You are on page 1of 501

1.

Baskı: Eylül 2016


Yeni Baskı: 2017
ISBN: 978-605-188-018-1
©Ellen Marie Wiseman, 2013

Bu kitabın Türkçe yayın hakları Akçalı Telif ve Lisans Hakları Ajansı Ticaret
Limited Şirketi aracılığıyla Kensington Publishing Corp.'tan alınmış olup
Beyaz Balina Yayın Sanat Dağıtım Paz. San. ve Tic. Ltd. Şirketi'ne aittir.
Yayınevinin izni olmaksızın kısmen ya da tamamen alıntı yapılamaz, hiçbir
şekilde kopya edilemez, çoğaltılamaz ve yayımlanamaz.

ARKADYA YAYINLARI
Maltepe Mah. Davutpaşa Cad. MB iş Merkezi
No: 14 Kat: 1 D: 1 Zeytinburnu / İstanbul
Tel.: 0212 - 544 41 41 / 544 66 68 / 544 66 69
Faks: 0212 - 544 66 70
info@arkadya.net

Arkadya Yayınları, Beyaz Balina Yayınları'nın tescilli markasıdır.


İngilizceden Çeviren
Dilek Parsadan

/A\
ARKADYA
Tanıdığım en güçlü kadın, annem Sigrid’e.
Tüm sevgim ve hayranlığımla...

Çok sevdiğim kız kardeşim, Cathy’nin anısına.


Seni her geçen gün özlüyorum...
İmparatorluk Şansölyesi’ne Hitler’i atayarak kutsal
Alman topraklarımızı tüm zamanların en korkunç
halk avcısının ellerine bıraktınız. Ben de size şunu
söylüyorum: Bu korkunç adam Alman İmparatorluğu’nu
bir cehenneme sürükleyecek ve ulusumuzu derin bir
kedere boğacak. Gelecek nesiller bu hareketinizden
dolayı sizi lanetleyecek.
-General Erich Ludendorff,
Cumhurbaşkanı Paul von Hindenburg’a yazılan bir telgraf
'—

Almanya

n yedi yaşındaki Christine Bölz için savaş, Bauerman-


O ların partisine sürpriz bir davetle başladı. 1938 son­
baharının o harika gününde, kâbusun bu kadar yaklaştığını
hayal etmek o kadar imkânsızdı ki... Hava, soğuk olmasına
rağmen harikaydı. Tıpkı Kocher Nehri Vadisi’nin hafif eğimli
dağ eteklerine uzanan bahçelerde sallanan kıpkırmızı elmalar
gibi... Güneş eylül ayının maviliğinde parlarken, kırsal bölge­
lerin üzerinde bir gölge gibi sürüklenen iri, pamuksu bulutlar
gökyüzünü yorgan gibi örtmüştü. Kış için tohumla ceviz top­
layan alakargaların çığlıkları ve kaçışan sincapların ayak ses­
leri dışında tepelerde çıt çıkmıyordu. Birleşen odun dumanlan
ile ladin yosunlarının yanık, topraksı kokusu, ayaza rağmen
sabaha derinlik katmıştı.
Yıl boyu yaşanan kuraklık yüzünden ormanın içinden
geçen yaprak dolu patikalar kupkuruydu. Aslında Christine
dik kayalıklarda kayma korkusu olmadan koşabilirdi. Yine
de yosun kaplı kayadan inmesine yardım etmesi için Isaac
Bauerman’ın elini tuttu. Ormanda ne kadar çok vakit geçirdi­
ğini bilseydi, Isaac ne düşünürdü merak ediyordu. Normalde
bir ölümsüzmüşçesine Şeytan Kayası’ndan atlayabilir, dizle­
rini öne büküp yumuşak toprağın çam iğneleriyle kaplı kay­
gan zeminine inebilirdi. Ama bu sefer atlamadı. Isaac’in onu,
görgü kuralları ve zarafetten uzak, kaba bir erkek çocuğu gibi
görmesini istemiyordu. Daha da kötüsü, kaya efsanesinden
bihaber olduğunu düşünebilirdi. Söylentilere göre, kilise ders­
lerinden kaçan çocukların üzerine, burada yıldırım düşmüştü.
Tabii bu, ürkütücü bir efsaneden başka bir şey değildi. Christi-
ne, çocukların başına gelenleri anlattığında Isaac kahkahalarla
güldü. Ama birlikte kaya yarıklarına tutunarak aşağı inerken,
kendi kendine keşke böyle saçma bir şeyle Isaac’i sıkmasay-
dım diye düşündü.
“Burada olduğumu nereden... Yani... Beni nasıl...”
“Babamın çalışma masasını karıştırdım ve maaş defterini
buldum. Adresini de oradan aldım. Umarım habersiz gelip se­
ninle yürüdüğüm için bana kızmamışsındır.”
Christine, Isaac gülümsediğini görmesin diye adımlarını
hızlandırdı. “Sorun değil.” Nasıl sorun olabilirdi ki? Yanından
her ayrıldığında içinde oluşan derin boşluk, nihayet yok
olmuştu. En azından şimdilik... Christine o sabah uyanır
uyanmaz, işe gitmek için saatleri saymaya başlamıştı. Sıcak
keçi sütü, tam buğday ekmeği ve erik reçelinden oluşan
kahvaltısını ettikten sonra ev işlerini yapmış, hatta kitap
okumaya bile çalışmıştı. Ama saat bir türlü geçmek bilmemiş,
evde bir dakika daha duracak sabrı kalmamıştı. Bu yüzden
saati izlemek yerine tepelere tırmanıp büyükannesiyle
büyükbabasının evlilik yıldönümleri için alp gülü ve alpyıldızı
aramaya karar vermişti.
“Ama ailen burada olduğunu bilse ne düşünür?”
“Hiçbir şey.” Isaac hızlandı, ardından yüzünü Christine’e
dönüp geri geri yürümeye başladı. Ayaklarım her seferinde,
sanki Christine üzerine basacakmış gibi tam zamanında geri
çekiyordu. Muzırca gülümsemesi Christine’i o kadar etkile­
mişti ki kızın dudaklarında bir tebessüm belirdi.
Christine, Isaac’in saatlerce kitap okuyup ders çalıştığın­
dan, çimlerle kaplı tepeciklerde yetişen vahşi çilek ve fındık­
ların Latince isimlerini ezbere bildiğinden emindi. Dahası,
uçarken bile görse her kuş türünü ve yumuşak toprakta pençe
izini bırakmış diğer hayvanların cinsini ayırt edebilirdi. Fakat
tüm bilgisini, kitaplardaki resimlere borçluydu. Christine’in
bildikleri ise halkın içinde geçirdiği yıllar boyunca yaptı­
ğı gözlemlerden geliyordu. Christine, çocukluğunu Rolling
Hills’i ve memleketi Hessental’ı saran karanlık ormanları keş­
federek geçirmişti. Her ırmak, her dönemeçli yol, her yaşlı
ağaç ve mağara ondan sorulurdu. Babası sabırla ona zehirsiz
mantarları nasıl ayırt edeceğini öğretmişti. Ve bir ev işi haline
gelmeye başlayan sabahın erken saatlerinde mantar toplama,
sonradan hobisi olmuştu. Köyden kaçmaya, tarla kenarlan bo­
yunca yürümeye, raylardan karşıya geçmeye ve dar, ağaç kap­
lı yollarda kesişen at arabası izlerini takip etmeye bayılırdı.
Yalnız başına geçirdiği saatler düşüncelerini özgür bırakması
için bir fırsattı.
Christine, ormanın ortasında bulunan, on üçüncü yüzyıldan
kalma büyük kilise kalıntısına kaç kez tırmandığını, yıkılmak
üzere olan üç duvarla çevrili yumuşacık otlarla kaplı güvenli
sığınağında kaç kez hayallere daldığını sayamamıştı. Artık
destekleme özelliğini kaybetmiş kemerli payandaları ve
boş pencereleriyle kilise, yemyeşil dallar, uysal gökyüzü ve
hilalin beyazlığında parlayan yıldızlar için taş bir çerçeveden
farksızdı. Christine sık sık eskiden adak taşının bulunduğunu
düşündüğü yerde durur, kilise kemerinin altında dua edenleri,
evlenenleri, ağlayanları hayal etmeye çalışırdı. Beyaz zırhlı
şövalyeler, uzun sakallı pederler, üzerleri mücevherlerle kaplı
baron eşleri ve arka tarafta bekleyen hanımefendiler gözünde
canlanırdı.
Tepenin zirvesine çıkmayı en çok yazın, güneşin erken
doğduğu zamanlarda severdi. Erken saatlerde çiğ, toprağın
kokusunu ortaya çıkarır, çamın mis kokusunu havaya yayardı.
Kışın ilk günü de Christine için çok özeldi. Dünyanın aniden
sessizliğe bürünmesi, yeni düşen karın, kesilmiş sarı buğday­
ların ve grimsi çıplak dalların üzerini örtmesi hoşuna gidiyor­
du. Yemyeşil, yüksek tepelerin derinliklerinde saklı, güneşin
küflü tabanına güçlükle değdiği ormanda kendini evinde his­
sederdi. Isaac’in evi ise kasabanın diğer uçundaydı. Bauerman
Ailesi’nin evinin etrafına duvarlar örülmüş, demir kapıların
önü çim çitlerle çevrelenmişti. Devasa kapıların üzerindeki
eski kemerlerde, aslanağzı ve orta çağa ait aziz motifleri vardı.
“Peki, Luisa Freiberg ne düşünür?”
“Bilmiyorum,” dedi Isaac, Christine’in yanma gelirken.
“Umurumda da değil.”
O sabah Isaac, Christine kapının büyük, demir mandalını çe­
kene kadar arkasındaki taş basamaklarda beklemişti. Christine,
onun Schellergasse Sokağı’ndaki evlerinin önüne geleceğini
bilseydi, ayak bileklerine kadar uzanan taba rengi paltosu yerine,
pazar günleri giydiği montunu giyerdi. Aslında üzerindeki palto,
çok sevdiği büyükannesinin Noel hediyesiydi. Kalındı, üstelik sı­
cacık tutuyordu, ama sert yakasından ve yıpranmış ceplerinden
bunun önceden bir battaniye olduğu açıkça belli oluyordu.
Christine, Isaac’i ormana doğru sürüklerken altına giydi­
ği eski kıyafetlerin görünmediğinden emin olmak için elini
paltosunun ön kısmında, düğmelerinde gezdiriyordu. Çocuk­
luğundan kalma elbisenin büzgülü kolları çok kısa, dikişsiz
eteği fazla yukarıdaydı. Düğmesiz, dar elbise üstünün lacivert
çizgili, pamuklu kumaşı bir hayli çocuksuydu. Fanilasına tak­
tığı askılarla tutturduğu gri, tüylü külotlu çorabının üzeriyse
çalı çırpı içindeydi. Ama yürüyüşe her zaman bu kıyafetleriyle
çıkardı. Çünkü hep tek başına olurdu. Ta ki bugüne kadar... Bu
kılıkta, nemli eğreltiotlarının altındaki vahşi mantarlar için ça­
murlarda diz çöktüğünde ya da yemeklik yağ için kayın ağacı
meyveleri toplarken emeklemek zorunda kaldığında, elbisesi­
nin kirlenmesinden korkmasına gerek yoktu.
Ailesindeki diğer herkes gibi, Christine’in de çoğu kıyafeti
basma kumaşlardan ya da paçavralardan yapılmıştı. Aslında
bu durum, Bauermanların evinde çalışmaya başlayana kadar
onun için bir sorun teşkil etmemişti. Zaten köylerindeki çoğu
kadın ve kız onun gibi giyinirdi. Hepsinin üzerinde yıpranmış
elbise ve etekler, cepleri onarılmış kolalı önlükler, ayaklarında
bağcıklı yüksek ayakkabılar vardı. Ancak Christine öğle vakti
Isaaclerin evine çalışmaya gittiğinde, pazar günleri için ayır­
dığı iki elbisesinden birini giyerdi. Bir kıyafet dükkânından,
birkaç kahverengi yumurta ve keçi sütü karşılığında alınan bu
elbiseler, sahip olduklarının en güzeliydi.
Bauermanların evinde tam on yıldır, tam zamanlı olarak
çalışan Rose, kızı Christine’in bu hareketine sinirlenirdi.
Ona göre bu elbiseler bulaşık, kıyafet yıkamak ya da gümüş
parlatmak için değil, kilisede giymek içindi. Ama Christine,
Bauermanların bej çinili mutfağına her girdiğinde annesinin
ona fırlattığı sert bakışları görmezden gelir, güzel elbiseleri­
ni giymeye devam ederdi. Hatta bazen, temiz bir şekilde geri
getireceğine söz vererek en yakın arkadaşı Kate’in elbisele­
rinden birini ödünç alırdı. İş için hazırlanırken saçlarını her
zaman özenle tarar, sarı örgüsünün düzgün olduğundan emin
olana kadar saçını tekrar tekrar yapardı. Bu sabah Isaac ona
sürpriz yaptığında ise rastgele örülmüş saçları omzundan dö­
külüyordu.
Isaac’in üniversiteye giderken giydiği ütülü siyah panto­
lon, beyaz gömlek ve lacivert yeleği giymemesi Christine’in
içini rahatlatmıştı. Üzerinde okul kıyafetleri yerine, çimen ve
odun keserken giydiği askılı, kahverengi iş pantolonu ve mavi
oduncu gömleği vardı. Aslında Bauermanlar, kasabadaki son
zengin ailelerden biri olsa da Isaac’in babası çocuklarının ça­
lışmanın önemini öğrenmelerini istiyordu. Bu yüzden Isaac ve
küçük kız kardeşi Gabriella’ya düzenli bir şekilde iş verirdi.
“Ailenin ne düşüneceğini biliyorum,” dedi Christine, kır­
mızı toprak yola bakarak.
Birlikte, ince ağaçlar ve uzun fidanlarla kaplı yollardan
geçerek, ormanın derinliklerine doğru ilerliyorlardı. En
tepedeki elma bahçesinde, yemyeşil çimenlerin üzerinde
durdular. Çayırda otlayan altı tane beyaz koyun, Isaac ve
Christine’in aniden karşılarına çıkmasıyla aynı anda başlarını
kaldırdı. Christine durdu ve Isaac’in hareket etmemesi için
eliyle işaret etti. Koyunlar bir süre onlara baktıktan sonra
otları kemirmeye devam etti. Hayvanların korkup kaçmaması,
Christine’i mutlu etmişti. Tam elini indirip yürümeye baş­
lamıştı ki Isaac elinden tutup onu aniden geri çekti.
Bir seksenden fazla boyu, geniş omuzları ve kaslı kollarıy­
la Isaac iri bir gençti. Özellikle de Christine’in miny onluğuy­
la kıyaslandığında... Christine, Isaac’in parlak, kestane rengi
gözlerine bakarken yanaklarının kıpkırmızı olduğunu hisse­
debiliyordu. Zaten onun tüm hatlarını aklına kazımıştı. Alnına
düşen saçlarının koyu dalgaları, sert çenesi, pürüzsüz, yanık
teni ve güçlü boynu...
“Ne düşüneceklerini nereden biliyorsun?” diye sordu Isaac
gülerek. “Kek yiyip kahve içerken mi konuştunuz?”
Christine gülümsedi. “Nein.' Annen beni kahve içmeye da­
vet etmedi ki.”
Isaac’in annesi Nina, adil ve cömert bir işverendi. Özel­
likle de Christine’in evine elmalı kurabiye ya da erikli kek
yollama konusunda. Başlarda Rose, hediyeleri geri çevirmeyi
denemiş, ama çabalan boşa çıkmıştı. Nina her seferinde ba­
şını iki yana sallıyor ve aynı fırsatlara sahip olamayan insan­
lara yardım etmenin kendisini iyi hissettirdiğini söylüyordu.
Christine Te birlikte eve sık sık kahve de gönderirdi. Üstelik
Bauermanların evinde her zaman kahve çekirdeğinden yapı­
lan gerçek kahvelerden bulunurdu. Fakat en güzel porselenle­
riyle, hizmetçilerle karşılıklı kahve içmek Nina Bauerman’ın
prensipleri arasında yoktu.

* Alm. Hayır. (Çev. N.)


“Annem, sen ve Luisa hakkında bir anlaşma yapıldığını
söyledi.” Isaac güçlü, sıcak elleriyle Christine’in ellerini tu­
tunca genç kızın tüm dikkati dağılmıştı. Christine ellerini çe­
kip tekrar yürümeye başladığında kalbi güm güm atıyordu.
Isaac, Christine’in peşinden koştu. “Anlaşma falan yok.
Kimsenin ne düşündüğü de umurumda değil. Ayrıca bildiğini
sanıyordum, Luisa, Sorbonne Üniversitesi’ne gidecek.”
“Ama dönecek, değil mi? Annem dedi ki... Bayan Bauer-
man sürekli, ‘Bu gece en güzel takımları çıkar Rose, yeme­
ğe Luisa ve ailesi geliyor,’ diyormuş. Hatta daha geçen hafta
‘Luisa’nın doğum günü, lütfen soslu ringa yapmak için en le­
ziz balıkları al. En sevdiği yemek,’ demiş. Ayrıca öğlen kah­
vesinde, Isaac ve Luisa’nın yan yana oturduğundan da emin
ol diyormuş.”
“Tek sebebi ailelerimizin yakın olması. Annem ve Luisa’nm
annesi birlikte büyümüş.”
“Aileleriniz birlikte olmanızı...”
“Annem benim ne hissettiğimi biliyor. Luisa da öyle.”
“Peki ya baban?”
“Babam bir şey diyemez. Annem tam bir Yahudi sayılma-
dığı için babamın ailesi nişanlanmalarına karşı çıkmış. Ama
o ailesini yok sayıp annemle evlenmiş. Bu yüzden bana ne
yapacağımı söylemez.”
Christine ellerini paltosunun ceplerine soktu. “Ya sen?”
“Güzel bir kızla, güzel bir günde yürüyüş yapmaktan zevk
duyuyorum. Bunda yanlış bir şey var mı?”
Isaac’in kelimeleri Christine’i baştan aşağı titretmeye yet­
mişti. Christine arkasına döndü ve tepeden aşağı inmeye baş­
ladı. Eğri büğrü elma ağaçlarından oluşan son sırayı geçti ve
kalın bacakları eğimli toprağa gömülmüş tahta banka oturdu.
Ellerinin ve dizlerinin nasıl titrediğini Isaac’in fark etmeme­
sini umarak uzun paltosunu bacaklarının etrafına sardı. Kısa
süre sonra yanına gelen Isaac de dirseklerini bankın kısa sırtı­
na dayayıp bacaklarını uzattı.
Oturdukları yerden, istasyonun önündeki tren raylarını gö­
rebiliyorlardı. Raylar, tepelere paralel bir şekilde ilerlemeden
hemen önce, geniş virajlar halinde kıvrılıyordu. Rayların öte­
sinde görünen düzgünce sürülmüş topraklar, yemyeşil vadinin
sonunda toplanan köye kadar uzanıyordu. Bacalardan çıkan
odun dumanları, sonbaharla birlikte yaprakları kırmızı, san ve
altın renklerine dönen ağaçlarla kaplı tepelere doğru yükse­
liyordu. Kasabanın merkezine doğru ilerleyen Kocher Nehri
ise gümüş bir şerit gibiydi. Sarmal kıvrımlarının önü yüksek
taş duvarlarla kesilen nehir, üzerinden geçen üstü kapalı köp­
rülerle bölümlere ayrılmıştı. Tüm kasaba merkezini gören St.
Michael’ın gotik kilisesinin taş kulesi de manzaraya dahildi.
Doğuda, Christinelerin evinin karşısında, yüksekliğiyle tüm
kiremitli çatılara hükmeden Lüteriyen Kilisesi’nin sivri uçlu
kum taşı kulesi vardı. Kilisenin her kulesinden büyük, üçlü
demir çanlar sarkıyordu. Gün boyu, saat başı çalan bu çanlar
pazar günleri caddelerde yankılanır, insanları eskiden kalma
bir adetle ibadete çağırırdı. Turuncu kiremitlerden oluşan çatı
denizinin altında kalan köy, yavaş yavaş canlılık belirtileri
gösteriyordu.
Eğri büğrü taş kaldırımlı sokaklarda, yüzyıllık çeşmelerin
ve sarmaşık kaplı heykellerin arasında, çocuklar kahkahalar
atarak koşturuyor, top oynayıp ip atlıyorlardı. Köy fırının­
dan gelen taptaze ekmek kokusu, sonbaharın soğuk havasına
karışıyordu. Bir tezgâhın önünde duran önlüklü birkaç kadın,
taze sucukla et satın almak için bozuk paralarını sayarken, de­
dikodu yapıyordu. Çiftçi eşleri pazar için merkezdeki çizgili
şemsiyelerin altında toplanmış, elma ve turp kasalarını düzen­
liyordu. Köşede, eski tahta banklarda oturan yaşlı adamlar,
sıcak biralarını yudumlarken hayat hikâyelerini anlatıyorlar­
dı. Christine’e her zaman, aceleleri varmış gibi gelirdi. Sanki
önemli bir detayı unutmaktan ya da ilgiyi kaybetmekten kor­
kuyorlardı.
Her ne kadar nedenini açıklayamasa da bu sahne yüzün­
den Christine’in içi aşk ve hüzün karışımı bir duyguyla doldu.
Bugüne kadar bunu kimseye söylememişti, ama bazen bura­
da yaşamayı sıkıcı buluyordu. Her şey, sonu çoktan yazılmış
bir kitap gibiydi. Mesela, herkes ay sonunda Sonbahar Şarap
Festivali’ni kutlamak için kasaba merkezinde toplanılacağım
biliyordu.
Yine de Christine tepeleri, üzüm bağlan ve kaleleriyle bir­
likte memleketinin eşsiz güzelliğinin de farkındaydı. Dünya
üzerinde, bu kadar sevip kendini bu kadar güvende hissedebi­
leceği başka bir yer olamayacağından emindi. Bu yüzyılda şa-
raplan ve tuzlu su kaynaklanyla ünlü eski Schwäbisch köyü,
aile ve evin simgesi olarak görülürdü. Christine burada yerini
bilirdi. Aynı kız kardeşi Maria’yla, küçük erkek kardeşleri He­
inrich ve Kari gibi, o da nereye ait olduğunun farkındaydı.
Ta ki bugüne kadar...
Isaac’in aniden kapısında belirmesi, hazine haritasında
saklı bir ipucu, bilinen yolda bulunan yeni bir sapak gibiydi.
Bir şeyler değişmek üzereydi. Christine suratına çarpan so­
ğuk, sonbahar rüzgârında bunu hissedebiliyordu.
Christine huzursuz bir şekilde ayağa kalktı, en yakın ağa­
ca uzandı ve iki parlak elma koparıp tekini Isaac’e attı. Isaac
elmayı havada kapıp cebine koydu. Ardından Christine’e yak­
laştı. Christine, uzun paltosunu elleriyle çekiştirerek önünü
kapadı ve ağaçların dizili olduğu bir sıradan diğerine koşmaya
başladı.
Isaac bağırarak peşinden koştuktan kısa bir süre sonra
Christine’i yakalayıp belini kavradı ve kızın ayaklarını yer­
den kesip döndürmeye başladı. Güçlü kollarının arasında bir
çocuk taşıyor gibiydi. Dört bir yana kaçışan ürkmüş koyunlar,
nefes nefese köşedeki meşenin altına toplanmış onları izliyor­
lardı. Nihayet Isaac, Christine’i döndürmeyi bıraktı. Christi­
ne kahkahalar içinde kaçmaya çalışsa da Isaac’in kollarından
kurtulamamıştı. Tam pes etmişti ki Isaac onu yavaşça yere in­
dirdi. Ayakları yere değene kadar Christine’in bedenini sımsı­
kı tutmuştu. Christine, Isaac’in gözlerine bakarken kalbi güm
güm atıyor, dizleri titriyordu. Isaac birden, Christine’in kolla­
rını arkasında birleştirdi ve onu kendine çekti. Christine ciğer­
lerini Isaac’in sarhoş edici kokusuyla doldurdu. Yeni kesilmiş
odun, baharatlı sabun ve taze çam... Yutkundu. Dudaklarında
Isaac’in sıcak nefesini hissedebiliyordu.
“Luisa’yla olmak istemiyorum. Benim için kız kardeşim­
den farksız. Hem ringa balığını da çok seviyor. Yakında balık
gibi kokmaya başlayacak.” Isaac’in gülümsemesiyle, Christi­
ne bakışlarını aşağı indirdi.
“Ama bizim dünyalarımız çok başka,” dedi Christine usul­
ca. “Annem...”
Isaac, Christine’in çenesini kaldırdı ve parmaklarını du­
daklarına koydu. “Bunun hiçbir önemi yok.”
Öte yandan Christine önemli olduğunu biliyordu. Belki
onun için olmayabilirdi, belki Isaac için de önemli olmaya­
caktı. Ama bu durum bir gün, bir yerlerde karşılarına çıka­
caktı. Christine’in annesine göre, Isaac gibi bir çocuktan ilgi
beklediği için Christine vaktini boşa harcıyordu. O, zengin bir
avukatın oğluydu. Christine’in babasıysa fakir bir duvar usta­
sıydı. Isaac’in annesi gül yetiştirip hayır kurumlan için bağış
toplarken, Christine’in annesi onların yerlerini ovup çamaşır­
larını yıkıyordu. Isaac tam on iki yıldır okula gidiyordu. Ve
şimdi üniversitedeydi. Henüz karar vermemiş olsa da bir dok­
tor ya da avukat olacaktı. Christine de okulu severdi, aslında
son haşatı toplamak ya da çiftçilerin tarlalarından patates bö­
ceklerini ayıklamak için arkadaşlarıyla birlikte okulu bırakana
kadar notları da iyiydi.
Christine geçmişe baktığında, bu kadar çabalamış olması­
nı gülünç buluyordu. İçinde, öğretmen ya da hemşire olmak
gibi aptalca umutlar beslemişti. Sekiz yıldan sonra okula de­
vam edebilmenin para gerektireceğini on bir yaşma kadar an­
layamamıştı. Bu gerçeği anlayabilecek olgunluğa eriştiğinde
ise iyi bir anne ve çalışkan bir ev hanımı olmaktan başka bir
umudu kalmamıştı. Köydeki birçok aile gibi onun ailesinin
de okula ayırabilecek fazladan parası yoktu. Büyükannesi
her zaman, nereye ekilirsen orada çiçek açarsın, derdi. Ama
Christine’in kökleri tez canlıydı, daha verimli bir toprağa ekil-
seydi ne olacağını merak ediyordu.
Christine ütü masasının önünde Isaac’in babasının gömlek­
lerini kolalarken, Isaac ona klasik müzikten, kültür ve siyaset­
ten bahsederdi. Bahçede çalışırken de sohbet için yanma geli­
yordu. Bir keresinde Christine’e, opera ve tiyatro için Berlin’e
gittiğini söylemişti. Afrika, Çin, Amerika, tüm dünyayı anla­
tır, sanki kendi gözleriyle görmüş gibi yerler ve insanlar için
renkli betimlemeler kullanırdı. Ayrıca akıcı bir şekilde İngi­
lizce de konuşabiliyordu. Hatta Christine’e de birkaç kelime
öğretmişti. Bazılarını iki kez olmak üzere aile kitaplığındaki
her kitabı okumuştu.
Fakat değişmeyecek bir gerçek vardı ki Bauermanlar Ya-
hudiydi. Isaac’in babası, Abraham gerçek bir Yahudiydi. Karı­
sı Nina ise hem Yahudi hem Lüteriyendi. Bauerman Ailesi’nin
dini sorumlulukları yerine getirmemesinin pek bir önemi yok­
tu, köydeki çoğu insan onları Yahudi olarak görüyordu. Ve
Nazi Partisi üyeleri de onları Yahudi olarak kabul etmişti. Isa-
ac babasının, dinlerini benimsemelerini istediğini söylemişti.
Ama annesinin, birinin kurallarına sadık kalmak için zamanı
ya da hevesi yoktu. Yani ne Yahudiliği baskın geliyordu ne
Lüteriyenliği. Bu yüzden Isaac ve kız kardeşini, kendi karar­
larını verebilecek yaşa gelmeden önce seçim yapmaları için
zorlamayacağını belirtmişti. Yine de Nazilerin gözünde hepsi
Yahudiydi. Ve sırf o Hristiyan, Isaac Yahudi diye, Christine
köydeki bazı insanların bu duruma sıcak bakmayacağından
adı gibi emindi.
“Neden bu kadar üzgünsün?”
Christine gülümsemeye çalıştı. “Değilim.” Isaac dudakla­
rını yavaşça yaklaştırdı ve Christine’i öptü. Christine heye­
candan nefes bile alamıyordu.
Baş döndürücü birkaç dakikadan sonra Isaac soluk soluğa geri
çekildi. “Sana söylemiştim. Luisa nasıl hissettiğimi biliyor. Hatta
ailelerimizin bizi bir araya getirmek için canla başla savaşması­
na sadece gülüyoruz. Sana olan duygularımı da biliyor ve benim
mutlu olmamı istiyor. Bu arada bir itirafta bulunacağım, aslın­
da seni görmeye gelmemin bir sebebi var. Babam vereceğimiz
partiye bir kız arkadaşımı davet etmeme izin verdi. Ama cevabın
olumlu olmazsa, kendimi tam bir aptal gibi hissedeceğim.”
Christine gözlerini iri iri açarak Isaac’e baktı. Göğsünden
fırlamak üzere olan kalbi, ona korku içinde zıplayarak çimen­
lerin öbür tarafına geçen koyunları hatırlatmıştı.
Bauermanların aralık ayı partisi köydeki memurların, yük­
sek rütbeli çalışanların, avukatların toplandığı tek sosyal akti-
viteydi. Yakın şehirlerdeki nüfuzlu kimseler her partide illaki
boy gösterirdi. Christine partiye katılanlarm hiçbirini tanımı­
yordu, zaten onun çevresi fabrika işçilerinden, çiftçilerden,
kasaplardan ya da duvar ustalarından ibaretti.
Ancak geçen yıl annesine yardım eden Christine, pahalı
peynirleri, şeritler halinde kesilmiş siyah havyarlı çiğ sebzeleri
ve soslu galetaları hazırlamıştı. Hazırladığı tabaklan koridorun
ucundan hizmetlilere uzatırken, gördükleri ve duyduklan karşı­
sında büyülenmişti. Gördüğü renkli manzara, ona okuduğu peri
masallannı hatırlatmıştı. Keman sesi, odanın dört bir yanında
yankılanıyordu. Ağızlanna kadar şarapla dolu kristal kadehler
ışıl ışıl parlıyordu. Davetliler en şık smokinleri ve uzun, parlak
gece elbiseleriyle vals yaparken, soğuk kış bahçelerindeki kök­
lerinden kopanlıp bu gösterişli evin sıcaklığına sokulan çiçeklere
benziyorlardı adeta. Parıl parıl parlayan bir şamdan, tüm odayı
aydınlatıyordu. Girişteki salonda, gümüş ve altolarla kaplı, ta­
vana kadar uzanan yemyeşil bir ağaç vardı. Annesi, Christine’i
sürekli uyarıyor, buraya aptal küçük bir kız gibi büyülenip ağzım
bir karış açması için değil, çalışması için geldiğini hatırlatıyordu.
Şimdi ise Isaac, onu köyün en büyük partisine davet
ediyordu. Hem de gümüş tepsilere sandviç ve içecek dizmesi
için değil, şık gece elbiseleriyle süzülen kadınlardan biri ol­
ması için... Isaac’in teklifi bir süre cevapsız kaldı. Christine
ne diyeceğini bilemiyordu. Aşağıdaki vadide yankılanan rit­
mik balta sesi, Christine’in tereddüdünü vurgular gibiydi. Tre­
nin köy istasyonuna vardığını haber veren tiz çığlığı nihayet
Christine’i daldığı düşüncelerden çekip aldı.
“Ee, bir şey söylemeyecek misin?”
Christine gülümsedi. “Caddenin karşısından izlerdik...”
“Nasıl yani?”
“Sizi izlerdik işte. Kız kardeşim Maria ve en yakın arkada­
şım Kate’le birlikte. Gösterişli kıyafetleriyle otomobillerinden
inen zenginleri izlerdik. Sen ve Gabriella kapıda misafirleri
karşılardınız.”
“Iyy,” dedi Isaac, gözlerini devirerek. “Orada dikilmekten
her zaman nefret ettim. Tüm kadınlar sarılmak istiyor. Adamlar
da köpekmişim gibi kafamı okşuyor. Artık çoğundan uzunum,
ama hâlâ ısrarla omzuma vurup beni ya da babamı övüyorlar.”
“Ama siyah smokininin içinde çok yakışıklı görünüyor­
dun. Kate ve Maria da benim gibi düşünüyordu. Bu arada kü­
çük Gabriella tıpkı annene benziyor. Onun da saçları kestane
rengi, gözleri koyu kahve.”
“Bu yıl aynı şeyleri yaşamak zorunda değilim. Hem Gab­
riella bu işi seviyor, misafirleri tek başına karşılamak hoşuna
gidecek. İlgiye bayılır.” Christine, Isaac’in yüzüne düşen göl­
geye bir anlam veremedi. “Ama korkarım, bu sefer her za­
manki gibi kalabalık olmayacak.”
“Neden?” Christine sebebinin, kendisinin davetli olmasıy­
la ilgili olmasından korkuyordu.
“Annemle babamın Yahudi arkadaşlarının çoğu ülkeyi terk
etti. Yani davetiyeler, ‘gönderene iade’ ya da ‘adreste buluna­
madı’ şeklinde işaretlenerek geri döndü.”
Isaac’in aniden değişen ruh hali Christine’i şaşırtmıştı.
Ama bu güzel anın mahvolmasını istemediği için konuyu de­
ğiştirmeye çalıştı. “Nasıl evet diyebilirim ki? Oraya layık gü­
zel bir elbisem yok.”
“Buluruz,” dedi Isaac, Christine’e yaklaşarak. “Annemin
bir gardırop dolusu elbisesi var. Hepsi de birbirinden güzel.
Hiçbirini beğenmezsen seni alışverişe çıkarırım. Her türlü,
partinin en güzel kızı sen olacaksın.” Isaac onu tekrar öp­
tüğünde, endişesi ve hüznüyle birlikte dünyanın geri kalanı
Christine için yok oldu.
Yarım saat sonra Isaac ve Christine tepeden aşağı el ele
inmeye başladılar. Tarlalarda çalışan çiftçiler at arabalarından
gübre atıyor, büyük gri öküzlerin çektiği sabanlarla yazdan
kalma buğday kalıntılarını sürüyorlardı.
Doğuda, köyü geçip onlara doğru yaklaşan tren geniş virajda
kıvnlırken, kara vagonları bir görünüp bir kayboluyordu. Isaac
kolunu Christine’in beline doladı ve birlikte yolun kenarında
durup trenin geçişini izlediler. Düz raylarda hızlanan lokomo­
tif bir şimşek gibi ilerlerken, genç kızın kıyafetleri ve saçları
trenin rüzgârıyla uçuşuyordu. Christine kahkahalar eşliğinde
pencerelerin arkasındaki yolculara el sallarken, hiç tanımadığı
bu insanların, ne kadar uzak ve ne kadar heyecan verici yerlere
yol aldığını hayal etmeye çalışıyordu. Son vagon da geçtikten
sonra Christine ve Isaac, tüm yolu koşarak köye geri döndüler.
¿fluflCùÇ$(>ÛİY7ls

-------

hristine yürürken başparmağını paltosunun cebindeki taşın


C pürüzsüz yüzeyinde gezdiriyor, Isaac’in söylediği her keli­
meyi hatırlamaya çalışıyordu. Belinde hissettiği kolların gücünü,
dudaklarındaki öpücüğün sıcaklığını hafızasına kazımak istiyor­
du. Böylece Kate’e her detayı anlatabilecekti. Bir an önce Kate’in
yamna gitmek için bu kadar acele etmeseydi, amavutkaldınmlı
sokağm köşesinde durup cebindeki taşı daha yakından incele­
yebilirdi. Isaac bu kadar anlam yüklediği bir şeyi ona vermişti.
Christine bunu düşündükçe yüzünde güller açıyordu. Isaac, Hal­
ler Köprüsü’nün sonunda yollan aynlmadan önce onu tekrar öp­
müş, öğlen çalışmaya geldiğinde yanına uğraması için söz almış­
tı. Çünkü annesine, bu yıl partide çalışmayıp Isaac’le olacağmı
söylerken, Christine’in yanında olmak istiyordu.
“Bahçede olacağım,” demişti. “Böğürtlen çalılarını kesip
kireçtaşı çitlerini onaracağım.”
“Ama ben bahçeye nasıl çıkacağım? Evin içinden geçmek
zorundayım. Annem beni bekleyecek...”
Christine, annesini gözünün önüne getirebiliyordu. Le­
kesiz, beyaz önlüğü, kızıl Fransız topuzuyla Bauermanların
çinili mutfağının ortasındaki büyük, meşe masada çalışıyor
olacaktı. Arkasında odun ateşiyle yanan bir ocak, cızırdayan
bakır bir çaydanlık ve buharlar çıkaran güğümler... Christi­
ne annesinin, yoğurduğu hamurdan başını kaldırıp yanında
duran Isaac’e -muhtemelen el ele olacaklardı- baktığında yü­
zünün alacağı ifadeyi hayal etti. Ya gülümseyip neler oldu­
ğunu soracaktı ya da boş bir surat ifadesiyle arkasını dönüp
odun ocağının üzerindeki çaydanlıkla ilgileniyormuş gibi
yapacaktı. Zaten arkasını dönerse, bu durumu tasvip etmedi­
ği belli olacaktı. Ve Christine birinin gününü mahvetmesine
hiç hazır değildi. Belki de beklemeliydiler, sonuçta partiye
daha aylar vardı.
“Brimbach Caddesi’nde, batıda kalan taş duvarda eski bir
giriş kapısı var.”
“Ama ya biri beni görür de ne yaptığımı merak ederse?”
“Sadece kapıyı aç ve içeri gir. Kimse fark etmeyecek.”
Isaac, elini cebine atıp çıkardıktan sonra Christine’in avu­
cuna sert, soğuk bir şey tutuşturdu. “Al, bunu öğlen bana
getirmeni istiyorum. Bu benim uğurlu taşım. Babam sekiz
yaşındayken vermişti. Küçükken iyi bir koleksiyoncuydum.
Ölü böcekler, salyangoz kabukları, çakıltaşları, meşe pala­
mutları.. . Hepsini biriktirirdim. Ama bu taş çok özel. Babam
Trias devrine ait olduğunu söyledi. Bak gördün mü, bir tara­
fında salyangoz fosili var. Belki sana saçma gelebilir, ama bu
taşı her zaman cebimde taşırım. Çünkü dışarıda öğrenmem
ve keşfetmem için beni bekleyen kocaman bir dünya olduğu­
nu ilk onunla fark ettim.”
Christine taşı elinde döndürmüştü. Bir tarafı ipek gibi yu­
muşacıktı. Diğer tarafındaysa kenarlarına karmaşık bir şekilde
işlenmiş yuvarlak bir desen vardı. “Bence saçma falan değil.”
“Bunu bana getirmelisin, yoksa şansım yaver gitmeyebilir.
Elimi demir testereyle kesmemin ya da ayağıma taş düşmesi­
nin sorumlusu olmak istemezsin, değil mi?” Isaac köprünün
diğer ucuna doğru koşarken omzunun üzerinden bağırmıştı.
“Bekleyeceğim!”
Christine hızlandı. Eve gidip üzerini değiştirmeden önce
haberleri Kate’e vermek için yanıp tutuşuyordu. En yakın arka­
daşı Katya Hirsch’le arasında sadece iki hafta vardı. Anneleri,
onlar doğmadan önce arkadaştı. Yeni doğduklarında, pazara
giden taş döşeli sokaklarda, aynı bebek arabasında uyumuş­
lardı. Biraz büyüdüklerinde anneleri erik toplarken, güneş­
li bahçede aynı battaniyenin üzerinde birlikte oynamışlardı.
Ergenliklerinde saatlerce ip atlamış, Hangman Köprüsü’nün
altındaki sığ sudan geçmek için birbirlerini cesaretlendir­
miş, birbirlerinin saçlarını kesmiş, kendilerini ormanda gezi­
nen canavar ve insanları kandırıp dereye düşüren kızın aptal
hikâyeleriyle korkutmuşlardı. Christine bir an önce çocukluk
arkadaşının yanma gidip âşık olduğunu söylemek istiyordu.
Christine, önünde güçlükle yürüyen orta yaşlı kadınları
geçti. Hayat onları yokuşa sürüklemeden önce, bu yaşlı ka­
dınlar da bir zamanlar yaşadıkları tutkuyu hatırlıyorlar mıdır
diye merak etti. Endişenin hâkim olduğu yüzlerini koyu renkli
şalların ardına gizleyen kadınlar, nasırlı elleriyle arkalarından
pazar arabalarım çekiyorlardı. Tahta, küçük el arabalarında
elma şarabı fıçıları ya da taze süt tenekeleri, çuval bezinden
çantalarda lahana ya da patatesler vardı. Eğer şanslılarsa tav­
şan eti ya da tütsülenmiş domuz eti de bulunabilirdi.
Christine ön kapının verandasında evcilik oynayan küçük
kızları hızla geçti. Kızların başlarındaki örgü şapkaların altın­
dan yumuşacık bukleler dökülüyordu. Minik kollarıyla üstü
başı yırtık bez bebeklerini tutarken, hayali çaylarını içip ha­
yali kurabiyelerini kemiriyorlardı. Bağırarak koşan al yanaklı
bir grup erkek çocuğu ezik bir tenekeyi tekmeliyordu. Eskimiş
ayakkabıları, yamalı kısa pantolonlarıyla yetim gibi görünü­
yorlardı. Christine bir an için onlara üzüldü. Aslında içindeki
hüznün sebebi, çocukların yaşadığı zorluklar değildi. Onlar
sıradan, gündelik hayatlarına devam ederken kendi yaşamının
sonsuza dek değişecek olması içini burkuyordu.
Fakat bu onun suçu değildi. Büyükannesi, Almanya’nın sa­
vaş sonrası yaşadığı zor günleri, fakirliği defalarca anlatmıştı.
Ülkenin mağlubiyetinden sonraki yıllarda, insanlar şalgam ve
talaşlardan yapılma ekmeklerle hayatta kalmıştı. Karahumma
ve tüberküloz her yerdeydi. Dükkânlarda boş raflardan başka
hiçbir şey yoktu. Gerçi olsa da fark etmezdi, çünkü kimsenin
patates, sabun, makama ya da iplik alacak gücü yoktu. Büyük­
annesi, Christine’e bir kalıp yağ almak için bir sepet dolusu
parayla gittiklerini, yine de bunun yetmediğini söylemişti. Al­
man markı o kadar değersizdi ki çocuklara seksek ya da dama
oynamaları için bozuk paralar verilirdi.
Şimdi bile insanlar işsiz ve açtı. Herkesin yüreği korkuy­
la doluydu. Halk ferahlığa hasretti. Bu devirde ne bir ekmek
kabuğu ne de bir kumaş parçası, hiçbir şey ziyan edilmiyor­
du. Neredeyse Christine’in tanıdığı herkes aynı zorlukları
çekiyordu. Hatta daha zor şartlar altında yaşayanlar da vardı.
Christine, kendi ailesi kadar şanslı olmayan insanların ne ka­
dar güçlük çektiğine şahit olmuştu. En azından kendi ailesinin
arka bahçesinde bir sürü tavuk ve sebze bahçesi için yeter­
li miktarda alan vardı. Nazi Partisi özgürlük ve ekmek vaat
ederken, ekmeğin de dahil olduğu un, şeker, et ve kıyafet gibi
temel ihtiyaçların stokları oldukça azalmıştı. Bir paket şeker,
altı ay yetmek zorundaydı. Çavdar ununa ulaşmak hâlâ müm­
künken, Rose ve büyükanne büyük somun ekmekler pişirmiş,
ekmekleri güvenle korunan hazineler gibi serin şifonyerin
çekmecesinde saklamışlardı. Rose çocukları kadar, tavuk ve
keçileri de hayatta tutmak için var gücüyle çabalıyordu. On­
ların, ailesinin yaşamına devam etmesi için ne kadar önemli
olduklarının farkındaydı. Bu yüzden ölü sebzeleri, meyve to­
humlarını, peynirin sert kısımlarını, yarım kalmış ekmek ka­
buklarını, kısaca artakalan her lokmayı hayvanlara veriyordu.
Özellikle de yerler kar ya da buzla kaplanıp tavukların böcek
bulması zorlaştığında... Rose ailesini doyurmak için ne za­
man bebek bir keçi kesse Christine ve Maria gözyaşlarına bo­
ğulurdu. Her ne kadar ağlasalar da yemeden edemezlerdi, bir
daha tabaklarına ne zaman et koyulacağı belli değildi. Hafta
sonları insanlar takas için şehirlerden gelir, bir düzine yumur­
ta, bir kalıp yağ ya da cılız bir tavuk karşılığında saat, mü­
cevher, mobilya gibi değerli eşyalar verirlerdi. Christine şehir
kadınlarının, aç çocuklarını doyurabilmek için artık bulma
umuduyla, çöp karıştırdıklarını bile duymuştu.
Bu düşüncelerden sonra Christine, annesiyle birlikte Ba-
uermanların evinde kalıcı bir işe sahip oldukları için ne ka­
dar şanslı olduklarını hatırladı. Ve içini titreten kara endişe
bulutları uzaklaştı. Christine’in babası Dietrich her iş bitimin­
de, yeni bir duvar işi bulmak zorunda kalıyordu. Bu yüzden
geliri aydan aya değişirdi. Zaten son beş yıldır, inşaatlar gide­
rek azalıyordu. Dietrich haftalardır sadece tavşan avlıyor, bir
çuval patates ya da karısının tatlandırıcı olarak kullanmak için
şurubun içinde kaynatacağı şeker pancarı karşılığında bir çift­
çinin tarlasında çalışıyordu. Aslında büyük şehirlerde duvar­
cılar için daha fazla iş imkânı vardı. Ama Dietrich, yüzlerce
adamın önüne geçip işi alacak kadar şanslı olsa bile, kazana­
cağı paranın neredeyse hepsi tren biletlerine gidecekti.
Geçen bir yıl boyunca, Christine yarı zamanlı olarak ça­
lıştığı işinden kazandığı haftalıkların ailesini rahatlattığını bi­
liyordu. Bu para sayesinde bir sandık elma ya da bir araba
dolusu kömür alabiliyorlardı. Isaac’in annesi onları ayırmak
için onu kovarsa ne olacaktı? Ya annesini de onunla birlik­
te gönderirlerse? Christine, Isaac’le arasındaki sınıf farkının
eninde sonunda bir sorun yaratacağını düşünürken adımlarını
yavaşlattı. Ama Isaac bunun bir önemi olmadığını söylemiş­
ti. Ona her şeyden çok inanmak istiyordu. Bu yüzden aklında
dolanan kötü düşünceleri sildi ve tekrar hızlanmaya başladı.
Kate’in evine bir blok kala, Christine başını eğip ayakkabı­
larına baktı. Tepelerde gezerken, çok kirlenmemiş olmalarını
umuyordu. Bunları satın alabilmek için ailesi bir seneden faz­
la bir süre para biriktirmişti. Alalı daha iki ay olmuştu, eğer
kirlenip eskirse annesi çok öfkelenecekti. Christine’in bir ön­
ceki ayakkabıları on üç yaşından beri ayağındaydı, parmakları
yıpranmış tabandan fırlayıp dikişleri açılana kadar aynı ayak­
kabıları giymeye devam etmişti. Yeni ayakkabıları da herke­
sin giydiği yüksek, bağcıklı ve kullanışlı ayakkabılardandı.
Ama parlak deri görüntüsü Christine’in çok hoşuna gidiyordu.
Böyle ayakkabıları olduğu için sevinirken giyilmemesi gere­
ken yerlerde giydiği, yıpranmış ayakkabılar on beş yaşındaki
Maria’ya kalacağı için kendini kötü hissetti. Ayakkabıcı, kü­
çük çekici ve cilalı elleriyle ayakkabıları tamir edene kadar
Maria onları bu şekilde giymek zorundaydı.
Christine, yapacağı diğer işlerle birlikte ayakkabılarını
da temizleyip cilalamak zorunda olduğunu fark etti. Maria,
altı yaşındaki Heinrich ve dört yaşındaki Kari’a bakmak için
büyükannesine yardım ediyordu. Christine kız kardeşine
Isaac’ten bahsetmek istediğini hatırlayınca koşmaya başladı.
Çok az vakti vardı, Kate’e öpüşmeyi ve parti davetini bile
zar zor anlatacaktı. Hem eve koşup üzerini değiştirmektense,
Kate’ten yeni bir elbise istemeyi umuyordu.
Kate’in ailesinin üç katlı evi kaldırımın en ucunda, eşit boy­
daki iki taş evin arasındaydı. Altı adet yeşil pencere saksısından
sarkan sardunyaların kırmızı pembe taç yapraklan, evin önün­
deki kaldınmın üzerine dökülmüştü. Christine açık bir pence­
reden içeri seslenmek isteyerek başını yukarı kaldırdı, ama kır­
mızı panjurlu pencerelerin hepsi kapalıydı. Kapıyı tıklatıp bir
adım geriledi. Parmaklarını, adeta yün eğirir gibi uzun örgüsü­
nün üzerinde gezdirmeye başladı.
Christine bir an kapı hiç açılmayacak sandı. Bir süre sonra
kapıyı açan Kate, sırıtarak karşısında duruyordu. Üzerinde
buruşuk bir bluz, altında aşağı doğru genişleyen mavi bir
etek vardı. Korsesi ve eteğinin üzerine beyaz alpyıldızlan
ve mor kalpler işlenmişti. Christine, Kate’in düğün ve
festivallerde giydiği elbiselerinden birini giymiş olmasını
garip bulmuş, nereye gittiğini merak etmişti. Sonra Kate’in
beyaz, porselen cildinin kolayca kızaran kızıl kızlarda olduğu
gibi pembeleştiğini, yeşil gözlerinin sulandığını fark etti.
Nefes nefese gibiydi, ince kolunu yana doğru uzatmıştı. Sanki
Christine’in görüş açısının dışında bir şey tutuyordu.
“Burada ne yapıyorsun?” dedi Kate, terli alnındaki saç tu­
tamını iterek. Ardından yanına baktı ve yüksek, sahte bir çığ­
lıkla kahkaha attı.
“Ne oluyor? Kim var?”
“Şu an gerçekten konuşacak vaktim yok.” Christine, içe­
riden bir erkeğin mırıldandığını duydu ve Kate tekrar güldü.
Kate fikrini değiştirmiş olmalıydı ki Christine’e neler oldu­
ğunu anlatmaya karar verdi. “Kimseye söylemeyeceğine söz
ver? Biliyorsun annem duyarsa çok kızar.”
Tek çocuk olan Kate, kızının üzerine titreyen hassas bir
anne tarafından büyütülmüştü. Annesi baş ağrıları çeker, ani
baş dönmesi nöbetleri geçirir ve iyileşmek için karanlık yatak
odasında saatler geçirmek zorunda kalırdı. Kate’in babasının
kendine ait bir fırını vardı. Adam, Christine’in babasından tam
on beş yaş büyüktü. Ve karısının bu abartılı koruma içgüdüsü­
ne karşı sadece gözlerini devirirdi.
“Söylemeyeceğimi biliyorsun.” Christine, keşke hemen
eve gitseydim diye düşündü.
Kate, büyük bir ödül kazanmışçasına gülümseyerek
genç bir adamı yanma çekti. Genç adamın açık sarı saç­
ları darmadağınıktı, kalın dudakları kızarmış ve şişmişti.
Siyah pantolonu ve lacivert yeleği, Isaac’in okula giderken
giydiklerine benziyordu. Kollarını Kate’in beline sarmış,
çenesini omzuna dayamış, açık mavi gözleriyle Christine’i
inceliyordu.
“Bu Stefan Eichmann,” dedi Kate. “Biz üçüncü sınıfa gi­
derken, o beşinci sınıfa gidiyordu, hatırladın mı? Beşinci sı­
nıfın yaz tatilinde Berlin’e taşınmışlardı. Ama şansıma geri
geldi.”
Christine elini uzattı. “Günaydın. Kusura bakmayın, ama
sizi hatırlamadım.”
“Ben de seni hatırlamadım,” dedi Stefan, uzatılan eli yok
sayarak. Rüya gözlü adam, Kate’i yakınına çekti ve kulağına
sokuldu. Christine ellerini paltosunun ceplerine sokup Isaac’in
taşını avucunun içinde okşamaya başladı.
Kate şakacı bir şekilde Stefan’ın dudaklarına vurdu ve onu
kendinden uzaklaştırdı. “Stefan’la dün kasapta karşılaştık. Or­
tak çok şeyimiz olduğunu fark ettik. Bana İngilizce öğretiyor.
Hem beni Berlin’e, tiyatroya götüreceğine söz verdi!”
“Ne kadar şanslısın,” dedi Christine. “Sizinle tanıştığıma...”
“Bedava bilet alabilirmiş!” diye böldü Kate, tiz bir çığlık­
la. Sevinçten neredeyse zıplıyordu. “Babası eskiden orada bir
tiyatro yönetiyormuş!”
“Babanız önemli biri olmalı...” Christine gidebilmek için
bir bahane bulmaya çalışıyordu.
Kate bir an sustu ve dudağını ısırdı. Ardından dönüp
Stefan’a baktı. “Stefan’ın babası geçen yıl hayatını kaybetti.
Bu yüzden annesiyle buraya döndüler.”
Christine yüzünün yandığını hissetti. “Özür dilerim. Çok
üzüldüm.”
Stefan doğruldu ve boynundaki bir kramptan kurtulmaya
çalışır gibi başını iki yana salladı. “Annemle beni beş kuruş-
suz bıraktı.” Söylediği kelimelere zehir katılmış gibi ağzını
buruşturdu. “Benim için bir kayıp değildi.”
Christine ne diyeceğini bilemiyordu. Daha önce anne
babası hakkında böyle şeyler söyleyen birini görmemişti.
Özellikle de ölmüşse... “Öyle mi?” dedi, tekrar nasıl kaçsam
diye düşünerek. “Artık gitmem gerek. Habersiz geldiğim için
kusura bakmayın. Tanıştığıma memnun oldum, Stefan.”
“Bekle,” dedi Kate. “Sen niye gelmiştin?”
“Hiç.” Christine aceleyle merdivenleri inmeye devam etti.
“Yarın anlatırım.”
“Tamam. Görüşürüz!”
Christine eve kadar dört blok boyunca koştu. Ardından
caddenin yukarısını ikiye bölen ana yola döndü. Kate, her za­
man içinden geldiği gibi davranan bir kız olmuştu. Bu yüzden
tam olarak tanımadığı bir çocukla öpüşmesi Christine’i şaşırt­
mamalıydı. Aslında Kate’in umursamaz davranışlarında, onu
rahatsız eden başka bir şey vardı. Christine, içindeki huzur­
suzluğun sebebini önce anlayamasa da sonra her şey netleşti.
Kate’i Stefan Ta baş başa yakalamıştı, üstelik aylardır çıkan
bir çift kadar samimiydiler. Yani Isaac’in onu ilk defa öpmesi­
nin ne kadar büyük bir anlama geldiğini Kate asla anlayama­
yacaktı. Christine, Schellergasse Sokağı’na dönerken, belki de
bunu şimdilik kendime saklamalıyım, diye düşündü.
Tam da o sırada dar caddede dik yokuşu tırmanmaya çalı­
şan gübre dolu bir öküz arabası yolunu kesti. Christine olduğu
yerde durdu ve evlerin etrafından dolanmanın ne kadar çok
zamanını alacağını düşünerek hafifçe sızlandı. Öküz arabası­
nı süren çiftçi, önlüğü ve çamurlu botlarıyla yerinden kalktı,
ardından boyundurukları çekip yapraklı bir dalla hayvanları
dürttü. Öküzler önce homurdandı, sonra toynaklarını yere vu­
rup tepeleme dolu arabayı yokuş yukarı çekmeye çalıştı. Ancak
santim santim ilerleyebiliyorlardı. Çiftçi, Christine’i görünce
ona yol vermek için durdu. Christine’in içi rahatlamıştı, min­
nettarlığını göstermek için başıyla selam verdi. Gübre koku­
sunun saçlarına sinmesinden korkuyordu, bu yüzden hızla öne
atıldı. Bu iğrenç kokudan, elinden geldiğince uzak durmaya
çalışarak arabayla yıkık bir ahırın arasında sıkışıp kaldı.
O sırada Christine, arka köşesi ailesinin odunluğuy­
la bitişen harabe ahırın kuru kerestelerinin üzerinde bir afiş
fark etti. Oysa sabah evden çıktığında, ahırın duvarların­
da hiçbir şey yoktu. Üzerinde yazılanları okumaya başladı:
“İmparatorluk’un İlk Vatandaşlık Yasası Düzenlemesi” Chris­
tine, öküzleriyle birlikte gıdım gıdım ilerleyen çiftçinin uzak­
laşmasını bekledi, ardından dönüp siyah beyaz afişi tekrar
okudu.
Başlığın altında kalın bir yazı vardı. “Yahudiler İmpara­
torluk vatandaşı olamayacak.” Afişin tam ortasına basitçe
kadın, adam ve çocuk figürleri çizilmişti. Üzerinde ise “Kim
Alman vatandaşı, kim Yahudi?” yazıyordu. Yahudiler siyahla,
Almanlar beyazla, hem Alman hem Yahudi olanlar griyle bo­
yanmıştı. Bir soyağacı çizilmiş, siyah, beyaz ve gri renklerle
kimin Alman vatandaşı, kimin Yahudi olduğu şemayla gös­
terilmişti. Şemanın altında bankalar, postaneler, restoranlar
vardı. Ve bir yazı: “Yasak!” Siyah ve gri renktekiler kapının
dışında duruyordu. Christine uyarıyı okudu: “1,2 ya da 3. bö­
lümdeki yasaklara karşı gelenler ağır bir şekilde cezalandırı­
lacak, hapse girecek ya da para ödeyecek.” En altta ise parag-
raflarca dipnot yer alıyordu.
Isaac, Yahudiler için işlerin değişeceğini söylemişti. Ama
Christine bunu hiç ciddiye almamıştı. Memleketlerinde
sıradan ve huzur dolu bir hayatları vardı, yeni bir başbakanın
bunu nasıl değiştireceğini bir türlü anlayamıyordu.
Başlarda, Isaac’in babası ve gelen misafirleri -amcalar, bü­
yükbabalar, kuzenler- Hitler’in, Cumhurbaşkanı von Hinden-
burg, Şansölye von Papen, aristokrat üst sınıfın muhafazakâr
üyeleri, büyük bankacılar ve fabrikatörlerden güç alan baş­
ka bir kirli siyasetçi olduğunu düşünmüşlerdi. Bu adamlar,
Hitler’in cumhuriyete son verebilecek bir pozisyona geçme­
sini ve Almanya’nın, Kaiser günlerine dönmesini istiyorlardı.
Ama başbakan, kendini ve yandaşlarını hukukun üstünde tutan
bir diktatör olmaya başlamıştı. Ve şimdi bu gücü, Yahudileri
haklarından alıkoymakta kullanıyorlardı. Birkaç ay önce, bir
Yahudi’nin kimlik taşıması gerekeceği ya da tüm mal varlığını
ve işlerini kayıt altına almak zorunda olacağı kimsenin aklına
gelmezdi. Ve sonunda, Bauermanların evinde geçen fikir alış­
verişleri yerini fısıltılara bırakmıştı. Çünkü bu tarz konular,
artık sesli bir şekilde tartışılmayacak kadar tehlikeliydi.
Christine dişlerini sıkarak afişe bakarken çenesinin sinir­
den nasıl gerildiğini hissedebiliyordu. Bu sırada gübre arabası
tepeye ulaşmış, köşeyi dönüyordu. Christine caddenin başına
geri koştu ve iki tarafı kolaçan etti. Gözleri binalar, yüksek
çitler, taş, tahta ve alçı cepheler olmak üzere ana yol üzerinde­
ki tüm düz zeminleri tarıyordu. Elini kalbinin üzerine koydu,
kalbinin duracağından öyle emindi ki... Yüzlerce bahçe duvarı
afişlerle kaplıydı, ama Kate ve Stefan’ı düşünmekten hiçbirini
fark edememişti.
Christine tekrar ahır duvarındaki afişin yanına döndü ve
boyanmış insan figürlerini inceleyerek, uzun bir süre Isaac’in
ailesini düşündü. Bildiriye göre, büyükannesi ya da büyük­
babası Yahudi olanlar, ikinci derece karma ırk sayılıyordu.
Dinin gereklerini yerine getirmeyen, bir Yahudi’yle evli olma­
yan, ama hem büyükannesi hem büyükbabası Yahudi olan biri
ise birinci derece karmaydı. Isaac’in üç büyüğü de Yahudiydi.
Yani Isaac, tam bir Yahudi sayılıyordu.
Ama Bay Bauerman saygın bir avukattı. Gerçi bunun pek
bir önemi yoktu. Daha geçen gün Isaac, Stuttgart’tan bir Nazi
subayının kanuni işlerini yapmak zorunda olduğu için baba­
sı adına ne kadar üzüldüğünden bahsetmişti. Bunlar, Isaac ve
ailesinin restoranlara, bankalara giremeyeceğini söyleyenlerle
aynı kişiler miydi? Christine, Isaac’in babasının Yahudi arka­
daşlarından bazılarının -doktorlar, avukatlar ve bankacılar-
ülkeyi çoktan terk ettiklerini hatırladı ve korkunç bir ürperti
hissetti. Peki, Isaac ailesiyle birlikte giderse ne olacaktı?
Christine, ailesinin sebze bahçesini saran tahta çitlere bak­
tı. Harabe ahırdan evlerine kadar uzanan yolun bu tarafı ev­
ler ve ahırlarla kaplıydı. Her evin önünde, avlu ve bahçe için
dikdörtgen bir alan bırakılmıştı. Christinelerin bahçesi, yıkık
ahırın sonundan başlıyor, ön avluyu içine alarak evlerine ka­
dar uzanıyordu. Bakıldığında, Bauermanların bahçesinin onda
biri kadar bile değildi. İçinde basamaklar, gizli heykeller ya
da taş çeşmeler olmasa da bu bahçe ailenin yaşamının devam
etmesini sağlayacak gerekli besinleri sağlıyordu. Ayrıca bura­
sı bir bakıma Rose’un gurur kaynağıydı. Turuncu kadife çi­
çekleri, sarı kâğıt çiçekleri, mavi aslanağızları, yapraklı turp,
fasulye, patates ve pırasaların arasına özenle dikilmişti. Hatta
Christine’in babası bahçenin ortasına bir yürüme yolu yapmış,
dış kapılarının tam karşısındaki, iki yanında erik ağaçları bu­
lunan bahçe kapısına bir zil asmıştı.
Christine, bahçe çitlerinde afiş olmadığını görünce rahat­
ladı. Korkunç afişlerin, ailesinin canla başla çalıştığı bahçe­
sini mahvetmesini istemiyordu. Onların da istemeyeceğinden
emindi. Christinelerin üç katlı, taş ve ahşap karışımı evleri
nesilden nesile geçerek annesine kalmıştı. Giriş kapısının üst
tarafındaki mozaik cam haftada bir kez silinir, üç koridor ve
iki ahşap merdiven fırçalanırdı. Evin önündeki kaldırımlar
her daim süpürülür, bahçedeki yabani otlar temizlenirdi. Giriş
kattaki kışlık kiler bile kusursuzdu. Boş, cam kavanozlar hazır
ya da el yapımı reçellerle dolmak üzere bekliyordu. El yapımı
salamlarla dolu konserveler ise kâğıt kaplı raflarda, düzenli
bir şekilde sıralanmıştı. Küçük kilerde elma, patates, turp,
pancar ve havuç saklamak için kullanılan tahta kutular kireç
badanalı duvarlara dizilmişti.
Christinelerin evininin olduğu tarafta bulunan ahşap ve taş
cephelerde Nazi propagandaları yoktu. Ama evlerin karşısın­
da, biraz daha yüksekteki kilisenin, merdiven girişinin yanın­
da bulunan taş duvarda bir afiş daha vardı.
Christine güçlükle nefes alarak etrafındaki pencerele­
re baktı. Cadde boyunca koşup tüm afişleri yırtmamak için
kendini zor tutuyordu. Ama yaşlı Bay Eggers ağzında piposu,
pencereye yaslanmış onu izliyordu. Christine, adamın Nazi
Partisi üyesi olup olmadığını bilemiyordu ve böyle bir şeyi
şansa bırakamazdı. Nihayet hayatında her şey yolunda gidiyor
gibi görünürken, istediği son şey Nazi malına zarar vermekten
ihbar edilmekti.
Bu yüzden hiçbir şey yapmadan bahçelerinde uzanan taş
yolda aceleyle yürüyerek içeri girdi. Arkasından kapıyı kapat­
tı ve kilitlendiğinden emin olmak için sırtını kapıya dayadı.
Girişteki koridorda ayakkabılarını çıkardı ve hızla büyükan­
nesiyle büyükbabasının odasının önünden geçip, ikişer ikişer
merdivenleri çıktı. Kızarmış soğan kokusu tüm evi sarmıştı.
Christine büyükannesinin ikinci katta, öğle yemeği için sosis
ve makama pişirdiğinden emindi. Eğer yemek yeme hakkında
kafası ütülenmeden üzerini değiştirmek istiyorsa, kimse fark
etmeden eve girip çıkması gerekiyordu. Çünkü büyükannesi
bu hayatta, insanları doyurmak gibi özel bir görev edinmişti.
Christine parmaklarının ucuna basarak ikinci kattaki dar
koridorda ilerledi. Omuzları kambur bir şekilde, mutfağın ka­
palı kapısını ve ön odayı süratle geçti. Paltosunun düğmelerini
çözdü ve diğer merdivenlere yöneldi. Yukarı çıkarken birinci
ve üçüncü basamaklardaki tahtanın gıcırdamaması için olduk­
ça dikkatli davranıyordu. Ama aniden açılan mutfak kapısıyla
olduğu yerde kaldı.
Soğan cızırtıları ve odun ocağı ateşinin tıkırtıları üzerinden
bir ses duydu. “Christine?”
“Anne?” Christine, boğazının düğümlendiğini hissetti. Mer­
divenleri indi ve tek eli tırabzanda, sahanlıkta durdu. “Evde ne
işin var?”
“Seninle konuşmam lazım. Gel de biraz otur.”
Christine sıcak mutfağa doğru yürürken annesinin gözle­
rinden neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. Annesi kapıyı
arkasından kapadı ve tavayı ocaktan alıp yana koydu.
Tarçın ve şekerli zencefil ekmeğinin kokusu Christine’e
ömrü boyunca annesinin mutfağını hatırlatacaktı. Mutfakta,
çiçek desenli sarı duvarda dökme demirden büyük bir odun
ocağı vardı. Ocağın çaprazındaki Fransız kapı dVin yan ta­
rafındaki balkona çıkıyordu. Balkon odunluğun çatısının
üzerine yapılmış, Christine’in büyükbabası balkonun etrafı­
nı demir parmaklıklarla çevrelemişti. Evle yan taraftaki yıkık
ahırın yüksek duvarları arasında güvende olan balkon, çama­
şır ipi germek ve baharda sebze tohumu kurutmak için hari­
ka bir noktaydı. Mutfağın karşı duvarında porselen bir eyve,
rustik perdelerle örtülü çift kanatlı pencerelerin yanında meşe
dolaplar vardı. Pencerelerden dışarı bakıldığında taş balkonla
birlikte tavukların, armut ve erik ağaçlarının bulunduğu, çitli
arka bahçe görünüyordu. Evin arka duvarının yanında etrafı
çevrili bir alan daha vardı. Burası, büyükanne ve büyükbaba­
nın yatak odasının yanındaki kulübeye doğru ilerliyor ve gün­
lük süt veren üç kahverengi keçiyle ara sıra doğan yavrularına
ev sahipliği yapıyordu.
Öğle ve akşam yemekleri, koridorun sonundaki ön oda­
da yenirdi. Ama kahvaltılarda tüm aile mutfağın köşesindeki
masada toplanır, çocuklar kumaş kaplı koltuklara yerleşirken
evin büyükleri kısa, tahta banka otururdu. Çizilmiş, çukurlu
yüzeyi yeşil beyaz bir muşambayla kaplanan yemek masası­
nın ortasında, uyumsuz çatal bıçakların, cam tuzluğun ve ek­
meğin konulduğu büyük bir çekmece vardı. Bu sıcak köşede,
sabah kahvesinin ve reçelli taze ekmeklerin tadı çıkarılır, eriş­
te ve ekmek için hamur yoğrulur, bahçe sebzeleri temizlenip
kesilirdi. Kışları evin en sıcak noktası olan mutfak, tüm aile­
nin kahkahalar atıp oyunlar oynadığı yerdi. Ama Christine’in
içinde bir his vardı, bugün bu mutfak kötü haberleri öğrendiği
yer olacaktı.
Christine çarpan kalbini sakinleştirmeye çalışarak koltuğa
oturdu. Tek elini paltosunun cebine soktu ve Isaac’in taşını
avucuna aldı. Büyükannesi sabah çamaşırları yıkamıştı, tüm
Ellen Marie Wiseman —«Cê 41

oda çamaşır sodası kokuyordu, camlar buhar yüzünden


hâlâ nemliydi. Christine’in karşısına oturan annesinin mavi
gözlerinden gergin olduğu anlaşılıyordu. Hatta bitkin kadın
dudaklarını birbirine bastırıyordu. Genelde Bauermanların
evine giderken giydiği fındık rengi elbisesinin üzerine ön­
lüğünü bağlamıştı. Christine, annesinin masaya koyduğu
nasırlı elleriyle oynayışını izledi. Onu izlerken alnının boncuk
boncuk terlediğini hissedebiliyordu.
“Artık Bauermanlarda çalışmayacağız,” dedi annesi Rose.
Sesi hiç olmadığı kadar titriyordu.
Christine kaskatı kesildi. “Ne? Neden?”
“Yeni kanunlar var. Birinde, Alman kadınların Yahudi aile­
ler için çalışmasının yasak olduğu yazıyor.”
Christine, haberlerin o ve Isaac’le ilgili olmadığını anla­
yınca bir an rahatladı. Ama hemen sonra, aklına dışarıdaki
afişler geldi.
“O afişlerde bunlar mı yazıyor? Saçma sapan kanunların
bana nerede çalışıp çalışmayacağımı söylemesine izin ver­
meyeceğim!” Christine masadan kalkıp odadan çıkmak istedi
ama annesi onu bileğinden yakaladı.
“Beni dinle, Christine! Artık Bauermanların evine gideme­
yiz. Bu kanunlara aykırı. Çok... çok tehlikeli.”
Christine elini kurtarıp kapıya yöneldi. “Isaac’le konuş­
mam lazım.”
“Nein, hayır! Bunu yasaklıyorum!”
Christine durdu. Onu durduran şey annesinin korkusu
muydu, yoksa kararlılığı mıydı bilemiyordu.
“Bay Bauerman kasabadaki ofisini boşaltmak zorunda kal­
mış,” dedi Rose, sesi biraz daha yumuşamıştı. “Artık avukatlık
yapmasına izin verilmiyor. O evde yakalanırsan tutuklana­
caksın. Gestapo orada çalıştığımızı biliyor.”
Hiçbir şey söyleyemeyen Christine, olduğu yerde duruyor,
duyduklarının doğru olmaması için dua ediyordu. Rose yerin­
den kalktı ve ellerini Christine’in omuzlarına koydu.
“Bana bak, Christine.” Gözleri sulanmıştı, ama bakışları
hâlâ sertti. “Yeni yasalar, Alman ve Yahudilerin arasındaki her
türlü ilişkiyi yasaklıyor. Isaac’in senin için önemli olduğunu
biliyorum, ama ondan uzak durmak zorundasın.”
“Ama Isaac Yahudi sayılmaz ki!”
“Yahudi olsa bile, bunun benim için bir önemi yok, kızım.
Ancak Nazilere göre var ve kuralları koyanlar da onlar. Biz de
bize söyleneni yapmak zorundayız. Şimdi oraya gitmem için
son bir iznim var. Paramızı almam için... Paraya ihtiyacımız
olacak. Ama benimle gelmeyeceksin, tamam mı?”
Christine başını eğip, yaşla dolan gözlerini elleriyle kapadı.
Böyle bir şey nasıl gerçek olabilirdi? Her şey nasıl da güzel gidi­
yordu. Kate ve Stefan’ı düşündü. Mutlulardı, değişen olaylardan
haberleri bile yoktu, tek endişeleri Kate’in üzerine titreyen anne-
siydi. O an aklına bir fikir geldi, gözlerini sildi ve annesine baktı.
“Benim için Isaac’e bir not götürür müsün?”
Rose dudaklarını birbirine bastırıp alnını kırıştırdı. Uzun
bir süre böyle kaldıktan sonra, elini uzatıp kızının alnına dü­
şen saçlarını yüzünden çekti.
“Sanırım bir nottan bir şey olmaz. Çabuk yaz, fazla zama­
nım yok. Ama her şey eskisi gibi olana dek onu göremezsin.”
Christine arkasına dönse de annesi onu kolundan tutup çevir­
di. “Isaac’i göremezsin, anladın değil mi?”
“Ja, Mutti:”
“Şimdi çabuk ol.”
Christine merdivenlerden yukarı koştu ve odasına girip
kapıyı arkasından kapadı. Birkaç gün önce odasındaki çok
bölmeli penceresini düşen yapraklarla süslemiş, camın kalın
kare bölmelerine yapraklar yapıştırmıştı. Kayın ağacının al­
tın rengi, meşenin sarı, akçaağacın kırmızı ve cevizin yeşil
yaprakları... Hepsi birden ne kadar da çocukça görünmüştü.
Şimdi oda aynı hisleri gibiydi; bir mağara kadar iç ürpertici ve
boş. Yaklaşan kışın sertliği şimdiden, taş duvarların görünmez
çatlaklarından ve kuru kalın kerestelerin yarıklarından içeri
giriyordu. Çam gardırop, dar yatak, masa ve sandalye dışında
odada başka mobilya yoktu. Çini zeminin üzerine serilmiş yır­
tık pırtık halı soğuğu önlemekte yetersiz kalıyordu.
Christine masasında kâğıt ararken, Isaac’in taşını cebinden
çıkarıp kalbinin üzerine bastırdı. Çekmecesinin arka tarafların­
da okuldan kalma iki kâğıt vardı. Eski kitap yığınları ve kamı­
na bastırıldığında artık sadece ufak bir inilti çıkaran yaşlı ayısı
Steiff arasında küçük bir kalem buldu. Elindeki taşı çekmece­
nin sağ köşesine bıraktı, raftan bir kitap aldı ve kâğıdın altına
koydu. Ardından yatağına oturup gözyaşlarının arasından boş
kâğıda baktı. Ve sonunda gözlerini silip yazmaya başladı.

Sevgili Isaac,
0

Bu sabah çok mutluydum ama çimdi çok korkuyorum.


Fazlasıyla da üzgünüm. Bana Hitler ve Nazilerin, Yahudile-
re yaptığı ayrımcılık konusunda söylemeye çalıştığın her şeyde

* Alm. Evet, anne. (Çev. N.)


haklıymışsın. Seni daha fazla ciddiye almadığım için özür dile­
kıymetli duvar kilimi asılıydı. Üzerine kar kaplı Alp manza­
rim. Annem yeni yasalar yüzünden artık sizin evde çalışama­
rası, karanlık orman ve koşan Kanada geyiği işlenen kilim,
yacağımızı henüz söyledi. Birbirimizi göremeyecekmişiz. Neler
Avusturya’dan, anne babasının halayından hatıraydı. Odadaki
olduğunu anlayamıyorum. Lütfen bana, birlikte olabilmemiz
bir diğer ve son süs eşyası ise Christine’in büyük büyük büyü­
için bir yol bulacağımızı söyle. Çünkü seni şimdiden çok özledim.
kannesinden kalma, altın sarkaçlı bir gonglu saatti.
Christine’in büyükannesi koltukta oturuyordu. Kucağına
Sevgilerle,
Christine.
yerleştirdiği karmaşık çamaşır yığınından çektiği bir çorabı
onarıyordu. Örgü halindeki gümüş rengi saçlarını, düzgün bir

Christine mektubu kitaplarının arasında bulduğu kırışık bir şekilde başının çevresinde dolamıştı. Damarlı elleri, ritmik bir
zarfa koyup ağzını kapadı ve zarfı annesine verdi. şekilde çalışıyordu. Yanındaki cızırdayan radyoda bir adam,
Annesi Rose, “Lütfen masaya koy,” dedikten sonra önlü­ emreder bir ses tonuyla Führer'm diğer kurallarını ve düzenle­
ğünü mutfak kapısının arkasına astı ve üzerine siyah yün pal­ melerini açıklıyordu. Büyükanne, Christine’i görünce radyoyu
tosunu geçirdi. “Sosis ve soğanlar oldu. Tavanın üzerini kapat, kapadı, iğne ipliğini bıraktı ve koltuğun minderine vurdu.
sıcak kalması için ocağın köşesinde kalsın.” El çantasını açtı “Gel benim güzel kızım, yanıma otur. Anneni gördün mü?”
ve mektubu bozuk para kesesiyle gri eldivenlerinin arasına “Evet,” dedi Christine, büyükannesinin yanma otururken.
yerleştirdi. “Bir saat içinde dönmezsem yemeği bensiz yiyin.” “Almanya’da bir üzücü gün daha...”
Christine koridorda durdu ve annesinin aceleyle merdiven­ Christine, lavanta sabunuyla çavdar ekmeğinin tanıdık ko­
lerden inişini izledi. İçi korku ve öfke doluydu. Annesi şalının kusunda huzur bulmak için büyükannesinin omzuna yaslan­
ve paltosunun yakalarının arkasına saklanacak bir kadın de­ dı. Örgü örmeyle dikiş dikmeyi, kardeşiyle ona büyükannesi
ğildi. Ayakkabılarının topuklarını bu kadar sert vurmaz, kori­ öğretmişti. Bu yüzden koltukta büyükannesinin yanına otur­
dorda hiç bu kadar hızlı yürümezdi. Christine giriş kapısının duğunda aklına eski günler geldi. Christine daha küçükken
sertçe kapandığını duyduktan sonra hemen ön odaya gitti. bebeklerine iplik ve kumaşlardan elbiselerle minyatür batta­
Kitapların, tabakların ve masa örtülerinin olduğu bir bü­ niyeler yaparken, büyükannesi yanında kilise ilahileri mırıl­
fenin bulunduğu ön oda, yemek odasının ve salonun iki katı danırdı. Christine büyürken, teselliyi her zaman büyükanne­
kadardı. Odada ayrıca meşe bir masa, sekiz uyumsuz sandal­ sinde aramıştı. Gözyaşlarını büyükannesinin zayıf dizlerine
ye, at kılından yapılmış bir koltuk, kömür sobası ve üzerin­ silmiş, anne babası ona kızdığında kırılan gururunu»onarmak
de radyo bulunan bir sehpa vardı. Bahçeye ve amavutkaldı- *Alm. Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’nin ve Üçüncü Alman
rımlı sokağa bakan iki ön camın arasındaki duvarda Rose’un İmparatorluğu’nun yöneticisi olduğu dönemde, Adolf Hitler’in kullandığı ve
“lider” anlamına gelen unvandır. (Ed. N.)
için yine ona koşmuştu. Büyükannesine koşmasının sebebi,
annesinin soğuk ya da duygusuz bir kadın olması değildi, ama
Rose çok meşguldü. Bütün gün temizlik yapıyor, yemek pişi­
riyor ya da sekiz kişilik ailesini doyurmak için yiyecek bulma­
ya çalışıyordu. Büyükannesi ise Christine’le saatlerce oturur,
yumuşak parmaklarıyla torununun kızarmış yanaklarını okşar
ve buruşturduğu yüzüne düşen saçları geri iterdi.
Fakat bugün, bir avuntu bulmak imkânsızdı. Christine dur­
du ve camdan dışarı baktı.
“Herkes nerede?”
“Maria kömür bulmak için çocuklarla birlikte tren rayları­
na gitti. Büyükbabanı da kış gelmeden son salatamızı yapalım
diye karahindiba yaprağı toplamaya çayıra gönderdim.”
Christine büyükbabasını yeşil tirol şapkasıyla kırda hayal
etti. Soğuk yerlerden yenilebilir yaprakları toplamak için bas­
tonuna yaslanırken elleri titriyor olmalıydı. Büyük ihtimalle
yine kendi kendine konuşuyor ya da şarkı söylüyordu. Tıpkı,
sırf yemek yaparken eşinin yanında olabilmek için mutfakta
sandalye ya da gevşemiş dolap kapağı tamir ederken yaptığı
gibi. Mutfaktaki tamir işi bittiğinde, büyükanne onu sürekli
önünden çekilmesi için ittiğinden, burnu ve yanakları un için­
de kalırdı.
“Sence gidip büyükbabama bakayım mı?”
“Maria ve çocuklar onu öğle yemeği vaktinde getirecek.”
Büyükanne, dikim esnasında kullandığı tahta kalıbı yırtık ço­
rabın üzerine bıraktı.
Christine bu çorabın, yakacak kömür olmadığı için kat kat
giyinmek zorunda kaldığı gecelerde kullandığı kalın, yün çorap
olduğunu fark etti. Christine’in üzerine örttüğü yorgan artık
incelmişti, ama çiftçi Klause’tan bir çuval kaz tüyü almaya
yetecek paralan olana kadar yorganını böyle kullanmak
zorundaydı. Gece yarısı tuvalete gitmek için aşağıdaki kori­
dora inmek zorunda kaldığında buz gibi yerin soğukluğu
çoraplarının içine işliyor, Christine tekrar yorganının altına
kıvrılana dek tir tir titriyordu. Kışın yiyecek bulmak daha
da zorlaşıyordu. Bahçeden taze sebze toplayamıyorlardı.
Keçiler süt vermediği gibi tavuklar da yumurtlamıyordu. Ar­
tık çalıştıkları işten gelen para olmayacağı için Christine’in
titreyerek uyanmalarına bir de açlık eklenecekti.
Christine dudağını ısırdı, pencerenin kenarından çekildi
ve Isaac’in notu ne zaman okuyacağını merak ederek büfe­
den sekiz tane yemek tabağı çıkardı. Ama ne olursa olsun,
bugün en azından yemekleri vardı.
^¿çicncö/(j&a/lisrty

hristine elinde kızarmış soğanlar ve cızırdayan sosislerle


C dolu yuvarlak servis tabağıyla yemek odasının kapısının
önünde durdu. Derin bir nefes aldıktan sonra dirseğiyle kapı
kulpunu indirip gürültülü odaya girdi. Annesinin Bauerman-
lann evinden dönmüş, diğerleriyle birlikte masada olmasını
umuyordu.
Fakat annesi gelmiş olsaydı önce mutfağa girer, önlüğünü
takıp yemeğin hazırlanmasında ona yardımcı olurdu. Chris­
tine bunu çok iyi biliyordu. Fakat bugün, hiçbir şeyden emin
olamıyordu. Kafası darmadağınıktı. Çatal bıçaklan yerleştirme,
büyükbabasının çayırdan topladığı hindibaları yıkama, Salata
için yağ ve sirke karıştırma ya da ocaktaki yemeği tekrar ısıtma
gibi en basit işlere bile tüm dikkatini vermesi gerekiyordu.
Annesinin şimdiye kadar çoktan gelmiş olması gerekmez
miydi? Ya annesi notu Isaac’e vermekten vazgeçtiyse? Ya
Isaac evde yoksa? Ya ona cevap yazmazsa? Ya tekrar o eve
gittiği için Gestapo annesini tutuklamışsa? Ya not bulunmuş
ve Isaac tutuklanmışsa? Ya onu da tutuklamaya geliyorlarsa?
Christine, titreyen bacaklarıyla servis tabağını yemek ma­
sasına götürdü. Büyükbabasının derin kahkahaları, büyükan­
nesi ve Maria’nın şakalaşmaları, Heinrich ile Karl’ın muzip­
likleri, babasının her zamanki homurtuları... İçeride korkunç
bir gürültü vardı. Sanki yüzlerce anaokulu çocuğu yağmurlu
bir günde içeri tıkılmış gibiydi. Christine büyükbabasının,
masanın köşesine dayadığı bastonuna takıldığında baston ah­
şap yere düşüp ses çıkardı. Christine dişlerini sıkarak elinde­
ki tabağı masaya bıraktı. Sanki o görünmezmiş gibi herkes
gürültü yapmaya devam ediyordu. Christine bastonu köşeye
bıraktı ve annesine bakmak için pencereye gitti. Heinrich ve
Kari kahkahalar atarak birbirlerini dürtüyordu. Christine ma­
saya yumruğunu vurup, seslerini kesmelerini söylememek
için tüm sabrını zorluyordu.
“Gel Christine, otur,” dedi Dietrich. “Annen gelmek üzere.”
Christine, babasının söylediğini yaparken gözucuyla ona
baktı. Gözleri babasının siyah saçlarında gri bir çimento tozu
arıyordu. Çünkü bu, iş bulduğu anlamına gelirdi. Ama baba­
sının güçlü, yanık yüzü ve nasırlı elleri tertemizdi. Sert bakan
kahverengi gözlerinin endişe içinde olduğu da Christine’in
dikkatinden kaçmamıştı.
Yüzyıllardır Alman köklerinin izlerini taşımayı başaran
anne tarafının aksine, Christine’in babası tam bir İtalyan’dı.
Bu, Dietrich ve Heinrich’in esmerliğinin nereden geldiğini
açıklıyordu. Ailesinin çilli bebeği Kari, aynı Christine gibi
sarışın ve mavi gözlüydü. Tıpkı bir zamanlar büyükannesi
ve büyükbabasının olduğu gibi. Ama artık yaşlılık ve zor ha­
yat koşullarıyla birlikte, büyükanne ve büyükbabanın saçları
ağarmıştı. Rose’un kızıl saçlarını nereden aldığı ise herkes
için bir gizemdi. Ama küçük kızı, annesinin bu genini almıştı,
Maria’nın beline kadar uzanan parlak saçlarının rengi sarıya
çalan bir kırmızıydı.
“Heinrich. Kari. Artık durun,” dedi Dietrich. “Büyükanne­
nizin dua etmesi lazım.”
Kıkırdamayı kesip yüzlerini masaya dönen çocuklar, avuç­
larını itaatkâr bir şekilde dizlerinin üzerine koydular. Maria,
el ve yüzlerini iyice temizlemek için yarım saat boyunca uğ­
raşmış olsa da çocukların tırnak araları hâlâ kapkaraydı. Ge­
tirdikleri altı parça kömürü bulmak için ne kadar uğraştıkları
belli oluyordu. Dietrich sakin bir halde bekleyerek çocukların
yerleşmelerini izledi. Büyükanne başını hafifçe aşağı yukarı
salladığında Christine kafasını eğdi, başparmağının tırnağını
parmak eklemlerinin arasına soktu ve merdivenlerde annesi­
nin ayak seslerini işitmek için kulak kabarttı.
“Yüce Tanrım.” Büyükanne dua etmeye başlamıştı.
O sırada giriş kapısının gürültülü bir şekilde çalmasıyla
Christine yerinden sıçradı. Büyükanne duayı yarıda kesmiş,
herkesin gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Öğle yemeği için her ne
kadar geç kalmış olsalar da genelde kimse öğle yemeği vakti
kapıya gelmezdi. Tüm Almanya’da saat on iki ve iki arası, gü­
nün en önemli öğünü olan öğle yemeği için ayrılırdı. Christine
ve babası aynı anda ayağa kalktı. *
“Kimmiş bir bakacağım. Sen burada kal Christine. Herkes
yemeye başlasın. Zaten yeteri kadar geç kaldık.”
Christine arkasına yaslanıp normal bir şekilde nefes almaya
çalıştı. Gestapo kapıyı çalma zahmetinde bulunur muydu, me­
rak ediyordu. Maria, büyükannesi ve büyükbabasının tabak­
larına sıcak sosis ve bir çatal dolusu soğan koydu. Christine
hindiba salatasını alıp büyükannesine uzatırken, bir gözü hâlâ
babasındaydı. Babası odadan çıkar çıkmaz daha fazla dayana­
mayarak pencereye koştu.
Caddede siyah bir askeri kamyon vardı. Arkasındaki yük­
sek kasada bulunan dik, titrek borulardan kümeler halinde gri
dumanlar çıkıyordu. Araca üzerinde siyah gamalı haç olan kır­
mızı bir bayrak asılmıştı. Başlarına miğfer takmış siyah üni­
formalı iki adam, kamyon kasasından indirdiği kara kutuları
diğer dört askere uzatıyordu. Christine onların SS’olduğunu
fark ettiğinde rahat bir nefes aldı. Gelen Gestapo değildi. Pen­
cereyi açtı ve bahçeyle evin arasındaki taş yola baktı. Adam­
lardan biri kapıda babasıyla konuşuyordu. Christine olduğu
yerden, adamın elindeki kara kutunun bir radyo olduğunu gö­
rebiliyordu.
Christine, babasının, “Hayır,” dediğini duydu. Sonra baba­
sı radyoyu aldı ve teşekkür etti.
Asker kolunu kaldırıp selam verdi. “Heil Hitler!”* ** Christi­
ne, babasının cevap vermemesine şaşırmamıştı. Adam arkası­
na döndü ve uzun, sert adımlarla kamyona gitti.
Christine, diğer adamların radyolarla birlikte kapı kapı
gezişini izledi. Kamyona döndüklerinde üç adamın elinde de
evlerden topladıkları eski radyolar vardı. Aynı Christinelerin,
koltuğun yanındaki beyaz dantelli sehpada duran radyoları

*Alm. Schutzstaffel. Koruma Timi. Önceleri Hitler’in kişisel muhafızlığını


yapmak üzere kurulan birliklerdir. (Çev. N.)
**Alm. “Çok yaşa Hitler!”, “Selam Hitler!” ya da “Hitler’e selam!”
anlamlarına gelir. (Çev. N.)
gibi. Birkaç dakika sonra zırhlı aracın etrafında toplanan as­
kerler ön tarafa ve branda kaplı kasaya binerek gözden kay­
boldu. Şoför motoru çalıştırdı ve kamyon yokuşu tırmanmaya
başladı.
O sırada annesi eski ahırın köşesinden döndü. Koluna
astığı küçük çantasıyla yürürken, gözleri yoldaki yabancı
araçtaydı. Christine geldiği gibi hızla giden kamyonun ar­
dından pencereyi kapadı. Şimdi oturup yemeğe mi başla­
malıydı, yoksa koşup annesini mi karşılamalıydı? Babası­
nın yeni kanun ve düzenlemelerden haberi vardı. Ve eğer
onlara söylenenlere itaat ederlerse rahat bırakılacaklarına
inanılıyordu. Bu yüzden Isaac’e yazdığı notu öğrenirse çok
sinirlenecekti. Üstelik annesinin aracı olmayı kabul etmesi
onu daha da üzecekti.
“Christine,” dedi Maria. “Yemeğin soğuyor.”
Christine sandalyesini çekip oturdu. Biraz dikkat etseler,
elbisesinin altından kalbinin nasıl çarptığını rahatlıkla göre­
bilirlerdi. Neden herkesin aniden sessizleştiğini merak ederek
masaya baktı. Büyükbabası başını tabağa gömmüş bir halde
yemeğini yerken, büyükannesi Karl’ın sosisini kesiyordu.
İki kardeş çoraplı ayaklarını sandalyelerinden sallayarak kı­
zarmış sosislerini kemiriyordu. Christine’e bakan tek kişi kız
kardeşiydi. Maria, ağız dolusu hindiba yapraklarını çiğnerken
çatık kaşlarla Christine’e bakıyordu. Ağzını peçeteyle sildik­
ten sonra ablasına fısıldadı. “Neyin var?”
Christine cevap veremeden babası odaya girdi. Yeni, ceviz
kahverengisi radyoyu ellerinin arasında tutuyordu. Masanın
köşesinde durup başını iki yana salladığında herkes yemeğini
bırakıp ona baktı. *
“Radyonun fişini çek, Christine,” dedi Dietrich, yeni rad­
yoyu masaya bırakırken.
“Ne oluyor?” diye sordu büyükanne.
Christine yerinden kalktı ve eski radyonun fişini çekti. Ar­
dından Dietrich eski radyoyu sehpadan kaldırıp koltuğun üze­
rine koydu.
Ve yeni radyonun tuşuna sıkıştırılmış turuncu, parlak notu
eline aldı. “Okusana.”
“Halkın Alıcısı,” dedi Christine sesli bir şekilde. “Yaban­
cı kanalları dinlemek, insanlarımızın ulusal güvenliğine karşı
işlenen bir suçtur. Führer’in emirlerine karşı çıkmanın bedeli
hapis ve ağır cezalardır.” Christine, bir şey söylemesini bekle­
yerek babasına baktı. Ancak ifadesi giderek sertleşen Dietrich,
hiçbir şey söylemedi.
“Bu ne demek oluyor?” diye sordu Maria.
Bu sırada anneleri Rose içeri girdi, bir yandan da önlüğünün
iplerini boynuna bağlamakla uğraşıyordu. Kıpkırmızı yüzüne,
kanlanmış ve sulanmış gözlerine rağmen ailesine gülümsedi.
“Sıcak çay isteyen?” Rose, kocasıyla kızının masanın di­
ğer ucunda olduğunu görünce durdu. “Bir sorun mu var? As­
kerler dışarıda ne yapıyordu?”
“Gel otur,” dedi Dietrich, “bir şey istemiyoruz.”
“Bugün işten erken mi çıktın anne?” diye sordu Maria.
Rose, Karl’ın başını okşadı. “Bu konuyu birazdan konuşa­
cağız.”
Christine annesine bakıyor, gözlerindeki ifadeden aklındaki
sorulara cevap arıyordu. Notu Isaac’e vermiş miydi? Isaac
cevap yazmış mıydı? Isaac’i görebilmiş miydi? Bir an göz
göze gelseler de Rose gözlerini kaçırıp sandalyesine oturdu.
“Hitler’in kuklaları bizi ziyarete gelmiş,” dedi Dietrich.
“Bu radyoları dağıttılar. Eski radyolar tüm Avrupa’yı çekiyor­
du, ama bunlarda sadece iki kanal var. O iki kanal da Nazi
Partisi’nin elinde. Başka radyomuz olup olmadığını sordular,
ben de yok dedim.” Oğullarına döndü. “Neden yok dedim,
biliyor musunuz?” Heinrich ve Kari başlarını iki yana salla­
dılar. “Eskisini yakacak olarak kullanabiliriz de ondan. Artık
iki radyomuz olması yasak. Eğer bizde bir tane daha olduğunu
öğrenirlerse bizi hapse atarlar. Şimdi mutfağa gidip eski rad­
yomuzu yakacağım, böylece bulaşıklar için su ısıtabileceğiz.”
Dietrich eski radyoyu alıp odadan çıktı.
Christine, babasının ne yapmak istediğini anlamıştı. Hein­
rich ve Kari sır saklayamayacak kadar küçük olduklarından
kendilerini ve ailelerini nasıl koruyacaklarını bilemezlerdi.
Doğrusu babasının radyoyu saklayacak olması Christine’i bi­
raz sersemi etmişti. Christine sosis tabağını alıp annesine baktı.
“Tekrar ısıtmamı ister misin?” İçten içe, annesini mutfağa
götürebilmeyi umuyordu.
Rose, “Hayır, danke,” diyerek teşekkür ettikten sonra ser-
»

vis tabağına uzandı. “Eminim hâlâ güzeldir.” Çatalını sosise


batırdı ve geriye kalan soğanları tabağına aldı. Zayıf yüzünde,
ıstırap izlerine rağmen, ailesi için gülümseme çabası vardı.
“Bir sorun oldu mu?” diye sordu büyükanne kısık sesle.
“Hayır, Bay Bauerman maaş çeklerimizi yazarken ufak
bir pürüz çıktı, o kadar. Bayan Bauerman resmen aklını
kaçırdı, üç hizmetçi hariç herkes gönderildi. Benden
mahzendeki ve kilerdeki yiyeceklerin listesini yapmamı
istedi. Düşündüğümden daha çok zamanımı aldı.” Rose
nihayet başını kaldırıp Christine’e baktı. “Isaac de oradaydı.
Babasının ofisindeki belgeleri taşımaya yardım ediyordu.”
Christine kendini her şeye hazırlamıştı. “Konuştunuz mu?”
Rose tam ağzını açmıştı ki Dietrich tekrar içeri girdi. Rose
hiçbir şey yokmuş gibi çatalına uzanıp yemeğini yemeye baş­
ladı. Yerine oturan Dietrich’in yüzü kıpkırmızı olmuş, omuz­
ları düşmüştü.
“Diğer partiler savaşla bu kadar ilgilenmeseydi, ülke böy-
lesine ekonomik bir buhranın içinde olmasaydı, bu pisliğe bu-
lanmayacaktık! Hindenburg mücadele edemeyecek kadar yaş­
lı ve yorgun. Yoksa Hitler’i asla başbakan yapmazdı. Bu deli
herif seçimle gelmiş bile sayılmaz ki! Şimdi ona karşı gelen­
leri ya tutukluyorlar ya da öldürüyorlar. Ulusal Sosyalizm’i,
vaizin dini sattığı gibi satıyor. Sorgulamak mümkün değil.
Sadece itaat edebiliyorsun. Boyun eğmeyeni erdense direkt
kurtuluyorlar.” Dietrich’in masaya vurduğu yumrukla birlik­
te herkes yerinden sıçradı. Tabaklar, bardaklar şangırdarken
büyükanne elini kalbinin üzerine koydu. Ağlamaya başlayan
küçük oğluna sarılan Rose, kocasına baktı.
“Sadece en iyisini umarak, hayatımıza devam etmek zo­
rundayız.”
“Gestapo’ya, onu eleştiren herkesi tutuklaması için yetki
veriyor. Çok yakında her şeyi kontrolü altına alacak! Okudu­
ğumuz şeyleri çoktan elimizden aldılar. Sıra duyduklarımıza
geçti. Nazi gazetelerinden başka gazete yok. Şimdi de radyo­
larımızı yönetiyorlar!”
Rose boğazını temizledi ve çatık kaşlarla kocasına baktı.
“Şimdi birlikte olma vakti, Dietrich. Yemek yeme, ailemizin
birlikteliği için minnettar olma zamanı.”
Büyükbaba mavi damarlı, eğri büğrü, boğumlu ellerini ha­
vaya kaldırdı. “Böyle konuştuğun için seni hapse atacaklar!”
Büyükbabasının uyarısı, Christine’e Nazi gazetesi, Hal­
kın Gözcüsü’nde okuduğu bir şeyi hatırlattı. “Herkes şunu
bilsin: Kim elini devlete karşı kaldırmaya cesaret ederse,
sonu ölümdür.”
Aslında babası her zaman sözünü esirgemeyen bir adam
olmuştu, ama Christine bugüne kadar bunu hiç düşünmemişti.
Sonra annesinin birkaç ay önce Maria’yla ona söylediklerini
hatırladı. Düşüncelerini kendilerine saklamalarını ve toplum
içinde konuşurken dikkatli olmaları gerektiğini söylemişti.
Sohbet ederken seçtikleri konular basit olmalıydı. Hava, son
dedikodular, belki erkekler... Siyaset hariç her şeyi konuşabi­
lirlerdi. O zamanlar annesinin öğütleri, Christine’in bir kula­
ğından girmiş diğerinden çıkmıştı. Hatta annesinin, iki genç
kız için yeterince sıkıcı bir konu olan siyaseti, neden bu kadar
umursayacaklarını düşündüğünü merak etmişti.
Dietrich bir iç geçirdi. “Özür dilerim. Anneniz haklı, şimdi
dünya sorunları hakkında konuşmanın sırası değil.” Ve soğuk
sosisten kestiği bir dilimi ağzına götürdükten sonra gülümse­
meye çalıştı.
“Baba,” dedi Heinrich, kısık bir sesle. “Dün okulda soya­
ğacı yapmamız istendi. Öğretmenimiz eğer ailemizde Yahudi
varsa Führer'in bilmek istediğini söyledi. Eğer dikkat çekmek
istemiyorsak bize söyleneni yapacakmışız. Bir de anne baba­
larımızın doğum, evlilik ve vaftizleriyle ilgili belgeler götür­
mesi gerekiyormuş.”
Dietrich ağzındaki lokmayı çiğnemeyi bırakıp başını
tiksintiyle iki yana salladı. Hindiba salatasından alan büyük­
baba ise hiçbir şey duymamış gibi kâseyi Dietrich’e uzattı.
“Dert etme,” dedi Rose. “Yardım ederiz.”
Dietrich de onu onayladıktan sonra herkes sessizlik içinde
yemeğini bitirdi. Christine bir şeyler yiyebilmek için kendi­
ni zorlamıştı. Tabağındakiler bittikten sonra ellerinin üzerine
oturdu ve annesinin masayı toplamasını bekledi. Rose ağzını
silip ayağa kalktığında, Christine servis tabaklarını kapıp an­
nesinin peşinden mutfağa girdi.
Rose, elini kapının arkasına astığı paltosunun cebi­
ne soktu. “Isaac’ten not var. Ama bu son olacak. Baban
asla duymayacak. Sana söylediklerimi ona da söyledim.
Bu olaylar bitene kadar birbirinizi asla görmeyeceksiniz.
Hiçbir şekilde iletişime geçmeyeceksiniz. Gayet açığım,
değil mi?”
“Evet anne, teşekkür ederim,” diyen Christine, notu avu­
cunda sıkı sıkı tutuyordu. “Şimdi odama gidebilir miyim?”
“Git. Herkes için uzun bir gündü.”
Christine odasına koştu, arkasından kapıyı kapattı ve yata­
ğına oturup zarfı yırttı.

Benim güzel Christineim,


Bu gece on birde Market Kafe’nin arkasındaki sokak ara­
sında buluşalım. Dikkatli ol, kimseye görünme.

