tekelleşme olgusu modern endüstriyel toplumun bütün kesimlerinde
görülen ortak hareketin özel bir görünüşünden başka bir şey değildir. Ancak etkileri ve
sonuçları için aynı değerlendirmeyi yapmak doğru olmayabilir. Tekelleşme medya alanında
apayrı bir önem kazanmakta ve oldukça özgül görünüşler sergilemektedir. Bunlara geçmeden
önce tekelleşme türleri ve Türkiye’de tekelleşme durumuna kısaca bakmak anlamlı olabilir.6

B. Tekelleşme Türleri
Türkiye açısından belirtildiğinde, 1980’li yıllarda medyada tekelleşmeden söz
edildiğinde genel olarak iki farklı gelişmenin anlaşıldığı ve tanımlamaların gazeteler
üzerinden yapıldığı önerilebilir. Birinci gelişme yatay, ikinci gelişme ise dikey tekelleşme
olarak anılmaktadır (Topuz vd., 1989: 7). Bunlardan birincisi kendi yazı işleri kadrosuna
sahip gazete sayısının azalmasıdır. İkinci gelişme, birden çok gazetenin kontrolünün bir kişi
ya da bir grup eline geçmesidir.
Ancak konuya Batı açısından bakıldığında tekelleşme süreçlerinin yaşanmasının ve bu
konudaki çalışmaların daha önce başladığını söylemek mümkündür. Dikkat çeken başka bir
nokta da açıklamaların daha farklı boyutlarda yapıldığıdır. Croteau ve Hoynes'e göre (1997:
38), yatay birleşme bir şirketin farklı medya türlerini satın alması süreciyle yukarıdan aşağıya
ilişkiden çok, farklı medya türlerine karşı sahipliğin yoğunlaşmasıdır. Yatay birleşmede
medya holdingleri birbirlerinin faaliyetlerini karşılıklı olarak desteklemek için popüler dergi,
tv istasyonları, kitap yayıncıları vs.nin geniş portföylerini bir araya getirir. Medya
endüstrisinde dikey birleşme ise, medya sahibinin bir medya ürününün üretim ve dağıtımının
tüm görünümlerini tekelinde toplamasıdır. Örneğin, bir sinema şirketi, yetenek ajanslarını,
tiyatral zincirleri, video kayıt üretim yapılarını, video kiralama mağazaları zincirlerinin
hepsini tekelinde toplar. Böylece şirket, filmlerin yaratımı, üretimi, pazarlaması ve dağıtımı
süreçlerini daha iyi kontrol etmektedir. Burton'a göre (1995: 50), dikey bütünleşme ticaretin
düzenleniş biçimini de tanımlamaktadır. Medya örneğinde ürünün kaynağı, üretim süreci,
ürünün dağıtımı ve ürünün satışı gibi işlevlerin tek bir kuruluşta toplandığına işaret
etmektedir.
Söylemez'e göre de (1998: 13), yatay birleşmeler aynı uğraşı alanındaki firmaların
birleşmesi ile gerçekleşmektedir. Dikey birleşmelerde ise firmalar birleşerek, üretim zinciri
içerisinde hammadde kaynağından, malın tüketiciye ulaştırılmasına kadar olan süreci
denetleyebilir. Bunce (1976: 100), yatay birleşmeyi medya şirketler topluluğu (media
conglomerates), dikey birleşmeyi de eşmerkezli şirketler topluluğu (concentric
conglomerates) şeklinde kavramlaştırmaktadır.

6 Bu yazıda sahiplik anlamında tekelleşme üzerinde durulmuştur. Ancak tekelleşme sahiplikte olabileceği gibi,
izleyicide de (pazarın ne kadarına kim hakim) olabilir. Bazen de formatta tekelleşmeden söz edilir. Tekelleşme;
ürün, pazar ve şirket açısından da olabilmektedir. Bu konuda geniş bilgi için bkz. Neuman, 1992: 138 vd..

103
Ancak Türkiye’de 90’lı yıllarla birlikte yaşanan gelişmelerin sonucunda medya
alanında yatay ve dikey tekelleşmenin yanında, Batı’da örnekleri daha önce görülen
(Murdock ve Golding, 1974) çapraz tekelleşmenin gerçekleştiği dikkat çekmektedir.
Tekelleşmenin üçüncü göstergesi olarak nitelendirilen çapraz tekelleşme, önceleri tek bir kitle
iletişim aracı çerçevesinde etkinlik gösteren kuruluşların, başka alanlara da el atarak
etkinliklerini yaygınlaştırmaları ya da başka alanlardan medya alanına da geçiş yapmaları
anlamında kullanılmaktadır. Bu tür gelişme bir çok ülkede günlük basın, periyodik kitle
iletişim araçları olan radyo-televizyon yayıncılığını da kapsar nitelik kazanmıştır. Başka bir
ifadeyle çapraz tekelleşme, medya kuruluşlarının farklı iktisadi alanlarla birleşmesini ya da
farklı ekonomik alanların medya kuruluşlarına da sahip olmasını açıklamaktadır.

C. Türkiye’de Medya Alanında Tekelleşme


Sönmez, Türkiye’de tekelleşme sürecinin kilometre taşlarını 6 başlıkta açıklamaktadır:
Siyasi arenada medya desteğine sahip olma; promosyonlu büyüme; televizyonlarla atılım;
1989 sonrasının büyüme konjonktürü; dağıtımda, reklamda kartel ve anti-sendikal mutabakat
(2003: 40-8). Ancak, Türkiye’de medya alanındaki mevcut duruma gelininceye kadar 1980
öncesi evrede holdingleşme yaşanmıştır. Bu evreyi, medyayı silah olarak kullanma gücünü
eline geçirmek isteyen medya dışı holdinglerin medyaya girişi ve yazılı-elektronik basınla
bütünleşme evreleri izlemiştir.7 Bir sonraki on yılda medya alanında, İstanbul kaynaklı
oligopol medya kuruluşları, neredeyse her tür yayın organlarına sahip olarak üretim, dağıtım
ve reklamcılığı düzenlemeye başladığı ve kamu hizmeti yayını yapar şekle getirilmeye
çalışılan TRT’nin zayıfladığı görülmüştür (Tokgöz, 1998: 47). 1990’lı yıllarla birlikte
yoğunlaşan tekelleşme neredeyse kanıksanmıştır. Ancak bu duruma eleştirel bakan çalışmalar
da yok değildir (Tokgöz, 1991; Tılıç, 1998; Söylemez, 2003; Özsever, 2004).
Türkiye’de medya sektöründe yaşanan dikey ve yatay tekelleşmeye Rekabet Kurumu
2001 etkinlik raporunda da dikkat çekilmektedir (2002: 127): Raporda, özellikle 4 büyük
grubun, sektörün birçok alt bölümünde etkinlik gösterdiği ve sektör dışında da çeşitli
alanlarda yatırımlara sahip olduğu belirtilmektedir. Dikey tekelleşmeye vurgu şu şekilde
yapılmaktadır: “Bu aktörler; Reklam yeri pazarlama şirketleri -film/müzik prodüksiyon
şirketleri- haber ajansı sahipliği, televizyon yayıncılığı; Reklam/ilan yeri pazarlama şirketleri
-haber ajansı sahipliği- gazete ve dergi yayıncılığı, gazete gibi dikey şekilde bir yapılanma
oluşturmuştur.”
Yatay tekelleşmeye ise vurgu şöyle yapılmıştır: “Bunun yanısıra, aktörlerin bu dikey
yapılanmalarının çeşitli aşamalarında yatay olarak da işbirliğine gittikleri
gözlemlenmektedir. Söz konusu işbirliği zaman zaman, BİAK, BİMAŞ ve BİRYAY örneklerinde
olduğu gibi, kurumsallaşmış yapılar olarak somutlaşmakta, bazen de yayınlanan gazetelerin
fiyatının tespiti gibi rekabeti kısıtlayıcı anlaşma ya da uyumlu eylem şeklinde ortaya
çıkmaktadır.”
Tekelleşme süreçlerinin yaşanması doğrudan, üretime yansımaktadır. Bu süreç
Bagdikian'ın belirttiği gibi (2000) oldukça ilginç biçimde gelişmektedir. Örneğin, bir şebeke
sahibi, şirket televizyonunda dizi olarak yayınlanmak üzere konu belirlerken, popüler
dergisini burada kullanmaktadır. Dizi, dergide oldukça fazla yer alabilir. Hatta, dizi konusu
dergiye dayalı da olabilir. Sonra, bu dizi şirketin sahibi olduğu sinema stüdyolarında sinema
filmi olmakta ve buna, aynı şirketin dergisinin popüler yaptığı bir şarkıcının müziği eşlik
etmektedir. Tabi, şirketin sahip olduğu radyo istasyonunda bu şarkı ve şarkıcı oldukça fazla

7 Medyaya, medya dışından ilk giriş 1982 başında Libya müteahhitliğinden önemli birikimler sağlayan
Kozanoğlu-Çavuşoğlu grubunun “Güneş” gazetesini kurmasıyla yapılmıştır (Sönmez, 2003). Ancak satın alma
yoluyla ilk girişin 1948’de işadamı Sefa Kılıçoğlu’nun Yeni Sabah’ı satın almasıyla olduğunu belirtmek
mümkündür (Demiray ve Yüksel, 2000: 9).

104
yer almaktadır. Bu döngüye şirketin sahip olduğu kablolu sistem ve video kaset, CD yanını da
katmak gerekmektedir. Türkiye’de medya tekellerinin neredeyse tümünün gazetesi,
televizyonu ve radyosu bulunmaktadır. Örneğin, Doğan Medya Grubu televizyon, radyo,
gazeteler, dergiler ve dağıtım şirketine sahiptir. Ayrıca, Doğan Medya Grubu çapraz
tekelleşmeye de örnektir. Bu grubun medya kurumları arasında çapraz promosyon da
yapılabilmekte ve örneğin Kanal D'de yayınlanacak bir programa, grubun gazetelerinde
oldukça fazla yer ayrılmaktadır (Özer, 2004).
Türkiye’de medya alanındaki tekellerin durumlarını, önceki yıllarda yansıtan bazı
çalışmalar bulunmaktadır (Sönmez, 1995; Tılıç, 1998). Sönmez çalışmasında, Türkiye’de
medya alanındaki tekelleşmeyi örnekler bazında tarihsel olarak da sergilemektedir. Burada
kriz öncesi ve kriz sonrası medyanın durumu, medyaların sahip değiştirmeleri gibi durumlar
dikkat çekmektedir. Ancak günümüzde, sözü edilen tekel gruplarının bazıları Tasarruf
Mevduatı Sigorta Fonuna devredilmiştir. 90’lı ve 2000’li yıllarda, Tasarruf Mevduatı Sigorta
Fonuna devredilenlerin de aralarında bulunduğu Türkiye’deki bazı tekel gruplarını şu şekilde
sıralamak mümkündür: “Doğan Grubu, Ciner (Sabah) Grubu, Star Grubu, Akşam Grubu,
İhlas Grubu (İhlas Holding), Samanyolu Grubu, Milli Görüş Grubu.”

D. Medya Alanında Tekelleşmenin Etkileri ve Sonuçları


Medya alanında yaşanan tekelleşmeye bakıldığında, bazı noktalar dikkat çekmektedir:
Medya kuruluşları çok hızlı değişen bir teknolojiyle karşı karşıya kalmışlardır. Teknolojik
gelişmeye uyamayanların yayın hayatına başka grupların içerisinde yer alarak devam ettiği
görülmüştür. Nitekim gelişmiş baskı teknikleri kabul edilmiş, bilgi işlem makinalarının
kullanımında bir düzenlemeye gidilmiştir. Bütün bunlar çok pahalı teknikler olduğu için basın
kuruluşlarının yapmak zorunda oldukları yatırımların boyutları da büyümüştür.
Buna karşılık medya kuruluşlarının sağladığı gelirler konusunda aynı ölçüde artış
olanağı görülmemektedir. Genel olarak gazeteler satıştan toplam gelirin belli bir yüzdesini
(20-40) sağlamaktadırlar. Yayını sürdürmeye olanak sağlayan asıl kaynak reklam gelirleridir.
Reklamın gazetelerin içeriği üzerindeki olası etkileri konusu bir kenara bırakılsa bile, bu
durumun basını değişen koşullara, öteki sanayilere göre çok daha fazla bağımlı kıldığı bir
gerçektir.
Medyada tekelleşmeyi açıklamaya yardım edecek bir başka olgu da, gazetelerin öteki
kitle iletişim araçlarıyla olan rekabetidir. Gazete, radyo ve televizyonun yaygınlaşmasıyla
reklam gelirlerinin bir bölümünü kaybetmiştir. Özellikle televizyon normal olarak basına
gelecek reklam gelirlerinin önemli bir bölümünü kendine çekmektedir. Bu etken bir çok ülke
için önemini korumaktadır. Televizyon reklamlarının tekelleşme konusunda yarattığı etki,
gelirlerin azalmasına yol açması yüzünden dolaylı bir etkidir.
Tekelleşmenin kısa dönemde yeniden düzenlemeye yol açması, medya kuruluşlarına
somut olarak işten çıkarmalar biçiminde yansımaktadır (Topuz vd., 1989). İşletmenin
'rasyonelleştirilmesi' ilk aşamada işgücünden başlayarak yapılmaya çalışılmaktadır.
Tekelleşme olgusuna karşı gazetelerde çalışanlarla onların sendikalarının duyarlı olmasının
önemli nedenlerinden biri de budur. Ancak Türkiye’de medya alanında “bir
sendikasızlaştırma durumu” yaşanmaktadır.
Bunların yanı sıra tekelleşme, kısa dönemde yaratacağı mali ve teknik olanaklarla
okuyuculara görünümü iyi gazeteler sunmayı sağlamıştır. Bu belki de tek olumlu etkidir.
Tekelleşme süreciyle birlikte boyutları büyüyen medya kuruluşları, çalışanlarına küçük
ünitelerden daha çok iş güvencesi ve olanaklar sağlayabilir. Olumlu gibi görünse de bu nokta,
tekelleşme süreciyle çalışma olanaklarını yitirmeyenler için geçerlidir.
Tekel ortamında, arz yönünden medya çalışanlarının herhangi bir pazarlık gücü
yoktur. Medya çalışanlarını koruyacak sendika türü bir örgütlenmeye giderek yaptırım güçleri
de yoktur. Talep yönünden kurum her şeyi belirler. İstediği şartlarda çalıştırır, istediği ücreti

105
verir, istediğini yazdırma gücüne sahip olur. Bu durum medya alanında çalışma koşullarının
kötüleşeceğini, iş güvencesinin azalacağını, çalışanlar lehine düzelme olmayacağını ve
ücretlerde düzelme görülmeyeceğini ifade edebilir.
Medya sahipleri, sembolik çevre üzerinde potansiyel güce sahiptir. Çıktıyı kendi
istekleri doğrultusunda düzenlerler. Bunu ya günlük operasyonlarla ya da genel çerçeveyi
belirleyip bu yönde işlevsel olacak yönetici ve editörleri atayarak yaparlar (Murdock, 1990:
7). Bu açıdan bakıldığında muhabirlerin, kurumlarında çalışabilmeleri için haber üretme ve
yazma sürecinde sahiplerin istek ve çıkarlarını gözetmeleri gerekebilir.
İtalya için yapılan bir değerlendirme konunun anlaşılmasını kolaylaştırabilir: İtalya’da
basının içeriği sahiplerin çıkarları doğrultusunda oluşmaktadır. İtalyan medyası için, “Bizim
gazetelerdeki haberler, gazeteciler değil, özel çıkarlar için endüstriyel rakipler tarafından
yazılmaktadır” yorumu yapılmaktadır (Friedman’dan aktaran Murdock, 1990: 5).
Tekelleşmenin sonuçlarından belki de en önemlisi içerikteki türdeşleşmedir.
Tekelleşme, kültürel ürünün tek tipleşmesine neden olmaktadır (International..., 1980: 104).
Çoğu insanın kitle iletişim araçlarından duyduğu ve gördüğü, dünya görüşü ve içerik
açısından dikkat çekecek biçimde tektiptir ve bu yapısal bir sorundur (Neuman, 1992: 130).
Bu sonuç ya da sorun medya endüstrisinin her alanında; televizyon içeriğinden gazetelere
kadar, hatta müzik endüstrisinde bile söz konusu olmaktadır. (Peterson ve Berger'den aktaran
Croteau ve Hoynes, 1997: 47). Bagdikian (2000), medya ürünlerindeki türdeşleşmenin
kaçınılmaz olduğunu belirtmekte ve bu kaçınılmazlığın nedenini sahipliğin tekel durumunda
olmasına ve bu ortamda da ürünü çeşitlendirecek rekabet ortamının bulunmamasına
bağlamaktadır. Bundan dolayı, medyada tekelleşme az sayıda kişi ve kuruluşun toplumun
kültürel ve siyasal duygu ve düşünceleri üzerinde egemenlik kurarak tüm toplumu kendi
çıkarları doğrultusunda yönlendirme olanağının olması anlamına gelmektedir (Katırcıoğlu,
1998: 13). Medyadaki tekelleşmeyle birlikte piyasayı ele geçirme, fiyatlarda artış, kalitede
düşme ve tüketicilerin sömürülmesi gibi eğilimler de görülmektedir. Daha kötüsü ise
bilgilerin tekelleşmesi sonucu etkinin tekelleşmesidir (the monopolization of influence).
Bilginin tek elden kontrol edilmesi de, içerikte türdeşleşmeye neden olmaktadır.
İçerikte türdeşleşme ise çok önemli bir soruna işaret etmektedir. Liberal-çoğulcu
yaklaşımda medya Yasama, Yürütme ve Yargı’dan sonra “4. Güç” olarak kabul
edilmektedir.8 Medya “4. Güç” işlevini, kamuoyunun sesini gündeme taşımakla ve siyasal
iktidarı denetleme işleviyle yerine getirmektedir. Başka bir anlatımla medyanın, liberal
demokrasilerde gözetimci rolü ve düşünce pazarı oluşturduğu düşünülmektedir. Dolayısıyla
medya demokratik sistemin sürmesinin ve vatandaşların sürece katılımının “garantörü”
olmaktadır (İrvan 1995). Başka şekilde söylendiğinde medyanın, vatandaşları düşündürecek
ve sorunları ortaya koyarak çözümler önerecek bir işleve sahip olmakla çoğulcu
demokrasilerin ayrılmaz parçası durumunda olduğu düşünülmektedir (İnal 1997). En basit
açıklamasıyla, tekel ortamında farklı sesler tek sese dönüşecektir. Bu nedenle medyanın “4.
Güç” işlevini yerine getirmesi için içerikte türdeşleşmeye neden olan tekelleşmenin önüne
geçilmesi gerektiği önerilebilir.
Çapraz tekelleşmenin de bu yönde bir sonucu bulunmaktadır. Farklı kitle iletişim
araçları arasında kendi doğalarından kaynaklanan özgünlükler bir kenara bırakıldığında,
içeriklerin tümüyle “türdeş” olmasına zemin hazırlanmaktadır. Ancak bu tür bir tekelleşmenin
başka bir sakıncası da radyo televizyon alanında “kamu yayıncılığı” ilkesinin geçerliliğini
tümüyle yitirmesi olasılığıdır. Nitekim, ticari rasyonalite ve grubun kontrol ettiği kitle iletişim
araçları arasındaki fonksiyonel işbölümü, radyo-televizyon yayıncılığında haber verme,

8 Böyle bir işlev atfetmenin herhangi bir yasal dayanağı bulunmamaktadır ama söz konusu kabulün temelinde
basın özgürlüğünün yattığını belirtmek mümkündür. Basın özgürlüğünün gelişimine ilişkin bkz. Keane 1993.

106
eğitme ve eğlendirme temel işlevlerinin dengeli bir biçimde yerine getirilmesine olanak
tanımamaktadır.
Ayrıca hemen belirtmek gerekir ki, tekel kuruluşlarının elinde bulunan televizyonların
kar etme bir yana gelir gider dengesini bile kuramadıkları bilinmektedir. Bu da, tekelleşmenin
liberal demokrasilerde medyanın “4. Güç” olma işlevini yerine getiremeyeceğinin göstergesi
olarak kabul edilebilir. Zira "tekel parçası" olan televizyonların zararları, tekel sahibinin diğer
alanlardaki kuruluşlarında elde ettiği karla dengelenmektedir. Böyle bir zararı da hiç bir
“kapitalist” girişimcinin kamu yararı adına göğüslemeyi istemeyeceği önerilebilir.
Medyada tekeleşmeyle ilgili olarak şu noktanın da belirtilmesi yararlı olabilir:
Tekelleşmenin medya dünyası için en önemli etkisi büyük kuruluşların egemenliğini
arttırması olacaktır. Başka bir deyişle uzun dönemde tekelleşme tekelleşmeyi artıracaktır.
Büyüyen ve güçlenen medyalar karşısında aynı mali ve teknik olanakları bulamayanlar
kaybolacaklardır. Bu aynı zamanda medya sayısının kaçınılmaz olarak sınırlanacağını da
düşündürmektedir. Tekelleşmenin uzun sürede ortaya koyacağı başka bir nokta, teknik ve
mali olanakların artmasıyla, medya alanına daha çok yatırım yapılmasının mümkün
olacağıdır.
Özellikle büyük firmaların medyayı kontrol etmeleri ve medyanın da ciddi bir biçimde
bu firmalar tarafından verilen reklam harcamalarına bağımlı olması nedeniyle, medyada yer
alan haberlerde iş gücü ve tüketicilerle ilgili hemen hemen hiçbir konu ve söz konusu
firmalara ait suçlar hiç yer almazken, medya kurumları bağlantılı oldukları firmalar
paralelinde gündem belirlemektedirler. Bu bağlamda medya çalışanlarında da özellikle
ekonomik konularda olmak üzere merkeze kayma, daha fazla tutucu olma eğilimleri
gözlenmektedir. Bu durumu Türk medyasında da görmek mümkündür. Çoğu ekonomi yazarı
liberal ekonomiyi savunmaktadır. “Doğan medya grubunda, Doğan grubuna bağlı diğer
şirketler aleyhine yayın yapmak çok güç olsa gerek.” Ayrıca, sahiplerin medya tekeline bağlı
yayın organlarını, diğer alanlardaki çıkarları doğrultusunda kullanabilmeleri söz konusudur.9

E. Araştırmanın Yöntemi
Araştırmada, Ankara’da yaygın medyada görev yapan haber muhabirlerinin medya
alanında yaşanan tekelleşmeyle ilgili geliştirilen bazı önermelere yönelik düşünceleri ortaya
konulmaya çalışılmıştır. Araştırmada muhabirlere tekelleşmenin doğurabileceği sonuçlar
açısından 10 önerme sunulmuş ve bunlara katılım dereceleri istenmiştir. Önermeler şunlardır:
“Mevcut yapı sürecek, Popüler gazetecilik artacak, Çalışma koşulları kötüleşecek, İş
güvencesi azalacak, Haber kalitesi düşecek, Tekelleşme artacak, İletişim Fakülteliler iş
bulamayacak, Çalışanlar lehine düzelme olacak, Uzmanlaşma artacak, Ücretlerde denge
gözetilecek.”10 Söz konusu önermelere katılım derecelerinin ortancaları alınmış ve yorumları
bu yönde yapılmıştır. Bunun yanında, tekelleşme ortamında görev yapan muhabirlere haber
üretim ve yazımı sürecinde baskı olup olmadığı ve onların mesleki doyumlarıyla ilgili
düşünceleri de ortaya çıkarılmaya çalışılmıştır.
Bu amaçla Ankara’da yaygın medyada çalışan muhabirlerden bir çalışma kümesi
oluşturulmuştur. Saha araştırması için bir bakış açısından örneklem seçimi şu şekilde
yapılabilir: Nüfustan örneklem çerçevesi çıkarılır ve oradan örneklem seçilir. Nitekim
örneklem tanımlanırken, “muhabirler” dendiğinde bilinmeyen evrenden, “Ankara’daki
muhabirler” dendiğinde ise artık, evrenden değil tanımlanmış olduğu için nüfustan söz
edilmektedir. Ancak burada araştırma açısından sorunlu bir noktaya dikkat çekmek

9 Bazı çalışmalarda, medya yöneticilerinin, sahipler adına iş takibi yaptıkları ortaya çıkmıştır. Bkz. Tılıç, 1998;
Özer, 2004.
10 Bu önermeler, rastlantısal olarak değil tekelleşmenin sonuçlarına bağlı olarak geliştirilmiştir. Yukarıda
gerekçelendirilenlerin dışında kalanlar, bulguların yorumları yapılırken açıklanmıştır.

107
gerekmektedir. Türkiye’de herhangi bir zaman diliminde ne kadar muhabir çalıştığını
saptamak çok güçtür. Bu durum Ankara özelinde de söz konusudur.11 Muhabir sayısını
öğrenmek için her bir medya kurumunun muhasebe birimine başvurmak gerekmektedir.12
Muhasebe birimlerinden doğru bilgi alınsa bile yeterli ya da doğru rakama ulaşılamamış
olabilir. Nitekim stajyer muhabirlerin –örneğin bir yıllık- stajyer olmayanlar gibi haber
ürettikleri ve bu haberlerin yayınlandığı durumlar da bulunmaktadır. Dolayısıyla ücret
alma/ma dışında stajyer ve stajyer olmayanlar arasında muhabirlik görevi açısından bir fark
görünmemektedir. Bu durumda stajyer muhabirlerin araştırmaya katılıp katılmaması
konusunda bir seçim yapmak gerekir. Dolayısıyla Ankara’da nüfus/evreni13 rakamsal olarak
tanımlamak ve buradan örneklem çekmek çok güçtür.
Belirtilen sorun nedeniyle bir “çalışma kümesi” oluşturulmuştur. Buna göre 120
muhabirden veri toplanmıştır. Ankete katılan muhabirlerin yüzde 43’ü (52) kadın yüzde 57’si
(68) erkektir. Ankara açısından 120 rakamı kabul edilebilirdir ve rastlantısal olarak
belirlenmiştir. Bu rakam yüzde 33.3’er (40’ar muhabir) olmak üzere ajans, gazete ve
televizyon muhabirlerinden oluşmuştur. Araştırmanın ön testi de aynı ayrıma göre
gerçekleştirilmiştir.
Ankete katılan muhabirlerin kurumlara göre belirlenmesi de rastlantısal olarak
yapılmıştır. Ancak, dağılımların kurumların muhabir sayılarına tahmin ölçüsünde uymasına
dikkat edilmiştir. Örneğin TRT en çok muhabire sahip olduğundan televizyon muhabirleri
arasında en çok TRT muhabirlerine anket doldurtulmuştur. Ajans muhabirleri açısından da
aynı durum AA için geçerlidir. Bunun yanında 14 gazete, 12 televizyon ve 5 ajansta
muhabirlere anket doldurtulmuştur. Bunlar arasında her siyasi çizgide yayın organı
bulunmaktadır.
Anketler, muhabirlerin çalıştıkları kurumlara gidilerek orada bulunan muhabirlere
doldurtulmuştur. Anket kağıtları muhabirlere verilerek doldurmaları istenmiş ve
tamamladıklarında da geri alınmıştır.
Veriler, SPSS programında değerlendirilmiştir. Araştırmanın amacına uygun olarak
soruların ortalamaları, ortancaları ve tepe değerleri alınmıştır. Ancak değerlendirmeler
ortancalar üzerinden tepe değerle karşılaştırarak yapılmıştır. Bunun nedenini şu şekilde
açıklamak mümkündür: Ortanca (medyan) merkezi eğilim ölçüsüdür. Bu tür bir araştırmada,
aritmetik ortalama (mean), ortanca (median) ve tepe değer (mode) arasından aritmetik
ortalama yanında esas belirleyici olan ortancadır. Tepe değer ve ortalama da fikir verir. Ancak
ortanca bir grubun 1, 2, 3, 4 veya 5’ten hangisinde olduğunu sunar. Tepe değer ise, en çok
seçilen kategorinin hangisi olduğunu gösterir.
Ortancaların değerlendirilmesi ise belli kategoriler temelinde yapılmıştır: Kategorileri
belirleme işlemini ise şu şekilde yapmak mümkündür: Çalışmada beşli ölçek kullanılmıştır.
Buna göre seçenekler, “Tümüyle katılıyorum, katılıyorum, ne katılıyorum ne de
katılmıyorum, katılmıyorum ve tümüyle katılmıyorum”dur. Sırasıyla alındığında 5’den 1’e
doğru sıralanmaktadır. Aralarında ise 4 aralık bulunmaktadır. Bundan sonra şu işlem
yapılmıştır: 4/5= 0.80+1= 1.80+80= 2.60+80= 3.40+80= 4.20+80=5. Kategoriler, 1.80, 2.60,
3.40, 4.20 ve 5’tir. Bu durumda, 2.60 ve altı sorulara katılınmadığı şeklinde kabul edilirken,
2.60 üzeri çıkan rakamlar ise sorulara katılındığı yönünde değerlendirilmiştir.

11 Başka bir bakış açısından da evrenin Ankara’daki muhabirler olduğu söylenebilir.


12 Bu araştırma yapılmadan önce bu yönde bir girişim yapılmıştır. Ancak gerekli bilgiye ulaşılamamıştır.
13 Nüfus/evren sözcükleri aslında, araştırma yöntemi açısından population sözcüğüne karşılık gelmektedir.

108
F. Bulgular ve Yorumları
Bu başlık altında saha araştırmasında elde edilen yanıtların ortalamaları, ortancaları,
tepe değerleri ortaya konmuş ve ortancaların yorumları sunulmuştur. Tablo 2 ve 3 bu türden
soruların sonuçlarını içermektedir. Tablo 4 haber üretim ve yazımı sürecinde baskı yapılıp
yapılmadığıyla ilgili sonuçları yansıtmaktadır. Tablo 5’de ise muhabirlerin meslekleri ve
sınıfsal konumlarıyla ilgili soruların yanıtlarının ortalama, ortanca ve tepe değerleri yer
almaktadır. Ancak bunlardan önce araştırma açısından önemli olan muhabirlerin yaş ve
çalışma yıllarının ortalamaları verilmiş ve değerlendirilmiştir. Bunun nedeni ortalamaların,
yanıtların güvenilirliği açısından fikir verebilecek olmasıdır.

Tablo 1: Muhabirlerin Yaş ve Çalışma Yılı Ortalaması


Sayı Ort.
Yaş 116 30,7
Muhabirlik Yapılan Yıl
118 8,37

Ankete katılanların yaş ve muhabirlik yaptıkları süre ortalamaları Tablo 1’de


sunulmuştur. Muhabirlerin yaş ortalamaları 31’dir. Çalışma yılları ortalaması ise 8’dir.
Ortalamalara bakıldığında bazı noktalar dikkat çekmektedir. Bir muhabirin,
gazeteciliğe üniversite eğitiminden sonra başladığı ve bu dönemde 22 yaşında olduğu kabul
edilse ankete katılan bazı muhabirlerin yaklaşık 10 yıllık deneyime sahip oldukları
anlaşılabilir. Bu süre de muhabirlik açısından belli bir fikir sahibi olmalarına yetebilir. Kaldı
ki muhabirlik yılları ortalaması da 8.4 olarak çıkmasıdır. Bu da ankete verilen yanıtların belli
bir deneyimin ürünü olduğunu verebilir.

Tablo 2: İlk Beş Önermeye İlişkin Yanıtların Ortalama, Ortanca ve Tepe Değerleri
Çalisanlar
Mevcut Is Çalisma lehine
yapi Tekellesme guvencesi kosullari düzelme
sürecek artacak azalacak kötülesecek olacak
Sayi Geçerli 113 116 117 118 116
Kayip 7 4 3 2 4
Ortalama 3,0265 4,1897 4,0000 3,7966 2,0431
Ortanca 3,0000 4,5000 4,0000 4,0000 2,0000
Tepe Deger
3,00 5,00 5,00 5,00 1,00

Medya alanındaki tekelleşmenin sonuçlarına yönelik geliştirilen önermelerin bazısına,


Ankara’da görev yapan muhabirlerin yanıtlarına ilişkin bulgular Tablo 2’de sunulmuştur.
Buna göre; “Mevcut yapı sürecek” 3 çıkarken bu rakam tepe değeri yansıtmıştır. “Tekelleşme
artacak” 4.5 hesaplanırken rakam tepe değere yaklaşmıştır. “İş güvencesi” ise 4 almıştır. Bu
rakam tepe değerden 1 puan azdır. “Çalışma koşulları kötüleşecek” 4 olarak belirmiştir. Bu da
yine tepe değerden 1 puan azdır. “Çalışanlar lehine düzelme olacak” ise 2 ortanca alırken tepe
değerden 1 puan uzaklaşmıştır.

109
Tablo 3: İkinci Beş Önermeye İlişkin Yanıtların Ortalama, Ortanca ve Tepe Değerleri

Popüler Haber Ücretlerde Iletisim


gazetecilik kalitesi Uzmanlasma denge okuyanlar is
artacak düsecek artacak gözetilecek bulamayacak
Sayi Geçerli 113 116 117 116 116
Kayip 7 4 3 4 4
Ortalama 3,6283 3,6121 3,2222 1,8448 3,7845
Ortanca 4,0000 4,0000 3,0000 2,0000 4,0000
Tepe Deger
4,00 3,00 3,00 1,00 5,00

Medya alanındaki tekelleşmenin sonuçlarına yönelik geliştirilen diğer önermelere,


Ankara’da görev yapan muhabirlerin yanıtlarına ilişkin bulgular Tablo 3’de sunulmuştur.
“Popüler gazetecilik artacak” 4 çıkarken tepe değeri yakalamıştır. “Haber kalitesi düşecek” 3
çıkarken tepe değeri 1 puan geçmiştir. “Uzmanlaşma artacak” da tepe değerle aynı
hesaplanmıştır. “Ücretlerde denge gözetilecek” 2 ortancayla tepe değerden 1 puan fazladır.
“İletişim okuyanlar iş bulamayacak”da 4 olarak görünürken tepe değer olan 5’e bir puan
yaklaşmıştır.

Tablo 4: Tekelleşme-Haber Bağına Yönelik Soruların Sonuçları


Türkiye'de Kurumda
Haber Patron ve haber haber
seçiminde yöneticiler yap-yaz yap-yaz
özgür muhabiri baskisi baski var
müsünüz? etkiler var mi? mi?
Sayi Geçerli 118 118 117 119
Kayip 2 2 3 1
Ortalama
2,3475 2,6695 2,4530 1,6723

Ortanca
2,0000 3,0000 2,0000 2,0000
Tepe Deger
3,00 1,00 3,00 1,00

Medya alanında yaşanan tekelleşme ortamında muhabirlere haber seçimi, yapması ve


yazması konusunda baskı yapılıp yapılmadığına yönelik soruların yanıtlarına ilişkin bulgular
Tablo 4’de görülmektedir. Buna göre, “Haber konusunu seçme konusunda özgür davranıp
davranmadıklarıyla” ilgili sorunun ortancası 2 çıkmıştır. Bu sorunun tepe değeri 3’tür. “Haber
üretimi ve yazımı sırasında patronlar ve yöneticilerin, muhabirleri etkileyip
etkilemedikleriyle” ilgili sorunun ortancası 3 olarak belirirken tepe değeri 1’dir. “Türkiye
genelinde muhabirlere istenilen haberleri yapmaları ve yazmaları konusunda baskı olup
olmadığı” yönündeki soru 2 olarak hesaplanırken tepe değerden 1 puan az çıkmıştır. Bu
sorunun kurum çeşitlemesi de 2 hesaplanmış ve tepe değerden 1 puan fazla çıkmıştır.

110
Tablo 5: Tekelleşme-Mesleki Doyum Bağına Yönelik Soruların Sonuçları
Kurumla
ideolojik Çalisma Mesleginizi Kendinizi
açidan kosullarinizdan Ücretinizden yapmaktan hangi sinif
özdes memnun memnun mutlu üyesi kabul
misiniz? musunuz? musunuz? musunuz? ediyorsunuz?
Sayi Geçerli 116 119 119 119 116
Kayip 4 1 1 1 4
Ortalama
1,9138 2,0924 1,7815 2,5966 1,9310
Ortanca
2,0000 2,0000 2,0000 3,0000 2,0000
Tepe Deger
2,00 2,00 2,00 3,00 2,00

Muhabirlerin tekelleşme ortamında mesleki doyumlarıyla ilgili sorulara verdikleri


yanıtlarına ilişkin bulgular Tablo 5’de sunulmuştur. Buna göre, “Muhabirlerin kurumlarıyla
ideolojik açıdan özdeş olup olmadığına” yönelik sorunun ortanca ve tepe değeri 2’dir.
“Çalışma koşulları ile aldıkları ücretlerden memnun olup olmadıklarına” ilişkin soru ile
“Aldığınız ücretten memnun musunuz?” sorularının aldığı değerler de 2’dir. “Mesleğinizi
yapmaktan mutlu musunuz?” sorusunun tepe değer ve ortancası 3 olarak hesaplanmıştır.
“Muhabirlerin sınıfsal konumlarına” yönelik sorunun ortanca ve tepe değeri de 2’dir.
Bulgulara bakıldığında muhabirlerin mevcut yapının süreceğini düşündükleri ortaya
çıktığı görülmektedir. Bu sonucu daha kötüye gidiş olmayacak şeklinde almak yanlış
olacaktır. Diğer sonuçlarla birlikte ele alındığında muhabirlerin mevcut yapının olumsuz
olduğunu düşündüklerini net olarak söylemek mümkündür. Tekelleşme ortamında kar arayışı
medya içeriğinin popülerleşmesine neden olmaktadır. Muhabirler popüler gazeteciliğin
giderek artacağını da düşünmektedirler. Popüler gazeteciliğin artması, onların ve medya
kurumlarının toplumsal işlevlerini yerine getiremeyeceklerini anımsatabilir. Nitekim
popülerleşen haberciliğin toplumsal sorunları yüzeyselleştireceği düşünülebilir. Haber
kalitesinin düşeceğini düşünmelerini de bu açıdan ele almakta yarar bulunmaktadır.
Popülerleşen habercilikte haber kalitesinin yüksek olmasını ya da sahip olduğu seviyede
kalmasını beklemek doğru olmayabilir.
Tekelleşmenin artacağının düşünülmesi ise kendi içinde anlamlıdır. İlk elde
tekelleşme tekelleşmeyi beraberinde getirecektir. Bunun yanında Türkiye’de, somut olarak
görülen satın almalar ve birleşmeler, muhabirlere yeni örneklerin yaşanacağını çağrıştırmış
olabilir.
Uzmanlaşma artacak sorusunun ortancası ilk elde olumlu bir anlam yaratabilir. Ancak,
uzmanlaşma muhabire editörler karşısında özgürlük sağlarken aynı zamanda kaynağa
bağımlılık yaratmaktadır (Tılıç, 1998: 236-239). Bu durum habercilik açısından olumsuz bir
duruma işaret etmektedir. Bununla ilintili olarak kaynağa bağımlılık, aynı zamanda masa başı
haberciliği de körüklemektedir.
İletişim okuyanların iş bulamayacağı düşüncesi de anlamlı olmaktadır. Nitekim
İletişim Fakültesini okuyan biri, ekonomi okuyan diğeri gibi bir alanda uzmanlaşarak okulunu
bitirmemektedir. Bu da onun haberciliğin herhangi bir alanında uzmanlaşmasını engelleyecek,
en azından geciktirecektir. Bu da İletişim okuyanların iş bulmasında olumsuz etken olacaktır.
Öte yandan muhabirlerin haber seçiminde özgür olmadıkları ancak hem Türkiye
genelinde hem de çalışılan kurumda haber yapılması ve yazılması konusunda baskı
yapılmadığı ortaya çıkmıştır. İlk elde sonuçlar arasında bir çelişki varmış gibi görünse de
böyle bir durumun olmadığının önerilmesi doğru olacaktır. Bu konuda şöyle bir
değerlendirme yapmak mümkündür: Haber seçiminde özgür olmayan bir muhabire, haber

111
yapması ve yazması yönünde baskı yapmaya gerek görülmeyebilir. Bu görüşü, sorunun hem
Türkiye geneli hem de kurum çeşitlemesinin aynı ortancayı vermesiyle desteklemek
mümkündür. Böyle bir durumda Türkiye geneline yönelik soruya katılınması gerektiği
beklenebilir. Nitekim muhabirler bazı durumlarda kendi kurumlarını koruyabilmektedirler.14
Ayrıca Tablo 4’te sunulanların tümü için “baskı yok ama etkileme var” değerlendirmesi
yapılabilir.
Bunların yanında muhabirlerin kurumlarıyla ideolojik açıdan özdeş olmadıkları
anlaşılmaktadır. Dolayısıyla günümüzde muhabirlerin, “çizgisi” kendi çizgilerinden farklı
olan medya kurumlarında da çalıştığı söylenebilir. Ancak bu sonucu muhabir ve kurum
açısından “uç çizgilere” uzatmanın yanılgıya düşürebileceğini belirtmekte yarar
bulunmaktadır. Muhabir ve kurum aralığını kurum açısından “merkezle” sınırlamak doğru
olabilir. Nitekim uç noktalardan bir araya gelme durumu akla yatkın gelmemektedir. Yine de
sonuç, tekelleşme ortamında muhabirlerin kendilerine uygun kurumlarda çalışma şansına
sahip olmadıklarını söyleyebilir.
Muhabirler çalışma koşularından ve aldıkları ücretten de memnun
görünmemektedirler. Ancak bu “memnuniyetsizlik” onların mesleklerini sürdürmelerine
engel olmamaktadır. Bunun yanında muhabirlerin, mesleklerini bir zorunluluktan dolayı
sürdürmediklerini söylemek mümkündür. Nitekim mesleklerini yapmaktan mutlu olduklarını
belirtmişlerdir. Bu durum bir anlamda, habercilik işinin diğer mesleklerden farklı bir doyum
sağladığını ve tekelleşmenin olumsuz sonuçlarına karşın muhabirlerin mesleklerini
sürdürdüklerini söyleyebilir. Öte yandan muhabirler, kendilerini orta sınıf üyesi olarak kabul
etmektedirler.15 Bu sonuç da yine –mesleki doyumun, mesleğin meslek sahibini sınıf olarak
ilerletmesiyle sağlandığı kabul edildiğinde- habercilik işinin diğer mesleklerden farklı bir
doyum sağladığını söyleyebilir. Başka bir açıdan bakıldığında ise, -meslekleri onları sınıfsal
açıdan geriye götürmüyor ise- muhabirlerin mesleğe başlarken üst sınıf üyesi olmadıklarını
ileri sürmek mümkündür. Bu sonuç, muhabirlerin tekelleşme ortamında sınıf atlamaları için
kurumsal statülerini geliştirmelerini ve işlevselliklerini artırmaları gerektiğini de
“çağrıştırmaktadır.”

Sonuç ve Değerlendirme
Bu yazıya konu olan araştırmada, Ankara’da görev yapan muhabirlerin medya
alanında görülen tekelleşmeyle ilgili geliştirilen bazı önermelere yönelik düşünceleri ile
tekelleşme ortamında görev yapan muhabirlere haber üretim ve yazımı sürecinde baskı olup
olmadığı ve onların böyle bir ortamda mesleki doyumlarıyla ilgili düşünceleri ortaya
çıkarılmıştır.
Araştırmada elde edilen veriler ve bunların değerlendirmeleri ışığında, tekelleşmenin
olumsuz sonuçlarının, muhabirler tarafından kabul edildiği görülmüştür. Özetle belirtilirse;
muhabirlerin, var olan medya düzeninin süreceği ve olumluya doğru bir gidişin olmayacağı
yönünde düşüncelere sahip oldukları belirtilebilir. Buna göre, iş güvencelerinin azalacağı,
çalışma koşullarının kötüleşeceği düşünülmektedir. Habercilik açısından ise, popülerleşmenin
artacağı ve haber kalitesinin düşeceği kabul edilmektedir. Önemli bir nokta da muhabirlerin
tekelleşmenin gerileyeceğine ilişkin bir düşüncelerinin olmamasıdır.
Araştırmada ayrıca, muhabirlerin haber seçiminde özgür olmadıkları; sahip ve
yöneticilerin, muhabirleri haber üretimi ve yazımı sürecinde etkiledikleri ancak baskı
yapmadıkları da ortaya çıkmıştır. Bunların yanında, ideolojik çizgileriyle örtüşmemesine
karşın muhabirlerin kurumlarında çalışmaya devam ettikleri anlaşılmıştır. Muhabirler çalışma

14 Başka bir çalışmada, bu yönde sonuçlar elde edilmiştir. Bkz. Özer, 2004.
15 Soru SES değil, ekonomik temel dikkate alınarak yöneltilmiş ve alt, orta ve üst seçeneklerinden oluşmuştur. 2
ortanca, orta sınıfa denk gelmektedir.

112
koşulları ve aldıkları ücretten memnun olmamalarına karşın, mesleklerini yapmaktan
mutluluk duymaktadırlar. Önemli bir not da, muhabirlerin kendilerini orta sınıf üyesi olarak
görmeleridir.
Bu araştırmanın sunduğu sonuçlar dikkate alınarak, bazı değerlendirmelerde bulunmak
mümkündür: İlk olarak, medya çalışanlarının en kısa sürede sendikalaşmaları gerektiğine
dikkat çekmek yararlı olacaktır. Sendikalaşmış olmak, tekel ortamında medya sahiplerine
karşı pazarlıkta “hiç olmazsa” bir şeyler yapabilme anlamına gelebilir. Türkiye’de hiçbir ticari
yayın organında (Cumhuriyet Gazetesi dışında) sendikalı olma hakkı çalışanlara
tanınmamaktadır.16 Böyle bir ortamda haberciliğin aldığı ve alacağı konum önem
taşımakta17 ve bu alanda duyarlı olanları kaygılandırmaktadır. Örneğin, habercilik konusunda
Sönmez (2003: 49) şunları yazmaktadır: “...medya tüketicilerinin objektif haber alma
özgürlükleri, sektöre egemen grupların tercihleri, seçimleri tarafından belirlenir olmuştu.
TV’de hangi haberin verileceği ve ne şekilde sunulacağı, ratingi en yüksek kanalın
yöneticilerinin keyfine kalıyor, yazılı basında da okuyucunun seçme hakkı piyasadaki
tekelciliğin artışıyla sınırlanıyordu.”
Araştırmanın bir sonucu temelinde bir noktaya dikkat çekmek yararlı olacaktır.
İletişim okuyanların artık, medyaya diğer alanlardan gelenlerle yarış edebilecek bir kuramsal
donanıma sahip olmaları önem taşımaktadır. Ancak böylece medyada tutunabileceklerini
önermek mümkündür. Ayrıca, iletişim kuramları ve medyayı çeşitli açılardan değerlendiren
(eleştiren) derslerle donatılmaları, en azından “ne yaptıklarının/yapacaklarının farkında
olmalarını” sağlayacağı gibi, habercilik süreçlerinde doğru davranmalarına da katkıda
bulunabilir.
Bu noktada “Ne yapılmalıdır?” sorusu yöneltilebilir. Marxizm açısından ele
alındığında tekelleşmenin önüne, sistemin ters yüz edilmesiyle geçilebileceği söylenebilir. Bu
da başka bir soruna işaret etmektedir. Yine de, sistemin ters yüz edilmesini “hayaller içinde
beklemeden/beklemekten başka” yapılacakların olduğu/olması gerektiği “en azından bir
dilek” olarak ortaya konulabilir.18
Böyle bir gerçekliği en iyi bilmesi gerekenler, medya tekellerini sahiplenenlerdir.
Sahiplenenlerle kastedilen sadece sahip ya da başka ismiyle patron değildir. Mevcut yapının
sürüp gitmesinde kilit rolleri üstlenenler de, anılanlar arasında bulunmaktadır. Şurası kesin ki,
tekelleşme yeni tip gazeteciler üretmiştir. Bunları kavramlaştırmak mümkündür: “Patronun
kurmayları, patronun savaşçıları, patronun yandaşları ve emir erleri.” Bir dönem Türkiye’de
uçan ve sürünen gazeteciler olarak yapılan ayrımın farklı bir çeşitlemesini şimdi bu şekilde
tanımlamak haksızlık olmasa gerek. Bu yapıda, ücretlerdeki dengesizliğin aşırı noktalara
vardığını tahmin etmek de güç değildir. Bunun yanında hiçbir muhabirin, yayıncının ve köşe
yazarının, patronunun uzak ya da yakın, doğrudan ya da dolaylı çıkarlarına ters düşecek bir
yayın yapmasının olanaksız olduğunu kabul etmek de gerekir. Bunun adı “demokrasilerde
4.Güç medya” olamaz. Dolayısıyla medya çalışanlarının, kendi aralarında hangi seviyede
görev yapıyor olmalarına bakmadan -en azından duyarlı olanların- bir araya gelmeleri önem
taşımaktadır.
Burada son olarak bir yönün araştırılması gerektiğini belirtmek anlamlı olacaktır.
Tekelleşmenin, muhabirlerde neden bu beklentileri yarattığını onların nasıl açıkladıkları

16 Doğan Grubu sahibi Aydın Doğan’ın sendikalaşmaya karşı düşüncelerinin de yer aldığı karşıt-sendikalaşma
açıklaması için bkz. Sönmez, 2003: 144-50.
17 Düz ve basit anlatımıyla, çalışma güvencesi olmayan bir muhabirin, sahip ve yöneticilerin isteklerine karşı
koyamayacağı önerilebilir.
18 Bu değerlendirme, sistemin ters yüz edilmesiyle oluşabilecek “medya tekeli” durumunu dikkate almadan
yapılmaktadır.

113
önemlidir. Yeni bir araştırmayla bu durumun ortaya konulması yararlı olacaktır. Bu
araştırmanın derinlemesine görüşme tekniğiyle ortaya konulması mümkündür.

KAYNAKÇA
Alemdar, Korkmaz (1982). “Basında Tekelleşme: Fransa Örneği”, İletişim, Ankara: 1-19.
Bagdikian, H. Ben (2000). The Media Monopoly, Beacon Press.
Baran, Paul A. ve Paul M. Sweezy (1970). Tekelci Kapitalizm, Çev. Filiz Onaran, Doğan
Yayınevi.
Bunce, Richard (1976). “The Conglomerate Comlex”, içinde Television in the Corporate
Interest, Praeger Publishers: 96-124.
Burton, Graeme (1995). Görünenden Fazlası, Alan Yayıncılık.
Croteau, David ve William Hoynes (1997). Media/Society, Pine Forge Press.
Çakmur, Barış (1998). “Kültürel Üretimin Ekonomi Politiği” Kültür ve İletişim 1(2): 111-
48.
Demers, David (1999). Global Media Menace or Messiah, Hampton Press Inc.
Demiray, Uğur ve Yüksel, Erkan (2000). “Patronunu Söyle Sana Kim Olduğunu
Söyleyeyim”, Alternatif Medya Aylık İletişim Dergisi, 5-6: 9-12.
International Commission for the Study of Communication Problems (1980).
“Concentration”, içinde Many Voices, One World, Kogan Page, Unipub, Unesco: 96-111.
İnal, Ayşe (1997). “Haber Metinlerine Eleştirel Bir Bakış: Temel Sorunlar ve Örnek
Çalışmalar”, İLEF YILLIK, (1994-1995), 135-163.
İrvan, Süleyman (1995). “Demokratik Sistemde Medyanın Rolü”, Birikim, (68-69), 76-83.
Katırcıoğlu, Erol (1998). “Medyada Tekelleşme”, Radikal, 19 Kasım, s: 13.
Keane, John (1993). Medya ve Demokrasi, Haluk Şahin (çev), Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
Marx, Karl (2002). Ücretli Emek ve Sermaye, Çev. Süleyman Ege, Bilim ve Sosyalizm
Yayınları no: 31.
Marx, Karl (2004). Kapital Birinci Cilt Kapitalist Üretimin Eleştirel Bir tahlili, Çev.
Alaattin Bilgi, Sol Yayınları.
Murdock, Graham (1990). “Redrawing the Map of the Communications Industries:
Concetration and Ownership in the Era of Privatization”, içinde Public Communication-The
New Impratives: Future Directions for Media Research, Sage: 1-15.
Murdock, Graham ve Peter Golding (1974). “For a Political Economy of Mass
Communication”, içinde Socialist Register, Ed. R. Miliband ve J. Saville, Merlin Press: 205-
234.
Nebiler, Halil (1995). Medyanın Ekonomi Politiği, Sarmal Yayınevi.
Neuman, W. Russell (1992). The Future of the Mass Audience, Cambridge University.
Özsever, Atilla (2004). Tekelci Medyada Örgütsüz Gazeteci, İmge yayınevi.
Özer, Ömer (2004). Yetiştirme Kuramı: Televizyonun Kültürel İşlevlerinin İncelenmesi,
Anadolu Üniversitesi Yayınları, No: 1578.
Rekabet Kurumu 2001 etkinlik raporu (2002: 127): Rekabet Kurumu 3. Yıllık Rapor 2001
Yılı (2002).
Severin J. Werner (2003). “Recent Developments in U.S. Media Conglomerates”, içinde 1st
International Symposium Communication in the Millennium: A Dialoque Between
Turkish and Americans Scholars, Anadolu Üniversitesi yayınları No: 1440.
Sönmez, Mustafa (2003). Filler ve Çimenler, İletişim Yayınları.
Söylemez, Alev (1998). Medya Ekonomisi ve Türkiye Örneği, Haberal Eğitim Vakfı
Yayınları.
Sweezy, M. Paul (1970). Kapitalizm Nereye Gidiyor?, Çev. Aslan Başar Kafaoğlu, Ağaoğlu
Yayınevi.
Tılıç, L. Doğan (1998). Utanıyorum Ama Gazeteciyim, İletişim Yayınları.

114
Tokgöz, Oya (1991). “Medyada Birikim, Tekelleşme ve Sorunlar”, A.Ü. Yıllık, Şevket
Evliyagil’e Armağan: 91-104.
Tokgöz, Oya (1998). “Kamu Yönetiminde Medyanın Rolü”, Amme İdaresi Dergisi, 31(1):
45-56.
Topuz, Hıfzı vd., (1989). Basında Tekelleşmeler, İLAD ve TİSES Ortak Yayını, İstanbul.

115
MEDYA OKUR-YAZARLIĞI: ERİŞİM SORUNU,
SEYİRSELLEŞME VE SANSASYONELLEŞME

Nilgün Tutal Cheviron

Özet
Medya okur-yazarlığı günümüzün tartışılması gereken en önemli konularından
birini oluşturmaktadır. Burada, söz konusu tartışmanın önemini gözler önüne serecek
şekilde modern kitlesel iletişim etkinliğinin iki boyutunu ele alacağız.
İlk boyut, iletişim teknolojileri ile toplumsal değişim ve demokratik ve katılımcı
bir toplumun oluşumu arasında doğrudan bağlantı kurulmasıdır. Bu bağlantı, iletişim
teknolojileri ile kullanıcılar arasındaki ilişkiyi hep bir erişim sorunu olarak gündeme
getirir. Bu çerçevede, iletişim aracına ve içeriğine erişimin iletişimsel demokratik
toplum ütopyasının gerçekleşmesinde ne denli etkin olup olduğu sorusunu sormak
gerekir.
İkinci boyut, okur yazarlığın ilk anlamı ile doğrudan bağlantılı. Kastedilen,
dünyanın anlamlandırılması olarak tanımlayabileceğimiz okuma-yazma pratiğinin
günümüzde kitle iletişim araçları tarafından ne tür bir dönüşüme uğratıldığıdır. Bu
dönüşümden hareketle, okur-yazarlık oranının görece arttığı modern çağda, kitle
iletişim araçlarının içeriklerini oluşturma biçimleri ve iletişim toplumunda okur-
yazarlığın seyirselliğe ve sansasyonele tercih edilmesi gibi olgular tartışılacaktır.
Türkçe anahtar kelime: Erişim, Seyirselleşme, Sansasyonelleşme.

Abstract
Media literacy: the question of access, spectacularisation and
sensationalisation
Media literacy has become these days one of the most controversial subjects. İn
this paper, we’ll try to show the importance of the current discussions on this topic by
giving an account of the two dimensions of the modern mass communication activity.
The first dimension relates to the creation of a link between the new
communication technologies and the evolution of society, the foundation of a
democratic and participative society. Along with the assumption of this link comes the
question of access, central in the relationship between the communication technologies
and their users. İn this context, we will have to question wether the access to the
communication means and their contents indeed contributes to the realization of the
utopia of a democratic communicationnal society.
The second dimension is about the primary meaning of literacy. We will have
here to assert how far the comprehension of the world through literacy practice has been
affected by mass communication means. İn this process of transformation and of
general increase of literacy rates, some issues such as how medias determine the
contents of their news and how they tend to emphasize on spectacularisation and
sensationalisation rather than on what might help reinforcing people’s literacy will be
discussed here.

Key Words: access, spectacularization, sensationalization

Giriş
Medya okur-yazarlığı ifadesinin iki bileşeni var. Kitle iletişim araçları ve bu
araçların izlerkitlesi. İfadenin bütünü bu iki bileşen arasındaki ilişkinin
sorunsallaştırılmasını kendiliğinden gerekli kılmaktadır. Bu ilişkiyi sorunsallaştırırken,
kitle terimin içerdiği tüm anlamlarda ilgiyi hak ediyor. Bu yazıda, sözünü ettiğimiz
ilişkiyi iki açıdan gözden geçirmeyi deneyeceğiz. Tartışmanın ilk uğrak yeri olarak,

116
enformasyon toplumu ve bu toplum anlayışının içerdiği kitle iletişim araçları ve
izlerkitle arasındaki bağlantıyı seçtik.
Tartışmanın ikinci odak noktasını ise, ilk uğrak yerinin sadece teknolojiyi ön plana
çıkartarak göz ardı ettiği kitle iletişim araçları içeriklerinin üretiminin çağımızda aldığı
biçimler ile bu biçimlerin zorladığı izler-kitle oluşumları arasındaki ilişkiler
oluşturmaktadır. Bu uğrak noktasında, kitle iletişim araçlarının içerik üretiminde yapısal
unsurlara dönüşen seyirselleşme ile sansasyonelleşme gibi olguları ele almayı
amaçlıyoruz. Doğal olarak, içeriğin hangi yapısal unsurlar tarafından belirlendiğini
serimlemeye çalışırken, iletişim içeriklerinin günümüzdeki üretim biçimleri ile bunların
alımlanmasının nasıl bir izlerkitle anlayışını yaygınlaştırdığını ortaya çıkarmayı
amaçlıyoruz. Ama nihai amaç, medya okur-yazarlığı olarak dile getirmeye çalıştığımız
iletişim araçlarının izlenmesiyle bu araçları takip edenlerde oluşacak dünya hakkında
bilgilenme ve böylece dünyayı anlamlandırma etkinliğinin günümüz kitle iletişim
dünyasında mümkün olup olmadığını sorgulamaktır.
İlk uğrak noktasının seçilmesinin temel nedeni, yaşadığımız toplumların ya da
daha doğru bir deyişle içinde evrildiğimiz çağın enformasyon toplumu veya
enformasyon çağı olduğu önermesinin iletişim mitini yeniden güncelleştirmesidir.
Geçmişi 1960’lı yıllara dayanan bu ifadeler, sorunsallaştırmaya çalışacağımız kitle
iletişim araçları ve izlerkitlesi arasındaki ilişkiyi yeni iletişim teknolojilerine “erişim
sorunu” olarak koyutlamaktadır. Böylece, medya-okuryazarlığı konusu, tekniğin
fetişleştirilmesine dayanan enformasyon toplumu hakkındaki söylemlerde teknolojinin
aracısı olduğu içeriklerin üretimi ve alımlanması konusunu daha baştan tartışma dışı
bırakmış olmaktadır. Medya okur-yazarlığı ile bağlantılı olduğunu düşündüğümüz kitle
iletişim araçlarının içeriklerinin üretimi ile içeriklerin alımlanması, aslında kitle iletişim
araçlarının klasik sayılabilecek bilgilendirme yoluyla kamusal alanın oluşumuna katkıda
bulunmasıyla doğrudan bağlantılıdır. Enformasyon çağı kuramları ve buna dayanan
söylemler, bu bağlantıyı hiç dikkate almamalarına rağmen, iletişim teknolojilerine
erişimin toplumların demokratik ve katılımcı bir biçim kazanacakları inancını
savunurlar. Bu ideoloji medya-okur yazarlığını bir erişim sorununa indirgerken, bilginin
üretim biçimini dikkate almaz. Bu perspektif aktif medya okur yazarlığını
sorunsallaştırma gereksinimi de duymaz.
Dolayısıyla bu yazıda, ikinci uğrak noktası olarak tanımladığımız alanla medya
okur-yazarlığı ile popüler kültür ve popüler kültürün kimi unsurlarının kitle kültürü
tarafından kullanımı arasındaki bağlantıları kurmaya çalışmaktayız. Bu bir anlamda,
teknolojiye erişimin bilgiye de erişim olduğu iddiasının eleştirilmesini de beraberinde
getirmektedir. Kitle iletişimi alanındaki seyirselleşme ve sansasyonelleşme
eğilimlerinin aktif medya okur-yazarlığı üzerindeki olumsuz etkilerini tartışmaya
çalışırken, bu tartışmalar ışığında, yeni bir kamusal alan oluşabilir mi ya da aktif medya
okur-yazarlığı gelişebilir mi sorusunu dile getirmeyi deneyeceğiz.

