You are on page 1of 149

ERMENİ MESELESİ HAKKINDA BİRKAÇ SÖZ

İttihat ve Terakki hükümetinin sadrazamı Said Halim Paşa'yı Roma'da ve partinin


ideologlarından Dr. Bahaeddİn Şakİr ile Trabzon eski valisi Cemal Azmi'yi Berlin'de
katleden Ermeni terörist ve tetikçisi Arşavir Şıracıyan'm bu hatıratına bir önsöz yazmak,
XIX. yüzyılın son çeyreğinde enternasyonal terörist mahiyeti içinde kanlı bir boyut
arzeden Ermeni meselesinin nihayet artık tarih olmuş kanlı macerasını okuyucuya tekrar
hatırlatmak gibi bir vazifeyi üstlenmek demektir. Böyle olmakla beraber, Şıracıyan'ın Türk
okuyucusuna sunulmakta olan bu hatıratı, meselenin mahiyeti ve vardığı nokta hakkında
fazla bİrşey söylemeyi gerektirmeyecek kadar açık bir itiraf ve bir belge niteliğindedir.

Ermenilerin Osmanlı İdaresi altındaki yaşamları hakkında pekçok şey söylenmiş ve


yazılmıştır. Osmanlı idaresinin kendine özgü toplumsal örgüsü İçinde sair Müslüman
olmayan topluluklar içinde önemli bir yer tutan Ermeniler, Fatih Sultan Mehmed'in
İstanbul'u fethini müteakib, burada Rum ve Yahudi toplulukları için de olduğu gibi bîr
Ermeni Patrikliği1 oluşturması İle yükselme devri Osmanlı siyasi ve toplumsal örgüsü
içindeki yerini alırlar. Dini grupların, kendi patrikleri idaresi altında yönetilmesini
amaçlayan ve Kamanla olgunlaşan yeni sistem (millet sistemi) içinde, Rum ve Yahudi
toplulukları (milletleri) yanında Ermenilerin hukuki statüleri, bu sistemin köklü
değişikliklere uğradığı 1856 İslahat Fermam'na kadar hemen hiç değişmeksİzin kalmıştır.
Kendi kilise ve dini önderleri idaresi altında yönetilen, devlete ait işlerin ve salahiyetlerin
bu kurum tarafından yürütüldüğü ve Müslüman olmayan toplulukların özerk bîr yapı
halinde, devletin içinde ve devletin yanında yer almış olarak sürdürülen bu idari sistem,
temellerini Müslüman bir devletin içinde bulunan Müslüman olmayan unsurların islam
hukukunun tanıdığı şartlar dahilinde (zimmî hukuku) yönetilmesi esasına dayanmaktaydı.
Klasik dönem millet sistemi bu anlamda, bütün Müslüman olmayan toplulukların mensub
oldukları kiliseleri aracılığıyla idaresi ve devlete ait vazifelerin keza kiliseleri eliyle yerine
getirilmesi temelinde özgün bir sİstem olarak gelişti ve uzun zamanlar işlerliğini
koruyarak yaşadı. Böylece, Osmanlı idaresi altındaki Müslüman olmayan topluluklar,
İslamın öngördüğü dini serbesti ve kilise idaresinin özerkliği içinde bağımsız olarak
toplumsal ve kültürel yaşamlarını tanzim etme ve geliştirme İmkânını buldular. Başta
Rum Patrikhanesi olmak üzere, Yahudi ve Ermeni kilise örgütünün Osmanlı idaresi
allında Bizans devrinde tanımadıkları bir serbestliğe ve yine Bizans devri ile
kıyaslanmayacak derecelerde genişleyen idari bir coğrafyada geniş bir nüfuz ve cemaat
artışına mazhar oldukları ve bunun ancak Osmanlı idaresi ve millet sistemi içinde imkan
dahiline girdiği gerçeği artık tartışılmaktadır. Hâkim din ve mezheb dışında kalan
toplulukların Avrupa'da uğradıkları zulüm ve takibin boyutlarının aynı yüzyıllardaki
Osmanlı uygulaması ile kıyaslanması, iki ayrı dîn ve dünya görüşü arasındaki farkları da
gözler önüne sermektedir. İspanya'da Müslüman ve Yahudilere, İngiltere'de Katolik
olanlara, Fransa'da Katoliklerin dışında kalanlara, Polonya'da Ortadokslara, bütün
Avrupa'da ve özellikle Rusya'da Yahudilere, Macaristan'da Protestan ve Kalvinistlcre,
özellikle Kırım'ın ele geçirilmesinden sonra Rusya'da Müslümanlara karşı takip edilen
baskı ve takibat, çokça meydana gelen kanlı kıtaller, yüzyılları dolduran bu kara tablonun
unutulmaması gereken anahatlannı oluşturur.

XVIII. Yüzyılın son çeyreğinden itibaren Osmanlı sisteminin, devletin içinde bulunduğu
zafiyet ve bir dizi ağır askeri yenilgilerle çözülmeye ve çökmeye yüz tuttuğu bilinmekledir.
Bu durum, yalnız Müslüman olmayanları değil Müslüman topluluğu da aynı derecelerde
etkilemiş ve XIX. yüzyılın başında hız kazanan ve hayati bir gereklilik arzeden, devletin
yenilenme ve yeniden yapılanma girişimlerinin yarattığı sarsıntılar bir yüzyıl boyunca
etkisini toplumun her kesimine hissettirmiştir. XIX. Yüzyılda Osmanlı toplumsal yapısının
çözülmesi ve nihayet çökmesinin, Avrupa büyük devletlerinin dünyayı bölüşme ve bîr
sömürge haline getirme politikalarından soyutlanmış olarak ele alınamayacağı gerçeğini,
bu devletlerin Osmanlı devletinde yasayan Müslüman olmayan topluluklara karşı takip
ettikleri politikada izlemek mümkündür. Ermeni meselesi, imparatorluktan ayrılma
yollarını bulan Balkanlardaki Rum, Sırp, Bulgar ve Romen bağımsızlık eylemlerinden
farklı bir özelliğe sahip olmamakla beraber, en nihayet Anadolu'nun da bölünmesi ve
paylaşılması tehlikesini gündeme getirmiş olması yönünde, bunlardan ayırmaktadır.

Ermeni Anakilisesinin parçalanmasının Avrupa güçleri tarafından gerçekleştirildiği


gerçeği gozardı edilmemelidir. Osmanlı idaresinin bu girişimlerde anakilisenin yanında ve
onun bütünlüğünün korunması İstikametinde yer almış olması yalnızca sistemin bir
gereği olmakla kalmıyor, yabancı müdahalelere kapı açacak bu tür teşebbüslerin
önlenmesi amacını da içeriyordu. XVII. yüzyıldan itibaren kesafet kaydeden misyoner
faaliyetleri neticesi olarak Katolİkleşlirme, Anakilisenin mücadele ettiği bir konu olmakla
beraber, 1830'da başarı ile sonuçlandı. 1828/29 Rus harbinden yenik çıkmış olan
Osmanlı devleti, Fransa ve Avusturya gibi Katolik güçlerin baskılarına daha fazla
dayanamıyarak Anakilisenir. parçalanmasını kabuî etmek mecburiyetinde kaldı.
Meydana getirilmiş olan cemaat ayrı bir mîllet ve ayrı bir patrik idaresi altında müstakil bir
kilise olarak tanındı4. Bununla beraber anakilisenin parçalanma süreci sona ermedi.
lS5ö'de İngiltere'nin önderliğindeki güçler, Protestan Ermeni cemaatinin de
oluşturulmasında başarılı olarak, anakilisenin bir kez daha parçalanmasına yol açtılar5.
Parçalanan Ermeni milleti, kendi arasında mcihep çatışmaları yaşarken, doğumlarını
sağlayan Avrupa güçleri için bunlar, diğer Hristiyan kesimlerle beraber Osmanlı
devletinin içişlerine müdahale etmenin ve parçalanmanın başlıca aracı oldular.

1839 Tanzimat Fermanı ile başlayan devir, devletin toplumsal yapısında geçerli olan
ve meşruiyetini İslam hukukundan alan, kamu hukuku, özel hukuk, usul hukuku, ceza
hukuku alanlarında Müslüman ve Müslüman olmayan kitleler arasındaki eşit olmama
halini gündeme getirdi. Bu iki kitlenin eşitliği, 1856 İslahat Fermanı ile kesin olarak
sağlandı ve uygulanmaya başlandı6. Müslüman olmayan kesimlerin zimmî hukuku
kapsamı dışına çıkarılması, devletin yeniden yapılanması anlanında önemli bir adım
olmakla beraber, böyle bir kararın alınmasındaki Kırım Savaşı süreci (185356) ve Paris
Barış Antlasın ası'na giden yolda oluşan dış baskı boyutu, toplumsal kargaşa ve
huzursuzluğun tohumlarım attı ve nihayet uygulamanın yarattığı tepkiler, Müslim ve
Müslüman olmayan kesimler arasında zıddıyyci ve çatışmaları beraberinde getiren bir
sonuç doğurdu. Patriklik hukukunun ve cemaat idaresinin J856 Fermanı uyarınca yeni bir
düzene kavuşturulması, sivil cemaat meclislerinin oluşumuna imkan verilmesi, klasik
millet sistettti'tâa sonu ve yeni toplumsal düzenin başlangıcı olurken, Müslüman olmayan
kesimler üzerindeki büyük devletlerin yönlendirmesi ve müdahalesi kuvvet buldu. Bu
gelişmenin merkezi hükümetin bu kitleler üzerindeki yaptırım gücünü zayıflatması,
çözülme ve parçalanmaya yeni bir veçhe ve hız kazandırdı. Nihayet, Kiliselerin ruhani
otoriielerini kullandığı coğrafya, göze kestirilen millî coğrafyaların da sınırlarını belirledi.

İmparatorluğun dağılmasına giden yolda 1877/78 OsmanhRus savaşının bîr dönüm


noktası olduğu lartışılmaz. Balkanlar'da yeni devletlerin oluştuğu ve ilk fethedilen
toprakların kaybıyla Rumeli'nin çö/üldüğü ve buralardaki Türk hakimiyetinin çöktüğü,
yüzbinlerce Müslüman ahalinin yerinden oynadığı ve katledildiği bu savaşta7, Ruslar
İstanbul önlerine, Yeşilköy'e kadar ilerlediler ve Doğu Anadolu'yu da işgalleri
altınaaldılar. Savaş, Ayastefanos'da (Yeşilköy) dikle etliriIen barış ile sona erdi.
Karadeniz'den Sırbistan'a, Tuna'dan Ege'ye kadar uzanan ve Makedonya'yı içine alan bir
büyük Bulgaristan devleti oluşturulması yanında, Romanya, Sırbistan ve Karadağ
müstakil birer devlet haline getirilerek Osmanlı dünyasından ayrıldılar. Makedonya'nın
elden çıkması Arnavutluk ile karadan irtibatı kesti. Bosna ve Hersek
AvusturyaMacaristan idaresine bırakıldı. Özellikle Büyük Bulgaristan'ın kurulması ve
Osmanlı topraklarının yalnızca Rusya'nın çıkarları doğrultusunda taksimi, meseleyi genel
bir Avrupa savaşı tehlikesine dönüştürdü ve laksimîn Avrupa dengelerine uygun bir
şekilde yeniden yapılması Berlin Kongresi'nde gerçekleşti. Crek Ayastcfanos ve gerekle
Berlin Antlaşmaları Ermenilerin arzularını bu büyük antlaşmalara taşıdı ve devletlerarası
bir konu haline getirdi8. Ermenilerle meskûn vilayetlerde, Ermeniler lehinde "reform"
yapılması vaadi ve bunların devletlerarası hukukta bağlayıcı bir niteliğe büründürülmesi,
nihayet Anadolu'da da bağımsız bir Ermeni devleti kurulması yönündeki Ermeni
İsteklerinin terör bağlantılı silahlı eylemlere dönüşmesinde ve böylece Avrupa'nın
müdahalesinin sağlanması hedefinin takibinde etkin bir rol oynamıştır.

XIX. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren "reform" anahtar bir sözcük haline geldi.
Kelimenin İslahat anlamındaki kapsamı Osmanlı idarecileri için, devletin ayakta kalması
amacıyla yapılması elzem bir takım düzenlemeleri içerirken, Müslüman olmayan kesimler
için bu kelime, milli amaçlarına büyük devletlerin müdahaleleri ile erişmeyi sağlayacak bîr
vasıta olarak görüldü ve kötüye kullanıldı. Reform, imparatorluğun çözülmesinde
devletlerarası hukukta yerini almış bir müdahale vasıtası olarak, Osmanlı idarecilerinin
direnme noktası haline dönüştü ve imparatorluğun reforme edilmesi, çözülme ve
parçalanması ile eş anlama geldi.

Berlin Anılaşması, Doğu Anadolu'da Ermenilerle meskun olan altı vilayette (Erzurum,
Van, Bitlis, Diyarbakır, Sivas, Mamuretülaziz/Harput), Ermeniler lehinde reform
yapılmasını öngörmekteydi. O zamanki idari taksimatın bu altı vilayeti günümüzdeki
Erzurum, Erzincan, Van, Ağrı, Hakkari, Muş, Bitlis, Siirt, Diyarbakır, Elazığ, Mardin,
Bingöl, Malatya, Sivas, Amasya, Tokat ve kısmen de Giresun vilayetlerini içine
almaktaydı. Reform, Balkanlar'daki daha önceki uygulama ve örneğe uygun olarak,
Osmanlı idaresine bir son vermeye ve bir sonraki aşama olan özerklik ise, devletten
ayrılıp, bağımsız olmaya giden yolun başlangıç noktasını teşkil etmekteydi. Büyük
devletleri arkaya alma ve Avrupa kamuoyunun desteğini sağlama, takip edilen bu yolun
en önemli yöntemiydi. Bunun gerçekleşmesi, terörist metodlarla ve suçu karşı tarafa
atmak üzere, kendi halkını katletme pahasına dahi olsa kanlı eylemlere girişmek suretiyle
olmuştur. Müslüman komşularını vahşi saldırılar akabinde mukabeleye çekmek ve
karşılıklı kıtalleri, Avrupa'ya Hıristiyan katliamı olarak takdim ederek, bunların acilen
müdahale ve yardımlarını temin etmek, oynanan oyunun değişmez kurgusuydu. Ermeni
İhtilal ve tethiş komitalarının kanlı faaliyetleri doksanlı senelerde had safhaya vardı.
Sasun bölgesinde (Muş - Diyarbakır yöreleri) çıkartılan olaylarla Avrupa'nın dikkati
çekilip, müdahalesinin sağlanması amaçlandı. (189394). İstanbul'da meydana gelen
1895 olayları ve Osmanlı Bankası'nm basılması (1896), meseleyi bizzat başkentte kanlı
bîr şekilde yeniden gündeme getirdi. Sonraki yıllarda Ermeni terörü ve Müslüman ahaliye
karşı uyguladığı kanlı kıtali sürüp gitti. Terör, sonunda bizzat II. Abdülhamid'İ hedef seçti
ve bîr Cuma selamlığı esnasında kendisine bombalı bir suikast tertip edildi (21.7.1905).
Bu tür gelişmeler karşısında, hükümetin kanlı Ermeni terör eylemlerine karşı zaptiye
tedbirleri almasının, huzur, asayiş, can ve mal güvenliğinin temini için kuvvet
kullanmasının, Avrupa'da Hırisliyanlara karşı işlenen bir mezâlim ve kıtal olarak
akseıtirilmesİ ve bülün suçun Müslümanlar ü/erine atılarak, Hıristiyanların daima zulme
uğramış, mağdur ve günahsız bir kesim olarak takdimi ve Müslümanlar arasında
katledilen geniş kitleleri görmezlikden gelerek abartılı Hıristiyan kayıplarının tartışmasız
bir gerçek gibi kabul edilmesi Ermeni meselesinin özünü oluşturdu.

Anadolu'nun parçalanması ve burada bir Ermeni devleti oluşturulması planları I. Cihan


Savaşı'na takaddüm eden aylarda cıddİ bir boyut kazanmıştır. İtalyan ve Balkan
Savaşları'ndan yenik ve bitkin çıkan devle!, büyük devletlerin Ermeni meselesinin halli,
dolayısıyla reform Zorlamasıyla karşı karşıya kaldı. Rusya'nın tazyiki ve İngiltere ile
Fransa'nın da iştirakiyle Berlin Antlaşmasının ilgili maddesinin uygulanması kesinlik
kazanıyordu. Ermenilerle meskûn olan allı vilayetin iki büyük idari gruba ayrılması (birinci
grup: Erzurum, Trabzon, Sivas; İkinci grup: Van, Bitlis, Harput, Diyarbakır) ve başlarına
iki yabancının umumi müfettiş sıfatıyla tayini ve bunlara valiler dahil tüm memurların
atama ve azil hakkının tanınması; Kürt kuvvetlerinden oluşan Hamitliye Alayları'nın
ilgası, Ermenice'nin Kürtçe ve Türkçe yanında üçüncü bir di! olarak kabulü, dolayısıyla
bu vilayetlerde Türk ve Kürtlerden oluşan Müslüman çoğunluğa kıyasla genelde daha az
bir nüfuz oluşturan Ermenilere eşit oranda ve uluslararası garantide üstün haklar
verilmesi, bölgenin denetiminin nihayet elden çıkması anlamına gelmekteydi. Bu durum
Rusya ile yapılan ikili antlaşma (8 Şubat 1914 tarihli "Muamele") gereği olarak
devletlerarası hukukda geçerlilik kazanan bir devlet belgesi halinde tanzim edildi.9
Böylece Ermeni reformu nihayet başarıya ulaştırılmış, uzun zaman sürüncemede
bırakılan Berlin Antlaşmasının bu konu ile ilgili hükümleri tam olarak hayata intikal
ettirilmiş oluyordu. Ermeni reformunun tatbik safhasında Cihan Savaşı patlak verdi. 1914
senesi içinde Almanya'ya yanaşılması ve Almanya yanında savaşa girişilmesinde,
Anadolu'nun parçalanması istikamclinde hayati bir aşamaya erişen Ermeni meselesinin
önemli bîr rol oynadığı kesindir.

Cihan Savaşı'nda bütün cephelerde savaşan Osmanlı devleti, Doğu'da Rus ve Ermeni
kuvvetleriyle mücadele etti. Rus cephesinde Sarıkamış felaketiyle oluşan büyük zafiyetin
daha ciddi boyutlara yol açtığı, müttefiklerin Çanakkale Boğazı'na başlattıkları büyük
askeri harekat esnasında bütün vahametİyle ortaya çıktı. Bölge Ermenilerinin daha
1828/29 OsmanlıRus savaşı arefelerînde tesbit ve teklif edilen, düşmanla işbirliğini
önlemek ve düşmana karşı bölge güvenliğini sağlamak açısından zorunlu bir tedbir
olarak, daha İç bölgelere nakledilmesi hususu'0 tekrar gündeme geldi (Tehcir Kanunu,
27.5.1915)11. Rus işgaline uğrayan bölgelerde, Ermeni ahalînin, Rus/Ermeni karışımı
kuvvetlerle birlikte sürdürdükleri katliam, bölgede oturan Müslüman halk ile bir sivil savaş
haline dönüştü. Müslüman ve Ermeniler arasında cereyan eden bu mücadelenin, zayi
olan ve günümüze kadar propaganda malzemesi olarak kullanılagelen abartılı Ermeni
nüfusundan çok daha fazla oranda bir Müslüman nüfusun katline ve kaybına yol açtığı
ise özenle dikkatlerden kaçırılmıştır.

Anadolu'daki ErmeniMüslüman çatışmasının, Avrupa'da çokça propagandası yapıldığı


gibi, Hıristiyanların İlk devirlerinde maruz kaldıkları zulmü hatırlatacak bir "Hıristiyan
takibatı" olayı olmadığı ve bunun, "son ve kanlı bir kurtuluş denemesi yapmadan
öldürülmek istemeyen eski ve büyük bir imparatorluğun bir ölüm-kalım savaşı"
olduğu ve Türklerin varolma mücadelesi vermekte ve bir "meşru müdafaa" hali içinde
varlıklarını korumak mecburiyetinde bırakıldıkları13, bu meselenin gözardı edilen
noktalarıdır. Büyük devletlerin takip ettikleri, bölgesel nüfuz sağlamak ve siyasi ve
ekonomik üstünlük kurmak amacı ile yürüttükleri çeşitli misyonerlik faaliyetleri
neticesinde, Şarlan ilk Hıristiyan kiliselerini çökerten, ruhani ve dünyevi dokuyu tahrip
eden, Hıristiyan kardeşlerinin anakiliseleri dahil olmak ü/ere, siyasi ve yönetsel
bütünlüğünü parçalayan, bölerek yönetmeyi acımasızca uygulayan ve asırlardır birarada
yaşayan insanları birbirlerine düşürerek, onları hem de bilinçli olarak kanhbıçaklı bir hale
getiren emperyalist politikalarındaki mesuliyet payı ve bu politika uğruna işledikleri
insanlık suçlan ise hiç sorgulanınamaktadır. Tarih muhasebesinin defterini ellerinde tutan
ve bunu kendi çıkarları doğrultusundaki kayıtlarla dolduran düveii mıtazzamadan bu
sorgulamayı yapmadan, Ermeni meselesinde son sözü söylemek, hâlâ muhasebecinin
kurgusuna uyma bilinçsizliği İçindeki mazlumların birbirlerine kan davası güllükleri
tarihsel yanılgıya katılmaktan başka birşey ifade etmez.

Prof. Dr. KEMAL BEYDİLLİ

BU KİTABA DAİR

Bağımsız devlet kurdukları dönemler son derece kısa olan ve Anadolu'dan geçen
bütün fetihlere boyun eğen irmeni Ser XIV. yüzyıldan itibaren Osmanlı Devleti uyruğunda
ve yönetiminde bir azınlık olarak yaşamışlardır.

Ermeniler Osmanlı idaresi allında tarihlerinin en müreffeh ve rahat dönemini


geçirmişlerdir. Osmanlı devleti bu topluluğa karşı daima iyi muamele etmiş ve her /aman
dini ve milli özelliklerine saygılı olmuş, kendilerine en önemli hizmetleri vermek suretiyle
onlara güven göstermiş, değer vermiş, sosyal ve fikri gelişmeleri için gerekli tedbirleri
almış ve onlara mahsus haklar tanımıştır.

Fatih Sultan Mehmed İstanbul'da bir patriklik kurmalarına izin vermiş, ıslahat
fermanlarıyla temel hakları sağlanmış, Ermeni MechVi Umumii Millisi adıyla milli bir
meclis kurmalarına izin verilmiştir. Milli meclislerinde tam bir serbestlik içinde milli
konularını tartışarak görüşmek, patrikhanelerini, okullarını ve öğretimlerini yönetmek,
öğretmek ve ruhani liderlerini istedikleri gibi tayin etmek haklarına sahip olmuşlardı. Bu
karşılıklı güven ve saygı XIX. yüzyılın son Çeyreğine kadar devam edegelmişlir.

Osmanlı İmparatorluğu'nun sadık bir tebası olanErmeniler bu tarihten itibaren Özellikle


Çarlık Rusyasi ve İngiltere tarafından imparatorluğun parçalanması yolunda kullanılmaya
başlanmışlar, önce Rusya'nın gayretleri ile Berlin Antlaşmasına bir madde olarak
koydurulmuşlar, böylece o tarihe kadar siyaset alanında görülmeyen "Ermeni Meselesi"
adıyla sun'i bir mesele yaratılmıştır. Tabiidir ki bu olayların çıkmasında en büyük pay, bu
devletlerin yanında, Osmanlı toprakları üzerinde bir Ermeni devletî kurmak hayaliyle
hareket eden Ermeni komiteleriyle komitecilerine ait olmuştur1.

Ermeniler XIX. yüzyılın sonlarından itibaren Hınçak ve Taşnak gibi örgütler kurarak
büyük çapta propaganda ve terör yoluyla hedeflerine; varmak istemişlerdir.
Ermeni komitecileri tarafından benimsenen silahlı mücadele biçimi bunların ilk
bildirilerinde açıkça belirtilmiş ve imparatorluğun son yıllarına kadar küçük değişiklerle
aynen uygulanmıştır. Müslümanlara karşı savaşabilecek bîr çoğunluktan yoksun
olduklarından, benimsedikleri mücadele biçimi Müslümanlarla Ermenileri birbirine
düşürmek, isyanlar çıkartmak ve böylece Avrupa devletlerini silahtı müdahaleye
zorlamak, onların müdahalesiyle Doğu Anadolu'da bağımsız bir Ermeni devletinin
kurulmasını sağlamaktı2.

Ermeni İhtilâlcileri sadece doğu vilayetlerinde değil, Osmanlıların istikrarını bozmak ve


topraklarının bazı bölümlerini elde etmek isteyen Rusya ve diğer devlellcrİn sağladığı
silah ve para ile, İstanbul ve diğer büyük şehirlerde de faaliyetlerini sürdürmüşlerdir.
1880'li yuların sonlarından itibaren başlayıp 189O'lı yıllar boyunca devam eden
Ermeni isyanları3 esnasında bazı Müslüman köyleri bütünüyle tahrip edilmiş, ayırım
yapılmaksızın kadınlar ve erkekler camilerde yakılmış ve Ermeni bağımsızlığı uğruna
akla gelebilecek her türlü vahşet yapılmıştır. Devlet dairelerinde, okullarda,
kütüphanelerde, postanelerde bombalar patlatılmış, Ermeni mesajını çarpıcı bir biçimde
duyurabilmek için İstanbul'daki Osmanlı Bankası bile işgal edilmiştir. Avrupa'nın
müdahalesiyle son verilebilecek bir misillemeyi teşvik etmek için Müslümanlara
olabildiğince gaddar davranmışlardır. Ermenilerin bu amaçlarının farkında olan II.
Abdülhamid ve halelleri Ermeni katliamlarına karşı misilleme yapılmaması için ellerinden
geleni yapmıştır ve büyük ölçüde başarılı olmuşlardır.

Ermeniler Birinci Dünya Savaşı sırasında da aynı politikalarını sürdürmüşlerdir. Ermeni


komitecileri, Osmanlı İmparatorluğu savaştayken ona saldırmak doğrultusunda Önceden
açıkladıkları niyetlerini gerçekleştirmişler ve savaşın hemen başında, Osmanlı
İmparatorluğu'nun savaş çabalarını zayıflatmak ve Ermenilerin talep ettikleri toprakların
Rusya tarafından işgal edilmesini sağlamak amacıyla imparatorluk çapında bir
ayaklanma planı yapmışlardır. 1914 ortalarından başlayarak imparatorluğun doğu
bölgesindeki köylerde örgütlenmiş olan birçok gizli Ermeni çetesine silah ve cephane
dağıtılmıştır. Savaşın başlamasından hemen sonra, daha Rus orduları Anadolu'yu işgal
etmeden, Van bölgesindeki Ermeniler ayaklanarak çevredeki bütün Müslümanları
katledip şehri ele geçirmişlerdi4. 1914 ve 1915 yıllarında Rusların Doğu Anadolu'yu ele
geçirmeleri esnasında Ruslara refakat eden Ermeni gönüllüleri o derece acımasız
davranmışlardı ki Rus komutanları, barbarlıklarının engellenmesi için bunları geri hatlara
göndermek zorunda kalmıştı.

Osmanlı Hükümeti bu açık Ermeni isyanı ve çıkabilecek diğer isyanlar karşısında,


savaş tehdidi altında bulunan Anadolu topraklarındaki Ermenileri Suriye ve Filistin'deki
yerleşim bölgelerine tehcir etmiş ve savaşın geri kalan kısmını bu topraklarda
geçirmelerini sağlamıştır. Tehcir kararı bütün Ermenileri kapsamamıştır. Sadakatleri ve
iyi halleri bilinen Ermenilerle hasta ve âmâlar, Katolik ve Protestan olanlar, askerJer ve
aileleri, memurlar, tüccarlar, bazı amele ve ustalar tehcir edilmemiştir. Sadakatsizlik
edenlerle, komite mensupları tehcir edilmişlerdir.

Osmanlı Devleti savaş şartlarına rağmen sevkiyatın düzen ve emniyet içinde


yürütülmesi ve kafilelerin herhangi bîr zarara uğramaması için elindeki bütün İmkanları
seferber etmiştir. Sevkiyatlar trenle yapılmış, tren bulunmayan yerlerde araba ve
hayvanlar tahsis edilmiştir. Sevk edilenlerin iaşeleri devlet tarafından temin edilmiş,
'muhacirin' tahsisatından para çıkartılarak sevkiyatın muntazaman yürütülmesine
çalışılmıştır5.

Bu tehcirler esnasında bazı Ermeniler, ganimet elde elmek ve doğuda hemen hemen
bir asırdır Ermenilerle aralarındaki anlaşmazlıkların İntikamını almak maksadıyla tehcir
kervanlarına saldıran eşkıyalar tarafından katledilmişlerdir. Bu suretle meydana gelen
saldırılara karşı Osmanlı hükümeti hemen tedbir alarak sorumluların cezalandırılması ve
muhacirlerin korunması için birçok emir göndermiştir.

Bununla birlikte tehcirlerin tüm imparatorlukta araç, gıda, yakıt, giyecek ve diğer
malzemelerin çok ciddi bir biçimde sıkıntısının çekildiği bir zamana rastladığı da bir
gerçektir. Belli başlı büyük şehirlerde ve İstanbul'da Müslüman ve Hıristiyanlar feci
sıkıntılar çekmişlerdir. Kırsal bölgelerde evlerinden uzaktaki kiŞiterin önce yerleşme
bölgelerine giderken, daha sonra o bölgelerde savaşın geri kalan yıllarında daha fazla
ızdırap çektiklerini belirtmeye gerek yoktur.

Birinci Dünya Savaşından sonra, imparatorluğun çöküşünü takiben müttefik orduları


İstanbul ve diğer kilit bölgeleri işgal etmişlerdir. İngilizler bazı Osmanlı ileri gelenleriyle
aydınlarını savaş suçlusu ve Ermeni tehcirinin sorumlusu olurak tutuklamışlar ve Malta
adasına göndermişlerdir. Ermeni katliamından sorumlu oldukları öne sürülen bu kişiler
hakkında suç dciiileri bulunabilmesi için Osmanlı arşivlerinde geniş çaplı araştırmalar
yapılmış fakat İddiaları ispat edecek bir tek belge bile bulunamamıştır. İngiliz hükümeti
belki bİrşey bulunur ümidiyle Amerika Birleşik Devletleri arşivlerinde de araştırmalar
yaptırmış ancak bu durum da neticeyi değiştirememiştir. Tutuklanarak Malta'ya
sürülenler kendilerine hiçbir suçlama yönellilmeksizin, duruşma dahi yapılmadan 1922
yılında serbest bırakılmışlardır.

Ermeni komitecileri savundukları politikaların temcilerini Türklerin 1.5 milyon Ermeniye


katliam (soykırım) uyguladığı tezine dayandırmışlar ve mesnetsiz görüşlerini tarihte
varolmayan "Büyük Ermenistan" devletini Türklerin kendi ellerinden aldıkları eksenine
Oturtmuşlardır. Osmanlı İmparatorluğu'nun parçalanmasını takiben Sevres'de
emperyalistler tarafından pay edilmesine paralel olarak kendileri için Anadolu üzerinde
bağımsız bir devlet kurulacağı hayallerinden hareket etmişlerdir.

Şark harekatı ve onu İzleyen Lozan barış görüşmelerinde Ermeni meselesinin tarihe
gömüldüğü anlayan Ermeni komiteleri, 1920'lerden başlayarak arlık sadece siyasi nitelikli
suikastlerle mücadelelerini sürdürmeye karar vermişlerdir. 613 Şubat 1919'da Erivan'da
toplanan ve Katalikos V. George'un takdisleriyle açılan "Batı Ermenileri İkinci Kongresi"
halk mahkemesinde Talât, Cemal, Said Halim Paşalar başta olmak üzere Dr. Nazım,
Bahaeddin Şakir, Camal Azmi Beyler gibi Meşrutiyet Türkiye'sinin idareci kadrosu Ermeni
tehcirinden mcs'ul tutularak gıyaplarında idama mahkûm edilmiş, söz konusu kişilerin
bulundukları yerlerde vurulmaları için militan timler görevlendirilmiştir9.

Merkezi İsviçre'de olup Paris'te ve diğer Avrupa ülkelerinde de şubeleri bulunan bir
Ermeni komitesi, Yunanlılarla işbirliği yapmak suretiyle, Türk ileri gelenlerine suikasller
tertip etmek üzere hazırlıklara girişmiştir. Teröristlerin ele geçen ölüm listesinde biraz
önce sözünü ettiğimiz kongrede hakkında ölüm karan Çıkartılanlar başla olmak üzere
İttihat ve Terakki'nin geri kalan lider kadrosu, bazı mülki ve askeri erkan ve bu arada
Mustafa Kemal Paşa'mn da ismi geçmekteydi10. Bu arada Beyrut'ta açılan bir
yetimhanede Ermeni komitelerinin genç çocukları Türklerden öç almak üzere eğittikleri
ve gelecekte Diyarbakır'dan başlamak üzere Doğu ve Güneydoğu Anadolu'yu almak için
azmettirdikleri de bilinenler arasındaydı.

Ermeniler sonunda, almış oldukları bu kararları uygulamaya koydular. Birinci Dünya


Savaşını kaybeden Osmanlı İmparatorluğu Mondros mütarekesini imzaladığında İttihat
ve Terakki Partisinin ileri gelenleri bir Alman denizaltısına binerek Türkiye'yi
terketmişlerdi. Berlin'e yerleşen İttihat ve Terakki liderlerinden Talât Paşa 15 Mart 1921
günü, uzun zamandan beri kendisini takip etmekte olan Sogomon Teyleryan adlı bir
Ermeni tarafından öldürülmüştür.

15 Mayıs 1919'da İttihat ve Terakki ileri gelenleriyle birlikte tutuklanarak siyasetçilerin


konulduğu Bekirağa bölüğüne gönderilen Said Halim Paşa, İngilizler tarafından Malta
adasına sürülmüş, 31 Aralık 1920'de serbest bırakıldığında İstanbul'a dönmesine izin
verilmemiş ve bunun üzerine Roma'ya yerleşmesinin akabinde, bu hatıratta da
okunacağı ü/ere, 6 Aralık 1921 günü Ermenilerce düzenlenen bir suikast neticesinde
hayalım kaybetmiştir.

Talât Paşa'nın ölümünden sonra 16 Haziran 1922'de Dr. Bahaeddin Şakİr ve Cemal
Azmi Beyler de Berlin de Öldürülmüş, bunun ardından 21 Temmuz 1922 tarihinde Cemal
Paşa, Tiflis'de Ermeniler tarafından katledilmiştir.

Yukarda ana hatlarıyla gelişmelerini vermeye çalıştığımız TürkErmeni ilişkileriyle ilgili


sayılan binlerle ifade edilecek türden eser kaleme alınmış olup, bunların çoğunluğu tek
taraflı olarak yazılan, tarih iliminin gerektirdiği metodolojiden yoksun propaganda
vesikaları olmaktan öteye gidememektedİr. Çevirisini yaptığımız Arsavir Şıraeıyan'm
hatıraları da bunlardan biri olsa da, tarihin Ermeniler tarafından yorumu olarak ele
alınabilecek bu kitabın diğer propaganda eserlerinden ayrılmasını sağlayan önemli bir
farkı bulunmaktadır. Bu fark da kitabın yazarının Taşnak adıyla bilinen İhtilâlci Ermeni
Federasyonu'nun bir militanı olması ve "Sözde Soykırım" sorumluları olarak ilân edilen
İttihat ve Terakki liderlerinden Said Halim Paşa ile Dr. Bahaeddin Şakır ve Cemal Azmi
Beyleri Avrupa'da adım adım takip ederek katleden kişinin birinci elden hatıraları
olmasıdır.

İttihat ve Terakki Partisinin önde gelen bu şahsiyetlerinin katledilmeleriyle ilgili


literatüre geçmiş fazlaca Türkçe bilgi bulunmamaktadır. Dönemin basınında da sadece
suikastlere ilişkin yabancı ajansların geçtiği haberler yer almaktadır. Bu sebeplerden
ötürü Arşavir Şıracıyan'in itirafları, burada okunacağı gibi baştan sona sübjektif ve tek
yanlı da olsa, bir dönemin kanlı olaylarını ortaya koyması bakımından önem
taşımaktadır.

XIX. asrın sonlarından itibaren uluslararası politikanın gündemine giren Ermeni


Meselesi bu işle İlgilenen büyük devletler tarafından hiçbir zaman bir 'sorun' olarak
görülmemiştir. Büyük devletler bir çıkarları olduğunda Ermenilerle ilgilenmişler, diğer
zamanlardaysa oralı bile olmamışlardır. Türk devlet adamlarına seri halde suikastler
tertip eden Ermenilerin aralarında Dünya savaşında silah arkadaşlığı yaptığımız Almanya
da dahil olmak üzere büyük devletler tarafından nasıl korunup kollandıkları Şıracıyan'ın
anlattıklarından anlaşılmaktadır. Bu arada uluslarası politikanın oyuncağı haline gelen
Ermenilerin bu gerçekleri görmedikleri ya da görmek istemedikleri de açık bir şekilde
ortaya çıkmaktadır. Yine bu itiraflardan, bir kısım Ermeninin Türklere karşı hangi ruh
haleti İçinde bulundukları ve propaganda vasıtası olarak hangi konulara el attıkları da
görülmektedir.

İkinci Dünya Savaşına kadar soykırımdan bahsedilmemesi ve savaş sonrasında


kurulan yeni düzen içinde ortaya çıkan soğuk savaşın hemen ardından uluslararası
seviyede Ermeni propagandasının başlaması kesinlikle bir tesadüf eseri değildir. Soğuk
savaşın hızını kaybetmesiyle beraber Türkiye'nin başını devamlı olarak belada tutmak
suretiyle ona belirli politikaları kabul ettirmek ve kendi yörüngelerinden çıkıp gitmesini
önlemek için tarihi gerçekler çarpıtılıp, değiştirilmiş, biraz boya ve cila katılıp yeniden
vitrine konmuştur.

Osmanlı devlet erkânının en sıkışık zamanlarda dahi bir zamanların tebayı sadıkası
Ermeniler için Nazi usulü bir 'nihai çö/.üm'düşünmüş olduklarını gösteren tek bir vesika
dahi mevcut bulunmaz ve sadece savaş zamanına, o da bazı bölgelere münhasır kalan
bir Ermeni tehciri söz konusuyken, 1960'h yılların sonlarına doğru birdenbire 4050 yıl
Önceki Ermeni katliamı yeniden keşfedilmiştir. Hemen akabinde nİr yandan Ermeni terör
çeteleri oluşturularak bunlara hedefler gösterilmiş, öte yandan düzmece bir Ermeni tarihi
yaratılarak bunlarla ilgili kütüphaneler dolusu ısmarlama kitap ya/.dırılmış ve eşzamanlı
olarak medya yoluyla yapılan yoğun propagandayla dünya kamuoyu gerçekten Yahudi
soykırımına benzer bir Ermeni katliamının vuku bulduğuna İnandırılmaya çalışılmıştır.

İşte bu hatıratın da bu tür yayınlardan biri olduğunu düşünmekteyiz. Buna inanmamız


için birçok sebep vardır. Mesela, hatıratta bahsedilen olaylar 191422 yılları arasında
geçmiş olmasına rağmen, bu hatıraların sahibi tam 43 yıl bekledikten sonra 1965 yılında,
nedense lam da BatVnın tam bu meseleyi deşmeye karar verdiği zamana denk düşecek
bir şekilde, 65 yaşındayken bir anda gelen ilham neticesi kaleme sarılarak hatıralarını
yazmaya koyulmuştur.

Kitabı bitirdiğinizde, hem de birinci sınıf diyebileceğimi?, türden, klasik bir Amerikan
polisiye romanı okuduğunuz İzlenimine kapılıyorsunuz. Kendini halkına adamış, acar,
hovarda, becerikli ve gözünü budaktan sakınmayan bir kaçak: Arşavir Şıracıyan. Karşisın

daysa vazifesine büyük bir sadakatle bağlı, enerjik, zeki ve gecegündüz demeden
avım kovalayan polis: Eşref. Bunların yanında işbirlikçi, hain, ispiyoncu, kurnaz ve çıkarcı
bîr kötü adam da unutulmamış: Vah İhsan. Yani klasik Hollywood filmlerinin bütün
unsurları tamamlanmış. Sahne ise alacakaranlık İstanbul sokakları.

Kanlı tetikçi Arşavir Şıracıyan kimbİlir belki de ahir ömründe bu kitabının herşeye kadir
Hollywood film endüstrisinin dikkatini çekeceğini, ardından Ermeni diasporasımn da
desteğiyle tetikçilik yolunda harcadığı ilkgençlik yıllarının filme çekileceğini ve bu sayede
nesiller boyu Ermeni halkının kalbinde ölümsüzleşeccğini bile ummuştur. Dahası, kitabın
birçok yerinde Polis Eşrefin olağandışı denilebilecek türden zeki bir adam olduğunu
tekrarlayıp duruyor. Yani tetikçimiz zekî bîr avcının elinden defalarca kurtulmayı
başarabilen ondan da zeki bir av rolünde.

Bu hatıraları kaleme alan kişi, savaş esnasında İstanbul'da Ermenilere karşı uygulanan
sözde tazyik ve şiddeti anlatırken İlhamını İkinci Dünya Savaşında, Alman İşgali altındaki
Avrupa şehirlerinde Gestapo zulmü altında yaşayan Yahudilerin başına gelenlerden
almış olduğu düşüncesi uyanıyor. Birinci Dünya Savaşı süresince, savaş halindeki bîr
ülkenin başkentinde yaşayan ve soydaşları karşı saftaki düşmanla bilfiil işbirliği içinde
bulunan şaibeli bir azınlığın temsilcileri olarak, İstanbul Ermenilerİne, savaş zamanı
yaşanan olağan yokluklar haricinde, öyle kitapta anlatıldığı gibi Osmanlı devleti eliyle
baskı ve yıldırma hareketleri tatbİk olunmamıştır. Yine bunların, eserin yazarının kendi
ağzıyla iftiharla sözünü ettiği asker kaçaklarına ve düşman subaylarına yataklık, gizli
merkezlerde silah depolama, İstanbul'un yabana bir güç tarafından işgal edilmesi halinde
topyekün silahlı ayaklanmaya basırlanmaları gibi marifetlerini de ne kadar kapsamlı ve
rahal bir şekilde gerçekleştirdiklerine bakılırsa, devleie ait güvenlik güçlerinin bu cemaate
hiçbir zaman için kuşku duyulması gereken tehlikeli bir azınlık topluluğu gözüyle
bakmamış olduğunu, hatıraların yazarı gibi düşünen bîr bolüm Ermeni haricinde İstanbul
Ermenilerinin çoğunun da, Kuvayi Millîye'nin İstanbul'a girişinden sonra bile bu toprakları
terkelmeyerek bu güveni hakettiklcrini gösterdiklerini düşünmemek elde değildir.

Başla da belİrüiğimiz gibi bu konuyla ilgili yığınla kitap kaleme alınmış, belge
uydurulmuş, televizyon programları hazırlanmış ve bu suretle hiçbir zaman olmamış bir
Ermeni Jenosidine bütün dSfys inan^'n! mak işlenmiştir. Türk kamuoyu ise bunların
çoğundan habersiz vaziyeltedir. Bunun için bu mevzuda niçin bütün dünyanın Ermenileri
desteklediğini veya destekler bir lavır içine girdiğini bir türlü anlayamamakta ve aleyhine
dönen dünya politikasını boş bakışlarla izlemektedir. Daha da kötüsü Türkiye'de birçok
kişi, sistemli ve planlı bir Ermeni soykırımının gerçekleşebilmiş olduğu şüphesine
düşürülmüştür.

Bu kitabı dikkatle okuyanlar, kitabın içine bölük pörçük yerleştirilmiş soykırımla ilgili
bilgilerdeki mantık hatalarını bilhassa farkedeceklerdir. Mesela kitabın yazan daha
soykırım rakamları hakkında bir karara varamamıştır. Bir buçuk milyon mu, yoksa bir
milyon iki yüz bin mi? Kitabın İngilizce ve Fransızca nüshaları da bu bakımdan farklılık
arzetmektedir. Keza daha çok Müslüman Arap ülkelerinde faaliyet gösteren Teşkilâtı
Mahsusa'yı Ermeni soykırımının başsorumlusu ilân etmekle kalmıyor bir de bu teşkilâtın
hapishanelerin boşaltılarak oluşturulduğunu söyleyecek kadar da ileri giderken ne bîr
belge, ne de bir kaynak gösteriyor.

İttihat ve Terakki Partisinin Önde gelen şahsiyetlerinin kattedilmeleriyle ilgili elimizde


doğru dürüst kaynak bulunmaması sebebiyle bu suikasiler hakkında fazlaca bir bilgimiz
yoktur. Dolayısıyla, bütün zaaflarına rağmen kendi alanında yegane eser olan bu hatıratı
ana kaynaklardan biri olarak kabul etmek ve ibretle okumak icap etmektedir.

Ermenilerin İstanbul ve Anadolu'daki silah stoklarıyla yıkıcı faaliyetlerini, Batılı


istihbarat teşkilâtlarının Ermeni teröristlerini nasıl kışkırtıp yönlendirmekle kalmayıp,
başları sıkıştığında canla başla yardımlarına koştuklarım, dahası Türk aleyhtarı her
hadisede mutlaka olaya karışan Yunan Hükümeti yanında Ermeni Patrikhanesinin olup
bitcnlerdeki rolünü anlatması ve Ermeni Terör Örgütlerinin perde arkasını bütün
çıplaklığıyla gözier Önüne sermesi bakımından bu kitabın Türk okuyucularına ve
araştırmacılarına her yönden faydalı olacağını ümit etmekteyiz.

Ayrıca kitaba ek olarak dünyaca tanınmış ünlü tarihçİ Bernard Lewis'İn Ermeni
Meselesiyle ilgili olarak Fransa'da Le Monde gazetesinde yayınlanan 16 Kasım 1993
tarihli röportajıyla 1 Ocak 1994 tarihli açıklamalarını koymayı uygun bulduk. Lewis, bu
açıklamalarında, Birinci Dünya Savaşı sırasındaki olayların bir soykırım olmadığını, bu
ölüm olaylarının soykırım olarak belirtilmesinin sadece bir Ermeni yalanı olduğunu
söylemektedir. Bu, vicdan ve ilmi haysiyet sahibi tüm tarihçilerin bu konuda iştirak
edecekleri son sözdür.

Mehmet Kudret KİRİŞÇİOĞLU


Bernard Lewis ile yapılan ve16 Kasım 1993 tarihli le Monde gazetesinde
yayınlanan röportaj.

le Monde. Türkler niçin Ermeni Soykırımını tanımamakta ısrar ediyorlar?

Benard Lewis. Bu hikâyenin Ermeni versiyonunun tanınmasından mı söz


ediyorsunuz? Rusların ilerleyişi ve Kafkasya'dan gden Ruslarla açıkça flört ederek
bağımsızlık peşinde koşan Türkiye'deki Osmanlı aleyhtarı nüfus yüzünden, Türkler için
bir Ermeni meselesi olmuştur. Aynı zamanda Ermeni çeteleri de mevcuttu. Ermeniler bu
kahramanca mukavemet hareketleriyle iftihar ederler ve Türkler savaş esnasında kanun
ve nizamı sağlama problemiyle karşı karşıya kaldılar. Bu durum Türkler için, yabancı
işgal tehdidi altında bulunan ve pek de güvenli sayılmayacak bir bölgede yeralan ahaliye
karşı koruyucu ve cezalandırıcı tedbirler alınmasından başka bir mana ifade etmiyordu.
Ermeniler içinse ülkelerinin bağımsızlığı söz konusuydu. Fakat her iki taraf da baskı
hareketlerinin belirli bir coğrafi alanla sınırlı kaldığı hususunda hemfikirler. Örnek olarak
Osmanlı İmparatorluğu içinde başka bölgelerde yaşayan Ermenilerin pek etkilendiğini
söyleyemeyiz.

Feci hadiselerin vuku bulduğu ve bir kısım Ermenilerin ve aynı şekilde Türklerin
hayatlarım kaybettiğinden kimsenin şüphesi yoktur. Ama hadiselerin kesİn olarak ne
şekilde cereyan ettiğini ve kurbanların gerçek sayısını belki de hiçbir zaman
öğrenemeyeceğiz. Çok kısa bir zaman önce ve tüm dünyanın çözü önünde vuku
bulmasına rağmen Lübnan'daki iç savaşla ilgili gerçeklerle sorumlulukları ortaya
koymada karşılaşılan güçlükleri bir düşünün! Suriye'ye doğru tehcir edilmeleri esnasında
yüz binlerce Ermeni açiık ve soğuktan can verdi. Ama soykırımdan söz ediyorsak ortada
açık seçik bir politika ve Ermeni Milletini sistemli bir şekilde dünya üzerinden silmek için
verilmiş bir karar bulunması gerekir. İşte bu çok şüpheli. Türk belgeleri, soykırım değil
tehcir yolunda bir isteğin mevcut olduğunu da ispatlıyor.

Le Monde, 1 Ocak 1994. Bernard Lewis'in açıklamaları

16 Kasım tarihli le Monde'da yayınlanan röportajı cvıasında Bemard Lewis'in Birinci


Dünya Harbinin sonunda Türkiye'deki Ermenilerin yaşadıktan dram üzerine söylemiş
bulundukları, başta bir gnıp tarihçiden olmak üzere, birçok reaksiyon doğmasına sebep
olmuştur Orienialist, aşağıdaki satırlarla düşüncelerine netlik kazar idini laktadır.

1915 yılında Ermenisian'da cereyan eden tehcir hareketi üzerine beyan etmiş
bulunduğum görüşlerime, kaçınılmaz bir şekilde seçici olması gereken bir röportaj
içersinde mümkün olamayacağı için, daha net ve kesin bir şekilde burada açıklık
kazandırmay: arzu çimekteyim. Birtakım gerçekleri bugün bile kati olarak ortaya
koymanın zorluğu aşikardır. Lübnan'a alıfta bulunmam her iki örnek arasında
benzerlikleri ortaya koymak amacını taşımamakta, bilakis karışık ve karmaşık bir durum
içinde geçen olayları tesbit etmek ve değerlendirmekte karşılaşılan güçlükleri işaret
etmeyi hedeflemektedir. Bununla beraber olup bitenleri Nazilerin yapmış oldukları
soykırımla karşılaştırmak birçok önemli husus üzerine önyargılı olmayı gerektirir.

1. Doğrudan Ermenileri hedef alan hiçbir nefret kampanyası, Avrupa'daki


antisemitizmle kıyaslanacak türden hiçbir günah yükleme (demonisation) hareketi
vuku bulmamıştır.

2. Ne kadar büyük ölçekte gerçekleşirse gerçekleşsin Tehcir harekeli bütün


Ermenileri kapsamamış ve özellikle o dönemde ülkenin iki büyük şehri olan
İstanbul ve İzmir'de uygulanmamıştır.

3. Her ne katlar ölçüsüz de olsa, Türklerin Ermenilere karşı harekeli durduk


yere ortaya çıkmamıştır. Rusların, Osmanlıların Şark vilayetlerine yürümesinden
korkulması; birçok Ermeninin Türk rejimine karşı Rusları kurların olarak
güdüğünün bilinmesi ve Osmanlı Devletine karşı Ermenilerin ihtilalci hareketlere
girişmiş olduklarının farkına varılması bu sebepler arasındadır. Bütün bunların,
imparatorluğun içinde bulunduğu müşkül durumun daha da kötüleşmesiyle ve ne
kadar olağan olduğu bilinen savaş zamanı nevrozlarıyla beslenen, giderek artan
bîr şüphe ve tedirginlik atmosferi oluşumuna katkısı olmuştur. 1914 yılında Ruslar,
Ermeni gönüllülerden oluşan dört büyük birlik kurmuşlar ve 1915'de bunlara üç
tane daha ilave etmişlerdir. Bu birlikler, aralarında halkın yakînen tanıdığı meşhur
şahısların da yer aldığı birçok Osmanlı Ermenisini bir araya getirmekteydi.

4. Osmanlı İmparalorluğunda tehcir harekeli cezai, stratejik ve diğer


sebeplerle yüzyıllardan beri uygulanagelmiştir. Osmanlı tehcirinin doğrudan
doğruya ve tek başına Ermenileri hedef aldığını da söyleyemeyiz. Mesela;
Rusların ilerlemesi ve şehrin kısa bir zaman içinde düşmanın eline düşmesi tehdidi
altında Osmanlı'nın Van Valisi, müslüman nüfusu Rusların hakimiyetine
rerkelmektense, şehri apar topar boşaltarak ne doğru dürüst yiyecek ne de ulaşım
vasıtası bulunmamasına rağmen, insanları yollara dökmeyi uygun görmüştür. Bu
dost eliyle yapılan tehcir hareketinden de pek fazla müslümanın sağ kalmadığı da
bilinmektedir.

5. Tıpkı soykırımdan kurtulan yahudiler gibi, Ermenilerin de çekmiş olduğu


eziyetler feci bir insanlık trajedisi olup bu durum halkın hafızasında izini
bırakmıştır. Çok sayıda Ermeni açlık, hastalık ya da tek başlarına kaldıkları için
ölüp gitmişlerdir. Tehcir hareketi kış aylarına kadar uzadığı için soğuktan can
verenlerin sayısı da az değildir. Hem de henüz tehcir harekeli başlamamışken,
Ermeni gönüllülerinden oluşan birliklerin eline düşen Van bölgesindeki müslüman
köylülerin akibetİyle ilgili olarak Amerikan misyonerlerinin hazırlamış oldukları
raporların da göstermiş oldukları gibi, her ne kadar tek yanlı olmasa da, korkunç
vahşet örneklerine rastlanması da tabiidir.

Yine de bulun bunların, eşil şartlarda olmaca da gerçek çıkarlar için girişilen bir
savaşla beraber; Rus istilacılara yardım etmeye hazır, mahrum bırakılmış bir Ermeni
nüfusuna karşı Türklerin duymuş olduğu her ne kadar abartılı da olsa hiçbir surette
mesnetsiz diyemeyeceğimiz samimi korkunun yaratmış olduğu genel durum
çerçevesinde görülmesi gerekir. İstanbul'daki Jönlürk Hükümetİyse bu meseleyi sıklıkla
kullanılan arlık klasikleşmiş diyebileceğimiz tehcir metoduna başvurmak suretiyle
çözümlemeye karar vermiştir.

Anadolu'da devam etmekte olan savaşın yarattığı zorluklar, eü silah tutan bütün
erkeklerin cephede savaşıyor olmaları sebebiyle refakatçilerin istenilen vasıflara sahip
kimseler olmayışı, haydutlarla bu fırsattan İstifade etmeye çalışan diğerlerinin varlığı
sayesinde daha da ağırlaşan şartlar allında tehcir edilenler korkunç ıstıraplara maruz
kalmışlardır. Fakat, Ermeni Milletini topyekün ortadan kaldırmayı amaçlayan, Osmanlı
Hükümetine ait ne bir plan ne de bir kararın mevcut olduğu yolunda bir tane bile ciddi
delil bulunmamaktadır.

BİRİNCİ BÖLÜM TAVAN ARASI ORDUSU

Birinci Dünya savaşı başladığında on dört yaşındaydım. Annem ve Babam, Atalarımın


tümü gibi, Türk topraklarında doğmuşlar. Çocuk sayılacak yaşta yetim kaldıktan sonra,
annem, kizkardeşim ve erkek kardeşimle beraber, Türklerin İstanbul adını verdiği,
Constantinople'da, Boğaz'ın Avrupa yakasındaki Pera'da yaşamaktaydım.

Osmanlı İmparatorluğu'nun itilaf Devletlerine karşı Almanların safında harbe girişinin


tarihi olan Ekim 1914 öncesinde bile, tümüyle Hırıstiyanlardan (Ermeni ve Rumlar)
müteşekkil bu bölgede korkunç söylentiler dolaşmaktaydı. O devirde, iktidarda bulunan
İttihat ve Terakki Partisinin en seçkin mensuplarından oluşan Jöntürk hükümetinin
gavurlardan kurtulmak suretiyle Anadolu içerisinde bir homojenizasyon hareketine
girişmeyi tahayyül edebileceğini ve dört yıldan daha az bir zaman içerisinde bir
milyondan fazla Ermeninin yuvalarından kopartılaraK katledileceğini düşünemîyorduk.
Bununla beraber yine de geçmişi unutamam iştik.

19. yüzyılın sonlarında Kızıl Sultan Abdülhamid'in emriyle gerçekleştirilen katliamlar


Medeni Dünya'yı dehşet içinde bırakmıştı. 1908'de, Jöntürklerin partisi iktidarı ele
geçirmek için Hükümeti devirdiği zaman, özellikle bu hareketi bilfiil desteklemiş bulunan
İhtilâlci Ermeni Federasyonu1 başta olmak üzere Ermeniler, Hıristiyan azınlıkların da
bundan böyle İmparatorluğun Müslüman tebası yanında eşit muamele göreceğine
inanarak sevinmişlerdi. Fakat bir yıl sonra, 1909'da, Kiiikya'nın Akdeniz sahilinde
bulunan Adana'daki müslüman ahali otuz bin Ermeniyi katlediyordu. Sosyal reformlar
yapmak iddiasıyla iktidarı ele geçirmiş olan bir hükümetin otoritesi altındaki Türk
ordusuysa kıyıma cesaret verip iştirak etmekteydi. ^

Jöntürkler işte bunun gibi binlerce kez verdikleri sözden döndüler. Savaşın ilân
edilmesinden önce bile Ermeniler, doğdukları ve tarihlerinin binlerce yıl öncesine dek
uzandığı bu ülkede kendilerini neyin beklediğini bilmeksizin daimi bir yarın korkusuyla
yaşamaktaydılar.

Türk Devletini idare edenler, gazeteleri ve camileri kullanarak, sade Türk


vatandaşlarının içinde Anadolu'nun yerli Hıristiyan halkına karşı nefret uyandırmayı
hedefleyen bir kampanya sürdürmekteydiler. Osmanlı İmparatorluğunun savaşa
girmesinden birkaç hafta öncesinde Hıristiyanlara ve kurumlarına karşı gösteriler
başlamıştı.

Bunlardan birisine ben de şahit oldum. Dört ya da beş bin Türkten oluşan bir güruh
Yeni Cami'de namaz kılıp galeyana geldikten sonra Başkentin Müslüman ve Avrupalılara
ait mahallelerini birbirine bağlayan Galata köprüsünü sloganlar atarak geçerek Pera'da
dağıldılar. Göstericiler köprü üzerinde kolkola girmek suretiyle yirmişer kişilik saflar
oluşturarak yürümekteydiler. Vahşi ve yenilmez bir görüntüleri vardı. Pera'daki ana
caddeye gelir gelmez saflar çözüldü ve öfkeyle harekete geçtiler.

İyice kontroldan çıkmış kalabalığın izdihamına tahammül edemeyen Tokatlıyan


Otelinin vitrin camlarının büyük bir gürültüyle aşağı indiğini gördüm. Pera'daki büyük
cadde üzerinde yabancı sefaretler, büyük mağazalar ve lokantalar bulunmaktaydı; fakat
kalabalık, öfkesine rağmen, resmî binalarla Almanlara ait mağazalara zarar vermemeye
özen gösteriyordu. Hedef alınanlarsa sadece Rum ve Ermenilere ait dükkan ve binalardı.
Kalabalık, zincirlerinden boşanmış, Hıristiyan Avrupa'ya küfürler yağdırmaktaydı. Bazı
Türkler, üzerlerinde Londra, Paris, Moskova gibi yabancı başkent isimlerinin yazılı
olduğu büyük beyaz fesler giymekteydi, bunların savaşa gittiklerinde hedefleri olacağını
tahmin ettim.

Kalabalık, Hıristiyan ahalinin Ödünün kopmasına sebep olurken, Türk Polisi büyük bir
tevekkülle olup bitene seyirci kalmaktaydı. Bitaraf kalışı talancılara cesaret veriyordu.
Buna mukabil Emniyeti Umumiye mensupları oldukça faaldi. Sivil kıyafetler içerisinde
komşu sokaklara yayıldıktan sonra, Hıristiyan olduğunu tahmin ettikleri kişilerin peşlerine
düşüp, yakaladıklarını da tartaklıyorlardı. Rum ve Ermenilerin çoğunluğu evlerinde,
kapalı pancurlann arkasında saklanmaktaydı.

Yaklaşık iki saat içerisinde dört ya da beş kilometre katetmiş olan kalabalık, akabinde
Sultan Abdülhamit'in 1908 yılında tahttan indirilişinin anısına dikilmiş bir milli abide olan
Hürriyet Tepesi'nin önünde yeniden bir araya geldi. O noktada, hükümet darbesi
kahramanlarının heykelinin yanıbaşında, kalabalığın başını çekenler, abartılmış jestler ve
haykırışlarla, Kâfir'e karşı Kutsal Savaş vereceklerine dair and içtiler. Söz konusu bu dini
sövgüler içerisinde bile Alman dostlarını kayırmayı da ihmal etmemekteydiler.

Bu taşkınlıkları sessizce geçiştiren hükümet yanlısı basın Hırisliyanlara karşı


düşmanca makalelerle dolup taşmaktaydı. Savaşın ilânından bir kaç gün sonra, Türk
Polisinin resmi yayın organı niteliğini taşıyan Polis Mecmuası, büyük fotoğraflar eşliğinde
bir serinin yayınına başladı. Bu dizide Türk Polis yetkililerini Anadolu'da yaşayan
Ermenilerin evlerinde bulunduğu iddia olunan muazzam silah yığınlarının önünde
görmekteydik. Çoğunlukla bunlar, ordunun depolarından ıskartaya çıkartılmış eski
tüfekler ve sair silahlardı. Fakat fanatik kitlelerin gerçeği dinlemeye tahamülü kalmamıştı.
Ermeni, düşman niteliğini kazanmıştı. Bu esnada Ermeniler, Türklerin kindar duygularını
tatmin etmek için bir fırsat beklediğini bilmekteydiler.

Bir tür panik hissi Hıristiyanların günlük hayatına nüfuz etmişti. Bu gürültücü
kalabalığın gösterisi gündelik hayata dair bir hadise olmasa da, şehrin bir mahallesindeki
bir yangını (Yangın var!) ya da bir başka felaketi haber vermek için düzensiz kaldırımlar
üzerinde elindeki ağır asayı vurarak geçen gece bekçisinin gür ve boğuk sesini her
akşam yarı kapalı pencerelerin ardından dinliyorduk. Onlarca yıldan beri Hıristiyan
çocuklar bu sesleri dinleyerek yataklarında büzülüyorlardı. Onların nazarında bekçi, Zilli
Babayı* sembolize etmekteydi, şu andaysa yetişkinler bile sesinden korkuya kapılıyor ve
nefeslerini tutuyorlardı. Hiçbir zaman için, herşeyden önce bir devlet görevlisi olan bu
şahsın ağzından hangi hükümet kararının çıkacağını bilemiyorlardı.

Savaş ilânından sonra Hıristiyanlar bir başka gürültüye, silah altına alınma çağrısı
esnasında duyulan davul sesine de alışmak zorunda kaldılar. Davulcu coşkuyla davulunu
çalarken, sıklıkla ona eşlik etmekte olan bekçi bir yandan asasını yere vuruyor öte
yandan son hükümet kararnamesini ilân ediyordu:
"17 YAŞINDAN 30 YAŞINA KADAR OLAN AİLE REİSLERİ VEYA BEKARLAR, BİR
HAFTALIK AZIKLARIYLA BERABER ÜÇ GÜN İÇERİSİNDE SEVKİYAT NOKTASINA
MÜRACAAT EDECEKLERDİR. ZANAATKARLAR TÜM İŞ ALETLERİNİ
BERABERLERİNDE GETİRMEK ZORUNDADIR. DUYDUK DUYMADIK DEMEYİN.
İCABET ETMEYENLER DİVANI HARB'E VERİLECEKLERDİR."

Akabinde askere alınma onaltı yaşındaki çocuklarla altmışındaki ihtiyarlara dek


yaygınlaştırıldı. Tilâvet halinde ve davul eşliğinde söylenen bu resmi tebliğlere haftada üç
dört defa şahit olmaktaydık. Bunlar, Orta Anadolu'dan gelip İstanbul'da sabit adresi
bulunmayan binlerce kişi için resmi celp değerindeydi. Aynı şekilde bu tebliğler bizim
aramızdan başkentte doğmuş olanları da ilgilendirmekteydi. Türklerin bizim için neler
düşünmüş olduklarını merak ederek bu tebliğleri can kulağıyla dinlemekteydik.

Üzerinden onca yıl geçmesine rağmen bugün bile o savaş yıllarını yeniden
hatırladığımda sanki bir salgın hastalıkmışçasına İstanbul'da yayılan o korku ve dehşet
ortamını yeniden yaşıyorum. Başlangıçta binlerce Ermeni genci bu tebliğe itaat ederek
orduya katıldılar. Oğullarını askere yollamak istemeyen bazı ailelerse elde avuçta ne
varsa paraya çevirmek suretiyle gereken bedePi ödediler. Yine de Jöntürk Hükümeti
milyonlarca lira topladıktan sonra, 'bedeli mukabilinde askerlikten muafiyet' kanununa
saygı göstermeyerek, para ödeyenleri de ödemeyenlerle beraber cepheye göndermek
veya çalışma taburlarında istihdam etmek üzere silah altına aldı. Bunlardan bir kısmı
Türk ordusunu kırıp geçirmekte olan hastalıklar yüzünden can verdiler. Ama çoğunluğu
başlarında bulunan Türk subayları tarafından öldürüldüler Yaklaşık yüz yirmi bin Ermeni
sözüm ona bu çalışma taburlarına dahil olduktan sonra katledildiler. Bunlardan
binlercesiyse birliklerinden kaçarak, sistemli olarak uygulanan işkence ve cinayet
haberleriyle istanbul'a geri döndüler. Gelenler, asker kaçağı olarak Polis tarafından
aranmaktaydılar.

İşte bu şekilde, hem de mevcut kanun ve içtihadları da hiçe sayarak, ev baskınları


dönemi başladı. Ermeni kökenli bazı muhbirlerin de işbirliğiyle Türk Polisleri gece gündüz
demeksizin ev aramalarına giriştiler. Kapıyı çaldıktan sonra yasaklanmış kitaplar, ateşli
silahlar ve kaçakları aramak üzere evlerin içine girmekteydiler. Kapının açılması geciktiği
takdirde polisler, kadın ve çocukların önünde bile ağza alınmayacak küfürler eşliğinde
önce kapıyı kırıp sonra içeri dalmakta tereddüt etmemekteydiler. Hiçbir zaman arama
emri ibraz ettiklerine şahit olmadım. Aile mensuplarından birini beraberlerinde götürmeye
karar verdikleri zaman bunu kaba kuvvete baş vurarak, kişiyi yuvasından söküp almak
suretiyle yapıyorlardı. Gidenlerin geri geldiğini görmekse oldukça nadirdi. Bu konular İçin
bilgi edinmek maksadıyla mahalledeki Polis Karakoluna gidecek kadar gözüpek olanlar
da her an için göz altına alınma riskini taşıyordu.

Türk Polis yetkilileri kırıp dökme hususunda gerçekten birer "uzman" oldukları için, her
arama faaliyeti sonrası evler, hazin bir manzaraya sahne oluyordu. Yine de kimsenin
canı yanmamışsa kendimizi şanslı sayıyorduk. Mahallemizdeki insanlar daimi bir korku
ve dehşet ortamı içinde yaşamaktaydılar. Kadınlar, alışverişten birinin oğlunun veya bir
başkasının genç kocasının tevkif edilmesi haberiyle korku içerisinde evlerine
dönüyorlardı.

Davul sesleri bize Türk Ordusunun toplanmasını hatırlatırken; verilip de tutulmayan


sözleri, ayaklanmaları ve onu takip eden katliamları unutmamış olan İhtilâlci Ermeni
Federasyonu İiderleriyse silah toplamaya ve toplamış oldukları bu silahlan saklamaya
çalışıyorlardı. İhtilâlcilere yapmış oldukları resmi çağrıya rağmen tek endişelendikleri
husus Başkentte, yasamakta olan Ermeni ahalisinin muhafazasını temin edebilmekti.
İstanbul'daki Patrikhanemiz haddizatında Anadoludaki Ermenilerin maruz kaldığı
muameleler hakkında düşündürücü bilgiler almaktaydı: Tehcir hareketi ve katliamlar
henüz başlamamış olsa da, tevkif ve infazsız gün geçmiyordu. Çok sayıda Avrupalının
mevcudiyetine rağmen, aynı şekilde İstanbul'da da tevkifler vuku bulmaktaydı. 1914
yılında bir başka Ermeni siyasi teşekkülü olan Hınçak Partisinin yirmi idarecisi göz altına
alınarak, Bayazıd meydanında sabahın üçünde asılmadan önce kendilerinden hiçbir
haber almamadan tamı tamına altı ay müddetle hapiste tutuldular.

Dört yıl süreyle Ermeniler daimi bir korku ortamında yaşadılar. Yeni bir hadise vuku
bulmadan nerdeyse gün geçmez olmuştu. Savaşın başlangıcında, Hükümetin İstanbul
Polisine gizli emirler göndermiş olduğu yolunda söylentiler dolaşmaktaydı.

Bazılarıysa bunlara, katliam emirlerini taşıyan mühürlü zarfların dağıtılışını da ilave


ediyorlardı. Diğerleri, 20. yüzyılda bir hükümetin kendi vatandaşlarını topluca yok etmeyi
hedef alan bir programı planlayıp, uygulamaya koyabileceğine ihtimal vermeyerek olup
bitenleri pek ciddiye almıyorlardı. Ermenilerin katledilmelerinden ziyade, Hükümetin
onları Anadolu dışına sürmekle yetineceğine inananlar da vardı. Bu söylentilerden iyice
bunalan Patrik Zaven, Alman Sefiri Baron von VVangenheim' ı ziyaret ederek
kendisinden Almanların, İmparatorluğun gayrimüslim azınlıklarının bir tek ferdinin bile
zarar görmesine müsaade etmeyeceği yolunda teminat aldı. O devirde Başkentin
Anadoludaki şehirlerden birine nakledileceğine dair haberler de alınmaktaydı.
Hıristiyanlar, Türklerin kendilerini Avrupa'ya daha yakın olan İstanbul'da kalmaya devam
etmelerine müsaade edip etmeyeceklerini aksi takdirde zorla göç ettirmenin ne zaman
gündeme geleceğini merak etmekteydiler.

Bütün bunlara rağmen sevinç ve coşku içinde geçen saatlerimiz de oldu diyebilirim.
1915 yılı başlannda İtilaf Devletleri Çanakkale'yi bombalayarak bazı kesimlerini işgal
ettiler. Onlar bizim için Medeniyeti ve Batı Avrupa değerlerini temsil etmekteydiler. O
günler ne güzel günlerdi! Ne zaman gök gürültüsü duysak onu top sesleriyle
karıştırdığımızdan içimiz sevinçle dolardı. Kendi kendimize Müttefiklerin sonunda
İstanbul sularına girdiğini düşünürdük. Hemen akabinde şehri işgal ederek, Hırİstiyanları
kurtarmaya geleceklerdi. Biraz zaman geçince ardından yağmur başlar ve akan suyun
içinde ümitlerimiz de boğulurdu. Dokuz ay sonra Müttefikler, beraberlerinde bütün
ümitlerimizi de götürerek çekilip gittiler.

Savaştan önce gözü derslerinden başkasını görmeyen, başta futbol olmak üzere spora
da merak duyan bir talebeydim. Haftada bir kez pazar sabahları kilisenin müzik
derslerine gider özel koro robunu giyipbirinci sırada kilise korosunda şarkı söylerdim.
Savaşın ilânından sonra yavaş yavaş siyasi durumun farkına varmaya ve Ermenilerin
önünde duran problemler üzerine erişkinlerin yaşamakta olduğu endişeleri paylaşmaya
başladım. Evimiz İhtilâlci Ermeni Federasyonu liderlerinin toplantı mahalline dönüşmüştü.
Bir kenarda oturarak saatler boyunca bu insanların günün meselelerini tahlil ve mütalâa
etmelerini dinlerdim. Bazıları, özellikle Müttefiklerin Çanakkaleyi bombardımanı
esnasında, gelecek hakkında ümitlerini koruyorlardı. Diğerleriyse daha bir karamsardı;
Müttefikleri kurtarıcılarımızmış gibi görmeyi tehlikeli buluyorlardı. Bununla beraben bir
nokta üzerinde hepsi fikir birliğine varıyorlardı: Taşnak partisine ve Ermeni halkına
inançla yardım etmek gerekiyordu.

Bir müddet sonra aynı kişiler beni köşemden çıkartarak silahların nakledilmesi ve
saklanması vazifesini bana vermeye karar verdiier. Aynı zamanda çeşitli dış
kaynaklardan bilgi toplanması ödevi de bana verilmişti. Hepsi de silah altına alınma
yaşına gelmiş kişiler olup şehirde serbestçe dolaşamadıklarından ötürü bana İhtiyaç
duymaktaydılar. Vücudumun ufak tefek olmasının verdiği avantajla hiç de on beş
yaşındaymış gibi durmuyordum.
Mağazaların kapalı olmadığı müddetçe, şehirdeki Ermeni tacirler bize silah temin
ediyorlardı. Gerçekten de birkaç ay sonra Hükümet, tekâlifi barbiyye" adı altında, aslında
üstü örtülü bir tür resmi hırsızlık, bir soygundan başka bir şey olmayan bir dizi el koyma
hareketine girişti. Böyle bir uygulamaya karşı duydukları nefreti dile getirmek için
Ermeniler, tekâlif kelimesini tükürürcesine telâffuz ediyorlardı. "Bugün tekalumi günü" ya
da "İşte tekalumiler" demekteydiler Belli bir süre sonrasında, anılan kelime doğrudan
doğruya hırsızlık karşılığı kullanılır olmuştu. Devlet memurları ya da Tekalumiler
mağazaların depolarına girerek, elbiseler, kumaşlar, iş aletleri, hububat, ilaçlar, araba ve
el arabaları ve tabiatıyla silahlar gibi kendilerini ilgilendiren herşeyi beraberlerinde
götürüyorlardı. Aldıklarına karşılık ileri bir tarihte yapılacak bir ödemeye dair bir
taahhütten başka değeri olmayan bir makbuz veriyorlardı. Türk Hükümeti asla tek bir
Hıristiyanın bir kuruşunu bile kendisine iade etmemiş ne de el konulan ya da çalınan
kıymetlerini telâfi etmeyi ieklif etmiştir. Bu arada katledilen bir milyon iki yüz bin
Ermeninin soyundan gelenlere tazminat ödemeyi hiçbir zaman düşünmemiş bunun adını
dahi anmamıştır. Bu müsadere işlemleri neticede büyük bir hayat pahalılığına ve
ekmeğin karneye bağlanmasına yol açtı. Bir kıtlık tehlikesinden korkarak gıda
maddelerini stoklamaya başladık.

Savaşın ilk ayları esnasında hâlâ silah ve gıda maddelerini temin edebiliyorduk.
Mü2akerelerin Federasyonun liderleri tarafından sürdürülmesi sebebiyle, Mösyö
Frengian gibi, bize silah temin eden kimselerin bu silahları Taşnak partisine hibe mi
ettikleri yoksa ücret mukabilinde mi sattıkları hususunda bir malumatım
bulunmamaklaydı. Bana verilen vazifeyi ifa etmek amacıyla genç bir Türk hamalı
kılığında dolaşırdım. Dükkanlara gidip Mauser, Luger, Smith & Wesson gibi silahlan
arayıp bulduktan sonra elimdeki büyük sepete yerleştirir, üzerlerini de et ve sebzelerle
örterdim. Bu silahları önce eve getirir, akabinde almış olduğum her gün değişen
talimatlara uyarak güvenli yerlere parça parça gizlerdim. Bir müddet bu vazifeyi hadise
çıkmadan yerine getirdim. Herşeyden önce .genç bir Türk olan yeni yetme bir delikanlının
gidiş ve gelişleri kimi alakadar edebilirdi ki?

Soğuk ve rutubetli bir Aralık günü ilk paniğimi yaşadım. Emin bir yere götürmesi için bir
arkadaşıma verilmek üzere bir miktar silah taşıyordum. Bir doktorunkini andıran ama
daha büyükçe bir deri çantaya silahları doldurduktan sonra evden ayrıldım. Sokakta otuz
metre bile ilerlememiştim ki kendimi birdenbire yirmi otuz polis görevlisinin ortasında
buldum. Kanımın donduğunu o anda hissettim. Sokağımızın köşesinde bulunan
ayakkabıcı dükkanına yaklaşarak elimdeki çantayı yere bıraktım.

Ya Polis benden şüphelenerek sorgulamak üzere nezarete götürmüş olsaydı? Silah


kaçakçılığı için en ağır ceza asılarak idam edilmekti. Genç yaşta oluşum beni böyle bir
cezadan kurtarsa da, beni sakat bırakacak tarzda hüküm giyeceğim tabiiydi. Vücudumun
titreyişine mani olmakta güçlük çekiyordum. Kız ve erkek kardeşimin perdenin
arkasından beni takip ettiklerini farkedince korkum bir kat daha arttı. Onların yaşamakta
olduğu paniği tahmin edebiliyordum. Yakalandığım takdirde Polis anında bizim eve
girecek ve köhne binanın içerisinde hâlâ doğru dürüst bir gizlenme yeri bulamadığımız
için tüm arkadaşlarım aynı şekilde yakalanıp akabinde şüphe yok ki idam edileceklerdi.

Polisler sokakta geziniyorlardı. Ne zaman gözleri bana takılsa aptal taklidi yapıyordum.
Neticede onları ilgilendirmediğim kanısına vardım. Gerçekten de aralarından bazıları
sokağınöbür ucundaki bir eve girdiler. Ertesi gün, bir Ermeni muhbirin işbirliği sayesinde
bir Ermeni avukatı tutukladıklannı öğrendik. Bu hainlerden bir kısmi o sıralar oldukça
meşhurdu. Papazken din değiştirip müslüman olan Hidayet, Türk Gizli Polisinin Siyasi
şubesinde çalışan Mösyö Haroutounian sadisti, Essayan ismiyle dünyaya geldikten
sonra Vahe İhsan adını alan ve soydaşları, akrabaları ve sonunda evlatlarının bile
nefretini kazanarak dışlanacak olan hain. Savaş başladığı vakit bu şahısların bir tanesini
bile tanımıyordum fakat akabinde Polis eşliğinde evimizi aramaya gelmeye
başladıklarında hüviyetlerini teşhis edebilecek duruma geldim.

Çantayı bıraktığım yerden almak İstiyor fakat korkudan eüm ayağıma karıştığı için bir
türlü buna muvaîîak olamıyordum. Sonunda çantayı yerden aidim, yüküm çok hafifmiş
gibi sakin ve rahat bir hava vererek birkaç adım İlerledim ve Talimhane meydanına doğru
yoluma devam ettim. Daha önceden bana üçüncü sıradaki banklardan birine oturarak
beklemem ve geldiğinde bir parolayla kendini tanıtacak olan dava arkadaşımıza silahlan
teslim etmem talimatı verilmişti. Çantayı verdikten sonra dosdoğru eve dönmem
gerekmekteydi. Banklardan birine oturarak beklemeye başladım. Kan ter içinde
kalmıştım ve tir tir titriyordum. Bunlara rağmen yavaş yavaş kendime olan güvenim
yerine geldi. Akşam oluyordu. Ansızın bir Türk gelip yanıma oturdu ve birşeyler
mırıldanmaya başladı. Bana yanaşmaya çalıştığını anlamam için fazlaca bir zaman
geçmesi gerekmedi Çantayla beraber kaçmama imkan yoktu, haddinden fazla ağırdı ve
hepsinden iyisi oturduğum vakit bankın altına diplerde bir yere doğru itmiştim. Ani bir
hareketle ayağa kalktım, bu esnada Ağabeyimin biraz ötedeki askeri okulda subay
olduğunu ve gidip rahatsız edildiğimi kendisine haber vereceğimi geveliyordum. Ama
Türk hâlâ aynı derecede kararlı görünmekleydi. Tehdidimi yerine getirecekmişim gibi
meydanın öbür ucuna doğru ilerlemeye başladığımı gören Türk, kararlı olduğumu
hissedince ayağa kalkıp kaçıverdi. Bu hadise beni allak bullak etmişti. Tekrar yerime
oturdum. Genç olmama rağmen bu tarz yaklaşmaların ne manaya geldiğini Öğrenmiştim.
Yine de o akşam tehlike çok daha yakın ve korkum çok daha büyüktü.

Bizim dava arkadaşı sonunda teşriî etti. Parolayı söyleyince çantayı kendisine verdim.
Atletik yapılı genç bir delikanlıydı. Getirdiklerimi aîıp bir an önce gözden kaybolması
gerekmekteydi. Oysa çantanın götürüleceği yere kadar kendisine eşlik etmemi teküf etti
Sanki bısriim büyüğümmüş gibi içimdeki kuruntuları bir kenara bırakarak ona itaat ettim.
Varacağımız yere geldiğimizde beni gören diğerleri kelimenin tam anlamıyla çılgına
döndüler. Emirlere aykırı davranmak yasaktı. Bana verilen talimat, silahlan belirli bir
noktaya kadar taşımaktan ibaretti. Eşlik etmekte olduğum arkadaş ise onları benden
teslim aldıktan sonra tek başına harekât merkezine dönmeliydi. Bu hadiseyi yeniden
düşündüğüm vakit, tevkif edilmesi durumunda olanları haber verebilecek kişi olarak mı
varlığıma ihtiyaç duyduğunu kendi kendime soruyorum. Bir mazeret bulmaya çalışıyordu.
Bana gelince, tek bir kelime etmeksizin bakışlarına yakalanmamaya gayret etmekteydim.

