You are on page 1of 102

T.C.

Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi

Sosyal Bilimler Enstitüsü

TÜRK MİTOLOJİSİNDE TEMEL İNANÇLAR

(KOZMOGONİ, ASTROLOJİ, RENKLER)

Yüksek Lisan Tezi

Murat KAHRAMAN

Ankara 2020
T.C.

Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi

Sosyal Bilimler Enstitüsü

TÜRK MİTOLOJİSİNDE TEMEL İNANÇLAR

(KOZMOGONİ, ASTROLOJİ, RENKLER)

Yüksek Lisan Tezi

Murat KAHRAMAN

Tez Danışmanı

Prof. Dr. Salih YILMAZ

Ankara 2020
Tez Kabul Onay Sayfası

i
BEYAN

Bu tez çalışmasının kendi çalışmam olduğunu, tezin planlanmasından yazımına kadar


bütün aşamalarda patent ve telif haklarını ihlal edici etik dışı davranışımın olmadığını, bu
tezdeki bütün bilgileri akademik ve etik kurallar içinde elde ettiğimi, bu tezde kullanılmış olan
tüm bilgi ve yorumlara kaynak gösterdiğimi beyan ederim. 08.06.2020

İmza

Adı SOYADI

ii
İÇİNDEKİLER

Tez Kabul Onay Sayfası ........................................................................................................... i


BEYAN ...................................................................................................................................... ii
İÇİNDEKİLER........................................................................................................................ iii
ÖZET ......................................................................................................................................... v
ABSTRACT ............................................................................................................................. vi
KAYNAKLARIN KULLANIMI .......................................................................................... vii
1. GİRİŞ..................................................................................................................................... 1
2. ESKİ TÜRK DEVLETLERİNDEN KALAN ARKEOLOJİK MALZEMELER VE
MİTOLOJİK TASVİRLER .................................................................................................... 4
2.1. Kurganlar ve Yazıtlar .......................................................................................... 4
2.2. Pazırık Kurganları ............................................................................................... 6
2.3. Issık Kurganı (Esik Kurganı) .............................................................................. 7
2.4. Kültigin Yazıtı .................................................................................................... 8
2.5. Bilge Kağan Yazıtı ............................................................................................. 9
2.6. Tonyukuk Yazıtı ................................................................................................. 9
2.7. Heykeller ve Balballar....................................................................................... 10
2.8. Kaya Üstü Tasvirler (Petroglifler)..................................................................... 11
2.9. Süs ve Kullanım Eşyaları .................................................................................. 12
2.10. Mühürler ve Damgalar .................................................................................... 13
2.11. Türk Runik Harfleri......................................................................................... 14
2.12. Hayvan Tasvirleri ............................................................................................ 15
3. ESKİ TÜRKLERDE KOZMOGONİ ANLAYIŞI .......................................................... 20
3.1. Eski Türklerde Tanrı Algısı .............................................................................. 21
3.2. Türk Kozmogonisinde Evren Tasavvuru .......................................................... 22
3.3. Türk Kozmogonisinde Evrenin Yaratılması ..................................................... 24
3.4. Kök Tengri ........................................................................................................ 33
3.5. Yer-Sub Kültü ................................................................................................... 36
3.6. Atalar Kültü ....................................................................................................... 38
3.7. Ülgen ................................................................................................................. 39
3.8. Erlik ................................................................................................................... 40
3.9. Umay ................................................................................................................. 41
4. TÜRK KOZMOGONİSİNE GÖRE ASTROLOJİ ......................................................... 43
4.1. Güneş................................................................................................................. 45

iii
4.2. Ay ...................................................................................................................... 47
4.3. Yıldızlar............................................................................................................. 50
5. TÜRK MİTOLOJİSİNDE RENKLER ............................................................................ 53
5.1. Ak-Beyaz........................................................................................................... 55
5.2. Al-Kızıl.............................................................................................................. 56
5.3. Gök-Mavi .......................................................................................................... 57
5.4. Sarı .................................................................................................................... 58
5.5. Yeşil .................................................................................................................. 59
5.6. Kara-Siyah......................................................................................................... 60
6. TÜRKLERDE NAZAR İNANIŞI ..................................................................................... 62
7. SONUÇ ................................................................................................................................ 66
8. KAYNAKÇA ...................................................................................................................... 68
9. EKLER ................................................................................................................................ 76

iv
ÖZET

Türkler çok eski dönemlerden itibaren Orta Asya’da kendilerine ait bir kültür sistemi
ortaya çıkarmış ve bunu da çeşitli unsurlar ile diğer nesillere aktarmıştır. Bu kültür ögeleri ise
farklı şekillerde karşımıza çıkmaktadır. Kimi zaman arkeolojik kazılarla kimi zaman sözlü
edebiyatla kimi zaman da inanç sistemleriyle. Türklerde önemli bir yere sahip olan defin
geleneği, kişinin eşyaları ile gömülmesini sağladığından, dönemin kültürel varlığı hakkında
bizleri bilgi sahibi yapan en önemli unsurların başında gelmektedir.

Yine mitolojik birçok figür eski dönem Türk inanç, yaşayış ve kültürel hayatı hakkında
bizlere birçok bilgi sağlamaktadır. O dönemki inanışların nasıl ve neden ortaya çıktığı ve
gündelik hayatta ne anlama geldiği bu figürler sayesinde açıklanmaktadır.

Yapılan bu çalışma ile eski Türk kültürünün maddi ve mitolojik unsurlar üzerinden ne
tür bilgiler elde edilebileceği ve bu unsurların nasıl ortaya çıktığı anlatılmaya çalışılacaktır.

Anahtar Kelimeler: Türkler, Arkeoloji, Kültür, Mitoloji, Nazar, Evren

v
ABSTRACT

Since ancient times Turks have created a culture system of their own in Central Asia
and transferred it to other generations with various elements. This cultural elements appear in
different ways to us. Sometimes with archaeological excavations, sometimes with oral
literature, sometimes with belief systems. The burial tradition, which has an important place in
the Turks, is one of the most important elements that make us aware about the cultural existence
of the period, as it allows the person to be buried with his belongings.

Again, many mythological figures provide us with a lot of information about the old
Turkish belief, life and cultural life. How and why beliefs emerged at that time and what they
mean in everyday life are explained by these figures.

With this study, what kind of information can be obtained from the material and
mythological elements of ancient Turkish culture and how these elements emerged will be tried
to be explained in this thesis.

Keywords: Turks, Archeology, Culture, Mythology, Evil Eye, Universe

vi
KAYNAKLARIN KULLANIMI

Türkler dünya üzerinde en eski tarihe sahip olan milletler arasında yer almaktadır. Çok
geç yazıya geçmiş ve yazılı kaynakların az olmasından kaynaklı Türk tarihini incelemek ve
araştırmak birtakım zorluklar çıkarmaktadır. Bu sebeple ilk bakılması gereken kaynaklar
arkeolojik kaynaklardır. Eski Türklerde var olan kurgan, yazıt ve balbal geleneği sayesinde
birçok arkeolojik veriye ulaşabiliyoruz ve konunun aydınlatılmasında büyük kolaylık
sağlamaktadır. Başta Pazırık kurganı ve Orhun yazıtları bu tür kaynaklar için verilebilecek en
net ve verimli kaynakların başında gelmektedir. Diğer bir husus ise Türklerin yıllardan beri
yaylak ve kışlak bir yaşam tarzını benimsemiş olması da araştırmaları zorlaştıran bir etkendir.

Türk Mitolojisi, Türklerin sahip olduğu tarih kadar geçmiş ve köklü bir yapıya sahiptir.
Eski çağlardan beri Türkler arasında gelişerek devam eden kültürel yapı, kendine has mitolojik
ögeleri de meydana getirmiştir. Bu konu araştırılması yapılırken yazılı ve görsel kaynaklar başta
olmak üzere halk söylenceleri ve destanlar da önemli bir yere sahiptir. Türklerin yaratılış
efsaneleri halk söylenceleri arasından derlenerek toparlanmıştır. Anadolu coğrafyasında
inançlar Eski Türk tarihinden bu yana değişimlere uğrayarak günümüze kadar ulaşmıştır. Bu
tezde İslamiyet öncesi Türk tarihindeki inanç anlayışı Türklerin İslamiyet’le tanışması ve
Anadolu topraklarına gelmesiyle beraber bu inanç sistemini de getirip, özünü korumuş ve
İslamiyet’le sentez olarak yaşamaya devam etmiştir.

Bu konu hakkında birinci el yazılı kaynak çok azdır. Var olan arkeolojik ve sözlü
kaynaklardan yararlanılarak araştırma eserler kaleme alınmıştır. Ülkemizde Türk mitolojisi ile
ilgili çalışmalar mevcuttur ve mitolojinin çoğu alt dalı ile ilgili de detaylı araştırmalar
yapılmıştır ve yapılmaktadır. Türk tarihi ve kültürü hakkında faydalanabileceğimiz en önemli
kaynak Kaşgarlı Mahmud tarafından yazılmış olan Divan-ı Lügati’t Türk’tür. Bu eser içerisinde
Türk kültürüne ait birçok nokta bu kitap doğrultusunda aydınlatılmıştır.

Türk tarihinin yazılması ve aydınlatılmasında arkeolojik kaynaklar kadar sözlü edebi


ürünlerde önemli yer tutmaktadır. Türk kültürünün ve tarihinin aydınlatılmasında ilk olarak
destanların kullanılması ve incelenmesi gerekmektedir. Özellikle yaratılış ve kozmogoni
konuları incelenirken Türk Yaratılış destanları ele alınmalıdır. Türklerde, Altaylardan
Memlüklere kadar çok farklı anlatımlarda destanlar bulunmaktadır. İçlerinden en eski ve en
önemli olanları Altay Yaratılış Destanıdır. Bu destanın derlenmiş iki farklı formatı
bulunmaktadır. İkisi de farklı Rus Türkologlar tarafında derlenmiştir. Bunlardan birisi Radlof,

vii
diğeri ise Verbitsky’dir. İki araştırmacının da ele aldıkları destanlarda farklılıklar bulunsa da
genel yapıları birbirlerine benzemektedir. Yine Türk kültür ve mitolojisinin güzünüze kadar
aktarılmasında diğer destan ve şiir ve masallar da önemli bir yere sahiptir.

Başka bir kaynak grubu ise folklorik unsurlardır. Geniş bir coğrafyaya yayılmış olan
Türkler arasında geçmişten günümüze süregelen birçok adet ve gelenek bulunmaktadır. Bu
adetlerin içerisinde ilk Türklerden bugüne kadar sözlü miras yoluyla aktarılmış mitolojik
unsurlar bulunmaktadır.

Araştırma kaynaklarına göre Türkçe olarak en önemli kaynak, Bahaddin Ögel tarafından
kaleme alınmış ve iki ciltten oluşan Türk Mitolojisi setidir. Bu eser içerisinde Türk mitolojisi
ayrıntılı olarak anlatılmış, Türk yaratılış destanları, türeyiş efsaneleri, mitolojik hikâyeler ve
diğer halk inanışları yer almaktadır. Türk mitolojisi için başucu kaynaklarından birisi budur.
Diğer bir önemli kaynak ise Abdülkadir İnan tarafından yazılmış kaynaklardır. Bunların içinde
de Tarihte ve Bugün Şamanizm Materyaller ve Araştırmalar, çok önemli bir yere sahiptir ve
Türk dini yapısıyla ilgili çok detaylı bilgiler bulunmaktadır. Arkeolojik veriler hakkında da en
aydınlatıcı eserlerin başında Yaşar Çoruhlu’nun kaleme almış olduğu Eski Türklerin Kutsal
Mekânları: Kurganlar adlı eser önemli yer tutmaktadır. Yine Çoruhlu’nun yazmış olduğu
Arkeolojik Kazı Sonuçlarına Göre Türklerde Mezarlara At Gömme Geleneği başlıklı makale,
Türk arkeolojik verilerinin önemini ve kullanımı hakkında ki bilgileri sunmaktadır.

Türk Mitolojisi hakkında araştırmacıların faydalanabileceği diğer bir araştırmacı ise


Fuzuli Bayat’tır. Fuzuli Bayat’ın; Türk Mitolojik Sistemi I-II, Mitolojiye Giriş ve Kadim
Türklerin Mitolojik Hikâyeleri adlı eserleri, alanın aydınlatılması hususunda çok önemli bir
yere sahiptir. Yine ele almış olduğu muhtelif makaleler de mitoloji konusunda araştırmacılar
ciddi anlamda fayda sağlamaktadır.

Ele alınan tezde tarama ve derleme yöntemi kullanılarak kaynaklara ulaşılmış ve


akademik kurallar çerçevesinde ilgili atıflar yapılmıştır. Tez dahilinde ilk olarak literatür
taraması yapılarak gerekli görülen kaynaklar toplanmıştır. Danışman hocaların tavsiyeleriyle
de yeni kaynaklar eklenmiş ve değerlendirilmiştir. Mitoloji konusu ile ilgili Türkiye’de daha
önce yapılmış tez çalışmaları da göz önünde bulundurularak, konuyla ilgili yeni bir eserin
ortaya çıkarılması amaçlanmıştır.

viii
1. GİRİŞ

Mitoloji, bir inanç veya bir topluluğun kültüründeki kahramanlar, evren ve yaratılışla
ilgili tüm yazılı ve sözlü anlatılar birikiminin anlamlandırılması, yorumlanması ve
incelenmesini kapsayan çalışmalar bütünü olarak tanımlanmaktadır. Geçmişte var olmuş ve
halen de varlıklarını devam ettirmekte olan birçok kültürün kendilerine özgü mitolojileri
olmuştur. Ancak günümüzde bazı kültürlere ait mitolojiler ön planda kalmayı başarabilmiştir.
Yunan, Roma, Pers mitolojileri bunlar arasında yer alırken, Türk mitolojisi de hâlâ özgün
yapısını korumayı başararak etkisini sürdürebilmiştir.

Milattan önceki yüzyıllardan itibaren izleri görülmeye başlanan Türk mitolojisi farklı
kültürlerle etkileşim içerisinde olmasına rağmen, yine de orijinalliği muhafaza edilerek
günümüze kadar ulaşmıştır. Moğol, Pers kültürleri İslamiyet öncesinde Türk kültürünü
etkileyen unsurlar olurken, İslamiyet’in kabulüyle birlikte din faktörü de bu kültürü etkileşim
içerisinde olduğu bir başka kültür olmuştur. Türkler her ne kadar inançlarında köklü
değişiklikler yaşamışsalar da bu duruma uyum sağlamış, bir taraftan inançları, bir taraftan da
kadim kültürlerinin algı ve yorumlamalarını sürdürmüşlerdir.

Günümüzde Türk mitolojisi hakkında bilgiyi gerek yazılı gerekse yazılı olmayan
kaynaklardan elde etmek mümkündür. Kurgan, balbal gibi arkeolojik kazılar sonucu ortaya
çıkan eserlerden faydalanılabildiği gibi, ilk Türk yazıtları, destanları ve Orta Asya’dan Avrupa
içlerine kadar yayılmış olan Türklerin kültürleri Türk mitolojisi hakkında bilgi kaynağı olan
diğer unsurlar olmuştur.

Türkler, yazının yaygın olarak kullanılmadığı dönemlerde kendilerini ifade etmek,


gelecek nesilleri nasihatte bulunmak ve geçmişte olup bitenler anlatmak için kitabeler
dikmişlerdir. Bunların en önemlileri günümüz Moğolistan sınırları içerisinde bulunan Orhun
Kitabeleridir. Bu kitabeler Türk tarihinin en eski yazılı kaynakları arasında yer almaktadır.
Göktürk Alfabesi veya Runik Alfabe olarak bilinen yazıyla kaleme alınmıştır. Bunlar haricinde
Uygurlar döneminde dikilmiş farklı yazıtlarda gün ışığına çıkarılmış ve Türk Tarihinin
aydınlatılması noktasında günümüze bilgilerin aktarılmasını sağlamıştır.

1
İnsanoğlu, çok eski dönemlerden başlayarak, teknolojik ve sosyal ilişkilerindeki
başarısızlıklarına özellikle de bir takım biyolojik rahatsızlıklarına açıklayıcı bir sebep
bulamadığında, bunu doğaüstü güçlerin yanı sıra, çeşitli objeler, mekânlar ve diğer insanlarda
var olduğunu sandığı bir takım gizli güçlerle açıklamaya çalışmıştır. Nazar olgusu ve inanışı,
nazar boncuğu gibi birtakım inanışlar; Sümer, Babil, Mısır, Roma, Grek gibi eski çağ
medeniyetlerinden günümüze kadar insanoğlunun inanışlarında yer almıştır. Nazar olgusu ve
nazar boncuğunun başlangıç tarihi M.Ö. 4 bin senesine kadar gittiği bilinmektedir fakat kesin
olarak başlangıcı hakkında araştırmalar halen devam etmektedir.

Eski Türk boyları ve devletlerinin yaşadığı coğrafyaya bakıldığında bugün Orta Asya
diye adlandırılan oldukça geniş bir alandan bahsedilmektedir. Bu coğrafyanın sınırları hakkında
çok fazla görüş yer alsa da genel olarak bakıldığında burası, Altay ve Sayan dağları çevresi
olarak belirtilmekte ve zaman içinde Türklerin bu coğrafya çevresinde geniş bir alana
yayıldıkları görülmektedir. Bu geniş coğrafyanın etrafı neredeyse tamamen dağlarla çevriliydi.
İçerisinde ise geniş düzlükler ve platolar yer alıyordu. Buradaki insanların yaşam tarzlarını ve
hatta karakteristik özelliklerini bu coğrafyanın iklimi belirlemiştir. Oldukça soğuk ve kurak bir
iklime sahip olan Orta Asya, Türklerin tarım yapmalarından ziyade hayvancılıkla
uğraşmalarına neden olmuştur. Bu yüzden de hayvan sürülerine otlak alan ve su bulmak için
sürekli bir göç halinde yaşamışlardır. İşte bu ağır yaşam şartları Türklerin her an tedbirli
olmalarının yanı sıra, karşılaştıkları herhangi bir kabileyle de mücadele edecek şekilde hazır
olmalarını sağlamıştır. Dolayısıyla Türklerde mücadeleci bir karakteristik özelliğin varlığı da
çok net anlaşılmaktadır. İşte böyle bir coğrafyanın en önemli temsilcileri olan Türklerin
kültürleri MÖ 4000 yıla, yani Neolitik döneme kadar uzanmaktadır. Anav, Kelteminar,
Afanasyevo, Andronovo, Karasuk, Tagar ve Taştık gibi pek çok kültürde Türklerin izine
rastlanılmaktadır. Konuyla ilgili en iyi çalışmayı yapanlardan biri Emel Esin’dir. Dolayısıyla
onun konuyla ilgili olan yazdıklarını aynen alıyoruz:

Tarihçiler ve arkeologlar hem tarihi kayıtlara hem de arkeolojik kalıntılara dayanarak,


Kem kıyıları ve Kögmen dağlarındaki kültürleri Kagnılı, Kırgız ve Kök-Türk’lerin müşterek
atalarına bağlamışlardır. Bu bölgede uzun başlı Europeoidler olan Andronov kavmi yaşıyordu.
MÖ 1300 sıralarında, Karasuk kültürünün ortaya çıkışında, doğudan gelen bazı daha
Mongoloid boyların amil olduğu kültür kalıntılarından bilinmektedir. Doğudan gelip Karasuk
kültürüne amil olan boylar, Kiselev’e göre, Kagnılı ‘Ting-ling’ boyları idi. Kagnılı boyların
Doğu kolu münasebeti ile kaydedildiği gibi, bunlar bugünkü Çin’in kuzey bölgelerinde
yaşamakta olan, bazı araştırıcılara nazaran, kısmen Europeoid, fakat Mongoloidler ile de

2
gittikçe karışan boylardı. M.Ö. 600 sıralarında, aynı bölgede, Karasuk kültürü, bazı Europeoid
göçlerin tesiri ile Tagar kültürüne çevriliyordu. M.Ö. 300 etrafında, yeni mongoloid göçlerin
neticesinde, Tagar kültürü Taştık kültürü olarak gelişti ve Altay dağlarına da uzandı. Taştık
kültürü ise, M. V.-VI. yüzyıllarda, tarihi devirde Türkçe konuşan boyların kültürü şeklini aldı.
Böylece, Kagnılı, Kırgız ve Göktürk kültürlerinin bir müşterek kökten doğduğu açıkça görülür.
Türeyiş efsanesinden anlaşıldığına göre, Göktürk sülalesi bir devirde bunları idare etmişti.
Esasen dil ve yazı birliği gibi, hem Kagnılı boyların, hem Göktürklerin toteminin kurt olması
da müşterek - kültüre delalet eder. Bütün Türkçe konuşan boylar hakkında at, dağ keçisi ve su
kuşlarına dair bazı efsaneler de müşterek kültür unsurları idi.

3
2. ESKİ TÜRK DEVLETLERİNDEN KALAN ARKEOLOJİK
MALZEMELER VE MİTOLOJİK TASVİRLER

Yazının Türkler arasında çok yaygın olmadığı dönemlerde arkeolojik veriler, Türk
tarihinin aydınlatılması için en önemli kaynakları oluşturmaktadır. Çevre uluslara ait Türk
tarihine dair çeşitli kaynaklar olsa da kendi tarihlerinin kendilerince anlatılması konusunda
önemli bir noktayı tamamlamaktadır. Bu sebeple kurganlar, yazıtlar ve diğer tüm arkeolojik
veriler bu sebeple büyük önem taşımaktadır. Bu veriler doğrultusunda Türklerin sosyal,
ekonomik, askeri ve dini hayatları hakkında kendi tanımlamaları ortaya çıkmaktadır. Türklerin
yaşadığı coğrafyası ve çeşitli sebeplerle girişmiş oldukları savaş, göç ve ticaret gibi olgular
neticesinde ciddi bir kültürel etkileşimin bir parçası olmuşlardır. Bu etkileşimler yeni inançları
benimsemiş olsalar da kendi inanç sistemlerini terk etmeyerek devamlılığı sağlamış ve çeşitli
nesneler üzerine işleyerek de günümüze kadar ulaşılmasını sağlamışlardır. Türkler, çeşitli
kültür ve dinlerin etkisi altında kalmış olsa dahi eski inanç ve adetlerini günümüzde birçok
yerde yaşatmaya devam etmektedir (Tanyu, 1978: 19).

2.1. Kurganlar ve Yazıtlar

Türkler çok eski çağlardan itibaren ölü gömme geleneğine önem göstermiştir. Türklerin
ölü gömme gelenekleri üzerine olan bilgiler ilk olarak Çin kaynaklarında görülmektedir.
Aktarılan bilgiler doğrultusunda Türklerin uygulamış olduğu üç farklı ölü gömme âdetinden
bahsedilmektedir. Çin kaynaklarında yer yer ölülerinin yakıldığı ve küllerinin de kendilerince
kutsal görüldüğü yerlere serpildiği bildirilmektedir. İkinci bir gelenekse ölülerin bir sedye
üzerinde kutsal bir ağaca bağlanmasıdır. Bu iki gelenek çok az olarak görülmektedir. Üçüncü
ve en yaygın olanı ise bir mezara gömme geleneğidir. Ölen kişi tüm eşyalarıyla birlikte bir
mezara gömülmektedir (Gülensoy, 2011: 215). Var olan veriler doğrultusunda Türkler, eski
dönemlerden itibaren bir dini inanış içerisinde bulunmuşlar ve ölümden sonra da başka bir
hayatın olduğuna inanmışlardır. Bu sebeple ölen kişinin eşyalarının da onunla birlikte
gömülmesi Türkler arasında yaygın bir gelenek olarak görülmektedir.

Bu mezarlar genellikle kurgan olarak adlandırılmış olmakla birlikte ölen kişinin sonsuz
hayatında rahatsız edilmemesi için uzak ve bilinmeyen yerlere gömülmesini de beraberinde
getirmiştir. Kurganlar genellikle birkaç bölümden veya odalardan oluşan mezarlardı. Ölen kişi
tabut içerisinde bu odalardan birisine defnedilir diğer bölümlerine ise kişisel eşyaları, kılıçları,

4
yayları, baltaları (Resim: 14), mücevherleri, at koşum takımları ve hatta atları da kurban
edilerek mezara koyulurdu. Türk kültüründe atların bu kadar ön plana çıkması ve onların da
sahibiyle beraber gömülmesi, sahibinin öteki dünyada hayatını onunla sürdüreceği ve onsuz
yapamayacağı anlamına geliyordu. Savaşçı kahramanların ön planda olduğu dönemlerde, bu
Alplerle ya da savaşçılarla gömülen atların onunla aynı değerde hatta belki de daha fazla değere
sahip olduğu görülmüş olmalıdır (Çoruhlu, 2012: 1054). Bozkır göçebe kültürünün en yüksek
derecesi olan atlı kültürün Türkler arasında çok gelişmiş olduğunu her alanda görmek
mümkündür (Durmuş, 2017:21). Bu odaların üzerleri çeşitli kalaslarla kapatılır ve üzeri küçük
bir tümsek oluncaya dek toprak yığılır, tümseğin etrafı da taşlarla çevrilirdi (Koca, 2010:199).
Pazırık, Esik ve Noyun-Ula kurganları bu konuda en önemli ve veriler bakımından en zengin
kurganlardır.

Yazıtlarsa Türklere ait olduğu bilinen en eski yazılı kaynaklardır. Bu yazıtlar runik
harfler olarak bilinen oyma yazı ile çeşitli kaya ve sütunlar üzerine yazılmıştır. Bu yazıtların
varlığından ilk olarak Cüveyni’nin Tarih-î Cihan-güşa adlı eserinde bahsedilmiş olsa da
dünyaca tanınması bir İsveçli subay olan Strahlenberg tarafından sağlanmıştır. Strahlenberg
1709 yılında İsveç ve Rusya arasında gerçekleşen Poltova Savaşında Ruslara esir düşerek
Sibirya’ya sürgüne gönderilmiştir. 13 yıl süren sürgün döneminde Orta Asya ve Sibirya
coğrafyasını inceleme fırsatı bulmuştur. Çizmiş olduğu haritalar Rus Çarı I. Petro tarafından
beğenilmiştir. Ayrıca kaleme almış olduğu eserlerinde Türk yazıtlarından da bahsederek onları
dünyaya tanıtmıştır. Bu olaydan sonra ilim insanlarının ilgisini çeken bu yazıtlar araştırılmaya
başlanmıştır. Orhun vadisinde bulunan Bilge Kağan ve Kültigin yazıtları okunmaya
çalışılmıştır. Bu yazıtların bir cephesi Çince olsa dahi runik harflerle yazılan kısımlar ilk
başlarda çözümlenememiştir. Danimarkalı dil bilimci Wilhelm Thomsen, bu yazıtlar üzerinde
yaptığı araştırmalar sonrasında özel kelimeleri ve sesli harfleri tespit ederek çözümlemesini
tamamlamış ve ilim dünyasına sunmuştur (Çakan, 2009:115). Bu gelişmenin ardında tespit
edilen diğer yazıtlar üzerinde de Türk ve Rus araştırmacılar tarafından çeşitli çalışmalar
yapılarak yayınlar ortaya çıkarılmıştır (Koca, 2010: 220). Bu yazıtlar ait oldukları döneme göre
Göktürk, Uygur, Kırgız ve Türgiş yazıtları olarak sınıflandırılmıştır. Tonyukuk, Bilge Kağan,
Kültigin, Ongin, Bugut, Hoytu-Tamır, Moyunçor, Terhin ve Karabalgasun yazıtları Göktürk ve
Uygur dönemlerine ait başlıca yazıtlardır.

5
Türk tarihinin en önemli kaynaklarını teşkil eden bu unsurlar, Türklerin inanç
sistemlerini ve yaşantılarına dair birçok ögenin daha iyi anlaşılmasına katkı sağlamaktadır.
Bozkır göçebe kültürünün en yüksek derecesi olan atlı kültürün Türkler arasında çok gelişmiş
olduğunu her alanda görmek mümkündür (Durmuş, 2017:21). Yine kurganlarda bulunmuş bir
yel değirmeninin de Türkler arasında tarımın da yapıldığını göstermektedir (İnan, 1974: 498).

2.2. Pazırık Kurganları

Pazırık kurganları (Resim: 1) bünyesinde bulundurduğu arkeolojik ögeler bakımından


en zengin kurgan konumundadır. Rusya Federasyonuna bağlı Altay Cumhuriyeti’nde
bulunmaktadır. Bulunan veriler doğrultusunda Pazırık kurganlarının, M.Ö. 2-3. yy’a ve Hunlara
ait olduğu genel kabul gören düşüncedir. Bu kurganlar 1929 yılında Rus arkeolog Rudenko
tarafından bulunmuştur (Çakan, 2009: 108). Kurgan yaklaşık olarak 40 mezar ve odacıktan
oluşmaktadır. Verilerin asıl olarak elde edildiği 5 büyük mezar bulunmaktadır. Kurgan
içerisinde bulunan narin nesnelerin günümüze kadar neredeyse hiç bozulmadan gelmiştir.
Pazırık kurganlarının bulunduğu coğrafya bu durumun önemli bir nedenidir. Yazların serin
geçmesi ve yağan yağmurların kışın donarak neredeyse yıl boyunca don kalması sebebiyle
kurgan içerisindeki nesneler sağlam kalabilmiştir (Ögel, 2014: 65) . Pazırık kurganlarında
bulunmuş eserler günümüzde St. Petersburg’da bulunan Ermitaj Müzesinde sergilenmektedir.

