Professional Documents
Culture Documents
Türkiye’de dünya ölçeğinde kabul görebilecek çapta genel bir film teorisi de,
Türk sineması teorisi de, film eleştirisi ve yöntemleri teorisi de geliştirebilmiş
değiliz henüz.
Jean Baudrillard’ın “boş gösterenler” olarak tarif ettiği fenomen, başka bir
“şey”i değil de, sanki Türkiye’yi daha iyi tasvir ediyor gibi.
Sayfa 1 / 46
düzeyli entelektüel bir çaba ortaya koyamadığımız medeniyet buhranının bizi
eşiğine getirip bıraktığı çok yönlü, çok katmanlı varoluşsal bir sorun.
***
Biz ise, Türkiye’de uzun bir tarihî geçmişe sahip olmasına rağmen sinemada
dünyaya özgün bir film dili ve estetiği sunmayı başaramadık henüz.
Sayfa 2 / 46
Türkiye’nin entelektüel kaynaklarıyla, semantik imkânlarıyla ve kültürel
ekolojisiyle irtibatının kopması, düşünce kaynaklarını, medeniyet dilini ve
hayat-dünyasını yitirmesi, bu nedenle de kendine özgü idrak kapıları kapanan,
medeniyet ufku yok olan ve entelektüel damarları kuruyan Türk
entelijansiyasının henüz ne tür bir medeniyet buhranı yaşadığımızı
göremeyecek kadar zihnî bir körleşme ve sömürgeleşme yaşaması, başka
alanlarda olduğu gibi, sinemada da bizim düşünce, estetik ve sanat
geleneklerimizden yaratıcı şekillerde beslenebilen bir Türk sinemasının ve film
dilinin kurulmasını önledi.
Oysa Türkiye’de düşünce hayatında da, sanat hayatında da, sinema hayatında
da ufuk ve çığır açıcı atılımların gerçekleştirilebilmesinin yegâne yaratıcı yolu,
düşünceyi, sanatı ve münhasıran da sinemayı bir medeniyet meselesi olarak
kavrayabilmemizden geçiyor.
Sayfa 3 / 46
derinlemesine kavrayabilmeyi mümkün kılan bütüncül bir bakış’a, esaslı bir
medeniyet perspektifine sahip olmasının şart olduğunu, elbette ki.
Film dili, ancak binlerce yıllık köklü kültürel, entelektüel ve estetik kaynakların
yaratıcı şekillerde seferber edilmesiyle geliştirilebilir. Batı’daki resim sanatı ile
Batı felsefesi arasında bu bağlamda bir bağlantı kurmak gerekirse özlü bir
şekilde şu tespiti yapabiliriz: Constable ile Hegel, Cézanne ile Husserl, Picasso
ile Heidegger arasındaki ilişki birbirlerini vareden bir ilişkidir. Medeniyetin
kaynaklarının birbirini nasıl varoluşa kışkırttığını ve nasıl beslediğini gösteren
çarpıcı bir ilişki.
Bu ilişkiyi, film sanatı ile diğer sanat türleri arasında varolan, birbirini varoluşa
kışkırtan irtibatı gösterebilmek bakımından kısaca şöyle gözler önüne
serebiliriz: Kübist ve Sürrealist sanat ve düşünce anlaşılmadan, Fransız film
teorisini de, Fransız -yeni dalga- sinemasının öncü yönetmenlerini de; formalizm
ve konstrüktivizm anlaşılmadan Sovyet -devrim- sinemasının geliştirdiği film
teorisini de, ürettiği öncü filmleri de; post-Romantik şiir ve Soyut
Dışavurumculuk akımları anlaşılmadan, Amerikan avant-garde sinemasının
teorik ve pratik atılımlarını da anlayabilmek mümkün müdür?
Peki, aynı şeyi, biz, neden yapamadık acaba? Bu sorunun cevabının ipuçlarını,
yaşadığımız çok yönlü medeniyet buhranında ve buhranın bizi kendimizden ve
kaynaklarımızdan sürgün eden, uzaklaştıran, bizi kendimize ve kaynaklarımıza
yabancılaştıran Türk modernleşmesinde bulabiliriz ancak.
Sayfa 4 / 46
Türkiye’de sinemanın sorunu, Ayşe Şasa’nın da özenle dikkat çektiği gibi,
öncelikle sahicilik; sonra da kaynak sorunudur. Arşimet noktasını yitirmiş,
pergelini şaşırmış bir ülkede sinema da köksüz ve kaynaksız, “öksüz” ve
dayanaksız kalmaya mahkûm olacaktı kaçınılmaz olarak. O yüzden, bu ülkenin
en köklü fikir, estetik ve sanat kaynaklarını -meselâ Yunus’u, Mevlânâ’yı, İbn
Arabî’yi, Itrî’yi, Sinan’ı, Levnî’yi, Fuzûlî’yi- seferber edemeyen bir Türk
sinemasının, dünyaya özgün bir film dili ve estetiği armağan etmesini beklemek,
elbette ki, olmayacak duaya âmin demek gibi bir şeydir.
Sayfa 5 / 46
Eğer bir medeniyet “çökmüşse”, o medeniyet, yaşayan başka bir medeniyetten
ödünç aldığı formları deforme etmekten de, kendi normlarını ve formlarını
tanınamayacak hâle getirerek yok etmekten de kurtulamaz.
İşte böylesi bir şeyi mümkün kılan şey, sinemanın bir medeniyet meselesi
olmasıdır. Medeniyet, özlü bir şekilde tanımlamak gerekirse, bir kozmolojik
tasavvurdur ve hem hakikatin bizatihî kendisinin, hem de hakikatin farklı
entelektüel coğrafyalarda, farklı şekillerde gerçek ve / veya gerçeklik biçimleri
Sayfa 6 / 46
şeklinde tezahür eden görünür görünmez bütün yanlarını, yönlerini, boyutlarını
ve katmanlarını anlama ve anlamlandırma yolculuğudur.
Hâl böyle olunca, her medeniyetin kendine özgü bir hakikat tasavvurunun ve
varoluş yolculuğunun olduğundan, mevcûdiyetinden sözetmemiz tabiîdir. Her
medeniyetin kendine özgü hakikat tasavvurunun ve varoluş yolculuğunun
mevcudiyetinden sözetmekle izafileştirici ayartının baştan çıkarıcı ve
“pornografik” tuzağına düşmüş olmuyorum. Her şeyden önce ve öte,
üzerinde/n gittiğimiz, sözkonusu ettiğimiz mesele, yani medeniyet, hakikati ve
varoluş serüvenini atomlara kilitlemediği, aksine, en bütünden, en derinden, en
dip dalgadan bu yolculuğa başladığı için, her şeyi atomlaştıran, her şeyi
atomlaştırdığı, parçaladığı için atomları da, araçları da, parçaları da zorunlu
olarak araçsallaştırmaktan kurtulamayan izafileştirme fenomeniyle, süreçleriyle
ve biçimleriyle sürgit kavgalıdır, kavga eder.
