Professional Documents
Culture Documents
(imza)
Başkan ---------------------------------
Akademik Unvanı, Adı-Soyadı
(imza)
Üye Cezmi KARASU
Akademik Unvanı, Adı-Soyadı
(Danışman)
(imza)
Üye --------------------------------
Akademik Unvanı, Adı-Soyadı
ONAY
(imza)
ÖZET
ALTUNTAŞ, İbrahim
Yüksek Lisans-2005
Yakınçağ Tarihi
ABSTRACT
ALTUNTAŞ, İbrahim
Master Thesis-2005
The purpose of this study is to bring up the relations between the Bektasi
Tariqat and the Ottoman government, that Bektası Tariqat was forbidden and the
relation between the Bektası lodges and the Ottoman government in the terms after
that Tariqat was forbidden.
Data were collected from many kind of sources we think that they are related
to the subject.
By the result of the study, it has been arrived that the political causes were
dominant more than the religious causes in the event that the Bektasi Tariqat was
abolished, the Bektasis got active secretly to continue their existence, although they
faced a hard supervision after the prohibition, concealed themselves, went into the
other tariqats secretly, tried to find employment at upper level of Ottoman
bureaucracy, contancted with opponent political person or groups, developed new
rituals in this period.
iv
İÇİNDEKİLER
Özet.............................................................................................................................. ii
Abstract....................................................................................................................... iii
Kısaltmalar................................................................................................................... v
Önsöz.......................................................................................................................... vi
GİRİŞ ……………………………………………………………………………...... 1
1.BÖLÜM: 1826 YILINA KADAR BEKTAŞİ TARİKATI VE
OSMANLI DEVLETİ ………………………………………………………....... 10
1.1. İLK DÖNEM OSMANLI YÖNETİMİ VE BEKTAŞİLİK .................. 10
1.2. II. BAYEZİD DÖNEMİNDEKİ BEKTAŞİLİK VE
BALIM SULTAN ………………………………………………….…. 18
1.3. I. SELİM VE BEKTAŞİ TARİKATI ……………………………….... 29
1.4. KLASİK DÖNEM OSMANLI YÖNETİMİ VE BEKTAŞİLİK……... 33
2. BÖLÜM: 1826 SÜRECİ…………………........................................................... 45
2.1. YENİÇERİ OCAĞI’NIN ORTADAN KALDIRILMASI……………. 45
2.1.1. Yeniçeri Ocağı’nın Osmanlı Devlet Yapısındaki Yeri ve
Yeniçeri Ocağı’ndaki Değişim…………………………......... 45
2.1.2. Yeniçeri Ocağı’nın Ortadan Kaldırılması ………………..…. 49
2.2. BEKTAŞİ TARİKATI’NIN YASAKLANMASI ................…............. 60
2.2.1. Bektaşilikteki Senkretik Yapı ve Osmanlı Devlet Yönetiminin
Bektaşiliğe Bakış Açısındaki Değişim …………………...…. 60
2.2.2. Bir Problematik: Ocak-Tarikat İlişkisi …………………….... 68
2.2.3. Bektaşi Tarikatı’nın Lağvı ………………………………….. 75
3. BÖLÜM: 1826 SONRASI BEKTAŞİLİK VE OSMANLI YÖNETİMİ ………. 83
3.1. BEKTAŞİ TEKKE, VAKIF VE ŞEYHLERİNİN DURUMU………... 83
3.2. BEKTAŞİLİĞİN VAR OLMA MÜCADELESİ ……………………... 93
3.3. OSMANLI DEVLET YÖNETİMİ VE BEKTAŞİLİK ………………. 96
3.4. LAĞV’IN BEKTAŞİLİĞİN DİĞER TARİKATLARLA OLAN
İLİŞKİLERİNE VE RİTÜELİNE ETKİSİ ………………………….. 106
3.5. BEKTAŞİLERİN TOPLUMSAL,
SİYASAL DURUŞLARI VE MASONLUK ………………………... 118
SONUÇ …………………………………………………………………………... 123
KAYNAKÇA …………………………………………………………………….. 128
v
KISALTMALAR
ÖNSÖZ
GİRİŞ
1
Bu konuda Rıfkı Bey ile Ahmed Cemalettin Efendi arasındaki tartışma önemlidir. Rıfkı Bey’in
“Bektaşi Sırrı” eserine karşın Ahmed Cemalettin Efendi “Müdafaa”sını yazmıştır (Cemaleddin,
1328; Birdoğan, 1996).
2
yılına kadarki dönem ve 1826 sonrası dönem olarak üç farklı özgün nitelikli dönem
olarak ele almanın daha yerinde olacağını düşünmekteyiz. Bu bağlamda Balım
Sultan’a kadarki dönem için en önemli isim şüphesiz ki, tarikata isim babalığı da
yapan Hacı Bektaş-ı Veli’dir. Hacı Bektaş dönemini algılamak, genel olarak
Bektaşiliğin nasıl bir ortamda yoğrulduğunu anlamaya eşdeğer niteliktedir.
Hacı Bektaş-ı Veli’nin hayatı hakkında bilgi veren en eski eser, Hacı
Bektaş’ın vefatından yaklaşık iki yüzyıl sonra müridleri tarafından kaleme alınmış
olan Vilayetname’lerdir. Bu eserler bilimsel olmaktan çok, Hacı Bektaş’ı yücelten ve
olağanüstü gösteren menkıbelere dayalı rivayetlerden oluşur. Yine Hacı Bektaş’ın
vefatından yaklaşık yüzyıl sonra kaleme alınan Eflaki’nin Menakıbu’l-Arifin’i ile
ikiyüz yıl sonra kaleme alınan Aşıkpaşazade’nin Tevarih-i Al-i Osman’ı, Hacı
Bektaş’ı Veli hakkında sınırlı da olsa bilgi vermesi açısından önemlidir (Fığlalı,
1990, 136).
Hacı Bektaş-ı Veli’nin hayatıyla ilgili olarak neredeyse ihtilaf olmayan tek
konu doğduğu yerin Nişabur, öldüğü yerin ise Sulucakarahöyük 1 olduğudur.
Özellikle Hacı Bektaş’ın kimin halifesi olduğu konusu ise görüş ayrılıklarının en
yoğun olduğu noktadır. Tarihi açıdan Ahmed Yesevi’nin 1166 yılında vefat etmesi
nedeniyle, Hacı Bektaş’ın ilk hocası olması mümkün değildir. Ancak Yesevi
ocağından feyzaldığı konusunda, mevcut araştırmalar yoğunluktadır (Fığlalı, 1990,
1
Sulucakahahöyük, günümüzde Nevşehir sınırları içerisinde yer alan Hacıbektaş Kasabası’dır.
3
142). Vilayetnameler bu bağlılığı, Ahmet Yesevi ile Hacı Bektaş arasında Lokman
Parende’yi yerleştirmek suretiyle çözer (Gölpınarlı, 5).
Günümüz güncel kaynaklarında Hacı Bektaş’ın hocası olarak iki önemli şahıs
dikkat çeker ki, bir kısım araştırmacı Vilayetname’den yola çıkarak Lokman Parende
üzerinden Ahmed Yesevi’ye ulaşırken (Gölpınarlı, 5-10); diğer kısmı ise
Aşıkpaşazade, Elvan Çelebi 1 ve Eflaki’den yola çıkarak Baba İlyas üzerinden Seyyid
Ebu’l-Vefa el-Bağdadi’ye ulaşır (Ocak, 1992, 373). Biraz daha ayrıntıya girdiğimiz
takdirde Baba İlyas’ın, hem Dede Garkın’ın, hem de Ebu’l-Vefa’nın halifesi
olduğuna (Fığlalı, 1990, 146), yada Baba İlyas’ın sadece Dede Garkın’ın halifesi
olduğuna (Bozkurt, 1990, 26) dair bilgilerle karşılaşırız. Burhan Kocadağ (1996, 64)
ise, Baba İlyas’ın, Ebu’l-Vefa’nın tarikatına (Vefaiye) mensup olan Dede Garkın’ın
halifesi olduğunu ifade etmektedir.
Hacı Bektaş-ı Veli ile Babailik hareketinin öncüsü olan Baba İlyas ilişkisi
hakkındaki referanslar –yukarıda da değindiğimiz üzere– bizi Aşıkpaşazade, Elvan
Çelebi ve Eflaki’ye çıkarıyor. Aşıkpaşazade Tarihi (1992, 45)’ndeki bilgilerden yola
çıktığımızda, Abdalan-ı Rum 2 dediğimiz dervişler zümresinin önde gelen
Babalarından olan Geyikli Baba’nın, kendini Orhan Gazi’ye tanıtırken “Baba İlyas
müridiyim. Seyyid Ebülvefa tarikatindenim.” demesi önemli bir göstergedir. Öte
1
Aşıkpaşazade (XV. Yüzyıl) ve Elvan Çelebi’nin (XVI. Yüzyıl) Baba İlyas’ın torunlarından oldukları
bilinmektedir (Melikoff, 2000, 38).
2
Abdalan-ı Rum/Rum Abdalları: Babai hareketine mensup zümrelerini niteleyen bir kavramdır
(Vefailik, Haydarilik), (Ocak, 1999, 81).
4
yandan henüz ortada “Bektaşilik” diye bir tarikat olmamasına karşın, Hacı Bektaş
geleneğinin taşıyıcısı ve yayıcısı olma özelliğini gösteren Abdalların, ehl-i sünnet
dışı unsurları bünyelerinde barındırıyor olması; bu geleneğin, Baba İlyas’taki ve
Babai hareketindeki heterodoks niteliklerle paralellik arz ettiğini gösterir 1 . Ayrıca
Bektaşi geleneğinin önemli isimlerinden Kumral Abdal ve Abdal Murad gibi isimler
de kendilerini Vefai diye adlandırmaktadır (Öz, G. 1996, 67). Bilindiği üzere Baba
İlyas, Seyyid Ebü’l-Vefa’nın kurduğu Vefaiye tarikatının Anadolu’daki şeyhidir
(Ocak, 1992, 373). Tüm bu veriler bizi, Hacı Bektaş-ı Veli ile Baba İlyas arasında
şeyhlik-müridlik ilişkisi olduğunun tespitine yönlendiriyor.
Irene Melikoff (2000, 38), Hacı Bektaş ile müridi olduğu Baba İlyas’ın
Anadolu’ya birlikte geldiğini söylemektedir. Ancak Aşıkpaşazade (1992, 164), Hacı
Bektaş’ın Anadolu’ya gelişini şu şekilde ifade etmektedir:
Bu bilgilerden yol çıkarak Hacı Bektaş’ın Baba İlyas’tan bir süre sonra
Anadolu’ya geldiğini; Anadolu’ya geldiği sırada ilk iş olarak Baba İlyas’ı ziyaret
etmek istemesinden de Baba İlyas’ı Horasan’dan tanıdığını, ya da namını duymuş
olmasından ötürü, Amasya’ya gidip müridlik yaptığı sonucunu çıkarabiliriz. Hacı
Bektaş’ın kardeşi Menteş’in isyana bizzat katılarak isyan sırasında ölmüş olması,
Hacı Bektaş’ı da isyan ile ilişkilendirmektedir. Ne var ki, Menteş’in isyana katıldığı
bilinmekle birlikte, Hacı Bektaş için aynı şey söylenememektedir. Horasan’dan
Anadolu’ya, dahası Amasya’ya kadar birlikte hareket eden iki kardeşin isyan
1
Konuyla ilgili önemli araştırmaları bulunan Fuad Köprülü (1991, 207), bu konulardaki yaklaşımları
biraz daha ileri götürerek, Babai hareketinin Batınilikten çıktığını ifade etmektedir.
5
1
Kalenderi-Haydari erkanında saç, sakal ve kaşların kazınması geleneğidir.
6
anlamlıdır. Bu da XV. yüzyılın sonlarında dahi bu adı taşıyan mevcut bir zümrenin
henüz ortaya çıkmadığını göstermektedir (Ocak, 1999a, 207). Ocak (1999a)’a göre
‘Bektaşi’ teriminin ilk defa ve bağımsız bir zümrenin adı sıfatıyla kullanılması, XVI.
yüzyılda gerçekleşmiştir 1 . Bektaşilik, başta Kadıncık Ana, Abdal Musa ve Balım
Sultan olmak üzere Hacı Bektaş geleneğine bağlı dervişlerin, dağınık olan Rum
Abdalları-Kalenderi-Haydari-Vefai gibi zümreleri Hacı Bektaş’ın adı etrafında
birleştirmesi ve Hacı Bektaş kültü oluşturup, bunu bir dinsel ritüel haline
getirmesiyle oluşturulmuştur 2 . Hacı Bektaş zamanında, tam anlamıyla varolan bir
Bektaşi dinsel ritüelinin, erkanının ve tarikat örgütlenmesinin mevcut olduğunu
söylemek mümkün değildir. Varolduğunu düşündüğümüz olgu ise, heterodoks olmak
gibi ortak paydaları bulunan zümrelerinin sahip olduğu ritüeldir.
Hacı Bektaş dönemi Bektaşiliğine ilişkin ortaya atılan bazı görüşlere göre, bu
dönem Bektaşiliği ‘Orijinal Bektaşilik’tir. Çünkü Hacı Bektaş’ın halifesinin
bulunmaması nedeniyle, onun fikirlerini yayabilecek bir unsurun olmaması, Hacı
Bektaş dönemi Bektaşiliğin İslam dışı geleneklerin içerisinde erimesine neden
olmaktadır (Şahin, 1995, 339). Bu da Hacı Bektaş dönemi Bektaşiliğinin asli
1
Bilindiği gibi bu tarih, Balım Sultan’ın Sulucakarahöyük’teki Tekkenin –resmi olarak– başına
getirilmesine denk düşmektedir.