Kurganlar, dönemin insanları için maddi ve manevi bir öneme sahipti. Dini inanışlarına
ve maddi durumlarına göre şekillenen bu kurganlar kişinin ölmeden önceki hayatı üzerine geniş
bilgiler sunmaktadır. Kurganda bulunan eşyalar ne kadar çoksa ölen kişinin o denli varlıklı
olduğunu gösterir. Yine kurganlarda sıklıkla görülen ögelerden biriside attır. Atların Türkler
için önemi çok fazladır. Atlar, ölen kişiye diğer hayatında yoldaşlık etmesi için mezarlara
koyulurdu. Bu atların kuyruklarının ve yelelerinin bağlı veya kesik olması da Türkler arasındaki
bir yas tutma âdetidir (Diyarbekirli, 1977: 110).

Pazırık kurganı üzerine 1947 yılında ikinci bir araştırma daha yapılmıştır. Bu araştırma
dâhilinde bir erkek ve bir kadın cesedi bulunmuştur. Erkeğin 50-60 yaşlarında kadının da 40’lı
yaşlarında olduğu tahmin edilmektedir. Bu mezar, soyguncular tarafından tahrip edilmiştir.
Tabut kırılmış ve cesetlerin üzerindeki değerli eşyaları almak amacıyla cesetlerin parçalandığı
görülmüştür. Erkeğin kafatasında bulunan delikler sebebiyle bir savaşta öldüğü
düşünülmektedir. Yine ikinci yapılan kazıda donmuş at cesetleri, at koşum takımları (Resim:
3) ve çeşitli süs eşyaları da bulunmuştur (İnan, 1998: 507-508).

6
Pazırık kurganlarında yapılan tüm kazılar sonucunca çok çeşitli nesneler bulunmuştur.
Ahşaptan oyularak yapılan çeşitli süsler ve ev eşyaları Hunlar arasında ağaç işlerinin bilindiğini
göstermektedir. Mumyalanmış kadın ve erkek cesetlerinin Türkler arasında mumyalamam
tekniğinin olduğunun bir ispatıdır. Aynı şekilde birçok kıyafet, küçük hayvan heykelleri, çok
çeşitli savaş aletleri, keçeden yapılmış çadır ve dünyanın en eski halısı olan Pazırık halısı
(Resim: 2) ortaya çıkarılmıştır. Bu halı Türklerin sosyal hayatına dair çeşitli detayları
göstermektedir. Halının tam ortası enine 4, boyuna 6 kare olmak üzere toplam 24 kareden
oluşmaktadır. Bu karelerin içerisinde bir çeşit bitki bulunmaktadır. Bu karelerin hemen dışında
24 adet geyik ve aslan figürleri bulunmaktadır. Halının en dış bölümüneyse 28 adet atlı asker
dokunmuş olup atların kuyruklarının düğümlü olması dikkat edilmesi gereken bir durumdur.

2.3. Issık Kurganı (Esik Kurganı)

Issık kurganı yapılan arkeolojik çalışmaların ardından 1969-1970 yıllarında


Kazakistan’ın Almatı kentinin yaklaşık 50 km doğusunda Issık çayının yakınlarında ortaya
çıkarılmıştır. Çalışma kapsamında aynı yerde 45 büyük kurgan bulunmuş ve bunların devlet
büyüklerinin gömüldüğü mezarlar olduğu tespit edilmiştir. Bu kurganların birçoğu hırzılar
tarafından yağmalanmış ve tahrip edilmiştir (Diyarbekirli, 1973: 29-30). Diğer Türk
kurganlarında olduğu gibi bu kurganlarında zeminleri ve üzerleri karaçam kütükleri ile
kapatılmıştır. Bu kütükler sayesinde yüzyıllarca mezarların içerisine su girmesi engellenmiş ve
bu nedenle de mezarların içerisinde bulunan eserlere pek fazla zarar gelmemiştir.

Çalışmalar sonucunda kurganın M.Ö. 5. veya 4. yy'a ait olduğu tespit edilmiştir. Kurgan
içerisinde bulunan eserlerden en önemlisi Altın Elbiseli Adamdır (Resim: 4). Bu kişi 17-18
yaşlarında olduğu düşünülen bir tigindir. Kıyafetlerinin neredeyse tamamının altınla kaplı
olması ve yanında değerli eşyaların da bulunması onun bir tigin olduğu düşüncesini
kuvvetlendirmektedir (Diyarbekirli, 1973: 298). Tiginin yanında; yay, kılıç, hançer, bronz
ayna, kilden, ahşaplardan ve madenlerden yapılmış çeşitli eşyalar da bulunmuştur. Bu eşyalar
Türk sanatının ne kadar eski ve gelişmiş olduğunu gösteren kanıtlardır.

Kurganda binlerce altın ve değerli eşyalar arasında bulunan diğer önemli bir eser ise
üzerine Göktürk harfleriyle yazı yazılmış ve bir kâse bulunmuştur. Ayrıca kurgan içerisinden
çıktığı bilinen tek gümüş eşyadır (Diyarbekirli, 1973: 302) . Kâse üzerinde 26 harften oluşan
bir cümle yazmaktaydı. Bu kâse üzerindeki yazı Türk Dil tarihi için çok önemli bir yere sahiptir
ve en eski yazılı ürünlerden birisidir. Bu yazı Olcay Süleymanov “Khan uya üç otuzı(da) yok

7
boltı utugsi tozıl(t)tı” seklinde transkript edilmiştir. Türkiye Türkçesine de “Han’ın oglu yirmi
üç yasında yok oldu (Halkın?) adı sanı da yok oldu” şeklinde çevrilmiştir. Başka bir dilbilimci
olan Altay Amancalov da , “Aya, sana oçuk bez çok, bugün icra azuk” şeklinde transkript etmiş
olsa da bilim dünyasında asıl kabul gören Olcay Süleymanov’un ortaya çıkardığı şeklidir
(Diyarbekirli, 1973: 302).

2.4. Kültigin Yazıtı

Kültigin Yazıtı, günümüz Moğolistan’ın başkenti Ulanbator’dan 370 km uzaklıkta


bulunan Orhun vadisinde bulunmaktadır. Yazıt, 1890 yılında Fin ve Rus araştırmacılar
tarafından keşfedilmiş ve 1892 yılında da yazıtların keşfi yayımlanmıştır (Koca, 2010: 246).
İlk başta kitabenin Çince metni Schlegel tarafından Fransızcaya, Galebentz tarafından
Almancaya H. Parker tarafından da İngilizceye çevrilmiştir. Türkçeye tercümesi ise ilk olarak
İngilizceden olmakla beraber Hadiye Erturkan tarafından çevrilmiştir. Yazıtın tamamı da 1970
yılından Muharrem Ergin tarafından Türkçeye aktarılmıştır (Çakan, 2009: 118)

Kapgan Kağan’ın yerine geçen oğlu İnal, ülkede çıkan isyanları bastıramadığından
Bilge ve Kültigin kardeşler bir ihtilal yaparak 716 yılında Bilge Kağan (Resim: 7) hükümdar,
Kültigin ise ağabeyinin yardımcısı oldu. Kültigin 731 yılında öldü ve 732 yılında ağabeyi Bilge
Kağan tarafından Kültigin adına bir kitabe diktirdi (Taşağıl, 1996: 19-21). Kültigin kitabesi,
Bilge Kağan ve Tonyukuk kitabelerine göre en sağlam kalanı ve yazıları en okunaklı olanıdır.
Yazıtın Bilge Kağan’ın yeğeni Yolluğ Tigin tarafından 20 gün içerisinde yazıldığı
bilinmektedir ve Göktürk Devleti’nin kuruluşundan itibaren yaşanan tarihi olayları
anlatmaktadır. Kitabe, Kültigin’in mezarı yanında bir kaplumbağa heykeli üzerine oturtulmuş
ancak yere devrilmiş olarak bulunmuştur (Çakan, 2009: 118)

Yazıtın yüksekliği 3,75 m’dir. Batı yüzü Çince olmakla beraber diğer yüzleri Göktürk
harfleri olarak bilinen runik harfler yazılmıştır ve yazıtlar tüm yüzlerde 2,75m’lik bir
boyuttadır. Altında bulunan kaplumbağa heykelinde ise 8 satırlık bir yazı bulunsa da tahrip
olmasından kaynaklı çok azı okunabilmektedir (Tekin, 1998: 11). Yazıtın etrafından yapılan
kazı çalışmaları sonrasında birçok arkeolojik veri de ortaya çıkarılmıştır. Eski Türk inancına
göre kişinin sağlığında öldürdüğü düşman kadar balbal dikme geleneği burada da devam
etmektedir. İlk çalışmalarda 169 tane balbal tespit edilmiş olsa da daha sonraki çalışmalarda bu
sayı 185’e çıkmıştır. Yine mezar içerisinde renkli boyalar kullanılarak Kültigin’in savaş
tasvirleri ressamlar tarafından çizilmiştir. En önemli eserlerden biriside Kültigin’e ve eşine ait

8
olan heykellerdir. Bu heykeller (Resim: 9) yuvarlak ve dolgun yüzlü olmasıyla Türk yüz tipinin
gelen özelliklerini yansıtmaktadır. Yazıt ve etrafındaki diğer unsurların Türk ve Çinli ustalar
tarafından inşa edildiği bilinmektedir (Koca, 2010: 248).

2.5. Bilge Kağan Yazıtı

Bilge Kağan, yaptığı ihtilalle 716 yılında II. Göktürk Devleti’nin hakanı olmuştur.
Kağanlığının ilk yıllarında iç isyanları bastırıp çevre boyları egemenliği altına almakla geçmiş
ve Çin ile olan mücadeleleri uzun yıllar sürmüştür. 726 yılında ilk olarak veziri Tonyukuk,
ardından 732 yılında kardeşi Kültigin’in ölmesinin ardından hem iki büyük dostunu hem de iki
önemli devlet adamını kaybetmiş oldu. 734 yılında da henüz 50 yaşındayken bakanlarından biri
olan Buyruk-Cor tarafından zehirlenerek öldürülmüştür. Oğullarının ülkeyi iyi idare
edememesi sonucunda 745 yılında II. Göktürk Devleti, Basmıllar tarafından yıkılmıştır
(Taşağıl, 1996: 23).

Bilge Kağan yazıtı da ölümünün ardından 735 yılında oğlu tarafından diktirilmiştir.
Yazıt, Orhun Vadisinde, kardeşi Kültigin’in yazıtının 1 km kadar uzağında bulunmuştur. Yine
yeğeni Yolluğ Tigin tarafından yazılmış ancak Kültigin yazıtı kadar sağlam kalamayıp çok fazla
tahribata uğramıştır. Yazıt, Kültigin’de olduğu gibi tarihi olayları anlatmaktadır. Genel olarak
benzer olaylara değinilmişse de Kültigin’in ölümden sonra yaşanan gelişmeler de bu yazıtta yer
almaktadır. 1895 yılında Radloff tarafından, daha sonra da H.N. Orkun ve Talat Tekin
tarafından çevirileri yapılmıştır (Çakan, 2009: 119).

2.6. Tonyukuk Yazıtı

Tonyukuk, II. Göktürk Devleti’nde Bilge Kağan’a da vezirlik yapmış ve 726 yılında
ölmüştür. Diğer yazıtlardan farklı olarak bu yazıt bizzat Tonyukuk tarafından, 721-725 yılları
arasında tarihi olayları anlatan bu yazıtı hazırlatmış ve ölümünün ardından 726 yılında
mezarının yanına dikilmiştir. Yazıtın sonunda bulunan: “Ben yaşlandım koca oldum. Bilge
Kağan Türk halkını besleyerek tahtta oturuyor.” ifadesi de bu yazıtın Bilge Kağan’ın
ölümünden daha önce dikildiğini desteklemektedir (Tekin, 1998: 13). Bilge ve Kültigin
yazıtlarına yakın bir yer olan Tola Nehrinin kıyısına dikiliş olan bu yazıtın etrafından yine
balballar ve çeşitli heykeller de bulunmuştur (Taşağıl, 1996: 28). Yazıt, Kutluk, Kapgan ve
Bilge Kağan dönemlerinin tarihi olaylarını aktarmaktadır. İki farklı taştan oluşan yazıtlardan

9
birinci 35, ikincisi de 27 satırdan oluşmaktadır. İlk olarak Radloff tarafından aktarılan yazıt
daha sonra da Muharrem ergin tarafından Türkçeye çevrilmiştir (Çakan, 2009: 118).

2.7. Heykeller ve Balballar

Türk tarihinin aydınlatılması noktasında elde edilen arkeolojik verilerin büyük bir
kısmını heykeller ve balballar oluşturmaktadır. Balballar Eski Türk inancının bir parçası olarak
kişi öldükten sonra mezarına yanına dikilen küçük heykellerdir. Bu heykeller o kişinin
hayatında öldürdüğü düşmanları sembolize eder ve öldürdüğü kadar balbal dikilir ki bu kişilerin
diğer hayatında ona hizmet edeceği inancı bulunmaktadır. Eğer bu durum dâhilinde öldürülen
bir kişi önemli birisiyse onu sembol eden balbalın üzerine adı da yazılmaktadır. Ongun yazıtının
yanında bulunan balbalların bir tanesinin üzerinde “İşbara Tarkan balbalı” yazıldığı tespit
edilmiştir (İnan, 1996: 231). Balbal kelimesi ilk tespit edildiğinde şimdiki anlamından farklı bir
şekilde yorumlanmıştır. Orhun yazıtlarında görülen balbal kelimesi, yoğ törenlerini idare eden
kişi-reis olarak yorumlanmıştır. Bu yorum yazıtların neşredilme sürecini hızlandırmak isteyen
Radloff’a aittir. Bu yorum yanlış olduğu anlaşılınca yine Radloff tarafından “Moğolistan’dan
Eski Türk Yazıtları” adlı eserinde 1895 yılında düzeltilerek gerçek anlamıyla kullanılmaya
başlanmıştır (İnan, 1998: 237).

Eski Türk inancına göre balbal olmadığı tespit edilen taşlara veya heykellere farklı bir
anlayışla yaklaşılmıştır. Altay’da Yüs ırmağı yakınlarında çok fazla taş heykel bulunmaktadır.
Bunlardan bir tanesi Şamanlar tarafından Kozan Taş (Tavşan Taş) olarak adlandırılmış ve
burada yaşayan oymaklar tarafından o taş için kurban kesildiği görülmüştür (İnan, 1996: 180).

Orta Asya’da tarihi aydınlatmak için insanı tasvir eden taş heykeller de önemli bir yer
tutmaktadır. Bu heykeller genellikle elinde bir kılıç veya bir kap tutmaktadır. Kuşaklarına ise
kav kesesi, muska, madeni tuka ve süslü levhaların asıldığı görülmektedir. Bu heykeller, insan
sureti tam olarak yapılan ve sadece baş kısmı yapılan heykeller olmak üzere ikiye ayrılmaktadır.
Bu şekilde farklı Orta Asya ülkelerinde, Göktürk dönemine ait olduğu kesin olarak tespit edilen
161 adet heykel bulunmuştur. Bu heykellerin yüzü çoğunlukla doğuya veya güneydoğuya bakar
şekilde dikilmiştir (İnan, 1998: 373). Bu heykellerin ortak özellikleri arasında saçlarının dağınık
şekilde olması da vardır. Orta Asya’da, Göktürkler zamanında üç farklı saç uzatma şekli olduğu
bilinmektedir. Bunlardan ilki ve Türklerin de uygulamış olduğu dağınık saç şeklidir. Çinlilerin
saçlarını toplayıp tepelerine koydukları bilinmektedir. Üçüncü ve son şekil ise Tibetlilerde ve
Turfanlılardaysa saçların örgü yapılmaktadır. Diğer bir benzer noktaysa heykellerin

10
kulaklarında küpelerin bulunmasıdır. Bu küpelerin de farklı şekillerde olduğu tespit edilmiştir.
Heykeller genel görünüm itibariyle bir askeri anımsatmaktadır. Elinde bir kılıç veya bir hançer
olması bunu göstermektedir. Günümüz araştırmalarında bu heykellerin birçoğunun tahrip
edildiği görülmüştür. Bir inanca göre bu heykeller uğursuzluk getirmekteydi ve onun için
başları kırılıyordu (İnan, 1998: 378). Bu heykeller ve balballar, ait olduğu devletin ve milletin
kültür tarihinin açıklanmasında rol oynayan en önemli arkeolojik verileri oluşturmaktadır.

2.8. Kaya Üstü Tasvirler (Petroglifler)

Kaya resimleri, insanların kendileri için kutsal gördükleri ve hayatları için önemli olan
savaş, avcılık ve çeşitli merasimleri kayalar üzerine çizmesiyle oluşmuş tarihsel verilerdir. Türk
kaya resimlerinin (Resim: 15) 1920’li yıllarda Altaylarda keşfedildiği bilinmektedir. Bu tür
resimler sadece kaya üzerlerine değil aynı zamanda, halı, kilim, keçe ve çeşitli ahşap ve metal
eşyalar üzerine de çizilmiştir. Bu resimler geçmiş Türk tarihine ışık tutmakla beraber onların
resim sanatıyla ilgilendiklerini de göstermektedir.

Kayaların üzerine en çok çizilen unsurlar hayvan ve insan figürleridir. Dağ keçileri,
geyikler, kurtlar, develer; askerler, kamlar ve Gök Tanrı’ya ibadet eden insanlar bu doğrultuda
sayılmaktadır (Resim: 16). Kazakistan Tamgalısay’da bulunan resimlerde ise toylarda eğlenen
inşalara rastlanmaktadır (Somuncuoğlu, 2008: 1). Bunların yanında soyut kavramları içiren
çeşitli figürler de kayalar üzerinde keşfedilmiştir. Türk kaya resimlerinin en güzel örnekleri
Saymalıtaş (Resim: 11), Boyarı Kayalıkları, Kızıl Kaya, Hangay Dağları ve Altay Dağlarında
bulunmaktadır (Koca, 20120: 222). Kaya resimleri geleneği Orta Asya’dan Anadolu’ya kadar
uzanmıştır. Anadolu’da da Ankara-Güdül ve Geyiklitepe’de bulunan kaya resimleri, Orta
Asya’da bulunanlarla büyük bir benzerlik göstermektedir.

Yine bu kapsamda sayılabilecek diğer bir kaya resimleri de Uygurlara ait olanlardır.
Budist olan Uygurlar, tapınmak için inşa ettiği tapınakların duvarlarını çeşitli fresklerle
süslemişlerdir. Bunların yanında rahiplerin ve müzisyenlerinde figürleri duvarlara çizilmiştir.
Bu çimlerde mavi ve kırmızı renklerin ağırlıklı olarak kullanılması dikkat çeken bir unsurdur.
Uygur, Turfan bölgesinde bulunan Bezeklik ve Sorçuk tapınakları bir keşif seyahatinde bulunan
Alman bilim adamları tarafından keşfedilmiştir. Bu resimler yine onlar tarafından sökülerek
Almanya’ya getirilmiş ve Berlin Etnografya Müzesinde sergilenmiştir. II. Dünya Savaşında,
Berlin’in işgal edilme sürecinde atılan bombalar nedeniyle bu resimlerin çoğu yok olmuştur
(Koca: 2010: 224). Yine Uygurların dinleri üzerine yazılan kitaplarda sayfa aralarına çizdikleri

11
minyatürlerde onların resim sanatında ne kadar usta olduklarını gösteren unsurlardan bir
diğeridir.

2.9. Süs ve Kullanım Eşyaları

Yazıtların, kurganların, heykel ve balbalların keşfedilmesiyle birlikte bunların


bulunduğu bölgede yapılan arkeolojik kazılar neticesinde birçok kıyafet, süs ve kullanım eşyası
bulunmuştur. Bu eşyalar dönemin sosyal, kültürel ve ekonomik boyutunu anlama noktasında
önemli birer nesne olma durumundadır.

Arkeolojik kazılar neticesinde kurganlardan çıkarılan kıyafetlerle heykeller ve kaya


resimleri üzerindeki kıyafetlere bakılırsa Türklerin giymiş olduğu kıyafetler günümüz medeni
kıyafetlere oldukça benzemektedir. Eskiden kıyafetlere “ton” veya “kedüm” denilmekteydi.
Kıyafetler; iç-dış ve yazlık-kışlık olarak ayrılmaktaydı (Koca, 2010: 178). Başın soğuktan,
sıcaktan ve yağmurdan korunması için “başlık” veya “börk” adını verdikleri şapkaları
takarlardı. Ayağın korunmasını da önce “uçuk” adını verdikleri çorabı ardından da “etük” adını
verdikleri ayakkabılar ile sağlarlardı (Baykara, 2001: 93). Bu eşyaların yapımı için gerekli olan
malzemeleri de avladıkları; ayı, tilki, porsuk, samur, geyik veya besledikleri; koyun, kuzu, sığır
ve keçi gibi hayvanların deri ve yünlerinden temin ederlerdi. İpek ve değişik işlemeli kumaşları
da ülkelerinden geçen ticaret yollarından sağlarlardı (Gülensoy, 2011: 89)

Romalı tarihçi Marcellinus, Avrupa Hunlarının giyim ve kuşamı üzerine şu bilgileri


vermektedir; “Pantolonun üzerine önü düğme ile açılıp dizlerine kadar uzayan palto giyerler,
bunun da üzerine kemer takarlardı. Hatta yün ve ketenden yapılan gömlekleri ve iç çamaşırını
Romalılar, ilk defa Türklerde görüp tanımışlardır. Hun erkekleri maddi ve içtimai mevkilerine
göre kemerlerinin tokalarını, kayışlarını, çizmelerini; altın gümüş ve değerli taşlarla
süslerlerdi. Başlarına giydikleri miğferler de süslü ve işlemeliydi. Ayrıca çizme ve kemerlerinde
kartal başta olmak üzere çeşitli hayvan figürleri bulunurdu. Hun hanımlarıysa entari şeklinde
elbise, manto, kemer ve başlıklarını değişik desenlerde süs eşyalarıyla donatırlardı. Taç
gerdanlık, kolye, küpe, bilezik ve yüzük de kullanırlardı” (Ahmetbeyoğlu, 2013: 223-224).

Çinli bir seyyah olan Hsüan-tsang ise Batı Göktürk hakanı Tong Yabgu’nun giyimini
şu şekilde tasvir etmektedir; “Bu barbarları atları sayılmayacak kadar çoktu. Göktürk hakanı,
yeşil satenden bir kaftan giymekte olup, saçlarını olduğu gibi gösteriyordu. Sadece alnının
çevresini on ayak boyunda ipek bir şerit sarmış, ucunu da arkadan sarkıtmıştı. Çevresinde ipek
kaftanlar giymiş ve örgülü saçlı iki yüz kadar subay bulunuyordu. Birliklerin geri kalanı develer

12
veya atların üzerine bindirilmiş kürk veya ince dokuma giyinmiş, uzun mızraklar, bayraklar ve
düz yaylar taşıyan süvarilerden meydana gelmişti. O kadar kalabalıklardı ki bakıldığında
sonlarını görmek mümkün değildi.” (Gömeç, 1999: 35).

Erkek ve kadınlar, başta kıyafetlerin üzerinde olmak üzere evlerinde ve at koşum


takımlarının üzerinde çeşitli süs eşyalarını da bulunurdu. Kullandıkları savaş aletlerini altın,
gümüş, kehribar ve kırmızı değerli taşlarla süslerlerdi. Bu süslemeler Hunlar aracılığıyla
Kafkasya’dan İtalya ve Galya’ya kadar aktarılmıştır (Gülensoy, 2011: 90). Kadınların da
gündelik yaşamda kullanmış oldukları; küpe, gerdanlık, bilezik, inci, vazo (Resim: 12) ve tarak
(Resim: 13) gibi eşyalar kurganlardan çıkarılmıştır. Bu eşyalar üzerindeki süslemelere
bakılarak Türklere ait olup olmadığı tespit edilebilirdi (Koca, 2010: 180). Türklerin ahiret
inancına sahip olmaları bu eşyaları kendileriyle birlikte mezarlarına gömme âdetini ortaya
çıkarmıştır. Bu eşyalar, kurganlarda dış dünyadan soyut bir şekilde kaldığından günümüze
kadar sağlam kalmıştır.

2.10. Mühürler ve Damgalar

Damgalar herhangi bir nesne üzerine çizilen işaret veya alamet olarak tanımlanabilir.
Damga kelimesi ilk olarak Kırgızlara ait olduğu bilinen Açura yazıtında görülmüştür ve şu
şekilde geçmektedir;

“On yedi erdemi yaşında idim, öldü.

Göz kapağının eti kara saçı gibi kedersiz idi.

Yerdeki damgalı yılkı sayısız idi.

Hücum eden ordusunun kudreti yedi bin oğlan idi.”

Yazıtta geçen “damgalı yılkı” ifadesi aynı zamanda Türk kültüründe atların
damgalandığı bilgisini günümüze aktarmaktadır. Orhun harflerinden çok daha eski bir tarihte
kullanılmaya başlanmıştır. Damga kelimesi yine Divan-I Lügati't Türk, Kutadgu Bilig ve
Muhakemetü’l Lugateyn’de de geçmektedir (Gülensoy, 1989: 11-12). Kaşgarlı Mahmud ise
Türkler arasında bir tanınma işareti olarak damgaları şu şekilde yorumlamıştır; “Bir Türk
boyudur. Oğuzlar Türkmen’dir. Bunlar yirmi iki bölüktür; her bölüğün ayrı bir belgesi ve
hayvanlarına vurulan bir alameti vardır. Birbirlerini bu belgelerle tanırlar.” “Bu oymakların
hepsini herkesçe bilinmesi için yazdım. Bu belgeler onların hayvanlarının, atlarının bir

13
alametidir. Hayvanlar karıştığında her bölük kendi hayvanını bu belgeden tanır.” (Atalay,
1985: 55-58).
Altaylardan Anadolu’ya kadar damgalamak geleneği devam etmiştir ve birçok alanda
Türk damgaları görülmektedir. Tespit edilen diğer damgalama alanları ise şu şekilde
sıralanmaktadır;
“At ve sığırlarda,
Koç ve koyunun kulak veya burnunun üstünde,
Koç veya koyunun sırtında, kuyruğunda veya başında (aşı boyası ile),
Kovanlarda, buğday veya un ambarlarında,
Mezar taşlarında,
Hece tahtası adı verilen, tahtadan yapılmış mezar işaretlerinde,
Kilim ve halılarda,
Keçelerde, kepenklerde,
Heybe, torba ve un çuvallarında,
Nakış ve yanışlarda,
Ziynet eşyalarında,
Nazarlıklarda,
Ev kapı ve duvarlarda,
Кар ve kacakta,
El, yüz, alın, pazı ve göğse yapılan döğmelerde,
At koşum takımlarında” (Gülensoy, 1989: 18-19).

2.11. Türk Runik Harfleri

Göktürk alfabesi, Yenisey-Orhun yazısı veya Türk runik harfleri olarak bilinen yazının
Esik kurganında bulunan veriler doğrultusunda M.Ö. 5. yy’a kadar eski bir tarihte kullanılmaya
başlandığı tespit edilmiştir (Koca, 2010: 208). Esik kurganında bulunan gümüş eşyanın
üzerinde 26 harf bulunan ve runik harflerin en basit şekliyle yazılışı tespit edilmiş ve Olcay
Süleymanov tarafından “Han’ın oğlu yirmi üç yasında yok oldu (Halkın?) adı sanı da yok
oldu.” Şeklinde günümüz Türkçesine çevrilmiştir. Asıl olarak 7. yy’da yaygın olarak
kullanılmaya başlanan bu yazının Hunlardan daha eski bir tarihte ortaya çıktığı ve Göktürkler
tarafından da asıl şeklinin oluşturulduğu söylenebilir. Orhun yazıtlarının bulunmasıyla Türk
runik harfleri tespit edilmiş ve dilbilimci V. Thomsen tarafından çözümlemesi yapılmıştır.
Runik alfabe 38 harften oluşmaktadır. Thomsen, bu yazının İran ve Arami yazısından

14
etkilenmiş olduğunu ve harflerinin bir kısmının damgalardan geçtiğini de belirtmiştir (Tekin,
2003: 20). V. Thomsen; “Bütün bu fikirler delilden mahrum birer tahmin ve nazariyelerden
ibarettir. Bütün bu fikirleri söyledikten sonra Orhun Harfleri, örneği olmayan ve yeni
yaratılmış şekiller gibi telakki etmeliyiz” (İnan, 2014: 295).
Türk runik harflerinin Hunlar döneminde kullanıldığına dair Çin yıllıklarından şu bilgi
elde edilmektedir; “Uygurların ataları Kao-kü’ler Çince yazarlar fakat Hunca da yazarlardı.
Klasikleri Hun dili ile okurlardı.” Yine Avrupa Hunları zamanında tarihçi Priskos ise Hunların
kendilerine ait bir yazılarının olduğunu belirtmektedir (Kafesoğlu, 2011: 322).