1. İletişim Akışı ve Yokolan Kamusallık


Kitle iletişim araçlarının modern toplumlarda görece yaygınlaşan kullanımı ile bu
kullanımın ideal bir iletişime dayalı demokratik toplumun oluşmasına katkısı arasındaki
ilişki, kabaca iki farklı perspektiften ele alınabilir.
Liberal bakış açısı kitle iletişim araçlarının yaygınlaşan kullanımının farklı
toplumsal kesimlerin bilgi kaynaklarına ulaşımını beraberinde getireceğini varsayar. Bu
anlamda yeni iletişim teknolojilerinin yaygınlaşması daha demokratik ve eşitlikçi
toplumların oluşmasını sağlayacak bir olgu olarak nitelendirilir. Bu perspetifte, bir
yandan teknolojinin mitleştirilmesi olgusuyla; öte yandan yeni iletişim teknolojilerine
erişimin de kendinde demokratikleştirici bir etkisinin olduğu inancıyla karşılaşırız. Bu
inanca dayalı olarak, iletişimsel demokratik ve katılımcı toplum ütopyaları iletişim ya

117
da enformasyon toplumu1 gibi adlandırmalarla birlikte toplumsalın-kamusalın temel
niteliği olarak tanımlanır.
Bu savlarla oluşturulan toplum ütopyaları, tüm toplumsal kesimlerin yeni iletişim
teknolojilerine erişmesinin, bilgi açısından toplumsal eşitliği sağlayacağı önermesine
dayanırlar; ayrıca kitle iletişim araçlarına erişim eşitliğinin de toplumsal sorunlara aktif
olarak katılan yurttaşlar topluluğunun oluşmasının temel belirleyeni olduğu iddiasını
dile getirirler. Bu perspektif aynı zamanda küresel ölçekte dile gelen yeni iletişim
teknolojilerine erişimin dünya halklarının eşitliğini ve demokratikliğini sağlayacağı
iddiasına dayanır. Örneğin en gözde yeni iletişim tekonolojisi internet, dünya kamusal
alanının demokratikleşmesini ve dünya halkları arasındaki iletişim eşitsizliğinin
giderilmesini sağlayacak mucize iletişim aracı rolüyle donatılır.
Liberal perspektifin eleştirmenlerinden Armand Mattelart bu perspektifi, iletişim-
dünyası (communication-monde) kavramını kullanarak eleştirir ve ayakları üstüne
oturtur. Kavram öncelikle dünyanın eşitlikçi ve küreselci temsiline karşı bir
konumlanmayı beraberinde getirir, dünyasallaşmakta olan sistemi fetişleştirmekten
kaçınır, bu sistemin tarihsel somutluğu dikkate alınarak çözümlenmesine olanak tanır.
Fernand Braudel’in dünya-ekonomisi kavramından esinlenilmiş iletişim-dünyası
kavramı,” “uluslararası işbölümüyle içiçe geçmiş ağların uzamı hiyeraşikleştirdiğini ve
merkez(ler) ile çevre(ler) arasında her gün biraz daha büyüyen bir kutupsallaşmaya yol
açtığını hatırlatma”(1996, s.100) rolünü üstlenir.
Hem uluslararası hem de ulusal düzlemlerde teknolojiye erişimin bilgiye erişim ve
bilgiye erişimin de bilginin kamusallığın ifade edilmesinde kullanımıyla eşdeğer kabul
edilmesi gibi bir olguyla karşı karşıya kalmaktayız. Bu durumda, bilginin üretimi ve
içeriğinin oluşturulma biçimlerinin hiç sorunsallaştırılmadığını görmekteyiz.
Sorunsallaştırılmayan bir başka konu ise kitle iletişimin içine dahil olduğu kültür
endüstrisinin yapısal unsurlarının demokratik kamusal alanın inşası talepleriyle ne denli
örtüştüğü konusudur.
Bu konuyu en iyi sorunsallaştıranlar, 1930’lu yıllardan itibaren eleştirel toplumsal
düşüncenin taşıyıcısı olmuş olan Frankfurt Okulu temsilcileri olmuştur. Onların izini
ise, 1960’lı yıllarda biçimlenmeye başlayacak olan Kültürel Çalışmalar Okulu’nun
temelini atan Richard Hoggart gibi ilk düşünürler sürmüştür. Kitle kültürünün içerdiği
tehditler konusunda Frankfurt Okulu’nun dile getirdiği ilk eleştirilerden biri, medya
okur-yazarlığı ve bunun kamusal alana aktif katılıma etkisi açısından önemli bir eleştiri
niteliği taşımaktadır. Frankfurt Okulu çok erken bir dönemde bugün medya dünyasının
temel niteliği haline gelen bir unsura dikkati çekmişlerdir.
Kültürel üretimin ekonominin mantığına boyun eğmek zorunda kalmasının,
basının endüstrileşmesinin ve sanat eserlerinin “mekanik yeniden üretiminin”,
Aydınlanma geleneğinin pedagojik kültür projesinin ve bununla bağlantılı olan
yurttaşlık anlayışının gerçekleştirilmesini imkansızlaştıran gelişmeler olarak
değerlendirilmiştir. Kültürün metalaşması, kitle iletişim araçlarının yaydığı içeriğin
standartlaşması ve rasyonel tartışma imkanının bu nedenle ortadan kalkmasını

1
Türkiye’de kimi sosyologlar enformasyon toplumu gibi nitelemeleri içerdiği mitik-ütopik ve ideolojik
boyutlarının farkına varmadan geleceğin toplumunun ideolojiden arındırılmış adı olarak olumlu bir bakış
açısından değerlendirebilmektedirler. Örneğin İhsan Sezal enformasyon toplumu kavramı hakkında şöyle
nitelemelerde bulunur : “Enformasyon toplumu kavramı ideolojiden ve değer hükümlerinden en fazla
arındırılmış bir kavram çekiciliğine de sahiptir. .. Yukarıda enformasyon toplumu kavramından
bahsederken bu kavramın gelecek yüzyıl toplumuna ait bir kavram olduğunu ifade etmiştim. Dikkat
edilirse ne Batı kelimesi ne de gelişmiş toplum gibi ifade yok burada. Çünkü öngörülen ve belirtilmek
istenen de ne Batı toplumu, ne de Batı+Japonya+vs’dir. Çünkü enformasyon toplumu... bugün batı
ve/veya sanayi toplumlarının dışında kalan diğer toplumlarında gerçekleştirebilecekleri bir yapının
ifadesidir. Hatta, belki, şu bile söylenebilir: sanayileşmelerini tamamlamamış ülkeler gelmekte olan
Enformasyon toplumu’nun karakteristiğini görerek, problematiğini kavrayarak geriye kalan sanayileşme
eksikliklerini yeniden ve daha rasyonel dizayn edebilirler” (Sezal, 1991, s. 32 ve 35).

118
beraberinde getirmektedir. Eğer kamusal alanın önemli oluşturucu unsurları olan, kitle
iletişim araçları knedilerini izleyenleri bilgilendirmeyi tam da ekonominin mantığına
boyun eğmek zorunda kaldıkları için yerine getiremiyorsa, kamusal tartışmanın
yaratılmasının bir yolu olan kitle iletişim araçlarının “bilgilendirici” olmayan
içeriklerinin izlenmesinin de kamusal tartışmaların oluşmasında bir rol oynayamacağı
açıkça ortaya çıkar. Frankfurt Okulu’nun kültür endüstrisine yönelttiği eleştiriler, bize,
bu endüstrinin, kültürün Aydınlamacı anlamda tüm toplumsal kesimlerin yaşam
deneyimleri düzeyini “yükseltme” ve dünyayı anlamlandırma becerisi kazandırma
projesini yerine getirmediğini düşünmeye iter.2
Fransız ve İngiliz devrimlerinden sonra biçimlenen Anayasaya dayalı demokratik
devlet rejimleri iletişim ilişkisi etrafında yapılanan bir siyasi düzen anlayışını da
beraberinde getirmiştir. Doğal ya da kutsal bir düzenden meşruluğunun kaynağını alan
mutlak bir iktidar anlayışının yerini, meşruluğunu kamusal sözden ve kamuoyu
görüşünden alan bir iktidar anlayışı almıştır. Bu iktidar anlayışının biçimlenmesinde,
kamusal sözün ve kamuoyu görüşünün ifade ve biçimlenme olanağı bulduğu uzamlar
olan kitle iletişim araçları önemli bir rol oynamışlardır. Kitle iletişim araçlarının bu
işlevi yerine getirememesi, yukarıda sözünü ettiğimiz iletişim araçlarının kültür
endüstrisisindeki ekonomik mantığa bağlı olarak yapılanmasıyla ortaya çıkmıştır.
Türkiye açısından bu sözünü ettiğimiz gelişme 1945’li yıllardan sonra gündeme
gelmiştir. 1945 yılına kadar Türkiye’de magazin dergiciliği eğitim ve aydınlatma
konusuna büyük önem vermekteydi. 1948 yılında Marshall Planı’nın kabulü ve 1950’li
yılında Demokrat Parti’nin iktidara gelmesinin ardından, eğitim amaçlı üst kültür
dergilerde gitgide daha az yer almaya başlamıştır. Kültür, Ahmet Oktay’ın ifadesine
göre (1993, s.59). Türkiye’nin kapitalizme açılmasıyla birlikte ve bunun bir sonucu
olarak Amerikan yaşam tarzının yaygınlaştırılmasıyla magazin dergilerinin dışarda
bıraktığı bir alana dönüşecektir. Bununla paralel olarak:
“Bilerek ya da bilmeyerek sınıf bilincinin körelmesini sağlayan, toplumsal çatışkı ve
çelişkilerin görülmesini engelleyen magazinler, Pazar ekonomisinin kuralları
dolayısıyla yalnızca satışı ön-gereksindiklerinden, tüm sorun ve konuları vulgarize
etmekte, içeriği boşaltmakta birbirleriyle yarışa girmek zorunda kalmaktadır. Bu süreç
günümüzde(...) kültürün oyunlaştırılması, görselleştirilmesi aracılığıyla
sürdürülmektedir” (Oktay, 1993, s.71).
Sözünü ettiğimiz kültür endüstrisinin ekonominin mantığına göre
düzenlenmesinin kitle iletişim araçlarının örgütlenmesi, kamusal alanın oluşumu ve

2
Burada kültür endüstrisine yaklaşımda kitle kültürünün modern toplumların insanlarını hepten pasif
alıcılar olarak kurgulanması doğal olarak eleştirilmesi gereken bir kuramsal duruş olarak görülebilir. Ama
bu eleştiriye rağmen, bu tür yaklaşımların temelini atan Frankfurt Okulu’nun kitle kültürü eleştirisinin
alandaki en derinlikli kuramsal yaklaşımı oluşturduğunun da altının çizilmesi gerekir. Çünkü, kültür
ürünlerinin standartlaşmış, kutsallıklarından arındırılmış ve pasif bir kullanımı hedefleyen nesnelere
dönüştürüldüğü argümanı, günümüzde tüm gücünü korumaktadır. Bu kültür ürünleri eleştirel boyutlarını
yitirmekle kalmamakta, aynı zamanda yerleşik iktidara direniş kapasitelerini yitirip, iktidara ve
uygulamalarına karşı bir tür kayıtsızlığın yaygınlaşmasına yol açmaktadırlar. Bu görüşü savanurken,
nüaslandırılması gereken noktalar olduğu ve popüler kültürü tüketenlerin “pasifliği” ya da “aktifliği”
konusunda ileri sürülen farklı önermelerin olduğunun farkında oluduğumuzu belirtmek gerekir. Bunları
ayrıntılı bir şekilde burada ele alamayacağız ama kısaca, kitle iletişim araçlarının mutlak yönlendirici ve
yanlış bilinç inşa edici araçlar olarak düşünülmemesi gerektiğini söylemekle yetinelim. Bu bağlamda,
Frakfurt Okulu’nun pasif okur-izleyici-dinleyici-seyirci kurgusunun revize edilmesi kaçınılmazken,
ekonomik olanın kültür dünyasını ele geçirdiği yönündeki kapsamlı ve derinlikli bakış açısını
sürdürmekten ve derinleştirmekten başka bir şeye dayanan eleştirel bir perspektifin temelinin ne
olacağının da bilinmediğini belirtmekte yarar var. Ancak, araçsal aklın en kapsamlı eleştirisini ve bunun
kültür endüstrisisindeki yansımaları üzerine çözümlemeleri, Frankfurt Okulu temsilcilerinde buluruz.
Araçsal akla yönelttiği eleştirilerde Adorno özdeşlik mantığını eleştirir; Marcuse logosa erosunu nasıl
yitirdiğini açıklayıp, aklın ütopyacı boyutunu yeniden canlandırır; Habermas özne merkezli araçsal aklın
karşısına iletişimsel edimin merkeziliğini koyar. Daha fazla bilgi için bkz., Kejanlıoğlu, 2005:91-92.

119
kitle kültürünün temel nitelikleri üzerinde oynadığı olumsuz rolü Jürgen Habermas,
temelde Frankfurt Okulu’nun kültür endüstrisi eleştirilerini izleyerek dile getirir.
Habermas, 20. yüzyılda kamusal alanın gerilediğini, çöktüğünü düşünür. Bu çöküsü
hazırlayan ise, öncelikle kitle kültürünün eleştirel boyutunu yitirerek tüketim nesnesine
dönüş olmasıdır. Çöküşün bununla bağlantılı bir diğer hazırlayıcısı ise, siyasi yaşamın
halkla ilişkiler ve imge stratejilerinin mantığına boyun eğişinin yanı sıra, kitle iletişim
araçlarının eleştirel işlevlerinde görülen bir gerilemedir.3

2. İşlevselleşmiş İletişim
Bu saptamalara, iletişim ediminin kendisinin araçsal bir edim olarak
formülleştirildiğini de eklemek gerekir. Medya okur-yazarlığı ve iletişimsel kamusal
alan, aktif izleyicilik gibi demokratik bir toplum yolunda ilerlemenin olmazsa olmaz
koşullarını oluşturan unsurlar, günümüz iletişim düzeninde işlevsel-araçsal iletişimin
tahakkümü altına girmiştir. Sorun işlevsel-araçsal iletişimin kitle iletişim etkinliğinin
tüm alanlarını kapsamaya başlamış olmasıdır. İletişim sanki işlevsel bir toplumsal
zorunluluğa dönüşmüştür. İzler kitleler ya da okurlar-seyirciler yoğun bir enformasyon
akışıyla karşı karşıya kalmaktadır. Bunun temel nedeni, enformasyonun günümüzde
hem ticari mübadeleler hem de uluslararası diplomatik ilişkiler açısından vazgeçilmesi
güç nesnel bir işlev yerine getiriyor olmasıdır. Enformasyon akışının yoğunluğu,
enformasyon toplumu savunucuları tarafından enformasyonun bilinçli bir şekilde
yurttaşlık idealinin yaşama geçirilmesi açısından kullanılmasının sanki doğal
sonucuymuş gibi sunulmaktadır.
Oysa, liberal perspektiften konuşanların savunduğunun aksine işlevsel iletişim ile
normatif iletişimin birbirinden ayırt edilmesi gerekir. Enformasyon toplumu
kuramlarında dile getirildiği gibi işlevselleşmiş iletişim tarzının normatif iletişim modeli
ile bir bağlantısının olduğunun düşünülmesi zamanımızın en büyük hatasıdır (Wolton,
1997, s.17). Aktarmaya ve yaymaya dayalı işlevsel iletişim ile paylaşıma dayalı
normatif iletişimi birbirinden ayrı şeylerdir. İşlevsel iletişim, değiş-tokuşta bulunmak,
paylaşmak ve karşılıklı olarak birbirini anlamak olarak tanımlanabilecek iletişimin ideal
anlamını teknik iletişimin yağmasına açmaktan başka bir şey yapmamaktadır. Normatif
iletişimi ortak birşeyleri paylaşmak ve karşılıklı olarak anlaşabilmek için sahip
olunması gereken enformasyon değiş-tokuş etme iradesi olarak tanımlayabiliriz. Bu tür
bir iletişimin tam zıddını ise, ekonomik sistemlerin ve açık toplumların ekonomik,
finansal ve idari akışları gerçekleştirebilmek için, metaları ve hizmetleri mübadele
etmek için ihtiyaç duydukları işlevsel iletişim oluşturmaktadır. İşlevsel iletişim ile
birlikte bilgi-akıl yürütme temelli değil, olgusal-yorum içermeyen ve eğlendiren
içerikler üretilmektedir. Bu üretim ise, daha geniş izler kitlelere ulaşma kaygısıyla
içerikleri gitgide daha da “popülerleştirmeyi” gerekli kılmaktadır. Bu gelişme, kitle
iletişim araçlarında eleştirelliğin yok olmasına, bununla bağlanltılı olarak da araçsal
akla hizmet eden ve kapitalizmin yaygınlaşmasını beraberinde getiren bir yayıncılık
anlayışının kültürün en muhalif sayılabilecek alanlarını bile kuşatmasına yol açmıştır.
Bu iletişim düzen kendini en iyi Ahmet Oktay’ın Türkiye bağlamında
gözlemlediği popüler kültürün gitgide muhalif boyutunu yitirecek şekilde kitle iletişim
alanına dahil edilmesinde dışa vururr:

3
Habermas’ın bu saptalamalarını da içerdikleri “burjuva kamusal alanı” nostaljisi açısından eleştirmek
gerekir. Habermas, kamusal alanın “modern yozlaşmasını” bir kıyamet söylemi dahilinde betimler. Bu
betimlemede, kültürel ürünlerin tüketimine eleştirel bir perspektifle yaklaşılmasına rağmen, popüler
kesimlerin siyasetle “ilişkisizliği” kınanırken, çözümlemede popüler kesimlerin yaşam anlayışlarına ve
modern kitle iletişim araçlarını tüketme biçimlerine hiç yer verilmez (Neveu, 1994, s.25) Bu
çözümlemeler yapılabildiğinde, kültür endüstrisinin ürettiği kültürel ürünler olarak nitelebilecek kitle
kültürü ile popüler toplumsal kesimlerin bu ürünleri kullanarak kendi anlamlarını üretmelerini ifade eden
popüler kültür arasında bir ayrım yapmak da kaçınılmazlaşacaktır. Bu konuda bkz., Fiske 1999.

120
“(M)edyalar, 1970-1990 döneminde her türlü muhalif öğeyi özümsemeyi,
edilgenleştirmeyi, en tehlikeli ve yıkıcı olabilecek içerikleri popülerleştirmeyi ve kitle
kültürüne dönüştürmeyi başardı. Daha da ötesinde, büyük sermayenin tekeline geçen
tüm iletişim/bildirişim kanalları, reel sosyalizmin ve reel toplumun içine yuvarlandığı
bunalımdan yararlanarak, kapitalizmin aklanmasına çalıştı: kapitalizm güzellik-bilir,
denge-kurabilir, gelenek/tarih sevebilir, daha da ötesinde insan-sevebilir’di” ( 1993,
s.92-93).
Kapitalist sistemin bu türden bir meşrulaştırımını başarılı bir şekilde yerine getiren
işlevsel iletişimin öngördüğü şeffaf bir dünya ve şeffaf bir iletişim ortamı ütopyasına
karşı, iletişim ideali ya da normatif iletişim yüzdeyüz başarılı bir iletişimin
imkansızlığına işaret etmektedir. Wolton’a göre (1997, s.20), normatif iletişimin bu
niteliği mükemmelen başarılı bir iletişim ütopyasına duyulan inancı kırma dezavantıjına
sahiptir. Ancak iletişimin tam da bu niteliği bize eleştirel olma özgürlüğünü yeniden
kazandırmaktadır. Öyle ki iletişimde hep ulaşılamayan, ıskalanan, hedefine ulaşmayan
ya da üç aşağı beş yukarı hedefe bir şekilde ulaşmış gibi görünen, insanı rahatsız eden
ve hep acaba mı dedirten durumlar söz konusudur. Düşünceyi ve tartışmayı imkanlı
kılan ve izlerkitleyi aktifleştiren de iletişimin bu boşluklarıdır, şeffaflaştırdığı ve
seyirselleştirdiği dünya imgeleri değildir.
İşlevsel iletişimin modern toplumlarda yaygınlaşması ve neredeyse tek iletişim
modeli haline gelmesiyle iletişimin araçsal-akışsal boyutunun ön plana geçmesi ve
ekonomik olanın mantığının demokratik bir değer olarak iletişimin mantığını yutması
arasında derin bağlantılar mevcuttur. Kitle iletişim araçlarının oluşumuna katkıda
bulunduğu “medyatik cehaleti” de bu bağlamda değerlendirmek gerekmektedir.
Günümüzde siyasi iktidar üretim ilişkilerinin ve çalışma ilişkilerinin dışında kalan
serbest zaman etkinlikleri üzerinde tahakküm kurarak işler hale gelmiştir. Siyasi iktidar,
insanların serbest zamanlarını ele geçirmelerini ve bu zamanı bireysel ve toplumsal
varoluşlarını dönüştürmek üzere kullanmalarını engellemek zorundadır. İnsanların
özerklik kapasitelerini geliştirdikleri serbest zaman etkinliklerinin tecimselleştirilmesi
ve akdileştirilemesi bunun bir gereği olarak ortaya çıkmaktadır. Bu durumda Andre
Gorz’un deyişiyle kitle kültürü ürünleri tüketicilerini kendileri yaratmaktadır:
“Talep yaratılır, tüketim toplumsal olarak yeniden tanımlanır, tüketicinin kendi imgesi
metanın kullanım değerine içkin bir bileşen olarak satılır (...). ‘Bireylerin yaşamında
toplumun örgütlü müdahalelerinin alanı gitgide genişlemektedir, en özel olan şey de
sonuçta kamusal alana dahil olmaktadır. Toplumsal ilişkiler ve çatışmalar...tüketime
doğru yani kültürün ve kişiliğin bütününe yayılmaktadır’” ( 2001, s.192).

3. Seyirsel ve Sansasyonel
Yayılmakta, kişiselleştirilmekte, akdileştirilmekte olan aslında kültürün bizzat
kendisidir. Bu önermeyle, aslında Batı’da ortaya çıkışı okur-yazarlığın yaygınlaşmaya
başladığı 18. yüzyıl olan ve yazılı kültürün dinamik bir şekilde yayılmasından destek
alan popüler kültürün endüstri ve endüstri sonrası toplumlarda geçirdiği dönüşümlere ve
bugün kitle kültürü içinde aldığı biçimlere işaret etmiş oluyoruz. Böylece, yitirilen
eleştirellik ile kültür endüstrisinin içeriklerinin oluşturulma tarzı arasında doğrudan bir
bağlantı olduğunu ileri sürebiliriz.
Doğuşundan günümüze popüler kesimlerin kültürü ile bunun kitlesel üretim ve
tüketim sistemi tarafından soğurulması arasındaki gerilimde, popüler kültür kitlelerin
politik ve dini açıdan üst sınıfların ideallari doğrultusunda eğitilmesinde kullanılmıştır.
Bu eğitme ideali, örneğin 18. yüzyıl Fransa’sında merkezi iktidarın ve Kilise’nin
iktidarını pekiştirecek şekilde o zamanın orta tabakasını oluşturan kesimlere o günün
egemen değerleri olan sorgusuz sualsiz inanma, boyun eğme, çilecilik, içinde yaşanılan
toplumsal koşulların kabulü ve çalışmaya saygı gibi değerlerin geniş halk kesimlerince
benimsenmesini sağlamak şeklinde somutlaşmıştır. Fransız Devrimi’nin ardından

121
toplumsal başarı ve yükselme yaygın olarak benimsetilmeye çalışılan değerler haline
gelmiştir. Kutsal düzenin mutluluk vaadinin yerini kendisini bir yeryüzü cenneti olarak
sunan Burjuva toplumunun refah ve mutluluk vaadi almıştır (Muchembled, 1991,
s.380).
Fransa’da 1600-1800 yılları arasında yayınlanan Les livrets bleus (iki kuruşluk
edebiyat kitapları) üzerine çalışan Robert Mandrou (1964), Fransa’daki bu ilk popüler
kültür ürünlerinin içeriklerinin dağılımında dini konuların ağırlıklı bir yer tuttuğunu,
dinin halk inanışı, hurafeler, muskalar, batıl inançlarla bezeli versiyonunun bu kitapların
temel konularını oluşturduğuna işaret eder. Doğaüstü olan, gizemli olaylar,
peygamberimsi kehanetler, kötü güçlerin insanların kaderlerindeki belirleyiciliği, aşk ve
suç-hırsızlık ise bu popüler kültür ürünlerinin diğer konularını oluşturmaktadır.
Sözde bilimsel açıklamalar, kara büyü ve astroloji biliminin geleceğin
öngörülmesi yönünde öne sürdüğü çözümler popüler kültür ürünlerinde rasyonel ile
irrasyonel olanın aynı düzenin iki yüzünü temsil ettiğinin örneklerini oluşturmaktadır.
İnsanın geleceğinin belirsizliği karşısındaki endişeli varoluşu, kişisel varoluşunu-
kaderini belirsizliğin donatıyor oluşu, özellikle toplumun alt kesimlerinin büyü, bilim,
astroloji, din karışımı açıklamalara hep bir gündelik yaşamın ağırlığı-hafifliği karmaşası
içinde kulak kabartmasını beraberinde getirmiştir. Toplumun alt kesimlerinde yer
alanlar anlık, gündelik olanın ve yakınlık-komşuluk ilişkilerinin dolayımıyla
oluşturdukları gündelik yaşam anlayışında bugünü ön plana çıkartan, geçmişi eğitim
yetersizliğinden dolayı ve geleceği ise maddi imkansızlıkları nedeniyle yaşam
projelerinin dışında tutma eğilimi göstermektedirler. Her gün daha geniş bir izler kitleye
ulaşma kaygısının temel kaygıya dönüştüğü medya alanında ise, geniş bir hedef kitleye
ulaşmanın yolunun bugünün-şimdinin değerli kılınmasından geçtiği bilinmektedir.

3.1. Şimdinin ve Geçicinin Egemenliği


Gilles Lipovetsky (1987, s.248) modayı çözümlerken, kültür endüstrilerinin de
piyasaya fast-food ürünler sunarak, modaya özgü zaman anlayışını gösterinin alanına
dahil ettiklerine işaret eder. Bu zaman doğal olarak şimdiki zamandan başka bir zaman
değildir. Kitle kültürü şimdiyi egemen kılmanın üç tarzına başvurur. Öncelikle kitle
kültürünün açık olarak amaçladığı şey, insanların anlık tatminleridir. Böylece, eğitmek,
bir takım toplumsal değerlerin yaygınlaştırılmasını sağlamak değil, eğlendirmek amacı
hep ön planda gelmektedir. İdeolojik boyutları açıkça içerse bile, kitle kültürünün bu
boyutu eğlendirme hedefinin hep gerisinde yer almaktadır. İkinci olarak kitle kültürü,
davranışları, tutumları ve düşünme biçimlerini modernliğin kodlarına tercüme eder.
Bundan kastedilen geçmişin bile modern terimlerle ifade edilme şansını elde
edebilmesidir. Son olarak ise, kitle kültürü iz bırakmayan, geleceği olmayan, öznel bir
derinleştirmeye gereksinin duymayan bir kültürdür. Şimdi de varolmak için yaratılır ve
şimdide tüketilmesi ve ardından uçuculuğun ve geçiciliğin düzeninde kayıtlanması
gerekir.
Günümüzün medyatikleşmiş-seyirselleşmiş-kitleselleşmiş popüler kültür
ürünlerinin de bu açından zengin örneklerle dolu olduğunu görmek için, birkaç dakika
televizyon seyredip ardından bir iki gazeteye göz gezdirmek yeterli olacaktır. Bu sözünü
ettiğimiz genel çerçevede, kitle iletişim araçlarının hedef kitlesinin okur yazar olması
gerekse bile, kendi üzerine ve toplumsal koşulları üzerine düşünüm diyeceğimiz
rasyonel ve argümanlara dayalı bir tartışma ve düşünme pratiği içine girmesi çok da
gerekli değildir. Üstelik Kültürel Çalışmalar Okulu’nun kurucularından Richard
Hoggart küçümseyici bir tarz içermeyen üslübuyla popüler kesimlerin bir akıl yürütme
ve argümantasyona dayalı mantığı bilmediklerine işaret eder. Bu kesimler batıl
inançlara inanmaya devam ederken, bir yandan da popüler kitle iletişim araçlarının belli
bir rasyonalizme dayalı kimi içeriklerini de aynı anda tüketebilirler. Hoggart’a göre,

122
popüler toplumsal kesimler davranışlarındaki ya da düşüncelerindeki çelişkilerle de pek
ilgili görünmezler (1970, s.62).
Ötekiler ve kendileri olarak ikiye ayırdıkları dünyada siyasi otoritenin karşısında
dalga geçmeye dayalı bir direniş gösterirler. Bu karşıtlık, aslında toplumun alt
kesimlerinin soyut düşünceleri manipüle edememelerinin bir kanıtıdır. Bu nedenle de,
tanıdık ve bildik olanın, ailevi olanın ve yerelin sınırları içinde dünyaya ve kendilerine
bakmaktadırlar. Gündelik olanın ve anında yaşananın önemsenmesi de bu yaşantı
deneyimin bir sonucu olarak belirginlik kazanır. Bununla bağlantılı olarak Hoggart,
popüler sanat diye bir sanattan söz edilecekse, bunun temel niteliğinin analiz etme ve
araştırmayla karşıtlık içinde göstermeye dayalı olduğunu ileri sürer. Bu sanat zaten
tanınanı, bilineni ve iyi bilineni sahneye koyarken, yaşamın hemen tanınan ve
deneyimlenmiş bir anlatısını ön plana çıkartır.
Ancak toplumun alt kesimlerinin bu kültürel özellikleri, kitle iletişim araçları
tarafından daha geniş okur-izleyici-dinleyici-seyirci kitlesine ulaşmak üzere
kullanıldığında ortaya çıkan manzara, bu kesimlerin kültürü yaşayış biçimlerinden farklı
bir mantığa hizmet etmektedir. Haber anekdotlara dönüştürülür, tüm olaylar en
sansasyonel boyutlarıyla kitle iletişim araçlarında yer bulurken, aslında bu ürünlerin
üreticileri kimi popüler duyarlılıkları piyasa toplumunun en az giderle en fazla kar elde
etme arayışının mantığına boyun eğdirmektedir. Cinsellik, cinayet, standartlaşmış aşk
hikayeleri ve en akla sığmaz olaylar yazılı ve görsel kitle iletişim araçlarının temel
malzemesi haline gelmektedir (Hoggart, 1970, s.161-162).
Hürriyet gazetesinin 21 Nisan 2005 tarihli sayısında “Şaka Gibi haberler” başlığı
altında sıralanan olaylar ile “Gündem” başlığı altında sıralanan haberler arasında aslında
bir farklılık olduğunu söylemek zordur. İlk başlık altında şu olaylar sıralanır: “Eşini
havuzda unuttu”, “Üç gün asansörde mahsur kaldı”, “60 yıl önce gönderdiği kartpostalı
aldı”, “Kızının odasını farelere ayırdı”, “Otobüs durağını çaldı”, “40 santimlik köpek 35
santimlik sopayı yuttu”. Gündem başlığı altında ise, “Fehriye Erdal Belçika’da yasa
iptal ettirdi”, “Nesin’in oyununa ‘müstehcen’ yasağı”, “Yaşar Topsuz’dan tanıklara
itiraz”, “Maçka teknik kültür merkezi haline geliyor”, “Bulgar yolcu taşıyan otobüs
yandı”, “Lisede bıçaklı kavga: 1 yaralı”. Aslında şaka gibi haberler olarak nitelenen
haberler günümüzde haber programlarının temel yapısını oluşturmaktadır. Gazetecilerin
bu şaka gibi haberler köşesini açarak yaptıkları işe ironik bir şekilde yaklaştıklarını
düşünebiliriz belki de. Ama her iki kategoride de hem sıradışı olanın hem de sokaktaki
insanı, basit okuru, sıradan insanı ilgilendireceği varsayılan olaylarla ya da olayların
sansasyonel boyutlarının ön plana çıkartılmasıyla karşı karşıya kalmaktayız.
Televizyonda ise farklı program türlerinin hemen hepsinde bildik, tanıdık ya da ailevi-
kişisel nitelik kazandırılmamış hemen hemen hiçbir şey yoktur. Televizyon popüler
kültüre hitap eden diğer kitle iletişim araçlarından aldığı bu kişiselleştirilmiş tonu
programlarının temel unsuru haline getirmiştir. Diziler, durum komedileri, westernler,
macera anlatıları ya da polisiye televizyon tarafından evcilleştirilmiştir (Dayan ve Katz,
1996).4
Richart Hoggart’ın 50’li yılların sonunda yaptığı araştırmasında popüler basın ve
okurları hakkında yaptığı ve bugünün egemen kitle iletişim aracı televizyonda baskın
unsurlar haline gelen birkaç saptamayı bu açıdan ele alabiliriz. Hoggart’a göre kitle
4
Adorno televizyon ve görüntü arasında şu tür bağlantılar kurmaktadır. “Kavramların dolayımından kaçan
görüntünün dili, sözcüklerin dilinden daha ilkeldir; televizyondaki konuşma, göresel olanın sese
çevrilmesi ya da görüntünün tamamlayıcısı gibidir. Görüntünün diline sinen televizyona hakim olanların
istencidir ve bu istenç, tüketicilerin dili gibi gösterilmeye çalışılır. Görüntüler, görünüp kaybolarak, uçucu
halleriyle yazının etkisine yaklaşırlar; yakalanabilirler ama üzerine düşünülme olanağı sağlamazlar.
Gözün satırı takip etmesi gibi, görüntüler izlenir ve sayfanın çevrilmesi gibi sahne değişir. Görüntü gibi,
görüntü-yazma da üretici ve tüketicinin karşılaştığı regresyonun bir aracıdır.” (aktaran Kejanlıoğlu, 205,
s.192-193.)

123
iletişim araçlarının kişiselleştirilmiş, popülerleştirilmiş ve sansasyonelleştirilmiş
içeriklerinin ayrıcalıklı hedef kitlesini oluşturan nüfusun alt kesimleri, haberlere düşük
bir ilgi gösterir. Kitle iletişim araçları bu kesimlere dünyanın geneli hakkında
1950’lerden önce görülmemiş bir şekilde haber veriyor olsa bile, bu kesimler
kendilerini anlamak açısından yeterince donanımlı olmadıkları bir dünyanın karşısında
bulurlar. Bu dış dünyayı anlamak için bildikleri ve aşina oldukları kendi evrenlerinin
ölçütlerini kullanırlar(1970, s.251-252).
Kitle iletişim araçlarının içeriklerinin bu türde tüketilmesinden daha ciddi bir
başka sorun söz konusu içeriklerin üretildiği kültür endüstrisinin iletişim içeriklerinin
hedef kitlesini tanımlama tarzının, okur yazarlık oranının görece arttığı dönemlerde
yeni tip bir okuma-yazma bilmeme biçimi yaratmasıdır. Kitle iletişim araçlarının
içerikleri alt kesimlerin kültür düzeyini yükseltmek şöyle dursun, okur-yazarlık oranının
arttığı bir dönemde varolan kültür düzeyini bile aşağılara çekmektedir (Hoggart, 1970,
s.394). Modern iletişim araçları maddi olarak yaşamalarını sağlayacak gelir düzeyine
ancak sınıfsal farklılıkların sınırlarını yok eden bir içerik üretimiyle ulaşabilmektedirler.
İletişim araçları böylece sokaktaki adama, ortalama yurttaşa seslenme gibi bir çözüm
yolu icat ederek, en geniş hedef kitleyi oluşturduğunu varsaydığı halk kesimine ulaşmak
için halkın dilini ve konuşma biçimini taklit etmektedir. Üstelik bu farklı toplumsal
sınıflara seslenen tüm kitle iletişim araçlarının izlediği bir yol olarak biçimlenmektedir.
Hem üst kesimlere hem de alt kesimlere hitap eden kitle iletişim araçları arasındaki fark
içerik ve haber açısından farklılıklardan daha çok, sunum ve biçim farklılığı olarak
karşımıza çıkmaktadır.
Örneğin televizyonda en çok ilgi çeken programlar eğlence programlarıdır. Bu
kategoriye dahil olan yarışma programları kapitalist düzenin rekabetçi bireyciliğini ve
kazanma-sahip olma hırsını temel alarak hazırlanmaktadır. Sorulara en çok bilinen,
herkes tarafından kabul gören yanıtlarla karşılık verilmesi istenmektedir. Bu bağlamda
Alemdar ve Erdoğan şu saptamayı yapar:
“Aşikar daima ideolojik bir kavramdır: Doğal, aşikar, apaçık, reddedilemez, popüler
olarak görünen veya sunulan gerçekte dünyaya belli bir şekilde bakmanın ürünüdür.
İdeolojinin gücü bu noktada, yani doğal, aşikar görünmesinde yatar. Yarışma
programlarında en popüler yanıtı veren kazanır, az popüler ise kaybeder. Çoğunluğa
uyan kazanır. Yarışma programları ve halkoyu yoklamalarında yapılan, halkı belli
kurallara, görüşlere katılmaya teşvik etmektir. Sürüden ayrılanı kurt yer korkusu ve
tehddidi” (1994, s.13).
Aşikarlık, sıradanlık, çoğunluğun takdirini toplayan düşünme ve davranış kalıpları
kitle iletişim araçlarında hemen her şeyin iyi kötü, doğru yanlış gibi
kutupsallaştırmalarla temsil edilmesini beraberinde getirir. Anlaşılması ve kavranılması
güç ve karmaşık olanın, rasyonel bir akıl yürütmeyle üzerinde tartışılması gereken
konuların dogmatik tarzda basitleştirilmesinin, ait oldukları tarihsel, kültürel ve politik
boyutlarından soyutlanmasının temel nedeni kitle iletişim araçlarının sokaktaki adam,
sıradan adam kurgusudur. Bunun sonucu ise, iletişim araçlarının hedef kitlelerinin
dünya hakkındaki bilgileri parça parça ve birbirinden kopuk olarak almasıdır. Seyirsel
ve sansasyonel olanın modern medyatik kitle kültürünün temel iki bileşenine
dönüşmesiyle, kitle iletişim araçlarının bilgilendirme işlevini yerine getirmesinin ve
katılımcı bir demokratik kamusal alanın oluşumunda tarihte kısmen oynadığı rolü
oynamasının artık günümüzde ekonomik olanın mantığı karşısında gözden çıkarılmış
olduğunu söylemek mümkündür.
Bunun bir örneği olarak popüler kültür üretenlerin yaptıkları işi nasıl
tanımladıklarına bakabiliriz.Yabancı Damat dizisinin senaristi Gülüz Kucur 26 Şubat
2005 tarihli Akşam gazetesinde senrayosunu yazdığı dizi hakkında şöyle demiştir : “Biz
bir yerde durup bir şeylere bakıyoruz, ama bu bir misyon değil. Sorunlara bir sosyolog
gözüyle de bakmıyor, hikaye anlatıyoruz”.

124
CNN Türk’te yayınlanan “Her Evde Bir Haber Var” programının yapımcısı ve
sunucusu Güven İslamoğlu Galatasaray Üniversitesi İletişim Kulübü’nde yaptığı bir
konuşmada televizyon haberciliği konusunda şöyle bir ifade kullanmıştır: “Televizyon
farklı bir alan, haberi hazırlarken kullanacağınız görsel ögeleri de düşüneceksiniz. Olayı
uzun uzun anlatmanıza gerek yok, çünkü her şey görülüyor”.
Yazar Mehmet Murat Somer, 9-15 mart 2005 tarihli Tempo dergisine yaptığı bir
açıklamada “Şampanya Üçlemesi” başlıklı kitaplarını yazarken şunları dikkate aldığını
söylüyür: “Televole kültüründen beslendim. Ayrıca çok takdir ediyorum rüzgarın ağaçta
sallandırdığı yaprakları 15 sayfa anlatan yazarlara. Ama bunu gazetede veya bu tür bir
hız içinde okutmak zor. Farklı ritmi olan, olay akışı biraz daha kolay olan ve meraka
yönelik şeyler. Birazcık da seks olmak zorunda”.
Bir senarist, bir gazeteci ve best-seller tipi roman yazan bir romancının yukarıda
aktarılan söylemlerinde altılı çizili noktaları dikkate aldığınızda, popüler kültür
ürünlerinin üretiminin ve tüketimin artık sadece hikayelendirmeye, görselleştirmeye ve
sansasyonele dayandığının kuşku götürmediğini bir kez daha söyleyebiliriz.

Sonuç
Kültür endüstrisinin yapısal unsurlarını serimlemeye ve tartışmaya çalışırken
Aydınla geleneğinden miras alınan kitle iletişim aracı ve bilgilendirme işlevi arasındaki
bağın koptuğunu dile getirmeyi denedik. Bu bağ koptuğunda bir toplum üyelerinin aktif
katılımcılar olmasını “sağlama olasılığı olan” kitle iletişim araçlarının içeriklerinin
bilgilendirmeyi değil, eğlendirmeyi düşündüğü izlerkitle anlayışını beraberinde zorunlu
olarak getirdiğini ileri sürdük. Kamusal alanın ve tartışmalarının seyirsel, görsel ve
sansasyonel içeriklerin alımlanmasıyla “oluşamayacağı” yönünde bir argüman
geliştirmiş olduk.
Ancak bu argüman, burjuza kamusal alanının ideal bir kamusal alan olduğu
yanılsamasını yaratmamalı. Burjuva kamusal alanı aslında tüm aydınlanmacı
misyonerliğine rağmen araçsal ve kapitalist aklın arzularına kendini teslim etmiş bir
alandır. Dolayısıyla, ifade etmeye çalıştığımız bugün medya-okuryazarlığını
kapitalizmin yaygınlaşan küresel ve araçsal mantığını ve bu mantığın kültür
endüstrisinde oluşmasına neden olduğu yapısal dönüşümleri dikkate almadan
tartışamayacağımızdır.
Son olarak iletişim düzeninin bu eleştirdiğimiz unsurları daha iletişim düzenine
daha olumlu bir şekilde bakmaya yol açabilir mi sorgulamasını gündeme getirmek
mümkündür. Kamusal alan klasik siyasi anlamını yitirip, gündelik yaşam hikayelerinin
seyirsellikleri ve sansasyonellikleriyle kuşattığı bir alana dönüştüğünde, yeni bir
kamusal alanın doğuşu karşısında olup olmadığımızı sorabilir miyiz? Bu yeni mahrem-
seyirsel-sansasyonel kamusal alan tahakkümcü araçsal rasyonalitenin egemenliğine son
vermenin bir yolu olarak düşünülebilir mi? Düşünülürse, tüm olumsuzluklarına rağmen
bugünkü kitle iletişim manzaralarında popüler kültürün muhalif unsurları yaşam alanları
bulabilir mi? Bulduklarında, egemen değil ama akıl ile duyguyu birbirinden ayrı iki
düzen olarak kurmayan görece bir rasyonelliğin rehberliğinde daha katılımcı aktif
medya okuryazarlarından oluşan yurttaşlar topluluğunun doğmasına yol açabilirler mi?

Kaynaklar
Alemdar, K. ve Erdoğan, İrfan. (1994). Popüler Kültür ve İletişim. Ankara: Ümit
Yayıncılık.
Fiske, John. (1999). Popüler Kültürü Anlamak. Çev. Süleyman İrvan. Ankara: Ark-
Bilim Sanat yay.
Dayan, Daniel ve Katz. Elihu (1996). La television ceremonielle. Paris: PUF.
Gorz, Andre (2001). Yaşadığımız Sefalet. Kurtuluş Çareleri. Çev. Nilgün Tutal.
İstanbul: Ayrıntı yay.

125
Hoggart, Richard. (1970). La culture du pauvre. Fr. Çev., Françoise ve Jean-Claude
Passeron. Paris: Minuit.
Kejanlıoğlu, D. Beybin. (2005). Frankfurt Okulu’nun Eleştirel Bir Uğrağı: İletişim ve
Medya. Ankara: Bilim ve Sanat yay.
Lipovetsky, Gilles. (1987). L’Empire de l’ephemere. La mode et son destin dans les
societes modernes. Paris: Gallimard.
Mattelart, Armand. (1996). La mondialisation de la communication. Paris:PUF.
Mandrou, Robert. (1964). De la Culture populaire au 17e et 18e siecles. Paris: Imago.
Muchembled, Robert. (1991). Culture populaire et culture des elites dans la France
moderne (XVe-XVIIIe siecle). Paris: Flammarion.
Neveu, Eric. (1994). Une Societe de Communication?. Paris: Montchrestien.
Oktay, Ahmet. (1993). Türkiye’de Popüler Kültür. İstanbul:Yapı Kredi Yayınları.
Sezal, İhsan. (1991). “’Enformasyon Toplumu’ ve Demokrasi”. Sadettin Elibol,
Sosyoloji Konuşmaları içinde. Ankara: Ecem yay.
Wolton, Dominique. (1997). Penser la communication. Paris: Flammarion.

126
GÖRÜNTÜ VE ETNOGRAFİK ANLATIM

Erol Nezih Orhon

Özet

Görüntü, sinema ve televizyonun varlık nedeni. Sinemada veya televizyonda


olsun, gerçek olduğunu düşündüğümüz, yapıntı olarak adlandırdığımız evrenin izleyene
aktarılmasındaki araçtır görüntü. Görüntünün bu derece güçlü bir taşıyıcı olması temsil
ettiği gerçekliğin de sıkça sorgulanmasına neden olur. Temsil ettiği gerçeklik kadar
gerçek olmayan da bir o kadar önem taşır. Bu araştırmanın amacı, sinema ve
televizyonda, görüntünün yansıttığı gerçeklik veya olmadığını düşündüğümüz
gerçeklikler açısından insanları, görünüşlerini ve yaşam kültürlerini yine görüntüler
aracılığıyla, görüntülerin üzerinden ne ölçüde ele alabildiğimizi, işleyebildiğimizi
tartışmaktır. Yöntem olarak çalışmada, etnografik bakış açısından eleştirel bir
değerlendirmede bulunulmaktadır. Sonuç açısından değerlendirildiğinde, televizyonda
veya filmde görüntü alanını oluşturan çerçevede olmayan, eksik bırakılan görüntüler de
araçtır ve anlatımdır. Görüntülerin içerikleri sorgulanır. Görüntüde varolan da
varolmayan da ifadedir. Ne tür bilgi taşıdığı, içerdiği tartışılır. Görüntünün hangi
durumun, koşulun aracı olduğu; hangi ortamı aktarmaya çalıştığı sorgulanır. Görüntüde
olanlar kadar olmayanların işaret ettikleri de sorgulamaya aracıdır. Görüntüyü
oluşturanın bakış açısı algılanmaya çalışılır. Bu tür sorular ile görüntünün içerdiği kişi,
yer ve olay örgüleri gibi bilgilerle nasıl bir etkiye sahip olmak istediğine varılmak
istenir. Görüntü üzerine farklı okumalarda bulunulabilir. Nitel araştırmanın bir kolu olan
nitel araştırma ve yaklaşım yöntemi görüntünün okunabilmesi için olanaklar
sunmaktadır.

Anahtar kelimeler: Görüntü, etnografik, sinema, televizyon.

Image and Ethnographic Narration


Abstract
Image itself is the source for presence of film and television. Either in film or
television, it is a unique tool for us to convey the surrounding which we try to convey. It
may be considered as real or constructed. The power of image and its representation of
reality are under consideration because of its mentioned power. They both carry
importance. The purpose of this study is to examine the capabilities and strength of
image in terms of reflecting the real world or leaving things in absence on purpose. In
terms of the study’s methodology, ethnographic viewpoint in relation to critical
approach towards image is used. In relation to the conclusion of the study, the pieces
shown and not shown in images are tools and narration. Content of images are
examined. Absences in images are also expressions. They carry information and they are
also tools for examining. Certain viewpoints are also investigated in images. Lack of
certain viewpoints are also criterias for investigations. Their influences depend on these
factors. Different readings can be made by images. At the same time, ethnographic
method as part of qualitative research has to be considered as a tool for reading image in
film and television.

Key words: Image, ethnographic, film, television.

127
1. GİRİŞ
Kitle iletişim araçlarıyla ilgili çalışmaların tarihsel gelişimi içerisinde farklı
birçok yaklaşımın ortak noktası çoğu zaman görüntü ve görüntünün kullanımı olmuştur.
Anlatılan, sorgulanan ve tartışılan etkilerin birçoğu görüntünün değerlendirilmesi
üzerinden olmuştur. Televizyon ve etkisi üzerine yapılan alan çalışmaların birçoğu
temelde görüntü odaklıdır. Söz konusu olan görüntünün taşıdıklarıdır. Bu yüzden de
televizyon eleştirirken aslında görüntüler eleştirilir duruma gelmiştir.

Görüntülerin değerlendirilmesi ile ilgili olarak Gustave LeBon ‘Psychology of


the Masses’ adlı kitabında görüntüyü sıradan insanın aklını yönlendiren araç olarak
değerlendirmektedir. Le Bon’a göre kitleler görüntüler aracılığı ile düşünebilmekte ve
sadece görüntüler ile etkilenebilmektedir. (Le Bon, 1973) Sadece görüntüler korku
yaratabilmekte veya ikna edebilmektedir. Bu nedenle insan eylemlerinin de nedeni
durumuna gelmektedirler. Görüntü, yaşamın gerçekliğinin sorgulanmasındaki
değişkenlerden birini durumuna gelmiştir. Gerçek dışı olarak tanımlandığı anda bile
gerçek kadar kayda değerdir ve önemlidir. Geniş kitleler için aradaki farkı söylemek
neredeyse mümkün değildir.

Görüntünün bu denli etkin kullanımı ve görüntüye yatkınlık beraberinde yine


günümüzde ağırlıkla tartışılan okuma ve yazma kültürü ile ilgili tartışmaları da
belirginleştirmektedir. Görüntünün baskın gücü okuma alışkanlıkları üzerinde ağırlığını
hissetirmektedir. Bir an için düşündüğümüzde televizyonda yer alan görüntülerden
bilgisayar ekranlarındaki görüntülerine kadar, hatta hareketli (cep telefonu gibi) iletişim
araçlarındaki görüntülerden bahsetmiş oluyoruz. Heinz Buddemeier’e göre de görüntüye
bu derece bağlılık da beraberinde yaygın kitlelerin (özellikle yaygın bir şekilde yer alan
anlık görüntülerin) düşünce ve duygularını kontrol edememelerine neden olmaktadır
(Buddemeier, 1993).

2. GÖRÜNTÜ ÜZERİNE
Görüntülerin değerlendirilmesine ilişkin görüşler Umberto Eco’nun fotoğrafik
görüntünün yönlendirici gücüne ilişkin düşünceleri ile de birleştirilebilir. Eco’ya göre
fotoğraflar yalan söyleyebilir. Görüntü için de bu görüşten yararlanılabileceği gibi
görüntünün aslında yönlendirilmiş ve yönlendirici yönünü işaret etmek de doğru
olacaktır. Görüntü, o veya bu şekilde bir mesajdır. Yönlendirilmiş veya yönlendirici
olsalar da ait oldukları belli bir gerçeklik vardır. Eco’nun tarifiyle görüntülerin
söyleyebildikleri yalan da bir gerçektir. Başka bir gerçekliği tarif eder (Eco, 1984).

Umberto Eco’nun fotoğraftan yola çıkarak görüntüye yüklediği tanıma John


Bennett çok daha farklı bir açıdan yaklaşır. Bennett’e göre görüntünün tek başına
tanımlayıcı yönünü değerlendirmek yerine görüntünün ortaya koyduğu tanımlayıcı
biçimin içerisindekileri sorgulamak gerekmektedir. Bu yüzden, Bennett’e göre
görüntüler ne doğru, ne de yalandır (Bennett, 1974). Ancak görüntünün içerisindeki belli
parçaların doğru veya yanlış olması mümkündür. Roland Barthes da duyulan veya
gösterilenden daha fazlasının sorgulanması gerektiğini işaret eder. Görüntünün anlamı
onun sunduğu yüzeyin tanımladığından fazlasını içermektedir. Görüntü aslında
göründüğü oranda görünmezdir. Gördüğümüz görüntü değildir. Görüntüler zihinsel
sürecin bir parçası gibidir ve parçasıdırlar. Algının, düşüncenin, bilincin ve bilinçdışının
sürekli ilişkisi içindeki ürünlerdir. Görüntüyle karşı karşıya olan ve onu anlamaya
çalışanla kimliği arasındaki ilişkinin önemli olduğunu belirtir (Barthes, 1981).
Görüntünün aktardıklarında değerlendirilen ister Bennett’in tarifiyle belli bir parça
olsun, isterse de Eco’nun tarifiyle bütünü olsun görüntünün alıcısının kimliği ve
anlamlandırma becerisi de belirleyici değişkenler olarak yer alacaktır.

128
John Berger da Eco gibi fotoğraftan yola çıkarak görüntünün her hangi bir olaya
ilişkin görünümü sabitleştirdiğini işaret eder. Günlük yaşamın akışı ve karmaşıklığı
içersindeki bir anı gözün yakalayamamasına rağmen görüntünün saklayabildiğini belirtir
(Berger, 1980). İşte bu anda da izleyenin ayrı tutulamayacağı yorumlama başlar. Belli
bir anın veya olayın yakalanarak görüntünün oluşturulması fikri temsil etme becerisini
ve bu fikri ilk olarak oluşturan belli batı kültürü kavram ve ideolojilerinin de doğmasına
neden olmuştur. Gözlemi yapan ile gözlemlenen arasındaki bağ ve araç (görüntü) ile
tarif edilen gerçeklik arasındaki bağ sözü edilen ideolojilerin kaynağı durumuna gelir
(Crary, 1991).
Günümüzde görüntüler geçmiştekine göre çok daha fazla anlamlandırma ve
anlam kaynağıdır. Görüntü kültürün parçalarındandır ve sahip olduğu özellikler
nedeniyle de izleyenin tepki vermesi ve belli bir etkiye (etki fikrine) sahip olması ona
kültürel bir rol kazandırmaktadır. Görüntünün üstlendiği rol toplum adına bilginin
üretimini, yeniden üretimini ve adlandırılmasını da kapsar. İşte bu noktada görüntü o ana
kadar birlikte olduğu teknolojiden ve teknoloji ile birlikte değerlendirilir olmaktan
ayrılır. Görüntü kendisini üreten teknolojiden bağımsız ele alınır.
Görüntünün anlatıcı ve yorumlayıcı özelliğinin yanında incelenecek konuyla
ilgili olarak içine girilebilir ve veri aktarabilir özelliği onun sanatın, teknolojinin veya
herhangi bir üretimin parçası olmasının ötesinde bir anlamda bilimsel bir soruşturma ve
veri toplama yöntemi ile aracı olarak değerlendirilmesine de neden olmuştur. İşte farklı
bilimsel yaklaşımların içerisinde değerlendirilebilir olan görüntü, etnografik anlatımın
ve değerlendirmenin de bir parçası ve aracı olarak kabul görmüştür.

3. GÖRÜNTÜ ve ETNOGRAFİK ANLATIM


Etnografik anlatım, araştırmanın yaklaşımı olarak görülebilir. Özellikle son
dönemde Amerika Birleşik Devletleri’nde belgesel sinemanın değerlendirildiği
tartışmaların odak noktalarından birinin belgesel sinemanın etnografik bir araştırma dalı
da olduğu üzerinedir. Sonuçta, etnografik araştırma ve anlatım yaklaşımı temelde
toplumsal araştırma biçimini işaret etmektedir. Belli bir toplumsal olayın doğasına
odaklanmak; yapılandırılmamış verilerin üzerinde çalışmak ve onları tercih etmek; belli
miktarda küçük ölçekli durumları detaylarıyla sorgulamak ve bireyler arasındaki
etkileşimler ve onların anlamları etnografik araştırma ve anlatımın özellikleri olarak yer
almaktadır (Atkinson ve Hammersley, 1994).
Görüntüyü etnografik soruşturmanın ve anlatımın kaynağı-aracı olarak kullanan
araştırmacı, yönetmen veya görüntüyü oluşturan kişi bir tür bricoleur, yani konuya
dikkatle yaklaşan araştırmacı durumundadır. Gözlemledikleri karşısında bağlar kurmaya
çalışır. Toplumsal ilişkilerin yanında kişisel tarih, alan gözlemleri ve kanıtlar bu
çalışmanın parçası haline gelir. Bricoleur-yönetmen için bir kere daha görüntü bu
örgüleri kaydetmenin ve kaydedilenleri sorgulamanın en önemli araçlarındandır
(Clifford, 1988).
Etnografik anlatımın ve görüntünün etnografik anlatımın aracı olarak yer alması
beraberinde farklı bilimsel olarak ele alınabilirlik ile insani yan veya öznel olan ile
estetik yan gibi tartışmaları da beraberinde getirmektedir. Farklı değerlendirmelerin
ötesinde etnografik anlatım ve görüntünün kullanımı gibi farklı yöntemlerin yer alışı ve
tercih edilmesi daha geniş bir değerlendirme içersinde son dönemde pozitivizmin
reddedilişi olarak da ortaya çıkmaktadır. Sorgulananları görmenin yöntemi ve görüntü
gibi kullanılabilir araçları çeşitlenmiştir. Amaç bir kere daha bilgi üretmek ve sunmaktır.
Görüntü ve etnografik anlatım bağı içersinde görünenler ve görünmeyenler
açısından güç, otorite, kontrol, söylem, temsil ve ilişkiler düzeni gibi görüntüden üretilen
birçok metin parçası sorgulanabilir. Aynı şekilde, incelenen çerçeve ve çerçevenin ele

129
alındığı görüntü çerçevesi içersinde düşünce akımları, gelenekler ve görüntüyü
oluşturanın yaklaşımı da sorgulanabilecektir (Geertz, 1973).
Etnografik anlatımın yer alışında görüntünün ve görüntülemenin söz konusu
olması gözleyen ve gözlenen (bir yandan da görüntüleyen ve görüntülenen) arasındaki
bağı sorgulamak anlamına gelmektedir. Dwyer’in belirttiği gibi gözleyen-görüntüleyen
ayrıcalıklı bir konumdadır. ‘Diğer’ olan ise ‘sessiz’ durumdadır. Bu durum etnografik
metinden (görüntüden) görülebilir. Bu yüzden, son dönem etnografik yaklaşımlarda ve
görüntüleme yöntemleri ‘monologic’ olmaktan çok ‘dialogic’ biçimler kazanmaktadır
(Dwyer, 1982). Bu duruma bir ölçüde örnek olarak sözlü tarih çalışmaları gösterilebilir.
Görüntünün etnografik anlatımla birlikte ele alınışı içersinde dikkati çeken bir
nokta ise bakmanın ve görüntülenmenin yanında bakılmaktır. Araştırılan-görüntülenen
kesitle ilgili olarak bizim nasıl baktığımızın yanında biz bakarken bize nasıl bakıldığı da
değer kazanmaktadır. Bu noktada görüntü kültürlerarası bir okuma ve çeviri aracı haline
de gelmektedir (Michaels, 1982).
Araştıranın-görüntüleyenin sahip olduğu avantaja bir kere daha dönülecek olursa,
görüntü elbette etnografik açıdan ele alınan kesitin bir parçası gibi gerçeği yansıtmaya;
başka bir kültürün paylaştıklarını, ümitlerini, hikayelerini veya sıkıntılarını aktarmaya
aracılık edecektir. Ancak, unutulmaması gereken aktarılanların-görüntülenenlerin önemli
bir bölümünün görüntüleyen tarafından önceden düşünülmüş görsellerden oluştuğudur.

4. SONUÇ
Görüntüye ilişkin çalışmalar etnografik yaklaşımlar ve anlatımlar ile karşılıklı bir
iç içelik içinde düşünülmelidir. Belirtildiği gibi temsil etme ile ilgili konular ve kültürler
arası yorumlamalar bu birliktelikler içerisinde sıkça yer almaktadır. Böylesine bir
değerlendirme içersinde eleştirilebilecek en önemli konu görüntüleme ve incelemelerin
geleneksel olarak Batı kültürü merkezli olmasıdır. Batının dışında kalan ve üçüncü
dünya olarak gösterilebilecek tüm diğer ‘ötekiler’ Batı açısından ‘diğer kültürler’ ve
onların sunabileceği sınırsız sorgulamalar ve sergiler olarak görülmektedir. Bu yüzden
değerlendirmelerin de Batı merkezli ve bakış açılı olması kaçınılmazdır.
Görüntü ve etnografik anlatımın sunduğu çoğu zaman örtülü kalan bir başka
nokta ise Batının diğer saydığı ülkelerin kendi ürünleriyle ilgilidir. Söz konusu olan, bir
‘diğer kültürde’ üretilmiş ve yine o diğer kültür hakkında olan filmlerin, görüntülerin
veya farklı çalışmaların diğerin sergilemesini kendilerinin üretmesi, üstlenmesidir.
Batının yerine sergileme diğer (özellikle Doğu) tarafından üstlenilmektedir. Bu da çoğu
zaman Batı yaklaşımında veya Batı düşünce sistemi içerisinde yetişmiş; Batının merak
bilincine sahip ‘diğerleri’ tarafından yapılmaktadır. Bu yüzden de ‘öteki’ klasik
mizansen olarak yer almaya, işlenmeye devam etmektedir (Chow, 1995). Görüntüyü
oluşturan ve etnografik anlatımın kaynağı olan Batı kültürü ve Batı kültürü çerçevesi
içerisinde çalışan ‘ötekidir’.
Görüntünün yüklendiği yukarıda tanımlanan bu ağır sorumluluğu özellikle
etnografik anlatım boyutunda bir gerilim barındırmaktadır. Görüntülenin işlenen
malzeme olma özelliği ile ‘öteki olana’ ve yerine aitliği ile kullanılan teknolojinin
Batılılığı ile Batının analitik yaklaşımları ve teknolojik çerçevelendirmesi içerisinde yer
alması sıkıntısıdır söz konusu olan.
Sonuç olarak, bir kere daha aynı noktaya gelme sorunu ortaya çıkmaktadır.
‘Ötekinin’ ‘esas’ olana göre görüntülemesi, görüntüleri üretmesi ve sorguladığı alana
‘esas’ olanın yaklaşımından bakması sorununu doğurmaktadır. ‘Batının’ görmek istediği
ve sahip olmak istediği gibi görmek ve görüntülemek; çerçeveleri o doğrultuda çizmek
Chow’a göre merak eden-görüntüleyen ile merak edilen-görüntülenen arasındaki ilişkiyi
yeniden değerlendirme ihtiyacı doğurmaktadır. Etnografik yaklaşım-anlatım içersinde
ortaya konulmaya çalışılan tüm bilgi sistemi merak edilen-görüntülenen tarafından
sağlanır olmakta ve merak edilen merak eden-görüntüleyici durumuna gelebilmektedir.