2
Fuad Köprülü (1991, 209), Bektaşiliğin oluşumuna başlangıç olarak Babai hareketini göstermenin
doğru olacağını düşünmektedir.
8
1
Bektaşi inançlarındaki İslam öncesi unsurlar konusunda ayrıntılı bilgi için Ahmet Yaşar Ocak
(2000a)’ın çalışmasına başvurulabilir.
2
Ahmet Yaşar Ocak (1999, 82), bu dönemdeki dervişler için ‘proto-Bektaşiler’ terimini kullanmıştır.
9
1. BÖLÜM
VE OSMANLI DEVLETİ
Osmanlı Devlet yönetimi ile Bektaşilik arasındaki ilk ilişki belirtileri, Hacı
Bektaş-ı Veli ile ilk Osmanlı Beyleri arasında bir görüşmenin olup olmadığı
konusundaki fikir ayrılığı ile başlar. Bu bağlamda, Bektaşi geleneğinde ve bazı
güncel yayınlarda (Fığlalı, 1990, 193), Hacı Bektaş’ın ölüm tarihi olarak –kronolojik
olarak mümkün olmamasına rağmen– 1337 yılının gösterilmesinin bilinçli bir
yaklaşım olduğu düşüncesindeyiz. Bu yaklaşımın kabulü, Vilayetname’de ayrıntılı
olarak bahsi geçen Hacı Bektaş-Osman Bey görüşmesini doğrulama anlamına
gelmektedir. Vilayetname’ye göre Hacı Bektaş, Osman Bey’e ‘tac giydirmiş’,
‘kemer bağlamış’, ‘nasip vermiş’ ve onu ‘din düşmanlarına havale etmiş’tir
(Gölpınarlı, 74).
İlk Osmanlı Beyleri ile Hacı Bektaş-ı Veli arasındaki olduğu iddia edilen
ilişkiler XV. yüzyılda, yani Bektaşiliğin devlet içinde önemli bir yer kazanmasından
sonra ortaya çıktığı anlaşılmaktadır. Baki Öz (1997a), Vilayetname’den hareketle,
Osman Bey ve Ertuğrul Gazi’nın Hacı Bektaş ile görüştüğünü doğrulamakta ancak
bu görüşmenin padişah atama anlamından çok ‘bağlılık bildirme’ ve ‘yola kabul’
anlamına geldiğini söylemektedir. Aşıkpaşazade (1992)’nin ise bu görüşme
hakkındaki tavrı nettir: “Her kimse ki Hacı Bektaş, Osmanlı Hanedanından birisi ile
konuştu derse yalandır. Şöyle bilesiniz.”
11
Şüphesiz ki Bektaşi geleneğinin, Hacı Bektaş ile ilk Osmanlı Beylerini ısrarcı
bir şekilde ilişkilendirme uğraşı, Bektaşi Tarikatı’nın prestijini arttırma gayreti
anlamına gelmektedir. Bu gayret, bir taraftan ‘tac giydirme’ ve ‘nasip verme’
şeklinde prestij anlamı taşırken; diğer taraftan da Hacı Bektaş’ın Yeniçeri Ocağı’na
börk giydirebilmesi için uygun kronolojiyi sağlamaya yöneliktir ki, Bektaşi Tarikatı-
Yeniçeri Ocağı ilişkisini ilerleyen bölümlerde daha ayrıntılı olarak ele alacağız.
1978; Öz G., 1997; Bozkurt, 1990; Refik, 1994; Öz B. 1997a). Hacı Bektaş ile
Kadıncık Ana’nın evlenmesinden doğduğuna inanılan Seyyid Ali Sultan (Timurtaş)
da, Osmanlı kuvvetlerinin Rumeli’ne geçişinde ve Balkanlar’da yeni fetihler
yapılmasında büyük yararlılıklar göstermiştir (Ulusoy, 1986, 67; Ocak, 1999a, 89).
Ocak (1999a)’a göre ilk Osmanlı yöneticileri ile Türkmen kitlelerinin aynı
toplumsal tabana mensup olmaları nedeniyle İslam’ı algılama ve yorumlama tarzları
da aynı idi. Yani, sultanların dervişlere olan yaklaşımları, bir taraftan onlar
aracılığıyla yönettikleri Türkmen boyları üzerindeki egemenliklerini meşrulaştırmış
olurken, diğer taraftan da şahsen yakınlık duydukları ve saygı besledikleri bu
şahsiyetlere minnettarlıklarını göstermiş oluyorlardı (Ocak, 1999a, 81). Bu sosyal
düzlemde ilişkilerin girift bir halde varolmasında, yönetenlerle yönetilenler arasında
İslam’ı yorumlama bakımından önemli bir farklılığın olmamasının etkisi büyüktür.
Bu bağlamda Osmanlı Beyleri’nin asıl başarısı, dengeli bir siyaset gütmelerinde
yatar. Heterodoks dervişler karşısında son derece uysal, uzlaşmacı ve halk karşısında
da onlardan biri olan Osmanlı Beyleri, bu tutumlarıyla Babailer Ayaklanması ile
yaratılan yeni sürecin kapanış perdesini çekmiştir (Çamuroğlu, 1999a, 185).
13
Üzerinde durulması gereken bir husus vardır ki, ilk Osmanlı Beylerinin şeyh
ve dervişlere verdiği imtiyazlar sınırsız ve koşulsuz değildir. Osmanlı Beyleri
gerektiğinde onların faaliyetlerini takip ve kontrol etmekten de geri durmamışlardır
(Bozkurt, 1990, 31). Bu konuda, Orhan Bey’in Bursa ve civarındaki dervişlerin
denetimi sırasında, uygun davranışlar göstermeyen dervişlere ihtarda bulunması veya
14
Balım Sultan ile birlikte Bektaşilik adını alacak olan Rum Abdalları ve onlara
bağlı heterodoks yapılı Türkmen kitlelerinin yerleştikleri veya yerleştirildikleri
bölgeler dikkate değerdir. Bu zümreler, ehl-i sünnet inancının hakim bulunduğu şehir
ve kasabalardan uzağa konuşlanmışlardır. Bizzat Hacı Bektaş’ın Konya, Kayseri
veya Kırşehir kent merkezleri içinde değil de, Sulucakarahöyük’teki Türkmen
aşiretleri içinde zaviye açmasının da mantığı aynıdır (Ocak, 1992, 375). Söz konusu
mantık, bu dervişler topluluğunun sahip oldukları propaganda güçleri ile her türlü
yerel inançla kolayca bağdaşabilen bir inanç yapısına sahip olmalarıdır (Köprülü,
1944, 462).
İlk Bektaşiler, kimi zaman askeri fetihler başlamadan önce, cezbedici mistik
görüşlerine kapılan Hıristiyanların İslamlaşmasında etkili olduğu gibi (Balivet, 25);
çoğu zaman da fetihlerin ardından bu etkiyi sağlamıştır (Çamuroğlu, 1999a, 186).
Bektaşilik, Tuna kıyılarından Arnavutluk’a kadar çok geniş alanlarda kurulan
tekkelerle Balkanların İslamlaşmasında önemli roller üstlenmiştir (Köprülü, 1944,
461).
1
Sarı Saltuk-Aya Spyridon eşitlenmesine ilk defa Kruya çevresindeki Sarı Saltuk menkıbesinde
rastlıyoruz (Hasluck, 1995, 95).
16
İlk Osmanlı sultanları ile Ahiler ve Abdallar arasındaki sıkı ilişkiler eski
kaynaklarca da doğrulanmaktadır. Elvan Çelebi Menakıbu-‘l-Kudsiyye’sinde, Hacı
Bektaş ile ilerde Osman Gazi’nin kayınpederi olacak Şeyh Edebali arasındaki
dostluk bağları hakkında bilgi vermektedir (Melikoff, 2000, 38). Bilindiği üzere Şeyh
17
Edebali, bir Ahi şeyhi olmasının yanı sıra, Baba İlyas’ın da halifesidir. Bektaşilerin
dinsel ibadetleri esnasında okudukları tercemanların, Ahilerin okuduğu tercemanlarla
ciddi benzerlikler göstermesi, her iki zümrenin ortaklığı konusunda fikir verebilir.
Ancak, bu bilgilerden yola çıkarak Bektaşiliğin Ahiliğin devamı olduğu sonucuna
varmak mümkün değildir. Konuyu, Bektaşiliğin bağdaştırmacı yapısı bağlamında ele
almak daha yerinde olacaktır. Ahilik ve Bektaşilik arasındaki ilişkiler örgüsü ayrı bir
tartışmanın konusunu oluşturacak ciddiyette öneme sahiptir. Şu aşamada Ahilik ile
Bektaşilik arasında yoğun bir ilişki olduğunu söylemekle yetineceğiz.
Osmanlı Beyliği daha kuruluş aşamasında dahi bir taraftan heterodoks yapılı
Türkmen Babaları ve kitleleriyle dirsek teması içerisine girerken, diğer taraftan da
ehl-i sünnet geleneğine bağlı bir dinsel örgütlenme yolunu benimsemiştir. Orhan Bey
zamanında kurulan ilk medresenin başına, Vahdet-i Vücuda bağlı bir tasavvuf
yaklaşımıyla bilinen Davud-ı Kayseri geçmiştir (Kara, 1990, 162).
Manisalı Lala Paşa dışında vezir-i azam olan otuz dört kişinin tümü devşirmedir
(Bozkurt, 1990, 33).
üzere iki evre olarak ele alınabilir (Köprülü, 1944, 462; Ocak, 1992, 373). Birge
(1991), bu iki evreye ek olarak, 1826 yılını üçüncü evrenin başlangıcı olarak tespit
etmektedir. Bektaşiliğin geçirdiği tüm aşamalar, birçok açıdan diğer dönemlerden
ciddi farklılık gösteren yapısal özelliklere sahiptir.
1
Bektaşi ananeleri Balım Sultan’ın Hıristiyan bir anadan doğduğunu kabul etmektedir (Birge, 1991,
65).
2
Konuyla ilgili Kazak Abdal’ın bir deyişi bulunmaktadır: “Mekan tutmuş hanbağında bucağın /
Bulutlara ağıp tutan sancağın / Uyandırdı pirimiz ocağın / Mürsel oğlu Balım Sultandır” (Şahin, 1995,
88).
20
Konuyla ilgili kaynakların neredeyse tümü, Balım Sultan ile II. Bayezid’i sıkı
ilişki içerisinde göstermektedir. Ocak (1992), bu ilişkinin Dimetoka’da doğmasından
yola çıkarak, Seyyid Ali Sultan Dergahı’na ilgi duyan II. Bayezid’in burada Balım
Sultan’la tanışmasının sonucunda geliştiği rivayetini doğru görmektedir. Başta
Solakzade olmak üzere Osmanlı tarihçileri, II. Bayezid’in 1492’li yıllarda, birkaç ay
süren Arnavutluk seferi sırasında Dimetoka’ya uğradığını belirtmektedir (Şahin,
1995, 84). Bu seferden kısa bir süre sonra Balım Sultan’ın Pirevi’nin başına
getirilmiş olmasından yola çıkarsak, II. Bayezid’in bu sefer sırasında Balım Sultan’la
tanışmış olmasını muhtemel görebiliriz. Bu iki şahsın nerede ve nasıl tanıştığının
ötesinde, II. Bayezid’in Balım Sultan’a Bektaşi Tarikatı’nı örgütlemesi görevini
verecek düzeyde bir ilişki örgüsünün mevcut olması önemlidir.
Bektaşi geleneğine göre Sultan Selim tarafından tahttan indirilen II. Bayezid,
ibadet ile meşgul olmak üzere mensubu bulunduğu Dimetoka’daki Kızıl Deli Sultan
Dergahına giderken ölmüş/öldürülmüştür (Dedebaba, 1995, 441; Şahin, 1995, 94).
Doğruluğunu kabul ettiğimiz taktirde bu sav, II. Bayezid’in Balım Sultan ile
Dimetoka’da tanışmış olması ihtimaline ciddi katkı sağlamasının ötesinde, Bektaşi
geleneğinin II. Bayezid’i bir Bektaşi tekkesinin mensubu olarak algılamamızı
sağlamaktadır.
Hiç şüphesiz ki, Bektaşi geleneğinin çoğunlukla II. Bayezid’e sahip çıkıyor
olmasında, Balım Sultan’ın Sulucakarahöyük’teki dergahın başına getirilmesinin
21
etkinliği büyüktür. Bedri Noyan Dedebaba (1995), II. Bayezid’in Bektaşi Tarikatı
içindeki yeri konusunda son noktayı koyacak türden yaklaşım getirmektedir: “II.
Bayezid, 1509 yılında hükümdarlar gibi karşılanan Balım Sultan’dan Çinili Köşkün
büyük salonunda meydan açılarak nasip almıştır. Veli lakabıyla anılırdı...”
Bunların dışında ve en az bunlar kadar önemli olan bir diğer konu ise II.
Bayezid’in Hacı Bektaş Vilayetnamesi’nin yazılmasını sağlamasıdır.