Ailem ve bizim evde barınmakta olan arkadaşlar sabırsızlıkla dönüşümü


beklemekteydiler. Perdenin arkasından polislerin sokağı nasıl arşınladıklarını görmüş
olan kız ve erkek kardeşim, çantanın ağırlığı altında el ve ayaklarımın nasıl titrediğini
diğerlerine anlatmışlardı. Gecikmemse hepsini paniğin eşiğine getirip bırakmıştı. Onlara
vazifemi yerine getirdiğimi söyledim. Sonrasındaysa her zaman yaptığımız gibi bir daha
bu hadiseden bahsetmedik. Tüm bu operasyonlar gizli olduğu için ağzımızı sıkı tutmamız
gerekmekteydi. Her zaman için en kötüsünü beklemekteydik. Türklere karşı boyun
eğmemeyi öğrenmiştik. Bugün, bütün bunlara rağmen çok az sayıda Ermeninin, 24
Nisan 1915 günü başlayan hadiseler karşısında hazırlıklı olduğunu söyleyebilirim.

O gün, güneş batar batmaz, cemaatimiz liderlerinden yazarlar, gazete direktörleri,


öğretmenler, avukatlar, Taşnak Partisi yöneticileri gibi mühim mevkilere sahip 250 kişi
evlerinde göz altına alındıktan sonra, bir milyon iki yüz bin Ermeninin kurbanı olacağı
katliama girizgâh teşkil edercesine, Anadolu'ya gönderilmeden önce hapse attılar.

Kitle halinde tutuklamalar, polis gruplarının ellerindeki fenerlerle Ermeni mahallelerini


işaretlemesinin ardından, akşam saat sekize doğru başladı. Soydaşlarımızdan bazıları
ev kıyafetlerini giyinmişlerdi bile. Türkler onlara bir saat içerisinde geri dönecekleri için
üstlerini değiştirmeye gerek olmadığını söylediler, şaşkın ve tedirgin bir vaziyette, "bir
kaç soruya" cevap vermek için merkeze gelme davetini reddetmenin makul ve mümkün
olmayacağını bilerek (davet edenlerin silahlı olduğunu unutmayalım) hepsi itaat etti.
Saatler geçip de dönen olmayınca bazı kadınlar endişe içerisinde, yanlarına kocaları için
yastık, kamp lambası ve sıcak giysiler de alarak, bilgi edinmek maksadıyla mahalle
karakoluna müracaat ettiler. Polisin kocalarının çok kısa bir süre içerisinde geri
döneceğine dair teminat vermesi neticesi onları beklemek üzere evlerine geri döndüler.
Fakat hiçbiri geri gelmedi. Türklerin siyasi cezaevleri labirenli içinde bir noktadan ötekine
sürüklendiler. Hafta sonuna doğru Anadolu'ya gönderilmişlerdi bile.

Polisin sabahın kör karanlığında İstanbul sokaklarından geçirdiği, bazıları hâlâ pijama
ve terlikleriyle olan, bazılarıysa battaniyeye sarılmış durumdaki bu insanlardan kimsenin
haberi olmadı demek doğru olmaz. Bu tutuklamaların haberi tıpkı bir barut alevi gibi
şehrin İçerisinde dört bir yana yayıldı. Öğlene doğru korku ve kedere garkolmamış bir tek
Ermeni hanesi kalmamıştı. İzleyen günlerde diğer önemli şahıslar da tevkif edildi.
Meb'usan Meclisi azası olan iki Ermeni parlamenter, Kirkor Zohrab ve Vartkes
Serengulian, resmi bir protesto için Sadrazam Said Halim Paşa'ya çıktılarsa da elde
ettikleri sadece kaçamak cevaplar oldu. Bunun üzerine günü geldiğinde Medeni Dünyaya
Jöntürklerin ne menem insanlar oldukların: anlatacaklarına dair yemin ettiler.
Sadrazamsa her ikisine hınçla cevap vermekle yetindi. Sürgüne gönderilip öldürüldüler.
Alman Sefirinden İmparatorluktaki azınlıklara halel gelmeyeceği yolunda teminat almış
bulunan Patriğimiz Zaven aynı şekilde Said Halim Paşa'ya da müracaat ederek
kendisinden Ermeni Milletini korumasını istirham etti. Damarlarında asil bir kan taşıyan
zarif Birinci Nazır ise, umumi tevkifat ve kitle halinde tehcir iddialarının abartılmış
şayialardan ibaret olduğunu İfade etti. Hemen akabinde bizzat Patriğimiz de tehcir
işlemine tabi tutulanlar arasında yerini aldı. Bir kaç ay zarfında, Ermeni ileri gelenlerinden
yaklaşık iki bin beş yüzü bir daha geri gelmemecesine toplumlarından sökülmüşlerdi.

Milletimizin başsız bırakıldığı 24 Nisan akşamı sessizlik içinde geçen bir hadise daha
vuku buluyordu. Gündelik işlerde çalışmak amacıyla taşradan İstanbul'a gelmiş bulunan
binlerce Ermeni genci önce hapse atıldı, sonra sürgüne gönderildi ve sonunda
öldürüldüler. Bu fakir genç insanlar köylerini ve ailelerini terketmişlerdi. Aralarından
bazıları Başkente ulaşabilmek için yüzlerce kilometre yolu yayan katetmişti.
İstanbul'daysa en zor ve en mütevazi işleri kabul edip, gülünç denecek bir aylık ücret
karşılığında günde on üç saat çalışmışlardı. Kazandıklarının çoğunu ya çocuklarını
beslesin diye karılarına ya da tohum veya çiftlik hayvanı almaları için ebeveyinlerine
gönderiyorlardı. Soydaşlarıyla beraber Başkentin en iğrenç mahallelerinde haddinden
fazla kalabalık, sefil barınaklarda yaşamaktaydılar. Çoğunun okuma yazması bile yoktu,
Ermeni cemaatinin ekonomik açıdan en zayıf tabakasını oluşturmaktaydılar. Ama genç
ve güçlü olduklarından dolayı Jöntürkler, onları rejimleri için bir tehdit unsuru olarak
gördüler. Türk Polisi için bir gecede bu beş bin kişiyi topanayıp hapse ve ölüme
göndermek hiç de zor olmadı. 25 Nisan sabahı aralarından hiçbiri olağan çalışma
mahallerine gelmiyor ve bir daha birinden bile haber alınamıyordu. Ülkenin içine ve
dolayısıyla ölüme doğru yaptıkları uzun yolculukları esnasında bazıları kısa bir süre için
de olsa aileleriyle yeniden bir araya gelebildiler. Kitle halinde tehcir hareketi başlamıştı.

Gerçekten de İslanbul’da bu tutuklamalar devam ederken, Anadolu'dan gelen zorla


göç ettirme haberleri bize ulaşmaya başlamıştı. Sadrazam Said Halim Paşa'nın,
Patriğimize biraz da istihzayla bu asılsız iftira ve şayiaların Ermeniler tarafından
yayılmakta olduğunu söylediği vakit, adamları kitlesel kıyım planlarını uygulamaya
koyuyorlardı. Türkler eni kaşarlanmış sabıkalıları hapisten çıkartarak, bu mücrimleri birer
hükümet görevlisi, Teşkilâtı mahsusa adındaki kıyım ve katliamlardan sorumlu Özel
organizasyonun birer mensubu haline getirmişlerdi. Bı teşkilât ne vicdandan ne de
kanundan haberdar binlerce sadisti bünyesinde barındırıyordu. Onları silahlandırarak
düzenli ordu birlikleriyle işbirliği içinde görev alacakları Anadolu’ya gönderdiler.
Uyguladıkları metotsa aşağıdaki gibiydi: Türk askerleri bir Ermeni köyünü işgal ederek
erkekler, kadınlar, gençler, yaşlılar ve hastalar da dahil olmak üzere sakinlerine evlerini
terk ederek dışarıda toplanmalarını emrediyorlardı (Bu esnada Hükümet, bu şekilde terk
edilen evlerin yağmalanması ve işgali için gereken tedbirleri Önceden almış
bulunmaktaydı). Süngü takmış askerlerle çevrili, korkmuş ve zayıf düşmüş bu insanlar
köylerini terk etmeye mecbur bırakılıp, sonunda kendilerini ölümün beklediği uzun ve
cehennemi bir yolculuğa ilk adımlarını atıyorlardı. Aç ve düşkün bir vaziyette Anadolu
yollarında sürüklenirlerken, düzenli ordu birliklerine yardımcı olmaya gelmiş Teşkilâtı
Mahsusa çetelerinin komşu tepelerden üzerlerine çullandıklarını görmekteydiler. Bu
çeteler yağmayı bitirdikten sonra ayakkabı, gömlek, alyans, para ve üzerlerine gizlemeye
muvaffak oldukları ne var ne yoksa alarak kurbanlarını çırılçıplak bırakıyorlardı. Bundan
kötüleri de vuku bulmaktaydı. Başta İngilizlerin mavi kitabı3 olmak üzere, Ermenilerin
maruz bırakıldıkları tüm bu dehşet ve eziyetler muhtelif eserlerde ayrıntılarıyla
anlatılmıştır. Türklerin bu yorucu işi sona erdiği vakit bir milyon iki yüz bin Ermeni
katliamlarda hayatını kaybetmiş ve Küçük Asya mezbaha haline gelmişti.

24 Nisan 1914 günü vuku bulan birinci dalga tutuklamalardan yirmi dört saat sonra
İstanbul'daki kaçakların sayısı da artmıştı. Çok yakın bir tarihte sıranın kendilerine
geleceğini bilen talebeler, profesörler, Taşnak Partisi mensupları ve diğerleri yeraltına
iniyorlardı. Kitle halinde şehre ulaşan asker kaçakları, Ermeni subay ve askerlerin
silahlarının Türk yetkililerince alınışını ve Ermeni birliklerinin kıyıma tabi tutuluşunu
gördüklerini anlatmaktaydılar. Sivas Valisi Muammer'in kendi bölgesindeki yirmi bin
Ermeni askerini katlettiğini de bu esnada öğrendik. Daha önce de söylediğim gibi
yaklaşık yüz yirmi bin soydaşımız çalışma taburlarında istihdam edilmişlerdi. Bunlar
birbiri peşisıra katledildiler. İstanbul'da tutuklananların sayısı artmaya devam etmekte ve
her geçen gün Türklerin Ermenilere karşı tertip etlileri canavarlıklara dair ülkenin
içlerinden gelen yeni haberler şehre ulaşmaktaydı.

Başkentin bütün Ermeni mahallelerinde kiler, mahzen, kuyu, sandık odası gibi İç ve dış
duvarlar arasında kalan bütün boşluklar gizlenecek yerler haline getirilmişti. Türk
Polisinin mel'un hainler yardımıyla zaman zaman ulaşabildiği, içinde binlerce kişinin
İskân edildiği bir yeraltı dünyası işte bu şekilde meydana gelmişti. Kaçakları yakaladıkları
zaman, kendilerine yataklık edenlerle birlikte hapse götürmekte, burada onlara işkence
edilmesinden sonra ya öldürülmekte ya da devam etmekte olan katliamlara yeni
malzeme sağlamak amacıyla ülkenin İçlerine yollanmaktaydılar.

Oturduğumuz ev Anadolu'nun muhtelif bölgelerinden gelmiş onon iki gence barınak


vazifesi görmekteydi. Bazıları birkaç hafta bizde kaldıktan sonra gizlenecek bir başka yer
bulmak amacıyla evden ayrıldığı için bu sayı daimi olarak değişmekteydi. Akıl ve
bedenen güçlü bu insanlar anında bir yere büzülmelerine sebep olacak beklenmedik bir
ziyaret korkusuyla saklanmak zorunda kaldıkları dört yıl boyunca gerçekten neler
yaşadılar?. Her gün onların içini hüzün ve öfkeyle dolduran korkunç haberler bize
ulaşmaktaydı, ama tüm bu olup bitenlere karşı ellerinden hiçbir şey gelmiyordu.
Aralarından birinin yakalanmasıysa hepimizin ölümü demekti.

Çocuksu görünüşüm sebebiyle ev ahalisinin erkek cinsi arasında hareketlerinde


serbest olan tek kişi bendim. Aslında, hain ve casus Ermenilerin de yardımıyla Gizli
Polis, okumak ya da düzgün bir iş bulmak amacıyla taşradan İstanbul'a gelmiş bekarlar:
da izlemekteydi. Bu insan avı yerne göre on aitıon yedi yaşındaki çocuklara dek
uzanıyordu. Sıklıkla ailesiyle birlikte aynı evde yaşayan ve nesiller boyu aynı mesleği icra
etmiş bir soydan gelen Başkentin yerleşik Ermenisiyle kıyaslandığında, şehirde herhangi
bir aile bağlantısı olmayan bu taşralılar Türklerin gözünde İsyan çıkarmaya daha
yatkınmış gibi görünmekteydiler.

Hiç kuşku yok ki, askerlik görevini yapmakta olan bir Ermeni ister İstanbul isterse taşra
doğumlu olsun aynı eziyetlere maruz kalıyordu. Fakat Başkentte çok sayıda Avrupalı ve
Amerikalının bulunuşu bizleri tehcir ve katliamdan korumaktaydı. Türkler, barbarca
projelerini Batıya izah edemezlerdi. Yine de İstanbul'daki Ermeni Cemaati, soydaşlarını
kurtarmak İçin risk almaya hazırdı. Muhafazakar hayat tarzı ve İhtilâlci hareketler
karşısındaki hasmane tavrına rağmen, yaklaşık elli bin Ermeni hanesinin bulunduğu bir
şehirde, on beş bin Ermeni saklanarak ölümden kurtuldu. Fakat savaş sırasında bu
rakamı aşmasa bile aynı sayıda Ermeni tutuklanarak göç ettirildi. Savaş bitmeden önce
aralanndan % 80'i hayatını kaybedecekti. Polisin bir hanede kaçakları yakaladığı her
hadise diğerleri açısından barınabilecekleri mekanlardan birinin daha azalışı manasına
gelmekteydi.

Bana verilen görev kaçakları bir evden veya bir mahalleden diğerine götürmekti.
Başkentin cadde ve ara sokaklarının yabancısı olmayıp, Taşnak mensubu arkadaşların
esirgemedikleri övgüleri sayesinde cesaretim de yerindeydi. Yeraltında yaşayan
Federasyonun önde gelenleriyle hâlâ serbestçe dolaşabilen Ermeniler arasında kuryelik
de yapıyordum. Patriğimiz Zaven, eski Muş mebusu Keghan, Getronagan lisesi eski
müdürü Filoloji profesörü Khatchatourian, Taşnak yöneticileri Khosrov Babayan ve
Chavarch Missakian; bunların hepsi aralarında götürüp getirdiğim mektuplar sayesinde
temasta kalabildiler.

Sadrazam Said Halim Paşa'dan Ermeni miiletini korumasını talep ettikten sonra
sürgüne gönderilen Patriğimiz Başpiskopos Zaven'i gayet iyi hatırlıyorum. Bir gün ona
Profesör Khatchatourian'dan bir mektup getirmiştim. Tam çıkıyordum ki bana:

"Arşavir evladım, eğer yakalanırsan hepimiz çok müşkül bir durumda kalacağız." dedi.
Ben de ona:

"İçiniz rahat olsun Monsenyör" diye cevap verdim. Bu çok kıymetli insanın bana karşı
göstermiş olduğu alâka beni duygulandırmıştı. "Buradan ayrıldığım zaman öylesine hızlı
koşacağım ki bir kuş bile bana yetişemeyecek. Eğer beni takip ettiklerini farkedersem
mektubu bin parçaya bölüp yutacağım."

Verdiğim cevap gülümsemesine sebep oldu. iyi şanslar temennisiyle beni uğurladı.

Meşguliyetlerimden bir başkası da, sadece ailem ve bizim evde gizlenenler için değil
aynı zamanda Pofesör Khatchatourian ve diğer kaçaklar için gıda maddeleri temin
etmekti. Ekmekten başlayarak her şey karneye bağlanmıştı. Günlük gıdamız, o da
yiyecek bir şeyler bulduğumuz zaman, ekmek, tek tük sebze, ara sıra balık ve nohuttan
yapılma 'ersatz' kahveden oluşmaktaydı. Taşıdığı İran pasaportu sayesinde askere
alınmaktan paçasını kurtaran Arşen Terlemezian'la görevimiz vesikalar* temin etmekti.
Bu iş için ölüleri yeniden hayata döndürüyor ve kadınlar adına düzinelerce kimlik kartı
doldumyorduk. Bu tarz sahtecilikte çabucak birer uzman kesilmiştik. Aslında
arkadaşlarımız: bir evd^n ötekine taşımanın en güvenilir yolu onları sahte doğum tarihleri
taşıyan kimlik belgeleriyle donatmaktı. Bu tahrif işlemi göründüğü kadar zor değildi. Bazı
kaçaklar gerçekten de on altı yaşın altındaymış gibi gösterecek kadar genç
görünüyorfardı. Biraz daha büyük olanlaraysa altmışlık görüntüsü vermek her zaman
mümkündü. Polisin kendilerini sokakta çevirmesi durumunda bu sahte belgeler onlara
asker kaçağı olmadıklarını ispatlamaları imkanı veriyordu.
Kaçaklar arasında öylesine bir şöhret kazanmıştık ki akabinde bazı zengin tüccarlar
kendilerini askere alınmaktan kurtarmamız için bize ricaya gelir oldular. Bir defasında
Kayserili bir Tüccar için pastırma karşılığında sahte belgeler hazırlamıştık. Fakat Polis,
onu tutuklayıp, işkence ederek sahte belgeleri nereden temin ettiğini söyletmeye
muvaffak oldu. Bu sayede bize tuzak kurdular. Belge arayışındaki bir asker kaçağını
oynayacak bir Ermeni bulunarak, Polisin yakaladığı Tüccar vasıtasıyla bizle temasa
geçirildi (aynı Tüccar serbest bırakılması karşılığında muhbirlik yapmayı kabul etmişti).
İkisi birden, Galata'ya, içinde o sıralar on yedi yaşında olan eski arkadaşım Arşavir
Papazian'ın oturduğu, bir Rumun köprü yakınlarındaki evine geldiler. Tüccarın yanı sıra,
yeni belgelerle donanmış bir şekilde polisin casusu da evi terkeder terketmez biz de
dışarı çıktık. Tam giriş kapısını kapatıp sürgüsünü de çekmiştik ki Emniyetİ Umumiye
mensuplarının evi kordon altına almış olduklarını farkettik. Bu durumda tek bir çıkış yolu
kalıyordu. Yarım daire çizerek geri döndükten sonra bir omuz darbesiyle biraz önce kendi
ellerimizle kapattığımız kapıyı yere indirdik, akabinde bütün hızımızla çatıya çıktık.
Aşağıdaysa polisler, küfürler eşliğinde peşimize düşmüşlerdi bile. Korkunun da tesiriyle
olağanüstü bir gayretle kaygan kiremitlere tutunarak çatıya tırmandık. Bir ya da iki polis
peşimizden gelme rizikosunu göze aldılar. Kiremitleri kırıp, her adımda düşme tehlikesi
atlatarak, yine de dengemizi muhafaza etmek suretiyle çatıdan çatıya atlıyor ve
peşimizden gelenlere karşı bir miktar avantaj temin etmiş oluyorduk. Polislerden biri az
kalsın aşağıya düşüyordu. Daha ağır olan bir diğeriyse üzerinden atlamakta olduğu çatıyı
delerek kendini alttaki evin oturma odasında buldu. Çığlık ve bağırtıları sayesinde
muhtemelen bütün mahalle ayağa kalkmıştı. Etrafımızdaki kiremitler kırılıyor ve meyilli
çatılardan aşağıya doğru yuvarlanıyorlardı. Sonunda küçük bir ara sokağa atlayarak
izimizi kaybettirmeye muvaffak olduk.

Yine arkadaşım Arşavir'le birlikte bir kere daha tehlikenin eşiğinden döndük. Elimizdeki
sahte karnelerle ekmek satın almak üzere Şehzadebaşındaki Türk mahallesine gitmiştik.
Asık suratlı ufak tefek bir adam olan fırıncı karnelerimizi almış ama ekmeği vereceği
yerde onları tezgâhın üzerine koyarak çırağına bir kaç kelime mırıldanmıştı. O da hemen
ardından dükkânı terketti. Tehlike içinde olduğumu biliyordum fakat evde bu ekmeği
bekleyen arkadaşlarımı düşündükçe ellerim boş ayrılmak işime gelmiyordu. Ekmek
karnelerimizdeki bilgilere göre bir lokantada çalışıyorduk. Tezgâhın üstünde duran beş
somun ekmeği alel acele torbama indirirken fırıncıya:

"Bakın, bugün için yedi somun ekmek hakkımız var; arkadaşım müşterileri daha fazla
bekletmemek için bunları lokantaya götürecek" dedim.

Bunu duyan Arşavir torbayı kapıp koşarak uzaklaştı. Öfkesinden cinleri başına üşüşen
fırıncı tam ağzını bozacaktı ki bitişikteki caminin minaresinden birdenbire Allahü Ekber
nidası bize ulaştı. Müslüman fırıncı sessizliğini muhafaza etti. Müezzinin sesi onu tesiri
altına almışa benziyordu. Sokağa bi göz attım. Arkadaşım gözden kaybolmuştu bile. Bu
arada fırıncının çırağının bir polisle beraber dönmekte olduğunu görünce çok geç
kaldığımı söyleyip, fırıncıyı düşünceleriyle baş başa bırakarak, fırını terkettim.

Yaklaşık bir yıldır aranmakta olan Profesör Khatchatourian tutuklandığı zaman az


kalsın ben de yakayı ele veriyordum. 1916 yılı başlarıydı. Üzerimde bakkal önlüğüyle
gıda maddeleri ve Muş'lu Kegham'ın mektubunu kendilerine teslim etmek üzere içinde
Profesör ve diğer kaçakların saklanmakta olduğu Uncuyan apartmanına doğru
gidiyordum. Köşeyi dönüp sokağa girdiğim zaman bir yığın polis memuruyla burun
buruna geldim. Biraz sonra başka polisler, meşhur Ermeni hainlerinden Vahe İhsan'ıh
önünden, Profesörü, avukat Samuel Rouchdouni'yi ve tanıyamadığım bir diğer şahsı ile
kaka dışarıya çıkardılar. Khaîchatourian, İstanbul'un en çok sayılan kişilerinden biri
olduğu için haber çabucak yayıldı. Tutuklanışı, artık kendini sahipsiz kalmış olarak
hisseden Ermeni cemaati içinde derin bir teessüre yol açtı.

Kaçaklar dünyasının bir adı da vardı. Ölüm tehdidi allında bile bu insanlar mizah
duygularını muhafaza etmeyi bildiler. Yaşadıkları zorluğu tasvir edebilmek İçin alaycı bir
ifade bulmuşlardı: Tavan taburu. Gerçekten de onlar tavan araları, mahzenler ile gizli
bölme ve geçitlerin askerleriydiler. Kendilerine istihzayla bu adı yakıştırırken aynı
zamanda hem kendileriyle hem de polis, casuslar ve hainlerle alay ediyorlardı.

Savaşın bu korku dolu yıllarında İstanbul Ermenileri tehdit altında bulunan


soydaşlarının nazarında gerektiği şekilde davranmasını bildiler. Bu talihsiz mazlumlarla
ekmeklerini paylaşıp, evlerini sığınak haline getirmek için kahramanca gayret gösterdiler.
Bir an bile şikayet etmeksizin günlük gerginliklere, mali zorluklara, ürkütücü ve
aşağılayıcı ev baskınlarına tahammül edip kendilerini binlerce kez tehlikeye attılar. Bu
dehşet günlerinde, ezilen insanlar kendilerini fazilet sahibi olarak göstermesini bildiler:
Sarhoşlar, fahişeler, mücrimler vedünyanın her yerinde polis karakollarının müdavimleri
sayılacak cinsten kişiler ekmek ve diğer gıda maddelerinin bulunup dağıtılmasında
yardımcı olurken sadık ve ağzı sıkı bir şekilde hareket ettiler. Tüm sahalarda Ermeni
hayatının can damarını oluşturan Esnaf dediğimiz orta tabaka gibi, İhtilâlci hareketlere
sırtını dönmüş durumdaki varlıklı ve muhafazakar üst tabaka da kaçaklara yataklık etti.
Kendi ailelerinin sağladığı koruyucu ortam içerisinde sakin ve güvenli bir hayat
geçirdikten sonra büyük bir gayretle günlük istihkakları olan İki yüz elli gram .ekmeği
kaçaklarla paylaşmaya başlayan ve o yaştan sonra gündelikçiliğe soyunarak onların
elbise, çamaşır ve çarşaflarını yıkayan babaannelerle ihtiyar kızların insanı
duygulandıran davranışlarını nasıl unutabiliriz. Bu mukavemet hareketi karşısında ne
resmi tebliğlerin ne de polis tehditlerinin bir etkisi oluyordu. Her birinin mümkün
olduğunca daha çok hayat kurtarmaya yeminli olduğunu da söyleyebiliriz.

işte bu şekilde Tavan arası ordusuna mensup on beş bin nefer savaş boyunca hayatta
kalmayı başardılar.

Mütarekeden sonra, ölüm yürüyüşünden hayatta katanlarla beraber binlerce yetim


şehre doluştuğu vakit, İstanbul Ermenileri bir kez daha cesaretlerini gösterdiler.
Yetimhaneler açıp, yardım sandıkları kurarak Türk barbarlığının kurbanlarına ilaç ve
bakım temin ettiler. Bir yıi içerisinde bu yaı; ölü durumdaki yaratıkların büyük çoğunluğu
yeniden insan görüntüsüne sahip olmuştu. Hiç bir yetişkin ve hatla çocukların bazıları
yaşamış oldukları eziyetleri unutamayacaklardır, yine de en azından yemeyi ve uyumayı
yeniden öğrenmişler, çocuklarsa şarkı söyleyerek oynamaya başlamışlardı. Tabiatıyla
hepsinin aklında tek bir fikir bulunmaktaydı: Mümkün olduğunca çabuk Türkiye'yi
terketmek. Yunan hükümeti hayatta kalanlar için tüm muhaceret kısıtlamalarını
kaldırmıştı. Bu şekilde binlerce Ermeni Yunanistan'a gitmek üzere yola çıktı. Asırlar boyu
Osmanlı boyunduruğunda kalmış Suriye ve Lübnan gibi bazı Arap ülkeleri de aynı
şekilde Ermeni mültecilerini kabul ettiler. Bu şekilde halkım için yeni bir hayat başladı.
Jöntürkler "Ermeni meselesini bir kerede kökünden" halledememişlerdi. Bilemedikleriyse,
kendi isimlerini sonsuza dek katil, soykırımcı ve barbar kelimeleriyle eşdeğer hale
getirdikleriydi.
İKİNCİ BOLUM SOKAKLARDAKİ KAN

Savaşın ilk yıllarında daimi surette aç geziyorduk. Aynı şekilde kılık kıyafet bulmakta
çok zordu ama bu durum o zaman gözümüze o kadar kötü görünmemekteydi. Mütevazi
ailelerin karaborsadan alışveriş etmeye güçleri yetmiyordu. Ekmek karneye bağlanmıştı.
Fırıncılar ve yanlarında çalıştırdıkları kişiler bu hali sonuna kadar istismar etme fırsatını
kaçırmıyorlardı. Ürettikleri ekmeğin büyük kısmını kendi tüketimleri İçin ya da
karaborsada satmak üzere ayırıyorlardı. Dükkânlarının önündeki kuyruktan sabırsızlık
emareleri yükseldiği zaman ağızlarından bütün ekmeklerin satıldığını işitmek nadir
değildi. Bu durumda bir sonraki fırının önünde yeniden saatlerce beklemek gerekiyordu.
Eğer fınncının o gün kafası bozuksa bu arada bazılarınınkinin bütün savaş boyunca
düzelmediğini söyleyebilirim elimizde ekmek kuponlarımız olsa bile zaman zaman
kendisi ya da işçileri tarafından kapının önüne konuyorduk. Sebzeler ateş pahasıydı.
Sadece soğan, patates, fasulye ve ara sıra bir balkabağı alabiliyorduk, sekerse çoktandır
dükkânlardan kaybolmuştu.

O sırada bir uzak akraba yardımımıza yetişti.

Beni bir tavsiye mektubuyla beraber, o zamanlar Almanların idaresi altında bulunan,
Tramvaylar şirketi'nin müdürüne yolladı. Müdür Mösyö Grünberg beni biletçi olarak işe
alınca güzel günler böylece başlamış oldu.

Tüm diğer biletçiler gibi her gün elimden geçen miktarla kıyaslandığında komik
sayılacak bir parayı yevmiye olarak alıyordum. O dönemde tramvay hizmetleri
olağanüstü bir laçkalık İçinde olduğundan, bu durum "bal tutan parmağını yalar" misali
çoğunluğu Rum ve Ermenilerden oluşan personele ilave kazanç temin etme fırsatını
veriyordu. Bir kaç genç türk beyzadesi de askerlik hizmetinden kaçabilmek İçin personel
listesine kaydolmuşlardı. Ama onları nadiren görmekteydik. Her hafta, bilet vermeksizin
paralarını aldığımız yolcular sayesinde fazladan bir kaç kuruş toplamayı başarıyorduk.
Kontrol görevlileriyse paylarına düşeni aldıkları müddetçe bizi kolluyorlardı.

Böyle bîr talihe daha fazla güvenemezdim. Başlangıçta bana bir maaş ve üniforma
sağlayan bir iş bulduğum İçin çok mutluydum. Askere alınma korkusunu da üzerimden
attığım için sokaklarda rahatça dolaşabiliyor ve polis görevlilerinin gözlerinin içine
bakabiliyordum. Her ne cinsten olursa olsun üniformaya karşı saygıları vardı. İlk günlerde
yeni fonksiyonlarım beni bayağı tedirgin etmişti. Gördüğüm her şey beni
aptallaştırıyordu. Akabinde herkesin kendi hesabına çalıştığını anlayınca ben de aynı
şekilde davranmaya karar verdim. İtiraf edeyim, uzun bir müddet için tramvayın dört
tekerinden en azından üçü benim için döndü diyebilirim. Arkadaşım Arşavir Papazian da
aynı şekilde biletçi olarak çalışmaktaydı. Birbirimizden ayrılmaz olduğumuz için gittiğimiz
her yerde bizi "İşte vurguncular geliyor" diye karşılıyorlardı.

Müfettişler, Grünberg'e giderek gelirlerimin artışından şikayet etmeye başlamışlardı. 0


da, vazifemi değiştirerek beni, aslında bir müfettişlik işi olan kontrol memurluğuna getirdi.
Bu da benim avantajıma oldu diyebilirim. Bu değişiklik, hoşnutsuzluğa bir son verirken,
pozisyonumun kritik bir şekilde düzelmesine yol açtı. İş daha az yorucu olmasına
rağmen, görevim onları kontrol etmek olduğundan, biletçiler çevresi içinde kâr payı sahibi
olarak kalmaya devam ettim.

Bu durumda işten başka faaliyetlere daha fazla zaman ayırabiliyordum. Başta


operetler olmak üzere tiyatrodan çok hoşlanıyor ve Balyan'm meşhur tiyatro kumpanyası
Leblebici Horhor Ağa isimli müzikal Türk komedisini oynadığı zamanlar Galatasaray'daki
Odeon tiyatrosuna gidiyordum.
Bunun ardından Grünberg, şirket çalışanlarına ait ekmek ve gıda maddelerinin dağıtım
işini bana verdi. Hepsi de, böylesine hayati hizmet veren personele uygun bir günlük
istihkak almaktaydı. Ekmek istihkaklarının uygun olduğunu söylemeliyim. İaşe ambarının
anahtarlarını elimde bulundurduğum için tartışılmaz bir güce sahiptim. Bu zaman
zarfında asker kaçağı arkadaşlarımız ve diğer aileler kilo almaya başladılar. Ama şehir
sokaklarında üniformalı dolaşmak özellikle hoşuma gidiyordu. Her zaman için temiz ve iyi
ütülenmiş giysime büyük özen gösteriyordum.

Göstermiş olduğu nezaket için Mösyö Grünberg'e teşekkür etmek istiyordum ama
bunu nasıl yapacaktım. Hiçbir hediyeyi kabul etmeyeceğini biliyordum. Neticede oldukça
makbule geçecek bir yol buldum. Boğaz'ın en iyi balıklarından, taze ve lezzetli, bir levrek
ve bir batunya alarak ona götürdüm.

"Amcam balıkçıdır. Bu küçük hediyeyi kabul ederseniz onu çok memnun edeceksiniz"
dedim.

Tramvaylar şirketinin disiplin kurulu celselerine iştirak eden Başmüfettiş Filipucci ve


Cenanı Bey para ve hediyeleri büyük bir memnuniyetle kabul ediyorlardı. Onların iyi
niyetlerinin devamını sağlamak için gereken gayreti göstermeyi hiçbir zaman ihmai
etmedim. Her gün, iki ya da üç biletçi kendi hesaplarına sahte bilet imal ettikleri
suçlamasıyla kurul önüne çıkarılmaktaydı. Bunların çoğunluğu Cenani Beye vermiş
olduğum önemli miktarda paralar sayesinde işlerini muhafaza edebildiler.

İmtiyazlı pozisyonum sayesinde diğer çalışanlar benim işlerime karışmadan izlemekle


yetiniyorlardı. Grünberg için alışveriş yapıyor ve zaman zaman çok güzel bir Ermeni olan
Müdürün karısına alışverişlerinde paketlerini taşımak suretiyle eşlik ediyordum. Beni bu
işe yerleştiren akrabamız Mösyö Nourdjian şirkette başteknisyen olarak çalışmakta ve
Grünberg ile aynı kulübe devam etmekteydi. Onun bu sağlam pozisyonundan da istifade
ettim.

Hayatımın bu dönemi, biraz da ölçülü bir neşeyle, İstanbul'daki hayatın farklı yönlerini
keşfetmemi sağladı. Bu esnada eğitimimi de tamamladım. Bazı Türk biletçileri bir araya
gelerek başkentin namlı yankesici çetelerini oluşturuyorlardı. Bir araçtan ötekine
gezerken cüzdanı sağlam yolcuları tesbit ediyorlar ve bu kurbanlan bir göz işaretiyle
yankesiciye gösteriyorlardı. Ara sıra yankesici iş üzerinde yakalanıyor ama hemen
ardından çıkan arbedede biletçilerin de işbirliğiyle olay mahallinden uzaklaşmaya
muvaffak oluyordu. Polis İse her zamanki gibi her şey bittikten sonra ortaya çıkıyordu.

Bir gün Harbiye Nezareti'nin bulunduğu Bayazıt semtinde normal teftiş vazifelerinden
birini ifa ederken trafiği engelleyecek şekilde durmuş bir tramvay gözüme çarptı. İşittiğim
çığlıklar üzerine vagonlardan birine atladım ve kendimi inanılmayacak bir gösterinin
önünde buldum. Bir Türk paşası biletçiyi tokatladıktan sonra küfürler eşliğinde kabalarına
doğru tekmelemeye koyuluyordu. Zavallı biletçi dehşet içinde çırpınmaktaydı. Biraz da
ihtiyatla müdahale etmeksizin beklemeyi tercih ettim. Benden daha cesur biri bile bir
askere davranışlarını tasvip etmediğini söylemeye cüret edemezdi. Yolcuların da
korkmuş bir halleri vardı; onlar da aynı şekilde Paşanın merhametine kalmışlardı. Peki ne
olup bitmişti?

Ne olduğunun çabucak farkına vardım. Yeterince sık görüldüğü gibi o gün de bir
cereyan kesilmesi vuku bulmuş ve Paşa bu aksilikten bizzat biletçiyi sorumlu tutarak
neticede işitmek zahmetine bile katlanmadığı izahat talebinde bulunmuştu.

"Fakat Paşam” diyordu Biletçi gözyaşlarının arasından, “Tramvay durdu zira elektrikler
kesildi. Bu benim kabahatim değil, lütfen anlayış gösterin."

Paşaysa bağırıp çağırmaya devam ediyordu:

"Niçin kesildi öyleyse? Hem ne ki bu elektrik! İşte bu sana bir ders olsun ki bir daha
tekerrür etmesin."

Sonunda sayıp söverek tramvaydan indi. Artık Biletçiyi teselli edebilirdik. Herkes derin
bir nefes almaktaydı.

Bazense tramvay bir polis devriyesi tarafından durdurulduktan sonra polisler yukarı
çıkarak genç insanları ararlar. İşte böyle bir durumda askeri karneleri ve izin evrakını
ibraz etmek gerekir. Av köpekleri gibi polisler de kaçakları tesbit ederek gizlendikleri
yerden çıkarmakta özel bir yetenek sahibidir. Zavallı Hıristiyanlar böylece karga tulumba
götürülürler. Bir genci alakadar eden vakayı hatırlıyorum. Polis vagona çıkar çıkmaz beti
benzi atmıştı. Memurlardan biri onu ensesinden yakalayarak en ağır küfürler eşliğinde
deli gibi silkelemeye başiadt. Yolcular ölüm sessizliği içinde olup biteni izliyorlardı.
Öfkeden içim İçime sığmamasına rağmen elimden hiçbir şey gelmiyordu. Neticede polis
onu tevkif ederek beraberinde götürdü. Yaklaşık on sekiz yaşlarında güzel bir Rum
delikanlısıydı.

Kaçakları takip etmede gösterdikleri büyük iştiyaka rağmen Polis, Tramvaylar şirketi
idaresini gücendirmemeye de fevkalâde ön^m vermekteydi. Şirket aslında bir Alman
imtiyazıydı. Haddinden fazla sıklıkta gerçekleşen duraklamalar ve hizmetin uzaması
zaman zaman sorumluların asabını bozmaktaydı. Birinci mevkide seyahat eden yüksek
seviyeli devlet görevlileri de ayni şekilde bu gecikmelere zar zor tahammül ediyorlardı.
Harbiye Nezaretindeki bir top^ lant! sonrası evine dönmekte olan bir devlet yetkilisinin
polisleri aşağıya indirterek kaçak avlarına bir başka yerde yahut bir başka zaman devam
etmeleri gerektiğini söylemesi nadiraîtan değildi. "Haydi, gidin onları evlerinde yakalayın,
bizi de daha fazla geciktirmeyin" tarzında bir cevap Türk subay ve kamu görevlilerinin
mutad tepkisiydi. Bundan ötürü polis, tramvayları durdurmaktan çekiniyor ve işlerini daha
çabuk bitirmek İçin kondüktör, biletçi ve kontrol görevlilerinden işbirliği yapmalarını talep
ediyordu. Bunun üzerine insanların aşağıya inmesini engellemek ve gereksiz tekrarlara
mani olmak amacıyla daha önceden kontrol edilmiş vagonları işaretlemek için tramvay
içinde yer tutmaya başladık.

Bir gün bu tür bir aramanın sebep olacağı cinsten bir kargaşa içerisinde birkaç kaçağa
yardım etme imkânı buldum. Bir grup polis sokakta beklerken meslektaşları biraz da
aceleyle vagonları kontrol etmeye başlamışlardı. Önümüzdekini bitirdikten sonra bizim
vagona doğru yaklaşıyoryardı. Sıra bize gelirken bir Ermeni yanıma yaklaşarak
"Belgelerimi evde bırakmıştım, buradan bir başka çıkış yolu yok mu?" diye mırıldandı.

Bizi bu halde gören iki Rum genci yanıma gelerek aynı talepte bulundular. Onlara
Rumca, bir çözüm yolu bulmayı deneyeceğimi söyledikten sonra kondüktöre hareket
etmesi talimatını verdim. Tramvay hareketi geçmişti ki polislerden biri durmamızı ihtar
etti. Kolumu kalaırarak, sanki daha önce bizim vagon aranmışçasına, Türkçe “Tamam!"
diye bağırdım. Polis memuru bana inandı ve böylece bu üç Hıristiyan, en azından o gün
için, kurtulmuş oldu.

Akşamlarımı bizim evde kalmakta olan kaçaklarla ilgilenerek geçiriyordum.


Başkalarına olduğu gibi onlara da bol miktarda gıda maddesi temin etmekteydim. Fakat
senelerdir kapalı bir ortamda yaşamakta olan bu insanlar dışardan kendilerine
ulaştırılacak haberlerin de açlığı içindeydilerdi ki buna da bir çözüm bulmak yine bana
düşüyordu. Üniformam bir kalkanmışçasına beni korumaktaydı. Her yere gidebilir hatta
bir Türk devlet görevlisiymiş gibi hareket edebilirdim. Tramvaylar memuru statüsüne
sahip olmam, Polis ve Emniyeti Umumiye mensuplarının Anadolu'dan gelen memur ve
tacirlerlerle buluşarak onlardan, cereyan etmekte olan katliamlar hakkında en yeni
haberleri aldıkları cafelere devam etmeme imkân vermekteydi.

Aynı zamanda rakı da verilen bu dumanlı ve kir pas içindeki kahvelerden birinde kendi
gözlerimle ilk defa, tehcir İşlemlerinden sorumlu özel organizasyon olan, Teşkilâtı
Mahsusa mensuplarını gördüm. Çetelerin yeni fonksiyonunu işaret eden fes ve
postallarıyla bu iğrenç sabıkalılar İzinli olarak, üzerinde kan lekesi bulunan paralarını
caie ve genelevlerde harcamak üzere metropole gelmişlerdi.

Konuşmalar savaş üzerinde seyrediyordu. Tüm memurlar ve kır sakallı, türbanlı tacirler
gibi bu çeteciler de Türk birlik ve subaylarının başarılarını iftiharla anlatırken; Kafkas
cephesindeki Moskof gavuru ordularıyla, Güney ve Gelibolu cephesindeki İngiliz, Fransız
ve Avustralya gavurlarına ait birlikler en hafifinden hakir görülerek anılıyordu.

Bazı çetecüerse alâkayla dinlediğim başka hikayeler anlatmaktaydılar. Anlatılmaz bir


coşkuyla Ermenilerin göç ettirilişi ve öldürülmelerinden bahsediyorlardı. Kartları ve
çocuklarının gözleri önünde, erkekleri işkence ederek nasıl yavaş yavaş öldürdüklerini
tasvir ediyorlardı. Müstehcen bir lisan kuilanarak Ermenilere ne yaptıklarını izah
etmekteydiler. Binlerce süt çocuğu ve bebeğin öldürülüşünü anlatırken ayrı bir zevk
alıyor gibiydiler. Eğer 'Buchenwald köpeği1 yahudilerin derilerinden koleksiyon
yapıyorsa, bu adamlarsa, kendi hesaplarına, öldürülen Ermenilerin meme başlarını
biriktirmekle övünmekteydiler. Aşikâr bir şekilde gavurlardan ele geçirdikleri ganimetten
gurur duyuyorlardı.

Bu şahıslardan hiçbirinde pişmanlık, tiksinti ya da suçluluk duygusunun izine dahi


rastlanmıyordu. Sanki Jöntürk Hükümeti ülkeye büyük bir hizmette bulunmuş gibi
davranıyorlardı. Onları dinleyenler de aynı hava içerisindeydi. Anlatılan dehşet
hikayelerini sadece zevkle değil ayrıca gıptayla dinlemekteydiler. Zaman zaman çeteciler
çaldıklarından örnekler gösteriyorlardı: Altın bir saat, bir evlilik nişanı, kolyeler ve hatta
bir ipek rob. Bu eşyaları satıyor ve akabinde etraflarını çeviren hayrankar kalabalığa
"Gavurun malı her zaman helâldir" djyerek, ellerindeki paraları şıngırdatıyorlardı.
Rüşvetle beslenen polis memurları ve diğerleriyse hasetlerinden çatlamak üzereydiler.
Daimî surette çetecilerin her kula nasip olmayacak derecede talihli olduğunu
söylüyorlardı. Bir gün çetecinin biri binlerce Ermeninin öldürülmesi üzerine, insanın
kanını donduran bir hikaye anlatıyordu ki, dinleyenlerden bir Türk "Kökleri de kurumadı
ki" diyerek ona cevap verdi. Akşamleyin eve döndüğüm vakit bu konuşmayı
arkadaşlarıma da anlattım.

Bu cafelerden birinde Gizli Polisin en faal üyelerinden Eşref ile tanıştım. Savaştan
sonra, Ermeni haini Vahe ihsan, Büyük Vezir Said Halim Paşa ve diğer Türk devlet
adamlarıyla hesaplaşırken, beni daha önceden şahsen tanımış tek Emniyet mensubu
olan işte bu Eşref seneler boyu ara vermeksizin beni takip edecek ama bir türlü
yakalamaya muvaffak olamayacaktı.

Savaş sırasında Eşref, Gizli Polis görevlisi diğer memurlarla birlikte bizim evi aramaya
geldi. Muhtelif vesilelerle beni sorgulasa da her defasında onu suçsuzluğuma
inandırmıştım. Ona ne zaman bir kaçak gelip bizim eve sığınmak isterse anında
kendisine haber vereceğime dair söz de vermiştim. Haddizatında ben de bir çeşit memur
sayılabileceğim için, sadece çalıştığım işi değil aynı zamanda hayatımı da riske atacak
tarzda bir delilik yapabileceğimi tahmin etmiyordu.
Eşref, akıllı ve kurnaz bir adamdı. Asla rüşvet kabul etmezdi. Yaklaşık kırk beş
yaşlarında, soluk benizliydi. Umumiyetle kendi düşünceleri içinde kaybolmuş bir hali
vardı. Kısmı Siyaside çalışan bir başka memur olan Ali Rıza'nın aksine Öyle gaddar ki bir
tavrı da yoktu. Diğerinin ve bazı meslektaşlarının kıyıcılığıysa dillere destan olmuştu.

Savaş devam ederken, bir ya da iki defa Eşrefe bir kahve ikram etmek fırsatını
bulmuştum. O sıralarda bolca para harcamaktaydım. Bu paraların nereden geldiğini
bildiği için, beni yığınla para harcarken görünce neşelenip gülüyordu. Bir defasında onu
Odeon tiyatrosuna götürmek için ısrar ettim. Yarım saat kaldıktan sonra işini öne sürerek
çekip gitti.

Sanki Eşref, geceleri de hiç uyumuyordu. CafĞdeki arkadaşlannın dediklerine bakılırsa


kaçakları takip ederek yakalama vazifesini üstlenmiş olan îek kişiymiş gibi
davranmaktaydı. Cşrnf ve ben karşılıklı olarak diğerinden bilgi edinmeyi ümit
etmekteydik. Onunla olan ilişkilerimde oldukça temkinli ve her zaman İçin naziktim. Ona
kaçakları teslim edeceğime dair her söz verişimde bana: "Çok iyi evladım" diye cevap
veriyordu.

Bizim ev, Özel bir şeküde ilgisini çekmekteydi. Bunun sebebinin Vahö İhsan
olduğundan şüpheleniyordum. Akabinde gelişen hadiseler haklı olduğumu gösterecekti.

Vahe İhsan Anadolu'da, Erzincan vilayetinde doğmuştu. Soyadı Essayandı.


Muhtemelen gençlik yıllarında İstanbula gelmişti. Savaşın başlarında kırk ya da kırk beş
yaşlarında olmalıydı, şehirde hepsi de iyi Hıristiyan ailelerine mensup bir yığın akrabası
mevcuttu. Bu akrabalar onu hakir görüyor ve açıkça, ailelerinden biri olduğunu
söylemekten hoşlanmıyorlardı. Bir Ermeniyle evlenmiş ve ondan iki oğlu ve bir kızı
olmuştu. Karısı ve çocukları Essayan adını muhafaza etmişlerdi. Fakat çocukların
büyüdüklerinde soyadlarını değiştirerek Türkiye'yi terkettiklerini de biliyorum.

İhsan, Türklerin kaderine ortak olmaya karar vermişti. Hıristiyanlığı terketmiş, ismini
türkleştirmiş ve Türk Gizli Polisinin Siyasi şubesi tarafından kendisine verilen bir işte
çalışmaya başlamıştı. Ttpkı diğer Ermeni hainleri gibi gayretli ve acımasız bîr ajandı.
Kısa bir müddet içerisinde şubenin en güvenilen kişisi haline gelmişti. Sorumluluğu
altında düzinelerce Türk çalışmaktaydı. Türk Kumandanlığının prensiplerini kabul ettikten
sonra onları her yaptığı yanına kalacak şekilde canının istediği gibi uyguluyor ve bir boş
sebebe baş koyuyordu. Onu pembe yanaklı, karamsar bakışlı, uzun boylu, güçlü kuvvetli
bir adam olarak hatırlıyorum.

Bu şahıs kelimenin tam manasıyla bir felaketti. Sanki hiçbir zaman dinlenmiyormuş
gibiydi. Gece ve gündüz, polis devriyelerinin eşliğinde sokakları arşınlardı. Onun
yokluğunda bir tevkifat vuku bulsa bile ardından suçlamanın ondan geldiğini öğrenirdik.
Binlerce kişinin sürülmesinden ve düzinelercesinin asılmasından bizzat sorumluydu.
1915 yılında tutuklanarak sürgüne gönderilen Ermeni cemaat liderlerinin listesini de bir
başka Ermeni haini Hidayet ile beraber hazırlayan yine oydu. Daha önceleri, 1914
yılındaysa, altı ay hapiste tutulduktan sonra asılan, Taşnak partisinin yirmi yöneticisinin
tutuklanmasında da parmağı bulunmaktaydı.

Kaderin bir cilvesi olarak İhsan, Pera'da burnumuzun dibinde oturmaktaydı. Avlularımız
bitişik olup arka pencerelerden birbirimizin evini görebiliyorduk. Kendi
komşuluğundakileri kontrol etmek için özel bir gayret göstermekteydi. Daimi gözlem
altında tutulmaktaydık. Evimizin tam karşısında bir Rumun evinde oturan genç bir Ermeni
tabibinin tutuklandığı günü hatırlıyorum. Bu şahıs Tıp tahsilini tamamlamak amacıyla
askerden muaf tutulmak için bedel ödemişti. Diplomasını alır almaz da silah altına alınma
kararını anında burnunun ucuna dayadılar. Oysa daha önceden, Hükümetin soydaşlarını
toplukıyıma tabi tuttuğunu duymuş ve böyle bir hükümetin hizmetine girmektense tavan
taburlarına katılmıştı. Birkaç defa ihsan, adamlarını Rumun evine göndermiş, o da onları
içerde kimseyi saklamadığına ikna etmişti. Kaçağın gizlendiği yer çok iyiydi. Bu durumda
İhsan, operasyonu bizzat idare etmeye karar vermişti. Resmi ve sivil kıyafetli polis
memurları evi kuşatırlarken, diğer bir grup da içeri giriyordu. İhsan ise kentlinden oldukça
emin bir şekilde sokakta beklemekteydi. Bir müddet sonra polis görevlileri mırıldanarak
dışarı çıktılar.

"Çatıya baktınız mı?" diye sordu İhsan. "Çabuk çatıya çıkın. Kaçağın orada olması
gerekiyor."

Dedikten sonra, kendinden emin tavrını zerre kadar kaybetmeksizin bağırmaya


başladı. Zavallı delikanlıyı gizlendiği yerden çıkmaya cesaret ettiği anda tesbit etmiş
olduğu ayan beyan belli oluyordu. Şeflerinin talimatına uyan görevliler neticede kaçağı,
canını kurtarmak için çatıdan sarkmış bir durumda buldular. Avlarını yakalamış vaziyette
yeniden sokakta göründükleri vakit İhsan, en yakındakine tokadı basarken;

"Salaklar, her defasında arkanızda mı durmam lazım!" diye bağırıyordu.

Genç tabibi bir daha hiç görmedik. Evin sahibi Rum aileyse, biraz da şans eseri,
evlerinde kalan bu şahıs hakkında hiçbir şey bilmediklerine polisi ikna ederek cezadan
kurtuldular.

Bu ev aramalan dönemi yeniden gözümün önüne geldiği vakit, özellikle korku dolu bir
gecenin hatırasını da yeniden yaşıyorum. 1916 senesiydi. Bizden, gizlice İstanbul'a
girmiş bulunan bir İtalyan subayını barındırmamız istenmişti. Ona Leonardo adını
takmıştık. Bütün gün boyunca İtalyan, o sıralar bizde yaşamakta olan, Taşnak partili
arkadaşlarla planlarını tartışırdı. Akşamlarıysa erken yatardık. Gece yarısına doğruysa
bütün mahalle çoktan uyumuş olurdu. Alacakaranlık sokak içerisinde tek göze çarpan,
gaz lambalarından yayılan loş ışıklardı. Yarı uyur vaziyette bitişiğimizdeki Katolik
Mektebinin çan sesini işittim. Evin içerisinden de gürültüler kulağıma gelmekteydi.
Bunların hepsini net bir şekilde hatırlıyorum, hatta o sıralar boğmaca geçirmekte olan ve
öksürük nöbetleri sayesinde hepimizi uykumuzdan eden komşumuzun torununun sesini
bile işitebiliyordum.

Yorucu bir gün geçirmiş olup hepimiz de oldukça gergin bir vaziyetteydik.
Leonardo'nun gelişinden itibaren Polis, mutad ev aramalarına yeniden başlamış ve
nerdeyse mahalledeki tüm evleri ziyaret etmişti. Bu esnada daha güvenli bir barınacak
yer aramaya kalkışan bazı kaçakları da ele geçirmişti. Taşnak partisinden iki arkadaş
kalmak üzere bizim eve gelmiş bulunmaktaydı. Güneşin batışından itibaren gece
bekçisiyle davulcusu sokaklan arşınlayarak silah başı çağrısını tekrarlamış bu arada
kaçaklara ve onlara yataklık edenlere karşı tehditler savurmayı ihmal etmemişti: 'Onların
hepsi asılacak!" sözünü davul eşliğinde tilâvetle söylüyordu gece bekçisi. Yakıttan
tasarruf edebilmek ve bir an önce uyumak için erkenden yatmıştık ki, saat ona doğru
aynı bekçinin sesi bizi bir kere daha uykumuzdan etti. Bu defa bir yangını haber
vermekteydi. “Yangın var!' çığlıkları sürü halinde gezmekte olan sokak köpeklerinin
havlamalarına ve olay mahalline doğru seyirtmekte olan meraklıların konuşmalarına
karışıyordu.

Ansızın kapının yavaşça çalındığını işittim. Yataktan fırlayıp, pencereye doğru koştum.
Bir polis devriyesi evimizin tam önünde gölgeler İçerisinde beklemekteydi. Panik içinde,
gizlediğimiz on iki kişiye haber verebilmek için bir nefeste ikinci kata çıktım.
Benim gibi kaçakları da bir türlü uyku tutmamıştı. Elimde lambayla odalarına dalar
dalmaz hepsi ayağa fırladı. Alacakaranlık içerisinde bir an içinde bir kıyamettir koptu,
herkesin kolu bacağı birbirine karışmış durumda her kafadan bir ses çıkmaktaydı. Bu
arada odadaki masalardan biri devrildi. Bu arbedede elimdeki lambayı da yere
düşürdüm. Ortalığa zifiri karanlığın hakim olması, durumu daha da ağırlaştıracağına, bir
anda hepimizin sakinleşmesine sebep oldu.

Şimdiyse polis, tehditler eşliğinde kapıyı yumruklamaya koyulmuştu. Hemen


açmadığımız takdirde kapıyı kıracaklarını söylüyorlardı. Arkadaşların bu gibi olağan dışı
halerde gizlenebilmeleri için önceden hazırladığımız saklanma yerine girmelerine yardım
ettikten sonra zemin kata indim. Yarı yolda Leonardo'yta burun buruna geldim. İtalyan,
nefessiz kalmış bir vaziyette kan ter içindeydi. Bana Türkçe olarak, avludaki pencereden
kaçmaya çalıştığını ama aşağıda elinde revolverle bekleyen bir adamın kendisine mani
olduğunu söyledi. Vah İhsan'dan bahsettiğini hemen anladım.

"Çocuklar nerede?" diye tekrarladı Leonardo.

Evimizde kalıcı olmadığı için kendisine gizli yerimizden bahsetmemiştik. Bu yer bir
deha eseriydi. Daha önceden, içerde dünya kadar polis dolaşmış olduğundan evin hali
içler açışıydı; döşemedeki bazı tahtalar sökülmüştü, duvartarsa çatlak İçindeydi. Birinci
kattaki odalardan bir tanesiyse özellikle salaş bir haldeydi. Döşemedeki geniş yarıklardan
zemin görünüyordu. Aynı oda içerisinde, çatlak duvarlardan birinin ardı ve köşedeki
döşemenin altına rastlayan bir yerde on iki kişiden fazlasını barındırabilecek bir boşluk
bulunacağı kimin aklına gelirdi ki? Tavanı taşdan kubbe şeklindeki bu boşluk bodrumdaki
mutfağa dek uzanmakta, duvarın arkasında ortalama bir kuyu yüksekliğine erişmekteydi.
Duvarın üzerindeyse tencere ve tavalar asılı duruyordu.

Annem kapıyı açmak üzere aşağıya yönelmişti ki ona durması için haykırmak zorunda
kaldım. Dtşardansa polisin küfür ve bağırtıları bize kadar ulaşıyordu. Leonardo'yu
sığınağa kadar götürdüm. Derin bir nefes aldıktan sonra rahatlayarak İçeriye kıvrıldı.
Eski ve kırık bir kapı, girişi gizleme vazifesini görmekteydi. Onu tekrar eski yerine
oturtmak gerekiyordu. Kapıyı yerine oturttuktan sonra önüne birkaç kirli kundak attım
(kızkardeşimin iki küçük çocuğu vardı). Böylece illüzyon tamamlanmıştı. Tam bu esnada
polislerin büyük bir gürültüyle cümle kapısını aşağı indirdiklerini işittim. Evin içinde
çıkardıkları sesler kulağıma kadar gelmekteydi. O esnada holde beklemekte olan zavallı
annem resmen ayaklar altında kalmış ve sağı solu berelenmişti. Bu hadiseden sonra,
mide ve sırtındaki ağrılar, denediğimiz bütün ilaçlara rağmen bir türlü dinmedi.

Polislerin zemin katı işgal ettikleri anda odayı terkederek merdivenlere doğru yöneldim.
Aralarında Ali Rıza, akabinde cafelerde yeniden karşılaşacağım Eşref ve Türklere
muhbirlik yapabilmek için Ermeni Kilisesini terketmiş eski bir rahip olan Hidayel
bulunmaktaydı.

Eşrefe doğru her zamanki gülümsememle yaklaştım ama o bana pisliğe


bakıyormuşçasma bakt ve adamlarına emirler yağdırmaya devam etti. Daha önceden de
Ali Rıza ile beraber bizim evi aramaya gelmiş ve beni karakola davet ederek orada güzel
sözlerin eşliğinde birde yemek ısmarlayarak kandırmaya çalışmıştı. Ben de her zamanki
gibi gayet saygılı bir şekilde ne zaman bizim eve kaçakları getirirlerse anında kendisine
haber ileteceğime sö2 vermiştim.

Üstlerine yaranmak isteyen polisler, çırpınıp duruyorlardı. Merdivene üşüştüklerini


görünce "Dikkat edin çöküyor!" diye bağırdım. Bu, onların biraz da olsa yatışmasını temin
etti. Kızkardeştm Eliz gizlenme yerinin bulunduğu odada kapıyı üzerine kiiitlemişti.
Polisin kapıyı omuzlamaya başlaması üzerine içerden gelen sesin: işittim:

"Bir dakika lütfen, giyinik değilim."

Aceleyle onların yanına geldim ve kurnaz bîr eda içinde, biraz da abartılmış jest ve
mimiklerle üst katı işaret ettim. Hepsi bir anda merdivene hücum etti. Fırsattan istifade
odadan içeri girerek ortalığa biraz daha çeki düzen verdim. Kapıyı yerleştirirken
arkadaşlarımın İçerde derin bir nefes aldıklarını duyabiliyordum. Kapının uzun süredir
yerinden oynamadığını düşündürmek maksadıyla yere biraz da kül tozu serptim.
Ardından dışarı çıkarak bozum olmuş durumdaki polislere katıldım. Bu başarısızlıktan
Ötürü kanı beynine hücum eden Eşref, hâlâ avluyu kontrol altında tutmak için aşağıda
beklemekte olan Vahe İhsan ile görüşmek için çatıya tırmanmıştı. Ali Rıza'ysa bana
bakıyordu.

"Evladım." dedi Ali Rıza, kandırıcı bir sesle "Bak yalan yok. şimdi söyle bana, nereye
gittiler?"

Tam bu sırada Eşref yeniden aşağı inmişti. Ali Rıza'nın sorusunu kaale almaksızın,
avluya bakan pencereye doğru giderek aşağıya seslendim:

"Eşref Efendi, inanın bana biraz öncesine dek yatatktaydım”.

Beyefendi, bu memur hepsinin İçinde en hafifi ve en çeviğiymiş gibi görünüyor. Onun


için kuyunun dibine kadar inmek pek zor olmasa gerek."

Söz konusu şahstn adı Mehmet idi. Onu, meslektaşlarının ayaklan altında kalan
annemi tokatlarken görmüştüm.

"Haydi Mehmet, ne yapabileceğini göster bakalım." dedi, Ali Rıza.

Mehmet bana kötü kötü baktı. Emirlere itirazsız itaat edilmesi gerekiyordu. Beline bir ip
bağlandı ve yavaş yavaş aşağıya doğru sarkitılmaya başlandı. Ali Rıza ve diğerleri
dostça bakışlarla bana bakmaktaydılar; kendilerinden yana olduğuma İnanmışlardı.

"Burada bir Ailahın kulu yok." niye bağlıyordu, Mehmet.

"Efendi" dedim. Olabildiğince içten görünmeye çalışarak, "Kuyu öylesine derin ki,
dibine ulaşabilmesi için ancak iki boy ip yeterli gelebilir."

Polisler bu mevzu üzerinde düşünmeye devam ederken, aşağıdan yükselen Mehmet'in


sesi, daha kuvvetli ve yalvarırcasına, bir kere daha bizlere ulaştı. Bu karanlık delik
içerisinde yaklaşık dokuz metre gömülmüş durumdaydı.

"Yemin ederim ki kimse yok. Hiç kimse. Elimdeki mum da söndü Artık nefes
alamıyorum..."

Sonunda onu yukarıya çektiler. Kendine gelip de beni farkettiği zaman dişlerinin
arasından küfretmeye başladı. Ali Rıza ve Eşref ona zerre kadar dikkat etmiyorlardı bile.
içimden bir şey hazırlamakta olduklarını hissettim; kendi düşünceleri içinde kaybolmuşa
benziyoıiardı. Kendi aralarında alçak sesle konuştuktan sonra adamlarına gitmelerini
emrettiler. Bu emir ivedilikle yerine getirildi. İki şef de adamlarının peşi sıra gittiler ve
tekrar evimizle başbaşa kaldık.
Eve girebilmek için, iç kapıyı sürgülemeye yarayan demir kolu kırmaları gerekmişti.
Mümkün olduğu kadarıyla, gerisin geriye yerleştirmeye çalıştım. Ardından birinci kata
çıktım. Birdenbire Annem ve Kızkardeşimin çığlıkları kulağıma geldi. Bağırtılar zemin
kattan gelmekteydi. Aceleyle o istikamete doğru yöneldim. Kömürlerin içine gizlenmiş
vaziyette iki polis memurunu keşfetmişlerdi. Şüphe yok ki, aldıkları emir gereğince,
gizlemiş olduğumuzu tahmin ettikleri kaçaklara sürpriz bir baskın vermek amacıyla orada
saklanmışlardı.

Aslında boşuna beklemişlerdi. Her polis baskını sonrasında, aynen onların yapmış
olduğu gibi, evin içini oöa oda dikkatli bir şekilde aramayı adet haline getirmiştik. Hatta
tavana çıkıp, dönmeyeceklerinden emin olmak için pencerelerde bekliyorduk. Yirmi
dakika sonra, içeriye hava girmesini sağlamak için gizlenme yerinin önündeki kapıyı biraz
araladık. Arkadaşlarımızı oradan çıkartabilmek için evin içinde bizden başka kimsenin
bulunmadığına ve kuytu sokaklarda hiçbir polisin beklemediğine emin olmamız
gerekiyordu,

Küstah tavırları ve artık alıştığımız kabalıklarına rağmen, kömürler İçersine


gizlenmişken yakalanan şaşkın haldeki iki polis memuru suç üstü ele geçirilmiş hırsızları
andıran bir ruh haleti içindeydiler. Vaziyeti kurtarmak amacıyla biri bağırdı:

"Kim indi aşağıya?"

"Gördüğünüz gibi benim." diye aynı tonda cevap verdim.

Biraz oyalandıktan sonra evi terkettiler. Amirlerinin onları sert bir şekilde
azarlayacakları ve üzerlerine aldıkları vazifeyi ellerine yüzlerine bulaştırdıkları için
muhtemelen biraz da sopa yiyecekleri düşüncesi beni rahatlatıyordu.

Gecenin geri kalan kısmı ve izleyen günlerde bizi rahat bıraktılar. Ardından, Paskalya
akşamı, hepimiz aile sofrasının başına oturmuşken kapının hafifçe çalındığını duyduk.
Sokağa bakmak için tavan arasına çıktım. Aşağıda kolunun aitında defterler taşıyan fesli
bir Türk görünüyordu. Tehlikeli bir hali olmasa bile temkinli olmakta fayda vardı.
Arkadaşlarımız sığınağa girip saklandılar. Bu sefer her şey büyük bir sükûnet İçerisinde
cereyan etti. Annem odayı toplar, arkadaşlarımıza ait tabak ve bardakları kaldırırken,
zemin kata indim.

Kapıyı açtım. Türk, henüz hole bile girmemişken arkasından bir siluet içeriye süzüldü
ve onu bir ikincisi teferil. Bu. vAr polis devriyesi refakatinde ge!=n Eşref'di. Gayet nazik
bîr şekilde, son bir defa evi aramak için geldiklerini, işleri bittiği zamansa bir daha
rahatsız edilmememiz için hiçbir kaçağa yataklık etmediğimize dair imzalı bir belge
bırakacaklarını söyledi.

Eşref beraberinde bir duvarcı getirmişti. Bu şahıs polislerin eşliğinde, zemine ve


duvarlara vurmak suretiyle görünmeyen boşlukları arayarak bütün evi elden geçiriyordu.
Bulunduğumuz ev hayli büyük olduğundan belirli bir usul dairesinde çalışıyor, işini
aceleye getirmiyordu. Sinirden ne yapacağımı bilmez bir haie geldiğim için bu arada
çenem de düşmüştü. Polislerle duvarcının dikkatini dağıtmak ve Eşrefin hakkımda iyi
düşünmeye devam etmesini sağlamak istiyordum. Birdenbire Eşref, sahanlığın üzerine
çıkarak gizlenme yerinin bulunduğu odaya giriverdi. Sözlerime ara vermeden hemen
arkasından seyirttim. Düşünceli bir hava içerisinde etrafını şöyle bir gözden geçirdikten
sonra odanın tam ortasında durarak gözünü arkasında arkadaşlarımızın saklanmakta
olduğu duvara dikti. Kalbim göğüs duvarından çıkacakmış gibi atmaya başlamıştı.
Resmen ödüm kopuyordu. Biran için aslında gizli barınağın yerini bildiği ve benimle
sadistçe kedi fare oynamaktan zevk aldığı aklıma geldi. Bildiğim bütün duaları içimden
okuyarak bana doğru dönmemesini diledim. Kendime çeki düzen vermek için elimden
geleni yapmama rağmen, suratımın beni ele vereceğini tahmin etmek için müneccim
olmaya gerek yoktu. Eşref kendinden geçmişçesine düşünmeye devam etti. Kendisinde
avının kokusunu almış bir av köpeği edası vardı. İnsiyaki bir şekilde odanın içerisinde
normal olmayan birşeyler sezinlemişti.

Birkaç dakika daha süren bu ilave düşünce dalgası neticesinde gelecek bir ithamın, bu
esrarengiz duruma da bir cevap temin edebileceğini biliyordum. Onu düşüncelerinden
uzaklaştırmak için bir yol aradım. Aklıma sessiz sedasız, köşeye konmuş büyük sandığa
doğru yönelmek geldi. Yerinden birkaç santim kaldırdıktan sonra birden bıraktım. O
dönemin küçük bombalarının patlamasını andırırcasına müthiş bir gürültü koptu. Eşref
bana dönerek;

"Ne oldu?" dedi.

"Ah şu lanet sandık" diye cevap verdim. "Kızkardeşime en azından yüz defa onu bu
odadan çıkarmasını söylemiştim. İkinci kez aynı şey başıma geliyor. Sanırım bu sefer
ayağımı kırdım."

Ayağımın üzerinde duramıyormuşum gibi topallamaya başladım. Benim ayağım için mi


endişelendiğini söyleyemeyeceğim ama bir ayağıma bir de sandığa bakıyordu.
Düşüncelerinin istikametini kaybetti ve odadan çıktı. Aci çekiyormuşçasına topallayıp,
inleyerek onun peşinden gittim.

Bu esnada Annem, aşağıda Ali Rıza'nın hazırlamış olduğu meşhur evrakı


imzalamaktaydı. Hiçbir kaçağa yataklık etmeyeceğimize ve aralarından biri sığınma
amacıyla bize geldiği vakit Gizli Polisin Siyasi şubesine haber vereceğimize yemin
ediyorduk. Evrak aynı zamanda, birini saklarken yakalanmamız durumunda hepimizin
sürgüne gönderileceğini de bildiriyordu.

İşte bu şekilde ev aramaları donemi bizim için noktalanmış oldu. O akşam Vahe
İhsan'ın yüzünü göremedik ama uzakta olmadığından emindim. Polisin gidişinden sonra
uzun uzun kendisini düşündüm. Odanın karanlığında, hayali gözlerimin önünden
gitmiyordu.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM ATEŞLE İMTİHAN

Ermeniler 1918 yılındaki mütarekenin kendileri için yeni bir dönemin başlangıcı
olduğunu düşünüyorlardı. Milletimizin vermiş olduğu kayıplar muazzam ölçülere
ulaşmaktaydı: Bir milyon iki yüz bin Ermeni yuvalarından kopartılıp Öldürülmüş, altı Doğu
Anadolu vilayetinin Ermeni ahalisi nerdeyse tümüy' le yokedilmiş olup. Batı ve Orta
Anadolu bölgeleriyle Çukurova'da bulunan Ermenilerin hayatta kalanlarından % 25'i en
sefil şartlarda yaşamaktaydılar. Sahip oldukları varlıklar Türklerin ellerinde ya müsadere
ya da imha edilmişti. Çiftlikler, bağlar, dükkânlar, evler, mücevherat ve mobilyalar bu
sayılanlar arasındaydı. Ülkenin iç kısımları bir katliam yerini hatırlatmaktaydı. Bugün bile
bu geniş yaylalar bomboş bir haldedir. Bu asrın ilk soykırımı kanlı işlemini tamamlamıştı.
Bununla birlikte 1918 yılında sevinmemiz gereken sebepler de mevcuttu. İtilaf
devletlerine ait ordular İstanbul ile muhtelif Anadolu vilayetlerini işgal etmişti. Mağlup olan
Türk, başını öne eğmişti. Ermenilerse daha önce kendisinin yaptığı gibi artık kimsenin
insanlık suçu işlemesine asla müsaade edilmeyeceğini düşünmekteydiler. Kalbimiz
ümitle dolup taşmaktaydı. Nesiller boyu Ermenilerin mektepler, hastaneler, kazançlı
müsseseler kurmuş oldukları; milyonlarca hektar ekili arazinin ortasında gösterişli
köylerinin yükseldiği bu ülkede aşağılanmış, takip edilmiş ve katliama uğramıştık. Bütün
bu acılara rağmen, müstakil bir Ermeni Vatanı rüyası artık bir gerçek haline gelmişti.

Ermeni hayatı hızlı bir şekilde yeniden düzene girdi. Dört yıl müddetle yeraltında
yaşadıktan sonra insanlar, cemiyet içerisinde yerlerini bir kere daha buluyor ve mesleki
faaliyetlerine yeniden başlıyorlardı.

Savaş esnasında Musul'a sürgüne gönderilmiş olan İstanbul Patriği Başpiskopos


Zaven geri döndüğünde büyük bir coşkuyla karşılandı. Komşu vilayetlerde olduğu gibi
Başkentte de Ermeni Atletizm Federasyonu gibi kulüp ve cemiyetler birbiri ardından
kuruluyorlardı. Meşhur Ermeni kompozitörü Gomidas' in dört talebesi üç yüz kişilik bir
chorale bestelemişti. Dramatik Sanatlar Kumpanyası, faaliyetlerine başlamış ve Ermeni
Tiyatrosunun en seçkin isimlerini temsiller vermeye çağırıyordu. Bu hareketlere katılan
herkese tek bir düşünce ilham vermekteydi: Yakında gidip bağımsız Ermenistan'da
yaşayacaklardı.

İstanbul'daysa her şey tersyüz olmuştu. Daha dün korku İçerisinde yaşayan
Hıristiyanlar, yeniden hürriyete kavuşmanın sarhoşluğu içindeydiler. Şimdi Türk
zalimlerinin karşısına, hayatta kalanların ağzından dinledikleri tehcir ve katliam
hikayeleriyle dehşete düşen müttefik askerleri dikiliyordu. İtilaf devletleri Başkenti işgal
bölgelerine ayırmışlardı. Pera İngilizlerin denetiminde; Kırım savaşında Florence
Nİghtingale'in büyük bir iştiyakla çalışmış olduğu Üsküdar'ın da yer aldığı Asya yakası
İtalyanlarda; Galata köprüsünün ötesinde kalan kısımlar Fransızlarda kalmıştı.
Yunanlılarsa, Bakırköy gibi çevre ilçeleri kontrol ediyorlardı.

Herşeye rağmen Ermenilerin buruk olmaları için de yeterince sebep bulunuyordu.


Jöntürk Hükümetini idare edenler kirişi kırmışlardı. Bunlardan sadece yüz yirmi kişi
İngilizlerin eline geçmişti. Bunların arasında Büyük Vezir Said Halim Paşa, 'Trabzon
Canavarı'olarak anılan eski vali Cemal Azmi ve İttihat ve Terakki Partisinin üst düzey
yöneticilerinden olup aynı zamanda Doğu Vilayetlerindeki Teşkilâtı Mahsusa şefi olan
Doktor Bahaeddin ŞaKir bulunmaktaydı. Fakat bunlardan hiçbiri hapse atılmadı. Biri bile
adalet önüne çıkartılmadı. Aileleri ve hizmetkarlarıyla beraber Malta'ya sürgüne
gönderildiler. Serbest bırakılacakları güne dek bu güzel adada lüks içinde yaşayıp,
ardından hayatlarının geri kalan kısmını geçirmek üzere maiyetleriyle birlikte Avrupa'nın
çeşitli şehirlerine hareket ettiler.

Ermeni hainleriyse bizlerle beraber kalmışlardı: Vahe İhsan, Mösyö Haroutounian,


Hidayet, Hemayag Aramiantz ve kendi soydaşlarından binlercesini Türklere teslim etmiş
olan diğerleri. Cezalandırılmamış olsalar da tavırları değişmişti. Şimdi korkma sırası
onlardaydı. Hiçbir zaman için Osmanlı İmparatorluğu'nun yenik düşeceğini ve günün
birinde ihanet ettikleri insanların intikam almak isteyeceklerini düşünmemişlerdi. Türkler,
savaşın sonunda bir tek Ermeninin dahi hayatta kalmayacağı garantisi vermişlerdi.
Hafızamız kuvvetliydi, ama hafıza kaybına uğrayan biri dahi bu hainlerin yaptıklarını
unutamazdı. Sayelerinde İstanbul'da binlerce hane matem içerisindeydi. Her gün Ölüm
Yürüyüşünden hayatta kalan yüzlerce kişi bitap bir halde şehre gelerek katliamlar üzerine
yeni haberler getiriyordu.
1919 yılında, Ermeni günlük gazetesi Djagadamard'ın yayınlandığı apartmanda bir
infaz bürosu kurulmuştu. Bu büro, İttihat yöneticileriyle Ermeni hainleri gıyaplarında
yargılayarak ölüme mahkûm etmişti.

Taşnak Partisinin başkaca ciddi meşguliyetleri de bulunmaktaydı. Aynı dersi yeniden


öğrenmemiz gerekmişti: Türklere güvenmek mümkün değildi. Bu arada ülkenin iç
kısımlarında Milliyetçi Türk Hareketi yeni yeni filizleniyordu. 1919 yazındaysa Hareketin
başına Musiafa Kemal'in geçeceği artık belli olmuştu. Her geçen gün, bu hareketin
Anadolu içlerinde daha bir güçlenmesini sağlıyordu. İstanbul'daki Türkler gizliden gizliye
silah, gıda maddeleri ve para göndermekteydiler. On yıldan fazla bir süredir İttihat
mensuplarının esiri durumundaki Sultan'ın Hükümeti fiilen mevcut olmasa da Kemalist
kuvvetlere karşı mücadele vermeye gayret ederek, ülkenin içlerine Anzavur Paşa ve
Çerkez Ethem'in komutasında birlikler yolluyordu. Kemalistlerin kazandığı birkaç küçük
zafer sonrasında Ethem, çekilmek zorunda kaldı. Anzavur Paşayı ise kendi askerleri
öldürdü. Ordusunun bir kısmı dağılarak İstanbul'a geri döndü, geri kalanlarsa Kemalist
kuvvetlere iltihak etti. Bu esnada Sultan'ın Hükümeti Mustafa Kemal'i idama mahkûm
ediyordu.

İstanbul'daki Türkler yavaş yavaş kafalarını kaldırmaya başlayarak Ermenilere karşı


olan kötü niyet ve nefretlerini belli etmeye koyulur olmuşlardı. Bir gün kâfir askerlerinin
elinden kurtulacaklarına inanıyorlardı. Dediklerine göre Mustafa Kemal, Başkenti ele
geçirip, bütün gavurları denize dökecekti. Avrupalılar Türkiye'yi terketmek zorunda
kalırlarsa biz ne olacaktık? Başkentin Ermeni nüfusu gözle görülür şekilde artmıştı.
Türklerin, Kemalist zaferlerin etkisiyle aşka gelip yeniden zincirlerinden boşanmaları
halinde yetimhaneleri, mülteci merkez ve barınaklarını kim koruyacaktı?

Savaş sırasında belli bir miktarda silah saklamıştık. Taşnak Partisi liderleri onları
saklamış olduğumuz yerlerden çıkartarak, temizlememizi ve daha gıive^ü yerlere
nakletmemizi istedi. Bu işlemleri büyük bir gizlilik içinde yapmamız gerekiyordu.
Gazeteler, katliamları mazur göstermenin yollarını aramaya başlamışlardı bile. Eğer
Türkler, bizi silahları naklederken suç üstü yakalarlarsa, her zamanki gibi gerçekleri
çarpıtmak suretiyle, Taşnak Partisinin bu saldırgan tutumunun onları bu kıyımlara
mecbur bıraktığını ilân edeceklerdi. Tabiatıyla, söz konusu bu silahların bütün bir savaş
boyunca bir kere bile kullanılmaksızın İstanbul'da bekletilmiş olduğu hususuysa asla göz
önüne alınmayacaktı. Aslında bugün bile katliamların sorumluluğunu inkâr ediyorlar.
Görünüşe bakılırsa savaş esnasında geçen olayları unutmuş gibiler. Resmi
TürkTarihiyse, Hıristiyan Ermeniler olmalarının bedeli kendilerine canavarca ödetilerek
kadın ve çocuklarıyla beraber katledilen, büyük çoğunluğu çiftçi, zanaatkar ve tüccar
olan silahsız ve apolitik, bir milyon iki yüz bin Ermeninİn yok edilişinden kesinlikle
bahsetmemektedir.

Gençliğimden beri Tiyatro meraklısı olduğum için, kuruluşundan itibaren Dramatik


Sanatlar Kumpanyasına üye olmuştum. Bazı küçük rollerde oynu yor ve bana verilen
ilave vazifeleri yerine getiriyordum. Fakat, bir kez daha, silahları bir yerden diğerine
nakletmek başlıca görevim haline gelmişti. Başka fikirler de aklımdan geçmiyor değildi.

İnfaz Bürosu ilk başarılarını kaydetmeye başlamıştı bile. Vahe İhsan'ın da yardımıyla,
Ktsmı Siyasi müdürü Reşat Bey'e verilmek üzere Ermenilerin isim listelerini hazırlayan
Mösyö Haroutounian'ı kurşunlayarak öldürmüşlerdi. Savaş sırasında Patrikhaneye girip
çıkanları gözlemekle görevli olan ve Patrik Zaven'in ülke içlerinden İstihbarat almakta
olduğunu Polise İhbar eden Aramiantz'ın sonu da farklı olmamıştı. Patriğin sürülmesi ve
bû"*i kişilerin tutuklanmalarından bizzat eoiımluydu. Onun yüzünden, tehcir hareketinin
seyri üzerine en iyi haber kaynağımızdan mahrum kalmıştık. Gazeteci Chavarch
Missakian'ı Polise ispiyon eden bulgar casusu Vladımir de aynı şekilde temize havale
edildi.

Göstermiş olduğum cesaret ve başarılar üzerine arkadaşlarımın esirgemedikleri


iltifatlar her ne kadar beni tatmin etse bile, yine de İnfaz Bürosu sorumlularının güvenini
kazanmak istiyordum. Aynı zamanda aile dostumuz olan bu kişiler beni çok genç ve
tecrübesiz buluyorlardı. Tehlikeli bir görevi başarabileceğimi onlara ispat etmem
gerekiyordu.

İsminin de işaret ettiği üzere, yürürken düz çizgi üzerinde ardarda on adım
atamayacağınız Ayrı sokağında oturmaya devam etmekteydik. Vahe İhsan ise
bitişiğimizdeki sokağa taşınmıştı. Savaş esnasında, işkence gördükten sonra öldürülen
arkadaşımız Levon Kharibian'a bir zamanlar ait olan evi almıştı. Hayattayken evinin
bodrumuna bir miktar silah gömmüştük. Şu andaysa onları geri almamız emrediliyordu.