2.12. Hayvan Tasvirleri

Hayvanlar, Türk tarihi için önemli olduğu kadar mitolojiyle de süreç içerisinde bir hayli
içli dışlı olmuştur. Yazıtlarda, kurganlardan çıkan eserlerin üzerinde, kaya resimlerinde ve
döğmelerde olmak üzere birçok alanda hayvanlara ait unsurlar görülmektedir. Hatta hayvan
figürlerinin (Resim: 19) görüldüğü yazıtların çoğu bir kaplumbağa üzerine dikilmiştir.
Kaplumbağanın uzun yıllar güçlü ve sağlı yaşamasından dolayı kendi devletlerinin de uzun
yıllar güçlü kalmasını temenni etmişlerdir. Türk mitolojisinde hayvanların insanlardan önce
yaratıldığına dair bir inanış söz konusudur. Altay yaratılış destanlarında insanın
yaratılmasından önce kuş ve balık gibi hayvanların var olduğu aktarılmaktadır (Ögel, 2014:
458). Ayrıca hayvanlar Türk tarihinde karşımıza birer ongun-totem (hayvan-ata) şeklinde
çıkmaktadır. Belirli boylar veya şamanlar kendilerince kutsal ve önemli gördükleri hayvanları
kendilerine bir ongun olarak seçerlerdi (Drury, 1996: 61). Ongun, Moğolca bir kelime olup ilk
olarak Ziya Gökalp tarafından ifade edilmiştir. Altay ve Yenisey Türkleri arasından töz veya tös
olarak ifade edilmekle birlikte tam olarak aynı anlama gelmektedir. Ongun geleneği Türklerde
olduğu gibi Moğollar arasında da kullanılmaktaydı (İnan, 1998: 296-270). Kaşgarlı Mahmud’a göre
24 Oğuz boyunun her birinin kendi ongunu vardır ve bunlar genel olarak kartal ve doğan cinsi
kuşlardır.
Her Şamanın kendi ruhu ile özdeşleşmiş olduğuna ve kendini koruduğuna inandığı bir
ongunu vardı. Ongun olarak kabul edilen bu hayvanın ölmesi durumunda Şaman da hayatını
kaybederdi. Şaman evindeyken davulunu asmış olduğu yere bu ongunların ve diğer önemli
gördüğü hayvanların küçük birer heykelini de asardı (İnan, 2013: 80-81). Şaman, ibadet
ederken ongunu olduğu hayvanın şekline büründüğü inancı da yaygındı. Yine ibadet ederken o
onguna ait onu temsil eden unsurları kıyafetinde mutlaka eklerdi. Bu unsurlara bakıldığında
tam anlamıyla o hayvanı sembolize ettiği görülürdü. Diğer ses çıkaran çeşitli metaller ise Şaman

15
kıyafetleri için ikici dereceden önemli sayılan unsurlardı. Orta Asya’da en yaygın olarak
görülen Şaman ongunları arasında geyik, kartal ve ayı bulunmaktadır. En çok bu hayvanları
sembolize eden kıyafetler bulunmuştur. Altaylarda kuş tipi, Sibirya’da geyik tipi, Kuzey
Sibirya’da ise ayı tipi kıyafetler bulunmuştur. Bu detaylara bakılarak seçilen ongun, coğrafi
olarak yaygın görülen hayvanlar arasından seçilmiştir (Ögel, 1989: 33-38).
Bu inanç, İslam ile sentezlenerek Anadolu’ya da gelmiştir. İlk Müslüman Türk
Dervişleri olarak bilinen Hoca Ahmed Yesevi; turna, Hacı Bektaş-ı Veli; güvercin, Abdal
Musa; geyik ve Abdülkadir Geylani’nin ise beyaz doğan donuna girebildiğine inanılmaktadır.
Bu inançlar sözlü edebiyat aracılığıyla günümüze kadar ulaşmıştır.

“Ali oldum, Âdem oldum bahane,


Güvercin donunda geldim cihana.” (Abdal Musa)
-
Güvercin donuyla Urûm’a uçan,
İmamlar evinin kapısını açan” (Abdal Musa)
-
“Kul Hasan’ım, var mı sözümde yalan,
Münkirim gönlünü gümana salan
Doksan günlük yolu kuşlukta alan,
Hünkâr Hacı Bektaş Ali kendidir.” (Âşık Hasan)

Dizeleriyle Hacı Bektaş-ı Veli’nin don değiştirmesi aktarılmıştır (Ögel, 1989: 29-30). Yakut
Türkleri arasında da yaygın olan ongun geleneğinde şöyle bir inanç yaygındır. Yakutlarda her
boyun kendilerinin ondan türediğine inandığı bir ongunu vardır. Bu hayvan hiçbir şekilde
öldürülemez ve eti de yenilemezdi. Böyle bir durum olması halinde o boyun başına büyük
felaketlerin geleceğine inanılırdı. Yakutlar arasında yaygın olarak görülen ongunlar; beyaz
lekeleri olan at, kuğu, atmaca, kartal, turna ve inektir. Hayvanın güç ve kudretine göre sosyal
tabaka şekillenirdi. Kartal ongununa sahip boy veya aile en soylu tabaka olarak kabul edilirdi
(Ögel, 1989: 33-34).

16
Türk kültüründe önemli olan hayvanlar maddi unsurların yanında sözlü edebi gelenekle
birlikte nesilden nesle aktarılmaya devam etmektedir. Bu doğrultuda Dede Korkut, hikâyelerini
anlatmadan önce hayvanlar üzerinden şu şekilde bir giriş yapılmıştır. Bu şiir hayvanların sosyal
yaşamdaki önemine dair unsurları içerisinde barındırmaktadır.

Yedi yerin otlaklarını geyik bilir.


Yeşermiş yerlerin çimenlerini yaban eşeği bilir.
Ayrı ayrı yolların izini deve bilir.
Yedi dere kokularını tilki bilir.
Geceleyin kervan göçtüğünü çayır kuşu bilir.
Oğulun kimden olduğunu ana bilir.
Erin ağırını, hafifini at bilir.
Ağır yüklerin zahmetini katır bilir.
Nerede sızılar var ise çeken bilir.
Gafil başın ağrısını beyni bilir.
Kolca kopuz yükseltip elden ele, beyden beye ozan gezer.
Erin cömerdini, erin cimrisini ozan bilir.
Karşınızda çalıp söyleyen ozan olsun.
Yolunu şaşırıp gelen kazayı Tanrı savsın hanım hey! (Ergin, 1969: 20).

Türkler arasında en yaygın olarak kullanılan hayvan tasvirleri şu şekilde sıralanabilir;


geyik (Resim: 18), kartal, kurt, ayı, dağ keçisi, koç-koyun, boğa, çeşitli kuşlar ve yılandır
(Gülensoy, 1989: 20). En çok tasviri görülen hayvanlar arasında olan geyik Türkler arasında
her dönem kutsal olarak görülmüş bir hayvandır. Türklerin geyikten türediğine dair bir efsane
olmamakla birlikte geyiğin dişi bir ruh olduğuna inanılırdı. Çin kaynaklarında geçen bir rivayet
şu şekildedir; “Göktürk hakanlarından bir, sık sık bir mağaraya giderek orada dişi bir deniz
tanrısıyla birlikte olurmuş. Günün birinde bu hakan askerleriyle birlikte bir sürek avına çıkmış.
Hakan ve askerleri tespit ettiği hayvanları geniş bir bölgeden sürerek dar bir yere getirmiş ve
tek tek onları avlamaya başlamışlardır. Tam bu esnada askerlerden birisi karşısına çıkan bir
Ak-geyiği okuyla vurarak öldürmüştür. Bundan sonra Göktürk hakanı, mağaraya tekrar
gittiğinde sevdiğini orada bulamamış ve öldürülen Ak-geyiğin o olduğunu anlamış. Daha sonra
o geyiği avlayan askeri bularak onu ve kabilesini cezalandırmıştır. Daha sonra da kurban
edilecek kişiler o kabileden seçilmiştir.” (Ögel, 1989: 569). Göktürkler arasında insan kurban
etme geleneğinin tespit edilememektedir. Rivayette önemli olan unsur Geyik motifidir. Geyiğin

17
kutsallığı Anadolu’ya kadar gelerek yeni efsanelerin ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Alageyik efsanesi olarak yaygınlaşmıştır.
Maddi kültür olarak ise birçok yazıt ve eşya üzerine de çizilmiştir. Bunlardan bir tanesi
Moğolistan’da bulunan İhe-Ashete yazıtıdır. Göktürk devlet adamlarından Tarduş Köl İç Çor
anısına dikildiği bilinmektedir (Çakan, 2009: 119). Bu yazıtın üzerinde belirgin bir kuş çizimi
ile bir de geyik motifi bulunmaktadır ve yazıtın o bölümünde şunlar yazmaktadır; “Üstteki
kudretli sema. Ayrılmış, ölü olana cenaze merasimi yapıverdim. Çiner Yapmış.”(Orkun, 1986:
315). Yine Radloff tarafından neşredildiği bilinen Altın-Köl kitabesinde “geyik” ifadesi
geçmektedir (Orkun, 1986: 512). Böylece geyik, Türkler arasında hem bir efsane hem de ongun
ve kaya resmi olarak kendini göstermektedir (Gülensoy, 1989: 22).
Koç, koyun ve dağ keçileri de sıklıkla görülen hayvan tasvirlerinden birisidir. Tagar
kültürüne ait kalıntılarda bir bayrak ve yanında dağ keçilerine ait heykeller tespit edilmiştir.
Esik kurganında bulunan cesetlerin birinin börkünde keçi figürüne rastlanmıştır. (Gülensoy,
1989: 25-26).
Kartal figürü de sık sık görülen tasvirlerden birisidir. Ayrıca Altay-Yakut yaratılış
destanları içerisinde önemli bir yer tutmaktadır. Bir inanışa göre şamanlar; “yeryüzüne bir
kartal tarafından getirilirlerdi. Onlara göre Şaman olacak bir çocuğun ruhu, çocuk daha
doğmadan önce bir kartal tarafından yenirdi. Bu ruhu yiyen kartal, bundan sonra güneşli bir
bölgeye göç ederdi. Ortası büyük bir çayırlıkla kaplı olan bu gölgede, güneşin ışıkları solmaz
ve her zaman parlarmış. İneklerin ilk defa süte geldiği yer de yine bu çayırlık alanmış. Tam bu
çayırın ortasında ise kırmızı bir çam ile bir gürgen veya bir de kayın ağacı varmış. İşte bu
kartal bu ağaçların üzerine gelir ve yumurtasını bıraktıktan sonra gidermiş. Yumurta bir süre
ağaçların üzerinde kaldıktan sonra çatlar ve içinden bir çocuk çıkarmış. Ağacın altında da bir
beşik bulunurmuş. Çocuk yumurtadan çıkar çıkmaz hemen bu beşiğin üzerine düşer ve orada
büyümeğe başlarmış. Yine onlara göre iyi Şamanlar, kırmızı çam üzerindeki yumurtadan, kötü
şamanlar ise gürgen ağacı üzerindeki yumurtadan çıkanlarmış. Yumurtadan çıkan bu Şamanlar
hayatları süresince Kartal-anaları tarafından korunurmuş. Bu kartal işlerinde o Şamanlara
yardımcı olurmuş” (Ögel, 1989: 595-596). Bu tür inanışlardan olsa gerek Eski Türk kültüründe;
yırtıcı, gece ve küçük kuşlar avlanmaz ve yenilmezmiş. Bu tür hayvanlarda kendilerini hasta
edecek bir genç kız ruhu olduğuna inanılırdı. Ayrıca kartal, bürküt, doğan, şahin ve atmaca gibi
kuşlar da kutsal hayvanlar olarak görülürdü (Gülensoy, 2011: 329-330).

18
Sibirya ve Altay bölgelerinde çift başlı kartal figürü de görülmektedir. Avrupa’da, Ön
Asya’da ve Orta Asya’da görülen çift başlı kartal figürünü Bizans ve Selçuklu Devleti de
kullanmıştır. Uno Harva; bu figürün Ön Asya milletlerinden Sibirya’ya geçtiğini ifade
etmektedir (Harva, 2015: 33). Ancak Sibirya Türkleri tarafından kutsal görülen kartal, daha
güçlü olmayı sembolize etmesinden dolayı çift başlı olarak çizilmiştir.
Tüm bu veriler doğrultusunda hayvanlar, Türklerin sosyal, ekonomik ve dini yaşamında
önemli bir yer tutmaktadır. Güçlü ve ender gördükleri hayvanları kutsallaştırıp onlara anlamlar
yüklemiş ve kendilerinin ruhlarıyla onların ruhunun bir olduğuna inanmışlardır. Bu nedenledir
ki kendilerine bu hayvanlar arasında bir ongun seçmişler ve o hayvana karşı saygı
beslemişlerdir.

19
3. ESKİ TÜRKLERDE KOZMOGONİ ANLAYIŞI

Kozmogoni, Yunanca bir kavram olmakla birlikte evrenin ya da gökle ilgili varlıkların
oluşumunu ve gelişimini açıklayan, bilimsel ya da mitolojik bir kuram olarak açıklanmaktadır.
Başka bir kavramda ise “kâinatın kökeni” olarak geçmektedir (Procter, 2011:38). Kozmogoni,
mitolojinin temelini oluştururken genellikle de oluşumu kutsal bir varlığa yani tanrıya ve bir
dine bağlamaktadır. Eski çağlarda kurulan medeniyetler, kendilerini genellikle evrenin yaratılış
sürecinden başlayarak anlatma yoluna gitmişlerdir. Bundan dolayı, kozmogoni, mitoloji, din
veya tanrı tarih boyunca birbiriyle bağlantılı bir şekilde açıklanmıştır.

Geniş bir mitolojik sisteme sahip olan Türklerde de evrenin ve insanın yaratılışı üzerine
birçok destan ve kozmogoni anlayışı bulunmaktadır. Bu anlayışlar çoğunlukla sözlü kültürle
günümüze kadar ulaşıyorsa da bir takım yazılı kaynaklar üzerinden de kozmogoniyle ilgili
çıkarımlara ulaşılmaktadır. Bunun en belirgini belki de Kül Tigin (Resim: 5) yazıtında bulunan
şu ifadedir; “Üze kök tengri asra yagız yer kılındukda ekin ara kişi oglı kılınmış” günümüz
Türkçesiyle; “Üstte mavi gök, altta yağız yer kılındıkta, ikisi arasında insanoğlu kılınmış”
(Ergin, 2009: 9). Bu ifadeyle birlikte Türklerde kozmogonik anlayışın temeli ortaya
çıkmaktadır. İlk olarak bir tanrı anlayışı muhakkak mevcuttur. Bununla birlikte evrenin
yaratılmasındaki aşamalarda önce gök, yer ve sonunda da insan yaratılmıştır. Bu açıklama,
sözlü kültürün ürünleri olan Altay yaratılış destanlarında da sıklıkla görülmektedir. Ayrıca
Manas destanında da şu açıklama yer almaktadır; “Yer yer olduğu zaman; Su su olduğu zaman.”
Kozmogonik anlayışı açıklamada Türkler ayrıca, kaya üstüne çizmiş oldukları resimlerde ve
şaman davullarının üzerine çizilen sembollerle de anlatma ve aktarma yoluna gitmiştir
(Çoruhlu, 2017: 150).

Eski çağ medeniyetlerinden olan Asur ve Babillerde de benzer bir yaratılış efsanesi
bulunmaktadır. Enuma Eliş destanında yaratılış şu şekilde anlatılmaktadır; “Üstte derğirmi gök
daha adsızken, altta da yağız yer ad almamışken…”(Heidel, 2000: 33). İbrani yaratılış hikâyesi
ise Tevrat Bab 1’de şu şekilde aktarılmaktadır; “Başlangıçta Tanrı yerleri ve gökleri yarattı.
Yer ıssız ve boştu ve enginin yüzü üzerinde karanlık vardı. Ve Tanrı ruhu suların yüzü üzerinde
hareket ediyordu… Ve Tanrı dedi; suların ortasında kubbe olsun, suları sulardan ayırsın… Ve
Tanrı kubbeye gök dedi. Gök altındaki sular bir yere biriksin ve kuru toprak görünsün… Ve
Tanrı kuru toprağa yer dedi…” (Yonar, 2015: 73-74). Görüldüğü üzere yaratılış destanları
birileriyle benzerlik gösterirken temelinde Tanrı figürü ve onun etrafında dünyanın
şekillenmesi tasvir edilmektedir.

20
3.1. Eski Türklerde Tanrı Algısı

İnsanlar varoluşlarından itibaren bir şeyleri kutsallaştırmış, anlam veremediği olaylara


dini bir anlam yüklemiş ve bu doğrultuda her şeyin üzerinde bir kuvvet olduğuna inanmıştır.
Kendi dini inanç sistemlerini oluşturarak tanrı veya tanrılara inanma yoluna gitmişlerdir.
Dünyanın kuruluşunun üstün bir kuvvetle açıklanması gibi her toplum da kendisi için bir din
ve tanrı arayışı içerisinde olmuştur. Kimi topluluklar çok tanrılı kimi topluluklar ise tek tanrılı
bir inanç sistemine dâhil olmuştur. Türk milleti de çoğunlukla kabul gören görüş doğrultusunda
tek tanrılı bir dine yani Gök Tanrı’ya inanmışlardır. Bununla birlikte farklı doğa olaylarına da
anlamlar yükleyip onları kutsallaştırmışlardır. Ayrıca birçok antropomorfik durumları da
görmekteyiz. Tanrısal güçlerin insanlara aktarılması olayı Türk mitolojisinde görülen bir
durumdur. Genel olarak ise Türk dini yapısı; Gök Tanrı, Yer-Sub ve Atalar Kültü etrafında
şekillenmiştir (Ahmetbeyoğlu-Şen, 2018: 46-47).

Gök Tanrı, Türkler arasında yaygın ve hâkim olan tek tanrıdır (Kafesoğlu, 1980: 55).
Diğer dini unsurlar, adetler, ibadetler ve diğer tüm eylemler Gök Tanrı etrafında şekillenir
(Kafesoğlu, 2014: 112-113.) Türklerin tek tanrı inancı hükümdarlık sistemine de yansımıştır.
Nasıl gökte tek bir tanrı varsa yerde de tek bir hükümdar olmalı ve tüm kavimler onun çatısı
altında yaşamalıdır. Hakan olacak kişi ise tanrı tarafından verilen yetkiyle başa geçer ve bu
inanca da Kut adı verilmiştir. Bu durumu belirgin olarak Bilge Kağan yazıtında şu şekilde
görülmektedir; “Tanrı yarlık verdiği için özüm tahta oturdum! Dünyanın dört köşesinden
milletleri, düzenledim... Ondan sonra Tanrı yarlık verdiği için, kutum ve kısmetim var olduğu
için ölecek milleti diriltip, eğittim (besledim). Çıplak milleti elbiseli, fakir milleti zengin kıldım,
az milleti çok kıldım.” (Ergin, 1970: 23). Ayrıca Kut inancını yansıtan “Tanrıda Kut Bulmuş”
gibi unvanlar da hakanlar arasında kullanılmıştır. Göktürk Kitabeleri gibi diğer yazıtlarda da
Tanrı ifadeleri sıklıkla kullanılmaktadır. Kut inancının Asya Hun Devleti döneminden itibaren
var olduğu bilindiğinden o dönemlerde de tek tanrı inancının varlığından söz edilebilir. İbn
Fadlan da seyahatnamesinde Orta Asya Türk ülkelerini gezerken kimi zaman var olan bir tek
tanrı inancından bahsederken kimi zaman da Türklerin hiçbir şeye inanmadıklarını ifade eder
(İbn Fadlan, 2010: 9-10).

21
Orta Asya’da kurulmuş Türk devletlerinin çoğunda kurucu ailelerin neredeyse
tamamının Gök Tanrı inancını benimsemiş oldukları Çin yıllıkları aracılığıyla tespit edilmiştir.
Bunlar; Hunlar, Tabgaçlar, Göktürkler, Uygurlar ve hatta Moğol olan Cengiz Han’da dahi
görülmektedir (İnan, 2013: 26).

3.2. Türk Kozmogonisinde Evren Tasavvuru

Türkler, en eski çağlardan itibaren bir evren tasavvurunda bulunmuş ve kâinatı yer ve
gök olmak üzere bir bütün olarak algılamışlar ve aktarmışlardır (Beydili, 2004: 337). Bu evren
tasavvurunda (Resim: 21) bütünün parçalarından olan gök her zaman daha kutsal sayılmış ve
Tanrının da orada olduğu düşünülmüştür (Boratav, 2012: 93). Yer de bu tasavvuru tamamlayan
bir parçaydı. Nihayetinde ise yer ve gök arasında insanın yaratılması olay bütünlüğünün
tamamlanmasını sağlamıştır (Ahmetbeyoğlu-Şen, 2018: 62). Sözlü gelenek ürünleriyle de
evrenin oluşum süreci dikkat çeken ayrıntılarla nesilden nesle aktarılmıştır. Böylece Türkler
arasında dünyanın yaratılması önemli bir durumdur ve kesinlikle bir takım nedenlerle
bağlantılıdır. Gök ile ilgili inanışlar arasında “Göğün Direği” kavramı Türk mitolojisinde
görülmektedir. Gök, yeryüzünü kapsayan ve örten bir çadır konumundadır. Demir kazık veya
Altın kazık olarak adlandırılıyor olsa da temelinde Kutup yıldızını işaret eden bir inanıştır. Eski
Türk inancına göre;

“Kutup yıldızı, gökte hiç kımıldamadan duruyor, bütün gezegenler ve yıldızlar onun
çevresinde görünüyorlardı. Kutup yıldızı, Tanrının ışıklı ülkeleri olan yüksek gökle yeryüzünü
birleştiren bir kapı idi. Bu kapı gökle yeri; ruh âlemiyle de maddi dünyayı; insan ile de Tanrıyı
ayıran bir sınır idi.” (Ögel,1995: 170).

Şamanlar arasında göğün direği anlayışı hâkimdi ve ibadetlerine de yansımaktaydı.


Şaman davulunun üzerindeki (Resim: 22) resimler gelişigüzel çizilmeyip bir amaç
doğrultusunda tasvir edilmiştir. Davulun ortasından çizilen çizgi “göğün direğini” sembolize
eder. Yatay olarak çizilen çizgiler yeryüzünü ve gökyüzünü ayırmaktadır. Ay, güneş ve
yıldızlar da aynı şekilde davulun üzerine tasvir edilmiştir.

Şamanın töreni ise genel olarak şu şekilde gerçekleşir. Türk mitolojisinde yer alan
inanışa göre gök dokuz kattan oluşmaktadır. İlk olarak Şaman çadırının kapısını gün doğusuna
çevirir ve çadırının merkezinde bulunan direğe, göğün dokuz katını temsil eden dokuz işaret
koyar. Törene başlamadan önde açık renkli bir at kurban edilir ve davulun ruhuna sunulurdu.
Şaman ruhuna “Ay-Kam-Ay” şeklinde seslenir kılıcı, yayı ve oku ile kötü ruhları kovardı.

22
Göğün 7.katına gelince Ay’a, 8.katına gelince Güneş’e selam verir ve 9.kata gelince de Ulu
Tanrı ile buluşur onunla konuşurdu. Kutup Yıldızını yani göğün direğini geçmesi onun zararına
olacaktır (Ögel, 1995: 164). Bütün bu işlemler Şamanın vecd haline geçmesiyle başlardı. Keçe
üzerine oturur göğün katları tek tek çıkılır aynı şekilde tek tek inilirdi. Şaman keçe üzerinde
doğudan batıya dokuz kez dönerdi. Bu işlemin yapılmadığında Şamanın zarar göreceğine
inanılırdı. Göğün direği inancı İslamiyet öncesindeki dönemlerde olduğu gibi İslam ile birlikte
gelişen yeni kültürde de yerini korumuş ve Anadolu destan ve efsanelerine de konu olmuştur.

Türkler, devletleri gibi evreni de dört köşeli tasavvur etmekteydiler. Coğrafi yönleri
kullanılarak açıklanan bu tasavvura göre böylece düzen temin ediliyordu. Bu tasavvurun Çin
kültüründe de olduğu bilinmektedir (Ögel, 1995: 244). Ayrıca bu inanış Göktürk yazıtlarında
da görülmektedir; “Tört Bulung” dört yan anlamına gelmektedir ve metinlerde de sık sık
geçmektedir (Çoruhlu, 2011: 97). “Bulung” kelimesinin ne olduğu ise Kaşgarlı Mahmud
tarafından; yan, yön ve taraf olarak sözlükte açıklanmıştır. Yine Kültigin yazıtında geçen şu
ifade dört köşe tasavvuruna işaret etmektedir;

“Dokuz Oğuz beyleri, milleti! Bu sözümü işit, adamakıllı dinle: Doğuda gün doğusuna,
güneyde gün ortasına, batıda gün batısına, kuzeyde gece ortasına kadar, onun içindeki millet
hep bana tâbidir… Dört taraf hep düşman imiş.” (Ergin, 2013: 34-41).

Jean-Paul Roux ise Türklerdeki evren tasavvurunu şu şekilde aktarmaktadır;

“En eski belgelere göre evren dört öğeden -su, ateş, toprak ve hava- oluşmuştur ve gök
ile yer arasında insanların var olabilmesi için biçimlenmiştir. Gök yuvarlak ya da yarımküre
biçimindedir, yer karedir; gökyüzü yeri kuşatır ve dünyanın dört köşesinde göğün kuşatmadığı
ıssız bölgeler vardır. Neredeyse evrensel bir tasvire göre yer bir okyanus, nehir ya da dağ
sırasıyla çevrilidir… Gök büyük tanrı, yâni Tengri’dir; hem tektir hem de pek çoktur; katlara
(kimi zaman yedi gezegen olmasının etkisiyle yedi kata) ve her biri ayrı bir tapınca sâhip Güneş,
Ay, Venüs, Boğa takımyıldızı gibi kutsal gök cisimlerine bölünmüştür; bu cisimler bağımsız
oldukları gibi göğün bir parçasını oluştururlar. Yerküre gök küreyle bir çift oluşturur; dişil, tek
ve bölünebilir kutsal bir varlıktır. Gücünü genelde gök küreyle birlikteyken ve özellikle de
dağların aracılığıyla gösterir… Kuşkusuz yerin bir sonu vardır ama her ne kadar bir gün ‘yerin
yarılıp göğün yıkılmasından çekinilse de bununla yaradılışla ilgilenildiği kadar ilgilenilmez.”
(Roux, 2006: 60-61).

23
3.3. Türk Kozmogonisinde Evrenin Yaratılması

Geniş bir kozmogoni anlayışına sahip olan Türk mitolojisinde, sözlü kültür ürünleri
bakımından bir hayli zengindir. Türkler evrenin yaratılması meselesini açıklamak için mitolojik
hikâyeler ve destanlar oluşturmuşlardır (Candan, 2008: 105). Bu destanlardan en öenmlileri
Altaylara ait olan yaratılış destanlarıdır. Rus Türkologlar olan Verbitskiy ve Radloff tarafından
derlenen iki farklı destanda yaratılışa dair geniş ve derin bilgiler içermektedir. Evrenin
yaratılmasından önce neler olduğu, evrenin ve yaratılışın nasıl başlayıp devam ettiği ve
sonrasına dair bilgiler görülmektedir. Yaratılış destanların birçok şekline ve anlatımına sahip
örnekleri bulunmaktadır. Bu destanların içerisinde en ayrıntılı ve doğru olanları, Altaylarda
yaşayan Türklerin anlatımlarıyla derlenenlerdir (Candan, 2013: 74). Ancak bu anlatımlara
çevre kültürlerin mitolojik unsurlarından da karışımlar olmuştur. Başta; Budizm ve İran etkileri
fazlasıyla görülmektedir (Radloff, 2009: 21).

Rus Türkolog Radloff tarafından derlenen Altay Yaratılış Destanına dünyanın yaratılışı
ve oluşumu şu şekilde gerçekleşmiştir;

“Yer ve Gök yaratılmadan önce her şey sudur, yer yoktu, gök yoktu, güneş
ile ay da henüz yoktular. O zaman, Tanrıların en yükseği, bütün varlıkların
başlangıcı, insanoğullarının ata ve anası Tengere Kayra Kan kendisine benzer
bir varlık yaratarak ona kişi dedi. Kayra Kan ile kişi su üzerinde iki kara kaz gibi
sakin sakin uçarak süzülürlerdi. Fakat kişi bu sonsuz sessizlikten hoşnut değildi,
o, Kayra Kan’dan da fazla yükselmek istiyordu. Bu ölçüsüz hareketinden dolayı
o, uçma özelliğini yitirdi ve derinliklere, dipsiz suya yuvarlandı. Boğulacak
dereceye gelince, gereksinme karşısında Tengere Kayra Kan’ı (merhametli
semayı) yardıma çağırdı. Kayra Kan kişiye derinlikten kalkması için emir verdi,
sonra kişinin üzerinde oturarak suya karşı korunabilmesi için denizden bir
yıldızın yükselmesini emretti. Kişi artık uçamadığı için, Kayra Kan yeri yaratmak
istedi, bunun için kişiye, suya dalarak derinliklerden toprak çıkarmasını söyledi
ve bu toprağı suyun üzerine serpti. Kişi, sudan toprak çıkarırken kendisi için
gizlice bir arazi yapmak amacıyla toprağın bir parçasını ağzında sakladı. Fakat
yukarıya çıktığı zaman ağzındaki toprak şişti ve soluk alamaz oldu, eğer Kayra
Kan ağzındaki toprağı tükürmesini emretmemiş olsaydı, boğulacak dereceye
gelecekti. Kayra Kan tarafından yaratılan yer düz ve engebesizdi, fakat kişinin
ağzından fışkıran toprak her tarafa sıçradı ve birçok yerde bataklık tepecikler

24
meydana getirdi. Kayra Kan kızgınlıkla kişiye Erlik adını taktı ve onu ışık
diyarından kovdu; bunun üzerine yer üzerinde yerleşsinler diye başka kişiler
yarattı. Yerden dokuz dallı bir ağaç büyüterek, her dalın altında bir kişi yarattı.
Bu dokuz kişi, bugüne kadar yeryüzünde yaşayan dokuz boyun ataları
olmuşlardır.