Vilayetname’nin yazılış tarihi tam olarak saptanamamasına karşılık, eserin Uzun
Firdevsi tarafından yazıldığına kesin gözüyle bakılıyor. Eserin yazıldığı tarih
konusunda ise 1481 ile 1501 yılları arası gösterilebilir. Bu tarihler arasında
yazıldığının düşünülmesinde Vilayetname’nin hiçbir yerinde Balım Sultan gibi –
tarikatın ikinci piri sayılan– bir şahsın adının dahi geçmemiş olmasının yeri büyüktür
(Gölpınarlı, Vilayetname, XXVII). Diğer taraftan Vilayetname’nin II. Bayezid’in
yardımlarıyla yazdırıldığı rahatlıkla söylenebilir. 3
1
Türbe, II. Murad tarafından yaptırılmıştır. Türbenin alemi için II. Murad’ın altı yüz altın döktürdüğü
bilinmektedir (Melikoff, 1999, 198).
2
Hacı Bektaş türbesini onaranın II. Bayezid olduğunu Vilayetname’deki şu dizelerden anlayabiliriz:
“Türbesinin üstüni kurşunlayan / Şah Sultan Bayezid’dür sen inan” (Gölpınarlı, Vilayetname,
XXXIV)
3
Vilayetname’deki (Gölpınarlı, XXIX) “Ömr-ü bahtın eylesün Allah ziyad / Ta kıyamet devlet ile
baki bad” dizelerinden eserin, II. Bayezid’in yaşadığı dönemde yazıldığını rahatlıkla çıkarabiliriz.
22
Hurufilik cereyanı ile temasa geçen Kalenderi zümreleri, zaten resmi ideolojiye, yani
Osmanlı Sünniliğine muhalif olduklarından, hiç şüphe yok ki, Safeviler’e sempati
besliyorlar, böylece Şii-Safevi propagandası için çok uygun bir muhatap
oluşturuyorlardı (Ocak, 1999a, 122). Keza Ocak (1999a), XVI. yüzyıldan itibaren
Osmanlı belgelerinde ‘Ehl-i Rafz’, ‘Ehl-i İlhad’, ‘Taife-i Kalenderan-ı Rafıziyan’
gibi ifadelerin bulunmasını anlamlı görmektedir.
önemli bir katılık darbesi vurması anlamına geldiğini düşünmektedir ki, bu yaklaşım
tarafımızca da paylaşılmaktadır.
1
Kemer üzerine takılan, üzerinde Oniki İmamı sembolize eden on iki köşeli taş bulunan bir çeşit
büyük kement (Görkem, 2000, 228).
2
‘Hak-Muhammed-Ali’ şeklinde ifadesini bulan bir ritüeldir.
27
zamanında oldukça yoğun olarak Bektaşi ritüeli haline gelmiş olması, bu etkilerin
politize niteliğe sahip olup olmadığını tartışılır bir hale getirmektedir.
Bilindiği gibi, II. Bayezid tahtta iken, oğlu Şehzade Selim Trabzon’da vali
olarak görev yapmaktaydı. Safevi Devleti’nin siyasal birliğini oluşturması üzerine
yaşanan sınır anlaşmazlıklarını, Şehzade Selim’in İstanbul’a elçiler göndererek
babasına Şah İsmail’i şikayet ettiği de bilinen diğer bir tarihsel gelişmedir. Sultan
Selim’in Erzincan ve Bayburt’a kadar olan yerlere baskınlar yapmış olması, sınır
anlaşmazlıkları konusunun iki devlet arasında ciddi bir gerginlik yaratmasına neden
olmadığı anlaşılıyor. Kocadağ (1996), bu durumu, mistik yapısının ön plana çıkmış
olmasıyla ün yapmış olan II. Bayezid’in kişiliğine bağlamaktadır.
XVI. yüzyıla kadar, daha sonraları Alevilik olarak tanınan dini bir grubun
varlığından söz edilemez. XVI. yüzyıla kadar Anadolu’da birbirleriyle az çok yakın
ilişkiler içinde olan farklı heterodoks gruplar, Safevi Hanedanı’nın ortaya çıkışıyla
birlikte, birbirlerinden farklı iki temel eğilim göstermeye başlamıştır (Çamuroğlu,
1999b, 102). Bu heterodoks grupların hepsinde mevcut olan farklı tasavvufi
inançların yanı sıra, Safevi etkisiyle, daha hukuki, fıkıh yönetimli anlayış görünürlük
kazandı (Çamuroğlu, 1999b, 102).
XVI. yüzyılın ilk yarısıyla Şiiliği İran’ın resmi mezhebi ilan eden Şah
İsmail’in “Hatai” mahlasıyla ve son derece akıcı, saf Türkçe ile söylemiş olduğu
şiirleri, Kızılbaş-Bektaşi zümrelerini yoğun olarak etkilemiştir. Şah İsmail’in bu
etkisi yalnız şiir boyutuyla kalmamış, Anadolu’ya gönderdiği halifelerinin
Türkmenleri etkileme konusunda en güçlü ve etkili silahı olmuştur (Fığlalı, 1990,
30
207). Zamanla Anadolu’dan birçok Türkmen aşireti, Şah’a katılmak için göçmüş;
Anadolu’da özellikle Antalya ve Adana yörelerinin Kızılbaş toplulukları, bu göçte
ısrar etmiştir (Görkem, 2000, 224). Kısacası I. Selim dönemi Anadolu’su, Kızılbaşlık
fikirlerinin Şah İsmail tarafından devinimi yüksek ve kitlesel olarak yayıldığı
döneme rastlamaktadır. Üstelik artık bu yayılmanın kaynağı da açık ve net bir şekilde
belli olmuştur: Safevi Devleti (Şahin, 1995, 99).
Bu konuyla ilgili karşıt tez ise, Bektaşiliğin 1826’ya kadar devletle arasının
soğuduğu tek dönemin I. Selim’in hükümdarlık yılları olduğu yönündedir. Herhangi
bir belge bulunmamakla birlikte Bektaşi geleneği, Sultan Selim devrinde devlet
32
“Eğer bu durum 1 vaki ise o takdirde bunu, adı geçen padişah (I. Selim,
İ.A.) zamanında Orta Anadolu’da meydana gelen isyanlarla ilgili
görmek gerekir. Bununla birlikte ne olursa olsun, bu gibi durumlarda
devlet suçluları cezalandırmaktan öteye geçmemiş, bütün tarikatı
muhatap almamıştır.”
1
Ocak’ın kastettiği durum, I. Selim dönemi devlet siyasetinin Bektaşilere karşı katılaşmasıdır.
33
Dikkate değer bir konu, I. Selim dönemi itibariyle Bektaşilik ile Kızılbaşlık
arasında ufak farklılıkların olmasına rağmen, bu iki zümrenin bir şekilde iç içe
bulunmasıdır. Anadolu’da meydana gelen isyanlara Kızılbaşların yoğun katılımı ve
Osmanlı yönetiminin bu zümrelere karşı uyguladığı baskıcı takip siyasetine karşı,
Bektaşi Tarikatı çok karışmasa da, Bektaşi zümreleri aynı teolojik paydaya sahip
olduğu Kızılbaş grupların I. Selim düşmanlığını paylaşmıştır diyebiliriz. Bu
nedenden ötürüdür ki, Bektaşi ananesi I. Selim’e hoş gözle bakmamıştır. Mısır’ın
Anadolu’daki gelenekten farklı bir tutum geliştirmesini de bu nedene bağlamanın
doğru olacağı düşüncesindeyiz.
Mürsel Bali’nin ölümünden sonra iki kardeş, Bali Çelebi (Balım Sultan) ve
Kalender Çelebi Hacı Bektaş Postnişinliğine oturur. Kalender Çelebi’nin
öldürülmesinden sonra, onun taraftarlarının da geçinemedikleri Resul Bali’nin torunu
Hüdadad’ı öldürdükleri ileri sürülmüştür (Dedebaba, 1995, 51). Bektaşi geleneğine
göre, 1551 yılına kadarki 34-36 yıllık süreçte Pirevi postnişinsiz kalmıştır
(Dedebaba, 1995, 51). I. Süleyman’ın, mücerred derviş Sersem Ali Baba’yı
34
1
Bu iç içelik sadece Kalenderilik-Bektaşilik arasında olmamıştır, diğer heterodoks zümreleri de içine
alacak şekilde varlığını sürdürmüştür. XVI. yüzyılda Hurufilik Kalenderilik’le o kadar iç içe girmiştir
ki, örneğin Virani gibi bu devirde yaşamış pek çok Kalenderi şairinde Hurufi tesirler çok kuvvetle
belirir (Ocak, 1999a, 136).
37
1
Baki Öz’ün ilgili eserdeki 9, 10, 13 nolu belgeler. Ayrıca konu ile ilgili ayrıntılı belgeler için Ahmet
Refik Altınay’ın eseri referans kullanılabilir.
38
oğlu Bektaş’ın getirilmesini, Bektaş adına Yeniçeri Ağası Muhammet Paşa arz
ediyor ve 1759 günü atama gerçekleşiyor. III. Mustafa’nın, Yeniçeri Ağasına verdiği
talimat şu şekildedir (Öz B., 1997b, 85): “Mürsel kolundan Seyyid Bektaş Efendiye
git ve görevine başlamasına yardımcı ol. Hiç kimse buna engel olmasın.”
Bu beratla ilgili olarak birkaç noktaya dikkat çekmek yerinde olur. Öncelikle
tarikat içerisinde post kavgasının yaşandığı açıktır. Bu kavga Hudadadlı-Mürselli
çekişmesinin devam ettiği konusunda göstergedir. Diğer bir nokta, tarikat içi
anlaşmazlıklarda Osmanlı merkezi yönetiminin, sorunu çözmek üzere üst kurum
olarak görüldüğüdür. Dilekçenin en üst karar organı olan Divanda görüşülerek karara
bağlanması ve bu kararın uygulanması konusunda Yeniçeribaşı Ömer’in
görevlendirilmesi göz önüne alınırsa, Osmanlı devlet yönetimi bu konuda oldukça
duyarlı davranmıştır, diyebiliriz. Şeyh Hüseyin’in Konya’daki kadıdan aldığı beratla
göreve başlaması ise, tarikat içindeki çekişmeleri yürüten insanların gerekirse kadıyı
bile hakem pozisyonunda muhatap kabul ettiğinin göstergesidir. Ayrıca, postnişinlik
görevinin Mürselli soyunda kalmaya devam ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Hacı Bektaş şeyhlerinin etkisinden bir dereceye kadar kaçmak için imkanlar
mevcuttur. Bir şeyh adayı, kendisi tarafından arzu edilen mevki için kadı tarafından
da önerilebilmekteydi. Böyle bir durumda başka dini vakıflardaki mevkiler için tüm
diğer adayların yaptığı gibi kadıya başvurmaktaydı (Faroqhi, 2000, 114). Faroqhi
(2000), Bektaşi Tarikatı şeyhlerinin kendi tarikatlarına bağlı zaviyeler üzerindeki
kontrol haklarını 1620 yılları civarında elde etmiş olduklarını düşünmektedir. Orta
Anadolu’da bulunan Bektaşi zaviyelerinin kontrolünün, diğer bölgelerde bulunan,
yani ulaşılması daha zor olan zaviyelere oranla daha etkili biçimde yapılabildiğini
muhtemel görebiliriz.
yayınladığı belgeye göre olayın can alıcı noktası, III. Murad döneminde (1577
yılında) Malatya’da Şah İsmail adıyla ortaya çıkan kişiye sadaka gönderenlerin
öldürülmesine ilişkin Malatya Beyine emir gönderilmiş olmasıdır. Emirde, Malatya
ve dolaylarında Şah İsmail adıyla ortaya çıkan kişiye bölge topluluklarının destek ve
sadaka verdiğinin tespiti yapıldıktan sonra, kadı tarafından yapılan yargılama
neticesinde suçu sabit görülenlerin dinsel yasalara göre asılması isteniyor (Birdoğan,
1995b, 287-8). Faroqhi (2000), Malatya’dan gelen zümrelerin Sulucakarahöyük’teki
merkez tekkede ağırlanması olayına tekke şeyhlerinin ‘göz yumma’sı olarak
yorumladığını düşünürsek, Malatya Beyine ölüm emri gönderen sultanın,
Sulucakarahöyük’teki merkez tekke şeyhlerine veya bölge kadısına bir emir
göndermemiş olmasını ikinci bir ‘göz yumma’ olarak yorumlayabiliriz.
1
Vergi muafiyetleriyle ilgili ayrıntılı bilgi ve belgeler için Birdoğan’ın Anadolu ve Balkanlar’da
Alevi Yerleşmesi eserine başvurulabilir.
43
Hacı Bektaş Dergahının gelirlerine ilişkin kimi rakamlar varsa da, giderlerine
ait rakamsal bilgilerden yoksunuz. II. Bayezid dönemi vakıfların toplam gelirine
ilişkin rakamlara Kırşehir tahrirlerinde rastlanır. Önemli ölçüde para Kırşehir
sancağındaki vakıflarından sağlanmakla birlikte; Kırşehir, Aksaray ve Kayseri
sancaklarındaki 70 dolayındaki köy ve mezralardan 100 bin akçeye kadar gelir
sağlanılmaktadır (Öz B., 1997a, 251). Bu örnekle, II. Bayezid dönemindeki Safevi
tehlikesinin, Bektaşiliği ekonomik olarak güçlendirmeyi sağladığı anlaşılıyor (Ocak,
1992, 372). Manevi nüfuzlarına bir de maddi nüfuz ekleyen zaviyeler, buna rağmen
şeyhlerin etkilerinin hiçbir zaman mahalli idareciyi aştığı, örneğin bir sancak beyi ile
rekabete neden olacak hale geldiği görülmemiştir. Bu da devletin, şeyhlerin gücüne
bir yere kadar imkan tanıdığını gösteren önemli bir tespittir (Ocak, 1992, 377). Keza,
Osmanlı Devleti tarihi, merkezi yönetimin buna benzer sıkı denetim örnekleriyle
doludur.