Sevgilerle,
Isaac.
Christine yatağına uzanıp notu göğsüne bastırdı. Şimdi se­
kiz saat nasıl geçecekti?
Birkaç dakika sonra Christine sıkı bir rulo haline getirdiği
notu oyuncak ayısının içine sıkıştırırken kapısı çalındı. Kor­
kuyla yerinden zıpladı, bir parmağıyla notu ayının içine iyice
ittikten sonra parçalanmış ayıyı masaya koydu. Yanaklarını
sildi ve derin bir nefes aldı.
“Evet?” Elinden geldiğince sakin olmaya çalışıyordu.
“Benim,” dedi Maria, yumuşak bir ses tonuyla. “Girebilir
miyim?”
Christine gardırobunu açtı ve kıyafetlerini düzenliyormuş
gibi yaptı. “Gel! Kapı açık!”
Maria içeri girip kapıyı kapadı ve yatağın ucuna oturdu.
Soğuk yüzünden kollarını göğsünde sıkıca bağlamıştı. “Neler
oluyor? Yemek boyunca hırçın bir tavuk gibiydin. Şimdi de
odana saklanıyorsun.”
Christine dolabından çıkardığı elbiseyi sandalyesinin arka­
sına astı. “Saklanmıyorum. Sadece küçük bir düzenleme yapı­
yorum. Sana verebileceğim elbiseler var. Aynı şeyleri giymek­
ten çok sıkıldım!”
Maria ayağa kalktı ve sandalyedeki elbiseyi aldı. “Öyle
mi? Bunun gibi mi? En sevdiğin elbiseyi mi vereceksin?”
Christine, kız kardeşinin elindeki elbiseye baktı. Bu mavi
elbiseyi, pazar günleri giyerdi. Yumuşak pamuksu dokusu,
büzgülü beli ve nakışlı kolları vardı. Maria, onun bu elbiseyi
ne kadar çok sevdiğini biliyordu. “Hayır,” dedi Christine, el­
biseyi çekerek. “Dedim ya, sadece dolabımı düzenliyorum.”
“Annem eve erken gelme sebebini söyledi. Ama bu hâlâ
neden bu kadar endişeli olduğunu açıklamıyor.”
“Gestapo, Bauermanlarm evinde olabilirdi!” Christine, ça­
tık kaşlarının yeteri kadar ikna edici olmasını umuyordu. “An­
nemi tutuklayabilirlerdi!”
“Ama şimdi evde. Güvende.” Maria yaklaştı, elini ablasının
koluna koydu ve başını yana eğdi. Gözleri yumuşak bir ifadeyle
bakıyordu. “Hatırlıyor musun, bir keresinde okula armut dalı
ve üç mark götürmeniz istenmişti. Öğretmenin herkes çalmayı
öğrenebilsin diye dallardan flüt yapacaktı. Armut dalını bul­
muştun ama evde fazladan üç mark yoktu. Sınıfta sen hariç her­
kesin flütü vardı. Yine de ağlamak yerine kendini işe vermiştin.
Korkulukları cilaladın, merdivenleri süpürdün. Hem de daha
bir gün önce temizlenmiş olmalarına rağmen. Annem yardım
etmek istediğini düşünmüştü, ama ben anlamıştım. Gözlerinde­
ki hüznü görmüştüm. Oturup ağlamamak için kendini meşgul
ediyordun. Ayrıca bırak fazlasını bana vermeyi, ikimiz de dü­
zenlemek için çok az elbisen olduğunu biliyoruz. Aynı elbise­
leri giymekten bıktığını biliyorum, ama büyükannem bu aralar
elbise dikemeyecek. Hadi artık anlat, neler oluyor?”
Christine’in omuzları çöktü. Yatağın sert kenarına oturdu
ve mavi pazar elbisesini göğsüne dayadı. “Isaac beni seviyor.”
Aynı anda hissettiği hüzün ve mutluluk, nefes almasını engel­
liyordu adeta.
“Nereden biliyorsun? Nasıl anladın?” Maria şaşkınlıktan
nefesini tutmuştu.
“Kendi söyledi. Bu sabah.”
Kahkahalar atan Maria, ablasının yanma sıçradı. “Sen de
onu sevdiğini söyledin mi?”
“Şişşt!” Christine, kız kardeşinin ağzını kapadı. “Babam
duyacak!”
Maria, Christine’in elini iterken fısıldadı. “Tamam tamam
özür dilerim. Ee? Söyledin mi? Seni öptü mü?”
Christine dudağını ısırdı ve gülümseyerek başını salladı.
Gözlerine dolan taze yaşlar, görüşünü engelliyordu.
“Öpmüş!” diye ciyakladı Maria. “Kaç kez? Nasıl bir duygu
peki?”
“Şişşt!”
Maria gözlerini devirdi. “Affedersin. Heyecanlandım işte.
Sen de çok heyecanlanmış olmalısın!” Birden Christine’in
yüzünün solduğunu, yanaklarının ıslandığını fark etti. Abla­
sının kolunu tuttu. “Isaac seni üzecek bir şey mi söyledi? Bir
şey mi yaptı? İsterse Gestapo orada olsun, gider onu mahve­
derim!”
Christine başını iki yana salladı. “Nein. Öyle bir şey değil.”
“Anlayamıyorum. Mutlu olursun diye düşünmüştüm!”
Christine’in boğazı düğümlendi. Hayatının en güzel ve
en kötü gününün aynı gün olduğunu nasıl açıklayabilirdi ki?
Christine’in Isaac’e olan duygularını Maria en başından beri
biliyordu. Christine âşık olduğunun farkına vardığında Maria
da ablasının hislerini anlamıştı. Christine, o gün eve geldiğinde
Isaac’in güneşli bahçede ona nasıl gülümsediğini anımsayarak
kestane rengi gözlerini ve derinden gelen sesini düşünmüştü.
Kamında sıcacık bir his vardı. Mutfakta Maria’nın patatesleri
soymasına yardım ederken düşüncelere öylesine dalmıştı ki
hiç olmadığı kadar sessizdi. Maria daha fazla dayanamayarak
ablasını dürtmüş, “Adı ne?” diye sormuştu.
“Kimin?”
“Gözlerine bu aptal, hüzünlü bakışı koyanın?” demişti
Maria gülerek.
Sonunda Christine her şeyi itiraf etmiş, kız kardeşine her
zaman yaptıkları gibi, sırlarım tutacaklarına dair yemin ettir­
mişti: Ne olursa olsun kimseye söylemeyeceğime dair Tanrı’ya
söz veriyorum. Bu uydurulmuş kalıp, Maria’nın Tanrı’ya söz
verdiği anlamına geliyordu. Öyle güçlü bir yemindi ki odada­
ki herkes için geçerli olduğu gibi hiçbir şekilde geri dönüşü de
yoktu. Onlar için verilmiş bir sözün gerçek olduğuna inanma­
nın en özel yolu buydu. Maria, şu ana kadar Isaac hakkında
ettiği yemini bozmamıştı. Aynı on iki yaşındaki Christine ve
Kate’in fal baktırmak için gizlice ormandaki Çingene kampı­
na gittiklerinde ya da Christine’in, annesinin tek parfüm şişe­
sini yatak odasının halısına döktüğünde olduğu gibi. Ama tüm
bunlar uzun zaman önceydi, o zamanlar dünyaları çok daha
başkaydı. Henüz çocuktular. O zamanlar kuralları Naziler
koymuyordu. Artık her şey farklıydı. İnsanların özgürlükleri
ve büyük ihtimalle hayatları tehlikedeydi.
Christine, sessiz ayısının içine sakladığı notu düşündü.
Gizlice Isaac’le buluşacağını düşününce tüm vücudu heyecan
ve korkuyla ürperdi. Çenesini güçlükle tutuyor, her şeyi anlat­
madan önce Maria’nın aşağı inmesi için dua ediyordu. Delir­
mek böyle bir şey miydi? İçi içine sığmazken yüreğinde koca
bir hüzün vardı. Açıklanamaz hisler yaşıyordu, bir an ağlaya­
cakmış gibi olurken birkaç saniye sonra sevinçten uçuyordu.
Isaac’in notunu ve gizli buluşmayı anlatmayı her şeyden çok
istese de Maria’nın anne babasına haber vermesinden korku­
yordu. Nazilerin yarattığı korku dolu atmosferde kız kardeşi
onu korumak isteyebilirdi. Bu yüzden sadece Isaac’le öpüş­
melerini anlatmakla yetindi. Isaac’in güçlü elleri ve yumuşak
dudaklarından bahsedip, hiçbir zaman katılamayacağı partiye
sürpriz bir şekilde davet edildiğini söyledi. Güvenip açılabi­
leceği birinin olmaması çok zordu. Bu sefer, “ne olursa olsun
kimseye söylemeyeceğime dair Tanrı’ya söz veriyorum” cüm­
lesi bile işe yaramıyordu. Christine bunu riske atamazdı.
“Evlerinde çalışmaman onu göremeyeceğin anlamına gel­
mez ki!” dedi Maria. “Eğer âşıksan seni hiçbir şeyin durdur­
masına izin veremezsin!”
“Ama Naziler hiçbir şey değil.”
“Ne demek istiyorsun?”
“Annem sana diğer kanunlardan bahsetmedi mi? Isaac, Ya­
hudi olduğu için birlikte olmamızı yasaklayan kanundan?”
Maria’nın gözleri büyümüş, şaşkınlıktan ağzı kocaman
açılmıştı. “Ah olamaz!” Yumruklarıyla dizine vurdu. “Nasıl
gerçek olabilir? Bu çıban kafalı Naziler kim olduklarını sanı­
yorlar!”
Her ne kadar kalbi acıdan kavrulsa da Christine’in dudak­
larının arasından küçük bir kahkaha kaçtı. Maria her açıdan
iyi bir Hristiyan olmaya çalışırdı. Hiçbir zaman sövmez, kili­
seye gitmeyi aksatmaz, her gece tüm aileye dua etmelerini ha­
tırlatırdı. Ayrıca sövdüğü için babasına her defasında kızardı.
Bu yüzden Christine, küfürlü konuşan büyükannesini duyar
gibi olmuştu.
“Neden gülüyorsun?”
“Affedersin... Nazilere öyle dediğini duyunca...”
“Çıban kafalar ama yalan mı?”
“Evet, hatta daha da beterler. Ama dikkatli ol. Aile dışından
kimse, böyle bir şey dediğini duymasın.”
“Biliyorum,” dedi Maria, Christine’i kendine doğru çeke­
rek. “Ve bu beni çıldırtıyor! Hiç anlayamıyorum!”
“Ben de.” Maria ablasını hafifçe öne arkaya salladı. Chris-
tine kendini, bir gün kız kardeşinin ne kadar harika bir anne
olacağını düşünürken buldu. Maria’nın bebeklerini sevgiye
boğacağına hiç şüphe yoktu. Aile fertlerinin arasında kucak
açıp öpücükler saçan kişi hep o olmuştu. İşten dönen baba­
sını sevgiyle karşılar, küçük erkek kardeşlerinin şiş ve mor­
luklarını öperdi. Christine, sevgisini fiziksel olarak daha iyi
gösterebilen birini tanımıyordu. Şimdi ise kız kardeşinin onu
avutmak için sarılmaktan başka bir şey yapamayacağını söy­
leyebilirdi. Çünkü herkes gibi Maria da konu Nazilerin yaptığı
inanılmaz şeylere geldiğinde ne diyeceğini bilemiyordu.
“Korkma,” dedi Maria. “Bu sonsuza kadar sürecek değil
ya. Süremez işte. Aynca aşk her şeyden güçlü değil midir?”
Q)c^c///stxxiŒâù/my

--------

gece saat on bire çeyrek kala, Christine odasının kapısını


açtı ve dışarıyı dinledi. Kalbi boğazında atarken Isaac’in
uğurlu taşını avucunun içinde sıkı sıkı tutuyordu. Önce evin
sessiz olduğunu düşündü. Sessizliğe bakılırsa, herkes yatak­
larında uyuyor olmalıydı. Ama gördüğü manzara karşısında
kamında tuhaf bir yumru hissetti. Radyo hâlâ salondaydı. Tiz,
coşkulu bir ses karanlığın sessiz saatlerinde yankılanıyordu.
Uzun zamandır ilk kez, evdekiler saat ondan sonra ayaktaydı.
İki saat önce Christine iyi geceler demek için aşağı inmiş,
herkesin yatmaya hazırlandığından emin olmak istemişti.
Hâlâ salonda oturduklarını görünce şaşırdı. Babası ve büyük­
babası masada, annesi ve büyükannesi koltuktaydı. Bir şişe sı­
cak şarabı bölüşmüşler, yeni radyoyu dinliyorlardı. Christine
sobanın üzerinde bir şişe daha olduğunu fark etti. Babasının
sandalyesinin yanında durdu ve Hitler’in haşin sesini dinledi.
İçinden, herkesin yataklarına gitmesi için Hitler’in nutuğunun
bir an önce bitmesini umuyordu.
“Şahsen, tüm orduların yönetimini ele alacağım!” diye
bağırdı Hitler. “Avustuıya’yı ilhak ettik. Avusturya’yı Al­
manya’ya kattık! Sonunda vatanım ülkemize dahil oldu. Yıl­
larca süren zulüm ve baskıdan sonra Etnik Almanlar, büyüyen
Almanya’nın bir parçası oldu. Kısa zaman sonra Aryan Irkı
olarak hak ettiğimiz yaşam alanına sahip olacağız!”
“Bu deli herif tüm dünyayı yönetmek istiyor,” dedi büyük­
baba.
Büyükanne onu susturdu ve öne doğru eğildi. Bu sırada
Rose başını kaldırdı ve yorgun, şiş gözlerle kızma bakıp fı­
sıldadı.
“Çocuklar uyudu mu?”
“Evet, anne. Maria da uyudu.” Christine kısa, hızlı nefesle­
rini annesinin fark etmemesini diliyordu. Kaçmaya karar ver­
diğinde, aile fertlerinin uyuyor olacağım düşünmüştü. Ama
herkes ayaktaydı ve tüm dikkatini radyoya vermişti. Üstelik
kısa bir süre sonra da yatacağa benzemiyorlardı.
“Yorgun görünüyorsun,” dedi Rose. “Neden yatağında de­
ğilsin?”
“Şimdi gidiyorum. İyi geceler demek istedim.”
Rose ayağa kalktı, kızına sarıldı ve kulağına fısıldadı. “Bi­
zim odadan sesler gelirse korkma. Eski radyoyu açacağız.
Ama ses çok gelirse haber ver.”
“Veririm.” Christine kendi kendine, babam keşke radyoyu
mutfakta yaksaydı diye düşündü. Ama radyoyu yataklarının
altındaki küçük, ahşap sandığın içine saklamışlar, üstüne koy­
dukları battaniyeyle, sandığın içi çarşaflarla doluymuş gibi
göstermişlerdi. Fakat Christine’in endişelenmesi gereken daha
büyük bir sorunu vardı. Şimdiden tir tir titriyordu. Kontrolünü
kaybediyor, güçlü akıntıda sürüklenen incecik bir dal gibi, ha­
yatın iniş çıkışlarında bir oraya bir buraya savruluyordu.
Yine de huzursuzluğunu belli etmemeye çalıştı. Radyoyla
ilgileniyormuş gibi yaparak birkaç dakika daha Hitler’i din­
lemek için kendini zorladı. Biri dönüp, ‘Bir sorun mu var?’
diyecek diye ödü kopuyordu. Dayanamayacak duruma geldi­
ğinde herkese iyi geceler diledi ve omzundaki uzun battaniye­
nin altında, yavaşça odadan çıktı. Annesi iyi olup olmadığına
bakmak için odasına gelir diye elbisesini, omuzlarına aldığı
bir battaniyeyle gizlemişti.
O öğlen ve akşamüstü, Christine’in hayatının en uzun sa­
atleriydi. Tüm gün boyunca mutfağı temizlemiş, dökülen yap­
rakları ve ölü bitkileri toplamıştı, yine de saatler geçmek bil-
memişti. Şimdiyse karanlık koridorda etrafı kolaçan ediyordu.
Biri salondan çıkacak olsa, yakalanacağının farkındaydı. Göz­
lerinin karanlığa alışmasını beklerken kalbi göğüs kafesini dö­
vüyordu. Nefesini tuttu ve tırabzana tutunarak basamaklardan
aşağı inmeye başladı. Ayaklarının çıkardığı her tıkırtı, boş
koridorda bir silah sesi gibi yankılanıyordu. Christine, her gı­
cırtıyla birlikte buz kesiyordu. Kendini hazırlamıştı, eğer sa­
lonun kapısı açıksa koşacaktı. Girişteki koridora inmek ona
sonsuzluk gibi gelmişti. Merdivenlerin arkasında, parmak uç­
larında yükselip kiler kapısının üzerine uzandı ve ahşap kapı
çerçevesinin üst kısmında el yordamıyla yedek anahtarı ara­
maya başladı. Anahtar eline gelir gelmez ayakkabılarını giydi,
kapı kilidini açtı ve karanlığın serin saatlerinde dışarı süzüldü.
Nihayet ay ışığının altında özgürdü. Parmak uçlarına ba­
sarak caddeden aşağı inerken, kimsenin onu görmediğinden
emin olmak için omzunun üzerinden arkasına bakıp duruyordu.
Gecenin ayazında koştukça ağzından dumanlar yükseliyor,
arkasında hayalete benzer sisler bırakıyordu. Christine sokak
lambalarının kaldırımlar üzerinde oluşturduğu sarı, aydınlık
bölgelerden kaçınarak yokuşun sonundan sola döndü. Son­
rasında yavaşladı, evden yeteri kadar uzaklaşmıştı. Işıkları
yanan yarı ahşap evlerin pencerelerinden, radyoların etrafında
toplanan kambur siluetleri görebiliyordu. İnsanlar ellerinde
sigaralar, kollarını bir kaldırıyor bir indiriyordu. Manzara,
bir romandaki karakterlerin salon duvarlarına yansımış hali
gibiydi. Christine, kapı önlerine ve granit parmaklıklara yakın
durarak, bir yüksek duvarlı evden diğerine koştu.
Birden arkasından bir şeyin yaklaştığını hissetti. Nefesini
tuttu ve yavaşladı. Arkasına bakar bakmaz koşmaya hazırdı.
Fakat bir kedinin miyavladığını duyunca rahat bir nefes aldı.
Bakmak için döndüğünde, kuyruğunu dikmiş turuncu bir kedi
gördü. Sırtını kamburlaştırmış bir halde geriniyordu. Sanki
kaldırımda parmak uçlarında yürür gibiydi. Christine’in pist
demesiyle caddenin karşısına geçen kedi gecenin karanlığında
kayboldu.
Christine son bloğu geçtiğinde, köy merkezinin diğer ta­
rafına yönelip Market Kafe’nin yanındaki dar sokağa girdi ve
sokağın arkasındaki karanlıkta kayboldu. Akşam yağan yağ­
murdan kalan birikintiler sokakta yağ gibi parlıyordu. Isaac,
kafenin arkasındaki basamaklarda oturuyordu. Dolunay, ayak­
larının ucundaki çamurun üzerine vuruyordu. Christine’i gö­
rünce ayağa kalktı.
“İyisin değil mi?”
Christine, Isaac’in kollarına koştu. Güçlükle nefes alı­
yordu. “Artık iyiyim.” Endişe dolu saatler IsaaC yanaklarını,
alnını ve sonunda dudaklarını öptüğünde bitmişti. Isaac du­
daklarını geri çektiğinde, sokak duvarına vuran mavi ay ışı­
ğı arkasına düştüğünden, Christine onun karanlıkta saklanan
yüzünü görmekte güçlük çekiyordu. Bu yüzden Isaac’i tutup
ışığa çekmeye çalıştı.
Ama Isaac direndi. “Ne yapıyorsun?!”
“Işığa gel, yüzünü görmek istiyorum.”
“Nein. Biri bizi görebilir.”
Christine, onu tekrar karanlığa itti. “Ah... Özür dilerim,
düşünemedim.”
“Seni gören oldu mu?”
“Hayır, sokaklar bomboş.”
“Kimseye söylemedin, değil mi?”
“Elbette, söylemedim. Bana güvenmiyor musun?”
“Ondan değil,” dedi Isaac ve Christine’i tekrar kendine çekti.
“Annen çıktıktan sonra hemen arkasından Gestapo geldi. Evde
sadece Yahudilerin çalıştığından emin olmak için hizmetçilerin
kimliklerini kontrol ettiler. Babamın belgelerini, yasal dosya­
larını, mektuplarını, adres bilgilerini... Her şeyini topladılar.”
“Ama bu böyle sürmeyecek. İnsanlar buna katlanmayacak,
yakında her şey normale dönecek.”
“Hayır, Christine. Hiçbir şey düzelmeyecek. Babam, an­
nemi Amerika’ya gitmek için ikna etmeye çalışıyor. Amcam
orada. Babamın annesi, babası, kız kardeşleri, kuzenlerim
hepsi Polonya’ya döndü. Ama annem ısrarla gitmiyor. Çün­
kü büyükannem, büyükbabam ve teyzelerim hâlâ Berlin’de.
Dayım da Hamburg’da. Annem yarı Hristiyan ve Alman oldu­
ğumuz için bize bir şey yapmayacaklarını düşünüyor.”
“Bak, gördün mü? Annen haklı işte. Hitler, Alman vatan­
daşlarına neden zarar versin ki?”
“Şu an burada benimle olman bile senin için çok tehlikeli!”
Isaac hemen kendine geldi ve sesini alçalttı. “Alman ve Yahu­
di ilişkileri için yeni kanunlar var.”
“Biliyorum,” diyen Christine, başını Isaac’in göğsüne da­
yadı. “Annem söyledi, ama bana çok saçma geliyor. Annenin
dediği gibi, sen yarı Hristiyansın. Ve hâlâ Almansın. Büyük­
annenle büyükbabanın inançları bu gerçeği değiştiremez.”
“Ancak Naziler böyle düşünmüyor.”
“Peki, ne yapacağız? Ben... ben seni görmek zorundayım.”
“Bilmiyorum...” Isaac’in sesindeki hüsranı fark etmemek
imkânsızdı.
Christine başını kaldırdı ve Isaac’in karanlıkta kaybolan
gözlerini okumaya çalıştı. Daha ne olduğunu anlamamıştı ki
Isaac’in dudaklarının, dudaklarına yapıştığını hissetti. Vücu­
du, korku ve heyecanla titriyordu. Dudakları birbirinden ayrıl­
dığında, Christine nefes nefese Isaac’e baktı.
“Burada buluşacağız. Her gece.”
“Olmaz. Bu çok riskli.” Christine, onu bırakmak isteme­
mesine rağmen Isaac geri çekilip kafenin alçı duvarına yas­
landı. Christine ise nefesini tuttu, Isaac’in söyleyecekleri onu
korkutuyordu. Isaac nihayet bir iç çekip konuşmaya başladı.
“Haftada bir buluşsak yeter. Zaten o zaman bile korkunç bir
risk almış olacağız. Ama öncesinde, içine girdiğin tehlikenin
ne kadar büyük olduğunu kabul etmek zorundasın. Bu
durumun ciddiyetini anladığından emin olmak zorundayım.
Buluştuğumuzu kimseye söyleyemezsin. En yakın arkadaşına,
hatta kız kardeşine bile.”
“Kimseye söylemeyeceğim. Yakalanmayacağız.”
Isaac, Christine’e yaklaştı. Christine, onun kaslı omuzları­
nı tuttu ve Isaac’in dudaklarının arasından çıkan fısıltılı söz­
cükleri dinledi. “Birlikte olduğumuz zaman sadece birbirimizi
göreceğiz. Etrafımızdaki çirkinlikleri değil.” Ve Christine’i
büyük bir iştahla tekrar öptü. Christine sevdiği adamın kol­
larında kaybolmak, başka bir yere, başka bir zamana gitmek
istiyordu. Mesela bu sabaha dönebilirdi. Dünyadaki her şeyin
kusursuz olduğunu düşündüğü o ana... “Gitsen iyi olacak.”
“Bekle.” Christine, elini cebine soktu. “Taşın.”
“Sende kalsın. Böylece beni unutmazsın.”
“Seni asla unutmam ki...” Taşı, Isaac’in avucuna koydu.
“Uğurlu taşın olduğunu söylemiştin. Şimdi ona benden çok
senin ihtiyacın var.”
Isaac, onu tekrar öptü ve taşı cebine koydu. “Tüm bunların,
bir gün geçmişte kalmasını umuyorum. Aynı bu taşta, fosilini
bırakan salyangoz gibi. Haftaya yine burada buluşacağız. Aynı
saatte. Gelebilirsin, değil mi?”
“Burada, seni bekliyor olacağım.”
Tekrar uzun ve sert bir şekilde öpüştüler. Christine, bu anın
bitmesini hiç istemiyordu. Isaac, Christine’i bırakır bırakmaz
arkasına döndü ve dar sokağın çıkışına doğru yürüdü. Gri taş­
lı kafenin köşesini dönüp gözden kayboldu. Christine olduğu
yerde durdu ve titreyerek Isaac’in uzaklaşan adımlarını dinledi.
İçinden geri gelmesi için dua ederken, gecenin sessizliğinde ar­
tık Isaac’in gittiğini anladı. Ve kalbini saran buz gibi bir korkuy­
la yürümeye başladı. Boş köy merkezini geçip eve doğru koştu.
Eve yaklaştığında, başını kaldırıp salonun penceresine bak­
tı. Bu sırada evlerinin üzerini saran gökyüzünde milyonlarca
yıldızın yanıp söndüğünü gördü. Salonun ışığı hâlâ yanıyordu,
duvara vuran hafif gölge sayesinde babasının sandalyesinin
arkasına yaslandığını görebiliyordu. Uyuyakalan büyükbaba­
sının başı önüne düşmüştü. Onun yatağında değil de yalnız
başına, karanlık sokaklarda olduğunu bilselerdi ne düşünür­
lerdi? Peki ya soğuk, ıslak bir ara sokakta Isaac’le buluştuğu­
nu bilseler?
Christine eve geldiğinde, elinden geldiğince yavaş hareket
etti. Ağır kapıyı yavaşça açtı ve merdivenleri birer birer çıktı.
Her basamakta duruyor, ses çıkarıp çıkarmadığına dikkat edi­
yordu. Evdekilerin hâlâ uyumayıp Hitler’in ısrarcı, tiz sesini
dinlemesine şaşırmıştı. Güvenli bir şekilde eve vardığı için
rahatlamalıydı ama içine korkunç bir ürperti düşmüştü. Tıpkı
gölün dibinde yatan, yaşlı bir kaya gibi...
Q$e$c/ıclÇfâöûi/n/

'—

irkaç hafta geçmişti, kasabaya asılan afişler giderek ço­


B ğalıyordu. Birinde, ‘Tüm Almanlar, Halkın Alıcısı’m
dinleyecek,’ yazarken, bir diğerinde Hitler’in fotoğrafı vardı.
Omuzları dik, tek eli belinde, üzerinde yazan yazıya bakıyor­
du. ‘Tek halk, tek imparatorluk, tek lider.’ Fırınlara, kasaplara,
kiliselere ve dükkânlara yeni afişler asılmıştı. Afişlerin üze­
rinde, yanında pembe yanaklı iki çocuk olan sarışın, güzel bir
çift vardı. Altında ise şu slogan yazıyordu, ‘Irkınız, sağlığınız
ve parti üyeliği için güzel evlilikler yapın!’ Christine, her du­
varda mutlu bir şekilde gülümseyen Aryan ırkı mensubu güzel
aileyi görünce aklına Nazilerin son direktifi geldi: Yasaklanan
bebek isimleri. Bir sonraki ne olacaktı? Alman vatandaşlarına
ne yiyip ne giyeceklerini de söyleyecekler miydi?
Geceleri Christine, Isaac’le buluşmak için boş sokaklarda
yürürken Nazi afişleri karanlıkta, kilisede yakılan mumlar gibi
parlıyordu. Christine onları gördüğünde hepsini yırtmayı, eve
götürüp odun ocağında yakmayı düşünüyordu. Eğer yakalanır­
sa, yakacakları ve kömürleri olmadığını söyleyebilirdi. Ama
içindeki korku öfkesinden daha ağır basıyordu. Bu yüzden on­
ları görmezden gelip yürümeye devam etmeye çalışıyordu.
Bunları düşünmek hiçbir şeyi değiştirmeyecekti, Chris-
tine’in yanında olan tek şey zamandı. Zaman, değişim yara­
tabilecek tek güçtü. Yapabileceği tek şey, yaşananların son
bulmasını bekleyip birilerinin Hitler’in gücünü elinden al­
masını ummaktı. Bir şekilde Hitler’in ya da Nazilerin aklı
başına gelebilirdi. Ne kadar da ironikti, daha haftalar önce
Christine onu bekleyen maceraları öğrenmek için nasıl da
sabırsızlanıyordu. Eğer biri, birine âşık olmak yasak olduğu
için gecenin bir körü gizlice buluşmalara gideceğini söyle­
seydi, asla inanmazdı. Yine de kendine acımayı ve boyun
eğmeyi reddediyordu.
Kendine acımak yerine, Isaac’in nazik öpücüklerini ve
gülümsediğinde kıvrılan güzel dudaklarını hatırlayarak gizli
buluşmalar arasındaki günleri sayıyordu. Christine ve Isaac,
birbirlerini sevdiklerini söyleseler de ilk birkaç buluşma kısa
ve garipti. Mahcup ve sessiz... Ta ki merhaba ya da seni çok
özledim, dedikten sonra söyleyecek bir şey düşünene kadar.
Dünya birkaç hafta içinde hızla değişmişti. Günlük şeylerden
bahsetmek amaçsız geliyordu. Anladıkları ya da mantıklı ge­
len tek şey, birbirilerine olan duygularıydı. Bu yüzden sadece
birkaç kelimeye ihtiyaç duyuyorlardı. Her buluşmalarında,
kendilerini daha rahat hissediyorlardı. Kısa bir süre sonra
konuşmalar daha kolay, sessizlikler daha huzurlu, sarılmalar
daha aşina, öpüşmeler daha aceleci olmuştu.
Dördüncü buluşmalarıydı, Christine ve Isaac kafenin mer­
divenlerinde el ele durmuş, gecenin soğuk rüzgârında birbir­
lerine yaslanmışlardı. “Görünmeden caddelerden geçmek çok
kolay, hep boşlar.”
“İnsanlar gizleniyor,” dedi Isaac. “Sadece önemli işlerini
ve alışverişlerini yapmak için dışarı çıkıyorlar. Herkes durdu­
rulup sorgulanmaktan korkuyor. Bence artık sizin eve yakın
bir yerlerde buluşmalıyız. Biraz daha fazla yürürüm, benim
için sorun olmaz.”
“Neden ki? Yakalanmaktan korkmuyorum. Mahzun bir
bakış takınıp annemlerle kavga ettiğimi söylerim. Biraz stres
atmak için dışarı çıktım derim.”
“Bir erkeğin dışarıda olması daha az şüphe çeker. Ama bir
kadın için çok tehlikeli. Eğer sana bir şey olursa kendimi asla
affetmem.”
“Ya sen? Senin belgelerini kontrol ederlerse...”
“Eğer Gestapo gece köye gelirse...” Isaac bir an sustu, “...
kamyonların sesini duyarım. Kaçıp saklanmak için vaktim
olur.”
“Ah...” dedi Christine, şakayla karışık bir şekilde. “Yani
benim kaçamayacağımı mı düşünüyorsun?”
“Benim kadar hızlı değil.”
“Ee, kanıtla o zaman?” Christine ayağa kalktı ve elini çekti.
“Hayır, otur.”
“Olmaz, kanıtlayamayacağın şeyleri söyleyip kaçamazsın.”
Isaac ayağa kalktı ve kollarını Christine’in beline doladı.
“Koş bakalım. Hemen arkandayım.”
Christine, Isaac’in kollarından kurtulmaya çalıştıysa da
Isaac çok güçlüydü. “Ama bu hiç adil değil.”
“Ne kadar çaresiz olduğunu gördün mü?”
“Senin yüzünden!”
Ve birden öpüşmeye başladılar. Kaçmak, saklanmak için
hissettikleri korku eriyip yok olmuştu. i
Bir hafta sonra Christine’in, Gestapo’yu kandırabilecek rol
yeteneğine olan güveni, babasının annesine söylediği şeylerle
kırıldı. Dietrich, birlikte çalıştığı Katolik bir arkadaşının karı­
sının Yahudi olduğunu söylemişti.
“Koridordaydım,” dedi Christine, duyduklarını Isaac’e an­
latırken. “Neden direkt mutfağa gitmedim, bilmiyorum. Ama
özel bir şey konuşuyor gibi değillerdi. İçimi öyle bir his kap­
ladı ki...”
“Suçluluk duygusu mu?”
“Korku...”
“Peki sonra ne dedi?”
“Arkadaşı doğum gününde kız kardeşinin yanına gitmek
için trenle Stuttgart’a gidecekmiş. Platforma vardığında önü­
nü bir adam kesmiş ve Gestapo olduğunu söylemiş. Ama kıya­
fetleri sivilmiş. Nereden geldiğini ve nereye gittiğini sormuş.
Babamın arkadaşı belgelerini göstermiş, fakat adam tren is­
tasyonunun karşısındaki Gestapo binasına kadar peşinden gel­
mesini söylemiş. İçeride başka bir polis, adamın kız kardeşine
götürdüğü hediyeleri almış. Karısının bahçesinden topladığı
nane çayını ve bir teneke keçi peynirini çalmakla suçlanmış ve
artık trene binemeyeceği söylenmiş. Hatta onu bir daha istas­
yonda görürlerse, Yahudi karısıyla birlikte çalışma kampına
göndereceklerini söylemişler.”
“Ne demek istiyorsun? Artık beni görmek istemiyor
musun?”
“Öyle bir şey demedim. Bir şey söylemeye çalışmıyorum,
sadece anlatmak istedim. Babam, Gestapo’nun her şeyi bildi­
ğini söyledi.”
“Radyodaki haberi dinledin mi? Artık herkes Heil Hitler,
demek zorunda.”
“Duydum. Herkes kolunu kaldırıp onlara emredilenleri ya­
pıyor.”
“Peki sen? Sen de emirlere uyacak mısın?”
Christine, Isaac’e baktı, yüzündeki ifadeyi okumaya çalışı­
yordu. Eğer evet derse, kızacak mıydı? “ilk başta saçma gel­
mişti, kabullenmek istememiştim. Ama babamın anlattıklarını
duyduktan sonra...”
“Uysan iyi olacak. Dikkat çekmek istemezsin.”

Christine ve Isaac iki ay içinde gizli buluşmalarının yerini de­


ğiştirdiler. Artık Christine’in evinin yakınlarında bir tepede,
şarap mahzeni olarak kullanılan bir yeraltı geçidinde buluşu­
yorlardı. Ağaç ve çalılarla kaplı tepe, caddenin altıyla kesişen
yolun diğer tarafındaki dükkân ve kafe sıralarının arkasına ka­
dar uzanıyordu. Değirmen için kullanılan bir ırmak, tekerlek
izleriyle dolu koruluğu ikiye bölüyordu. Mahzen, kasap Bay
Weiler’a aitti. Ama Bay Weiler, stoklarını diğer restoran ve
kafelerle paylaşıyordu. Isaac yosun kaplı kapının küflü asma
kilidini -diğer bir değişle, zorla içeri girmelerinin tek kanıtım-
hiç zorlanmadan kırmıştı. Taş odadaki meşe fıçıları ve üzerin­
de tozlu şişeler bulunan ahşap raflar, kıvrımlı duvar boyunca
uzanıyordu. Uzun, dar alanın arkasında içi turp ve patateslerle
dolu bir sürü kasa vardı.
Cezbedici fıçıların musluğunu açıp şarap içmek haricinde,
mahzendeki hiçbir şeye dokunmuyorlardı. Gizli bir yer bula­
bildikleri, yaklaşan kışın soğuk rüzgârlarından korundukları,
yakalanma korkusu olmadan konuşup öpüşebildikleri bir yer
buldukları için minnettarlardı. Christine yanında küçük bir
mum getiriyordu. Mumun ince, gri dumanı eğimli tavana ka­
dar yükseliyor, eğimli tavandaki kare hava boşluğunda, gece­
nin karanlığında kayboluyordu. Bazen Isaac yanında peynir,
meyve ya da annesinin meşhur erikli keklerinden de getirirdi.
Birlikte boş bir şarap fıçısını devirir, üzerine kırmızı beyaz
damalı bir masa örtüsü yayar, şarap mahzenini gözlerden ırak
romantik bir mekâna çevirirlerdi.
Dışarıdaki dünya kaos içinde çalkalanırken, onlar kahka­
halar içinde sohbet ediyor, Isaac’in mırıldandığı şarkılarla
toprak zeminli tünellerinde dans ediyorlardı. Birlikte her şey
eski haline döndüğünde ne yapacaklarına dair planlar yapıyor,
tüm bunların uzun sürmemesi için dua ediyorlardı. Ama haf­
talar geçtikçe, yaşadıkları bu kâbusun bir gün gerçekten son
bulup bulmayacağından şüphelenmeye başlamışlardı.
Kasım ayının sonuydu, Isaac ve Christine son birkaç hafta­
dır yaşananlar hakkında konuşuyordu. “PolonyalI Yahudi’nin
Alman konsolos yardımcısını planlayarak öldürmediğini söy­
lüyorlar,” dedi Isaac. “Ama babamla ben, bunun kasti yapıldı­
ğını düşünüyoruz. Olay için ayağa kalkanlar siviller değil. Si­
vil giyinmiş SS’ler. Yahudilere ait işletmeleri yağmalayanlar,
sokaklardaki Yahudileri dövenler de onlar.”
Christine ve Isaac, sırtları patates kasalarına yaslı bir halde,
montlarının üzerinde oturuyorlardı. Christine, topraktan gelen
acımasız soğuktan korunmak için eteğini bacaklarının altına
sıkıştırmıştı. Isaac, kolunu Christine’in omzuna atarken, çene­
sini başının üzerine dayamıştı. %
“Gazetede, Berlin’de yanan sinagogların fotoğrafı var,”
dedi Christine.
“O olaya Kristal Gece diyorlar. Sokakları kaplayan cam kı­
rıklarının ışıltıları yüzünden... Doksan bir Yahudi öldürüldü,
yirmi bin Yahudi de hapse atıldı.”
Christine şaşkın bir ifadeyle Isaac’e baktı. “Ne için? Ken­
dilerini korudukları için mi?”
“Kim bilir? SS’lerin bir sebebe ihtiyacı yok.” Isaac çene­
sini sıktı ve birini tekmeleyip yumruklamak ister gibi ayağını
havada salladı. “Eğer Hitler böyle devam ederse, Yahudileri
Avrupa’dan kaçıracak. Annemler Gabriella’yı okuldan almak
zorunda kaldı. Artık Yahudi çocukların Almanların okuduğu
okullara gitmesi yasak. Yahudilerin hiçbir şeyi olmayacak.”
Isaac’in sesi üzgün ve öfkeli geliyordu. “Ben de üniversite­
yi bıraktım. Annemle babam ellerindeki tüm parayı kamımızı
doyurmak için kullanıyor. Manava gittiğimde bile sanki iz-
leniyormuşum gibi hissediyorum. Mücadele edemem. Hiçbir
şey yapamam. İşim, param ya da eğitimim olmayacak. Hiçbir
şeyim olmayacak. Seni çok seviyorum Christine, ama benimle
nasıl hayat kurabilirsin ki?”
Christine, elini Isaac’in yanağına koydu. “Ama unuttuğun
bir şey var. Benim de hiçbir şeyim yok. Ailem fakir, ama bir-
likteler. Ve hayatımda hiç bu kadar mutlu olmamıştım. Kara­
rımı değiştirmedim, Isaac. Şu hayatta istediğim tek şey senin
karın olmak.”
Isaac gülümsedi. Christine’i kendine çekip dudaklarını
öperken küçük bedenini montların üzerine yatırıp yanına
uzandı. Christine üşümemesine rağmen tir tir titriyordu. Isaac
montunun köşeleriyle Christine’in üstünü örttükten sonra kol­
larından güç alarak Christine’in üzerine çıktı. Kestane rengi
gözleri aşkla bakıyordu. Christine, Isaac’in aşkının derinliği­
ne ve sıcaklığına kapılmıştı. Kollarını ona sardı. Ve Isaac onu
büyük bir şehvetle öpmeye başladı. Nefes nefeseydi, Christine
Isaac’in kalbini göğüslerinde hissedebiliyordu. Daha fazla da­
yanamayıp Isaac’in gömleğini çekti ve el yordamıyla düğme­
lerini bulmaya çalıştı. Kendi de soluk soluğa kalmıştı. Isaac’in
sıcacık eli belinden aşağı kayıyor, eteğinin üzerinden kalçasını
okşuyordu. Isaac önce boynunu, sonra köprücük kemiklerinin
üzerindeki beyaz derin çukuru ve son olarak göğüs dekoltesin­
deki sıcak, yumuşak bölgeyi öptü. Kısa bir süre sonra aniden
durup başını iki yana salladı. Oysa Christine ona durması ge­
rektiğini söylememişti.
“Yapamayız,” dedi nefes nefese. “Eğer hamile kalırsan...”
Christine kamında bir kasılma, üzerinde bir kırgınlık his­
setti. Yarım kalan arzuları tüm vücudunu sızlatmıştı. “Biliyo­
rum,” dedi bir nefeste.
Isaac başım Christine’in göğsüne dayadı. Christine,
Isaac’in nasıl titrediğini hissedebiliyordu. “Eğer kamında Ya­
hudi bir çocuk taşıdığını öğrenirlerse bizi hapse atarlar. Seni,
beni ve bebeğimizi.”
“Biliyorum, biliyorum... O zaman bana sarılsana. Sadece
sarıl.”
Christine dişlerini sıkarken, küt küt atan kalbini sakin­
leştirmeye çalışıyordu. Isaac’in nefesi yavaşlamıştı. Chris­
tine, Isaac’in vücudunun gevşeyip rahatladığını fark etti.
Birden göğsüne yaslanan başın ağırlığı ona bir bebeğinkini
düşündürdü. Isaac’in bebeği... Göğsünü emip huzur ve besin
arayan yeni doğan bir bebek... Bu duyguyu yaşayabilecek mi­
yim? diye geçirdi içinden Christine. Birlikte olmamıza izin ve­
recekler mi? Herkes gibi yaşamamıza... Mutlu bir yuva kurma­
mıza... Bir ev, bir çocuk sahibi olmamıza... İnsanlığın en temel
haklarının keyfini çıkarmamıza izin verecekler mi? Christine’in
gözlerinden yaşlar süzüldü. Kollarını Isaac’e daha sıkı sarıp el­
leriyle gömleğini kavradı ve hayatının geri kalanını onun kuca­
ğında geçirebilmeyi diledi. Birden içine birkorku düştü, Isaac’i
bir şekilde ellerinden alacaklardı. Bugünlere nasıl geldik? Nasıl
kendimi, sırf âşık olduğu için hapse atılan insanların olduğu bir
dünyada buldum? Hangi ara, masum bebeklerinin ihtiyaçlarını
karşılamak için kendini kurban etmeye gönüllü iki insanın, sırf
Yahudi oldukları için hapse atıldığı ya da öldürüldüğü bir dün­
yaya döndük? Bu bir kâbus olmalı, diye düşündü. Kâbus olmak
zorunda. Şimdi uyanacağım ve tüm bunların koca bir rüyadan
ibaret olduğunu anlayacağım.
Eline bir çimdik attı ama hiçbir şey değişmedi. Hâlâ şarap
mahzenindeydi. Hayatının aşkı, kollarının arasında toprağın
üzerinde yatıyordu. İkisi de suçlu konumundaydı. Christine,
mumun eğimli tavanda titreyen kehribar rengi pırıltısını izle­
meye başladı. Birden topraktan gelen dondurucu soğuğu fark
etti. Soğuk, montundan tenine işliyor, kaslarından ve kemikle­
rinden geçerek kalbini arıyordu. Gözyaşları, saçlarını sırılsık­
lam ederken aklında sadece tek bir soru vardı. Bize ne olacak?

Uzun zamandır bu kadar sert bir kış yaşanmamıştı. Birkaç


haftada bir şiddetli kar fırtınaları kopuyor, caddelerde girdaplar
oluşturan öfkeli rüzgârlar kaldırımlarda uğulduyordu. Birkaç
gün önce atlı sabanlar, dar sokakları ve dönemeçli bulvarları
tam zamanında temizlemiş, kopan bir sonraki fırtına caddeleri
tekrar doldurmuştu.
Christine’in annesi panjurları sıkı sıkı kapamış, üzerlerini
eski gazete kâğıtlarıyla kaplamıştı. Hatta camların içine masa
örtüleri ve çarşaflar asmıştı. Ama kuru, toz halindeki kar bir
şekilde içeri giriyor, küçük kumul tepecikler gibi tahta yerlerin
üzerinde birikiyordu. Annesi Rose, güneş batar batmaz ocağa
kömür atmayı kesiyor, yemek boyunca omuzlarına sarmaları
için herkese birer battaniye veriyordu. Kömürler, geriye siyah
turuncu közlerden başka hiçbir şey kalmayana kadar yandı­
ğında, herkes kat kat giyiniyor, bere ve eldivenleriyle birlikte
yatağa gidiyordu.
1939’a girerken, Christine kendini havaya lanet okurken
buldu. Bazen kar kalınlığı o kadar yüksek oluyordu ki Isaac’le
şarap mahzenine giremiyorlardı. Isaac ona gitmesini söyleyene
kadar titreyerek sarılıyorlardı. Christine’in üzüntüsü bununla
da bitmiyordu. Isaac görüşmelerini ayda bire indirmeye karar
vermişti. Çünkü yerdeki karları karıştırıp kanıtları silmek için
ellerinden geleni yapsalar da özel bir mülkte illa bir ayak izi
bırakıyorlardı. Birinin şüphelenmesi uzun sürmeyecekti.
Kar erimeye başlamıştı, yine de Isaac ayda bir kez buluş­
makta ısrarcıydı. Sivil polis düzenli olarak etrafı geziyor, kapı
kapı insanların belgelerini kontrol ediyordu. İnsanlar böylesine
dehşet içindeyken gece sokakta birini görmek paniğe yol açabi­
lirdi. Bu durumda biri onları fark ederse, kim bilir neler olurdu.
Baharın resmi olarak gelişinden iki gün önce radyo
Hitler’in, Bohemya ve Moravia’ya ordu gönderdiğini bildirdi.
Führer ise sekiz saat sonra Prag’a varmıştı. Lale ve çiğdem­
ler yeni yeni açarken komünistler, sosyalistler, işçi liderleri ve
devlet düşmanları Güney Almanya’daki yeni çalışma kampı
Dachau’ya gönderildi. Mayıs ayında, ciddi kalıtsal bir hastalık
şüphesi taşıyan üç yaşından küçük her çocuğun, devlet tara­
fından kayıt altına alınması gerektiği bildirildi.
Christine haftalardır ölü gibiydi. Isaac’i tekrar görebil­
mek için uzun saatleri sayıyordu. Gündüzleri, değirmene ve
dükkânlara giderken başı hep eğikti. İnsanların gözlerindeki
sırrı göreceğinden emindi. Bir keresinde çarşıda bir teneke
peynir almak için bozuk paralarını sayarken askeri bir kam­
yon geçmiş, Christine ellerinin titremesine engel olamamıştı.
Annesinin söylediğine göre Kate ve Stefan birlikteydi.
Herkesi şaşırtan şey ise Kate’in annesinin bu duruma heye­
canlanmış olmasıydı. Rose’dan, Kate’in vakit geçiremeyecek
kadar meşgul olduğunu Christine’e söylemesini istemişti. As­
lında bu Christine’i rahatlatmıştı. Çünkü Kate’in kahkahalar­
la dolu hikâyelerini gözyaşlarına boğulmadan dinleyebilecek
gücü yoktu. Kate ve Stefan’ı sokakta el ele yürürken gördü­
ğü, ¡de arkasını dönüyor, en yakın sokağa girip sokağın sonuna
kadar koşuyordu.
Her şeye rağmen Christine kız kardeşi Maria’ya sahip oldu­
ğu için Tann’ya binlerce kez şükrediyordu. Yan yana çalışırken,
toprağı ekime hazırlarken, arka bahçede kuştüyü yatakları dö­
verken, açık panjurlara koydukları süpürge sopalarında sucuk
kuruturken, gözlerinin neden sebepsiz yere dolduğunu anlayan
birinin olduğunu bilmek rahatlatıcıydı. Christine, sırlarını ağ­
zından kaçırmaktan korktuğu için Isaac hakkında konuşmak is­
temiyordu. Maria da bu konuda onu zorlamadığı için şanslıydı.
Ancak Maria, ablasının kalbini biliyordu. Ailenin geri kala­
nı sohbet edip gülerken, Christine’in ağlamak üzere olduğunu
fark ettiği için masanın altından elini okşamıştı. Vücudunun
her dokusuyla, Isaac’i sevip özlediğini anlayan birinin oldu­
ğunu bilmek şimdilik Christine’e yetiyordu. Ama Maria’dan
gerçeği saklamanın verdiği suçluluk duygusu çok ağırdı. Bu
nedenle kendi kendine ona bir gün her şeyi anlatacağını söyle­
yip duruyordu. Ve o günün, çok yakında olmasını umuyordu.
Havaların ısınmasından bir hafta sonra, Führer, Danzig’in
Almanya’ya geri verilmesi gerektiğini söylüyordu. Hem de
Fransa ve İngiltere’nin Polonya’yı korumaya hazır olmasına
rağmen... Aynı zamanda Polonya ve Rusya ordularını Alman
sınırlarına yığmıştı. Christine, kasaba ve fırına gittiğinde fısır
fısır konuşan insanlardan savaşın çok uzakta olmadığını du­
yuyordu. Christine’in tanıdığı herkes, huzur kaçıran haberlere
rağmen hâlâ bir barış şansı olmasını umuyordu. Yaşanan kriz
büyüdükçe, yiyecek ve erzakların karneyle dağıtılacağına dair
dedikodular da yayılmaya başlamıştı. Christine büyükannesi­
nin anlattığı kadınların ve çocukların açlıktan öldüğü savaş
hikâyelerini düşünmemeye çalışıyordu.
1 Eylül tarihinde Hitler, Polonya’nın, Alman bölgesine ateş
açtığını ve Almanya’nın kendini korumak için karşılık verdi­
ğini açıkladı. Bombalara karşılık bombalar atılacaktı. Aynı
gün, tüm Alman Yahudiler için saat sekizden sonra sokağa
çıkma yasağı konuldu.
Christine boynunda bir tasma varmış gibi hissediyordu.
Birkaç gece boyunca, Isaac’in yeni yasakla birlikte görüş­
melerine son vermesinden korkarak, şafak sökene kadar
yatağında bir sağa bir sola döndü. Savaşı düşünmemeye
çalışsa da uçan mermiler ve köyüne düşen bombalar gözünün
önünden gitmiyordu. Öte yandan bunların böylesine küçük
ve önemsiz bir yerde yaşanmayacağı konusunda kendini ikna
etmeye çalışıyordu. Dahası sokağa çıkma yasağı yüzünden
Isaac bir üç hafta daha beklemek ister miydi bilemiyordu.
Çünkü en son iki gün önce, yani Fransa ve İngiltere savaş ilan
etmeden bir gece önce görüşmüşlerdi.
Isaac’i görmeden geçirdiği bitmek bilmeyen üç hafta bo­
yunca radyo, Kraliyet Hava Kuvvetleri’nin Cuxhaven ve
Wilhelmshaven’in bir kısmını bombaladığını ve Alman bir­
liklerinin Varşova’ya doğru yola çıktığını bildirdi. Savaşın ilk
kayıpları, vatanı için ölenler listesi şeklinde gazetede verildi.
Aynı zamanda gazetede Alman halkının koruma kuvvetlerini
tehlikeye atan birinin idam cezasıyla karşı karşıya kalacağı da
yazıyordu.
Nihayet şarap mahzeninde buluştuklarında, Christine tüm
haberleri hatırlamaya çalıştı. Çünkü SS’ler, Bauermanların
radyosuna el koymuştu. Gazetelerde Yahudiler için konulan
yeni kural ve kısıtlamalara göre -tıraş sabunu, tütün, balık, tur­
ta ve çiçek satımının yasaklanmasının yanında- artık Yahudi-
lerin radyolarının olması da yasaktı.
“Sekiz kişilerdi. Her şeyimizi aldılar,” dedi Isaac. “Babamı
ittiler. Ben de kulağımın üzerine düştüm. Her şeyimizi çaldılar.
Mum, sabun, et, yağ, ekmek, kitap, bavul, annemin mücevher­
leri, kürkleri, kardeşimin oyuncak bebekleri... İstedikleri her
şeyi... Bir gün sonra tekrar geldiler. Bu sefer kamyonla gelmiş­
lerdi. Tablolarımızı, güzel mobilyalarımızı, porselenlerimizi ve
gümüşlerimizi aldılar. Hatta menoralarımızı* bile... Her şeyi
bize taşıttılar. Eşyaları kamyona yükledikten sonra babama,
her şeyini gönüllü olarak Alman Kızıl Haç’ına bağışladığına
dair bir kâğıt imzalattılar.”
“Böyle bir şeyi nasıl yapabilirler? Daha hava aydınlanma-
mışken insanların eşyalarını nasıl çalarlar?”
“Onları kim durduracak ki?”
Christine omuz silkti ve başını iki yana salladı. Gözlerin­
den yaşlar süzülüyordu. “Bilmiyorum...”
“Bize gazı açmamızı ya da kendimizi asmamızı söylediler.”
“Tanrım...” Christine, Isaac’in elini tuttu. “Çok üzüldüm...
Geriye bir şeyiniz kaldı mı?”
“Babam üst kattaki banyonun zeminine, klozetin altına bir
miktar para saklamıştı. Onu bulamadılar.”
“Bir şeye ihtiyacın var mı? Senin ve ailen için yapabilece­
ğim bir şey var mı?”
“Bu ülkenin dışına bir bilet. Tek gidiş.”
Christine kaskatı kesildi. Isaac ve ailesinin başka bir yerde
daha güvende olabileceğini biliyordu, ama ona burada ihtiyacı
vardı. Yüzünü görmeli, sesini duymalı, güçlü kollarını belinde
hissetmeliydi. Bunları düşününce, çok bencil olduğu için ken­
dinden nefret etti. “Akrabalarından hiç haber aldın mı?”
“Halam üç hafta önce Lodz’dan mektup yazmış. Ama eli­
mize ancak dün geçti. PolonyalI Yahudilere, önce üstlerin­
de altı köşeli yıldız olan kol bantları taktırmışlar, sonra da
Yahudi mahallelerine sürmüşler. Direnen adamlar vurulmuş.

* Kudüs Tapınağı’nda ve Çadır Tapınak’ta zeytinyağı ile yakılan Yedi Kollu


Şamdan. Yahudilerin en eski sembollerinden biridir. Hz. Musa’nın Sina
Dağı’nda gördüğü Yanan Çalı’yı simgeler. (Ed. N.)
Hatta kocası da onlardan biriymiş. Üç çocuğuyla birlikte,
sekiz kişiyle aynı odada kalıyormuş. Onu oradan kurtarma­
mız için bir şey yapıp yapamayacağımızı soruyor. Bunun son
mektubu olacağını yazmış, çünkü artık mektuplaşmalarına
izin verilmiyormuş. Babam oturup ağladı. Annem babama
bakamadı bile. Anneme göre her şey düzelecek. Hitler’in
savaşla çok meşgul olduğunu, bizimle uğraşamayacağım ve
kurallara uyduğumuz sürece iyi olacağımızı düşünüyor.”
“Peki sen ne düşünüyorsun?”
Isaac yere baktı. “Bence artık buna bir son vermeliyiz.”
Bu sözler Christine ’ in üzerine bir çığ gibi devrildi. “N ey e?”
“Gizli buluşmalarımıza. Eğer yakalanırsak her şey biter
Christine. İkimiz için de. Sokağa çıkma yasağı varken buluş­
mamız çok... çok tehlikeli. Biri beni takip edebilir. Buna de­
vam edemeyiz. Artık gelmeyeceğim.”
Christine yüzünü elleriyle kapadı. Bir gün bunun olaca­
ğını biliyordu. Ama kendi kulaklarıyla duyduğunda, kamına
bir yumruk yemiş gibi olmuştu. Isaac’in sesi soğuk ve sertti.
Ancak Christine başını kaldırdığında, gözlerinin yaşlarla par­
ladığını gördü.
Isaac, onu kollarına aldı. “Yakında tekrar birlikte olacağız.
O zaman bizi hiçbir şey ayıramayacak. Güvende olduğumuz­
da bir şekilde seni bulacağım. Sana söz veriyorum, Christine.”
Christine kendini geri çekti. Devirdikleri şarap fıçısının
yanına gitti ve üzerindeki kırmızı beyaz masa örtüsünü alıp
toprak kaplı zemine yaydı. Gözleri yaşlarla dolu bir halde, ör­
tünün ortasına bastı ve elbisesinin üst kısmındaki düğmelerini
çözmeye başladı. Isaac dudaklarını birbirine bastırmış, başını
eğmiş onu izliyordu. Christine elbisesini omuzlarından indirdi
ve elbisenin belinden aşağı düşmesine izin verdi. Büzgülü ete­
ğinin ince kemerini çözmeye başladığında Isaac’in dudakla­
rından kısık, acı dolu bir inilti çıktı. Öne doğru atıldı ve yüzü­
nü Christine’in boynuna gömdü. Güçlü kollarıyla Christine’in
kollarını iki yanında sıkıca tutuyordu.
“Yapamayız,” dedi mırıldanarak. Sıcacık nefesi Christine’in
tenine değiyordu. “Ne kadar istesem de yapamayız.”
“Eğer seni bir daha göremeyeceksem,” diye fısıldadı Chris­
tine, kulağına. “Bu anı yaşamak istiyorum. Seni hatırlatacak
bir şeye ihtiyacım var. Bunun üstesinden gelmeme yardım
edecek bir şeye...”
Isaac, elbisenin üst kısmını tekrar onun omuzlarına çe­
kip geri adım attı. “Yapmayacağım. Seni tehlikeye atmaya­
cağım. Bir gün birlikte olacağız, ama şimdi değil. Burada,
böyle değil.”
Christine, kollarını kendine doladı. Isaac de yanına gi­
dip onu kollarının arasına aldı. Birkaç dakika sonra Isaac,
Christine’in üstüne çekidüzen vermesine yardım edip başpar­
maklarıyla ıslak yanaklarını sildi. Ardından masa örtüsünü
alıp tersini çevirdi ve dizleriyle üzerine çıktı.
“Ne yapıyorsun?” diye sordu Christine, gözlerini silerken.
Isaac cebindeki kibrit kutusunu çıkarıp bir kibrit yaktı.
Ateşi söndürmeden önce neredeyse parmaklarını yakana ka­
dar bekledi. Sonra masa örtüsünün sağ ucuna yanmış kibritle
büyük bir C yazdı. Elindeki yanmış kibrit çöpü bitene kadar
harfin üzerinden defalarca geçti. Christine yanma diz çökerek
elini Isaac’in geniş sırtına koydu. Isaac hareket ettikçe, kasla­
rının gerilip gevşediğini hissedebiliyordu. Isaac bir kibrit daha
yaktı ve &I yazdı. Ve altına 1939 yazmak için tam altı kibrit
daha kullandı.
“Bir gün birlikte buraya döneceğiz. Gün ışığında. Kimse­
nin bizi görmesinden korkmayacağız. Bu örtüyü alacağız ve
evlendiğimizde düğün masamıza sereceğiz. Kocaman bir pas­
tanın ve binlerce çiçeğin altında bu örtü olacak.”
Christine başını hafifçe aşağı yukarı salladı. Şişmiş gözle­
rinden yaşlar dökülüyordu. Birlikte ayağa kalktılar ve örtüyü
iki ucundan tutup katladılar. Birbirlerine, sanki yüzlerini ha­
fızalarına kazıyorlarmış gibi bakıyorlardı. Isaac uğurlu taşı­
nı cebinden çıkarıp örtünün ortasına koydu, ardından örtüyü
soğuk beton duvarın ve en köşedeki tahta patates kasasının
arasına sıkıştırdı. Christine, Isaac’i izlerken hıçkırıklarını bas­
tırmak için dudaklarını ısırıyordu.
<yUtma/

*—^2^

ısım ayının ortasında her eve karneler dağıtıldı. Kahve-


engi üniformalı, fındık rengi şapkalı iki genç asker insan­
ları tek tek saydı, isimlerini aldı ve belgelerini inceledi. Dağıtı­
lan üzeri delikli kâğıtlar renklerle kodlanmıştı: Et için kırmızı,
şeker, un ve gündelik besinler için san, ekmek için kahverengi.
Bu kâğıtlar saklanıyor, ihtiyaç halinde kullanılıyordu. Çünkü
halk bir ay boyunca bunlarla idare etmek zorundaydı, üstelik
kâğıtlar takas da edilemiyordu. Her ailenin yanm kilo et, iki
yüz elli gram şeker, dört yüz gram kahve, iki kilo ekmek, üç
yüz gram yağ, doksan gram reçel, otuz gram peynir ve haftada
bir tane yumurta alma hakkı vardı. Tüm süt, çocuklar ve hami­
leler için aynlmıştı. On dört yaşın altındaki çocuklann yemek
paylan daha büyüktü. Kapıya gelen görevliler, Rose’a domuz
alıp kesmenin yasak olduğunu da söylemişlerdi. Eğer kuralları
çiğnerse, bir daha erzak kuyruğundan asla et alamayacaklardı.
Ayrıca elbise ve ayakkabı almak da onay gerektiriyordu.
Rose, askerlere nasıl izin alabileceğini sorduğunda adamlar
hiç uğraşmamasını söylediler. Çünkü izin öyle kolay kolay
alınmıyordu. Askerler her eve bildiriler dağıtmıştı. Bildiriler­
de insanların hurda, metal, kâğıt, kemik, paçavra ve boş tüp­
leri biriktirip postaneye götürmeleri gerektiği yazıyordu. Tüm
kaynakların askeriyeye gitmesi çok mühimdi, bu her vatanse­
ver Alman’m göreviydi.
Ailesi yeni sisteme ayak uydurmaya çalışırken, Christine’in
uyuyakalana dek ağlamaları son bulmuştu. Ama her sabah gözü­
nü açar açmaz, bir daha Isaac’i göreceğinden emin olmadığı için
yüreğine bir hüzün çöküyordu. Bazen yatağından sürünerek çık­
ması bir saatini alıyor, kollan bacaklan acıdan ağırlaşıyordu. Gün
boyu kar kürüyor, yerleri ovuyor, camlan siliyordu. Hatta büyük­
babanın yakacak taşıma işini üstleniyor, gönüllü olarak saatlerce
yemek sırasında bekliyordu. Isaac’in yüzünü ya da ne yaptığını
düşünemeyecek kadar bitkin düşmek istiyordu. Böylece rahatça
uyuyabilecekti. Ama ne yapsa işe yaramıyordu.
Aralık ayında Christine ve Maria, ahırın arkasındaki ko­
ruluktan Noel ağacı kesmek için çiftçi Klause’tan izin aldılar.
Noel’den bir gün önce kardeşlerine sürpriz yapmayı umarak
erkenden kalktılar. Her çatının, her dalın üzeri yağan karın
bembeyaz, kalın örtüsüyle kaplanmıştı. İki kız kardeş par­
maklarının ucuna basarak alt kata indi. Babalarının iş göm­
lekleriyle iş pantolonlarını elbiselerinin üzerine geçirdi. Yün
çoraplarının üzerine bir çorap daha giydiler, kaim berelerini
başlarına taktılar ve boyunlarını örgü atkılarla kapadılar. Giyi­
nirken birbirlerine yardım ediyorlardı, kıyafetleri o kadar ka­
lındı ki ayakkabılarını bağlamak ya da montlannın düğmelerini

j
iliklemek imkânsızdı. Birbirlerine eldivenlerini giydirdikten
sonra Maria, kilerden küçük bir balta getirmesi için ablasını
bekledi.
Dışarıda kızlar birbirlerine gülüyordu, kelimelere dökme­
seler de sabahın sessizliğinin keyfini çıkarıyorlardı. Hava so­
ğuk ve durgundu, ayaklarının altında ezilen karların hışırtısı
ve kış kuşlarının uzaktan gelen sesleri dışında çıt çıkmıyordu.
Güneş beyaz yorganla örtülü sokaklara, posta kutularına, çit­
lere vuruyor, hepsini üzerlerinde milyonlarca küçük ayna var­
mış gibi parıl parıl parlatıyordu. Güçlükle ilerleyen Christine
ve Maria, hiçbir şey konuşmadan kara bata çıka yolun sonu­
na kadar yürüdüler. Yolun sonuna vardıklarına Maria, birden
kahkahalara boğuldu.
“Bizim ufaklıklara yakalansak bile bizi tanıyabileceklerini
sanmıyorum!”
“Farkındayım!” dedi Christine. “Şişman, yaşlı bir adama
benziyorsun!”
“Zaten öyle hissediyorum! Bu kıyafetlerle kımıldayamıyo-
rum bile!”
Christine mutlu bir anın, ne kadar iyi hissettirdiğine şaşı­
rarak güldü. Ama kahkahaları vicdanını rahatsız ediyordu. Sa­
vaş devam ederken, Isaac’i bir daha görüp göremeyeceğini ya
da görecekse ne zaman görebileceğini bilmezken nasıl güle­
biliyordu? Öte yandan Isaac de bazen gülüyor, kahkaha atıyor
olmalıydı. Tabii ki ailesiyle birlikte güzel vakitler geçiriyordu.
Christine’in öğrenmesi gereken bir şey varsa, o da anı yaşa­
maktı. Isaac de böyle yapmasını isterdi. Bu yüzden artık anı
yaşamayı denemeye karar verdi.
“Umarım, çocuklar her şeye rağmen güzel bir Noel geçirir.
Bugünün onlar adına daha özel olması için ne yapabiliriz ki?”
“Bulabildiğimiz en büyük ağacı bulalım!” dedi Maria.
“Çok hoşlarına gidecek! Hatırlıyor musun, bir keresinde
Heinrich kocaman bir Noel ağacı seçmişti. Ama annem salona
sığmayacağını söylediği için çok ağlamıştı.”
“Üç buçuk metre falandı!”
“Evet. Heinrich, annem başka bir ağaç seçmesine izin ve­
rene kadar resmen ulumuştu.”
“Sonra küçük bir ağaç seçip eve kendi götürmek istemişti.
O zaman dört yaşındaydı, değil mi?”
“Evet. Yine de küçük bir adam sayılırdı. Babam gibi büyük
ve güçlü olmak için çok çabalıyordu. Bir Noel’de de hepimiz
çiftçi Klause’un atlı kızağına atlayıp tüm kırlığı gezmiştik, ha­
tırlıyor musun?”
Maria gülümsedi. “Hiç unutmadım ki. Harikaydı. Kızağın
zillerinin sesi hâlâ kulaklarımda!”
“Sen at isteyip duruyordun. Babam da at alamadığı için
sana böyle bir sürpriz yapmıştı.”
“Geçirdiğim en güzel Noel’di. Belki biz de Heinrich ve
Karl’a unutulmaz bir Noel yaşatabiliriz. Atlı kızağa bayıla­
caklardır. Hava süper, kar da yeteri kadar yüksek!”
“Ama çiftçi Klause kızağını satalı çok oldu. Paraya ihtiyacı
varmış.”
“Ah,” diyen Maria, omuzlannı düşürdü. “O gördüğüm en
güzel kızaktı. Parlak ve siyahtı. Yaldızlı kırmızı minderleri
vardı.”
“Hatırlıyorum. Çok güzeldi. Ama en güzel Noel’imi se­
kiz yaşındayken geçirmiştim. Noel Arifesi annemle birlikte
terziye gitmiştik. Yeni malzemeler alacaktık. Sen hatırlama­
yacak kadar küçüktün, ama o yıl büyükannem bize çok güzel
elbiseler dikmişti. Noel için çok heyecanlıydım. Tabii, terziye
gittiğimiz için de. Yolda kar yağmaya başlamıştı. Gökyüzünden
kocaman kar taneleri dökülüyordu. Çok... çok mutluydum.”
Maria ablasının eldivenli elini avucuna aldı. “Korkma. Bir
gün yine mutlu olacaksın. Sana söz veriyorum.”
Christine, yaşlı gözlerini kırptı ve gülümseyebilmek için
kendini zorladı. Bu anı mahvetmek istemiyordu. Güzel anıları
hatırlamak kendini iyi hissettirmişti. Hatta her şeyin düzele­
ceğine dair içinde bir umut bile yeşermişti. “Peki, annemin
Noel Baba kılığına girdiği günü hatırlıyor musun? O kadar
çok gülmüştü ki gülmekten resmen burnu akmıştı. Hepimiz o
olduğunu anlamıştık!”
Maria bir kahkaha attı. “Evet! Bay Weiler’ın uzun kırmızı
yatak şapkasını almıştı. Beyaz bir paçavradan da sakal yap­
mıştı. Bizi kandıramamış olsa da çok eğlenmiştik. Aklıma bir
fikir geldi! Küllerden, ocaktan ağaca kadar ayak izleri yapa­
lım. Çocuklara Noel Baba hediyeleri getirirken iz bırakmış
deriz!”
Christine olumlu anlamda başını salladı. Ardından birlikte
adımlarını hızlandırarak üzeri kar kaplı bir tarladan geçtiler
ve çiftçi Klause’un koruluğuna girdiler. Christine ve Maria
kusursuz bir Noel ağacı bulabilmek için her ağacı, her dalı
inceledi. Sonunda tavşan ve tilki izlerini takip ederek açıklık
bir alan buldular. Tam ortada genç, iri bir ladin vardı.
“İşte!” dedi Maria. “Tam salonun köşesine uyacak!”
Christine, ağacın gövdesini incelemek için dizlerinin üzeri­
ne çöktü. “Çocukların çok hoşuna gidecek!”
Maria altta kalan dallan Christine’in önünden çekti ve
Christine’in vurduğu birkaç darbeyle ağaç dakikalar içinde
devrildi. Christine bir daldan, Maria diğer daldan tuttu ve la­
dini tarlanın diğer ucuna doğru sürüklemeye başladı. Sert dal­
lar, arkalarında geniş izler bırakıyordu. Ağır ağacı taşırken eşit
adımlar atmaya çalışan kızlar, nefes almak için birkaç dakika­
da bir durmak zorundaydı. Biri, sürekli dengesini kaybedip
dizlerinin üzerine düşüyor, diğeri kahkahalar içinde kardeşi­
nin kardan kalkmasına yardım ediyordu. Güç sarf ederken o
kadar terlemişlerdi ki atkılarını çıkarıp ceplerine sıkıştırdılar.
Noel ağacını karlı caddelerde sürükleyip eve getirdikten
sonra, ağacı ön odanın köşesine koydular. Ve ağacın altına, kar
süsü vermek için beyaz bir çarşaf yaydılar. Aslında sehpanın
üzerinde, tepesinde yıldızı olan küçük bir çam ağaçları vardı.
Ama yüksekte olmasına rağmen hâlâ çok kısaydı. Getirdikleri
ladin ise tavana kadardı, dalları neredeyse yemek masasına
kadar uzanıyordu.
Çocuklar içeri girdiklerinde Heinrich’in gözleri iri iri
açıldı.
“Bu gördüğüm en dev Noel ağacı!”
Kari eliyle ağzını kapayarak ağaca yaklaştı. Sanki anı
ölümsüzleştirmek istiyormuş gibi yavaşça hareket ediyordu.
Maria, Karl’m yanma eğildi ve kollarını onun küçük omuz­
larına sardı. “Sevdin mi?”
Kari ağzı kulaklarında başını salladı. “Dokunabilir miyim?”
Maria kardeşinin yanağını öptü. “Tabii ki! Bu sizin ağa­
cınız!”
“İddiaya girerim Almanya’daki en büyük Noel ağacı bizim
evde!” dedi Heinrich. Sesinde büyük bir gurur vardı.
Christine kolunu Heinrich’in omzuna attı. “Çünkü siz Al­
manya’daki en güzel kardeşlersiniz.”
Heinrich ablasını öpüp teşekkür etti. Bunun üzerine Chris­
tine kardeşine tekrar sarılırken bir elini de Kari ve Maria’ya
uzattı. Kari kısacık kollarıyla, ablalarına sarılmak için tüm
gücüyle uğraşıyordu. Maria tüm kardeşlerini aynı anda ku­
caklamıştı. Kardeşler ağacın önünde kenetlenmişken, Chris­
tine gözlerinde yaşlarla Maria’ya baktı. Maria’nın gözleri de
yaşlarla parlıyordu.
“Mutlu Noeller,” dedi Christine. “Mutlu Noeller canım
kardeşlerim.”
“Mutlu Noeller!” dedi herkes bir ağızdan ve hepsi kahka­
halara boğuldu.
Noel Arifesi’nde, Christine ve Maria büyük ladinin yanma
küllerden ayak izleri yaparken, Rose ve büyükanne mis kokulu
dallan beyaz mumlarla, boncuklarla ve yıldızlarla süslüyordu.
Christine, Maria, Heinrich ve Kari, büyükler ışıkları kapatıp
zili çalana kadar koridorda beklediler. Bu zil Noel Baha’nın
gittiğini, çocuklann hediyelerini görmek için odaya girebile­
ceğini söylüyordu. Heinrich ağacın yanına koştu, sonra birden
durdu ve yeri gösterdi.
“Bak Kari! Noel Baba ayak izi bırakmış!”
Kari büyük kül izlerine bakarak nefesini tuttu.
“Ah! Düşüncesiz Noel Baba!” dedi Rose. “Ona botlannı
silmesini söylemiştim!”
“Boş ver, anne,” dedi Heinrich gözlerini kırparak. “Temiz­
lemene yardım ederiz.”
Christine ve Maria birbirine baktı, Heinrich bunun
bir oyun olduğunu biliyordu. Sebebini bilmiyordu, ama
kardeşinin artık Noel Baha’ya inanmaması Christine’in içi.
ni acıtmıştı. Kardeşlerinin tılsımlı şeylere hâlâ inanmasını
istiyordu, biri inanmak zorundaydı. Bu ona, Isaac’le
tepelerde geçirdiği sabahları hatırlattı. Ne kadar naif, ne
kadar hayalperestti. Sanki dakikalar içinde gerçeklerle
yüzleştirilmiş gibiydi. Her şey hızla değişiyordu. Devam
eden bir savaş vardı, erkek kardeşleri kısa sürede büyümek
zorunda kalacaktı. Noel Arifesi’nde ailesi ve şu ana kadar
sahip oldukları en büyük ağaçla, bu özel günün mutluluğunu
tekrar yakalamak için ne kadar uğraşırsa uğraşsın, o güzel
günler artık geride kalmıştı. Christine kalbindeki ufak
mutluluğun yok olduğunu hissetti.
Hediyeleri açmadan önce tüm aile dua edip şarkı söylemek
için yanıp sönen ağacın etrafında toplandı. Büyükanne her za­
manki gibi gözyaşlarını tutamamıştı. Christine, bu manzaraya
dayanamıyordu. Artık büyükannesinin Noel şarkılarını söy­
lerken neden ağladığını daha iyi anlamıştı. Noel her zamanki
gibi gelip geçerken, dünya sonsuza dek değişiyordu. Dudağını
ısırdı ve gözlerini kapadı. Gözyaşlarına boğulup odadan kaç­
mamak için kendini zor tutuyordu. Gözünün önüne Isaac’in
ailesi geldi, bırakın ağacı bir şamdanları bile yoktu. Christine,
çok uzun bir süre önce iptal edilen partinin daveti yüzünden
sessizce kederlendi.
Hediyeler açılırken Christine, büyükannesinin ördüğü el­
divenlere ve annesinin savaştan önce aldığı pembe domuz­
cuk şeklindeki şekerlemelere sevinmiş gibi yaptı. Dietrich
ve büyükbaba, Kari ve Heinrich için tahtadan topaç ve yoyo
yapmıştı. Çocuklar hiç vakit kaybetmeden topaçlarını yerde
döndürmeye başladı. Christine üzgün olmasına rağmen onları
izlerken gülümsedi. Acıyan kalbi, kardeşlerinin çığlık ve kah­
kahalarıyla bir anlığına da olsa rahatlamıştı.
Rose tüm yıl boyunca kenara şeker, baharat, fındık ve sos
ayırmıştı. Böylece gelenekleri sürdürüp zencefilli kurabiye
adam, kızarmış kestane ve şeker kaplı kurabiye gibi sadece
özel günlerde hazırlanan atıştırmalıklardan yapabilmişti. Oca­
ğın üzerindeki ısıtıcıda kaynayan baharatlı sıcak şarap, tüm
odayı tarçın ve karanfil kokusuyla doldurmuştu. Rose kırmızı
işlemeli bardakları sıcak şarapla doldurdu ve bardakları dağı­
tıp çocuklarını alınlarından öptü. Kocasını hep sona saklardı.
Çünkü Dietrich’in Mutlu Noeller ve şerefe dedikten sonra onu
kucağına çekip dudaklarından öpeceğini çok iyi bilirdi.
Herkes odada toplanmış, kahkahalar içinde yemeklerini
yiyordu. Christine ailesine katılmak için elinden geleni yapı­
yordu. Annesinin, babasının yanından kalkıp yanına geldiğini
görünce şaşırdı. Rose kolunu kızına sardı ve kulağına fısıldadı.
“Onu özlediğini biliyorum. Ama bu çılgınlık son buldu­
ğunda onu tekrar göreceksin. Her şeyin bir zamanı var, bunu
sen de biliyorsun. Çalışmanın, oynamanın, korkmanın, huzur
bulmanın... Şimdi ailenle birlikte vakit geçirmenin tadını çı­
kar. Yarının ne getireceğini hiçbirimiz bilemeyiz.”
Christine gülümseyip gözlerini sildi ve annesine teşekkür
etti. “Danke, mutti." Bu arada kız kardeşi de diğer yanına otu­
rarak elini ellerinin arasına aldı.
“Seni çok seviyorum, kardeşim.”
“Ben de,” dedi Christine. Annesinin elini aldı ve Maria’nın-
kiyle birlikte kucağına koydu. “İkinizi de çok seviyorum.”
Noel Arifesi’nde kilisenin gece yarısı çalan geleneksel
çanları yasaklanmıştı. Bar ve restoranlar saat birden sonra
kapatılmıştı. Christine saat on ikiyi çeyrek geçe bir şekilde
evden kaçtı ve şarap mahzenine doğru yürüdü. Belki bir
mucize olur da Isaac gelir diye umuyordu.
Dolunay, mahzen kapısını tamamıyla saran karların üzerin­
de, masallardaki ejderhaların beyaz, uzun kuyrukları gibi ışıl
ışıl parlıyordu. Girişin önündeki beyaz yol bozulmamıştı, bu­
radan kimsenin geçmediği ortadaydı. Christine’in tüm umutlan
kaybolmuştu. Eve gitmek için arkasına döndü, ama fikrini de­
ğiştirip paslı kilidi açmaya karar verdi. İçeriye girdiğinde soğuk
yere oturdu. İçinden, Isaac’in onun aklını okuyup gelmesi için
dua ediyordu. İki saat boyunca yalnız başına oturdu, o kadar
üşümüştü ki titremesini bir türlü durduramıyordu. Sonunda
asma kilidi tekrar takıp kapının mandalını çekti. Eve doğru yü­
rürken, sonsuz gökyüzündeki her yıldız bir kristal gibi parlı­
yordu. Christine bir an tüm evreni görebiliyormuş gibi hissetti.
Kollarını kendine dolayarak dünyadaki başka yerleri hayal et­
meye çalıştı. İnsanların istediklerini söyleyebildikleri, istedikle­
rini yapabildikleri yerleri. Burada yaşananlar hakkında en ufak
bir fikirleri var mıydı? Neler olduğunu umursuyorlar mıydı?

-—

1940 yılının uzun kışının sonuna doğru, sigara ve kömürler


için karneler dağıtıldı. Yabancı radyo kanallarını dinlerken ya­
kalanan Alman vatandaşlarının cezası yüksek güvenlikli ha­
pishanelerde altı yıl hapse, hatta idama kadar çıktı. Radyoda
ise Hitler, Fransa ve İngiltere, onun barış teklifini kabul etme­
diği için tam anlamıyla savaşa girebilecekleri konusunda halkı
uyarıyordu. Başını iki yana sallayan Dietrich, Hitler’in savaş
için -kendi hariç- herkesi suçlamak istediğini düşünüyordu.
Kışın geri kalanı boyunca ve bahar başlarında radyo yayın­
ları, Nazilerin düzenli raporlarıyla kesiliyordu. Her seferinde
Wehrmachf ın* ** zaferlerini ve düşman gemilerinin batırıldığı­
nı bildiriyorlardı. Her rapordan sonra ise Richard Wagner’in
yükselen melodileri duyuluyordu. Christine bu müziği tekrar
tekrar dinlemekten bıkmıştı. Gazetede, kalın siyah başlık­
larla, Hermann Goering komutasındaki Luftwaffe'nin" Fran­
sa, Belçika ve Hollanda’yı bombaladığı ve Kraliyet Hava
Kuvvetleri’nin intikam almak için Essen, Cologne, Düssel­
dorf, Kiel, Hamburg ve Bremen’i bombaladığı yazıyordu.
Devamlı açık olan radyodan her detayı öğrenebiliyorlardı.
Ancak Christine ve ailesine göre gerçek savaş sanki çok uzak­
ta gibiydi. Kasıtlı olarak mı yapıyorlardı bilmiyordu ama evde
savaş hakkında çok az konuşuluyordu. Yemek kuyruklarında
insanlar hava, akrabalar, yaklaşan düğünler, doğum günleri,
kısaca savaş hariç her şeyden bahsediyordu. Christine, yaşa­
nanlar için endişelenen tek kişilerin radyo sunucuları olduğu­
nu düşünüyordu. İnsanlar savaşı neden ağızlarına almıyordu,
merak ediyordu. Bodrumlarında saklanırken üzerlerinde pat­
layan bombaları ve uçaksavar ateşlerini düşünmek istemedik­
leri için olabilir miydi?
Nisan ayıydı, Christine bir gün kasabanın diğer ucuna git­
meye karar verdi. Isaaclerin evine kadar yürüyüp hâlâ orada
olup olmadıklarını görmek istiyordu. Eve vardığında cadde­
nin karşısında durup öylece baktı. Sanki bu mahalledenmiş
ve bir yere yetişmesi gerekiyormuş gibi davranıyordu. Evin

*Alm. Savunma Gücü. 1935 ile 1945 yılları arasında Nazi Almanyası’nın
silahlı kuvvetleridir. (Çev. N.)
** Alm. Hava Kuvvetleri. 1935 yılında Nazi Almanyası’nda Adolf Hitler tara­
fından kurulmuş olan Wehrmacht’in Hava Kuvvetleri’dir. (Çev. N.)
etrafında tam üç tur attı, her seferinde boynunu acıyana kadar
döndürüyor, gözucuyla evin pencerelerini kontrol ediyordu.
Burası bir zamanlar oldukça görkemli bir evdi, ama şimdi
boş ve hüzünlü görünüyordu. Üzerlerine perde çekilen çiçek
saksılarında birkaç başıboş asma ve topraktan başka hiçbir
şey yoktu. Ön bahçedeki mor leylaklar çiçek açmaya başla­
mış, sarı yapraklı altın çanlar kalınlaşmıştı. Arka bahçenin ise
düzensiz çalılar ve budanmamış meyve ağaçlarıyla vahşi bir
görüntüsü vardı. Sebze bahçesi, dikenli çalılar ve kurumuş
devedikenleriyle kaplıydı. Christine, bakımsız bahçeleri gör­
düğünde içinde büyük, acı bir boşluk hissetti. Bauermanlar
gitmişti.
Evin etrafını dördüncü dönüşünde nihayet kalp atışları ya­
vaşlamış, dizleri titremeyi kesmişti. Christine, Brimbach Cad-
desi’ndeki giriş kapısından bahçeye göz atsam mı diye düşü­
nerek yolun karşısına geçti. Ve aniden birini gördü. Birbirine
yakın, kahverengi meyve ağaçlarının gövdelerinin arasından,
bir adam silueti meyve bahçesine eğiliyordu. Christine kalbi­
nin göğüs kafesinde çarptığını hissetti. Sokağı hızla kolaçan
etti ve koşup Bauermanların evini çevreleyen duvara tutun­
du. Silüet doğruldu ve döndü. Tek eli belinde, diğer eliyle
çuval bezini omzuna astı. Bu, Bay Bauerman’dı. Sert, kuru
toprakta aradığı patatesler gibi kırışmış ve kararmıştı. Kir
içindeki kıyafetleri buruş buruştu, sanki haftalardır değiştiril­
memişti. Christine, Yahudilerin kıyafetlerini çamaşırhaneye
göndermelerinin yasak olduğunu hatırladı. Ve zavallı Bayan
BauermanTn, hayatında ilk defa, çamaşırları elinde yıkamaya
çalıştığını hayal etti.
Birden alçak duvarı atlayıp hızla meyve ağaçlarının yanma
gitmeyi ve Isaac’i sormayı düşündü. Hem kendisini hem de
Isaac’in ailesini riske attığının farkındaydı. Ama Isaac’i o
kadar çok görmek istiyordu ki hiçbir şey umurunda değildi.
Kendini, sorun olmayacağına ikna etmesi bir dakikasını bile
almadı. Sadece bir dakika sürecekti nasılsa. Hem kim bilecek­
ti ki? Merhaba demek de yasak mıydı? Christine dişlerini sıktı
ve ayakkabılarını bağlıyormuş gibi yaparak eğildi. Ne yapaca­
ğını bilmiyordu. Bay Bauerman ona gitmesini söylerse ne ola­
caktı? Peki ya Isaac onu görmek istemezse? Yine de denemek
zorundaydı. O an kararını verdi ve hareket etmeye hazır bir şe­
kilde doğruldu. Tam ellerini duvara koymuştu ki köşeden bir
çiftin gülerek yaklaştığını gördü. Uzun kürklü sarışın kadın,
SS üniforması giymiş bir adamın koluna girmişti. Christine
keskin bir nefes aldı ve hızla yolun karşısına koştu. En azın­
dan, Isaac’in hâlâ burada olduğunu bilmek içini rahatlatmıştı.

11 Mayıs’ta gazete başlıklarında: ‘Bakan Warmonger Churchill


başbakan oluyor,’ yazıyordu. Christine’in köyünde sadece iki
gazete satılıyordu. Biri Völkischer Beobachter, diğeri de Ya­
hudi düşmanlığı içeren Der Stürmer’di. Babası, Völkischer
Beobachter alırdı. Zaten paraları bir tek ona yetiyordu. Yine
de diğer gazete bedava olsa da almazdı. Christine ikisini de
okumak istemiyordu, ama Der Stürmer’m dükkân camlarına
yapıştırılan, huzur kaçıran başlıklarını görmeden edemiyordu.
Mayısın sonuna yaklaşıyorlardı. Yağmurlu bir öğlendi.
Eve tıkılmak o kadar dayanılmazdı ki Christine şemsiyesi ol­
madan yürüyüşe çıktı. Ferah bir hava vardı ve meyve ağaç­
larının pembe beyaz açan çiçeklerinin kokusu duyuluyordu.
Christine’in morali biraz olsun düzelmeye başlamıştı ki ma­
navın önünden geçerken Der Stürmer editörü tarafından kalın
harflerle yazılan başlığı gördü. “Dünyanın suçluları Yehudalar
için geri dönüşü olmayan bir mezar kazacak örgütün harekete
geçme vakti yakındır.”
içindeki umut, yerini mide bulandıran bir korkuya bırak­
mıştı. Christine gözlerini camdan alamıyordu. Kirpiklerine
düşen yağmur damlalarıyla gözlerini kırpıştırırken, yazıyı tam
dört kez okudu. Bu da ne demek oluyor, diye düşünürken ar­
kasından birinin bağırdığını duydu.
“Christine!” Christine, yerinden zıpladı. Arkasını döndü­
ğünde Kate’in ona doğru koştuğunu gördü. Kate, siyah şemsi­
yesinin köşelerinden damlayan yağmur sularından korunmak
için omuzlarını kamburlaştırmıştı. “Burada ne yapıyorsun?”
diye bağırdı Kate.
“Şey...” Christine, boş ellerine baktı. “Bakkaldan tuz ala­
caktım, ama yokmuş.”
Kate yaklaşıp Christine’i şemsiyesinin altına aldı. “Ah,
öyle mi...” Kate’in kızıl saçları darmadağınıktı. Kan çanağı
gözleri davul gibi şişmişti. En az Christine kadar üzgün görü­
nüyordu.
Christine, söyleyecek bir şey düşündü. “Stefan nerede?”
diye sordu aniden.
Kate’in yüzü buruştu. Gözleri hemen yaşlarla doldu ve hıç­
kırmaya başladı. “Askere yazıldı. Altı gün önce gitti.”
“Özür dilerim... Bilmiyordum.”
“Ama annem annene söylemiş.”
“Zannetmiyorum. Belki annen unutmuştur. Çok meşgul ol­
duğuna eminim.”
“Belki de senin annen söylememiştir. Ben de neden gelip
beni görmediğini merak ediyordum.”
Christine anlamaya çalışarak başını iki yana salladı. Ne
önemi vardı ki?
Sonra yandaki kafeyi gösterdi. “İçeri girip çay içelim mi?
Ya da belki İtalyan dondurması yeriz?”
Kate, üç yaşındaki bir çocuk gibi, elinin tersiyle burnunu
sildi. “Yanıma para almadım. Yürüyüşe çıkmıştım...” Kate
canlılığını yitirmişti, sanki tekrar gözyaşlarına boğulacakmış
gibi sesi kısılıyordu.
“Yağmurlu günler için kenara biraz bozukluk atmıştım.”
Christine gülümsemeye çalıştı. Elini şemsiyenin altından çı­
kardı ve avucunu açtı. Birkaç saniye içinde avucu suyla doldu.
“Bence yeteri kadar yağmurlu bir gün. Hadi gel, kendimizi
ödüllendirelim. Bunu hak ettik.”
Kate burnunu çekip Christine’e baktı. “Tamam.”
Kapıda “Yahudiler Giremez!” yazıyordu. Başta, Christine
içeri girmekte tereddüt etti. Sonra ön taraftaki geniş camın
yanında oturan iki SS gördü. Christine, boynunun giderek kı­
zardığını hissedebiliyordu. Sandalyelerine yaslanan iki asker,
camdan onları izliyordu. Christine arkasını dönüp giderse, çok
dikkat çekecekti. Bu yüzden ileri bakarak Kate’in arkasından
cam kapıya doğru ilerledi. Girişte durdu ve Kate’in sular dam­
layan şemsiyesini kapamasını bekledi. Sırtı onlara dönük olsa
da SS’lerin onları izlediğini hissedebiliyordu.
Bir yıl önce olsaydı bu kafe öğle yemeğini ya da keklerini
yiyen çift ve ailelerle dolu olurdu. Ama bugün onlardan baş­
ka sadece beş kişi vardı: Askerler, kafenin sahibi ve aynı za­
manda aşçıbaşı Bay Schmidt, kafenin tek garsonu olan karısı
Bayan Schmidt, gri gömleği ve yıpranmış deri pantolonuyla
yaşlı bir adam.
Christine, Kate’in peşinden kafenin arkasına, köşedeki
cam masaya doğru ilerledi. Masanın üzeri değirmenli mavi
beyaz tabaklar ve ellerinde kaz ve yavru kuzular olan çocukla­
rın resimleriyle süslenmişti. Gazete okuyan adamın yanından
geçtiler. Yaşlı adam bastonunu boş bir sandalyeye dayamıştı.
Önünde kahvesi ve yarım yenmiş sosisi vardı. Christine, ada­
mın hazır kahvesini ince dudaklarına götürüşünü izledi. Eli o
kadar titriyordu ki Christine, kahvenin döküleceğinden emin­
di. Ama bir şekilde bardağını ağzına götürüp geri koymayı ba­
şardı. Christine masaya doğru yürümeye devam etti, içi yaşlı
adamın eli gibi tir tir titriyordu.
Sandalyesine oturdu ve kafenin ön tarafında oturan asker­
lere bir bakış attı. Şapkalarını takıp uzun geniş paltolarını gi­
yen adamların, kalkmak üzere olduğunu görünce içi rahatladı.
Ön cama düşen grimsi yağmur damlalarında, siyah üniforma­
ları kara, devasa kuklalar gibi görünüyordu.
“Hiçbir şey istemiyorum,” dedi Kate, sandalyesine otu­
rurken.
“Yapma ama. Bir şeyler yersen kendini daha iyi hissede­
ceksin.”
“Ama onu şimdiden çok özledim! Ya hiç geri dönmezse,
Christine?” Kate’in yüzü tekrar buruştuğunda, Christine bağı­
ra bağıra ağlamasından korktu.
“Çaresiz hissettiğini biliyorum. Fakat olumlu düşünmen
lazım. Ben kendime hep Isaac’i tekrar göreceğimi söylüyo­
rum. Yaşamaya devam etmenin tek yolu, bir gün tekrar birlik­
te olacağımızı düşünmem.”
Kate, koyu renk peçeteye burnunu sileli ve kaşlarını çatarak
Christine’e baktı. “Isaac mi? Ama o Yahudi!”
Christine buz kesti. Kamına sancılar girerek askerlere bak­
tı. Adamlar kasada hesap ödüyordu, Kate’i kesinlikle duymuş­
lardı. Cam masanın ortasında, mavi koni çiçekleri ve kırmızı
gelinciklerin olduğu vazoya dayalı bir mönü vardı. Christine
sesini toparlamaya çalıştı. Kalkıp dışarı koşmamak için yapa­
bileceği tek şey buydu.
Boğazını temizledi. “Ne söyleyelim?” Görüşmedikleri süre
boyunca, Kate’in Der Stürmer okuyup okumadığını merak
ediyordu.
“Stefan gittiğinden beri pek iştahım yok.”
“Stefan için üzgünüm, ama onun iyi olacağına inanmak zo­
rundasın.”
Aslında bu sözlere Christine bile inanmamıştı. Kafeye
adım attıkları dakikadan itibaren, yüzlerce adamın öldürüldü­
ğünü biliyordu. Stefan’ın da bunlardan biri olma ihtimali çok
yüksekti. Gazetedeki liste, her geçen gün uzuyordu.
“İyimser olmak çok zor,” dedi Kate. “Herkes uzun bir sa­
vaş olacağını söylüyor.”
“Bence ne olacağını kimse tahmin edemez.”
“Stefan onların yüzünden olduğunu söyledi.”
“Kimlerin?”
“Sen de biliyorsun. Yahudilerin.” Kate, ses tonunu alçalttı
ve öne doğru eğildi. “Bence Isaac hayranlık uyandıran bir ço­
cuktan başka bir şey değildi. Hani şu asla sahip olamayacağını
bildiğin zengin ve yakışıklılardan. Ama yeni çıkan kanunlar­
la. .. Hem zaten varlığını bile hiç fark etmedi. Yani o işten bir
şey çıkmaz, yanlış mıyım?”
Christine gözlerinin dolduğunu hissetti. Kate’e, Isaac’le Adamları fark etmemiş gibi yaparak Kate’e gülümsemeye ça­
birbirlerine âşık olduklarını, hatta gizlice buluştuklarım söy­ lıştı.
lemeyi o kadar çok istiyordu ki kendini zor tutuyordu. Fakat Askerler yaşlı adamın masasının başında durdu ve adam
hiçbir şey söylemedi ve yanağının kenarını ısırarak mönüye onları fark edene dek sessizce beklediler. Yaşlı adam nihayet
bakmaya devam etti. “Isaac’i, senin Stefan’ı tanıdığından başını yemeğinden kaldırdı.
daha çok tanıyorum.” “Bölük Astsubayı Kruger ve ben, SS Irk ve Yeniden Yer­
“Ama seninki tek taraflı. Aynı şey değil.” leştirme Ofısi’nden geliyoruz,” dedi askerlerden biri. Uzun ve
Christine yutkundu. Kate’e her şeyi anlatmamak için ken­ zayıf bir adamdı, sivri burnu bir deri bir kemik yüzünde gaga
diyle savaşıyordu. Sustu. “Onu hâlâ özlüyorum.” gibi duruyordu. “Kimlik lütfen.”
Kate gözlerini devirdi. “Üzgünüm. Onun evinde çalışmayı, Astsubay Kruger, yaşlı adamın elindeki gazeteyi aldı ve ön
onu görmeyi özlediğini biliyorum. Ama onunla ilgili her şeyi sayfayı kontrol ettikten sonra masaya fırlattı. “Çabuk!”
unutmak zorundasın.” Yaşlı adam sandalyesinde dönüp montuna uzandı. Titreyen
Çok geçmeden Bayan Schmidt siparişleri almak için masa­ elleriyle ceplerini arıyordu. Kimliğini cebinden çıkardıysa da
ya geldi. Christine ve Kate sohbetlerini yarıda kesip doğruldu. birden yere düşürdü. Yaşadığı ufak hayal kırıklığı, dudakları­
Ama Christine gözlerini Kate’ten alamıyor, karşısındaki kişiyi nın arasından kaçan ufak iniltiden belli oluyordu. Kimliğini
sorguluyordu. almak için eğilirken kollan ve bacaklan şiddetli bir şekilde tit­
Kate, Bayan Schmidt’e döndü. “Vişneli İtalyan dondurma­ riyordu. Kimliği botlarının arasına düştüğü için göremiyordu.
sı lütfen.” Christine yerinden kalktı ve kafenin arka tarafına yürümeye
“Ben de aynısından alayım lütfen.” Christine, Kate’i neden başladı.
içeri davet ettiğini merak ediyordu. Bir bahane bulup yoluna Ancak Astsubay Kruger eldivenli elini Christine’e doğru
devam etmeliydi. kaldırarak bağırdı. “Dur!”
Kate, Bayan Schmidt’in siparişleri yazmasını beklerken Christine olduğu yerde kaldı.
parmaklarını masaya vuruyordu. Kadın gider gitmez tekrar “Yahudi sempatizanı mısın, bayan? Yoksa Yahudi misin?”
Christine’e doğru eğildi. “Kimliğini düşürdü,” dedi Christine yeri göstererek. “Sa­
“Geçen hafta bir telgraf almış,” diyen Kate, başını Bayan dece yaşlı adama yardım edecektim.”
Schmidt’in olduğu yöne doğru salladı, “Oğlu Paris sınırlarının Astsubay tekrar bağırdı. “Kendi işine bak! Yoksa İmpa-
dışında, savaşta ölmüş.” ratorluk’un işlerini engellemekten seni tutuklarız!”
Christine kalbinin sıkıştığını hissetti. “Zavallı kadın.” Göz- Christine yere bakmasına rağmen ısrarla sandalyesine dön­
ucuyla kafenin arka tarafına doğru yürüyen askerlere baktı. müyordu. Yaşlı adama kötü bir muamele etmeye kalkarlarsa
onlara nasıl engel olacağını bilmiyordu, ama hiçbir şey yap­
madan da duramazdı. Gagalı adam eğilip adamın ayaklarının
arasındaki yeşil kimliği aldı. Ardından doğruldu ve Christine’e
doğru başını sallayarak kimliği açtı.
“Temiz,” dedi Kruger. Kimliği masaya attı, şapkasıyla yaş­
lı adamı selamladı ve kapıya yöneldi. Ama astsubay hareket
etmiyor, sanki vaktini harcamaya değer mi diye düşünerek,
çatık kaşlarla Christine’i izliyordu. Christine nefesini tutmuş
bir halde adama baktı. Gagalı adam kapıda durdu ve arkasını
döndü.
“Daha önemli işlerimiz var, astsubayım.”
Kruger, Christine’e birkaç saniye daha baktıktan sonra
dönüp gitti. Christine rahat bir soluk vererek masasına yürü­
dü. Destek alabilmek için cam masanın ucunu tutarak yerine
oturdu. Kate şaşkın gözlerle ona bakıyordu. Gözleri, başının
arkasındaki duvarda asılı mavi beyaz tabaklar gibi kocaman
olmuştu. Bayan Schmidt, hiçbir şey söylemeden kristal tabak­
lara koyduğu kırmızı İtalyan dondurmalarını getirdi. Kadının
yüzü son derece ifadesizdi.
“Senin neyin var?!” diye sordu Kate, dişlerinin arasından.
“Hapse mi girmek istiyorsun?”
“Yaşlı bir adama yardım ettiğim için beni hapse mi atacaklar?”
“Adam Yahudi çıksaydı atabilirlerdi!” Kate sesini alçal­
tıp fısıldamaya başladı. “Yan komşumuz Goldsteinları hatır­
lıyor musun? Hani Bayan Goldstein ailesini ziyaret etmeye
Polonya’ya gidince köpeklerine bakıyordum?”
“Evet.” Christine’in midesi bulanıyordu.
“Birkaç ay önce ortadan kayboldular. Birileri, köpeklerini
sokakta bulmuş. Kaybolduktan bir hafta sonra Bay Goldstein
geri döndü. Ama nerede olduğunu ya da neler yaşadığını kim­
seye anlatmadı. Sadece küçük köpeklerini alıp ağladı. Zaten
birkaç ay sonra o da gitti.”
Christine yutkundu. “Sence ne oldu?”
“Yahudileri topladıklarını duydum.”
Christine göğsünde bir ağırlık hissediyordu. “Peki onlara
ne yapıyorlar?”
“Bilmiyorum. Ama Stefan, hepsi yok olana kadar Hitler’in
rahatlamayacağını söyledi.” Kate, çok acıkmış gibi, vişneli
dondurmasından koca bir kaşık alıp ağzına götürdü. Dişlerine
değen soğuk karşısında irkildi ve yanmış gibi ağzını açtı. Dili
ve yanaklarının içi kan kırmızısı olmuştu.
aziran ayında, haber sunucusu büyük bir coşkuyla
H Fransa’nın teslim olduğunu söyledi. Arkada Nazi mar­
şı çalarken Christine, Eiffel Kulesi’nde sallanan devasa Nazi
bayrağını, Paris kafelerinin önünde kaz yürüyüşüyle ilerleyen
Alman askerlerini hayal edebiliyordu. Yaz gelirken Hava Kuv­
vetleri, Londra’daki ilk hava saldırılarını yapmaya ve Kraliyet
Hava Kuvvetleri de Berlin’i bombalamaya başladı.
Almanya’nın başkentine yapılan gece saldırıları haftalar
boyu devam etmişti. Yıkılan evlerin ve ölen sivillerin bitmek
bilmeyen haberleri yüzünden Christine, kâbuslarında diri diri
toprağa gömülen kadın ve çocuklar görüyordu. Christine yıkı­
lan binalar ve çatıları kuru samanlar gibi alev alan sıralı evler
hakkında konuşan insanları duymaya dayanamıyordu.
Yaz gelip geçmiş, kasabada askere çağrılan erkeklerin
sayısı artmıştı. Christine, sormasa bile, kocaları ve çocukları
askere alınmış kadınların yüzlerindeki karanlık korku perde­ pantolonunun ceplerine soktu. “Sadece içiyormuş gibi
sini görüyor, yaşadıkları endişenin ağırlığını hissediyordu. yapıyordum!”
Sonbahar başlayalı birkaç hafta olmuştu. Heinrich ve Kari Christine kardeşlerinin yanma geldi. “Biliyoruz tatlım.”
okula metal ve kömür parçaları götürmeleri gerektiğini söyle­ Karl’ın ağzım atkısının köşesiyle silip şapkasını kulaklarına
diler. Öğretmenleri, kimin ne getirdiğini not alacaktı. Christi- kadar çekti. “Ama hasta olmak istemezsin, değil mi?”
ne ve Maria kablo parçası, atılmış at nalı, çivi, kırık bir zincir “Hayır.” Kari yaşlı gözlerle ablalarına baktı. Maria hemen
ya da okula götürülebilecek herhangi bir şey bulabilmek için koşup küçük kardeşinin çenesini tuttu.
çocukları köyde yürüyüşe çıkardı. Ama sokaklar tertemizdi, “Tamam tamam. Kızmadık. Ama böyle şeyleri ağzına sok­
ortalıkta metalden eser yoktu. Heinrich ve Kari hiçbir şey bu­ ma! Şimdi koş bakalım. Hemen arkanızdayız.” Kari yanakla­
lamayınca, büyükbabanın piposunu doldurmak için sigara iz­ rını sildi ve Heinrich’in peşinden gitti. Christine ve Maria da
mariti toplamaya başladılar. arkalarından yürümeye devam ediyorlardı.
Günlerden cumartesiydi, eylül ayının da sonu geliyordu. “Bu kadar kolay üzülen bir çocuk görmedim,” dedi
Öğle vakti hava ışıl ışıldı. Kardeşlerini takip eden Christine ve Christine.
Maria, atkılarım çenelerine kadar çekmiş, eldivenlerini giy­ “Evet. Kaşlarını çatsan ağlayacak gibi oluyor.”
mişlerdi. Güneşe rağmen rüzgâr sertti. Gökyüzü hızla ilerle­ “Birbirlerinden bu kadar farklı olmalan çok komik.”
yen alçak bulutlarla kaplıydı. “Evet. Heinrich bazen bizden bile olgun davranabiliyor.”
“Çıkar ağzından o şeyi!” diye bağırdı Christine, Karl’a. “Keşke Kari biraz daha güçlü olabilseydi. Bu kadar duy­
Ablalarının biraz önünden ilerleyen Kari eski ahırın arasın­ gusal olması hayatını zorlaştırmaktan başka bir işe yarama­
da bulduğu kırık sigarayı ağzına almış, içiyor gibi yapıyordu. yacak.” Christine, kaldırımda dolanan kardeşlerine baktı.
Maria hemen yanına koştu ve Karl’ın dudaklarının arasındaki Heinrich yere bakarak yürüyor, her girintiyi ve yarığı kontrol
çamurlu filtreyi yere fırlattı. ediyordu. Kari ise evleri, ağaçları ve bulutları izliyor, yere bir­
“Kırık ki!” diye bağırdı Kari. “İçilmemiş!” kaç adımda bir bakıyordu. “Umarım savaş çok yakında biter.
Maria sigarayı yerden aldı ve kötü kokan çürük bir patates­ Savaş köye gelirse ne olur hayal bile edemiyorum. Kim bilir
miş gibi uzağında tutarak Heinrich’in çantasına attı. “Ama biri çocuklar nasıl etkilenecek.”
kesin onu ağzına değdirmiştir!” Maria durup ablasına baktı. Yüzü kireç gibi olmuştu. “Böy­
“Belki filtresindeki şey çamur değildir!” diye bağırdı He­ le bir şey olacağını düşünmüyorsun, değil mi?” Sesi çok sertti.
inrich, küçük kardeşine takılarak. Kahkahalar atıyor, kusacak­ “Bizim savaşla bir ilgimiz yok ki. Burada silah fabrikası falan
mış gibi dilini dışarı çıkarıyordu. Maria ona susmasını söyledi. yok. Yani Müttefik Devletler’in burayı bombalamak için bir
Kari ayakkabısını kaldırıma sürttü ve ellerini deri sebebi yok.”
Christine keşke çenemi kapalı tutabilseydim diye düşüne­
rek dişlerini sıktı. Maria onun sürekli destekçisiydi, hatta her­
kesin. İstediği son şey, kız kardeşini endişelendirmekti.
“Haklısın. Hiç bu yönden düşünmemiştim.”
“Şehirlerde birçok insanın öldürüldüğünü biliyorum. Bu
sadece kaza, değil mi? Müttefikler aslında askeriyeye ait alan­
ları bombalamak istiyor, ama hedefleri bazen yanılıyor, yanlış
mıyım?”
Christine, kız kardeşinin koluna girdi ve birlikte yürüme­
ye devam ettiler. “Evet, kesinlikle. Bence de kaza. Hem zaten
muhtemelen birkaç ay içinde her şey bitecek.”
“Öyle mi düşünüyorsun?
“Tabii ki.” Christine sesini alçalttı. “Sonsuza kadar sava­
şacak halleri yok ya? Biri yakında galip gelecek. Umarım, bu
Hitler olmaz.”
Maria ablasını yanına çekip, “Sonra da Isaac Te birlikte
olabileceksiniz,” diye fısıldadı.
Christine başını olumlu anlamda salladı ve kendini gü­
lümsemek için zorladı. Kardeşinin yüzündeki gülümsemenin,
kendininki gibi sahte olup olmadığını merak ediyordu.

Kışın ilk günü, Wehrmacht’tan gri üniformalı bir asker grubu


araçlar ve at arabalarıyla köye indi. Bir çekirge sürüsü gibi
evlerin, kiliselerin ve mezarlıkların etrafındaki demir çitleri,
metal parmaklıkları söktüler. Bayrak direklerini, sokak lam­
balarını han ve barların tabelalarını bile aldılar. Götürdükleri
demirleri eritecek, mermi ve bomba yapacaklardı. Askerler
gitmeden önce evleri kapı kapı gezip her türlü metalle birlikte
tencereleri ve tavaları da topladılar.
Rose, büyükanneyle hızlı bir fikir alışverişi yapıp hangi
kap kaçak olmadan hayatlarına devam edebileceklerine karar
verdikten sonra yıpranmış tavasını, hiçbir şey söylemeden ka­
pıdaki askere uzattı. Christine girişte, annesinin yanındaydı.
Bahçe kapısındaki zili askerin elinde görünce, Christine anne­
sinin yüzünün nasıl düştüğünü gördü.
Birkaç gün sonra Christine ve ailesi elleri ceplerinde, kapı­
nın önünde titriyor, bir grup askerin kilise çanını at arabasına
yükleyişini izliyordu. Askerler, “Deh deh!” diye bağırıp zayıf
atları ağır yükü taşımaları için kırbaçlarken, büyükanne göz­
yaşlarını tutamıyordu. Nihayet gıcırdayan tekerler dönmeye
başladı. Hayvanlar başlarını eğdi ve at arabasını yokuşun te­
pesine doğru çekti. Rose kolunu büyükanneye sardığında yaşlı
kadın yüzünü elleriyle kapamıştı. Daha sonra Dietrich, asker­
lerin St. Michael’ın tepesindeki çanı indirmelerinin imkânsız
olduğunu söyledi, çünkü üç çandan en büyüğü dört tonun üze­
rindeydi.
Noel’den önceki pazar, kilise için kapıdan çıkan aileyi ses­
siz bir kar yağışı karşıladı. Yolda daireler çizen Kari ve He-
inrich zıplayıp bağırıyor, yavaşça düşen kalın kar tanelerini
dilleriyle yakalamaya çalışıyorlardı. Christine ve Maria karla
kaplı caddede ilerleyip kardeşlerinin eğlencesine katıldılar.
Ailenin büyükleri bahçe çitinin yanında duruyor, uzun koyu
renk montlarıyla dönen çocukları izliyorlardı. Christine’in ku­
laklarına kahkahalar geldi. Küçücük bir an, kalbindeki bu ağır
acıya alıştığını düşündü.
Ama çok geçmeden anın büyüsü bir askeri kamyonun yük­
selen gürültüsüyle mahvoldu. Araç sarsılarak köşeyi döndü
ve son hızla onlara doğru geldi. Christine ve Maria çocukla­
rı hemen montlarından kapıp yoldan çekti, ardından anne ve
babalarının yanına koştular. Kamyon kayarak durdu. Kapısı
açılırken, hepsi nefesini tutmuş kamyonu izliyordu. Siyah üni­
formalı bir asker aşağı atlayıp, omzunda tüfeğiyle onlara doğ­
ru yürüdü. Yüzünde duygudan eser yoktu. Dietrich’in önünde
durdu, eldivenli elini havaya kaldırdı ve topuklarını birleştire­
rek bağırdı.
“Heil Hitler!” Ardından elindeki beyaz zarfı uzattı. Zarfın
üzerindeki pulda, damalı haçın etrafını saran meşe yaprakla­
rından yapılmış çelengin üzerinde, kanatları açık bir şekilde
duran siyah bir kartal vardı.
“Heil Hitler,” diye mırıldandı Dietrich, kısaca elini kaldı­
rarak.
“Hitler’in ordusuna hoş geldiniz, Bay Bölz!” diye bağırdı
asker. “Yarın sabah, saat tam dokuzda Stuttgart’taki karargâha
teslim olmak zorundasınız. Heil Hitler!” Adam cevap bekle­
meden arkasına dönüp araca doğru yürüdü.
Askeri kamyon gürleyerek çalıştı ve çentikli tekerlekle­
ri karla kaplı yolda yalpalayarak ilerledi. Christine ve ailesi
birbirine sokulmuştu. Dietrich bir süre buz kesmiş bir halde
elindeki zarfa baktıktan sonra kolunu karısına doladı. Rose da
kocasına yaslandı. Gözlerini sımsıkı kapamış, parmaklarını
titreyen dudaklarına bastırıyordu.
“Gitmek zorunda mısın, baba?” diye sordu Maria.
“Başka seçeneğim yok.” Dietrich açılmamış zarfı ceketinin
cebine sıkıştırıp karısını alnından öptü. Christine annesinin
ağlamamak için kendini zor tuttuğunu anlamıştı. Zaten çok
da dayanamadı, çenesi titremeye başladı ve gözünden yaşlar
döküldü. Kari ve Heinrich, annelerinin yünlü montuna sıkı
sıkı yapışmıştı.
“Ağlama hayatım, her şey güzel olacak.” Dietrich, oğulla­
rının başlarını sevdi, kızlarının yanaklarını okşadı ve büyük­
anneyle büyükbabaya gülümsedi. “Hadi artık, kilise vakti.”
Dietrich yeniden kolunu karısının beline doladı ve yolun
karşısına geçmesine yardım etti. Maria oğlanların elini tutup
anne ve babasının arkasından, kilisenin bahçesine çıkıp girişi­
ne kadar devam eden kumtaşı merdivenlere yürüdü. Christine
yolun yarısına kadar onları takip ettikten bir süre sonra meşe
kapının önünde durdu.
Büyükbaba kolunu karısıyla torununun omuzlarına attı.
“Hadi Christine.” Heinrich kapıyı onlar için tuttu ve tüm aile
içeri girdi. Sanki her an içlerinden birini kaybedeceklermiş
gibi birbirlerini sıkı sıkı tutuyorlardı.
Bitmek bilmeyen kasvetli, soğuk güne rağmen mum ışık­
larıyla dolu kilise sıcak ve aydınlıktı. İçerisi, eski ahşap ve
erimiş balmumu kokuyordu. St. Micheal’ın gotik katedralinin
tersine gösterişsiz kilise, yontulmamış sütunlar ve ahşap kiriş­
lerle inşa edilmişti. Saman rengi alçı duvarları, boyalı tavanı
ve tahta kaplı zeminiyle yarı ahşap bir ahırı andırıyordu. Kiriş
ve kolonların üzerine oturtulan ikinci kattaki balkonlara çıkan
merdiven nefe kadar uzanıyordu.
Bu küçük, sağlam kilise beş yüz yıldan fazla bir süredir
ayaktaydı. Christine bir zamanlar kendisinin oturduğu yerde
oturup güç, barış ve sevdiklerinin sağ salim eve dönmesi için
dua eden insanları hayal etmeye çalıştı. Yüz yıl önce yaşamış
birinin ruhuyla iletişime geçebilmeyi dileyerek, elini ahşap
kilise sırasının yıpranmış cilalı yüzeyinde gezdirdi. Onu
yönlendirecek, ne olursa olsun bu acıya dayanması gerektiğini
söyleyecek birine ihtiyacı vardı. Sonunda her şeyin çok güzel
olacağını söyleyecek birine. Kilise savaşların, dertlerin,
cenazelerin yanında düğünlere, vaftizlere, paskalyalara ve
Noellere şahit olmuştu. Kirişleri ve direkleri çiçekler, mumlar,
mis kokulu yeşil dallar, kurdeleler ve kirazlarla süslenmişti.
Christine gözlerini kapadı ve kalın duvarlardan, yüksek
camlardan, sağlam kilise sıralarından ve kutsal adak taşından
güç almaya çalıştı.
Kısa bir süre sonra çalmaya başlayan büyük orgla birlik­
te kilise eski ilahilerle doldu. Bu ilahiler Christine doğmadan
önce söylenirdi. Savaş başlamadan önce... Ve savaş bittikten
sonra da söylenmeye devam edeceklerdi. Peki o zaman baba­
sı hayatta olacak mıydı? Ya da içlerinden herhangi biri? Bu
düşünceyle kollarındaki tüyler diken diken oldu. Aşk, korku,
merak ve acıyla ağırlaşan kalbi göğsünü sıkıştırıyordu. Ondan
önce, bu şarkıyı söylemiş, çalmış ve dinlemiş binlerce insanı
düşündü. Hepsi hayatın zevkini ve çilesini yaşamıştı, şimdiy­
se köy mezarlığında yatıyorlardı.
Her gün savaşta binlerce asker ölüyordu. Binlerce sivilin
üzerine bombalar yağıyordu. Ailesinin özelliği neydi ki? Ba­
bası ya da ailesinden biri, neden milyonların acısından uzak
olacaktı? Bu savaşı başlatan insanların gözünde bir rakamdan
başka bir şey değillerdi. Koro hızlandığında Christine duygu­
larını daha fazla bastıramadı. Sıcacık gözyaşları yanakların­
dan süzüldü. Dünyası kararıyordu ve elinden gelen hiçbir şey
yoktu.
'——

941 yılının başlarıydı, acımasız savaş henüz Christinelerin


1 köyüne gelmemişti. Uzaktan, gürleyen kabarık bulutlarla
gelen bir fırtına gibi, herkes savaşın yaklaştığını hissedebili­
yordu.
Ocak ayı boyunca çevrelerindeki köylere bombalar yağ­
mıştı. Artık sokaklarda yürüyen insanlar birbirlerine endişe­
li gözlerle bakar olmuştu. Hepsinin gözlerinde aynı sorular
vardı. Siz de duydunuz mu? Sizce sıra bizde mi? Bu gece
son mu?
Christine üçüncü kattaki koridorun penceresinden, yanan
köylerin titreyen parlaklığını görebiliyordu. Gecenin ufkunda
yanıp sönen kırmızı mantarlara benziyorlardı. Rüzgâr doğru
esiyorsa ve pencere açıksa Christine düşen bombaların yankı­
lanan acı seslerini duyabiliyordu. Sanki Tanrı çok kızmıştı ve
devasa yumruklarını sertçe yere indiriyordu.
Şubatın ilk günlerinde, dönemeçli bulvarların taş duvarla­
Tüm aile masanın etrafında toplanmış, tabaklarındaki ya­
rında ve alçı cephelerinde yeni afişler belirmeye başladı. Yeni
van yemeklerini yiyorlardı. Sulandırılmış keçi sütü, haşlan­
yazılar düşman kanalları dinleyen, düşman gazeteleri okuyan mış patates ve turp çorbası, artık kış mönüleri haline gelmiş­
ve düşman propagandalarına inanan vatan hainlerinin asılaca­ ti. İnanmak zor olsa da Rose’un toprak çömleklerde yaptığı
ğı konusunda insanları uyarıyordu. Bazen Christine’in saatler­ peynire hasret kalmışlardı. Annesi o peyniri elde etmek için
ce bekleyip bir şey kalmadığını öğrendiği yemek sıralarında, çömlekteki inek sütünü kesilsin diye üç gün boyunca kiler
insanlar yanındakiyle konuşmadan önce omuzlarının üzerin­ merdivenlerinde bekletirdi. Şimdi olsaydı herkes çömleğin
den etrafı kontrol ediyordu. Christine, insanların yeni şarkıyı içindeki kaymak karışımı peynire kaşıklarını batırır, çeşit ola­
tekrar ettiklerini duyunca şok oldu: “Sevgili Tanrım, beni bir rak da haşlanmış patates ve tuzdan tadardı. Çocuklar genelde
aptala çevir ki Dachau’ya gitmeyeyim.” homurdanıp söylenirdi, ama şimdi inek sütü içmeyeli bile bir
Babası Dietrich’in ilk mektubu martın ortasında geldi. An­ yılı geçiyordu. Çömlekteki o peynir, Christine’e bir ödül gibi
nesi mektubu aldı ve titrek bir sesle aileye okudu. geliyordu.
“Babam neden Heil Hitler yazmış?” diye sordu Maria.
Bir tanecik Rose’um ve canım ailem, “Çünkü yazmak zorunda,” diye cevapladı büyükbabaları.
“Askerlerin mektupları gönderilmeden önce okunuyor.”
Sizi ne kadar özlediğimi kelimelerle anlatamam, iyi olmanız Kari sızlandı. “Ne zaman eve gelecek?”
için sürekli dua ediyorum. Siz de benim iyi olduğumu bilin. Eği­ “Eline geçen ilk fırsatta” diye yanıt verdi Rose.
timlerimiz çok uzun ama çok fazla yiyeceğimiz var. Yine de Stutt- Tam da o sırada, “Anne!” diye bağırdı Christine. “Biri ho­
gart treninde yemem için yaptığın yağlı sosisli sandviçin tadı hâlâ rozumuzu çalmış! Dün gece buradaydı, şimdi yok!”
damağımda. Artık eğitim sürecim bitti, ikmal trenlerinin rayla­ Rose mektubu katlayıp zarfa geri koyduktan sonra önlüğü­
rını değiştirmek zorunda olan istihkâm sınıfıyla birlikte Doğu nün cebine sıkıştırdı. İki dudağını birbirine bastırıyordu. “O
Cephesine, ilerleyen altıncı ordu için kablo kurmaya gideceğiz. zaman bu bahar civcivimiz olmayacak. Yeni bir horoz olana
Zorunlu bir kurtarma operasyonuna kayıt oldum, söylenene göre kadar ne tavuğumuz olacak ne etimiz.”
bu operasyon savaşın sonucuna iyi yansıyacakmış. Birbirinize göz Kış yerini bahara bırakırken Rose yeni bir mektup umu­
kulak olun. Fırsat bulur bulmaz tekrar yazacağım. Sizi seviyo­ duyla, her gün evin önündeki posta kutusunu kontrol ediyor­
rum. En kısa zamanda görüşeceğiz. du. Zamanla bu kontroller üç günde bire düştü. Ve sonunda bu
görevi Christine’e verdi. Çünkü artık yaşadığı hayal kırıklığı­
Heil Hitler. na dayanamıyordu.
Dietrich. Christine yemek sırasına giderken her gün başka bir yol
seçiyor, kayıp horozlarını görme umuduyla evlerin arka bah­
çelerini ve kapısı açık tavuk kümeslerini kontrol ediyordu.
Komşularından birinin horozlarını almış olma ihtimaline
inanmak zor olsa da görünen o ki eski kurallar savaşta hüküm
sürmüyordu.
Mayısın sonu gelmişti, köydeki tarlaların yarısından çoğu
sürülmemiş, ekilmemişti. Çünkü tüm dinç adamlar askere
alınmış, köyde sadece saban atlarının peşinde koşamayacak
ve uzun mesafeler boyu tohum taşıyamayacak yaşlılar kalmış­
tı. Birkaç çiftçi karısı tarımın devam edebilmesi için elinden
geleni yapıyordu. Ama izin verildiği gibi, ellerinde sadece bir
at vardı. Ve yardım için yanlarına Sulzbach’ın dışındaki çalış­
ma kampından, Polonya’da esir düşmüş on dört - on beş yaş­
larında kızlar gönderiliyordu.
Bir de Stuttgart’tan on dört-on yedi yaş arası bekâr kız­
lardan oluşan Nazi grubu, Alman Kız Birliği vardı. Christine
kampa bisikletle gelip giden mavi elbiseli kızları gördükçe
üzülüyordu. Elleri yüzleri kir ve çiziklerle kaplı, gözleri hü­
zün doluydu. Yaşları tutan şehir kızları tüm yazlarını ve ba­
harlarının bir kısmını devlet için çalışarak geçiriyordu. Küçük
olanlar çiftliklerde çalışıp Nazi Partisi’ne mensup kadınlar
tarafından yönetilen kamplarda yaşarken, büyük olanlar hava
saldırısı için insanları uyarıp itfaiyelere yardım ediyordu.
Hessental’da liselerde toplanan küçük bir Alman Kız
Birliği vardı. Ancak Christine’in babası İtalyan olduğu için
o ve Maria bu gruba kaydolamıyordu. Üniformalarını giyip
haftada bir kez okulda toplanan kızlar askerlere yardım
paketleri hazırlıyor, hastanelere göndermek üzere hasır
terlikler dikiyordu. Christine ve Maria için askerlere yardım
etmek problem olmayacaktı, yine de bu gruba katılmak
zorunda olmadıkları için içi rahatlamıştı. Çünkü Alman Kız
Birliği’ndeki kızlar Hitler ve Nazi Partisi’ne olan sadakatlerini
göstermek için yemin etmek zorundaydı.
Christine bazen on-on dört yaş arası çocukların alındığı
Alman Gençliği’nin ve on dört yaş üstü oğlanların olduğu
Hitler Gençliği’nin yoklama için okul bahçesinde toplandı­
ğını görürdü. Hepsinin üzerinde kahverengi gömlekler, siyah
kravatlar ve gamalı haçın olduğu kol bantları vardı. Görevleri
kışın sokakları temizlemek, posta taşımak, vatanseverlikle il­
gili şarkılar söylemek, yürüyüş yapmak, savaş oyunları oyna­
mak ve belli bir yaşa geldiklerinde Wehrmacht’a katılmaktı.
Anne babalar, çocuklarını hak sahibi oldukları halde Hitler
Gençliği’ne yazdırmamışsa, evlatlarının yetimhaneye gönde­
rilmesiyle tehdit ediliyordu.
Haziranda Hitler, Rusya’yı işgal etti. Bir hafta içinde köye
yeni afişler asıldı, üzerlerinde bir ellerinde votka şişesi diğer
ellerinde kamçı, darmadağınık şişman Rus erkekleri vardı.
Yazın başlarında devlet, askeri üniformaları onarmaları için
kadınlara az miktarda maaş bağlayacağını bildirdi. Christine
ve Maria yırtılmış ceket, mont, gömlek ve pantolonlarla dolu
hasır sepetleri almak için haftada bir kez tren istasyonuna gi­
diyordu. Sepetler o kadar ağırdı ki dönüş yolunda iki kız kar­
deşin kolları ve omuzları acıyordu. Evin kadınları parçalanmış
pantolonları, yırtık gömlekleri ve delik ceketleri onarmak için
salonda saatlerce oturuyordu. Üniformalar siyahtan yeşile, ye­
şilden kahverengiye olmak üzere renk renkti. Ama onarılma­
sı gereken üniformaların çoğu yeşildi. Yani, cephede savaşan
askerlere aitti. Büyükbaba bir şey fark etmişti. Altın Sülün
tayfasından hiç üniforma yoktu. Yaşlılar bu küçük düşürücü sonuna koştu ve ayakkabıcının karısı Bayan Unger’ın om­
terimi, savaşı evinde huzur ve lüks içinde geçiren kahveren- zunu dürttü.
gi-kırmızı üniformalı yüksek rütbeli Nazi Partisi Üyeleri için “Neler oluyor? Neden herkesin paltosunda sarı yıldız var?”
kullanıyordu. “Dün geceki haberleri duymadın mı? Bugün uygulamaya
Christine güzel, küçük dikişler atmaya odaklanıp elindeki konuldu. Alman Yahudilerin yıldızlarım takmadan dışarı çık­
üniformayı giyen adamı düşünmemeye çalışıyordu. Ama ak­ ması artık yasak.”
lını ne kadar başka bir şeye vermeye çalışırsa, gözünün önüne “Ama neden? Ne anlama geliyor?”
gelen isimsiz adamın yüzünü unutmak o kadar zor oluyordu. Bayan Unger omuz silkti. “Nereden bilebilirim? Artık ku­
O zavallı askere ne olmuştu? Ceketinin kolları ya da pantolo­ rallara yetişemiyorum. O kadar çok kanun var ki. Zavallı ko­
nu gibi o da paramparça olmuş muydu? Hayatta mıydı? An­ camı ördek vurduğu için az kalsın tutukluyorlardı. Bunu akim
nesi, kız kardeşi, karısı ona ne olduğunu biliyor muydu? Hava alıyor mu? Yaşlı bir adamı sırf akşam yemeğini aradığı için
karardığında, büyükanne elinde yarım kalmış dikişiyle ağzı hapse atacaklardı. Galiba Hitler ördekleri çok seviyor.”
açık uyuyakalmıştı. İlk başta, gönderilen üniformalar trenin Christine, Isaac ile ailesini düşündü. Kasabanın diğer
yalnızca bir vagonunu dolduruyordu. Fakat yazın sonu geldi­ ucunda, paltolarında sarı yıldızlarla yemek sırasında bekli­
ğinde dolan vagon sayısı dörde çıkmıştı. yorlardı. Önündeki uzun kuyruğa baktı. Arkadan herkes aynı
Eylül ayı, gri bir sabaha uyandılar. Havada yoğun sis görünüyordu. “Klein ve Leibermannların Yahudi olduğunu
hâkimdi. Christine ekmek sırasının sonuna yürürken kir­ bilmiyordum.”
piklerinde ve kaşlarında biriken buğudan gözlerini kıstı. Bayan Unger başını iki yana salladı. “Artık onlar için çok
Ekmek bitmeden fırına ulaşma telaşıyla üzerine montunu geç.”
alma gereği duymamıştı. Çünkü yazın son günleri olduğu “Ne demek istiyorsun?”
için dört gündür hava mevsim normallerinin dışında çok sı­ “Ülkeyi terk edemiyorlar. Hitler, Yahudilerden kurtulaca­
cak ve güneşliydi. Christine tek eliyle, süveterini boynunun ğını söyledi, ama ertesi gün ülkeden çıkmalarını yasakladı.”
altına kadar çekti. Diğer insanların uzun paltolarını ve şem­ Christine, Isaac’in Polonya’daki teyzesinden gelen mektu­
siyelerini görünce halinden utanmıştı. Ama aniden gözüne bu hatırladı. Ve kamında bir sancı hissetti. Hitler’in Alman
çarpan bir şeyle üşümeyi unuttu. Sıradaki insanların ceket­ Yahudileri için planı bu muydu? Yahudilerin, Aryan tüccarlar,
lerinin üzerinde sarı kumaşlar vardı. Christine biraz daha dükkân sahipleri, kasaplar, doktorlar, ayakkabıcılar ve ber­
dikkat edince kadınların, genç kızların, oğlanların, bebek­ berlerle münasebetleri çoktan yasaklanmıştı. Hatta evlerin­
lerin ve annelerinin elinden tutan çocukların göğüslerinin deki tıraş makinelerini, makaslan ve taraklan teslim etmek
sol tarafında sarı bir yıldız olduğunu gördü. Hızla sıranın zorunda oldukları söylenmişti. Yahudilerin yemek payları da
azaltılmıştı, üstelik erzak stoğu yapmalarına da izin verilmi­
yordu. Zaten Hitler, onlar için yaşamayı imkânsız bir hale ge­
tiriyordu. Şimdi de gitmelerini mi yasaklamıştı?
Christine’in aklına gelen tek şey, ekmek sırasından çıkıp
kasabanın diğer tarafına koşmak oldu. Isaaclerin hâlâ orada
olup olmadığını merak ediyordu. Isaac’in babası ülkeyi terk
etme konusunda eşini ikna etmiş olabilir miydi? Ama ailesine
ekmek götürmek zorundaydı, zaten fırınlar ve dükkânlar ge­
çen haftadan beri kapalıydı. Christine kendini korkak gibi his­
sediyordu, kafede SS’leri gördüğünden beri kasabanın diğer
ucuna gidememişti. Bauermarılar şimdiye dek çoktan gitmiş­
tir, dedi kendi kendine. Bunca olandan sonra Bayan Bauer-
man yeteri kadar korkmuş olmalı. Bu düşünceyle içine düşen
korku ciğerlerine kadar yürüdü ve soğuk bir acıyla kalbine
oturdu.
Birkaç gün sonra Dietrich’ten bir mektup daha geldi. Rose
mektubu mutfak masasında ailesine okudu.