130
Bu da hedeflenen görüntü alıcısı-izleyici açısından karşı bir söylem ortaya koymaktadır.
Görüntünün söylemi bakımından merak ve geri-merak kavramlarını doğurmaktadır.
Görüntü ve etnografik anlatım arasındaki bağ ve karşılıklı birbirini beslerlik
üzerine tartışmaların süreceğini söylemek pek de yanlış olmayacaktır. Görüntünün
özellikle güç ilişkileri içersindeki tanımlayıcı ve etki edici yönü düşünüldüğünde; aynı
şekilde etnografik yaklaşımların-anlatımların geleneksel pozitivist duruşlara karşı
önermeleri göz önüne alındığında değinilen konuların sadece sayılı örnek tartışmalardan
ibaret olduğunu vurgulamak doğru olacaktır.

KAYNAKÇA
Barthes, R. (1981). Camera Lucida. (Trans. Richard Howard.). New York: Noonday
Press.
Bennett, J. G. Depiction and Convention. The Monist 58, (1974).
Berger, J. (1980). Uses of Photography. About Looking. New York: Pantheon.
Buddemeier, H. (1993). Leben in Kunstlichen Welten: Cyberspace, Videoclips und das
Tagliche Fernsehen. Stuttgart: Urachhaus.
Chow, R. (1995). Primitive Passions: Visuality, Sexuality, Ethnography and
Contemporary Chinese Cinema. New York Columbia UP.
Clifford, J. (1988). The Predicament of Culture. Cambridge: Harvard University Press.
Crary, J. (1991). Techniques of the Observer: On Vision and Modernity in the
Nineteenth Century. Cambridge, Mass.: MIT Press.
Dwyer, K. (1982). Moroccon Dialogues: Anthropology in Question. Baltimore: Johns
Hopkins University Press.
Eco, U. (1984). Semiotics and the Philosophy of Language. Bloomington: Indiana
University Press.
Geertz, C. (1973). The Interpretation of Cultures: Selected Essays. New York: Basic
Boks.
LeBon, G. (1973). Psychology of the Masses. Stuttgart: Kroner.
Michaels, E. (1982). How to Look at Us Looking at the Yanomami Looking at Us. in A
Crack in the Mirror. (Ed.:Jay Ruby). Philadelphia: University of Pennsylvania Press.

131
TELEVİZYON VE GAZETE HABERLERİNDE “1 MAYIS” TEMSİLLERİ:
BİR MEDYA OKURYAZARLIĞI ÇALIŞMASI

Yurdagül Bezirgan Arar

ÖZET
Medya okuryazarlığı, çeşitli formlardaki mesajlara ulaşma, bunları çözümleme,
değerlendirme; yine medya aracılığıyla mesaj yaratma ve iletme süreci olarak
tanımlanmaktadır. Böylelikle bireylerin medya karşısında daha aktif ve sorgulayıcı bir
konuma yerleşecekleri; bunun da demokrasinin ön koşullarından olan bilinçli yurttaşlık
için bir fırsat yaratabileceği öngörülmektedir.
Bu çalışma, medya okuryazarlığı sürecinin önemli basamaklarından biri olan
medya metinlerinin analizine bir örnektir. Çalışmada “1 Mayıs İşçi Bayramı” örnek
olayının, dört TV kanalı (ATV, Show TV, STV ve TRT) ve dört gazetenin (Sabah,
Akşam, Zaman, Cumhuriyet) haberlerine yansıması incelenmektedir. Bu konuda farklı
politik bakış açılarına sahip yayın organlarında, habere dönüşen bilginin problemli
doğası nitel yöntemlerle analiz edilmektedir.
Analizden elde edilen bulgulara göre, haber medyasından bize ulaşan ve
özellikle toplumsal olaylarla ilgili bilgi, yayın organının politik duruşu ya da diğer
eğilimleri doğrultusunda parçalanmakta, sansasyona, dramaya dönüşmekte ya da haber
tâli konular üzerinden kurgulanmaktadır. Toplumsal olaylarla ilgili bilgimiz yurttaşlık
bilincini aktive etmeye yetmemektedir. Bunun için bir çözüm olduğu düşünülen medya
okuryazarlığı sürecinin ise kendi içinde taşıdığı açmazlar nedeniyle çözümden ziyade,
literatüre girmiş popüler bir kavramın ifadesi olduğu düşünülmektedir.
ANAHTAR SÖZCÜKLER: Medya Okuryazarlığı, Haber, “1 Mayıs İşçi
Bayramı”.

ABSTRACT
Media literacy is the process of accessing, analysing, and evaluating various
media messages. Also, this process refers to creating and transmitting messageses by
using media. In this way, people will be able to be more active and interrogative in
using the media. In this situation, it is forseen that people will be able to creat the
necessary occasion for conscious citizenship which is the one of the conditions of
democracy.
This study is an example for analysing media text which is one of the steps of
media literacy. It has been analized news of “1 May Labour Day” that is a case study,
and how to reflect to in four TV channels (ATV, Show TV, STV ve TRT) and four
journals (Sabah, Akşam, Zaman, Cumhuriyet). That the problematical nature of
knowledge that is transformed into news, through TV channels and journals have
different political point of view, has been analized with qualitative analysis methods.
In respect of findings, that have been conducted by political positions or the
other inclinations of media instutions, knowledge and news reaching us from news
media, that especcially are about social evidences, has been destroyed, transformed
sensation and drama or constructed on secondary subjects. Thus, our knowledge about
social events is not enough to be a conscious citizen. Media literacy process,
concidered as a solution, has some dilemmas. Therefore, media literacy is regarded as a
popular conception in the communication literature rather than a solution.
KEY WORDS: Media Literacy, News, “1 May Labour Day”.

132
1. GİRİŞ
Hobbs, medya okuryazarlığını, çeşitli formlardaki medya metinlerine “erişim, bu
medya metinlerinin eleştirel analizi ve yine medya araçlarını kullanarak bireylerin kendi
mesajlarını yaratmaları süreci olarak tanımlamaktadır. Medya okuryazarlığının amacı,
analiz, muhakeme, iletişim ve kendini ifade etme yeteneklerini geliştirme yoluyla
bireylerin özerkliğini teşvik etmektir (Aktaran Lewis ve Jhally, 1998, s.1). Bu terim,
gittikçe artan sayıda akademisyen ve eğitimci tarafından eleştirel çözümleme sürecine
ve kişinin kendi mesajlarını (basılı, işitsel, görsel, çoklumedya ile) yaratmayı
öğrenmesine gönderme yapmak için kullanılmaktadır (Hobbs, 1998, s.122).
Bireylerin medya kanalıyla kendilerine ulaşan bilgi karşısında, basit bir tüketici
olmaktan öte aktif konuma yerleşmesi, sorumlu yurttaşlara dönüşebilmesi, medya
okuryazarlığı sürecinin birincil amacıdır. Bilinçli ve aktif yurttaşlık, birey ve devletin
karşılıklı hak ve sorumluluklarına göndermede bulunduğu ölçüde, bireylerin toplumun
yetkin birer üyesi olmak için ihtiyaç duydukları pratiklerin bir koleksiyonu olarak
tanımlanmaktadır (Aktaran Correia, 2002, s.2). Bu pratikler kolleksiyonu içinde,
bilgilenmiş ve bilgiyi kullanabilen yurttaşlar olabilmenin bir ayağını da medyanın
kullanımı oluşturmaktadır. Masterman’a göre, kurumların demokratikleşmesi ve gerçek
katılımcı demokrasiye doğru uzun yürüyüşleri, büyük ölçüde yurttaşların çoğunluğunun
kontrolü almalarına, etkili değişimin ajanları olmalarına, rasyonel kararlar alabilmelerine
ve muhtemelen medya ile aktif bağları dolayısıyla etkili iletişim kurabilmelerine bağlıdır
(Lewis ve Jhally, 1998, s. 1).
Medya okuryazarlığı da bilinçli ve aktif yurttaşlık bağlamında, medyaya karşı
sorgulayıcı ve eleştirel bir yaklaşıma göndermede bulunduğuna ve medya tüketicisine
alternatif bir duruş sunduğuna göre öncelikli olan, medya dolayımıyla edinilen bilginin
niteliği üzerine düşünmektir.

2. PROBLEM ve AMAÇ
Bilinçli ve aktif yurttaşlık, demokratikleşme gibi kavramlar üzerinden hareket
edildiğinde, medyanın bir bilgi kaynağı olarak konumu da sorgulanabilir hale
gelmektedir. Dolayısıyla, medyada çeşitli formatlarda, özellikle de “gerçeğin ve nesnel
bilginin aktarıcısı” iddiasıyla haber formatında karşılaştığımız bilginin niteliği ana
sorunumuzdur.
Habere konu olan olayların toplumsal açıdan önemi ile bu olayların haber
medyasında yer alış biçimi, doyuruculuğu ve bilgilendiriciliği doğru orantılıdır.
Okur/izleyici nezdinde kendisini “gerçeğin temsilcisi” olarak sunan haber medyasının,
bilinçli ve aktif yurttaşın oluşumunda oynadığı rol, bu orantının azami ölçülerde
gerçekleşmesi durumunda anlamlı olabilecektir.
Bu çalışmanın amacı, bir toplumsal gösteri olarak “1 Mayıs İşçi Bayramı”
örneğinde, medyanın toplumu ilgilendiren olaylar hakkında yurttaşlarını nasıl
bilgilendirdiğini incelemektir. Ayrıca çalışmanın medya okuryazarlığı sürecinin eleştirel
analiz aşamasına da bir örnek oluşturması hedeflenmektedir. Çalışmanın sonunda ise bir
kavram ve süreç olarak bazı açmazları olduğu düşünülen medya okuryazarlığına ilişkin
eleştirilere de yer verilmektedir.

3. MATERYAL ve METOD
Çalışmada, 2002 yılı “1 Mayıs İşçi Bayramı”(1) örnek olayından hareketle,
haber medyasında bilginin problemli doğası analiz edilmektedir. “1 Mayıs İşçi
Bayramı”, ideolojik karaktere sahip bir toplumsal gösteri olması nedeniyle seçilmiştir.
Böylece aynı olayın farklı eğilimlere sahip TV ve gazetelere farklı yansıyacağı
düşünülmüştür. Bu amaçla, dört TV kanalı (Show TV, ATV, STV ve TRT) ile dört
gazetenin (Akşam, Sabah, Zaman ve Cumhuriyet) haberleri ve haber bültenleri
incelenmiştir. TV kanalları ve gazeteler bir politik ya da sansasyonel eğilimi temsil

133
ediyor olmalarına göre seçilmiştir. Bu bağlamda Show TV ve Akşam Gazetesi
sansasyonel/popüler ağırlıklı söylemi, ATV ve Sabah Gazetesi merkezi, STV ve Zaman
Gazetesi İslamî eğilimleri, Cumhuriyet Gazetesi sol eğilimi, TRT ise devlet söylemini
temsil eden yayın organları olarak çalışma kapsamına alınmıştır.
Analiz için, TV kanallarının 1 Mayıs 2002 tarihli haber bültenleri kaydedilmiş;
gazetelerin ise 2 Mayıs 2002 tarihli nüshalarına ulaşılmıştır. TV ve gazetelerde “1
Mayıs” ile ilgili haberlerin söylemsel yapısına bakılmış; dolayısıyla nitel yöntemlerden
faydalanılmıştır. Haber metinlerinde öncelikli olarak dikkate alınan unsurlar bilgide
parçalanma, dramatizasyon, kişiselleştirme gibi, genelde politik önyargılara tekabül
eden ve “haberin sivil eyleme bir rehber olmasını (Bennet, 2000, s.79)” önleyerek
günlük olayların algılanışını bulanıklaştıran medya önyargılarıdır. Bağlam ve arka plan
bilgisi, olayı yansıtma düzeyi, sözcük seçimleri de ayrıca incelenmiştir.

4. BULGULAR
4. 1. Televizyon Kanallarından Elde Edilen Bulgular

SHOW TV: Genelde magazin ağırlıklı bir söylemi benimseyen ve bu eğilimi o


dönem Reha Muhtar’ın sunduğu haber bültenleri ile daha da belirginleşen Show TV’de
“1 Mayıs İşçi Bayramı” haberlerindeki ana temalar şöyledir: Diyarbakır’da kutlamalar
sırasında yaşananlar; İstanbul’da kutlamalara katılan travestiler; travestilerin polisler
tarafından aranma sorunu; travestilerin İsrail Başbakanı Şaron’a tepki ve sloganları;
kutlamalara getirilen çocuklara yöneltilen sorular; çocukların alana alınma sorunu;
sinema sanatçısı İlyas Salman’ın kutlamalara katılımı ve eski filmlerinden görüntüler;
Uzakdoğu’dan gelen Çinli konukların yorumları; Saadet Partisi Recai Kutan’ın katılımı
ve son olarak kutlama yapan işçilere yağmur altında kutlama yapmaya değip
değmeyeceği sorusunun yöneltilmesi: “Sırılsıklam olmuşsunuz, değer mi?...
Show TV’de öngörüldüğü gibi “1 Mayıs” ile ilgili haberler oldukça
sansasyoneldir ve bu durum travestilerin katılımına gösterilen ilgide somutlaşmaktadır.
Olayla doğrudan ilişkili bilgi düzeyi oldukça zayıftır. “1 Mayıs Rio Karnavalı’nı
andırdı”, “1 Mayıs çocuk parkı”, “Çocuk gözüyle 1 Mayıs” gibi benzetmeler,
kutlamaların marjinal grupların katılımıyla gerçekleştirilen bir tür karnaval şeklinde
geçtiği izlenimini yaratmaktadır. İşçilerin ya da işçi temsilcilerinin görüşlerinin
söylemlerinin anlam taşıyabileceği bir toplumsal gösteride “çocuk gözüyle” yapılan
değerlendirmelerin öne çıkması, ideolojik karakter taşıyan bir olayla ilgili olarak günlük
dilin ve diyalogların ağır basması olayın basitleştirildiğinin göstergesidir. Örneğin,
muhabirle bir çocuk arasında geçen şu konuşmanın ekrana yansıması çarpıcıdır:
¾ MUHABİR (Çocuğa soruyor): 1 Mayıs ne demek?
ÇOCUK: Gençlik Bayramı
MUHABİR: ... Çiçek toplamışsın... 1 Mayıs ne demek biliyor musun?
ÇOCUK: Bilmiyorum.
MUHABİR: Ee buraya gelmişsin ama...

Katılımcıların sesi sadece arka fondaki “Savaşma seviş!”, “Savaşa hayır!”,


“Faşist Şaron, Filistin’den defol!”, “Yaşasın 1 Mayıs” şeklindeki sloganlarda
duyulmaktadır. Örneğin “1 Mayıs”ın ne ifade ettiği hakkında mikrofon uzatılan bir
travesti, “İşsizlik bayramını kutluyoruz. İşsizliğe son insanlara özgürlük istiyoruz.”
ifadesini kullanmakta, ancak kutlamaların asıl muhataplarının bu konudaki fikirleri
bilgimiz dışında kalmaktadır. Böylesi bir durum, işçiler ya da onların sözcüleri tarafında
bir temsil sorunu yaratmaktadır.
Haberdeki bağlam ve arka plan bilgisi de zayıftır. Diyaloga dayalı ve dramatik
bir anlatımın varlığı haber konusunu tiyatralleştirmektedir. Ağlayan, çiçek toplayan ve
ailesini bekleyen çocukların görüntüleri bunu örneklemektedir. “... Mitingin en ilginç

134
görüntülerini İstanbul’da olduğu gibi travestiler oluşturdu.”, “Mitingin en renkli
simalarını travestiler oluşturdu” gibi ifadeler haberdeki kişisel yorumlara birkaç
örnektir.

ATV: Haber bülteninde öne çıkan ana temalar şunlardır: Kutlamalara çocukları ve
köpekleri ile katılanların bilgisi; özellikle sağ parti olan Saadet Partisi Lideri Recai
Kutan’ın beklenmedik katılımı; davulcuların Kutan’a ilgisi; travestiler ile eşcinsellerin
mesajları; çatışmalı polis-travesti ilişkisinin “1 Mayıs”ta karşılıklı alkışlaşmaya
dönüşmesi; su satan yaşlı bir kadının hikayesi, dünyadaki kutlamalar.
ATV’de, Show TV’ye benzer şekilde sansasyon ve eğlence yönelimli
haberlerini popüler bir söylemle bütünleştirmiştir. Haber metni ve görüntülerde drama
düzeyi oldukça yoğundur. Tiyatral sunum ve olayların aktörler arası ilişkiler şeklinde
öyküselleştirilmesi drama düzeyini yükseltmektedir:
¾ “1 Mayıs kutlamaları Ankara’da güneşli bir havada başlamıştı. Ancak birden başlayan
yağmur herkesi zor durumda bıraktı. Eylemciler çareyi naylon poşetlerde buldu. Sağ
partiler içinde en üst düzeyde katılım Saadet Partisi tarafından sağlandı. Recai Kutan
ve beraberindeki milletvekilleri de nasiplerini aldılar. Kutan şemsiyenin altında
yağmurdan korunmaya çalışırken, Ak partililer kendilerini ses malzemelerini taşıyan
kamyona attılar”
İnsani duygulara hitap eden diyalog örnekleri sıkça kullanılmaktadır:
¾ TRAVESTİ: Biz polisi seviyoruz. Onlar da bizim kardeşimiz. Anlatabiliyor muyum. Polis
olmasa biz sokaklarda bu şekilde yürüyemeyiz.
POLİS: Güzel bir şey, güzel bir şey....

“Kutan, 1 Mayıs alanlarında yabancılık çekmedi” gibi ifadelerle zaman zaman


kişisel yargılara da başvuran ATV’de olayı yansıtma düzeyi oldukça düşüktür. Show TV
örneğinde olduğu gibi “1 Mayıs” tâli konu ve aktörlerin durum tanımları ile
çerçevelenmiştir. Yer ve kişi adlarının (düzenleyici kuruluşlar, sendika adları vs.) bilgisi
yoktur. Katılımcılar arasında yine travestiler ve sağ partiler ön plandayken, işçilerle ilgili
bilgiye rastlanamamaktadır. Sadece olayların ve “renkli” kişilerin dramatik sahnesine
tanık olunmaktadır.

STV: STV’de haberin üzerinde yoğunlaştığı ana temalar: Emniyetin “1 Mayıs”


için hazırlıkları; katılımcıların polis tarafından “didik didik” aranması; görevli polislerin
sayısal bilgileri; havadan helikopter görüntüleri, çatılarda bekleyen polisler (güvenliğe
aşırı vurgu); katılımcıların bazı talepleri, sendika yöneticilerinin “yolsuzluk, yoksulluk
ve IMF politikaları üzerine odaklanan” konuşmaları; sağ partilerin katılımı; işçilerin
konuşmalar yapılırken“halay çekmeyi tercih ettikleri”nin bilgisi.
STV haberlerinde bağlam bilgisine Mersin’de yasaklanan kutlamaların
gerekçesinin Nevruz kutlamalarında çıkan olaylar olduğu şeklinde yer verilmekte;
Mersin Valiliği’nin kutlamaları bu yıl yasakladığı belirtilmektedir.
Drama düzeyinin diğer kanallara göre düşük olduğu görülmekle birlikte, yine de
insani duyguları uyarıcı bazı kullanımlar bulunmaktadır. Simitçi çocuğun, simitlerini
yere düşürdüğü görüntülerle birlikte şu ifadeler bunu örneklemektedir:
¾ “Emeğe saygı, yaşama şartlarının daha güzel olabileceği bir başka Türkiye vurgusu,
Filistin’e destek ve yere düşen simitlerini mahçup bir tavırla toplayan bu küçük
emekçinin sessizce kalabalık arasında kayboluşu... Başkentteki 1 Mayıs
kutlamalarından geride kalanlar bunlar oldu...”

Emniyet güçleri ile ilgili, “Provoke olayların çıkabileceği endişesiyle emniyet


teşkilatı bu mitinge iyi hazırlanmıştı” ya da kutlamaların geneli ile ilgili, “Çocuk, genç,
yaşlı herkesin 1 Mayıs’ı özüne yakışır şekilde kutlamak üzere yerini aldığı Tandoğan

135
Meydanı....” gibi ifadeler kişisel yargıları örneklemekte; kutlamalarla için istendik ve
beklendik durumlara göndermede bulunmaktadır.
STV’de haberin olayın merkezine daha fazla yaklaştığı görülmektedir. İsimleri
olmaksızın, sendika, sivil toplum kuruluşları, yasa dışı örgütler, siyasi partiler vs.
görüntülerine yer verilmiş düzenleyici kuruluşların adları (Türk-İş, DESK, KESK, Hak-
İş) haber metni içinde yer almaktadır. Katılımcıların talepleri ise parçalanmış,
genelleştirilmiş ve yuvarlatılmış ifadelerle aktarılmıştır. Keskin ve radikal söylemlerin
yumuşatılması, bir konsensüs ifadesi altında bütünleşmeyi kolaylaştırmaktadır.
Böylelikle tehdit içermeyen bir gerçeklik kurgusu ile karşılaşılmaktadır. Parçalı ve
genelleştirilmiş ifadelere iki örnek:
¾ KÜRSÜDEKİ BİR KONUŞMACI: .... bir buçuk milyar insanın açlık sınırında
yaşatılmasına....
¾ “Emeğe saygı, yaşama şartlarının daha güzel olabileceği bir başka Türkiye vurgusu,
Filistin’e destek....”

STV’de güvenlik ve emniyet konusuna aşırı vurgu dikkati çekmektedir.


“Olayların çıkabileceği endişesiyle emniyet teşkilatı bu mitinge iyi hazırlanmıştı”,
“olağanüstü güvenlik önlemleri”, “olay çıkarabilecek gruplara gözdağı verdi”, “polis
nezaretinde” ifadelerinde görüldüğü gibi “1 Mayıs” olay çıkması muhtemel, endişe veren
ve olağanüstü kontrol gerektiren bir etkinlik olarak resmedilmiş ve polisin varlığı her an
vurgulanmıştır.

TRT: TRT’de haberler, şu konular etrafında şekillenmektedir: “1977 yılı 1


Mayısı”nda hayatını kaybedenlerin bilgisi; katılımcı gruplar; “1 Mayıs” 2002
Düzenleme Kurulu Başkanı’nın “1 Mayıs”ın resmi bayram ilan edilmesi talebi;
katılımcıların talepleri; TRT’nin devlet söylemini lanse etmesinden dolayı Meclis
gündemine yansıyan “1 Mayıs”ın bilgisi; dönemin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı
Yaşar Okuyan’ın 57. Hükümet’in işçi kesimiyle ilgili icraatları; Meclis Başkanı Murat
Sökmenoğlu’nun “1 Mayıs” ile ilgili görüşleri.
TV kanalları arasında en fazla bağlam bilgisi TRT’dedir. Etkinlikler kapsamında
“1 Mayıs 1977”deki olaylarda hayatını kaybedenler anısına Taksim Kazancı
Yokuşu’ndaki anma, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Yaşar Okuyan’ın, 12 Eylül
döneminden kalma yasaların kaldırılmasına ilişkin görüşlerini dile getirdiği bölümler
örnek verilebilir.
Drama düzeyinin TRT’de yok denecek kadar azdır. TRT’nin resmi söylemin
yansıtması bunda etkilidir. Haberde kişiselleştirme ve yargı ifadesi içeren kullanımlar
da düşüktür. Ancak katılımcıların talepleri, “... ağırlıklı olarak İş Güvencesi Yasası’nın
çıkarılması ve özelleştirmelere son verilmesi...” ifadesinden anlaşılacağı gibi
parçalanmış ve genelleştirilmiş olarak yansıtılmaktadır. Olayı yansıtma düzeyi
konusunda diğer kanallarda yer almayan bazı bilgilerin parçalanmış da olsa TRT’de yer
aldığından söz edilebilir. Düzenleyici kuruluşların, katılımcı bazı partilerin, işçileri
ilgilendiren bazı yasa ve düzenlemelerin (İş Güvencesi Yasa Tasarısı) bilgisini, yer ve
zaman bilgilerini görmek mümkündür. Öte yandan, diğer kanallarda yer almayan
hükümet görüşleri TRT’de belirgin bir şekilde varlığını hissettirmektedir:
¾ “1 Mayıs 2002 Düzenleme Kurulu Başkanı Musa Çam, dünyanın bir çok yerinde olduğu
gibi Türkiye’de de 1 Mayıs’ın resmi bayram olması gerektiğini söyledi.”;
¾ “... Yaşar Okuyan, İş Güvencesi Yasa Tasarısıının da önümüzdeki günlerde meclis
gündemine geleceğini ifade etti.”

STV’de nasıl ki emniyet vurgusu ön plandaysa, TRT’de de hükümet temsilinin,


işçi ve temsilcilerinin önüne geçtiği dikkati çekmektedir. Katılımcıların bilgisi tamamen
metin içine yedirilmişken, hükümet temsilcilerinin sözleri kendi ağızlarından ve

136
görüntüleri eşliğinde sunulmaktadır. Bu noktada olayın merkezine yaklaşmış olmanın
temsil sorununu yok etmediği, her kanalın kendi eğilimleri doğrultusunda kendi olay
merkezini kurduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. İlginç bir ifade ise “1 Mayıs”ın
“açık hava toplantısı” olarak nitelendirilmesidir. Kutlamalar bu kullanımla ideolojik
karakterinden arındırılmaktadır.

4.2. Gazetelerden Elde Edilen Bulgular

AKŞAM GAZETESİ: Gazetede “1 Mayıs” ile ilgili bağlamsal bilginin oldukça


düşük olduğu görülmektedir. Sadece, önceki yıllarda gerçekleşen “kanlı” kutlamalara
yapılan bir gönderme ve “1 Mayıs 1977”de hayatını kaybedenlerin anılmasına dair
ifadeler bağlamsal bilgi sunmaktadır. Buna karşılık, drama düzeyi oldukça yüksektir.
Bu durum aynı grupta olduğu Show TV’nin yayını ile paralellik göstermektedir. Olaylar
birbiri ile sıkıdan bağı olmayan bir zincirleme şeklinde sıralanmakta, cümlelerin çoğu
bir öncekini mantıksal olarak bağlamamaktadır. Dolayısıyla uzun soluklu bir haber
konusunun parçalanmış bilgisi bir drama şeklinde karşımıza çıkmaktadır:
¾ “İşçiler yağmurdan naylon poşetlerle korunurken, kimileri ise ağaç veya binaların
saçak altlarına sığındı.”;
¾ “Miting en çok seyyar satıcılara yaradı. Su, simit, köfte ve meşrubat satan çok sayıda
seyyar satıcı, zaman zaman talebe cevap vermekte zorlandı.”;
¾ “1 Mayıs coşkusu, İstanbul Çağlayan Meydanı’nı adeta çiçek bahçesine çevirdi.
Binlerce işçi, halay çekip türkü söyleyerek neşe içinde 1 Mayıs’ı kutladı.”;

“İşçi çiçek açtı”, “Mitingin en renkli simaları da anarşistler oldu.”, “1 Mayıs


coşkusu, İstanbul Çağlayan Meydanı’nı adeta çiçek bahçesine çevirdi” gibi ifadeler
yargı içermektedir. Olayla ilgili yer, zaman ve kişi adlarını belirtmeye çoğunlukla
dikkat ettiği görülmektedir. Bununla beraber genel olarak, “1 Mayıs” ile ilgili olumlu ve
toplumsal konsensüsü sağlamaya yönelik sözcükler kullanılmaktadır. Bu
bağlamda,“birlik ve beraberlik tablosu”, “sağduyu hâkimdi”, “her kesiminin uzlaşmacı
ve özverili bir yaklaşım içerisinde bulunması” gibi ifadeler örnekleyicidir. Diğer
taraftan, “Seyyar satıcılar, İşçi Bayramı’nı ‘Hasılat Bayramı’na dönüştürdü”
ifadesinde, kapitalist dünya görüşünün kâra dayalı zihniyetine göndermede bulunan
“Hasılat Bayramı” benzetmesi “1 Mayıs”ın anlamı ve ideolojik karakteri ile
bağdaşmayan bir kullanım olarak göze çarpmaktadır. Katılımcılar arasında yer alan
savaş karşıtları ve anarşistler “renkli kişilikler” olarak nitelendirilirken, ideolojik
kimlikler törpülenmekte ve mevcut yapı ile uyumlu bir izlenim oluşturulmaktadır.

Sabah Gazetesi: Gazetede bağlamsal bilgi düzeyi düşüktür. Akşam Gazetesi ile
benzer şekilde, geçmiş yıllarda “kanlı” geçen “1 Mayıs”lara yapılan bir gönderme ve
Nevruz’da yaşanan olaylar nedeniyle Mersin’de alınan sıkı güvenlik önlemlerinin
bilgisine rastlanmaktadır. Bununla birlikte gazetenin drama öğelerine sıkça başvurduğu
dikkati çekmektedir. Fotografik öğeler haber metinlerine eşlik etmektedir. ATV’nin
yayını ile örtüşen ve özellikle insanların duyarlılık alanında bulunan (dinî, etnik, vb.)
konulara vurgular dramatizasyonu arttırmaktadır:
¾ “Ordu’da işçilere hitap eden KESK Dönem Sözcüsü, ezan okununca
konuşmasına son verdi”;
¾ “Özellikle yoğun olarak Türklerin yaşadığı Kreuzberg ve Prenzlauer
Berg semtlerindeki çatışmalar sert oldu.”;

Haberin kişiselleştirilmesi ile ilgili olarak, “1 Mayıs’ta özlenen kutlama”,


“....Mersin’de korkulan olmadı.” gibi ifadelerin varlığı değer yargısı taşıyan
kullanımlar olarak karşımıza çıkmaktadır.

137
Olayı yansıtma planında katılımcıların, göz altına alınanların vs. rakamsal
bilgilerinin kullanıldığı, kutlamalara katılan milletvekilleri ve partililerin de tek tek
isimlerinin zikredildiği görülmektedir. Ankara’da düzenleyici kuruluşların isimlerine
yer verilmektedir. Katılımcıların söylem ve talepleri ise gölgede kalmaktadır. Gazete,
“Yaşasın 1 Mayıs”, “İşçilerin birliği sermayeyi yenecek”, “Kahrolsun IMF, bağımsız
Türkiye”, “Zafer Direnen Emekçilerin Olacak” gibi sloganlara yer vermekle
yetinmektedir.
Sözcük seçimlerinde, birlik beraberlik, konsensüs çağrısı dikkati çekmektedir.
“Hoşgörü, çok renklilik, demokrasi”, “özlenen kutlama”, “alanlardaki neşe”, “bayram
havası” birkaç örnektir. Kısmen de olsa “1 Mayıs”ın bağlamına ilişkin “Eşitlik,
özgürlük ve sosyal adalet” gibi sözcüklerin kullanıldığına tanık olunmaktadır.

Zaman Gazetesi: Gazetede, Nevruz kutlamalarının olaylı geçtiği Mersin’de, “1


Mayıs” kutlamalarına izin verilmemesi dışında bağlamsal bilgi bulunmamaktadır.
Drama düzeyi de oldukça düşüktür. Fotografik unsurlar için de aynı durum söz
konusudur. Haberin kişiselleştirilmesine ilişkin olarak, “... büyük ölçüde bayram
havasında geçti” ve “Her görüşten işçiler .... coşku içinde kutladı.” gibi sıfatlarla
niteleme dışında örneğe rastlanmamaktadır.
Gazetede, düzenleyici kuruluşlardan çoğunun adına, kutlamalara katılan siyasi
parti liderlerinin isimlerine yer verilmektedir. Diğer gazetelerden farklı olarak “1
Mayıs”ın tam adına “1 Mayıs Birlik, Mücadele ve Dayanışma Günü’” ilk kez burada
yer verildiği dikkati çekmektedir.
Gazetede dikkati çeken bir başka nokta ise polis ve güvenlik güçlerinin
pozisyonunun ayrıntılı bir biçimde tanımlanmasıdır. “10 bin 250 polis önlem aldı.”,
“Jandarma, Ali Sami Yen Stadı’nda bekletildi. Halkalı Komando Taburu’ndan yaklaşık 500
asker Okmeydanı’na getirildi.”, “Yaklaşık 3 bin polis, 18 panzer, 1 helikopter ve komando
birliklerinin geniş güvenlik tedbiri aldığı Mersin’de..”, “Kayseri’de 937 polisin görev
aldığı kutlamalara ....” gibi bir çok ifade bunu örneklemektedir. “Müdehele”, “güvenlik”,
“önlem”, “kontrol”, “kriz masası”, “geniş güvenlik tedbiri” gibi sözcük seçimleri de bu
vurguyu artırıcı niteliktedir. Güvenlik vurgusunun en belirgin göstergesi ise ilk sayfada yer
alan ve polisin sırtında “POLİS” yazısı ile kalabalıklar üzerinde hakim pozisyonunu belirten
fotoğraftır.

Cumhuriyet Gazetesi: Politik duruşu nedeniyle gazeteler arasında “1 Mayıs” ile


ilgili habere en fazla yer ayıran ve geniş şekilde işleyen gazete olarak görülmektedir.
Bağlam bilgisi Kazancı Yokuşu’ndaki anma, Nevruz nedeniyle Mersin’deki yasaklama
dışında bazı kaynak söylemlerinde göze çarpmaktadır:
¾ “Karakoç, 1919’da bağımsızlığın hayal edilemeyeceği bir dönemde halkın
emperyalizmi yenilgiye uğrattığını ifade ederek 1 Mayıs’ın, bağımsızlığı savunarak IMF
ve Dünya Bankası’na karşı çıkarak kutlanabileceğini belirtti.”,

Haber başlıkları ve ara başlıklarda işçilerin ve çalışan kesimin duyarlı olduğu


alanlara dair dramatik betimlemeler görülmektedir: “Üretenlerin itirazı var”, “Türkiye
ucuz emek cenneti”, “Emekçiler tek yürek” gibi.
Kişiselleştirmeye, “Son yılların en görkemli mitingi...”, “... Mersin’de
sıkıyönetim havası vardı.” gibi cümlelerde rastlanmaktadır. Muhabir kimi zaman da
olaylarla ilgili kendi değerlendirmelerini açıkça habere yansıtmaktadır. “Yurttaşlar
meydanda vekil kafede” gibi ifadelerde, halk ve siyasetçi arasında biz/onlar karşıtlığının
kurulduğuna tanık olunmaktadır.
Olayı yansıtma düzeyi en yüksek Cumhuriyet Gazetesi’ndedir. Katılımcılardan
sloganlara, kutlamaların seyrinden sonuçlarına, olumlu yanlarından olumsuz yanlarına
kadar her konu, diğer gazetelere oranla oldukça detaylı bir şekilde ele alınmıştır.

138
Katılımcıların talepleri, sloganlar detaylı bir biçimde yer almaktadır: “Hortumculara
değil, eğitime bütçe”, “Sendikal hak ve özgürlüklerin önündeki engeller kaldırılsın”,
“İş Güvencesi Yasası çıkarılsın”, “Haklıyız kazanacağız” bunlardan birkaçıdır.
İdeolojik olarak anlam ifade eden ve sol söylemin jargonuna ait “eşitlik”,
“özgürlük”, “sosyal adalet” gibi kavramların kullanımındaki sıklık, katılımcıların
“emekçi”, “üretenler”, “ezilen halk” gibi ifadelerle anılmaları habere konu olan “1
Mayıs”ın ideolojik karakterini belirginleştirmektedir. Kutlamaların gazete tarafından
olumsuzlanan taraflarının “yasaklı kentler”, “Polis Bayramı”, “Sıkıyönetim havası” gibi
sözcüklerle ifade edilmesi gazetenin politik duruşu hakkında da fikir vermektedir.

5. GENEL DEĞERLENDİRME ve SONUÇ


Politik eğilimleri ve habercilik anlayışları farklı dört TV kanalı ve dört gazetede
“1 Mayıs İşçi Bayramı” kutlamalarının haberlere yansımasının incelendiği bu çalışmada
ortaya çıkan sonuç şöyle özetlenebilir:
TV haber bültenleri ve gazetelerin bir çoğunda “1 Mayıs”la ilgili ana konu ve
aktörlerden ziyade tâli konu ve aktörlerin görüntü ve söylemlerinin öne çıktığı
görülmektedir. Haberin merkezi konudan uzak aktörler ve konular üzerine kurgulanması
bir temsil sorununu da beraberinde getirmektedir. Çoğu zaman haber örgüsünün asıl
konu çerçevesinde gelişmesi bile yeterli olmamakta; her TV kanalı ya da gazete kendi
eğilimleri doğrultusunda kendi olay merkezini kurmaktadır. Örneğin Show TV popüler
ve magazin eğilimli habercilik anlayışı doğrultusunda işçiler yerine travestilerin
katılımını ve söylemlerini öne çıkarırken, TRT devlet söyleminin temsilcisi olarak
hükümetin söylemlerini belirginleştirmektedir. Dolayısıyla her yayın organı politik
duruşu ile bağlantılı olarak kendi olay merkezini oluşturmakta, kendi aktörlerini ve
diyaloglarını sergilemektedir. Temsil sorunu mekansal anlamda dahi kendini
göstermektedir. Büyük kent merkezli habercilik anlayışı nedeniyle çoğu kez haber
Ankara, İstanbul, İzmir sacayağında dönmekte, diğer kentler habere dahil
olamamaktadır. Bu çalışmada Diyarbakır ve Mersin hariç benzer bir durum söz
konusudur. Bu illerde de çatışmalı durumların yaşanması, onları haberleştirmektedir.
Hemen tüm TV kanalları ve gazetelerde “1 Mayıs” ile ilgili konsensüs
sağlamaya yönelik ifadelerin kullanıldığı, buna karşılık çatışmalı durumların, keskin
ifade ve söylemlerin elimine edildiği ya da marjinalleştirildiği, ötekileştirildiği
görülmektedir. Bourdieu, herkesin ilgisini çekcek ve herkes için geçerli olan haberlerde
somutlaşan bu tip olayları “Omnibüs” yani “Gel-geç” olarak nitelemektedir. Omnibüs
olaylar “hiç kimseyi şaşırtmamak zorunda olan, hiç bir tercih içermeyen, bölmeyen,
uzlaşım sağlayan, herkesi ilgilendiren ama hiçbir önemli şeye dokunmayan bir kipte
ilgilendiren olaylardır. Gelgeç olay, işte bu türden, basit, ilkel nevaledir, hiçbir sakıncası
olmaksızın herkesi ilgilendirdiği ve zaman aldığı, başka şeyleri söylemek için
kullanılabilecek zamanı harcadığı için çok önemli olan haberdir (Bourdieu, 2000,
s.22)”. Bu çalışmada da, çoğu kez marjinallerin başrollerde olduğu çok değişik omnibüs
olayın varlığına şahit olunmakta, katılımcıların talepleri, şikayetleri tümüyle bu
olayların gölgesinde kalmaktadır. Gerek aktörler gerekse söylemler bazında yaşanan bu
temsil sorunu, toplumsal yaşamdaki problemli alanların, sorunların üstünün örtülmesini
beraberinde getirmekte, suya sabuna dokunmayan konular ve kişiler üzerine kurulan
haberler toplumsal uzlaşmayı kolaylaştırmaktadır. Böylece sorunların çözümü bir tarafa,
medyada yer bulması ve yurttaşlar nezdinde farkındalık yaratılması bile problemli bir
hale gelmektedir.
Parçalanmış, kişiselleştirilmiş ve genellemelerin yapıldığı, sansasyona yaslanan
bu habercilik anlayışı aynı zamanda bir tür “yoksayılma” halidir. İşçiler, “1 Mayıs”
kutlamalarında, ekranda en az görünen, sesini en az duyuran (çoğu zaman
duyuramayan) konumundadırlar. İkincil aktörlerin ve söylemlerin sahne almasıyla, yok
sayılmanın çok çeşitli yöntemlerine ve görünümlerine tanık olunmaktadır her bir

139
haberde. Medyada değişik kanallarda çok farklı şekillerde karşımıza çıkan bilginin
niteliğinin, medya okuryazarlığının öngördüğü yurttaşlık bilincini uyarıcı olmadığı
görülmektedir. İzleyici de çoğu zaman, toplumsal olaylarla ilgili farklı temsillerden
birini tercihle yetinmektedir.
Peki bu noktada medya okuryazarlığı bir çözüm olabilir mi?... Dünyada bir çok
ülkede yaygınlaşan ve okulların eğitim programlarına dahil edilen medya okuryazarlığı,
kanımca şu an için bir çok açıdan iletişim literatürüne giren popüler bir kavram olmanın
ötesine geçememektedir.
Öncelikle medya okuryazarlığı sıradan medya tüketicisinin katılımını öngören
bir süreç olmakla birlikte bu süreçteki tüm aşamaların (erişim, analiz, değerlendirme,
yaratım ve iletim) günlük yaşamda hayata geçirilmesi mümkün görünmemektedir. İlk
anda, medyaya erişim konusu dahi sorunlu bir alana tekabül etmektedir. Teknolojinin
varlığı medyaya erişimi kolaylaştırmamaktadır. Erişim medyanın sınırsız dünyası içinde
ya ekonomik nedenlerle gerçekleşememekte ya da sadece bir boyutla sınırlı
kalmaktadır. İstisnai durumlar dışında kimse aynı olayı, aynı anda ikinci, üçünçü
kaynaktan izleme imkanına sahip olmadığı için medyadan edinilen bilgi, tek boyutla
sınırlı kalmaktadır.
Erişim gibi sorunlu olan bir diğer aşama da medyaya kendi mesajlarını
oluşturma ya da yaratım ve iletim sürecidir. Herhangi sıradan bir medya tüketicisinin
kendi mesajını yaratsa dahi medyaya iletmesi ve dolaşıma sokması kolay değildir.
Bourdieu’nün “enformasyonun kısırdöngüsündeki kapanma”(Bourdieu, 2000, s.30)
nitelemesi tam da bu durumu açıklamaktadır. Bourdieu, örneğin Fransa’daki
yabancıların statüsü üzerine yazılmış bir makaleyi, altında ünlü, satışı olan bir ismin
imzasını taşımadığı sürece bir gazetede yayınlatmanın imkansızlığından söz etmektedir.
Türkiye örneğinde de, imzanız sıradan bir birey olarak bir şey ifade etmiyorsa, onu
medyada dolaşıma sokmanız ve insanlara sunmanız çok kolay olmasa gerek.
Şu anda yurtdışında örneklerine rastlanan medya okuryazarlığı eğitimi ise
aşamalandırılmış bir süreç gibi işliyor görünmektedir. Ancak bireysel formasyonların,
dünya görüşlerinin ve daha bir çok belirleyenin etkili olabileceği eleştirel analiz süreci,
bir medya terapi seansı olmanın ötesinde bir şeydir. Dolayısıyla medya analizi formüle
edilmiş bir süreç şeklinde ve seanslar halinde çözümlenmekten çok, politik, ekonomik,
teknik, ideolojik ve kültürel çok boyutlu okumalarla çözümlenebilir.

NOTLAR
(1) 2002 yılı “1 Mayıs İşçi Bayramı”nı konu alan örnek olayın yöntem ve analizi
konusunda daha ayrıntılı bir çalışma için bkz. Yurdagül Bezirgan, “Haber Medyasında
Dilin Kullanımı: Gazete ve Televizyon Haberlerinin Dili Kullanımı Açısından
Karşılaştırmalı İçerik Analizi”, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ege Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, İzmir, 2002. Tez çalışmasında, aynı örnek olayla ilgili içerik
ve söylem analizinin bileşimi sayılabilecek bir analiz yöntemi uygulanmıştır. Bu
çalışmaya ise analizin bazı boyutları uyarlanmıştır.
(2) Belirtmek gerekir ki, çalışmanın TV kanallarını kapsayan kısmını yazılı bir
metin içinde aktarmak, görsel unsurların yokluğu nedeniyle yeterince tatmin edici
olmayacaktır. Çalışmanın analiz bölümü, “I. Uluslararası Medya Okuryazarlığı
Konferansı”ndaki sözlü sunum sırasında katılımcılara ekrandan görüntülü olarak
yansıtılmıştır. Burada ise sadece bazı çarpıcı bölümlerin yazılı olarak aktarılmasıyla
yetinilmektedir.

140
KAYNAKÇA
• Bennet, W. Lance. (2000). Politik İllüzyon ve Medya, İstanbul: Nehir
Yayınları.
• Bezirgan, Yurdagül. (2002). “Haber Medyasında Dilin Kullanımı: Gazete ve
Televizyon Haberlerinin Dili Kullanımı Açısından Karşılaştırmalı İçerik Analizi”,
Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İzmir: Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
• Bourdieu, Pierre. (2000). Televizyon Üzerine, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
• Correia, Ana Maria Ramalho. (2002). “Information Literacy for an Active and
Effective Citizenship”, White Paper Prepared for UNESCO, the U.S. National
Commission on Libraries and Information Science, and the National Forum on
Information Literacy, for use at the Information Literacy Meeting of Experts, Prague, The
Czech Republic., 1- 30, http://www.nclis.gov/libinter/infolitconf&meet/papers/correia-
fullpaper.pdf (30 Nisan 2005).
• Hobbs, Renee. (1998). “Medya Okuryazarlığı Hareketinde Yedi Büyük
Tartışma”, Çev.: Melike Türkan Bağlı, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi
Dergisi, Yıl: 2004, Sayı: 1, 122-144,
http://www.education.ankara.edu.tr/ebfdergi/yenisayi_files/volume37/122-140.PDF (30
Nisan 2005).
• Lewis, J., S. Jhally. (1998). “The Struggle Over Media Literacy”, Journal of
Communication, Vol. 48, No. 1., 1-8,
http://www.medialit.org/reading_room/pdf/363_Lewis_Jhally.pdf (30 Nisan 2005).

141
REKLAMLAR ARACILIĞIYLA DEĞİŞEN GENÇ EBEVEYN KİMLİKLERİ

Kübra Karaosmanoğlu, Oya Dinçer Durmuş

ÖZET
Tüketim amaçlı üretilen,tüketicinin bilgi ve seçimine sunulan pek çok mal ve
hizmet reklamların ana fikrini oluşturmaktadır.
Pazarlama faaliyetinin vazgeçilmez unsuru olan reklam,yayınlandığı zaman
dilimi, hitap ettiği kitle açısından da tüketici davranış ve tutumlarının oluşmasında ve
değişmesinde de önemli bir yer tutmaktadır.
Teknolojik gelişmelerle tüketim olgusu şekillenmekte sonuçta bireye daha
uyumlu teknik araç ve gereçler yeni sloganları ile hayatımızı kuşatmaktadırlar
Bu kuşatmanın bir parçası olan genç ebeveynler yerleşik tutum ve davranışları
radikal adımlarla değişime ve başkalaşıma uğratan tavırlar sergilemekte olup çocuk ve
genç tüketicilerin öğrenme süreçlerini de doğrudan etkilemektedir.

Çalışmada reklamların yıllar itibariyle değişen sloganları ve ebeveynlerdeki görünüm ve


tavır değişiklikleri analiz edilecektir.

ANAHTAR SÖZCÜKLER : Kimlik, Reklâm, Aile, Medya, Pazarlama Tutum

ABSTRACT

All the goods and the services that are presented to consumers choice form the
concept of commercials.
Commercials as one of the vital elements of whole marketing effort plays a very
descriptive role ,as of time share of broadcast,target viewers in forming or changing the
consumer behaviour.
By the recent innovations in technology and with better slogans,the
consumption phenomenon is formed.Thus technical equipments that are more coherent
for the individual surround our daily life .
Young parents that are a piece of this commercialised siege display a radical
manner that directly effects the typical attitude and influences the learning process of
consumers.
In this study we'll be mainly focusing on how the slogans of commercials have
changed annually and how this change formed consumer behaviour year by year.

KEY WORDS : Identity, Advertisement, Media, Marketing, Attidute

1. GİRİŞ
Zaman İsa’nın doğumundan az sonra; yer Akdeniz’de bir liman; uzun bir
yolculuktan sonra limana yaklaşan bir yelkenli gemi; gemi Uzak Doğu’dan, yemeklere
yeni tatlar ekleyecek baharatlarla dolu, biraz sonra liman kentinin “tellalları” bu
geminin limana girdiğini tacirlere ve halka duyuracaklar.
Yıl 1650, yer Avrupa’da bir şehir. Bir gazetede çalınan 12 atın geri getirilmesi
için ödül vaadi yer almakta.
Yıl 1864, yer İstanbul. Tercüman-ı Ahval gazetesi piyasaya yeni çıkan kasaları
duyurur.

142
Bunlar ilk sözlü ve yazılı reklâmlardan bazı örneklerdi1. Bugün de teknolojinin
kat ettiği tüm gelişmelere karşın durum yine aynı. Yani işletmelerin ya da sunumunu
gerçekleştirdiği mal ve hizmetlerin tanıtımı için doğru yerde ve doğru zamanda
bulunmayı başarmak yani reklâmlarla hep yaşamak ve varlık sürdürmeyi
gerçekleştirmek.

2. Pazarlama Aracı Olarak Reklâm


Bilgi çağında yaşamlarını sürdürmeye çalışan kurum ve kuruluşların temel
amaçları; sahip oldukları fiziksel ve beşeri kaynakları en verimli biçimde kullanarak
hedeflerine ulaşmak, ürün ve hizmetleri üretip pazarlamak ve daha fazla kâr
sağlamaktır. Bu amaçlara ulaşmak ve rekabet ortamında ayakta kalmak isteyen
işletmeler için en etkili pazarlama iletişimi uygulamalarından birisi de reklâmdır.
Sanayi devrimi sonrasında pazarın odak noktası haline gelen tüketici,
günümüzde mal ve hizmetlerden ziyade, marka ve imajları tüketmeyi tercih etmektedir.
Herhangi bir ürünün kaliteli olmasının ya da bir takım fiziksel faydalar sağlamasının
tercih edilerek satın alınması için yeterli görülmediği bu yeni dönemde tüketiciler, ilgili
ürün veya markanın kendilerine prestij kazandıracağına veya sosyal statülerine uygun
olduğuna ilişkin inanç ve tutumlarının güç derecesine bağlı olarak, satın alma
davranışlarının yönünü belirlemektedir2.
Çağımız teknoloji, iletişim ve pazarlama çağıdır. Doğal olarak bu ortamda
kişinin toplumsal, siyasal, kültürel, psikolojik ve ekonomik davranışlarını etkileyen bir
iletişim yumağı oluşmuştur. İletişim teknolojisinin gelişmesine ve değişmesine bağlı
olarak toplumsal yaşamı yönlendiren en önemli unsurlardan biri de reklâmcılıktır3.
Reklâmcılık, bugün endüstri ve ticarette çok önemli bir yayın olarak kabul görmekte
olup, aynı zamanda da gelir ve kâr marjı yüksek mesleklerden biridir.
Modern pazarlamanın ve işletmeciliğin vazgeçilmez bir parçası olan reklâm, mal
ve hizmetler ile tüketici arasındaki iletişimi kuran ve bilgi akışını sürekli hale getirerek
kişilerin satın alma kararlarını etkileme yönünde başvurdukları ikna etme ağırlıklı bir
tutundurma aracıdır. Gelişmiş ve gelişmekte olan tüm ekonomilerde yaygın olarak
kullanılan reklâm, aynı zamanda bir kitle iletişim aracı olarak da kabul görmüştür.
Sağlıklı bir ekonomik kalkınmada mal, hizmet, simge ve fikirlerin belirli isimler altında
pazara arzı, böylece mal ve hizmetlerin kişilik kazanması reklâmın düzenleyici bir
rolünün olduğunun göstergesidir.
Tüketici açısından ise reklâm, kendi gereksinimlerini tatmin etmek üzere pazara
sunulmuş binlerce ürün ve hizmet içinden, kendi yararına en uygun ve rasyonel olanı
tercih etmesine yardımcı olacak bir rehber görevini ifa etmektedir4.

3. Reklâm – Medya İlişkisi ve Reklâmın Etkileri


Günümüzde insanlar hızla değişen ve hatta toplumsal değişmenin de önüne
geçen bir teknolojik yeniliklerle karşı karşıyadırlar. Özellikle 1980 sonrasında yaşanan
ve küreselleşme olarak isimlendirilen değişimler açısından ele alındığında tüketicinin
pazar yönlü davranışının yeni bir görünüm kazandığı dikkati çekmektedir. Bir yandan
bilişim teknolojilerinin getirdiği kolaylık ve bilgiye erişim hızı bireyi rahatlatırken; bir
yandan da kişinin toplumsal, siyasal, kültürel, psikolojik ve ekonomik davranışlarını
etkileyen çapraşık bir süreç yaşanmaktadır. İletişim teknolojisinin gelişmesine ve
1
Erdoğan Taşkın; “Doğru zamanda ve doğru yerde bulunmak; Reklâm”, Pazarlama Dünyası, Yıl:4,
Sayı:19, Cem Ofset met., İstanbul-1990, s:33.
2
Belma Güneri, “Reklâm Aracılığıyla Tüketici Zihnine Girilmesi”, Pazarlama Dünyası, Yıl:12 Sayı:69,
Globus Dünya Basımevi, İstanbul, 1998, s:43.
3
A.Zeki Özgür, “Televizyon Reklâmcılığı: Kararlar-Süreçler”, Der Yayınları, İstanbul-1994, s:1.
4
Zakir Avşar, “Reklâmların Tüketici politikası Yönünden Değerlendirilmesi Denetimi ve Türkiye”,
http://www.hukukcu.com/bilimsel/kitaplar/zakiravsarreklam/reklamlarrin_tuketici_poli...(21.05.2100)

143
değişmesine bağlı olarak toplumsal yaşamı yönlendiren en önemli unsurlardan birisi de
reklâmcılıktır5. Çünkü gerçek hayatta tüketiciler reklâmlar aracılığıyla
bilgilendirilmektedirler. Popüler imaj çağının en önemli belirleyicilerinden biri olarak
kabul edilmekte olan reklâm, bu bağlamda insanlara bir tüketim cenneti sunmaktadır.
Satın alma gelirine sahip olan herkesin girebildiği bu cennette, tüketim arttıkça imajlar,
mal ve hizmetler de çoğalmaktadır.
Ürün ve markaları tanıtarak yarattığı firma ve marka imajı sayesinde tüketiciler
tarafından ailenin bir üyesi gibi algılanmalarını sağlayarak, üretici ile arasında bir
diyalog kuran reklâm, bir yandan ekonomik yapının gelişimini yönlendirmekte diğer
yandan da yerel kaynakların etkin kullanılmasına ve verimliliğin arttırılmasına destek
olmaktadır6.
Reklâmcılık aynı anda, ortalama bir maliyetle çok sayıda insana ulaşılabilmesi
ile ilgili bir dizi tanıtım faaliyetinden oluşmaktadır. Reklâmlar, televizyon, tüketici
dergileri, gazeteler, ticari yayınlar, radyo, açık hava reklâmları ve postalama reklâmları
olarak gerçekleştirilmektedirler.
Kitle iletişim araçları bilgiyi üretme ve yönlendirme açısından yaşanan
değişimler sonucunda kendini yenilemiş, güçlendirmiş ve sonuçta hem ekonomik bir
ünite hem de bilgi üretme ve aktarma aracı olarak dördüncü kuvvet şeklinde gündeme
alınmıştır. Ancak sahip olduğu bu güç, çeşitli tartışmalara da neden olmuştur7.
Reklâm stratejisini geliştirmede en önemli kararlardan biri de medya seçimidir.
Medyanın isabetli seçilmesi kararı, reklâmı veren kurum ya da kuruluşun,
a- Varış, sıklık ve vuruş,
b- Başlıca medya araçlarının seçimi,
c- Spesifik medya araçlarının seçimi ve
d- Etkin medya zamanlaması ile olasıdır8.
Medya harcamalarından en verimli sonuçların alınabilmesi pazarlama
yöneticisinin, etkin bir medya planı geliştirmesi ile söz konusudur. Medya plancısı,
planını hazırlarken reklâm hedefindeki insanların demografik karakteristiklerini
özellikle incelemek durumundadır. Çünkü belirli bölgelerde belirli demografik durumlar
için değişik medya albenileri vardır. Bu arada medya maliyetlerinin de gereken
hassasiyetle dikkate alınması kaçınılmazdır. Zira etkin bir medya aracı olan televizyon
vuruşu ile gazete vuruşunun ve kişi başına maliyetlerinin karşılaştırılması söz konusu
edilemez.
Reklâm, medya yoluyla tüketiciyi bilinmezden kurtararak harekete
geçirmeyi
amaçlamaktadır. Tüketici bilinmezlik durumundan bilgi sahibi olma, kabul etme ve ikna
olma evrelerinden geçerek olası hareketi tamamlamaktadır. Bu doğrultuda medyanın
amacı ise hedef bilgileri duyurmak, tanıtmak, mesajı mümkün olan en geniş kitleye
ulaştırmak ve bilgi ulaşım oranını yükseltmek olacaktır.
Serbest rekabet sisteminin ve ticari faaliyetlerin tamamlayıcısı olan reklâmın en
önemli fonksiyonu tüketiciye doğru ve yararlı bilgi vermektir. Bugün reklâm sadece
bilgi verme ve ikna etme gücü ile sınırlandırılarak tanımlanamamaktadır. Özellikle
kültürel aktarıma ve sosyal yapıya etkisi dikkate alındığında sosyal bir güç olarak
karşımıza çıkmaktadır. Reklâmın bu yönü, onu bir yol gösterici haline getirmekte ve
sosyo-ekonomik yapının gelişimini destekleyici önemli bir diğer güç olarak
5
Ahmet, Tan, G.Akpınar, A.Baydaş, A.Şirin; “Üniversite Öğrencilerinin Reklâmcılığa Bakış Açıları
Üzerine Bir Araştırma”, Pazarlama Dünyası Dergisi, Yıl:13 Sayı:73, Globus Dünya Basımevi, İstanbul
1999, s:7.
6
Belma F., Güneri; “Reklâm Aracılığıyla Tüketici Zihnine Girilmesi”, a.g.e.s:43.
7
Belma F., Güneri; “Bilgi çağında ekonomik revizyonların yazılı basın işletmelerine etkisi ve reklam”
Pazarlama Dünyası Dergisi, Yıl:16, Sayı 2002-03 Globus Dünya Basımevi, İstanbul-2002,s.50.
8
Mehmet Oluç, “Reklâm”, Pazarlama Dünyası Dergisi, Yıl:4, Sayı:20, Cem Ofset Matbaacılık, İstanbul-
1990, s:13.