Hiç kuşku yok ki, izafileşme, son kertede, bir uygarlık türünün, bir uygarlık
biçiminin adı, hatta omurgasıdır: Batı uygarlığının -geldiği postmodern aralık’ta-
hakikati yoksayması, hakikat diye bir şeyin varlığının sözkonusu olamayacağını
ilan etmesi hakikatinin hakikatidir izafileşme. Ama ironik bir şekilde, Batı
uygarlığının köküne kibrit suyu döken bir hakikattir bu aynı zamanda: İnsanı,
tabiatı, mevcudiyeti araçsallaştıran, arac’ı amaç, form’u norm katına yükselten
bir “araçsal akıl” icat eden, her şeyi araçsallaştırdığı andan itibaren de yok
eden, yani kendi kendini iptal ve imha eden tohumları sürgit bünyesinde
barındıran ve büyüten bir uygarlığın hakikatinin tek gerçek katına yükselen sığ
ve sahte hakikati.
Modern insan, hiçbir şeyi “neyse o” olarak kabul etmeye yanaşmadı: “Tabiatın
efendileri” olmaya soyundu. Tanrı’nın rolünü oynamaya kalkıştı. Sonuç: Tanrı
fikrinin de, insanın da, tabiatın da yok edilmesi oldu.
İşte sinema, tam bu noktada, insana ne olduğunu, yani hem nasıl bir varlık
olduğunu, hem de başına neler geldiğini hatırlatacak, duyumsatacak, hatta
gösterecek kadar bir medeniyet mecrası, macerası ve meselesi. Nietzsche’den
ve Husserl’den, Wittgenstein’dan ve Heidegger’den itibaren “düşüncenin
bittiği” bir “aralık”ta, nasıl varolabileceğimiz meselesini, felsefeyle değil,
sinemayla anlayabilecek, anlamlandırabilecek durumdayız. Çağımızın yaşayan
Sayfa 9 / 46
en büyük düşünürü Deleuze’ün deyişiyle, felsefenin bittiği, felsefenin yerini
sinemanın aldığı gerçeği, üzerinde ziyadesiyle kafa patlatılmayı hak eden esaslı
bir varoluş meselesi. O yüzden sinema, bir medeniyet meselesi.
Her filmin bir “kozmos”u / dünyası vardır. Biz istesek de istemesek de her film
kendine özgü bir “kosmos” sunar bize: Filmin kosmosunun kendine özgülüğü,
sinemanın hem yaratıcı, hem de yıkıcı potansiyellere sahip olduğunu
kendiliğinden ele verir aslında. Çünkü başka hiçbir sanat türü, düşünme biçimi
ve eyleme hâli’nde görülmediği kadar sinema, hayatı, dolayısıyla kozmosu,
dolayısıyla hakikati kavrama ve kavratma iddiasına sahip bir biliş, oluş ve
varoluş alanıdır.
Biliş, oluş ve varoluş süreçleri, bir medeniyetin oluşum süreçleridir. Hiçbir sanat
türü, düşünme biçimi ve eyleme hâli, sinemanın varlığı, hayatı, hakikati ve
varoluşu bu denli kuşatıcı bir şekilde kavrama ve kavratma imkânına sahip
olamadı şimdiye kadar. İşte sinemanın gücü de, zaafları da ya da yaratıcılığı da,
yıkıcılığı da bu kuşatıcılığıyla doğrudan irtibatlı. O yüzden, bir film, bir
“sinemacı”nın filmleri (film son kertede müşterek bir “iş” olduğu için, burada
özellikle “yönetmen” değil de, “sinemacı” nitelemesini kullanıyorum) ya da bir
film akımının filmleri, bizi atomların dünyasına da hapsedebilir; kozmosun
derinliklerinde kanatlandırıcı bir yolculuğa da çıkarabilir.
Sayfa 10 / 46
Çağın Zeitgeist’ı Olarak Sinemanın Zaafları ve İmkânları
Sinema, yalnızca bir sanat türü değil. Deleuze’ün çığır açıcı iki ciltlik film
felsefesi kitabında gözkamaştırıcı bir dille gözler önüne serdiği gibi, sinema,
herhangi bir sanat türünün özelliklerini, imkânlarını, vaatlerini ve tabiî
açmazlarını ziyadesiyle aşan bir sanat türü, bir düşünme biçimi ve varoluş /
tecrübe alanı.
Sinemayla çağ arasında karmaşık, çift yönlü işleyen bir ilişki var: Bir yönüyle
sinema, çağın zaaflarının, en yoğun olarak kendisi aracılığıyla ve kendinde
kendini gösterdiği bir “vasat” ve “vasıta”. Sinemanın daha çok zaaflarının
kullanılmasıyla açığa çıkan bu boyutu, aslında sinema adına “sinema diye”
yapılan “çalışma”ların en gelişkin hâliyle sinema’dan başka bir şey olduğunu,
dolayısıyla sinemanın bambaşka bir şeye dönüştürüldüğünü, tastamam seküler
çağın araçsal akıl tutulmasına benzer bir araçsallaştırılma marazîliğine maruz
kaldığını, metamorfoz yediğini söyleyeceğim, bu noktada.
Sayfa 11 / 46
putlaştırılıyordu ama bir tabiatüstü güç arayışı, yeryüzünün ötesinde yüce bir
kudret, bir “fevkalade arayışı” sözkonusuydu orada.
Oysa çağımızda, insana ve ürettiği araçlara tanrısal bir konum ve rol biçiliyor:
Üstelik de sinema üzerinden, kültür endüstrisi üzerinden seküler ikonlar ve
seküler bir ikonografi, yani din-dışı kutsallar ve kutsallıklar üretiliyor. Sözgelişi,
Elvis Presley’in ölmediğine ve insanlığı gelip kurtaracağına inanan onbinlerce
insan var Batı’da, meselâ Fransa’da ama özellikle de Amerika’da.
Araçsal akıl, zorunlu olarak zuhûr edecekti; bir “ihtiyaçtı” çünkü: Tanrı, İnsan ve
Kâinât’tan oluşan büyük varlık zincirini tepetaklak ederek Tanrı fikrini yitiren,
insanı ve dolayısıyla aklını tanrısal konuma yerleştiren seküler / modern insan,
bütün bunların sonucunda karşı karşıya kaldığı ontolojik güvensizlik sorununu
aşabilmek için epistemolojik güvenlik alanlarını genişletmek zorundaydı: İşte
önce, modern süreçte, akılcılıkla tabiata, ardından bilime ve teknolojiye hâkim
olunması, ardından da postmodern süreçte akıldışılıkla sinema, müzik, futbol,
medya gibi bütün bir kültür endüstrisinin epistemolojik güvenlik alanları sunan
“yerlem”lere / mecralara dönüşmesi ödenen -ve bütün insanlığa ödettirilen-
büyük bedeldi: Bu bedel, insanlığı, hakikat ve varoluş bunalımının eşiğine
getirip bırakıveren küresel medeniyet krizi/ydi.
Tabii, Hollywood, gerçek anlamıyla sinema değil; başka bir “şey”; Amerikan
hegemonyasını sürgit yeniden üreten ve rasyonelleştiren bir “siyasî teoloji”;
kısacası, sinemayı şeyleştiren bir şey. Çağın ağı ve bağı, Hollywood; özlü bir
şekilde özetlemek gerekirse.