Sevgili Rose, Christine, Maria, Heinrich, Kari, anneciğim


ve babacığım,

Yazmadığım için üzgünüm, ama aylardır yoldaydık. Ni­


hayet birkaç günlüğüne kamp yapabildik. Umarım hepiniz
iyişinizdir. Bu yıl bahçeden hasat alabildiniz mi? Keşke ar­
mut ve erik toplamak için evde olabilseydim. Taze erik reçe­
lini sürdüğüm bir dilim ekmek için neler vermezdim... Bay
Oertel’a geçen yıl ona yaptığım iş için bize iki kova odun borçlu
olduğunu hatırlatın. Kışı geçirmek için ihtiyacınız olduğunu
söyleyin.

A
Şimdi beş yüz adamla birlikte, bir tanksavar hendeği­
nin içinde oturuyorum. Bu öğlen metrelerce derinliğinde
bir hendek kazdık ve orada uyuyacağız. Ukrayna’nın derin-
liklerindeyiz, kuzey ordularının kıştan önce Moskova’yı ele
geçireceği söyleniyor. Herkes, Rusya soğukları gelmeden eve
dönebilmek için savaşın kısa sürmesini umuyor. Umarım sa­
vaş bir an önce biter ve baharda yanınızda olabilirim. Sizi
her şeyden çok seviyorum.

Heil Hitler.
Dietrich.

Rose mektubu küçük kızına verdi. Maria mektubu tekrar


tekrar okuduktan sonra büyükannesine uzattı. O da Christine’e.
Christine başparmağını kâğıdın sol altında bulunan karartının
üzerinde gezdirdi. Babasının kâğıdı buradan tuttuğunu ve par­
mak izini bıraktığını düşünerek mektubu zarfına koymadan
önce bir kez daha okudu. Binlerce kilometre uzaklıkta, Rus
toprağına yaslanmış babasını hayal etti. Yorgundu, evini öz­
lemişti. Sevdiği birini özlemenin verdiği ıstırap Christine’e
soğuk ve açlık kadar yakındı. Fakat ailesinden koparılmak,
ölmeden önce onları bir daha göreceğinden emin olmamak ne
demek hayal edemiyordu. Yaşlarla dolan gözlerini kırparak
mektubu bir kez daha okudu.
“Bu ne?” dedi Heinrich, Fransız kapıyı göstererek. Bur­
nunu, çürük bir şey koklamış gibi kırıştırmıştı. Herkes,
Heinrich’in gösterdiği yere baktı. Nemli camda bir yığın ıs­
lak, beyaz kâğıt asılıydı. Onlar bakmaya devam ederken diğer
cama birkaç kırışık kâğıt daha yapıştı. Nereden geldiği belli
olmayan bir başka yarım düzine kâğıt, Christine’in yatak oda­
sının camına yapıştırdığı yapraklar gibi, uçup camda kaldı.
Rose yerinden kalktı ve balkon kapısını açtı. Kapının üzerin­
den yavaşça gökyüzüne uçuşan kâğıtlar, fırtınada sürüklenen
büyük kar taneleri gibi balkona düştü. Tüm aile aynı anda
dışarı koştu ve havadan süzülen kâğıtları yakaladı. Bazıları
boştu, çoğunun üzerinde yazılar vardı. Bazılarıysa yangın ye­
rinden çıkmış gibi kararmış, uçları yanmıştı.
Rose, eline aldığı bir kâğıdı herkesin görebileceği ka­
dar kaldırdı. “Bu Heilbronn’dan/Heilbronn Belediye Baş­
kanlığımdan,’ yazıyor.”
“Bu da,” dedi Maria, yarısı yanmış başka bir kâğıdı tuta­
rak. “Bu okuldan.”
Kari parmağıyla yolu gösterdi. “Bakın!”
Sokağın sonunda, amavutkaldırımların üzerinde yüzler­
ce yanık kâğıt vardı. Gökyüzünden yağmaya devam eden
kâğıtlar küllerle birlikte bahçe çitlerine düşüyordu.
“Heilbronn ne kadar uzakta?” diye sordu Christine.
“Elli kilometre kadar,” diye cevapladı büyükbaba. “Tabii,
hâlâ öyle bir yer varsa.”
Q)aÂci^li/lCli/ Ç$öJü/r?y

'—

avaş bitmek bilmiyordu, tam üç kış geçmişti. Amerika,


S Almanya’ya savaş açmış, Rusya’nın karşı atağı çok acı­
masız olmuştu. Kasabadaki söylentiler, Hitler’in kesin bir ga­
libiyet beklediği üzerineydi; hem de Rusya’nın dayanılmaz
soğuklanna uygun kıyafetleri olmayan, hazırlıksız bir ordu­
dan. Askerler savaşarak değil, soğuk, açlık ve tifüs yüzünden
ölecekti.
Sevdiğin insanı savaşta kaybetmek acı olabilirdi, ama
askerlerini önemsemeyip hayatta kalmaları için gerekeni
yapmadan savaşa gönderen bir lider yüzünden kaybetmek
çok başka bir şeydi. Dietrich’in evden sadece üzerindeki
kıyafetlerle ayrıldığını düşününce... Oysa Rose yedek kıya­
fetlerini, uzun içliğini, kalın şapkasını ve eldivenlerini alması
için çok ısrar etmişti. Ordudan hiç haber gelmiyordu. Rose,
ruh sağlığını koruyabilmek için bunun iyi bir işaret olduğunu
kabul etmişti. Ve ailesinin de onunla aynı fikirde olduğunu
umuyordu.
Rose iş yaparken Doğu Cephesi’nden gelen haberleri din­
leyebilmek için Halkın Alıcısı’m mutfağa taşıdı. Gece yata­
ğın altındaki Atlantiksender’ın, Almanca yayın yapan düşman
kanalının sesini bastırması için Hitler’in radyosunu açık bı­
raktılar. Rose, Christine ve Maria sırtlarında battaniyeleriyle
duvara yaslanmış, kısık sesli yasak kanalı dinliyorlardı. Al­
man ordusu marşından ve resmi yayından sonra, spiker harika
Alman aksanıyla Hitler’in vatandaşlarına yalan söylediğini
ve Nazi Almanyası’nın savaşı kaybettiğini açıkladı. Binlerce
Alman askeri teslim olmuş, iyi bir ücretle Amerika’ya çalış­
maya gönderilmişti. Alman denizaltılarındaki denizcilere hâlâ
fırsatları varken yüzeye çıkıp etrafı kuşatmaları için cesaret
verilmişti. Rose ve kızları, iri gözbebekleriyle birbirlerine ba­
kıp sessiz bir şekilde haberleri dinlemeye devam ettiler.
Bir ay içinde düşman kanalları, Alman frekanslarına karış­
manın bir yolunu buldu. Ve Naziler tüm kanallarını özel bir
bildiriyle birlikte açarak olaya müdahale etti: “Düşmanlar Al­
man frekanslarında sahte haberler yapmakta. Sakın inanma­
yın. Nazi sorumluluğundaki resmi bildiri yeri burasıdır.”
Sıcak günlerin gelmesiyle, duvarlara Amerika karşıtı yeni
afişler asılmaya başlandı. Bir tanesinin üzerinde, ellerinde
kollarında silahlar olan siyah beyaz dev bir canavar vardı. Kol
ve bacakları uçak parçalarıyla metallerden yapılmış, altına bü­
yük harflerle KÜLTÜR-TERÖR yazılmıştı. Christine, acaba
Amerikalılar da bizi canavar gibi gösteren afişler yapıyor mu­
dur diye düşündü.
Sıcak bir nisan sabahında Christine yumurta sepetini alıp
-

kümese doğru yola koyuldu. Son birkaç haftadır, san saman­


larla kaplı kümeste sadece üç yumurta bulabilmişti. Ama artık
havalar ısınmıştı, en az yarım düzine yumurtayla karşılaşa­
cağından emindi. Uzun, verimsiz geçen kıştan sonra ailesini
rafadan yumurtaların bulunduğu, zengin bir kahvaltıyla şaşırt­
mak için sabırsızlanıyordu. Ama arka kapıdan dışarı adım atar
atmaz, olduğu yerde kalakaldı. Ayaklarının altındaki toprak
deprem oluyor gibi sallanıyordu. Uzaklardan, kasabanın mer­
kezinden gelen gürültü boğuk iniltiler, ezilen metaller ve tiz
mekanik seslerle daha da güçleniyordu. Christine yumurtaları
toplamak yerine hızla içeri girdi, sepeti yere bıraktı ve evin
giriş kapısından dışarı çıktı.
Köy merkezine doğru yaklaştıkça metaller ve mekanik
sesler, bot ve çekiçlerin ritmik sesiyle uğultulu bir gürültü­
ye dönüşüyordu. Kasabanın bu tarafında, tepenin üzerinden
merkeze varan iki yol vardı. St. Michael Katedrali iki yolun
arasındaydı, sıra sıra dizilmiş kemerli pencereleri, sivri uçlu
yüksek demirleri ve dik turuncu kiremitli çatısıyla tüm köye
hükmeder gibiydi. Christine kilisenin arka bahçesine girdi,
duvar boyunca uzanan kaldırımı takip etti ve meydana inen
elli dört basamağın bulunduğu giriş kapısına vardı.
Basamakların en üstünde durdu, elleriyle kulaklannı kapa­
tıp aşağıdaki karmaşayı izledi. Girdaplar halinde yükselen toz
bulutlarının altında zırhlı tanklar, kamyonlar, motosikletler
vardı. Tüfek ve süngü taşıyan askerler, hava savunma topla­
rı çeken at arabaları tüm alanı doldurmuştu. Üzerinde siyah
gamalı haç olan kırmızı beyaz devasa bir bayrak, belediye
binasının üç katını kaplıyordu. Belediye binasının iki yanın­
da, duvarlarından küçük bayraklar sarkan iki bina daha vardı.
Motorlar çalıştı, at arabalarının tekerlekleri amavutkaldırım-
larının çukurlarına girip çıkıyor, at nallarının sesleri, merkeze
doğru siyah kolonlar halinde yürüyen askerlerin çizmelerinin
düzensiz ritmiyle birlikte sokaklarda yankılanıyordu. Gürül­
tüyle titreyen tankların devasa tekerlekleri yere delik açmaya
çalışan büyük bir toprak delme makinesi gibi keskin sesler çı­
kararak ilerliyordu.
Christine ne kadar izlemek istese de bu manzaraya dayana­
madı. Arkasına döndü ve hızla kiliseye girdi. Uzun ahşap kapı
kapandığında, merkezdeki karmaşa küçük bir mırıltıya döndü.
İçeride, her biri dört kat yüksekliğindeki ince gri sütunların ta­
şıdığı kemerli taş tavan, boyalı büyük bir örümcek ağına ben­
ziyordu. Tütsü ve taş duvar kokusunun sindiği büyük katedral,
tıpkı ıslak, derin bir mağara gibi soğuk ve sessizdi.
Nemli koku Christine’e çocukluğunu, Kate’le birlikte yaz
sıcaklarından kaçmak için katedrale geldikleri günleri hatır­
lattı. Birlikte koca taş yapıda dolanır, yüksek duvarlara bakıp
odaları inceleri erdi.
Christine sağa döndü, kemerli alçak kapıdan geçip ana
girişten içeri yürüdü ve ahşap merdivenleri çıktı. Büyük
çan takımının zilleri etrafında dönen merdivenler çok dardı.
Korkuluk olmadığı için duvar dibinden ilerleyen Christine,
elinden geldiğince hızlı bir şekilde yukarı çıkarken çanın
çalmaması için dua ediyordu. Son basamağa geldiğinde et­
rafı çevrili sekizgen bir platforma çıkan dar kapıdan girdi.
Yıllardır çıkmadığı bu yer, köyün en yüksek noktasıydı. Es­
kiden sıcak yaz günlerinde, boğucu köyün dar caddeleri ve
kalabalık binaların tepesinde esen serin rüzgârları tatmak
için burada otururdu.
Christine olduğu yerden belediye binasının çatısının üzeri­
ni ve köyü saran beş katlı evleri görebiliyordu. Aşağıdaki toza,
çamura rağmen yukarıdaki hava gayet temizdi. Kilometreler­
ce ilerisi bile görünüyordu. Ormanlık alan, ağaçların diplerini
görebilecek kadar yüksekti. Christine, askerlerin uçak gövde­
leri, uçak kanatları ve pervaneler üzerinde çalıştığını fark etti.
Son derece başarılı bir kamuflajın altında uçak yapıyorlardı.
Güneyde gri-sarı bir gaz bulutuyla çevrelenmiş, titrek bir
yılana benzeyen tanklar ve askeri araçlar sıralar halinde vadi
açıklarına kadar ilerliyordu. Yılanın kuyruğu son dağ eteğinin
arkasında gözden kaybolurken, kara başı kasabaya doğru ge­
liyor, Haller Köprüsü’nü tıkıyordu. Christine vadinin ortasın­
daki eski hava üssünü ve düz yeşilliğin uzun şeridi boyunca
sıralanmış siyah uçakları görebiliyordu. Karınca boyutunda
adamlar, küçük kamyonlardan çarpı şeklinde tahtalar indiri­
yor, hava üssünün etrafına -çimlerin üzerinde siyah çapraz di­
kişlerden oluşan bir sıra gibi- çitler örüyorlardı.
Aşağıdaki meydanda bir grup asker ellerindeki çekiç ve
testerelerle belediye binasının basamaklarında ahşap bir plat­
form kuruyordu. Başka bir grup asker ise üzerinde ulusal
semboller bulunan, kartal ve gamalı haçlı bayrakları sahnenin
önüne çekiyordu. Diğer tarafaysa bir yığın odun kümelenmiş­
ti. Yan yollara ve merkezin bazı kısımlarına ipler çekilmiş,
etrafları metal bariyerlerle çevrelenmişti. Christine birkaç da­
kika kadar dışarı baktıktan sonra hızla merdivenlerden aşağı
indi. Tüm gücüyle eve doğru koşarken savaşın küçük, sessiz
köyünü yıkmayı unutmuş olmasını umuyordu.
Christine kaldırımlar boyunca koşmaya devam etti. Tank­
lar köylerini ele geçirmemiş gibi insanların hâlâ gündelik
işleriyle ilgilendiklerini görünce şaşırmıştı. Bir sonraki adımın
bombalar ve kurşunlar olacağını bilmiyorlar mı? Christine
şimdiye kadar insanların endişelenmesini, sokaklardan aşağı
koşmasını, pencere ve kapılarını kapatmasını, eşyalarını
valizlere koyup kasabayı terk etmelerini beklediğini hiç fark
etmemişti.
Sonra Heilbronn’u hatırladı. Yavaşladı, içine çektiği her
nefes göğsünü yakıyordu. Kimse gitmiyor, dedi kendi kendi­
ne. Kimse gitmiyor, çünkü gidecek hiçbir yer kalmadı. Bildiği
her kasabaya, her köye saldırılmıştı. Buraya en yakın kasaba
Heilbronn’du, ama ailesiyle birlikte bir gün önce gökyüzün­
den yağan yanık kâğıtları kendi gözleriyle görmüştü. Radyo­
da, elli bin kişinin evlerinde bombalandığını, yedi bin kişinin
can verdiğini duymuşlardı. Christine kollarını göğsünde ka­
vuşturdu. Kaldırımda kalabalığın arasında koşarken bacakları
titriyordu.
Eve vardığında giriş kapısında, iki askerin annesinin ba­
şında dikildiğini gördü. Adamların geniş omuzları caddeye
dönüktü, Christine makineli tüfek taşıyan iki kara heykelin
arasından annesinin beyaz, oval yüzünü görebiliyordu. Adam­
ların siyah üniformalarındaki sıkı örgüyü ve metal başlıkla­
rıyla deri botlarına yansıyan güneşi görebilecek kadar çitlere
doğru yaklaştı.
“Bayan Bölz,” dedi askerlerden biri sert bir sesle.
“Alarmı duyar duymaz aileniz için hemen bir sığınak
bulmak zorundasınız. Merdivenlerinize kum ve suyla dolu
kovalar koyun. Düşman uçaklarının köyü görmemesi için
pencerelerinizden dışarı ışık sızmaması gerek. Camların
üzerini siyah kumaşlarla örtün. Geceleri bekçiler gerekli
Ellen Marie Wiseman — 1 3 7

kontrolleri yapacak, kurallara uymayanlar ağır bir şekilde


cezalandırılacak. Bu gece Nasyonal Sosyalist Toplantısı
olacak ve tüm vatandaşların katılması zorunlu. Askerler,
herkesin evden çıktığından emin olmak için sokaklarda
gezecek. Kurallara itaat etmezseniz tutuklanırsınız! Heil
Hitler!” Annesi henüz cevap verememişti ki askerler dönüp
bir sonraki eve doğru yürüdü. Christine hızla annesinin yanına
koştu.
“Adamlar başka ne söyledi?”
“Bizi uyarmaya gelmişler,” dedi Rose, komşu kapıyı çalan
askere bakarak. “Köyün arkasındaki eski hava üssünü kulla­
nıyorlarmış. Düşmanların orayı bombalaması çok sürmezmiş.
Hava saldırısı sirenleri çaldığında saklanacak bir sığınak bul­
mamız lazım.”
“Nereye gidebiliriz ki?” Peki, Isaac ve ailesi nereye sak­
lanacak? diye düşündü Christine. Tabii hâlâ buradalarsa...
Rose kollarını göğsüne bağlamış düşünüyor, bileğini ka­
şıyarak kaldırıma bakıyordu. “Bodruma hepimiz sığamayız,”
dedi cansız bir ses tonuyla. “Kasapla konuşmalıyız. Bay
Weiler’ın mahzeni büyük. Hem en yakın da orası.” Hiç vakit
kaybetmeden salona giren Rose, merdivenlere koşup yukarı
doğru bağırdı. “Maria! ChristineTe köy merkezine gitmemiz
lazım. HeinrichTe Karl’a göz kulak ol, tamam mı?”
Christine annesiyle birlikte sokağın aşağısındaki dükkân­
lara doğru koştu. Nihayet insanlar bir şeyler değişmiş gibi
davranmaya başlamıştı. Kafelerin dışındaki sandalye ve ma­
salar içeri sokulmuştu. İki yaşlı adam fırının camlarına tahta
çakıyor, kocası panjurları çivilerken Bayan Nussbaum saksı­
daki sardunyasını içeri taşıyordu. İnsanlar, yazılanları okumak
için duvarlara yeni afişler asan askerlerin etrafına toplanmıştı.
Christine ve Rose da afişlere bakmak için durmuşlardı.
Siyah beyaz afişlerde, “Işıkları kapatın! Düşman ışıklarını­
zı görür!” yazıyordu. Yazının altında büyük bir iskelet, fırtına­
lı gecede bir müttefik uçağı kullanıyordu. Yüzünde şeytani bir
ömcncif/&>(>/üsn/
gülümseme vardı. Havaya kaldırdığı bomba, aşağıdaki Alman
köylerini yerle bir etmeye hazır gibiydi. Christine midesinin
kaynadığını hissetti. Hayatında hiç bu kadar korkunç bir şey
*—«« ^ 0
görmemişti. Rose, Christine’in elini tuttu ve onu kendine doğ­
ru çekti, kaldırımda ilerlerken neredeyse koşuyorlardı.
Anne kız Bay Weiler’ın tepe kenarındaki şarap mahzenine
vardıklarında, daha önce gelen birkaç dükkân sahibi patates
kasalarının üzerine tahta ve şilte koyuyordu.
ava kararmaya başladığında, Christinelerin evinin önün­
Bay Weiler, onları görünce bağırdı. “Yüce Tanrım! Bayan
Bölz, Christine!” Bay Weiler, geniş, yuvarlak kırmızı yüzüyle
yaşlı ve şişman bir adamdı. Her zaman mutluydu, bir sığınak
H de dört silahlı asker belirdi. Adamlar bağırarak tali­
matlar verirken, yukarıdaki sokakta başka askerlerin sesleri
hazırlıyor olmak bile neşesini kaçırmamıştı. “Hoş geldiniz! yükseliyordu. Sesler, megafonlar yüzünden dar cadde ve taş
Bir sürü odamız var. Birçok kişiyi buraya sığdırabileceğimizi evlerde yankılanıyor, adamların söylediklerinden hiçbir şey
düşünüyoruz, kimse evinin bodrumunda yalnız başına saklan­ anlaşılmıyordu.
mamalı. Böyle zamanlarda birbirimize ihtiyacımız var!” “Dikkat dikkat! Herkes evlerini boşaltsın! Evde kalmanız
“Çok teşekkürler, Bay Weiler,” dedi Rose, ellerini ovuştu­ yasak! Saat tam sekizde meydandaki toplantıya katılmak zo­
rarak. rundasınız!”
Christine konuşmanın geri kalanını duymadı. Gözleri sığı­
Saat sekize on kala Christine ve ailesi el ele, kasaba sakin­
nağın ilerisine takılmıştı. Son sıradaki patates kasalarının ar­
lerinin peşinden meydana yürüdü. Herkes neyle karşılaşaca­
kasında, saklı yerinden çıkmaya başlayan kumaş parçasına...
ğım merak ederek etrafına bakıyordu. Meydana vardıkların­
Ve Isaac’le onun toz içinde kalmış, kırışmış kırmızı beyaz
da askerler yaşlıları, kadınları ve çocukları bağırıp çağırarak
masa örtüsüne bakarken gözleri sulandı.
metal bariyerlerin arkasındaki alana soktu. Ve insanlar omuz
omuza sıkışıp, en ufak bir boşluk kalmayana dek kalabalığı
itmeye devam ettiler. Maria büyükannesi ve büyükbabası­
nın koluna girmişti Rose, Karl’ı kucağına almıştı. Christine
de Heinrich’i sırtına almıştı. Çizmelerin, davulların ve aske­
ri bandonun gürültüsüyle birbirini duyamayan insanların itip
kakışları yüzünden Christine ve ailesi bir arada kalmakta zor­
lanıyordu. Kalabalığın üzerinde yüzlerce meşale ışığı yanıp
sönüyor, meydanda yakılan iki büyük ateşin ışıkları, arkadaki
binaları kaplayan kırmızı beyaz Nazi pankartlarını aydınlatı­
yordu.
Christineier içeri doğru ilerlemeye çalışırken, alana giren
herkese küçük bir kitapçık dağıtılıyordu. Christine kitapçığın
üzerindeki yazıyı okuduğunda çarpan kalbi daha da hızlandı.
Siyah, sarı kapakta: ‘Bu sembolü gördüğünüzde,’ yazıyordu.
Altında ise Davud’un yıldızı vardı. Kitapçığın içine sayfalarca
açıklama sığdırılmıştı, sayfalarda Yahudilerin Almanlara kar­
şı bir savaş başlattığı ve Wehrmächten Yahudilerin korkunç
planlarını gerçekleştiremeyeceğinden emin oldukları yazıyor­
du. Üstelik bununla da bitmiyordu. Yahudi halkı bir suç örgü­
tüydü ve Yahudi tehlikesi ancak tüm dünyadan silindiklerinde
son bulacaktı.
Heinrich ablasının kulağına eğildi. “Bu ne?”
“Hiçbir şey.” Yalanlarla dolu bir kitap, diye düşündü
Christine. Nazi yalanlarından başka bir şey değil.
Rose elindeki kitapçığı ikiye katlamış, henüz içine bakma­
mıştı. Maria’nın elinde kendi kitapçığıyla birlikte büyükanne
ve büyükbabasınınki vardı. Christine kimsenin bakmadığın­
dan emin olmak için etrafını kontrol etti, ardından midesini
bulandıran kâğıt parçasını yere atıp ayağının altında ezdi. Tam
annesine uzanıyordu ki müziğin aniden kesilmesiyle olduğu
-

yerde kaldı. Biri onu görmüş gibiydi. Christine tekrar etrafına


baktı, bir askerin hızla kalabalığı yarıp onu kolundan tuttuğu
gibi götürmesini bekliyordu. Ama hiçbir şey olmadı. Bir kez
çalan ağır çan, açık havada yankılanmaya başladı.
Kalabalık sessizce saatin sekiz olduğunu haber veren bü­
yük St. Michael çanlarını dinledi. Devam eden çan sesleri, ka­
labalık meydanda yankılanıyordu. Son çanın ardından askeri
bando Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’nin marşını çal­
maya başladı. Trompetler çalıyor, koro güçlü ve gururlu bir şe­
kilde şarkıyı söylüyordu. Tam o sırada binlerce siyah miğferli
asker, gümüş uçlu silahları ve Nazi bayraklarıyla birlikte kaz
yürüyüşüyle meydana girdi. Onlar adım attıkça Christine’in
altındaki yer sallanıyordu. Askerler kusursuz bir zamanla­
mayla, platformun önüne dizildiler. Çeneleri yukarıda, kolları
havada selam veren adamların hepsinin boyu aynıydı, sıraya
geçmiş kurşun askerleri andırıyorlardı. Christine askerlerin,
etkileyici görünmeleri için boyları ve kiloları aynı olan özel
bir birlik olabileceğini düşündü. Kalabalığın çevrelediği ge­
çitlerde bir düzine asker daha yürüyordu, hepsi kolunu kal­
dırmış selam veriyor, izleyenlerden selam vermeyen var mı
kontrol ediyordu. Christine çenesini sıktı ve kolunu kaldırdı.
Tam o sırada kuyruğun sonundan bir kadının çığlığı duyuldu.
Christine arkasına döndüğünde askerlerden birinin, bir adamı
yakasından tutup kalabalıktan çektiğini gördü. Kadın ellerini
uzatmış, adamın koluna dokunmaya çalışıyordu. Christine bir
an emin olamadı, ama örgülü gri saçlarından kadının kafedeki
acı dolu, zavallı Bayan Schmidt olduğunu anladı.
Nazi marşının son notasının ardından dört subay, potur ve
çizmeler giymiş bir düzine askerle birlikte platforma doğru
yürüdü. Meydandaki ateşin alevleri subayların göğüslerindeki
madalyalara yansıyor, küt küt çarpıp kan ağlayan kalpleri ha­
tırlatıyordu. Subaylar topuklarının üzerinde döndükten sonra
selam vermek için kollarını kaldırdı. Çok geçmeden, platfor­
mun ortasında kısa boylu, hafif kambur, bıyıklı bir adam gö­
ründü.
Kalabalık, “Sieg Heil! Sieg Heil! Sieg Heiir" diye bağırı­
yordu. Christine’in kollarındaki tüyler diken diken olmuştu,
gördüğü şeye bir türlü inanamıyordu. Kalabalığın düzensiz
bağırışları acımasız bir fırtına uğultusu gibi giderek yükseli­
yordu. Christine, Hitler’in bu kadar kısa olduğunu tahmin et­
memişti, ama bu uzaklıktan bile ne kadar somurtkan bir adam
olduğunu görebiliyordu. Geçitteki askerler deli gibi alkışlar­
ken bir yandan halkı coşturmaya çalışıyor, bir yandan itaat et­
meyen biri var mı diye kalabalığı tarıyorlardı. Askerler, insan­
ların toplandığı alanın köşesine yürüdüğünde, herkes kollarını
indirdi ve Führer’i daha iyi görebilmek için boyunlarını uzatıp
parmak uçlarında yükseldi. Hitler ise başını eğdi ve yumruğu­
nu göğsünün tam ortasına koydu. Bir süre böyle kalıp kalaba­
lığın sessizleşmesini bekledi. Ve tam sessizlik sağlandığında,
başını kaldırıp konuşmaya başladı.
“Alman kardeşlerim! Yurttaşlarım! Yoldaşlarım! Üç fakir
ülke birleşti. Şimdi bu mücadelede kim galip gelecek göreceğiz.
Kaybedecek hiçbir şeyi olmayıp kazanacak çok şeyi olanlar
mı, yoksa kaybedecek çok şeyi olup kazanacak hiçbir şeyi
olmayanlar mı? İngiltere neden kazanmak istiyor? Amerika
ne istiyor?” Hitler yumruğunu havada salladı. “O kadar çok *

*AIm. Yaşasın Zafer! Hitler döneminde kullanılan bir sözcük grubu. (Çev. N.)
şeyleri var ki sahip olduklarıyla ne yapacaklarını bilmiyorlar.
İngiltere ve Fransa’yla bir alakamız yok. Amerika’yla da!”
Kolunu insanların üzerine doğru salladı. “Yine de savaş ilan
edildi. Şimdi siz beni anlamak zorundasınız. Bir keresinde,
yabancı ülkelerin anlam veremediği bir şey söylemiştim.
Demiştim ki, eğer savaş kaçınılmazsa, yöneten olmayı tercih
ederim. Bu şana duyduğum özlemden değil, tam tersine bana
göre bir şan olmayan bu sıfattan feragat ederim. Eğer Tanrı
hayatta kalmama izin verirse, şanımı hâlâ yapmak istediğim
barış yanlısı işlerden kazanacağım. Ama eğer kader, gizem
dolu akıbete göre yapacaklarımı çoktan yazmışsa Tanrı’dan
bu savaşın yükünü bana vermesinden, sırtıma yüklemesinden
başka bir şey isteyemem.” Hitler yumruğunu tekrar göğsüne
vurup bağırdı. “Size yemin ediyorum!”
Christine daha önce hiç operaya gitmemişti, ama bir traje­
dinin Hitler’in gösterisinden farksız olduğunu düşünüyordu.
İnsanların yüzlerini incelemek için etrafına baktı. Hitler’in oto­
riter kelimelerini ve abartılı hareketlerinin altında yatan kötü
kalbini görebilen biri var mı merak ediyordu. Ama yukarı bakan
başların üzerinde dans eden kırmızı, siyah gölgelerden insanla-
nn ifadeleri seçilmiyordu. Christine cehennem kapısının önün­
de bekleyen kayıp ruhların huzur kaçıran görüntüsünü gözleri­
nin önüne getirirken, Hitler konuşmasına devam etti.
“Sorumluluktan kaçmayacağım. Savaşın her saatinde bu
yükü omuzlarımda taşıyacağım. Hep yaptığım gibi her görevi
üstleneceğim. Halkın içinde en büyük otoriteye ben sahibim.
İnsanlar beni biliyor. Savaştan önceki yıllarda, ne kadar çok
planım olduğunu biliyorlar. Başlayan işlerimin işaretlerini, bi­
ten işlerimin kanıtlarını her yerde görüyorlar. Alman halkının
bana güvendiğini biliyor ve bunu bilmekten büyük mutluluk
duyuyorum. Ama Alman halkı bir şeyi çok iyi biliyor olmalı,
ben yaşadığım sürece 1918 yılı asla geri gelmeyecek!” Bir süre
sonra Hitler platformda geriledi ve kalabalığın bağırışlarını din­
lerken tek elini göğsüne yerleştirerek halkı selamladı. Ardından
göğsünü kabarttı ve yumruğunu kaldırarak tekrar ileri çıktı.
“Amerikalılar ve İngilizler şehirlerimize saldırdığında, onların
şehirlerini haritadan sileceğiz! Üç ton bomba yağdırdıklarında,
tepelerine tek seferde üç yüz ton bomba atacağız! Şimdi Hes-
sental vatandaşları olarak, göreve çağrılıyorsunuz!”
Maria gözlerini iri iri açıp Christine’e baktı. Heinrich, abla­
sının boynuna gittikçe daha sıkı sarılıyor, bacaklarını da beline
doluyordu. Christine kardeşlerini rahatlatacak bir şeyler demek
istiyordu. Bombalardan korkmalarına gerek olmadığını söyle­
mek istiyordu, ama aklına güven verici tek bir kelime bile gel­
miyordu. Üç ton bomba? Tek seferde? Christine şarap mahze­
ninin tahta kapısını ve sığmağın alanını düşündü. Nasıl hayatta
kalacağız? Christine, Heinrich’i bacaklarından yakaladı, aklı
öyle başından gitmişti ki kardeşini düşürmekten korktu.
Hitler konuyu değiştirdi. “Verdiğiniz her kararda Führer
nasıl bir karar verirdi diye düşünün. Kararlarınız Alman halkı­
nın Nasyonal Sosyalist inancıyla uyuyor mu, düşünün. Yahudi
gençler, baştan çıkarmayı planladıkları masum Alman kızları­
nı gözleyip duruyor. Alman kızların kanını pisletmek, onları
halkının bağrından koparmak istiyorlar. Yahudiler beyaz ırk­
tan nefret ediyor ve hüküm sürebilmek için beyaz ırkın kül­
tür seviyesini düşürmek istiyor. Söylesenize, bir Yahudi’nin
karışmadığı bir pislik, bir suç var mı? Yalnızca bu milletten
insanlar devletimizin vatandaşı olacak. Yalnızca Alman kanı
taşıyanlar bu milletten olabilir! Sivil cephenin uyarılmasına
gerek yok. Şeytanın duası, Avrupa’nın Bolşevizm’i cezalan­
dırma dileği gerçekleşmeyecek, ama bizim dualarımız kabul
olacak. Yüce Tanrım çocuklarımız ve onların çocukları için
bize özgürlüğümüzü sürdürecek güç ver. Sadece bize değil,
Avrupa’daki tüm insanlara. Çünkü bu hepimizin savaşı, bu
sefer Alman halkı yalnız değil. Bu tüm Avrupa’nın savaşı ve
eninde sonunda tüm insanoğlu bu savaşa dahil olacak.”
Christine annesinin titreyen elini elinde hissetti. Dönüp an­
nesine baktığında, gözlerinin dolduğunu gördü.
“Artık eve gidebilir miyiz?” diye sordu Kari. “Burayı hiç
sevmedim.”
Biri Christine’in omzuna vurdu, Christine ilk başta
Heinrich’tir diye düşünerek umursamadı. Ancak güçlü bir el
kolunu kavrayınca arkasına döndü. Bir SS tepesinde dikilmiş
ona bakıyordu. Adamın yüzünde en ufak bir duygu belirtisi
bile yoktu. Christine’in göğsü ani bir panikle ağırlaştı. Hemen
annesine baktı, annesi de iri gözbebekleri ve soluk bir yüzle
ona bakıyordu.
“Benimle gelmeniz gerek bayan.”
“Neden?” Christine, miğferin kara gölgesinin altından ada­
mın gözlerini okumaya çalışıyordu. “Ne yaptım ki?” Heinrich
ablasının boynundaki ellerini gevşetti ve yavaşça aşağı kaydı.
Rose, kızının koluna yapıştı. Öyle sıkı tutuyordu ki Christine
çığlık atmamak için kendini zor tuttu.
“Özel bir görev için seçildiniz,” dedi asker. “İşimiz biter
bitmez tekrar ailenizin yanına döneceksiniz.”
Christine adamın ilerisine, büyülenmiş insanlarla dolu
sıranın sonuna doğru baktı. Geçitte, bir genç kız grubunun
başında iki asker daha duruyordu. Kızların çoğunun üzerinde
Alman Kız Birliği üniforması vardı ve hepsi sarışındı.
“Ama...” diyen Christine’in cümlesi yarım kaldı.
“Size söyleneni yapsanız iyi olur. Beni takip edin.”
Christine siyah üniformalı askerin peşinden kalabalığa
doğru yürürken, annesinin eli kolundan kaydı. Acı ve merakla
bakan köylüler onlara yol vermek için geri çekiliyordu. Chris­
tine, geçitte Maria’nın eski sınıfından iki kız olduğunu fark
etti. Birini köyün diğer ucundaki çiftlikte, diğerini tren istas­
yonunda üniforma toplarken görmüştü. Askerler kızları geçit
boyunca, platformun önünde dizilen asker duvarına doğru yü­
rüttüler.
“Neler oluyor? Niye bizi seçtiler?” diye sordu Christine,
önündeki kıza.
“Bilmiyor musun?” Kızın sesi heyecan doluydu. “Bize
baksana. Aryan ırkının en güzel örnekleriyiz!”
Yanlarında aniden bir asker belirdi. “Konuşmak yok!”
Platforma doğru ilerlerken Christine ipin diğer tarafında
parlak, kırmızı bir kafa gördü. Biraz daha yaklaştıklarında kı­
zıl saçlı kız döndü. Christine artık onun kim olduğunu net bir
şekilde görebiliyordu. Kate gülümseyerek elindeki küçük bay­
rağı sallıyordu. Ama kızların Fiihrer’in yanına götürüldüğünü
fark edince kaşlarını çattı, yüzüne bir gölge düştü. Kollarını
göğsünde bağladı ve kendi yerine neden onların seçildiğini
anlamaya çalışır gibi kızları baştan aşağı inceledi. Christine’le
göz göze geldiğinde ileri baktı ama Christine. Kate’in ağzının
nasıl açık kaldığını görmüştü.
Askerler kızları platformun önüne dizdikten sonra dik du­
rup gülümsemelerini emretti. Bacaklar bitişik, çene kalkık
durmalıydı. Christine sıranın en sonundaydı, Hitler arkaların­
da bir beyanda daha bulundu.
“Önümde gördüğünüz Aryan kızları Alman Devleti’nin en
saf, en katıksız hâzinesidir. Onları, onlardan Alman saflığını
çalmak isteyen suçlulardan korumak zorundasınız. Bu kızlar
gelecekteki üstün ırkımızın anneleri!”
Kalabalık alkışlarken askerler hazır ola geçip bağırdı.
“Heil Hitler!” Bando başka bir marş çalmaya başladığında
Hitler platformun yanındaki merdivenlere yöneldi. Sevgi dolu
halkına gülümseyip el sallarken üstü başı bezenmiş dört subay
onu takip ediyordu. Hitler sıranın en sonundan başladı ve her
kızın elini tek tek sıkıp yanaklarına dokundu. Christine nab­
zının hızlandığını hissedebiliyordu. Ailesini görebilmek için
gözleri kalabalığı taradıysa da onları hiçbir yerde bulamadı.
Bu kadar uzaklıktan, bir yüzü tanımak imkânsızdı.
Hitler, ona sadece üç adım kadar uzaktı. Christine gözleri­
ni Hitler’in solgun yanaklarından ve el sıkıştıkça, pıhtılaşmış
krema gibi sallanan kemikli boynundan alamıyordu. Sıranın
diğer ucuna doğru gelip her kıza aynı sözcükleri mırıldanır­
ken, incecik dudakları Christine’e ringa balığı rulosunu ha­
tırlattı. Afişlerdeki pürüzsüz ciltli, geniş çeneli adamdan eser
yoktu. Christine’in şu ana kadar gördüğü her resim ve fotoğ­
rafta Hitler bir seksen boyundaydı, şimdiyse karşısındaki dar
göğüslü, yuvarlak omuzlu adam kızlarla aynı boydaydı.
Hitler tam önünde durup elini uzattığında Christine’in ağzı
kupkuru olmuştu. Bir an hareket edemedi. Adamın mavi göz­
leri onunkilere kilitlenmişti. Christine, Hitler’in bir gözünün
diğerinden büyük olduğunu fark etti, sanki beyninin sol yanı
göz çukuruna baskı yapıp gözbebeğini dışarı itmiş gibiydi.
Hitler’in dudakları seyirdi, cevap alamadığı için yüzündeki
gülümseme kayboldu. Christine bir subayın elleri havada, onu
tutuklamaya hazır bir şekilde yaklaştığını fark etti. Hızla ne
yapması gerektiğini hatırladı ve elini kaldırıp Hitler’in elini
tuttu. Adamın sırılsıklam avuç içi tenine değdiğinde mide bu­
landıran bir ürperti tüm vücudunu sardı, Christine elini çek­
memek için tüm gücüyle dayanıyordu. Hitler yanağına dokun­
mak için uzandığında kendini yine geri çekmemeye çalıştı.
“Sen Alman halkının özüsün.” Hitler’in ekşi nefesi
Christine’in burnuna vuruyordu. Sanki biri, ayaklarının di­
binde çürük patateslerle dolu bir çuvalı açmıştı. “Seni şahsi
olarak Lebensbom* projemize davet ediyorum. Nazi Alman-
yası Alman kızların SS’lerimizle birlikte, üstün ırkın deva­
mını sağlama görevini yerine getirmesi için hiçbir masraftan
kaçınmayacak. Vatanınızı gururlandırın. Bu savaşta sizin için
mücadele ediyoruz. Ve kazanacağımızdan emin olabilirsiniz.”
Başta Christine, elini kurtarmaktan başka bir şey istemi­
yordu, ama sonra Hitler’in elini daha sıkı kavradı. Onu ken­
dine çekip yüzüne tükürmemek için zor duruyordu. Hitler,
Christine’e baksa da onu görmüyordu. Ezberlenmiş selam­
laşmasını bitirdiğinde Christine adamın elini hâlâ tutuyordu.
Hitler’in buğulu gözleri netleşti ve direkt olarak Christine’e
baktı. Milyonlarca insanın hayatım mahvettin, dedi Christi­
ne kendi kendine. Umarım bunun karşılığını ödersin. Katiller

*Lebensbom, II. Dünya Savaşı sırasında Nazi liderlerinden Heinrich


Himmler’in geliştirdiği ve hayata geçirdiği proje. Nazi Almanyası’nm refahı
ve devamı için ırksal kalıtımsal özelliklerin seçilmiş ari ırktan genç kadın ve
erkeklerin çiftleştirilmesi sonucu dünyaya gelen çocuklara verilen genel addır.
(Çev. N.)
için bir yer var. Adı cehennem. Hitler, Christine’in aklından
geçenleri duymuş gibi omuzlarını dikleştirdi ve çenesini kal­
dırdı. Dudaklarının arasından, mağarada yaşayan hayvanlar
gibi ufak bir homurtu kaçtı. Sonra güldü ve Christine’in elini
daha büyük bir enerjiyle sıktı.
“Hayranlığına minnettarım bayan, ama artık gitmeliyim.
Biliyorsun, ben önemli bir adamım.” Tekrar güldü ve yanın­
daki, kahkahalarına eşlik eden subaya baktı.
Christine, Hitler’in elini bırakıp başını aşağı indirdi. Kala­
balık Hitler’in arkasından neşeyle bağırıyordu. Nazi bayrakla­
rıyla süslenmiş siyah, üstü açık bir Mercedes-Benz önlerinde
durdu ve şoför hızla inip kapıyı açtı. Hitler, kızlara tekrar gü­
lümsedikten sonra dönüp arabaya bindi. Giderken ayağa kalk­
tı ve halkını selamlamaya devam etti. Araba meydandan çıkıp
yandaki dar caddeden aşağı indiğinde bir subay, eliyle kız­
ların gidebileceğini işaret etti. Christine ailesini bulmak için
geçitten aşağı koşmaya başladı. Askerler ise meydandan dışarı
yürüyüp kalabalık dağılırken bando çalmaya devam ediyordu.
Christine tüm ailesinin ona doğru koştuğunu gördü.
“İyi misin?” diye sordu Rose.
“İyiyim. Sadece eve gitmek istiyorum.”
Maria ablasının koluna girdi, Kari da sağ eline uzandı.
Ama Christine kendini hızla geri çekip yürümeye devam etti.
“Bana dokunmayın.”

-—“«äQe»

Gece herkes yattıktan sonra Christine geceliğinin üzerinde


yün kazağı ve kalın çoraplarıyla gizlice mutfağa girdi. Mey­
dandaki toplantıdan sonra aniden bir fırtına kopmuş, kış tekrar
yüzünü göstermişti. Uğuldayan kuvvetli rüzgârlar panjurları
titretiyor, yağmur buzdan parmaklarıyla pencereye tıklatıyor­
du. Christine bir mum yakıp evyenin yanma koyduktan sonra
çaydanlık hâlâ sıcak mı diye bakmak için odun ocağına doğ­
ru yürüdü. Hâlâ ılıktı, ama yeterince sıcak değildi. Christine
sobanın kapağını açtı ve sönen ateşi alevlendirmesini umarak
içine bir odun daha attı. Ardından sert bir fırça ve küllü sabun
bulmak için dolapları karıştırmaya başladı. Aradıklarını bul­
duğunda, evyeyi dört beş santim kadar suyla doldurdu. Suyun
ısınmasını beklerken odada geziniyordu.
Birkaç dakika sonra çaydanlıktan dumanlar çıkmaya baş­
ladı. Christine kazağını çıkarıp geceliğinin kollarını sıyırdı.
Sıcak suyun yarısını evyeye döktü, ellerini ve yanaklarını ıs­
lattı. Ardından küllü sabun ve sert fırçayı alıp keskin kokulu
köpükler oluşana dek cildini ovaladı. Aslında toplantıdan eve
gelir gelmez ellerini ve yüzünü yıkamıştı. Hatta geceliğini giy­
meden önce de yıkamıştı, ama ona bir türlü yeterli gelmiyordu.
Hitler’in ıslak eli hâlâ avucunda gibiydi. İnce parmaklarını hâlâ
yanağında hissedebiliyordu. Şeytani salgılan ve pis dokunuşları
yüzünden Christine bir şekilde kendini kirlenmiş, zehirlenmiş
hissediyordu. Hitler’in, kendisininkine karışmış terini düşünüp
duruyordu. Şeytani ruh kanına girmiş, ruhunu ve bedenini kir­
letmişti. Sanki şeytanın kendisi elini uzatmış, onu kaçınılmaz
bir lanete mahkûm etmişti. Gözlerini kapadı, suratını buruştur­
du ve tenini tüm gücüyle ovalamaya başladı. Sert fırça tenini
çiziyor, küllü sabun küçük sıyrıklan yakıyordu. Birkaç dakika
sonra tekrar ocağa gidip çaydanlığı getirdi.
Tam kaynar suyu elinden aşağı dökecekti ki Maria mutfağa
girdi.
“Ne yapıyorsun?!” Maria gözlerini fal taşı gibi açmıştı.
Hemen koşup ablasının elindeki çaydanlığı aldı. “Dur! Yana­
caksın!”
“Lütfen,” dedi Christine. “Zaten bitti sayılır, bırak.”
“Hayır!” Maria çaydanlığı tekrar ocağın üzerine bıraktı.
“Ne yapıyorsun? Aklını mı kaçırdın?”
“Yıkamam lazım. Tenimi temizlemem lazım.”
“O sadece bir adam,” diyen Maria’nın sesi oldukça sertti.
“Tamam, kötü bir adam olduğunu biliyoruz, ama adam işte.
Eline dokunmakla sana zarar veremez! Özel güçleri yok!”
“Nereden biliyorsun?” Christine’in gözleri dolmuştu. “Bir
sürü insanın beynini yıkadı! Yoksa yaptıklarına rağmen nasıl
hâlâ bu kadar destekçisi olabilir?” Christine söylediklerinin
çılgınca olduğunu kendi de biliyordu, ayrıca bunları anlatabi­
leceği tek kişinin kız kardeşi olduğunun da farkındaydı.
Maria ablasını bileğinden tuttu ve onu evyeye doğru dön­
dürdü. “Tamam, gel ben sana yardım edeyim. Ama eline kay­
nar su dökmek yok.” Maria evyedeki sabunlu suyu boşalttık­
tan sonra evyeyi tekrar yarısına kadar doldurup ılıklaştırmak
için üzerine çaydanlıktan sıcak su ekledi. Ve ablasının yanağı­
nı ve ellerini nazikçe durulamaya başladı. “Birkaç yerini çiz­
mişsin,” dedi Maria, alnını kırıştırarak.
“Hissedemiyorum.” Christine kız kardeşinin yaralı cildinin
üzerindeki köpükleri durulamasına izin verdi. “Özür dilerim,
seni korkuttum. Ben sadece...”
“Anlıyorum. Sorun sadece Hitler’in platform üzerindeki çıl­
gın hareketleri değil. O, sevdiğin adamı öldürmek istiyor. Eğer
bana dokunsaydı, muhtemelen ben de aynısını yapardım.”
“Bu kadar iyi bir kardeş olduğun için teşekkür ederim. Sen
olmasan ne yapardım bilmiyorum.”
“Ben de. Bu yüzden artık kendine daha iyi bakmalısın. Ya yan-
saydm? Ya enfeksiyon kapsaydm? Siviller için ilaç olmadığını bili­
yorsun! Her şeyin cephedeki askerlere gönderildiğini biliyorsun!”
Maria mutfak çekmecesinden temiz bir havlu çıkardı. Ablasının
yüzünü ve ellerini kurularken gözleri giderek doluyordu.
“Biliyorum. Aptalca bir şey yaptım işte. Düzgün düşüne­
miyordum.”
Maria iki dudağını birbirine bastırırken, gözlerinden yaşlar
süzülüyordu.
“Neden ağlıyorsun?” diye sordu Christine. “Ben iyiyim.
Gerçekten!”
“Biliyorum.” Maria elinin tersiyle burnunu sildi. “Korku­
yorum, ondan. Bir gün sonra ne yaşayacağımızı merak ederek
bekliyorum.”
Christine kız kardeşine sıkıca sarıldı. Onu kendi saçma kor­
kularının içine çektiği için kendine kızıyordu. Şeytani salgılar
kanma geçecekti. Yok daha neler? Aklından neler geçiyordu?
Ailesinin, küçük erkek kardeşlerinin, Maria’nın ona ihtiyacı
vardı. Kafasını çılgın düşünceler kurcalasa bile güçlü olmak
zorundaydı.
“Her şey güzel olacak. Ben her zaman burada, yanında ola­
cağım. Bunun üzerinden hep birlikte geleceğiz.”
“Söz mü?” dedi Maria, kısık bir sesle.
“Söz.”
“Yemin et?”
“Yemin ederim.” Christine, emin olmadığı bir şey hakkın­
da yemin ettiği için hata yapıp yapmadığını merak ediyordu.
Ofis Ç&lrüıclÇ&ö/ü/tv

--------

E
rtesi sabah saat yedide hava üssünden Alman Hava
Kuvvetleri’nin ilk uçakları kalktı. Çıkardığı gürültü, va­
dide gezinen vahşi bir hayvanın homurtularına benziyordu.
Christine annesiyle birlikte mutfaktaydı, masayı kurup odun
ocağında yumurta haşlarken, ailenin geri kalanının kahvaltıya
gelmesini bekliyorlardı.
Rose uzun bankın sonuna oturmuş, son dört dilim çavdar
ekmeğini sekiz eşit parçaya bölüyordu. Alnını kırıştırmış, du­
daklarını birbirine bastırmıştı. Christine annesini böyle gör­
mekten nefret ediyordu. Yüzündeki kırışıklıklar yorgunluktan
derinleşmiş, gözleri endişeden buğulanmıştı. Üstelik çok da
kilo vermişti, solgun yanakları çukurlaşmış, elbisesi üzerine
bol gelmeye başlamıştı. Christine, çocuklarının daha çok be­
sin alması için annesinin az yemek yediğini biliyordu, ama
artık ne kadar yediğini takip edecekti. Ve annesiyle yüzleşme
zamanı geldiğinde bu duruma gerçekçi bir şekilde bakmasını
isteyecekti. Annesi kendine iyi bakmak zorundaydı, sonuçta o
olmadan hangi biri hayata tutunabilirdi ki? Domateslerin ara­
sında pazı yetiştirmeyi, çuha çiçeklerini böceklerden koruma­
yı ve birkaç gram fazla yağ için değirmen sahipleriyle pazarlık
yapmayı bir tek o bilirdi. Ondan başkası somun ekmeklerine
un karıştıramaz, sadece yumurta sarılarına bakarak tavukların
daha fazla proteine ihtiyacı olup daha az ot yemeleri gerektiği­
ni söyleyemezdi. Anneleri hayatta kalmalarının anahtarı, nor­
mal yaşamın umuduydu. Christine düşüncelere dalmış gider­
ken, köyün üzerinden geçen Alman Hava Kuvvetleri uçakları
odadaki her şeyi sallamaya başladı. Çekmecedeki çatal bıçak­
lar, dolaptaki tabaklar, pencereler, mobilyalar, kısaca tüm ev
sallanıyordu. Kari ve Heinrich mutfağın kapısına koşup anne­
lerinin kucağına atlayıp yüzlerini önlüğüne gömdüler. Maria
da geceliği ve dağınık örgüleriyle, peşlerinden geldi.
“Sirenler çalacak sanmıştım!” diye bağırdı Maria, elleriyle
kulaklarını kapatarak.
Rose, oğullarının omuzlarım okşadı. “Uçaklarımız kalkı­
yor. Korkmanıza gerek yok. Tam üzerimizdeler, o yüzden bu
kadar ses çıkıyor.”
Büyükbabanın elinden tutan büyükanne sallana sallana
mutfağa girdi. Hepsi sessiz bir şekilde birbirine bakıyordu.
Nihayet ses kesildiğinde, ilk konuşan kişi büyükbaba oldu.
“Lazımlığını sallayacak!” Ve tüm aile kahkahalarla güldü.
Christine gelecek hafta, gelecek ay ya da gelecek yıl gülebile­
cekler miydi merak ediyordu.
Uçaklar akşama kadar köyün üzerinden geçmeye devam
etti. Üçüncü gün, artık Christine ve ailesi uçaklara alışmıştı.
İlk başta hafif bir homurtu oluyor, ardından ses giderek yük­
seliyordu. Ta ki devasa bir buhar makinesi evin duvarından
içeri dalmak üzereymiş gibi büyük bir gürültü kopana dek.
Uçaklar geçerken herkes elindeki işi bırakıyor, bir mobil­
ya parçasını ya da titreyen tabakları tutup sesin kesilmesini
bekliyordu. Hafta sonunda, uçak geçmeyeli iki gün olmuştu,
Christine bu sessizlikte uyumaya çalışırken kulakları hâlâ
çınlıyordu.
Toplantıdan sonra tank ve askeri kamyonlar köyde varlığı­
nı sürdürmeye devam etti. Subaylar fırından ekmek, kasaptan
sosis ve domuz eti alıyor, ağaçlardan erik ve elma topluyordu.
Naziler yeni bir belediye başkanı atamıştı ve her sivil birbirini
‘Heil Hitler’ diyerek selamlıyordu. Artık fırın, terzi ve ayak­
kabı tamircilerinin camlarında ‘Hoş geldiniz’ yerine, ‘Yahudi-
ler giremez’ yazıyordu. Belediye binasının duyuru panosuna
asılan bir bildiride, devlete zarar veren aktiviteler şüphesiyle
birkaç köy memuru ve rahibin -Christinelerin kilise papazı da
dahil- toplum güvenliği ve düzeni adına Gestapo tarafından
gözaltına alındığı belirtiliyordu.
Biri Führer’in eli değdiği için eline dokunmak istediğin­
de Christine önce ne olduğunu anlayamadı. Ona doğru koşan
adamı görünce, kaçmaya hazır bir şekilde olduğu yerde dur­
du. Kocaman gülümseyen, pırıl pırıl gözlü insanların niyetini
anladığında ise Hitler’le tanıştığı için gururluymuş gibi yap­
tı. Elindeki çizikleri, yüzündeki kuru derileri kimsenin fark
etmediğini umuyordu. Yanma gelenlerin çoğu Hitler Gençli-
ği’ndendi, tabii genç kızlar da vardı. Kendi aralarında kıkır­
dıyor, Christine platformda gördükleri adamın bir yansıma­
sıymış gibi önünde diz çöküp selam veriyorlardı. Çoğu yaşlı
adamlardan ve orta yaşlı kadınlardan oluşan bir grup ise ona
artık gülümsemiyor, selam dahi vermiyordu.
İki hafta sonra sabah saat birde Christine acı, ıstıraplı bir
feryatla uykusundan sıçradı. Daha beyni tam olarak uyanma­
dan, gözlerinin önünde bir sahne belirdi. Annesi göğsüne bir
telgraf bastırmış çığlık çığlığa ağlıyordu, çünkü babası ha­
yatını kaybetmişti. Christine, kalbi sıkışarak, karanlık odayı
inceledi. Yankılanan feryat giderek güçleniyor, binlerce acılı
insanın ağıtı gibi yükselip azalıyordu. Ve Christine birden ne
olduğunu anladı. Sirenler çalıyordu.
Siren acı acı, durmaksızın çalarken Christine kıyafetlerini
hızla üzerine geçirdi. Bir an uzaktan gelen ses, aniden odanın
içinde yankılanıyordu. Annesinin kapısının sertçe çalındığını
duydu, erkek kardeşleri koridorda ağlıyordu. Parmakları el­
bisesinin üzerindeki düğmeleri ararken, ayakkabılarını hızla
ayağına geçirdi. Siren sesi içine doluyor, ani bir tipinin kan
dondurucu rüzgârı gibi kemiklerine işliyordu. Christine palto­
sunu giydi ve koridora çıktı.
Annesi merdivenlerin başında bekliyordu. Saçlarını top­
layamamış, beli yana kayan elbisesini düzgün giyememişti.
Güçlükle nefes alırken çocuklarının elini sıkı sıkı tutuyordu.
Maria, tek ayağında ayakkabı yatak odasının kapısından fırla­
dı. Christine, diğer ayakkabısını giyip örgülerini mantosunun
yakasından çıkarana dek kız kardeşini tuttu.
“Aşağı indiğimizde!” diye bağırdı Rose. “Siz çocuklan
alıp koşun, ben annemle babama yardım edeceğim.”
“Ben onlarla ilgilenirim!” dedi Christine. “Sen Heinrich ve
Karl’la birlikte git!”
“Dediğimi yap, Christine!”
Christine Kari’m eline uzandı, ama Kari başını iki yana
sallayıp annesinin bacaklarına sarıldı.
Christine, Kari’a döndü. “Hep beraber aşağı inmeniz çok
zor, Kari. Eğer benimle gelirsen annem daha hızlı gelecek.”
Kari annesine baktı, annesinin başını aşağı yukarı salladığını
görünce elini ablasına uzattı. Tam da o an, yaklaşan bir uçağın
gürültüsü duyuldu. Korku ve panik karışımı bir duyguyla mer­
divenlerden aşağıya indiler. Alt katta, büyükbaba ve büyükanne
odalarından henüz çıkıyordu. Maria, Heinrich’in elini kavradı
ve ChristineTe birlikte çocukları alıp sağır edici sirenin yankı­
landığı karanlık sokaklarda koşmaya başladılar.
Sokaklar koşturan insanlarla doluydu, hatta bazıları hâlâ
gecelikleriyleydi. Herkes gözlerini iri iri açmış gökyüzüne
bakıyordu. Christine yokuştan aşağı koşarken omzunun üze­
rinden arkasına baktı. Annesi büyükanne ve büyükbabayı al­
mış, yan koşar yarı yürür bir halde, arkalarından geliyordu.
Büyükbaba kansının arkasından olabildiğince koşarken kel
kafası bir görünüyor, bir kayboluyordu. Christine ve kardeşle­
ri uçaksavar ateşlerinin sesleri ve ilk bombaların fısıltılarıyla
öne atıldı ve birlikte caddenin karşısına, dükkânların arkasına
koştular. Uzakta gökyüzünde ışıklar dolanıyor, parlak ışık da­
ireleri uçak ve patlayan uçaksavarları içine alıyordu. Christine
uçakların göbeklerinden bir çiftçinin elinden yuvarlanan to­
humlar gibi düşen bombalan görebiliyordu. Arkasına dönüp
boynunu uzattı, annesi, büyükannesi ve büyükbabası gelmek
üzereydi. Sığınağın kapısını hızla açtı ve kardeşlerini içeri itti.
“Hemen geliyorum, Maria!” Maria karşı gelmek için ağ­
zını açtı, ama Christine döndüğü gibi annesine doğru koşma­
ya başladı. Rose, büyükanne ve büyükbabayı henüz karşıdan
karşıya geçirememişti. Nefes nefese kalan büyükbaba iki
büklüm olmuştu. Christine kaldırımın köşesinde duraksayan
büyükannesinin elini tutarken, annesi büyükbabaya yardım
etmek için birkaç adım geriledi.
“Hadi!” diye bağırdı Christine. “Hâlâ zamanımız var. Hava
üssünün üzerindeler!” Caddenin ortasına ulaştıklarında, başla­
rının üzerinden bir sıra uçak geçti. Hepsi olduğu yerde kaldı
ve buz kesmiş bir halde yukarı baktı. Christine bombardıman
uçaklarının bomba bıraktığı kara bölgelerini görebiliyordu,
karanlık gökyüzünde yüzen hamile devasa balıklara benziyor­
lardı. Kara gökyüzünde, gri siyah dumanlar bırakan uçaklar
geldikleri hızla gittiler. Christine büyükannesinin koluna girdi
ve onu karşıya geçirip sokağın aşağısına doğru yürüttü.
Sığmaktaki insanlar kasvet içinde bekliyordu. Karanlıkta
yüzleri tanınmıyordu, bazıları bankta oturuyor bazıları ayakta
duruyor, bazıları ise çömelmiş bir şekilde duvara yaslanıyor­
du. Tavandan sarkan iki gaz lambası, siluetlerin titrek gölge­
lerini kıvrımlı duvara yansıtıyordu. Kimsenin ağzını bıçak
açmıyordu, ama panik dolu iri gözleri her şeyi açıklıyordu.
Birkaç kişi büyükanne ve büyükbabaya yer vermek için otur­
dukları bankta yana kaydılar. Christine sığınağın arkasına,
Heinrich ve Karl’ın diğer çocuklarla birlikte oturduğu pata­
tes kasalarının üzerine serilmiş şiltelere doğru gitti. Ardından
mahzenin arka duvarına, son kasaya baktı. Ama IsaacTe örtü­
lerinin köşesi artık görünmüyordu.
Kollarını göğsünde kavuşturan Maria, öylece ayakkabıla­
rına bakıyordu.
Christine kız kardeşine yaklaştı. “İyi misin?”
Maria başını kaldırdı, kafasını iki yana sallarken gözleri
dolu doluydu. “Sence ne kadar zaman burada kalacağız?”
“Bilmiyorum, ama çok fazla değil.” Maria dudaklarını bir­
birine bastırınca, Christine onu kendine çekip kulağına fısıl­
dadı. “Korkma. Hiçbir şey olmayacak.” Maria iki eliyle abla­
sının kolunu okşadı ve çocukluğuna dönmek ister gibi başını
omzuna koyup gözlerini kapadı. Christine kardeşinin nasıl
titrediğini hissedebiliyordu. “Yakında bitecek. Çok yakında.”
İçinden söylediklerinin doğru olması için dua ediyordu.
Yakınlara düşen bir bombayla herkes olduğu yere çömeldi.
Tavandan iri bir çimento parçası düşmesiyle Maria yerinden
sıçradı ve tırnaklarını Christine’in koluna geçirdi. Heinrich ve
Kari kulaklarını elleriyle kapayıp gözlerini sıkı sıkı yumdu. Bir­
kaç kişi çığlık atarken çocuklar yüzlerini birbirlerinin omuzları­
na gömüyor, ağlayıp sızlanıyorlardı. Gaz lambası, ölüme doğru
saniyeleri sayan bir sarkaç gibi, öne arkaya hızla sallanıyordu.
“Korkmamaya çalış,” diyen Christine de aslında korkudan
nefes alamıyordu. “Hava üssünü bombalıyorlar, bizi değil.”
Maria’nın gözlerinden yaşlar akıyordu. “Ama ya hedefi şa­
şırırlarsa?” Gözlerini sildi ve kardeşlerine baktı. Çatık kaşlarla
etrafı izleyen çocuklar, kollarını dizlerine dolamıştı. Christine
ve Maria onlara doğru yaklaştığında, Kari ve Heinrich şiltenin
üzerinden fırlayıp yüzlerini ablalarının eteklerine gömdüler.
“Şaşırmayacaklar,” dedi Christine, sesinin inandırıcı olma­
sına çalışarak.
“Nereden biliyorsun?”
Bilmiyorum, dedi Christine kendi kendine. Kardeşinin
korkularını hafifletebilecek bir şey söyleyemeyeceğini fark
etmişti. Ama belki böyle söylersem, gerçek olur. Maria, korku­
dan tir tir titreyen Karl’ı kucağına aldı.
Çok geçmeden Rose da yanlarına geldi. Gülümsemeye
çalışırken dudaklan seğiriyordu. Çocuklarına uzandı ve tek
tek yanaklarını okşadı. Kari hemen annesinin kucağına atla­
dı. Christine, annesinin onları büyütürken gösterdiği ilgiyi ve
sevgiyi düşündü. Onları güneşten korumak için bebek şapka­
ları takar, arı soktuğunda ya da dizlerini çizdiklerinde sabun
ve öpücüklerle tedavi uygular, karşıdan karşıya geçerken el­
lerini sımsıkı tutardı. Hitler’in savaşının, çocuklarını öldürüp
öldürmeyeceğini görmeyi beklerken kim bilir ne kadar çaresiz
hissediyor olmalıydı.
Birden Bay Weiler’in sesi duyuldu. Kalabalığa tavanda
açılan çatlak ve delikleri gösteriyordu. “Yarın tamir ederim.”
“Yarın burada olmayacağız,” dedi bir kadın, kısık bir sesle.
Bay Weiler ağlayan karısına sarıldı. “Tabii ki olacağız.
Biz...”
Yakınlara düşen başka bir bomba Bay Weiler’m cümlesini
yarıda kesti. Bombanın arkasından geçen uçakların gürültü­
sü duyuldu, sesler öyle yakından geliyordu ki üzerlerindeki
toprak her an çökecek gibiydi. Yarım saat boyunca kimse ko­
nuşmadı. Başları önlerinde, omuzları çökük bir şekilde oturup
uçaksavar ateşlerini ve patlamaları dinliyorlardı. Christine her
düşen bombada nefesini tutuyordu, bazılarının sesleri tam te­
pelerinden geliyordu. İlk başta patlamaların sayısını saymaya
çalıştı, ama art arda duyulan büyük patlamalar sayılamaya­
cak kadar çok olmaya başlamıştı. Sanki Tanrı ayağını sertçe
yere vuruyor, şiddetli bir öfke nöbeti geçiriyordu. Sığmaktaki
havayı sülfür, duman ve ekşi ter kokusu kaplamaya başladı.
Hatta insanların korkusunun kokusunu hissetmek bile müm­
kündü.
Bomba sığınağına dönüştürülmüş şarap mahzeninin sınır­
larında, Isaac’le yaptıkları umut dolu planlara inanmak artık
imkânsızdı. O zamanlar meşe fıçılan, yıllanmış şarap ve so­
ğuk patateslerle karışan kara toprağın kokusu yoğun odunsu
bir koku oluşturuyordu. Şimdiyse yer çürük bir mezar gibi
kokarken, beton duvarlar Christine’e bir mezarlığı hatırlatı­
yordu. Ağzı kurumuştu, gözleri bir zamanlar masa olarak kul­
landıkları şarap fıçısına kilitlendi. Ölmeden önce göreceği son
şey bu mu olacaktı, merak ediyordu.
Nihayet, bomba sesleri uzaklaşmıştı. Sığınaktaki insanlar
fısıldayarak konuşmaya başladı. Fakat Christine’i asıl şaşırtan
şey, birkaç adamın şakalaşmasıydı.
“Ah sevgili Goering,” dedi içlerinden biri. “Savaşın ba­
şında, Almanya’nın başkentine tek bir bomba bile düşme­
yecek diye böbürleniyordu. Başkente bomba düşerse bana
Hermann Goering değil, Meier diyebilirsiniz demişti. Ee,
Reich Mareşali Meier, yılın başından beri Berlin’e tam 109
saldırı yapıldı. Artık hava saldırısı sirenlerine Meier’ın bora­
zancıları diyeceğiz!”
Başka bir adam bağırdı. “Hitler sadece İngiltere’yi bomba­
ladığını söylüyor. Çünkü Churchill ona güçsüz demiş!”
“Savaşın bittiği günün sabahında Almanya’yı hırlayacağım,”
dedi biri. “Ama öğlen ne yapayım daha karar veremedim.”
Birkaç kişi sesli bir şekilde kahkaha atarken, çoğu sessizce
kıkırdıyor ya da susuyordu. Christine ilk başta adamlar
düşüncelerini sesli dile getirdikleri için endişelenmişti ama
sonra sığınakta Hitler Gençliği’nden kimsenin olmadığını fark
etti. Belki de sığınağın soyutlanmışlığı ve ölümün yakınlığının
korkusu onlara ani bir özgürlük hissi vermişti. Goering’le
ilgili şaka yapan adam ayağa kalktığında Christine, adamın
yakasında sarı bir yıldız olduğunu fark etti.
“Naziler Almanya’nın problemlerinin Yahudiler yüzünden
olduğunu söylüyor,” dedi aynı adam. “Peki bizden kurtulduk­
tan sonra kimi suçlayacaklar?”
“Otur yaşlı adam,” dedi bir kadın. “Başında yeteri kadar
bela var.”
Bay Weiler banktan kalktı ve etrafına baktı, parlak yüzü
gaz lambasının ışığında ışıldıyordu. “Burası benim mahze­
nim!” dedi kalabalığı yararak. “Burada sadece Almanlar var.
Eğer bu kural hoşunuza gitmediyse, saklanacak başka bir yer
bulabilirsiniz.”
Bu sözlerden sonra sığınaktakiler tekrar sessizleşti. Dışa­
rıda, sessizlikte, tek tük silah atışları ve bağırışlar duyuldu.
Bay Weiler ve Yahudi adam, kadın ve çocuklarla dolu sığınağı
korumaya hazır bir şekilde, tahta kapının önünde duruyordu.
Uzakta, hedeflerini vuran bombaların yankılandığı, durgun
bir saatten sonra tehlikenin geçtiğini haber veren sirenler uzun
uzun çaldı. Christine, ailesi ve köylülerin geri kalanı sığınak­
tan dışarı çıktı, gözlerini kırparak temkinli bir şekilde etrafa
bakıyorlardı.
Köyün ötesinden kara dumanlar yükseliyordu. Hava üssü­
nün olduğu taraftan yükselen alevler kara gökyüzünü aydın­
latıyordu. Ama görünüşe bakılırsa, kasabanın bu kısmı zarar
görmemişti.
Christine büyükannesinin koluna girip Karl’ın elini tuttu,
ardından yanık kâğıtlar ve kiremitlerle kaplı caddede diğerle­
rinin peşinden yürümeye başladı.
Duman rengi hilalin güçsüz ışığı, yakınlardaki evlerin
kalbura dönmüş alçılarım, şarapnel ve mermilerle delinen
tahta kapılarıyla çiçekliklerini aydınlatıyordu.
Yokuşun yarısında Rose yolun ortasında durdu ve başını
kaldırıp sessizce şükretti. Evleri sapasağlam duruyordu. Yak­
laştıklarında panjura şarapnel geldiğini gördüler ama çatı ve
duvarlar yakın çevredeki ev ve ahırlar gibi zarar görmemişti.
İçeri girdiklerinde, hüzün dolu aile mutfak masasında topla­
nırken, Rose mutfaktaki ocağı yaktı. Ve hep birlikte sıcak keçi
sütlerini içtikten sonra biraz sakinleşmek için odalarına çekil­
diler.
Bir saat sonra Christine hâlâ tavanı izliyor, Isaac ve ailesi­
nin hava saldırısında hayatta kalmış olması için dua ediyordu.
Sığınaktaki son birkaç saati unutmaya çalışıyordu. Sığınağın
dar duvarlarını, insanın kemiklerine işleyen soğuğu ve o in­
safsız korkuyu aklından çıkarmak istiyordu. Onun yerine,
Isaac’le tepede geçirdiği günü hatırlamaya çalıştı. Avuçların­
daki ellerin sıcaklığını hayal etti. Ve dudaklarındaki yumuşak
teni... Kaslarını gevşetmeyi deneyip uzun, yavaş nefesler aldı.
Sonunda uykuya daldı. Rüyasında güneşli çayırlar, koyunlar
görüyordu. Isaac peşinde, onu yakalamaya çalışıyordu. Sonra
birden gözlerini açtı. Yine sirenler çalıyordu.
(9/1/ Sffuacis(¡Bedim
i^
*—

ayısın sonuyla birlikte İngilizlerin bombalı saldırıla­


M rına Amerikalılar da katıldı. Artık sirenler gün boyu
hiç susmuyordu. Leylaklar açıp kuşlar ağaçlara yuva yapar­
ken herkesin yüzünde bir çaresizlik vardı. Herkesin yüreğini
umutsuzluk sarmış gibiydi. Sokaklarda, yemek kuyrukların­
da, insanların ağzını bıçak açmıyordu. Korku ve açlıktan göz­
leri çökmüş, acı yüzlerindeki çizgilere yerleşmişti. Artık bir
parçaları olmaya başlayan korku, kambur omuzları ve koşar
adımlarından okunuyordu.
Bahar ve yaz boyunca savaş uçakları vadiden bir tren sık­
lığıyla kalkıyordu. Sirenler çalmasa, halk için düşman uçak­
larıyla Alman Hava Kuvvetleri’ninkileri ayırmak imkânsız
olacaktı.
Christine’in büyükannesi ve büyükbabası bombaların hava
üssü için olduğuna inanmak istiyordu, ama her saldırıda evler
ve dükkânlar paramparça oluyordu. Kasabanın saldırıda zarar
görmemiş kısımlarında, asılı çamaşırlar şarapnellerden delik
deşik olmuş, bahçelerle ağaçlar zarar görmüştü.
Kari ve Heinrich gürültüden şikâyet edip geceleri
Heinrich’in yatağının altına saklanıyorlardı. Kuştüyü yatak
örtülerini başlarına kadar çekip cenin pozisyonunda yatıyor­
lardı. Rose, odaya girip boş yatakları gördüğü ilk gece kori­
dora koşmuş, çocukların kaçırılmasından ya da kaçmasından
öyle korkmuştu ki çıldırmış gibi bağırmıştı. Heinrich ve Kari
yatağın altından çıktıklarındaysa çok rahatlamıştı, dizlerinin
üzerine çökmüş hıçkırarak ağlamaya başlamıştı.
Yaz sonu geldiğinde, çoğu gece sirenlerle uyanır olmuş­
lardı. Hatta bazı geceler sirenler iki üç kez çalıyordu, bazense
daha çok. Çocuklar öyle yorgun düşmüştü ki Rose ve Chris-
tine onları yataktan çekerek kaldırıyor, karanlık sokaklarda
kucaklarında taşıyorlardı. Rose, okul başladığında çocuklann
uyku düzenlerini oturtamayacağından korkuyordu. Fakat çok
geçmeden binalar sığınak olarak kullanıldığı için Führer’in
bir sonraki kararma kadar okulların açılmayacağını öğrendi.
Önceleri, hava saldırıları başlayıp sirenler çaldığında aile­
deki herkes giyinmiş oluyordu. Birkaç hafta sonra gecelikleri­
nin üzerine paltolarım atıp dışarı fırlar oldular.
Ama sonbahar gelip sirenlerin yoğunluğu arttığında kıya­
fetlerini, hatta bazen ayakkabılarını bile giyerek yataklarına
giriyorlardı. Christine ne kadar karşı çıkarsa çıksın annesi, o
büyükanne ve büyükbabaya yardım ederken çocuklann sığı­
nağa koşması konusunda oldukça sertti. Darmadağınık bir şe­
kilde sığınağın kapısına varan Rose, büyükanne ve büyükbaba
her seferinde biraz daha gecikiyordu.
Kari sirenlerden korkar olmuştu. Günün ortasında yükse­
len tiz çığlıkla birlikte, büyük bir korkuyla annesine koşuyor­
du. Ses yüzünden düzensiz uykuları o kadar çok bölünüyordu
ki artık kâbuslarında bile sirenler çalıyordu. Uykusunda yerin­
den kalkıp çıplak ayaklarıyla sallana sallana merdivenlerden
aşağı iniyordu. Rose bir hafta boyunca iki kez, onu evin ka­
pısından çıkmadan yakalamıştı. Bu olaydan sonra çocukların
kendi odasında uyumasına izin verdi, böylece yorganlarını
üzerlerinden atıp kaçmaya hazırlandıklarında onları sakinleş-
tirebilecekti.
Rose, henüz dokuz yaşında olmasına rağmen Heinrich’e
bazı görevler vermişti. Sirenler çalmaya başladığında çocukla­
rının nerede olduklarını bilmesi için Heinrich, Karl’la birlikte
ön ya da arka bahçede olacaktı. Caddede top oynayabilirlerdi,
ama evin önünden ayrılmayacaklardı. Heinrich arkadaşlarıyla
koşmak, savaş oyunları oynamak ya da bombaların açtığı çu­
kurlara dolan yağmur sularında kurbağa yakalamak için anne­
sine yalvarıyordu. Ancak Rose hiçbirine izin vermiyordu. Be­
lediye başkanının Hitler Gençliği’yle dağıttığı uyanlar Rose’a
biraz olsun yardımcı olmuştu. Kâğıtlarda etrafta patlamamış
bombalar olduğu, şüpheli görünen her şeyin bildirilmesi ge­
rektiği yazıyordu.
Eylülün başlarında güneşli bir gün Christine kardeşiyle
birlikte köyün kuzey ucundaki Klause Çiftliği’ne gidiyordu.
Christine önde, Heinrich arkada annelerinin Avusturya’dan
gelen kıymetli kilimini taşıyorlardı. Büyük bir puro gibi sar­
dıkları kilimi Christine tek başına taşıyabilirdi. Fakat Hein­
rich annesine çok yalvarmış, ağlayıp bahçede hapsolmaktan
sıkıldığını söylemişti. Christine kardeşinin nasıl hissettiğini
anlayabiliyordu, ama Heinrich’i yanında götürdüğünde eve
giderken Isaaclerin evinin önünden geçme planını gerçekleş­
tiremeyecekti.
Aynı günün erken saatlerinde annesi, kilimi duvardan çıkar­
ması için Christine’den koltuğa çıkmasını istediğinde Christi­
ne, kilimin, sirenler çalınca Maria’yla birlikte almaları gereken
-içinde kıyafet, önemli evraklar ve manevi eşyalar olan- iki
bavulla birlikte alt kata gideceğini sandı. Koltuğa çıktı, kilimi
çivilerden çıkarırken annesinin böyle ağır bir yükü sığınağa
kadar taşımak istemesinin garip olduğunu düşünüyordu. Ba­
vulları taşımak mantıklıydı, çünkü eğer evleri yıkılırsa sahip
oldukları tek şey bavulların içindekiler olacaktı. Ama duvar­
daki bir kilimi almak çok farklıydı. Hem kim taşıyacaktı ki?
Ne kendi taşıyabilirdi ne de Maria, bir ellerine bavulları diğer
ellerine Kari ve Heinrich’i alacaklardı. Annesi de büyükan­
neyle büyükbabaya yardım etmek zorundaydı. Christine tam
annesine, Bay Weiler’m kilimi mahzeninde saklamasını söy­
leyecekti ki annesi kilime bakıp yüzünü buruşturdu.
“Bayan Klause bu kilimi her zaman çok beğenirdi.”
“Ne oldu anne?” Christine’in aklına hemen babası geldi.
Annesi kötü haberi hemen verecek miydi, yoksa mümkün ol­
duğunca geç mi söyleyecekti merak ediyordu.
“Hiçbir şey. Sorun yok. Sadece bir eşya, daha fazlası
değil.”
“Neden ağlıyorsun? Sana babamı mı hatırlatıyor?”
Rose, rulo yaptığı kilimi masanın üzerine koydu ve kızına
baktı. “Bir horoza ihtiyacımız var. Dün Bayan Klause’la ko­
nuştum. Onlarda üç horoz var.”
“Kilimi takas mı edeceksin?”
“Balayımızın anılan hâlâ aklımda, onlan kimse unutturamaz.”
“Ama takas edebileceğimiz başka bir şeyimiz olmalı. Ya­
rım kilo erik ya da patates istemez mi?” Christine takas için
annesinin kiliminden başka bir şey bulmaya çalışarak etrafına
baktı. Ama büyük büyük büyükannesinin saatinden başka de­
ğerli hiçbir şey yoktu.
“Bayan Klause’un kendi bahçesi var. Meyve ağaçlan da.
Süs eşyaları lükse girer, bu kilim olmadan da yaşayabiliriz. Şu
an bizim için önemli olan civcivlerimizin olması. En kötüsü
için plan yapmak zorundayız, Christine. Duygusal olamam.”
Christine kilimi kendi götürmeyi teklif etti. Hem anne­
sini kilimi teslim ederken yaşayacağı hüzünden kurtarmak,
hem de annesi uzakta olduğu için Kari’in yaşayacağı büyük
korkuyu engellemek istiyordu. Üstelik belki dönüş yolun­
da, Isaac’in evinin önünden de geçerim diye düşünmüştü.
Şimdi, yanmış evlerin ve Hitler Gençliği’nin toplaması için
yığılmış yarısı erimiş anahtar, çatal bıçak, çerçeve ve diğer
kurtarılmış eşyaların yanından geçerken, kendi kendine keş­
ke Heinrich’e evde kalmasını söyleseydim diyordu. Gözü­
nün ucuyla kardeşinin soluk, ürkmüş yüzüne baktı. Heinrich
gözlerini iri iri açmıştı.
“Eminim şimdi herkes bir sığınaktadır.”
“Biliyorum,” dedi Heinrich.
Tanrı’ya şükür, yollarının geri kalanı boyunca sıralanan ev
ve dükkânlar hâlâ sağlamdı. Christine günün sessizliğine bak­
tığında, savaşın bittiğini bile düşünebilirdi. Altı blok daha yü­
rüdüler, üzeri kapalı bir köprüden geçtiler, sonra Çiftliği’nin
ekilmemiş topraklarına doğru uzanan sapağa gelene kadar ıh­
lamur ağaçlarının dizildiği uzun sırayı takip ettiler.
Çiftliğe vardıklarında Christine, kardeşi geldiği için şük­
retti. Çünkü horozu ev ve ahır arasında sıkıştırmak zorun­
da kalmışlardı. Horoz oldukça ürkekti, Christine yarım saat
boyunca horozun peşinden koştuktan sonra artık annesinin
kilimini geri götürmek istiyordu. En azından Bayan Klause
horozu kümesinde tutabilirdi. Ama sadece kilimi koltuk altı­
na sıkıştırmış, hafifçe büktüğü eliyle kümesi göstererek uzun
siyah kuyruklu horozu almamalarını söylemişti.
Ter içinde kalan Christine ve Heinrich çamurda kayıyor,
yakalanmamak için tüm gücüyle kanat çırpan tüylü horozu
kovalıyorlardı. Onlara yardım eden görevli bir kızla birlikte
horozu köşeye sıkıştırmaları bir saatten fazla vakitlerini al­
mıştı. Heinrich yere uzandı ve horozu tek ayağından yakaladı,
hayvan sanki tenceredeki kaynar suyun sıcaklığını şimdiden
hissediyor gibi ciyaklayıp kanat çırpıyordu. Sonunda Heinrich
doğruldu, horozu tek elinde baş aşağı sallandırıyordu. Panto­
lonu çamur ve tavuk pisliği içinde kalmıştı. Christine yenik
düşen hayvanı pullu ayağından tutup döndürdü ve kollarını
kanatlarının etrafına sardı. Ayağını bırakmadan, horozu yan
tarafına alıp sessiz olması için mırıldanmaya başladı.
Nihayet horoz kesik kesik nefes almayı ve debelenmeyi bı­
raktı. Christine’in dikkatli ama sıkı tutuşuna teslim oldu. Artık
uysal bir şekilde kırmızı gözlerini kırpıyordu. İki kardeş evin
yolunu tuttuğunda yarı uyur horoz Christine’in kollarındaydı.
Onlara yardım eden çilli kız Berta mesaisini bitirmişti. Şimdi
bisikletiyle birlikte onlara eşlik ediyordu. O kadar utangaç bir
kızdı ki Christine’in sohbet etme çabalarına yalnızca başını
sallayarak cevap veriyordu. Birkaç dakika sessizce yürümeye
devam ettiler, Berta’nın bisiklet pedallarının gıcırtıları dışında
çıt çıkmıyordu. Topraktan yayılan sıcaklık hissediliyor, parla­
yan buharlar tarlaların üzerinde yükseliyordu.
Köye giden yolu yarıladıklarında çiftçi Klause’un karşı ta­
raftan geldiğini gördüler. At arabası samanla doluydu. Sol ta­
raflarında iki genç oğlan sırtlarında çantaları, uçsuz bucaksız
tarlaların karşısında yürüyorlardı. Yolun köşesinde Christine,
Heinrich ve Berta’yla karşılaşan oğlanlar çuval bezinden çan­
talarında ne taşıdıklarını göstermeye istekli gibiydi. Çocuklar
öne atılıp çantalarından mermi kovanı, şarapnel ve yanık de­
mir parçaları çıkarırken Christine, Heinrich’in omzuna doku­
narak arkasında durmasını işaret etti.
Christine o an bir vızıltı duyduğunu sandı. Şaşkınlıkla et­
rafına baktı, sonbahar geceleri arılar için fazla soğuktu. Çok
geçmeden bir uçağın vadinin diğer tarafından onlara doğru
geldiğini gördü. Yaşadığı savunmasızlık hissi yüreğini sıkış­
tırdı. Christine kendi kendine, bunun Alman uçaklarından biri
olduğunu söyledi, çünkü müttefik uçakları asla tek başlarına
gezmezlerdi. Ancak uçak yaklaştıkça kalbi hızlanmaya başla­
dı, bu gördüğü tüm uçaklardan farklıydı. Tek elini kardeşinin
omzuna koyarken kardeşine koş demek istiyordu. Ama nereye
koşacaklardı? Sığınaktan çok uzaktaydılar. Uçak gökyüzünde
giderek alçaldı ve onlara doğru süzülmeye başladı. Christine
kardeşini omuzlarından kaptığı gibi yolun kenarındaki lağım
çukuruna itti. Kollarından kaçan horozun kanatları da yüzüne
çarpmıştı.
Kendini Heinricih’in üzerine atarken, “Dikkat et!” diye ba­
ğırdı.
Düşman uçağmın motorunun tiz sesi ve açılan ateşlerin pa­
tırtısı gökyüzünde yankılanıyordu. Başlarının üzerinde mermiler
172 — Erik Ağacı

uçuyor, yere ve çimlere düşen mermiler toprakta oyuncak


tabancalar gibi boğuk sesler çıkarıyordu. Uçak tepelerinde
gürlüyordu, çıkardığı sıcak hava Christine’in saçlarını ve
eteğini uçururken çim ve topraklar yüzüne çarpıyordu.
Motor sesi geldiği gibi hızla uzaklaştı, ta ki uzaktan öfkeli
tiz bir ses duyulana dek. Christine başka uçak var mı diye
gökyüzüne baktı. Fakat gökyüzü saniyeler öncesinde olduğu
gibi bomboştu. Yerinden kalkar kalkmaz kardeşinin omzunu,
sırtını, kollarını ve bacaklarını kontrol etti. Ama Heinrich
hareket etmiyordu.
“Heinrich!”
Heinrich hafifçe inledi ve dirseklerinin üzerinde doğruldu,
yanakları çamur içinde kalmıştı. “İyiyim.” Heinrich ayağa
kalkmaya çalışsa da olduğu yerde donakalmıştı. Yüzünde bü­
yük bir şokla ablasının arkasına bakıyordu. Christine arkasına
bakmak için döndüğünde aniden içini saran kusma isteğiyle
elini ağzına götürdü. Christine ve Heinrich çukurun içinde diz
çökmüş, yoldaki katliama bakıyordu.
Berta, Christine’in olduğu taraftaydı. Bacaklarının arasında­
ki bisikletin tekerlekleri hâlâ dönüyordu. Tek kolunu öne doğru
uzatan zavallı kızın şakağından ve yanağından kanlar akıyordu.
Yolda karşılaştıkları iki oğlan yerde yüzüstü yatıyordu, savaş
malzemeleriyle dolu çantaları ayaklarının ucuna düşmüştü. Kü­
çük bedenlerinin altından yayılan koyu, vişneçürüğü kan topra­
ğın rengini değiştiriyordu. Yolun üst kısmında, çiftçi Klause’un
atı inleyerek kalkmaya çalışıyordu. Ön ayaklanndan biri tuhaf
bir şekilde kıvrılmış, at arabası devrilmişti. Bay Klause ise yol­
da yatıyordu, ağzı insanları uyarmak için bağıracakmış gibi
açıktı, kanla kaplı elleriyse hâlâ dizginlerdeydi.
Ellen Marie Wiseman — 1 7 3

r. Christine kendini toparlayarak kardeşinin ayağa kalkmasına


ve çukurdan çıkmasına yardım etti. Yolun sonunda, askerler ve
siviller onlara doğru koşuyordu. Christine, Heinrich’e sarılıp
onu yolun ortasına doğru çekti. Sağlarında Berta’nın, sollannda
iki çocuğun ölü bedenleri yatıyordu. Nihayetinde at debelenme­
yi bırakıp kendini kan gölünün içine bıraktı. Gözleri kayarken
titreyerek can veriyor, burnundan sert iniltiler çıkarıyordu.
Christine atın yanma koşmak, yanma diz çöküp sıcak kaslı
boynunu okşayarak ölmeden önce onu sakinleştirmek istiyor­
du. Ama Heinrich’i bir an önce buradan, cesetlerin yanından
uzaklaştırmak zorundaydı. Çiftçi Klause ve ölen atının etra­
fından dolaşmak için sağ tarafa yöneldiler ama Christine bir­
den durdu. Horozları, biraz ötedeki tarlada yolunmuş kırmızı
siyah tüylerinin içinde yatıyordu. Başı bir yana kıvnlmıştı,
vücudunun yansı ise kayıptı.

Ertesi gece Christine ve annesi, Atlantiksender’ı dinlemek


için omuzlarında battaniyeleriyle yatak odasında yerde oturu­
yorlardı. Annelerinin yanından bir an olsun ayrılamayan Kari
ile Heinrich yatağın üzerindeydi. Kat kat giyinmiş bir halde,
uykulu gözlerle onları izliyorlardı.
Dünden beri tek kelime etmeyen Heinrich, akşam yeme­
ğinde isteksizce çavdar ekmeğinden kemirmişti. Saldırıdan
sonra eve döndüklerinde Christine iyi olduğu konusunda ısrar
etmiş ama günün geri kalanı boyunca kendini toparlayama-
mıştı. Şahit olduğu şeyler düşünüldüğünde, Heinrich’in ya­
nına bir top gibi kıvrılması, annesinin kollarında uyuyakalana
kadar ağlaması gerekiyordu. Ancak Heinrich koltukta uyurken
Christine, sırf annesi kardeşinin yanında kalabilsin diye çama­ “Düşmanları dinliyorsunuz, değil mi? Bizi dün vuran düş­

şırları asmak, pırasaları toplamak ve yemek yapmak istemişti. manları?”


Hissettiği sersemlik Christine’i şaşırtmıştı, kardeşiyle birlikte Omuzları çöken Rose, yerde bağdaş kuran kızına baktı.

hayatta kalabilme düşüncesi ona neşe veriyor gibiydi. Ama “Evet. Çünkü her şeyi öğrenmeye çalışıyoruz,” dedi Chris­
tine. “Çünkü her hikâyenin iki yüzü vardır.”
yaşadığı mutluluk kısa sürmüş, odasına çekildiğinde tüm ge­
“Bu yüzden mi bomba atıp ateş açıyorlar? Yanlış bir şey
ceyi ağlayarak geçirmişti.
yaptığımızı düşünüyorlar, ama bizim asıl hikâyemizi bilmi­
O günün erken saatlerinde Hitler Gençliği, düşman uçaklan-
yorlar.”
nın gördükleri herkese ve her şeye ateş açacağı konusunda halkı
“Onun gibi bir şey. Hitler savaşı sonlandırsın diye uğraşı­
uyaran bildiriler dağıtmıştı. Kâğıtta, insanların vurulmamak için
yorlar.”
saklanmaları ve koşmamaları gerektiği yazıyordu. Christine ka­
“Çünkü Hitler bizi düşünüyor, değil mi?”
pıdaki çocuğa, belki bu kâğıdı bir gün önce dağıtmış olsaydınız
“Şişşt.” Rose, örtüyü oğlunun omuzlarına çekti. “Şimdi
dört kişi hâlâ hayatta olacaktı, demek istedi. Küçük erkek karde­
uyu bakalım. Radyonun sesini fazla açmayacağız.”
şimi yanımda götürmeyecektim ve şimdi gözleri yaşlı bir adamın-
“Anne? Biz de onları bombalıyor muyuz? İngiliz ve Ame­
kiler gibi bakmayacaktı. Christine kâğıdı büyükanne, büyükbaba,
rikalıları?”
Maria ve annesine gösterdikten sonra mutfak ateşinde yaktı.
Rose bir an tereddüt etti. “Sen bunları düşünme tatlım, hadi
Şimdi Christine ve annesi oturdukları yerden çocukların
uyu. Ben seni koruyacağım.” Rose, Heinrich uyuyana dek al­
uyumasını bekliyorlardı. Christine annesine dönüp fısıldadı.
nını okşamaya devam etti. Sonra yavaşça kalktı, yeniden yere
“Sence Bayan Klause başka horoz verir mi?”
oturdu ve duvara yaslanıp bir iç çekti. “Kendim bile ne oldu­
“Belki verir. Ama hemen sormayacağım. Kocasının yasını
ğunu anlayamazken ona nasıl açıklayabilirim?”
tutarken böyle bir şeyden bahsedemem.”
Christine omzunu silkip başını iki yana salladıktan sonra
Christine çocukların uyuduğundan emin olduğunda radyo­ radyoyu açtı. Annesinin üzerini battaniyeyle örttü ve bir kula­
yu açmak için yatağın altına uzandı. Ama Heinrich henüz uyu- ğını radyoya verdi. “Hitler açlıktan ölsek umursamaz, bomba­
mamıştı. “Babamın eski radyoyu yaktığını sanıyordum.” Eli landığımızda mı umursayacak?”
tuşun üzerinde kalan Christine kardeşine baktı. Heinrich, yaşlı “Bunu Heinrich’e söylememin hiçbir manası yok.”
bir adammki gibi buğulu ve kırmızı gözleriyle, yatağın ucun­ “Biliyorum, ama gerçek bu.”
dan onu izliyordu. Rose oğlunun yanına oturup alnını okşadı. Annesi birden gözlerini iri iri açtı ve parmağını dudakları­
“Fikrini değiştirdi. Ama bu bir sır. Bunu kimse bilmemeli. nın üzerine koydu.
Bu arada daha iyi misin?” Spiker, “Doğu cephesinde durum umutsuz,” dedi. “Alman
birliklerinin cephanesi azalıyor. Sığınakları, yiyecek stoklan
ve ilaçları yok. Alınan son bilgiye göre Altıncı Ordu,
Stalingrad’da Ruslar tarafından köşeye sıkıştırılmış.”
Rose iki eliyle ağzını kapatarak Christine’e baktı. Altıncı
Ordu. Dietrich 'in birliği. Ruslar köşeye sıkıştırmış. Christine ve
annesi bir saat boyunca hareketsiz bir şekilde oturup Rusya’da
yaşanan korkunç gerçekleri dinlerken, çocuklar babalannın ka­
derinden habersiz huzur içinde uyuyordu. Christine, Yahudi ve
Amerikalılara karşı yapılan propagandalar kadar, Rusları bar­
bar olarak gösteren afişlere de inanmamıştı. Ama gördüklerinin
gerçek olmaması için dua etmemek elinde değildi.
'—

ış boyunca aç sivillerin patates için sert toprakları kaz-


dığı, yol boyunca kömür aradığı tarlalar müttefik uçağı­
na yakalanma korkusuyla boş kalmıştı. Köydeki insanlar hâlâ
yemek için kuyruklarda beklemek, yumurta ve yağ takası için
çiftliklere yürümek zorunda kalıyordu. Tabii gündelik işlerine
devam ederken, bir uçak gördüklerinde saklanmaya hazırlardı.
Düşman saldırılarının çoğu hava üssüneydi, ama Noel’den
bir gün önce kasabanın diğer tarafındaki caddede vurulan sivil
haberi herkesi germişti. Köydeki kulelere ve yüksek binaların
çatılarına yerleştirilen Hitler Gençliği’nden oğlanlar vardiya
değiştirerek gökyüzünü izliyordu. Christine köylülerin öldü­
rüldüğünü duyduğu her haberde Isaac’i düşünüyor, iyi olması
için dua ediyordu.
24 Ocak 1943 gecesi Atlantiksender, Hitler’in ölümüne sa­
vaşmalarını emretmesine rağmen Altıncı Ordu’nun, Ruslara
teslim olduğunu bildirdi. Spiker, esir düşmeden önce binlerce
Alman askerinin intihar ettiğini söylerken Christine annesinin
kırışık yüzüne nasıl bakacağını bilmiyordu.
“En azından artık savaşmıyorlar,” diye fısıldadı Christine.
“Belki babam şimdi daha iyidir.”
“Savaştaki bir esir ne kadar iyi olabilirse...” Rose, önlüğü­
nün cebinden çıkardığı buruşuk mendille burnunu sildi. “Tabii
hâlâ yaşıyorsa.”
“Elbette yaşıyor!” Christine ağzından çıkan kelimeleri söy­
lemek zorunda olduğu için mi söylüyordu, emin değildi.
Annesinin onu Isaac için avutmaya çalışması sanki dün
gibiydi. Christine, Isaac’i görmeyeli uzun zaman olmuştu.
Gerçekten yıllar geçmiş miydi? Sanki daha geçen hafta bu­
luşmuşlar gibi hissediyordu. Umarım Isaac de öyle hissedi­
yordur, diye düşündü. Ama Isaac hâlâ Almanya’da mı bil­
miyordu, hatta hayatta olup olmadığından bile emin değildi.
Bu insan mantığına uymayan savaş devam ettikçe, onu tekrar
görme umudu giderek azalıyordu. Babası için de böyle mi his­
sedecekti? Haftalar, aylar boyunca acı ve iyimserliğin karşıt
duygularıyla savaşacak, gücü kalmadığında daha fazla daya­
namayıp sonsuza dek hoşça kal mı diyecekti?
Christine kendi içinde bu dertlerle uğaşırken bir de an­
nesi yemek yesin diye çabalayıp duruyordu. Annesi, Altıncı
Ordu’nun esir düştüğünü öğrendiğinden bu yana aşırı kilo
vermişti. Christine’e kocasının Rusya’da donup açlıktan ölür­
ken, belki de ölü bedeni karın altında unutulmuşken, yemek
yeme düşüncesinin midesini bulandırdığını söylüyordu.
Birkaç hafta sonra Christine, kışın giydiği kat kat kıya­
fetlerin altında annesinin nasıl zayıfladığını fark etti. Her
zamanki gibi tüm çocuklar, annelerinin önünde mutfaktaki
metal küvette yıkanıyordu. Artık odun da karneyle veriliyordu
ve banyo yapmak için haftada birden fazla su ısıtmak yasaktı.
Rose her seferinde en son yıkanmak için ısrar ediyordu.
Christine annesinin sıcak suyun çocuklara kalmasının yanında,
birkaç dakika kafasını dinlemek istediğini biliyordu. Ama o
gün, Christine’in elinde tuttuğu şey bekleyemezdi. Babasından
mektup gelmişti. Christine hızla merdivenleri çıktı ve mutfağa
girmemek için kendini güçlükle tutarak kapıyı çaldı.
“Ne oldu?”
Christine ağzını boyalı kapıya yaklaştırarak bağırdı. “Ba­
bamdan mektup var, anne!” İçeriden gelen su seslerinden, an­
nesinin küvetten fırladığını hayal edebiliyordu.
“Getir!”
Christine kapıyı itip sıcak mutfağa girdiğinde kolları ve
yüzü nemden ıslandı. Odun sobasında kaynayan iki tencere
su odayı buhar içinde bırakmıştı. Christine önce anlayamasa
da annesinin küvete sıcak su eklemediğini fark etti. Nem, ka­
palı pencerelerden küçük ırmaklar gibi akıyordu. Aynı anne-
siı in yüzündeki yaşlar gibi. Ama buhar küvetteki sudan değil,
ocaktaki tencerelerden geliyordu.
“Bir havlu ver de ellerimi kurulayayım,” dedi Rose titreyen
sesiyle. Dizlerini göğsüne çekmiş, saçlarını tepeden toplamış­
tı. Christine’e bakarken, çökük yanaklarında su tanecikleri
vardı. Köprücük kemikleri kaburgalarının üzerinden fırlamış,
dirsekleri kemik ucu gibi çıkmış, bacakları bir sandalye ayağı
gibi incecik kalmıştı.
Christine bakmamaya çalışarak havluyu uzatırken, küvet­
teki bulanık suyun soğukluğunu hissetti. “Su buz gibi!”
Rose mektuba uzandı. “Ah, Karl’dan sonra sıcak su ekle­
meyi unuttum.” Christine hemen sobaya koştu ve buharlar çı­
karan tencerenin tekini aldı.
“Neden sıcak su koymadın anne?” Öfkesini saklayamıyor-
du. “Hasta olmak mı istiyorsun?” Christine annesinin bacak­
larına gelmemesine dikkat ederek, sıcak suyu küvete boşaltır­
ken annesi zarfı açtı.
“Hızlı yıkanacaktım,” dedi Rose, dişleri titreyerek. “Hem
yıkanacak çamaşırlarım var. Odundan kâr edecektim.” Rose
titreyen elleriyle kâğıdı açarken, Christine ikinci tencereyi de
küvete döküp annesinin mektubu okuyuşunu izledi. Yüzünün
düştüğünü gördüğünde midesine bir sancı girdi. Annesinin
mektubu bir an önce sesli okuması için sabırsızlanıyordu. Ve
Rose sonunda okumaya başladı.

Canım Rose’um ve ailem,

İyi olmanız için dua ediyorum. Sık sık evimi ve güzel ço­
cuklarımı düşünüyorum. Hepinizi tekrar görebileceğim o
günü, dört gözle bekliyorum. Düşman askerleri çevremizdeki
ormanlardan ateş açıyor. O adamlar da her geçen gün, benim
gibi ailelerini düşünüyor mu merak ediyorum. Nasıl görün­
düğüm hakkında bir fikrim yok, ama birlikteki diğer adamlar
perişan bir halde. Hepsinin sakalları çıkmış, elleri yüzleri ça­
mur ve böcek ısırığı dolu.
Umarım huzurlu bir Noel geçirmişsinizdir. Cephede her
Noel hüzün dolu. Noel Arifesinde ateşin etrafında şarkılar
söyleyip şakalar yaparak moralimizi yüksek tutmaya çalış­
tık. Birbirimize evlerimizde geçirdiğimiz en güzel Noelleri
anlatıp karla kaplı köylerle neşe dolu haneleri andık. Sohbet
devam ederken arada bir içimizden biri ortadan kayboluyor­
du, sonra onu Rusya’nın dondurucu soğuğunda tek başına ağ­
larken buluyorduk.
Günlük hayatın anlamsızlığı tüm bunların yanında sö­
nük kalıyor. Burada ailelerimiz ve evlerimizin hatıraların­
dan başka hiçbir şeyimiz yok. Ama bununla birlikte, her şeye
dayanabilecek kadar güçlüyüz. Sakın endişelenmeyin, artık
bana bir şey olmayacak. Hepinizi ne kadar çok sevdiğimi bil­
menizi istiyorum. Ve sizi tekrar görmek için elimden ne geli­
yorsa yapacağım.

Heil Hitler,
Dietrich

Rose yaşlı gözlerle Christine’e bakıp fısıldadı. “Pes etmiş.”


Christine mektubu annesinin elinden aldı. “Hayır. Sonunda
bizi tekrar görmek için elinden ne geliyorsa yapacağını söylüyor.
“Ama çok fazla adam öldü...”
“Durumun radyonun söylediği kadar kötü olmamasını um­
maktan başka yapabileceğimiz bir şey yok. Düşman abartmak
zorunda. En azından artık hayatta olduğunu biliyoruz!”
Rose birden neşelendi. “Noel’den bahsetmiş. O kadar kötü
bir halde olsaydı nasıl mektup gönderecekti?”
“Evet. Bak gördün mü, haberler gayet iyi.” Christine zarfın ar­
kasını çevirdi ve damgaya baktı. 10 Ocak 1942. Mektup bir sene
önce yazılmıştı. Boğazında hissettiği acıyla yutkunduktan sonra
mektubu tekrar zarfına koyup önlüğünün ön cebine sıkıştırdı.
“Özür dilerim,” dedi Rose. “Sen haklıydın. Ruslara esir
düştükten sonra yazmış. Yani mektup göndermelerine izin
veriyorlar. O zaman onlara yemek ve kıyafet de veriyor ol­
malılar.”
Christine ağlamamak için kendini zor tutuyordu. “Kesin­
likle.” Kahvaltı masasına döndü ve çekmeceden çatal bıçak
çıkarmaya başladı. Mektubun bir yıl önce yazılmış olması, ba­
bamın öldüğü anlamına gelmez, diye düşündü. Anneme söy­
lesem ne değişecek ki? Yine ağzına tek lokma koymayacak.
Tarihin üzerine biraz kömür sürerim, gerçeği asla öğrenmez.
“Bence bizden daha çok yemeği vardır,” dedi sesinin titreme­
sine engel olmaya çalışarak. “Artık babamın iyi olduğunu bi­
liyorsun, banyonu bitirdikten sonra sana öğle yemeği yapayım
mı ne dersin?”
“Evet. Hadi bunu kutlayalım. Herkesi yemeğe çağır, son
erik reçeli kavanozumuzu açıyoruz.”

