Professional Documents
Culture Documents
nisan 1997
ISBN 975-574-165-8
editör
ismail taşpınar
dizgi-içdüzen
insajans
kapak düzeni
yunus karaaslan
baskı..,.cilı
eko matbaası
kapak baskı
emirler
insan yayınları
mehmet akif cad:, kestane sk., no: l
keresteciler sitesi, mener, İstanbul
tel: (0212) 642 74 84 - 507 10 93
Kant- ve Felsefesi
MEHMET EMİN ERİŞİRGİL
İçindekiler
NlÇlN KANT'l T ERC1H E T T İM ? 7
GlRlŞ 11
l. KISIM 1 7
B1R1NC1 BôLÜM l7
KANTIN ZAMANI VE HAYAT I 19
1K1NC1 BoLÜM 35
KANTlN KRİT ISIZMDEN EVVELKi ESERLERİ 37
ÜÇÜNCÜ BOLÜM 61
SAF AKLIN T ENKiDi YA DA BiLGi PROBLEMi 63
DORDÜNCÜ BOLÜM l 55
FE15EFE-I TABllYYE (TABlAT FE15EFESI) 157
SONUÇ 363
KANT FE15EFESINI NASlL iNCELEMELi? 365
BlBLIYOGRAFYA 377
SÔZLÜK 383
N iÇiN KAN T'! TERCiH ETTiM?
* * *
Bl R l N Cl BÖ L Ü M
i K i N Ci B Ö L Ü M
1< A N T ' I N Z A M A N I V E H AY A T I
leri çok canlı idi. Temas ettiği bütün mevzularda ayrı ayrı mutehassıs
olduğunu gösteriyordu. Daha ilk sene dinleyicileri tarafından taktir
olunmaya başlandı. Dersine yabancılardan devam edenler çoğaldı ve
yalnız onların derse kayıtları ve girmeleriyle maişetini temin edecek
olan Kan{ bu suretle kafi bir iradeye malik olmuş idi. Artık bu büyü!,<
adam bundan sonra ömrünün nihayetine kadar yalnız ilimle, tedrisatla
iştigal etmiş, hiçbir şerefli mevkiye göz dikmemiş, mesleğini değiştir
memiştir. O mütevazi ve sakin hayatıyla mutemadi çabası ve pek canlı
tedrisatıyla üniversite hocalığının en mükemmel bir örneğidir. O sırada
Kant'ın derslerini dinleyenlerin, mesela Hedder'in şahadetiyle onun ne
kadar cazip bir muallim olduğunu anlıyor, tedrisatınin esas� hakkında
kendisinin yazdığı programlarla da derslerinin istikametini öğrenebili
yoruz. " 1765-1766 kış sömestri esasındaki derslerim hakkında umuma
malumat" ünvanıyla yazdığı bir ders programındaki bilhassa gençlerin
pek erkenden nazariyata başlaması için derslerin tecrubi esasa dayan
masındaki zarureti anlatıyor. Vereceği derslerle gençlere felsefe öğret
meyi değil, felsefi tefekkürlere alıştırmayı hedeflediğini söylüyor.
Tam ve bütün kainatı kaplayan bir felsefe ekolü yoktur ki onu ta�
lim ile işi bitmiş olsun diyor şu program da gösteriyor ki daha ilk devir
inkişafında bile nassi (dogmatik) olarak hiç bir ilkeye hiç bir felsefi
ekole inanıyormuş değildir. Gerçekten l 755'den l.769'a kadar devam
eden bu ilk devrede bile kendinin o kadar tesiri altında kaldığı New
ton'un fiziğini, Wollf'un fels�fesini olduğu gibi kabul etmemiş daha o
zamanda onları serbesıçe tenkite ve tamamlamaya çalışmıştır. Bu sırada
yazdığı en dahiyane eserlerden biri olan "Evrensel Doğa Tarihi ve Gök
yüzü Nazariyesi "de5 Newton'un Güneş Sistemimizin i..lk teşekkülünü
Mekaniğin konuları ile açıklanabilir görmemesini tenkit etmiş, hali ha
zırdaki gök cisimlerinin bulut kütlesininkreket-i devriyesiy(e meyda
na geldiği hakkında astronomide meşhur (Kant-laplace) nazariyesini
vazetmiştir. Yine bu eserde tabiat kanu�larının, kaınatın unsurları ara
sında tam bir munasebet göstermesi mevcudatın en son sebebi olmak
üzere her şeyi ihata eden bir mutlak varlığın varl�ğma kafi delil olabile
ceğini yazıy ordu. Bu suretle ilmi tel kinl er iy l e elini telkinlerini birleştiri
yor ve daha o zaman ilahi varlık hakkında serdedilen İnutacl de l ille ri
aynen kabul etmeyerek yeni bir tarz-ı ıspat serdcdiyordu Aym fikri
"llahi Vücud ispat için Tcfa Mlinıluin Esas"6 unvanıyla l 763"dc yazdığı
eserde genişletiyor . Artık bu ·sıralarda Wollf'un oyle dogmatik bir şe
kilde terkip ettiği felsefeye inanamıyor, felsefenin Wollf mesleğinde ol-
.
KA N T ' I N Z A MA NI V E HAYATI • 25
duğu gibi terkip ile değil, ancak tahlil ile, açık mefhumlar elde ederek
ilerleyebileceğine kanaat ediyor. Kant bu telakkisini 1762 ve 1763 se
nelerinde yazdığı eserler silsilesinde mudafa etmekte_dir.
Tam bu sırada Kant Hume ve Russeau'nun eserlerini okudu. Kant,
bu iki filozofun eserlerinden ilham aldı.7
Tecrübeye istinad ile, tahlille felsefi düşünmeye başlamayı özel bir
yol edi nen Kant'm, Hume'un ortaya koyduğu "sebeblilik" meselesi mu
acehesiride kalması doğaldı. Filhaki ka illet ile netice birbirinden tama-
men ayn olduğu için netiçenin tahliyliyle illet bulunmaz. O halde illet
ile netice arasındaki zorunlu münasebe.t fikri nereden hasıl oluyor? Hu
me bu suali ortaya koymuş ve illet ile netice arasında gördüğümüz za
ruri irtibatın bir n(iticesi, binaanaleyh tamamen enfusi addetmiştir. Se
bebihk meselesinin bu suretle vaz ve halledilmesi filozofu çok düşün
dürdü. Kant, Hume'un �ıkardığı neticeleri kabul etmemekle beraber
bilgi meselelerini tetkik ve tenkit itibariyle lngiliz filozofunun tarz-ı te
fekkürü ona bir nevi rehberlik etti.
Diğer cihetten Rousseau'nun tabii duygularımızın hak ve mevkiini,
ilim ile iman arasındaki farkı: gösteren eseri, Kani'ın tcfekkuratı üzerine
çok azim te.sir icra etti. O vakte kadar ınuasırlan gibi hakiki insanlığı
zihni ve fikri hayatta g öre n Kant şimdi aydın ile aydı n olmayan kimse,
'
ti. Filozof Büyük Frederik gibi Serbest düşünceye hürmetkar bir hü
kümdarın zamanında yaşamasını bir nimet addediyor, asrını istediği
derecede münevver görmemekle beraber hiç ·olmazsa aydınlatmaya
doğru. günden güne terakki etmekte olduğuna kanaat ediyordu.15
Fakat ömrünün nihayetine kadar aynı serbestliğe mazhar olmadı.
En ziyade ihtirama layık olan hayatının bu döneminde sıkıntıya maruz
kaldı. Bü,Uk Frederik vefat ettikten sonra Frederik Guilaume tahta çık
mıştı. Aciz ve ahlaken zayıf olan bu hükümdar Fransa'da cereyan eden
ihtilallerden büsbütün kuşkulanmış b�ına topladığı mahdud beyinli
ruhbanla, teşdit ettiği sansürle hürriyet-i fikriyeyi kıs,ıtlamaya başlamış
tı. Zedlitz, ayrılmış onun· yerine Völner isminde mahdut düşünceli mu
taassıp bir adam iktidar mevkÜne getirilmişti. Filozof artık hükumet
adamları tarafından hüsn-ü nazarla görülmemeye başladı ve mümkün
olduğu kadar neşriyatı menedilmek istendi. Fakat sebep de bulunamı
yordu. Kant l 792'de Berlin'm aylık mecmuasında (Bellrinermonatsch
rifft) alemde mevcut şerre, kötülüğe dair bir makale yazdı. Bu makale
bilahare neşrettiği "Aklın Hududu Dahilinde Din"l6 ismindeki eserinin
terkip ettiği dört makaleden biriydi. lyi ve kötü ilkeleri arasındaki taar
ruza dair ikinci makalenin_ intişarına sansür engel oldu. O vakit filozof
dört makaleden mürekkep olan bu eserini neşretmek istedi. Kant bu ki
tabında Hıristiyanlığın ahlaki nasslannın gayelerinin tarihen gerçek ol
duğuna ehemmiyetle işaret ediyor. Mamafih bazı kilise ve ilahiyat erba
bının telakkilerin\ kabul etmiyordu. Kant eserinin sansüre tabi olması
lazım gelip gelmeyeceğini Kanigsberg Üniversitesi ilahiyat şubesinden
sordu. Menfi cevap alınca üniversitenin felsefe şubesinden baskı için
müsade aldı ve kitap intişar etti. O kadar okur buldi.ı ki bir sene sonra
ikinci baskısı lazım geldi. O vakit hükumet telaşlandı. Völner'in teşvi
kiyle Kant'a bir ferman gönderildi. Onda bu eserin iktidar nezdinde
memnuniyetsizlikle karşılandığı, eğer bu yolda, devam ve israr ederse
"nahoş tedbir" ittihazına mecburiyet hasıl olacağı yazılıydı. Aynı za
manda ,jlniversitelerde Kant felsefesinin tedrisi menolundu.
Yetmiş yaşına gelmiş ihtiyar filozofu bu surette tehdit etmek pek
hoş olmayan, pek kötü bir muameleydi. Bilhassa Kant kitabında hıristi
yanlıkta, onun banisi olan Hazreti lsa'dan tamamen hürme�le bahset-
30 • KANT VE FELSEFESi
kalırdı. Sonra hergün bir saat kadar gezinirdi. Muayyen saatte gezinme
yi hiç bırakmamıştı. Beşte odasına döner dönmez hemen çalışmaya baş
lar, ona kadar devam ederdi. Yediği yemeklerin gıda değerlerini, giydiği
elbiselerin kalınlık derecesini, gezmekte kaldığı müddeti, uyku zamanı
nı muntazaman hesap ederdi. Çalışmaya daldığı zaman bir parça hare
kete kendini mecbur etmek için mendilini yazı masasından uzakta bu
lunan iskemlelerin üzerine koymak adetiydi. Kendisini yine kendisinin
manevi tabibi addederdi. Dikkatini başka yere tevcih ederek bir çok
uzvi elemleri izaJe edebileceğine kaniydi. iradenin, dikkatin uzuvları
mız üzerinde müessir olabileceğine kail bulunduğu için bu yolda ma
nevi tedaviye çok ehemmiyet atfediyordu. Diyebiliriz ki filozofun bü
tün ömrü bizi:at iradesinin, azminin mahsülü oldu.
Kant hiç evlenmedi; bekarlıktan, yalnızlıktan şikayette etmemiştir.
Zaten evli kadınla erkeğin layıkıyla idrak edilen olumsuzlukları arasın
da ki makul tevafuka istinad ettiriyor, aşk ve hayalin teserini hiç hesaba
katmıyordu. Biraderleriyle, hatta kızkardeşleriyle de pek sık münase
bette bulunmazdı. Fakat yalnız kendisini düşünen titiz, bencil bir adam
da değildi. Denilebilir ki samimi dostları, efrad-ı ailesi yerine kaim ol
muştu. Gerçekte mesai zamanlarında yalnız kalmayı, başkaları tarafın
dan meşgul edilmemesini şiddetle arzu ederdi. Altmış yaşına doğru
ufak bir eve s�hibi olduğu zaman hemen her gün yemeğe bir-iki dostu
nu ya da talebesini çağırırdı. Zaman zaman onda, sekiz-on misafir top
lanırdı. Fakat çok kl!labalıktan hoşlanmazdı. Filozofun samimi dostları
üniversitede meslekdaşı Kraus müstesna olm_ak üzere alim kimseler de
ğildi; Tacir, kitapçı, memur gibi iş sahibi namuslu hemşerileriydi. Kant
bunlarla beraber bulunduğu zamanlarda hemen hemen felsefe mesele
lerinden hiç bahsetmez, seyahattan, edebiyattan diğer işlerden konu
şurdu. Filqzof felsefe dışında da herşeyle alakadar olur, herşeyi okur,
işittiklerini, okuduklarını hemen ezberlerdi. Hafızası da neşesi gibi bit
mez, tükenmezdi. Dinden, siyasetten de bahseder fakat bunlardan hür
metle, ihtiyatla bahsederdi. Kiliseye mudavim değildi, yalnız dine hür
met ederdi. Hiç şüphe yok ki hükümet şekli olarak demokrasiyi tercih
ediyordu. Fransa ve Amerika inkılabından duyduğu heyecan bunun en
mühim Şahididir. Bu iki ınkılabı yukırada da söylediğmiz gibi demok
rasinin zaferine ne doğru azim bir adım addediyordu. ,
lşte Kant'ın muasırlarından nakledilmiş manevi vasıflan... Mendel
son'a yazdığı bir mektup da kendisini şu bir kaç kelime ile ne güzel an
latıyor: "O kadar çok şeyi düşünüyorum ki... Bunların hepsini söyle-
K A N T ' I N Z A M A N I V E HAYATI • 33
"V ant pek genç yaşta yazmaya başladı ilk eserini 1747 de daha yir
�iüç yaşındayken yazmıştır. Fakat asıl meslek-i felsefiyesini,
meslek-i intikadın esasını 1770 de "Duyulur Dünya ile Düşünülür Dün
yanın Formları Ve Ilkeleri"l.? ünvanı altında latince neşrettiği bir eserde
ortaya koymuştu. Bu iki tarih arasında yirmiüç senelik bir devir var.
Kant bu zaman zarfında bir hayli eser yazdı. Bu eserlerinin bir kısmın
da ilimler için terakki adımı addedilecek muhim fikir ve nazariyeler
var. Onun için Kant'in bu gençlik mesaisi Dünya tarihi için ehemmiye
te haizdir. Fakat felsefesi açısından bu devir sadece manevi inkişafını
anlamak için muhim olabilir. Kant meslek-i kritisizm tesis edinceye ka
dar nasıl düşündü? Nerelerde, nasıl tereddüt etti? Bu cihetlerin aydın
latması felsefesini anlayabilmemize, Kant'ı tanımamıza yardım eder. lş
te biz filozofun bu yirmiüç sene zarfında ki eserlerini sırf bu nokta-i
nazardan, hulaseten tetkik edeceğiz.
Kant ilk evvel tabiat felsefesi üzerine düşündü, en son yazmak iste
diği eser de yine aynı bahse aittir. Gerçekte ilk eserleriyle sonra yazmak
istediği eser arasında usul itibariyle büyük fark vardır. Ancak her iki
sinde de hedeflediği gaye birdir: "Fiziğin ilkelerinin Metafiziksel Esasları
Üzerinde Düşünmek". Daha 23 yaşında "Zinde Kuvvetlerin Doğru Olarak
38 • KANT VE FELSE FESi
fizik iştigalatını bıraktı? Çünkü artık bu tarihte yeni mühim bir mesele
karşısında kalmıştı. Görüyordu ki: Tabiat olaylarının ilk kaynağını ara
mak metafiziğin mevzusudur"28. A rtık bundan sonraki tefekkürlerini,
o kaynağı, elhasıl metafiziksı:l esasları aramaya hasretti. Fiziği aydınlat
mak için metafizik meselelerini düşündü.
Kant'ın hayatından bahsettiğimiz zaman filizofun ilk evvel New
ton'un fiziği ve Wolf'un felsefesi tesiri altında kaldığını söylemiştik.29
Bu devirde tabiat felsefesine dair neşriyatı isbat eder ki Kant daha genç
yaşında Newton fiziğini tamamlamak istemiştir. Nitekim ilk metafizik
sel eserlerde de Leibniz ve Wolf'u serbest olarak tenkit etmiştir. bu hali
gösteriyor ki filozof ömrünüp hiçbir devrinde bir esere , bir filozofa tabi
kalmamış, dar manasıyla onun takipçisi olmamıştır.
Mesela "Evrensel Doğa Tarihi ve Gökyüzü Nazariyesi" Newton'u nas!
tamamlamak istiyorsa hemen aynı zamanda neşrettiği "Yeni Metafizik
Bilgilerimizin Ilk Ilkeleri Hakkında Yeni Açıklamalar" Bu eserde bilhassa
Leibniz ve Wolf felsefesinde tashih etmek istediği cihet, bu filozofların
kabul ettikleri "Ahenk-i ezeli" kaidesidir. Leibniz, ona bağlı olarak
Wolf bütün mevcudatı birbirine katiyyen müessir olmayan, herbiri
kendi hususi kanununa tabi olarak değişmekte bulunan bölünme kabul
etmez basit kuvvetler, monadlardan mürekkep addediyorlardı. Her
moqad küçücük bir alemdi. M onadlar birbirine tesir etmemekle
beraber değişmeleri arasında tam bir ahenk mevcut idi. Ayarlı iki saatin
işlemesi birbirlerine nasıl uyuyorsa monadJar arasındaki değişmelerde
de bu uyum varidtir. Saatlerin aynı zamanı göstermesi nasıl birbirlerine
tesir etmesinden kaynaklanmıyorsa, sanatkarın saatlerin makinesini ay
nı tarzdan yapmasından ileri geliyorsa monadların değişmelerindeki te
vafukta harici bir ilahi kudretin yani A llah'ın takdirinden kaynaklanmış
oluyordu. Leibniz bu ilahi takdire "Ahenk-i ezeli" kanunu (loi d'har
monie preetablie) dedi. Halbuki N ewton eşyanın birbiri üzerinde çek
me ve itme ve suretiyle tesir ettiğini göstermiştir. lki muasır büyük ada
mın , yani N ewton ile Leibniz'in fikirleri arasında bu noktada zıtlık
. mevcut idi: Biri monadların birbiri üzerine katiyyen tesir etmeyeceğini
ve buna mukabil yaratıcı kudretin iradesi eseri olarak eşyada tam bir
ahenk mecut bulunduğunu kabul ediyor, diğeri ise alemdeki hareketi
ve binaenaleyh bir nevi ahengi, kütlelerin birbiriyle tesir etmesi neticesi
addediyordu. Kant, Newton'un çekme ve itme kudretlerine aykırı bir
tarz-ı izah olan "ahenk-i ezeli" esasını reddetmeye lüzum gördü. Bu
ihtiyaç "Leibniz-Wolr' felsefesi karşısnda serbestçe düşünmesini icab
KANT'IN KRITIS IZMDEN EVVELKi ESERLERi • 43
rir. Şu halde illet sadece netice aı;asında bir nevi (tenakuz) çelişki var
dernektir. Biri mevcut olanca diğeri bulunmuyor. Fakat zihni ve mantı
ki tenakuzla, hakiki tenakuz birbirinden tamamen ayndır. Mantıken te
nakuz bir şeyin tamemen olumsuzu, yani mevcut olma�asıdır. Halbuki
hakiki alem de tenakuz, mutlak olumsuzluğu ifade etmez. N itekim
metematikte olumsuz sayılar, sayıların yokluğu demek değildir.
Farzedinizki Portekiz'den Brezilya'ya giden bir gemi öyle bir rüzgara
maruz olsun ki kah şarka, kah garba gitsin. Biz kemmiyetin şarka
doğru hareketini müspet, yani asıl istikametine muvafık, garba doğru
hareketini menfi olarak gösterelim. Farzedelim ki gemi evvela şarka
doğru 19 mil, garba doğru da 8 mil, tekrar şarka doğru yine 8 mil
gitmiş olsun. Bu takdirde bunu ( + 19-8+8) diye gösteririz. burada
olumsuz sayı olan (-8), (+8) in yokluğu, mutlak olumsuzluk demek
olmadığı aşikardır. Yine bir banker hem alacaklı, hem borçlu olabilir.
Şu misaller gösterir ki " mütenakız olan şeyler mevcut olamaz
"mantıki " distürunun uzlaştırlamaz ve toplanamaz.A ddettiği iki
mefhum hakikatte bazen bir arada bulunabilir. N itekim "olumsuz
sayılar", "sayıların yokluğu" demek değildir. Filozoflar daima böyle
menfi mefhumlar kullanırlar ki hakikatte bunlar mutlak olumsuzluğu
ifade etmez. Mesela çirkinlik, elem, rezalet bir mutlak olumsuzluğu
değil, güzelliğin, hazzın, faziletin yokluğu demektir. Binaenaleyh eleme
bir olumsuz haz (plaisir negatiO diyebiliriz. Şu şartlarki matematik
alimlerinin "olumsuz nicelik" tabirinden anlad�kları tarzda bir mana
anlaşılsın büsbütün yokluk manası çıkarılmasın. Olumsuz hazdan
böyle yokluk anlaşılırsa "duygusuzluk" mefhumu hasıl olur. hep bu
manada olarak fizikte itmeye, olumsuz bir çekme, ölüme, olumsuz bir
doğum diyebiliriz. Filozof bu tarz tefekkürü daha ileriye götürerek
tabiatta· her hakiki olumlu niceliğin bir olumsuz niceliğe tekabül
ettiğini söylüyor. Semavi cisimlerin mütekabilen çekme ve itmeye
maruz bulunmasını ispat ederki bu alemde her olumlu kemmiyet ve
kuvvetim bir de mukabil olumsuz ciheti vardır. Şu halde maddi kainat
ta olumlu kuvvetlerin yekunu olumsuz kuvvetlerin yekununa eşittir.
Her· ikisinin toplamı ise sıfıra müsavi demektir. Bu takdirde maddi
kainatın, bizatihi hiçbir kuvveti yoktur. Çünkü olumlu ve olumsuz
kuvvetlerden müteşekkildir ki, yekunu sıfırdır. Binaenaleyh alemin
varlığı için kendi dışında bir iradeye, ilahi bir iradeye ihtiyaç vardır. Bu
tahlil de Allah'ın varlığını gerektirir.
Kant'ın bu eserde ki fikirleri hayli münakaşa edebilir; hele çıkardığı
46 • K A N T V E F E L S E F E S i
'
KANT'IN KRlTlSIZMDEN EVVELKi ESERLERi • 51
şeyi görür veya işitir gibi olurlar. Swedendonborg'un mervi olan "keşf-i
esran"da öyledir. Onunda gördüğü, keşfettiği şeyler hasta bir dimağın
özellikleri, hayalleri dişa atfetmesnden onları mevcut farzetmesinden
başka bir şey değildir.
A caba metafizikle meşgul olan filozofların, mesela Leibniz v e
Wolf'un nazariyeleri d e bir nevi ferdi hayal eseri, filozofların hayalgüç
lerinin alabildiğine yürüyebilceği bir sahad� dolaşması sonucu değil
midir? Gerçekten akıl ayniyet ilkesine dayanarak tasavvuları, müdrike
leri tahlille metafizikle meşgul olanların iddia ettikleri gibi ne illetin, ne
de cevherin varlığım anlayamaz, bilemez. tllet, birbrinin aynı olmayan
iki mefhum arasında irtibat tesis eder. Mesela irademle kolumu hareket
ettitirsem; bu hareketin illeti irade olduğunu ancak tecrübeyle, batmi
tecrübemle bilebilirim. Yoksa iradeyi tahlille, kolumun hareketinin ille
ti olduğunu bulamam. :Şinaenaleyh eşyanın aslı 'm efhumlarını, mesela
illet, kuvvet, amel ve hareket tasavvurları eğer tecrubeden elde edilme
miş ise sırf subjektif olur, varlıkları ne ispat ve ne de reddedilebilir.
Halbuki metafızkle uğraşanlar bu gibi ibtidai mefhumlara ve mesela il
let-i ula (ilk sebep) , cevher fikirlerine dayandırmışlardır. Böyle bir mez
heb-i felsefi, hakikatı ifade edemez. Bu ilozoflar ancak tecrübi dahilin
de doğru olabilen bir tasavvuru fuzuli olarak tecrübe maverası içinde
sahih zannetmişler ve bu yanlış öncüle dayanarak hayalgüçlerinin kuv
vetiyle muhtelif felsefi binalar kurmuşlardır. Metafizik bu yolu artık
bırakmalı, teorik sahada yalnız ."akl-ı beşerin sımrı"�ı aramakla iktifa
etmelidir.
Metafiziğin bu tarif ile çizilen sınırı filozofa göre dar ve pratik net
icelerden ari değildir. Nitekim kendisi insan aklının sınırını aramakla
ahlakın gayesine ve vicdanın telakkisine kuvvetle iman edebilmiş ve
ahiret için ümit ve bir nevi düşünme imkanım bulmuştur.
lşte Swedenborg'un iddia ettiği ilhamlar ve keşf-i esrar filozofu bu
mütalaaları serde; metafizikle meşgul oi anların tarz-ı tefekkürlerinin
mahiyetini anlamaya sevketti. Mevzu bahis ettiğimiz bu eser Kant'm
tefekkürat sahasında büsbütün orijinal bir yola girmekte ole uğuna
delalet ediyord u.
Artık filozofun 1 768 ile 178 1 seneleri arasındaki en feyy2 z: den-i
hayatım tetkike başlayacağız. bu zamandaki eserleri dehasının en yük
sek belirtileridir. Kant bilhassa bu ikinci devirdeki eserlerine kıymet ve
ehemmiyet vermiş ve yalnız bunlarla Kritisizm usulünü kurduğunu
kabul etmiştir. Gerçekten 1763 den sonra filozof seleflerinden ,yn,
54 • KANT VE FELSEFESİ
lşte bu tarzda düşünmesi, başka bir tabirle olayların tabit illetleri ile
izah lüzQmuna ve bilginin kesinlik iP.ide ettiğine iman etmesidir ki "Ev
rensel Dogu Tarihi ve Gôhyüzü Nazariyesi" ni tertibe sevk etti.
2- Tabiatın olayların illetlerini bulmak sayesinde tanınabileceği, hatta
ilahi varlığın ancak bu sO.retle isbat olunabileceği'l-8 , bizi "illetn araşnr
masına sevkeden zihnimizin ve genellikle hüküm ve tasdikleri'lnizin
mahiyeti hakkında Kant, tefekkürün ya analız veya sentez yolunu takip
ettiğini gördü. Tahlil ile ancak iki tasavvuru birbirine rabtederiz. Çünkü
tahlil (analiz) tasavvurun kapsamına giren mefhumları ayırır. Onlar ara
sındaki irtibatı gösterir. Bunun için bu vasıta ile gerçek bilinemsz, eşy'a
arasındaki rabıta anlaşılamaz.Yalnız analiz netice çıkarmaya da�lı bilgi
hakikati kapsayamaz: Ve hüküm ve tasdikin gerçeğe mutabık clabail
mesi, yani "şeyin (objektive) bir hakikate uygun olması için tecrübeye
ve Kant'ın tabiriyle sezgiye (intuition) dayalı olması ve sentetik bulun
ması gerekir.
3 - Nihayet Kant, ahlaki duyguların nazari düşüncelerden bağımsız
olarak ve ondan önce olarak mevcıldiyy�tine kanaat etmiş ve lioz:oflann
ancak bu duygularımızın sıhhatini teyit ve ispat edeceğin, fakat ahlaki
duyguyu felsefi düşünüşle ne tcad ve ne imha edemeyeceğini
görmüştür.
K O N U VE Y Ö N T E M
1 - madde (matiere)
2- suret (forme) Bilginin maddesi duygularımız üzerine tesir eden şeydir56 .
Duyularımız üzerine tesir eden bu "şey" nedir? Nefsizim dışında böyle bir
şey var mıdır? Bu mesele haddizaun varlık nedir? Dış dünya nedir? Sualin
den başka bir şey değildir. bu sualler ise Kant ' ın �okta-i nazarına göre bu
tarzda varid olamaz. Çünkü Kritisizm bilgiyi bir emr-i vaki' olarak kabul et
tiği gibi şuurumuz üzerine tesir eden maddenin mevcOdiyetini de mütearife
olarak kabul eder, isbat etmeye kalkmaz. bilgimizin suretine (forme) gelin
ce bu belirlenebilir. Fakat bu suretler a prioridir yani tecrübeden çıkartılmış
değildir. Çünkü tecrübe vaki olabilmek yani bir şeyi idrak ve onun hakkın
da bilgi elde edebilmek için bile maddeye, başka bir tabir ile duygularımız
vasıtasyla meyadna gelen inttbalara bir "suret" vermemiz ic<'lbeder. Nitekim
zihnin "madde" siz suretini elde etmeye de imk.ın yoktur. işte kritisizmin
mevzOsu ma'lOm.ıumızın "a priori sOretlerini tayin etmektir. Bö) .e olduğu
için usulü de "soyut veya metafiziksel bir analiz (analyse abstraitı ov• ..ı me
taphisique)dir.
başlamazdan evvel zihinde bazı şeyler hariçten veri (muta) olarak mev
cuttur. lşte "Eşyanın bizim üzerimize vaki olan tesirini ve onun neticesi
olan zihni sureti meydana getirme kudreti" hassasiyeti meydana getirir.
Bilgimiz tecrübe ile başlamakla beraber bütün bilgilerimiz ondan türe
miş değildir. tlimlerde zorunlu ve genel (külli) olarak kabul ettiğimiz
hükümler tecrübenin mahsulü olamaz. Tecrübe sadece mümkün olanı
ifade eder. Binaenaleyh zaruri (necessaire) hüküm ve tasdiklerimiz "a
priori bir bilgi kudretini" icabeder. Bu kudrette müdrike (entende
ment)dir.
Tecrübeden müştak olmayan hükümlerimizin hepsi sırf analitik ol
saydı, müdrike1!,in tenkidine lüzum kalmazdı. Malumdurki bazı tasdik
lerimizde yüklem (predicat) evvelce konu (suje)da dahildir. Mesela
"_her cisim yer kaplar" önermesinde yer kaplama sırf cisim mefhumunu
izah ederek, yani analiz ederek bulunmuş ve bağlanmıştır. Burada mü
tefekkire kendi kendine mutabık olması esasını takip eder. Bu nevi hü
kümlerimizin tecrübeden meydana gelmesi ve binaenaleyh zaruri ve
külli bulunmaları tabiidir. Nitekim Hume da analitik hükümlerin zaru
ri bulunduğ�nu kabul ettiği içindir ki -iki iki daha dört eder gibi- ma
tematiksel hükümleri analitik soymakla yanılmıştır. Analitik hükümler
mevzunun izahına hizmet eder. Bizim bilgilerimizi arttırmaz. Matema
tik ise hiç böyle değildir. Onun için matematiksel hükümler de analitik
kabul edilemez. Başka bir tabirle bu nevi tasdiklerde yüklem konunun
evvelce muhtevası d�hilinde değildir. Bilakis yüklem konuya zihni bir
fiil ile bağlanmıştır. mesela (7+5= 1 2) bir sentetik önermedir. Çünkü
7+5 mefhumunda bu iki sayının bir sayı içinde toplanabileceği fikri da
hil olmadığı gibi 1 2 . sayısının sadece tasavvuru bu iki rakamın birliğini
içerir sayılamaz. Yine geometride "Bir çizgi, doğru iki nokta arasındaki
mes:otfenin en küçüğüdür" önermesi de bir sentetikdir. Çünkü "doğru ,
çizgi, mefhumu niteliği yani düz bir hat manasını ifade eder. Binaena
leyh sırf "doğru çizgi" tabirinde böyle bir nicelik hüküm elde edilemez;
hatt· müstakim tabirini analiz ederek "iki nokta arasındaki mesafenin
en küçüğü" tasavurunu çıkarmaya imkan yoktur. Sonuç olarak bütün
matematik hükümleri böylece sentetikdir. Fizikte tecrübeden elde edi
len "her cismin ağırlığı vardır" gibi önermeler de evveliyetle sentetik
dir. Çünkü "cisim" mefhumunun ağırlığı ihtiva eylemesi zaruri değil
dir. Biz bunu tecrübe ile bilir, konu ile yüklemi bu suretle terkip ederiz .
Bununla birlikte fizikte yalnız tecrübeden türeyen sentetik hükümler
değil, aynı zamanda tecrübeden türemeyen apriori hükümler de vardır
S A F A K L I N T E N K i D i YA D A B i L G i P R O B L E M i • 69
TA S N i F
Yukarıda da gördüğümüz gibi58 Kritisizm bilgi matematik gerçek,
bir mevcud addeder. metafiziğe gelince her ne kadar sıhhati kabul edil
miş neticelere varmamış ise de insan zekası fıtri olarak onun mevzusu
olan hükümlere, yani Allah, ruh, özgürlük mefhumlarına ulaşmayı baş
ka bir tabirle tabiatın, tecrübenin ötesine yükselmeyi ister. Bu zihnin
·bir temayül-ü tabiisidir ki- bir netice elde edilsin, edilmesin- inkar olu
namaz. lşte kritisizm şu üç mevzünun imkanını araştırır. Yani;
1 . D U Y U L U R L A R I N S O Y U T A N A L I T l t. l ·
Her tam bilgi zihnin kuvvetine, yani hassasiyet ile müdrikenin işti
rak,iyle mümkün olur. müdrike zihnin fail kudretidir ki tasavurat (con
cepts) yardımıyla düşünebilmemize hizmet eder. Hassasiyet (duyarlık)
ise sadece harici tesirleri kabul eder. Diğer bir tabirle bize tesir eden eş
ya hakkında doğrudan doğruya bilgiyi temin eden sezgiyi (intution)60
meydana getirir. Bir şeyin duyarlığımız üzerine vuku bulan tesiratına
duyum (sensation) denilir. Filozof duyular vasıtasıyla bir şey rakkında
vuku bulan sezgiye başka bit tabirle doğrudan doğruya harici tesirler
hakkındaki ilme empirik (tecrübi) namını yeriyor. Duyarlık yardımıyla
vuku bulan bir sezginin mevzı:tsuna fenomen (phenomene) denilir.61
Olayları tenkid ettiğimiz , yani yukarıda anlattığımız tarzda tahlil
ettiğimiz zaman onun suret ve maddesini tefrik edebiliriz. Gerçekte bir
cismin zihnimizde meydana gelen hayalinde bir kere doğrudan doğru
ya duygulardan ibaret olan renk, koku, salabet... vs. gibi kısımlan tefrik
ve tecrit ettikten sonra bunların dışında hayyız (etendue) ve şekil (figu
re) in mevcut olduğunu görürüz. Biz hayyız (mekan) yardımıyla cismin
duyumla bildiğimiz niteliğini tertip ve tanzim ederiz. Bununla beraber
mekan ve şekli doğrudan doğruya hissin mahsulü addedemeyiz . Yine
batıni hissimizle -duyduğumuz du:·gularda da bir kere doğrudan doğru
ya duygularımızı ve mesela hazzı, elemi, kederi, hiddeti vs. tefrik ede
riz. Fakat aynı zamanda bu hatmi olayların birbirini takip etmesine, ya
ni evvel veya sonra olmasına göre tanzim ederiz . lşte ne hayyız yani
mekan, ne de artlarda.. başka bir deyimle zamarİ doğrudan doğruya du
yum mahsulü olmadğı halde bütün hissiyatımızın çerçevesini teşkil
SA F A K L I N T E N K i D i YA D A B i L G i P R O B L E M i • 7 1
ederler. duygular, yani .dış eşyanın mekan şartı içinde ve duygular za
man dahilinde bir mevki alarak hissedilmiş olur. G örülüyor ki dış
eşyanın zihinde meydana gelen hayalinde doğrudan doğruya duyum
dan meydana gelmeyen a priori bir süreli vardır ki o da mekandır. Yine
hatmi duygularımızı aynı suretle tecrübe mahsulü olmayan sureti de
zamandır. Kant bu iddiasını, yani mekan ve zamanın hassasiyetin iki
sureti olduğunu sıra ile izah ve ispat ediyor. ilozofun bu izahatı iki saf
ha arzeder: Evvela mekan ve zaman hakikaten tecrübeden müştak değil
de zihnin duyulara tatbik ettiği birer zorunlu şartı mıdır? Başka bir de
yimle bunlar a priori midirler?· Saniyen zaman ve mekana dayanan ma
tematik nasıl mümkün oluyor? lşte Kant'ın tarz-ı tenkidi bu_ iki suale
cevap vermeyi hedefler.
Şimdi Filozofun mekan ve zaman htı.kkındaki düşüncelerini sırasıy
la takip edelim:
A. MEKAN
Mekan tecrübi sayılamaz . Çünkü maddi bir cismi idrak edebilmek
için ona ait olan duyguları dış bir mekana atfetmemiz lazımdır. Demek
ki mekan tasavvuru bir mahal içinde yer tutmaya muhtaç olan duyum
dan öncedir. Tecrübe ancak mekan hayalinin mevcudiyeti ile kaimdir;
yani mekan tecrübenin şartıdır. Şart elbette meşruttan önce gelir. Şu
hale nazaran tecrübenin, duyumun mekanı doğurduğu iddia olunabilir
mi? diğer taraftan mekan mukayese ve tefek\<ür mahsulü bir tasavvur
da değildir. Çünkü mekan vahdeti, birliği tazammun eder. Gerçekte
muhtelif yerlerden, mekanlardan bahsederiz. Bundan anladığımız mana
birlik halinde tasavvur ettiğimiz mekanın muhtelif cüzlerine işaret et
mektir. Halbuki mukayese ve tefekkür mahsulü olan külli mefhumlar
hakiki birliği tazammun etmez. Bu gibi külli mefhumlarda gördüğü
müz birlik suni ve .soyuttur. Mesela insan mefhumu gerçek birliği değil,
soyut birliği ifade eder. Hakiki birlik in.san kelimesinin ifade ettiği ma
nada değil, o mefhum dahiline giren Ahmet, Mehmet... vs. fertlerdedir.
Yine mekan namütenahi kısımlardan müteşekkildir. lnsan, hayvan gibi
külli mefhumlar ise bilfiil namütenahi değil, bilkuvve namütenahi ha
yal ve suretleri (representations) ihtiva eder, yani elbette insan ve hay
van mefhumlarının ifade ettiği fertlerin miktarı mütenahidir. Ancak bu
mefhumları, aynı vasıfta bulunan bütü� efradı cami olacağı için, bil
kuvve namütenahi addedebiliyoruz. Mekan ise böyle değildir. O bilfiil
namütenahidir.
72 • KANT VE FELSEFESi
şey" bir vasfı olarak kabul edebilir miyiz? l Yukarıdan beri izlediğimiz
kritisizm usulü gösterir ki bu soruların zihin için hiç bir değeri yoktur.
Çünkü tecrübeye tatbik edilmesi , maddenin idraki için zihni bir şart
olması dışında "mekan" mefhumunun sırf zihni, sırf remzi (symbbli
que) bir mahiyeti vardır o kadar. 63
B. ZAMAN
"Zaman"ın tenkid tarzıda "mekan" hakkındaki mülahazata tama
men denktir. Zaman da tecrübeden müştak bir mefhum olamaz. Çünkü
her tecrübe beraberliği, yahut artlarda olmayı gerektirir. Bütün tecrübe
lem bu suretle zaruri şartı olan zaman nasıl tecrübeden müştak addolu
nabilir? Batıni; hallerimiz ancak evvel veya sonra diye tefrik ettiğimiz
"zaman" içinde "artlarda gelmeye ve teselsül" arasında idrak edilmiş
olur. Demek ki "zaman" hatmi tecrübemizin şartıdır. Şart elbette meş
ruttan, yani tecrübeden önce gelir. Şu halde zaman tecrübe sonucu ola
maz. Yine zaman tefe�kür ve mukayese neticesi sayılımaz. Başka bir de
yimle muhtelif "an" ların mukayese ve tecridiyle çıkarılmış külli bir ta
savvur farzolunamaz. Çünkü bu muhtelif anlan fikren izale etsek bile
"zaman" baki kalır. Zaten bu gibi külli tasavvurların ifade ettiği birlik,
mekanın tenkidi sırasında söylediğimiz gibi, suni ve değişkendir. Hal
buki zaman bir "hakiki birliği" kapsamaktadır. O suretle ki münferid
anlar bu tam ve "bir" olan zamanın cüzü olarak idrak edilir. Elhasıl za
manın "cüz"leri, y�ni geçmiş ve şimdiki zaman, zaman içinde hiss�di
lir. Yoksa "zaman" mefhumu bu cüz'lerin birbirleriyle olan nisbet ve
mukayesesinden çıkarılmamıştır. .
,
Kısaca "zaman" , mekan gibi a priori bir sezgi (intuition a priori)
dir; ardarda gelme ve değişmenin idrak etme şartıdır. biz şuurumuzun
tecelliyatını teakub (artlarda) gelmelerine, yani zaana göre tertip ederiz.
Madem ki her türlü değişimin idraki ancak "zamana ile mümkün
oluyor, o halde bütün tecrübelerimiz de "zaman" ın bir hakikat ifade
etmesi tabiidir. Fakat tecrübenin şartı olması dışında "zaman" mutlak
bir hakikatı ifade edebilir mi? "zaman" mutlak bir varlık, yahut tecrübe
,
ile bilemeyeceğimiz "kendinde şey" ait bir vasıf ·sayılabilir mi? Kriti
sizm şüphesiz ki bu soruya menfi cevap vermeyi gerektirir. Çünkü za
man zihnin ancak tecrübeye, duyulura tatbik edilen bir suretidir. Tec
rübe dışında değeri sadece zihni bir mefhum olmasından ibarettir. Bu
mefhumun doğrudan doğruya bir varlığa, mutlak bir hakikate tekabül
ettiğine hükmettirecek bir ilmi kuvetimiz yoktur.