Sinemanın çağ’la ilişkisi, aynı zamanda çağı aşan bir ilişki, bir yönüyle de.
Özellikle de film sanatının ve filmle düşünme ve varolma vasatının ve
vasıtalarının imkânları iyi fark edilerek harekete ve hayata geçirildiği zaman,
sinemanın, doğduğu çağın doğurduğu sorunları da anlamlandıran,
belirginleştiren ve bu sorunları aşabilme imkânları sunan bir yerde durduğu
görülebilir; çağın, özellikle de çağın ağlarının ve bağlarının çok çok ötesinde bir
yerlerde.
Sinema, bu çağın çocuğu ama bu çağa sığmayan bir soluğu var sinemanın o
yüzden.
Sayfa 13 / 46
Bir medeniyet meselesi olarak, sinemanın bu iki zıt yönünden bizi ilgilendiren
yönü ya da boyutu, elbette ki, çağın ağlarını ve bağlarını aşabilen ve aşabilme
imkânları sunabilen boyutu ya da çok boyutluluğu.
Tam bu noktada sorulması ve izi sürülmesi gereken soru şu: Peki, bir sanat türü,
bir düşünme biçimi ve bir varoluş hâli olarak çok yönlü özelliklere sahip
olmasının nedeni ya da kaynağı ne, bu hakîkî sinemanın?
Sayfa 15 / 46
İşte sinema, yaşadığımız küresel medeniyet krizinin hem anlaşılmasında, hem
de aşılmasında benzer bir fonksiyon görebilecek bir başka “büyük form”dur.
Tıpkı şiir ve resim “form”ları gibi hakîkî sinema, hakikatin sineması, çağının /
çağımızın zeitgeist’ıdır ve yine tıpkı şiir ve resim sanatı örneğinde olduğu gibi,
krizi yaşayan Batı uygarlığının çocukları tarafından değil, diğer medeniyetlerin
çocukları tarafından yaratıcı şekillerde ve krizin aşılma imkânlarını
gösterebilecek ölçüde kullanılabilir ancak. İran sinemasından Çin sinemasına,
Latin Amerika sinemasından Afrika sinemasına, hatta Batı uygarlığının çocuğu
gibi görünmesine rağmen seküler Batı uygarlığıyla kıran kırana savaşan
Tarkovsky gibi büyük sinemacı-düşünürlerce yapılan çığır açıcı filmlere kadar,
sinema, yaşanan küresel medeniyet krizinin nasıl anlaşılabileceğini,
anlamlandırılabileceğini ve aşılabileceğini gösterebilecek bir imkândır bütün
insanlığın önünde.
Sayfa 17 / 46
düş görme kaynağını fışkırtmasına, filizlendirmesine ve yeşertmesine imkân
tanıyacak yerde ve zaman diliminde vahyedilmesi oldukça anlamlıdır.
Buradan şöyle bir sonuç çıkıyor: İnsanlık, kendisini beşerî düzlemde, en iyi
şekilde şiirle ifade edebilir; keşfedilmemiş kıtaları şiirle keşfe çıkabilir; yaşadığı
varoluş ve hakikat krizlerini şiirle anlama, anlamlandırma ve aşabilme
yolculuğuna koyulabilir.
Sayfa 18 / 46
İslâm medeniyet tarihindeki en zirve noktası tasavvuf ve tasavvufla birlikte
ulaşılan vecd hâlidir. Vecd hâli insanın önündeki perdeleri kaldırarak insana
eşyanın görünmeyen hâllerini, renklerini, dokularını, kokularını, boyutlarını,
tatlarını tecrübe ettirir. İnsanı yaşadığı boyuttan başka bir boyuta, -mülk
âleminden melekût âlemine- ulaştırır ve insanın -beşerî- sınırları aşmasına
imkân tanır; bütün beşerî sınırların hapishanesinden kurtulmasının kapılarını
açar ve insanı nebevî ufukla buluşturur. Vecd hâli yaşayan insan, ân’ı, adeta
bütün zamanların ve mekânların ortadan kalktığı ya da bir noktada toplandığı
zamansızlık ve mekânsızlık tecrübesi olarak yaşar. Başka bir ifadeyle vecd
yaşanan ân’ı, deryanın bütün özelliklerinin şifrelendiği bir katre’ye; ya da
ummanın bütün özelliklerinin toplandığı, özetlendiği damla’ya benzetebiliriz.
Veya bütün varoluş hakikatinin özetlendiği, toplandığı, gizlendiği, şifrelendiği
bir nokta’ya benzetebiliriz.
Aslında insan, işte bu deryanın özü ve özeti olan katredir; ummanın özü ve özeti
olan damla’dır; eşyanın / varlığın özü ve özeti olan nokta’dır; velhasıl insan,
âlemin özü ve özetidir. İşte şiir, o yüzden özün özlü sözüdür.
Şiir gönlün dilidir; gönlün terennüm ettiği “ses”tir. Ama şiirin, hakîkî şiirin, hem
en sade, hem de en derûnî biçimlerde kendini ifade edebilmesi için, göz’ün,
kulak’ın, zihnin melekelerinin de temellük edilmesi, işletilmesi zorunludur. Bu
söylediklerimin en müşahhas timsali, Yunus ve çağlayanı andıran, sadelikle
derûnîliği aynı anda bünyesinde barındıran ve buluşturmayı başaran Yunus’un
şiiridir.
İşte köklü varoluş ve hakikat bunalımı yaşanan büyük medeniyet krizlerinin her
yere ve her şeye sirayet ettiği zamanlarda geliştirilen bütün büyük formlar,
aslında şiir’e ve şiirsel’e yeniden dönüşü hatırlatan imkânlara sahip formlar olur.
Sayfa 19 / 46
Ve sinema, şiirin ve şiirsel’in hatırlandığı, hatırlatıldığı, şiire ve şiirsel’e yeniden
ulaşılmasına imkân tanıyan bu tür bir formdur.
Bir hayat, hayatiyetini yitirdiği zaman, orada varoluş krizi sökün eder. İşte bu
krizin anlaşılabilmesi, anlamlandırılabilmesi ve aşılabilmesi medeniyetin
hayatiyet sunan imkânlarıyla gerçeğe dönüştürülebilir. Dinler, düşünce
sistemleri dil’se, medeniyet üstdil’dir; dil’e bakan ve akan, dil’e hayat ve
hayatiyet kazandıran bir başka alandır.
Sinemanın çağın zeitgeist’ı olması, her çağ gibi, insanı, hem ağlarına bağlayan
bir yöne, hem de ağlarını kıran ve aşan bir yönelime açılmasını mümkün kılıyor
sinemanın.
Sayfa 20 / 46
Başka hiçbir sanat türünün, düşünce veya bilim alanının, çağın bu iki yönünü de
yansıtabilecek özelliklere sahip olduğunu söyleyebilecek durumda değiliz.
Sinema, bizi gerçekliğin bütün görünümlerine de götürebilecek özelliklere sahip
bir fenomen.
Hakk, kendisini, hakîkat olarak izhar ettirir. Hakîkat ise sûretlerle ete kemiğe
bürünür, cisimleşir ve idrak edilebilir hâle gelir. Hakîkat, Hakk'ın kendisini izhar
etti/rdi/ği, vücûda getirdiği üstdildir; sûret ise hakîkatin kendisini izhar ettirdiği,
vücûda getirdiği üstdil. Yani üstdiliniz yoksa, yoksunuz demektir.