İhsan, hâlâ Siyasi şubede çalışmaktaydı. Gizli Polis artık bizi korkutacak kadar serbest
olmasa da İhsan, bu arada boş durmayıp bir başka İhanet hazırlığı içindeydi. Milli
Hareket idarecileriyle temasa geçtiği kulağımıza kadar gelmişti. Mustafa Kemal'in
İstanbul'a gelişiyle beraber katliamın yeniden başlayabilmesi için, soykırımdan kurtulmayı
başarmış Ermeni enîellektüel ve ihtilâlcilerine ait bir liste hazırlayarak tesüm etmişti.
Savaş sırasındaki hizmetlerinden Ötürü Sansür Heyetine tayin edildiği için arada bir,
tiyatroda provaların başlamasından önce, tasvibini almak üzere gidip oyun metnini
kendisine sunduğum da oluyordu. Bu hain, o zaman kuzu postuna bürünerek piyesi
okuyor ve gülümseyerek her an için kültürel faaliyetlerimizde bize yardıma hazır
olduğunu söylüyordu. Fakat bu adam hâiâ aynı olup, evinden silahları çıkarmak hiç de
kolay bir iş değildi. Yine de tabiatıyla emirlere uymak gerekiyordu.

Bu iş, arkadaşlarımızdan üçüyle birlikte bana havale edilmişti. İhsan'in evini uzun bir
süre yakınen izledikten sonra, umumiyetle öğleden sonraları ve akşamın büyük bir
bölümünde dişarda olduğunu tesbit etmiştim. Bir akşam, tıpkı bir nakliyeci gibi kollarım
paketlerle dolu olarak evin kapısını çaldım. Karısı gelip kapıyı açtığı anda arkadaşlarım
içeri daldılar. Zavallı kadın korkudan kireç gibi oldu ve ağlayıp sızlamaya başladı.
Kendisine zarar vermeye niyetimiz olmadığını ısrarla söyleyince biraz sakinleşti.
Adamlarımızdan ikisi girişte beklemekteydiler. Bodrumda silahların gömüldüğü noktayı
tesbit ettim. Gayretle çalışmaya koyulduk, fakat ihsan'ın henüz işimiz bitmeden eve
geleceği tuttu. Hole adımını atar atmaz dört tabancanın namlusunun alnına çevrilmiş
olduğunu görünce anında mosmor kesildi. Israrla bana baktıktan sonra operasyonu
yönetmekte olan Kaloust Eynatian'a doğru dönerek: "Kardeşim" dedi, "Bu gerçekten
zaruri miydi? Bana haber vermiş olsaydınız, bu silahları kendi ellerimle size getirirdim."

Onu orada bırakarak ganimetimizle beraber evi terkettik.

3 Mart 1920 günü bu tarih hafızama kazmmıştırilk ciddi imtihanımı verdim. Daha önce
ateşli silah kullanma ihtiyacını hiç duymamıştım. Arkadaşım Arşavir Papazian'la ben, bir
miktar silahı Pangaltı'ya götürme vazifesini üstlenmiştik. Arşavir tüfekleri taşırken ben,
elde tabancayla onu koruyacaktım. Ona Anadolu'daki doğum yerinden ötürü Çilingirii
Arşavir de derdik. Şu ana dek tanıdığım en cesur, en cüretkâr, en sevimli insan; İyi ve
kötü günde beraber olduğum en yakın dostutndu. O akşam tüfekleri paltosunun altına
gizlemiş olarak öylesine büyük bir rahatlık içinde yürüyordu ki, bilmeseydiniz bir sepet
üzüm taşıdığını sanabilirdiniz. Daha önce hiç silah taşımamış olan bense korkudan tir tir
titriyordum. Onu Dolapdere'nin ıssız sokaklarında on iki adım geriden takip ediyordum.
Düzensiz ve aşınmış kaldırımlar üzerinden kaymamak ve su birikintileri, moloz ve hayvan
pisliklerinden sakınmak için temkinle yürümek gerekiyordu. Bu mahallenin kötü bir
şöhreti bulunmaktaydı. Soyguncu çeteleri ya burada ikâmet ediyorlar ya da eğlenmeye
geliyorlardı. Bu adı kötüye çıkmış bölgede bir Türk veya Müttefik devriyesiyle karşılaşma
tehlikesi daha az olduğu için bu güzergâhı daha Önceden bilerek tercih etmiştik. Bazen
polisle uğraşmaktansa bir hırsız veya katile rastlamak daha kolay gelebiliyordu. Yolumuz
üzerinde kafalarını kaldırıp da bize bakmaya bile zahmet etmeyen birkaç sarhoşa da
rastladık.

Nerdeyse tam Pangaltı tepesine gelmiştik ki, artık tehlikeli bölgeyi geride bıraktığımızı
düşünen Arşavir tüfekleri paltosunun altından çıkartarak omzuna astı. Aynı anda
karanlıktan bir gölge çıkarak ona durmasını emretti. Ancak bir polis bu tonda
konuşabilirdi. Olduğumuz yerde durmaktan başka çaremiz yoktu. Üç kişi daha ona eşlik
etmekteydi. Arşavir onlara aldırmaksızın yeniden yürümeye koyuldu. Polis ona bir kez
daha durmasını söyledikten sonra itaat etmemesi halinde ateş edeceği tehdidini savurdu.
Arkadaşım koşmaya başladığı anda polislerin üzerine ateş açtım. Onları öldürmek değil
sadece korkutmak istiyordum. Ortalık bir anda karıştı. Şimdi benim bulunduğum
istikamete doğru ateş etmeye başlamışlardı. Arşavir masallardaki cinmişcesine göz açıp
kaparcasına ortadan sırra kadem basmıştı. Karanlığa rağmen çok iğreti bir yerde
bulunmaktaydım: Sokağın nerdeyse tam ortasında duruyor ve kurşunların ıslık çalarak
sağımdan solumdan geçtiğini işitiyordum. Çömelerek bir evin sundurmasının altına doğru
kaydım. Dört ya da beş el daha kurşun sıktıktan sonra Polislerden İkisinin yere yığıldığını
gördüm. Bunlardan biri doğrularak ateş etmeye devam etti. Takviye gelmediği müddetçe,
bulunduğum köşe iyi bir sığınak vazifesi görmekteydi. Ansızın ortalığa bir sessizlik çöktü.
Elimdeki otomatik tabancayı yeniden doldurup bekledim. Sessizlik devam ediyordu.
Onları ya yaralamıştım ya da kaçmışlardı. Yavaşça karanlığa gizlenerek oradan
uzaklaştım. Başka bir hadise vuku bulmadı ve Çilİngirli Arşavir silahları istenen adrese
dek götürdü.

Bazen ellerine geçen cüzi ücrete biraz katkı sağlamak isteyen Türk askerlerinin
sattıkları silahları da alıyorduk. Muhtemelen bu silahları askeri cephaneliklerden
çalıyorlardı, fakat silahların kaynağı nasıl olsa bizi pek ilgilendirmiyordu. Önemli olan
onları temin edebilmekti.

Bir akşam on ikimiz birden, içi banknotla dolu bir torbayla beraber, hareket ettik.
Hasköy'deki bir mezarlıkta Türklerle randevumuz vardı. Yolumuza devam ederken
aramızdan en palavracı iki arkadaş itiraz etmeye başladılar. Türklere itimat etmeyi
tehlikeli buluyor ve dolayısıyla tuzağa düşmekten korkuyorlardı. Korkularını harekat
şefimiz Kaloust Eynatian'a söyledim, o da anında onları gensin geriye merkeze
postaladı. Çilingirli Arşavir de bizle birlikteydi; o iki kişi olmadan da yapabilirdik.

Mezarlığa yaklaştığımızda ortalığı kolaçan etmek maksadıyla öne geçtim. Yol


serbestti, içeriye girip hilal şeklinde dağılarak mezar taşlarının arkasında yerlerimizi aldık.
Birkaç dakika sonra bir düzine asker gelerek hepsi de gıcır gıcır oian tüfekleri,
fişeklikleriyle beraber, önümüze attılar. Adamlarımız mezartaşiarının arkasında
gizlenmeye devam etmekteydiler. Bu esnada Türklerde etraflarının sarılmış olduğu
düşüncesini uyandırmak için arada bir yer değiştirerek kafalarını kaldırıyorlardı.
Askerlerin elli kişiden fazla olduğumuzu düşündüklerine kalıbımı basarım. Pazarlık daha
Önceden yapılmış olduğu için gereksiz konuşmalar da cereyan etmedi. Sadece bir veya
İki asker yeniden pazarlığa kalkıştı. Tam daha önceden konuşmuş olduğumuz parayı
veriyorduk ki birkaç metre ötemizde, akşam devriyesini tamamlayarak kışlalarına
dönmekte olan, İşgal ordusuna mensup bir grup Hintli asker beliriverdi. Türk ya da
Ermeni olduğumuza bakmaksızın aynı anda hepimiz kendimizi yere attık. Yaklaşık yüz
yirmi tüfek ve tabanca yerde yatmaya devam ediyordu. Devriyenin bizi tesbit etmiş
olması halinde hepimizin de başı derde girecekti. Ya bizi tutuklamaya kalkarlarsa ne
yapacaktık? Kaçacak mıydık yoksa karşı mı koyacaktık? Gözden kaybolduklarını
farkettiğimiz an hepimiz derin bir nefes aldık. Hesap kapanmış ve satın aldığımız silah ve
cephaneyi hemen akabinde yakınlarda oturmakta olan bir Ermeninîn evine taşımıştık.
Tıpkı eski bir asker gibi, zaman İçerisinde, polisle yüz yüze geldiğimiz bu gibi
beklenmedik hallere de alışır oldum. Artık sabırsızlıkla becerilerimi gösterebilme fırsatını
beklemekteydim.

Muayyen bir müddetten beri Vahe İhsan'ı yakinen takip etmekteydim. Yine de, İnfaz
Bürosunun emrinde çalışan birçoklan gibi basit bir istihbarat ajanı olarak kalıyordum.
İhsan'ın, Kemalistlere Ermeni isimlerinden oluşan bir liste verdiğini biliyor ve her geçen
gün faaliyetleri üzerine yeni bilgiler ediniyorduk. Sonunda bu tahkikatlardan biri Taşnak
Partisi içindeki en değerli arkadaşlarımızdan biri olan Dadjad'ın ölümüyle noktalandı.

Bulgar ordusunda subay olan Dadjad yaşlı anne ve babasını görmek üzere İstanbul'a
gelmişti. Onların eşliğinde akrabalarından birini ziyarete giderken, bir polis memuru
yaylım ateş açarak sokağın ortasında onu öldürüyordu. Ölümü bizi derinden etkiledi. Bir
kaç gün sonra İngilizler hadiseye karışan yedi polisten birini tutukladığında, bu suikastın
da İhsan'ın başının altından çıktığına kani olduk.

İhsan, oldukça becerikli bir adamdı. Etrafında daima korumalarını bulunduruyor, yalnız
olduğu anlardaysa, kendini arkadan takip etmeleri için bir adamını görevlendiriyordu.
Daha önce Kafkas cephesinde savaşmış olan arkadaşlarımızdan ikisine onu öldürme
görevi verilmişti, ihsan casusu bu durumun hemen farkına varmıştı. Peşinde olduğumuzu
biliyor, daha önce korumalarından birini gönderip ortalığı kolaçan ettirmeden ne bir
kahve ya da lokantaya giriyor, ne de önceden girmişse dışarı çıkıyordu. Heryerde onu:

"Beni öldürecek daha anasından doğmadı." diye konuşurken duyuyorduk.

Kendisini ortadan kaldırmakla görevlendirilen iki adamımız onun hesabına bu konuda


daha da fazlasını anlatabilirlerdi. Gerçekten de takibe başlamalarının üzerinden iki
haftadan daha fazla bir zaman geçmişti. Bu işin uzadıkça tadı da kaçıyordu. Bunlardan
biri, sonunda gidip yakayı ele verdi. Nasıl mı oldu? İşte böyle: İhsan haini cafeierden
birinde oturup çarşaflama açmış olduğu gazetesini okur gibi yaparken, gazete üzerinde
sigarasıyla açmış olduğu delikten bakarak arkadaşımızı farkediyordu. Bunun üzerine
gayet rahat bir edayla yerinden kalkarken, koruma görevlisine onu yakalamasını İşaret
ediyordu. Teşkilâtımız arkadaşımızı hapisten kurtarmaya muvaffak oldu ama bu
hadiseden sonra İhsan'ı takip etme görevi bana verildi

Üzerime düşen rol, istihbarat toplamaktan ibaretti. Her sabah İhsan'ı evinden Sansür
Bürosundaki makamına veya İstanbul'daki büyük hükümet binalarının gerisinde yer alan
Merkez Karakoluna kadar takip ediyordum. Tramvaya bindiği anlarda biie onu bir an için
gözümün önünden ayırmıyordum (Aynı tramvay birkaç yıl öncesine kadar bana iyi bir
ekmek kapısı olmuştu). Sadece o da yemek yediği zamanlar karnımı doyurabiliyordum.
Girmiş olduğu lokantayı gözleyerek bir lokma ekmeği kemiriyor ya da ayak üstü bir tabak
piyaz yahut bir salep atıştırıyordum. Akşam onunla birlikte evine ulaştığım vakit, o gün
neler yapmış olduğunun planını çıkarmam gerekiyordu. Suikastı düzenleyeceğimiz yeri
iyi bir şekilde tesbit etmek zorundaydım. Bundan ötürü İstanbul'un karanlık cadde ve
sokaklarında dolaşıyor ve iyi bir çıkışa sahip olanları hafızama kaydediyordum. Bu
yerlerden hiçbiri beni tümüyle tatmin etmediği için aramalarıma devam etmekteydim.

Bir gün beraberce deniz yolculuğuna bile çıktık, ihsan, o gün makamına gitmektense
Galata Köprüsünden geçerek, Adalara kalkan vapura binmişti. Vapura bindiğim anda
nereye gideceğimizden haberim yoktu. Vapur sırasıyla Kınalı, Burgaz ve Heybeliadayı
geçerek sonunda Büyükada'ya yanaştı. Vapurdan İneri ihsan, rıhtım yakınındaki bir
cafeye yöneldi. Konuşmak için sabırsızlandığı gözle görülür şekilde belli olan bir adam
onu karşılamak üzere harekete geçti. Onun dönek rahip Hidayet olduğunu anladığım
anda hem şaşırdım hem de sevindim. Bu Hidayet, savaş boyunca binlerce kaçağı Polise
teslim etmişti. 1915 yılında Taşnak yöneticilerinin ilk grubu tevkif edildiğinde, onlarla
birlikte karakol karakol dolaşarak en olmadık tehdit ve alaylarda bulunmuştu. Hidayet,
elimizdeki öldürülecek adamlar listesinde açık farkla birinci sırayı işgai etmekteydi.
Haberi Kaloust Eynatian'a verebilmek için alel acele İstanbul'a döndüm.

Dönüşümüz esnasında, Hidayet'i yeniden bulma sevincimi İki paralık eden bir feci bir
hadiseye şahit oldum. Vapurda bulunanları birden bir heyecan sarmıştı. Yolcular aynı
anda vapurun bir tarafına doğru seyirttiler. Onları takip ettiğimde içler acısı bir
manzarayla karşılaştım. Suyun üzerinde yüzlerce köpek leşi yüzmekteydi. Onların
arasında hâlâ hayatta olan birkaç tanesiyse canhıraş sesler çıkarmaktaydılar. Bunlar
herkesin malumu olan İstanbul'un meşhur köpekleri, daha doğru bir tabirle onlardan arta
kalanlardı.

Sahipsiz köpek sürüleri İstanbul'un bütün mahailelerinde cirit atıyordu. Bu köpeklerin


öyle vahşi bir tabiatı olduğu da söylenemezdi. Sokagımızdakileri bütün bir mahalle
ahalisi sever ve yiyecek verirdi. Buna mukabil Türklerse onlardan iğrenir ve çok fena
muamelelerde bulunurlardı. Arada bir bu köpekleri toparladıkları da olurdu. Daha insanca
usullerle onları ortadan kaldırmaktansa (İslam dini gereksiz yere hayvan öldürmeyi tasvip
etmiyordu), zavallı hayvanların neticede açlık ve susuzluktan telef olacakları, bu küçük
ve ıssız adaya naklederlerdi. Köpeklerin nisbeten daha güçlü olanları, zayıflara
saldırıyorlardı. Buradan kilometrelerce uzakta bulunan Kınalı ada sakinleri, bu köpeklerin
çığitk ve ulumalarını işittiklerini anlatıriards. Aralarından bazıları yüzerek canlarını
kurtarmayı denemişlerdi ama şimdi onların da kokuşmuş leşleri gözlerimizin önünde
sürüklenmekteydi. Öfke ve mide bulantısının aynı anda vücudumu sardığını hissettim.

Ertesi gün, Eynatian ile birlikte Büyükada'ya geri döndük, fakat Hidayet'i hiçbir yerde
bulmak mümkün değildi. Başına gelecekler önceden içine doğmuş olmalıydı. Akabinde,
Anadolu'nun iç kısımlarına doğru kaçtığını öğrendik. Bir daha da ondan bahsedildiğini
duymadık, şüphesiz onu ihsan'la buluştuğu gün Öldürmeliydirn, ama bu konuda hiçbir
emir almamıştım ki. Aradan kırk beş yıl geçmiş olmasına rağmen, bugün bile onu
avcumuzun içinden nasıl kaçırdığımız aklıma geldiğinde öfkelenmekten kendimi
alamıyorum.

Görevimin birinci faslı sona ermişti. İhsan'ın günlerini nasıl geçirdiğini biliyor, buna
ilaveten, uğradığı ev, lokanta ve sokakları artık çok iyi bir şekîide tanıyordum. Ona
yaklaşarak konuşmayı denedim. Konuşmaktan hiçbir zaman kaçınmıyordu. Av ve avcı
aynı düşüncelere sahipti: Hasmının zayıf noktalarını öğrenmek ve ondan bilgi koparmak.
Küstah tavırlarına rağmen Teşkilâtımızın, yüreğine korku saldığını biliyordum. Bir gün
bunu doğrulatmak amacıyla, Hidayet'i bize teslim ettiği takdirde artık korkacak bir şey
kalmayacağını söyledim. Bunu yapacağına söz verdi ama bu da bir yalandan ibaretti.

İhsan'ın sokaklarda serbestçe gezdiği düşüncesi kızgınlığımı iki misline çıkartıyordu.


Arkadaşlarıma, onu tramvayda öldürmenin çok güç olsa bile İmkansız olmadığını
söyledim. Ağa Camii civarları, Sakız Ağacı Sokağı, Tarlabaşı Bulvarı ya da
bitişiğimi2deki Ayrı Sokağı böyle bir iş İçin en uygun mahal gibi görünmekteydiler.
Aslında İhsan'ın akşamlan evine dönmeden önce, bazı günler cami yakınlarında
tramvaydan inerek Tarlabaşı Bulvarı üzerinde bulunan Karakola ulaşmak üzere Sakız
Ağacı sokağına saptığını farketmiştim.
Arkadaşlarımın harekete geçmesini bekiiyordum. Fakat sadece günler geçiyor oniarsa
parmaklarını bile kımıldatmıyorlardı. Hayal kırıklığına uğramış bir halde bu işi bizzat
üstlenmeye karar verdim. Pangaltı'da ilk kez benzeri bir hadiseyle yüz yüze gelişim beni
yüreklendirmişti. Yakın bir tarihte kaybettiğimiz kadim dostum Dadjad'ı düşünmeden
edemiyordum. Başka sebeplerde beni harekete geçmeye sevkediyordu: Savaş boyunca
yaşadığımız korkunç gece baskınları ile bizzat İhsan'ın emirleriyle ortadan kaldırılan yüz
binlerce insan bu sebeplerden bazılarıydı. Öylesine bir ruh hali içerisindeydim ki,
dosdoğru İnfaz Bürosu sorumlularını görmeye giderek onlardan Vahe İhsan'ı bizzat
öldürmek için izin İstedim, Beni haddinden fazla genç ve tecrübesiz buluyorlardı.
Hidayet'in Anadolu'ya kaçtığını ve bu şartlarda hiçbir Ermeninin onu takibe
yeltenemeyeceğini bu esnada öğrenmiştik. Türk kılığına girmiş olsalar dahi,
arkadaşlanmızm onu bulabilme ihtimali mevcut değildi. Hidayet'i kaçırmış oldukları için
öfkelenen Büro yetkilileri, yakında ihsan'ın da onun peşi sıra gideceğini bildiklerinden,
ellerindeki tüm imkanları bu iş için kullanmaya karar verdiler. Bana onu ortadan kaldırma
vazifesi verilerek bu iş için bir hafta mühlet tanındı.

Bu zaman zarfında İhsan'la olan İlişkilerimi sürdürmeye devam ediyordum. Bu sefer


tüm gayretimi göstermekteydim. Bana karşı temkinli olmaya başlamıştı. Teşkilâtımızdan
korktuğu da belli oluyordu. Yine de birbirimize karşı İyi dostmuş gibi davranmaktaydık.
Zaman zaman rakıyı fazla kaçırdığında, sıkıntılarını bana açtığı da olurdu. Yine de asla
sarhoş olmuyor, her defasında şuur ve kontrolünü muhafaza ediyordu. Sözlerini Büro
idarecilerine ileteceğimi ümit ederek, kendini hakikatte olmadığı kadar çakırkeyif
göstermeye çalışıyordu. Günün birinde bana:

"Fakat, siz Taşnaklar ne istiyorsunuz? Evimin önünde biri sabahtan akşama kadar en
azından yüz adım atıyor... Onlara sakin olmalarını söyfe. Sadece onîarın adamları yok,
bizim de var." dedi.

"Sizin gibi İnsanlar bana korku içindeki hırsızları hatırlatıyor, Mösyö Vahe," diye cevap
verdim. “Yanlarından ayrılmadığım arkadaşlarım bana hiç bir zaman sizden bahsetmedi."

Bir an için rahatlamış gibi olduysa da, hemen ardından yüzünü yeniden bir hüzün
ifadesi kapladı.

"Onların size karşı ne düşmanlıkları olabilir?" diyerek yeniden söze girdim. "Onlara hiç
bir zaman savaş esnasında bizim evi aramaya geldiğinizi söylemedim. Niye böyle bir
şeyi yapayım ki? Tarafınızı çoktan seçmiştiniz. Sadece vazifenizi yapmaktaydınız. Bu
vazife ne kadar tatsız olursa olsun, vazifelerini yapan insanlara karşı saygı duyarım."

"Bravo Arşavir... Mesele şu ki, çok az insan senin gibi düşünüyor." dedikten sonra
yeniden karamsar tavrına bürünerek, "Seninkilere benimle oynamamalarını söyle. Yoksa
sonu onlar için hiç de İyi olmaz." diye ilave etti.

Her akşam bu iğrenç yaratıkla cafede, rakı ya da bira içiyordum. Daimi surette onu
pohpohlamam ve nerdeyse boğulmama yol açacak kadar dostluk göstermem
gerekiyordu. Bu şekilde davranmakla, sonunda ona acıyarak suikast fikrinden
vazgeçeceğim tehlikesini taşıyıp taşımadığımı soruyorlardı. Nefretimi ve intikam
arzusunu gizlemek için ne kadar çaba gösterdiğimi bir ben biliyordum. Benim için İhsan,
mel'un ve insanlık dışı bir yaratıktı.

Sonunda beklenen 27 Man 1920 günü geldi, şafakla beraber, geceyi geçirmiş olduğum
Djagadamard gazetesine ait tesisleri terkederek İhsan'ın oturduğu sokağa doğru
yöneldim. Oturduğu evin pencereleri kapalı, perdeleri çekiliydi. Sokakta hâlâ kimsecikler
yoktu. Saat yediye doğru biraz vakit geçirmek için sakin bir şekilde Tarlabaşı bulvarına
dek yürüdüm. Elimde boş bir kesekağıdı vardı. Alışverişe çıkan biri intibaını vermek
istiyordum.

Hain Aramiantz'ı öldüren tecrübeli ve güvenilir arkadaşım Arsak Yezdanian, bir yandan
başım sıkışırsa bana yardıma koşmak için öte yandan üzerime almış olduğum vazifenin
nasıl neticelendiği hususunda Büro'yu bilgilendirmek amacıyla yakın
çevremdebulunmakla görevlendirilmişti. O an görünürlerde olmasa da uzakta
bulunmadığını biliyordum.' Akabinde, hadiseyle alakalı iyi bir rapor verecekti.

Saat sekiz buçuğa kadar bulvar üzerinde gidip geldim. Trafik giderek yoğunlaşıyordu.
Ortalık seyyar satıcıların çığlıklarıma çınlamaya başlamıştı. Eskicinin biri, keskin bir sesle
'Eskiler alayım!' diye bağırıyordu. Küçük çocukların ellerinden tutarak, gruplar halinde
ana okuluna götürüyorlardı. Bulvarın öteki tarafında bir Rum, fıstık ve şekerleme sattığı
dükkanını açıyordu. Hemen yambaşımda, bir Rum kasabında, genç ve şişman bir
arnavut, elindeki muazzam bıçakla et kesmeye başlamıştı. İnsanlar hızlı bir şekilde
yanımdan geçiyorlardı.

Bulvardan bir kere daha yukarı çıktığımda İhsan'ın bana doğru gelmekte olduğunu
farkettim. Her iki elini cebine sokmuş vaziyette yürümekteydi. Beylik silahını her zaman
kullanmaya hazır bir şekilde bulundurduğunu biliyordum. Etrafımdaki insanlara baktım ve
titremeye başladım. Yine de çabucak kendime çeki düzen vermeyi başardım. İhsan beni
görünce biraz yavaşlar gibi oldu. Bana biraz tedirginmiş gibi gözüktü. Onu korumakla
görevli Türk polisi Osman, on beş adım arkasından yürümekteydi. Kendimi zorlayarak
rahat bir havaya burundum ve daha önceden yüzlerce kez yaptığım gibi İhsan'a doğru
gülümsedim ve serbest elimi cebimden çıkartıp başıma götürerek onu selamladım.
Yüzümdeki adaleler tümüyle kasılmıştı. Bu haldeyken gülümsemek ve başımı sallamak
bana Mjyük ızdırap veriyordu. İhsan selamıma cevap vermeye kendini mecbur hissedip,
mütekabilen eiini cebinden çıkardı. Biran için bekledikten sonra tabancamı çekerek ateş
ettim.

İlk kurşunum alnını ıskalayarak onu boğazından yaraladı. Yakınındakilerden yardım


isteyerek silahını çekmeye çalıştı. Osman, daha ilk silah sesini duyar duymaz kayıplara
karışmıştı. Muhtemelen tek başına olmadığımı düşünmüş ve orada can vermek
istememişti.

İkinci kurşunum İhsan'ın koluna saplandı. Artık silah kullanamayacağını anlar anlamaz
kaçmaya başladı. Onu kovalarken ardından İki el daha ateş ettim. Bütün sokak panik
içerisindeydi. Yayalar çığlık çığlığa gizlenecek yer arıyordu. İnsanlar pencerelerinden
bana doğru saksı, pabuç ve diğer cisimler atmaktaydılar. Yine de kimse onunla benim
arama girmeye cüret edemiyordu. İhsan yere düştü, bu arada başı bir taşa çarptı.
Üçüncü ve dördüncü kurşunlarım ona isabet etmişti, buna rağmen onu yaralamak
imkansızmış gibi görünüyordu. Hâlâ hayattay di. Dizlerinin üzerine kalkarak doğrulmaya
çalıştı. Komşular, evlerinden bize doğru, ellerine geçeni atmaya devam ediyorlardı. Bu
karışıklıktan istifade eden İhsan, sonunda silahını çekmeye muvaffak oldu. Bana nişan
almaya çalıştı. Onun üzerine atlayarak tabancamda kalan son iki kurşunu kafasına
boşalttım. Ardından koşarak uzaklaşmaya başladım, ama öldüğüne emin olmadığım
aklıma gelince durmak zorunda kaldım. Artık nefes almadığını görmem lazımdı. Heyecan
ve tecrübesizlikten olsa gerek, çok acemice bir iş çıkarmıştım. Kafatası ortadan ikiye
ayrılmış ve beyni kaldırımların üzerine saçılmıştı.

Bir yığın insan pencerelere toplanmıştı. Kadınlar histerik çığlıklar atıyor, erkeklerse
tehditler savuruyordu. Pencerelerden birinin aralığından sakin bir şekilde ihsan'ın
cesedine gözünü dikip bakan bir kadını farkettim. Bu kadın Doktor Benney'in dul
karısıydı. Beş yıl önce, ihsan ve polisleri onu tutukiamış ve bir sabah, şafak vakti idam
etmişlerdi. O günden itibaren dul karısını nadiren görmekteydik. Kendi içine kapanmış,
acısıyla başbaşa kalmıştı. Aynı sokak üzerinde, İhsan'ın bir başka kurbanı Doktor
Daghavarian'ın da evi bulunmaktaydı.

İnsanlar toplanmaya başlamışlardı, ilk silah sesinden sonra vasıtalar ve hammallar


zaten durmuşlardı. Bir an İçerisinde kalabalık harekete geçti. Gözlerinin içine baka baka
silahımı yeniden doldurdum ve vuruşarak çekilmeye başladım. Ansızın iri yarı bir Türkün
yaklaştığını gördüm. Gece bekçilerinden biriydi. O esnada Çıplakyan eczanesinin
önünde duruyorduk. Türk elini kaldırdığında bir vücut hareketiyle onun hamlesini
savuşturup, tabancamın kabzasını yüzüne indirdim. Ayakta şöyle bir sallandıktan sonra
dengesini kaybederek eczanenin vitrininden içeri girdi. Artık, bir yığın kırık camın
ortasında serilmiş yatmaktaydı. Çevremdeki insanlar kaçmaya başlamışlardı.
Meslekdaşının ardısıra beni yakalamak İçin üzerime yürüyen bir başka gece bekçisi,
fikrini değiştirerek bulunduğu yerde hareketsiz kalmayı tercih etti. Elimdeki otomatik
tabancayı göstererek etrafrmdaki kalabalığa yol açmalarını İhtar ettim. Köşeyi döner
dönmez hızımı artırarak bir başka sokağa saptım. Ara sokaklar boyunca zigzaglar
çizerek kendime yol açmak suretiyle bütün gücümle koşmaktaydım.

Fevkalâde bir asap bozukluğu içinde arkadaşlarımızdan birinin evine vardım.


Sakinleşince beni yakınlardaki bir eve götürdü, bir başka arkadaşın evine gitmeden Önce
bir müddet orada kaldım. Hiçbiri de bu sinirimin sebebini sormadı. Bana kahve ikram
etmek ve bir evden diğerine götürmekle yetiniyorlardı.

Birkaç saat sonra Djagamard tesislerine geri döndüğüm zaman ceketimi çıkarma
imkanı bulabildim. Gömleğim kan içerisindeydi. Bu kan, Çıplakyan eczanesinin
vitrininden içeri dalan gece bekçisine aitti. Benim için temiz bir gömlek aramaya
başladılar. Öğle üzeri gazeteyi terkederek, bir mağazada çalışmakta olan
arkadaşlarımdan birini görmeye gittim. Karşısında beni bulunca, kucaklayarak kendisinde
kalmamı teklif etti. Kabul ettim.

İhsan'ın katilini çabucak teşhis edebilecekleri aklıma gelmemişti. Buna rağmen, hem
de aynı gün İçerisinde, Türk ve İşgal kuvvetlerine mensup polisler bizim eve gelerek beni
aradılar. Daha sonraları öğrendiğimize göre, koruma görevlisi Osman, kaçmadan önce
beni teşhis etme fırsatını bulmuştu. Hakkımda bir tevkif müzekkeresi tanzim olunmuştu.

Pera'da bir ay daha kaldım. Ardından, Üsküdar'daki bir diğer arkadaşın yanına
taşınarak netice de biraz rahatlama imkanına kavuştum. Teşkilâtın, İstanbul'u terketmem
için yardımcı olacağını biliyordum. Ayın sonuna doğru yeni talimatlar bana ulaşmıştı.
Orada yeni bir vazifenin beni beklediği, genç Ermeni Cumhuriyetimize gitmem
gerekiyordu. Sonunda memleketimi, Ermenistan'ı görecektim!
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM BAĞIMSIZ ERMENİSTAN

O devirde İstanbul'daki tüccarlar, Beyaz Ruslara ve ordularına yiyecek, giysiler ve


birinci dereceden ihtiyaç maddeleri satmak amacıyla, düzenli olarak Karadeniz'i geçip
Sivastopol, Novorossisk ve Kertch'e ulaşırlardı. Dönüşlerindeyse halı, mücevherat ve
diğer lüks eşyaları getirirlerdi. Bu ticaret öylesine kazançlıydı ki, birkaç bin altını bir araya
getiren herkes, Kınm hatta Odessa'ya kadar gidebilmek amacıyla birbiriyle yarış
ediyordu. En şanslılan bu yolla servet sahibi oldular. Gidip kendini Kızıllara yakalatan
diğerleriyse, mallarına el konduktan sonra başlarına birşey gelmeksizin canlarını
kurtarmışlarsa kendilerini talihli addedebilirdiler.

Teşkilâtımız, benim için Torcom Ghazarian adına düzenlenmiş bir Nansen pasaportu
temin etmişti. Bu pasaport sayesinde, bir ticaret gemisiyle Sivastopol'a gidiyordum.
Oradan Kertch'e geçecek ve akabinde Ermenistan'a giden trene binmek uzere Batum'a
hareket edecektim. ilk defa ülkeme gidiyordum. Ote yandan, bu defa kendi ülkesinde
asker olarak Turklere karşi garpişmak igin bir ay kadar once, biraz da aceleyle ayrtlmiş
olan arkadaşim Q\lingirli Arşavir'i de bulacaktim.

Aralanndan biri meşhur biravukatin erkek kardeşi olan iki Ermeni taciri, kiralamiş
oiduWan teknede beni hararetle karşiladi!ar. Her gun c.ok iyi yemekler yiyor, bol
miktarda konyak ve şampanya igiyorduk. Yavas. yavaş bnemli bir misafir oldugum
duşuncesini edinmeye başiamiştim. Sivastopol Itmamna geldigimizde, ben teknede
uyurken, yuklerinin bir boliimiinu kamya gikardilar. iki giin karada kaldiktan sonra Kertch'e
gitmek igin yeniden denize agildik.

Vanşimizda şehri buyiik bir kargasa igerisinde bulduk. Sanki yagmurdan kagarken
doluya tutulmuştLim. Ugaklar şehri bombahyordu. Sokaklar cesetlerle doluptaşmaktaydi.
Bolşeviklerle, Beyaz Ordu birlikleri blumCine bir savaş vermekteydiler. Beni getiren
tekneye ic. savaşin son buyiik muharebelerinden birini vermekte olan Wrangel'e bagli
askerler taralmdan el konmustu. Askerler ve Polis tekneye giktigi zaman kagmayi
başarmiştim. Daha sonralan tacirierden birinin tutuklanarak vahsjce bir sorguya maruz
kafdigini ogrendim.

Bu umumi panik hadisesinin ortasinda kendi gitvenligimden endişeye dCişerek, saga


sola sormak suretiyle neticede bir Ermeni tarafindan isjetilen bir Han bulabildim. Ertesi
gun hanci, beni Turk denizcileriyle tanistirdi. Onlar da beni teknelerine alarak Batum'a
goturmeyi kabul ettiler.

Ermenistan'i gSrmeyi gok arzu etsem bile tedbiri elden birakmiyordum. insaniar
gupegiindiiz sokak ortasinda oldurCiluyoriardi. Hig yoktan oliip gitme mek için, hareket
saatine kadar odamdan çıkmamaya karar verdim. Kapımı çaldıkları zaman elimdeki
kitaba gömülmüş durumdaydım. Daha ayağa bile kalkamadan bir düzine kadar polis
odaya doluştu. Adımı, nereden geldiğimi ve ne işle uğraştığımı sordular. Onlara talebe
olduğumu söyleyerek elimdeki Nansert pasaportunu gösterdim. Pasaporttan
şüphelendikleri belli oluyordu. Birkaç dilde birden vermeye çalıştığım izahata rağmen
beni alıp götürdüler. Hanın sahibi bana tercümanlık yapmak bile istememişti. Beni hapse
atarak elimdeki bütün parayı aldılar. Kumaşın altına, düğmeler halinde gizlenmiş olan
altınları bulamadıklarına seviniyordum. Beni tutuklayan bu kişiler geçmişimi
bilmemekteydiler. Bana Adrşı hiçbir ithamda bulunulmadı. Sadece roitsln düzenli olarak
yapmakta olduğu han baskınlarından birine denk gelmiştim. Elimdeki pasaportsa beni
merkeze götürmeleri İçin gereken bahaneyi oluşturmuştu. Bitap ve şaşkın bir halde,
Kertch'deki bu sefil zindanda on gün kaldım.
İlk iki gün tümüyle moral bozukluğu içerisinde geçti. Beni hapiste çürüteceklerinden
başkası aklıma gelmiyordu. Daha sonra, Trabzon'dan bir Rum mahkumla ve bir Rusla
ahbap oldum, şans eseri, Rusun kızkardeşi Hapishane Müdürünü tanımaktaydı.
Ağabeyini hapisten kurtarmaya çalışıyor, bu arada Rumla bana tavassutta bulunuyordu.
Bir gün üçümüz birden Müdürün makamına çağrıldık. Rum, benim için tercümanlık
yapıyordu. Birkaç dakikanın sonunda zamanımın dolduğunu anladım. Hayatımı
kurtarmak için Müdüre bin ruble vermek yeterli olacaktı. Kendisi, birlikte iş yapmanın bîr
zevk olduğu insanlardandı. Rüşvetini aldıktan sonra paramın üzerini geri verdi.
Birbirimize İyi şanslar dileyerek dostça ayrıldık.

Batum'a gitmek istediğimi öğrenen Rum, Laz gemidlere karşi beni ikaz etti. Lazlar,
Trabzon bblgesinde yasayan bir kavimdi.

"Eg"er Lazlar" dedi, "uzerinde bol miktarda para oldugunu farkederlerse seni once
soyar, ardmdan da denize atarlar. Temkinli oi. Higbir zaman onlann teknelerine binme."

Birkag gun sonra, iyice bunalmis bir vaziyette, nhtimda dolasip beni Kertch'den
cikartarak Batum'a gotiirecek bir care aramaktaydim. Limanda, birbirlerine govde
govdeye palamarlarla baglanmis duzinelerce mavna yatmaktaydi. Konustugum
denizcilerden biri uzaktaki bir tekneyi isaret ederek, onun bugiin Batum'a hareket
edecegini ve Kaptanla konujtugum takr'i'do biiyiik ihtimalle beni de gemiye kabul
edebileceklerini soyledi. Bir mavnadan otekine atlayarak sbz konusu tekneye ulastim.
Hemen sonra gur sakalli ve pek de giiven telkin eden bir goriintusii otmayan bir laz
ardimclan tekneye atladi. Omuzuna astigi torbanin agirligiyla iki btikliim olmustu.
Dogruldugunda zayif ve uzun boylu oldugunu anladim. iste Kaptan buydu. Beni tepeden
tirnaşa iyice bir inceledi. Teknenin geri kalan miirettebati da lazlardan olusmaktaydi.

"Paran var mi?" diye sordu.

"Evet, yol parami bdeyebilirim." diye cevap verdim ve Rumun sbylemis. olduklan
aklima gelerek ilave ettim: "Ozerimde dort yuz ruble var."

"Bu yiyecege biie yetmez. Elli Turk lirasi isterim."

"Beni Batuma kadar gbturiin. Vardigimiz zaman Ticarethanemizin orada bulunan


subesine gider paranizi oderim."

"Neymis bu ticarethanenin adi bakalim?"

Bunun uzerine dort basi mamur bir hikaye uydurdum. Turn Turkiye ve Rusya'da biiyCik
magazalannsahibi olan meşhur Ermeni tüccarı, mültimilyoner İpranossian'ın torunu
olduğumu söyledim. Arkadaşlarımla beraber çıktığım bu yolculuğu henüz bitirmiştim.
Onlar İstanbul'a geri dönerlerken ben, Büyükbabamın mağazasını görmek için yolumu
Batum'a kadar uzatacaktım. Bu arada ortaya çıkan bazı aksilikler bir ay kadar
gecikmeme yol açmış, geçen zaman zarfındaysa nerdeyse bütün param suyunu
çekmişti. Böylesi durumlarda yaînız başıma kalmaya alışık olmadığım için ne yapacağımı
bilmez bir haldeydim.

'Yani sen Hacı Ağa İpranossian'ın torunu oluyorsun?"

Anlattığım bu acıklı hikaye onu etkilemiş qibi davranıyordu. Bana, Büyükbabamın


hesabına sık sık mal taşıdığını söyledi.
"Seni sadece Batum'a götürmekle kalmaz, hatta İstanbul'a kadar bile taşırız."

Anlaşıldığı kadanyla Laz, iyi bir mükâfat ümit etmekteydi.

Tavsiyeleri üzerine gidip ekmek ve tütsülenmiş et satın aldım. Beni teknede yatmaya
davet etti ve iki gün sonra hareket edeceklerini söyledi. Bu gecikmenin sebebini
bilmiyordum, şüphesiz rüzgârla ilgili bir problemdi. Teknenin üzerinde hummalı bir
faaliyet göze çarpıyordu. Denizciler ağır balyalarla gidip gelmekteydiler. Banknotları sağ
ayakkabımın içine yerleştirdim ve hapisten çıktıktan sonra birkaç gün müddetle bana
evini açmış olan Murka Plitchita'dan satın almış olduğum Nagan marka revolveri
pantalonumun altından sol bacağıma bağladım. Silah, Wrangel'in ordusunda çarpışırken
cephede öldürülen kocasına aitti.

İki gün geçmiş olmasına rağmen teknenin hâlâ limandan ayrılacağı yoktu. Kaptana
gerçekten meteliksiz oldugumu gbstermek amaciyla, sigara alabilmek igin bana biraz
borç para vermesini rica ettim. İstemiş oldugum parayi seve seve verdi. Bekleyis devam
ediyordu. Sonunda Rüzgar başlamıştı ama yine de kalkacağımıza dair hiçbir emare göze
çarpmıyordu. Ardından durumu anlamaya muvaffak oldum. Bula bula bir kaçakçi
teknesini bulmuştum ve sahilden uzaklaşabilmek için sıkı bir yağmur yağmasını
beklemekteydik. Kara bahtıma lanetler okudum. Ama ne demişler denize düşen yılana
sarılırmış. Bense, kendi hesabıma, bu kaçakçıları bırakıp gitme lüksüne sahip değildim.

Tam beklediğimiz gibi neticede iyi bir fırtına koptu. Bizim icin ideal zaman olsa da
demir almıyorduk. Bugün, batıl itikatlan hayli kuvvetli olan Kaptanımız için, kötü şans
manasına gelen Salı günüydü. Durmaksızın kötüi kehanet diye tekrarlıyordu. Beni
masum bir zengin çocuğu olarak kabul eden Kaptan ve mürettebatı, altın ve elmas
taşıdıklarını anlattılar. Geceyarısını birkaç dakika geçe yola koyulduk, zira artık
Çarşamba gününe girmiştik. Bütün yelkenler inik vaziyette yavaş yavaş sahilden
uzaklaştık. Kaçakçı teknesi ve yedi lazdan olusan mürettebatı beni tedirgin ediyordu.
Küçük kabinimden, bir lambanın aydınlığında acımasiz çehrelerini izliyordum. Akabinde,
en azından daha birinci gün beni öldürmeyeceklerine kanaat getirerek uyuyakalmışım.

Ertesi gün uyandığımda teknenin pupa yelken yol almakta olduğunu gordüm. Deniz
sathından muazzam dalgalar yükselmekteydi. Karadenizde mevsim yoktur derler. Yazın
da, sanki mevsim kışmış gibi fırtınalar birbirini takip eder. Şarkı söyleyen genç bir Türk
denizcisiyle benim haricimde herkes uyuyordu. Kara hala görünürlerdeydi. Rüzgar ve
dalgalar tekneye korkutucu bir güçle vuruyor ve tıpkı bir kibrit kutusuymuşçasına
sallıyorlardı. Mürettebatin geri kalan kısmı halatları germek üzere nihayet güverteye çıktı.
Yaklaşık yüz kişininkine eşdeğer gürültü çıkarıyorlardı. Tecrübeli gemiciler olmalarına
rağmen yine de korkmaktaydılar. Rüzgâr her taraftan esmekteydi. Aniden gemi direği
boşaldı ve yelkenler düştü. Aynı anda top sesleri kulağımıza kadar geldi. Komünistlerin
kontrolundaki bölgelerden birine yaklaşmış olmalıydık. Bu gürültü gerçek bir paniğe yol
açtı; Gemiciler, icabı halinde denize atabilmek için, hummalı bir şekilde hamuleyi
güverteye çıkartmaya koyuldular. Gerçekten de, Komünistlerin tekneyi ele geçirip
taşıdıklarımızı bulması halinde hepimize darağacının yolu gözükecekti.

Hepimiz korkunç bir gece geçirdik. O gece gözümü bile kırpmadım. Sabahleyin deniz
öylesine kötüydü ki, kabaran dalgalar küçük güverteyi yalıyorlardı. Bulunduğum kabine
su yürümüştü. Gemiciler bir dakika olsun dinlenmiş değillerdi. Ansızın çalışmayı kestiler
zira namaz saati gelmişti. Kritik durumumuza rağmen ibadetlerine riayet ediyorlardı.
Banaysa sıkıntı basmıştı. Bir kenara çekilerek onları izledim. Tekne sallanıp kendi
etrafında döne dursun onlar aynen dualarına devam ediyorlardı. Yeniden iş başı
yapmalarını hasretle beklemekteydim.
Bu arada, Kaptan bana doğru dönerek öfkeyle seslendi:

"Allahınız yok mu sizin? Niye dua etmiyorsun?"

Dalgaların tekneyi her sıkı sallayışında ya da rüzgârın hızını artırdığı zaman daha ne
kadar fazlalaşabileceğini artık tasavvur edemiyordum kendi kendine: "Burada bize
uğursuzluk getiren birisi var" diye mırıldanıyordu.

Sessizliğimi muhafaza etmekteydim. Bacağıma bağlamış olduğum revolver hâlâ


yerinde duruyordu. Homurdanmalarını dinlemekten ve hasmane bakışlarını
yakalamaktan artık gına gelmişti, sonunda ona:

"Ne istiyorsunuz?" dedim. "Ben de sizler gibi Batum'a sağ salim varmamız için dua
ettim. Tekneye çıktığım andan itibaren dua etmeyi de kesmedim."

"Çok garip" dedi, bana bakıp kaşlarını çatarak.

O gece, revolverimi gömleğimin içine naklettim. Bu çılgın lazların arasında yakında


ona ihtiyaç duyacağım kuvvetle muhtemeldi.

Ertesi gün fırtına kesilmişti. Denize açılmamızı takip eden dördüncü ya da beşinci gün
olmalıydı. Direk ve yelkenlerin artık kullanılacak hali kalmamıştı. Bu sebeple kürek
çekmek gerekiyordu. Uzun ve monoton bir rota üzerinde seyahat etmekteydik. Daha ne
kadar süreceğini bilmiyordum ama deniz hâlâ sakindi. Denizciler de aynı şekilde
yatışmışa benziyorlardı. Onlarla beraber çalıştım ve balık avladım. Hayatta kalmış
olmanın vermiş olduğu rahatlıkla şakalaşarak, neşe içinde laz şarkıları söylüyorlardı. Bir
tanesini bana da öğrettiler. Bugün bile bazı mısralarını hatırlıyorum:

'Armut dalda sallanır, sallanır. Sallandıkça ballanır, ballanır.'

Sonunda Batum ufukta gözüktü. Ama kıyıya yanaşmak için tabiatıyla gecenin zifiri
karanlığını beklemek gerekiyordu. Kaptan, daha Önceden bende adresi mevcut olan bir
otele kadar bana refakat etti. Arkadaşım Dikran Khoyan orada bulunmaktaydı. Keşif
devriyeleri teşkil etmek için Ermenistan'a gelmişti. Otel sahibi beni barındırmayı kabul
ettikten sonra Kaptan, geceyi orada geçireceğime emin olarak;

"Sabahleyin beraberce Büyükbabanın mağazasına gitmek üzere geleceğim." dedi.


"Sabaha kadar beklemeye gerek yok." derken ayakkabımın içinden üç yüz lira kadar
olduğunu bildiğim bütün paramı çıkartıyordum. Elli lirasını ona verdim. Gözleri faltaşı gibi
açılmıştı. Öylesine allak bullak olmuştu ki, alacağını almak İçin elini uzatmak bile aklına
gelmiyordu.

"Seni rahatsız eden bir şey mi oldu?" diye sordum.

"Üzerinde para taşıdığını bilmiyordum." diyerek cevap verdi.

"Bilmemen senin için daha iyi oldu yoksa aklına kötü şeyler gelebilirdi. Ayrıca
üzerimde bu da vardı." deyip taşıdığım tabancayı gösterdim. Ardından parasını ödeyerek
kendisine teşekkür eltim ve kapıya kadar uğurladım.

Ermenistan'a 1920 Haziranında ulaştım. Başkent Erivan canlı bir faaliyet İçindeydi.
Salgın hastalıklar sonunda bertaraf edilmiş ve gıda maddeleri bolca bulunur hale
gelmişti. Bir yığın molozun arasında tıpkı hayvanlar gibi yatmak zorunda kalmış olan
zayıf ve perişan yetimler, sportif ve dinamik genç delikanlılar haline gelmişlerdi. Diğer
bölgelerde yaşayan soydaşlarının başına gelenleri öğrendikten sonra, Türklerin
katliamlarına karşı koymaya karar veren Anadolu vilayetlerinden geliyorlardı. Bazı
vilayetlerde Ermeni birlikleri savaşanların yardımına koşmuş ve neticede onları alarak
iskân etmek ümidiyle beraberlerinde Ermenistan'a getirmişlerdi. Binlercesiyse, açlık ve
hastalıklardan yollarda ölmüştü.

Ermenistan, bağımsız bir cumhuriyet haline geldiğinde, bu kahraman direnişçilerin


çocuklarıyla ilgilenmek zarureti hasıl olmuştu. Bir antrenman ve beden terbiyesi programı
uygulamaya koyan Yegiche Katchounİ, onları yakın dağlardaki yeniden uyum sağlama
kamplarına götürmekteydi. Amerika'dan bir yardım kuruluşu ona bir miktar un
ulaştırmıştı. Diğer üç beden terbiyesi uzmanı Vahan Tcheraz, Onnig Yazmadjİan ve
Dikran Khoyan çalışmalarında yardımcı olmak maksadıyla ona katılmaya hazırdılar.
Onlarla Batum'da karşılaşmış ve kalan yolu birlikte katetmiştik. Dördümüz de bizi
bağımsız cumhuriyetimizden ayıran dakikaları saymaktaydık.

Erivan'a varır varmaz, o sıralar Savaş Bakanı olarak görev yapmakla olan arkadaşımız
Rouben Ter Minassian'ı bulacaktım. O günü kusursuz bir şekilde hatırlıyorum. Doğrudan
evine gittim. Karısı kapıyı açtığında bir duman bulutu yüzümü sardı. Odaya girdiğimde
içerde dumandan göz gözü görmüyordu: ansızın halıyla örtülü bir sedirden geldiğini
sandığım bir ses işittim. Sese doğru yaklaşarak dava arkadaşımız Rouben'i farkettim.
Elinde bir sigara tutmaktaydı. Bana da bir tane uzattı, severek kabul ettim. Ona müşterek
dostumuz Amadouni'nin İstanbul'dan gönderdiği mektubu verdim. Mektubu gülerek
okuduktan sonra beni kucaklamak için ayağa kalktı.

"Formda görünüyorsun Arşavir."

"Ermenistan havası bana iyi geliyor. Avrupa'da bitirmem gereken birkaç vazifem var.
Ardından, hayatımın geri kalan kısmını geçirmek üzere buraya dönmeyi düşünüyorum."
dedim.

Ermenistan'da birkaç ay çalıştıktan sonra, Mütarekeyi takiben İtilaf Devletleri


tarafından Malta'ya sürülen İttihat ve Terakki liderlerinin lüks içinde yaşadıkları Avrupa'ya
hareket etmem uygun görülmüştü. Bunun için İstanbul'dan gelecek emirleri
beklemekteydim.

Rouben beni Levon Kalantanian'a gönderdi, o da beni Gizli Servis'te çalışmak üzere
görevlendirdi. Birkaç gün sonra, Türk casuslarının celep kılığına girerek doluşmaya
başladıkları Kars'a gitmek üzere iki arkadaşımla beraber yola çıktım. Bu dönemde
Türkler, Ermeni Cumhuriyetini çökertmek için Komünistlerle işbirliği etmekte bir beis
görmüyorlardı. Bir müddet sonra, içinde Kars ve Ardahan'ın da yer aldığı topraklarımızın
bir bölümü üzerinde hak iddia edecekler, geri kalanlarsa zaten Komünistlerin eline
geçecekti. Bugün, Ermenistan bir Sovyet Cumhuriyeti haline gelmiştir* Bu casusları
yakaladıktan sonra ağızlarından aldığımız gizli bilgileri Rouben'e ulaştırdık. Görevimi
tamamlamıştım. Yolumu, bugün Sovyet toprakları içinde kalmış bulunan kutsal şehrimiz
Etchmiadzin'e dek uzattım. Rouben'in emirleri altında üç ay boyunca Ermenistan'ı bi;
uçtan ötekine katettim. Ardından günün birinde Erivan'a çağrıldım. Bir an önce gidip
Rouben'i görmek istiyordum.

Karşılaştığımızda açık bir şekilde, ülkemizi tehdit etmekte olan tehlikelerden bahsetti.
Komünistleri topraklarımızdan kovmuş olsak da bu sefer Türkler tarafından kuşatılmıştık.
Türk subayları komşu ülke Azerbaycan'da bir ordu hazırlıyorlardı. Bu birlikler, son
Jöntürk Hükümetinin eski Harbiye Nazırı Enver Paşayla amcası General Halil Paşanın
ortak kumandasına verilmişti. Vazifem, şu sıralar Azerbaycan'ın başkenti Bakü'de
bulunan bu iki şahsı etkisiz hale getirmekti. Seçeceğim arkadaşlardan biri bu yolculukta
bana eşlik edecekti. Tabiatıyla bizim eski ortak Çilingirli Arşavir'i seçmek İçin bir an bile
tereddüt etmedim.

Tramvaylar İdaresinin emrinde biletçilik yaparken birlikte yaşadığımız güzel günlerimiz


olmuştu. Birlikte silah sevkiyatı yapmış; hüviyet, askeri belgeler ve hatta ekmek
karnelerinin sahtelerini imal ederek satmıştık. Beraberce, sayısız kereler Türk Polisini
şaşkına çevirdiğimizi de hatırlıyorum. Ermenistan'da olduğunu bilmeme rağmen şu ana
dek onunla temas kurma imkânım olmamıştı. Rouben sayesinde, kendisinin Başkentin
birkaç kilometre dışında mevzilenmiş olan General Sebouh'un ordusundaki istihbarat
birliklerinde görev yaptığını öğrendim.

Bu konudaki tercihimi bildirir bildirmez ilgili birliğe bir telgraf çekerek Arşavir'İn
üstlenmiş olduğu sorumluluklardan arındırılarak Erivan'a yollanmasını istedi. Cevap
gelmekte gecikmedi. Arşavir sen görevinden geriye dönmemişti. Tam üç defa Türklerin
kontrolundaki topraklara girerek çok kıymetli bilgiler getirmişti. Birbirinden hassas ve
tehlikeli bu görevden sonra General Sebouh onu muayyen bir müddet için düzenli ordu
birliklerinde istihdam etmek istemiş ama Çilingirli Arşavir son bir kez Türk hatlarının
gerisine sarkmayı arzu etmişti. Bir daha da onu canlı gören olmamıştı. Esir düşmüş,
işkence gördükten sonra öldürülmüştü. Ermeni askerleri daha sonra cesedini
bulmuşlardı. Türklerin, ağzından bilgi koparmak İçin hayli uğraşmış olduğu daha ilk
bakışta belli oluyordu. Arşavir yiğitçe davranmıştı, ister hür, isterse esir düşmüş olsun,
Türklere kafa tutacak güce sahipti.

Kayıp haberi beni allak bullak etmişti. Ben olağanüstü bir dost, Ermeni halkıysa eşi
bulunmaz bir hizmet adamı kaybetmişti. Arşavir, İstanbul'a birkaç saatlik mesafedeki
Çilingir köyünde doğmuştu. Savaş zamanı köyünü terkederek birkaç hafta kalmak üzere
Başkente gelmişti. Dönüşünde bir kabus kendisini beklemekteydi. Köyde bir tek Ermeni
bile kalmamış, hepsi birden sürülmüşlerdi. Annesi, Babası, kız ve erkek kardeşleri, amca
ve halaları, büyükbabaları ve kuzenlerine varıncaya dek topyekün bütün ailesi
katledilmişti. O sıralar sadece on sekiz yaşında olmasına rağmen, olağanüstü cesareti
sayesinde bu facianın içinde açtığı yaraları sarabilmişti. İstanbul'a geri dönerek, hayatını
Türkleri cezalandırmaya adamaya yemin etmişti.

Kırk beş seneden beri onu düşünmeden geçirdiğim bir günüm bile olmadı, yine de
kendi arzu ettiği gibi, Ermeni ordusu saflarında Türklere karşı savaşarak, öldüğü
düşüncesiyle biraz da olsa teselli buluyorum.

Bunun üzerine Rouben, Aram Erkanian'la beraber yola çıkmamı teklif etti. Makamında,
savaş Bakanıyla son kez bir araya geldik. Aram ve ben, Gürcistan'ın başkenti Tiflis
üzerinden Bakü'ye gidecektik. Ermenistan'daysa durum giderek kötüleşmekteydi. Hudut
boylarında her gün müsademeler vuku buluyor ve bu bölgelerde bulunan insanlar daimi
bir tehdit altında yaşıyorlardı. Enver ve Halil'i mümkün olduğunca çabuk ortadan
kaldırmak icap etmekteydi. Bakü'ye havyar almaya gelmiş Türk tüccarları kılığına girmeyi
kararlaştırdık. İstanbul doğumlu olduğumdan Türkçeyi gayet iyi biliyordum, fakat Aram
aynı dili bariz bir tatar aksanıyla konuşmaktaydı. Bu yüzden her gün Türkçe konuşma
talimleri yapmak zorunda kaldık. Aram, Ali Şevket, bense ismail Eşref Bey isimleriyle
seyahat edecektik.

Aram'a, Bakü'de bir tatar kızı bulup ona kur yaparak, evlenmeye ikna etmesini teklif
ettim. Ben de akabinde onların kiracısı olarak aynı eve yerleşecektim. Bu sayede,
güvenilir bir harekât merkezine sahip olacaktık. Gerektiği takdirde, şüpheleri üzerimize
çekmemek için, kendimi gizleyebilmek amacıyla sakat taklidi bile yapacaktım. Aram,
sonunda pes ederek bu plana uymaya razı oldu. Aslında koca rolünü oynamak
istiyordum ama yirmi yaşında olmama rağmen on altısında gibi durduğumdan bu iş biraz
zor olacaktı. Aram o sıralar yirmi beş yaşlarında olmalıydı. Küçük gözleri, çıkık elmacık
kemikieri ve geniş çehresiyle daha çok doğuluyu andıran bir tipe sahip güçlü bir adamdı.

Görevimizi tamamlar tamamlamaz postumuzu kurtarmak için dahiyane bir plan


hazırlamamız gerekecekti. Üzerimizde Bakü'de birkaç yerin adresi olsa da bunların
hiçbiri tümüyle güvenilir değildi. Bir başka zorluk daha mevcuttu. Yapacağımız iş için bize
tabanca lazımdı. Azerbaycan'a üzerimizde silahlarla giriş yapmaya kalkışmak tehlikeli
atacından, onları Bakü'ye geldikten sonra temin etmeye karar vermiştik. Satın almak
mümkün olmazsa, gece yarısı bir polise pusu kurarak silahını gasp etmekten başka
çaremiz kalmıyordu. Elimizde bir tabanca olduktan sonra diğerlerini bulmak daha da
kolaydı.

Ermenistan'ı üzerimizdeki diplomatik pasaportları kullanarak terkettik; pasaportlardaki


Krikor Mouradian adı Aram'a, Aharon Avedissian ismiyse bana aitti. Tiflis'e vardığımız
andan itibaren Türk pasaportlarımızı kullanacaktık. Ayrılmadan önce Rûuben bize dört
yüz bin Ermeni rublesi vermişti. Akabinde bu parayı, Teşkilâtımızın temsilciliğinde dört
yüz bin Azerbaycan rublesiyie takas edecektik. Bu miktar dört yü2 Türk lirasına denk
gelmekteydi. Bakü'de işe yarayacağını tahmin ettiğim birkaç parça altını da aynca
yanımda taşımaktaydım. Rouben, bundan başka, iç kısmında üç elmasın gizlenmiş
olduğu eski bir pipo da vermişti. Kaynaklarımızın sonuna geldiğimiz için, bu elmaslara
ancak son çare olarak başvurmam gerektiği de sıkı sıkıya tembih edilmişti. Savaş
bakanımız her ikimize de iyi şanslar diledi. Ermenistan'daki arkadaşlarıma İstanbul'a
gitmek üzere yola çıktığımı söyledim. Böylece ülkeyi terkettik. Bu konu üzerinde bir hayli
kafa yorduktan sonra Aram, evlenme fikrinin başta göründüğü kadar cazip görünmediği
kanaatına varmıştı. Durmaksızın, hiçbir kadını Türk olduğuna İnandıramayacağını
tekrarlıyordu.

"Belki de kim olduğunu anlayarak seninle eğlenecek ama ayrıldığı takdirde bir
başkasını bulamayacağından kalmaya razı olacak kadar çirkin bir kız bulabiliriz." dedim,
gülerek.

17 Kasım 1920 günü Tiflis'e ulaştık. Ermenistan savaş halindeydi. Kars, Türkierin eline
düşme noktasına kadar gelip dayanmıştı. Teşkilâtımızın Gürcistan'daki Merkez
Komitesine giderek kendimizi takdim ettik.

BEŞİNCİ BÖLÜM GÜRCİSTAN ZİNDANLARI

Merkez Komitesi elimizdeki rubleleri değiştirmeyi ve Azerbaycan'a girmek için gerekli


olan belgeleri mümkün olduğunca çabuk temin etmeyi kabul etti. O dönemde Tiflis
Ortadoğu'nun Paris'i gibiydi. Şehri gezmek istememe rağmen Komite, sokaklarda
kendimizi göstermemize şiddetle karşı çıktı. Bu sebeple bütün zamanımızı,
mobilyalarıyla beraber kiraladığımız iki odada geçirmek zorunda kaldık.

Bu inzivanın bizim işimize yaradığını da söyleyebilirim. Türkçe konuşma talimlerine


devam ettiğimiz gibi, bu arada Bakü'deki bütün sokak ve caddelerin isimlerini ezberledik.
Ruben'in deyişine göre bize silah temin edebilecek durumda bulunan genç kadınınki
dışındakileri kullanmaya niyetimiz olmasa da, daha önceden bize verilmiş olan adresleri
de ezberimize almamız İcap ediyordu.

İki gün sonra Azerbaycan başkentinin haritası kafamıza yerleşmişti bile. Gardan
ayrılırken kusursuz bir şekilde intibak sağlayacağıma emindim. Tedbir olarak altın
parçalarını ayakkabımın topuğuna yerleştirdim. Düğme halindeki altınlarsa elbiselerimin
arasında yerini almıştı bile. Aram da yaptıklarımı aynen taklit etti. Her şey yerli
yerindeydi. Görevimizi ita etmek için yola koyulmaya hazırdık. İşte tam bu sırada bütün
planlarımızı alt üst edecek bir hadise vuku buldu. Bir gün odamda elimdeki evrakı
valizime yerleştirmekteyken Aram, oynayacağımız son parti için tavlanın pullarını
dizmekteydi ki birden kapının çalındığını işittik. Ne kadar tedbirli davranmaya gayret
etseniz de bir an gelip bütün ihtiyatı elden bırakarak geri zekâlı gibi hareket
edebiliyorsunuz. İşte o gün meğerse böyle bir günmüş. ,

Kapının çalındığını duyar duymaz, çocukluğumda kazandığım bir alışkanlıkla kendimi


göstermeksizin gidip pencereden dışarıyı şöyle bir kolaçan ettim. Gördüğüm manzara bir
düzine kadar Gürcü Polisinin içeriye doluşmakla oluşuydu. O anda Aram'a belgelerimizi
imha etmesini söyledim. Birkaç saniye içerisinde en önemli evrakı yok etmeye muvaffak
olduk ama bu esnada daha geçenlerde bize teslim edilen Türk pasaportlarını saklamak
aklımıza gelmedi. Bu bölgede adet olduğu veçhile çığlık ve sövgüler eşliğinde
aramalarını sürdüren Gürcü Polisleri ellerimizi başımızın üzerinde tutmamızı ihtar ettiler.
Alelusul bir sorgulamadan sonra bizi, sivil polis merkezi Assobiardrad'a şevkettiler.

Bizleri doğruca zindana attılar. Burada, dünyayla ve Teşkilâtımızla bağlantımız


kesilmiş bir vaziyette tam üç gün geçirdik. Merkez Komitesindeki dava arkadaşlarımız
kararlaştırdığımızdan evvel Bakü'ye hareket ettiğimizi düşünmekteydiler. Dördüncü gün,
her ikimizi de sıkı bir sorguya çektiler. Neticede biz de isyan ederek tutuklanmamızın
sebebini öğrenmek istedik. Diplomatik pasaportlarımızı göstererek arzu edildiği takdirde
Polisin Ermeni Sefaretinden hakkımızda bilgi alabileceğini de ilave ettik. Ne yazık ki
kimsenin söylediklerimize kulak verdiği yoktu. Ermenistan, Türk ordusu tarafından
kuşatılmıştı; Ermeni Hükümetinin artık kolunu kaldırmaya mecali kalmamış olup, hepsinin
üzerine tuz biber ekercesine Gürcüler o dönemde bize diş bilemekteydi.

Polis, odamızı bir kere daha aradıktan sonra, Türk Pasaportlarımızı bulmayı başardı.
Akabinde sorgunun daha bir eziyetli hale geldiğini söylemeye gerek yok sanırım.
Planlarımızı öğrenmek istiyorlardı. Yedi gün boyunca bizi sanık sandalyesinde tuttular.
Sorgular monoton ve bunaltıcı olup her defasında ardından dayak faslı geliyordu. Polis,
işkencenin envai çeşidini uygulamaktaydı. Linç edilmiş gibi bir görünümüm vardı. Her
ikimiz de artık tanınmaz bir hale gelmiştik. Aram topallıyordu; yüzü kapkara olmuş,
gözleri şişmişti. Öfkeden deliye döndüğünden, konuşacak kadar güç topladığında: “Tek
başıma on tanesine birden karşı koyabilirdim... Sadece ellerim serbest olsaydı."
demekteydi. Neredeyse insanlık dışı diyebileceğimiz korkunç bir hali vardı. Benim
halimse ondan geri kalır durumda değildi, aralıksız kanadıklan için dudaklarımı zorlukla
oynatabiliyordum.

İşte tam bu vaziyetteyken bizi meşhur Medegh Cezaevine naklettiler. Süngü takmış
polislerin arasında yolumuzu tamamladık. Bu esnada büyük bir güçlükle
yürüyebiliyorduk. Bu tarz gösterilere artık alışmış olan Gürcüler, bizi bir iki dakika
müddetle seyrettikten sonra meşguliyetlerine geri dönüyorlardı. Birden kalabalığın
arasında Aram'm arkadaşlarından birini farkettik. Tutuklanmamız öncesinde birkaç defa
bize evinde yemek vermişti. Gözleri hüzünle dolu bir şekilde bize uzun uzun baktı. Bir
kaç kelime etmek istedi ama kendisini tehlikeye atmamak için bakışlarımızla bu fikrinden
vazgeçmesini işaret ettik. Buna rağmen mevcudiyeti yine de sevinmemize sebep
olmuştu. Artık, arkadaşlarımızdan tümüyle ayrı düşmüş sayılmazdık. Meş'um Medegh
kalesinde, içi ağzına kadar hırsız, katil ve siyasi suçlularla dolup taşan bir koğuşa bizleri
de yerleştirdiler. Yün yataklar tahtakurusu kaynamaktaydı. Orada on beş gün kaldık.
Bulunduğum ortama kolayca intibak edebilecek bir yapıya sahip olduğum için, belirli bir
süre içerisinde bütün mahkûmlarla tanışıklık kurmam zor olmadı. Vaktimi hikayelerini
dinlemekle geçiriyordum. Aram ise daha farklı bir ruh haleti içerisindeydi. Çökmüş ve
karamsar düşünceler içinde kaybolup gitmişti.

Mahkûmlar arasında iki de Ermeni bulunuyordu. Aslan ismindeki birincisi bir bankayı
soymaya çalışırken yakayı ele vermişti. Haroutioun adını taşıyan, siyah posbıyıktı, iri yarı
olanıysa herkesçe tanınan bir hayduttu. Maceraları bana Ali Baba ve Kırk Haramiler
masalını hatırlatıyordu. Kalabalıktan pek haz etmese de birbirimizden hoşlandığımız için
geçmişini bana anlatmaktan zevk almaktaydı.

Heybetli yapısıyla sahip olduğu şöhret diğer mahkûmların saygısını kazanmasına


yetmişti. Tebasına hükmeden bir derebeyi gibiydi. Disiplinsizlik edenleri dövmekte,
fevkalade haüerdeyse ölümle cezalandırmaktaydı.

Bir gün havalandırma esnasında koğuşlarımızdan dışarı çıkmamamızı tembih etti.

"Şu uzun boylu Gürcüyü görüyor musunuz?" dedi. "Bir zamanlar polislik yapıyordu.
Kendisi bîr çok soydaşımızın acı çekmesine sebep olmuştur. Şimdi,. yapmış olduğu
sahtekarlık ve dolandırıcılıklar ortaya çıkınca onu da hapse attılar. Biz de kendisini
Ölüme mahkûm ettik. Cezası bugün öğle vakti infaz edilecek."

Öğle üzeri, önceden planlanmış olduğu gibi, hüküm infaz edildi. Haroutioun ile diğer
hırsız ve katiller eski polisin etrafında bir halka oluşturup, çığlık ve yalvarışlarına
aldırmaksın, ölünceye kadar bıçakladılar. Herşey bittikten sonra gardiyanlar ortaya
çıkarak bağırtı ve inkâr nidalarının birbirine karıştığı son derece gergin bir ortamda bizleri
sorguya çektiler. Tabiatıyla bir Allahın kulu bile anormal birşey görüp işittiğini kabul
etmiyordu, şüphe edilen birkaç kişi başka hücrelere gönderildiyse de Haroutioun tahtını
muhafaza etti ve konu burada kapandı.

Bu haydutun aynı zamanda Cezaevi'nin aşçıbaşısı olduğunu ve işini gayet iyi yaptığı
için personelin takdirini kazandığını da söylemeden edemeyeceğim. Her defasında
Aramla bana olağanüstü lezzetli yemekler gelmekteydi. Bizler Haroutioun'un
misafirleriydik ve ev sahibimiz bir an bite görevini ihmal etmiyordu.

Nİsbeten rahat diyebileceğimiz bu hayat çabucak sona erdi. Bir gece gardiyanlar Aram
ile beni alıp götürerek toprak altındaki iki hücreye ayrı ayrı kapattılar. Orada tam on gün
kaldık. Hava olabildiğince rutubetli ve ortalık zifiri karanlıktı. Taş zemin çirkefle kaplıydı.
Ayaklarımıza pranga vurulmuş olduğu için zorlukla hareket edebiliyorduk. Her gece
gardiyanlar gelerek, sanki başka türlüsü mümkünmüş gibi, hâlâ orada olup olmadığımızı
kontrol etmekteydiler. Önceden kedi olduğunu sandığım ama sonradan aslında irikıyım
fareler olduğunu anladığım birtakım büyükçe yaratıkların etrafımdan ve ara sıra da
üzerimden geçtiğini hissediyordum. Bir gün, perişan bir vaziyette bulunduğum yere
çömelerek uyuyakalmıştım ki suratımın üzerinde gezinmekte olan birşey beni uyandırdı.
Ani bir refleksle o şeyi yakalayarak iki elimle gücümün yettiğince sıktım, fğrenç bir
çığlıkla can veren lağım faresi gebermeden önce dudaklarımı ısırmayı becermişti.
Şimdiyse ölüsü avuçlarımın arasındaydı. Akabinde dudaklarımın şişmeye başladığını
hissettim. O günden sonra an cak kesik kesik uyuyabiliyor ve çoğu kere de sıçrayarak
uyanıyordum. Zaman zaman, bitişik hücrede bulunan Aram'la temasa geçmek amacıyla
zemini tekmeliyordum. O da en az benim kadar kötü durumda olduğu için çoğu kez
cevap almadığım da oluyordu.

Bu hücre ölüme giden yolda ilk etap olup her an için bir mezar haline dönüşebilirdi. Bu
iğrenç vaziyet ve karanlık İçerisinde, kurtulmak şöyle dursun, insan Tanrıdan bile ümidini
kesiyordu. Vücutça bir hayli zayıf düşmüştüm. Bir noktadan itibaren gözüme çeşit çeşit
hayaller de görünmeye başladı. Bazı anlarda, ölümün hayalini gördüğüme kendimi
inandırıyordum. Eaşka zamanlardaysa bunlar şüphe yok ki daha iyi anlardı kendimi
kapıya Kadar sürükleyerek gardiyanlara ağza alınmayacak küfürler savuruyordum. Her
defasında beni cezalandırmaya gelseler diye dört gözle bekliyordum. Onlara bir
ulaşabilsem, hepsini kırıntı haline getireceğime inanıyordum. Bu esnada, Anavatanımızın
içine düştüğü feci durum da aklımdan çıkmıyordu. Felaketi savuşturmak amacıyla
Bakü'ye ulaşalım derken kendimizi Tiflis'de, bu kara delik içerisinde bulmuştuk. Bir gün
yeniden gün ışığını görüp görmeyeceğimizi Allah' tan başka kimse bilemezdi. Dava
arkadaşlarımızın da şu an itibariyle, aynı şekilde, kritik bir durumda bulunmaları lazımdı.
Merkez Komitesindekiler ne yapmaktaydılar? En azından durumumuzu biliyorlar mıydı?
Onlar bizim yegane umudumuz olarak kalıyorlardı ama hücre duvarları bizi sadece
arkadaşlarımızdan değil bütün dünyadan da ayırmaktaydı.

Benzer şartlar altında kişi iradesine hakim olmaya çalışıyor. Bazı vazifeleri kabul
etmenin aynı zamanda kişinin kendini en karanlık anlarda bile çaresizliğin pençesine
bırakmaması manasına geldiğini bıkmadan kendi kendime tekrarlıyordum. Yine de insan
kendini böyle bir ümitsiz vaziyette bulunca, bir gün gelip bu ızdırabın sona ereceğinden
de kuşkuya düşerek daha ne kadar dayanabileceğini merak ediyor; beş gün, beş yıl, ya
da sonsuza kadar?

Gardiyanlar, sanki sağır dilsizlermiş gibi, gelip gitmeye devam ediyorlardı.


Arkadaşlarımızın, başımıza gelenlerden bir haberleri olsaydı, Cezaevi Müdürüne birkaç
kuruş vermek suretiyle en azından bizleri daha Önce bulunduğumuz müşterek koğuşa
yeniden aldırtabil iri erdi. Gürcü Polisinin gırtlağına kadar suistimale battığını ve
aegözlülüklerininse haddinin hesabının olmadığı herkesin malûmuydu. Bizim hakkımızda
ne biliyorlardı ki? Polis, sanki İntikam alırmış gibi hareket ediyordu. Ama neyin
intikamıydı bu? Esasen neyle suçlandığımın öyle bir suçlamanın olup olmadığı da kesin
değildi ya hâlâ bilmiyordum.

Cezaevi İdaresi bizi tümüyle unutmuş değildi. Bir gün gardiyanlar sorgu için gelip bizi
arayacak oldular. Hücre adını verdikleri delikten çıktığım için mesut ve bahtiyardım.
Aram'ı bir neticeye ulaşamadan sorguladıktan sonra öylesine sadistçe dövdüler ki, onları
seyrederken ben hasta oldum ve öfkeden titremeye başladım. Onu döve döve nerdeyse
lapa haline getirmişlerdi ve benim elimden olup biteni seyretmekten başkası gelmiyordu.
Kızgınlığımın vermiş olduğu kuvvetle, sıra bana geldiğinde, vahşi bir hayvanmışçasına
en yakınımdaki polisin üzerine atlayarak dişlerimi boynuna geçirdim. Arkadaşlarını
elimden almak için diğerleri üzerime çullanmamış olsaydı, bu öfke nöbetiyle belki de
ısırarak boynunu kopartacaktım. Bir siyasi suçlunun dengesiz silahlarla çarpışmak
istemesi ne derecede akılsızlık oluyormuş onu da öğrettiler: Mücadele beni zayıf
düşürmüş, artık doğru dürüst bir şekilde kendi kaçışımı dahi planlayamaz hale getirmişti.
Benimle işleri bitip, tekrar hücreme gönderdiklerinde kan içindeki bir cesetten geri kalır
yanım yoktu.

Günler, gün yüzü görmeden karanlıkta akıp gitmeye devam ediyordu. Ardından bir gün
ellerinde fenerlerle bir grup gardiyan bizi aramaya geldiler. Aram ve ben, birbirimizin
düşüncelerini tahmin etmeye çalışarak yan yana koridorda ilerliyorduk. Bütün ümidimizi
kaybetmiş durumdaydık. Sorgulamalar ve dayak fasılları sona ermişti. Gardiyanların
tavrından sonumuzun yakın olduğunu anladık. Bu mel'un hapishaneyi ne maksatla
kullandıklarını biliyorduk. Siyasi suçlular ve Cezaevi İdaresinin hakkında hrçbir resmi
suçlamanın kayda geçirilmesini istemediği kişiler sessizce ortadan kaldırılıyorlardı. Bu
usule 'savimassoud' adı verilmekteydi. Aram bana içler acısı bir bakış fırlatarak "Bizi
öldürmeye götürüyorlar. Ne yapabiliriz?" diye mırıldandı.

İkimizi de, üzerine bütün pencerelerin açıldığı eski cezaevinin dahili avlusuna
çıkardılar. Avlunun ortasında içine bir su arkının boşaldığı bir hendek bulunuyordu.
Gecenin o saatinde sular kesilmişti. Önce borulara sonra başımı yukarıya kaldırarak
Cezaevinin duvarlarına doğru baktım. Bir tek ışık bile göze çarpmıyordu. Herkes derin
uykusundaydı. Onlara ne kadar da gıpta ettim! Gardiyanlar daha hızlı yürümemizi
söylediler. Hendeğin yanından geçerken ansızın aklıma bir fikir geldi, iki elimle birden
boruya yapışarak avazım çıktığı kadar bağırmaya başladım. Gardiyanlar üzerime
çullanarak yumruklamaya başladılar ama ne kadar vururlarsa o kadar daha fazla
haykırıyordum. Yavaş yavaş pencerelerde gölgeler belirmeye başladı. Aklıma gelen fikir
meyvesini vermekteydi. Gücümün yetliği kadarıyla protesto gösterime ve imdat çığlıkları
atmaya devam ettim. Diğer mahkûmlar da beni desteklemeyi ihmal etmiyorlardı. Çığlıklar
içerisinde bağırıp çağırmaya koyul muşlardı. Bir tür protesto fırtınası zincirleme devam
ediyordu. Ellerindeki tencere ve zincirleri demir parmaklıklara vurarak ses çıkartıyorlardı.
"Canavarlar!" diye çığlık atıyorlardı, "insanları gecenin bu saatinde öldürüyorsunuz
demek!" şefleri Haroutioun korkunç höykürmeleriyle ön plana çıkmaktaydı. Polise,
Hükümete ve hatta Gürcü Milletine Rusça, Gürcüce ve Türkçe küfürler savuruyordu.
Onları ölüm ve felaketlerle tehdit etmekteydi. Mahkûmlar ayaklanmanın eşiğine kadar
gelmişlerdi. Göstermiş oldukları tepkiden cesaret bularak tutunduğum kanalizasyon
borusuna bu sefer dört elle sarılıyordum.

Ansızın gölgelerin içinden birisi çıkarak bize doğru ilerledi. Gelen Hapishane
Müdürüydü. Ortalığı bir anda sessizlik kapladı: Mahkûmlar ne olup bittiğini öğrenmek
istiyorlardı. Müdür, masum bir tavırla gardiyanlara gecenin bu saatinde avluda ne
aradığımızı sordu. Onlarsa aynı saflıkla bizi mahkemeye götürmekte olduklarını
söylediler. Haroutioun, koğuşunun penceresinden bizim yarın, gün içerisinde
götürülmemiz yolunda ısrar etmekteydi Tartışma neticelenmişti. Müdür, mahkemeye
gitmek için vaktin hayli geç olduğunu söyledi ve bizi tekrar hücrelerimize götürdüler.

Haroutioun, Aramla benim hâlâ Medegh'de olduğumuzu o ana dek bilmiyordu.


Sorduğu gardiyanlar bizim Koutais Cezaevine nakledildiğimizi söylemişlerdi. Bununla
beraber bizlerin siyasi suçlu olduğunu ve hatta Teşkilâtımızın adını bile öğrenmişti.
Ölümün eşiğinden döndüğümüz o geceyi takip eden gün, arkadaşlarımıza Medegh'de
bulunduğumuzu haber vermeye muvaffak olmuştu. Üç gün sonra, Gürcistan
Parlamentosunda milletvekili olan Dikran Avedissian'ın teşebbüsleri sayesinde bizi
hücrelerimizden çıkartarak müşterek koğuşa naklettiler. Daha Öncesinde bizi gandal
(demir) salonuna götürerek, orada ayağımıza hücreye atıldığımız vakit prangaları
geçirmiş olan aynı adama bu sefer çıkartmasını söylediler. Uzun boylu, sarı sakallı,
elleriyle dudakları tütünden sapsarı kesilmiş bir rustu. Ayağında çizmelerle, deriden
yapılma bir önlük giyiyordu. Hapishanede çalışan basit bir demirci olmasına rağmen, o
görüntüsüyle bana Ortaçağ Engizisyonlarının cellatlarını hatırlatmaktaydı. Bana doğru
dönerek anlayamadığım bir şeyler söyledi. Anlayamadığımı anlayınca bir ayak
hareketiyle bacağımı örs olarak kullandığı belli olan iri bir demir parçasının üzerine
yerleştirip, elindeki keski ve demiri kullanarak zincirlerimi çıkarmaya koyuldu. Zincirlerden
kurtulmuştum an,a bu işlem esnasında zaman zaman elindeki keskiyi bacağıma kaçırdığı
için bileklerimde ortaya çıkan morlukların haddi hesabı yoktu. Hissettiğim acıya rağmen
zincirlerden kurtulmuş olmanın vermiş olduğu rahatlık bir başka oluyordu. Aram da aynı
işleme tabi tutuldu.