74 • KANT V E F ELSEF ESi
= -- . 2 ;hk. yu karıda tarif edildiği gibi bir alıcı alettir, eşyanın tesirlerini
.i_ : � rakat bizhatihi bilgi meydana getirmez. bilgi ancak hissi kabiliyet
..,:, ·. asıtasıyla elde edilen mevzü üzerine düşünmekle meydana gelir. lş
� -:: C.u d üşünce kudretine " müdrike" denilir. Binaenaleyh " duyarlık" ile
- :nüdrike� bilgimizin birbirinden müstakil iki şart-ı lazımdır: duyıırlık
:c:ı-ekkür için konu hazırlar. Müdrike o konu üzerine düşünür. Duyarlık
.:-!!'!lasa müdrike için tefekkür edilecek konu bulunmaz. müdrike de
:n üdahale etmezse, yani tefekkür olmazsa hassasiyetin bildirdiği tesirler
anlaşılamaz olur, bilgi meydana gelmez. Kant bu iki kudret arasındaki
münasebeti şu süretle anlatıyor: "Muhtevası olmayan (yani his vasıta
sıyla vukü bulan bir tesiri konu edinmeyen) tefekkür bomboştur. Ta
savvur haline gelmeyen sezgi de (yani dış eşyanın idraki de) kördür.' Bu
iki kudret birbirinin işini de göremezler. Müdrikede sezgisel bir iktidar
yoktur. Yani his gibi doğrudan doğruya hiç bir şey bilemez. "Duygular"
da düşünemez. Bilgi bu iki kudretin kabulüyle mümkün olur. " 6'5 Bilgi
mizde saf müdrikeyi, yani umumiyetle tefekküratımızın süretini analiz
etmeye "müted analitik"· (analytigque trenscendantale) ünvanını veri
yor ve bunu şu süretle iki kısımdan mürekkep addediyor: Biri tasavvur
la rın analitiği (analytique des concepts) , diğeri ilkelerin analitiği
(analytique des princips)dir.
A . TA S A V V U R L A R I N A N A L I T I G I
_Müdrike dediğimiz kudretin fiili tefekkürdür. TeJekkür ise bir hü
küm ve tasdikte bulunmakta, yani "şu şöyledir, bu böyledir" demekten
başka birşey değildir. Hüküm ve tasdiklerimiz mahiyet olarak duyarlık
iktidarı yardımıyla eşyanın bizde.meydana gelen mütenevvi hayallerini,
hazırlıklarını (represeiıtation) birliğe irca etmek, başka bir deyimle özd
, birşeyin zihinde hasıl olan hayalini daha bir çok hayalleri ihtiva eden
bir tasavvur içine idhal etmektedir. Mesela "Maden cisimdir" dediğimiz
zaman "maden" hayalini daha birçok hayalleriz muhtevi olan "cisim"
tasavvuru dahiline sokmuş oluruz. Şu halde tefekkür tasavvurlar mey
dana getirerek ilini elde etmek, başka bir tabirle bir şeyin nispeten hu
susi olan hayal ve tasavvurunu hayal ve tasavvura dayandırmaktadır.
Hükümlerimizin iki türünü ayırabiliriz. Bir kısım hükümlerimiz
vardır ki onlarla iki mefhum, iki olay arasında ifade ettiğimiz bağ sırf
subjektifdir. Başka bir tabirle ,bu nevi hükümleri ifade eden şahıs sırf
kendi duygusunu , kendi intibasını anlatmış olur. Mesela "Güneşin yere
vurduğu zaman taşlarında ısındığını görüyorum" dediğim vakit güne-
76 • KANT VE FELSEFESİ
Başka bir tabirle müdrike ile ifade ettiğimiz amel-i hatmi duyuluru bir
leştirir; hatta his vasıtasıyla meydana gelen intibaların bizde hasıl oldu
ğunu, kendi intibalarımız bulunduğunu da ancak düşünen ben'in böyle
bir şuuru sayesinde biliriz. Mesela mekan dahilinde bir hattı görmekle
onu hakikaten anlamş olamam. Hat hakkında tam bir bilginin meydana
gelebilmesi için onu mekan zihinde meydana getirdiği çeşitle hayalleri
terkip etmek sayesinde bi�gi elde ederim. Benim için "şey" ancak bu su
rette malum olur. Daha açık bir tabirle duyulurlar, nefs-i mütefekkir
(düşünen ben) için birleştirilmek sayesinde "eşya" bilginin mevzusunu
oluşturur. Kant bizzat aynı fikri şu suretle anlatıyor. "Şuurun birliği ile
dir ki hassasiyetin doğurduğu hayallerin br "şey" ile olan nispeti kuru
labiliyor ve onun için bu birliğin objektif bir değeri (vakur objektive)
olabiliyor"
Hükümlerimizin bünyelerini tedkik edecek olursak bu nazariyenin
gerçekleştiğini görürüz. Gerçekten hüküm ve tasdik bağ (copule) dedi
ğimiz bir fiil, bir edat yardımıyla tecrübi tasavvur, ki olay arasındaki
objektif bir nispeti ifade etmektedir. Bu suretle ifade ettiğimiz münase
beti dışta mevcud kabul eder ve onu zaruri görürüz. "l-ler cismin ağırlı
ğı vardır" dediğimiz zaman cisim ile ağırlık arasında objektif, yani bir
zihin için zaruri bir nispet mülahaza ederiz. Gerçekten bazen zihin bir
şey görünce diğerini hatırlayarak da iki şey, iki olay arasında irtibat ku
rarız.Ancak buna saik, hüküm ve tasdik kudreti "çağrışım" kanunudur.
Mesela denize bakar, gef!liyi hatırlarım. ·su suretle meydana gelen iki
türlü intibayı birbirine yaklaştırırım. Fakat yukarıda izah ettiğimiz gi
bi70 bu suretle meydana gelen nispet sırf subjektifdir. Demek oluyor ki
ancak muhakeme kudretiyle biz iki olay arasında nispet sırf subjektif
dir. Demek oluyor ki ancak muhakeme kudretiyle biz iki olay arasında
ki objektif nispeti ifade ederiz . Bu kudretin mahiyeti ise duyarlık yardı
mıyla meydana gelen hayalleri birleştirmektir. İşte bu birlik müdrike
nin fiilidir, yani kategoriler dağınık olan duyulurlara bir suret vererek
onların düşünen ben'in birlik terkibinin içine dahil etmeye hizmet edi
yor. Bu kategorilerin objektif bir kıymeti olması, duyulurlara böylece
"suret" vererek tefekkür ve terkibi mümkün kılmasından neşet eder.
Şu halde kategorilerin kıymeti duyuların birer sureti . olarak tefek
kür imkanını meydana getirmesiyle kaimdir. Yoksa bunların bizatihi,
yani duyulurlara tatbik edilmesi dışında bir kıymeti yoktur. Çünkü
müdrike doğrudan doğruya bilgi meydana getiremez. Ancak duyulurlar
üzerine düşünerek bilgi meydana gelir. Binaenaleyh bilgimiz tecrübe
S A F A K L I N T E N K i D i YA D A B i L G i P R O B L E M i • 83
'
B. lLKELERlN ANALlTlGl
Madetn ki tabiatın en umumi kanunlanm koyan ve l;>elirleyen mü
fekkiredir, o halde müfekkirenin kulla;;dığı bir takım umumi ve a pri
ori kanunlar, külli önermeler vardır ki bütün bilgilerimiz onlara daya
nır. Diğer cüz'i, hususi kanunlar, onlann varlığım gerektirir. Bunlar saf
müdrikenin ilkeleri (Les principes de l'entendement pur)dir.
Eski filozoflar müfekkirenin ilkelerini hep tenakuz ilkesi (Principe
de contradiction)ne irca ediyorlar; Binaenaleyh müdrikenin asli kanu
nu tenakuzden ibaret görüyorlardı. Şüphesiz tenakuz ilkesi hakikatin
bir miyarıdır. �akat tamamen menfi bir miyarıdır. Yani bir hükmün, bir
fikrin hakikat olabilmesi için diğer kabul edilmiş hakikatlere mütena
kız olması gerekir. Fakat hakikat (Verite) ın meydana gelmesinde bu
menfi lüzum haricinde müspet şartlara da ihtiyaç vardır. Bir fikri, bir
hüküm mütenakız olmayabilir, bununla beraber eşyaya uygun bulun
ması gerekir. Şu halde tenakuz ilkesi bir tasavvurun tahliline yarar. Yani
yüklemin konuda dahil olabilmesi için haiz bulunması gereken şartı
gösterir. bu itibarla hükümlerin ilkesi sayılabilir. Halbuki yukarıda söy
lemiştik ki, ilmi hükümlerde yükl�m konucla dahil değildir ki bu ilkeye
tabi olsun. Eşya hakkındaki hakiki bilgimiz bilakis sentetikdir75. Bu
sentetiği meydana getiren de zihindir. Şu halde zihnin bu sentetik kud
retini ifade eden bir takım ilkeleri vardır ki külli ve zaruri olan bilgimi
zin esasını teşkil ediyor. Bu ilkeler iki olayın, iki mefhumun zaruri ola
rak sentezi olduğu için müdrikenin birleştirme kudretine dayanıyor. Şu
halde bütün malumatın temeli · "eşya mudrikenin sentetik birlik şartla
rına tabi olarak mümkü� olur" düstürudur. Kategoriler hakkında ev
velki kısımda söylediğimiz nazariyenin neticesi olan bu asıl ilkeden
müştak bir takım a priori ilkeler vardır ki hunlar ilimlerin dayandığı
mütearefelerin de esasıdır.
Bu ilkeleri nasıl bulabiliriz? lzah etmiştik ki; kategoriler, müdrike
nin duyuluru ne tarzlarda terkip ettiğini gösteriyordu . llkeler ise bunla
nn kullanılış şekli, yani tabiat hakkında bilgi elde edebilmek üzere tat
bikleridir. O halde kategorileri göz önüne getirir ve bunlann _tatbiki ka
idelerini ararşıtmrsak "ilkeleri" bi.ılmuş oluruz. Mesela "illet" müdrike-
88 • KANT V E FELSEFESİ
nin bir kategorisidir, başka bir tabirle iki olay arasında zaruri teakubu
ifade ettiğimiz vakit zihin bu a priori tasavvuru kullanır. Şimdi "illet"
kategorisini umumiyetle tecrübeye, tabiata tatbik edelim, o vakit şu il
ke hasıl olur: "Eşyada, tabiatta her değişen illet ile malul dediğimiz iki
olay arasındaki irtibat zaruri kanuna uyarak meydana gelir. " lşte Kant
böyle yaparak müdrikenin ilkelerini çıkarmıştır.
Kategoriler ; nicelik, .nitelik, izafet, kiplilik (modalite) olmak üzere
dört zümre dahilinde toplandığına göre ilkeleri de bunlara uyarak dört
takıma irca edilebilir. Filozof her takıma bir isim vererek şu cetveli is
tihsal ediyor:
postulatları
\
Gerçekten her olay zaman ve mekan içinde idrak edilmiş oluyor. Bu zama-
. nın ifade ettiği müddeti ancak onun ihtiva ettiği muhtelif anlan birbirine
ekleyerek tahlil edebilirim. Nitekim bir hattı zihnimde çizmeksizin, yani
onun kısımlarını müteakiben hatırlamaksızın hayal edemem. Demek ki bir
şeyin cüzlerini terkip ederek tamamının sezgisi mümkün oluyor. Şu halde
bütün olaylar cüzlerine ayrılabilir. Bütün olaylar birtakım cüzlerin kısımla
rın toplamı şeklinde idrak olunabilir. Şu halde sezgi hissiyle bildiğimiz eş
y a , cüzlerine ayrılabilir. " l mtidad Kemmiyeti" (Boyutsal Büyüklük)
kısımlarının hayal edilmesi sayesinde tamamı düşünebilen büyüklük de
mektir.
Geometrinin şekiller ve mütearifeleri yaratıcı hayalgücünün böylece cüzleri
terkip etmesine dayanır. Dış eşya hakkındaki bilgide böyle bir terkible
mümkün oluyor. Çünkü dış bir şey, ancak zaman ve mekan dahilinde idrlik
edilmiş olur. Zaman ve mekana dayalı olan olay ise boyutsal (imtidad) bü
yüklüğü haizdir. Yani cüzlerinin terkibiyle tamamı anlaşılabilir. Şu halde
makının cüzlerinin terkibiyle meydana gelen geometrik şekiller ve mütear
ifelerinin niçin bütün maddeye, bütün tecrübelerimize uygulanabilir oldu
ğu anlaşılır: Yaratıcı hayalgücü, mekanının cüzlerini bir suretle terkip ede
rek geometrik şekilleri meydana getirir. Zihin de zaten harici olaylardaki
mt;ı tecanis cüzleri terkip ederek düşünür.
2. Niteliğin şart-ı mukaddimi niteliğe bağlı olan ilke şudur: Bütün hadiseler
de duyumun asıl mevzusunun, madde ve gerçeğin bir şiddet kemmiyeti (Gran
_deur intensive), yani derecesi vardır.
üç suretle terkibini ifade eden, başka bir tabirle objektif bilgimizi mümkün
Bizim idraklerimiz haddizatında birbirini takip eder. Fakat ekseriye bize id
raklerimizin sırasını bozarak, birinden diğerine geçebiliriz. Mesela A ile B
iki şeydir. Biz li.yı evvela, B'yi sonra idrak ettiğimizi farzedelim. Ekseriya
li.yı görebiliriz. Böyle istediğimiz halde birini veya diğerini evvel veya sonra
miyan, iki idrakden birini veya diğerini istediğimiz vakit takdim ve tehir
edebilmemizdir. Mesela ay ile dünyada bulunan eşya iki ayn ayn idraktir.
men tecrid edilmiş bir haldedirler. Aralarında tamamen bir fasıla, bir boş
luk vardır. Gerçekte bu halde de idrakim yavaş yavaş, bu tamamen birbirin
den ayrılmış, soyutlanmtŞ olan şeylere nüfuz edebilir; fakat bunların bir
birini takip ettiğini, yahut ikisinin bir arada hemzaman olarak bulun
A ile B arasında böyle bir nispet mevcut değilse, her ikisinin idraki arasında
bir boşluk, bir fasıla kalıyor demektir. Bu halde ben nasıl bunları hem
gayri müessir bulunuyorlar, yani biri diğerini tayin ve icab etmiyorsa, orada
tecrübenin imkanı nokta-i nazarından eşya arasında tam bir yakınlığı, ger
tamamen olumsuz bir kanun-u zihnidir. Yani bir şeyin çelişik olabilmesi
onufl mantıki imkanını icab eder, ama objektif imkanını gerektirmez.
Mesela bir sathın iki düz hat ile kuşatılabilmesi bir çelişkiyi muhtevi değil
dir. Şu halde mantıki imkan var. Vaktaki sathi terkip ve teşkil etmek isteriz,
Demek ki mantıki imkan, objeklif imkanı icab etmez. Asıl lazım olan bu
ikinci nevi imkandır. Bunun şartı, yukarıda söylediğimiz şekilde bir şeyin
hem sezginin suretlerine, hem kategorilere intibak edebilmesidir. Objeklif
objektif bir bilgi mümkün görmüşler, yahut ruhların .doğrudan doğruya bir
bik olunması lazımdır. Bir şeyin tasavvuru ne derece tam olursa olsun, ne
mek için kafi değildir. Belki tecrübi de olması, yani duyum vasıtasıyla mad
edebilmek için evvel emirde bir duyum ve idraK.e tekabül etmesi lazımdır.
3. Üçüncü mevzu: Gerçeğe uygunluk, tecrübenin zaruri şartlannın icabı olun
ca zaruri varlık gerçekleşir.
Sadece bir tasavvurun mevcudiyetinden onun zaruretine hükmedemeyiz.
. .
Bizim a priori olarak bildiğimiz yegane zaruıet olaylar arasında bir irtabatın
bulunduğudur, yani sebebilik kanunudur. Binaenaleyh eğer tabiatta buldu
ğumuz, hissettiğimiz bir olay diğer bir olayın şartı oluyor, yani bu ikincisi
nin neticesi bulunuyorsa ancak o vakit "zaruret" gerçekleşir. insan için ma
daha evvel zuhur edenin zorunlu gereği olarak meydana geldiğidir. Bu ilke
den kolaylıkla şu iki a priori kaideyi çıkanabiliriz. Birincisi, hiç bir şey kör
bir tesadüfün neticesi değildir. ikincisi tabiatta kör bir zaruret, bilinmeye
cek bir zorunlu varlık yoktur. bilakis şartın meşrutu doğurması , nevinden
96 • KANT VE FELSEFESi
Bununla niye dışta bir maddenin varlığını inkar etmiş ve saf idealizme
kıymet vermiş addedilsin? Bilakis zihinde maydana gelen keyfiyetleri
maddenin aynı addedersek ve mesela bir yaprağın bizde meydana getir
diği "yeşillik" dediğimiz keyfiyeti, bu duyumu doğuran kuvvet ve hu
susun aynı olduğunu iddia ederek müdafaa ve ispat olunamayacak bir
yolu tutarsak o vakit "dış eşya"nın varlığı hakkında şüphe doğurmuş
oluruz. Onun için kaba Realizm yoluyla da dış eşyanın varlığı şüphe
den azade bir surette ortaya konamaz. Maddenin varlığı olduğunu her
türlü şüpheden azade bir surette tespit ve teyid etmek için sadece hissi
bir görünüşü , sırf subjektif bir hayali (schein) velhasıl şuurumuzun
basit bir değişiminihadise (Erscheinung)den ayırmalıyız. Hisdeki bir
tebeddülün muhakkak bir objektif değeri , bir dış maddeye uygunluğu
iddia olunamaz. Fakat hadise bu duyumun külli ve zaruri kaidelere
uyarak birbirine bağlanması suretiyle idrak edilnıiş olacağı için dış
vrlığında şüphe edilemez. Külliyet ve zaruret, yani her zaman ve her
şuur için uygunluk, evvelce söylediğimiz gibi, dış, objektif bir varlığın
,
yegane miyarı değil mi?85
Kant girişteki bu izahlarıyla iktifa etmedi: Kendisi de bunu kafi
görmemiş olmalı ki "Saf Aklın Tenk idi "flin ikinci baskısında kendi
varlığımız hakkındaki şuuru, nefsimiz dışında bir varlığın zarureti için
burhan olarak ortaya koydU: Gerçekten ben varlığımı zaman dahilinde
biliyorum, yani bir zamandaki tecrübi tasavvur hayallerimin şuuru
"mev_cudiyetim" hakkndaki hükmün mesnedi oluyor. Halbuki şuurun
daki bu haycller zaman dahilinde olduğu içn tabii ki daima, değişip
durmaktadır. Her değişim sabit ve kararlı bir şeye nispeten idrak olun
abilir. Demek ki düşüncelerimdeki, tecrübi tasavvurlarımdaki değişimi
tayin ve icab edecek sabit ve kararlı bir şey var; bu şey nefsim, şuurum
olamaz. Çünkü nefsimde, şuurumda gördüğüm daima değişmiş olan
bir takım tecrübi tasavvurlar ve hayallerdir. Başka bir şey yoktur. Şu
halde bu sabit ve kararlı şey nefsim, şuurum dışındadır. Şu burhan gös
teriyor ki bizzat kendi varlığım hakkındaki şuurum aynı zamanda nef
sim dışında bir şeyin varlığına dair bilgiyi de gerektiyor.
Görülüyor ki Kant "dış bir şey"in varlığı hakkında kabul ettiği bu
burhan ile bir taraftan Descartes tarzndaki ihtimali idealizm (idealisme
problematique) mesleğinden uzaklaşıyor. Çünkü Descartes yalnız
kendi varlığımız hakkındaki düstüru kati addettiği ve bu itibarla dış
varlığa ihtimali bir kıymet verdiği halde Kant, kendi şuurumuzun
doğrudan doğruya dış şeyinin de kabulünü icab edeceğini farzetmiştir.
S A F A K L I N T E N K i D i YA D A B i L G i P R O B L E M i • 99
�
bir mana kazanır. Fiziğin dayandığı il elerle mümkünd ür, mudri ke
1 00 • K A N T V E F E L S E F E S i
dediğimiz hükmü bir ilke'ye ircayı hedefleyen kıyas bizi sonsuz akli su
retlere (ldees) , yani hiçbir şarta bağlı olmayan tasavvuru kabule sevke
diyor. Şu takdirde akli istidlallerin, başka bir tabirle kıyasların envain
den onların bizi ulaştırmak isteyecekleri akli tasavvurları çıkarabilir ve
tespit edebiliriz. Nitekim müdrikenin "kategorilerini" bulmak için hük�
mün mantıki nevilerinden istifade edebiliriz. Çünkli bu neviler her biri
ancak bir "suret-i akliye"ye, mutlak varlık bir şartlı olmayana dayandığı
zaman en son hedefine ulaşmış olur. Filozof kıyaslarımızda şu üç türü
ayırıyor:
A . R A S Y O N E L P S 1 K O L O J 1 • S A F A K L l N " .K 1 Y A 5 - 1 F A S 1 D 1
Bizim bilgimiz daima nazar ve muhakeme delaletiyledir, yani iki şe
yi birbirine atıf ve isnad ederek biliriz. Bunlardan biri konu, diğeri
onun yüklemidir. Ne vakit bir şeyi anlamak istersek onu yüklem olarak
bir konuya atfederiz, diğer cihetten o konu da diğer birşeyin yüklemi,
yani keyfiyeti ve vasıflarıdır, biz işte eşyayı böyle anlarız. Hiç bir şeyin
yüklemi olmayan, hiçbir şeyin bir vasıf ve keyfiyeti bulunmayan cevhe
ri doğrudan doğruya bilemez miyiz? Müdrike delaletiyle böyle bir var
lık hakkında bilgi elde edemeyiz. Fakat akıl böyle arazın üstünde bizi
cevhere sevkeder. Rasyonel psikoloji uruh"un böyle mutlak bir cevher
olduğunu netice çıkartmakla ispat etmek iddiasındadır. Gerçekten bu
ilim erbabı sadece udüşünüyorum" hükmünden, yani tefekkürü ve şu
urunun varlığından bizzat nefs-i mütefekkür h�kkında bilgi elde edile
bileceğini, ruhi cevher çıkartabileceğini zannediyorlar.95 Eğer sadece
utefekkür"ün mevcudiyetinden, şuurdan, ruh cevheri hakkında bilgi
elde etmek ve onun mevcudiyetine intikal etmek mümkün olsaydı yu
karıdan beri serdettiğimiz mutalaaların hepsi tekzibe uğrardı. Çünkü
bu halde duyulura istinaden kendinde şey'i bilmek, yahut tecrübe üs
tünde olan eşya hakkında bilgi elde etmek mümkün olduğu meydana
çıkardı. Bu halde aklın bizi sevkettiği uakli suretler"in hepsi hakkında
bilgi istihsali tamamen mümkün addedilebilirdi.
Fakat rasyonel psikolojinin bu iddiasının dayandığı delili tetkik
edecek olursak fesadını derhal anlar ve bu teşebbüslerin ne kadar çü
rük bulunduğunu kabul ederiz. Gerçekten bu nevi psikoloji alimlerinin
ruh cevherini çıkarmak üzere ortaya koydukları delil haddizatında şöy
le bir kıyasa irca olunabilir:
Bir �ey ki hükümlerimizde daima "konu" (sujet) olarak bulunur; hiç
bir zaman "yüklem", yani bir keyfiyet ve sıfat olmaz, o şey "cevher", baş-
1 08 • K A N T V E F E L S E F E Si
( R A S Y O N E L K O Z M O L OJ i )
A N T i N O M i L E R i ( T E S AV l - 1 N A K I Z E Y N I )
Akıl kıyasi istidlallerle hadiselerin şartlannı arar, hükümlerin dahil
olacağı ilkeleri, araştırır. Ve bu araştırmalar neticeninde bütün şartlan
ihtiva eden bir "mutlak varlık"a erişmek ister. Aklın bütün hadiseleri
muhtevi olmak üzere kabul ettiği varlığa dünya (le monde) diyoruz ve
buna ait teşkil ettiği akli suretler (idees) filozof kevni akli suretler (ide
es cosmologiques) namını veriyor.
Bu akli suretler nelerdir? Akıl doğrudan doğruya tasavvurlar mey
dana getirmez, akli suretler haddizatında a priori tasavvurlann hadise
lere tatbik edilmeyerek mutlak düşünülmesi mahsulüdür. Şu halde ka
tegorileri mutlaka k;ıdar teşmil edecek olursak bu "akli suretler" mey
dana gelir. İşte Kant, dört zümrede toplanılan kategorilere ait cetveli97
alarak onlar yardımıyla aklın suretlerini buluyor. Bakınız nasıl:
3. Ü çüncü kategori grubu izafete bağlıdır. Bu itibarla her olay bir illetin ne
ticesi olarak malum olur. Akıl ise "Tam bir illetler silsilesi" fikrine yükselir
ve bu suretle "ilk illet"e (Cause Premiere) özgür bir illete, yani başka bir şe
yin zorunlu sonucu olmayan " illet" tasavvuruna varır.
4. Dördüncü kategori grubu modaliteye aittir. Modalite (cihet) nokta-i na
zarından her hadise diğer hadiselerle mütekabilen birbirlerine tabi olacak
vecihle münasiptedir. Akıl, bilakis böyle birbirine b�ğlı olan mevcudatın
tam silsilesine ermek ister ve bu surette her hadisenin diğerine merbut ol
masına mukabil hiçbir şeye bağlı olmayan bir varlığı, yani zaruri varlığını
vücud-u vacibi (Etre necessaire) anlamaya çalışır.
1 . BiRiNCi ANTiNOM i
( T E Z ( D A' VA )
Alemin zaman olarak bir başlangıcı vardır.
Yani kadim değildir. Mekanen de bir hududu vardır, namütenahi
değildir.
Delili: Gerçekten eğer alemin zaman olarak bir başlangıcı olmazsa
şu dakikadan evvel namütenahi bir hadiseler silsilesi gelip geçmiş ol
ması lazım gelir. Fakat sonsuz bir silsilenin bu suretle halen tamamlan
mış ve geçmiş olması nasıl kabul olunabilir? Çünkü bir silsilenin na
sonsuzluğa bilhassa cüzlerin ilave ve terkibiyle aslen tamamlanmasına
dayalıdır. Eğer diyecek olursak ki şu andan evvel sonsuz hadiseler silsi
lesi gelip geçti. O halde bu sonsuzluk bu "an" ile bitiyor demek olur.
Bu da namütenahiyet ve "kadim aleme" qıenfidir. Şu halde alenin za
manen bir ilke'si vardır, kadim değildir.
Böylece iddiamızın aksi olarak alemi mekanen sınırsız addedi
niz.Bu halde alemde hemzaman olarak sonsuz eşyanın bulunması gere
kir. Fakat mekan haddizatında cüzlerin ardarda terkibiyle idrak oluna
bilir. O halde namütenahi olan mekanın ve bu suretle namütenahi olan
eşyanın terkibi için namütenahi zaman olması lazım gelir. Yukarıda
gordük ki böyle namüterahi zamanın geçmiş olmasını akıl kabul ede
mez.
A N T i T E Z ( N A K I Z - 1 D A' VA )
Alemin ne zamanen bir başlangıcı, ne de mekanen bir sınırı vardır.
A l em zaman ve mekan olarakta namütenahidir, yani kadim ve
sınırsızdır.
Delili: Çerçekten alemin bir başlangıcı olduğunu farzedelim. Bu
halde alem mevcud olmazdan e�elki zamanda hiç birşey yoktu; yani
1 1 2 • KANT V E FELSEF ESi
eşyanın varlığını tamamen boş ve hali bir zaman tekaddüm etmişti. Fa
kat böyle boş bir zaman içinde eşyanın meydana gelmiş olması izah
edilemez. Çünkü böyle boş bir zaman içinde herhangi bir şeyin varlığı
m icab edecek bir sebep yoktur. Binaenaleyh al_e mdeki eşyanın bir
başlangıcı vardır. Fakat bizzat alemin hiç bir başlangıcı yoktur, yani
alem kadimdir.
Böylece Alem mütenahi olsa tamamen boş bir mekan ile sınırlandı
rılmış olması gerekir. Fakat olaylar ve eşyayı kuşatan "boş bir -mekan"
bir ademden, bir yokluktan başka birşey değildir. Eşyanın böyle tama
men bir mekan ile, bir adem ile kuşatıldığını kabul etmek hiç bir şey ile
sınırl�nmadığını teslim etmek değil mi? Şu halde mekan dahilinde eş
yanın sınırı vardır. Fakat bizzat mekan ve onun ihtiva ettiği alem sınır
sızdır.
2.IKINCI ANTiNOMi
(TEZ)
Her mürekkep cevher bir takım basit cüzlerden terekküp eder. Bi
naenaleyh alemde her şey basittir, yahut bu "basit"lerin sentezinin so
nucudur.
Delili: Gerçekçi farzediniz ki mürekkep cevherler "basit"lerden
mürekkep değildir.
ANTiTEZ
Hiç bir mürekkep "basit"lere ayrılamaz. Binaenaleyh alemde hiç bir
"basit" yoktur.
Delili: Her cevher zorunlu olarak mekan dahilinde olduğu gibi cev
herin cüzleri de yine mekan dahilindedir.
Bu halde zihnen terkibi kaldıracak olursak hiçbir mürekkep kısım
kalmaz ve kabul ettiğimiz faraziyyeye göre mademki basit unsur da
yoktur, o halde zihin mürekkep cevherde terkip vasfını soyutlayınca
devam eden, baki kalan hiç bir şeyin artık bulunmaması icab eder. Şu
halde ya diyeceğiz ki cevher-i mürekkepte "sentez" vasfı cevherin zatı
na taalluk eder ve binaenaleyh zihnen onu cevherden tecride imkan
yoktur, yahut kabul edeceğiz ki cevher-i mürekkepte ki "terekküp" zih
nen tecrid edilebilir ve bu halde bir şeyin baki kalması lazım gelir ki o
da mürekkep bir şey olmayacağına nazaran "cevher-i basit"tir. Terek
küp cevherin zatından ileri gelmediği, bilakis onun arizi bir nispet ve
vasıfı bulunduğu zahir olduğuna nazaran birinci şık doğru değildir. Bi-
SAF A K L I N T E N K i D i YADA B i L G i P R O B L E M i • 113
ANTiTEZ
Her mekan bir imtidad olduğuna nazaran bölünebilirdir. Binaena
leyh "cevher-i mürekkep"in ayıracağımız kısımlan ve clızleri de bulun
dukları mekan gibi bölenebilir bulunması zaruridir. Şu halde maddenin
kısımlarının nihayet böyle bir basit'e müncer olması kabul edilemez.
Leibniz'in matematiksel nokta (point mathematique) ile maddi nokta
(point physique)yı ayırması alemde basit'in bulunamaycağına dair ser
dettiğimiz delil karşısında bir kaçamak cihet bulmaya matuf bir teşeb
büsten başka bir şey değildir. Çünkü maddi nokta eğer hakiki ve idraki
kabil bir meydana tekabül ediyorsa o halde bütün idrak edebildiğmiz
hakikatler gibi mekan dahilinde olması lazım gelir. Çünkü bütün id
raklerimiz mekan sezgisi dahilindedir.99
3- ÜÇÜNCÜ ANTiNOMi
(TEZ)
Alemde herşey maddi kanunlar dairesinde, Yani zorunlu illet�uya
rak meydana gelmez. Alemdeki olaylan izah için özgür illete de ihtiyaç
vardır.
Delili: Farzediniz ki herşey tabii kanunlar dairesinde meydana geli
yor. O halde hadis olan herşey kendinden eveel zuhur eden diğer bir
şeyin zorunlu icabıdır. lllet olan bu şey de sonradan hadis olmuştur.
Öyle olmasa neticeninde hadis olması gerekir. Sonradan hadis olan bu
illetinde kendinden evvel diğer olayı, kaide-i illet dairesinde, takip et
mesi bu ikinci illetinde diğer bir olayın, diger bir illetin neticesi bulun
ması.. .vs. gerekir. Şu halde bütün mevcudatın tabii kanunlar dairesinde
meydana geldiğini kabul ederseniz herşeyin şartı olan bir şeyi takip et
tiğini ve bunun sonsuza kadar devam ettiğini kabul edeceksiniz. Bina
enaleyh eşyanın birbirine nazaran başlangıcını tayin edecek ve fakat ilk
ilke'yi, ilk başlangıcı bulamayacaksınız. Gerçi böylece her olayı en ya
kın illetleriyle izah edebilirsiniz. Fakat "tam bir illetler silsilesi"ne ula
şamayacağınız için o olayı ve bu izafi illetleri icab eden bir sebep göste-
l H • KANT VE FELSEFESi
remeyeceksiniz. Bu takdirde hiç bir olayı "Her şey kafi bir illetin icabı
olarak mevcud olabilir" kulli düsturunun icab ettiği şekilde izah ede
memiş olursunuz. Çünkü bu olay daha evvelkinin, oda daha evvelki
nin . . . vs neticesidir de dediğimiz zaman o olayı silsile halinde saydığı
nız illetleriyle beraber sonsuz olarak icab eden şey nedir? suali karşı
sında kalırsınız. Bu suale cevap verebilmek ve bütün olaylan tam ola
rak izah edebilmek için maddi kanunlar dairesinde bir illet göstermek
kafi değildir. Çünkü bu suretle göstereceğiniz "illet"de öncekinde olan
diğer bir olayın neticesidir. Bunun için başka bir özgür illet olmayan ve
binaenaleyh bizatihi eser ve olayı meydana getirebilen ve ilk başlangıç
olabilen bir illeti, yani özgür illeti (cause libre) kabul etmelisiniz ki bü
tün o illetler silsilesini göstermiş ve bu suretle hadiseleri zihnimizi tat
min edecek şekilde izah etmiş olasınız. Şu halde alem yalnız maddi ka
nunlar dairesindeki illetlerle izah olunamaz. Bunun haricinde ihtiyar
(Liberte) , özgür illet de vardır.
ANTiTEZ
Alemde ihtiyar (özgürlük) yoktur. Kainatta herşey ancak maddi ka
nunlar dairesinde meydana gelir.
Delili: Eğer özgürlüğü, bir özgür illetin varlığını kabul edecek, yani
kendisi başkasının gereği olmadığı halde bir takım fiiller silsilesi mey
dana getiren bir şeyi kabul edecek olursanız tabiattaki irtibatı ihlal et
miş ve tecrübenin icab ettiği birliği bozmuş olursunuz. Çünkü tecrübe,
hadiselerden sonra zuhur edenin mukaddem olana raptedilmesini ve
bunun fasılasız devamını gerektirir. Eğer özgür bir illetin varlığını far
zedecek olursanız bir kısım hadiseleri onun neticesi addedecek, şu ha
de bir kısım eşyayı kendinden evvel başka bir şeyin neticesi olmayan
bir illete raptedeceksiniz. Bu takdirde olayların daima birbirine bağlı
olarak mevcud olmasını gerekli kılan tecrübenin birliğini ihlal etmiş
olursunuz. Binaenaleyh yalnız maddi kanunların icab ettiği zaruri illet
leri kabul etmeli, bir kısım olaylan öncekinin neticesi olmayan bir ille
tin icabı , yani özgür bir illetin neticesi olarak farzetmek suretiyle
tabiatta ve marifetimizde bir ahenksizlik meydana getirmemeliyiz. El
hasıl "hadiseler arasındaki zaruri irtibat kanunu" -ki tecrübenin imkanı
bana istinad eder- özgür illet tasavvurunu katiyyen selbeder eder.
ANITOMI
(TEZ)
Alem kendisinin "ilk illet"i olarak bir zorunluğu bir varlığı gerekti-
S A F A K L I N T E N K i D i YA D A B i L G i P R O B L E M i • 115
ANTiTEZ
Ne alemin dahilinde, ne alemin haricinde alemin illeti olan bir za
ruri varlık yoktur.
Delili: Eğer alem dahilinde zaruri varlığın bulunduğunu kabul
edersiniz olaylar ve mevcudat arasında gördüğümüz irtibatı ihlal etmiş
olursunuz. Çünkü alemde gördüğümüz hadiseler birbirini icab edecek
şeklide birbirine bağlıdır. Hadiseler bi_rbirine bağlı ve birbirinin değiş
meleriyle mütebeddil olduğuna nazaran değişimden azade bir zaruri
varlığın alemde bulunmasına imkan yoktur. Eğer olaylann bütününü
bir zaruri varlık sayarsanız hepsi mütehavvil olan olaylann toplamının
nasıl bir zaruri varlık teşkil edebileceğini izah edemezsiniz. Birşeyin
toplamı o yekune dahil olun cüzlerin vasfını haiz . olması lazımdır. Eğer
zaruri varlığın ne vakit alemde hadiselere müessir olmaya başladığını
sormak icab eder. Binaenaleyh bu müessiriyyetin bir başlangıcı olması
lazımdır. Her başlangıç bir zaman dahilindedir, her zaman dahilinde
olan bir şeyin alem dahilinde olması icab eder. Bu halde zaruri varlığın
adem dahilinde bulunması gerekirki bunun doğru olamıyacağını yuka
nda söyledik. Elhasıl her ne suretle farzedilirse edilsin bir zaruri varlık
yoktur. Herşey değişme ve imkana müstenittir.
lşte akli suretlere dair aklın bizi sevkettiği mütenakız hükümler ve
delilleri bunlardır. Zahiren bakacak olursanız bu tez ve antitezleri bir
dialektik oyunu addedip geçersiniz. Fakat bu kuru düsturlar en yüksek
1 1 6 • KANT VE FELSEFESi
bir illetin zaruri neticesi olarak bilinir. Fakat insanda bir meleke, bir
kudret vardır ki bu, hiçbir zaman kuvveyi mahsOsaya benzemez. Çün
kü bu meleke ve kudret duyulur bir dünya değil, ameller için bir kaide,
saf bir tasavvur (concept pur)dur. Bu kudret "pratik akıl"dır. Gerçekten
akıl amelleri için "vazife" (devoir) dediğimiz kanunu, kaideyi meydana
getirir. Bu suretle "yapmalısın, yapmaya mecbursun" emrini verir. Bu
emirde bir zarureti (necessitee) , bir varlığı tazammun eder. Fakat bu
vücub tabii olaylarda görüldüğü şekilde bir olayın diğerini tevlit etme
si, onun neticesi olması nevinde bir zaruret değildir. Bilakis sırf akli bir
tasavvur, bir kanundur. O halde akıl ameller için vazettiği kanun ile
olaylarda gördüğümüz nizam-ı eşyayı takip etmez. Nizam-ı eşya "olana,
olacağa, olmuşa" taalluk eder. Vazife ise doğrudan doğruya olması la
zım gelen şeyi ifade eder. Ekseriya olabilir ki vazifenin vacip gördüğü
şey katiyyen meydana gelmemiştir; yahut gelemiyecektir. Buna rağmen
akıl yine bu amellerin vücubuna, yani olması lazım geldiğine kanidir.
Demekki akıl, beşeri ameller için "vazife" dediğimiz bir nevi vücub,
bir nevi zaruret tahakkuk ettiriyor, "yapmaya mecbursun" düstürunu,
kanunu vazediyor. Her zaruret imkanı tazammun eder. "Yapmalısın"
emri "yapabilirsin", "yapmaya kadirsin" de demektir. Şu halde "vazi
fe"nin mevcudiyeti doğrudan doğruya aklın yani amelleri icab edebile
ceğini ve duyulur dünyada bazı eserler meydana getirebileceğini tazam
mun ediyor. Binaenaleyh insanın bazı amellerinin illeti bir olay değil,
sadec� akli tasavvur, akli kanun olabilir. Akıl "vazife" eqırini olaylardan
çıkarmadığına göre duyulur dünyanın üstünde bir kudret yani kendin
den, şey (chose en soi)dir. Binaenaleyh onun eseri olan vazife zaman
çerçevesi içinde ve tabii kanunlar dahilinde değildir. Bilakis akıl, ahlaki
amelleri zaman ve eşyanın icablar ve tesirleri dışında olarak bütünüyle
külli bir kanun halinde tayin eder. Demek oluyor ki akıl, zaman ve eş
yanın tesiri haricinde olarak doğrudan doğruya vazife dediğimiz mut
lak kanunuyla duyulur dahilinde bir takım ameller silsilesi meydana
getiriyor. Ve fakat bizzat kendi fiili, kendi eseri olan "vazife" diğer bir
şeyin icabı olarak ihtida etmiyor. O halde ki akıl duyulur dahilinde bir
ameller silsilesinin illeti oluyor, fakat kendisinin zatından başka bir il
letı bulunmuyor. Yani diğer birşeyin icabı olmayarak bizzat ameller
meydana getirebiliyor. Şu halde maddi kanunlar dairesinde meydana
gelen hadiseler gibi zaruri değil, tamamen özgür oluyor.
Aklın amellerde böyle kanun vazettiği ve müessir olduğu kabul edi
lince 1 03 insanın akıl sahibi olması sıfatıyla bir takım amellerinin illetini
1 24 • KANT VE FELSEFESi
danen niye kötülüyorsunuz? Bu adamın hareketini tabii illet ile izah et
memize rağmen o adamın başka suretle hareket etmesi mümkündü,
onda bu suçtan, ahlaki günahtan koruyacak bir kudret, bir seciyye-i ak
liyye vardı. Demek ki insandan zuhur eden fiillerin tabii saiki (güdü)
olduğunu kabul etmekle beraber bu saik haricinde beşeri amelleri tayin
ve icab eden bir "akli kudreti" de farz ediyorsunuz. Ve bu akli kudret
duyulurun icabı üstünde olduğu için insanın mahiyet-i zatiyyesi olu
yor, yani kendinde şey bulunuyor.