Erlik, yeryüzünün yeni sakinleri olan insanlara bakıp bunların güzel ve


iyi olduklarını görünce, Kayra Kan’dan, bu yaratıkları kendi eline vermesini rica
etti. Kayra Kan onun bu ricasını kabul etmedi; bunun üzerine Erlik onları kötü
yola sürükleyerek zorla kendi egemenliği altına geçmesini bildi. Fakat Kayra
Kan, Erlik tarafından böylece kolaylıkla kandırıldıkları için insanoğullarına
kızdı. Bu yüzden, bu ândan sonra kişioğullarını kendi hâllerinde bırakmaya karar
verdi. Erlik’e tekrar beddua okuyarak onu karanlıklar diyarının üçüncü katına
sürdü; kendisi için ise on yedi kat gökle onun sakinlerini yarattı ve her zaman
mesken olarak en yüksekteki on yedinci katı seçti. Şimdi, yalnız kalan
kişioğullarının koruyucu ve öğreticisi olarak yüksek May-Tara’yı geride bıraktı.
Güzel semayı gören Erlik de kendisi için bir sema yapmaya karar verdi ve Kayra
Kan’dan izin aldıktan sonra orada kendi emrindekileri yerleştirdi, bunlar, onun
yoldan çıkardığı insanlar, yâni kötü ruhlardır. Oysa kötü ruhlar, Tanrının
yeryüzünde yarattığı insanlardan çok daha iyi yaşıyorlardı. Bu durum Kayra
Kan’ı öfkelendirdi, bunun üzerine o, Erlik’in semasını yıkmak için Mandışira
Bahadır’ı gönderdi. O zaman Mandışira’nın şiddetli darbeleri ile gök sarsıldı ve
Erlik’in seması küçük parçalar hâlinde yere döküldü ve o zamana kadar düz olan
yeryüzünün şekli bozuldu, çünkü yıkılan enkazdan çok büyük dağlarla derîn
uçurumlar ve onların arasında geçilmesi olanaksız ormanlıklar çıktı. Kayra Kan
ise Erlik’i, güneş ve ayın bulunmadığı, yıldız ışıklarının etkilemediği en alttaki
arz katına sürdü ve dünyanın sonuna kadar orada kalmasını emretti.” (Radloff,
2009: 18-20.)

Verbitskiy’nin aktardığı destanda “üç zaman” kanununa rastlanmaktadır; İlk olarak ne


yer var ne de gök sadece karanlık ve aydınlık vardır. Ardından yaratılışın başladığı çağ gelir.
Üçüncü olarak ise iyilik ve kötülüğün mücadelesinin başladığı dönem görülmektedir. (Ögel,
1989: 423-424). Bu destan da Türklerde yaratıcı Tanrı olarak Ülgen görülmekteyken kötülüğü
temsil eden şeytan ise Erlik olarak anılmaktadır. Rus Türkolog Verbitskiy tarafından derlenen
Altay Yaratılış Destanı ise dünyanın yaratılışı ve oluşumu şu şekilde aktarmaktadır;

25
“Dünya bir deniz idi ne gök vardı ne bir yer,

Uçsuz bucaksız sonsuz, sular içindeydi her yer!

Tanrı Ülgen uçuyor, yoktu bir yer konacak,

Uçuyor arıyordu, katı bir yer, bir bucak.

Kutsal bir ilham ile nasılsa gönlü doldu,

Kayıptan gelen bu ün, ona bir çare buldu.

Göklerden gelen bir ses, Ülgen’e buyruk verdi:

-Tut önündeki şeyi, hemen yakala! Dedi.

Ülgen bu emre uydu, uzattı ellerini,

İçinden tekrarladı, Semanın sözlerini.

Denizden çıkan bir taş, fırladı çıktı yüze,

Hemen taşı tuttu, bindi taşın üstüne!

Artık Ülgen memnundu, rahatı bulmuş idi,

Üzerinde duracak bir yeri olmuş idi.

Göklerin emri ile bulunca Ülgen durak,

Artık vakti gelmişti, gökleri yaratacak!

Ülgen hep düşünmüştü, ta göklere bakarak:

-Bir dünya istiyorum, bir soyla yaratayım!

Bu dünya nasıl olsun, ne boyla yaratayım!

Bunun çaresi nedir, ne yolla yaratayım!

26
Bir Ak-Ana (Ak-Ene) var idi, yaşardı su içinde,

Ülgen’e şöyle dedi, göründü su yüzünde:

-Yaratmak istiyorsan, sen de bir şeyler Ülgen,

Yaratıcı olarak, şu kutsal sözü öğren!

De ki hep ‘Yaptım oldu!’ başka bir şey söyleme!

Hele yaratır iken ‘Yaptım olmadı’ deme!

Ak-Ana bunu dedi, sonra kayboluverdi,

Denize dalıp gitti, bilinmez oluverdi.

Ülgen’in kulağından bu buyruk hiç çıkmadı,

İnsana bu öğüdü iletmekten bıkmadı:

-Dinleyin, ey insanlar! ‘Var’a yok demeyiniz!

Varlığa yok deyip de, yok olup gitmeyiniz!’

Ülgen yere bakarak ‘-Yaratılsın yer!’ demiş.

Bu istek üzerine, denizden yer türemiş.

Ülgen göğe bakarak: ‘-Yaratılsın gök!’ demiş.

Bu buyruk üzerine, üstünü gök bezemiş!

Tanrı Ülgen durmamış, ayrıca vermiş salık,

Bu dünyanın yanına, yaratılmış üç balık.

Bu büyük balıkların, üstüne dünya konmuş,

Balıklar çok büyükmüş, dünyaya destek olmuş.

27
Dünyanın yanlarına, iki de balık konmuş,

Dünya gezer olmamış, bir yerde kalıp donmuş.

Bir başka balık ise, yere gerilmiş imiş,

Kapkaranlık kuzeye, başı çevrilmiş imiş.

Ortadaki balığın başı tam kuzeydeymiş,

Tufan hemen başlarmış, yönü az değişseymiş.

Onun başı her zaman, tam yönle durmalıymış,

Bu yön hiç değişmeden, kuzeyde olmalıymış.

Onun başı az düşse, tufanlar başlar imiş,

Tufanla taşan sular, dünyayı kaplar imiş.

Başı zincirler ile, bu yüzden bağlanmıştı,

Başın oynamaması, bu yolla sağlanmıştı.

Zincirler bağlanmışmış, ortadaki direğe,

Balık ne olur ne olmaz, kımıldamasın diye!

Tanrı balık işini verdi Mandı-Şire’ye

Mandı-Şire düzeltti, başı dönse nereye.

Günlerden bir gün yine, yer suya gömülmüştü,

Çünkü balığın başı aşağıya düşmüştü.

Dünya yaratılınca Tanrı rahatı seçti,

Oturmak için yine, Altın-Dağı’na geçti.

28
Çok büyük bir dağ idi, Altın-Dağ dedikleri,

Ayla Güneşe değer, gökteydi delikleri.

Bulunurdu Altın-Dağ, gökle yer arasında,

Ülgen de otururdu, bu dağın ta başında!

Dağın etekleriyse, dünyaya değmez idi,

Bir adam boyu kadar, durur da düşmez idi.

Dünya yaratılışı, altı günde olmuştu,

Yedinci günde ise, Bay-Ülgen uyumuştu.

Bir gün yattıktan sonra, Bay-Ülgen kalktı yine,

Etrafına bakındı, neler yarattım diye.

Bizimkinden başkaydı, kendine eş dünyası,

Onun eğildi yalnız, Ay ve Güneş dünyası,

Dokuz ayrı dünya, fazla yaratılmıştı,

Birer cehennem ile bir de yer katılmıştı.

Dünyaların büyüğü, Han-Kurbustan-Tengere,

Bu dünyalar içinde, yok o dünyadan üzerine!

Ülgen bu dünyasına, verdi yardımcı bir Han,

Bu Han’ın adı idi, Mangızın-Matmas-Burkan.

Tanrılar barınağı, Han-Kurbustan-Tengere,

Cehenneminin adı, Mangız-Toçiri-Tamu,

29
Altın-Telegey ise, onun yerin ise namı

Cehennemi yaparken, Tanrı hiç boş durmamış,

Matman-Kara adıyla, bir de mühür atamış.

Doksan dokuz dünyanın, ortancalar ortası,

Adı Ezre-Kurbustan, Tengere, Gök dünyası.

Bu dünya müdürünün kendisi de idi Han,

Belgein-Keratlu, Türün-Musıkay Burkan.

Kurulduğu yer ise, Altın-Şarka adlı yer,

Cehennemine herkes, Tüpken-Kara-Tamu der.

Biri bu Cehennemi idare eder baştan,

Bu da kutsal ruhlardan, bir Matman-Karakçı Han,

Dünyamıza gelince, dünyalar düzeninde,

En küçük olanıdır, insan yaşar içinde,

İnsanın dünyasına derler Kara-Tengere,

İdare eder onu, kutsal büyük May-Tere.

Dünya cehennemine, toptan Kara-Taş derler,

Kerey-Han adlı biri, onu idare eder.

Sanma ki bizim dünya dünyalar içre tektir,

Otuz üç katlı gökle, dünyâ çok çok yüksektir.

Yine günlerden bir gün, Tanrı Ülgen denize,

30
Bakarak duruyordu, şaşırdı birdenbire,

Bir toprak parçacığı, sularda yüzüyordu,

Toprağın üzerinde, bir de kil duruyordu.

Toprak üstündeki şey, dedi, nedir acaba,

İnsanoğlu bu olsun, insana olsun baba,

Görünmeğe başladı, insan gibi bir şekil,

Birden insan olmuştu, toprak üstündeki kil.

İnsanda toplanmıştı, her çeşitten yeterlik,

Bu ilk insanın ise, adı olmuştu Erlik,

İnsan yaratan Tanrı, ortalardan kayboldu,

Erlik de yola çıktı, arayıp onu buldu.

Tanrı’nın gönlü temiz, yücelerden yüceydi,

-Bir küçük kardeşim ol! Diye, Erlik’e dedi.

Erlik Tanrın Ülgen’in kardeşi olmuş idi,

Fakat nedense kalbi, hırs ile dolmuş idi.

Erlik yaratılınca, gezip, tozup, eğlendi,

Aradan günler geçti, birden durup söylendi:

-Ben niçin olmayayım, Tanrı’dan daha yüksek,

Tanrı neden dolayı, göklerden olsun bir tek!

Ben niçin olmayayım hem kuvvetli hem yüce,

31
Bu bir kabahat mıdır, ben doğduysam yenice!

Daha ileri gidip, gözleri hırsla doldu,

Tanrı’yı kıskanarak, ezelî düşman oldu.

Güçlü Tanrı’ya baktı, kutsal gücü kıskandı,

Söylenmeğe başladı, kendi nefsine kandı:

-Ah! Keşki ben de böyle, insan yaratabilsem!

Dünya sâhibi olsam, dünya yaratabilsem!

Tanrı baktı ki Erlik, pek bir işe yaramaz,

Erlik’in varlığıyla bu dünya da yaşamaz.

Yarattı Mandı-Şire,adlı bir kahramanı,

Dedi Erlik yerine korusun bu insanı.

Mandı-Şire’den başka, kemikleri kamıştan,

Yedi kişi yarattı, etleri de topraktan,

Nefesiyle üfledi, tuttu kulaklarına,

Yedi insanın hemen, can geldi ruhlarına

Tuttu burunlarına, bir dahacık üfledi,

Akıl verdi, insâna, rûha akıl ekledi.

Kutsal er Mandı-Şire, insânı koruyacak,

Onu yaşatacaktı, düşmanları kovarak.

Ama İnsanoğluna biri lâzımdı ancak,

32
Onun idaresini, bir düzene koyacak,

Bunun için de Tanrı, May-Tere’ye verdi cân,

Dedi İnsanoğlunun başına oluver Han!” (Ögel, 2014: 465-469).

Altaylarda derlenen farklı iki yaratılış destanlarına bakıldığı zaman evrenin yaratılması
noktasında her şeyin su ile başladığı görülmektedir. Verbitskiy’de başlangıçta insan yokken
Radloff’un derlemiş olduğu destanda Erlik’in olduğu görülmektedir. Yaratılışın ana kahramanı
Verbitskiy’de Ülgen, Radloff da ise Kurbustan’dır. Radloff’da Havva ve Âdem benzeri bir
hikâye olan Törüngey ile Ece hikâyesi bulunurken Verbitskiy’de böyle bir hikâye
aktarılmamaktadır (Bayat, 2017: 87). Bu destanlar haricinde Yenisey, Uygur ve İslamiyet
sonrası dönemlerine ait Türk Yaratılış destanlarının farklı varyantları da bulunmaktadır.

Evrenin yaratılışında olduğu gibi insanın yaratılması noktasında Türk mitolojisinde yine
birçok farklı destan bulunmaktadır. Göktürklerin “Bozkurt”, Uygurların ise “Yaratılış” destanı
bu konu üzerine incelenmesi gereken destanlardandır. Bu destanlara ek diğer destanlarda da
yine insanın ve evrenin yaratılışına dair unsurlar yer almaktadır. Bu efsanelerin zaman
içerisinde İslam’ın kabul edilmesiyle birlikte yeni şekilleri de ortaya çıkmıştır.

3.4. Kök Tengri

Eski Türk inanç sisteminin merkezinde en yüksek varlık olarak kabul edilen Gök Tanrı
(Kök Tanrı veya Kök Tengri) bulunmaktadır (Kafesoğlu, 2015: 295). Gök Tanrı inancının, Orta
Asya’da devlet kuran tüm aile ve boylarda var olduğu Türkçe ve yabancı kaynaklar vasıtasıyla
da tespit ve ispat edilmektedir (İnan, 1976: 16). Mircae Eliade; Gök Tanrı inancını, Orta Asya
topluluklarının karakteristik bir sistemi olarak belirtmektedir. Türklerin, Tanrı algısının
doğuşunda sonsuz ve ebedi olan gökyüzü başrolü oynamaktadır. Türkler, yaşamlarının her
alanını yaşadıkları coğrafi konum ve etkenler doğrultusunda şekillendirmiş bir kavimdir. Orta
Asya’nın sert ve çetin şartları onların inançlarını da oluşturmuştur. Yaratılış destanlarında da
görüldüğü üzere her şeyden önce gökyüzünün varlığı bilinmektedir. Ayrıca onların yaşam
koşullarını etkileyen; kar, kış, yağmur, fırtınalar ve afetler gibi etkenlerde Türklerin gökyüzünü
güçlü ve kudretli görmesine sevk etmiştir. Bunlarda dolayıdır ki Türkler, evreni yaratan Tanrıyı,
her şeyden önce var olan gökyüzünde aramış ve gökyüzüne kutsal bir vazife addetmiştir.
Böylece her şeyi yaratan kutsal varlığa Gök Tanrı demeye başlamışlardır. Gök Tanrı inancını

33
ayrıca Çin’e gelmesi aslen Türk olan Chou hanedanının yönetime gelmesiyle olur.
Konfüçyüs’ün Tanrı adının karşılığı olarak “Tien” adını kullanması da bu sayede olmuştur
(Koca, 2010: 181).

Gök Tanrı inancı varlığı başta Göktürkler zamanında dikilen yazıtlarda olmak üzere
birçok yazıtta da tespit edilmiştir. Kül Tigin yazıtının güney cephesinde şu ifadeler yer
almaktadır; “Tengriteğ tengride bolmış türk bilğe kagan bu ödke olurtım” (Tanrı gibi gökte
(mevcut) olmuş Türk Bilge Hakan bu zamanda [iktidar mevkiine] oturdum.)(Orkun, 1986: 22).
Bu ifadelerle Tanrı kavramı yazıtta tespit edilirken onun gökte olduğu insanları yarattığı sonsuz
kudrete sahip olduğu ve yönetim için kişinin Tanrı tarafından görevlendirildiği yani Kut aldığı
anlamları da çıkmaktadır. Kut kavramı da meşru iktidar olabilmek için en gerekli şart
durumundadır. Yine Şine Usu yazıtında da benzer bir ifade görülmektedir. Yazıtın kuzey
cephesinde şu ifadeler yer almaktadır; “tengride bolmış il etmiş bilge kagan ben…” (Ben
Tengride olmuş il itmiş Bilge Hakan…). Bu ifadeyle de Tanrı’nın kuvveti ve yönetimsel gücü
vermesi konularına değinilmiştir (Orkun, 1986: 164). Yazıtlarda sık sık görülmesi Türk
toplumu içerisinde Kut anlayışının çok önemli siyasi bir etken olduğunu göstermektedir.

Kül Tigin yazıtının güney cephesinde yer alan; “Tengri yarlıkadukın üçün özüm kutım
turu ö…ur ertiğ” (Orkun, 1986: 26) ifadesi yazıtın zaman içerisinde yıpranması nedeniyle tam
okunamazken yazıtları Türkçeye aktaran Muharrem Ergin tarafından şu şekilde çevrilmiştir;
“Tanrı buyurduğu için, kendim devletli olduğum için kağan oturdum” (Ergin, 2009: 7). Yine
aynı yazıtın doğu yüzünde “tengri küç birtük üçün akanım kagan süsi böriteğ ermiş, yagısı
koyteğ ermiş” ifadesi bulunmaktadır. Yazıtı Türkçeye çevirenlerden olan Hüseyin Namık
Orkun, bu ifadenin çevirisini şu şekilde yapmıştır: “Tanrı güç verdiği için babam hakanın
ordusu kurt gibi imiş, düşmanı koyun gibi imiş” (Orkun, 1986: 35). Bu ifadeyle de Tanrının
yönetimsel gücü verdiği gibi ayrıyeten düşmanları yenmek için askeri güç ve kudret verdiği
anlamı çıkmaktadır. Türk ordusu, Tanrının verdiği güç ile kurt gibi iken düşman askerleri koyun
gibi bir av durumundadır. Böylece Türk ordusu çok fazla zorlanmadan Tanrı gücüyle
düşmanlarını alt etmektedir. Yazıtta geçen “kurt” ifadesi, Göktürkler dönemimde kurt
figürünün önemini de açıklamaktadır. Göktürklerin türeyiş efsanesi olan Bozkurt destanını
destekler biçimdedir. Göktürklerin geldiği soy olarak kabul edilen Aşina soyu, kurttan
türeyerek çoğalmış ve Tanrıdan aldığı kut ile de devlet kurmuş ve tüm boyları tek çatı altında
toplamıştır.

34
Kül Tigin yazıtında Tanrı ile ilgili diğer ifadeler ise şöyledir; “tengri yarlıkaduk üçün
tört yeğirmi yaşımka tarduş budun üze şad ertim.” (Tanrı buyurduğu için on dört yaşımda
Tarduş milleti üzerine şad idim). “anda kisre tengri yarlıkaduk kutım bar üçün ülüğim bar üçün
ölteçi buldunıg tiriğrü iğitim…” (Ondan sonra Tanrı buyurduğu ve talim olduğu için kısmetim
olduğu için ölecek olan milleti diriltip doğrulttum…). “tenri yarlıkaduk üçün özüm olurtukıma
tört bulundakı budunıg itdim yaratdım… (Tanrı buyurduğu [için] ben de tahta oturduğumda
dört taraftaki kavmi tanzim ettim…) (Orkun, 1986: 36-56).

Göktürk yazıtları haricinde çeşitli Uygur metinlerinde de Tanrı ifadesi sık sık
geçmektedir. Genel olarak kabul gören görüşte Türklerin eski çağlardan itibaren evreni yaratan
ve her kudretin üzerinde bir güce sahip ve tek olan Gök Tanrı’ya inanıyor oldukları yazılı ve
sözlü kaynaklar doğrultusunda günümüze kadar ulaşan bir gerçek bilgi durumundadır. Tanrı,
evreni yarattığı gibi onun işleyişinden de sorumlu olan kişiydi ve insanları yönetmesi için kağan
olacak kişi Tanrı’nın vermiş olduğu yetki (Kut) sonrasında bu vazifeye gelebilirdi. Bu inanış
sosyal hayatın temeline kadar yansımıştır ki kut almayan bir kişinin kağan olmasına sıcak
bakılmazdı. Türkler, Tanrıyı en bilge kişi olarak gördüklerinden dolayı kut alan kişilere de o
bilgeliğin geçtiğine inanmışlardır. Bundan dolayı kağanların “Bilge” unvanını aldıkları sıkça
görülmüştür (Yılmaz, 2014: 238). Yine çeşitli mücadelelerinde Tanrının onlara yardım etmesi
için dualar edilir ve kurbanlar sunulurdu.

Gök Tanrı ile ilgili ayrıntılar sözlü kültür ürünleri olan destanlarda da görülmektedir.
Oğuz Kağan destanında yer alan bilgiler doğrultusunda yine kut inancının önemi ve uygulandığı
net olarak görülmektedir. Bu durum Paris’te bulunan Uygur harfleriyle yazılmış Oğuz Kağan
destanda şu şekilde geçmektedir; “Andın song Oguz Kagan oğullarına yurtın eliştürüp birdi.
Takı dedi kim; ay oğullar, köp men aşdum, uruşgular köp men kördüm; çıda birle ok köp atdum,
aygır birle köp yürüdüm. Düşmanlarnı ıglagurdum, dostlarumnı men kültürdüm. Kök Tengrige
men ötedim; senlerge bire men yurdum, tep dedi.” Günümüz Türkçesiyle ise şu şekildedir;
“Sonra Oğuz Kağan oğullarına yurdunu üleştirip verdi ve “Ey oğullarım ben çok yol aştım,
çok vuruşmalar gördüm. Çok kargı ve çok ok attım. Atla çok yürüdüm. Düşmanları ağlattım,
dostlarımı güldürdüm. Ben Kök Tengri’ye borcumu ödedim. Şimdi yurdumu size veriyorum”
dedi.” (Gömeç, 2009: 47-57).

35
Türk mitolojisinde “bilge” ve “bilgelik” önemli bir yere sahip olan kavramlar
arasındadır. Tanrı, bilinen ve inanılan en büyük bilgedir. Tanrının bu bilgeliği kut aracılığı ile
devleti yönetecek kişiye aktarılır. Böylece bu kişi liderlik vasfına sahip ve insanlara yol
gösteren kişi olarak bilge unvanına sahip olur. Bu unvan Hunlar, Göktürkler ve Uygurlar
arasında yaygın olarak kullanılmıştır (Yılmaz, 2014: 238).

3.5. Yer-Sub Kültü

Türkler eski çağlarda Gök Tanrı’ya inandıkları gibi Yer-Sub kültü olarak adlandırılan
çeşitli tabiat kuvvetlerine de inanıyor ve saygı duyuyorlardı (İnan, 1976: 30). Türkler, insanların
ve hayvanların dışında olan doğa ve doğa unsurlarını ölü veya ruhsuz olarak
düşünmemekteydiler. İnanca göre onlarda kendilerine has bir takım kuvvetlere sahiptiler ve
bunlar insanlar için önemliydi. Bu kuvvetlere sahip olan şeyler ise; güneş, ay, yıldız, göl, ırmak,
nehir, dağ, kaya, orman, ağaç, gök gürültüsü, şimşek ve yıldırım gibi tabiat olaylarıydı (Koca,
2009: 187). Bunların içerisindeki en önemli kültlerden birisi de Şaman inancıyla birleşerek
gelişen “Dağ” kültüdür. Dağlar yüksek zirvelere sahip oldukları için Gök Tanrı’ya rahatça
ulaşabilirler ve seslenebilirlerdi. Hunlar zamanında Han-yoan olarak bilinen dağda her yıl Tanrı
için kurban kestikleri bilinmektedir. Eski dönemlerde her boy için kutsal görülen bir dağ
bulunmaktaydı. Göktürkler ve onların himayesine giren boylar içinse kutsal görülen yer,
Göktürk ve Uygur yazıtlarında da görüldüğü üzere hiç şüphesi Ötüken dağı ve ormanlarıydı.
Hatta çok sonraki dönemlere ait olan Kutadgu Bilig ve Diban-ı Lügati’t Türk’de de Ötüken
varlığından bahsedilmekte ve kutsal olduğu vurgulanmaktadır. (İnan, 2013: 48-49).

Kül Tigin yazıtında Ötüken’e ait ifadeler şu şekilde geçmektedir; “Şimdi de fesat
olmaksızın Türk hakanı Ötüken ormanında oturur ise ülkede de mihnet olmaz.” “Batı’da İnci
Nehrini geçerek Demir Kapıya kadar ordu sevk ettim Kuzeyde Yir Bayurku yerine kadar ordu
sevk ettim. Bunca yere kadar yürüttüm. Ötüken Ormanından daha iyisi hiç yokmuş. İl tutacak
yer Ötüken Ormanı imiş.” “Ötüken yerinde oturup kervan, kafile gönderir isen hiç mihnetin
olmaz. Ötüken ormanında oturur isen ebediyen ülkeyi tutmuş olacaksın (Ergin, 1989: 47-48).”
İfadeleri Ötüken’in Göktürklerce kutsal bir yer olduğu ve onların Yer-Sub kültleri arasında
önemli bir tuttuğunu göstermektedir.

36
Göktürkler arasında yaygın bir Yer-Sub kültü olarak güneş ve ay da bulunmaktaydı.
Kişinin kağan olabilmesi için güneş ve ayın desteğini alması gerekirdi. Hakan olduktan sonra
da tahtları daima doğu yönüne bakardı. İnsanlar arasında da bu iki külte hürmet üst seviyedeydi.
Herkes çadırının kapısını gün doğusuna kurar ve sabahları çadırdan çıkarken muhakkak güneşe,
akşamları çadırdan çıkarken de aya selam verirlerdi. Yine Göktürkler, gece vakti bir sefere
çıkacaklarsa kesinlikle gökyüzünün açık olması ve ayın da dolunay şeklinde olması gerekirdi.
Bu sayede yön ve düşman daha iyi tespit edilir, seferden de en verimli sonuç alınırdı (Koca,
2009: 187).

Gökle ilgili kültler arasında ise meteorolojik olaylar da bulunmaktadır. Yağmur, kar,
fırtına gibi doğa olayları insanlara zarar verdiği gibi hayatlarında çok önemli ve gerekli bir yere
sahipti. Gök Tanrının gökte bulunması sebebiyle yıldırım ve şimşek gibi olaylarda ondan
doğrudan gelen bir işaret olarak algılanırdı. Yine Şamanlar böyle bir durumda göğe ok atma
geleneğinin varlığı bilinmektedir. Yıldırım veya şimşek olduğu zaman şamanlar haykırarak
göğe ok atardı. Bu şekilde hasta olan ruhun kurtulması amaçlanırdı. Yakut Türkleri arasında da
ok atılmazken gürültü çıkaran herhangi bir metal aletler birbirlerine vurulurdu (Çoruhlu, 2018:
160-161).

Bir yere yıldırım düşmesi Şaman inancına göre tehlikeli bir durum olarak görülmüş ve
yıldırımın düştüğü yerde tören yapılmıştır. Yıldırımın düştüğü yere üç gün boyunca kimse
uğramaz. Daha sonra bir baş Şaman ve sekiz yardımcı Şaman bölgeye gelir, atlarına binerler ve
yıldırımın düştüğü yerin etrafından üç defa dönerler. Dönme işlemi tamamlanınca Şamanlar
atlarından inerler ve yıldırımın düştüğü yerin etrafına dizilirler. Baş Şaman elinde bir sürahi ve
kâse ile yıldırımın düştüğü yere şarap serper. Dokuz Şaman keçeler üzerine oturur ve yıldırım
çivisi adını verdikleri kurşunu eritip su ve ya süt içerisine dökerler ve kurşunun aldığı şekle
bakarak gelecek hakkında kehanetlerde bulunurlar. Tören bu şekilde son bulur ve yıldırımla
birlikte bölgeye gelen kötülükler oradan defedilir (Ögel, 1989: 284-285). Yıldırımların tehlikeli
olduğunu insanların onlardan korktuğu İbn Fadlan’ın Seyahatnamesi’nde de aktarılmaktadır.
Yıldırım düşen bir yer veya bir ev, Türkler arasında ‘’Tanrının gazabına uğramıştır’’ diye
yorumlanır (İbn Fadlan, 2012: 30).

37
Türklerin sosyal hayatlarında bunlara benzer birçok kült bulunmaktaydı. Doğa ile iç içe
olan Türkler, her daim doğaya karşı bir sevgi ve saygı göstermişlerdir. Bunların temelinde ise
her şeyin Tanrı tarafından yaratıldığı inancı hâkimdi. Tanrı’ya gösterilen saygı, bu şekilde diğer
doğa olaylarına ve unsurlarına da geçerek Türk kültür tarihi içerisinde Yer-Sub kültürünün
oluşmasını sağlamıştır.

3.6. Atalar Kültü

Tükler arasında yaygın olarak görülen diğer bir unsur ise Atalar Kültüdür. Türkler, her
dönem atalarına ve büyüklerine karşı saygı göstererek onları onurlandırma yoluna gitmişlerdir.
Gerek yaşarken gerek ölümünden sonra atalarına karşı saygılarını göstermeye devam ederlerdi.
Ölümden sonra yaşamın olduğuna yönelik inanç, Türkler arasında kurgan geleneğini ortaya
çıkaran etkenlerden birisidir. Yine savaşlarda öldürdükleri düşmanların diğer hayatta
hizmetkârları olması amacıyla balballar dikmişlerdi. Ayrıca ölümden sonra ataları için yemek
verilir ve kutsal gördükleri yerlerde kurbanlar keserlerdi (Tümer, 1941: 92). Bu geleneklerin
birçoğu günümüzde Anadolu’da İslam ile sentezlenmiş gelenekler arasına girmiş ve yaşamaya
devam etmektedir.

Türkler tarih boyunca “baba ailesi” (ataerkil) tipinin hâkim olduğu bir aile yapısına
sahip olmuşlardır. Aile, hayatlarındaki her şeyi babaya borçludur ve bundan dolayı ona saygı
gösterip minnet duyardı. Ölüm sadece bedenin ölmesi olarak görülür ruhun her zaman
yaşadığına inanılırdı ve bundan dolayı ölümden sonra da saygı göstermeye devam edilirdi.
Böylece Atalar Kültü, dini inançlarının temel noktalarından biri haline gelmiştir (Koca: 2009:
190). Atalar kültüne dair örnekler yine sözlü ve yazılı kaynaklarda çok net olarak tespit
edilmektedir. Kül Tigin yazıtında bulunan şu ifade; “Babam hakan bu kadar ülke ve türeyi
kazandıktan sonra uçu vermiş. Babam hakana Baz hakanı birinci Balbal dikmiş (Ergin, 1989:
23)” Atalar Kültüne dair ölümden sonra atayı yâd etme geleneğini göstermektedir.