Yukarı çıktığımızda kendimi sanki bir saraya giriyormuş gibi hissediyordum. Kendimi
yataklardan birinin üzerine attıktan sonra yirmi dört saat süreyle deliksiz bir uyku çektim.
Haroutioun bizimle meşgul oluyordu. Artık abseleşmiş durumdaki dudaklarımı elindeki
bıçakla yarıp, içindeki cerahati akıtana kadar sıktıktan sonra yaraların üzerine bal sıvadı.
Birkaç gün zarfında yaralarım iyileşmiş, Aram'la ben hemen hemen normal hallerimize
yeniden kavuşmuştuk. Haroutioun, bulabildiği en leziz yemekleri bize getiriyordu. Aram
kaybettiği kiloları yeniden aldı. Benimse yavaş yavaş iştahım yerine geliyordu, iyi uyuyor,
gücümü ve çevikliğimi yeniden kazanabilmek için düzenli olarak jimnastik yapıyordum.

Bu haydudun aracılığıyla dışarda bulunan arkadaşlarımız hem Ermenistan'ın hem de


bizim içinde bulunduğumuz durum hakkında bilgi ulaştırıyorlardı. Bir gün, Gürcistan
Sibiryası olarak da bilinen, Koutais cezaevine transfer edileceğimiz haberini aldım. Bu
hapishane uzak ve tecrit edilmiş bir bölgede bulunmaktaydı. Oraya hapsedilen
mahkûmların çoğundan bir daha haber almak mümkün olmamaktaydı. Bu haberle
beraber arkadaşlarımız Senag ve Aslan'ın nakledilişimiz esnasında bizi kaçırmayı
planladıkları müjdesi de geldiği İçin kendimi bulutların üzerinde hissediyordum.

Medegh hapishanesinde tam olarak kaç gün kaldığımızı söylememe imkan yok.
Müşterek koğuşta zaman o kadar da kötü geçmemekteydi. Yine de Aram ve ben
üzerimize almtş olduğumuz göreve devam edemeyişin verdiği sabırsızlığı yaşıyorduK.
Neticede bir gardiyan gelerek ertesi gün öğleden sonra hareket etmemizin planlandığını
bize bildirdi. Aram'la beraber bir plan hazırlamıştık. Sıkı bir şekilde karnımızı doyurup,
güzelce istirahat ettik. Transfer esnasında bizleri zincire vurup vurmayacaklarını hâlâ
bilmiyorduk.

Ertesi sabah şahsi eşyalarımız tarafımıza iade edildi. Öylesine dürüst ve dostane
davranıyorlardı ki Aram yumuşayarak kaçış planımızdan vazgeçmemizi bile teklif etti.
Fakat bir defa karar verilmişti. Arkadaşlarımızın yardıma gelememesi halinde bile
kaçmayı kafama koymuştum. Bunun içinse prangaya vurulmuş olmamak gerekmekteydi.

"Aram!" dedim, "İster gel İster gelme, ben kaçacağım. Böylesine bir fırsatın kaybolup
gitmesine müsaade edemem."

Beni böylesine kararlı görünce:

"Hayır, seni tek başına bırakacak değilim. Ama bunun için her ne pahasına olursa
olsun yarın serbest olmamız gerekiyor." diye cevap verdi . Saat on'da hareket emri geldi.
Yıkanmış ve traş | olmuştuk. Her zamanki alışkanlığımla bir gece öncesinden şiltenin
allını koymuş olduğum pantaionum sanki yeni ütüden çıkmış gibiydi. Her ikimizin de derli
toplu ve saygı uyandıran bir havası vardı. Birer sigara yakarak ev sahibimiz haydudu
kucakladık. Bu herkesi korkutan suçlu çok duygulanmıştı; bize muvaffakiyetler temenni
etti. Bu adam beni oldukça etkilemişti. Mahvolmuş hayatı sık sık aklıma gelir. Başka
şartlar altında bir lider olabilir ve ülkesine büyük hizmetlerde bulunabilirdi. Fakat fevri
tabiatı ondan bir hırsız, bir katil ortaya çıkmasına sebep olmuştu.

Cümle kapısına bitişik küçük bir kapıdan çıkarak Medegh'i terkettik. Tüfekleri
omuzlarına asılı dört asker bize eşlik etmekteydi. Aralarından ikisi Aram'ın sağında ve
solunda yürüyor, birkaç adım geriden kendi eskortumla onları takip ediyordum.
Bileklerimize deriden imal edilmiş bir tür kelepçe geçirmişlerdi. Kelepçelerin ucuna
iliştirilen zincirin diğer ucuysa refakatçilerimizin ellerindeydi. Bizi hem bu şekilde
bağlamışlar hem de kafamıza nöbetçi dikmişlerdi, neyseki ayağımıza pranga
vurmamışlardı. Tutuklandığımız günkü gibi, bu tarz görüntüleri artık kanıksamış olan
insaniar, aralarından geçerken dönüp bakmıyorlardı bile.

Sokağın öbür ucuna varırken gayet sakin bir şekilde bize doğru yaklaşmakta olan
hırpani elbiseli bir meyva satıcısı gözüme çarptı. Onu tanımak için kâhin olmak
gerekmiyordu, bu satıcı kılığına giren bizim partiden arkadaşımız Aslan'dı. Yavaş yavaş
yürümemize rağmen hapishane oldukça gerilerde kalmıştı. Satıcı bize doğru gelerek
malını methetmeye koyuldu. Bu esnada gözlerini üzerimizden ayırmamaktaydı. Bizlerse,
sanki o mevcut değilmiş gibi yürümeye devam ediyorduk. Ansızın yanımızda beli rerek
meyva almamız için ısrara başladı. O anda bunun daha önceden kararlaştırılan sinyal
olduğunu anladık. Kaçışımız için seçilmiş olan bölgeye ulaşmıştık. Bir an içerisinde üç
adam ortaya çıkarak etrafımızı sardılar. Gardiyanlanmız tepki gösterme fırsatını
bulamadan önce bileğimi kelepçelerden kurtararak en yakınımdaki askerin tüfeğini
kaptım. Elimdeki tüfekle Aram'm yanında yürümekte olan diğer muhafıza vurarak onu iki
adım öteye savurdum. Bu arada arkadaşlarımız diğerlerinin silahlarını almışlardı. Onlara
yüzükoyun yere uzanmalarını söylediler. Akabinde ele geçirmiş oldukları tüfekleri komşu
evlerden birinin avlusuna attılar. Aram ve ben, arkadaşlarınızdan ikisiyle beraber bizi
beklemekte olan otomobile doğru koşarken, Aslan ve Senag yerde yatmakta olan
askerlerin başında beklemekteydiler. Gözden kaybolur kaybolmaz onlar da emin bir yere
gizlenmek üzere olay mahallini terkettiler. Bütün hadise sadece üç dakika sürmüştü.

Bizi Aram'ın arkadaşlarından Seryodja'nın evine götürdüler, bir müddet sonra Senag
ve Aslan da gelerek bize katıldı. Hakikaten çok zevkli bir buluşma olmuştu. Bizim İçin
hazırlamış oldukları ziyafet esnasında binlerce soru sordular. Hafifçe birşeyler yiyip
birkaç kadeh rakı içtikten sonra kanapenin üzerine uzandım. Gecenin ilerleyen
saatlerinde yeniden uyandığımda onları hâlâ masada gördüm, coşku içerisinde yiyip
içerken Aram'ın anlatmakta olduğu hikayemizi dinliyorlardı.

Tiflis'de bir hafta daha kaldıktan sonra, Teşkilâtımızın Merkez Komitesinden İstanbul'a
geri dönmem emredilerek bunun için gereken para gönderildi.

Siyasi Sahne tümüyle değişmişti. Biz hapiste çürürken, Ermeniler, iki ay süreyle
komünist boyunduruğunda kaldıktan sonra 1921 şubatında Kızıllara baş kaldırarak
hepsini ülkelerinden sürmüşlerdi. Komünist yayılmacılığın ilk hedefi olan Ermenistan aynı
zamanda ona karşı ilk başarılı isyanı gerçekleştiren millet de olmuştu. Bununla beraber
elde edilen başarı kalıcı olamadı. Komünistler ve Türkler tarafından kuşatılmış durumda
bulunan bağımsız Ermenistan Cumhuriyeti 1921 Nisan'ında yıkılıyordu. Topraklarının bir
bölümü Türklere verilirken kalanı Sovyet kontroluna geçti.

Aram ve ben geleceği tahmin etmekte güçlük çeksek de, bizim için Bakü'de artık
yapacak bir iş kalmadığını biliyorduk, İstanbul'a gideceğim haberi de onu bir hayli
kederlendirdi. Ayrılacağız diye gülmekteydi. İstanbul'dan gelen para haricinde her ikimiz
de sıfırı tüketmiştik. Medegh zindanında elimizdeki altın parçalarına el konulmuştu.
Aram, başka vazifelere gitmek için sabırsızlandığımı bildiği için benle beraber kalmak
istiyordu. Aylar boyunca beraberce ,göğüs gerdiğimiz acı ye ızdırap dolu günler bizi
birbirimize yaklaştırmıştı. İlerde büyük yardımları olacağına inandığım bu kıymetli
arkadaşımı ben de terketmek istemiyordum. Bundan ötürü bu defasında istikamet
İstanbul olmak üzere yeniden beraberce yola koyulduk.

Tiflis garına vardığımızda kıyamet kopuyor sandık. Gerçekten de Komünistler zafer


üzerine zafer kazanıyorlardı. Dehşet içinde kalmış binlerce mülteci garı resmen işgal
etmişti. Trenler tıklım tıklım dolmuş, fazladan bir kişi daha alacak durumda değildi.
Ortalıkta çığlıklar ve göz yaşları eşliğinde umumi bir kargaşa hali mevcuttu. Batum
trenine binebilmek için önümüze çıkan her görevliye rüşvet vermek zorunda kaldık.
Batum'a varır varmaz gemiye atlayarak yolumuz devam ettik. Gemide envai çeşit mülteci
bulunmaktaydı. Ruslar, Ermeniler, Gürcüler, Tatarlar, askerler, memurlar, siyasi
tahrikçiler ve diğerleri. Bunların hepsi de Bolşevik teröründen kaçarak, halen İşgal
Kuvvetlerinin kontrolü altında bulunan İstanbul'a ulaşmaya çalışıyorlardı. Onlar için
Boğaziçi bir tür imdat çtkışı manasına gelmekteydi. Yolculuk sona erdiğinde benim
dışımda herkes derin bir nefes almaktaydı. Gürcülerin elinden kurtulmayı başarmış
olsam da hâlâ Türkler tarafından aranan bir kişiydim. Hakkımda gıyaben idam kararı
çıkartılmıştı. Polisin eline düşmeden karaya çıkmanın bir yolunu bulmam gerekiyordu.

Gemi kendi rotasında ağır ağır ilerlerken bir plan hazırladım. Bu plana göre gemiyi
Beykoz limanında terkedecektim. Ardından gün bitiminde evine dönmekte olan sıradan
bir işçi gibi şirket ile Galata köprüsü arasında gidip gelmekte olan motorlu teknelerden
birine binecek ve çıkışında ne pasaport ne de hüviyet ibrazının gerekmediği Köprü
iskelesinde karaya ayak basacaktım. Esasında Beykoz'dan sonra aynı adı taşıyan
meş'um karakolun bulunduğu Voyvoda iskelesi gelmekteydi. Her ne pahasına olursa
olsun bu iskelenin uzağında durmak için yeterince sebebim mevcuttu.

Neticede karantina yüzünden Beykoz'da karaya çıkamadım. Gemi, yakınlardaki küçük


bir limana yanaştı. Rıhtım üzerinde bir çeşit çadırı farkettiğim zaman bizi bir tür tütsüleme
işlemine tabi tutacaklarını anladım. Tahtadan yapılmış bir bölme kadınlarla erkekleri
birbirlerinden ayırmaktaydı. Bizleri sıraya sokarak beklememizi söylediler.

Çadırın içerisinde makineden geçirmek üzere elbiselerimi aldılar. Ancak geminin


yanına geri döndüğümüzde onlara yeniden kavuşacaktık. Elbisesiz limanı terketmem
tabiatıyla mümkün değildi. Herkes gibi Voyvoda iskelesinde gemiyi terketmem gerektiğini
farkettiğimde korkularım İki katına Çıktı. Ya Emniyet mensuplarından biri beni tanırsa?
işgal kuvvetlerinin şehirdeki mevcudiyetine rağmen Türkler beni karakola 'davet'
etmekten ve akabinde ortadan kaldırmaktan çekinmeyeceklerdi.

Voyvoda rıhtımına yanaştığımızda akşam olmuş saatler sekizi yirmi geceyi


göstermekteydi. Limanda, aydınlatılmış rıhtım üzerinde sivil elbiselere bürünmüş Gizli
Polis mensuplarını farkettim. Karaya çıkışın başlamasıyla beraber pasaportlarını
sormaksızın inmekte olan yolcuları süzüyorlardı. Zaman zamansa kendi aralarında
işarelleştikten sonra yolculardan birine yaklaşarak alıp götürüyorlarc. Kendi kendime,
karaya ayaK bastığım anda mezbahadan içeri giren bir kuzudan daha fazla şansım
olmadığını düşünüyordum. Ama bir kere daha talihim yaver gitti.

Yolcular sabırsızlanmaya başlamışlardı. Bir an geldi ki sanki Kızıl Ordu


arkalarındaymışçasına gemiden rıhtıma doğru uzatılmış durumdaki iskeleye yığıldılar.
Bolşeviklerin yavaş yavaş kontrolü ele geçirdiği bir Rusya'dan canlarını zar zor kurtaran
bu insanların şüphesiz tek arzusu bir an önce İstanbul toprağına ayak basmaktı. Bir an
içerisinde tarifi imkansız bir kargaşa ortaya çıktı. Ortalık sağır edici çığlıklar, haykırışlar
ve muhtelif dillerde en seçme küfürlerle yankılanmaya başladı. İnsanlar oldukları yerde
duramıyor, birbirlerini itip kakıyorlardı. Bu karışıklık benim için arayıp da bulamadığım bir
fırsattı. Pek zahmetsiz diyemeyeceğim bir şekilde kalabalık içinde kendime bir yol
açmaya muvaffak oldum. Neticede valiz, sandık ve denklerini toparlamaya uğraşan bir
Ermeni ailesiyle karşılaştım. Onlara yardım teklifinde bulunduktan sonra cevap
vermelerini bile beklemeden en ağır sandığı sırtıma alıp beraberlerin de yürümeye
başladım. Polisin beni hamallardan biri sanmasını umuyordum. Polis barajını geçtikten
sonra derin bir nefes aldım, en azından o an için kurtulmuştum.

İstanbul'da kimsenin tanımadığı Aram'ı bir müddet beklemem gerekti. Karaya ayak
basar basmaz Djagadamard gazetesine gitmek üzere yola koyulduk. Gazeteye
vardığımız zaman Kourken Mekhitarian'ı redaksiyon bölümünde kaleme almakta olduğu
makalesiyle uğraşırken bulduk. Beni gördüğünde şaşkınlığını gizleyemeyerek önce bir
sevinç çığlığı attı ardından gelip boynuma sarıldı. Aram'ı onunla tanıştırdım. Bütün dava
arkadaşlarımız bir üst katta bulunuyorlardı. Benî yeniden karşılarında görmek ve Aram'la
tanışmaktan çok mutlu oldular. Ona para vererek barınacağı bir yer buldular. Bu esnada
kayınbiraderim Manoug Aslanian da gelmişti. Gelişimi nasıl bu kadar çabuk haber
aldığını bir türlü anlayamadım. Birbirimizin kollarına atlayarak kucaklaştık.

"Bize öldürüldüğünü söylemişlerdi." dedi, "Ortadan kaybolmuştun... Nasıl


bilebilirdim... Onlara 'Ben Arşavir'i bilirim, Öyle kolayca kendisini öldürtecek bir insan
değildir' dememe rağmen bana inanmamışlardı. Ne oldu sana böyle? Neden geri
dönmen bu kadar uzun sürdü? Dünya kadar insan senden önce döndü. Ne işler
karıştırıyordun oralarda?" Gülüp şakalaşarak eve ulaştık. O gün Karasoun Manoug'u
kutlamaktaydık. Manoug bayramı vesilesiyle Ermeni geleneğine uygun bir gece
düzenlenmişti. Arkadaşlarımızın çoğu bu geceye iştirak ettiler. Şerefe kadeh kaldırıp
şarkılar söyledik ve Kafkas dağlarındaki hayat üzerine hikayeler dinledik. Bu esnada bir
köşede duran genç ve güzel bir kız, zeki bakışlarıyla dikkatimi çekti. Yüzü bana aşina
gelmesine rağmen bir türlü onu daha önce nerede görmüş olduğumu hatırlayamadım.

"Manoug," diye mırıldandım. "Kim bu genç kız?"

“Tanımıyor musun?" diye cevap verdi. Her halinden şaşırmış olduğu belli oluyordu.
"Kourken Mekhitarian'ın baldızı Gaiane."

Gidip hemen yanıbaşma oturdum. Merhabalaştık. Kendisiyle daha önceden, İhsan'ın


öldürülmesinden sonra Üsküdar'da oturduğum sıralar karşılaşmıştım. Bir yıl içerisinde bu
ne değişiklikti! Şu anda eskisinden çok daha güzeldi. Güzel gözleriyle etrafa durmaksızın
gülücükler saçmaktaydı. Yakın bir gelecekte Üsküdar'a yerleşeceğimi söyleyince
sevincini gizleyemedi. Daha önceden de bildiğim gibi kendisinin de aynı mahallede
yaşadığını ve bundan böyle daha sık görüşebileceğimizi söyledi. Öylesine masum ve
sadeydi ki, sevincinden nerdeyse ellerini çırpıyordu.

Birkaç gün sonra Üsküdar'da Madam Nemzour'un yanına yerleştim. Aynı evi Taşradan
gelen ve halen Berberian okulunda çalışmakta olan genç bir öğretmenle paylaşıyordum.
Ev sahibem beni İzmirli bir tüccarın oğiu Torcom Ghazarian olarak tanımaktaydı.
Oturduğumuz ev bir müddet içerisinde Berberian okulu talebeleriyle Ermenistan'dan
gelen arkadaşların buluşma mahalli haline gelmişti. Akşamlarıysa Boğazın muhteşem
manzarasını seyretmek amacıyla Frengi tepesine tırmanırdık. Bu tepe aynı zamanda
Berberian okulundaki aşıkların randevulaştıkları yerdi.

Üsküdar'da yaşamakta olan Ermeni öğrencilerle aileler için bir başka sevilen buluşma
noktasıysa Beyler bahçesiydi. Zaman zaman bu bahçede tiyatro temsilleri verildiği de
olurdu. Sıklıkla akşamlan bir fincan kahve ya da bir kadeh rakı içerek, o da olmazsa
gazino masalarından birinde sunulan leziz dondurmaların tadına bakarak vakit geçirirdik.
Matheos Zarifian hiç bir zaman bu arkadaş gruplarımızda bulunmayı İhmal etmeyen bir
dostumuzdu. Fevkalâde yakışıklı, genç va güzel bir atletti. Bir yıl sonra iyi bir şair olarak
şöhret kazanacaktı ama o sıralar Berberian okulunda derslere girmekteydi. Sadece
savaş müddetince değil onu takip eden ve Bağımsız Ermenistan Cumhuriyetine
boyunduruk vurulmasıyla neticelenen hadiselerde de vahşetin en korkunç türüne maruz
kaldıklarından ötürü Anadolu vilayetlerinden ve komşuluğundaki Kafkas bölgelerinden
gelen Ermenilere karşı Ö2el bir sempatisi vardı.
Zarifian cesur bir insan olup, milletine hakaret edildiğini hissettiği anda çabucak
parlayabiien bir ruh haletine de sahip olarak tanınıyordu. Bir akşam avazımız çıktığı
kadar şarkılar söyleyerek Frengi tepesinde geziniyorduk. Bağlarbaşındaki Ermeni
mezarlığının tam karşısında mahalle karakolu bulunmaktaydı. Karakol Amirinin, daha
Önceden bizim takımı sıklıkla geçerken görmesine rağmen, o ana kadar bize iliştiği
olmamıştı. O akşam şarkılarımız kendisini rahatsız etmiş olmalıydı. Ermeniler üzerine hiç
de hoş sayılmayacak bir söz sarfederek susmamızı ihtar etti. Şaşkın bir halde geriye
döndük. Daha cevap vermeye vakit bile bulamamışken Zarifian'ın polisin üzerine
atladığına şahit olduk. Bir an içinde gırtlağına yapışmış, kendisinden sarfettiği sözleri geri
almasını İstiyordu. Aram ve diğer arkadaşlar Zarifian'ı tutmak üzere harekete geçtiler.
Bense kendi hesabıma yirmi metre ötedeki büyük bir ağacın arkasına saklandım. Vaziyet
yavaş yavaş çığrından çıkmaktaydı.

Amir, saldırıya uğramadan önce düdüğüyle diğer polisleri ikaz edecek fırsatı bulmuştu.
Yaklaşık bir düzine memur, yardımına koşmak için sokağa doluştular. Zarifian yine de
tuttuğunu bırakmıyordu. Ne arkadaşlarımın ne de diğer polislerin Zarifian'ın üzerinde
zerre kadar etkisi yoktu. Hiçbir dünyevi kuvvet Amiri, Zarifian'in kararlılığı kadar
bükülmez kollarından kurtaramayacakmış gibi görünüyordu. Yakalamış olduğu şahsın
ısrarla Özür dilemesini istemekteydi. Boğazını giderek daha da fazla sıkıyordu.
Arkadaşlarımız Amir'den kendisinden istenileni yapmasını rica ettiler. Onların ısrarı
üzerine inadından vazgeçerek özür diledi. Bunun üzerine Zarifian da onu bıraktı.
Gerçekten o akşam tehlikenin eşiğinden dönmüştük.

Bazen “Şairler beldesi” olarak da anılan Üsküdar o devirde büyük bir Ermeni
cemaatini bünyesinde barındırmaktaydı. Mensuplarıysa şarkıları, dansı, tiyatroyu kısaca
yaşamayı seven kültürlü ve misafirperver bir büyük aile gibiydi. Berberİan okulunda,
Dayan ilkokulunda ya da adını meşhur bir Ermeni şairinden alan Raffi salonunda
konferans, konser yahut tiyatro temsilleri gibi sanat faaliyetleri daimi olarak cereyan
ederdi. Başıma mükafat konmuş olmasına rağmen Üsküdar'da kendimi güven içinde
hissediyordum.

Gidip Gaiane'yi gördüm. Ailesi beni içtenlikle karşıladı, fakat kendisi bana karşı nazik
ama ürkek bir şekilde davrandı ve beklemiş olduğum coşkuyu bir türlü bulamadım. Ben
de aynı şekilde ağırbaşlı olmaya çalıştım. Yine de onu her görüşümde bana daha fazla
bağlandığı intibaını ediniyordum. Bu esnada ablası Rose dışında ailesinin, aramızda
giderek büyüyen bu yakınlığı pek de tasvip ettiğini söyleyemeyeceğim. Çocuklarının
mutluluğundan şüpheye düşen tüm anne ve babalar gibi geleceği böylesine muğlak ve
karanlık bir delikanlıyla kızlarının mutlu olamayacağını düşünüyorlardı. Taşnak mensubu
olduğumu zaten biliyorlardı, üstelik faaliyetlerimden bir kısmı onların da kulağına gitmişti.
Bir anne için kızını, görüntüde çok tehlikeli bir hayat süren birine vermeye razı olmak
hayli zordu. Yaptığım işin karakterimi etkilemesinden korkuyorlardı. Bir gün kendime çeki
düzen verip bir yuva kurabileceğimi ben bile bilemediğim İçin, kendime olan bütün
güvenime rağmen, onların endişelerine hak vermekteydim.

Bir gün Gaiane'yi sinemaya götürdüm. Ardından beraberce çıkmaya başladık.


Birbirimizi sevmekte olduğumuzu biliyorduk. Akşamları gizlice Üsküdar'daki tepe ve
vadilerde dolaşıyorduk. Buluşmalarımızı arkadaşlarımızdan ve bilhassa Gaiane'nin
ailesinden gizli tutmak için umumiyetle Türk mahallelerinde kalıyorduk. Kendisinin
dedikodulardan ödü kopuyordu. Sıklıkla evlerinin önünden geçerken Türkler bize "İşte
çifte kumrular!" diye laf atıp ardımdansa kahkahayı basıyorlardı. Ben de gülmek
İstiyordum ama bu durumun Gaiane'yi utandıracağını düşünüyordum. Henüz yirmi birime
dahi girmemiş olmama rağmen kendimi yüz yaşında gibi hissetmekteydim. Bu kız,
geçmişimdeki tüm zorluk ve acıları unutmamı sağlıyordu. Bana olan aşkı bütün
ızdıraplarımı iyileştiren bir ilaç gibiydi. Mesut ve bahtiyardım. Ona Avrupa'dan döner
dönmez nişanlanacağımızı söyledim. Akabinde, hayatımızın geri kalan kısmını huzur ve
sükûn içinde geçirmek amacıyla hür bir memlekete yani Amerika'ya gidip yerleşmek
üzere yola Çıkacaktık. Çok güzel hayaller kuruyorduk. Çoğu kere kendi kendime bu
hayalleri gerçekleştirebilecek kadar uzun yaşayıp yaşayamayacağımı düşünsem de bu
konuları hiçbir zaman için Gaiane'ye açmadım.

Bir akşam Merkez Komitesi delegelerinden Hratch ziyaretime geldi. Daha kendisini
görür görmez mühim bir haber getirmiş olduğunu anladım. Gerçekten de Teşkilât beni
Roma'ya yollamaya karar vermişti. Aralarında eski sadrazam ve Büyük Vezir Said Halim
Paşa'nın da bulunduğu İttihat ve Terakki Partisinin eski idarecileri bu başkentte lüks
içerisinde yaşıyorlardı. O devirde 'Nüremberg Mahkemesi' benzeri bir organ teşkil etmek
bir Allanın kulunun aklına gelmiyordu. Bundan dolayı Taşnak Partisi bu mahkemeyi kendi
içerisinde düzenledi. Türk hükümeti tarafından iktidardan uzaklaştırılan İttihatçıları
yargılayıp suçlu olduklarına kanaat getirdikten sonra gıyaplarında ölüme mahkum etti.

Bana daha evvel İstanbul'da tanımış olduğum ve Roma'da beraber çalışacağım bir
yoldaşın ismi iletildi. Geçmişinde hayli büyük işler başarmış olan bu şahıs, Taşnak
Partisinin itimada şayan mensuplarından biri olup, o sıralar kırk yaşlarında
bulunmaktaydı. Olgunluğu ve tecrübesiyle bana büyük yardımı dokunacağını tahmin
etmekteydim. Daha ilerde yaptığı hatalar sebebiyle bu görevde başarısızlığın eşiğinden
nasıl kıl payı döndüğümü de anlatacağım. Bu kitapta olup bitenleri bütün açıklığıyla
anlatmayı tercih ettiğim için ondan 'Yoldaş M' olarak bahsedeceğim.

Teşkilât, ortalığı araştırması için kendisini iki ay Öncesinden Roma'ya yollamıştı.


Talimatlarını beklemek üzere öncelikle Marsilya'ya gitmem gerekmekteydi. Arkadaşlarım
bana bir Avrupalıymış gibi giyinmemi tavsiye ettikten sonra Arsil Sirag isimli Edirne li bir
Rum İçin düzenlenmiş yeni bir pasaportu elime tutuşturdular.

Hareketimden önce GaİanĞ'yle birlikte son bir kez yürüyüşe çıktık. Üzüntüden
darmadağın olmuş bir haldeydi. Ermeni mahallesinden biraz uzaklaşmıştık ki ansızın beş
serseriyle burun buruna geldik. Arkadaşıma pis pis bakıyorlardı. Kendisine şapkamı
verdikten sonra en yakın tepeye doğru koşmasını söyledim. Ardından tabancamı
çıkartarak hepsini ölümle tehdit ettim. Bir anda çil yavrusu gibi dağıldılar. Bu mahalleye
bir daha geri gelmemeye yemin ettik.

ALTINCI BÖLÜM ROMA'DA JÖNTÜRK AVI

Galata iskelesine vardığım 1921 yılının o Haziran günü yağmur yağmaktaydı. Sadece
Gaiane'yle ablası Rose beni uğurlamaya gelmişlerdi. Vakit öğle üzeriydi. Geminin
öğleden sonra saat dörde doğru demir alması gerekiyordu. Öğle yemeği için 'Altunbey'
isimli lokantaya girdik. Gaiane, heyecandan kül gibi bembeyazdı. Benim de ondan geri
kalır tarafım yoktu. Elim ayağım titremekten birbirine karıştığı için, peyniri keseyim
derken elimi kesmiştim. Mendilimle elimdeki kanı temizledim. O esnada bu kanlı mendilin
oynayacağı mühim rolü henüz bilmemekteydim. Oldukça hazin bir yemek oldu.
Yaşadığımız an kadar geleceğimiz de kafamı alabildiğine meşgul etmekteydi.
Fotoğrafımın şehirdeki karakolların ve diğer devlet dairelerinin çoğunda sergilendiğini
bile bile Voyvoda'daki Polis kontrolünü geçmem gerekiyordu. Daha gemiye bile
binmeden teşhis edilecek miydim? Kayıtsız bir tonda havadan sudan konuşmaya
çalışsam da pek başarılı olamadım ve karşımda oturan iki genç kızın giderek daha üzgün
bir havaya girdiklerini farketmekte gecikmedim. Ansızın ayağa kalkarak onlara: "Hemen
şimdi şu pasaport meselesini halledeceğim" dedim.

Gerçekten de bende sabır namına bir şey kalmamıştı. Vedalaştıktan sonra yavaş
yavaş Polis kontroluna doğru yürüdüm. Görevli memura pasaportumu uzattım. Alıp
inceledikten sonra:

"Nereye gidiyorsunuz?" diye sordu. "Marsilya üzerinden Viyana'ya." "Ülkeyi niçin


terkediyorsunuz?"

"Efendi" diye cevap verdim. Bu esnada hem öksürüyor hem de kan lekeli mendili
ağzımda tutmaya çalışıyordum. "Bana tüberküloz teşhisi konduğu için Viyana'dakİ bir
sanatoryumda tedavi olmaya gidiyorum.”

Yeniden öksürmeye başladım ve bu esnada kasıtlı olarak bir miktar tükrüğü de


masasına sıçrattım.

Tüberküloz kelimesini işitir işitmez memurun yüzünden bir korku bulutu geçer gibi oidu.
Arkamda duran diğer bir memursa mikrop saçtığımı düşünerek birkaç adım geriye
çekildi. Masasının üzerine yayılan tükrük izlerine biraz korku birazda tiksintiyle baktıktan
sonra eliyle açıkta durmamı İşaret eden görevli memur, apar topar pasaportumu
mühürleyip beni başından savdı. Dışarı çıktığımda gülmemek için kendimi zor
tutuyordum.

Sağ salim gemiye binmiştim. Gaiane ve Rose, bana güle güle demeye gelmiş olan
arkadaşım Missak Torlakyan* ile beraber rıhtımda beki eşiyorlardı. Onlara Polise
yaptığım numarayı anlatınca hep beraber katıla katıla güldük.

30 Haziran 1921 günü Marsilya'da karaya ayak bastım. Doğrudan Yoldaş


Jamgotchian'ın evine giderek kendisine İstanbul'daki Merkez Komitesinin göndermiş
olduğu mektubu takdim ettim. Bana kendi evinin yanında bir oda tuttu. M'den gelecek
haberleri bekleyerek Marsilya'da birkaç hafta geçirdim. Ona daha önceden birden fazla
mektup yollamış olmama rağmen buraya gönderdiği yazışmalarında benden hiç haber
alamadığı İçin şaşırdığından bahsediyordu. Son mektubundaysa benden haber alır
almaz yolculuk için gereken parayı göndereceğini bildiriyordu. Giderek, göndermiş
olduğum mektupların polis tarafından engellenmekte olduğundan endişe etmeye
başlamıştım. Bu durumu Jamgotchian'la konuştum, bu uzun bekleyiş esnasında bütün
paramı tüketmiş olduğumdan, bana Roma'ya gitmek için bin Frank borç vermeyi teklif
etti. M daha önceden göndermiş olduğu mektuplardan birinde Roma'da silah temin
etmenin güçlüklerinden söz etmişti. Jamgotchian'ın yardımıyla pek de kolay olmasa da
iki adet Gold Brovming bulmaya muvaffak oldum. Her iki silahı kasıklarıma bağlayıp teklif
edilen parayı da aldıktan sonra İtalyan sınırından geçmek için şansıma güvenerek yola
koyuldum.

Sınır kapısında gümrükçüler valizlerimi itinayla aradılar. Müfettişlerden biri yanıma


gelerek, İtalyanca bilmediğim için cevaplayamadığım bazı sorular sordu. Tedirginliğim
öylesine artmıştı ki cüzdanımı çıkartarak kendime güven vermek için paramı saymaya
başladım. Bu hareket beni biraz rahatlattı. Müfettiş, gülümseyerek bana bir başka soru
sordu. Neden bahsettiğini hâlâ anlamamama rağmen başımı 'hayır' manasında iki yana
salladım. Sanki zekâ özürlü bir çocuğa hitap ediyormuşçasına o da aynı şekilde başını
sallayarak cevap verdi. Ardından üzerimi aramak için harekete geçince
gıdıklanıyormuşum gibi kıvranmaya başladım. Elleri kasıklarıma yaklaştığjndaysa ne
kadar huylandığımı göstermek için iki kat olmuştum bile. Neticede pes edip, bu geri
zekâlı turisti bırakarak ardımdaki şahısla ilgilenmeye başladı.

Roma haritasını daha önceden özenle incelemiş olduğumdan Pİazza Termini'den


çıktığım zaman sanki daha önceden bildiğim bir yere gelmiş gibiydim. Doğrudan Ûuatro
Fontane'ye gidip bir sigara yaktıktan sonra İçinde bulunduğum durumu değerlendirdim.
Bu muhteşem başkent başkaları için bir zevk ve sefa beldesi olsa da, benim için tehlikeli
b!' yerdi. Sanki savaş meydanında, düşman hatfarmın gerisindeymişim gibi ayrıntılı bîr
plan hazırlamam icap ediyordu. İtilaf Devletleri sadece Ermenileri unutmakla kalmamış,
üstüne üstlük İttihat'ın eski liderlerine siyasi sığınma hakkı tanımada birbirleriyle kıyasıya
bir rekabet içine girmişlerdi. Acaba M, onların İzini bulmaya muvaffak olmuş muydu?
Kesin talimatları alabilmek ve üstlendiğim vazifeyi bitirmek amacıyla onunla karşılaşmak
için sabırsızlanıyordum. Bu konuda iyimserdim. M birkaç aydır Roma'da bulunmaktaydı.
Bu sebeple, hedeflerimizin yerlerini tesbit edip alışkanlıklarını öğrenmek için yeterince
zaman bulmuş olmalıydı. Sevinç ve heyecan içerisinde geceyi geçirecek bir yer aradım.

Otelde kalmak istemiyordum. Gerçekten de, M'ye göndermiş olmama rağmen ona
ulaşmadığını düşündüğüm mektuplar İtalyan Polisinin eline geçtiyse başım şimdiden
dertte demekti. Bir müddet sokaklarda dolaştıktan sonra Garın tam karşısında kiralık bir
oda buldum. Emanete bırakmış olduğum valizleri de getirdikten sonra odaya yerleştim.
Silah larımı sakladıktan sonra yıkanıp, traş oldum ve akşam yemeği için dışarıya çıktım.

Sokaklarda müthiş bir sıcak hüküm sürmekteydi. Seyyar satıcıların çığlıkları bana
istanbul'u hatırlattı. Yanında birayla, bir tas çorba ve bir tabak makarna atıştırdım.
Yorgunluğuma rağmen içimden çabucak odama geri dönmek gelmiyordu. Bir sigara
yaktıktan sonra lokantadan çıkarak sokaktaki insanların arasına karıştım. Genç çiftlerle
kadınlı erkekli gruplar konuşarak sağımdan solumdan geçiyorlardı. İnsanda İtalyanların
gayet mutlu insanlar olduğu kanısı uyanıyor. Bir müddet sonra düşüncelerim farklı
noktalara kaymaya başladı. Hür ve bağımsız haldeyken gördüğüm Ermenistan'ı
düşündüm. Ardından Medegh zindanlarında geçirdiğim bitmek tükenmek bilmeyen gün
ve geceler ile neticede İstanbul ve Gaiane gözümün önüne geldi.

Ertesi gün, sabahın erken saatlerinde M ile Yoldaş Varantian'ın kalmakta oldukları
Regina oteline geldim. Odasına girdiğim zaman M'yi şahsi yazışmalarıyla uğraşırken
buldum. Omuzunun üzerinden şöyle bir göz attığım zamansa yollamış olduğum bütün
mektupların masanın üzerinde yatmakta olduğunu farkettim. Niçin mektuplarımdan
hiçbirinin ulaşmadığını yazmıştı? Bu vaziyette ilk aklıma gelen Polisin müdahale ettiği
olmuş ve çok korkmuştum. Ona hiçbir şey belli etmedim. Akabinde olup biteni
Varantian'a anlattığım vakit bana M'nin haftalar boyu ortalıktan kaybolduğunu ve ancak
gelişimden çok az bir müddet önce geri döndüğünü söyledi.

Nazikâne bir şekilde geçen tanışma faslından sonra, rahatça konuşabilmek İçin Villa
Borghese'e gitmeye karar verdik. Zaten hep M konuşuyordu. Uzun uzun Roma'da
Türkleri takip ederken karşılaşmış olduğu güçlüklerden bahsetti. Coşku içerisinde bu tür
problemleri çözmek için kullandığı usullerden bahsederken bir yandan da menü üzerinde
tavsiyelerde bulunmaktaydı. Fakat bu arada konuşmamız gereken dünya kadar hayati
mesele vardı. Esasında bazı Türklerin kendisini farketmiş olduklarını düşünerek temkinli
olmaya çalışıyordu. Bunun karmaşık ve tehlikeli bir vazife olduğunu söyleyerek
konuşmaya devam etti, ama Teşkilât onu bir başına bırakmıştı. İstanbul'daki
arkadaşlarımızın ona karşı olan tavırlarından hiç de memnun değildi.

Benden daha yaşlı olup geçmişinde hayli başarılar yattığı için kendisini saygıyla
dinledim. Ona itimat etmek ve kafamda uyandırmış olduğu şüpheleri dağıtmak
istiyordum. Reni yertmda görmekten mutlu olduğunu söyledi, zira bundan böyle
üzerimize düşen işi aramızda paylaşacaktık.

İttihat'ın eski liderlerinin izini bulmak ve sürmüş oldukları hayat tarzıyla alışkanlıkları
hakkında bilgi toplamak amacıyla Teşkilât benden önce onu Roma'ya göndermişti. Ona
iz sürücü, banaysa infaz memuru görevi verilmişti. Kurbanlarımızın bütün hareket ve
alışkanlıkları hakkında fikir sahibi olduğumuz anda harekete geçebilecek şekilde kendimi
hazırlamam gerekiyordu. Prensip oiarak İnfazcı kendini göstermemeliydi. Roma'ya
vardığım andan itibaren M'nin bana ayrıntılı bir proje sunması icap etmekteydi. Fakat
sadece halinden şikayet ediyor ve kendi üzerine düşen hazırlık çalışmasını paylaşmayı
teklif etmemi dört gözle bekliyordu. Yine de herşeyden önce misyonumuz aynıydı:
Görevimizde başarılı olmak.

Ertesi gün için Kemalist Türk Sefareti önünde beklemem kararlaştırıldı. M ise Sultanın
Hükümetine ait Büyükelçilik önünde bulunacaktı. O dönemde Türkiye'deki durum tam bir
keşmekeş içindeydi. Anadolu'yu kontrolü altında tutan Mustafa Kemal, Türk halkının
temsilcisi olarak kabul görmekteydi. Sultan'ın otoritesiyse az ya da çok İstanbul İle sınırlı
kalıyordu. Bu sebepten ötürü her iki sefareti de gözlemek gerekiyordu, zira bağlılıkları
hangi tarafa olursa olsun Türkler, birbirlerine düşman olduklarını iddia etseler dahi, bir
büyükelçilikten girip ötekinden çıkıyor ve daimi olarak yakın temasta kalıyorlardı.

Sabah saat on'dan öğleden sonra dörde kadar bulunduğum noktada beklemem
gerekmekteydi. Daha ilk günden itibaren, o zaman Mustafa Kemal'in Hariciye Vekili olan
Bekir Sami Bey gibi üst seviyeden Devlet Görevlisi bazı Türkler gözüme çarptı. Fakat bu
şahıslardan hiçbiri Teşkilâtımızın istanbul'dayken bize vermiş olduğu listede yer
almıyordu.

Geçen günlerle beraber Sefareti gözlemekle geçirdiğim saatler de akıp gidiyordu.


Zaman zaman, insan trafiğinin seyrekleştiği anlarda diğer sefarete de gidiyordum. Orada
nadiren M'ye rastladığım için vaktimi iki sefaret arasında paylaştırmaya karar verdim.
İttihat mensuplanndan ne kadarının Roma'da bulunduğunu öğrenmek ve gündüz olduğu
kadar gece alışkanlıklannı da bulup ortaya çıkarmak İstediğim için geceleri de
çalışıyordum.

Arada bir M ile beraber cafeleri de dolaşıyorduk. Ayrı masalara oturduktan sonra göz
ve kulaklarımızı dört açarak beklerdik. Bir masanın etrafına oturup konuşmakta olan Türk
gruplarına rastladığımız oluyordu. Zaman zamansa konuşmalarından kulağımıza
enteresan parçalar geliyordu. Aralarından bazılannı mağazalarda, tiyatroya gittiklerinde,
hatta 'bordello' kapısına dek takip ettik. Otellerine dek izleyerek, onlar vasıtasıyla
listemizde ilk on sırayı işgal eden şahıslara ulaşmak ümidiyle orada oda bile tut tuk. Bu
çalışma hayli zahmetli olup büyük sabır gerektiriyordu. Her akşam günün
değerlendirmesini yapmak için M ile buluşmam icap etse de, kendisini bulmak her zaman
kolay olmamakta, çoğu zamansa imkansız hale gelmekteydi.

Belirli bir usûl dairesinde çalışmaya gayret ediyordum. Bahsetmiş olduğum bu on


şahsın fotoğrafları bizde mevcut olup, kalan zamanlarımızda onları inceliyorduk. Her
gece yatmadan önce uzun uzun bu resimlere bakarak yüzlerini hafızama kazımaya
çalışıyordum. Onları kaçırmayı aklıma bile getirmek istemiyordum. Üzerime almış
olduğum vazifeyi yerine getirmek için yanıp tutuşmakta, bunun için M'nin ortadan
kayboluşlarını dahi sineye çekmekteydim.

Doğru dürüst bir çalışma disiplinine sahip olmadığını ve görevini ihmal ettiğini
düşünmeden edemiyordum. Müşterek amacımıza gayret ve kararlılıkla sahip çıkmıyordu.
Kendi hata ve başarısızlıklarına kılıf uydurmak için beni haksız yere tenkit ettiğini de
hissediyordum. Müsamahalı olmak ve tavırlarına sabırla katlanmak giderek daha da
zorlaşmaktaydı. Cesaret kazanmak için benden daha tecrübeli olduğunu ve ortaklaşa
kutsal bir vazifeyi üstlendiğimizi kendi kendime tekrarlıyordum. Yine de kısa bir zaman
içinde karşılıklı olarak birbirimizi tenkit etmeye başladık. Ardından bu hal her
buluşmamızda bir münakaşa çıkması şekline dönüştü. Bu durum beni bir hayli
kaygılandırmaktaydı. Gayemiz göz önüne alındığında, ara vermeksizin tartışmak bana
utanç veriyordu.

M'nin Roma'da Ermenilerden oluşan bir arkadaş grubu vardı. Kendisini mühim, hatta
etkileyici bir şahıs olarak gören ve saygı gösteren kadınlı erkekli bu topluluk içinde hoşça
vakit geçirmekteydi. Bununla birlikle, pek fazla zaman geçmeden, sahip olduğu müsbet
görüntünün geçmişteki başarılarında! değil sadece kalabalık arasındaki tavırlarından kay
naklandığının farkına vardım. O dönemde Roma'd; yaşayan Ermenilerin çoğunluğu,
Teşkilâtın içindek faaliyetlerinden haberdar olmayan genç talebelerd M, her zaman için
kendisine ağır ve esrarengiz bi hava vermeyi başarıyordu. Kendini ihtiyatlı olara!
gösterip, ciddi bir şekilde sanki fazladan bir şey söylemek istemiyormuşçasına ağır ağır
konuşurdu. Bu ağır ve vakur tavırları, sarışın ve sağlıklı görüntüsüyle atletik yapısının
îesirini artırmaktaydı. Hemen he men hiç gülümsediği olmazdı. Doğuştan aktör oldu ğu
için, esrarlı bir geçmişe sahip ve önemli bir vazi feyi üstlenen bir kişi rolü onun için
biçilmiş kaftandı Vazifemizin bu safhasında bilhassa ağzımızın sıkı olması gerekirken
oynamakta olduğu bu komediyi iç ler acısı buluyor ama o an için sesimi çıkartmıyor dum.

Bir defasında haftalar boyu ne birbirimizi gördü!ne de görme teşebbüsünde bulunduk.


Münakaşa etmiş ve onu olup biteni İstanbul'daki Taşnak idareci lerine yazmakla tehdit
etmiştim. M'nin istediği, görej vimizin başarıyla neticelenmesinden sonra Teşkİiâ| tın
geleceğimizin mali yönünü garanti altına almasıj nı sağlamamdı. Bir başka deyişle M,
Teşkilâtın tarr] ücretli emeklileri olmamızı istemekteydi. Böyle biıj fikrin midemi
bulandırdığını kendisine de söyledim.; Ardından sıkı bir kavga ettik. Ondan çok daha
genç olup (o devirde kırk beş yaşlarındaydı) gelecekteki mali durumum beni pek
endişelendirmemekteydi. Cj yaşta, günü geldiğinde herkes gibi hayatımı kazanaj cağımı
düşünmekteydim. Ardından rahatça kendi hayatımı kurmak, evlenip çoluk çocuğa
karışabil mek için bir an önce bu görevin sona ermesini istiyordum. M'ninse tam tersine,
Teşkilâtın parasıyla Roma'da yaşamaktan hiçbir şikayeti olmadığı için olanlarınsa
başından fes eksik olmuyordu. Roma'da hepsi tepeden tırnağa en son Avrupa modasına
uygun giyinirken, bir tekinin dahi elimizde fessiz resmi bulunmamaktaydı.

Nazım ve Hasan Tahsin'i gördüğümüz akşam M ile acele etmek hiç işine gelmiyordu.
Cafe ve tiyatrolar haddinden fazla güzeldi. Kendisi için ideal bir hayat sürüyordu. Bundan
ötürü bu durumu sonsuza dek sürdürebilecek bir plan hazırlamıştı: Her ikimiz de
hayatımızın geri kalan kısmında Teşkilâtın sırtından geçinecektik. O devirde güç günlerin
beklediği bana söylense de, böylesi bir fikir benim prensiplerime aykırıydı ve hep öyle
kalacaktı. Avrupa'daki bu görev için seçilmiş olmayı bir şeref olarak görmekteydim. M ise
kendi hesabına, Teşkilâta büyük bir iyilikte bulunduğunu düşünmekteydi. Görevimizin
tehlikeye girdiğini farkedince kızgınlığımı içime gömdüm ve gidip Bağımsız Ermenistan
Cumhuriyetinin Eski İtalya Büyükelçisi yoldaş Varantian'ı buldum. O bizi bir araya
gcLİrcrGk dururdun geçici de olsa düzelmesini sağladı.

Bir akşam lokantalardan birinde Doktor Nazım'la Hasan Tahsin'i görür gibi olduk.
Doktor Nazım, Doktor Bahaeddin Şakir'le beraber, Ermenilerin zorla göç ettirildikten
sonra katledilmelerini organize eden kişiydi. Eski Erzurum Valisi Tahsin ise
soydaşlarımızdan on binlercesini ölüme göndermişti. Konuşmalarını işittikten sonra
onlann ilgili kişiler olduğuna kanaat getirmiştik. İttihat'ın önde gelen en mühim on
mensubunun ve daha az önemli başka şahısların fotoğraflarını taşıyor olsak da, onları
her zaman teşhis etmenin kolay olmadığını söylemeden edemeyeceğim. Türkiye'de
onları gösterişli üniformaları olmaksızın hiç görmemiştik. Sivil kıyafet giymiş ben
birbirimize karşı duyduğumuz nefreti bir anda unutuverdik. Uzun uzun konuştuktan sonra
İstanbul'a mektup yazarak şeflerimizden takviye olarak eski dostum Aram Erkanian'ı
yollamalarını istemeye karar verdik. Cevap menfi geldi. Onlar da kendi açılarından
haklılardı. M ile ben, İttihat'ın bütün liderlerini, kendi toplantılanndan birinde aynı anda
ortadan kaldırmayı arzu ediyorduk. Bir düzine ve hatta daha da fazla sayıda Türkle
hesaplaşmak için İki kişi yeterli olmayacaktı. O günlerde M heyecandan yerinde
duramıyordu. Bazı anlarda yemek yiyecek zamanımız bile olmuyordu. Türklerin kaldığı
birçok otel ve evin yerini tesbit etmiş olup aynı anda bu adreslerin hepsini birden
gözlemeyi arzu etmekteydik. Moral durumumuz iyi, tabancalarımızsa her an için ateşe
hazır durumdaydı.

Yoldaş Varantian haricinde Roma'da kimse ne yaptığımızı bilmiyordu. Ermeni


öğrencileri ziyaret ediyor ama asla kulüplerine üye olmuyordum. Ermenistan'da
doğduğunu öğrendiğim andan itibaren kendime çok yakın hissettiğin Doktor Armenag
Atikhanian ile beraber toplantılarına iştirak ediyordum. M de aynı şekilde bu toplantılara
gelse bile, her ikimiz de beraber çalıştığımızı çevreye hissettirmiyorduk.

Birbirimizi çağırmak için ıslıkla Ermeni Milli Marşı 'Mer Hairenik'i (Vatanımız)'
çalıyorduk. Sıklıkla yanaklarım patlayıncaya dek penceresinin dibinde boşu boşuna bu
marşı çaldığım olmuyor değildi. Akabinde, dolaylı olarak başkalarından, ya müzeleri
dolaştığını ya da birkaç günlüğüne tatile gittiğini öğreniyordum. Bu kayboluşları sonrası
yeniden buluştuğumuzda, sil baştan sızlanmaya başlıyordu: Teşkilât istenilen fotoğrafları
yollamamıştı, bizi buraya gönderdikten sonra bir başımıza bırakmışlardı, mutlaka başka
adam gerekmekteydi, vesaire.

Birkaç günden beri Doktor Nazım'ı görememiştik. Onu elimizden kaçırdığımız için
kendimi çok kötü hissediyordum.

Roma'ya varışımdan iki ay sonra sonunda bir ipucu yakalamaya muvaffak olduk. Said
Halim Paşa'nın korumalarından biri olan Tevfik Azmi'yi birbiri ardısıra her iki Türk
Sefaretine de girerken görmüş ama akabinde izini kaybetmiştik. Bir keresinde onu
kalabalıkta kaybetmiş, diğerindeyse o an için gözetleme noktasından ayrılmayı uygun
bulmadığım için elimden kaçmasına göz yummuştum. Bir gün öğleden sonra kendisini
Palazzo Barbieri'ye doğru giderken gördüm. Bir an için izini kaybetsem de tramvay
durağında tekrar yakaladım. Tramvay geldiğinde Türk'ün Frascati îçir, bir bilet dediğini
işittim. İçerde koıtukiaraan birine yerleştiğinde vagona atlayarak aynı istikamet için bir
bifet de ben aldım. Yol üzerinde Azmi, cebinden bazı mektuplar çıkartarak okumaya
başladı. Ardından ağzına birşeyler attı. Herhalde şeker yemekteydi. Kendisine içinde
şeker bulunan mektuplar mı geliyordu yoksa eski bir mektubu yeniden mi okumaktaydı?
Nerdeyse merakımdan öleceğim için, aklımdan elindeki mektupları çalmak bile geçti.
Neyseki mektupları ceketinin iç cebine yerleştirdi de fikrimi değiştirdim. O anda, tasasız
bir kontrol memuru olarak çalıştığım sıralarda, İstanbul tramvaylarında faaliyet
gösterdiklerine şahit olduğum yankesicilerin maharetine sahip olamadığım için ne kadar
üzüldüm.

Bir saat on beş dakikalık bir yolculuktan sonra tramvay Frascati'ye ulaştı. Azmi,
tramvaydan indikten sonra büyük bir kapıya doğru yöneldi. Kapının arkasında yüksek bir
duvarla çevrili büyük bir bahçe bulunmaktaydı. Bahçenin diğer ucunda yer alan büyük
binaysa, daha sonra öğrendiğim üzere, Türklere bir çeşit sosyal kulüp olarak hizmet
vermekteydi. Acaba otel olması ihtimali bulunan bu binada ge ceyi geçirebilir miydim? Bir
malikhane olması halinde orada bulunuşumu izah etmem gerekeceğinden gidip
müracaat etmeye cesaret edemedim. Bununla birlikte, mutlak surette bahçeye girmem
gerekiyordu. Aramakta olduğum şahıslardan bazıları orada olabilirdi. Çepeçevre duvarın
etrafında dolaşmama rağmen bir başka giriş noktası bulamadım:

Roma'dan uzakta bir tepe üzerine yerleşmiş ve Ebedi şehrin harika bir manzarasına
sahip bu banliyöye daha önce de gelmiştim. Bir arkadaşla beraber şehirlilerin uğrak yeri
olan küçük bir otel de keşfetmiştik. Sanki Roma'ya yukardan bakan bir balkon gibiydi.
Sahibi olan yaşlı beyefendi mahalli şarap yanında kızarmış piliç de ikram ediyordu. Bir
gün arkadaşımla beraber oturmuş, güneş altındaki muhteşem manzaranın tadını
çıkartırken bu yaşlı adam bize yaklaşarak nereden geldiğimizi sordu.

"Roma'dan."

"Oranın muhteşem bir yer olduğunu söylüyorlar,” diye konuşmasını sürdürdü, "Bir gün
ben de gideceğim."

Cevabı bizi hem şaşırttı hem de neşelendirdi. Roma'ya hiç inmeden seksen yılını
Frascati'de geçirmişti!

"Ama her gün ona buradan hayran olmadan edemiyorum." derken hep beraber
gülüyorduk.

Açlıktan ölüyor olmama rağmen o günkü küçük otele gitmek istemiyordum. Bir kere
daha duvarın etrafında dolaştım. Azmi'nin içinden geçerek kaybolduğu büyük kapı,
kaldırım taşlarıyla döşeli küçük bir sokağın nihayetinde bulunmaktaydı. Öte yanda, evin
arkasına düşen taraftaysa, orman başlıyordu. Hava kararmaya başladığından, ortalık
ıssızlaşmıştı. Duvarın üzerine tırmandım. Benden birkaç metre ilerde Azmi'yle beraber
bir başka şahıs bir bankın üzerinde oturuyorlardı. Hummalı bir konuşmaya dalmışlardı.
Diğerini da tanımakta gecikmedim. Eskiden beri göz aşinalığım olan Rüstem Recep'di.
Kendisini daha önce birkaç defa Kemalistlerin Sefaretine girerken görmüş, bir keresinde
de Postaneye kadar takip etmiş ve mektuplarını alırken ismini söylediği anda kim
olduğunu da öğrenmiştim.

Neden bahsedebilirlerdi? Nerdeyse bir düzine insanın sığabileceği muazzam bir


bankın üzerinde oturmaktaydılar. Etraflarındaki büyük çalıların dalları o kadar uzundu ki
Türkler, .kalkmak ya da hareket etmek istediklerinde bu dalları kenara itmek zorunda
kalıyorlardı. Ortalık şu anda artık iyice kararmıştı. Duvcrın üzerinden kendimi aşağıya
doğru bıraktıktan sonra bankın bulunduğu yere doğru sürünerek ilerledim. Bankın dibine
kadar sokulmaya muvaffak oldum, ilk birkaç saniyede, kalbimin atışı onların seslerini
bastıracak gibiydi. Büyük bir gayret göstererek sakinleştikten sonra Münir Bey dedikleri
bir üçüncü kişi daha geldi ve konuşmalar birden hareket kazandı.

Her üçü de kara listemizde yer alan Doktor Bahaeddin Şakır, Canpolat ve Enver Paşa
Roma'da beklenmekteydi. Mustafa Kemal'in Hariciye Vekili Bekir Sami Bey, Jöntürk
Hükümetinin Eski Sadrazamı Büyük Vezir Said Halim Paşa'dan Anadolu'ya silah
gönderip, elindeki mali kaynakları bu yönde kullanarak Mustafa Kemal'e yardım etmesini
İstemekteydi. Eski Sadrazam, o sıralar sürgünde bulunmakta olan İttihat ve Terakki
Partisinin bazı idarecilerinin önce Anadolu'ya, akabinde Yunan ordusunun mağlup
edilmesinden sonra İstanbul'a dönmelerine müsaade edilmesi şartıyla yardım etmeye
hazırdı. Diğer idareciler gelir gelmez Said Halim Paşa'nın bir toplantıya başkanlık
edeceğini de aynı yolla öğrendim. Bu şekilde bizim için fevkalâde önem taşıyan bilgilere
sahip olmuştum. Artık bahçeyi terkederek Roma'ya dönmek gerekiyordu. Duyduğum
korkuya rağmen içim içime sığmıyordu. Bütün Türk liderleri aynı yerde bir araya
geleceklerdi. Onlar için nasıl bir kabul resmi tertip edebilirdik! Teşkilât belki de bize
yardım olsun diye iki arkadaşımı daha yollayabilirdi: Dostum Aram ve Arsak Yezdanian.

Giderek içime sıkıntı basıyordu. Türklerin beni bankın altında bulmaları halinde
silahımı kullanarak kaçmaya kararlıydım. Fakat gazeteleri gözümün önüne
getirebiliyordum. Bütün Türk liderleri gerisin geriye saklandıkları yere döneceklerdi. Bu
durum planımızın akim kalması domekti. Bütün bunları düşündükçe ihtiyatsızlığıma lanet
okuyordum.

Türkler, bulundukları yerde çakılı kalmakta inat ediyorlardı. Bense yere yapışmaktan
toprağın bir parçası haiine gelmiştim. Ansızın aralarından biri Ağa Han'ın saygıdeğer
ismini telaffuz etti. 1915'deki Gelibolu seferinden söz ediyor ve savaş esnasında Ağa
Han İngilizlerden geri çekilmelerini îalep etmemiş olsaydı İtilaf Devletleri donanmasının
Çanakkale boğazını rahatça geçerek İstanbul'u İşgal edebilecek güce sahip olduğunu
belirtiyordu. Hepsi birden bir anda gülmeye başladılar. Ağa Han Müslüman Türkiye'nin
işgal edilmesini istememekteydi.

Hemen ardından ciddi meseleleri bırakarak patronlarını çekiştirmeye koyuldular.


Onlara göre hepsinin bankada yatan dünya kadar parası olmasına rağmen durmaksızın
maddi sıkıntılardan şikayet etmekteydiler. Kadınları için muazzam miktarlarda para
harcamaktan da geri kalmıyorlardı. Avrupa modasından gözleri kamaşan Türk kadınları
geleneksel kıyafetlerini bırakıp en lüks Batılı elbiseleri giymeye başlamışlardı: Kürkler,
ipek çoraplar, tüylü şapkalar gibi. "Arkadaş!" dedi, Türklerden biri. "Haddinden fazla
parayı yok yere israf ediyorlar. Sürekli seyahat ettiğimiz zaman tabiatıyla para da olduğu
yerde durmuyor. Hizmetkârların ve otelin ücretini ödememiz gerek. Kadınlarsa
Avrupalıdan beter oldular. Ne gördülerse istiyorlar. Türkiye'deyken bu böyle miydi?"

Sonunda ayağa kalkarak uzaklaştılar. Ben de derin bir nefes aldım. Biraz bekledikten
sonra harekete geçtim, duvardan atladıktan sonra kendimi tekrar sokakta buldum.
Saatler 23:30'u göstermekteydi. O anda açlıktan ölmekte olduğumu farkederek
gördüğüm küçük bir otele girip tam tekmil bir yemek ve bir şişe şarap ısmarladım. Son
tramvayı kaçırdığım için Roma'ya kadar taban tepmek zo. undaydım. Dönüş yolu bütün
bir gece sürdü ama hem gençtim hem de o akşam yaşamış olduklarım bana ayrı bir
coşku ve heyecan veriyordu. Roma'ya varır varmaz ilk gördüğüm berber dükkanına
girerek traş öldüm. Ardından M'yi bulup gece olanları anlattım. Bu haberler onu da
heyecanlandırdı.

"Beraberimizde Aram ve Arsak olacaktı ki" dedi. “İşte o zaman muhteşem bir iş
başarabilirdik."

Cafeden cafeye dolaşıp, Türkçe konuşmaları yakalamaya çalışarak ara vermeden


araştırmalarımıza devam ediyorduk. Özellikle Ville Borghese yakınlarındaki bir cafede
oturmayı seviyordum. Aynı cafede yaşlı bir Türk, soydaşlarına saatler boyu günün
haberlerinden ve o sıralar Avrupa'da yaşamakta olan diğer Türklerden bahsetmekteydi.
Bu konuşmalar benim İçin çok değerli bilgi kaynağı niteliğindeydi. Şüpheleri üzerime
çekmeden onun yakınlarında bir masaya oturmaya çalışmaktaydım. Fakat bir gün bana
doğru dönerek:

"Evladım, burada senden başka Türkçe bilen kimse var mı?" dedi.

Şaşırmış ve gözlerim fal taşı gibi açılmış bir halde ona doğru bakakaldım.
Gülümseyerek sorusunu tekrarladı. Daha önceden öğrenmiş olduğum birkaç İtalyanca
kelimeyi ağzımda geveledim, tabiatıyla ne dediğimi anlayamadı. Yanındakilerden biri
gülmeye başlayarak Türkçe:

"Sana söylediğim gibi, bu çocuk genç İtalyan züppelerinden biri sadece." dedi.

Bunun üzerine yaşlı Türk bana doğru dönerek bozuk bir İtalyancayla özür diledi. Ben
de kendi işime dönerek biramı yudumlamaya devam ettim.

İtalyan cafeleri, Türk cafelerinden çok farklıydı. Romadakilerse, içinde heykellerin


bulunduğu çok güzel mekanlara sahip muhteşem yapılardı. Bunların bir kısmı büyük
otellerin yanı başında bulunuyor ve zengin turistlerle İtalyanlardan oluşan seçkin bir
müşteri kitlesine hizmet veriyordu. Nerdeyse her bir sosyal ya da etnik grup kendi
caf6sine sahipti. Mesela Türkler, Villa Ballaria cafesini tercih etmekteydiler. İşte, öncelikle
aradığımız şahsa ilk kez bu cafede rastladım.

Masama oturmuş, bir grup Türkün hararetli bir şekilde konuşmasını izlemekteydim.
Aniden susarak şaşkınlıkla kapıya doğru bakakaldılar. Ciddi tavırlı, ufak tefek, şişmanca
bir adam kararlı adımlarla içeriye girmekteydi. Aynı şekilde etkileyici tavırlara sahip bir
ikincisiyse onun ardından geliyordu. Yaşlı bir Türk onlara doğru seyirerek öndekinin
paltosunu aldı. Diğerleriyse ayağa kalktılar. Meçhul şahsı saygıyla selamlıyorlar ve
yerlerine oturmak için ondan bir işaret bekliyorlardı. İkinci şahsı tanımıştım. Frascati'ye
kadar takip ettiğim, Said Halim Paşa'nın koruması Tevfik Azmi'ydi. Önünde ilerleyen
şahsı büyük bir dikkatle takip etmekteydi. Bir masaya oturdular. Azmi iki konyak siparişi
verdi. O ana kadar gözlerini onların üzerinden ayırmayan diğer Türkler, birer birer ayağa
kalkarak Azmİ'nin masasına yaklaşıyor, meçhul şahsa birkaç kelime söyledikten sonra
gerisin geriye yerlerine dönüyorlardı. Bazılarının sözleri şaşkınlığımı uyandırdı. Bazıları
yaklaşma sebebi olması için sorulacak bir soru hazırlamıştı; diğerleriyse kendisinden
küçük bir iyilikte bulunmasını talep ediyorlardı. Yaşlı Türk bile bir bahane bulup
masalarına yaklaşmıştı. Bu alışılmamış sahne bütün müşterilerin alakasını çekmekteydi.

Bu esrarengiz şahıs acaba kim olabilirdi? Cebimde taşıdığım resimler yırtık pırtık ve kir
içindeydi. Türk ileri gelenlerini fesli ve üniformalı olarak gösteriyorlardı. Aradan bunca yıl
geçse bile o öğleden sonrasını yeniden hatırladığımda, kendi çcydHşignnın bunca saygı
gösterdikleri bu şahsın, Türk Hükümeti ve İttihat'ın büyük şeflerinden biri, bir milletin
mahvedilişinin sorumluğunu taşıyan ve bu sebeple Teşkilâtımızın ortadan kaldırmaya
karar vermiş olduğu kişilerden bir tanesi olduğunu bilseydim neler hissedeceğimi kendi
kendime soruyorum. Zaman zaman kader bizlerle böylesi garip oyunlar oynuyor. Ben
onu aramadığım yer bırakmayıp yine de bulamazken, kurbanımız kendi ayağıyla bana
geliyor.

Kendisini dikkatli bir şekilde izlemeye devam ettim. Diğer Türkler asabi bir halde,
salondakileri kuşkulu bakışlarla süzüyorlardı. Yeni gelenler bir yandan içtikleri konyağın
tadını çıkartıyorlar öte yandan kendilerine ürkekçe yaklaşan soydaşlarıyla
konuşuyorlardı. Bir müddet sonra yavaşça başlarını sallayarak kalktılar. Onların Villa
Borghese'ye doğru yöneldiklerini gördüm. Cafeyi terketmelerinin ardından diğerleri gözle
görülür bir şekilde rahatlamışlardı. Yaşlı Türk. yanında oturan arkadaşına:

"Bu bir şans oldu. Uzun zamandır kendisini görmeyi arzu ediyordum. Söylemek
istediğim bazı şey ler vardı. Neticede bir randevu elde edebildim." diyordu.

Bu meçhul şahsın ismini telâffuz etmelerini istiyordum, fakat herkes kendisini


tanıdığından sadece unvanlarından bahsediyorlardı. Bu önemli şahsı takip etmek için
cafeden ayrıldım. Villa Borghese'deki büyük bir sokak lambasının altında Azmi'yle
konuşmaktaydı. Karanlığa saklanarak yüz hatlarını inceledim. Kimdi bu adam?
Birdenbire herşey yerli yerine oturdu. Azmi o gün görevinin başındaydı ve buna göre
eşlik ettiği şahıs bu meş'um Jöntürk Hükümetinin Eski Sadrazamı ve Ermeni Tehciri ve
Katliamının baş sorumlularından biri olan Said Halim Paşa'dan başkası olamazdı.

Ona ait bir resim bende mevcuttu ama kendisini daha uzun boylu sanıyordum. Azmi'yi
kesin olarak teşhis etmiştim ama Patronunun, Taşnak mensupları tarafından takip
edildiğini bile bite bir cafe gibi umuma açık bir mahale gelmeye cüret edebileceğini
düşünemezdim. Kendi korumasına çok güveniyor olmalıydı. Yaklaşık bir saat müddetle
dolaştıktan sonra Said Halim'in kalmakta olduğu Palace Oteline geri döndüler.

Aradığım adamı bulmuştum ve artık elimden kaçmasına göz yummayacaktım.


Umumiyetle öğleden sonra dört ila altı arasında dolaşmak üzere dışarıya çıkıyordu.
Arada bir, gün içerisinde, muhtelif büro, mağaza ve bankalara gitmek için araba tuttuğu
da oluyordu. Bu duraklamalar işimi daha da karmaşık bir hale getirmekteydi; farkedilme
korkusuyla bu yerlerin çoğunda kendisini izleyemiyordum. Sıklıkla saatler boyu sokakta
bekliyor, bazı hallerdeyse o gün İçin İzini tümüyle kaybediyordum. Yine de hadiselerin
gelişiminden şikayetçi değildim. Hemen her gün Said Halim, her iki Türk Sefaretinden
gelen yetkilileri kabul etmek üzere İtalyan Dışişleri Bakanlığına gitmekteydi. Cuma
akşamları toplantılara iştirak etse de, bu toplantılar çok sıkı bir şekilde kontrol edildiği için
yanına yaklaşabilmem imkansız gibiydi.

O zamanlar Yunanlılar da Türkleri izlemekteydiler. Her iki ülke birbiriyle savaş halinde8
olup Yunanlılar, kendi maksatları açısından faydalı istihbarat toplayabilmek amacıyla
Mustafa Kemal'in temsilcilerini ve siyasi görevlilerini adım adım takip ediyorlardı. Oldukça
etkileyici bîr organizasyonlan vardı; sadece Roma'da bu iş için yirmiden fazla adam
bulundurmaktaydılar. Sanki onların da Said Halim'e suikast düzenlemek isterlermiş gibi
bir halleri vardı. Gerçekten de Osmanlı İmparatorluğunun bu eski Sadrazamının
Anadolu'daki Kemalist Kuvvetlere haiırı sayılır bir ekonomik yardım eşliğinde silah
gönderdiğini de öğrenmişlerdi. Beni de izlemeyi aldılar.

Bu durumun farkına vardıktan sonra, o esnada kim olduklarını bilemediğim bu


esrarengiz kişileri atlatabilmek için hayli zaman harcamam gerekti. M o sıralar Paris'e
gitmiş olduğu için bîr ay boyunca kendi yağımla kavrulmam lazımdı. Neticede yoldaş
Varantian'a takip edildiğimden bahsettim. Bir soruşturma yaparak, Yunanlıların beni bir
Türk zannettiklerinden ötürü peşimden ayrılmadıklarını öğrendi. Varantian, Yunan
Konsolosunu bulup konuştuktan sonra beni takip etmeyi bıraktılar.

Konsolosa giderek, Frascatİ'de öğrendiğim bilgileri aktardım. Vazifem


tamamlandığında yeniden gelip kendisini görmemi rica ederek bana bir teşekkür
mektubu verdi İki keresindeyse eski Harbiye Nazın Enver Paşa'yı yakından görme
İmkanını buldum. Bunlardan ilki Plaza Otelinin önündeydi. Biri kara gözlükler taşıyan iki
adam gözüme ilişti. Etraflarına bakınarak ilerlemekteydiler, şüphe uyandıran bir halleri
vardı. Benim hizama geldiklerinde her iki ucundan yukarıya kıvrılmış kara bıyıklarını
görür görmez Enver'i tanıdım. Arkadaşlarım sıklıkla yüzündeki siyah beni saymazsak
birbirimize benzediğimizi söylerlerdi, öğle üzeriydi. Bitişikte bulunan bir lokantaya girdiler.
Yemeklerini bitirdikten sonraysa Piazza Termini'ye geri döndüler. Oldukça dikkatli
olduklarından ötürü araya belirli bir mesafe koymak suretiyle karşı kaldırımdan onları
takip ettim. On beş dakikalık bir takipten sonra birdenbire geri dönerek beni tesbit ettiler.
Apar topar komşu sokaklardan birine dalarak gözden kaybolmak zorunda kaldım.

Birkaç gün sonra yeniden Villa Borghese'de karşıma çıktı. Bir banka oturmuş
İstanbul'dan gelen mektuplarımı okumaktaydım. Bu esnada tedbirsizlik ederek Ermeni
gazetesi Djagadamard'ın birkaç nüshasını yanıbaşıma koymuştum. Bu hem büyük bir
hata hem de salaklığın dik alasıydı. Herhangi bir Türk, bir bakışta sadece Ermeni değil
aynı zamanda Taşnak Partisinin yayın organının okurlarından biri olduğumu anlayabilirdi.
Zaten aynen böyle oldu. Ayak seslerini duyduğum anda etrafıma saçtıklarımı
toparlamaya çalışsam da geç kalmıştım. Söz konusu şahıs önce bana sonra yanımdaki
gazetelere dikkatlice baktı. O gün güneş gözlüklerini giymemişti. Bir anda göz göze
geldik. Ayağa kalkarak hiçbir şey olmamış gibi parktan ayrıldım. Ardından gelen üç gün
boyunca kendimi odama kilitledim. Ev sahibimi şüphelendirmemek için ona hasta
olduğumu söylemem gerekti. İhmalkârlığım yüzünden kendime olan kızgınlığım bir türlü
geçmek bilmiyordu. Ne ticede dışarıya çıktığımda herşeye sil baştan başlamam
gerektiğini düşünüyordum.

Yeniden cafelerde dolaşmaya başladım. M, Paris yolculuğundan döndüğünde, olup


biteni değerlendirerek Said Halim'i biran önce öldürmeye karar verdik. Diğer İttihatçılar,
belki de önsezilerinin kendilerini uyarması üzerine Roma'yı terketmiş gibiydiler. Eski
Sadrazamla işimizi bitirdikten sonra yeniden onların peşine düşebilirdik.

Kaybettiğimiz heyecanı tekrar bulmaya başlamıştık. Bu işin gün ve saatini tesbit


etmeye çalıştık. İşte tam bu esnada avımızın izini kaybettik. Roma'da hlçt>'r yerde onu
bulmanın imkanı yoktu. Canımız oldukça sıkılmıştı. Canımızı dişimize takb.sk onu i
mirycrdü aramaya başladık. Cafe ziyaretlerimden birinde kara listemizde şeref mevkiini
işgal etmekte olan iki Türk'e rastaldım: Doktor Nazım ve Doktor Bahaeddin Şakir.
Yanlarında Münir Bey de vardı. Her üçü de okudukları mektuba kendilerini kaptırmış gibi
görünüyorlardı. Haberi ulaştırabilmek için alelacele M'nin evine gittim. Evde yoktu tabi.
Yeniden cafeye döndüğümde Türkler hâlâ orada oturmaktaydılar. Tanımadığım dördüncü
bir şahıs onlara katılmıştı. Ayrıldıkları vakit onların peşinden gittim. Palace Oteline geri
döndüler. Kendi kendimi rahatlatmak için 'Sonunda talihimiz yaver gitmeye başladı'
diyordum.

Akabinde Roma'daki Ermenilerin devam ettiği bir cafeye giderek, tahmin ettiğim üzere,
orada elimle koymuş gibi M'yi buldum. Beni görünce hayretler içinde kaldı. Genç bir
Ermeni kızı ve erkek kardeşinin eşliğinde birasını yudumlamaktaydı. Gün İçerisinde
ziyaret etmiş oldukları müzelerde gördüklerinden bahsetmekteydiler. Asabım
bozulmasına rağmen pek belli etmedim. Arkadaşları ayrıldığı zaman, listemizde yer alan
iki kişiyi görmüş olduğumu anlat tim. Bu haber onu hayli heyecanlandırdı ve bu noktadan
itibaren onları bizzat takip edeceğine söz verdi.

Ertesi gün M'yi Palace Otelinin yakınlarında göremeyince dosdoğru evine giderek
penceresinin altında ıslık çaldım. Odasının penceresinden kafasını uzatarak bana:

"Sen git, ben geliyorum." dedi.

Bu durumda gensin geriye Palace Oteline döndüm. Bu esnada Nazım, Bahaeddin


Şakir ve Münir Bey dışarı çıkıyorlardı. Gar istikametinde ilerleyerek sonunda Frascati'ye
kalkan tramvayların bulunduğu durağa ulaştılar. Koşarak M'nin wine döndüm fakat
kendisi evriti yoktu. Palace Oteli dolaylarında bulunması gerekiyordu ama oralarda da
değildi. Tüm hızımla tramvay durağına geri döndüm. Haddinden fazla heyecanlanmıştım.
Sonunda tramvay getdi ve Türkler bindiler. Arkalarına oturarak konuşmalarına kulak
verdim. Türk takvimine göre 27 Kasım'da" bir toplantı yapılması gerekiyordu. Sanki bir
kutsal bayrammışçasma bu tarihî hafızama kazıdım. Ardından, 18 Kasım günü, M ile
beraber Aram Erkanian'ın acilen gelmesini talep eden bir telgrafı İstanbul'a gönderdik.
Gayemiz, toplantının düzenleneceği salona girerek, İttihatsın bütün şeflerini bir defada
ortadan kaldırmaktı.
Via Porto durağında tramvaydan indim. Türklerin Frascati'ye kadar gideceği belli
olmuştu. Roma'ya döndüğümde M'yi cafelerden birinde oturmuş kahvaltısını ederken
buldum. Beni gördüğünde:

"Ben de seni arıyordum." demesi hayli garibime gitti.

"Geç kaldın." diye cevap verdim. "Frascati'ye gitmek üzere hareket ettiler." Cafeden
ayrıldık. Frascati'ye vardığımızda öğlen olmuş ve toplantıları sona ermişti. Münir Bey
sokağa iniyordu. M, boş yere onun fotoğrafını çekmeye çalıştı. Öğleden sonra saat dörde
doğru Roma yolunu tutmuştuk.

Hayal kırıklığıyla dolu bu günün ardından yorgun ve sinirli bir halde eve döndüm. Ertesi
sabah M ile randevum vardı. Kararlaştığımız saatte evine ulaştığımda kendileri yine
ortalıkta görünmüyorlardı. Dişim ağrımaya başladığından çok acı çekmekteydim. Ermeni
arkadaşlardan birine beni iyi bir dişçiye götürmesini söyledim.

Dönüş yolunda M ile karşılaştım. Elinda fotoğraf makinesi ve kolunda genç bir Ermeni
güzeliyle beraber yeraltı mezarlarını ziyaretten dönmekteydiler. Kızdan izin alması için
dünya kadar zaman geçmesi gerekti. İşte bir kere daha ciddi bir biçimde gırtlak gırtlağa
gelmiştik. Birbirimize karşı ağıza alınmayacak hakaretlerde bulunduk. Bütün hatalarıyla
karakter zaaflarını birbiri ardına sıraladım. Onu aradığım anlarda nerelerde olduğunu
söyledi. Halbuki aynı yerlere ben de uğramış ama onu bulamamıştım. Yalancının biri
olduğunu da suratına haykırdım. Bu tarzda birbirimize lanet okuyarak çalışmaya devam
eniğimiz takdirde, Roma'da aylar boyu kalsak bile elimizden birşey gelmeyecekti. 0
akşam gidip yoldaş Varantian'la konuştum. O ise bana sabırlı olmamı tavsiye etti.

Kendi anlattıklarına bakılırsa M'nin muhteşem bir mazisi vardı. 1905'de Ermenilerle
Azeriler arasında cereyan eden muharebelere iştirak ettiğini söylüyordu, ihtilâlci Ermeni
Federasyonu'nun kurucularından biri olan Christapor Mİkaelian'la beraber çalıştığını ve o
sıralarda istanbul'daki Terörist Faaliyetleri Kontrol Komisyonunda bulunduğunu
biliyordum . 1909 yılında Partinin Ermenistan'daki toplantısına iştirak etmişti. Ermeni
Hükümetinin Savaş Bakanı ondan, Türk ve Azerilerin isyan ettikleri Karabağ'a gitmesini
istemişti. Bunun üzerine M, karşılanması mümkün olmayan bazı taleplerde bulunmuş ve
neticede gitmeyi reddetmişti, istanbul'da birbirimize çok yakındık. Vahe İhsan'ı vurduktan
sonra Polisten kaçarken beni evine alarak sanki kardeşiymişim gibi davranmıştı.
Avrupa'daki bu vazifeyi hayal ederek, sıklıkla ittihat'in bütün şeflerini, toplantılarından biri
esnasında baskın vererek toptan ortadan kaldırma ihtimalini konuşmuştuk. Bu rüya, bir
ateşmişçesine hepimizin içini yakmaktaydı. Bu kitlesel infazın ortaya çıkartacağı tesiri
hayal ediyorduk. Milletimize saygınlık ve gurur kazandıracaktı. Tüm Ermeni arkadaşlarım
benim hislerimi paylaşmaktaydılar. Daha önce de birkaç suikast vuku bulmuştu. Hepimiz
sabırsızlıkla diğerlerinin öldürülme emrini beklemekteydik.

Fakat bu tip bir hareket, yoldaş M'de zerresinin bulunmadığı anladığım vasıflar olan,
sabır ve kararlılık gerektirmekteydi. İlişkilerimiz öylesine bozulmuştu ki bir gün kendisine
Roma'daki görevimiz biter bitmez istanbul'a geri dönerek sonraki çalışmalar için bir
başkasının işbirliğini talep edeceğimi söyledim (Daha sonra bu tehdidimi uygulamaya da
koydum). Bu sözlerimle onu içinde bulunduğu uyuşukluktan kurtararak, işin üzerine
düşen kısmını yaptırmaya çalışıyordum.