Sayfa 21 / 46
hem bütünüyle rûhânîleşebilir, hem de cismânîleşebilir. Başka bir ifadeyle,
hayâlî olan bir şey, ruh veya bedenden tamamen farklı değildir. Hayâlî âlemde,
hem rûhânî, hem de cismânî âlemin özellikleri mevcuttur; ama hayâlî âlem,
diğer iki âlemle de kesinlikle özdeş değildir.
Burada meselenin püf noktası şudur: Rûhânî bir şey, cismânî bir şeyle ancak
hayâlî olan vasıtasıyla ilişki ve irtibat kurabilir. Yani hayâlî olan olmaksızın, rûhânî
olan tecessüm edemez; cismânî olan ise bir cana, bir canlılığa, bir hayata
kavuşamaz.
Hakîkat, dolayısıyla varlık, ancak hayâlî âlemde tahayyül edilen, bir şekle
bürünen sûret/ler vasıtasıyla vücûda gelebilir.
Burada izi sürülmesi gereken kilit soru şudur: Hayâlî âlem, hakîkati ve varlığı
sûretlere nasıl büründürür? Bizzat âyette de belirtildiği üzere "sûretlere
üflenerek". Çünkü hayâlî âlem, bir berzah mertebesidir; bir köprüdür. Sûretlere
üflenince sûret ortaya çıkar, ete kemiğe bürünür, hayret gerçekleşir ve
böylelikle insan hem kendisini, hem hayatı, hem hakîkati, hem de
keşfedilmemiş kıtaları keşif ve fetih yolculuğuna çıkma imkânına kavuşur.
İbn Arabî, "hayal olmasaydı bugün yokluktaydık" der [Fütûhat-ı Mekkiyye, Litera
Yayıncılık, II: 419]. Ve sûretlerin hayal vasıtasıyla nasıl vücûda geldiğini şöyle
izah eder Şeyh-i Ekber: "Sûretler, hem duyu gözüyle, hem de hayal gözüyle
algılanır. ... Her iki algı biçimi de görme duyusuna bağlıdır. Çünkü göz, hem
hayal, hem de duyu gözüyle görmeyi sağlar." [421].
Hayal gözü ile duyu gözü arasında önemli bir fark vardır. İbn Arabî, bu bağlamda
şu enfes tespiti yapar: "Nur olmasaydı, göz hiçbir şeyi algılayamazdı. Allah ise,
bu hayali, nur yapmıştır. Her şeyin sûreti onunla algılanır... [Bütün] tecellîler de
onunla idrak edilir... Öyleyse, hayalin nuru, sırf yokluğa da yayılır ve onu varlık
olarak tasvir eder." (II: 426).
Sinema, hayal perdesidir. Hayal âlemi aynı zamanda misal âlemidir. Sinema,
şeytânî olana açılan boş ve ham bir hayal perdesi de olabilir; rahmânî olana
açılan engin hakîkati keşif ve fetih perdesi veya aynası da.
Sayfa 22 / 46
İslâm düşünce geleneğinde, temelde, “yakîn” olarak adlandırılan gerçekliğin üç
tür görünümü, boyutu ya da katmanından sözedilir. İlme’l-yakîn, Ayne’l-yakîn,
Hakka’l-yakîn. Sırasıyla bunlar, gerçekliğin öğrenerek, görerek ve yaşanarak elde
edilme veya tezahür etme biçimleridir.
İslâm düşünce geleneğinde, akıl’la elde edilen gerçekliğe veya bilgiye ma’kûlât
/ akledilebilen; göz’le elde edilen gerçekliğe veya bilgiye mahsûsât /
hissedilebilen; kalp’le veya gönül’le elde edilen gerçekliğe veya bilgiye
maneviyat veya hakîkiyât / doğrudan yaşanabilen gerçeklikler veya bilgiler
denir.
Akıl ve göz’le bir şeyin dış gerçekliği kavranabilir; kalp ve gönül’le ise iç
gerçekliği yaşanır; sadece kavranmaz; aynı zamanda yaşanır kavranan gerçeklik.
Etimolojik olarak mânâ / anlam sözcüğü ile maneviyat sözcüğü aynı köktendir.
İslâmî düşünce literatüründe, özellikle de tasavvufta, “mânâ âlemi” diye bir
“dünya”dan bahsedilir: Mânâ âlemine ulaşan kişi, bir şeyin özüne, hakikatine
ulaşan kişidir.
Akıl akledemez, göz göremez, gönül devrede olmayınca. Akıl akledemez, göz
göremez gönlün düşü yola revan olmayınca.
Sanat tarihçisi Ernst Gombrich, “çıplak göz, kördür” derken aslında çok esaslı bir
şeye dikkat çekiyordu o yüzden.
Sayfa 23 / 46
Düşünce, insan düş görebilme melekelerini yitirmediği zaman düşe gelir. Düş
görebilme melekelerini yitirence düşünce düşünemez, düşer.
Şiir bittiği zaman, kalp sekteler, durur; insan kıyıya vurur; sert dalgaların
önünde sürgit oraya buraya sürüklenir durur. Anafor insanı yutar. İnsan tam
burada, gözünün ve aklının en kötürüm güçlerini, en körleştirici zaaflarını
sığınılacak bir liman zanneder. Aklıyla bir hesap kitap yapar; her şeye çeki düzen
verebilecek bir gücü olduğunu vehmeder aklıyla ve aklının.
Toparlamak gerekirse…
Akıl, göz ve de kalp: Sinema, tam da bu üç "aktör" harekete geçirilebildiği zaman
yapılabilir ve bize bir şey söyleyebilir; bize, yani bütün insanlığa... Akıl, vücut'la /
varlık'la ve “söz”’le; Göz, vicdan'la ve fiil’le / eylem’le; kalp de vecd'le ve hâl’le
buluşturur insanı. Bu üç aktör aynı anda işletildiği zaman sinema tek yanlı keşf
çabası olma tuzağından kurtulur; "görüntünün hapishanesi" olmaktan çıkar;
"görme biçimleri"nin çoğaldığı, çift yönlü de değil, çok yönlü bir mükâşefe
hâl'ine dönüşür: İzleyici, oyuncu ve "yönetmen" aynı yerde ama farklı
gerekçelerle ve farklı gerçekliklerle buluşur: Kozmik dans başlar ondan sonra.
Tıpkı Tarkovsky, tıpkı Mecidi, tıpkı Semih Kaplanoğlu sinemasında olduğu gibi.
Bu soruya verilen cevap ne? 26 kişiden yalnızca bir kişi “evet, elbette” diyerek
cevaplıyor bu soruşturmayı. Kim olabilir bu “kahraman”: Haldun Taner tabiî ki.
Aralarında Türkiye’deki tiyatronun en ünlü oyuncularından dramaturglarına ve
yönetmenlerine kadar ünlü kişilerin yer aldığı bütün diğer kişiler, “nasıl olur
efendim, gelenek demek gericilik demek; tiyatro evrensel, çağdaş bir sanattır;
bizim gelenekle-melenekle işimiz olamaz” diyorlar! İnanılır gibi değil,
gerçekten!