1
Vergi muafiyeti tekkeyi kapsadığı gibi, timi zaman da tekkenin çevresindeki yerleri de
kapsayabiliyordu. 1584 Kırşehir tahrirlerinden anlaşılan, Hacıbektaş Köyü ‘avarız-ı divaniye’ ile
‘tekalif-i örfiye’ vergilerinden muaf tutulmuştur. Hacı Bektaş köyünde oturan 81 kişi de ayrıca
dergaha hizmet ettiklerinden ‘resm-i çift’ ve ‘resm-i bennak’ vergilerinden muaf olmuşlardır (Öz B.,
1997a, 252).
44
XVIII. yüzyıla ilişkin toplam gelirlere ait bilgi olmamasına karşın, her yıl
padişahlarca 5 bin akçe ‘hırka bahası’ olarak gönderilmektedir. Ayrıca yirmi beş
yıllık bir yazışmadan ve Çapanoğulları’nın da desteğiyle 1 tekkenin onarım giderleri
hazinece karşılanmıştır (Öz B., 1997a, 251). Öyle anlaşılmaktadır ki, II. Bayezid
dönemi vakıf gelirleri zaman içerisinde azalmıştır. Özellikle XVIII. yüzyılda, tekke
onarımı için 25 yıl yazışmanın yapılmış olması tarikatın fazlaca zengin bir bütçeye
sahip olmadığı fikrini bize vermektedir ki, bu yaklaşım Ocak’ın, imtiyazların yavaş
yavaş kısıtlanmaya başlandığı, görüşüyle örtüşmektedir.
1
Bu bilgi, Bektaşi zaviyelerinin gelirlerinin sadece vakıf zenginliklerinden ibaret olmadığını
göstermektedir. Zaman zaman mahalli zenginler, idari otoriteler, devlet adamları tarafından çeşitli
vesilelerle ayni ve nakdi bağışlar da yapılmaktadır. XVI. yüzyılda Dulkadiroğulları’ndan
Şehsuvaroğlu Ali Bey ile Malkoçoğlu Bali Bey’in Hacı Bektaş Zaviyesi’ne yaptıkları bağışlar buna
örnek verilebilir. (Ocak, 1992, 377).
45
2. BÖLÜM
1826 SÜRECİ
1
Kimi kaynaklarda ocağın kuruluş tarihi olarak 1363 tarihi verilmektedir.
46
kalmıştır. Yeniçeri Ağaları, ocağın kuruluşundan 1451 yılına kadar ocaktan tayin
edilirken, Yeniçerilerin II. Mehmed’ten sefer bahşişi istemek suretiyle yaptıkları
isyan üzerine Yeniçeri Ağalarının Sekbanbaşlarından tayini geleneği başlamıştır
(Uzunçarşılı, 1988, 179). Bu uygulama da zamanla değişerek, tamamen ocak
dışından kişilerin ağa tayin olabilmesini sağlayan düzenlemeler getirilmiştir
(Halacoğlu, 1991, 42). Değişen bir başka uygulama ise Yeniçerilerin evliliği
konusunda olmuştur. XVI. yüzyılın ortalarına kadar evlenmemeleri yasaklanan
Yeniçeriler, İstanbul ve Edirne’de oda denilen kışlalarda bekar hayatı yaşamışlardır.
I. Selim döneminden itibaren ise emektarlara bahşedilen evlenme hakkı, zamanla
genişletilmiştir (İlgürel, 1986, 388).
1
Defterdar Sarı Mehmet Paşa, XVIII. yüzyılda devletten ulufe alan asker sayısını 196.227 olarak
tespit etmektedir (Eryılmaz, 1992, 24).
47
artışların gerçek ihtiyaçlara dayandığı söylenemez. XVIII. yüzyıl itibariyle yüz bin
Yeniçeri olduğunu ve bunların yarısının İstanbul’da yaşadığını varsayarsak, bu
sayıya yeniçeri çevrelerini de eklediğimizde İstanbul için önemli bir nüfus ağırlığının
oluştuğu ortaya çıkacaktır (Çamuroğlu, 1994, 76).
Devletin zaferden zafere koştuğu bir dönemde, aslında uzun zamandır farkına
varmaya başladıkları kendi güçlerini özellikle I. Selim’in babası II. Bayezid’e karşı
yürüttükleri iktidar mücadelesinde iyice hissetmişlerdir. Onlar artık padişaha karşın
da bir güçtür (Çamuroğlu, 1994, 28). Bu güç II. Osman zamanında kendini tam
olarak ortaya koyar. II. Osman, Hotin seferinin başarısızlığının nedeni olarak
Yeniçeri ve Sipahileri görür ve Suriye’den ordu toplatılması kararını verir, ki bu
karar onun ölümüne neden olacaktır (İlgürel, 1986, 392). Böylece, varlığını kılıçla
kuran ve koruyan bir devletin temsilcisi olan, fütüvvetin seyfiye kolu sayılan ocağın
kayıt kütüğünde ilk sırayı alan ve ancak böyle bir merasimle hükümdarlık hakkını
kazanan bir padişah, yine aynı ocağın eylemiyle öldürülmüştür (Gündüz, 1983, 93).
1
Yeniçeriler, İstanbul’da esnaf dükkanlarına –yeniçeri olsa da olmasa da– onlara devlet karşısında bir
tür dokunulmazlık sağlayan nişanlar asmaktadırlar (Çamuroğlu, 1994, 94).
49
Osmanlı Devleti ile Yeniçeri Ocağı arasındaki ilişkiye ilişkin Niyazi Berkes
(1973, 106)’in yorumu son derece yerindedir:
İlk defa III. Mustafa, sonraları I. Abdülhamid Yeniçerilere bir düzen vermeyi
tasarlamışsa da başaramamışlardır. III. Selim, Nizam-ı Cedit ile daha kararlı bir
şekilde ocağı kaldırma planları yapmıştır. Modern askerliği kabul edenlerin Nizam-ı
Cedit saflarına alınması, istemeyenlerin oldukları halde bırakılması kabul edilince
devlet eyleme geçmiştir. Birçok olumsuzluk, yetersizlik, iradesizlik nedeniyle
Nizam-ı Cedit’e yazılanlar kısa süre içinde talimleri anlamsız bulmaya, ‘bu gavur
işidir, bize yaramaz’ demeye başlamıştır (Berkes, 1973, 107). Nizam-ı Cedit
düşüncesi eyleme geçmeye başladıkça, bunun eninde sonunda ocağın kaldırılmasına
varacağını düşünen Yeniçerilerin sayısı ve birbirini çekemeyen devlet adamlarının
Yeniçeri taraftarlığı da aynı oranda artmaktadır. Bu zümrelerin Yeniçeri taraftarlığı,
şeriat ve kanun taraftarlığından değil, siyasal çekişmelerde bunları kendilerine araç
olarak kullanma isteğinden ileri geliyordu (Berkes, 1973, 107). III. Selim, kendinden
50
1
İmparatorluk danışmanı.
52
güç’ olarak ortaya çıkmasında, askeri ve sivil zümrelerin Yeniçerileri bilinçli olarak
yönlendirmelerinin etkinliğinden de söz edebiliriz.
1
Öyle ki, Selim Paşa’nın atanması meselesi bile büyük sorun oluşturmuştur. Selim Paşa Sadrazam
olduğunu öğrendikten sonra, Yeniçerilere bir şey hissettirmemek adına durumu sadece kardeşi Halil
Bey’e haber vermiş ve Silistre’den İstanbul’a bir Tatar kıyafetine bürünerek gelmiştir (Çamuroğlu,
1994, 84).
54
Nihayet 12 Haziran 1826 yılında Eşkinci Ocağının ilk talimi başlar. Yeniçeri
ileri gelenleri, talimden sadece silah talimini anladıklarından, bu işe söz verdikleri
halde yanaşmazlar. Ayrıca, Yeniçeriler arasında yeni talim nedeniyle elde olan
Yeniçeri esamelerinin ellerinden alınacağı şeklinde propaganda yapılmaktadır.
Hükümet ise, elde olan esamelerin, hayatları boyunca ellerinde kalacağını
duyurmuştur (Sezer, 1998, 219).
Asıl etkili konuşmayı ise ulemadan Abdurrahman Efendi yaptı: “Bu din ve
devletin devam ve bekası murad-ı ilahi ise, o habisleri mahvederiz. Değil ise bu din
ve devlet yolunda mahvolup gideriz. Daha ne olmak ihtimali kaldı?” (Karal, 1994,
148). Bunun üzerine II. Mahmud, Sancak-ı Şerif’in Sultanahmed Meydanı’na
dikilmesini ve vatanını seven her İstanbullu’nun sancak altında toplanması emrini
verdi. Birkaç saatin içinde halk, öğrenci, asker, ulema ve devlet erkanı Sancak-ı
Şerif’in altında toplanarak ocağın üzerine yürüdü.
1
Huruc ales-Sultan: Meşru Sultana karşı açık isyan.
57
hamallar, İstanbul’un XIX. yüzyıl başlarındaki ekonomik yapısı içinde önemli bir
nüfusun geçinmesini sağlıyordu. Ocağın kapatılması sürecinde bunların binlercesi
Anadolu’ya sürülmüştür (Timur, 1989, 138). XIX. yüzyıl başlarında en az 5 bin
hamalın, yaklaşık 30 bin nüfusun geçimini sağladığını düşünürsek, 1826 sürecinin
ardından binlerce insan için ocakla birlikte ekmek kapısının da kapandığını
söyleyebiliriz (Baykara, 1990, 150). Baykara, Türklere hamallıktan el çektirilmesiyle
birlikte Ermenilerin bu iş kolunu doldurduğunu belirterek, “Türklerin hizmet ve
esnaflıktan uzaklaştırılmasında, 1826 önemli bir tarihtir” vurgusunu yapmaktadır.
1826 yılı Ağustos ayı sonunda İstanbul’un birçok semtinde yangınların çıktığı
görülmektedir. Ayrıca, bir grup Yeniçerinin 1830 yılında Kastamonu bölgesinde iki
ayrı başarısız isyan hareketinde bulunduğu anlaşılmaktadır (Çamuroğlu, 1994, 102).
Takvim-i Vekayi’nin 1833 Ağustos sayısında ‘Tırnova’da Cadılık Vakası’ diye iki
yeniçerinin mezarlarının açıldığı, bunların saç, sakal ve tırnaklarının uzamış
olmasından, geceleri dirilip vampirlik yaptıklarının anlaşıldığı haberi verilir.
Anlaşılan Osmanlı yönetimi, Yeniçerileri karalayıp, kamuoyunun destek ve
59
Ocağın lağvından sonra on beş gün içerisinde on binden fazla asker yazılarak,
Asakir-i Mansure-i Muhammediyye adıyla yeni talimli bir ordu oluşturuldu (Mutlu,
1994, 24). Ordunun seraskerliğine de Yeniçeri Ocağının kaldırılmasında büyük
hizmetleri geçen Ağa Hüseyin Paşa getirildi (İlgürel, 1986, 395). II. Mahmud, halkın
dini duygularını da hesaba katarak Hıristiyan subayların yerine Mehmet Ali Paşa’dan
60
Türk ya da Arap subaylar istedi. Mehmet Ali Paşa’nın bunu reddetmesi üzerine
Prusya’dan subaylar getirildi, ancak düşük rütbeli olan bu subaylardan da yeterli
verim alınamadı (Karal, 1994, 151).
Bektaşiliğin ordu üzerindeki moral kaynağı olma ile ilgili bütün faaliyetleri,
o günden itibaren Mevlevilik tarikatına geçmiş ve tarikatın ordudaki temsilcisi olan
şeyhe ‘mareşallik’ 1 unvanı verilmiştir (Kara, 1990, 210).
1
1826’ya kadar Bektaşilik temsilcisi miralay rütbesinde idi. II. Mahmud ise bu rütbeyi mareşalliğe
yükseltmiştir (Kara, 1990, 210).
61
Öztürk (1992), “Bektaşilik’in, çok geniş kitlelere hitap eden bir tarikat
olduğunu düşünürsek, onun, Hacı Bektaş’ın ölümünden hemen sonra bozulmaya
başladığını ..... kabulde hiç zorluk çekmeyiz” diyerek bozulmanın tarihini Hacı
Bektaş’ın ölümüne kadar götürmektedir. Yukarıdaki bölümlerde ortaya koyduğumuz
üzere, Hacı Bektaş’ın hayatta olduğu süreçte Bektaşilik diye bir tarikatın ya da
örgütlenmenin varolmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Dolayısıyla, Bektaşilik Hacı
Bektaş’ın ölümüyle bozuldu, yaklaşımı da havada kalan bir bakış açısının ürünüdür.
Devletin dini olan İslam, atalarının gelenek ve göreneklerinin ağır bastığı bir
boy yaşamı topluluğunda, söylencelere ve anlatılarak dayanmış bulunan Batıni
görünüm altında daha kolaylıkla özümsenmiştir diyebiliriz. Ayrıca, temelde zengin
olan inançlar karışımına, Anadolu yerleşik nüfusunun ayrılmaz parçaları olan başka
öğeler de katılacaktır (Melikoff, 2000, 34).