Şu izahlar gösterir ki Kant tabii bir nizam ve teorik, birde pratik ni
zamı (ordre pratique) kabul ediyor. Müdrike tabii nizamın zaruri ka
nunları tespit ediyor, "pratik akıl" de pratik nizamın kanununu meyda
na getiriyor. İnsan bu pratik nizamın kanunu meydana getien akıla sa
hip olması itibariyla muhtardır. Tabii nizam tabi olması dolayısıyla da
fiilleri tabii kanunlara tabidir. Bu iki nizam ise birbirinden tamamen ay
ndır. Tabii nizam olana, olmuşa, olacağa taalluk eder. Fakat "nasıl ol
malıdır?" sualinin cevabını aramaz. Yani biz tabii hadiselerde meydana
geleni evvelce meydana gelene bağlarız ve bu bağ ve sebebilik yardı
mıyla istikbalde olacak hadiselere intikal ederiz, fakat hiç bir zaman
ilim "tabiatta ne hadis olmalıdır, yahut bir dairenin ne gibi vasıflan bu
lunmalıdır?" suallerini aramaz ve buna dair tabii kanun vazedilemez.
Halbuki pratik akıl insan amellerinin nasıl olması lazım geleceğine dair
kanun vazeder. Demek ki bu iki nevi kanunun mahiyeti ayrıdır. Biri ta
mamen tabii illet düstüruna müstenit oldl.!ğU halde diğeri özgürlükten
kaynaklanır. 1 04
Hülasa üçüncü antinominin tez ve antitezi görünüşte birbirine çeli
şik görülür. Halbuki tabii nazımı "akli nizam" (Ordre intellıgible) den
ayıracak, insan fiillerinden bir kısmını, yani ahlaki amelleri esasen ken
dinde şey'de, mahiyet-i insaniyetle merkezi olan özgür bir illetten su
dur ettiğini teslim etmekle beraber duyulur fiil haline gelince, bütün ta
bii hadiseler ve eşya gibi, maddi illetlerin icab ettiği teselsüle tabi göre
cek olursak tez ve antitezde gördüğümüz zıtlık ortadan kalkar. O vakit
pekala diyebiliriz ki bu antinominin antitezinde mevzu bahis olan öz
gür illete, kendinden şey'e akli varlığa ve insanın akıl sahibi olmak sıfa
tıyla yaptığı ahlaki hareketlere aittir ve antitezde mevzu bahis olan
alem, duyulur alem (monde sensible) olduğu için orada yalnız maddi
kanunlar hiçkimdir. Elhasıl tez, yani özgür illetin olamayacağı da olay
lar dünyası için doğrudur. Böyle bir telifede teorik a.kıl itibariyle hiçbir
mani yoktur. Zaten evvelki bahiste müdrikenin yaptığımız tahlilatından
1 26 • KANT VE FELSEFESi
dır. Her böyle hadis olan ve akıbeti mevcud bulunan şey mümkündür,
yani olması da, yahut başka türlü z uhur etmesi de mümkündür.
Zihinböyle değişmeler ve mümkünler çerçevesi içinde kalmak istemi
yor, bu duyulur dünyanın istinadkahı olacak değişme ve tebeddülden
azade bir varlık, bir zorunlu varlık arıyor. insandaki bu fıtri meyli aklın
bizi sevkettiği bu gaye elde edilemez midir? Bu gayeye ulaşmak için ve
rilen çabalar beyhude midir? Transcendental Dialektik'in üçüncü kısmı
olan rasyonel teoloji bahsinde filozof bilhassa bu suallere cevap verme
ye çalışacaktır.
( R A S Y O N E L T E O L OJ I ) 1 08
SAF AKLIN iDEALi
Yukarıdaki izahlar göstermiştir ki zihnin a priori bir kanunun, a
priori bir sentetiğin dış varlığı olabilmesi, eşyaya ait bir bilgi halini ala
bilmesi için yegane bilgi mevzusunu teşkil eden sezgi hissine tatbik
edilmesi lazımdır. Nitekim kategoriler sırf zihni bir sentez sonucudur.
Fakat duyulurlarda tatbik edilince, sezgi terkip edince objektif bir kıy
met kazanıyor. Halbuki akıl kabli tasavvurları da terkip ederek alem ve
ruh gibi "akli suretler" meydana getiriyor. Ancak bunlar zemin-i ilim
olan duyulurlara tatbik edilemiyorlar. Onun için aklın bu suretlerinin
bir dış anlamı, somut anlamı olmadığını bilemiyoruz. Hulasa aklın bil
gimizi tevhid ihtiyacıyla meydana getirdiği bu külli mefhumların bir
varlığa tel:<abül ettikleri hakkında hiç bir bilgimiz gerek ola.maz, çünkü
duyulurların dışındadır.
Akıl yalnız böyle külli akli suretler elde etmekle kalmıyor, bizzat bu
akli suretleri de belirli bir tertip ile birleştirmek isteyerek bir gaye-i ke
mal, bir mefkure (ideal) meydana getiriyor. Akıl duyulurlar üstüne çık
tığı vakit evvelen olaylar gibi izafi olmayan mutlak mefhumlar, şartsız
tasavvurlar meydana getirir, onların dış anlamlarını kabul eder. Fakat
bununla da kalmaz, o akli suretlerin temessül ettiği belirlenmiş fer
diyeti tasavvur eder ki filozofa göre gaye-i kemal, mefkure (Ideal) işte
budur. Bunu iyice anlayabilmek için aklın amellere müteallık olarak
meydana getirdiği mefkurelerin teşekkülünü düşünmeliyiz, mesela in
sanlarda nisbi fazilet ve ilim vardır; akıl duyulur olan bu fazilet dışında
mutlak kemali haiz "fazilet ve hikmet"i düşünür. Bu "Fazilet-i kamile
ve saf hikmet"in yoktur. Çünkü bir çok tabii sebebler alemde fazilet-i
kamileden insanı saptırır. "Saf Hikmet"e erişmekten meneder. O halde
bunlar sadece akli bir surettir. Akıl sadece bu suretleri teşkil etmekle ve
S A F A K L I N T E N K i D i YA D A B i L G i P R O B L E M i • 129
Bir nevi dialektik ile, zahiri bir mantık ile aklın yükseldiği bu "ta
savvur"un ne kıymeti vardır? Yukarıdan beri söylediğimiz mutalaalar
buna kolaylıkla cevap vermeye kafidir: Mümkün hakikatleri içeren bir
varlık hakkında hiçbir sezgimiz yoktur. Yani böyle bir varlık. sezgi hissi
dahtlinde olamaz, ilmimizin zeminini, maddesini teşkil edecek başka
nevi sezgi kabiliyeti de insanlarda mevcud değildir. O halde "Allah" bü
tün mefhumlarımızı, akli suretleri birlike irca eden bu itibarla akıl için
elde edilmesi gereken bir gaye, bir ideal olmakla beraber onun dış
manası olduğunu bilmeye bizim için imkan yoktur. Kritisizm göster
miştir ki bilginin olması sentez kudretinin duyulurlara tatbik edilmesi
sayesinde mümkündür. Halbuki aklın sevkettiği bu "yüce varlık" duyu
lurların bittabi üstündedir. Onun için varlığını bilemeyiz. Böyle olması-
S A F A K L I N T E N K i D i YA D A B i L G i P R O B L E M i • 131
na rağmen akıl insall:_ı böyle şartsız bir varlığa, zaruri bir varlığa sevke
der. Ancak böjYle bir varlığı kabul sayesinde tamamen tatmin edilir, sü
kuta erer. Ancak şunu bilmeliyiz ki akıl ilmimizi tamamen ye kamilen
tevhid ihtiyacıyla bizi bu gayeye sevkediyor. Eğer sırf subjektif bir ihti
yaç neticesi olarak meydana gelen bu "mükemmel ve zaruri varlık" ta
savvurunun dış manası olduğunu bildiğimize, yahut bileceğimize kani
olursak vehme ve hataya değeriz. Nitekim metafizikcilar böyle bir ha
yale kapılmışlardır. Onlar aklın bu gaye-i kamilinin dış varlığı olduğu
nu varlık delili, kozmolojik delil illet-i gaye-i bürhani ünvanlan altında
toplayabileceğimiz kıyaslar ile ispat etmeye kalkmışlardır. Bu metafizik
sel mesainin akametini bir kat daha ispat edebilimek için bu delillerde
istinad edilen kıyaslann fesadını ortaya koymak icab eder. Onun için fi
lozof birer birer bu delillerin mantıki hatasını gösteriyor. Bu üç delil
den, Kant'a göre, en ehemmiyetlisi delil-i meydanadır. Çünkü diğer iki
delil kolaylıkla varlık deliline irca olunabilir. Şu halde varlık (ontoloji)
delilinin esaslığı tebeyyün ederse diğer iki delilde kendiliğinden yıkılır.
Bu mütalaa iledir ki Kant nassi (doğmatik) filozoflann ispat-ı vacib için
kurdukları binayı yıkmaya evvel emirde "varlık delili"nin tenkidiyle
başlıyor.
lspa t-ı vacib için serdedilen varlık delili (argument ontoloqique)
"yetkin (ekme}) varlığın" tarifine istinad eder ve esas itibarla şu suretle
hülasa olunabilir: Bizim zihnimizde yetkin varlık (Etre perfait) tasavvu
ru var. Yet1'in varlık bütün kemallan haiz demektir. Varlık is� Kemal'ın
şart-ı lazımdır. O halde yetkin varlık tasavvuru varlıği icab eder. Nasıl
üçgen tasavvuru üç açının yüz seksen derece olması vasfını icab ederse,
nasıl üçgen tasavvur edipte bu vasfı ondan almak imkanı yoksa yetkin
varlık tasavvurandan da gerçek varlık 'Vasfını J,caldırmak mümkün de
ğildir. 1 1 1
Bu delilin hatası "vücud" sıfatını b '.r vasf-ı mantıki addetmekten,
"yetkin varlık" tasavvurunun tahliliyle onun "dış varlığına"ne intikal
edilebileceğini zannetmekten tevellüt etmiyor. Gerçekten "üç ;en" ta
savvuru ve geometrideki tarifi müslim veri olunca onun üç açı .nın
toplamının iki doksan dereceye müsavi olacağını kabul etmek e zaruri
dir. Üçgeni kabul ettikten sonra açılarının iki doksan derecey<! müsavi
olduğunu reddetmek tenakuza düşmek olur. Ancak üçgen yok dedik
ten $Onra da bu vasıf tabiatıyla kalkar. Yetkin varlık tasavvuru için de
böyle\ıir. Evvela "yetkin varlık" tasavvurunun varlığını ispat etmeli, : . ıı
ondan sonra bunun tahliliyle bulunabilecek vasıflannı araştırayım. Me-
1 3 2 • KA N T V E FELSEFESl
sela "Allah'ın varlığı sabit olduktan soma onun herşeye gücü yeten (Ta
ut puissant) olması zaruridir. Çünkü kadir sıfatı Allah mefhumunun
tahliliyle çıkmıştır. Fakat ilahi varlık nefyedilir, "Allah" yoktur denile
cek olursa lafz:a -i celale atfedilen bütün mahmuller, bütün sıfat-ı ilahiy
ye, o meyanda kadir sıfatı da kalkar ve böylece "yetkin varlık" tasavvu
runu bilcümle sıfatıyla beraber nefyetmekte de zihnen hiç bir tenakuz
yoktur. Binaenaleyh varlık bir tasavvurun tahliliyle çıkacak bir vasf-ı
mantıki değildir. Onun için evvel emirde "yetkin varlık" tasavvurunun
bir şeye tekabül ettiği ispat edilmeli ki ondan sonra "yetkin varlık" şu
ve bu sıfatları gerektirir denilebilsin, bu mefhumun tazammunu dahi
linde bulunan sıfatlar çıkarılabilsin. Bir şeyin hariçte bir hakikatı ifade
ettiği, sadece zihni bir mefhum olmadığı ise ancak tecrübe mümkün
olan bir konu hakkında sentetik bir hüküm meydana getirmekle ispat
edilebilir.
Gerçi bu itiraza karşı denilebilir ki yetkin varlık tasavvuru diğer ta
savvurlar gibi değildir, onu zihinden kaldırmak mümkün değildir. Ha
kiki ve değişmez varlık demek olan "yetkin varlığı" zihin daima bizza
rure kabul etmez ' mi? Kant bu itiraza karşı şu cevabı veriyor: Yetkin
varlığın mevcudiyeti zihin için gerçekte çelişik değildir. Binaenaleyh
mantıken varlığı mümkündür, böyle bir "varlık" olabilir. Ancak mantı
ki varlık; muhakkak hakiki, varlığı, yani gerçekte, aslında var olmayı
icab etmez. Yetkin (ekmel) varlığın hiç bir sıfatından böyle bir varlığı
çıkaramaz. Çünkü bir şeyin varlığı onun h�rhangi bir vasfının tahlilin
den çıkarılamaz . Bilakis sentetik bir hükme muhtaçtır. Herkes bilir ki
bir şeyi isterseniz vehm addetmek, sırf zihinde vaki bir tasavvur farzet
mek, isterseniz onun harici varlığını kabul ediniz her iki takdirde de o
şeye atfedeceğiniz sıfatlar değişmez, birbirinin ayni olur. Bu da gösterir
ki bir şeyin varlığı ona atfedilen herhangi bir sıfattan çıkartılamaz. Me
sela hayali bir yüz lira ile cebinizde mevcud, binaenaleyh hakiki yüz li
ray<> atfedeceğiniz sıfat ve mahmuller birbirinden ne fazla, ne eksiktir.
Bunun gibi varlığı sabit olan "Allah"ın ne kadar mahmul ve sıfatları var
ise "Allah" tasavvuru sırf zihni bir mefhum addedildiği ve vücudu ka
bul · dilmediği zaman da o kadar sıfat ve mahmulleri mevcuddur. . . Hü
lasa ne "yetkin varlık" tasavvuru , ne de onun mahmulleri hiç bir zaman
hakiki varlığı icab etmez. Her zaman tenakuza düşmeksizin "yetkin
varlık bütün mahmulleriyle baraber sırf zihni bir mefhumdur" diyebili
riz . Çelişik olmayan, mümkün bulunan bir tasavvurun aslında da, ger
çekte de da mevcud addedilebilmesi için ancak tecrübe ile meydana
S A F A K L I N T E N K l D l YA D A B l L G l P R O B L E M İ • 1 33
nın bir sezgi hissine tekabül etmesi gerekir. Yani cebimi yoklayarak
"var" demem lazımdır. Halbuki yukanda söylediğimiz gibi Allah mef
humunun ifade ettiği medlulun dışta gerçeğe uygun olduğunu, aslında
mevcud bulunduğunu bana bildirecek hiçbir hissi mevzu, hiçbir sezgi
yoktur. Binaenaleyh imkan-ı mantikinin gerçekte bir varlığa tekabül
edip etmediğini gösterecek yegane miyar olan tecrübe "yetkin varlık"
mefhumu hakkında tatbik edilebilir değ�ldir. Onun için bu mefhum
akıl nazarı itibariyla bir imkan-ı mantiki halinde kalır varlığı ispat olu
namaz. Zihni bir taciri.n kasa defterine teşbih ederseniz tacirin defteri
. nin varidat kısmına bir kaç sıfır koyarak gelirinin arttığını zannetmesi
ne ise metafizikçilerin de da imkan-ı mantikiyi gerçekteki varlık ile ka
nştırarak vehme düşmesi de odur. Bir şeyin dış varlığı, gerçekte varol
ması zihinde tam ve muayyen olarak düşünülmesiyle değil, tecrübenin
imkanıyla, yani sezgi hissine tatbikiyle kaimdir. 1 1 2
Gelelim şimdi delil-i kevni (preuve cosmologique) denilen burha
na; bu delilin evvelkine nazaran mühim bir rüchanı var, çünkü tecrü
bede ihtida ediyor, tecrübe ile malum olan eşyanın zaruri bir varlığı
icab etmesine dayanıyor ve böyle olduğu için daha ziyade zihni tatmin
edecek mahiyet arzediyor.
Bu delil haddizatında şu suretle özetlenel;ıilir: Eğer şu gördüğümüz
mükevvenatta bir şey varsa, bir şey mevcudsa zaruri varlık da vardır.
Alemde ise hiç olmazsa muhakkak olarak ben varım, herşeyi inkar et
sem bile kendi varlığımı inkar edemem. O halde tamamen zaruri, yani
değişmelerden azaade bir varlığı, bir varlığı da kabul etmem icab eder.
Böyle bir "zaruri varlık" başka bir şeyin icabı olmadığına nazaran ken
disi bizatihi varlığını icab eder, binaenaleyh zaruri varlık başka bir şeye
muhtaç olmayan yüce bir hakikat, başka bir tabirle "yetkin {ekmel)
varlık (etre parfait)dir. 1 1 3
Kant bu delilin ikinci kısmındaki gizli fesadı pek mahirane bir su
rette ortaya koyarak tenkide başlıyor. Bu kısımda tez "zaruri varlık yet
kin varlık olur" önermesidir. Bu önermeyi formal mantıktaki aks-i
müstevi kaidesine tevfiken akseçlelim. 1 14 Malumdur ki her külli öner
menin aksi cüzi önerme olur. Binaenaleyh bu önerme "bazı yetkin var
lıklar zaruridir" tarzında aksedebilir. "Yetkin varlık" bütün hakikatleri
cami olduğu .için onun hak�ında "bazı" edatı sahih olamaz , çünkü kı-
l H • KANT VE FELSEFESi
zardan mülahaza etmekten başka bir şey değildir. Varlık delillin ljjde
mutlak zarureti haiz bir tasavvur bulmak istiyoruz , kozmçılojik delili de
ise eşyanın tasavvurlarından mutlak zarurete yükseliyoruz. Bunun her
ikisi de kudret-i beşeriyye haricindedir. Ne bir tasavvurun zaruri varlığı
icab ettiğini ispat edebiliriz , ne de eşyanın değişimlerinden "yetkin var
lığın" varlığını istidlal edebiliriz. Buna rağmen akıl böyle bir varlığı ara
maktanda sarf-ı nazar edemez. Akıl değişen eşyanın mesnedi olacak za
ruri bir varlık arıyor. Fakat bir türlü de ona ulaşamıyor.
Şu halde aklın böyle bir zaruri bir varlığa ulaşmak için sarfettiği
ceht ile hasıl olan netice arasında bir tenakuz mu var? Başka bir tabirle
akıl bir taraftar;ı bütün bu mümkün ve değişen eşyayı zaruri bir varlığa
dayandırmak için uğraşıyorda bir türlü bir gayeye varamıyor mu? Akıl
kendi gayesine ulaşamamaya mahkum olarak mı kalıyor? Kant bu mu
ammayı halletmek için dördüncü antinominin telifi sırasında gösterdiği
düzeltme tarzım tekrar ediyor. Eğer olayların yüce illetini olaylar dün
yası arasında farzeder, eğer duyulurlar üstünde kabul edeceğimiz ilk
illete tecrübe ile bildiğimiz illetler tarzında bir mana verirsek o vakit te
nakuza düşeriz. Çünkü olayları doğuran ve fakat duyulur olmayan bir
varlığı bilemiyeceğimiz gibi duyulur varlık için bulacağımız illetin de
yine duyulur olması lazım gelir. Fakat bu "yetkin varlık" mefkuresini
aklın nazım bir ilkesi (principe regulateur) addeder ve bu vasıta ile akli
suretleri, bütün tasavvurları sadece tertip ettiğimizi farzedersek çelişki
ortadan kaybolmuş olur. Başka bir tabiri� "yetkin varlık" bizim a priori
tasavvurlarımızın tam terkibinin teveccüh ettiği en son gaye-i kemali,
ideali gösterir. Diyebiliriz ki alemdeki hadiseler bir mutlak ve zaruri il
letten kaynaklanmış olsa, nasıl olacaksa öyle cereyan etmektedir. Şu
halde "Allah" tasavvuru sadece faraziyedir, öyle bir faraziyedir ki bizim
bütün tasavvurlarımızı akli suretler birliğe irca ediyor. Bu sayecl; hadi
selerin bir ilk illete (cause supreme) katiyyen müncer olmayacağını id
dia etmeksizin eşyanın illetler silsilesini mütemadiyen arıyoruz. Diğer
cihetten bütün tasavvuru cami olan ve onların hepsini zatında tertip
eden varlığı sırf bir mefkure, sırf aklın bir gaye-i kemali addererek onu
"dış bir şey" gibi telakki ve ispata kalkamıyoruz. "Yetkin varlığın" var
lığını böyle bir "faraziye" olarak kabul etmekte, eşyayı tertip ve tevhid
eden zihni bir ideal saymakta hiç bir hata yoktur: Ancak ne vakit bu fa
raziyeyi gerçekleşmiş bir "şey" bir "ilim mevzusu" zannına düşerek, ne
vakit bunu zihnin nazım bir ilke'si değil, fakat bir varlığı teşkil o icab
eden bir ilkesi zannedersek ve vakit hataya düşmüş oluruz. U S
1 3 6 • K A N T V E .F E L S E F E S i
N ETiCE
Aklın bizi sevkettiği "ruh, alem, Allah" mefhumlarının varlığını bir
takım kıyaslar ile ispat etmeye uğraşan "rasyonel psikoloji, kozmoloji
ve teoloji"nin hedeflerine niçin ulaşamadıklarını ve ulaşamayacaklarını
sırasıyla gördük. Tenkidi tedkikler kafi derecede açıklıkla bize gösterdi
ki bu üç suret-i akliyye (ideler) hep aklın eşyayı en son dereceye kadar
tevhid etmeyi hedefleyen_ ilkelerinin kullanımından meydana geliyor.
Binaenaleyh her üçününde menşei aynı, üçünün tenkidden çıkan neti
cesi de bir. . . Gerçekten bir kere akıl bu mefhumları �lde ettimi onu bir
"şey" addediyor. Hakiki bir varlığa tekabül ettiği vehmine kapılıyor ve
bunlann varlığını ispat etmeye çalışıyor. Bu mesai ise gördüğümüz şe
kilde, nihayet akamete mahkum oluyor. Şu halde idelerin bir şeye teka
bül ettiği bizim için malum olamadığına, bir dış hakikati, bir varlığı ifa
de etmediklerine göre zihinde neye yarıyorlar? suali tabiatıyla zihne ge
lir. Bir kere bu mefhumlar eşyayı muntazım bir surette tertipe hizmet
ederler. Mesela "ruh" idesini bütün hatmi hadiselerimizin dayandığı or
tak bir konu, "alem"i hadiselerin bütünü , "Allah"ı bütün hakikatlerin
ilkesi, varlığını bildiğimiz eşyanın var olmasının sebebi telakki ediyo
ruz. Bu suretle "ruh" hatmi hadiseleri tevhid, "alem" maddi hadesileri;
"Allah" ise bütün mevcudatı, bütün hakikatleri topluyor. Fakat bu ter
kip ve birlikle meydana, gelen bu tasavvurlar bir nevi objektif varlığa
delalet etmiyor" , belki bir tasavvlır halinde kalıyor; ilmimizin tamam-
1 40 • KANT VE FELSEFESİ
lak ayniyet varsa, mahiyeten bir ise aralarındaki farktan doğuran özel
likler nasıl izah olunabilir? Yani esasen bir olanın aynı zamanda farklar
ve özellikler izhar etmesi çelişik değil midir? Yine olaylar arasında mut
lak bir ittisal birbirinden ayıracak özellikler mevcud olmasını selbeder.
Binaenaleyh bu ilkelere bir kıymet verilecek olursa çeşitler ve cinslerin
teşekkülü izah edilemez. Bilakis eğer bu şartlan sırf zihni, sırf akli ad
dedersek, başka bir tabirle hadiselerin tevhidine ait akli bir kanun ol
duğunu kabul edersek mesele o vakit tamamen izah edilebilir olur. O
zaman deriz ki tabiatta mümkün olduğu kadar şumullü bir birlik, en
zengin bir tenevvü., mürettel? bir ittisal arama aklın genel düsturu (Ma
xime de laraison) dir ki bu sayede tecrübi bilgimiz en yüksek birliğe
doğru sevkeder. Bu akli düstiir bütün genişliğiyle tecrübe mümkün
olan sahada tatbik olunur. Ancak o saha haricine çıkılınca .sıhhati bili
n�mez. Şu izahlar nassi (doğmatik) filozoflarla kritisizm felsefesini ayı
ran noktayı bir kere daha gösterir. Doğmatik filozoflara göre tecanüs,
ittisal hep eşyadadır. Binaenaleyh aklın bu hususta kabul ettirdiği varlık
objektiftir, hariçte mevcuttur. Bu halde Leibniz'frı �monad"ı eşyanın su
retler ve keyfiyetlerinin çıktığı mutlak ayniyeti ifade ettği için hakiki
bir varlığa tekabül eder. Kant'a göre hayır, böyle ayniyet ve ittisal arattı
ran akıldır, akıl bu !!ayede malumatımızı tevhid eder. Bu malumatın
sıhhati sezgi hissine istinat etmesine merbut ve bağlı olduğu için aklın
tevhid kaidesinin duyulurata tatbiki hakikat-i ilmiyyeyi meydana geti
rir fakat bu kaide-i ııkliye tecrübe sahası haricine bizi sevkeder: O val5.it
meydana gelen idelerin sıhhatini bilemeyiz. Çünkü bu ideler akli bir
kanunun en son hadde kadar tatbikidir, bu had malumatımızın kemal
noktasıdır. Fakat bu nokta hiçbir sezgiye yakın olmadığı, tecrübe sahası
haricinde kaldığı için ilmimizin ihatasına girmez. Binaenaleyh Kant'a
göre bu nokta-i kemali ifade eden akli suretler (idees) bilgimizin nu
mune-i kemalidir.Fakat bir şeye tekabül itibariyle kıymeti yoktur. Hal
buki doğmatik filozoflara, Eflatun'a göre bu numune-i kemal eşyada
vakidir; başka bir tabirle aklın sevkettiği gayeler hakikat ve ınahiyet-i
eşyadır. lşte aklın külli kanunlarının kıymeti hakkında doğmatik filo
zoflarla kritisizm felsefesi arasındaki fark buraya kadar verdiğimiz izah
larla filozofun şaheseri olan "Saf Aklın Tenkidi"nin ilk ve en mühim kıs
mını bitirmiş oluyoruz. Şimdi bir parça geriye dönüp Kant'ın ne yap
mak istediğini hatırlatmak ve filozofun çıkardığı neticeyi özetlemek is
tiyorum.
Kritisizmin konusu ve usulünden bahsettiğimiz sırada söylediğimiz
S A F A K L I N T E N K i D i YA D A B i L G i P R O B L E M i • 1 43
A K L I N TA B I O L A C A C I N i Z A M
FELS E F E N i N KISIMLARI
"Saf Aklın Tenkidi" kısmında bilgimizin her sahasını dolaşarak bil
gimizi terkip eden ne gibi unsurlar bulunduğunu ve bu unsurlarla
müspet ve objektif olarak hangi hudud dairesinde bilgi elde edebilece
ğimizi gördük. Ancak sadece bu malumat bir meslek-i felsefi meydana
getirmez. Belki böyle bir mesleğe doğru bir nevi hazırlıktır. Daha doğ
rusu bu araştırmalar tam bir felsefi meslek meydana getirebilmek için
lazım gelen mevaddi hazırlar. Kant Saf Aklın Tenkidini tamamlamak
üzere kitaba bir de ikinci kısım ilave ediyor. Burada flozof bu unsurlar
la hangi usul, hangi plan dairesinde tam bir bilgi yapısı kurulabileceği-
1 4 6 • K A N T VE FELSEFESi
meydana geliyor.
Bu tarzda veri olan bir tasavvur, matematikde anlaşılan şekilde tarif
olunamaz . Ancak tahlille izah olunabilir, Başka bir tabirle felsefi mef
humların matematikde olduğu gibi bütün inkişaflar gösterilemez. Diğer
cihetten matematikte mütearifeler vardır. Çünkü bu mütearifelerin
mahmulleri daima a priori sezgiye yani mekana dayalıdır. Mesela " bir
satıhda mutlaka üç nokta vardır" mütearifesinde üç noktanın olması,
başka bir tabirle tül ve arazi haddizatında mekanın a priori sezgisiyle
1 48 • KANT VE FELSEFESi
1 - Tabiat Felsefi
2- Ahlak felsefesi
Tabiat felsefesi mevcud olanın, meydana gelenin kanunlarını tedkik, Ahlak
felsefesi ise "olması lazım gelenin" kanunlarını belirler. Felsefenin bu iki
şubesi de iki kısmı ihtiva eder, daha doğrusu tedkiklerinde iki safha arze
der. Birinci kısım kabli mariet me�dana getirmesi itibarıyla akl-ı mahzı ted-
S A F A K L I N T E N K i D i YA D A B i L G i P R O B L E M i • 153
kike ve mutalaaya ·taalluk eder. Asıl intikad budur, . ikinci kısım saf aklın
kullanımıyla meydana gelen malumattır ki buna umumiyetle metafizik de
nilmektedir. Demek ki felsefe ger�k tabiata, gerek ahlaka ait olsun ilk önce
a prioıi bilgi (conndissance a priori) elde etmek itibarıyla aklın tenkidi la
zımdır. Ondan sonradır ki metafiziksel tabii kısım, yani akim kullanımıyla
elde edilen malumat mevzu b ahis olur. Bunun içindir ki birinci kısım ikin
cisine yani metafiziğe hazırlayan bir giriş teşkil eder. Mesela tabiat felsefe
sinde � evvel aklın a priori bilgi itibarıyla kudreti tenkid yoluyla malum bu
lunmalıdır ki ne şartlarla ve ne hudud dahilinde tabiatın felsefesi yapılabile
ceği anlaşılsın. Su halde saf aklın meydana getireceği sistem şu plan daire
sinde tertip edilmiş olması gerekir:
"V ant, Saf Aklın Tenkidini, tamamladıktan kısa bir müddet sonra ta-
1'biat felsefesini, yani Kritisizmin çizdiği sınırlar dairesindeki me
tafiziğe (Varlık, psikoloji, fizik, kozmoloji ve ilahiyyat bahislerine) mü
tallık nazariyelerini ortaya koymak istediği muhakkaktır. Büyük eseri
niı� birinci baskısının mukaddimesinde Tabiatın M etafiziği ünvanını
verdiği felsefenin bu kısımlan hakkındaki sistemini neşredeceği va'din
de bulunuyordu. Bu sözüne muttali olan okuyucuların eserini bekle
mekte olduğu n u biliyordu : 1 78 5 eylü l ü nde Christian Go ttfried
Schütz'e yazdığı mektupta metafiziğe ait eserini bekleyenlerin aldanma
yacağını söylüyordu.
Buna rağmen filozof l 785'de nazari fiziğe dair " Tabiat llimlerinin
Metafiziksel ilk ilkeleri" 127 ünvanıyla yazdığı giriş haricinde metafizik
sel meselelere dair evvelce tasarladığı taksimatı haiz hiç bir eser yazma
dı. Tam felsefe sisteminin " tabiat felsefesi"ni yahut asıl rnetafizikler"i
havi olmasını lazım gördüğü, ve bu kısmın ihtiva edeceği kısımları bile
evvelce düşündüğü ve planını hazırladığı halde bir türlü meydana geti
remedi. Kant felsefesindeki bu boşluğu nasıl izah etmeli? Bilhassa Saf
Aklın Tenkidi, sonra Pr.atik Aklın Tenkidi, Metafiziksel Ahlak, Hükmün
Tenkidi intişar ettiği halde niçin bunlardan evvel neşrini düşündüğü
metafiziğini ortaya koymadı? Bunun bir kere ilk sebebi yaşının ilerle-
1 58 • K A N T VE F E L S E FESi
miş olmasıdır. Saf aklın Tenkidi basıldığı zaman filozof elli altı yaşında
idi. Muhtelif konularla hep bir arada iştigal edemiyordu. Schütz'e yaz
dağı mektupta şöyle diyordu: "Artık genç değilim. Evvelce olduğu gibi
muhtelif mesailere süratle koyulamıyorum. Fikirlerim arasındaki irti
batın alakasını kaybetmemek için tefekkürlerimi bir noktada toplamaya
ve te�sif etm�ye mecbur oluyorum." Halbuki muhtelif düşüncelerinin
olması mantıki silsilesinini ihlal ediyordu. Mesela, Saf Aklın Tenkidi in
tişar edince uğradığı itirazlara cevap vermek mecburiyetinde kaldı. Bu
mühim eserin daha açık bir özetini yapmak zaruretini duydu. Kitabın
nisbeten kısa bir müddet sonra ikinci baskısı lazım geldiği zaman yeni
bir mukaddime ilave etti; bir çok yerlerini düzeltti ve bazı kısımlar ila
ve etti. Bütün bunlar felsefesinin tasarladığı kısımlan hakkında sırasıyla
meşgul olmasına mani oluyordu. Diğer cihetten üniversitedeki vazifeler
kendisini meşgul ediyordu. Reinhold'a 1 788 martında yazdığı mektup
ta fakülte reisi ve üniversite emini olarak teveccüh eden mesaiden şika
yet ediyordu.
Bu sebepler filozofun meşguliyetini gösterir. Ancak ahlak felsefesi
ne dair eserlerini yazdığı halde, va'dine rağmen, tabiat felsefesine dair
hiç bir kitap yazmamasının hakiki sebebini izah edemez. Saf Aklın Ten
kidi n4e tasarladığı felsefe sisteminde tabiat felsefesini ahlak felsefesine
'
rin sanii, yaratıcısı değildir. Zat-ı bari ancak bizim sezgimiz, doğrudan
doğruya belki kudretimizin illeti olabilir. Yoksa bu kudret yardımıyla
meydana ge�en olaylar doğrudan doğruya onun eseri değildir. Bunun
aksini farzetsek yani olayların illetini doğrudan doğruya Allah'da gör
sek zatı Bari'nin de zaman dahilinde bulunması lazım gelir. Çünkü
olayJar zaman dahilinde idrak edildiği gibi illetinin de zaman içinde ol
ması icab eder. Halbuki Allah zaman haricindedir. Binaenaleyh yarat
manın gerçekle,ştiği zaman meselesinin, ilahi ezeli bilgi tasavvurunun
metafizik sahasında müdrike olduğu gibi illetinin de zaman içnde ol
ması icab eder. Halbuki Allah zaman haricindedir. Binaenaleyh yarat
manın gerçekleştiği zaman meselesinin, ilahi ezeli bilgi tasavuuruun
metafizik sahasında hiçbir kıymeti yoktur.
lşte ,Kant'ın kritisizm dairesinde kurmak istediği rasyonel kozmolo
ji, psikoloji ve teoloji hakkında derslerinde izah ettiği bazı fikirler. . .
Kant bize metafiziğin ancak maddi tabiata, kendi ıstılahına göre rasyo
nel fiziğe dair olan kısmı hakkında t�slak halinde olsa bile kendi kale
minden çıkmış iki eser bırakmıştır. Asıl önemli olan da bu kısımdır.
AKLI FiZiK
M A D D i -T A B i A T ( T a b i a t - ı M a d d i y e ) _
Maddi tabiatın a priori şartlarım araştıran rasyonel fiziğin tabiat fel
sefesinin diğer kısımlarına nazaran önemli bir üstünlüğü var. Metafizi
ğin yukarıda gördüğümüz diğer kısımlarının konulan tecrübe dahilin
de olmadığı halde maddi felsefenin konusu hayyiz dahilinde maddedir.
Binaenaleyh sezgimizin konusudur. M etafiziğin rasyonel fiziğe en yakın
kısmı Kant'ın tasnifine göre akli kevniyat (cosmologie)tır değil mi? Yu
karıda görmüştük ki akli kevniyat (kozmoloji)ın konusu "birbirine
gerçek bağ ile bağlı olan cevherler" yani bütünlüğü mükevvenat ve
alendir. Bu alem bizim için duyulur değildir. Halbuki rasyonel fizik
maddenin a priori şartlarını arar. Madde hayyiz dahilinde oludğu için
onun bulunacak a priori şartlan aynı zamanda tecrübenin de şartıdır.
Onun için akli fiziğin somut olarak şu tecrübi alem sahasında tatbikatı
Newton, fiziğini meydana getirmiştir. Gerçekten Newton fiziğinde a p
riori ile hissi (sensible) tecrübe dahilinde birleştirmiş, niçin? Çünkü
maddenin hadiseleri üç buut içinde, yani mekan dahilindedir. Mekan
dahilinde olan her şey ise matematikle ile bilinemez , yani a priori ola
rak teşkil edilebilir.
Mademki müdrike a priori olarak tabiata hükmediyor, başka bir de-
TA B İ AT F E L S E F E S İ • 167
B u A
yere gelir ve noktasına müsavi olmak üzere aksi istikamette su ile gös
terdiğimiz bir hat olur. Şu halde B müteharriki B hareketini yapınca
mekan-ı izafi de aksi istikamette o hareket de orada bulunur. Şu halde
B hareketi muzaf harekette bulunmuş oluyor. Bu hareketlerden biri biz
zat mütehavikin kendi hareketi diğeri kendini kuşatan izafi mekanın
hareketidir ve bu iki hareket müsavi olduğuna göre müteharrikin bu iki ·
k� harebti
2BU=BA olur.
Şimdi ikinci bir hal mülahaza edelim. A hareketlisinin iki kat hare
keti (AB) (AC) gibi iki hat üzerinde ve a,ksi istikamette bulunsun.
B A c
Şimdi bir cismin yani bir hacmin hareketini mülahaza edelim. Bir cis
miri toplam hareketi onu terkip eden noktaların hareketinin yekununa
müsavidir. Noktanın hareketini süratle ölçdüğümüze nazaran cismin
hare}<eti de süratln bütün madde ile, başka bir tabirle cismin kütlesiyle
çarpmasına müsavidir. O halde bir cismin hareketini H ile, kütleyi K
ile, süratini S ile gösterecek olursak cismin toplam hareketini bildirecek
matematiksel kaide H=KxS olur. Bu düsturda süratı hesap etmek le.olay
dır. Çünkü mesafenin zamana taksimidir: Kütleye gelince onu doğru
dan doğruya ölçmek mümkün değildir. Çünkü madde mekan dahilinde
olduğu için namütenahi bölünebilir. Binaenaleyh muayyen en küçük
kısmı, bulunamaz. Kütle bundan dolayı P,oğrudan doğruya ölçüleme
mekte beraber yukarıdaki düstur yardımıyla bilvasıta kıymetini tayin
mümkündür. Çünkü yukarıdaki düsturdan toplam hareketin sürate
taksimiyle çıkan lıariç kısmının kütleyi ifade edeceği kolaylıkla anlaşı
lır. Başka bir tabirle yukarıdaki müsavattan kolaylıkla çıkarılacak olan
şu düstur, kütleyi gösterir: K: HiS cismin toplam hareketini bu suretle
tayin ettikten soıva bir cismin tesiriyle vuku bulan tehavülleri tedkik
edebiliriz. Bu değişiklikler ya cismin bizzat değişmelere mevzi olması ,
veya bu değişmelerin illeti bulunması yahut karşıt hareketten olduğu
gibi hem mevzi hem illet olması itibariyle mülahaza olunabilir. Yani
maddenin değişmelerini ve birbiriyle olan münasebetini mütalaa etmek
istediğimiz zaman ya değişen rnaddenin zatını düşünürüz, ya bu değişi
min illetini yani değişil"!li icab eden şeyi nazara almz, yahut değişen
madde ile beraber o harekete saik olan illeti bir arada mülahaza ederiz.
Bu üç nokta-i nazara göre rasyonel fizik üç esaslı kanun vazeder ki
izafetin üç kategorisine yani "cevher, illet ve tekabül" tasavvurlarına
sıra ile uyar.
�
1 ) Değişime maruz olan ına deyi zau itibariyle inı:ılahaza ettiğimiz, yani
cevherlilik açısından incelediğimiz zaman rasyonel fizik doğrudan doğruya
maddenin devamlılık ve istikrannı ifade eden şu kanunu vazeder: Cismin
her türlü değişimi esnasında maddenin miktarı ne azalır, ne çoğalır; sabit biı
miktarda kalır. Gerç e kten madde haddizatında bir hayyiz, bir yer kapla
.madır. Her genişleme, her hayyiz birbirinden ayn bir takım "cüz"lerden
oluşur. Maddenin miktarına hale gelebilmek için mekanın bir kısmının
imhası, yahut anırılması lazımdır. Buna imkan olmadığına göre maddenin
miktarına halel gelmez. B inaenaleyh madde bölnebilirdir, cüzlerinin
mevzisini değiştirmesi dolayısıyla tebeddı:ıle maruzdur, fakat imha edile-
1 7 4 • KANT VE FELSEFESi
mezdtr. Onun için eskiden beri muteber olan "hiçbir şey yoktan varedile
m �z . Hiçbir şey mahvolmaz" düsturu madde hakkında Lamamen tatbik
edilebilirdir. Şu kadarki bu düsturun tatbik sahası yalnız ma�dedir. Çünkü
'
onun d � ğruluğu m ekanın imha edilemez olmasına dayalıdır. Mekan
dahilinde ise yalnız madde vardır. Böyle olduğu için mekanla mukayyed
olmayan "ruh"a bu düstllr tatbik edilemez. "Hiçbir şeyin mahvolamaya
cağı" kaidesi ruhun ebediliği lehinde bir delil olarak kullanılamaz.
2) Değişmeleri illet itibariyle mülahaza ettiğimiz, yani illiyet noktai
nazarından düşündüğümüz zaman, metafizik a priori olarak atalet konusu
dediğimiz şu düsturu vazder: Maddenin her değişimi bir dış illetin icabıdır.
Madem ki madde hissimizin mevzusudur, o halde onun herhangi bir halini
tayin ve icab eden şey mekan dahilinde bir dış sebebdir. Binaenaleyh
maddede onun herhangi bir halini tayin edecek hatmi bir illet farzedilemez.
Hareketsizlikden harekete, hareketten hareketsizliğe geçmeyi · gerektirecek
sebebi bizzatihi haiz addedilemez. Şu halde ne hilozoizm (hilozoisme)
mesleği erbabı gibi maddenin değişmeleri kendisinde bizatihi mevcut
canlılığın neticesi farzedilebilir, ne de amaçlılık (finalisme) erbabı mesela
Aristo gibi, mJiddi değişimlerin illeti bir surete, gayeye inkılabta görülebilir.