Nedir bu? Tam bir aşağılık kompleksi. Self-colonization! Tastamam öyle: Kendi
kendini bu kadar sömürgeleştiren başka bir entelijansiya var mıdır dünyanın
başka ülkesinde, bilmiyorum. Belki sömürgecilik deneyimi yaşamış ülkelerde,
belli, sınırlı sayıda bir kesim olabilir! Ama bir ülkenin sanatının bütün türlerine,
sinemasından müziğine, tiyatrosundan resmine kadar o ülkenin sanat, düşünce,
estetik birikimine yabancılaşmış, kayıtsız, duyarsız ve şaşı bakan bir
entelijansiya çeki düzen veriyor olabilir mi? Böyle bir entelijansiyanın dünyaya
gerçekten yaratıcı, ufuk ve çığır açıcı bir şeyler verebilmesi mümkün müdür? En
iyi yapacağı şey, Bunuel, Antonioni, Pasolini, Fellini, Godard, Truffaut özentisi
filmler yapmak olabilir! Hepsi bu!
Sayfa 26 / 46
yitirmekten kendisini kurtarabilir mi? Böyle bir kişi, ne kadar yetenekli olursa
olsun, kaygan zeminlerde patinaj yapmaktan başka ne yapabilir ki?
Bir de, büyülü gerçekçilik, ne? Kadîm Amerika medeniyetlerinin sunduğu bir
estetik dil, fokur fokur kaynayan bir pınar değil mi? Kaç bin yıllık bir gelenek,
nasıl oluyor da, bir kıtanın bütün sanat türlerindeki sanatçılarının küre
ölçeğinde bir devrim yapmalarına imkân tanıyabiliyor?
Türkiye’de sinemanın da, müziğin de, tiyatronun da, hatta edebiyatın da esaslı
bir kaynak sorunu var: Güçlü, özümsenmiş, yüzleşilerek, hesaplaşılarak
içselleştirilmiş ve bambaşka bir şeye dönüştürülebilecek kadar üzerinde
entelektüel olarak, estetik olarak kafa patlatılmış köklü bir kaynaktan yoksun
Sayfa 28 / 46
olduğu için, gürül gürül akan bir ırmağımız yok sinemada, örneğin: Sadece bu
ülkedeki sinemacıların değil, dünyanın başka coğrafyasındaki sinemacıların da
kana kana içebilecekleri, susuzluklarını giderebilecekleri, yepyeni tatlar
alabilecekleri arı-duru, tertemiz, taptaze bir kaynağımız, suyumuz yok maalesef.
Tıpkı Latin Amerikan büyülü gerçekçiliği gibi, sadece Türkiye’de değil, dünya
ölçeğinde film dilini dönüştürecek, dünya sinemasında dalga-kıracak ve
dalga-kuracak kadar estetik ve sinematografik vaatleri yüksek bir sıçramaya
öncülük etti Türk sinemasında. Estetik ve entelektüel çıtayı öylesine yüksek bir
noktaya yerleştirdi ki, Türkiye’deki özelde film entelijansiyası da, genelde ise
entelijansiyasının bütünü de yapılan bu sessiz devrimin şifrelerini deşifre
edemeyecek kadar bir illiteracy / “cehâlet” hâliyle malul.
Türk sineması, Arşimet noktası olmayan belki de tek sineması dünyanın. Kaygan
bir zemin var; her şeyin birbirine karıştığı, sloganların, klişelerin havada
uçuştuğu, yanılgıların, yanılsamaların ve tanınmadığı hâlde tapınırcasına
abartılan modaların (fads and fallacies’in) ortalığı kasıp kavurduğu, yapılan
şeyin üzerinde derinlemesine, sâkin bir kafayla düşünülebilmesini
imkânsızlaştıran kaygan bir zemin bu: İşte Türk sinemacıları, ayaklarını sağlam
Sayfa 29 / 46
bir şekilde basabilecekleri güçlü, dingin, engin ve zengin bir Arşimet
noktasından yoksun oldukları için, yalnızca patinaj yapıyorlar bu kaygan
zeminde. Biraz önce de değindiğim gibi, kaygan zeminlerde patinaj yaptıklarını
göremeyecek kadar entelektüel, estetik melekelerini yitirdiklerini de ne yazık ki,
fark edemeyecek boyutlarda bir pathos hâli yaşıyorlar.
Akademide verilen film teorisi, film araştırmaları, film estetiği, film tarihi,
endüstrisi ve kurumlarına ilişkin eğitimde, sinemanın her bakımdan
beslenebileceği entelektüel, estetik ve sanatsal kaynakların tek yanlı olarak
değil, hem Batı uygarlığının, hem Doğu hikmet geleneklerinin, hem de İslâm
medeniyetinin temel metinleri, akımları, anaakım ve muhalif temsilcileri
okutulmalı. Başka bir deyişle, filmin “pür” bir sanat türü olmadığı, belki de bir
şekilde bütün sanatlar içinde en “melez” sanat, ifade ve varoluş alanı olduğu
Sayfa 30 / 46
gerçeği kavranarak, filmin yapılmasını, ortaya çıkan “ürün”ün
gerçekleştirilmesini, dilinin, estetiğinin, ruhunun, vaatlerinin belirlenmesini
mümkün kılan bütün sinema-dışı söylemler ve kaynaklar öğretilmediği sürece
sinema eğitiminin hem film kültürünün gelişmesine, hem de sinemaya
yetişmiş, donanımlı, iddiaları ve rüyaları olan çaplı sinemacıların ortaya
çıkmasına katkıda bulunması çok zordur.
Sadece sektörde değil, akademide de bir pergel sorunu, bir Arşimet noktası
sorunu, yani esaslı, köklü, imajinatif bir kaynak ve kaynaklanma açmazı
yaşanıyor.
Ayrıca akademide bir de bir türlü rayına oturtulamayan, oraya buraya salınıp
duran “teori” mi, “pratik” mi ağırlıklı olarak öğretilmeli, gibi henüz
çözümlenemeyen ve aslında yanlış sorulan bir soru var: Soru yanlış olduğu için,
doğru ve doğurgan cevaplar beklemek de elbette ki zor. Akademinin geldiği son
nokta, özellikle de vakıf üniversitelerinde, “endüstriye fabrikasyon eleman
yetiştirme” yarışı! Televizyon sektörünün, özellikle de dizi sektörünün
büyümesi, “endüstriye fabrikasyon eleman yetiştirme” yarışını hem
azmanlaştırıyor, hem de akademiyi ayartarak asıl rayından çıkarıyor ve vermesi
gereken temel eğitimi ıskalamasına yol açıyor akademinin. Televizyon,
sinemanın güçlenmesine katkıda bulunacakken, tam aksine, sinemaya da,
sinema eğitimine de zarar veriyor, hatta fenâ hâlde darbe vuruyor.