----

Şubat ayında, nihayet devlet Altıncı Ordu’nun teslim olduğu­


na dair resmi bir açıklama yaptı. Bayrakların yarıya çekildiği
köyde kadınlar yemek kuyruklarında hıçkırıklarını tutamıyor­
du. Christine önce kadınların Rusya’daki kocaları için endi­
şelendiğini sanmıştı. Ama sonra erkeklerin, on altı yaşında­
ki gencecik oğlanlardan altmış beş yaşındaki yaşlılara kadar
Volkssturm* adında oluşturulan üniformasız bir birlikle askere
gönderildiğini öğrendi. On iki - on beş yaş arası çocuklar da
hava savunma toplarında görev almak için Frankfurt, Stuttgart

*Alm. Yurt Muhafızları: n. Dünya Savaşı’nın son aylarında Adolf Hitler’in emriyle
Alman erkeklerinden oluşturulan halk kurtuluş ordusu. (Çev. N.)
ve Berlin’e gönderilmişti. Christine bu gerçekle yüzleştiğinde
kardeşleri hâlâ çok küçük olduğu için Tanrı’ya şükretti.
Birkaç hafta sonra gazetelerde Alman birliklerinin güçlen­
diği ve Doğu Cephesi’nde birleştiği yazıyordu. Ama büyükba­
ba bunun gerçek anlamda geri çekildikleri ve Ivan’ın önlerine
çıktığı anlamına geldiğini söyledi. Bay Weiler büyükbabaya
etnik Almanların, Prusya ve Ukrayna’daki evlerini boşaltıp
Almanya’ya geldiklerini söylemişti. Büyükbabasının annesine
dediğine göre, Rus askerleri katliam yapıyor, kadın ve çocukla­
ra tecavüz ediyordu. Christine ilk önce duyduklarına inanmadı,
ama karneleriyle birlikte dağıtılan broşürlerin üzerinde kadın
ve çocuk cesetlerinin üzerinde duran Rus askerlerini görünce
korkudan midesine bir sancı saplandı. Mesaj oldukça açıktı:
Eğer toprağınızı, memleketinizi korumazsanız kadın ve çocuk­
larınıza olacak olan budur. Christine köylerinde böyle bir şey
yaşandığını hayal etmek bile istemiyordu, çünkü onları koru­
yacak kimse yoktu. Erkeklerin hepsi gitmişti. Broşürü aldı ve
kardeşleri görmesin diye hemen odun sobasında yaktı.
Mart ayının ilk günü, gece yarısı sirenler çalmaya baş­
ladığında Heinrich koşarak merdivenlerden indi. Eski sa­
kinliğini kaybeden küçük çocuk öleceğinden emin bir halde,
sığınağa kadar ağlayarak koştu. O günkü saldırıyı mor bir
dirsek ve çizik bir dizle atlatmıştı. Ama artık herkes hayatta
kalmak için koşması gerektiğini biliyordu. En kötüsü de üç
gün sığınakta hapsolmalarıydı. Ne zaman saldırının bittiğini
düşünseler bombalar tekrar yağmaya başlıyordu. Patates
kasaları ve şarap fıçıları çoktan tükenmişti. Öte yandan
Rose’la birlikte birkaç kadın sirenler çaldığında yiyecek
getirmek gibi bir adet edinmişti. Rose giriş kapısının önüne
koyduğu çantanın içindekileri her seferinde yenilerdi. Bu
sefer içinde salamura yumurtalarla dolu bir kavanoz ve çavdar
ekmeği vardı.
Getirilen yemekler birleştirildi ve otuzdan fazla insan için
minik parçalara bölündü. Adamlar içerideki en küçük çocu­
ğun ırmaktan su getirmesi için sığınağın çimento duvarına bir
delik açıp dışarı doğru bir tünel kazdılar. Üçüncü günün so­
nunda tehlikenin geçtiğini bildiren siren çaldığında, toz toprak
içindeki aç insanlar sığınaktan dışarı çıktı. Köyden geriye sa­
dece enkazların kaldığından öylesine eminlerdi ki yakın çev­
reye zarar gelmediğini gördüklerinde gözlerine inanamadılar.
Birkaç ay boyunca her gün, aynı şeyleri yapıp durdular.
Bahçe ekip zararlı otları toplama, yemek kuyruklarında bek­
leme, temizlik yapma, yiyecek arama ve sığınağa koşma...
Christine akıllarını kaybetmeden, buna daha ne kadar devam
edebileceklerini merak etmeye başlamıştı. Hayatımın sonuna
kadar böyle mi yaşayacağım? diye düşündü. Bir insan ölüm
korkusuyla yaşamaya ne kadar dayanabilir? Babam yaşıyor
mu, Isaac bizden vazgeçti mi, ne zaman öğreneceğim? Chris­
tine çaresiz hissetmekten yorulmuştu, sonbahara kadar bek­
lemeye karar verdi. Isaac’in onu öptüğü eylül sonlarındaki o
güne kadar bekleyecekti. Ve sonra ne olursa olsun tekrar evle­
rine gidip Isaac orada mı diye bakacaktı.
Temmuz sonunda tekrar sığınağa toplanan köylüler, gecenin
ortasında ter içinde, tehlikenin geçtiğini bildiren sesi duymayı
bekliyordu. Sıcak bir yazdı, mahzenin havası nemli ve basıktı.
Sığınakta yeni biri vardı. Savaşta tek gözünü ve sol elinin
bir kısmını kaybeden zayıf asker Bay WeilerTn yeğeniydi.
Ailesi iki hafta önceki hava saldırısında ölünce Hamburg’tan
Hessental’a gelmişti. Sığınaktakiler onu dinlemek için yarım
bir daire oluşturdu, sessiz bir şekilde otururken endişeli
gözlerle birbirlerine bakıyorlardı.
“Sekiz katlı apartmanlar, katedraller, müzeler, okullar,
dükkânlar, tiyatrolar ve araçlar,” dedi adam alnı boncuk bon­
cuk terlerken. “Hepsi saldırıda kül oldu. Binaları tuzla buz
etmek için arka arkaya bombalar yağdırdılar, genelde kalaba­
lık yerlere daha çok saldırdılar. Hemen ardından da yangın
bombaları attılar. Sonunda on bin metre kare şehri resmen yok
ettiler. Gece arkadaşlarımla eve dönerken Elbe’nin üzerinde­
ki köprüden geçiyordum. Müttefiklerin attığı bombaları daha
önce hiç görmemiştim. Patladıklarında kimyasal yayıyorlar,
tüm muhiti alev içinde bırakıyorlardı.”
“Lütfen,” dedi bir kadın. “Çocuklar duyabilir.”
Asker sol elindeki sağlam parmaklarıyla, sarma sigarasını
amcasına uzatırken sigaranın acı kokulu dumanında gözleri­
ni kıstı. Bu sırada Christine adamın anlattıklarını duyabilmek
için yaklaştı.
“Alevler birleştikçe büyüyordu. Birden korkunç bir uğultu
duydum ve bir alev fırtınası her şeyi içine çekti. Kaçmaya
çalışan insanları da... Ateş yeri eritiyor, insanların ayakları
eriyen caddelere yapışıyordu. Yanan insanların nehre at­
ladıklarını gördüm. Ama sudan çıktıklarında tekrar alev
alıyorlardı. Kollarında çocuklarıyla kaçan kadınlar gördüm.
Yanarak yere düştüler ve bir daha kalkamadılar. Arkadaşımla
birlikte bir binaya koşup bodrumuna indik. İçerideki insanlar
seslerden kullanılan bombanın türünü anlayabileceklerini
söylediler. Mesela yangın çıkaran bombanın sesi bir kuş
sürüsünü andırıyormuş. Yangın bombası ani bir gürültü
çıkarıyormuş. Su sesi çıkaran bombaysa kauçuk ve benzin
doluymuş. Ama daha önce hiç böyle bir ses duymamışlar.”
“Yani yeni bir tür bomba kullanıyorlar, öyle mi?” diye sor­
du biri.
“Öyle diyor,” dedi Bay Weiler.
“İnanmıyorum” dedi bir kadın. “Bence uyduruyorsun.”
Asker kadından yana döndü. “Emin olun uydurmuyorum.”
“O zaman neden buraya da o bombadan atmıyorlar?”
“Bilmiyorum. Belki daha çok insan yaşadığı için sadece
büyük şehirlerde kullanıyorlardır. Belki de ne kadar korkunç
sonuçlar doğurduğunu gördükten sonra bir daha kullanmama­
ya karar vermişlerdir. Belki de sadece bir testtir. İki hafta ön­
ceydi. Yani belki şimdi o bombalardan yapıyorlardır. Nasıl bir
strateji izliyorlar bilmiyorum!”
“Bu kadarı yeter,” dedi aynı kadın. Ve birkaç kadını peşine
katarak mahzenin arkasına doğru yürüdü.
Bay Weiler elindeki sigarayı tekrar yeğenine verdi. “Onla­
ra sonrasında olanları da anlat.”
“Kısa bir süre sonra bodrumdaki sıcaklık artmaya başla­
dı, hava dumanla dolmuştu. Bana oradan ayrılmamamı söy­
lemelerine rağmen dışarı çıkmaya karar verdim. Bodrumun
kapısını ittiğimde dışarısı bir ocağın içinden farksızdı, her şey
kıpkırmızıydı. Yüzüme vuran kuru rüzgâr o kadar sıcaktı ki
nefes borumu yaktı. Hava resmen yanıyordu. Köprüye giden
sağlam bir yol gördüm ve koşmaya başladım. Yolun yarısın­
da üzerime bir ateş topunun geldiğini fark ettim. Gördüğüm
ilk sığınağa koşup kapıyı zorladım. İçerisi hıncahınç doluydu.
Yerde yatan yaralılar su için yalvarıyordu. Birden bir sarsıntı
oldu, sığınak öne arkaya sallanmaya başladı. Bir duvar komple
çökünce çatlaklardan içeri fosforlu bir sıvı girdi. İnsanlar ken­
dini kaybedince arkamı döndüğüm gibi oradan çıktım. Nasıl
başardım bilmiyorum, ama şehrin diğer ucuna kadar koştum.
Yeteri kadar uzaklaştığımda öylece durdum ve yangını izle­
dim. Ertesi gün ailem hâlâ hayatta mı diye bakmak için geri
döndüm. Hayatta kalmayı başaranlar üst üste yığdıkları ceset­
leri sokaklarda yakıyordu.”
“Neden böyle bir şey yapsınlar ki?” diye sordu biri.
“Başka ne yapabilirler?” diye cevapladı Bay Weiler. “Tek
tek gömecekler mi?”
Bir adam söze karıştı. “Hastalık yayılmasını önlemek için
yakmak zorundalar.”
“Doğru,” dedi asker.
Bay Weiler tekrar yeğenine döndü. “Hadi, hikâyeni bitir.”
“Saklandığım bina yıkılmıştı. Caddeler yanık cesetlerle do­
luydu. İnsanlar ellerinde kova ve çuvallarla etrafta dolaşıyor,
kopan organları topluyordu. Bodrumlarda bulabildikleri tek şey
buruş buruş olmuş yanık cesetler ya da küllerdi. Bazı kurbanları
banklarda yatarken buldular. Bazılarıysa uyur gibi sırt sırta ver­
mişti. Hepsi yangın yüzünden boğulmuştu. Evimi ararken nere­
de olduğumu bile bilmiyordum. Hiçbir yer tanıdık gelmiyordu.”
Asker durup başını eğdi. Bir dakika sonra boğazını temizleyip
başını kaldırdığında gözleri yaşlarla doluydu. “Sonra evimin so­
nunda bulunan kütüphanenin yandığını gördüm. Ve evime doğru
koştum. Ama her şey yok olmuştu. Ne annemle babamı bulabil­
dim ne de kız kardeşlerimi. Dün insanların yüz doksan kilometre
öteden Hamburg’taki yangını gördüğünü duydum.”
“Orada silah fabrikası mı vardı?” diye sordu biri.
“Şehrin o tarafında yoktu. Hava üssü, fabrika, askeriyeye
ait hiçbir şey yoktu.”
“Sence yanlışlıkla mı yaptılar?” diye sordu Bay Weiler.
“Hayır. Tam üç saat sürdü. İki gün sonra tekrar geldiler. Üç
gece sonra bir daha. Kırk beş bin insanın öldüğü tahmin edili­
yor. Hamburg’ta milyonlarca insan yaşıyordu ve şimdi dörtte
üçü yeryüzünden silindi.”
Christine kollarını kendine doladı ve boğazında hisset­
tiği düğümle sığınağın arkasına doğru yürüdü. Maria ve er­
kek kardeşleri boş bir patates kasasının üzerinde uyuyordu.
Yetişkinler çocuklara kulaklarını tıkamaları için kumaş ya da
pamuk verdiğinde rahat ettiklerini fark etmişti. Hatta yeteri
kadar rahatladıklarında uyuyabiliyorlardı. Çocuklar patlama­
lara alışmış mıydı, yoksa bitmek bilmeyen korkularla uyuya­
rak baş etmek daha mı kolaydı merak ediyordu. Sığınağa bir
bomba düşüp canlarını alırsa, çocuklar bunu hiç bilmeyecekti.
Uyku bir kaçıştı. Christine, keşke ben de onlarla birlikte uyu-
yabilsem, diye düşünürken birinin çocukları sakinleştirmek
için ara sıra el yapımı içki getirdiğini hatırladı. Christine tüm
şişeyi kafasına dikmek istiyordu. Çünkü duyduklarını, ancak
hepsini içerse unutabilirdi.
---------agÇ-O

E ylül ayının ortasında radyoda, Güney Almanya’daki bin­


lerce vatandaşın toplum güvenliği adına devlete karşı
gelmekten gözaltına alındığı söylendi. Bu suçlular Dachau’ya
gönderilecekti. Büyükbabaya göre Nazilerin şimdiye kadar
tutukladığı suçlularla birlikte Dachau, Stuttgart’tan daha ka­
labalık olabilirdi.
Ertesi sabah Christine, yemek kuyruğunda sarı yıldız takan
kimse olmadığını fark edince kalbi deli gibi çarpmaya başladı.
Yahudiler gitmişti.
Hemen Bayan Unger’m yanına gidip fısıldadı. “Siz bir şey
duydunuz mu?”
“Hiçbir şeyden emin değilim,” dedi Bayan Unger, kısık
sesle. “Ama Kleinslerin gecenin ortasında bavullarıyla bir­
likte evlerinden ayrıldığını gördüm. Birileri onları siyah bir
Mercedes’le aldı. Bu sabah Leibermanssların evinin önünden
geçerken küçük Esther beni izlemek için perdeyi açtı. Nor­
malde ben geldiğimde, annesiyle birlikte çoktan kuyruğa gir­
miş olurdu. Bir şeyler dönüyor.”
Christine o an ailesinin yemek payım aldıktan sonra Bau-
ermanlara gitmeye karar verdi. Sirenler çalar ya da müttefik
uçakları gelirse nereye gideceğini bilmiyordu. Fakat umurun­
da da değildi. Eğer evleri boşsa Almanya’dan gittiklerini an­
layacak ve güvende olduklarına dair ufak da olsa bir umudu
olacaktı. Bauermanlar hâlâ oradaysa koşup kapıyı çalacak,
evdeyse Isaac’i görmek isteyecekti. Çünkü buna daha fazla
dayanamıyordu.
Sabahın ilerleyen saatlerinde kasabanın diğer ucuna yürür­
ken, Christine’in kafasından ihtimaller geçiyordu. Isaaclerin
evinin enkazıyla karşılaşabilirdi. Bu görüntü hayalinde can­
lanırken her adımda nefesi daha da daralıyordu. Köyün bom­
balanan kısımlarından geçti. Hasar görmemiş taraflara geldi­
ğindeyse evlerin boş ve bakımsız göründüğünü fark etti. Bazı
insanlar kendi isteğiyle gitmişti. Ama Christine dedikodular
doğru mu merak ediyordu, Gestapo tüm aileleri götürmüş ola­
bilir miydi? Çocukların, anne babaların, aile büyüklerinin ha­
tıralarıyla dolan boş odaları hayal etti. Hayatları sonsuza dek
değişmiş ya da çok kısa sürmüştü.
Daha önce yaptığı gibi binanın etrafında dört kez dönmek
yerine direkt olarak taş basamaklara yürüdü ve Isaaclerin ka­
pısının önünde durdu. Kalbi göğsünde atıyor, boğazı cayır ca­
yır yanıyordu. Girişin yarısında ve camların birinde sarı boya
kalıntıları vardı. Kalıntılara rağmen Christine, yazan kelimeyi
net bir şekilde okuyabiliyordu. Yahudi.
Hafifçe kapıya vurdu, kapı açılmadıkça daha sert vurmaya
başladı. İki parmağını örgüsünde aşağı yukarı gezdirirken,
0nu görür görmez gideceğim, diye düşündü. Kapı kolu döndü
ve kapı birkaç santim aralandı. Aralıktan önce solgun bir ya­
nak, ardından kahverengi bir göz göründü.
“Christine?” Bu Bayan Bauerman’ın sesiydi. “Burada ne
yapıyorsun?”
“Isaac’i görmem lazım!”
“Isaac burada değil. Hemen gitmelisin!”
“Lütfen! Lütfen girmeme izin verin. Sadece bir dakika!”
Basamaklarda kalmak, içeride olmaktan daha korkunçtu. So­
runu kendi çözmeye karar veren Christine, kapı kolunu tutup
hızla itti. Kapı aniden açıldı. Ve biri onu kolundan tuttuğu gibi
içeri çekti. Isaac karşısındaydı.
“Burada ne yapıyorsun!” Isaac kapıyı arkasından hızla ka­
padı. “Seni yakaladıkları anda tutuklarlar!”
“Seni görmem lazımdı!” Christine nefes nefese kalmıştı.
Birden antrenin ortasında durdu ve evin bu kadar değişmiş
olmasına şaşırarak etrafına baktı. Pencereleri kapatan, kapı
aralıklarına tıkılan yırtık pırtık battaniyeler evi bir mağara
gibi karanlık ve kasvetli yapmıştı. Gaz lambaları antre ve
girişi aydınlatıyor, koridorun sonu ve merdivenlerin üstü
karanlıkta kalıyordu. Soldaki geniş, kemerli eşiğin altındaki
mermer yerlerde eski ocağın yanındaki iki hasır şilteden
başka eşya yoktu. Dallardan, paçavralardan ve eski mobilya
bacaklarından oluşan yakacaklar, yığınlar halinde istiflenmişti.
Ocağın yanında eski bir kapıdan ve tahta kutulardan yapılma
eğik bir masa vardı. Masanın etrafındaki birbiriyle uyumsuz
dört sandalye sicim ve tahta parçalarıyla sağlamlaştırılıp
onarılmıştı. Ufak odun, tuğla ve sert kereste parçaları, mum
diplerinin konulduğu bir sıra eski raf, kırık yemek tabakları “Bilmiyoruz,” dedi Isaac. “Bugün gelecekler. Gitsen iyi
ve bir sürü ezik tencere tava... Bauermanlar bu şartlar altında olur.”
nasıl yaşıyordu? Christine’in gözleri yaşlarla doldu. “Benimle gel,” dedi
Isaac ve annesi sararmış, incecik yüzleriyle yan yana duru­ yalvararak. “Lütfen... Yıldızı çıkarırız. Herkese kuzenim ol­
yorlardı. Koyu paltolarının yakalarında Davud’un yıldızı vardı. duğunu söyleriz.”
Gözlerinin altında mor halkalar oluşan Nina, yirmi yaş yaşlan­ Isaac ona doğru yürüdü. “Olmaz. Ellerinde isimleri­
mış gibiydi. Saçları beyazlamış, arkaya attığı örgüsü keçeleş- miz var. Bu hiçbir işe yaramaz. Buraya hiç gelmemeliy­
mişti. Isaac’in saçları onu son gördüğünden beri epey uzamıştı. din.” Gabriella’mn kollarını Christine’in belinden çekti ve
Saçlarını gri fötr şapkasının altında arkaya yatırmış, uzun kısım­ Christine’i nazikçe kapıya doğru itti. Yüzü oldukça sert­
larını kulaklarının arkasına atmıştı. Her ne kadar kilo vermiş ve ti. Christine, Isaac’in ellerini yakalayıp tutunmaya çalıştı.
gözleri endişeyle donuklaşmış olsa da yakışıklı yüzü hâlâ nefes Ama Isaac, sanki Christine hastalıklıymış gibi ellerini çekti.
kesiciydi. Christine, Isaac’i en son gördüğünden bu yana için­ Isaac’in her kaçamak hareketi Christine’in kalbinde büyük bir
de biriken duyguların -acı, öfke, çaresizlik, korku- dayanılmaz yara açıyordu.
ağırlığıyla adeta çöküyordu. Nefesini kesen bu ağırlık, kalbini “Lütfen Isaac. Bırak yardım edeyim.” Christine’in sesi tit­
yerinden söküp almaya çalışır gibiydi. Christine, Isaac’e doğ­ riyordu. “Bize gel. Saklan. Seni götürmelerine izin verme.”
ru ilerledi, kendini onun kollanna atmamak için zor tutuyordu. Isaac, Christine’i hafifçe itti “Biz iyi olacağız. Sadece bi­
Gözleri birden kapının yanında duran dört valize ilişti. raz zaman alacak. Bizi cephane fabrikalarında işe sokacaklar.
“Gidiyor musunuz?” Savaş bittiğinde tekrar birlikte olacağız, unuttun mu? Şimdi
O sırada Bay Bauerman ve Gabriella koridorun sonun­ ailenin sana ihtiyacı var Christine. Benim ailemin de bana.
da belirdiler. Gergin yüzleri ve paltolarındaki san yıldızla­ Emirlere uymamak hayatta kalma şansımızı azaltmaktan baş­
rı Gabriella’nın elindeki mumun ışığında aydınlanıyordu.
ka bir işe yaramayacak. Evine dön ve güvende kal.” Kapıya
Gabriella, Christine’i görünce mumu babasına uzattı ve ona vardıklarında Christine kapıya yaslandı. Başım iki yana sal­
doğru koşup kollarını beline sardı. Bay Bauerman mum ışı­
larken yanaklarından yaşlar süzülüyordu. Isaac önce ayakka­
ğını söndürdü ve merdivenlere oturup başını eğdi. Christine
bılarına baktı, sonra annesine. Christine’in gözleri hariç her
Gabriella’yı omuzlarından tutup başını okşadı, küçük kızın
yere bakıyordu. Sonra aniden Christine’i kollarına aldı. Güçlü
nasıl titrediğini hissedebiliyordu.
kaslarıyla omuzlarını okşarken başını boynuna gömdü. Aldığı
“Bizi başka yere götürecekler,” dedi Bayan Bauerman.
derin, titrek nefesleri yavaşça veriyordu. Christine’i uzun bir
“Götürecekler mi?” Christine boğazında bir yumru hissetti.
süre kollarında tuttu. Ve kulağına fısıldadı.
“Nereye?”
“Seni hâlâ çok seviyorum, Christine. Her zaman da
seveceğim.” Sonra onu yavaşça bıraktı ve bir adım geriledi,
Christine kendini aniden güçsüz hissetti, sanki Isaac vücu­
dundaki tüm gücü almıştı. Isaac’in sıcaklığına hasret duyarak
ona doğru yürüdü. Ancak Isaac onu kolundan tuttu ve
dışarıdaki basamaklara itip kapıyı kapadı.
Christine kapıyı yumruklamaya başladı ama Isaac kapıyı
açmıyordu. Sokağın köşesinden dönen aracın gürültüsüyle
Christine arkasına döndü. Arkası branda kaplı askeri kamyon
ona doğru geliyordu. Kamyonun içi makineli tüfekleri olan
askerlerle doluydu. Christine basamaklardan aşağı indi ve kal­
dırım boyunca koştu, gözyaşları yüzünden önünü görmekte
zorlanıyordu. İki blok sonra nefes nefese kalarak yavaşladı.
Yürümeye devam ederken arkasından başka bir kamyonun
geldiğini fark etti. Ağladığını görüp durmalarından korku­
yordu, bu yüzden hemen yüzünü sildi. Gözlerini kaldırımdan
ayırmayarak ilk soldan döndü ve taş bir evin köşesine kadar
koştu. Tam köşeden döndüğünde bir astsubayla çarpıştı. Adam
kara bir duvar gibiydi. Siyah yakasındaki gümüş kuru kafa,
çapraz kemikler ve SS harfleri güneşte parıl parıl parlıyordu.
Christine yalpalayarak geriledi. Adam onu önce dövecekmiş
gibi sıkıca bileğinden tuttu, fakat karşısında bir bayan oldu­
ğunu fark edince bileğini bırakıp gülümsedi. Christine adama
baktığında beyninden vurulmuşa döndü, kalbi şakaklarında
atıyor gibiydi.
“Bu acelen nedir, küçük bayan?”
“Şey... Çok özür dilerim efendim.” Sesinin titremesini
engellemeye çalışıyordu. “Size çarptığım için özür dilerim.-'
Christine otomatik olarak elini kaldırdı ve zorunlu Hitler sela­
mını vermek istedi, ama adam eldivenli eliyle dirseğini tutup
0nu durdurdu. Çelik gibi mavi gözleriyle Christine’e baktı,
onu tepeden aşağı süzerken köşeli çenesini oynatıyordu. Ast­
subayın yanındaki tombul asker ise dolgun dudakları ve gri
çarpık dişleriyle Christine’e gülümsüyordu.
“Bir sorun mu var?” diye sordu astsubay. “Senin için yapa­
bileceğim bir şey var mı?”
“Hayır, hayır efendim. Teşekkür ederim, ben iyiyim.”
“Senin gibi tatlı bir Alman kızı böyle ağlamamalı.”
“Özür dilerim, ama gitmek zorundayım.” Christine yana
doğru bir adım attı. “Annem bekliyor.” Bir an askerlerden bi­
rinin onu kolundan tutacağını düşündü, ama sonra öne atılıp
kaldırımdan aşağı inmeye başladı.
“Bayan,” diye seslendi başçavuş, monoton bir ses tonuyla.
Christine yavaşladıysa da durmadı.
“Bayan!” Bu sefer durdu.
“Lütfen buraya gelin.”
Christine ellerini önünde birleştirdi ve kalbi göğsünü zor­
larken yavaşça geri döndü. “Buyurun efendim?”
Adam kollarını arkasında bağladı. “Adın nedir?”
“Christine.”
Başçavuş, uzun boylu astsubaya baktı ve aralarında özel
bir espri geçmiş gibi gülümsedi. Ardından elini ceketinin
düğmelerinde gezdirmeye başladı. “Erkek arkadaşın var mı,
Christine?”
“Evet.”
“Farkında mısın bilmiyorum, ama SSTerin güçlü, güzel
Alman kadınlara ihtiyacı var. Senin gibi güzel bebeklerimizin
olması için. Aryan ırkını çoğaltmak için bu sizin göreviniz,
bunu daha önce duydun değil mi?”
196 4â=— Erik Ağacı

“Duydum.” Kelimeler ağzından zor çıkıyordu. “Führer


bana söyledi.”
Kıdemli asker başını arkaya atıp sesli bir kahkaha attı.
“Führer mi söyledi?!” Gülerken kamı inip çıkıyor, astsubayı
dirsekliyordu. “Führer söylemiş! Başka ne söyledi? Savaşı ka­
zanmak için bir sonraki stratejisini de söyledi mi?”
“Hayır. Vatanımızı gururlandırmam gerektiğini söyledi. Bu
yüzden erkek arkadaşımla hemen evlenmeyi planlıyoruz.”
“Ama erkek arkadaşın sıradan bir Wehrmacht askeri, değil mi?”
Christine başını aşağı yukarı salladı.
Asker boynunu kaldırdı ve yakasındaki parlak harflere do­
kundu. “Ama bunları gördün değil mi? Ben SS’im. Sadece
Almanlığının 1800’lere kadar dayandığını kanıtlayanların SS
olabildiğini biliyor muydun? SS’lerle birlikte olan kadınlar da
öyle! Hitler çocuk sahibi olanlara madalya bile veriyor. Üç
çocuğa bronz, beş çocuğa gümüş, altı ve üstüne altın. Bu sa­
vaşı kazandıktan sonra elit tabaka olacağız.” Adam öne doğ­
ru eğildi ve bir ağaç oyuğundaki tavşanı koklayan ayı gibi
Christine’in boynunu kokladı. Christine hareketsiz bir şekilde
beklerken dizleri tir tir titriyordu. Ardından subay Christine’in
saçlarına dokunmak için elini uzattı. “İstediğin her şeye sahip
olabilirsin.”
“Özür dilerim efendim. Ama artık eve gitmem gerek. An­
nem iyi değil. Kardeşlerime bakmam için bana ihtiyacı var.
Tifüsten şüpheleniyoruz.”
Tifüs kelimesini duyunca gerileyen başçavuş, elini hemen
pantolonunun bacağına sildi.
“Git o zaman.” Christine hiç vakit kaybetmeden döndü ve
arkasına bile bakmadan koşmaya başladı.
Christine dönüş yolu boyunca hiç durmadan koştu. Isaac ve
ailesi akimdan bir türlü çıkmıyor, onlara yardım etmek için ne
yapabileceğini düşünüyordu. Bayan Unger, Kleinsların gece
yarısı evi terk ettiğini söylemişti. Belki de onlar saklanacaktı?
Eğer onların nereye gittiğini bulabilirse Bauermanlar da yan­
larına gidebilirdi. Tabii, artık çok geç değilse. Bauermanlar
caddede gürültülerini duyduğu kamyonlardan biriyle çoktan
gitmiş olabilirdi. Ne yapacaksa tek başına yapamazdı. Bauer-
manlara gittiği için çok sinirleneceğini bilse de neler olduğunu
annesine anlatmak zorundaydı.
Eve girdiğinde direkt mutfağa koştu. Annesi yaklaşan kış
için son domateslerden konserve yapıyordu. Omzuna lekeli
bir bez atmış, elleri kıpkırmızı olmuştu.
“Anne!” Christine nefes nefese bağırdı. “Bugün... Bugün
Bauermanlara gittim. Sonra...”
Annesi hızla başını kaldırdı. Christine cümlesini bitireme-
den elindeki bıçağı bıraktı ve elini beze kurulayıp Christine’e
doğru yürüdü.
“Neden? Aklından neler geçiyordu? Eğer yakalansaydın
neler olabileceğini biliyor musun?”
“Tehlikeli olduğunun farkındayım, ama Isaac’i görmem la­
zımdı. İçeri girmeyecektim, ama girdim. Onları götürecekler
anne. Bir şey yapmak zorundayız! Orada oturmuş Nazilerin
onları götürmesini bekliyorlar!”
Rose ellerini Christine’in omuzlarına yerleştirdi. “Üzgü­
nüm Christine. Yardım etmek istediğini biliyorum, fakat yapa­
bileceğimiz hiçbir şey yok. Köydeki tüm Yahudileri topluyor­
lar. Onları durduramayız. Eğer durdurmaya çalışırsak bizi de
alacaklar. Isaac’i önemsediğini biliyorum, onu ve ailesini ben
de önemsiyorum. Ama sen, Maria, Kari ve Heinrich benim
için daha önemlisiniz. Ve benim görevim ailemi korumak.”
Christine’in yüzü düştü, sanki tüm gücü aniden bitmişti
“Peki onlara ne olacak?”
“Bilmiyorum. Çalışma kamplarına gönderileceklerini duydum.”
“Dachau’ya mı?”
“Bilmem. Umarım orası değildir.”
“Neden ki?” Christine’in sesi güçsüzleşmişti. “Bir şey mi
duydun?”
Annesi Christine’in gözlerine bakıp alnını kırıştırdı.
“Dachau’da insanların öldüğünü duydum.”
Christine’in kalbindeki kara boşluk acıyla büyüyordu ade­
ta. Christine masaya gitti ve oturdu. “Oraya gönderildiklerini
düşünmüyorum.” Masaya askerler gibi dizilmiş domates kon­
servelerine bakıyordu. “Isaac cephane fabrikalarında çalışa­
caklarını söyledi.”
“Umarım haklıdır. Çünkü artık neye inanacağımı bilmi­
yorum. Naziler savaşı kazanacağımızı kısa süre sonra tüm
dünyayı yöneteceğimizi söylüyorlar. Dünyayı yönetmek falan
umurumda değil. Ailem için yeterince yemek, başımızın üze­
rinde çatı istiyorum. Isaac ve ailesini kurtarmak istediğini bi­
liyorum, ama bunu nasıl yapabiliriz ki? Emirlere uyduğumuz
sürece iyi olacağız.”
“Bayan Bauerman da öyle diyordu,” diye fısıldadı Christi­
ne, gözleri dolarak. “Ama bak şimdi neler yaşıyorlar.”
Ofiy Ç&eşrnûÇfâö/üsn/

--------

E rtesi sabah hava soğuk ve karanlıktı. Sokaklar, binalar


ve bulutlar bir mezar taşı gibi griydi. Annesi uyandırmak
için omzunu dürttüğünde oda o kadar karanlıktı ki Christine
gece olduğunu ve sirenlere rağmen uyanmadığını sandı. Sonra
erken kalkması gerektiğini hatırladı. Maria’yla birlikte bah­
çede çalışacağına söz vermişti. Köydeki diğer kadınlarla bir­
likte iki sepet elma karşılığında çiftçi Erkert’in bahçesindeki
elmaları toplayacaklardı. İki oğlunu da savaşta kaybeden Bay
Erkert karısıyla birlikte küçük çiftliklerini çevirmeye çalışır­
ken esirlerden ya da Hitler kızlarından yardım almayı tercih
etmiyordu.
Christine, eğer elinde olsa yatağından hiç çıkmayabilirdi.
Isaac ailesiyle birlikte çoktan bir kamyona bindirilip götürül­
müştü. Tanrı bilir nereye... Onu bir daha görememe ihtimalini
düşündükçe yataktan çıkmış çıkmamış ne fark ederdi? Ama
başka seçeneği olmadığı için bir iç geçirip doğruldu. Şişmiş
gözlerini ovuştururken uyandığını anlaması için annesine
başını salladı. Annesi odadan çıktıktan sonra Christine sıcak
kuştüyü örtüsünün altından çıktı ve üzerini giydi. Beynine
uyuşuk hareketlerle cevap veren eli ayağı, uzun zaman önce
batan bir geminin ıslak kerestelerine benziyordu.
Saat sekiz olduğunda Christine ve Maria yamacın tepesinde
elma topluyordu. Burası o güneşli günde dünyanın daha güzel
olamayacağını düşündüğü yerdi. Isaac’in onu öptüğü bahçe.
Şimdiyse sahiplerinin yediği, aç hırsızların çaldığı koyunlar
dahil olmak üzere, her şey gitmişti. O günkü güneş yerini hafif
bir sise bırakmış, bulutlar tehditkâr bir şekilde alçalmıştı. On
kadın daha olmasına rağmen bahçe, ara sıra duyulan kuş cıvıl­
tıları dışında sessizdi. Kimse konuşup gülmüyor, genç kadın­
lar dedikodu bile yapmıyordu. Yaptıkları tek şey siren sesleri
duyulup müttefik uçakları görünmeden önce işlerini bitirmek
için motor gibi çalışmaktı.
Christine’in omzundaki sepet o kadar ağırdı ki dallara uza­
nıp elmaları toplarken ıslak toprağa yığılıp kalmamak için tüm
gücüyle çabalıyordu. Şimdi hatırlamasa da dün gece gördüğü
kâbuslar yüzünden içine bir de endişe yerleşmişti. Gri bulutlar
bile üzerine geliyor gibiydi.
Saat on olduğunda sis kalkmaya başladı. Ama meyve bah­
çelerinin altındaki ıslak, ekilmemiş tarlaların üzerinde kalan
yarım yamalak sis, dünyaya bulutların üzerinden bakıyormuş
gibi bir görüntü yaratıyordu. Bir saat içinde buradaki elmala­
rı toplayıp yamacın altındaki son bahçeye doğru yürüdüler.
Christine bir an önce işi bitirip eve gitmek istiyordu.
Islak yaprakların içine gizlenmiş son elmaları toplamaya
öyle odaklanmıştı ki onlara doğru gelen trenin tanıdık sesi­
ni duyduğunda bakma gereği bile duymadı. Ama Maria işini
bırakıp yaklaşan lokomotife doğru baktığında Christine kar­
deşinin baktığı yöne döndü. Ve gördüğü manzara karşısında
donakaldı.
Zift gibi kara bir tren, devasa bir canavar gibi sisi yararak
geliyordu. Trenin iki yanında anteni andıran Nazi bayrakla­
rı vardı. Lokomotifin arkasında, normalde büyükbaş hayvan
taşınan altı vagon vardı. Her vagonun üzerine beyaz harf­
lerle ‘Nazi Almanyası’nın malıdır,’ yazılmıştı. Vagonlardaki
dikenli tel örgülerle kaplı iki küçük camdan, içeri hapsedil­
miş insanların hastalıklı yüzleri ve ciddiyetle bakan gözleri
görünüyordu. Aralıklardan uzanan eller, adeta özgürlük için
yalvarıyordu.
Christine bir çığlık duyduğunu sandı, ama emin olamıyor­
du. Trenin gürültüsü, pistonun pompa sesi ve demir tekerlek­
lerin takırtıları tüm sesleri bastırıyordu. Bahçedeki diğer ka­
dınlar elleri ağzında, sepetleri omuzlarından kaymış, ağaçların
altından bakıyorlardı.
Christine sepetindeki elmaların bir kısmını çıkardı ve trene
doğru koştu. Tren ilerlerken Christine kenardaki yoldan yetiş­
meye çalışıyordu.
“Yakalayın!” diye bağırdı. Yük vagonlarının yanında ko­
şuyor, uzanan avuçlara elma fırlatıyordu. “Yiyecek!” Çoğu
elma yere düşüyor, yüzüne ya da başına çarpıyordu. Ama kan,
kir içindeki eller birkaç elmayı yakalamayı başarıp hızla tel
örgüden içeri soktu. İnce, grimsi eller Christine’e bir zaman­
lar gördüğü bir resmi hatırlattı. Balığı yuvasında yakalayan o
yılan balığını.
Christine trene yetişmeye çalıştı ama uzun, geniş virajdan
dönen tren tüm hızıyla devam ediyordu. Lokomotif hızla göz­
den kayboluyor, ağaçlarla kaplı orman vagonları tek tek yu­
tuyordu. Nefes nefese kalan Christine, dizlerinin üzerine düş­
tü. Elmalar her yere dağılırken, avuçlarına taşlar saplanmıştı.
Christine, son yük vagonunun ormanın karanlığında gözden
kayboluşunu izledi.
“Christine!” Maria ablasının yanına koştu. “Ne yapıyorsun!”
Christine yumruklarını yere vurarak bağırdı. “Isaacler o
trende olabilir! Bu zavallı insanlara ne yapıyorlar, Maria?”
Maria ablasının kalkmasına yardım ettikten sonra dizlerin­
deki çakıltaşlarıyla toprağı silkeledi.
“İyi misin?”
“Değilim! Hiçbir zaman da olmayacağım!”
Christine gözyaşlarıyla birlikte çamur içinde kalan yanak­
larını sildi. Az önce gördüğü şeye mantıklı bir açıklama ge­
tirmeye çalışıyor ama iki düşünceyi bir araya getiremiyordu.
Maria etraftaki elmaları toplayıp Christine’in sepetine koydu.
Bir yandan da trenin sesi giderek uzaklaşırken ağaçlarla şe­
killenen hışırtılı tünele bakan ablasını inceliyordu. Christine
sonunda bahçeye döndüğünde midesinde bir ağrı ve bulantı
vardı.
“Belki Isaac o trende değildir,” dedi Maria.
Christine, hiçbir şey söylemeden, kardeşinin peşinden elma
ağaçlarının bulunduğu son sıraya doğru yürüdü. İşine devam
etmeye çalışsa da gözyaşlarını bir türlü durduramıyordu. Elma
toplamak yerine, A şeklindeki merdivenin altında durdu ve
Maria’nın ona uzattığı elmaları sepetine koymaya başladı.
Kendini Isaac’in o trende olmadığına ikna etmeye çalışmasına
rağmen gözünün önüne hep aynı sahne geliyordu. Isaac, kız
kardeşi ve annesine sıkıca sarılıyordu. Tel örgünün dışından
Christine’in sesinin geldiğini fark ettiğindeyse hızla başını
kaldırmıştı. Isaac yük vagonlarında olamaz, diye düşündü. O,
bir hayvan gibi taşınmayacak kadar kusursuz ve zeki. Hem
babası avukat, annesi aristokrat. Hayır hayır, hiç mantıklı de­
ğil. Ne kadar çabalasa da Isaac ve ailesini, ellerinde valizlerle,
tren istasyonunda hayal etmeden duramıyordu.
Bahçedeki kadınlar bir saat içinde işlerini bitirdi ve Bay
Erkert öküz arabasıyla, onları kasabaya götürmeye geldi.
Yorgun düşen kadınlar sırtlarındaki elma sepetlerini ve kendi
paylarına düşen elmaları arabaya yükledikten sonra kendileri
de binip uçsuz bucaksız ufuğu izlemeye başladılar. Christine
arabaya tutundu, ama kendini yukarı çekerken fikrini aniden
değiştirdi.
“Ben yürüyerek geleceğim. Biraz yalnız kalmam lazım.”
Maria başını iki yana salladı. “Olmaz!” Gözleri ablasına
yalvarırcasına bakıyordu. “Lütfen gel, Christine. Elmalar için
yardım etmen lazım. Hem burada yalnız kalman çok tehlikeli!”
“Bir şey olmaz.” Aslında bir uçaksavar gelip acısına son
verse umurunda bile olmazdı. Tabii, bunu kız kardeşine söy­
leyemiyordu. “Ormanlar güvenli. Küçük bir yürüyüş yapıp
hemen geleceğim. Söz veriyorum.”
Maria’nın suratı düştü. “Ama uzun sürmesin, tamam mı?
Annem endişelenir. Zaten gitmene izin verdiğim için bana çok
sinirlenecek.”
“Söz, dikkatli olacağım. Anneme seni dinlemediğimi söy­
lersin.”
Öküzler yürümeye başladığında, Christine yorgun kadın­
larla dolu toprak yolda sallanarak ilerleyen arabayı izledi.
Arabanın en ucunda, bacaklarını dışarı sallayarak ablasını iz­
leyen Maria’nın yüzü korku doluydu.
Christine kardeşine öpücük attıktan sonra arkasına dönüp
tepelere doğru yürümeye başladı. En aşağıdaki bahçenin üst
köşesine geldiğinde, altın rengi yapraklarla çevrelenmiş, te­
kerlek izleriyle kaplı yolu takip etti. Ta ki IsaacTe yan yana
oturdukları banka gelene kadar. Christine eski bankta bir da­
kika kadar oturduktan sonra devam etmeye karar verdi. Ağaç­
ların arasına yığılmış kesik odunlardan oluşan şeridi geçti ve
toprak keçi yoluna gelene dek giderek daha hızlı tırmandı.
Dar patika, dik bir şekilde ormana doğru ilerliyordu. Chris­
tine, yüksek ladinlerle dolu ormana çabucak tırmanabilmek
için kendini zorladı. En tepede hava mis gibi kokar, her zaman
durgun olurdu. Her daim yeşil kalan dalların arasından gökyü­
zünü görmek mümkündü.
Ormanın en yüksek noktasında, en yaşlı ve en uzun ağaç­
ların yanında, yamacın yanından fırlayıp devasa bir balinanın
kamburunu andıran büyük, düz granit bir çıkıntı vardı. Christi­
ne, her zaman balinanın hava deliği olduğunu hayal ettiği, kıv­
rımlı çıkıntının köşesine tırmanıp oturdu. Batıda Comburg’u,
“İsa’nın Kalesi’ni” görebiliyordu. Yüksek duvarlarla çevre­
lenen orta çağdan kalma, iki bin yıllık katedral masallardaki
saraylar gibi sonbaharla sararmış tepelerin arasında kalmış­
tı. Katedralin hâlâ ayakta olduğunu görmek Christine’in içi­
ni rahatlatmıştı. Sonra birden aklına bir şey geldi. Yahudiler
manastırın ek binalarına, tünellerine ve gizli odalarına saklan­
mış olamazlar mıydı? Bunu düşünmem gerekirdi, diye geçirdi
içinden. Isaac ’e ailesini oraya götürmesini söylemeliydim. Bir
şeyler yapmalıydım. Neler olacağını beklemek dışında her­
hangi bir şey.
Tepeden bakıldığında köyde hiçbir değişiklik yoktu, ama
Christine her şeyin değiştiğini biliyordu. Artık çocuklar ama-
vutkaldırımlı sokaklarda çok nadir oynar olmuştu. Askerlerin,
tankların ve motosikletlerin uğultusu caddelerden hiç eksik
olmuyordu. Tüm evler enkaza dönmüş, insanlar gece yarısı
çalınan bir kapıyla sırra kadem basmıştı. Christine kaç kişinin
merdiven altlarında, dolap arkalarında, odalarda ve kilerlerde
saklandığını merak etti. Ama bu yükseklikten hiçbirini göre-
miyordu, görebildiği tek şey evinin karşısındaki kilisenin ku­
lesi ve turuncu kil kiremitli çatılardı.
Christine karşısındaki manzaraya baktığında her şeyin aynı
kaldığını hayal edebiliyordu. Ama gözlerine tanıdık gelenler,
kalbi ve ruhunda hissettiklerinden çok farklıydı. Bir zamanlar
onu mutlu, canlı hissettiren çam kokusu ve taze havayı içine
çekerek derin bir nefes aldı. Ancak hiçbir şey hissetmedi. Gö­
rüyor ama hissetmiyordu. Oradaydı ama yaşamıyordu. Göz­
lerini kapadı ve Isaac’in yüzünü gözünün önüne getirmeye
çalıştı.
Bulutların arkasından çıkmaya başlayan güneş alnını ve
yanaklarını ısıtıyordu. Christine, ufacık bir sıcaklık değişimi
de olsa, bir şey hissedebildiği için minnettardı. Rüzgârın
nazik fısıltıları, tepenin diğer yanında bir okyanus varmış
gibi, uzaktan işitilen dalgalan anımsatıyordu. Ama sonra
Christine birden gözlerini açıp doğruldu, başını yana eğdi
ve etrafı dinlemeye başladı. Önce fazla bir şey duyamadı,
sonra ses giderek yükseldi. Christine yüreğinde o tanıdık
korkuyu hissederken, kalbi küt küt atmaya başladı. Sirenin
acı çığlıkları köyün üzerinde yükseliyordu. Christine ne
yapacağına karar veremeyerek olduğu yerde kaldı. Saniyeler
sonra yaklaşan uçakların motorlarından çıkan uğultuları
duydu. Hızla yerinden fırladı. Uçaklar ağaçların üzerinde,
hemen arkasındaydı. Christine birden vurulduğunu hayal etti.
Üzerine mermi ve odun parçalarının yağdığı ağaçlara çarpa
çarpa tepeden aşağı yuvarlanacaktı. Yeşil ağaç örtüsünün
altında, hızla geriye koştu ve geniş gövdeli bir ladinin
arkasına saklandı. Gökyüzünü dolduran yüzlerce bombanın
gölgesi, devasa helikopter böceklerinden oluşan bir sürüyü
andırıyordu.
Görünürdeki uçaklar giderek çoğalıyor, ağaçlar ve toprak
şiddetle sallanıyordu. Öndeki uçak ölümcül hedef gösterge­
sini hava üssüne çevirip köyü güçlü rüzgârıyla sarsarken,
Christine olanları korku içinde izliyordu. Saniyeler içinde,
bir otomatik tüfeğin haznesinden saçılan mermiler gibi, çatı
ve kulelerin üzerine yağmaya başlayan yüzlerce bomba, öğle
güneşinde bir gümüş gibi parlamaya başladı. Christine bom­
baların çıkardığı fısıltıları duymadığı için bir an tüm bunları
kafasında canlandırdığını düşündü. Fakat sonra duyduğu bir
şeyi hatırladı: Füzelerin çığlıklarını ancak tam altındaysanız
duyabilirsiniz. Şimdi Christine uçakların tam altındaydı ve şi-
şik gövdelerinden çıkan ölümcül füzeleri görebiliyordu. Bir­
den aklına Bay Weiler’m yeğeninin sığınakta, Hamburg saldı­
rısı hakkında anlattıkları geldi ve vücudu giderek kasılmaya
başladı. Belki de bunlar başka tür bombalardı. Belki de bu
yüzden ses çıkarmıyorlardı. Taş binaları eriten, insanları küle
çeviren bombalardan...
Christine ilk patlamayı beklerken, yer ayağının altından
kayacakmış gibi ağaca sıkıca sarıldı. Gümbürtü ayaklarının
altını titretirken Christine ilk patlamayla yerinden sıçradı.
Köy ateş ve dumanın kara perdesinin arkasında yok olurken
arka arkaya düşen bombaların sesi vadide yankılanıyordu.
Daha şimdiden köyün yarısı yıkılmıştı. Bombaların gümüş
rengi parlaklığı yükselen duman bulutlarının içinde kaybo­
luyordu. Christine her an çökecekmiş gibi güçsüzleşen ba­
caklarının onu daha fazla taşımadığını fark etti. Uçaklar geri
dönüp uzaklaşmıştı, ama arkalarından gelen diğer grubun
hava üssünü bombalaması uzun sürmedi. Gökyüzünde be­
liren üçüncü uçak filosu köyü tekrar bombalamaya başladı­
ğında, Christine daha fazla dayanamadı ve dizlerinin üzerine
çöküp ağaca yaslandı.
Sanki saatler sürmüş gibiydi. Vadiden alev ve dumanlar
yükselirken Christine uyuşmuş bir halde düşen bombaları iz­
liyordu. Yanan evlerin kavruk kokusu midesini bulandırmıştı.
Öğürdüyse de boş midesinden safradan başka bir şey çıkmadı.
Nihayet uçaklar gözden kaybolmuş, motor uğultularının gü­
rültüsü yerini alev çıtırtılarına ve uzaktan gelen acı çığlıklara
bırakmıştı.
Christine sersemlemiş bir halde ağacı bıraktı ve tepeden
aşağı, eve doğru koşmaya başladı. Her zamanki patika yeri­
ne doğruca aşağı yönelmişti. Çalıları ezip geçerken dallar ve
dikenler kollarını çiziyordu. Kolları ve bacakları, aynı küçük­
ken taşıdığı uzun bacaklı bez bebek gibi, beyninden bağımsız
hareket ediyordu. Korkudan kaybettiği aklı, bir bez bebeğe
dönüşen uyuşuk bedenini bir şekilde direkt olarak eve yön­
lendirmişti.
Yarım saat sonra Christine her tarafından ateş ve dumanların
yükseldiği köye girdi. Bacakları titriyor, göğsü hızla inip
kalkıyordu. Yüzü toprak ve ter içinde kalmıştı. Yanmış binaların
ve insan etlerinin asitli kokusu öğürmesine sebep olmuştu.
Eliyle ağzını kapadıktan sonra alevlerle kaplı caddelerin ve yıkık
binaların etrafından bir yol bulmaya çalışarak koşmaya başladı.
İnsanlar sokaklarda koşturuyor, sevdiklerinin adını haykırıyor,
çıplak ellerle enkazları kazmaya çalışıyordu. Köylülerden
bazılan olduğu yerde kalmıştı. Bir şeyler mırıldanıp boş boş
etrafa bakan zavallı insanlann saçlannın arasından, kol ya da
bacaklannda kanlar akıyordu. Kıyafetleri yanmış, paramparça
olmuştu. Amaçsızca dolanan çıplak ayaklı çocuklann gözlerinin
akı is kaplı yüzlerinde parlak bir ay gibi ışıldıyordu. Christine,
ona uzanan yüzü ve kollan yanmış adamdan kaçmak isterken
neredeyse yere kapaklanıyordu.

Sonunda Schellergasse Sokağı’nın köşesini bulabilmişti. Ama


sokağa giremeden durdu. Yolu kaplayan kahverengimsi duma­
nın yoğunluğu yüzünden sadece yokuşun yansını görebiliyor­
du. Alevler içindeki köyün sıcaklığına rağmen Christine titre­
mesine engel olamıyordu. Korkunun yüreğine düşürdüğü buz
yüzünden tek bir adım bile atamıyordu. Önlüğünü çıkanp iki
elinin arasında buruşturduktan sonra burnuyla ağzını kapadı.
Sokağa saçılmış kiremitlerin, kınlmış tuğlalann, yanmış keres­
telerin ve parçalanmış camlann etrafından geçerek yürümeye
başladı. Dumanların arasından önüne çıkan, tüyleri yanmış bir
kedi, ona acı acı miyavladı. Sol tarafta dağılmaya başlayan du­
man kilisenin önünü ve kulesini görünür kılmıştı. Kilisenin ön
bahçesinde bir moloz yığını için için yanarken katedralin iki
penceresinde alevler vardı. Christine biraz ilerdeki komşuları­
nın ahırım da görebiliyordu, yıkık ahır alevler içindeydi. Karşı
taraftaki duman da kalktığında Christine, Sokağı net bir şekilde
görmeye başladı. Artık sis perdesi kalkmıştı. Christine nefesini
tuttu ve karşılaşacağı dehşet dolu manzara için kendini hazırla­
dı. Ve aninden tiz bir çığlık attı. Evleri yıkılmamıştı. Ön cam­
lar patlamış, erik ağaçlarının üst dallan yanarak eğrilmişti, ama
çatı ve duvarlar sapasağlam duruyordu. Christine, yanaklann-
dan yaşlar dökülerek, yokuşun geri kalanını koştu ve evin açık
kapısından girip üst kata çıktı.
“Anne! Büyükanne! Maria!” Koridorlarda bağırarak koş­
maya devam etti ama kimseden cevap alamadı. Hızla merdiven­
lerden indi ve dışan fırladı. Büyükanne kolunu tutarak odunlu­
ğun yanında ağlıyordu. Christine büyükannesini öyle görünce,
nefesinin kesildiğini hissetti. Büyükanne alevler içindeki ahıra
o kadar yakındı ki yüksek, turuncu alevler küçük bedenini ay­
dınlatıyordu. Yanan bileği ve sağ eli kabarmıştı.
“Oradan uzak dur!” diyen Christine’in çığlığı ateşin çıkar­
dığı çatırtıları bastırmıştı. Ardından büyükannesini tutup hızla
evin öbür tarafına götürdü. “Herkes nerede?”
“Maria çocukları markete götürdü.” Gözlerini yanan ahır­
dan alamayan yaşlı kadının sesi oldukça düzdü. “Siren çal­
madan önce çıktılar. Annen nerede bilmiyorum. Galiba seni
aramaya çıkmıştı.”
Christine göğsünün sıkıştığını fark etti. Bahçeden Maria’yla
birlikte dönmediği için annesinin başına bir şey gelirse kendi­
ni asla affedemezdi. “Büyükbabam?” diye sordu, büyükanne­
nin yaralı kolunu incelerken.
Büyükanne alevleri gösterdi. “İçeride. Odunluğun alev al­
masından korktu. Yangını söndürmeye çalıştı, ama ahırın du­
varı üzerine düştü.”
Christine boğazında acı bir düğümle yanan ahıra baktı.
Hitler Gençliği’nden bir grup bahçeye girdi ve ellerindeki
kovalan birbirlerine uzatarak odunluğa sıçramak üzere olan
alevleri söndürmeye başladı. Gözyaşlarının dökülmemesi için
elinden geleni yapan Christine, kolunu büyükannesine sarıp
kulağına fısıldadı. “Çok üzgünüm.” Tam o sırada annesinin
duman kaplı sokaktan onlara doğru koştuğunu gördüler. Eli
yüzü is içindeydi, alnından damlalar halinde kanlar akıyordu.
Christine annesini görünce kuş gibi hafiflemişti. “Herkes iyi
mi?” diye bağırdı Rose. Yüzü korkudan perişan bir haldeydi.
“Maria’yla çocuklar nerede bilmiyoruz!” dedi Christine.
Ardından sustu ve söylediklerinden sonra onu tutmak için eli­
ni annesinin koluna koydu. “Çok üzgünüm anne. Büyükba­
bam öldü.”
Christine bir an annesinin ne yapacağından emin olama­
dı. Çığlık mı atacaktı? Dizlerinin üzerine çöküp hıçkırarak
ağlayacak mıydı? Yoksa şoka mı girecekti? Nefesini tuttu ve
annesinin, söylediklerini hazmetmesini bekledi. Sonsuzluk
gibi gelen bir aradan sonra Rose boş bir ifadeyle onlara baktı.
Sonra yaşlı gözleri yavaşça donuklaştı. Derin bir nefes aldı
ve dudaklarını karark bir şekilde birbirine bastırdı. “Sığınağa
gidip çocuklara bakacağım. Sen büyükannenle kal.”
Christine karşı çıkamadan, annesi sokağın aşağısına
doğru koşmaya başladı. Ardından Christine büyükannesini
içeri sokup salondaki koltuğa yatırdıktan sonra üzerine bir
battaniye örttü. Büyükannenin yanmış kolunu yıkayıp temiz
bir kumaşla dikkatlice sararken ikisinin de ağzını bıçak aç­
mıyordu. Büyükanne gözlerini kapatıp dudaklarını birbirine
bastırdı. Canı çok yanıyor olsa da şikâyet etmeyi reddediyordu.
Christine çöken binaların, bağıran insanların ve kargaşada boş
yere dolanan Hitler Gençliği itfaiyecilerinin at arabalarından
gelen sesleri yok sayıp ellerini sabit tutmaya çalıştı.
Ev duman ve sülfürik kokmaya başladığında Christine ha­
valanması için evin arkasındaki camlan ve odalann kapılarını
açtı. Ardından mutfak sandalyesinin üzerine çıkıp annesinin
yüksek dolabın arkasına sakladığı içki şişesine uzandı ve bü­
yük bir yudum aldı. Alkol ne kadar boğazını yakmış olsa da
öksürmemeye çalıştı. Ve şişeyi salona götürüp büyükannesini
içkiden iki küçük bardak içmesi için ikna etti. Çünkü evdeki,
acısını hafifletecek tek ilaç oydu. Şişeyi bir kenara koyduktan
sonra yerdeki toprak birikintilerini ve cam parçalarını süpürüp
masanın üzerindeki kül tabakasını sildi. İşi bittikten sonra bü­
yükannesinin yanma oturabilmek için koltuğun yanma yemek
odasından bir sandalye çekti.
“Kolundaki çizikleri temizlemelisin,” dedi büyükanne.
Christine büyükannesinin yanağını okşadı. “Şişşt... Benim
için endişelenme. Dinlenmeye çalış.”
Büyükanne sulu, mavi gözleriyle torununa baktı. Ağlama­
mak için kendini tutarken ince buruşuk dudakları titriyordu.
Christine büyükannesinin gözünden akan yaşlara dayanabile­
ceğini sanmıyordu. Bu yüzden bitkin düşmüş yaşlı kadın göz­
lerini yumup uyuyakalınca içi rahatlamıştı.
Güçlenen rüzgâr, odadaki dumanı dışarı çıkarmıştı. Chris­
tine evin arka tarafındaki camları ve salonun kapısını kapatıp
patlamış ön camların üzerine battaniyeler astı. Neredeyse
zifiri karanlık salonda, lambanın düğmesine bastı. Ama ışık
yanmadı. Diğer lambaya gitti, yine değişen bir şey olmadı.
Mutfağa gidip gaz lambasını bulduktan sonra lambayı yakıp
hemen salona döndü. Elindeki lambayı masanın ortasına
koydu ve büyükannesinin yanına oturup arkasına yaslandı.
Artık beklemekten başka yapacak hiçbir şey yoktu.
Rose nihayet Maria, Kari ve Heinrich’le birlikte döndü.
İçeri girerken telaşlı bir gürültü koparmışlardı. Elbiseleri öyle
kirlenmişti ki çöple dolu odun ocağından farksız kokuyorlar­
dı. Maria ağlıyordu, gözleri davul gibi şişmiş saçları darmada­
ğınık olmuştu. Gözyaşları is lekeleriyle karışan Kari ve Hein-
rich burunlarını çekerek koltuğun ucuna oturdular.
“Siren çaldığında bizim sığınağın yakınında değildik,”
dedi Maria hıçkırarak. “Başka bir sığınağa gittik. Büyükan­
nem ve büyükbabam için dönmeye vaktim yoktu! Çocuklarla
ilgilenmek zorundaydım!”
“Tamam tamam,” dedi Rose. “Sığınağa gitmeseydiniz kim
bilir ne olacaktı.”
“Çocukları oraya bırakıp eve dönecektim!” diye bağırdı
Maria. “Ama sığınak dumanla dolmaya başlayınca dışarı çık­
maya korktum!”
“Sen doğru olanı yaptın,” dedi büyükanne. “Ölebilirdim
Sonra biz ne yapardık? Büyükbaban çok güzel, uzun bir ömür
geçirdi. Her biriniz için canını seve seve verirdi.”
Christine travma geçiren, acılı ailesine bakarken hayatının
geldiği noktayı kavramakta zorlanıyordu. Gecenin bir yarısı
çatıya düşme ihtimali olan bombaların korkusuyla yaşamaya
çalışırken, savaş babasını ondan almıştı. Isaac, Naziler tara­
fından götürülmüştü. Ve şimdi de büyükbabası, görünmez
düşmanlar tarafından öldürülmüştü. Gökyüzünden ateş ve
Ölüm saçan bir düşman tarafından... Christine ayağa kalktı ve
mutfağa yöneldi.
“Nereye gidiyorsun?” diye sordu Rose.
“Bir şeyler yiyip içmemiz lazım” Sırtı dönük olduğu için
annesi onun yıkılmak üzere olduğunu fark etmiyordu. “Çay
yapıp ekmek keseceğim.”
Annesi yerinden kalkmaya yeltendi. “Yardım edeyim.”
“Sen kal. Sana ihtiyaçları var.”
Christine mutfak kapısını kapadı ve evyeye gidip yüzünü
yıkadı. Soğuk suyun alnından akıp çenesinden damlamasına
izin verirken beyaz, porselen evyeye bakıyordu. Birden du­
daklarını yalamak gibi bir hata yaptı. Ağzına gelen duman ve
kül tadıyla öğürmeye başladı. Defalarca tükürdükten sonra
musluktan avuç avuç su alıp ağzını çalkaladı.
Ölümün keskin tadını sonunda damağından temizlediğinde,
bir bez ıslatıp sıktı. Defalarca sıktı sıktı... Ta ki elleri acıyana
kadar. Sıcak tenine buz gibi gelen bez, kol ve bacaklarında­
ki kanlı çizikleri uyuşturuyordu. Dudağını ısırdı, bezi evyeye
fırlattı ve tezgâhın köşesine tutundu. İçindeki acı ve korkuyla
baş etmeye çalışıyor ama yapamıyordu. Boğuluyordu, üstelik
görünürde bir dip bile yoktu. Kendini bıraktı ve bir köşeye
gidip ürkmüş bir yavru kedi gibi duvarla dolabın arasına kıv­
rıldı. Hayatındaki tüm adamlar gitmişti. Ve artık müttefiklerin
Almanya’yı haritadan silebilme ihtimalini düşünmeden ede­
miyordu. Tüm bunların tek bir anlamı vardı: Sıra Heinrich ve
Karl’a gelecekti. Ve eninde sonunda ona, Maria’ya, annesine
ve büyükannesine...
(9/P ^/C/ti/lO/

*—

S
aldırıdan iki gün sonra Christinelerin evinin önünden içi
çarşaflara sarılmış cesetlerle dolu bir araba geçti. Chris-
tine, dingil gıcırtılarını ve amavutkaldmmlarında inleyen at
nallarını duyunca salonun kırık penceresindeki perdeyi çekip
dışarı baktı. Kadınlar, çocuklar ve yaşlılar, başları önde cenaze
arabasının peşinden yürüyorlardı. Hepsinin elinde İncil, haç
ya da bir buket kır çiçeği vardı. Christine, cesetler enkaz alt­
larından, sığınaklardan, hatta birinden duyduğu gibi nehirden
mi çıkarılmıştı merak ediyordu. Şu ana kadar ölü sayısı iki yüz
yirmi üçe ulaşmıştı.
Ancak büyükbabayı gömemeyeceklerdi. Büyükbabanın ne
cenazesi olacaktı ne de tabutu. Hitler Gençliği birkaç yaşlı
adamla birlikte büyükbabanın cesedini aramış ama hiçbir şey
bulamamıştı. Bir diş, kemer tokası, kemik parçası bile yoktu.
Ahırdan geriye için için yanan küllerden, demir araç gereçler
ve eriyerek bükülmüş at arabası iskeletlerinden başka hiçbir gitmiş ya da ölmüş olabilir miydi? Onlardan başka kimse yok
şey kalmamıştı. Dün gece hep birlikte büyükbabanın anısına muydu? Ama hemen sonra bir adamın haykırdığını duydu.
ailesinin mezarlığına rudbekya bırakmak için büyükanneyi Adam tekrar bağırdığında ses daha yakından gelmişti. Sanki
kasabanın diğer ucundaki mezarlığa götürmüşlerdi. Ardından binlerce kişi yolda aynı anda koşuyor gibi ayak sesleri geli­
yemek masasının etrafında dua edip büyükbabayla ilgili en yordu. Christine donup kaldı ve duyduğu şeyin ne olduğunu
sevdikleri anıları paylaşmışlardı. Ve savaş biter bitmez büyük­ anlamaya çalıştı. Heinrich ve Kari bahçe çitinden dışarı fırla­
babalarına bir mezar yapacaklarına söz vermişlerdi. yıp yolun köşesinde dururken, oyuncak kamyonları kirli elle­
Daha önceki bombalar köyün dışında kargaşa yaratmıştı, rinden sarkıyordu. Christine elindeki küreği toprağa bıraktığı
ama bu son saldırı köyün yarısını darmaduman etmişti. Her gibi bahçenin köşesine koştu.
sokakta üç dört ev ayakta kalabilmiş, geri kalanlar yerle bir Ve kel bir iskelet sürüsünün sokakta sallana sallana yürü­
olmuştu. Schellergasse Sokağı ’ndaki tahribat sadece kilise ve düğünü gördü. Bitkin görünümlü, bir deri bir kemik kalmış
Christinelerin evinin yanındaki ahırla sınırlı kalmamış, evleri­ adamların ayaklarında birbirinden farklı ayakkabılar, üzerle­
nin arka tarafında iki, bir üst sokaklarında dört ev daha yıkıl­ rinde kirli üniformalar vardı. Yüzlerce... Yüzlerce adam. Kül
mıştı. Bay Weiler’ın kasabının çatısı göçmüş, kafenin camları gibi solgun yüzlerindeki elmacık kemikleri zayıflıktan dışarı
ön cephedeki büyük taş parçalarıyla birlikte paramparça ol­ fırlamıştı. Boş gözlerle yere bakan adamların çoğunun gri be­
muştu. yaz çizgili gömleğinde sarı yıldız vardı. Bazılarında mor ve
Saldırıdan birkaç gün sonra tren istasyonunun yanına bir kırmızı ters üçgenler, bazılarında ise her iki rengin bulundu­
grup asker tarafından barakalar inşa edildi. Metal çatıları ve ğu üçgenler vardı. Şanslı olanlar ayağına delik, paramparça
penceresiz duvarlarıyla alçak tavanlı tam üç uzun baraka var­ bağcıksız ayakkabılardan geçirmişti. Diğerleri ise hava buz
dı. Söylentilere göre bu barakalarda, hava üssünü onarmak gibi olmasına rağmen yalın ayaktı. Düzgün bir sıra halinde
için getirilecek işçiler, yani Yahudi tutsaklar yaşayacaktı. ilerleyen adamlar güçlükle adım atarken, yanlarındaki SS’ler
Barakaların inşaatı biteli bir gün olmuştu. Bahçede çalışan devam etmeleri için bağırıyordu. Christine’in tahminine göre
Christine, kollarını sıvamış saçlarını tepeden toplamış bir hal­ yaklaşık dört yüz adamdan sorumlu yirmiye yakın silahlı asker
de, tavuk gübrelerini ve odun küllerini toprağa gömüyordu. vardı. Askerlerden biri işçilere yaklaştığında işçiler onlardan
Sabah hiç olmadığı kadar sessizdi. Bahçeyle evin arasındaki uzak durup sıraya yetişmek için birkaç adım atıyordu. Chris­
ara yolda ahşap kamyonlarıyla oynayan Kari ve Heinrich’in tine tutsakların arasındaki kısa boylu, siyah gözlü adamın bir
çıkardığı motor sesleri ve Christine’in sert toprağa vuran kü­ çocuktan farksız olduğunu gördü. Göğsünde kahverengi bir
reği dışında çıt çıkmıyordu. Kuşlar bile kasabayı terk etmiş kusmuk izi, pantolonunun bacağında koyu bir leke vardı. Bir­
gibiydi. Christine’in içine garip bir his çöktü. Köydeki herkes kaç adam Christine ve kardeşlerine baktı. Christine, adamların
boş ve umutsuz gözlerinden ne hissettiklerini okuyamıyordu.
Kendi kendine, Yahudilere bunları mı yapıyorlar? diye düşü­
nürken, dizlerinin bağlan giderek çözülüyordu.
“Heinrich! Kari!” diye seslendi. “Hemen içeri girin!” Ama
beti benzi atan adamlar karşısında şüphesiz hayret içinde ka­
lan çocuklar, onu dinlemedi. Christine döndü ve hızla bahçe­
den çıktı. Kardeşlerinin bu korkunç manzaraya şahit olmasını
engellemeliydi. Tam onların yanına varmıştı ki pantolonunun
bacağında koyu lekeler olan tutuklu yüzüstü yere kapaklandı.
Yaklaşan bir asker tüfeğinin arkasıyla adamı dürtüp kalkması
için bağırdı. Ama adam hiç tepki vermeden cenin pozisyonun­
da yatmaya devam ediyordu. Asker zavallı adamın omzuna,
kalçasına ve kaburgalarına tekrar tekrar vurmaya başladı. So­
nunda adam hafifçe doğrularak dizlerinin üzerine oturdu ve
öne doğru eğilerek titreyen kollarıyla kalkmaya çalıştı. Chris­
tine kardeşlerini omuzlarından tutup döndürdükten sonra eve
doğru sürükledi. O sırada anneleri kapıdan dışarı çıktı.
“Ne oluyor?” Christine çocukları eve sokarken annesi et­
rafa göz attı.
“Yahudi tutsaklar,” dedi Christine güçlükle nefes alarak.
“Hava üssünü onarmak için işçileri kullanıyorlar.”
“Asker, adamı niye dövüyordu?”
“Düştüğü için.”
“Ne yani? Düştüğü için mi vurdu?”
“Evet... Kalkmasaydı kim bilir ne olurdu.”
“Ama onları çalıştırmak için getirdiler, değil mi?”
Christine gözyaşlarına boğuldu. “Bilmiyorum anne.”
Gözleri dolan Rose da elini kızının omzuna koydu. Chris­
tine, annesinin ne düşündüğünü biliyordu. Açlıktan ölmek
üzere olan bu adamlar, köylerine varmadan önce her nerede
kalıyorsa, Isaac de büyük ihtimalle oradaydı.

0 günden sonra iskelete dönmüş tutsaklar, sabah yedi ve ak­


şam yedi olmak üzere, günde iki kez evlerinin önünden ge­
çiyordu. En azından Naziler düzenli ve dakikti. Bir hafta bo­
yunca Christine adamlarla istemeden üç kez karşılaştı. İlk iki
karşılaşmalarında yemek kuyruğundan dönüyordu, üçüncüde
ise bahçede çalışıyordu. Dördünce karşılaşmalarından sonra
o saatte evden çıkmamaya karar verdi. Dikiş dikecek, temiz­
lik yapacak, küçük kardeşleriyle oynayacak, aklını evlerinin
önündeki manzaradan uzak tutmak için her şeyi yapacaktı.
Tutsakların görüntüsü insan yüreğinin kaldırmayacağı kadar
vahimdi. Christine onlara her baktığında acı dolu kalbindeki
boşluklar korku ve şokla doluyordu. Hatta zavallı adamların
yüzleri rüyalarına bile giriyordu.
Christine güçten düşmüş adamlann bırakın günde on iki saat
çalışmayı, hava üssüne giden yolu günde iki kez yürüyebilecek­
lerini bile sanmıyordu. Eğer adamlardan biri yere düşerse asker­
ler onu sıranın arkasma çekip coplarını ya da tüfeklerinin arkasını
kullanarak dövüyordu. Christine bunun sebebini bir türlü anlaya-
mıyordu. Hepsi sıradan insanlardı. Her biri bililerinin kocası, ba­
bası, kardeşi ya da oğluydu. Aynı babası ve büyükbabası gibi...
Ve bir gün müttefik bombalan, açlık ya da hastalık yüzünden
ölmezlerse erkek kardeşleri gibi... Christine babasını düşündü.
Acaba o da Rusya’da tutsak düşmüş müydü? Ona da böyle mi
davranıyorlardı? Aklından geçenlerin gerçek olmaması için dua
etti. Bu şartlar altmda bir insan ne kadar dayanabilirdi ki?
Rose, Nazilerin kuralları karşısında ellerinden bir şey gel­
mediğini söylemiş olsa da kendi sokaklarında açlıktan ölmek
üzere olan tutsaklarla yüzleştiğinde, yardım için bir şeyler
yapmaları gerektiğini kabul etti. Sonuçta karneler aktif olma­
dan önce köyde ihtiyacı olan insanlara yemek götüren ilk kişi
yine o olmuştu. Sucuk yapabildikleri zamanlarda annesi her
seferinde Christine ve Maria’ya, çıkan et suyunu yaşlı kom­
şulara dağıtmalarını söylerdi. Rose, sürekli ihtiyacı olanlara
yardım ettiğimiz belli olur der ve et suyunu gözükmesin diye
küçük konservelere doldurturdu.
“Sanırım her hafta fazladan birkaç dilim ekmek ayırabili­
riz,” dedi Rose. “Bir de haşlanmış yumurta. Hatta belki elma
ve patates.” O an Christine ve Rose, kilerde elma dilimlerini
kahverengi sicimlere geçiriyorlardı. Elmaları, Noel ağacı dal­
larına asar gibi çatı kirişlerine asıp kurutacaklardı.
“Adamları kilise duvarı boyunca yürütüyorlar. O esnada
askerler grubun diğer tarafında oluyor. Eğer ekmeklerle elma­
ları üzerlerinde yiyecek yazan gazete kâğıtlarına sarıp merdi­
venlere bırakırsak kilisenin yanından geçerken yakalanmadan
alabilirler.”
Rose sertçe kızına baktı. “Ama en ufak bir terslik çıkarsa
ya da yiyecek ayıramaz duruma gelirsek buna hemen son ve­
receğim.”
Christine elma dolu sicimi yukarı asmak için tabureye çık­
tı. “Yiyecekleri gece bırakacağım. Güneş doğmadan bir iki
saat önce. Kimse görmeyecek.”
Olduğu yerde kalan Rose, bir eli kahverengi sicimin diğer
ucunda, düşünüyormuş gibi kaşlarını çattı. “Peki, yakalanır­
sak ne olacak?”
“Tutuklanacağız.” Christine sicimi annesinin elinden alıp
çiviye bağladıktan sonra tabureden indi. “Bu yüzden yiyecek­
leri ben bırakacağım. Sen değil.”
“Bilmiyorum Christine. Belki de risk almaya değmez.”
Christine elini annesinin koluna koydu. “Bir şey yapmaz­
sak, bu vicdanla nasıl yaşayacağız?”
Gözleri yaşaran Rose, elini kızının elinin üzerine koydu.
“Haklısın. Belki biri de babana aynı cömertliği gösterir.”
Ertesi sabah Christine karanlıkta gizlenerek, kilise bah­
çesine çıkan merdivenlere gazete kâğıtlarına sarılı ekmekler
bıraktı. Askerler onları görmeden dışarıyı izleyebilmek için
panjurları kapamışlardı. Vakit geldiğinde anne kız boyalı çıta­
ların arkasına saklanıp sessizce dışarıyı izlemeye başladı. İş­
çilerin gelmesini beklerken neredeyse nefes bile almıyorlardı.
Solgun yüzlü bir sıra adam nihayet görüş açılarına girdiğinde
Rose heyecandan eliyle ağzını kapadı.
Yahudi tutsaklardan biri omzunun üzerinden etrafa bakıp as­
kerlerin nerede olduğunu kontrol ettikten sonra hızla paketi aldı.
Christine annesinin keskin nefesini ve çarpan kalbini duyabili­
yordu. Adam elinden geldiğince hızlı bir şekilde ekmeği çıkarıp
gazete kâğıtlarını pantolonunun içine sıkıştırdı. Koca bir ısırık
alıp hızla yutkunduktan sonra çavdar ekmeği dilimini yanında­
ki adama uzattı. Christine bir askerin karşıdan geldiğini görünce
annesinin eline yapışt. Asker, omzunda tüfeğiyle, ekmek yiyen
adamlara giderek yaklaşıyordu. Ama dört adamın paylaştığı
ekmek, askerler hiçbir şey görmeden saniyeler içinde bitmişti.
Christine ve annesi birbirlerine bakıp hafifçe gülümsediler.
Birkaç gün içinde Christine, köydeki diğer kadınların da
tutsakların geçtiği farklı noktalara yiyecek bıraktığını duydu.
İçten içe, bu söylentinin doğru olması için dua ediyordu. Bir
süre sonra Christine ve annesi duyduklarının doğru olduğunu
anladılar, çünkü askerler tutsakların kilise merdivenlerinden
yemek alıp yediğini görse bile onları durdurmuyordu. Yemek
vermeyi kesmelerini söyleyen bir bildiri ya da Yahudi doyur­
manın cezası olduğunu belirten bir afiş de yoktu. Christine bir
türlü emin olamıyordu, askerlerin içinde biraz da olsa insanlık
kalmış olabilir miydi? Belki de bunun önüne geçemeyecekle­
rini biliyorlardı. Sonuçta tüm köyü tutuklayacak halleri yoktu.
Hava soğumaya başlamış, gökyüzünün rengi kışın gri ton­
larına dönmüştü. Christine ve Maria, anneleri ve kardeşlerinin
yardımıyla mutfak dolaplarının kapaklarını çıkarıp kırık cam­
ların üzerine çivilediler. Panjur ve kalın battaniyelerin arasın­
da kalan camların buz ve karın getirdiği soğuğu keseceğini
umuyorlardı.
Savaş başlamadan önce, kışın ilk karı Christine’e huzur
dolu bir avuntu verir, köyün tüm çatılarını ve ağaç dallarını
bir battaniye gibi örterdi. Sanki tekrar geçmişe dönmüşlerdi.
Çamur içinde bir bahar daha gelmeden önce her yerde ses­
siz, sakin bir temizlik vardı. Ama bu yıl kar özellikle kuru ve
soğuk görünüyordu. Buz örtüsü, herkesin yok olup gittiği bir
köyün karakalem tasvirindeki gibi her şeyin düz ve cansız gö­
rünmesine neden olmuştu.
Christine’in babasından hiç haber yoktu. Dayanacak gücü
kalmayan annesi, yine yemek yememeye başlamıştı. Christine
her sofraya oturduklarında onu izliyor, hasta çocuğunun üze­
rine titreyen endişeli bir anne gibi tabağım bitirdiğinden emin
oluyordu. Zavallı büyükanne üzüntüsünü saklamaya çalışsa
da elli yedi yıllık kocası için dinmeyen bir acı çektiğini
Ellen Marie Wiseman — 2 2 3

görmek hiç zor değildi. Aynı annesi gibi zor yıkılan Maria
olaylara Christine’den daha hoş görülü yaklaşabiliyordu. Öte
yandan yüzüne bakan herhangi biri ne kadar gergin olduğunu
fark edebilirdi, özellikle de kimsenin ona bakmadığını san­
dığı zamanlarda... Kari ve Heinrich yaşananları kabullenmişti.
Büyük ihtimalle sebebi, savaş başladığında yaşlarının henüz
çok küçük olmasıydı.
Kış devam ederken Yahudi tutsakları gözeten askerlerin
bağırışları yükseliyor, dar sokaklarda ara sıra silah sesleri
yankılanıyordu. Christine ve ailesi, her silah sesinde elinde­
ki işi bırakıp korku dolu gözlerle birbirlerine bakıyorlardı.
Tüm gün hava üssünde çalışan tutsaklar her fırtınadan sonra
kar küremek zorunda kalıyordu. Askerlerin sabrı, havanın
soğukluğuyla ters orantılı bir şekilde giderek azalıyor gibiy­
di. Hava ne kadar soğuk olursa Christine o kadar çok kan
lekesi görüyordu. Yol boyunca dizili beyaz banklar konuş­
ma, tökezleme ya da düşme suçları yüzünden cezalandırılan
adamların koyu kırmızı kan izleriyle doluydu. Bu, delilikten
başka bir şey olamazdı.
Kış sonu ailenin yiyecek stokları azalmaya başladığında,
Rose artık tutsaklara yiyecek ayırmamaya karar verdi. Kilerde
bir kilo patates, bir miktar çarpık çurpuk havuç, bir poşet kuru
elma ve iki erik reçeli kavanozundan başka bir şey kalmamış­
tı. Salamura kavanozundaki yumurtalar bitmişti ve tavukların
tekrar yumurtlamaya başlaması iki ay sürecekti. Artık un ve
şeker bulunmuyordu, satacak bir şeyleri kalmadığı için kapa-
I nan çoğu dükkânla birlikte fırın da kepenkleri indirmişti. İki
1 yıldır kimse tohum satmadığından bahçedeki tohumlar çok
1 kıymetli olmaya başlamıştı. Christineler bu sefer yalnızca
geçen yazdan sakladıkları tohumları ekebileceklerdi. Kömür
ve odun ulusal kaynak ilan edilmişti, ısınmak ve yemek yap­
mak için harcanan yakıt miktarı hiç olmadığı kadar azdı. Mart
ayının sonunda devlet dağıttığı yiyecekleri yarı yarıya azalttı.
Ailenin tek düşündüğü şey yemek gibiydi, tüm zamanlarını ve
enerjilerini yiyecek elde etmek için harcıyorlardı.
Christine şehirleri hiç bu kadar merak etmemişti. Oradaki
insanlar konserveleri, bahçeden toplanan kurutulmuş sebze­
leri, salamura yumurtaları ya da arka bahçelerinde büyüyen
tavukları olmadan nasıl hayatta kalıyordu? Herkesin bahçe ya
da tarlaları sayesinde hayatta kaldığı köyde bile dedikodula­
ra göre insanlar ormanları talan ediyor, kökleri söküp küçük
meyveleri topluyor, mantar ve fındık için kavga ediyorlardı.
Ormanlarda neredeyse ağaç kalmamıştı, geyikler tavşanlar
çoktan gitmişti. İnsanların kemirgen yediğine dair söylentiler
vardı. Kara borsada ticaret yapmanın cezası idam olmasına
rağmen Christine kadınların şeker karşılığında gelinliklerini,
süt ve yumurta karşılığında battaniye ve yastıklarını takas et­
tiğini duymuştu. Hatta bazı kadınlar çocuklarım hayatta tuta­
bilecek bir somun ekmeğe sahip olabilmek ya da bir teneke
sütle takas edebilecekleri sigara ve kahve için çaresizlikten
vücutlarını subaylara satıyordu.
Christine’in ailesi ekim yapabilmek için gün sayarken ni­
san dinmek bilmeyen yağmurlarla geçiyor, cadde ve kaldırım­
lardan aşağı isli, küllü sular akıyordu. Bahçe tam bir çamur
yuvasıydı. Ama diğer yandan kurt, böcek, yabani ot ve çimen­
lerle beslenen tavuklar tekrar yumurtlamaya başlamıştı. Ve
kahvaltıda yumurta yiyebilme düşüncesi evdeki herkesi he­
yecanlandırıyordu. Tavuklar yarım günde bir düzine yumurta
bırakıyordu. Bu da ailedeki herkese en az iki yumurta düşme­
si demekti. Christine artık tutsaklar için kilise merdivenlerine
haşlanmış yumurta bırakmıyordu.
Bir ay sonra güneş nihayet yüzünü göstermeye başladığın­
da bahçedeki toprak ısınıp kurudu. Havayı saran leylak kokusu
ıslak toprağın küflü kokusunu bastırıyordu. Ekilen mahsulle­
rin büyümesi için harika bir havaydı. Ancak köyün yakınla-
nndaki yüzlerce verimli tarla sürülmemişti. Yaşlı çiftçiler ve
asker eşleri tek yardımcıları olan tutsak işçileri düşman sal­
dırılarında kaybetmek istemedikleri için uzaktaki kırsal böl­
gelere göndermek istemiyordu. Bunun yerine, hayvanlarına
bakmaları ve kendilerine yetecek kadar sebze ekmeleri için
çalışanlarını evde tutuyorlardı. Ağustos sonunda tutsak işçi­
lerden bazılan Rusya’nın kendi topraklannın bir kısmını geri
aldığını duyarak kaçmıştı.
Christine annesine söylemeden azalan tavuklannı tekrar ço­
ğaltma niyetiyle Bayan Klause’tan başka bir horoz istemeye
gitti. Eğer yeteri kadar erken çıkarsa, en az birkaç saat, hava
saldınsından korkmasına gerek olmayacaktı. Ailesine en kısa
zamanda bahçede civcivler olacağının umudunu vermekle bir­
likte -ki bu, kışın olgunlaşan tavukların etlerini yiyecekleri an­
lamına geliyordu- eve bir horozla dönmesi herkesin moralini
düzeltecekti. Christine, kollarında büyük tüylü bir horozla eve
döndüğünde annesinin yüzünde oluşan gülümsemeyi hayal etti
ve yüreğinin hafiflediğini hissetti. Sokağın sonuna doğru iler­
lerken uzun zaman sonra artık bir amacının olduğunu fark etti.
Ancak yokuşu tırmanan tutsak grubunu görünce kamına
bir sancı girdi. Oysa bu saate kadar beklemiş, adamların
çoktan geçtiğini düşünmüştü. Şimdiyse direkt üstüne üstüne
geliyorlardı. Christine daha erken kalkmadığı için kendine
kızdı. Yine de Nazilerin geç kalmış olmasına inanmakta
güçlük çekiyordu. Belki de adamlardan biri sorun çıkarmıştır
diye düşündü. Nazilerin, suçluyu tek bir kurşunla başının
arkasından vurarak ya da silahlarının arkasıyla döverek
cezalandırmak için tüm tutsakları bekletebileceğini biliyordu.
Düşüncesi bile midesini bulandırmaya yetiyordu.
İlk asker sırasının arkasında, şeker pancarlarıyla dolu bir
öküz arabası kavşaktan geçti. Yaşlı çiftçi öküzlerini yolun kar­
şısındaki köşede durdurdu, koltuğundan atladı ve ahşap bir
ahıra girdi. Araba, gelen ikinci sıranın önünü bariz bir şekilde
kesmişti. İki asker, çiftçinin arabayı çekmesini söylemek için
yokuş aşağı yürümeye başladı. Christine eve koşmayı düşünse
de artık çok geçti. Tutsak işçiler hemen önündeydi, bir SS de
direkt olarak ona doğru geliyordu. Christine hızla solundaki
binaya sığındı ve çerçevesinde kaybolmak ister gibi kapıya
iyice yapıştı. Onlara bu kadar yakın olmak, onları görmek ya
da korkunç gözlerine bakmak istemiyordu. Hepsinden önce,
sırf bu çıldırmış adamların yönettiği bir ülkede yaşadığı için
onun da Yahudi düşmanı olduğunu düşünmelerinden korku­
yordu.
Sert bakışlı asker, elinde tüfeği, Christine’i görmezden ge­
lerek yanından geçti. Christine başını çeviremeden, kendini
iki adım önündeki adamlara bakarken buldu. Karşısında çıkık
elmacık kemikleri, çürümüş dişler, iskelet bacaklar ve kalbura
dönmüş etler duruyordu. Dışkı ve idrar kokusu burnunun dire­
ğini kırmıştı. Elini hemen ağzına götürdü ve bakışlarını aşağı
indirdi. Bir an önce buradan gitmek, eve koşmak istiyordu.
Ama yapamadı, olduğu yerde sıkışıp kalmıştı.
Yanından geçen asker bağırarak ters yöne koştu. “Dur!”
Emire itaat eden tutsaklar, Christine’in tam önünde durdu.
Bazılarının başı eğikti, bazıları ise ne olduğuna bakmak için
dönmüştü. Christine kapı çerçevesinin köşesinden, kaçma şan­
sı var mı diye gizlice etrafına baktı. Bu sırada bir avuç aç ada­
mın şeker pancarlarına yaklaştığını gördü. Adamlar pancarları
arabadan çekti ve vahşi hayvanlar gibi çiğ kökleri ısırmaya
başladı. Hızla gelen askerler tüfeklerinin arkalarıyla adamlara
vurdu. Arabanın etrafına, soğuk zemine düşen üç tutsak hare­
ketsiz bir şekilde yatıyordu. Bir deri bir kemik kolları tuhaf
bir açıyla kıvnlırken başlarından oluk oluk kanlar akıyordu.
Kendi hayatlarını sürdürebilmek için arkadaşlarının talihsiz­
liklerini bir şans olarak değerlendiren çıplak ayaklı tutsaklar,
ölen adamların ayakkabılarını çıkarıp ayaklarına geçirdiler.
Bu kargaşayı fırsat gören bir düzine tutuklu da koşmaya
başladı. Askerlerden biri tüfeğini omzuna dayadı ve ilk atışta
olmasa da kaçanlardan ikisini vurdu. Dört asker yarı otomatik
tüfekleriyle hayatları için koşan insanlara vahşice ateş ediyor­
du. Koşan adamlardan bazıları göğüsleri ilerde, başları geride
yere kapaklandı. Askerlerden üçü, sokakta saklanan ya da çit­
lerden atlayan diğer tutsakların peşinden koştu.
Christine elleriyle kulaklarını kapayıp girişe çömeldi. Kü-
çülüp yok olmak istiyordu. Tüm vücudunu saran korku titre­
yen kol ve bacaklarına sıçramıştı. Aniden kesilen silah ses­
leriyle yavaşça başını kaldırdı ve askerlerin uzakta olduğunu
fark etti. Kaçmak için hemen ayağa kalktı. Tam koşmaya
başlayacaktı ki tutsakların arasında, on beş sıra kadar ötede,
tanıdık bir yüz gördü. Ve olduğu yerde kaldı. O aşikâr yüzün
sahibi, hâlâ diğer adamlarla birlikte sırada duruyor, bir önüne
bir yere bakıp vurulma ihtimalini en aza indiren pozisyonunu
korumaya çalışıyordu. Christine bir an bayılacağını düşündü.
Kendini gözlerinin ona oyun oynadığına ikna ederek derin bir
nefes aldı. Ama emin olmak için solgun, çelimsiz tutsağa tek­
rar bakmak istedi. Yok denecek kadar az olan saçları kafatası­
nın üzerinde kirli sakal gibi pis bir görüntü yaratmıştı. Yüzü,
zayıf ve kirliydi. Christine’in kalbi aniden buz kesti. Bu çene
yapısını tanıyordu. Bu kestane gözleri...
Isaac.
Christine kapı çerçevesinin köşesini yakalayıp etrafına
baktı. Isaac’e doğru koşmamak için kendini tutmaya çalışı­
yordu. Askerler yakaladıkları tutsakları dövmekle ve yakala­
yamadıklarının peşinden koşmakla meşguldü. Hepsi yokuşun
aşağısındaydı, Christine ise yukarıda, eve yakındı. Hızlı bir
karar verdi. Bu fırsatı değerlendirmek zorunda olduğunu bi­
liyordu.
“Isaac!”
Isaac başını kaldırdı ve Christine’in olduğu yöne bakıp al­
nını kırıştırdı. Ona seslenen kişinin Christine olduğunu görün­
ce gözleri iri iri açılmıştı.
Isaac sessizce, “Git buradan,” dedikten sonra Christine’e
bakmayı reddederek başını tekrar eğdi.
“Isaac!” diye yineledi Christine, yalvarır bir ses tonuyla.
“Benimle gel!” Isaac onu duymuyormuş gibi sırasında durma­
ya devam ediyordu. “Çabuk! Bakmıyorlar!”
Nihayet başını kaldıran Isaac, tekrar Christine’e baktı.
Sanki ağlamamaya çalışır gibi dudaklarını sıkı sıkı birbirine
bastırıyordu. Christine, sevdiği adamın kalbinin nasıl kırıldı­
ğını hissedebiliyordu. Yaklaşması için işaret ettiğinde, Isaac
yaşanan boğuşmaları ve kargaşayı ilk defa görüyormuş gibi
etrafına baktı. Christine o an Isaac’in yüzündeki değişimi fark
etti. Isaac haklı olduğunu anlamıştı, kimse bakmıyordu. Öne
doğru bir adım atıp öndeki sıraya geçti ve sanki oraya aitmiş
gibi bir süre orada bekledi. Sonra diğer sıraya... Christine’in
kalbi öyle kuvvetli çarpıyordu ki Isaac’in sıra sıra ona yaklaş­
masını izlerken bir an bayılacağını sandı. İkisi de askerlerin
hiçbir şey fark etmediğinden emin olmak için arkalarına bakıp
duruyordu.
Isaac sonunda Christine’in yanına geldi ve birlikte evin
önünden geçip yanındaki sokağa saparak koşmaya başladı­
lar. Tüm gücünü harcayan Isaac kaçarken iki kez düştüyse de
Christine onu hemen kaldırdı. Bir bahçe çiti gri beyaz ünifor­
masına takılıp bacağını çizdi, yine de bir saniye bile durmadı­
lar. Christinelerin evinin arka bahçesine varana kadar koştular.
Ve bahçeye girdiklerinde Christine, Isaac’i hiç düşünmeden
tavuk kümesine soktu.
“Sakın ses çıkarma,” dedi Christine kapıyı kapatırken.
“Hemen geleceğim.”
Christine evlerinin arka kapısından girdi ve şiddetle bir­
birine çarpan dizleriyle ön kapıdan sokağa çıktı. Elbisesi ve
ayakkabıları öylesine gezinen bir bayan izlenimi vermek için
uygun mu diye üzerini kontrol ettikten sonra yokuş aşağı yü­
rümeye başladı. Hâlâ sırada olan adamları görmezden gelir­
ken bir tutsağın kaçmasına yardım eden kızın o olduğunu fark
etmemelerini umuyordu. Ardından aydınlık gökyüzünde silah
seslerinin yankılandığını fark etti. Olduğu yerde kaldı, omuz­
ları her atışta sarsılıyordu. Bir, iki, üç, dört, beş, altı... Sokakta
inleyen silah seslerinin ardından askerlerin bağırdığını duydu.
“Sıraya geç! Yoksa sıra sana da gelir!”
“Yahudi domuz!”
Kavşaktaki askerler, kaçan tutsaklan iterek sıraya geri so­
kuyordu. Şeker pancan arabasının yanında yatan altı adam, gj.
derek yayılan kanlannm içinde yüzüyordu. Uzakta, farklı nok­
talarda yüzüstü yatan on iki, belki daha çok adam daha vardı.
“Bunlar için kamyon göndereceğiz,” dedi askerlerden biri,
ölü tutsağı tekmeleyerek. Christine koşmamaya çalışarak tek­
rar eve doğru yürümeye başladı. Sağ salim içeri girdiğinde
girişteki koridoru hızla geçip arka bahçeye çıktı. Kümesin ka­
pısını açmasıyla birlikte Isaac yerinden sıçradı. Solgun oval
yüzünde görünen tek şey kocaman, kan çanağı gözleriydi.
“Nereye gittin?” diye sordu Isaac, elindeki boş yumurta
kabuğunu yere düşürürken. Dudaklarında kalan sarı izlerden
yumurtayı çiğ çiğ yediği belli oluyordu.
“Kaçtığını fark eden olmuş mu diye bakmaya gittim,”
diyen Christine, nefesini kontrol etmeye çalışıyordu. “Fark
ettiklerini sanmıyorum. Pancar almaya çalışan adamları vur­
dular.” Dizleri Christine’in titreyen bedenini daha fazla taşı-
yamıyordu, bu yüzden kümesin duvarına yaslandı. “Kaçanları
da... Ama senin kaçtığını görmediler. Görselerdi bizi de vurur­
lardı.” Christine tünemiş tavuğun altına uzandı ve kuş tüyle­
rinin altından çıkardığı sıcak yumurtayı Isaac’e uzattı. Isaac
kabuğu ısırıp çiğ yumurta sarısını içti.
Christine tavuk kümesinin dar sınırları içinde saklanmanın
ve ölüme yakınlığın verdiği dehşetin kokusunu alabiliyordu.
Ama bu önemli değildi. Onu gördüğü için hiç olmadığı kadar
mutluydu. Domuz pisliğiyle kaplı olsa bile umursamazdı. Sa­
rılmak için öne atıldıysa da Isaac kendini geri çekti.
“Sarılma. Çok pisim. Galiba kafamda bit de var.”
“Seni bir daha hiç göremeyeceğimi sandım.”
Isaac ona baktı. “Ben de.” Yüzü çok sertti, hatta acı çeki­
yormuş gibi buruşmuştu. “Buraya dün geldim. Beni nereye
götürdükleri hakkında hiçbir fikrim yoktu. Bu sabah sizin evin
önünden geçtiğimizi bile bilmiyordum.”
Christine gözlerinin dolduğunu hissetti. “O kadar korktum
ki! Ne düşüneceğimi bilemedim. Ailen nerede?”
“Babamı üç ay önce öldürdüler,” dedi Isaac düz bir sesle.
“Annemle kız kardeşim nerede bilmiyorum. Dachau’ya götü­
rüldüğümüz gün ayrıldık.”
Christine’in içine bir korku düştü. “Babana ne oldu?”
Isaac’in yüzünü acılı bir ifade aldı. “Bir süre çalıştı. Ama
bizi günde on iki saatten fazla çalıştırıyorlardı.” Sanki düşme­
mek için oturmak zorundaymış gibi sertçe yere çöktü. “Çok
zor bir işti. Babam zeki bir adam olsa da sağlığı hiçbir zaman
iyi olmamıştı. Sonunda dayanamayıp hastalandı. Zaten sağlık­
lı bir adam bile verdikleri azıcık besinle, ne o kadar uzun bir
süre toprak kazıp kazma sallayabilir, ne el arabası itebilir ne
de o ağır kayaları kaldırabilir. Bir gün yıkıldı. Onu kaldırmaya
çalıştım, ama olmadı. Gücü artık bitmişti. Babamın düştüğünü
gören askerlerden biri yanımıza geldi ve babamı tam başının
arkasından vurdu. Yaşadığım sürece, o katilin yüzünü asla
ama asla unutmayacağım.”
“Tanrım...” Christine’in yanaklarından gözyaşları süzülü­
yordu. “Çok üzüldüm Isaac.”
“Yapabileceğim hiçbir şey yoktu. O herifin silahını elinden
kapıp onu vurmak istedim. Ama silahını alabilsem bile diğer
askerler beni anında vururdu. Hiçbir şey yapmadan, orada öy­
lece dikildim. Elime yüzüme babamın kanı bulaşmıştı ve ben
hiçbir şey yapmadım. Kendi kendime yaşamak zorundayım
deyip durdum. Annemin ve kız kardeşimin bana ihtiyacı var.”
Christine, Isaac’e sarılmamak için kollarını kamına bastırı­
yordu. Onu kollarının arasına almak, rahatlatıp acısını almak
istiyordu. “İyi ki yapmamışsın.”
“Daha bitmedi.”
“Seni çatıda saklayacağım. Ama herkesin uyuması için ge­
ceye kadar beklememiz lazım.”
“Bilmiyorum, Christine. Bu çok tehlikeli.”
“Daha iyi bir fikrin var mı?”
Isaac kaşlarını çatarak başını iki yana salladı. “Eğer ya­
kalanırsak ikimizi de Dachau’ya gönderirler. Ya da direkt
vururlar.”
“Kimse seni bulmayacak. Tutsaklardan bazıları kaçtı. Se­
nin de onlarla kaçtığını sanırlar.” Christine kapıyı itip dışarı
çıktı ve kapıyı kapamadan önce içeri doğru eğildi. “Burada
kal, tamam mı? Sana ilk fırsatta yemek için bir şeyler getire­
ceğim.”
Ardından kapı mandalını çekti ve mutfağa koştu. Annesi
mutfakta çamaşır yıkıyordu, sıcak suyla dolu metal küvet oda­
yı buhar ve küllü sabun kokusuyla doldurmuştu.
“Neredeydin Christine?” diye sordu Rose, gümüş rengi
çamaşır tahtasında kırmızı elleriyle geceliği ovmaya devam
ederken. “Çarşafları çıkarmama yardım edebilirdin.”
“Özür dilerim anne,” diyen Christine, sesinin titremesini
engellemeye çalıştı. “Bugünün çamaşır günü olduğu aklımdan
çıkmış.” Horoz almaya gitmiştim, diyecekti ki horoz yerine
getirdiği şeyi düşününce sustu. “Hava çok güzeldi. Etrafta bir
yürüyeyim dedim.”
Annesi elindeki çamaşırı bırakıp Christine’e sert bir bakış
attı. Christine kimseye bir şey söylemeden dışarı çıkmasının
annesini nasıl sinirlendirdiğini çok iyi biliyordu. Rose tekrar
küvete eğilip çamaşırı ovalamaya devam etti. “Kahvaltıdan
sonra yardımın gerekecek.”
“Tamam.” Dikkat çekmemeye çalışan Christine, kahvaltı
masasını elinden geldiğince yavaş bir şekilde kurdu. Anne­
si yeni yıkanmış çamaşırları asmak için yan balkona çıkana
kadar bekledi. Rose çıkar çıkmaz da masadan hızla bir dilim
ekmek kaptı ve ocaktaki tencereden haşlanmış yumurta alıp
küçük bir şişeyi sulandırılmış keçi sütüyle doldurdu. Anne­
sinin fark etmemesi için her şeyden az az alıyordu. Yumurta
ve ekmeği gazete kâğıdına sardıktan sonra mutfak kapısından
çıktı.
Kümeste, Isaac keçi sütünü bir dikişte içti. Ağzının kena­
rında oluşan ince beyaz çizgiler kirli çenesine doğru akıyordu.
Bir ısırık ekmeğinden, bir ısırık da yumurtasından aldıktan
sonra durdu. Lokmalarını yanağına tıkıştırmış bir halde ba­
karken, Christine’in onu gözyaşlarıyla izlediğini fark etti.
“Sanki bir kâbusa sıkışmışız gibi. Tüm bunların olabildiği­
ne inanamıyorum.”
“Bu zaten bir kâbus,” dedi Isaac. “Ve uzun bir süre sabah
olmayacak.”
----------

hristine sonunda herkesin uyuduğundan emin olduğunda


C saat on iki buçuğa gelmişti. Çoraplı ayaklarıyla yavaş­
ça arka bahçeye süzüldü. Kümesin kapısını açıp içeri girdi ve
gözlerini kısarak karanlık kümeste yüksek tüneklere tüneyen
tavukların tüylü gölgelerine baktı.
“Isaac?”
Ama cevap alamadı.
“Isaac?” Bu sefer daha yüksek sesle seslendi. Hâlâ cevap
yoktu. Christine göğsü sıkışmış gibi elini kalbine koydu. Isaac
gitmişti. Aklına gelen ilk düşünce, kapıdan çıkıp onu aramak
oldu. Ama karanlıktan çıkıp gelen Isaac aniden karşısına dikildi.
“Gittin sandım. Aklım gitti.”
“Buradayım, buradayım. Ama aslında olmamam gerek.
Seni, tüm aileni riske atıyorum. Gitmem lazım.”
“Hiçbir yere gitmiyorsun. Yakalanırsan seni vururlar. Hem
nereye gideceksin ki?”
aydınlatıyordu. Eski evlerinin üst katı neredeyse bomboştu;
“Kimseye görünmeden bizim eve gidip çatıda saklanacağım.” birkaç kutu, boş bir kitaplık ve kulpları olmayan bir yana eğik
“Kamın acıkınca ne yapacaksın? Markete gidip sucukla ek­ şifonyerden başka pek bir şey yoktu. Bir duvara dört gözlü
mek mi alacaksın? Paran yok, kıyafetin yok. Ya biri seni görür bir tavuk tüneği dayandırılmış, yerlere yarım daire şeklinde
de ihbar ederse? Ayrıca SS’ler sizin mahalledeki evlere el koy­ kuru samanlar serpilmişti. İçerisi eski tahta ve toz karışımı bir
du, büyük ihtimalle yemek odanızda parti falan veriyorlardır.” kokuyla kaplı olsa da insanı rahatsız etmiyordu.
“Çok güzel...” dedi Isaac, kaşlarını çatarak. “Gece gizlice Christine sağ eliyle arkasındaki köşeyi göstererek fısıldadı.
içeri girip uyurken boğazlarım keseceğim.”
“Yavaş bas. Annemlerin odası aşağıda. Bazen annem zarar gör­
“Mantıklı düşünmüyorsun. Sen bırak insanı, karıncayı bile
mesinler diye civcivleri buraya çıkarmamızı söylerdi. Ama bu
incitemezsin.”
yıl bunun için endişelenmemize gerek olmayacak, çünkü hiç
“Naziler insan değil. Yaratık.”
horozumuz yok. Annemin buraya gelmesinden de korkma.”
“Biliyorum Isaac. Çok da üzgünüm. Ama şimdilik sade­
“Nasıl bu kadar emin konuşuyorsun?”
ce sana güvenli bir yer bulmakla ilgilenelim, tamam mı? Gel,
“Çünkü annem çatı katından çok korkuyor. Küçükken bü­
beni takip et.”
yükbabası amcalarından biri hakkında bir hayalet hikâyesi
Christine parmağını dudaklarına götürüp susmasını işaret
anlatmış. Sanırım amcasına araba çarpmış. Boynu kopmuş.
etti. Ardından Isaac’i eve soktu ve Isaac girişteki koridora va­
Büyük büyükbabam da anneme amcasının hayaletinin burada,
rana dek kapıyı tuttu. Ama Isaac birkaç adım sonra durup kir
başını koltuk altına alıp gezdiğini söylemiş. Bu yüzden hâlâ
içindeki botlarını gösterdi. Christine ayakkabılarını çıkarması
yukarı çıkamıyor. Ben büyüyene kadar bu hikâyeyi bana an­
için onu beklerken Isaac’in açık yaraları ve kirli ayakların­
latmamıştı.”
daki kabarcıklar nefesini kesmişti. Isaac botlarını eline aldı
Isaac gülümsedi. “Ama şimdi de ben korktum.”
ve Christine’e önden gitmesi için işaret etti. Gözlerini yatak
Christine gözlerini devirip, Isaac’e peşinden gelmesini
odalarının kapılarından ayırmadan duvara yaslanarak merdi­
işaret ederek, parmak uçlarında çatının diğer köşesine gitti.
venleri yavaşça çıkmaya başladılar.
Çatının batı ucunun altındaki duvar aynı doğu tarafındaki gibi
Üçüncü katın koridoruna vardıklarında, Christine tavanda­
görünüyordu. Ama yaklaşıldığında küçük, kare kapının köşe­
ki kapağı açıp çatı katma çıkan merdivenleri aşağı çekti. Çıkan
leri belli oluyordu.
her gıcırtıda nefesi kesiliyordu. Sonunda tüm merdivenler aşa­
Christine parmak uçlarını kapının köşesine geçirip kapı­
ğı indiğinde Isaac’i önden gönderip arkasından yukarı çıktı.
yı kendine doğru çekti. “Burada ayakların uyuşacak. Ama
Çatı katına çıktıklarında Christine çatı kirişindeki tozlu,
evde kimse olmadığında ya da en azından üçüncü katta ol­
tek ampulün zincirini çekti. Odayı saran loş ışık, köşeleri ka­
mazlarsa, yanına gelip seni yürüteceğim. Sen içeriden kapıyı
ranlıkta bırakıyor, Isaac’in gözlerinin altındaki mor halkaları
açamayacaksın. İçeri girince kitaplığı kapının önüne çekece­ vardığımızda gerçekle yüzleştik. Tabii çok geçti, tuzağa düşü­
ğim, bu yüzden dışarı çıkamayacaksın.” Christine cevap ver­ rülmüştük.”
mesini bekleyerek Isaac’e baktı, ama Isaac hiçbir şey söyleme­ “Gerçekle yüzleştik derken?”
di. “Yani hava saldırısı olursa seni dışarı çıkaramayacağım.” “Gerçekten bilmek istiyor musun?”
“Bu riski alabilirim.” “Hayır,” diyen Christine bakışlarını yere çevirdi, “ama
Kapının arkasında kalan uzun ve dar alan, sadece birkaç yine de anlat.”
adım genişliğindeydi. Ve çatının dik eğimi ayakta durmayı Isaac yere oturduktan sonra duvara yaslanıp incecik bilekle­
imkânsız kılıyordu. Ama evin diğer yanına doğru uzanan ge­ rini dizlerine koydu. Hastalıklı gibi görünen zayıf yüzü, tek am­
nişlikte, Isaac’in uzanması için yeterince yer vardı. pulün tozlu ışığında sarımsı bir kahverengi tonundaydı. Christi­
“Sana eski bir battaniye getirdim. Annemin fark etmeyece­ ne eteğini bacaklarının arasına sıkıştırıp Isaac’in önüne oturdu.
ği her şeyi yukarı taşıyacağım. Belki yer daha yumuşak olsun Isaac’in anlatacağı şeyleri beklerken vücudu tir tir titriyordu.
diye birkaç paçavra da bulabilirim. Bir de...” Christine içeri “Trenden indiğimizde askerler kadın ve çocukları erkek­
doğru uzandı ve siyah puanlı mavi, metal bir leğen çıkardı. lerden ayırdı. Herkesi gençler, yaşlılar, sağlıklılar ve hastalar
“Bunu yanma gelmeden önce getirmiştim. Annem sebzeleri olmak üzere sınıflandırdılar. Sürüden koparılan koyunlar gibi
toplamak için bunu bahçede bırakıyor. Tuvaletini yapman için annemle kız kardeşimi babamla benden aldılar. Bavullarımıza,
bulabildiğim tek şey bu.” saatlerimize, kıyafetlerimize, üzerimizdekilere, her şeyimize
“Sence annen bunu fark etmez mi?” dedi Isaac, leğeni elle­ el koydular. Hatta saçlarımıza bile.” Isaac bir an sustu ve sol
rinin arasında çevirerek. bileğinin iç tarafına dokundu. Sanki bir şey unutmuş gibi bir
“Çalındığını sanır.” süre kaşlarını çattıktan sonra tekrar devam etti. “Barakalara
“Her şey için çok... çok teşekkür ederim, Christine.” gönderildiğimizde trende gördüğüm genç ve yaşlı adamların
“Daha konforlu bir yer sağlayamadığım için üzgünüm.” hiçbirini görmedim. Kampta başka bir barakaya gönderildikle­
“Geldiğim yeri görseydin buranın cennet olduğunu anlardın.” rini düşündüm. Babamdan da ayrılmıştım, onu da hiçbir yerde
“O kadar korkunç muydu, Isaac?” bulamıyordum. Diğer tutsaklar bize neler olduğunu anlatmaya
Isaac leğeni yerdeki battaniyenin yanma koydu. Yüzünü çalıştı. Hatta ispatlamak için kamptan sorumlu olan SS’lerin
tekrar kaldırdığında ifadesi çok sertti. “Tam bir cehennemdi.” isimlerinin Totenkopjverbânde, yani Kurukafa Birlikleri oldu­
“Dachau’da insanların öldüğünü duydum. Açlıktan ölmek ğunu söylediler. İlk başta onlara inanmadık. Ama güneş doğup
üzere olan işçilerin dövülüp vurulduğunu gördükten sonra...” bacaları gördüğümüzde doğru söylediklerini anladık. Bacalar­
“Daha beterdi. Hayal edemeyeceğin kadar kötüydü. Başta dan yükselen kara dumanlar Nazilerin niyetinin ne olduğunu
çalışma kamplarına gönderildiğimizi düşünmüştük ama oraya açıkça gösteriyordu.”
Christine nefesini tuttu, Isaac’in devam etmesini istedi­
ğinden emin değildi. Isaac’in söylemek üzere olduğu şeyde
tereddüt etmesi, yüzündeki gerginlikten belli oluyordu. Ama
o anlatmaya devam etti. Bu korkunç gerçeği birine söylemek
için yüzyıllardır bekliyormuş gibi sesli ve baskın bir şekilde
fısıldıyordu. Sanki bağırmamak için kendini zor tutuyordu.
“Binlerce insanı öldürüyorlar. Sadece Yahudileri değil.
Çingeneleri, sakatları, akıl hastalarını ve yaşlıları da. İnsan­
lara gaz verip cesetleri büyük kazanlarda yakıyorlar. Sadece
işe yarayabilecek tutsakların yaşamasına izin veriyorlar, ama
zaten onları da ölene kadar çalıştırıyorlar.”
Christine eliyle ağzını kapadı. Midesinde dolanan bulantı,
yağ içindeki bir yılanın kanalizasyondan tırmanışı gibi boğa­
zından yukarı ilerliyordu. Kusma isteği geçtiğinde yutkundu.
“Tanrım... Böyle bir şey nasıl olabilir? Nasıl ceza almadan
paçayı kurtarabilirler?”
“Herkese bize söylediklerini söylüyorlar. Çalışma kampla­
rına gönderileceğimizi... Tabii, akla mantıklı geliyor. Sonuçta
devam eden bir savaş var ve herkes Yahudilerin bedava iş gü­
cünden başka bir şey olmadığını biliyor.”
“Babanı bulamayınca ilk günden öldürüldüğünü mü dü­
şündün?”
“Evet. Aylarca babamın kazanlara gönderildiğini sandım.
Annem ve kız kardeşim de nerede bilmiyordum. Barakaları
ayıran çitlerden kadın kampım görebiliyorduk. Ama annemle
Gabriella’yı hiç görmedim. Her gün baktım.”
“Peki, babanı nasıl buldun?”
“İlk dört ay çıplak elle toprak altındaki kayaları çıkar­
mak için tarlalarda çalıştım. Sonra taş ocağına gönderildim.
Babamı da orada buldum. Direkt yanına koşmak istedim. Ama
konuşamıyorduk bile. Askerler sürekli bizi izliyordu.”
“Hiç konuştunuz mu?”
“Sadece birbirimize bakıyorduk. Bazen bir küreğe ya da el
arabasına aynı anda ulaşır gibi yapıyorduk. Ya da birbirimize do­
kunabilmek için geçerken birbirimizin omzunu temizliyorduk.
Babam beni ne zaman görse elini kalbine götürüp gülümsüyor­
du.” Isaac daha fazla dayanamadı ve gözlerinden yaşlar döküldü.
Christine elini omzuna koysa da Isaac kendini geri çekti.
“On bir aydır bir kez, bir kez bile üstümdekileri çıkarama­
dım!” dedi Isaac parmaklarını göğsüne vurarak. “Hayvanmı­
şız gibi davrandılar! Bizi sık sık hortumla yıkayıp kafamızı
tıraş ediyorlardı. Ama yıkanmak için bir musluk bile yoktu.
Tuvaletimiz de yoktu, tuvaletimizi barakaların arkasındaki
hendeğe yapıyorduk. Yattığımız yerler çok pis ve kalabalık­
tı. Her gün tifüs ya da dizanteriden birileri ölüyordu. Hava
üssünü onarmak için Hessental’a vardığım gün, evimden ay­
rıldığımdan beri ilk defa gerçek anlamda dışarı çıktım. Bura­
da daha çok yemek veriyorlar. Dachau’da her gün bir kepçe
çorba ve bir dilim ekmek hakkımız vardı. Böcek ve kemirgen
yiyerek hayatta kaldık. Hatta tutsaklar pörsümüş, ölü bir fare
bulduklarında birbirine giriyordu.”
“Yeter Isaac. Lütfen. Daha fazlasını kaldıramayacağım.”
“Sana hiç anlatmamalıydım. Sadece... Burada olacağımı
hiç hayal etmemiştim. Seni tekrar görebileceğimi hiç düşün­
memiştim. O korkunç, leş kokulu yerde öleceğime o kadar
emindim ki...”
“Tamam, geçti. Artık güvendesin.”
Isaac avuçlarını gözlerine bastırdı. Birkaç dakika sonra
uzun, sesli bir nefes verip, sanki içindeki hava boşalmış gibi
omuzlarını düşürdü. “Ya senin baban?” diye sordu, gözlerini
silerek. “Askere mi aldılar?”
“Evet. İki yıldır ondan hiç haber almadık. Stalingrad’daki
Altıncı Ordu’da. Hayatta mı esir mi düştü, yoksa... Hiçbir şey
bilmiyoruz.”
“Sağ salim döneceğine eminim.”
Yine aynı şey, diye düşündü Christine. Tine biri, diğerinin
duymaya ihtiyacı olduğu şeyi söylüyor. Yine de minnettardı.
Tüm yaşadıklarına rağmen Isaac hâlâ onun duyguları için en­
dişeleniyordu.
“Yarın sabah sana daha çok haşlanmış yumurta getirece­
ğim. Hem de ekmek ve erik reçeliyle birlikte. Temiz kıyafet­
ler, küvet, sıcak su ve sabun da getireceğim.”
“Kulağa cennet gibi geliyor. Sen benim hayatımı kurtardın,
Christine. Bu iyiliğini nasıl ödeyeceğim?”
“Artık bir şeyler düşüneceğim,” dedi Christine hafifçe gü­
lümseyerek. Ardından yavaşça ayağa kalktı. “Şimdi biraz din­
lenmen gerek.”
Isaac dar alana sıkışıp dizlerinin üzerinde döndükten sonra
Christine’in kapıyı kapamasını izledi.
“Burası çok karanlık olacak,” dedi Christine. “En kısa sü­
rede sana bir mum getireceğim.”
“Sorun değil.” Christine tam kapıyı kapatıyordu ki Isaac
elini kapı arasına koyup Christine’in parmaklarını okşadı.
“Bilmeni istediğim bir şey var. Eğer delirmediysem tek sebebi
seni düşünmem. Seni sevmekten asla vazgeçmedim, Christi­
ne. Bir saniye bile.”
Christine, Isaac’in elini kavradı. “Ben de... Ben de vaz­
geçmedim.”
C
hristine tüm gece boyunca kâbus gördü. Bombaların
düştüğü köyde peşinden birileri kovalıyor, etraf alev alır­
ken çocuklar yardım için ona sesleniyordu. Çocukları hiçbir
yerde bulamıyordu ve peşinden koşan her kimse niyeti onu
öldürmekti. Son hatırladığı şey, yanan bir binadan babasının
haykırışlarını duyduğuydu. Canlı canlı yanarken, acı içinde
bağırıyordu. Ve şafak sökerken Christine ter içinde, titreyerek
uykusundan sıçradı.
Tekrar uyuyamadı, bu yüzden kalkıp giyindi ve yumurta
toplamak için kümese gitti. Mutfağa döndüğünde, Isaac’in
kahvaltısı için iki yumurta haşlayıp kahverengi ekmeği
dilimlere böldü. Sıcak çay da koyduktan sonra kabuklu ekmek
dilimlerini, haşlanmış yumurtaları, bir çay tabağını, geniş bir
mumu ve bir kutu kibriti hasır bir sepetin içine yerleştirdi.
Sonra ayakkabılarını çıkarıp gizlice koridordan geçti, çatı
katına çıktı ve arkasından merdiveni yukarı çekip kapağı
kapattı. Boş kitaplık hafifti, bu yüzden Christine’in kitaplığı
çekmesi gürültülü ve güç bir işlem değildi. Kitaplığı çekip
kapıyı hafifçe zorladı. Başı ve omuzları açık kapının hemen
yanında olan Isaac, ağzı açık bir şekilde uyuyordu. Christine,
çok yorulmuş olmalı, diye düşünerek Isaac’i uyandırmakta
tereddüt etti. Ama evdekiler kalkıp onu aramaya başlamadan
önce aşağı inmesi gerekiyordu. Bu yüzden yere diz çöktü ve
yavaşça Isaac’in omzunu sarstı. Etrafında neler olduğunu
anlamadan uykusundan sıçrayan Isaac, hızla Christine’in
bileğini yakaladı.
“Isaac,” diye fısıldadı Christine. “Bir şey yok. Güven­
desin.”
Bileğini bırakırken Isaac’in yüzünden nasıl rahatladığı bel­
li oluyordu. “Özür dilerim. Bir an nerede olduğumu hatırla­
madım.”
“Önemli değil, bak sana kahvaltı getirdim. Ama annem
kalkmadan önce aşağı inmek zorundayım.” Christine sepeti
içeri koyduktan sonra çay tabağını, mumu ve kibritleri çıkardı.
“Teşekkür ederim, Christine.”
Christine mumla kibrit kutusunu Isaac’e uzattı. “Kahvaltı­
nı karanlıkta yapmaman için.” Isaac dizlerinin üzerine oturup
kısa fitili yaktıktan sonra mumu Christine’in yere koyduğu
çay tabağına yerleştirdi. “İyi uyudun mu?”
“Uzun zamandır uyumadığım kadar.”
“Gün içinde yine geleceğim.”
“Dört gözle bekliyorum.”
Christine elinden geldiğince hızlı ve sessiz bir şekilde kapıyı
kapattı ve kitaplığı eski yerine çekip hızla merdivenlerden
aşağı indi. Merdivenleri toplayıp kapağı kapatırken nefesini
tutmuş bir halde yatak odalarını dinliyordu. Parmak uçlarında
yükselip çatının kapağını son bir kez itti. Ve annesinin oda­
sından gelen çarşaf hışırtılarını duyar duymaz korkuluğu
tutarak aşağı indi. Henüz dakikalar geçmişti ki Christine
yumurtaların geri kalanını haşlarken annesi mutfak kapısından
içeri girdi.
“Günaydın. Bugün kaç yumurta topladın?” Rose, önlüğü­
nü becerikli bir şekilde başından geçirip iplerini arkadan bağ­
ladıktan sonra tencereye bakmak için ocağa yaklaştı.
“Ne yazık ki on.” Christine yalan söylemekten nefret edi­
yordu. “Ama biri benim payımı yiyebilir. Bu sabah hiç aç de­
ğilim.”
Rose elini kızının alnına koydu. “Biraz kızarmışsın. Hasta
mısın? Bu yüzden mi bu kadar erken kalktın?”
“Hayır iyiyim. Sadece uyuyamadım. Kalkıp güne erken
başlayayım dedim.” Christine arkasına dönüp tabakları almak
için dolaba uzandı. Gözlerinin, annesine gerçekleri anlatma­
sından korkuyordu. “Bugün bahçede çalışacak mıyız?” diye
sordu Christine, soğukkanlı görünmeye çalışarak. “Kari ve
Heinrich’in keçi ahırını temizlemesi gerekmiyor mu? Hem
bezelye ve turplar için ikinci ekim zamanı değil mi?”
Rose çaydanlığı doldurmak için evyeye doğru gitti. “Ha­
yır, bugün değil. Annem bu sabah babamın ailesinin mezarına
rudbekya dikmek istiyor. Bunu tek başına yapmasına izin ve­
remeyeceğimi biliyorsun.”
“Tabii ki. Ama ben evde kalıp bahçede çalışacağım. Ekim
yaparsam sonbaharda hasat alacağımızdan emin oluruz. Hava
harika.”
“Mana sana yardım edebilir, ama çocuklar benimle gelmek
isteyecektir.”
“Hayır!” Sesi birden çok yüksek çıkmıştı. Annesi arka­
sına dönüp kaşlarını kaldırarak ona baktı. “Yani... Maria da
gelmek ister. Büyükbabamı ne kadar severdi biliyorsun. Onu
çağırmazsan üzülebilir. Tek başına çalışmak benim için sorun
değil.”
Annesi bir iç çekti. “Madem öyle istiyorsun, sen bilirsin.”
Gözlerini ovuşturan Kari ve Maria, esneyerek kahvaltıya
indiler. Onlardan birkaç dakika sonra büyükanne ve Heinrich
de mutfağa girdi. Sonraki yarım saat boyunca mutfakta bir
telaş, bir hareketlilik vardı. Herkes konuşup bir şeyler yiyor,
masanın ucundaki ekmeğe, yumurtaya ve keçi sütüne ulaşmak
için kollarını uzatıyordu. Christine normal davranmak için
elinden geleni yapıyordu. Karl’a az haşlanmış yumurtasını
soyması için yardım etti, titrememesine özen gösterdiği eliyle
tuzu uzattı, hava ve son savaş haberleri hakkmdaki sohbetlere
dahil oldu.
“Dün sabah tutsaklara yapılanları gördün mü?” diye sordu
Maria.
Christine ağzındaki çayı neredeyse püskürtecekti. “Hayır,”
dedi öksürerek.
Maria kaşlarını çattı. “Ama o saatte dışarı çıktığını gördüm."
“Arka bahçeye gittim.”
“Hayır, ön kapıdan çıktın,” dedi Maria ısrarla. “Hatta cad­
deye doğru gittin.”
Christine boğazını temizledi. Herkesin kaçtığını görme­
yecek kadar meşgul olduğunu sanmıştı. “Ah doğru ya. Un
alabilir miyiz diye bakmaya gidecektim, ama sonra bu aylık
hakkımızı kullandığımızı hatırladım.”
“Tutsaklara ne olmuş?” diye sordu Heinrich.
Ama annesi araya girdi. “Bu kahvaltıda konuşulacak bir
konu değil.” Bir yandan ekmeğine reçel sürüyor, bir yandan
Maria’ya bakıyordu.
“Tam bilmiyorum,” diye cevapladı Maria. “Ama kadınla­
rın sokaktaki kanları ovaladığını gördüm.”
Rose kaşlannı çatarak çocuklarına döndü. “Bu kadarı yeter!”
“Bazılarının vurulduğunu duydum,” dedi Heinrich. “Ama
bazıları kaçmış.”
“O zaman zavallı şanssız ruhlar için dua edelim ve bu ko­
nuşmaya bir son verelim,” dedi annesi.
“Evet.” Christine’in dizleri masanın altında titriyordu.
“Hadi, dua edelim.”
Kahvaltıdan sonra evdekiler mezarlığa doğru uzun bir yü­
rüyüşe çıkarken, Christine köşeden dönüp gözden kaybolana
kadar onları izledi. Annesi ve Maria’nın elinde rudbekya dolu
kovalar vardı. Büyükannenin uzun eteği ayaklarını yere sürt­
tükçe ileri geri sallanıyordu. Önden koşan Kari ve Heinrich,
sokaklarda özgür kalabilmenin verdiği keyifle buldukları bir
taşı tekmeliyordu. Görüş açısından çıktıklarında Christine hiç
vakit kaybetmeden çatı katına koştu.
“Kahvaltın nasıldı?” diye sordu Christine, boş çay bardağı­
nı sepete koyarken.
“Hiç bu kadar güzel şeyler yememiştim. Çok teşekkür ederim.”
“Bizimkiler gitti. Aşağı inip banyo yapmak ister misin? Sı­
cak su için ocağı yaktım. Küvet de mutfakta. Sana babamın
kıyafetlerinden bir şeyler ayarlayacağım.”
“Süper olur. Ama emin misin?” sonra sabun ve sıcak su kullanmak kim bilir nasıl bir duy­
“Çabuk olursan bir sorun olmaz.” guydu. Teninden kirlerin akıp gitmesi, ayaklarındaki yarala­
Birlikte hızla merdivenden indiler. Christine korkuluğun rın temizlenmesi... Christine içeri girmemek için kendini zor
üzerinden koridora baktıktan sonra Isaac’e gelmesi için işa­ tuttu. Isaac’in sırtını ovalayıp üzerinde kısacık saçlar çıkmış
ret etti. Ardından mutfak perdesini çekip sandalyenin üzerine kafasını yıkamak, çenesindeki kirli sakalı kesmek istiyordu.
temiz bir havlu bıraktı. Isaac, ocaktaki buharlar çıkaran tence­ Şarap mahzenindeki tutkulu yakınlaşmalarını, Isaac’in kol ve
reyi kaldırıp küveti kaynar suyla doldurması için Christine’e göğsündeki sert kasları ve iştahla açılmış dudaklarını hatırla­
yardım etti. yınca kalbi deli gibi çarpmaya başladı.
Christine koridora çıkarken anahtarı Isaac’e uzattı. “Kapıyı “Kıyafet getirdim.”
kilitle. Ne olur ne olmaz.” “Tamam geliyorum.” Hafifçe aralanan kapıdan ıslak bir el
Christine, Isaac’i mutfakta yalnız başına bıraktıktan sonra uzandı.
babasının eski kıyafetlerini karıştırmak için annesinin yatak Birkaç dakika geçtikten sonra Isaac, Christine’in içeri gir­
odasına gitti. Bu süreç boyunca camdan neredeyse yüz kez mesine izin verdi. Gömleğin kollarını kıvırmış, evyenin ya­
bakmıştı. Bir buçuk saate kadar kimsenin dönmesini bekle­ nında bekliyordu. Altındaki eski iş pantolonu üzerinden dö­
miyordu, ama her ihtimale karşı dışarıyı kontrol etmeden de külüyordu. Kırmızı yüzü parıl parıl parlıyordu. Kirli sakalı
duramıyordu. Bu ona, yıkık ahıra yapıştırılmış Nazi afişleri­ gidince elmacık kemikleri ve çenesi daha da ön plana çıkmış
ni gördüğü gün, camdan bakan Bay Eggers’ı hatırlattı. O gün olsa da hâlâ çok yakışıklıydı. Christine yukarı çıkmak, giz­
Bay Eggers’ın onu şikâyet etmesinden o kadar korkmuştu ki li bölmelerinin zeminine uzanmak ve Isaac Te sevişmek isti­
afişlere dokunamamıştı bile. Şimdiyse fazladan odun yaka­ yordu. Böylece yaşadığı her şeyi unutabilecekti. Ama birden
rak kuralları çiğnemek, kaçak bir Yahudi tutsak saklamakla Isaac’in kolunda bir şey fark etti.
kıyaslandığında çocuk oyunu gibi geliyordu. Endişeden titre­ “Bu ne?”
miyor olsaydı belki bu ironi karşısında kahkaha bile atabilirdi. Isaac kolunun içine bakmak için bileğini döndürdü. Ama
Christine yatağın üzerine serdiği gömlek ve pantolonlardan pek önemsemeyip küvetteki suyu boşaltmaya başladı. “Nu­
seçtiklerini aldıktan sonra geri kalanları eski yerlerine koydu. mara.”
Ardından alt kata indi ve mutfak kapısının önünde durdu. “Bakayım.”
“Jileti gördün, değil mi?” Isaac kolunu tekrar döndürdü. “Kampta çalışanları numa­
“Evet, çıkıyorum.” raladılar.” Christine parmağını rakamların üzerinde gezdirdi.
Christine su sesini duyduğunda, sıcak su dolu küvette 1071504
Isaac’in zayıf vücudunu hayal etti. Bunca uzun zamandan “Neden banyo yapınca çıkmadı?”
“Çünkü derimin altında. Kalıcı.”
Christine dolu gözlerle Isaac’e baktı.
“Bir önemi yok ki. Önemli bir şey değil. Benimle ilgili hiç­
bir şeyi değiştirmiyor.”
Christine, Isaac’in ellerini tuttu ve kollarını beline sardı.
Kamındaki sert kaslar bedenine değerken, Isaac’in teninden
yayılan sıcaklığı hissedebiliyordu. Isaac onu kendine çekip yü­
züne dokundu. Parmaklarını saçlarında, elmacık kemiklerinde
ve dudaklarında gezdiriyordu. Ve Christine’i öptü. Christine,
Isaac’in öpücüğüne karşılık verirken Isaac vücudunu onunkine
öyle bastırıyordu ki Christine nefes almakta güçlük çekiyordu.
Isaac’in dudaklarının arasından, derinden gelen bir inilti kaç­
tı. Elini Christine’in göğsüne koydu ve parmaklarını bluzunun
üzerinde gezdirmeye başladı. Nefesi kesilen Christine, tir tir
titriyordu. Yıllardır içinde biriktirdiği korku ve hasret, tutku
ve kavuşmanın sıcaklığıyla eriyip yok oluyordu. Christine’in
kapalı gözlerinin ardından yaşlar boşalmaya başladı. Yeniden
canlanmış gibi hissediyordu, sanki ruhu için için yanan boş be­
denine geri dönüyordu. Isaac dudaklarını geri çekip Christine’e
baktı. Onun gözleri de yaşlarla doluydu.
“Nasıl özlemişim...”
“Ben de.”
“Seni seviyorum, Christine. Hep sevdim, her zaman da
sevmeye devam edeceğim.” Ve Christine’i ıslak dudaklarıy­
la tekrar öptü. Sertçe göğsünde gezen eli Christine’in canını
acıtıyordu. Christine, Isaac’i boynunun arkasından tutup du­
daklarını onunkilere bastırdı. Aniden bacaklarının arasında
heyecan verici bir sıcaklık hissetti. Ve sonunda, ne kadar güç
olsa da, kendini geri çekti.
“Yapamayız,” Christine başını iki yana salladı, “bizimkiler
gelmeden seni yukarı çıkarmamız gerek.”
“Haklısın.” Isaac’in göğsü hızla inip çıkıyordu. “Özür di­
lerim.”
“Özür dileme. Beni bir daha bırakmayacağına söz ver yeter.”
“Başka seçeneğim yoktu ki.”
“Biliyorum,” dedi Christine, başını Isaac’in göğsüne yas­
layarak. “Ama bana söz ver. Ne olursa olsun bizi hiçbir şeyin
ayırmasına izin vermeyeceğiz.”
“Artık çatıya çıksam iyi olacak.”
Christine, Isaac’e baktı. “Söz ver.”
“Sana söz vermemi isteme, Christine. Hiçbir şey için söz
veremeyeceğimi biliyorsun. Çünkü artık hiçbir şey bizim eli­
mizde değil.”