1
Ahilik ile Bektaşilik arasındaki daha geniş bilgi için Melikoff (1999b)’un eserine başvurulabilir.
63
etkin şekilde kullanan zaviye olarak Sarı Saltuk Zaviyeleri gösterilebilir. Yunanistan,
Arnavutluk, Romanya ve Bulgaristan’da bulundukları yerlerdeki mahalli aziz
kültlerini kendilerine mal ederek İslamileştirmişler ve böylece yerli Hıristiyanların
Müslümanlaşmalarına katkıda bulunmuşlardır (Ocak, 1992, 375). Ayrıca, Bedreddin
hareketinin etkin olduğu bölgelerin, sonraları gözde Bektaşi muhitleri haline geldiği
anlaşılıyor. Her iki hareketin yoğun olarak etkinlik gösterdiği yerler arasında Trakya,
Bulgaristan, Eflak, Makedonya ve kuşkusuz Bedreddin’in müridlerinin varlığının da
saptandığı Bektaşiliğin kalesi Arnavutluk gösterilebilir (Balivet, 2000, 103). Her iki
hareketin paralelliğini daha anlamlı hale getiren nokta Bedreddin hareketi
içerisindeki Hıristiyan etkinliğidir. 1
Hurufilik, harflere gizli anlamlar yükleyerek sistemli bir temelle kurulan bir
tarikattır. Hurufilikteki beden bağlarından kurtularak kendilerinde tanrısallığı
bulmayı, tanrısallıkla bütünleşmeyi amaçlayan yaklaşımın en önemli temsilcisi
şüphesiz ki, Seyyid Nesimi’dir. Hurufiliğin Bektaşi doktrini üzerinde ne ölçüde iz
bıraktığını anlayabilmek için Bektaşi edebiyatını incelemek yeterlidir (Ocak, 1992,
1
Bektaşi senkretik yapısındaki Hıristiyan etkisine ilişkin ayrıntılı bilgi için Balivet (2000)’in eserine
başvurulabilir.
2
Fahreddin Acemi’nin Hurufilerden birkaçının Edirne’de yakılma işlemi sırasında ateşi üflerken
sakalını tutuşturduğu bilinmektedir (Gölpınarlı, 1953, 269).
64
375). Bu bağlamda Nesimi, Virani ve Yemini ile birlikte Bektaşi edebiyatındaki yedi
büyük şair arasında sayılan Hurufi şairlerinden birkaçıdır (Melikoff, 1999b, 170).
Hurufiler, kendilerine ait bazı yaklaşımları Hacı Bektaş’ın gizli fikirleri diye
tanıtmasıyla birlikte, yoğunlaşan zındıklık ve sapkınlık ithamlarından korunmak için
Bektaşilik içerisinde kendilerine daha fazla yer açmışlardır (Hasluck, 1995, 72).
Özellikle II. Bayezid’e karşı yapılan suikast girişiminden sonra ışık veya torlak diye
bilinen Kalenderilere karşı başlayan takibat neticesinde, Hurufilik de yoğun olarak
Bektaşiliğe sızmıştır (Köprülü, 1944, 462). I. Süleyman döneminde Hurufi düşüncesi
Osmanlı İmparatorluğu topraklarından tamamen atılmaya çalışılır, ancak Hurufiliğin
Bektaşilikle kaynaşmış olmasıyla bu tam olarak gerçekleştirilemez (Melikoff, 1999b,
170).
34). Çehrenin son şeklini almasında Balım Sultan’ın tarikatın başına getirilmesinin
de etkinliği büyüktür. Hurufi, Kızılbaş etki ve Balım Sultan’ın Bektaşi yapılanmasını
sağlamasının yakın zamanlara denk gelmesinin tesadüf olmadığına yukarı
bölümlerde değinmiştik. Balım Sultan böyle bir ortamda ‘Hak-Muhammed-Ali’
tarzında ifade edilen dinsel yaklaşımı ve on iki imam kültünü Bektaşiliğin esasları
arasında en baş yere yerleştirir (Ocak, 1992, 375). Bektaşilikteki Ayn-i Cem,
Kızılbaş tören kurallarının Bektaşiler üzerindeki yönlendirici ağırlığının bir diğer
kanıtıdır (Melikoff, 1999b, 186). Kızılbaş ve Bektaşi törenleri ayrıntılarda bazı
farklılıklar gösterse de, özünde ortaktır. Bedri Noyan Dedebaba (1995)’ya göre fark;
-erkanda ufak değişiklikler olmakla birlikte- inançlarda değil, yönetme tarzındadır.
Kızılbaşlıkta önemli yer tutan ‘musahip kardeşliği’ geleneği, Bektaşilikte yok iken,
‘mücerret derviş’ adeti ise Kızılbaşlıkta yoktur.
Marifet abına yunmayan aşık / Hakikat kamili sayılmaz asla” (Eröz, 191)
1
Bektaşi geleneğine göre Şeriat: Anadan doğmak, Tarikat: İkrar vermek, Marifet: Nefsini bilmek,
Hakikat: Tanrı’yı kendi öz varlığında bulmak anlamına gelir (Dedebaba, 1995, 251).
67
padişahın ‘ayağının tozuna yüz sürecek’ ölçüde bağlılığını; tarikat olarak namaz
kılıp, oruç tuttuklarını, tarikatlarının şeriat kurallarına uyduğunu bildirmiştir
(Birdoğan, 1996, 85).
verebiliriz 1 . Ayrıca Bektaşilikteki ‘Allah’ ile olan ilişki, görünüşte alaya almak yada
kafa tutmak şeklinde algılanırken, özünde korkudan ziyade sevgiye dayanan bir
inancın ifadesidir (Gölpınarlı, 1985, 163). Bu tür örnekleri sıralamak mümkündür. Şu
aşamada Bektaşi dinsel yaklaşımı ile ehl-i sünnet inancını aynı paydada
değerlendirmenin dahi tartışma götürdüğü gerçeğini ortaya koymakla yetineceğiz.
Örneklerde de görüldüğü gibi Bektaşi teolojik örgüsünde yer bulan her inanç
sistemi, bir taraftan Bektaşiliğin heterodoks yanını kuvvetlendirirken, diğer taraftan
da bu katkılar Bektaşilik ile ehl-i sünnet inancı arasında öteden beri var olan
farklılığın derinleşmesine yol açmıştır. Felsefi, dinsel ve yapısal olarak Osmanlı
merkezi yönetiminin dairesini zorlayan bu farklılık, zaman içinde uçurum noktasına
gelmiştir. Çünkü artık zamanla Bektaşi zümreleri ile Sünni inanç çevreleri arasındaki
en büyük ortak nokta İslam tasavvufundaki benzerlikler olacaktır. Bektaşi
zümrelerini İslam’a bağlayan en ciddi bağlantı Hz. Ali sevgisidir. Bu yüzden Hz.
Ali’yi sevenleri sevme, sevmeyenlerden nefret etme anlayışı Bektaşiliğin özünü
oluşturur. Bektaşi çevreleri, bünyelerine katılan her inanç unsurunun da yardımıyla
ibadet, tasavvuf, erkan, ritüel açısından yeni esaslar üretmişlerdir.
1
Bu ritüele tüm Bektaşi-Kızılbaş Ayn-i Cemlerinde rastlanmaz. Daha çok Balkanlar ve Arnavutluk
bölgesindeki Bektaşilerde görülebilen bir ritüeldir.
69
bilinmeyenlerle dolu bir problematik olduğu kanaatindeyiz. Şöyle ki, her iki ocak
arasında ilişkinin bir şekilde var olduğu bilinmekle birlikte, bu ilişkinin niteliğine
ilişkin veriler farklı görüşlere ulaşılabilecek özelliğe sahiptir.
başlangıcı daha öncesinde bir şekilde varolmakla birlikte, Balım Sultan ile ivme
kazanmıştır kanaatindeyiz.
Yeniçeri Ocağı’nın Bektaşilikle olan ilişkisi bir şekilde ocağın lağvına kadar
sürmüştür. Yeniçerilik üzerindeki Bektaşi etkisine yönelik en belirgin gösterge
olarak ocakta kullanılan tabirler gösterilir. Ocağa, ‘Ocağ-ı Bektaşiyan’; Yeniçerilere,
‘taife-i Bektaşiye’, ‘Gürüh-u Bektaşiye’, ‘Zümre-i Bektaşiyan’; Ocak ağalarına
‘rical-i dudman-ı Bektaşiye’; Ocaktaki Çorbacılara ‘Sanadid-i Bektaşiyan’, ‘Ağayan-
ı Bektaşiyan’ gibi tabirler en çok kullanılanlar arasındadır (Uzunçarşılı, 1988, 150,
235).
Ocağın 94. cemaat ortasında Hacı Bektaş babalarından birinin, Hacı Bektaş
Vekili olarak oturduğu bilinmektedir (Ahmet Cevdet, 1966, 235).
Sulucakarahöyük’teki merkez tekkedeki postnişinin ‘Hacı Bektaş Vekili’ unvanı ile
İstanbul’daki bütün Bektaşi tekkeleri babalarının en büyüğü olarak Aksaray’da
Etmeydanı’nda Yeni Odalar diye anılan büyük yeniçeri kışlasında oturması,
Yeniçeriler üzerindeki Bektaşi nüfuzunun en önemli temsil mekanizmasını
oluşturmuştur (Koçu, 11). Şunu belirtmekte de yarar vardır ki, Yeniçeriler arasında
Rüfai, Kadiri, Bayrami gibi başka tarikatlara girmiş olan insanlar da mevcuttur
(Ülkütaşır, 1969, 11).
Merkez Tekkedeki postnişin vefat ettiği zaman yerine geçen yeni baba
İstanbul’a gelir. Yeniçeri Ocağındaki Bektaşiler onu alır, alay ve Ağa Kapısına
götürürler, tacını Yeniçeri Ağası giydirip alay ile Bab-ı Ali’ye gider ve Sadrazam
71
tarafından kendisine ferace giydirir (Ahmet Cevdet, 1966, 235). Yeni Postnişinin
İstanbul’daki ihtiyaçlarının karşılanmasında Ocaklı Bektaşilerin yardımcı olması da
gelenektendir. I. Süleyman döneminde, postnişin Sersem Ali Dedebaba’nın
İstanbul’a daveti bu konuya örnek oluşturabilir (Ülkütaşır, 11).
Yeniçeri inancına göre, orta ve bölük kazanından başka, bir de Hacı Bektaş-ı
Veli’nin içinde çorba pişirdikten sonra hediye ettiğine inanılan kazan (Kazan-ı Şerif)
vardır. İnanışa göre bu kazan kaldırılıp yerine su dökülürse dünya alt üst olacaktır
(Uzunçarşılı, 1988, 259). Ocak ile tarikatın bağını gösteren bir diğer gelişme ise, II.
Viyana kuşatmasında esir alınan Kont Marsigli tarafından aktarılmaktadır. Kont,
Yeniçeri Ağasının Divan’da Hacı Bektaş’ın adı geçtiğinde sürekli ayağa kalktığını
söylemektedir (Birge, 1991, 85). Ayrıca Ağa Kapısı’nda Hacı Bektaş-ı Veli’nin ruhu
için dua okutulduğu da bilinmektedir (Uzunçarşılı, 1988, 398, 621).
iman yemini alındığı bilinmektedir (Birge, 1991, 85). 1822 tarihli Yeniçeri askerinin
terhis belgesinin çevirisinde “Oniki İmam, Oniki tarik, üçler-yediler-kırklar” gibi
Bektaşi ritüelinde yer bulan ifadelere rastlanılmaktadır (Birge, 1991, 86).
Yeniçeriler ile Bektaşi tekkeleri arasındaki ilişkiye ilişkin bir diğer örnek
Faroqhi (2000) tarafından verilmektedir. 1720’li yıllara ait bir belgeye göre, o dönem
tarikatın başında bulunan Şeyh Elvan, Hacıbektaş Zaviyesine bağlı tarikat
vakıflarının düzeni ile ilgili çıkan bir sorun üzerine İstanbul’a gider. Şeyh Elvan’ın
İstanbul’a yaptığı ziyaret sırasında Yeniçeri Ağasının aracılığından faydalanmış
olduğu tahmin edilmektedir. Üst rütbeli olmadığı bilinen Ali Ağa isimli bir Yeniçeri,
aldığı emirle Hacıbektaş Kasabası’na gelerek, şeyh ailesinin bir ferdinin vakıf
idareciliğini üstlenmesini, başka birisinin nazır tayin edilmesini sağlayarak İstanbul’a
dönmesi istenmektedir (Faroqhi, 2000, 116).
biri gönderilmiş olabilir (Faroqhi, 2000, 116). Bu örneğin dışındaki bazı durumlarda,
taşrada bulunan bazı zaviyelerin şeyhlerinin Hacıbektaş’taki şeyhin müdahalesini
gerçekten de gereksiz bulup onun yerine bölgedeki kadıya başvurmuş olduklar
olaylara rastlanmasın da mümkün olduğu tahmin edilebilir.
Aslında çelişki gibi görün her iki yaklaşımın birçok ortak noktası mevcuttur.