Geriye Saİd Halim'i bulmak kalmıştı. Her gün cafelerde tur atıp, Palace Otelinin
girişinde eşelenerek saatler geçirmekteydim. Adamımızı tümüyle kaybetmiş olmamız
mümkün değildi. Sonunda bazı Türkler arasında geçen bir konuşmaya kulak misafiri
oldum. Roma'da toplanması gereken mühim bir konferanstan bahsetmekteydiler. Aklıma
Paşa'yı görebil mek maksadıyla gidip garda beklemek geldi ama fikrimi değiştirerek
bütün gayretlerimi Palace Otelini gözetlemekte yoğunlaştırmaya karar verdim.

Bir gün otelin önünde bir vasıta durdu ve içinden iki adam indi. Bunlar Said Halim ile
koruması Tevfik Azmi'ydi. Doğrudan M'nin evine koştum. O esnada bir mektup yazmakta
olup işi başından aşkınmış gibi görünüyordu, fakat haberi alır almaz aceleyle yerinden
kalkarak benîm peşimden geldi. Otele varışımızda vasıtanın kaybolmuş olduğunu
gördük. M binanın önünde beklemeye koyulurken, ben de biraz ötedeki bir bankın
üzerine oturarak elimcteM gazeteyi okurmuş gibi yaptım. Bulunduğum yerden
arkadaşımın yumnıkları salmış b'.r vaziyette kaldırımları arşınladığı görebiliyordum.

Ansızın Paşa'yı yakınlardaki bir şekerciden çıkarken gördük. Peşindense Tevfik Azmi
geliyordu. Bir fayton çağırarak tek başına Paşayı bindirdi. M, bu esnada bana işaretle
faytonu takip etmem gerektiğini, kendisininse koruma görevlisini izleyeceğini haber verdi.
Gerçekten de bu oldukça hassas bir işti. Hedefi gö2den kaybetmemek için koşmak, bu
arada da kimsenin dikkatini çekmemek icap ediyordu. Yürümekten ziyade koşmayı tercih
eden bir gençmiş gibi, rahat bir görüntüyle koşmaya gayret ettim. Araba tarihi şehri
terkedip, şehir surlarını da geride bıraktıktan sonra yeni bir mahalleye geldi. Neticede Via
Eostollio'da bir malikhanenin önünde durdu. Bir hizmetkâr cümle kapısının önünde
beklemekteydi. Sonunda Said Haiim'in evini keşfetmeye muvaffak olmuştum.

Roma'ya döndüğümde M'yi oldukça keyifli buldum. Anlattıklarım onun da hoşuna gitti.
Kendisiyse bir müddet Tevfik Âzmi'yi tatdp ettikten sonra peşini bırakmaya karar vermişti.
O akşam Tevfik Azmi'yi Piazza dei Monti'de bir cafĞde gördüm. Yanındakine Albano'da
mühim bir toplantı vuku bulacağından bahsettiğini işittim. Aynı anda elli yaşlarında ufak
tefek bir Türk içeri girdi. Azmi ona bu toplantıya davet edilip edilmediğini sordu.

"Evet edildim." diye cevap verdi, yeni gelen şahıs. "Ama nasıl gideceğim? Yolu
bilmiyorum ki."

"Rüstem Recep'le gidersiniz." dedi Tevfik Azmi. "O biliyor."

Albano'nun nerede olduğunu bilmesem de, öğrenmek o kadar zor değildi. Maalesef
Türkler, toplantının gününü söylememekte ısrar ediyorlardı. Bu durumda tramvaylunn
vanş istasyonunda sırayla nöbete kalmamız gerekiyordu,

M'nin evine gidip, penceresinin altında ıslık çaldım. Saat gece on bire geliyordu. Daha
kuvvetli ıslık çalmaya başlamıştım ki, komşu pencerelerden biri açıldı ve tanımadığım bir
şahıs yarı beline kadar aşağıya doğru sarkarak pek de hoş olmayan sözler sarfetmeye
başladı. Muhtemelen onu uykusundan uyandırmış olmalıydım. Biraz uzaklaştıktan sonra
gölgeye gizlenerek M'yi beklemeye devam ettim. Yaklaşık bir saat sonra kendisini
sokağa çıkarken gördüm. Son haberleri işitince memnun oldu.

Ertesi gün, sabahın erken saatlerinden itibaren, tramvaylann son durağında


beklemeye koyulduk. Yakınlardaki bir lokantada geçen gece gördüğüm ufak tefek Türk
gözüme çarptı. Orada Rüstem Recep'i bekliyor olmalıydı. Çabucak bir plan hazırladık. İlk
gelen tramvaya binerek Albano'dan bir önceki durakta inecektim. M ise diğer Türkleri
beklemek üzere Roma'da kalacaktı. Onları tramvaya bindikleri andan itibaren takip
edecek ve tramvay Albano'dan bir Önceki durakta durduğunda bana işaret verecekti.
Herşeyin yolunda gitmesi halinde mendiliyle yüzünü silecek, bu işaret üzerine ben de
tramvaya binecektim.

Bunun üzerine ilk tramvaya atlayarak kararlaştırdığımız durağa kadar gittim ve orada
tramvayı terkettim. Kavurucu bir güneş altında saatler boyu bekledim. Tramvaylar birbiri
ardısıra geçiyorlardı. Elbiselerim sırılsıklam olmuştu. M, sonunda geldi. Tramvay henüz
durmadan onun verdiği işareti farketmiştim. Bitmiş tükenmiş bir hali vardı. Tramvaya
bindiğimde M'nin üç koltuk uzağına oturdum. Hemen önünde dört Türk hararetli bir
şekilde tartışmaktaydılar. Onları duyabilecek kadar yakın olduğundan bir an M'ye gıpta
edip, kin!b:li.r ııc kadar değerli bilgiler topladığını kendi kendime sordum.

Herkes Albano'da indi. M ile beraber italyan yolcularına karıştık. Yorgun düşmüş bir
işçi gibiydim; kravatım düğüm düğüm olmuş, gömleğim buruşmuş, şapkamsa gözlerimin
üzerine düşmüştü. Bu dört Türk arasında sadece Nazım biraz dikkatli davranıyordu; tıpkı
bir tilki gibi daimi olarak etrafını süzmekteydi. Dİğerleriyse kendi havalarındaydılar.
Tramvayda M, arkalarında oturmakta olduğu için kendilerini ihtiyatla takip etmekteydim.
Bu takip işi insanların tıklım tıklım doldurduğu caddelerde daha kolay oluyordu. Yollar
boşaldığındaysa dikkatleri üzerimize çekmemek için izlediğimiz kişilerle aramızdaki
mesafeyi açmamız gerekiyordu. Türkler bir villanın bahçesine girdiler. Buranın,
soydaşları tarafından topal lakabıyla anılan, Jöntürk Hükümetinin eski İaşe Nazırı İsmail
Hakkı Paşa'nın İkametgâhı olduğunu anlamakta gecikmedim. Dünyaya ondan daha
suistimalci bir başka adam gelmemişti. Bu aç gözlü hırsız aynı zamanda şeker ve
hububat karaborsacısrydt. Savaş sırasında memleketi buğday sapıyla, yenilmeyecek
haldeki kokmuş arpadan imai ettiği kara ekmekle beslemişti. Bu esnada Avusturya'dan
ithal ettiği şekeri karaborsada satmak suretiyle muazzam bir servetin sahibi olmuştu.
Roma'daysa Ermeni Büyüklerini ortadan kaldırmakla görevli bir casuslar ve katiller
şebekesinin başında bulunuyordu.

Geçenlerde arkadaşlarımızdan biri, Salomon Teilirian, tarafından Berlin'de öldürülen,


Jöntürk Hükümetinin eski Dahiliye Nazın Talât Paşa'nın intikamını almak üzere Türklerin
Yoldaş Varantian'ı katletmek istedikleri de kulağımıza çalınmıştı. Gerçekten de bir gün
gazeteler vasıtasıyla bir İtalyan tüccarının Öldürüldüğünü öğrendik. Katil de bir İtalyan
vatandaşıydı Tüccara ateş ettikten sonra vagondan atlayarak kaçmaya çalışırken
bacağını kırmıştı. Bu sebeple Polis için onu yakalamak pek de zor olmamıştı. Sorgusu
esnasında kurbanını tanımadığı ortaya çıktı. Oysa maktul şaşılacak derecede
Varantian'a benziyordu. Katil, Varantian'ı da tanımamaktaydı. Soruşturma derinleştikçe
Katille İsmail Hakkı Paşa arasındaki bağlantılar da ortaya çıktı. Ama hadise daha sonra
örtbas edildi.

Tükler, İsmail Hakkı'nın bahçesinden içeri girdiklerinde benim için geceyi beklemekten
başka yapacak birşey kalmamıştı. Gidip M'yi buldum. Her ikimiz de çok yorulmuştuk.
Emisserio gölüne gidip sahilinde yemek yemeği kararlaştırdık. İyi bir yemeğin ardından
sahilde dolaşırken bir yandan da sigaralarımızı içmekteydik. Ansızın M, bana o an için
hiç beklemediğim bir soru sordu:

"Varantian'a gidip beni şikayet ettin, değil mi?"

Sakin olmaya ve onunla yeni bir tartışmaya daha girmemeye gayret ediyordum.
Konuyu değiştirmeye çalıştımsa da M'nin canı kavga etmek istiyordu. Bunun üzerine,
çalışma tarzı hakkında düşündüklerimi yüzüne karşı tekrarlayınca bu sefer bir bomba gibi
patladı. Üstlerimize gidip şikayetçi olmakla aramızdaki arkadaşlığa ihanet ettiğimi
söyledi. Sakin olmaya çalışarak, belirli bir yaşa erişmiş olduğu için bundan böyle bu
derecede eziyetli görevlerde aktif bir rol oynamasının kendisi için zor olduğunu
düşündüğümü söyledim. Daha kalabalık sayıda olmamız halinde grubun idareciliğini
üstlenebileceğini ve bu durumda daha şimdiden dört ya da beş Türkün işini bitirmiş
olabileceğimizi de ilave ettim.
"Boş yere Teşkilâtın parasını İsraf ediyoruz." diye devam ettim. "Evet, sadece yoldaş
Varantian'a değil ayrıca İstanbul'daki idarecilerimize de şikayette bulundum Sundan
başka, sem temin ederim ki bu. beraberce üstlendiğimiz son görev olacak."

Bir kaçak olarak İstanbul'da aranırken göstermiş olduğu dostluk ve yakınlığı asla
unutmayacağımı kendisine de söyledim ama üstlenmiş olduğumuz görevin selâmeti
hepsinden önce gelirdi.

M'yi saldırmaya hazır bir halde ama sessizliğini muhafaza ederken görmek beni
şaşırttı. Nadiren sigara yaktığını bildiğim bu şahıs, şimdi zincirleme içtiği sigaralarından
derin nefesler çekiyordu. Sessizlik bir süre daha devam etti. Göldeki dalgacıkların, kıyıya
vurduktan sonra afacan kedi yavrularının yaptıkları gibi geriye sıçrayışlarını izledim.

Daldığı uykusundan sıçrayarak uyanan biriymişçesine M, ansızın konuşmaya


başlayarak sessizliği bozdu. Sorduğu soruyla beni oldukça şaşırttı:

"Ara sıra otomatik silahını temizliyor musun?" Bir an sustuktan sonra yeniden
konuşmaya başladı:

"Biliyorsun zaman zaman egzersiz yapmak lâzım. Burası sessiz sakin bir yer. Sanki bu
işler için biçilmiş kaftan gibi. Haydi başlayalım."

Vakit geçirmek İçin uygun bir yol bulduğu için ona şükran duyuyordum. Bu ağır
sessizlik beni rahatsız etmeye başladığı için kendimi rahatlamış hissediyordum. Küçük
bir mağarayı andıran ıssız bir köşeye doğru onu takip ettim.

"Otomatiğini dene." dedi. "Burada kimse seni İşitemez."

Silahımı çekerek, bir, iki, üç, dört el ateş ettim.

"Devam et." diye bağırdı.

Dönüp kendisine baktım. Kağıt gibi bembeyaz kesilmişti. Biranda neyin olup bittiğini
anladığım hissi bütün benliğime yayıldı. Silah hâlâ elimdeydi ve üç kurşunum daha vardı.

“Benim için bu kadarı yeter." dedim, "şimdi sıra sende."

Fakat M ateş etmedi ve yeniden ortalığa bir sessizlik çöktü. Yine migrenim azmıştı ve
aklıma kötü kötü fikirler gelmekteydi. Sanki M, bu ıssız yerde buluşmayı daha önceden
planlamış gibiydi. Via Coladrienze'deki kaldığım eve döndüğüm zaman, kafamın ağrıdan
çatlayarak ortadan İkiye ayrıldığını sanıyordum. Ev sahibem Maria beni gördüğünde
hasta olup olmadığımı sordu. Hizmetçinin getirdiği konyak kadehini bir dikişte boşalttım.
Ardından beraberce dışan çıkarak şöyle bir dolaşmamızın bana iyi geleceğini söyledi.

Maria, bu görevimde önemli bir rol oynamaktaydı. Yaklaşık yirmi beş yaşlanırda, güzel
hatları olan ve yalnız yaşayan bir kadındı. Emmanelli'ler gibi soylu bir aileden
gelmekteydi. İtalyan ordusunda albay olan kocası, Birinci Dünya Savaşı esnasında
Trieste'de öldürülmüştü. Kocasının ölümünden sonra yeniden evlenmek istememişti.
Evin İçi kocasına ait resimlerle doluydu. Bunlardan bir tanesi de benim odamın duvarında
asılıydı. Hüzün ve yalnızlık onu, o devirde 'melankoli' adı verilen depresif bir hale
sokmuştu. Yemeden İçmeden kesilip, saatlerce odasından çıkmadığı için giderek
zayıflıyordu. Tabipler ona kız arkadaşlarından biriyle beraber yaşamasını tavsiye
etmişlerdi. Bunun üzerine, yeterince zengin olmasına rağmen bir bayan pansiyoner
bulmak için gazeteye ilân vermişti. Bizim talebe çevresinde bu ilânı okuduğumuzda hep
beraber kahkahayı basmıştık. Macera arayan bir genç delikanlı için ne iştah kabartıcı bir
fırsattı! Fakat Maria aslında bir bayan pansiyoner arıyordu, ilânı defalarca okuduktan
sonra bu dul bayanın evinin benim İçin ideal bir sığınma ortamı olacağına karar verdim.
Otellerde yaptıklan gibi ismimi vermek zorunda kalmayacağımdan en azından bu
sebeple Polisin eline düşme tehlikesi olmayacaktı.

Yazın güzel ikindi vakitlerinden birinde Via Coladrienze 28 numaraya gittim. Büyük ve
hoş bir binaydı. İkinci kata çıkarak kapıyı çaldım. Bir hizmetkâr gelerek kapıyı açtı.
Kendisine gazetedeki ilânı gösterdim. Gülerek İtalyanca birşeyler söyledi. İlânın sadece
kadınları ilgilendirdiğini anlatmaya çalıştığını tahmin ettim. Yine de ısrar ediyordum. Aynı
anda genç ve güzel bir kadın ortaya çıktı; bu kadın evin sahibesi Maria'ydı. Hizmetçi
kadın inat etmeme gülmeye başlamıştı. Maria hazin ama ciddi bir bakışla beni süzdükten
sonra kim olduğumu sordu. Basit bir İtalyancayla ona Yunanlı bir öğrenci olduğumu ve
Roma'ya Ziraat Okuluna kaydolmak için geldiğimi söyledikten sonra yetim olduğumu da
ilave ettim. Tıpkı bir dersi tekrarlıyormuşçasına birkaç kez daha aynı sözleri söyledim.
Maria'nın yüzü aydınlandı. Gözle görülür derecedeki saflığım onu neşelen dirmişti.
Elimden tutarak beni bir odaya götürdü. Oda zevkle döşenmişti. Hayran bakışlarım onun
da hoşuna gitmişti. El hareketleriyle kiranın ayda yirmi liret olduğunu izah etti. İstediği
miktarı duyunca aptallaşmıştım. Böyle bir oda için kelepir sayılacak bir bedeldi. Anında
paramı çıkartarak ilk ödememi yaptım.

"Bu akşam gelip yerleşebilir miyim?" diye sordum.

"Ne zaman isterseniz." dedikten sonra odayı terketti.

İşte bu şekilde Maria'yla tanışmış ve yoldaş M de dahil olmak üzere kimsenin bilmediği
bir adreste bir oda sahibi olmuştun'. Maria'yla çabucak yakın dost olduk. Uzun kirpikli
mahzun gözleri olan bu dulda yavaş yavaş bîr değişiklik gerçekleşiyordu. Maviler giymek
için siyah elbiselerini terketmiş, ardındansa üzerinde daha canlı ve neşeli renkler
görünmeye başlamıştı. Odamdaki siyah perdeleri değiştirmiş, kocasının fotoğrafını
duvardan indirdikten sonra yerine bir manzara resmi asmıştı. Başlangıçta ağır ve hüzün
dolu bir havası vardı. Zaman ilerledikçe üzüntüsü de kayboldu ve gözlerinde güzel ve
neşeli bir ifade belirdi. Gülümsemeye, yaptığım esprilere güfmeye ve hatta sohbet
etmeye başlamıştı.

Birlikte uzun yürüyüşlere çıkıyorduk. Roma yakınlarında kocasından miras kalan, ara
sıra giderek birkaç gün kaldığı, muhteşem bir villanın da sahibiydi. Bazı hallerde oraya
kadar kendisine refakat eder, ama akşamları malum işlerimle uğraşmak üzere Roma'ya
geri dönerdim. Bu gece işleri Maria'nın garibine gidiyordu. Faaliyetlerimi merak etse de
bu konuda kendisine fazla bir şey söylememeye özen gösteriyordum. Bana İtalyanca
öğretmek istiyordu. Kendi kendime bir parça İtalyanca öğrenmiş olma ma rağmen bu dili
hiç bilmiyormuş gibi davranmıştım. Gösterdiğim ilerleme onu çok sevindirmişti, bunun
kendi öğretim metodlarının neticesi olduğuna inanıyordu.

Maria'nın varlığı, Albano dönüşündeki sinirli halimi ve migren ağrısını yavaş yavaş
ortadan kaldırmıştı. Biraz yürüyüş yapmak üzere kol kola evden ayrıldık. Bulunduğu
mahalle Ermeni arkadaşlarımın devam ettikleri yerlerin hayli uzağına düşüyordu.
Konuşmaya başladığında nazik bir şekilde kendime daha fazla dikkat etmem için beni
İkaz etti. Aklım hâlâ Albano ve oradaki küçük mağarada olduğu için, dalgın bir halde onu
rahatlatmaya çahştırp. Kafamda hep aynı soru vardı: M. hangi sebeple kurşunimi
bitirmemi istemişti?
YEDİNCİ BÖLÜM OSMANLI SADRAZAMINA SUİKAST

Ertesi gün şafak vakti Türklerin bulundukları villayı daha yakından tetkik etmek üzere
yeniden Albano'daydtm. Birkaç İtalyan işçisiyle konuştuktan sonra bu villanın ismail
Hakkı Paşa'nın ikametgâhı oldu ğunu öğrenmiştim. Birkaç gün içerisinde burada bir
toplantının yapılacağını bildiğimizden, kesin darbeyi indirmek için en elverişli anı tesbit
etmek amacıyla, bu evle beraber Said Halim'in Roma'daki malikhanesini de yakınen
kontrol altında tutmak gerekiyordu.

Roma'ya varışımda, kaldığı otele giderek çay saatinde yoldaş Varantian'ı gördüm.
Mutadı veçhile M yine ortalıklarda yoktu. İstanbul'a mektup yazarak ilave iki adam
talebinde bulunmuştuk. İdarecilerimizin verdiği cevabı öğrenmek için sabırsızlanıyordum.
Cafeleri dolaşarak onu aradım ama kendisini bulmak mümkün değildi.

Maria o akşam için operaya iki bilet almıştı. Faust'u oynuyorlardı. Rahat bir akşam için
kendimi hazırlamıştım ama beklenmedik bir hadise bütün bunları bozmaya yetti. Tam
karşımızdaki locada Said Halim Paşa'yı gördüm, korumalarının arasında haşmetle
oturmaktaydı. Faust'un dramı Maria ile diğer seyircileri etkilese de ben, kendi hesabıma
halkımın maruz kaldığı trajediyle uğraşıyordum. İşte, intikam alma fırsatı ayağıma kadar
gelmişti. Kendimi locanın kapısını açtıktan sonra revolverimdeki bütün kurşunlan Said
Halim'in kafasına boşaltırken hayal ettim. Etrafıma baktıktan sonra kaçışın ancak masum
insanların hayatları pahasına mümkün olacağı kanaatine vararak bu fikirden vazgeçtim.

Ertesi gün Palace Otelinin önündeki mutad gözetleme yerindeydim. İki Türkün telaşla
otelden ayrılarak gara doğru yöneldiklerini gördüm. Yeni gelenleri karşılamaya
gittiklerinden emin bir vaziyette peşlerine takıldım. Gara vardığımızda ne kadar
üzüldüğümü bir ben bilirim. Gerçekten de aralarında Said Halim'in de bulunduğu bir grup
Türk, yeni gelenleri karşılamak için değil, Cenova'ya gidecek tren için beklemekteydiler.
Harekete sadece on dakika kalmıştı. Koşarak M'yi aramaya gittim. Dönüşümüzde tren
çoktan gitmişti. Peronda bekleyen birkaç Türk kalmış olsa bile, Paşa ortadan
kaybolmuştu.

Çaresizlik bütün benliğimi sarmıştı. M de, başı Öne eğik vaziyette çekip gitti. Ansızın
üstlenmiş olduğum görevin hiçbir manası kalmadığı hissine kapıldım. Niçin Said Halim
Cenova'ya gitmekteydi? Yoksa bir daha Roma'ya dönmeyecek miydi? Aynı gün
İstanbul'a dönmek için ben de hareket edecek olsam, arkadaşlarımla Teşkilâtımızın
liderleri bu durumu nasıl karşılarlardı? Avımızın elimizden kaçıp gitmesine göz
yummuştum.

Öğleden sonra üzgün üzgün şehirde dolaşırken aralarında Bekir Sami Bey'in de
bulunduğu bir grup Türkü hararetli bir şekilde tartışırlarken gördüm. Onları gittikleri
cafeye dek takip ettikten sonra kendimi bir İtalyan gazetesinin ardına gizleyerek
konuşmalarına kulak misafiri oldum. Konuşma, Said Halim'in Kemalistler için elde
etmeye çalıştığı İki milyon sterlinlik borç etrafında geçiyordu. Daha Önceleri Jön türk
Hükümetinde mühim mevkilerde bulunmuş olan muhataplarıysa bütün ümitlerini Mustafa
Kemal'in yeni Türkiye'sine bağlamışlardı. Anadolu'ya mümkün olduğu kadar çabuk silah
gönderilmesi hususunda fikir birliği içindeydiler. Akabinde konuşma konusu şahsi
problemlerine geldi. Said Halim bir kez daha rüya ve tasarılarının bekçisiymiş gibi
görünmekteydi. Kendileri için.Mustafa Kemal'den Anadolu'ya dönüş müsaadesi
koparabileceğini ümit etmekteydiler.

"Bizim Paşa, paşalığına rağmen hâlâ Doktor Nazım'ın meselesini halledemedi.” diye
konuşuyordu aralarından biri. "Zavallı adam Cenova'ya kalbi kırık döndü."

"Biraz sabır." diye cevap verdi bir diğeri. "Birkaç ay zarfında hepsi halledilmiş olacak.
Temkinli olmak lazım."

Bir müddet sonra iki Türk daha gelerek onlara iştirak etti. Yeni gelenlerden, daha önce
garda da görmüş olduğum bu şahıs, alaycı bir ses tonuyla:

"Paşa olmasına rağmen, heyet mensuplarına veda etmek için bile beklemedi." dedi.

Tam o esnada, Paşa'nın tarafını tutanlardan biri ağzını açmaya yelteniyordu ki, bezgin
bir tonda konuşmasına devam etti:

"Böyle bir adamın nesini savunabilirsiniz? Nezaket icabı 'Paşam, üşüdünüz.


Dinlenseniz iyi olur.' demeye kalktık, oturup dinleneceğimiz yerde egoist bir şekilde
'Üşüdüm mü? Evet mümkündür. Gidip arabayı getirin, beraberce geri dönelim.” diye
cevap verdi."

Neşelendiğimi belli etmemeye çalıştım. Gerçekten de bu Türk hadiseyi eğlenceli bir


şekilde taklit etmekteydi. Ama sadece 'dönelim' kelimesi özellikle dikkatimi çekti. Gidip
M'yi buldum ve heyecanla Paşa'nın Roma'yı terketmemiş olduğunu öğrendiğimi anlattım.
Fakat M'nin iyice cesareti kırılmıştı. İki arkadaşımızın hâlâ gelmediğinden şikayet eden
bir mektubu İstanbul'a göndermek üzere kaleme almaktaydı. İçimden ona acımak geldi.
Zavallı adam vazifemizin hiçbir ilerleme kaydetmeyişinden ötürü kendi kendini yiyip
bitiriyordu. Bu işin günahını üzerine yıkacaklarını düşünerek ödü kopuyordu. Tedirginlik
onu felç etmiş gibiydi. Bütün bunları görerek bir karar verdim.

"Şu andan itibaren," dedim. "Bu vazifeyle tek başıma ilgileniyorum. Ve seni temin
ederim ki başarılı olacağım."

M, sessiz kalmaya devam etti. Kendisini içinde bulunduğu ümitsizlik haliyle başbaşa
bırakarak evime geri döndüm. Odamda bulunan, İstanbul'dan bana gönderilmiş olan
bütün mektuplarla belgeleri yırtarak bin parça haline getirdim. Ardından dışarı çıkarak
hepsini Tiber nehrine attım. Ele geçirilir ya da öldürülecek olursam hüviyetimin
anlaşılmasına sebep olabilecek bütün izleri ortadan kaldırmak niyetindeydim. Bundan
böyle elimde kalan sadece iki bin İtalyan Lireti değerindeki İki yüz Türk Lirası, bir silah ve
kurşunlardı.

Aynı gün, gözetleme niyetiyle altıncı defa Paşa'nın malikhanesine gittim. Roma'nın en
güzel mahallesinde bulunan bu bina bir şatoyu andırmaktaydı. Öylesine huzur dolu bir
görüntüsü vardı ki, sıkça buraya gelip aylak aylak etrafında dolaşmakla şüpheleri
üzerime çekeceğimden korkuyordum. Neyseki tam karşısındaki binanın zemin katında
yaşayan bir kızla aramızda yakın bir ilişki gelişmişti. Kızın adı Helena'ydı. Anne ve
Babası Rum asıllı olduğu için bu dili biraz bildiğinden birbirimizle anlaşabiliyorduk.

Onu çok garip rastlantılar neticesinde tanımıştim. Paşa'nın ikametgahını izleyebilmek


İçin sıklıkla komşu binaların yakınlarında beklerdim. Korumalarından birinin gelip de
pencereden bakması halinde görülmemek için duvarların arkasına gizlenmekteydim. Bir
gün, gözetleme esnasında genç bir kızın pencere gerisinden beni izlemekte olduğunu
farkettim. Bana bakarak gülümsedi. Muhtemelen kendisi için orada bulunduğumu
düşünmüş olacağı fikri aklımdan geçti. Böylesi tam aradığım fırsattı. Cevaben bert de
gülümsedim ve bir çırpıda arkadaş olduk. Bundan böyle korkmadan, rahat bir şekilde
penceresinin altında bekleyebilirdim. Sevgilisini görmeye gelen bir gençten kim şüphe
edebilirdi? Paşa dahi beni farkeîtiği zaman hiç önemsememekteydi.

Yavaş yavaş Helena ile olan münasebetim daha samimi bir hale geldi. Evinin
etrafından pek fazla uzaklaşmadan beraberce gezintiye çıkıyorduk. Şüphesiz beni
oldukça ürkek buluyor ve İhtiyatımı kendi adını kötüye çıkarmak istemeyişime yoruyordu.
Zavallı kız penceresinin allına güzel gözleri için değil, kapşj evde oturan canavar için
geldiğimi bilemezdi.

Bu yolla Said Halim'in alışkanlıklarını ayrıntılarıyla inceleme imkanı buldum. Havalar iyi
gittiği zaman, öğleden sonraları saat ikiye doğru arabayla ya da yürüyerek Villa
Borghese'ye gitmekteydi. Daha sonra yarım saatlik bir yürüyüşün ardından eve geri
dönüyordu. Bir gün bahçede oturmuş beklemekteyken, öğlen saat bire doğru
korumasıyla beraber dışarı çıktığını gördüm. Her zamanki küstah ve içine kapanık
tavırları yine üzerindeydi. Elimi tabancama atarak ayağa kalktım. Tam silahımı cebimden
çıkartacağım anda nereden çıktıklarını anlayamadığım iki polis memuru beliriverdi.
Devriye gezmek için o anı seçtikleri için İtalyan Polisine lanet okuyarak mümkün
olduğunca çabuk oradan uzaklaştım. Bir dakika daha geç gelselerdi harekete geçmiş
olacaktım. Büyük bir felaketten kıl payıyla kurtulmuştum. Gerçekten de Paşa'nın üzerine
atladığım esnada Polis ortaya çıkarak beni şaşırtacak ve uzun zamandır takip etmekte
olduğum bu adamın üzerine bir el ateş etme fırsatını bile bulamadan beni olay yerinde
tevkif edecek belki de öldürecekti. Başka şekillerde bin kere can vermeyi bu duruma
tercih ederdim.

Bunu İzleyen günleri akıl durgunluğu ve iç sıkıntısıyla geçirdim. Duyduğum korku


uyumama engel oluyordu. Buna rağmen felaketin eşiğinden dönmüştüm ya. Bu
çektiklerimin bir dereceye kadar olumlu yönü de olmuştu. Her ne pahasına olursa olsun
içgüdülerimi dizginlemem gerekiyordu. Telaş ve sabırsızlık tamiri mümkün olmayan bir
hataya yol açabilirdi.

5 Aralık 1921 sabahı banyo yaptıktan sonra traş oldum ve bütün vücudumu kolonyayla
ovdum. İç çamaşırlarımdan kafamdaki geniş kenarlı, siyah renkli artist şapkasına
varıncaya dek tüm giysilerim yep yeniydi. Boynuma, o devir talebelerinin giydikleri
türden, siyah renkli 'lavalliere' tarzında bir boyun bağı bağladım. Elbiselerime balayına
çıkmaya hazırlanan bir damadın gösterdiği itinayı gösteriyordum. Bir gece öncesinden
silahımı temizleyip kurşunlarımı saymıştım.

M'yi arama zahmetine katlanmaksızın, paltomu omuzlarıma atmış vaziyette yürüyerek


Paşanın ikametgahına ulaştım. Helena'yı aramaya gerek yoktu. İnfaz planımı bugün
uygulamaya kararlıydım. Öğle vakti saat tam birde, bir araba gelerek Said Halim'in kapısı
önünde durdu. Koltuk altında büyük bir torbayla Tevfik Azmi çevik adımlarla evden içeri
girdi. Az bir süre geçtikten sonra önde Paşa arkada Tevfik Azmi olmak üzere beraberce
dışarı çıktılar. Önemli bir randevuya gider gibi bir halleri vardı. Said Halim Paşa'nın
alışkanlıklarını en ince ayrıntısına dek bildiğim için, günlük gezintisi için geri döneceğini
adım gibi biliyor ve bu yüzden pek endişelenmiyordum.

Villa Borghese'ye gitmek üzere harekete geçtim. Saat ikiye doğru M de teşrif etti. Her
zamanki buluşma yerimiz olan yakınlardaki lokantaya gelmeme nedenini merak
ediyordu.
"Zira bugün bu işi bitireceğim." diye kendisine cevap verdim.

Giderek üzerime bir sinirlilik hali geliyordu. Ortalıkta Paşa'ya dair hiçbir iz
görülmüyordu. Biraz daha bekledikten sonra ikametgahına geri dönmeye karar verdim. M
ile birlikte parktan çıktım. Sokağın köşesini döndüğümüzde geçen tramvayı farkederek
yakalamak için beraberce koşmaya başladık. Tramvaya atlamayı başardım ama benden
biraz daha kilolu olan M yetişemeyerek bir sonrakini beklemek üzere durakta kaldı. Nefes
nefese kalmış bir halde, bindiğim tramvayın uzaklaşmasını seyrediyordu. Görünüşü o
denli komikti ki, sinirlerime hakim olamayarak gülmeye başladım. Uzun zamandır
böylesine güldüğüm olmamıştı.

Via Nomentana'da inerek Estaki sokağına saptım. Birdenbire Helena'yla burun buruna
geldim. Ansızın bir Polisle karşılaşmış olsaydım canım bu kadar sıkılmazdı. Kayıtsız bir
havaya bürünüp tedirginliğimi gizlemeye çalıştım. Zavallı kız bu soğuk davranışıma bir
mana veremiyordu. Sanki beni ilk kez görüyormuşçasına gözlerini açarak bana
bakmaktaydı.

"Ne oluyor?" diye Rumca sordu. "Hasta mısın?" "Birazdan Babam gelecek, bizi
beraber görsün istemiyorum."

"Fakat bana Babanın ölmüş olduğunu söylememiş miydin?"

"Evet doğru, söylemiştim. Fakat şimdi buraya geldi. Derslerim pek iyi gitmediği için
bana çok kızgın. İşte bu sebeple bizi birlikte görmemesi lazım."

"Sokağın ortasında demek. Buluşmak için çok garip bir yer seçmişsiniz!"

Helena beni sıkı bir sorguya tabi tuttu. Bu flört hadisesi şu ana kadar çok işime
yaramıştı ama şimdi gerçekten bu kadar eziyeîo deyip değmeyeceğini merak ediycdur^.
Nerdeyse saat dört olmuştu. Sokağın öbür ucunda bulunan inşa halindeki binada çalışan
işçilerin mesaisi bitmek üzereydi. Sokak yavaş yavaş insanlarla dolmaya başlamıştı.
Paşa'nın arabası her an için ortaya çıkabilirdi. İşte tam böyle bir anda bu kız benimle
çene çalmakta inat ediyor ve dikkatimi dağıtıyordu.

Önce, gelen kupa arabasının sesini duydum, hemen akabindeyse yeleleri rüzgârda
dalgalanarak üzerime doğru gelen atları gördüm. Heyecandan titremeye başlamıştım.
Said Halim ile Korumasını arabanın içinde görebiliyordum. Sokağın öbür ucuna doğru bir
göz attım: Ortalıkta M'den iz bile yoktu. Kararlı bir ses tonuyla Helena'ya Babamın
buraya doğru yaklaşmakta olduğunu gördüğüm için hemen ayrılmam gerektiğini
söyleyerek, kendisine de bir an önce evine geri dönmesini tavsiye ettim ve aceleyle
yanından uzaklaştım.

Karşı kaldırıma geçerek orada beklemeye karar vermiştim. Bana kalırsa burası
harekete geçmek açısından ideal yerdi. Kararsız adımlarla, atların ayakları altında
ezilmeme ramak kala, karşıdan karşıya geçmeye muvaffak oldum ve araba tam önüme
geldiği anda ani bir hareketle kollarımı kaldırdım. Atlar bir anda şaha kalktılar. Bu anlık
duraksamadan yararlanarak basamağına atlamak üzere arabaya doğru koştum.
Kaymama rağmen bir elimle arka dayanağı yakalamayı başardım. Varlığımdan hâlâ
habersiz olan Paşanın Koruması, arabacıya atların neden şaha kalktığını soruyordu.
Aynı anda Said Halim bana doğru döndü ve göz göze geldik.

Yalvaran bir sesle Korumasına "yaren" diye seslendi.


Bu, Osmanlı İmparatorluğu'nun eski Büyük Vezirinin son sözü oldu. Tabancamın
namlusunu sağ şakağına doğrulttuğumda, duyduğu dehşet gözlerinden okunmaktaydı.
Tetiği çektim. Bu kez tek bir kurşun kafi geldi. Boğuk bir sesle arabanın döşemesine
yığıldı. Başı nerdeyse ayaklarıma değiyordu.

Atlar dört nala koşmaya başlamışlardı. Bu esnada kendine gelen Tevfik Azmi
tabancasına sarıldı ama silahımı alnına çevirerek Türkçe:

"Silahını at yoksa vururum!" diye haykırdım.

Tereddüt etmeden tabancasını sokağa fırlattı. Korku içindeydi. Artık yapmam gereken
salimen arabadan indikten sonra bir an önce bu mahalleden uzaklaşmaktı ama hep
beraber baş döndürücü bir hızla gidiyorduk. Arabacıya tabancamın kabzasıyla vurarak
italyanca "Aspetta, aspetta!*" diye bağırdım. Korkudan titremekte olan zavallı adam
bayılacakmışçasına bana baktıktan sonra çılgınca koşmakta olan atları işaret etti. Onlara
hakim olamadığını göstermek için, çaresiz bir şekilde var gücüyle dizginlere
asılmaktaydı.

Bu sahneler bir daha gözlerimin önünden hiç silinmedi: Atlar gemi azıya almış
gidiyorlardı, Said Halimin başı arabadan dışarı sarkmış sallanmaktay' di, Koruma'nın
korkudan ödü kopmuştu, kollarını kaldırmış iki yana sallıyordu, bu esnada arabacı can
kaygusuyla kendini yere atmış, bense elde tabanca kendimi dengeleyerek basamağa
yapışmıştım. Rüzgâr, omuzlarıma atmış olduğum paltoyu alttan üfleyerek
dalgalandırmaktaydı. Btı halimle hiç kuşkusuz büyük bir siyah kuşa benziyordum.
Rüzgâra kapılmış paltomla şapkam, yoldan geçmekte olan bazılarının hayal gücünü
harekete geçirmiş olmalı ki, italyan gazeteleri, daha ileri tarihlerde düzenlenen
soruşturma esnasında Said Halim'in katilini 'Hayalet' olarak adlandıracaklardı.

Atlar, Paşa'nın malikhanesine varıncaya dek durmak bilmediler. Kapının eşiğinde


beklemekte olan hizmetkar temenna ederek, gelen arabaya selam durdu. Fakat
efendisinin arabadan dışarıya sarkmış sallanmakta olan cansız başını gördüğünde
olduğu yerde donup kaldı. Arabadan atladıktan sonra tabancamı doğrultup, hayretler
içinde olup bitenleri seyretmekte olan etraftaki İnsanları uzakta tutmaya çalıştım.

Ortalık yavaş yavaş kalabalıklaşmaktaydı. Günlük mesaileri biten işçiler, etrafımda


toplanarak bütün kaçış yollarını kapatmışlardı. Bir saniye müddetle kararsız kaldım. Bu
masum İtalyanların üzerime saldırmaları halinde ne yapacaktım? Bizim inatçı Helena'yı
da bir grup işçinin yanı başında şaşkın bakışlarla beni süzerken gördüm. Buna mukabil
dava ve çalışma arkadaşım M'nin inadına izi bile seçilmiyordu.

Kendime bir yol açabilmek için silahımı işçilerin üzerine doğrulttum ama onlar
kımıldamadılar bile. Bunun üzerine İtalyanca:

"Bu bir siyasi suikast. Size ne bundan. Bırakın geçeyim!" diye bağırdım. Hâlâ kimsenin
bulunduğu yerden oynamadığını görünce;

"Bırakın geçeyim" dedim. “Yoksa hepinizi öldürürüm!" diye haykırdım ve korkutmak


amacıyla kaldırıma doğru iki el ateş ettim.

Kopan kaldırım parçaları etrafa sıçradı. İnsanlar gerilemeye başlamışlardı. Tam


koşmaya koyulmuştum ki ardımdan bağıran Tevfik Azmi'nİn sesini işittim:

“Tutun, yakalayın onu!"


Çığlıkları, kalabalıktakileri cesaretlendirerek peşime düşmelerine sebep olmuştu.
Sokağın öbür ucuna geldiğimde dönerek tabancamla arkamdan gelenleri tehdit ettim. Bu
hengamede yere düşürmüş olduğum şapkamı da kaybettim. Kalabalıkta bir dalgalanma
oldu ve ben fırsattan istifade, başından beri hareketlerimi engelleyen paltomdan kurtulma
imkanını buldum. Yeniden koşmaya başladığımda, uzun boylu bir işçinin düşürmüş
olduğum şapkayı yerden aldığını gördüm. Elindeki şapkayı sanki bir bayrakmışçasına
yüksekte taşıyarak takipçilere karıştı.

Bir anda kendimi Spallanzani Bulvarı üzerinde buldum. Alnımdan akan terler gözlerimi
yakmaya başlamıştı; ciğerlerim artık boşalmış gibiydi. Bulvarın diğer tarafında M'yi
kalabalıkla birlikte hareket ederken farkettim. Canımı, her ne pahasına olursa olsun
kurtarmam lazımdı. Nomentana Bulvarına doğru yöneldim. Otomobilin biri ansızın
önümde durdu. Dört bir yandan yükselen 'yakalayın!'çığlıklarını duyan şoför, bu cüretkar
manevrayla beni yere yıkmayı, en azından yolumu kesmeyi denemişti. Çaresiz bir
şekilde olduğum yerde kalakaldım. Teslim olacağımı düşünen şoför aracı durdurmuştu.
Dışarıya çıkmak için harekete geçtiği anda bir elimle otomobilin kapısını üzerine
kapatırken diğerinle silahımı üzerine çevirdim.

"Kımıldama!" dedim İtalyanca. "Aksi halde kendini ölmüş bil."

Koltuğuna çakılı kaldı.

İki vagonlu bir tramvay bulvara girmişti. Kalabalığın çığlıklarını kulağımın dibinde
hissediyordum. Panik içinde kendimi yola atarak kıl payı farkla tramvay bana çarpmadan
karşıya geçmeyi başardım. Tramvay yolu kapattığı için peşimden gelenler o an için
hareketsiz kalmışlardı. Yeniden ümitlenerek etrafıma bakındım. Şapkamı yerden almış
olan işçi tramvayın etrafından dolanmayı başarmıştı. Hâiâ peşimde olduğu aşikârdı.
Binden kurtulmam gcrekiyc*du. Yan sokaklardan birine saparak kendisini bekledim.
Peşimden gelerek birkaç metre ötemde durdu. Silahımı karnına doğrultarak derhal geri
dönmediği takdirde ateş edeceğim tehdidinde bulundum. Cesur ve temkinli bir adam
olduğu belli oluyordu; ne ilerledi ne de bir adım geri çekildi.

"Gözlerime iyi bak." dedim. "Ne hırsız ne de katilim. Öldürdüğüm adam canavarın
biriydi. Yazık değil mi? Sen bir hiç uğruna can vereceksin, beni de tevkif edecekler. Bu
bir siyasi suikast. Siyasi suikast bu!"

Kötü bir İtalyancayla ve nefes nefese söylenmiş bu sözlerin mi yoksa karnına çevrilen
otomatiğin mi daha ikna edici olduğunu bilmiyorum ama neticede geri dönerek uzaklaştı.

Peşimden gelenler yüzünden daha Önceden hazırlamış olduğum kaçış yolunu


maalesef değiştirmek zorunda kalmıştım. Kendimi ansızın bir çıkmaz sokakta
buluverdim. Bir başka çıkış yolu bulurum ümidiyle geriye döndüm. Polis memurları bütün
kavşak noktalarını tutmuşlardı. Şans eseri bu polisler, o gün için başka bir sebeple orada
bulundukları için, üstlerinin vereceği bir emir olmadan görev yerlerini
terkedememekteydiler. Takipçilerimden hiçbiri ortaya çıkmamış olsa da haykırışları
komşu sokaklardan kulağıma kadar gelmekteydi. Birisi:

"Hırsıza dikkat edin! Çok tehlikeli." diye bağırdı.

Hâlâ tehlikede olduğumu anladım. Tam önümde yer alan bahçenin duvarı boyumun İki
misli daha yüksekliğindeydi. Duvarın üzerinde tutup da tırmanabileceğim bir şey de
göremiyordum. Birkaç başarısız teşebbüsten sonra, yakınlardaki bir telefon direğine
tırmanarak bahçeye atlamaya muvaffak oldum. Bir bekçi köpeği öfkeyle havlamaya
başladı; bereket versin ki bağlı durumdaydı. Şişmanca bir kadın evinden çıkarak
bahçesinde ne aradığımı sordu. Kendisini tehlikesiz biri olarak kabul ettiğim için
önemsemeyerek çıkışı aramaya koyuldum. Ardından kocası göründü.

"Biraz önce birini öldürdüğümü duymadınız mı?" diye bağırırarak silahımı gösterince
karşımda suspus oldular. "Köpeğinize sahip, olun, dikkat edin de tasmasından
kurtulmasın."

Diğer taraftaki küçük kapıdan geçerek bahçeyi terkettim. Daha kapıyı açar açmaz
küçük bir dereyle karşılaştım, o noktada üzerinden geçmek amacıyla bir tahta parçası
uzatılmıştı. Karşıya geçtikten sonra tahtayı kaldırıp ikiye ayırdıktan sonra parçalarını
dereye attım. Kenar sokaklardan birinden tekrar Nomentana Bulvarına çıktım. Bina
inşaatlarında kullanılan büyük makineler biraz uzağımda duruyordu. Hemen yanındaysa
bir yığın moloz gözüme ilişti. Etrafıma bakıp kimseyi görmeyince elimdeki tabancayı
moloz yığınının altına sakladım. Kurtulmuştum.

Şehir merkezine geri dönerek, akşam yemeği saatine doğru, her zaman yemek
yediğim lokantadan

içeri girdim. Arkadaşlarım, bugün ikindi üzeri ne yaptığımı sorduklarında onlara


Frascati'ye geri döndüğümü söyledim. Haber henüz onlara ulaşmamıştı. Açlıktan karnım
zil çalıyordu. Tam makarnamı yerken M içeri girdi. Paltosunu astıktan sonra yerine
dönerken bana bakarak göz kırptı. Kalkıp yanına gittim.

"Paltonla şapkanı olay mahallinde bıraktın." diye mırıldandı. "Özenli bir çalışma değil.
Adam ölmemiş bile. Arabanın içinde hâlâ inliyordu."

Kıpkırmızı kesilmiş ve kan beynime sıçramıştı. Ancak yarısını yiyebildiğim makarnamı


bırakarak dışarı çıktım. Bir saat boyunca büyük bir gerginlik içinde sokak sokak dolaştım.
M, gerçeği mi söylemişti?

Geride bıraktığımız iki ay boyunca cesaret ve soğukkanlılığımı korumak için İnsan üstü
bir gayret göstermiş, bunalıma düşmemek için mücadele vermiştim. Dünya kadar insan
sokaklarda beni takip ederken, hatta tuzağa düştüğümü hissettiğim anlarda bile, bu işten
kurtulacağıma olan inancımı hiç kaybetmemiştim. İşte, bütün bu çektiklerim belki de
hiçbir işe yaramamıştı. Hırsımdan ağlamak üzereydim. Eğer Paşa hâlâ hayattaysa İyi bir
cezayı hak ettiğim tartışılmazdı. Milletim ve Teşkilât nasıl da küçük düşmüş olacaklardı!
Türklerin bizlerle etmedik alay bırakmayacaklarından şüphe yoktu; Katillerinin,
kurbanının burnunun dibine kadar sokulsa ve tetiği çekmek için dünya kadar zamanı
bulunsa bile, bütün bu intikam laflarının ardından, Ermenilerin bir tek Türk liderini dahi
Öldürmeyi beceremediklerini söyleyeceklerdi. Saloman Teilirian, kısa bir zaman önce
Almanya'da Talât'ı öldürmeyi başardığı için bu alaylar daha bir acı olacaktı.

Tir tir titremekte ve giderek delirdiğime İnanmaktaydım. Eve geri döndüm. Bir müddet
sonra Maria odama geldi. "Ne oldu size?" diye sordu. "Bugün erkencisiniz. Yolunda
gitmeyen birşeyler mi var?"

Bir kadeh konyak getirdikten sonra beni yalnız bıraktı. Uzanarak birşeyler okumayı
denedim ama aklıma çok çeşitli fikirler geliyordu. Hastaneye gidip, kendimi Paşa'nın
yakınıymış gibi tanıttıktan sonra onu yatağında öldürmek istedim. Şahsi hürriyetimin
benim için artık bir manası kalmamıştı. Bir türlü gözüme uyku girmiyordu.

Gece yarısı Maria odama geldi. Beni düşünmüş ve bir kadeh konyak daha getirmişti.
Yalnız kalmak istediğimi kendisine de söyledim. Asabım oldukça bozuk olduğu için sert
bir ses tonuyla konuşmuştum. Kırılmış bir vaziyette odamı terketi. Bütün gece bir türlü
uyku tutmadığı için şafak sökmeden az önce Varantian'ın evine gitmek üzere dışarı
çıktım. Vardığımda pencerelerinin kapalı olduğunu gördüm ama yine de kapısını çaldım.
Anında kapıyı açtı ve beni görür görmez ilerleyerek kucakladı. Ağlamaya başlamıştı.

"Bin yaşayasın! Bin yaşayasın!" deyip duruyordu.

Beni İçeriye buyur etti. Her yerde gazeteler göze çarpıyordu.

"Haydi neler olduğunu anlat." dedi. "Hay, bin yaşayasın!"

Kendisine M'nin bana söylediklerini ve geçirdiğim kasvetli geceyi anlattım. Bana


şaşkınlıkla bakarak:

"Nasıl olur?" dedi. "Gazetelere baksana."

Bir tomar gazete getirerek elime tutuşturdu. Oturup manşetlerden itibaren okumaya
başladım. Yazılanlara bakılırsa Said Halim olay mahallinde can vermişti.

Gazetelerden biri: "Bu canavar, sarayında lüks içinde yaşıyordu; Osmanlı


İmparatorluğunun Sadrazamı sıfatıyla, savaş sırasında, asil bir milletin katliamını
hazırlayarak uygulamaya koymuştu. Ama mazlum Ermeni Milletinin intikam elinin, tıpkı
bu muazzam cürmün bütün suçlularını ortadan kaldıracağı gibi, eninde sonunda başta
gelen mesullerine dek uzanacağından kimse şüphe etmiyordu." demekteydi.

Korku içindeki görgü şahitlerinin reaksiyonlarından açıkça etkilendiği belli olan bir
başka gazeteciyse teröristin, arabanın üzerine sanki 'gökten düşen bir hayalet' gibi
atladığını ilân ediyordu.

Basın, ana hatlarıyla kendini hiç de Said Halim'den yanaymış gibi görünmüyordu.
Çoklukla suikastçiyi haklı çıkarır tarzda bir eğilimleri vardı. Birkaç gün sonra, zengin
paşanın ölümünün bazı İtalyan bankalarının mali çıkarlarına sekte vurduğu ve muhtelif
ticari anlaşmaları muallakta bıraktığı açıklık kazanınca, Basın da tavır değiştirmek
zorunda kalacaktı. Ermenilere haklarını teslim etmek soylu bir davranıştı, yine de
İtalyanların kaybetmiş oldukları büyük miktardaki meblağı da düşünmek gerekiyordu.

Ben gazeteleri okurken Doktor Varantian da konyağını yudumlayarak beni


izlemekteydi. İltifatları bitmek tükenmek bilmiyordu. Kendimi sarhoş gibi
hissetmekteydim. Saat sekize doğru evden ayrıldım. Bir kahve içtikten sonra gidip
kendime yeni bir paltoyla şapka satın aldım.

Öğlene doğru evime geri dönerken kaldığım binanın tam karşısındaki duvara
yapıştırılmış bir afişin önüne birikmiş bir yığın insan gözüme çarptı. Baktıkları, Said Halim
Paşa'nın katilinin kimliğini ortaya çıkartacak şekilde bilgi veren herkese otuz bin Liret
verileceğini bildiren bir polis Hânıydı, ilân, odamın penceresinden okunamasa da,
görülebilecek kadar büyüktü.

Polisin henüz benim izimi bulamadığını adım gibi biliyordum ama Maria'nın dairesine
geldikleri takdirde bir fare gibi kapana kısılacaktım. Dostum Varantian yahut M de dahil
olmak üzere bu adresten kimsenin haberi yoktu. Bilen tek kişi ev sahibem Maria' ydı.

İçeri girdiğimde şapkamla paltomu her zamanki yerlerine astım. Yemek saati gelmişti.
Neşe içinde verdiğim selama Maria'dan donuk bir karşılık aldım. Önceki günkü
davranışım için özür diledikten sonra şakacı bir ses tonuyla doktora gittiğimi ve şu an için
kendimi çok iyi hissettiğimi söyledim. Dikkatli bir şekilde beni süzmekteydi. Corriere della
Sera adlı günlük gazete Önündeki masanın üzerinde durmaktaydı. Birinci sayfanın yarısı,
bol miktarda fotoğrafla beraber, Said Halim Paşa suikastına ayrılmıştı.

Gözlerimi Marİa'ntn üzerinden ayırarak neşeli bir şekilde odanın içerisinde dolaşmaya
başladım. Maria, barışma teşebbüslerim karşısında kayıtsız bir hava içerisindeydi.
Gözlerini şapka ve paltomdan ayırmaksızın akşam yemeğini beraberce yemek isteyip
istemediğimi sordu. Bunun sebebini anlamıyor değildim. Gazete, olay mahallinde
bırakmak zorunda kaldığım paltoyla şapkamın iki ayrı fotoğrafını da basmıştı. Resimlerin
altındaki yazıysa "Bu şapkayla paltonun sahibini bulduğunuzda Said Halim Paşa'nın
katilini de bulmuş olacaksınız" demekteydi.

Maria yeni şapkamı eline aldı. Aramızdaki ilişki ev sahibesiyle kiracısı arasındaki
resmiyeti çoktan geride bırakmıştı. Her gün şapkamla paltomu fırçalamayı alışkanlık
haline getirmişti. Elindekinin yeni alınmış olduğunu farkettiğini hissedince ansızın yemeği
şehirde yemek isteyip istemediğini sordum. Kendisinden hiç beklemediğim bir katılıkla
"Hayır, olmaz!" diye cevap verdi. "Hizmetkâr kadın bu akşam için nefis bir yemek
hazırladı. Dışarı çıkmamızı gerek yok. Yemeği evde yiyelim."

Bu konudaki ısrarı pek de alışılmış türdendeğildi.

Onu sakinleştirmek için "Çok güzel" diye cevap verdim. “Yemeği burada yeriz. Ama bir
şartla. Yarın, benim davetlim olmayı kabul edeceksiniz."

Anında "Kabul ediyorum" diye cevap verdi.

Hizmetkârdan masayı hazırlamasını rica ettikten sonra mutfağa geçti. Gazeteyi


okumaya daldığım için döndüğünü farketmedim.

"Okumayı bitirdiniz mi' diye sordu.

"Okumuyordum ki. Sadece fotoğraflara bir göz atayım demiştim."

"Gördünüz mü? Bir paltoyla şapkanın da resimleri var."

Artık Maria'nın herşeyi bildiğinden şüphem kalmamıştı. Konuyu değiştirdim.

"Haydi yemek yiyelim. Bakalım hangi leziz yemekleri hazırladınız."

Her zamanki gibi işveyle gülümseyerek cevap verdi:

“Yaramaz çocuklar için yemek yok."

Sonunda masaya oturduk. Kendimi mutlu ve huzur dolu hissediyordum. Roma'da artık
yapacağım bir iş kalmamıştı ve kısa bir zaman zarfında şehri terkedebilirdim. Başka
vazifeler beni beklemekteydi. Gelecek için planlar yapmaya başlamıştım.

"Gazeteleri okudunuz mu?"

Maria bana hitap ediyordu. Bu arada onu tamamiyle unutmuştum.


"Ha! Evet okudum. Anladığım kadarıyla dün eli kanlı bir Türk Paşasını katletmişler."

"Evet, gazete de aynen böyle bahsediyor."

Tam masadan kalkarken yeniden konuşmaya başladı:

"Dinlenmek için birkaç günlüğüne villama gitmeyi düşünüyordum. Fakat yalnız başıma
gitmek beni tedirgin ediyor. Benimle gelmek ister miydiniz?"

Kıra gitmek için pek de uygun bîr zaman olmadığını biliyordum. Daha iki gün önce
Maria, Roma'da Aralık ayının ideal tiyatro sezonu olduğu söylüyordu. Yarı yalvaran yarı
zorlayan bir tonda sorusunu tekrarladı. Bu harika kadın kendisinden çok beni
düşünmekteydi. Teklifi bana uygun geldiği için kabul ettim. Tatmin olmuş bir şekilde
yolculuk hazırlıklarına başladı. Biraz sonra içerden sesi geldi. Alışveriş için dışarıya
çıkacağını söylüyordu.

"Beni burada bekleyiniz." diye İlave etti.

işte bu biraz garipti. Normal şartlarda alışverişe beraber çıkardık. Dışarıya çıktığında
peşi sıra penceredan bakmak için kendi odama geçtim. Polisin astığı ilânın önünde hâlâ
insanlar duruyorlardı. Maria'nın yaklaşarak İlânı okuduğunu gördüm. Okuduktan sonra
yoluna devam etti ama sanki aklına birşey gelmişçesine yan yoldan geriye dönerek bir
kez daha okudu. Bu arada gözlerimi bir an için bile üzerinden ayırmıyordum. Tıpkı
yorgun bir insan gibi yavaş yavaş sokağın köşesine doğru yaklaşarak gözden kayboldu.

Telaşlanmaya başlamıştım. Aklıma bin türlü kötü düşünce gelmekteydi. Acaba


mükafatın ne kadar olduğuna bir kez daha bakmak için mi geri dönmüştü? Gerçekten da
hayli yüklü bir paraydı. Böylesi bir miktarda paranın Maria'nın aklını çelmesi mümkün
müydü? Herşeyin ötesinde onun için ne ifade ediyordum ki? Sadece bir yabancı değil
miydim? Beni Polise teslim etmemekle kendisi de yataklık suçu işlemiyor muydu?
Kanunlara itaat eden bir vatandaş olarak bir katili adalete teslim etmek onun için daha
doğru olmaz mıydı?

Ansızın aklıma daireyi terketmemin daha doğru olacağı düşüncesi geldi. Maria'yı,
ihtiyaten sokağın köşesinde bekleyecektim. Fakat bir türlü harekete geçemiyordum.
Böylesine nazik ve iyi yürekli bir kadından nasıl şüphe edebilirdim? Hali vaktinin yerinde
olduğu ve vaadedilen mükafatın onu baştan çıkartamayacağını bütünüyle unutmuştum.
Tam ikna olduğum esnada kuşkular yeniden İçimi kemirmeye başladı vb kendimi yeniden
sıkıntıya gark olmuş bir haide buldum. Gelip gelmediğini anlamak için arada bir
pencereden bakarak, odamda dört dönmekteydim. Gideli sadece yirmi dakika olmuştu ve
dakikalar bana saatlermiş gibi gelmekteydi.

Sonunda eli kolu kese kağıtlanyla dolu bir vaziyette gelmekte olduğunu farkettim.
Yardım etmek için aşağıya koştum. Merdivenden çıkarken güzel hatlı soylu yüzünü
inceliyordum. Bu melek kadar iyi yaratık böylesine kötü bir harekette bulunamazdı. Saf
ve temiz bir kalp taşıdığından öylesine emindim ki.

Maria'nın hayali, Roma'daki bu kanlı dönemle beraber olsa da, üzerinde bir gölge bile
olmaksızın hafızamda bugün dahi tazeliğini muhafaza ediyor.

İki saat sonra, villasının terasında, şehrin telaş ve gürültüsünden uzak bir şekilde
dinlenmekteydik. Önümüzde büyük mavi bir göl uzanmaktaydı. Hafifçe esen meltemin
gölün üzerinde oluşturduğu dalgalanmaları seçebiliyorduk. Asabi halim tümüyle ortadan
kalkmıştı. Maria'yla birlikte olmam ne büyük bir şanstı! İstediğim takdirde hayatımın geri
kalan kısmını, insanlardan uzak ve hiçbir sıkıntı olmaksızın onunla beraber
geçirebileceğimi biliyordum. Kendisi de sıklıkla hayatta başkaca bir bağlantısı olmadığını
belirterek sürekli bir şekilde gelirlerinden ve sahip olduklarından bahsediyordu. Ona
kulak versem bile aklım başka yerlerdeydi. Başka vazifeler beni bekliyordu.
İdarecilerimizin öğrendiklerine göre Jöntürk hükümetinin eski Harbiye Nazırı Enver ile
Doktor Nazım Bakü'ye geçmişti. Her ikisinin de hayatta olduğunu bilmek bize hakaret
manasına geliyordu. Bunlara ilaveten başkaları da vardı: Doğu Anadolu'daki Ermenilerin
kitle halinde katledilmelerinden sorumlu özel teşkilâtın kilit adamı ve İttihat ve Terakki
Partisinin en kudretli yöneticilerinden biri olan Doktor Bahaeddin Şakir; Trabzon canavarı
adıyla da tanınan Cemal Azmi ve diğerleri. Bunların hepsini de Ölüme mahkûrr etmiştik.
Bu şahısların hepsi birden serbestçe dolaşırlarken nasıl olur da sakin bir hayat
sürdürmeyi düşünebilirdim?

Maria yarın yapmayı düşündüklerimizden bahsetti, şişe geçirilmiş etleri beraberce


hazırlamış ve yemeği terasta yemiştik. O günleri asla unutmayacağım. Ertesi gün kayıkla
balık avına çıktık. Akşam üzeri yemekte içeceğimiz şarabı seçmek için mahzene
inmiştim. Mahzende nerdeyse bir şarap tüccarının sahip olmakla iftihar edeceği miktarda
şişe ve fıçıyla karşılaşınca adam akıllı aptallaştım. Aralarında bir tanesini bile
tanımadığım farklı rekoltelerden yüzlerce şîşe bulunmaktaydı. İki şişe kırmızı şarap
alarak yukarı çıktım. Birkaç bardak içtikten sonra daha da neşelenen Maria gevezelik
etmeye koyuldu. Bir defa daha malından mülkünden bahsetmeye başlamıştı. Nezaketen
kendisini dinledim. Şarap, muhayyilemi harekete geçirmiş olsa bile düşüncelerim başka
yerlerdeydi. Birkaç gün sonra Roma'ya geri döneceğimi söylemek için sözünü kestiğimde
şaşkına döndü.

"Roma'ya geri mi dönüyorsunuz! Ama neden?" "Mühim bir iş beni bekliyor."

"Ne işi?"

Yüksek ve telaşlı bir sesle konuşmuştu. Ardından, itidalini kaybetmiş olduğundan


pişmanlık duyarcasına susuverdî. Kırılmıştı. Rahat bir hayat temin etse bile güze! bir
kadına bağlanamayacağını söylemek genç bir erkek için yersizlik olacaktı. Maria, asil ve
İçine kapanık bir kadın olmasına rağmen o akşam içinde bulunduğu hayal kırıklığını
gizleyemiyordu. Daha fazla konuşmadım ve akşam yemeğimiz buz gibi bir ortam içinde
sona erdi.

SEKİZİNCİ BÖLÜM İSTANBUL'A DÖNÜŞ

İki gün sonra gündüz vakti Roma'ya geri döndüm. Bir müddet sonra Maria da bana
katılacaktı. Yeni haberleri almak için doğrudan yoldaş Varantian'ın evine gittim, italyan
Polisi canla başla hadiseyle ilgileniyordu. Bazı Ermenileri sonu gelmeyecekmiş gibi
görünen sorgulamalara tabi tutmuşlardı. İstanbul Polisi İtalyan meslektaşlarına yardımcı
olmak üzere bazı memurlarını Roma'ya yollamaya karar vermişti. En tehlikeli haber de
İşte buydu. Varantian, Paşa'nın cenazesinin Roma'da toprağa verilmeyeceğini, Devlet
töreni için istanbul'a gönderileceğini de söyledi. Bu durum, devrilmiş ve sürgüne
gönderilmiş olsa da Türk Halkının eski İttihatçılara hâlâ ne kadar bağlı olduğunu
göstermiyor muydu? Onları sürgüne gönderen İtilaf Devletlerinin halihazırda İstanbul'u
işgal altında tutuyor olmaları bu haberi daha bir ilgi çekici kılıyordu.

Yoldaş Varantİan elzem derecesinde mecbur kalmadıkça evinden dışarı


çıkmamaktaydı. Kendisine benzeyen İtalyan tacirin Öldürülmesinden sonra satın aldığı
revolveri yanından hiç ayırmıyordu. Evinde bulunan gazetelere bir göz attım. Gazeteler
hâlâ ne Paşa için bir sempatide bulunuyor ne de meçhul teröriste karşı bir suçlama
getiriyorlardı. Fakat açık bir şekilde İtalyanların tam da kendi Milli Bankalarından Önemli
bir miktarda borçlanma müzakerelerinin devam ettiği bir sırada bu eski Türk idarecisinin
ölmesinden pişmanlık duydukları da hissediliyordu. Bu meblağ akabinde Mustafa
Kemal'e sevkedilmek üzere İtalyan firmalarından silah almak için kullanılacaktı. Kontratın
suikasttan bir sonraki güne rastlayan 6 Aralık'ia imzalanması planlanmıştı.

Yunanlılar da Said Halimin katlini büyük bir zevkle öğrenmişlerdi. Yoldaş Varantian
beni Yunan Konsolosunun evine götürdü. Konsolos beni hararetli bir şekilde
kucakladıktan sonra bir madalya ile onurlandırdı ve elime bir tavsiye mektubu tutuşturdu.

Daha sonra M'ye giderek penceresi altında ıslık çald:m. Çabucak aşağıya indi ^
beraberce dolaşmaya başladık. Son günlerde ne yaptığımı sorarak konuşmaya başladı.
Kendisine bunun bir sır olduğunu söyledim. Ardından daha mühim meseleleri tartıştık.
Artık Roma'da hiçbir Türk idarecisinin kalmadığını söyledi. Paşa'nın ölümünden sonra
hepsi birden ortadan kaybolmuştu. Akabinde beni çok sevindiren bir haber verdi:
Arkadaşım Aram Erkanian Roma'ya ulaşmış bulunuyordu.

"Madem ki Aram da geldi" diye ilave etti, "hep beraber oturup bir durum
değerlendirmesi yapabiliriz."

"Benim için artık mümkün değil." diye cevap verdim. “Teşkilâta raporumu sunmak
üzere İstanbul'a geri dönüyorum."

"Fakat, oraya geri dönmenin senin için yaratacağı tehlikeyi biliyorsun umarım."

“Tehlikeli ya da değil. Bedeli ne olursa olsun bir kere daha İstanbul'a dönmeye niyetim
var."

Bu şekilde cevap verdikten sonra hiçbir yorum yapmadı. Roma'nın en güzel


meydanlarından biri olan Pİazza Terminale'de olması gereken Aram'ı aramak üzere
yanından ayrıldım. Meydanın ortasında ağızlarından sular fışkıran zarif heykellerin
çevrelediği bir çeşme yükseliyordu. Sıklıkla dinlenmek ya da nişanlım Gaiane'den gelen
mektupları okumak için oraya giderdim.

Aram'ı işte orada buldum. Beraberce bir cafeye girdik. Brindisi'den Roma'ya gelen
trende kazara Türklerle aynı kompartımana düştüğünü anlattı. Said Halim Paşa'nın
öldürüldüğünden bahsettiklerini işitmiş bunun üzerine onlara tek bir soru sormuştu:

"Katili yakaladılar mı?"

"Henüz değil." cevabını alınca biraz rahatlamıştı.

Aram, Hratch Papazian'ın Roma'da bulunduğunu söyledi. İstanbul'u aynı anda


terketmelerine rağmen ayrı ayrı yolculuk etmişlerdi. Taşnak Partisi Hratch'a kendisini bir
Türk öğrencisiymiş gibi göstererek ittihatçıların arasına sızmakla görevlendirmişti.
Avrupa'da Hratch gibi bir gizli ajana o an için acilen İhtiyacımız bulunmaktaydı. 1921
Mart'ında Talât Paşa'nın Berlin'de Salomon Teilirian tarafından öidürülmesi Türkler
üzerinde gerçek bir “canını kurtaran kaçsın” etkisi yaratmıştı. Yine de yavaş yavaş
gizlendikleri yerlerden çıkmaktaydılar. Şüphe yok ki Talât'ın katilinin akli muvazenesini
yitirmiş biri olduğunu düşünüp böylesi bir çılgınlık hadisesinin tekerrür etmeyeceğini
tahmin ediyorlardı. Oysa sekiz ay sonra 5 Aralık 1921 günü bu sefer suikaste kurban
gitme sırası Said Halim'e geliyordu. Bu, Türkler için açık bir mesaj niteliği taşıyordu.
Bundan böyle bir teşkilâtın Ermeni katliamının sorumlularını cezalandırmaya karar
verdiğinden emin olabilirlerdi. O tarihten itibaren korku içinde yaşadıkları Avrupa
başkentlerinin sokaklarından sırra kadem bastılar.

Hratch'ı gayet iyi tanıyordum. Teşkilâtımız Merkez Komitesinin Genel Sekreterliği


görevini kendisine tevdi etmiştik. Vahe İhsan suikasti öncesinde bana çok kıymetli bilgiler
ulaştırmışta Türkiye'de hukuk tahsili görmüş olup aksansız Türkçe konuşuyordu. Talât
suikastinden çok kısa bir zaman sonra Teşkilât, kendisini bu gizli vazife için hazırlamıştı.
Müslümanmış gibi görünebîlmek için sünnet bile olmuştu. Türk adetlerini çok iyi bilirdi; en
yüksek meclislerde dahi göze batmadan bulunabilecek kadar da görgülüydü. Kendine
mahsus bir cazibesi vardı ve istediği zaman kolayca arkadaşlık kurma meziyetine sahipti.
Hratch, Berlin'de üzerine düşen rolü kusursuz bir şekilde oynadı. Sadece korkmuş ve
şüphe içinde bulunan İttihatçıları değil aynı zamanda eşlerini de kandırmaya muvaffak
oldu. Bize faydalı bilgiler getirmek suretiyle altın değerinde bir zaman ka. zandırdı.
Baharımızı büyük oranda kendisine borçluyduk.

Aram da, tıpkı M gibi, İstanbul'a dönüş projeme pek de iyi gözle bakmıyordu. Dişlerinin
arasından birşeyler mırıldanmaktaydı. Gaiane'yi yeniden görebilme arzumu şüphesiz
çocukça bulmaktaydı. Ama bir kere karar vermiştim.

Ayrıldık. Beraber görünmemeye özen göstermekteydi. Arka sokakları kullanarak eve


döndüm ve binadan İçeri girmeden evvel etrafı iyice bir kolaçan ettim.

Penceremden, Polisin karşı duvara yapıştırmış olduğu ilânın hâlâ yerli yerinde
durmakta olduğunu farkettim. Artik biriken kalabalık yoktu ama arada sırada yoldan
geçenlerin okumak için önünde durduğu oluyordu. Afişin bir kenarı yırtılarak aşağıya
doğru sarktığı için yazılanların kısmen üzeri örtülmüştü. Elinde bastonla yürümekta olan
yaşlıca bir bey duvara yaklaşarak ilâna şöyle bir göz attı, ardından bir kelime bile
kaçırmamak için çevik bir baston hareketiyle sarkan kısmı yukanya kaldırdı. Aynı anda
Maria odama girmişti. Eliyle afişi göstererek: "Okumuş muydunuz?" diye sordu.

"Evet." diye gülümseyerek cevap verdim.

"Aranan şahsın kim olduğunu ve nerede gizlendiğini bilseydiniz gidip Polise haber verir
miydiniz?"

Yarı şakacı bir tonda konuşmuştu.

"Hayır," diye cevap verdim.

"Neden? İyi bir mükafat vaad etmiyorlar mı?"

"Kurban dedikleri kişi aslında katilin biriydi." dedim. "Para İçin nasıl olur da birini ele
verebilirsiniz?

"Fakat aradıkları şahıs bir cinayet işledi."


"Doğru, ama öldürdüğü şahıs da bir milyon kişinin katiliydi."

Konuşmanın ciddi bir hal alıp, canımın siKildığını farkettiği için daha fazla söz
söylemeyerek sessizliğini muhafaza etti. Sessizliği bozmak için ona takılmaya başladım.

"Ya siz?" diye sordum. "Kim olduğunu bilseydiniz katili ele verir miydiniz?"

Uzun bir sessizlikten sonra cevap verdi: "Evet, bildiğim yaramaz bir çocuk var. Kötü
karakterli ve isyankâr. Polisin kendisini yakalayıp iyi bir şekilde cezalandırmasını da hak
etti. Bir Türkü öldürdüğü için değil, geceleri sokak sokak gezdiği için."

Odamdan çıkarkense;

"Eğer sizi benim dairemde ev hapsine tabi tutacaklarını bilsem ihbar etmek için bir an
bile tereddüt etmezdim." dedi.

Bu konuşma sonrasında Maria kendisini birkaç ay önce bulduğum melankoli hali


İçersine yeniden girmişe benziyordu. Planlarımın gizli kalması gerektiği için yakın bir
tarihteki ayrılışımdan kendisine bahsetmemiştim. Onu rahatlatmak istiyor ama
sahtekârmışçasına davranmak hiç de hoşuma gitmiyordu. O akşam Aram'ı gördüm.
Tedbirli olmak icap ettiğinden ayrı ayrı Venedik'e gitmeye karar verdik. Hâlâ
tutuklanabilirdim. Kendisi ertesi gün hareket etti. Birkaç gün sonra yeniden bir araya
gelecektik. Roma'daki son günlerimi arkadaşım olan Ermeni talebelerle beraber
geçirdim. Hepsi de Said Haüm'in katilini tahmin ediyordu. Fakat bunlar sadık ve ağızları
sıkı gençlerdi. Beni müşkül duruma düşürebilecek sorular sormaksızın faydalı bilgiler
verdiler. Bazıları Polis tarafından göz altına alınmış akabinde serbest bırakılmıştı. Polisin
sorgulamaya aldığı genç bir Ermeni papazından da söz ettiler. Yetkililer
mevcudiyetimden haberdar değillermiş gibi görünüyorlardı.

Suikast haberi gazetelerde hâla yer aisa da ikinci plana düşmüş durumda
bulunmaktaydı. Bu arada bazı makalelerin beni tedirgin ettiğini söylemek istiyorum.
Bunlardan birinde suikastçının yakalanmasının saatler meselesi olduğunu yazıyordu. Bir
diğer gazeteyse çok daha ürkütücü bilgiler vermekteydi. Gazeteci, Paşa'nın
malikhanesinin önünde bir kızın refakatinde genç bir delikanlının sıklıkla görülmüş
olduğundan söz etmekteydi. Sözü geçen adam aranan katil, yanındaki kız İse
muhtemelen yardakçısıydı.

Polisin Helena'yı bulması halinde vaziyet içinden çıkılmaz bir hal alacaktı. Eşkalimi
kendisinden eksiksiz bir şekilde temin edebilirlerdi. Bu durumda tebdili kıyafet ederek
yola çıkmamı gerektirecekti ki, bu da hiç de hoş bir durum değildi.

Helena'nın evi yakınlarına geri dönmem söz konusu bile olamazdı. Okuldan dönüşü
esnasında yolu üzerinde bekleyerek baş başa konuşmam lazımdı. Ertesi gün erken
saatlerde okulunun yakınlarına giderek binanın girişini görebileceğim bir yerde
beklemeye başladım. Okul formaları giymiş genç kızlar gruplar halinde sokaktan
geçiyorlardı. Ansızın Helena'yı gördüm. Kitapları kolunun altında, yanındaki kız
arkadaşıyla konuşarak yavaş yavaş yürümekteydi. Okulun içine girerek gözden
kayboldu. Takip edilmediğinden emin olmak amacıyla sokağı iyice bir gözden geçirdim.
Bir bisikletli giriş kapısının önünde durarak kapıcıya bir şeyler bıraktı. Acaba aslında bir
polis memuru muydu? Kısa bir müddet sonra kapıcının kendisine verdiği mektubu alarak
uzaklaştı. Komşu cafelerden birine giderek derslerin sona ermesini bekledim. Zamanımı
İstanbul'a mektup yazarak değerlendirdim. Öğlene doğru sokağa çıkarak yeniden
gözetleme işine devam ettim.
Helena arkadaşlarının arasında dışarıya çıktı. Bulunduğum yöne doğru ilerliyorlardı.
Onlara doğru yaklaşıp, geçmeleri için kendilerine yol verdim. Helena benimle göz göze
gelmesine rağmen tanıdığını belli eden küçük bir harekette bile bulunmadı. Birkaç dakika
sonra arkadaşlarından ayrılarak yan sokaklardan birine saptı. Bir müddet bekledikten
sonra arkasından gittim. Rumca merhaba dedikten sonra elinden tuttum. Başı öne eğik
bir vaziyette bana cevap verdi.

"Helena" dedim. "Birkaç saat İçerisinde Roma'yı terkediyorum. Seni yeniden


görmeden gitmek istemedim."

"Nereye gidiyorsun?" "Paris'e"

Yalan söylemeye mecburdum. Bu bilgileri Polise aktardığı anda beni Venedik'e kadar
takip edeceklerinden şüphe yoktu.

"Seni seviyorum Helena. Çok güzei hatıralarımız oldu. Beraber geçirdiğimiz günleri ve
seni hiçbir zaman unutmayacağım." El ele yürümekteydik. Çenesini hafifçe okşayarak;

"Niye bir şey söylemiyorsun?" dedim. "Bir şey mi diyecektim ki?"

Gözlerimin içine bakıyordu. Yanakları öfkeden kıpkırmızı olmuştu, üzgün görünüyordu.


Nazik ve masum bir kızdı; ona karşı dürüst davranmaya karar verdim.

"Helena, gazeteleri okuyup okumadığını bilmiyorum ama orada Paşa'nın evinin


yakınlarında sıkça görülen bir genç kızın bahsi geçiyor. Polis belki de seni bulup sorguya
çekecek."

"Peki oniara ne demem gerekiyor."

"Bu suikast hadisesi hakkında hiç bir şey bilmediğini söylersin. Hakikat de bu zaten.
Ama onlara beni tarif ederken uzun boylu, kızıl saçlı ve mavi gözlü olduğum söyle."

Onunla birlikte gülümseyerek devam ettim;

"Sizin evde iki adet resmim var. Eve döner dönmez onları yırtıp atmanı istiyorum.
Bunu sakın unutma.”

Gezintilerimizden birinde beraber resim çektirmemiz için ısrar etmişti. Önce reddetsem
de sonunda baskın çıkıp dediğini yaptırmıştı.

"Hayır yırtmayacağım" diye cevap verdi. "Ama onların Polisin eline düşmeyeceğinden
emin olabilirsin. Hiç bir şeyden haberim yok sanma. Her Allanın günü Babamla Amcam
büyük bir alâkayla gazeteleri okuyorlar. Bir hayli de sevindiklerini görüyorum.
Başlangıçta bu durum garibime gitmişti. Ardındansa öldürülen şahsın iyi biri olmadığını
öğrendim. Bunu okuduğum zaman Babama hadisenin görgü şahidi olduğumu söyledim.
Babam bu konuyu kesinlikle başkasına açmamamı sıkı sıkıya tembihledi ve dün
akşamsa beni birkaç günlüğüne halamın yanına yollamaya karar verdiler."

Vedalaşmamız dostane ama hazindi. Ona her zaman bir kız kardeşmişçesine
muamele etmiştim, bu sebeple sırrımı saklayacağından şüphe etmiyordum. Son sözleri
"Kendine dikkat et" olmuştu.

Aram, ayrılmadan önce “eski tanıdıklardan” biri olan Eşrefin muhtemelen Roma'ya
gönderilen Türk dedektiflerinin başında bulunduğunu söylemişti. Eşref beni iyi tanırdı;
hatla bir gün beraber tiyatroya bile gitmiştik. Birkaç kere bizim evi arayanlar arasında da
bulunmuştu. Vahe İhsan suikasti sonrasında benim bir fotoğrafımı bulup muhafaza
etmişti. Geliş haberi iyiye işaret değildi. Türklerin eski idarecilerini korumaya karar
verdikleri ve Teşkilâtımıza karşı kıyasıya bir mücadeleye girişmeye niyetlendikleri
anlaşılıyordu.

Eşref, bir Türk için olağan dışı denilebilecek türden akıllı bir adamdı. Seneler boyu beni
takip edip, tuzaklar kurmuştu. Bundan böyle kozumuzu İstanbul dışında Roma'da,
Berlin'de, bütün Avrupa'da paylaşacaktık. Şu ana kadar hep kaybeden tarafı oynamıştı.
Fakat geleceğin nelere gebe olduğunu kim bilebilirdi?

Daha önceki karşılaşmalarımızı düşündüğümde, Ermenistan dönüşünde İstanbul'da


başımdan geçen bir hadiseyi hatırladım. Pangaltı'da bir Ermeni berberindeydim. Berber
Arsak yüzü havluyla örtülü bir müşteriyle ilgilenmekteydi. Sıramı beklerken yanındaki
koltuğa oturdum. Berber Arsak, örtüyü boy numa sardığı anda diğer eliyle yanımdaki
koltukta oturan müşterinin yüzündeki havluyu çevik bir hareketle çekip aldı. O esnada
gözleri şaşkınlıktan fal taşı gibi açılmış bir vaziyette Eşrefle aynada göz göze geldik.

Yaklaşık otuz saniye müddetle bir kelime bile etmeden aynadan birbirimizi süzdük.
Vaziyet tuhaf bir gülünçlük arz etmekteydi. İhsan suikasti üzerine aylardır 'sorgulamak'
için beni arayan şahıs birdenbire yanıbaşında bulmuştu. Sessizliği ilk bozan da o oldu.

"Nasılsınız Arşavir Bey?"

"Çok iyiyim" diye Türkçe cevap verdim.

"Sevgili Arsak" diye konuştu Eşref, Berbere hitap ederek, "İşinizi çabuk bitiriniz.
Çocuklara bugün erken döneceğime söz verdim."

Arsak sonunda Eşrefin traşını bitirdi ve yanaklarını havluyla kurulamaya başlamıştı ki


Eşref, havluyu eliyle iterek kalkmaya yeltendi. O anda tabancamı çıkartarak kendisine
doğrulttum.

İşim bitene kadar kımıldamayacaksınız. Oturun. Size söyleyeceğim önemli bir kaç şey
var."