-—

Christine, Isaac’i yukarı çıkardıktan sonra mutfağa dönüp or­


talığı toparladı. İşe fayansların üzerine dökülen sulan silmekle
başladı. Sonra elini yakmamaya çalışarak Isaac’in kirli çizgi­
li üniformasını odun sobasında yaktı. Burnuna buram buram
gelen kötü koku ona ölümü hatırlatmıştı. Christine tek eliyle
ağzını kapatarak öğürdü. Ardından komşuların kokuyu fark
etmemelerini umarak pencereleri açtı. Tencereyi ve küveti ku­
ruladıktan sonra perişan haldeki üniformanın her parçasının
yandığından emin oldu. Ve evdeki tüm işleri bittiğinde bezel­
yeyle turp ekmek için bahçeye çıktı.
Son tohumları da serpip üzerlerini örttükten sonra toprağın
üzerine çapayla bastırdı. Ardından tohum ektiği her sıranın
üzerinde minik adımlar atmaya başladı. Ve her sıranın sonuna
bir sopa diktikten sonra sulama kabım almaya gitti. Küçük
sulama kabını odunluğa, çatıdan uzanan oluğun altındaki
yağmur varilinin yanına yığılmış olan odunların arkasına
saklamışlardı. Christine sulama kabını yağmur varilindeki
tuzlu suya daldırdı ve sıra sıra dizdiği şişkin toprakları sulamak
için bahçeye döndü.
Christine su fışkırtan kabıyla birlikte üçüncü turunu atı­
yordu. Tam bahçe kapısını açacaktı ki duyduğu sesle olduğu
yerde kaldı. Sokaktan yabancı erkek sesleri geliyordu. Daha
da kötüsü sesler giderek yaklaşıyordu. Yokuşun tepesinde,
SS’lerin şapkalannı ve siyah üniformalarını görünce hemen
arkasını dönüp odunluğa koştu. Sulama kabını bıraktı ve ağaç
kabuklarının çıplak kollarını çizmesini umursamadan birkaç
odun kucakladı. Omzunun üzerinden arkasına baktığında,
Isaaclerin evinden çıktığı gün karşılaştığı mavi gözlü astsu­
bayı ve kilolu başçavuşu gördü. Adamlar, karşıdan karşıya ge­
çerken gözleri pencerelerde ve çatılarda geziyordu. Dört beş
adım sonra durdular ve siyah eldivenli parmaklarıyla bir yeri
işaret ettiler. Her durduklarında başçavuş elindeki deftere bir
şeyler not alıyordu. Ardından yollarına devam ettiler.
Christine evlerinin giriş kapısına koşarken taşıdığı odun­
lardan iki tanesi yere düştü. Ama o arkasına bile bakmadan
koşmaya devam etti, güvenle içeri girene kadar göğsüne daya­
dığı odunları sıkıca tutuyordu. Kapının diğer tarafında duvara
yaslanıp bekledi. Kalbi göğüs kafesini zorluyordu. Bir süre
sonra yukarı çıktı, odunları odun sobasının yanına bıraktı ve
salon perdesinin arkasından dışarıya baktı. Sokakta kimsenin
olmadığını görünce içi rahatladı.
(9/2/QjaAu/ZU/lCll/ÇBâÛ/my

------ cgSi?

onraki iki gün boyunca Christine fırsatları kollamaya de­


S vam etti. Ev halkı birinci ve ikinci katta gündelik işleriyle
uğraşırken -ya da daha da güzeli bahçedeyken- hemen yukarı
koşup Isaac’e bir dilim ekmek, haşlanmış patates ve yaz so­
nunun ilk kâğıt çiçeklerinden götürüyordu. Geceleri ise birkaç
kez Isaac’i görmeye giderdi, ama gizlice çatı katına çıkmanın
en güvenli yolu üçüncü katın boş olduğu zamanlardı. Christi­
ne gün boyu, fark edilmeden kaçmanın fırsatını yakalamaya
çalışıyordu. Bulaşıkları yıkarken ya da koridoru süpürürken
bir yandan ailesini gözlemliyor, sabırsızlığını fark etmedik­
lerinden emin oluyordu. Uyuyan aç bir kedinin önünden ge­
çen küçük bir kuş gibi nefes alışı hızlandığında, yutkunması
güçleştiğinde ve sinirleri gerildiğinde normal davranmak için
elinden geleni yapıyordu.
Üçüncü gün kahvaltıdan sonra Christine mutfaktan çıktı.
Önlüğünün cebine iyi haşlanmış bir yumurta saklamıştı. Tam
Isaac’i görmek için üst kattaki koridora yönelmişti ki giriş ka­
pısının ısrarla çalınmasıyla olduğu yerde kaldı. Korkuluktan
eğildi ve kapıya doğru baktı.
“Açın Bayan Bölz!” diye bağırdı boğuk sesli bir adam.
Christine kaskatı kesilmişti. Tırnakları ahşap korkuluğa
batıyordu. Adam kapıya tekrar vurdu, her vuruşu bir öncekine
göre daha gürültülü ve sertti. Sesler koridorda inlerken zaman
durmuş gibiydi. Bu sırada annesi ıslak ellerini bulaşık bezine
silerek mutfaktan çıktı. Christine parmaklarını korkuluktan
çekti ve yüzünü annesinden saklayarak salona doğru yürüdü.
“Kapı mı çalıyor?”
“Ben... duymadım.” Christine, sesindeki dehşeti saklama­
ya çalışıyordu.
Rose önlüğünü çıkarıp merdivenlerden aşağı koşarken kapı
üç kez daha çaldı, ayrıca adam kapının açılması için hâlâ ba­
ğırıyordu. Christine tekrar korkuluğa döndü ve aşağı doğru
eğilerek annesinin kapıyı açışını izledi. Verandadaki kalın du­
daklı başçavuş ve iki silahlı asker sanki her an biri kaçacakmış
gibi girişi kapatmıştı. Christine adamları görür görmez eliyle
ağzını kapatıp bir adım geriledi.
“Yardımcı olabilir miyim?” Annesinin sesi, sakladığı hiç­
bir şey olmadığından emin olan bir insanınki kadar sabitti.
“Çalışma kampından bir tutuklu kaçtı,” dedi başçavuş kük­
reyerek. “Köydeki tüm evleri ve ahırları arıyoruz.”
Boğazı cayır cayır yanmaya başlayan Christine, alt katı iz­
leyebilmek için biraz daha eğildi.
“Kimseyi görmediğimize emin olabilirsiniz.”
“Yine de evinizi aramaya geldik.”
“Ama öyle bir şey olsa biz size hemen haber verirdik.”
“Sizi bir kez uyaracağım. Sadece bir kez, Bayan Bölz.
Devletin işlerine burnunuzu sokmamanız gerek. Eğer evinize
gimıeme izin vermezseniz sizi tutuklayacağım ve hapse gön­
derileceksiniz. Yeterince açık değil mi?”
“Evet.” Rose bir adım atıp kenara çekildi.
Başçavuş, Rose’un yanından geçti ve merdivenlerin altın­
da durdu. Sanki duvarların rengine bakarak ailenin suçlu olup
olmadığını anlayabilecekmiş gibi merdivenlere bakıyordu. Ve
elini kaldırmasıyla silahlı askerler öne atıldı. İtaat eden genç
adamların ifadesiz yüzlerinde duygudan eser yoktu. Makineli
tüfeklerini kaldırmış bir halde hızla basamaklardan çıkarken,
postalları yere sertçe vuruyordu. Christine saklanmak iste­
diyse de yapamadı. Askerler üst kata çıktıklarında tüfeklerini
direkt Christine’e yönelttiler, ama bir tehlike olmadığını fark
ettiklerinde yürümeye devam ettiler. Adamlar boş mutfakta
ilerlerken Christine tek eliyle korkuluğa tutundu, bacaklarının
onu daha fazla taşıyamamasından korkuyordu.
Tek eli belindeki silahın kılıfında, üst katta beliren başça­
vuş, Christine’i görünce durdu.
“Günaydın bayan.” Bir parti ya da göl kenarındaki piknikte
bir bayana yaklaşır gibi başını yana eğdi ve gri dişlerini
göstererek gülümsedi. “Christine’di, değil mi? Görünüşe
bakılırsa anneniz bayağı iyileşmiş.” Elini silahından çekti
ve Christine’in omzuna koydu. Christine adamın sıcak terli
avucunu, elbisesinin üzerinden hissedebiliyordu. “Eminim
senin gibi uslu bir Alman kızının saklayacak hiçbir şeyi
yoktur.” Christine önlüğünün cebindeki soğumuş yumurtayı
tutup gülümsemeye çalıştı. Gerçi kasılarak titreyen dudaklarına
bakıldığında bunun bir gülümsemeden çok bir seğirme olduğu
söylenebilirdi.
Üniformasının ceketi geniş kalçalarına kadar uzanan baş­
çavuş, Christine’in omzunu okşadıktan sonra mutfağa girdi.
Christine gözlerini kapadı ve içindeki kusma hissini bastır­
maya çalışarak yutkundu. Gözlerini açtığında annesinin çatık
kaşlarla ona baktığını gördü. Yüzünde soru işaretleri vardı.
Christine ağzını açmaya fırsat bulamadan, başçavuş ve as­
kerler mutfaktan çıktı.
“Kocanız nerede?”
“Kocam... Tam olarak bilmiyoruz. Altıncı Ordu’da...”
“Onurlu olanı yapıp ülkesi için öldü mü? Yoksa Ruslara
esir mi düştü?”
“Bil... bilmiyorum. Ben...”
“Neyse ne, bir önemi yok!” Ardından belindeki copu çıka­
rıp bağırdı. “Evi arayın!” Başçavuş, Christine Te annesine on­
larla gelmesini işaret ettikten sonra arka tarafa geçti ve onlan
copunun ucuyla iterek ilerlemelerini izledi.
Salonda oturan büyükanne, Maria ve çocuklar merdiven­
de inleyen ağır postalların sesini duymuş olmalıydı. Çünkü
askerler kapıdan içeri girdiğinde hepsi bir koltuğa sıkışmış
oturuyordu. Büyükanne nefesini tuttu ve içgüdüsel olarak kol­
larını çocuklara sardı. Gözlerini sımsıkı yuman Kari, yüzünü
büyükannesine gömüp ağlamaya başladı. Maria ve Heinrich
soluk yüzlerle, onlara yönelen makineli tüfeklere bakıyordu.
Onlara doğru yürüyen başçavuşun dudaklarında alaycı bir gü­
lümseme vardı. Büyükannenin dikiş sepetini alıp ters çevirdi­
ğinde sepetin içindeki makara, iplik ve iğne yastıkları büyük­
annenin kucağına döküldü.
“Kalkın!”
Büyükanne zorlanarak ayağa kalktıktan sonra odanın diğer
ucuna koşan Maria ve çocukların peşinden gitti. Askerler kol­
tuğu ters çevirdiğinde hasır sepet koltuğun kolları altında ezil­
di. Başçavuş koltuğun altında kimsenin olmadığından emin
olduktan sonra sepetin içindeki üniformaları karıştırmaya
başladı. Gömlek ve ceketleri yere fırlattı, eline aldığı kitapları
yere atmadan önce başlıklarını tek tek okudu ve dolabı açıp
tabak çanakları kontrol etti.
Askerlere, “Burada kalıp onlara göz kulak olun!” diye em­
rettikten sonra tekrar Christine ve annesine döndü. “Siz ikiniz
benimle geliyorsunuz.” Christine bedeninin eridiğini hisse­
debiliyordu, bulanıklaşan görüş açısı iyice kararmıştı. Sanki
yavaşça çekilen bir perdenin arkasından bakıyor gibiydi. Rose
alnını endişeyle kırıştırarak kızma baktıktan sonra koluna
girdi. Christine, annesinin onun nasıl titrediğini hissettiğine
emindi.
Yanlarında iki kadınla birlikte giriş katma inen başçavuş
ve askerler keçi ahırına girdi. Askerler saman yığınlarına sün­
gülerini batırıyor, su dolu kovalan ters çeviriyordu. Başçavuş
arka bahçedeki kümes kapısını açtı ve belinden silahını çekip
toz içindeki kümese girdi. Tekrar eve dönüp kilerdeki patates
ve elmalarla dolu sepetleri boşalttıktan sonra büyükannenin
elbiseyle eteklerini sandık ve şifonyerden çıkarıp odayı didik
didik aradılar.
Christine her an bayılacakmış gibiydi, askerleri takip eder­
ken duvarlara ve korkuluklara tutunuyordu. Hissedebildiği tek
şey, merdivenleri inip çıkarken sallanan önlüğünün cebindeki
yumurtanın ağırlığıydı.
Başçavuş ve askerler evdeki tüm yatak odalarına girdi. Ya­
tak örtülerini kaldırıp yastıkların üzerlerini açıyor, gardırop ve
şifonyerlerdeki gecelik ve gömlekleri çıkarıp fırlatıyorlardı.
Askerlerden biri radyoyu sakladıkları kutuyu yatağın altın­
dan çektiğinde Rose’un suratı buz kesti. Asker yatağın altına
bakabilmek için kutuyu kenara ittiğinde üzerindeki battaniye
hafifçe kenara kaydı. Battaniyenin açılan kısmından radyonun
bir tuşu görünüyordu. Rose’un yüzü bembeyaz olmuştu. Ama
bir mucize oldu ve adamlar kutuyu çektikleri köşede unutup
koridora çıktı. Christine annesinin sessiz, titrek bir nefes ver­
diğini duydu. Radyo endişelenmemiz gereken en son şey, diye
düşünen Christine’in kamı suçluluk duygusu ve korkudan ka­
sılıyordu.
Christine’in yatak odasına girdiklerinde başçavuş şakacı
bir şekilde mırıldanarak Christine’in yaşlı oyuncak ayısının
kamını iki kez sıktı. Ama ayı ses çıkarmayınca ayıyı yatağın
üzerine fırlattı. Isaac’in notunun ortaya çıkmasını engellemek
için ayıyı almak isteyen Christine kendini tutmak zorundaydı.
Üçüncü kattaki son yatak odası da darmadağınık edildikten
sonra askerler koridora inmek için merdivenlere yöneldiler.
Christine, galiba yere yıkılmayacağım, diye düşündü. Adam­
ların gittiğini düşünerek nihayet rahat bir nefes aldı, deli gibi
çarpan kalbi de artık yavaşlamaya başlamıştı. Ama başçavuş
basamakların ortasında durdu ve tavanı gösterdi.
“Yukarıda ne var?” Daha cevabı beklemeden, askerlere ka­
pağı açmalarını işaret etti.
“Çatı katı,” dedi Rose.
Bir an için her şey kararmıştı. Christine sertçe yanağını ısı­
rıp, düşmemek için tüm gücüyle çabalarken adamların nasıl
sallandığını görebildiğinden emindi. Beyni bir karınca gibi
hızla çalışıyordu. Dikkatlerini dağıtmak için ne yapabilirim?
]de yapabilirim?
Ancak asker çatının kapağını itip merdivenleri aşağı çek­
ti ve tek eli makineli tüfeğinde, çatıya tırmandı. Başçavuş da
Christine ve annesine yukarı çıkmalarını işaret etti. Christine
kendini yukarı çekebilecek gücü var mıydı emin değildi. Bir
an aklına dikkatlerini dağıtmak için hayaletlerden korktuğunu
söylemek geldi. Sonra başçavuş kalın dudakları ve gri dişle­
riyle gülümseyip yardım için elini uzattı. Christine iki eliy­
le merdivenlere tutunarak yukarı çıktı. Çatı katma çıktığında
başçavuş, mezardan fırlayan pis kokulu bir hortlak gibi arka­
sından tırmanıyordu. Bir an Christine’in akima çılgın bir fikir
geldi. Sertçe bir tekme atsam... Başüstii düşüp kafasını yarar.
Ama hiçbir şey yapamadan, başçavuş yukarı çıkıp yanında
doğruldu. O kadar yakınındaydı ki kolu onunkine değiyordu.
“Bu yerdeki samanlar ne?”
“Civcivler için,” dedi Rose.
Başçavuş, Christine’in koluna son bir kez değdikten sonra
askerlerle birlikte çatı katında dolanmaya başladı. Açık ku­
tuları fırlatıyor, çekmece gözlerini tek tek kontrol ediyordu.
Ardından elini gizli kapının önündeki kitaplıkta gezdirip tozlu
kalas ve kirişlere baktı. Christine, yüzündeki dehşeti görme­
meleri için yere bakmaya çalışıyordu. Sonunda çatı katında
bir şey olmadığına inanan başçavuş, kapağa doğru yürüdü.
Christine adamın geçmesi için bir adım atıp yana çekildi. Baş­
çavuş, askerlerin önden inmesini işaret ettikten sonra Christi­
ne ve annesinin arkasından merdivenlerden indi.
“Şüpheli herhangi bir şey görürseniz bize haber verin,
Bayan Bölz,” dedi başçavuş, alt kata indiklerinde. “Sizin
güvenliğiniz için.”
“Tabii, efendim. Teşekkürler.”
Başçavuş, evden ayrılmadan önce askerlerden birine kilere
gidip şifonyer çekmecesinde saklı iki çavdar ekmeğini getir­
mesini söyledi. Asker denileni yaptığında başçavuş yüzünde
tatminkâr bir gülümsemeyle ekmekleri koltuk altına sıkıştırdı.
Sanki ekmekleri fırından satın almıştı ve onları almak en do­
ğal hakkıydı. Askerler dışarı çıkarken, başçavuş bir süre giriş­
te durup dik dik Christine’e baktı.
“Unutmayın, olağandışı bir durumu ihbar etmek sizin gö­
reviniz. Eğer bir şey duyar görür de ihbar etmezseniz Alman
İmparatorluğu’na karşı suç işlemiş olursunuz.” Sonra bakışlarını
Christine’den çekti ve annesine baktı. “Birkaç pis Yahudinin bu­
raya gelip kızlarınızdan yararlanmasını istemezsiniz, değil mi?”
“Hayır, efendim.”
“İhbar edilen her Yahudi için ödül verme yetkim var. Bir
sıçan gibi duvarların arkasına saklanabilirler. Hatta orada ol­
duklarını ruhunuz bile duymaz.”
“Teşekkürler, efendim. Tanrı biliyor ya para çok işimize
yarar.”
Başçavuş elini kaldırıp, “Heil Hitler!” diye bağırdıktan
sonra arkasını dönüp gitti.
Rose kapıyı kapadı ve kapının arkasına yaslandı. “İyi mi­
sin? Titriyorsun. Kâğıt gibi bembeyaz oldun.”
“İyiyim,” diyen Christine’in dizlerinin üzerine çökmesi an
meselesiydi. “Sadece biraz korktum.”
“Ben de. Ama saklayacak bir şeyimiz yok ki. O adam niye
seni tanıyormuş gibi davrandı?”
“Isaac’in götürüldüğünü öğrendiğim gün yolda çarpışmıştık.”
“Dikkatli olmalısın, Christine. Adam SS ve istediği her
şeyi yapabilir.”
“Ben de bu yüzden gerginim ya zaten.”
Christine yalan söylemekten nefret ediyordu, fakat tüm ai­
lesini korkunç bir tehlikeye attığını nasıl itiraf edebilirdi ki?
Annesi savaş başladığından beri tüm enerjisini ailesini hayatta
tutmak için harcamıştı. Ona tek başına aldığı anlık bir kararın,
korumak için canla başla uğraştığı şeyleri mahvedebileceği-
ni nasıl söyleyebilirdi? Öte yandan başka çaresi var mıydı?
Isaac’i görmezden gelip ölmesine izin mi vermeliydi?
Annesi Christine’i alnından öptü ve güçlü elleriyle omuzları­
nı ovdu. Adrenalin vücudunu terk ederken Christine’in dişlerini
titretiyor, tüm gücünü alıyordu. Christine annesinin kollarında
ağlamaya başladı. Annesinin yanağının yumuşaklığı, o soluk
ama tanıdık yumurtalı erişte ve sütlü sabun kokusu Christine’in
dengesiz gerginliğine taban tabana zıt düşer gibiydi.
Günün geri kalanını çalışarak geçirdiler. Kıyafetleri dolap­
lara yerleştirip yatakları yaparak baskının izlerini silmeye ça­
lıştılar. Christine haftalardır uyumamış gibi bitkin hissediyor­
du. Herkesin hayatının sorumluluğunun kendi omuzlarında
olduğunu fark etmek dayanamayacağı kadar ağır bir yüktü. O
gece Isaac’i görmeye ancak herkes uyuduktan sonra gidebildi.
Christine gizli kapıdan içeri girdiğinde Isaac duvara yas­
lanmıştı. Mumun loş ışığı yüzüne aydınlık ve karanlık daireler
çizerken, Christine’in bahçeden getirdiği taşı parmaklarının
arasında döndürüp duruyordu.
“İyi misin?” diye sordu Christine, Isaac’in yanma oturur­
ken. “Neler olduğunu duydun mu?”
262 öS*-— Erik Ağacı

“Evet. Sen iyi misin?”


“Olacağım. Ama titremem ancak seneye kesilebilir.”
“Bağırışları ve fırlatılan mobilyaları duyunca bir şeyler
olduğunu anladım. Direkt yere uzandım. Tek bir kasımı bile
hareket ettirmemeye çalıştım. Sanırım nefesimi de tutmuşum.
Çünkü neredeyse bayılacaktım. Gözlerimi kapatıp dua etmek­
ten başka hiçbir şey yapamadım. Seni ve aileni tehlikeye attı­
ğım için kendimden iğreniyorum, Christine.”
“Onları tehlikeye atan sen değilsin. Benim.” Christine,
Isaac’in omzuna yaslandı. “Askerler gittikten sonra tüm gün
düşündüm. Başka ne yapabilirdim, bilmiyorum. Seni kurtar­
mak zorundaydım. Başka seçeneğim yoktu ki. Seni çok sevi­
yorum. Diğer insanların canları için, özellikle de sevdikleri­
miz için ölmeyeceksek niye yaşıyoruz?”
“Herkes senin kadar cesur değil, çoğu insanı korku yönetiyor.
Benim gitmem gerek, Christine. Buradan çıkmak zorundayım.”
“Aslında ben de aynı şeyi düşünüyordum.” Christine diz­
lerinin üzerine oturup Isaac’e baktı. “Ailemle seni böyle tehli­
keli bir durumun içine soktuğum için çok kötü hissediyorum.
Hem sen Almanya dışında daha güvende olursun. Gece bura­
dan çıkarız. Sadece hava karardığında ilerleriz. Sonunda da bu
savaş mağduru ülkeyi terk ederiz.”
“Sen benimle gelmiyorsun.”
“Geliyorum.” Christine’in sesi oldukça kararlıydı. “Bunu
çoktan göze aldım. Ne dersen de beni kararımdan döndüre-
mezsin. İhtiyacımız olan her şeyi toparlayacağım. Sana ba­
bamın kıyafetlerinden alacağım. Harita bulmak için Kari ve
Heinrich’in eski okul kitaplarına bakacağım. Hangi yöne gi­
deceğimizi araştırmamız gerek. Eğer ormanda sıkışırsak...”
“Yavaş ol, Christine. Önce iyice düşünmemiz lazım. Plan
yapmalıyız, yoksa asla başarılı olamayız.”
“Ben de zaten plan yapmaktan bahsediyorum. Ama kısa
süre içinde yola çıkmamız lazım.”
“Bilmiyorum, Christine. İyice düşünmem gerek. Öyle ka­
famıza esince çıkıp gidemeyiz.”
“Haklısın. Al işte, plan ortada. Sen şimdi düşün, ben de
gereken malzemeleri toplamaya başlayayım.” Isaac yüzünde
acı bir gülümsemeyle başını iki yana salladı. “Seni seviyorum,
Isaac. İyi geceler.” Ve Isaac’in dudaklarına uzun sert bir öpü­
cük kondurduktan sonra merdivenlerden aşağı indi.
Sabahın dört buçuğunda, sirenler acı acı çalmaya başladı­
ğında Christine bunun rüyasının bir parçası olduğunu düşün­
dü. Rüyasında Isaac’le birlikte, güneşle ışıl ışıl parlayan bir
bahçede, şu ana kadar gördüğü en büyük erikleri topluyordu.
Sıcak bir öğlendi, tembelce vızıldayan arılar yabani otların
arasında büyüyen beyaz alpyıldızlarının ve pembe acıbakla-
ların üzerine konuyordu. Vızıltı giderek arttı, arttı. Garip bir
şekilde alçalıp yükselen ses sonunda kulak tırmalayan tiz si­
rene dönüştü.
Christine, Isaac’e bağırdı. “Saklanmalıyız!” Ama Isaac onu
duymadı. Gülümseyerek erikleri toplamaya devam ediyordu.
Bilinci yavaşça Isaac’in yüzünü sildi ve gözlerini açtığında
güneşli bahçe yerine yatak odasının karanlık duvarlarıyla
karşılaştı. Christine camdaki gazete kâğıtlarından içeri sızan
tanıdık ay ışığını gördü. Ama siren sesinin gerçek olduğunu
idrak etmesi bir dakikasını almıştı. Sonunda neler olduğunu
anladığında göğsünün korkuyla sıkıştığını hissetti. Gece
yansı yatağındaydı, sirenler çalıyordu ve Isaac çatı katında
sıkışmıştı. Yukarı çıkıp onu kurtarmaya vakti yoktu. Erkek
kardeşlerine yardım etmek zorundaydı. Hem Isaac nereye
gidecekti ki?
Christine yatağından fırladığı gibi elbisesini üzerine
geçirip koridora koştu. Herkes alt kata inmek için hazırdı.
Karl’ın elinden tuttu ve giriş kapısına doğru koşan Heinrich
ve Maria’yı takip etti. Annesi büyükannesini merdivenler­
den indirirken dört kardeş el ele gecenin karanlığında koş­
maya başladı. Christine omzunun üzerinden yukarı bakıp
evlerinin çatısının üzerindeki karanlık gökyüzünü kontrol
ediyordu.
“Ne yapıyorsun!” diye bağırdı Maria. “Hadi! Çabuk ol!”
Onlar sığınağa girerken düşen ilk bombanın tiz çığlığı ge­
ceye karıştı. Tam bir dakika sonra sığınağın kapısında görü­
nen Rose ve büyükanne patlamanın gürültüsüyle birlikte içeri
savruldu. Bay Weiler giriş kapısını iyice kapadı. İçeridekiler
omuzlarını düşürerek otururken, gecenin soğuğunu iliklerine
kadar hissediyorlardı. Christine gözlerini kapadı ve fısıldaya­
rak dua etmeye başladı.
“Yüce Tanrım... Lütfen evimizin üzerine bomba düşme­
sin. Lütfen Tanrım, lütfen.”
İlk birkaç patlamadan sonra geçen uçakların motor homur­
tularını duydular, ama yakınlardan hiç bomba sesi gelmedi.
Bir saat boyunca duyulan tek şey, ara sıra açılan uçaksavar
ateşleri ve alçaktan uçan uçaklardı. Ama patlama sesleri, sal­
dın vadinin diğer ucundaymış gibi uzaktan geliyordu.
“Uzakta gibiler, değil mi?” diye sordu Christine Maria’ya.
“Bizi ıskaladılar gibi?”
“Evet. Galiba hava üssünü de ıskaladılar.”
Bir saat sonra sesler kesildiğinde köylüler sığmaktan
çıktı. Havada hafif bir sülfür kokusu vardı. Köyün dışında,
hava üssünün olduğu tarafta alevler yükseliyordu, ama sokak
temizdi. Christine ve ailesi evlerine çıkan yokuşu tırmanırken,
Christine her insanın belli bir dua hakkı olup olmadığını
düşünüyordu. Çünkü eğer varsa, onunkiler çoktan bitmişti.
^¿rfmsıûÇBöûim/

E
rtesi sabah Christine yatağından kalkıp pencereden dı­
şarı baktı. Yüreği, bulutlarla kaplı gökyüzü ve sağanak
yağmur kadar umutsuzdu. Havaya bakılırsa gün boyu kara
bulutlar dağılmayacaktı. Christine tekrar yorganının altına
kıvrılmayı düşünmesine rağmen içi içini yerken gözüne uyku
girmeyeceğini adı gibi biliyordu.
Isaac’i görecek olması bile moralini düzeltmiyordu. Dün
gece kaçma fikri mantıklı gelmişti. Sevdiği adamla başka
bir ülkede özgürlüklerine kavuşana dek ormanlarda, saman
balyalarının üzerinde uyumak çok romantik ve macera dolu
görünmüştü. Ama bu sabah düşüncesi bile Christine’in içini
ürpertiyordu. İşin kötüsü tüm plan başından beri koca bir
saçmalıktı. Naziler Isaac’i çatı katında bulamamıştı, belki
de Isaac orada saklanmaya devam etmeliydi. Yola çıkarlarsa
kim bilir başlarına neler gelecekti. Hem ne yer, ne içerlerdi?
Yakalanırlarsa ne olacaktı? Vurulabilir ya da Isaac’in bahsettiği
kamplardan birine gönderilebilirlerdi.
Christine üstünü giydi, öyle acele ediyordu ki ışık hızıyla
hareket ediyor gibiydi. Sinirleri, kara tahtayı tırnakladığında
dökülen talaşlar gibi yıpranmış ve kavrulmuştu. Kamında his­
settiği korku ve acı karışımı panik klozete boşaltılması gere­
ken bir kusmuktan farksızdı.
Henüz kimse uyanmamıştı, ev sessizdi. Christine harita
bulmak için kardeşlerinin eski okul kitaplarını karıştırmayı
düşündü. Ama sonra vazgeçip temiz havanın iyi gelebileceği­
ne karar verdi. Belki biraz kafasını dinlerdi. İyi bir fikir olsa
da olmasa da, kaçtıklarında doğru dürüst düşünebilmeye ihti­
yacı vardı.
Christine mutfaktan bir sepet alıp kümese doğru yürüdü.
Kümesin mandalını açıp içeri girdiğinde sağanak durmuş,
ağaçların üzerinden metal çatıya damlayan yağmur damlaları­
nın çıkardığı sesler kesilmişti. Güneş çıkmış olsa da tavuklar
bile kum tüneklerinden çıkmak istemiyordu. Christine yumur­
talara uzandığında ciyaklayan tavuklar yumurtalarını korumak
isteyerek ayağa kalktı. Christine cılız, yaşlı bir tavuğun elini
gagalamasıyla ağlamaya başladı. Bu kadar küçük bir olay bile
onu ağlatmaya yetmişti. Ama aslında gözyaşlarının sebebi can
acısı değil, kırılgan ruhunda açılan ufacık çatlaktan yüreğine
sızan diğer acılardı.
Christine kümesten çıktı, arka taraftaki verandaya çöktü
ve yumurta sepetini ayaklarının üzerine koyup duygularının
onu ele geçirmesine izin verdi. Gözlerinden yaşlar boşalırken
babası ve büyükbabasını hatırlayarak sesli bir şekilde hıçkır­
maya başladı. Ailesi ve Isaac için ağlıyor, savaş yüzünden ölen
insanları düşünürken burnunun akmasına engel olamıyordu.
Çaresiz hissetmekten, korkmaktan yorulmuştu. Sirenlerden,
pencerelerin üzerindeki siyah örtülerden, kardeşlerinin göz­
lerinde gördüğü korku ve soru işaretlerinden, annesinin onları
hayatta tutmak için dişini tırnağına takıp çalışmasından...
Her şeyden bıkmıştı. Ama en bıktığı, en yorulduğu şey ise
ailesinden birinin ölüp ölmeyeceğini düşünmekti.
Birkaç dakika boyunca ağladıktan sonra Christine gözle­
rini silip derin bir nefes aldı. Biraz da olsa rahatlamıştı. En
azından artık aysız bir gecede, dipsiz bir uçurumun köşesinde,
düşüp yok olmayı bekleyen çakıltaşları gibi hissetmeden hare­
ket edebiliyordu. Kendi kendine, Ailemi ve Isaac ’i düşünmek
zorundayım, dedi. Isaac en azından şimdilik güvende. Büyük­
annem, annem, Maria, Kari ve Heinrich hâlâ hayattalar. Ben­
den daha kötü durumda olan insanlar var. Elimden gelen tek
şey dayanmak. Eğer Isaac ’le birlikte sağ salim kaçabileceği­
mizi düşünürsek, başarabiliriz. Ama bunun güvenli olmadığı­
na karar verirsek, koşullar değişene dek bekleriz. Bir şeyler
değişmek zorunda. İyi ya da kötü, illa ki değişecektir.
Christine bodur erik ağacında erken olgunlaşan birkaç
erikten birini kopardı. Tekrar verandaya oturdu ve erik sula­
rını çenesinden akıta akıta eriğini yemeye başladı. Eriğini bi­
tirdikten sonra çitlerle çevrili arka bahçenin köşesine yürüyüp
killi toprağa küçük bir çukur kazdı ve erik çekirdeğini oraya
gömdü. Ayağıyla toprağın üzerine bastırdıktan sonra gözlerini
kapayıp çekirdeğin köklenip büyümesi için dua etti. Tanrım
bu erik çekirdeği fide olduğunda lütfen savaş bitmiş olsun, ba­
bam eve dönsün ve biz Isaac ’le birlikte olabilelim.
Üzerindeki gerginliği atmış bir halde yarısı dolu yumurta
sepetini alıp eve doğru yürümeye başladı. Ayaklarım saman­
dan yapılmış paspasa sildi ve içeri girdi. Ama birden dona­
kaldı. Koridorun diğer ucundaki giriş kapısının kırmızı mavi
camında, kara bir asker silueti vardı. Adam kapıya vurup tüm
evi sarstığında Christine’in parmaklarından yavaşça kayan
yumurta sepeti yere düştü. Christine kıpırdayamıyordu. Nab­
zı deli gibi atarken, kırılan yumurtaların sarıları hasır sepetin
boşluklarından yere akıyordu.
“Kimse yok mu?” diye bağırdı adam. “Orada mısınız?”
Christine bir adım yana kayıp merdivenlerin arkasına
saklandı. Beyni güm güm atan yüreği gibi hızla düşünmeye
başlamıştı. Başçavuş niye geri döndü? Isaac’i ele verecek
bir şey mi yaptım? Çatı katında bir şey mi fark etti? Tanrım
mahvolduk!
Asker kapıya vurup tekrar bağırdı. “Kimse yok mu dedim!”
Ses tanıdık gelse de sert kapı yüzünden adamın sesi kalın
duvarlı bir odada haykırır gibi boğuktu. Kelimeleri tam olarak
seçilmiyor, sesi net duyulmuyordu. Christine, beynim bana
oyun oynuyor olmalı, diye düşündü. Bu sesi tanımıyorum. Ha­
reket edemediği gibi köşeden bakmaya bile cesareti yoktu.
“Rose?” Adamın sesi bu sefer daha güçlüydü.
Christine kaşlarını çattı. Bu o olamazdı. Gelenin başçavuş
olduğundan emindi. Onun bilmediği şey yoktu, tabii ki anne­
sinin adını da bilecekti.
Adam tekrar bağırdı. “Kapıyı açın! Rose! Christine! Ma-
ria! Kimse yok mu?”
Ve o an Christine her şeyi anladı.
Tüm gücüyle girişe doğru koşup titreyen elleriyle kilidi
çevirdi. Ve uzun zamandır haber alamadıkları babasıyla
kucaklaşmaya hazır bir şekilde kapıyı açtı.
Ama yanılmıştı.
Karşısında tüm vücudu kırmızı beneklerle dolu, iskelet gibi
bir adam duruyordu. Bir şekilde isimlerini öğrenmiş ve yiye­
ceklerini çalmaya gelmiş olmalıydı. Üzerindeki yırtık ünifor­
ma kir ve çamur içindeydi. Paramparça olmuş postalları, ip ve
kirli paçavralarla sarılmıştı. Adam, çiziklerle dolu kirli eliyle,
omzundaki tüfeğin sapını tutuyordu. Christine iki eliyle kapı­
nın köşesini tuttu ve tüm gücüyle kapıyı itmeye başladı.
“Christine! Kendi babanı tanımadın mı?”
Christine durdu. Düzensiz sakalı, cansız saçları ve kirli yü­
zünde tanıdık bir şey bulmaya çalışarak adamın çökük gözle­
rine bakıyordu. Adam şapkasını çıkarıp gülümsedi.
Ve Christine karşısında duran adamın kim olduğunu anladı.
“Baba!” Hemen kollarını babasının boynuna doladı. Diet-
rich de kızını kucaklayıp öyle bir sıktı ki Christine bir an ka­
burgalarının kırılacağını sandı. Ardından Christine’i alnından,
burnundan ve yanaklarından öpmeye başladı.
“Sen son dört yıldır gördüğüm en güzel şeysin!” Gözyaşla­
rı içinde, kızına bakmak için geri çekildi. “Kocaman bir kadın
olmuşsun!”
Babasının saçları Christine’in hatırladığından daha griydi.
Gözlerinin altındaki halkalar bir kömür gibi koyulaşmıştı. Çat­
lak dudakları kupkuru, tırnaklarının arası kir içindeydi. Cılız
bedeninden dökülen üniforması Nazilerinki gibi siyah değil,
Çim yeşiliydi. Babası SS’lerin bir parçası ya da Nazi değildi.
O sıradan bir Alman askeriydi ve şimdi burada, karşısındaydı.
Hayattaydı... Christine babasını elinden tuttu ve içeri çekti.
“Büyükanne!” diye bağırdı büyükannesinin odasının kapı­
sına vururken. “Kalk! Babam geldi!” Ardından babasını mer­
divenlerden yukarı çıkardı.“Anne! Kalkın! Babam geldi!”
Christine ve babası üst kata, Rose’un yatak odasına doğru
koştular. Kapıya vardıklarında Rose’la burun buruna geldiler.
Rose, sıkı Fransız topuzunu açmış kırmızı, uzun dalga dalga
saçlarını omuzlarından aşağı salmıştı. Yıpranmış eski sabah­
lığını göğsüne bastırıp onu olduğundan yaşlı gösteren uykulu
gözlerini kırpıştırdı. İlk başta koridorda bir asker gördüğü için
küçük bir şok geçirse de Christine’in mutluluktan havaya uça­
rak adamın elini tuttuğunu görünce her şeyi anladı. Elleriyle
ağzını kapadığında çenesi tir tir titriyordu.
“Dietrich?” Karşısında bir hayalet varmış gibi, titreyen
eliyle kocasına dokunmak için yaklaştı. “Gerçekten sen mi­
sin? Tanrım... Yaşıyor musun?”
“Benim.” Dietrich elini uzatınca Rose da kocasının elini
yakaladı. Avucunu kapadığında parmaklarını öyle sıkıyordu
ki eklem yerleri bembeyaz olmuştu. Sanki kocasını her an
yeniden kaybetmekten korkar gibiydi. Birbirlerine sımsıkı sa­
rıldılar ve Rose hıçkırıklar içinde ağlamaya başladı. Boğazın­
daki yumruyu yutmaya çalışırken Christine’in de gözleri yaş­
larla dolmuştu. Annesi Tann’ya defalarca şükrederken babası
yüzünü annesinin saçlarına gömmüş gülümsüyordu. Koridora
koşan Maria, Kari ve Heinrich iri iri açtıkları gözleriyle saba­
hın köründe yaşanan kargaşaya bir anlam yüklemeye çalışı­
yorlardı. Dietrich karşısında çocuklarını görünce tüfeğini bı­
rakıp yere diz çöktü ve kocaman gülümsedi. Kari ile Heinrich
uzun zamandır nerede olduğunu bilmedikleri babalarının eve
döndüğünü sonunda anlayabilmişti. Çocuklar babalarının açık
kollarına doğru koşarken, Maria eliyle ağzını kapatıyordu.
“Bu kadar büyüdüğünüze inanamıyorum!” Dietrich oğul­
larına sarılırken kızlarının soluk yanaklarını okşuyordu.
“Almanya’nın en güzel kızları benimkiler! Sürekli yüzünüzü
hayal ettim. Zaten Christine’in sarı saçları, Maria’nın mavi
gözleri, Karl’ın çilleri ve Heinrich’in dişlek gülümsemesi ol­
masa ayakta duramazdım.” Dietrich bir kahkaha attıktan sonra
kolunu karısının omzuna atıp yanağını öptü. “Tabii, annenizin
fotoğrafı olmasa çoktan delirmiştim.”
Bu sırada şalını geceliğinin üzerine geçiren büyükanne, cı­
lız eliyle korkuluğa tutunarak basamaklardan aşağı iniyordu.
Dietrich merdivenlerin başına koşup annesini karşıladı.
“Evine hoş geldin, Dietrich!” Büyükannenin gözleri ya­
şarmıştı. “Tanrım... Ne güzel bir sürpriz. Hoş geldin oğlum,
evine hoş geldin.”
Dietrich büyükanneye sarılıp onu diğerlerinin yanına gö­
türdü. “Babam nerede?”
Büyükanne titrek sesiyle fısıldadı. “Ah... Haberler hiç iyi
değil. Hava saldırısı sırasında öldürüldü.”
“Hayır...” Dietrich çökük omuzlarıyla annesine sarılıp ağ­
lamaya başladı. “Nasıl oldu?”
“Ahır yanıyordu,” dedi Rose. “Babam olmasaydı evimiz
cayır cayır yanacaktı.”
Dietrich yanma gidip karısına sarıldı. “Çok üzüldüm.”
Sonra geri çekildi, gözlerini kapadı ve ani, öldürücü bir baş
ağrısı çekiyormuş gibi parmaklarım burun kemiğine bastırdı.
“Bu lanet savaş... Daha yetmedi mi?”
“Baban mutsuz olmamızı istemezdi, Dietrich,” dedi
büyükanne. “İyi olduğunu görse ne kadar mutlu olurdu.
Biliyor musun, seni sağ salim görebilmek için her gece dua
ederdi. Evine gelip ailenin başında durman için...”
Birkaç dakika boyunca, tüm aile birlikte mutfağa inene ka­
dar, koridor gözyaşları ve kahkahalarla inledi. Dietrich evyede
elini yüzünü yıkarken, Rose odun ocağını yakıp tencereye su
doldurdu.
“Özür dilerim, anne. Ama babamı görünce tüm yumurtaları
düşürdüm.”
Rose kızına bakıp gülümsedi. “Sorun değil, hayatım. Ben
olsam ben de düşürürdüm.”
Christine patatesleri dilimledikten sonra kalan sucukları
demir kızartma tavasına koydu. Maria tavaya soğan eklerken
annesi sofrayı kuruyordu. Christine daha önce annesinin mut­
fakta sabahlığıyla dolaştığını hiç görmemişti. Ve babası gitti­
ğinden beri ilk defa kahkaha atıyordu. Aynı anda konuşan Kari
ve Heinrich babalarına sirenleri anlatıyor, asker olmakla ilgili
sorular soruyorlardı.
Dietrich yüzünde tatminkâr bir gülümsemeyle annesi ve
oğullarıyla birlikte mutfak masasında oturuyordu. Bir yan­
dan çocukların sorularına cevap verirken diğer yandan kah­
valtı hazırlayan karısı ve kızlarını izliyordu. Christine baba­
sının gülümserken gözlerinin eskisi gibi olmadığını fark etti.
Gözlerindeki o afacan parıltı yok olmuş, yerine acı ve hüzün
gelmişti. Zavallı babası dört yılda on yaş yaşlanmış gibi gö­
rünüyordu.
Ama yemeğini yerken ve çayını yudumlarken sırıtması
bir an bile kesilmemişti. Dietrich her birine büyük bir merak
ve minnetle bakıyordu. Christine’i neredeyse ağlatacak bir
Ellen Marie Wiseman — 2 7 5

minnetle... Kısa bir süre boyunca, her şey normal gibiydi.


Christine kendini bırakıp anın tadını çıkarmaya karar verdi.
Vücudu gevşemişti, ailesinin sevgisi onu sarıp içine sıcacık
bir güven yerleştirirken mutluluğu en küçük parçasına ka­
dar hissedebiliyordu. Christine bir an için her şeyi unutup
babasına odaklandı. Babası hayattaydı ve iyiydi. Tüm ailesi
yanındaydı ve sakin huzurlu bir sabah vakti sıcacık çaylarını
yudumluyorlardı.
“Neredeydin baba?” diye sordu Heinrich.
“Rusya’da.”
“Stalingrad’daki Altıncı Ordu’da miydin?” dedi Christine.
“Evet,” dedi Dietrich, çayına bakarak. “Rusya’da, Altıncı
Ordu’daydım.”
“Ne oldu?” diye devam etti Heinrich. “Sizi nasıl yakaladılar?”
“Hitler geri çekilmemize izin vermedi. Ruslar etrafımızı
sardı. Yapabileceğimiz hiçbir şey yoktu. Teslim olmak zorun­
da kaldık.”
“Ivan sizi hapse mi attı?”
Rose elini Heinrich’in koluna koydu. “Şişşt. Baban şimdi
bunları konuşmak istemiyor. Yemek yemesi lazım.”
“Önemli değil,” dedi Dietrich, elini havada sallayarak.
I “Evet, savaş kampının hapishanesine gönderildik. Ama ora­
ya kadar yürümek zorundaydık. Günlerce yürüdük. Dondu­
rucu bir soğuk vardı. Hatta karların üzerinde uyuduğumuz
bile oldu.” Rose ayağa kalkıp kocasının boş fincanını doldur­
duktan sonra son patates parçasını tabağına koydu. “Teşekkür
ederim, hayatım. Hiç bu kadar leziz bir şey yememiştim.” Di-
2 etrich karısını kolundan yakaladı ve onu kendine çekip öptü.
“Sonra ne oldu baba?” diye sordu Heinrich. “Sadece ek­
mek ve suyla mı yaşadınız?”
“Hayır. Günde bir kere azıcık çorba veriyorlardı. Yanında
da küçük bir ekmek.” Dietrich çatalıyla kahverengi patate­
sin son parçasını almak için tabağını eğdi. Son lokmasını da
yedikten sonra Rose boş tabakları topladı ve evyeyi sabunlu
suyla doldurdu. İşini yaparken, gerçekten orada mı diye bir
yandan kocasına bakıyordu.
“Hapiste ne kadar kaldın?” dedi Christine.
Dietrich ağzını sildi ve kollarını koltuk kenarlarına koya­
rak arkasına yaslandı. “Sanırım bir yıldan fazla. Zamanı takip
edebileceğim bir şey yoktu. Sonbahara girmek üzere olduğu­
muzu biliyorum, ama tam olarak hangi aydayız bilmiyorum.”
“Ağustos,” dedi Maria.
“Ruslar seni serbest mi bıraktı?” diye sordu Christine.
Ama Rose araya girdi. “Bu kadar soru yeter. Babanızın bi­
raz dinlenmesine izin verin.”
“Kesinlikle. Çocuklar meraklı.” Dietrich öne doğru eğildi
ve tuzluğu eline alıp daha önce hiç görmemiş gibi incelemeye
başladı. “Serbest bırakmadılar. Kaçtım.”
Mutfaktaki herkes aynı anda nefesini tuttu. Rose elindeki
bulaşık bezini kalbinin üzerine bastırıp sertçe tabureye oturdu.
Heinrich gözlerini iri iri açmıştı. “Nasıl?”
Büyükanne kendi kendine fısıldadı. “Ah... Yüce Tanrım.”
“Tünel mi kazdın?” diye sordu Kari.
Heinrich eliyle kardeşinin ağzını kapadı. “Hayır mankafa.
Rusya’da tünel kazılamayacak kadar çok kar var.”
Abisinin elini yüzünden çekmeye çalışan Kari mırıldana­
rak kıpraştı. Dietrich onları susturmak için elini kaldırdıktan
sonra çayının son yudumunu içti. Boş fincanı masaya koy­
du ve eliyle alnını ovdu. Hepsi sessiz bir şekilde babalarının
hikâyesini bitirmesini bekliyordu.
“Sanırım Noel’den önceydi,” diyen Dietrich, tuzluğu tek­
rar alıp parmaklarının arasında döndürmeye başladı. “Söyle­
diğim gibi tam olarak emin değilim. Barakamızdaki adamla-
nn taşınacağı söylendi. Neden ya da ne zaman taşınacaktık
bilmiyorduk. Ama belki daha iyi bir kampa götürülürüz diye
ilk başta bunun iyi bir haber olduğunu düşündük. Birkaç gün
sonra bizi trene bindirdiler. Trende ne kadar uzun kalırsak eve
o kadar çok yaklaşıyoruz demekti. Sanırım o yük vagonunda
beş gün kadar kaldım.”
“Aşağı mı atladın!” diye bağırdı Kari.
“Şişşt...” Heinrich kardeşini susturdu. “Bir izin ver de bi­
tirsin!”
“Üç gün sonra,” diye devam etti Dietrich, “treni durdular.
Ve bizi bilmediğimiz bir yerde indirip karda sıraya geçmemizi
söylediler. Bazı adamların kıpırdayacak gücü kalmamıştı, va­
gondan bile inemiyorlardı.” Dietrich avucuna biraz tuz döküp
elini diline götürdü. Christine bu harekete ilk başta bir anlam
veremese de sonradan babasının yıllardır tuz tatmadığını anladı.
“Sonra ne oldu?” diye sordu Heinrich.
“Trenden indik. Bize biraz temiz hava aldıracaklar sandık.
Ya da belki karda kendimizi temizlememize izin verirler diye
düşündük. Ancak Ruslar birden tüfeklerini kaldırıp rastgele
ateş etmeye başladı. Bazı adamlar koşup vagonlara tırmanmak
istediyse de vuruldular. Ben hiç hareket etmeden bekledim.
Ruslar işleri bittiğinde trene geri binmemizi emretti. Yere dü­
şen adamları karda ölüme terk edip devam ettik.”
Kari babasının yanına yanaşıp başını koluna dayadı. Diet-
rich kolunu ona sarıp oğlunun elini tuttu ve nasırlı avucundaki
küçük solgun parmakları izledi.
“Trene bindiysen nasıl kaçtın baba?” diye sordu Heinrich.
Dietrich, Kari’m başını öptü ve taburede oturmuş kucağın­
daki bezi katlayıp açan karısına bir bakış attı. Ama Rose ona
bakmıyordu.
“Tren ikinci kez yavaşladığında yük vagonunun iki yanında
ağaçlar olduğunu görebiliyordum. Bir ormanın ortasındaydık.
Ve başımıza ne geleceğini biliyordum. Vurulmaya niyetim
yoktu. Bu yüzden aşağı inmemiz söylendiğinde trenin altına
saklanıp ormana doğru koşacaktım. Arkadaşım da kaçmak
istiyordu. Tren durup kapılar açıldığında aşağı atlayıp trenin
altına girdik. Ve diğer yanından çıkıp koşmaya başladık. As­
kerler bize doğru ateş etti ama bir saniye bile durmadık. Daha
sonra çok fazla silah sesi duyduk, diğer adamların hepsinin
öldürüldüğüne emindik. Bazılan o kadar küçüktü ki...” Di­
etrich durup derin bir nefes aldıktan sonra anlatmaya devam
etti. “Trenin ıslığını duyana dek koşmaya devam ettik. Trenin
uzaklaştığını duyduğumuzda çalıların altına çöktük ve biraz
nefes aldık. Nereye gideceğimizi görebilmek için güneşin
doğmasını beklemek zorundaydık.”
Heinrich soru sormaya devam etti. “Eve nasıl geldin?”
“Alman birliklerinden biri bizi almaya geldi. Bize yemek
ve silah verdiler. Birkaç hafta onların yanında kaldıktan sonra
yürüyerek Ukrayna’yı ve Polonya’yı geçtik. Almanya’ya var­
madan arkadaşımla yollarımızı ayırdık. Ailesi Leipzig’deydi,
o yüzden o kuzeye gitti, ben de güneye devam ettim.”
Christine derin bir iç çekip nefesini tuttu. Demek ki
oluyormuş, diye geçirdi içinden. Mutfakta çıt çıkmıyordu.
Rose başını hâlâ yerden kaldırmamıştı.
“Ve şimdi evdesin!” diye bağırdı Kari, sonunda ellerini bir
sihirbaz gibi havaya kaldırarak. Herkes kahkahalarla gülerken
Dietrich’in yüzündeki gülümseme aniden yok olmuştu.
“Yarın orduya haber vermek zorundayım.” Tepkisini gör­
mek için karısına baktı. Rose sonunda başını kaldırıp ona baktı.
“Belki eve dönmene izin verirler? Sonuçta sen görevini
yaptın. Kendini feda ettin.”
“Üzgünüm. Keşke öyle bir şey olsaydı. Ama Almanya
sınırlarına döndüğümüzde kimliklerimizi göstermek zo­
runda kaldık. Döndüğümüzü kısa sürede merkeze iletirler.
Eğer kendim haber vermezsem beni hapse atarlar. Başka
seçeneğim yok.”
Rose hiçbir şey söylemeden ayağa kalktı. Ocağın yanında­
ki odun yığınlarına doğru yürüdü ve ateşe bir odun daha attı.
Rose, Christine ve Maria bulaşıkları yıkarken büyüyen alev­
ler mutfaktaki sessizliği bozuyordu. Dietrich ile çocuklar bez
ve düğmelerle masada kızmabirader oynuyordu. Son tabak da
yıkanıp kaldırıldıktan sonra Rose, Dietrich’in metal küvette
yıkanabilmesi için herkesi mutfaktan çıkardı.
Maria ve büyükanne bahçede, Kari ve Heinrich salonday­
ken Christine bu fırsatı kaçırmayıp Isaac’i görmeye koştu.
Ona götürebileceği tek şey, annesi mutfağa girmeden önce
kesip cebine attığı bayat bir ekmek köşesiydi. Christine giz­
li bölmenin kapısını açtığında, Isaac en uç tarafa çömelmiş-
ti. Suratı kaskatı kesilmiş, gözbebekleri kocaman olmuştu.
Christine’i gördüğünde sesli bir şekilde nefes verdi ve sırtını
duvara yasladı.
Christine hemen Isaac’e yaklaştı. “Ne oldu?”
“Çok ses duydum. Merdivenlerden ayak sesleri ve bağırış­
lar geldi. Ne olduğunu anlayamadım! Gelen sen misin yok­
sa... Emin olamadım işte.”
“Tanrım!” Christine elini kalbine koydu. “Çok özür dile­
rim. Korkacağını düşünemedim. Bağıran bizdik. Çünkü ba­
bam eve döndü!”
“Ah... Demek o sesler ondanmış. Çok güzel bir haber!
Uzun zamandır güzel bir haber almamıştık.”
“Rusya’da tutsak düşmüş. Ama kaçıp Ukrayna ve Polonya
boyunca yürümüş. Yani yürüyerek kaçılabiliyormuş.”
“Baban Alman askeri, Christine. Üniforması ve belgeleri
var. Akimdan neler geçtiğini biliyorum ama biz kâğıtlarımız
olmadan kaçmaya çalışacağız.”
“Biliyorum, onu da düşündüm. Alt katta bir sürü üniforma
var. Waffen-SS\ yüzbaşı üniformaları... Sana uyan bir tane
bulacağım. Ben de senin eşinmişim gibi davranacağız. Subay
üniforması giyersen kimse sana soru sormaz.”
Isaac bir süre kaşlarını çatarak düşündü. “Bilmiyorum
Christine. Belki de tek gitmeliyim.”
“Eğer gidersen ben de seninle geleceğim. Senin... Tannm
düşüncesine bile dayanamıyorum.”
“Kimliklerimiz yok. Hem bırak bir subayı, neden bir asker
karısıyla birlikte yürüyerek ülkeden çıkmak istesin? Paramız
ya da trene binme iznimiz de yok.”
“Bilmiyorum.” Christine yere baktı. “Ne yapacağımı bil­
miyorum. Burada kalmalı mısın, yoksa gitmeli miyiz emin
değilim. Hiçbir şey bilmiyorum.”

* Waffen-SS: Nazi Almanyasf nda SS’in sonradan kurulma iki askeri kolun­
dan biridir. (Çev. N.)
Isaac parmaklarını Christine’inkilere geçirdi. “Çok şey
yaşadın. Henüz babanın yaşadığı fikrine alışmaya zamanın
bile olmadı. Şimdi bunu düşünmek zorunda değiliz. Zama­
nımız var.”
Christine gözlerini kuruladı. “Evet haklısın. Eğer planımı­
zın kusursuz bir şekilde işlemesini istiyorsak oturup adam­
akıllı düşünmeliyiz. Ama şimdi kimse yokluğumu fark etme­
den aşağı inmek zorundayım.”
O akşam, herkes yatağına gittikten sonra Christine anne ve
babasıyla birlikte salonda kaldı ve babası evden ayrıldıktan
sonra yaşananlar hakkında konuşmaya başladılar. Christine
köşedeki üniforma yığınını düzenliyormuş gibi yaparken bir
üniformayı kaldırıp diğerlerinin yanma koyuyor, Isaac’e uy­
gun ceket ve pantolon arıyordu. Rose kucağında kocasının
üniforması, elinde gümüş renk yüksük, iğne ve yeşil iplik ile
koltukta oturuyordu.
“Benim birliğimdeki çoğu adam öldü. Ya da kampa gön­
derildi.”
Christine üniformaların yanından çekildi ve babasına yak­
laştı. “Nasıldı baba, anlatsana,” dedi ve elinde siyah bir yüz­
başı ceketiyle annesinin yanına oturdu.
“Yatağına gitmelisin, Christine. Bunları duymaman gerek.”
“Ben artık bir yetişkinim, baba. Yaşadıklarını duymak, ne­
ler olduğunu bilmek istiyorum. Kimse yaşanılanlardan bah­
setmezse gelecekte bir şeyleri nasıl değiştireceğiz? Görmez­
den gelip bitkin düşene kadar çalışmak hiç kimsenin işine
yaramadı.”
“Senin büyüdüğünü unutmuşum. Kaç yaşındaydm?”
“Birkaç hafta sonra yirmi üç olacağım.”
Dietrich hüzün dolu gözlerle kızının yanağını okşadıktan
sonra anlatmaya başladı. İlk başta tereddüt ederek konuşu­
yordu, ama sonra sanki aklını boşaltmaya ihtiyaç duyar gibi
hızlandı.
“Stalingrad’a girmemiz emredilmeden önce boş, karlı ara­
zide terk edilmiş hissediyorduk. Yeterli donanımımız yoktu.
Kıyafetlerimiz soğuğa karşı dayanıklı değildi. Ayaklarımızda
doğru dürüst postal bile yoktu. Kar fırtınaları bitmek bilmi­
yordu, uçaklarımız aylarca yemek ve diğer malzemeleri geti­
remedi.”
“Hiçbir şey yemeden nasıl hayatta kaldınız?” diye sordu
Rose.
“Herkes kalamadı. Binlerce adam öldü. Kuş ve tavşan ya­
kalamaya çalıştık, ama bir süre sonra onlar da ortadan kaybol­
du. Ara sıra biri yaban domuzu yakalardı. Atlarımız olmasaydı
hiçbirimiz hayatta kalamazdık.”
Christine midesinin bulandığını hissetti, aklına çiftçi
Klause’un ölen atı gelmişti.
“Isınmak için ateş yakabiliyor muydunuz?” dedi Rose.
“Evet. Ağaç kesiyorduk. Ama doksan bin adam vardı, yani
ağaçların tükenmesi uzun sürmedi. Sonra ısınacak bir ateşimiz
bile olmadı. İçmek için karı erittik. Yıkanamıyorduk. Bitlen­
meye başladık. Geceleri bitler donsun diye üniformalarımızı
çıkarıyorduk. Isınmak için bir araya toplaşıyorduk. Ama her
sabah grubun bir köşesinde, uyurken donan ölü adamlar bu­
luyorduk.”
Rose bir iç çekti. “Ah Tanrım...”
“Baba? Yahudilere ne yaptıklarını size söylediler mi?”
“Hayır kızım. Ben sadece piyade eriyim. Yani oyundaki bir
piyon. Çelişkili hikâyeler duydum. Bir savaştan diğerine gi­
derken yük vagonları insanlarla dolu trenler gördük. Komuta­
nımız başka bir yere yerleştirileceklerini ve ellerinden alman
hakların geri verileceğini söyledi. Ama başka söylentiler de
vardı. Korkunç söylentiler... Neden ki? Bir şey mi duydun?”
Christine kendi kendine, keşke babama doğruyu söyleye-
bilseydim, dedi. “Ben de korkunç şeyler duydum. Bauerman-
lan da götürdüler.”
Dietrich alnını kırıştırarak karısına baktı. “Bu doğru mu?”
“Evet. Geçen yıl tüm Yahudiler Hessental’dan yok oldu.”
“Tanrım...” Dietrich başını iki yana salladı. “Unutmamanı
istediğim bir şey var, Christine. Savaş bazılarını fail, bazılarını
suçlu kılar ama sonuç olarak herkesi mağdur eder. Cephedeki
tüm askerler, Hitler ve fikirleri için savaşmıyordu. Bu asker
savaştaysa, bu savaşa inandığı anlamına gelmez. Geri çekil­
memize izin vermediklerinde ve Yahudiler hakkında çıkan
söylentileri duyduğumuzda yüzlerce asker, ölünce üzerimizde
bulunmasını umarak, Nazi karşıtı mesajları yazıp ceketlerimi­
zin astarlarına tutturduk.”
Dietrich ayağa kalkıp Rose’un kucağındaki üniformayı aldı.
Ceketinin ucundaki ipliği çekti ve kırışmış sarı bir kâğıt çıkardı.
Ardından kâğıdın katlarını açıp sesli bir şekilde okumaya başladı.

Ben Almanya Hessental’dan Dietrich Bölz.

Bu kâğıdı buraya koyma sebebim, ben ve arkadaşlarımın


büyük bir kısmının Hitler’in politikasına katılmadığını
göstermektir. Stalingradda teslim olmaya mecbur bıra­
kıldığımızın farkında olduğumuzun bilinmesini istiyoruz.
Ama bize devam etmekten başka bir çare bırakmadılar.
Gerçek savaşın suçu ve korkusu cephede savaşan askerlerin
omzundayken, gerçek suçluların sığmaklarda saklanıp dünya
için ölüm kararı verdiğini tüm dünyaya söylemenizi istiyoruz.

Dietrich notu okumayı bitirdiğinde Rose kocasının kolunu


tuttu. “Ordunun ne dediği umurumda değil. Gitmeni istemi­
yorum! Hiçbir şey duymadığımı söyleyeceğim. Bırak sana bir
şey olduğunu düşünsünler!”
“Peki ya sonra?” diye sordu Dietrich, ifadesiz bir şekilde
karısına bakarak. “Gelip beni tutuklamalarım bekleyerek bu­
rada mı kalacağım?”
“Hayır!” Rose’un çenesi titriyordu. “Çatı katında saklanır­
sın! Eğer sana bakmaya gelirlerse duvardaki gizli kapıya sak­
lanırsın. Üniformanı diğerlerinin yanma koyarız. Asla... Asla
haberleri olmaz!”
Christine tırnaklarım kucağındaki cekete geçirdi.
“Savaş böyle devam ederse çatı katma Kari ve Heinrich’i
saklamak için ihtiyacın olabilir. Ayaklarının üzerine basan
herkesin eline tüfek veriyorlar.”
“Özür dilerim,” dedi Christine, titreyen bacaklarıyla ayağa
kalkarak. “Çok yorgunum. Artık yatağıma gitsem iyi olacak.”
“İyi geceler. Ben de birazdan yatacağım. Kendi yatağımda
uyumak için sabırsızlanıyorum.”
“İyi geceler, baba,” dedi Christine, babasının yanağını
öperek. “Eve döndüğün için çok mutluyum. Sana da iyi
geceler, anne.” Christine odadan çıkarken koşmamak için
kendini zor tuttu. Tabii ki babam saklanmayı reddedecek, dedi
kendi kendine. Ah babacığım, kalmanı ne kadar çok isterdim.
Ama kalırsan Isaac’i ne yapacağım? En azından bir gecem
daha var. Bu gece babam yatağında uyuyacak. Peki ya sonra?
Isaac’le gitmek zorunda mı kalacağız? Christine kapıya
vardığında annesinin seslendiğini duydu.
“Christine?”
Christine kalbi boğazında atarken arkasına döndü. “Efen­
dim?” Sesinin titremesine engel olmaya çalışıyordu.
“O üniformayı ne yapacaksın?”
Christine başını aşağı indirdi. Siyah subay ceketi hâlâ iki
elinin arasındaydı.

L
^/¿rrrwÇfâcrtsıci'ÇÎ&cUiisTV

'—

az rüzgân, komşunun horozunun sesi ve St Michael’ın saat


Y başı çalan çanıyla birlikte mutfağm açık penceresinden içeri
giriyordu. Gecenin yorgun havasının yerini hafif rüzgârlar almış,
sıcak ekmek kokulan tüm odalan sarmıştı. Rose şafak sökmeden
önce ekmek pişirmesine yardım etmesi için Christine’i kaldırdı.
Aslında çavdar ekmeği için ayırdığı son unu ay sonuna kadar kul­
lanmamayı planlamıştı ama giderken kocasına yolluk hazırlamak
için tüm unu kullanmaya karar verdi.
Dietrich mutfağa vuran güneş ışığının altındaydı. Yeni yı­
kanıp tıraş olmuş, geriye taradığı grileşen saçları bir deri bir
kemik yüzünü daha çok ortaya çıkarmıştı. Yeni dikişleri belli
olan tertemiz üniformasını üzerine giymiş, ayaklarına iş botla­
rını geçirmişti. Botlarının kuru derileri çatlamış, tabanı yıpra­
nıp incelmişti. Yine de eve geldiği postallardan bin kat iyi du-
rumdalardı. Rose iki eliyle kocasının yüzünü tutup gülümsedi.
“Hâlâ çok yakışıklısın!” Kocasının dudaklarını öptükten
sonra tekrar ocağa doğru eğildi.
Masada oturan Kari ve Heinrich, gözlerini babalarından
alamıyordu. Ara sıra birbirlerine ve Christine’in önlerine koy­
duğu tabaklara baksalar da bakışları eninde sonunda tekrar
babalarına dönüyordu. Dietrich sessiz ve sert bir ifadeyle eski
matarasını suyla doldurduktan sonra künyesini kafasından ge­
çirip savaş bıçağını deri kılıfına soktu.
“Gel baba,” dedi Christine. “Otur da kahvaltını et.”
Dietrich iki eliyle üniformasını düzeltip Heinrich’in yanma
oturdu. Kari ve Maria hemen karşısında, büyükanne ve Chris­
tine ise masanın diğer uçundaydı.
Dietrich oğullarına döndü. “Artık anneniz size emanet.
Ben yokken epey büyümüşsünüz. Ben gelene kadar bu evin
erkeği siz olmak zorundasınız.”
Christine babasının tabağına haşlanmış iki yumurta koydu.
Tavuklar, böcek ve sebzelerle beslendiği için parlak yumurta
sarıları kopkoyuydu. Christine babasının en sevdiği fincanı
sütle doldurduktan sonra ona bir dilim reçelli ekmek uzattı.
Rose nane çayıyla dolu, buharlar çıkaran çaydanlığın sapına
bir bez geçirip çaydanlığı masanın ortasına bıraktı ve kocası­
nın yanma bir sandalye çekti. Aile tek kelime etmeden kahval­
tısını ederken, köyün merkezinden gelen sesler sessizliği bo­
zuyordu. Çocuklar kahvaltılarını çoktan bitirmelerine rağmen
masadan kalkmadılar. Sanki babalan bir hayal ürünüymüş
gibi aniden kaybolmasını bekleyerek onu izliyorlardı.
Sessizliği bozan ilk kişi Maria oldu. “Seni bu sefer nereye
gönderecekler?”
Rose keskin bir nefes alıp yerinden kalktı ve masayı topla­
maya başladı. Christine annesinin kirli tabaklan toplayıp kulla­
nılmış çatal bıçakları alışını izledi. Annesi masada oturmadığı
için içten içe duyduğu tuhaf rahatsızlık yüzünden şaşırmıştı.
“Anne oturup babamla sohbet etsene. Ben sonra mutfağı top­
lanın.” Annesine yardım etmesi gerektiğinin farkındaydı, ama
ev işleri tüm gün bekleyebilirdi. Babası tekrar gidip de olağan
endişelerine dönmekten başka bir seçenekleri kalmayana dek.
Ama o annesinin neden oturmadığını biliyordu. Ev, annesinin
kontrol edebildiği tek şeydi. Yemek yapmak, bulaşık yıkamak,
çamaşırları katlamak, yerleri ovmak, tüm bunlar onun kontrolü
altındaydı. Günlerinin her dakikasını meşgul kılan bu işleri tam
ve kusursuz bir şekilde yapmak, neler olacağını bir türlü tahmin
edemediği hayatla baş etmek için bildiği tek yoldu.
Rose evyenin başında bulaşıkların üzerine su akıtırken du­
daklarını birbirine sıkıca bastırmıştı. Suyu kapadı ve tek eli
musluğun üzerinde uzun bir süre evyeye baktıktan sonra ma­
saya geri döndü.
“Nereye gönderileceğimi bilmiyorum. Birkaç gün bekle­
memi de söyleyebilirler. Ama sanmıyorum, ellerindeki asker
sayısı giderek azalıyor. Eminim hemen görevime dönmemi
söyleyeceklerdir.”
“Ne zaman gideceksin?” diye sordu Heinrich, kısık bir sesle.
“Keşke tüm gün burada sizinle oturabilseydim. Ama he­
men gitmek zorundayım. Stuttgart trenini yakalamak için saat
tam onda istasyonda olmak zorundayım.” Dietrich ayağa kal­
kıp fincanını evyeye bıraktı ve son bir kez bakmak için aile­
sine döndü.
Dudaklarını büzen küçük Kari, yüzünü kapadığı ellerinin
arasından babasını izlerken Heinrich ayağa kalkıp babasının
karşısına dikildi. Ve gayet ciddi bir ifadeyle sağ elini uzattı.
“İyi şanslar babacığım,” dedi yüksek sesle, “sen hiç merak
etme. Dönene kadar her şeyle ben ilgileneceğim.” Dietrich gü­
lümsedi ve oğlunun elini sıktı. Rose, Karl’a sarılırken gözleri
doldu. Christine boğazında acı bir düğüm hissediyordu.
“Gözüm asla arkada kalmayacak, Heinrich. Siz Kari’la
birlikte evimize göz kulak olduğunuz sürece endişeleneceğim
hiçbir şey yok.”
Kari aniden yerinden fırlayıp, gitmesine engel olmak iste­
yerek, kollarını babasının beline doladı. Rose titreyerek yanla­
rına geldi, her ne kadar solgun görünse de sesi hâlâ güçlüydü.
“Buraya gel, Kari. Baban gitmek zorunda. Yine de onu is­
tasyona kadar geçirebiliriz.” Rose elini oğlunun omuzlarına
koydu, ama Kari masaya geri koşup yüzünü kollarına gömdü.
“Özür dilerim,” dedi Dietrich.
“Sen özür dileyecek bir şey yapmadın. Hiçbiri senin ha­
tan değil.” Rose kocasına uzun uzun sarıldı. Christine annesi­
nin artık ağlamadığını fark etti. İçindeki azim geri dönmüştü,
omuzları ve başı dimdik duruyordu.
“Artık gitsen iyi olacak. Seninle istasyona kadar gele­
ceğiz.”
“Ben kalıp mutfağı toplayacağım,” dedi büyükanne. “Sizi
yavaşlatmayayım.” Christine’in aklına ona yardım etmeyi
teklif etmek geldi. Kendini Isaac’in yanma çıkmak için fırsat
kollamaya o kadar şartlamıştı ki herkesin evden ayrılmasını
beklemeyi bir alışkanlık haline getirmişti. Özür dilerim Isaac,
diye geçirdi içinden. Babamı bir daha ne zaman göreceğim
bilmiyorum. Hatta bir daha görebilecek miyim, ondan bile
emin değilim. Bu yüzden hâlâ zamanım varken babamın ya­
nında olmalıyım. Kahvaltı için ben dönene kadar beklemek
zorundasın.
Rose uçlarından bağladığı eski, pamuk bir çarşafı kocası­
nın omzuna bir bohça gibi astı. Çarşafın içine sıcak bir çavdar
ekmeği ve keçi sütüyle dolu kapaklı bir teneke kutu koydu.
Ekmeğin yanma yerleştirdiği kutunun sabit durması için kutu­
yu bir bez, iki çift çorap ve bir çift eldivenle destekledi. Ve sa-
bahtan haşlayıp gazete kâğıdına sardığı dört yumurtayı sıcak
ekmeğin üzerine sıkıştırdı.
“Süte dikkat et, dökme.”
Dietrich ilk önce büyükanneye sarıldı. “Kısa bir süre sonra
görüşeceğiz, anne. Kendine dikkat et.”
Dietrich önde karısı ve çocukları arkada koridora çıktı. Bir
cenaze merasimi gibi merdivenlerden aşağı, çıt çıkarmadan,
tek sıra halinde yürüyorlardı.
Dört basamak kala, Christine giriş kapısının sertçe çalın­
masıyla yerinden sıçradı. Birden dengesini kaybedip geriye
doğru gitti, neredeyse düşecekti. Gözleri giriş kapısının üze­
rindeki kırmızı mavi cama iliştiğinde, camın arkasında güne­
şin altında parlayan üç silüet olduğunu gördü. Kapının işlen­
miş demir ızgaralarından dışarıda bekleyen gölgelerin erkeğe
ait olduğu belli oluyordu. Christine yüreği ağzında, basamak­
larda durdu. Başçavuş ve silahlı askerleri geri dönmüştü.
Dietrich hızla ailesine döndü. “Hepiniz,” dedi emreder bir
tavırla. “Yukarı!” Christine bir an kıpırdayamadı, ama sonra
diğerlerini de peşine katarak dönüp yukarı koştu. Annesi ve
kardeşleri hızla mutfağa girerken Christine koridorda durdu.
“Gel Christine!”
“Neler olduğunu duymak istiyorum anne.” Dinlemek zo­
rundaydı, babası askerleri gitmeleri için ikna edebilecek miydi
öğrenmek zorundaydı. Tekrar yukarı gelip gelmeyeceklerini
bilmeliydi. Ancak kalbi bu belirsizliği kaldıramazdı, mutfakta
saklanıp hiçbir şeyden habersiz kaderini bekleyemezdi. Rose
mutfak kapısını kapatıp isteksizce kızının yanma geldi. Ve bir­
likte hareket etmeden -hatta nefes bile almadan- açılan kapıyı
dinlediler.
“Heil Hitler!” dedi Dietrich.
“Heil Hitler! Günaydın Onbaşı Bölz. Evinizi aramaya...”
Christine kulaklarında atan kalp atışları yüzünden baş­
çavuşun cümlesinin sonunu duymamıştı. Ama annesinin ko­
caman açılan gözlerinden, babasının ikinci aramayı durdura­
madığını anladı. Neden durduracaktı ki? Saklayacak hiçbir
şeyi yoktu. Ailesinin bir şey saklamadığından da emindi. An­
nesi, babalarının ilk aramadan haberinin olmaması için çocuk­
larını sıkı sıkı tembihlemişti. Onu endişelendirmemeye karar
vermiş, kocasının boş yere sinirlenip daha da üzülmesinden
korkmuştu. Babama Isaac ’ten bahsetmeliydim, diye düşündü
Christine. Eğer haberi olsaydı, askerleri durdurmaya çalışa­
bilirdi. Belki ne yapacağını bilirdi.
Ama artık çok geçti. Babası askerlerin içeri girmesine izin
vermiş, adamları evlerine, üst kata sokmuştu. Christine baba­
sını suçlayamıyordu. Çünkü babasının, bunun bir formalite
olduğunu ve onlarla işbirliği yaparsa askerlerin kısa süre son­
ra gideceğini düşündüğünü biliyordu. Kızının ölüm fermanını
imzalıyor olabileceğinden haberi bile yoktu. Christine asker­
ler merdivenlerden çıkarken elleriyle kulaklarını kapadı.
“Ne oldu?” Rose kızının ellerini kulaklarından çekti. “Sa­
kin ol, Christine. Korkmana gerek yok. Baban burada. Sakla­
yacak hiçbir şeyimiz yok.”
Kısa bir süre sonra Dietrich, arkasında başçavuş ve silahlı
askerlerle birlikte merdivenlerin başında belirdi. Askerlerden
biri, tüfeğini almıştı.
“Bu beyler evi aramaya gelmiş. Sanırım çalışma kampın­
dan bir tutuklu kaçmış.”
Christine göğsünün derinliklerinde hissettiği isterik bir
korkunun, güçlükle bir arada duran kalbini paramparça ettiği­
ni hissetti. Ciğerlerinde ve kamında delikler açılırken, kalbi­
nin parçaları dört bir yana dağılıyor gibiydi. “Baba!” Nefesini
kontrol etmeye çalışırken sesi, istemeden çok yüksek çıkmıştı.
“Bu adamlar zaten gelmişti! Hiçbir şey bulamadılar!”
“Şişşt, sus Christine!” Dietrich koyu gözleriyle çelik gibi
bakışlar atarken şakaklarındaki damarlar atıyordu.
“Tüm evi aramamıza gerek yok, Onbaşı Bölz,” dedi gru­
bun lideri. “Sadece çatı katı.”
O an Christine’in başından aşağı kaynar sular döküldü.
Aniden öğürmeye başlayıp annesinin elini bulmak için uzandı.
Dietrich kenara çekildi. “İstediğiniz gibi arayın, başçavuş.”
Ardından alnını kırıştırarak kızma baktı. “Saklayacak hiçbir
şeyimiz yok.”
Christine ayakta kalıp ileri bakmakta zorlanıyordu. Tüm
koridor fini fini dönmeye başlamıştı.
“Köydeki her evi, her ahin aradık. Ama hiçbir şey bulama­
dık,” dedi başçavuş, Christine’e bakarak. “En son buraya gel­
diğimizde kızınız çok gergindi. Ve kızınızla karınızın aranan
adamın evinde çalıştığını öğrendik.”
Rose bakışlannı Christine’e çevirdi, yüzü aniden kâğıt
gibi olmuştu. Yaklaştı ve kolunu kızının omuzlarına doladı.
Christine’in annesinin nasıl titrediğini hissedebiliyordu. Rose
artık kimin arandığını biliyordu ve bu her şeyi değiştirmişti.
Kamına öldürücü ağrılar giren Christine, nefes borusu tıkan­
mış gibi nefes almakta zorlanıyordu.
Yanlarından geçen başçavuş koridorun tam ortasında du­
rup arkasına döndü.
“Fener verin.” Dietrich mutfağa doğm yürürken başçavuş
askerlerden birine emretti. “Peşinden git.” Asker söyleneni
yaptı ve tüfeğinin ucuyla Dietrich’in her hareketini takip eder­
ken açık kapının girişinde bekledi. Mutfak masasında oturan
büyükanne, Maria ve çocuklar sessizce Dietrich’in gaz lam­
basını yakışını izliyorlardı. Ve Dietrich elinde lambayla tekrar
koridora döndü.
“Beni takip edin.”
Askerler silahlarıyla Christine’e, annesine ve babasına ha­
reket etmesini işaret ettiler. Christine iri gözbebekleriyle baba­
sına baktı. Yapabileceği bir şey olmadığını bilse de buna izin
vermemesi için sessizce yalvarıyordu. Dietrich sert bir ifadey­
le Christine’e bakıp başını hafifçe salladıktan sonra kendini
silahların önüne atarak karısına ve kızına önünden yürümele­
rini söyledi.
Başçavuş basamakları çıkmaya devam etti, üçüncü kata
geldiğinde havayı koklar gibi çenesini yukarı kaldırdı. Kori­
dorun ortasında durup adamlarına çatı katının merdivenleri­
ni indirmelerini emrettikten sonra, diğerlerini de peşine katıp
yukarı tırmandı. Yukarıda, Dietrich’in elindeki gaz lamba­
sını aldı ve çatı katının en ucundan başlayıp alanı yavaşça
arşınladı. Kalın kirişlere, taş duvarlara vuruyor, elindeki fe­
neri her karanlık köşeye tutuyordu. Kitaplığın yanındaki alçak
duvara geldiğinde tahta duvara vurarak ilerlemeye başladı.
Sonra yavaşça başını döndürdü ve Christine’e bakıp bir zafer
kazanmışçasına sırıttı.
Başçavuş kitaplığı baştan ayağa inceledi. Öne doğru ya­
vaşça eğildi ve bir süre durup yeri kontrol etti. Ardından fene­
ri kitaplığın önündeki ahşap tahtalara tutup tekrar Christine’e
baktı. Yüzündeki sırıtma, tuhaf bir şekilde gergin ve sertti.
Christine kısa bir süre sonra fenerin, yerin üzerindeki büyük
kavisli çizikleri aydınlattığını gördü. Kitaplığı her hareket et­
tirdiğinde arkasında kanıt bırakmış ve kendi kendini ele ver­
mişti.
Başçavuş hızla doğruldu. “Kitaplığı çekin!”
Askerlerden biri başçavuşun emrini yerine getirirken di­
ğerleri, sanki kitaplık tahta kol ve bacaklarıyla özgürlük için
koşacakmış gibi, makineli tüfeklerini kitaplığın boş raflarına
çevirdi. Başçavuş gaz lambasının titrek ışığını duvara yaklaş­
tırdı ve başını hafifçe yana eğip duvarı incelemeye başladı.
Eski tahta duvarın üzerindeki küçük kapının hatları solgun bir
yüzdeki taze yaralar gibi belli oluyordu.
“Kapıyı aç!”
Asker kapıyı açtı, gizli bölmeye önce silahı, sonra kendi­
si girdi. Başçavuş belindeki silahı çekip elinde fenerle askeri
takip etti. İkinci asker ise elindeki tüfeği Christinelere doğru
yöneltmişti. Christine içeri giren başçavuş ve askerin yalnızca
belden aşağısını görebiliyordu. Adamların doğrulmasıyla bir­
likte, Christine nefesini tuttu. Yüzü evin ön duvarına dönük
bir şekilde, sessiz ve hareketsizce bekledi. Bir makineli tüfek
ve fener siyah postallı iki çift bacağın üzerinde tuhafça salla­
nıyordu. Hemen sonra başçavuş gizli bölmeden çıktı. Chris­
tine Isaac’in onsuz gittiğini anlamıştı, çatıdan kaçmış ve bir
şekilde karanlıkta gözden kaybolmuştu. Ama sonra başçavu­
şun yüzündeki tatminkâr sırıtmayı fark etti. Ve kalbinin derin­
liklerinden bir şeyin koptuğunu hissetti. Sanki içindeki devasa
buzullar, yerinden oynamış yüreğinin köşelerini çizerek, ye­
rini bilinmedik bir korkuya bırakmıştı. Beyni aniden durmuş
gibiydi. Aynı hissi göğsünde de hissediyordu, göğsündeki bü­
yük baskı kalp ve ciğerlerini garip bir şekilde yavaşlatıyordu.
Başçavuş çenesini yukarı kaldırıp omuzlarını doğrulttu.
Göğsü hızla inip çıkarken tek eliyle, bir konuşmaya hazırlanır
gibi, ceketinin köşesini tutuyordu.
“Çık!”
Isaac iki büklüm bir şekilde içerden çıktı. Ayağa kalkarken
elleri havadaydı. Rose keskin bir nefes alıp kızını korumak
için hızla önüne atladı. Kollarını Christine’i tutabilmek için
geriye doğru uzattı. Başçavuş, Isaac’i kolundan yakaladı ve
bileğindeki dövmeye bakmak için gömleğinin kolunu çekti.
Ve direkt olarak Christine’e baktı. “Bakın burada ne
bulduk?”
“Burada saklandığımı bilmiyorlardı!” diye bağırdı Isaac.
“Kes!” Askerlerden biri tüfeğinin arkasıyla Isaac’in kamı­
na vurdu. Ve Isaac nefes nefese kamım tutup dizlerinin üze­
rine düştü. Başçavuş, Rose’a doğru yürüdükten sonra Rose’u
kenara itip Christine’in gözlerine baktı.
“Bence birileri onun burada olduğunu biliyordu. Yoksa ki­
taplığı önüne kim çekecek?”
Isaac ayağa kalkıp Christine’in önüne geçti. Ancak asker
onu tekrar kenara çekip silahını göğsüne dayadı. “Onların bu­
nunla bir ilgisi yok!” Bu sefer çenesine darbe alan Isaac hafif­
çe sallandı, yere düşmemek için ayakta zor duruyordu.
“Haklısın!” dedi Christine, zar zor nefes alarak. “Ben bili­
yordum!” Öne çıktı, başçavuşa öyle yaklaşmıştı ki neredeyse
burun buruna gelmişlerdi. Ama gözyaşlanndan adamın yüzü­
nü net bir şekilde göremiyordu. “Ailemin haberi yoktu. Onu
buraya ben sakladım! Benim suçum!”
“Hayır!” diye bağırdı Rose. “Yalan söylüyor!”
Dietrich, Christine’i geri çekerek başçavuşla kızının ara­
sına girdi.
“Beni götürün. O daha gencecik bir kız.”
“Hayır, Bay Bölz. Siz ülkenize fevkalade hizmet eden iyi
bir askersiniz. Vatan haini olan biri varsa o da kızınız! Kızınız
bir Yahudi hayranı!” Başçavuş askerlere hemen harekete geç­
melerini emretti. “İkisini de tutuklayın!”
Christine, anne ve babasına döndü. “Özür dilerim. Çok
özür dilerim.”
Rose ellerini ağzına götürürken başını hafifçe sallıyordu.
Dietrich, askerler Christine ve Isaac’i kelepçeleyip çatı katın­
daki kapağa doğru götürürken karısını sımsıkı tutuyordu.
Rose kocasının ellerinden kurtulmaya çalışırken avazı çık­
tığı kadar bağırdı. “Hayır! Bırakın!”
Merdivenlerden inen başçavuşun yüzünde sinsi bir ifade var­
dı. Isaac ve Christine, kelepçeli elleriyle aşağı inerken düşmemek
için dikkat ediyordu. Isaac aşağı indikten sonra kollarım başının
üzerine kaldırıp Christine’i tutmaya çalıştı. Koridora indiklerinde
askerler Christine ve Isaac’i merdivenlerden aşağı itmeye başla­
dı. Başçavuş, Rose ve Dietrich de onları takip etti.
“Christine!” diye bağırdı Rose, başçavuşu itip geçmeye
çalışarak. “Onu götürmeyin! Lütfen kızımı götürmeyin!” An­
cak başçavuş hiçbir şey söylemeden, kollarını açarak Rose’un
önünü kesti. Dietrich karısını tekrar tutup geri çekerken sen
bir ses tonuyla bağırdı.
“Yapma! Seni vuracaklar!”
Ama Rose onun söylediklerini umursamadı. Vahşi bir hayvan
gibi kocasının ellerini tırmalarken kızı için çığlık çığlığa bağın-
yordu. Mutfaktan fırlayan büyükanne, Maria ve çocuklar askerle­
rin peşinden merdivenlerden aşağı indiler. Herkes gözyaşları için­
de Christine’in adını haykırıyordu. Sokağa çıktıklarında askerler
Isaac ve Christine’e brandalı bir kamyona binmelerini emretti.
Makineli tüfeklerinin namluları, sanki göğüslerinden tüfekle­
re uzanan görünmez bir ip varmış gibi Isaac ve Christine’in her
hareketini takip ediyordu. Başçavuş aracın ön tarafına oturdu ve
sürücünün gelmesini bekledi. Kamyonun kontağı çevrildiğinde,
paslanmış metalin kulak tırmalayan gıcırtısı Rose’un çığlıklannı
bastırdı. Devasa araç hafifçe yalpalayıp iki kez istop ettikten sonra
arkasından egzoz dumanlan çıkararak caddeden aşağı hareket etti.
Christine rüzgârla dalgalanan brandadan, ailesini görebi­
liyordu. Kamyon ilerlerken giderek küçülüyor, gittikçe yok
oluyorlardı. Büyükanne çelimsiz kollarını yukarı kaldırmış
gökyüzüne bakıyordu. Dudakları umutsuzluk içinde, hafifçe
aralanmıştı. Annesi haşin, sapkın hareketlerle kendini kocası­
nın kollarından kurtardı. Yüzünü acıyla buruşturmuştu. Yoku­
şun yarısına kadar koştu ve sonra yavaşça elleri ve dizlerinin
üzerine düştü. Christine gözlerini sımsıkı yumdu. Bu man­
zaraya daha fazla bakamıyordu. Ama şahit olduğu her sahne
gözlerinin önünde tekrar tekrar oynamaya devam ediyordu.
n dakika sonra tren istasyonunun yanındaki barakalara
O vardıklarında başçavuş, “Aşağı!” diye bağırdı.
Kamyonun arka tarafında bulunan Isaac, Christine’e sıkı sıkı
sarıldı. “Bunları yaşamana izin verdiğim için çok üzgünüm.”
Başçavuş tekrar gürledi. “Ellerini kızın üstünden çek, pis
Yahudi!”
Askerlerden biri, Christine ve Isaac’i zorla ayırdıktan son­
ra bileklerindeki kelepçeleri çıkarıp onları kamyonun ucuna
doğru itti. Christine bir an dengesini kaybedip yere düştü.
Isaac onu hemen kaldırdı ve aşağı atlaması için yardım etti.
İkisi de kamyondan indiğinde başçavuş Isaac’e dönüp ba­
ğırdı. “Sana ellerini çek demiştim!”
Başının arkasına ani bir silah darbesi alan Isaac, ayakta du­
rabilmek için bir süre dayandı. Ancak titreyen dizleri onu daha
fazla taşıyamadı ve kamyonun arkasına yığıldı. Elini kafasına
götürdüğünde avucu kulağının arkasından akan kanla doldu.
Christine koşup yardım etmek istese de Isaac’e tekrar zarar
vermelerinden korktuğu için kımıldayamadı.
Christine ve Isaac sırtlarına dayanan tüfeklerle tren istas­
yonunun uzun, tuğla binasına sokuldular. İçeride başçavuşun
peşinden tuğla duvarla örülü bir odaya girdiler. Odanın orta­
sındaki masada bir yüzbaşı oturuyordu. Adam öyle iriydi ki
masası bir öğrenci sırası gibi küçücük kalmıştı. Masanın sol
tarafında, platforma çıkan ikinci bir kapı vardı. İçeri girdikle­
rinde, yüzbaşı başını kaldırdı, adamın geniş alnı ve çenesi bir
boğayı anımsatıyordu. Arkasındaki duvarda Hitler’in portresi
asılıydı. Bir kral gibi poz veren Hitler’in yakışıklı göründüğü
bile söylenebilirdi. Masanın üzerinde bir yığın kâğıt, bir ka­
lemlik, siyah bir telefon ve katlanmış kırmızı bir bezin üze­
rinde duran kahverengi saplı, küçük bir tabanca vardı. Isaac
ve Christine masanın önünde durdular. Başçavuş Christine’in
sağındayken, askerler ise tam arkalarındaydı. Yüzbaşı ayağa
kalkıp onlara baktı. Geniş kaslı vücudu yüzünden üniforması­
nın dikişleri gerilmişti.
“Kaçak tutsağımızı geri getirdim,” dedi başçavuş zafer ka­
zanmışçasına.
“Peki bu kim?” diye sordu yüzbaşı. Ardından masanın et­
rafından dolandı ve Christine’e yaklaşıp büyük parmaklarının
tersiyle yüzüne dokundu.
“Kaçak Yahudimizin kız arkadaşı. Onu çatı katma sak­
lamış.”
“Öyle mi? Bu herifin senin gibi güzel bir Alman kızında
ne bulduğunu görebiliyorum. Peki söyler misin bayan, sen bu
Yahudi domuzda ne buldun?”
Christine gözlerini Isaac’ten ayırmıyordu. Isaac’e elinden
geldiğince yakın duruyor, onunla tepedeki bahçede baş haşay­
mış gibi düşünmeye çalışıyordu. Ama gözünün önüne elma
ağaçlan bir türlü gelmiyordu. Yeşil çimler ve parlak gökyüzü
de... Aklındaki tek resim gri beyaz üniformalar, iskelet tut­
saklar, siyah postallar, düşen bombalar, sığınaklar ve zayıf
insanlann tıkıldığı yük vagonlarıydı. Isaac ona değil, yere
bakıyordu. Christine boynundaki her sinirin gerildiğini, cil­
dinin altındaki her damann yandığını hissedebiliyordu. Eli­
nin Isaac’e değen kısmı cayır cayır yanıyordu. Isaac’in ona
bakmasına ihtiyacı vardı. Christine içinde biriken çığlığı bas­
tırmak için kendini zorladı, parçalanmış kovanlarından çıkan
eşekarısı sürüsü gibi her an patlamaya hazırdı.
Askerlerden biri onları duvarın önündeki bir banka itip
oturmalarını söyledi. Yüzbaşı bir sigara yakıp masanın ucuna
oturduğunda, kalçasının altındaki ağır meşe inledi. Kısa bir
süre sonra kalktı ve Christine’e doğru yürüdü. Sigarasından
uzun bir nefes çektikten sonra elini Christine’in saçlarında
gezdirmeye başladı. Bacağını kalçasına sertçe bastırıyordu.
Christine, Isaac’e baktı. Gözleri kan çanağına dönen Isaac,
sert sert nefes alıyor, her nefeste alnındaki damarlar şişiyordu.
Kulağının arkasındaki kan çoktan kurumuştu. Yüzbaşı elinde­
ki sigarayı atıp üzerine bastıktan sonra Christine’i ayağa kal­
dırdı. Bir kalas sertliğindeki elini Christine’in beline koyup
tek kolunu havaya kaldırdı ve Christine’in vücudunu iri be­
denine yapıştırıp mırıldanarak dans etmeye başladı. Christine
başçavuşa baktığında adamın yüzünün kıpkırmızı kesildiğini
gördü. Buna inanması zor olsa da adamın kıskandığını fark
etmişti.
Çavuş boğazını temizledi ve yüksek bir sesle konuşmaya
başladı. “Bir Yahudi tarafından kirlenmiş olması çok yazık.
Onu kendimize saklayabilirdik. Ama pis bir Yahudi’nin artı­
ğını kim ister ki?”
Askerler aralarında kıs kıs gülüyordu. Yüzbaşı bir kahkaha
attıktan sonra Christine’i banka geri itti. Sonunda Christine’e
bakabilen Isaac’in yüzü kıpkırmızıydı.
“Tam zamanında geldiniz,” dedi yüzbaşı. “Dachau treni bir
saat içinde gelir.”
Christine’in yüzü buz kesti. Dachau mu? Neden bilmiyor­
du ama bir şey ona bu kampta kalacaklarını düşündürmüştü.
Isaac burada yemek ve tuvalet olduğundan bahsetmişti. Gaz
odaları ve krematoryum* da yoktu. Dachau ’nun ismini duydu­
ğunda göğsüne saplanan kara hançer içini titretiyor, damarla­
rını bir yakıp bir donduruyordu. Yavaşça Isaac’e yanaştı, tir tir
titrerken tüm vücudu ter içinde kalmıştı.
Bu sırada yüzbaşı, başçavuşa ve askerlere döndü. “Gidebi­
lirsiniz! Gerisini ben hallederim.”
Başçavuş, Christine ve Isaac’e sanki onları boğmak ister
gibi bir bakış attı. Ardından yüzbaşına selam verdi ve iki askerle
birlikte odadan ayrıldı. Yüzbaşı bir sigara daha yaktıktan sonra
şapkasını masaya bırakıp yerine oturdu. Birkaç dakika boyunca
önündeki kâğıtları imzalayıp telefonlara baktı. İşleriyle ilgile­
nirken ara sıra iğrenerek Christine ve Isaac’e bakıyordu.
Christine kamına sıkıca sardığı ellerinden birini, yandan
Isaac’in koluna değdirdi. Isaac başını yerden kaldırmıyordu,
kambur sırtım duvara yaslamış, ellerini kucağına koymuştu.
Bir an Christine’e baktığında Christine, Isaac’in gözlerindeki

* Krematoryum; cesetlerin yüksek sıcaklıklarda yakıldığı yer. (Çev. N.)