Tabii hadiseler, ancak mekan dahilinde harici b i r illet ile, yani mekanik
olarak izah olunabilir.
3) Maddeyi tekabül ( Reciprocite) açısındani inceler. Başka birtabirle bir
birinin tersine tabi olarak hem müessir hem müesser olması halini müla
haza ederek metafizik, fizik için "Tesir ve aksi tesirde denklik" denilen şu
_
kanunu tesis eder: "Hareketin intikalinde aksi tesir,tes ire daima denktir"
Newton bu kanunu bulmuştu. Faka_t buna hakiki sebebine dayandırmamız
kanunun hakikate mutabık olduğunu a priori olarak gösteremeyince ispat
için tecrübeden yararlanmakta iktifa etmiştir. Mesela her çarpmanın müsavi
dereced aksi çarpmayı, her tazyikin denk bir aksi tazyiki meydana getirdiği
ni göstererek bu kanunu ispat etmek istemiştir. Halbuki yukarıda bahseııi
ğimiz maddede devamlılık ve atalet kanunları gibi bu kanunun hakiki sebe
bi de müdrikenin zorunlu gereğidir. Böyle olduu için onu a priori olarak is
pat edebiliriz. Farzediniz ki A cismi hareke t etmeyen bulunan B cismine
çarpmış osun. Yukarıda foronominin söylediğimiz mütearifesi mucibince
(AB) hareketi yerine, izafi mekanın aksi istikamette yani (BA) istikametinde
hareketini ikame edebiliriz .
• A
_____ C _____ B _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ D
Yani A'nın B'ye doğru hareketiyle B'nin A'ya doğru hareketi arasında fark
TA B i AT F E L S E F E S i • 1 75
pek canlı bir uslupla hücum ediyordu. Böyle arada sırada tabii felaketler ile birçok
insanın öldüğünü gördükten sonra yaşadığımız alemin mümkün olan kemali haiz
olduğun nasıl idida edebiliriz diyordu. Diğer cihetten Hume'un felsefesi hadiseler
haricinde hiçbir şey bilemeyiz, eşyanın zatının idrakini hedefleyen metafizik mümkün
değlidir neticesine varıyordu. Rousesau'da b� iki filozofa da muanz olarak kalbin tabii
duygularının mevki ve kıymetini ileriye sürüyordu. Aruk bediiyyat (essetik) hakkında
Leibniz'den nakledilmiş fikirleri kabUI edilmiyor, şiirin mevzuarı değişiyor, din
hakkında büsbütün başka telakkiler meydana geliyordu. Kant işte fikirlerdeböyle
değişmeler inkılabat hasıl olduğu bir devrede yetişti. (Hafding'in Felsefe Tarihi, cilt 2,
safya 1 - 30).
Bsibliyografyada 27 numara ile gösterilen eser
9Bibliyografyada 0 numara ile gös erilen eser
�
3
l OBibliyografyada 3 1 numara ile gösterilen eser
l l sibliyografyada 39. kitap
1 2Bibliyografyada 48. kitap
13Bibliyografyada 49. kitap
l 4 Filozof 1 786 da Berlin akademisi!le, l 794'de Pe tersburg, l 798'de Viyana
akademierine üye seçildi. .Vefatından evvel fransa enstitüsüne muhabir üye olarak seçil
di.
1 5Bibliyografyada 34. kitap
1 6Bibliyografyada 55. kitap
I 7Bibliyografyada 70. kitap
1 8Bibliyografyada 48 numara ile gösterilen eser. ·
19Bibliyografyada 2.6 . kitap
2 0 Bibliyografyada 2. kitap
2 1Bibliyografyada 7 numara ile gösterilen esere metinde .kısaca Maddi Monad ilmi"
diyeceğiz. İ<ant'ın inkişaf e ttiği bu devrede de Descartes ve muakkiblerinin maddeyi
hayyizden ibaret addeden ve bütün hadiseleri hareketle izah eden nazariyesi tarafda-r
larıyla, Leibniz'in bütün mevcudatın esasını �kuvvet"ten ib.aret addeden felsefesini kabul
edenler arasında mütemadi münakaşa devam etm!kteydi. Kant ile eserinde, Newton'un
fizikte kabul ettiği faraziyeler, keşfettiği haki<ı.atler dairesinde bu iki fikri telife
çalışıyordu. Daha ilk eserinde Descartes'in madde hakkındaki nazariyesini kat JI etmiy
or. Leibniz'in kuvvet hakkındaki telakkisini de Newton'un "çekme itme" gı .ıel , ..sası
dairesinde ıefsır ve_ izah etmek istiyordu. Kuvve-i muharrikenin takdri meselı ,;inde aynı
yolu �eçtiği gibi geometrideki mekan mefhumuyla fizikteki kuvvet telakkisini telif için
dahi aynı yolu takip ediyordu. Descartes felsefesi için üniversitedeki tarih-i feİsefe nok
talarına müracaat. . .
22M onad aslen bir manasına gelen Yunanca bir kelimeden alı�mıştır. l ı:Hwız
bütün mevcudatın esası , cevheri addettiği basit kuvvetlere bu ismi vermişti.
1 8 2 • KANT VE FELSEFESİ
ve bu meseleler üzerine de genç yaşında kitap neşretmişti. Bilahare Xll. Şarl zamanında
maden işleriye iştigal ederek "Opera Philosephica et Metallurqica" ünvan alunda bugün
için bile kıymetli addedilebilecek üç cilt eser yazmşıtı. Fakat bir müddet sonra zihniyet-i
ilmiyesine pek de mutabık olmayan iştigallerine başlamış, tecelli ettiğinizannettiği
ilhamlara kendini bırakmışur. Londra'da bulunduğu sırada bir tecelli-i ilahiye mazhar
olduğunu zannetmiş ve Cenab-ı Hak kendisine "Ben halık-ı kainat olan Allahım. kitab-ı
Mukaddes'in hakikat-ı batıntye , ve maneviyesini insanlara neşretmek için seni seçtim.
Bundan sonra senin yazacağın fikirleri ben yazdıracağım" demiştir. Siwedenborg vahiy
addettiği bu tecelli- ruhiye kalp bağlamış ve bundan sonra alem-i ruhiye ait eşyayı doğ
rudan doğruya gördüğüne, meleklerle, hatıa Allah'la ko11uştuğuna kail olmuştur.Yukan
da bahsettiğimiz "Esrar-ı Lahutiye"yi bunun üzerine neşretmiştir. Siwedenborg'a göre
maddi alemin üstünde bir ruhi alem var ve herkes bununla, yani iyi ve kötü ruhlarla
münasebettedir. Maddi alemde müşahade ettiğimiz ve bilgiyardımıyla kanunlannı bul
duğumuz eşya haricindeki mevcudatta tecrübemiz nafiz olabilir. Herkes bu alemi bile
miyorsa, sebebi dikkat etmemesi ve düşünmemesidir. Mensup olduğu Protestanlık aka
idinin esaslarını kabul etmekle beraber bilhassa aleme ve Allah'ın kainat ile münasebeti
ne, meleklere, hayır ve şerre dari tamamen hususi nokta-i nazan vardı. Kendisizamanın
da özel bir tarikat reisi sıfaunı takınmadığı halde bir takım müntaz sıfatlan dolayısıyla
muasırları üzerine, hatta zamanından sonrabirçok zümrelerin itikadına tesir etmiştir.
Vefaundan on alu.sene sonra bu büyük ve mukaddes adamın namına Londra'da bir kili
se yapılmıştır. Bugün lsveç'de, Amerika'da, Hindistan'da, Afrika'da bir çoğu Siweden
borg itikadına perestij eder ve namı taşırlar. Bir kısım eserleri Fransızcaya ve diğer lisan
lara tercüme edi!miştir. Bu adamın büyük manevi nüfüz kurduğu dikkate_ alınınca
Kant'ın birkaç sene. bu zaun erkan üzerine düşünmesinin hikmeti anlaşılır.
HBu eserde serdeddiği bu mühim fikri Kant diğer kitalarında malesef
incelememiştir. Bu ilkeden hareket ederek bu fikirler üzerine düşünseydi ahlakın ictimal
esaslannı layıkıyla bulacağına şüphe yoktu.
45Bibliyografyada 26 numaralı eser
46Bibliyografyada 30 numara ile gösterilen eser
47Sayfa 3 9-40
48Bibliyografyada 3 7 numara ile gösterilen eser
49Bibliyografyada 2 5 numara ile gösterilen eser.
5 0sibliyografyada 2 5 numara ile gösterilen eser.
5 1 Bibliyografyada 30 numara ile gösterilen eser.
5 2üniversitenin Descartes ve Kaneziyyenlere dair basılmış formalarına bakınız.
5 3 53yra 54- 58
54victor Cousin, Descartes'in Kritisizm mesleğini de hısbani (kuşkucu) ekollerden
biri addeder. Bu tarz telakki hiç hakikate tevafuk etmez. Cours de l'histoire de la
philosophie sayfa 42.
1 84 • KANT V E FELSEFESİ
ayırdığını göreceğiz.
57 Maddenin, yani alemdeki hareket ve kuvvetin kemmiyetine halel gelmeyeceği
mütearifesi hadizatında "her şeyin illeti vardır, hiçbir şey illetsiz meydana gelemez"
zihni ilkenin başka suretle bir ifadesidir. Çünkü bu kemmiyet te değişme vardır demek
maddi dünyada illete muhtaç olmaksızın yeni kuvvet, yeni hareketler meydana geliyor
\
demek olur. Böyle bir ilke ise maddi ilimleri esasından tahrip eder. Onun için ilimler bu
hareketin, kuvvetin, elhasıl maddenin kemmiyetten eksilip çoğalmayacağı esasına, yani
her şeyin illeti vardır düsturuna dayanır. Bu düstur her nevi ilmi tecrübt'lerin şartı
olduğu için filozof bunu ileride izah edeceğimiz şekilde a priori sayıyor.
58sayfa 66
59 Kant bunlardan birincisini "Esthetique transcendantale", ikincısini "analytique
doğrudan doğruya kati olarak meydana gelen bilgi manasınadır. Binaenaleyh nazar ve
istidlal yardımıyla meydana gelen bilginin mukabilidir. Eyşada doğrudan doğruya
bildiğimizi farzettiğimiz rengi , tadı, şekli. vs. gibi. Biz buna "hads"' (sezgi) yahut
"sezgiyle bilme" diyoruz. Esasen bu kelimeyi ilahiyat müntesipleri Allah'ı yahut bazı
mümtaz insanların hayat-ı dünyeviyyenin bazı anında nazar ve istidlal vasıtalarıyla
değil, doğrudan doğruya bilmeleri manasında kullanmışlardır. Tasavvufta keşf,
mükılşefe, şühud-u hak denilen halde budur. Filozoflar ilahiyattan bu ıstılahı alarak az
çok farklı manalarda kullanıyorlar. Kant'ın lisanında bu kelime hemen hemen dış idrak
K A N T V E F E LS E F E S i • 185
edeceğini kabı.ıl ediyorum demektir. Yani herkesin o mevzu iızerindeki hükümleri biz
zarure birbirinin aynı olur. Yine bir hükmi külli, yani her şuur için varid ve zaruri
addedersek onu subjektif bir bağden ibaret görmez, eşyanın terkibine dahil bir vasıf
addediniz. Şu mütalaalar gösterir ki şey'i demek, her şuura tatbik edilebilir ve zaruri
hiikiirnler demektir. Taşı ısınmış görünce bunu "güneş ısıttı" dersen, bu hiikmii enfüsi
bir bağa addetmem, herkes bunu böyle bulabilir, binaenaleyh külli ve zarurtdir demek
isterim.
67Hiikiimlerin bu nevileri ve tarifleri için "Miyar-ı Sedad" ve umumiyetle mantık
kitaplarına müracaa t cedveldeki hükümlerin her nevi yukandan beri söylediğimiz tarz
da kiillt ve zarurt, yani objektifdir.Taksim esnasıda kiillt ve zaruri olduğuna göre Kant'ın
tabirince şüphe yok ki objektifdir. Böylece miimkiin önerme de "imkan" hususunda
külliyet ve zaruret vardır." Zira miimkiin önermede bir hiikmii mutazammın olur, yani
kanu ile yüklem arasındaki nisbetin zaruri olduğunu ifade eder" Miyar-ı Sedat s: 96.
68Sayfa 6 -7
9 4
69 sayfa
54 ve 76-77'ye bakınız.
70sayfa
54 ve 76.
7 1 B. Pacaud tercümesi sh: 1 7-170, Almanca, 1 9 1 1 baskısı sayfa 99 - 29
1 1
72Sayfa 72-7 .
4
73 Hiç şüphe yok ki "Sar Aklın Tenkidnin" en mı:İhim kısımlarından biri bu scheme
9 7sayfa 76.
98sayfa 106
99 oescartes maddi cevheri hayyiz (Efendu) olmak (lzere kabul etmiştir. leibniz bir
anıiıezdeki delilden nasıl kurtardığı anlaşılır. Antitezde basit -cevher olamaz. çünkü bu
da bir mekan dahlindedir. Binaenaleyh mekan gibi "bölünebilirdir" diyoruz değil mi?
Leibniz'e göre hayır, mekan cevheri ihata eden, ondan evvel mevcud olması lazım gelen
bir şey değli; bilakis cevherin yüce bir tarza göre tasavvuru ürünüdür; yani mukayese ve
nispetle meydana gelmiş zihni bir mefhundur. Binaenaleyh cevherden sonradır. Onun
için sırf bir yerde olan mukayeseyi ifade eden mekanın zihnen bölüneblir olmasından
basit'in bulunamayacağına hükmedemeyiz. Biz bir siıreklilik, bir toplanma mahsulü
olan maddeyi görüyoruz. Süreklilik ve toplanma ise devam eden.toplanan basit cüzleri
ihtiva eder. Öyle olsa süreklilik ve genişlemenin manası kalmaz. O halde asıl olan
faaliyet ve infiali hazi basit (yalın) cevherdir.
işte Kant maddenin sonsuz kısımlara ayrılmayacağını ve nihayet onun müşkil
unsuru olarak "basil cevher"in bulunacağına dair olan bu tarz hallin ikna olamıyacağına
duyulur surette işaret eder. iki filozof arasındaki bu ihtilaf ilk önce mekan hakkındaki
telakkileri arasıdaki farktani !eri eliyor. mekan kant'a göre maddi eşyanın varlığından
önce zihni bir şart, Leibniz'e göre cevherlerin birpiriyle olan mekan münasebetinden
doğmuş sonkaki bir mefhumdur. Mekan hakkında birbirine muhalif olan bu iki nazariy
eye Newton'un m u tlak mekan hakkında birbirine muhalf olan bu iki nazarieye
Newton'un mutlak mekan hakkındaki fikrini de ila ve ederseniz onsekizinci asırda
mekan meselesi e trafındaki üç büyük nazariynin neden ibaret olduğunu anlarsınız.
Ondokzuncu asırda mekan etrafındaki üç mühim telakki çeşitli değişim ve tekamüle
uğramıştı. Mekan hakkındaki en yeni nazariye olan Eninstein faraziysine kadar bu
husustaki fikirlerin tekamülünü ve son asırdaki münakaşanın esasını kavrayabilmek
için bu mazyi bilmek gerekir.
leibniz'in "basit cevher"i, monadı somut olarak düşünebileceğimizin delili olmak
üzere "ruh"u göstermesine gelince Kant'ın bu husustaki fikir ve i tirazınızın ne ola
bileceği "rosyonel psikoloji" bahsinde söylediğimiz izahlardan anlaşılır. Ruh duyulur ile,
maddeile ayn olmaksızın bizim için idra� edilmiş değildirki basit bir cevher kabul ede
lim. Şuur daima duyulur ile, yani genişleme ve sürekliliği hazi bir mevzu ile bir
aradadır; binaenaleyh mekan ve zaman çerçevesi çindedir. hiç bir zaman "basit", yani
doğrudan doğruya, maddesiz, konusuz olarak ruh idrak edilmiş olmaza.
l OOSayfa 67
1 0 1 Kant birinci ve ikinci antinomiye matematiksel antinomiler (Antinomic methe
Gerçekten üçüncü antinomide şartsız varlık özgü� ; şartlı varlıa zaruri illete bağlı olay
lardır. ikisi birbiriyle mütecanis değildir. Yine dördüncü antinomide imkandan,
değişmeden zaruri ve değişmeyen varlığa geçiyoruz.Bunlar arasında da tecanüs yoktur.
Sonuç olarak �n iki antinomide evvelkiler gibi olarak bir şeyden, yine aynı cinsten olan
diğerbir şeye intikal etmiyoruz. Belki bir şeyden bşka mahiyette diğer bir şeyi anlamak
istiyoruz. Onun için filozof bu son iki antinomiye kuvvet antinomileri (Antinomie
dynamique) diyor.
1 0 2Sa fa 88.
y
l 03Pratik aklın vazettiği "vazife"nin eşya üstünde ve tabiat dışında nasıl ve niçin
bir zorunluluk ve sorumluluk teşkil ettiğini anlayabilmek için beşinci bölüme bakınız.
1 04seşinci bölüme ve bu bölümün usOle ait aşağıdaki sayfıdara bakınız.
1 05 Kitabın beşinci bölümüne bakınız.
l 06 Türkçe'deki "imkan" kelimesini, fransızca hem "contingence" , hem "possi
bilite" karşılığı olarak kullanıyoruz. contingence karşılığında olduğu vakit imkan, zih
nen hiç birtenakuza uğramaksızın o'lmasını düşünebildiğimiz şeydir. bir şey ki hadistir,
sonradan olmuştur, bir müddet sonra yok olacaknr, ktsaca bir akibeti vardır. Bunlar
mümkündür. Çünkü öyle olmayabilirdi, başka bir suretle tecelli edeblirdi. Nitekim
şimdi 'O'ar ise de meydana gelmesinden evvel yoktu, zaten böyle kalacak değil.bir müd
det sonra değişecek. O halde varlığı "Mümkün"dür. Yani zaruri değildir. Alemdeki olay
lar hep böyle olduğu için bu manada mümkündür. imkanın bu ınilnada mukabili zaru
rettir. Zorunlu varlık duyulur zihnen olmasını, ahut başka türlü olmasını düşüne
meyeceğimiz varlıktır. Bizim alemde bildiğimiz herşey değşimeye maruz olacağına naza
ran mümkündür. Zorunlu varlık var ise, onu aklen biliriz.
Possibilite karşılığı olan imkana gelicne varlığı zihnen hiçbir çelişkiyi gerektirmek
sizin düşünülebilen şeydir. Contingence mukabili olduğu vakit mümkün haddizaunda
meydana gelmesi gerçekleşmiş olabilir, fakat zihnen olmasınıda düşünebiliriz. Yani
varlığı zaruri değildir, öyle olmayabilirdi. Possible mukabili olduğu zaman mümkün
dediğimiz şeyin vukunu bilmiyoruz, fakat onu var farzedersek zihin tenakuza düşmez.
Zayıf olsa bile mantıken muhtemeldir ki olabilsin. Bunun) aberaber böyle .bir şeyin hiç
tahakkuk etmemesi de mümkündür.
Görlüyor ki imkanın bu iki milnilsı arasında fark var. Eski mantık kitaplanmızda
imkanın, imkan-ı has ve imkan-ı ilmm namıyla ikiya ayrılması bir dereceye kadar bu
farkı östereye matuf atfolunabilir. lmkan-ı ilmm "yalnız bir taraftan zurareti olumsuzla
mak" imkan-ı has ile "hem varlık, hem yokluk tarafındanzarureti olumsuzlamak" diye
tarif ederlerdi. Şu halde contingena kelimesine imkan-ı hasile mümkün demek lazım
glecek. Bu tefrik fransızcadaki bu iki ıstılah arasındaki farkı. gösterecek mahiyette
olmadığı gibi lisanımızın şivesi ekseriya imkanı bu kayHlarla tavsiye mani olmaktadır.
Felsefede ise bazen bu iki nevi imkanı ayırmak iab ediyor. Onun için şayan-ı temennidir
ki bizde de contingen tabiri olarak müstakil bir klime vaz olunsun.
KANT V E F ELSEFESi • 191
1 07 Antinominin çözüm bahsi Sa[ Akıl Fransızca B. Pacaud tere. sayfa 4 1 2-78
1 08Medrese tedrisatındaki "llm-1 KelAm" yahut "ilm-i tevhid ve sıfat"ın gayesiyle
haddizatında "akli ilahiyaı"ın gayesi birbirinin aynıdır. Ondokuzuncu asırdan evvel akli
ilahiyat "mükemmel varlığın" varlığını ispaıı, onun sıfatını aramayı, hatta bazı rilo
zollara göre vahiy, mucize gibi ilahhi dinlrin vazettiği akidelerin imkanını araşunrdı.
Kelam'ın hedefi de hemen hemen aynıdır. Ancak her ikisi arasıdaki fark usuldedir.
Filozoflar ilahi�ıta bütün bu meseleler ile uğraşırken hiç bir tesir altında değildiler.
Binaenaleyh müspet ve menfi bir hüküm verebilirlerdi. llm-i Kelamda ise bütün mese
leler aslında halledilmiş varsayılır. Ancak zihinde şüphe ariz olanlara delil irade edilir.
binaenaeyh bütün hükümleri Kur'an-ı Kerim ile sabit olana mutabık bulunmak gerekir.
Nitekim "Hüccetler ortaya koymak ve şüpheleri defetmek suretiyle başkalanna dini
akideleri ispat eıme kudreti sağlayan ilim, (bu) ilimden murad akaid ve delilleri
hususunda hata üzere bulunan kişiye idr"ka kazandırmak amacıyla mutlak tasdik veya
en geniş anlamıdır" diye tarif edilir. Keşşa[-ı lsıılahAı-ı fünün.
l 09 saf hikmet ve faziletin nasıl şu duyulur alemde mevcud olmayan akli bir
sayfa 4 13-419.
l 1 8Kanı mükeveriatın meygadana geliş sebebi olan bir kudreti-i ibtidaiyye'ye aklen
intikal edilebilceğini ve fakat bu kudretin sıfatları ve bilhassa mükevvenatla olan
münasebeti bilinemyeceğini kabul eden mesleğe Deizm (Deismus), Kudret-i ilahiyyenin
bilgi ve iradesiyle kainaun nasıl ilkesi olduğunun aklın bilineceğine kani olan mesleğe
de ilaihayYe (Theismus-teizm) diyor.
1 19Abdülhak Hamit Bey, Makber
1 20Beşinci bölüme bakınız.
1 2 1 sayfa 54. ı
1 22 Kant bazı tabirleri az çok arklı olarak bazen geniş, bazen dar mllnada kullanı
yor. Akıl tabiri böyledir. Filozof aklı müdrikenin mukabili olarak kullandığı zaman "tec
rübe mevzusu olmayan şeyleri anlamaya sevkeden kudret" ıruiruisına kullanıyor. Bazen
daha umumi, yani "tecrübeden müstakil olarak bizde mevcud olan bilgi kudreti" mıına
sına kullanıyor. Mesela kitabının ünvanında kulland.ığı Saf Akıl tabiri bu mıınııdadır.
Höffding"in tarih-i felsefesi sayfa "593" 5. not . . . filozofun kitabını telhis ederken bizde
mecburiyetle aklı kllh geniş, kllh dar mlln!da kullanıyor. Fakaı dikkatle okunacak olursa
kolaylıkla aklın hangi manııda kullanıldığı anlaşılır. Geniş ve umumi manııda
kullanılmak lazım geldiği zaman akıl tabiri yerine açıklık için bazen zihin diyorum.
Yukarıdaki satırlarda akıl geniş ve umumi manllda kullanılmıştır.
1 23 Beşinci bölüme bakınız.
1 24&şinci bölüm de bu meseleleri izah edeceğiz.
manada eşyanın.hayvan veya nebatın her hangi bir arıza veya dış sebeb tara ından �
engele maruz kalmayarak tabii gereğine uygun hareket ve inkişafını ifade eder. !bene bu
insanın ihtiras ve sevk-i tabitlerine tabi olmaksızın asıl manevi mahiyetine, yani akıl ve
ahlakının mutlak gereğine göre amelde bulunma gibi psikolojik mln4larda kullanılır. O
vakit ihtiyar kelimesni kullanmalıyız. Ben bu kitapta ikinci mı'lnı'lda kullanıldığı zaman
hürriyet tabirini üçüncü manada, yani psikolojik bir delaleti bulunduğu zaman "ihtiyar"
kelimesini kullanıyorum.
126 Kanı'ın "Tabiatın Metafiziği" (Metophysique de la Nature)tabiri mukabil olarak,
Ancak hangi tabir kullanılırsa kullanılsın, okuyuçu Kant'ın "Tabita" (Nature) kelimesin
cada nasıl "nature" kelimesi, birbirinden oldukça farklı mı'l1l4lara geliyorsa; bizde de "ta·
biat" tabiri muhtelif mı'lnı'llarda kullanılmaktadır. kant ise bu kelimeyi tamamen "ihti
yar" Oibene) "karşıık olarak kullanıyor. Binaenaleyh filozofun tabiatın metafıziğinden
yahut benim kullandığım tarzda tabiat felsefesinden ne kastettiğini anlamak için esas
meslc�n enüfuz etmek lazımdır. Bu gibi tabirlerde anc� o zaman aydınlanır. Nitekim
Saf Aklın Tenkidi"nde kullandığı "Ensthetique Transcendantale" tabirini "llmi mehasin
i Ala" (estetik) diye tercüme etmek, filozofun bu kelimeyi büsbütün başka manada, "ilm
kavrayamamaktan ileri geliyor. Onun için bir felsefe isstemi bütünlüğüyle bilinmedikçe,
ları müstakil .birer alem farzediyordu. Malebranc�e da cevherleri yani ruh ile beden
yahut maddeyi yine böyle birbirinden ayn farzediyor ve birbirine hakikaten etkili ola
bileceğni ikabul etmiyordu. Şu halde gerek Leibniz, gerek Malebranche aynı soru
karşısındaydılar. Madem ki mahiyet-i eşya, cevher birbirine etkili değidirler, o halde.
nasıl oluyor da eşyanın değişmeleri arasındabir nispet buluyoruz. Nasıl oluyor da biri·
nin mesela bedenin değişmesi ruhda da ır'. · · d-iülü gerektiriyor? Bu iki filozof bu nıes·� k ·
1 94 • KANT VE FELSEFESi
yi birbirine pek yakın iki faraziyye ile hallettiler. Leibniz zat-ı bari tarafından tanzim
edilmiş bir ahenk, ezelinin monadlar arasındaki bu uyumu doğurduğunu kabul ediyor
du. Karşı karşıya iki satain aynı zamanda aynı dakikayı göstermesi nasıl saati yapanlann
aynı hedef, aynı gayeye göre bunlann tertip eylemlerinden kaynaklanıyorsa monadlar
arasındaki bu uyuma da böylece sii.ni-i alemin ahenk-i ezeli kanunu icabıyladır. Malb
ranche'a göre ise eşyanın birbiri üzerine etkili gibi görünmesi hakiki değildir. Bir şeyde
ki değişme diğerindeki değişme için ilahi iradenin gerçekleşmesine bir vesile (Occasion)
olmaktadır. Nasıl iki saat arasında gördüğümüz uygunluk, � irbirine etki etmesinden
kaynaklanmıyorsa eşyanın değişimlerindeki uygunluk d.a birbirine etkili olmasının,
birşeyin diğer değişmeleri zorunlu olarak gerektirerek gerçek sebebi bulunmasının net
icesi değildii. Bilakis birindeki değişme diğerinin değişmesi için alelade bir vesile oluyor
ve gerçek sebeb olan Allah'ın iradesinin gerçekleşmesine bir vesile sebebi oluyor.
işte cevherleri birbirinden tamamen ayn ve soyut farzedenlerin aradaki uyumu izah
için ortaya koydukları iki nazariye . . . Dikkat edlirse ahenki ezeli faraııiyesiyle vesile sebe
bi nazariyesi birbirine pek yakındır ve aynı müşkilin hallini hedefler.
1 32sayfa bakınız. Malumdur ki Kant'ın hakiki varlık dediği "Allah" tasavvuru"nun
BEŞ l N Cl BÖLÜM
AHLAK FELSEFESi
P R AT i K A K L I N T E N K i D i
V ant'ın kabul ettiği taksimata göre sıra pratik aklın tenkidine
!�etmiştir. Binaenaleyh bu ve bunu takip eden bölümlerde filozo
fun ahlak felsefesini inceleyeceğiz. Kant, ahlak felsefesini Ahlakın
_ Metafiziksel Temellerin, 1 42 "Pratik Aklın Tenkidi�,143 Hukuk Nazariyesi
"ven Fazilet (erdem) Nazariyesinin metafiziksel llk llkelerin, 144 ismindeki
eserleriyle açıklamıştır. Bu eserleri "Aklın sınırları içerisinde Din" ünvanlı
eseriyle birleştirirsek Kant'ın ahlaki nazariyelerini inceleyebiliriz.
Ancak filozofun bu eserle izah ettiği sistemi kesin ve son şeklini
kazanmadan önce farklı tesirler altında kaldı. Ahla:kın kaynağı
hakkında bu eserlerde serdettiği fikirleri birtakım merhalelerden
geçtikten sonra kazandı. Filozofun ahlak felsefesini layıkıyla kavraya
bilmek için ahlakın kaynağı hakkındaki düşüncesinin geçirdiği
safhalan, uğradığı tesirleri incelemek gerekir.
Filozofun zihni tekamülünden bahsettiğimiz zaman", 145 görmüştik
ki Kant ailesinden, özellikle annesinden pietist bir eğitim almıştı.
Hocası Schultz Knutzen de samimi birer pietistlerdi: Felsefe, dil, bilim
ve tarih gibi bütün derslerini pitezm itikadıyla birleştirirler, İncil'in
ahlaki emirlerini, vicdani saflığı herşeyin üstünde sayarlardı. Bu
eğitimin Kant'in ahlak felsefesininde etkili olduğundan şüphe edilmez.
1 98 • K A N T V E F E L S E F E S i
külli bir ilkeye irca edilebildiği durumda hakiki fazilet olabilirdi. Ancak
filozofa göre bu ilke doğrudan doğruya ahlaki güzelliğin şuurundan
başka birşey değildir. Fakat duygularımızın şuuru nasıl külli bir ilke
olabilirdi ? . Her türlü duygu ve bunların içinde ahlaki güzellik
değişkendir; bu değişimin şuuru herkese, her yere şamil külli bir
hüküm (yargı) meydana getirebilir miydi? Filozof, teorik bilginin şart
larını in celerken bilgideki külli ve zorunlu hükümlerin tecrübe
(deney)den çıkamayacağını görmüş, müdrikede a ptiori bir sentez
kudreti aramıştı. O vakit "Bilgimizin eşyaya, duyumlar ve duygulara
göre tertip edileceğini kabul etmektense eşya bilgimize, a priori bilgi
kudretine göre tertip ve tanzim olur faraziyesini esas almak gerekir"
diye düşünüyordu . Mademki teorik bilgimizin son ve esas şartı
müfekkirenin faaliyetidir, onun kanunlarıdır. O halde saadetin, ahlakın
ilkesininde böyle şahsi bir faaliyet olması gerekir. Başka bir deyişle nef
simizde kendi kendimizi mesut etmek kudreti vardır. Saadetin (mutlu
luk) konusu, maddesi hisdir, yani şu veya bu şey bizi mutlu kılar.
Ancak esası, sureti, özetle ilkesi zihnidir. Eğer irademiz nefsimizle,
zihlli faaliyet ile uygun (hem-aheng) olursa, o vakit saadet (mutluluk)
ortaya çıkar. Böyle bir ahengin meydana gelmesi için amelimin kap
sadığı düstur bütün insanlar için külli bir yasa olabilmeli. Yani kendi
hakkındaki hükümüm bütün mekan ve zamanları kapsamak üzere
külli bulu'nmalı. Öyle olmazsa kendi amelim hakkında bir türlü, aynı
hareket başkası tarafından yapıldığı zaman baş_l(a türlü hükmedersem
vicdanımda ahenk meydana gelebilir mi? Binaenaleyh hakiki mutluluk
böyle bir ahenkte, amelimin külli bir yasaya dayanmasındadır. Her ne
kadar bu külli yasa mutluluğun nedeni isede gayesi do$rudan doğruya
ferdi mutlu etmek değildir, belki bu yasa ferdin mutluluğa layık
olmasını temin eder.
Şu halde herkes zihni faaliyetiyle, özgürlünü külli bir yasaya tabi
tutmakla mutluluğunu hazırlıyor. Kant'ın ahlak meselelerinde 1 770-
1 780 arasında bu yolda dii.şii.ndii.ğii. dağınık olarak bıraktığı bazı notlar
dan anlaşılıyor. Filozof bu düşünüşüyle bir kere ilk dönemden
ayrılmıştır. Artık ahlaklılığı, ahlaki fazileti bir duygunun şuurundan
ibaret görmüyor, belki zihni bir faaliyet ve onun neticesi olarak akli bir
yasadan kaynaklanmış buluyor, ancak bu dönemdeki düşüncesi ahlak
felsefesinin kesin şekli de değildir. Çünki bu dönemde ahlak yasasının
kaynağını henüz bulmamıştır; daha doğrusu onu fertte farzetmiştir.
Bununla birlikte ahlaklığın amelimizin külli bir düstura dayanması
202 • K A N T V E F E L S E F E S i
akıl sahibi bir şahıs olmasaydı belki daha az elem, daha az meşakkat
duyardı. Çünkü akıl sahibi sıfatıyla insanın gelişmesi , yani beşer
cinsinin ilerlemesi devamlı mücadele ile, felaket ve sefaletlerle aynıdır.
Eğer sırf ferdin mutluluğu gaye olmuş olsaydı insan içgüdüsüne uyarak
kalır, yani Rousseau'nun özlediği tabit hali bırakmazdı. Halbuki fert
sevk-i tabilerini terketti, akıl yoluna girdi. Şu halde bu yolu tamamen
bırakması, başka tabirle amellerinde bizzat kendi vasıtasıyla bulduğu
yolu içgüdülerinin yerine k oyması lazımdı. Bu gayenin tamamen
gerçekleşmesi için her ferdin özgürce kabul ettiği bu yolun küllt bir
yasaya uyması sayesinde ortak olması, yani her insanın hürriyetinin
diğerinin hürriyetiyl� uzlaştırılması gerekir. Her ferdin böyle hürriyeti
ni diğer bütün fertlerle uzlaşaçak şekilde kullanması ise bütün insan
ların hür ferdlerden oluşmuş bir cemiyet teşkil etmesiyle mümkün
olur. lşte beşer cinsinin hedeflediği gaye budur.
Görülüyorki tarihi gelişmenin gayesi ferdin doğrudan doğruya
mu tluluğu değildir. Belki tar�ht ilerleme herkesin külli bir yasa
dairesinde amellerini belirlemesini yani tamamen hür ferdlerden
oluşmuş bir cemiyet-i insaniye teşekkülünü hedefler. Mutluluk bunun
altında mündemiştir. lşte Kant'ın ahlak felsefesini meydana getiren
amillerden biri tarihi tekamülde gördügü bu hedeftir, başka bir tabirle
Kont ferd ile beşer cinsinin gayeleri arasında tezat görmüş ve tarihi
tekamülü idare edem, yasanın insanlığın da hedefi olması gerekeceğini
kabul etmişd�r. Hatta Kant'ın ahlak yasası bu tarihi gayenin, �ekamül
yasasının ferdin vicdanında tecellisi sayılabilir; ahlak yasası tarihi
tekamülün hedefini bize gösterir. Bu suratle vicdanın bize kabul ettir
diği hakikat, tarihi ilerlemeninde dayandığı yerdir.
Tarih ve �ntropoloji incelemelerinden çıkan bu netice "Saf Aklın
Ten k id i nde ortaya koyduğu bilgi nazariyesinin neticeleriyle birleşdi.
"
Kant, " Saf Aklın Tenkidi'nde şu esası kabul etmişti: Tabiat ve tecrübi
alem hakkında bilgi elde edebilmek için genel (külli) yasalar bulun
ması lazımdır. lradede amelleri belirleyebilmesi için böyle külli yasa
vazetmesi gerekir. Bundan dolayıdır ki tabiatın yasalarıyla iradenin
amelleri belirleyen yasası arasında bir benzerlik vardır. Birincisi illet
(sebep) ilkesine dayanarak bize hakiki alemi tanıttırdığı gibi ikincisi de
düşünülür dünyayı, mefkurevi (ideal) dünyayı tanımak için bir giriş
vazifesini görüyor. Kan t, bilgi meselesini analiz ederken şu soru
karşısında kalmışdı; Mademki tabiatı bilmek için külli yasalara ihtiyaç
vardır; nasıl oluyorda bizde meydana gelen bir tasavvur böyle külli,
A H L A K F E L S E F E S i • 205
AHLAKLICIN ESASI
Tabiatın başka bir depşle olaylar dünyasının metaHziğini tesis ıçın
ilk önce "tabiata ait bilgimiz nasıl mümkün oluyor? . " sorusunu hallet
mek gerektiği gibi özgür fülerin, ahlaki amellerin felsefesini de yapmak
için herşeyden önce şu meseleyi halletmek gerekir: Nasıl oluyor da
ahlaklılık, yani tabii ve zaruri yasalardan tamamen ayrı ve özgür yasalar
dairesinde ameller mümkün bulunuyor?. Tabiata ait bilginin nasıl ve
n e d e receye kadar m ü m k ü n o l d u ğunu " Saf A k l ın Tenk idi "nde
inceledik. Ahlaklığın, binaenaleyh iradeli ve özgür hareketlerin nasıl
mümkün olduğunu araştırmak için ikinci bir tenkid lazımdır. lşte
"Pratik Aklın Tenkidi "nin konusu budur.
A n c a k her i k i " te n k i d " i n arasında tamamen b i r paralellik
farzetm e lidir. Ç ü nkü aklın teorik kullanımıyla pratik kullanımı
arasında temel bir fark vardır. Gerçe,kte teorik kullanımını mutalaa
ederken onun bir de saf kullanımı (usega pur) olduğunu gördük. Yani
akıl bizim için bilgi mümkün olmayan mevzuları kazanmada çalışacağı
için onun bu kullanımının ne derece meşru olabileceğini, ne dereceye
kadar hakikati tesis edebileceğini araştırmak gerekirdi. Nitekim öyle
yaptık. Mesela müfekkire "sebeblilik" ilkesi yardımıyla hadiseleri bir
birine bağlayarak külli yasalar elde ediyor, akıl bu ilkeyi bilginin en son
merhalesine kadar teşmil ederek "mutlak (gayr-i meşrut) varlık" , "mut
lak bir sebeb"i elde etmek eğiliminde bulunur. Biz aklın bu eğilimine
dayanarak obj ektif bir hakikatın oluşturulmasının mü mkün olup
olmayacağını araştırdık. Halbuki aklın pratik kullanımını tenkid
ederken böyle bir lüzum karşısında kalmayacağız. Çünkü hakikaten
aklın pratik bir kullanımı varsa, yani akıl bütün tabii illetlerden ayrı
olarak irademizi belirliyor, onun üzerine etkili oluyorsa demek ki bu
kullanımı hakikidir. Aklın bu suretle hür ameller meydana getirdiği
belli olunca tespit edilmiş konusu da kendiliğinden ortaya çıkmış olur.
A H L A K F E L S E F E S i • 207
memişdir. Çünki teorik sahada olduğu gibi pratik konularda aklın "saf
kullanımı" mevzu bahis değildir. " 1 5 1 O halde araştırılması ve ispat
edilmesi gereken taraf sadece aklın hakikat olarak pratik bir kullanımı
var mıdır? İnsanın fiilleri tabii olaylar dışında birde aklqı vazettiği yasa
tesirinde bulunuyor mu? Aklın amellere bu yolda etki ettiğini kabul
etmek fiillerimizin bir kısmının tabii sebeblerin, bir olayın neticesi
olmadığını doğrudan doğruya .insanın mahiyetinden kaynaklandığını
kabul etmek demektir. Diğer bir olayın zorunlu neticesi olmaksızın
hareket "özgür bulunmamıza" bağlı olacağına göre bu mesele bizde
"özgürlük var mıdır? sorusuna müncer olur.
Bu soruyu çözmek için ilk önce genelin ahlaki hükümlerinden
ahlaki yasayı çıkarmak, ahlaklılığın dayandığı düsturu bulmak
lazımdır.
Binaenaleyh şimdilik "ahlaklılık nedir, hangi ilke üzerine dayalı
dır?" sorusuna cevap vermeye çalışacağız. Ancak bu meseleyi frıcele
mek için örf ve adetler hakkındaki bilgiyi esas alamayd, onun şartlarını
aramakla bu meseleyi halledemeyiz. Örf ve adetler hakkındaki malu
mat ahlaklılığı oluşturmaz. Ahlak örf ve adetlerden öncedir. lyi bir in
sanın ahlaki hükmü her türlü bilginin üstündedir. Onun için "ahlaklı
lık"ın dayandığı ilkeyi bulabilmek, felsefi bir bilgi elde edebilmek için
genelin vasıtasız elde ettiği- yani örf ve adetler hakkındaki malumattan
çıkardığı- ahlaki hükmü analiz etmekten başlamamız gerekir.