Koltuğuna çivilenmiş gibi kalakaldı. Arsak kaşlarını çatmış, olup biten hiç de hoşuna
gitmiyormuş gibi görünmeye çalışıyordu. Ermeni yardımcısıysa bir Türkü böylesine
müşkül bir duruma düşmüş görmekten duyduğu sevinci gizlemeye gayret ederek
çalışmasını sürdürmekteydi. Arşak'a alaycı bir tonda:

"Ne için durup kaldınız? Eşrefle ilgilenmeniz gerekmiyor mu?" dedim.

Berber hemen işe koyuldu. Eşref, Öylesine kımıldamadan ve tek bir kelime etmeksizin
her iki eli bariz bir şekilde diz kapaklarının üzerinde olmak üzere tam çeyrek saat oturup
bekledi. Saç traşım bittiği zaman her ikimiz de ayağa kalktık. Tabancalı elimi ceketimin
cebine sokmuştum. Berbere cömert bir bahşiş bıraktım ve Eşrefin parasını da ödedim. O
da bana teşekkür etti. Kireç gibi olmuştu. Sanki gerçekten iki eski dostmuşçasına
ehemmiyetsiz şeylerden söz etmekteydik. Ansızın konuyu değiştirdim.

"Benden ne istiyorsunuz?" diye sordum. "Niye beni takip ettiriyorsunuz?"


"Fakat, Arşavir Bey. Biliyorsunuz ben sadece bir emir kuluyum. Aldığım emirleri yerine
getirmekten başka bir şey yapmıyorum. Kişisel olarak size karşı hiç bir kötü niyetim yok."

Telaşla konuşarak Vahe ihsan'a ver yansın etmeye başladı.

"Bu muhbir bizi birbirimize düşürdü. Yaydığı asılsız haberler sayesinde birbirimize
düşman kesildik. Allah onun cezasını verdi zaten."

"Çok güzel" dîye cevap verdim. "Öyleyse kişisel olarak bize karşı değilsiniz. Eğer
doğruyu söylüyorsanız beş dakika daha oturmaya devam edin ve ardından karakola
uğramaksızın karınız ve çocuklarınızın yanına gidin."

Tereddütsüz İtaat ederek elindeki gazeteye gömüldü. Ayrılmadan önce:

"Görüyorsunuz Eşref Efendi, İyi bir şekilde ayrılıyoruz. Eğer sırtımı döndüğümde bana
bir hal olursa, kabahat sizin olacak. Beş dakika daha burada oturmanız lazım." diye ilave
ettim.

Cevabını beklemeden dükkânı terkettim. Tramvaya atlayarak birkaç sokak ötede


İndim, Ertesi gün bütün bu tedbirlerin aslında gereksiz olduğunu Öğrendim. Eşref,
dükkândan çıkıp evine gitmeden önce aynt gazeteyi tam yarım saat süreyle okumuştu
Bu hadiseden birkaç hafta sonra yeniden Eşrefle karşılaştım. Bu kez Pangaltı meydanı
yakınlarında bir sokağın köşesindeydi. şapkamda sakladığım tabancayı çıkartarak
kendisine geriye dönerek ortadan kaybolmasını söyledim. Dediğimi yaptı, fakat daha elli
metre bile gitmemişti ki aksi istikamette gelen bir polis memurunu görünce beni işaret
ederek bir yandan "Katil! Yakalayın." diye bağırmaya öte yandan koşarak uzaklaşmaya
başladı.

Polis, bulunduğum yere doğru hızla harekete geçti. Olduğum yerde durup, şaşırmış
taklidi yaparak, sanki Eşref bir başka şahsı göstermişçesine etrafıma bakındım. Memur
sivil kıyafetler içindeki Eşrefi tanıyamamıştı. Elinde tabancayla yanıbaşımda durarak
bana:

"Ne oluyor? Bağıra çağıra kaçan bu adam da kim?" dedi.

"Sanırım hırsızın biri. Ortalığı karıştırıp kendini kurtarabilmek için kasten yapıyor."

"Seni hin oğlu hin!" diyen Memur, Eşrefin arkasından koşmaya başladı.

Birkaç hafta sonraysa Eşref'in adamlarının elinden kıl payı kurtulmayı başardım. Bir
Ermeni Aktörü beni akşam yemeği için evine davet etmişti. Her zaman için tedbirli olsam
da, o akşam üzeri özellikle tedirgindim. Giderken, dönüp peşimden gelen olup olmadığını
anlamak için kasten mendilimi düşürdüm. Arkama baktığım anda beni göstererek
konuşmakta olan iki kişi gözüme çarptı. Arkadaşıma bunlardan bahsettiğim anda;

"Fazla büyütüyorsun" dedi. "Bütün bunlar muhayyilenin eseri."

Evinden İçeri girdiğimizde sofrayı daha önceden hazırlanmış halde bulduk. Aperatif
olarak rakı, domates turşusu ve biber ikram etti. Huzursuzluktan yerimde duramıyordum.
Sonunda hemen döneceğime söz vererek evden dışarı çıktım. Evi, yokuşun tam
ortasında bulunuyordu. Yokuş yukarı çıktım ve yokuşun sonundaki bakkal dükkânının
önünde beklemekte olan bir polis memurunu gördüm. Döriüp arkama baktığımdaysa en
az yarım düzine polisin arkamdan gelmekte olduğunu farkettim. Bunun üzerine dükkânın
önünde tek başına beklemekte olan memura doğru yaklaşarak "At silahını!" diye
haykırdım.

Dediğimi anında yerine getirdi. Kendisini dükkândan içeri ittikten sonra bir tekmeyle
yerdeki silahını uzaklara savurdum ve akabinde son sürat o mahalleyi terkettim. Bir
dakika daha gecikmiş olsaydım şu anda ellerindeydim. Eşref ise gece gündüz kendisini
uğraştırdığı belli olan dosyanın üzerine 'kapandı' damgasını vurup arşive yollayabilecekti.

İşte bu Eşref, dört meslektaşıyla beraber, Said Halim'in katilini bulmak için İtalyan
Polisine yardımcı olmak üzere İtalya'ya gelmiş bulunuyordu.

Eve geri döndüğümde Maria'yı çok mutsuz birhalde buldum. Bilinmeyen bir istikamete
doğru yarın hareket edeceğimi söylediğim zaman üzüntüsüdaha da arttı. Sessizliğini
muhafaza ediyordu. Bir saat geçtikten sonra beraberce kıra giderek köyün geleneksel
şenliğine iştirak etmemizi teklif etti. Kalabalığa karışarak onların coşkusuna katılmak bu
son akşamı geçirmek için harika bir fikirdi. Geri döndüğümüz zaman her ikimiz de bitap
bir haldeydik. Üzerinde gümüş renkli mehtabın yansıdığı göle nazır terasta kahvelerimizi
içerken her birimiz kendi hayali ne dalmıştı.

Hava biraz daha serinlediğinde içeriye girip şömineyi yaktıktan sonra Önüne yerleştik.
Bu sıcak ve huzur dolu atmosferde Maria'ya Ermeni olduğumu itiraf ettim. Ona halkımın
başına gelenleri ve bugüne dek yaşadıklarımı anlattım. El hareketleri ve sözlük
yardımıyla derdimi anlatarak epeyce konuştum. Ciddi bir şekilde beni dinledi. Yarın
Venedİk'e gitmek üzere ayrılacağımdan bahsedince, benimle beraber gelmek istediğini
söyledi. Kabul ettim.

Ertesi gün Roma'yı terkettik. Venedik'te onu Aram'la tanıştırdım ve hep beraber
muhteşem iki gün geçirdik. Ayrılma zamanı gelip çattığında kendisini hiçbir zaman
unutmayacağımı söyledim. Kendisine yazacağıma söz verdim. Gerçekten de Viyana'ya
varır varmaz yaptığım i!k işlerden biri ona bir mektup göndermek oldu. Bu aynı zamanda
son mektup oldu. Kendisini bir daha göremedim.

Venedik'te Aram'la beraber birkaç gün geçirdim. Müzeleri ve tarihi mekanları gezdik.
Yakınlardaki SanLazarro adası üzerinde bulunan Ermeni manastırını bile ziyaret ettik.
Önceki yıllarda Lord Byron burada birkaç yıl geçirip dilimiz üzerinde tetkiklerde
bulunmuştu. Keşişlerin refakatinde çok hoş bir öğleden sonrası geçirdik. Manastırın bir
kısmını teşkil eden Mekhitarist mektebini ziyaret ettiğimizde burada, çocuklarıyla beraber
İstanbul'da bulunan ebeveyinlerini görmeğe geldiği zaman sokak ortasında
kurşunlanarak öldürülen arkadaşımız Dadjad'ın babasıyla karşılaştık. Kısa bir süre sonra
ihtiyar annesi vefat etmiş ve babası, doğduğu şehri terkedip Venedik'e yerleşerek
buradaki Mekhitarist mektebinin müdürü olmuştu. Zavallı adam ziyareti miz müddetince
gözyaşlarına mani olamadı Said Halim suikastini anlattığım zamansa bu sefer sevinçten
ağladı ve bizi bırakmak istemedi. Fakat Aralık sonuna doğru Viyana'da olmamız
gerekiyordu.

Vİyana'ya giden trende Aram'la ben sanki birbirimizi tanımıyormuşuz gibi davrandık.
Sınırda tutuklanmam tehlikesi hâlâ mevcut olduğu için onu tehlikeye atmak
istemiyordum. Venedik Garında sanki takip ediliyormuşum gibi bir hisse kapıldım. Hayal
gücümün kurbanı olduğumu düşünerek bu durumdan Aram'a bahsettiğim zaman onun da
gözüne şüpheli bir şahıs çarpmıştı. Ne yapmak gerekiyordu? Her halükârda yolumuza
devam etmemiz lâzımdı. Gözümüze çarpan şahsın gizli servislerden birine mensup olup
olmadığı sınırdaki kontrolda ortaya çıkacaktı.
29 Aralık günü sınıra ulaştık. Yolcular Önümüzde uzun bir kuyruk teşkil etmişlerdi.
Gümrük kontrol sırasının bana gelmesini beklerken müfettişleri endişeyle izliyordum.
Arada bir yolculardan birini ayrı bir bölüme götürmekteydiler. Tepeden tırnağa sinir
içindeydim. Okyanusu geçtikten sonra derede boğulmamak için dua ediyordum. Aram'a
ne kadar gıpta ettim! Belgeleri muntazamdı; sade bir turist olarak yolculuk ediyordu;
İtalya'yı ziyaret etlikten sonra şimdi de rahatça Avusturya'ya geçebilirdi.

Edirne doğumlu bir Rum olan Arsil Sİrag adına düzenlenmiş pasaportumu ibraz etme
sırası şimdi bana gelmişti. Müfettiş aynı zamanda Gaiane için biriktirmiş olduğum plan ve
kartpostallara da bir göz attı. Hiçbir soru sormamıştı. Bütün belgelerim usulüne uygundu.
Derin bir nefes aldım: Sınırı geçmeyi başarmıştım.

Viyana'da her şey bana huzur içinde göründü. Otelin birinde iki oda tuttuktan sonra,
İtalya'daki ta lebe arkadaşlardan birinin tavsiye ettiği bir İngiliz CafĞsine gittik. Burada,
aralarında kendisine yoldaş Varantian'dan tavsiye mektubu getirdiğim yazar Simon
Hagopian'ın da yer aldığı bir grup Ermeniyle buluştuk. Tarih Ermeni Noeli arifesini
gösteriyordu ve hepimiz pür neşeydik. Öyle bir coşkuyla gülüp şarkı söylüyorduk ki
Viyanalı müşteriler bizden "Ah, şu İtalyanlar!" diye bahsediyorlardı.

Birkaç gün sonra, cafede Ermeni arkadaşlarımdan birini beklerken esmer bir adamın
içeri girdiğini gördüm. Salonu gözden geçirdikten sonra beni farkedince köşedeki
masalardan birine yerleşti. Kenarları kürklü bir palto ve nerdeyse sarı renkli
diyebileceğim Avrupa tarzı bir şapka giymekteydi. Fes giyme alışkanlığı olan biri gibi,
başındaki şapkayı otururken bile çıkarmamıştı. Ayakkabıları, İstanbul'da oldukça yaygın
olan bir türdendi. Kendisini iyice gözden geçirdikten sonra Türk olduğuna kanaat
getirdim. Yabancı bir ülkede her ne kadar bana pek zararı dokunamasa da temkinli
olmakta fayda vardı. O gün Aram'a mümkün olduğunca yanıma yaklaşmamasını
söyledim. Aynı adamı yeniden cafede ve daha sonra otelimizin önünde gördüm. Masum
tavırları beni kandıramazdı. Benzeri durumlarda kaç kere ben de aynı şekilde
davranmamış mıydım? Bir akşam, opera çıkışında, arkadaşlarımla beraber bir cafeden
içeri girdiğimde bir başkasının refakatinde bu Türke rastladım. Her ikisi de bana baktılar.
Arkadaşlarım dahi gözleriyle beni izlediklerini farketmişlerdi. Bu hadise mümkün
olduğunca çabuk bir şekilde İstanbul yolunu tutmama yol açtı.

Aram valizimi arkadaşlardan birinin evine götürdü ve tren biletimi aldı. Otelde birkaç
gün daha geçirdikten sonra bir gün sabahın erken saatlerinde tren garına giderek orada
valizimle beraber beni bekleyen Aram'la buluştum. Bindiğim tren son sürat Sırbistan'dan
geçtikten sonra Bulgar topraklarına girdi. İstanbul'da, Sirkeci garında inmem gerekiyordu.

Seyahat esnasında hem enine boyuna düşündüm hem de olmayacak hayaller kurdum.
Roma'daki başarılı çalışmam kendime güvenimi yeniden kazanmamı sağlamıştı. Bana
başka bir vazife daha vermelerini bekliyordum. Enver, Doktor Nazım, Doktor Bahaeddin
Şakir ve Cemal Azmi gece gündüz düşüncelerimi işgal etmeye devam ediyorlardı.
Ardından Gaianö gözümün önüne geliyordu. Mutlaka onu yeniden görmem lazımdı.
Başıma bin türlü iş gelebilirdi. Arkadaşlarımdan öğrendiğime göre, Polis Mecmuası'nda
şahsımla ilgili makale yayınlayacak derecede faal bir şekilde, Türk Polisi peşime düşmüş
olsa dahi bu son fırsattan istifade etmek istiyordum. Türkler,'Said Halim'in cenazesi için
resmi tören düzenlemekteydiler; böyle bir anda beni yakalamak için herşeyi yapmaya
hazır olduklarını tahmin ediyordum.

Pek inanç sahibi olmasanız bile, ara sıra, Tanrı'nın mukadder bir tehlike karşısında
müdahale ederek sizi kurtardığını kabullenmek zorunda kalırsınız. Tren yolculuğu
esnasında tedirginlikten koridorlarda gidip geliyordum. Bulgar arazisinde bir dereceye
kadar güven içindeydim ama Svelingrad'dan sonra Türk topraklan başlıyordu. Eğer takip
ediliyorsam başıma neler gelecekti? Beni Sirkeci Garında tevkif ederek, doğrudan o
sıralar Mustafa Kemal'in kontrolü altında bulunan Anadolu'ya gönderebilirlerdi. Türklerin
celladı bile beklemeden beni elleriyle parçalayacakları aklıma geldikçe dehşete
düşüyordum. Her tarafım titremekteydi. Tann'nın yardıma geleceğini düşünerek cesur
olmaya çalıştım. Gerçekten de, o zaman bilmesem bile, bir dizi şaşırtıcı olay beni
beklemekteydi. Tren, 8 Ocak 1922 günü sınıra ulaştı. Sınırın ötesinde Yunanistan
ardındansa Türkiye başlıyordu. Gar, mahşer yeri gibiydi. Ortalık asker ve subay
kaynıyordu. Öğrendiğime göre on sekiz yaşındaki Yunanlılar için silah altına alınma
kararı çıkartılmış olup, onları kanlı bir savaşta Milli Türk Hükümetinin kuvvetlerine karşı
mücadele etmekte olan ordularına takviye olarak gönderiyorlardı. O esnada
pasaportumda Yunan tebalı olarak görüldüğüm aklıma geldi.

Paçayı kurtarmam gerekiyordu. Yunanlı yetkililerden birine yaklaşarak, pek de


zorlanmama gerek kalmadan çıkan, titreyen ve yalvaran bir sesle:

"Paramı ve pasaportumu Bulgaristan'da kaybettim" dedim. "Ermenistan uyrukluyum.


Bulgaristan'a geri dönmeme müsaade etmenizi rica ediyorum."

O sıralar yirmi birime girmiş olmama rağmen, on altı yaşında olduğumu da ilave ettim.
Yunanlı, beni tepeden tırnağa süzdükten sonra, elime bir adet serbest geçiş izni
tutuşturdu. Aynı hikayeyi Bufgar müfettişlerine anlatınca onlar da beni bıraktılar. Sofya'ya
giden trene bindikten sonra ardından küçük Burga limanına ulaştım. Tren gara girdiğinde
bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaktaydı. Sağnak altında yakınlardaki 'Balkan'
oteline sığındım. Kurulandıktan sonra yatağın üzerine uzanarak derin bir uykuya daldım.
Ardından bir tekneye atlayarak, 11 Ocak günü ikindi üzeri Galata rıhtımından İstanbul'a
ayak bastım.

Türk Polisi yolcuların valizlerini kontrol ederken İtilaf devletlerine ait askerlerden oluşan
bir devriye limanı göz altında tutuyordu. Türkler, her zaman olduğu gibi, zenginleşmenin
yolunu aramaktaydılar. Bunlardan biri sade görünüşlü bir adamla pazarlık etmeye
çalışıyordu. En uyanık yolcular, eşyalarını topladıktan sonra hızla uzaklaşmak suretiyle
onları atlatmayı basarıyorlardı. Elimdeki dört bavulu daha önceden kontrol edilmiş bir
yığın valizin yanına İttim. Ardından rıhtıma çıktığımda orada ilerlemiş yaşına rağmen
arabacılık yapmaya devam eden eski dostlardan Vahran Boyakian'la karşılaştım. Geriye
dönerek, hummalı bir pazarlık içinde etrafla pek ilgilenmeyen Türklerin dikkatsizliğinden
yararlanarak bavullarımı almayı başardım. Vahran'dan bunları Djagadamard gazetesinin
ofisine götürmesini rica ettim. Bu işlerden sonra doğruca GaianĞ'lerin evine gittim. Ailesi
arlık Pera'da oturmaktaydı. Ev ve eşyaları Üsküdar'ın Ermeni mahallelerini yerle bir eden
yangın esnasında harap olmuştu. Bu olayda, Türk İtfaiyesi yangının Türk mahallelerine
sıçramasına ramak kala faaliyete geçmeye karar vcrmişii.

Ertesi gün Djagadamard'daki arkadaşlara bir merhaba demek üzere uğradım ardından
Gaiane'lere geri döndüm. Oturduğum balkondan dava arkadaşlarımdan ikisinin endişeli
bir hal içerisinde bizim eve doğru yaklaştıkları gözüme ilişti. Türk Polisi gazetenin ofisini
basarak bavullarımın içerisinde, İtalya'dan getirdiğim birkaç kartpostalı bulmuştu. Şu
andaysa benim peşimdeydi.

Esasen İstanbul Polisi, Roma'dan ayrıldıktan sonra Türkiye yolunda olduğumu bildiren
bir telgraf almıştı. Teşkilâtımız bu telgrafı kimin gönderdiğini öğrenememişti. Bunlara
rağmen ardımda bıraktığım izleri karıştırmayı başarmış olduğumdan Polis, İstanbul'a
gelişim hakkında bir şey bilmiyordu.
Tann'ya bir kere daha teşekkür ettim. Viyana'da gözüme çarpan adamların gizli servis
mensubu olduklarından artık emindim. İzimi Bulgaristan'da bir kere daha bulmaya
muvaffak olmuşlar ama Yunanlı müfettişler sayesinde ellerinden kurtulmayı başarmıştım.
Beklendiği üzere Şark Ekspresiyle yolculuğuma devam etseydim, Sirkeci garında beni
bekleyen bir manga polisle karşılaşacaktım. Polisin beni enselemesinin bayramdan daha
büyük bir coşkuyla kutlanacağından da şüphem yoktu.

Ertesi gün, Roma'daki vazifemin ayrıntılarını öğrenmek isteyen yoldaş Amadouni beni
ziyarete geldi. Bir kaç gün sonraysa bir toplantı esnasında resmi raporumu Teşkilâtımız
yöneticilerine takdim ettim. M hakkındaki sitemlerimi de belirterek bir daha kendisiyle
birlikte çalışmak İstemediğimi de bildirdim. Başka vazifeler üstlenmek için yanıp
tutuştuğumdan beni, o esnada Enver ile Doktor Nazım'ın bulunduğunu öğrendiğimiz
Bakü'ye göndermelerini rica ettim. Bu teklifi uygun bulmayarak Berlin'e gitmemin daha
yerinde olacağını söylediler.

M'nin yerine Sahan Natali bana eşlik edecekti. Hratch Papazian ise daha önceden
Mehmed Ali ismiyle Alman başkentine yerleşmiş bulunmaktaydı. Türk ileri gelenleriyle
temasa geçip dostluklarını kazanmayı başarmıştı. Aslında onlardan birinin kızıyla da
samimi olmuştu. Aram, her an için Almanya'ya geçmek üzere Viyana'dan ayrılabilirdi.
Arsak Yezdaniansa, şu sıralar Berlin'de bulunan ve sadece ismiyle tanıdığım bir başka
arkadaşımızla beraber bize orada iştirak edecekti.

“Toplam altı kişi olacaksınız" dedi yoldaş Vahan Navarassian, "Haydi, gidin ve
milletimizin öcünü alın."

Sevinç içindeydim. Dava arkadaşlarım güvenilir ve tecrübeli kişilerdi. Şahan'ı


tanımasam da, geçmişi ve hakkında duyduklarım hayli olumluydu. Hratch ise eski bir
dost olup, onun yanında, Roma'da yapmak zorunda kaldığım gibi, saatler süren takip
faaliyetlerine gözümü kırpmadan girebilirdim.

Sahan beni ziyarete geldi. Böylece tanışmış olduk. Çok neşeli biriymiş gibi
görünüyordu. Ne zaı man bana baksa, gülmeye başlıyordu. Sonunda sebebini de
söyledi. Beni çok genç buluyordu. Dediğine göre kısa pantalon giysem kimse
yadırgamazmış.

"Hem genç hem de tecrübeli olmak iyi bir şey" diye ilave etti. Bir mukavemet yahut
ihtilâl hareketine katılmanın muhtelif yolları vardır. Gazeteci, propaganda görevlisi ve
hatta şair olarak hizmet edebilirsiniz. Niçin Sahan, saçları vaktinden önce kırlaşmış bu
ufak tefek adam, terörizmin zor ve tehlikeli yolunu seçmişti? Şaşırtıcı bir hadiseydi bu.
Sonradan öğrendiğime göre, Talât Pasa'yı Berlin'de takip ederken Salomon Teiürian'a
yardım etmişti. Bunu öğrendikten sonra, Teşkilâtın onu Türklerin rahatça teşhis
edebilecekleri bir yer olan Berlin'e, bir kere daha neden gönderdiğini merak etmeye
başladım. Yöneticilerimizin bu şekilde hareket etmekle elbet bir bildikleri olmalıydı.
Sahan daha çok kısa bir zaman önce, oldukça itibarlı bir mevki olan, İnfaz Bürosu'nun
Amerika'daki temsilciliğine tayin edilmişti.

Birkaç arkadaşımızla beraber kendisiyle İyi bir akşam geçirdim. Bana karşı oldukça
dostane davranmıştı. Bir hayli konuşmuş ve bu arada hazırlık çalışmalarını yerine
getirmek için bir an önce Berlin'e hareket edeceğini de söylemişti.

Bir on gün daha İstanbul'da kaldım. Geçirdiğim en güzel zamanlar Gaiane'yle


paylaştığım anlardı. Ayrılık zamanının yakın olduğunu, ve bu seferkinin belki hepsinden
daha uzun olacağını da biliyorduk.
Said Halim'İn cenaze töreni benim İstanbul'da bulunduğum süreye rastladı. Aralarında
nazırlar ve yüksek rütbeli askerlerin de bulunduğu on binden fazla Türk korteji takip
ediyordu. Bu katilin tabutu karşısında selam durmak için ecnebiler bile gelmişti. İtilaf
devletlerine mensup Asker ve Polis asayişi temin ederken, limandaki Fransız ve İtalyan
savaş gemileri bayraklarını yarıya indirmişlerdi. Sadece İngilizler resmi bir sessizlik
İçindeydiler.

Jöntürk Hükümetinin eski Sadrazam'ının cenazesine halkın iştirakini kolaylaştırmak


için, o gün vapurlar ücretsiz çalışıyordu. Merasimi görmeyi çok istesemde,
arkadaşlarımdan birinin ısrarı üzerine fikrimi değiştirmek zorunda kaldım. Ardından
öğrendiğime göre törende okunan dualardan biri "Seni cennete gönderen dileriz tez
zamanda cehennemin yolunu tutar!" diye bitiyormuş. Henüz bir saat bile geçmedan
Arsak, daha çok ölüm döşeğindeki bir hastayp benzer bir hale gelmişti. Sürekli bir
biçimde ağandan abuk subuk laflar laflar çıkıyordu. Arada bit kendini topladığı
zamanlardaysa Karadeniz'e lanet okumaktaydı. Bu güçlü ve cesur adama takılmadan
edemedim.

"Arsak" dedim. "Neyin var? Sabırlı ol. Bu hep böyle devam etmeyecek. Biraz cesaret.
Fırtına yakında diner."

Bir insanın ağzından çıkacağını tahmin edemeyeceğiniz türden böğürtüsü daha sonra
söylediklerimi duyunca kükremeye dönüştü:

"Kiminle konuşuyorsun Arsak? Bu gürültü de neyin nesi?"

Yemek saatinin geldiğine karar verdim. Ama herşeye rağmen arkadaşımla ilgilenmem
gerekmekteydi. Çıkınını açtım. Tavuğu çıkartarak butlardan birini ona uzattım.

"Arsak, topla kendini. Acıkmış olmalısın. Birşeyleryesen iyi olur."

Nerdeyse bir aslan gibi kükredi.

"Hayır! Allah canını alsın. Hiçbir şey istemiyorum. Kaldır şunu, gözüm görmesin."

Sanki kendisini yemesi İçin zorlayacakmışım gibi bir eliyle ağzını sımsıkı kapamıştı.

"Arsak. Bu arada ben de acıktım. Senin getirdiklerinden bir parça yiyebilir miyim?"

"Aman ye! İnşallah boğazında kalır!"

Elimdeki butu yemeğe başladım. Gençliğimin o güzel günlerinde iştahım da yerindeydi.


Ardından sıra ikinci buta gelmişti.

"Arsak, bu butu senin İçin saklamamı ister misin?"

Yan yatmış, sırtını da bana doğru dönmüştü. El lerini yüzünden çekenek bana doğru
döndüğünde gözleri öfkeden yuvalarından fırlayacakmış gibiydi, "Allah kahretsin! Ne
istersen onu yap. İster ziftlen istersen pencereden dışarı at atla, Allah rızası için, ne
olur.bana yenmek lafı etme!"

Eski bir arkadaşın hatırını kırmak doğru olmaz dı! Kendime güzelce bir kadeh konyak
doldurdum. Ardından, büyük bir nizaket göstererek gelirken beraberinde getirdiği bindilim
francala ekmeğinin üzerine bolca havyar sürdüm. Bardağımı kaldırarak; "Sıhhatine
Arsak!" dedim. Güç bela ayağa kalkarak, kusmak üzere uzaklaştı. Biraz olsun rahatlamış
bir şekilde geri döndükten sonra yeniden ranzaya uzandı. Hâlâ bana karşı olan öfkesi
geçmemişti.

"Defol burdan!" diye bağırdı. "Git dışarda zıkkımlan."

Anında dediğini yaptım. Bir köşeye çekilerek kendime mükellef bir ziyafet çektim.
Arsak'in iniltiyle karışık bedduaları kulağıma kadar geliyordu. Konyağı da içtikten sonra
nerdeyse sarfioş olmuştum. Gidip yanına uzandım.

"Böğk! Sarhoş musun nesin? Leş gibi kokuyorsun."

"Umrumdaydı sanki."

Bu kadar şakanın yeterli olacağını düşünerek ranzanın üzerinde derin bir uykuya
daldım.

Güneşli bir sabah vakti Köstence'ye ulaştık. Deniz sakindi; Gemi, hafif dalgaların
üzerinde dansedercesine ilerliyordu. Dajıa iyi durumda olan Arsak, benimle birlikte
güverteye gelmişti.

Romen toprağına ayak basar basmaz kendimi daha bir rahatlamış, nerdeyse hafifçe
sarhoş gibi hissettim. Bir başka tehlike bölgesinden daha sağ

DOKUZUNCU BÖLÜM GÖREV BÖLGESİ BERLİN

Pera'da bir ay daha kaldım ve en güzel günlerimi Gaiane'nin ailesiyle beraber


geçirdim. Onların hayatına iştirak ederek akşamları rahat bir şekilde kitap bile
okumaktaydım ki bu da benim çok hoşuma gidiyordu. Aslında, böyle bir hayattan pek haz
etmesem de, şu ana kadar olan ömrümün hatırı sayılır bir kısmını yollarda, evimden uzak
bir şekilde geçirmiştim.

Ben burada aile hayatının tadını çıkarmaya çalışırken Eşref ve adamian insan avlarına
istanbul'da devam etmek üzere Roma'dan ayrılmışlardı. Fotoğrafım, alışkanlıklarım ve
özetle de olsa geçmişim Polis bültenlerinde yayınlanmış ve hemen her yere dağıtılmıştı.
Türkler için bir numaralı halk düşmanı haline gelmiştim. Bu tamimler genç ve masum
görünüşüme karşı insanları uyarıyor ve tehlikeli biri olduğumu ifade ediyordu. Türkler
bana bir lakap bile bulmuşlardı: Cehennem Arsak. Arşavir demektense Arsak diye kesip
atmayı tercih etmişlerdi. Bu müthiş katilin hedef seçtiği kişiden başkasını öldürmediğini
de söylemekteydiler. Aslında, Roma'da, İstanbul'da ve daha sonraları Berlin'de insan
kalabalıklarının hayatımı tehdit ettiği anlarda dahi bir an için bile elimdeki silahı masum
insanlara karşı kullanma düşüncesi aklıma gelmedi. Polisin beni sıkça takip etmiş
olmasına rağmen, Türk Polisi de dahil olmak üzere, asla vazifesini yapmaktan başka
düşüncesi olmayan bir polis görevlisinin üzerine ateş etmedim. Eli kanlı bir katil olmayı
hiçbir zaman arzu etmiyordum. Said Halim'in infazını gerçekleştirdiğim gün, mutlak
zaruret hali dışında, koruma görevlisi Tevfik Azmi'yi öldürmeyi bir an bile düşünmedim.
Faaliyetlerimi ve bu davranışımı bilen bir çok kişi hangi sebeple Azmi'yi ve diğerlerini
ortadan kaldırmadığımı merak etmektedirler. Bunun cevabı gayet açıktır: Azmi'nin,
Ermeni Halkının soykırıma tabî tutuluşunun ne hazırlanmasında ne de tatbikinde bir rolü
olmuştur. Albay rütbesinde Gelibolu'da savaşmış, göstermiş olduğu yararlıklardan ötürü
terfi ederek Said Halim'in sekreteri ve koruma görevlisi olmuştur. Teşkilâtımızın öylesine
bir topyekün imha planı mevcut olmamıştı. Kitle halindeki ölümlerden sorumlu
bulduğumuz şahıslan gıyabında yargılayarak cezalandırıyorduk. Kara listemizin ilk
sıralarınıysa Ermeni hainler işgal etmekteydi.

Açık konuşmak gerekirse beni böylesine zehir zemberek bir şekilde tarif etmeleri işime
geliyordu. Bir polis memurunun, müthiş bir terörist olarak tanımlanan bir kişi karşısında
hayatını tehlikeye atması pek de ihtimal dahilinde değildi. Kazara yolda karşılaşmış olsak
da, iki hatta üç Türkün bile beraberce bana karşı harekete geçmeye cüret edeceklerini
tahmin etmiyordum. Beni, ancak dahiyane bir tuzağa düşürmek suretiyle ele
geçirebilirlerdi. Tabancamı hiçbir zaman üzerimden ayırmıyordum. Edindiğim
tecrübelerse beni gerçekten usta bir nişancı haline getirmişti.

Soğuk bir şubat günü Galata'daki vapur iskelesine geldim. Arkadaşım Yezid Arsak
(Arsak Yezdanian) daha önceden valizlerimi, limanın biraz açığında demir atmış
beklemekte olan bir Romen gemisine götürmeyi üstlenmişti. Lirfıanda her tarafın polis
kaynadığını görünce, bir kayık kiralayarak tek başıma gemiye çıktım.

Güvertedeki polis memuru evrakımı görmek istedi. Ona buraya sadece amcamı
uğurlamak İçin geldiğimi ve kendisine birkaç paket sigara getirmiş olduğumu söyledim.
Sigaraları gösterdikten sonra avucuna bîr miktar para sıkıştırarak, beş dakika içerisinde
geri geleceğimi söyledim.

Bu Romen gemisi üzerinde kendimi emniyette hissediyordum. Pasaportum, usulüne


uygun bir şekilde, Torcom Ghazarian adına doldurulmuştu.

Bitlisli Arsak lakabıyla da bilinen arkadaşım kaşarlanmış bir teröristti. Yirmi Ermeni
enteliektüelinin asılmasından sorumlu hain, Hemayag Aramiantz'ı ortadan kaldırmıştı.
İhsan'ı Öldürdüğüm esnada fazla uzağımda değildi. Arkadaşlarımızı Türk Polisine
satmasıyla meşhur Vladİmir isimli Bulgara karşı düzenlenen suikaste de iştirak etmişti.
Gemi demir alıp, Boğaziçi istikametine doğru hareket ettiği vakit Arsak, ayağa kalkarak
oynamaya başladı. Uzun zamandan beri beklediği hayalleri artık gerçekleşiyordu: Önemli
bir görevle Avrupa'ya gönderilmek. Daha Önceki çalışmalarını olağan faaliyetler olarak
görinekteydi, şu an içinse nazırlarla, paşalarla hesaplaşmaya gidiyordu. Sevincinin
gizleyemeyen bir çocuk gibiydi.

Romanya'daki Köstence limanına ulaştıktan sonra, trene binerek Viyana istikametine


doğru yola çıkacaktık. Oradan da Berlin'e ulaşmayı düşünmekteydik. Arsak, yolculuk için
dünya kadar azık getirmişti; İri bir kızarmış tavuk, havyar, ekmek, hıyar turşusu ve hatta
bir şişe konyak. Ellerimin boş olduğunu görünce şaşırarak: "Torcom, niye birşey
getirmedin? Aç kalacaksın." dedi.

"Evet, haklısın." diye gülümseyerek cevap verdim. "Başımın çaresine! bakarım."

Birdenbire ciddileşerek küçük kara gözlerini bana dikti. Sanki düşüncelerimi okumuştu.

"Bana bak" dedi. "Sırtımdan geçinmeyi düşünüyorsan hava alırsın. Allah şahidim olsun
ki bir lokma bile vermem. Git başka yerde başının çaresine bak."
“Tamam, anlaşıldı." dedim. "Her halükârda güvertede bir restoran var."

Sakinleştikten sonra hep beraber kabinimize indik. Boğaziçi'nin suları hafiften


dalgalanmaya başlamıştı. Kamaramız lombozlarından İstanbul varoşlarını seyrediyorduk;
kış mevsimine uyan hazin görünümleri vardı. Bende binlerce hatırası olan uzaklardaki
hafif meyilli tepeler de gözüme ilişti.

Manzaranın tadını beraber çıkartalım diye Arsak' ı çağırmak için geriye döndüğümde
kendisini ranzanın üzerine uzanmış ve gözlerini tavana dikmiş vaziyette yatarken
buldum. Karadeniz'e girdiğimiz andan beri sular daha bir çalkantılı hal almıştı. Bronz
yeşili rengindeki dalgalar aralıksız bir şekilde gemiyi bir uçtan diğerine sallıyor, sağır
edici bir gürültüyle çarparak geminin gövdesinin sanki her an için darmadağın
olacakmışçasına titremesine sebep oluyordu. Denizciler güverte üzerine doluşmuşlardı.
Dört bir yandan yükselen hastaların iniltileriyle panik içindeki insanların çığlıkları birbirine
karışıyordu. Bereket versin ki hiçbir zaman için deniz tutması gibi bir problemim
olmamıştı. Öte yandan, bu benim Karadeniz'de yakalandığım ilk fırtına da değildi. Daha
önce bundan çok daha küçük bir tekne üzerinde benzeri bir macera yaşamıştım.

“Torcom, bu çıkının başına neler geldi böyle?" diye sordu.

"Hangi çıkın? Ha, o mu! Dün gece hepsini temize havale ettim. Bana içinden bir şey
istemediğini söylememiş miydin?"

"Kıtlıktan mı çıktın? İnsaf, hepsi de yenir mi! Bana bir şey bırakmadın mı?"

İştahımın ne kadar yerinde olduğunu Arsak da biliyordu. Aslında nazik biriydi ve o da


gülmeye başladı. Bir restorana girerek, birkaç kadeh rakı atıştırdıktan sonra, sıkı bir öğle
yemeği yedik. Ödeme zamanı geldiğinde, kuşağındaki gizli bir cepten birkaç Amerikan
doları çıkarttığını gördüm. Amerika'ya gelmesi İçin ailesi Calİfornia'dan mütemadiyen
para göndermekteydiler. Fakat arkadaşlarına çok bağlı olan Arsak, bu parayı her
defasında onlarla beraber yemektan kendini alamıyordu. Daha gelir gelmez dolarlar
ortadan kayboldu ve zavallı ailesi bir kere daha gelişini boş yere beklemeye başladı.

"Arsak" dedim. "Burada dolann değeri bir hayli yüksek. Onları burada bozduralım.
Daha sonra kendi paramdan sana öderim."

Bu teklifime pek sevinmese de razı oldu. Sonunda kendisini ikna edeceğimi biliyordum.
Arkadaşları için sadece dolarlarını değil canını bile vermeye hazırdı. Her zamanki
taktiğimi uygulayarak kendisine:

"Beni dinle Arsak" dedim. "Eğer bu dolarları saklarsan, Aram'a söyleyeceğimden emin
olabilirsin."

Tabiatıyla peşinden gittim. Onu uzaktan takip etmeye devam ettim. Bir romene derdini
anlatmak için el kol hareketleri eşliğinde uğraşmasını izledim. Konulurken sadece
elleriyle değil ayaklarıyla da hareket er yapıyordu. Sessizce arkasına sokuldum. Beni
fafkedince sıçrayarak;

"Bana inanabilirsiniz." dedi. "Üzerimde on dolardan fazla yok."

"Çok güzel" dedim. "Haydi gidelim."

Arkadaşlarımızdan bazıları Arşak'a, şaka yollu, cimri muamelesi yapıyorlardı. Gün gelir
faturayı da gönderirim ümidiyle bizim için sarfetmiş olduğu paraların hesabını akıldan
yaptığı için zaman zaman kendisine 'muhasebeci' diye takıldıkları da olurdu. Fakat, bütün
kararlılığına rağmen bu paranın bir santimini bile bir daha geri alamayacağından
emindim. Ve biz, ona cimri muamelesi yapıyorduk.

Bir defasında, pek de doğru olduğunu söylemeyeceğim bir sebeple, kendisinden beş
dolar borç aldım ve daha sonra bu parayı hâlâ ödemediğimi itiraf etmek zorunda kaldım.
Bir gün Berlin'de;

“Torcom" dedi. "Buraya gel. Hesaplaşmamız lâzım."

Yeni bir muhasebe krizine girmiş olduğu her halinden belli oluyordu.

"Arsak" diye cevap verdim. "Bunun acelesi yok. Önce üzerimize aldığımız şu vazifeyi
bitirelim. Birimiz öldüğü takdirde para zaten ötekine kalacak. Eğer her ikimiz de bu işten
sağ salim çıkarsak o zaman oturur yeniden hesaplaşırız."

Zavallı Arsak! Bir ülkeden diğerine para birimi de değişiyordu: Türk liraları, Amerikan
dolarları, levler, kuronlar, marklar, vs. Bu para meselesinden ötürü bir türlü rahat
olamıyordu.

Köstence'den ayrılmadan önce bana: "Artık bu kadar hikâye yeter" demişti. "Yarından
itibaren Viyana'ya kadar bütün yiyecek masraflarını sen ödeyeceksin."

Zavallıcık, Köstence'de elindeki dolarları bozduracak bir döviz bürosu aramaktaydı.

"Bunun da hesabını yap bari!" "Hadi hadi kızmayalım." 'Kızmıyorum."

Köstence'den Viyana'ya, Bükreş de dahil olmak üzere, yediğimiz her yemeğin parasını
ben verdim. Bu şekilde olup biteni kontrol altında tutabiliyordum. Arsak birinci dereceden
bir etoburken ben sebzeleri daha çok seviyordum, öğlen ve akşam yemeklerinde
sebzeden başka bir şey yemez olmuştuk. Başlangıçta bir şey söylemese de bir akşam
ansızın sükûnetini bozuverdi.

"Bana bak! Beni ne sanıyorsun?" diye bağırdı. "Gece gündüz habire ot yendiği nerede
görülmüş?" Ben güldükçe onun cinleri başına toplanıyordu. Sonunda dayanamayarak
doğduğu bölgeye has en galiz küfürlerle sövüp saymaya başladı.

Kendisine taktığımız isimle Yezid Arsak gerçekten ilginç yanları olan biriydi. Esmer ve
ufak tefek yapısına rağmen oldukça cesurdu. Sanki her iki koltuğunda da birer karpuz
taşıyormuşçasına kolları hafifçe kıvrık bir vaziyette yürürdü. İstanbul'dan ayrılmadan
evvel kendisine bir takım elbise ve yakası kürklü bir palto diktirmişti. Bir köylü ailesinden
gelen bu sempatik şahıs vanyla yoğuyia kendisine bir Avrupalı havası vermece
çalışıyordu. Avrupalıların eldiven giydiğini işittiği janda gidip bir çift de kendisi için satın
almıştı. Dericjen yapılma bu eldivenlerin içleri kürkle kaplı olup dirseklere kadar
uzanmaktaydı. Geniş kenarlı şapkasının gölgesiyse kalın bıyıklarının ve gür kaşlarınırj
üzerine düşüyordu. Giydiği sivri uçlu ayakkabılara tablo tamamlanmaktaydı. Konuştuğu
sıralar göz çukurlarının İçinde dönmeye başlayan gözleri birer bilyeyi andırıyordu. Zaman
zaman kılık kıyafetine takılsam da hiç oralı olmazdı.

"Arsak, üstüne başına biraz dikkat etsen olmaz mı? Bu halinle daha çok istanbul'daki
Türk köylülerinin pazar kıyafetlerini giymiş gibi duruyorsun."
"Daha neler" diye gülerek cevap verirdi. "Arim Avrupa gördüğün için başımıza bir de
hoca kesildin."

Hepimizin de, aynı zamanda takma ad olarak kullandığımız, lakapları vardı. Pırıl pırıl
parlayan kara gözleri Arşak'a 'Yıldırım' takma adını kazandırmıştı. Sahan Natali'yeyse
özenli giysileri, uzun saçları, küçük ayakları ve kasılarak yürüyüşünden ötürü
'Damat'derdik. O sıralar Mehmet Ali adı altında birTürkmüşçesine yaşayan Hratch
Papazian ise zarif tavırları sebebiyle 'Avrupalı' olarak adlandırılıyordu. Ağırbaşlı
tavırlarından ötürü Aram Erkanian, 'Yavaş' lakabına hak kazanmıştı. Tartışmalarda
daima bu kelimeleri kullandığı için M, 'Ben, şefiniz' diye anılıyordu. Öte yandan biraz hızlı
konuştuğum ve pek yerimde duramadığım için bana da 'Civa' diyorlardı.

Viyana'daki Beüaria cafesinde talebe arkadaşlardan bazılarına rastladım. P adıyla


anacağım bunlardan biri Roma'daki tahsilini tamamladıktan sonra ileri etüdler için
Viyana'ya gelmişti. Çocukluk arkadaşlarımdan biriydi ve Said Halim suikasti üzerine
herşeyi bilmekteydi. Kendisine Berlin'e hareket edeceğimi söylediğim zaman
bakışlarından 'Daha ne hazırlıyorlar acaba?' düşüncesini okudum. Kendisini tehlikeye
attığını bile bile, İstanbul'dan gönderilecek mektuplarım için kendi evinin iadresini
verebileceğimi söyledi.

Onları, deri elbiseler içinde daha çok bir tüccara benzeyen, Arsak ile de tanıştırdım.
Çoğunluğu talebe olan arkadaşların gelirleri mahdut olmasına rağmen iştahları sınır
tanımıyordu. Patlayıncaya dek yiyip içlik. Tacir rolünü oynayan Arsak, gülünç hikâyeler
anlatıyor ve ticaret üzerine tartışmaya yer vermeyen beyanlarda bulunuyordu. Hesap
geldiği zaman talebelerden hiç biri el sürme cesaretini göstermedi. Ben de hiç oralı
olmadım. Bu sebeple Arsak, bir miktar dolar daha sarfetmek zorunda kaldı. Otele
dönerken, muhafaza ettiği anlaşılan hesap pusulasını cebinden çıkararak İncelemeye
başladı.

"Baksana" dedi. "Bu deri giysiler içinde tüccar rolü hikâyesi giderek canımı sıkmaya
başladı. Tüccarım bahanesiyle bir orduyu doyuracak halim yok. Sağol ama sen de bana
sıkıntıdan başka bir şey getirmedin. Berlin'e varır varmaz tek başına kalabileceğim bir
oda tutacağım."

Sahan Natali'yle Aram Erkanian Viyana'dan hareketimizden Önce bizi görmeye


geldiler. Onlarla umumi banyolardan birinde buluştuk. Sahan bize kendileriyle
buluşabileceğimiz Berlin'deki cafĞ ve restoranların isim ve adreslerini verdi. Yeşil ışık
yanmış olup bekleme dönemi sona ermişti.

Gece treniyle Berlin'e hareket ettik. Arkadaşlardan biri biletlerimizle alakadar olmuştu.
Tren tıklım tıklım dolu olduğu için oturacak bir yer bulamamıştık. Arşak'ın homurtuları
bitmek bilmiyordu; geceyi koridorları arşınlayarak geçirmenin düşüncesi bile kendisini
perişan etmeye yetiyordu. Bütün vagonlan kontrol ettikten sonra, nasıl olduysa boş
kalmış bir kompartıman bulabildik. Üzerinde Almanca yazıların bulunduğu bir kağıt
pencereye asılmıştı. Kompartımana girerken;

"Arkamdan gel Arsak." dedim. "Ne yapıyorsun?"

"Yazıyı görmedin mi? 'Bu kompartıman Torcom Ghazarian ve Arsak Yezdanian için
rezerve edilmiştir.' diye yazıyor."

"Ama bu çok güzel!" diye çığlık atan Arsak, söylediklerime anında inanmıştı. "Ne
harika memleket!"
Kadife banketlerin üzerine bir güzel yerleştik. Yaklaşık iki saat sonra bir kontrol
memuru kapıyı araladı. Pasaportlarımızı gözden geçirdikten sonra nazik bir şekilde bizi
kompartımandan dışarıya davet etti. Almanca bir şeyler söylüyordu. Sadece diplomatik
pasaportlardan bahsettiğini anladım. Kendisine Almanca olarak bildiğim iki kelimeyle
cevap verdim: "Ncht verstehen." Öfke içinde dışarıya çıkarak bir müfettişle beraber geri
döndü. O da bize anlayamadığımız uzun bir konuşma çekti. Biraz önce sarfetmiş
olduğum iki Almanca kelimeyi tekrarlamaya devam ettim ve son çare olarak cebimden bir
deste Alman markı çıkardım.

"Ne yapıyorsun?" diye sordu Arsak. "Eğer burası bizim için ayrıldıysa ne diye para
vermen gerekiyor?"

Almanlar yeniden Türk pasaportlarımızı inceledikten sonra bizi yani Türk diplomatlarını
kompartımanımızla baş başa bıraktılar. Ertesi gün, rahat bir yolculuk sonrası Berlin'e
ulaştık.

Yalnız yaşamaya ve tıpkı Roma'da olduğu gibi adresimi gizli tutmaya karar vermiştim.
Yine de ilk gün Arşak'la beraber Minerva Oteline yerleştik. Bir an bile tabancalarımızı
üzeninizden eksik etmiyorduk. Ayrıca Arsak, gece vegündüz üzerinde bir hançer
taşımaktaydı.

Eşyalarımızı yerleştirdiğirriiz esnada şişman ve neşeli bir temizlikçi kadın içeri girdi.
Yatağı düzeltmek için öne eğildiğinde benim iflah olmaz arkadaşım kadını
çimdiklemekten kendini alamadı. Kadıncağız çığlığı basarak kapıya dbğru koştu. Önüne
geçerek kendisine birkaç mark verdim ve sözlük yardımıyla esasında bu arkadaşımı akıl
hastanesine götürmek üzere buraya geldiğimi söyledim. Sakinleşerek işini bitirmeye razı
oldu.

"Nesi var bunun?" diye sordu Arsak, gülümseyerek. "Doğru dürüst elimi sürmedim
bile."

Ertesi gün, tek başıma dolaşmaya çıktım. Berlin, kale gibi büyük binalarla kaplı temiz
bir şehirdi. Birbirlerini diklemesine kesen dümdüz caddeler ağaç gölgelikleri içinde sona
eriyorlardı. O gün, kendime bir oda tuttum.

Berlin'deki bu görev bizi çok sevindirmiş olsa da içimizdeki üzüntüyü silememişti.


Medeni Dünya, tehcir hareketi ve katliamların vuku bulduğu esnada Ermeni Milletini bir
başına bırakmıştı. Şu anda da kendimizi aldatılmış hissediyorduk. Halkımız, ölülerinin
ardından gözyaşı dökmeye devam ederken Müttefikler, yeniden başını kaldıran
Türkiye'den iltimas koparabilmek için birbirleriyle yarışıyorlardı. Eski Jöntürk Hükümetinin
başında bulunanlar ülkenin kalkınmasına katkıda bulunmak amacıyla 'sürgün'den dönüş
hazırlıkları içindeydiler. Hiçbir uluslararası mahkeme Türklerden hesap sormamıştı. Tam
tersine Batı Dünyası, toprak ve nüfuz taleplerine müsaade etmek suretiyle Türkiye'yi
ödüllendirir gibiydi.

Ermenistan artık bağımsız bir cumhuriyet değildi. Bağımsızlığımızı elimizden söküp


almışlardı. Batılıların başkaca işlerle meşgul oldukları bir sırada Komünistler memleketi
işgal etmişlerdi. Bu durum, Taşnak Partisini, Ermeni ölülerinin öcünü almak için kendi
intikam komitesifii kurmaya sevketmişti.

Berlin'e vardığımız zaman Aram, Hratch ve Şahan'ı orada bulduk. Hratch, namı diğer
Mehmet Alij Türklerin en üst seviyedeki meclislerine kadar sızmış, toplantı yerlerini
öğrenmeye çalışmaktaydı. Ermenistan Cumhuriyeti'nin eski polis müfettişlerinden Seto
Djelalian da takip işleriyle uğraşmaktaydı.

26 Şubat 1922 Pazartesi sabahı Arşak'la beraber oteli terkettim. Bir müddet sonra
birbirimizden ayrıldık. Arsak'm kendine bir oda bulması gerekiyordu. Kurfürstendamm ve
Joachimsîrasse caddelerinin köşesinde bulunan benimkisiyse ideal bir gizlenme yeriydi.
Burasını eski Trabzon valisi Cemal Azmi'ye ait olan bir mağazayla büyük bir binanın
yakınlarında bulunduğu için özellikle seçmiştim. Butik, eski İttihatçıların mesajlarının
geldiği ve buluşma noktası olarak kullandıkları bir yerdi. Cemal Azmi'yle ailesinin de
dairelerden birini işgal ettiği bitişik aparmanda yer alan Türklere mesajlarını ulaştıracak
birisi daima mevcuttu.

Daha önceden uygun görüldüğü şekilde, öğleden sonra saat ikide Arşak'la Hayvanat
Bahçesinde buluştuk. Kendisine bir saat kadar sonra İngiliz Cafesinde toplanacağımızı
söyledim. İşte bu anda M ortaya çıktı.

"Demek Berlin'deydin" dedi, dostça bir ses tonuyla. "Niye beni görmeye gelmedin?"

Cevap vermememe rağmen devam etti:

"Bana bir hoşçakal bile demeden İstanbul'a gittin."

"Kendime göre sebeplerim vardı" diye cevap verdim. “Olup bitenleri bir düzerle
koymak istiyordum. Ve yeniden birlikte çalışmayacağımızdan emin olmam lazımdı.
Bunlardan bir başka zaman söz ederiz. Burada bir başka vazifeyle bulunuyorum ve
senle bir işim olsun istemiyorum."

Hiddetine hakim olarak, konuşmalarına daha rahat devam edebilmek için bizleri birer
kahve içmeye davet etti. Daha zamanımız olduğu için kabul ettik. Bizi İstanbul'daki
bodrum kat cafĞlerini andıran bir yere götürdü Kapı aynı zamanda pencere vazifesini
görüyor ve ortalık gazla aydınlanıyordu. İçeri girerken Arsak:

"Berlin'de yeraltı restoranları da var mı?" dedi.

M konuşmaya başladı. Cesaretimizi kırmaya çalışacağını adım gibi biliyordum.


Yanılmadım da.

"Buradaki görevimiz bir hayli zor" diye konuşmaya başladı 'Ben şefiniz' lakabını
taşıyan arkadaşımız. "Alman Polisi bizi yakından izliyor. Daha dün otelin birinde, bir
Alman bakanını öldüren dört kişiyi tutukladılar. Bu hadisede faal bir rolüm olsaydı,
planları tümüyle değişitirirdim. Diğerlerini Viyana'ya yollardım. Senle ben ise herşeyi
hazırlamak için burada kalır ve ancak ihtiyaç halinde diğerlerine haber verirdik. Yoldaş
Hratch daha şimdiden şüpheleri üzerine çekmeye başladı. Bir Türkün kendisinden
İsmiyle söz ettiğini İşittim. Mehmet'in kendisine beraberce Hukuk tahsili yapmış olduklan
Hratch'ı hatırlattığından söz etmekteydi."

Alışkanlığı üzere M gerçekleri tahrif ediyordu. Anlattıkları farklı bir şekilde cereyan
etmişti. Hratch, Türklerle beraber bir cafĞde bulunmaktaydı. Bir Ermeni içeri girip
kendisini tanıdıktan sonra Hratch'a doğru yaklaştığı anda Hratch, rahat hareketlerle
ayağa kalkıp bir kaç kelime ederek Ermeniyi başından savmaya muvaffak oluyordu. M'ye
sert bir ses tpnuyla işbirliğimizin sona erdiğini tekrarladım. Ardırjdan İngiliz Cafesİnde bizi
beklemekte olan arkadaşlarımıza katılmak İçin yanından ayrıldık. Artık takımdan biri
olmamasına rağmen kendisini öyleşrrlş gibi kabul ettirmenin yollarını arıyordu.
İngiliz Cafesi o günlerin modasına uygun bir yer olduğu için her zaman tıklım tıklım
doluydu. Arsak, böylesine gelişmiş bir atmosferde oldukça rahatlamış gibiydi. Bir başka
cafeye geçmemizin daha doğru olacağına karar verdim; anında yabancı olduğumuzun
anlaşılacağı mekânlarda bulunmakta ısrar etmek pek de temkinli bir hareket olmayacaktı.

Bir başka yerde yeniden bir araya geldiğimizde arkadaşlarıma bundan böyle halka açık
mekânlarda toplanmamamızın daha iyi olacağını anlattım. Şahan'ın bana bilgi ve haber
aktarmasının gerektiği anlarda, farklı buluşma noktalarında ve bir parola üzerine bir
araya gelmeyi kararlaştırdık. Sırasıyla günlük işlerimizden bahsetmeyi bitirdiğimiz zaman
daha şahsi meseleler gündeme geldi. Bana Arsak için de bir oda bulup bulmadığımı
sordular. Birkaç gün sonra istediği odayı da bulacaktım. Ardından Şahan'la beraber
cafeyi terkettik ve yolda kendisine M ile yaptığım konuşmayı anlattım.

"Evet" dedi. "Aynı şeyleri İstanbul'a da yazmıştı. Bu zorlukların üstesinden gelmeyi


deneyeceğiz. Kendisini iyi tanırsın, anlattıklarına kulak verip de moralini bozayım deme.
Bu tavrın bana da cesaret verdi. Merak etme, yarından tezi yok Berlin'den gidecek."

Aynı akşam M, Königazerstrasse'deki bir lokantada yemek yerken gelip bize katıldı.
Aram ve Arşak'la beraberdim. Bizi beklemekte olan zorlukları sıralamakla işe başladı.
Başarısızlığa uğrayacağımızı ve muhtemelen daha harekete bile geçemeden Polisin
eline düşeceğimizi söyledi. Aram ve Arsak düşünceli bir tavırla kendisini
dinlemekteydiler. Bense hiç oralı olmadım. Ertesi günü Berlin'i terkedeceğini biliyordum.

O gece, elli yaşlarında, yapılı ve mavi gözlü bir kadın olan Frau Sack'ın evinde Torcom
Ghazarian adıyla tutmuş olduğum odada uyudum. Kendisinin muazzam bir antresi ve
çok sayıda odası bulunan büyük bir dairesi vardı. Ertesi sabah, hizmetçi kadına
kahvaltıda neler yiyeceğimi söylediğim sırada, giriş kapısında üniformalı üç polis memuru
gözüme ilişti. Korkudan titremeye başladım. Onlarsa bana göz ucuyla dahi bakmayıp,
kendi aralarında konuşmaya devam ettiler. Cebimde taşıdığım sözlük yardımıyla
hizmetçi kadından hangi sebeple Frau Sack'ın evinde bulunduklarını sordum.
Gülümseyerek cevap verdi:

"Onlar Herr Sack'in arkadaşları." "Peki kim bu Herr Sack?"

Kendisi ev sahibemin oğlu oluyormuş. Bu arada onun mahallemizdeki Gizli Servis


Bölümünde şef muavini olarak çalıştığını da öğrendim.

Kendime gelmek için dışarı çıkarak Kurfürstendamm Caddesi üzerinde bir banka
oturdum. Bundan daha beteri düşünülemezdi. Gizli Servis görevlilerinden birinin
oturduğu evden başka kiralayacak yer bulamamıştım! Evden apar topar ayrılmaya
kalksam şüphelerf üzerime çekecektim. Buna ilaveten, Cemal Azmi'nin oturduğu eve bu
kadar yakın başka oda bulamamam ihtimali de vardı. Daha sonra, gereken dikkati
gösterdiğim takdirde bir polis görevlisinin evinde kiracı olmamım işime yarayabileceği de
aklıma geldi. Eğer Herr Sack'ın güvenini kazanırgörmezlikten gelmeleri hususunda ikaz
etmesini de rica ettim. Kalacak bir başka yer bulmamda ısrar etti. Kendisini memnun
etmek için, böyle bir niyetim olmasa da, en kısa zamanda taşınacağıma söz verdim.

Saat üçe doğru geri döndüğüm vakit beni Herr Sack'ın on yedi yaşındaki genç ve güzel
kızkardeşi Bertha karşıladı. Yüksek seviyeli bir devlet görevlisi olan babaları bir yıl önce
vefat etmişti. Bir de evli ablaları vardı. Herr Sack, ailenin tek çalışan ferdi olup, bana
verdikleri oda daha önceden kendisine aitti. Sözlüğüm yardımıyla bütün bu bilgileri azar
azar Bertha'dan aldım. Bana itimat edip, ailelerinden biriymiş gibi görmeleri için bu nazik
ve sade insanların güvenlerini kazanmaya çalışıyordum.
Eve döndükten sonra Herr Sack beni bir mağazaya götürdü. Orada kendime birkaç
gömlek satın aldım. Bedenine uygun bir gömleği kendisine hediye etmek istedim ama
kabul ettirinceye kadar hayli uğraşmam gerekti. Ardından İngiliz Cafesine davet ettim.
Aram ve Sahan daha önceden köşedeki bir masaya yerleşmişlerdi. Gizliden gizliye bizi
izlemekteydiler. Aram başını sallıyordu. Tedirginliği her halinden belliydi. Beni tedbirsiz
bulduğu anlaşılıyordu. Herr Sack bazı müşteri ve garsonlar tarafından tanınmaktaydı..
Kendisine saygı gösteriyorlardı. Beraberce birkaç konyak içtikten sonra işine geri döndü.
Birkaç şişe konyak ve bir paket bademli çörek satın aldıktan sonra eve geri döndüm.

Evde, ailenin o ana kadar mevcudiyetinden haberdar olmadığım bir üyesiyle daha
tanıştım. Muhtemelen işi gereği, birkaç gün süreyle karakolda alıkonmuştu.

Odamdan çıktığımda kocaman bir köpeğin, burnunu patilerinin altına sokmuş


vaziyette, koridorda boylu boyunca uzanmış yatmakta olduğunu gördüm. Yüzüme
dikkatlice bakarak kim olduğumu çıkarmaya çalıştı. Hizmetçi kadına:

"Bu da neyin nesi?" diye sordum.

"Bu bizim Fritz." diye cevap verdi.

"Isırır mı?" dedim. Bu kelimeyi sözlükte buluncaya kadar iflahım kesilmişti.

"Yo, hayır! Fritz çok uslu bir köpektir."

Bunun üzerine yaklaşarak köpeği okşadım. İyi terbiye edilmiş bir Alman çoban
köpeğiydi. Akabinde kendisine yediğim yemekten arta kalanları vermeyi, dışarda yediğim
zamanlarsa ona et ve kemik getirmeyi İtiyat edindim. Arada bir onun için Frankfurt sosisi
ve şekerleme alıyordum. Çoğu kere beraber gezintiye çıkıyorduk. Köpek, yavaş yavaş
bana bağlandı. Beni, sürekli olarak odamın kapısında bekliyordu.

Herşey yolunda gitmekteydi. Birinci haftanın sonuna doğru Herr Sack ile kızkardeşini
tiyatroya götürdüm. Artık aileden biri olarak kabul ediliyordum. Sack'lara, talebe
olduğumu ve babamın Romanya'daki birçok petrol yatağının sahibi zengin bir Ermeni
olduğu anlattım. Bütün zamanlarımı derslere girerek geçirdiğimi düşünüyorlardı.
Üzerimde bir kişinin rahatça hayatını sürdürmesine yetecek kadar dolar mevcuttu.

ONUNCU BOLUM TAKİP

Bir akşam, şehir merkezinden uzakta harap bir çarede Sahan, Aram ve Hratch ile
buluştum. Hratch hâlâ kendini Türk idarecilerinin yakın çevresine kabul ettirmek için
uğraşıyordu. Cemal Azmi'nin oğlu Ekmet'le daha önceden samimi olmuştu. Şehirde
beraber dolaşıyor ve eski dostlar gibi her gün görüşüyorlardı. Hratch, yakın zamanda
kıymetli bilgiler elde edeceğini ümit etmekteydi. O akşam bile, eski Harbiye Nazırı Enver
Paşa'yla Bahriye Nazırı Cemal Paşa'nın birkaç gün sonra Berlin'den geçeceğini
öğrendiğini söyledi.
Vazifemiz hâlâ bekleyiş ve takip safhasındaydı. Arkadaşımız eski polis müfettişi Seto
daha kendini göstermemişti. Hratch'ın vazifesi faydalı olacağını düşündüğü bütün bilgileri
toplamaktı. Aram, Arsak ve benim görevimse harekete geçene dek kuliste beklemekten
ibaretti. Sabrımız tükendiği İçin sonunda biz de takip faaliyetine katılmaya karar verdik.

Cemal Azmi'nin evi sürekli göz altında tutulmaktaydı. Sabah vardiyasını Aram
üstleniyor, ardından Arsak ve ondan sonra da ben vazifeyi devralıyordum. Birkaç gün
içinde, bir kez daha işin büyük kısmının üzerime düşeceğini analadım. Aram çabuk
yoruluyordu. Arşak'ın azim ve inatçılığı burada da kendini gösteriyor ama o da, bir
görenin bir daha unutmayacağı cinsten bir görüntüye sahip olduğu için, tipten
kaybediyordu. Kaçınılmaz bir şekilde ortaya çıkan bu duruma kendimi uydurmaya
çalıştım: Takip ve bilgi toplama faaliyetleriyle bizzat ilgilenmem icap etmekteydi. Bu
durum bayağı şevk kırıcıydıydı. Kendimi yeniden Roma'daki günlere geri dönmüş gibi
hissediyordum.

Bu arada bir başka problem de beynimi kemirmekteydi. Almanya'da ikâmet eden bütün
yabancıların varışlarından itibaren on beş gün içinde bölge karakoluna müracaat ederek
kendilerini kaydettirmeleri gerekiyordu. Belgelerim usulüne uygun olsa bile ismimin
Alman Polisinin fişlerinde yer almasını istemiyordum Zira. Türk idarecilerinin
öldürülmelerinden sonra, Polisin zanlıyı aramak için ilk bakacağı yer orasıydı. Buna
mukabil bu formaliteyi yerine getirmediğim takdirde, bir an önce ülkeyi terketmem
gerektiği zaman başıma iş çıkartacaklarını da biliyordum. Yaklaşık on gün önce bu kayıt
meselesinden Herr Sack'a da söz etmiştim. Belgelerime bakmış ve daha vaktim
olduğunu söylemişti. Bana yardım edeceğine söz vermiş ve ümit ettiğim gibi ardından
unutmuştu.

Bir gün, telaşla daireden çıkmak üzereyken, elimdeki evrakla karşısına çıkarak:

"Şimdi gidebilir miyiz?" diye sormuştum.

"Ah!" dedi üzgün bir edayla. "Bugün çok işim var. Ama yarından sonra boşum. O
zaman beraber gidebiliriz."

Böylece bu formaliteyi onun üzerine yıkmış bulunuyordum. Artık beni ülkesinin


kanunlarına karşı gelmekle suçlayamazdı. İki gün sonra, yani karakola gideceğimiz gün,
Frau Hanna ila Freulein Bertha'yı önce tiyatroya ardından birşeyler yemek İçin pasta
neye götürdüm. O gün ve diğer günler peşi sıra geçtiler ve ben hâlâ kayıt
yaptırmamıştım.

14 Mart 1922 akşamı, arkadaşlarımızla yeniden bir araya gelerek orijinal plana bağlı
kalmayı kararlaştırdık. Bu plana göre bütün Jöntürkleri, Cemal ve Enver Paşalarla,
Cemal Azmi, Doktor Bahaeddin Şakir, eski Polis Müdürü Bedri Bey, Şevket ve diğerlerini
aynı anda ortadan kaldıracaktık. Hratch ve esrarengiz Seto onların nerede toplandıklarını
bize bildireceklerdi. Harekete geçiş zamanını bu bilgiye göre belirleyecektik.

Üstlendiğimiz fevkalâde büyük bir işti. Talât ve Said Halim'in ölümlerinin ardından bu
suikastlerin kızgın Ermenilerin münferi* işleri dfiğil. bir teşkilâtın planlı faaliyeti olduğu
anlaşıldığından şu anda karşımızda bilinçli ve dinamik Avrupa Polisi bulunmaktaydı.
Avrupalılar, mazlum Ermeniler için tabiatıyla incancıl hisler beslediklerini her fırsatta
ortaya koysalar da Polis, yabancı bir teşkilâtın kendi topraklar! üzerinde kanunlarını
çiğnemesine hiçbir zaman göz yummazdı. Bunlardan ötürü büyük bir ihtiyat ve gizlilik
içinde hareket etmemiz ve işimiz biter bitmez bir an önce Almanya'yı terkeîmemiz
gerekiyordu.
Barlarda, cafelerde, otel lobilerinde, restoranlarda dolaşmaya başladık. Sade talebeler
veya turistlermiş gibi davranarak, gözümüze takılan insanların kim olduğunu anlamaya
çalışıyorduk. Her an için tetikte olmak zorundaydık. Ne yazık ki bir tek Türk bile umuma
açık mahallerde kendini göstermiyordu. Eğer Hratch, Cemal Azmî'nin oğlu Ekmel'le
arkadaşlık kurmuş olmasaydı, eski Trabzon Valisi'nin kaldığı evi asla keşfedemezdik.

Toplantıdan sonra Cemal Azmi'nin mağazasının önünden geçtim. Arada bir Ekmel,
iüks sigaraların satıldığı tezgâhın arkasında bulunurdu. Kendi halin de bir iş adamının
oğlu rolünü iyi bir şekilde oynaması icap ediyordu. İttihatçılar geldiği zaman onları
doğrudan, birkaç apartman ötede bulunan Babasının yanına götürürdü. Mağazanın içine
bir göz attım. Ekmel, müşterilerle ilgileniyormuş gibi görünmekteydi. Seto'nun şu ana
kadar hangi sebeple bize hiçbir bilgi getirmediğini anlayamryordum.

Eve döndükten sonra, Fritz'İ dışarıya çıkardım. Ona Robert diyordum, kendisi de yeni
ismine alışmış gibi duruyordu. O akşam Bertha da bizimle beraber gelmişti. Azmi'nİn
mağazasının önünden de geçtik. Ertesi günü düşünmek için cafelerden birine girdim.
Seto'nun nerede ve hangi İşle meşgul olduğunu bilmek istiyordum. Azmi'nİn butiğini göz
sttmda tutuyor diye biliyorduk. Oysa ki, buralarda tam üç gündür, sabahtan başlayarak,
önce akşam beşe ardından yediye ve sonunda gece dokuza dek taban tepmeme rağmen
bir türlü kendisini görmeye muvaffak olamamıştım. Daha önceleri M ile hazin bir tecrübe
yaşamış olduuğum için benzeri bir hadisenin bu sefer Seto'yla birlikte karşıma
çıkmasından endişe ediyordum.

18 Mart günü Seto, sonunda toplantılarımızdan birine iştirak ederek raporunu sundu.
Rapor özenle hazırlanmıştı. Sadece faaliyetlerini değil, ayrıca dakikası dakikasına her
birinin cereyan ettiği saati de kaydetmişti. Raporu öylesine parlak kelimelerle dolu olup,
göz kamaştıcı bir üslûpla kaleme alınmıştı ki, üyeliğe kabul maksadıyla parlamentoya
verilen bir dilekçeyi andırıyordu. Sonuç olaraksa Cemal Azmi'nİn dışarıya her çıkışında
iki sarışın adam tarafından izlendiğini bildirdi. Kendi düşüncesine göre bunlar Alman Gizli
Servis mensuplarıydı.

Sahan, Aram, Arsak ve Hratch hazırlamış olduğu rapor özetini büyük bir alâkayla
dinleyip, okun ması bittikten sonra kendisine teşekkür ettiler. Sahan bardağını konyakla
doldurarak, katliamcı Türkleri bizim için inlerine kadar takip etme becerisini gösteren
Seto'nun sıhhatine içmemizi teklif etti.

Tam kadeh kaldırırlarken müdahale ettim.

"Pardon" dedim. "Ben de raporunu büyük bir dikkatle dinledim. Her gün Cemal
Azmi'nin dükkânının bulunduğu sokağa gittiğini ve saat yarımdan bire kadar olan öğle
yemeği vakti haricinde yerini bir dakikalığına olsun terketmedîğini söylüyorsun. Oysa ki
son üç gün boyunca ben de aynı yerde sabah sekizden akşam beşe kadar durdum ve
akşam olduktan sonra köpeğim Fritz ile geri döndüm. Fakat, birkaç dakikanın dışında
seni orada göremedim."

Seto, birden hiddetlenerek inkâr etmeye başladı. Bende yüzüne karşı yalan söylediğini
söyledim. Sahan elindeki konyak kadehini aldığı yere bırakmıştı. Diğerleriyse
sessizliklerini muhafaza ediyorlardı. Seto bu sefer kendi hesabına beni yalancılıkla itham
etmeye başladı. Ne kadar tecrübeli ve yanılmaz olduğunu göstermek için hayatından
örnekler verdi. Bu güne dek kimse kendisini bu şekilde tenkit edip suçlamamıştı.
Hayatında ilk kez sözünden şüpheye düşülüyordu.

"Maalesef yalan söylediğin ortaya çıktı." dedim,


Asabi bir şekilde. "Sadece kutsal görevimizi zayıf düşürmekle kalmadın aynca
hayatlarımızla da oynadın. Cemal Azmi'yi iki defa gördüm. Kendisini takip edenler hiçbir
surette Almana benzemiyorlardı. Bir tanesi muhtemelen oğlu Ekmel'di, diğeriyse bir ke,
re sarışın değil esmerdi. Tekrar söylüyorum, üç gün zarfında seni orada sadece birkaç
dakika gördüm."

Sahan araya girerek Seto'ya başka bilgiler getirmesini söyledi. Seto'nun gidişinden
sonra kalkarak, Şahan'la birlikte cafeden dışan çıktık. Canı bir hayli sıkkındı. M,
İstanbul'a zehir zemberek bir mektup yazmış, bunun üzerine İdarecilerimiz korku ve
kuşkularını kendisine bildirmişlerdi.

Hratch'ın da pek neşesi yerinde değildi. Mehmet Ali rolünde daimi surette, tıpkı İttihatçı
ortaklarının yaptıkları gibi diğer Türklerin de zalimlikleriyle övünmelerine kulak misafiri
olmak zorunda kalmaktaydı. Zavallı Hratch, kılını bile kıpırdatmadan bütün bunları
dinlemek ve duyduğu acıyı gizlemek, onun için gerçekten zor oluyordu. Seto'nun biraz
önce anlattığı hikâyeler, bu böbürlenen Türkleri ebediyen susturma ümidi içinde yaşayan
Hratch'ın moralini daha da bozmasına sebep olmuştu.

Onunla birlikte Seto'yu bir tecrübeye tabi tutmaya karar verdik. Planımız, Azmi'nİn
mağazasından hayli uzakta bir adres seçerek, kendisine burasının önemli bir İttihatçının
ikametgâhı olduğunu söylemekti. Kendisine iki gün mühlet tanıdıktan sonra bu zaman
zarfında tesbit etmiş olduklarını bildirmesini isteyecektik. Bunun buz gibi bir tuzak
olduğunu bilmemize rağmen lüzumu konusunda ikimiz de fikir birliği içerisindeydik.

Akşam saat sekiz buçuğa doğru eve döndüm. Pek aç olmadığım için nerdeyse bütün
yemeğimi Robert'e verdim. Ardından köpeğin tasmasını almak için Frau Sack'ın kapısını
çaldım. Bertha kapıyı açarak benimle gelmek istediğini söyledi. Beraber dışarı çıktık. Bu
gezintiler esnasında Cemal Azmi'nİn apartmanının yakınlarında kalmaya çalışıyordum.

Bertha' nın işinden dönmekte olan ağabeyiyle karşılaştık. Kendisini İngiliz Cafesinde
bir bardak konyak içmeye davet ettim. Anında kabul ederek kızkardeşine köpekle
beraber eve dönmesini söyledi. Yol üzerinde, resmi elbiseli iki polis memuru da ha gelip
bize katıldı. Heyecanlı bir şekilde konuşmaya başladılar. Akabinde öğrendiğime göre
ormanda bir cinayet işlenmiş olup, Herr Sack da bu soruşturmada görev almıştı.
Robert'in, katilin yakalanmasında mühim bir rol oynaması gerekiyormuş.

İngiliz Cafesine girerken Sahan ve Aram'ı farkettim. Beni üniformalı iki polis ve
tanımadıkları bir Almanla beraber görünce hayli heyecanlanmışlar ama tanıdıklarını belli
eden hiçbir harekette bulunmamışlardı, şaşkınlıkları hoşuma gitti ve onları daha da
hayrete düşürmek için sanki çok eski arkadaşmışızcasına Herr Sack'ın kolundan tuttum.

Cafenin girişinde polis memurları yanımızdan ayrıldı. Herr Sack'ın bir konyak daha
içmesi için ısrar ettim. Akabinde cebimden on dolarlık bir banknot çıkartarak ertesi gün
için bunu Alman markına çevirmesini rica ettim. Artık çok iyi iki arkadaş olmuştuk; ne
hediyelerimi ne de davetlerimi reddediyor ve bende bu kardeşçe tavırlarıyla küçük
iyiliklerine kıymet veriyordum. Yeni bir elbise istediğim için beraberce terziye gitmeye
karar verdik. Birdenbire konuyu değiştirdi.

"Belgeleriniz için birşey yaptınız mı?" diye sordu. "Gidip kaydoldunuz mu?"

Beklemediğim bir soru sormuştu.

"Hayır" diye cevap verdim, "iki gün daha beklememi söylememiş miydiniz?”
"Ah, evet! Tümüyle aklımdan çıkmış. Merak etmeyin, bir hal çaresine bakarız.”

Ertesi günü postanedeki "Bekleyen Posta” servisine giderek, Viyana'daki arkadaşımın


bana yollamış olduğu, Gaiane'den gelen mektubu aldım. Gaiane, mektuplarına cevap
alamadığı İçin çılgına dönmüştü. Berlin'de olduğumdan haberi yoktu tabi. İşin aslı,
öylesine sinirli ve meşguldüm ki ona yazmak bir türlü içimden gelmemişti. Aynı gün,
Viyana'daki arkadaşım aracılığıyla kendisine bir mektup yolladım. Ardından Robert ile
birlikte dolaşmaya çıktık.

İnsanları takip etmek pek de kolay bir iş değildi. Arkadaşlarım da serbestçe


dolaşabilmek ve cafelerle birahanelere dikkati çekmeden girip çıkabilmek için birer kız
arkadaş bulmak zorundaydılar. Bertha ve Robert sayesinde bu konular benim için
problem olmaktan çıkmıştı ama Aram'ın bezginliğini anlamıyor da değildim. Sürekli bir
şekilde ayaklarının ağrıdığından şikayet ediyordu. Kuşkusuz, bu onun kabahati değildi,
ama biraz gayretle o da genç bir Alman kızı bularak bizim için daha faydalı bir hale
gelebilirdi. Bir kızla çıkıp dolaşmak bir miktar masrafa yol açsa da sonunda
kazandırabilecekleri düşünüldüğünde sıkıntıya değerdi.

Benim durumumsa ideal ölçülerdeydi diyebilirim. Sack'lar gayet rahat bir şekilde benim
Önümde konuştukları için tek sıkıntım daha iyi Almanca bilememekti. Yanlarında birkaç
yıl süreyle pansiyoner olarak kalmam fikri bir hayli hoşlarına gitmişti.

Bir akşam evdeki büyük salonda hepimiz bir araya geldik. Gayet samimi bir atmosfer
içinde konuşuyorduk. Frau Sack bu esnada bir şeyler örmekteydi. Bertha kitap okuyor ve
arada bir konuşmalara karışıyordu. Herr Sack ise aynanın önünde gömleğinin yakasını
düzeltmekteydi. Tabancasının yanındaki sandalyenin üzerine bırakmıştı.

Sakince yerimden kalkarak sandalyeye yanaştım. Revolveri alarak, sanki içersini


görmek istermişçesine namluyu kendime doğru çevirdim. Parmağım hafifçe tetiğin
üzerinde geziniyordu. Bu hareketimi gören Herr Sack çılgın gibi üzerime atlayarak
tabancayı koparırcasına elimden aldı. Zavallıcığın ol dukça korkmuş bir hali vardı.
Annesi de ayağa fırlayarak tabancasını rastgele ortada bıraktığı için oğlunu azarladı.
Bertha nerdeyse ağlamak üzereydi. Hepsinin de silahlara karşı sağlıklı bir yaklaşımı
vardı. Şaşırmış rolü yaparak onlara baktım. İstediğim etkiyi vermeyi başarmıştım.

"Kendinizi Öldürebilirdiniz!" dedi, beni düşünme nezaketini gösteren Herr Sack.

"Bu kadar küçük bir şeyle mi?" derken bir yandan başımı sallıyor öte yandan revolveri
gösteriyordum.

Hep birden gülmeye başladılar. Daha önce bir silahı bu kadar yakından görmediğime
ikna olmuşlardı. Bir daha elimi bile sürmeyeceğime dair kendilerine söz verdim. Bu küçük
komedim çok hoşuma gitmişti, kendi kendime meşhur Ermeni aktörü Sevoumian'ın bile
bu rolü bu kadar inandırıcı bir şekilde oynayamayacağını söylüyordum.

Ertesi gün, Kurfürstendamm Caddesi üzerinde Hratch'ı gördüm. Neşeli bir hali vardı.
Yan sokaklardan birine sapıncaya kadar kendisini izledim.

“Torcom" dedi, gülümseyerek. "Sana fevkalâde haberlerim var. Doktor Bahattin'in evini
buldum."

O kadar sevindim ki eline sarılarak kuvvetlice sıktım.


"Şahan'ın da haberi var" diye devam etti. "Bugün her zamanki cafede buluşmak üzere
randevulaştık. Ama Seto'ya doğru adresi vermeyeceğiz. Bakalım ne yapacak?"

Hratch adresi söyledi: Savigny Platz, 22 numara. Evi bulmak üzere harekete geçtim.
Adı geçen meydana bir sürü sokak açılıyordu. Meydana bakan evlerin hiçbirinde 22
numaraya rastlayamadım. Bunun üzerine en yakın sokağa girerek üzerinde 22 sayısının
bulunduğu kapıya yanaştım. Zili çaldım. Bir kadın gelerek kapıyı açtı. Kendisine Doktor
Schacht'ın burada oturup oturmadığını sordum. Bu esnada bir parça kağıdı kapı kilidinin
yuvasına tıkamayı başardım. Kadın bana bu apartmanda Doktor Schacht diye birisinin
oturmadığını söyledi. Teşekkür ettikten sonra uzaklaştım, birkaç dakika geçtikten sonra
geriye dönüp kapıyı iterek içeri girdim. Teker teker bütün dairelerin kapısı üzerinde
bulanan isimlere bir göz attım. Birinci katta aradığımı bulmuştum: Arap harfleriyle
yazılmış tipik bir Türk ismi zilin üzerindeydi. 'ALP'. Bu ismin Bahaeddin Şakir'in takma adı
olduğundan şüphem yoktu.