pişmanlığı gördü ve teslim olmaması için ona sessizce yalvar­
dı. Şu an sahip oldukları tek şey yaşama isteğiydi. Isaac daha
önce Dachau’da hayatta kalmayı başarmıştı. Babası Rusya’da­
ki esir kampında dayanmıştı. Christine bir ihtimal olduğuna
inanmak zorundaydı. Bir şansları olduğuna inanmalıydı. Eğer
vazgeçeceklerse, hiç denemeyeceklerse hemen şimdi masaya
gidip kırmızı bezin üzerindeki silahla ikisini de vurabilirdi.
“İyi olacağız,” diye fısıldadı Christine. “Olmak zorundayız.”
Yüzbaşı, telefon ve kalemliği şangırdatarak, büyük elini
masaya vurdu. “Konuşmayın!”
“Seni seviyorum. Ve tüm bunlar bittiğinde önümüzde hâlâ
uzun bir ömür olacak. Lütfen Isaac, vazgeçme.”
Yüzbaşı silahı aldı ve masanın etrafından dolanıp silahı
Christine’e doğru kaldırdı. “Sana konuşma demedim mi?”
Christine hafifçe doğrularak duvara yaslandı. Yüzbaşı yak­
laştı ve sert dizlerini Christine’in dizlerinin arasına sokup ba­
caklarını zorla açtı. Ardından çenesini kaldırıp mengene gibi
eliyle Christine’in yüzünü kavradı.
“Ağzını aç!” Parmaklarım Christine’in yanaklarına bastırdı.
“Konuşmayacağım. ”
“Aç ağzını dedim!”
Christine ağzını açtı, silahın soğuk, sert metali dişlerine
çarparken uzun namlu yüzünden öğürdü. Isaac öfkeden kas­
katı kesilmişti.
“Ağzından tek kelime daha çıkarsa, son kelimen olur. An­
ladın mı?”
Christine gözlerini yumdu ve başını aşağı yukarı salladı.
Yüzbaşı silahını geri çektiğinde Christine metalin tadını hâlâ
alabiliyordu.
“Tazecik genç bir bayansın.” Yüzbaşı silahını Christine’in
yanağında, boynunda ve köprücük kemiklerinde gezdirmeye
başladı. Christine gözlerini hâlâ açamıyordu.
“Artık herkes gittiğine göre belki de sende, beni unutama­
yacağın bir anı bırakmalıyım.” Yüzbaşı Christine’in bacak­
larını zorla iki yana açıp eteğini kaldırdı. Silahının arkasını
göğüslerinde gezdirirken, Isaac’in hüznü ve öfkesi burnundan
soluduğu her nefeste kendini belli ediyordu.
Christine’in göğüslerinden yavaşça aşağı inen sert namlu
bir bacağının üzerinde durdu. O sırada Christine uzaktan bir
trenin yaklaşmakta olduğunu duydu. Homurdanan yüzbaşı,
elini pantolonunun fermuarına bastırarak geri çekildi. Silahını
kılıfına koydu ve masanın üzerindeki şapkasını alıp kafasına
taktı.
Yaklaşan trenin gürültüsü Christine’in çarpan kalbini daha
da hızlandırdı. Koşmamak için kendini zor tutuyordu. Ama
yüzbaşı silahını tekrar eline alıp onlara doğrultmuştu. Tren
yaklaşırken çıkardığı buhar ıslıklan ve fren gıcırtıları giderek
yükseliyordu. Tren binanın dışında durdu.
“Ne söylerlerse yap,” dedi Isaac. “Seni hiç düşünmeden
vururlar.”
“Kalkın!” diye bağırdı yüzbaşı. Christine ve Isaac ayağa
kalktıklarında, silahıyla binanın çıkışma doğru yürümelerini
işaret etti. “Buradan!”
Silah sırtlarında, ikinci kapıdan beton platforma çıktılar.
Tren iri, yoğun dumanlar çıkararak platformun yanında
bekliyordu. Sekiz büyükbaş vagonu, nefes alan canlı bir
canavarı andıran lokomotifin arkasında titriyordu. Christine
küçücük camlan, dikenli tel örgüleri, uzanan kollan ve
korkmuş yüzleri gördü. İnleyen, ağlayan, yalvaran insanları
duyabiliyordu. Askerler Isaac’le onu son sıradaki vagona
doğru itti. Christine platformda yürürken, binlerce gözün
onları izlediğini hissedebiliyordu. Son vagona vardıklarında
iki asker ağır kapıyı açıp silahlarıyla içeri girmelerini işaret
etti. İçeride belli belirsiz görünen, incecik vücutların üzerinde,
yüzlerce kara gözlü solgun yüz vardı. Askerler onları ittiğinde
Christine ve Isaac kalabalığa doğru tökezledi. Christine her
tarafında el, kol, dirsek ve ayak olduğunu hissedebiliyordu.
Kapı kapanırken ayağını bile zor çekebildi. Kapıdan içeri
sızan gün ışığı giderek daraldı daraldı... Ta ki karanlık
tarafından tamamen yutulana dek. Ve kapının dışında onları
içeri hapseden kilidin demir sesi duyuldu.
Christine ve Isaac yüzlerce vücudun arasında sıkışmıştı.
Yüz yüze dönüp bedenlerini birbirlerine bastırdılar. Birer odun
gibi vagona istiflenen yüzlerce insan, her santimi doldurmuştu.
İçeride boğucu bir sıcaklık vardı, idrar ve dışkı kokusu insanın
burnunun direğini kırıyordu. Christine ağzından nefes almaya
çalışarak yüzünü Isaac’in vücuduna bastırıp teninin kokusunu
içine çekti. Isaac de yüzünü Christine’in saçlarına gömmüştü.
Birden gürültülü bir ıslık duyuldu, lokomotif hafifçe gerildi
ve tüm trenin sallanmasıyla vagon aniden ilerlemeye başladı.
Ama düşecek bir yer olmadığı için tutunmaya gerek yoktu.
Vagonlar rayların üzerinde yavaşça ilerlerken vücutlar birbiri­
ne sürtünüyordu. Ve tren virajı dönüp köyden çıktıktan sonra
vadinin diğer ucunda hızlanmaya başladı. Christine bahçeler
ve çamlarla kaplı tepelerden aşağı indiklerini biliyordu.
Gözleri karanlığa alıştığında etraflarının suçlu yüzlerle
kaplandığını gördüler. Christine’in sağında annesine yapışan
bir oğlan çocuğu vardı. Ufak çilli burnu Christine’inkinden
birkaç santim kadar uzaktaydı. Çocuk, kahverengi dağınık
saçlarının altından etrafa bakıyordu. Christine kendi yüreğin­
deki korku ve belirsizliği, çocuğun gözlerinde görebiliyordu.
Savunmasızlığı, annesinin şalını tutan çocuğun çaresiz avuç­
larına yansımıştı.
Isaac kollarını Christine’e sardı. “Seni seviyorum, Christi­
ne. Ve çok... çok özür dilerim.”
“Bunu atlatabiliriz. Atlatmak zorundayız. Babam en az bu­
nun kadar kötü bir kamptan kurtuldu. Sen de öyle...”
“Deneyebiliriz.” Ancak Isaac’in ağzından çıkan kelime­
lerde inançtan eser yoktu. Yüzü de oldukça durgundu. Öte
yandan Christine’e sarılmaktan da vazgeçmiyordu. Christine,
Isaac’in giderek hızlanan kalbinin atışlarını göğsünde hisse­
debiliyordu.
İlk birkaç saat boyunca vagondaki insanların ağlamaları
ve fısıltıları hiç kesilmedi. Bir yerlerde bir kadın inliyordu.
Christine kadının susmasını istiyordu. Vagonun nihayet ses­
sizleşmesi sonsuzluk gibi gelmişti. Ara sıra duyulan sessiz ke­
limeler ya da annenin küçük oğluna söylediği yumuşak ninni
dışında çıt çıkmıyordu. Christine annenin biraz dinlenmesi
için çocuğu kucağına almayı teklif ettiyse de anne ve oğlu bir­
birlerinden ayrılmak istemedi.
Christine’in bacaklarına kramp girmeye başlamış, ayakla­
rı hep aynı pozisyonda durmaktan acımıştı. Acıyan ayakları­
nın, guruldayan kamının ve kavrulan boğazının yanında, idrar
torbasındaki baskı dayanamayacağı kadar fazlaydı. Christine
idrar boşluğundaki acıyı akimdan çıkarmaya çalışarak, bur­
nundan aldığı derin nefesleri ağzından verdi.
“Ne oldu?” diye fısıldadı Isaac.
“Bir şey yok. İyiyim.”
“Değilsin Christine. Görebiliyorum.”
Christine Isaac’e baktı. “Tuvaletimi yapmam lazım.”
“Yap o zaman.”
Christine başını iki yana salladı. “Yapamam.”
“Christine bana bak. Yap gitsin. Önemli değil. Hiç önemli
değil.”
“Hayır.”
Isaac, Christine’in başının arkasını okşadı. “Tamam. Ta­
mam. Artık bunun hiçbir önemi yok.”
Christine gözlerini yumdu ve yüzünü Isaac’in gömleğine
gömdü. Ama işkence içinde kıvranan idrar torbası onun ye­
rine karar vermişti bile. Bacaklarının arasından aşağı akan
sıcak sıvı deri ayakkabılarının içindeki çorapları ıslatırken,
Christine’in yanaklarından utanç gözyaşları süzülüyordu.
“Bu senin ayıbın değil... Senin ayıbın değil.”
Dışarısı karardıkça içerideki karanlık da artıyordu. Christi­
ne Isaac’in yüzünü güçlükle görüyordu. Umursamaz bir uyku­
ya sığınmak için kafasını Isaac’in göğsüne dayayıp gözlerini
yumdu, ama uyumak imkânsızdı. Isaac’in, beyninde isteme­
den yarattığı Dachau sahnesi, Christine’in kapalı gözkapakla-
nmn ardında bir slayt gösterisi gibi oynuyordu. Bacaklarındaki
kramp ve ayaklarındaki acı canını bıçak keser gibi acıtıyordu.
Daha önce kapalı alan korkusu olduğunu hiç fark etmemişti.
Fakat tren kısa bir süre içinde durmazsa ezilme hissinin kol
kaslarını geren ve nefes almasını güçleştiren ağırlığına daha
ne kadar dayanabileceğini bilmiyordu. Kollarını büküp yanın­
dakileri itmemek için kendini zor tutuyordu. Nefes alamıyor,
hareket edemiyordu. Yakın bir zamanda serbest kalmazsa de-
lirebilirdi.
Nihayet tren yavaşladı. Demir tekerlekler bir süre gıcır­
dayarak sürüklendi. Ölümcül son duraklarına yaklaşırlarken
vagondaki insanların telaşı artıyordu. İnsanlar pozisyonlarını
değiştirmeye çalışıyor, aynı anda konuşmaya kalkıyordu. Ço­
cuklar ağlıyor, erkekler emirler yağdırıyordu. Uzun seyahat
boyunca endişeli ve sessiz olan Isaac, çenesini kaldırdı ve ba­
ğırarak gürültüyü bastırdı.
“Trenden indiğimizde! Hepimizi ayıracaklar! Kadınlar bir
yana, erkekler bir yana. Sakin paniklemeyin. İnanın panikle­
meniz hiç hoşlarına gitmiyor.” Vagondaki herkes susup dik­
kat kesildi. “Güçlü ve sakin görünün. Ne yaparlarsa yapsınlar
güçlü izlenimi verin. Eğer hayatta kalmak istiyorsanız onlara
çok çalışabileceğinizi göstermek zorundasınız. Gerekirse, ya­
şınız konusunda yalan söyleyin. On sekizle elli arası bir şey
olsun.”
“Tüm bunları nereden biliyorsun?” diye bağırdı bir adam.
“Buraya daha önce geldim. Ben hayatta kalabildiysem sen
de kalabilirsin.”
İnsanlar yine bir ağızdan konuşmaya başladığında Isaac
bakışlarını Christine’e indirdi. “Sen de buradan kurtulabilir­
sin. Genç ve güçlüsün. Onlara Yahudi olmadığını söyle. Aşçı
olarak çalışabilirim de. Bu seni kurtarır. Hayatta kalmana ih­
tiyacım var, Christine. Bir gün savaş bittiğinde birlikte olaca­
ğız. Birbirimizi bulup evleneceğiz ve çocuklarımız olacak.”
Isaac’in gözleri yaşlarla dolmuştu. Yine de Christine bu ke­
limeleri duyunca garip bir neşe ve güç hissetti. Isaac’in hâlâ
umudu vardı. Hayatta kalma isteği geri gelmişti.
“Güçlü olacağım, Isaac. Söz veriyorum.”
“Tekrar buluşana kadar...” Isaac, Christine’in yüzünü
ellerinin arasına aldı. Ve tren durana kadar dudaklarına sert
ve uzun bir öpücük kondurdu. “Seni çok... çok seviyorum,
Christine.”
Ardından demir sürgüler kalktı, vagonların kilitleri açıldı
ve ağır kapılar çekildi.
------

eceyi parlak bir ay gibi aydınlatan devasa ışıklar karşı­


G sında gözlerini kısmak zorunda kalan Christine ile Isaac,
yorgun düşen diğer tutsaklarla birlikte vagondan aşağı atladı.
İki üç adım ileride, ahşap gözetleme kuleleri ve tel çitlerin
arasında kalan toplama kampı Dachau, kapılarını açmış onla­
rı bekliyordu. Makineli tüfek taşıyan bir sıra askerin yanında
havlayan Alman kurtları insan sürüsünü yönlendirmeye hazır­
dı. Uzun siyah binalar ve kara üniformalar yapay beyaz ışıkla­
ra rağmen aydınlanmamıştı. Yapay aydınlatmanın altında ka­
lan asker ve tutsaklar solgun yüzlerindeki geniş, koyu gözleri
ve kımıldayan kara deliklere benzeyen ağızlarıyla zombileri
anımsatıyordu.
Bir yanık kokusu, yük vagonunun berbat kokusunu bastı­
rıyordu. Christine eliyle burnunu ve ağzını kapadı. Kokunun
yanan etlerden geldiğini fark ettiğindeyse kusmamak için
kendini zor tuttu. Raylara, ıslık çalan trene doğru baktı ve
trenin yanındaki çakılların üzerinde yüzlerce insanın olduğunu
gördü. Birçoğu aşağı atlamıştı, ama bazıları ne pahasına
olursa olsun vagondan inmek istemiyordu. Bunun üzerine bir
avuç asker vagona çıkıp kadınlan, çocuklan ve yaşlı adamları
aşağı itmeye başladı. Adamlar platformda bavul taşırken
kadınlar bebeklerini kucaklamış, çocuklarının elini sıkı sıkı
tutmuştu. Hoparlörlerden önce bir hırıltı duyuldu, ardından
gecenin soğuğunda tüm kampta Alman valsi yankılanmaya
başladı. Tepeleri dikenli tel örgüyle çevrili yüksek çitlere
uyan levhaları asılmıştı: Dikkat: Elektrikli Çit. Ana girişte ise
demirden bir yazı vardı: Çalışmak sizi özgür kılar.
Askerler vagonların kapıları açıldığından beri bağırıyordu.
“Hadi! Hareket edin! Trenden inin! Bavullannızı trenin yanı­
na bırakın. Siz yerleştikten sonra bavullarınız verilecek!”
Gri beyaz çizgili üniformaları olan bir düzine asker insan­
lara tebeşir dağıtıp bavullarının üzerine isimlerini yazmalarını
söyledi. Christine ve Isaac’in üzerlerindeki kıyafetlerden başka
hiçbir şeyi yoktu. Ancak Isaac askerlerin her şeyi aldığını söyle­
diği için Christine bunun bir öneminin olmadığının farkındaydı.
Askerlerin yalan söylediğini ve yeni gelenlerin sorun çıkarma­
ması için güven kazanmaya çalıştıklarını biliyordu.
Christine ve Isaac sallana sallana ilerleyen uğultulu insan
sürüsüyle birlikte vagonların yanında yürüyordu. Christine
birden babasının trenin altına saklanıp kaçtığını hatırladı ve
yürümeye devam ederken vagonların arasındaki boşluktan ka­
ranlık ormana baktı. Vücudu, içinde yeşeren küçük umutla tit­
redi, birden mutlu olmuştu. Ama trenin diğer tarafında silahlı
bir askerin yürüdüğünü görünce çaresizliğin öldürücü ağırlığı
geri döndü. Görünüşe bakılırsa daha önce biri bu şekilde kaç­
mayı denemişti.
Christine ve Isaac, el ele tutuşup kapıyla kamp arasında
güçlükle ilerleyen insanların arkasında sıraya girdi. Ana giriş­
te, sıranın hemen başında dikilen altı gardiyan, kadın, erkek
ve çocukları birbirinden ayırıyordu.
Christine sıranın önlerinde trendeki çocukla annesini gör­
dü. Gardiyanlardan biri çocuğu annesinin kollarından çekti
ve sol taraftaki erkeklerin arasına koydu. Anne oğul ellerini
uzatıp ayrılmamak için çaresizce savaşsa da gardiyan çocuğu
uzaklaştırdı. Diğer kadınlar onu tutsa da anne, ellerinden kur­
tulup oğluna doğru koştu. Ama gardiyan kadının geldiğini gö­
rünce belindeki silahı çıkarıp çocuğun başına dayadı ve diğer
gardiyan zavallı kadını sıraya geri çekti. Çığlık çığlığa bağıran
kadının her feryadı diğerinden daha sesliydi. Ve sesi çatallanıp
boğuklaşana dek oğlunun adını haykırmaya devam etti.
Silahını çocuğun başına tutan gardiyan gözleriyle kalabalı­
ğı tarıyor, birinin bir şey demesi için adeta meydan okuyordu.
Christine korkudan nefes borusunun tıkandığını hissetti, bo­
ğazı bir sürü sivri buz yutmuş gibi acıyordu.
Birden gardiyanın Kate’in erkek arkadaşı Stefan olduğunu
fark etti.
Bir an göz göze geldiler ve Stefan’ın yüzünde de Christine’i
tanıdığını gösteren bir ifade belirdi. Ancak Christine ağzını
açıp onu Isaac’e gösteremeden, Stefan yanma çocuğu alarak
kalabalıkta gözden kayboldu. Christine’in kulaklarında iki ses
çınlıyordu; perişan olmuş annenin acı, boğuk ağıtları ve hava­
da yankılanan valsin tiz tınısı. Christine gözlerini kapattı ve
bedenini Isaac’e yasladı. Bu nasıl olabilir? diye düşünürken
boş midesinin derinliklerine iç ürperten buz gibi bir korku­
nun yerleştiğini hissetti. Belki de rüya görüyorum. Belki bir
kâbustur.
Gardiyanların yanına vardıklarında Christine daha ne oldu­
ğunu anlamadan sağ tarafa, diğer kadınların yanına itildi. Ayrıl­
mışlardı... Ve Isaac giderek uzaklaşıyordu. Christine Isaac’in
elini ne zaman bıraktığını bile hatırlamıyordu. Avucundaki ge­
niş, sıcak eli hatırlayabilmek için yanıp tutuşuyordu. Isaac’in
elini sıkıca kavramadığı, sıcaklığını ve kokusunu ezberlemediği
için kendine kızdı. Ama her şey bir anda olmuştu. Kampın ıssız
derinliğine gönderilirken son ana kadar birbirlerini izlediler. Ta
ki uzun, kara binalar ve yüksek çitler aralarına girene dek...
İki kadın astsubay, kadınları, içinde tahta bankların dizili
olduğu büyük bir binaya doğru götürürken Christine nefes alış
verişlerini düzenlemeye çalışıyordu. İçeri girdiklerinde bank­
ların arkasında ellerinde büyük makaslar tutan zayıf tutsaklar
olduğunu gördü. Çökük, boş gözlerle yeni gelenleri izleyen
kadınların çizgili elbiseleri üzerlerine bol gelmiş, kirden keçe­
leşmiş saçları kısacık kesilmişti. Öyle zayıflardı ki yüzlerin­
deki deri, elmacık kemiklerine yapışmış, köprücük kemikleri
dışarı fırlamıştı.
“Oturun!” diye emretti astsubaylar.
Christine daha yerine oturamadan, bankın arkasındaki kadın
tek eliyle san saçlarını tuttu ve büyük bir tutam kesti. Saçlannı
kesen kör makasın, duvan kemiren bir sıçanı andıran sesini du­
yabiliyordu. Kadın kalan saçlarını tekrar tutup neredeyse sıfıra
vurana kadar kesmeye devam ederken Christine kadının elleri­
nin nasıl titrediğini hissedebiliyordu. Ve kadının bir ustura alıp
kafasını kazımaya başlamasıyla gözlerini sıkı sıkı yumdu.
r Ellen Marie Wiseman —=s£^ 315

Astsubaylar bankların arasında öne arkaya yürüyor, bağırarak


emirler yağdırıyorlardı. “Saçlarınız kesildikten sonra ayağa kal­
kıp binanın arkasına gidin. Orada soyunacaksınız. Ayakkabıları­
nızı sola, elbiselerinizi sağa koyun. Saat ve gözlükler ortaya!”
Christine ayağa kalktı ve ellerini kel kafasında gezdirdi.
Parmaklarına yer yer düz derisi, yer yer diken gibi saçları ge­
liyordu. Titreyen bacaklarıyla çıkışa, giderek büyüyen ayak­
kabı ve kıyafet yığınlarına doğru yürüdü. İki tarafında başka
tümsekler olduğunu da gördü. İlk başta bunların ne olduğunu
anlamadı. Christine nefesinin sıkıştığını hissedip başka yöne
baktı. Çünkü odanın çıkışındaki iki köşede, neredeyse tavana
kadar uzanan yığınlar insan saçıydı.
Christine yüksek, siyah ayakkabılarını çıkarıp bot ve deri
ayakkabıların üzerine koydu. Ardından elbisesini çıkarıp kürk
ve ipek kombinezonların köy kıyafetleri ve yıpranmış önlük­
lere karıştığı yığının üzerine savurdu. Soğuktan dişleri titrer­
ken bedenini elleriyle örtmeye çalıştı.
“Hadi pis domuzlar!” diye bağırdı astsubaylar. “Her şeyi­
nizi çıkarın! Önce duş alacaksınız! Daha önce kesin yıkanma-
mışsınızdır! Kımıldayın! Hadi! Utanmak yok!”
Kel kafalı kadınlar çırılçıplak bir şekilde öylece bekliyor­
du. Kâbustan bir sahne gibiydi; kel kafalar, kocaman açılmış
gözler... Yaşlılar, gençler, şişmanlar, zayıflar, küçük kız ve
oğlanlar, hepsi bir araya sokulmuş merakla başlarına gelecek
şeyi bekliyordu. Bu gerçek olamaz, diye düşündü Christine.
Böyle bir şey asla gerçek olamaz. Nasıl mümkün olabilir?
Tanrım... Ben buraya nasıl düştüm?
Astsubay tekrar bağırdı. “Sıraya girin! Sizi yıkayacağız!”
Ve penceresiz, beton odalara çıkan geniş kapılar açıldı.
Uzun gri odanın tavanından bir sürü hortum başı sarkıyor­
du, beton yerin ortasında metal bir suyolu vardı. Astsubaylar
kadınları coplarla dürterek kapıdan geçiriyor, yeterince hızlı
hareket etmeyenlere bir darbe indiriyorlardı. Boş odada, ya-
nındakine tutunup ağlayan kadınların çaresiz hıçkırıkları yan­
kılanıyordu. Bazıları mırıldanarak dua ederken bazıları hiç­
bir şey söylemeden yürümeye devam ediyordu. Bebekleri ve
küçük çocukları olan kadınlar, gözleri tavandaki hortumlara
kilitlenmiş bir şekilde yavrularına sıkı sıkı sarılmış, kulakla­
rına ninniler mırıldanıyordu. Christine, gaz odaları hakkında
söylentiler duyan tek kişi olmadığını anladı. Arkasına dönüp
koşmak istiyordu, ama gardiyanlar silahlarını onlara doğru
tutmuştu.
Astsubaylar son kadını da soğuk, nemli odaya ittikten son­
ra kapıları kapatıp kilitlediler. Çıplak bedenlerini kapatmaya
çalışan kadın ve çocuklar beklerken titreyerek birbirlerine
bakıyordu. Birden tiz bir metal sesi duydular. Hortumlar hı­
rıldadı ve duşlar çalıştı. Kadınlar çığlık çığlığa bağırıyordu.
Birkaçı canla başla kapılara doğru koştu.
Hortumlardan akan sıvının gaz ya da kimyasal bir madde
olmadığını fark ettiklerinde ise rahatlamanın verdiği mutlu­
lukla gülüp suyu yüzlerine vurmaya başladılar. Ama su dezen­
fektanla karışık olduğu için gözlerini yakmış, öksürmelerine
sebep olmuştu. Christine başını eğip gözlerini kapadı, yine de
su burun deliklerini yakıyordu. Birkaç dakika sonra odanın
diğer ucundaki kapılar açıldı. Christine odadan çıkarken önü­
nü görmekte güçlük çekiyor, gözlerini kırpıp yere tükürüyor­
du. Eliyle gözlerini silmeye çalışırken diğer kadınlara çarpıp
durdu. Kimse konuşmuyordu. Christine aniden birinin koluna
girdiğini hissetti ve biri eline bir üniformayla bir çift ayakkabı
tutuşturdu.
“Muayene olana dek üniformalarınızı giymeyin!” diye ba­
ğırdı biri. Christine gözlerini ve yüzünü üniformasıyla sildik­
ten sonra ayaklarını bağcıksız, sert ayakkabılara geçirdi. Ona
yardım eden kadın kolundan çıkmıştı. Christine yanındaki ka­
dına baktı ve hafif bir gülümsemeyle minnetini göstermeye
çalıştı.
Odanın diğer ucundaki masada iki başçavuşla bir stetos-
koplu adam vardı. Askerler kadınları tek tek sorgulayıp not
alırken doktor ağız, göz ve kulaklarını muayene ediyordu.
Ve doktor işi bittiğinde sağ ya da sol tarafı işaret ediyordu.
Sağ tarafa gönderilip üniformalarını giyenler, sağlıklı gö­
rünen yetişkinlerdi. Sol tarafta ise yaşlılar, hastalar ve küçük
yaştaki çocuklar vardı. Solda duran insanlara üniformalarını
ve ayakkabılarını bir köşeye bırakmaları söylendi. Yeni yeni
yürümeye başlayan çocuklar ve bebekler ağlayan annelerin
kucaklarından zorla alınıp sol tarafa gönderilen insanların eli­
ne tutuşturuldu. Ve hepsi çıplak bir şekilde çift kanatlı bir ka­
pıdan çıkıp gözden kayboldular.
Christine üniformasını göğsüne bastırıp masada oturan
adamların önünde durdu.
“İsim?” diye sordu başçavuşlardan biri.
“Christine Bölz.” Sesinin elinden geldiğince güçlü çık­
masına gayret etti. “Ben Yahudi değilim.” Başçavuş gülse de
Christine ileri bakmaya devam etti.
Gözlerini kocaman gösteren kalın çerçeveli siyah gözlük­
ler takan doktor, Christine’in gözlerine ve ağzına baktı. Kuv­
vetlice soluduğu açık dudakları onunkilerden sadece birkaç

l
santim uzaktaydı. Christine’in yüzüne vuran sıcak nefesi sen
kahve ve çürük diş kokuyordu.
Başçavuş sorgusuna devam etti. “Adres?”
“Schellergasse Sokağı, beş numara, Hessental.”
“İş?”

“Hizmetçiyim. Bahçe, temizlik ve yemekten sorumluyum.


Ben burada olmamalıyım. Bir Yahudi’ye yardım ettiğim dü­
şünüldüğü için tutuklandım. Büyük bir hata oldu.” Ağzından
çıkanlar bir asit gibi dilini yaksa da Isaac’in bu durumu anla­
yışla karşılayabileceğini biliyordu.
Diğer başçavuş, Christine’e daha yakından bakmak için
yaklaştı.
“Alman yemekleri yapabiliyor musun?”
“Tabii ki! Ben çok iyi bir aşçıyımdır, efendim.”
Doktor parmaklarıyla dönmesini işaret etti. “Kollarını kal­
dır.” Christine kollarını kaldırıp döndü.
İkinci başçavuş isim ve bilgileri not alan diğer adama
döndü.“Kumandan Grünstein’m aşçısının yerine geçebilir!”
Ve doktor eliyle sağ tarafı gösterdi.
Christine hissettiği rahatlamayla titredi. Teşekkür ederim
Isaac...
Üniformasını giydi ve yandaki odaya girdi. Odada, içeri
giren kadınlar kollarını uzatıyor, kadın tutsaklar bileklerinin
içine dövme yapıyordu. Christine sırası geldiğinde, işini dik­
katle yapan kıza baktı. Sağ kolunun içine değen iğneyi zerre
kadar hissetmemişti. Bittiğinde kız kalan çürük, sarı dişleriyle
ona gülümsedi ve Christine başını eğip bileğinin yanındaki si­
yah, kanlı numaraya baktı: 11091986.
“Temiz tut, yoksa enfeksiyon kapar,” dedi kız.
Kadın baş görevli Christine’e yaklaştı. “Beni takip et.”
Christine acele ederken kadının peşine düştü ve birlikte
dışarı çıktılar. Büyük bloğun arka tarafına doğru yürüdüler,
yüzlerce ahşap barakayı ve çalışan tutsağı geride bıraktılar.
Kısa bir süre yürüdükten sonra etrafı metal çitlerle çevrili
küçük, yarı ahşap bir eve vardılar. Kampın tamamını kapla­
yan yumuşak balçık, çevrili alanın hemen dışında son bulu­
yordu. Farklı yerlerden küçük spot lambalarla aydınlatılan
ev sıradan olsa da derli topluydu. Christine’in geldiği kar­
gaşayla kıyaslandığında, kömür tozunun içinde ışıldayan bir
mücevher denilebilirdi. Christine, baş görevlinin bahçe ka­
pısını açmasını beklerken evin etrafını çevreleyen bahçeyi
inceledi. Yapay ışıkların altında, dümdüz yeşil çimenlerin ve
koni çiçeklerinin veranda boyunca uzandığını görebiliyordu.
Ön kapının iki yanında, kırmızı sardunyalarla dolu iki kil
saksı vardı.
İçeri girdiklerinde Christine evin diğer ucuna kadar baş gö­
revliyi takip etmeye devam etti. Çerçeveli tablolar, İran halıla-
n ve antika mobilyalarla dolu odaları geçtikten sonra mutfağa
girdiler. Tertemiz mutfağın ortasındaki tezgâhta orta yaşlı bir
tutsak patates soyuyordu. Yorgun, zayıf yüzünde hiçbir ifade
yoktu, gözleri elindeki patatese odaklanmıştı. Başını kaldırıp
karşısında Christine ve baş görevliyi görünce gözbebekleri
büyüdü, suratı asıldı.
“Buradaki işin bitti!” diye bağırdı baş görevli.
Zavallı kadın elindeki bıçağı ve yarım soyulmuş patatesi
düşürürken korkudan yüzünü kırıştırmıştı. “Hayır,” dedi ha­
fifçe mırıldanarak. Ardından gözyaşlarına boğuldu.
“Umarım yemek yapmayı biliyorsundur. Yoksa sen de
fazla kalmazsın.” Baş görevli, Christine’i uyardıktan sonra
kadını bileğinden tutup sürükleyerek evden çıkardı.
Christine mutfağın ortasında durup kafasını toparlamaya
çalıştı. Eğer hayatta kalmak istiyorsa mantıklı düşünmeye ih­
tiyacı vardı. Derin bir nefes aldı ve ocağa yürüyüp kaynayan
tencerenin kapağını kaldırdı. Tencerede fokurdayan azıcık
suda bir parça mat kahverengi domuz eti vardı. Christine ye­
meğin çeşni ve baharatının eksik olduğunu hemen anladı. Do­
labı karıştırıp biberiye, tuz ve biber çıkardı. Alt dolaplardan
birinde bir çuval soğan vardı, soğanlardan birini aldı ve doğ­
rayıp et suyu çorbaya kattı. Sonra bir paket kâğıdının içinde
bulduğu domuz etinden iki parça daha kesip tencereye ekledi.
Boş midesine giren krampları ve inleyen gurultuları yok
saymaya çalışarak kadının yarım bıraktığı patatesi de soyup
kaynayan suya koydu. Tezgâhın üzerinde duran havuçları so­
yup biri hariç hepsini bir kâseye küçük küçük doğradı. Ayırdı­
ğı havucu soyulmuş kabukların arasına sakladı ve mutfak ka­
pısını gözetleyerek küçük bir ısırık aldı. Son olarak doğradığı
havuçlara sirke, yağ ve tepeleme şeker koydu. Havuç salatası­
nı bitirdiğinde bir an panikle durup doğru yapıp yapmadığını
düşündü. Yemek odasında bulunan tek sandalyeye ne tarz bir
insanın gelip oturacağını bilmiyordu.
Christine odun ocağının yanındaki tabureye oturup kafası­
nı toparlamaya çalıştı. Başım ellerinin arasına koydu ve kirli,
eski ayakkabılarına baktı. Burnundan derin bir nefes aldı ve
yavaşça ağzından verdi. Birkaç dakika sonra doğruldu. Ayak­
larına çok küçük gelen ayakkabılarını çıkarıp topuklarının ar­
kasındaki şişlikleri inceledi. Çoktan su toplamışlardı. Belki de
burada yalnızken çıplak ayak gezmeliyim, diye düşündü. Hâlâ
mantıklı düşünebildiğini fark edince yüreğinin ferahladığını
hissetti. Çok geçmeden verandada birinin yürüdüğünü işitti.
Kapı tokmağı takırtılı sesler çıkararak döndü ve ön kapı açılıp
kapandı.
Christine hemen ayakkabılarını giyip tabureden kalktı ve
avuçlarıyla yüzünü sildi. Ayak sesleri koridordan mutfağa
doğru yaklaşıyordu. Bir adamın iç geçirip sessizce homurdan­
dığını duydu. Deri postallar zeminin üzerinde sertçe gıcırdı­
yordu. Christine hızla tezgâha koşup patatesle havuç kabukla-
nnı toparladı. O sırada mutfağın kapısı açıldı. Christine başını
kaldırmadı, işine odaklanmış bir şekilde çalışmaya devam edi­
yordu. Ağır postallar tam yanında durdu. Sert, benekli yaşlı
bir el tezgâha dokunduğunda Alman limon kolonyasının ağır
kokusu tüm odayı sardı.
“Günaydın bayan.” Adamın sesi alçak ama güçlüydü.
Christine hâlâ hareket etmiyordu. Adam Christine’i çe­
nesinden tuttuktan sonra yüzünü kendine çevirip ağırlaşmış
gözkapaklan ve mavi gözleriyle baktı. Kaşları geniş alnı tara­
fından zıt yönlere çekilmiş gibi ayrıktı. Burnu geniş, dudakları
bir kadınınki kadar kalın ve şekilliydi. Yaşlı değildi, ama içki
göbeğiyle çok geçmeden yaşlı görüneceği kesindi.
“İsmim Jörge Grünstein. Ama sen bana kumandanım di­
yeceksin. Bu arada, benden korkmana gerek yok. Eğer sana
söylenenleri yapıp dikkatli olursan bu iş hayatını kurtarabilir.”
Adam şapkasını çıkardıktan sonra önündeki düğmeleri açtı
ve ceketini çıkarıp koluna astı. Ceketindeki madalyalar ses­
siz mutfakta, küçük rüzgâr çanları gibi şangırdadı. Gri saçları
terden alnına yapışmış, şapkası kafasında kırmızı izler bırak­
mıştı. Şapkasında parlayan gümüş rengi kurukafa ve çapraz
kemiklerden üzerindekinin bir SS üniforması olduğu belliy­
di. Kumandan Grünstein, sanki birinin büyükbabasıymış gibi
masum görünüyordu. Hatta Christine, adamın gözlerinde en­
dişe gördüğünü bile söyleyebilirdi.
“Senin adın ne?”
“Christine. Yahudi değilim. Babam sevgili Führer’imiz
için savaştı.” Christine o an boğazında mide bulandırıcı bir
tat hissetti.
Kumandan, sanki bunları duymak istemiyor gibi başını iki
yana salladı. “Senin için yapabileceğim tek şey yemeğimin bir
kısmını paylaşmak. Yine de dikkatli olmak zorundasın. Bu­
rada yemek yediğini kimseye belli etme. Ben de bilmek iste­
miyorum. Diğer subaylar beni şikâyet edebilir. Daha dün sırf
prosedürlerden birini sorgulamaya cesaret ettiği için bir subay
vuruldu. Bu bir bahane değil biliyorum ama onlarla baş etmek
için çok yaşlıyım. Eğer korkak diyeceklerse de evet, korka­
ğım. Ne olursa olsun tekrar görmek istediğim bir ailem var.”
Hiçbir şey söylemeyen Christine’in hissettiği sersemlik
azalmaya başlamıştı.
“Benim sorunlarım umurunda değil biliyorum. Kendi dert­
lerin sana yetiyor. Ama bunu bir kez söyleyeceğim. İşini ne
kadar iyi yaparsan o kadar uzun süre yaşarsın. Bu evi temiz
tutmalısın. Yemek yapıp evin arka bahçesiyle ilgilenmen ge­
rek. Bahçe sadece benim bahçem değil. Aynı zamanda gün
boyu burada çalışan diğer subaylara da ait. Bahçeye nasıl ba­
kacağını biliyor musun?”
Christine başını olumlu anlamda salladı.
“Güzel. Akşam yemeği için masada bekleyeceğim.”
Kumandan, ceketini ve şapkasını kolunun altına sıkıştırıp
mutfaktan çıktı. Christine adamın bitkin vücut dilinden acı
çektiğini görebiliyordu.
Tezgâhı silmeyi bitirdiğinde kalbi sakinleşmeye başlamış­
tı. Patatesleri süzdü ve üstlerine gerçek yağ döküp taze may­
danoz serpti. Ardından buharlar çıkaran domuz etini servis
tabağına yerleştirip havuç salatasını yemek odasına götürdü.
Kumandan her hareketini izliyordu. Christine tekrar içeri gi­
dip diğer yemekleri getirirken ne yapması gerektiğini düşün­
dü: Kullanılmayan çorba kâsesini götür, servis tabağındaki eti
dilimle, boş su bardağını doldur ve yere yığılmadan adım at.
“Yemeğimi yerken şarap içerim,” dedi kumandan, yemek
odası ve mutfağın arasındaki kiler kapısını göstererek. “Ries-
ling lütfen.”
“Tabii, kumandanım.”
Christine, tahta raflarında yüzlerce tozlu şişenin bulunduğu
kilerin merdivenlerinden indi. Betonun, toprağın ve patatesle­
rin küflü kokusu ona HessentaTdaki şarap mahzeninde yaşa­
dıklarını hatırlatmıştı. Isaac’le geçirdiği olağanüstü anları ve
ailesiyle yaşadığı korkunç şeyleri... Göğsü sıkıştı. En azından
o zamanlar tek başına değildi. En yakın rafın üzerinde duran
bir şişeye uzandı, şişenin üzerinde LıebFraumılch yazıyordu.
Christine şaraplar hakkında hiçbir şey bilmezdi, Riesling kır­
mızı mı, yoksa beyaz mı hiçbir fikri yoktu. Bu yüzden Ries­
ling yazan bir etiket görene dek şişeleri teker teker çekti. Ara­
dığı şarabı nihayet bulduğunda şişeyi göğsüne sıkıca bastırdı
ve boş eliyle korkuluğa tutunarak merdivenleri çıktı. En basit
görevde bile kendine güvenemiyordu. Ve şarap şişesini düşür­
mek hiç istemeyeceği bir ihtimaldi. Şimdilik güvendeyim, diye
düşündü. Ama Isaac nerede? O ne yapıyor?
“Söz veriyorum yaşayacağım,” diye fısıldadı. “Beni yen­
melerine izin vermeyeceğim.”
Kumandan Grünstein akşam yemeğinin ardından içtiği
bir şişe şarabın üzerine sigara yaktı. Kirli tabakları toplayan
Christine, yemek odası ve mutfak arasında gidip gelirken
kumandanın gözlerini üzerinde hissediyordu. Eti getirmeden
önce sulu, yumuşak etten birkaç ince dilim yemişti. Kirli ta­
baklan porselen lavaboya yerleştirirken kumandanın tabağın­
da kalan patates, havuç ve et parçalarını ağzına tıkıştırıp çiğ­
nemeden yuttu. Beyaz çinilerin üzerine sıcak su döktüğünde
daha önce görmediği bir şey fark etti. Tabak ve kâselerin orta­
sında şimşeği andıran mavi bir SS işareti vardı. Dachau’daki
tutsaklar açlıktan ölürken, SSTer onlar için özel dizayn edilen
çinilerden et ve sebze yiyordu. Christine çaldığı lokmaların
midesine oturduğunu hissetti.
Tabakları yıkarken bir sonraki adımın ne olacağını merak
ediyordu. Nerede uyuyacağım? diye geçirdi içinden. Umarım
burada onunla yatmak zorunda kalmam. Bunu kaldıramazdı.
Kuru, benekli ellerinin tenine değmesine, nefesini yüzünde ve
boynunda hissetmeye, terli vücudunun baskısına dayanamaz­
dı. Hayatta kalabilmek için yapmaya zorlanacağı şey bu muy­
du? Son fedakârlığı olarak kendini bir adama mı sunacaktı?
Yüreği ani bir endişeyle doldu. Buraya sadece yemek pişirip
temizlik yapmaya getirilmiş olması için dua ederken Kuman­
dan Grünstein mutfağa girdi.
“Uyumak için barakaya, diğer kadınların yanına gidecek­
sin. Seni almaya biri geliyor.”
^¿rfrı^Q)chY/lirıcil^c^im^

--------

apının hızla çalınmasının ardından bayan baş görevli,


K Christine’i barakalara geri götürdü. Christine korkusuna
rağmen baş görevlinin pürüzsüz tenini ve siperli şapkasının
altındaki özenle taranmış saçlarını görebiliyordu. Doğrusu bu,
onu biraz şaşırtmıştı. Bir model ya da aktris olabilecek güzel­
likteki bir kadının burada ne işi olabilirdi ki? Ama Christine’i
asık bir suratla gecenin karanlığına sürüklemeye başladığında
tüm güzelliği kaybolmuştu.
Christine saatin tam olarak kaç olduğunu bilmiyordu ama
havada hâlâ yanık et kokuları vardı. Başını kaldırdı ve yıldız­
sız gökyüzüne baktı. Tann’mn bu vahşete şahit olup engel ol­
madığına inanamıyordu. Karanlık gökyüzünün köşesinde için
için yanan gri ay tüm dünyayı yakıyor gibiydi. Koşar adımlar­
la yürüyen baş görevli, Christine’i karanlık barakaların uzun
sıraları boyunca sürükledi. Christine yaklaşan trenin çekiç
gibi inen pistonlarını ve tiz sesler çıkaran demir tekerleklerini
duyabiliyordu. Uzaktan işitilen kemanlar yine o alaycı valsi
çalıyordu. Sıranın en sonundaki penceresiz barakaya vardık­
larında baş görevli kapının kilidini açtı ve Christine’i hiç dü­
şünmeden zifiri karanlık odaya itti.
Christine bir an tökezledikten sonra tekrar dengesini sağ­
ladı. Dışkı, kusmuk, idrar kokuları yüzünden istemeden öksü­
rüp öğürdü. Hemen arkasını döndü ve bir eliyle ağzını sıkıca
kapadı. Ama birden vücudunun üzerinde eller hissetti. Bin­
leri yüzüne, boynuna, kollarına ve bacaklarına dokunuyor, el
yordamıyla ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Christine hiç
kıpırdamadan durdu. Hiçbir şey göremiyor, hareket edemiyor­
du. Ne olacağını beklerken karanlıkta boğuk kadın sesleri du­
yuluyordu. Zayıf, buz gibi parmaklar Christine’i tutup aniden
öne çekti.
“Sorun yok,” dedi boğuk bir ses. “Korkma, sana zarar ver­
meyeceğiz.”
“Yeteri kadar yer yok,” dedi başka bir kadın. “Ama seni bir
yere sığdırırız.”
Christine’in gözleri yavaş yavaş karanlığa alıştı. Yukarıda,
aşağıda her yerde kel kafalar vardı. Yüzlerce göz onu izliyor­
du. Baraka, tahta ranzalara yan yana yatmış kadın ve kızlar­
la doluydu. Üç dört katlı ranzalar, bir yataktan çok kitaplığa
benziyordu. Kadınlar yakacak odun gibi üst üste istiflenmişti.
Bir el, Christine’i bir ranzaya doğru götürdü ve yavaşça
yatağa soktu. Yanlışlıkla kel kafalara, cılız kaburgalara, peri­
şan haldeki ellere ve incecik bacaklara dokunan Christine,
karanlıkta el yordamıyla yolunu buldu. Ranzasına çıktı ve iki
cılız kadının arasına sıkışıp, elleri göğsünde kenetli, sırtüstü
uzandı. Birkaç dakika boyunca mırıldanmalar kesilmedi.
Kadınlar Almanca, Lehçe, Macarca, Rusça ve Fransızca
fısıldaşıyordu. Sonra bir sessizlik oldu.
“Adın ne?” diye sordu bir ses karanlıkta.
“Christine Bölz.”
“Yahudi misin?”
“Hayır. Erkek arkadaşımı çatı katında sakladım.”
“Vurdular mı?” diye sordu bir kadın, heyecanla.
“Tabii ki vurmuşlardır,” dedi başka biri.
“Hayır hayır. Muhtemelen asmışlardır,” dedi aynı heye­
canlı ses.
“Ya da boğazını kesmişlerdir!”
Christine gözlerini sımsıkı yumdu. Bu kadınların hepsi de­
lirmiş!
“Ee?” dedi yine aynı kadın. “Öldü mü?”
“Hayır.” Christine boğazının acı acı yandığını hissetti.
“Birlikte trenle buraya geldik.”
“Onu bir daha asla, ama asla göremeyeceksin.”
“Sen ona kulak asma,” diye fısıldadı yanındaki kadın.
Christine yüzünü görmeye çalışarak yanındaki sese doğru
döndü. Ama çok karanlıktı, hiçbir şey göremedi. “Onun nere­
de olduğunu bulabilme şansım var mı?”
Kimse cevap vermedi.
Christine hareketsiz bir şekilde yatıp karanlığa bakarak
etraftaki sesleri dinlemeye devam etti. Tek duyabildiği ök­
sürük, mırıldanma, çekilen burun sesleri ve sessiz hıçkırık­
lardı. Sanki her nefese ölümün acı tadı karışmıştı. Christine
içinde büyüyen panikle, bu binanın sonsuz karanlığında
yüzlerce kadın olduğunu fark etmeye başladı. Ve sadece
kampın bu kısmında bile, bunun gibi sayısız bina vardı.
“Nina Bauerman isminde birini tanıyan var mı?” diye sor­
du Christine. “Ya da kızı Gabriella’yı?”
“Ne zaman geldiler?”
“Geçen sonbaharda.”
“Yahudi miydiler?”
“Evet.”
“Ben bir buçuk yıldır buradayım,” dedi başka bir kadın.
“Yahudi kadınların bazıları Kaddiş* için barakanın arkasında
toplanır. Nina Bauerman diye birini hatırlıyorum. Ama birkaç
ay önce karantinaya gönderildi. Tifüsten.”
“Kızı da onunla mıydı?”
“Kaç yaşındaydı?”
“On iki.”
“Artık onu bulamazsın,” dedi ilk kadın. “Annesini de.”
Christine acı çeken insanların seslerini duymamaya çalı­
şarak dolan gözlerini kapadı. Güçlükle nefes alıyor, kendini
karanlık bir tabutta hissediyordu. Sanki etrafı ölüler ve ölmek
üzere olan insanlarla doluydu. Kalbi her çarptığında, başının
sert tahtanın üzerinde attığını hissediyordu. Yorgunluğunun,
beynini ele geçirip onu derin bir uykuya yatırması için dua
etti. Saatler sonra nihayet uyuyabildiğinde kâbuslar ve evinin
rüyaları sürekli olarak uykusunu böldü. Bilinçsiz bir şekilde
uyuyup uyanırken, rüyalarının nerede bittiği ya da gerçekten
farksız kâbuslarının nerede başladığı hakkında hiçbir fikri
yoktu.

* Kaddiş (Kaddish): Yahudilikte, bütün sinagog ayinlerinin ana bölümlerinin


ardından Aramca okunan hamd duası. (Çev. N.)
Ertesi sabah Christine’in en büyük korkularından biri
gerçek oldu. Gözlerini açtı ve yanındaki ölü kadınla burun
buruna geldi. Zavallı kadının incecik derisi kafatasına yapış­
mıştı. Açık ağzından diş etlerinde kalan dört çürük diş görü­
nüyordu. Bir süpürge sopası kalınlığındaki kollarını, bir yastık
gibi başının altına kıvırmıştı. Çıplak dizleri fidandan farksız­
dı. Ama birden ince dudaklarının arasından zayıf bir nefes alıp
uyanmaya başladı. Christine öyle korkmuştu ki kendini hızla
ranzasından aşağı attı.
Diğer kadınlar tahta ranzalardan sürünerek yavaşça kalktı­
lar. Christine barakada trenden kimseyi görememişti. Kadın­
ların çoğunun saçı yoktu. Bazılarının ise kısacık, lime lime
saçları vardı. Birkaçının üzerinde, ayakkabı hariç hiçbir şey
yoktu. Kimi Christine’e gülümseyip elini tutarken, kimi hiçbir
şey söylemeden yanından geçti. Yüzlerinde deliliğin boş, şaş­
kın ifadesi vardı. Barakadaki tüm kadınlar kalkmıştı. Bir avuç
kadın hariç... Uyanan kadınlar arkadaşlarının, kız kardeşleri­
nin, annelerinin ve kızlarının yanma oturmuş vazgeçmemele­
ri, pes etmemeleri ya da ölmemeleri için yalvarıyordu.
Tutsaklar sırayla barakadan çıkarken bir kadın Christine’in
arkasına yaklaştı.
“Şimdilik güvendesin,” dedi kadın. “Ama birkaç ay içinde
bizim gibi zayıflayacaksın. O yüzden dikkatli olman gerek.
Askerlerin seçim zamanı geldiğinde doktorlar sabah yoklama­
sına gelip güçsüz ve hastaları ayıklıyor. Ranzaların arasında
ileri geri yürüyüp numaraları not alıyor. Ve eğer numaranı ya­
zarsa, bu kazana gideceğin anlamına gelir!”
Christine kadının sesini hemen tanıdı. Bu, Isaac’i bir daha
asla göremeyeceğini söyleyen kadındı. Ona bakmak için
arkasına döndü. Kısa boylu olmasına rağmen kadının sert bir
görüntüsü vardı. Yüzü ve bedeni, diğer tutsaklara göre daha
topluydu. Başı ve tek kolu yürürken kıpraşıyordu. Kırmızı
gözlerine çok sert bir bakış hâkimdi.
Çıplak ayakları ve yırtık ayakkabıları çamura basan kadın­
lar sabah ayazında yoklama için sıraya girdi. Bir yoklama baş­
kanı, önlerinde ileri geri yürüyerek bağırdı. “Dik durun! İleri
bakın! Şu sırayı düzeltin!”
Christine’in önündeki yaşlı kadın dik durmakta zorlanıyor­
du. Bir o yana bir bu yana gidiyor, çelimsiz kollarım amaçsızca
sallıyordu. Gardiyan onu sıradan çekip dizlerinin üzerine çök­
mesini sağladı ve silahını başına dayayıp hiç düşünmeden tetiği
çekti. Zavallı kadın yüzüstü çamurun içine düştüğünde açılan
elbisesinin altından beyaz kalçaları göründü. Christine yerin­
den zıplayıp elini ağzına götürürken diğer kadınlar hiçbir tepki
vermemişti. Tanrım! diye düşündü kendi kendine. Alışmışlar!
“Elini indir!” diye fısıldadı yanındaki kız. “Dikkat çekme!”
Kızın siyah saçları düzgün bir şekilde kesilmemişti. Kah­
verengi iri gözleri, soyuk kabuk bağlamış dudakları vardı.
Christine kızın bir şakağında morluk olduğunu gördü. Belir­
gin elmacık kemikleri ve solgun teni yüzünden söylemek zor
olsa da aynı yaşlarda olduklarını tahmin etti. Christine tekrar
başını çevirip ileri baktı.
“Ben Hanna,” diye fısıldadı kız tekrar.
Christine başını hafifçe sallasa da gözlerini yoklama baş­
kanı ve gardiyanlardan çekemiyordu.
“Arkadaşlarına ne olduğunu öğrenebilirim. Nina Bauer-
man ve Gabriella’ydı değil mi?”
Christine tekrar başını salladı ve gardiyanların bakmadığın­
dan emin olduğunda fısıldadı. “Bir de Isaac. Isaac Bauerman.”
“Sadece kadınlar.”
Sayımdan sonra, kadınlar işlerine gönderildi. Hanna kala­
balık bir grupla birlikte istemeden ilerlerken Christine’e giz­
lice el salladı. Christine, Kumandan Grünstein’m evine tek
başına gidip gitmemesi gerektiğini bilmediği için soğukta tit­
reyerek beklemeye başladı. Hem barakalara götürüldüğünde
hava çok karanlıktı, yolu bulabileceğinden de emin değildi.
Christine orada öylece dururken bir gardiyan ona yaklaştı.
“İşe!” Ve Christine yüzüne inen tokatla birlikte sendele­
di. Sonra hemen kendine geldi ve yüzünün sağ tarafını tutup
eve doğru koşmaya başladı. Sol tarafında, dikenli bir tel örgü
kampı ikiye bölmüştü. Christine telin diğer tarafında birbirine
benzer bir sürü ahşap baraka olduğunu gördü. Erkek tutsaklar
sıraya girmişti. Bir yoklama başkanı önlerinde ileri geri yü­
rüyordu. Christine rengi atmış yüzlere baktı. Fakat binlerce
adamın içinden Isaac’i görmesi imkânsızdı. Eve yaklaştığın­
da, kampın derinliklerinde bir yerden iri, kara bulutlar yük­
seldiğini fark etti. Kumandan Grünstein elinde sigarası, ön
verandada duruyordu.
“Günaydın bayan.”
“Günaydın kumandanım. Bugün için yapılmasını istediği­
niz özel bir şey var mı?”
“Şimdilik sadece kahvaltı ve gerekli olduğunu düşündüğün
diğer işler.”
Christine içeri girmek üzere kapının kolunu tuttu. Ama
sonra, şansını denemek zorunda olduğunu hissetti. Kumanda­
na bakıp titreyen bir sesle konuşmaya başladı. “Özür dilerim
kumandanım, ama...”
“Evet?” Kumandan yüzünü ona döndü ve sigarasını dudak­
larının kenarına sıkıştırıp verandanın parmaklıklarına yaslandı.
“Buraya biriyle geldim.”
Kumandan Grünstein kaşlarım çattı ve sigarasını ağzın­
dan çekip külünü verandanın köşesine attı. “Ve ona ne oldu­
ğunu öğrenmek istiyorsun?” Gözlerinden, ifadesini okumak
oldukça güçtü.
“Özür dilerim kumandanım. Biliyorum bunu istememeliy-
dim, fakat...”
Kumandan Christine’e yaklaştı ve birden kolunu kaptı.
Parmakları Christine’in koluna batıyordu. “Haklısın. İsteme-
meliydin! Sen kendinde misin? Söylediklerimin bir kelimesini
bile dinlemedin mi?”
“Çok özür dilerim kumandanım. Bir daha asla olmayacak.”
Kumandan Grünstein, onu iterken Christine’in nabzı şa­
kaklarında atıyordu. Christine, kumandan arkasını dönüp ve­
randanın diğer ucuna gidene kadar korkudan bacakları titreye­
rek bekledi. İçeri girdiğindeyse, kumandan, şeytani krallığını
gözden geçiren deli bir kral gibi hâlâ basamaklardaydı.
Christine mutfakta kumandanın kahvaltısı için kahve yap­
tı. Yumurta haşlayıp kahverengi ekmeklerden dilimlerken
kamı açlıktan gurulduyordu. Kumandan kahvesini ve ekme­
ğini bitirdi ama yumurtasına dokunmadı. Christine, Kuman­
dan Grünstein çıktıktan sonra camdan dışarıyı kolaçan etti
ve yumurtayı bir kerede midesine indirdi. Lokmalarını nefes
almadan yutarken kendini bir hayvan gibi hissediyordu. Yaka­
lanma korkusu, insanlar ölürken yemek yiyor olmanın vicdan
azabına karışıyor, yediği hiçbir şeyden tat almıyordu. Aklında
hep aynı som vardı. Geldiklerinden beri Isaac bir şeyler yiye-
bilmiş miydi?
Christine bulaşıkları yıkadıktan sonra böcek bulmak için
arka kapıdan bahçeye çıktı. Geniş, dikdörtgen bahçeye kötü
bakılmış, her yerinde yabani otlar çıkmıştı. Sebze yetiştirilen
toprak parçası çitlere kadar uzanıyor ve neredeyse tüm bahçe­
yi kaplıyordu. Christine nereden başlayacağını düşünerek bü­
yük arsanın arkasına kadar yürüdü. Sonra sararmakta olan bir
havuç sırasının yanında durdu. Buradan, daha önce hiç görme­
diği yerleri görebiliyordu.
Kampın tam ortasında iki tuğla bina vardı. Birinde tek bir
pencere bile yoktu, diğerinin ise kocaman, kırmızı bir baca­
sı vardı. Christine bacadan kara dumanların çıktığını gördü.
İlk binanın yanında çalışır durumda olan askeri kamyonlar
duruyordu. Egzoz boruları, bina duvarından içeri giren boru­
larla birleştirilmişti. Yüksek, dikenli tel örgülerle çevrili dar
bir yolda sıkışmış yaşlı adam, genç kadın, çocuk ve ailelerden
oluşan uzun kuyruklar, askerlerin deri kırbaçları eşliğinde bi­
nalara doğru yürüyordu. Bu sırada tutsaklar ilk binadan bacalı
binaya el arabalarıyla cesetler taşıyordu.
Christine birden dizlerinin üzerine çöküp kusmaya başladı.
Buraya geldiklerinde yanık et kokusunu fark etmişti, ama bu­
nun bu katliamın bir parçası olduğunu anlayamamıştı. Koku­
nun açlıktan, hastalıktan ya da bu sabahki zavallı kadın gibi
vurularak ölen insanların yakıldığı krematoryumdan geldiği­
ni düşünmüştü. Ancak binalara doğru yürüyen insanlar hâlâ
giyinikti! Yani henüz elemeden bile geçmemişlerdi. Trenden
indikleri gibi ölüme gidiyorlardı. Bahçedeki ekilmiş alanların
arasında yayılan yabani otlar ve hindibalara bakıp öğürmeme-
ye çalışırken göğsü sıkıştı.
Birden arkasında Kumandan Grünstein’ın sesini duydu.
“Bir sorun mu var?”
Christine hızla ayağa kalkıp ağzını elinin tersiyle sildi.
“Hayır kumandanım,” dedi sesinin titremesine engel olma­
ya çalışarak. Kumandan, Christine’in arkasından dumanların
yükseldiği gökyüzüne baktı.
“Ah... Anladım. Krematoryumu gördün.” Adamın sesin­
deki hüzün Christine’i şaşırtmıştı. “Son gelen teslimattaki
Zyklon-B’lerin* bozuk olduğunu söyleyip gaz kutularını göm­
melerini emretmiştim. Bunun onları yavaşlatacağını düşün­
düm ama durmayacaklar. Bir gün bile durmayacaklar. Bu yüz­
den kamyon kullanıyorlar. Zaten biliyorsun, bu işe kamyon
egzozlarını kullanarak başladılar.” Kumandan başparmağıyla
çenesini kaşırken, Christine’e sanki onu anlamasına ihtiyacı
varmış gibi bakıyordu.
“Krematoryumu ilk gördüğümde onlarla birlikte gaz odala­
rına girmek istedim. Ama sonra bu cinayetlere şahit olduğumu
fark ettim. Bu savaş bittiğinde hâlâ yaşıyor olursam, burada
yaşanan gerçekleri tüm dünyaya anlatabileceğim.”
Christine ne cevap vereceğini bilemiyordu. Hatta cevap
vermeli miydi, ondan bile emin değildi. Kumandan Grüns­
tem yalan söylüyor olmalıydı, yoksa nasıl burada durup bu­
nun olmasına izin verebilirdi ki? Christine barakaya gitmek
istiyordu. Sadece uzanıp uyumak, uykuyla birlikte her şeyden
uzaklaşmak istiyordu. Burada olanları bilmek ya da düşün­
mek istemiyordu. Bahçeye çalışmak için çıkmıştı ama artık
çalışamazdı. Eve gitmesi gerekiyordu, az önce gördüklerinden
uzaklaşabildiği kadar uzaklaşmalıydı. Christine onu durdur­
mayacağını umarak kumandanın yanından geçti. Safrasının

* Bu madde Nazi Soykırımı sırasında kullanılan Siyanür bazlı kimyasal silahı


açıklamaktadır. Yahudi Soykırımı sırasında Auschwitz-Birkenau gibi toplama
kamplarında esirleri öldürmek için kullanılan zehir. (Çev. N.)
asidik tadı boğazım yakıyordu. Yediği yumurta dilinde acı bir
tat bırakmıştı.
Christine günün geri kalanını ütü yaparak, yerleri süpüre­
rek ve kumandanın yemeklerini hazırlayarak geçirdi. Er ya
da geç bahçeye çıkmak zorunda olduğunu bilmesine rağmen
bugün çıkmayacaktı. Onun yerine düşünmemeye çalışarak
bir makine gibi çalıştı. Sıralar halinde binaya giren insanların
görüntüsü aklından hiç gitmiyordu. İnsanların cansız, çıplak
bedenlerinin binanın diğer ucundan çıktığını görmüştü. Katli­
amdan sonra bir hayvanmış gibi el arabalarına yığılan insan­
ların garip bir şekilde kıvrılan kol ve bacakları aşağı sarkmış­
tı. Christine ölen binlerce insanın yaşadığı acı ve işkenceyi
düşünmemeye çalışsa da acıyı, kalbinin etrafına sarılmış ağır,
kara bir zincir gibi nereye giderse gitsin yanında taşıyordu.
Kalbindeki bu kara zincir ara sıra gevşiyordu. İçindeki hü­
zün, korku ve ev özlemi dayanamayacağı kadar çoğaldığında
rahatlamak için hep yaptığı gibi elini saçlarında gezdirmek is­
tiyor, ama avuçlarına hiçbir şey gelmiyordu. Gün boyu gerçek
defalarca yüzüne vuruyor, Christine yaptığı işi bırakıp otur­
mak zorunda kalıyordu. Ve bayılmamak için başını bacakları­
nın arasına sıkıştırıp işe dönmeye hazır hissedene dek öylece
oturuyordu.
Christine barakaya gittiğinde hava iyice kararmıştı. Karan­
lığın krematoryumu, çürüyen bir cesedin üzerine çekilmiş bir
kefen gibi saklaması içini ferahlatmıştı. Barakadan içeri girdi­
ğinde biri onu bileğinden yakalayıp koridora çekmeye çalıştı.
Christine ayaklarını yere sıkıca bastı ve bağırıp kurtulmak için
çabaladı. Fakat bileğini tutan kişi yanına yanaştı.
“Şişşt... Benim,” dedi Hanna, kısık bir sesle. “Gel.”
Hanna onu alt yataklardan birine çekti. Christine, Hanna’nm
yanına uzanıp karanlıkta gözlerini kıstı. Sadece birkaç santim
uzağındaki Hanna’nm yüzü loş ışıkta, bir hayalet maskesini
andırıyordu.
“Fısıldamak zorundayız,” dedi Hanna. “Seçim için seni
uyaran kadını hatırlıyor musun? O, tutsakların lideri. Gördüğü,
duyduğu her şeyi baş görevliye söylüyor, böylece iki kez yemek
yiyor. Üniformasındaki üçgen, buraya gelmeden önce profesyo­
nel suçlu olduğu anlamına geliyor. Ve SS’ler, profesyonel suç­
luların Dachau’da hayatta kalmak için her şeyi yapacağını çok
iyi bilir. Ona dikkat et. Kötü tarafına denk gelmek istemezsin.”
“Teşekkürler,” dedi Christine fısıldayarak.
“Dur daha bitmedi. Uyarmak istediğim bir konu daha var.
Çoğu kadının sana güvenmeyeceğini bilmelisin.”
“Neden ki?” Christine’in sesi istemeden biraz yüksek çık­
mıştı. “Ne yaptım?”
“Sen Yahudi değilsin. Ve kamp kumandanının evinde çalı­
şıyorsun. Gördüklerini ona anlatmandan korkacaklardır.”
“Ama ben asla...”
“Beni dinle. İnsanlar burada canlan için savaşıyor. Ve bu
her şeyi değiştirir. İş kendi canını kurtarmaya geldiğinde in­
sanların neler yapabileceğini gördüğünde hayret edeceksin.”
“Peki, sen bana güveniyor musun?”
“Evet.”
“Neden?”
“Bilmiyorum. Belki buraya yeni geldiğin ve henüz umu­
dunu kaybetmediğin içindir. Belki de sorduğun ilk şey erkek
arkadaşının annesi ve kız kardeşi olduğu için.”
“Onların nerede olduğunu öğrenebileceğini söylemiştin.”
“Evet. Üzgünüm... Ama bunu söylemenin kolay bir yolu
yok. Gabriella geldikten kısa bir süre sonra gaz odasında öl­
dürülüp yakılmış.”
Christine kamına sert bir yumruk yemişti sanki. “Emin
misin?”
“Evet. Kayıt departmanında çalışıyorum. Tutsakların bilgi­
lerini yazıp dosyalıyorum.”
Christine sırtüstü uzanıp dolan gözlerine avuçlarının uçlarıyla
bastırdı. Daha küçücük bir çocuklu, dedi kendi kendine. Sonra
titreyen sesini toparlayıp tekrar Hanna’ya döndü. “Peki Nina?”
“Tifüs, üç ay önce.”
“Ah Tanrım...”
Hanna ranzada kenara kaydı. “Dachau’ya hoş geldin.”
Christine, Hanna’nın elini omzunda hissetti. “Bak, eğer fırsat
bulursam erkek arkadaşını da bulmaya çalışacağım. Ama hiç­
bir şey için söz veremem. Eskiden erkek tutsakların kayıtları­
na da bakabiliyordum. Ancak yeni baraka memurunun gözü
bir şahin gibi sürekli dosyalarda. Bir şey aradığımı hemen an­
layacaktır. O gelmeden önce ikiz erkek kardeşimin hâlâ hayat­
ta olduğunu öğrenmiştim. Cephane fabrikasında çalışıyormuş.
Ama üzerinden bir yıl geçti. Şimdi... hayatta mı bilmi...”
Hanna bir süre sustuktan sonra devam etti. “Neyse. Biliyor
musun, Avusturya’nın eski başbakanının burada olduğunu da
öğrenmiştim. Fransa’nınkinin de. Almanlar defter tutma ko­
nusunda çok titiz. Giren her kişinin kaydını tutuyorlar. Öldür­
dükleri her insan da buna dahil.”
Christine sesini toparlamaya çalıştı. “Ne kadardır buradasın?”
“İki yıl. Aşağı yukarı bir iki ay da geçti. Berlin’de küçük
bir apartman dairesinde dokuz kişi saklanıyorduk. Altı ay
kadar saklandık. Ama komşumuz bizi iki somun ekmeğe satıp
Gestapo’ya ihbar etti.”
Christine hafifçe sızlandı. “Peki ailen?”
“Annemle küçük kız kardeşlerim direkt gaz odasına gön­
derildi. Gardiyanlar babamı dışarıdaki bahçe kapısına astı.
Dachau köyünün belediye başkanmı ve on adamı daha astılar.
Uç hafta boyunca cesetleri orada öylece sallandırdılar.”
“Çok üzüldüm.”
“Öyle.” Hanna’nm sesi hüzün doluydu. “Beni öldürmeme­
lerinin tek sebebi sekreter olmam. Daktilo kullanmayı çok iyi
bildiğim için. Düşünsene... Bazen keşke bunu onlara söyle-
meseydim diyorum.” Christine, Hanna’nm eline kuru, sert bir
şey tutuşturduğunu hissetti. “Al, sana bir parça ekmek ayır­
dım. Yemek vaktini kaçırdın.”
“Hayır. Teşekkür ederim.” Christine ekmek kabuğunu
Hanna’nm avucuna geri koydu. “Senin benden daha çok ihti­
yacın var. Hem aç değilim.”
“Emin misin?” Hanna cevabı beklemeden ekmeği ağzına
tıkıp çiğnemeye başladı.
“Evet. Hiç iştahım yok.”
9/trfru/OŞeçûıcl

'—

hristine her gün kumandanın evine giderken, burada ça­


C lıştığı için ne kadar şanslı olduğunu hatırlıyordu. Kadın
tutsaklardan bazıları kampın dışındaki cephane fabrikalarında
ya da uçak motoru yapan Bayerische Motoren Werke fabrika­
sında çalışırken bazıları Hanna gibi kamp sınırlarının içinde
çalışıyordu. Kimi kayıt departmanında, kimi mutfakta kimi
yeni gelen tutsakların eşyalarını ayırmada görevliydi. Diğer­
leriyse kampın sorunsuz bir şekilde işlemesini sağlayan diğer
yüzlerce işten birinde çalışıyordu. Ama çoğu kadının görev
yeri inşaattaydı. Hava nasıl olursa olsun toprak kazıp el ara­
baları itiyor, kaya taşıyıp yol ve baraka yapıyorlardı. Tutsak­
lar gardiyanlar tarafından sebepsiz yere dayak yiyip yok yere
vuruluyordu. Artık insanların kurşun, açlık ya da hastalık yü­
zünden yere yıkılması gayet normaldi. Sinekler, tifüs, kolera
ve ölüm tutsakların daimi dostuydu. Her gece barakaya dönen
kadınların sayısı azalırken her sabah azalan miktarın iki katı
kadar yeni kadın geliyordu.
Christine her gece barakasına dönerken aynı duayı ediyor­
du. Tanrım, Hanna lütfen Isaac 'ten bir haber alsın. Ama so­
nuç hep aynıydı, Hanna erkeklerin dosyalarına bakmak için
bir fırsat yakalayamamıştı. Christine ne zaman dışarı çıksa
gözleri çitin diğer tarafında Isaac’i arıyordu. İşe gidip gelirken
kampı ikiye bölen tellere elinden geldiğince yakın yürürdü.
Orada sıraya dizilmiş, çalışan, yerde yatan, yürüyen binlerce
adam vardı. Olduğu mesafeden hepsi aynı görünüyordu; çiz­
gili üniformalar, zayıf bedenler, kel kafalar ve kirli yüzler...
Christine kumandanın evinde yemek pişirip temizlik ya­
parken normal hayatına devam ediyormuş gibi davranmaya
çalışıyordu. Geçen saatlere dayanmanın tek yolu buydu. Ama
korkunç krematoryum manzarasının bulunduğu bahçeye çık­
tığında bu düşten hemen uyanıyordu.
Kumandanın tabağındaki artıkları yiyen Christine, hazır­
ladığı yiyeceklerden ufak bir pay alabilse de evden yemek
çıkarmama konusunda katı bir şekilde uyarılmıştı. Ara sıra
yetişebildiği akşam yemeklerinde, tutsaklara bir parça bayat
ekmekle birlikte çürümüş sebzelerden ve etin kıkırdakların­
dan yapılan sulu çorba veriliyordu. Christine yemeğe vaktin­
de yetişebilmişse payını Hanna’ya verirdi. Neredeyse her gün
baş görevlilerden biri tutsaklara bakmadığında, Hanna’ya ya
da diğer kadınlardan birine vermek için birkaç dilim ekmek,
bir parça peynir ya da bir parça et çalardı. Bir şey saklamak
istediğinde kullanabileceği tek yer ayakkabıları ya da ağzıydı.
Üniformaların cepleri olmadığı gibi altlarına giyebilecekleri
bir iç çamaşırları bile yoktu.
Bir gün Christine iki yanağına ekmek kabuğu tıkıştırmış
bir halde barakaya dönerken bir gardiyan onu durdurdu.
“Burada ne yapıyorsun?” Christine barakaları işaret ede­
rek yürümeye devam etti. Ama adam tüfeğini kaldırıp yolunu
kesti. “Dur! Ağzında ne var?” Christine ağzındaki lokmayı
çiğnemeye çalıştı, ama ekmek çiğnenmeyecek kadar kuruydu.
“Tükür!” Christine tükürmeye çalışırken neredeyse boğula­
caktı. Adam silahını başına doğru kaldırdığında Christine altı­
na işemek üzere olduğunu hissetti.
“Ben Yahudi değilim! İsterseniz Kamp Kumandanı
Grünstein’a sorun! O size söyler!”
Adam tüfeğini indirip Christine’e baktı. “Kumandan
Grünstein’m evinden mi geliyorsun?”
Christine başını evet dercesine salladı.
“O zaman sen bize bahsettiği o küçük tatlı bayansın.”
Adam elini Christine’in kalçasına koyup üniformasının eteği­
ni sıyırdı. “Yiyecek çaldığından haberi var mı?”
“Kumandan Grünstein, ona ait olan bir şeye el uzatan olur­
sa mutlaka söylememi istedi. Ve ben yüzleri asla unutmam.”
Bu sözlerle bir adım gerileyen gardiyan, Christine’e de­
vam etmesi için işaret etti. Christine koşmaya başladı. Kalp
ve ciğerlerinin, ince derisini yırtıp kanlar içinde ayaklarına
dökülmesini engellemek ister gibi kollarını kamının üzerine
bastırıyordu.

------

Şu ana kadar Dachau’ya hiç bomba düşmemişti. Her gece


bomba sesleri duyulsa da gürültüler uzaktan geliyordu.
Christine yakınlardaki cephane ya da uçak parçalan yapan
fabrikaların bombalanmasının ne kadar süreceğini merak
ediyordu. Çünkü bu fabrikalar bombalandığında, sıra kampa
gelecekti.
Christine kumandanı akşam yemeği masasında içki içer­
ken bulduğunda Dachau’daki tutsaklığının beşinci haftasm-
daydı. Lahana turşulu, elmalı ve üzümlü ördeğin bulunduğu
servis tabağıyla yemek odasına girdiğinde, kumandanın bir
elinde bir şişe konyak diğer elinde ise bir içki bardağı vardı.
Kumandan üzümleri, ördeği ve konyağı Berlin’den özel ola­
rak getirtmişti. Christine ilk önce bunun ördek pişirmeyi bilip
bilmediğini görmek için yapılan bir test olabileceğinden kork­
muştu, ama şimdi kumandan saatlerce uğraştığı ördeğe not ve­
remeyecek kadar sarhoştu. Kumandan Grünstein, Christine’i
görünce bardağını havaya kaldırarak bağırdı.
“Hitler’e! Hepimizden çok yaşasın!” Gözleri kanlı, du­
dakları ıslaktı. Başını geriye atıp içkiyi kafaya diktikten sonra
bardağı sertçe masaya bıraktı. Ve titreyen eliyle konyağı alıp
bardağını tekrar doldurdu. Christine elindeki servis tabağını
masaya bırakıp kumandanın tabağına uzandı.
“Tabağınızı doldurayım kumandanım. Bir şeyler yemeli­
siniz.” Christine gümüş servis maşasını kullanarak kusursuz
bir şekilde kızaran ördek göğsünü ortasında SS sembolü olan
çiniye koydu. Tabağın üzerine bir kaşık elma ve üzüm karı­
şımından serptikten sonra lahana turşusuna uzandı. Ama ku­
mandanın birden bileğini yakalamasıyla yerinden sıçradı.
“Benimle bir içki iç, Christine.” Kumandanın kelimeleri
zar zor seçiliyordu.
Kumandan Grünstein elini çekip boş şarap bardağına
uzandı. Christine tam rahat bir nefes almıştı ki kumandan bar­
dağı devirdi. “Lanet olsun.”
Christine bardağı kaldırdı ve kalbi küt küt atarken ye­
mek tabağını kumandanın önüne koydu. Ardından masadan
bir adım gerileyip beklemeye başladı. Ama kumandan taba­
ğı itip su bardağına uzandı. Suyu çenesinden akıtarak, kana
kana içtikten sonra boş bardağı konyakla doldurdu. “Al,” dedi
Christine’e uzatarak. “Otur.”
“Nein danke, kumandanım. Teşekkür ederim ama şimdilik
başka bir şeye ihtiyacınız yoksa mutfakta yapmam gereken
işlerim var.”
“Benimle otur, lütfen. Sadece biraz.”
“Bunun iyi bir fikir olduğunu düşünmüyorum, kuman­
danım.”
“Bence söylediğimi yapmalısın, Christine. Yaşamın ve ölü­
mün gücü benim ellerimde, unuttun mu?”
Christine masanın uzağına bir sandalye çekti ve oturup el­
lerini kucağına koydu.
“Teşekkür ederim. O kadar kötü bir şey yokmuş, değil
mi?” Kumandan Grünstein uyuyakalıyormuş gibi gözlerini
birçok defa kırptıktan sonra konyağından bir yudum daha aldı.
“Özür dilerim. Ama sadece konuşmak istiyorum.”
“Anlıyorum kumandanım.” Christine ne kadar korksa da
üzeri kahverengi sos ve parlak mor üzüm kesikleriyle kaplı
çıtır çıtır ördeğe bakarken ağzı sulanıyordu.
“Ye ye,” dedi kumandan, tabağı göstererek. “Korkma.” Ta­
bağı alıp Christine’in önüne koyduktan sonra çatal ve bıçağını
da ona doğru itti. Kalın parmakları masa örtüsünün üzerinde
beceriksizce hareket ediyordu. Christine ellerini kucağından
kaldırmadı, onu esir tutan biriyle aynı masada yemek yemek
istemiyordu. Ama kumandan bunu fark etmemiş gibiydi. Ku­
mandan sandalyesinde kambur bir şekilde otururken, bardağın
içindeki konyak çalkalanıyor, parmaklarından aşağı akıyordu.
“Başaramadılar.”
“Özür dilerim kumandanım. Ama ne demek istediğinizi
anlayamıyorum.”
“Stauffenburg, Haeften, Olbricht, Mertz!” Kumandan ba­
ğırırken yüzü giderek kızarıyordu. “Kıdemli subaylar! Hep­
si! Hâlâ planı berbat ediyorlar! Bombaları bir evi havaya
uçuracak kadar büyük yapmalıydılar. O piçi ancak bu öldü­
rebilirdi!”
“Kimi kumandanım?”
“Hitler’i! Daha önce de deneyenler olmuştu!”
Christine bir an nefes alamadı. Hitler’in kendi adamları
onu öldürmeye mi çalışıyor? Hem kafası karışmış, hem de
mutlu olmuştu. Bu kâbus nihayet son bulabilecek miydi?
“Tekrar deneyecekler mi?”
“Hayır,” dedi kumandan, başını iki yana sallayarak. “Hit­
ler onları infaz etti. Sıraya sokup tek tek vurdu.” Christine,
duyduğu haber karşısında omuzlarını düşürürken Kumandan
Grünstein içkisinden bir yudum daha aldı. “Gördün mü? İşte
sana söylemeye çalıştığım bu. Kimse güvende değil. Bu işe
karışan subayların ailelerindeki herkes tutuklandı. Hamile
eşleri, küçük çocukları bile.” Kumandan yorulmuş gibi arka­
sına yaslandı ve bir süre sessiz kaldıktan sonra bir iç geçirip
tekrar konuşmaya başladı. “Buraya nasıl geldiğimi sana hiç
anlattım mı?”
“Hayır kumandanım.”
Kumandan Grünstem sulu gözlerle Christine’e baktı. “1933’te
Nazi Partisi’ne katıldım. Ancak yöntemlerini eleştirdiğim için
kovuldum. Beş yıl sonra Gestapo tarafından tutuklanıp bir ça­
lışma kampına gönderildim.” Christine gözlerini iri iri açtı.
Kumandan, en az onun kadar şaşırmış gibi başını onaylayarak
salladı. “Evet evet doğru duydun. Tutuklandım! İnanabiliyor
musun? Ve şimdi görevdeyim!”
Christine su sürahisine uzandı, boğazı aniden kupkuru ol­
muştu. “İçebilir miyim?”
“Tabii tabii. Ama bunu içmeyeceksen...” Kumandan bar­
dağındaki son ağız dolusu likörü bitirdi. Gözlerini yumup yut­
kundu ve Christine için koyduğu konyağa uzandı. “1940’ta
Nazi Almanyası’na sızıp bilgi almak için tekrar SS’ye başvur­
dum. Neden biliyor musun?”
“Hayır kumandanım.”
“Çünkü Stuttgart’m piskoposu bana Hadamar ve Grafe-
neck’teki zihinsel engellilerin öldürüldüğünü söylemişti. Bi­
liyor musun, benim kız kardeşim 1941’de Hadamar’da esra­
rengiz bir şekilde öldü. Ben de gerçeği gün yüzüne çıkarmaya
karar verdim.” Elini masaya vurup devam etti. “Bana geçmi­
şimle ilgili tek bir soru bile sormadılar! 1941’de Waffen-SS’e
kabul edildim. Ardından Polonya’daki kamplara Zyklon B’yi
tanıtmak için görevlendirdim.”
Christine bardağını bırakıp Kumandan Grünstein’a baktı.
“Bunun gibi başka kamplar da var mı?”
“Elbette!” dedi kumandan, güçlü bir şekilde başını sal­
layarak. “Auschwitz! Treblinka! Buchenwald! Ravensbrück
Mauthausen! Daha bir sürü yer sayabilirim. En kötüsü Ausch­
witz. Ama bunların hepsi imha kampı değil. Hepsinde gaz
346 îQ&-— ErikAğacı

kullanılmıyor. Naziler, Yahudilerin özel muamele gördüğünü


söylüyordu. Bu özel muamele dedikleri, cinayet için kullan­
dıkları bir koddu. Şok içindeydim. Tiksinmiştim ama izlemek
için kendimi zorladım. Böylece gördüğüm her şeyi dünyaya
anlatabilecektim.”
Christine sandalyesine yaslandı. Açlığı yok olmuş, yerini
acı, iğrenç bir duyguya bırakmıştı. “Ne için bekliyorsunuz?”
“İnsanlara anlattım. Herkesin Nazilerin yaptıklarını öğren­
mesi için hayatımı riske attım. Berlin’deki İsviçre elçiliğinde,
basın ataşesine anlattım. Berlin piskopos yardımcısına anlat­
tım. Birkaç doktora ve Alman yeraltı dünyasına da. Ama hiç­
bir şey olmadı. Daha bu sabah Berlin’den gelen trende Berlin
İsveç Elçiliği kâtibiyle karşılaştım. Saatlerce sohbet ettik. Bu
vahşeti devletine anlatması için ona yalvardım.”
Christine hiçbir şey söylemeden dinliyor, kumandanın
doğru söyleyip söylemediğine karar vermeye çalışıyordu. Yü­
zündeki acı dolu ifadenin sebebi hüzün mü, yoksa suçluluk
duygusu muydu, bilemiyordu.
“Bana inandıklarını düşünmüyorum. Ondan, düşmanları
yaşanılanlardan haberdar etmesini istedim. Fakat bana sesimi
alçaltmamı söyleyip durdu. Eminim delirdiğimi düşünmüş­
tür.” Kumandan Grünstein gözlerini kapadı, elindeki boş bar­
dak yana doğru eğilmişti. “Başka ne yapacağımı bilmiyorum.”
Christine keten masa örtüsünün üzerindeki şarap bardağı­
na baktı. Masada duran şamdandaki mum ışıkları kristallere
yansıyordu. Bir an bu manzaranın dışarıdan nasıl görünece­
ğini düşündü. Kirli üniforması, kırpılmış saçları ve kir toprak
içindeki incecik bacaklarıyla, bir SS subayıyla pahalı tablolar,
İran halıları ve kiraz ağacından yapılmış mobilyalarla dolu bir

____________
odada oturuyordu. Önünde de bir tabak ördek vardı... Christi­
ne bir an delirecekmiş gibi hissetti.
“İzninizi isteyebilir miyim, kumandanım?” diye sordu güç­
süz bir sesle. Cevap gelmeyince Christine yavaşça yerinden
kalktı ve kumandanın elindeki bardağa uzandı. Ama Kuman­
dan Grünstein öne doğru eğilip Cristine’i bileğinden yakaladı.
“Sana bunları anlatmamın bir sebebi var!” Bağırırken al­
nındaki damarlar çıkıyordu. “Lütfen otur! Şu yükü göğsüm­
den atmama izin ver!”
Christine kumandanın sözünü dinleyip sandalyesinin köşe­
sine oturdu. Kumandan Christine’in bileğini bıraktı ve derin
bir nefes alıp üniformasının önünü düzeltti. “En azından beni
biraz dinleyemez misin? Lütfen?”
“Tabii kumandanım.”
“Eğer hayatta kalmayı başarırsan sen de bir tanık olacak­
sın. Onlara burada yaşanılanları herkesin kabullenmediğini
söyle. Burada, şeytana uymuş adamlar var. Ruhlarının için­
deki pislik, yarık kalplerinden dışarı sızıyor. Öte yandan Rus
cephesine gönderilmek isteyen gardiyanlarım da var. Orada
öleceklerini biliyorlar, fakat bu dört duvar arasındaki çılgın­
lığa yardım etmektense ölmeyi tercih ediyorlar.” Kumandan
Grünstein, sanki düşünceleri onu çoktan delirtmeye başlamış
gibi avuçlarını şakaklarına bastırdı. “Bazılarının hayatta kal­
mak için yapabileceklerine şaşıyorum. Sırf yaşamak için Ya­
hudi arkadaşlarının ölü bedenlerini ateşe atmayı kabul eden
tutsaklar var.”
Christine bir an önce mutfağa kaçmak istiyordu. Kumandan
Grünstein ona baktığında, yüzünde, yaşarken cehenneme mah­
kûm edilmiş bir adamın bakışını gördü. Gözleri onu anlaması için
yalvarıyordu. Christine, kumandanın konyak içmek istediğini
bilmediğinden, akşamın erken saatlerinde masaya açık bir
kırmızı şarap şişesi koymuştu. Yanaldan ve alnı kıpkırmızı olan
kumandan şarap şişesine uzanıp bardağını doldurdu.
“Bu şeytani suçlan işleyenler ve bunlann yaşanması­
na izin veren bizler, yaptığımız şeylerin ciddiyetini savaşın
hengâmesinde fark edemiyoruz.” Şişeyi masaya bıraktı ve
bardağındaki şaraptan bir yudum aldı. “Belki biraz sürebilir
ama bu savaş bitip evlerimize döndüğümüzde, rahat evleri­
mizde akşam yemeği masalanmıza oturduğumuzda, karıla-
nmızı öpüp iyi geceler dediğimizde... îşte o zaman geceler
kâbusumuz olacak. Şahit olduğumuz her sahnenin vicdan aza­
bıyla yanan beyinlerimizin derinliklerinde tekrar tekrar canla­
nacağını bileceğiz. Bu azap ölene dek peşimizi bırakmayacak.
Cehennemde sonsuza kadar Hitler’in yanında kalacağız. Tüm
Almanya bizim günahlarımızın bedelini ödeyecek. Bekle ve
gör. Ama yapılan canilikler ancak savaşı kaybedersen savaş
suçu kabul edilir.”
Christine hiçbir şey söylemeden kumandana bakıyordu.
Kumandan bardağını tekrar doldurup bir iç geçirdi. “İşte...
Ben söyleyeceğimi söyledim.” Ardından tabağı tekrar
Christine’in önüne itti. “Bence yemelisin.”
“Ben... yemesem daha iyi.”
“Nasıl istersen. Sonra ye o zaman. Mutfakta.”
Christine ayağa kalktı.
Kumandan Grünstein yerinden kalktığında sallanmaya
başladı. Yaşlı bir adam gibi kambur duruyordu. Christine onu
kolundan yakaladı ve sandalyesine oturmasına yardım edip
önündeki şarap şişesini aldı.
“Galiba eskisi gibi içemiyorum.”
“Tüm konyak şişesini içtiniz kumandanım.”
Kumandan, odaklanamayarak masaya baktı. “Evet. Bana
bir sigara getirir misin?” Christine büfeye gitti, tahta tütün­
lüğü açtı ve bir sigara çıkarıp kumandanın eline tutuşturdu.
Ardından kibrit getirip sigarayı yaktı. Bayat duman tüm oda­
yı sararken kumandan ağırlaşan gözkapaklarıyla Christine’in
masayı toplayışını izliyordu. Christine bardak, çatal ve bıçak­
lan almak için üçüncü kez mutfaktan geldiğinde kumandan
sandalyesinde yarı uyur bir vaziyetteydi. Christine sigarayı
alıp küllükte söndürdü, ama aniden konuşmaya başlayan ku­
mandan yüzünden korkudan aklı çıktı.
“Benim için bir şey yapar mısın, Christine?”
“Nedir kumandanım?”
“Eğer bana bir şey olursa adımı hatırlayacağına söz verir mi­
sin? Herkese bu katliamı durdurmaya çalıştığımı söyler misin?”
Christine bir dakika kadar düşündükten sonra bu riski göze
almaya karar verdi. “Eğer benim istediğimi yaparsanız ben de
sizin istediğinizi yaparım.”
“Neymiş o?”
“Sevdiğim adam burada. Isaac Bauerman’ın nerede oldu­
ğunu öğrenin. Eğer hâlâ yaşıyorsa, bana onun hayatta kalaca­
ğına söz verin.”
Kumandan Grünstein bir iç geçirdi. “O işler o kadar basit
değil. Bir tutukluyu özel olarak, şüphe çekmeden arayamam.
Diğer subaylar benden kurtulmak için tek bir hatamı bekliyor.
Önceki kamp kumandanı bu evde içkili partiler verirdi. Onlara
likör ve kadın sunardı. Senin yerini aldığın kadını onların eli­
ne verirdi. Ondan önceki kadını öldürdüler, biliyor musun?”
Christine’in korkudan rengi attı. Eğer Kumandan Grüns-
tein’a bir şey olursa başına neler gelecekti? Birden Isaac ve
kendi hayatı arasında seçim yapmak zorundaymış gibi hisset­
ti. “Ama iyi olup olmadığını bilmem lazım,” dedi sesini topar­
layarak.
“Şüphe çekmeden hayatta olduğunu öğrensem bile, onu
hayatta tutmak için yapabileceğim hiçbir şey yok.”

Christine ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordu. Her uzun gün


bir sonrakine karışmış, geç gelen Hindistan sıcakları yerini so­
ğuk bir sonbahara bırakmıştı. Christine bahçeyi temizlemiş,
ikinci marul, pazı ve bezelye ekimini tamamlamıştı. Bahçe
çok güzelleşmiş, hatta Kumandan Grünstein, Christine’e diğer
subayların da bahçeyi beğendiğini söylemişti.
Christine dışarıda çalışırken krematoryuma bakmamaya
çalışıyordu. Dışarı her çıktığında gözü bir kez oraya çarpıyor,
ardından tekrar bakmayacağına yemin ediyordu. Aslında ora­
ya bakmasının sebebi küçücük bir umuttu. Bir gün insanların
sıraya girdiği yerin bomboş olacağını umuyordu. Ama her ge­
çen gün kurban alayı genişleyip uzuyordu.
En azından kumandanın lavabosunun üzerindeki aynadan,
tutsaklığı boyunca yaşadığı değişimi görebiliyordu. Aynaya
her baktığında elmacık kemiklerinin biraz daha dışarı çıktığı­
nı, gözlerinin altındaki mor halkaların koyulaştığını fark edi­
yordu. Kaşları ve kirpikleri dökülmeye başlamıştı. Solgun, kül
rengi teni bir tebeşirden farksızdı. Christine bedeninin de aynı
göründüğünü tahmin edebiliyordu. Güçsüzleşen kollarında,
kalçalarında ve dizlerinde dayanılmaz bir ağrı vardı. Kasları
titriyordu, ayakları ise yara bere içindeydi.
Ama her şeyi daha da kötü yapan Isaac’ten hiçbir haber
olmamasıydı. Ne Hanna’dan ne de Kumandan Grünstein’dan
bir şey öğrenebilmişti.
Uzun sonbahar günlerinde soğuk kendini iyice göstermeye
başlamıştı. Christine son patatesleri çoktan toplamış, kasalara
koyarak kilere götürmüştü. Kampın dışında, tellerin ve yük­
sek çitlerin ötesinde, tarlaların ucuna doğru uzanan ormanlar­
da ağaçlar yapraklarını dökeli çok olmuştu. Tepedeki güneş
buz rengi gökyüzünü ışıl ışıl parlatıyordu. Ama geceleri de bir
o kadar soğuk oluyor, kadınlar ranzalarında tir tir titriyordu.
Christine yaklaşan kıştan çok korkuyordu.
Uzun geçen gecenin ardından sabahın ilk ışıklarıyla ge­
len don bahçedeki son haşatı mahvetmişti. Sabah güneşli ve
rüzgârlıydı. Elleri ve dizlerinin üzerine çöken Christine, bo­
zulmuş domates filizlerini çekerken titriyordu. Kararmış, sol­
muş yaprakları topraktan koparmak Christine’e garip bir hü­
zün verdi. Sanki bu, Isaac’in öldüğünü gösteren iç ürpertici bir
işaret gibiydi. Son filizi çektiğinde üzerine korkunç bir ağırlık
çöktü. Çalışmayı bıraktı ve başını eğdi.
Birden sırtına bir şey değdiğini hissetti. Rüzgâr gözlerine
batarken doğrulup arkasına baktı. Ancak görünürde kimse
yoktu. Bir şey tekrar sırtına çarptı ve cup sesi çıkararak yere
düştü. Christine çamura baktığında, yuvarlak kahverengi bir
yumurtaya benzeyen küçük bir taş gördü. Hemen ayağa kalktı
ve etrafına bakındı.
İleride, çitlerin erkekler tarafında çalışmaya başlayan bir
grup tutsak tahta taşıyıp el arabalarını itiyordu. Ama çitlerin
hemen yanında durmuş onu izleyen biri vardı. O da her tutsak
gibi zayıf, kir içinde ve keldi. Christine ilk başta onun kim
olduğunu anlayamadı. Ancak adam gülüp hızlı bir şekilde el
salladığında, bacaklarının tutmadığını fark etti. Bu Isaac’ti.
Ellerini ağzına götürdü ve içten içe Isaac’in adını haykırdı.
Ona koşup çitlerin arasından yüzünü okşamamak için zor du­
ruyordu. Ama gardiyanların görebilme ihtimalini bildiği için
yapabildiği tek şey kısa bir anlığına da olsa elini kaldırıp in­
dirmek oldu.
Isaac diğer adamlarla birlikte işine, erkek tutsakların kal­
dığı binanın arka tarafına inşa ettikleri yapıya döndü. Teste­
resiyle bir tahtayı ortadan bölerken iki üç saniyede bir başını
kaldırıp Christine’e bakıyordu. Christine ellerini üniformasına
silip titreyen bacaklarıyla evi çevreleyen duvarın köşesine yü­
rüdü. Tutsaklardan sorumlu iki gardiyan, tutsaklara arkalarını
dönmüş bir halde, sigara içip ısınmaya çalışıyorlardı. Ceketle­
rinin yakalarını çenelerine kadar çekmiş, sert rüzgâra sırtlarını
vermişlerdi.
Christine ayağa kalktığı gibi mutfağa koştu. Ayakkabılarını
çıkarıp bir pabucuna bir dilim ekmek, diğerine biraz peynir sı­
kıştırdı. Ardından ayakkabılarını alıp verandaya çıktı, gözleri
gardiyanlarda, kalbi ağzında ön kapıda durdu. Sanki az önce
atlıkarıncadan inmiş gibi dünyası fırıl fini dönüyordu. Derin
bir nefes aldı ve yavaşça bıraktı. Varilde ateş yakan gardiyan­
lar büyüyen ateşi, vücutlarıyla rüzgârdan korumakla meşgul­
lerdi. Christine bir eline ayakkabılannı aldı -her an yere atıp
ayaklarına geçirmeye hazırdı- ve bahçe kapısını açıp çitlere
doğru hızla yürümeye başladı. Gözleri Isaac ve varilin etrafın­
da toplanan gardiyanlar arasında gidip geliyordu.
Isaac, Christine’in yaklaştığını görünce başını deli gibi iki
yana salladı. Ancak Christine uyarısını yok sayıp önce ayak­
kabılarını sonra Isaac’i gösterdi ve çitlere yaklaşmasını işa­
ret etti. Isaac karar vermeye çalışarak gardiyanlara baktıktan
sonra elinde bir parça keresteyle tereddüt içinde Christine’e
doğru birkaç adım attı. Christine çitlerin hemen önündeydi,
Isaac’le aralarında neredeyse birkaç adım vardı. Isaac’in gri-
sarı ten rengini, yüzündeki ellerindeki çizik ve morlukları,
üniformasındaki lekeleri görebilecek kadar yakındı. Ama Isa-
ac gözlerinden ışıklar saçarak gülümsüyordu. Diğer tutsaklar
Christine’i görmüştü, ama dikkat çekmemeye çalışarak çalış­
maya devam ettiler. Çünkü gardiyanlar öfkelenirse bedelini
hep birlikte ödeyeceklerini biliyorlardı.
Christine vücudunda hafif bir elektrik akımı hissetti. Elin­
deki ekmekle peyniri hızla telin diğer tarafına itip arkasını
döndü ve ayakkabılarını sıkıca göğsüne bastırdı. Eve doğru
yürürken omzunun üzerinden Isaac’e bakıp duruyordu. Isaac
eğilip elindeki keresteyle yemeğine uzandı ve peynirden bir
ısırık aldıktan sonra gerisini botunun bileğine sıkıştırdı. Ar­
dından tekrar işine döndü. Gardiyanlar her şeyden habersiz
ateşte ellerini ısıtıyorlardı. Christine bahçeye dönüp ölü bit­
kileri ayıklamaya devam etti. Kumandanın öğle yemeğini ha­
zırlamak için içeri girmek zorunda kalana dek Isaac’le birbir­
lerini izlediler. Christine içeride çalışırken pencereden dışarı
bakıyor, dışarı çıkmak için bir sebep arıyordu.
O akşam Christine evden ayrıldığında adamlar barakala­
rına dönmüştü. Christine, Hanna’ya Isaac’in yaşadığını söy­
lemek için sabırsızlanıyordu. Ama Hanna’yı hiçbir yerde bu­
lamadı. Yukarıda yatan kadınlardan biri kayıt departmanında
354 ftSs»— Erik Ağacı

çalışıyordu. Christine bir şey biliyorlar mı diye sormak için


tahta ranzanın köşesine tırmandı.
“Hanna nerede biliyor musunuz?”
“Hayır,” dedi kayıt departmanındaki kadın.
“Hiçbir şey görmediniz mi?”
“Sen kamp kumandanının fahişesi değil misin?” dedi ka­
dın, dişlerinin arasından. “Neden ona sormuyorsun?”
Christine beyninden vurulmuşa döndü. “Hayır... Ben sa­
dece orada çalışıyorum. Ben...”
Kadın yaklaştıkça Christine’in burun delikleri çürük diş
kokusuyla doluyordu. “Baraka memuru onu barakadan attı.
Erkek tutsakların dosyalarını karıştırırken yakalanmış.”
Christine’in nefesi kesildi. Tekrar konuşabilmek için bir
süre bekledi. “Peki ona ne olduğunu öğrenebilir miyiz?”
“Hayır. Beni rahat bırak.”
Christine sersemlemiş bir halde aşağı inip ranzasına kıvrıl­
dı. Hanna’nın soğuk, boş yeri hemen yanındaydı.

--- -agÇLâ
Ertesi gün Christine kumandanın haşlanmış yumurtalarını ye­
mek odasına götürürken söyleyeceği kelimeleri dikkatli bir
şekilde seçmeye çalışıyordu. Isaac’in hayatta olmasının verdi­
ği sevinç ve Hanna için duyduğu vicdan azabı yüzünden tüm
gece gözüne uyku girmemişti. Şimdiyse bırakın kumandan­
dan yardım istemeyi, en ufak bir görevde bile kendine güve-
nemiyordu. Eğer kumandanı sinirlendirirse, Isaac’i bulmasını
istediği ilk günkü gibi sohbetleri hemen bitecekti. Ancak o
olayın üzerinden aylar geçmişti, ilişkileri eskisi gibi değildi.
Kumandan Grünstein kahvaltı masasında, okuma gözlük­
leriyle gazetesine göz atıyordu. Masa örtüsüne vuran sabah
güneşi, havada bir örümcek ağı gibi asılı kalan, kahve ve siga­
ra dumanını aydınlatıyordu.
“Dün arkadaşlarımdan biri kayboldu kumandanım,” diye
söze girdi Christine.
Kumandan Grünstein gözlerini gazetesinden ayırmadı.
“Evet?” Gözlerini başlıklarda gezdirirken başı aşağı yukarı
hareket ediyordu.
“Keşke ona ne olduğunu bilebilseydim.”
Kumandan gözlüklerini burnuna indirip başını kaldırdı.
Yüzü oldukça sertti. “Eğer onu dün gece görmediysen bir
daha bulamazsın.”
“Özür dilerim kumandanım, ama bu tam olarak doğru
değil. Dün Isaac’i gördüm. Bunca zaman geçti, ama hâlâ
yaşıyor.”
“Demek artık öğrendin. Aferin.”
“Hanna da bir yerlerde olabilir.”
Kumandan başını iki yana salladı ve iğrenerek bir iç çekti.
“Ne zamandır buradasın, Christine?”
“Tam olarak emin değilim kumandanım. Sanırım birkaç
aydır.”
“Peki, bu lanet yerde kaybolan birinin döndüğünü hiç gör­
dün mü?”
“Hayır, kumandanım.” Bakışlarını aşağı indiren Christine,
boğazını temizledi ve konuşmasına devam etti. “Isaac çitlerin
diğer tarafındaki yeni inşaatta çalışıyor.” Kumandan gazete­
sini indirip gözlüğünü çıkardıktan sonra gözlerini ovarak ona
baktı. Dudaklarını birbirine bastırmış bir halde bekliyordu.
“Keşke ona başka bir iş verselerdi. Mesela fabrikada ya da
mutfakta. Islak, soğuk olmayan bir yerde. O çok zeki biridir.
Çok da hızlı öğrenir ve..
Kumandanın iki elini masaya indirmesiyle çatal bıçaklar
şangırdadı. Christine yerinden sıçradı. Kumandan öyle bir hı­
şımla kalktı ki sandalyesi yere fırladı. “Tek bir kelime!” Sesi
öfkeden titriyordu. “Tek bir kelime daha edersen buradaki işin
biter! Seni daha önce uyarmıştım. Bir daha uyarmayacağım!
Kendimi kimse için tehlikeye atmayacağım! Hele önce ken­
dini kurtarmayı akıl edemeyecek kadar aptal biri için asla!
Eğer bana kendin ya da arkadaşlarınla ilgili tek bir şey daha
söylersen diğer Nazilerin gözünde sadık bir Nazi olduğumu
kanıtlamak için bir fırsatım olacak! Üçünüzü birden kapıda
sallandıracağım! Anladın mı?”
“Evet kumandanım.” Christine bir adım geriledi. “Çok...
çok özür dilerim.”
Kumandan masadaki şapkasını alıp sandalyesinin arkasın­
daki ceketini de hızla çekerek odadan çıktı. Christine uzun bir
süre olduğu yerde bekledi. Güneşle parlayan kahvaltı masa­
sına bakarken gözlerinden yaşlar boşalıyordu. Bir süre sonra
sandalyeyi kaldırdı, masayı topladı ve tekrar işine döndü.

Sonraki iki hafta boyunca Christine, Isaac’i her gün inşaatta


çalışırken gördü. Tutsakların başındaki gardiyanlar, dikkatle­
rini onlara hiç vermiyordu. Eğer hava soğuksa varilin başında
toplanıyorlar, biraz sıcaksa kart oynuyorlardı. Christine izlen­
mediklerini fark ettiği zaman, çitin üzerinden patates atıyor ya
da yaklaşıp tellerin arasından ekmek ve peynir itiyordu. Hiç­
bir zaman konuşamasalar da Isaac’i canlı görmek Christine’in
hayatta kalma isteğini güçlendiriyordu. Ama iki hafta çok hız­
lı geçmiş, inşaat bitmiş erkekler bir daha gelmemişti.
Isıran rüzgârda kuru kar taneleri uçuşuyor, alçak kül rengi
bulutlar kışın karanlık gökyüzünde hızla ilerliyordu. Bir ay
içinde kar tüm kırlığı beyaz bir kefen gibi örttü. Dünya belir­
siz bir sessizlikte bekliyor gibiydi. Yaklaşan trenlerin gürültü­
leri karla kaplı tepelerde yankılanıyordu. Sesler sessiz soğukta
öyle güçleniyordu ki aynı anda binlerce hoparlörden işitiliyor
gibiydi. Dachau’nun kapılarında yavaşlayan her tren gürültü­
sü, Christine için insanlığın son nefesinin sesiydi.
Christine uzun, soğuk aylar boyunca dayandı. En azından
Kumandan Grünstein’ın evindeki işi hayatını kurtarmıştı. Ev­
deki ekstra yiyecekler ve sıcaklık çok şeyi değiştirmişti. Ayak­
larındaki açık yaralan yıkayabiliyor, tuvaleti kullanabiliyor­
du. Diğer tutsakların tuvaletlerini yapmaya zorlandıkları pis
hendeklere saldırmak zorunda kalmadığından kampa yayılan
dizanteriden de korunuyordu. Yine de dondurucu gecelerini
barakada geçirdiğinden kış sonu gibi göğsüne hırıltılı bir ök­
sürük yerleşmişti. Burnu hiç durmadan akıyor, uykusuzluk­
tan yorgun düşüyordu. Ama diğer tutsaklar gibi ölümle burun
buruna değildi. Genelde gece barakada gördüğü kadınların,
akşam işten döndüğünde ortadan kaybolduğunu fark ederdi.
Christine her gün Isaac’i aramaya devam etti. Hatta birkaç
kez onu gördüğünü bile sandı. Isaac gibi yürüyen ya da ona
doğru bakan bir adam gördüğünde, onun Isaac olduğunu dü­
şünüyordu. Emin olmasa da bu düşünce onu güçlü kılıyor, bir
gün daha dayanması için cesaret veriyordu.
r

9/crmiy (jßö^isris

'—'—ag£ld

ahar kışı yenmek için haftalardır mücadelesini sürdürür­


B ken acımasız bir yağmur tüm kampı çamur içinde bırak­
mıştı. Yer, gökyüzü, binalar, üniformalar... Renkli olan hiçbir
şey yoktu. Günlerdir Christine’in gördüğü tek renk tutsakların
umutsuz gözlerindeki yeşil ve mavilikti. Bahar havası, krema­
toryum ateşlerinin bitmek bilmeyen iğrenç kokusunun aksine,
temiz ve saf olmaya çalışıyordu.
Son kar parçalan yavaşça ısınan toprakta eriyip tarla uç-
lanndaki ağaçlar tomurcuk vermeye başladığında, kampa va­
ran trenlerin sayısı her geçen gün artıyordu. Trenlerin ıslığı ve
dururken çıkardıktan o tiz ses, Christine’in kulaklannı iğne
batmış gibi acıtıyordu. Trenler çoğalmıştı çoğalmasına ama
barakaya gelen kadınların sayısı daha azdı. Christine bunun,
getirilen insanların direkt olarak gaz odalanna gönderildiği
anlamına geldiğini biliyordu. Artık neden savaşmayı deneme-

l.
diklerini merak etmeye başlamıştı. Sayılan askerlerden çok
daha fazlaydı. Neredeyse yirmi kişiye bir asker düşüyordu.
Kısa süre içinde toprağın üzerini ince bir kül tabakası ört­
tü. Buzlar erirken cesetler ayaklarının altındaki toprağa karışı­
yordu. Toprak ana bir daha asla eskisi gibi olmayacaktı. Küle
kül, toza toz... Cansız bedenleri içine alacak ve bunu asla...
unutmayacaktı.
Bahar devam ederken Almanya’nın dışındaki kamplardan
trenle on binlerce tutsak getirildi. Christine, kollarında geliş­
memiş bebekleriyle üniformalı kadınları görünce şaşkınlığını
gizleyemedi. Anne babalarından koparılan, korkudan birbirle­
rine sarılmış üniformalı çocukları gördüğünde de aynı şekilde
şaşırdı. Kampın nüfusu çok artmış, barakalar fazla kalabalık
olmaya başlamıştı. Artık hastalar karantinaya alınmadığından
her gün yüzlerce insan tifüs yüzünden ölüyordu. Yeni gelenler
müttefiklerin şehirleri kuşattığını ve Nazilerin düşman ellerin­
de buna devam edemeyeceklerini bildikleri için tüm tutsakları
Alman sınırlarındaki kamplara taşıdıklarını söyledi.
Her zamanki gibi tutsakların bir kısmı yeni tutsaklara yar­
dımcı olmaları için görevlendirildi. Özel birlik denen bu grup
değerli eşyalar için ölüleri aramak, cesetleri krematoryuma
götürmek ve gaz odalarını temizlemekle yükümlüydü. Tüm
bunların karşılığında daha konforlu yerlerde kalıyor, daha çok
yemek yiyorlardı. Başlarda Christine bir insanın bu görevi na­
sıl kabul edebileceğini anlayamamıştı. Ama sonra insanların
birkaç gün ya da birkaç hafta daha fazla yaşayabilmek için
tek umutlarının bu olduğunu fark etti. Bu kâbustan canlı çıka­
bilmeleri için tek şansları buydu. Öte yandan onlar da göreve
başladıktan birkaç ay sonra öldürülüyor, yerlerini yeni gelen
güçlü tutsaklara bırakıyorlardı. Son zamanlarda Christine özel
birliktekilerin sayısının ikiye katlandığını duymuştu. Sanki
Nazilerin hıza ihtiyacı varmış gibiydi.
Her gece düşen bombalar giderek daha yakından duyulur
olmuştu. Christine uzaklardan, acıyla çalan sirenleri duyabili­
yordu. Nisanın başında, cephane ve parça fabrikaları bomba­
landı. Saldın sabahın çok erken saatlerinde, fabrikalar tutsak­
larla dolu olmadığı bir anda yaşandığı için şanslılardı. Raylar
paramparça olduğundan artık tren gelmiyordu. Daha fazla
tutsak gelmediği gibi erzaklar da kesilmişti. Ne elektrik ne de
telefon vardı. Su, kamyonlarla taşınmak zorundaydı. Suda ta­
sarruf yapılmaya başlandı, bu yüzden artık hortumlarla yıka-
namıyorlardı. Christine kumandanın tuvaletinde sifon kullan­
mak yerine kovaya su dolduruyor, kumandan banyo yapacağı
zaman ocakta su ısıtıyordu.
Durum vahimleştikçe asker ve gardiyanların sabrı tüke­
niyor, öfkeleri artıyordu. Artık birini vurmak için bir sebebe
ihtiyaç duymuyorlardı. Sabah yoklamalarında yankılanan tek­
me ve bağırışlar çoğalmıştı. Hatta bir keresinde barakadaki
kadınlar gardiyanların onları hedef tahtası olarak kullandığın­
dan bile bahsetmişti. İşlerine ya da yemeklerini almaya gider­
lerken onları silahla kovalıyorlardı. Akşam yemeği masasında
çok aksi bir adam olmaya başlayan kumandan çok fazla içi­
yor, ağzına pek bir şey sürmüyordu.
Baharın ilk günleriydi. Christine tertemiz, masmavi bir
gökyüzünün altında yavaşça Kumandan Grünstein’ın evine
doğru yürüyordu. Tarlanın karşısına baktığında ormanın köşe­
sinde geyikler olduğunu gördü. Hayvanlar başlarını yere eğ­
miş tazecik çimleri kemiriyordu. Dünya hâlâ nasıl bu kadar
güzel olabiliyor? diye düşündü Christine. Bulutlar böylesine
korkunç bir manzaraya şahit olurken nasıl hâlâ pembe ve
mavi?
Christine yürümeye devam ederken kampın erkekler tara­
fında yüzlerce tutsak olduğunu fark etti. Omuzlarında kazma
ve kürekleriyle Christine’e paralel bir şekilde ilerliyorlardı.
Yirmi gardiyan ayaklarını sürerek ilerleyen tutsaklan makine­
li tüfekler ve Alman kurtları eşliğinde tarlalara çıkan kapılara
doğru götürüyordu.
Christine durdu ve yavaşça yürüyen adamların arasında
Isaac’i bulmaya çalıştı.
Isaac grubun ön tarafındaydı. Başını aşağıya eğmiş, kü­
reğini omzuna asmış, kambur bir şekilde duruyordu. Chris­
tine birden göğsünün sıkıştığını hissetti. Çünkü Isaac yaşama
sevincini kaybetmişe benziyordu. Christine bunun olmasına
izin veremezdi, Isaac’in vazgeçmemesi için bir şey yapmak
zorundaydı.
Tutsaklan izleyip köpekleri kontrol eden gardiyanlar
Christine’in orada olduğunu fark etmediler. Christine çitlere
doğru koştu. Isaac sadece birkaç adım ötesindeydi. Başını yer­
den kaldırdı ve Christine’in gözlerine baktı. Gözlerinde güç ya
da umuttan en ufak bir iz bile kalmamıştı. Sonra başını çevirdi
ve Christine’in yanından geçti. Christine o an kalbinin yerinden
söküldüğünü hissetti. Tekrar hızlandı ve çit boyunca Isaac’in
yanında yürümeye devam etti. Ve tüm grup kapıdan çıkartılana
dek Isaac’in yakınında durmak için elinden geleni yaptı.
“Sakın vazgeçme, Isaac!” diye bağırdı, Isaac giderken.
“Seni seviyorum.” Isaac ona bakıp hafifçe gülümsedikten
sonra tekrar başını çevirdi. Christine’in tüm bedenini buz gibi
bir ürperti sarmış, korku göğsünü dondurup kaskatı kesmişti.
Sanki ciğerleri incecik bir porselenden yapılmıştı ve tek bir
nefes alsa paramparça olacaklardı.
Aniden önünde biten iki gardiyan onu sert bakışlarıyla
uyardığında Christine arkasına dönüp hızla eve koştu. Sonra
verandada durup, yemyeşil tarlanın üzerinde kara bir lekeye
benzeyen grubun ilerleyişini izledi.
Isaac’i böyle umutsuz görmek kalbinin etrafına demir zin­
cirler vurmuştu. Christine sersem bir halde, yavaşça eve gir­
di ve işine odaklanmaya çalıştı. Bir alışkanlıkla, kumandanın
kahvaltısını hazırladı, tabakları yıkadı, küveti ovdu ve yerleri
süpürdü. Ardından bahçeye bakmak için dışarı çıktı.
Tam arka bahçenin ucuna varmıştı ki uzakta yankılanan si­
lah sesleriyle olduğu yerde kaldı. Sesler ormanın olduğu taraf­
tan geliyordu. Kesin, aralıksız ve bitmek bilmeyen... Christi­
ne kamına giren krampla dizlerinin üzerine düştü. Bir an silah
sesleri kesilmeden önce delireceğini sandı. Elleriyle kulakları­
na bastırdı, ama her silah sesi titreyen ellerini geçip beyninde
yankılanıyordu. Sesler nihayet kesildiğinde yere yatıp kıvrıldı
ve başını ellerinin arasına alarak hıçkırmaya başladı. Uzun bir
süre ölmeyi dileyerek bu şekilde yattı. Kendini toparladığında
ise çok uzun zamandır yatıyormuş gibi hissetti.
Çamurda dizlerinin üzerine oturdu ve mantıklı düşünme­
ye çalıştı. İmha için bu kadar etkili yöntemleri varken neden
insanları tek tek vursunlar ki? Belki düşündüğüm gibi de­
ğildir. Hem iş gücü için onlara ihtiyaçları var. Isaac hâlâ
hayatta. Olmak zorunda... Kesin ağaçları daha hızlı kesme­
leri için onları korkutmak istediler. Ama baltaları yoktu ki.
Kürekleri vardı...
Ara sıra ormandan silah sesleri gelmeye devam etti. Ardın­
dan derin bir sessizlik. Ve bir altı el daha... Yankılanan her
patlamada Christine irkiliyor, midesine kramplar giriyordu.
Gözlerinden yaşlar boşandı. Birkaç dakika sonra gözlerini sil­
di ve ellerini başının üzerinde gezdirdi. Ardından ayağa kal­
kıp tarlaya doğru bakmaya başladı. Sağır edici sessizlikte tüm
dünyası bulanıklaştı.
Gardiyanların ormandan çıkması sonsuzluk gibi gelmiş­
ti. Adamlar ellerinde sigaralar, kürek ve makinelerle kampa
dönüyordu. Ama tutsaklar yoktu. Sadece gardiyanlar. Isaac
yoktu. Sadece gardiyanlar... Adamlar Isaac’i ve diğerleri­
ni vurmuştu. Isaac ölmüştü ve Christine bunu bu sefer inkâr
edemiyordu. Isaac ormana giderken başına geleceklerden ha­
berdardı. Christine uzun zaman önce onu kaybettiğini düşün­
müştü, ama şimdi kesinlik yüzüne bir tokat gibi çarptı. Tekrar
yere düştü. Yanağını soğuk çamura çarptı ve dünyası aniden
karardı.
Christine kendine geldiğinde yerde ne kadar süredir yattı­
ğını bilmiyordu. Tarlaya doğru baktığında gardiyanların hep­
sinin gittiğini gördü. Elleri ve dizlerinin üzerinde sallanarak
doğruldu ve eve girdi. Mutfakta tezgâha tutundu ve bir süre
baş dönmesinin geçmesini bekledi. Ayaklarının onu hâlâ nasıl
taşıyabildiğini, ciğerlerinin nasıl nefes alabildiğini bilmiyor­
du. Bu acının son bulması için Tann’mn kalbini parçalaması­
nı, canını almasını istedi. Kendini zehirlemenin bir yolunu bu­
labilmek için mutfakta etrafı karıştırdıysa da aklına hiçbir şey
gelmedi. Sonra gözünün önüne çekmecedeki keskin bıçaklar
geldi. Kendini bileklerini keserken hayal etti, ama Dachau’da
ölmek için çok daha kolay yollar olduğunu biliyordu.
Christine evden çıktı ve sendeleyerek barakaya doğru yü­
rüdü. İçeri girdiğinde sert ranzasına yatıp, beyninin durmasını
umarak gözlerini yumdu. Ellerini göğsünde birleştirdi ve ci­
ğerlerinin nefes almayı bırakmasını dileyerek nefesini tuttu.
Sonra bir karar verdi, burada kalacak, ağzına bir lokma bile
sürmeyecekti. Zaten eğer şanslıysa, gardiyanlardan biri gelip
çalışmadığı için onu vururdu.
Günün geri kalanı boyunca, Christine hareketsiz bir şekilde
boş barakadaki ranzada yatmaya devam etti. Zihinsel yorgunlu­
ğuna yenik düşmüştü. Derin, ama aynı zamanda hassas uykusu
onu işkencelerden kısa bir süre için de olsa koruyordu. Birkaç
saatte bir öksürükler içinde uykusundan sıçrıyor, Isaac’in öldü­
ğünü tekrar tekrar hatırlıyordu. Ve o an ani, sıcak bir acı göğ­
süyle yüzünü yakıyor, pişmanlık midesini kavuruyordu.
O gün onu arayan biri olmadı. Kimse işe gitmediği için onu
vurmaya gelmedi. Gece dönen tutsaklardan hiçbiri de onunla
konuşmadı. Baraka, tek başına hayatta kalmaya çalışan kadın­
larla dolmuştu. Artık herkes ailesinden ayrıldığını anlamış,
hiç olmadığı kadar içine kapanmıştı. Yavaş ve ehemmiyetli
adımlar atan kadınların gözleri sürekli hüzünlü, cılız omuzları
çöküktü. Hepsi acı ve işkenceyle dolu karanlık dünyalarında
kaybolmuştu.
Christine gece boyunca uyanıp durdu. Annesinin mutfağı,
ailesinin siyah beyaz görüntüleri ve Isaac’in ormanın çamur­
lu zemininde yatan kanlar içindeki bedeni rüyalarına girmiş,
uykularını bölmüştü. Şafak söküp baraka kapısının üzerindeki
küçük pencereden içeri ışık sızdığında gözlerini açtı ve bekle­
meye başladı. Saatlerdir bekliyor gibiydi, ama ne için bekledi­
ğinden bile emin değildi.
Diğer kadınlar ranzalarından atladı ve sessizce yürüyerek
sabah yoklaması için dışarı çıktılar. Christine yattığı yerden
derin bir nefes alıp ayağa kalkmak için gücünü toparlamaya
çalıştı. Bacaklarını ranzasının kenarından sarkıttı ve gözlerini
kapatıp dışarıyı dinledi. Haykırılan isimler, bağırışlar, acıma­
sız, nefret dolu sesler... Ama çıt çıkmıyordu. Dışarıda tüyler
ürpertici bir sessizlik vardı. Christine bir an büyük, boş bara­
kalarda tek başına kaldığını hayal etti. Ardı arkası kesilmeyen
büyük, pis tabutlardan sonra tahta ranzasında oturan hayatta
kalmış tek kadın... Sessizlik yerini giderek büyüyen bir gü­
rültüye bıraktı. Ardından uzaktan tank sesleri duyuldu. Bir
yerlerde insanlar bağnşmaya başladı. Gürültü giderek yakla­
şıyordu. Christine binlerinin kapının önünde koşuşturduğunu
duydu. Sonra bir kadın sendeleyerek barakadan içeri girdi.
“Amerikalılar geldi!” Kocaman açtığı gözleriyle Chris­
tine’e koştu ve onu omzundan yakaladı. “Amerikalılar geldi
dedim! Kurtulduk! Kalk! Kurtulduk!” Christine daha cevap
veremeden, çığlık çığlığa bağıran kadın ellerini havada salla­
yarak dışarı koştu.
Christine yüzünü elleriyle kapadı. Ah Isaac! Bir gün
daha... Bir güncük daha dayanabilseydin... Gözlerini silse de
gözlerinde bir damla yaş bile yoktu. Ya gerçekten susuz kal­
mıştı ya da artık gözyaşları tükenmişti. Ranzasından atladı ve
sendeleyerek barakadan dışarı çıktı.
Kara bulutlardan çiseleyen küçük yağmur damlaları kah­
verengi çamurlara düşüyordu. Christine gözlerini kırpıştırarak
yağmur damlalarına baktıktan sonra titremesini durdurmaya
çalışarak kollannı bedenine sardı. Göğsü acıyor, aldığı her ne­
feste ciğerlerinden bir hırlama geliyordu. Her yer tutsaklarla
doluydu. Bağırıyorlar, kampın çıkışına doğru koşuyorlardı.
Christine, çok uzun bir süre önce girdiği kapıya doğru, diğer
kadınların peşinden yürüdü. Büyüyen kalabalığa bakarken ka­
pılarında beyaz yıldızlar olan yarım düzine askeri kamyonu ve
iki tankı gördü. Bir sıra adam çıkışı kapamıştı. Ve gözetleme
kulesinden de teslimiyetin beyaz bayrağı sallanıyordu.
Amerikan askerleri astsubayları, baş görevlileri ve gardi­
yanları tutukluyordu. Silahlarını alıp ellerini arkadan kelep­
çeledikleri adamları zorla kamyonların arkalarına bindirdiler.
Christine’in sağ tarafında bağıran bir düzine Amerikan askeri,
silahlarını iki gözetleme kulesinin arasına sıkışan yüze yakın
SS gardiyanına döndürmüştü. Gardiyanların büyük bir kısmı
elleri havada, iri iri açılmış gözleriyle kaybolmuş gibi etraf­
larına bakarken, bazıları sert bir ifadeyle Amerikalılara bakı­
yordu. Christine’in gözleri hemen Kumandan Grünstein ve
Stefan’ı aradı, ama onları hiçbir yerde göremedi. Astsubay ya
da kamp sorumlusu olarak bildiği yüksek rütbeli hiçbir subay
ortalarda yoktu.
Ortada dolanan bir adam elindeki kamerasını kalabalıkta
gezdirerek ortamı inceliyordu. Diğer Amerikan askerleri el­
lerinde silahlarıyla durmuş, elektrikli çitlerin diğer tarafından
onlara doğru yürüyen sopa bacaklı, kemik kollu iskeletleri iz­
liyordu. Saçları ve gözleri olan, yaşayan iskeletleri... Ameri­
kan askerlerinin yanında toplanan bir grup erkek tutsak gözet­
leme kulesinin altındaki SS gardiyanına doğru yumruklarını
havada sallayarak bağırdı. İçlerinden biri yerden bir taş alıp
adamlara doğru fırlattı ve taş bir gardiyanın tam alnına isabet
etti. Gardiyan yüzüne dokundu ve parmaklarındaki kanı gö­
rünce daha önce hiç kan görmemiş gibi alnını kırıştırdı. Bir
başka tutsak öne doğru atılıp bir Amerikan askerinin silahını
kaptı ve bir gardiyanı başından vurdu. Ardından, biri onu dur-
duramadan, silahı şakağına dayadı, gökyüzüne baktı ve tetiği
çekti. Dizlerinin üzerine çöküp yere düşerken başından kanlar
fışkırıyordu. Amerikan askeri silahını ölü adamın elinden aldı
ve diğer tutsaklara tutup geri durmalarını emretti. Tutsaklar
söyleneni yaptı. Bu sırada bir kamyonun arkasında, ayakta
duran bir Amerikan subayı elindeki megafondan, ağır Alman
aksanıyla bağırmaya başladı.
“Biz Amerikan ordusuyuz! Size yardım etmeye geldik!
Ama dışarı çıkmanıza izin vermeden önce yapmamız gere­
kenler var! Hastaları ayırıp aşı yapmamız lazım! Lütfen sabırlı
olun! Korkmanıza gerek yok! Hepiniz iyi olacaksınız!”
Dizlerinin üzerine çöken tutsaklar, kollarını gökyüzüne
kaldırıp TanrTya şükretmeye başladılar. Bir kadın, burada bir
saniye daha kalmaya dayanamayarak çıkışa doğru koştu. Ama
iki asker onu hemen kolundan yakaladı. Kadın geçmesine izin
vermeleri için askerlere yalvardı. Sadece bir adım da atsa de­
mir kapıdan dışarı çıkmak istiyordu. İnsanlar, başaramadık­
ları kaçma isteğiyle, kadının peşinden dışarı çıkmaya çalıştı.
Askerler silahlarını çekmek zorunda kaldığındaysa tutsaklar
birbirlerinin kollarına düşüp ağlamaya başladı. Diğer tutsak­
lar büyüyen kalabalıkta dolanıyor, hayatta olmaları umuduyla
ailelerini arıyorlardı. Kalabalıkta zikzaklar çizip sevdiklerinin
isimlerini haykıran zavallı tutsaklar bir insandan diğerine ko­
şuyor, omuzlarına dokundukları tutsaklar döndüğünde kor­
kunç bir hayal kırıklığı yaşıyordu. Christine orta yaşlı bir çif­
tin birbirlerine koştuğunu görünce göğsüne bir bıçak saplandı.
Birden başı dönmeye başladı. Oturmak istiyordu.
“Sakinliğinizi koruyun!” diye bağırdı subay. “Raylar ona­
rılır onarılmaz sizi almaları için trenler göndereceğiz!”
Christine durduğu yerden, kimsesiz boş yük vagonları­
nı görebiliyordu. Ellerindeki demir çubuklarla, bir vagonu
açmaya çalışan dört Amerikan askeri, paslı kapı açıldığında
yüzlerini buruşturdu. Trenin içindeki tüyler ürpertici manzara
karşısında korku içinde gerileyen askerlerden ikisi yere eğilip
kusmaya başladı. Vagonun içinde, eskimiş halılar gibi üst üste
yığılmış, beş altı ceset vardı. Her bir köşeden saçlar, eller ve
ayaklar uzanıyordu. Christine hemen gözlerini yumdu.
Çok geçmeden öfkeli bir bağırış duyuldu ve arka arkaya
patlayan tüfeklerin sesi gökyüzünde yankılandı. Gözetleme
kulesinin altında toplanan gardiyanları kuşatan Amerikanlar
ateş açmıştı. Köşeye sıkışmış gardiyanlar kendilerini korumak
için kaldırdıkları ellerine saplanan mermiler karşısında acıdan
yüzlerini buruşturuyordu. Sesler kesildiğinde gardiyanların
hiçbiri hareket etmiyordu. Kan ve toprak, diye düşündü Chris­
tine. Eğer Nazilerin savundukları şey buysa, istediklerini al­
dılar.
“Christine!” Christine arkasından birinin seslendiğini duy­
du ve eli kalbinde, hızla arkasına döndü.
y/cr/ru/9/ec/cnciy

'—-ggSId

anna topallayarak Christine’e doğru geldi. Koluna girdi-


ği zayıf, siyah gözlü adam onu taşıyor gibi görünüyor­
du. Christine sarsılmıştı. Isaac? Tüm bunlar sadece bir kâbus
olabilir miydi? Ama ona doğru yaklaşan adamın üzerinde, tut­
sakların üniformalarından değil normal kıyafetler vardı.
“Christine!” diye bağırdı Hanna. “Kardeşimi buldum!”
Christine ve Hanna birbirlerine sıkıca sarıldı. Christine
Hanna’nın sırtından çıkan ince kemikleri hissedebiliyordu.
Sanki biraz daha bastırsa iskeletini kıracakmış gibiydi. İki
arkadaş bir süre kucaklaştıktan sonra geri çekilip gözyaşla-
rıyla birbirlerine baktılar. Hanna’nın elmacık kemikleri dışarı
fırlamış yüzü, çiçek dürbünü gibi mor ve sarı renklerle kap­
lanmıştı. İrislerinin etrafındaki damarlar yırtılıp kızarmış, şiş
dudaklarının yarıklarla dolu etleri kabuk bağlamıştı.
“Buna inanabiliyor musun, Christine! Kurtulduk! Karde­
şim bunca zamandır fabrikada çalışıyormuş!”
“Sen neredeydin?” diye sordu Christine. “Öldüğünü sandım!”
Hanna bir süre yere baktıktan sonra gözlerinde yaşlarla ba­
şını kaldırdı. “Beni gardiyan merkezinin deposuna kapattılar.
Sonra...”
“Tamam tamam.” Christine, Hanna’nın ellerini avuçlarına
alıp sıktı. “Söylemek zorunda değilsin. Artık bitti.”
Hanna burnunu çekip doğruldu. “Bu erkek kardeşim He­
inz. Peki, sen Isaac’i buldun mu?”
“Isaac dün bir grup tutsakla birlikte ormana götürüldü. Bir
daha da... dönmediler.”
“Ah olamaz... Çok üzüldüm.”
“Sadece bir gün...” dedi Christine titreyen sesiyle fısılda­
yarak. “Sadece bir gün daha hayatta kalabilseydi...” Kollarını
Christine’e saran Hanna, ağlayan bebeğini sakinleştirmeye
çalışan bir anne gibi yumuşak bir şekilde mırıldandı. Christi­
ne geri çekilip yüzünü sildi. “Yaşadıkların için özür dilerim.
Benim yüzümden...”
“Ne diyorsun, Christine?”
“Erkek tutsakların dosyalarını karıştırırken yakalandığını
söylediler.”
“Sen bana yemek getirmek için hayatını riske atmadın mı?
Hem ben Heinz’ı da arıyordum. Baş görevli beni oradan at­
mak için bir sebep arıyordu. Zaten bir süredir beni izliyordu.
Bu olay olmasa, başka bir şey bulup beni yine atacaktı.”
Christine astsubaylar, baş görevliler ve gardiyanlarla dolu
kamyonlara baktı. “En azından artık bedelini ödeyecek.”
“Korkarım bir sürü subay ve gardiyan kaçtı,” dedi Heinz.
“Depodan kıyafet alırken bir grubun ormana doğru koştuğunu
gördük.”
Hanna gözlerini kapatıp erkek kardeşine yaslandığında
Christine bir an Hanna’nın yere yıkılacağını sandı. Ancak
Heinz kolunu kardeşine sarıp onu ayakta tuttu. Kısa bir süre
sonra gözlerini açan Hanna, tüm ağırlığını tek bacağına verdi.
Christine bakışlarını aşağı indirdiğinde bir an nefes alamadı.
Hanna’nın davul gibi şişen bileği iltihaplanmıştı. Bileğindeki
morluklar, çizgiler halinde baldırına kadar devam ediyordu.
“Bacağına ne oldu?”
Hanna bacağını öne uzatıp bileğini kalın, kırmızı bir çorap
gibi saran yaraya baktı. “Gardiyanlar beni bir gün boyunca
yatağa zincirledi.”
“Hadi gidelim,” dedi Heinz düz bir sesle. “Duyduğuma
göre erzak deposunda kıyafet stoğu da varmış. Gidip size ka­
lın kıyafetler almalıyız.”
Erzak deposuna üşüşen kalabalık bir grup kapıları kırıp
camlan aşağı indirerek kendilerini içeri attı. İnsanlara yiyecek
ulaştırmak için bir itfaiye ekibi gibi tek sıra halinde dizildiler.
Kutu kutu bisküviler, krakerler, süt tozları ve ekmekler bir za­
yıf koldan diğerine uzanıyordu.
Açılan patates, marul, turp, havuç ve fasulye sandıkları el­
den ele dolaştı. Bir grup adamın ellerindeki sosis ve kurutul­
muş etleri havaya kaldırmasıyla insanlar zafer kazanmışçasına
bağırmaya başladı. Çok geçmeden çamur içindeki tüm bahçe,
yüzlerce kasabın vitrini gibi füme jambon yığınları, konserve
ciğer salamları ve tekerlek tekerlek peynirlerle dolmuştu.
“Dikkatli olun!” dedi Heinz, etrafındakilere. “Hastalana­
bilirsiniz.”
Daha bilgili olan tutsaklar, açlıktan ölmek üzereyken vücut­
larının ciğer, jambon ve peynir gibi besinleri kaldıramayacağı
konusunda insanlan uyarırken, sadece bisküvi, kraker ve ek­
mek yemekle yetindiler. Ancak uyanlara kulak asmayıp mide­
lerini tıka basa dolduranlar, kısa bir süre sonra şiş göbekleriyle
kıvranmaya başladı.
Christine sadece dört tane bisküvi ve sert bir peynir parça­
sı yerken, Hanna ve erkek kardeşi bütün bir çavdar ekmeğini
parçalara bölerek yediler. Heinz yanma bir miktar ekmekle
kraker aldıktan sonra Hanna ve Christine’in peşinden kadınlar
tarafındaki giysi deposuna yürüdü.
Hanna ve Christine elbise, etek, bluz ve ayakkabı dağlannı
kanştırırken Heinz onları bekliyordu. Christine kirli ünifor­
masını çıkardı ve dantel yakasında hâlâ hafif bir parfüm koku­
su olan kızılcık rengi bir elbise giydi. Ardından kollarını mavi
örgü bir hırkanın yumuşacık, kalın kollarına soktu. Omuzları,
kolları ve sırtı sekiz aydır ilk defa sıcacıktı. Kıyafet dağının
köşesinde, dizlerinin üzerine çömelen Hanna, başının üzerin­
den kahverengi bir elbise geçirdi.
Çok geçmeden, Hanna’nın şişik bileğine uygun kürklü bir
bot ve Christine’in ayağına göre deri siyah bir ayakkabı dahil
olmak üzere ihtiyaçları olan her şeyi bulmuşlardı. Christine
bulduğu kahverengi, esnek çorapları nasırlı ayaklarına geçi­
rip çıplak bacaklarına doğru çektikten sonra ayakkabılarının
bağcıklarını bağladı. Tam takım giyinmek garip hissettirmişti.
Kollan ve bacakları, sıcacık yumuşak battaniyesinde ilk defa
kundaklanan yeni doğan bir bebek gibi rahat ve sıcaktı.
Christine diğer tutsakların kirli üniformalardan kurtulup
normal kıyafetler giyişini izledi. Birbirlerine, sanki elbise
ve gömlekler yeni bir buluşmuş gibi, meraklı ve şaşkın göz­
lerle bakıyorlardı. Ellerini hırkalann kollannda ve eteklerin
üzerinde öyle bir gezdiriyorlardı ki gören de kumaşlar çuha
bezi ve pamuktan değil, altın ya da ipekten sanırdı. Christine
ve Hanna bahar olmasına rağmen yanlarına birer tane uzun,
yün mont aldılar. Bu montlan cehennemdeki son gecelerinde
battaniye olarak kullanacaklardı. Christine üşümüyordu ama
ağırlığını omuzlarında hissetmek için montu üzerine geçirdi.
O sırada vişne rengi bir elbise giymiş, uzun boylu bir kadın,
yumruğunu duvara vurup kalabalığı susturmak istedi.
“Bize bu kıyafetleri veren sessiz ruhlara teşekkür etmeli­
yiz!” diye bağırdı. “Ve bu korkunç cehennemde ölen herkes
için dua okumalıyız.”
Herkes dua etmek için başını eğdiğinde tüm oda sessiz­
liğe büründü. Christine bahsettikleri duayı bilmiyordu, yine
de kendi usulüyle dua etmek için gözlerini kapatıp büyükba­
bası, Isaac ve burada ölen herkes için tek tek dua etti. Ruh­
larının sonunda huzur bulması, acı ve gözyaşlarının sonsuza
dek dinmesi için... Kalbindeki kelepçe, sonsuzluğu, son bir
gürültüyle yüreğine kilitlerken Isaac’e sessiz bir şekilde hoşça
kal dedi. Ve gözyaşları yanaklarından süzüldü. Christine duası
bitip başını kaldırdığında solgun ve çökük her yüzün gözyaş-
larıyla ıslanmış olduğunu gördü.