Bilge Kağan yazıtında geçen ifadede ise; “Bu kadar gayret edip babam hakan köpek
yılının onuncu ayında yirmi altıda uçmağa vardı. Domuz yılının beşinci ayının yirmi yedisinde
yuğ (yas töreni) yaptırdım. Bukag tutuk (vali) … babası Lisün Tay Sengün (generalin)
başkanlığında beş yüz yiğit geldi. Kokuluk… Kıymetli altın, gümüş getirdi. Yas töreni kokusu
getirip dikiverdiler. Sandal ağacı getirip… Bunca kavimler saçlarını, kulaklarını kestiler… İyi

38
cins atlarını, kara kakımlarını (samurlarını), gök sincaplarını sayısız getirip [hediye]
koydular…” (Ergin, 1989: 45-46) Atalar kültüne dair birçok durumu özetlemektedir.

Atalar Kültü ile bağlantılı diğer bir mesele ise ongunlardır. Moğolca “ongun”, Türkçe
“tös” olarak ifade edilen kült koruyucu bir ruh olarak kabul edilir. Bunlar genellikle hayvanlar
arasından seçilir ve hayvan-ata olarak da kabul edilir. Yine Hunlar ve Göktürkler arasında
yaygın olarak görülen kurt figürü bu duruma örnek olarak gösterilebilir. Atalar Kültü ile ilgili
kurt figürü, Oğuz Kağan destanında şu şekilde göze çarpmaktadır; “Yine ilerlediler. Oğuz
kağan tekrar gök tüylü, gök yeleli bozkurdu gördü. O kurt, Oğuz Kağan’a; “ Şimdi Oğuz, sen
askerlerle buradan yürüyerek halkı ve beyler götür. Ben önden sana yol gösteririm” dedi. Tan
ağarınca bozkurt askerlerin önünden giderek yol gösteriyordu. Gördü ve sevindi” (Gömeç,
2009: 53-54). Bu noktada kurt figürü Atalar Kültünü temsil etmektedir. Atalar ruhun kurt
donuna girerek kişiye yapacağı işlerde ona kılavuzluk yapmaktadır (Koca, 2009: 191).

3.7. Ülgen

Türk Kozmogonisini anlamak ve yorumlamak için en önemli kaynakları başta Altay


olmak üzere diğer yaratılış destanları oluşturmaktadır. Bu destanlar farklı yaratılış hikâyeleri
anlatıyor olsa da Türk destanlarında genel yapı aynıdır. Tüm destanların başlangıcı su mitidir.
Evren henüz yok iken her yerin sularla kaplı olduğu destanlarda görülmektedir (Yonar, 2018:
110). Altay yaratılış destanına göre evreninin düzenlenmesi üç aşamada gerçekleşirken evren
tam anlamıyla altı günde oluşturulmuştur (Bayat, 2017: 95).

Ülgen karakteri ilk olarak Altay yaratılış destanında görülmektedir ve Ülgen, destanın
merkezinde yer almaktadır. Destanda, Ülgen’in evreni oluşturmasından sorumlu olduğu
görülmektedir. Ülgen, evreni yaratmaya başlamadan evvel sonsuz bir boşluk içinde gezinirken
göklerden gelen bir ses duyar. Bu sesle birlikte sudan bir taş çıkar ve Ülgen onun üzerine
oturarak bekler. Yine destanda, Türk mitolojisinde kadının ve doğurganlığın ilk sembolü olarak
gösterilen (Bayat, 2019b: 38) ve suyun içinde yaşadığı söylenen Ak Ana, Ülgen’e seslenir.

“…Yaratmak istiyorsan sen bir şeyler Ülgen,

De ki hep “yaptım oldu” başka bir şey söyleme…” (Ögel, 1989: 433).

39
Ak Ana’nın bu şekilde seslenmesiyle Ülgen, evreni yaratmaya başlar. Ak Ana’nın bu
şekilde hitap etmesi, “oldurma” ifadesini kullanması İslam ile de kısmî bir benzerlik
göstermektedir. Bakara 117. Ayet;

“O, gökleri ve yeri örneksiz yaratandır.

Bir işe hükmetti zaman ona sadece ol der ve o da hemen oluverir.”

Ülgen insanların koruyucusu ve iyiliğin sembolüdür (Anohin, 2006: 10). Destana göre
Ülgen karakterinin, tanrı olup olmadığı net değildir. Dünya yaratılmadan önce Ülgen’in var
olduğu ve asıl tanrı olan Kayra Han tarafından yaratıldığı bilinmektedir (Çoban, 2013: 195).
Ülgen’e gaipten ve Ak Ana’dan gelen hitaplar, ona ne yapması gerektiğini söylüyor. Ülgen’in
bu durumda yardımcı bir karakter olma durumu bulunmaktadır. Türklerin dini mitolojik
sistemlerinin en tepesinde şüphesiz baş tapınma objesi olarak Gök Tanrı bulunmaktadır. Ancak
onun antropomorfik karşılıkları veya tasavvurları olarak Ülgen, Erlik, Ak Ana ve Umay gibi
yüksek dereceli ruhlar yer almaktadır (Bayat, 2018: 20). Ülgen adının efsanelerde geçmesine
rağmen asıl tanrı değildir (Tanyu, 1980: 180). Bu durumu destekleyen diğer bir görüş ise Bay
Ülgen’in destanda yaratıcı ve kâinat sahibi olarak görülmediği onun yardımcı bir ruh olduğudur
(Ögel, 1989: 437). Karşıt bir durum olarak Altay şamanlarında Ülgen’in tanrı olarak kabul
edildiği ve ona kurbanlar sunulduğu da bilinmektedir (Bayat, 2018: 16). Şamanların, Ülgen ve
Gök Tanrı’ya ayrı ve farklı yerlerde ibadet ettikleri de bilinmektedir (Potapov, 2012: 289). Yine
şaman inancına göre Ülgen, Kayra Han’ın oğludur ve ateşi de yaratan kişidir. Ülgen
gökyüzünden getirdiği biri ak diğeri kara olan taşları, avucu içinde ezdiği otlar üzerinde
birbirine vurarak kıvılcım çıkarıp ateşi yakar. İnsanlar da böylece ateşi yakmayı öğrenir (Bayat,
2019a: 70).

3.8. Erlik

Türk Mitolojisinde yer alan ve Ülgen’in tam tersine bir karakter olan diğer bir dini
tasavvur ise Erlik’tir. Erlik, karanlığın ve fenalığın savunucusu olarak görülmektedir. Ayrıca
Şaman inancına göre Erlik, güneşin ve yerin parlamadığı Yeraltı Dünya’sının baş tanrısı
konumunda görülmektedir (Potapov, 2012: 300). Erlik insanların kötülüğünü ister ve yerin
dokuz kat altında yaşar. Bindiği hayvan kimi zaman siyah bir beygir kimi zaman ise gözleri kan
kırmızı bir öküz olarak tasvir edilir ve bir de karayılandan kamçıya sahiptir (Yörükan, 2017:
56). Mitolojide karşımıza çıktığı ilk yer olarak yaratılış destanlarını göstermek mümkündür.

40
“… Birden insan olmuştu, toprak üstündeki kil,

İnsanda toplanmıştı her çeşitten yeterlik

Bu ilk insanın ise adı olmuştur Erlik…” (Ögel, 1989: 435).

Erlik’in de yaratılmasının ardından dünya üzerindeki çatışmalardan biri olan iyi ve kötü
arasındaki mücadele başlamış oldu (Ögel, 1989: 421). Verbitsky ve Radlof tarafından derlenen
Altay yaratılış destanlarında Erlik’in insan olarak yaratıldığı göze çarpmaktadır. Ülgen her daim
Erlik’i cezalandırabilecek bir kuvvete sahiptir. Türk mitolojisinde bulunan iyi ve kötü
arasındaki çatışma her zaman iyiliğin kazanacağı veya kazanması gerektiği hususunda
yönlenmektedir (Çoban, 2012: 13).

Erlik hakkındaki düşünceler yine Ülgen gibi yardımcı bir ruh veya dini bir tasavvur
olarak yoğunlaşmaktadır. Onun tanrı olduğuna yönelik düşüncelerde bulunmaktadır. Altay
Şamalarının inanışlarına göre Erlik’in bütün kötülükleri göndermesinde tek bir amaç
bulunmaktaydı. Erlik kendisi adına kurbanlar kesilmesini istiyordu. Eğer insanlar onun için
kurban kesmez ise ölüm ruhlarını o insanlar için göndererek canlarını alırdı. Tanrı ve Ülgen
için koç veya at kurban edilirken, Erlik için at ve koç kesilmez, genellikle kara boğalar kurban
edilirdi. Bu kurbanlar için genellikle dikenli çalıların olduğu yerler tercih edilirdi (Bayat, 2017:
345-346). Erlik karakteri Ülgen kadar yaygın olmamakla birlikte Kaşgarlı Mahmud’un Divan-
ı Lügati’t Türk’ünde dahi yer almamaktadır (Roux, 2011: 70).

3.9. Umay

Türk mitolojisi içerisinde geniş bir yer tutan başka bir figür ise Umay’dır. Umay’ın, bir
tanrıça veya dişi bir ruh olması noktasında farklı görüşler bulunmaktadır. Umay karakteri ilk
olarak Orhun Kitabelerinde ve Uygur yazıtlarında görülmektedir (Potapov, 2012: 338).
Kırgızlar arasındaki inanışa göre ise Umay, efsanevi bir kuş veya kutlu bir kadın olarak tasvir
edilir (Gömeç, 2018: 704). Farklı bir görüş ise Umay figürünün aslen Moğollarda olduğunu ve
zaman içerisinde Türklere geçerek yaygın bir karakter olduğunu savunur (Baldick, 2011: 52).
Türk mitolojisinde ise Umay, başta çocuklar ve kadınlar olmak üzere hayvanların da
koruyucusu olarak görülmektedir. Kül Tigin yazıtında Umay ile ilgili kısım şu şekildedir;
“umayteğ öğüm katun kutına inim kül tigin erat boldı” (Umay’a benzeyen annem hatunun
taliine küçük kardeşim Kül Tegin er adını aldı) (Orkun, 1986: 44).

41
Tonyukuk Yazıtında (Resim: 8) geçen ifade ise şöyledi; “ben bilğe tonyukuk altun yışıg
aşa ketlimiz ertiş üğüziğ keçe ketlimiz kelmişi alp tidi tuymadı tengri umay ıduk yer sub basa
berti erinç neke tezerbiz” (Ben Bilge Tonyukuk, Altun ormanını aşarak geldik. İrtiş ırmağını
geçerek geldik. Buraya gelenler düşmanlar için cesur dediler; bizim geldiğimizi ise duymadılar.
Kök Tengri, Umay, kutsal yer-sublar (bizim için onlara) gaflet verdi. Niye kaçıyoruz?) (Ergin,
1989: 96). Bu ifadeler doğrultusunda Umay, Yer-Sub kültüne ait bir figür olarak
görünmektedir. Yer-Sub ruhlarının önemli özellikleri de bu şekilde anlaşılmaktadır. Bu ruhlar
insanlara yardımcı olmak için vardır ve Umay da bu şekilde savaş esnasında insanlara moral
verip onlara savaş esnasında yardım edeceği inancı vardı. Umay’ın burada koruyucu bir ruh
karakterinde olduğu görülmektedir. Altın Köl I. yazıtta ise Umay, bir kişi adı olarak
görülmektedir. ““Bu bizim adımız Umay beğdir” şeklinde kendini gösterir.

Umay Ana figürü, Türklerin İslamiyet’i kabul etmesinin ardından da halk inanışları
arasındaki yerini muhafaza etmiştir. Kazak Türkleri arasında Umay Ana’nın gönlü temiz olan
kişileri yardım ettiği inanışı çok yaygındır. Umay Ana ile ilgili bir hikâye şu şekilde
aktarılmaktadır. Hasta olan oğlu için anne doktorlardan yardım ister ancak deva bulamaz. Bir
gün eve dönerken yolda bir alıç ağacı görür ve o ağacı Umay Ana’yı kendine kucak açmış
bekler gibi görür. Ardından çocuğun hamail bileziğini Umay Ana’ya hediye eder gibi ağacın
dalına takar. Bilezik koparak boncuklar yere düşer ve her düştüğü yerden bir su fışkırır. Kadın
bu suları çocuğuna içirerek onun deva bulmasını sağlar. (Yıldırım, 2012: 2107).

Bir de Umay karakterinin zıt tarafı bulunmaktadır. Kara Umay, Kara May veya Hara
Imay olarak adlandırılmaktadır. Kara Umay ise insanlara kötülük yapan bir karakterdir.
Veyahut insanlar başlarına kötü bir olay geldiği esnada buna Kara Umay’ın neden olduğuna
inanılır. Böyle bir durumda Şamanlar aracılığıyla bir ayin başlar. Çeşitli eylemler
gerçekleştirildikten sonra Kara Umay, zarar verdiği kişi veya aileden uzaklaştırılır. Umay’ın
karanlık yüzü Anadolu’da da görülmektedir. Çocukları korkutmak için “Umacı geliyor seni
götürecek” şeklinde kendini gösterir (Çoruhlu, 2018: 48-49).

42
4. TÜRK KOZMOGONİSİNE GÖRE ASTROLOJİ

Astroloji, çok eski dönemlerde insanların gök ve gökle ilgili merakları doğrultusunda
gökyüzünü ve yıldızları incelemesiyle ortaya çıkmıştır. Hemen hemen tüm milletlerin
ilgilenmiş olmasıyla birlikte astrolojiyle ilgili en eski ve ilk yazılı kayıtlar Mezopotamya
medeniyetlerinde Asurlara ve Babillere aittir. Türklerin de astrolojiyle ilgilenmiş olduklarına
dair bilgiler Çin kaynaklarından elde edilmektedir. Gökle ilgili ilk araştırmaların Hunlarla
birlikte başladığı ve çeşitli takvimlerinde icat edildiği bilinmektedir. Türler arasında yaygın
olan Gök Tanrı inancı doğrultusunda mutlak ve tek tanrının göklerde oluşu ve onu arama isteği
Türkleri, gökle ilgili araştırmalar yapmaya yöneltmiştir. Ayrıca yine gündelik hayatlarında
yapacak işleri için de yine gökyüzünde olanlar hakkında bilgiye sahip olmaları gerekirdi.
Geçimini özellikle hayvancılıkla sağlayan Türkler, yazın yaylaklara kışın da kışlaklara gitme
vakitlerini göğü inceleyerek hesaplamıştır.

Güneş de aynı şekilde Türklerin yaşamlarına etki eden diğer bir unsurdur. Yaşadıkları
coğrafya itibariyle onların hayatlarının devamlılığı için çok önemliydi. Bundan dolayı
yaşamlarının her alanında güneşle ilgili bir detay bulmak mümkündür. İlk başta yönler için
kullanılmaktadır; Gün doğusu (doğu), gün batısı (batı) ve gün ortası (güney) gibi isimler vererek
yönleri isimlendirmişlerdir. Güneş, Türk mitolojisinde dişi bir karakterdir. Güneşle ilgili türeme
efsaneleri de görülmektedir. Altay inanışlarında güneş, Tanrının verdiği kudret doğrultusunda
ısı ve ışık saçmaktadır. İlk başlarda güneş bir aynaya benzetilmiştir (Ögel, 1995: 187-189).
Başka bir inanca göre de güneş Tanrının kendisiydi.

Güneşin tersine ay, soğuktu ve erkek bir karakterdi. Ayın bir ay içerisinde değişik
şekiller alması insanların merakını cezbetmiş ve o doğrultuda efsaneler ortaya çıkmıştır. Ayın
neden büyüdüğü ve küçüldüğünü insanlar birbirlerine sorduklarında onu bir şeyin yediğini
bundan dolayı küçüldüğünü ve zamanla kuvvetlenip tekrar büyüdüğünü söylemişlerdir. Eski
Türk inanışlarına göre ayı yiyen şeyler kurtlar ve ayılardı. Ay, dolunay olup parladığı zaman
kurtlar ve ayılar aya giderek ondan birer parça koparıp yerlermiş. Daha sonra ay küçülür
kaybolur ve daha sonra tekrar büyürmüş. Ayın, büyüyüp küçülmesi bu nedenleymiş ve bu
döngü zaman içerisinde tekrarlanıp gidermiş (Ögel, 1995: 198-199). Ay, eski Altay inançlarına
göre dolunay olduğu zaman insanlara yardım edermiş ancak dolunayın bitmesiyle birlikte
yeryüzüne kötü ruhların geldiği ve onların insanlara zarar verdiğine inanırlardı. Ay sonu kalan
işleri yapmazlardı; Savaşları ve diğer önemli günleri ertelerlerdi (Bayat, 2017: 270).

43
Gece vaktinde yönlerini bulmak için de yıldızları takip etmişler ve onlar sayesinde
yönlerini bulmuşlardır. Gece vakti kurtulmak için gökyüzü onlar için tek araçtı. Bu yön bulma
geleneği devam ederek Anadolu’ya kadar gelmiştir ve kervanlar için önemli olan Kervan
Yıldızı’na Türkü yakmışlardı. Bu sayede gökyüzündeki çeşitli gezegenleri, yıldızları ve yıldız
kümelerini öğrenerek taş veya kaya üzerine onları çizmişlerdir (Bayat; 2017: 266). Türk
kozmogoni inancı da merkezinde gökyüzü temalı hareketlerle başlar ve ilk olarak gökyüzünün
yaratıldığı inancı hâkimdir. Bunlar çeşitli destan ve diğer sözlü kültür ürünlerinde açık olarak
görülmektedir (Semen, 2004: 14).

Gökle ilgili araştırmaları doğrultusunda Türkler, On İki Hayvanlı Türk Takvimini icat
etmişlerdir. Türklere ait olan bu takvim, araştırmalar sonucunda Çin ve Mısır medeniyetlerinin
bulduğu takvimlerden farklı olduğu da kabul edilmiştir (Taykul, 2007: 1). Yine takvimde
bulunan Ejder sembolünün Çinlilerden geçen bir figür olduğu iddia edilmiş ve bundan dolayı
takvimin Türklere, Çinlilerden geçtiği de iddia edilmektedir. Başlangıcında ay yılına göre
hesaplanan takvim, Göktürkler zamanında güneş yılına göre yeniden hesaplanıp kullanılmaya
başlanmıştır (Kafesoğlu, 1991: 329).

Kaşgarlı Mahmud, Divan-ı Lügati’t Türk adlı eserinde Türklerin on iki hayvanlı
takviminin ortaya çıkış şeklini şu olayla anlatır; “Türk hakanlarından birisi kendisinden birkaç
yıl önce geçen bir savaşı öğrenmek ister. Fakat o savaşın yapıldığı yılda yanılırlar. Bunun
üzerine toplanan kurultayda gelecek nesillerin de tarih konusunda yanılmamaları için on iki
burç ve on iki ay sayısınca her yıla birer ad konulmasına karar verilir. Hakan bir gün ava çıkar
ve yaban hayvanlarını Ilısu ırmağına doğru sürülmesini emreder. Bu hayvanlardan on ikisi
ırmağı geçer ve her geçen hayvanın adı bir yıla ad olarak konulur. İlk geçen hayvan is sıçandır
(Atalay, 1985: 345). Yine Kaşgarlı Mahmud’a göre suyu geçen ve yıllara ad olarak verilen
hayvanlar şunlardır; Sıçgan (Sıçan), Ud (Sığır), Bars (Pars), Tavışgan (Tavşan), Nek (Ejder),
Yılan, Yund (At), Koy (Koyun), Biçin (Maymun), Takagu (Tavuk), İt (Köpek) ve Tonguz’dur
(Domuz). Bu isimlere ait yıllar Orhun Kitabelerinde de görülmektedir. Gökle ilgili araştırmalar
doğrultusunda Türkler, kendi burç sistemlerini de oluşturmuşlardır. Gök olayların insanlar
üzerine etkileri eski inançlarda yer almaktadır. Dolunayın insanlar üzerindeki etkilerine dair
inanışlar Altay Türkleri arasında yaygındır.

44
4.1. Güneş

Eski Türklerde son derece önemli bir yere sahip olan Güneş, genellikle Ay ile birlikte
anılmaktadır. Hunlar Güneş’i “Kün” diye adlandırmışlardır. Bu kelime şu an “Gün” olarak
kullandığımız kelimenin kökenidir (Kıyak, 1998: 134). Buna rağmen Güneş’in Ay’a karşı
açıkça bir üstünlüğü bulunmakta bu yüzden en çok onun adı zikredilmektedir (Roux, 1994:
104). Özellikle Kara Kitanlarda Güneş “Tanrıların en büyüğü” şeklinde anılırken, Ay ise bir
uğursuzluk alâmeti olarak anılır ve herhangi bir kült konusu edilmemektedir (Roux, 1994: 105).
Güneş’in, Ay’a göre daha ön planda olmasında etkili olan bir diğer sebep te yaşanılan
coğrafyanın etkisidir. Çünkü Türkler her zaman Güneş gören coğrafyalarda yaşamışlardır.
Hiçbir zaman Çin ve Hindistan gibi üzeri bulutlarla kaplı ve pek Güneş göremeyen
coğrafyalarda yaşamamışlardır (Ögel, 1995: 187).

Güneş’in, Dünya için bilinen en büyük ısı ve ışık kaynağı olduğu düşünülürse ona
verilen önem çok da inanılmaz gelmeyecektir. Dünya için hayati öneme sahip olması bir kenara,
sadece görüntüsü itibarıyla bile üstünlüğün sebebini anlamak mümkündür. Bu nedenle, Ay ile
karşılaştırıldığında ondan daha yüce bir şekilde algılanması oldukça doğaldır.

Çin kaynaklarından edinilen bilgilere göre Hunlar hem Güneşi hem de Ay’ı
yüceltmişlerdir. Herhangi bir işe başlamadan önce Güneş ve Ay’ın durumuna bakmışlardır.
Ayrıca Hun Tanhusunun her sabah çadırından çıkarak Güneş’i selamladığı ve bu geleneğin
sonraki birçok Türk devletinde de devam ettiği bilinmektedir (Mandaloğlu, 2004: 113). Güneş
inancının temellerine baktığımızda yine Çin kaynaklarından elde edilen bilgiler ışığında,
Türklerin bu geleneği Hiung-nulardan devraldıkları anlaşılmaktadır. Güneş, yaşamın kaynağı
olarak anlatılmıştır. Ayrıca Ay’ı ortaya çıkaran da yine Güneş’tir (Roux, 2011: 94). Çünkü Ay,
Güneş’in ışığını yansıtır. Bu da yine Güneş’in Ay’dan üstün tutulmasında göze çarpan bir diğer
etken sayılabilir.

Güneş’in kutsallaştırılması elbette sadece Türklere has bir durum değildir. En eski
uygarlıklardan biri olarak kabul gören Mayaların da Güneş’i bir tanrı olarak gördükleri ve hatta
belli aralıklarla ona kurbanlar ve hediyeler adadıkları da hemen herkes tarafından bilinen bir
durumdur. Güneş’e dair inanışların bu denli benzerlik göstermesi medeniyetler arasında
etkileşim olabileceği düşüncesini doğursa da etraflıca düşünüldüğünde buna çok da gerek
olmadığı anlaşılmaktadır. Çünkü sadece benzer coğrafyalar ve benzer hayat tarzlarına sahip
toplumlarda da benzer inanışlar görülebilmektedir.

45
Eski Türklerin inanç sisteminde Güneş ve Ay yüceltilmiş olsa da Gök-Tanrı inancı yine
her şeyde olduğu gibi onların da temeline konumlandırılmıştır. Buna göre Güneş ve Ay insanın
ölümlü olmasına karşın ebedidirler. Normalde ışık ve güç sahibi olmamalarına rağmen ışık ve
güçlerini tanrıdan alırlar (Kıyak, 1998: 134). Yine Çin kaynaklarından edinilen bir diğer bilgiye
göre Hunlar, Güneş’e olan saygılarından dolayı otağlarının girişini Güneş’in doğduğu yöne
yani Doğuya çevirmişlerdir (Kıyak, 1998: 134-135). Buradan anlaşılabileceği gibi Hunlar için
Güneş Doğuyu simgelemektedir. Ay ise Batıyı simgeler. Ancak Altay destanlarında durum
biraz daha farklıdır. Gök Kartalının sol kanadı Ayı, sağ kanadı da Güneş’i kapatmaktadır.
Kartalın kafası Doğuyu gösterirken Güneş Güneyi, Ay da karanlıklar ile geceler diyarı olan
Kuzeyi göstermektedir (Ögel, 1995: 187).

Güneş, Türklerin yaratılış destanında da rol oynamaktadır. Bunlardan birine göre,


yaratılış esnasında “Gün Ana” göğün yedinci katında bulunmaktadır. Altay Türk inancına göre
insanları korumakla görevlendirilen “Suyla” adlı ruh da Güneş’in kırıntılarından yaratılmıştır.
Ayrıca Türk destan geleneğinde yiğitlerin yemin ederlerken “Güneş bizi korur” dediği
aktarılmaktadır (Beydili, 2004: 227). Burada Güneş’e dair bir kişileştirme yapılmış olduğunu
gözden kaçırmak imkânsızdır. Hatta cinsiyet bile yüklenmiş olan Güneş, dişi bir varlık olarak
betimlenmiştir ki bunun başka örneklerine rastlamak da mümkündür.

Bu örneklerden bir tanesi şu şekildedir; bir efsaneye göre Güneş Sıcaklığı, Ay ise
soğukluğu temsil eder. Bir hakanın çok güzel bir kızı vardır. Kızı evlilik çağına gelince hakan
onu kutlu biriyle evlendirmek istemiştir. Bu nedenle Güneş ve Ay’ı yere indirmiştir. Hakan,
kızının tenceresinde su kaynatmış, Ay bu suya dokununca su buz kesmiştir. Böylece hakan
Ay’dan hoşlanmamış ve Güneş’i çağırmıştır. Güneş ise odaya girer girmez ortalığı yakıp
kavurmuş ve hakan onu da beğenmemiştir. Daha sonra kızını kutlu biriyle evlendirme
düşüncesinden vazgeçmiştir (Cebeci, 2016: 40-41).

Özbek yazar İmami’nin 17. Yüzyılda kaleme aldığı “Hanname” adlı eserinde yer verilen
başka bir yaratılış destanına göre ise; ateş ve suyun birleşmesinden oluşan buhar yedi kat göğü,
oluşan kül de yedi kat yeri meydana getirmiştir. Güneş, Ay, yıldızlar, Azazil (Şeytan) ve
perilerin halkları da ateşten yaratılmıştır (Boratav, 2011: 94).

Güneş’in, Ay’ın ve yıldızların kutsallığına dair geleneklerden bazıları günümüzde de


halen sürdürülmektedir. Elbette mitolojimizde büyük öneme sahip bu kavramların İslamiyet ile
birlikte birden yok olması düşünülemez. Bu nedenle bir kısmı sadece şekil değiştirmek suretiyle
varlığını devam ettirebilmiştir. Buna örnek olarak; hamile bir kadının rüyasında Güneş’i

46
görmesi kızı olacağına dair bir işaret olarak görülür. Bununla birlikte sürdürülen bir diğer halk
inanışı da günbatımına bakmanın hoş karşılanmadığıdır (Beydili, 2004: 228).

Günümüzde halen devam eden geleneklerden bir diğeri de Güneş ve Ay tutulmalarına


yüklenen anlamda yatmaktadır. Yakutlara göre Güneş ve Ay kardeştir. Hatta bazı kahramanlar,
onların isteği üzerine türemiştir. Şamanlar da Güneş ve Ay’a saygı göstergesi olarak giysilerine
metal halkalar bağlamaktaydılar. Yakutlar ayrıca Güneş ve Ay’la savaşan ve bazen onları
karanlık dünyalarına hapseden kötü ruhlardan bahsetmiştir. Onlara göre Güneş ve Ay
tutulmalarının sebebi budur. Bugün Türkiye’nin çeşitli yerlerinde tutulma sırasında davul
çalınarak gürültü yapılması geleneğinin kökeni budur. Bu eylemde çıkartılan gürültü ile Güneş
ve Ay, bu karanlık ruhlardan kurtarılmak istenmektedir (Çoruhoğlu, 2000: 23).

Görüldüğü üzere Türkler tarih boyunca Güneş’e ve Ay’a pek çok kutsiyet
yüklemişlerdir. Çoğunlukla da Güneş’i dişi olarak betimlemişlerdir. Dünya’da canlılığın
sürmesinde rolünün son derece büyük olmasından dolayı, ona “Gün Ana” denmiştir. Nasıl, bir
anne çocukları için hayati önem taşıyorsa Güneş de Dünya üzerindeki tüm canlılar için hayati
derecede önemlidir. “Ana” benzetmesinin altında yatan esas sebep de budur. Ay ve yıldızlara
da büyük önem verilmiş olmasına rağmen Güneş’in ayrı bir yere sahip olduğu su götürmez bir
gerçektir.

4.2. Ay

Ay kültürü de en az Güneş kültürü kadar önemlidir ve dolayısıyla hemen onun kadar


yaygın olarak kullanılmıştır. Birçok yerde Güneş’le beraber kullanıldığından ve özellikle yer
yer Güneş’ten geri plana itildiğinden onun kadar dikkat çekici olmayı başaramamıştır. Ancak
bu durum kesinlikle daha önemsiz olduğunu göstermemektedir. Bunun pek çok kanıtı
mevcuttur. Özellikle “Güneş” konusunda bahsi geçen Hun Tanhusunun, tıpkı her sabah
otağından çıkıp Güneş’i selamlaması gibi her gece de otağından çıkıp Ay’ı selamladığı yine
aynı Çin kaynaklarından anlaşılmaktadır (Mandaloğlu, 2004: 113).