144
nitelemektedir. Reklâm bu yönleri ile sürekli eleştiri alan bir görünüm taşımaktadır.
Örneğin reklâm; insanların doğal isteklerini yok etmekte, sanal ve suni gereksinimler
yaratmakta, iktisadi kaynaklar boşa harcanmakta, bazı ürün ve markalar için akla ve
mantığa aykırı imajlar konumlandırılmaya çalışılmaktadır.
Günümüzde reklamcılık, toplumun fikir ve kavramlarının, umut ve
beklentilerinin ve yaşam biçimlerinin oluşumunda hayli etkili bir toplumsal kurum
olarak karşımızda durmaktadır. Dolayısıyla reklamcılar, mesleğin bu vasfı nedeniyle
toplumsal ve ahlaki açıdan önemli sorumluluklar yüklenmektedirler. Bu
sorumlulukların yerine getirilmemesi eksik, yanlış ya da kötüye kullanılması toplumsal,
kültürel ve ahlaki değerlerin bozulmasına ya da yanlış gelişmesine neden olabilecektir.9

4. Reklâmla Yaşamayı Öğrenmek


Tüketim, tüm toplumsal kategorilerin yeniden tanımlandığı aktif bir süreçtir.10
Bilişim teknolojileriyle gerçekleşen dönüşümler bu sürece olumlu-olumsuz katkılar
vermiştir. Özellikle farklılaşan tüketim kalıpları reklâmın özünü korumakla beraber
işlevsel olarak bir değişime uğratmaktadır. İnsanların her şeye sahip olabileceği ve de
olması gerektiği şeklindeki toplumsal telkin, giderek temel yaşam amacımız olmakta,
yaşamımızı şeylere sahip olma çerçevesinde oluşturarak yurttaş olmaktan daha çok iyi
tüketiciler olarak şekillendirmektedir.
Modern pazarlama ile kazandırılmaya çalışılan tüketici kimliklerinin istenen
başarıyı kaydememesi üzerine, 1990 lı yılların sonuna doğru tüketici davranışına etki
etme özelliği olan sosyo-kültürel etmenlerden AİLE ve EBEVEYN kavramı belirgin
kalıplardan çıkartılarak popüler kültürün de etkisi ile dönüşüme tabii tutulmuştur.
Örneğin 70’li yılların reklâm sloganları içinde olan “Akşama babacığım, unutma Ülker
getir” iken bugün pek çok ürün çocuğun kendisi tarafından seçilen, satın alma kararının
çocuk ya da anne tarafından gerçekleştirdiği sloganlarla tanıtılmaktadır. Çocukların
reklamla ilgili algı ve tutumları (örneğin reklamda gördüğü her şeyi doğru kabul
etmeleri veya satın alma konusunda aşırı direnç göstermeleri ) karşısında nasıl
davranılacağı ise günümüz genç anne-babalarının ortak sorunudur. Çocukla çatışma
içine girmeden, reklamın çocukları alışverişe özendirici etkisini ( rengarenk vitrinler,
büyük ve ilgi çekici alışveriş merkezleri, albenisi yüksek olan paketler ) bilerek,
çocuğun baskısına ve satın alma dürtüsüne boyun eğmeden çocuğa bilinçli tercih
yapmayı öğretmek, kendini tutmayı bir olumlu davranış olarak kazandırabilmenin ilk
adımı anne-babanın model oluşturduğu karaların zaman ve zeminine ortak edilmeleri
olacaktır.
Diğer yandan özellikle annenin çalışma yaşamında daha aktif varlık göstermesi
ve daha fazla zamanını evin ve ailesinin dışındaki ortamlara ayırması durumu anne
açısından olumsuz bir şekilde yansıtılmaktadır. Reklamlarda çocuğunun sağlığını ve
mutluluğunu düşünen tüm annelerin hangi ürünleri kullanması gerektiği bilinçaltına
öyle şırıngalanmaktadır ki bu ürünleri kullanmayan anneler adeta itham edilmekte ve
gizli bir onayla cezalandırılmaya teşvik edilmektedir. Örneğin Danone sloganı
incelendiğinde özen gösteren annelerin bu ürünü seçtiği vurgulanmaktadır. Reklâmda
üstü örtülü olarak verilen gizlilik ve incelikle enjekte edilen özen göstermeyen annelerin
vahim durumudur, yani ters yönlü çağrışıma güzel bir örnek oluşturmaktadır.
Reklâmlar birçok kadını annelik mitinden yakalamaktadır. İyi ve ideal anne,
evin tüm işlerini yapan, babaya ve çocuklara sürekli hizmet eden, onların her istediğini
terine getiren kişidir. Toplumca kabul görmüş anne imgesi, kendini çocuğa adamak
olarak tanımlanmaktadır.11 Tabii durum böyle olunca annenin zamanının daha iyi ve

9
Zakir Avşar, “Reklâmların Tüketici politikası Yönünden Değerlendirilmesi Denetimi ve Türkiye”,
http://www.hukukcu.com/bilimsel/kitaplar/zakiravsarreklam/reklamlarrin_tuketici_poli...(21.05.2100)
10
Mary Douglas, Baron Isherwood, “Tüketimin Antropolojisi”, Dost Kitabevi, Ankara, 1999, s.83.
11
Tülin Tankut, “Annelik Üzerine”, http://evrenselbasim.com/kultur/89.html#tülin (19.04.2005)

145
fonksiyonel olarak kullanılması söz konusu olmaktadır. Bu durumun anlamlı
örneklerinden biri olan “Annem bana kalır” sloganı çok temel vaatleri işleyerek hem
anneleri klasik görüntüsü ile muhafaza ederken hem de kalan zamanın rasyonel
değerlendirilmesi ile çocukların daha fazla süreyi anneleriyle geçirebileceklerini
mesajını göndermektedir. Reklâmlar her kalıba girerek, toplumsal değişimleri kendi
çıkarları doğrultusunda kullanır. Bu modern anlamda insanların yeniliklere açık hale,
hatta yenilikleri talep eder hale getirilmesi ile klasik olanın terk edilmesini ve yeni
tüketim kalıplarına geçişini simgelemektedir.
Reklâmların toplum üzerindeki etkisi, yeni bir insan tipini ortaya çıkarmakta iyi
vatandaş olmak kavramı iyi tüketici olma kavramı ile eş anlamlı kabul edilmektedir. Bu
durum reklâmın ekonomik, toplumsal etkileri ve sağlıklı olup olmadığı tartışmalarını da
beraberinde getirmiştir. Aslında reklâmlar, ürünlerden daha fazlasını satıyorlar. Tüketim
ideali, sosyal, çevresel ve kültürel değerlerimizin önünü tıkıyor. Ve günümüz
pazarlamasının oluşturduğu yeni insanın altta yatan sloganı; “satın alıyorum, öyleyse
varım”12 şekline dönüşmüştür.
Günümüzdeki oluşumlar itibariyle bilgiyi üretme ve yönlendirme açısından en
etkili silahlardan biri olarak değerlendirilen kitle iletişim araçlarının etkisi oldukça
belirginleşmiştir. Reklâmların kitle iletişim araçları kullanılarak iletildiğini göz önünde
bulundurduğumuzda, TV izleme ve kitap okuma oranları üzerinde bazı
değerlendirmeler yapmakta fayda bulunmaktadır. UNESCO tarafından yapılan bir
araştırmaya göre Türkiye ABD’den sonra en çok televizyon izlenen ikinci ülke. 95
kişiye bir kahvehane, 65 bin kişiye bir kütüphane düşen Türkiye’de İNSANLAR
TELEVİZYON OKUYOR, KİTAP SEYREDİYOR! 2004 de TV izleme konusundaki
başarımızı istikrarlı bir şekilde devam ettirerek hatta ikincilikten birinciliğe terfi
ettiğimizi görmekteyiz13. Bu durum kısa vadede çocukları ve gençleri yanlış etkilenme,
düşünce üretmeme, algı tembelliği ve gördüklerini hayata geçirme gibi görünümler
oluştururken; uzun vadede ise onları birer tüketim toplumu bireyi haline getirmektedir.
Tüketim toplumu bireyi ise, salt tüketmekle kalmaz, değer yargıları ilişki biçimleri,
özetle kişiliğe dönük pek çok şey hızla farklılaşır.
Reklâmlar sadece yetişkin bireyleri değil, toplumda önemli bir çoğunluk
oluşturan gençleri ve çocukları da hedef alarak yüzlerce mesaj göndermektedir.14 Ayrıca
hepimizin de bildiğimiz ve tanık olduğumuz gibi, reklâmlar kısa süreli ve hareketli
oldukları için çocukları pek çok programdan daha çok cezp etmektedir. Çocuklar
dakikalarca gözlerini ayırmadan reklâmların sonuna dek izlemektedirler. Bu da henüz
taze çocuk beyinlerin tüketim arzusu ve marka istekleri ile doldurulmasına neden
olmaktadır.
Reklâmlarda yer alan sloganların, mesajların altında mutlu hayatlar vaat
edilmekte ve bu hayata ulaşmanın tek yolunun o ürüne sahip olmaktan geçtiği imajı
verilmektedir. En yeni sloganlardan biri buna güzel bir örnek oluşturmaktadır. “Seninle
her şeye varım ben.” sloganı ile babaların annelerle ortak çalışma üretebilmesi için bazı
tüketim mallarına gereksinim duyduğu vurgulanmakla beraber bu ürünün varlığına
duyulan ihtiyaç ile eşin varlığına duyulan güven ve ihtiyaç iç içe geçerek ortak ileti
olarak kullanılmaktadır. Reklâmlarla değişen ebeveyn kimlikleri pek çok ilişki ve değer
yargısını da ters yüz etmektedir.
Medyanın kitle iletişim araçları aracılığıyla tüm iletileri bize dikte ettiği göz
önüne alındığında değişime uğrayan ve farklılaşan tüm tutum, davranış ve değer
yargıları özellikle çocukları ve gençleri yeni öğretiler doğrultusunda, yepyeni kimliklere

12
Bülent Savran, “Reklamlar ve Tıbbi Etik”, http://www.ttb.org.tr/TD68/5.html (21.05.2005)
13
Esra Arsan, “Medya Okuryazarlığı”, http://www.dorduncukuvvetmedya.com/article.php?sid=3604
(19.05.2005)
14
Huriye Kuruoğlu, “Televizyonun Çocuklar Üzerindeki Olumsuz Etkileri” ,
http://pdrhizmetleri.sitemynet.com/c7.html (21.05.2005)

146
hazırlamaktadır. Medya bu yeni kimliklerin inşasını desteklerken bu yeni yapının bir
maliyeti olduğunu bize sorgulatmaktadır.
OMO bir gün “kirlenmek güzeldir” diyerek ortaya çıktı ve bizim tüm
öğretilerimizi alt üst etti. Hijyen mi olmalıyız yoksa kirlenmeye göz mü yummalıyız?
Daha önceleri bakteri ve mikroplarla baş edemeyen, lekeleri bir türlü çıkaramayan,
sürekli şaşkın ve acz içinde bulunan annelerin rol aldığı reklâmlar söz konusu iken
bugün neredeyse mucizevî olarak nitelendirilen ürünlerin kullanıcısı annelerin
becerikliliklerine tanık olmaktayız. Bu aynı zamanda annelere iade-i itibardır. Uzun
yıllardır süre gelen ve pek çoğumuzu büyüme döneminde etkilemiş olan “sakın üstünü
kirletme “tembihleri yerle bir olmuş ve tüm baskıların ortadan kalktığı özgürlükçü bir
yaşam vaadi ile çözümün ne kadar kolay ve eşsiz olduğu yeni reklâmlarla
öğretilmektedir.
Yarının yetişkin bireyleri olacak gençlerin ve çocukların algılama ve bilinç
düzeylerinin mevcut yazılı kültürden etkilendiğini ve bunun bir sosyal sorun olduğunu
görerek, ne tür önlemler alınması gerektiğinin yanıtı aranmalıdır.
Günümüz reklâm iletilerinin iyi bir yurttaş olmaktan ziyade, iyi bir tüketici olma
kavramına hizmet ettiği dikkate alındığında, bu duruma çözüm üretme konusunda
sadece yasal önlemlerle yetinmeyip, yaşamın tüketime indirgendiği bir süreç olmaktan
ivedilikle çıkarılması ve de anne-baba-çocuk kimliklerinin salt ürün olarak görülmesi
önlenmelidir. Bunun için ilk adım bilinçli tüketim olgusunu tanıyan, kendisine sunulan
iletilere kanıt arayan bireylerin yetiştirilmesi ile mümkündür. Bu doğrultuda anne-baba
ve eğitim kurumlarının katkılarının daha gerçekçi olması adına yine kitle iletişim
araçları farklı amaçlarla kullanılarak ve popüler kültürden kısmi de olsa arındırılarak
medya okuryazarlığının eklemlenmesi gerekmektedir.
Bu bağlamda, Avrupa Birliği, 10 yıl kadar süren tartışmalar sonunda reklâm
üzerinde, toplulukça belli bir sistemin kabul edilmesi gerektiğini 1988’de “Yanıltıcı
Reklâm Yapılmasının Kontrolü” şeklinde yasalaştırdı.15 Bu konudaki cezai
uygulamaların ve denetimlerin caydırıcı olmaması sebebiyle reklâm iletilerinde gizli
yanıltıcı öğe ve olguların kullanılması önlenememektedir.

“Çocuklara medya metinlerini yapıbozuma uğratmaları öğretilebilirse, sihirli


“mantra” gider ve o zaman çocuklar fantezi tarafından aldatılmaz şiddet tarafından
sömürülmez ya da ticari niyetler tarafından manipüle edilmezler. Bu senaryoya göre
medya eğitimi, tetanoz aşısının pedagojik muadilidir.”16

KAYNAKÇA

Özgür, A.Z. (1994). “Televizyon Reklâmcılığı: Kararlar-Süreçler”, Der Yayınları,


İstanbul.

Tan, A., Akpınar, G., Baydaş, A. ve Şirin, A. (1999). “Üniversite Öğrencilerinin


Reklâmcılığa Bakış Açıları Üzerine Bir Araştırma”, Pazarlama Dünyası Dergisi, Yıl:13
Sayı:73, Globus Dünya Basımevi, İstanbul.

Güneri, B. (1998).“Reklâm Aracılığıyla Tüketici Zihnine Girilmesi”, Pazarlama


Dünyası Dergisi, Yıl:12 Sayı:69, Globus Dünya Basımevi, İstanbul.

15
Roderick White, “Advertising: What it is and how to do İt”, 1993, Third Edition, Mc Graw Hill Inc.
P.188
16
Renee Hobbs, Çev. Melike Türkan Bağlı, “Medya Okuryazarlığı Hareketinde Yedi Büyük Tartışma”
Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, Yıl:2004, Cilt:37, Sayı:1, s.125.

147
Güneri, B. ( 2002).“Bilgi çağında ekonomik revizyonların yazılı basın işletmelerine
etkisi ve reklam” Pazarlama Dünyası Dergisi, Yıl:16, Sayı 2002-03 Globus Dünya
Basımevi, İstanbul.

Savran, B. (21.05.2005). “Reklamlar ve Tıbbi Etik”, http://www.ttb.org.tr/TD68/5.html

Taşkın, E. (1990). “Doğru zamanda ve doğru yerde bulunmak; Reklâm”, Pazarlama


Dünyası, Yıl:4, Sayı:19, Cem Ofset met., İstanbul.

Arsan, E. (19.05.2005). “Medya Okuryazarlığı”,


http://www.dorduncukuvvetmedya.com/article.php?sid=3604

Kuruoğlu, H. (21.05.2005). “Televizyonun Çocuklar Üzerindeki Olumsuz Etkileri” ,


http://pdrhizmetleri.sitemynet.com/c7.html

Douglas, M. ve Isherwood, B. (1999). “Tüketimin Antropolojisi”, Dost Kitabevi,


Ankara.

Oluç, M. (1990).“Reklâm”, Pazarlama Dünyası Dergisi, Yıl:4, Sayı:20, Cem Ofset


Matbaacılık, İstanbul.
.
White, R. (1993). “Advertising: What it is and how to do İt”, Third Edition, Mc Graw
Hill Inc.

Hobbs, R. (2004).Çev. Melike Türkan Bağlı, “Medya Okuryazarlığı Hareketinde Yedi


Büyük Tartışma” Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi,

Tankut, T. (19.04.2005). “Annelik Üzerine”,


http://evrenselbasim.com/kultur/89.html#tülin

Avşar, Z. “Reklâmların Tüketici politikası Yönünden Değerlendirilmesi Denetimi ve


Türkiye”,
http://www.hukukcu.com/bilimsel/kitaplar/zakiravsarreklam/reklamlarrin_tuketici_poli.
..(21.05.2100)

148
İNTERNET OKURYAZARLIĞI VE DİJİTAL UÇURUM

Selva Ersöz, Pınar Seden Meral

Özet
Bu çalışmada, İnternet’in gelişimi ve tarihçesi incelenerek, İnternet
okuryazarlığı ve dijital uçurum kavramları tanımlanmaya çalışılmıştır. Türkiye’deki
dijital uçurumun boyutları irdelenmiş, Türkiye’deki ve dünyadaki dijital uçurumun
boyutları hakkında fikir vermesi açısından istatistik veriler yorumlanmıştır. Çalışmanın
son bölümünde ise dijital uçurumun önlenmesi için çeşitli çözüm önerilerine yer
verilmiştir.
Anahtar Kelimeler: İnternet, İnternet Okuryazarlığı, Dijital Uçurum
INTERNET LITERACY AND DIGITAL DIVIDE
Abstract
In this paper, by analiyzing the history and development of the internet, the
internet literacy and digital divide concept is discussed. The dimensions of the digital
divide in Turkey is considered and statistical datas are commented. In the last part of the
paper some solution suggestions are discussed for preventing the digital divide.
Keywords: Internet, Internet Literacy, Digital Divide

1. GİRİŞ
İnternet, kullanıcılarının web sayfası üzerindeki yazı, resim, ses, oyun ve diğer
verilere ulaşmasını sağlayan bir araçtır. Internet’te uygun bilgi kayıtlarına erişim, bilgi
erişim teknikleri bilinmiyorsa oldukça güçtür. Türkiye’de İnternet son 10 yılda önemli
bir noktaya gelmekle birlikte, Türkiye nüfusuna oranladığında, İnternet kullanımının
yaygınlaşma açısından istenen seviyede olmadığı görülmektedir. Bunun en temel
sebebi olarak Türkiye’deki İnternet okuryazarlığı seviyesinin az olması ve bölgeler
arasındaki dijital uçurumun yüksek olması gösterilebilir.

2. İNTERNET KAVRAMI
İnternet, birden fazla haberleşme ağının, birlikte meydana getirdikleri bir
iletişim ortamıdır. Temel amaç iletişim olduğu için, ağı meydana getiren bilgisayarların
arasında bağlantı kurmak gerekmektedir. Bunun sağlanması için de ortak bir dil
kullanılmaktadır: TCP/IP yani İnternet Protokolü. TCP/IP uyumlu olması koşulu ile,
dünyanın herhangi bir yerindeki bilgisayar ağı İnternet’e katılabileceği gibi, haberleşme
menzili elverdiği nispette uzaydaki bir bilgisayardan da İnternet’e bağlanmak
mümkündür. Bu alt yapının yani İnternet’in bir sahibi yoktur; onu işleten, denetleyen
merkezi bir otorite söz konusu değildir.1 Bilkent Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç.
Dr.Mustafa Akgül, “Türkiye İnternet: 6. Yılında bir değerlendirme” başlıklı yazısında
İnternet’i şöyle tanımlamaktadır: “İnternet, sanayi toplumundan bilişim toplumuna
geçişin habercisi, taşıyıcısı, bir ön modelidir. İnternet bilimsel ve teknolojik gelişmenin
önemli bir etmeni, taşıyıcısı, kendisi sürekli değişen, bilgi teknolojilerini değiştiren,
giderek toplumu ve yaşamın tüm boyutlarını değişime zorlayan bir teknolojiler
kümesidir. Zaman ve mekan farklılıklarını azaltan bir çalışma ortamı; haberleşme
ortamı; büyük, canlı, dağınık bir kütüphane; esnek ve yetenekli bir haberleşme ortamı;
her vatandaşın kendi radyo, gazete ve televizyonunu kurabileceği bir yayın ortamı; tüm
dünyaya hitap eden bir tanıtım ve pazarlama ortamı; iş bağlantılarının kurulabileceği,
alım satımın yapılabileceği bir elektronik ticaret ve iş ortamıdır.2 “Ağların ağı” olarak

1
Superonline Hukuk Danışma Kurulu, “İnternet Ve Hukuk Forumu”, s. 4 (İstanbul 2000)
2
Cumhuriyet Gazetesi, 17.04.1999 tarihli Bilim Teknik dergisi, s. 5

149
İnternet, dünya çapında milyonlarca bilgisayarı birbirine bağlayan bir sistem olarak
tanımlanabilir.3

2. İNTERNET’İN GELİŞİMİ
İnternet’in başlangıç noktasını, Amerika Birleşik Devletleri Savunma
Bakanlığı’nın 1957 yılında Rusya’nın Sputnik’i uzaya göndermesini takiben kurmuş
olduğu Advanced Research Project Aceny (ARPA) oluşturmaktadır. ARPA, savaş
sırasında veya savaştan önce, mutad haberleşme kanallarının kullanılamayacak şekilde
tahrip edilmesi halinde dahi, ulusal komuta merkezinden (Başkanlık) balistik füze
üslerine gereken emirlerin verilmesini ve savaşın sevk ve idare edilmesini sağlayacak
bir haberleşme sistemi yaratılması için kurulmuştur. ARPA çerçevesinde kurulmuş olan
Network’un adı da ARPANET olarak anılmaya başlanmıştır. ARPANET çerçevesinde
ilk bağlantı 1969 yılında dört merkezle (University of California at Los Angeles-UCLA,
Stanford Research Institute-SRI, University of Utah ve University o California at Santa
Barbara-UCSB) yapıldı. Ana bilgisayarlar arası bağlantılar ile İnternet’in ilk şekli
ortaya çıktı. 1971’de ARPANET, ağ kontrol protokolü verilen (NCP) bir protokolle
çalışmaya baladı. 1972’de ARPANET’in NCP ile başarılı bir demonstrasyonu
gerçekleştirildi. Aynı yıl içerisinde e-mail kullanılmaya başlandı. 1980’li yılların
ortasında Amerikan Savunma Bakanlığı’na bağlı Askeri Bilgisayar Ağı (DOD),
ARPANET’ten ayrılarak Military Net adıyla kendi ağını kurdu. 1986’da ARPANET,
Amerikan hükümetinin sübvansiyonuyla NSFNET olarak düzenlendi. NSFNET,
1987’de yeniden düzenlediği İnternet yapılanması planıyla yedi bölgesel nokta
üzerinden NSFNET MERİT olarak adlandırılan güçlü bir organı işleteceğini duyurdu.
Bu işletime daha sonra Amerikan dev bilgisayar firması IBM ile Amerikan dev iletişim
firması MCI katıldı. 1990’da ise NSFNET işletilmesine yönelik olarak oluşturulan İleri
Ağ Hizmetleri ile İnternet omurgasının özelleştirilmesi süreci başlamış oldu.
Özelleştirilme süreci 1995’te NSF’nin İnternet omurga işletmeciliğinden tamamıyla
çekilmesiyle tamamlandı.4

3. TÜRKİYE’DE İNTERNET’İN GELİŞİMİ


Türkiye İnternet'e Nisan 1993'ten beri bağlıdır. İlk bağlantı ODTÜ'den
gerçekleştirilmiştir. 64kbit/san hızında olan bu hat, çok uzun bir süre, tüm ülkenin tek
çıkışı olmuştur. Ege Üniversitesi'nden olan bağlantı ise, 1994 başlarında, 64kbit/san.
hızı ile gerçekleştirilmiştir. Ardından sırayla, Bilkent Üniversitesi (1995 Eylül),
Boğaziçi Üniversitesi (1995 Kasım) ve İTÜ (1996 Şubat) bağlantıları gerçekleşmiştir.
1996 yılı Ağustos ayında da Turnet çalışmaya başlamıştır. 1997 yılına gelindiğinde,
akademik kuruluşların İnternet bağlantısını sağlayan ULAKNET çalışmaya başlamış ve
üniversiteler nispeten hızlı bir omurga yapısıyla birbirlerine bağlanmış ve İnternet
kullanır hale gelmişlerdir. 1999 yılı içerisinde, ticari ağ altyapısında büyük değişiklikler
olmuş ve TURNET'in yerini TTNet adında yeni bir oluşum almıştır. 2000'lerin başında;
ticari kullanıcılar TTNet omurgası üzerinden; akademik kuruluşlar ve ilgili birimler de
Ulaknet omurgası üzerinden İnternet erişimine sahiptir. Ayrıca bu iki omurga arasında
yüksek hızlı bağlantı mevcuttur. Şu anda Türkiye'nin Internet çıkışını sağlayan
merkezler dört grupta toplanabilir:
• Üniversiteler ve akademik kuruluşların internet bağlantı çıkışları;
• Genellikle ticari kurulusların ve Internet Servis Sağlayıcılarının (İSS)
yararlandığı TTNET çıkışları

3
Tokgöz, Oya “Temel Gazetecilik”, İmge Kitabevi, 5. Baskı, İstanbul: 2003, s.77
4
a.g.e., s.79

150
• Diğer bazı özel şirketlerin ve servis sağlayıcıların, TTNET ile yaptıkları
İnternet Erişim Noktasi (İEN) anlaşması sonrasında kullandıkları firma bazlı doğrudan
yurtdışı İnternet çıkışları.
• Bunların dışında kalan diğer bağlantılar

4. İNTERNET OKURYAZARLIĞI VE DİJİTAL BÖLÜNME


İnternet’in hayatımızın içine bu denli girmesi yeni bir kavramı da beraberinde
getirmiştir: İnternet Okuryazarlığı. İnternet Okuryazarlığı; milyonlarca cildi barındıran
bir kütüphane niteliğinde olan İnternet’te gezinirken öğrenmek istediklerine şekil
verebilmek, bu kaynaklara hükmedebilmek ve anlamlı bir öğrenmeye varabilmek,
İnternet üzerindeki iletişim platformlarına nasıl dahil olabileceğini bilmek olarak
tanımlanabilir. İnternet, bilginin üretilmesi, depolanması, işlenmesi, iletilmesi ve
kullanımında olanak sağlamaktadır. İnternet kullanıcılarının sayısı bilgi toplumuna
dönüşümde önemli göstergelerden biridir. 1995 yılında tüm dünyada 16 milyon
civarında olan İnternet kullanıcılarının sayısı, 2005 yılında yaklaşık 900 milyon kişidir.5
Mobil iletişim cihazlarının kullanımının yaygınlaşmasıyla birlikte İnternet
kullanıcılarının sayısının da artması beklenmektedir.
Bugün İnternet olgusunun içine girmiş bir kavram olan “dijital bölünme” ya da
“sayısal uçurum”, nitelik ve nicelik açısından farklılıklar göstermeye başlamıştır. Dijital
bölünmeler, aynı ülke içinde farklı bölgeler arasında yaşanıyor olup lokal bir niteliğe
sahip olabileceği gibi; uluslararası boyutta, gelişmiş ve az gelişmiş toplumlar arasında
da görülebilir. Yaş, cinsiyet, ırk, meslek gruplar, eğitim seviyesi gibi değişkenler içinde
de, sayısal uçurumu net bir biçimde görmek mümkündür. Türkiye’deki İnternet
okuryazarlığının diğer ülkelerle kıyaslamadan önce “Dijital Bölünme” kavramının
tanımına değinmek gerekmektedir. Mobil sistemlerden, fiber optik kablolara pek çok
yeniliği içine alan bilişim ve iletişim teknolojilerine erişim imkanı, ne yazık ki bu
teknolojilerin geliştiği hızda ve eşit bir biçimde toplumlara yayılamamaktadır. Bu
imkanlardan eşit ölçüde yararlanamayan kişi, topluluk, bölge ve ülkelerle
yararlanabilenler arasındaki farkı vurgulayan bu kavram, ilk kez Larry Irving tarafından
kullanılmıştır. Dr. Özgür Uçkan’a göre, bilgiye erişebilenler ve erişemeyenler arasında
net bir ayrım bulunmaktadır. Uçkan bu ayrımı şu şekilde tanımlar: “Bir yanda bilgiye
erişebilen, bunu için yeterli geliri ve kültürel sermayesi olan, istatistiklere göre
çoğunlukla erkek, az sayıda seçkin “net yurttaşı”, diğer yanda bilgisayar okuryazarı
olmayan, internet erişimi için yeterli kaynağa sahip bulunmayan “köle ve barbar
yığınları”
Küresel olarak gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasındaki farklar ya da
kuzey-güney ayrımı bilgi ve iletişim teknolojileriyle birlikte yeni bir boyuta taşınmıştır.
Kendileri de büyük bir sanayi olan bu teknolojileri kullanan diğer sanayi ve ticaret
alanlarındaki firmalarda da sayısal uçurumdan söz edilmekte, yeni ekonomi tanımları
yapılmaktadır. Öte yandan bireyler arasında mevcut fakir-zengin, eğitimli-eğitimsiz,
kadın-erkek, yaşlı-genç, evli-bekar gibi farklılıklar, bilgi teknolojilerine sahip olma ve
bu teknolojilerin kullanımıyla birlikte daha da çarpıcı hale gelebilmektedir.6 Sayısal
Uçurum kavramı; değişik coğrafi alanlarda sosyo-ekonomik koşullar bakımından
farklılık gösteren ticari işletmeler ve bireylerin, bilgi ve haberleşme teknolojilerine (ICT
– Information and Communication Technologies) erişim imkanı ile Internet kullanım
amacına yönelik geniş bir yelpazeyi kapsamaktadır. Sayısal bölünme, ülkeler arasında
ve içerisinde değişkenlik göstermektedir.7

5
2005 yılında dünya nüfusu 6,412,067,185 kişidir. Bu kişilerin 888,681,131’u İnternet kullanıcısıdır.
http://www.internetworldstats.com/stats2.htm, (Erişim tarihi 10 Mayıs 2005)
6
http://inet-tr.org.tr/inetconf6/tammetin/1
7
http://www.tk.gov.tr/pdf/Sayisal_Ucurum.pdf

151
4. DÜNYADA DİJİTAL BÖLÜNME
Farklı değişkenlerle tanımlanan dijital bölünme, aynı ülke hatta bölge içinde
farklılıklar gösterebileceği gibi, ülkeler arası gelişmişlik düzeyine göre de farklılıklar
gösterir.
Tablo 1: 2002 Yılı İtibariyle Bazı Ülkelerde İnternete Girişin Nüfusa Oranı
Kullanıcı Kullanıcı
Dünyadaki Dünyadaki
ÜLKE sayısı ÜLKE sayısı
% oranı % oranı
(Milyon) (Milyon)
ABD 24.13 160.70 Brezilya 2.38 15.84
Japonya 9.73 64.80 Rusya 2.03 13.50
Çin 8.18 54.50 Avustralya 1.57 10.45
Almanya 4.56 30.35 İspanya 1.56 10.39
İngiltere 4.08 27.15 Tayvan 1.43 9.51
Güney 4.04 26.90 15 Ülke
74.48 496
Kore
İtalya 3.13 20.85 Dünyada %100 665.91
Kanada 2.68 17.83 Türkiye 0.7 4.2
Fransa 2.50 16.65 Uganda 0.009 0.06
Hindistan 2.49 15.58
Dünya nüfusunun 1990 yılında her yüz kişiden 0.05’ i İnternet kullanıcısı iken
bu oran 2001 yılında 8.1’e yükselmiştir. Gelişmiş ülkelerde 2001 yılı itibariyle nüfusun
%30.3, gelişmekte olan ülkelerde ise 2.8’i İnternet’e girmektedir. Dünya çapında 2002
itibariyle İnternet’te en çok kullanılan dil %36.5 ile İngilizce oluşturmaktadır. Avrupa
dilleri %35.5’lik, Türkçe ise yaklaşık %0.7’lik bir oran oluşturmaktadır. Asya ülkelerine
ait diller ise %28.3’lük bir kullanım alanına sahiptir. Asya dilleri içinde en çok
kullanılan diller, Çince (%10.8) ve Japonca’dır (%9.7). İnternet sayfalarında en çok
kullanılan dil İngilizce (%68.4), Japonca (%5.9), Almanca (%5.8), Çince (%3.9),
İspanyolca (%2.4), Rusça (%1.9), İtalyanca (%1.6), Portekizce (%1.4), Korece (%1.3)
ve diğerleri (%4.6) (Global Reach, 2002). İnternet kullanımının dil ile doğrudan ilişkili
olduğu dikkate alındığında, gelişmekte olan ülkelerin bu konuda oldukça dezavantajlı
olduğu görülmektedir. Dil, aynı zamanda İnternet’ten bilgi üretme, bilgiden yararlanma
oranını da düşürmektedir. Web sayfalarının dili, İnternet’ten faydalanma açısından
olduğu kadar kültürel ve eğitim açısından da geri kalmış ülkelerle gelişmiş ülkeler
arasında bir bölünme yaratmaktadır.
İnternet kullanıcıların çeşitli ülkelere göre demografik özellikleri
incelendiğinde; kullanıcıların büyük çoğunluğunun gençler ve erkeler olduğu
görülmektedir. Ancak, bu veriler, ülkelerin gelişmişlik düzeyi açısından da farklılık
göstermektedir. İngiltere’de yapılan bir araştırmada öğrencilerin ikinci en büyük oranda
İnternet kullanıcıları olduğu, birinci sırada ise meslek sahipleri olduğu görülmüştür.
İngiltere’de öğrencilerin kütüphane, araştırma, veri toplama amacıyla İnternet kullanım
oranları oldukça yüksek bulunmuştur (%75). Uganda da İnternet kullanıcıları genelde
bekar genç erkeklerdir. İnternet kullanıcılarının çoğu lise ya da üniversite mezunlarıdır.
Burada da İnternet’e genelde İnternet kafelerden girilmektedir. Uganda’da İnternet
kullanıcıları genelde İnternet’i elektronik posta, gezinti ve chat amacıyla
kullanmaktadır. Kore’de ise 2002 yılı verilerine göre, İnternet kullanıcıları %82,1 ile ilk
sırada enformasyon toplama ikinci sırada elektronik posta (%65,7) ve üçüncü sırada
oyun oynamak (%44,9) için İnterne’e girmektedirler. Diğer internet kullanım amaçları
(chat, alış veriş gibi) için İnternet girişi %5 ile %15 arasında değişmektedir (APWICH,
2000). Cinsiyet açısından İnternet kullanım amaçları arasında önemli ölçüde bir farklılık
görülmemektedir. ABD’de nüfusun yaklaşık yarısı İnternet’e girmektedir. İnternet
kullanıcıları ise, genelde gençler, iyi eğitimli ve yüksek gelirli kişilerdir. Kullanıcıların
büyük çoğunluğu iletişim amacıyla kullanmaktadır. Öğrencilerin büyük çoğunluğu

152
araştırma ve projeler için İnternet’ten yararlanmaktadırlar. Varolan dijital bölünme
sorunları kısaca şöyle özetlenebilir: İnternet’te yaygın olan dilin İngilizce olması;
İnternet’e erişim imkanın gelişmiş ülkelerde ucuz olması buna karşın 3. dünya
ülkelerinde İnternet erişiminin yaygın olmaması ve pahalı olması.

5. TÜRKİYE’DE BİLGİ TEKNOLOJİLERİ SAHİPLİĞİ


Bilgi teknolojilerinin ve İnternet kullanımının her geçen gün yaygınlaşması, en
basit işlemler için dahi bu teknolojilerin kullanılmasını zorunlu hale getirmektedir.
ITU’nun 2001 yılında yayınladığı telekomünikasyon ve bilgi teknolojileri sektörü ile
ilgili temel göstergeler arasında nüfus, telefon hat sayısı, mobil abone sayıları,
telekomünikasyon gelirleri, bilgisayar ve İnternet kullanıcılarının sayısı yer almaktadır.8
Ülkemizdeki sayısal uçurumu belirleyebilmek için bilgi teknolojilerine sahiplik
oranlarının bilinmesi gerekmektedir. Birey ve haneler arasındaki sayısal uçurumun
ölçülmesinde kullanılan en genel göstergeler bilgi teknolojilerine sahip olan ve
olmayandır. Yaygın olarak kullanılan göstergeler telefon, bilgisayar ve İnternet’tir.
Hane halkının bilgi teknolojilerine sahipliği konusundaki ilk araştırma 1997
yılında TUENA projesi kapsamında yapılmıştır. Bu araştırmanın tekrarı Tübitak Bilten
tarafından 2000 yılında gerçekleştirilmiştir. Toplam 5702 hane üzerinde yapılan
araştırmanın sonuçları şöyle özetlenebilir:
Sabit Telefon Sahipliği: 1997 yılında hanelerin %82,1’inde telefon var iken
2000 yılında bu oran %86,9’a yükselmiştir. Sahiplik oranları gelir dağılımı bazında
incelendiğinde en alt gelir grubunda sahiplik oranı %79,3 iken, diğer gelir gruplarında
bu oran %90’ın üzerindedir. En üst gelir grubunda ise bu hizmete sahip olanların oranı
%97,4’e ulaşmaktadır. Bu oranlar sabit telefon sahipliğinin kaçınılmaz bir hizmet
olduğunun ve demokratik dağıldığının bir göstergesidir.9
Cep Telefonu Sahipliği: Araştırma Türkiye’deki hanelerin %50,2’sinin cep
telefonuna sahip olduğunu göstermektedir. Bu hanelerin %17,8’inde ise iki veya daha
fazla cep telefonu olduğu saptanmıştır. Bu veri 1997 yılında elde edilen araştırma
sonuçlarıyla karşılaştırıldığında cep telefonu sahipliğinin hane halkı temelinde
%10,1’den %50,2’ye yükseldiğini göstermektedir. Buna göre 3 yıl içerisinde sahiplik
oranı 5 kat artış göstermiştir. Bireysel cep telefonu sahipliğiyle yaş, cinsiyet, eğitim
çaprazlamasına göre yaş gruplarında yukarıya doğru çıkıldıkça, cep telefonu sahipliği
oranın düştüğü görülmektedir. Araştırma sonuçlarına göre 16-24 yaş grubundakilerin
%53,3’ü cep telefonu sahibi iken, 45-54 yaş grubundakilerde bu oran %27,2’dir.10
Bilgisayar Sahipliği: Araştırmada bilgisayar sahipliğine bağlı olmaksızın
bilgisayar kullanımın %17,1 olduğu görülmüştür. Hanelerdeki bilgisayar sahiplik oranı
ise %12,3 olarak tespit edilmiştir. 1997 yılındaki araştırmada bu oranın %6,5 olduğu
göz önüne alındığında 3 yıl içerisinde bu oran iki katına çıkmıştır. Gelir grubuna göre
bakıldığında ise üst gelir grubunda sahiplik oranı %64,7’e ulaşırken, alt orta gelir
grubunda %8,2’ye, alt gelir grubunda ise %2’ye düştüğü gözlenmektedir.11 Bilgisayar
sahipliğinin en yüksek olduğu bölge %16,8 ile Marmara bölgesidir. Evlerde bilgisayar
sahipliğinin en düşük olduğu bölge ise %1,2 ile Güney Doğu Anadolu Bölgesidir.
Hanelerdeki bilgisayarın kullanım amaçlarının başında %37lik oran ile İnternet ve e-
posta servislerinin kullanımı gelmektedir.
İnternet Kullanımı: Evinde İnternet bağlantısı olanların oranı %7 olarak
belirlenmiştir. Hanelerdeki bilgisayar sahipliği oranının %12,3 olduğu göz önüne

8
Saygı, Nur “Telekomünikasyon ve Bilgi Teknolojileri Pazarı, Mevcut Durum ve 10 Yıllık Bir Perspektif
Çalışması, Uzmanlık Tezi, Telekomünikasyon Kurumu Yayınları, Ankara:2002, s.22
9
Bilgi Teknolojileri Kullanım ve Yaygınlık Araştırması-2000, Bilgi Teknolojileri ve Elektronik
Araştırma Enstitüsü, Ankara: 2001, s.25
10
a.g.e., s.29
11
a.g.e., s.34

153
alındığında 2000 yılında hanedeki bilgisayarların yarısının İnternet’e bağlı olmadığı
ortaya çıkmaktadır. 1997 yılında yapılan araştırma sonuçlarında ise hanedeki bilgisayar
sahipliği oranı %6,5, İnternet sahipliği ise %1,2 olarak tespit edildiğinden, üç yıl
içersinde hanelerdeki bilgisayar sahipliği oranı iki katına yükselirken, İnternet’e
bağlanma oranında yaklaşık 6 kat bir artış görülmektedir.
Hanelerdeki İnternet sahipliğinin gelir gruplarına göre dağılımına bakıldığında,
toplamın %2,8’ini oluşturan üst gelir gubunda %51,92 olan sahiplik oranının, üst orta
gelir grubunda %27,87’ye düştüğü görülmektedir. Orta gelir grubundaki hanelerin
%12,02’sinde İnternet bağlantısı varken toplamın %33’ünü oluşturan alt orta gelir
grubunda sahiplik oranı %3,9’a ve toplamın %42’sini oluşturan alt gelir gruplarındaki
sahiplik oranı ise %0,55’e düşmektedir. İnternet sahiplik oranının farklı eğitim
seviyeleri arasındaki dağılıma bakıldığında yüksek okul ve üstü mezunlarında %25,32
olan sahiplik oranının ortaokul/lise mezunlarında %9,54’e, ilkokul mezunlarında ise
%1,71’e düştüğü görülmektedir.12
Evdeki İnternet bağlantısından genel memnuniyet sorgulandığında,
kullanıcıların %51’i kısmen memnun olduklarını, %31’i çok memnun olduklarını
belirtmişlerdir. İnternet bağlantısından memnun olmayanların oranı ise %18’dir.13 Yine
araştırma sonuçlarına göre, evdeki İnternet bağlantısının öncelikli olarak e-posta atmak
amacıyla kullanıldığı saptanmıştır. Kullanıcıların %23,2’si e-posta kullanmak amacıyla,
%22,4’ü merak ettiği konularda bilgi edinmek için, %16’sı ise arkadaşlarıyla chat
yapmak için İnternet’i kullanmaktadır.
Tablo 2: Evdeki İnternet Bağlantısının Kullanılma Amacı
Amaç Oran
Chat yapmak için 16%
Yeni kişilerle tanışmak için 1,80%
Oyun oynamak için 3,10%
E-posta göndermek için 23,20%
Yerli gazete ve dergileri okumak için 5,60%
Yabancı gazete ve dergileri okumak için 1,80%
Banka işlemlerini yapmak için 3,60%
Rezervasyon yapmak için 1,30%
Araştırma yapmak için 10,90%
Merak edilen konuda bilgi edinmek için 22,40%
Alışveriş yapmak için %0.5
İnternette sörf yapmak için 8,40%
Diğer 1,50%
Şekil 1: 1997 ve 2000 yılları hanelerde Bilgi ve İletişim Teknolojileri
Sahipliği

Hanelerde BİT Sahipliği

100
Sahiplik Yüzdesi

80

Şekil 2: Bilgisayar sahipliğinin gelir gruplarına göre dağılımı


60

40

20

0
70 Telefon Bilgisayar Internet Cep Telefonu Televizyon
6 4 ,7

60 1997 2000
50 4 3 ,7
40
%

30 2 4 ,1

20
8 ,2
10
2
0
A lt G e lir A lt O rt a g e lir O rt a G e lir Ü s t o rt a g e lir Ü s t G e lir

12
a.g.e., s.38
13
a.g.e., s.39

154
Bilgi teknolojileri sahipliğine Türkiye’nin farklı coğrafi bölgeleri açısından
bakıldığında ortaya çarpıcı tablolar çıkabilmektedir. İnternet’e ulaşmanın en önemli
aracı olan bilgisayar sahipliği oranlarında, Türkiye’nin 7 coğrafi bölgesi arasında
önemli farklılıklar bulunmaktadır. Türkiye’de kentli hanelerdeki bilgisayar sahipliği
oranı % 12,3 iken bu oran bölgeden bölgeye de farklılık göstermektedir. Bilgisayar
sahipliğinde en yüksek oran Marmara Bölgesi’nde görülmektedir. Marmara Bölgesi’nde
yaşayan hanelerin % 16,8’inde bilgisayar vardır ve bu oran neredeyse bilgisayar sahibi
olan hanelerin yarısını oluşturmaktadır. Marmara Bölgesi’ni % 13,6 ‘lık sahiplik oranı
ile Karadeniz Bölgesi takip etmektedir. Bilgisayar sahipliğinde en düşük oran % 1,2 ile
Güney Doğu Anadolu Bölgesi’nde görülmektedir.14 Bölgelerarası sosyo-ekonomik
gelişmişlik farklılıkları, diğer ülkelerde olduğu gibi ülkemizde de görülmektedir. Genel
olarak ülkenin Batı’sında yeralan Marmara, Ege, İç Anadolu ve Akdeniz Bölgeleri’ni
göreli olarak gelişmiş bölgeler olarak tanımlayabiliriz. Diğer yandan, özellikle Doğu
Anadolu, Karadeniz’in dağlık bölgeleri ve Güneydoğu Anadolu’nun bazı yöreleri; gelir
istihdam ve genel olarak refah bakımından, Türkiye ortalamalarının oldukça altında
kaldığı görülmektedir.15

Tablo 3: İllerin Sosyo-Ekonomik Gelişmişlik Sıralaması16 (İlk 10 il


sıralamaya alınmıştır)
SIRA İL ENDEKS SIRA İL ENDEKS
1 İSTANBUL 4,80772 6 ESKİŞEHİR 1,10368
2 ANKARA 3,31483 7 TEKİRDAĞ 1,05893
3 İZMİR 2,52410 44 8 ADANA 0,94901
4 KOCAELİ 1,94329 9 YALOVA 0,93541
5 BURSA 1,6789 10 ANTALYA 0,9148

Dünya Ekonomik Forumu tarafından hazırlanan “Küresel Bilgi Teknolojisi


(2003-2004)” başlıklı raporda, ülkelerin bilgi toplumuna geçişteki hazırlıklarını ve bu
konudaki çeşitli göstergeleri dikkate alarak hazırlanan bir sıralama bulunmaktadır.
Raporda değerlendirmeye alınan 102 ülke arasında ilk üç sırayı ABD, Singapur ve
Finlandiya alırken, Türkiye 56’ncı sırada yer almaktadır.17 2001-2003 yılları arasında
İnternet’e ilişkin bazı kullanım oranları aşağıdaki gibidir:

Şekil 3: İnternet Kullanım Oranları

Türkiye’de İnternet kullanım düzeyi AB ülkelerine göre düşüktür. Türk


Telekom’un sahip olduğu tekel konumu ile İnternet erişiminde yaşanan düşük hız ve
yüksek fiyat sorunu İnternet kullanımının yaygınlaşması önündeki en büyük engel

14
Özcivelek, Rukiye ve diğerleri “Sayısal Uçurum: Dünya ve Türkiye’de Durum, INET-TR 2000, s.7
15
Bülent Dincer, Metin Özaslan, Taner Kavasoğlu “İllerin ve Bölgelerin Sosyo-Ekonomik Gelişmişlik
Sıralaması Araştırması (Mayıs 2003)”, Devlet Planlama Teşkilatı Yayınları, Yayın No: DPT 2671, s.19
16
Veriler Devlet Planlama Teşkilatı’ndan Alınmıştır. http://ekutup.dpt.gov.tr/bolgesel/gosterge/2003-
05.pdf (Erişim Tarihi: 1 Mayıs 2005)
17
E-Dönüşüm Türkiye Projesi 2003-2004 KDEP Uygulama Sonuçları Ve 2005 Eylem Planı, Devlet
Planlama Teşkilatı Müsteşarlığı, Mart 2005, s.15

155
olmuştur. 2004 yılında geniş bant İnternet altyapısında sağlanan gelişmeler ile okullara
İnternet bağlantısı sağlanmasının da etkisiyle İnternet kullanımında artış
gerçekleşmiştir. 2003 yılında 6 milyon olan İnternet kullanıcı sayısının 2004 yılı sonu
itibariyle 10 milyona, abone yoğunluğunun ise %13,9’a çıktığı tahmin edilmektedir.18
Bilgi ve iletişim teknolojileri (BİT) sürdürülebilir insani kalkınmada çok
önemli bir rol oynamaktadır. BİT, tüm dünyada ülkelerin belirli kalkınma hedeflerine
ulaşmalarını sağlayan etkili bir araçtır.19 Devlet İstatistik Enstitüsü (DIE), 2004 yılında
Hane Halkı Bilişim Teknolojileri Kullanım Araştırmasını yayınlamıştır. DİE tarafından
ilk defa yapılan bu araştırma Türk halkının BİT kullanımına ilişkin ayrıntılı bulguları
içermektedir. Haziran 2004 tarihinde 9,571 hanede 24,462 birey üzerinde yapılan
araştırmada şu bulgular elde edilmiştir.20
• Türkiye’de hane halkları arasında gerek bilgisayar kullanımı ve sahipliği,
gerek İnternet ulaşımı çok düşük düzeylerdedir.
• Bilişim teknolojilerine erişim açısından kadın ve erkek açısından uçurum
denilebilecek düzeyde farklar bulunmaktadır.
• Aynı şekilde yaş grupları arasında da farklar gözlenmektedir.
Bu verilere göre;
• Türkiye’deki hanelerin yaklaşık onda birinde bilgisayar bulunmaktadır.
• Herhangi bir şekilde İnternet erişimi bulunan hanelerin oranı %7
civarındadır
• Bireyler olarak bakıldığında araştırma tarihinden önceki son 3 ay içinde
bilgisayar kullananların oranı %16,8, İnternet kullananların oranı ise %13,3’tür.
• Bilgisayar kullanan erkeklerin oranı kadınların iki katından fazladır.
İnternet kullanımında ise fark daha da büyümekte ve neredeyse iki buçuk katına
ulaşmaktadır.
• Cinsiyete ve yaş gruplarına göre bilgisayar ve İnternet kullanım oranları
(yüzde olarak) şu tabloda görülebilir:

Tablo 4: Cinsiyete Ve Yaş Gruplarına Göre Bilgisayar Ve İnternet


Kullanımı (% olarak)
BİLGİSAYAR İNTERNET
KULLANIMI KULLANIMI
YAŞ KADIN ERKEK KADIN Erkek
16-24 21,07 44,4 15,95 38,3
25-34 13,1 26,41 9,67 21,47
35-44 7,05 19,16 4,92 13,89
45-54 2,76 12,91 1,66 9,28
55-64 0,67 4,0 0,64 2,67
65-74 0,11 0,8 0,06 0,88

Bilgisayar sahipliği ve İnternet erişimi ile ilgili rakamlar Türkiye içinde bir
dijital uçurum olduğuna işaret etmektedir. Düşük gelirli ailelerle yüksek gelirli aileler
arasındaki farklara ilave olarak bölgeler arasında ve eğitim düzeyleri arasında da önemli
farklılıklar gözlenmektedir. Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde bilgisayar sahibi olma
oranı %1,2 ile en düşük iken Marmara Bölgesi’nde bu oran Türkiye ortalamasının

18
E-Dönüşüm Türkiye Projesi 2003-2004 KDEP Uygulama Sonuçları Ve 2005 Eylem Planı, Devlet
Planlama Teşkilatı Müsteşarlığı, Mart 2005, s.17
19
UNDP, Türkiye 2004 İnsani Gelişme Raporu, s.3
20
a.g.e., s.17

156
yaklaşık %5 üzerinde olup %16,9’a ulaşmaktadır. Ayrıca en yüksek eğitim görmüş olan
gruplar arasında da İnternet kullanımı oranı bire yirmidir.21
Avrupa Toplulukları Komisyonu tarafından hazırlanan “Türkiye’nin Katılım
Yönünde İlerlemesi Hakkında 2004 Yılı Düzenli Raporu”na22 göre 2004 yılında
Türkiye’de İnternet piyasasındaki rekabet artmıştır. Bununla birlikte bilgi ve iletişim
teknolojileri alanında son derece sınırlı bir gelişme kaydedilmiştir. Sabit telefon
piyasasının açılmasıyla birlikte, Telekomünikasyon Kurumu sabit hatlarda veri iletim
hizmeti için yedi lisans vermiştir. 2003 yılında verilen diğer telekomünikasyon
lisansları, bir Uydudan Küresel Kişisel Mobil Haberleşme (GMPCS), bir uydu platform
hizmetleri ve bir uydu telekomünikasyon hizmetleri alanlarındadır. 2003 yılında verilen
ilave 10 lisans ile birlikte piyasada 96 adet internet servis sağlayıcısı bulunmaktadır.
Mobil hizmetlerden yararlanma oranı %39'a çıkmıştır. Toplam GSM piyasası 27,9
milyon kullanıcıya erişmiştir.23 Sabit telefonlarda,Türk Telekom 19 milyon aboneye
hizmet vermekte olup % 27 penetrasyon oranına sahiptir. İnternete erişim ve kablolu
televizyon bağlantıları oldukça düşük seviyede olup her biri için ulaşım oranı % 8
civarındadır. Türkiye’deki sabit telefon ve uydu hizmetleri piyasası halihazırda rekabete
açık olmakla birlikte, fiilen Türk Telekomun tekeli altındadır. Servis sağlayıcıların
sayısındaki artışa rağmen, geniş bant erişimi sınırlı kalmıştır.24

6. ÇÖZÜM ÖNERİLERİ
Çözüm önerilerini genel ve Türkiye’ye yönelik olmak üzere iki ayrı başlıkta
toplamak mümkündür.
Genel: Üçüncü dalga olarak adlandırılan, Bilgi Çağı getirdikleri ve
götürdükleriyle tartışıla dursun, bu sürecin dışında kalmak neredeyse imkansızdır. Bu
sürecin dışında kalan toplumlar ise, gelişen ülkelerle aralarındaki uçurumu
kapanamayacak noktalar getirerek, sosyal, politik ve ekonomik sürecin dışında kalmış
olacaklardır. Sayısal uçurumun önlenmesiyle birlikte, bireylerin bilgi teknolojilerine
erişim imkanındaki sosyal adaletsizlik de ortadan kalkacaktır. Dijital uçurumun
önlenmesinde en önemli unsurlar, kültür, eğitim, üretim ve yönetimdir.
Telekomünikasyon Kurumu 2002 yılında hazırladığı “Sayısal Uçurumun Önlenmesi”
raporunda, “ …Ülkelerin bu konudaki politikası İnternet erişimini yükseltecek evrensel
hizmetlerle desteklenmelidir” denilmiştir. Hangi ülke olursa olsun, dijital uçurumu en
aza indirgemek için oluşturulan politikalar eğitim alanını mutlaka içermelidir. Bunun
yanı sıra, değişik ülke ve bölgelerde uygulanmış çözüm yönetimlerinden elde edilen
tecrübelerden yararlanması gerekmektedir.
Türkiye: Telekomünikasyon Kurumu’nun 2002 Rapor’unda belirtilen bir ifade
oldukça çarpıcıdır. Sayısal uçurumun azaltılması için ülke olarak iyi bir strateji izlendiği
takdirde, 2011 sonu itibariyle İnternet abone sayısının 16 milyonun üzerinde olması
hedeflenmektedir. Türkiye’deki sayısal uçurumun önlenmesi için şu önlemler alınabilir:
• Alt yapının kuvvetlendirilmesi, çeşitlendirilmesi ve genişletilmesi
• ICT teknolojilerine karşı halkın bilinç ve eğitim seviyesinin arttırılması, sahiplik
düzeyinin yükseltilmesi
• Evrensel hizmet kavramı ile ilgili yasal düzenlemelerin ivedilikle uygulanması
• Erişim ve cihaz ücretlerini düşürecek etkin politikaların devreye konması
• Teknoloji üretimi, araştırma-geliştirme ve yazılım alanlarında penetrasyonu
arttırıcı politikaların hayata geçirilmesi

21
UNDP, Türkiye 2004 İnsani Gelişme Raporu, s.23
22
Avrupa Toplulukları Komisyonu,“Türkiye’nin Katılım Yönünde İlerlemesi Hakkında 2004 Yılı
Düzenli Raporu”, Brüksel, 6.10.2004
23
a.g.e., s.112
24
a.g.e. s.113

157
• İnternet erişiminin okullarda, kamuya açık alanlarda yaygınlaşmasının
sağlanması; öğretmenlere ve kamu personeline İnternet konusunda eğitim verilmesi
• Medyada bilinçlendirme kampanyaları(e-ticaret ve e-bankacalığın önemini
vurgulayan)
• PC yerine, İnternet amaçlı özel bilgisayarlar
• KOBİ’lere yönelik Web sitesi tasarımı ve e-ticaret sertifika programları
• DSL yaygınlaştırma, tanıtım kampanyaları
• Eğitim ve sağlık kuruluşlarında internet bağlantılarının geniş bant şebekeleri
üzerinden indirimli tarife
• İnternet üzerinden satın alınan metalarda KDV oranının düşürülmesi (e-ticaret)
• İnternet amaçlı ithal edilen cihazlarda gümrük vergisinin azaltılması

7. GELECEK ÖNGÖRÜLERİ
TBT pazarının temel göstergelerinden nüfus sayısı, sabit telefon sayısı, mobil
abone sayısı, bilgisayar sayısı, İnternet kullanıcı sayısında önümüzdeki süre içerisinde
gerçekleşmesi muhtemel öngörüler şu şekilde özetlenebilir:25 Türkiye nüfusunun 2010
yılında 77 milyona ulaşması beklenmektedir. Aşağıdaki tabloda nüfusun geçirdiği ve
geçireceği beklenen değişimler görülmektedir.
Tablo 5: Türkiye Nüfusunun Değişimi
Yıllar 2000 2001 2002 2003 2004 2005 2006 2007 2008 2009 2010 2011
Nüfus 65,7 67,3 68,3 69,4 70,4 71,5 72,6 73,7 74,8 76 77 78,2
(Milyon)

Yapılan bir araştırmada Türkiye’de sabit telefon yoğunluğunun %28’de


kalacağı ifade edilmektedir. Hane halkının kalabalık olması nedeniyle Türkiye’de sabit
telefon yoğunluğunun sınırlı kalacağı iddiası, mobil hizmetler için geçerli olmayacaktır.
Türkiye için belirlenen üst sınır %70’dir.26 DPT tarafından yapılan araştırmaya göre,
2005 yılında mobil abone sayısı yaklaşık 40 milyondur.27 Öngörülere göre 2011 yılında
9 milyon kişisel bilgisayar ve 13 milyon İnternet kullanıcısı olması beklenmektedir.
Bunda kişisel bilgisayar ve İnternet kullanımının yaygınlaşmasında izlenecek politika
ve yapılacak düzenlemeler etkili olmaktadır.

KAYNAKÇA

Kitaplar ve Gazete Makaleleri

Dincer, Bülent ; Özaslan,Metin ve Kavasoğlu, Taner “İllerin ve Bölgelerin Sosyo-


Ekonomik Gelişmişlik Sıralaması Araştırması (Mayıs 2003)”, Devlet Planlama
Teşkilatı Yayınları, Yayın No: DPT 2671

Saygı, Nur “Telekomünikasyon ve Bilgi Teknolojileri Pazarı, Mevcut Durum ve 10


Yıllık Bir Perspektif Çalışması, Uzmanlık Tezi, Telekomünikasyon Kurumu Yayınları,
Ankara:2002

Tokgöz, Oya “Temel Gazetecilik”, İmge Kitabevi, 5. Baskı, İstanbul: 2003

Cumhuriyet Gazetesi, 17.04.1999 tarihli Bilim Teknik dergisi

25
Saygı, s.47
26
a.g.e., s. 56
27
DPT, 8.inci 5 yıllık kalkınma planı

158
Bildiriler ve Araştırmalar
Bilgi Teknolojileri Kullanım ve Yaygınlık Araştırması-2000, Bilgi Teknolojileri ve
Elektronik Araştırma Enstitüsü, Ankara: 2001

E-Dönüşüm Türkiye Projesi 2003-2004 KDEP Uygulama Sonuçları Ve 2005 Eylem


Planı, Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığı, Mart 2005

Superonline Hukuk Danışma Kurulu, “İnternet Ve Hukuk Forumu”, İstanbul 2000

Özcivelek, Rukiye ve diğerleri “Sayısal Uçurum: Dünya ve Türkiye’de Durum, INET-


TR 2000

Raporlar

Avrupa Toplulukları Komisyonu,“Türkiye’nin Katılım Yönünde İlerlemesi Hakkında


2004 Yılı Düzenli Raporu”, Brüksel, 6.10.2004

UNDP, Türkiye 2004 İnsani Gelişme Raporu

İnternet Kaynakları

http://ekutup.dpt.gov.tr/bolgesel/gosterge/2003-05.pdf (Erişim Tarihi: 1 Mayıs 2005)


http://www.internetworldstats.com/stats2.htm, (Erişim tarihi 10 Mayıs 2005)
http://inet-tr.org.tr/inetconf6/tammetin/1
http://www.tk.gov.tr/pdf/Sayisal_Ucurum.pdf

Diğer
DPT, 8.inci 5 yıllık Kalkınma Planı

159
SAĞLIK BİLİNCİNİN OLUŞTURULMASINDA
‘MEDYA OKURYAZARLIĞI’NIN ÖNEMİ

İnci Çınarlı, Elgiz Yılmaz

ÖZET
Medyanın olumlu sağlık davranışına yöneltebilecek mesajların yanısıra, kamu
sağlığını olumsuz yönde etkileyebilecek mesajların da iletildiği bir ortam olması
çelişkisi ve ayrıca kamu sağlığının sosyal değişimi sağlama çabalarına karşılık
medyanın status quo’yu sürdürmeye yönelik tutumu; “sağlık okuryazarlığı”nın ya da
diğer bir deyişle “sağlık bilinci”nin (health literacy) yanısıra “medya okuryazarlığı”nın
(media literacy) da gerekliliğini ortaya koymaktadır. Düşük medya okuryazarlığı
düzeyi, düşük sağlık bilincine işaret eder ve bireylerin sağlıksız davranışta bulunma
olasılıklarını arttırır.
“Bireylerin doğru sağlık kararları verebilmeleri için gerekli olan basit sağlık
enformasyonlarını ve sağlık hizmetlerini elde etme, sürdürme ve anlama
kapasitesilerinin derecesi” olarak tanımlanabilen “sağlık okuryazarlığı”, bireylerin;
özellikle de egemen medyanın (yani yaygın ve tek boyutlu medya) çoğunlukla sağlığın
“metalaştırılması”na yönelik mesajlarının kodlarını doğru olarak çözümleyebilmelerine
ve doğru sağlık kararları alabilmelerine olanak sağlamaktadır.
Tanımlayıcı nitelikteki bu çalışmamızda, bireylerde sağlık bilincinin
oluşturulmasında medya okuryazarlığının öneminin yanısıra, bu bilincin gerekliliğini
ortaya koyan bir diğer nokta olan sağlık iletişimi kampanyalarının medyada başarılı bir
şekilde yer almasını sağlamak için toplumun medya sistemi, medya
kültürü/alışkanlıkları ve medya kuruluşlarının yapısını anlamanın gerekliliği örneklerle
incelenecektir.
Anahtar Sözcükler: medya okuryazarlığı, sağlık okuryazarlığı, sağlık eğitimi

ABSTRACT
The paradox of both positive and negative health behaviour reflecting from the
media and also the contradiction of public health efforts of social change and media
adherence to status quo, in addition to health literacy, necessitates media literacy as
well. Low media literacy level indicates low health literacy level and also promotes
individuals’ likely unhealthy behaviour.
Health literacy which can be defined as “the degree to which individuals have
the capacity to obtain, process, and understand basic health information and services
needed to make appropriate health decisions” provides individuals, the opportunity of
accurate decoding and efficient health decision making, particularly against the
“commercialized” health messages of the mainstream media.
In this descriptive study, the importance of media literacy in health literacy and
also the necessity of recognizing the media system, media culture / habits and media
institutions’ structure in order to design effective health communication campaigns will
be analyzed with examples.
Key Words: media literacy, health literacy, health education

1.GİRİŞ
Medyanın olumlu sağlık davranışına yöneltebilecek mesajların yanısıra, kamu
sağlığını olumsuz yönde etkileyebilecek mesajların da iletildiği bir ortam olması
paradoksu ve ayrıca kamu sağlığının sosyal değişimi sağlama çabalarına karşılık
medyanın status quo’yu sürdürmeye yönelik tutumu; “sağlık okuryazarlığı”nın ya da
“sağlık bilinci”nin (health literacy) yanısıra “medya okuryazarlığı”nın (media literacy)
da gerekliliğini kaçınılmaz olarak ortaya koymaktadır.

160
Anti-aging, detoks, botoks, depresyon ilaçları gibi çağımızın ‘yaşam biçimi
söylemleri’nin eski çağların dinsel ritüellerinin yerini aldığı, tıbbileştirilmiş sağlık
anlayışının bir uzantısı olan ‘metalaştırılmış’ sağlık anlayışının bize yansıtıldığı
medyada söz konusu yaşam biçimlerini destekleyen, manipüle eden mesajlar televizyon
dizilerinde, reklamlarda, sponsorluk faaliyetlerinde, event organizasyonlarında, sinema
filmlerinde, ürün ambalajlarında, haber bültenlerinde, afişlerde, internette vs. karşımıza
çıkarak günlük yaşamımızı kuşatmaktadır.
Bu tebliğde ‘eleştirel sağlık okuryazarlığı’nın dolayısıyla da sağlık bilincinin
oluşturulmasında ‘medya okuryazarlığı’nın önemi üzerinde duracağız. Tanımlayıcı
nitelikteki bu çalışmada ‘medya okuryazarlığı’nın sağlık bilincini oluşturmadaki rolü,
bu bilincin gerekliliğini ortaya koyan bir diğer nokta olan sağlık iletişimi
kampanyalarının medyada başarılı bir şekilde yer almasını sağlamak için toplumun
medya sistemini, medya kültürünü/alışkanlıklarını ve medya kuruluşlarının yapısını
anlamanın gerekliliği, örneklerle incelenecektir.