Malumdur ki akl-ı selim (sağduyu) sahibi herkes hareketlerinde
sıhhat, servet, şöhret- vs. · gibi birçok gayeler gözetir. Biz bu gayelere
" iyi şeyler" diyoruz. Fakat biraz dikkat edecek olursak görürüz ki
bütün bu "iyi şeyler" bizatihi iyilik teşkil etmez , bunlardan hiçbiri
iyiliğin umumi şeklini, suretini ifade edemez. Bilakis bunların hakiki
iyilik olabilmesi onların kullanım tarzlarına, yani iradenin onları tahsis
ettiği gayeye bağlıdır. Demek ki bunların hakiki iyilik olabilmesi
iradenin onları iyi bir hedefe tahsis etmesiyle mümkündür. Şu halde
208 • K A N T V E F E L S E F E S i
(Raison agissant) pratik bir akıldır. Çünkü nasıl teorik akıl birtakım a
priori tasavvurlan ve ilkeleri meydana getiriyorsa irade de a priori bir
tasavvura, yasaya göre hareket edebiliyor.
Şu halde bu tür amellerimiz için müessir yasa vazeden iradeye
"pratik akıl"da diyebiliriz. Bu açıklamalar gösteriyor ki tasavvur ve
tesis ettiğimiz ahlak yasası bize müessir olur. İradeye bir mecburiyet
yükler, fakat ahlak yasasının yüklediği mecburiyet tabii bir yasanın, bir
sebebin zorunlu etkisine benzemez. Mesela ağırlık da cisim üzerine
etkili olur. Bir cismi bırakınca ağırlığına bağlı olarak düşer. Ahlak
yasasının irade üzerine olan etkisi böyle tabii bir zorlama ve zaruret
şeklinde değildir. Bilakis bir emir (imperatiO halindedir,binaenaleyh
mecburiyet değil, sorumluluk yükler.
Gerçi kesinlikle iyi olan bir irade için böyle bir emir, böyle bir yasa
düşünülemez. Mesela ilahi bir irade daima mutlak olarak iyilik halinde
tecelli edeceği için zorunlu olarak onun hareketi yasaya uygun olur.
Halbuki insan iradesi az çok zorlayıcı birtakım saiklerin teşvik ve ten
bihine de tabidir. Tecrübeden meydana gelen bu saikler irade için
daima şarta bağlı bir emir meydana getirir. Mesela "Başkasının güvenini
kazanmak ister misin? Daima doğru söyle." Bu şekilde doğruluk ancak
başka adamların güvenini kazanmak için bir vasıtadan başka birşey
değildir. Binaenaleyh doğrudan doğruya bir gaye sayılamaz. Bu bir
tavsiyeden, tedbirli ve hakimane hareket tavsiyesinden başka birşey
değildir. Böyle olduğu için şartlı bir emir (impe�atif hypothetique) dir.
Halbuki ahlaki emir şarta bağlı olmaz. Bilakis matematiğin mütear
ifeleri (aksiyon) gibi kesin ve zaruri bir yakin (bilgi) ifade eder. Yani
der ki:"Her zaman ve her yerde doğruyu söyle" görülüyor ki hareke
timizin saiki tecrübeden, yani mutluluk istemekden kısaca bencillikden
kaynaklanır, bir tedbir eseri meydana gelirse o zaman daima bir şarta
bağlı, bir mekan ve duruma bağlı bulunur, mutlak olmaz. Bilakis ahlaki
e m i r v e y a s a , y ü k l e m l i b i r ö n e r m e şeklinde k e s i n ve şartsız
bulunmalıdır. Bundan dolayı ahlak yasası herhangi bir tecrübeden
çıkarılamaz.
Bu iki tür hükmü yani tecrübeden alınan . saikin meydana getirdiği
hükümle ahlaki emri birde tenkid nazarında kabul edilen usul
;
dairesinde inceleyelim. Biri�ci halde meydana gelen her hükümde bir
şart ve bir meşrut yani bir gaye ve bir vasıta vardır. Bir gayeye ulaşmak
isteyen tabiatıyla vasıtasını da ister. Eğer herkesin güvenini istiyorsanız
o halde onun vasıtası olan doğruluğu da arzularsınız . Eğer doğruyu
A H L A K F E LS E F E S İ • 211
söylemek " herkesin güvenini kazanmak" için bir vasıta ise ikinci
tasavvuru analiz ile birinciyi bulursunuz. Şu halde böyle bir hüküm
"analitik" dir. Ahlak yasasının meydana getirdiği kesin emirde ne bir
şart yani bir vasıta , ne bir meşrut başka bir deyişle gaye vardır . Bilakis
ahlak yasası iradeyi her türlü tecrübi amiller ve tasavvurlar dışında olan
vazifeye a priori olarak bağlar. Böyle olduğu için sentetik bir yargıdır.
Bu açıklamalar gösterir ki irade üzerine tesir eden ve tecrübeden
çıkarılan saiklerden meydana gelen yargılar analitik oluyor. Başka bir
deyişle tecrübeden çıkarılmış bir saikin iradeye teklif ettiği emri zaten
o saik ihtiva ediyor. Halbuki ahlak yasası tecrübeden meydana gelen
saike hiç benzemiyor. Özetlersek ahlakın emir ve teklifi başka mahiyet
tedir. Ahlaki emirde irade ile vazife sentez terkip edilmiştir. O halde
böyle a priori bir sentez nasıl mümkün oluyor? sorusu karşısındayız.
Nasıl teorik aklın tenkidinde a priori sentetiklerin kaynağını aramışsak
amellerimiz için böyle kesin bir hükmün meydana geldiğini de
araştırmak zorundayız. Ahlaklılık ne olduğunu araştırdığımız zaman
yukarıda görmüştük ki ahlaki amelin esası hareketimizin dayandığı
düstürun külli yasa olmasını istemekdir. Şu halde nasıl amelimizde
sentetik hükümler meydana getiriyoruz deme�, sonuç olarak amelim
izin düstürunun külli yasa olmasını nasıl istiyoruz? sorusundan başka
birşey değildir. Diğer taraftan eğer "tabiat" , geniş manada anlarsanız,
yani bu kelimeden neticeler ve eserleri meydana getiren yasanın genel
li,ğini kasdedersiniz o halde bu soruyu başka türlQ de ortaya koyabili
riz. Mademki kendi amelimizin düstürunun külli (evrensel) olmasını
istiyorsanız şu halde onun tabii bir yasa olmasını arzu ediyorsunuz
demektir. Nasıl oluyor da kendi amelimiz için kabul ettiğimiz düstürun
'
tabii bir yasa olmasını isteyebiliyoruz?
Bu meseleyi aydınlatmak için somut birkaç meseleyi inceleyelim:
Farzediniz ki hayatın demlerinden kurtulmak için intihar etmek istiy
orsunuz . Bu durumda elemden kurtulmak hissine, yani bencilliğe daya
narak intiharın meşruiyyetini ve ahlaken makbullüğünü tabii bir yasa
olarak isteyebilir misiniz? Hayır. Çünkü nefsimiz hakkındaki sevgimiz,
başka bir deyişle kendimizi beğenmek mümkün mertebe ömrümüzü
sürdürmeyi gerektirir. Binaenaleyh bencillik, öldürmek değil hayatın
devamlılığını emreder. Eğer kendini beğenmek sonuç olarak nefsi
öldürmeye delalet ederse tabiat kendi yasasıyla yani kendini beğenmek
le tezada düşmüş olur. Şu halde intiharın külli bir yasa, meşru bir yasa
olmasını taleb edemezsiniz.
2 1 2 • K A N T V E F E L S E F E ,S l
• •
düşünülür bir dünya ( Monde noumenal) için doğru olabilir. Kim iddia
edebilir ki olayların dışında olan "kendinde şey(zat-ı eşya)de de tabii
sebebler hükmediyor? Başka bir tabirle onun da her eseri kendinden
önce diğer 'bir sebebin neticesi oluyor? Şu halde teorik tenkitteki muta
laalardan şu netice çıkiyordu: (özgürlük) "ihtiyar" kendinde şey'in
vasfı bulunması, başka bir tabirle hissen bildiğimiz gözle görülen
dünyanın dışında kalan bir dünya için yasa olması mümkündür. Acaba
ahlaki hükümler, teorik tenkitle mümkün gördüğümüz özgürlüğün
insanda gerÇekten mevcud olduğunu göstermez . mi?
Ancak insanın hür olduğunu iddia edebilmek için bizde özgürlük
ile zorunluluğun nasıl birleştiğini göstermek gerekir. Yalnız bize bir
kere "özgürlük" mefhumunu böyle müteal bir varlığın vasfı sayma
yarak doğrudan doğruya t e c rübeden ç ı k a r m a k i s teyen l e.ri n
nazariyelerini redde.tmeliyiz ki kabul ettiğimiz faraziyenin izahına
gerek duyulsun. Özgürlüğün tecrübeyle bilineceğine inananlar onu
hissedilen olaylardan çıkarmak istiyorlar. Halbuki gerek dış, gerek
ba tıni olsun hiçbir tecrübe " özg ürlüğe" yer veremez . Çünkü dış
,
duygular ile bildiğimiz eşya birbirine bağlı olduğu gibi bat.mi his (sens
intime) ile muttali olduğumuz ruhsal olaylar da zaman içinde idrak
edilir. Nasıl geometrik bir şekil mekanın diğer parçalarına bağlıysa ,
nasıl hissi bir olay mekan dahilindeki diğer bir olayın sonucu oluyorsa
zamanın her anı içinde muttali olacağımız olaylar da ondan evvelki
"an"ın, ondan önce.ki zamanın eseridir. Nitekim bir zaman. içinde olan
olay daha önceki bir zamana bağlanmadıkça bilgi elde edilebilir mif
Mademki zaman içinde olan herşey bir öncekine bağlıdır .. ve mademki
ruhsal olaylar da zaman içinde idrak edilir, o halde o da zorunlu sebe
be bağlıdır. Binaenaleyh Empirizm (tecrübiyye) mesleğinin ruhsal olay
ları· analiz ederek özgürlüğü bulmaya çalışması beyhudedir; özgürlük
şuurun bir niteliği olamaz. Psikolojinin (ruhiyyat) yapuğı analizlerle
ortaya konamaz. Bundan dolayı "özgµrlük" ancak kendinde şey' in akli
bir vasfı (caractere intelligible) olarak kabul edilebilir. Başka bir tabirle
biz sezgiyle onu bilemeyiz. Ancak aklımızla varlığıni düşünürüz.
Özgürlüğü böylece duyulur dünyadan düşünülür dünyaya , kendin
den şeye naklettikden sonrada yine önemli bir güçlük karşısında kalı
rız. Kendinde şey, düşünülür varlıklar "mutlak varhk"ın, "Allah"ın ira
desiyle belli olmamış mıdır? Başka bir tabirle kendinde şey'in sebebi de
"Allah" değil midir? İnsanın şu duyulur düryyadan başka bir de müteal
dünyaya bağlı olduğunu kabul etsek bile ferd o cihetten ilahi iradeye
Ö Z G Ü RL Ü K P R O B L E M i VE A H L A K iLKELE R i N i N Ç I K A R I L M A S I • 2 1 7
açıklamalı? Çünkü ahlaki bir amel zaman içinde bulunduğu için bir
olaydır, binaeyaleyh zorunludur. Diğer taraftan aynı ameli muhtar
(özerk) olarak belirleyen müteal bir kudret var diyoruz. Bir ameli bir
taraftan zorunlu , yani olay türünden bir sebebin neticesi, diğer taraftan
birde mevcut özerk (muhtar) bir müteal kudretin eseri sayıyoruz. Bu
ikisi nasıl uzlaştırılabilir? lşte Kant'ın özgürlük (ihtiyar) felsefesinde en
muğlak , en önemli kısmı budur. Filozofun bu soruya nasıl ce.vap
verdiğini şimdi göreceğiz. Ancak itiraf etmeli ki pratik aklın bu mesel
eye delalet eden sayfalan, çok belirsizdir. tlim bir taraftan amellerim
izin tabii bir sebebin eseri olması gerekeceğini gösteriyor; diğer taraftan
vicdan , insanda fillerini belirleyen kudretin olması gerekeceğine
ş e h a d e t e d i y o r. K a n t bu i k i s i n d e n b i r i n i , y a n i ne t a b i a t t a k i
zorunluluğu , n e vicdanın tanıklık ettiği özgürlüğü feda etmenin insan
için mümkün olamıyacağını görünce, özgürlüğü oluşturmaktan ziyade
bununla determinizmi uzlaştırmaya çalışmıştır. Bakınız nasıl:
Filozofa göre özgürlüğü kabul ettirebilmek için yegane çare onun
hüküm sürdüğü mevzuyu tabii nizamın cereyan ettiği sahadan tama
men ayırmaktır. Başka bir tabirle insan kendisini iki açıdan mülahaza
edebilir: Bir taraftan hatmi tecrübe yardımıyla ruhsal olaylarımıza
zaman içinde vakıf olabiliriz, böyle olduğu için her ruhsal olay önceki
bir olayın tabii gereği oluyor. Fakat diğer taraftan kendimizi zaman
dışında düşünebiliyoruz, her türlü sebeblilik bağı dışında olarak bil
gimizi belirleyepileceğimizi kabul edebiliyoruz, kısaca bir olay gibi
bildiğimiz ruhsal olaylanmız dışında bir mahiyetimiz, başka bir tabirle
duyulur (mahsus) bir varlık olmakla beraber bir de sırf akli (intelligi
ble) bir yönümüz bulunduğunu anlıyoruz . Eğer nefsimizin bu iki
yönünü tamamen birbirinden ayıracak olursak zorunluluk ile özgür
lüğü uzlaştırabilirz. o zaman diyebiliriz ki düşünen ben'in (nefs-i
mütefekkir) aynı zamanda hem t�crübi hem akli bir seciyesi, bir vasıfı
vardır. Tecrübi seciyesi ( karakteri) geçmişimizin sonucudur, yani
teessürlerimize, zihni durumumuza bağlıdır. Böyle olduğu için onu
önceki hayatımız, geçmeşimiz teşkil etmiştir. Biz bu tecrübi karakter
imizi, tabiatımızı düzeltme kudretine sahip değiliz. Fakat geçmişimizin
m"� hsülü olan bu tür karakterimiz dışında birde akli mahiyetimiz ,
kendinde şey olmak itibanyla bir varlığımız var. Ne zaman kendimizi
zaman kaydı dışında düşünürsek, başka bir tabirle onu bizzat akıl
tar�fından tesis edilen yasa ile amelleri belirleyecek kudret sayarsak
kendimizi kendinde şey olarak mülahaza etmiş oluruz. Bu haysiyetle
Ö Z G Ü RL Ü K P R O B L E M i VE AHLAK i L K E L ER i N i N Ç I K A R I LMASI • 219
lenmiyor, belki bizzat kendi vazettiği yasaya uyuyor. Başka bir tabirle
böyle bir irade bizzat kendi amelinin yasa koyucusu bulunuyor.
Şimdi bu ilkelerden sonuca geçelim. lrade aslında bir gayeyi gerek
tirir; yani ahlak yasası ile belirlenen iradenin kasdettiği birşey var, biz
ona "iyi" diyoruz. lradenin bu hedefini, yani "iyi"yi nasıl nasıl bir
tasavvur arasına sokabiliriz?
Eski ve yeni filozoflardan bir kısmı vazifeyi "iyilik" dediğimiz şeyi
istemeye dayalı görüyorlar. Vazifeyi böyle anlayınca doğal olarak " iyi
lik" dediğimiz şeyi istemeye dayalı görüyorlar. Vazifeyi böyle anlayınca
doğal olarak "iyilik" nedir? sorusu karşısında kalırız. Bu soruya cevap
vermek için filozoflar çoğunlukla "iyilik" dediğimiz mefhumu tecrübe
sahasında arıyorlar: Nitekim bazıları iyiliği (Bien) hoş (Agreable) veya
faydalı olan, tabiatımızın eğilimlerine, ya da ihtiyaçlarına uygun gelen
şey saymışlar, alem meydana getiren, ya da eğitimlerimizden birine
mani olanları buna karşılık olarak şer (Mal) telakki etmişlerdir, eğer
ahlaki bir mii.teal kudretin iradeyi belirlemesine yani özgürlüğe
dayandıracak o l u rs a n ız artık v a z i fe ( ö d ev ) , a h l a ki emir h a s
sasiyetimizin bir neticesi olmaz . Binaenaleyh vaz-ifenin amaçladığı
h e d e f- ki iyilikdir- artık h i s ( d u ygu) il e takdir edilen birşey
sayılamaz. 1 6 2 Bilakis iyilik mefhumunu bu müteal kudret, yani özgür
lüğümüz belirler, böylece iyilik iradenin ahlak yasasına uygunluğu, şe:·
(kötülük) de iradenin ahlak yasasına uygunsuzluğu olur. lradenin
ahlak yasasına uygunluğunda aranacal< yön, şeklen yani niyet açısından
uygunlukdur. Niyetimizin ahlak yasasına uygun gelmesi iyilik mefhu
munu , aksi de kötülük mefhumunu meydana getirir. Yoksa dıştan
uygunluğu ahlaklılığı meydana getirmez. Bir fiilin dıştan, maddi olarak
ahlak yasasına uygun olması sadece meşru ve hukuki olmasını temin
eder. Ahlaki olması için niyetin ahlak yasasına uygunluğu gerekir ve
yeterlidir." 1 63
Simdi diğer bir soru karşısınıda kalırız; Ahlaki etkinlik (faaliyet) ile
duyulur dünyada tecelli eden "iyilik"i nasıl takdir edebiliriz? Başka bir
tabirle ahlaki amel şu dünyada birtakım iyilikler meydana getiriyor,
bunun değerini ve büyüklügünü önceden bilir miyiz? Bu soruya cevap
vermek çok zorudur. Çünkü duyulur dünya sebeplilik yasasına
bağlıdır. Binaenaleyh duyulurlar hakkında her bilgimiz olanı varlığı
bize bildirir. "Olması gereken"e bağlı olmaz. Pratik akıl ise doğrudan
doğruya bir sezgi kabiliyetini haiz bulunmadığı için ahlak yasasına,
gerçeğe tatbik edemeyiz. O hale.le duyulur dünyada iyiliğin tC'ccllisi · " '
226 • K A N T V E F E L S E F E S i
danının bir verisi (donnee) dir, başka bir tabirle bu yasa bir o lay
( fait) dır. Fakat Rousseau'nun farzettiği gibi tecrübi hayatımızdan
çıkarılmış sıradan bir olay değil akli bir olay (foctum der vernunft) dır.
Böyle olduğu için tecrübi olaylardan tamamen başka mahiyettedir.
Tecrübi olaylar tamamen veri oldukları halde ahlak yasası bir kuvve
(acte) halindedir, aynı zamanda teşri (yasa koyan) mahiyetini haizdir.
Yani bir hareket meydana getirmekten ziyade sorumluluk yükler. Diğer
taraftan bütün tecrübi olaylar öncekine bağlı olduğu halde bu yasa
aklın kendiliğinden (spontanement) etkinliğinin sonucudur. Tıpkı bil
gimizin a priori tasavvur ve ilkeleri müdrikenin kendi kendine etkinliği
sonucu olduğu gibi. Yalnız şu fark var; ikincisi ancak bir sezgiyle
birarada olunca idrak edilir, halbuki pratik aklın bizatihi etkinliğini her
türlü tecrübi fiilden, amelden önce yasa halinde bir sorumluluk olarak
vicdanen biliriz.
lşte Rousseau ile Kant'ın ayrıldığı temel noktalar. Bu iki filozofun
ahlak nazariyelerinde görülen bu fark özgürlük (liberte) hakkındaki
anlayışları arasındaki ayrılıktan kaynaklanıyor. Rousseau özgürlüğü
tecrübi hayatında görüyor, onun için mahiyet olarak tecrübi sayıyor.
Kant aksine özgürlüğü insanın akli bir vasfı (caractere intelligible)
anlıyor ve kesinlikle tecrübe üstünde farzediyor. Rousseau'ya göre
özgürlük tabiidir, insan tabiatının neticesidir. Kant'a göre özgürlük ile
tabiatın delalet ettikleri şeyler bilakis birbiriyle çelişiktir. Binaenaleyh
ancak tabiat_ dışında bir özgürlük düşünülebilir. Rousseau ö_zgürlüğe
sahip, binaenaleyh ahlakı haiz olan insan şahsiyetini ahenkdar olarak
tertip edilmiş duyulur tabiatın bir kısmı olarak kabul ediyor; Kant'a
göre insan şahsiyeti özgürlüğü haiz olmak itibarıyle şu duyulur
dünyanın değil, düşünülür bir dünyanın kısmıdır. Çünkü duyulur
dünyada hiçbir şey özgürlüğün sonucu değildir.
Bu mukayese vicdan hakkında Kant ile Rousseau'nun anlayışları
arasındaki farkı gösterir.
P R A T İ K A K L I N A N T I N O M I S I FA Z i L E T- M U T L U L U K
Teorik aklın nasıl şartlı ve b-a�lı olarak bildiğimiz eşyadan mutlak
varlığı anlamaya sevkettiğiini daha önce görmüşdük. Aklın pratik kul
lanımında da aynı eğilim vardır. O da hedefi " e n yüksek iyilik"
(Hayr-ı ala) olan bir mutlak amele bize ulaştırmak ister, yani gerek
lezzet, sıhhat gibi hissi, gerek fazilet (erdem) gibi ahlaki bütün iyilikler
elde edilebilecek bir ameli hedefler. Herşeye kadir olan yetkin (ekmel)
Ö Z G Ü R L Ü K P R O B L E M i V E A H L A K i L K E L E Ri N i N Ç I KA R I LMASI • 23I
bir varlık düşünecek olursak onda hem hissimizin istediği zevkler, hem
de fazilet birleşmiş olabilir. H em iradenin hem z evklerin kemali
birleşince en yüksek iyilik meydana gelir. Herşeye gücü yeten kamil bir
varlığın ameli böyle bir en yüksek iyilik olur, yani onun ameli hem
mutluluğu, zevki, hem de fazileti haiz bulunur.
Bir mutlak varlıkda böylece hem mutluluk hem fazilet birleşebil
diği halde insanda bunun her ikisi birleşmeyebilir, insanda fazilet ile
mutluluk birbirine çelişik (mütenakız) bulunuyor. Bu yüzden pratik
akıl birbiriyle çelişik iki mefhum ortaya koyuyor. Fazilet ve mutluluk.
Yukarıda gördük ki bunların ikisi birbirinden tamamen ayrıdır.
Mutluluğu analiz ile fazileti bulamayız yani mutluluk fazileti içermez.
Böyle olduğu halde akıl bunların her ikisinin birleşmesini de istiyor. Ve
bu birleşmeden meydana gelecek olan en yüksek iyiliğe ulaşmayı bir
hedef olarak bize gösteriyor. Bir taraftan mutluluğun faziletten ayrı
olması, diğer taraftan aklın her ikisini birleştirmek istemesini nasıl
açıklamalı? Başka bir tabirle bunlann birleşmesini nasıl hedefliyebiliy
or?
Mademki mutluluk ile fazilet arasında analitik bir ilişki yok, yani
mutluluğu analiz ile fazileti bulamayız . O halde aklın ikisi arasında
gördüğü ilişki bir sentez (terkip) olabilir. Başka bir tabirle akıl bunlar
dan birini sebep diğerini netice sayarak sentez yapabilir. Fakat yukanda
görmüştük ki mutluluk faziletin sebebi olamaz. Çünkü bu durumda
faziletin tecrüqi bir esasa dayanması lazım gelir ki bu takdird� ahlak
yasası genelliğini tamamen kaybeder. Acaba bunun aksi yani fazilet
mutluluğun sebebi olarak düşünülemez mi? Fakat fazilet a priori, akli
bir mefhumdur. Mutluluk ise zaman içinde hissen idrak ettiğimiz bir
tasavvurdur. Her duyulur olan şeyin sebebi yine duyulurlar arasında
aranmasında gerekeceğine göre mutluluğun sebebi olarak "fazilet" gibi
tamamen akli bir mefhumu gösteremeyiz. Şu halde fazilet ile mutluluk
arasında sebeblilik ilişkisi iddia edilemez . Böyle olunca mutluluk
arasında aklın gerektirdiği birliği ve sentezi gerçek sayamayız.
Gerçekten teorik olarak böyledir. Ne mutluluk fazileti gerektirir; ne
de bu iki mefhumdan biri diğerini ihtiva eder. Ancak bir şık vardır ki
teorik olarak bilmesek bile gayr-ı mümkün farzedemeyiz. O da faziletin
mutluluğu icab edebilmesi , onun sebebi olabilmesidir. G erçekte
faziletin mutluluğu gerekli kılabilmesi bir bilgi mevzusu olamaz. Yani
bunu bilemeyiz. Çünkü bizim bileceğimiz sebeblilik ilişkisi ancak olay
lar arasında olabilir. Fazilet a priori bir mefhum olması itibanyla onu
232 • K A N T V E F E L S E F E S i
müdrikemiz bir olayın alelade sebebi olarak idrak edemez. Ancak sırf a
priori olan akli bünyemizin, akli "ben" imizin tecrübi seciyeye müessir
olması teorik olarak nasıl mümkünse faziletin de mutluluğu doğurması
öylece teorik akıl için doğrudan doğruya bilinmese bile mümkündür.
Pratik akıl ise teorik olarak mümkün olan bu ilişkiyi kabul edebilir ve
bu suretle mutluluk ve fazilet arasındaki çelişki kalkarak manevi hayat
ta düşüncede olarak kemal ve birlik düşünülebilir.
Fazilet ile mutluluk arasındaki bu ilişkiyi olaylar arasındaki sebe
blilik ilişkisi gibi anlaşılmasın; duyulur dünyada faziletin mutluluğu
gerektireceği farzedilmesin, fazilet ile mutluluk arasındaki bu ilişkinin
teorik olarak bilineceği kabul olunmasın. 167
T E O R i K A K I L - P R AT i K A K I L
Görülüyor ki pratik akıl teorik aklın sadece imkanım düşündüğü
varlıkların varlığım kabul edebiliyor. Bu halde pratik aklın teorik akıl
üzerinde bir nevi üstünlüğü var. Gerçi teorik akıl ile pratik akıl bir
birinden tamamen ayrı iki kuvvet değildir. insanda yalnız akli bir
kudret var, bu akli kudret teorik ve pratik sahalarda a priori ilkelere
göre hükümler meydana getiriyor. Teorik sahada kullanıldığı zaman
"teorik akıl " , pratik sahada tecelli ettiği zaman "pratik akıl "unvanını"
alıyor. Şu kadar ki pratik akıl tamamen yeni a priori bir ilke, yani vazife
yasasını vazediyor, bu yasa yardımıyla " özgürlüğümüz " ün varlığını
tecrübeyle bilinen şuur üstünde akli ben'i!llizin {lntelligible) varlığını
kabul ettiriyor. " 168 Halbuki gerek özgürlük, gerek tecrübe ile bilinen
nefsimiz dışında akli ben teorik düşüncelerimizin kavrayamayacağı bir
varlıktır. Başka bir tabirle bunlar müdrikemizin teorik bilgilerimizin
sının dışındadır. Binaenalyh teorik a�ıl kendi kudreti içinde olan bil
giler ile pratik aklın tasdik ve kabul ettirdiği mefhumları sentez yap
malı ve bu suretle teorik bilgilerimizi tamamlamalıdır. Ancak pratik
akıl yardımıyla varlığını kabul ettiğimiz mefhumlar yaptığımız hüküm
ler aklın nüfuz ve kudretinin artması sonucu olmadığını, belki başka
bir sahaya, yani amele tatbikinden doğduğunu unutmamalıdır. Tabiat
felsefesi ahlak felsefesinin ortaya koyduğu hükümlerle tamamlanır.
RU H U N Ô L Ü M S Ü Z L Ü C Ü V E i L A H İ VA R L I K
Yukarıdaki açıklamalarla anlaşılmıştır ki pratik akıl yardımıyla
teorik olarak varlığına inanamadığımız birtakım hükümleri kabul etm
eye ve onların varlığına inanmaya mecbur oluyoruz. Bu şekilde bir kere
Ö Z G Ü R L Ü K P R O B L E M i V E A H L A K i L K E L E R i N i N Ç I K A R I L MA S I • 233
özetleyeceğiz.
HUKUK NEDiR?
Filozof bu sorudan şu veya bu memlekette. şu veya bu zamanda
mevcut yasalar ile yazılmış ve kitap haline getirilmiş hukuku kasted
miyor. Bilakis fiillerimizin dıştan yasa koymasına esas olacak değişmez
ve a priori ilkeleri araştırmak, başka bir tabirle tabii hukuku, aklın
gereği olan hukuku bulmak istiyor. Bu açıdan hak fikrini analiz edecek
olursak üç esas ı,ınsur görürüz. Evvela hak, şahıslar arasındaki münase
betten kaynaklanır. Doğrudan doğruya tek bir fert düşünecek ve onu
insanlarla münasebetten soyutlayacak olursak hakkın tatbik edilecek
A H L A K ' i N M E TA F I Z I C I : H U K U K F E L S E F E S i • 239
ÖZEL HUKUK
Kant mülkiyeti geniş bir manada alarak " hakkım, malım"
dediğimiz her şeyi içine alıyor. Mülkiyet böyle geniş manada yani
"hakkım" diyebileceğim herşeyi kapsayınca özel hukuk "mülkiyet" ile
birleşir. Binaenaleyh özel hukuk " hiçbir kimsenin senin rızan
olmaksızın kullanamadığı haklardır" diye tarif edilebilir.
Mademki özel hukuk geniş manasıyla " mülkiyet" ile birleşiyor; o
halde " özel hukuk" neye dayanır sorusu "mülkiyet hak olarak nasıl
mümkün oluyor" meselesinin çözümüyle sonuçlanır.
Filozofa göre mülkiyet sadece fiilen, hissen birşeye sahip olmak
dan, yani eline almaktan ibaret değildir. Birşey elim altında bulunmasa,
fiilen sahip olmasam bile yine o şey hakkında aklen mülkiyet hakkı
sabit olabilir. Binaenaleyh mülkiyet akli (intelligible) bir münasebettir.
Diğer taraftan mülkiyet birşey ile özgürlüğün arasındaki ilişkiden kay
·naklanmamaktadır. Bilakis özgürlüğümle diğerlerinin özgürlügü
a rasındaki ilişkinin sonucudur. Başka bir tabirle herkes birşey
hakkında benim hakkımı kabul edince ve o şey üzerinde her türlü iddi
adan vazgeçince benim mülkiyetim sabit olur. Demek ki mülkiyet ilk
önce diğerlerinin birşey üzerindeki iddialarını reddetmesiyle meydana
gelir. Şu halde mantıklı olarak ferdi mülkiyetten önce herkesin eşya
üzerinde özgürlüğünü kullandığı bir dönem farzetmek gerekir. Ancak
ferdi mülkiyetin tesisinden önce varlığını farzettiğimiz bu dönem ideal
ve mantıki olarak mevcuttur. " 1 2 1_ yoksa tarihte ortak mülkiyetin
varlığına ait hiçbir iz yoktur. Filozof böyle mantıki bir dönem kabul
etmekle bilhassa şunu göstermek istiyor ki mülkiyet hakkı ancak bütün
fertlerin ortak iradelerinin ürünüdür.
Bu açıklamalar gösterir ki özel hukuk asli değildir. Yani hepsi
kazanılmıştır. Başka bir tabirle genel irade ile kazanılmışllr. Mülkiyetin
en ibtidai ve asli şekli kimseye ait olmayan birşeyi kendime mal ettiğim
zaman ortaya çıkar. Böyle kimseye ait olmayan birşeyin elde edilmesi
suretiyle meydana gelen asli mülkiyete ilk işgal (Primiere occupation)
denir.
Üç türlü şey elde edilebilir:
1- Maddi eşya,
2- Şahısların anlaşmaları,
3 - Bizzat şahıslar. Binaenaleyh bu üç tür mülkiyete göre özel hukukda üç
kısma ayrılabilir:
A H L A K ' I N M E TA F I Z I C I : H U K U K F E L S E F E S i • 241
Ayni (eşya) hukuk, yani ferdin maddi eşya üzerindeki hakkı aslında
bir şahsın birşey ile ilişkisi sayılamaz. Herhangi bir madde üzerindeki
sahip olma hakkımız genel iradenin o şeyi tek olarak kullanmaya izin
vermesinden doğar. Mülkiyet hakkının araziyi de kapsaması gerekir.
Çünkü arazi de sahip olma hakkım kabul edilmeyecek olursa üzerinde
bana ait olan menkul eşyanın mülkiyeti, de emniyette olamaz. Yukarıda
söylediğimiz gibi arazinin mülkiyeti kaynağı itibarıyla ilk işgale
dayalıdır. Ancak bu ilk işgalin verdiği yetki sabit değildir. Genel irade
ile teşekkül eden medeni cemiyet yani genel kuvvet bu sahip olmayı
güvenlik altına aldığı zaman bu yetki kesinlik kazanır, başka bir tabirle
arazi üzerine el koyma yani beklenmedik bir şekilde el koyma o zaman
akla uygunluk kazanır. Bazı hukuk alimleri mülkiyetin esasını
"çalışmak" olmak üzere kabul eder. Filozofa göre çalışmakda bir ilk
işgal, bir elde etmeyi gerektirir. Çünkü birşey üzerinde, mesela arazide
çalışmanın olabilmesi için onun kazanılması ve işgali gerekir.
Arazinin meşru bir Şekillde sahip o lmayı ihtiva ettiği bütün
servetin istenildiği gibi kullanımını belirtir. Nasıl arazlar cevherden
ayrılma kabul etmezse arazide zemininde ve altındaki servetten, onun
her şekilde kullanımından ayrılama�. Binaenaleyh hiçbir kimse bir
mukavele ile sahibinin rıza ve muvaffakiyetini almadıkça diğerinin
arazisinden yararlanmaya k a l kamaz . B u n u n i çindir ki K a n t ,
Avrupalıların medenileştirmek bahanesiyle kuvvet kullanarak
medeniyette geri kalmış milletlerin arazilerini işgal etmeye teşebbüs
eUnelerini, ya da yine zorlukla sahte satınalmalar veya kira anlaşmaları
yapmalarını tamamen gayr-ı meşru kabul ediyor. Binaenaleyh bazıları
tarafından ortaya atılan imarlaştırmaların bir riyakarlık olduğunu
ortaya koyuyor. Böyle olduğu için filoz.o f sömürge (müstemleke)
siyasetinin hakla dayandırılmasının mümkün olmadığına tamamen
inanmaktadır.
Görülüyor ki ayni (eşya, maddi) hukuk kaynağı açısından işgale
dayalıdır. Halbuki anlaşmalara dayanan şahsi hukukun kaynağı böyle
bir işgal sayılamaz. Bir madde üzerindeki hak yani ayni hukuk bir
taraflıdır. Fakat anlaşmalara dayalı hukuk iki tarafın bulunmasını
gerektirir. Binaenaleyh şahsi hukuk iki şahsın karşılıklı olarak birbirine
karşı anlaşmalara giİ:işmesi başka bir tabirle bir akit ve mukavelede
242 • K A N T V E F E L S E F E S İ
KAMU HUKUKU
Kamu hukukunun meydana gelmesi mantıklı olarak özel hukuktan
sonra gelir. Çünkü medeni cemiyetlerden önce tasavvur edilecek tabii
hal ([etat de nature) de benimki, seninki, yani benim hakkım, senin
hakkın fikri vardı. Şu kadar ki her türlü teminattan uzaktı ve sabit
değildi. Cemiyet aileler şeklinden çıkıp özel hukuku karşılıklı olarak
temin etmek üzere teşkilat meydana getirdiği zaman medeni hukuk
oluştu ve o zaman özel hukuk da güvenlik altına alınmış oldu. Bununla
birlikte medeni bir cemiyet lüzumunu fert yalnız kendi zararını gider
meye muktedir olmadığı bir tecavüze maruz kaldığı zaman hissetmez.
A Priori olarak takdir edilebilir ki en iyi insanlardan oluşmuş tabii bir
cemiyette bile herbirinin hakkının genelinde ihtilaf çıkabilir. Onun için
A H L A K ' l N M E TA F l Z l C l : H U K U K F E L S E F E S i • 243
, S l YA S l H U K U K
'
Birtakım adamların aynı yasalar altında toplanmaları "devlet"i
oluşturur. Mefkurevi (ldeal) bir devlette a priori olarak birbirinden ayn
iıç tiırliı nüfuz ve kudretin mevcud olması lazımdır: Bunlann biri yasa
yapmak, diğeri yapılan yasaya uyarak hiıkiımeti idare etmek, iıçiıncüsiı
yasanın tatbikiyle çıkan anlaşmazlıkları çözmek. Devlette ayn ayn bu
uç kudret bulunacağı için üç türlü kuvvet tecelli eder.
Bir irade ancak kendi tarafından kabul edilen bir yasaya tabi ola
bilir. Başka bir değişle bir yasanın adil olabilmesi için iradenin eklen
mesi ve birleşmesi gerekir. Yabancı bir iradeden doğan bir yasaya uyan
ferdin şahsiyetine tecaviız ediliyor demektir. Bundan dolayı yasa yapma
kuvveti cemiyet azalarının ortak iradesine ait olmak gerekir.
Her vatandaşın haiz olması gereken va�ıflar ve hukuku filozof şu
şekilde açıklıyor: 1) Hürriyet yani bizzat kendi nzasıyla oluşan yasadan
başkasına uymamak, 2) Hukuki sorumluluk açısından eşit olmak, 3)
İstiklal yani hayatını ve geçimini kendinden başka .birisine borçlu
olmamak.
Kant hizmetçilerde, işçi ve müstahdemlerde, kadınlarda, çocuklarda bu
sonuncu özelliği görmediği için onlann oy hakkı sahibi olmalarına izin
vermez.
Devletin yasa yapma, icra (yüriıtme) ve yargı kuvvetlerinden ibaret
olan üç kuvveti birbirinden ayn olmakla beraber birbirini tamamlarlar.
Bu iıç kuvvetten hiçbiri, diğerinin yetkisini aşmamalıdır. Özellikle
yiıriıtme (icra) kuvveti yasa koymaya kalkarsa yetkisini aşmış olur.
Devlette gerçek hükümdar yasa koyucudur.
Kant vatandaşların siyasi kuvvetler karşısında hukuk ve yetkisini
de inceliyor. Bu husustaki mutalaalan Özellikle Büyük Fransız lhtilal
i'nin parladığı döneme tesadı:ıf etmesi açısından ayrıca önemlidir.
244 • K A N T V E F E L S E F E S i
a leyhin e işl e nen bir suçu bağışlayacak olursu tecavüz edi..:.en şahs1,"
246 • K A N T V E F E L S E F E S i
DEVLETLER HUKUKU
Yukarıda söylediğimiz hukuki münasebet ancak medeni cemiyetler
içinde mümkündür. Milletin ortak iradesiyle meydana gelen devlet
genel otoritesini ancak milletin fertleri arasında adaletin gerçekleşmesi
için kullanabilir. Fakat medeni cemiyet kendi etrafında diğer
cemiyetlere, diğer devletlerede rastlar. Bunlarla kendi arasındaki
hukuki münasebeti düzenleyecek hiçbir hukuki esas mevcud değildir.
Dünyanın yerleşmeye müsait olan yüzeyi sınırlı bulunduğu için bu
muhtelif cemiyetler birbiriyle münasebette bulunmak, bir tür ortak
olarak yaşamak zorundadır. Ancak milletlerarası yerleşmiş yasalar
bulunmadığından bu müstakil devletler kendi aralarında medeni ve
hukuki değil, adeta tabii bir cemiyet oluştururlar. Medeni bir cemiyetin
fertleri olmadan, yani devletin otoritesiyle sağlam yasalara tabi bulun
.
madan önce fertler nasıl tabii durumda bulunmuşsa, nasıl onların
arasındaki münasebeti düzenleyen yasalar bulunmadığı için kuvvetli
olan hakim olmuşsa bu müstakil cemiyetlerin, devletlerin birbirleriyle
olan m ünasebeti de halen öyle devam ediyor. Böyle olduğu için
devletler arasında açıkça muharebe mevcud olmasa bile üstü kapalı
olarak harp hali devam edip duruyor. Çünkü aralarında çıkan
anlaşmazlığı çözecek yasa yoktur. Hepsinin ortak iradesiyle yerleşmiş
bir otorite m evcud değildir. Kuvvetlisi zayıfına mecburen istediği
anlaşmayı kabul ettirir. Devletler arasındaki münasebette bu şekilde
yalnız kuvvetin hükmetmesi hakka aykın bir konum ortaya çıkarıyor.
Şimdiki halde devletler arasındaki anlaşmazlık "savaş" ile çözülmekte
dir. Gerçi savaş zorla sağlam hukuki yasalar.ı tabi değilsede hiç olmazsa
savaşarilann ahlaki yasalara uymaları gerekir. Savaşın bağlı olduğu bu
ah1aki kaidelerin genel görünüşü savaş hukukunu (droit de la gerre)
oluşturur. D evlet meşru (yasal) olarak savunmayı ya da devlet
düşmanlığı fevkalade savaş hazırlıklarıyla kendini tehdid ediyorsa
salı 'msını engellemek üzere savaş taarruzu ilan edebilir. Ancak aynen
karşılığını vermek ve intikam almak ya da imha ve fethetmek için savaş
ilanı meşru değildir. Her durumda savaşa başlamadan önce ilan edilme
si gerektiği gibi arada meydana gelen anlaşmazlığın çözümü ve barış
gibi esaslara göre olması için yegane yolun savaş olduğuna düşman
milletlerin kani olmaları da gerekir. Bu durumda da hükümdarın savaşı
ilan etmesi ancak milletin yada mebus ve temsilcilerinin rızasını almak
A H L A K ' I N M E TA F I Z I C I : H U K U K F E L S E F E S i • 247
sayılmasın?." 1 7 3
Şu satırlan_okuduktan sonra Kant'ın genel savaştan sonra pekiyi bir
şekil gibi teklif ve tatbik edilerı 'Birleşmiş Milletler" fikrini nasıl esaslı
bir şekilde düşünmüş olduğu ortaya çıkar. Bugün milletlerarası hukuk
ve adalet isteyen kalp1er "Birleşmiş Milletler"e ümit bağlıyorlar. Kant
birleşmiş milletler fikrinin yalnız nazariyesini koypıuş değil, gelecek
bölümde göreceğimiz üzere tarzını �a adeta göstermiş, hemen hemen
programını bile çizmiştir. .filozofun bu teklifi üzerinde, birbuçuk asır
geçince gerçekten onun tasavvur ettiği daimi bir kurul teşekkül etti.