Benzer bir diğer örnekse tıpkı “Gün Ana” gibi “Ay-Ata” kültürünün varlığından
verilebilir. Bu bilgi pek çok kaynakta geçmektedir. Türk düşüncesinde ve destanlarında
“Güneş” dişi “Ay” ise erkek olarak nitelendirilmiştir. Anadolu’da ise Ay Dede olarak
anılmaktadır. Mısır’daki bir Türk-Memlûk efsanesine göre; “… Güneş Saratan Burcuna girdiği
zaman suyu ve toprağı ısıtıyordu. Mağarada toplanan balçıklardan türeyen Türklerin ilk atası

47
Ay-Ata adını alıyor… “(Ögel, 1995: 187). Günümüzde halk arasında “Ay Dede” olarak
anılmaya devam etmektedir.

Ancak Ay, hep “Ay-Ata” veya “Ay Dede” olarak adlandırılmamaktaydı. Ay, önceleri
kadın gibi tasvir edilmiştir. Hatta Yakutlarda Ay ile ilk kadın arasında bağlantı olduğu için
günahkâr kadınlar ona yakararak af dilemekteydiler (Beydili, 2004: 76). Ay’ın kadın olarak bir
diğer betimlemesi de şöyledir; Bir efsanede Ay ve Güneş’in iki güzel kız olduğu anlatılır.
Ancak Güneş, Ay’ı kıskanmaktadır. Bu yüzden Güneş, Ay’ın yüzünü tırmalamıştır. Buna göre
Ay’ın yüzeyindeki lekeler böyle oluşmuştur (Çoruhoğlu, 2000: 23). Ay’ın yüzeyindeki
lekelerin oluşmasına dair diğer bir efsane ise Ay’ın Güneş’e göre niye daha az ışığa sahip
olduğu ile bağlantılı anlatılmıştır. Efsaneye göre; başlangıçta ikisinin de pırıltısı aynıdır. Ancak
daha sonra tanrı, gün ile gece arasındaki farkı belirlemek için Cebrail’e Ay’ın ışığının bir
kısmını alıp Güneş’e vermesini emretmiştir. Tanrının isteğini yerine getiren Cebrail Ay’ın
yüzeyine kanatlarıyla sürtünür, bu da Ay’ın yüzeyindeki lekeleri meydana getirir (Boratov,
2011: 95).

İslam dinindeki meleklerden biri olan Cebrail’den de anlaşılabileceği üzere, bu efsane


İslamiyet sonrası dönemde ortaya çıkartılmıştır. Bu bilgi; Türklerin bazı eski inanışlarını,
İslamiyet sonrasında değiştirerek de olsa devam ettirdiklerine bir diğer kanıt sayılabilir.

Oğuz Kağan Destanı’nda Oğuz’un annesinin üzerine düşen Ay ışığından hamile kaldığı
anlatılmış, böylelikle Oğuz’un bir “Tanrı Oğlu” veya “Gök Oğlu” olduğuna inanılmıştır. Ayrıca
Ay ışığından hamile kalma efsanesi Moğollarda da mevcuttur (Beydili, 2004: 76). Cengiz
Han’ın annesinin de yine bacadan düşen Ay ışığı ile hamile kaldığı anlatılır. Bahsedilen Ay
ışığınınsa kimi zaman bir kurt şeklinde indiği anlatılmıştır (Kıyak, 1998: 137). Buradaki
betimlemelere bakılırsa Ay’ın dişi olmaktan uzak olduğu anlaşılmaktadır.

Hunların herhangi bir işe başlamadan önce Güneş’in ve Ay’ın durumuna baktıklarından
“Güneş” konusunda bahsedilmiştir. Bununla ilgili olarak yine Çin kaynaklarında bahsedilen bir
diğer husus da Hunların, Ay dolunay evresindeyken savaş başlatmaktan kaçındığıdır (Roux,
2011: 44). Bunun için Ay’ın yeniay evresi beklenmektedir. Çünkü yeniayın; düşüş ve yok oluş
gibi tehditleri ortadan kaldıran yeni bir başlangıç niteliği taşıdığına inanılmaktadır (Cebeci,
2016: 42).

48
Bazı kaynaklarda Ay’ın ağaç ile ilişkisinden bahsedilmektedir. Bahsedilen ilişki
temelde, ağacın sonbaharda yapraklarını dökmesi ve ilkbaharda yeniden yeşermesi ile Ay’ın
sürekli yeniden doğması arasındaki benzerlik şeklindedir (Aksoy, 2017: 70). Bahsedilen ilişki
hakkında daha kapsamlı bilgiler içeren kaynaklar da mevcuttur. Bunlardan birinde geçen bir
efsanede, insanları yakalayıp yiyerek onların başına bela olan “Yelbegen” adındaki yedi başlı
bir devden söz edilmektedir. Tanrı bu devi öldürmek istemiştir. Güneş, devi ateşi ile yakarak
öldürebileceğini ancak bunu yaparken insanları da yakabileceğini söylemiştir. Ay ise devi
dondurabileceğini ve insanların soğuğuna dayanabileceğini söylemiştir. Bu nedenle Tanrı Ay’ı
görevlendirmiştir. Ay da devi, bir böğürtlen ağacının meyvelerini yerken dondurup ağaç ile
birlikte göğe yükseltmiştir. Böylece her dolunayda dev ile ağacın, Ay’ın yüzünde göründüğü
anlatılmaktadır. Buradan da bir kez daha Güneş’in sıcaklığı, Ay’ın ise soğukluğu temsil ettiği
anlaşılmaktadır (Ögel, 1995: 198).

Ayrıca ağaç kültürünün kökenlerine indiğimizde karşımıza çıkan “Kozmik Ağaç”


(Resim: 23) kavramından, Türklerde ağacın da son derece önemli bir yere sahip olduğu
anlaşılmaktadır. Kâinatın üç katmanını birleştirdiğine inanılan kutsal ağaç, evrensel bir direk
olarak düşünülmüştür. Bu direk sayesinde de insanların Tanrı ile iletişim kurabileceğine
inanılmıştır (Aksoy, 2017: 71).

Güneş ve Ay tutulmalarına dair inanışlardan “Güneş” konusunda bahsedilmiştir. Ancak


Ay tutulmalarına dair farklı yorumlamalar mevcuttur. Bunlardan birine göre Ay tutulması,
kıtlık ve ölümün alâmetlerinden sayılmaktadır. Hatta bir gün Ay’ın Güneş’le birleşerek
Dünya’yı yakacağına ve kıyametin bu şekilde olacağına inanılmıştır (Beydili, 2004: 76). Ay ve
Güneş tutulmalarına dair bir efsane ise, yıldızları kaçıran kötü niyetli yaratıkların Güneş’i
kaçırdığından ve Ay’ın da onlara engel olmak için yollarını kesmesinden bahseder. Beraberinde
Ay’ın, Güneş’i korumak için bu kötü niyetli yaratıklarla savaşmasından ve Güneş’in bu sırada
saklanmasından söz eder. Güneş’in saklanmasıyla karanlık oluşur (Boratov, 2011: 96). Bu
efsanede de Güneş’i kurtaran Ay anlatısı Ay’ın Türk Mitolojisi içerisinde ne kadar değerli
olduğunu göstermektedir.

Ay’ın girdiği farklı evreleri içerisinde sürekli büyüyüp küçülmesine dair ilginç bir
efsane ise; Ay’ın büyüyüp dolunay evresine girmesiyle vahşi hayvanların dikkatini
çekmesinden bahseder. Bu hayvanlar genellikle kurtlar olarak aktarılmaktadır. Ancak
kuzeydeki halklar buna ayıları da dâhil etmişlerdir. Efsaneye göre Ay büyüyüp dolunay
evresine girince, kurtlar (kuzeyde ayılar) ona saldırıp, ondan parçalar koparırlar. Bu da Ay’ın
yeniden küçülmesine neden olur. Gök Tanrı, aldığı yaralardan kanlar içinde kalan Ay’ı

49
iyileştirir ve Ay yine büyür (Ögel, 1995: 199). Bir Altay Türk Efsanesinde şöyle geçmektedir:
“Ayı kurtlar yakalar, iyice bir yaralarmış! Ay eve gidip yatar, yarası kan dolarmış!” (Ögel,
1995: 197).

Ay’a da Türk Mitolojisi içerisinde en az Güneş kadar değer verildiği görülmektedir.


Kimi kaynakta Güneş daha üstün tutulmuş olsa da çoğu kaynakta birlikte anıldıkları ve hatta
Ay ışığının; Türklerin ve Moğolların türeyiş destanlarında da yer bulduğu düşünülürse, ona ne
kadar değer verildiği de net bir şekilde anlaşılabilir.

4.3. Yıldızlar

Eski Türklerin gök cisimlerine büyük bir ilgi duyduğu bilinmektedir. Ancak duydukları
yoğun ilgi, onlar hakkında aynı oranda bilgi sahibi de olduklarını göstermemektedir. Bunun en
bariz örneklerinden birisi de Tu-kiu’lerin, gözlemleyebildikleri üç gezegene isimler vermiş
olmalarıdır. Bu gezegenlerin isimleri; Venüs (Zühre), Jüpiter (Müşteri) ve Mars (Merih)
şeklindedir. Ancak Merkür (Utarit) ve Satürn (Zühal)’ü henüz bilmedikleri düşünülmektedir
(Roux, 1994: 103). Türkler “Gezegen” sözcüğü için “Ülker” veya “Ülger” kelimesini
kullanmışlardır (Ögel, 1995: 205).
Eski Türkler için yıldızlar, geceleri yön bulma konusunda önemli rol oynamıştır. Bu
nedenle Türkler yıldız bilgisine büyük önem vermişlerdir. Sadece yön bulma değil ayrıca saati
belirlemede de yine yıldız bilgisine başvurulmuştur. Hatta “Kervan Kıran” adlı türküde
yönlerini kaybeden Türkler, suçu yıldız bilgilerinin zayıf olmasında değil Kervan Yıldızı’nın
vakitsiz belirmesinde bulmuşlardır (Ögel, 1995: 205).
Yaşanılan dönemin bilgileri göz önünde bulundurularak gezegenlere de çoğu zaman
yıldız muamelesi yapılması şaşırtıcı değildir. Bu gezegenlerden Venüs ve Jüpiter diğerlerine
göre bir nebze daha büyük öneme sahiptir. Jüpiter, çoğunlukla bir kartal veya “Terazi” anlamına
da gelen “Kara Kuş” olarak betimlenmiştir. Venüs ise çok daha önemli bir yere sahiptir. Venüs;
Orhun Yazıtlarında “Erklik” veya “Erlik” olarak adlandırılan, “Güçlü” ve “Yiğit” anlamlarına
gelen ve gün ağarırken görülen yıldızları öldüren savaşçıdır. Ayrıca, Cehennem ve Ölüler
Dünya’sının hükümdarı olan Yama’nın karşıtı olmak üzere Erlik Han olarak yere ineceğinden
bahsedilir (Roux; 1994: 104).

50
Diğer gezegenlere dair, Venüs kadar bilgi ve efsaneye rastlanmamaktadır. Ancak yine
de Mars ve Merkür hakkında çeşitli bilgiler bulmak mümkündür. Mars, kızıl renginden dolayı
“Bakır Sokum” olarak adlandırılmıştır. Ayrıca renginden dolayı sıcak olduğu düşünüldüğünden
“Korkunç” ve “Ateşli” anlamlarına gelen “Yaldırık” da denilmiştir. Merkür ise uğurlu bir yıldız
olarak nitelendirilmiştir. Bu nedenle ona “Dilek” anlamına gelen “Tilek” de denilmiş ve ondan
dilekler dilenilmiştir (Ögel, 1995: 206).
Kutup Yıldızı’nın, diğer yıldızlara ve gezegenlere göre daha büyük bir öneme sahip
olduğu açıktır. Mesela Altaylıların ve Sibiryalıların, Kutup Yıldızı ile ilgili çağdaş görüşleri
vardır. Buna göre dünya ekseninin üst noktasını bu yıldızın oluşturduğu ve dolayısıyla birçok
farklı yıldız gibi Dünya’nın da bu eksende döndüğü düşüncesi vardır. Eski Türklerde ve
Moğollarda “Kazuk” ve “Kadasun” kavramlarına rastlanmaktadır. Bunun bilinen son
takımyıldızı olan “Büyük Ayı” ile bağlantılı olduğu düşünülmüştür (Roux, 1994: 103).
Öte yandan, Kutup Yıldızı’nın içinde bulunduğu takımyıldızını nitelediği ve günümüze de
“Demir Kazık” veya “Küçük Ayı” olarak geçtiği ihtimal dâhilindedir.
Tıpkı Ay ile ağaç arasındaki bağlantı gibi Kutup Yıldızı’nın da Kozmik Ağaç ile
bağlantısı olduğuna dair kanıtlar vardır. Kozmik Ağaç, Türk Mitolojisinde aynı zamanda
evrensel bir direk yani daha yaygın kullanımıyla “Göğün Direği” olarak da adlandırılmıştır
(Aksoy, 2017: 71). Kutup Yıldızı’nın da Göğün Direğinin tepe noktasında bulunan ve hiç
kıpırdamadan duran “Altın Kazık” olduğu anlatılır. Buna göre, Dünya, Güneş, Ay ve diğer tüm
yıldızlar Kutup Yıldızı’nın etrafında dönmektedirler (Ögel, 1995: 170). Tüm kâinatın Kutup
Yıldızı’nın etrafında döndüğü efsanesine çeşitli kaynaklarda yer verildiği görüldüğünden,
önemi daha iyi anlaşılabilmektedir.
Kutup Yıldızı’na dair bilgiler elbette bunlarla sınırlı değildir. Kutup Yıldızı aynı
zamanda “Göğün Kapısı” olarak da adlandırılmıştır. Bu yüzden Kutup Yıldızı Eski Türklerde
“Kam” olarak da adlandırılan şamanlar için de özel bir yere sahiptir. Şamanların Tanrı ile
iletişime geçme çabaları çeşitli engelleri aşarak göğe yükselmeleri şeklinde ayinler yaptıklarını
işaret etmekteydi. Şamanların genellikle Gök Tanrı’ya giden yolda beşinci engel olan Kutup
Yıldızı’na kadar çıkabildikleri ötesine geçemedikleri anlatılır. Ancak çok az şamanın bu engeli
geçebildiği söylenmektedir. Ayrıca Ay’ın altıncı, Güneş’in yedinci ve Tanrının da dokuzuncu
engel olduğu bilinmektedir (Cebeci, 2016: 43-44). Buradan Kutup Yıldızı’nın Türkler için diğer
yıldızlardan üstün tutulduğu anlaşılsa da Güneş ve Ay’dan geri planda kaldığına şüphe yoktur.
Öyle ki Ay ve Güneş’in; Kutup Yıldızına göre Dünya’ya daha yakın olmasına rağmen, Tanrıya
giden yolda daha sonraki engeller olarak nitelendirilmesini başka bir şekilde açıklamak
mümkün gözükmemektedir.

51
Büyük Ayı takımyıldızı da Türk kültüründe bilinen ve sıkça kullanılan bir
takımyıldızıdır. Büyük Ayı, Türkler arasında “Geyik” olarak adlandırılmıştır. Dikdörtgen şekil
çizen dört yıldız birer geyiğe, kuyruğundaki üç yıldız da birer avcıya benzetilmiştir (Ögel, 1995:
209). Büyük Ayı takımyıldızına dair farklı bir efsane mevcuttur. Kırgız Türklerine ait olan bu
efsaneye göre ise takımyıldızındaki yedi yıldız, kız kaçıran yedi hayduttur. Yedi haydut
kardeştir ve kızı kaçırarak yanlarına almışlardır. Bu yıldızın adı da “Alcor” olarak geçmektedir.
Ayrıca bu yedi haydut kardeş, haydutların ve hırsızların koruyucusu olarak görülmüş, haydutlar
ve hırsızlar onlardan yardım dilenmişlerdir (Ögel, 1995: 2010).
Bir diğer efsane ise Samanyolu üzerinedir. Samanyolu'nun yaşlı bir kadın tarafından
çalınan ve kaçarken yolda döktüğü samanın izi olduğuna inanılmıştır. Bir diğer inanışa göre de
Samanyolu dünyanın batışına yakın bir zamanda bir güneşe dönüşür. Türkmenlerin
Samanyolu'nu "Beyaz dişi devenin sütü" olarak adlandırması, onun "Süt Yolu" olarak da
bilinmesine sebep olmuştur (Boratov, 2011: 96).
Ayrıca kayan yıldızlar ya da kuyruklu yıldızlara yönelik farklı inanışların bulunduğunu
görmek mümkündür. Bunun temelinde, Dünya üzerindeki her insan için gökte bir yıldız
bulunması inancı yatmaktadır. Buradan yola çıkan bir inanışa göre, meteor veya başka bir
deyişle kayan bir yıldızın görünmesi, o yıldızın temsil ettiği insanın ölümünü işaret eder. Ancak
kayan yıldızların, nadiren de olsa uğurlu bir olayı müjdelediğine de inanıldığı olmuştur
(Boratov, 2011: 97).
Yıldız kültürünün, mitolojide Güneş ve Ay kültürleri kadar yer bulamadığını söylemek
yanlış olmaz. Bunun en bariz nedeni, kısaca Güneş ve Ay’ın Dünya’ya yakınlığı ve ne kadar
net görülebildiği şeklinde özetlenebilir. Dolayısıyla insanların daha yakından ve daha büyük
gördükleri gök cisimlerine yönelik daha fazla destan ve efsane türetmeleri son derece doğaldır.

52
5. TÜRK MİTOLOJİSİNDE RENKLER

İnsanlar var oldukları ilk dönemlerden itibaren doğa ile iç içe yaşarken etkilendiği
unsurları da kullanmaya başlamışlardır. Elbette doğada bulunan renkler, insanların dikkatini
çekmeyi başarmıştır. Bu nedenle renkler, duvarlara, kayalara ve vücutlarına sürülerek bir anlam
yaratma düşüncesi belirmiştir. Renklerin ilk kullanımı çeşitli hayvansal yağların, renkli
topraklarla veya bitki sularıyla karıştırılması sonrasında ortaya çıkmıştır (Eminoğlu, 2014: 2).
Türk kültürünün önemli bir parçasını da renkler oluşturmaktadır. Renkler, günlük yaşamın
birçok safhasında kendine yer bulurken renklerle ilgili ilk bilgilere yazılı ve sözlü kaynaklar
doğrultusunda ulaşılmaktadır (Neriman, 1996: 63-73). Zaman içerisinde renklerin kullanımı
kültürel yaşamla da birleşerek renklerin farklı anlamlar kazanmasını sağlamıştır (Rayman,
2014: 10).

Türkçe, renkler ve renk adları konusunda oldukça zengin bir dildir. İlk dönemlerden
itibaren Türkler, yer, yön, boy ve ün adlarıyla birlikte renkleri de kullanmışlardır. Günümüzde
var olan dokuz farklı Türk lehçesinde bulunan renk adları çok fazla fark olmamakla beraber
neredeyse aynıdır. Bu durum da Türklerin renklere milli bir anlam kazandırdığını
göstermektedir. Bu renklerin kazanmış olduğu anlamlar İslamiyet’in kabul edilmesiyle birlikte
kullanılmaya devam etmiştir. Hatta bu renklere yüklenen anlamlar diğer Müslümanlar
tarafından da kullanılmaya başlamış ve temelinde İslam Öncesi Türk Kültürü Tarihine ait olan
bu ögeler, birer İslami figür olarak algılanmaya başlamıştır (Genç, 1999: 9).

Renklerle ilgili bilgi veren kaynaklar arasında Türklerin ilk yazılı eserleri olan Orhun
Kitabeleri ilk sırada yer almaktadır. Kitabelerde başlıca görülen renkler; ak, kara, boz, kızıl,
sarı ve mavi. Renklerin boy ve kavim adlarını belirtmede kullanılmasına Kül Tigin yazıtında
“Türgiş hakanının buyruğu Az Tutuku esir tuttular. Hakanı orada öldürdük. Ülkesini aldık.
Kara Türgiş kavmi hep itaat altına girdi” (Orkun, 1994: 46) şekliyle Tügişleri ifade ederken
kara rengi kullanılmaktadır. Yer isimlerini ifade etme de kullanımına ise yine Kül Tigin
kitabesinde; “Karlukları öldürdük. Az kavim düşman kaldı. Kara Gölde harp ettik” (Orkun,
1994: 48) diyerek gölü kara renk ile isimlendirdikleri görülmektedir. Kül Tigin yazıtında ak
rengi de görülmektedir. “Kırgızlara karşı sefer ettik. Mızrak batımı karı sökerek Gökmen
Ormanına doğru yürüyüp Kırgız kavmini uykuda bastık. Kül Tigin Bayırku’nun ak aygırının
oyluğunu kırdı. Kırgız hakanını öldürdük. Ülkesini aldık” diyerek yapmış olduğu seferi
anlatırken aygıra, ak aygır olarak hitap edilmektedir (Orkun, 1994: 46). Yine yazıtlarda görülen
kır atlar ifadesi beyaz rengi temsilen söylenmektedir. Boz renk de yazıtlarda bir sıfat olarak

53
görülmektedir. “ Çinli Ong, elli bin kişilik orduyla geldi. Harp ettik. Kül Tigin piyadeyle hücum
etti. Ong tutukun…ni silahlı elini tuttu. Silahlı olarak hakana getirdi. O orduyu orada yok ettik.
En ilkin Tadık Çarun boz atına binip hücum etti. İkinci olarak da İşbara, Yamtar’ın boz atına
binip hücum etti. O at orada öldü” (Orkun, 1994: 44). Mavi renk de Orhun kitabelerinde geçen
diğer bir renktir. “Yukarda mavi gök, aşağıda yagız yer yaratıldıkta; ikisinin arasında
insanoğlu yaratılmış. İnsanoğulları üzerine ecdadım Bumin hakan, İstemi hakan [tahta]
oturmuş; oturarak Türk milletinin ülkesini, töresini idare edivermiş, tanzim edivermiş” (Ergin,
1989: 33). Mavi rengin diğer bir kullanım yer ise “İyi binek atını, kara samurunu, mavi
sincabını sayısız getirip hep bıraktı (Ergin, 1989: 46)” şeklinde olurken mavi renk yine bir
niteleme aracı olarak görülmektedir. Kitabelerde mavi renk yer yer gök olarak da geçmektedir.
Mavi renk gökyüzü anlamıyla yazıtlarda kullanılmışltır. Kızıl renk ise kanı betimlemek için
kullanılmıştır ve Tonyukuk yazıtında görülmektedir. “Kızıl kanımı döktürerek, kara terimi
koşturarak işi, gücü verdim hep. Uzun kesif kolunu yine gönderdim hep. Siperi, nöbet yerini
büyüttüm hep.” (Ergin, 1989: 60). Kitabelerde yer alan diğer bir renk ise sardır. Sarı burada
altının rengi olarak kullanılmıştır. “Türk milletinin Demir Kapıya, Tinsi Oğlu denilen dağa
ulaştığı hiç yokmuş. O yere ben Bilge Tonyukuk ulaştırdığım için sarı altın, beyaz gümüş, kız-
kadın, eğri deve, mal zahmetsizce getirdi” (Ergin, 1989: 59). Kitabelerde renklerin kullanım
şekli genellikle ismi niteleme aracı olarak kullanılmaktadır. Günlük hayatta da renklerin
yaşamın bir parçası olduğu ve onlarıbn sık sık kullanıldığı gerçeği yazıtlarda görülmektedir.

Türkler, renkleri sık sık yönleri ifade etme aracı olarak kullanmışlardır. Dört coğrafi yön
olan güneye; kızıl, kuzeye; kara, doğuya; yeşil ve batıya; ak rengini belirtir şekilde
isimlendirmiştir. Bu isimlendirmeleri onların savaş taktiklerini uygulama noktasında da
kolaylık sağlamasına yardımcı olmuştur. Savaşlarda kullandıkları atları renk-yön ilişkisine
uygun olarak dizmişler ve kontrolü kolaylaştırma amacı taşımışlardır (Çoruhlu, 2017: 253).

Şamanlar gündelik hayatlarında birer şifacı olarak da görev yapmaktaydılar. Hastalıkları


tedavi için çok farklı yöntemler kullanan Şamanlar, atları kurban ederek de insanları
iyileştirmek için çaba gösterirlerdi. Bu noktada kurban edilecek olan atlar, hastalığa göre
belirlemiş renkte olmak durumundaydı. Baş ve göz hastalıklarını tedavi ederken al renkli atlar,
göğüs ve karın ağrısı şikâyetinde bulunan insanların tedavisi için kır renkli atlar kurban edilirdi.
Tük kültürü içerisinde geniş yer tutan yer-sub ruhları için Şamanlar, yılda bir kez kır renkli
atları kurban etmişlerdir (Yıldırım, 2012: 154-155). Yine Şaman olacak kişiler düzenlenen
törende at kurban ederlerdi. Her ruh için kurban edilecek at veya aygır renklerine göre seçilirdi.
Tören esnasında bu durum önemli bir ayrıntıydı (Buluç, 2004: 312).

54
5.1. Ak-Beyaz

İnsanlar tarih boyunca, renklere çeşitli anlamlar yüklemişler ve bunlardan birçoğu


günümüze dek ulaşmıştır. Ak yani beyaz renge genellikle olumlu anlamlar yüklenmiştir. Bunlar
arasında; aydınlık, ışık, güneş, hava, saflık, temizlik, iffet, masumiyet, sadelik, mükemmellik,
kutsallık, kurtuluş, ruhsal yetkinlik gibi anlamlar yer almaktadır. (Çoruhlu, 2002: 190). Beyaz
rengin tarihsel dönüşümünden kısaca bahsetmek gerekirse; Oğuzlardan önce bu kavramın
karşılığının “Ürüng” kelimesi olduğu, daha sonra “Ak” kelimesinin bunun yerini aldığı
bilinmektedir (Yıldız, 2020: 48). Günümüze gelindiğinde ise “Ak” ile birlikte “Beyaz” kelimesi
de kullanılmaya başlanmıştır.

Beyaz, aynı zamanda soyluluğu ve yüceliği de ifade etmiştir. Ögel’in aktardıklarına göre
Hun Türklerinin ordularında, yüksek rütbedeki subayların elbiseleri beyazdır (Çoruhlu, 2002:
191). Beyazın soyluluk, yücelik veya yüksek mertebeyi simgelemesine bir diğer örnek de;
Oğuzlarda yer alan “Ak-Sakallı Koca” kavramı üzerinden verilebilir. Onlardan biri olan Oğuz
Kağan’ın bakanlarından Uluğ Türk’ün; aksakallı, kır saçlı, tecrübeli ve kâhin özelliklerine sahip
biri olduğu anlatılmıştır. Türk kültüründe halen önemli bir yere sahip olan Dede Korkut da
esasında bir “Ak-Sakallı Koca”dır (Yıldız, 2020: 48). Ayrıca beyaz renk, “Devletin ululuk,
adalet ve güçlülüğünün bir sembolüdür. Devlet büyüklerinin özellikle savaşlarda giydiği bir
giysi, elbise rengidir. Askeri birlikler içinde üst subay veya komutanların kendilerini
askerlerden ayırabilmeleri için beyaz giydikleri anlaşılmaktadır” (Genç, 1997: 8-9).
Selçuklular ve Osmanlılardaki beyaz sancak anlayışı da bu geleneğin bir devamıdır (Kütük,
2014: 146-157).

Mitolojide de geniş yer bulan renk kültürü içerisinde beyaz rengin önemi oldukça
büyüktür. Beyaz renk, Tanrı Ülgen’i simgelemektedir. İyilik Tanrısı olarak anılan Ülgen’in
yarattığı kavim “Ak Kavim” olarak adlandırılmıştır. Ayrıca mitolojide Tanrı Ülgen’e yaratma
ilhamını veren dişi bir ruhtan söz edilir. Bu dişi ruh “Ak Ana” olarak adlandırılmıştır. Daha
sonra bu durum şaman geleneğine de yansımış ve zaman içinde “Ak Şaman” kavramı ortaya
çıkmıştır. Ak şamanların; insanlığa gökten demiri getirdiğine, iyi ruhlarla bağlantı kurduklarına
ve hatta Tanrı Ülgen’le bile iletişime geçebildiklerine inanılır (Yıldız, 2020: 47). Türk
Mitolojisinde son derece önemli bir figür olan Ülgen, Türk toplumlarında zamanla Gök
Tanrı’nın yerini almış, bu nedenle beyaz renk de zaman zaman gökyüzünü simgeleyen mavi
rengin yerine kullanılır olmuştur. Bunun yanı sıra, göksel unsurların hemen hepsinin
simgelenmesinde beyaz renk yer bulmuştur (Çoruhlu, 2002: 190).

55
Türk kültüründe renkler, yönleri simgelemekte de kullanılmıştır. Beyaz renk, batı
yönünü temsil etmiştir. Türker, çoğu zaman yönlerle bağlantılı adlandırmalar yapmış
olduğundan, örneklerine de sıklıkla rastlanmaktadır. Bu örnekler arasında; Altın Orda
Hanlığının doğu bölümüne Gök-Orda denilirken, batı kısmına da Ak-Orda denilmiştir
(Çoruhlu, 2002: 190). Akdeniz’e verilen isim de yine bu örnekler arasında sayılabilir.

Beyaz renge yüklenen anlamlar arasında ölüm ve ölümden dolayı duyulan üzüntü de
vardır. Bu inanışın Uygur Türklerinden geldiği düşünülmektedir. Uygur Türklerinin
Maniheizm’i benimsedikleri bilinmektedir. Maniheizm’de ışığı temsil eden beyaz renk çoğu
zaman rahiplerin elbiselerinin rengi olarak kullanılmıştır (Çoruhlu, 2002: 191). Çin ve
Japonya’da da matem rengi beyazdır (Öztürk, 2015: 36). Uygur Türklerinin de Çin ile ilişkisi
düşünüldüğünde bu inanışın kökeninin Çin’e dayandığı kuvvetle muhtemeldir. Bu inanışın
günümüze kadar gelen yansımaları da mevcuttur. Çocuğu ölen Kazak kadınının beyaz
başörtüsü takması ve Güney Kazakistan’da erkeklerin yas tuttuklarını belli etmek için bellerine
beyaz kumaş parçası bağlamaları bu yansımalara örnek olarak gösterilebilir. Azerbaycan’a
bağlı Nahcivan Özerk Cumhuriyeti’nde beyaz renk halen matem rengi olarak kabul
edilmektedir. Burada, uyuyan çocuğun üzerine beyaz örtü örtülmesi hoş karşılanmamaktadır.
(Yıldız, 2020: 48). İslâm kültüründe, kefenin renginin beyaz olması bu inanışın devamı olabilir.