İki gün sonra Christine kampa varan kamyonların gürültüsüy­


le uykusundan sıçradı. Yataktan fırladığında kafatası ve ek­
lemleri sızlıyordu. Derin, titrek bir nefes aldı ve başını çevirip
gözlerini açtı. Aklına gelen ilk şey Isaac’ti. Kamına yine o acı
kramp saplandı.
“Belki bizi almaları için tren ya da kamyon göndermişler­
dir,” dedi Hanna.
“Ne gönderirlerse göndersinler,” diyen Christine, oturup
öksürdü. Göğsü her öksürükle sızlıyordu. “Bizi bir an önce
buradan çıkarsınlar da...” Ardından sürünerek ranzasından
indi ve Hanna’mn ayağa kalkmasına yardım etti. Tek kolunda
Hanna, diğer kadınların peşinden dışarı çıktı. Serbest bırakıla­
na kadar elinden geldiğince umutlanmamaya çalışıyordu.
Geçen iki günde, tüm kampa Amerikan askeri doktorlar ta­
rafından aşı yapılmış, insanlar ilaçlarla dezenfekte olabilmele­
ri için tekrar soyunmak zorunda kalmıştı. Bu sırada Hanna’nın
bileği temizlenip sarılmış, Heinz ona kamp hastanesinden bir
çift koltuk değneği bulmuştu. Christine bu kamptan sonsuza
dek kurtulmak istiyordu. Bu istek bazen öyle güçlü oluyor­
du ki çığlık atıp çatlayana kadar bağıracakmış gibi geliyordu.
Eğer Amerikalılar bir an önce tren gönderip onları buradan
çıkarmazsa eve yürümeye başlayacaktı.
Kampın kapılarının önünde bir düzineye yakın Amerikan
kamyonu durdu. Askerler, ellerinde tüfekleriyle, koltukların­
dan atladılar ve arkaya gidip bagaj kapılarını açtılar. Tutsak­
lar, yaşlıların, ergen kızların ve çocuklu annelerin kamyonun
arkasından inişini izliyordu. İnsanların hemen hemen hepsinin
elinde bir şey vardı. Bir somon ekmek, bir tekerlek peynir, bir
sepet yumurta ya da bir teneke süt...
“Neler oluyor?” diye sordu Christine, Hanna’ya.
“Bilmem.”
Bir subay, ağır Alman aksanıyla insanlara iki kişilik sıralara
girmesini söyledi. İçinde hissettiği tanıdık korku Christine’in
nefesini hızlandırırken, bu insanlara ne yapıyorlar? diye
Ellen Marie Wiseman —«fiö 377

düşündü. Birbirlerine ve askerlere bakan Alman siviller, korku


ve şaşkınlıktan kaşlarını çatmıştı. Toplaşan tutsakları gördük­
lerinde ağızları bir karış açıldı. Küçük çocuklar, uyumsuz kı­
yafetleriyle perişan haldeki insanları gösterip bir cevap alabil­
mek için annelerine döndüler. Son kamyon da boşaltıldığında
subay, iki yüzden fazla sivili yönlendirmek için megafonunu
eline aldı ve Almanca konuşmaya başladı.
“Dachau tutsaklarına getirdiğiniz bağışlan askerlerle bir­
likte kamyonların arkasına bırakın!” Bekleyen iki askeri
gösterdi. “Sonra tekrar sıralarınıza girin ve beni takip edin!
Tutsaklar sivillerin arkasında sıraya girsin! Askerlerim size
yiyecek dağıtacak!”
“Büyük ihtimalle bunlar, bu insanların son yiyecekleri,”
diye fısıldadı Christine, Hanna’ya.
“Belki onları hapsedeceklerdir?”
“Neden ki?” Hanna, Christine’in sorusuna sadece omuz
silkti.
Alman siviller getirdikleri yiyecekleri askerlere verdikten
sonra subay ve dört askerin arkasında sıraya girdiler. Erkek
tutsaklar kadınların yanma geldi ve tutsakların birçoğu bara­
kalara dönmeden önce yemek kuyruklarına girdi. Heinz, Han­
na ve Christine de dahil olmak üzere geri kalanlar Amerikalı­
ların kampa soktuğu sivilleri takip etti.
Askerler sivilleri kötü kokan barakalara soktuktan sonra
ayakkabı, bavul, gözlük, saç ve altın dişlerle dolu yığınların
yanından geçirterek beton duş odalarına götürdü. Kadınlar,
gözyaşları içinde önlüklerini ağızlarına götürüyor, çocukları­
nın gözlerini kapatıyorlardı. Yüzleri acı ve şaşkınlıkla kaskatı
kesilen adamlar karşılaştıkları manzaraya bakarken yüzlerini
buruşturdular. Gaz odalarına ve krematoryuma doğru yaklaş­
tıklarında, Christine büyük bir motorun çalıştığını duydu. De­
vasa bir dozer derin, geniş bir hendek kazıyordu. Hendeğin
yanındaki erkek tutsaklar, çürümüş cesetleri at ve el arabaları­
na yüklemişti. Alman kadınlar çığlıklar içinde inlerken çocuk­
larının yüzlerini eteklerine bastırdılar. İçin için ağlayan yaşlı
adamlar kadınları tutmaya çalışsa da bazı kadınlar daha fazla
dayanamayıp bayıldı.
Tüfeklerini göğüslerine tutup dimdik ileri bakan askerler
hiçbir şey söylemeden sivilleri gaz odalarına götürdü. Ceset­
leri ateşe atmak için kullanılan kan içindeki el arabalarının
yanından geçtiler. Krematoryuma giderken terk edilip unutu­
lan iskelet bedenler, el arabalarında, hâlâ çıplak bir şekilde iki
büklüm yatıyordu. Askerler, kül ve kemik parçalarıyla dolu
dev tuğla fırınları geçerek sivilleri krematoryuma soktu.
Christine, Hanna ve diğer tutsaklar gaz odalarına ve
krematoryuma girmediler. Bu binalara yakın durmak bile
Christine’in midesini bulandırıyordu. Siviller binanın diğer
kapısından çıktığında askerler adamların ve çocuksuz kadın­
ların ellerine kürek tutuşturdu.
“Ne yapıyorlar?” Christine’in kalbi aniden hızlanmıştı.
“Onları vurmayacaklarını söyle.”
“Ölüleri gömdürecekler,” dedi Heinz.
Christine bir an nefes alamadı. Gördüğü şeye anlam vere-
meyerek diğer tutsaklara ve askerlere baktı. Yaşananlar için
sivil Almanları mı suçluyorlardı? Sırf bunları durdurmadıkları
için miydi? Christine sığmaklarda aç açına saklanan büyükan­
nesini, zavallı büyükbabasını, annesini ve kardeşlerini düşün­
dü. Hessental’daki kamp için de onları mı suçlayacaklardı?
Christine, askerlerin yaşlı adamlara cesetleri indirmelerini
emrettiğini anladığında, aniden ileri atıldı.
“Neden bunu yapıyorsunuz!” diye bağırdı, askerlerden bi­
rinin Almanca biliyor olmasını umarak. Askerler ona doğru
baktı.
“Ne yapıyor?” dedi bir kadın tutsak, Hanna’ya.
“Christine!” diye seslendi Hanna. “Boş ver, gel!”
“Bu onların suçu değil, Hanna! Söylesene yaşananları en­
gellemek için ne yapabilirlerdi? Canlarını vermeden ne yapa­
bilirlerdi?”
“Sessiz kaldılar,” dedi başka bir tutsak. “Hiçbir şey yap­
madılar.”
Christine arkasından Lehçe, Fransızca bağırışlar duydu ve
kalabalıktan uçan bir taş Alman çocuklardan birinin kafasına
isabet etti. Küçük çocuk elini şakağına koyup yüzünü annesi­
nin önlüğüne gömdü. Christine arkasına dönüp toplanan tut­
saklara bağırdı. “Size bunu bu insanlar yapmadı!”
“Öyle mi?” diye bağırdı bir kadın. “Kamp kumandanı sev­
gilin nerede? Suçu üstlenmek için burada değil, değil mi?”
“Kumandan Grünstein insanlara anlatmaya çalıştı! Ama
onu kimse dinlemedi!” Parmağıyla sivilleri gösterdi. “Onu bile
dinlemedilerse sence bu insanları dinleyen olmuş mudur?”
“Yalancı!” diye bağırdı bir adam.
Christine tekrar arkasına döndüğünde Alman siviller va­
gonlardan indirdikleri cesetleri hendeğe atıyorlardı. Yaşlı
adamların kalem inceliğindeki kol ve ayak bilekleri kaskatı
kesmiş cesetleri kaldırmakta zorlanırken geniş mezarlara top­
rak atan kadınlar gözyaşları içinde bahçeye kusuyordu.
Christine nefesinin tıkandığını hissetti. Keşke Isaac'in

L
öğrettiği birkaç İngilizce kelimeyi hatırlayabilseydim, dedi
kendi kendine. Ama kısa süren dersleri çok uzun bir zaman
önceydi. Yine de birinin onu anlayabileceğini umarak Ameri­
kalılara doğru yürüdü.
“Bunu onlar yapmadı!”
Bir Amerikan askeri silahını kaldırıp ona doğru geldi.
“Onların neler yaşadığından haberiniz yok!” Heinz,
Christine’i geri çekti. “Hadi Hanna. Onu buradan götürelim.”
Heinz onu barakalara doğru çekmeye çalışırken, Christine
Hanna’ya döndü. “Onlara anlatmak zorundayız! Bu insanların
masum olduklarını anlatmamız gerek!”
Hanna durup Christine’e baktı. “Masum olduklarını nere­
den bileyim! Yahudi komşularını bir somon ekmek için ihbar
etmediklerini nereden bileyim!”
Christine debelenmeyi bıraktığında Heinz kollarını üzerin­
den çekti. “Benim de suçlu olduğumu düşünüyor musun? Ben
de gidip mezar kazmalarına yardım edeyim mi?!”
Hanna başka tarafa bakıp başını salladı. “Hayır...”
“Bu insanların zaten çok acı çektiğini Amerikalılar bilmi­
yor! Yaşadıkları yemek kıtlığını, Gestapo’yu bilmeleri lazım!
Köy ve şehirlere bombalar yağdığını bilmeleri gerek!”
“Bombalardan haberleri var,” dedi Heinz. “Zaten onlar attı,
unuttun mu?”
“Sanırım kumandan haklı.” Christine gözyaşlarını daha
fazla tutamadı. “Yapılan canilikler ancak savaşı kaybedersen
savaş suçu kabul edilir.”
Christine yük vagonunun köşesine kıvrıldı, başını duvara da­
yadığı montuna yasladı ve gözlerini kapadı. Ufak bir şeker­
leme yapsa da trenin sarsıntısının hafiflemesini ve derin bir
uykuya dalabilmeyi istiyordu. Dachau’ya gelişinin aksine,
herkesin yatacağı kadar yer vardı. Amerikalılar yerleri min­
der görevi gören ve tahtalara işlemiş ölüm kokusunu bastıran
samanlarla kaplamıştı. Ayrıca vagonlara battaniyeler koymuş,
ortaya yiyecek ve sularla dolu kutular dizmişti. Bu basit şeyler
seyahatlerine konfor katsa da kadınların, anne babaları, kar­
deşleri, kocaları ya da çocuklarıyla yaptıkları ilk seferin yerini
hiçbir şey alamazdı. Çünkü bu sefer yalnızlardı. Sevdiklerinin
hayatta olmadığı bir ömrü düşünmek, tüm yolculuğu sessiz
kılıyordu. Gözleri acı ve minnetin yaşlarıyla dolan kadınlar,
ya uyuyor ya da hiçbir yere bakmadan öylece oturuyordu.
Aynı sabahın erken saatlerinde, Amerikan subayları önce
kadınların götürüleceğini, erkeklerin yarına kadar bekleyece­
ğini söylemişti. Bir tren onları köye kadar götürecek, orada
Amerikalılar tek tek eve dönmelerine yardım edene kadar ge­
çici barakalarda kalacaklardı. Bir saat sonra ilk tren Dachau’ya
vardığında kalabalığı gergin bir sessizlik sardı. İnsanlar, sar­
sılarak yaklaşan lokomotifin çıkardığı tiz sesleri, frenleri ve
tıslayan pistonları sessizlik içinde dinlediler. Vagonların kapı­
ları açılıp Amerikan askerleri aşağı atladığında herkes sevindi.
Genç askerler onları karşılamaya gelen iskeletleri gördüğünde
hemen ceplerini karıştırıp tutsaklara şeker ve sakız dağıttılar.
Saatler sonra Christine’in aklına Hanna ve kardeşi Heinz’in
zayıf, umut dolu yüzleri geldi. Heinz ve Hanna, kamptan ay­
rılan kadınları izleyen erkek grubunun arkasından gülümse­
yerek el sallamıştı. Hanna kardeşiyle birlikte gidebilmek için
kampta kalmayı seçmişti. Christine’in adresini ezberlemiş ve
nereye yerleşirlerse yerleşsin mutlaka ona yazacağına söz ver­
mişti. Şu an için Hanna ve kardeşinin emin olduğu tek şey
Almanya’yı sonsuza dek terk edecekleriydi.
Christine, Dachau’nun sefil resimlerini kafasından çıkaramı-
yordu. Gözetleme kuleleri, elektrikli tel örgüler, uzun karanlık ba­
rakalar, isli bacalar... Hepsi monokromatik bir portre gibi sonsu­
za kadar aklında kalacaktı. Yüz yaşma gelse bile, ona yağmurlu,
kasvetli bir ocak günündeki ufalanmış kemikleri ve mezar taşlarını
hatırlatan, Dachau’nun gri taş renklerini asla unutmayacaktı.
İstasyona varan tren sarsılarak dururken Christine yerin­
den doğruldu. Göğsü ve boğazı yanıyordu. Boynu tutulmuş,
kalçası uyuşmuştu. Sonunda öksürmeden nefes alabildiğinde
yerinden kalktı ve yün montunu giyip diğer kadınlarla birlikte
vagondan aşağı indi.
Hüzünlü tutsaklar, Dachau depolarından topladıkları ek­
mek ve elbiselerle aşağı indiler. Ardından şikâyet etmeden
sıraya girip platformda beklemeye başladılar. Christine ken­
dini birden nereden geldiğini hatırlamayan bir kadına yardım
etmeye çalışırken buldu.
“Adım Sarah Weinstein,” dedi kadın, ağlayarak. “Kocamın
adı Uri... Ama... Öldü. Nerede oturuyordum, hatırlayamı­
yorum. Hiçbir şey hatırlayamıyorum!” Kadın ellerini görün­
mez bir sinek sürüsünü kovmaya çalışır gibi havada salladı.
“Bana ne olduğu önemli değil, tüm ailem öldü. Artık hiçbir
şey önemli değil.”
“İlla yaşayan bir akrabanız vardır,” dedi Christine. Ama
kadın onu duymazdan geldi. Christine aklına gelen her şehri
saymaya başladıysa da kadın başını iki yana sallayıp duruyordu.
“Yardım edebilir miyim?” dedi bir Amerikan askeri, zayıf
Almancasıyla.
“Nereden geldiğini hatırlamıyor,” dedi Christine. Kadının
aklını yitirdiğini de söyleyecekti, sonra durumu açıklamaya
gerek olmadığına karar vererek vazgeçti. Belki de hepimiz ak­
lımızı kaybetmişizdir, diye düşündü.
Asker omzunu silkip başını iki yana salladığında Christine
adamın anlamadığını fark etti. Asker Almanca birkaç şey söy­
lese de yeterince Almanca bilmiyordu. Christine bildiği İngi­
lizce kelimeleri tekrar düşündü ama yine hatırlayamadı. Düz­
gün düşünemiyordu. Asker ona zoraki bir şekilde gülümsedi,
korku dolu gözleri Christine’e acıyarak bakıyordu. Christine
bir an nasıl göründüğünü merak etti. Bir kaşık kalan suratın­
dan fırlamış mavi gözleri ve kafatasındaki birkaç santimlik
keçeleşmiş saçlarıyla yürüyen bir ölüye benziyor olmalıydı.
“İngilizce?” dedi asker.
Christine başını iki yana salladı.
“Namen? İsim?” diye sordu, yaşlı kadını göstererek.
“Sarah Weinstein,” diye cevapladı Christine.
Asker kadının gözlerine bakmak için hafifçe eğildi. “Sa­
rah. Bitte kommen. Gelin, lütfen.” Asker, olağanüstü mavilik­
teki gözleriyle, kaslı ve kendinden emin bir adamdı. Hitler’in
ordusu için harika bir Aryan sayılabilirdi. Kaskının köşesin­
den, kısaca kesilen sarı saçları görünüyordu. O an Christine
ilk kez Amerikalıların üniformalarının ne kadar temiz ve ek­
siksiz olduğunu fark etti. Babası eve geldiğindeyse üzerinde
kirli, yırtık bir pantolon ve zayıf bedenine bol gelen bir ceket
vardı. Yanakları çökmüş ve rengi atmıştı. Amerikalıların iyi
beslendikleri her hallerinden belli oluyordu, adamın yanakları
al al, gözleri parlak ve canlıydı.
Mavi gözlü asker aklını yitiren kadını platformun diğer
tarafına götürürken, Christine bir fırsat bulup yanındaki ban­
ka oturdu. Sersem bir şekilde titriyor, her aldığı nefesle ök­
sürüklere boğuluyordu. Tahta bankın köşesine tutundu ve bir
çocuğunkini andıran bacaklarına baktı. Bacaklarını ilk kez gö­
rüyormuş gibi dizlerindeki keskin köşeleri ve garip çıkıntıları
fark etti. Sanki kırılgan kemikleri derisini yırtıp çıkmaya çalı­
şıyor gibiydi. Niyeyse, iskelet bacaklarına geçirdiği ölü kızın
çorapları yüzünden kalbi hızla çarpmaya başladı. Az önceki
kadın Christine’in aklına dehşet verici bir korku yerleştirmişti.
Bir zehir gibi tüm vücudunu saran korku umudunu fırtınadaki
bir tüy gibi sürükleyip götürdü. Ailem... diye düşündü. Hâlâ
yaşadıklarını nereden biliyorum? Ya evimize düşen bir bomba
hepsini öldürdüyse?
Christine platformda oturmaya devam ederken önünde bir
çift siyah asker botunun durduğunu gördü. Ve mavi gözlü as­
ker çömelip ona baktı.
“Namen? İsim?”
“Christine,” dedi Christine, titreyen dişleriyle.
Asker yumuşak bir sesle, “Home?” dedi. Home... Ev.
Christine bu kelimeyi anlamıştı. Cevap vermek istediyse de
hareket eden dudaklarından ses çıkmadı. Sanki bir şey boğa­
zını tıkamıştı. Öksürdü ve bir kez daha denedi.
“Hessental,” dedi boğuk bir sesle.
Kırmızı yanaklı asker bembeyaz dişleriyle kocaman gü­
lümseyince Christine şaşırdı. Sahi, en son ne zaman böyle
gerçek bir gülümseme görmüştü?
“Fräulein. Bayan,” diyen asker, yerdeki betonu, botlarının
arasını gösterdi. “Home. Hessental.”
----------

hristine duyduklarına inanamayarak bir süre mavi gözlü


C askere baktı. Zaten evinde olduklarını mı söylemek iste­
mişti? Asker hâlâ ona bakıp kocaman gülümsüyordu. Chris­
tine öyle bir hızla öne fırladı ki neredeyse adamın ayaklarına
kapanacaktı. İte kaka platformdaki diğer tutsakları geçerken
kalbi güçsüz ciğerlerine vuruyordu. Tren istasyonunun duva­
rına doğru koşarken öksürmeye başladı. Vagonun içindeyken,
ne tarafa doğru gittiklerini bilmiyordu. Vardıklarında durak­
taki tabelaya bakmak aklına bile gelmemişti. İlk duraklarının
evi olacağını nasıl hayal edebilirdi ki? Platforma indiğinde bu
tren istasyonu da diğerlerinden farksız görünmüştü. Ancak ba­
şını kaldırıp kırmızı tuğla duvarın ortasındaki tabelayı okudu­
ğunda nerede olduğunu anladı. HESSENTAL.
Christine içini kaplayan mutluluk ve korkuyla elini ağ­
zına götürdü. Duygulan o kadar ağır basmıştı ki gözyaşları
yanaklarından akmaya başladı. O sırada mavi gözlü asker
yanında bitti. Christine, “Home/” diye bağırdı ve adamı itip
geçmek istedi.
Fakat asker onu hızla durdurup başım iki yana salladı.
“Nein, Fräulein.” Christine durduğunda asker avucuna bir
şeyler yazar gibi yapıp Almanca, “Ev ve adres,” dedi. Ama
Christine onu yok sayıp tekrar öne atılınca adam kolunu nazik
bir şekilde yakalamak zorunda kaldı. “Lütfen.” Parmaklarıyla
göğsüne vurarak kendini gösterdi, ardından direksiyon sürer
gibi yaptıktan sonra Christine’i işaret etti.
Christine sızlanarak bir adım geriledikten sonra kollannı
göğsünde kavuşturup beklemeye başladı. Asker bir subayın
yanma koştu, selam verdi ve Christine’i gösterdi. Subay ar­
kasına dönüp birkaç saniye boyunca Christine’i inceledikten
sonra sert bir şekilde başını salladı. Ve mavi gözlü asker bir
kâğıt altlığı kapıp koşarak Christine’in yanma geldi.
Christine’in bilgilerini not alan adam, kâğıdı subaya götü­
rüp bir süre bekledi. Christine onları izlerken kaçmamak için
yerinde zor duruyordu. Sonunda askerin ona doğru geldiğini
görünce nefesini tuttu.
“Gel,” dedi asker Almanca. “Home.”
Christine adamla birlikte istasyonun diğer ucuna koştu. As­
ker Christine’i hiç zorlanmadan yeşil askeri kamyonun koltu­
ğuna oturttuktan sonra tüfeğini omzundan indirdi, sürücü kol­
tuğuna geçti ve motoru çalıştırdı. Cebinden çıkardığı sigara
paketinden bir sigara alıp yaktıktan sonra paketi Christine’e
uzattı. Christine başını iki yana sallayınca asker tekrar cebine
uzandı ve bu sefer yaldızlı bir kâğıda sarılmış dikdörtgen, çiz­
gili küçük sarı şekerlerden çıkardı.
“Hayır,” dedi Christine, çığlık atmamaya çalışarak.
“Home.” Arabanın devasa ön camından dışarı bakmak için
doğruldu. Gözlerinin önünde siyah noktalar uçuştuğunu fark
edebiliyordu.
Asker yüzünde bir soru ifadesiyle Christine’e baktı ve
eliyle göstererek hangi yöne gideceklerini sordu. Christine de
eliyle göstererek önce düz gideceklerini, sonra sola dönecek­
lerini anlattı.
Tren istasyonundan çıkıp eskiden hava üssünde çalışan tut­
sakların kalması için yapılan uzun, ahşap barakaları geçtiler.
Trenden ilk inen kadınlar etrafta boş boş dolanıyordu. Kimi
sırtlarım binalara yaslamış, kimi başlarını ellerinin arasına
alıp yere çömelmişti.
Asker, Christine’in bakışlarını gördüğünde, “Yahudiler,”
dedi. Dudaklarının arasına sıkıştırdığı sigarası konuştukça sal­
lanıyordu. Sonra barakaları gösterdi ve parmaklarını ileri geri
sallayarak yürür gibi yaptı. “Dachau’ya.”
Christine hafif bir inilti çıkararak başını iki yana salladı.
Caddenin ilerisine yapılan tahta darağaçlarının eski, düğüm­
lü ipleri hâlâ sallanıyordu. En tepelerindeyse Almanca korkak
yazıyordu.
Asker darağaçlannı gösterip Christine’e baktı. “Erkek ço­
cuklar,” dedi ciddi bir ifadeyle.
Christine bir an nefes alamadığını hissederek yanağı­
nı ısırdı. Aklına babasının Kari ve Heinrich’i saklamak için
çatı katma ihtiyaç duyabileceklerini söylediği gece gelmişti.
SS’ler onları savaşmak istemedikleri için asacaktı. Christine
yüreğinde büyüyen paniği bastırarak askere bir sonraki köp­
rüden geçmesini işaret etti. Köprünün bu tarafındaki binalar
üst üste çökmüş, geriye moloz yığınlarından başka hiçbir şey
kalmamıştı. Diğer tarafta, uzun bir sıra boyunca dizilmiş, ya­
nsı yıkık boş evler, büyük odaları ve patlamış camlarıyla kara,
devasa oyuncak bebek evlerinden farksızdı. Etrafta dolanan
kadın ve çocuklardan oluşan gruplar, kirli sokaklarda ortaya
yakılan yemek ateşlerinin etrafında toplanmıştı.
“Benim ismim Jake,” dedi asker Almanca. Her heceyi san­
ki Christine’in duyma zorluğu varmış gibi gerektiğinden ya­
vaş ve sesli söylemişti.
Christine hiçbir şey söylemedi. Dik yokuşu tırmanan kam­
yonun hiç değişmeyen motor sesi dar sokaklarda yankılanır­
ken, tırnaklarını avuçlarının içine batırıyordu. Amavutkal-
dırımlı meydana girdiklerinde korkusu hafifleyen Christine,
rahat bir nefes verdi. Her ne kadar yükselen kuleleri ve taş
merdivenlerinde çukurlar açılmış olsa da St. Michael sapasağ­
lam ayaktaydı. Eğer katedral hâlâ duruyorsa, köyün geri kala­
nı da duruyor olabilirdi.
Asker vitesi değiştirdi ve gaza basıp katedralin önündeki
caddeden yukarı tırmandı. Christine çenesini sıkıp eliyle sağ
tarafı gösterdi. Boğazını cayır cayır yakan bir yumru nefes al­
masını engelliyordu. Aşağı inmeye başladıklarında sertleşme­
ye başlayan yumru daha da ısındı. Birkaç dakika içinde Chris­
tine, Bay Weiler’ın kasabının kalıntılarıyla karşı karşıya geldi.
Sonra sokaklarının hemen altındaki yarı ahşap ahırı gördü. Ve
teslimiyete karşı insanları asma ve vurmayla tehdit eden kır­
mızı mürekkepli afişlerin asılı olduğu yıkık alçı duvarlarını...
Christine bir an bayılacağını düşündü.
Boğuk bir sesle, “Home,” dedikten sonra askerin bir sonra­
ki soldan dönmesini işaret etti.
Jake yüzüne vuran sigara dumanı karşısında bir gözünü
kısarak direksiyonu çevirdi ve motor tekledikten sonra kam­
yon yavaşça yokuş yukarı tırmanmaya başladı. Nefesini tutan
Christine, daha iyi görebilmek için koltuğun en ucuna otur­
muştu. Kalbinin her an göğsünden fırlayabileceğinden emin­
di. Yaklaşmakta olan akşamın açık eflatun renkleri altında, o
tamdık kiremit çatıyı gördü. Christine boğazında düğümlenen
sevinç çığlığıyla birden hıçkırarak ağlamaya başladı. Yokuşun
sonuna yaklaştıklarında iki yanında yanık erik ağaçlarının dal­
larıyla bahçe kapıları göründü. Ve annesi ön bahçede eğilmiş
bir şeyler yapıyordu.
“Dur!” diye bağırdı Christine. Jake’in birden frene basma­
sıyla motor titreyerek yavaşladı. Christine daha kamyon dur­
madan kapıya uzandı. Annesi doğruldu ve çatık kaşlarla sesin
geldiği tarafa baktı. Christine yüksek koltuktan sendeleyerek
atladı.
“Anne!” diye bağıran Christine, kalan gücünün hepsini
kullanarak eve doğru koşmaya başladı. Rose topraklı elinde
çapa, diğer elinde pörsümüş otlar, hareketsiz bir şekilde duru­
yordu. Bir süre solgun zayıf yüzünü kırıştırarak öylece baktı.
Neler olduğunu anladığında elindeki çapayla otları yere sa­
vurdu ve ellerini bir karış açılan ağzına götürdü.
“Anne!” diye bağırdı Christine tekrar. “Ben geldim!”
Rose bir çığlık atıp kollarını açarak Christine’e koştu. Anne
kız kollarını birbirlerine öyle kuvvetli sardılar ki neredeyse
yere yuvarlanacaklardı.
“Şükür!”
Christine daha fazla dayanamayarak annesinin kollarında
yığıldı. Bacakları aniden güçsüz düşmüş, onu buraya kadar
getiren kuvvet birden yok olmuştu. Titreyerek yere çöktü,
boynundaki damarlar nefes almaya çalıştıkça kasılıp gevşi­
yordu. Rose kızını yerden kaldırmaya çalışarak hemen yanına
çömeldi.
“Maria! Heinrich! Çabuk gelip yardım edin! Christine’i-
miz geldi! Yaşıyor!” Rose kızının yüzünü okşayıp parmakla­
rını kısacık saçlarında gezdirdi. “Ah... Benim canım... Sana
ne yaptılar böyle? Korkma tamam mı? Artık güvendesin. Ben
sana prensesler gibi bakacağım.”
Christine birinin onu yerden kaldırdığını hissetti. Annesi­
nin eli hâlâ saçlarını okşuyordu. Gözlerini açmaya çalıştığın­
da önce sadece bir miğfer gördü. Ardından Amerikalı askerin
yüzünü. Ve sonra dünyası tekrar karardı.

Christine önce yanaklarında yumuşak bir şeyin gezdiğini his­


setti. Ardından sodalı sabunun asitli kokusunu aldı. Battaniye­
ye sıkı sıkı sarınmasına, montu ve ayakkabıları hariç, giyinik
olmasına rağmen titrediğini fark etti. Tahta ranzada olmadı­
ğına emindi. Başının altında yastık olduğunu hissedebiliyor­
du ve üzerinde yattığı şey her ne ise geniş ve rahattı. Tanıdık
seslerin yumuşak fısıltılarını duyup şakaklarında gezen sıcak
parmakları hissettiğinde nihayet anladı. Artık evindeydi. Bir­
kaç kez kırptığı gözlerini açtığında koltuğun yanma diz çöken
annesi ve büyükannesinin yüzlerinde büyük bir endişeyle onu
izlediğini gördü.
“İyi misin?”
“Evet anne,” dedi Christine fısıldayarak.
Büyükanne elini torununun yanağına koydu ve onu alnın­
dan öptü. “Evine hoş geldin çocuğum.”
Arkadaki masada oturan Kari ve Heinrich çatık kaşlar ve
korku dolu gözlerle onlan izliyordu. Çocuklar yamalı kıya­
fetlerinin içinde, en az Rose ve büyükanne kadar zayıf ve
solgun görünüyordu. Altı yıl süren savaşın sefaletinden sonra
yüzlerine sessiz bir hüzün çökmüştü. Christine, bir yabancı­
nın koltuğun diğer tarafından ona baktığını fark etti. Kısacık
saçları Christine’in saçlarından ancak birkaç santim uzundu.
Christine bir an onu Hanna sansa da renklerde bir uyuşmazlık
olduğunu anlaması çok sürmedi; bu kızın saçları kumral de­
ğildi. Üstelik gözleri kahverengi değil, maviydi. Zayıf olması­
na rağmen Hanna gibi bir deri bir kemik de değildi. Kız biraz
daha yaklaşıp yanına diz çöktüğünde Christine’in bir an nefesi
kesildi. Maria... Christine neler olduğunu anlamaya çalışarak
kirli parmaklarıyla kız kardeşinin kafasına dokundu. Nemli,
yumuşacık gözlerle bakan Maria, ablasının elini avucunun içi­
ne aldı ve yanağında gezdirdi.
“Sana ne oldu?” diye sordu Christine usulca.
“Köyden bir grup kızla birlikte doğuya gönderildim. Ka­
dınlarla yaşlılara tanksavar hendekleri kazmaları için yardım
ettik. Ama sonra Ruslar geldi...” Maria durdu ve kusmama-
ya çalışır gibi yutkundu. Çenesi titriyordu. Sesini alçaksa da
ağzından çıkanlar sesli ve baskın çıktı. “Gittikten birkaç gün
sonra sadece bir avuç kaldık. Ruslar bizi rahat bıraksın diye
erkek kılığına girdik.”
“Tanrım...”
“Gitmesine izin vermemeliydim,” dedi Rose, yüzünü buruş­
turarak. “Onu çocuklarla birlikte çatı katında saklamalıydım.
Onu korumak için daha çok şey yapmalıydım. Seni de öyle,
Christine.”
“Bu senin suçun değil,” diyen Maria’nın kan çanağı gözleri
tekrar Christine’e kilitlendi. “Ben geri dönebildim. Ama kız­
lardan bazıları o kadar şanslı değildi.”
Christine kolunu kız kardeşine sarıp onu kendine çekti. Ma-
ria da ona sarıldı, hıçkırıklarını bastırmaya çalışırken omuzları
şiddetle sarsılıyordu. Bir süre sonra yüzünü kollarıyla silerek
geri çekildi.
“Hepinizin burada olduğuna inanamıyorum,” dedi Chris­
tine, kalkmaya çalışırken. Ama kollan çok güçsüz, başı fazla
ağırdı. “Yaşadığınızdan emin değildim.”Ardmdan kendini kötü
habere alıştırarak, annesine döndü. “Babam? Babam iyi mi?”
Rose gülümsemeye çalıştı. “Yaşıyor. Birkaç gün önce mek­
tup aldık. Şimdi sen yat. Ne istiyorsan biz getiririz. Aç mısın?
Susadın mı? Ne istiyorsun?”
Christine doğrulup oturduktan sonra battaniyeyi tekrar üze­
rine çekti. “Aslında açlıktan ölüyorum. Ama her şeyden önce
sıcak bir banyoya ihtiyacım var.” Rose ve Maria, Christine’in
kalkmasına yardımcı olmak istemesine rağmen o kendi başına
kalkmakta direndi. “Mutfakta ocak yanıyor mu?”
“Evet,” dedi Rose. “Ateşin var, bu yüzden titriyorsun.”
“Toparlanacağım.” Christine biraz daha doğrulup kolları­
nı göğsünde kavuşturdu. “Kari, Heinrich, sizi gördüğüm için
öyle mutluyum ki.” Çocuklar koşup ablalarına sarıldıktan son­
ra kendilerini geri çekip onu çatık kaşlarla incelediler. Chris­
tine kardeşlerine, hâlâ iyi olduğunu göstermek için gülümsedi
ve koridora yöneldi. Ne olur ne olmaz diye hazırda bekleyen
Rose ve Maria da Christine’in peşinden koridora çıktı.
Christine mutfağa adım atar atmaz burnuna tarçın ve
zencefilli ekmek kokuları geldi. Uzun zamandır böyle leziz
bir koku hayal etmemişti. Gözlerinde yaşlarla ocağa, lava­
boya, dolaplara ve masaya baktı. Hepsi ne kadar tanıdık, ne
kadar yabancıydı... Sanki rüyasında evini ziyarete gelmiş
gibiydi. Ya da başka bir hayatta. Bir daha hiç göremeyece­
ğini düşündüğü mutfağı hatırladığından daha büyük, daha
aydınlıktı. Her renk ne kadar parlak, ne kadar da enerjikti.
Kırmızı çay-kahve kutuları, sarı perdeler, mavi çini yerler,
yeşil ekoseli masa örtüsü... Her şey öyle canlı görünüyordu
ki fırçasını hatırsa gökyüzünü boyayabilirdi. Dachau’nun
sıkıcı renkleriyle kıyaslandığında annesinin eski, onarılmış
önlüğü bile göz alıcı bir beyazlıktaydı.
Christine sertçe mutfak masasına oturdu. Annesi kısa bir
süre başında dikildikten sonra kollarını sıvayıp odun ocağına
biraz daha odun attı. Mutfağa giren büyükanne, Maria, Kari
ve Heinrich, Christine’in yanına oturdu. Hepsinin gözleri
Christine’in üzerindeydi. Christine endişe dolu suratlarından,
görüntüsünün babasının eve geldiği halinden bile kötü oldu­
ğunu anlayabiliyordu. Üzerindeki bakışları yok saymaya ça­
lıştı ve mutfakta dolanan annesini izlemeye başladı.
Kollan masanın altında, sol eli sağ bileğinin üzerindeydi.
Yeni, hassas bir yarayı korumaya çalışan ameliyatlı bir hasta
gibi dövmeli cildini kapamak zorunda hissederek başparmağı­
nı sürekli dövmesinin üzerinde gezdiriyordu. Rose içine sıcak
keçi sütü ve bal koyduğu büyük kupayı uzattığında, Christine
mavi kazağının kollarını sıyırıp buharlar çıkaran kupaya uzan­
dı. Ama dövmeli bileği hâlâ kucağındaydı.
Gözlerini kapattı ve sıcak buharı içine çekti. Keçinin yedi­
ği taze çimlerin ve halanlarının taşıdığı polenlerinin kokusunu
alabilmek onu şaşırtmıştı. Sütünden aldığı büyük yudumu yut­
madan önce bir süre ağzında tuttu. Sütün şekerli, yağlı tadını,
petek balın ipeksi hissini dilinde hissedebiliyordu. Yumuşacık
sıcak süt, acıyan kuru boğazını hemen yumuşatmıştı.
“Artık savaş bitti,” dedi Rose. “Baban eve döndüğünde sağ
salim eve dönüşünüzü kutlamak için son erik kavanozuyla
erikli kek yapacağım.”
Christine, Isaac’in kurtulmaya ne kadar yakın olduğunu
düşününce göğsüne vurulan zincirler yüreğini sıktı. Sütünden
bir yudum daha alırken, Aklımdan geçenlere dikkat etmem
gerek, diye geçirdi içinden. Şimdilik düşüncelerini kendine
saklamalıydı. Evinde, annesinin mutfağındaydı. Maria, Karl,
Heinrich ve büyükannesiyle birlikte masada oturuyordu. Ve
hepsinden öte hayattaydı.
Rose mutfağın ortasına koyduğu metal küvetin içini odun
ocağından aldığı kaynar suyla doldurdu. Küvetten çıkan
buharlar kıvrılarak yükseliyordu. Rose küveti hazırlarken,
büyükanne de kestiği iki dilim çavdar ekmeğinin üzerine erik
reçeli sürüp Christine’in önüne koydu.
Christine el yapımı ekmek ve reçelden küçük bir ısırık al­
dıysa da çiğneyemedi.
Gözleri yaşlarla dolmuştu. Boğazında büyüyen yumruyla
yutamayacağım anlayarak ekmeği yanağının iç tarafına itti.
Daha önce binlerce kez yediği ekmeğin topraksı tadı ve reçe­
lin tatlılığı birleştiğinde, dilinin üzerinde büyük bir patlama
yaşandı. Şaşkın bir halde, böyle basit ve leziz bir şeyin mut­
luluğunda boğulmamak için önce nefesini ayarlamaya çalıştı.
Arkasına yaslandı ve parmaklarını kapalı dudaklarının üzerine
bastırdı. O an yanağından bir damla yaş süzüldü.
“Neyin var tatlım?” diye fısıldadı büyükanne.
Christine başını iki yana salladı. “Bir şey yok. Sadece evde
olduğum için mutluyum, o kadar.” Bir süre lokmasını çiğnedi ve
başka bir ısırık almadan önce ağzındakinin bitmesini bekledi.
Rose havlu, el yapımı bir sabun ve temiz gecelik getirdik­
ten sonra Christine dışında herkesi mutfaktan çıkardı. Kapıyı
kilitledi ve Christine’in mavi kazağıyla kızılcık rengi elbise­
sini çıkarmasına yardım etti. Kızının rengi atmış, iskelet be­
deniyle karşı karşıya kaldığında gözlerinin yaşlarla dolmasına
engel olamadı. Christine ölü kızın çoraplarını ayaklarından
çıkardı ve dişleri titreyerek bir bacağını küvete soktu. Rose
ödünç kıyafetleri odun ocağının parlayan ateşine atmak için
ocağın kapağını açtı.
“Atma!” diye bağırdı Christine.
“Neden?”
“Çünkü Naziler de Yahudilere öyle yapıyor...”
Rose dudaklarını birbirine sıkıca bastırdı ve hiçbir şey söy­
lemeden kıyafetleri katlayıp yere bıraktı.
Christine kaynar suyla dolu olan küvete yavaşça girdi.
Kirli, kuru teninin üzerinde gezen sabunlu suyun pürüzsüzlü­
ğü, ipeksi bir yumuşaklığı hatırlatıyordu. Annesi boynunda­
ki kir tabakalarını yavaşça ovup lifi omuzlarında gezdirirken
lavantanın pudralı kokusu burun deliklerini dolduruyordu.
Christine gözlerini kapatıp minnet duyduğu her anın tadını
çıkardı. Nemli ısı kaslarına kadar nüfuz ediyor, aynı bahar
güneşinin buzları eritmesi gibi buz kesmiş kemiklerini ısıtıp
çözüyordu.
Annesinin hiçbir şey sormaması Christine’i rahatlatmıştı. beyaz bir bulutun içine gömüldüğünü hissetti. Ağır kafasını
Neler olduğunu anlatmak için uzun uzun zamanı vardı. Rose, yumuşacık, kaz tüyü yastığına koydu. Uyumaya, çöldeki bir
bileğinin içindeki rakamları görünce durup Christine’e baktı. adamın suya duyduğu gibi ihtiyaç duyuyordu. Vücudunun
Christine kolunu çekmek istemesine rağmen annesi izin ver­ her hücresi uykuya hasretti. Rose yatağın kenarına oturduktan
medi. Bir parmağını dövmeli yaranın üzerinde gezdirirken sonra kızının yanağını okşayarak hafifçe mırıldanmaya baş­
yaşlarla dolan gözleriyle Christine’e bakıyordu. Sonra kızının ladı. Christine yana döndü, annesinin yaşlı gözlerine baktı ve
bileğini dudaklarına götürdü ve öptü. Aynı çocukluğu boyun­ fısıldadı.
ca tüm morluk ve çiziklerine yaptığı gibi... “Anne. Isaac öldü.”
Christine, Isaac’in kaçtıktan sonra yaşadıklarını tecrübe et­
tiğini fark ettiğinde gözlerinden yaşlar boşandı. O da sulu et
suyu çorbası ve ekmek kabuklarıyla geçen ayların ardından
Christine’in götürdüğü reçelli ekmeği yemiş, aylarca yıkan­
madan aynı kıyafetlerle dolaştıktan sonra üzerinden buharlar
çıkan küvetteki sabunlu suyun içine oturmuştu. Isaac şu an
onun hissettiği her şeyi, kurtulmuş olmanın verdiği eşsiz ra­
hatlama ve mutluluğu, daha önceden hissetmişti. Tekrar ya­
kalanıp tutsak edilmek ne dayanılmaz bir kâbus olmalıydı.
Christine şimdi kirli barakanın sert ranzasında uyanıp bunun
bir rüya olduğunu fark etse bir saniye bile yaşayamayacağını
adı gibi biliyordu.
Annesi kirli saçlarını köpürtüp temiz suyla duruladı. Chris­
tine baştan ayağa ovalandıktan sonra küvetten çıktı ve annesi­
nin onu, aynı küçüklüğündeki gibi başını ve omuzlarını temiz
bir havluyla sararak, odun ocağının yanında kurutmasına izin
verdi.
Rose sevgi dolu elleriyle kızının başının üzerinden uzun
bir gecelik geçirdi. Ovalanmış ayaklarına kalın, pamuk çorap­
lar giydirdi ve onu odaya götürüp tertemiz, yumuşacık yatağı­
na yatırdı. Christine, bir deri bir kemik vücudunun yumuşak
---------

onraki birkaç gece Rose, Christine’in odasında uyudu.


S Christine ateşler içinde yandığında başına koyduğu ıslak
bezle ateşini düşürüyor, uykusunda ağladığında onu avutmaya
çalışıyordu. Christine bazı geceler aniden uykusundan sıçra­
yıp nerede olduğunu anlamaya çalışarak annesinin yüzünü ve
kollarını tırmaladığında, Rose hemen komodinin üzerindeki
kayın ağacı gaz lambasına uzanıyordu. Aslında ışığı tüm gece
açık bırakabilirdi, ama elektrikler hâlâ yoktu ve kimse ne za­
man geleceğini bilmiyordu.
Christine sabahları şekerleme yaparken büyükannesi ya­
nında kalıp, sandalyesinde kıyafet onarıyor ya da bir şeyler
örüyordu. Öğlenleri uyandığında Kari ve Heinrich dama ya
da kızmabirader oynamaya geliyorlardı. Geceleri ise Maria,
ablasına kitap okuyordu.
Christine ne yaparsa yapsın, bir eliyle geceliğinin kolunu
bileğine kadar çekiyor, başparmağını numaralı cildinde ileri
geri gezdiriyordu. Kardeşleriyle oyun oynarken sıranın ona
geldiğini unutuyor, sohbet ederken büyükannesinden söyledi­
ğini tekrarlamasını istiyordu.
Maria kitap okurken Christine’in gördüğü tek şey kardeşi­
nin hareket eden dudaklarıydı. Ama hiçbir şey duyamıyordu.
Çünkü aklı sürekli Dachau’ya gidiyordu.
Günler uzayıp havalar ısınırken Rose, Christine’in odası­
nın pencerelerini açık bırakıyor, yeni hayatın ses ve kokulan
kızının içini doldursun diye taze havayı, kuş cıvıltılannı ve erik
çiçeklerinin mis kokusunu içeri davet ediyordu. Christine red­
detmediği sürece, ona sıcak çay ve erik reçeli sürdüğü tazecik
ekmeklerden getiriyor, içirdiği keçi sütünün ardı arkası kesilmi­
yordu. Geriye sadece birkaç tavuklan kalmıştı, ama Rose tavuk
çorbası yapmak için yaşlı, kahverengi tavuklannı yoldu ve son
unlarıyla yaptığı yumurtalı erişteleri çorbanın içine kattı.
Sık sık zihnini rahatsız eden karanlık düşüncelere rağmen
Christine’in sıkışan ciğerleri yavaş yavaş rahatlıyor, gücü tek­
rar yerine geliyordu. Ateşi indikten sonra gördüğü kâbusların
korkunçluğu vc şiddeti de azalmıştı. Birkaç günün ardından
acı çekmeden derin nefesler almaya başladı. Geçirdiği öksü­
rük krizlerinin araları da uzamıştı. İki hafta geçtiğinde Chris­
tine, yemeğini yemek için ısrarla yatağından çıkmak istedi.
Savaş bittiği için Amerikanlar köyde dolanıyor, caddelerde
aşağı yukarı gezinen tank ve cipler evin camlarını titretiyor­
du. Yollar, tutsaklardan arınmıştı. Acı acı bağıran siren sesleri
susmuş, gökyüzünden bombalar yağmaz olmuştu. Fakat ye­
mek stokları hiç olmadığı kadar azdı ve müttefikler Hitler ve
Goering tarafından kurulan yiyecek sınırlandırmasını devam
ettiriyordu. Topraklarda çalışacak çiftçiler olmadığı gibi pa­
tates, buğday, turp ya da pancar için ekecek tohum da yoktu.
Christine’in babası, ilk seferkinden daha zayıf ve kirli bir
halde eve döndü. Ama sonuçta hayattaydı. Christine’i görünce
öyle çok ağladı ki yüzündeki yağ ve kir gözyaşlarına karıştı.
Kızının yanına oturmak için çömelirken dengesini bulmaya
çalıştı, vücudundaki her kemik camdanmış gibi yavaşça ha­
reket ediyordu. Christine’in zayıf ellerini avuçlarına aldı ve
bir süre Christine’in esir hayatı boyunca yaşadıklarından ko­
nuştular. Sohbetleri bir noktaya geldiğinde ikisi de gözlerini
birbirlerininkine kilitleyip sustu. Sadece onların anlayabile­
ceği bu an, sesli bir şekilde söylenemeyecek kadar korkunç
olan şeylerin sessiz fısıltısıydı. İkisinin de gördüğü, yaptığı
ve ömürlerinin geri kalanı boyunca akıllarından hiç çıkmaya­
cak şeylerin... Rose’un yatak odasına attığı adımla, baba kı­
zın arasındaki sessiz iletişim bozuldu. Ayrıca babası Hitler’in
Berlin’deki bir sığınakta intihar ettiğini söylemiş ve diktatörün
memleket hakkmdaki son planlarıyla ilgili haberler getirmişti.
“Müttefikler geldiğinde küllerden başka bir şey bulamasın­
lar diye tüm ülkeyi yok etmek istemiş. Kanıtlar yok olsun diye
toplama kamplarından bazılarının bombalandığını duyduk.
Kampları yöneten adamlar kendi uçaklarımızın hedefi olmuş,
çünkü Hitler savaşı kaybettiğimizi biliyormuş.”
“Dachau’daki subaylar ve bazı gardiyanlar Amerikanlar
gelmeden kaçtılar,” dedi Christine.
Dietrich yüzünde iğrendiğine dair bir ifadeyle başını iki
yana salladı. “Çoğu muhtemelen ülkeyi terk etmiştir. Ama
hepsi değil. Kalabalığın içine karışabilmek için ölü Wehr­
macht askerlerinin üniformalarını alan SS’ler gördük.”
Bulutsuz, masmavi bir gökyüzünün altında ağaçlar tomurcuk­
lanmaya, nergis ve laleler açmaya başlamıştı. Yemek karne­
lerinin ve kıtlığın devam etmesine rağmen köyün çocukları
umursamaz oyunlarına geri döndüler. Çocuklar Amerikalıla­
ra çikolata dağıtıcısı diyor, cipler geçerken kendilerini sokağa
atıp daha çok çikolata ve sakız alabilmek için ellerini uzatarak
bağırıyorlardı. Kari ve Heinrich her gün eski okullarının bah­
çesine gidiyor, karşılığında Amerikanlardan ekmek ya da mavi
konserveli, Spam denilen, garip etlerden alabilmek için Alman
üniformalarında rütbe yamalan ya da madalya arıyorlardı.
Son birkaç gündür kendi bölgelerine gitmek için geçen
Fransız askerleri yüzünden herkes gergindi.
“Fransızlardan uzak durun,” diye uyardı Dietrich oğulla­
rını. “Dün zorla insanların son yiyeceklerini sakladıkları ki­
lerlere girmişler. Değerli her şeyi almışlar. Geri kalanların da
üzerine işemişler. Bayan Klause’un süt kuzusunu da kesmişler.
Amerikan bölgesinde olduğumuz için şanslıyız, ama Fransız-
lar geçip gidene dek onlardan uzak durun. Onların bölgesinde
kalan Almanlar için çok üzülüyorum. Hele Rus bölgesinde ka­
lanlar en kötüsünü yaşayacak.”

Annesinin Christine’e dışarı çıkması için izin verdiği ilk gün


hava oldukça ılıktı. Christine parlak gün ışığında gözlerini
kıstı, yatakta çok vakit geçirdiği için vücudunun hamlaştığını
hissedebiliyordu. Arka bahçede dururken gökyüzüne uzandı
ve dönerek sırtındaki sertleşmiş kasları gerdi. Bir zamanlar
güçlü olan vücudu tüm gücünü kaybetmiş gibiydi. Bede­
ninin yumuşak kısımları sertleşmiş, kasları kemikleşmişti.
Eski kıyafetleri üzerinden dökülüyordu. Kendi ayakkabıları
Dachau’nun korkunç ayakkabı yığınları içinde sonsuza dek
kaybolduğu için yıllar önce Mana’ya verdiği yıpranmış ayak­
kabıları giymek zorunda kalmıştı.
Kazağını etrafına doladı, armut ve erik ağaçlarının dalları­
nın altına sığındı ve bir yıl önce ektiği erik çekirdeğine bak­
mak için arka çite doğru yürüdü. Yere çömeldi ve parmaklarını
yuvarlak çukurun üzerinde gezdirdi ama daire şeklindeki bir
topraktan ve ölü yapraklardan başka hiçbir şey yoktu. Nazik
bir şekilde toprağın üzerinde biten otları ve yaprakları çekti.
Ama burada büyüyen bir şey olmadığı kesindi. Ne bir incecik
dal vardı ne de açan bir yaprak... Christine’in gözleri aniden
yaşlarla doldu. İçinden toprağı kazmak, çekirdeği fırlatıp at­
mak geldi. Sonra çekirdeğin toprak altında çürüdüğünü, kurt
delikleriyle dolduğunu, kar ve yağmurlarla geçen uzun aylar
sonunda süngerimsi bir hal aldığını düşündü. Erik çekirdeği
hayata tutunmayı başaramamıştı. Aynı Isaac gibi... Christine
yavaşça ayağa kalktı, içinde hissettiği acının ağırlığı doğrul­
masını güç kılıyordu. Tekrar bahçeye döndü.
Arka bahçede hasır sırtlı bir sandalyeye oturup sebze to­
humu eken annesini izledi. Çimlere saçılıp toprağı eşeleyen
tavukların turuncumsu tüyleri güneşin altında pırıl pırıl parlı­
yordu. Bayan Klause, Christine’in döndüğünü duyunca anne­
sine bir horoz göndermişti. Böcek ve kurt arayan yakışıklı ho­
roz, kırmızı ibiğini ve uzun kuyruğunun tüylerini salladı, uzun
tırnaklı ayaklarını çimlerin üzerinde ileri geri sürttü. Bir böcek
ya da kırkayak bulduğunda hafif bir ötüşle tavukları yanına
çağırdı ve gagasının arasında tuttuğu küçük lokmayı tavuklar
geldiğinde yemeleri için ayaklarının önüne bıraktı. Tavuklar
böceği parçalara ayırırken horoz ötüp kasılarak daireler çiz­
meye başladı. Christine döndüğünden beri dünya rengârenkti.
Tavuklar bile gözüne çok güzel görünüyordu.
Christine gözlerini yumdu ve başını gökyüzüne, sabahın
geç saatlerinde parlayan güneşe doğru kaldırdı. Mutlu tavuk
gıdaklamalarını dinliyor, ciğerlerini yeni havalandırılmış top­
rağın nemi ve erik çiçeklerinin kokusuyla dolduruyordu. Artık
her ot sapı, her böcek ve serçe, her yaprak ve ağaç onun için
olağanüstü bir hediyeydi. Güneş yüzünü ve ellerini ısıtırken,
içi hâlâ nehir buzulundan akan bahar buzları gibi soğuktu.
“Hayır!”
Christine, annesinin çığlığıyla birlikte gözlerini açtı. Kü­
reğini yere fırlatan annesi, ellerini yumruk yapmış bir halde
evin yanında duruyordu. Yan komşularının arka bahçesinde,
bir Fransız askeri tüfeğini annesinin tavuklarından birine yö­
neltmişti. Rose olduğu yerde kaldı ve önlüğünü çıkarıp, askeri
kovmak için havada sallamaya başladı. Beyaz önlük rüzgârda,
bir teslim bayrağı gibi savruluyordu.
“Tavuklarımı rahat bırak!” Christine, çığlık çığlığa bağıran
annesinin yanma gitti.
Elini annesinin omzuna koydu. “Büyük ihtimalle seni an­
lamıyor. Hem biz hâlâ düşmanız, dikkat etmelisin.” Christine
zorla gülümsemeye çalışarak askere el salladı.
Rose önlüğünü bıraktı ve başını iki yana salladı. Elleri hâlâ
titriyordu. Fransız asker tüfeğini indirip gülümsedikten sonra
bir sigara yaktı ve ne yapacağına karar vermeye çalışır gibi
onları izlemeye başladı. Bir dakika boyunca bahçeye doğru
baktıktan sonra sıkılıp gitti. Christine rahat bir nefes alarak
sandalyesine yürürken annesi tekrar yeni havalandırdığı top­
rağın başına döndü. Ardından başının hizasına kaldırdığı kü­
reğini güçlü bir şekilde sallayarak sertçe toprağa vurdu.
Bir süre sonra Christine, salata ve yeşil fasulye dikmeye
hazırlanan annesine yardım etmek için ayağa kalktı. Annesi­
nin planlı ekimi sayesinde hâlâ geçen yıldan kalma tohumları
vardı. Başlarda ailesi Christine’in bu zor işlere dönmeye ha­
zır olduğunu kabul etmemişti, fakat Christine çok ısrar etmiş
ve annesine çalışmanın onu daha güçlü kılacağını söylemişti.
Öyle bir noktadaydı ki çok fazla istirahat ettiğinde kendini
bitkin ve güçsüz hissediyordu. Kaslarının uzanıp gerilmesini,
kalbinin korku yerine fiziksel güç yüzünden çarpmasını his­
setmeyi özlemişti.
Bir saat içinde toprak ekime hazırdı. Christine ve annesi el­
leri ve dizlerinin üzerinde çalışıp fasulye tohumlarını dikkatli
bir şekilde uzun, sığ oluklara yerleştirdiler. Christine ellerin­
deki kara toprağın ipeksiliğini ve sıcaklığını hissedebiliyordu.
Açık kahverengi tohumlar kusursuz ve pürüzsüzdü. Tırnak
aralarına ve eklemlerindeki çatlaklara dolan topraklar yüzün­
den ellerinin rengi kemik beyazı görünüyordu. Christine çalış­
maya devam ederken toprakta bulduğu her küçük çakıltaşı ona
Isaac’in attığı taşı hatırlattı.
Öğlen olduğunda annesi ellerini önlüğüne sildi ve arka ka­
pıya yöneldi.
“İçeri gel, Christine. Yemek vakti.”
Christine yere oturdu. “Temiz havanın keyfini biraz daha
çıkarmak istiyorum.” Her ne kadar kollan ve bacakları acıyıp “Güzel,” dedi Jake, gülümseyerek. Ve ardından onları ka­
yorulsa da bu tatlı bir yorgunluktu. Bu tarz sağlıklı bir yorgun­ pının oradan izleyen Rose’a döndü. “İngilizce?”
luk Christine’in sıcak bir banyoyu ve güzel bir yemeği dört “Nein, hayır,” diye cevapladı Christine.
gözle beklemesine sebep olmuştu. “Herkes iyi mi? All is good?”
“O zaman yemek hazır olunca seni çağırırım.” Rose kir­ Christine tekrar başını salladığında Jake sırıtarak ayaklarına
li botlannı çıkarıp ayakkabılarını giydikten sonra Christine’i baktı. Christine istasyonda çok endişeli ve hasta olduğundan
alnından öpüp eve girdi. Ama saniyeler içinde tekrar bahçeye Jake’in yüzünün bu kadar güzel olduğunu fark edememişti.
geldi. Arkasında, koridorda biri bekliyordu. Annesinin hemen Şimdi öğle güneşinin altında, mavi gökyüzü san saçlannı ön
arkasında geniş omuzlu, solgun yüzlü bir adam vardı. Alm en­ plana çıkarırken Christine karşısında duran adamın ne kadar
dişeyle kırışan Rose, kapıyı açıp bekledi. çekici olduğunu görebiliyordu. Jake ona her baktığında göz­
“Amerikalı geldi!” leri güneşte gümüş rengine dönüyordu. Ailesinden bu kadar
Christine oturduğu yerden hafifçe öne doğruldu. “Ne isti­ savaşmak için çok gençti. Büyük ihtimalle Isaac’in yaşlarında
yormuş?” olmalıydı. Tüm bunlar aklından geçerken Christine’in göğsü
“Ben nerden bileyim?” yine o tanıdık hüzünle sıkıştı.
Asker omzunda tüfek, elinde gümüş rengi büyük bir kon­ Jake tekrar annesine baktıktan sonra yanaklan pembeleşe­
serveyle taş bahçeye adım attı ve Christine’e doğru hızlıca rek Christine’e döndü. “Friends? Arkadaş mıyız?”
başını salladı. Asker bozuk Almancasmı anadiliyle tamamlı­ Christine bu kelimeyi anlamıştı ama ne diyeceğinden emin
yordu. “İyi günler. Hello.” değildi. Jake onu evine kadar getirmişti, bu yüzden ona nazik
Rose ter içinde kalmış solgun yüzüyle, sabırlı bir şekilde davranması gerektiğini düşünüyordu. Öte yandan yalnız kal­
girişte beklemeye devam etti. Christine uzun boylu, kaslı, mak istiyordu. Hem o üniformalı bir askerdi ve Christine ona
mavi gözlü, sarışın Amerikalıyı hemen tanıdı. Bu adam, onu savaşı hatırlatan her şeyden çok bıkmıştı.
evine getiren askerdi. Adı neydi? Evet, Jake... Christine aya­ Christine cevap veremeden Jake ceketinin içine uzandı
ğa kalktı kazağının kollarım sıvadı ve dövmeli bileğini dirse­ ve gömleğinin içindeki künyesini şangırdatarak cebinden bir
ğinin altına saklayarak kollarını bağladı. avuç dolusu, kahverengi-gri paketli çikolata çıkardı. Christine
“İyi misin? Are you well?” Jake, eliyle hafifçe göğsüne çikolataların üzerinde HERSHEY yazdığını görünce bunla­
vurdu. “Jake. Hatırladın mı?” rın, kardeşlerinin sokaklarda topladığı, Amerikan ciplerinden
Christine bildiği birkaç İngilizce kelimeyi hatırlayabilmek fırlatılan şekerlemelerden olduğunu anladı. Jake çikolataları
için çok uğraşsa da başarılı olamadı. Bu yüzden başını aşağı gümüş rengi konserveyle birlikte Christine’e uzattı. Ancak
yukarı sallamakla yetindi. Christine aklına gelen bir şeyle bir adım geriledi. Maria ona,
Amerikan askerlerinin onlarla seks yapmaları için kadınlara
yiyecek verdiklerini duyduğunu söylemişti. Çenesini sıkıp ba­
şını başka yöne çevirdikten sonra kendini tekrar Jake’e bak­
mak için zorladı ve sert bir ses tonuyla, “Nein. Hayır,” dedi.
Jake hediyelerini ısrarcı bir şekilde uzatarak ona doğru gel­
di. Christine başını sertçe iki yana salladıktan sonra annesinin
hâlâ orada olduğundan emin olmak için annesine doğru bakıp
Jake’e kapıyı gösterdi. “Good-bye. Güle güle.” Ağzına yaban­
cı gelen bu İngilizce kelimenin başını söylerken fazla uzatmış,
bitirirken kısa kesmişti.
Jake ne demek istediğini anladığında yüzündeki gülümse­
me kayboldu. Christine, adamın gözlerinde gördüğü acı karşı­
sında şaşırmıştı. Jake, Christine’in tahmin ettiği gibi ısrar ede­
ceğine, elindeki konserveyi ve çikolataları yere bıraktı. Bir an
Christine adamın tüfeğine uzanmasından korktu. Ancak Jake
teslim olmuş bir tutsak gibi ellerini havaya kaldırdı, gülümse­
di ve başını sallayıp kapıya doğru ilerledi.
Jake, Rose’a döndü ve “Madam,” diyerek yanından geçti.
Rose, endişe dolu gözlerle kızına baktıktan sonra çıkışı göster­
mek için Jake’in peşinden giderek koridorda gözden kayboldu.

Ertesi gün hava yağmurlu ve soğuktu. Kara bulutlu günler


Christine için her şeyden daha zordu. Yağmurlu ve kasvetli
gökyüzü ona unutmaya çalıştığı her korkunç anıyı tekrar tek­
rar hatırlatıyordu. Battaniyesinin altında titreyerek koltuğa
oturdu ve salonun loş ışığında kitabını okumaya çalıştı. Ya­
nında oturan büyükannesi elindeki çorabı onarırken, Maria ve
annesi mutfakta akşam yemeğini hazırlıyorlardı. Dietrich iş
aramak için dışarıdaydı. Keşke küçük odanın soğuğunu kır­
mak için yakacak daha fazla kömürleri olabilseydi ama hiç
kalmamıştı. Azalan odun stoklarına dokunamıyorlardı çünkü
yemek yiyebilmeleri için her odun parçasına ihtiyaçları var­
dı. Christine sayfadaki kelimelere odaklanmaya çalışırken bir
eliyle kitabını tutuyor, diğer elinin başparmağıyla bileğindeki
numaralan okşuyordu. Okuduğu hikâyede kaybolmak yerine
kendini büyükannesinin kırışmış yüzünü incelerken buldu.
Büyükbaba olmadan hayatına devam edebilmesine şaşırmış­
tı. Ben de o kadar güçlü müyüm? diye sordu kendine. Yoksa
ömrüm boyunca kalbimin bir parçası sökülmüş gibi mi hisse­
deceğim?
Christine gözlerinin dolduğunu hissetti. Bu sırada Hein-
rich, Karl’ı da peşine katarak elinde gümüş rengi, büyük kon­
serveyle birlikte hızla odaya girdi.
“Bu ne?”
Christine kitabını kucağına koydu. “Bilmiyorum, Heinrich.
Nerede bulduysanız oraya bırakın.”
“Annem Amerikalı’nın bıraktığını söyledi. İçinde ne var
görmek istiyoruz!” dedi Kari.
“Hemen atmalıyız,” diye cevapladı büyükanne. “Zehir
olabilir.”
Christine üzerindeki battaniyeyi kenara çekip ayağa kalktı.
“Büyük ihtimalle yemektir.”
“Neler oluyor?” Odaya giren Rose, buharlar çıkaran ten­
cerenin demir saplarını bezle tutuyordu. “Öğle yemeği için
sofrayı hazırlamam lazım.”
Rose tencereyi masanın ortasına koyup kapağını kaldırdı.
Tencerenin içindeki san et suyu çorbasında uzun, kahverengi
erişteler yüzüyordu. Eriştelerin çubuk çubuk kesilmiş krepler­
den yapıldığı krep çorbası, Maria’nın en sevdiği çorbaydı.
Heinrich konserveyi masaya koyduktan sonra Kari’la bir­
likte yerlerine geçtiler. İkisinin de gözleri beklentiyle parlıyor­
du. Sonunda Heinrich, “Açabilir miyiz?” diye sordu.
Büyükanne koltuğundan kalkıp sallanarak yanlarına gel­
di. Maria içeri girdiğinde gözkapaklan ağlamaktan davul gibi
şişmişti. Annesi Christine’e baktı ve aralarında birbirlerini an­
ladıklarına dair sessiz bir iletişim geçti. İkisi de son birkaç
gecedir Maria’nın hıçkırıklarına uyanıyordu.
Christine, Maria’nın ağladığını duyduğu ilk gece, yatak
odasına gidip yorganının altına girmiş, kardeşinin omzunu
nazikçe okşayarak onu kendine doğru döndürmeye çalışmıştı.
Ama Maria onu umursamayıp, yüzünü duvardan çekmeden
aynı pozisyonda yatmaya devam etmişti.
“Neyin var?” diye fısıldadı Christine. “Niye ağlıyorsun?”
Maria burnunu çekerek omuz silkti.
“Anlatsana. Ben senin ablanım Maria, sorun yok. Kız kar­
deşler bunun için var, unuttun mu?”
“Anlatacak bir şey yok,” dedi Maria, sessiz bir şekilde.
Christine, bir ablanın kız kardeşinin acısını alabilmek
için söyleyeceği bilge sözlerden düşünerek Maria’nın ko­
lunu okşadı. Ama aklına hiçbir şey gelmedi. “Gece yarısı
ne kadar korkunç oluyor, anlayabiliyorum. Korkunç anılar
gün boyu zaten insanı yeterince ürkütüyor. Ama gece oldu
mu... Ne oluyor bilmiyorum. Sanki hava kararınca şeytani
güçler hüküm sürüyor gibi. Sanki akima girip insanı çıldırt-
maya çalışıyorlar. Bazen geceleri aklıma bir şeyler gelince
zor dayanıyorum. Kendime sabah güneşin doğacağını ve bu
düşünceleri uzaklaştırmanın daha kolay olacağını hatırlatmaya
çalışıyorum. Yeni bir gün olacak diyorum. Yeni bir başlangıç...”
Maria bu sözlerle birlikte omuzlarını titreterek bir cenin
gibi kıvrıldı. Christine kamında bir sancı hissetti. Keşke başka
bir şey söyleseydim, diye geçirdi içinden ama ne söyleyeceği­
ni bilemiyordu. Bir dakika geçtikten sonra Maria sırtüstü ya­
tıp yanaklarındaki yaşları sildi. Pencereden içeri sızan ay ışığı
Maria’nın yüzünü şiş ve mor gösteriyordu. Bir an Christine’in
nefesi kesildiyse de bunun bir göz yanılması olduğunu anla­
ması çok sürmedi. “Belki sen yeni bir başlangıç gibi hissede­
bilirsin,” dedi Maria, “ama ben öyle hissetmiyorum.”
“Neden? Sen...” Tekrar yanlış bir şey söyleyip kız kar­
deşini sessizliğe hapsetmekten korkarak dilini tuttu.
“Artık beni kim ne yapsın?” Maria’nın sesi titriyordu.
“Kirlendim... İğrenç bir insana dönüştüm. Keşke diğerleriyle
birlikte ölseydim!”
“Şöyle konuşma! Her ne yaşadıysan senin suçun değil! Ya­
şadıkların seninle ilgili hiçbir şeyi değiştirmedi, Maria! Sen
güzel, sevgi dolu, genç bir kızsın. Yufka gibi bir yüreğin, pı­
rıl pırıl bir ruhun var. Bir gün âşık olacaksın ve âşık olduğun
adam sana sahip olduğu için çok şanslı olacak!”
Maria başını iki yana sallarken yanaklarından gözyaşları
süzülüyordu. Ardından yüzünü buruşturarak ablasına baktı.
“Ruslar bazı kadınları niye öldürdü, biliyor musun?”
Christine, aklından yüzlerce korkunç cevabın geçmesine
rağmen hangisinin doğru cevap olduğunu bilmiyordu. “Ha­
yır,” dedi kendini en kötüsüne hazırlayarak. “Neden?”
“Çünkü onlar direndi.”
Christine karanlıkta kız kardeşinin eline uzandı. Maria’nın
ince, soğuk parmaklarının nasıl titrediğini hissedebiliyordu.
“Yaşamak istemek, seni kötü biri yapmaz, Maria.”
“Nereden biliyorsun?”
“Biliyorum işte. Bence herkes yaşama isteğiyle doğuyor.
Sadece bu istek bazılarında diğerlerine göre daha baskın olu­
yor o kadar. Zor olduğunu biliyorum, ama ne kadar şanslı ol­
duğunu hatırlamaya çalış. Burada, ailenin yanındasın. Hepi­
miz bir aradayız. Başımızın üzerinde bir çatımız, masamızda
yiyeceğimiz var. Hissettiklerini anlıyorum, ağlamak için yete­
rince çok sebebin var. Ama lütfen küçük şeyler için minnettar
olmayı dene. Çünkü ben her gün bunu denemek zorundayım.”
Maria yüzünü elleriyle kapadı ve tekrar ağlamaya başladı.
“O kadar basit değil işte.” Hıçkırıklar içinde ağlarken ağzın­
dan çıkan kelimeler net bir şekilde anlaşılmıyordu.
“Lütfen Maria. Hadi anlat. Sadece yardımcı olmak isti­
yorum.”
Maria burnunu sildi ve uzun bir süre hareket etmeden yattı.
Burnunu çekerken çıkardığı sesler dışında çıt çıkarmıyordu.
Christine tam Maria’mn uyuyakaldığını düşünmüştü ki Ma­
ria tekrar konuşmaya başladı. “Söyledim ya, anlatacak bir şey
yok.” Kolunun üzerine yattı ve yorganını omuzlarına kadar
çekti. “Şimdi sadece uyumak ve her şeyi unutmak istiyorum.
Eminim haklısındır, sabah her şey daha iyi görünecek. Seni
uyandırdığım için özür dilerim.”
Bu sözler Christine’in kalbini parçalamıştı. Çünkü karde­
şine yardım etmek yerine içine kapanmasına sebep olmuştu.
“Biri... Yani âşık olduğun biri mi var? Yaşadıklarını öğren­
mesinden mi korkuyorsun? Kimse bilmek zorunda değil ki!”
Maria, sanki duyduğu en saçma şey buymuş gibi kıkırdadı.
“Hayır. İçin için eridiğim gizli bir aşkım yok.” Christine sessiz
kaldı. Maria birkaç dakika sonra tekrar ablasına döndü. “Özür
dilerim. Bunu söylememeliydim. Isaac’i ne kadar özlediğini
biliyorum.”
“Önemli değil. Bir şey ima etmeye çalışmadığının farkın­
dayım. Sadece üzgünüm çünkü yardım etmek istiyorum. Ağ­
ladığını duymak beni mahvediyor.”
“Seni endişelendirmek istemiyorum. Zaten yeterince şey
yaşadın.”
“Eğer istersen yanında kalırım. İyi olmana ihtiyacım var,
Maria. Benim senden başka kız kardeşim yok.”
Maria kolunu ablasına doladı. “Benim de sana ihtiyacım
var. Ama ben gerçekten iyiyim.”
“Emin misin?”
“Evet. Hadi, yatağına dön.”
Christine Maria’ya son bir kez sarıldı ve az da olsa yar­
dım edebilmiş olmasını umarak isteksiz bir şekilde odasına
döndü. Fakat ertesi gün Maria’nın hıçkırıklarını tekrar duy­
duğunda içine büyük bir korku düştü. Nedenini bilmiyordu,
ama kız kardeşinin ağladığını duymak onu çok korkutuyordu.
Sanki yaşadıklarını hiçbir zaman atlatamayacakmış gibiydi.
Ne zaman koridora çıkıp Maria’nın odasının kapısını açsa
Maria’mn sesi hemen kesiliyordu.
Yemek odasında Rose çorba tenceresinin kapağını kapadı
ve kızlarının yanma oturdu.
“Sence konservede ne var?” diye sordu Christine, Maria’ya.
Maria omzunu silkti ve soluk bileğini burnunun altında
gezdirerek burnunu çekti.
“Kari,” dedi Rose. “Konserve açacağını getir.”
“Ve çikolataları,” diye ekledi Christine.
Kari mutfaktan konserve açacağını getirip ablasına uzattı.
Christine gümüş renkli konserveyi açtığında içinden açık kah­
verengi bir macun çıktı. Rose hemen yerinden kalktı ve bü­
feden getirdiği kaşıklardan birini konserveye daldırıp Karl’a
uzattı. Kari meraklı bir şekilde tuhaf, yapışkan yiyeceği tattı­
ğında gözleri iri iri açıldı ve sevinçle bir kaşık daha aldı. An­
nesinin getirdiği kaşıklardan kapan Heinrich de hemen karde­
şine katıldı.
“Neymiş?” diye sordu Christine, kardeşlerine.
“Bilmiyorum!” diye cevapladı Heinrich. “Ama nefis!”
Christine kremalı kahverengi macunun kenarından bir ka­
şık aldı ve tereddütlü bir şekilde ağzına götürdü. Tadı, tepe­
lerde yetişen yabani fındıklara benziyordu. Ama daha tatlı ve
yağ gibi yumuşaktı. Yıllardır bu kadar leziz bir şey yememişti.
“Vaay... Harika!” Ardından kaşığı Maria’ya uzattı ve çikola­
talardan iki tanesini açıp herkese bir parça uzattı.
Kısa süre içinde tüm aile kaşıklarını ve çikolatalarını ma­
cuna bandırıyordu. Tıpkı yiyecek hiçbir şeyleri kalmadığında,
haşlanmış patateslerini tenekedeki kesilmiş süte bandırdık­
ları günlerdeki gibi. Büyükanne çok yiyememişti ama Rose
ve çocuklar kaşıklarını şekerden yapılmış gibi yalıyordu. Her
ne kadar Maria’nın gülümsemesi zoraki görünse de Christi­
ne herkesin güldüğünü ve kahkaha attığını gördüğü için çok
mutluydu. Korku dolu geçen yıllar ve yaşanan belirsizlikler
herkesin yüzünde kalıcı, sert bir ifade yaratmış, acı bir bakış
gözlerindeki ifadeyi ve dudaklarındaki çizgileri değiştirmiş­
ti. Ama bugün, tüm ailenin yüzünde rahatlık ve huzur vardı.
Kocaman gülümsemeleri hiç olmadığı kadar gerçekti. Chris­
tine, Jake konserve ve çikolataları bıraktığı için çok memnun­
du. Ve Jake hakkında kötü şeyler düşündüğü için biraz suçlu­
luk duygusu hissediyordu. Kari ve Heinrich Noel’de bile bu
kadar heyecanlanmamıştı, diye düşündü.
“Babama da ayırın!” dedi Kari.
Rose konservenin üzerini tabakla kapattığında çocuklar ha­
fifçe homurdandı. “Artık biraz da yemek yiyelim.”
Yemekleri bittiğinde Christine kirli tabakları mutfağa gö­
türdü. Ve neredeyse bir saattir kendi kalp ağrısını hissetme­
diğini fark etti. Demek böyle oluyor, diye geçirdi aklından.
Hayatın akışına kapılacağım. Yaralarım, alıştığım güzel an­
larla kabuk bağlayacak. Umarım sık sık güzel anlar yaşarım
ve uzun sürerler. Çünkü geçmişte yaşarsam, hayatta kalama­
yacağım.
Ancak bulaşıkları yıkamak için kazağının kollarını sıyırdı­
ğında durdu. Eli bileğine gitti ve başparmağıyla sertçe dövme­
sine bastırdı. İlk önce verdiği bu tepkiye bir anlam veremedi.
Ama sonra... Anladı. Kısa bir süre için de olsa kampı ve sava­
şı unutmuştu. Boğazında acı bir düğüm hissetti. İlk kez bu ça­
mur rengi rakamların hayatının sonuna dek burada kalacağını
fark etti. Her gün bu dövmeyi görecek ve yaşadıklarını tekrar
tekrar hatırlayacaktı.
OtuzıısıcMÇSö£is?v

'—

ayısın ikinci haftasıyla birlikte hayatta kalan az sayıda


erkek ve çocuk köye dönüş yaptı. Şanslı olanlar aklı
başında ve sağ salim bir şekilde dönebilmişti. Çoğu erkek yı­
kılan evleriyle yüzleşip akrabalarının kaybolduğunu öğrendi.
Anneler, büyükanne ve büyükbabalar, kardeşler barınağa za­
manında yetişememişti.
Gücü kuvveti yerinde olan her adam, kadın ve oğlan sava­
şın harap ettiği köyü baştan inşa etmek için çalışırken, çekiç ve
testere sesleri bahar günleri boyunca yankılandı. Dolambaçlı
sokakları çalışan karıncalar gibi dolduran insanlar, yüzyıllık
duvar işçiliklerini ve darmaduman olmuş taş duvarları yıkı­
yorlar, dükkân ve ahır kalıntılarını temizliyorlardı. Yan ahşap
ev kalıntılarının üzerindeki harçlan kazımak için çekiç ve kaz­
ma kullanıp zarar görmemiş kirişleri kurtardılar. Enkaz dolu
bodrumlar temizlendikten sonra vagonlara yüklenip taşınmayı
418 &2*--—Erik Ağacı

bekleyen yanık keresteler ve parçalanmış tuğlalardan oluşan


yığınlar sokağın diğer ucuna kadar uzanıyordu. Kazınan harç­
lar ve gri taşların üst üste konmasıyla Christinelerin evlerinin
karşısındaki, eski kilisenin bulunduğu çukurun üzeri giderek
kapanıyordu.
Dietrich, Heinrich ve Karl da köyün onarımmda yardımcı
oldular. Bu sırada Dietrich, okulun restorasyonunda çalıştığı
için küçük bir miktar para da kazandı. Eğer yemek karnele­
ri izin verseydi, ailenin almak isteyeceği ilk şeyler et, şeker
ya da un olurdu. Ancak kasap ve manavların getirdiği ürünler
giderek azalmıştı. Dahası gündelik gıda maddelerini temin et­
mek savaş zamamnkinden bile daha zordu. Christine’in ailesi
dükkânlara gelen malları zamanında duyacak kadar şanslı ol­
duğunda Rose ya da Maria sıraya girmek için erkenden evden
çıkıyordu. Çünkü her şeyin tükenmesi sadece birkaç saat sü­
rüyordu.
Heinrich ve Kari, savaşın son ayları boyunca yaptıkları
gibi, yerden süpürülmüş yarım çuval un karşılığında un değir­
meninde çalışıyorlardı. Büyükanne ise Christine’in yardımıy­
la undaki odun parçalarını, toprak kalıntılarını ve samanları
ayırıyor, unu, parmaklarının arasından yağ gibi kayana dek
kalburdan geçiriyordu. Fakat bir süre sonra son un değirmeni
de kapandı.
Aile, büyükannenin elbise yapmak için kalan son malze-
mesi olan el işlemeli pamuklu bezini şekerle, büyük büyük

L
büyükannenin gonglu saatini ise bir araba dolusu odunla takas
etmek zorunda kaldı. Kari ve Heinrich, Amerikalılardan aldık­
ları çikolataları sigara karşılığında başkasına veriyor, ellerin-
Haziran ayının ilk cumartesi günü Christine ve Maria, mut­
faktaki bankta yan yana oturmuş erken çıkan bahar bezelyele­
rinin kabuklarını ayıklıyorlardı. Tabii, ayıkladıkları kabukları
ağızlarına atıp çiğnemeyi de ihmal etmiyorlardı. Kalın, zümrüt
yeşili kabuklar kolayca açılıyor, kız kardeşlerin aralarına sı­
kıştırdığı seramik kırmızı kâse hızla yumuşacık yeşil bezelye­
lerle doluyordu. Christine önceden, Maria’mn sürekli bezelye
kabuğu yemesine bir anlam veremezdi ama artık kabuklar ona
da lezzetli geliyordu. Şekerli erikler, tatlı meyveler, yumuşa­
cık patatesler, soğan turşuları, ekşi lahanalar... Dachau’dan
döndüğünden beri ağzına attığı her şey ilk kez yiyormuş gibi
damağında müthiş bir tat bırakıyordu.
Rose mutfak balkonunda çamaşırları asarken, konuşmadan
işlerine devam eden kızlar annelerinin mırıldandığı şarkıyı
dinliyordu. Odun ocağının üzerindeki tencereden yayılan az
etli pırasadaki soğan ve sirkenin tatlı, keskin kokusu tüm oda­
yı sarmıştı.
Açık balkon kapısından içeri giren hava yeterince ılık ol­
masına rağmen Christine’in içini titretti. Christine döndüğün­
den beri, güneşle parlayan her bir gün, bir öncekinden daha
uzun ve sıcaktı. Yine de Christine havada saklı bir kış kalıntısı
hissediyordu. Sanki bir hayalet zayıf, soğuk ellerini bedenin­
den hiç çekmiyor gibiydi. Sıcaklık ne kadar yüksek olursa ol­
sun, Christine ayağına kalın, kış çoraplarını geçiriyor, üzerine
fazladan bir kazak daha giyiyordu. Üzerindeki kazağı sadece
kümesin ve evin rüzgârı kestiği arka bahçede, güneşin tam al­
tında oturduğu zamanlar çıkarırdı ve kemiklerini titreten ür­
perti ancak o zaman bedenini terk ederdi.
Christine kız kardeşine baktı. Birden gözünün önünde
küçükken koridorda yataklarına koştukları anlar canlandı. Sa­
vaş, tecavüz, bomba ve toplama kampı ne demek bilmedikleri
zamanlar... Ancak Christine kendine acımamaya kararlıydı,
bu yüzden bu düşünceleri aklından çıkardı ve elindeki yusyu­
varlak bezelyelere odaklandı.
Maria, Christine’i savaştan kimin dönüp dönmediği konu­
sunda sürekli bilgilendirmenin yanında, düzenli olarak Ameri­
kan askerleriyle görüşen kızların isimlerini de biliyordu.
“Helgard Koppe, askeriyle birlikte Amerika’ya gidiyor.”
“Sanırım kimseyi aşkı aradığı için suçlayamam,” dedi
Christine. “Zaten çok Alman erkek de kalmadı.”
Rose içeri girip mutfaktan geçti ve hızla merdivenlerden
inip beyaz çamaşırların kuruduğu arka bahçeye çıktı. Christi­
ne birden kız kardeşinin burnunu çektiğini duydu. Ve Maria’ya
baktığında yanaklarından dökülen yaşları gördü. Kolları sal­
lanıyor, bezelyenin kabuğunu açmaya çalışırken parmakları
titriyordu.
Christine göğsünde yine o soğuk korkuyu hissetti. “Ne
oldu?” Aslında Maria’nın ağlamalarına alışmıştı ama bu se­
ferki farklıydı. Bu sefer bir kırılma noktasındaymış gibiydi.
“Enkaz altlarındaki bodrumlarda açlıktan ölmek üzere olan
kadınlar ve çocuklar gördüm,” dedi Maria ağlayarak. “Ne bir
döşekleri vardı ne de tuvaletlerini yapmak için kovaları. Ha­
yatta kalabilmek için çok... çok savaştılar! Ama sonra Rus-
lar geldi ve...” Maria hıçkırıkları yüzünden cümlesine devam
edemedi. “Ama ben hayatta kaldım. Şükretmem gerektiğini
biliyorum...”
Christine kız kardeşinin elindeki bezelye kabuğunu alıp
aralarındaki kâseyi çekti ve Maria’ya yüzünü döndü. “Hâlâ
geceleri ağladığını duyuyorum. Seni anlıyorum da! Ama biz
güçlüyüz, unuttun mu? Biz hayatta kalan tarafız! Yalnız deği­
liz! Savaş bitti, geçmişimize sünger çektik. En baştan başla­
mak zorundayız!”
Maria’nın yüz hatları sertleşti. Kan çanağı gözleriyle
Christine’e bakarken yüzü, taşmaya hazır bir tencere gibi her
saniye biraz daha kızarıyordu. “Ben hamileyim.” Kelimeler,
sanki zehirlilermiş gibi, ağzından tek nefeste çıkmıştı.
Christine neye uğradığını şaşırdı. Boğazını iğrenç bir kus­
ma hissi kaplamıştı. “Hayır... Emin misin?”
Maria başını olumlu anlamda salladı, içini yakan gözyaşla­
rı sel gibi akıyordu.
“Peki ne yapacaksın?” Christine kollarını kardeşine sar­
mak istese de Maria kendini geri çekti.
“Bazı yöntemler olduğunu duydum,” diyen Maria’nın ko­
nuşurken sesi titriyordu. “Örgü iğnesiyle kurtulabiliniyormuş.
Ya da kendini merdivenlerden aşağı atarak...”
Christine’in gözünün önüne bir sürü sahne geldi. Annesi­
nin kollarından alınan çocuk, feryat eden anneleri sağ tarafa
gönderilirken, büyükannesi ve büyükbabasıyla birlikte sola
gönderilen bebekler, yeni doğan bebekleriyle birlikte gaz
odalarına sürüklenen çiftler...
Ve Maria’nm kolunu tuttu. “Hayır. Böyle bir şey yapa­
mazsın.” Maria yüzünü ellerine gömdü, ağladıkça omuzları
sarsılıyordu. Christine öne doğru hafifçe eğildi ve yumuşak
bir ses tonuyla, “Belki bebeği savaşta çocuğunu kaybetmiş
birine verebilirsin,” dedi. Sonra sustu, kelimelerinin kifayet­
sizliği karşısında ezilmişti. Yine de bunları söylemesi gerekti­
ğini biliyordu. “Şimdi imkânsız geldiğinin farkındayım. Ama
bebeğini görünce hislerin değişebilir. Hem ne olursa olsun he­
pimiz bebeğini çok seveceğiz.”
Christine, Maria’nm sinirlenmesini bekledi. Büyük ihti­
malle, neden bahsettiğini bilmediğini söyleyecekti. Aslın­
da bunları söylemekte haklıydı da. Ancak Maria hiçbir şey
söylemeden acısının içine gömüldü. Christine kız kardeşine
sarılmak için tekrar uzandığında Maria bu sefer kollarını iki
yanma düşürerek teslim oldu. İki kız kardeş annelerinin mer­
divenlerden gelen ayak seslerini duyduklarında hızla doğruldu
ve bezelye ayıklamaya devam etti.
&Ù//&^¿rùiciy(fficr/l/sny