Her şeyden önce, Yeniçeriliğin kuruluşunda Bektaşi etkisinin ısrarla vurgulanması
ile Osmanlı Devleti’nin oluşumundaki Bektaşi etkisini ön plana çıkarma gayreti
arasında doğrudan bir ilişki vardır. Yukarıdaki örneklerde de görüldüğü gibi,
Bektaşiler ile Yeniçeriler arasındaki ilişki, özellikle I. Selim dönemi Safevi Savaşı ve
Kalender Çelebi isyanlarından da anlaşıldığı gibi şekilsellik yanı ağır basan, yüzeysel
bir ilişkidir. Çamuroğlu (1994), Yeniçerilerin Bektaşiliği sürecinin ciddi anlamdaki
başlangıcını, yani iç içe geçişini daha sonraki yüzyıllarda aramaktadır. Sürecin ciddi
anlamdaki başlangıcı her ne kadar XVI. yüzyılı bulsa da, gerçek anlamda
özdeşleşmenin XVIII. yüzyılda gerçekleştiği anlaşılmaktadır. Öz (1997a)’e göre
XVIII. yüzyılda her iki güç kader birliği içerisine girmiştir. Çamuroğlu (1994)’na
göre ise, Patrona Halil İsyanı bu anlamda bir dönüm noktasıdır. Uzunçarşılı (1988)
da, dönüm noktası olarak Alemdar Mustafa Paşa İsyanını göstermektedir.
1
II. Mahmud tarafından vakanüvisliğe getirilen Esad Efendi’nin, Üss-ü Zafer adlı yapıtından dolayı
10 bin kuruş ve 2630 altınla ödüllendirildiği unutulmamalıdır (Öz B., 1997a, 177). Bu bakımdan Esad
Efendi’nin Üss-i Zafer adlı eserinin II. Mahmud tarafından, Bektaşi Tarikatı ve Yeniçeri Ocağı’nın
lağvının üzerine kurmaya çalıştığı yeni ve merkezi düzenin oluşumu için propaganda yapması
amacıyla yazdırıldığı düşünülebilir (Ortaylı, 2000, 345).
77
Enver Ziya Karal (1994, 150)’ın “Bektaşiler, Yeniçeriler gibi her türlü
yeniliğe düşmandılar” şeklinde görüşü vardır ki, bu yargıya nasıl ulaştığı konusunda
fikir sahibi değiliz. Ancak, Bektaşiliğin dinsel ve senkretik yapısı itibariyle değişime
ve yeniliğe en açık tarikat olduğunu söyleyebiliriz.
Celveti, Sadiyye gibi birçok tarikatın temsilcisinin yanında sadrazam, eski ve yeni
Şeyhülislam gibi önemli devlet adamları da katılır (Cevdet Paşa, 1966, 236).
Sadrazam ilk sözü alarak tarikat müridlerinin İslam’ın farzlarını yerine getirmemesi
gibi örneklerin eşliğinde katılımcılara fikirlerini sorar. Katılımcılar önceleri “O
tarikat adamları ile ilişkilerimiz olmadığı için durumlarını ve tutumlarını bilmeyiz” 1
demekle birlikte daha sonra, duydukları ehl-i sünnet dışı eylemlerden örnekler
verirler (Cevdet Paşa, 1966, 237). ‘Öldürülmeleri vaciptir’ kararının ardından lağv ve
cezalandırma işleminin nasıl olacağına dair konuşmalar yapılır.
Üsküdar ve Eyüp başta olmak üzere altmış yıldan önce yapılmış olan Bektaşi
Tekkelerinin diğer tarikat ileri gelenlerine tahsis edilmesine, altmış yıldan sonra
yapılmış olanların da yıkılmalarına, tekkelerde bulunan cami, mescid ve
medreselerin aynı amaçla kullanımının devam edilmesine karar verilir. Her iki grup
tekkelerde bulunan Bektaşi Baba ve müridlerinin dinsel açıdan ‘düzelmesi’ için
Hadim, Birgi ve Kayseri gibi ulemanın yoğun olduğu yerlere sürgün edilmeleri
yönünde görüş bildirilir (Cevdet Paşa, 237).
1
II. Mahmud döneminin ünlü sufilerinden Kuşadalı İbrahim Halveti, Bektaşilere yapılan bu olayları
tasvip ettiğini, Bektaşilik, Şiilik, Rafizilik’in birbirleriyle sıkı ilişkileri olduğunu, hatta hepsinin de
aynı olduğunu, dostlarına yazdığı bir mektupta padişahın ve ulemasının vermiş olduğu bu kararı
desteklediklerini bildirmiştir (Öz G., 1997, 72).
82
3. BÖLÜM
Cevdet Paşa (239), Bektaşilerin sıkı bir şekilde arandığı sırada Beşiktaş
Cemiyet-i İlmiyesi 1 olarak bilinen özel bir ilmi grubun üyeleri olan Melekpaşazade
Abdülkadir Bey, eski vakanüvis Şanizade Mehmet Ataullah Efendi 2 ve defterdar
İsmail Ferah (Ferruh) Efendi gibi isimlerin Bektaşilikle suçlanarak Manisa,
Menemen, Bursa gibi yerlere sürgün edildiklerini bildirmektedir 3 . Ancak Ferah
Efendi, o dönemde Tefsir-i Mevakip adlı eseri yazmakla meşgul olduğu için,
padişahın emriyle eserini tamamlamak üzere sürgün yeri Kadıköy olarak
değiştirilmiştir. Murat Mollazade Arif Efendi de bu yolla suçlanır ve İstanbul’a ayak
basmamak üzere Aydın Güzelhisar’ına sürgün edilir. Cevdet Paşa (239), bu konuya
ilişkin tespitini şu şekilde bitirmektedir: “Bunların Bektaşilikle hiç ilgi ve ilişkileri
yoktu”. Ayrıcı, devlete karşı açıkça tavır takındığı iddia edilen sarraf Şabçı Yahudi
Bektaşilikle itham edilerek idam edilmiştir. Şabçı Yahudi’nin idamından sonra bütün
mallarına devletçe el konulmuştur (Mutlu, 25). Örneklerde görüldüğü üzere,
birbirlerine karşı düşmanlık besleyen insanlar, hasımlarını Bektaşi olmakla
‘suçlayarak’ ceza almalarını sağlamaktadırlar. Bu gibi örnekler o dönemde Bektaşi
olmanın ne denli takibe maruz kalınabileceğinin ipuçlarını vermektedir.
1
Bu oluşum, sadece felsefe, şiir, edebiyat ve modern ilimlerle uğraşan bir dernektir (Çamuroğlu,
1994, 37).
2
Şanizade, tıbbi eserlerin yanında aritmetik, geometri, cebir ve askerlik üzerine kitapları olan bir
bilgindir (Çamuroğlu, 1994, 37).
3
II. Mahmud yayınladığı fermanında Şanizade’nin sürgünü konusunda “… pek ünlü olmakla birlikte
bunların dahi terbiyelerinin verilmesi gerekir” şeklinde ifade kullanmaktadır (Öz B., 1997b, 90).
85
Bektaşilere yönelik olarak uygulanan takip siyaseti öyle bir boyuta varmıştır
ki, Yeniçeri isyanı sırasında hapiste olmalarına rağmen, 15 kişi daha sonra
tutuklanarak diğer Bektaşiler gibi Şeyhülislamın sorgusuna çekildikten sonra yedi
tanesinin ehl-i sünnet olduklarına kanaat getirilerek serbest bırakılmasına, diğer sekiz
tanesinin ise bozuk itikatları sebebiyle ayrı ayrı yerlere sürgün edilmelerine karar
verildiği anlaşılmaktadır (Ayar, 1998, 42).
Diğer taraftan II. Mahmud 1827 yılında, Hacı Bektaş Veli Vakfı yönetimini
Nakşibendi Tarikatı ilkeleri doğrultusunda yönetmesi koşuluyla Hamdullah
Efendi’nin kardeşi Veliyüddün Efendi’yi görevlendirdiği doğrultusunda bir berat
verir: “… kötünün ortadan kaldırılmasıyla Nakşibendi Tarikatı usulü yerine
getirilmek koşuluyla adı geçen kardeş Seyyid Veliyüddin’e …….. görev belgesi
gereğince bu beratı verdim” (Öz B., 1997b, 93). Bektaşi Veliyüddin posta
1
Ali Bey’in Rumeli’de Dimetoka ve civarında yaptığı tahkikat neticesinde dört adet defter hazırladığı
anlaşılmaktadır (Mutlu, 1994, 25).
2
Rumeli’ye yolculuk sırasında Ali Bey’e Bektaşilik haricinde bir de ek görev verilmiş, Ali Bey asıl
görevini yapamamaktan muzdarip olması nedeniyle bir yardımcı daha istemiştir. Ali Bey’in tekkelerle
ilgili görevi Osmanlı merkezince daha önemli görülmüş olmalı ki, öteki görevi üzerinden alınmış ve
yalnızca Bektaşilerle ilgilenmesi istenmiştir (Ayar, 1998, 51).
86
II. Mahmud, ‘bunu kendimize iş edinip bu din sapkını topluluğu yok etmeye
çalışacağız’ diyerek, idam edileceklerin hemen öldürülmelerini, bağışlanması
istenilenlerin ise sürgün edilmelerini buyurur (Öz B., 1997a, 180). Sanırız
Bektaşilerin takip işinin gevşek tutulmuş olmasından dolayıdır ki, padişah bu işin
yakından izlenmesi ve Bektaşiliğin tümüyle yok edilmesini sadrazamlık katından
tekrar ister. Ancak II. Mahmud’un sadrazamından kimi Bektaşilerin araştırılmasını
ve gereken cezanın verilmesini istediği fermanında “… Ben sana söyler iken rüzgarın
şiddetli olmasından ve camların vurmasından işitememişsin….” ifadelerinden
üslubunun fazlasıyla sertleştiğini söyleyebiliriz (Öz B., 1997b, 91).
1
Darphane Nazırı ile Asakir-i Mansure başkanı kastedilmektedir.
87
1
Trakya’daki Otman Baba Zaviyesi’nin I. Süleyman dönemindeki mutfak araçlarının sayısı –16
kazan, 43 sahan, 73 tepsi, 32 bakraç, 7 tava, 10 kepçe, 6 büyük tas (Ocak, 1978, 267)–
düşünüldüğünde Bektaşi zaviyelerinin ne denli etkin hizmet verdiği, yaygın olduğu ve halkça kabul
gördüğü sonucuna ulaşmamızı sağlayabilir.
90
Tekkesi, Niyazi Baba Tekkesi, Cafer Baba Tekkesi, İnci Baba Tekkesi; İstanbul:
Şahkulu Sultan Dergahı 1 , Karaağaç Tekkesi, Karyağdı Tekkesi, Perişan Baba
Tekkesi, Şehitlik Tekkesi, Akbaba Tekkesi, İvaz Fakih Baba Tekkesi, Bademli
Tekkesi, Yarımca Baba Tekkesi, Ağlamış Baba Tekkesi 2 ; Rumeli: Pınarhisar
Tekkesi, Demir Baba Tekkesi, Seyyid Ali (Kızıl Deli) Sultan Dergahı, Kesriye
Tekkesi, Vodorina Tekkesi, Velikiot Tekkesi, Kuç Tekkesi, Hıdır Baba Tekkesi;
Mısır: Kaygusuz Abdal tekkesi, Kasr-ı Ayn Tekkesi (Hasluck, 1995; Melikoff,
1999b; Öz B., 1997a; İzeti, 1998).
1
El konulan Bektaşi tekkelerdeki arazilerin kuru/sulak tarla, bahçe, çayır, mera, bağ gibi niteliklerine
göre ayrılarak kayıtlara işlendiği anlaşılmaktadır. Ayrıca sığır, keçi, koyun, at, katır ve merkep gibi
hayvanların ve meyve ağaçlarının da sayıları kayıtlarla sabittir (Daşcıoğlu, 1996, 25, 37). Örnek
olarak Silistre sancağındaki dört ayrı Bektaşi Tekkesindeki 217 hergelenin (merkeb) 5236 kuruşa
satıldığını verebiliriz (Ayar, 1998, 59).
2
Tekkelerin müsaderelerinde zaman zaman tekkelerde bulunan ve ‘mülk’ diye tarif edilen, şeyhlerin
kendi şahıslarına ait emlak ve arazilerin eğer varisleri varsa bunlara bırakılması uygulamasının
benimsendiği anlaşılmaktadır (Ayar, 1998, 59). Bu tür uygulamalarla, -şeyhin sürgün edilmesi
nedeniyle- aile efradının mağdur olmaması gibi bir amacın gözetildiği görülmektedir.
92
Demir Baba Zaviyesi, Göbekli Saraç Baba Zaviyesi, Nefer Baba Zaviyesi ve
Hızır Baba Zaviyesi ile Kara Baba Tekkesinde de birer kütüphane mevcuttur. Bu
zaviyelerde bulunan kitaplar Abdal Musa zaviyesindeki mevcut kitaplardan daha
azdır. Ancak kitaplara bakıldığı zaman genelde içerik yönün aynı tür eserlerin varlığı
göze çarpar. Bu eserler ya büyük İslam klasikleri ya da didaktik edebiyat eserleridir
(Daşcıoğlu, 1996, 24). Ancak bu durum, Bektaşilerin Sünniliğine kanıt gösterilmesi
anlamına gelmemektedir. Bektaşilerin, kendilerine ait kitapların yanında Sünni dinsel
öğretiye yönelik kitapların da bulunması, Osmanlı devlet yönetiminin bir baskısı
sonucu olabileceği gibi, bilgi edinme gereğinin sonucu da olabilir (Öz B., 1997a,
209). Bu arada bazı Bektaşilerin, Osmanlı Devletinin takibinden en az zararla
kurtulmak için ehl-i sünnet dışı eserlerin bazılarını ortadan kaldırmış olması ihtimali
de akla gelebilir.