Yeniden zemin kata indim ve kilide sıkıştırdığım kağıt parçasını çıkardıktan sonra
yaptığım bu küçük soruşturmanın neticesini arkadaşlarıma anlatmak Ü2ere yola
koyuldum. Bu haberler onların da hoşuna gitmişti. Bu esrarengiz ALP, Bahaeddin Şakir
olmasa bile büyük ihtimalle peşinde olduğumuz Türklerden birine aitti. İttihatçıların
çoğunluğu artık takma isimler kullanarak yaşamaktaydılar. .

Kısa bir zaman sonra, hem de hiç beklemediğim bir sırada Bahaeddin Şakir'le
karşılaştım. Evinin tam karşısında sıklıkla giderek çorap ve iç çamaşırı satın aldığım bir
mağaza bulunmaktaydı. Tezgâhın etrafında oyalanarak apartmanı gözlüyordum.
Yağmurlu bir günde mağazanın önünde beklerken, yüzümün bir kısmını gizlemek
amacıyla elimdeki şemsiyeyi hafifçe öne doğru eğmiştim. Bu esnada gözüme, önümde
duran çizgili pantalon, onun ardındansa ceket takıldı; bu resmi bir kılıktı. Yavaş yavaş
şemsiyemi kaldırdım. Bana doğru ilerleyen şahsın tedirginmiş gibi bir hali vardı.
Yanımdan geçti ve ardından bana bakmak için başını çevirdi. Beni öylesine süzmeye
başlamıştı ki bu esnada karşıdan gelen bir başkasına çarptı. Çarptığı şahıstan özür
dilerken, fırsattan istifade ortadan kayboldum.

Doktor Bahaeddin Şakir't ilk kez işte böyle gördüm. Olanları Hratch'a anlattım. İzleyen
günlerde, her ihtimale karşı evine yaklaşmadım.

Vazifemizin bir an ön bitmesi için yanıp tutuşan Hratch, kendisine hak vereceğim
türden tedirginlikler yaşamaktaydı. "Belki de aynı gün benim de onlarla birlikte olmam
gerekebilir" diye tekrarlıyordu, acı bir gülümsemeyle. "Unutma. Belki tam yanıbaşlarında
olurum. Ümit edelim ki kendi arkadaşlarımın kurşunları bana İsabet etmez." Onu teskin
etmeye çalıştım. Ama günü geldiğinde hadiselerin nasıl gelişeceğini kim bilebilirdi?
Aslında bizim karşılaşacağımız tehlikenin de onunkinden geri kalır yanı yoktu.

Yine de çok hassas bir pozisyonda bulunan Hratch için üzülmekten kendimi alamadım.
Aklı ve cazibesiyle en üst kademede bulunan Türklerin müsamahasını kazanmış,
nerdeyse aranılan adam haline gelmişti. Türklerin eşleri de kendisini çok sevmekteydiler.
Talât Paşa'nın dul karısına yardım etmek suretiyle şövalye rolüne bile soyunmuştu.
Kendisini Kayserili bir zenginin oğlu sanıyorlardı. Bu uçan rol içerisinde, Türklerin eşlerini
eğlendirmek için, kanlı katliamların insanı isyan ettiren ayrıntılarını anlatmaktan büyük bir
zevk aldıkları anlarda bile, sürekli olarak hiçbir şeye metelik vermiyormuş gibi görünmesi
gerekiyordu.

Cemal Azmi'nin ağzından, Trabzon Valisi olduğu sıralarda, adamlarının Ermeni


çocuklarını nasıl denize attıklarını anlatmasını dinlemişti. O tarihten itibaren 'Trabzon
Canavarı' adıyla anılan Türk; "Balıklar o sene iyi beslendi." demekteydi.

Hratch'ın sinirleri, gerile gerile kopma noktasına kadar gelmişti. Buna rağmen seçtiği
rolü gece gün düz oynamaya devam ediyordu. Benim günlük hayatımsa ayrı bir
komediydi. Fakat seyircilerim olan bu aileyi iyi duygularla hatırlıyorum. Herr Sack'ı
yeniden görerek saygı ve içtenlikle elini sıkmayı sıklıkla istemişimdir. Belki bir gün bu da
mümkün olur.

Bir gün Joachİmstrasse'deki bir birahaneye girdim. Girerken Aram ve Arşak'ı farkettim.
Kıpkırmızı bir suratlı oturuyorlardı. Oldukça sinirli bir halleri vardı. Oturup, bir şeyler
ısmarladıktan sonra yan masada oturan Almanların, arada bir bjzimküere sert sert
bakarak kendi aralarında homurdanmakta olduklarını farkettim. Muhtemelen Arşak'a
kızmışlardı. Almanlardan biri küfretti. Aram, sakinleştirmek istercesine Arşak'ls
konuşmaya başladı.

Arsak çok iyi bir arkadaştı ama ne zaman içse ortalık karışıyordu. Bir keresinde,
İstanbul'dayken bizimki yine içip içip daha sonra da giderek, o esnada Pera bulvarında
kocasıyla beraber yürümekte olan, bir İngiliz subayının karısına laf atmıştı. Subay, hem
de yerli halka mensup birinden gelen, bu kertede bir hakarete aldırmazlık edemezdi.
Arşak'ı boks maçına davet etmişti. Etrafımızda anında bir kalabalık oluşmuş ve yoldan
geçenlerden biri, İngiliz'in talebini Arşak'a tercüme etmişti. Arsak, tercüman vazifesi
gören şahsa: "Bokstan hiç anlamam. Erkekse çeksin bıçağını öyle hesaplaşalım." derken
paltosunun önünü açarak subaya bıçağını göstermiş ve teklifini tekrarlamıştı. Bunun
üzerine İngiliz, karısının kolundan çekerek uzaklaşmıştı.

Hadiseye şahit olan ve küstah bir İngiliz subayının hak ettiği dersi almasını görmek için
yanıp tutuşan polis memurlarıysa Arşak'a bir kahramanmış gibi davranmışlardı. Benim
vurdumduymaz arkadaşım, gayet rahat bir şekilde aynı hadiseyi Almanya'da da
tekrarlayabilirdi. Alman ayağa kalktığı anda Arşak'ın ceketinin ceplerinde birşeyler
aranmakta olduğunu gördüm. Birahanede hır çıkmasının ardından gelen bir
tutuklanmanın hepimiz için ağır sonuçları olurdu. Apar topar hesabı Öder ödemez,
Aram'ın da yardımıyla Arşak'ı birahaneden dışarı çıkardım ve sokakta kendisine ağzıma
geleni söyledim. Asabım bozuk bir halde ikisinin yanından ayrıldım ve kendime gelip
kaiamı toplamak amacıyla bir parka girdim. İstanbul'daki arkadaşlarımız arasında bir
yığın bozguncu hikâye ağızdan ağıza dolaşmaktaydı; Berlin'de, Seto denen şahıs aslı
olmayan olayları gerçekmiş gibi anlatmak suretiyle bizi aldatmaya çalışmıştı; ve işte
hepsinin üzerine tüy dikercesine sevgili arkadaşımız Arsak, içtiği zaman kendine hakim
olamadığını bir kez daha ispat etmişti.

O akşam Sahan ve Hratch'la beraber Seto'yla randevumuz vardı. Yeni yalanlan hayal
kırıklığımı daha da artırmaktan başka bir işe yaramadı. Nereye baksa Alman gizli ajanları
görüyordu. Yarın, kendisine Bahaeddin Şakir'in kaldığını söylediğimiz evle ilgili bir
faaliyet raporu verecekti.

Seto ayrıldıktan sonra canım sıkılmış bir halde Arşak'ın az daha sebebi olacağı tatsız
hadiseyi anlatarak, kendisini hazırlık safhasının sonuna kadar Viyana'ya göndermeyi
teklif ettim. Sahan kabul etti ve yarından tezi yok Arşak'la konuşacağını söyledi.

Hratch'la beraber sokaklarda biraz daha oyalandık. En azından o, gayretle çalışıyordu.


Yakında belli başlı Türk idarecilerinin düzenlediği bir toplantıya davet edilmeyi
bekliyordu.

Ertesi gün yağmur başladı. Soğuk almış olduğum için saatlerce evde vakit geçirmek
zorunda kaldım. Geçmeyeceğini anlayınca doktora gittim. O da bana aslında belirli bir
hastalığım olmamakla beraber, aşırı derecede yorgun düşmüş olduğumu söyiedi.
Sıkıntılarımın ve Türkleri takip edeyim derken geçirmiş olduğum uzun saatlerin mükafatı
bu olmuştu. Ardından Cafe Hamburg'a gittim ve burada kuytu bir masada arkadaşlarımla
birlikte Seto'nun gelişini bekledik. Sonunda ortaya çıktı. Bitmiş tükenmiş birisi gibi
yürüyordu. Oturup bir bira sipariş ettikten sonra cebinden not defterini çıkardı.
Yazdıklarını yeniden gözden geçirip birkaç düzeltme yaptıktan sonra söze başladı.
Kendisini büyük bir ciddiyetle dinliyorduk.

Heyecanlı bir şekilde Doktor Bahaeddin Şakir'in evinin önüne gidip beklediğini
(kendisine verdiğimiz sahte adresten bahsediyor) ve sonunda Kendisini görebilmek için
bu halde saatler geçirdiğini anlattı. Türk'ün arkasından iki adam geliyordu. Sürekli olarak
etraflarını kontrol ettikleri için onun koruması olmaları gerekiyordu. Arkadaşımız bütün
gün onların peşinden ayrılmamıştı. Yiyip içmek için bile bir an için ara vermemişti.
Bahaeddin Şakir'in evine dönmeden önce onları gözden kaybetmek İstemiyordu. İşte bu
sebeple randevumuza bile ancak bu saatte gelebilmişti.

Hikâyesini öylesine bir ustalık ve kendine güvenle anlatmıştı ki, Bahaeddin Şakir'in
gerçek adresini bilmesek söylediklerine biz de inanacaktık. Kendimi zor tutuyordum.
İçimden ağzını burnunu kırmak geliyordu. Hratch, düşüncelerimi okumuş olacak ki,
Seto'nun sözünü keserek, lafı bana bırakmadan, kendisini yalan söylemekle suçladı.
Ardından deneme amacıyla kendisine sahte adres verdiğimizi de söyledi.

"Raporun baştan sona hayal mahsulü" dedi Hratch.

Seto, şaşkınlıktan tebeşir gibi bembeyaz kesilmisti. Maskesini yüzünden çekip


almıştık. Bundan böyle bize bir faydası dokunamazdı, işin bütün mesuliyeti benim
omuzlarıma yıkılıyordu. Arşak'ın Viyana'ya hareket etmesi lazımdı. Aram'ın
çalışkanlığından kimsenin şüphesi yoktu ama onun da bünyesi çok zayıftı. Çabucak
yoruluyordu. Gürcistan'daki Medegh Hapishanesinde gördüğü eziyetlerin sağlığını bir
daha düzelmemeeesine bozmuş olacağından kaygılıydım.

Yoldaş Sahan ise, kendi adına, özellikle göze batmamayı gerektiren böylesi zorlu bir
İşe göre biri değildi. Dış görünüşü üzerine burada birkaç söz söylemek istiyorum. Kendisi
insanların yolda gördükleri zaman başlarını çevirerek bir daha bakacakları cinsten biriydi.
Uzun saçları vardı ve yakası kürklü upuzun bir palto giyiyordu. Bu artistçe görüntü
kendisinin çok hoşuna gidiyordu. Birahane müşterilerinin kendisini işaret ederek kim
olduğunu birbirlerine sormalarına bayıldığından da zerre kadar şüphem yoktu.

Arsak, Aram ve Sahan bu şekilde saf dışı kalıyorlardı. Bu sebeple, Türkleri takip
ederek ortamı hazırlamak için benden başka kimse mevcut değildi. Bu da bazı
problemleri beraberinde getiriyordu. Daha önceden söylediğim gibi, tetiği çekecek olan
kişinin o ana kadar daima gölgede kalması lazımdı. Enerji ve zihin açıklığımı muhafaza
etmem çok önemliydi. Bunun içinse saatler boyu dinlenmem icap ediyordu. Ama buna
riayet edemeyeceğim belliydi. Başlı başına ağır bir iş olan takip faaliyetinden sonra,
güçsüz ve asabi bir hale düşüp görevimin en mühim bölümünü kendi ellerimle sabote
edersem ne olacaktı? Peki ya beni teşhis edecek olurlarsa? Berlin'de yaşayan Türkler,
korkularından, hayli ihtiyatlı hareket ediyorlardı. Ve son olarak, Sack ailesine gece
gündüz demeksizin saatler boyu ortalıktan kayboluşumu nasıl izah edecektim?

Bu problemleri tartıştıktan sonra, istemeye istemeye yeniden Seto'nun yardımına


başvurmaya karar verdik. Bu kepazelikten sonra kendini temize çıkarmaya çalışacağını
ümit ederek, bu sefer doğru adresi verdik. Sahan, Seto'nun gözaltında tutması gereken
bölgeye hepimizin sırayla giderek onu kontrol etmemize karar verdi. Böylece Seto Efendi
kendisinin de sürekli kontrol altında olduğunu bilecekti.

Arsak'in Viyana'ya gitmek üzere Berlin'den ayrılıp ayrılmadığını kontrol etme vazifesi
de bana düşmüştü. Sahan'm emirlerine rağmen birkaç gün daha kalmak istiyordu. Tren
Düetini almış olmama rağmen bir türlü ayrılmak istemiyordu. Hareket etmesi icap eden
gün kendisine Hayvanat Bahçesinde rastladım.

"Arsak" dedim. "Ancak yemek yiyecek kadar zamanımız var. Karar verildi bir kere.
Senin de bu karara uyman gerekiyor. Haydi, lütfen."

Biletini cebimden çıkartarak kendisine uzattım. Başı öne eğik bir vaziyette uzattığım
bileti aldı. Memnun olduğu zamanlar aramız hayli iyiydi. Canı sıkkın ya da kızgın olduğu
zamanlarsa inatçılığı tutuyordu. Elimden bileti aldığında derin bir nefes aldım. 0 zaman
gözlerinin yaşardığını farkertim. Berlin'e büyük ümitlerle gelmişti ve işte şimdi kendisine
gitmesi emrediliyordu. Ağzının içinden birşeyler söylüyordu. Hepimizin yedi ceddine
kalayı bastığından emindim. Hazırlık çalışmaları biter bitmez kendisini çağıracağımızı
söyleyerek teselli etmeye çalıştım.

"Arsak" dedim. "Seni geri getirteceğimizden emin olabilirsin."

"Ah, siz mi!" dedi, titreyen bir sesle. "Bütün paşalarla siz hesaplasın, kırıntıları da bana
bırakın."

Ağlamaya devam ediyordu.

"Çocuk olma Arsak. İnan bana seni çağıracağız."

"Unutmayacağım" diye homurdandı.

Böylesine güçlü kuvvetli bu adam aynı zamanda bir çocuk kadar da duygusaldı. Hüzün
dolu kara gözleriyle bana uzun uzun baktı.

Neticede, Gara gitmek üzere harekete geçtik. Kendisini trene bindirdikten sonra,
Şahan'a raporumu sunmak üzere İngiliz Cafesine uğradım. Daha sonra Robert'le
İlgilenmek üzere eve döndüm.

Kapıyı açar açmaz köpek, alıştığı şekilde üzerime sıçrayarak her iki ön ayağını
omzuma koydu. Yiyeceğini verdikten sonra beraberce dolaşmaya çıktık. Döndüğüm
zaman Herr Sack, elbisemin hazır olduğunu ve yarın gidip alabileceğimi söyledi. Takip
faaliyetleri hayli zengin bir gardrop gerektiriyordu.

Odama girer girmez yatağıma uzandım. Üstlenmiş olduğum vazifeyle ügili hayallerim
kafamda dört dönüyordu. İşlemesinde karşılaştığım güçlükler devam etse bile
mekanizma bir kere çalışmaya başlamıştı. Fakat kader anı geldiğinde her şeyin yolunda
olması gerekiyordu. Bu görev biter bitmez, resmi olarak Gaiane'yle nişanlanmak için
İstanbul'a dönecektim. Ardından Amerika'ya giderek evlenecektik. Orada İş hayatına
atılacak ve ne günlük sıkıntılar ne de şu an yaşadığımız gibi bunalmımlı anlar olmaksızın
rahat bir hayat sürecektik. Bu mümkün olmadığı takdirde belki de çocukluk hayalimi
gerçekleştirir ve doktor olurdum.

Daha sonra Arşak'ı düşünmeye başladım. Berlin'deki sorumsuzca davranışlarının bizi


hizmetlerinden mahrum bırakması ne acıydı. Becerikli, yorgunluk bilmez ve takip
işlerinde uzman biri olduğu herkesin malûmuydu. Gıkını çıkarmadan saatlerce
çalışabilirdi. Daha önceki hizmetleri kusursuzdu. Maalesef bu dağların adamı, şehir
hayatına pek de ayak uyduramamıştı. Seto'daysa bu meziyetlerden biri bile yoktu.
Şüphesiz daha sonra onu da uzaklaştırmak zorundaydık. Kafamda bu kadar düşünce
cirit atarken bir türlü uykuya dalamıyordum. Günün her saatinde insanı meşgul eden yeni
problemlerin ortaya çıkışı da mevcut sıkıntılarımızın üzerine tuz biber ekiyordu.

Sack'ların sıcak aile ortamı bile benim rahatlamamı sağlayamıyordu. Tabancamı bir an
için bile üzerimden ayırmamaktaydım. Frau Sack ve Bertha'yla gülüp şakalaşırken bile
oynadığım genç talebe rolüne aykırı düşecek bir hareketim olmamasına dikkat
etmekteydim. Aynı zamanda Herr Sack ile onu her ' gün ziyaret eden polis memurlarının
da yüz ifadelerini de kendilerine belli etmeksizin İzlemem gerekiyordu. Robert ile beraber
bulunduğum anlarda bile tetikte olmak zorundaydım. Kokumu almak için üzerime
sıçradığında cebime gizlediğim revolverime tehlikeli bir şekilde yaklaşıyordu. Silahımı
odamda bırakmak söz konusu dahi olamazdı. Hizmetçi kadın, o kadar masum görünen
genç pansiyonerlerinin Amerikan malı, Savage marka, pırıl pırıl bir otomatik silah
taşıdığını söylediği zaman Frau Sack ne derdi acaba? İşte bu düşünceler gecenin bir
vakti beni uyanık tutmaya yetiyordu.

Ertesi gün İngiliz Cafesine gittim. Arkadaşlarla birlikte konuşmak için bir işaret üzerinde
mutabık kaldık; masanın üzerine parmaklarımızla piyano çalarmış gibi vurduktan sonra
bir randevu yeri kararlaştırmak üzere tuvalette buluşacaktık. İstanbul'da zemin katta
bulunan aynı ismi taşıyan benzerinden esinlenerek 'Bodrum Palas' adını taktığım cafede
Seto'yla buluştuğum zaman bu işaretten kendisine de söz ettim. Seto, Bahaeddin Şakir'i
Azmi'nin evine dek takip etmiş olduğunu söyledi. Kendisine iki adam eşlik etmekteydi.
Bunlar yanından geçerken Seto'ya bir göz atmışlar, ardından uzun uzun süzmüşlerdi.
Seto beni daha temkinli davranmaya davet etti. Ona kalırsa en azından bir hafta
müddetle faaliyetlerimizi askıya almalıydık, istanbul'a yazmış olduğu mektupta da bu
düşüncelerinden bahsetmiş ve cevap olarak Yöneticilerimizin derin bir tedirginlik içinde
olduğu haberi gelmişti.

Şüphe yok ki mesele çıkarmakta olan tek arkadaşımız Seto değildi. Aram, Arşak'ın
artık burada olmamasına üzülüyordu. Arkadaşından ayrılmak İstemiyor ve durum böyle
olunca bu yabancı şehirde bir başına kaldığı İçin kendini tehlikede hissediyordu. Ona
yardımcı olmaya çalıştım ama kendisni tutup kaldığım eve götürecek durumda da
değildim.

Bir gün, İngiliz Cafesinde Herr Sack'la birlikte otururken Aram içeri girdi ve daha Önce
kaç kere yapmamasını tembih etmiş olmama rağmen dosdoğru masamıza ilerledi.
Verdiği selamı almaya mecbur kaldım ve kendisini Herr Sack ile tanıştırdım.

"Geçenlerde tanıştığım bir Rus arkadaş" dedim. "Ermenice de biliyor."

Güleryüzlü ev sahibim, ana dilimde rahatça sohbet edebileceğim bir arkadaş bulmuş
olduğumu öğrenmekten çok memnun oldu. Bizi başbaşa bırakma inceliğini göstererek
cafeyi terketti. öylesine kızmıştım ki, Aram'ı sipsivri ortada bırakarak, bir kelime bile
etmeksizin çekip gittim.

Aynı günün akşamı Aram'la yeniden karşılaştık. “Torcom" dedi. "Neden bu kadar
kızgınsın? Kalbimi kırdığını biliyor musun. Korkma, merak etme. Bir rüya gördüm, Bütün
Türkleri öldürmüşüz ve bir melek bize elini uzatarak emin bir yere götürüyor." Her gece
Aram, bu türden rüyalar görürdü. Rüyalarını en İnce ayrıntılarına varıncaya kadar sadece
bana değil bu konuda en az onun kadar merak sahibi olan Şahan'a da anlatırdı.
“Tamam, böyle saçmalıklardan bahsetme artık." diye cevap verdim.

"Torcom, gerçekten canın sıkkın senin."

Aslında Aram'ın rüyası gerçekleşecekti. Her ikimiz de vazifemizi başarıyla yerine


getirdikten sonra sağ salim Almanya'yı terkedecektik.

Doktor Bahaeddin Şakir'i sırayla takip etmeye karar vermiştik. Sabahları ben
çalışıyordum, öğleden sonralarıysa işi Aram devralıyordu. Yavaş yavaş Aram'in sağlığına
hiç de Özen göstermediğinin farkına vardım. Medegh Hapİshanesindeki işkence
seansları onu fevkalâde zayıf düşürmüştü. Sıklıkla istirahate ihtiyacı olmasına rağmen
çalışmasını aksatmadan sürdürüyordu. Hayli gergin olduğum için arada bir ben de
sabrımı kaybediyordum. Aram, Seto'yu görev mahallinde bulamamaktan şikayetçiydi.
Gerçekten de, şu ana kadar onu beş dakikadan daha fazla çalışırken gören kimse
olmamıştı. Kendisini kontrol etmeye geldiğimizi bildiği zamanlardaysa ortalıkta görünmeyi
ihmal etmeyecek kadarda kurnazdı. Verdiğimiz vazifelere çok az zaman ayırdığından
haberdar olduğumuz için bu taktik de fazla işine yaramıyordu.

İki gün sonra Aram'ı son derece sinirli bir halde buldum. Doktor Bahaeddin Şakir'in
kendisine şüpheli şüpheli baktığını farketmişti. Seto, İşini adam gibi yapmış olsaydı,
Aram ve ben kendimizi müstakbel kurbanlarımızın bakışlarının ortasına atmak zorunda
katmayacaktık. Bu hadiseden sonra takip faaliyetlerine iki gün süreyle ara verdik.
Bahaeddin Şakir'i bu gibi gezintilerden birinde ortadan kaldırmak mümkün olsa da,
hepsini birden yok etmek için bü tün Türklerin iştirak ettiği bir toplantı düzenlenmesini
beklemeyi tercih ediyorduk.

Sabırsızlığımız ve bu işe pek de yatkın olmayışımız bu tarz takip faaliyetlerini daha bir
zor hale getiriyordu. Kararlılığımız, gerçekten de bir dereceye kadar tecrübesizliğimizi
telâfi etmekteydi. Fakat, yabancı bir memlekette bulunduğumuz için, istanbui'dakine
kıyasla daha sıkı bir şekilde çalışmamız gerekiyordu. Ne Aram'da ne de bende
Almancanın eseri yoktu. Yolumuzu bulmak için habire elimizdeki şehir haritasına bakmak
zorundaydık, sokak adlarını akılda tutmaksa ayrı bir meseleydi. Yine da bütün bu
güçlülerin üstesinden gelmeyi başardık.

28 Mart günü Seto'yla buluşmak için yeniden bir araya geldik. Alışık olduğu şekilde
yine kanımızı donduracak kadar feci bir rapor hazırlamıştı. Polisin peşimizde olduğunu
söyledi. Zira hem Doktor Bahaeddin Şakir'in hem de Cemal Azmi'nin ikametgahları Gizli
Polise ait devriyelerle kontrol altında tutulmaktaydı. Türklerin evlerinin içinde nerdeyse
barikat kurmuş olduklarını ve Hratch'dan da şüphelenmeye başladıklarını da ilave etti.
Anlattıklarını daha da inandırıcı hale getirmek için, biraz da Ermenistan'da polis müfettişi
olarak çalıştığı sıralarda yaptıklarından söz etti. Artık çizmeden yukan çıkmıştı. Her ne
pahasına olursa olsun bu mübalağalarına bir son vermek gerekiyordu.

Anlattıklarında bir parça gerçek payı bulunduğunu biz de bilmekteydik. Talât ve Said
Halim suikastlerinden sonra, sürgünde yasayan Türkler güvenliklerine fevkalâde özen
göstermeye başlamışlardı. Yine de Seto, evdeki barikatler ve Gizli Polis devriyelerinden
bahsederken yalan söylemekteydi. Tehlikeyi olduğundan büyük göstermek suretiyle
bizleri caydırarak, daha fazla riske atılmamamız yolundaki kendi pozisyonuna
yaklaştırmaya çalışıyordu. Korkuyor ve vazifemizi unutturmak istiyordu. Herr Sack benim
önümde birçok kereler muhtelif hadiselerden bahsetmiş ama bir defasında bile Türk'
kelimesini ağzına almamıştı. Hratch vasıtasıyla Türklerin Alman Polisinden yardım
istediğini öğrenmiştik. Ama Almanların, korkmuş ecnebilerin korunmasını temin etmek
için ne İstekleri ne de İmkânları vardı. Daha da İyisi, grup halinde dışarı çıktıkları zaman
kendilerini korumak üzere istisnai olarak bir polis memuru vermeyi de teklif etmişlerdi.
Seto'dan bir kere daha artık hikâye uydurmamasını rica ederek vazifesine geri
gönderdik.

8 Nisan günü nedense her zamankinden de soğuktu. O gün hasta olduğum için
boynuma bir atkı bağladığımı hatırlıyorum Aram ve ben cafelerden birinde ayrı masalara
yerleşmiş bir vaziyette b?kl:;.'ken Seto içeri girdi ve bana bir grup Türkün Cemal Azmi'nin
apartmanında bir araya geleceğini söyledi. Ardından başka bir işle meşgul olduğu
bahanesiyle, bu konuda bir rapor hazırlayacağını söyleyip aceleyle yanımızdan ayrıldı.
Aram'a işaret verdikten sonra beraberce dışarıya çıktık. Sonraki dört saat boyunca
zamanımızı Azmi'nin eviyle Doktor Bahaeddin Şakir'in ikametgahı arasında gidip gelerek
geçirdik. Bu zaman zarfında yakın ya da uzaktan ne Türke ne de Alman Gizli Polisine
benzeyen bir tek kişi dahi gözümüze çarpmadı. Herr Sack'la beraber görmüş olduğum
için polislerden bazılarını tanımaktaydım. Akşam saat yediye doğru Bahaeddin Şakir,
yanında yaşlı bir adamla birlikte evinden dışarı çıktı. Onları Cemal Azmi'nin apartmanına
kadar takip ettik. Bizim haricimizde onların ne peşinde ne de refakatinde kimsecikler
bulunmuyordu.

Akşam üzeri Seto'yu beklemek üzere her zamanki cafemize gittik. Siyah defteri
koltuğunun altında olmak üzere İçeriye girdikten sonra, bütün öğleden sonrasını Cemal
Azmi'nin evinin önünde geçirdiğini söyledi. Bu esnada Gizli Polise mensup bulundukla n
kuşkusuz olan bazı şahıslar gözüne çarpmıştı. Binayı saat yedi buçuğa dek göz altında
tutmuş olup, gidip gece yansına kadar gözetlemeye devam etmeye hazırlanmaktaydı.
Oysa ki, ne Aram ne de ben kendisini Bahaeddin Şakir'in ya da Cemal Azmİ'nin
evlerinden birinin önünde bir an için bile görememiştik.

“Yine yalanlarına başladın" dedi Aram, yüzüne karşı.

Seto, düştüğü durumdan şaka yaparak kendisini kurtarmaya çalıştı. Başka bir zaman
bu durum eğlenceli olabilirdi ama o gün Berlin'den hemen ayrılmamız istendiği için büyük
bir hayal kırıklığı içindeydik. Ona beş paralık fayda sağlamadığı gibi üstüne üstlük
faaliyetlerimize zarar vermeye başladığını da söyledik. Kendisine bir şans daha
tanımamızı rica etti. Anında reddettik. Bunun üzerine değerini ispatlamak amacıyla en
azından üç günlük bir süre tanımamız için yalvardı. Kendisi eski bir dava arkadaşımızdı,
elimizden geldiğince insan içine çıkamaz hale gelmesini önlemek istiyorduk.

Zaman geçmekteydi ama hâlâ hedefimizin uzağında olduğunu hissediyorduk. Aram,


Polise giderek kendini Alman toprağında yabancı olarak kaydettirdiğinden, bir ay sonra
vizesi sona erecekti. Kendi hesabıma bu formaliteden sıyrılmayı başarmıştım, vazifemi
bir an önce bitirerek bu toprakları terketmek istiyordum, fakat bu problemin de tümüyle
çözüme kavuştuğunu söyleyemezdim. Zaman zaman bu zorunluluk Herr Sack'ın da
aklına geliyor ve her defasında da üzülecek bir şey olmadığını söylüyordu. Ona bakılırsa
Berlin'de senelerce kalabilirdim. Başka zamanlardaysa bu formaliteyi müsait bir anımda
aradan çıkarmamın fena olmayacağını söylüyordu. Onun müsait olduğu anlardaysa ben
hep 'meşgul' oluyordum. İşinin başından aşkın olduğunu hissettiğim zamanlardaysa bu
sefer ben, beraberce giderek bu kayıt formalitesini halledip halledemeyeceğimizi
soruyordum. Bu ilave problem de gece gündüz beynimin bir köşesini kemiriyordu.

Ertesi akşam, Seto gelerek raporunu takdim etti.

"Bir hiç için ter döküp kendimizi helak ediyoruz." dedi. "Berlin'de hiçbir şey
yapamayacağız. Takip ettiğimiz insanlar artık evlerinden dahi dışarı çıkmıyorlar."
Bu defasında onu yalancılıkla suçlamaya bile gerek yoktu. Aradan yarım saat bile
geçmemişti ki, Bahaeddin Şakir bizzat karşımıza çıkmak suretiyle arkadaşımızın
gerçekleri çarpıttığını ispat etti. Seto'nun raporunu dinledikten sonra İngiliz Cafesine
gitmek üzere yola koyulmuştuk. Yolda, bu İttihatçı canavarını Uhlandstrasse'de karısıyla
birlikte yürürken gördük.

Onları takip ettik. Fazlaca uzak olmamasına rağmen tramvaya binerek, Cemal
Azmi'nin evinin önünde indiler. Ya yolda yürümekten korkuyorlardı ya da aynı mesafeyi
yayan katetmek için haddinden fazîa yorgundular diye düşündüm. Koşarak Aram'ın
yanına gittim. Eğer bugün Cemal Azmi'nin evinde bir toplantı olacaksa, bu an harekete
geçmek için belki de İdeal zamandı.

Saat onbir olmuştu. Sahan ve Hratch çoktan evlerine dönmüşlerdi. Aram'la ben, soğuk
ve karanlıkta beklemeye devam ettik. Kader anının gelip gelmediğini kendi kendimize
soruyorduk. Ne yazık ki yarım saat sonra Bahaeddin şakir karısıyla beraber dışarı çıktı.
Onların arkasından Cemal Azmi'nin apartmanını terkeden olmadı. İttihatçılardan en az
ikisini birden ortadan kaldırma ümidimiz o akşam için uçup gitmişti.

Eve öylesine yorgun ve hayal kırıklığı İçinde dönmüştüm ki, ayakkabılarımı bile
çıkarmadan, elbiselerimle beraber yatağın üzerine uzanıp uyuyakalmış tim. Ertesi sabah
Herr Sack, vakit kaybetmeden Polise giderek kayıt işlemini yaptırmamız gerektiğini
söyledi. Almanlar, bu kural konusunda daha sıkı davranıyorlarmış gibi görünmekteydiler.
Gereksiz yere çıkabilecek aksilikleri önlemek için aynı gün benimle birlikte karakola
kadar gelmeyi de teklif etti. Bizi, Seto gibi bir beceriksizle ödüllendirdiği için bahtıma
yanıyordum. Aynı işleri daha becerikli bir mesai arkadaşıyla yapmaya kalkışsaydık şu
anda Almanya'yı terkediyor olacaktım.

Cebimden iri bir deste mark çıkartarak Herr Sack'a uzattım ve kendisinden bu kayıt
işiyle benim adıma alâkadar olmasını rica ettim. Bu arada ürkek ve masum bir talebe
havasına bürünerek:

"Benim de gelmem gerekir mi?" diye sordum.

"Ne desem bilmem ki" dedi, banknotlara bakarak. "Belki de gerekmez. Ama bir de
resminiz lazım sevgili arkadaşım. Geç bile kaldık. Onsuz olmaz."

"Çok güzel. Yarın resim çektirmeye gidiyorum." Vakit kazanmak için fazladan bir gün
daha bekledikten sonra giderek gözlüklü bir resim çektirdim (Almanya'da kaldığım
sıralarda sarı çerçeveli bir gözlük takmaktaydım). Fotoğrafı Herr Sack'a verdiğim zaman
bürosunda bir başka meseleyle uğraşıyordu. Bu sefer de bu yüzden bizim kayıt işi
yeniden unutuldu.

O akşam Sahan, Hratch ve Aram'la bir cafede bir araya geldik. Bu sefer Seto'yu en
azından sıcak bir yerde bekliyorduk. Sahan bir hayli tedirgindi. Onu bu şekilde rahatsız
edenin ne olduğunu düşünerek benim de bir miktar canım sıkıldı. Birden bir mektup
çıkarttı. Mektup, istanbul'dan gelmekteydi. Seto, daha önce de müteaddit defalar
Teşkilâtımıza mektup yazmıştı, şu sıralar İstanbul'da bulunmakta olan M de,
yöneticilerimizi Berlin misyonunun başarısızlığa mahkûm olduğuna ikna edecek şekilde
ra por vermişti. M gibi ihtiyatlı biri olan Seto, bir an önce İstanbul'a çağrılmadıkları
takdirde gidip kendilerini öldürtecek derecede aşırı heyecanlı arkadaşları İçin duyduğu
kaygı sebebiyle bu mektubu gizli tutulması kaydıyla kaleme almıştı.

M ve Seto, daha önceden Teşkilâtımıza faydalı hizmetleri geçmiş olgun İnsanlardı.


Sebep oldukları mektup ve rapor bombardımanı karşısında Yöneticilerimiz pes ederek,
Şahan'a bir an Önce faaliyetlerimize son vermemiz emrini göndermişlerdi.

Bu haber karşısında hepimiz şok geçiriyorduk. Öfkeme hakim olarak söz istedim:

"Bu işi bana emanet edin. Ben, geri dinmek istemiyorum. Nerdeyse her gün
karşılaştığımız Bahaeddin Şakir ve Cemal Azmi gibi iki adamı sağ salim arkamızda
bırakarak geri dönmemiz bizim için hem utanç hem de şerefsizlik manasına gelir."

Şahan'dan vakit geçirmeksizin bu talebimi İstanbul'a İletmesini rica ettim. Hratch da


benimle aynı fikirdeydi.

"Fakat herşeyden önce" diye ilave ettim., "Seto'yu Berlin'den uzaklaştırmamız


gerekiyor. Bırakın İstanbul'a dönsün. Bu iş için Aram'la ikimiz yeter de artarız bile."

Ertesi gün, Aram'la beraber gözetleme faaliyetlerine yeniden başladık. Farklı işaretler
ve buluşma yerleri kararlaştınyor ve fevkalâde mecbur kalmadıkça bir arada
görünmemeye çalışıyorduk. Tabancalarımızda kurşun namluya sürülü bir vaziyette
bekliyor ve bu vazifenin üstesinden gelebileceğimizi göstermek için sabırsızlanıyorduk.

ONBİRİNCİ BÖLÜM ÇİFTE SUİKAST

12 Nisan kutsal haftaydı. Yedi sene önce bu zamanlar İttihat ve Terakki Hükümeti,
nihai hedefi tüm Ermeni meselesini bir defada kökünden halletmek olan kitlesel imha
planını yürürlüğe koymuştu.

Şu an için, adaletin yerine geldiğini görmeden ayrılmayı düşünmediğimiz Berlin'de


bulunuyorduk. Biz Ermeniler için kutsal hafta üzücü hatıraları da beraberinde
getirmekteydi. Gecenin bir vaktinde Polisin alıp götürdüğü, akabinde muhakeme
edilmeden sürgüne gönderilen ve o topraklarda hayatını kaybeden sevip, değer
verdiğimiz kişiler aklımıza gelmekteydi. İşkence gören ve katledilen yüz binlerce masumu
hatırlıyorduk. Aram'la ben, düşüncelerimize gömülmüş bir vaziyette çarelerden birinde
oturmuş, konyaklanmızı yudumluyorduk. Beş gün İçerisinde önde gelen İttihatçılardan
ikisinin daha ölmüş olacaklarını henüz bilemezdik. O gün, tek sahip olduğumuz korkuyla
kanşık ümitlerimizdi.

Hratch içeri girerek eski Bahriye Nazırı Cemal Paşa'ntn eski Harbiye Nazın Enver
Paşa'yla birlikte gelmiş olduklarını haber verdi. Beraberce Enver Paşa'nın Grünwald'deki
evinde kalacaklardı.

Etrafındaki büyük bahçe yüzünden pek yanına yaktaşamasamda bahis konusu olan
evi daha önce iki kez görme imkanını bulmuştum. Grünvrald'a gitmeden önce Şahan'ı
aimak için İngiliz Cafesine uğradık. Enver'in ikametgâhının yakınlarında iki saatlik bir
bekleyişten sonra Cemal Azmi'nin geldiğini gördük. Bahçeden içeri girdi. Elinde küçük bir
paket taşımaktaydı. Türk adetlerini gayet iyi bilen Hratch, paketin içinde muhtemelen tuz
olduğunu söyledi. Zira Türkler arasında arkadaşlarına tuz hediye etme alışkanlığı
bulunmaktaydı. İki Türk Azmi'ye eşlik ediyordu.
Azmi'nin evi artık devamlı olarak gözetlenmekteydi. Sabahları ben, öğleden
sonralarıysa Aram, sürekli bir şekilde evin yakınlarında bulunuyorduk. Genellikle evin
içinde bulunduğu adanın etrafında şöyle bir dolaştıktan sonra yakınlardaki bir cafeye
girerek apartman girişini de görebileceğimiz şekilde oturuyorduk. Zaman zaman,
gerginliğimizin bir parça azaldığı anlarda Aram, takip ettiğimiz Türklerin hayatları
hakkında daha fazlasını öğrenmek istiyordu. Bunlar: Bahaeddin Şakir, Cemal Azmi,
Muammer, Bedri Bey ve Türk Gizli Polisi'nin başı ve aynı zamanda Ktsmı Siyasi şefi olan
Reşad. Sözü geçen bu Reşad, iğrenç biri olup Ermeni meseleleri üzerine uzmandı.
Liderlerimizi cellada teslim etmeden Önce Ermenice sorguya çekerdi. Diğerlerinin sebep
olduğu vahşetinse haddi hesabı yoktu. Tramvaylar İdaresinde çalıştığım sıralarda bu
insanlara ve güruhlarına Bayazıt Meydanında, Harbiye Nezareti yakınlarında rastladığım
da olmuştu. Kendini beğenmişçesine sarfettikleri sözler bugün bile kulaklarımda
yankılanmaktadır.

15 Nisan günü saat on birde Sack'ların evinden ayrıldım. Sokakta Herr Sack'a
rastlayınca kendisini bir kahve içmeye davet ettim. Masaya oturduğumuz sırada Cemal
Azmi binadan dışarı çıktı. Herr Sack'a bir göz attım ama Türk'ün sokağa çıkışı kendisini
pek de ilgilendirirmiş gibi görünmüyordu. Azmi'nin cafeden içeri girmesi için dua ettim.
Beni bir Alman Polisiyle beraber görmesini istiyordum; bu durum benim işime
yarayabilirdi. Gerçekten de Türkler takip edilmekten şikayetçi oldukları takdirde, bu
şikayetlerini gidip Herr Sack'a iletmeleri gerekiyordu. Tabiyatıyla beni bir Ermeni
Teşkilâtından ziyade Alman Polisine mensup biri olarak düşünmelerini tercih ederdim.
Fakat Azmi cafeden içeri girmedi.

Bu esnada arkadaşım Aram gözüme ilişti. Kendisini görmemiş gibi davrandım ama
daha önce sanki kırk kere aksini söylememişim gibi dosdoğru bizim masamıza
yaklaşarak "Guten Morgen" dedi. Bir kere daha kendisini Herr Sack ile tanıştırdım,
unutmuş olmasına rağmen biraz gayretle 'Rus' arkadaşımı hatırlamayı başardı. Aram
yeni bir elbise almayı düşündüğünü söyleyince Herr Sack kendisini iyi bir terziye
götürmeyi teklif etti ve beraberce dışarı çıktılar. Eğer daha önce Berlin'i terketmiş
olmasaydık bu elbise başımıza bir yığın iş açabilecekti. Acayip derecede frapan zevklere
sahip olan Aram'ın bir kere bile bu elbiseyi giymemesi gerekecekti. Bir kere daha
söylediğimin tam tersini yaptığı İçin kendisine çok kızdım. Olan biteni Şahan'a anlattığım
vakit, bezgin bir tavırla; "Olan olmuş ne yapalım." dedi.

Öğleden sonra bir çift laf etmek için Aram'la bir araya geldik. Neden birdenbire yanıma
gelme ihtiyacını duymuştu? Birimiz Polisin eline geçtiğimiz anda diğerinin da peşine
düşmek için saniye beklemeyeceklerdi. Bir yakalanırsa, ikâmet belgelerim usulüne uygun
olmadığından taşınamayacaktım bile.

"Haddinden fazla karmaşık şeyler düşünüyorsun." dedi. "Merak etme. Herşey yolunda
gidecek. Bunları kendine dert etmenin bir manası yok."

Bunlar kendince özür dileme manasına geliyordu. Ona karşı pek de uzun süre kırgın
kalamazdınız; koruyucu meleğine gözü kapalı güvenebilen kaygısız ve sade bir insandı.
Daha sonra şaka yapmaya başladı ve sonunda kahkahayı bastı. Yeni bir elbise siparişi
verdiği için çok neşeliydi.

O akşam eve biraz geç döndüm ve her zamaki gibi yemeğimin nerdeyse tamamını
Robert'e verdim. Bu kadar iştahsız olduğumu Hizmetçi Kadından saklamam gerekiyordu.
Tam yatmaya hazırlanırken Freulein Bertha kapıyı çaldı. Paskalya için beyaz bir ipek rob
istediğini biliyordum ve annesinden benim adıma bu robu kendisine almasını rica
etmiştim. Bertha hediye için teşekkür ettikten sonra, Paskalya tatilini beraber geçirmemiz
için beni ailesi adına davet etti. İstemeye istemeye de olsa kabul etmek zorunda kaldım.
Zira, bütün bir gün boyunca gözetleme yerini terketmek beni tedirgin ediyordu. Aram
benim yerime beklemeye söz verdi.

16 Nisan gününü Sack ailesiyle beraber geçirdim. Sabahleyin kiliseye gittik. Ardından
Frau Sack bir yemek verdi. Ailesinin diğer fertleriyle bazı polis memurlarını da bu
yemeğe davet etmişti. Sofrada muazzam miktarlarda yiyecek İçecek vardı. Böylesine
neşeli bir atmosferde karnımızı tıka basa doyurduk. Almanca konuşma teşebbüslerim de
davetlilerin neşesini artıran bir başka unsur oldu. Yine de derdimi anlatmaya muvaffak
oldum. Herkes birer birer kadeh kaldırdı ve birbirimize sıhhat ve mutluluk dolu uzun
ömürler diledik. Davetliler ayrıldıktan sonra biraz istirahat ettik, ardından bu son derece
misafirperver aileyi şenliğin devam etmekte olduğu bir restorana götürdüm. Oldukça
rahatlamış ve geceyi güzel bir şekilde tamamlamıştım.

Ertesi gün, 17 Nisan sabahı Robert'in kapımı tırmalamasıyla uyandım. Kapıyı açtığım
zaman üzerime öyle bir atlayış atladı ki az daha beraberce yere yuvarlanıyorduk.
Ardından divanın üzerine sıçradı, anlaşılan canı oyun istiyordu. Attığım çukulatayı
havada kaparak yutuverdi, ikinci çukulata da birincinin akıbetine uğradı. Daha sonra
oturarak beni iziemeye koyuldu.

Uğurlu olarak kabul ettiğim yakasız beyaz gömleğimi daha önceden giymiştim. Vahe
İhsan'ı öldürdüğüm gün üzerimde işte bu gömlek vardı ve Gürcistan'daki Medegh
Hapishanesinde geçen uzun günlerde bile bu gömleği hiç çıkarmamıştım. Said Halim
Paşa suikasîinde de bu gömleği giymekteydim. Gömleği kendi ellerimle yıkıyordum.
Tabancam kumaş üzerinde pas rengi bırakmıştı. Bu gömlek sanki sihirli bir zırh, bir tılsım
gibiydi. Bugün de üzerimde işte bu gömlek vardı.

Robert hüzünlü bakışlarını üzerimden ayırmıyordu. Her zamankinden biraz daha


tedirgin gibiydi. Yoksa İçimde kopan fırtınaları mı hissetmişti?

Bertha odama girdiğinde dışarıya çıkmak üzereydim. Kendisine Robert'i beraber


dolaştırmayı teklif ettim. Hayvanat bahçesine doğru yola çıktık. Kapalı havalar bu
hatıralar bayramına daha uygun oluyordu. Ellerinde çiçeklerle birçok aile mezarlığa
gidiyorlardı.

Türkler ülkelerini muazzam bir mezarlığa çevirmişlerdi ama ölülerimizin yattığı yerleri
belli edecek ne bir taş ne de bir çiçek vardı.

Bertha ve Robert'le beraber apartmanımızın girişine dek geldikten sonra onlardan


ayrılarak her zamanki cafeye gittim ve bir kekle bir kahve siparişi verdim. Alkol yoktu.
Kesinleşmiş bir planım olmadığı için, içgüdülerimle hareket etmek zorundaydım.

Öğleden sonra saat üçe doğru yaşlı bir adamın yanında yürüyen Doktor Bahaeddin
Şakir'i gördüm.

Cemal Azmi'nin evine doğru gidiyorlardı. Tam bu esnada Aram cafeden içeri girdi.
Kendisine beklemesini söyledim. Ardından dışarı çıkarak Bahaeddin Şakir'i, Azmi'nin
evine girinceye dek takip ettim. Cafeye geri döndüğüm zaman Aram'a bugün harekete
geçecek şekilde hazırlanmamız gerekliğini söyledim. Saat yediye kadar beklemeye
devam ettik. O ana dek Azmi'nin evinden kimse dışarı çıkmamıştı. Bunun üzerine bir
lokantaya giderek güzel bir akşam yemeği yedik.

"Aram" dedim bir ara. "Bu belki de son yemeğimiz olacak."


Gülümsedi. Ama kızgın olduğunu görüyordum. Yanakları sanki daha da
belirginleşmişti. "Bize bir şey olmaz. Endişelenme." dercesine başını iki yana salladı.

Saat sekiz buçuğa doğru yeniden Azmi'nin evi Önündeydik; içerden hiçbir ışık
gelmiyordu. Aram'ı orada bırakarak Bahaeddin Şakir'İn evine kadar gittim. Onun evi de
aynı şekilde karanlıklar içerisindeydi. Bu sefer Azmi'ninkinden birkaç blok mesafede
bulunan Uhlandstrasse'deki binaya doğru yola çıktım. Buna Tarafsız 80 binası adını
vermiştik. Kara listemizde yer almayan eski İzmir Valisi burada oturmaktaydı. Bu sebeple
ikametgahını tarafsız bölge olarak kabul etmiştik. Esas kurbanlarımızı bu binanın
çıkışında vurmayı ümit ediyorduk. Gerçekten de Türkler, Bahaeddin Şakir ya da Azmi'nin
evinde bir araya geldikleri zaman, misafirler gittikten sonra ikisinden biri mecburen
evinde kalacaktı.

Tarafsız 80 binası ışıklar içindeydi. Bu, olağanüstü bir fırsattı! Önsezilerim beni
yanıltmamıştı. Gidip Aram'a haber verdiğim zaman nerdeyse sevincimden uçuyordum.
Gülümsedi. Badem gözleri ışıldamaya başlamıştı; yanakları gerilmiş gibi geldi. "Aram"
dedim. "Beni burada bekle. Gidip, Şahan'a hazır olduğumuzu haber vereceğim."

Şahan'ı İngiliz cafesinde buldum. O esnada Japonun biriyle bilardo oynamaktaydı.


Kararımızdan kendisine de bahsettim, işitir işitmez "geliyorum" dedi.

Onu beklemeksizin Aram'ın yanına geri döndüm. Hava bir hayli soğuk olduğu için
zavallı çocuk buz kesmişti. Sağlığı, her geçen gün daha da kötüleşiyordu. Gidip bir
bardak konyak içtikten sonra geri geldi. Koştuğum için ben de kan ter içinde kalmıştım.

Saat ona geliyordu. Uhlandstrasse boyunca gidip gelmekteydik. Etrafımızdaki insanlar


sinemalara girip çıkmaktaydılar. Hemen karşımızdaki sinemada zamanın büyük
filmlerinden 'Doktor Mabuse' oynamaktaydı. Sahan geldi ve kendisine bu iş için gereken
moral ve kararlılığa sahip olduğumuzu söyleyince yanımızdan ayrıldı. Daha sonraları,
yakınlarda bir yere gizlenerek bütün olup biteni izlediğini öğrendik.

Dakikalar saatlermişçesine bir türlü geçmek bilmiyordu. Her tarafımı sinir basmıştı. Ne
kadar gergin olduğumu gören Aram, beni sakinleştirmeye çalıştı.

"Kardeşim" dedi. "Neden bu kadar sinirlisin? Eğer bugün başaramazsak yarın yeniden
başlarız. Elimizden kurtulamazlar."

Bu sözleri gerginliğimi daha da artırdı. Soğuğa rağmen alnımdan buz gibi bir ter
dalgası aşağıya inmekteydi.

"Aram" diye cevap verdim. "Bu akşam en uygun vakit. Cemal Azmi'nin yahut
Bahaeddin Şakir'İn evinde toplandıkları zaman hep beraber dışarıya çıkmıyorlar. Bunu
bitiyorsun. Ev sahibi tabiatıyla evde kalıyor. Bu akşam hepsi birden tarafsız bölgede
bulunuyor. Fırsat diye işte ben buna derim."

Birkaç dakikalık sessizlikten sonra ilave ettim. "Aram bunu iyi bil. Yarın diye bir şey
yok. Bu akşam işi burada bitiriyoruz."

Şahan'ın bizimle beraber olmasını arzu ederdim. Bu konuda benim gibi


düşüneceğinden emindim. Vazifemizi başaramazsak ya da kararsız kalıp yahut
zamanlama hatası yaparak hedefimizi kaçırırsak, bize karşı entrika çevirenlerin eline
büyük bir koz vermiş olacaktık. Sahan da en az benim kadar bu durumu iyi bildiğinden,
vazifemizin bittiğini görmek için yanıp tutuşuyordu. Bu düşüncelerden güç kazanarak;
"Bu akşam işi bitiriyoruz." diye tekrarladım. Sokaktan gelip geçenlerin sayısı giderek
artmaktaydı.

"Harekete geçmeye karar verdim" diye konuştum. "Onları bir ordu koruyor olsa bile."

Aram ağzını bile açmadı. Medegh hapishanesindeyken ne derecede inat edebileceğimi


öğrenmişti. Sinemaların çıkışlarına baktık. Dalgalar halinde insan kalabalıkları iyi
aydınlatılmış caddeye boşalıyorlardı. Ansızın 80 numaranın kapısı açıldı. Saat on ikiye
çeyrek vardı.

İlk önce Resuhi Bey dışarıya çıktı. Yaklaşık kırk beş yaşlarında, kısa sakallı, her
zaman dalgın bir havası olan birTürkdü. Kendisini daha önceleri sıklıkla paket götürüp
getirirken görmüştüm. Başkalarının alışverişini yaptığını tahmin ediyordum. Birşey
taşımadığı zamanlardaysa ellerini cebine sokarak dolaşırdı O akşam da elleri cebindeydi.
Muhtemelen tabancasını tutuyordu. Dışarı çıktıktan sonra sokakta birkaç adım attı,
etrafına bakındıktan sonra apartmanın girişine geri döndü. Aynı hareketleri bir defa daha
tekrarladıktan sonra dışarı çıktığında bir grup Türk peşinden geliyordu.

Önce kadınlar dışarı çıktılar: Cemal Azmi'nin karısı, kızı ve annesiyle büyük oğlunun
nişanlısı. Ardından Cemal Azmi'yle onun koluna girmiş olan Doktor Bahaeddin Şakir
geliyorlardı. Önemli bir konuyu tartışıyorlarmış gibi bir halleri vardı. Kuşkusuz biraz
önceki toplantının kritiğini yapmaktaydılar. Onların ardındansa Bahaeddin Şakir'in
hanımıyla Talât Paşa'nın dul karısı geliyordu.

Türkler, bulunduğumuz yerden dört blok kadar uzakta, Kurfürstendamm caddesi


yakınlarında bulunan Cemal Azmi'nin evinin yolunu tutmuşlardı. Karşı kaldırımda,
sokağın köşesine doğru bir ağacın gölgesine sinmiş beklemekteydik. Onları, gözümüzü
bile kırpmaksızın izliyorduk. Muhtemelen bir Alman koruma görevlisi olan sarışın bir
adam grubun arkasından geliyordu.

Her gece bu saatlerde olduğu gibi, Uhlandstrasse insan kaynıyordu. Herr Sack ve
Robert ile birlikte yaptığımız gece gezintileri esnasında bunun farkına varmıştım. Aslında
kalabalık işimizi kolaylaştıracaktı. Aram bana doğru eğilerek:

"Sokak tıklım tıklım dolu” dedi. "Baksana, yanlarında bir de muhafız var. Bu akşam bir
şey yapamayacağız."

Kızgınlıktan yumruklarımı sıktım. Ardından, kendime hakim olup rahatlayabilmek için


derin bir nefes aldım. Türkler İlerlemeye devam ediyorlardı. Birazdan Azmi'nin evine
varacaklardı. Farkında bile olmadan haç çıkardım. On dakika sonra kimbilir ne halde
olacaktık? Bunu düşünmek bile istemedim. Sadece şu ana kadar sürdürmüş olduğumuz
işin bitmiş olacağını biliyordum. Tir tir titremeye başlamıştım. Böylesine bir fırsatın heba
olmasına müsaade edemezdim! Bir adım öne çıktım.

"Aram, sen gelmiyorsan tek başıma gidiyorum."

Bütün bu kararsızlıklar önden saldırma imkânımızın kaybolmasına yol açmıştı. Şu


andan sonra arkalarından yaklaşmamız gerekiyordu, ama bu sefer de koruma görevlisi
problem olacaktı. Aram'a, ben Azmi'yle Şakir'e saldırırken, Alman koruma görevlisini
tesirsiz hale getirmesini söyledim. Kıyımcılara ulaşmak İçin adanın etrafından dolaşmak
gerekiyordu. Anında harekete geçtik.

Sokağın karşı tarafına geçmek için saklanmış olduğumuz gölgeden çıktık. O esnada
Aram, Alman'ın silahını alma düşüncesini terkederek benimle birlikte saldırıya geçti. Artık
tartışacak zamanımız kalmamıştı. Türkler hızla ilerliyorlardı. Arkalarından koşmak
zorunda kaldık. Azmi'nin apartmanının önüne bizden önce ulaştıkları takdirde onları
avcumuzun içinden kaçırma tehlikesi doğuyordu. Yandaki sokaktan son sürat koşmak
suretiyle binanın etrafından dolaşmak ve önlerine çıkmak istiyorduk. Aniden Aram, nefes
nefese kalmış bir vaziyette kolumdan tuttu:

"Artık koşamayacağım. Ayaklarım beni taşımıyor. Bir başka güne bırakalım."

Medegh hapishanesindeki mecburi ikametimizden bu yana kendisine karşı ilk kez


içimde bir nefretin uyandığını hissettim. Kolumu tutmadan önce bile yavaşlamamıza
sebep olmuştu. Aram'ı iterek koşmaya devam ettim.

Azmi'nin apartmanının başladığı yer olan Uhlandstrasse'nin köşesine ulaşmıştım.


Türkler benden önce gelmişlerdi ve şu anda kapının önünde konuşuyorlardı. Hızlı bir
şekilde durumu değerlendirdim: Alman koruma görevlisi grubu arkasında bırakmış,
yaklaşık otuz metre ilerde duruyordu. Benim bulunduğum tarafa sırtını dönmüş vaziyette
etrafına bakınmaktaydı.

Savage marka bir Amerikan tabancası olan revolverimi çekerek Türklerin üzerine
atıldım. Grubun dışında beklemekte olan Talât'ın dul karısı geldiğimi gördü ve üzerime
atladı. Kadın olduğuna bakmaksızın soi elimle kendisine bir darbe indirdim. Bir çığlık
atarak yere düştü. Cemal Azmi, o esnada bana doğru dönmüştü. Çok yakınımda
duruyordu. Silahımın namlusunu hafifçe sol tarafa doğru çevirerek sol gözünün altına
doğru nişan aldım ve tetiği çektim. Yere yığılıverdi. O esnada elini cebine sokmakta olan
Doktor Bahaeddin Şakir'e doğru hızla yöneldim. Tabancamın namlusunu gördüğü zaman
"Ah, ah, ah!" diye haykırdı. Bu korkmuş hafi hıncımı daha da artırmıştı. Alnına nişan
alarak "Ah tabi" diye bağırdım. Kurşun hedefine ulaşmayarak sol yanağına isabet etti.
Hâlâ ayakta duruyordu. Bu arada Aram yetişti, elindeki Mauser'i Bahaeddin Şakir'İn
alnına doğrultarak tetiği çekti. Yerde yatmakta olan katil arkadaşının cesedi üzerine
düştüğünü gördüm. Cesetleri haç şeklinde korkunç bir manzara oluşturmuştu. Binlerce
Ermeni çocuğunun birbirine bağlanarak Karadeniz'e atılmasını emreden Trabzon
Canavarı Cemal Azmi İle aslen Doktor ve Tıp Fakültesinde Profesör olan ve muazzam
bilgisini kitlesel imha hareketini uygulamaya koymak için kutlanan önde gelen
İttihatçılardan Bahaeddin Şakir; sonunda her ikisi de cehennemin yolunu tutmuştu.

Kadınlar kendilerini yere atmışlardı. O sırada Re suhi Bey harekete geçmişti.


Cebindeki tabancayı dışarı çıkarmaya çalışıyordu. Üzerine atlayarak elini cebinden
çıkarmaya çalıştım. Boştaki eliyle diğer elimi yakaladı. Güçlü kuvvetli biri olmadığı için
kendisini yere doğru ittim, bu esnada başımın üzerinde müthiş bir patlama işittim. Aram,
bizim tarafa doğru iki kurşun sıkmıştı. Kurşunlar nerdeyse burnumuzun dibinden geçti ve
Resuhi Bey'le birlikte yere kapaklandık. Onun altında kalmıştım ama bereket versin ki,
kendisi de bu arada bayılmıştı. Silahım elimden kaymış bir sokak lambasının altında
parıldamaktaydı. Ağzıma kan tadı geldiğini hissettim. Yaralanmış mıydım? Kendimi şöyle
bir yokladım. Hayır, her tarafım yerli yerindeydi. Sadece çenemi kaldırıma vurmuştum.
Kafamı kaldırdığımda A*aı;ı'm delirmiş gibi bana baktığını gördüm. Beni öldürdüğünü
sanmıştı; duyduğu dehşet ve üzüntü gözlerinden okunuyordu. Üzerimde yatmakta olan
Resuhi Beyi bir kenara attıktan sonra Aram'a lanet okuyarak bir hamlede doğruldum ve
kaçmamız gerektiğini işaret ettim. Donmuş bir halde bu ışıl ışıl caddede cereyan eden
olağanüstü hadiseyi seyretmekte olan Almanların sonunda aklı başına gelmiş, bize doğru
ilerlemeye başlamışlardı. Koşmaya başladığımızda, arkamızdakiler “Yakalayın!" çığlıkları
eşliğinde peşimize takıldılar.
Bu çığlıklar Aram'ı çılgına çevirmişti. Birçok arkadaşımız gibi onun da bu Avrupa'daki
İlk göreviydi. Daha önceden Tiflis'te iki katili öldürmüştü. Ama Kafkasya Halkı artık bu
tarz tethiş hareketlerini kanıksamışlardı. Ne zaman silah sesi duysalar toprağa
yapışıyorlardı. Polis, aksi istikamete doğru harekete geçmiş olsa da insanlar ayağa
kalkıp, derin bir nefes almak İçin bile teröristlerin gitmesini bekliyordu. Avrupa'daysa
herşey çok farklıydı. Bu meraklı Almanlar gerçekten bizi yakalamak istiyorlardı. “Ne
istiyor bunlar?" diye bağırdı Aram, öfke içinde. "Ne diyorlar?"

Sokak lambalannın ampullerine doğru ateş etti ama o telaş içinde bir tanesini bile
tutturamadı.

Augsbürgstrasse'ye girdiğimizde üniformalı bir polis memuru yolumuzu keserek


durmamızı ihtar etti. Kendisini iterek koşmaya devam ettim. Ardımdan gelen Aram'ı
durdurmak istediği zamansa arkadaşım, polisin bacaklarına doğru nişan alarak iki el ateş
etti. Polisin yere yıkılarak hareketsiz kaldığını gördüm. Daha sonra, gazeteler vasıtasıyla
yaralanmadığını öğrenecektik.

Komşu binalardan yükselen çığlıklar kulağımıza dek ulaşıyorlardı. Uzaklarda bir


yerlerden silah sesleri de geliyordu. Alman koruma görevlisinin bizi takip etmekte olduğu
aklıma geldi. Onu tümüyle unutmuştum. Önümüzde bir grup insan gördüm. Onların
arasına daldık. Etrafımızda bir sürü Alman bulunduğunda en azından üzerimize ateş
etme riskini göze alamazlardı.

Biraz daha ötede, sokağın köşesinde bir kalabalık toplanmıştı. Arkamızdaki yolunsa
peşimizden gelenler tarafından kesilmiş olduğunu gördük. İlerlemeyi sürdürmemiz şart
olmuştu. Ansızın Aram duruverdi. Bir defa daha bacakları ona ihanet etmişti. Bitmiş
tükenmiş, nefes alamaz hale gelmişti.

"Devam et!” dedi. "Git burdan. Artık koşacak halim kalmadı. Daha ne duruyorsun?
Haydi koş!"

Gerçekten de nefessiz kalmıştı. Onu son defa gördüğüm düşüncesiyle


Pariserstrasse'ye doğru koşmaya devam ettim. Kaçma planımız artık kullanılamaz hale
gelmişti. Sol yanımızda kalan küçük bir yan sokaktan kaçmayı düşünmüştük ama bütün
bu olup bitenler sayesinde sağdaki dolambaçlı yollardan birine sapmak zorunda
kalmıştık. Her ikimizin de mecali kalmamıştı.

Yanından ayrılır ayrılmaz Aram, gördüğü ilk basamağa oturdu. Kalabalık onun
hizasına kadar gelmişti. Nefes nefese kalmış bu şahsı gördüklerinde onun yorulmuş
takipçilerden biri olduğunu düşünerek, bir an için bile kendisinden şüphe etmeksizin,
yanından geçip gittiler. Benim de nefesim kesilmeye başlamıştı. Olduğum yerde bir iki
saniye bekledikten sonra arkama dönerek, takipçilerimle yüz yüze geldim. Onlar da
durmuşlardı. Bu kalabalığın arasından kendime bir yol açma düşüncesi bîr an İçin
aklımdan geçti. Tabancamın eksikliğini bir kez daha hissettim. Silahlı olsaydım bu
insanların biraz daha saygılı olmalarını sağlayabilirdim. Üzeri metal kaplı ve yine
metalden büyük bir tokası olan geniş bir kemer giymekteydim. Köşeye kıstırılmıştım.
Gözüm dönmüştü. Bu haldeyken herşeyi yapabileceğimi hissediyordum.

Ansızın iri bir el omzumu tuttu. Elin sahibi bana birşeyler söyledi. Bu paniğin sebebini
öğrenmek istediğini düşündüm ve "Nİcht verstehen" diye cevap verdim. Omzumdan daha
sıkı tutmaya başlamıştı. Onun bir polis memuru olabileceği aklıma gelince çok korktum
ve bütün gücümle bir tane indirdim. Yere yıkılıp kaldı. Bunun üzerine belimdeki kemeri
çıkararak kalabalığa vahşi bir hayvan gibi saldırınca onların kaçıştıklarını gördüm.
Bazıları kaçarak uzaklaştı. Diğerleriyse "bıçak" manasına gelen bir kelime sarfederek
çığlık atmaya başladılar. Pırıl pırıl parlayan kemer tokasını bıçak sanmışlardı.
Peşlerinden kovalama sırası artık bana gelmişti.

Pariserstrasse'ye doğru döndüm. Sokak bomboştu. Önüm ve arkam tümüyle serbestti.


Durarak kulak kabarttım. Şehir resmen kaynıyor gibiydi. Polis sirenleri, insan haykırışları,
düdük sesleri ve motosiklet gürültüleri birbirine karışmaktaydı.

Tehlikenin geçtiğinden emin değildim. Issız sokaklardan geçerek eve dönmeye


kalkışmanın ihtiyatsızlık olacağını düşündüm. Polisin bu bölgeleri kontrol ederek, yalnız
başına dolaşan şahısları tutuklayacak kadar aklı olabilirdi. En iyi taktik suikast mahalline
geri dönmekti.

Yeniden kemerimi taktım. Elbiselerimle saçlarıma çeki düzen verdim. Ceplerimde


kalan kurşunlan da attım. Ardından aynı yollardan yavaş yavaş geçmek suretiyle gerisin
geriye döndüm.

Bir yığın Alman vatandaşı ve polis memuru cesetierin etrafında toplanmıştı.


Aralarından kendim? bir yol açarak ilerlediğimde üçüncü bir kişinin de yerde yatmakta
olduğunu gördüm. Bu Resuhi Beydi. Yaşlı adam hâlâ kendine gelememişti. Onun bu
haline içimden gülmek geldiyse de kendimi tuttum. Birisi yüzüne su serpmekteydi. Bazı
Türk kadınları da aynı şekilde bayılmışlardı. Diğerleriyse saçlarını yolarak hüngür hüngür
ağlıyorlardı. Alman koruma gorevlisiyse ortadan kaybolmuştu.

Ansızın, kim olduğunu bilmediğim bir Türk kadınının "Korkma, ölmediler." dediğini
duyunca irkildim. Mümkün değildi. Cesetleri daha iyi görmek üzere yaklaştığımda bu
sözlerin teselli maksadıyla söylenmiş olduğunu anladım.

Şakir ve Azmi gerçekten ölmüştü. Önceden yapmış oldukları bu insanlara kafi


gelmemişti. Savaştan sonra da yeni cürümlerin hazırlığına girişmişlerdi, iktidarı ele
geçirmek amacıyla Anadolu'ya dönmek İçin yanıp tutuşuyorlardı. Eski yol
arkadaşlarından bir kısmı ilerde bu rüyalarını gerçekleştirseler de en azından bu ikisi için
herşey bitmiş, kariyerleri sona ermişti. Cesetlerin üzerine eğilmiş hüngür hüngür ağlayan
kanlarına zerre kadar acımadım. Kocaları ve çocukları katledilen kadın, erkek, çocuk
bütün Ermeniler için bir damla olsun gözyaşı dökmüşler miydi? Tam tersine, Hratch'ın
bize anlattıklarına göre, himaye ve iyi bir tahsil görmüş bu soylu Türk kadınları, Trabzon
Canavarı'nın anlattığı hikâyeleri çok eğlenceli buluyorlardı. Temerküz kamplarını yöneten
vahşilerle Gestapo görevlilerinin de çocuklarıyla saygıdeğer eşlerini eğlendirmek için
benzeri hikâyeler anlatıp anlatmadıklarını sık sık kendi kendime sormuşumdur.

İçimde pişmanlığın kırıntısı dahi olmadan kan içindeki ölülerinin başında haykıran,
onlara isimleriyle seslenerek kelimeler fısıldayan bu kadınları seyrettim. Duydukları bu
acı ve dehşet dilerim kendilerini hiç terketmez! Bir Hıristiyan Ermeni kocalarını
katletmişti. Ama bir Türk olsaydı kadınlan da sağ komazdı. Şu anda parçalanmış cesetler
halini almış olurlardı.

Tam bu düşüncelere dalmışken genç bir kadın "Kemal! Babanın haline bak." diye
haykırarak boynuma sarıldı.

Beni Cemal Azmi'nin oğlu zannetmişti. Yaptığı hatanın farkına vararak katil olduğumu
anlayacak diye ödüm patladı.

"Was ist das, Frâulein?*" dedim.


Özür dileyerek yakamı bıraktı. Bu arada ağlamaya devam ediyordu. Kadınların hepsi
de sinir krizi geçirmek üzereydiler. Onların bu haldeyken beni tanıyabileceklerini
düşünmüyordum bile.

Olay mahalline dönmekle ihtiyatsızlık ettiğimi kabul ediyordum. Fakat karşı konulmaz
bir güç benibuna zorlamıştı. Şimdiyse kaçıp kurtulmak lazımdı. Ama nasıl? Polis,
sokağın ağzını tutmuş tek başına olan şahısları sorgulamak üzere tutukluyordu. Bu
şekilde iki kişiyi alıp götürdüklerini gördüm. Ya bu esnada Herr Sack köpeğiyle birlikte
çıkıp gelirse ne yapardım?

İki kızıyla birlikte bir Alman çiftinin cesetlere baktığını gördüm. Gitmek üzere harekete
geçtiklerini görünce kızlardan birine yaklaşarak neler olduğun sordum.

Bana izahat vermeye koyuldu. Hafifçe kolundan tutarak büyük bir dikkatle dinliyormuş
gibi yaptım. Kızın anne ve babası da birşeyler söyledi. İyi aile çocuğu havasındaydım.
Polis barajını geçinceye kadar onlarla konuşmaya devam ettim. Sokağın başında
kendilerinden ayrılarak bir taksiye bindim. Leipziger Platz'da indikten sonra biraz
yürüdüm. Ardından bir başka taksi tutarak Hayvanat Bahçesine kadar geldim. Bizim
apartman fazla uzakta değildi.

Bu basan ve kurtuluş anında dahi, mazlum halkım aklımdan bir an bile çıkmadığından
içim rahat değildi. Jöntürklerin parti ve hükümeti bir milyondan fazla insanı öldürmesine
rağmen Ermeni Milleti tümüyle Dünya üzerinden silinmemişti ve tıpkı geçmişte olduğu
gibi' bir gün gücüne ve hürriyetine yeniden kavuşacaktı. Bu düşünceleri kendi kendime
tekrarlayarak biraz olsun teselli buluyordum.

ON İKİNCİ BÖLÜM FİRAR SANATİ

Polisin suikast mahallini kordon altına almayı tamamladığı anda bardaktan


boşanırcasına yağmur yağmaya başladı. Böylece kokumu alan köpeklerin beni takip
edebilmesi ihtimali de ortadan kalkıyordu. Yağmur bütün sokakları temizlemişti.

Çıt bile çıkartmaksızın daireden içeri girdim ve parmaklarımın ucuna basarak odama
ulaştım. Akşam yemeğim masanın üzerinde beni beklemekteydi. Saat yediden sonra
kimse gelip de tabakları almamıştı. Tabaktakilerin bir kısmını yemeğe gayret ettim, geri
kalanıysa attım. Soyunup, birkaç kitabı odanın içinde sağa sola attıktan sonra yatağa
yattım. Bu arada tabancamı temizlemek için kullandığım küçük bir fırçayla vazelin
kavanozu odanın bir köşesinde gözüme çarptı. Vazelini lavaboyu döktükten sonra
kavanozu yıkayıp, fırçayla beraber pencereden dışarıya, evin avlusunu demiryolundan
ayıran bahçe duvarının Öte yanına fırlattım. Artık herşey yoluna girmişti.

Derin bir nefes alarak yeniden yatağa uzandım. Vazifemiz başarıyla tamamlanmıştı.
Buna rağmen Aram için kaygılanıyordum. Nerede olabilirdi? Onu Herr Sack'ta
tanıştırmaya mecbur kaldığıma bin pişman olmuştum. Elbise diktirmek için birlikte terziye
bile gitmişlerdi. Ardından başka korkular beynimi kemirmeye başladı. Belki de bu geceyi
nerede geçirdiğim hususunda söyleyeceklerimi öğrenmek ve bu şekilde dürüstlüğümü
test etmek amacıyla Herr Sack, Hizmetçi Kadından tepsiyi odamdan almamasını
istemişti. Bu durumda nasıl bir hikâye uydurmam lazımdı? Aram benim talimatlarıma
riayet etmiş olsaydı ortada korkulacak bir şey olmayacaktı. Polisin onu tevkif etmiş
olması halinde Herr Sack benden kuşku duymaya başlamış olmalıydı.

Telefon çaldı. Frau Sack'ın "Henüz dönmedi." diye cevap verdiğini duydum.
Muhtemelen bürodan arıyorlardı ve Herr Sack da şu anda evin yolunu tutmuş olmalıydı.

Beş dakika sonra Fritz (namı diğer Robert) ile birlikte içeri girdiler. Annesi kendisini
kapıda karşıladı. Aralarında alçak sesle konuşmaya başladılar. Robert'in gelip kapımı
tırmaladığını işittim. Anneyle oğul arasındaki konuşma bir türlü bitmek bilmiyordu.
Telaşlanmaya başlamıştım. Kalbim göğsümden çıkacakmış gibi atıyordu. Sonunda Herr
Sack gelerek kapımı çaldı:

"Herr Ghazarian! Herr Ghazarİan!"

Birkaç saniye bekledikten sonra daha yeni uyanmışım gibi yaparak kapıyı açtım.
Odamdan içeri girdi. Daha da kötüsünü bekliyordum ama yüzündeki ifadeyi farkedince
rahatladım. Tanıdığım güleryüzlü ve samimi insan yine karşımdaydı. Buna mukabil
Robert biraz sinirliymiş gibi görünüyordu. Bana doğru yaslanarak muazzam patilerini
üzerime dayadı. Ardından gece gömleğimin kenarını kaparak aşağıya doğru çekti.
Konuşabilseydi, eminim "Bu feci hadiseye katılan adamlardan biri de sensin" diyecekti.

Herr Sack, köpeğinin yaptıklarına bakmıyordu bile. Robert'le benim zaman zaman
biraz haşince şakalaştığımızı biliyordu.

"Herr Ghazarian" dedi. "Zwei Armenier haben zwei Türken ermordet*."

"Nasıl?" dedim, söylediklerini anlamamış gibi yaparak. "İki Ermeni İki Türk tarafından
mı öldürüldü?"

"Hayır, hayır. Yaklaşık bir buçuk saat önce iki Ermeni İki Türkü öldürdü." diye yavaş
yavaş tekrarladı.

Bu haberin hoşuma gittiğini göstermek istiyordum. Kendisine bir bardak konyak ikram
ettim.

"Ermenileri yakalamışlar mı? Kimmiş bunlar?" "Birkaç kişiyi tutuklamışlar. Ama hiçbir
şey kesin değil. Aynı şekilde bir şüpheliyi de yakaladılar. Bir Rus."

Kendime hakim olmaya çalıştım. Titremeye başlamıştım. Aram'ın üzerinde Rus


pasaportu vardı. Herr Sack, olanları telefonla haber aldığını ve henüz gidip Rusu
görmeye vakit bulamadığını da anlattı.

"Haydi" dedi. "Giyinip benimle gelin. Böylece kurbanları da görebilirsiniz."

Karakoldan içeri girdiğim andan itibaren Türklerden biri beni rahatça teşhis edebilirdi.
Fakat nasıl hayır diyecektim? Herr Sack keyfi yerindeymiş gibi görünüyor, muhtemelen
bunların benim de hoşuma gideceğini düşünüyordu. Giyinmeye başladım. O arada
annesi içeri girdi. Ona karakola kadar kendisiyle gelmemi istediğini söyledi. Annesi
kızarak oğlunu payladı. Gecenin bu vaktinde Herr Ghazarian gibi bir genci alıp
karakollara götürmek doğru muydu? Hem de öldürülmüş insanları görmek için. Aklını mı
kaçırmıştı? Herkesin ceset görmekten zevk alacağını düşünmek için deli olmak lazımdı.
Oğlu süklüm püklüm odamdan çıkana kadar bu şekilde konuşmaya devam etti. Robert
benimle kalmıştı.

Yatağın üzerine uzansam da uyuyamadım. Sabah saat dörde doğru Herr Sack'ın geri
döndüğünü işittim. Odamın önünde biraz oyalandıktan sonra uzaklaştı. Rahatlamış bir
halde gözlerimi kapattım. Yeniden açtığımda saat sekiz buçuk olmuştu. Beni hâlâ
tutuklamamışlardı. Tarih 18 Nisan 1922'ydi.

Şahan'a telefonla ulaşmaya çalıştım. Tanımadığım bir ses bana cevap verdi. Santral
yanlışlıkla Cemal Azmi'nin numarasını bağlamıştı. Telefonu telaşla kapattım. Daha
sonradan Cemal Azmi'nin telefonunun o gün bir türlü susmak bilmediğini Öğmndim.
Almancamı tam olarak anlayamayan santral memuru benim, maktulün evini aradığımı
tahmin ederek oraya bağlamıştı. Telefona bir daha elimi sürmemeye karar verdim.

Uhlandstrasse'ye inerek Şahan'ın oturduğu mahalleye doğru yöneldim. Uzun süre


oralarda beklesem de bir türlü görünmüyordu. Yan sokaklardan Kurfürstendamm'a
çıktım. Aram ya da arkadaşlardan birini bulayım derken kaybolmuşum. Eve geri
döndüğümde binanın kapısı üzerine yapıştırılmış büyük bir kırmızı afiş gözüme çarptı.
Suikastten bahsederek katiller üzerine bilgi verecek herkesin ödüllendirileceğini
söylüyordu.

Sakin olup, bütün tehlikeli durumları metanetle karşılayacağım hususunda kararlı


olsam da bu ilân beni korkudan titretmeye muvaffak olmuştu. Doğru dürüst Almanca
bilmediğim için esas cümleyi anlayamamış olmaktan korkuyordum. Herr Sack
döndüğünde ilânı bana okuyarak her bir kelimeyi ayrı ayrı izah etti. Biraz olsun
rahatlamıştım.

Türklere yapılan suikast Herr Sack'ın en sevdiği sohbet konusu haline gelmişti. Otuz
kadar Ermeni talebesinin karakolda sorguya çekildiğini anlattı. Kendisine hayli soru
sordum. Suikastçilerin uzun boylu ve yapılı adamlar olduklarını, bu sayede peşlerinden
gelenleri korkutarak kaçmayı başardıklarını anlattı.

Ertesi sabah, Kurfürstendamm caddesi üzerinde Şahan'ı gördüm. Beraber ara


sokaklardan birine girdik. Beni tebrik etti. Aram da tutuklanmamıştı. Bu haber çok
hoşuma gitti. Birden üzerimden büyük bir yükün kalktığını hissettim.

Artık elimizdeki kara listede isimleri geçen diğer Türkleri düşünmekteydim. Bundan
böyle ihtiyatlı olmak gerekiyordu. Yeniden ümitsizliğe gömüldüm. Bu düşüncelerimden
Şahan'a bahsetmedim. Yeterince sıkıntısı vardı. Alman gazetelerinden birinde Polisin,
kısa zaman önce Berlin'e gelen bir Amerikalı gazeteciyi aramakta olduğunu okumuştu.
Oysa bizim Sahan da yakın bir tarihte Amerika'dan gelmişti ve kendisini gazeteci olarak
tanıtmaktaydı. Vakit kaybetmeden Berlin'i terketmesi gerekiyordu. Tren biletini almıştı
bile.

Eve döndüğüm zaman Herr Sack'dan mühim haberler aldım. Polisin çıkartmış olduğu
listeye göre düzinelerce insan sorgulanmak üzere Polis Merkezine davet edilmişti. İsmim
listede yer almamaktaydı. Hâlâ yabancılar masasına gidip kendimi kayctettirmemiştim.
Herr Sack da verdiğim fotoğrafları da kaybetmişti zaten. Aslında bu formaliteyi yerine
getirmediğimi de unutmuştu galiba. Onun dikkatsizliğiyle benim kaçamak tavırlarım belki
de hayatımın kurtulmasını sağlamıştı.
Bütün şüphelileri, olay esnasında üzerime saldırmış olan, Talât'ın dul karısının
önünden geçirmişlerdi. Polise, suikast akşamından evvel kendisini bir kaç kere sokakta
görmüş olduğu için katillerden en az birini teşhis edebileceğini söylemişti. Ayrıca, söz
konusu şahıs Azmi'ye ateş etmeden önce kendisine de vurmuştu. Katilin tevkif edildiğini
görmek için haddinden fazla sabırsızlanmaktaydı. Bir Ermeniyi teşhis etmiş ardından fikir
değiştirerek bir başkasını göstermişti. Tümüyle emin olmadan aynı yanlışlığı birkaç kere
tekrarlamıştı. Öylesine fazla hata yapmıştı ki Alman Polisi sonunda kendisini ciddiye
almaz oldu.