Oysa sinemanın bir şekilde güçlendiği, gerek endüstride, gerek insan sermayesi
açısından “geliştiği” bir yerde, televizyonun diline, niteliğine, çapına ve ufkuna
katkı vermesi beklenir. Tersi de doğru elbette: Televizyon endüstrisi, tıpkı şu ân
Türkiye’de olduğu gibi, en azından endüstriyel bakımdan güçlendiğinde, bunun
sinemaya da yansıması gerekir: Sözgelişi, ticarî televizyonculuğun “vatanı”
olarak kabul edilebilecek Amerika’da bile, televizyon dilinde ve estetiğinde
dalga-kıracak ve dalga-kuracak atılımlar yaşanabiliyor: David Lynch, Twin Peaks /
Sayfa 31 / 46
İkiz Tepeler gibi imajinatif bir televizyon dizisi çekebiliyor. Miami Vice gibi, öncü,
çığır açan diziler yapılabiliyor.
Ama öte yandan da, Türk sinemasının, Arşimet noktasını bulamamasına da,
pergelini şaşırmasına da, bu ülkenin engin ve derinlikli medeniyet, düşünce,
sanat ve estetik birikimini sinemaya aktarabilecek sahici, köklü ve imajinatif bir
entelektüel sermayeye bir türlü sahip olamayışımızı da bu kişilere borçluyuz
yine.
Sayfa 33 / 46
Türk sinemasına bugüne kadar damgalarını vuran sinemacılar da, akademik
çevreler de, akademi-dışı çevreler de, sinemanın bir medeniyet meselesi
olduğunu, Hollywood’un Aristocu dram geleneğinden beslendiğini, Avrupa
sanat sinemalarının estetik kaynaklarının başında, labirentvârî yapısıyla İncil’in
geldiğini, dünya sinemasında dalga-kıran ve dalga-kuran ülkelerin, akımların,
sinemacıların bütün bunları sağlam Arşimet noktalarına sahip olmalarına,
pergelin sabit ayağını nereye basmaları gerektiğini bilmelerine, bu nedenle de,
entelektüel sermayelerini sinemaya nasıl aktarabilecekleri meselesini çok iyi
çözümlemiş olmalarına borçlu olduklarını; bütün bunları mümkün kılan şeyin,
bu sinemacılar açıkça dile getirseler de, getirmeseler de sinemanın bir
medeniyet meselesi olarak algılanmasının, yani sinemanın bütün mevcut
düşünce, sanat, estetik kaynakları harekete geçirerek, film diline tercüme
edilerek dünyaya ruh üfleyecek özgün, imajinatif film dilleri geliştirilmesinin
mümkün olabileceğinin çok iyi kavranmış olmasının sonucu olarak mümkün
olabildiğini görebilmeleri mümkün değildi, metamorfoz yemiş olmalarından,
kendi kendini sömürgeleştiren bir sürecin, zihni, ruhu, aklı ve gönlü kör bir
noktaya kilitleyecek kadar Arşimet noktasından kendilerini mahrum etmesinden
ötürü.
Türkiye’de, dünyaya özgün bir film dili armağan edebilecek bir Türk sinemasının
entelektüel, estetik ve sanatsal kaynakları konusunda düşünme çabasını, Ömer
Lütfi Akad’a kadar götürebiliriz. Ömer Lütfi Akad’ın bir şekilde “el yordamı”yla,
kendi özel gayretleriyle ulaştığı estetik çözümlemeler, yine de, her şeye
rağmen, Türk sineması tarihi açısından erken sayılabilecek bir dönemde, “yerli
film dili”nin kaynakları ve kodları konusunda öncü olarak nitelendirilebilecek bir
“teorik” ve (Gelin, Düğün, Diyet üçlemesi, Gökçe Çiçek gibi filmleriyle) pratik bir
çaba ortaya koymasına imkân tanıdı. Ondan sonradır ki, Türk sinemasının
“konuşmaya başladığı” konuşulur olmuştu. Ama bu çabaların arkası gelmedi.
Daha doğrusu, Türk sinemasının dünya sinemasında dalga kıracak ve dalga
kuracak bir atılım gerçekleştirmesine imkân tanıyacak büyük bir estetik atılım
gerçekleştirmesini mümkün kılmadı bu. Halit Refiğ’in, Metin Erksan’ın, Yücel
Çakmaklı’nın, Atıf Yılmaz’ın arayışları da kişisel kaldı büyük ölçüde. Sonraki
kuşaktan Mesut Uçakan, Osman Sınav, İsmail Güneş gibi yönetmenlerin
arayışları da özgün bir film dili geliştirilmesine yol açamadı.
Sayfa 34 / 46
Türk sinemasında “yerli film dili” arayışları, çoklukla klasik Hollywood sineması
konvansiyonlarıyla filmler yapılmasıyla sonuçlandı. Bu, entelektüel sermaye
yoksunluğunun kaçınılmaz bir sonucuydu aslında: Türkiye’de sinemanın
“teorisi” ve pratiğiyle uğraşan kişileri, o yüzden “kafası karışıklar kumpanyası”
olarak adlandırabiliriz ve bu adlandırma, küçük görme, hakir görme olarak değil,
bir durum tespiti olarak görülmelidir.
Ömer Lütfi Akad, Türk sinemasının iki anlamda Griffith’iydi aslında. Birincisi,
Griffith’in 1910’lu yıllarda (teens) yaptığını 1950’li yıllarda Türk sinemasına
aktarmaktan çok da fazla bir şey yapmamıştı Akad. Klasik Hollywood
sinemasının Griffith tarafından geliştirilen konvansiyonlarını büyük ölçüde Türk
sinemasına “giydirmişti”. O yüzden Akad’la başlayan Yeşilçam sinemasını, ben,
klasik Türk sineması olarak adlandırıyorum. Gerek öyküleme tekniği, gerek
karakter çizimi, gerek mizansen yapısı, gerekse endüstriyel işleyim mantığı
(üretim, dağıtım ve tüketim süreçleri) açısından Yeşilçam sineması, yerli sinema
yaptığını söyleyen Yücel Çakmaklı’dan Mesut Uçakan’a, Osman Sınav’dan İsmail
Güneş’e kadar “millî sinema”cılarla Akad’dan, Osman Seden’e, Atıf Yılmaz’a,
kısmen Halit Refiğ’e ve yine kısmen Metin Erksan’a kadar “ulusal sinema”cıların
film diline ve estetiğine damgasını vuran konvansiyonlar, klasik Hollywood
sinemasının konvansiyonlarıydı. Yani, Akad’ın Griffith’in klasik film dilinin ve
estetiğinin bütün konvansiyonlarını Türk sinemasına neredeyse yarım asır sonra
“taşıyan” kişi olması nedeniyle Türk sinemasının Griffith’i olarak
görülebileceğini düşünüyorum.
İkinci olarak da, biraz da bizim yerli kaynaklarımızdan, özellikle de Ayşe Şasa’nın
özenle dikkat çektiği gibi, masal geleneğimizle, genel anlamda “masalsı” anlatı
geleneğimizin şiirselliğinden beslenerek Türk sinemasına “yerli” duyuş ve
duyarlık biçimlerini ilk kez girdiren kişi olması bakımından, böyle bir öncülüğü
gerçekleştirmesi nedeniyle Türk sinemasının Griffith’i olarak
adlandırılabileceğini düşünüyorum Akad’ın. Ancak Yeşilçam sineması’nın
sinematoğrafisinde, estetiğinde “yerli” konvansiyonlar, genel olarak sathî, sığ,
yüzeydeyken, öyküleme tekniğinden karakter çizimine kadar film diline klasik
Hollywood’un etkisi çok daha belirgin ve belirleyici olmuştur. Neredeyse bugüne
kadar bu etki kendisini gösterebilmektedir hâlâ! Ve bugün bu sığ dil, televizyon
dizilerinin en yoğun olarak başvurduğu bir dildir ayrıca da.