Fakat henüz her isteyen devletin serbestçe katılımı sağlanamadı. Kant
"Milletler ancak aralarında. ortaya çıkan anlaşmazlıkları medeni bir
şekilde yani mahkemeye getirme yoluyla çözmek çaresini aramakla
devletler hukuku kurulabilirler. diyor. Bu şekilde bu asrın ortalarında
diğer bir Lahey konferasında düşünülen "Milletleraı:ası Yargı kurulu"
gereğini ifade etmiş oluyor. Fakat yaln�z bu kadar değil... .. Kant ·daimi
( s ü rekli , ebedi) barışı hazırlay�cak esasları derin bir şekilde
incelemiştir. Şimdi bunu görelim:
için olsa bile devamı. bir barış kurmak için yap ılm ası gereken tedbirleri
ortaya koy uyordu. Abebe'.nin bu teklifi asrım ızda daha iyi karşıllandı.
Fakat onsekizinci asır filozo fları genellikle ona değer vermiyorlardı.
Lcibniz ve Voltaire, hatta Rousseau bile bu tekl if karşısında sadece alay
etmişlerdi. .
A H L A K ' I N M E TA F I Z I C I : H U K U K F E L S E F E S i • 249
luluğudur.
Gerçekten ahlaki gaye bir kere nefsimizin kemalidir. Binaenaleyh
ferdi rahat ve mutluluğumuz değildir. Çünkü mutluluk tabiatın gaye
sidir, sevk-i tabiilerirniz (içgüdül�rirniz) bize mutluluk ve rahat
arattırır. Bundan dolayı mutluluk " özgürlük"ün serbest (muhtar)
iradenin bir hedefi olamaz . Herkesin tabiat gereği olarak isteyeceği
mutluluk özgür olarak ka.bul ettiğimiz bir "sorumluluk" olarak
anlaşılabilir mi? Bizim özgürce kabul ettiğimiz sorumluluk tabiatın
kendiliğinden bize temin etmediği şeyler olabilir: Kuvvetlerimizi
eğitmek ve geliştirmek, bilgi ve ahlaki ameller gibi. Diğer taraftan
a h laki e m i r hemcinsle r i m i z i n mükernmelliği�e değil ancak
mutluluğuna çalışmayı gerektirir. Çünkü insan haysiyeti herkesin
kendi nefsinin mükemmelliğini bizzat sağlamasını gerektirir. Aksi
durumda başkasının şahsına.iradesine tecavüz edilmiş olur. Fakat hem
cinslerimizin mutluluk ve rahatı kendi ellerinde olmadığı için onların
ahlaki iyiliklerini hazırlayabilmek üzere elemlerini, şiddetli yoksulluk
larını gidermeye çalışmak ahlaki görevdir. Çünkü elem ve fakirlik
çoğun lukla insanı kötülüğe sevkeden amil olurlar. Şu kadar ki
başkalarına istemedikleri bir mutluluk ve rahatlık tarzı teklifine kalk
mamalıyız, herkes rahat ve mutluluğunu takdirde bizatihi hakimdir.
İşte "nefsinizin mükemmelliğini isteyiniz, başkalarının mutluluğu
için çalışınız" faziletin iki esas düstürudur. Ancak bu düstii.r�arda
huk�k kaideleri gibi kesinlik ve açıklık mevcud dt;ğildir. Gerçekten
hukuk kaideleri fiilin ahlak yasasına dıştan uyumunu belirler, "benim
hakkım ve senin hakkın" mefhumlarını kesin bir şekilde birbirinden
ayırır. Halbuki fazilete ait vazifelerin teferruatı aynı deı:ecede sıhhatle
FA Z i L E T N A Z A R i Y E S i • 259
vardtr. karşthkh olarak fazileti ispat etmek için tek bir delil yeterlidir
vazifeyi tesis için herbiri, ashnda yetersiz olan birtaktm delillerin uyu
muna dayandtrmak yanın ve yanhş bir usuldür.
Rezillik (vice) ashnda faziletin tam zttttdtr, yani fazilet vazifeye
uymak, rezillik ise ahlak yasasma karşt iradenin itaatsizlik ve isyamdu.
Bunun içindir ki fazilet iki tane birbirine ztt "rezillik" in hafifletilmiş ve
düzeltilmiş şekli sayılamaz, Aristo fazileti ifrat ve tefrite gitmeyen
amelde aramak suretiyle bu hataya düşmüştür. Bir kere fazileti böyle
ifrat ile tefrit arasmda itidal (Juste milieu) diye anlamak keyfi ve kendi
düşüncesine göre bir vastf atfetmek demek cilur. Zaten aym tarz amelin
nisbetinin değişmesi ile fazilet (erdem) ya da rezillik hastl olabileceğini
zannetmek yanhşur rezillik faziletten derece farktyla aynlmaz. Belki
onun tamamen zttudtr.
Diğer taraf tan fazilet birçok defa yaptldtğt gibi "vazifelerimize
uyarak hareket etmek ahşkanhğt" diye de tarif edilemez . Çünkü
ahŞkanhk edinilen amel gerçekte "özgürlük" ile başlar, ancak sonra
"zorunluluk" halini ahr. Başka bir tabirle ahşl<anhklar bir "ikinci bir
tabiat" şeklini kazamr, o zaman hürriyet özelliğini kaybeder. Halbuki
bir fiil "ahlaki fiil" haline dönüştüren keyfiyet kendiliğinden yaptlmtş
olmastdtr. Bu vast'r ortadan kalkmca, yani amel bir türlü mekanizmin
sonucu olmaya yüz . tutunca ahlakhğt ortadan kalkar. Binaenaleyh
fazileti herhangi bir suretle amel ahşkanhğmda aramamah , bilakis
daima ahlak yasasma uygun hareketi seçmek çabasmda görmelidir.
Bu tafsilat kafi bir şekild,e gösterir . ki faziletin yegane ilkesi hatmi
özgürlüktür. Tabii eğilimlerimiz iyi veya kötü olsun bizim vazifemiz bu
eğilimlerin, ktsaca tabiatm üstüne çtkarak velilik (sainte�e) makamma
yükselmeye çahşmakur. Bütün faziletler böyle bir çaba sonucudur.
Şüphesiz bu gaye yerleşik hayatm şartlarma göre elde edilemezdir.
Bundan dolayt stoactlar gibi şu fani hayatta insamn ilahi bir kemale
ulaşabileceğini zannederek kendi kendimizi aldatmamtz elbette doğru
değildir. Şu kadarki onlann mahiyet olarak insanda. bu esasm, bu
kemal ilkesinin varhğma inanmalannda haklan vardır. Filozofa göre bu
hedf f elbette bu dünyada elde edilemez . Fakat mümkün olduğu kadar
ona yaklaştlabilir. Buna bağh olarak Kant hakimden, faziletli insandan
bahsettiği zaman Stoaolar gibi şu şekilde söylüyor. ''Onlar hürdürler,
gerç k servet v sağhğa s hiptirler, mutlak bir hükümdardtrlar. Ne
ktsm t e, ne e er verme le bir ilgileri yoktur, fazileti bizatihi haiz
oldukları için kaybetmekten korkmazlar, " diyor, ancak bu hedefin
F A Z i L E T N A Z A R i Y E S i • 261
K E N D 1 M 1 Z E A 1 T V A Z 1 F E L E·R 1 M 1 Z
Kendimiz muvacehesinde birtakım vazifelerimiz olması başlangıçta
garip gelir. Kendi kendimizden soyutlanarak onun hakkında ne gibi
vazifelerimiz olduğunu nasıl inceleyebilir v� araştırabiliriz? Ancak vic
danın koyduğu mutlak emirden ikincisini" l 80 gözönüne getirirsek bu
sorunun ortaya koyduğu problemi çözeriz. Çünkü o zaman anlarız ki
kendimize karşı vazifelerimizden maksat insanlığa karşı sahip
olduğumuz sorumluluktur. Çünkü biz bu tabiatın bir ferdi olmamızdan
dolayı değil , saygı göstermek mecburiyetinde olduğumuz akıllı ve
özgün bir şahsiyete sahip bulunmamız haysiyetiyle bu vazifelerle
262 • KANT VE FELSEFESi
sorumluyuz.
Kendimize karşı olan vazifeteri nasıl taksim etmeli? Öteden beri bu
tür vazifeleri " bedene ait vazifeler, ruha ait vazifeler" diye ikiye
ayırırlar. Fakat bu taksimi� esası. "ruh" diye bağımsız bir cevher kabul
eden metafiziksel varsıyıma dayanır. Böyle olduğu için bu tasnif
müspet bir esasa dayalı sayılamaz. Zaten beden, zihni ve ruhi hayattan
kesinlikle ayrı ise özgürlügümüzün onun hakkında bize vazifeler yük
lemesi nasıl tasavvur edilebiliyor? lnsan canlı hayatta manevi bir ferttir.
Ancak insanın sırf manevi bir zat olması haysiyetiyle birtakım vazifeleri
vardır ki bunlar ayrı bir sınıf oluştururlar. Ancak bu açıdan kendimize
karşı vazifelerimiz , maddi hayatımıza ve sırf manevi hayatımıza 'ait
olmak itibarıyla ikiye ayrılabilir.
Maddi hayatta ilgili vazifelerimiz bizde mevcud üç esaslı temele
göre üç grupta toplanabilir. Bu eğilimlerden biri kendimizi koruma,
diğeri üreme ( tenasül) , ü çüncüsü duygusal hazları araştırmaktır.
Binaenaleyh maddi hayatla ilgili vazifelerde bu üç temele ait olur.
Kendini koruma vazifesine aykın hareket intihardır. intiharın gayr
i ahlaki olması doğrudan doğru�a ahlak yasasının koyduğu yasalara
dayalıdır. " 181 Gerçekte hayata son vermek hayatta sorumlu olduğu vaz
ifelerderi de el çekmeyi gerektirir. Bundan dolayı intihara karar veren
adam elinden geldiği kadar dünyadaki vazifelerini, ahlaklılığı reddetiy
or ve yok ediyor. En kötü bir gaye için şahsiyetini alet gibi kullanıyor
demektir. •
Yine cinsel hayatı onun yegane hedefi olan üremeye hizmet edecek
şekilden başka tarzda da kullanmak, şahsi bir gaye gibi değil, bir alet
olarak kullanmaya sürükler. Hukuk nazariyesinde de söylediğimiz gibi
kadın ve erkek ortak hazlarını daha çok evlilik hayatında aramalıdır.
Nihayet sarhoşluk, oburluk gibi insanı ahmaklaştıran hazların aşırı
lığından da sakınmak yalnız sağlığı korumak değil, aynı zamanda vazi
fedir. Oburluk sarhoşluktan da kötüdür. Çünkü alkolün hiç olmazsa
uyarma ve heyacanlandırm� hususunda bir faydası düşünülebilir.
Oburluk ise insanı hayvan haline getirmekden başka hiçbir şeye yara
maz.
Şimdi sırf manevi bir şahıs olmak itibarıyla olan vazifelerimize gele
lim. Kant, bu bölümde de vazifelerimizi saymaktan ziyade onların ta
mamen zıddı olan rezillikleri sayıyor. Bu rezilliklerin başında yalancılık
vardır. Yalancılık yalnız başkalarına zarar verdiği için değil, hedefi haki
kati araştırmak olan insan zihninin değerini azalttığı ve ortadan
FA Z 1 L E T N A Z A R 1 Y E S 1 • 26 3
edebilir.
Şimdiye kadar saydığımız vazifeler birer kesin ve eksizsiz vazifel
erdir. Kant bunlara tam vazifeler (devoir parfarit) diyor. Dikkat eders
eniz görü rsünüz ki b u n l a r e m i r o l m a k ta n z iyaden men eder
264 • K A N T V E F E L S E F E S l
H E M C l N S E L I R I M I Z H A K K I N D A K i VA Z i F E L E R i M i Z
Kendimize ait vazifeler gibi hemcinslerimize karş} olan vazifelerim
izin de esası insan haysiyetine saygı göstermektir. Ancak başkalarının
haysiyetine saygı göstermek elde etmekle sorumlu oldukları gayeleri
onlar adına yerine getirmek, sorumlu oldukları, vazifelerde kendimizi
onların yerine ortaya koymak demek değildir. Ahlaklılık da, şahsiyet
gibi ödünç verme ve mübadeleye yakışır bir konu olamaz. Binaenaleyh
herkes kendi olgunluğundan mesuldür. Şu kadarki başkalarıyla olan
FA Z l L E T N A Z A R l Y E S l • 265
teşekkür etıre (gratitude) gibi değerli bir faziletin uygulanması için bir
vesile saymalıdır. Kant "haset" (kıskançlık)i, nankörlügü , başkasının
felaketinden memnuniyeti ve mutlu adamın büyüklük taslamasın"
sevgi vazifesine zıt rezilliklerden olmak üzere sayıyor.
Saygı göstermek (respect) eksiksiz ve kesin bir vazife olduğu için
ancak ona aykırı rezillikleri saymak suretiyle izah edilebilir. Kant
insanların birbirinin şahsiyetine karşı sorumlu oldukları saygıya engel
olan rezillikleri şu suretle ifade ediyor: insanlar arasındaki eşitliği
tanımamak olan gurur, fitneye sürükleyen ve insan şahsiyetine karşı
sorumlu olduğumuz saygıyı azaltan kınama ve gıybet, şahsiyetleri bir
eğlence konusu saymak olan alay etmek işte bu tüt kötülüktür.
Kant vazifelerimiz hakkında bu açıklamaları verdikten sonra bun
ların daha fazla tafsil ve taksim edilebileceğine işaret ediyor. Ancak filo
zofun "Fazilet Nazariyesi"nden hedeflediği gaye; ahlak yasasından a
priori olarak çıkarılabilecek esasları, faziletin metafiziksel unsurlarını
izah etmektir. Binaenaleyh vazifenin uygulanmasında çevrenin, konu
mun gereklerine göre dıştan alacağı şekilleri belirlemek Etik(adab
kuralları/atıque)'e aittir. Mesela eğ�timsiz , bilgisiz şahıslara karşı nasıl
hareket etmeli? Kadınlara , yaşlılara ve çocuklara karşı sorumlu
olduğumuz saygı göstermek vazifesinin şekli nedir? Toplantılarda
izlenmesi gereken adalı ve fazilete ait· hareketler nelerdir? Bütün bu
meseleler "Etik" konusu içine girer. Bunlarla beraber Kant yalnız bir
noktada oldukça uzun _açıklamalara girişiyor, ayrıntıları ve şekillerini
araştırıyor: Bu bölüm "dostları" ile yaptığı sohbetlerdir. Bundan dolayı
bu bölümü büyük bir heyecanla genişletmiştir. Bir kere dostluğu tarif
ediyor. O tarife uygun dostluk o kadar yü ksek ki onu bütünüyle
gerçekleşebilir Sayamıyor. Binaenaleyh gerçek dostluğu velilik (sain
tete) gibi aklın ancak mümkün olduğu kadar yaklaşabilmek üzere
koyduğu bir ideal olarak kabul ediyor. Gerçekten gerçek "kardeşlik"
(amitie) , iki şahsın karşılıklı sevgi ve bütünüyle eşit bir saygıyla bir
birine bağlı olmasıdır. Böyle olduğu için diğerlerine karşı sorumlu
olduğumuz sevgi ve saygı göstermek vazi fesi " kardeşlik"te tam btr
şekilde gerçekleşmesi gerekir. Çünkü kardeşlik, aynı şeyi hissetme
( sympathie ) n in ve iyilikseverliğin (bienveillance) ideal şeklidir.
Bundan dolayı tarif ettiğimiz şekilde gerçek dosluğun kurulmasina
birçok engel vardır. Mesela dostunuzun bir kabahatini söyliyebilir
misiniz? Dostunuz hakkında beslediğiniz iyilikseverliğiniz bunu gerek
tirir. Fakat böyle yaptığınız durumda onun beslediği saygının azala-
F A Z i L E T N A Z A R i Y E S i • 267
M E ı: o o O L O J I ( U S U L B A H S i )
Mademki fazilet vehbi (All<Jh'ın verdiği bir şey) değil, kesbi (son
radan kazanılmış)dir. O halde insanın faziletleri bilmesi için ilk önce
öğrenmesi , sonra onu uygulaması gerekir. Binaenaleyh ahlakda bir
"öğretim" (didactigue-talim) bir de riyazet (ascetigue) kısmının olması,
daha açıkça" faziletlerin, bir öğrenme ile ilgili, birde uygulama ve
pratik yönü bulunmas.ı gerekir.
Ahlakın öğrenmesinde izlenilecek yöntemin mahiyetini onun
konusu olarak belirler. Gerçekten tarih gibi bazı ilimler vardır ki ancak
hafızaya bağlıdır ve bunun için bütün ilimler ezberlemeyi .gerektireceği
için öğretimi mahiyet olarak dogmatik (nassi) olur. Fakat ahlakın
ortaya koyduğu hakikatler matematikteki teoremler gibi a priori
mefhumlar Cconcept a priori)dan çıkarıldığı için öğretiminde izlenile
cek en iyi tarz Sokrates'in yönte� i gibi tedrici birtakım sorular ortaya
koyarak öğrenciye cevaplarını kendiliğinden buldurmak, sonuç olarak
şimdiki tabirimizle doğurtma (tekşiO ve sonuç çıkarmak yoludur.
Kant ahlak öğretiminde Sokrates'in felsefe problemlerini inceleme
de izlediği yöntemi yani birtakım sorular düzenleyerek bizzat muhata
bına buldurmak yöntemini üstün tutmakla beraber Eski Yunan Haki
mi'nin "Fazileti bilmek, onunla hareket etmeyi zorunlu olarak gerekti
rir" iddiasına kesinlikle katılmıyor. Birçok yerlerde "bilgi ile fazilet"in,
bilgi ile amelin birbirinin aynı olmasını kabul etmenin nasıl bir çelişki
ye sürükleyeceğini ortaya koyuyor. Bundan dolayı filozofun nazarında
ahlakın yalnız eğitimi yeterli değildir. Belki bir ahlaki riyazet, bir ahlaki
nizam gereklidir. Kant'a göre ahlak nizamının kuralı Stoacılann kabul
ettiği gibi "sabır, tahammül ve herşeyden el çekmekdir."
Gerçekten manevi sıhhatin şartı meydana gelen kötülüklere karşı
268 • KANT VE FELSEFESi
iyimser görüşte devam etti. Sonralan Rousseau gibi insan tabiatının in
sanın tekamülüne yeterli olduğuna kanaatetmedi. " 190 Ancak o - sıralar
da geçerli olan eğitim ve öğretim tarzının kötülüklerini muasırlarına
göstermesi itibarıyla Cenevreli filozofun hizmetini yadedmeyi ve tekrar
etmeyi hiç bırakmadı. Kant'a göre Rousseau birtakım eski ve .gülünç
adetlerin tatbiki yüzünden çocukların beşikten itibaren zihinleri, duy
gulan, karakterlerinin bozulduğunu pekala göstermişti.
Gerçekten Kant'ın yaşadığı dönemde ilkokuldan üniversiteye kadar
P ru sya o k u llarının eğitim ve öğretim usulü Cenevreli filozofun
nazariyelerine taban tabana zıt bir tarzda yapılmaktaydı. Resmi pro
gram ve yönetmeliklerin dar kaideleri içinde yaşattırılan çocuklar ve
gençlerin tabii gelişmelerine mani o.l unuyord u . Talebenin şahsi
teşebbüslerine kesinlikle imkan verilmiyor, çocuklarda seciye (karak
ter) ve mizaç farklarının ortaya çıkmasına müsade edilmiyordu. ,
Zaten Kant'ın yaşadığı dönemde Alman Okulları tamamen bozul
muştu. Hizmetçiler, ordudan izin almış askerler, meslekte başarılı ola
mamış sanatkarlar, okulunu tamamlayamay�n üniversiteliler, kısaca
ahlak ve eğitimleri şüpheli (belirsiz) olan adamlar ilkokul hocası olarak
okullara yerleştiriliyordu. Zaten hocalık mesleğinin temin ettiği gelirler
hiçbir meslekle kıyaslanamayacak derecede azdı. Bu gibilerin izlediği
öğretim usulunün _ ne kadar berbat olacağı kendiliğinden ortaya çıkar.
Bu gibi adamlar talebe üzerinde ilani bir otorite kuramayacakları için
onla_rın temin edecekleri disiplin en ilkel ve basit rp.addi eziyete ve
şiddete dayanacağı tabiidir. 1 782 de ölen bir okul hocasına isnad edilen
şu istatistik doğru olmasa bile o sıradaki Alman okulları hakkında bir
fikir verir: Bu öğretmen öğretimi esnasında 9 1 1 .527 sopa, 1 24.0 10
kamçı, 10235 tokat kullanmış 1 . 1 1 5�800 sille ile vurmuştur. . . . . .vs.
Goethe'nin çocukluğunda devam ettiği okulun yönetmeliğinde
küçüklerin ellerine sopa ile vurulur, büyükler bütün talebelerin huzu
runda falaka ile döğülerek cezalandmlırdı. " 19 1 Kısaca öğretim berbat,
disiplin usulüde en ilkel ve adidir.
Gerçi lkinci Frederik okulllan bir derece ıslah etmek istedi. Fakat
oku l l lardan özellikle asker y e t i ş tirmeyi hede flediği için bütün
gençlerde karakter ve mizaçlarının gelişmesine imkan verilmiyordu.
Diğer taraftan ilkokul hocalığının savaşta yaralanmış askerlere bir
mükafat gibi verilmesini emrettiği için öğretmenlik seviye olarak yüJr
·
dan çok iyi durumda değillerdi. Programlar dar ve sınırlı olduğu gibi
hocalar bilgisiz ve izledikleri usul kötüydü. O zamanın bir eğitimcisi
bu okullardan söz ederken "hocalar öğretmeyi bilmiyorlar, birşey öğret
mekten ziyade papağan yetiştiriyorlar. Çocuklara anlamadıkları birçok
şeyleri ezberletmeye çalışıyorlar. Talebeye soru sormuyorlar. Daima·
konuşuyorlar, her zaman yazdınyorlar" 192 diyor. Kısaca ilkokullardan
yüksek okula kadar öğretmenler bir tür bilgiyle alakadar oluyorlardı:
Kelime ezberletmek. Çocukların yalnız hafızalarını çalıştırmayı biliyor
lardı. Öğretebildikleri yalnız birşey vardı: Bir takım mantık oyunları.
Birtür iş için yetişiyorlar: Tevilcilik. 193 Bu kötülüklerin birçok sebepleri
vardı: Öğretmenlerin geçiminin azlığı , iyi seçilmemesi, okulların
layıkıyla teftişe tabi olmaması. . .....vs. Bütün bunlar öğretmenlerin tale-
beleri üz!:rinde bir otorite (Velayet ) kuramamalarına sebep oluyordu.
Bir öğretmen bir kere talebesi üzerinde m anevi ve ilmi o torite
(Velayet) kurmadımı artık disiplini koruma endişesiyle her türlü
aşırılığa, her türlü kötü tedbire mürac�at etmeye mecbur kalır.
lşte Kant'ın yaşadığı zamanda · Alman okulları böyle kötü bir
durumdaydı. Rousseau'nun "Emil "ini o kadar heyecanla okuyan filozo
fun bu vaziyet ' karşısında nasıl bir his duyacağı kendiliğinden meydana
çıkar.
Nitekim 1777 de şöyle diyordu: "Eğitim müesseseleri yok değil... . . . .
Fakat çoğunlukla çok kötü bir durumdadır, çünkü orada tabiata aykın
hedefl!!r için uğraşılıyor, cehaletin hakim olduğu ası,rlardan kalma
teamüllere aynen bağlı kalıp duruyorlar. . . . . . Bundan dolayı okullardan
iyi bir netice elde etmek isteniyorsa bunlar adeta yeniden kurulmalıdır.
Çünkü varolanlann ilk teşkilatları bozuk ve eksiktir. Hocaları yeniden
bilgi elde etmeye muhtaçtırlar." .
Bir kere Rousseau'nun şu cazip fikirlerini düşününüz: Çocuklar her
türlü resmi tesirlerden uzak yetiştirilmeli, onları medeni insanların
meydana getirdiği bozulmuş cemiyetten uzak yaşatarak yalnız tabiatla
temas ettirmeli, çocuğa dışardan birtakım fikirler, medeniyet kaideleri
teklif ve telkin etmeyi bırakarak olaylar ve çevrenin zoruyla hakikatin
kendileri tarafından bulundurulmasına imkan verilmemeli. Bu şekilde
yetişen "Emil" insan zihninin gerçek ürünü olan rezillikleri değil, aynı
zamanda hem bedenen hem de manen olarak dinç (zinde) ve güçlü
olacaktır. Bu " tabii adam" amellerinin yasasını kendi vicdanında
araştıracak ve tamamen özgür bulunacaktır. Diger taraftan Alman
okullarının yukarıda tavsif ettiğimiz vaziyetini göz önüne getiriniz, filo-
'
276 • K A N T V E F E L S E F E S i
dir.
Kant'ın eğitimde tavsiye ettigi yolları incelemeden önce filozofa
göre eğitimin önemi nedir;gayesi nedir? bunları görelim.
Kant'a göre insanlığın kemale erriı.esinin sırrı eğitim meselesinde
toplanır. lki şey vardır ki insanlık için son derece önemlidir,böylede
olduğu halde bunların esaslarında halen tartışmaktayız. Bunlardan biri
hükümeti id.are etmek, diğeri çocukları yetiştirmektir. Herşeyden çok
bizi ilgilendiren bu iki mesele hakkında takip edilecek usulde malasef
bir .türlü ittifak edilemem'iştir.
Hayvanlar içgüdü (sevk-i tabii)lerine bağlı oldukları için kendilerine
takdir edilmiş hedefi elde ederler. Halbuki insan hedefi ulaşabilmek
için akıla muhtaçdır. Onları gayelerine götürecek sevk-i tabiileri yok
tur. Hareketlerinin planını bizzat çizmeye mecburlardır. Fakat insan
doğar doğmaz hemen, kendi hareket yolunu çizerek durumda da değil
dir, çünkü adeta vahşi, medeni olarak dünyaya geliyor. Hareketine bir
yön verebilmek üzere başkalarının yardımına ihtiyaç duyar. . . . . .Diğer ta
raftan insanlar mekaniksel bir şekilde mükemmelleşmiyorlar, aksine
yavaş yavaş çabalarıyla insanlığa ait tabii vasıfları elde etme mecburiye
tinde bulunuyorlar. Her nesil diğer neslin eğitimini yükleniyor ve böy
lece insanlık derece derece yükselebiliyor. Buna bağlı olarak insanın
vahşi eğilimlerine tabi olarak kendi hedefinden, insanlığın gayesinden
uzaklaşmaması için bir disipline (inzibat) , bir nizama muhtaçtır. Mese
la kendisini sabır ve itidale a\iştırmalıdır. Taki vahşiyane ve gafilane ha
reket etmesin. Fakat disiplin menfi bir eğitim usuludür, insanın vahşet
durumuna dönmeyi engeller, başlangıçta tabiatında bulunan vahşiliği
yokeder, Eğitimin insanı gayesine yaklaştıracak olumlu bir kısmı
vardır, o da "öğretim" (talim, instruction)dir.
Vahşet, insanlığın yasaları karşısında kendimizi tamamen serbest
görmemizdir. Disiplin (lnzibat) insanın kendisine. böyle başı boş his
setmesine mani olur, bizi insanlığın ya�alarına. boyun eğmeye alıştırır.
Bu yasalara itaatsızlık halinde onların yaptırımlarına (müeyyide) ,
cebre maruz kalacağımızı hissettirir. Ancak bu disiplin genç ya· da iken
verilmelidir. Çünkü insanda mizaç olarak o kadar hürriyet eğ lirr · var
ki bir kere herhangi bir hareketin uzun müddet alışkanlı! halinde
birleşmesine imkan verildimi artık herşeye rağmen o yolda hareket
terkedilemez . Binaenaleyh vaktinde a�ellerinii bir disiplin ve nizama
tabi olmazsa sonra kazandığınız k'!-rakteri değeştiremezsiniz. Eğer
insanı gençliğinde başı boş bırakır, hiçbir direniş gösLermezsc. iz
278 • K A N T V E F E L S E F E S i
1 - Disiplin (inzibat),
2- ilim ögrenmek. Disiplin eğitimin olumsuz kısmı, öğretim ise olumlu
yönüdür. Disiplin ferdin ilk ve vahşi eğilimlerinin sevkiyle hakiki gayesin
den uzaklaşmamasını sağlar. Başka bir tabirle yanltŞ bir yola gitmemesine
hizmet eder: Yalnız nasıl davranması gerekeceğini öğretmez. ikincisi
gereken bütün bilgileri öğretmek sayesinde hayatta mahareti, ileri
görüşlülüğü ve bunlann üstünde olmak üzere ahlaklılığı telkin eder.
H .
ukuk ve fazilet nazariyelerine dair yukarıda verilen açıklamalar
Ebedi Sulh Projesiyle, eğitim hakkındaki nicelemelerle birleştir
ince Kant'ın insanlığın geleceği hakkındaki inancı, iyimser görüşü mey
dana gelir. Gerçekten Filozof iki tür ilerl�me (terakki)yi mümkün
buluyor: Bir taraftan medeni milletlerin bir banş birliği meydana
getirmeleri suretiyle hukuki diğer taraftan fertlerin eğitimiyle ahlaki
ilerlemeye doğru gidilebileceğini kabul ediyor. Ancak bu ilerleme
zamanımızdaki "evrimcilik" (tekamülfyye) erbabının kabul ettikleri
şekilde tedricen ve mekaniksel şekilde, yani sanayi medeniyetinin
(civilisation industrielle) önünde militarizm ve vahşetin ortadan kalk
ması tarzında açıklanamaz. Bilakis insanlıkta meydana gelen ilerleme
mekaniksel değil her ahlaki fiil gibi çaba ve irade sonucu olarak mey
dana gelir. Diğer tara ftan " vazife " gibi " ilerleme"nin varlığı da
tecrübeyle bilinemez. Hiçbir olay, tarihin hiçbir dönemi insanlığın
manevi olarak, ahlaki olarak gelişmekte olduğunu ve geriye dönmemek
üzere ilerleyeceğini ortaya koyamaz. tlerlemenin varlığını tecrübeyle
bilemezsekte "ahlaki emir"e dayanarak akıl insanlığın bu gelişmesini
kabul eder. Bundan dolayı ilerleme mefhumu amellerimizin bir postu
latı (mevzua)dır.
298 • K A N T V E F E L S E F E S i
IRKLAR M ESELESi
Eğer insanları görünen beden ve karakter farklarına rağmen tek bir
t ü r s a y m a y a c a k o l ursak ne i n s a n l ığın genel ilerlem esinden
bahsedilebilir, ne de yukarıda söylediğimiz tarzda bir tarih felsefesi
yapılarak insanların tabii kabiliyetleri, yöneldiği gaye ortaya konabilir.
Binaenaleyh insanlar gerçek bir tür oluştururlar. Onsekizinci asnn en
büyük tabiat e_limi Buffan "Bir tür canlı ki fertleri birbiriyle evlenince
çok fazla nesil meydana getirebilir" diyor. Türün bu tarifine göre
insanlığın tek bir tür oluşturduğunda şüphe ediemez. insanların böyle
tek bir tür meydana getirmesi ancak bir kaynaktan gelmiş olduklarını
kabul etmekle açıklanabilir. lnsan böyle bir kaynaktan türemiş nesiller
olduklarına göre onlar · yalnız bir tür değil, adeta bir aile oluştururlar.
Aynı aile fertleri arasında birtakım ayır edici vasıfları bulunabilir ve
bunlar mirasla nesillere aktarılır. Bu vasıfların bir kısmı zamanla, ya da
farklı türlerin karışımıyla silinebilir. Fakat bir kısmı birbirleriyle karışıp
birleşir ve silinemez olur. Bu son farklar ırktan (race) ayıran vasıfları
meydana getirir.
Dört tür insan ırkı vardır:
1 ) Beyaz,
2) Siyah,
3) Hind,
A H L A K M E TA F İ Z İ Li l N İ N S O N U C U : TA R İ H F E L S E F E S İ • 2 9 9
i N S AN L I K TA İ L E R L E M E
Tabii tarih insanlığın canlı yapısının kaynağını izah eder. Manevi
amellerinin tarihi ise özgürlüğe sahip bir varlık olması açısından
insanın kaynağını ve gayesini inceler.
Ne zaman, hangi şartlar ve durumlar içinde insanın manevi varlığı
meydana gelmiştir? Tarih vesikaları bu soruya cevap veremez. Şu
kadarki tarihi olmasa bile mantıki bir akıl yürütmeyle insanlığın hür
riyetinin gelişmesi h a kkında tahminde bulunmak mümkündür.
insanlığın gerçek tarihinin ilk bağımsız hareketiyle başladığı bir
gerçektir. Böyle özgür bir amelden önce insan tamamen diğer tabii
varlıklar gibiydi, yani çmlar gibi tabii yasalara, sevk-i tabiiye uymak
taydı. Yalnız tabiatın verdiği ve vasıtalarını tamamen meydana getirdiği
ihtiyaçları duyardı. Bu durumda insan çevresiyle uyumlu bulunuyor,
yani ne ihtiyacı varsa tabiat onu temin ediyordu. Bu durumdan insan
memnundu, suçsuzdu, bütün ihtiyaçlarım temin ettiği için dünya ona
bir cennetti. 208
Fakat insanda sonradan akıl ve onunla beraber irade uyanmaya
başladı. llk önce insan çeşitli gıdalı maddeler arasındaki farkı tamdı. Bu
şeklde kendisinde mevcud olan mukayese ve seçme kudretini keşfetti.
Diğer taraftan insan dikkat etti ki soyu şehvetin, arzunun konusu olan
uzvun örtünmesiyle uzattırılabilr. Böylece elbise keşfolundu, aynı
zamanda "namus ve haya" hissi uyandı. Hayalgücü yalnız şimdiyi değil
gelecek endişesini de doğurdu. lnsan tefekkür (düşünce) sayesinde
yalnız mevcut ihtiyaçları değil, gelecek kötülükleri, ihtiyacı giderecek
gıdaların tedarik edilmemesi ihtimalini, hayatın sonu olan ölümü tah
min etmeye başladı. Ne zaman ki insan bu saikle mesela koyunların
A H L A K M E TA F l Z I G I N l N S O N U C U : TA R i H F E L S E F E S i • 3 0 1
biz Türkler olduk. Diğer taraftan birçok bencil emeller.i gizlese bile
insanlığın harbi mümkün olduğu kadar azaltmak hakkında eğilimi
karşısında doğmuşa benzeyeni bir "Birleşmiş Milletler" fikri var. Fakat
bütün bunlar insanlığın hedefine doğru bir gidişi midir? Buna olumlu
cevap vermesek de böyle bir iman "insanlık" idealini gerçek sayan her
felsefe için dayanacak en esaslı bir dayanaktır.
Yalnız acaba bu gidiş bir amaçlılığın (gaiyyet) neticesi midir?Bir
p la n ı n gereği midir? G ereği i s e nasıl amaçlılığı tabii sebeple,
mekanizmle uzlaşunlabilir? Bu sorulara filozofun verdiği cevabı şimdi
inceleyeceğimiz bölümde bulacağız.
ONUNCU BÔLÜM
AMAÇ VE GÜZELLiK
H Ü K M Ü N ( YA R G I ,G Ü C Ü N Ü N ) T E N K I D l
kısmını telafi eder bir mahiyet arzeder, mesela "Saf Aklın Tenkidi"ni
okuduktan sonra ikinci tenkidi bekliyorsunuz, çünkü birinci eserin
tamamlanması için ikincisi lazımdır. Kant ilk tenkidin birçok yerinde
bu ikinci tenkide işaret etmiş "saf akıl"a dayalı bir felsefenin hangi
kısımlan olacağını gösterdiği sırada bu ikinci kısım eserlerinin yerini
göstermiştir. Halbuki üçüncü tenkidin ihtiva ettiği güzellik ve amaçlılık
meselesi böyle değildir. Ona sistem içinde bir mevki verilmemiştir.
Diğer taraftan filozof bu eserini diğerlerine yakınlığını gösterecek bir
rengede sokmamıştır. Aksine estetik (bediiyyet) ve amaçlılık (gaiyyet)
hakkında sonralan düşündüğü meseleleri önceden planını tertip ettiği
"saf akıl" dizisi içine sokmadığı içindir ki az çok yapma tasniflerde
diğer iki tenkide benzetmeye uğraşmıştır. Fakat bu zorlamada ortaya
koşuyor ki filozofun sonradan düşündüğü amaçlılık ve güzellik mese
lesini daha eskiden çizdiği mesleğinin planına sonraları sokmaya
çalışmıştır.
Gerçekten Kant'ın tabiat felsefesiyle özgürlük felsefesi arasındaki
boşluğu ve bunun üçüncü bir tenkidle tamamlaması gereğini pek sonra
hissettiğini elimizdeki mektupları ve eserleri tamapıen gösterir. Gerçi
bu eserde incelediği güzellik ve amaçlılık fikrini Kant daha çok önceleri
düşünmüşdü. Ancak bir tenkide zemin olacağını çok sonra anladı.
1 755'de yayınlanan "Evrensel Doğa Tarihi "214 'nin m1:1kaddimesinde
mekaniksel sebeblerin ancak dünyanın oluşunu ve genel yasalarını
bel.irlemeye gücü olduğunu ve canlı varlıklardaki ç�şitliliği açıklamak
için düzenleyici bir kuvvet (force organisatrice)in tesirini kabul etmek
gerektiğini söylüyordu. "Saf Aklın Tenkidi "nde215 amaçlılık ilkesinin
eski metafizikçiler nezdinde değerli yasaları olan homojen (tecanüs) ,
ayırıcı güç ve bitişiklik (continuite, ittisal) kaidelerini tenkit ettikten
sonra bunların kaynağını m ü teal ( transcendantal) sayıyor ve bu
yasaları bilgimizin düzenleyici ilkelerinden olmak üzere kabul ediyor
du. Binaenaleyh filozofa göre bu yasalar hiçbir zaman tabiat içinde
yaptığımız tecrübelere karşılık olmaz, bu tecrübelerden çıkarılamazdı.
Bunlar sadece bilgimize bir yön , bir birlik vermeye yarar. Başka bir
tabi> •e bu kaideler bir konuyu, birşeyin varlığını gerektirmez ve belir
lemez, yalnız bilgimizi tamamen düzenli bir hale sokmak için izlenmesi
gereken hedefi gösterir. 2 1 6 Kant daha büyük bir açıklıkla Deutcher
mercure dergisinde Förster'e karşı yazdığı "Felsefede Amaçlılık ilkesinin
Kullanımına Dair" ünvanım taşıyan makalede aynı iddiayı ileri sürüyor
du. Bazı tabiat alimleri daha o zaman canlı hayatın bütün sebeblerini
AMAÇ VE GÜZELLiK • 3 1 1
hazzı da, onu tahrik eden hüküm de nihayet bir amaçlılığı ifade eder.
Fakat bu açıdan estetik hükümleri hoş şeylere ait olan hükümlerden
aslında ayrıdır. Gerçekten hoş şeylerin araştırılması objektif birşey
tasavvurunu gerektirir ve faaliyetimiz o şeyi kazanmayı amaçlar.
Bundan dolayı hoş dediğim konunun maddesi, hissimizi cezbeder,
bizde arzu uyandırır ve bunun tatmini hoş dediğimiz hazzı doğurur.
Halbuki yukarıda gördüğümüz şekilde estetik hükümleri bir taraftan
her türlü menfaat alakasından uzak malıdır, binaenaleyh güzelliğe ait
hükümlerde hiçbir subjektif gaye .yoktur. Diğer taraftan bu hükümler
hiçbir a priori tasavvura dayalı değildir, binaenaleyh bilgi meydana
getirmez, o halde objektif, dış bir hedefi ve gayesi de mevcud değildir.
Bazı metafizikçiler estetik hükümlerinin örtülü olarak eşyanın mükem
melliği gayesini içkin ( mündemiç) görüyorlar. Halbuki birşeyin
mükemmelliği tamamen zihni bir mefhumdur, binaenaleyh böye bir
zihni mefhum, zihni tasavvur bir haz meydana getiremez. Şu halde
güzelliği birşeyin madde ve mevzusu değil, formu (suret) belirler ve
gerektirir. Başka bir tabirle güzellik zihinde hiçbir belirli gaye mefhu
mu meydana getirmeksizin amaçlılığı ifade eder. Yani estetik hüküm ne
hissi cazibeye, ne de fayda ve mükemmellik tasavvuruna tabidir ve bu
gayelere hizmet eder. Mesela bir çiçeğin güzelliği bizde canlı oarak
yaptığı hizmetle arzumuzu cezbetmesiyle ilgili değildir. Bir musiki
makamı hiçbir teganni (makamla okumak) ile eş anlamlı olmadığı yani
muhteyası, maddesi Qulunmadığı halde bizde estetik hazzını uyandırır._
Böyle olduğu için güzellik " belirli bir gaye tasavvur etmeksizin
birşeydeki amaçlılığın, ahengin formunu idrak etmektir" diye tarif
edilebilir.