2. SAĞLIK EĞİTİMİNDE İKİ YÖNLÜ İLETİŞİM ve ‘ELEŞTİREL SAĞLIK


OKURYAZARLIĞI’
‘Sağlık okuryazarlığı’ ya da ‘sağlık bilinci’ olarak Türkçe’ye tercüme
edilebilecek ‘health literacy’ terimi ilk kez 1974 yılında “Health Literacy as a Social
Policy” (“Sosyal Politika Olarak Sağlık Okuryazarlığı”) isimli makalede kullanılmıştır.
Sağlık eğitiminin sağlık hizmetini, eğitim sistemini ve kitle iletişimini etkileyen bir
politika olduğunun ele alındığı bu makalede sağlık okuryazarlığı, bütün okullarda en alt
standartlarda sağlık eğitimi olarak tanımlanmıştır. Sağlık okuryazarlığının bu ilk
tanımlamaları, sağlık okuryazarlığının sağlık eğitimi ile arasındaki bağlantıyı
göstermektedir (Ratzan, 2001, s.209). American Medical Association’a bağlı (Amerikan
Tıp Derneği) Ad Hoc Commitee on Health Literacy (Sağlık Bilinci Oluşturulması
Amacına Yönelik Komite), 1999 yılında sağlık okuryazarlığını şöyle tanımlamıştır: “bir
hasta olarak başarılı şekilde işlevde bulunmak için gerekli prospektüsleri ve diğer
sağlıkla ilgili materyalleri okuma ve anlama yeteneği” (Bernhard ve Cameron, 2003,
s.584). Hasta odaklı ve oldukça dar kapsamlı bu tanımlamanın ardından ABD’nin
Office of Disease Prevention and Health Promotion (Hastalıkların Önlenmesi ve
Sağlığın Geliştirilmesi Dairesi) adlı kurumu tarafından 2010 yılı hedef alınarak
hazırlanan “Healthy People 2010” (Sağlıklı İnsanlar 2010) isimli raporunda sağlık
bilinci, “bireylerin doğru sağlık kararları verebilmek için basit sağlık enformasyonlarını
ve sağlık hizmetlerini elde etme, sürdürme ve anlama kapasitesinin derecesi” olarak
tanımlanmıştır (Healthy People 2010: s.7).
Tannahill’in sağlığı geliştirme modelindeki kimi noktalarda birbiriyle kesişen üç
unsurdan biri sağlık eğitimidir, diğer unsurlar ise hastalıkların önlenmesi ve sağlığın
korunması olarak ele alınmaktadır (Downie, Tannahill ve Tannahill, 1996, s.7).
Smith’in (1979) geniş perspektifli sağlık eğitimi tanımı şöyledir:
Sağlık eğitimi en geniş anlamıyla, bireylerin ve toplulukların sağlıklarının
geliştirilmesi, korunması ve restorasyonu ile ilgili bilgi, inanç ve davranışları müşterek
olarak belirleyen tüm etkilerin toplamıdır. Bu etkiler aile içindeki formel ve informel
eğitimi, okuldaki ve aynı zamanda da sağlık hizmeti aktivitelerinin özel bağlamı içinde
geniş olarak toplumdaki eğitimi kapsar (Downie, Tannahill ve Tannahill, 1996, s.28).
Bu tanımdan hareketle Downie vd. sağlık eğitimini pozitif sağlığı geliştirmek, bireylerin
ve grupların nesnel hastalık durumlarının önlenmesi veya azaltılmasını amaçlayan
iletişim aktivitesi olarak ele almaktadırlar. Bu iletişim aktivitesi de inançların,
tutumların ve davranışların etkilenmesiyle yapılmaktadır. Bu noktada toplumda gücü
elinde bulunduran politikacılara, sanayicilere ve diğer iş adamlarına yani sağlık
hizmetinin dışındaki diğer profesyonellere de referans yapılmaktadır. Sağlık eğitiminde
iki yönlü iletişim esastır, iletişim sürecinin her iki tarafındakilerin birbirlerinden

161
öğrenecekleri vardır *. İşte bu iki yönlü iletişim aktivitesinin amacı sağlık okuryazarlığı
düzeyini arttırmaktır.
WHO’nun (Dünya Sağlık Örgütü) yukarıdaki tanımlara göre daha geniş
kapsamlı tanımında ise sağlık okuryazarlığı, “iyi sağlığı geliştirecek ve koruyacak
enformasyona ulaşma, anlama ve kullanma güdüsü ve yeteneğini belirleyen bilişsel ve
sosyal yetiler” olarak ele alınmaktadır (Nutbeam, 1998). Görüldüğü gibi, WHO ve
Healthy People 2010’un tanımlamalarında klinik oryantasyonlu tanımlamalardan farklı
olarak bilişsel yetenekler ve sosyal yetiler söz konusudur. Kickbusch ve Nutbeam de
“sağlık okuryazarlığı, iyi sağlığa ulaşmak ve onu korumak için gerekli bilgiye
ulaşmada, anlamada ve kullanmada bireylerin motivasyon ve yeteneklerini belirleyen
bilişsel ve sosyal yetilerdir” şeklinde bir tanımlama getirmişlerdir (1998). Nutbeam bu
yetileri “işlevsel sağlık okuryazarlığı” içinde ele alırken, “interaktif sağlık
okuryazarlığı” ile de kendine güven gibi kişisel ve sosyal yetilerin geliştirilmesini,
medyada sağlık enformasyonu aramayı ve “eleştirel sağlık okuryazarlığı” ile de
medyadan yansıyan haberlerin doğru yorumlanması ve değerlendirilmesi, sağlık
enformasyonunun doğru yorumlanması ve kullanılması gibi daha üst düzey bilişsel ve
iletişimsel yetileri (Kickbush, Cadwell ve Hartwig, 2002, s.3) bu sınıflandırmaya dahil
etmiştir. İşte bu noktada da ‘medya okuryazarlığı’ ile ‘sağlık okuryazarlığı’ birbiriyle
buluşmaktadır. Biz burada medya okuryazarlığının sağlık bilincinin oluşturulmasındaki
rolünü incelerken “eleştirel sağlık okuryazarlığı”ndan hareket edeceğiz.

3. SAĞLIK BİLİNCİNİN OLUŞTURULMASINDA BİR STRATEJİ OLARAK


‘MEDYA OKURYAZARLIĞI’NIN GEREKLİLİĞİ
Yüzyıllar boyunca ‘okuryazarlık’, yazılı metinleri okuma ve yazma yetisi olarak
ele alınmıştır. Ancak geçtiğimiz yüzyılda yazılı metine dayalı söylem, yerini görüntüye
dayalı söyleme bırakmıştır. Medya okuryazarlığı, kendimizi medya karşısında nasıl
konumladığımıza ve maruz kaldığımız mesajların anlamlarını nasıl yorumladığımıza
dair bakış açısıdır ve “medyanın doğasını informel ve eleştirel olarak anlamayı, onun
tarafından kullanılan teknikleri ve bu tekniklerin etkisini geliştirme” olarak
tanımlanmaktadır. Yüksek medya okuryazarlığına sahip olanlar, medya hakkında güçlü
ve geniş bakış açısına sahiptirler. Bu kişiler medya mesajlarını farklı boyutlarda
yorumlayabilme kapasitesine sahiptirler. Düşük medya bilincine sahip olanlar ise
güçsüz ve sınırlı bakış açısına sahiptirler ve mesajın yalnızca yüzeysel yorumlamasını
yapabilirler, dolayısıyla da doğru olmayan ya da sağlıksız medya betimlemelerine ve
mesajlarına daha az direnebilirler, bu da doğru olmayan enformasyona inanmalarına ve
sağlıksız davranışları benimsemelerine neden olur. Günümüzde ‘medya okuryazarlığı’
yetisi, medyadan yansıyan mesajların yalnızca yüzeyindeki içeriği değil, yüzeyin
derinlerinde yer alan çok daha önemli anlamları çözümlemekte bize yardımcı
olmaktadır. Medya okuryazarlığı eğitimi, medya tüketicilerine medyayı analiz etmeyi,
ona ulaşım olanağı bulmayı, onu değerlendirmeyi ve hatta onu (yeniden) üretmeyi
öğreterek daha büyük bir özgürlük sunmayı hedeflemektedir. (Potter, 1998, s.5, Team
Media Literacy ve Bernhard ve Cameron s.584-585).
Düşük medya okuryazarlığı düzeyinin, medyanın pasif tüketicileri üzerindeki
olumsuz etkileri çoğunlukla onların sağlıkla ilgili davranışları üzerinde olmaktadır:
şiddet, gereksiz ve zararlı tüketim alışkanlıkları gibi.
Sağlığın sosyal belirleyicilerinden kültürün içine dahil edilebilecek medyada,
sağlıkla ilgili enformasyonlar incelendiğinde nicelik olarak yüksek, ancak nitelik olarak

*
Sağlığın geliştirilmesi bağlamında sağlık eğitimi, hastalıkların önlenmesi ve sağlığın korunması
konularında ayrıntılı bilgi için bkz. Çınarlı, İnci. “Sağlığın Geliştirilmesine Sağlık İletişimi Yöntemleri
Olarak Sosyal Pazarlama, Medyada Savunuculuk ve Halkla İlişkilerin Etkisi”, Marmara Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü (Yayınlanmamış Doktora Tezi), 2004, s.28-43.

162
düşük düzeyde -ki futurist yazar John Naisbitt’in “enformasyon içinde boğuluyoruz ama
bilgiye açız” (Team Media Literacy, s.1) ifadesini de burada hatırlayabiliriz-, ‘sağlık
endüstrisinin ritüelleri’ni yansıtan, bilgilendirme işlevini değil de sansasyonalizmi öne
çıkaran, bireyselleştirilmiş, kamu sağlığı problemlerinden uzağa çekilmiş, sağlığın
tıbbileştirilmesine ve metalaştırılmasına hizmet eden bir tablo karşımıza çıkmaktadır.
Gazeteci-yazar Doğan Tılıç’ın Tıp Dünyası Dergisi’nde yayınlanan “Türk Medyasında
Bir Mayın Tarlası: Sağlık Haberciliği” başlıklı yazısında değindiklerine burada yer
verelim:
‘Medyatikleştirilmiş tıb’ba teşne olan medyada sağlık haberleri; ilgi çekicilik,
sansasyon ve sözde “yeni bilimsel buluş” eksenine oturtulmakta. Haberin yol
açabileceği yarar ve zararların hesap edilmemesi bir tür tıp paparazziliği yarattı. Kimi
çaresiz, yoksul hastaların ekrana çıkarılarak tedavi ettirilmesini bir reyting alma yolu
olarak bulan televizyonlarımız, milyonlarca çaresiz hastayı çözümü asıl aramaları
gereken kurumlara değil, “müşfik” medyaya yönelterek onların umutlarını sömürüyor
(Tılıç, 2004, S:116).
Sigara, alkol, bazı ülkelerde yasaklanan bol kafeinli enerji içecekleri, hızlı araba
kullanmak, fast-food, gereksiz estetik ameliyatlar, anti-aging, detoks, botoks, yüksek
miktarda yağ ve tuz içeren yiyecekler, ateşli silahlar vb. kitle iletişim araçlarından
yansıyan ve küreselleşmenin yaygınlaştırdığı ve empoze ettiği ‘insan yapımı’ kamu
sağlığı riskleridir. Üstelik medyadan yansıyan bu enformasyonlar çoğunlukla ihtilaflı ve
çelişki doludur: Örneğin kahve içmek, kırmızı et yemek medya tarafından kimi zaman
sağlıklı, kimi zaman sağlıksız olarak nitelendirilir. Farklı enformasyon kaynaklarından
farklı enformasyonlar yağmaktadır. Günümüzde enformasyonun kontrolü artık
yasaklarla değil; özellikle enformasyonun niteliği üzerinde uygulanan çeşitli
manipülasyonlarla sağlanmaktadır, egemen medya da bu düzende rolünü yerine
getirmektedir.
Yukarıda çizmeye çalıştığımız tablo ile ilgili olarak yazılı basınımızdan örnekler
verelim:

Sabah Gazetesi (18.05.2005): “Aşırı terlemenin çaresi botox!” başlıklı bir haber ve
haberin içinde “ben kendi deneyimlerimde özellikle avuç içlerinde, koltuk altlarında,
topuklarda ve alında botox ile çok iyi sonuçlar aldım. Hastalarımın bir çoğu 10 ay kadar
rahat ettiler...” diye başlayan ve sanki bir doktorun ağzından çıkan cümlelere
rastlıyoruz, (ancak haberde herhangi bir kaynak yer almıyor), böyle bir araştırma
yapıldığına dair bir referans da haberde yer almıyor (Sabah, 18.05.2005).

Yeni Şafak Gazetesi (02.01.2005): “Kredi kartına taksitle tüp bebek” başlıklı bir haber
ve haberin alt başlığında yer alan “Son model teknolojiyle donatılmış Süleymaniye
Kadın Doğumevi, en ucuza tüp bebek tedavisinden yararlanmak isteyenlerin akınına
uğruyor. Üstelik kredi kartına taksitle” (Yeni Şafak, 02.01.2005) cümleleri bir reklam
metnini andırmaktadır ve bu durum sağlık mevzuatına aykırıdır. 11/4/1928 tarihli ve
1219 sayılı Tababet ve Şuabatı San’atlarının Tarz ve İcrasına Dair Kanun’un 24.
maddesinde “İcrayı sanat eden tabipler, hasta kabul ettikleri mahal ile muayene
saatlerini ve ihtisaslarını bildiren ilanlar tertibine mezun olup, diğer suretlerle ilan,
reklam ve saire yapmaları memnudur” hükmü bulunmaktadır. Bu hükümle, insan
sağlığının üzerinde rekabet edilebilir bir ticari meta haline dönüştürülmesinin
engellenmesi ve bu yolla kamu sağlığının korunması amaçlanmıştır. Tabiplerce
yapılması zorunlu olan tedavi, müdahale ve terapilerin reklamının da yapılmaması,
1219 sayılı kanunla getirilen yasaklamaya uygun olacaktır” denilerek hekimlik
yapabilme yetkisi ve koşulları belirlenmiştir. Bu haberdeki gibi “yaygın olarak
kullanılmakta olan bir tıp teknolojisinin uygulandığı sağlık kuruluşlarının adlarının,
işlemin fiyatının ve işlemi yapan hekimlerin adlarının açıkça beyan edilmesi” yasaya

163
aykırıdır ve tanıtım ihlalleri kapsamında yer almaktadır (İstanbul Tabip Odası Etik
Kurulu Raporu, 1998, s.3).
Giriş bölümünde de belirttiğimiz gibi, medyanın yukarıda belirtilen olumsuz
sağlık davranışına yöneltebilecek mesajların yanısıra, kamu sağlığını olumlu yönde
etkileyebilecek mesajların da iletildiği bir ortam olması, ayrıca kamu sağlığının sosyal
değişimi sağlama çabalarına karşılık medyanın status quo’yu sürdürmeye yönelik
tutumu; çok paydaşlı, çıkar çatışmalarının en aza indirilerek kamu yararının birincil
plana oturtulduğu, gerçekleştirilmesi zahmetli bir sorumluluk anlayışı gerektirmektedir.
Bu sorumluluğu yerine getirmeye nereden başlamalı? Dr.Bekir Kuru’nun aşağıdaki
ifadesinde de belirttiği gibi öncelikle “bilimsel tutum”un esas olduğu bir yaklaşım
topluma hakim olmalıdır:
“[...] kamuoyu, insanlar genel olarak bilimsel tutumlardan habersiz yaşar.
Günlük hayatımızda sayısız kez karşılaştığımız bu tutum, halkın, insanların bilimsel
tutumdan uzak yaklaşım sonucu bir çok mekanizmayı, hastalığı anlamamasının da
nedenidir. Bilim kuşatma altına alındı. Kanser konusu ve diğer birçok hastalık
konusunda da bu yaklaşım geçerli. Medya, insanları bilimsel tutumdan uzaklaştırıyor.
Neyin, niçin, nasıl bir süreç sonunda gerçekleştiğini insanlar bilmiyor” (Kuru, 2001).
Bilimsel tutumun topluma hakim olmasının temeli ise eğitim sisteminde
yatmaktadır. Eğitim sisteminin bir parçası haline getirilmesi gereken sağlık eğitimi ve
eleştirel medya eğitimi birbirinden ayrı tutulmamalıdır. Toplumun medya sistemini,
medya kültürünü ve alışkanlıklarını ve medya kuruluşlarının yapısını anlamak, etkili
sağlık kampanyalarının planlanmasında son derece önemlidir (Finnegan ve Viswanath,
1999, s.122).
Medya okuryazarlığı, eleştirel sağlık okuryazarlığı için gereklidir ve bir strateji
olarak ele alınmalıdır. Medyadan yansıyan sofistike, karmaşık ve kimi zaman agresif
taktikler içeren mesajların kodlarını çözecek ve anlamlandıracak olanların da o derece
sofistike, pasif bir alıcı ya da tüketici değil; aktif, kimi zaman da ‘medyada
savunuculuk’ (media advocacy)** gibi sağlığın en önemli belirleyicileri olan sosyal ve
fiziksel çevrenin daha sağlıklı olması için medyanın gücünü kullanabileceği
yöntemlerden yararlanmasını bilen bireyler olmaları gerekmektedir. Şüphesiz ki
medyanın gücünü bu yönde kullanabilen bireylerin etkinliği, içinde yaşadığımız ülkenin
medya sisteminin de “kamuoyunu bilgilendirme” motifi ile hareket etmesine bağlıdır.

SONUÇ ve ÖNERİLER
Sağlık okuryazarlığı, günümüzde sağlık bilinciyle ilgili bireysel kapasitenin
arttırılmasının çok daha ötesinde genel kamu, sağlık hizmeti sağlayanlar (devlet, özel
sektör ve sivil toplum kuruluşları) ve medya tarafından paylaşılan ve ilgili paydaşların
birbirlerini anlamalarına dayalı bir sorumluluk olmalıdır.
Sağlık eğitimi ve eleştirel medya eğitiminin verilmesi, sağlık politikalarında
sağlık okuryazarlığı düzeyinin arttırılmasına yönelik sağlık iletişimi uygulamalarına yer
verilmesini gerekli kılmaktadır, ancak tüm bu çabaların bilimsel tutumun hakim olduğu
toplumlarda gerçekleşebileceğinin de unutulmaması gereklidir.
Bireyler, medyayı doğru “okuyabildikleri” oranda sağlıkları ile ilgili doğru
kararlar verebilirler. Doğru, güvenilir ve kullanılabilir sağlık enformasyonunun
sunulduğu sorumlu bir medya, sağlıklı toplumlar için gereklidir. Muhabirler ve
editörler, medya etiğinin yanısıra tıp etiğini de gözönünde bulundurmalı ve
“bilgilendirme” işleviyle hareket etmelidirler. Medya tüketicilerinin eğitimi ne denli
gerekliyse, medya içi eğitim de o kadar gereklidir.

**
Medyada savunuculuk (media advocacy) ile ilgili daha ayrıntılı bilgi için bkz. Çınarlı, s.67-75.

164
Sağlık okuryazarlığı, iletişim fakültelerinde sağlık iletişimi dersi kapsamında,
sağlık haberciliğini de kapsayarak, “medya okuryazarlığı” bağlamında ele alınmalıdır.
Sonuç olarak unutulmamalıdır ki medya okuryazarı bir birey, daha sağlıklı bir
bireydir.

KAYNAKÇA

Bernhard, Jay M.ve Cameron, Kenzie A. “Accesing, Understanding and Applying


Health Communication Messages: The Challenge of Health Literacy”, Handbook
of Health Communication, New Jersey: Lawrence Erlbaum Associates, 2003.
Çınarlı, İnci. “Sağlığın Geliştirilmesine Sağlık İletişimi Yöntemleri Olarak Sosyal
Pazarlama, Medyada Savunculuk ve Halkla İlişkilerin Etkisi”, Marmara
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü (Yayınlanmamış Doktora Tezi), 2004.
Downie, R. S. Tannahill, Carol. Tannahill, Andrew. Health Promotion Models and
Values. 2. Baskı, Oxford: Oxford University Press, 1996.
Finnegan, John R. Jr. ve Visvanath, K. “Mass Media and Health Promotion: Lessons
Learned With Implications for Public Health Campaign, Health Communication
At the Community Level 2, Neil Bracht (ed.), California: Sage Publications,
1999.
Geist-Martin, Patricia. Berlin Ray, Eileen ve Sharf, Barbara F. Communicating
Health: Personal, Cultural and Political Complexities. California: Wadsworth
Publishing, 2002.
Healthy People 2010,
http://www.health.gov/HealthyPeople/Document/HTML/volume1/11HealthCom.
htm, (30.09.2001).
İstanbul Tabip Odası Etik Kurul Raporu, Ekim 1998.
Kickbucsh Ilona ve Nutbeam D. Health Promotion Glossary, World Health
Organization: Geneva, 1998.
Kickbucsh Ilona, Caldwell Amelia ve Hartwig Kari. “Health Literacy, Empowerment
and HIV/AIDS: Striking a Balance on an Uneven Playing Field”, White Paper
prepared for UNESCO, U.S. National Commission on Libraries and Information
Science, and the National Forum on Information Literacy, for use at the
Information Literacy Meeting of Experts, Prague, The Czech Republic, July 2002.
Kuru, Bekir. “İçsel Tartışmalar”, Ankara Tabip Odası Hekimden Hekime Dergisi,
İlkbahar 2001, http://www.ato.org.tr/dergi/2001_ilkbahar/16.html, (20.05.2005).
Nutbeam, Don. Health Promotion Glossary, Geneva: WHO, 1998.
Potter, James W. Media Literacy, California: Sage Publications, 1998.
Ratzan, Scott C. “Health Literacy: Communication for the Public Good”, Health
Promotion International, Vol.16, No.2, June 2001.
Sabah Gazetesi, “Aşırı terlemenin çaresi botox!”, 18.05.2005.
Team Media Literacy, “An Introduction to Media Literacy”,
http.//medialiteracy.net/pdfs/into_ml.pdf, (06.03.2005).
Tılıç, Doğan. “Türk Medyasında Bir Mayın Tarlası: Sağlık Haberciliği”, Tıp Dünyası
Dergisi, Sayı:116, 15.01.2004, http://www.ttb.org.tr/TD116/20.php3,
(20.05.2005).
Yeni Şafak Gazetesi, “Kredi kartına taksitle tüp bebek”, 02.01.2005.

165
OKURYAZARLIKTAN MEDYA OKURYAZARLIĞINA:
ŞİFRELERİN ORTAKLIĞINI ARAMAK

Nurçay Türkoğlu

Özet: Bilginin kalıcı olmasına duyulan gereklilik, paylaşılabilir ortak dilin yazılı hale
gelmesini sağlamıştı. Önceleri taşlara, zamanla kil tabletlere, deri, papirüs, kumaş,
kağıt, gazete, kitap, elektrik dalgaları, elektronik ortamlar, dijital ortamlar, vb.
işlenebilir ve taşınabilir materyallere kaydedilen şifrelerin dili aslında hep çözülmek
içindir. Şifreleme ve çözümleme sürecinin bir iktidar meselesi olması elbette tesadüfi
değildir. Bu yazıda, okuryazarlığın, medya okuryazarlığına dönüşmesi sürecine,
toplumsal iletişimin temel kaynak yerleri olarak, tabiat ve değişim kavramları ışığında
bakmayı öneriyorum.
Anahtar sözcükler: medya ve doğa, medya ve değişim, eleştirel ve demokratik
yurttaşlık

Abstract: It has been the necessity for the endurance of the knowledge that led the
availability of the common language shared in the written form. The coded knowledge
once on the stones, clay, leather, papyrus, cloth, later on the paper, books, newspapers,
electrical waves, electronical media and digital media are all for encoding. Coding and
encoding have always been issues of power. I will suggest to search for the “nature” and
“change” as the most occupied terms in social communication in the process of media
literacy rooted in modern literacy.
Keywords: media and nature, media and change, critical and democratical
citizenship

Giriş:
Kitle iletişim araçları eliyle yaygın dolaşıma giren görüntü, ses ve yazıların da
içinde bulunduğu kodlama ve kod çözümleme süreçleri, hem uygulayıcılar hem de
alıcılar için yeni donanımlar gerektirmiştir. Medyanın (kitle iletişim araçları)
toplumsallaşma ile olan bağlantısı, medyanın kamusal eğitim içinde kullanılmasını
getirmiş, medya ve eğitim ilişkisi çeşitli boyutlarda ele alınır olmuştur. “Medya
Okuryazarlığı” ise, “medya ve eğitim” ilişkisiyle bağlantılı olmakla birlikte, ondan daha
geniş bir kavramdır. Medya okuryazarlığı, yalnızca beceri kazanmaya değil, “eleştirel
ve demokratik yurttaşlık” çerçevesinde günümüz toplumlarının yeni bir açığına vurgu
yapmaktadır. Böylece, yalnızca pratik işlevsel ve araçsal bir gereksinimi değil, eleştirel
aklın (bir kez daha) gerekliğini gündeme getirmektedir. Toplumsal iletişimde medyadan
olabildiğince gerçekçi bir yarar sağlamaya yönelik olarak geliştirilen “medya okur
yazarlığı”; iletilere erişme, çözümleme, değerlendirme ve iletileri iletişimde
kullanabilme kapasitesini ifade etmek için kullanılan bir kavram (Baran, 2004: 51).
(kapasitelerden söz etmişken, Rönesans düşünürleri gibi insanın potansiyelinin sonsuz
olduğuna inanmak isterdim) Okuryazarlık, dijital okuryazarlık ve medya okuryazarlığı
aslında yabancısı olmadığımız köklere dayanır; sözlü kültürden yazılı kültüre, tabiatın
izlerine bakarak geleceğin okunmasından bilgi arkeolojisine, görsel verileri kaydeden
antropolojiden, gündelik yaşamın metnini keşfetmeye çalışan kültür çalışmalarına,
katılımcı sözlü tarih çalışmalarından katılımcı sanat çalışmalarına, vb. şifreleri anlama
serüvenimiz devam etmektedir.
Katılım sözcüğüne yaptığımız vurguyu, geleneksel okuryazarlık ile medya
okuryazarlığı arasındaki yakın ilişkiye değinen Stuart Ewen yardımıyla geliştirecek
olursak; “toplumun, kendi yaşamlarıyla ilgili bilgiye ve uygun araçlarla kamusal
müzakereye aktif olarak katılım gücüne sahip yurttaşlardan oluşması için, tarihsel

166
olarak okuryazarlık ve demokrasi birbirinden ayrılamaz” kavramlardır (aktaran Baran,
2004:50).
Kullandığımız tanımlamaların tabulaşmasına imkân vermemek gerektiğine
inanıyorum. Medyanın kültürü biçimlendirme, yaşadığımız dünyayı adlandırma
işlevleriyle ilgili olarak eleştirelliğin gereği, katılımsız izleyicilik halinin doğal
olmadığını vurgulamaya yöneliktir. İçinde bulunduğumuz toplumun yaşayan bir üyesi
olduğumuzu unutmamak için, yurttaşlık kavramına bir katkıda bulunabilmeliyiz,
demokrasi kavramına yeni bir şeyler katabilmeliyiz. Bunun gibi medya okuryazarlığı
kavramına da, eleştirel yurttaşlık meselesini ekleyebiliriz.
Medyada okunan, gözlenen ve işitilen her şeyin öncelikle kurgusal olduğunu fark
etmeyi öneren medya okuryazarlığı, bu yönüyle medyanın içeriğinin doğal olmadığını
ve değiştirilebileceğini vurgulamaktadır. Kurgusallığın ve kitle iletişim sürecinin
farkına varmak, medya iletilerini analitik değerlendirmeye tabi tutmak ve verimli iletiler
geliştirme yoluyla toplumsal katılımın sağlanması ise verili durumun değişimini
vurgulamaktadır. Böylece, medya ve okuryazarlık kavramlarına dair geliştirilen
tartışmaların düğüm noktaları “doğa” ve “değişim” ekseninde karşımıza çıkmaktadır.

Düğümler ve olası çözüm önerileri


Medya çalışmalarında tabiat meselesi, hem insanın doğası hem araçların doğası
hem de görünen işlerin doğası anlamında, bir gerçeklik referansı olarak kullanılır.
Raymond Williams, doğayı üç anlam alanına ayırır: 1) bir şeyin temel niteliği ve
karakteri; 2) dünyayı, insanları ya da ikisini birden yöneten içkin güç; 3) insanları
içerebileceği gibi içermeyebilen maddi dünya (Williams, 2005:265).
Şimdi bu farklı anlam alanlarını göz önüne alarak medya, doğallık ve değişim
ilişkilerini kısaca anımsayalım ki, daha sonra yurttaş katılımı ve medya okuryazarlığı
ilişkisine geçebilelim.
Medyanın gerçeklikleri aktarma sürecinin kurgusal olduğu “gerçeği” ilk medya
eleştirilerinde dile getirilmiş; kamuoyu oluşturma ve imaj yaratma sürecinin ekonomi
politikası incelenirken, medyanın iletilerinin doğallık (2. anlamda) iddiasıyla sunulduğu
ve ikna ediciliğinin de bundan kaynaklandığı çeşitli çalışmalarda belirtilmiştir (W.
Smythe, 1954-1979:19-34).
Doğal olana (3. anlamda) karşıt anlamda kullanılan kültürlenmenin, kitle iletişim
araçları eliyle oluşturulduğu konusu yaklaşık 40 yıl önce kuramsallaştırılmıştı (Gerbner,
1967-1979:35-58).
Frankfurt Okulu düşünürlerinin kültür endüstrisi eleştirisi ise bireysel gibi görünen
kültürel beğenilerin, doğa-birey-toplum algılamalarının, kitle toplumu tarafından
biçimlendirildiğini ortaya çıkartıyordu. Medya çalışmalarının tarihçesine baktığımızda,
medyanın gerçeği olduğu gibi gösterip gösteremeyeceğinin yanı sıra, insanın doğaya
hakim olma sürecinde medyanın, kültürün tarafında olup olmadığı hep sorgulanmıştır.
Toplumsal düzeni sağlayan ya da tehdit eden ama her halükârda iktidarın denetimine
konu olan meselelerden örneğin şiddet ve medya ilişkisinin kültürden mi, insanın
doğasından mı kaynaklandığına dair farklı paradigmalar karşımıza çıkmaktadır (Bkn.
Türkoğlu, 2004b:211-258).
Çağdaş mitlerin anlatıyı doğallaştıran / meşrulaştıran söyleminin, seyirlik
sözcüğüyle karşıladığım, medyadaki görünür olma haline dayandığını söyleyen
Barthes’ın, medya çalışmalarına önemli bir katkısı olmuştur (Barthes, 1976). Kodlama
ve Kodaçımlama süreçlerini değerlendirirken, Barthes’ın mitsel söylem kalıplarından
yararlanan Hall, televizyon söyleminin nesnel olamayacağını vurgulamıştı (Hall, 1980-
1990).
Televizyonun, gösterdiğinin yerine durduğu için ikonik gösterge olduğu ve bu
özelliğinden / doğasından (1. anlam) ötürü gerçekmiş gibi algılandığı meselesi, bugün

167
yalnızca medya akademisyenlerinin değil, medya okuryazarlığı müfredatını uygulayan
ilköğretim ders kitaplarının da ele aldığı temel bir mesele haline gelmiştir.
Medya okuryazarlığı kılavuzlarındaki ortak özellikler şöyle sıralanmaktadır
(Baran:49-63):
1. medya iletilerinin hepsi kurgulanmıştır (iletinin yapaylığına vurgu).
2. medya iletileri belli kurallar çerçevesinde kendine özgü yaratıcı bir dil
kullanmaktadır (medya profesyonellerine vurgu).
3. aynı ileti farklı insanlar tarafından farklı algılanabilir (anlam kalıplarına
vurgu).
4. medyada değerler ve bakış açıları örtüktür (kodlanmaya vurgu).
5. medya iletileri iktidar ve ticari kazanç amacıyla oluşturulur (ekonomi-politiğe
vurgu).
Bu uyarıların eğitim programlarında yer alması, kuşkusuz ülkelerin kültür
politikalarıyla yakından ilintilidir. İletilerin yaratım ve dağılım süreci (kimler
tarafından, kimler için, ne amaçla, hangi tekniklerle, vb.) hakkında bilgi sahibi olmayan
izleyici ve okuyucuların analitik bir değerlendirme yapamayacakları açıktır. Medyanın
kâr amaçlı şirket olarak çalıştığı gerçeğini bilmek de yeterli değildir; kültür politikaları
medya izleyicisini müşteri olarak görüyorsa medya okuryazarlığı yeni bir yetişkin
becerisi olarak ele alınacaktır. Yurttaşlık eğitimi ise örgün eğitimin içinde eleştirel
medya okuryazarlığına yer verecektir.

Stüdyoda Cümbüş Var


Türk medyasında 2000’li yıllarda, “televizyon üzerine televizyon programları”
yapılmakta, bu programlarda yapımcı, yönetmen, oyuncu ve izleyiciler bir araya
getirilmekte. Özellikle eğlence programlarının yapımcıları, yaptıkları işlerin gerçeklik
iddiasında olmadığını, izlenenlerin oyun olduğunu, izleyen yetişkinlerin kendi
inisiyatiflerini kullanarak neyin gerçek olup olmadığına, kendilerinin karar vermeleri
gerektiğini vurgulamaktalar. Şirket kazancını içselleştirmiş medya profesyonelleri bu
bağlamda, çocuk ve gençlerin medya ile yanıltıcı bir ilişkiye girmelerinin de
kendilerinin değil, RTÜK ve eğitim kurumlarının sorumluluğunda olduğunu söyleyerek
kendilerini temize çıkartmaktalar. Medyanın içinden yapılan medya eleştirisini okumak
için de medya okuryazarlığı gerekir!
Türk televizyonlarında canlı yayınlanan stüdyo eğlence programlarında (örn.
Sabah Sabah Seda Sayan-KanalD, Mahmut Tuncer Şov-Kanal7, Sabah Yıldızları-
ShowTV, vb.) seyirci katılımı bir cümbüş havasında geçmektedir (Bkn. Türkoğlu,
2004a: 55-74). Programın sunucuları geleneksel evsahipliğini andıran güleryüzlülükle
ve dillerinden düşürmedikleri “bereket” dilekleriyle, şarkı-türkülerle stüdyodakileri
coşturmakta ama bunları yaparken “televizyon formatlarından”, araya giren
reklamlardan, profesyonel konuklara tavırlarını farklılığından ödün vermemekte, gerek
stüdyodaki gerek “ekran başındaki” izleyicilere televizyon işinde olduklarını
hatırlatmaktadırlar. Kuşkusuz bu hatırlatmalar, “yabancılaştırmadan yabancılaştırıcı” bir
işlevin, yani televizyonun kurgusallığı yolunda bir sorgulamanın yanına bile
yaklaşmamakta, her şeyin “tıpkı göründüğü gibi doğal” olduğu vurgulanmaktadır.
Stüdyodaki katılımcı seyirciler ise oraya topluca geldiklerini, kadınlar matinesi gibi bir
ortamda eğlendiklerini bilmekle birlikte hiç br şeyden şikayet etmemekte, tek gayesi
sponsor firmaların verdiği mutfak eşyalarından, kozmetik ürünlerinden vs. oluşan
hediyeleri kapmak olan sorular sorarak programa “katılmaktadırlar”. Böylesi bir katılım
yurttaş katılımı değil, olsa olsa, sınırlı toplumsal katılımın çaresizliğini yaşayan
vatandaşlarımızın (evkadınları, emekliler, işsizler, vb.) göstermelik bir ekran grubu
oluşturmalarından ibarettir. Aslında stüdyoya arkadaşlar ve komşularla gelmek,
şarkılara eşlik edip, hediyeler toplayarak evlere dönmek, ertesi gün yeniden gelmek gibi
bir katılım biçimi tam bir eğlence organizasyonudur:

168
“... Bir de böyle organizatörler türedi bu tarz programlar sayesinde... Geçenlerde
anlattılar inanamadım. Mesela Edirne'de ve daha bir çok şehirde Kuşum Aydın günleri,
Kadının Sesi gezileri, Seda'yı ziyaret seyahatleri düzenleniyormuş. Bir organizatör
çıkıyor, milletten paraları topluyor, dolduruyor hanımları otobüslere, İstanbul'un
yolunu tutuyorlarmış. Canlı yayın sabah ise önce Kuşum Aydın'a gidip herkes içini
boşaltıyormuş. Sonra Sultanahmet camii ziyareti, ardından köftecide yemek, öğleden
sonra Kadının Sesi'ne katılış, sonra Eyüp Sultan'a varış, topluca türbede dua edip
günahların affolması için yakarış... Gecenin karanlığında da Edirne'ye doğru huzur
içinde yola çıkıyorlarmış. Bu işte çok iyi para var diyor anlatanlar. Organizatör, elinde
gezi programı, kapı kapı dolaşıyor, "Pazartesi Kuşum Aydın, Sultanahmet camii, balık,
Kadının Sesi ve Eyüp sultan gezisi var. Salı ise Seda-Sultanahmet camii, köfte, Esra
Ceyhan ile A'dan Z'ye ve Eyüp Sultan... Hangisini tercih edersiniz? Bunun fiyatı şu,
şunun fiyatı bu" diyormuş.. Müşterisine alternatifler sunan bir profesyonel gibi... (Önce
Kuşum Aydın, sonra türbe... Bekir Hazar-Yeni Şafak-8 Mart 2005)

İşte televizyon stüdyolarındaki bu cümbüş görüntüleri, eğlence sektörünün açtığı


yeni bir kazanç kapısından ibaret kalmaktadır. Bu haliyle de, Erasmus’un 1500’lerde,
iki yüzlü seçkinlere karşı methiye düzdüğü deliliğe bile yaklaşamamaktadır:
“İnsanın cehaletiyle alay etmek onun tabiatıyla alay etmek demektir. Niye cahil
olduğuyla dalga geçiyorsunuz ya da ona acıyorsunuz. Bunları yapamazsınız çünkü bu
onun tabiatıdır. Tanrı eğer çok isteseydi onu bilimle sanatla donatılmış olarak getirirdi
bu yeryüzüne, bütün bunlar olmadığına göre tabiatında, buna gerek yoktu. Cahil
insanlarla uğraşmaya ya da bunlara acımaya devam ediyorsanız o zaman atlara da
acıyın mesela, atlar gramer bilmiyorlar, börek yemenin ne kadar zevkli olduğunu
bilmiyorlar” (Erasmus, 1508-1956:56-58).
Erasmus’un şikayet ettiği masumiyetimizi, tabiatımızı bozan bilim ve sanat
günümüzde pek çok olumsuzluğun yanı sıra, katılımcı yurttaşlığı, eleştirel aklı
geliştirebilecek açılımlara da sahip ve başka nelerden medet umabiliriz ki? Yitirilen
akıllar için yapılabilecek fazla bir şey yok ama yurttaşlık için yapılacak çok şey var,
değişime başlamak için medya okuryazarlığı (bile) işe yarabilir.

SONUÇ: MÜŞTERİ DEĞİL, YURTTAŞ


Temel eğitim olanaklarından yararlanamamış; yurttaşlık haklarından haberdar
olmayan; toplumu dönüştürücü örgütlenmeler içinde yer almayan; geleneksel
dayanışma kalıplarını yaşamın hizmetine kullanmayan; sözlü kültürün incelikli
telaffuzunu toplumsal belleğinden düşüren; dünya ile ilişkisini yalnızca televizyon
üzerinden yaşayan izleyici ve okuyuculara, medyada görünenlerin doğal olmadığının
yeniden-yeniden öğretilmesi gerekir. 1970’lerde Unesco eliyle gelişmekte olan
toplumların eğitiminde modernleştirici bir unsur olarak kullanılan medya bugün,
yurttaşların “eleştirel farkındalığı” ve “demokratik katılımı” öğrenebileceği bir kaynak
olmaktan çıkmıştır. Televizyon stüdyolarındaki izleyiciler, sermayeci medyanın
tamamlayıcı unsurları olarak akışa katılmaktadırlar. Henüz medya katılımı sürecine
girmemiş olanlar için medya okuryazarlığı ile işe başlamak yararlı olabilir.

KAYNAKÇA

Baran, Stanley, Media Literacy and Culture: Introduction to Mass


Communication, McGraw Hill, New York, 2004.
Barthes, Roland, Mythologies, İng. Çev. Annette Lavers, Paladin, Suffolk, 1976.
Burke, Peter, A Social History of Knowledge, Polity, Cambridge, 2002.
Childe, Gordon, Kendini Yaratan İnsan, Çev. Filiz (Karabey) Ofluoğlu, Varlık
Yay., İstanbul., 1978, s. 192.

169
Erasmus, Desiderius, Deliliğe Methiye, çev. Şerif Hulusi, Remzi kitabevi,
İstanbul, 1956.
Gerbner, George, “Mass Media and Human Communication Theory,” içinde
Sociology of Mass Communications, der. Denis McQuail, Penguin, Suffolk 1979 (ilk
basım 1967).
Habermas, Jurgen, Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, çev. Tanıl Bora, Mithat
Sancar, İletişim yay., İstanbul, 1999.
İnal, Ayşe, Haberi Okumak, Temuçin yay., İstanbul, 1996.
McLuhan, Marshall, Gutenberg Galaksisi:Tipografik İnsanın Oluşumu, çev.
Gül Çağalı Güven, YKY, İstanbul,2001.
Türkoğlu, Nurçay, “Bereketli Kimlikler ve Televizyonda Kültür Vatandaşlığı,”
içinde Kültürel Üretim Alanları: Renkli Atlas, Babil, İstanbul, 2004a.
Türkoğlu, Nurçay, İletişim Bilimlerinden Kültürel Çalışmalara: Toplumsal
İletişim, Babil, İstanbul, 2004b.
W. Smythe, Dallas, “Some Observations on Communications Theory,” içinde
Sociology of Mass Communications, der. Denis McQuail, Penguin, Suffolk 1979 (ilk
basım 1954).
Williams, Raymond, Anahtar Sözcükler, çev. Savaş Kılıç, İletişim yay., İstanbul,
2005; Keywords: A Vocabulary of Culture and Society, Fontana press, Londra, 1988.

170
TÜRKİYE’DE MEDYANIN DÖNÜŞÜMÜ VE
MEDYA OKURYAZARLIĞI ZEMINI

D. Beybin Kejanlıoğlu

Sosyal bilimlerde ve insan bilimlerinde geliştirilen birçok kavram var. Medya


okuryazarlığını da bu bağlamda geliştirilen bir kavram olarak düşünebiliriz. Ancak, tuhaf bir
biçimde, literatürde diğer birçok kavramın anlamı için yapılan tartışmalar, anlaşmazlıklar,
uzlaşmazlıklar ve süren mücadele, “medya okuryazarlığı” için mevcut değil. Kavramın
yaygın biçimde kabul edilen bir tanımı var ve bu kabul edilen haliyle orasından burasından
çekiştirilip duruyor. Aşağıda, öncelikle, ben de bu tanımı kullanıp benzer bir çekiştirme
işleminde bulunacağım ama diğerlerinden farklı olarak, bu işlemi literatürde rastladığımızdan
çok daha radikal bir sonuca taşımak istiyorum.

Kısacası, medya okuryazarlığının nasıl tanımlandığı ve yaygın kabul gören bir tanımın
unsurlarının neler olduğu bu metnin ilk bölümünde kısaca ele alınacak konuları oluşturuyor.
Ancak asıl soru, medya okuryazarlığı tanımının ögeleri üzerine daha derin biçimde
düşündüğümüzde, geriye elimizde geliştirilebilecek ne kaldığı sorusu ki, bunu da Türkiye’de
bugün medya dediğimizde ne anladığımız ve medya okuryazarlığının gerçekten
geliştirilebilme zemininin, olanaklarının var olup olmadığı soruları dolayımıyla yanıtlamaya
çalışacağım.

1. Medya Okuryazarlığı: Eleştirel Bir Değerlendirme


Medya okuryazarlığı, “çeşitli bağlamlarda ve çeşitli biçimlerde yazılı, görsel, işitsel
ortamlardaki tüm iletilere erişme, bu iletileri alımlamada analitik yeterliğe ve gerekli
değerlendirmeleri yapabilmek için bilgi birikimine sahip olma, son olarak da bizzat iletiler
üretip iletebilme kapasitesi”ni ifade etmek için kullanılan bir kavram olarak öne sürülmektedir
(Aufderheide, 1993’ten aktaran Livingstone, 2004; Hobbs, 1998;). Bu kavramın bireylerin
iletilere erişip bunları yorumlayabilmeleri ve kendilerini ifade edebilmeleri açılarından
katılımcı bir yurttaşlık düşüncesine dayandığı ve toplumsal, kültürel katılıma dayalı böyle bir
kavrayışın medya dilleri, medya kategorileri ve teknolojileri açısından içerimleri olduğu
açıktır.

Ama bütün bunların tartışılmasına geçmeden önce, yukarıdaki tanımın ilk ögesi olan
“erişim”in işler kılınması için uğranacak ilk durak, ekonomi politik açıdan medya yapısının ve
kurumlarının niteliğidir. Çünkü medya iletilerine erişmenin ve medyada kendini temsil etme
olanaklarının kısıtlandığı bir oluşumda, bilgi edinme hakkından ve katılımdan söz
edilemeyecektir. Bu tür kısıtlamalar, yalnızca otoriter yönetimlerin kararlarında değil, en
“liberal” görünen oluşumlarda da işlemektedir.

“Yurttaşların olası bütün çeşitliliği içinde bilgiye, habere, haber yorumlarına erişimi”
önündeki engeller tarihsel açıdan çeşitli biçimlerde karşımıza çıkmıştır (Livingstone, 2004).
Bugün için sansür gibi daha doğrudan müdahalelerle karşılaşma olasılığı azalmış olsa dahi,
yakın döneme ilişkin bir örnekten gidersek, “erişim”in basitçe “bilgisayar kullanmayı
bilmiyorsanız internette dolaşamazsınız” demenin ötesinde, “bilgisayar kullanmayı bilseniz
dahi gerekli donanım ve yazılım için paranız yoksa ya da kamusal mekânlarda serbest
erişiminiz sağlanmamışsa, kısıtlı bir erişimle yetinmek zorunda kalırsınız” demekle ilgisi
olduğu açıktır. Hatta, bilgisayarı etkin biçimde kullanmayı öğrenmeniz de öncelikle, ya kişisel
servetinize ya da kamusal olarak sağlanan hizmetlere bağlıdır. O yüzden, ekonomi politik

171
yapılanma ile eğitim, kültür ve ekonomi politikaları, erişimi ilk elden kısıtlayıcı etkenler
olarak belirir.

Türkiye’de seçkinci bir kamu hizmeti anlayışından tecimselliğin başat olduğu ikili
yayıncılık sistemine geçiş, zaten tecimselliğe dayalı yazılı basının diğer medyaya yönelimiyle
oluşan oligopolcü yapı, yeni iletişim teknolojilerinin ve özellikle Internet’in kullanımına
ilişkin olarak alınan sorunlu politik kararlar ve getirilen yasal düzenlemeler, medya
okuryazarlığının zeminini oluşturmama, oluşanı ise kaydırma ya da aşındırma yollarını
örneklemektedir.

Medya okuryazarlığı tanımının ikinci ögesi, “analitik yeterliğe sahip olmak” ise,
sembollerle dolu metinleri okumayı, bu metinleri oluşturan kültürel kodlara, geleneklere ve
değerlere aşina olmayı gerektirir. Başka bir deyişle, kodları açımlama yeteneği gerektirir.
Bunun basitçe bir lisan bilmek ya da çok lisan bilip onları okuyabilmekten öte, görüntülere,
renklere, seslere yüklenen kültürel kodları da okuyup “anlama”yı gerektirdiği açıktır.

Üçüncü öge, “gerekli değerlendirmeleri yapabilmek için bilgi birikimine sahip olmak”
ise, birinci ve ikinci ögelerin uzantısı, ekonomi politiğin sorgulama alanına da giriyor ve
bence hiç de kolay bir iş değil. Bu iş, medya ürünlerinin ya da metinlerin üretildiği
bağlamlara, erişim ortamına hakim olmayı, kurumları, politikaları, ilişki ağlarını anlamayı
gerektiriyor. Ne yazık ki, enformasyon ve eğlence bombardımanı altında bunları ayırdetmek
hem zor hem de tatsız bir uğraş. Ayrıca, modern yaşamda anlamak ve ayırdetmek için
gereken zamandan da yoksun kılınıyoruz. İşi gücü bırakıp sürekli kaynaklara ulaşmaya
çalışmak gerekiyor: Kim yazdı? Kim dağıttı? Ne zaman? Nasıl? Niçin? Öyle zor bir iş ki bu,
şunu sormayı gerektiriyor: Bu bilgi birikimine nasıl sahip olacaksınız ya da layıkıyla bunu
izleyip anlayabilenler var mı?

Son öge olan “medya metinlerini üretip dağıtabilme”, pasif bir okuma edimini değil,
aktif bir yazma edimini, kültürel ürünlerin yapımına katılmayı ve bunları başkalarına
iletebilmeyi imliyor. Katılımcı yurttaşlık, kültürel-politik katılım özellikle bu ögeye
bağlanıyor.

Sonia Livingstone (2004) yeni iletişim ve enformasyon teknolojilerinin meydan


okumasını değerlendirdiği yazısında, bu medya okuryazarlığı tanımının ve ögelerinin
beceriye, bireysel yeteneğe ve yeterliğe dayandığını, ayrıca iletişimi dolayımlayan
metinselliği ve teknolojiyi ihmal ettiğini söylüyor. Medyanın ve medyayı yorumlayan
toplumsal bilgi süreçlerinin tarihsel ve kültürel özgüllüklerini dikkate alan biçimde günümüz
için çoğul medya okuryazarlıklarından söz edilebileceğini iddia ediyor. Kısaca, Livingstone;
(1) teknoloji ve metne bağlı bir çoğulluğu ve (2) bireysel beceriyi değil, toplumsal bilgiyi
vurgulamış oluyor. Sonunda vardığı yer, tanımdaki üçüncü ve dördüncü unsurların, yani
eleştirel değerlendirme ve metin üretmenin demokratik gündem için önemini vurgulamak ve
bunları insanların tüketici olmaktan ziyade yurttaş olarak katılımının önkoşulu kılmak oluyor.

Livingstone bu eleştirilerinde ve yeni önerisinde haklı olsa da söyledikleri yeterli değil.


Bu dört ögenin ama özellikle ilk üç ögenin, eğitimin ne olduğuna ilişkin uzun bir tartışmanın
parçası olduğuna dikkat etmek gerekiyor. Demokratikleşme mi, kültürel bölünmeyi anlatan
paternalizm mi? Bu soruyu tartışmak için sadece XIX. Yüzyıldan XX. yüzyıla uzanan kitle
toplumu anlayışlarını ve bu anlayışların tersine, okuryazarlığın yaygınlaşmasıyla
demokratikleşmenin gerçekleşeceği tezini anmak bile yeterli. Bu karşıt söylemler birarada
karşımıza çıkıyor. Ama sürekli “eğitim” vurgusu yaptıkça, “insanları eğitmemiz lazım, medya

172
okuryazarı yapmamız lazım” dedikçe çok ciddi bir efendilik anlayışını yeniden üretmiş
oluyoruz. Demokratikleşme açısından, “katılım” vurgusu, yani dördüncü öge önemli. Bu öge,
Bertolt Brecht’te gördüğümüz, Walter Benjamin’in kimi yazılarına sinen okur ile yazar
arasındaki ayrımın sorgulandığı noktaya işaret ediyor. Ama Benjamin (1984 ve 1993),
örneğin, “Üretici olarak Yazar” ve “Mekanik Yeniden-üretim Çağında Sanat Yapıtı” gibi
yazılarında bu noktayı farklı bağlamlar açısından gündeme getirmiştir. İkincisinde 1930’lar
için halen yeni sayılabilecek bir iletişim aracı olarak film vardır karşımızda; Livingstone için
ise günümüzün yeni teknolojileri. İlkinde ise, farklı bir politik yapılanma olarak Sovyetler
Birliği ve gazeteci yazar Tretyakov vardır. Bu farklı yapılanma, tam da toplumsal bilgiyi
tarihsel ve kültürel özgüllüğü içinde işaretler. Oysa, günümüzdeki çoğul okuryazarlıklar bu
farklılığı kavrayamayan bir ortak zeminden türeyebilirler ancak. O halde ne kadar ve nasıl
çoğul olabileceklerdir? Medyanın okunacak hali var mıdır? Kim, nasıl yazar olacaktır?

Bu noktada, literatür taramasına ve tartışmasına son verip, Türkiye’deki medyadan üç


örnekle (biri eğlence diğer ikisi enformasyon/haber sayılan üç örnekle) sizi medya
okuryazarlığı tanımını, Livingstone tarafından bu tanımın geliştirilmiş halini ve Kellner’ın
iddiasını düşünmeye davet ediyorum.

2. Türkiye’de medya ortamı –hangi okuryazarlık?


Türkiye’de neye katılıp, neyin okuryazarı olacağız? Bu soru, medya ortamının
değerlendirilmesini gerektiriyor. Burada Türkiye’de medya ortamını nitelediğini düşündüğüm
kesinlik iddiası ile belirsiz bir duygusallık arasındaki salınımın yarattığı iletişimsizlik
eğilimini gösteren üç örnek üzerinde durmak istiyorum. Bunlar:

1. Hamamlaşma: gelin-kaynana programları


2. Rakamlaşma: ekonomi ve siyaset programları
3. Yaşamsal sorunların duygusallık ile “reel politik” arasında salınımı: Irak savaşı
üzerine köşe yazıları

Biri Bizi Gözetliyor programıyla Türkiye’ye gelen (tabii, ondan önce “reality show”lar
da vardı) ve “gerçek televizyonu” diye adlandırılan gözetleme yarışmaları, Türkiye’de yerel
bir formata büründü ve gelin-damat-kaynana adaylarıyla dolu ekranlara kavuştuk. Bu
programlarla televizyonun “hamamlaştığı”nı düşünüyorum. Bu, “hamam”dan türettiğim
uyduruk bir sözcük ama tam da uydurukluğu yüzünden bu sözcüğü kullanmayı yeğliyorum,
nitelediğini çok iyi anlatıyor. Eskiden nasıl kadınlar hamama gidip gelin seçiyorlardıysa,
şimdi hepimiz ekranlarda evimize gelen hamamda yaşamaya başladık. Başkalarına gelin
seçiyor, adeta hep birlikte terliyoruz. Zamanla bu format da eskiyecek, başka formatlar
çıkacak karşımıza, bunun içinden biraz daha farklı programlar üretilecek ama temel eğilim
pek değişecek gibi değil; aynı teri akıtan akıtacak gibi görünüyor.

İkinci eğilim, rakamlaşma. Sayısallaşmayla/Dijitalleşmeyle karışmaması için


“rakamlaşma” diyorum. Bu da isimden isim türettiğim bir uydurmaca. Birkaç yıl önce
televizyondaki ekonomi kanallarıyla ilgili olarak yaptığım araştırmada sık sık gösterilen çok
ilgi çekici bir tanıtıma rastlamış; bütün çalışmayı onun üzerinden kurmuştum (Kejanlıoğlu,
2001). Tanıtımda bir üst ses şöyle diyordu: “Şimdi herkes susacak, rakamlar konuşacak!” Bu
cümleyi gelecek zamanlı kurmaya hiç gerek yok. Zaten artık herkes susuyor ve rakamlar
konuşuyor: “Halkın %70’ten fazlası Türkiye AB’ye girsin diyor”; “kamuoyu yoklamaları
yüzde bilmemkaç Ak Parti diyor”; “endeks şu kadar”, “dolar fırladı” derken böylece “fifti
fifti” anlaşıyoruz.

173
Konuşan rakamlar, hamamda sesi güzel sanıp bağırarak şarkı söyleyenler, göbek atanlar
arasında nasıl bir iletişim ortamından, nasıl bir medya okuryazarlığından söz edeceğiz?
Siyaset ve ekonomi ağırlıklı programlarda rakamların “kesin” sayılan bilgisi ile “eğlence”
programlarında ağlama, bağırma, gülme ve benzeri nevrotik krizlerle işaretlenen medya
ortamında iletişim nasıl gerçekleşebilir? Bu soruyla ne kastettiğimi üçüncü örnekle biraz daha
açmak istiyorum.

Üçüncü örnek, Irak Savaşı’nın yaygın basındaki köşeyazılarında nasıl ele alındığı
konusunda Cem Deveci ile birlikte yaptığımız bir araştırmaya dayanıyor (Deveci ve
Kejanlıoğlu, 2004). Schutz’u (1976) ve Habermas’ı (2000) izleyerek, “nesnel dünya,
toplumsal dünya ve öznel dünya” ayrımı çerçevesinde köşe yazılarındaki argümantasyon
biçimine bakmıştık. Nesnel dünya, doğa bilimlerinin açıklamalarına uygun, daha fazla
kesinlik taşıyan, belirlenimci bir dünyaya karşılık gelmektedir. Örneğin, “bir kasırga geliyor”
önermesiyle “savaş geliyor ve katılıyoruz” önermeleri aynı nesnel dünyada görülecektir.
Öznel dünya, duygu ve düşüncelerimizi ifade ettiğimiz, sanatsal dışavurumlara, terapi
niteliğindeki konuşmalara yakın bir dünyayı anlatır. Bu dünyadaki ifadelerde konuşan
öznenin samimi olduğu, duyguları olduğu izlenimi uyanır. Öznel ve nesnel dünyanın arasında
kalan orta dünya ya da toplumsal dünya ise, özneler arası bir alana işaret eder ki, asıl
iletişimin gerçekleşeceği, tartışmanın yapılabileceği dünya budur. Türkiye’de yaygın
medyadaki Irak savaşı üzerine köşe yazılarında bu dünyaya hemen hemen hiç ilişilmemekte;
ya öznel duygulanımlar dile getirilmekte (“ben sulhperestim”, “barış yanlısıyım”, “savaşa
kişisel olarak karşıyım” gibi) ya da savaş nesnel, kaçınılmaz bir gerçeklikmiş gibi
sunulmaktadır. Çoğunlukla bu ikisi, “savaşa karşıyım ama savaş kaçınılmaz” şeklinde bir
arada öne sürülmektedir.

Öznellikten başlayıp, abartılmış nesnel gerçekliği değiştirmemiz olanak dışıdır: “Ben de


istemiyorum ama savaşa girmemiz kaçınılmaz” diyen bireylerin bir araya gelip, bazı şeyleri
eleştirmeleri ve bu eleştiriler doğrultusunda dünyada bazı şeyleri değiştirmeye yeltenmeleri
elbette beklenemez. Olası eleştirel tavır yerine ya da konuyu bütün görüşlere açık bir
kamusallıkta tartışma ve norm oluşturma çabaları yerine yakınma ya da biraz ahlanıp
vahlanma ve sonunda kaçınılmazlığı onaylama meşru tek yol olarak görülmektedir (Deveci ve
Kejanlıoğlu, 2004). Böylece, herhangi bir tartışma ortamı, iletişime geçebileceğimiz bir ortam
yaratılmamaktadır.

O halde, medyayı okusak bile iletişime geçmeyi dışlayan bir medya ortamında nasıl
yazar olacağız? Sadece ekonomi politik açıdan bir erişim sorunuyla değil, öznelerarası bir
iletişimi olabildiğince engelleyen bir ortamla karşı karşıyayız. Buna karşın Douglas Kellner
(1995: 335), kültürel metinlerde kodlanmış olan iktidar ilişkilerinin kültürel çalışmalarda
geliştirilecek bir medya pedagojisi projesiyle çözülebileceği iddiasındadır. Kellner’ın iddia
ettiği gibi medya okuryazarlığının artırılması başat ideolojilere direnmeyi sağlayabilir mi?
Nurçay Türkoğlu’nun (2004: 191) bu iddiayı karşılayan sözlerini burada anmak gerek:
“İzleyiciler farkında olmasalar da, kuşkuyla yaklaşsalar da büyük ölçüde medya kültüründen
beslenmeye devam edeceklerdir.” Nesnel, kaçınılmaz savaşlar ve konuşan rakamlar ile
bağırıp çağıran, ağlayıp gülen nevrotik öznellik arasındaki salınıp durmayla işaretlenen medya
kültüründe kim, nasıl okuyup yazacak? Yazma fırsatı bulunduğunda, yazılacakların bundan
farklı olacağını nasıl garanti edebiliriz? Sanırım, hepsinden önce yaşadığımız hayatı
sorgulamamız gerekiyor. Nasıl yaşadığımızı sorgulamadan eleştirel medya okuryazarlığını
geliştiremeyiz.

174
Kaynaklar

Adorno, T. W. (1998) Minima Moralia. Sakatlanmış Yaşamdan Yansımalar. Çev., O.


Koçak ve A. Doğukan. İstanbul: Metis.
Aufderheide, P., ed. (1993) Media Literacy: A Report of the National Leadership
Conference on Media Literacy. Aspen, CO: Aspen Institute.
Benjamin, W. (1984) “Üretici olarak Yazar,” içinde Brecht’i Anlamak. Çev., H.
Barışcan ve A. İşisağ. İstanbul: Metis.
Benjamin, W. (1993) “Tekniğin Olanaklarıyla Çoğaltılabildiği Çağda Sanat Yapıtı,”
içinde Pasajlar. Çev., A. Cemal. İstanbul: YKY.
Deveci, C. ve B. Kejanlıoğlu (2004) “Türk Medyasında Irak Savaşı: Eleştirel/Etik
Perspektifi Yitirmek,” Savaşın Yüzleri, Uzlaşmanın Aşamaları. Der., Ü. Doğanay. Ankara:
AÜ Basımevi.
Habermas, J. (2000) İletişimsel Eylem Kuramı. Çev., M. Tüzel. İstanbul: Kabalcı.
Hobbs, R. (1998) “The Seven Great Debates in the Media Literacy Movement,” Journal
of Communication 48: 6-32.
Kejanlıoğlu, D. B. (2001) “Globalisation and Television: Global News Channels’ Focus
on Economy and their Portrayal of Homo Oeconomicus as a Global Identity.” Ege University
6th Cultural Studies Seminar. May 9-11, İzmir.
Kellner, D. (1995) Media Culture. London ve New York: Routledge.
Livingstone, S. (2004) “Media Literacy and the Challenge of New Information and
Communication Technologies,” The Communication Review 7: 3-14.
Schutz, A. (1976) The Phenomenology of the Social World. London: Heinemann.
Türkoğlu, N. (2004) İletişim Bilimlerinden Kültürel Çalışmalara Toplumsal İletişim.
Tanımlar, Kavramlar, Tartışmalar. İstanbul: Babil.