Sayfa 35 / 46
Başını Nijat Özön’ün çektiği Yeni Sinema dergisi ve Sinematek çevresi,
başlangıçta Yeşilçam’da geliştirilen Türk sinemasına hem ilgisiz kalmış, hem de
aşağılayıcı bir tavır takınmıştı. Bunun iki nedeni vardı: Birincisi, ticarî Hollywood
sinemasının konvansiyonlarını kullanıyor olması; ikincisi de, yerli kaynaklara
başvuruyor olmasıydı! Ama ilerleyen yıllarda, Nijat Özön, açıkça yanlışlık
yaptıklarını itiraf edecektir. Ne var ki, niteliksel ve entelektüel olarak pek fazla
bir şey değişmeyecektir, bu itiraftan sonra da.
Değişen tek şey, klasik Hollywood’un yerini, zamanla İtalyan Yeni Gerçekçilik ve
Fransız Yeni Dalga sinemaları olmak üzere modern sinemanın
konvansiyonlarının almaya başlaması olacaktır: Metin Erksan, 1960’lı yılların
başlarından itibaren Bunuel’den, Antonioni’den, Pasolini’den, De Sica’dan,
Visconti’den derin izler taşıyan modern sinema’nın gölgesinin baskın olduğu
filmler yapacaktır.
Ama Türk sinemasında modern sinemanın öncüsü, 1971 yılında çektiği Umut
filmiyle Yılmaz Güney’dir. Yani sonuçta, “konuşmaya” başladığı söylenen Türk
sineması, gerek Yeşilçam sinemasıyla, gerekse ona karşı konumlanan ve
zamanla Yeşilçam’a eklemlenen modern sinemayla özgün, dünyaya armağan
edebileceğimiz ölçekte dil kurabilen bir atılım gerçekleştiremedi. Önce
Hollywood’un, sonra da Avrupa sinemasının gölgesinde, nesneleşerek
varolmaya çalıştı; kendi dilini bulup, kendi dilini konuşan bir özne konumuna
yükselemedi hiçbir zaman tam anlamıyla. Ta ki, Semih Kaplanoğlu -özellikle de
Yusuf Üçlemesi’yle- gelene kadar.
1980’ler, 1990’lar ve 2000’li yılların başları, yani çeyrek asırlık süre, Türk
sinemasında kayıp dönemdir; “kafası karışıklar kumpanyası”nın sözümona
arayış dönemidir. Reha Erdem, Zeki Demirkubuz, Nuri Bilge Ceylan, Yavuz
Turgul, farklı kulvarlarda, farklı lugatçelerle (vokabülerlerle) de olsa önemli
arayışlar gerçekleştirmişlerse de, son kertede, Afrika sinemasından Latin
Amerika sinemasına, İran sinemasından Çin sinemasına kadar dünya
sinemasında büyük sıçramaların yaşandığı bir dönemde, Türk sinemasının
aslında yerinde saymasına yol açmaktan başka kalitatif bir sıçrama
gerçekleştirememişlerdir.
Sayfa 36 / 46
İşte tam bu noktada, Semih Kaplanoğlu, dünya sinemasına özgün ve imajinatif
bir film “dili” armağan edecek Türk sinemasının entelektüel sermayesinin ne
olduğunu, Arşimet noktasının nerede bulunduğunu, pergelin sabit ayağının
nereye basması gerektiğini gösteren çıkışı yapan ilk sinemacımızdır. Bu açıdan
Türk sinemasında bir milattır ve yepyeni, ufuk ve çığır açacak bir dönemin ve
sürecin kapılarını sonuna kadar açmış bir yönetmendir.
Ayşe Şasa’yla birlikte Sadık Yalsızuçanlar, İhsan Kabil, Cihan Aktaş, Nihal
Bengisu Karaca, Ali Murat Güven ve bendeniz, bu entelektüel sermaye
arayışının hangi noktalara kadar uzanabileceğini gösteren uzun soluklu bir
yolculuk gerçekleştirdik. Bu sürece, son bir yıl içinde Dücane Cündioğlu da
dikkate değer metinleriyle, çözümlemeleriyle katıldı. Sadık Yalsızuçanlar’la
İhsan Kabil’in kitaplaşan film felsefesi, film estetiği konusundaki çalışmaları,
konferansları, atölye çalışmaları, Enver Gülşen’in Külliyat Yayınları’ndan
yayımladığımız Sinemanın Hakikati ve Hakikatin Sineması başlıklarını taşıyan iki
kitaplık çalışmasıyla en zirve noktasına ulaşarak kıvamını buldu.
Sayfa 37 / 46
İşte yazının son bölümünde, bütün bu yolculukların mimarı, Ayşe Şasa’nın
-yukarıda özetle değindiğimiz- yolculuğuna ve bize bıraktığı mirasa, bu mirasın
nasıl oluştuğuna biraz yakından bakmaya çalışacağım.
Sayfa 39 / 46
Ayşe Şasa, film dilinin sorunlarını tartışırken iki şeye özellikle özen gösterir:
Metninin diline ve zihninin dinginliğinin diline.
Hem sade hem derûnî, hem dingin hem de diri ve direngen bir metinle başbaşa
bırakır bizi çıktığı hakikatin izini sürme yolculuğunda. Aslında gerek metninin
Türkçesinin dili, gerekse zihninin ve varoluş alanının kuşatıcılığının derûnî dili,
onun sinema üzerinde/n yaptığı bu hakikatin izini sürme yolculuğunda
sinemanın “bahane” olduğunu kendiliğinden ele verir.
İşte Ayşe Şasa’yı Ayşe Şasa yapan ayrıksı “yer”, tam da burasıdır: Sinemayı,
hem kendi varoluş ve hakikatin izini sürüş serüveninde, hem de bizim varoluş
ve hakikatin izini sürüş yolculuğumuzda bir “bahane”, bir “vesile” olarak
görebilecek bir yerden, en üst yerden, medeniyet gökkubbemizden sinemaya
bakabiliyor olmasıdır.
Sayfa 40 / 46
imkânsızlaştıran, Türk sinemasının kaynaklarını ve estetiğini de görebilmesini
kaçınılmaz olarak zorlaştıran, keşfedilmeyi bekleyen “üst perde”,
keşfedilmemiş kıta’dır.
İşte bu çok katmanlı, çok yönlü bilme, olma ve varolma yeri ve yerlem’inin sahip
olduğu ve sunduğu bu imkânı, yani sinemanın bir medeniyet meselesi olarak
ele alındığı zaman anlaşılabileceğini ve Türkiye’de, dünyaya armağan
edebileceğimiz bir film dili kurulacaksa, bunun ancak esaslı, köklü, Arşimet
noktasına kavuşmuş, pergelini bulan bir medeniyet tasavvuruyla imkân dahiline
girebileceğini Türkiye’de ilk kez kavrayan ve gösteren kişi Ayşe Şasa’dır.