Her külli olan hüküm zaruri (necessaire) olacağına göre hükümler
de zaruridir. Şu kadarki nasıl estetik hükümlerin genelliği mantıki
hükümlerde aranılan genelliğe benzemiyor, sırf subjektif mahiyette
oluyorsa "zaruret" de yine böyle subjektiftir.Yani biz herkeste bir
"sağduyu" (hiss-i selim) kabul ediyor ve estetik duygularının bu
şekilde her müfekkireye geçebileceğini kabul ediyoruz. Başaka bir
tabirle bizde meydana gelen estetiksel duygulanmayı diğerlerinin de
duyabileceğini ve bu şekilde estetik hükümlerinin değiştirilebileceğini
kabul ediyoruz. Biz birşeyin . güzelliğine hükmedince onun sadece
mümkün (contingent) olmasını kabul edemeyiz, bazı zihinlere bazı
zamanlara has sayabi lir ve telakki edebiliriz . lşte bundan dolayı
modalite (cihet) açısından da güzellik " hiçbir tasavvura (concept)
3 20 • KANT VE F EL S E F E S i
YÜCELtCIN ANALiZi
Güzellik gibi yücelik (sublime)de bizde faydasız, genel ve zorunlu
(zaruri) bir tatmin duygusu meydana getirir. Fakat "yüce" güzellikten
birçok açıdan tamamen ayrılır. Bir kere güzellik belli suret (form) ve
şekli haiz bir mevzuyu gerektirir. Binaenaleyh güzel dediğimiz şeylerin
belli bir sınırı olması, kısacası mahdut bulunması gerekir. Halbuki
yücelik (ulviyet, sublfme) dediğimiz duygu ancak sınırsız , mesela
namütenahi bir varlık karşısında duyulur. Böyle olduğu çin güzelik
niteliğin; yücelik, niceliğin hayal edilmesine bağlıdır. Güzellik; bizim
ruhi melekelerimizin, müdrike ve hayalgücünün uyumundan meydana
geldiği için hayati kuvvetleri uyandırır. Yüc.e ise duygusal (hissi) bir
letafet meydana getirmez. Bilakis hayati kuvvetleri bir an için bağlı
kılar. Bundan başka özellikle tabii güzellikler bizim hayalgücümüz için
önceden hazırlanmış gibi gelir. Yani güzel birşey hakkında verdiğimiz
hüküm o şeyin hayalgücümüz yardımıyla meydana gelen hayaline
tamamıyla uygundur. Yüce ise aksine hayalgücünü aşar, zihnen hayal
edebileceğimiz bütün şekilleri aşar.
Yücelikte görülen bu vasıfların mahiyeti nedir? Daha doğrusu gü
zellik ve yücelik ·arasındaki bu fark nereden kaynaklanıyor? Yukarıda
görmüştük ki "'güzellik"in bizi tatmin e!mesi hayalgücü ile müdrike
nin, hassasiyet (duyarlık) ile zihnin uyumlu bir şekilde birleşmesinden
. meydana geliyor. Müdrike tecrübe (deney) konusu olan eşyayı yani
nesneli (afaki) bilmek kudreti olduğu için "güzellik"i kendimiz dışın
da, yani tabiat içinde gerçekleşmiş gibi görürüz. Böyle olduğu için tabi
'atta ahenk meydana getiren bir sanat eseri gibi görürüz. Halbuki yüce
likte hayalgücü ile ilişkide bulunan müdrike değil akıl (raison)dır. Da
ha önce görmüştük ki akıl gerçeği bilemez,226 sadece zihnin a priori ta
savvurlarını olaylar maverasına yaymaya sevkeder. Bundan dolayı yüce
belirli ve sınırlı birşey dışında gerçekleşmez. Mesela fırtınalı bir havada
dalgalı deniz hayalgücünü uyandmr. Akıl bu mevcud ve gerçek olan ta
savvur dışına beni sevkeder. Namütenahi bir ufuka, denizin ölçüle
meyen kudreti hoşuna gider, o kadar ki bu kudret, bu büyüklük
karşısında tabiattaki herşey, her büyüklük küçük gelir, hiçbir şey
denizin bu kudretini ölçemez. lşte o zaman yüceliği hissederim.
Bu açıklamalardan ı;ınlaşılıyor ki gerçek yücelik tabiatta değil,
AMAÇ VE G Ü Z ELLiK • 3 21
I
leşmesini ise her insan için düşünebiliriz. Başka bir tabirle mademki
estetik hüküm şu veya bu maddenin dış vasfına ait olmuyor, belki
müfekkiredeki iki melekenin, "hayalgücü (muhayyile) ve müdrikenin
uyumu şartına bağlı bulunuyor. insanların müfekkireleri farzedebiliriz.
Kisacası aslında müfekkirenin aslında bir olduğu için bu şartın bütün
.
insanlarda gerçekleşeb il eceğini b i rliği estetik h ü kümlerimizin
diğerlerinin başarılı olmasıhada yakın olacağını bize temin eder.
Diğer taraftan teorik. ve pratik akıl b izi antinomiye sevkettfği gib
estetik hükümlerde bir antinomiye sürüklenir gibi gözükür. Gerçekten
zevk subjektif ve ferdi bir niteliktir; binaenaleyh bi� tasavvura, bir kaid
eye dayalı değildir. Onun için hiçbir delil söylemeye müsait olamaz.
Birşeyin güzel olduğuna dair burhan geeirilemez. Bundan dolayı denir
ki zevk tartışılamaz. Herkesin zevki kendisine hasdır. Buna rağmen
estetik konularında tartışıyoruz. Güzelliğe ait fikrimizi diğerlerine
kabul ettirmek üz ere müdafa ediyo ruz . Estetik sahasında eşyayı
tartıştığımıza, güzel hakkındaki kanaatimizi diğerlerine kabul ettirmek
istediğimize göre "güzel şeylerin" herkesçe kabul kaidesi, a priori 1
tasavvuru olması gerekir. Şu halde hem zevki her ferde has sayıyor;
zevk meselelerini tartışmaktan uzak tutuyoruz; hemde "güzellik"in
belli bir ka;desi varmış gibi bu konudaki duygumuzu müdafa ediyor,
diğerlerine kabul ettireceğimizi farzediyoruz. Bu iki iddia birbiriyle
çeliŞik değil m i ? lşte zevkin tenkidi bizi böyle bir antinom iye
(nakızeyn) sevkeder gibi görünür.
Fakat bu iki iddia arasındaki çelişki görünüştedir. Bu iki iddianın
teorik aklın antonornisinde · oltluğu gibi başka başka konulara bağlı
olduğunu, her ikisinde de başka açıdan gerçek yön bulunduğunu
gösterecek o lursak görünüşte görü len çelişkinin aslında mevcud
olmadığını anlarız. Gerçekten yukarıda sözünü ettiğimiz antinominin
iddiası güzelliğin hiçbir belirli tasavvura dayalı olmadığı sırf bir haz
bulunduğu için subjektifliğini ve binaenaleyh herkesçe kabul edilmiş
bir kaideye dayanmadığını ifade eder. Bu tez bir taratan doğrudur.
Çünkü "güzellik" belli birşeyin tasavvuruna karşılık olmaz, yar ı. nesnel
birşeyin bilgisi değildir; bu açıdan varlığı tartışma konusu ok.ııaz.
Antiteze gelince o da eşyanın güzeliğini fartiştİğırnız ve '\üzellik"
hakkındaki telakkimizin doğruluğunu diğerlerine kabul ettirmek iste
memizdir. Bu durum güzelliğin belirli birşey tasavvuruna, bir kaideye
dayandığını gösterir. Bu da diğer bir taraftan doğrudur. Gerçekten,
güzellik aslın da bir haz olması itibarıyla belli bir konu hak 1<11.ua
324 • KANT VE F ELSEFESi
doğru olabilir.
S A N AT
Eşya ile hayalgücümüz arasındaki daimi bir uyum mevcud değildir.
Tabiatta hakim olan mekanizm müdrikemizi daima tatmin eder, fakat
bütün aynntılanyla hayalgücümüzü memnun edemez. Tabii sebeblerin
bu .eksikliğini mekanizme, zorµnluluğa tabi olmayan, başk.a bir tabirle
özgürlüğü haiz bulunan bir sebeb (illet)in yardımıyla bir dereceye
kadar tamamlarız. işte sanat, güzelliğin b�ylece tamamen serbest bir
şekilde meydana getirilmesidir. Bundan dolayı gerçek sanatkar ancak
akıl sahibi bir varlık, yani insan olabilir. Hayvanların· da eserleri vardır.
Bunlarda da mesela balmumunda, kozanın renginde güzellik görebili
riz . Fakat hiçbir zaman arıyı, ipek böceğini gerçek manasında sanatkar
(artiste) sayamayız. Çünkü bunların eseri özgür (muhtar) bir sebebin
ürünü değildir. Onlarda gördüğümüz eser riıekanikseldir.
Yukarıda da söylediğimiz gibi tabia tta bir amaçlılık ( finalite)
gördüğümüz, yani onu bir sanat eseri saydığımız zaman tabii güzelliği
hissederiz. Demek ki tabiatta güzellik onu bir sanat eseri saymaktan,
·
başka bir tabirle hür bir varlığın tertibinin ürünü farzetmekten kay
naklanıyor. Buna karşılık olarak sanatın meydana getirdiği güzellikler
de tabii güzelliklerin vasıflarına sahip bulunmalı, yani tabii güzellikler
hangi kaide ve yasaya tabi ise sanat da ona tabi .olmalıdır. Böyle olduğu
·
için sanat eseri bir taraftan sade bir duyum, y?-ni yalnıZ subjektif kala
bilecek bir haz uyandırmamalı, başka bir tabirle sadece duyguya ve
içgüdülerimize hitap e tmemeli . Diğer tara ftan sanatın meydana
getireceği duygulanma bir bilgi konusu şekline dönüşmeye müsait
tasavvurlara dayalı bulunmamalı, yalnız hayalgücü ile müdrikenin bir
.
tür uyu munu sağlayacak tarzda meydana gelmelidir. Nasıl tabii güzel
liklerde belirli bir gaye tasavvuru mevcud değilse sanat eserinde de
belirli bir gaye gözükmemelidir. Sanatkarın bir hedefi olabilir, o eserini
meydana getirmekle şöhret v �ya servet kazanmayı istemiş bulunabilir.
Fakat bir sanat eserinde ne kadar sanatkarın hedeflediği gaye ve
endişenin izi bulunmazsa o kadar kuvvetle estetik heyecan duyulur.
Tabii güzelliklerde olduğu gibi sanat eserinde de, şüphesiz , bazı kaidel
er vardır. Eser de kaideye uyma mecburiyeti kesinlikle sezilmemelidir.
Gerçek sanatkar, birçok güçlüklerle birtakım sanat kaideleririi
öğrenmiş ve onu uygulamış kimse değil di r. Aksine s a n a t k a r
kendiliğinden b i r orjinal kabiliyete sahiptir, eserini belli bir kaziye
3 2 6 • K A N T V E F E LS E F E S i
AMAÇLILIK HÜKÜMLERi
Daha öncede görmüştük ki estetik hükümler sırf subjektif bir
amaçlılık ifade ederler. Tabiatta güzel birşey ile müfekkiremiz arasında
bir uyum bulunduğunu zannederiz. Fakat önceden söylediğimiz gibi
estetik hükümler yalnız tabii bir kabiliyeti ifade derler. Başka bir tabirle
h ayalgücü ile müdrike arasındaki sırf subj e ktif ilişki v� uyuma
dayanırlar. Halbuki genel manada amaçlılık (gaiyyet) hükümleri, tabi
atın hiç olmazsa, bazı kısımları arasında gerçek bir uyum olduğunu
fade eder, yani nesnel, objektif amaçlılığın varlığını bildirir. Tenkid
usulüne göre ilk önce bu tür hükümleri analiz etmemiz, sonra nasıl
mümkün olduğunu araştırmamız gerekir.
A M A Ç L I L I K H Ü K Ü M L E R i N i N A N A Li Z i
Bir kere rnatematiksel şe�illerde bir amaçlılık b u l u n u lduğu
düşünülebilir. Gerçekten matematikde basit şekiller ve mütearefelerden
önce ölçülemeyecek derecede karışık ve çeşitli teorem (dava) ve ispat
lar meydana geliyor.p halde m'esela geometrik şekiller bir gayeye göre
meydana getirilmiş değil midir? Eğer bu soruya olumlu cevap verecek
olursak metamatiksel şekillerde görülecek bir amaÇlılık nesnel ve
objektif olur, şu manada ki bu şekiller sadece şahsi kuvvetlerimizin bir
1
faaliyetinden ibaret değildir. Belki zihnin genel ve zorunlu yasalarının
tatbiki sonucudur. Şu kadarla bu ·geometrik şekiller tabii eşya
sayılamaz. Bilakis bu şekilleri zihin sezgisel mekan üzerine çizerek
meydana getirmidtir. Bunun için g�ometril< şekillerde göreceğimiz
amaçlılık tabii eşyada bir gayenin (amaç) varlığını ifade etmez. Olsa
olsa bu amaçlılık sırf fonnel ve zihni bir amaçlılık olabilir.
Gelelim maddi olaylara: G erçekten bu olayların bir kısmında
görünüşte bir amaçlılık görürüz. Fakat onlarda farzettiğimiz gaye
gerçekte insana veya diğer birşeye göre ' sezilen faydaya dayalıdır.
Bunun için bu gibi olaylarda da gaye bulunduğuna hükmedemeyiz.
Mesela alüvyonlu topraklardan, nehirlerin deltalaqnda meydana gelen
toprağın bitkiyi büyütme gücü çok fazladır, fakat kirr� se alüvyonlu
toprağın gayesi, varlık sebebi münbit topraklar meydana getirmektedir
diyemez. Yine kar, ekilmiş tohumları kışın donmaktan kurtarır, fakat
karın gayesi tohumu donmaktan korumak, ya da kaymaya yarayan bir
zemin meydana getirmektir diyemeyiz. Bu gibi yerlerde etkileyici sebeb
(illet-i faile, cause effiviente) olaylar arasındaki irtibatı açıklamaya
yeterlidir. Alüvyonlu arazinin verimli olmasının sebebini nehirlerin
taşıdığt toprakta, tohumun donmamasını karda ararız ve böylece bula-
328 • KANT VE FELSEFESi
Çünkü amaçlılık ilkesi her organın bir hizmeti bulunacağını ifade ediy
or.
Böyle olduğu için amaçlılık biyoloji incelemelerinçle düzenleyici bir
ilke "(principe regulateur) olabilir, bu şc..rt la bir alim için meşru ve
d eğerlidir. Ancak biyoloj i alimleri hiçbir bah aneyle olaylarının
amaçlılı kla· i � a hına obj e ktif bir değer vermemeli , h i çbir zaman
amaçlılığı mekanik izah gibi eşya hakkında bilgi meydana getirebilecek
mahiyette anlamamalıdır. Dilimizde tabiatın güzelliği, tabiatın hikı:p.eti
gibi tabirler var. Fakat bunları hiçbir zaman gerçek ve kesin manada
kabul etmemeli, tabiatın bizce bilinen bir hedefi, bir gayesi olduğunu
zannetmemelidir. Diğer taraftan olayların mekaniksel sebebini bilmem
iz neticeler üzerine bizi etkili kılar, yani bir olayı meydana getiren sebe
bi bilirsek o olaylar üzerinde birtür nüfuz ve kudretimizi kurabiliriz.
Fakat amaçlılık yasalarının hayati olaylar üzerinde bize böyle bir
kudret bahşedebileceğini kesinlikle zannetmemelidir. Herhangi canlı
bir varlıkda ya da organlarda kabul edebileceğimiz gaye suni olarak o
,
canlıyı, o organı yaratma ve icad etme kudretini bize veremez. Tabiatta
gördüğümüzü örnek alarak bir organizma meydana getiremeyiz.
Bu tarz anlayış amaçlılık ile mekanizm arasında diğer sistemlerin
ortaya koyduğu çelişkiyi kolaylıkla kaldırabilecek mahiyettedir. Şüphe
siz ilk bakışta tabiatta , ya da yalnız canlı V'lrlıklarda amaçlılık
farzetmemiz belirlenime , mekanizme tamamen çelişik gibi gelir.
Gerçekten eşya · ve hayat olayları tabii bir sebebin neticesi ise onda bir
gaye aramamız manasız olur, bu ikisini uzlaştırmak mümkün değil gibi
gelir. Ancak mekanizm ve amaçlılığı aynı sahaya ait olmak ve fakat
başka başka değerleri bulunmak üzere söyleyecek olursak bu çelişki
ortadan kalkar. Bundan dolayı bir kere amaçlılığı kendinde şey'e (chose
en soi) ait bir vasıf saymamalıyız: Kendinde şey ne mekaniz:me, ne
amaçlılığa tabi telakki edilebilir. Çünkü bu ikisi de olaylar dünyası için
söz konusu olabilir. Kendinde şıey müdrikemizin kudreti dışındadır,
öyle olduğu için onu bilemeyiz. Bilemeyince ona mekanizm veya
amaçlılık atfedebilir -miyiz? Şu halde kendinde şey açısından mekanizm
ve amaçlılık iki çelişik iddia şeklinde mevzu bahis olama.�_. Bu ikisi de
kendinde şey için sözkonusu olamaz. Demek ki bu iki ilke de duyular
dünyaya aittir. O halde akla gelecek soru şudur: Diıyulurlara (mahsüsa
ta) bu iki ilkeyi uygulayınca çelişkiye düşmez miyiz? Bu soruya
yukarıda kabul ettiğimiz esaslara göre olumsuz cevap vermek gerekir.
Çünkü ne mekanizm ne amaçlılık birbirini inkar etmeyen mahiyette
A M A Ç VE G Ü Z E L L i K • 3 3 1
değildir. Başka bir tabirle mekanizm, yani eşyanın tabii sebeble açıklan
ması tezi olayların gayesi olması imkanını inkar etmez. İnsanın bilgisi
açısından olayların kesin ve gerçek manada ancak mt;kanizmle açıklan
abileceğini, eşya ancak bilgimiz açısından tabii sebebe tabi bulun
abileceğini ortaya koyar. Yine amaçlılıkda hayati olayların mekaniksel
sebeblere kesinlikle irca edile m eyeceğini ispat etmez. Belki insanın
zihni mekanizmle bütün varlıkları açıklama hususundaki aczini ortaya
çıkarır ve onun için hayatta gayenin vasıta (moyen) karşılıklı olarak
v�sıtaların gaye üzerine etkili olabileceğini anlatır. Bunlarla birlikte
amaçlılık ilkesinin uygulanmasıyla meydana gelen f\kirleri hiçbir
zaman gerçek manasında bir bilgi saymamalıyız , amaçlılığı eşyada
m ü n d e m i ç ( i ç k i n ) görm e m eJ i y i z . B e l k i bunu s a d e c e i n s a n ı n
müfekkiresini hayati sahada incelemelere ve keşiflere sevkeden bir amil
olarak kabul etmeliyiz. Yani hayati olaylarla amaçlılığı varsaymak
sayesinde henüz vaz i fesini bilm ediğimiz o rganla rın hiz metini
araştırırız . Binaenaleyh amaçlılık ilkesini kesin bir bilgi meydana
getirmemekle beraber hayat sahasında müfekkiremizi keşiflere ve
incelemelere sevkeden bir usul olur.
Kısacası bu nazariyeyi bu tarzda kabul edince a maçlılık ile
mekanizm arasında görülen zıtlığın görünüşte olduğu ortaya çıkar.
Çünkü anlaşılır ki bu iki izah tarzı aslında birb�inin yerine geçecek
mahiyette değildir. Müdrikemizin gerçek ve kesin ihtiyacına , zorunluk
larına uyan mekanik izahı, yani olayların tabii se beblerini bulmayı,
incelemelerimizin vasıtasının ulaşabileceği her sahaya yaymalıyız.
Fakat herhangi bir hissi olayda bu tarz izahın mümkün olmadığını
görünce "düşünücü (reflektiD liüküm" vazetmek yani amaçlılık ara
mak ihtiyaç ve serbestliliği karşısında kalırız . O zaman gaye fikri
yardımıyla olaylan aydınlatmaya gayret ederiz.
Yalnız şurayı bilmeliyiz ki mekaniksel izah mümkün olmayan
sahalarda böylece gaye aramamız şahsi ve keyfi bir teşebbüs değildir.
Bilakis bu konularda amaçlılık düşüncesi zihnin tabii bir kabiliyeti,
engellenemeyen bir eğilimi neticesidir. Biliniyor ki kritisizmin hareket
ilkesi bilginin iki unsurunu , sezgi ile tasavvuru (concept) ve bunların
karşıl ığı olan iki zihni melekey i , yani (duyarlık) hassasiyet ile
müdrlkeyi ayırmaya dayalıdır. 233 Gerçi tenkid, müdrikesi sezgiyle
birleşmiş bir varlığın olabileceğini reddetmez. Yani bir "alim varlık"
düşünebiliriz ki tasavvurları , mefhumları doğrudan doğruya sezgi
ürürıüdür. Böyle bir varlığın zihnindeki her mefhumu gerçek olur. Yani
332 • K A N T VE FE LSEFESi
mümkünü bilir. Çünkü böyle bir bilgi kudretini haiz bir varlık için a
priori tasavvurlar soyut bir mefhum olamayacak , böyle: bir zihin
doğrudan doğruya eşyanın tamamını kuşatmış bulanacaktır. Bu durum
da eşyanın tamamının kısımları .nasıl belirlediği anlaşılabilecektir.
Fakat insan için bu mümkün değildir. Çünkü müdrikenin tasavvurları
birşeyin doğrudan doğruya sezgisine� idrakine ait olmuyor. Aksine
parça parça bHdiğimiz duyulurlan bu tasavvurlar. içine dahil ede ede
bi,lgi elde ediyoru z . Bundan dolayi e şyanın tamamını doğrudan
doğruya bilemiyoruz ki bu bütünün kısımlan nasıl beliilemiş olduğunu
anlayabilelim. Fakat eşyanın bütününden kısımlarına geçen ve bu sure
tle eşyadaki kısımlar ve çeşitliliği bir araz, bir imkan (contingence)
halinde değil, belki bu bütünün gereği sonucu olarak görebilen bir
müdrikeyi düşünebiliriz. Böyle bir müfekkire için artık mekanizm,
amaçlılık birbirine uygun olur. Yani eşyanın değişimini gerektiren
sebeb aynı zamanda gayeyi elde etmek için bir vasıta bulunur.
Bu açıklamalar gösterir ki biz aynı zamanda eşyanın bütününü ve
kısımlarını sezgiyle bilmek kudretinde bulunmamakla, bÖyle bir bilgiye
yükselememekle beraber bu bütün hakkında bir mefhuma, bir hayale
sahip olabiliriz ve bu mefhumu eşyanın kısımları arasındaki irtibatı
belirleyen bir ilke �ymak suretiyle insan için mümkün olmayan yük
sek bir bilgiye yaklaşmayı ideal bile olsa, düşünebilir ve isteyebiliriz.
Kısacası eşyanın bütününü gerçekten bilerek ondan kısımlarına
gı;çmek insan müfekkiresinin kudreti dışında oJunca hiç olmazsa
bütünü hakkında fikir ve hayalden kısımlarına geçeriz. Eşyanın
bütününü kısımlarını , yani eser ve nitece hakkında bir mü<lrikede
mey�ana gelecek hayal ve tasavvurun olaylan belirlediğini kabul eder ·
ve varsayarsak bu neticeye, kısaca bu tam şekle gaye (fin, erek) deriz.
lşte bileşik ve karışık olan canlıyı böyle gaye ile izaha gidiyoruz. Yani
canlıyı, onun klsımları arasındaki uyumu tabii sebeblerle izah edemey
ince "organlaşma" fikrini. hayati olayların bir ilkesi, onu belirleyen bir
esası varsayıyoruz. Canlı varlıkların kısımlarını gayelere göre belirleyen
bir kudretin, bütününü düşünerek kısımları ona göre düzenleyen bir
·
"akıl sahibi bir varlığın özgür olarak kabul ettiği gayelerle kendini
sorumlu kılmak kabiliyetini kazanması" şeklinde tarif edince tabiatın
en son gayeside mekanizm içinde insanda bu kabiliyeti, yani hüriyeti
arttırma sayılabilir. G erçekten tabiat irfan kazanmaya, hür, özgür
hayatın elde edilmesine hizmet eden cemiyet halinde yaşamaya bizi
mecbur etmiyor mu? Bizde tabii eğilimlerin hakimiyetini azaltacak olan
Him, sanat ve fen zevkini uyandırmıyor mu? Hatta onları meydana
getirme mecburiyetini yüklemiyor mu? Şu halde tabiatın gayesi insanın
özgür ve ahlaki şahsiyetini geliştirmek sayılabilir.
Fakat tabiatta bir gayeye yönelik nizam olduğunu kabul etmek
insan aklı için yeterli midir? Bu nizam ve uyumdan onun ilk sebebi
olan mutlak varlık, Allah'ın varlığına geçemez miyiz? Fakat saf. aklın
tenkidi b i z e varlıklarda mevcud u yu mdan , g ü z e llikt en kısaca
amaçlılıktan herşeye gücü yeten, herşeyi bilen (hakim), merhametli
(rahim) bir dü nyanın düzenleyicisinin varlığına geçmek mümkün
değildir.23 5
Aslında bazı varlıklarda gördüğümüz bariz eksiklik böyle bir uyu
mun varlığı hakkındaki kanaatı sarsıntıya uğratır. Gerçekten dağınık ve
sınırlı eksiksiz eserlerden hakim ve mutlak bir mükemmellik mefhu
muna nasıl geçebiliriz? Diğer taraftan dünyadaki uyumu mükemmel
bir iradenin varlığına delil sayabilmek için tabiatın yöneldiği gayeler
hakkında bir bilgimiz olması ve sonra eşyanın başka tarzda mümkün
olan tertip ve. şeklin en iyi olduğuna hükmedecek kudretimiz bulun
ması gerekir. insan bunu yapabilecek güçte mi? Binaenaleyh tabiatta
gördüğümüz uyumdan, tamamen izafi ve şartlı gayelerden tertip edil
miş ve kadir bir mutlak kudretle istidlal edilemez. Bizi böyle nazım bir
kudretin varlığına inandırmaya sevkedecek sebep tabiatta varlığını
düşündüğümüz uyum değil, ancak insan bizatihi veri bulunan ve
hiçbir şeyin vasıtası olmayan özgürlük (liberte, ihtiyar) olabilir. 2 36
Bizde özgürlüğün varlığına dayalı olarak yalnız eşyada değil , fakat eşya
ile irademiz arasında uyumu meydana getiren nazım bir kudrete inan
abiliriz. Gerçekte insan "özgürlüğü" sayesinde en yüksek iyiyi (sou
verain bien) yani hem mutluluğun. hem fazilet (erdem)in birleştiği
iyiliği en yüksek gaye ve ideal (mefkure) olarak kabul ediyor, onu
izleme sorumluluğunu duyuyor. Mademki böyle bir hedefi izlemekle
kendimizi sorumlu tutuyoruz , o halde mutluluk ve faziletin birleşmesi
imkanını kabul ediyoruz. Fakat daha önce gördüğümüz şekilde237 bu
birlik ve uyumu sağlamak elimizde değildir. Şu halde bunu meydana
AMAÇ VE GÜZELLiK • 339
objektif bir şekilde bilgi elde edebilceği konuyu yalnız olaylar sahasına
ma hsus kılmıyordu. Bununla birlikte insan için bu duyu lu rlar
dünyasının müteal bir ilkesini, düşünülür sahasında bir dayanağını
tasavyur etmek zorunda bulunduğunu kabul ediyor, aklın bizi .
sevkedeceği bu ilkenin subjektif olmakla beraber bilgimizin düzenleyi
cisi bulunması açısından değeri olacağını söylüyordu.
"Pratik Aklın Tenkidi nde duyulur olan ahlaki vicdan üstünde mey
"
dana gelen şartsız bir sebebin yani özgürlüğün varlığını ortaya koyuy
ordu. Fakat özgürlük tasavvuru da nazım bir ilke, ideal idi; yani her
hangi bir varlık hakkında bizde objektif bir bilgi meydana getirmiyor
du; tamamen tabiat içinde gerçekleşmiş değildi. Fakat vazettiği yasa
dolayısıyla bizi sorumlu kılıyordu.
Üçüncü tenkid ise amaçlılık ilkesini ortaya koyarak bu şekilde
mümkün olan şeylerden bazısının subjektif zorunluluğuna nasıl hük
mettiğimizi açıklıyor. Başka bir tabirle amaçlılık ilkesi zihnimiz için
öyle nazım bir yasadır ki subjektif bir düşünce olmakla beraber eşyada
varmış gibi hükmetnıemize müsaittir.
Kısaca "Hüküm Melekesinin Tenkidi" diğer iki tenkid dışında Kant'ın
felsefe mesleğine ne yeni bir usul vermiş, ne diğerlerlerinden ayrı bir
neticeye varmıştır. Ötekiler gibi özgürlük ile tabiatı karşı karşıya
340 • K A N T V E FELSEFESi
"V ant'ın yaşadığı onsekizinci asır tıpkı ondokozunucu asır gibi din
l'le filozofların en çok meşgul oldukları bir dönemdir. Kilise
yasalarının, din nasları ve ayinlerinin kuvveti azaldıkça dini yasalar
üzerine tefekkür arttı. Bu şekilde belirli dini nasların izah ve tefsirini
veya lehin�e deliller serdetmeyi hedefleyen ilahiyatçılardan tamamen
bağımsız bir din felsefesi asrımız gibi o asır mütefekkirlerinin de en
önemli fikri meşguliyetlerinden birini oluşturdu. Kant, asrındaki bu
akımın en son, en yüksek temsilcilerinden biridir. Gerçi din felsefesi
hususunda tamamen yeni bir çığır açmamıştı. Belki kendi tefekkürleri
üzerinede etkili olan Leibniz Wollf, Hume ve İ ngiliz Desitlerine,
Rousseau'ya ve tabii din tarafdarlarına, zamanında felsefe sahasında en
büyük simalardan olan Lessing, Mendessohn, Herder, jacobi'ye öncü
oldu. Şu kadar ki Kant sadece bunlardan birinin öğrencisi olmadı.
Kritisizm'in bu sahada da şüphesiz bir özelliği var. Bu özelliği anlaya
bilmek ve Kant'ın zamanının mü tefekkirlerinden nasıl ayrıldığını
somutlaştırmak için onsekizinci asrın özellikle ikinci yarısından
itibaren Alman mütefekkirlerinin Alman serbest tefekkür erbabının o
kadar şidôet ve heyecanla meşgul oldukları din felsefesi bölümü
hakkındaki nazariyelerine bir göz gezdirmek gerekir.
Ondokuzuncu asırda olduğu gibi onsekizinci asırda da din felscfesi
344 • K A N T V E F E L S E F E S i
üzere her imanın makul olması gerekir; yani önce onun konusu saf
aklın muhtevası içinde olmalı, ikinci olarak pratik akıl onun tasdikine
bizi sevketmiş bulunmalıdır. Bu durumda her iman amellerden kay
naklanmış bir ihtiyacın ürünü olduğu için subjektif olarak inanana
yeterlidir, fakat bunun birşeyi belirleyecek mahiyette o lmadığı ,
bineanaleyh objektif bir ilgi meydana getirmediği bilinmelidir. Ancak
böyle bir nazariye kabul etmek suretiyledir ki Mendelssohn'u� üstün
tuttuğu tasavvufi bir yola düşmekten, jacobi gibi tamamen olumsuz bir
duyguya sığınmaktan ya da birtakım hurafelere dayalı inançlara saplan
mak, ateizm gibi şahsi kanaatlere sapmaktan kendimizi kurtarabiliriz .
lşte Kant bu önemli eserinde kendinden önceki "din felsefesi" meslek
leri hakkındaki hükmü böyleydi . •
Kant "din" hakındaki eserini yazmadan beş sene önce Berlin der
gisinde (Berhiner manat shrift) yazdığı makalede de Lebinhiz-Wolf'un
dünyanın mükemmelliği hakkındaki iyimser felsefesine ve ona daya
narak ilahi varlığı ispat hakkında söyledikleri delillere şiddetle saldırdı.
Bu makale "ilahiyat Sahas ında Her Türlü Felsefi Teşebbüslerin
Başarısızlığı" unvanını taşıyor. B u isimde açık olarak gösteriyor k i Kant
tanrıcılık (llahiyye) taraftarlarının gerektirdiği tarzda uluhiyeti ispat
etmeye çalışmanın boşuna olduğunu söylemek istiyordu . Gerçekten
makale baştan aşağı bu imkansızlığı ortaya koyuyor, varlığı zorunlu
olanı ispat için serdedilen delillerin zayıflığını anlatıyordu. Mesela bu
nikbinlik felsefesi taraftarlı�.rı ahlaki kötülüğü, ahlaki noksanları tabii
olarak yaratıcı kudretin eseri saymıyorlar. Bundan dolayı mütenahi
(sonlu) ve noksan olan insan tabiatının zorunlu bir sonucu görüyorlar.
Bu takdirde ahlaki kötülük bir zorunluluk olur. Böyle olunca ahlaki
hükümlerin, mesuliyet ve beğenmemenin ne manası kalır? iyimserlik
(Nikbinlik) felsefesi taraftarları diyorlar ki dünyadaki nimetler, iyilikler
sonuç olarak kötülüklerin toplamından fazladır. Fakat bu nasıl ispat
edilebilecek? İyimser filozoflar kabul ediyorlar ki doğru ve faziletkar
(erdemli) olanlar çoğunlukla ikiyüzlü ve kötü adamlardan fazla acıya
maruzdu rlar. Fakat bu şekilde a cıyla mücadele etmeleri faziletin
değerini arttirır. Bu fikir garip değil mi? Eğer fazilet rezillikten daha
fazla acıyı gerektiriyorsa şu halde iyilik sahibi , fazilet sahibi olmaya
çabaladığı için değil, sadece iyilik işlediği için acıya maruzdur. Yani
çektiği azap iyilikten kaynaklanmaktadır. Bu hüküm (yargı) doğru ola
bilir mi?
G ö rülüyor ki Te heodicee dünyada i lahi hikmetin varlığını ispat
DiN FELSEFESi • 351
D Ü N YA D A A S L İ F E N A L I K
Adem'in cennetten uzaklaştırılması hikayesi · ve bütün eski efsanel
er, tarih, tecrübe gösteriyor ki insan aslında kötüdür. Yani filozoOarın,
Rousseau gibi bazı eğitim alimlerinin "insan fıtraten (doğuştan) iyidir"
yasasını büyük bir cesaretle ortaya koymaları, bunu savunmaya kalk
maları hep boşuna olmuştur. Çünkü bu iyimser görüşü kolaylıkla
çürütmek mümkündür. Eğer insan tabiat olarak iyi ise hür irademizden
meydana gelen ahlaki yasa _niçin tamamen gerçekleşemiyor? Niçin
kendimizde ahlak yasasının geçerli olmasına mani olan eğilimleri
buluyoruz? Şu halde insan aslında iyidir denemez. Bununla birlikte
insanlarda vazife (ödev) yasası gibi mutlak bir iyilik ilkesi var ki iyiliği
emrediyor. Kötülük bizde mevcud ahlak yasasıyla belirlenen irademizle
hayvani sevk-i tabiiler, bencillik gibi eğilimler arasındaki zıtlıktan mey
dana geliyor. Şu halde dünyadaki şerri (kötülük) ancak vazifenin
gerektirdiği irade ile tabii eğilimler arasındaki zıtlıkla izah edebiliriz.
Kötülüğün (şerrin) varlığı tabii eğilimlerimizle ah laki irade
arasındaki zıtlık olmakla beraber tabiatın doğrudan doğruya ahlaklılığa
iyiliğe mani olduğunu zannetmemelidir. Bilakis ahlaki gayeye doğru
ilerlemeyi kolaylaştırıyor. Hl Binaenaleyh insan kötü ise sebebi tabiatın
hakimiyeti altında zorunlu olarak kaldığı için değil, aslında kendi ,
iradesiyle, kendi kendine verdiği yönle ahlak yasasına aykırı olan yolu
gerekli görmesindedir.
Şu halde kötülüğün asıl kaynağı tabiattır diyemeyiz. Aksine irademizle
352 • KANT VE F ELSEFESi
mümkündür.
3 5 4 • K A N T Y·E F E L S E F E S l
l Y l Y E K ÖJ Ü i L K E L E Ri N M Ü C A D E L E S i
lnsan irade�inin ahlak yasasına karşı alacağı vaziyete göre iyi veya
kötüdür; yani irade yalnız ahlak yasasına tabi olursa iyidir, eğilimlere
karşı aciz kalırsa kötüdür. Şu kadar ki bu ahlak yasası insanın eseri
değildir; çünkü mütealdir. Olsa olsa ilahi iradenin bir tecellisi olabilir.
Gerçekten yukarıda da görmüştük ki242 varlıkların gayesi yalnız insan
tarafından· iyiliğin gerçekleştirilmesi olabilir. Başka bir tabirle eşya
ahlaki gayeyi meydana getirecek şekilde tertip edilmiş sayılabilir.
Binaenaleyh bu gayeyi temsil eden, yani tamamen ahlaki olan insan
örneği bizatihi Allah'ın mahiyetinden meydana gelmiş sayılabilir. Başka
bir tabirle tam ahlaki olan bu ideal örnek sıradan bir varlık değil,
ezelde uluhiyetin zatıpda mündemiç (içkin) olarak kabul edilebilir. Bu
ideal insan varlıklatın gayesini temsil ettiği için bizzat uluhiyetin
çocuğu ve Allah'ın oğludur, varlık gayesi olmak itibarıyla varlıklar
c:rnun için yaratılmıştır. Allah onun zatı için dünyayı sevmiş ve
yaratmıştır. Bu ilahi misal ve örneğe uygun hareketlerdir ki biz de
Allah'a yaklaşmayı ümid edebiliriz�243 Henüz delalet halindeyken yani
duygullarımız tamamen iradeye boyun eğmemişken kendimizi bu ideal
insa.n sayamayız. Binaenaleyh bu örneği gökten inmiş varsaymaya
mecburuz. O gökten inerek insan şekline girmiş, bizim sefaletlerimize
katılmış, birtakım örnek ve misaller göstererek iyiliği öğretmiş olarak
kabul ederiz. Aynı zamanda bu ideali yükseltmek için en güç işlerde
galip geldiğini, dünyanın iyi_liği için kendimizi feda edecek şekilde her
· türlü tehlikeli işlere ve azaba katlandığını .tasavvur ederiz.
lşte "Mesih" budur. Binaenaleyh ulaşılamamakla birlikte pratik
aklın iradeye ait çabamız için kabul ettiği ve bizi sevkettiği bu ideal bir
ahlaki imanın konusudur. Biz iman ettiğimiz bu ideal varlığı taklit
etmekle sorumluyuz. Mademki pratik akıl bu sorumluluğu vazediyor
ve bize kabul ettiriyor; o halde bunu yapabiliriz.
Gerçekten bu ' kemali haiz bir insan, tarihin herhangi bir devrinde
mevcud oldu mu? Tarih bize böyle bir insanı gösteriyor mu? Bu soruya
olumlu veya olumsuz cevap vermekte büyük bir önem yoktur. Çünkü
tecrübelerimiz, tarihi olaylar ahlak yasasının gerektirdiği mutlak nizam
hakkında yani bizim gerçekleştirmekte sorumlu olduğumuz ideale ait
konularda ölçü olamaz. Onun viirlığını ve yokluğunu tecrübe delilleri
göstere m ez . 2 44 B u n l a r l a b i r l i k t e böyle ideal m u k addes şahsın
yeryüzünde ortaya çıkmış olması mümkündür. Çünkü hepimiz. bu
mertebeyi bu kutsal mertebeyi kendimizde gerçekleştirmekle sorum
luyuz. Şu kadar ki böyle bir insanın yeryüzünde ortaya çıktığını kabul
DiN FELSEFESi • 3 5 5
I Y I L l K i L K E S i N i N Ü S T Ü N L O C ü , D i N i C E M A AT
Yu1'arıda gördük ki her insan iyi niyet dediğimiz müteal bir hareke
tle kendisini düzeltebilecek güçtedir. Şu kadar ki yaşadığı müddetçe
daima kötü ilkelerin saldırısına maruzdur. Bilhassa hemcinsleri, yani
cemiyet, Rousseau'nun pek iyi takdir ettiği şekilde, kendisini bozan bir
kaynaktır. Medeni cemiyet bile ne kadar mükemel hukuki teşkilata
sahip olursa olsun ferdlerin dış ilişkilerini düzenler, fakat vicdanlara
nüfuz edemez, herkesin iradesinin. ahlak yasasına uyumunu temin ede
mez. Halbuki iyi ilkenin üstün lüğü ancak bütünüyle ahlaki bir
cemiyetle, ahlaki bir cumhiriyetle (Republiuve etique) mümkündür.
Öyle bir cumhuriyet ki onun temel teşkilatları ahlak yasası ve vazife
den ibaret qlacaktır. Ahlak yasasının gerçekleşmesini varlıkların gayesi
gibi düşünebileceğimize, göre yasayı yalnız vazifeden ibaret olan bu
cemiyetin yasa koyucusu da "Allah" olur.. lşte böyle ideal bir cemiyet
dini cemmat (l'eglise)tır.
Gerçek dini cemaat genel ve her türlü ahlaki esaslardan uzak ola
caktır. Bu cemaatin fertleri tamamen hürdür, yani onların ameller ve
hareketlerini yalnız ahlak yasası idare eder. Böyle olduğuna göre gerçek
dini cemaat geçmişten gelmiş ·ve şüpheli olan binaenaleyh insanları
ihtilafa sevkeden birtakım sembollere , naslara dayanmaz ve belki
değ;şmez ve sabit olan ahlak yasasına dayalı olur. Başka tabirle gerçek
din·, cemaat başında "Papa'" olan bir monarşi şeklinde veya eveque ve
papazlar gibi seçkin bir sını fın emrine tabi aristokrasi hükümeti
halinde bulunamaz. Böyle bir cemaatin reisi, gözle görülmeyen bir
varlıktır ki her ferd düzelmek için çalışmak suretiyle, Allah tarafından
indirilmiş gibi kabul edeceğimiz ahlaki ideale intisab , sayesinde onun
çocuğu olabilir. Bu ideal cemaatin ferdleri arasında yalnız bir bağ
DiN FELSEFESi • 357
vardır; o da her insanda ortak olan pratik akla imandan başka birşey
değildir.