175
TÜRK MEDYASINDA
HABERİN MANÜPLASYONU VE DEZENFORMASYON

Serdar Karakaya

Manüplasyon (yönlendirme), haberin ve bilginin ekonomik, siyasal, dinsel, etnik ve


örgütsel çıkar çevrelerinin veya kişisel beklentilerin doğrultusunda kullanılmasıdır.
Dezenformasyon (çarpıtma) ise, bireyleri ve toplumu bilgiyi ve haberi kasıtlı olarak
yanlış işleyip aktararak yanıltmadır. Eksik, yanlış, fazla bilgi verme biçimlerinde var
olur. Emre Kongar’a göre en önemli propaganda ve karşı propaganda araçlarından
biridir.
Karşıtı enformasyon (information) , Türkçe’deki malumat sözcüğüne yakın olmakla
birlikte gerçek anlamda bilgi sözcüğü ile tam olarak örtüşmez. “Bilgi”, doğrulanmış ve
kanıtlanmış veridir. Malumat sözcüğü bu bakımdan “duyum” veya “ham bilgi” ile
akrabadır. İngiliz dilindeki ‘information’ ile ‘knowledge’ sözcükleri arasındaki derin
anlamsal ayrım düşünüldüğünde kavramların içeriği daha iyi anlaşılır.
Kuramcılar Shannon-Weaver’in ortaya koyduğu ‘Kaynak-Hedef’ arasındaki iletişim
süreci geribildirim içeren bilgi ve mesaj akışını ve sürecin sonunda enformasyonun
oluşumunu ifade eder. Dezenformasyon en yalın anlatımıyla bu temel kuramdaki
dizgenin kırılışıdır.
Haber alma hakkını ve özgürlüğünü doğrudan tehdit eden manüplasyon ve
dezenformasyon salt Türkiye toplumuna özgü olgular değildir. Kongar’ın aktarımıyla
şu öykü tarihsel süreçteki dezenformasyona ve manüplasyona çok iyi bir örnek
oluşturur;
Nazi Almanya’sının Propagandadan sorumlu Bakanı Goebbels, Hitler karşıtlarının
“Führer hasta, ölmek üzere” temasıyla yaydıkları propagandayı çürütmek için önce
onların bu açıklamasını destekleyici açıklamalar yaptırır. Bir süre sonra da Hitler’in
öldüğü dedikodusunu yayar. Hitler karşıtları sevinç çığlıkları atarken Goebbels,
öldürücü darbeyi vurur: Tüm Almanya’yı ve dünyayı Hitler’in öldüğüne inandırdıktan
sonra onu canlı yayınla radyodan verilen bir mitingde konuşturur. Böylelikle Hitler
karşıtlarının yaydığı söylentiyle birlikte onu yayanların da propaganda kaynaklarının
inandırıcılığını yok eder.
Yakın tarihteki çarpıcı dezenformasyon örneği ABD’nin doksanların başındaki
1.Körfez İşgali döneminde görülür:
15 yaşındaki Kuveytli bir genç kız ABD Kongre’sinde kürsüye çıkarak Kuveyt’e
giren Irak’lı askerlerin küvezdeki erken doğmuş bebekleri katledişini tüm ayrıntılarıyla
anlatır. Bu ürkütücü anlatımın Amerikan Kamuoyunda Körfez İşgalini onaylamaya
dönük bir haklılık uyandırdığı ve Başkan Bush’un (Baba Bush) Kongreden savaş için
onay almasını kolaylaştırıdığı bilinen bir gerçektir. Sonradan bu genç kızın para
karşılığı kiralandığı ve konuşmanın içeriğinin tamamen düzmece olduğu, kızın Kuveyt’li
bir diplomatın kızı olduğu anlaşılır. (Cornwell: 2002)

TÜRK MEDYASINDA MANÜPLASYON VE DEZENFORMASYON


Türk Basın Tarihini gözden geçirdiğimizde matbaanın etkin kullanımının 1829’a, ilk
gazete yayınının 1831’e, ilk radyo yayınının 1927’ye ve özel radyo-TV yayıncılığının
da 1990’lı yılların başına tarihlendiğini görürüz.
1980’li yıllara kadar medya sözcüğü dilimize tamamen yabancıyken günümüzde tüm
iletişim sistemlerini anlatan kısa ve kolay bir ifade biçimine dönüşmüştür.
Doksanlı yıllarda özel radyo ve televizyon kanallarının yayına başlaması, internet
ortamı, yazılı basındaki çeşitlilik nicel bir sıçrama sağlarken aynı gelişme nitelikte
görülememiştir.

176
Medyadaki bu kirlenmenin ve yozlaşmanın bir ayağı manüplasyon, bir ayağı
dezenformasyondur. Sacayağının üçüncüsü ise ilk ikisiyle entegre olan patronaj
basınıdır. Asıl işi gazetecilik olan sermaye sahiplerinin bu alandan çekilmesi, medya
gruplarının gazetecilikle, yayıncılıkla ilgisi olmayan kişi ve toplulukların eline geçmesi
yozlaşma sürecinin başlangıcı olarak alınabilir.
Cumhuriyet’in ilk yıllarından beri Türk Basınına (şimdilerde medyasına) musallat
olan manüplatif yayıncılık hastalığı doksanlı yıllarda nicel sıçramayla birlikte gelişen
popüler kültür endüstrisinin sağladığı ortamla “geri dönülmez” hasarlara yol açmaya
başlamıştır. Hüseyin Köse’nin saptamasıyla; Cumhuriyet döneminin resmi ideolojisinin
kültürel alandaki sözcüsü rolünü üstlenen basın o dönemin toplumsal değişim
dinamiklerinin de aracı konumundadır. Seksenli yıllardan başlayarak, özellikle seçim
dönemlerinde seçmenler üzerinde son derece etkin manüplatif tutumlar ortaya
koymuştur. Bu döneme ilişkin Turhan Ilgaz’ın şu değerlendirmesi önemlidir:
“..Basın Türkiye’de siyasi ve ekonomik iktidarı elinde tutan oligarşinin malı ve aleti
olarak tekelleşmektedir.Tekelci basın, üstlendiği görev gereği, ülke çıkarlarının
katılımcı bir tartışma ortamında ele alınmasını engellemek üzere durmadan gündem
değiştirmekte, yapay gündemler yaratmaktadır. Aklı değil, içgüdü, refleks ve duyguları
harekete geçirerek kafaları tekdüzeleştirmektedir..” (Ilgaz: 2005)

MANÜPLASYON VE DEZENFORMASYON ÖRNEKLERİ


Medyamızda dezenformasyon ve manüplatif habercilik binlerce örneği verilebilecek
olgulardır. Burada, kamuoyunca bilinen, etki ve sonuçları çok çarpıcı olan, ortak
toplumsal bellekte yer etmiş örnekleri anımsamak yerinde olacaktır.
Türk Medya Tarihinin en yüz kızartıcı dezenformasyon örneklerinden birisi 6-7
Eylül olaylarını başlatan Atatürk’ün doğduğu evin Selanik’te bombalandığı haberidir.
Bu haber bir anda başlayan, dalga dalga yayılan, İstanbul’un altını üstüne getiren büyük
saldırı ve yağma olaylarının tetikleyicisidir. 6-7 Eylül ….tarihlerini kapsayan iki günlük
toplumsal linçte azınlıklara ait binlerce işyeri ve ev yakılıp yıkılmış, yağmalanmış,
sahipleri aileleriyle birlikte ülkeyi terk etmek zorunda kalmıştır.
1993 yılında Halk Ozanı Pir Sultan Abdal’ı anma törenleri için Sivas’ta buluşan bir
grup, aydın, yazar-çizer ve yurttaş, yerel medyanın kışkırtmasıyla, iletişim ve
koordinasyonu sağlamasıyla gerici odaklar tarafından saldırıya uğramış ve Madımak
Otelinde diri diri yakılmışlardır. 40 aydın insanın yok edildiği bu katliamda kışkırtıcı ve
dezenformatif yayınlarıyla yerel medyanın olduğu kadar, umarsız ve duygusuz
yaklaşımlarıyla Ulusal medya’nın da payı vardır.
Yakın tarihimizdeki yüz karası dezenformasyonlara ikinci örnek olarak, 1995 yılında
Gazi Olayları olarak bilinen ve medyanın eksik/yanlış bilgilendirmesi, manüplatif
yayıncılığı sonucu alevlenen çatışmaları anımsamak olasıdır. Bu olaylarda da onlarca
yurttaş ve güvenlik görevlisi ölmüş, yaralanmış, zarar görmüştür.
Son dönemde, 2005 yılının olaylı Nevruz kutlamaları sonrasında Mersin ve
Trabzonda yerel medyanın dezenformasyonuyla kitleler galeyana getirilmiş ve bunun
sonucunda açık linç girişimleri yaşanmıştır.

SONUÇ
Yerel, bölgesel ve ulusal medyanın elinde bulundurduğu binlerce gazete, dergi, TV
ve radyo ile kamuoyunu bilgilendirme, haber verme gibi son derece önemli görev ve
işlevi vardır.Aynı zamanda kanaat oluşturma, yönlendirme ve karar verme aşamalarında
da kamuoyu için “belirleyicilik” gücüne sahiptir. Bu güç, dezenformasyon ve
manüplasyonla kontrolü olanaksız toplumsal, siyasal ve ekonomik kaoslara yol
açabilecek ivmeye sahiptir.
Medya sahip ve yöneticilerinin, haberci, yorumcu ve köşe yazarlarının, televizyon
yapımcılarının, özcesi; tüm “medya sorumlularının” iki tarafı keskin bir kılıç gibi

177
üstlerinde taşıdıkları “sorumluluklarını” bir an olsun akıldan çıkarmamaları gerekir.
Cumhuriyet’in temel kazanımları için, toplumsal barış için, demokratik işleyiş için,
özellikle; bağımsız, bağlantısız, onurlu, dürüst “habercilik” için.

KAYNAKÇA

Ilgaz Turhan, (2005) “Tekelleşen Medya Tekdüzeleşen Kafalar”


http://www.ideapolitika.com/medya/10_turan.htm
Cornwell Rupert, (2002) “Dezenformasyonla Geçen Bir Asır”
http://www.radikal.com.tr/veriler/2002/01/21/haber
Armağan Şenol, (2001) “Sorgulama,Bilgi Edinme ve Dezenformasyon”
Türk Kütüphaneciliği Dergisi, Cilt 15 Sayı, 4, Arealık 2001
Kongar Emre, (2005) “Kendi Kalemize Attığımız Dezenformasyon Golü”
http://www.jurnal.net/yazılar/yazılar-8.htm
Özdemir Sadi, (1998) Medya Emperyalizmi ve Küreselleşme, Timaş yayınları
Yaşadığımız Dünya Dizisi-12, İstanbul

178
TELEVİZYONUN ŞİDDET ÖZELİNDE BİLİNÇ ALTINA YAPTIĞI ETKİYE
YÖNELİK YETİŞTİRME KURAMI ÇERÇEVESİNDE YAPILAN ARAŞTIRMA

Ömer Özer

Özet
Bu araştırmada, televizyonun yetiştirme rolü sorgulanmıştır. George Gerbner’ın
Kültürel Göstergeler Projesi’nin Mesaj Sistem ve Yetiştirme Çözümlemesi
bileşenlerinden yararlanılmıştır. Araştırma Ankara’da Gazi Üniversitesi Hukuk
Fakültesi’nde yapılmıştır. Örneklem olarak yüzde 20 alınmıştır. Buna göre 133 öğrenci
anket doldurmuştur. Bu rakamın yüzde 56’sı (75) kadın yüzde 44’ü (58) ise erkek
öğrencilerden oluşmuştur. Yetiştirme ve Yaygın Görüş Haline Getirme testlerinin
yapıldığı araştırmada televizyonun beklenen rolü görülmemiştir. Ancak bu sonuçlar,
sadece bu araştırma için geçerlidir.
Anahtar Sözcükler: Yetiştirme Kuramı, Yetiştirme Çözümlemesi, Yaygın Görüş Haline
Getirme, Televizyon.

The Study on the Effect of the Violence Displayed on Television to the


Subconscious in the Framework of Cultivation Theory.

Abstract
In this study, television’s cultivation role was questioned. The components of Message
System and Cultivation Analysis of Culturel Indicator Project by George Gerbner were
utilized. The study was carried out in the Faculty of Law of Gazi University, Ankara.
Twenty per cent was the basis to be sample. According to this, 133 students filled in
questionnaires. 56 per cent (75) of these students were female and 44 per cent (58) were
male. In the study, tests on Cultivation and Mainstreaming were applied yet the
expected role of television was not found. However, these results are valid only for this
study.
Key Words: Cultivation Theory, Cultivation Analysis, Mainstreaming, Television

Giriş
Bu makalede1, televizyonun insanların dünya algılamaları ve sosyal gerçeklik
kavramlaştırmaları üzerindeki yetiştirme (cultivation) rolü ortaya konulmaya
çalışılmıştır. Bu amaçla, televizyon dünyasını belirlemeye yönelik ana haber
çözümlemeleri ile Ankara’da Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencileri üzerinde bir
saha araştırması gerçekleştirilmiştir. Televizyon çözümlemesinde ana haberlerde yer
verilen şiddet ele alınmıştır. Araştırmada George Gerbner’ın Kültürel Göstergeler
Projesi’nin Mesaj Sistem ve Yetiştirme Çözümlemesi bileşenlerinden yararlanılmıştır.
Çalışmanın kuramsal temelinde Kültürel Göstergeler Projesi ile projenin, televizyonu ve
şiddeti tanımlayış biçimlerine değinilmiştir. Araştırmanın yöntemi tanıtıldıktan sonra
ise, televizyon çözümlemesinin araştırma açısından sonuçları ile saha araştırması
bulguları sunulmuş ve yorumları yapılmıştır. Son olarak da bir değerlendirmeye yer
verilmiştir.

Kuramsal Temel
George Gerbner tarafından geliştirilen ve 1969’dan beri insanların sosyal
gerçeklik kavramlaştırması ile televizyon içeriğindeki yönelimler arasındaki ilişkiyi
sorgulayan “Kültürel Göstergeler Projesi”, süre gelen/giden bir araştırma projesidir

1 Makale sözcüğü sunuş metnini, çalışma sözcüğü makalede yer verilen diğer çalışmaları, araştırma
sözcüğü de makaleye temel olan araştırmayı ifade etmektedir.

179
(Gerbner vd., 1982; Morgan ve Shanahan, 1991: 89; Signorielli, 1991: 124; Shanahan
ve Morgan, 1999). Proje üç bileşene sahiptir: Kurumsal Süreç, Mesaj Sistem ve
Yetiştirme Çözümlemeleri.2 Proje, son dönemlerde “Yetiştirme Kuramı” olarak da
bilinmektedir. Signorielli’ye göre (2004: 280), televizyonun neden sosyalleşmenin
önemli bir öznesi olduğunu açıklayan bir çok kuram bulunmaktadır. Ancak özellikle
sosyal biliş kuramı ve Yetiştirme Kuramı, sosyalleşme sürecinde televizyonun nasıl
işlevsel olduğunu tanımlamaktadır. Ancak Yetiştirme Kuramı, televizyonun uzun
dönemli yavaş ama birikimsel bilinç altı etkisiyle sosyal biliş kuramından da
ayrılmaktadır (Signorielli, 2004: 281).
Projenin bileşenlerinden Mesaj Sistem Çözümlemesinin biçimlenmesinde
mesajın ele alınış biçimi etkili olmaktadır. Gerbner’a göre (1990), bir mesaj ya da mesaj
sistemi kendisinin anlamlı bir şekilde algılanması için gerekli olan anlamın bilincini
yetiştirir. Mesaj, somut fiziksel ve sosyal ilişkilerin, sosyal ve tarihsel olarak belirlenmiş
bir ifadesidir. Mesajlar, üretildikleri sosyal ilişkiler ve bağlamları dikkate alınarak
anlaşılabilecek bakış açısı ve önermeleri içermektedir. Aynı zamanda, anılan ilişkiler ve
bağlamları yeniden oluşturmakta; ürettikleri pratikler ve yapılara anlamlarını vermekte
ve sonuçlarına katlanmayı sağlamaktadır. Ayrıca mesajların, ortak bilinci yetiştireceği
düşünülmekte ve kitle iletişimiyle, endüstri devriminin kültürel göstergesi olarak
mesajların kitlesel üretimi anlaşılmaktadır (Morgan, 1995: 104). Mesaj Sistem
Çözümlemesi ile televizyon içeriğinin en çok yinelenen, sabit ve amacını aşan örnekleri
seçilmektedir. Bu örnekler uyumlu imgeler, görüntüler ve değerlerdir ve çoğu program
türlerinde yer alırlar. Başka bir anlatımla, özel program ve türden çok, bir sistem olarak
televizyona yerleşmiş toplam mesajlardır. Televizyonu çok seyredenlerin, söz konusu
görüntülerden kaçınması mümkün değildir (Gerbner vd., 1986: 25; Gerbner vd., 1994:
25).
Mesaj Sistem Çözümlemesi, önemini Yetiştirme Çözümlemesine temel
oluşturan sorulara kaynaklık etmesinden almaktadır. Yetiştirme Çözümlemesinde
kullanılan sorular, geniş izleyici gruplarına bebeklikten itibaren uzun zaman boyunca
sunulan televizyon mesaj sistemlerine yerleşmiş içerik görünümlerinden yansımaktadır
(Gerbner, 1990: 253). Burada yapılacak yanlış bir çözümleme en basit ve net
anlatımıyla, saha araştırmasından yanlış sonuçlar elde edilmesine neden olacaktır.
Yetiştirme Çözümlemesi ise, izleyicinin sosyal gerçeklik kavramlaştırmasıyla
televizyon içeriğindeki en çok yinelenen ve yayılmacı imge ve ideolojiler arasındaki
ilişkiyi incelemektedir (Morgan ve Signorielli, 1990; Morgan ve Shanahan, 1992: 1).
Yetiştirme Çözümlemesi, genellikle televizyon içeriğindeki sabit ve en çok yinelenen
örneklerin seçilmesi ve değerlendirilmesiyle başlamaktadır. Bu işlemde çoğu program
türünde yer alan değerler, görüntüler ve imgelere vurgu yapılmaktadır. En basit haliyle
söylendiğinde, Yetiştirme Çözümlemesi televizyonu çok seyreden izleyicilerin (Heavy
Wiever) en çok ortak ve yinelenen mesajlardan oluşan televizyon dünyasının
mesajlarını, gerçek dünya olarak algıladığını ortaya koymaya çalışır. Televizyonu çok
seyredenlerle az seyredenlerin (Light Wiever) yanıtlarını demografik değişkenleri de
göz önüne alarak karşılaştırır (Morgan ve Signorielli, 1990: 16). Televizyonun
yetiştirme rolünün anlaşılması için ise televizyon dünyasını yansıtan sorulara verilen
katılıyorum yanıtları arasındaki yüzde farkına bakılmaktadır. Çok televizyon
seyredenlerin yüzdesinin az seyredenlere oranla fazla çıkması televizyonun yetiştirme
rolünü vermektedir.
Yetiştirme Kuramı açısından, Gerbner ve arkadaşlarının televizyon
tanımlamaları önem taşımaktadır. Kültürel Göstergeler Projesi, önermelerinin
merkezine televizyonu almaktadır. Televizyon dünyası diğer medya içeriğinden

2 Bu makalede Mesaj Sistem ve Yetiştirme Çözümlemeleri yapıldığından Kurumsal Süreç Çözümlemesi


açıklanmamıştır. Bu konuda bkz. Gerbner, 1973.

180
farklılaşmamaktadır. Ama, kitle iletişim araçlarının gelişimine ve işlevlerine
bakıldığında, televizyonun diğerlerinden farklı özelliklere sahip olduğu anlaşılmaktadır.
Bunun en önemli nedeni, televizyonun merkezileşmiş kitlesel üretim yapmasıdır:
Toplam nüfus için yapılan bu üretimle gelen uyumlu bir mesaj ve imgeler seti seçmeden
izlenmektedir (Gerbner vd., 1979: 180; Gerbner vd., 1984: 284; Signorielli ve
Kahlenberg, 2001: 4). Gerbner (1990: 258), kültürün yetiştirilmesinde televizyonun
diğer medyalardan farkını ifade ederken şunları belirtmektedir: “Yetiştirmenin, ortak
sembolik ritüelin uzun zaman boyunca geniş topluluklara benimsettirilmesi süreci akla
getirildiğinde, diğer medyaları kullanma ve yaşam şartları, bu süreçle etkileşim
halindedir ama, bilginin yetiştirilmesi çerçevesindeki onun (televizyonun) bağımsız
rolünün temel kapasitesini erteleyememekte ya da engelleyememektedir.”
Bu makalede, Mesaj Sistem Çözümlemesinde haberlerdeki şiddet unsuruna
bakıldığından Gerbner ve arkadaşlarının şiddeti ele alış biçimlerine ve şiddet
konusundaki değerlendirmelerine geniş olarak değinmek yararlı olacaktır. Başka bir
açılımla söylendiğinde, Kültürel Göstergeler Projesinin düşünsel yapısını anlamada çok
önemli bir alan da, Gerbner ve arkadaşlarının şiddeti ele alış biçimleridir. Yetiştirme
Çözümlemeleri başlarda şiddet üzerine gerçekleştirilmiştir. Gerbner ve Gross, ilk
Yetiştirme Çözümlemesi çalışmalarında (1976: 184) şiddeti, “Fiziksel gücün silahlı ya
da silah kullanmadan, kişinin kendisine ya da başkalarına karşı, kurbanın kendi rızası
dışında, acı verecek şekilde incitilmesi, öldürülmesi ya da olayın bir parçası olarak
kurban olacak derecede tehdit edilmesi unsurlarının açık bir ifadesidir” biçiminde
tanımlamıştır. Bu tanım, Gerbner vd.’nın sonraki tüm şiddet çalışmalarında geçerliliğini
korumuştur. Boş tehditler, sözlü saldırılar, inandırıcı şiddet sonuçları doğurmayan
jestler şiddet olarak kodlanmamaktadır (Gerbner vd., 1980a: 11). Ancak, kaza ve doğal
şiddet, daima belli karakterleri kurban eden amaçlı dramatik eylemler olarak kabul
edildiğinden şiddet kapsamına girmektedir (1980a: 12). Böyle bir kabule, Gerbner ve
arkadaşlarının, şiddeti, sosyal ilişkilerin bir türü ve bir iktidar (power) dersi olarak
görmelerinin etkisi büyüktür. Nitekim iktidar, insanların korkusundan, onların yakın
çevrelerinin tehditlerinden, şiddet kurbanı olma korkularından vb. gelebilir ve bu da,
tüm topluma yansıyacak ölçüde etkili olabilir (Gerbner vd., 1979: 196).
Gerbner ve arkadaşlarının şiddet konusundaki değerlendirmelerini de şu şekilde
belirtmek mümkündür: “Televizyon şiddeti, çoğu zaman beyaz ve erkek iktidarının
yansıtıcısıdır. Daha da önemlisi, global pazara bağlı bir endüstriyle program içeriği
bağının temelini oluşturan büyük bir buzdağının en uç noktasında yer almaktadır. Bu
ilişki, çoklu medya ve bazı kanalların moda söylemiyle gizlenmektedir (Gerbner, 1993):
Televizyon şiddeti, global pazar sisteminin bütünleşik bir parçasıdır. Bazı ülkelerde,
görece popüler olmasa da dünya ekranının paylaşılmasının artırılmasına
hükmetmektedir. Sonuçları ise, saldırganlığı güdülemeden daha fazladır. Sistem,
çatışmaya farklı dramatik yaklaşımların görüntülerini sergiler; bağımsız televizyon
üretimini alaşağı eder; izleyiciyi daha popüler tercihlerden mahrum bırakır; bazılarını
kurban ederken bazılarını da kurban etmeye cesaretlendirir; genel bir yıldırmayı
yükseltir ve sistemin kendi kendini oluşturması için, geniş ölçülü bir güvensizlik ortamı
yaratan politikacıların baskıcı durumlarına davetiye çıkarır (Gerbner, 1996: 28).
Bir ürün olarak televizyon programının yaratımında en ucuz bileşen ve diğer
ülkelerdeki yayıncılara kolayca satılabilecek olan, mizahi olmayan şiddet serüvenleridir.
Çoğu zaman, ticari mesajlar açısından en “uygun” zihinsel set içinde bulunan
izleyicileri, reklamcılara teslim etmek için de yararlıdır (Morgan, 1995: 110).
En çok izlenen zamanda televizyon, görece çok sınırlı sayıda temalara yer
vermekte ve bunların çoğunu da şiddet kaplamaktadır (Sun’dan aktaran Gerbner, 1996:
29). Televizyon izleyicilerinin çoğu, tematik bağlam ya da karakter tiplerinin rolleri
konusunda çok az seçme şansına sahiptir. Neredeyse şiddetten sakınma şansı
bulunmamaktadır. Ayrıca, kanalların çoğalması, gerçek izlemenin daha geniş

181
farklılığını da yaratmamaktadır (Morgan ve Shanahan 1991’den aktaran Gerbner, 1996:
29). Haber ve eğlence programlarındaki şiddet, basitçe ifade özgürlüğü, izleyici tercihi
ya da suç istatistikleri değildir. Medyada yer alan şiddet sıklığı, toplumdaki gerçek suç
olgusunu seyrek olarak yansıtır; çünkü daha çok karmaşık üretme ve pazar
makinalaşmasının ürünüdür. Birleşmiş şirketler, holdingler ve globalleşme
makinalaşmayı hızlandırır (Gerbner, 1996: 31).
Yoğunlaşma, üretimin buharlaşmasını, ölçek ekonomilerini getirmiştir.
Dolayısıyla, dramatik bileşenlere vurgu yapmak, saldırgan uluslararası promosyon için
en uygun olanıdır (Gerbner, 1996: 31). Ürünlerini satın alacakların az olması, program
üreticilerini finans açığına zorlamaktadır. Bu, lisan (dil) üzerine eğilmeyi ve ihrac
etmeyi beraberinde getirmektedir. Bu nedenle onlar, herhangi bir kültüre uygun olacak,
herhangi bir dile çevrilmeye gerek kalmayacak dramatik bir bileşene gereksinim
duymaktadırlar. İşte bu bileşen, “şiddet”tir. Seks ise, ikinci sırada gelmektedir, ama
ironik olarak seks, çeşitli engelleme ve sınırlamalarla karşılaşmaktadır (Gerbner, 1996:
32).
Şiddet eylemi, bağlamına göre kodlanmaktadır. Çoğunlukla iki ana başlıkta
kodlamalar yapılmaktadır: a) komik ya da kurmaca b) gerçekçi ya da ciddi. Komik
şiddetin, ciddi dersler verdiğine yönelik yeterli delil bulunmaktadır. Dolayısıyla,
kazayla ilgili şiddeti atlamak kadar, komik şiddeti de atlamak temel bir analitik hataya
sebeb verecektir (Gerbner vd., 1980a: 12).
Televizyon dünyasının şiddet bağlamında kendine özgü bir içeriği
bulunmaktadır. Örneğin çoğu saldırgan erkektir, beyazdır ve orta yaşlıdır. Saldırgan ve
kurban, benzer demografik özelliklere de sahip olabilmektedir (Gerbner vd., 1980).
Peki, şiddet gösterimiyle elde edilen net sonuç ne olacaktır? Bu sorunun yanıtını
Gerbner ve Gross (1976: 192) ilk çalışmalarında vermiştir: “Risk ve Güvensizlik”
duygusunu yükseltmek (farklı iktidar grupları için farklı), kurulu otoriteye bağlılığı ve
boyun eğmeyi yükseltecektir. Sosyal düzene karşı, meşru olmayan güçlerce arasıra
yöneltilen tehditlerden çok, söz konusu otoritenin kendi güç kullanımını
meşrulaştıracaktır.
Gerbner ve Gross’a göre (1976: 191) korku, evrensel bir duygudur ve patlamaya
hazırdır. Sembolik şiddet, etkili bir şekilde yetiştirilmek için en ucuz yoldur. Buna
karşılık ham şiddet, sembolik anlamlarından yararlanma başarısız olduğunda, şiddetin
ritüelleştirilmiş olarak yayılması (kitlesel olarak üretilmiş dramalarda olduğu gibi,
suçlarda ve doğal afet haberlerinde de), dünyadaki tehlike ve tehditlere yönelik
abartılmış varsayımları yetiştirebilir ve koruma için talepleri beraberinde getirebilir
(Gerbner ve Gross, 1976: 192).
Bütün bu bilgiler şiddetin, Gerbner ve arkadaşlarının kuramsal yaklaşımları ve
çözümlemelerinde çok önemli bir yer tuttuğunu göstermektedir. Gerbner ve Gross
(1976: 192) şiddet özelinde, sosyal gerçekliğin diğer görünümlerini soruşturmuşlardır.
Çözümlemeler sonucunda televizyon, sosyal olarak işlevsellik mitine uygun olan
varsayımları yetiştirmekte gözükmektedir. Sosyal kontrolün ve kültürlenmenin temel
aygıtı olarak televizyon, erken zamanların devletindeki dinin yönetim gücü gibi,
endüstriyel düzenin kurulu dini olarak işlev görmektedir.
Kültürel Göstergeler Projesinin şiddeti ele alış biçimi bakış açısından televizyon
korku, endişe ve güvensizlik hissi yetiştirerek güvenlik isteklerinin, sivil haklar ihlalleri
ve baskıya karşı ilgi kalıntılarına daha ağır basan bir iklim yaratmaktadır. Ayrıca
televizyon mesajları kadın, azınlık, yaşlılar, meslekler gibi konuların “geleneksel”
kavramlarını yetiştirerek, özel iktidar hiyerarşisini korunmasına katkıda bulunmaktadır
(Morgan, 1995: 110).”

182
Araştırmanın Yöntemi
Araştırmada televizyon dünyasını tanımlamaya yönelik Mesaj Sistem
Çözümlemesi ile Yetiştirme Çözümlemeleri yapılmıştır. Mesaj Sistem Çözümlemesi,
toplam televizyon içeriğini temsilen 14-18 Nisan 2003 tarihleri arasında kalan 5 günlük
dönemde atv ve Kanal D televizyonlarının ana haberleri üzerinde şiddet
çözümlemesiyle gerçekleştirilmiştir. 14-18 Nisan 2003 tarihi rastlantısal olarak
belirlenmiştir. Bir haftalık sürenin alınmasının nedeni, araştırmada kuram ve
modelinden yararlanılan George Gerbner ve arkadaşlarının da benzer tercihte
bulunmalarıdır. atv ve Kanal D ise çok izlenen televizyon kanalları arasında oldukları
için seçilmiştir. 5 gün ve 2 kanal üzerinden 10 ana haber çözümlemesi
gerçekleştirilmiştir. Çözümleme, ana haberi sunan spikerin ekranda göründükten sonra,
ilk haberle ilgili ilk sözcük ya da görüntü ile son haberle ilgili son görüntü ya da sözcük
arasını kapsamaktadır. Çözümlemede, Gerbner ve arkadaşlarının geliştirdiği Mesaj
Sistem Çözümlemesi formunun şiddete yönelik bölümü kullanılmıştır. Şiddetin
çözümlenmesinin nedeni, Gerbner ve arkadaşlarının çalışmalarının ilk yıllarında şiddet
örneği üzerinde durmaları ve Türkiye’deki televizyonlarda yoğun olarak sunulmasıdır.3
Yetiştirme Çözümlemesi için saha araştırması ise, Mayıs ayının son haftası Gazi
Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencileri üzerinde gerçekleştirilmiştir. Örneklem,
rastlantısal örneklem yöntemiyle belirlenmiştir. Buna göre yüzde 20’lik bir dilim
alınmıştır. Bu yüzdenin sayı karşılığı 133 yapmaktadır. Bu rakamın yüzde 56’sı (75)
kadın yüzde 44’ü (58) ise erkek öğrencilerden oluşmuştur.
Testler açısından bir noktayı anımsatmakta yarar bulunmaktadır: Gerbner ve
arkadaşları, az ve çok izleyici ayrımını televizyon izleme süresi üzerinden
yapmaktadırlar. Ancak, az ve çok izleme arasındaki sınıra yönelik herhangi bir süre
vermemektedirler. Aksine, önemli olanın az ve çok izleme arasındaki fark olduğunu
belirterek “kesme” işleminin yapılmasının yeterliliğine değinmektedirler. Araştırmada,
2 saat altı az izleyenler olarak belirlenirken 2 saat üstü televizyon izleyenler çok
izleyenler olarak kabul edilmiştir. Bunun nedeni araştırmacının, Üniversite öğrencileri
üzerinde yaptığı başka bir çalışmada aynı oranın kabul edilmesidir. Bir Üniversite
öğrencisinin günde ortalama 2 saat üstü televizyon izlemesi çok izleme olarak kabul
edilebilir. Araştırmada p: 05 üstü çıkan testlerin anlamlı çıkmadığı kabul edilmiştir.
Araştırmanın soru ve hipotezleri yinelemekten kaçınmaktan için bulgular sunulurken
verilmiştir.

Mesaj Sistem Çözümlemesi Bulguları ve Yorumları


Mesaj Sistem Çözümlemesi bulguları, makalenin boyutunun genişlemesi
nedeniyle tablosuz olarak sunulmuştur. Kanal D’de, içinde şiddet unsuru yer alan
haberlerin oranı yüzde 54’tür. Şiddet haberlerinin yüzde 98’i ciddi olay içerikliyken,
yüzde 2’si komik içerikli şiddetten oluşmuştur. Şiddet haberlerinin yüzde 10’unu tek
kişinin yer aldığı olaylar oluşturmuştur. Yüzde 6’sına üç, yüzde 6’sına dört kişi
katılırken yüzde 2’lik oranda 8, 10 ve 14’er kişi görülmüştür. Yüzde 6’sına 15 ve yüzde
2’sine 20 kişi katılmıştır. Şiddet haberlerinde yer alan askerlerin yüzde 21’i şiddet
uygularken ve yüzde 8’i saldırıda bulunurken, yüzde 4’ü de hem şiddet uygularken hem
de şiddete uğrarken görünmektedir. Polislerin ise yüzde 6’sı şiddet uygularken, yüzde
4’ü de savunma yaparken görünmektedir. Şiddete katılanların yüzde 56’sı tanınmış
değildir. Yüzde 2’si tanınan kişilerden oluşmuştur. Şiddete katılanlardan alt SES’de
olanların oranı yüzde 17’dir. Şiddet olaylarının geçtiği yerlerden İstanbul’un payı yüzde
15’tir. Antalya yüzde 2 paya sahip olmuştur. Olayların yüzde 58’inin yeri Irak’tır.
Yüzde 2’si Yunanistan’da, 4’ü Keşmir’de, 6’sı dünyanın çeşitli kesimlerinde yer alırken
yüzde 4’ü film görüntüsünden oluşmuştur. Şiddet yaşanırken kullanılan aletlerden

3 Daha önce yapılan bir çalışmada, ana haberlerde en çok şiddet öğesine rastlanılmıştır. Bkz. Özer, 2004.

183
bomba ve mermilerin bir arada kullanıldığı olayların oranı yüzde 4’tür. Silah yüzde 48,
yumruk yüzde 12, balta yüzde 4, uçaksavar yüzde 2, araba kazası yüzde 2, yangın yüzde
8, kırbaç yüzde 2, çivi yüzde 4 oranında kullanılmıştır. Yumruk, tekme ve çeşitli
aletlerin kullanıldığı olayların oranı yüzde 4 olurken; cop, sopa ve yumrukların
kullanıldığı olayların oranı da yine yüzde 4 olarak belirmiştir. Haberlerde yer alan
şiddetin yüzde 17’si adi olay olarak görülürken, savaşın payı yüzde 42 olmuştur. Siyasi
protesto oranı ise yüzde 4’tür. Şiddet olaylarında ölümler açısından 11 haberin
saptaması yapılırken, bunların yüzde 19’unda cinayet, yüzde 2’sinde de kaza
görülmüştür. Şiddet olaylarında yaralama şekli açısından, cinayet girişiminin oranı
yüzde 35, kaza yüzde 2, ciddi yaralama yüzde 2, spor yüzde 4, çarmıha germe yüzde 4
ve dayak yüzde 2 oranında saptanmıştır. Şiddet olaylarında yer alan gençlerin oranı
yüzde 21, orta yaşlıların yüzde 6 ve karışık yüzde 46 olarak belirmiştir. Şiddet
olaylarına katılan erkeklerin oranı yüzde 64 olarak görülmüştür. Haberlerde yer alan
şiddetin gerçek şiddet olma oranı yüzde 83’tür. Gerçek olmayan yüzde 4, şaka yüzde
2’dir. Çözümleme yapılan haberlerde 1057 şiddet unsuruna rastlanılmıştır. Şiddet yer
alan haberlerin sunum süresi, 1 saat 48 dakika 9 saniyedir. Şiddete katılanların sayısı ise
123’tür; bu rakam sayılamayanlar ve kodlanamayanlar dikkate alındığında daha da
büyümektedir.
Elde edilen bulguları değerlendirmek mümkündür: Şiddet haberleri Kanal
D’de atv’ye oranla daha fazla yer almaktadır. Toplamda bakıldığında haberlerde
şiddetin oldukça fazla yer aldığını söylemek mümkündür: Şiddet haberlerinin süresi iki
saate yakındır. Ortalama beş gün üzerinden iki kanal itibariyle toplam haber süresi on
saat olarak düşünüldüğünde, yüzde yirmiye yakın kısmının şiddet içerikli haber olması
dikkat çekicidir. Bu süre içinde 1057 adet şiddet saptanması da anlamlıdır. Yine şiddet
olaylarına katılanları ifade eden 123 azımsanmayacak bir rakamdır. Kaldı ki bu rakama
sayılamayan ve kodlanamayanları da eklemek gerekmektedir. Bu tablo haberlerin
şiddetle “yoğrulduğunu” vermektedir. Şiddet haberlerinin neredeyse tümü ciddidir.
Bunun en önemli nedeni çözümlemenin haberler üzerinde yapılmasıdır. Haberler, haber
değerliliği kriterleri esasında günün olumsuz olaylarını daha çok yansıtabilmektedir.
Şiddet haberlerine konu olan olaylara katılanların sayıları da ilginçtir. 15’er ve
20’şer kişinin katıldığı olayların olması, şiddetin yoğunluğuna ve kitleselliğine dikkat
çekmektedir.
Şiddet haberlerinde polis çok fazla gözükmemektedir. Yer verilenler de
Türkiye’den haberlerdir. Bunun en önemli nedeni şiddet haberlerinin en çok Irak
savaşını konu almasıdır. Askerlerin, en azından polise oranla daha çok yer almasının ve
şiddet uygular ve şiddete uğrar durumda görünmesinin nedenini de buna bağlamak
mümkündür.
Şiddete katılanlar daha çok, birbirlerini tanımamaktadırlar. Aynı zamanda
tanınmış kişiler de değillerdir. Bunu iki açıdan değerlendirmek mümkündür: Öncelikle
haber değerliliği esasında tanınmayan insanların ancak şiddet içerisinde olması gibi
durumlarda haberlere konu olabildiklerini söyler. Bunun yanında, şiddetin tanınmayan
sıradan insanlar arasında yaşandığını anlatır. Kaldı ki şiddete katılanlardan alt SES’de
olanların oranı az değildir. Burada ilginç olan üst SES’den şiddete katılanların
haberlerde yer almamasıdır. Burada üç nokta akla gelmektedir: Üst SES’den insanlar
şiddete katılmıyor olabilir; katılsalar bile haberlerde yer verilmiyor olabilir; alt SES’de
olanlar haberlerde ancak şiddet vs. durumlarda yer alabiliyorlar. Son önermenin akla
daha uygun olduğunu belirtmek mümkündür.
Şiddet olaylarının geçtiği yerlere bakıldığında da en çok Irak olduğu dikkat
çekmektedir. Bunun en önemli nedeni, savaşın bir ölçüde tamamlandığı dönem
olmasına karşın, Irak’taki durumun hala haber değerliliği açısından önemli olmasıdır.
Görüntüler savaş zamanından kalma olabilirken, Irak’ın o günkü halini de içermektedir.

184
Irak’ı, İstanbul takip etmektedir. Bu, Türkiye açısından olağandır. Medya kurumlarının
merkezlerinin İstanbul’da olması, olağanlığın göstergesi olarak alınabilir.
Öte yandan, şiddet olaylarında kullanılan aletlerden –ne ile şiddet yapılmakta?-
silah en çok görülmüştür. Bunun da nedeni, Irak savaşı görüntülerinde silahlarla ateş
edilmesidir. Ancak, başka aletler de kullanılmıştır. Örneğin baltayla biri öldürülmüştür.
İnsanlar birbirlerini kırbaçlamaktadırlar. Bombalar, molotof kokteyli, taş, sopa, yumruk,
uçaksavar… Bütün bunlar yan yana konduğunda, kocaman bir anlamsal buzdağı
oluşturmaktadır: “İnsanlar birbirlerini ve kendilerini şiddetle tüketiyorlar.”
Şiddet gerekçelerine bakıldığında, yine savaşın en çok yer aldığı görülmektedir.
Adi olaylar ise savaş haberlerinden sonra gelmektedir. Siyasi protesto haberine de yer
verilmiştir. Ölüm nedenlerinde kasıt unsuru vardır; cinayetler işlenmektedir. Yaralama
nedenleri arasında da en çok cinayet girişimi dikkat çekmektedir.
Şiddete katılanlar açısından yapılan saptamalar, en çok gençlerin katıldığını
söylemektedir. Ancak bazı görüntülerde her kuşaktan insanlar da yer almıştır. Şiddete
katılanların cinsiyetlerine bakıldığında ise, erkeklerin kadınlardan fazla olduğu ortaya
çıkmıştır. Bu, şiddetin erkekler arasında daha fazla yaşandığını söylemektedir. Şiddetin
gerçeklik boyutu da, gerçek şiddetin çok olduğunu söylemiştir. Bu sonuç olağandır;
televizyon haberleri daha çok gerçekte yaşanan olayların haberleridir!..
Bu çözümlemelerden hareketle, televizyon dünyasının (the world of television)
şiddet yoğun bir dünya olduğunu söylemek mümkündür. Haberlerde neredeyse her türlü
fiziksel şiddet görüntüsü yer almaktadır. Bunun anlamı insanlara, onların tehlikeli bir
dünyada yaşadıklarını anımsatmak, bilinç altlarına yerleştirmek olabilir. Haberi yapan
muhabirin kendisi bunu doğrudan düşünüyor olmayabilir. Ancak televizyon şiddetinin
verdiği ve izleyicinin beynine ektiği olgu bu yöndedir (Gerbner ve Gross, 1976,
Gerbner vd, 1994).

Yetiştirme Çözümlemesi Bulguları ve Yorumları


1. “Genel olarak söylersek Günümüzde tehlikeli bir dünyada yaşamaktayız ifadesine
katılım derecenizi belirtiniz.”
H0: Televizyon izleme yoğunluk oranlarının Günümüzde tehlikeli bir dünyada
yaşamaktayız ifadesine katılıp katılmama açısından etkisi yoktur.
H1: Televizyon izleme yoğunluk oranlarının Günümüzde tehlikeli bir dünyada
yaşamaktayız ifadesine katılıp katılmama açısından etkisi vardır.
Tablo 1: 1. Yetiştirme Testi Sonucu

Katilmiyorum Katiliyorum Toplam


Izleme Az Frekans 6 52 58
Yüzde 10,3% 89,7% 100,0%
Çok Frekans 12 55 67
Yüzde 17,9% 82,1% 100,0%
Toplam Frekans 18 107 125
Yüzde 14,4% 85,6% 100,0%

χ 2 : 1.444 sd: 1 p: 0.2 r: -0.30


Birinci Yetiştirme testi sonucu Tablo 1’de sunulmuştur. Test anlamlı çıkmamış
ve Yokluk Hipotezi reddedilmemiştir.

2. “Genel olarak söylersek Günümüzde insanlara güvenilemez ifadesine katılım


derecenizi belirtiniz.”
H0: Televizyon izleme yoğunluk oranlarının Günümüzde insanlara güvenilemez
ifadesine katılıp katılmama açısından etkisi yoktur.

185
H1: Televizyon izleme yoğunluk oranlarının Günümüzde insanlara güvenilemez
ifadesine katılıp katılmama açısından etkisi vardır.
Table 2: 2. Yetiştirme Testi Sonucu

Katilmiyorum Katiliyorum Toplam


Izleme Az Frekans 15 31 46
Yüzde 32,6% 67,4% 100,0%
Çok Frekans 18 38 56
Yüzde 32,1% 67,9% 100,0%
Toplam Frekans 33 69 102
Yüzde 32,4% 67,6% 100,0%

χ 2 : 0.003 sd: 1 p: 0.9 r: 0.01


İkinci Yetiştirme testi sonucu Tablo 2’de sunulmuştur. Bu test de anlamlı
çıkmamış ve Yokluk Hipotezi reddedilmemiştir.

3. “Genel olarak söylersek Birçok insan eline fırsat geçtiğinde dürüst olmak yerine,
sizden yararlanmaya çalışır ifadesine katılım derecenizi belirtiniz.”
H0: Televizyon izleme yoğunluk oranlarının Birçok insan eline fırsat geçtiğinde dürüst
olmak yerine, sizden yararlanmaya çalışır ifadesine katılıp katılmama açısından etkisi
yoktur.
H1: Televizyon izleme yoğunluk oranlarının Birçok insan eline fırsat geçtiğinde dürüst
olmak yerine, sizden yararlanmaya çalışır ifadesine katılıp katılmama açısından etkisi
vardır.
Table 3: 3. Yetiştirme Testi Sonucu

Katilmiyorum Katiliyorum Toplam


Izleme Az Frekans 15 29 44
Yüzde 34,1% 65,9% 100,0%
Çok Frekans 11 40 51
Yüzde 21,6% 78,4% 100,0%
Toplam Frekans 26 69 95
Yüzde 27,4% 72,6% 100,0%

χ 2 : 1.863 sd: 1 p: 0.1 r: 0.30


İkinci Yetiştirme testi sonucu Tablo 3’de sunulmuştur. Televizyonu çok
izleyenlerin yüzdesi az izleyenlerinkinden fazla çıkmasına karşın, test anlamlı çıkmamış
ve Yokluk Hipotezi reddedilmemiştir.

4. “Genel olarak söylersek İnsanlar yardımcı olmak yerine kendilerini düşünürler


ifadesine katılım derecenizi belirtiniz.”
H0: Televizyon izleme yoğunluk oranlarının İnsanlar yardımcı olmak yerine kendilerini
düşünürler ifadesine katılıp katılmama açısından etkisi yoktur.
H1: Televizyon izleme yoğunluk oranlarının İnsanlar yardımcı olmak yerine kendilerini
düşünürler ifadesine katılıp katılmama açısından etkisi vardır.

186
Table 4: 4. Yetiştirme Testi Sonucu

Katilmiyorum Katiliyorum Toplam


Izleme Az Frekans 10 38 48
Yüzde 20,8% 79,2% 100,0%
Çok Frekans 10 49 59
Yüzde 16,9% 83,1% 100,0%
Toplam Frekans 20 87 107
Yüzde 18,7% 81,3% 100,0%

χ 2 : 0.263 sd: 1 p: 0.6 r: 0.12


Dördüncü Yetiştirme testi sonucu Tablo 4’de sunulmuştur. Test anlamlı
çıkmamış ve Yokluk Hipotezi reddedilmemiştir.
5. “Genel olarak söylersek Geceleri yalnız yürümek tehlikelidir ifadesine katılım
derecenizi belirtiniz.
H0: Televizyon izleme yoğunluk oranlarının Geceleri yalnız yürümek tehlikelidir
ifadesine katılıp katılmama açısından etkisi yoktur.
H1: Televizyon izleme yoğunluk oranlarının Geceleri yalnız yürümek tehlikelidir
ifadesine katılıp katılmama açısından etkisi vardır.
Table 5: 5. Yetiştirme Testi Sonucu

Katilmiyorum Katiliyorum Toplam


Izleme Az Frekans 14 35 49
Yüzde 28,6% 71,4% 100,0%
Çok Frekans 19 38 57
Yüzde 33,3% 66,7% 100,0%
Toplam Frekans 33 73 106
Yüzde 31,1% 68,9% 100,0%

χ 2 : 0.279 sd: 1 p: 0.6 r: -0.11


Beşinci Yetiştirme testi sonucu Tablo 5’de sunulmuştur. Test anlamlı çıkmamış
ve Yokluk Hipotezi reddedilmemiştir.

6. “Genel olarak söylersek İnsanlar kendilerini güvende hissetmiyordur ifadesine


katılım derecenizi belirtiniz.
H0: Televizyon izleme yoğunluk oranlarının İnsanlar kendilerini güvende
hissetmiyordur ifadesine katılıp katılmama açısından etkisi yoktur.
H1: Televizyon izleme yoğunluk oranlarının İnsanlar kendilerini güvende
hissetmiyordur ifadesine katılıp katılmama açısından etkisi vardır.
Table 6: 6. Yetiştirme Testi Sonucu

Katilmiyorum Katiliyorum Toplam


Izleme Az Frekans 12 35 47
Yüzde 25,5% 74,5% 100,0%
Çok Frekans 15 39 54
Yüzde 27,8% 72,2% 100,0%
Toplam Frekans 27 74 101
Yüzde 26,7% 73,3% 100,0%

χ 2 : 0.065 sd: 1 p: 0.7 r: -.0.05

187
Altıncı Yetiştirme testi sonucu Tablo 6’da sunulmuştur. Test anlamlı çıkmamış
ve Yokluk Hipotezi reddedilmemiştir.
Test sonuçlarına bakıldığında altı testin de anlamlı çıkmadığı anlaşılmaktadır.
Bu sonuç televizyonun yetiştirme rolünün Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi
öğrencileri üzerinde olmadığını ortaya koymaktadır. Ancak sonuçları Türkiye’de
televizyonun yetiştirme rolü olmadığı yönünde değerlendirmek doğru olmayacaktır.

Sonuç ve Değerlendirme
Bu yazıda, televizyonun insanların dünya algılamaları ve sosyal gerçeklik
tanımlamalarına olan (yetiştirme) rolü incelenmiştir. Bu yönde yapılan testler
televizyonun yetiştirme rolünün olmadığını ortaya koymuştur. Ancak, bu araştırmanın
sonuçlarını genelleştirmek ve televizyonun yetiştirme rolü yoktur demek doğru
olmayacaktır. Araştırmanın genelleme özelliği bulunmamaktadır; sadece bir grup
Üniversite öğrencisi üzerinde yapılmıştır. Ayrıca yapılan bazı çalışmalarda farklı
sonuçlar elde edilmiştir. Batmaz’ın yaptığı çalışmada (1986), televizyonun belli ölçüde
yetiştirme rolü olduğu saptanmıştır. Batmaz ve Aksoy’un çalışmalarında (1995),
yetiştirme delilleri yakalanmıştır. Özer’in gerçekleştirdiği bir çalışmada televizyonun
başka bir grup Üniversite öğrencisi üzerinde yetiştirme rolü ortaya çıkmıştır (Özer,
2004). Ayrıca şiddet örneği açısından lise öğrencileri üzerinde de televizyonun
yetiştirme rolü olduğu ortaya konmuştur (Özer, 2005). Bunun yanında yüksek eğitime
sahip çalışanlar üzerinde de benzer durum ortaya çıkmıştır (Özer, 2005a). Şu açıklama
konunun anlaşılmasını sağlayabilir: “Gerbner ve arkadaşları bir çalışmalarında
yetiştirme deliline ulaşamasınlar. Bu sonuç, televizyonun yetiştirme rolü yoktur
demez.” Bu anlamda, yeni çalışmaların gerçekleştirilmesi önemli olabilir. Yeni
çalışmaların Yetiştirme Kuramına yönelik yapılan eleştiriler bağlamında yapılması
önem taşımaktadır.
Bazı noktalara dikkat çekmek çalışma yapmak isteyenlere yararlı olabilir.
Örneğin şiddet çözümlemesinde “televizyondaki şiddetin gerçek yaşamdaki şiddetten
fazla olup olmadığı” akla gelebilir. Bunun yanıtını vermeden şu açıklamayı yapmak
doğru olacaktır: Yetiştirme Kuramı açısından önemli olan, televizyonun şiddet sunup
sunmadığıdır. Ya da şiddet sunumunun televizyonda en çok sunulanlar arasında olup
olmadığıdır. Yanıt açısından ise şu açıklama yapılabilir: Bir çalışmada yapılan
karşılaştırmalar televizyondaki şiddet sunumunun gerçek yaşamdakinin çok üstünde
olduğunu ortaya koymuştur (Özer, 2004). Ancak önemli bir nokta da şudur:
Televizyonun şiddet sunumu yapmadığı anlaşılsa bile, televizyonun yetiştirme rolünün
olmadığı söylenemez. Bu durumda en çok gösterilenler bağlamında (ekme durumu)
yetiştirme olabilir. Örneğin Türkiye’deki televizyonlarda dini motiflerin oldukça fazla
gösterildiği dikkat çekmektedir. Cinsellik sunumu da yoğun olarak yapılmaktadır. Yeni
çalışmalar bu yönde kurgulanabilir.
Şiddet örneği açısından önemli olan başka bir nokta da, televizyondaki şiddet
sunumunun “çok sınırına” ne kadar sunumla girdiğidir. Yetiştirme Kuramı televizyonun
geniş insan toplulukları için olumsuz olduğunu ortaya koymaktadır. Bu sonuç, şiddet
örneği açısından yorumlandığında “hiç gösterilmemesinin gerektiğini” ve şiddetin
televizyonda ancak ve ancak “eğitim amaçlı programlarda” kullanılabileceğini
vurguladığı önerilebilir. Gerbner ve arkadaşlarının şiddet kullanımının endüstrinin
çıkarlarına uyduğunu söylemelerinin reddedilebilecek bir yanı bulunmamaktadır.
Burada değinilmesi son derece önemli olan bir nokta da Yetiştirme Kuramı
üzerine yapılacak değerlendirmelerle ilgilidir. Gerbner ve arkadaşlarının oldukça fazla
çalışmaları yayınlanmıştır. Bu çalışmaların çok azına Türkiye’de ulaşılabilmektedir.
Bazı çeviri metinlerde Yetiştirme Kuramına ilişkin “çok çok sınırlı” oranda bilgi yer
almaktadır. Bu çevirilerden Yetiştirme Kuramını anlamanın yeterli olmadığını söylemek
mümkündür. Yetiştirme Kuramını reddetmek için başlangıcından bugüne geldiği

188
noktada anlamanın ve değerlendirme yapmanın bir “zorunluluk” olduğu da
söylenebilir. Ayrıca bu alanda Gerbner ve arkadaşlarının yaklaşımları çerçevesinde
çalışmalar yaparak değerlendirme yapmak yararlı olacaktır. Yetiştirme Kuram ve
Çözümlemesine getirilen en yoğun eleştiri metinlerinden birinin Erdoğan’ın çalışması
(1998) olduğu söylenebilir. Ancak bu çalışmasında Erdoğan satır aralarında da olsa,
deyim yerindeyse “kuramın hakkını vermekten” geri durmamıştır. Bu anlamda bir
değerlendirme de Lewis’tan (1997) gelmiştir. Yetiştirme Kuramı, Araçsalcı Yaklaşım
ve bir ölçüde Gündem Belirleme Yaklaşımıyla birlikte kitle iletişim araçlarının toplam
rolünü açıklayan 3 yaklaşımdan biridir. Lewis’ın da belirttiği gibi, “Bu azımsanamaz!”
Yetiştirme Kuramı dünyadaki bir çok ülkede gerçekleştirilmektedir. Türkiye’de
de bazı çalışmalar yapılmıştır. Ancak Türkiye’de bu yönde yapılacak çalışmaların
kişiyle sınırlanmaması ve gelenekselleştirilmesinde yarar bulunmaktadır.
Kültürel Göstergeler Projesi hakkında fikir yürüteceklerin Projenin
bileşenlerinin anlamını “çok iyi özümsemeleri” gerektiği de belirtilebilir. Bundan önce
Gerbner’ı böyle bir proje üretmeye götüren düşünsel süreci anlamak yararlı olacaktır.
Kurumsal Süreç Çözümlemesi bileşeninin önermelerinin medyanın genel ve mevcut
durumuyla bir arada düşünülerek anlamlandırılması yararlı olacaktır. Mesaj Sistem
Çözümlemesi önermelerinin anlaşılması için televizyon içeriğinin dikkatli bir şekilde
izlenmesi gerekir. Ve Yetiştirme Çözümlemesi: Bugün birçok insanın kafasında bir
“Amerika” resminin olduğu söylenebilir. Ancak “birçok insanın” hepsinin Amerika
Birleşik Devletleri’ni gördüğünü söylemek mümkün değildir. Sözü edilen “resim”
Yetiştirme Kuramı ve Çözümlemesinin önemini ortaya koymaktadır. Nitekim “resmi”
insanların kafasına yerleştiren, öncelikle televizyondur.

KAYNAKÇA
Batmaz, V. (1986). Bir Kitle İletişim Aracı Olarak Televizyonun Siyasal ve Toplumsal
Etkileri: Ampirik Bir Model Denemesi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü: Yayınlanmamış Doktora Tezi.
Batmaz, V. ve A. Aksoy (1995). Türkiye’de Televizyon ve Aile, T.C. Başbakanlık Aile
Araştırma Kurumu.
Erdoğan, İrfan (1998). “Gerbner'in Ekme Tezi ve Anlattığı Öyküler Üzerine Bir
Değerlendirme”, Kültür ve İletişim, 1(2): 149-80.
Gerbner, George (1973). “Cultural Indicators: The Third Voice”, içinde Communication
Technology and Social Policy, Ed. George Gerbner vd., John Wiley and Sons: 555-73.
Gerbner, George (1990). “Epilogue: Advancing on the Path of Righteouness (Maybe)”, içinde
Cultivation Analysis: New Directions in Media Effects Research, Ed. Nancy
Signorielli ve Michael Morgan, Sage Publication: 249-62.
Gerbner, George (1993). “Miracles’ of Communication Technology: Powerful Audiences,
Diverce Choices, and Other Fairy Tales”, içinde Illuminating the Blind Spots, Ed.
Janet Wasko, Ablex.
Gerbner, George (1996). “The Hidden Side of Television Violence”, içinde Invisible Crisis,
Ed. Herbert Schiller vd., Colorado Westview Press: 27-34.
Gerbner, George ve Lary Gross (1976). Living with Television: The Violence Profile”,
Journal of Communication, 26(2): 173-99.
Gerbner, George vd. (1979). “The Demonstration of Power: Violence Profile No: 10”,
Journal of Communication, 29(3): 177-96.
Gerbner, George vd. (1980). “Aging with Television: Image on Television Drama and
Conceptions of Social Reality”, Journal of Communication, 30(1): 37-47.
Gerbner, George vd. (1980a). “The Mainstreaming of America: Violence Profile No:11”,
Journal of Communication, 30(3): 10-29.
Gerbner, George vd. (1982). “Charting the Mainstream: Television's Contributions to
Political Orientations”, Journal of Communication, 32(2): 100-27.

189
Gerbner, George vd. (1984). “Political Correlates of Television Viewing”, Public Opinion
Quarterly, 48: 283-300.
Gerbner, George vd. (1986). “Living with Television: The Dynamics of the Cultivation
Process”, içinde Perspectives on Media Effects, Ed. Jennings Bryant ve Dolf
Zillmann, Lawrence Erlbaum: 17-40.
Gerbner, George vd. (1994). “Growing up with Television: The Cultivation Perspective”,
içinde Media Effects: Advances in Theory and Research, Ed. Jennings Bryant ve
Dolf Zillmann, Lawrence Erlbaum: 17-41.
Lewis, Justin (1997). “İzlerkitle”, içinde Kitle İletişim Kuramları (Okuma Parçaları), Der.
ve Çev. Erol Mutlu, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi: 25-32.
Morgan, Michael (1995). “The Critical Contribution of George Gerbner”, içinde A Different
Road of Taken, Ed. John A. Lent, WestviewPress: 99-117.
Morgan, Michael ve Nancy Signorielli (1990). “Cultivation Analysis: Conceptualization and
Methodology”, içinde Cultivation Analysis: New Directions in Media Effects
Research, Ed. Nancy Signorielli ve Michael Morgan, Sage Publication: 13-34.
Morgan, Michael ve James Shanahan (1991). “Television and the Cultivation of Political
Attitudes in Argentina”, Journal of Communication 41(1): 88-103.
Morgan, Michael ve James Shanahan (1992). “Comparative Cultivation Analysis Television
and Adolescents in Argentina and Taiwan”, içinde Mass Media Effects Across
Cultures, Ed. Felipe Korzenny vd., Sage Publication: 173-97.
Özer, Ömer (2004). Yetiştirme Kuramı: Televizyonun Kültürel İşlevlerinin İncelenmesi,
Anadolu Üniversitesi Yayınları, No: 1578.
Özer, Ömer (2005). “Yetiştirme Kuramının Eleştirel Bağlamında Değerlendirilmesi:
Televizyonun Rezonans Etkisine Dair Bir Araştırma”, Kültür ve İletişim, 8(1): 127-
161.
Özer, Ömer (2005a). “The Cultivation Theory: A Research Regarding The Television’s
Cultural Role”, Sunulmuş Bildiri, 3rd Communication in the Millenium: A Dialoque
Between Communication Scholars.
Potter, W. James (1999). On Media Violence, Sage Publication.
Shanahan, James ve Michael Morgan (1999). Television and its Viewers Cultivation
Theory and Reseearch, Cambridge University Press.
Signorielli, Nancy (1991). “Adolescents and Ambivalence Toward Marriage A Cultivation
Analysis”, Youth and Society, 23(1): 121-49.
Signorielli, Nancy ve Susan Kahlenberg (2001). “Television's World of Work in the Nineties”
Journal of Broadcasting and Eletronic Media, 45(1): 4-22.
Signorielli, Nancy (2004). “Aging on Television: Message Relating to Gender, Race, anad
Occupation in Prime Time”, Journal of Broadcasting and Electronic Media, 48(2):
279-301.