İşte Ayşe Şasa’nın sahip olduğu ve harekete geçirdiği bu kuşatıcı / ihata edici
medeniyet perspektifi, onun yalnızca bizim yapacağımız sinemanın, Kur’ân’ın
hayat bahşedici, ruh üfleyici suyundan doya doya içen İbn Arabî, Mevlânâ, Attar,
Yunus, Fuzûlî, Merağî, Itrî, Şeyh Galip, Bediüzzaman, Sezai Karakoç, İsmet Özel
gibi köklü, kanatlandırıcı entelektüel ve estetik kaynakları, yerli ama imajinatif
bir film dilinin kanatlandırıcı bir şekilde hayata geçirilmesi sürecinde değil, aynı
zamanda, Amerikan klasik sinemasından Amerika’daki avant-garde sinema
akımlarına, Avrupa’daki bütün “sanat” sineması akımlarından, Sovyet devrim
sinemasına, Tarkovsky ve Paradjanov sinemasına ve genelde bütün dünya
sinemasına da bu sinemaları vareden medeniyetlerin entelektüel ve estetik
kaynakları ışığında bakabilme imkânı kazandırmıştır Ayşe Şasa’ya.
Nitekim, onun sanatçı / senarist / sinemacı yanını ele veren sinematografik bir
üslupla ve tadla kaleme aldığı Yeşilçam Günlüğü’ndeki -biraz önce zikrettiğim-
Sayfa 41 / 46
“Türk Filmi Nedir?” başlıklı ilk metninde, Türkiye’de bir yazar, ilk defa,
medeniyetin bütün süreçlerini -biliş, oluş ve varoluş menzillerini- hem
eşzamanlı, hem de ardışık olarak harekete geçiren bir yaklaşımla bakabiliyordu
Türk sinemasının ne’liği ontolojik sorununa, işte bu yüzden.
Ve yine bu yüzden, bu kısa ama çığır açıcı, ufuk açıcı metinde, sinemada
imajinatif film dilleri kuran sinemaların -özellikle de Batı’daki özgün film
akımlarının- dillerinin entelektüel ve estetik sermayeleri, kaynakları konusunda
tastamam Nietzschevârî ve Nietzsche’nin şakirdi Foucaultvârî bir arkeoloji ve
jeneoloji çalışması yaparak çözümlüyor, oradan Türk sinemasının dilinin ne’liği
ve nasıl -hangi entelektüel ve estetik kaynakların harekete geçirilmesiyle-
kurulabileceği meselesi üzerine odaklanabiliyordu.
Ayşe Şasa, metne, emektar ve tam bir çınarı andıran sinema tarihçisi Giovanni
Scognamillo’ya yaptığı bir ziyaret sırasındaki diyaloglarını aktararak giriş yapar.
Sayfa 42 / 46
Scognamillo’nun Türk sinemasının yaklaşık bir asırlık hâl-i pür melâli
konusundaki (hemen hatırlatayım; yıl, 1990’dır) şu gözlemleri zihin açıcıdır: “Bir
meselede gerçekçi olalım: Türk sinemasının henüz doğru dürüst bir grameri, bir
sentaksı bile olduğu söylenemez. Bir çok insan, falan kamera açısını neden
seçtiğini, filan yerde neden uzak ya da yakın plan kullandığını hâlâ bilmiyor.”
“Sinema anlatımı, bizde hep Batı’dan alınacak bir şey sanılmıştır. Batı’dan,
Amerika’dan ya da Avrupa sinemasından hazır dil kalıpları aktarmaya
çalışmışızdır. -Hiç unutmam, 1968 yılında, Sinematek derneğinin açılış
gösterisine gitmiştim. Ünlü bir Fransız filmi gösteriliyordu. Tesadüfen yanına
oturduğum yüksek tahsilli bir sinemasever bayan bana kaşını kaldırarak şöyle
bir bakmış, ‘Ne o, yalnız mı geldin? Hani arkadaşların, öbür sinemacılar? Yoksa
onlar öğrenmek istemiyorlar mı?’ demişti. O günden bu yana düşünmüşümdür,
bu öğrenmek sözü üstüne. Türk sinemasına, sinemayı ille de Batı’dan
öğreneceği bir şey gözüyle bakan zihniyet üstüne…” (s.25).
Ayşe Şasa’nın bu gözlemi, İngiliz sinema dergisi Sight and Sound’un 1992
yılında İstanbul Film Festivali’ne katılan bir yazarının şu çarpıcı gözlemiyle de
doğrulanır: “Türk sineması, neden Bunuel’in, Antonioni’nin, Fellini’nin,
Godard’ın filmlerini taklit ediyor; kendi dilini kuramıyor acaba?”
Bu gözlemlerinden sonra Ayşe Şasa, gelişini, bir milat oluşunu haber veren üç
katlı / üç katmanlı bir yapı önerir yerli ve özgün bir Türk filmi dilinin kurulması
için: En alt kat, sosyal kültür’dür; orta kat, estetik / sanatsal kültür; üst kat’sa,
diline kavuşan filmin kendisi. Bu önerisini, Ayşe Şasa’yı medeniyet perspektifini
Sayfa 43 / 46
sinemaya girdiren hem bir düşünür, hem bir film teorisyeni, hem de ön açıcı bir
öncü olarak nitelendirmemi sağlayan, şu tarihî tespitle özetler:
Ama bu kişilerin hiç biri, Ayşe Şasa kadar filmi bir medeniyet meselesi, bir biliş
(epistemoloji), bir oluş (fenomenoloji) ve bir varoluş (ontoloji) meselesi olarak
bihakkın özümseyebilmiş değildi. Belki vakit henüz erkendi. Belki Ayşe
Şasa’nın, medeniyetimizin yaşadığı travmatik metamorfoz sürecini iliklerine
kadar yaşayan ve keşfedilmemiş kıta’yı (terra incognita’yı) bütün pathos’uyla
tecrübe eden bir kişinin, tıpkı medeniyetimizin bizatihî kendi yaşadığı medcezir
serüveni gibi, çilesini, fikir, oluş ve varoluş çilesini hayatının bütün enlemlerinde
ve boylamlarında hücrelerine kadar yaşayan bir kişinin gelmesi gerekiyordu.
Ayşe Şasa, bu uzun soluklu biliş, oluş ve varoluş yolculuğunun teorik miladı;
Semih Kaplanoğlu ise pratik miladını oluşturdu.
Sayfa 45 / 46
yönetmenlerin, hem de gelişlerini bekleyen / beklediğimiz genç kuşak
yönetmenlerin / sinemacıların üzerinde/n rahatlıkla yürüyebilecekleri umut ve
ufuk vadeden z/engin bir teorik koridor ve münbit bir pratik zemin inşa edilmiş
oldu.
İşte bu teorik ve pratik zemini, Ayşe Şasa’ya borçluyuz: Bir düşünür, bir sanatçı
ve bir öncü olarak bu zemini inşa eden Ayşe Şasa’ya… SON
Sayfa 46 / 46