5.2. Al-Kızıl

Kızıl renk, Türk kültüründe heyecanı ve kudreti gösteren bir renk olarak görülmektedir.
Türk tarihinin başlangıcından beri manevi ve milli renk olarak algılanmaktadır. Ayrıca kırmızı
renginin Türkler tarafından icat edildiğine dair görüşler de bulunmaktadır (Atayolu, 1937: 699-
700). Eski dönemlerden itibaren Türk devletlerinin al bayrak kullanması koruyucu ruh inancına
dayanmaktadır. Rusların İgor Destanında, Kıpçak Türklerinin kızıl bayrağından söz edilmesi
Türklerin savaşlarda kırmızı bayrak kullanması konusunda ileri sürülen bilgileri
doğrulamaktadır. Kaşgarlı Mahmud’un: Ağdı kızıl bayrak Toğdı kara toprak biçimindeki
dizeleri Türklerde kızıl bayrağın savaş bayrağı olarak kullanılışını işaret etmektedir. Osmanlı
Devletinde ise kırmızı bayrağın seçilmesi olayı: “Osmangazi hazretleri ak sancağı (Anadolu
Selçuklu Sultanından) almadan önce, harp bayrağı için kızıl rengi seçip kabul etmişlerdi. Aşiret
mensuplarını kolayca harp bayrağı altına toplayabilmek için onların tab’an meclup oldukları

56
(yani yaradılışlarından tutkun oldukları) al renkli bayrağın manevi tesiri bulunduğunu takdir
eylemişlerdi” (Genç, 1997: 18) diye açıklanmaktadır.

Al renk ile bağdaştırılan diğer bir inanç ise Al karısı veya Albastı olarak bilinen
çocukları ve lohusa kadınlara kötülük eden ruh ile bağlantılıdır. Bu nedenle anne ve bebeği
korumak için kırımızı tül veya kurdele onların kıyafetlerine takılır.

Kırmızı ve beyazın kutsallığına inanıldığından loğusa kadının başına örtülen kırmızı


örtü, beyaz bir kurdele ile bağlanmaktadır. Bahaeddin Ögel’e göre: “Osmanlılarda baş
sancaklar veya baş âlemler her zaman ak ve al (kızıl-kırmızı) sancaklar olarak kalmıştır.''
Şüphesiz halkın binlerce yıldan beri sevdiği ve tuttuğu bazı renkler vardır. Bayrak diye ancak
onların peşinden giderler. Anlaşıldığına göre sadece Osmanlılar döneminde değil, çok eski
zamanlarda da Türkler al renge büyük bir değer vermişler ve saygı göstermişlerdir.

5.3. Gök-Mavi

Gökyüzünün rengi olmasından dolayı eski Türk topluluklarında “Mavi” yerine


ekseriyetle “Gök” sözcüğü kullanılmış ve bu renk daha çok göksel varlıklarla bağdaştırılmıştır
(Çoruhlu, 2002: 188). Gök, rengi Türk lehçelerinde; mavilik, yeşil veya mavi renk, koyu mavi
yas elbisesi, semavî veya göksel, koyu yeşil, olgunlaşmamış meyveler, çayır veya otlak, gri,
boz, maviye çalan kır rengi gibi kavramları karşılamaktadır (Yıldırım, 2012: 20). Mavi renge
yüklenen anlamlar ise genel itibariyle olumlu bir çizgi çizmektedir. Bunlardan bazıları; akıl,
anlayış, sağduyu, lekesizlik, sadakat, barış, erdem vb. şeklindedir (Çoruhlu, 2002: 188).

Ancak yüklenen bunca olumlu anlamın yanı sıra maviye yüklenen olumsuz anlamlar da
vardır. Örneğin, göz rengi olarak çok hoş karşılanmamış ve “Kem Göz” şeklinde algılanmıştır
(Şahin, 2020: 335). Bununla ilişkili olarak “Göze Gelme” ve “Göz Değmesi” şeklinde deyimler
türetilmiştir. Bazı insanların kötü ruhlar veya öteki âlemlerdeki varlıklarla etkileşimde oldukları
düşünüldüğü için bu insanların bakışlarının tehlikeli ve zararlı olduğu anlayışı vardır. Sözü
edilen bu insanların bakışlarıyla göz değdirdiklerine inanılmıştır. (Beydili, 2003: 222). Burada
söz edilen “Göz Değmesi” deyiminin daha sonraları İslâm kültürüne “Nazar Değmesi” olarak
geçmiş olması kuvvetle muhtemeldir.

Mavi ayrıca Türk mitolojisinde “Kut” sözü ile bağdaştırılmıştır. ”Kut” sözü, devleti
yönetme gücünü ve iradesini ifade etmektedir. Türklerde bu gücün Tanrı tarafından verildiğine
inanılmıştır. Gök Tanrı inancının da bu anlayıştan geldiği gayet açıktır. Türkler, tarih boyunca

57
Gök Tanrı’yı göklerde tasvir etmişlerdir. Bu inanç sistemi Türk-İslâm devletlerinde de devam
ederek yansımaları günümüze kadar gelmiştir. “Yukarıda Allah var” sözü de bunu kanıtlar
niteliktedir (Şahin, 2020: 335).

“Gök” sözünün ifade ettiği ululuk ve kutsallığa verilecek en yaygın örnek Oğuz Kağan
Destanı üzerinden olacaktır. Destanın daha ilk kısımlarında Oğuz Kağan’ın gök yüzlü bir oğlan
olarak doğduğu geçmektedir. Burada Oğuz’un yüzünün gökyüzü gibi masmavi olduğu
nitelenmiştir. İlk eşinin gökten mavi bir ışıkla indiği, ağaç kovuğundan çıkan ikinci eşinin de
gözlerinin gökten daha mavi olduğu aktarılmıştır. Büyüyüp yağız bir yiğit olduğunda Oğuz’a
yol göstererek rehberlik eden gök yeleli, gök tüylü bir erkek kurttan bahsedilmiştir (Şahin,
2020: 335-336). Mavinin derinliğinde daima ciddiyetin ve asaletin bulunması bu rengin
amblemlerde kullanılmasında önemli bir etkendir (Karadoğan, 2004: 62). Anlaşılacağı üzere,
gök yani mavi renge atfedilen yücelik Oğuz Kağan Destanı’nda yoğun bir şekilde işlenmiştir.

Gökyüzünün rengi olan maviden farklı olarak koyu mavi dişil su unsurlarını ifade
etmekte kullanılmıştır (Çoruhlu, 2002: 188). Türk Mitolojisinde su kültürü de son derece
önemli bir yere sahiptir. Suyun, insanların dünyası ile yeraltı dünyası arasında bir sınır
oluşturduğuna inanılmıştır. Bu yeraltı su dünyasında şeytani varlıkların yaşadığı ve bu
varlıkların değişken bir yapıda oldukları rivayet edilmektedir. (Beydili, 2003: 504). Maviye
yüklenen olumsuz anlamlardan bir diğeri de ölüm, cenaze veya cenaze evi anlamıdır. Bunun da
yine su kültürüyle bağlantılı olduğu düşünülmektedir. Manas Destanı ve Dede Korkut
öykülerinde bu ifadelere sıkça rastlanılmaktadır. Osmanlılardaki minyatür sanatında da yas
rengi olarak mor, siyah veya beyazın yanında mavi göze çarpmaktadır (Çoruhlu, 2002: 189).

Türklerde mavi rengin doğu yönünü simgelediğini belirtmek yerinde olacaktır.


(Çoruhlu, 2002: 188) Beyaz konusunda bahsedildiği gibi Altın Orda Devleti’nin doğu kanadına
Gök Orda denilmesi de buna örnektir. Bir diğer örnekse; Hun hükümdarı Mete Han’ın Çin’i
kuşatırken, kır yani mavi atlarını doğuya konuşlandırdığıdır (Küçük, 2010: 195).

5.4. Sarı

Orhun kitabelerinde “Sarığ” şeklinde söylenen sarı renk, Türk kültüründe güneşin veya
altının rengi olarak ifade edilirken ülke merkezini ve merkez yönetimi de belirten renk
durumundadır. Bir Türk-İslam devleti olan Altınordu Devleti’nin başkenti Sarıordu’dur. Hem
isminde geçen “Altın” hem de başkentin adında geçen “Sarı” adları bu durumun göstergesidir.
Kimi zaman iyi kimi zaman kötü bir anlam taşıyan sarı renk; çölleri, kuraklığı, kötü ruhları ve

58
hastalıkları ifade eden bir renktir. Yusuf Has Hacip’in kaleme almış olduğu Kutadgu Bilig’de
yüzün sararması kişinin hasta olduğuna dair bir gösterge olarak ifade edilmiştir. “Çok yiyen
insan her vakit hastalıklı olur; Yüzü sarı, kendisi cılız olur ve itibardan düşer” (Yusuf Has
Hacip, 1998: 338). Türk Mitolojisinde altın bir saraya ve tahta sahip olan Ülgen ile de bağlantılı
bir renktir. “Kanaatimizce, Ülgen’in altın tahtının sembolü olarak dünyanın merkezinin işareti
diye kabul edilmiş olan sarı renk, bu sembol anlamını Türklerin çizmelerinin (edik) rengi olarak
da uzun yıllar sürdürmüştür. Zira bilindiği gibi Türkmenler yüzyıllarca, sarı edik ile kızıl
keçeden külah giymişlerdir. Halkımız arasında bugün de çok yaygın olarak kullanılan ‘Sarı
Çizmeli Mehmet Ağa’ deyiminin de kaynağı bu tarih ve kültür geleneğimizdir... Türklerde sarı
rengin hükümranlık rengi olarak kullanılmasıyla ilgili tarihi bilgilere baktığımız zaman ise:
Mesela Uygur Türk yazılı belgelerinde ‘sarıgurunggu’ yani sarı bayrak, bir burcun adı olarak
geçmektedir” (Ögel, 2000: 480). Ülgen’in altın kapılı sarayı ve tahtı devletin ve dünyanın
merkezi saymışlarıdır. Sarı dinsel açıdan güçlülüğü ve hâkimiyeti de simgeler.

5.5. Yeşil

Yeşil rengi, Orta Asya bozkırlarında geçimlerini hayvancılıkla sağlayan ve konargöçer


bir yaşam süren Türkler için hayvanlarını beslemenin ve yaşamlarını sürdürmenin ana kaynağı
olması sebebiyle doğa ve doğanın simgesi yeşilin önemi oldukça fazladır (Çoruhlu, 2017: 265).
Türklerin yeşille ilgili olarak manevi inançlarının kökü, Gök Tanrı inancına dayanmaktadır.
“Türk mitolojisine göre hayır ilahı Ülgen’in, koruyucu ruh olarak kabul edilen yedi oğlundan
birinin adı Yaşıl (yeşil) Kaan idi ve umumiyetle bitkilerin yetişip-büyümesini düzenlediğine
inanılırdı. Ayrıca, yeşilliklerin Ülgen inanışı ile bağını gösteren mitolojik inanmaya göre
Ülgen, insan vücudunu yarattıktan sonra Kuday’ın huzuruna kuzgun denilen kuşu göndererek
yarattığı insan için can ister. Kuzgun semaya uçar. Canı alıp dönerken yerde bir leş görür.
Dayanamayarak leşi yemek için ağzını açar. Gagasındaki can çam ormanına düşerek dağılır.
Bundan dolayıdır ki çam, ardıç gibi ağaçlar yaz kış canlı kalıp yeşilliklerini muhafaza ederler”.
Asıl olarak İslamiyet’le birlikte kutsallık kazanan yeşil, Türk kültürünün eski çağlarında da
manevi bir olgu durumundadır. İslamiyet’in Türkler tarafından kabul edilmesiyle birlikte
kurulan devletlerin bayraklarında da sık sık görülmüştür. Safevi Devleti ve Osmanlı Devleti’nin
bayraklarında yeşil, ana renk olarak uzun bir süre kullanılmıştır. Hz. Muhammed’in döneminde
kurulmuş olan İslam Devletinin üç sancağından birisi yeşil renkliydi (Öztürk, 2015: 80).
Önceki dönemlerde ise Orta Asya’da egemenlik kuran Kırgızların IX. yy’da kullanmış

59
oldukları bayrakta yeşil rengin olduğu ve yeşil rengin de hâkimiyetin bir sembolü olarak
kullanıldığı aktarılmaktadır (Genç, 1999: 27).

5.6. Kara-Siyah

Kara yani siyah renge, hemen hemen tüm mitolojilerde ve kültürlerde genel olarak
olumsuz anlamlar yüklenmiştir. Siyah rengin simgelediği anlamlar arasında en yaygın olanları
şöyle sıralanabilir: Ezeli karanlık, boşluk, ölüm karanlığı, tahribat, üzüntü, büyü, mitolojide
kötülük ya da ölümle ilişkilendirilen tanrılar, karmaşa ortamı ve iblis (Çoruhlu, 2002: 183).
Siyah renk beyazın zıttı olduğundan, bazı kültürlerde birbiriyle mücadele halinde olan iyilik ve
kötülüğü temsil ederler. Beyazın iyiliği siyahın kötülüğü temsil ettiği ilk mitolojik örnek,
tanrılar üzerinden verilmektedir. Yeraltı dünyasının efendisi olan, felaketlerinden korunmak
için kendisine kurbanlar sunulan, kara çamurdan yapılmış bir sarayda oturan, kömür gibi kara
gözleri ve kaşları olan Erlik, siyah renkle ifade edilmiştir (Özcan, 2018: 273).

Bu duruma verilebilecek bir başka örnek ise; Çin mitolojisinde önemli bir yere sahip
olan, Yin ve Yang kültürüdür. Yin ve Yang, evrenin iki temel enerjisini simgelemektedir. Yin;
siyahı, ölümü, soğuğu ve geceyi temsil ederek, dişilikle bağdaştırılmıştır. Yang ise; beyazı,
yaşamı, sıcaklığı ve gündüzü temsil ederek erkeklikle bağdaştırılmıştır. Yin ve Yang’ın
evrensel temsili olan Tai Ji sembolü bir daireden oluşmaktadır. Daire sonsuz hareketi temsil
etmektedir. Bu hareketliliğin başı veya sonu belli değildir. Dairenin içinde siyah olan alan (Yin)
beyaz olan alan (Yang)’dan “S” şeklindeki eğri ile ayrılmıştır. Bu eğri hiç bir şeyin belirgin
olmadığının her şeyin sürekli değişim ve dönüşüm içerisinde olduğunun göstergesidir. Yin ve
Yang felsefesinin ana fikri ise, esasında karşıt güçlerin birbirini tamamlaması ve zıtlığın uyumu
olarak özetlenebilir. Tıpkı karanlık olmadan aydınlığın da olamayacağı gibi (Web Kaynakça
1).

Beyazın Türk kültüründe batı yönünü simgelemesi gibi siyah da kuzey yönünü
simgelemiştir. Konuya örnek olarak; bir zamanlar Kaşgar’ın kuzeyinde hüküm sürmüş olan ve
devletlerini kendi dönemlerinde İslâm dünyasının merkezi olarak kabul eden Karahanlılar,
hakanlarını “Kuzeyin Hükümdarı” anlamına gelen “Karahan” olarak isimlendirmişlerdir.
Ayrıca, Horasan’ın kuzeyinde yer alan ve günümüzde Türkmenistan sınırlarında bulunan
Karakum Çölü’nün bu adı almasında, kara kelimesinin kuzey yönünü ifade etmesinin etkili
olduğu düşünülmektedir (Çoruhlu, 2002: 183). Siyahın; kuzey yönünü ifade etmekte

60
kullanılmasına bir diğer örnek de Anadolu coğrafyasının kuzeyinde yer alan Karadeniz
üzerinden verilebilir.

Çeşitli Türk kültürlerinde, siyah renkli bazı hayvanların kindar ve uğursuz olduklarına
inanılmaktadır. Anadolu’da siyah bir yılanın öldürülmesi durumunda yılanın eşinin, yılanı
öldüren kişiyi bulacağına ve onu öldürerek intikamını alacağına dair bir inanış oldukça
yaygındır. Çoğu yörede siyah rengin, kötü güçler veya kara büyüye çağrışım yapması nedeniyle
yoldan geçen bir kara kedinin, Türklerde ve aynı zamanda Ruslarda uğursuzluk getirdiğine dair
batıl inanç vardır. Slav halk inanışında inşaat alanındaki siyah karıncalarla dolu bir karınca
yuvasının ve siyah örümceğin uğursuzluk getireceğine inanılmaktadır. Yıl içinde ilk kez
görülen ya da ilk olarak dünyaya gelen kara koyun ise, o yılın kötü ve şanssız geçeceğine
yorulmaktadır. Çek Cumhuriyeti’nde de düğün trenini siyah bir atla karşılamanın, kısırlığa
neden olacağına dair bir batıl inanç vardır (Özcan, 2018: 274).

Siyaha yüklenen anlamlar her zaman olumsuz olarak devam etmemiştir. İlerleyen
dönemlerde tek tanrılı dinlerin yaygınlaşmasıyla kimi toplumda olumlu anlamlar da
kazanmıştır. Örneğin, Hristiyan toplumunda saygınlık ve kutsallığı ifade eder olmuş, böylece
rahiplerin kıyafetlerinde de ağırlıklı olarak siyah kullanılmaya başlanmıştır (Öztürk, 2015: 41).

61
6. TÜRKLERDE NAZAR İNANIŞI

Nazar inancının Türkler arasında yaygın bir inanış olduğu bilinmekle birlikte farklı
toplumlarda da bu inanışa dair izler görülmektedir. Sözlükte nazar; “Belli kimselerde
bulunduğuna inanılan, kıskançlık veya hayranlıkla bakıldığında insanlara, eve, mala mülke
hatta cansız nesnelere kötülük verdiğine inanılan uğursuzluk, göz” ve “Bakış, bakma, göz
atma” olarak tanımlanmıştır. Nazar, eski Türk topluluklarında görüldüğü gibi İslami bir kavram
olarak da görülmektedir. Kalem Suresi 51. Ayet: “Ve inkâr edenler, zikri Kur'an-ı Kerim-i
işittikleri zaman gerçekten seni neredeyse gözleri ile devirirler. Ve Muhakkak ki o, gerçekten
mecnundur derler.” Ayrıca Hz. Muhammed’in de bu doğrultu da şu hadisi bulunmaktadır;
“Göz değmesi (nazar) haktır” (Buhârî, Tıb, 36). Ayrıca İslamiyet öncesi Arap toplumu arasında
da yaygındır. “Ölenlerin çoğu nazardandır” ve “Nazar, evleri boşaltır mezarları doldurur”
gibi ifadeler sözlü kültürle günümüze kadar ulaşmıştır (Keskin, 2008: 193). Nazar olgusu,
toplumsal ve kültürel olay olmakla birlikte tarihin her devrinde görülmektedir (Tezcan,
1996:127).

Nazar Türk Dünyasının hemen hemen her kesiminde görülmektedir. Azerbaycan’da


”nazar (göz) daymak”, Başkurt Türkçesi'nde “küz”, Kazakistan’da “köz (tiyüv, ötüv)”,
Kırgızistan’da “nazar (tüşü), köz (tiyü), Özbekistan’da “köz tegiş”, Tatarlarda ''küz (tiyü)",
Türkmenistan’da “göz (değmek) ve Uygurlarda ise “köz (tağmak)” olarak bilinmektedir
(Keskin, 2009: 194).

Nazar toplum arasında genellikle, güzel, zeki, hünerli, becerikli, hayatta başarılı ve yeni
bir eşya mal-mülk alan kişilere karşı kıskanılarak ve kötü niyetle bakılmasıyla kişinin olumsuz
etkilenmesi olarak bilinmektedir. Nazarı değen kişiler, kendilerinde eksik olan özelliklerin
başkalarında var olmasından rahatsız olurlar ve bu nedenle karşısındaki kişiye göz ederler
(Çıblak, 2004: 106). Pertev Naili Boratav ise nazarı şöyle açıklamaktadır; “Bakışlarında zararlı
güç bulunan bazı insanların bu özellikleri nedeniyle bir kişiye, bir hayvana ya da nesneye
bakmakla canlı üzerinde hastalık, sakatlık hatta ölüm; nesne üzerinde ise sakatlanma, kırılma
gibi olumsuz bir etkinin meydana gelmesi olayıdır. (Boratav, 1994: 103).” Yaşar Kalafat ise;
“Nazar, herhangi bir canlının herhangi bir canlı veya cansıza dostane olmayan arzu ve hevesle
bakması ve bu bakış ve arzusu ile ona zarar vermesi olayıdır. Genelde insanları nazar kılarlar.
Nazara mal ve mülk de uğrayabilir” (Kalafat, 2009: 57). Bu hususta Türkler, üzüm bağlarının
ve bostanlarının korunması için Kaşgarlı Mahmud, kösgük adını verdikleri nazarlıkları
(korkulukları) buralara diktiklerini ifade eder (İnan, 1998: 318). Prof. Dr. Süheyl Ünver ise

62
nazarı şu şekilde açıklamaktadır; “Bugün nazar değmenin ruhi mekanizmasının da vücudumuza
atom hayatının kudrete tahavvülüyle münasebeti olacağını düşünme vakti gelmiştir. Ruhi tesir
bizden olduğuna göre uzuvlarımızın maddelerinden, kudrete tahavvül edebilen hususları inkâr
edemeyiz” (Emeksiz, 2012: 234).

İnsanlar, nazarın bu kötü etkisinden korunmak ve kurtulmak için birçok farklı yöntemi
uygulamaya yönelmişlerdir. Bunun en yaygın olarak görülen yöntem ise mavi boncuk veya
nazar boncuğu takmaktır. Bu yöntem eski Türkler arasında da yaygın olarak uygulanmaktadır.
Kaşgarlı Mahmut bunu “monçuk” olarak ifade ederken “atın boynuna takılan değerli taş, aslan
tırnağı, muska gibi şeyler” olarak da tanımlamıştır. Türkler, nazardan korunmak için bu
boncukları başta kendi ve atlarının boyunları olmak üzere çeşitli yerlere takmışlardır. Nazar
boncuğunun haricinde nazardan korunmak için; Nazardan korunmak için insanların ortaya
çıkarmış olduğu bu tür tılsım ve muska gibi araçlar İslam dinince aykırı olarak görülmektedir.

Nazara karşı kullanılan yöntemlerden birisi de üzerlik otudur. Kaşgarlı Mahmud, üzerlik
otuna “ilrük” diyerek bahsetmektedir. Uygur Türkçesinde “edrasman”, Kazak Türkçesinde
“adırıspan”, Özbek Türkçesinde “ısırık”, Türkmen Türkçesinde ve Azerbaycan Türkçesinde
de üzerlik olarak bilinir. Üzerlik otunun sağlık amacıyla kullanıldığı da bilinmektedir. Hititler,
Yunanlılar ve Romalılar tarafından üzerlik otunun tohumundan yapılan ilaçların olduğu
bilinmektedir. Bu ilaç çeşitli hastalıkları iyileştirme amacıyla kullanılmıştır. Bundan dolayıdır
ki üzerlik otunun iyileştirici özelliği, nazar değmesi durumunda da insanları, şifa bulması
amacıyla kullanılmaya yöneltmiştir. Üzerlik otu genellikle tütsüleme yöntemiyle kullanılmıştır.
Yanında farklı otlar ve bitkiler de kullanılarak kişinin nazardan kurtarılması amaçlanmıştır
(Emeksiz, 2012: 232-233). Tütsüleme yönteminin eski Türkler ve Şamanlar arasında da
kullanıldığı bilinmektedir. Şamanlar ayinleri sırasında çeşitli otları ateş üzerine atarak
tütsüleme yapılmıştır. 1915 yılında S. Malov’un katıldığı bir Şaman ayini şu şekilde
geçekleşmiştir; “Bakşı önce abdest aldı, çalgıcılar ateş yanında davul ve teflerini
kurutuyorlardı. Bakşı, ekmek üzerine Arapça bir dua okudu ve orada bulunanlar hep birlikte
“âmin” diyerek o ekmeği yediler. Tütsüyü tutan biri tuğa yapışıp duran hastayı tütsüledi.”
Ayinin geri kalanında da tütsüleme işleminden sık sık bahsedilmektedir (İnan, 2013: 110-111).
Üzerlik kullanımı sözlü kültüre de yansımıştır. Azerbaycan da “ Üzerliksen, üzerliksen
hevasan. Hezeran derde dermansan, devasan” şeklinde söylenceler bulunmaktadır (Emekesiz,
2012: 236).

63
Tükler arasında başta nazar olmak üzere bu tür kötülüklerden korunmak için birçok adet
ve uygulamalar bulunmaktadır. Doğum esnasında ve sonrasında anne ve çocuğa al karısı olarak
bilinen kötü bir ruhun zarar verdiği yaygın bir inanıştır. Al karısı büyük, uzun boylu ve uzun
parmaklı olarak tasvir edilir ve özellikle yeni doğan çocuklarının ciğerlerini yiyerek beslenir.
Altay Türkleri arasında “almış” olarak bilinen Al karısı genellikle ormanın derinliklerinde
yaşamaktadır. Al karısından korunmak için çok farklı yöntemler kullanılsa da yaygın olarak
bilineni kırmızı bir eşarp veya kurdele annenin başına bağlanır (Şimşek, 2017: 101).
İslamiyet’le birlikte anne ve yeni doğan çocuğu nazar ve Al karısından korumak için sala, ezan
ve mevlit okutulur. Yine bu tür kötülüklerden korunmak için sadaka da verilir. Ayrıca yaygın
olarak günümüzde Anadolu’nun hemen hemen her yerinde yeni doğan çocuğa ve annesine
nazar boncuğu takılarak, onlara kötülük gelmemesi için önlemler alınır (Kalafat, 2009: 26-27).

Al karısı, Umay Ana’nın zıttı özellikle taşıyan Kara Umay ile de ilişkilendirilir. Kara
Umay da aynı şekilde kötü özellikler gösteren bir figürdür. Al karısı ve Kara Umay, Türkler
arasında üreme ve çoğalmanın düşmanı olarak görülür. Anne ve çocuğa ciddi zararlar verdikleri
düşünülür ve onlardan korunmak için Umay Ana figürü olarak kabul edilen tavşan derisine
berkitilmiş ok ve yay yeni doğum yapan anne ve çocuğun bulunduğu çadıra asılır (Bayat, 2018:
51). Albastı olarak da biline Al karısı, eski dönemlerde ailelerin koruyucusu olarak bilinen bir
karakterdi. Ancak daha sonra babanın aile üzerindeki koruyuculuğu artınca Al karısına olan
ihtiyaç giderek azalmış ve tamamen dışa itilmiştir. Bundan sonra Al karısı kötü bir karaktere
bürünerek anne ve çocukların düşmanı olarak gösterilmiştir (Bayat, 2018: 92).

Azerbaycan Türleri arasında da yeni doğan çocuğa nazar değmesinden korkulur ve ilk
başta ona bir nazar boncuğu takılır. Çocuğun doğumundan sonraki onuncu günde yemek
dağıtılır. Özellikle doğum yapmış olan annenin yanına kesinlikle yabancı bir kişi giremez ve
annenin yanına Al karısından korunması için de sarımsak asılır. Yine anne hamile iken ve çocuk
bir yaşını doldurana kadar saçları kesilmez (Çeltikçi, 2006: 26). Özbekistan da ise çocuklara
çok sık nazar değdiğine inanılır. Hatta bu nazar onların ölümüne dahi neden olmaktadır.
Nazardan korunmak için çocukların aynı gün içerisinde hem el hem de ayak tırnakları kesilmez.
Bunun uğursuzluk getireceğine inanırlar (Çeltikçi, 2006: 41). Kırgızistan’da da yeni doğan
çocuğu nazardan korumak için kartal tırnakları veya kurt dişleri çocuğun kıyafetlerine dikilir.
Yine Al karısından korunmak için Kırgızlar evlerine bir kartal getirirdi. Onlara göre kartal, Al
karısını görür ve üstün avcılık yeteneğiyle Al karısını evden uzaklaştırarak anne ve çocuğu
güvende tutardı (Avcı – Borubayeva, 2019: 1809). Hazar Türkleri arasında ise nazardan
korunmak için evlerin girişine geyik veya koçbaşları asılmaktadır. Yeni doğan çocuğun

64
beşiğineyse kurt dişi veya kemiği takılarak nazar değmesi önlenmeye çalışılmaktadır (Çeltikçi,
2006: 113). Prof. Dr. Yusuf Ziya Yörükan ise çocuklara nazar değmesi olayını şu şekilde
anlatır; “Çocuk hastalıkları umumiyetle fena ruhlar tarafından meydana getirildiği için
çocuklar her akşam tütsülenir ve çocuklar, nazarlıkla yükletilir. Mavi boncuk, çocuğun alnına
boya sürme, nazara ve hastalıklara karşılıktır. Al basmasın diye de loğusanın başına kırk gün
kırmızı kurdele takılır” (Yörükan, 2017: 39). Bu tür önlemlere karşı yine de çocuğa veya anneye
nazar değmiş ise onları tekrar sağlığına kavuşturmak için “kurşun dökülmesi” âdeti uygulanır.
Bu işlem sonrasında dökülen kurşun evin veya odanın bir köşesine bırakılır (Kalafat, 2009: 61-
62).