190
KİTLE İLETİŞİM SÜRECİNDE
TOPLUMSAL GERÇEKLİK VE İKTİDARIN KURGUSU

Barış Çoban

ÖZET
Toplumsal gerçeklik ve iktidarın “kurgusal” gerçekliği arasında bir kopukluk
vardır ve iktidar çatışmasının düğümlendiği yer tam da bu noktadır. İktidarın gücü ve
toplumsal yapının eleştirelliği arasındaki çelişki, kurgu ve gerçek ilişkisiyle üst üste
biner. Bu anlamda toplumsal sınıfların gerçekliğinin üretilmesi ve kitle iletişiminin bu
amaçla yoğun olarak kullanılması aynı zamanda iktidarın üretilmesi ve yeniden-
üretilmesi olarak görülebilir. İktidar kendi yapısının yeniden-üretimi için kendi üretimi
olan bir “kurgusal gerçeklik” yaratmak ve bunu topluma iletişimsel yapılar ile aktarmak
zorunluluğundadır. İletişim sürecinin kurgu -yanılsama- ve gerçek bağlamında
değerlendirilmesi toplumsal iletişim biçimlerinin farklı bir açıdan çözümlenebilmesini
sağlayacaktır.
Anahtar sözcükler: iktidar, gerçek, kurgu

ABSTRACT
There is a break between social reality and “fictional” reality of power and this
is the curicial point of power struggle. The contradiction between the capacity of power
and the critique of social structure overlaps fiction and real relationship. In this respect,
to produce the reality of social classes and to use mass media for this purpose could be
regarded as to produce and reproduce power as well. Power has to create “fictional
reality” in order to reproduce itself and transfer it to the society by using mass media.
Analysing communication process in the context of fiction –illusion- and reality gives
the opportunity of analysing social communication from a different point of view.
Key words: power, reality, fiction

1. GİRİŞ
İnsan kendi gerçekliğinin karşısına hiçbir zaman dolayımsız bir şekilde çıkamaz,
kendi gerçekliğini dolayımlamalar olmadan tanıyamaz. İnsan doğadan kopuşunun,
ilksel yabancılaşmasının zorunlu bir getirisi olarak herşeyi bir dolayımlama ile tanır. Bu
süreçte başlangıçta en önemli -ve zorunlu- dolayımlayıcı simgesel bir yapılanımda olan
dildir. İnsani özne varoluşu da dolayımlamalarla olasıdır, gerçekliğine ancak kurgusal
olan –dil, söylem gibi- dolayımlayıcı yapılar aracılığıyla ulaşabilir. Söylem nötr bir
aktarıcı olmadığı için aktarım sürecinde yaşananlar gerçeğin ikinci –mitoloji, din,
ideoloji- bir dolayımdan, yabancılaşmadan, sonra aktarıldığını gösterir. Gündelik
yaşamımızda en az ikili dolayımdan geçmemiş bir bilgiye erişmek olanaksızdır. Gerçek
her zaman için simgeleştirme işleminin kırılmalarını, eksikleri taşıyan bir yapıdadır.

2. İKTİDAR İLİŞKİLERİ BAĞLAMINDA GERÇEK VE KURGU


İnsanın varoluşu, içinde yaşadığı koşullar tarafından belirlenir ve iktidar
ilişkileri tarafından belirlenen toplumsal yapının gerçekliği -yanılsamalı bir biçimde-
insanın gerçekliği haline gelir. Ancak iktidar ilişkileri bakımından ele alındığında
toplumsal yaşamın gerçekliğinde kırılma, yerinden çıkma ve kopmalar görülmesi
olasıdır: İktidar ve toplum arasındaki yarılma -ideolojiden soyunuk görünen ve kitle
iletişim araçlarının yoğun olarak aktardığı- gerçekliğin sorgulanmasını beraberinde
getirir. Toplumsal gerçeklik ve iktidarın gerçekliği, daha doğrusu kurgusu, arasındaki
bir gerilim vardır, iktidar çatışmasının gerçekleştiği yer tam da bu düğüm noktasıdır.
İktidarın gücü ve toplumsal yapının eleştirelliği arasındaki çelişki, kurgu ve gerçek
ilişkisiyle üst üste biner. Bu anlamda toplumsal sınıfların gerçekliğinin üretilmesi ve

191
kitle iletişiminin bu amaçla yoğun olarak kullanılması aynı zamanda iktidarın üretilmesi
ve yeniden-üretilmesi olarak da görülebilir. Egemen iktidar kendi yapısının yeniden-
üretimi için kendi üretimi olan bir -kurgusal- “gerçeklik” yaratmak ve bunu topluma
iletişimsel yapılar ile aktarmak zorunluluğundadır. İletişim sürecinin kurgu -yanılsama-
ve gerçek bağlamında değerlendirilmesi toplumsal iletişim biçimlerinin farklı bir açıdan
çözümlenebilmesini sağlayacaktır.
Gerçekliğe ulaşmak dolayımlamaların, kesintilerin, yerinden çıkmaların ve
kopmaların sonucunda olur, bu nedenle ulaşılan her gerçeklik eksiklikler, boşluklar
taşır. Sonuçta gerçekliğe kurgusal araçlarla ve kurgusal bir süreçle ulaşmaya
çalıştığımız için her ulaşma çabası daha en başında yaralanmıştır ve belki de
olanaksızlıkla imlenmiştir. Ancak temelde önemli olan zorunlu olarak kurgusal bir
yapılanıma sahip olunsa da bu gerçekliği kimin, hangi amaçla kurguladığıdır. “Lacan
çarpıtma ve\veya başka türlü göstermenin başlı başına açıklayıcı olduğunu iddia
ederken şunu kasteder: Gerçekliğin kesin temsilinin çarpıtılışı yoluyla ortaya çıkan şey,
gerçektir –yani etrafında toplumsal gerçekliğin yapılandığı travmadır”
(Zizek,2002a;78). Bu bağlamda gerçek, bir çarpıtma işleminin sonucunda elde edilir.
Gerçek her zaman için simgeleştirmenin, daha doğrusu kurgulama işleminin açıkta
bıraktığı alanları, eksikleri taşıyan bir aktarımdır, dilin sürekli bir deviniminin, akışının
ürünü olarak gerçek, dil gibi bir kapanma yaşamaz ve onunla beraber bir devinim ve
akış içersindedir. Buna bağlı olarak gerçeğin, simgesel/kurgusal dilin akışında
belirlendiği söylenebilir. Gerçeğin kurgu dolayımıyla işlemesi ve kurgusal araçlar
dolayımıyla gerçeğe erişilebilmesi, gerçeğin kurguya içkin olduğunu göstermez. Çünkü
gerçek ile kurgu arasında bir gerilim vardır, “gerçek tam da simgeselin kavrayışına
direnen ve ondan kaçan, dolayısıyla simgesel içinde ancak ondaki bozukluklar kılığına
girerek tespit edilen şeydir. Kısacası gerçek, simgesel yasanın nedenselliğini bozan
namevcut nedendir” (Zizek,2002a;41). Kurgu ile gerçek arasındaki gerginlikte, gerçek
kendisini kurgu içersinde kurgusal kırılmalar, bozukluklar, yerinden çıkmalar vb. olarak
gösterir.
Kurgu, gerçekliğin metnini ele alır ve kes-yapıştır işlemleriyle yeni bir gerçeklik
yaratır, kurgunun derin yapısı, ideolojik öncüllerin belirlemesi altındadır, ancak
kendisini yüzey yapıda gerçeklik gibi sunar, nesnel genel-geçer bir yapılanım olarak
yansıtır, gerçeklikle yer değiştirebilecek yetkinliktedir ve onun maskesini taşır.
Kurgunun, yüzey yapıda gerçeklikle benzeşmesi ve egemen ideolojik öncüllerden
hareket ederek, kendisini toplumsal pratiklerde ideolojik aygıtlar aracılığıyla aktarması,
onu toplumsal belirleyenlerden ve yeniden-üretici güçlerden biri haline getirir.
Kurgu simgesel alanın bir ürünüdür, simgeler aracılığı ile yapılanır. Simgesel
alandaki iktidar, yani söylemsel alanda –tüm düşünsel pratikler bağlamında-
hegemonyayı elinde bulunduran güç toplumsal gerçekliği yapılandırır, üretir. Ricoeur’a
göre sanat ve dildeki tüm simgeler aynı göndergesel iddiayı taşır: “gerçekliği yeniden
yapmak”. İktidarın simgesel alan üzerindeki denetimi toplumsal pratikler bağlamında
simgesel olanın maddileşmesi, aynı zamanda iktidarın da maddileşmesidir. “Söylemden
praksise tüm geçişler, kurgunun... kendi dışına doğru bu ilk genişletilmesinden sökün
eder” (Ricoeur,1999;179).
Simgesel düzende toplumsal öznelerin varoluşu bakımından “öteki”, merkezi
önemde bir yere sahiptir. Öteki olmadan öznenin varoluşu olası değildir; “kendi
kimliğimi tanımlamak için Öteki Özne’ye ihtiyaç duyarım” (Zizek,2002b;97). Öznenin
kendisini tanıması Lacancı ayna bağlamında ancak ötekinin varoluşu ve onun eksik
yapısı ile mümkündür. İktidar da öznelerin karşısına ‘öteki’ olarak çıkar, “büyük Öteki”
olarak iktidarın denetiminde kurgu, toplum için alternatifi olmayan ‘zorunlu
gerçeklik’miş gibi sunulur. Simgesel bağlamda “büyük Öteki, toplumsal düzenin
ikamesi olarak” (Zizek,2002a;254) görülebilir, Freudyen anlamda “babanın iktidarına,
yasasına”, yani genel anlamıyla “iktidar”a gönderme yapar. İktidarın kurgusu içerisinde

192
öznenin yaşantıladığı gerçeklik, iktidarın aynasında öznenin kendisini bir bütünlük
olarak gördüğü yanılsamadır; aslında iktidarın aynasında özne yerinden çıkmış,
parçalanmış bir yapıdadır ve toplumsal denetimi sağlayan panoptik bir hapishanede ya
da tımarhanede özgürlüğünü yaşadığı yanılgısına sahiptir.
İktidar kendi yapısının yeniden-üretimi için kendi üretimi olan bir “gerçeklik”
yaratmak ve bunu topluma sunmak zorunluluğundadır. Bu bağlamda iktidar, toplumsal
gerçekliği kurgulamak –kurguyu toplumsal gerçeklik haline getirmek- ve toplumsalın
düşünyapısını (bilinç ve bilinçdışını) bu kurguya göre biçimlendirmek için çalışır, bu
nedenle de tüm ‘yanılsamalı doğallığına’ karşın “sosyal gerçekliğimiz de... radikal
anlamda simgesel olarak kurulmuş”tur (Zizek,2005a;76). İktidarın gerçeği bir çok
dolayımlamayı ve sınıfsal olarak kopma ve çarpıtmaları içerir, tüm sınıflar için tümel
bir ‘yapısal zorunluluk’ olarak sunulan bu gerçek, toplumsal iletişim süreci içerisinde
kitle iletişim araçları ile sürekli olarak yeniden-üretilir. “...İktidar içerisinde, bu
iktidardan yola çıkarak ve bu iktidar yoluyla işleyen belirli bir gerçeklik ekonomisi
olmadan iktidar uygulaması olamaz. İktidar tarafından hakikat üretimine bağlı kılınırız
ve ancak hakikat üretimi yoluyla iktidar uygulayabiliriz” (Foucault,2002;38). İktidarın
işleyişinde temel bir öneme sahip olan “gerçek ekonomisi” tüm ideolojik aygıtlar
tarafından, özellikle de kitle iletişim araçlarınca kullanılır. Bu süreç sonrasında ise
toplumdan iktidarın kurgusal gerçekliğini yeniden üretmesi ve tüm toplumsal
pratiklerini bu kurgusal gerçekliğe göre örgülemesi sağlanır. İktidarın kurgusal gerçeği
kurumsallaşır ve tüm yaşam alanlarına nüfuz eder.
İktidarın hegemonik yapısına göre kendini kurgulayan, aynı zamanda "özgür bir
seçim yapma yetisine sahip olduğunu düşünen özne psikotik bir öznedir"
(Zizek,2002a:180). Özne -ya da toplum, çünkü “bireysel psikoloji daha baştan ve eşanlı
olarak bir toplumsal psikolojidir” (Enriquez,2005;63)- içerisinde yaşadığı iktidarın
kurgusunu içselleştirir ve tüm seçimlerini kendisinin belirlediğini ve özneye ait
özgür/özerk bir alan içerisinde yapılandırdığını, benliğinin ve yaşamının kendi ürünü
olduğunu yanılsamalı bir biçimde düşünür. Gerçekte ise öznenin kendisini gördüğü
ayna “büyük Öteki”nin, iktidarın aynasıdır, gerçeklik diye yaşantıladığı ise iktidarın
kurgusudur. Bilim-kurgu filmi olan “Bıçak Sırtı” (Blade Runner, Ridley Scott, 1982)
benzer bir sorunla uğraşır, bu kara ütopyanın içersinde hiç kimse –insan mı yoksa robot
mu olduğuna dair farkındalığa sahip olmadığı için- kendi varlığının ve anılarının
gerçekliğinden emin olamaz, herşey yerinden çıkmıştır ve hiçliğin etrafında
uçuşmaktadır, varoluş ve gerçeklikle ilgili olarak geride hep bir soru işareti kalır.
“Bizim, insani anılarımız da, hepimizin bireysel mitlerimizi oluşturan unsurları büyük
Öteki’nin hazinesinden ödünç almamız anlamında, “dışarıdan yerleştirilmiş” değil
midir? Kendimiz konuşmadan önce, Öteki’nin söylemi tarafından konuşturulmaz
mıyız? Anılarımızın doğruluğuna gelince, Lacan’a göre, doğruluk bir kurgu yapısında
değil midir? Bileşenleri uydurulmuş ya da dışarıdan yerleştirilmiş olsa, “aslında bizim”
olmasa bile, “bizim” olan, bunları öznelleştirme biçimimizdir, bunları kendi simgesel
evrenimizle bütünleştirme biçimimizdir (Zizek,2002a;100). Öznenin “farkındalığa”
sahip olmaması iktidarın yeniden-üretilmesinin ön koşullarındandır, ancak farkındalığa
sahip olan öznenin, özgürlüğü yaşamadığının bilincinde olmasına rağmen, iktidarın
kurgusunun dışına çıkmanın getireceği tehlikeler nedeniyle bu durumu kabullenmesi
açıklanması zor sorunlardan biridir. İçinde yaşadığı kurgunun kendiliğini ele
geçirmesine izin vererek, özne kendi varoluşsal bütünlüğünün –bu bütünlük kurgusal da
olsa- tehdit altında olmasından sakınır. Özne özgürlükten kaçar, kitle iletişim araçları bu
kaçışın yolunu ve yöntemlerini sağlayan renkli bir ayna işlevi görür. Bu yolla da
‘nevrotik’ özne “doyum vermeyen gerçeklikten, daha haz verici olan fantezi dünyasına”
(Freud,1999;132) kaçar, böylelikle ölüm korkusunu da reddetme şansını elde eder.
Ayrıca yeni iletişim teknolojileri bize “hafızamızı silme şansı sunar... bu bağlamda
elektronik medya yaşamın komik bir tahayyülünü, geri alınabilen hatalar ve açık

193
seçenekler tahayyülünü fazlasıyla yaşama geçirme avantajına sahiptir” (Zizek,2005b;2).
Toplumsal gerçeklik yeni iletişim araçları ile birlikte iktidarın denetimindeki bir
bilgisayar oyununa benzemeye başlar, insanlar maddi yaşamdan kopar ve sürekli olarak
kendini tekrar eden, sonu olmayan bir oyunun içerisinde gerçekliklerini yitirirler. Bu
süreçte iletişim tamamen iktidarın belirlediği bir monologa dönüşür, çünkü “yeni dijital
teknolojiler... ‘sözlerime inan, gözlerinin büyüsüne değil” (Zizek,1997;5) der. İnsan
kendi yaşamını ve gerçekliğini kendi gördüğü ve düşündükleri ile değil iktidarın ona
söyledikleri ile belirler; “Gözlerimin bana söylediğini inkar ediyor ve simgesel kurguya
inanmayı seçiyorum” (Zizek,2005a;386) diyerek bir kara-ütopyayı yaşantılamayı
seçerler. İktidarın kurgusunu doğallaştırarak yaşama geçirmesi sonucunda maddi yaşam
pratiklerimiz kesintiye uğrar, bilinç yapımız dönüşüm geçirir. Sahte bir yaşamın,
iktidarın kurgusunun yaşantılanması sonucunda, “gerçek toplumsal yaşam hernasılsa
sahnelenen sahteliğin özelliklerini edinir... kapitalist faydacı ruhsuzlaştırılmış evrenin
nihai hakikati ‘gerçek yaşam”ın maddilikten arındırılmasıdır” (Zizek,2001;1) ve
sonucunda toplum, iktidarın tanrı olduğu bir fantazmada gerçekliğinden soyunarak
maddiliğini yitirir.
Kitle iletişim araçları günümüzde fantezi dünyasının yaratıcısı işlevini görürler ve
bu bağlamda tüm toplum nevrotikleştirilir. Gerçekliğe dair bir göndermesi olmayan
sahte hazlar yaşamaya başlayan toplum iktidar tarafından daha kolaylıkla denetlenir ve
tüm dünya “küresel” bağlamda fazla sorunla karşılaşılmadan belirlenmeye çalışılır. Bu
“cesur yeni dünya”da tüm iletişimsel pratikler, bizleri yeniden-üreten ideolojik pratikler
olarak iktidarın kurgusunun içinden çıkmayacağımız bir körleşmenin yaratılmasını
sağlarlar. Muhaliflerin marjinalleşmesi ve toplumla aynı iletişimsel alanı kullanamaması
nedeniyle toplum kendisine gerçeği –hakikati- göstermek isteyenleri farklı bir söylem
ve iletişim biçimleri kullandığı için anlayamaz. Toplumsal kapanma –iktidarın
kurgusunun sahte hazlarıyla kendinden geçme-, sisteme içkin olan bir krizden
kaynaklanan parçalanma yaşanana dek devam eder.

3. SONUÇ
Toplum bilinçdışının itkisiyle özgürleşme için bazı tarihsel dönemlerde
iktidarların kurguladığı içinden çıkılmaz bir aynalar labirentinde kendi suretini
yakalamaya çalışır, ancak yol göstericisi olan iktidarın aynalar labirentinden
kaçamadıkça kendi suretini görme olanağını yakalama olasılığı yoktur. İletişimsel
anlamda ise toplumsal olarak iktidarın belirleyiciliğinin dışına taşan ve kendi
gerçekliğini anlamaya çalışan diyalojik bir iletişimsel yaklaşım yeni iletişim
teknolojileri bağlamında yeniden-yaratılmalıdır.

Kaynakça
Enriquez, E. (2005). Sürüden Devlete: Toplumsal Bağ Üzerine Psikanalitik Deneme. Ayrıntı.İstanbul.
Foucault, M. (2002). Toplumu Savunmak Gerek. YKY. İstanbul.
Freud, S. (1999). Dinin Kökenleri. Öteki Y. Ankara.
Ricoeur, P. (1999). “Söylem ve Eylemde Tahayyül Gücü”. Tahayyül Gücünü Yeniden Düşünmek (
Der. G. Robinson, J: Rundell). Ayrıntı. İstanbul.
Zizek, S. (2002a). Kırılgan Temas Metis. İstanbul.
Zizek, S. (2002b). İdeolojinin Yüce Nesnesi. Metis: İstanbul.
Zizek, S. (2005a). Gıdıklanan Özne. Encore. İstanbul.
Zizek, S. (2005b). “The Cyberspace Real”. www.egs.edu/faculty/zizek/zizek-the-cyberspace-real.html.
Zizek, S. (2001). “Welcome to the Desert of the Real”. Psychomedia Journal of European
Psychoanalysis. N:5.
Zizek, S. (1997). “The Big Other doesn’t Exist”. Psychomedia Journal of European Psychoanalysis.
N:5.

194
GAZETECİNİN MEDYA OKURYAZARI OLABİLİRLİĞİ

Sevilen Toprak Alayoğlu1

Medya aktörü olarak gazeteciyi “Medya okuryazarlığı” çerçevesinde ne tür bir


eleştiriye tabi tutabiliriz?
Gazeteciliğin çokça bilinen etik kodu olan “nesnellik” içerisinde “medya
okuryazarlığı”nın tanımlanması gerekmektedir.
Her ne kadar gazeteciliğin temel prensipleri olarak tanımlanan etik çerçeveler
içerisinde, dolaylı olarak medya okuryazarlığına da değinilse bile, henüz tanımlanan bu
kavrama, özgül bir alan açılması gerekmektedir. Medya okuryazarlığı, mevcut etik
kodlar yanında medya aktörünün özellikle ‘süreklilik’ ve ‘zihinsel-bilişsel’ sürecini de
söz konusu ediyor. ‘Bir elin parmağını geçmeyen’ kimi İdealist mesleklerin
uygulayıcılarından (doktor, hukukçu, eğitimci, gazeteci) beklentiler her ne kadar sonsuz
olsa da, gazetecinin aynı zamanda medya okuryazarı olmasını beklemek genel
anlamda, bu mesleğe yeni bir sorumluluk eklemek değildir. Medya Okuryazarlığı
tartışmasında gazeteciden, yapabileceği şeyleri bekleme hedefini gütmek gerekiyor.
Medya profesyoneli olan gazeteci için ‘uzman olmak’ zaten tanımlanmış etik bir
sorumluluktur. Mesleki süreklilik boyunca devam etmek zorunda olan bu eğitimlilik
durumu, gazeteci için sadece iletişim Fakültesinden mezun olmakla bitmiyor.
Eğitimliliğin süreklilik durumu Aristoteles’in “Entelektüel Erdem”iyle
ifadelendirilebilir.
Günümüzde, mensuplarının karşılaşacağı sorunların farkında olan, veterinerlikten
kebapçılığa kadar birçok meslek grubu artık kendi mesleki etik formatını oluşturmuş
durumda. Cemiyet, dernek, oda, konseyler hatta şirketler vb. kurumlar çeşitli meslek
ilkeleri belirleyip üyelerinden bu ilkelere uymalarını bekliyor. Gazeteciden beklenen ise
nesnellik, tarafsızlık, özdenetim vb. ideal durumlar. Peki gazeteci bunların hepsine
cevap verebilir mi? Gazeteciden karşılayamayacağı şeyler bekleme ve bu beklentinin
gerçekleşmemesi mesleğe bakışta kimi göreceliklere ve yanlış kabullere neden
olmaktadır. İ. Kuçuradi medyada etik problemi olarak adlandırdığı bu sorunu çözmek
için “aydınlatma bilincinin” gazetecilere etik eğitimiyle kazandırılması gerekliliğini
öngörüyor2. İletişim Fakültesi mezunlarının artmasıyla medya çalışanları arasında sıkça
sözü edilen alaylı-mektepli tartışması neredeyse yok olmak üzere ancak bu tartışma
yerini İletişim Fakültesi mezunu- farklı formasyon mezunları çekişmesine bıraktı. Bu
gerilim ancak mesleğin etik formlarıyla rasyonalize edilebiliyor. Bu durumda bu
mesleği icra edenlerden beklenmesi gereken sadece meslek değerlerine zarar verme
olasılığını minimuma indirmektir. Ancak İlgili formasyon sorunu popülaritesini her
zaman için koruyor. Öyle ki son günlerde ‘Ermeni sorununa’ ilişkin bir konferans
hakkında farklı görüş açıları olan Türkiye’nin önemli entelektüelleri İlber Ortaylı ve
Murat Belge arasında yaşanan “İngiliz filolojisi” tartışmasının nihayetinde formasyona
bağlanması3, uzmanlık eğitiminin ne denli önemli olduğunu gösteriyor.

1
Araştırma Görevlisi. Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi, İletişim Bilimleri Anabilim Dalı
2
İ. Kuçuradi’den akt. Harun Tepe, Etik ve Meslek Etikleri Türkiye Felsefe Kurumları Yay., 1. Bas.,
Ankara, 2000, s.136.
3
25-27 Mayıs'ta, Boğaziçi Üniversitesi'nde yapılan, 'İmparatorluğun Çöküş Döneminde Osmanlı
Ermenileri: Bilimsel Sorumluluk ve Demokrasi Sorunları' başlıklı konferansta İlber Ortaylı: “Davet
edilenler hep belli bir takımın isimleri. Meseleler böyle çok sağlıklı tartışılmaz Hukuksal problemleri
herhalde İngiliz filologu Murat Belge tartışacak” (Hürriyet, 23.05.2005) diyerek konferans konusunun
Murat Belge’nin uzmanlık alanını olmadığını belirtmiş ve bununla beraber başlayan tartışma uzunca bir
süre devam etmişti.
195
İliştirilmiş Gazetecilik, İletişim Fakülteleri, İnternet Gazeteciliği gibi
tanımlamalar-alanlar haricinde bugünün gazeteciliğine bakıldığında, Cevat Fehmi
Başkut’un 1952 yılında yaptığı tanımdan4 fazlaca bir farkı yok denebilir. Gazetecilik
için o dönemde de ‘gerçeğin kutsanmasıdır’ deniyordu. Günümüzde de A. Belsey ve R.
Chadwick’in ifade ettiği gibi5 ‘bu meslek modern zamanın kutsalıdır çünkü bilginin
yayılması gibi saygın bir amacı vardır, özellikle başta demokratik iddiaları olan
toplumlar olmak üzere bütün toplumların sağlıklı olması buna bağlıdır’. Özellikle savaş
koşullarında, bilgi-görüntü almak (aktarmak) için hayatını kaybeden yüzlerce gazeteci
var. Son Körfez Savaşı’nda da iliştirilmiş gazeteci olmadan sivil olarak gazetecilik
yapan (ki zaten gazetecilik sivil olmayı gerektirir) onlarca gazeteci görevlerini icra
ederken hayatını kaybetti. Onlarcası esir alındı, işlerinden atıldı. Tankların arkasına
saklanmadan görev yapan bu gazetecileri düşündükçe elbetteki bir kutsallıktan-kendini
adamaktan bahsetmek abartılı bir ifade değildir.
Medya okuryazarlığının eğitimci için farklı, gazeteci için farklı, seyirci –okurlar
için farklı tanımlanması gerekmektedir. Gazeteci için medya okuryazarlığı bir bitmeyen
süreç olarak analiz edilmelidir. Gazetecinin meslek etiğinin bir parçası olan medya
okuryazarlığı olgusu, gazetecinin entelektüel bilgi-becerisini söz konusu ediyor.
Bununla beraber, gazetecinin haber takibini olay üzerinden-tekrar haber oluşturma
amacıyla değil olayın muhatapları üzerinden değerlendirmesi bir başka deyişle haberin
empatisinin içerisinde kendini görmesi gerekiyor. Medyada çokça kullanılan
profesyonelliği rencide eden (!) ‘haber yapmaya gitti, haber oldu’ klişesini bu anlamda
olumluluk atfederek tartışmak gerekiyor.
2003 yılında yayın hayatına başlayan ve bir yıldan daha az bir ömrü olan Yarın
Gazetesi’nin kimi çalışanlarının Türk basınında eşine az rastlanır bir olaya imza atması
‘Medya Okuryazarlığı’ çerçevesinde somutlanabilir. Genel olarak entelektüel birikimin
ve eğitim düzeyinin diğer servislere oranla daha düşük olduğu varsayılan spor
bölümünün çalışanlarının top yekun gerçekleştirdikleri bu ifade biçimi ve bunun nedeni,
Türkiye’de bu mesleğin realitesini de ortaya koyuyor.
29 Ekim 2003 tarihli çıkan Yarın Gazetesi spor sayfasında, 28 Ekim akşamı bütün
bölüm çalışanları karar almış ve istifa mektupları gazetede yayınlanmış. Ertesi gün bu
istifayı ve gerekçesini gazetenin yayın müdürü ve bütün okurlar aynı sırada
öğrenmiştir. Bu davranış alışılmadık bir durum olsa da gerçekte gazetecinin öncelikle
kime karşı sorumlu olduğunun iyi bir pratik örneği sergilenmiştir. İstifa eden yazarlar
öncelikle haberlerini yazmışlar, istifaları ve bu istifanın nedenlerini daha sonra
anlatmışlardır. Daha çok gazetenin mali sıkıntılarından dolayı mesleklerinin gereklerini
yerine getiremediklerini belirten gazeteciler, bu durumu birebir okurla paylaşmaktadır.
Veda yazıları arasında dikkat çeken ifadelerden biri ise ‘Asli işim futbol menajerliğine
dönüyorum’ şeklinde.
Medya Okuryazarlığı tartışılırken, koşullar tarafından belirlenip belirlenmemeye
karar verenin gazetecinin kendisi olduğunu saptamak ve onu bir aktör olarak
tanımlamak önemlidir. ‘İliştirilmiş Gazetecilik’, ‘Entelektüellik’ gibi kavramları da bu
aktörün kendi tercihi olarak adlandırmanın, henüz tartışılan ‘Medya Okuryazarlığı’
tartışmasını göreceliliğe kapatıp berraklaştıracağı kanısındayım.

4
Cevat Fehmi Başkut, Gazetecilik, İ.Ü. İktisat Fak. Gaz. Ens. Yay., İstanbul 1952., s. 16.
5
A. Belsey ve R. Chadwick, Medya ve Gazetecilikte Etik Sorunlar, Çev., Nurçay Türkoğlu, Ayrıntı
Yay., İstanbul 1998., s. 47.
196
197
PİYASANIN TAHAKKÜM YOLU,
‘MODERN TÜKETİCİNİN KIRILGAN BİR KİMLİK ARACI
KREDİ KARTLARI’NIN REKLAMLARLA SUNUMU

Gülcan Seçkin

Özet: Türkiye’de 2001 ekonomik kriziyle birlikte tüketim ekonomisi nisbeten


yavaşlamış, bu arada reklam sektörü de sarsılmışsa da hemen sonra kart endüstrisini,
reklam merkezli medyayı, reklam endüstrisini ve bağlı oldukları piyasaları
rahatlatabilecek yoğun kollektif kart reklamlarıyla bir kredi kartı toplumu ideali
sunulmuştur. Duygusal metaforlarla örülü kombine reklamlarda kitle temelli
tüketimcilik davranışı, derinleşen bireysel varoluş kaygısının sonsuz bir çözümü olarak
sunulmuştur. Ekonomik, politik, kültürel mevzûlara, sosyal çelişkilere, sınıfsal
farlılıklara, işyeri sorunlarıyla ilgili endişelere yabancılaştırılan birey için tüketimci
kimliğini korumak, kredi kartı gibi kolaylıklara yönelmek en rasyonel, en doğru
davranış biçimidir. Problemlerin çözümü en saygın bir bireysel yaşam tarzı olan
kendine odaklı bireysel tüketimde yatmaktadır. Anlık yaşamak, anlık haz nesneleri
olarak söylenen tüketim nesnelerini almak, göstermek ve yenilerini almaya devam
etmek kendini güvende hissetmek için bir zorunluktur. Bu, hiç sadık olunmaması
gereken tüketim nesneleri üzerinden değer aktarımı yapılarak anlam kazanabilen bir
iletişim sürecine dahil olmaktır. Bu türlü temel anlamlar kuran ve rüyaların sürüklediği
çözümler sunan reklamlarda meta ve satın alma aracı kredi kartı kombine biçimde
sunularak tüketimcilik otomatik bir hale getirilmeye çalışılmaktadır. Bireyin değerini
belirleyen öncelikle tüketimci kimliğidir, bu kimliği korumak için ekonomik sistemin
önemli kurumlarından medyayı, (reklam panosu olmak için yarışan homojen bireylerin
de dahil olduğu) reklam kanallarından akan değerler ve yaşam tarzları taşıyan
mesajları aralıksız izlemek gerekmektedir. İyi bir yaşamın ne olduğu ( güvendelik,
mutluluk, güzellik, lüks, statü, prestij,...vs.), bunun için tüketimin ne denli önemli olduğu
söylenir. Kitle iletişim araçları daha çok bir tüketici rehberi gibi sayısız mal ve hizmetin
kredi kartı önerili reklamını sunar ve‘bireyin’ saygınlığının, mutluluğunun, günü
kurtarmasının bunlara bağlı olduğu mesajı verilir. Kredili, kart taksitli alışveriş
normaldir, bireysel bir güç ve güven kaynağıdır, onca ‘satın alma fırsatını’
kaçırmamak, sürekli kullanmak için çok, daha çok çalışmak gereklidir. Amaç bu
olmalıdır. Bu çalışmada reklamın, yaygın meta-kredi kartı kombine reklamlarının ne
söylediğini, hayatımızdaki rolünü, depolitize, bağımlı bir tüketici birey yaratmak ve
ekonomik sistemi korumak üzere ideolojik bir kurum olarak nasıl mesajlar verdiğini
kavramak temelli sınırlı bir çözümleme amaçlanmış, beraberinde medyadan yayılan bu
reklamların ekonomi politiğini açıklamak da bir diğer kaygı olmuştur. Dünyada medya
eğitimcileri reklamları okumak ve hayatımızdaki yerini sınırlandırmak konusunda
medya okuryazarlığı hareketi içinde çalışmalar yapmaktadır. Bu çalışmalara ve ayrıca
reklam tarihi çalışanlara sınırlı bir katkı olabilir.

Anahtar Sözcükler: Medya, Reklam kurumu, Tüketimci kimliği, Tüketim toplumu, Kredi
kartı reklamları, Kredi kartı toplumu, Reklam okurluğu, Medya okuryazarlığı, Reklamın
ekonomi politiği...
Abstract: After the economical crises in Turkey, a sharp increase in credit card ads
increasingly forced all people to buy things easily with various cards. Advertising
advocates consumption as the main, primary value in life and glamorizing and
mormalizing credit cards that is a premier symbol broke down the barriers of debt. The
narcissistic metaforic ads messages says that it is not important class differences and
persuades people to buy almost all products and services, and also creates
dissatisfactions in order to exploit them for profit and to place them in constant

198
dependence. The banks and firms collective ads encourages consuming because of it is
almost a unique way or satisfaction for us to be a real, valuable person, to behave
confidentially.. The modern media that both serves the ideological needs of business-
run society and is itself a major sector of economy, and the institution of advertising
(industry) occupy a central role in this (developing) consumerist society. Both of them
motivate people to consume and to work harder and harder. People must be driven to
consume, must be made enthusiastic to consume and must be given debt instruments for
it. This article explores the political economy of cards ads carried by the mass media
after the economical crises and is analising ads industry and the credit card
advertisements to crticize the role of its in creating consumer lust and a dependent,
fragile, depolitize, homogeneous consumerist individual. The consumerist individual
does not pay attention to political, eonomical, social concerns. Consumption distracts
the alone, alienated individuals from unpleasent living conditions and hard facts of
their economic, politic, cultural concerns and serves to mask fundemental class
differences. It reproduces class inequality, alienation, or power and also stable
consumerist identity that is strengthened in order to sell commodity and to maintain
class system.

Key Words: credit cards advertisements, consuming culture, media, the industry of
advertising, consumerist identity, media literacy, ads literacy

1. Tüketici Kimliği’ni Kontrol Araçlarından Biri: Kartlar ve Reklam Mesajları


Türkiye’nin yaşadığı 2001 yılında ortaya çıkan ekonomik ve siyasi krizin aktörleri
arasındaki finans kurumları ciddi bir gelir ve güvenilirlik kaybı yaşadıktan hemen sonra
meta ve hizmet satan kurumlarla birlikte durgunlaşan piyasaları canlandırmak ve
büyütmek üzere yeni politikalar ve stratejiler uygulamaya koymuştur. Daha önce de
reklamlar ve yüzyüze iletişim yoluyla da teşvik edilmiş olan kredi kartları yeniden
tanımlanmıştır. Kitle iletişim araçlarında yayınlanan yoğun kombine reklamlarla bir
tüketim nesnesi gibi sunulan kredi kartlarını mal ve hizmet piyasalarının hemen her
noktasında kullanabilme, edinildiği anda tahayyül etmeden görülüp arzulananları ânında
alabilme ve aldıkça alma –sözde-‘kolaylığı’ sunulmuştur. Gerçek gelir oranlarının,
özellikle düşük ücret düzeylerinin görece kısıtladığı tüketim davranışı medyadan yoğun
biçimde yapılan sayısız meta ve hizmetle kombine kredi kartı reklamlarıyla yeni bir
yöne kaydırılmıştır. Sunulan zengin metaforlarla örülü mesajlarda borçlanarak her türlü
metaı, hizmeti almanın mümkün olduğu, sosyal statünün kazanılmasının, korunmasının
ve bireysel özgürlüğün temsiline ait bir durum olduğu söylenir. Gerçek maddi yaşam
koşulları giderek daha kırılganlaşan, bireysel bir varoluş sorunu olarak deneylenirken
kredi kartı gibi sihirli enstrümanlar meta piyasalarının tek hedefi ‘en (‘in’) tüketici
olarak var olabilme’ yolunda resmî bir giriş kimliği sunmuş, tüketimi daha da kolay
büyüterek neredeyse her sınıftan, her konumdan tüketicinin olmazsa olmazı haline
getirilmeye çalışılmıştır. Tasavvursuz arzulamayı, otomatik satın almayı ve borçlanmayı
süreklileştirmenin, satın alınan metaı kişi için daha kullanmadan eskimiş kılmanın
yordamlarını arayan diğer piyasa aktörü firmalar ve beraberindeki bankalar kredi kartı
reklamlarında yoğun olarak 'kolektif reklamı’ tercih etmişlerdir. Kolektif reklam
kampanyalarında banka kredi kartları, anlaşmalı üye işyerleri ve markalar birlikte mesaj
vermiştir. Pazarda her tür metaı ve hizmeti üreten, pazarlayanlar anlaşmalı ortak
reklamlarla hemen her gelir düzeyindekilere seslenmiş, kart sahibi olmayı, mal-hizmet
satın almayı tüketici için en rasyonel davranış olarak sunmuşlardır.
Harcamaların arttığı yeni yıl kutlamaları, sevgililer günü, anneler günü, bayramlar
gibi özel günlerde, ve daha başka temalaştırmalarla üretilen çeşitli kampanya
dönemlerinde bankaların kitle iletişim araçlarına verdikleri kredi kartı reklamları ciddi
boyutlara ulaşmıştır. ‘Medya Takip Merkezi’nin 15 televizyon kanalında yaptığı

199
ölçümlere göre kredi kartlarının 2004 Eylül ayında 41.8 milyon dolar olan reklam
harcamaları, Aralık ayında 82.9 milyon dolara yükselmiştir. Aralık ayında, 15
televizyon kanalında toplam 11 bin 596 adet kredi kartı reklamı yayımlanmıştır. Reklam
harcamalarının bankalara göre dağılımında Akbank, Axess kredi kartıyla toplam 44
milyon doları aşan reklam harcaması yapmış ve ilk sırada yer almıştır. Aralık ayında bir
önceki aya göre reklam harcamasını önemli ölçüde artıran iki banka ise Advantage Card
ile HSBC ve CardFinans ile Finansbank’. Finansbank'ın Aralık ayı reklam harcaması,
bir önceki aya göre yüzde 119 artışla 11.1 milyon dolara yükselmiştir. HSBC ise yılın
son ayında reklam harcamasını, Kasım ayına göre yüzde 246 artışla 14.9 milyon dolara
çıkarmıştır. Üye işyerleriyle yapılan ortak kampanyalarda, reklam veren tarafın banka
olması halinde reklam bütçesiyle ilgili sorumluluk banka tarafından üstlenilmiştir’(25
Ocak 2005 Radikal).
Bankalar, reklamlarla kendi markaları kredi kartlarına yatırım yaparken anlaştığı
meta ve hizmet sunanları desteklemekte; firmalar da verdikleri reklamlarda anlaşma
yaptıkları bankaların kartlarına geniş yer vermekte, kullanıcılarına sözde - ‘özel
avantajlar’ (indirim, taksitli alışveriş, satın aldıkça bonus, parapuan, maxipuan, nakit
puan, chip puan kazanma, birikenleri tekrar harcayarak yine kazanma teşvikleri)
sunmaktadırlar. Verilere bakılırsa yazılı ve görsel ticari medya çok büyük reklam
gelirleri elde etmiş, bankaların ciroları ve pazara meta sunan firmaların satışları önemli
ölçüde artmıştır. GSM şirketleri ile anlaşarak mobil reklamlar (SMS) yoluyla da yoğun
reklama devam eden bankalar, kendi ‘Club’ kartlarını oluşturan firmalar, taraftar
kartlarını pazarlayan futbol klüpleri dahil tüketim endüstrisi tüketimciliği hayatın tek
amacı haline getirmek planında kredi kartları ve çeşitli reklam stratejileriyle ortak yol
yordam geliştirmeye devam etmektedir. Engel tanımaz bir tüketim politikasının parçası
olmaya mesafeli durmak hali az rastlanır bir siyasi duruş gerektirir olmuştur.
Pazar ekonomisinin can damarı olan reklam James Rorty’in çok zaman önce
belirttiği gibi “efendimizin sesini”, yararını temsil eden (McChesney, Foster, 2003)
tüketici toplumun yarattığı bir kültürdür. Toplum bu şekilde kendine olan inancını
imgeler yoluyla çoğaltarak sürdürür (Berger, 1988: 139). Bu kültürün gelişim açısına
bakılırsa, yeni sağın yükselişi, piyasanın gücünü arttıran esnekliklerin sağlanmasıyla
birlikte bireyci değerleri, kişilerarası rekabeti ve maddi gücü vurgulayan bir kültürel
değişimin üretimi; kamu hizmeti sayılan şeylerin özel sektörün kontrolünde satılan mala
dönüşmesi (Philo, Miller, 2000), sosyal hakkın, hazzın, güvenliğin ancak parayı ödeyip
öyle elde edilebildiği bir pazarın hakimiyeti desteklenmiştir. Toplumsal üretim ilişkileri
(işçi ve işveren ilişkileri) temelde aynı kalırken herkes bebek, çocuk, genç, kadın, erkek,
hatta evcil hayvan yeni ilişkiyi ifade edecek biçimde ‘müşteri/tüketici’ haline gelir.
Giderek zorlu ve kırılgan bir kimlikle tüketici kimliği ile varolabilen birey bu
alabildiğine geniş pazarda reklamın, reklam medyasının tüm özellikleriyle popüler
müşterisidir. Popüler birey/müşteri/tüketici ‘kendi çıkarı peşinde koşan, sendikasız
çalışmak durumunda olan, harcayan ve tüketen, kredi kartı kullanan, dayanışmayı spor
kulübü taraftarlığı, şirkette görev takımı, meslek grubu vb. biçiminde anlayan,
özgürlüğü benden ve benin tüketim ve kullanımından geçerek tanımlayan birey popüler
bireydir (Erdoğan, Alemdar, 2005: 216). Yaşanan bağlayıcı tüketim olgusu bir sınıf
olayı olmaktan çıkmış, tüm toplumsal sınıflarda belli seviyelerde görülen bir olgu
halindedir (Orçan, 2004).
Müşteri/tüketimci bireyleri hedefleyen reklamlar diğer pek çok kanaldan olduğu gibi,
genellikle reklam gelirine odaklı modern medya kanalıyla yayılmaktadır. Tüketim
merkezli toplumun ideolojik ihtiyaçlarına hizmet eden ve ekonominin önde gelen bir
sektörü olan ticareten bağımlı medya öylesine yapılanmış durumdadır ki reklamlar
medyanın (kaldıysa) doğrudan reklam taşımayan içeriklerine de yerleşmiştir.
Televizyonlar yayın akışının hemen her istenen yerinde ticarî reklamları programlarını
bölerek ( Reklamlar, ‘Bu Bir Reklamdır’ vb....biçiminde) ya da program içinde

200
verirken; gazete ve dergiler de asıl metinleri, haberleri sayfalar boyunca sürekli bölen
reklam metinlerine yer vermekte; reklam diğer metinleri kolayca yutmaktadır. Bu arada
reklam gelirine odaklı medya endüstrisi kendisini pazarda avantajlı durumda tutmak
için öncelikle reklam verenlerin ilgisini çekecek biçimde üretim ve sunum yapmakta,
çok güçlü reklam departmanları, reklam tekelleri oluşturmakta, reklam dernek ve
örgütlenmelerinin baş üyesi olarak çalışmaktadır.
Her yerde (işyerleri, okullar, özel, resmi kurumlar ve daha başka iletişim
ortamlarında...), her iletişim düzleminde, modern medyada piyasa güçlerinin,
firmaların, markaların ürettiği sayısız metaın sayısız reklamı ile her sınıftan insan
aralıksız karşı karşıyadır. Sayısız reklam imgesi biz hedef tüketicilere seslenip
durmaktadır. Ayrıca her türlü mal ve hizmetin tüketimine bireyler birbirini zorlamakta
ve kendileri istemli istemsiz bir reklam mecraına dönüşebilmektedir. Tüketici tükecinin
polisidir. Reklamla içiçe medya sistemi ve işleyişi sorgulanırken her defasında medya
sahipleri ve yöneticilerince kitle iletişim araçlarının en önemli gelir, kâr (bazılarınca
özgürlük) kaynağı olarak meşrulaştırılmaktadır. Metaı üretenler için nihayetinde
ürünlerinin satın alınması için sadelikten uzak, kuşatıcı yaşam tarzları, anlamlar,
algılama biçimleriyle yüklü, rasyonel ürün bilgisinden, toplumsal rasyonaliteden uzak,
tüketici seyircinin duygularını uyandırmak üzere düzenlediği duygusal metaforları
tüketiciye ileten bir ticari anlatı aracı olarak işlev görmektedir reklam. Alıcı için sözde
seçme özgürlüğü sunan, bilgilendiren imgelerdir.
‘Reklamlarla her birimize bir nesne daha satın alarak kendimizi ya da
yaşantılarımızı değiştirmemiz önerilir. Aldığınız bu yeni nesne der reklam, sizi bir
bakıma daha zenginleştirecektir —aslında o nesneyi almak için para harcayarak biraz
daha yoksullaşacak olsanız bile. Reklam, yüzeysel görünüşü değişmiş, bunun sonucu
olarak kıskanılacak duruma gelmiş insanları göstererek bizi bu değişikliğe inandırmaya
çalışır. Kıskanılacak durumda olmak, çekici olmak demektir. Reklamcılık çekicilik
üretme sürecidir. Reklam alıcıya, satmaya çalıştığı ürünle ya da olanakla çekicilik
kazanan kendi imgesini yansıtır. Bu imgeyle alıcıda, kendisinin gelecekte olabileceği
durumu özleten bir kıskançlık uyandırır. Bu kıskanılası ‘ben’i yaratan başkalarının
duyduğu kıskançlıktır. Reklam nesneleri değil toplumsal ilişkileri amaçlar. Kıskanılmak
ise mutluluk getirir (Berger, 1988: 129,131,132). Reklamda seyirci alıcının (izleyici
tüketicinin) ürünü edindiği zaman erişeceği durumuna bakarak kendini kıskanması
beklenir. O ürünle başkalarının kıskanacağı bir nesne durumuna dönüştüğünü
düşünmesi amaçlanır. Bu kıskançlık da kendini beğenme duygusunu güçlendirir
(Berger, 1988:134).
Reklamın amacı insanın içinde bulunduğu yaşamdan şu ya da bu ölçüde memnun
olmadığı duygusunu kamçılamaktır. Kişi, birey kendi özel yaşamında bir eksiklik
duymalıdır. Reklam sunulan nesneyi aldığında yaşamın daha iyi olacağını söyler. Bütün
reklamlar huzursuzluk duygusunu işler. Dahası her şey paraya dayanır; parayı ele
geçirmek huzursuzluğu yenmek demektir. Reklamın dayandığı temel huzursuzluk hangi
korkudan doğar? Hiçbir Şeyin yoksa sen de bir hiç olursun. Para yaşamdır. Para
harcama gücü, yaşama gücüyle bir tutulur. Reklamlara bakılırsa, para harcama gücü
olmayanları gerçekten kimse sevmez. Nasıl edinmiş olursa olsun parasal gücü olanlar,
olmasa dahi bir yolunu bulup harcayanlar sevilir. Örneğin Anneler, Babalar, Sevgililer
Gününde Ne Yapıp Yapıp, Para Yoksa da Kredi Kartıyla Borçlanıp, Hediyeler Alın.
Almamak bir özürdür. Gelirini Düşünmek, Borçlanabilmek Konusunda Esnek
Olmamak Neredeyse Sürdürülemez Bir Bireysel Özürdür. Örneğin Bol Bol
Kullandıĝınız Kredi Kartlarınız Yoksa Saygınlık, İtibar Beklemeyin, Özgür Bir
Tüketici Olarak Bireyselleşememiş Bir Dinozorsunuz ya da Gerçekten Görülmek
İstenmeyecek, Umutsuz Bir Beş Parasızsınız’ denilir durmadan. Hemen tüm
kanallardan, örneğin anaokuluna giden çocuğun çok renkli, çok süslü, çeşitli pahalı
giysi, kırtasiye vs.lerle donatılmış diğer çocuklarla, ebeveynleriyle karşılaşmalarından,

201
sokaklarda, kamusal alanlarda en son aldıklarını sergileyerek gezinenlerden,
mağazaların meydan okuyan vitrinlerinden, çok çeşitli iletişim ortamlarında karşılıklı
tüketim gücünü ve mekanizmalarını seyirden, alışılmış tüketimi mutlak kılma
uygulamalarından reklam, tüketim ya da kredi kartı toplumuna ayak uydurmanın nasıl
öncelikli, varoluşsal bir sorun olarak sunulduğu izlenir.

2. Bir Depolitizasyon Kurumu Olarak Reklam


Reklam insanların devlet güçlerinden, birbirlerinden toplumsal olarak yabancılaştığı
mevcut koşullarda, toplumsal tercihleri dikte eden, toplumsal statüyü pazarlayan bir
sürecin etkin bir aracıdır. Tüketici tercihlerinin gündemini belirlemede ve
yabancılaşmaya karşı, özellikle de işçi sınıfının yabancılaşmasına karşı bir antidottur.
Değişen toplumsal standartlar tarafından yönlendirilen tüketicinin kapitalist girişimin
çıkarlarına uygun sunulan malları ve hizmetleri tüketimine kanal olmuş, toplumsal
beklentilerin yeniden tanımlanmasında kapitalist sınıfın kolaylaştırıcı bir kurumudur
reklam. Bu eşlik nihayetinde, reklamın arka bekçiliğini (backguard) yaptığı modern
kapitalist toplumda kollektif aktörler, kimliklerini tüketici olarak değiştirmiştir.
Tüketiciler kontrol edemedikleri bir ekonomik sistemde sadece metaın tek başına
tüketicileri değil, politik ekonominin de aktif kurucularıdır. Tüketici hem soyut bir
bireyler topluluğu, yağdırılan malları emen uyumlu, esnek bir yaratık hem de günden
güne anonimleşen anlamsız tat ve arzularla ikna edici bir ticari dünyanın nesnesidir.
Yaşam ise Adorno’nun söylediği gibi sadece tüketimin alanı haline gelmiş bir şey.
Maddi üretim sürecinin bir eklentisi olarak onun peşinden sürüklenip giden, özerklikten
veya kendine ait bir tözden yoksun bir eklenti (Adorno, 1998:13). Bu şekilde örgütlenen
bir dünyanın etkin kurumlarından biri olan reklam medya seyircisini pasif alıcı
konumuna yerleştirirken aynı zamanda çok boyutlu bir depolitizasyon aracı olarak da
işlev görmektedir. Ekonomik, politik, toplumsal kurum, kavram ve durumları, bunlara
ait ortak sorunsalları izler kitlenin gündeminden uzak tutmaktadır. Bireyselleşmek
kaderine gönderme yaparken nasıl ve ne türlü bir bireyselleşmenin olanaklı olduğuna,
yapılması zorunlu kesintisiz seçimlere işaret eder. Yabancılaşmayı başarılı bir
bireyselleşmenin doğal bir göstergesi sayar. Sınıfsal farklılıklar üstü, bireysel tüketim
mutluluğuna bağlanan bir tür kendini gerçekleştirme masalı anlatır. J.Berger’in ifade
ettiği üzere reklam gerçeğe değil daha çok düşlere dayanır. Etkinliği ise söz
verdiklerinin gerçekleşebilirliğinden değil uyandırdığı düşlerin seyirci alıcının
düşleriyle çakışmasından doğmaktadır. Kişisel mutluluk peşinde koşmak evrensel
olarak herkesçe kabul edilmiş bir haktır. Oysa mevcut koşullar bireyin kendisini güçsüz
hissetmesine yol açmaktadır. Birey, içinde bulunduğu durumla olmak istediği durum
arasındaki çelişkiyi her gün yeniden yaşar. Reklamın aslında sunduklarıyla sözünü ettiği
gelecek arasındaki uçurum seyircinin içinde bulunduğu durumla olmak istediği durum
arasındaki uçurumla çakışır, birleşir. Ancak gerçek yaşantılarla kapatılmak yerine bu
uçurum çekicilik düşleriyle doldurulmağa çalışılır. Çalışma koşulları da çoğu zaman
insanları buna kapılmaya iter. Kadın ya da erkek çalışan düşlerinde gerçek tüketici olur.
Çalışan ben, tüketen beni, kıskanır. Reklamın yaptığı da bize kıskanılır duruma daha
gelmediğimizi ama gelebileceğimizi söylemektir (Berger, 1988:146,148, 149). Buradan
devamla söylemek gerekirse reklamın önemli bir başka toplumsal işlevi daha vardır.
İstemli ya da istemsiz farketmez, tüketimi demokrasinin yerine geçen bir şeye
dönüştürmüştür reklamcılık. Siyasal seçmenin yerine geçmektedir. Reklam demokratik
olmayan her şeyi örtbas etmeye, bu eksikliklerin bedelini ödemeye de yardım eder.
Üstelik dünyanın geri kalan kesimlerinde yer alan olayları da gözden siler. Ayrıca
reklamlara bakılırsa üstün olmak demek çatışmalardan uzakta olmak demektir.
Reklamlarda devrim bile reklam diline dönüştürülür. Reklamın aynı zamanda çok
önemli bir siyasal olgu olduğu da unutulmamalıdır. Her ürünle birlikte büyülü bir umut

202
sunulur. Kapitalizmin kültürü içinde başka hiç bir umut, doyum ya da zevk türü
düşünülemez olur (Berger, 1988: 149,153)
Bir büyük mağazanın reklam afişinde bir orkestra şefinin sadece topluluğu yöneten
kolları görülür. Hemen Altında “ALIŞVERİŞ BİR İLETİŞİMDİR” yazar. Tüm
iletişim kanalları, tüm arzu ve duygular tüketim kanalı ve tüketim nesnesi haline
getirilmiştir. Futbol takımı taraftarları holdingleşmiş futbol kulüplerinin ve bankaların
bir başka biçimde daha, ortak müşterileri haline gelmiştir. Taraftar tüketicileri daha da
iyi müşteri kılabilmek amacıyla takım fanatizmi kullanılarak, Galatasaray klübünce
sarı-kırmızı logolu MasterCard’la; Fenerbahçe klübünce de sarı-lacivert renkli Visa ile
taraftar kredi kartı anlaşması imzalanmıştır. Bankalarla yapılan kredi kartı anlaşmasına
göre cironun üzerinden belirli bir yüzde ve satılan kart başına klüpler para almaktadır.
Piyasa güçleri firmalar, reklam endüstrisi, kredi kartı endüstrisi tüketme
özgürlüğümüzün önündeki engelleri borç vererek kaldırmayı önermekte, giderek
dayatmaktadır. Özellikle 2004-2005 yılında hemen her türlü ürün ve hizmetin kredi
kartlarıyla ortak reklamlarında tam bir patlama yaşanmıştır. Ekonomik sistemin sadık
söylencecisi plastik kartlı yaşam ve tüketim tarzını okşayıcı illüzyonlarla, hediyeler,
taksitler, harcadıkça kazanılan puanlar, çekilişlerle donatarak sunmuştur. Bir mağaza ve
bankanın müşterek reklam metni şöyle kurulmuştur: “A Kart Her Gün Milyonlarca
Kişinin Hayatını Kolaylaştırıyor, Pek Çok Seçkin Kuruluşta Taksit İmkanı Sağlıyor,
Çok Çok Puan Kazandırıyor Ve Bu Puanlar Anında Para Yerine Harcanabiliyor.
Bedava Alışveriş Ayrıcalığı Sunuyor, Sürpriz Hediyeler Var. Öyleyse Siz De Hemen
Bir A Kredi Kartı Alın. Hayatı Maksimumlaştırın! A Kartınız Yoksa Üzülmeyin. B
Magazalarındaki Standlarımıza Uğrayın Başvurunuzu Hemen Alalım. Kartınız Kurye
İle Evinize Kadar Gelsin. B Magazasından Başvurur, Oradan Şu kadar Sürede, Şu
Kadarlık İlk Alışveriş Yaparsanız, Şu Kadar Puan Hediye Ettiğimiz Gibi İlk Yıl Aidat
Ücreti de Ödemeyeceksiniz. Ödemelerinizi Kolayca Zamanınızı ve Paranızı En
Verimli Şekilde Kullanarak Yapabilirsiniz.

Bir başka kredi kartı reklamı: B Card’ınızla Daha Harcamadan Önce B Kazanın!
Diyelim ki B Card'ınızla her ay belirli bir tutarda harcama yapıyorsunuz ve bu
ortalamanın altına düşmüyorsunuz. O zaman kartınızla 12 ay boyunca her ay
harcayacağınız tutarı bildirin, puanınızı harcama yapmadan peşin peşin kazanın.
Harcarken de puan kazanmaya devam edin. Düzenli Ödemelerinizi Dilerseneniz Sizin
İçin B Card’ınız Yapabilir, Üstelik B Kazanırsınız.
C Mağazasında Mayıs Ayı Boyunca M Kart'a Özel 10 Taksit ve 2 Ay Taksit
Erteleme! C Mağazasında Mayıs ayı M Kartla çok avantajlı. ..uygun ödeme
seçenekleri ile beğeninize sunuluyor. Mayıs ayı boyunca M Kartla yapacağınız 10
taksitli alışverişlerde ödemeleriniz 2 ay sonraki hesap dönemine erteleniyor. Üstelik
tek ödemelerde %7, taksitli ödemelerde %0,7 MPuan kazanma imkanınız da devam
ediyor.
Bir bankanın reklamı: Yaşam Tarzınıza Uygun Kredi Kartı Seçin. Hayatınızı
Kolaylaştıran, Size Ayrıcalık Sağlayan Ek Hizmetleri İle G Kartlardan Biri Mutlaka
Sizin İçin.
Trendy, Sıra Dışı Size Özel, Ayrıcalıklı, Hayat Tarzınızı Seçtiğiniz Gibi Kredi
Kartınızı Seçin. İhtiyaçlarınızı Anlayan, Anafikri “ANTİ-TEKDÜZELİK” Olan,
S&M Card’ın Mil Kazandırma Gibi Tüm Özelliklerine Sahip Bir Kredi Kartı. Aynı
Zamanda İçinde Bir Hayat Tarzı da Saklı: Sizin Seçtiğiniz Hayat Tarzı

Reklam bombardımanı bu şekilde devam eder. Giderek bir çok aktivite tüketicilik
rüştünün ispatı kredi kartı kimliği olmadan yapılamaz hale gelmeye başlamıştır. Ancak
borçlanmayı taahüt edene ve bunu alışverişlerle düzenli olarak gösterene dek tüketici,
kredi kartı endüstrisinden borç para alamaz. Cezbedici hediyeleri, sözde kolaylıkları

203
hakedemez. Dahası bugünün toplumsal ilişkileri içinde tüketim için borç
istenebilmesine olanak verecek kişisel ilişki, yakınlık güven koşulları fazla kalmamıştır.
Bu yüzden kısıtlanmadan, özgürce harcama yapmanın tek yolu reklam endüstrisinin
şekerler gibi paketlediği kredi kartı sektörünün (borç sözcüğünü kullanmaksızın) kredi
olarak tarif ettiği, harcamalarınızı karşılama önerisini kabul etmektir. Piyasa güçleri,
medya, firmalar, markalar kredi kartı endüstrisine hizmet etmektedir. Kredi kartı
reklamlarında kullandıkça kabul edilme, itibar görme, haz ve başarı imajları sunulurken
artık borca dair kaygılar bireyin ayıbıdır ve irrasyoneldir. Uzun zamandır kartlar bir
öneri olmaktan çıkmış ve piyasanın neredeyse şart koştuğu başlıca pazarlama ve satış
aracı haline gelmiştir. İçsel ve dışsal güdülenmelerle tüketimcilikden pay almaya
zorlanan düşük gelirliler de hedef tüketiciler arasında yerini alırken, kredi kartı borcu
olanlar da (faizlerle borcu yükselmiş olanlar da) yeniden başka kartlarla
borçlandırılmaya çalışılmıştır. Kredi kartlı yaşamın olmazsa olmazlığı söylemi
ekonomik sistemin değil modern teknolojilere dayalı gelişkin, çağdaş hayatın kendisinin
bir kuralı olarak tariflenirken bu konuda yaşanan (yüksek aylık ve çifte faizlerin kart
kullananlarca bir an gelip ödenememesi, icralar vb..) sorunlar Türkiye’deki tüketiciye
özgü ve sorgulanması gereksiz şeyler olarak tanımlanmıştır. 2001 krizinde gelirini
kaybedenler, düşük gelirleri daha da düşenler elde edeceği geliri ipotek ederek kredi
kartları ile zorunlu alışverişlerini yapmaya yönelmiş, en düşük ödemelerle bitmeyen faiz
borçlarını bilerek bilmeyerek kabul etmişlerdir. Sürekli borçluluk hali doğal bir durum
olarak sunulurken, aylık gelirin, hesabı tam yapılamayan kart boçlarına bağlanması,
yüksek faizlerin doğurduğu sorunlar sadece Türkiye’de değil dünyada tekelci piyasa
ekonomilerinin hakim olduğu pek çok ülkede tartışılan bir sorun durumuna gelmiştir.
Yapılan tartışmalar piyasaya müdahale olarak yorumlanmış, Türkiye’de finans dünyası
ile yakın olan gazeteciler ve esas işi gazetecilik olmayan ekonomi alanından bazı
yazarlar da köşelerinde devletin bu yasal, serbest ticari ilişkiler alanına müdahil
olmaması gerektiğini savunmuştur. Tüketim endüstrisinin tacirlerinin sunduğunun
aksine büyük pazar ekonomisini temsil eden ülkelerde de, örneğin Amerika’da,
Kanada’da da medyada yoğun olarak yer alan kart reklamları çözümlenmekte,
özeleştiri yapan sorunlu tüketici konu edilmektedir.