Yine de birinci dereceden şüpheli olarak bir Ermeni talebeyi tutuklamışlardı. Bu zavallı
masumun adı Berberian'dı. Leipzig'de oturuyor ve bir arkadaşının evinde Paskalva tatilini
geçirmek üzere Berlin'e gelmiş bulunuyordu. Kendisini hiç görmedim ama arkadaşlarımın
anlattıklarına bakılırsa bana ikiz kardeşimmiş gibi benziyormuş. Bu durumun benim
açımdan kötü neticeleri olabilirdi. Tahsiline devam etmesi için Leipzig'e geri dönmesine
müsaade etmeden önce Berberian'ı uzun bir süre yaklaşık iki ay İçerde tuttular. Bu
sorgular onun da sabrını taşırmıştı. Herr Sack'ın anlattığına göre bir defasında: "Onları
ben öldürmedim, fakat beni bu cinayetlerle suçlamanızdan şeref duyarım" diye
bağırmıştı.

21 Nisan günü, öğleden sonra saat dörde doğru Aram yeniden ortaya çıktı, içeri
girdiğinde İngiliz cafesinde oturmaktaydım. Sakin bir şekilde, kararlı adımlarla bana
yaklaştı. Birbirimizi tebrik etmek için masanın altından el sıkıştık. Ardından gülüp
şakalaşarak cafâyi terkettik.

"Torcom" dedi, "O gece ne gürültü koptu ama. O çığlıklar, haykırışlar. Ama nesi var bu
insanların?" diye devam ederken bir yandan da başını sallamaktaydı. "İki yabancı, iki
başka yabancıyı öldürdü diye mi kıyameti kopardılar!" Onunla beraber güldüm. Ardından,
peşimizdekilerden nasıl paçayı kurtardığımızı birbirimize anlattık.

"Ne yapabilirdim ki?" dedi, gülümseyerek. "Sen ayrıldıktan sonra nefes alabilmek için
durmuştum. Daha sonra yavaş yavaş yürüdüm. İnsanlar benim yorgun düşmüş
takipçilerden biri olduğumu düşündüler. Senin gittiğin istikamete doğru bakarak nefessiz
kalmış bir şekilde başımı sallamaktaydım. Bana kimse birşey söylemedi. Her halükârda,
deseler de anlayamazdım. Yanımdan geçip gittiler. Elimdeki Mauser'i bir evin etrafındaki
küçük bir bahçeye attım. Rahatlamiştim, yürümeye devam ettim. Bir de baktım bir
karakolun önünden geçiyorum. İstifimi bile bozmadan emin adımlarla İlerlemeyi
sürdürdüm. Ansızın bir Polis görevlisinin bana doğru geldiğini farkettim. Hızlı bir şekilde
yürüyordu. Gelip beni tutuklayacağını adım gibi bitiyordum. Kaçmak istedim ama kolumu
kaldıracak halim kalmamıştı. Kendi kendime'Herşey olacağına varır'dedim. Beni
tutukladıkları takdirde hepsini inkâr edecektim. Polis, yanıma gelerek telaşlı bir şekilde
konuşmaya başladı. Söylediklerinden bir kelime bile anlamıyordum. Hareketsiz,
kendisine bakakalmıştım. Daha sonra ne istediğini el kol hareketleriyle izah etti. Bu
salak, sigarasını yakmak için benden ateş istiyormuş."

Aram, bunları anlattıktan sonra bir taksiye binerek evinin yolunu tuttu.

Aynı gün Mehmet Ali takma adıyla dolaşan Hratch'la da karşılaştım. Geçmekte olan
taksilerden birini durdurdu. Arabaya biner binmez kucaklaştık. Ayrıntılarıyla suikasti
anlattım. Tertipçi arkadaşlarımız dışında aramızdan hiçkimse bir başka Ermeniyle
konuşmamıştı. Soydaşlarımızın bu hadiseleri nasıl karşıladıkları hususunda hiçbir
fikrimiz yoktu. Hratch'ın keyifle anlattıklarına bakılırsa Berlin'de yaşayan Türkler,
sersemlemiş, tesellisi mümkün olmayan bir şekilde en derin yeise gömülmüş
durumdaydılar.
Eski Bahriye Nazırı Cemal ve Enver'le birlikte Hratch'ın da cenazeye iştirak etmesi
gerekiyordu. Sıkı sıkıya o gün evden dışan çıkmamamı tembihlemişti. Polis, cenaze
alayını korumak için olağanüstü tedbirler almıştı. Hratch'ın bakışlarından sevgi ve içtenlik
okunuyordu.

"Birkaç gün içerisinde Viyana'ya gidiyorum" dedi. "Orada sizleri bekleyeceğim.


Geldiğiniz zamansa hep beraber İstanbul'a döneriz."

Büyük umutiar taşıyarak yanından ayrıldım. Bu cenazeyle ayağımıza kadar gelen


muhteşem fırsatı ne diye değeriendirmeyecektik? Bir öğleden sonrasında ittihatçıların
geride kalan liderlerini de yok edebilirdik. Aram da benimle aynı düşüncede olduğu
takdirde, deliler gibi Berlin'e dönme talimatını beklemekte olan Arşak'a bir haber
göndermek yeterli olacaktı. Aram ve bende artık silah bulunmasa da Sahan hâlâ Arşak'ın
silahını taşıyordu. En kötü ihtimalle Herr Sack'ın tabancasını çalabilirdim.

Bu düşüncelerle rahatlamış bir şekilde eve geri döndüm. Akşam üzeri Freulein
Bertha'yı yemeğe götürdüm. Ardından beraberce Robert'i dolaşmaya çıkardık. Bertha
durmaksızın konuşuyor ve arada bir kendisini dinlemediğim için bana kızıyordu.
Almancayı anlamakta hâlâ güçlük çektiğimi söyleyerek kendisinden özür diledim. Aslında
aklımdan şu cenaze töreni meselesi bir türlü çıkmıyordu. Sanki bir bombaymışçasına
bütün bu Türklerin tam ortasına kendimizi atabilirdik. Onlara maktullerden birinin evinde
ya da daha İyisi mezarlıkta saldırmamız mümkündü.

“Makaleyi kaleme almam İçin umarım benden önce ölürsün." demişti.

Libarid'e, Türk polisleri fotoğrafımla beraber Berlin'e varmadan evvel, mümkün


olduğunca çabuk ülkeyi terketmek istediğimi söyledim. Polise gidip kaydolmamış
olduğumu da ekledim. Bana kendi pozisyonunda bir adamın böylesine kritik bir anda bu
tarz bir hadiseye karışmasının hem yersiz hem de tehlikeli olacağı cevabını verdi. Ona
hak verdim. Tam ayrılmak üzereyken Varantian içeri girdi. Gidip Zorian'ı görmemi tavsiye
elti. Bu tavsiyesine uyarak aynı gün Zorian'ı buldum ve kendisine tüm olup bitenleri
anlattım.

Her iki elini kaldırarak bir "Ah!" çektikten sonra şaşkın bir halde devam etti: "Ne
yapabilirim ki? Hepimizin üzerinde aynı baskı var. Fakat, sizi birkaç ay boyunca burada
barındırabilirim. Kimse benden kuşkulanmaz."

Kendisine, gidip eşyalarımı getireceğimi söyledim ve bu işi o gün öğleden sonra, bütün
Sack ailesi dışardayken yerine getirdim.

Viyana'ya gitmeden önce Aram'dan Sack'ların evine Amcamın çok hasta olduğunu ve
derhal, daha Önceden kendilerine söylediğim şekilde ailemin bulunduğu yer olan,
Romanya'ya dönmem gerektiğini bildiren bir telgraf göndermesini rica etmiştim.
Maksadım telgrafı kendilerine göstererek bir an önce Almanya'yı terketmem için bana
yardım etmelerini sağlamaktı.

Aradan iki gün geçmesine rağmen görünürlerde telgraf falan yoktu. Aram'ın
İhmalkârlığını bildiğim için Viyana'da bulunan ve Gaiane'nin mektuplarını bana yollayan
arkadaşıma yazarak ricamı tekrarladım. Cevaben, "AMCAN ÖLÜYOR. MİRAS
İŞLEMLERİ İÇİN ÇABUK GEL” telgrafı geldi.

Şansımızın birkaç ay daha yaver gitmesi şartıyla hayatımızın geri kalan kısmında
tadını çıkartmaya yetecek kadar hatıramız olacaktı. Ama biliyordum ki, şu anda hayatta
olmayan Nicol Douman, Rostom veya çok sevdiğim Çilingirii Arşavir gibi bazı
arkadaşlarımız Berlin'de olsalardı, Ermeni soykırımının iki baş müsebbibi olan Cemal ve
Enver'i ortadan kaldırmak İçin kendi hayatlarını tehlikeye atmaktan bir an bile
Çekinmezlerdi. Haksız da olmazlardı. Ne Alman ne de Türk Polisi'nin Arşavir Papazian'a
engel olamayacağını adım gibi biliyordum. Kendi hayatını hiçbir zaman değer verilmesi
gereken birşey olarak görmemişti. Hayatını, kelimenin tam manasıyla milletine adamıştı.

Suikastlerin basında kopartmış olduğu gürültü kafamı hayli meşgul ediyordu.


Gazeteler, her geçen gün, Ermeni talebelerin maruz kaldığı sorgulamaları ayrıntılarıyla
vermekteydiler. Baskı altındaki Polis, katilleri bulmak amacıyla kitle halinde tutuklamalara
başlamıştı. Berberian'ı Leipziğ'e yollamış olmalarına rağmen yeniden Berlin'e
çağırıyorlardı. Bu arada Herr Sack'dan oldukça tedirgin edici bir haber aldım. Türk Gizli
Servisi, Alman Polisi'yle işbirliği içinde çalışmak üzere istanbul'dan kendi adamlarını
gönderiyordu. Eşkalinin kendilerine bildirilmiş olduğu 'Berberian'a ait bir fotoğrafı da
beraberlerinde getirmeleri bekleniyormuş. Herr Sack, söz konusu bu Berberian'ın
oldukça kabarık bir sabıka dosyası olduğunu da ifade etti. Telaşımı gizleyerek ev
sahibimle şakalaşmak için bir hayli gayret göstermek zorunda kaldım.

Ertesi gün, Aram'ı görmeye gittiğim zaman korkularım iki katına çıktı. Berlin'i
terketmeye hazırlanıyordu. Konuşmak için çok az bir zamanımız vardı. Pek fazla parası
kalmadığı için, hazırlatmış olduğu

Eve tekrar döndüğümde doğrudan odama çıktım. Penceremin altından geçen trenlerin
çıkarttığı gürültünün İlk kez farkına varıyordum. Trenin sebep olduğu titreşimler bütün
evin sallanmasına sebep olmaktaydı. Büyük sıkıntı ve ileri derecede yorgunluk hallerinde
başıma geldiği gibi, bir türlü uyku tutmadığından, gidip bir uyku ilacı aldım.

Ertesi gün, sabah vakti Aram, kaldığım eve kadar gelerek beni buldu. Ona bunu
yapmamasını daha önceden söylemiş olmama rağmen bir kere daha dediklerimi hiçe
saymıştı. Bereket versin ki önceki ziyaretlerinde Herr Sack burada değildi.

Beraberce Türklerin oturduğu mahalleye doğru yola koyulduk. Yol üstünde bir
çiçekçinin önünde durduk. Çiçekçinin vitrininde cenaze için hazırlanmış birkaç çelenk
durmaktaydı. Üzerlerindeki bazı Türk isimleri dikkatimi çekti. Bunları defin töreni için
hazırlamışlardı. Bu arada zavallı Hratch aklıma geldi. Yalnızca cenazeye iştirak etmek
zorunda kalmayacak bir de bu iş için kendisini seçmiş olduklarından, Ermeni çocuklarının
katiline ait tabutu mezarlığa kadar sırtında taşıyacaktı. Bu durum başka cenaze törenleri
yaratmak için ideal bir fırsattı. Aram'a doğru dönerek bu düşüncelerimden ona da
bahsettim. Bu fikir kendisinin de hoşuna gitti.

"Fakat" dedi. "Onlara nasıl yaklaşacağız? Hratch, hepsinin polis görevlileriyle çevrili
olacağını söyledi."

"Kolay" diye cevap verdim. Çelenkler bana ilham vermişti. "İki adet muhteşem çelenk
siparişi verip onları son dakikada bütün Türklerin bir arada bulunduğu cenaze salonuna
götüreceğiz. Orada revolverlerimizi çıkarıp Enver'i, Cemal'i ve başka kimi bulursak
öldüreceğiz. Böylece yas tutmak için gerçekten iyi bir sebepleri olur." Aram'ın gözleri
parlasa da sessizliğini muhafaza etti. Düşünüyor muydu yoksa tereddüt mü ediyordu?
Aksine birşey söyleyerek beni kızdırmak İstemediğini biliyordum. Beni tasvip ettiği
takdirde yeni tehlikelerle yüz yüze gelmemiz gerekeceğinden emindim. Böyle bir
hareketten kazasız belasız sıyrılmak pek de kolaymış gibi görünmüyordu. Birden Arşavir
Papazian'ı hatırladım Arkadaşım bu gibi durumlarda bir dakika bile tereddüt etmezdi.
Cenaze odasına dalar ve listemizde kim var kim yoksa öldürmeden dışan çıkmazdı.
Arşavir hayatta olsaydı, başka arkadaş aramam gerekmezdi.

“Aram Dinle beni" dedim. "Şahan'a gidip Arşak'ın silahını bulalım."

Şahan'ı bulduktan sonra kendisine planımızı anlattık. Bizi dinledikten sonra tek
söylediği öğleden sonra saat iki treniyle Viyana'ya gideceği o!du.

"Fevkalâde" dedim. "Bu halde Arşak'ın revolverini bize verebilirsin. Şartlar uygun
olduğu takdirde harekete geçeriz. Aram çelenkleri ısmarlayacak."

Ama ortalıkta silah yoktu. Şakir ve Azmi suikastleriyle itham edilmekten korkan Sahan,
Arşak'ın revolverini gidip nehre atmıştı. Ayrıldık. Aram İki gün sonra kendisinin de
gideceğini hatırlattı. Elindeki Rus pasaportu istediği zaman, hiçbir güçlük çıkmaksızın
Almanya'yı terketmesine imkân veriyordu.

Bir kere daha böylesine bir harekete kalkışmanın tüm sorumluluğunu üstlenmem
gerekiyordu. İngiliz, cafesinden içeri girdikten sonra daha iyi düşünmeme yardımcı
olması için birkaç bardak konyak içtim. Herşeyden önce, Berlin'deki arkadaşların
başkaca terörist faaliyetlere canı gönülden hazır olmadıkları açık seçik ortadaydı.
Duygularını anlıyordum. Ben bile uygun ve güvenli bir geleceğin hayaliyle
yaşamaktaydım. Ülkeyi şu anda terketmekle kendimi iyice zora sokuyordum. Şansıma
takım elbiseyi gidip almamı istedi. Aksi takdirde gazetelerde esrarengiz bir 'Rus'
tarafından ısmarlanan bu elbise hakkında dünya kadar yazı çıkması mümkündü. Sahan
gideli çok olmamıştı. Hratch da, şu an için Türklerden yakasını kurtaramasa da, en kısa
zamanda Berlin'i terketmeye niyetliydi. Böylece Berlin'de silahsız bir vaziyette tek başıma
kalacaktım.

Aram'a Gara kadar refakat ettikten sonra eve geri döndüm. Yeniden içim kararmıştı.
Berberian'a ait olduğu söylenen bu meşhur fotoğrafın, 'eski dostum' Eşrefin bizim evde
bulduğu bana ait resim olduğundan adım gibi emindim. Almanya'dan çıkmak için gereken
işlemleri yerine getirmek için bölge komiserliğine bile gidemeyecektim. Bunun yanısıra
Talât Paşa'nın dul karısının da beni teşhis etmek için fazla uzakta olmayacağını da
biliyordum.

Bir başka vazife için hayatımı tehlikeye atmak o kadar büyük bir iş değildi ama
hareketsizlik beni Öldürüyordu. Kuralına uygun olmayan belgeler yüzünden bir tavşan
gibi gidip tuzağa düşmek salaklığın dik alâsıydı!

Sahan, ülkeyi terketmek için yardıma ihtiyacım olduğu zaman Profesör Zorian ve
Almanya'dakİ temsilcimiz Libarid Nazariantz ile temasa geçmemi söylemişti. Ertesi gün
gidip Libarid'i buldum. Hazırlamış olduğu çayı küçük bir sehpanın üzerinde ikram etti.

"Geldiğinize öyle sevindim ki" dedi. "Mikaei de birazdan burada olacak."

Ermenistan'ın eski İtalya Büyükelçisi Mikaei Varantian'la birkaç gün önce


Kurfürstendamm caddesinini köşesinde karşılaşmıştık. Beni kucakladıktan sonra şakacı
bir tonda:

“Cenaze töreninde ardından yapılacak konuşma Telgraf akşama doğru eve ulaştı.”
Herr Sack'ın telgrafı okuduktan sonra sarardığını gördüm. Daha sonra bana dönerek elim
bir ifadeyle haberi verdi. Her an ağlayacakmışım gibi sarsılmış bir hale büründüm. Birkaç
kez ne yapmam icap ettiğini sordu. Kendisine yalnız başıma yolculuğa çıkacak durumda
olmadığımı, benimie gelebildiği takdirde bütün yol masraflarını karşılayacağımı söyledim.
Tek başıma bu işin altından kalkamayacağımı ve burada arkadaş olarak kendisinden
başka kimseye güvenemeyeceğimi de ilave ettim.

Herr Sack bu konuyu annesiyle istişare etti. Bu suikast hadisesi bütün zamanını
almaktaydı. Türkler İmam'\n gelmesini beklemekteydiler, cenazeninse yarın kaldırılması
düşünülüyordu. Herr Sack'ın çalan telefonlardan başını kaldıracak zamanı kalmıyordu.
Kendi problemimi de onun üzerine yıkmıştım. Beni rahatlatmaya çalışarak,
pasaportumdaki düzensizlikleri ortadan kaldırmak için elinden geleni yapmaya
çalışacağına söz verdi.

Heyecandan birşey yutamıyordum. Ama artık yemekleri kimse görmeden ortadan


kaldırmaya çalışmıyordum. Sack ailesi üzüntüden ağzıma lokma koymadığımı
düşünmekteydi.

Ertesi sabah, endişeli bir şekilde Herr Sack'a yaklaştım.

"Ah, tabi!" dedi. "Pasaportunuzu bana verin.", Bir koşu odama giderek belgelerimi
getirdim.

Kartvizitini çıkararak üzerine Schmidt diye birinin ismini yazdıktan sonra, pasaportumla
birlikte vakit kaybetmeden Merkez Karakoluna giderek bu şahsı bulmamı söyledi. Bu fikir
pek hoşuma gitmese de reddedebilecek durumda değildim.

"Şu sıralar çok meşgulüm de." dedi, çalışmaktan bitap düşmüş durumdaki zavallı Herr
Sack. "Haydi gidin, herşeyi o halledecek."

Bir taksiye atlayarak Karakola gittim. Binanın önünde bir yığın müfettiş ve üniformalı
memur gözüme çarptı. Taksiden inerek, bir başka taksi tutup eve dönmeden önce biraz
yürümeye karar verdim. Akabinde fikrimi değiştirdim. Karakoldan içeri girerken tepeden
tırnağa titremekteydim. Kırık dökük Almancamla birkaç kişiye sorduktan sonra aradığım
şahsı muazzam bir salonda buldum. Başka insanlar da beklemekteydiler. Kendisine Herr
Sack'ın kartıyla beraber pasaportumu uzattım.

Herr Schmidt onlara bir göz attıktan sonra hiç şüphe yok 'Ermeni Pasaportu' manasına
gelen birkaç kelime saffetti. Ardından bana baktı. Fakat evrakımı mühürleyeceği yerde
masanın kenarına koydu. Acaba durumumu meslekdaşlarıyla mı konuşacaktı? O arada
pasaportumu bırakarak kaçıp gitmek bir saniyelik bir zaman içinde aklımdan gelip geçti.
Sonra fikrimi değiştirerek gidip bir kenara oturdum. Kendimi kızgın bir saç üzerinde gibi
hissediyordum. Bu arada Herr Schmidt'in başkalarının işleriyle uğraştığını farkettim.
Benim bulunduğum tarafa bakmıyordu bile. Bir müddet daha bekledim. Kuyruğun hiç de
bitecekmiş gibi bir görüntüsü yoktu. Sonunda kararımı verdim. Herr Schmidt'in kısa bir
süre için odayı terketmiş olduğu bir sırada pasaportumu kaparak oradan ayrıldım.

Olup biteni Herr Sack'a anlatmak için bir an önce eve döndüm. Ben gelmeden biraz
önce, muhtemelen Berberian soruşturması için Leipzig'e hareket etmişti. O akşam Bertha
kendisini sinemaya götürmemi rica etti. Kabul ettim. Sinema çıkışında biraz önce
seyrettiğimiz filmle ilgili kafamda hiçbirşey kalmamıştı. Ardından İngiliz Cafesine gittik.
Orada birkaç bardak konyak içtim. Alkol ve orkestradan yükselen müziğin ezgisi biraz da
olsa sıkıntılarımı unutmamı sağladı. Bertha'nın istemiş olduğu bazı parçaları dinlemek
için Orkestra şefine zarf içinde birkaç banknot gönderdim. Daha sonra geri döndük. Bir
türlü uyku tutmuyordu. Bütün geceyi yatağımın İçinde sağdan sola dönerek geçirdim.

Ertesi gün Robert'le birlikte çıkıp biraz dolaştık. Artık, apartmana her dönüşümde,
kimin girip çıktığını görmek İçin binanın girişini gözlüyordum. Kendimi şüpheci bir ahmak
gibi hissediyordum. İçimde çok kötü hisler vardı.

Gidip, Zorian'ı bir defa daha ziyaret ettim. Benim hâlâ Almanya'dan ayrılmamış
olduğumu görünce hayretler içinde kaldı. Dediğine bakılırsa durum hayli tehlikeli bir hal
almıştı. Ben de bunun farkındaydım. Kendisine elli dolar vererek benim için bunları
marka çevirmesini rica ettim. Dönüşünü beklerken dairesinin içinde heyecandan gidip
geliyordum. Daha sonra cebimde marklarla İngiliz Cafesine gittim. Güvenliğimin, suikast
akşamınkinden daha büyük bir tehdit altında olduğunu hissediyordum. Herr Sack'ın
Leipzig dönüşü nasıl bir ruh haleti içinde olacağına dair zerre kadar fikrim yoktu. Belki de
Türk Polislerinin Berlin'e getirdiği resmi de görmüştü.

Her an patlamaya hazır bir vaziyette eve döndüm. Kendimi aptal gibi hissediyordum.
Herr Sack benden önce gelmişti. Tıpkı benim gibi o da yorgun ve solgundu.

"Hâlâ burada mısınız?" dedi.

"Sizi bekliyordum. Birlikte gitmemiz lâzım."

"Oh! Ama bu mümkün değil. Son zamanlarda işim başımdan aşkın, hele şu sıralar."
Üzüntülü bir şekilde başımı sallayarak cebimden bir deste mark çıkardım ve annesine üç
ayfrk kira bedeli olarak verdim. Geri döneceğimi ve onlarla kalmaya devam etmek
istediğimi söyleyerek odayı benim için tutmalarını rica ettim.

Herr Sack lafı pasaportuma getirdi. Bu arada annesi kendine doğru dönerek canı
sıkılmış bir şekilde benimle neden daha fazla ilgilenmediğini sordu. Ertesi gün bir telgraf
daha geldi: "AMCAN ÇOK AĞIR HASTA. BU GECİKMENİN SEBEBİ NE?" Bütün
meşguliyetlerine rağmen bu ikinci telgraf Herr Sack'ın sonunda karar vermesini sağladı.

"Haydi gidelim." dedi.

Kendisine taksi için iki yüz mark verdim. Biraz sonra Mafkez Karakolundaydık.

Elinde pasaportum olmak üzere bir bürodan ötekine koştururken kendisini koridorda
bekledim. Bazı mühürleri kendi elleriyle vuruyordu. Artık kolayca çıkış vizesi alabilirdim.
Üzerimden büyük bir yük kalkmıştı.

Eve döndüğümüz zaman bütün aileyi birahaneye davet ettim. Bu vesileyle bir kere
daha mümkün olduğunca kısa bir süre içinde geri geleceğimi tekrarladım. Annesiyle
kızkardeşinin kendi yerine gelmeye hazır olduğunu söyleyerek Herr Sack'a bir kere daha
beraber yolculuk etme teklifini tekrarladım.

"Şu sıralar işim başımdan aşkın." dedi. "İstanbul'dan gelen görevlilerle birlikte
çalışmak için bir an önce Leipzig'e dönmem gerekiyor. Sizinle beraber gelmem mümkün
değil." diye sürdürdükten sonra biraz da kızgın bir edayla "En azından birkaç gün daha
beni bekleyin. Bakalım bu iş nereye varacak?" dedi.

Eve döndüğümüzde kendisini telefonla aradılar.

Uzun bir süre konuştu. Kapattıktan sonra dışarıya Çıkması gerektiğini söyledi.
Endişem daha da artmıştı. Hemen ardından evden ayrıldım ve mahallede gezinmek
suretiyle dönüşünü bekledim. Sonunda gözüme çarptı ve kendisine yaklaştım.
"Gecenin bu vaktinde dışarda ne yapıyorsunuz?"

"Dolaşıyordum.”

“Ne için dışarıya çıkmıştınız? Ne yaptınız?"

"Yarın Leipzig'e gitmem gerekiyor."

En az birkaç gün gelmeyeceğini öğrenmek çok hoşuma gitti. Hareketinden önce


beraberce bir cafeye giderek orada gelecekte yapmayı düşündüklerimden söz ettik. Bana
kalan mirası Almanya'ya transfer etmek istediğimi söyledim. Bir kere yerleştikten sonra iş
hayatına atılmaya niyetim vardı, bu durumda kendisi gibi gözüm kapalı güvenebileceğim
birine ihtiyacım olacaktı. Mağaza ve başka tip gayrimenkuller satın alma düşüncelerim
onu çok heyecanlandırmışa benziyordu. Birbirimizden gayet iyi bir şekilde ayrıldık.

Hareketinden sonra bir müddet Bertha'yla beraber vakit öldürdük. Ardından Zorian'ı
görmeye gittim. Ertesi gün, vize almak için Avusturya Elçiliğine benimle birlikte gelmeye
karar verdi.

Eve içim rahatlamış bir şekilde döndüm. Robert bana doğru koştu; attığım çukulatayı
havada kaptı. Beraberce dışarıya çıktık. Dönüşte kendisine et aldım. Köpekle birlikte
dolaşmayı çok sevsem de, birkaç gündür apartmandan ayrılmaktan çekinir olmuştum.
Hareketimi hızlandıracak bir mesajın evde yokken gelmesinden korkuyordum. Yine de
bütün gün evde kapalı kalarak Sack ailesinin etrafında dönüp duracak halim yoktu. O
akşam Bertha'yı sinemaya götürdüm. Ertesi sabah saat sekizde kapı çalındı. Önceden
giyinmiş olduğum için kapıyı açmak üzere harekete geçtim. Bir posta görevlisi Frau Sack
adına gönderilmiş bir telgrafı elime tutuşturdu. Vermeden önce okumayı düşünüyordum.
Ne yazık ki Frau Sack da zilin sesini duymuştu. Şansıma lanet okuyarak telgrafı
kendisine uzattım. Telgrafı okumaya başladığında dikkatle kendisini izleyerek
uzaklaştım. Bana biraz telaşlanmış gibi göründü. Kalbimin çarptığını duyarak odama geri
döndüm ve yatağın üstüne oturdum. Çok kısa bir süre sonra ev sahibem İçeri girdi.
Odanın içersine şöyle bir göz gezdirdi.

"Ne zaman gidiyorsunuz?" diye sordu."Bilmiyorum. Herr Sack'ı beklemeyi


düşünüyordum."

Odamın görüntüsünde bir değişiklik yoktu. Bazı kitaplarla bavullarımı her zamanki
yerlerinde bırakmıştım ama bunlar haricinde bütün eşyalarım halihazırda Zorian'ın
evindeydi.

"Yarın ikindi üzeri geliyor. Sizden, kendisini beklemenizi rica ediyor."

Gözlerini bana dikmiş bakıyordu. Normal şartlarda capcanlı ve etrafa neşe saçan biri
olan bu kadının şimdi durgun bir hali vardı. Buna ilaveten ilk kez kapıyı çalmadan odama
girmişti. Kendisine elimden geldiğince sevimli bir şekilde baktım.

"Büyük bir zevkle kendisini bekleyeceğim. Bugün öğle yemeğini beraberce yiyelim mi?"
dedim.

"Çok İyi olur." diye cevap verdi odamı terketmeden önce.

Vizeyi öğleden sonra aldım ve ertesi gün saat onda kalkan trenle yola çıkmaya karar
verdim.
Sonraki gün 8 Mayıs'tı. Sabah erken saatte kalktım. Suikastten sonra Berlin'de
geçirdiğim bu otuz bir zorlu günden sonra artık tehlikenin geçmesine çok az kalmıştı.
Robert kapımı tırmaladı. Onu içeriye aldım; sevip okşadıktan sonra birkaç çukulata
verdim. Tren biletim cebimde duruyordu. Valizlerle kitapları arkamda bırakarak daireyi
terkettim.

Vakit hâlâ çok erkendi. Hayvanat Bahçesinde şöyle bir dolaştıktan sonra eve geri
dönmeye karar verdim. Sakin bir şekilde binaya yaklaşırken iki polis memurunun İçeri
girdiğini gördüm. Mevcudiyetleri pek de olağanüstü bir hal değildi. Dönmüş olduğunu
düşünerek muhtemelen Herr Sack'ı aramaya gelmişlerdi. Uzun müddet kalacaklarını
tahmin etmiyordum. Binayı uzaktan gözlüyordum. On dakika geçmesine rağmen hâlâ
dışarı çıkmamışlardı. İçgüdülerime göre hareket ederek doğruca Zorian'ın evine doğru
hareket ettim. Oradan eşyalarımı aldıktan sonra son sürat Gara yöneldim. Tılsımım olan
beyaz gömleğimi de giymiştim.

Gideceğimi kendisine bildirdiğim yoldaş Varantian beni Garda bekliyordu. O da Paris'e


gitmek İçin hazırlanmaktaydı. Hızlı bir şekilde vedalaştık. Trene bindiğimi görmek için
sabırsızlanıyordu.

"İşte trenin." dedi. "Kızlara fazla bakma." Vagona atladım.

Tren, Berlin'i terketmiş bütün hızıyla ilerlemekteydi. Benî tehdit eden tehlikelerden bir
an önce uzaklaşabilmek İçin daha da hızlı gitmesini arzu ederdim. Bir tedhiş hareketini
tamamladıktan sonra insan korkaklaşıyor. O ana kadar başarıyla istifade ettiği kendini
kontrol etme güdüsünü de kaybetmişe benziyor. Fevkalâde şüpheci olup, emniyetinizin
her an için tehlikeye düştüğünü düşünüyorsunuz. Zaman zaman damarlarımdaki kanın
boşaldığı hissine kapıldığım oluyordu. Suikastten önce enerji yüklüydüm ve görevimi
yerine getirmekten başka bir şey düşünmüyordum. Şu an içinse bütün bu enerji uçup
gitmişe benziyordu. Tren bütün hızıyla gitse bile, onu geride bırakabilmek için
kanatlarımın olmasını istiyordum.

Gözlerimin önünde tutmakta olduğum gazetenin bir satırını bile okuyabilecek durumda
değildim. Daha geçmediğim sınırı ve Sack ailesini düşünüyordum. Polis memurları hâlâ
bekliyor olmalıydılar. Frau Sack, birazdan döneceğim yolunda onlara güvence vermiş
olmalıydı. Ardından kendi oğlu da gelecekti. Hep birlikte odama girerek bıraktıklarımı
tetkik edeceklerdi: Bir ustura, yarı yarıya dolu bir losyon şişesi, yatağın altındaki valiz.

Ayağa kalkarak sigara üstüne sigara içmeye başladım. Eğer Sack ailesi ya da Polis
hareket etmiş olduğumdan şüphelenir ve çabuk davranırsa sınırda yakalanma tehlikesi
ortaya çıkıyordu. Belirsizlik beni . yiyip bitiriyordu. Trenin durduğunu farkettim. Melon
şapkalı bir adam, ağzında sigarasıyla trene bindi. Beni şöyle bir süzdü. Sıradan bir
yolcuya göre benimle fazlasıyla ilgilendiği kanısına vardım. Belki de bir müfettişti. Bir
saat boyunca bu yeni işkenceye katlanmak zorunda kaldım. Akabinde treni terketti.

Tren sonunda sınıra vardı. Sigaramı atıp rahat bir havaya bürünerek elimde pasaport,
kuyruğun sonunda yerimi aldım. Gümrük memurları bayağı hızlı çalışıyorlardı.
Bagajlarımla belgelerime şöyle bir baktıktan sonra pasaportumu mühürleyip geçmemi
işaret ettiler. Kurtulmuştum.

Viyana trenine bindiğim zaman doğruca wagonrestaurant'a gittim ve mükellef bir


yemeği mideme indirelim. Korkunç bir kabusun üzerine iyi bir rüya gördüğümü
düşünüyordum. Akan terler derimin üzerinde kurumuştu. Kendimi diri ve rahatlamış
hissediyordum. Zavallı Herr Sack! Leipzig'de bu 'Berberian' denen kişinin resimini
gördüğü zaman acaba ne hale gelmişti? Türk Polisi beni bir tür canavar gibi takdim etme
fırsatını da kaçırmayacaktı. Peki ya Sack ailesi bunlara inanacak mıydı? Benim
hakkımda kötü düşünecekler miydi? Bütün bunlardan ötürü Herr Sack'ın kariyerine bir
zarar gelmemesini temenni ediyordum. Ailesine çok bağlanmıştım. Bana verilen
vazifeleri yerine getirebilmek İçin, sayıp sevdiğim bu dürüst insanları kullanmak zorunda
kalmıştım. Maria ve Helena'yı hatırladım. Üzerime aldığım misyonu tehdit ettiklerini
anladığım zaman M ve Seto yoldaşlara karşı vaziyet almış ayrıca iyi ve cesur Arşak'ı
Viyana'ya yollamaya karar vermekten bile çekinmemiştim.

Tren Viyana'ya doğru yol alırken bütün bunları objektif bir biçimde yeniden düşündüm.
Pişman olduğum tek nokta Cemal ve Enver Paşaları hayatta bırakmış olmaktı.

ON ÜÇÜNCÜ BÖLÜM BULGARİSTAN'DA TUZAK

Viyana'ya vardığımda önce bir otele yerleştim ardından Berlinfe sahte telgrafları
yollayan arkadaşımı ziyarete gittim. Kendisini bir cafede buldum. Beni görür görmez
bana doğru koşarak boynuma sarıldı. Aram'ı görmüş, tevkif edilmiş olmamdan korktuğu
için günlerden beri büyük bir endişeyle Alman ve Avusturya gazetelerini takip ediyordu.

Üzerimde Avusturya parası bulunmadığı için iki yüz kron borç vermesini rica ettim. Ne
harika çocuktu! Doğru dürüst geçinmesine ancak yeten öğrenci bursu İstanbul'dan hâlâ
gelmediği için üzerinde para yoktu. Buna rağmen Berlin'e gitmeden önce kendisine
emanet ettiğim ne Türk Liralarına ne de İtalyan Liretlerine elini bile sürmemişti. İhtiyacı
olmasına rağmen bu paraları sarfetmemiş olduğu için kendisine çok kızdım. Beni evine
davet ederek paraları ve Gaiane'den gelen birkaç mektubu verdi. Bir miktar para
bozdurduktan sonra şehrin en iyi lokantasına giderek kendimize dört başı mamur bir
ziyafet çektik.

Geceyi onun evinde geçirdim. Birbirimize anlatacağımız çok şey vardı. Suikast
hadisesi ve akabinde başımdan geçenler üzerine herşeyi bilmek istiyordu. Bu hikâyeyi
başından sonuna dek anlattığım ilk kişi de kendisi oldu. Aram ve Arşak'tn Bulgaristan'a
gitmek üzere yola çıktığını söyledi. Hratch ise, Viyana'ya gelir gelmez küçük bir ameliyat
geçirmek İçin hastaneye yatmıştı. Ertesi günü kendisini hastanede ziyaret ederek,
Bulgaristan'a beraber gitmek için iyileşmesini beklemeyi kabul ettim.

Arkadaşımla ben, Berlin'den gönderilen gazeteleri büyük bir ilgiyle okuyorduk. Türk
Gizli Polisi gelerek, gece gündüz demeden Almanlarla birlikte çalışmaya koyulmuştu.
Birinci sayfada bir başka önemli haber daha gözüme çarptı. Bir terzi, suikastten bir ay
kadar önce, Rus olduğunu tahmin ettiği bir yabancının gelerek kendisine bir takım elbise
siparişinde bulunduğunu Polise bildirmişti. Ölçü alınması esnasında ceketini çıkarınca
Terzi, yabancının göğsüne bağlanmış bir deri kılıf İçerisinde bir büyük Mauser taşımakta
olduğunu farketmişti. Rus'la beraber önceden çok İyi tanımakta olduğu ismi gazetede
belirtilmeyen bir Alman da gelmiş olduğu için kendisi o esnada bu ayrıntıya pek de fazla
bir Önem vermemişti. Fakat, suikast sonrasında bir bahçede bulunan Mauser'in
gazetelerde yayınlanan resimleri bu olayı yeniden hatırlamasını sağlamış ve vakit
kaybetmeden Polise gidip bütün bunları anlatmıştı. Bedelinin yarısı Ödenmiş bu takım
elbiseyi almak'jçinse kimse gelmemişti.
Polis, biraz gecikmeli de olsa sonunda izimizi bulmuştu. Aram'ın yaptığı gerçekten
büyük ihtiyatsızlıktı. Herr Sack'ın, pek de ihtimal vermesem de, Türkler tarafından
getirilen resmi görmemiş olması durumunda biie bu olay kendisini bana kadar getirmek
için yeter de artardı bile. Haberi Hratch'a göstermek için arkadaşımla beraber hastaneye
koştuk. O da allak bullak oldu.

1 Haziran 1922 günü sağlığına yeniden kavuş muş olan Hratch'la beraber
Bulgaristan'a gitmek üzere yola çıktık. İstanbul'a dönmeğe karar verdiğimden Ermeni
Konsolosluğundan yeni bir pasaport talebinde bulunmuştum. Hratch, Filibe'de benden
ayrıldı. Kaplıcalarında birkaç gün dinlenebilmek amacıyla Varna'ya kadar yolculuğuma
devam ettim. Varna harika plajları olan muhteşem bir şehir olup, Bulgarlar ve komşu
ülkelerden gelen turistlerin rağbet ettiği güzel bir tatil beldesiydi.

Balkanlar Oteline yerleştim. Turist mevsiminin tam ortasındaydık. Bana vermiş


oldukları iki yataklı odayı bir Türk tacirle paylaşmamı teklif ettiler. Kabul ettim. Odama
yerleşirken onunla bir iki kelime ettim. Kendisine talebe olduğumu ve Viyana'dan daha
yeni geldiğimi söyledim. Bana ticaretle uğraştığından bahsetti. Yıkanıp traş olduktan
sonra yakınlardaki bir cafeye gittim.

Orkestra neşeli parçalar çalmaktaydı. İnsanlar şarkı söylüyordu. Birkaç kadeh konyak
içtim. Sanki herkes coşku içerisindeydi. Kendimi mutlu ve kaygısız hissettiğim için bu
neşeli atmosfere ben de katıldım.

Rahatlamış ve hafifçe çakırkeyif bir haldeyken, sivil elbiseler içinde bir adam bana
yaklaştığında hazırlıksız yakalandım. Elimdeki konyak kadehini masaya bırakarak
kendisine baktım. Bana doğru eğilerek kendini Gizli Servis mensubu olarak tanıttıktan
sonra, bazı sorulara cevap vermem için beraberce karakola kadar gitmemiz ricasında
bulundu.

Korkuya kapıldım. Daha yeni Bulgaristan'a gelmiştim. Ne bir suç işlemiş ne de mevcut
kanunların herhangi birini çiğnemiştim. Bulgar Polisi benden ne isteyebilirdi ki? Karşımda
duran adamın yüzünü inceledim. Yaklaşım tarzı hem tatsız hem de kuşku uyandırıcıydı.
Bende bir Türk olduğu intibaını uyandırdı. Türkler, insanları 'birkaç soruya cevap vermek
üzere' davet etmede uzmanlaşmışlardı. İstanbul'da yaşayan binlerce soydaşımız için de
zamanında bu tarz bir davetiye çıkarmamışlar mıydı? Gidenler arasından çok azı geri
dönmüştü. O esnada Hratch'ın revolverinin üzerimde olduğu aklıma geldi.

Sivil elbiseler içinde dört adam daha masama yaklaştılar, Herşey açık seçik ortaya
çıkmıştı; Türkler beni kaçırmaya hazırlanıyorlardı.

"Bir dakika" dedim. "Müsaade edin de şu içkimi bitirip, hesabı ödeyeyim."

Bir Ermeni yüzü ya da Bulgar Polisinden bir Allanın kulu görebilmek için dört bir yana
bakındım, şansım yoktu. Bütün bu müşteriler için meçhul bir insandım.

Ayağa kalktım, sahneye sırtımı dönerek bağırdım:

"Kimsiniz? Benden ne istiyorsunuz? Hüviyetlerinizi gösterin."

Hep bir ağızdan: "Bulgar Polisine mensubuz." cevabını verdiler.

Beni ele geçirmeye muvaffak oldukları takdirde yarından tezi yok kendimi Anadolu'da
bulacaktım. Kararlı oldukları her hallerinden belli oluyordu. Tehlikeden kaçmış olsam da,
daha beterini Bulgaristan'da bulmuştum.

Şarkılı cafenin orkestrası coşkuyla çalmaya devam ediyordu. Bir palyaço sahnede
gösterisini sürdürmekteydi. Salon kahkalarla çınlıyordu. Bu arada tabiatıyla kimsenin
bize baktığı yoktu. Adamlardan biri beni tutmaya çalıştı. Kendimi kurtardım, revolverimi
çıkartarak onu öyle bir ittim ki kendisini yerde buldu.

"Ellerinizi kaldırın." diye bağırdım. "Yoksa burda sizi köpek gibi öldürürüm!"

Bir anda kahkahalar kesildi. Müşteriler şaşkın bir halde bize doğru bakıyorlardı. Daha
yeni sahneye çıkmış olan şarkıcılara yaklaşarak patrona haber vermelerini istedim.
Patron gelir gelmez kendisinden bir an önce Polis çağirmasını zira elleri havada
bekleyen bu insanların Türk hırsızları olduğunu söyledim.

Bir Polis görevlisi geldi. Kendisinden amirlerine haber vermesini rica ettim. Ne
müzikten ne de gürültüden eser kalmamıştı. Bir anda cafedekilerin ilgi odağı haline
gelmiştik. O esnada bir müfettiş birkaç polisle birlikte içeri girdi.

Anında silahımı kendisine teslim ettim, şaşırmış bir halde bana baktı. Ardından bu beş
Türke dönerek ne olup bittiğini sordu. Türkler daha önceden bir hikâye hazırlamışlardı
bile. Müfettişe cafeyi terketmek İstediklerini söylediler. Oteldeki odamda yeniden bir
araya geldik. İşte o zaman Türkler kimliklerini göstermeye karar verdiler. Gerçekten de
Türk Gizli Servisi mensuplarıydılar.

"Çok güzel." dedi Bulgar. "Fakat bu çocuktan ne istiyorsunuz?"

Aralarından biri: "Bu çok mühim." dedi. "Onu İstanbul'a götürmemiz lazım. İki gün
önce, gece vakti bir soyguna iştirak etti. Bir milyoneri kurşunla yaralayıp koruma
görevlisini öldürdükten sonra yüz bin lirayı çalarak kayıplara karıştı. Miîyoner, şu anda
hastanede ölüm döşeğinde. Kendisine saldıran şahsı bizzat tanıyacağını söylüyor.
Kimliğini doğrulamamız için bu çocuğu İstanbul'a götürmemiz gerekiyor. Eğer suçlu
değilse tabiatıyla kendisini serbest bırakacağız."

Müfettiş pasaportumu görmek istedi. Kendisine pasaportumun Ermeni


Konsolosluğunda olduğunu söyledim. Bunun üzerine valizimi açarak gizli bölmede
Arşak'a Berlin'den almış olduğum hançeri ve bol miktardaki parayı buldu. Beş yüz Türk
Lirası, beş yüz İtalyan Lireti ve bir büyük tomar Bulgar Levası. Aynı zamanda Roma,
Berlin ve Viyana'ya ait şehir planları da ortaya çıktı. Bu deliller İnsanı mahkûm ettirmeye
yeter de artardı bile.

"İsminiz ne?" diye sordu, Bulgar. "Souren" diye cevap verdim.

"Hayır" diye bağırdı, Türkler. "Adı Arsak. Şeytan Arsak, Kanlı Arsak. Başka ürkünç
adları da var. Görmediniz mi? Hepimizi öldürecekti. Onu bize verin. Elimizde resmi
belgeler var. İşte kendisini teslim aldığımıza dair resmi tutanak."

Bulgar müfettişi bana baktı. Bu hikâye onun da hiç hoşuna gitmemişti.

"Elimden birşey gelmiyor." dedi. "Sizi götürmelerine müsaade etmem gerekiyor. Bana
Viyana'dan geldiğinizi söylediniz ama elinizde ne pasaport ne de başka bir belge var.
Aynı zamanda talebe olduğunuzdan bahsetmiştiniz. Eğer bu doğruysa bu kadar para
üzerinizde ne arıyor? Hangi sebeple tabanca ve hançer taşıyorsunuz? Kusura bakmayın
ama sizi onlara teslim etmek zorundayım."
Türkler, hayli keyifli bir halde kendi aralarında fısıvaşmaktaydılar. Beni alıp götürmeye
hazırlardı, aslında üzerime saldırmamak için kendilerini zor tutuyorlardı. Anadolu'ya
geçer geçmez beni bir daha gören olmayacaktı. Onların sabırsızlıkları ve heyecanıyla
benim ellerinden kurtulma kararlılığım birbirine eşitti.

Bulgar, bezgin bir sesle; "Eğer bu soygun hikâyesi doğru değilse” diye konuşmasına
devam etti, “Türk Polisi sizden ne istiyor? Adamlarından beşini bu kadar uzak bir
mesafeye, Bulgaristan'a, hangi sebeple gönderiyorlar?"

"Sorun bakalım bütün formaliteleri yerine getirmişler mi?" dedim. "Beni İstanbul'a
götürebilmeleri için Dahiliye Nezareti'nden karar çıkması gerekiyor. Belgelerini gördünüz
mü? Hepsi de usulüne uygun mu?"

Bu soruları bir nefeste ardarda sıralamıştım.

Türklerden biri: "Bu tip, zaman kazanmaya çalışıyor." diye söze girdi. "Yegane görgü
şahidinin ölmek üzere olduğundan haberi var. Bu taktiğe daha önce de başvurmuştu. Ne
kadar kurnaz olduğunu bilemezsiniz. Daha başka numaraları da var, inanın. Ama sizin
gibi üst seviyeden bir Bulgar devlet görevlisini kandırabileceğini tahmin etmiyorum. Daha
önce bu gibi suçlularla çok karşılaşmışsınızdır."

"Bu doğru" diye cevap verdi, Müfettiş. "Onlarla aynı fikirdeyim. Her halükârda, suçlu
olmadığınız takdirde zaten sizi bırakacaklardır."

"Çok güzel. Ama daha önce Ermeni Konsolosluğuna gidip pasaportumu alalım. Hiç
olmazsa durumumdan bir Ermeninin haberi olsun."

"Zaman daralıyor." dedi, Türklerden biri.

Kaybetmiştim. Müfettiş tam manasıyla uysallaşmıştı. Türkler, iyi niyetli oldukları


konusunda kendisini ikna etmişlerdi. Arada bir onu bir kenara çekerek alçak sesle
konuşuyorlardı. Kendisine iyi bir mükafat vaad ettikleri muhakkaktı.

Aniden, Otelin Sahibi içeri girdi. Oda ücretini istemek için gelmişti. Saat sabahın
ikisiydi. Odamı benimle paylaşmakta olan Türk o ana kadar bütün bu tartışmaları ağzını
dahi açmadan, şaşkın bir halde dinlemekle yetinmişti. Otel Sahibini görür görmez;
"Kardeşim, sabaha kadar bu eziyete katlanmak zorunda mıyım?" diye bağırdı.

Patronun tek endişesiyse kendisine borçlu olduğum parayı alabilmekti.

Gizli Polis mensuplarından biri Taciri "Sabahleyin kafanı kesilmiş bulursun." diye
haşladı.

Bu son söz şu ana kadar duyduklarımdan daha da fazla canımı sıktı. Bu küstah Türk
görevlisini tokatlamamak için kendimi zor tuttum. Yine de, soğukkanlılığımı
kaybetmemem gerekmekteydi. Bir düzine kadar Türk ve Bulgar polisi etrafımı sarmış
olup, penceremin altındaysa ayrıca bir başka kalabalık bekleşmekteydi. İnsanlar otelin
içinde olağan dışı bir hadise cereyan ettiğini hissetmişlerdi. Aşağıda toplanan insanlara
bakabilmek İçin pencereye yaklaşmak istedim. Kendisiyle haber gönderebileceğim bir
Ermeni bulmak istiyordum. Türklerden biri kolumdan yakaladı.

"Aşağıya atlamak istiyorsun, ha?" dedi. "Ama, kaybolan yüz bin lirayı bulmak için sana
ihtiyacımız var."
Çaresiz bir halde yeniden Müfettiş'e baktım.

"Beni böyle götürmelerine müsaade edecek misiniz?"

Bulgar omuzlarını silkti. Elinden birşey gelmiyordu. Herşey usulüne uygundu.

“Yarın bu evrakı konsolosluğunuza yollayacağım." diye ilave etti.

"Fakat, gecenin bu vaktinde beni götüremezler." dedim. "Bunun kanuni yanı yok.
Bütün daireler kapalı. Belgelerimi bile gösteremiyorum. Sizi zora koşmak için böylesine
geç bir saati kasten seçtiler. Fakat, inanın bana, bu gece beni onlara teslim ederseniz
yarın ne yaptığınızın farkına varacaksınız, pişman olsanız dahi bu hatanızı telâfi etmek
için çok geç olacak."

Sözlerim, Bulgar'ı biraz da olsa etkilemişe benziyordu. Türklerse telaşlanır gibi


olmuşlardı. Aralarından biri:

"Bekleyecek vaktimiz yok, Komiser Bey. Kendisini İstanbul'a uçakla götürmemiz lazım.
Tanık, şu anda ölmek üzere."

Müfettiş sonunda pes etti.

"Elimden gelen birşey yok. Sizi götürmelerine müsaade etmek zorundayım."

Bu sözleri bitirdiği anda Türklerden biri elinde kelepçelerle bana yaklaştı. Paniğe
kapılarak Bulgar'dan kendisiyle beş dakika baş başa görüşmemizi rica ettim. Makul bir
insandı, kabul etti.

Odanın bir köşesine doğru çekildi. Tam onun peşinden gidecekken, vahşiliğini daha
fazla kontrol altında tutamayan Türklerden biri kolumdan yakalayarak götürmeye çalıştı.

"Artık yeter." diye bağırdı. "Gidiyoruz." Bir silkinişte kendimi kurtardıktan sonra:

"Sizin türden bir köpekle edecek lafım yok. Müfettişle konuşmak İstiyorum." diye
haykırdım.

"Bu kadar saçmalık yeter." diye bağırdı bir başka Türk. "Onu bana bırakın. Ben onunla
meşgul olurum."

Şans eseri, Bulgar Müfettiş sanki bu nahoş sözler kendisine karşı


sarfediliyormuşçasına tepki gösterdi. Türkler durumu kurtarmaya çatışıyorlardı.
Pişmanlıklarını gösterip, 'saçmalık' kelimesiyle kesinlikle söylemiş olduğu sözleri
kastetmediklerini ifade ettiler. Çabaları boşunaydı. Müfettiş, kızgın bir halde:

"Özel bir görüşmeden ne için bu kadar çekiniyor sunuz? Bir saattir zaten sizden
başkasını dinlemiyorum. Beş dakika içinde de çekip gideceksiniz." diye parladı.

Ardından beni bir kenara çekerek hakikati anlatmamı tavsiye etti. Elimde oynayacak bir
tek kartım kalmıştı. Bunu kullanmaya karar verdim. Türklerin hatalarından Bulgarlar da
çok çekmişlerdi. Kendilerine mahsus bir tür milli onurları vardı.

"Beyefendi" dedim. "Ben bir siyasi suikastçiyim."


Akabinde mümkün olduğunca kısa bir şekilde Roma ve Berlin'de geçen olayları ve
bunlar içinde kendi rolümü özetledim.

"Bu Türklerin beni nasıl bulabildiklerini bilmiyorum, ama ceplerini arayacak olursanız,
büyük ihtimalle fotoğrafımı ve hatta hakkımda birkaç makalenin yer aldığı resmi polis
gazetesini bulacaksınız. Mensubu bulunduğum İhtilâlci Teşkilât kendi ülkesinin
bağımsızlığı için savaş veriyor. Tıpkı Makedon kardeşlerinizin yanında sîzin de kendi
ülkeniz adına yapmış olduğunuz gibi. Benzeri biçimde siz de kendi memleketinizi Türk
boyunduruğundan kurtardınız."

Daha sonra Bulgaristan'a gelip yerleşmiş bulunan bir Ermeni Tüccarından söz ettim.
Bu Tüccar Taşnak mensubuydu. Bulgar'a bu Ermeni'nin, Konsolosluğa bırakmış olduğum
pasaportumla ilgilenmekte olduğunu ve doğru söyleyip söylemediğimi kontrol etmek
istiyorsa onunla temasa geçmesinin yeterli olacağını söyledim.

"Dinleyin" diye mırıldandım, "şu Türklerin haline bir bakın. Sizin de gördüğünüz gibi
beni götürmek için eskisi kadar aceleleri kalmadı. Size gerçeği anlatmış olduğumu
tahmin etmiş olmaları lazım."

Müfettiş, birkaç saniye beni süzdükten sonra gülümsedi. "Müfettiş Bey." diyerek
yeniden başladım. "Paramı size emanet etmek istiyorum. Sizden sadece burada bir veya
iki memur bırakmanızı talep ediyorum. Yarın sabah onlarla birlikle konsolosluğa giderim
ve böylece herşey açığa çıkmış olur."

Bulgaristan'a gelip yerleşen arkadaşımızla Bulgar'ın çok iyi dost oldukları da bu arada
ortaya çıkmıştı. Kendisi o sıralar, İhtilâlci Ermeni Federasyonu'nun bu ülkedeki Merkez
Komitesi Başkanlığını yapmaktaydı. Kazanmış olduğumu hissediyordum. Müfettiş,
Türklere dönerek:

"İki saat içinde sabah olacak." dedi. "Bu hadisenin sorumluluğunu üzerime almak
istemiyorum. Hepimiz burada bekleyeceğiz. Ardından hep beraber Merkez Karakoluna
gideceğiz. Bu çocuk şehirdeki bir Ermeniyi tanıyor. Bu pasaport hikâyesini doğrulatmak
için kendisini çağıracağız. Bu çocuğu size verip vermeyeceğim Konsoloslukta ortaya
çıkacak. Bütün yapabileceğim bunlardan İbaret."

Öylesine kararlı bir ses tonuyla konuşmuştu ki Türkler bana doğru dönüp, öfkeden
yumruklarını sıkarak ağızlarının içinden hakaretler yağdırmaya başladılar.

"Bize zorluk çıkartabilirler." diye Müfettiş'e fısıldadım. "Kalabalık sayılırlar. Ayrıca


aşağıda bekleyen İnsanlar da var. Dikkatli olmak lazım."

Bulgar, kendisine eşlik etmekte olan iki askere süngü takarak kimseyi içeriye
sokmamalarını emretti. Askerler esas duruşa geçtiler.

Türklerden bir bana bakarak: "Becerikli olduğunuz hususunda bizi ikaz etmişlerdi."
dedi. "Ama yarın neler olacağını hep beraber göreceğiz."

Yüzlerini dikkatle inceledim. "Beni bir katil, bir hırsız yerine koydunuz." dedim. Fakat
dikkat edin. Bulgaristan'da veya bir başka yerde karşıma çıkmamaya çalışın."
Parmağımı, beni kelepçeîemeye kalkışan Türke doğrultarak ilave ettim: "Bilhassa siz.
Ha, bu arada." diye gülerek yeniden başladım. "Eşref Efendi'ye ne oldu? Nerede
kendisi? Yakınlarda bir yerlerde beni mi bekliyor? Planınız başarılı olsaydı bu gece
büyük ihtimalle onunla da karşılaşacaktım."
Türkler öfkeden kıpkırmızı olmuş bir şekilde alel acele odayı terkettiler. Oda arkadaşım
dehşet içinde kalmıştı Benimle beraber bir dakika bile geçiremeyeceğini söyleyerek
derhal odadan ayrılmamı söyledi. Sözlerinden alınan Müfettiş kendisine pılısını pırtısını
toplayarak oteli terketmesini emretti. Zavallıcık sabahın bu kör saatinde otelden ayrılmak
zorunda kaldı.

Müfettiş gitmek üzereyken kendisine pencerenin altında toplanan kalabalığı gösterdim.

"Bu devriye yeterli olmayacak." dedim. “Türklerin burada çok adamları var."

Bulgar, kafasını sallayarak dışarı çıktı. Sokağı gözlemek için pencerenin yanında
durdum. Birkaç dakika sonra polisler gelerek kalabalığı dağıttılar. Artık rahatlamıştım.
Yatağın üzerine uzanarak uyuyakaldım. Gözlerimi yeniden açtığımda, biri sivil giysiler
İçinde olmak üzere dört polisin odamda olduğunu farkettim. Gülümseyerek
endişelenecek birşey olmadığını söylediler. Şafak söküyordu. Kalktım. Yıkanıp, traş
olduktan sonra üzerime temiz bir gömlek geçirdim. O zaman polislerden birine beni
nereye götürmeye niyetlendiklerini sormayı akıl ettim. "Merak etmeyin." dedi. "Bizi takip
edeceksiniz." Pencerenin yanına kadar gittim. Aşağıda şaşırtıcı bir manzara vardı. Otelin
önünde sadece polis devriyeleri değil bunların yanı sıra bir manga da üniformalı İtfaiye
eri bulunmaktaydı. Beni Türklerin elinden kurtarmış olan Müfettiş de gözüme ilişti. Birkaç
saniye sonra odamdan içeri girdi. Kendisine iki görevli refakat etmekteydi.

İlk defa rahat bir havada sohbet ettik. Bu arada kendisinin Makedon olduğunu ve
İhtilâlci Makedon Partisine mensup bulunduğunu öğrendim. İhtilâlci Ermeni Federasyonu'
nun kurucularından biri olan Chrislapor Mikaelian'la beraber çalışmış olduğunu da bana
anlattı. Mikaeiian, 1905 yılında Bulgaristan'da, Sultan Abdülhamid'e karşı düzenlenen
saldırıda kullanılan patlayıcılan hazırlarken ölmüştü.

Karakola kadar beraber gittik. Kalabalığın arasından geçerken etrafımdaki yüzleri tek
tek İnceledim. Etrafta Türklerin bulunduğunu biliyor ama bir tanesini bile tanımıyordum.
Karakolda, aralarında Tüccar arkadaşımızın da bulunduğu birkaç Ermeni beni
beklemekleydi. Sevinçten yüzleri gülüyordu. Müfettiş, tabancamla paramı geri verdikten
sonra bana yaklaşarak esprili bir şekilde:

"Lütfen kimseye ateş etmeyin. Oldu mu?" dedi.

Türkleri uzun bir müddet boş yere bekledik. Tahminim doğru çıkmıştı. Gerçekten de,
Müfettiş'e onlardan hiçbirinin kendini göstermeye cüret edemeyeceğini söylemiştim.
Arkadaşımız, memur, asker, müfettiş hepimizi birden dışarda bir yerde kahvaltı etmeye
götürmeye karar verdi. Neşe içinde kahvaltımızı ettik. Ardından biraz daha beklemek için
karakola geri döndük ama hiçbir Türk gelmedi.

Müfettiş: "Bu çocuğu Türklere teslim etmekle ne feci bir hata işleyecektim." dedi.
"Bütün ömrüm boyunca vicdan azabı çekecektim."

Felaketin eşiğinden dönmüş olsak bile zavallı adam bayağı sarsılmıştı. Kendilerine az
daha devrimci bir yoldaşı teslim edeceğini düşündükçe, Türklerin göstermiş olduğu cüret
karşısında başını sallayıp lanet okuyarak duyduğu hayreti ifade ediyordu. "Gerçekten acı
çekecektim." diye tekrarlıyordu, "Bu pişmanlığı hayatımın geri kalan günlerinde asla
üzerimden atamazdım. Bereket versin ki bu çocuk israr etti. Ya onu dinlemeseydim ne
olacaktı."

Arada bir üzüntüsüne kızgınlık da karışmaktaydı. Bu yalancı Türkleri yakalayarak


demir parmaklıklar arkasına koymaya niyetleniyordu. Zira bu şahıslar kendilerini Bulgar
Polisiymiş gibi göstererek bir Ermeniyi kaçırmaya kalkışmışlardı. Bunun da ötesinde bir
Bulgar devlet görevlisine, bir Polis Müfettişine yalan söylemişlerdi.

Maalesef bu kargaşa içerisinde Müfettiş, Türklerin ismini unutmuştu. Kendi aralarında


konuşurken kulağıma çalındığı için içlerinden birinin İsmini ben hatırlıyordum. Şevket
Bey. Bu Şevket Bey, bileklerime kelepçeleri geçirmeye çalışan kişiydi. Bulgarlar, bu
Türklerin tevkif edilmelerinden sonra mahkemelerine gelerek, şahitlik etmem hususunda
israr ettiler. Çoktan Anadolu'ya dönmüş olduklarını tahmin edip, bir daha kendilerini
Bulgaristan'da bulmanın imkansız olacağını düşünerek kabul etmekte bir beis görmedim.
Bulgar Polisiyle birlikte Terörist arkadaşlarımızdan da çekiniyorlardı.

Bulgar Polisi bana bazı belgeler İmzalattı ama yapmış oldukları araştırmalar ve
aramaların sonuçlarından bir daha haber alamadım.

ON DÖRDÜNCÜ BÖLÜM SİLAHLARA VEDA

Bulgarlar, büyük bir nezaket örneği göstererek ülkelerini terketmem için üç gün mühlet
verdiler. Müfettiş, haklı olarak, beni korumaları için her gün emrime bir grup polis ve
İtfaiye eri veremeyeceğini münasip bir dille bildirmişti. Polis, Türkleri tutuklamayı
başarsaydı biraz daha kalabilirdim, ama durum böyle olmayınca ve korunmamı ilelebet
üstlenemeyeceklerine göre bana yol görünmüştü.

Buna mukabil arkadaşlarım beni, dağlar üzerine kurulmuş çok güzel bir kaplıca
merkezi olan Hisar'a yollamak istiyorlardı. Taşnak mensubu Tüccar, Müfettiş'i orada
emniyette olacağıma ikna etmişti. Ayrıca bütün masraflarımı ödemek için ısrar ediyordu.
Bu cömert teklif beni oldukça duygulandırdı ve memnuniyetle kabul ettim. Arkadaşlarımın
beni götürdüğü Varna yakınlarındaki bir evde üç gün müddetle kapalı kaldım. Ardından
hareket zamanı geldi.

O zamanlar, dar ve bol virajlı dağ yolları üzerinden beş saatlik bir yolculuktan sonra
Hisar'a ulaşılıyordu. Yine de tarlalar ve ormanlar arasından geçen iyi bir yolculuktu.
Ulaştığımız küçük köyde, sahibi bir bulgar olan, sadece bir tek otel mevcuttu. Bulgarin on
yedi yaşındaki etine buduna dolgun neşeli kızı, her işe koşuyordu. Kaplıca merkezinin
üzerinde daimi olarak bir gül kokusu vardı. Bu koku yakın lardaki gül esansı üreten bir
fabrikadan gelmekteydi. Fabrikanın sahipleri durumundaki iki musevi, çalıştırmak üzere
köyden de gündelik işçiler tutmuşlardı.

Yükseklerde hiç de hayat pahalılığı yoktu. Bir kuzu kızartmasını yaklaşık on Türk
kuruşuna satın alabilirdiniz. Varışımın üzerinden birkaç gün geçtikten sonra Hratch, Aram
ve Arsak gelerek bana katıldılar. Hisar'da tam on beş gün kaldık. Ayrılırken yeme içme
dahil olmak üzere bütün bu kalış bedeli olarak ödediğim miktar (hesabı ben ödüyordum)
sadece on beş dolar'dı.

Temiz hava, kaplıca suları ve sükûnet bana çok iyi gelmişti. Sinirlilik halim tümüyle
ortadan kalkmıştı. Birkaç günün sonunda kendimi yepyeni bir insan gibi hissediyordum.
Aklımda sadece bir fikir katmıştı: Gaiane'yle nişanlanabilmek için İstanbul'a dönmek.
Ardından Amerika'ya hareket edecektik.

Arkadaşlarım bütün güçleriyle beni İstanbul'a dönme fikrinden vazgeçirmeye çalıştılar.


İstanbul'dan gelen bazı haberler kendilerine ulaşmıştı; Ermenilerin durumu pek de
sağlam değildi. Şehir yavaş yavaş uluslararası karakterini kaybediyordu. Avrupalılar
şehirden ayrılırken, her yer Kemalist ajanlarla kaynıyordu. Milli Ordu, zafer üzerine zafer
kazanıyor ve sadık yandaşlarının söylediklerine bakılırsa Mustafa Kemal, muzaffer bir
şekilde Başkente girmeye hazırlanıyordu.

İstanbul'daki Türkler artık işgal altındaki bir ülkenin insanları gibi davranmamaktaydılar.
Müttefiklerin burnunun dibinde dahi Milliyetçi sloganlarla tehditler savuruyorlardı. İşgal
ordusu bazen savaşarak bazense bir kurşun bile sıkmadan geri çekiliyor, Yunanlılar
ellerindeki topraklan azar azar kaybediyorlardı. Şehirde yaşamakta olan Hıristiyanlar
paniğin eşiğindeydiler. Son Müttefik askeri çekilip de, zafer sarhoşluğu içinde ve intikama
susamış bir orduyla birlikte Mustafa Kemal kükreyerek şehre daldığı zaman başlarına ne
gelecekti?

Ellerine düştüğüm takdirde feci işkenceler beni beklemekteydi. Daha da kötüsü,


tutuklanmam, Türklerin öfkesini istanbul'daki arkadaşlarımın üzerine boşaltmalarına da
yol açabilirdi. İşte bu sebeplerden ötürü Federasyon, Amerika'ya hareket etmeyi
beklerken Avrupa'da kalmamı emretmişti.

Hisar'daki arkadaşlarımla uzun uzun bu problemleri tartıştım. Hareket ederlerken beni


bir kere daha bu risklere karşı uyardılar. Fakat Gaiane'yi görme arzum öylesine ağır
basıyordu ki, kalmam söz konusu bile olamazdı. İstanbul böylesine bir çalkantı
içindeyken nasıl olur da salim kafayla Avrupa'da kalabilirdim? Teşkilâtın göndermiş
olduğu mektuplardan bir tanesine bile cevap vermedim, bu hareketimin savunmasını
döndüğüm vakit bizzat yapmaya karar vermiştim.

Bulgaristan'ı terkederek Romanya'ya geçtim. Orada uzun bir süredir görmediğim eski
dostlarla yeniden karşılaştım: Missak Torlakyan, Gara Zartarian ve Charafian. Benim için
bir çok hazırlığa giriştilerse benim bekleyecek sabrım kalmamıştı.

20 Ağustos 1922 tarihinde İstanbul'a gitmek üzere gemiyle yola çıktım. Yeniden sıkı bir
fırtınaya yakalanmakta gecikmedim. Karadeniz tıpkı bir Kurt surüsüymüşçesine
homurdanıp haykınyordu. Muazzam dalgalar gemiyi sarsmaktaydı. Kabaran bir dalga az
kalsın yolculardan ikisini alıp götürecekti. Çığlıklar, inlemeler ve artık alıştığımız dua
sesleri birbirine karışmaktaydı. Saatler geçmesine rağmen fırtına bütün hızıyla devam
ediyordu. Daha önce yaşamış olduğum tecrübelere rağmen akibetimin boğularak ölmek
olacağını düşünmeye başlamıştım.

Ertesi gün, gemi Boğaziçi'ne girerken deniz sakinleşmişti. Bense hâlâ hayattaydım.
Benden önce Hisar'dan ayrılmış olan Arsak, bagajlarımı Gaiane'nin evine götürme işini
üzerine almıştı. Bundan dolayı yapacağım tek iş iskelede beklemekte olan yolcu
kalabalığına karışarak gözden kaybolmaktı. Bir saat sonra Gaiane'lerin evindeydim.

Bir gün sonra Amadouni ve Navassartian yoldaşları ziyaret ederek kendilerine ayrıntılı
bir şekilde Roma, Berlin ve Bulgaristan'da başımdan geçenleri anlattım. Emirlerine karşı
geldiğim için çok kızmışlardı ama öfkeleri, üzerime almış olduğum vazifeleri başarıyla
yerine getirmiş olmamdan ötürü söyledikleri övgü dolu sözler arasında koybolup gitti.

Türk Başkentindeki durum üzerine bize ulaşan haberler pek de abartılmamıştı.


Hıristiyanlar, bir kez daha günlerini dehşet içinde geçirmekteydiler. Türkler, hepsini
parçalamaya niyet etmişler gibi görünüyorlardı. Müttefik askerlerine bile hakaret etmeye
başlamışlardı. Mustafa Kemal şehre girmeye hazırlanıyordu. Savaş gemileri hâlâ
Boğazın ve Marmara Denizinin sularında bulunuyor olsa bile Avrupalıların sadece kendi
uyruklannın emniyetiyle ilgilendiklerini önceki tecrübelerimizden biliyorduk. Basında
çıkan rapor ve analizler, Yunan Ordusunun Mustafa Kemal'in Milli Kuvvetlerine karşı
canını dişine takmış bir halde son muharebelerini verdiğini ayan beyan gösteriyordu.

Rum ve Ermeni zenginleri şehri terketmenin yollarını aramaktaydılar. Konsoloslukların


önünde ucu bucağı belirsiz kuyruklar uzuyordu. Herkes bir vize kapmak için uğraşıyordu.
Komşu şehirlerde oturan lar İstanbul'a ulaşmaya gayret etmekteydiler. Ama yolculuk
etmek bile tehlikeli bir hal almıştı. Mal alıp satmak için İzmir, Bandırma, Balıkesir ve
İzmit'ten Başkente gelen bazı Ermeni tüccarları daha varışlarında en sudan bahanelerle
tevkif edilmişlerdi. Türkler, kendilerini öncelikle Yunan Ordusuna destek vermekle
suçlamaktaydı.

Taşnak mensubu arkadaşlarım, Mustafa Kemal'in gelişinden önce ülkeyi terketmeye


hazırlanıyorlardı. Şehirde herkesi tedirgin eden bir atmosfer hüküm sürmekteydi.

Bir aydan daha fazla bir müddetle, tabi ki ihtiyatı elden bırakmadan, şehir sokaklarında
dolaştım. Etrafımda olup bitenleri seyrediyor ve bütün bunların nasıl sona ereceğini kendi
kendime soruyordum. Cehennem sanki yolumuzu gözlüyordu. Türkiye'de, yobazların
sultası altına girmeye hazırlanan bu muhteşem ülkede yaşayan Hıristiyanlar için artık hiç
bir ümidin kalmadığı açık seçik ortadaydı.

Ekim ayının birinci günü ailesinin Ortaköy'deki evinde Gaiane'yle nişanlandım. Bütün
ailesiyle birlikte kızkardeşim Eliz ve kaynbiraderim Manoug Aslanlan da nişanda hazır
bulundular. Tören, küçük bir odada, bir tek lambanın ışığı altında yapıldı ve on dakikadan
fazla sürmedi. Kızkardeşimle kocası Pera'daki evlerine dönmek için sabırsızlanıyorlardı.
Gerçekten de gece vakti sokakta dolaşmak pek tekin değildi. Türk gazetelerine göre
Mustafa Kemal'in Ordusu 'nihai zaferi kazanarak Yunanlıları denize dökmüştü'. Türkler
gavur şehri İzmir'i yakmışlardı. İstanbul'daki Hıristiyanlar, şehirlerini de aynı akibetin
beklediğini düşünmekteydiler. Söylentilere göre Mustafa Kemal, burada yaşayan Türk
nüfusu yüzünden şehre ilişmese de bütün Hıristiyanları kılıçtan geçirecekti. Kemalist
Orduların öncüleri dehşet saçmaya başlamışlardı bile. Türkler, Hıristiyan müesseselerine
saldırıyorlardı. Yoldan geçenleri taciz ediyorlar bazense olmadık eziyetlerde
bulunuyorlardı. Aile babası olan dava arkadaşlarımızdan birini Üsküdar'daki evinden
zorla dışarı çıkardıktan sonra kafasını keserek, kesik başını sokağın ortasına attılar.
Müttefik askerleri, bu gibi hadiseleri artık müdahale etmeksizin seyretmekle
yetiniyorlardı.

Teşkilât, mümkün olduğunca çabuk İstanbul'u terketmem için ısrar etmekteydi. Fakat
ayrılmayı düşünmek için bile henüz çok erkendi. Gaiane'nin Babası vefat etmişti; bu
durumda Annesi ve kendisinden küçük İki kızkardeşiyle yalnız başlarına kalmışlardı.
Büyük yangınlardan birinde evlerini kaybettikten sonra kiralamış oldukları yeni evlerinin
bulunduğu mahalle Türklerin çoğunlukta bulunduğu bir muhitteydi. Aynı zamanda
mahalle, Tehcir kurbanı mültecilerle de dolup taşıyordu. Binlerce öksüz ve yetimiyle
birlikte bütün bu Ermeni nüfus, Mustafa Kemal'in şehre girişiyle birlikte, Türk
barbarlığının hedefi olma tehlikesi altındaydı. Bu durumda nişanlım ve ailesinin de ağa
takılan bir balık kadar şansı olacaktı.

Ermenilerin kendi güvenliklerini sağlamalarının zaruri bir hal aldığının bilincinde olan
Teşkilâtımız gizli yerlere silah depo etmeye başlamıştı. Şehri ilçelere bölmüş olup,
Müttefiklerin bizi Türklerin insafına terkettikleri anda harekete geçecek şekilde
hazırlanmıştık. Khosrov Babayan'la beraber ben de bir ilçenin sorumluluğunu
üstlenmiştim. Ayrılışım ileri bir tarihe bırakılmıştı. Bu şekilde Gaiane'yi de görebilirdim.
Kendi kendime, 'ne olursa olsun en azından beraber olacağız,' diyordum.

Bütün bunlara rağmen her gün bir öncekini aratı yordu. Bütün gayretimle
Federasyonun faaliyetlerine iştirak etsem de yöneticilerimiz, bir an önce ülkeyi
terketmem yönündeki ısrarlarından vazgeçmemişlerdi. Buradaki mevcudiyetimin Ermeni
Cemaati için başlı başına bir tehlike teşkil ettiğini bıkmaksızın tekrarlıyorlardı.

7 Ekim günü Patriğimiz Monsenyör Zaven'i ziyaret ettim. Aramızda geçen


konuşmalardan, Teşkilâtımız şeflerinin kendisinden beni gitmeye ikna etmesini rica etmiş
olduğu kanısına vardım. Benim hâlâ İstanbul'da olduğumu bildikçe tedirgin oluyordu.
Bana, Souren Ghazarian adına doldurulmuş bir pasaportla birlikte birlikte beş yüz Türk
lirası vererek üç gün sonra Fransa'ya hareket edecek gemiye binmemi söyledi. Bunlara
ilaveten biri Paris'teki V. Khorassandjian'a diğeri Amerika'daki bir Ermeni Teşkilâtına
yazılmış iki tavsiye mektubunu elime tutuşturduktan sonra beni takdis etti.

10 Ekim. Fransa'ya gitmek üzere Galata rıhtımını terketmeye hazırlanan bir yük gemisi
beni de götürecekti.

Gaiane ve ailesi, kızkardeşim Eliz ve kocası Manoug iskeleye kadar bana refakat
ettiler. Küçük bir tekne beş dakika içinde beni yük gemisine kadar götürdü. Elimdeki
belgeleri kontrol eden Polis, gemiye çıkmama izin verdi.

Gemiye çıktıktan sonra bagajlarımı, Ermenistan Cumhuriyeti Ordusunda kahramanca


çarpışmış olan dava arkadaşlarımızdan Tavo'ya emanet ettim. Bana yardımcı olmak İçin
yanıp tutuşuyordu. Kabinin bir köşesini temizledikten sonra yere bir gazete sererek
benim için bir tür yatacak yer hazırladı. Yük gemisi on saat sonra demir alacaktı ama biz
sabırsızlıktan Ölecek gibiydik. Bu esnada hareketin yarına kaldığı haberi geldi. Al işte!
Bir de on saatlik bekleyişin çok uzun geldiğini söylüyorduk. Ne yapabilirdik ki? Türkiye'yi
terketmek istiyorsak beklemeye razı olacaktık.

Kızgın bir halde güverteye çıktık. Bazı soydaşlarımız alışveriş yapabilmek için gemiyi
terk etmişlerdi. Kendilerini gruplar halinde gemiden inerken ve kolları paketlerle dolu bir
halde geri gelirken izledik. Karaya ayak bastıklarında Polisin kendilerini sorguya çekip
çekmediklerini sordum. Hiçbir sıkıntıyla karşılaşmadıklarını söylediler.

Birkaç saat boyunca onları seyrettim. Bir saatliğine olsa bile Gaiane beni yeniden
görmekten mutlu olacaktı. Gemiden ayrılarak yanına gitmek için can atıyordum. Bir
buçuk saat içinde geri dönerdim. Fazla oyalanmadığım takdirde bu süre daha da
kısalabilirdi. Neticede şansımı denemeye karar verdim. Tavo, kalmam İçin yalvardıysa da
ben ona kulak verecek halde değildim. Polis görevlisine alışveriş yapmak için karaya
çıkmam gerektiğini söyledim.

"Sigara ister miydiniz?" diye sordum. "Seve seve bir miktar getiririm."

"Aslında iyi olur." diye cevap verdi. "En azından iki saat daha burada görevdeyim."

Rıhtıma çıkar çıkmaz ne kadar düşüncesizce davranmış olduğumun farkına vardım.


Soydaşlarımın aslında şansı varmış. Dönüşlerinden sonra geçen yarım saat içinde Polis,
limanı ablukaya almıştı. Yüz kadar şahıs alıkonularak, sorguya çekilmek üzere meş'um
Voyvoda karakoluna götürüldü. Bu durum şüphe yok ki, uzak vilayetlerden gelen yeni bir
yolcu dalgasıyla ilgiliydi. Bunların arasında çok sayıda Rum ve Ermeni bulunmaktaydı.
Polis, Kemalist Kuvvetlere karşı savaştığı bahanesiyle gördüğü Hıristiyanı tutuklamaya
artık alışmıştı. Tutuklananların çoğunluğunu, Anadolu'dan gelen korku içindeki masum
çiftçi ve tüccarlar oluşturuyorlardı. Olağanüstü bir şansa sahip olmadıkça bu
karakollardan bir daha çıkmak mümkün değildi. Daha kısa bir zaman önce yığınla
Hıristiyanın başına geldiği gibi onlar da sadece ortadan kayboluyorlardı.

Kendimi paniğe kapılmış ve sabırsız karakterime lanet okur vaziyette Polis noktasında
buluverdim. Gizli Servis görevlilerinden biri beni tanıdığı takdirde işim bitmiş demekti.

Onlara ülkeyi terkettiğimi söylememeye karar verdim. Kuyrukta, sıranın bana gelmesini
bekledim. Polis memurları sorguladıkları şahısların yüzlerini dikkatle inceliyorlardı.
Sonunda sıra bana geldi.

"Hangi sebeple buradasınız?" diye sordu, Müfettiş. "Adınız nedir?"

"Samatya'da oturmaktayım. İsmim Kirkor."

"Babanız?"

"Öldü."

"Rıhtımda ne yapıyordunuz?"

"Dolaşıyordum."

"Güzel. Kenara geçip bekleyin."

Kenara çekildim. Tam bu esnada masanın kenarında duran bir evrak yere düştü. Onu
yerden alarak tekrar masanın üzerine koydum. Bu hareketi, Başkent sakinlerinden biri
olarak, üst düzey görevlilere hitap ettiğimin bilincinde olduğumu göstermek amacıyla
biraz da abartılı olarak yapmıştım. Bu oyunumu gören nöbetçi memurlardan biri dostça
gülümsedi. Çabucak kendisine yaklaşarak gitmeme müsaade ettiklerini söyledim.
Ardından sakin bir tavırla dışarı çıktım. Karakoldan yeterince uzaklaştıktan sonra
koşmaya başladım. Limanda bulunan açık bir mağazadan Polis Memuruna söz verdiğim
sigaraları da satın aldıktan sonra gemiye geri döndüm.

Ertesi sabah saat on birde gemi demir aldı.

Türk sularından çıktıktan sonra kurtulduğumu hissettim. Bir daha asla Türkiye'ye
dönmeyecektim.

------
BİTTİ
------

You might also like