93
Ahmet Yaşar Ocak (1992, 378), Bektaşi Tarikatı’nın ilgasında sadece birkaç
küçük tekke şeyhinin idam edilmiş olmasıyla yetinildiğini belirtmektedir. 1826
sürecinin Sayın Ocak’ın dediği gibi birkaç Bektaşi Babasının idamıyla sonuçlanmış
olması doğrudur. Ancak ilga, her ne kadar –bilindiği kadarıyla– birkaç idam cezası
ile sonuçlandırılmışsa da bu, Bektaşilere yönelik olarak yapılan baskının az olduğu
anlamına gelmemelidir. Her şeyden önce son Yeniçeri isyanında bulunan suçluları
tek tek bulmanın mümkün olmaması nedeniyle Bektaşilerin tümü hakkında –her ne
kadar tam olarak uygulanmasa da– ‘katli vaciptir’ kararı alınması önemli bir
göstergedir. Ayrıca Osmanlı yönetimi, tarikatı hedef almamış olsaydı tüm Bektaşi
Tarikatı’nı kapatıp, Bektaşilikle ilgili her şeyi yasaklar mıydı?
1826 süreciyle birlikte Balım Sultan dönemi ile başlayan Bektaşi Tarikatı’nın
‘resmi tarihi’ sona ermiştir. Bu süreç, Bektaşiler için üçüncü evre olan 1826 sonrası
‘gizli yıllar’ın başlangıcı anlamına gelmektedir. Osmanlı heterodoks inanç
geleneğinin en büyük tarikatı olan Bektaşilik, yaklaşık üç yüz yıldan fazla bir zaman
resmi faaliyetini yürüttükten sonra etkinliğini resmi olmayan boyuta taşımıştır.
Ahmet Yaşar Ocak (1992, 377), II. Mahmud’un Bektaşiliğe indirdiği 1826
darbesini başka bir tarikata indirmesi halinde büyük ihtimalle o tarikatın dağılıp
94
oldukları şeklinde cevaplar vererek kurtarırlar. Bu, meşru bir savunma biçimi olarak
kabul edilen takıyyedir 1 (Birge, 1991, 89).
Genel kabul gören yaklaşım –ki ehl-i sünnet tarikatların da düsturu budur–
‘olduğun gibi görünmek ya da göründüğün gibi olmak’ iken, Bektaşilikte ise
‘göründüğün gibi olmamak ve olduğun gibi görünmemek’ esastır (Ergun, 1943, 409).
Tamamıyla yok edilemeyecek kadar yaygın olsalar da, can korkusu onları
gizlenmeye götürmüştür. Açıkça Sünni olan bir ülkede gizlilik her zaman belirli
ölçüde zorunlu olmuştur. Ancak bu zorunluluk 1826 süreci karşısında kesinlikle
artmıştır (Birge, 1991, 93). Bundan ötürü, diğer tarikat kisvelerine bürünmek ve
kendilerini bu tarikatın mensubu gibi göstermekten de bir sakınca duymamışlardır.
Gizlilik ve takıyye ve gibi uygulamalar, belki de Bektaşilerin varlıklarının sürmesini
sağlayan ve inançlarının sonraki nesillere aktarılmasına yardımcı olan en önemli
unsurdur. Böylelikle Bektaşilik, 1826 süreci ile resmen sona ermesine rağmen fiilen
yaşamaya devam etmiştir.
Tarikata yapılan müdahale, Bektaşileri kısa bir süre için sessiz kalarak bu
dönemi atlatma eğilimine götürmüştür. Ancak, bu sessizliğin sürekli olması da
mümkün değildir. Nitekim binlerce üyesi bulunan Bektaşilik, zamanla kendisine
yapılan bu davranışı bertaraf edebilmenin ve eski durumuna, eski yasallığına
kavuşmanın yollarını aramıştır (Kara, 1990, 210). Bu sıkı siyasi takibat nedeniyle zor
durumda kalan Bektaşilerin bir kısmı canını kurtarabilmek, bir kısmı da inanç ve
görüşlerini devam ettirebilmek için, bu yöntemi tercih ederek diğer tarikatların
tekkelerine sığınmışlar ve sonra da kendi fikirlerini bu tarikat mensuplarına
benimsetmek yolunu tutmuşlardır.
1
Takıyye: 1. Sakınma, çekinme; 2. Birinin mensup olduğu mezhebi gizlemesi (Devellioğlu, 1026).
96
kadar bir süre sonra faaliyetlerine başladıkları konusunda elimizde yeterli veri
mevcut değildir.
Yaşar Nuri Öztürk (1992, 197) ise, Bektaşiliğin yeniden gün yüzüne çıkma
tarihini II. Meşrutiyete kadar götürmektedir. Öztürk’e göre bunun nedeni, 1840
Tarikatlar Bülteni’nde ve Brown’un 1868 yayınlanan İstanbul tekkelerindeki zikir
günlerini gösteren listede Bektaşilikten söz edilmemesidir. Ancak şurası gerçek ki,
Bektaşiliğin Abdülmecid ile birlikte toparlanmaya başlaması demek, resmi olarak
zikir yapması anlamına gelmemektedir. Keza artık Osmanlı Devletinin sonuna kadar
resmi olarak zikir yapılamayacaktır. Bu anlamda tarikatların zikir günleri arasında
Bektaşilerin zikir programının bulunmaması gayet normaldir.
1
Dergahın gerçek anlamda faaliyet yürütmesi Mehmet Ali Hilmi Dedebaba zamanındadır (Öz B.,
1997a, 194).
2
Baki Öz (1997a, 194)’e göre ilk açılan Bektaşi Tekkesi budur. Tekke, Abdülmecid döneminde
İsmail Baba tarafından canlandırılmış olsa da, asıl önemini Abdünnafi Baba zamanında kazandığı için
Nafi Baba adıyla da bilinir olmuştur. Ayrıca saraydaki Bektaşilerin çoğunluğu Şehitlik dergahı’ndan
nasiplidir (Öz B., 1997a, 331).
3
Kitap Bektaşi öğreti ve uygulamaları hakkında genel bilgiler içerir (Birge, 1991, 114).
99
resmi bir postnişinlik ataması anlamına gelmediği, söz konusu kişilerin Hacı Bektaş-ı
Veli’nin soyundan gelmesi nedeniyle evladiyet hissesi bağlanması şeklinde
düşünüldüğü kanısındayız. Ortaylı (2000, 350), 1852 yılındaki bir irade ile
Hacıbektaş Dergahındaki postnişinin durumunun restore edildiği ve dergahın
Bektaşilere geri verildiğini iddia etmektedir. Ortaylı’nın bu bilgiye nasıl ulaştığı
konusunda fikir sahibi değiliz. Belki de kastedilen şey bu tarihten birkaç yıl
öncesinde evladiyet hissesinin Ali Celalettin Çelebi’ye bağlanmasıdır.
1850 yılında Charles Mac Farlane adındaki bir İngiliz, Türkiye yolculuğu
sırasında yaşadıklarını kitaplaştırır. Buna göre yazar yolculuk sırasında bir ya da iki
Bektaşi önderiyle ilişki kurmuş ve tarikatın o sırada hızlı gelişmekte olduğuna ikna
olmuştur. Özellikle Bursa ve civarında kalabalık Bektaşi gruplarına rastlamıştır.
Farlane, karşılaştığı tüm diğer gezginlerle aynı kanıyı paylaşmaktadır, “o zamanlarda
Bektaşiler yalnız varolmaya devam etmekle kalmayıp aynı zamanda
Muhammedilerin Ortodoks imanları için bir tehdit oluşturacak kadar da
kalabalıktırlar” (Birge, 1991, 97). Birge’nin bu kanaate nasıl ulaştığı konusunda fikir
sahibi değiliz ancak, bu gelişmelerin Bektaşilerin 1826 sürecinden sonra direncini
belgeleyen önemli bir göstergedir. Diğer taraftan Bursa’nın o dönem itibariyle
önemli bir Bektaşi merkezi olduğu sonucunu çıkarabiliriz.
Tekkesi, Greşitza Tekkesi, Baçka Tekkesi, Hacı Süleyman Baba Tekkesi; Üsküp’teki
Süleyman Baba Tekkesi; İstanbul’daki Eryek Baba (Perişan Baba) Tekkesi Seyyid
Mustafa Baba’nın yardımıyla etkinlik kazanmıştır (Hasluck, 1991; Öz B., 1997a).
Resmi olarak olmasa dahi fiili olarak yavaş yavaş etkinlik kazanmaya
başlayan tekkelerin birçoğunun Arnavutluk’ta bulunuyor olması, yukarıda ifade
ettiğimiz gibi, Bektaşilerin 1826 serecinden sonra Arnavutluk topraklarını
kendilerine sığınma ve varlıklarını devam ettirme merkezi seçtiği tezimizi destekler
niteliktedir. Bununla birlikte Abdülmecid dönemindeki Bektaşilik eski günlerinden
çok uzaktır. Bu dönemdeki Bektaşiler için en pozitif gelişme Bektaşi takibinin
durmuş olmasıdır.
1826 sürecinden sonraki Bektaşilik için Abdülaziz dönemi ‘altın çağ’ (Öz B.,
1997a, 192) olarak nitelendirilmektedir. Bu dönemde Bektaşiliğin yeniden eski
haline dönme yoluna girdiği görülmektedir (Ocak, 1992, 374). Köprülü (1944,
461)’ye göre ilgadan sonra Bektaşiliğin tekrar ortaya çıkması Abdülaziz zamanına
denk düşmektedir. Tanzimat’tan sonra tekkelerin yeniden açılması sırasında devletin
‘Bektaşilere iade itibar ettiği’, hatta bu konuda ise ‘Sultan Abdülaziz’in samimi
olduğunu göstermek maksadıyla ikrar verip Bektaşi tarikatına girdiği’
bildirilmektedir (Öz G., 1997, 84).
1
Yazar, 1826’dan bu yana kontrol altında bulunan yayınların başladığını, dahası Cavidan’ı dahi
yayınlandığını belirterek kızgınlığını dile getirir (Kara, 1985, 985).
2
Hacı Bektaş Dergahı postnişinliğinin Çelebi Feyzullah Efendi’ye verilmesi hakkındaki Abdülaziz’in
1871 tarihli fermanının tam metni için Öz, B., 1997a, 96’ya bakılabilir.
102
1
Mehmet Hamdullah Çelebi’nin Amasya’ya sürgününden sonra, 1828 yılındaki ölümüne kadar postta
küçük kardeşi Veliyettin Çelebi’nin oturduğu, Veliyettin Çelebi’nin oğlu Ali Celalettin Çelebi’nin
1846’da mütevellilik beratı aldığı bilinmektedir. Osmanlı devlet yönetimince postnişin olan söz
konusu Şeyh Feyzullah Efendi, Ali Celalettin Çelebi’nin küçük kardeşidir. Celalettin Çelebi’nin
ardından büyük oğlu Ahmet Cemalettin Çelebi posta oturur (1902-1921) ki, kendisi ‘Müdafaa’ isimli
kitabın yazarıdır (Ulusoy, 1986, 70,97,99).
103
1
Mehmed Hilmi Dedebaba’nın merkez dergah postnişini Feyzullah Efendi’nin yakın arkadaş olduğu,
1907 yılındaki ölümüne kadar Şahkulu’ndaki postnişinlik görevine devam ettiği bilinmektedir
(Melikoff, 1994, 241).
2
Bektaşiliğin resmileşmesi için yapılan bir sonraki ciddi mücadele XX. yüzyılın başında çıkan
Muhibban dergisi arayıcılığıyla olmuştur. Derginin amacı Bektaşiliğin resmen serbest bırakılmasıdır:
“Bazı dedikoducu şeyhlerin sözlerine bakıp da tarikatların ayrısı gayrısı olduğuna inanmak artık
olmaz” (Kara, 1985, 922).
104
Eyüp’teki Karyağdı Tekkesi ise Mehmet Necip Baba 1 tarafından yeniden açılmıştır.
İstanbul’daki Karaca Ahmet Sultan Tekkesi; Anadolu’daki Şamaspur Tekkesi;
Arnavutluk’taki Krahas Tekkesi, Glava Tekkesi, Trepel Tekkesi, Sianolas Tekkesi;
Bosna’da Seyit Baba Tekkesi; Mısır’daki Mukattam Dergahı Hıdiv İsmail Paşa
tarafından Abdülaziz döneminde faaliyete geçen ya da tamir ettirilen diğer Bektaşi
Tekkelerinden bazılarıdır (Köprülü, 1939, 28; Hasluck, 1991, 26-59; Öz B., 1997a,
328-371). Bu tekkelerin faaliyete geçmesinde –Tarikata yeniden resmilik
kazandırmak amacıyla– orta ve üst kesimlerdeki kentli insanların yaptıkları
bürokratik çalışmaların etkisinden söz edebiliriz.
1
Yunanistan’daki Reni Tekkesinde 1888’li yıllarda 54 dolayında dervişin bulunduğu bilinmektedir
(Hasluck, 1991, 40).