3. Mesaj: ‘Hayal Ettiğiniz Herşey İçin Bir Tek Kart’


Bir kredi kartının reklam başlığında özetleyici şu ifade geçer: ‘Hayal ettiğiniz
herşey için bir tek kart’. Bu biçimde, reklam verenler, reklam endüstrileri mal ve
hizmetlerin yanında, kolayca alınamayacak (her)şeyleri satın alma aracı olarak
pazarlanan kredi kartlarını da ‘erotize’ etmiştir. Çoktandır birey klasik politik
ekonominin ve neo klasik ekonominin ekonomik olarak kendi çıkarlarını gözeterek
kararlar alan rasyonel bireyi değildir. İnsanlar borçlanarak harcama gücünü arttırmaya
çalışmakta, tüketim nesnelerine elde ettikleri gelirden çok daha fazlasını
harcamaktadırlar. Reklamı yapılan metalar, yaşam tarzları medyanın tüm içerikleriyle,
temsil ettiği değerlerle; aralıksız verilen kredi kartı reklam mesajlarıyla desteklenir,
kışkırtılır. İyi bir yaşam, tüketmek hedefinden geçer, ve bunun için kredi enstrümanları
kullanmak normaldir, akıllıcadır mesajıyla reklamlar bireyleri piyasanın taleplerine
karşılık vermeye zorlar. Kredi kartlarına, diğer tüketici enstrümanlarına bağımlılık
günlük yaşamın doğal bir parçasıdır. Bir ülkeye, bir firmaya, bir markaya bağlı olmaya
gerek yoktur, alınması gereken çeşit çok, almak için herkes gibi boçlanmak hoştur. ilk
zamanlar parası olmadığının bir işareti olduğu için kişiler alışverişlerde sıkılarak kredi
kartını kullanmak zorunda kalırken artık elde nakit para da olsa kredi kartı ilk kullanılan
araç olmaktadır. İnsânî ilişkilerin azaldığı mutlak tüketim kültüründe maddi ve kültürel
mal ve hizmetlere yönelik yaratılan istek bu tür borçlanmayı doğal, borçlanmaya davet
eden reklam endüstrisini etkin kılmaktadır. Bu araçlar esasında piyasa ekonomisini
destekleyen, aynı zamanda önemli bir sosyal kontrol boyutu taşıyan bağlayıcı ekonomik

204
güçtür. Tüketici kredi araçları, günlük yaşamın normatif bir parçası olarak
pazarlanmaktadır. Kredi kartını kullanmayanlar alışılmadık, neredeyse toplumsal
bakımdan sıradışı kişiler olarak konumlanırken, medyadan durmadan akan yoğun
reklamlar kredi kartı kullanmanın sosyal yararları olduğunu söylemektedir. Çeşitli
maddi, kültürel nesnelerin satın alınması, gerçek anlamda sürekli bir toplumsal statü
elde edip etmediğinizi örten bir işlev görebilir. Bunun neticesinde ‘hayal ettiğiniz
herşeyi almak/hakedebilmek için merkezi bir hâl alan tüketimcilik kimliği ile sistemi
muhafaza etmek, eleştiri mesafesini ve eleştirel duruş zeminini tümden yitirmek
farkettirilmeyen bir bedeldir. Tutumluluk, kendini kontrol edebilmek, özveri, bazı
şeylerden feragat edebilmek gibi değerler, piyasanın sözcüsü reklam sektörünün, ve
yine tüketim mesajılı içerikleriyle medyanın, hedef ve stratejilerine uygun
bulunmamaktadır. L. Klein’e bakılırsa ‘ekonomik sistemle toplumsal değerler
arasındaki ilişkinin geleceği hala plastik kartlarda yatmaktadır (Klein, 1999).

4. Kitlelere Mesaj: ‘Sınıfsal Farklılıkları Unutun Herkes İçin Bir Kart ve Sayısız
Ödül Var’
Üretim değil tüketim merkezli bir toplum olmanın işareti olarak sınıf temelli satın
almadan kitle temelli satın almaya doğru bir değişme olmuştur. Plastik kartlar ve
bunlara ilişkin etkili metaforik reklamlar tüketim bağımlılığını, ekonomik sistemin
araçlarına ( geniş borç limiti, indirimler, taksitler, hemen al sonra öde, çok alış veriş
yap para-puan kazan gibi teşviklerle ) borçlanarak esir olmanın kaçınılmazlığını temsil
ederken aynı zamanda bu yolla sınıfsal farklılıkları aşabilmenin ortak bir modern
bireysel tüketici kimliğinde buluşmanın esas hedef olduğunu söylemektedir. Bu düz
çizgide yaşamın görünüşe dönüştürülme stratejisine koşut, ironik biçimde kredi kartları
reklamlarda para harcayarak kazanılan puanlarla güzellik ameliyatları gerçekleştirilmesi
esprisi ile de teşvik edilir. Karikatürize edilerek, gülmece ve daha başka etkili
metaforlar aracılığıyla söylenir: harcayarak herşey olur, herşeye dönüşür, her şeyi
alırsınız, her türlü kolaylığı elde etmeyi, sürprizleri hakedersiniz. Harcayabilme gücünü
gözden geçirmeyi düşünmek, bir tereddüt bile ürpertici bulunması gereken bir kötü
düşüncedir. Ulaşılamaz güzellik, keyif vs...yoktur sadece harcamak için çabalamamak
vardır. Aileden, dostlardan, işverenden borç almak gereği ve utancı olmadan
kazanacaklarınızı ipotek edin daimi bireysel borç enstrümanlarını edinin. Toplumsal
statü ve prestijin işaretlerine ulaşmanın önündeki tüm engeller aşılmıştır. Sürekli
tüketimciliği teşvik etmeye dönük her türlü mekanizmanın oluşturulması örgütlü, planlı,
ortaklaşa hareket eden piyasanın değişmez hedefidir. Medyadaki kombine kart
reklamları, ya da herhangi bir ürün ya da hizmeti alırken ‘şu ya da bu karta taksit’
dayatımı tüm pazar güçlerinin (reklam verenler, reklamcılar, yoğun bir reklam mecraına
dönüşme yolunda durmadan stratejiler oluşturan, arayan medyanın..) sıkı bir biçimde
ortaklaşa hareket ettiğinin somut bir örneğidir. Topyekun önerdikleri plastik kartlar,
bireyleri güçlü, güvenilir, kabul edilebilir olma kimliğine kavuşturan bir semboldür.
Tümüyle tüketim uzamına dönüşen yaşamda yalnızlığı örtmek, asla çerçevenin dışına
düşmemek için bu sürate ne yapıp edip ayak uydurmak tek seçenekdir. Para, mal,
hizmet, imaj pazarlayanlar çoktan satın alma seçeneklerini belirlemiş durumdadır. Bir
ürünün ya da hizmetin bilgisi sorulduğunda verilen ilk yanıt genellikle kaç taksitle
kredilendirildiği, hangi kartın uygun olduğudur. Yaşamın her alanına ilişkin
yapılacaklar, alınacak her türlü mal ve hizmetler, iyi tüketici seyirci olmanın ödülleri,
anlam düzlemleri geniş reklam metinlerinin kontrol stratejilerine uygun olarak
durmadan sıralanır:

Gündelik hayatın bilgisi, her durum, her konumdaki birey, reklamların ve plastik
kartlara ilişkin kombine mesajların kuşatması altındadır: S&M Visa kartı Garanti

205
bankası ve Türk Hava Yolları’nın ortak kredi kartıdır. Kartla alışveriş, THY ile uçuş
size hediye mil kazandırır. Üye kuruluşlardan mil kazanır, taksitle alışveriş
yapabilirsiniz. M&M kartınıza bu miller aktarılır ve THY’den bedava bilet
alabilirsiniz. Havaalanında indirimli otopark, servis hizmeti, araca o esnada sigorta
güvencesi, eve camcı, çilingir vs..araç muayenesi çağırma, tiyatro, konser vs..için
rezervasyon yaptırma ve bilet aldırma, yurt dışında kartınızı kaybederseniz de
telefonla yardım alabilmek gibi, ekstre bilgilerinizin cep telefonundan iletilmesi gibi
servisler de (indirimli, ücretli, ücretsiz hizmetler) alırsınız.
Dışarda kimse kalmayacak biçimde herkes kart toplumuna dahil olsun: ”
Çocuğunuzu Garanti Mini Bank üyesi yapın (vadesiz hesabınızdan ya da kredi
kartınızdan gelecek garantisi), hem eğlenme hem öğrenme fırsatı, mini bank kartına
ve sürpriz hediyelere sahip olsun. Mini gazete okusun, mini bank kulüp etkinliklerine
ücretsiz katılın, anlaşmalı şu yerlerin de müşterisi olun, indirim ve ekstra bonus
kazanın!” Bir diğer örnek: Bankanın reklam broşürünün ön kapağında (üniversite
parası) ‘Biriktirmek istiyorum’ diyen anneye genç kız ‘Harcamak istiyorum’ diyerek
diklenmektedir. Aynı diyaloğ arka kapakta baba- oğul arasında geçmektedir. Bu
gençler için de, ebeveynleri için de çözüm hazırlanmıştır: Bonus Kontör Card. Para
kazanan ebeveynler ve onların kaynağından kendi başına harcama yapması istenen
gençler tarif edilerek 12-18 yaş grubuna tüketici kimliğini kazandırma savaşının bir
başka enstrümanı genç bank (g’bankası) müjdelenmektedir: G bankasının genç bank’ı
“gençlere fırsat, indirim, hediyeler sunan bir bankadır”. Ebeveynlerince adlarına hesap
açtırılıp, harçlık yatıran 12- 18 grubu gençler harçlıklarını B Kontör Card’larıyla
istedikleri gibi çekip harcarlar. Alışveriş yaparlarsa her alışverişten bonus kazanırlar,
biriktirip beğendikleri şeyleri bedavaya getirirler. Bedava t-şhirtler, gömlekler, dergiler,
cd’ler...Cafe’lerde bedava yiyip içer, sinemaya bedava giderler. B Card program
ortaklarından ekstra bonus kazanır, kazandıkları puanlarla isterlerse Bcardshop.com’dan
da alışveriş yaparlar”. Bir başka teşvik daha sunulur:Gençler g’bank’a üye olursa B
Kontör Card’ına 5 YTL hediye para, arkadaşlarını da üye yaparlarsa her defasında 3
YTL hediye para verilir. İşlemlerini internetten, telefondan yapmaları da önerilir. Anne
babalara -sözde kolaylık olarak- herhangi bir banka hesabından ya da kredi kartından
çocuklarının hesabına haftalık, aylık düzenli ödeme talimatı vermeleri önerilir.
İlkin çocuklar için minibak hesabı önerilen reklam metninde bir sonraki adımda
kentli anne babaların birlikte yaşadıkları (genellikle orta eğitimdeki) 12-18 yaş grubu
çocukları için harçlık belirlemek ve harçlık vermek gibi bir sorunu varmışçasına banka
kartı vermek üzere genç bank önerilmektedir; bunun hemen devamında Ünibank’la da
üniversiteli gençler hedef müşteri/tüketici grubu olarak kategorilendirilmektedir:
“Üniversiteli için bankacılık G Ünibank. Üniversiteli ne isterse bedavaya getiren
banka!. Ünibank’ta tam sana göre bir de kredi kartı var: B Card. B Card’ını bol bol
kullan, bol bol kazan. Üniversiteli için bedavası en bol kredi kartı. Ünibank’ta B
Card’ın tasarımı da çok farklı. Türkiye’nin İlk şeffaf kredi kartı! Köşesi de yuvarlak.
Ayrıca 4 farklı kart tasarımından istediğini seçebiliyorsun! Seç! bedava alışverişe
hemen başla. B Kontör Card, vadesiz hesabına bağlı banka kartın! Hesabındaki
paraya bu kartla istediğin zaman ulaşabilir, bankanın ATM’lerinden para
çekebilirsin. Ayrıca B Kontör Card’la hesabındaki para kadar alışveriş de
yapabilirsin. Çünkü B Kontör Card, alışverişlerde nakit para yerine geçer. Kartını bol
bol kullan, bol bol Bonus kazan!. Kıyafetleri, yemekleri, kitapları, biletleri, cd’leri ve
istediğin birçok şeyi bedavaya getir.!. Ünibank’la günlük hayatında zamanını alan
birçok bankacılık işlemini artık daha kolay ve hızlı. HARÇ KUYRUĞUNDA
BEKLEMEYELİM..FATURALARIMIZ OTOMATİK ÖDENSİİN, HARÇLIĞIMIZI
ÇOĞALTALIM, BİR TIKLA BANKAYA GİDELİM, BONUS’LA ALALIM
TAKSİTLE ALALIM!, BEDAVA ALIŞVERİŞ YAPALIM!, PARAMIZ BİTSE BİLE

206
FATURALARIMIZ ÖDENSİN!, BİZ GEZERKEN PARAMIZ ÇALIŞSIN, BEDAVA
YEMEK YİYELİİM, GEZELİM TOZALIM EĞLENELİM!!”
Reklam metninde ‘bedava’ bir hayat imgelemi oluşturulurken yıllık kart ücreti
ödemek, taksitli alışverişlerde aylık tutarı üzerinden taksitli işlem ücreti ödemek,
borçları asgari ödemek zorunda kalınırsa uygulanacak borcu durmadan çoğaltacak
faizleri, gecikmeli ödendiğinde uygulanan abartılı çifte gecikme faizleri, ödeme
yapmayıp kart kullanıma kapatıldığında da faizlerin durmadan katlanarak işlemesi gibi
sayısız durumla karşı karşıya kalmak anılan şeyler reklam metin örgüsüne girmez. Mal
ve hizmetleri satabilmek için her türlü stratejiyi deneyen endüstrilerin reklamlarında
tüketim özgürlüğünü temsil eden bir mutluluk hapı gibi sunulan kredi kartı kişiye
gerçek gelirini hesaplayarak kullanma olanağı vermeyecek biçimde tasarlanmış bir
borçlanma aracıdır. İşvereni, profesyonel çalışanı, az ya da çok düzenli ücret geliri olan
herkesi, çalışanları, çalışmayanları, emeklileri, lise, üniversite öğrencileri bankaların
kendi verdikleri kredi kartlarını ve uluslararası kart sistemlerine bağlı olarak
çıkardıkları kredi kartlarını kullanmaya çağırılır. Yaşamsal gereksinimler olarak
sunulan en son, en yeni (çoğu az değişmiş, biraz daha farklı paketlenmiş, bir kısmının
gerekliliği tartışılır) malın ve hizmetin satın alınabilmesi için pazarın reklamını yaptığı
[bireyin varoluşunu tehdit edebilecek kadar anlamlarla kuşatılı] her türlü metaı
alabilecek durumda olamamak korkusunun yenilebilmesi için kişi [bir başınalığı
içinde], sürekli ve çok tüketebilmenin yordamını gösteren her türlü koşulu bir kolaylık
olarak kabul etmektedir.
Dev uluslararası şirketlerle ortaklıkları giderek büyüyen bir çok holdingin değişik
sektörlerde mal ve hizmet satan firmaları müşteri bağlılığını sağlamak üzere kendi
‘Club Kartları’nı çıkardıkları gibi farklı bir teşvik ve ödüllendirme taktiği olarak
gerektiğinde de tüketiciyi birbirlerine yönlendirmektedirler. Bu işbirliğine ait ortak
reklamlar basılmakta, yayınlanmaktadır. Koç Holding’in akaryakıt şirketi Opet’in
benzin istasyonlarında kullanıma sunduğu Club kartı ile yine aynı holdinge ait dev
alışveriş magazaları Migros’un Club kartının köşelerinden birleşip kanatlandığı yarım
sayfalık reklamlarda kart sahiplerinin kredi kartlarıyla kazandıkları puanlara ek olarak
bu iki yerde harcama yapıp puan kazanabileceği, sonra hangisinde isterse
harcayabileceği duyurulur (Cumhuriyet, 29 Nisan 2005).
Bilgisayardan, gıdaya, yatak çarşafından, güzellik merkezlerindeki zayıflama
kürlerine kadar sayısız ürün ve hizmetlerin hemen tamamının reklamlarında anlaşmalı
hangi bankaların kredi kartlarına çok sayıda taksit yapıldığı öncelikle ilan edilmektedir.
Taksitle alışveriş yapanların bu kartlara sahip olmaları şart koşulmaktadır. 90’lar
sonlarına kadar genellikle tüm ödemenin bir defada kredi kartı ile yapılması yerine
peşin ödenmesini tercih eden ya da senet imzalatarak taksitlendirme yapan firmalar
özellikle 2000-2001’den itibaren reklamlarında ürün ve hizmetlerini anlaşmalı
bankaların kredi kartlarına iki yıla uzanan taksitlerle, promosyonlarla pazarlayan
reklamlar vermişlerdir. Televizyonlarda ve basında sayısız ortak reklam yayınlanmıştır:
hemen her yerde kredi kartıyla alışveriş bitmeyen çok prestijli bir oyun, oyuna katılanlar
sonsuz mutlu olmakta; harcayıp borçlandıkça harcanacak (para puanları, vb.) ödülleri
hakederek keyifle dolmaktadır. Alışveriş ettikleri mağazalarda kredi kartlarını
uzattıklarında hayranlık dolu, alkışlayan bakışlarla karşılanmaktadırlar. Bu biçimde
diğer pek çok şeyin daha satın alınabileceği duygusu beslenirken esasında, en önce
gerçek geçinme problemlerini ağırlaştırabilen bir borçlu kimlik kartı sunulmaktadır.
Buna karşılık, gelinen noktaya bakılırsa çoğu çalışanın henüz eline geçmemiş ücret
gelirlerini teminat göstererek, tüketebilme düzeyi ve tüketebilen kimliğini bu araçlarla
sürdürme hali [ tam da istenildiği gibi ] şimdi sıradan bir durumdur.
Çeşitli nedenler üretilerek hiç bitmeyen kampanyalar yapılmaktadır. A mağazasında,
hipermarketinde B Card’a 22 ay taksit, B Card’ın Plus ve Premium’una sahip olanlara
yüzde yüz fazla bonus fırsatı. B Card sahiplerine 11 taksit ancak şu kadar fazla alışveriş

207
yaparsa peşin fiyatına 20 taksit, diğer kartlara 6 taksit, vb. C Bank Kredi kartıyla
yapacağınız şu miktar harcama ile şu marka araba çekilişine katılacaksınız, anlaşmalı
işyerlerinde alışveriş yaparsanız şansınız üçe katlanacak, ayrıca televizyon, kamera,
hediye çeki gibi hediyeler dağıtılacak. Hemen kredi kartı alana bir çekiliş şansı daha
verilecektir. Bir başka kolaylık bu kez M kartı olanlara B mağazalarında ev eşyası,
elektronik, oyuncak, tekstil, kozmetik, pet-shop, çiçek, kırtasiye alışverişlerinde vade
farksız, kart limitinizi düşürmeyen taksitlendirmeler yapılmaktadır. Böylece daha başka
şeyleri, daha çoğunu alabilme daha çok borçlanma imkanı doğmaktadır. Bankaların
anlaşmalı olduğu yerlerde alışveriş tutarına göre taksitlendirmeler azalıp çoğalmakta,
kartla tek ödemelerde puan kazanılmakta, hangi kartla hangi anlaşmalı firmanın hangi
tarihlerde ürünlerinden ne kadarlık alışveriş yapılırsa hediye çekilişlerine katılma fırsatı
ve hangi markalı ürünlerin kazanılacağı ilan edilmekte, taksit erteleme olanağı
sunulacağı vb. sayısız taktik uygulanmaktadır. İndirimler ve beraberinde kartlara
taksitlendirmelerden yola çıkan, ve satın aldıkça karta hediye para puanların eklendiği
kampanyalar kesintisiz hale getirilmiştir. Bankalar kredi kartı kullanıcılarına farklı
reklamlarla durmadan aynı şeyleri söylemektedir. ‘Bonus Kampanyalar’ından birini
daha devreye sokan bir büyük bankanın televizyon reklamlarında en son ‘Külkedisi’
masalını metafor olarak kullandığı kampanyasının adı ‘Külkedisi Bonusu’dur:
Külkedisi’ne parası değil iyi bir kalbi olduğu için yakışıklı prensin davetine ödünç güzel
bir kıyafetle katılabilme armağanı sihirle verilirken, burada kredi kartı sahibi olup bol
bol alışveriş yaparak puan toplanması ve onu da bildirilen saatte harcayarak kendi
sihirini yaratması istenir, yoksa kazanılan puanlar balkabağına dönüşecektir. Bonus
masalı buna uygun kurulmuştur: ‘Cuma akşamı, saat 12’yi gösteriyordu. Külkedisi’nin
hafta içi kazandığı bonuslar birden bire 2 katı oluvermişti! Bütün hafta sonu
mağazaların büyülü dünyasında 2 kat bedava alışveriş yaptı. Eğer harcamazsa, pazar
gecesi tam saat 12’de, 2 kat bonuslar, yine eski haline dönecekti. Tâ ki bir sonraki
haftasonu gelene kadar.’ Bir bilgi ilave edilir: ‘Bonus Card program ortaklarından
hafta içi toplam 100 YTL ve üzerinde alışveriş yapan Card sahipleri, bu alışverişlerinde
2 misli bonus kazanacaklar. Kazanılan ekstra bonus, o hafta sonu yapılan alışverişlerde
harcanmazsa iptal edilecek. Her pazartesi kampanya yeniden başlayacak ve ilerleyen
haftalarda devam edecektir’ (17.06 2005).
Kredi kartı kullanarak tüketimi, tüketim bağımlılığını arttırmayı hedefleyen
kampanyalarda bazı aksamalar da olmuştur. Nisan 2005 itibariyle (tüketiciyi koruma
derneğinin tepkileri, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu’nun uyarıları üzerine)
gıda ve akaryakıt harcamalarında yapılan taksitlendirmeye son veren bankalar bu kez
harcama karşılığında taksit yerine puan, kontör, nakit para, ürün gibi hediyeler verilen
kampanyalar başlatmışlardır. Kredi kartına, alışveriş sayısı ve harcama miktarlarına
göre ne kadar puan, para, kontör verileceği basın ve televizyon reklamlarından bitmeyen
kampanyalar halinde duyurulmaktadır. Buna karşılık bazı piyasa aktörleri tarafından
ekonomi sayfalarında nakit alışverişlerin sakıncalar taşıdığı, kayıt dışı ekonomiye karşı
kredi kartlarının yoğun kullanımının desteklenmesi gerektiği öne sürülmüştür. Bu arada
kart reklamlarıyla ve yüzyüze iletişimle yetinmeyen kurumlardan G Bankası Bonus
kredi kartıyla düzenli harcama yaparken son birkaç ay içinde ‘kartını kullanmayan veya
tercihlerini başka yöne kaydıran müşterilerini yeniden kazanmak için’ bu kişilere,
üzerinde ''Kredi kartınız uzun süredir kullanmadığınız için tozlanmıştır. Umarız bu
bezle tozunu alır yeniden kullanmaya başlarsınız'' notu ile bir toz bezi göndermiştir.
Amaç ‘duygusal bağ kurmaktır’( Milliyet, 05.10.2005). Başka bazı kurumlar bu
duygusal bağdan emin olmak için promosyonla kredi kartı vermek uğraşına girişir, kart
başvurusunu yapanlara kulaklıklı radyo, bel çantası, sırt çantası gibi hediyeler dağıtır.
Böylelikle reklamlarla, doğrudan iletişim ve promosyonlarla kitlelerin ortaklaştığı
tüketimci kimliğine seslenmek ve sürekli uyarmak politikası başarıyla sürdürülür.

208
5. Tüketici Kitlelerine Reklam Kuşaklarını İzletmek İçin Bir Yeni Strateji
Seyirci tüketiciyi kuşatmak, bir an bile gözden kaçırmamak, öncelikle para, zaman,
enerji, zihinsel performans gerektiren, gösterilmesi için emek verilen tüketimi yaşam
odağı haline getirmek için, zengin metaforlarla örüntülü yoğun reklamlarla kredi kartı
bağımlılığını kurmak yeterli olmamıştır. Reklam kuşaklarını takip edenlere hediye
vererek izleyicinin sürekli arzulayan tüketimci kimliğini aralıksız beslemek üzere bir
başka strateji televizyonlarda uygulamaya konulmuştur. Reklam kuşağında yer alan bir
ürüne, markaya ilişkin soruları izleyenler, öncelikli işlevi bireysel iletişim gibi görünse
de bir mal ve hizmet pazarlama, reklam aracı olarak tüketiciyi yönlendiren cep
telefonundan (Turkcell hatta) kısa mesaj yollayarak yanıtlamakta ve hediye çekilişine
katılmaktadır. Haziran 2005’de Show TV’de ‘Zappara Reklamını Bul!’kampanyası
başlatılmıştır: ‘Günboyunca Show TV’de yayınlanan reklamları takip edin Zappara
tanıtımını gördüğünüzde, sıradaki reklamın markasını cep telefonundan kısa mesajla
(SMS) gönderin. 5 dakika içerisinde markayı doğru bilirseniz, kazandığınız ‘Zappara’
cebinize SMS ile gelecek gönderdiğiniz mesaj yanlış ise telefonunuza bir
bilgilendirme mesajı gelecek. Kampanya süresince ay boyunca en çok Zappara
toplayan 1 kişi Kia araba, 10 kişi Scoeter, ve 10 kişi Notebook sahibi olacak. Ayrıca
her gün en çok Zappara toplayan bir kişiye bir LG F2100 cep telefonu hediye. 30 gün
boyunca 30 cep telefonu da sahibini bulacak!. Bir ayın sonunda en çok mesaj
göndermiş olan 1 kişi daha Kia Cerato Comfort’un direksiyonuna geçecek! Doğru
bildiğiniz her Zappara markası prime time’da 20 Zappara kazandıracak. Diğer
reklam kuşaklarında her doğru cevap 5 Zappara demek, her reklam kuşağında yanıtı
en hızlı gönderen 100 kişi 10 kat Zappara kazanacak. Bu da prime time’de 200, diğer
reklam kuşaklarında 50 puan demektir.
En büyük medya grubu durumundaki Doğan Medya’nın yaygın televizyon
kanallarından biri olan Kanal D de ‘reklam puan logolu markayı bul Avea ‘nın x
numarasına gönder hediyeleri kazan’ başlıklı kampanyaya girişmiştir (Ekim 2005). Bu
uygulamanın öncesinde Kanal D ve Sabancı Holding’in uluslararası ortaklıklarından
biri olan CarrefourSA hipermarketleri müşterilerini çoğaltma hedefine yönelik başka
ülkelerde de uygulanan farklı bir reklam, promosyon kampanyası denenmiştir: ‘sihirli
şifre’ adı verilen kampanyada alışveriş merkezinden belirtilen ürünlerden her beş
YTL'lik alışverişe karşılık bir 'sihirli şifre kartı', Sabancı Holding’e ait Akbank kredi
kartı ile yapılan ödemelerde 2 sihirli şifre kartı verilmekte, Kanal D ekranında saat başı
üç dakika süreyle yayımlanacak olan kırmızı ışığa tutulduğunda kişiler kazandıkları
alışveriş çekini görebilmekte, kart üzerindeki şifreyi cep telefonundan kısa mesajla
göndererek günlük, haftalık hediye çekilişlerine katılma, kazanma şansı elde
edebilmektedir. Her gün bir çekiliş yapılarak elektrikli süpürge, dijital fotoğraf
makinesi, mutfak robotu, cep telefonu ve uçak bileti, her hafta yapılacak çekilişle, bir
kişiye çeşitli markalarda araba, plazma TV, kamera ve tam pansiyon tatil olmak üzere
toplam 2 bin 555 adet hediye ve alışveriş çekleri verilecektir. Tüketiciyi en güncel, en
çok pazarlanan ürünlerin ve markaların hediye edileceğini bu yarışa katılmaya hazır
seyirci tüketiciye ilan eden, hem televizyon izlenirliğini, hem de reklam izlenirliğini
arttırmayı hedefleyen bu kampanya televizyon kanalının genel yayın yönetmeni ve
hipermarketin genel müdürünün ortak basın toplantısıyla duyurulur. Medya grubunun
(DMG) gazetelerinin de haber yaptığı toplantıda tv haber genel yayın yönetmeni
kampanyanın promosyon dünyasında fark yaratacağını, genel müdür ise ilk kez
İspanya’da denedikleri bu yöntemle kâr ve müşteri sayısında artış beklediklerini ifade
eder (Radikal, Milliyet, 15 Mart 2005).

209
6. SONUÇ

Salt kendi merkezli bir çizgide, tüketimcilikle anlam bulabilen bir bireyselleşmeyi
en büyük mutluluk olarak kurgulayan reklamlar, kombine kart reklamları, gezinen
tüketimci seyirciyi hediyelerle bağlayan reklam kuşakları tüketimciliği kollektif kimlik
haline getirmeye çalışan piyasa, reklam endüstrisi ve medya ortak çalışmasının anlam
çerçevesi dar, kendiliğinden bir politika uygulaması değildir. Teknolojik gelişmelerin
kolaylaştırdığı üretim ve dağıtımın giderek hızlanmasıyla, reklam merkezli medya,
pazarlama ve reklam endüstrisiyle mutlak tüketime odaklı bir toplum yapısına yol
alınmıştır. Öyle ki bu yapılanma çizgisinde sınıfsal farklılıkları örtme projesine uygun
bir tüketim kültürü kurgulanırken kişiler kollektif kimlikleriyle toplumsal, siyasi
görüşlerini ifade edebilmekle değil, daha çok tüm olanakları zorlayıp sergiledikleri
tüketimle ancak (sözde) özgür bireyler olabilmek yarışındadır. Toplumsal, siyasi
görüşlerin varlığı ve ifadesinden çok daha hayatî güdülenmeler öne çıkmaktadır.
Tüketim, bireylerin kendilerini görünür kılabilme, anlık da olsa yalnızlığını
hafifletebilmesinin zemini olarak sunulmakta ve kavranılmakta, bu esnada tüketim
kültürünün aralıksız üretilip dağıtılan imajlarla çerçevelenmiş her türlü gerekli gereksiz
nesnesi sınıfsal farklılıkları maskelemeye, ekonomik sistemi korumaya hizmet
etmektedir. Kapitalizmin ideolojisi seyirci tüketicinin sistemi muhafaza etme yönündeki
bilinç üretimine katılımını sağlayacak biçimde tüketim kültürünü koruyacak reklam
kurumunu ve ayrıca kitle iletişim araçları gibi kurumları(nı) yapılandırmaktadır. Piyasa
toplumunun aktörleri temsil alanı ve pazarlama kurumları medya, reklamlar ve tüm
diğer medya ürünleri bu tüketimci siyasetin, ekonominin temsil alanlarıdır. Nitekim
medya genel yayın yönetmenlerinden bazılarının açıklamaları özetlenirse ‘sıkıcı siyaset
haberlerinden kitleler bunalmıştır, en güzel tüketim nesnelerinden, imkan ve
mekanlarından, eğlenceden haber vermek gerekmekte ve zaten gereği yerine
getirilmektedir’. Genellikle bu anlayışla yapılandırılan medya kurumları iyi
yapılandırılmış reklam yönetim departmanları reklam verenlerle, reklam ajansları ile
yakın ilişkiler içerisindedir. Ulusal, uluslararası reklam örgütlerinin üyesi, temsilcisi
olarak reklam festivalleri, ilan yarışmaları, reklamla ilgili her türlü etkinliğin
düzenleyicisi olarak çalışmaktadır. Reklam sektörünün daimi bir parçası olan medya
gruplarının reklam grup başkanlıkları bu sektörde strateji ve politikaların
yapılandırılmasına en etkin biçimde katılma, yön verme uğraşı içerisindedir. Örneğin
Doğan Medya grubunun gazetelerinden Milliyet Cannes Uluslararası Reklam
Festivali’nin Türkiye temsilcisidir. Medyanın reklam pazarlama koordinatörleri bu
etkinliklerin içinde dünya reklamcılığının ‘küresel yerine, yerel düşünüp, yerel
davranmasını’ tartışıyor. Türkiye’de medya gruplarının televizyonlarında reklam
kuşaklarının yanında ve her türlü diğer ürünleriyle sayısız reklam mesajı
yayınlanmaktadır. Grupların büyük gazete dergi basım yayıncılık kurumları, farklı yaş
gruplarına, cinsiyetlere, ilgi alanlarına göre tamamen reklam temelli alışveriş rehberi,
alışveriş dergileri yayınlamaktadır.
Türkiye’de gelir dağılımı bozuk olmakla birlikte çeşitli gelir grupları değişik
ölçülerde tüketim kültüründen payını alma, tüketim toplumu olma yolunda
ilerlerlemektedir. Reklam ve diğer tüketim mesajları herkese, durmadan, sınıfsal
farklılıkları örten gözalıcı kostümler sunmaktadır. Tüketim endüstrisinin başlıca temsil
araçlarından biri kredi kartları da reklamlarda tüketim hazzının anahtarı olarak
sunulmaktadır. Üretilen bir en temel anlam: Tüketemezseniz, borç almazsanız,
ödeyemezseniz en önemli bir kimliğiniz de olamaz. Yapısal bir işsizlik, yalnızlık
dünyasında hiç kimsenin kendini güvende hissetmediği, giderek daha güvenliksiz ve
kestirilemeyen bir dünyada (Bauman, 2001) her türlü duygunun, ortaklık ve
bağlılıkların tüketim nesnesine dönüşümüne tanık olunmaktadır. Siyasal, toplumsal
kaygıları ortaklaşa tartışmak üzere örgütlenen mücadele alanları çoktan kurutulmuştur.

210
1960’lar ve erken 1970’lerde tüketim kültürü eleştirisi politik söylemlerin bir parçasıdır.
Nitekim Frankfurt okulundan etkilenen Yeni Sol’un elemanları ve diğerleri eleştirilerini
yeri geldilçe ortaya koymuştur. Radikal politik ekonomi mülkiyetin üretim ve
dağıtımındaki yabancılaşmanın yoğun bir eleştirisinde kalırken tüketim alanının
çözümlenmesi projesi terkedilmiştir. Bugün pek az sayıda ekonomist nasıl tüketiyoruz,
sınıfsal eşitsizliği, yabancılaşmayı, iktidarı yeniden nasıl üretiyoruz sorusunu
sormaktadır (Schor, 1999). Emek süreçleri, işgücünün konumu, gerçek geçinme ücreti
gibi toplumsal üretim ilişkilerinin yansımaları üzerine düşünme geleneği
dışlanmaktadır. Mevcut neo-liberal yerel, küresel ekonomik ve siyasal örgütlenme ve
söylemler bunun muhafızlığını ayrıca, mevcut düzen içinde tüketimci kimliği (en
önemli referans düzeyi) için yarışan bireylere, reklamlara, reklam aygıtı medya
kurumlarına yaptırmaktadır. Bu yapı ve politikalar bugün sürerken toplumsal üretim
ilişkilerini de temsil eden, kapitalist ekonominin baş sektörlerinden modern medyanın
işleyişi ve kullanılışı ile ilgili olarak farkındalık, çözümleme, düşünme ve eylem
isteyen, kredi kartı ve reklam toplumu olmaya karşı çıkan medya okuryazarlığı hareketi
ve buna dahil medya eğitimcileri, medya aktivistleri, medyada reform diyenler, reklam
karşıtları, çevreci vb. gruplar, dünya ölçeğinde örgütlenme yolunda çaba içine
girmişlerdir. Örneğin Kanada kaynaklı uluslararası bir reklam karşıtları organizasyonu
ADBUSTERS Reklam sektörünün kapitalist küreselleşmeye, kapitalist ekonomiye
hizmet ettiğini, reklamların, medyanın tüm üretimlerinin amaçları, araçları, içerikleri, ve
ideolojilerinin gözden kaçırılmaması gerektiğini vurgularken, aktif, eleştirel bir medya
okuryazarlığı ve bunun prensipleri için uğraş vermeye çağırmaktadır. Ayrıca tüm
dünyaya 5 Nisan -1 Mayıs (2005) tarihleri arasında televizyonlarını kapatma çağrısında
bulunmuştur. Daha gerilere gidilecek olursa 1990’da Unesco 40 ülkeden medya
eğitimcilerini davet ederek medya eğitiminin önemi konusunda girişimde bulunmaya
çalışmıştır. Bugün medya eğitimi bir ders olarak değerlendirilmektedir. Reklam
okurluğu üzerinde çalışılmakta, reklamın hayatımızdaki yerini anlamak ve
sınırlandırmak için ilkeler belirlenmektedir.
Medya okuryazarlığı hareketi hızla büyüyen bir ilgi alanı, ve amacı insanları
kuşkucu, farklı gerçekleri kavrayabilen bilinçli bir medya kullanıcısı olarak eğitmektir.
Esasen medyayı, medya ürünlerini, reklamları çözümleyici bir bilinçle okumak
kapitalist sistemden ve onun ticari gündeminden ayrı okumak değildir. Nitekim medya
sistemi esasında nasıl işliyoru açıklamaya çalıştığı ve insanların daha iyi bir medya
sistemi için uğraş vermesine önayak olduğu müddetçe bu hareketin önemli bir
potansiyel içerdiği (McChesney, 1999) söylenebilir..

Kaynakça:
Adorno, W. Theodor (1998), Minima Moralia, Sakatlanmış Yaşamdan Yansımalar,
(Çev: Orhan Koçak, Ahmet Doğukan), Metis Yayınları, 1998, İstanbul.
Bauman, Zygmunt ( 2005), Bireyselleşmiş Toplum, (Çev: Yavuz Alogan) , Ayrıntı
Yayınları. İstanbul.
Berger, John (1988), Görme Biçimleri, (Çev: Yurdanur Salman), Metis Yayınları
3.Basım: Kasım 1988, İstanbul.
Crawford, Tad, Subliminal Seduction of Credit Cards.
http:// www.allworth.com/Articles/article08.htm.
Dağtaş, Banu (2003) Reklamı Okumak, Ütopya Yayınevi, Ankara.
Dündar, Can (2005) ‘Reklam Artık Sütyenin İçinde’ Milliyet, 23.06.2005
Erdoğan, İrfan, Korkmaz Alemdar (2005) Popüler Kültür ve İletişim. Erk yayınevi,
Ankara.
Garey, Stephen (1990), ‘Brands R Us: How Advertising Works. Six Ways to Reduce
Advertising in Your Life’, http://www.medialit.org/reading_room/article50.html...
Media&Values Issue #51 / Summer 1990.

211
Horkheimer, Max (1994), Akıl Tutulması, (Çev: Orhan Koçak), Metis Yayınları,
İstanbul.
Klein, Lloyd (1999), It’s in the Cards: Consumer Credit and the American
Experience, Praeger Publishers. (http://www.questia.com/PM.gst?a=o&d=27412242).
McChesney, Robert W. (1999), ‘The U.S. Left and Media Politics’, Monthly Review,
Volume 50, Number 9, February 1999.
McChesney, Robert W., Foster, John Bellamy (2003), ‘The Commercial Tidal Wave’,
Monthly Review, March 2003, Volume 54, Number 10.
Merskin, Debra (1998), ‘The Show for Those Who Owe: Normalization of Credit on
Lifetime’s Debt’, Journal of Communication Inquiry 22:1 (January 1998): 10-26,
1998 Sage Publications, Inc.
http://jcomm.uoregon.edu/facstaff/profiles/faculty/pubs/dm-debt.pdf
Orçan, Mustafa (2004), Osmanlı’dan Günümüze Modern Türk Tüketim Kültürü,
Kadim Yayınları. Ankara.
Philo, Greg., Miller, David (2000), ‘Cultural Compliance and Critical Media Studies’
(http://www.gla.ac.uk/departments/sociology/units/media/cultural.htm.)
Schor, Juliet (1999), ‘The New Politics of Consumption, Why Americans Want So
Much More Than They Need?’ Boston Review, Summer 1999, (http://
www.bostonreview.net/BR24.3/schor.html).
Sabah, 9 Mayıs 2005, Rahim Ak, ‘Kredi Kartı Derbisi’.
ShowTV ‘Zappara reklamını bul’ yarışması,
http://www.showtvnet.com/zappara/index.shtml
Cannes Reklam Festivali, http://www.milliyet.com/2005/04/24/ekonomi/aeko.html
Külkedisi bonusu,
http://www.bonus.com.tr/?kazan/bonuskampanyalar/külkedisi_bonusu
‘Kişiye özel taksit’, http://www.milliyet.com.tr/2005/07/21/ekonomi/axeko01.html
‘Kredi Kartında Promosyon Dönemi’,
http://www.milliyet.com.tr/2005/10/01/son/soneko05.html

212
MEDYA OKURYAZARLIĞI EĞİTİMİ: ÖNEMİ VE İHTİYAÇLARI

Abdülrezak Altun1

Eğitim süreci insanın yaşamı boyunca sürekli olarak ilişkide bulunduğu olgu ve
olayları algılamasına ve anlamasına yardımcı olacak temel kavramları ve davranış
biçimlerini kazandırır. Bu haliyle bakıldığında bütün vatandaşlar için zorunlu olan
ilköğretim süreci ile yasal zorunluluk bulunmasa da neredeyse bir sosyal zorunluluk
haline gelmiş bulunan orta öğretim programlarında güncel ihtiyaçlara bağlı olarak
değişimler yaşanmaktadır. Trafik, Çevre, İnsan Hakları vb. konuların eğitim
programlarına alınması bu çerçevede değerlendirilmelidir.
Başta televizyon olmak üzere kitle iletişim araçlarının bireyin ve toplumun günlük
yaşamında giderek daha fazla yer işgal etmeye başlamasıyla, bu araçların bilinçli
tüketiminin de tartışmalar arasında yer edinmeye başladığı açıktır. Bireyin bu araçların
karşısında edilgen değil, etken ve sorgulayıcı bir tavır takınması günümüzde medya
yapılanması ve işleyişinden kaynaklanabilecek olumsuzlukların giderilmesindeki en
önemli önlem olacaktır.
Kanımca medya okuryazarlığından beklenen ve anlaşılması gereken de bireylerin
medyanın üretim yapılanması, işleyişi ve içeriği konusunda sorgulayıcıları olmalarını
teşvik edecek bir bakış açısına kavuşturulmaları olmalıdır.
Bu açıdan bakıldığında ortaöğretim programlarına konulabilecek “Medya ve
Toplum” adlı bir dersin genç bireylerin medyanın işleyişi ile ilgili bilgilenmelerine
yardımcı olacağı açıktır.Bu bilgilenme, ilerleyen günlerde, araç ve içerik tercihleri ile
mesajları anlama ve yorumlama yetenekleri üzerinde olumlu etkilerde bulunabilecektir.
Sorgulayıcı bir medya izlerkitlesi yaratmayı amaçlayan ve medya okuryazarlığını
eğitim programları içine koymayı öneren bir projenin en önemli girdisini, eğiticiler
oluşturacaktır. Önerildiği biçimiyle “Medya ve Toplum” dersini, konunun önemi
doğrultusunda layıkıyla verebilecek bir kadronun mevcut olmadığı açıktır.
Bu kadro, mevcut iletişim fakülteleri öğrencileri arasından öğretmenlik
formasyonu alanlar arasından seçilmeli ve oluşturulmalıdır. İletişim Fakültelerinden
mezun olanların orta öğretim kurumlarında alan öğretmenliği yapabilmeleri için “Orta
Öğretim Alan Öğretmenliği Tezsiz Yüksek Lisans Programı”na başvurabileceklerine ve
“Gazetecilik, Radyo Televizyon ve Sinema ile Halkla İlişkiler ve Tanıtım Öğretmenliği
Programları açılmasına ilişkin olarak Yükseköğretim Kurulu’nun kararı 14 Ocak 2005
tarihinde çıkmıştır. Bu kararla birlikte Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri
Enstitüsü’nde ilk olarak 15 öğrenci Şubat 2005 tarihinde eğitime başlamıştır. Mevcut
programın geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması orta öğretim programlarında “Medya ve
Toplum” dersini verecek öğretmenlerin yetiştirilmesi açısından değerlendirilmesi
gereken bir olanaktır.

1
Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü Öğretim Üyesi, Ankara Üniversitesi Eğitim
Bilimleri Enstitüsü Gazetecilik Öğretmenliği Anabilim Dalı Başkanı

213
DEĞERLENDİRME OTURUMU

Özden Cankaya
Ben de yöneticilik görevim nedeniyle, bütün oturumları izleyememek gibi bir
mutsuzluk içindeyim. Keşke izleyebilseydim. Sabahki oturumdan da yola çıkarak orada
da çok ufak değerlendirmeler yapma şansım oldu, şimdi de bir iki dakika çok kısa bir
değerlendirme yapacağım. Değerli Doç.Dr. Beybin Kejanlıoğlu’nun kısa da olsa çok
özlü ve içerik açısından bizim için önemli açıklamalarından sonra, benim
değerlendirmem de bir başka açıdan olaya bakmak olacak. Medya, gündelik
yaşamımızda bütün araçlarıyla çok önemli bir yer tutuyor. Eğitim ve kültür düzeyimiz,
dahil olduğumuz gelir grubu, içinde yaşadığımız toplum ne olursa olsun gerçekten
herkesin etkilendiği bir olgu olarak karşımıza çıkıyor. Herkes çeşitli iletilere maruz
kalıyor ve bunları kendine göre anlamlandırıyor. Bireyler, bu iletişim bombardımanı
karşısında kendi bulunduğu konum itibariyle bu bombardımandan kendine göre
sonuçlar çıkarıyor, kendine göre etkilenmeler içine girebiliyor. Medyayı eleştirel olarak
okumadan önce, bir iletişimci olarak iletişim özgürlüğünün kullanma araçları olan tüm
kitle iletişim araçlarını toplumun bireylerinin tümü tarafından etkin bir biçimde
interaktif bir biçimde kullanılmasıyla iletişim özgürlüğünün gerçekleşebileceğine
inandığımı söylemek isterim. Öyle bir ideal ortam olmalı ki, herkes ileti aldığı kadar
ileti gönderme şansına da sahip olabilsin. Böyle bir ortam yaratıldığı zaman, belki
iletişim özgürlüğü istenilen bir biçimde kullanılabilir. Çok sevdiğim hocam Anayasa
Hukuku profesörü Bahri Savcı bize yüksek lisans dersinde, toplum sosyal, eğitim ve
kültür açısından öyle gelişmiş bir düzeye gelmeli ki, tüm bireyler o haklar ve
özgürlüklerin kullanılması ve sahip çıkılması konusunda bilinçlenir ve o zaman hiç bir
sorun kalmaz derdi. Ben de derdim ki; hoca hep ütopik şeylerden söz ediyor. Yaşımız
biraz büyüdüğü zaman, biz de iletişim konularına böyle bakar olduk. Ütopik olanı
istemezsek, en iyiye yaklaşmak çok zor olur. Kitle iletişim araçlarının herkes tarafından
eşit ve adilce kullanılma ortamı olduğu zaman iletişim özgürlüğü tüm boyutlarıyla
gerçekleşebilir. İletişim özgürlüğü gerçekleştiğinde, medya okur yazarlığı konusu
bugünkü kadar çok fazla önem taşıyan bir konu olmayacaktır diye düşünüyorum.
Özellikle ana akım medyaya ortak olabilme, onlar üzerinde söz sahibi, yazı sahibi
olmanın çok önemli sonuçları olabileceğini düşünüyorum. Alternatif medyaların
kullanılabilecek olması da, belki medyada eleştirel okur yazarlığa bir seçenek
oluşturabilir diye varsayıyorum. Ne kadar çok sayıda ve değişik grupların düşünceleri
iletilebilirse, belki medya okur yazarlığı açısından eleştirel bir çizgide olabiliriz. Bu da
tabii olanakların ilk önce teknolojik olarak artmasıyla mümkün. Eleştirel yurttaş
olabilmek, medyaya eleştirel bakabilmenin baş koşulu. Çok kısa olarak uzatmadan şunu
söylemek istiyorum: yurttaşın eleştirel bakış açısına sahip olabilmesi için, ekonomik
koşulların, kültürel koşulların ve siyasal koşulların oluşması gerekiyor. Eleştirel bir
birey olmanın temelinde, çok iyi bir sosyal ekonomik ve politik bir ortam yatıyor.
Bilimle uğraşan kişiler olarak, bağımsız olarak düşüncelerimizi açıklamamız
gerekirken, kimi zaman, siyasal baskıların altında kalabiliyoruz. Kimi zaman kültürel
yetmezliklerin sonucu olarak, kimi zaman da ekonomik dayatmaların sonucu olarak
yeteri kadar eleştirel olamadığımızı kendime de eleştiri oklarını yönelterek söyleme
dürüstlüğünü göstermek istiyorum. O nedenle, eleştirel bir medya okur yazarı olabilmek
için bütün dünyanın tek odaklı bir merkez halinden çıkıp ekonomik, politik, kültürel
açıdan farklı kültürel kimlikleri barındıran, farklı siyasal sistemleri, farklı ekonomik
rejimleri barındıran bir dünya olması gerekliliğini vurgulamanın bir bilimsel sorumluluk
olduğunu düşünüyorum. Böyle bir dünya gerçekleştiği zaman, eleştirel medya
okuryazarlığının da mümkün olabileceğini ve belki de o koşullardaki bir dünyada
göreceli olarak medya okur yazarlığının bu boyutta acil bir ihtiyaç olmayacağını
söyleyebilirim..

214
Prof. Dr. Yasemin İnceoğlu
Ben daha kuşkucu yaklaşımla medya okur yazarlığı, ikisi yan yana ikisi birbirine
karşıt geldiğinde burada bir problem var. Tüm dünyada var 80 sonrası Neo liberalizm
rüzgarları küreselleşmeyi bize kazandırdı. Özellikle dünyanın perdeleri düşüyor. Dünya
Ticaret Merkezi, IMF tüm bunlar küreselleşmeyle açığa çıktı. Baktığımız zaman
dünyayı yöneten 80 şirket şimdi düşmüş 10 tane dev şirkete, dolayısıyla medya ve
mülkiyet yapısı itibariyle de savaşı sunumda bize istediğini verme, dayatmacı bir
politika izleme, gündemi belirleme eşik bekçiliği. Bunlar canımızı sıkan konular ama
bunlar kitabına uygun şekilde yapılıyor. Maniplasyon, dezenformasyon, haberi
çarpıtma, eksik bilgilendirme tabi çıkar ilişkileri yani o büyük sermaye medya ve
siyaset bundan yola çıkarak günümüz tablosunu sergilemek büyük bir iş. Türkiye’de
tabi bunu yapan medyaya baktığımız zaman global medyanın bir izdüşümünü burada
görmek mümkün. Tabi medya okuryazarlığında bir takım sorunlar tespit ettik bir beceri
olduğundan bahsettik, iletileri alabilme, yorumlama, eleştirme, yurttaşlık bilincinin
verilmesi. Katılım dediğiniz zaman tabi kültürel katılım biraz daha tartışmalı konu gibi
ama belki siyasi katılım, çünkü yurttaş gazeteciliği de medya okur yazarlığını yurttaş
gazeteciliği bunlar esasında beşinci kuvvet olarak adlandırılan bu A. Mattelard, I.
Ramonet’nin ortaya koyduğu yurttaş, 4. kuvvet medya madem işlevini yerine
getiremiyor, karşı duramıyor diğer yasama yürütme yargıyı teşhir edemiyor
denetleyemiyor o zaman yurttaşlık kuvvetini sorguluyoruz. Ama bunu tabi yurttaş tek
başına yapamayacak bunun diğer ucu da yurttaş gazeteciliği. Medya böyle bir şeyi
yapmak isteyecek mi yapmak işine gelecek mi? İşte elinde gücü bulunduranlar bundan
tam tersi rahatsız olabilecekler. Dolayısıyla bu tartışmalı bir konu. Benim bulunduğum
birinci panelde Ece Algan vardı Iowa Üniversitesi’nden, onun işte Amerika’da nasıl
ortaya çıkmış, kitle iletişim araçlarının bugünkü durumundan yola çıkarak yedi tane
tartışmalı konu üzerinde durmuştu medya okur yazarlığı hareketine taraftar olan ve
olmayanlarla ilgili soruları gündeme getirdi ve baktığınızda esasında ABD’nin yarısı
evet diyor yarısı hayır diyor. Neydi bu sorular, medya okur yazarlığı çocukları ve
gençleri medyanın olumsuz etkilerinden korumayı amaçlamalı mı? Kimi diyordu ki yok
böyle bir yaklaşım çok elitist çok seçkinci kimi de diyordu ki medyaya maruz kalma en
büyük risk faktörünü oluşturuyor. Medya okur yazarlığı ise hani bizi güneş ışınlarının
kötü etkilerinden koruyucu yüksek faktörlü kremler ya da güneş şemsiyesi gibi bir işlev
görebilir.

215
Medya Okuryazarlığı Konferansı ile İlgili Basında Çıkan Haberler

216
Medya Okuryazarlığı Konferansı ile İlgili Basında Çıkan Haberler

217
Medya Okuryazarlığı Konferansı ile İlgili Basında Çıkan Haberler

218
Medya Okuryazarlığı Konferansı ile İlgili Basında Çıkan Haberler

219
Medya Okuryazarlığı Konferansı ile İlgili Basında Çıkan Haberler

220
Medya Okuryazarlığı Konferansı ile İlgili Basında Çıkan Haberler

221
Medya Okuryazarlığı Konferansı ile İlgili Basında Çıkan Haberler

222
Medya Okuryazarlığı Konferansı ile İlgili Basında Çıkan Haberler

223
Resimler

225
Resimler

226
Resimler

227
Resimler

228
Resimler

229
Resimler

230
Resimler

231
Resimler

232
Resimler

233
Resimler

234
Resimler

235
Resimler

236
Resimler

237
Resimler

238
Resimler

239
Resimler

240
23 Mayıs Pazartesi Medya Okuryazarlığı Alanının Doğuşu
Ece Algan, Andrea Austin
09.00 Kayıt Iowa Üniversitesi İletişim Çalışmaları Bölümü

Eleştirel Yurttaşı Oluşturma Çabası Olarak


09.30 Açılış Konuşmaları Medya Okuryazarlığı
MARMARA ÜNİVERSİTESİ Oya Şakı Aydın, Zeliha Hepkon
Melda Cinman (Şimşek) İstanbul Ticaret Üniversitesi İletişim Fakültesi
İLETİŞİM FAKÜLTESİ Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı

İletişim Fakülteleri Dekanları Şenlik Etkinlikleri

Orhan Erinç 24 Mayıs Salı


Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Başkanı
09.30 II. Panel: Medya Eğitimi Ve Okuryazarlığı
I. ULUSLARARASI Zakir Avşar
RTÜK Başkan Yardımcısı Oturum Başkanı: Esra Biryıldız
Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi
MEDYA OKURYAZARLIĞI Cengiz Karakaşoğlu
RTÜK İstanbul Bölge Müdürlüğü
KONFERANSI Medya Okuryazarlığı Eğitiminde Temel
Kavramlar ve Uygulama Örnekleri
Medya Temsilcilerinin Konuşmaları
Mutlu Binark
Kahve Arası Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi

10.30 Çerçeve Sunuşlar Gazetecilik Öğrencilerini Medya


Okuryazarlığı ile Tanıştırmak:
Medya Eğitimi: Medya Çözümlemesi “Haberi Okumak” Dersi Deneyimi
Hıfzı Topuz Mine Gencel Bek
İLAD Genel Başkanı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi

İletişim Çalışmalarında Yeni Bir Alan: Medya Okuryazarlığı ve Yetişkin Eğitimi


Medya Okuryazarlığı Bahire Efe Özad
Yasemin G. İnceoğlu Doğu Akdeniz Üniversitesi
Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi
Medya Okuryazarlığı ve Çocuk Eğitimi
Medya Okuryazarlığı Neden Gerekli? Ülfet Kutoğlu
Gülden Treske Doğu Akdeniz Üniversitesi İletişim Fakültesi
RTÜK Temsilcisi

Yemek Arası BRT Çocuk Programlarının Yurttaşlık


Eğitimine Katkısı: Eğitim- Medya İlişkisi
14.00 I. Panel: Medya Okuryazarlığı Kavramının Özlem Salman Günalp
Doğuşu ve Gelişimi Lefke Avrupa Üniversitesi İletişim Fakültesi
Oturum Başkanı: Yasemin Giritli İnceoğlu
Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi Kahve Arası
23-25 MAYIS 2005
Avrupa Birliği’nde Medya Okuryazarlığı 12.00 III. Panel: Yerellik-Ulusallık
Cem Pekman Oturum Başkanı: Filiz Balta Peltekoğlu
Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi
İLETİŞİMCİLER HAFTASI Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi

23-28 MAYIS 2005 Avrupa Birliği Çevre Politikalarında Etkin Bir Medya Okuryazarlığı için Yerel
NİŞANTAŞI KAMPÜSÜ Katılım Hakkı: Aarhus Sözleşmesi Olanaklar ya da Olanaksızlıklar
Çağdaş Ceyhan Derya Nacaroğlu
Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi
Konya’da Yerel Gazete Okuma ve Yerel 12.00 V. Panel: Yeni Ortamlarda Yeni Gereksinimler Poster Sunuşları
Televizyon İzleme Davranışları Oturum Başkanı: Özden Cankaya
Bünyamin Ayhan Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi 23-24-25 Mayıs
Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi 14.00-18.00 Arası
Reklamlar Aracılığı ile Değişen Genç İletişim Fakültesi Ana Bina, Giriş Katı
Ankara’daki Haber Muhabirlerinin Ebeveyn Kimlikleri
Tekelleşmenin Sonuçlarına Yönelik Kübra Karaosmanoğlu, Oya Dinçer Durmuş Türk Medyasında Haberin Manüplasyonu ve
Değerlendirmeleri Muğla Üniversitesi Meslek Yüksekokulu Dezenformasyon Sorunu
Ömer Özer Serdar Karakaya,
Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi Bireyin Yanıltıcı Bilgiden Korunması: Muğla Üniversitesi Meslek Yüksekokulu
Yanıltıcı Reklamların Tüketici Üzerindeki
Şenlik Etkinlikleri Etkileri Şiddet Profili 6: Televizyonun Şiddet
E. Eda Balkaş Özelinde Bilinç Altına Yaptığı Etkiye
Kocaeli Üniversitesi İletişim Fakültesi Yönelik Yetiştirme Kuramı Çerçevesinde
25 Mayıs Çarşamba Yapılan Araştırma
İnternet Okuryazarlığı ve Dijital Uçurum Ömer Özer
09.30 IV. Panel: Kültürün Görüntüsü -Görüntünün Selva Ersöz, Pınar Seden Meral Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi
Kültürü Kadir Has Üniversitesi İletişim Fakültesi
Kitle İletişim Sürecinde Toplumsal
Oturum Başkanı: Nurçay Türkoğlu
Sağlık Bilincinin Oluşturulmasında Gerçeklik ve İktidarın Kurgusu
Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi
Medya Okuryazarlığının Önemi Barış Çoban
İnci Çınarlı, Elgiz Yılmaz Beykent Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi
Medya Okuryazarlığı: Erişim Sorunu,
Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi
Görsellik ve Sansasyonel
Gazetecinin Medya Okuryazarı Olabilirliği
Nilgün Tutal Cheviron
Şenlik Etkinlikleri Sevilen Toprak Alayoğlu
Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi
Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi
Görüntü ve Etnografik Anlatım 14.00 Genel Değerlendirme ve Sonuç
Tekelleşmenin Neden Olduğu
Erol Nezih Orhon
Oturum Başkanlarının Değerlendirmeleri Sorunlar Karşısında Medya
Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi
Okur Yazarlığının Gerekliliği
Okuryazarlıktan Medya Okuryazarlığına: Cem Çetin
Televizyon ve Gazete Haberlerinde
Şifrelerin Ortaklığını Aramak Kocaeli Üniversitesi İletişim Fakültesi
Toplumsal Gösterilerde Temsiller:
Bir Medya Okuryazarlığı Çalışması Nurçay Türkoğlu
Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Piyasanın Tahakküm Yolu:
Yurdagül Bezirgan Arar
“Modern Tüketicinin Kırılgan Bir Kimlik Aracı
Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi
Türkiye’de Medyanın Dönüşümü ve Kredi Kartları’nın Reklamlardaki
Medya Okuryazarlığı Zemini Pazarlanım Stratejileri”
Televizyonun Gücü: Kültürel Kodlar’dan
Beybin Kejanlıoğlu Gülcan Seçkin
Kültürel Şoklar’a
Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi
Hülya Yengin, Banu Nihal İçağasıoğlu, Özge Uluğ
Kocaeli Üniversitesi İletişim Fakültesi
Nebahat Akgün Çomak
Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi
Safiye Kırlar Barokas, İnci Çağlayan
İstanbul Kültür Üniversitesi
Fatma Kamiloğlu
Piyasa Araştırmaları Uzmanı

Kahve Arası

You might also like