Kurşun dökmeyle, var olan hastalığın giderilmesi, kişiye tesir eden kötülüğün
kovulması ve kişiyi korumak amacıyla suya dökülen kurşunun iyi geldiği inancı yaygındır.
Genellikle kaynatılarak sıvı hale getirilen kurşun, kişinin başının üzerine serilen bir bezin
üzerinde bulunan derin ve içi su dolu olan kaba dökülerek işlem tamamlanır. Bazı bölgelerde
bu üç kez tekrarlanır ve en sonunda da bazen kişinin o sudan birkaç yudum içmesi istenir. Su
içerine dökülen kurşunun aldığı şekil yorumlanarak o kişiye nazar değip değmedi hususunda
yorum yapılır. Eğer nazar değmişse o kurşunun parçaları eve asılır ve çeşitli dualar okunarak
kişiyi nazardan kurtarmaya çalışırlar. Hatta kurşun şekline bakarak kimin nazarının değdiği de
bulunmaya çalışılır. Kayseri’de ise şu yöntem kullanılır. Kurşunun döküleceği suya soğan ve
tarak koyulur. Kurşun dökülme işleminden sonra o soğan aile bireylerine yedirilir ve nazarın
geçmesi sağlanır (Polat, 2020: 14-15).

Nazara karşı yöntemlerden biriside kaplumbağa kabuğudur. Anadolu’nun çeşitli


yerlerinde kaplumbağa kabuğundan çeşitli nazarlıkların, tılsımların ve kolyelerin yapıldığı
görülmektedir. Göktürk kitabelerinden olan Kül Tigin anıtı da bir kaplumbağa (Resim: 6)
sırtına dikilmiştir. Burada devletin sağlıklı ve uzun ömürlü olması temenni edilirken diğer
taraftan da nazara karşı sağlık kaplumbağa kabuğuyla elde edilmeye çalışılmıştır (Kalafat,
2009: 58).

Nazar inanışı günümüzde Orta Asya’da ve Anadolu’da yaygın bir inanış olarak devam
etmektedir. İslamiyet ile birlikte de görülen nazara karşı insanlar çeşitli unsurlardan fayda
görmeyi amaçlamışlardır. Bunlardan nazar boncuğu, üzerlik otu, kurşun dökülmesi,
kaplumbağa kabuğu kullanılması ve çeşitli hayvanların dişlerinden ve kemiklerinden alınan
parçaların evlere konulması çok yaygındır. Bunlar haricinde de hemen hemen her bölgeye özgü
nazarlıklar bulunmaktadır.

65
7. SONUÇ

Orta Asya, çok eski dönemlerden itibaren Türklere ev sahipliği yapmaktadır. Orta
Asya’nın hemen her köşesinde Türklere ait izler bulmak mümkündür. Bunun en güzel
örneklerinden biri kurganlardır ve yazıtlardır. Türk defin geleneğinin en belirleyici
unsurlarından olan kurganlar, genelde toplum tarafından kutsal sayılan yerlere yapılırdı. Bu tip
yerler ise, yüksek yerler, dağ etekleri, ırmak kenarları ya da ormanlık alanlar olabilirdi. Türkler
için kurganlarının ayrı bir önemi vardı. Nitekim İskitlerde olduğu gibi mezarları için savaşmayı
bile göze almışlardır. Ölümden sonraki hayata inandıkları için de ölen kişinin mezarlarına
hayatta iken kullandığı eşyalarını ve atlarını da koymuşlardır. Yapılan kazı çalışmaları
sonucunda kurganlardan Türklere ait pek çok süs ve günlük kullanım eşyası ele geçirilmiştir.
Moğolistan coğrafyasında kurganlar dışında pek çok balbal, heykel ve geyikli taş (Resim: 10)
adları verilen taş levhalar ele geçirilmiştir. Bunların ne amaçla yapıldığı konusunda çeşitli
görüşler bulunsa da ya mezar yerini gösterdiği ya da ölen kişinin hayatta iken öldürdüğü kişileri
temsil ettiği konusunda genel bir kanı bulunmaktadır.

Türkler yazıya henüz kavuşmadığı sürede, düşüncelerini ve inanışlarını gelecek


nesillere anlatabilmek için resim yapma yöntemini kullanmışlardır. Yapmış oldukları resimleri
de kayalara işlemişlerdir. İlk başlarda gerçeğe yakın ölçülerde yapılan resimler zamanla
değişerek stilize bir karakter almıştır. Muhtemelen bunlar Türklerin kullanmış olduğu ilk
alfabenin atası olarak kabul edilebilir. Diğer taraftan Orta Asya bozkır coğrafyasından
Anadolu’ya ve hatta Balkanlara kadar Türklerin izini takip etmemizde bize yardımcı olan
mühürler oldukça önemlidir. Kendilerini diğer boylardan ayırmak ve kendilerine ait bir eşyayı
belirtebilmek için Türklerin mühürleri sıklıkla kullandıkları bilinmektedir. Bu mühürleri yol
kenarlarına, kitabelerine, kayalara, günlük kullanım eşyalarına, hayvanlarına ve hatta kendi
bedenlerine bile uygulamışlardır. Cesetlerini zamanında mumyaladıkları ve soğuk yerlerde
bulunduğundan donmadığı için vücutlarına yapmış oldukları dövmeler çok rahat
görülebilmektedir.

Türkler var oldukları dönemden itibaren yeryüzünde kendilerine has bir kültür ve
mitoloji oluşturmuşlardır. Dilden dile aktarılan destanlar, savlar ve sagular bu kültürün sözlü
olarak aktarılmasını sağlamıştır. Arkeolojik veriler ışığında mitolojiye ait birçok inanç figürü
tespit edilmiştir. Kaya üzerine işlenen resimlerle de aynı şekilde anlatma yoluna gitmişlerdir.
Türk kültürünün temelinde tek bir tanrı yani Gök Tanrı bulunurken, onun etrafında şekillenen

66
iyi ve kötü ruhlar silsilesi de oldukça dikkat çekmektedir. Bunların birer tanrı mı yoksa başka
bir figür mü oldukları konusu günümüzde tartışılmaya devam etse de ağırlıklı olarak kabul
edilen Türklerin tek tanrılı bir inanca mensup olduklarıdır. Mitolojide görülen Ülgen, Umay ve
Erlik gibi figürlerin tanrının antropomorfik yani insan biçimi almış şekliyle açıklanmaktadır.

Bahsedilen tüm bu veriler, dönemin insanlarının kültürlerini, düşünce tarzlarını, sosyal


hayatlarını, dini görüşlerini karakterize ederek gelecek nesillere aktarılmasını sağlamışlardır.
Bu veriler doğrultusunda, İslamiyet öncesi Orta Asya Türkleri hakkında bilgi sahibi
olabiliyoruz. Aynı zamanda yapmış oldukları neredeyse bütün malzemeler, çok fazla estetik ve
görsellik içerdiği için, eski Türklerde sanatın ne kadar geliştiği görülmektedir.

Yukarıda da belirtildiği üzere Türk mitolojisi hakkında bilgi edinilirken sadece


arkeolojik kazılar ya da diğer yazılı olmayan kaynaklardan faydalanılmamış, bunun yanında
yazılı kaynaklar da kullanılmıştır. Yakın zamana kadar Türklerin ilk alfabeleri Kök Türk
abecesi olarak kabul ediliyor iken, son zamanlardaki kazılar sonrası elde edilen veriler Türklere
ait ilk yazıtların Yenisey ve Orhun abideleri olduğunu değiştirebilecek nitelikte olmuştur.

İnsanlık tarihi boyunca çeşitli kültür ve uygarlıklarda ve dini inanışlarında yer alan göz
sembolü, insanları kötülüklerden koruyan güçlü bir obje ya da tılsım olarak kabul edilmiştir.
Türklerde de nazar boncuğu ve nazar algısı bulunmaktadır. İslam öncesi Türklerde nazar
boncuğu inanışı “gökçe muncuk” şeklinde tabir edilmiş, insanlara ve atlara isim olarak da
konulmuştur. Nazar olgusunun farkına varan şamanlar nazardan korunmak için çeşitli ayinler
yapmışlar ve bu ayinlerden nazarla ilgili deyimler ve sözler günümüze kadar ulaşmıştır.
İslamiyet’in kabulü ile Türkler nazar olgusunun sözlü geleneğine İslami unsurları da katarak
bu inanışa farklı yorum getirmişlerdir. Özetlemek gerekirse Türkler hem İslam öncesi inancı
olan nazar olgusunu İslam sonrası gelenekle birleştirerek hem geleneksel hem de dinen bu
inancı sürdürmüşler ve inanmaya devam etmişlerdir. Sözü edilen nazar boncuğu ise İslam
öncesi Türklerde de kullanılan bir objedir ve günümüzde kullanılan nazar boncuklarının
kökenini oluşturmaktadır.

67
8. KAYNAKÇA

Ahmetbeyoğlu, A. – Şen, H. (2018), “Eski Türk Dininin Kozmolojisi ve Kozmogonisi”,


Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Dergisi, C:119, S:234, s.45-74.

Aksoy, H. (2017), İslam Öncesi Türklerde Kozmoloji Anlayışı, Yayınlanmamış Yüksek


Lisans Tezi, Konya: Selçuk Üniversitesi.

Aksoy, N.D. (1993), Türk Yaratılış ve Türeyiş Destanları ve Dini Motifleri,


Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Kayseri: Erciyes Üniversitesi.

Alyılmaz, C. (2019). “İslamiyet Öncesi Türk Eserleri”, Ortak Türk Tarihi, 1. Baskı,
Ankara: Semih Ofset Matbaacılık, 6:1-60.

Alyılmaz, C.- Mert O. (2019). “Moğolistan’daki Köktürk Harfli Yazıtlar”, Ortak Türk
Tarihi, 1. Baskı, Ankara: Semih Ofset Matbaacılık, 6:71-220.

Anohin, A. V. (2006), Altay Şamanlığına Ait Materyaller, (çev. Zekeriya Karadavut),


Konya: Kömen Yayınları.

Atalay, B. (1985). Kaşgarlı Mahmud, Dîvȃnu Lugȃti’t-Türk Tercümesi, Ankara: Türk


Tarih Kurumu, C.I.

Atayolu, S. (1937), Türk Kırmızısı, II. Türk Tarihi Kongresi, İstanbul: s.699-705.

Avcı, G. M. – Borubayeva, E. (2019), “Kırgızlarda “Albarstı” ile İlgili İnançlar”


Akademik Tarih ve Düşünce Dergisi, S:6, s. 1802-1815.

Baldıck, J. (2011), Hayvan ve Şamanizm, İstanbul: Hil Yayın.

Barthold, W. (1947), Türklerde ve Moğollarda Defin Merasimi Meselesine Dair, (Çev.


Abdülkadir İnan), Ankara: TTK, Belleten Dergisi, S:43, s.515-539.

Bayat, F. (2017), Türk Mitolojik Sistemi 1, İstanbul: Ötüken Neşriyat.

Bayat, F. (2018), Türk Mitolojik Sistemi 2, İstanbul: Ötüken Neşriyat.

Bayat, F. (2019a), Mitolojiye Giriş, İstanbul: Ötüken Neşriyat.

Bayat, F. (2019b), Kadim Türklerin Mitolojik Hikâyeleri, İstanbul: Ötüken Neşriyat.

Baykara, T. (2002). “Türklüğün En Eski Zamanları”, Genel Türk Tarihi, Ankara: Yeni
Türkiye Yayınları, 1:345-396.

68
Baykara, T. (2001), Türk Kültür Tarihine Bakışlar, Ankara: Can Yayınevi.

Besim, A. (1985), Divan-ı Lügati’t Türk, Ankara: TDK.

Beydili, C. (2004) Türk Mitolojisi Ansiklopedik Sözlük, Ankara: Yurt Yayınları.

Boratav, P. N. (2012), Türk Mitolojisi, Ankara: Bilgesu Yayıncılık.

Caferoğlu, A, (1953) ‚” Türk Onomastiğinde At Kültü”, Türkiyat Mecmuası, C:10,


İstanbul, s.201- 212.

Candan, E. (2008), Türklerin Kültür Kökenleri, İstanbul: Sınır Ötesi Yayınları.

Candan, E. (2013), Atalarımızın Gök Tanrı Dini, İstanbul: Sınır Ötesi Yayınları.

Cebeci, İ. (2016), Bozkır toplumlarında Yaratılış ve Tabiat Olaylarına İnanış,


Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara: Gazi Üniversitesi.

Ceylan, A. (2018), “Türk Dünyası’ndan Yeni Kaya Resimleri”, XVII Türk Tarih
Kongresi, Ankara, s. 155-206.

Çeltikçi, O. (2006), Yaşar Kalafat’ın Türk Kültürüne Ait Çalışmalar, Yüksek Lisans
Tezi, Isparta.

Çıblak, Y. (2004). Halk Kültüründe Nazar, Nazarlık İnancı ve Bunlara Bağlı


Uygulamalar, Türklük Bilimi Araştırmaları , (15) , 103-125.

Çoban, V. R. (2013), Türk Mitolojisinde İyilik Tanrısı Ülgen’in İnanıştaki Yeri, Tasviri
ve Kökeni, Uluslararası Kültür Araştırmaları Dergisi, S.1, s.192-198.

Çobanoğlu, Ö. (2015), Türk Halk Kültüründe Memoratlar ve Halk İnançları, Ankara:


Akçağ Yayınları.

Çoban, V. R. (2012), Türk Mitolojisinde Kötülük Tanrısı Erlik’in İnanıştaki Yeri,


Tasviri ve Kökeni, Simitçay Dergisi, S:2, s.6-16.

Çoruhlu Y. (2012). “Arkeolojik Kazı Sonuçlarına Göre Türklerde Mezarlara At Gömme


Geleneği”, 38. ICANAS 10-15.09.2007 Ankara/Türkiye Bildiriler/Papers-Tarih ve
Medeniyetler Tarihi-History And History of Civilzations, Ankara: Atatürk, Dil ve Tarih Yüksek
Kurumu, s.1051-1069.

Çoruhlu, Y. (2016). Eski Türklerin Kutsal Mekânları Kurganlar, İstanbul: Ötüken


Yayınları.

69
Çoruhlu, Y. (2019). “Türk Sanatı”, Ortak Türk Tarihi, 1. Baskı, Ankara: Semih Ofset
Matbaacılık, 269-392.

Çoruhlu, Y. (2007), Erken Dönem Türk Sanatı, İstanbul: Kabalcı Yayınevi.

Çırpıcı, A. (2015), Pazırık Kurganından Çıkan Yapıtların Araştırılması, Çağdaş Bir


Görüşle Günümüz Sanatlarına Uyarlanması, Sanatta Yeterlilik Tezi, İstanbul: Haliç
Üniversitesi.

Diyarbekirli, N. (1993), “İslam Öncesi Türk ve Çin Mezar Anlayışı Arasındaki


Bağlantılar”, Uluslararası III. Türk Kültürü Kongresi Bildirileri, C.III, Ankara, s. 791-805.

Diyarbekirli, N. (1973), “Kazakistan‟da Bulunan Esik Kurganı”, Cumhuriyetin 50.


Yılına Armağan, İstanbul, s. 291-304.

Durmuş, İ. (2008). İskitler (Sakalar), Ankara: Genelkurmay Basımevi.

Durmuş, İ. (2019). “İskitler/Sakalar”, Ortak Türk Tarihi, 1. Baskı, Ankara: Semih Ofset
Matbaacılık, 1:79-136.

Durmuş, İ. (2017), Bozkır Kültür Çevresinde At Göçer-Ev ve Demir, Ankara: Asya


Araştırmaları Dergisi, S:1, C:1, s.19-34.

Drury, N. (1996), Şamanizm, İstanbul: Okyanus Yayıncılık.

Emeksi̇z, A. (2012). Türk Halk Kültüründe Üzerlik. İstanbul Üniversitesi Edebiyat


Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, 28 (0) , 229-242.

Esin E. (1978). İslamiyet’ten Önceki Türk Kültür Tarihi ve İslam’a Giriş, İstanbul:
Edebiyat Fakültesi Matbaası.

Esin E. (2001), Türk Kozmolojisine Giriş, İstanbul: Kabalcı Yayınevi.

Ergin, M. (2010), Orhun Abideleri, İstanbul: Boğaziçi Yayınları.

Genç, R. (1999), Türk İnanışları ile Milli Geleneklerinde Renkler ve Sarı Kırmızı Yeşil,
Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları.

Gömeş, S. (1999), Kök Türk Tarihi, Ankara, Akçağ Yayıncılık.

Gömeç, S. (2009), Türk Destanlarına Giriş, Ankara: Akçağ Yayıncılık.

70
Gömeç, S. (2018), Umay Ana Üzerine Düşünceler, 4. Türk Şöleni Türk Kültürü
Sempozyumu Bildirileri, s.701.

Gülensoy, T. (2011), Barbar Türkler, Ankara: Akçağ Yayıncılık.

Gülensoy T. (1989). Orhun’dan Anadolu’ya Türk Damgaları, İstanbul: Türk Dünyası


Araştırma Vakfı Yayınları.

Halaçoğlu, Y. (1993). “Damga”, İslam Ansiklopedisi, İstanbul: Diyanet Vakfı, 8:454-


455.

Herodotos, Historia. Çeviren: Ökmen, M. (2014) Tarih, 10. Baskı, İstanbul: Türkiye İş
Bankası Yayınları.

Işık, M. (2011). Türker’in Kültür Kökenleri ve Etnik Yapısı, İstanbul: Yakamoz


Yayıncılık.

İnan, A. (1937). “Altay’da Pazırık Hafriyatında Çıkarılan Atların Vaziyetini, Türklerin


Defin Merasimi Bakımından İzah” II. Türk Tarih Kongresi, İstanbul: Türk Tarih Kurumu, 142-
151.

İnan, A. (1995), Tarihte ve Bugün Şamanizm Materyaller ve Araştırmalar, 4. Baskı,


Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi.

İnan, A. (1976), Eski Türk Dini Tarihi, İstanbul: Milli Eğitim Basımevi.

İnan, A. (1947), “Altay Dağlarında Bulunan Eski Türk Mezarları”, Makaleler ve


İncelemeler, Ankara: TTK, C:1, s.497-499.

İnan, A. (2014), Türk Tarihinin Ana Hatları, Ankara: TTK.

Jerdeva, A. M. (2014), Legendi Tursii, Moskva: Samizdat.

Kafesoğlu, İ. (2011), Türk Milli Kültürü, İstanbul: Ötüken Neşriyat.

Kafesoğlu, İ. (1980), Eski Türk Dini, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları.

Kalafat, Y. (2009), İslamiyet ve Türk Halk İnançları, Ankara: Berikan Yayınevi.

Karcıoğlu, U. (2018), Orta Asya’da Bulunan Bazı Kurganlardaki At Gömüleri,


Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Kars: Kafkas Üniversitesi.

71
Keskin, Y. (2008). Türk Toplumunda Nazar Olgusu ve Buna Karşı Geliştirilen
Korunma ve Kurtulma Pratikleri Elazığ Örneği. Dini Araştırmalar, 11 (32) , 191-214.

Kılıç, L. (2018), Güney Sibirya’da Hun Türklerine Ait Kurganlar, Mezarlar ve Şehirler,
Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul: İstanbul Üniversitesi.

Koca, S. (2002). “Türklerin Göçleri ve Yayılmaları”, Genel Türk Tarihi, Ankara: Yeni
Türkiye Yayınları, 1:453-474.

Koca, S. (2010), Türk Kültürünün Temelleri, Ankara: Pelin Ofset.

Köprülü, F. (2005), Türk Tarih-i Dinîsi, Ankara: Akçağ Yayıncılık.

Küçük, S. (2010), “Eski Türk Kültüründe Renk Kavramı”, Bilig, S:54, s. 185-210.

Nurmemmet, A. (1996). “Türkmenlerde Renk Dünyası ve Nevruz”, (Haz. Sadık Tural-


Elmas Kılıç), Ankara: AKM Yay. s.75-83.

Orkun, H. N. (1987), Eski Türk Yazıtları, Ankara: Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yayınları.

Ögel, B. (1989), Türk Mitolojisi I, Ankara: TTK.

Ögel, B. (1995), Türk Mitolojisi II, Ankara: TTK.

Ögel, B. (2014), Türk Kültür Tarihi, Ankara: TTK.

Ögel, B. (2011), Dünden Bugüne Türk Kültürünün Gelişme Çağları, İstanbul: Türk
Dünyası Araştırmaları Vakfı Yayınları.

Öztürk, Ş. (2015), Türk Kültüründe Renk Kavramı Ve Renklerin Maddi Kültür Unsurlarına
Yansıması, Kayseri: Doktora Tezi.

Polat, İ. (2020). Kurşun Dökme Geleneği Ve Ateş Kültü İle İlişkisi, Akademik Matbuat,
4 (1) , 11-26.

Potapov, L.P. (2012), Altay Şamanizmi, (Çev: Metin Ergun), Konya: Kömen Yayınları.

Roux, J. P. (2006), Orta Asya Tarih ve Uygarlık, İstanbul: Kabalcı Yayınevi.

Roux, J. P. (2011), Eski Türk Mitolojisi, Ankara: Bilgesu Yayıncılık.

Seyidov, M. (1988). “Gök, Ak ve Kara Renklerinin Eski İnançlarla Alakası”, (Çev.


Orhan Yavuz), Türk Dünyası Araştırmaları, İstanbul: TDAV. s.33-52.

72
Somuncuoğlu, S. (2008). Sibirya’dan Anadolu’ya Taştaki Türkler, İstanbul: Güngör
Matbaacılık.

Stebleva, I. V. (2002), Ocherki tureskoy mifologii, Moskva: Vostochnaya literatura.

Şafak, E. (2019), İslam Öncesi Dönemde Doğu Avrupa Türklerinde Mitoloji,


Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul: Beykent Üniversitesi.

Şı̇ mşek, E. (2017). “Türk Kültüründe “Alkarısı” İnancı Ve Bu İnanca Bağlı Olarak
Anlatılan Efsaneler”, AKRA Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi, 5 (12) , 99-115.

Tabaldiev K. (2008). “Kırgızistan’daki Geyik Tasvirli Taşlar”, Orta Asya’dan


Anadolu’ya Türk Sanatı ve Kültürü, Prof. Nejat Diyarbekirli’ye Armağan, Ankara: Yeni
Türkiye Yayınları, 99-102.

Tanyu, H. (1980), İslamlıktan Önce Türklerde Tek Tanrı İnancı, Ankara: Ankara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları.

Tanyu, H. (1978), Türklerin Dini Tarihçesi, İstanbul, Özdemir Basımevi.

Taş, İ. (2002), İslam Öncesi Türk Düşüncesinde Kozmogoni, Konya: Kömen Yayınları.

Taşağıl, A. (1995), Türkler Tarafından Şereflendirilen Bir Moğol Ruhu Umay, Mimar
Sinan Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Dergisi, S:2, s.207.

Taşağıl, A. (1996), Bilge Kağanın Vasiyeti, İstanbul: Turan Yayıncılık.

Tryjarski, E. (2012), Türkler ve Ölüm, İstanbul: Pinhan Yayıncılık.

Turan, O. (2006), Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, İstanbul: Ötüken Yayıncılık.

Tümer, G. (1995), Atalar Kültü, TDV İslam Ansiklopedisi, c.4, s42-43.

Uğurcan, F.Z. (2016), Altay Destanları Üzerine Bir İnceleme Yaratılış, Yaşam ve Öte
Dünya, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul: Yıldız Teknik Üniversitesi.

Yılmaz, S. (2014). “Türk Mitolojisinde Bilgelik Kavramı”, Türk Dünyası Bilgeler


Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşma Noktası, s.233-251.

Yıldırım, S. (2012), “Kazak Türklerinin Toponomik Efsaneleri”, Turkish Studies,


S:7/11, s.2101-2121.

73
Yıldırım, E. (2012) Türk Kültüründe Renkler ve İfade Ettikleri Anlamlar,
Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul: İstanbul Üniversitesi.

Yonar, G. (2018), Yaratılış Mitolojileri, İstanbul: Ötüken Neşriyat.

Yörükan, Y. Z. (2017), Müslümanlıktan Evvel Türk Dinleri – Şamanizm, İstanbul:


Ötüken Neşriyat.

Yücel, M. U, (2007), İlk Rus Yıllıklarına Göre Türkler, Ankara: TTK.

Web Kaynakça

1. ERCİLASUN, Ahmet B., “Altın Elbiseli Adam Yazı Çözümlemesi”,


https://www.turkcenindirilisi.com/turktarihi/altin-elbiseli-adam-yazi-cozumlemesi-prof-
dr-ahmet-bican-ercilasun-h6408.html (Erişim Tarihi: 27 Ekim 2019).

2. BERKMEN, Haluk, “Ön-Türk Kozmogonisi”,


http://www.halukberkmen.net/pdf/293.pdf (Erişim Tarihi: 28 Ekim 2019).

3. “Kozmogoni”, https://sozluk.gov.tr (Erişim Tarihi: 28 Ekim 2019).

4. “Bugut Yazıtı ve Anıt Mezar Külliyesi”, https://onturk.org/2012/01/25/bugut-yaziti-ve-


anit-mezar-kulliyesi/ (Erişim Tarihi: 30 Ekim 2019).

5. HargitaiQuinn, “Nazarlığın tarihsel kökeni nereye dayanıyor?”,


https://www.bbc.com/turkce/vert-cul-43116420 , (Erişim Tarihi: 29 Ekim 2019).

6. https://antiksirlar.com/konular/horusun-gozu-ve-sirlari.71/ (Erişim Tarihi: 27 Kasım


2019).

7. https://www.neoldu.com/nazar-boncugu-hakkinda-bilinmesi-gerekenler-16436h.htm
(Erişim Tarihi: 27 Kasım 2019)

8. https://bilimdili.com/arkeotarih/arkeoloji/sibirya-da-ipek-giyimli-bir-hun-kadinina-ait-
2000-yillik-mumya-bulundu/ (Erişim Tarihi: 27 Kasım 2019).

9. https://www.neoldu.com/nazar-boncugu-hakkinda-bilinmesi-gerekenler-16436h.htm
(Erişim Tarihi: 26 Kasım 2019).

10. https://www.neoldu.com/nazar-boncugu-hakkinda-bilinmesi-gerekenler-16436h.htm
(Erişim Tarihi: 28 Kasım 2019).

74
11. https://halkweb.com.tr/fatima-ananin-elinin-sirri/ ( Erişim Tarihi: 28 Kasım 2019).

12. https://www.sumertelkari.com/sayfa/fatma-ananin-bereket-eli (Erişim Tarihi: 28 Kasım


2019).

75
9. EKLER

Resim 1. Rusya Federasyonu, Dağlık Altay, Pazırık Kurganlarının genel bir görüntüsü
(Çoruhlu, 2016, s. 514).

76
Resim 2. Pazırık Kurganına ait dokuma halı (Hermitage Müzesi) (Çoruhlu, 2019, s. 291).

Resim 3. Pazırık Kurganına ait keçe eyer örtüsü (Hermitage Müzesi) (Çoruhlu, 2019, s. 291).
(Durmuş, 2008)

77
Resim 4. Altın Elbiseli Adam zırhı (Esik Kurganı) (Durmuş, 2008, s. 126).

Resim 5. Göktürkler dönemi koç heykeli (Kültigin Mezarı) ( (Baykara, 2002, s. 386).

78
Resim 6. Bir kaplumbağa kaide (Harhorin-Moğolistan) (Alyılmaz & Mert, 2019, s. 215).

Resim 7. Bilge Kağan’a ait olduğu düşünülen heykel (Alyılmaz & Mert, 2019, s. 100).

79
Resim 8. Tonyukuk Yazıtı (Somuncuoğlu, 2008, s. 154).

Resim 9. Elinde kadeh tutar gibi betimlenmiş heykel (Bişkek/Kırgızistan) (Alyılmaz, 2019, s.
35).

80
Resim 10. Geyikli taş (Somuncuoğlu, 2008, s. 73).

Resim 11. İnsan-dini inanç tasviri (Saymalı Taş) (Somuncuoğlu, 2008, s. 363).

81
Resim 12. İskit dönemine ait vazo (Durmuş, 2019, s. 82).

Resim 13. İskit dönemine ait tarak (Durmuş, 2019, s. 80).

82
Resim 14. İskit dönemine ait savaş baltası (Çoruhlu, 2019, s. 311).

83
Tablo 1. Oğuz boylarının damgaları (Halaçoğlu, 1993, s. 454).

84
Resim 15. Kök Türk Devri Kaya Resmi - Gök ile Yer Arasında İnsan (Çoruhlu, 2017: 150).

85
Resim 16. Ulu Kem Kayasındaki Şekiller (Orkun, 1986: 432).

86
Resim 17. Bugut Yazıtı Üzerindeki Kurt ve Kaplumbağa Figürü -
https://onturk.org/2012/01/25/bugut-yaziti-ve-anit-mezar-kulliyesi (Erişim Tarihi: 30 Ekim
2019))

87
Resim 18. Ihe-Ashete Yazıtı Üzerindeki Kuş ve Geyik Figürü (Orkun, 1986: 317).

Resim 19. Ulan-Bator Kiremit Yazıtı ve Üzerindeki Hayvan Figürleri (Orkun, 1986: 354).

88
Resim 20. Mehmet Can Tınışbey Tarafından, Karatal Kasabası Civarında Bulunan Taşın
Üzerindeki Fantastik Hayvanın Kâğıt Üzerine Aktarılmış Çizimi (Orkun, 1986: 614).

89
Resim 21. Eski Türklerde Dünyâ Tasavvurunun Şematik Formu (Kılıç, 2016: 746)

90
Resim 22. Evren ve Dünyâ Tasavvurunun Modeli Olarak Kam Davulu (Şaman-Kam davulu
hakkında tafsilatlı malumat için bkz. Vural, 2016: 105-113)

91
Resim 23. Eski Türklerde Dünya Ağacı Tasviri, (YerAltı-Yeryüzü-Gök).

92

You might also like