106
Bu noktada Abdülaziz dönemi dinsel ve siyasal hayatında önemli bir yer tutan
Meclis-i Meşayıh’e değinmeyi yerinde görüyoruz. Meclisin, kuruluş çalışmalarına
1863’lerde başlandığı halde, fiili olarak 1866’da etkinlik gösterdiği bilinmektedir
(Gündüz, 1983, 204). Meclis-i Meşayıh’in kurulmasıyla beraber uzun yıllar kendileri
tarafından ve kendi prensipleriyle yönetilen tekkeler, bir devlet dairesi haline
getirilmiştir 3 (Kara, 1990, 317). Şeyhülislamlığa ve Evkaf-ı Hümayun Nezaretine
karşı sorumlu olan Meclis’in kuruluş görevi ise tekkelerin tarikat ilkelerine göre
idare edilmelerini sağlamak ve tekke şeyhliklerine yetkin olan kimseleri seçerek
tayin etmektir (Gündüz, 1983, 204).
1
Evrad: Okunması adet olunan dini dualar (Devellioğlu, 242).
2
Deveran: Dönüp dolaşma, dolanma (Devellioğlu, 181).
3
1868-1881 yılları arasında İstanbul’da 252 tekkenin bulunduğu ve bunlardan 35’inin merkez tekke
kabul edildiği anlaşılmaktadır (Gündüz, 1997, 9).
108
Aslına bakılırsa bu bilgiyi temkinli karşılamakta yarar vardır. Şöyle ki, henüz
resmi olarak tanınmayan bir tarikatın, tarikatları ve tekkeleri koordine eden bir
kurulda yer alması çelişki gibi görülmektedir. Ayrıca Bektaşilerin Meclis-i
Meşayıh’e karşı yaptıkları yeniden yasallaşma taleplerinin, II. Mahmud’un Bektaşi
tekkelerini Nakşibendilere verdiği gerekçesiyle reddedildiğini de unutmamalıyız.
Bilginin doğru olması halinde, Bektaşi temsilcisi Mehmet Ebul Feyz Efendi’nin
Nakşibendi yolağına bağlı kalması koşuluyla bir temsilin söz konusu olabileceğini
düşünmekteyiz.
1
Gündüz (1983), II. Mahmud’un bu sürgün olayını Halidi-Bektaşi mücadelesini yatıştırmak için
yapmış olabileceği gibi, Halidiyye Tarikatı’nın kurucusu ile İstanbul Halifesi Abdülvehhab es-Susi ve
taraftarları arasındaki çekişmenin durdurulması amacı ile yapıldığının düşünülebileceğini
belirtmektedir.
109
tavır II. Mahmud’un bütün tarikat ehline karşı daha dikkatli yaklaştığını gösterir ki,
bu durum Abdülmecid dönemine dek devam etmiştir.
göstergesidir (Kara, 2002, 28). Bektaşi şeyhi Yeniçeri Ocağında ‘miralay’ rütbesiyle
temsil edilirken, Asakir-i Mansure-yi Muhammediye’deki Mevlevi şeyhi ise
‘maraşal’ rütbesiyle oturtulmuştur. Böylelikle II. Mahmud ve son padişahların
Mevlevi ve Nakşibendi olmalarıyla bu tarikatların yıldızı parlar ve orduda
Mevlevilik, halk arasındaysa Nakşibendilik Bektaşiliğin yerini almaya çalışır 1
(Kocadağ, 1996, 146).
1
Bektaşiliğin yasaklanmasının ardından Şeyhülislamın ve Nakşibendiliğin Bosna’da kesin bir
hakimiyet ve yaygınlık kazanmıştır (Cornell, 1999, 18).
112
1
Yine bu yüzyılın sonlarında Üsküdar’da Rifai asitanesi şeyhi Ziya Efendi’nin başında ‘Bektaşi fahrı’
ile sokaklarda gezmeye başladığı bilinmektedir (Ergun, 1943, 410).
113
1
XIX. yüzyılın başından itibaren Kızılbaşlık teriminin yerini Alevilik almaya başlamıştır.
115
en çok mahalle gibi alt kültürün olduğu yörelere yayıldığı alanlar buralardır (Öz B.,
1997a, 192). Baki Öz’ün bu yaklaşımı, Melikoff ile Şahin’in birbirine zıt gibi
algılanan görüşlerindeki ortak noktayı göstermesi bakımından önem taşımaktadır.
Gerek 1826 sürecini zararsız atlatma amacıyla olsun, gerek diğer tarikatlarla
girilen ilişkiler neticesinde olsun, gerekse Alevilerle yakınlaşma bağlamında olsun
tüm bu gelişmeler neticesinde Bektaşiliğin dinsel ritüelinde bazı farklılıkların ortaya
çıktığı görülmektedir. Bu tür değişiklikler temelde gizlilik esasından hareketle
Bektaşi ritüelini girmiştir.
1826 müdahalesiyle birlikte başta Üss-i Zafer olmak üzere, II. Mahmud’u ve
müdahaleyi öven, Bektaşileri yalan söyleyen, oruç tutmayan, riyakar, içki içen,
namaz kılmayan, üstü başı kokan bir şekilde tasvir etme yönünde eserlerin kaleme
alındığı görülmektedir (Sezgin, 1995, 166-167). Müdahalenin kalemşörlüğü yönünde
yazılan eserlerin temel hedefi, Bektaşiliği karalamaktır. Oysa, Bektaşilere yönelik bu
iddialar geniş bir anlayışla karşılanır ki bu, alaycı ve hazırcevap Bektaşi tipini
doğurur (Ocak, 1992, 378).
1
Bu bağlamda 1826 sonrası Bektaşi ritüelinde ciddi yer edinen Bektaşi fıkralarına ilişkin bir örnek
vermeyi yerinde görüyoruz:
Bektaşi ile Hoca birlikte yola çıkmışlar. Hoca atta, Bektaşi eşekte. Geceyi geçirmek için bir
otlakta mola vermişler. Eyerlerini çıkarıp yemek yemişler, sonra biraz konuşmuşlar, yatacakları vakit
117
“Bir gün Sultan Mahmud tekkeyi bastırır. İçerdekilerin hepsi bir deliğe
sinerler. Yalnız ihtiyar bir Bektaşi kaçamayarak ortada kalır. Sultan,
babaya sorar: ‘-Baba canlar nerede?’ Baba hemen cevap verir: ‘-
Şevketlu Sultanım! Seni görünce ortalıkta can mı kalır?” (Boz, 1999,
106).
Hoca şöyle dua etmiş: “Yarabbi! Atımı sana emanet ediyorum, onu sen koru”. Bektaşi ise: “Mürşidim,
benim eşeğimi de sen koru” diye dua etmiş. Hoca şaşırmış ve “Bre günahkar, sen de Allah’a emanet
etsene” demiş. Fakat derviş hiç aldırmamış. Uykuya dalmışlar, sabah uyandıklarında Bektaşi’nin eşeği
çayırda otlarken, hocanın atının kayıplara karıştığını görmüşler. Hoca, “Bu nasıl iş? Ben onu Allah’a
emanet etmiştim. O kaybolmuş da Bektaşinin eşeği yerinde duruyor” demiş. Derviş hiç önemsemeden
cevap vermiş: “Bunda şaşılacak bir şey yok hoca. Sen Allah’ın tek kulu değilsin. Senin atı almış, bir
başka kuluna vermiştir. Amma benim Mürşidimin benden başka kulu yok. Onun için benim eşeği
sabaha kadar beklemiştir.” Öykü hocanın bile buna güldüğünü söyleyerek biter (Dedebaba, 1995,
627).
118
1
Şahkulu Sultan Tekkesi’nde tarikata girmiştir (Öz B., 1997a, 327).
2
Rıza Tevfik bir mektubunda, yüksek makamlarda görevli birçok Bektaşinin olduğunu, kendisinin
birkaç vezir ve elçi tanıdığını, Talat Paşa’nın da kendisi gibi Far-mason ve Bektaşi olduğunu
belirtmektedir (Şahin, 1995, 126).
119
1
Bedri Noyan Dedebaba (1995, 444), tanınmış Bektaşilerin listesini ayrıntılı olarak vermiştir.
120
Aynı zamanda Far-mason, Jön Türk ve Bektaşi olan isimler arasında Rıza
Tevfik’in dışında birçok ünlü kişi vardır. Talat Paşa, Şeyhülislam Musa Kazım
Efendi 1 , Namık Kemal, Abdülhak Hamid’i bu isimler arasında gösterebiliriz
(Melikoff, 1999b, 305; 1994, 233).
Eröz (1977), Tevfik Baba örneğinden yola çıkarak birkaç Bektaşi’nin Far-
mason olmasıyla tüm Bektaşilere yönelik olarak böyle bir nitelendirmenin
yapılamayacağını belirtmektedir ki, bu tarafımızca da yerinde bir yaklaşımdır. O
dönemin siyasal ve dinsel konjektörü içerisinde; yani Jön Türkler ile İttihat ve
Terakki üyelerinin tarikatların elindeki kamuoyunu kullanmak istediği (Kara, 1985,
987), Far-masonların dinsel ve siyasal muhalif zümrelerin içerisine sızmaya çalıştığı,
Bektaşilerin varlıklarını devam ettirebilmek adına bir taraftan gizliliğe çekilip, diğer
taraftan da üst düzey bürokratik yapılanmalarla ilişki geliştirdiği bir ortamda birkaç
Bektaşi’nin Far-masonluğu tercih etmesinden dolayı, Bektaşilerin Far-mason olduğu,
yönündeki yaklaşımların abartılı olduğu kanaatindeyiz. Ayrıca öyle sanıyoruz ki,
Bektaşilik ile Far-masonluğun yollarının kesişmesini sağlayan en önemli belirleyici
unsurlardan birisi, her ikisinin de yer altında faaliyet gösteriyor olmasıdır.
1
Bernard Lewis (1970)’e göre Şeyhülislam Musa Kazım Efendi bir Nakşibendi’dir.
123
SONUÇ
Hacı Bektaş-ı Veli hakkında bilinenler sınırlı dahi olsa, kendisinin yaşadığı o
dönemde Anadolu’nun en ünlü velisi olduğunu söylememiz tarafımızca pek mümkün
görülmemektedir. Şöyle ki o yüzyılda yaşamış birçok büyük abdal mevcuttur. ‘Şeyh
uçmaz, müridi uçurur’ misali, Hacı Bektaş kültünün ortaya çıkmasını ve
yaygınlaşmasını sağlayan şahıs Abdal Musa’dır. Abdal Musa aynı zamanda ilk
dönem Bektaşi dervişi olan sayılabilecek abdalların öncüsüdür. Bektaşi kültünü
Osmanlı Devleti topraklarına taşıyan isim de yine Abdal Musa’dır.
Günümüzde bazı kimselerin Sünni dinsel öğretiye sıkı sıkıya bağlı biri
olduğu yaklaşımına karşı, bazılarının da İslam dışı, heterodoks olarak nitelendirdiği
Hacı Bektaş, Abdal Musa başta olmak üzere ‘Rum Abdalları’ olarak nitelendirilen
zümreler tarafından yüceltilmiştir. Hacı Bektaş kültü, Abdallar zümresi sayesinde
Osmanlı Devleti’nin özellikle uç boylarında etkili olan tasavvuf ekolü haline
gelmiştir. Hacı Bektaş kültünün yaygınlık kazanmasında, ilk Bektaşi dervişleri kadar,
onlarla iyi ilişkiler geliştiren Osmanlı Beyliği yöneticilerinin tutumu da etkili
124
devam ettirme şansı bulamamıştır. Ancak bu, Bektaşiliğin varlığını devam ettirme
şansını bulamayacağını anlamına da gelmemiştir.
KAYNAKÇA
Ahmet Cevdet Paşa, (1966). Tarih-i Cevdet. Cilt 12, İstanbul: Üçdal Neşriyat.
Cornell, Erik (1999). Bosna ve Bektaşiliği Üzerine. Alevi Kimliği, İstanbul: T.V.Y.Y.
Daşcıoğlu, Kemal (1996). 1827 (1243) Tarihli Muhallefat Defterine Göre Bektaşi
Zaviyeleri. Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi. Isparta: Süleyman Demirel
Üniversitesi.
Hathaway, Jane (1999). Unutulan İkon: Hz. Ali’nin Kılıcı Zülfikar’ın Osmanlı
Türevi, Cogito Osmanlılar Özel Sayısı. Sayı 19. İstanbul: YKY.
İpşirli M. (1990). II. Mahmud Döneminde Vakıfların İdaresi, Sultan II. Mahmud ve
Reformları Semineri. İstanbul.
131
Koçu, R. Ekrem (1970). Yeniçeriler ve Bektaşilik. Hayat Tarih Mecmuası. Cilt III,
Sayı 10. İstanbul.
Mustafa Nuri Paşa, (1980). Netayic ül-vukuat. Cilt III-IV, Sadeleştiren: Neşet
Çağatay, Ankara: T.T.K.
Öz, Baki (1997b). Alevilik’le İlgili Osmanlı Belgeleri. İstanbul: Can Yayınları.
Öz, Gülağ (1996). Aleviliğin Tarihi Kökleri ve Anadolu Erenleri. Ankara: Uyum
Yayınları.
Öztürk, Mürsel (1987). Hacı Bektaş-ı Veli, Belleten, Cilt 50-L, Sayı 198.
Ülkütaşır, M. Şakir (1969). Hacı Bektaş Veli ve Yeniçeri Ocağı. Hisar Dergisi. Cilt
9, Sayı 68. İstanbul.
Ünver, Sühelyl (1976). Yeniçeri Kışlaları, Belleten. Cilt 2, Sayı 167-160. Ankara:
TTK.
İbrahim ALTUNTAŞ
Osmangazi Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü
Eskişehir
Haziran, 2005