Fakat malesef insan vaz i fesini yerine getirmekle bizzat ahlak
yasasına iljıat ettiğine ve iyilik sahibi insanın bu haliyle Allah yolunda
hizmetkar bulun·duğuna kolaylıkla inanamıyor. Bundan dolayı insan
birtakım şekiler ve ayinlerle Allah'a ibadet etmeye mecbur olduğunu
zannediyor, geçmişteki olaylar içinde -imanının dayanağını araştınyor,
ibadetlerini yapabilmek üzere mabedler yapıyor, dini ayinin yapılması
i ç i n rahipl ere muhtaç o l u y o r, ha kkında i ht i l a f olan m eseleleri
tartışmaya imkan vermemek ve çözüverrnek üzere mukaddes kitaplara
gerek doyuyor. Bundan farklı dini cemaatler doğuyor, her cemaat
karşılıklı olarak birbirini lanetliyor ve aforoz ediyor. Bunlarla birlikte
mademki insanlığın şimdiki seviyesine göre geçmişten gelen din akla
dayalı iman için bir vasıta ve ona doğru sevkeden bir sebebdir, o halde
nakle dayalı bu inançları yorumlamak ve pratik akılla uyumunu ara
mak gerekir. Mesela mukaddes kitaplarda , meşhur sözler arasında
pratik aklın gerelderine uygun gibi görülmeyen bir nas veya ibareye
tesadüf edince onu yorumlamaya mec):ıuruz. Mesala Tevrat'ta Hz,
Musa'dan söz edilirken bir düşmana karşı çirkin bir intikam tavsiye
edil mekte olduğunu görüyoruz. Bunu faziletkar bir adamın bizzat
kendi ihtiraslarına karşı kızgınlıkla bir feryadı saymalıy1z , yine Saint
Paulus "Allah istediğini hidayete ulaştınr" anlamındaki bir sözü vardır.
Eğer bunu gerçek manasında alırsak insanın h ürriyeti ve iyiliğip.i inkar
etmeye sürükleyeceği için çok yanlış olur. Fakat bunu sadece iyiliğin ve
kötülüğün gerçek kaynağı ve sebebini anlamak insan. bilgisinin üstünde
olduğu ve binaenaleyh bizim için bir sır bulunduğunu sembolik olarak
ifadeden ibaret saymalıyız. Hatta Hz. lsa'mn hayatına ait olan çabaları
özellikle, göğe yükselmesi ve tekrar inişinin tarihen gerçekliğini, bin
türlü zorluğa ·rağmen , ispata kalkmamalıyız : Hiristiyanlık tarihine
gelince iman açısından bunlar için�e olumlu. olmayan sayfaları fazla
ayd ınlatma ve açıklamaya kalkışmakta hiçbir fayda yoktur. Belki
onların yalnız ahlaki değerinde ısrar etmelidir. Kısacası inaçların çoğu
� ld uğu gibi kabul edilemez, onun için bunlar sırf ahlaki bir şekilde
,
yorumlanmalıdır. Böyle maku\ ve geniş yorum sayesinde geleneksel din
ile pratik akıl arasında uyum oluşturulabilir.
M Ç Z H E B V E B AT I L M E Z H E B D i N V E R U H B A N L I K
Yukarıdan beri verdiği,miz açıklamalara göre din "vazifeyi ilahi bir
358 • KANT V E FELSEFESi
emir olarak tanımak" diye tari f olu nabilir. Eğer vazifenin böyle
olduğunu Allah bildirmiştir dersek din vahye dayalı olmuş olur, eğer
vazifenin bu ilahi vasfını sırf vazife olmasından zımnen çıkarıyorsak
dinin tabii olduğunu kabul ediyoruz dernektir. Bunlarla birlikte vahye
dayalı sayılan dinide tabii sayabiliriz. Şu manadaki bu tür dinde <ıklın
bulacağı ve kabul edeceği ah laki esaslara dayalıdır. O n u n için
_d enilebilir ki vahiy ahlaki duygusallığın insanların kalbinde gelişmesini
kolaylaştırma hizmetini görmüştür. Bunun için Kant'da Lessing gibi
dinin ve peygamberlerin insanlığın ilk eğitimcileri olduğu fikrindedir.
Kant'a göre Hiristiyanlığın kabul ettiği ahlaki yasalar tabii dinin
esaslarını içermektedir. Filozof büyük bir memnuniyetle İncil'in öğreti
leriyle kendisinin kabul ettiği vazifeye dayalı ahlak arasındaki benzer
liği gösteriyor. Her ikiside vicdanın, niyetin saflılığına önem veriyorlar,
dış amellerin ahlaki görüşünü_ yeterli görmüyor, kutsallık ve velilik
mertebesini gaye olarak kabul ediyorlar. Faziletin , iyiliği emretmenin
herkese duyurulmasını görev sayıyor, yemini yasaklıyor. . . vs. Hep burı
lar Hiristiyanlığın kabul ettiği ahlakla pratik aklın ortaya koyduğu
fazilet yasaları arasındaki uyumu gösterir. Hatta Hiristiyanlık'ta "sevgi"
(arnour) yasasını Kant gibi anlarsak pratik akla dayalı ahlakın kabul
edebileceği bir vecize olur. Gerçekten filozofa göre Allah'ı herşeyin
üstünde olarak sevmek : hemcinslerine kendisi gibi sevgi beslemek
dernek vazifeyi vazifeye itaat maksadıyla yaprnaktan,so syal münasebet
lerimizi her türlü bencil amillerde.n kurtarmaktan başka birşey değildir.
Yukarıda tarif ettiğimiz ideal dini cemaat (l'eglise)ın yürürlükte olan ve
geçici bir sembolü (remiz) olan Hiristiyan cemaati insanların bulun
dukları zihni seviye gereği olarak geçmişten geçen bir otorite (sulta)ye
dayanmaya belirli mezheblerin emirlerine ve ahkamına uymaya ,
rahipler kullanmaya mecbur olmuştur. Eğer rahipler nakle dayalı
inançları (la foi historique) akla dayanan imana sevkeden bir vasıta
o larak kabul ederlerse mezhep, gerçek mahiyetini korur; insanlar
üzerinde faydalı bir şekilde etkili olur. Fakat böyle ,olmazda gerçek din
olan pratik akla, ahlaka dayalı iman nakle ait inançlarla, nakledilmiş
eserler üzerindeki incelemelere tabi kılınırsa bu halde mezhep atıl bir
şekil alır; bir tür "fetişizm" meydana gelir.
Gerçekten bu durumda Allah'a somut ve insani bir şekil verilir.
Belirli bir nasa imana, ya da birtakım ameller ve ibadetlere ahlaki
gerçeklerden çok değer verilebilir. Halbuki bütün bu naslar, o ibadetler
hep ahlakın eksik görünüşünden başka birşey değildir. Artık dini
D i N F ELSEFESi • 359
mezheb nakle dayalı olduğu. için gerçeğe, hakikate uygun olması, hatalı
bulunması daima mümkündür. Halbuki başkalarının hürriyetine riayet
·
vicdan tarafından "vazife" ola.rak emredilmektedir. Vicdanın olumlu
olarak bu kesin: emrine aykın dini bir kanaat beslenemez. Binaenaleyh
gerçekten dini sayılabilecek olan bir imanın ölçüsü ahlak olabilir. Dini
bir iman bu ölçü ve bu miyara göre değer kazanır.
lşte Kant'ın din felsefesinin asıl çizgileri . . Gerçi bu kısa özet filozo�
fon en toplu vefakat tarihi ve ruhi. derin ve zengin müşahedelerini
içeren "Aklın Sınırları içinde Din" ünvanındaki eseri hakkında tamamen
bir 'fiki ; verm ez , fa kat filozofon onsekizinci asrın din felse fesi
sahasındaki yerini belirleyebiliyir. Yukarıdaki açıklamaları dikkate
alınca görürsi:ınüz ki KaQ.t Lessing ve Wollf gibi _tamamen iman etmiş
olmamakla, aklın "sınırlan içinde din"in inançlardan, mezhep ve ayin
den , rahiplerden tamamen soyutlanabileceğini kabul etmekle beraber
dini konular hakkında 'duyduğu saygıyı bırakmadı . Hiçbir zaman
muasır lngHiz Deist filozofları gibi ya 'da Fransa'nın Ansiklopedist
(Voltaire, Diderot. . vs.) mütefekkirleri tarzında zamanının bütün dini
rivaye tlerin bir tarafa atılmasının m ü mkün ve temenniye değer
olduğuna inanmadı. Eserlerinde dini ahkam hakkında mesala Voltaire
tarzinda bir alay 'izine kesinlikle tesadü f edilemez. Bilakis lncil'den ,
Hiristiyanlığın büyüklerinden büyük bir saygıyla söz eder. Kalben
Hiristiyan olduğu için mesela . Hz. Adem fikrini kendi din felsefesinin
de esası olarak kabul etmiştir. Protestan ve Pietist eği timi içinde
yetişmiş olması itibanyla bu fikirlere tamamen hatmi ve ferdi mahiyet
katıyor, dini sembo llerini bas i tl i ği n i , imana a i t hususlarda dış
otoritenin sınırlamasını gerekli görüyordu. M uassırı olduğu çoğu
Fransız ve İngiliz mütefekkirlerinden ayrı olrak dini otoritenin halen
c.anli ve et\<ili olmasını gerektiren tarihi zorunluluğu samimi o larak
kabul ediyor. Hz. lsa'da ahlaki faziletin en büyük tecellisini görüyordu.
Özellikle bu son noktada Kant ile Lessing'İ}'l fikirle �i arasında tamamen
bir benzerlik var.
Bununla beraber filozofun din felsefesinin kaynağını bizzat kriti
sizm esaslan dışında aramak hatta Lessing'in etkilerine atfetmek doğru
değildir. Bilakis din felsefeside bizzat tenkidin hedeflediği gayeye yöne
liktir. Gerçekten diğer kısımlarda birer birer analiz ettiğimiz Kant'ın üç
büyük tenkidi de hep tecrübe maverasında olan dini konuların saf aklın
_s ınırı dışında olduğunu bu husustaki imanın ancak pratik akla yani
ahlaka dayanabileceğini ortaya· koymuştu: Allah var mıdır? Allah'ın
D l N F ELSEFESl • 361
mecburuz.
Diğer taraftan mademki mükemmelliği gerçekleştirmek her türlü
sınırdan azade olarak m u tlak bir em irdir. Tabiat bunu meydana
getirmediğine göre ri oksand ı r. Binaenaleyh i z l e m ekle sorumlu
olduğumuz ahlaki gayeye göre mükemmel değildir. Tabiatın bir kısmı
olan insan u'ıaşmak mecburiyetinde olduğu iyiliğe doğru iyi niyet
dediğimiz m u t l � k bir amaç ve a m e l l e g e ç e r . F a k a t şu tecrübe
dünyasında onu ancak engelleri ortadan kaldırarak, yani yavaş yavaş ve
devamlı çalışmayla meydana getirebiliriz . Nitekim öncede gördüğümüz
gibi insanlık adeta duyulur olmayan bir ilerleme ile hayvanlıktan
manevi hayata, münferit hayattan sosyal teŞ.k ilata, anarşiden hukuki
hale , ebedi harpten barışa geçmiştir. Aynı şekilde namuslu adamın
faziletkarane hareketle ilahi iradeye itaat etmesi demek olan asıl din
yavaş yavaş birtakım mukaddes sayılan nakillerden kurtulmaktadır.
Gerçi insanlık henüz ibtidai (ilkel) durumdayken soyut tefekkürlere
uygun olmadığı için aklın ebedi ve yüksek otoritesini kulaktan kulağa
veya yazılı olarak. yayılanla_rda, dış otoritelerde aramaya mecburdu .
Bundan dolayı vazife dediğimiz hatmi yasayı maddi ve belirli sorumlu
luklar şekline ·s oktu. Elde etmekle sorumlu olduğu ahlaki ideali bir
kutsal kahramanda, peygamberde cisimlendirdi.
Her ne kadar gelecekte kurulacak hayatta vicdan ile 'ahlaki ideal
arasında, insan ile Allah arasında bir" vasıta olµıaınası, bu maddi sem-
.
362 • K A N T VE F E LSE FESi
hol lerin kalkması gerekir. Ancak henüz fikri hayata intisab eden ,
insanlık için bu naslar ve semboller ahlaklılığını geliştirmeye yarar ve
yaramıştır. Nasıl harpler, ibtidai cemiyetlerdeki karışıklıklar barışı,
sosyal düzeni doğurmuş ise mevcud dinlerde, gerçek ahlakın hüküm
sürmesine doğru insanlığı hazırlar. Binaenaley h geleneksel din, siyasi
ve medeni tarih gibi özgürlüğün, vicdanın aradığı mükemmelliğin tabii
düzende gitgide izlerini bize gösterir. Cemiyet nasıl insanların dış
ilişkilerini hukuki gayeye göre düzenliyorsa dine bağlı insanda hatmi
hayatını ahlaki gayeye yöneltir. Başka bir tabrle her iki durumda da
duyulur dünya tedricen düşü�ülür dünyanın yasasına uyar, yavaş yavaş
tabiat ile ahlaki düzen arasında uyum ve ahenk meydana gelir.
SONU Ç
KA N T F EL S E F E S i N i N A S I L i N C E L E M E L i ?
araşurmak istiyorum: .
Eukleidesçi olmayan, yani Lobaçevskiy geometrisi gibi üç boyuttan
fazla bulunan bir geometrinin imkanı ortaya konulunca ve zamanımız
alimlerinin özellikle· Einein'in "izafet nazariyesi" kabul edilm eye
başlanınca Kant'ın matematik ve fizik hakkındaki nazariyeleri değerini
kaybetmiş oluyordu. Gerçekten Kant zaman ve mekanı sezginin a pri
ori bir formu saymıştı. Bu durumda sabit ve değişmez, yani üç boyutlu
bir mekan, yine gözleyiciye göre değişken değil, aksine genel bir
zamanın kabul edilmesi gerekirdi. Çünkü Kant Eukleides (Öklit)
geometrisindeki mekanı, mekanik ve fizikteki zamanı hassasiyetin
değişmez b i r formu saymıştır. H a l b u k i E u kl e idesçi o l m a yan
geometrinin mekanı ve zamanın gözleyiciye ve onun bulunduğu yerin
süratine göre değişeceğini ortaya koyması Kant'ın genel ve değişmez
mekan ve zaman anlayışına tabii ki aykındır.
Fakat tenkidin orta'ya koyduğu esas fikir Kant'ın çıkardığı bu netic
eye varmıyabilir, o asıl fikri daha serbest bir şekilde açıklayarak mekan
ve zamanın göreceliğini (izafiyetini) kabul edebiliriz. Gerçekte Kant,
zaman ve mekanı rasyonalist ve doğmatik filozofların anlayışlarıyla
tecrübi ve empirik mesleklerin anlayışlarından tamamen kurtarmaya
çalıştı . Mekan ve za,man bu filozoflaın kabul ettiği gibi ne Allah'da ne
insan huzurunda mevcud birşeydi. Binaenaleyh tecrübeyle duyulur
değildi, ne de eşyadan zımnen çıkarılmış ortak bir hayaldi, hatta insan
için ne a,çık bir tasavvur, ne de zihnin meydana getirdiği makul bir
ölçüydü.
Zaman ve mekanı filozofların anlayabilmesi için onu duyarlılığın a
priori bir formu saymaları lazımdı: Yani önce mekan ve zaman a priori
olduğuna göre duyulurun muhtevasından ayn anlaşılmalıydı; binaena
leyh tecrübeden gelmediğini kabuietmeüydi. Diğer taraftan duyulurlar
arasında kurduğumuz akli ilişkilerden olmadığını kabul etmeli, başka
bir tabirle bir tasavvur saymalıydı. Bu şekilde filozof mekan ve zamanı
bir ''şey" gibi tasavvur edenlerden, zihni bir ilişki sayanlardan tamamen
ayrılmış oluyordu. Aruk mekan ve zaman ayn bir sembole, ayn bir sicil
içine giriyordu. Fakat onsekizinci asır ilmi tek bir zaman, tek bir
geometriden başkasının tasavvuruna müsait olmadığı için Kant'da tabii
ki yalnız üç boyutlu bir mekan, değişmez bir zaman kabul etmişti.
Fakat bir kere zaman ve mekan hassasiyetin bir formu anlaşılınca
mekanın bizim geometrimizin, yani Eukleides geometrisinin kabul
ettiği şekilden başka tarzda hayal edilmesi pekala mii.mkündür. Yine
KANT FELSEFESiNi NASIL iNCELEMELi? • 369
"sureı"ini ayırmışdı. Aynı esaslı taksimi ahliikta da yapıyor. "Bilgimize ait hükümlerin
külliliğini nasıl müdrikenin a priori suretleri temin ediyorsa ,ahliiki hükümlerin
külliliğini pratik aklın verdiği şekilde, ahliik ya.sa,sında aramak gerekir" diyor. 2 5 . say
faya bakınız.
1 5 3 1 22- 1 2 . sayfalara bakınız.
4
1 54ııu: Kannst deen der solist.
1 55sayfa 227-229 .
1 5 6sayfa 82'ye bakınız.
1 5 7Bibliyografyada 37 numarayla gösterilen eser.
1 58Kant'a göre madde, duyulann verileri demektir. Madde ve suret farkları için 6 1 .
sayfaya bakınız.
, l 59 Pratik Aklın Tenkidi, Picavet tercümesi, sayfa 43 Kantwerke cilt 2 Kritik der
praktischen vernunft, leipzig 191 5 ; ün)versitenin kütüphanesi no. 1 076, sh. 34
1 60Malumdur ki zihnin bjlgiye verdiği suret küllidir. Zaten bilginin suretini ara
maya 5aik bilgimizdeki bu küllilik değil mf? Yine ahilik yasasının genelliği (kullilik) bil
gimize aklın a priori bir suret vermesinden kaynaklanmaktadır.
1 6 1 Prati k Aklın Tenkidi, Picavet tercümesi, sh. 46-47, Kanı Werke cilt 2, Kritik der
162AJmanlann iyiyi ve kötüyü ifade eden ikişer kelimeleri vardır. Maddi ve hissi
iyiliklere, hazza Wotil kötülüklere uebel; maddi olmayan ahlaki olan iyiliklere Gut ve
Ahlaki olan kötülüklere de Böse diyorlar. Kant, Alman dilinde bu maddi ve hissi iyilik
ve kötülüklere ahlaki olarak iyi veya kötü olanlann ayn ayn isimlendirilmesine işaretle
dilin bu şekilde her iki iyiliği ayırmış olmasında büyük bir fayda ve isabet görüyor.
Pratik Aklın Tenkidi, Picavet tercümesi, sayfa 1 06, Almanya, 1 9 1 5 baskısı, sayfa 4 78.
Dilimizde de çoğunlukla iyi veya kötülüjtü daha çok maddi ve hissi olanlarda, hayr ve
şerri; yalnız ahlaki hareketlerde kullandığımıza göre Kant'ın gerekli gördüğü ayrım
Türkçe'de de birleşmiş demektir.
163Pratik Aklın Tenkidi, Fransız Picavel tercümesi, sh. 1 00- 1 15 , Kant Werke, 1915
baskısı c.2, s. 75-82.
l 6 4Pratik Aklın Tenkidi, picavet tercümesi, s 137, Kant Werke c. 2 Kritik der
Praktischen Vemunft
165 Emil, s.262, 1908 baskısı. Üniversitedeki nüshası, kütüphane no: 3632 2. 68 ve
reisinin seçilmiş olması açısından düşünmekten ziyade ruhi itibariyle dikkate alıyor.
1'aşka bir tabirle vatandaşlara hukuki sorumluluk yükleyen yasalann kopmasına onlann
rızasının alınmamasını esas telakki ediyor.
l 7 3 Kant'ın işaret ettiği bu Kongre 1709 l . Lahey Kongresi'dir.
l 7 4nibliyoğrafyada 61 numaralı kitap.
l 7 5Bibliyoğrayada 41 numaralı kitap.
l 7 6aibliyoğrafyada 49 numaralı kitap.
.
1 77 sayfa 37.
l 78sayfa 2 1 2 .
l 79Ka nt Werlıe, Leipzig 1913, c.3. Tugendlhere, s 259.
372 • KANT VE F ELSEFESi
1 8 0sayfa 2 1 2.
181 sayfa 2 - 1 .
10 1
182 ı<ant "Faziliye Nawriyesi "inde her bölüme binakım "ameli'ıı teferruat kaideler
ine ait meseleler" (question casuistique) ilave ediyor. Mesela bu yalancılık meselesinde
mektupların sonunda 'kulları (çakerleri, bendeleri), duacıları . . . . . . . .' gibi bir manaya
delalet etmeyen çoğunlukla yapmacık saygıyı ifade eden kelimeleri kullanmak caiz
midir? Yine bir hizmetçi, evde bulunmadığını söylemesini emreden efendisinin sözünü
yerine getirmek için yalan söyliyebilir mi? gibi ayrıntılı meseleleri inceliyor. Biz Kant'ın
fazilet hakkındaki esas kurallarını özetlemek istediğimiz için bu amellerin teferruatına
(Vicdana) ait fikirlerinden bahsetmeyeceğiz . Yalnız Kant, bu son soruya tamamen olum
suz cevap vermiştir. Onun "yalancılık" hakkındaki bu kesinliği "Benjamin Constant"ın
şiddetli bir itirazına sebeb olmuş ve Kant hu i tiraza bir risale ile cevap vermiştir.
Bihliyoğrafyada 68 numarayla gösterilen eser. Ryssen S: 256
1 83 Kant Werke, c 3, Tugerdinere 289 ve devamı
l 84Kanı tabiatın güzelliklerine, canlılara ve Allah'a karşı olan vazifeleri kendimize
karşı olan vazifeler grubundan sayıyor. Gerçekten bir güzel çiçeği sebepsiz ezmek, bir
canlıya gereksiz eziyet etmek ahlaklılık şemasını mahveder. Yine" Allah, aklımızın ortaya
koyduğu bir düşüncedir. Ona karşı olan vazifede akla yani kendimize karşı bir vazife
c.lemektir. Kant Werke. c. 3 Tugerdinere 295 ve devamı.
185 Kant Werke. C. 3, Tugerdinere 34 - 358.
1
1 86 Bibliyografyada 7 5 numarayla gösterilen eser.
18 7sayfa 22 .
7
188Sayfa ?O.
189 Kant et Fichte et le probleme de l'education, s 5 .
7
1 9 05_ 233 ve devamı.
1 9 1 Kant et Fichıe et le probleme de l'education, s 58-9.
192Aynı eser, s 6
0
193 Lı Reforme de l'education en Aelemagne au XVII. siecle'den naklen aynı eserde
19422 -235 sayfalara bakınız.
7
1 95 Bu ideal filozofun ahlak felsefesinde ve insanlığın ilerlemesine ait kanaatlerde
bölüme bakınız.
1 98 22 -229. sayfalarda Kanı ile Rousseau'nun·ahlak nazariyeleri arasındaki
7
mukayeseye bakınız. Bu ayrılığın sebebi o sayfalarda layıkıyla anlaş�lır.
1 99 özgürlüğün mahiyeti hakkındaki açıklamalara bakınız, s 219.
2oosayfa 2 l 3 .
KANT VE FELSEFESi •3 73
20 lsayfa 265-266.
202Kant Werke, c 3, Tügendinere s 345-348 ·
203sayfa 55.
20fsibliyografyada 4 7 numarayla gösterilen eser.
20 5Bibliyografyada 48 numarayla gösterilen eser.
206Bundan sonraki bölüme bakınız.
207 Onuncu bölümde filozofun amaçlılık hakkındaki nazariyelerine bakınız ve
de l'histoire, s. 33 vd.
209sayfa 25 0
2 1 0 tdeen zar philesophie der gechihte der, menschheit'e karşı Kant'ın makalesi.
Bibliyoğrafyada 35 numarayla gösterilen eser.
21 1 özgürlük h�kkında Kant'ın fikrine bakınız. s 218 vd.
212 Filozofun kendisinin neşrettiği son eseridir: Bibliyografyada 70 numarayla gös-
terilen eser.
21 3Bibliyografyada 49 numarayla gösterilen eser.
214sayfa 40 .
215 15 - 1 5 1 sayfalara bakınız.
0
2 1 6 sayfa ı s ı.
2 1 7 Filozof uHüküm Kuvvetinin (yargıgücünüll') Tenkidi " için iki giriş yazmıştır. ilk
yazdığı giriş çok uzun olduğu için kitaba sokıİl.amış, bunun müsveddelerini sonralan,
eserlerini öz�th�yen Beck'e vermişti. S onradan bu girişin. özeti Genellik!e Felsefe
Hakkında (Ueber philosophie überhaupt) ünvanıyla yayın la n d ı . Tissot bunu
Prolegomtnes'in sonunda Umumiyetle Felsefe Hakkında ünvanı altında Fransızcaya ter
cüme etmiştir. Bibliyografyada 3 1 numarayla gösterilen eser. Hüküm Melekesinin
Tenkidi'nin Fransızca tercümesinde yalnız filozofun yazdığı ikinci giriş var.
2 18Sayfa 7 5.
2 19Sayfa 22 7-228.
220Sayfal63.
221 Filozofun düşünsel (teemmüli) ünvanını verdiği hükümlerin r-.ahiyetiı:ıi anlaya
bilmek için ileride amaçlılık hakkındaki tenkide bakınız. Bu mesele orad� <i aç:kla
malarla aydınlanır.
222Kant'a göre senteıik olan hükümlerin objektif (nesnel) ve'genelliği < ,1cak a pri
ori ilkeler ve tasavvura dayalı olarak meydana gelir. Saf Aklın Tenkidi kısımlanna bak. s.
72 \
sayıyor. Yani devleti organizmaya b�nzetiyor. Bu açıdan, asrımızda bu fikri tercih eden
sosyoloji mesleklerinin nazariyelerine önderlik etmiş dernek olur.
232 sayfa 33 .
0
l33 sayfa �o.
23 4sa/ Aklın Tenkidi'ne ait J>ölürnlere bakınız. s.
7 5 vd. Aynı zamanda s. 1 7 5 vd.
bak.
23 5 sayfa 145.
23 6 sayfa.
23 7sayfa 23 .
0
23Bsayfa 233 .
239 Bibliyografyada 3 numarayla gösterilen eser.
4
240Bibliyografyada 65 numarayla gösterilen eser.
24 1 Tarih Felsefesi kısmına bakınız.
242Tarih Felsefesi kısmına bakınız.
2 43 Kant bu bölümde Hıristiyanlık akaidini bir sembol saymakla onları kendi felse
fesine göre açıklıyor. Hırlstiyanlık'taki "Allah'ın oğlu"nu ahlaki ideal anlıyor. Bu bölümü
okurken Hıristiyanlık akaidini okuyucu daima hatırlarnıı.lı, ve Kant'ın onları birer sem
bol sayarak yorumlamayı hedeflediğini unutmamalıdır.
244özgürlük, Tarih Felsefesi kısmına bakınız.
245 Bergson ve Konferarıslan, Şekip Bey, s. 14
0
: 46 Lobaçevskiy geometrisi hakkında Salih Zeki Bey'in "Darülfünun Konferansları"
na bak.
241 Girişte de söylediğim gibi bu esere başlarken Kant'ın kendinden sonra felsefi,
edebi, sosyal hayatı nasıl etki ettiğini yazmayı düşünmüştüm. Fakat Fichte, Schelling,
Schopenhauer, Richter, Renan ve Cornte'a kadar filozoflar üzerine kritisizrnin etkilerini
göstermek burada yazılacak birkaç sayfayla mümkün olmayacaktı. Bundan dcil�yı bunu
aynca yazmayı zaruri gördüm.
K A N T V E F EL S E F E S i •375
248Kants Werke, 19 1 5 Bd 1 1 .
249su nüsha Darülfunun Kütüphanesi'nde vardir.
25 0 Kant külliyatından bazılarının önsözlerinde Kant'ın hayatı hakkında Brows
1 . Çedanhen von der wahren Schtitzunş der lebendigen Krdfte. 'Canlı Kuvvetlerin
Doğru Olarak Ôlçülmesi1:1e Dair Fikirler.'
2. Untersuchung der Frage: ob die Erde in ihrer Umdrehung um die Axe einige
Verdnderungen erlitten haber?
'Dünyanın Mihveri Etrafındaki Hareketleri Esnasında Bazı Değişmelere Maruz
Olup Olmadığı Sorusu Hakkında Araştırmalar:'
3. Die Frage: ob die Erde veralte?
(Dünya Yaşlanıyor mu? Meselesinin incelemesi.)
4. Allgemenie Naturgeschichte und Theorie des Himmels.
(Evrensel Doğa Tarihi ve Gökyüzü Nazariyesi. )
5. Abhandlung De igne.
(Ateş Üzerine Bazı Düşünceler. )
6. Principionn cognitions metaphysicce dilucidatio.
(Metafiziksel Bilginin ilk ilkeleri Hakkında Yeni Bir Açıklama.) Bu eser Tissot
tarafından Melanges Logique ünvanı altında tercüme edilmiştir.
7. Monadologia physica. (Maddt Monad ilmi.)
8. 10. ,Kant'ın Lizbon depremi üzerine yazdığı üç küçük risale. Bunlar filozo
fun külliyatını ihtiva eden kitaplarda mevcuddur. HB
1 1 . Neue Anmerhu.ngen tur Erlduterung der Theorie der Winde. ( Rüzgarlar
Hakkındaki Nazariyeleri Açıklatn_ak için "\"'.eni Bir inceleme.)
.
· 12. Die Frage: ob die West winde in unseren Gegenden darum feucht seien weil sie
•.
über ein grosses Ueer streichen. (Tabii Coğrafya Dersi Hakkında Program ve Bizim
Bölgede Esen Garp Rüzgarları Bü}rük Bir Denizden Geçtiği için mi Rutubetlidir?
,
Meselesinin incelenmesi.) .
1 3 . Never Lehrbegriff der Bewegung und Ruhe. (Hareket ve Hareketsizlik
(SükQn) Hakkında Yeni Bir Anlayış.)
1 4. Versuch einiger Betrachtungen über den Optimismus, (iyimserlik Hakkında
Bazı Düşünceler.) ( l 757)
16. Die Falsche Spitefin digheit vier syllogistischen Figuren erwiesen.
(Kıyasın Dön Şekli Arasında Gösterilen Sahte Dakikacılık (Kıhl<ırk Yarma) ( 1 757)
1 7. Versuch, den Begriff der negativen Grôssen in die Weltweisheit einzühren.
(Felsefeye Olumsuz Büyüklükler Kavramını Sokmak için Deneme), Bu eser Tissot
tarafından Melange Logique ünvanı altında Fransızcaya tercüme edilmişt�r.
18. Der einzig môgliche Beweisgrund zueiner Demonstration vom Dasein Gottes.
(Allah'ın Varlığını ispat için Yegane Mümkün Delil.)
3 78 • K A N T V E F E L S E F E S İ
19. Untersuchung über die Deutlichkeit der Grundsatze der natürlichen Theologie
un Moral.
. (Tabii ilahiyat ve Ahlak ilkelerinin Apaçıklığı Hakkında Araştırmalar. ) Bu eser
Tissot tarafından Melange Logiqut ünvanı altında Fransızcaya tercüme edilmiştir.
20. Kaenigs�erger: Gelehert und poliıtische Zeitung gazetesinde jean Komamik'in
Maceracı Davranışları Hakkında Bir Düşünce ünvanıyla yayınlanan makale ki
Kant'ın külliyau arasında tekrar yayınlanmıştır.
2 1 . Versuch über die Krankheiten des Kopfes. Baş (Akıl) Hastalıktan Hakkında
Bir Deneme. Tissot tarafından Antro 'poloji arasında Fransızcaya tercüme edilmiştir.
22. Beobachtung über dos Gefühl des Schdnen und Erhabenen. Yüce ve Güzel
Duyguları Hakkında Müşahedeler. Barni Filozofun Kuvvet Melekesinin Tenkidi
ünvanını haiz eserini tercüme ettiği gibi bunu da o eserin sonuna ilave etmiştir.
23. Nachricht von der Eirichtung seiner Vorlesungen. 1765-1 766 Kış sömestrinde
okutacağı derslerin Programı. Tissot tarafından Melange Logique Fransızcaya ter
cüme edilmiştir.
24. Trdume eines Geistersehers, erldutert durch Traume der Mttapİıysik. (Bir
Kaşif-i Esrar'ın Metafiziksel Düşlerle Aydınlatılan Hayalleri. ) Bu eseri Tissot
Fransızcaya Antropoloji içinde tercüme etmiştir.
25. Von drnı ersten Grunde des· Unterschieds der Gegendes im Raum. Mekanın
Yönlerindeki Farklılığın ilk Esası. ,
26. Disputatio de mundi sensibilis atque intellegibilis fonna et principlis. (Duyu
lur (hissedilir) ve Düşünülür Dünyanın Formları ve llkelcri.) Bu eseri Tissot Fran
sızcay� Mtlange Lo gique içinde tercüme etmiştir.
27. Kant 1 7 7 1 'de hayvanlar ve insaların bünyeleri arasındaki farka dair Mosca
tis'in yazdığı eser hakkında Konigsb.gelehrten politi. Zeitungen dergisinde ufak bir
makale yazmıştır ki Kant külliyatında tekrar yayınlanmıştır.
28. Von der Verschiedenen Rasen des Menschen. Farklı insan Irkları.
29. Über das Dessaver Philantropie. (Dessau Filantropi ( lnsanseverleri)
Müessesesi Hakkında. Tissot tarafından Fransızcaya tercüme edilmiştir.
30. Kritik der reinen Vernunfı. Saf Aklın Tenkidi. Bu kitabın Fransızca iki ter
cümesi vardır. Biri Barni'nin diğeri B. Pacand'ındır. Kitabın metninde bu ikinci ter
cüme kaynak olarak alınmıştır.
3 1 . Prolegamena zu einer jeden kunftigen metaphysik, die als, Wissenschaft wird
auftreten kônnen ( 1 783). (llim Gibi Telakki Olunabilecek Metafiziğe Giriş.) Bu eser
Tissot tarafından Fransızcaya tercüme edilmiştir.
32. Schütz'ün Adetler (Ahlak) nazariyesi hakkında bir deneme ve giriş
ünvanını haiz eseri hakkında Kant'ın makalesi. Barni (67) numaralı eserin sonuna
ekleyerek tercüme etmiştir.
33. ldee zu einer allgemeinen Geschiehte in weltbürgerlicher Absichı.
B i B L i Y O G R A F YA • 3 7 9
A
Afaki: Nesnel, objektif
Ahenk: uyum, harmonie
Ahenk-i ezeli: Önceden hazırlanmış düzen
Akli: dı:ışı:ını:ılı:ır, makul, �ntelligible, rationnel
Akliyye: Realizm
Ameli: Pratique
Araz: ilinek, Accident
Ayniyet: Özdeşlik, ldentite
B
Basit: Ya!ın. simple
Batıni: iç, gizemci, içten, Sens intime
Bedahıit: apaçıklık
Bediiyyet: estetik, esthetiqua
Bedbinlik: Kötümserlik, Pessimisme
Bizatihi: Kendiliğinden, kendinden
c
Cazibe: Çekme
Cedel: Eytişim, Dialectique
Cemiyet: Toplum
Cemaat: Topluluk
Cevher: Töz, Substance
Cihet: modalite, kiplilik
D
Dafia: itme
Dava: Tez, teorem, sav
Düstur: Yasa
Düs.tür-u Külli: Maxime
E
Ehad: Birlik, unite
Ekmel: Yetkin
Emir: Buyruk, lmperatif
3 8 4 • K A N T V E F E LS E F E S i
F
faraziye: Varsayım, Hypothese
Fazilet: Erdem
Ferd: Birey, kişi
Ferdi: Bireysel
Fıtri: Doğuştan
Fiil: Eylem, Acte
.G
Gai: Ereksel, amaçsal, nihai
Gayr-ı Meşrfit: Mutlak
Gayr-ı Mütecanis: ayn.şık, heterojen
Gaiyyet: Amaçlılık, Ereklilik
Gaye: Amaç, Erek, Fin
Garize: lçgudü
H
Had: Sıl}ır, terim
Hadise: Görüngü, fenomen, olay
Hads: Sezgi, lntition
Hayr-ı Ala: En yüksek iyi
Hayyiz: Uzam, mekan, uzay, alan, Etendue
Hekim: Bilgin, alim, sage
Hısbanılik: Kuşkuculuk, scepticisme
Hikmet: Bilgelik
His: Duygu
Hiss-i Selim: Sağduyu
,
Hüküm: Yargı, Jugement ·
Hüsn: Güzellik, Beau
lbtidai: ilkel
!
lcabi: Doğrulama, olumlama, Affirmat otı.
ldrak: anlama, algı, Perception
SÖZLÜK • 385
lftikariyye: idealizm
ihsas: Duyum, Sensatioıi.
lhtisas: Duygu, Sentiment
ihtiyar: Özgürlük, Libene
llahiyye: Tanrıcılık
illet: Sebeb, Neden
lllet-i Adi: Vesile nedeni, Cause Occasionelle
illiyet: Sebeblilik, nedensellik, Causalite
lmtidat: Büyüklük, yayılma, geli.Sme, süreklilik
inzibat: Disiplin
lrca: indirgeme
istidat: Yetenek, kabiliyet, Capacite
İstintaç: Tümdengelim, çıka,rsama
izafet: Nisbet, bağlantı
K-
Kabiliyet: Yetenek, capacite
Kablt: Öncel, a priori
Kaide: Kanun, kuram
Kanun: Yasa
Kaziye: Önerme
Kemal: Tam, bilgi, erdem! yetkinlik
Kemmiyet: Nicelik, Quantite
Keyfiyet: Nitelik, Qualite
Kevniyyat: Evrenbilim, kozmoloji·
Kıyas-ı fisid: Yanılmalı Kıyas, paralojizm
Kıymet: değer
Küllt: Evrensel, genel, üniversal
M
Maba'de't-tabia: Metafizik
Mahiyet: Ôz, nitelik
Marifet: Bilgi
Mebde: ilke, başlangıç
Mefkure: ideal, ülkü
Meleke: Yeti, faculte
Meşrut: Koşullu, şartlı, Conditionne
Mevzu: konu, nesne, tema
386 • KANT V E FELSEFESi
Miyar: Ölçüt
Muhayyile: Hayalgücü, imgelem
Muhteva: içerik
Mukaddem: Öncül, Antecedent
Munfasıl: Ayrık, Disjonctif
Muta: Veri, Donne
Mutlak emir: Şartsız emir
Mücerred: Soyut
Müdrike: Anlık, anlama yetisi, Entendement
Müfekkire: Düşü.nme yetisi, düşünce, akıl, düşünme
Mündemiç: içkin
Mürekk�b: Bileşik
Müşahede: Gözlem, Observation
Mütd.l: Aşkın, Transcendental
Mütenahi: Sonlu
Mütearife: Belit, Aksiyom
N
Niikız-ı Dava: Antitez, Karşı sav
Nass: Dogma, lnak
Nassi: Dogmatik
Nazariye: Kuram
Nefiy: Değilleme, yadsıma
Nisbt: Göreli, Relatif
Nikbinlik: iyimserlik, Optimism
R
Rabıtıt: Bağ, Copule
Remiz: Sembol, simge
Revakiye: Stoacılık
Reybiyye: Kuşkuculuk
Riyazet: Çilecilik, Ascetique
luhiyyat: Ruhbilim, Psikoloji
Rüşeym: eıtıbriyo
s
Saadet: Mutluluk
Saik: Güdü
Seciye: lra, karakter, Cfractere .
SÖZLÜK • 387
ş
Şan: koşul, condition
Şek: Şüphe, doute
Şer: Kötülük
Şey: mevzu, fiil, eşya, Objet, Chose
Şey'i: Objektif. nesnel .
Şuur: Bilinç, Conscience
T
Taazzuv: Organlaşma
Tabiat: Doğa, nature
Tahlil: Analiz, Analyse
Tahlili: Analitik
Talil: tümdengelim, açıklama, Discursif
Tasavvur: Tasanın, Kavram
Tasnif: sınıflandırma
Tasvir: Betimleme
,Tebeddül: Değişme
Tecanüs: Türdeşlik, Homogeneite
Tecrid: soyutlama
Tecrübe: Deney, Exprience
Tedai: ·Çağrışım
Teemmül: Düşünme, düşünteye dalma, derin,
T.eemmüli: · Düşünsel, düşünceli
Tefekkür: Düşünme
Tekamül: Evrim
Temayül: Eğilim
Tenakuz: Çelişme, çelişki
Terkip: Sentez
Terkibi: Sentetik
Tesavi-i Nakizeyn: Antinomi, çatışkı
Teşekkül: Oluşum
Tezad: Karşıtlık, zıtlık
3 8 8 • K A N T V E F E LS E F E S i
u
Ulvi: Yüce, Sublime
Umumi: Genel
Unsur: Element, öğe
Usul: Yöntem, Methode
Uzuv: Organ, örgen
Uzvi: Organik
Uzviyyet: Organizma, beden, örgüt
v
Vacip: Zorunlu, Necessaire
Vakıa: Olay, olgu, fait
Vasat: Ona, Milileu
Vazife: Görev, ödev, Devoir
Vehim: Kuruntu, yanılsama
Velayet: Otorite
Vetire: Süreç
Vukuf: Bilme
Vücut: Varlık
z
Zaruret: Zorunluluk
Zat: Ôz
Zat-ı Eşya: Kendinde şey, Chose en soi
Zevk Beğeni
Zıt: Karşıt
Zühd: Çile