*—

ahçedeki sebzeler, pişmiş tavuklar, el yapımı ekmek ve


B erik reçelleriyle Christine’in bir deri bir kemik dirsekle­
ri ve belirgin kaburgaları kendine gelmeye başlamıştı. Niha­
yet annesinin katı yasakları da son bulmuştu. Christine okul
inşaatında çalışan babasına öğle yemeği götürmek için izin
aldı. Evin dışına adım attığında rahatladı, bacaklarını gerdi ve
yüzüne vuran rüzgârı hissetti. Maria’ya onunla gelmesi için
yalvarmıştı ama yağlı saçları ve ütüsüz kıyafetleriyle gezen
Maria bu teklifi kesin bir şekilde reddetti. Christine, kız kar­
deşi kendini sırrını paylaşacak güçte hissedene kadar kimseye
bir şey söylemeyeceğine yemin etmişti.
Christine köyde tek başına yürürken, yarım açılmış perde­
lerin arkasından izlendiğini hissetti. İnsanlar kampta hayatta
kalmayı başarmış kızı görmek istiyorlardı. Bazen boş arazi­
lerden geçerek eve uzun yoldan gidiyor, adımlarını yavaşlatıp
derin derin nefes alıyordu. Burada kendini, çenesini kaldırıp
tepelere bakabilecek kadar özgür hisseder, bir zamanlar filiz­
lenen buğdaylarla kaplı sarı tarlaları ve uyuyan bir devin upu­
zun, yeşil kaburgalarını andıran taş çitlere doğru yayılmış sıra
sıra şeker pancarlarını hatırlardı.
Bir keresinde ormanın en yüksek tepesine tırmandı. Bu
yükseklikten vadiye bakıldığında hava üssündeki iki katlı
kontrol kulesinin etrafında yüzlerce Amerikan tank ve cipinin
olduğunu görebilmişti. Köyün çıkışındaki bomba çukurlan,
siyah mermi kovanları, kararmış toprak, parçalanmış ve dev­
rilmiş ağaçlar... Müttefiklerin yıkımı kendini gözler önüne
seriyordu. Ayakta kalmayı başaran binaların kiremit çatıları­
nın arasındaki yıkık ev ve dükkânlar ezilmiş gibi görünüyor­
du. Sanki hantalca yürüyen bir dev, kasabada heybetli ayak
izlerini bırakarak vadiyi ezip geçmişti.
Maria’nın itirafından iki hafta sonra Kate, Christine’i zi­
yarete geldi. Christine döndüğünden beri ilk defa gelmişti. Si­
renlerin çoğaldığı savaşın son aylarında, köydeki kızlar hava
akını gözcüsü ya da itfaiye yardımcısı olmaları için daha bü­
yük şehirlere gönderilmişti. Bu yüzden Kate’in ailesi onu, gü­
vende tutma umuduyla, amcasının kırsal kesimdeki çiftliğine
yollamıştı. Christine içten içe, Kate’in ne kadar şanslı olduğu­
nu bilip bilmediğini merak ediyordu.
Kate, ellerini önünde birleştirerek yavaşça salona girdi.
Sanki korkunç bir hastalığın pençesinde, uzun bir süredir acı
çeken bir hastayı ziyaret eder gibiydi.
“Nasılsın Christine?”
“Beklendiği gibi.”
Kate odanın ortasında durdu. Eteğinin dikişlerinde gezen
parmakları durmadan kıpırdıyordu. Benden korkuyor, diye
düşündü Christine şaşkınlık içinde. Hastaymışım gibi dav­
ranıyor.
“Eve döndüğüne sevindim.”
“Teşekkürler. Ben de senin.”
Kate parmağıyla Christine’in saçlarını gösterdi. “Saçlarına
ne oldu?”
Christine çekinerek parmaklarını kulaklarının üzerindeki
kısa lülelere götürdü. “Kestiler.”
“Neden ki?”
“Tüm tutsaklarınkini kestiler.” Christine ellerini kucağına
koydu, başparmağı kazağının altındaki dövmenin üzerinde
geziyordu.
“Ah...” Kate gözlerini çevirip uzaklara baktı. “Eve dön­
düğüne çok sevindim. Annen seni bir daha göremeyeceğini
düşünüyormuş. Anneme söylemiş.”
“Ben de kimseyi göremeyeceğimi düşündüm.” Christine,
Kate’in oturması için koltuk yastıklarını kenara çekti. Kate
bir süre kaçmayı planlıyormuş gibi odanın ortasında tuhaf bir
şekilde gezinip, camdan dışarı baktıktan sonra sonunda istek­
sizce koltuğa yöneldi.
“Sana bir şey yapabileceklerini düşünmedin, değil mi?”
diye sordu otururken. “Sonuçta Almansın.”
Christine bacaklarını altına aldı ve yüzünü Kate’e döndü.
Kate’in saçları hep böyle ateş kırmızısı mıydı? Pencereden
içeri sızan gün ışığının altında saçları ışıl ışıl parlıyordu. Sanki
her saç telinde küçük alev topları beliriyor gibiydi. Christine
parmaklarım tekrar sarı bir civcivin yumuşak ve ince tüylerini
andıran seyrek saçlarında gezdirdi. Ama Kate’in onun tarafına
doğru bakmasıyla, ellerini kucağına indirip başparmağını bi­
leğinin üzerine koydu.
“Kampta geçirdiğim her dakika... öleceğimi sandım. Her
gün binlerce insan öldürdüler.”
“Binlerce mi?” Kate geldiğinden beri ilk defa Christine’in
yüzüne baktı. “Neden o kadar insanı öldürsünler? Hem bir ke­
rede o kadar kişiyi nasıl öldürebilirler ki?”
“Gazla. Sonra cansız bedenleri büyük krematoryumda yak­
tılar. Bazılarını da direkt vurdular.” Gözünün önüne gelen gö­
rüntü Christine’in göğsünü sıkıştırdı. Isaac... Başparmağı bi­
leğinin üzerindeyken, dövmenin altında kalan nabzının nasıl
hızlandığını hissedebiliyordu.
“Ama neden böyle bir şey yapsınlar?” Kate’in yüzünde­
ki ifadeden inanmadığı belli oluyordu. “Onları başka bir yere
yerleştireceklerdi ! ”
“Yalan söylediler. Yahudileri başka bir yere taşımak falan
istemediler. Tek amaçları onları katletmekti.”
“İnanamıyorum. Bu fiziksel olarak imkânsız.”
Christine içinde, yüreğinin derinliklerinden gelen sıcak bir
öfke hissetti. “Binlerce insanın öldürüldüğünü gördüm. Kendi
gözlerimle gördüm diyorum! Isaac’i de vurdular.”
“Evet, duydum.” Kate acıyarak Christine’e baktı. Gözle­
rinde sahte bir hüzün vardı. “Çok üzüldüm. Onun uğruna ha­
yatını tehlikeye attığın için sen çok cesur bir kızsın. Çok şey
yaşadığını biliyorum. Ama artık eve döndün. Gördüklerini ve
yaşadıklarını unutursan kendini daha iyi hissedeceksin.” Söz­
leri bittikten sonra, yatağın altındaki canavarlardan korkan ap­
tal bir çocuğu avutur gibi Christine’in dizini okşadı.
“Asla unutmayacağım.” Christine’in yüzü cayır cayır
yanıyordu. Kulağı öyle çınlıyordu ki kendi sesi başka biri­
ne aitmiş gibi geliyordu.
Fakat Kate onu umursamadı, yerinden kalkıp pencerenin
yanma gitti ve pervaza yaslanıp sokağa bakmaya başladı.
“Haller Sokağı’ndaki üç katlı, süslü balkonlu evleri hatırlıyor
musun? Hani ben hep hayran kalırdım? Stefan’ın annesi orada
yaşıyor. Biz evlenir evlenmez de evini bize verecek!”
Christine’in kulağındaki çınlama aniden yok oldu. Her şeyi
çok net bir şekilde duymuştu. Yayıldığı koltuktan hızla öne
doğru kalktı ve Kate’e baktı. “Stefan döndü mü?”
“Evet! Hem de siyah üniforması çok yakışmıştı!” Kelime­
ler ağzından çıkar çıkmaz Kate gözlerini iri iri açıp doğruldu.
“Olamaz ya! Kimseye söylememem gerekiyordu! Ağzımdan
kaçtı, Christine. Lütfen, Stefan sana söylediğimi bilmesin.
Çok sinirlenir. Zaten o üniformayı ben göreyim diye denedi,
sonra hemen attı.”
Christine sersemlemişti. “Kate... Ben Stefan’ı gördüm!
Dachau’da gardiyandı!”
“Yaptığının Almanya için önemli olduğunu söyledi.
Sırmış.”
Christine derin bir nefes aldı ve sesinin titremesine engel
olmaya çalışarak Kate’e döndü. “Stefan’ın üniformasının ya­
kasıyla şapkasında kurukafa ve çapraz kemikler var mıydı?”
“Evet,” dedi Kate omuz silkerek. “Ne olmuş?”
“Eğer üniforması siyahsa Stefan SS demek. Üniformasında
kurukafa ve çapraz kemikler varsa SS üyesi olduğu anlamına
geliyor.”
“Üniformasında kuru kafa olduğunu kimseye söylemeye­
ceğine söz ver! Kendi annesi bile bilmiyor!”
“Sen benim ne söylediğimi duydun mu, Kate? Onu gördüm
diyorum! Toplama kampını yönetenler ve Yahudileri öldüren­
ler o askerlerdi!”
Kate gözlerini devirdi. “Savaş bitti, Christine. Hem söyle­
diklerini Stefan yapmışsa ne olmuş? O sadece verilen emirleri
uyguladı.” Salonun kapısına doğru birkaç adım attıktan sonra
durup arkasına döndü. “Gitmeliyim. Sen de biraz dinlenirsin.
Baksana hâlâ iyi değilsin. Neler yaşandığını tam olarak hatır­
layabildiğini sanmıyorum. Evini özlemişsin, çok korkmuşsun.
Tüm bunları kafanda canlandırmış olabilirsin.”
“Kafamda falan canlandırmadım!” Christine koltuktan fır­
layıp Kate’e doğru bir adım attı. Kalbi attıkça görüş açısı da
sarsılıyordu. “Her şeyi gördüm! Ve hayatımın geri kalanı bo­
yunca gördüğüm cesetleri, kanları ve gaz odasına götürülen
insan kuyruklarını unutmayacağım!”
“Burada kalıp bunları dinleyecek halim yok! Bir arkada­
şın olarak nasıl olduğunu görmeye geldim. Böyle mi teşekkür
ediyorsun?” Kate sözlerini bitirdikten sonra tekrar kapıya yö­
neldi.
“Kate!” Christine arkadaşının peşinden gitti. “Bekle!”
Kate arkasına döndü. “Böyle düşünüyorsan düğünüme gel­
meye de zahmet etme!” Ve odadan çıkıp kapıyı Christine’in
yüzüne çarptı.
Christine ellerini yumruk yaptı ve ahşap kapının üzerinde­
ki ağaç damarlarına bakakaldı. Ahşap boğumlar ve ağaç hal­
kaları, bir girdap ya da alev tarafından yutulmaktan korkmuş
yüzleri anımsatıyordu. Christine arkadaşının merdivenlerden
aşağı koşuşunu dinlerken öfkeden midesi yanıyordu. Ön kapı
açıldı ve kapandı. Christine bir an pencereden Kate’e seslen­
meyi düşündü. Ama sonra vazgeçti. Bana inanması için ne
söyleyebilirim ki? Kanıtım yok. Bildiğim kadarıyla köyde,
kamptan dönebilen tek kişi benim. Ama bu bile doğru söyle­
diğimi kanıtlamaz mı? Evine dönebilen tek kişi benim... Er ya
da geç hepsi gerçeği öğrenecek, değil mi? Christine daireler
çizerek gölün dibine düşen bir bozuk paradan farksız hissedi­
yordu kendini.
Christine mutfak kapısını açıp hızla içeri girdi. Büyükanne
evyenin başındaydı. Annesi ise masanın üzerine eğilmiş, unlu
elleriyle hamur yoğuruyordu. Rose elindeki hamuru bırakıp
Christine’e baktı ve alnını bileğinin tersiyle sildi.
“İyi misin kızım?”
“Galiba.”
“Ne oldu?”
“Kate gitti... Çünkü ben...”
“Çok kalmadı,” dedi büyükanne, Christine’e dönerek. Ar­
kasındaki pencereden içeri giren gün ışığı, onu yumuşacık,
tüylü bir hale gibi saran gevşek gri saç tutamlarına vuruyor­
du. Birden Christine buz kesti. Sanki odun ateşinde ısınan ek­
meklerin kokusu içine işlemiş, kalbini yavaşlatmıştı. Mayanın
kokusu o kadar güçlüydü ki neredeyse yumuşacık ekmeğin
ağzında eridiğini bile hissedebiliyordu. Christine kollarını
göğsünde kavuşturdu.
“Bana sinirlendi.”
“Niye sinirlendi?” diye soran Rose, un içindeki kesme tah­
tasının üzerindeki hamuru defalarca katladı. Çalışmaktan yıp­
ranmış, güçlü elleriyle hamura bastırırken masa gıcırdıyordu.
“Dachau hakkında hikâyeler uydurduğumu düşünüyor.”
Christine koltuğa oturdu, bir dirseğini önündeki masaya koydu
ve diğer elini kulağının arkasına götürüp parmaklarını tüy gibi
ince saçlarına doladı.
“Belki de hepsini bir kerede duymak ağır gelmiştir,” dedi
büyükanne.
“Ama birinin bana inanmayacağını hiç düşünmemiştim.
Hele bir zamanlar en yakın arkadaşım olan insanın.” Christine
odanın sıcaklığına rağmen içine işleyen ürpertiden kurtulmak
için ellerini kucağına koydu ve hafifçe öne doğru eğildi. Tam
başparmağını tekrar bileğine götürüyordu ki parmaklarının
arasında iplik gibi yumuşak bir şey olduğunu hissetti. Başını
eğip avucuna baktı ve elinde incecik, sarı saç telleri olduğunu
gördü. Parmaklarını tekrar kafasına götürdüğündeyse kulağı­
nın arkasının acıdığını fark etti.
“Üzülme,” dedi annesi. “Geri gelir. Hazmetmesi için biraz
zamana ihtiyacı var o kadar. İnsanlar bunları duymaya hemen
hazır olmayacaktır. Zaten yaşadıkları zorluklar ve trajediler
onlara yetiyor.”
Christine’in göğsüne bir bıçak saplandı. Bu, vicdan aza­
bıydı. Çünkü neredeyse yüzüncü kez aynı şeyi düşünüyordu.
Maria’nın hamile olduğunu bilmek annemin zor topladığı
kuvvetini yerle bir mi eder, yoksa onu daha da mı güçlendirir?
Bir an daha fazla konuşmamaya karar verdi, ama sessiz de du­
ramıyordu. “Geri falan gelmeyecek. Herkese delirdiğimi söy­
leyecek.” Belki de delirmişimdir, diye düşündü sonra. Daha
az önce kendi saçlarımı yoldum.
“Neden gelmesin?”
“Çünkü nişanlısının Dachau’da gardiyan olduğunu gör­
düğümü söyledim.” Christine masanın altından, elindeki saçı
yere attı ve ince saç tellerinin yolunmuş tavuk tüyleri gibi
daireler çizerek mutfak zeminine düşüşünü hayal etti. Ardın­
dan başparmağım tekrar bileğindeki numaraların üzerine bas­
tırdı.
Annesi ve büyükannesi hiçbir şey söylemeden onu izliyor­
du. Christine de onlara baktı. Göğsüne oturan yük öyle ağırla­
şıyordu ki ikisinden biri bir şey söylemeden önce avazı çıktığı
kadar bağıracağını sandı.
“Bu bilgiyi kendine saklayabilirdin,” dedi annesi sonunda.
“Ailemizin başında yeteri kadar bela var. Kate nişanlısı için
kendi kararını kendi vermek zorunda.”
Christine tam bir şey diyecekti ki dilini ısırdı. “Hiçbir şey
bilmiyormuş gibi yapıp susmayacağım.” Konuşurken ağzında
dolanan kanın tadını hissedebiliyordu.
Rose kaşlarını çatıp ocağa döndükten sonra fırındaki kah­
verengileşmiş somun ekmekleri bezinin ucuyla tutarak aldı.
Christine annesinin, çok kıymetli ekmeklerini yakmayı göze
alamayacağını bilse de bir cevap vermesini istiyordu. Onu an­
ladığını belli eden herhangi bir şey söylemeliydi. Rose ekmek­
leri soğuması için tezgâha bıraktı. Yüzünden ne düşündüğünü
anlamak mümkün değildi. Bu sırada büyükanne Christine’in
yanma oturup torununa döndü.
“Öyle ya da böyle, gerçekler her zaman gün yüzüne çıkar.
Eğer Kate’in nişanlısı yanlış bir şey yaptıysa bir gün elbet be­
delini ödeyecektir. Belki bu bedel bizim istediğimiz kadar tez
vakitte ödenmeyebilir, ama hepimiz için son karan Tanrı verir.”
Akşam olduğunda Christine göğsündeki ağırlığın sadece
öfke yüzünden olmadığını fark etti. Kalbinin her atışını güç
kılan kesik nefesleri, bir daha asla Isaac’le birlikte olamayaca­
ğını hatırladığı içindi. Bu dünyada yaşayabileceği tek gerçek
aşk elinden zorla alınmışken, Kate ve Stefan hâlâ birlikteydi.
Isaac artık yoktu. Christine onun hayatta olmasını her şeyden
çok istiyordu. Tekrar leylakları koklayabilmesi, reçelli bir ek­
mek yiyebilmesi için her şeyini verirdi. Bahçelerindeki horo­
zun parlak tüylerini, erik ağaçlarında açan mor, beyaz çiçekle­
ri ona göstermesi lazımdı.
O gece geç bir vakit, Christine göğsünde korkunç bir yük­
le uyandı. Gözünün önünde IsaacTe birlikte olduğu bir kare
belirdi. Üzerine annesinin eski gelinliğini giymiş, eline de bir
buket beyaz frezya almıştı. Gelinliğinin etekleri arkasından
geliyor, dantelleri hafifçe uçuşuyordu. Isaac, üzerinde siyah
bir takım elbise ve kravatla, koluna girmişti. Kahverengi göz­
leri, koyu saçları öyle gerçekti ki... Sonra Christine’e bakıp
gülümsedi.
Christine kolunun üzerine yattı. Yanaklarından süzülen göz­
yaşları beyaz yastığının üzerinde küçük, gri lekeler bıraktı.
Kayın ağacı gaz lambasının loş ışığında, parmağını bileğinde­
ki kahverengi, pürüzlü rakamların üzerinde gezdirirken aklın­
dan geçen tek bir düşünce vardı. Ben hâlâ orada, seninleyim...
(Qùi& Œcdlim/
*—

ate’in ziyaretinin üzerinden bir gün geçmişti. O gün


K Christine babasının öğle yemeğini götürürken kestirme
yolu tercih edip iki tarafında yükselen duvarlı, beş katlı ev­
lerin sıralandığı sokaktan geçti. Hava haziran ayı için fazla
sıcaktı. Christine dar sokağa düşen gölgenin sessiz serinliğine
minnet duyarak yavaşça yürüdü. Başının üzerindeki nemli ça­
maşırlar durgun havada kımıldamıyordu bile.
Uzun yolun ortasına yaklaştığında açık bir pencereden
yüksek kıkırdamalar ve heyecanlı bağırışlar geldi. Christine
kelimeleri net bir şekilde seçemese de konuşan iki genç kız­
dan birinin Amerikalı bir asker tarafından Amerika’ya davet
edildiğini anladı. Kızların sohbeti Christine’e Jake’i hatırlat­
mıştı. Belki de onu bulmaya çalışmalıydı. Eğer ona Stefan’ı
anlatmanın bir yolunu bulursa belki Jake komutanına söyleye­
bilir ve Stefan tutuklanabilirdi.
Christine, Amerika’ya gitme teklifini kahkahalarla kar­
şılayan kızları için için kıskanmıştı. Keşke Maria da içinde
büyüyen Rus bebeğe nefret beslemek yerine onlardan birinin
yerinde olsaydı, diye geçirdi içinden. Aslında aynı şeyi kendi
için de diliyordu. Çünkü bazı günler hâlâ pis barakalar ve ölen
tutsaklarla dolu kâbuslarından sıçrıyor, bileğindeki dövmenin
üzerini yara yapana kadar ovuyordu. Böyle günlerde Christine
için Almanya geride kalan savaşzede insanlar, bombalanmış
evler, aç, babasız çocuklar ve bir zamanlar Yahudi ailelerle
dolu boş evler dışında hiçbir şey ifade etmiyordu. Hatta Jake’i
bulup onu buradan götürmesi için yalvarmayı bile düşünüyordu.
Şimdi ise Stefan gibi bir şeytanın özgürce dolaştığını bil­
mek, arkasında bırakmak için uğraştığı olayların hiç son bul­
mayacağını hissetmesine sebep oluyordu.
Ailesini bırakıp Amerika’ya gitmesi söz konusu bile ola­
mazdı. Yine de zihninin gezinmesine izin verip kendini bir
yolcu gemisinde hayal etti. Gerçekten ev hasreti çeker miydi?
Yoksa yeni bir maceranın heyecanı bu yolculuğun pişmanlığı­
nı bastırır mıydı? Amerika’yı görmek kulağa harika geliyordu.
Hem para göndererek ailesine yardım etme fırsatı da bulabi­
lirdi. Ama onları çok özleyeceğinden adı gibi emindi. Ve tanı­
madığı biriyle evlenmek yapmak isteyeceği en son fedakârlık
olacaktı. Annesine hoşça kal deyişini hayal etmek bile kamın­
da korkunç bir sızı yarattı. Ama ömrünü Isaac’ten başkasıyla
geçirme düşüncesi, kamındaki acıyı alıp kalbine götürdü. Ve
acı, gizli bir yara gibi yüreğinin tam ortasına yerleşti.
O an Christine sokakta birinin hızla yürüdüğünü duydu.
Arkasına bakmak için döndüğündeyse çok geçti. Biri onu
yakalayıp gürültülü bir şekilde duvara yasladı ve bileğini ge­
riye doğru kıvırdı.
“Beni hatırladın mı, Yahudi âşığı?” Christine adamın nefe­
sini kulağında hissedebiliyordu. Arkasına bastırılan güçlü be­
deni itmek için tüm kuvvetini kullandı, ama yapamadı. Adam
ondan iki kat daha ağırdı ve Christine bir taşın altında kalmış
güve gibi duvara yapışmıştı. Neredeyse nefes bile alamıyordu.
“Ne istiyorsun?” dedi soluk soluğa.
“Çeneni kapalı tutmanı,” dedi hırıltılı bir ses. “İstediğim bu.”
Bu Stefan’dı.
Christine omuzlarını büktü ve topuğuyla Stefan’ın kaval
kemiğine vurdu. “Neden tutacakmışım!”
Stefan, Christine’in kolunu daha yukarıdan büktü. Kası
ve kemiği zıt yönlere çekilirken Christine bileğiyle dirseğin­
de dayanılmaz bir acı hissediyordu. “Çünkü bir ben yokum,”
dedi Stefan, dişlerinin arasından. “Çok kalabalığız ve çeneni
kapalı tutmazsan sana bunun bedelini ödeyeceğini gösteririz.
Babanın ve erkek kardeşlerinin nerede çalıştığını biliyorum.
Enkazlar bazen çok tehlikeli olabilir, Christine. Her şey... Her
şey olabilir.”
Christine yüzünü buruşturarak gözlerini kapadı.
“Kate’ten de uzak duracaksın. Seni elimizle koyduğumuz
gibi buluruz. Damgalı olduğunu unuttun mu?” Stefan başpar­
mağının tırnağını Christine’in bileğindeki dövmeye geçirdi.
Bastırdı, bastırdı. Öyle sert bastırıyordu ki Christine bir an
derisini yırtacağını düşündü. Stefan hafifçe inleyip bedeninin
alt kısmını Christine’in kalçalarına dayadı ve eliyle göğsünü
kavrayıp fısıldadı.
“Senin gibi güzel bir Alman kızının bir Yahudi tarafından
kirletilmesi ne y a z ı k . . S o n r a bedenini vücuduna son bir kez
daha bastırıp Christine’i bıraktı. Christine, Stefan’ın vücudu­
nun ağırlığının ve sıcaklığının uzaklaştığını hissedebiliyor­
du. Fakat alnı boyalı sıvaya dayalı bir halde öylece bekledi.
Stefan’ın sokağın aşağısına doğru koştuğunu duyana kadar da
kafasını kaldırmaya cesaret edemedi. Elini yanağına koydu.
Kan yoktu ama yanağı çizilmişti ve acıyordu. Bileğindeki tır­
nak izi ise dövmesindeki rakamları ortadan ikiye bölüyordu.
Christine olanları gören biri var mı diye başını kaldırdı. Et­
raftaki evlerin pencereleri açıktı, ama şok olmuş bir yüz ya
da merakla izleyen çocuklar yoktu. Taş kaldırımlı sokak bir
mezar kadar sessizdi.
Christine, Stefan’m geri dönmediğinden emin olmak için
etrafı kontrol ettikten sonra sokağın diğer ucundaki güneş ışı­
ğına doğru yürümeye başladı. Ama yalnızca birkaç adım ata­
bildi. Nefesi göğsünü sıkıştırdı. Durdu ve tırnaklarını başının
iki yanına geçirdi. Gözleri öfkeden yaşlarla dolmuştu. Ama
Stefan’m kazanmasına izin vermeyecekti, dişlerini sıktı ve
yumruklarını iki yanına indirip uzun, eşit adımlarla sokağın
ucundaki aydınlık caddeye çıktı.
Eve dönüş yolunda Christine gözünü kulağını dört açmış­
tı. Her adamı şüpheli, her dar sokağı tuzak olarak görüyordu.
Hanna’nın erkek kardeşi Dachau’da SS gardiyanlarının orma­
na kaçtığını görmüş, babası S S Terin Wehrmacht askerlerinin
üniformalarını çaldığını söylemişti. Kimin kim olduğunu ne­
reden bilebilirdi?
--------

rtesi gün harika bir pazar sabahına uyanmışlardı. Sakin,


E parlak gökyüzü cam gibiydi. Sanki her yer uçtan uca bü­
yük, şeffaf bir buzul ile kaplanmıştı. Leylak kokuları tüm ha­
vayı sarmıştı ve yeni havalandırılmış toprağın kokusu ara sıra
esen rüzgârla birlikte oradan oraya uçuşuyordu.
Savaşta Christinelerin sokağındaki kilisenin papazı tutuk­
lanmıştı. Bu yüzden insanlar vatan haini damgası yemekten
korktuğu için toplanmaya cesaret edememişti. Ayrıca kilisenin
aldığı darbe ön duvara ve çan kulesine zarar vermişti. Rose
kilisenin birkaç santimle yıkılmaktan kurtulduğunu söyledi.
Bomba kahverengi toprağa düşmüş, çayırda derin bir çukur
oluşturmuştu. İlk patlamada ön duvar çökmüş, eski taşlar ve
harçlar sokağa saçılmıştı. Yine de tavan ve arka taraftaki üç
oda sapasağlam ayakta kalmayı başarmıştı.
Beş yıldan sonra ilk defa tören yapılan yarı onarılmış
kilisenin onuruna, St. Michael’ın kum taşı çan kulesine asılan
eski çan tüm meydanda inledi. Kilise çanı, kutlama için çalı­
nan diğer çanlarla birlikte güneşli sokaklarda bir saat boyunca
yankılandı.
Christine çanların susmasını istiyordu. Görünürde değişen
bir şey yokken insanlar nasıl kutlama yapabiliyordu ki? Chris­
tine uyurken yanağında morluklar ve kızarıklıklar oluşmuştu.
Yanağı acıyordu ve şişmişti. Hatta başını çok hızlı oynattığın­
da derisinin altında toplanan suyun hareket ettiğini bile his­
sedebiliyordu. Anne ve babasının hiçbir şey yapamayacağını
biliyordu. Bu yüzden bir plan yapana kadar onları endişelen-
dirmemeye karar verdi ve gülmeye çalışarak sokağın ortasın­
da takılıp düştüğünü, hatta eteğinin başına geçip herkese rezil
olduğunu anlattı. Büyükanne sirkeli ve ballı bir ilaç hazırlayıp
Christine’e güneşe çıkması gerektiğini söyledikten sonra toru­
nunun dizlerini ve dirseklerini kontrol etti. Çünkü yeni oluşan
yaralar için doktor uzmanlığı gerekebilirdi.
“Ben iyiyim. Gerçekten. Nasıl oldu bilmiyorum, ama yüz­
üstü düşüverdim işte.”
Kiliseye geç kalmamak için acele eden aile evin bahçesin­
de toplandı. Dar yolda, erik ağaçlarının dallarının arasından
sızan güneş yüzünden gri beyaz benekler oluşmuştu.
Christine, kız kardeşinin aralarında olmadığını fark etti.
“Maria nerede?”
“İyi hissetmiyor,” dedi Rose, alnını endişeyle kırıştırarak.
Christine annesinin ne düşündüğünü biliyordu. Tifüs ya da tü­
berküloz. Devam eden tıbbi kaynak kıtlığı ve gıda eksikliği
yüzünden hastalıklar yaygınlaşmaya başlamıştı. Her enfeksi­
yon bir ölümle sonuçlanabilirdi. Christine’in yapmak istediği
ilk şey doğruyu söyleyerek annesini rahatlatmaktı. Maria’nın
muhtemelen sabah bulantıları yaşadığını söyleyecekti. Ama
kız kardeşinin güvenine sadakatsizlik edemezdi. Üstelik Ma­
ria hâlâ çok kırılgandı. Zaten yakında herkese söylemek zo­
runda kalacağız, diye geçirdi içinden.
Geri dönüp kız kardeşi iyi mi diye bakmak istese de kilise­
ye tek başına girmek istemiyordu. Eve döndüğünden beri ilk
defa kalabalık bir ortama girecekti ve şimdiden gerginlikten
kolları ve bacakları titriyordu. Büyükanne tören başlamadan
önce oturacak yer bulma kaygısıyla sokağın ortasına kadar yü­
rümüştü. Christine tereddüt ederek, Maria’yı görme umuduy­
la, evin pencerelerine baktı ama panjurlar kapalıydı.
“Çabuk ol, Christine!” Christine annesinin bağırışını duyun­
ca onlara yetişmek için hızla bahçe çitinin etrafından dolandı.
Bir grup, üzerlerinde en güzel pazar kıyafetleriyle, kili­
se bahçesinde rastgele açan yabani çiçekler gibi toplanmış­
tı. Christine gözünü yoldan ayırmadı, ailesiyle birlikte girişe
doğru yürürken sayısız kafanın ondan yana döndüğünü hisse­
debiliyordu.
İçeri girdiklerinde sohbet eden kişiler aniden sustu ve hepsi
Christine’i izlemek için başlarını çevirdi. Christine mavi pazar
elbisesinin üzerine hâlâ çok bol geldiğini acıyla fark ederek
ayaklarına baktı. Kısa saçlarını ve kendi yapmış olabileceği
kel bölgeleri saklamak için büyükannesinin kırmızı eşarbını
başının etrafına geçirmiş, uçlarını boynunun arkasından bağ­
lamıştı. Dövmeli bileğini saklamak için kazağının kolunu avu­
cunda sıkı sıkı tutuyordu.
İnşaat yüzünden tören için kilise sıralarının yalnızca ön
tarafları boş bırakılmıştı. Yeni papaz koridorun başında, yeni
alçılanmış cephenin hemen altında duruyordu. Kilisenin ön
tarafında, leylak dolu bir dizi vazonun yanında bir düzine iş­
lenmiş demir şamdan vardı. Yanan mumların ve yeni alçının
nemli kokusu leylak kokusunu bastırıyor, içeriye anıt mezar­
mış gibi bir hava veriyordu.
Birkaç kişi oturdukları yerden kalkıp Christine’e doğru
geldi. Bazıları şefkatli bir sesle, eve hoş geldin ya da seni iyi
gördüğümüze sevindik gibi şeyler dedi. Bazıları ise sadece gü­
lümseyip dikkatlerini Dietrich ve Rose’a çevirdiler. Rosa’a
sarılıp yanağından öperken Dietrich’in elini sıktılar. Yaşlı
adamlar ve eve dönen birkaç asker, Dietrich’i omzundan ya­
kalayıp sırtını sıvazladı. Neredeyse tüm kadınlar, yaşaran göz­
lerini silmek için titreyen ellerinde birer mendil tutuyordu.
“Hâlâ bir haber bekliyoruz,” dedi birkaçı, burunlarını çe­
kerek.
Savaştan sonra dul kalan kadınlar sessizdi.
Christine ve ailesi kilisenin ortasındaki bir sıraya oturdu.
Anne ve babasının tam ortasına oturan Christine, kimlerin
geldiğini görmek için etrafını inceledi. Kate’in altı sıra önde
olduğunu görünce gerildi. Kate ipek gibi parlayan zümrüt ye­
şili bir elbise giymişti. Omuzlarına kadar uzanan ateş kırmı­
zısı saçları alev alev yanıyor gibiydi. Onunla kıyaslandığında,
diğerleri yorgun ve yıpranmış görünüyordu. Kate’in annesi
Christine ve ailesine selam vermek için döndüğünde Christi­
ne, Kate’in diğer yanında uzun boylu, dik duruşlu bir adamın
oturduğunu gördü. Stefan. San saçları kusursuz bir şekilde tı­
raş edilmişti. Kate, annesinin kime gülümsediğini görmek için
eğildi. Christine’i görünce dönüp Stefan’a yaslandı ve kula­
ğına bir şeyler fısıldadı. Stefan vücudunu hareket ettirmeden
yavaşça boynunu çevirdi. Yüzü ifadesizdi. Keskin mavi göz­
leri Christine’inkilerle kesiştiğinde Christine gözlerini kaçır­
madı. Burada bana hiçbir şey yapamazsın.
Stefan arkasını döndüğünde Christine bileğindeki, rakam­
ları ortadan bölen, kırmızı tırnak izine baktı. Stefan’ın sesin­
deki nefreti hâlâ duyabiliyor, kolunu bükerken çektiği acıyı
hâlâ hissedebiliyordu. Christine kilise sırasında hafifçe kaydı.
Belki de ayağa kalkıp onun gerçekte nasıl bir adam olduğunu
herkese anlatmalıyım. Sonra boynunu uzatıp Stefan’ın yanın­
daki yaşlı kadına baktı. Daha önce annesiyle hiç tanışmamıştı
ama bir SS’in annesi neye benziyor görmek istiyordu. Ancak
oturduğu yerden görebildiği tek şey kadının saçlarının üstüy­
dü. Yaşlı kadın beyaz saçlarını örgülü bir topuzla toplamıştı.
Yavaşça döndüğünde ise Christine kadının tatlı gülümsemesi­
nin üzerindeki al yanakları fark etti. Ardından kendi kendine
kızdı. Artık onlar gibi davranıyorsun. Ne bekliyordun? Boy­
nuz ve kuyruk mu?
Bu, ona Stefan’la ilk tanıştığı zamanı hatırlattı. O zaman­
lar Kate, İngilizce öğrendiği ve Berlin’deki tiyatroya gide­
ceği için nasıl da heyecanlıydı. Seçkin ve eğitimli bir adam
nasıl soğukkanlı bir katile dönüşebilir? Stefan’ın söylediği
diğer şeyleri hatırlayınca içinde soğuk bir ürpertinin yayıldı­
ğını hissetti.
Christine, sıkılmış gibi yaparak oturmaya devam ederken,
kilisedeki her yabancıyı inceliyordu. Stefan’ın bahsettiği di­
ğer SS’leri bulmak için bir kanıt ararken tüm kanı yanakla­
rında toplanmıştı. Bir bakışta SS olabileceklerini söylemesi
belki delice görünebilirdi, ama başlarından zehirli bir gaz gibi
yayılan şeytani kokuyu hissedeceğine emin olarak incelemeye

L
devam etti. Kampta çalışan SS’leri bu kadar yakından görmüş­
se, gözlerindeki boşluğu, ifadesizliği ve şeytani ruhlarındaki
kötülüğü belli eden kara ışıltıyı tanıyabileceğini de biliyordu.
Stefan ve Kate’in iki sıra arkasında geniş omuzlu bir adam
vardı. Kolunu minyon, altın sarısı saçlı bir kadına dolamış,
çilli iriyan elini sıranın arkasına koymuştu. Varan bir. Karşı
tarafta birkaç sıra geride, babası yaşlarında, yağlı suratlı bir
adam, çenesi dik bir şekilde oturuyordu. İki. Christine’in nefe­
si giderek kesiliyordu. Kilisenin ortasında oturan siyah saçları
geriye taranmış, dağınık kaşlı, orta yaşlı adam da muhtemelen
üç mimara olmalıydı.
Kilisenin havası giderek ağırlaşıyor, Christine’in görüş açı­
sı bulanıklaşıyordu. Soluk renkli elleri eteğindeki mavilikte
bir balık gibi dolanıyordu. Bir şey söylemek zorundayım. Her­
kese Stefan ’ı anlatmak zorundayım. Ama ya bir şey yapmaz­
larsa? Ya bana inanmazlarsa? Hiç kanıtım yok ki.
Rose, Christine’in koluna girip elini elinin üzerine koydu.
Christine, annesinin kendisindeki huzursuzluğu fark ettiğini
düşünürken, başparmağını bileğindeki rakamların üzerinde
gezdirmeden duramıyordu. Ama Rose diğer yanında oturan
Heinrich’in koluna da girdiğinde Christine annesinin bunu
mutluluktan yaptığını anladı. Çocukları yanında olduğu için
çok mutluydu.
Org usulca çalmaya başladı. Yavaş ve ihtiyatlı bir şekilde
artan müzik, yükselerek sessiz kiliseyi doldurdu. Christine eve
döndüğünden beri hiç canlı müzik dinlememişti. Tek duyduğu
kâbuslarında kulak tırmalayan o korkunç valsti. Şimdi orgdan
çıkan güçlü, harika notaları duydukça boynunda bir ürperti,
gözlerinde ıslaklık hissetti. En son bu kiliseye geldiğinde,
babası askere alınmıştı. Sanki üzerinden bir ömür geçmiş gi­
biydi. Isaac hâlâ hayattaydı, diye düşündü. Başımıza bunların
geleceğini bilseydim ne olacaktı ki? Neyi değiştirebilecektim?
Christine başını eğip elinin üzerindeki nasırlı ele baktı. Her
kırışıklıktan, kabarcıktan, yaşlılık lekesinden ve sertleşmiş
deriden annesinin ne kadar çok çalıştığını görebiliyordu. O
çalışmayı tercih etmişti. Zaten her zaman doğru olduğunu dü­
şündüğü şeyi yapardı. Ben de öyle yapıyorum, dedi Christine
içinden. Ama ne kadar seversen sev, ne kadar çalışırsan çalış
kaderi asla değiştiremezsin. Christine düşüncelere dalmış bir
şekilde otururken sıraların, kınlan binlerce kemik gibi, gıcır­
damasıyla yerinden sıçradı. Herkes şarkı söylemek için ayağa
kalkmıştı.
Christine de ayağa kalktı. Dietrich kolunu kızının beline
doladıktan sonra gülümsedi ve Christine’i daha sıkı tutup
kendine çekti. İnsanlar yumuşak, belirsiz sesleriyle, koroyla
birlikte şarkı söylemeye başladı. Ama Christine hâlâ düşün­
celerden sıyrılamamıştı. Stefan böyle özgürce dolanırken Ma-
ria ve ben bu acıları hak edecek ne yaptık? Gerçekten bir şey
yaptık mı? Çocukken bilmeden bir günah mı işledik? Yoksa
dünya sona yaklaşıyor da şeytan insan ruhlarına karşı verdiği
savaşı kazanıp saltanatını mı hazırlıyor? Christine bu soruları
kamptaki karanlık, umutsuz günleri boyunca kendine defalar­
ca sormuş ve her geçen gün dünyanın artık yok olması gerek­
tiğinden biraz daha emin olmuştu. Ama sonra savaş bitti ve
Hitler’in acımasız planı yarım kaldı. Şimdi tek merak ettiği,
biten savaşın, büyük bir yıkıma giden kesin yolda geçici bir
durak ya da engel olup olmadığıydı. Hitler ölmüştü, Avrupa
perişan haldeydi ama bu soruların kafasında hâlâ tekrar etmesi
Christine’i hem şaşırtıyor hem sinirlendiriyordu. Fakat iyiler
hâlâ şeytanın karşısında durabilir. Ve belki de bunu yapmak
için en uygun yer burasıdır.
Vaazı kısa süren papaz, söylediklerini bitirdikten sonra
herkesin dua için başlarını eğmesini istedi. Savaş bittiği ve
köylüler tekrar kilisede ibadet edebildiği için Tanrı’ya şükret­
ti. Amerikalıların yardımı için teşekkür etmeyi de unutmadı.
Tanrı’ya Fransa, İngiltere ve Sovyet bölgelerinde kalan yurt­
taşlarına yardım etmesi için yalvardıktan sonra sivil ve asker,
hayatta kalan herkese takdirlerini sundu. Kendilerini sınırın
yanlış tarafında bulan, yüzyıllardır yaşadıkları topraklardan
Almanlar hakkındaki her şeyden nefret eden kişiler tarafın­
dan sürülen ya da canlarını kaybeden mülteciler için Tanrı’dan
yardım istedi. Hayatını yitiren insanlar için dua edip canlarını
ülkelerine feda eden adam ve çocuklara minnetlerini belirtti.
Son olarak da hâlâ kayıp olan binlerce askerin sağ salim evle­
rine dönmelerini dileyip yok olan Yahudi aileleri için dua etti.
“Her neredelerse huzur bulsunlar. Aniden ortadan yok ol­
malarına sebep olan suçlular cezalarını çeksin. Ve gerçekleri
bilenler susmasın.”
Bu sözle birlikte Christine kaskatı kesildi. Gözlerini açtı ve
başını kaldırıp papaza baktı. Papazın direkt olarak ona baka­
cağını düşünmüştü, ama adamın gözleri kapalıydı. Kalp atış­
ları hızlandı. Gerçeği biliyordu. Tam altı sıra önünde bir suçlu
oturuyordu. Christine, kalabalığın arasında bir katil olduğunu
bilen başka biri var mı merak ediyordu, bu yüzden gözlerini
eğik başlı insanların üzerinde hızla gezdirdi.
İçinde ani bir istek oluştu. Ayağa kalkıp kiliseyi terk etme­
mek için zor duruyordu. Isaac bir hayvan gibi katledilirken,
Stefan ’in yaşamasına nasıl izin verilirdi? İblis ruhlu insanlar
muhtemelen yataklarında ecelleriyle ölecekken, masum in­
sanların tecavüze uğramasına, açlık ve işkence yüzünden öl­
mesine nasıl izin verilirdi? Christine tek elini ensesine koydu
ve parmaklarını eşarbının üzerine bastırıp altındaki ince saç
tellerini aradı. Saçlarına dokunmaya, o ipeksi yumuşaklığı
parmak uçlarında hissetmeye ihtiyacı vardı. Ve çekip kopar­
maya... Ardından büyük bir çabayla elini başından çekti ve
kollarını göğsünde kenetledi. Hayır. Onların kazanmasına izin
veremem.
Önündeki sırayı tutup öne doğru eğilirken kalbi yerinden
çıkacakmış gibi çarpıyordu. Gözünün kenarıyla, annesinin ba­
şını kaldırıp ona baktığını gördü. Ve derin bir nefes alıp ayağa
kalktıktan sonra boğazını temizledi.
“Bir şey söylemek istiyorum.”
Herkes aynı anda kafasını kaldırdı ve yüzlerce kişi ona
doğru döndü. Papaz duasını yarıda kesip gözlerini açtı. Rose
hemen Christine’in elini kavradı. Christine’in gözleriyse,
oturduğu yerden tüm bedeniyle dönüp iri gözbebekleriyle onu
izleyen Kate’teydi. Stefan da konuşanın kim olduğunu gör­
mek için arkasına döndü. Mavi gözleri oldukça sakindi, tek
ifadesi merakla kaldırdığı kaşlarıydı. Anlatabileceğimi sanmı­
yor, diye düşündü Christine. Yüzünde korkudan eser yok.
Christine konuşmak için ağzını açtığında Rose elini sertçe
sıkıp fısıldadı.
“Hayır.”
Christine başını eğip annesinin korku dolu gözlerine baktı.
Ardından babasına döndü. Ne kadar da yaşlanmıştı. Çukur­
laşmış yanakları ve gri saçları tahammül ettiği tüm hikâyeleri
446 q2b“-— Erik Ağacı

anlatıyordu. Kollarını göğsünde birleştirmiş, yere bakıyordu.


Christine iki gün önce ona Stefan’dan bahsettiğinde öfkesini
anlamış, ama böyle bir işe bulaşmanın çok tehlikeli olduğunu
söylemişti. Şimdiyse onu durdurmuyordu.
“Bir şey mi söylemek istiyorsunuz?” diye sordu papaz, ses­
siz kilisede.
Christine dişlerini sıktı, annesinin tüm gücüyle sıktığı elin­
den başka hiçbir şey hissetmiyordu. Elini annesinin elinden
çekip aldı. Özür dilerim, ama bunu yapmak zorundayım.
Christine çenesini kaldırıp papaza baktı. “Evet.” Yanakla­
rı kıpkırmızı olmuştu. Gözleri bir süre kalabalıkta, bir şey­
ler bekleyen bakışlarda gezindikten sonra Stefan’ı gösterdi.
“Orada oturan adam. Onu kampta gördüm. Dachau’da SS gar­
diyanıydı.”
Herkes aynı anda nefesini tuttu. Kadınlar açık ağızlarını
eldivenli elleriyle kapatırken yaşlı adamlar Stefan’a bakmak
için arkalarına döndüler. Hepsi aynı anda fısıldayarak konuş­
maya başladı. Kate solgun bir yüzle, aniden yerinden sıçradı.
Ellerini sıkı sıkı yumruk yapmıştı.
“Neden bahsettiğini bile bilmiyor! Delirmiş bu! Geçen
gün onu ziyarete gittiğimde de akıl almayacak şeyler anlatıp
durdu!”
“Gerçeği söylüyorum!” diye bağırdı Christine. “Stefan’ı
Dachau’da gördüm! Yüzümü bu hale o getirdi. Çünkü beni
susturabileceğini sandı!”
“Lütfen sakin olun,” dedi papaz, elindeki Incil’i göstere­
rek. “Lütfen bayanlar. Tann’nm evindesiniz!”
“Bu kızın söylediği hiçbir şeye inanamazsınız!” Kate’in
vahşi gözleri kalabalıkta geziniyordu. “Ona bir bakın! Hasta o!
Kendi hayal dünyasında yaşıyor! Bir Yahudi’yi kurtarmak
için kendi hayatını tehlikeye attı!”
Stefan ayağı kalktı ve elini Kate’in koluna koyarak onu
sakinleştirmeye çalıştı. Yüzünde hâlâ hiçbir duygu belirtisi
yoktu. Christine’e doğru baktığında, Christine vücudundaki
tüm sinirlerin gerildiğini hissetti. Sanki tüm bedeni alev alev
yanıyor, kas ve sinirleri serin sularla yıkanıyordu. Bu hislerle
boğuşurken, annesinin burnunu çekip gözlerini sildiğini fark
etti.
“Siyah üniforması var! Bana Kate söyledi. Stefan ünifor­
masıyla gurur duyuyor. Kate’e kendi göstermiş.”
“Siyah bir üniforma hiçbir şeyi kanıtlamaz,” dedi bir adam.
“Waffen-SS’ler de siyah üniforma giyiyor, ama cephede sa­
vaştılar.”
“Stefan’ın üniformasında kuru kafa ve çapraz kemikler
var. Toplama kampında görevliydi. Küçücük bir çocuğu anne­
sinin kollarından çekip başına silah dayadı! Kendi gözlerimle
gördüm!”
Stefan’ın annesi, oğlunun kolundan destek alarak yavaşça
ayağa kakıp gülümsedi. Al yanakları, yeni doğan bir oğlağın
göbeği kadar pembe ve pürüzsüzdü.
“Özür dilerim, genç bayan,” dedi yumuşak ve titrek bir ses­
le. “Ama oğlumu başka biriyle karıştırıyor olmalısınız. Çünkü
eve geldiğinde üzerinde ordu üniforması vardı. Kara Kuvvet-
leri’ndeydi. Oğlum madalyalı bir savaş kahramanı.”
“Doğru!” diye bağırdı Kate bir çırpıda. “Stefan ülkesine
olan görevini en iyi şekilde yaptı!”
“Aynı senin baban gibi, Christine!” diye seslendi biri.
“O zaman o üniformayı çaldı!” Christine alnında atan
damarları hissedebiliyordu. “Wehrmacht askeri gibi davranı­
yor. Çünkü Dachau’da gardiyandı!”
Papaz dudaklarını birbirine bastırıp koridora doğru yürüdü.
“Şunu söylemeyi kes!” diye bağırdı Kate. Stefan’ı geçip
oturdukları sıradan çıkmaya çalıştı, ama Stefan onu yakalayıp
kulağına bir şeyler fısıldadı.
“Sanırım boş versen daha iyi olacak,” dedi papaz,
Christine’e. “Artık evindesin. Önemli olan da bu.”
“Savaştaydık,” diye bağırdı bir kadın. “Eminim herkes is­
temediği şeyler yapmaya zorlanmıştır.”
“Birbirimize kenetlenmeliyiz,” dedi başka biri. “Artık tüm
dünya bizden nefret ediyor.”
Christine etrafına baktı, herkes başını kaldırmış ona ba­
kıyordu. Ağızları sinirden gerilmiş, kaşları korkuyla havaya
kalkmış, bakışları panik ve şaşkınlıkla dolmuştu. “Ne söyledi­
ğinizi bilmiyorsunuz!” diye bağırdı Christine. Sanki şimdiye
dek bastırdığı tüm öfkesini kusuyor gibiydi.
“Ya yanılıyorsan?” diye seslendi biri. “Ya masum bir ada­
mı suçluyorsan?”
“Eğer Stefan masumsa SS gardiyanlarının yaptıklarını her­
kese anlatması lazım.” Christine, Kate’e baktı. “Sana bunları
itiraf etti mi? Yoksa yine yalan mı söyledi?”
“O iyi biri!” dedi Kate.
Stefan’m annesi çantasından beyaz bir mendil çıkardı ve
titreyen elleriyle gözlerini kuruladı.
“Boş ver!” dedi başka biri.
“Neler gördüm bilmiyorsunuz! SS’lerin yaptığı şeyler hak­
kında hiçbir fikriniz yok!”
Papaz şüpheli görünümlü, dağınık kaşlı adamla bir süre
konuştuktan sonra Christine’i gösterdi. Dağınık kaşlı adam
sıradan çıktı ve papazın yanında durdu. Göğsünü bir mücade­
leye hazırmış gibi şişirmişti.
“Eve gidip biraz dinlensen daha iyi olacak,” dedi papaz,
Christine’e. “Kendini daha iyi hissettiğinde geri gelebilirsin.
Kapımız sana daima açık. İbadetimize devam edeceğiz. Yaşa­
dıkların için çok üzgünüz, ama burası yeri ya da zamanı değil.
Birinin suçlu ya da masum olduğuna karar vermek hiçbirimi­
zin haddi değil.”
“Kadınlan ve çocukları öldürdüler! Bu adam onlara yar­
dım ediyordu diyorum!”
Christine ve ailesinin yanında oturanlar, yerlerinden kalkıp
koridora çıktılar. Hepsi ona delirmiş gibi bakıyordu. Dağınık
kaşlı adam Christine’in oturduğu sıraya yöneldi, ama Dietrich
ayağa kalkıp adamı durdurdu.
“Onu eve götüreceğiz,” dedi, bir eli hâlâ adamın göğsün-
deyken. “Zora gerek yok.” Adam, bir adım geriledi. Dietrich
de kızını kolundan tuttu.
Christine babası onu kiliseden çıkarırken hâlâ bağırıyordu.
“Böyle paçayı kurtarmalarına izin veremezsiniz!” Rose, Kari,
Heinrich ve büyükanne arkalarından geliyordu. Dışarı çıktık­
larında Christine babasının elinden kurtuldu ve kilise bahçe­
sinden dışarı fırladı.
“Christine!”
Christine annesinin bağırışını duymazdan geldi ve yokuş
aşağı koşmaya başladı. Yalnız olmak istiyordu. Herkesten
uzak olmak... Sokağın ortasına geldiğinde arkasına baktı. Ai­
lesi, başları eğik bir şekilde, evlerinin önündeki yoldan karşı­
ya geçiyordu. İçini saran yalnızlık hissi öylesine güçlüydü ki
koşmayı bırakıp hıçkırıklar içinde ağlamaya başladı. Başında­
ki eşarbı çekti ve nereye gideceğini, ne yapacağını düşünerek
yolun ortasında durdu.
Kazağının kolunun altında kalan dövme kaşınıp yanma­
ya başlamıştı. Başparmağını bileğindeki rakamların üzerine
bastırdıktan sonra parmaklarım kulaklarının arkasındaki yu­
muşak saç tellerinde gezdirdi. Derisinin altındaki kafatası çok
sertti. Birden Isaac’in ormanda yatan ölü bedenini hayal etti
ve kafasından bir tutam saç kopardı. Hissettiği acı keskin ve
anlıktı. Ama birkaç saniye de olsa minnet dolu bir unutkanlık
yaşadı.
Çok geçmemişti ki sokak annesinin çığlığıyla yankılandı.
hristine annesinin çığlığının geldiği tarafa doğru koştu.
C Evlerinin açık kapısına doğru koşarken bacakları taş
kesmiş gibiydi. Babası girişte yere çökmüş, başını iki elinin
arasına almış hıçkırarak ağlıyordu. Büyükanne duvara yas­
lanmıştı. Çocuklar yüzlerini büyükannelerinin bluzuna göm­
müş, ellerini hızla inip çıkan göğsüne koymuşlardı. Annesi
Maria’nın yanma diz çökmüş bağırarak ağlıyordu. Ve Christi­
ne kız kardeşinin yerde yatan kıvrılmış bedenini gördü. Yüzü
kemik beyazıydı, incecik boynu garip bir şekilde kıvrılmış,
çoraplı ayağının teki merdivenlerin alt basamağında kalmıştı.
Christine kalbinin binbir parçaya ayrıldığını hissetti. İçe­
ri girerken yer ayaklarının altından kayıyor, boğazı korkudan
düğüm düğüm oluyordu. Kız kardeşinin yanma gelip dizle­
rinin üzerine düştü. Hayır! diye bağırdı içinden. Böyle bir
şey olamaz! Bu gerçek değil Gerçek değil... Aklına kilisede
yaptıkları geldi. Birinin hayatını mahvetmeye çalışıp cezası­
nı kendi elleriyle vermek istediği için miydi? Stefan için son
kararı verebileceğini düşündüğü için mi cezalandırılmıştı?
Büyükannesinin söyledikleri kulağında yankılandı: “Hepimiz
için son kararı Tanrı verir.” Vazgeçiyorum! Stefan özgürce do­
laşabilir. Vazgeçiyorum!
“Maria?” dedi ağlayarak. “Maria! Kalksana!” Kız karde­
şinin yumuşacık, nemli elini avuçlarına aldı. Boğazı acıyana,
kamına kramplar girene, alnındaki damarlar patlayana dek ba­
ğırdı. Bağırmaktan sesi kısıldığında dilinde kan tadı olduğunu
hissedebiliyordu.
Christine’in bir tanecik kız kardeşi çöpe atılmış bir bez
bebek gibi yerde yatıyordu. Kırmızı kazağı kollarının altın­
da toplanmış, kol ve bacakları garip bir açıyla yayılmıştı.
Sarı gür kirpikleri, kapalı gözkapaklarının ardındaki yaşlarla
ıslanmıştı. Bir burun deliğinin altında koyu kırmızı bir kan
damlası vardı. Christine, açtığında bu görüntünün kaybolma­
sını dileyerek gözlerini yumdu. Bir an geçmişe gitti. Maria
henüz beş yaşındayken kasabaya bir sirk gelmişti. Ve Chris­
tine ertesi gün mutfağa girdiğinde Maria’yı odun ocağının
yanında, sirkteki adam gibi, bir sopanın ucundaki alev to­
punu yutmaya çalışırken bulmuştu. Christine o zaman yedi
yaşındaydı. Kardeşini o halde görünce donakalmış, ne ya­
pacağını bilememişti. Bir eli kapıda panik içinde beklerken,
şansına annesi tam zamanında içeri girip Maria’nın elindeki
sopayı kapmıştı.
Christine o zaman bile, ölümün katiyeti hakkında bir fik­
ri olmadığı halde, kız kardeşime bir şey olsa nasıl yaşarım
diye düşünmüştü. Hatta sonrasında ipte yürüme ya da bıçak
döndürme gibi numaralar dener de onu yine koruyamaz diye
haftalarca Maria’yı takip etmişti.
Christine kız kardeşini yine koruyamamıştı. Gözlerini açtı
ve Maria’nm yüzüne dokunmak için uzandı. Sanki yüzü bir
dokunuşuyla dağılabilirmiş gibi nefesini tuttu ve titreyen par­
maklarını kız kardeşinin yanağına yavaşça değdirdi. Teni buz
gibi soğuktu. Christine inleyerek ağlarken eğilip kız kardeşi­
nin üzerine kapandı. Kol ve bacaklarını istemsiz bir titreme
almış, nefesi kesilmişti. Boğazını acıtan şiddetli hıçkırıklar
bir sonraki nefesini almasına izin vermiyor, bağırışları vücu­
dundaki tüm gücü tüketiyordu. Yaşadığı şokun yerini suçluluk
duygusu alırken yüreği buz gibi oldu.
“Özür dilerim!” diye bağırdı. “Seni yalnız bırakmamalıy­
dım! Beni neden dinlemedin Maria? Neden?!”
Rose, Christine’e baktı. Kan çanağı gözleri, kanayan iki
yuvarlak yarayı andırıyordu. “Ne demek istiyorsun, Christi­
ne? Neden bahsediyorsun?”
Christine başını kaldırdı ve kalbi milyonlarca parçaya ay­
rılsa bile, kelimeler bir şekilde ağzından çıktı. “Hamileydi!
Hamileydi ve ben onu her şeyin düzeleceğine bir türlü ikna
edemedim!”
Rose, Maria’nm bedenini kendine çekip kızına sıkıca sarıl­
dı. “Hayır! Hayır!”
Hıçkırıklarım yutan Dietrich karısının yanına gitti ve bir­
likte Maria’yı kucaklayıp kaybettikleri çocuklarının zayıf,
solgun yüzünü okşadılar. Bu manzara Christine’in dayanama­
yacağı kadar ağırdı. Eşiğe koşup basamaklara kustuktan sonra
açık giriş kapısında çömeldi. Etrafını net bir şekilde göremi-
yordu. Kalan son gücüyle ayağa kalkıp yalpalayarak dışarı
çıktı ve ölmeyi umarak titreye titreye yürümeye başladı. Ama
hiçbir faydası yoktu. Anne ve babasının hıçkırıkları sabahın
durgun havasında dışarıda yankılanıyor, yolun karşısındaki
kiliseden gelen ilahi mırıltılarını bastırıyordu. Aynı mezarında
ağlayan bir ölünün hıçkırıkları gibi...

'—

Maria’nın cenazesinden sonraki uzun günler nemli ve sıcak­


tı. Beyaz gökyüzü bulutlu ve kasvetliydi. Christine her gece
gök gürültüleri yüzünden ter içinde uykularından sıçrıyordu.
Her seferinde kalbi yerinden çıkacakmış gibi oluyor, üzerin­
deki örtüyü atıp koşmaya hazır bir şekilde yerinden fırlıyordu.
Yankılanan gümbürtülerin bomba değil de gök gürültüsü ol­
duğunu fark ettiğindeyse rahatlamış bir şekilde yatağına kıvrı­
lıp sakince nefes almaya çalışıyordu. Ta ki üzerine kemiklerini
sızlatan acı bir farkmdalık çökene kadar.
Maria öldü.
Kız kardeşinin tabutunda yattığı, anne ve babasının açık
mezarın üzerinde hıçkırıklara boğulduğu an gözünde canla­
nıyordu. Ve yüreğini saran ani bir panik huzurunu çalıp onu
sabaha kadar uykusuz bırakıyordu.
Christine, alev alev yanan güneşin altında, saatlerini bah­
çeyi kazarak ya da ot yolarak geçiriyordu. Yaşadıkları tekrar
tekrar kafasında canlanırken beynindeki sorular içini kemiri­
yordu. Maria’ya başka ne söyleyebilirdim? Onun için başka
ne yapabilirdim? Yüzünden akan teri siliyor ve o gün evde
kalmadığı için kendini suçlayarak bacakları titreyene dek
çalışıyordu. İşi bittiğindeyse bu ağır yorgunluğun Isaac ve
Maria’nın ölümünü unutturmasını umarak, suratı toprak ve
gözyaşlarıyla kirlenmiş bir halde sendeleyerek eve giriyordu.
O hafta sonu Dietrich işine döndü. Ailenin paraya ihtiyacı
vardı ve Dietrich’in günlerini yatağında geçiren karısı için ar­
tık yapabileceği bir şey yoktu. Christine, babasının ilk iş günü
için çavdar ekmeğine bolca tereyağı sürdü ve ekmeği paket
kâğıdına dikkatlice sarıp yola çıktı. Sürekli arkasına bakıp, so­
kak aralarından geçen kestirmelerden uzak durmaya çalışarak
koşar adımlarla şantiyeye doğru yürümeye başladı.
Şantiyeye vardığında her yerden çekiç ve testere sesleri
geliyordu. Dört adam, ikinci kattaki tahtanın üzerinde, can­
larını tehlikeye atarak çatı kirişlerini çekiçliyordu. Bodrum
duvarına sıva yapan diğer adamların malalarının çıkardığı
tiz sesler Christine’in sinirlerini bozmuştu. Zaten babasını
hiçbir yerde göremiyordu. Bir elini ışıldayan güneşe karşı
siper etti ve babasının tanıdık yüzünü bulmaya çalışarak et­
rafa baktı.
“Kime bakıyorsun?” diye seslendi çatıdaki adamlardan biri.
“Babama. İşe daha bugün döndü.”
“Bazı işçileri diğer bodrumu temizlemeye gönderdiler.
Eski mutfak ve deponun olduğu yere git.”
Christine adama el salladı. “Teşekkürler.” Bir sonraki blo­
ğa kadar uzanan çorak toprağın üzeri, hayata tutunmaya çalı­
şan çimlerin oluşturduğu, yeşil beneklerle doluydu.
Alanın hemen yanındaki moloz dolgulardan yapılma
bodrum çökmüştü ve bu haliyle çekilen bir çürük dişi an­
dırıyordu.
Çukurun içinde çalışan iki adam, yerdeki yanmış kalas
ve ağır taşlara uzanıp arkalarındaki adamlara uzattılar. Diğer
adamlar, bir itfaiye ekibi gibi yanık kalıntıları kaldırıp bekle­
yen at arabasına yerleştirdi.
Christine bodrumun köşesine doğru yürüyüp aşağıdaki
adamlara baktı. İşçiler, açık mezardan yayılan kötü kokuyu
andıran rutubet ve yanık ahşap kokusuna maruz kalarak, kül
ve toz içinde çalışıyordu. Binanın enkazına karışan erimiş
kara tenekeler, eğri büğrü olmuş sandalyeler ve yanık borular
iç boğucu, cansız bir manzara oluşturuyordu.
Adamların altındaki sabit durmayan enkaz yığınında du­
ran Bay Weiler, yüzünü büyük bir mendile silip yukarı baktı.
Ardından elindeki paçavrayı pantolonunun cebine tıkıştırdı ve
gözlerini kısarak Christine’e doğru geldi.
“Baban nasıl?”
“Ne demek nasıl?”
“Bugün işe dönecek zannediyordum. Hasta mı?”
“Hayır. Bu sabah işe diye çıktı.”
Bay Weiler başını iki yana salladı. “Bugün onu gören kim­
se yok.”
Christine’in yüzü bembeyaz kesildi. Aklında tek bir sahne
vardı: Stefan boş bir sokakta babasını bıçaklıyor, babası gi­
derek büyüyen kan gölünün içinde perişan bir halde yatmış
ruhunu teslim ediyordu.
Paket yaptığı öğle yemeğini yere düşüren Christine, koş­
maya başladı. Babasının ismini haykırarak taş kaldırımlı
sokaklar boyunca koştu. Her adımını bir böcek gibi hızlı ve
korku içinde atarken, etrafındaki herkes yavaş çekimde hare­
ket ediyor gibiydi. Tanıdığı herkesi gömlek kollarından tutup
babasını görüp görmediklerini sordu. Bazıları başını iki yana
sallayıp, bir hastalığı varmış gibi kendini geri çekerken bazıla­
rı korku dolu gözlerle olumsuz yanıt verdi. Öyle korkmuşlardı
ki gören de savaşın devam ettiğini ve Christine’in, yanlış bir
cevapta onları içeri tıkmayı bekleyen bir Gestapo üyesi ol­
duğunu sanırdı. Ne olduğunu sormaya zahmet eden tek kişi
ayakkabı tamircisinin karısı oldu.
Christine bir Amerikan cipinin ona doğru geldiğini görün­
ce durmaları için elini kaldırdı. Amerikalılar onun tek umu­
duydu. Sonuçta onlar da saklanan SS gardiyanlarını bilmek
isteyecekti. Ama cip etrafından dolandı ve yoluna devam etti.
Christine hızla geçen cipin içindeki Amerikalıların arasında
Jake’i aradı ama göremedi. Arkadan gelen başka bir cip ya­
vaşlayarak dururken, amavutkaldırımlarında kayan tekerlek­
lerinin ardında koca bir toprak bulutu oluştu.
“Jake?” Christine, diğer Amerikalıların Jake’i tanımasını
umdu, ama sürücü başım iki yana salladı. Önde oturan adam,
Christine’in anlamadığı bir şeyler söyledikten sonra sürücüye
devam etmesini işaret etti. Arkadaki iki asker birbirlerini dir­
sekledi ve gülümseyerek Christine’i süzdü. İçlerinden biri ön
cebinden çıkardığı Hershey’i bir köpek çağırır gibi ıslık çala­
rak Christine’e uzattı. Christine başını hayır der gibi salladı.
Askerler kahkahalar içinde gülerken sürücü arabayı çalıştırdı.
Christine cipin önüne koştu ve ellerini kaputa koydu. Derdini
nasıl anlatacağını düşünürken birinin Almanca biliyor olması­
nı umuyordu.
“Babam!” dedi nefes nefese. “SS’lerin elinde!” Öndeki adam
yoldan çıkmasını işaret etti. “Yardım edin!” Sürücü Christine’e
bakarak gaza bastı. Christine soluk soluğa geri kaçtı. Bir eli kal­
binin üzerinde, ihtiyacı olan İngilizce kelimeleri hatırlamaya
çalıştı. “Fadder!* Helf!**” Almancaya alışkın kaba dili yüzünden
kelimeleri yanlış söylemişti.
Sürücü koltuğundaki asker tüfeğini kaldırıp Christine’in
başına tuttu. Tehlikeli ve istikrarlı gözlerini Christine’den çek­
miyordu. Christine cipten uzaklaştı. Kolları iki yana düşerken
yanaklarından yaşlar süzüldü. Amerikalılar gittiğinde, Chris­
tine aniden bir şey fark etti. Kendini ifade edebilse bile kayıp
bir Alman muhtemelen umurlarında olmayacaktı. Biz hâlâ
düşmanız. Sonra aklına köyün dışındaki, Amerikan araçlarıy­
la dolu, hava üssü geldi. Belki orada Jake’i bulabilirdi. Ya da
Almanca bilen, ona yardım edebilecek birilerini. Bir süre hava
üssüne giden en kısa yolu hatırlamaya çalışarak durduktan
sonra içinde bir titreme ve bulantı hissederek doğuya yöneldi.
Beş blok sonra, hava üssüne en yakın kasabanın çıkışına
geldi. Burası savaş boyunca en çok hasar alan talihsiz bölgey­
di. Köyün doğu kısmı tamamen yok olmuş, bloklar üst üste
binmişti. Kırık kemikleri andıran sivri kalaslar ve erimiş me­
taller dimdik bir şekilde gökyüzünü gösteriyordu. Ortası te­
mizlenen sokaklar, ezilmiş tuğlalar ve parçalanmış taşlardan
oluşan setlerin arasında, akan kırmızı bir nehri andırıyordu.
Christine harabeye dönmüş binaların çatlak duvarlarında, te­
beşirle yazılmış yazılar gördü. Greta, Helmut, biz yaşıyoruz.
Helga teyzendeyiz. 4 yaşındaki canım kızım Annelies Nille
13 Ocak 1945'te öldürüldü. Ingrid (32), Rita (12), ve Johann
Herzmann (76) hâlâ kayıp.
Christine kazağının ucuyla burnunu kapattı ve koşmaya baş­
ladı. Kilisede, kaldırımlarda ve manavda gördüğü insanların

* Father olan İngilizce kelime ‘baba’ anlamına gelmektedir. (Çev. N.)


** Help olan İngilizce kelime ise ‘yardım edin’ anlamındadır. (Çev. N.)
eriyen etlerinin kokusunu hayal edebiliyordu. Duman ve kül
kokusunu da. Köyünde savaştaki bombalar yüzünden, bebekler
ve çocuklar dahil olmak üzere dört yüzün üzerinde insan öl­
müştü. Christine yıkık bir kilise ve eski bir mezarlıktan saçılan
dağınık taşların ve kırık camların yanından hızla geçti. Mezar
taşlan sağa sola yatmış ya da yere devrilmişti. Yolun kenarlan
boyunca oluşan bomba çukurlan yeni kazılmış mezarlara ben­
ziyordu.
Christine nihayet köyün dışına çıkabildi. Açık arazilerde
yürürken, vadi girişinin yakınlarında bulunan hava üssünü gö­
rebiliyordu. Oraya doğru hızla koşmaya başladı.
Güvenlik kontrol noktasını gördüğünde yavaşladı. Gardi­
yanlardan birinin, geçmesine izin verecek kadar Almanca bil­
mesi için dua etti. Arkasında beliren kamyon ve tank konvo­
yu kapıya doğru yaklaşıyor, tozu dumana katıp ardında kara
bulutlar bırakıyordu. Christine yoldan çekilip araçların geç­
mesine izin verdi. Selam vermek için solgun elini kaldırırken
askerlerin ona acımasını istemiyor, buraya sakız ya da şeker
karşılığında seks yapmak için geldiğini düşünmelerinden kor­
kuyordu. Ama ne olursa olsun içeri girmek zorundaydı.
Araçların motorları kulaklarında yankılanırken, tankların
dev paletleri toprağın üzerinde şiddetle titriyordu. İki ..kam­
yonu dolduran bir grup Amerikan askeri, tepelerde oynayan
okullu çocuklar gibi kamyonun üzerine ve kasasına doluş-
muştu. İçlerinden birkaçı Christine’e bakmasına rağmen tepki
vermedi.
İlk araç kontrol noktasında durduğunda Christine her ara­
cın içinde Jake’i arayarak konvoy boyunca yürüdü. Ama hiç­
bir yüz tanıdık değildi. Son kamyonun sürücüsü başını yüksek
koltuğa yaslamış, sigarasını açık camdan dışarı sarkıtmıştı.
Christine konuşmak için kamyona yaklaştığında adamın göz­
lerinin kapalı olduğunu fark etti. Adamın sinirli olduğu çok
belliydi, sigarasından uzun bir nefes alıp dumanı güçlü bir
şekilde üflerken öfkeli bir şekilde mırıldanıyordu. Christine
hızla kamyonun arkasına koştu. Kamyonun arkasındaki bran­
danın altından asker çıkmaması için dua ederken, her ihtimale
karşı koşmaya hazırdı.
Kamyonun arkasının tahta kutularla dolu olduğunu görün­
ce rahatladı. Kendini yukarı çekip brandanın altında sakla­
nırken kalbi son sürat ilerleyen bir tren gibi gümbürdüyordu.
Kamyon kasasının duvarı ve kutuların arasında uzanabilece­
ği kadar yer vardı. Alnını ve dirseğini çarpsa da kendini dar
bir boşluğa sığdırmayı başardı. Ağır mazot kokusu yüzünden
gözleri ve burnu cayır cayır yanıyordu.
Motor tiz sesler çıkararak çalıştı ve kamyon, Christine’i
bir un çuvalı gibi kutulara doğru iterek öne doğru savruldu.
Christine kollarını kafasının üzerine koydu ve aracın içeri gi­
rerken aranmaması için Tanrı’ya yalvarmaya başladı. Kamyon
bir süre devam ettikten sonra sert bir şekilde durdu. Christine,
gürleyen motorun ardından gelen sesleri duyabiliyordu. Sürü­
cünün sesi, şiddetli bir patırtı, sessiz tıkırtılar... Ve brandanın
açılmasıyla yerinden sıçradı. Askeri görmese de birinin kam­
yon kasasını aradığını hissedebiliyordu. Nefesini tutup hare­
ket etmemeye çalıştı.
Tam denetlemenin bittiğini düşünüyordu ki sert bir el
onu kolundan tutup ayağa kaldırdı. Asker bağırarak silahını
çekti ve bir adım geriledi. Christine dizlerini kırarak kamyo­
nun arkasından atlarken gardiyanlar ve tedirgin olan sürücü
tüfeklerini ona çevirdi. Tüylü yüzlü bir asker bağırarak bir şey
emretti. Christine adamın ne söylediğini anlamasa da başının
dertte olduğunu biliyordu.
Gardiyanlar onu aradıktan sonra asker onu kontrol nok­
tasından geçirdi ve kontrol kulesinin solunda bulunan alçak,
tuğla bir binaya soktu. İçeride, bir subay masasının üzerine
yaydığı harita ve kâğıtları inceliyordu. Asker ona seslendi­
ğinde, subay başını kaldırdı. Yanakları ve alm, cildi bir yulaf
lapasından yapılmış gibi solgun ve yumru yumruydu. Adam
gözlerinde şaşkınlıkla ayağa kalkıp onlara doğru geldi. Aske­
rin açıklamalarını dinlerken masanın köşesine oturdu ve elle­
rini göğsünde birleştirip Christine’i incelemeye başladı.
“İngilizce?” Christine, subayın sorusu karşısında başını iki
yana salladı. Subay, Christine’in aklındaki sinsi fikirleri oku­
maya çalışır gibi bir süre daha onu inceledikten sonra askere
bir şeyler söyledi. Ardından asker hızla selam verip binadan
ayrıldı. Subay, metal bacaklarını betona sürterek duvarın uza­
ğına bir sandalye çekti ve Christine’e oturmasını işaret etti.
Christine adamın söylediğini yapıp sandalyeye oturdu. Kol ve
bacakları öyle titriyordu ki bir an subayın, damarlarından akan
kanın basıncını duyup duymadığını düşündü. Subay masasına
döndüğünde Christine adamın dikkatini çekmek için boğazını
temizledi. Ve adam tek kaşını kaldırarak ona baktı.
Christine kazağının kolunu sıyırdı ve bileğindeki numarayı
göstererek, “SS,” dedi. Yüzü asılan adam başını sertçe aşağı
yukarı salladı. Christine tekrar adama bakıp “Father. Baba,”
dedi.
“Father?” Bir anlam veremeyen subay alnını kırıştırdı.
Christine elini kalbine koydu ve başını olumlu anlamda salladı.
“Jake?” İçinden, Jake’in soyadını bilmediği ve her Ameri­
kalıyı aynı kefeye koyduğu için kendine kızdı. Belki en kötü­
sünü düşünmek yerine onunla arkadaş olmak isteseydi şimdi
Stefan parmaklıkların arkasında olacaktı.
Çok geçmeden tüylü yüzlü asker, sivil kıyafetli sarışın bir
adamla geri döndü. Adam Christine’i gördüğünde yüzünde bir
şaşkınlık belirdi. Sonra dudakları tatminkâr bir gülümsemeyle
kıvrıldı. Christine’in ise kanı donmuştu.
Stefan yine karşısındaydı.
“Vay vay vay... Bakın burada kimler varmış?”
Christine gözlerindeki korku ve öfkeyi fark etmesini uma­
rak lapa suratlı subaya döndü. Ayağa kalkıp kazağının kolunu
sıyırdıktan sonra önce bileğini, sonra Stefan’ı gösterdi. “Bu
adam SS!” Sesi sinirden titriyordu. “Dachau’dan!”
“Bu eski numarayla hiçbir yere varamayacaksın.” Stefan’ın
yüzü sakindi, ama gözleri vahşi bir keyifle kısılmıştı. “Bu
adamlar bana güveniyor. Gelip tercüman olarak hizmet edebi­
leceğimi söyledim. Yani ben artık düşman değilim.”
Subay, Stefan’a bir şeyler söyledi. Christine adamın SS
dediğini hemen anladı, ama Stefan başını iki yana salladı.
Ardından el hareketleri yapıp Christine’i göstererek İngiliz­
ce, uzun bir diyaloga girdiler. Sadece dillerini konuşabildiği
için bir katile güvenmiş olmaları ne kadar ironikti. Konuşma
devam ederken geçen bazı İngilizce kelimeler Christine’e
tanıdık geldi: Dachau, family, father, dead\ Amerikalılar,
Stefan’ın anlattığı hikâye çok acıymış gibi birkaç kez göz­
lerini kırpıştırdı.

Ing. Aile, baba, ölü. (Çev. N.)


“Nem, nein, neinV' Christine ısrarla hayır diye bağırırken,
göğsü panikten sıkışıyordu. Tekrar Stefan’ı gösterdi ve eliyle
kamını bıçaklıyormuş gibi yaptı. “SS! Father!”
Stefan şakağına dayadığı parmağını döndürüp hafif bir
ıslık çaldı. Christine subayın ona acıyarak baktığını görünce
birden tüm parçaları birleştirdi. Stefan ona ailesinin öldüğünü
ve bu acının Christine’i delirttiğini söylemişti.
Christine kendini daha fazla tutamayıp Stefan’ın üzerine
saldırdı ve başını sertçe yumruklamaya başladı. Savurduğu
her yumruk çenesine, boynuna ve şakaklarına çarpıyordu.
“Babama ne yaptın?!” Stefan, küçük bir çocukla güreşir
gibi Christine’in savurduğu ellerini kolayca yakaladı. Chris­
tine bileklerini güçlü parmaklarından kurtarmaya çalışırken
Stefan’m ellerini çizik içinde bıraktı. Asker, Christine’i geri
çekip sandalyeye itti ve omuzlarına bastırıp sakinleşmesini
bekledi. Christine kalkmaya çalışırken nefesi daralıyor, boy­
nundaki damarlar geriliyordu. Tek istediği Stefan’m kalbini
göğsünden çekip almaktı.
“Dikkat et, küçük Yahudi âşığı.” Stefan’ın sesi, onu sakin­
leştirmeye çalışıyor gibi yumuşaktı. “Şu an benim yarattığım
sahnede oynuyorsun.”
“Babam nerede?!” Christine bağırırken kelimeler boğazın­
da düğümleniyordu. Stefan askere bir şeyler söyledi ve asker
ellerini isteksizce Christine’in üzerinden çekti. Christine ye­
rinden fırlamamak için kendini tutarak tırnaklarını sandalye­
nin ahşap kollarına geçirdi. Stefan haklıydı, kendini tutmak
zorundaydı. Yoksa Amerikalılar ona asla inanmayacaktı.
Stefan yaklaşıp Christine’in önüne diz çöktü. Yüzünde sah­
te bir nezaket vardı. “Geçen gün kilisede yaptığın gösteriden
sonra ne olacağını düşünüyordun? Sana bunun bedelini ödeti­
rim demiştim.”
“Sadece babamın nerede olduğunu söyle. Lütfen...”
“Bir düşüneyim... Galiba savaş suçlusu olarak sorgulanı­
yordu. Evet, evet öyle. Hatta birinin, başının büyük dertte ol­
duğunu söylediğini duydum.”
“Sorgulanıyor mu? Kim sorguluyor? Babam yanlış bir
şey yapmadı! Artık Amerikalılar başta! Sen ve SS arkadaş­
ların değil!”
Stefan ayağa kalktı ve subaya tekrar bir şeyler söyledi. Su­
bay, Christine’in sağlığından endişeleniyor gibi dudaklarını
birbirine bastırıp başını olumlu anlamda salladı. “Haklısın,”
dedi Stefan. “Artık Amerikalılar başta. SS’leri ve Wehrmacht
askerlerini aynı eskisi gibi Dachau’da hapsediyorlar.”
Christine yutkundu. “Dachau mu?”
“Evet. Ve sözümü dinlemediğin için babanı da oraya gön­
derdiler.”
“Ama onu orada tutmayacaklar değil mi?! Asker olduğunu
anlayıp bırakacaklar!” Christine Amerikalılara baktı. Adam­
lar, hastasına ölümcül hastalığını açıklayan bir doktoru dinler
gibi şaşkın bir halde onları izliyordu.
Stefan, kötü haberi verir gibi, başını iki yana sallarken
kendine olan güveni, gözlerinin çelik maviliği kadar aşikârdı.
“Eski üniformamın babanın üzerine tam oturduğunu söyleme­
yi unuttum mu? Hem de botlarıma kadar.” Stefan sakin bir
şekilde konuşmaya devam etmekte güçlük çekiyordu.
“Ama babam yanlış bir şey yapmadı! Dachau’ya gidip on­
lara gerçek savaş suçlusunun kim olduğunu söyleyeceğim!”
“Git de dene. Artık tüm Almanlar, masumiyetleri kanıtla­
nana kadar suçlular. Dachau’da kadınlar da var. Biraz şanslıy­
sam seni de hapsederler de kurtulurum. Unutma, artık güçlü
olan benim. Anneni ve küçük erkek kardeşlerini gizli bir odaya
ya da yeraltında bir mahzene kapatacağım. Amerikalılar onla­
rı bir daha asla bulamayacak. Burası hâlâ bizim toprağımız,
unuttun mu? Tüm bu eski köyler tünellerle dolu. Evler, ara
sokaklar labirentten başka bir şey değil. Bir sonraki kurbanım
oralarda çürüyüp gidecek. Aynı senin çürümen gerektiği gibi.”
Christine Stefan’a bakarken içinde büyüyen nefret göğsü­
nü sıkıştırıyordu.
Christine tekrar subaya baktı ve şansını bir kez daha dene­
mek isteyerek, “Jake?” dedi. Ama duyduğu Amerikan ismi kar­
şısında yüzü sertleşen subay Stefan’a dönüp bir şeyler söyledi.
“Artık buraya adamlarından birine zarar vermek için gel­
miş olabileceğini düşünüyor,” dedi Stefan. “Amerikan asker­
lerinin yetişkin Alman sivilleriyle arkadaşlık etmesi yasak. On
dört yaşından altmış beş yaşma kadar tüm Almanların çalış­
mak için isimlerini kaydettirmek zorunda olduğunu, aksi tak­
dirde hapse atılıp karnelerine el konulacağını bilip bilmediğini
soruyor.”
Christine başını aşağı yukarı sallayarak söylenenleri kabul
ediyor gibi yaptı. Hiçbir faydası yoktu, Amerikalılara derdini
asla anlatamayacaktı. Özellikle de Stefan buradayken. Subay
masasının arkasındaki rafta dizili konservelerden altı tane aldı
ve bez bir çuvala koyup Christine’e uzattı. Çuval aralarında
ölü bir hayvan gibi sallanırken, Christine titreyen bacaklarıyla
ayağa kalkıp alev saçan gözleriyle Stefan’a baktı.
“Nasıl yapacağım bilmiyorum, ama bunu sana ödeteceğim.”
Stefan kollarını Christine’e sarmak istediyse de Christine
onu tüm gücüyle itip yüzüne tükürdü. Çatık kaşlarla araları­
na giren subay, Christine’e odanın kapısını gösterdi. Ve asker
Christine’i kolundan tuttuğu gibi binadan çıkardı.
Asker onu hava üssü boyunca sürüklerken, elindeki çuvalı
sıkıca göğsüne bastıran Christine ne yapacağını bulmaya ça­
lışıyordu. Bir an belki yardım edebilir diye düşünerek göz-
ucuyla askere baktı. Adam sert yüzündeki kaşları kararlılıkla
çatmıştı.
“Helpl Yardım eder misin?” Asker onu duymazdan gelip
sürüklemeye devam etti. Christine durdu ve kolunu hızla çek­
ti. “Help\ Yardım et!” Bu sefer sesi daha sertti. Ama adam
kolunu kapıp onu tekrar öne doğru çekti.
Kampın yarısına geldiklerinde, Christine kontrol noktasın­
da iki cipin durduğunu gördü. Birinde iki, diğerinde üç asker
vardı. Christine gözlerini kısıp ciplerin içinde tanıdık bir yüz
bulmaya çalıştı ama çok uzaktaydılar. Üstelik gardiyanlarla
konuşan askerler, kasklı kafalarını diğer tarafa çevirmişlerdi.
Kısa bir süre sonra hava üssüne giren cipler giderek yaklaştı.
Ve Christine ikinci cipteki sarı saçları ve beyaz gülüşü hemen
tanıdı.
“Jake!” Kolunu askerden kurtarıp cipe yetişmeye çalışma­
sına rağmen o kadar hızlı koşamıyordu. Askerin onu omzun­
dan yakalayıp toprağa itmesi çok sürmedi. Göğsüne bir taş
gibi çarpan konserveler Christine’i nefessiz bıraktı. Christine
nefes almak için yutkunup kalkmaya çalışırken yanlarından
hızla geçen cipleri izliyordu. Asker onu yerden kaldırdı ve sa­
rarmış çimlerin üzerine bir çocuğun oyuncakları gibi saçılan
konserveleri geride bırakarak çıkışa doğru sürükledi. Chris­
tine adamın elinden kurtulmak için omzunu büküyordu, ama
asker bağırıp elini daha da sıktı. Christine kör tırnaklarının
koluna nasıl battığını hissedebiliyordu.
“Christine!” Christine, birinin arkasından bağırdığını duydu.
Arkasına döndü ve Jake’in elinde tüfeğiyle ona doğru koş­
tuğunu gördü. Alnı endişeyle kırışmıştı. Asker durup şaşkın
ve rahatsız bir ifadeyle yüzünü ekşiterek, Jake’in gelmesini
bekledi. Jake yanlarına vardığında askere bir şeyler söyledi.
Bir süre tartıştıktan sonra Jake gözlerini devirip elini cebine
soktu ve çıkardığı ikiye katlanmış, bir tutam yeşil kâğıttan iki
tanesini askere uzattı. Asker subayın binasına bakıp parayı
hızla cebine soktuktan sonra Christine’i kolundan tutup çatık
kaşlarla yürümeye devam etti. Jake, Christine’i diğer kolun­
dan tuttu ve birlikte güvenlik kontrol noktasına doğru hızlı
adımlarla ilerlediler. Taş yığınlarından oluşan küçük bir ek bi­
nanın enkazına yaklaştıklarında Jake, Christine’i taş yığınının
arkasına çekti ve gergin bir şekilde etrafına baktı. Asker ise
yürümeye devam etti. Jake bir şeyler söyledi, ama Christine
anlamadı. Ve kimsenin onları izlemediğinden emin olduğun­
da, ilk defa tren istasyonunda söylediği Almanca kelimeleri
tekrar etti. “Yardım edebilir miyim?”
---------

adınlar, çocuklar, yaşlı ve yaralı adamlarla dolu gıcır­


K dayan tren, sarsılarak durdu. Çığlıklar atan tekerlekler
işkence görerek öten devasa bir hayvanın haykırışlarını an­
dırıyordu. Christine, göğüs kafesinde atan kalbi ve uyuşmuş
boynuyla aniden yerinden sıçradı. Sonra bir yolcu treninde
cam kenarı bir koltukta oturduğunu hatırladı. Sadece normal
bir trendeydi, o kadar.
Diğer yolcular, bilinmedik bir yerde yine neden durduk­
larını merak ederek camdan dışarı bakıyordu. Gecikmenin
sebebini anlayamasalar da trenin her beklenmedik duruşu
yolcularda istem dışı bir tepkiye neden oluyordu. Her durak­
samada, tıka basa dolu vagonlarda gecikme sebebi hakkındaki
söylentiler yayılıyordu. İlkinde raylarda arızalı bir tank olduğu
söylendi. Sonrasında, bir grup mülteci yine arızalı vagonlarıyla
raylardaydı. Rayların onarılması gerektiğini söyleyen de vardı,
kömürün bittiğini söyleyen de. Yolcuların hangisinin doğru
olduğunu bilme imkânları yoktu. Son duraksama ise en uzun
olanıydı, iki Amerikalı asker tüfekleriyle vagona girmiş ve bi­
rini arar gibi her yüzü tek tek inceleyerek içeride gezinmişti.
Şanslarına problemler her seferinde çözüldü ve tren tekrar ha­
rekete geçti. Ama kimse yolculuğun bu kadar uzun süreceğini
tahmin etmemişti.
Christine iki gün önce istasyonda beklerken, yanan kömü­
rün sıcak kokusu, kara lokomotif ve titreyen vagonlar yüzün­
den çığlık atarak oradan kaçmak istedi. Tüm gücünü toplayıp
merdivenleri çıktı ve başparmağını bileğine bastırarak kala­
balık vagonda kendine bir koltuk buldu. Yer bulabildiği için
kendine şanslı olduğunu hatırlatmaya çalıştı, çünkü içeri giren
yolcuların ardı arkası kesilmezken koridor insanlar, kutular ve
bavullarla dolup taşıyordu. Ta ki yürüyecek ya da hareket ede­
cek yer kalmayana kadar. Christine kendini şanslı sayamıyor,
aksine dar bir alana sıkışmış gibi hissediyordu. O an tek iste­
diği şey trenden aşağı inip eve koşmaktı.
Doğuya giden tren için tam üç gün beklemişti. Görünüşe
bakılırsa tüm Almanya da bu trenin yollarını gözlüyordu. Va­
gonlar yavaşça hareket etmeye başladığında, hâlâ platformda
sırada bekleyen bir sürü insan vardı. Çaresiz gözlerle etrafa
bakıyorlar, tren kalkmadan içeri girebilmek için birbirlerini
dirsekliyorlardı. Yolculara yalvaran çocuklar ellerindeki son
ekmek kabuklarım uzatıyor, kadınlar önceden kıyafetlerinin
içine gizledikleri kolye ve küpeleri çıkarıyordu. Hepsi tren­
deki son yer içindi. Bir kadın raylar boyunca koşup bebeğini
trendeki bir yolcunun eline tutuşturdu, fakat kendi binemeden
beton yere kapaklandı. Ve yerde, çığlıklar içinde çocuğunun
gözden kayboluşunu izledi.
Tren tam olarak yola çıktığında penceresinden Kocher
Nehri Vadisi’nin yeşil kahverengi örtüsünü izleyen Christine,
bir süredir nefes almadığını fark etti. Her mil, bombalanmış
kasabalar ve harabeye dönmüş şehirlerle dolu kırlığın peri­
şanlığını gözler önüne seriyordu. İs kaplı halılar ve yıpranmış
battaniyelerden yapılmış çadır şehirlerde yaşayan insanlar,
açık alanda yaktıkları ateşlerde yemek pişiriyor, nehirlerde
yıkanıyordu. Christine bu manzaraya daha fazla dayanamadı.
Dışarı bakmak yerine babasını nasıl kurtaracağını ve Stefan’ı
Amerikalılara nasıl tutuklatacağını bulmaya çalıştı. Nihayet
uyuşan beyni, yavaşça uykuya dalmasına izin verdi. Her ço­
cuk ağlaması ya da öksürükte yerinden sıçrıyor, kalbi tutsak­
larla birlikte pis bir yük vagonunda olmadığını fark edene dek
yerinden çıkacakmış gibi çarpıyordu.
Tren kısa bir duraksamadan sonra tekrar hareket etmeye
başladı. Christine annesinin çantasını kucağında sıkı sıkı tu­
tuyordu. Jake’in verdiği on dolarla aldığı tren biletleri, baba­
sının mektupları, kimliği ve askerlik cüzdanı, hepsi çantanın
içindeydi.
Dışarıda yağan yağmur oldukça şiddetliydi. Kahverengi
ve yeşil tonlarındaki ağaç ve elektrik direkleri, yağmur dam­
lalarının düştüğü pencereden net bir şekilde görünmüyordu.
Christine gözlerini kapadığında annesinin al yanaklarını ha­
tırladı. Babasının, parçalanmış bir hediye gibi, kahverengi
bir sicimle tutturduğu ucu kıvrık, sevgi dolu mektubunu al­
dığında yanakları nasıl da hemen ıslanmıştı. Sonra babasının
hapse atıldığını öğrendiğinde, annesinin gözlerinde gördüğü
korkuyu hatırladı. Çatallaşan sesiyle neden diye bağırmış,
Amerikalıların onu ne için tutukladığını sormuştu. Annesinin
yüzündeki çaresizlik ve şaşkınlık, Christine’in anılarının ara­
sına kazınmıştı.
“Benim hatam!” Ağzından çıkan kelimeler Christine’in
boğazını acıtıyordu. “Stefan bunu benim yüzümden yaptı!”
Annesi onunla gelmek için yalvarsa da Christine annesine bü­
yükanne ve çocukların yanında kalması için ısrar etti. “Hem
o korkunç yeri görmemelisin. Gidip babamı getireceğime söz
veriyorum.”
Ayrıca annesine çocukları işe göndermemesini, bir gözü­
nün sürekli Stefan’da olmasını ve biri sorarsa onun hasta yat­
tığını söylemesini tembih etti. Çünkü Stefan onun Dachau’ya
gittiğini öğrenirse her şeyi yapabilirdi. Tren biletini nasıl ala­
cağı hakkında bir fikri yoktu. Ama şansına Jake, tren ve para
kelimelerini anlamıştı. Hava üssünde Jake’le enkaz yığınının
arkasındayken ona komutanının bir SS’e güvendiğini anlatma­
ya çalışmış, ama dil aralarına yine büyük bir engel koymuştu.
Kıymetli vaktini boşuna harcıyordu. Bir an önce Dachau’ya,
babasına gitmesi lazımdı. Eğer Dachau savaş suçlularının ka­
patıldığı bir yer olarak kullanılıyorsa, orada Almanca konu­
şan biri mutlaka olmalıydı. Belki o, anlatacaklarını dinlerdi.
Sonunda Jake, ihtiyacı olan parayı sorgusuz sualsiz vermişti,
ama gözlerinde, bir daha Christine’i göremeyecekmiş gibi,
büyük bir hüzün vardı.
Tren camlarından, kalabalık istasyonun uzun tuğla binası,
kiremitli çatılar ve yüzeyi çukurlarla kaplı alçılar görünüyor­
du. Christine yanında oturan yaşlı kadına sorduğu için trenin
Dachau’nun bir köyünde duracağını ve yolun geri kalanını
yürümek zorunda kalacağını biliyordu. Yaşlı kadın savaş esir­
lerinin kampta tutulduğunu doğrulamış ve ona Amerikalıların
sivilleri uzaklaştırdığını söylemişti. Özellikle de tutsaklara ye­
mek vermeyi deniyorlarsa... Trendeki yolcular aşağı indiğinde
yaşlı kadın boğumlu elini Christine’in koluna koydu ve kala­
balığın arasına karışmadan önce ona şans diledi.
İstasyonun diğer tarafında, Christine kamına saplanan san­
cıyla olduğu yerde kaldı. Yol, karşıdan karşıya geçen sıra sıra
atlar, arabalar ve insanlarla dolup taşıyordu. Bunlar mülteci­
lerdi. Yani asırlardır Polonya, Çekoslovakya ve Macaristan’da
yaşayan ve müttefikler tarafından sınır dışı edilen milyonlarca
etnik Almanın sadece bir kısmı. Ve bu insanların tek suçu Al­
man olmalarıydı. Şimdi Almanya’dan geriye kalan bu enkaz­
da kendilerine yeni bir ev bulmaya çalışıyorlardı. Kafile, ağır-
kanlı bir yılan gibi batıya doğm yavaşça ilerliyor, asık suratlı
kadınlar, iskelete dönmüş çocuklar ve yaşlılar ağır adımlarla
yürüyordu. Kiminin kolunda beyaz kol bantları vardı. Çoğu,
başı önde, arkalarından gelen eşya yüklü at, bebek ya da el
arabasını çekmeye çalışıyordu. Yere sürülen ayaklar, yağlan­
mamış dingil ve tahta tekerleklerden gelen gıcırtılar dışın­
da çıt çıkmıyordu. Çocukların bile ağzını bıçak açmıyordu.
Sürgün edilen Almanlar arkalarındaki toprak yolda kirli izler
bırakıyordu: Kırık çömlek parçaları, teki kayıp ayakkabılar,
çocukların kayıp bavullarından dökülen eski eşyalar, at araba­
larının parçalanmış tahta teker parmakları, şişmiş at ölüleri...
Christine’in kulaklarında babasının söylediği söz yankılandı.
Savaş herkesi mağdur eder.
Christine dişlerini sıkıp kafileye katıldı. At arabaları ve
tankların bıraktığı izlerle bozulan dar, tek yönlü yol çamur ve
gübre içindeydi. Ağaçların üzerini, etrafta dolanan ruhlar gibi
saran sisi görmezden gelerek dosdoğru ileri baktı. Başka bir
kasabada olduğunu düşündü, yeşil tarlaları çevreleyen kara
ormanlardan, Isaac’in öldürüldüğü yerden çok çok uzaktaydı.
Kollarını kamına sardı ve bir an görünmez olmayı dileyip ya­
nında yürüyen mültecileri yok saymaya çalıştı.
Gördüklerine rağmen tıkış tıkış trende geçirdiği uzun gün­
ler ve gecelerden sonra tekrar yürüyebildiği için mutluydu.
Şansına yağmur da durmuştu. Ama kamı açlıktan gurulduyor,
dudakları susuzluktan kuruyordu. Mantosunun içine sakladığı
ekmek ve erikler babası içindi. Zaten onları yemeye niyetlen­
miş olsa bile yiyeceklerini yanında yürüyen insanların önünde
çıkaracak cesareti yoktu. Aslında ekmek ve erikler, annesinin
Christine’e trende yemesi için hazırladığı yolluğun arasın­
daydı. Dietrich bir savaş esiri olduğu için Amerikalıların ona
iyi baktığını ve kamını doyurduğunu düşünmüşlerdi. Ancak
Christine yaşlı kadınla konuştuktan sonra yanında getirdikle­
rinin sadece yansını yiyip geri kalanını babasına ayırmaya ka­
rar verdi. Eğer yaşlı kadının söyledikleri doğruysa, Kızılhaç’ın
kampı denetleme izni yoktu. Yiyecek stokları Dachau siville­
rinden alınıyordu. Amerikan ordusu halka, Alman tutsaklarını
doyurmanın cezasının ölüm olduğunu söylemişti. Ve tutsaklar
açlıktan ölüme mahkûm ediliyordu. Babası besine, onun duy­
duğundan daha çok ihtiyaç duyuyor olmalıydı. Öte yandan aç­
lıktan ağlayan mülteci çocuklarının her sızlanışı Christine’in
kalbinde derin bir yara bırakıyordu.
Köyün civarına geldiklerinde Christine kalabalık yoldan
ayrıldı ve toprak bir patikadan geçerek çiftçilerin tarlalarına
doğru yürüdü. Sonra sağa dönüp asfalt bir yola girdi. Yolda,
o tabelayı gördü. Dachau Toplama Kampı. Christine tabelaya
bakarken güçlükle nefes alıyor, başparmağının tırnağını tüm
gücüyle bileğine batırıyordu.
Dudağını ısırdı ve zor da olsa yürümeye başladı. Her adım­
da bir durup nefes alıyor, dengesini toparlıyordu. Önündeki
ıslak asfalt ve gri gökyüzü sersemleticiydi. Gözetleme kulele­
rini ve dikenli tel örgüleri gördüğünde gözlerini yoldan ayır­
mamaya çalışarak, geniş sapağa gelene dek adımlarına devam
etti. Sapağa vardığında kendini toparladı ve başını kaldırdı. îki
tarafı uzun, yemyeşil ağaçların sıralandığı uzun araç yolunun
sonunda Dachau’nun ana girişi vardı. Geniş kapısı ve kulesiy­
le mezar taşı renginde büyük, beton bir bina...
Kamp, girişin üzerindeki büyük kartal ve svastika hariç,
hiç değişmemişti. Christine midesinde bir bulantı hissetti. Gi­
rişin iki yanını büyük tank ve cipler kaplamıştı. Kapalı kapının
önünde, omuzlarında tüfekleri ağızlarında sigaralarıyla, ileri
geri yürüyen iki asker vardı. Christine derin bir nefes aldı ve
onlara doğru yürümeye başladı. Islak amavutkaldırımları bo­
yunca uzanan tren raylarından yürürken, sadece rayların üze­
rine basmak bile onu geçmişe götürebilirmiş gibi geliyordu.
Christine’i gören gardiyanlar sigaralarını yere atıp omuz­
larındaki tüfeğe davranarak hızla önünü kestiler. İçlerinden,
siyah gözlü ve çukur yanaklı olanı, elini kaldırdı. “Stop! Dur!”
Asker Almanca devam etti. “Arkanı dön ve geldiğin yere git!”
Telaffuzu kabaydı, ağzından çıkan kelimeler eski Almancayla
başka bir dilin karışımı gibiydi. Belki Hollandaca ya da Nor-
veççe. Ama en azından birbirlerini anlayabileceklerdi.
“Lütfen,” dedi Christine. “Yardıma ihtiyacım var.”
Askerler, Christine’in yalvarışları karşısında istiflerini
bozmadan duruyordu. “Burada bulunman yasak,” dedi uzun
boylu olanı. “Geldiğin yere dön.”
“Ama yardımınıza ihtiyacım var. Çok uzun bir yoldan
geldim.”
“Burası bir Amerikan Üssü. Sadece Amerikan ordusu içeri
girebilir.”
Kasvetli gözlerle onu izleyen diğer askerin yüzünü oku­
mak mümkün değildi.
Christine askere ve gencecik yüzünde parça parça çıkan sa­
kalına baktı. Bir çocuğunkini andıran mavi gözlerinin altında
gri, mor halkalar vardı. Christine ona bakıp gülümsemeye ça­
lıştı. Genç adam çok yorgun görünüyordu, sanki görmek iste­
mediği çok şeye şahit olmuş gibiydi. Christine bu görünüşün,
adamın daha şefkatli biri olmasından kaynaklandığını umdu.
Ne söylediğini anlamasa bile... İki eliyle çantasının köşesini
tutup karar vermeye çalıştı. Doğruyu söylemeli miydi, yoksa
daha yetkili biriyle konuşabilene kadar beklemeli miydi?
“Buraya bir yanlışlık sonucu getirilen birini arıyorum.”
Uzun boylu asker gözlerini devirip burnunu çekti. “Evet.
Tüm Almanlar böyle söylüyor.”
“Ama ben doğruyu söylüyorum. Babam. Aynı sizin gibi sı­
radan bir asker. Yalnızca sorumlu biriyle konuşmama izin ver­
seniz...” Christine elini çantasına soktu ve el yordamıyla ba­
basının askerlik cüzdanını aradı. “İşte, size kanıtlayabilirim.”
Ama adam hızlı davranıp tüfeğini ona doğrulttu. “Dur!”
Yüzünü öfke ve korkuyla buruşturmuştu. “Çantanı bırak ve
ellerini havaya kaldır!”
Christine askerin emrine uyarken kalbi göğüs kafesinde
atıyordu. Adam çantayı alıp karıştırırken tüfeğini ona doğru
tutmaya devam etti. Çantadaki Alman marklarını gördüğün­
deyse Christine’e, geldiğinden beri ilk defa şüpheli gözlerle
baktı.
Christine hızla ne diyeceğini düşündü.
“O paraları Amerikalı erkek arkadaşım verdi. Tren bileti­
min üstü. O da bir asker. Adı Jake.”
Adam hâlâ Christine’i inceliyordu. “Hangi bölük?”
“Bil... Bilmiyorum.”
“Seni diğer kadınların yanma atsak iyi olacak. Belki
SSTerin neslini devam ettireceksindir. Buraya erkek arkada­
şını darağacından kurtarmaya gelmiş olabilirsin. Belki evde
beş tane küçük Nazin vardır ve sen babalarını kurtarmaya ça-
lışıyorsundur.”
“Hayır!” dedi Christine, başını iki yana sallayarak. “Kimlik­
teki adam benim babam. Buraya babamı kurtarmak için geldim.”
Genç asker babasının askerlik cüzdanına baktıktan sonra
alnını kırıştırdı ve dönüp diğer askere bir şeyler söyledi.
Uzun boylu asker tekrar Christine’e bakıp kaşlarını çattı.
“Nazi Partisi’nden mi?”
“Hayır hayır.” Christine’in elleri hâlâ havadaydı. Korku­
dan hareket edemiyordu.
“Yalan söylüyorsun!”
“Lütfen,” dedi Christine yalvaran bir ses tonuyla. “Doğru­
yu söylüyorum. Size bir şey göstereceğim.” Ellerini indirme­
den yavaşça yaklaştı ve kazağının kolunu sıyırdı. “Bakın ben
de burada bir tutsaktım, gördünüz mü?”
Genç asker, Christine’in dövmeli bileğine baktıktan sonra
bakışlarını utanmış gibi yere indirdi. Ve tekrar arkadaşına dö­
nüp bir şeyler söyledi.
“İçeri girmene izin vereceğiz. İçeride bir çözüm bulabilir­
ler.” Uzun boylu asker tüfeğini Christine’e doğru tutarak yana
çekildi. Genç asker kapıyı açtı ve Christine’in içeri girmesine
izin verdi. İçeride bekleyen başka bir asker daha vardı. Genç
olan, içerideki askere bir şeyler söyledikten sonra Christine’e
çantasını uzatıp hızlı bir şekilde başını salladı. Christine min­
netini göstermek için güçsüz bir şekilde gülümsedikten sonra
kapıda bekleyen asker tüfeğini kaldırdı ve Christine’i gözu-
cuyla izleyerek kampa soktu.
Christine yutkundu ve elini çalkalanan midesinin üzerine
koydu. Krematoryum ateşinin kötü kokusu hâlâ burnunda,
gardiyan ve tutsakların bağırışları hâlâ kulaklarındaydı. Arka­
sını dönüp koşmamak için kendini zor tuttu. Uzakta göz ala­
bildiğince uzanan, dev tabutlara benzeyen, sıra sıra dizilmiş
kara barakaları gördü. Kollarını kamına sardı ve gaz odalarıy­
la krematoryumun yanından geçmek zorunda kalmaması için
dua ederek dimdik ileri baktı.
Çok şükür, hapishaneden ayrı bir bölümde bulunan eski SS
antrenman sahası ve gardiyan barakalarına doğru gidiyorlar­
dı. Tabii, bu sadece bir tahmindi, çünkü Christine daha önce
buralara hiç gelmemişti. Fakat büyük tuğla binanın köşesini
döndüklerinde Christine tek bir adım daha atamadı.
Tam önünde, uzun elektrikli çitler ve tel örgülerle çevri­
li çamur içinde bir alan vardı. Telli bölge, yine tel örgülerle
hayvan kafesleri gibi küçük bölmelere ayrılmıştı. ‘Kafesle­
rin’ içinde kir ve çamurda oturan, uyuyan ya da ayakta di­
kilen on binlerce adam vardı. Yağmurdan sırılsıklam olmuş,
titreyen adamların battaniyeleri ya da korunacak herhangi bir
şeyleri yoktu. Hatta bazıları botsuz ve ceketsizdi. Çoğu hâlâ
üniformalarından kalan paçavraları giyiyordu. Hepsinin üze­
rinde Hitler’in savaş makinesi bölük ve rütbelerinin giydiği
o renklerden vardı; siyah, gri pantolonlar ve yeşil ceketler...
Christine adamlardan bazılarının gözünün önünde öleceğini
sandı. Üşüdükleri ve ıslandıkları belli oluyordu. Hepsi peri­
şan bir haldeydi. Çitin yakınındaki iskelet adamlar titreyen
parmaklarını, dikkatli bir şekilde, elektrikli çitin altındaki kü­
çük boşluktan uzattı ve telin diğer tarafındaki çimleri koparıp
ağızlarına soktu. Birkaçı yemek ve su için yalvarıyordu.
Christine bir an sersemledi. Hissettiği sersemlik yüzünden
öyle sallanıyordu ki neredeyse dizlerinin üzerine düşecekti.
Aniden yaşadıklarının uzun bir rüya olduğunu sandı. İşte yine
Dachau’da tutsaktı. Elini kulağının arkasındaki yaraya götür­
dü. Uzayan yumuşak, ipeksi saçlar yerine diken diken saçlara
dokunacağından öyle emindi ki. Parmaklarına değen yumu­
şacık saçlar içini rahatlattı. Yine de emin olmak için parmak­
larına doladığı saç tutamını çekti. Kafatasında hissettiği acı
onu bir an olsun gördüğü manzaradan uzaklaştırdı. Ama acı
kısa bir süre sonra yok oldu ve onu yine karşısındaki binlerce
tutsakla baş başa bıraktı.
Christine babasını bulmak için kirli, umutsuz yüzleri tek
tek ararken aklından geçen tek bir soru vardı. Bu da nesi böy­
le, bunların hepsi SS mi?
Asker tüfeğini kaldırarak devam etmesi için Christine’e
bağırdı.
Büyük tuğla binanın yanında doğal taş ve geniş tahtalardan
yapılmış daha küçük bir bina vardı. Kapının üzerinde, kırmızı
bir çemberin ortasında büyük, beyaz bir A harfi bulunuyor­
du. Altında da Savaş Suçluları Şubesi, Yargı Hâkimi Bölümü,
Amerika Birleşik Devletleri Ordusu Üçüncü Kumanda Mer­
kezi yazıyordu. Aralık kapının dışında, çelimsiz Almanlardan
oluşan bir dizi tutuklu vardı. Christine sıska suratların hepsi­
ne tek tek baktı, ama hiçbiri tanıdık gelmedi. Tutsaklar içeri
alındığında yüzleri zorla duvara döndürüldü. Açlıktan ölen
tutsakların ve üst üste yığılan cesetlerin bulunduğu kamp fo­
toğrafları tam göz hizalarındaydı.
Asker, Christine’i sıra sıra hücrelerin bulunduğu uzun, ru­
tubetli bir koridora soktu. Hücre kapıları fotoğraf çekip notlar
alan gazeteciler için açık bırakılmış gibiydi. Her yerde Ame­
rikan askerleri vardı. Hücrelerinde kir ve kan içinde kıvrılan
Alman tutuklular ise inim inim inliyordu. Christine her hüc­
renin önünde elinden geldiğince çok durup içeride sorgulanan
kişinin babası olup olmadığını görmeye çalıştı. Ama gördüğü
buruşmuş suratları teşhis etmek imkânsızdı.
Koridorun sonunda, asker tek elini kaldırarak Christine’e,
başka bir askerin nöbet tuttuğu kapıda beklemesini işaret etti.
İlk asker gittikten sonra yağlı saçlı, gömleksiz bir adam hüc­
re kapısından fırladı ve Christine’in ayaklarının dibine düştü.
Christine korkudan çantasını göğsüne yapıştırıp sırtını kapıya
dayarken adam yerden kalkmaya çalışıyordu. Nihayet kalka-
bildiğinde, titreyerek duvardan destek aldı ve vurulmayı bek­
ler gibi ellerini havaya kaldırdı. Ayağında siyah, uzun botları,
üzerinde eski, yırtık bir siyah pantolon vardı. Christine tanıma
ihtimalini düşünerek adamın yüzüne baktı ama onu daha önce
hiç görmemişti. Başını çevirdiğinde, başka bir hücrenin içini
direkt görebildiğini fark etti. İçerideki subay sorgusunu henüz
bitirmişti.
“Kalk!” diye bağırdı subay Almanca. “Ayağa kalk!”
Hücredeki adam yere saçılan kanın içinde yatıyordu. Düğ­
meleri açılan yeşil ceketinin üzeri koyu lekeler içinde kalmış­
tı. Kalkmaya çalışarak taburenin köşesine tutundu. İkinci de­
nemesinden sonra ayağa kalkmayı başardı ve el yordamıyla
subaya uzanmaya çalışarak inledi.
“Neden işimi bitirmiyorsun?”
Asker onu itip hücrenin kapısını sertçe kapadı.
Kapının nihayet açılmasıyla birlikte Christine içeri alındı.
Christine odaya girerken midesi çalkalanıyor, bacakları tit­
riyordu. Bir asker çantasını alıp içini yere boşaltırken başka
bir asker ellerini kaldırtıp Christine’i, göğüslerinin altı ve ba­
caklarının içi olmak üzere, baştan ayağa aradı. Üzerinde AL­
BAY HENSLEY yazan bir isim levhasının bulunduğu metal
bir masanın arkasında gri saçlı bir albay oturuyordu. Kırış­
mış yüzündeki siyah çerçeveli gözlüğüyle önünde dağ olmuş
belgelere göz gezdiren albay, başını kaldırmadan Christine’in
anlamadığı bir şeyler söyledi.
“Babamı anyonun,” dedi Christine. Albayın Almanca biliyor
olması için içten içe dua ederken sesinin titremesine engel ol­
maya çalışıyordu. “Buraya büyük bir yanlışlık sonucu getirildi.”
Albay Hensley, elinde bir kâğıtla başını kaldırdı.
Christine’in üzerini arayan asker, albaya bir şeyler söyle­
dikten sonra Christine’in kollannı indirip onu öne iteledi.
Albay, Christine’in gözlerine baktı. “İngilizce?”
Christine üzülerek başını iki yana salladı. Kimsenin Al­
manca bilmediği bir yerde derdini nasıl anlatacaktı? Giriş ka­
pısına dönüp Almanca konuşan gardiyanı getirmek istedi, ama
bu imkânsızdı. “Father,” dedi yüksek ve sert bir ses tonuyla.
“No Nazi.”
Subay Hensley elindeki kâğıdı masaya bırakıp sandalyesi­
ne yaslandı. Christine çantasından dökülen eşyalara doğru yö­
nelirken kaşlarını kaldırarak albaya baktı. “Jal Tamam mı?”
Albay başını aşağı yukarı salladı.
Christine dizlerinin üzerine çöküp eşyalarını topladıktan
sonra babasının askerlik cüzdanını Albay Hensley’e uzattı.
Albay, cüzdanın sayfalarında göz gezdirirken Christine’in
uzattığı kenarı kıvrık mektup yığını karşısında başını iki yana
salladı.
Christine, titreyen parmaklarıyla sıkı düğümü çözmeye
çalışarak mektupları saran kahverengi sicimi kopardı. “Size
birini okuyayım,” dedi yalvaran bir ses tonuyla. Albayın onu
anlamayacağını biliyordu, ama belki sesindeki çaresizliği fark
ederdi. “Babamın ailesine kavuşmak için dua eden sıradan bir
asker olduğunu göreceksiniz.”
Albay Hensley babasının askerlik cüzdanını masanın üze­
rine fırlattığında Christine’in yüreğini bir korku sardı. Kendini
dinletmek için bir şey yapmak zorundaydı. Hemen kazağının
kolunu sıyırıp albaya gösterdi. Adam oturduğu yerden öne
doğru uzanıp Christine’in bileğine baktı ve bir iç çekerek ba­
şını iki yana salladı. Sonra not defterinden bir kâğıt koparıp
dövmede yazan rakamları not aldı.
“Name? İsim?” diyen albay, ona bir kalem uzattı. Chris­
tine albayın ona uzattığı kalemi alıp rakamların altına adını
yazdı. Ardından albay askerlerden birine bir şey söyledi ve
asker Christine’i kolundan tutup odadan çıkardı.
Otu&^C/tına/(j&a/imv

-------ggSld

hristine pis kokulu, beton duvarlı bir odada bekliyordu.


C Tavandan zincirle sarkan tozlu tek ampulün etrafında do­
lanan üç, iri karasinek vardı. Christine boş odanın diğer ucun­
daki geniş kollu, kalın bacaklı ahşap sandalyenin köşesine
oturdu. Sandalyenin üzerindeki lekeli kayışların el ve ayak bi­
leklerini bağlamak için olduğu belliydi. Asker onu içeri kilit­
lediğinde kilit sesi odada, bir silah patlaması gibi yankılandı.
Christine çelik kapıya bakıp sonunun diğer kadınlar gibi olup
olmayacağını merak ederken kalbi ağzında atıyor, dizleri tir
tir titriyordu. Başparmağının tırnağını bileğine batırdı. Tekrar
Dachau’da hapsolmanın onu delirteceğinden çok emindi.
Belki bu Stefan’ın planıydı. Belki babasını kaçırmak, tüm
planın bir parçasıydı. Sonuçta Amerikalıların Dachau’da ka­
dınları hapsettiğini söylememiş miydi? Onu hapsetmeleri
Stefan’ın ondan kurtulması için çok kolay bir yol olacaktı.
Hem de ellerini kirletmeden...
Christine, Amerikalıların bir tercüman getiriyor olmasını
umuyordu. Babasının en sağlam kanıtlar içeren mektuplarını
bulmaya çalışarak Rus Cephesi hakkında yazdığı paragraflar
için kirlenmiş yazıları taradı. Taş duvarların ardından sürekli
gelen bastırılmış bağırışlar okyanus derinliklerinden gelir gibi
belirsizdi. Bağırışları, acıyla haykıran adamların çığlıkları ta­
kip etti. Christine tüm çığlıkları yok saymaya çalıştı ve tekrar
babasının yazdığı kelimelere odaklandı.
Hangi cümlenin daha çok yardımcı olabileceğine karar
verdikten sonra mektubu sandalyeye bırakıp ayağa kalktı. Bir
saatten çok olduğuna emindi. Neler oluyordu? Yerdeki kan le­
kelerini görmezden gelip odada yürümeye başladı. Ölümün ve
kanın kokusu duyulmayacak gibi değildi. Bu küçük alanda ne
kadar kalırsa kötü koku o kadar güçleniyordu. Bu odada ne tür
berbat şeyler yapılıyordu böyle?
Christine’in aklından bir sürü soru geçiyordu. Amerikalılar
kamp kayıtlarında adımı arıyor olabilir mi? Belki de kadınları
sorgulayan adamı çağırıyorlardır. Çığlık atan bir sonraki kişi
o mu olacaktı? Burada gerçekten neler yaşanıyordu? Amerika­
lıların suçluların cezasını vermek için farklı yolları olmalıydı.
Boğazı tekrar düğüm düğüm olurken kendi kendine savaşın
bittiğini hatırlattı. Ama niye hâlâ bitmemiş gibi hissediyorum?
Sonra birden aklına Isaac geldi. Fakat gözlerinin önüne
gelen sahnedeki adam, onu en son gördüğündeki gibi umut­
suz ve çelimsiz değildi. Gün ışığının altında al yanaklarıyla
gülümsüyor, düşen meşe yaprakları uçuşurken kahkahalar atı­
yordu. Christine bu resmi düşünerek kendini sakinleştirmeye
çalıştı, ama aklındaki resim beyninin karanlık köşelerinden
fırlayıp gelen gözetleme kuleleri ve elektrikli tel örgülerin
görüntüleriyle sürekli bölünüyor ya da siliniyordu. Isaac ha­
yatta olsaydı her şey nasıl da farklı olurdu. Belki Stefan’ı ih­
bar etmesi için ona bir yol da bulurdu. Sonra kendine tekrar
hatırlattı. Isaac öldü, Christine. Sonsuza dek gitti. Ve bir daha
asla, ama asla dönmeyecek.
Nihayet kilit döndü. Christine titreyen ellerini kamına bas­
tırıp ayağa sıçradı. Bir asker eşliğinde içeri giren babasının
şaşkın ve rahatlamış yüzünü görmek için dua etti. Ama kar­
şısında sivil bir adam duruyordu. Adam koltuk altındaki def­
terle, içeri girmesine izin verdiği için askere başını sallayarak
teşekkür ettikten sonra kulağının arkasındaki kalemi çıkarıp
Christine’e doğru yürüdü. Zayıf yüzünde sakallar çıkmış, üze­
rine koyu saçlarıyla aynı tonda eski bir deri ceket giymişti.
Christine gözlerini kapatıp tekrar açtı. Gördüğü şeye inana-
mıyordu. Çok korktuğu için aklı ona oyunlar oynuyor olma­
lıydı. Ama hâlâ karşısındaydı. Adam, olduğu yerde durdu ve
çocuksu bir şaşkınlıkla parlayan gözlerini Christine’inkilere
kilitledi. Ne yapacağını bilemeyerek geri geri yürüyen Chris­
tine, arkasındaki sandalyeye çarptığında, elindeki mektuplar
kir içindeki yere saçıldı.
“Christine?”
O an Christine’in dizleri daha fazla dayanamadı. Bu sesi
tanımamasına imkân yoktu. O aksan, o derinlik, adını söyle­
yişi... Christine sallanarak, yavaşça yere çömeldi. Adam onu
dirseğinden tutup sandalyeye götürdü ve Christine el yorda­
mıyla aradığı sandalyenin üzerine kendini yavaşça bıraktı.
“Yaşıyor musun...” Boğuk sesi bir fısıltıdan ibaretti.
Isaac dizlerinin üzerine oturdu ve o koyu, tanıdık gözleriy­
le Christine’in gözlerine baktı. Aklı başından giden Christine,
kendini geri çekti. Maria’nm kaybının verdiği acı, babasının
kaçırılması ve Dachau’ya dönüşü yüzünden halüsinasyon gö­
rüyor olmalıydı. Elini uzatsa elinin Isaac’in içinden geçece­
ğine çok emindi. Sonunda delirdim diye düşünürken, hayali
yumuşak bir sesle tekrar konuştu.
“Benim Christine.” Isaac yüzüne dokundu, ama Christine
yanağını okşayan elin sıcaklığını ve yumuşaklığını hissede-
meyecek kadar şoktaydı. “Burada ne yapıyorsun?”
“Ama seni vurdular! Askerler seni ormana götürdü ve vur­
du! Kulaklarımla duydum! Ormandan dönmedin!”
“Evet, vuruldum. Ama ölmedim.”
“Bu nasıl olabilir?!” Christine gözyaşlarını tutamadı. “Se­
nin için yas tuttum! Milyonlarca gözyaşı döktüm. Bunca za­
man, bunca hafta... Öldüğünü sandım!”
“Biliyorum.” Isaac’in sesi acı içindeydi. “Çok... çok özür
dilerim.”
Christine ellerini yüzüne bastırdı ve tüm bunlara mantıklı
bir açıklama getirmeye çalışarak normal bir şekilde nefes al­
mayı denedi. Ve Isaac’e tekrar baktı.
“Bunca zamandır neredeydin?” Sesindeki öfkeye kendi de
şaşırmıştı. “Burada ne işin var?”
“Ormanda saklanıyordum. Beş kişiydik. Etrafın güvenli
olmasını bekliyorduk. Dachau’da Amerikan bayrağının yük­
seldiğini görünce sevdiklerimizin yaşayıp yaşamadığını öğ­
renmek için ormandan çıktık.”
“Neden eve gelmedin? Niye bana gelmedin?”
“Denedim, ama Amerikalıların gardiyanları ve subayları
teşhis etmeleri için yardıma ihtiyaçları vardı. Tercümanlara da.
Tekliflerini kabul ettim, çünkü eve dönmek için başka çarem
yoktu. Yargı işlemleri bittikten sonra beni istediğim yere götü­
receklerini söylediler. Cebime para koyup üzerime yeni kıyafet
de verecekler. Kabul etmemin bir sebebi de babamı vuran gar­
diyanı bulmak istememdi.
İdrak ettiği gerçekle birlikte Christine’in kalp atışları nor­
male dönmeye başladı ve Isaac’in yüzüne dokunmak için
uzandı. “Buna inanamıyorum... Seni sonsuza kadar kaybet­
tiğimi sandım.” Isaac gözlerini kapattı, Christine’in elini tu­
tup dudaklarına götürdü ve teninin kokusunu, tadına varır gibi
derin bir nefesle içine çekti. Yumuşak, sevgi dolu gözleriyle
Christine’e bakarken parmaklarını öptü. Ve sonunda hafif bir
inilti çıkararak onu kollarının arasına çekti.
“Seni öyle özledim ki...” Isaac’in sesi yanağından süzü­
len yaşlar yüzünden titriyordu. Christine’i göğsüne bastırıp
yüzünü boynuna gömdü. Christine, Isaac’in sıcacık nefesini
boynunda hissederken gözlerini yumdu. Ağzı tam çenesinin
yanında, dudakları sıcak teninin üzerindeydi. Gözlerini açıp
her şeyin bir hayal olduğunu fark etmekten korkarak bede­
nini Isaac’inkine bastırdı. Öyle bastırmıştı ki kalp atışlarını
kalbinin üzerinde hissedebiliyordu. Isaac onu daha sıkı kav­
radı. Acı dolu, geçmek bilmeyen uzun haftalar Isaac’in güçlü
kollarının arasında nihayet eriyip yok olmuştu. Dudaklarında
aniden hissettiği sıcak dudaklar onu büyük bir iştahla öptü.
Birkaç muhteşem dakikadan sonra Isaac kendini geri çekti ve
yaşlarla parlayan gözleriyle Christine’e baktı.
“Tanrım...” Narince okşayan eli hâlâ Christine’in yanağın-
daydı. “Yaşıyor musun diye endişelenmekten neredeyse deli-
recektim. Kamp kayıtlarına bakmaya cesaret etmem günlerimi
aldı. Benim yüzümden ölmene dayanamazdım. Sensiz yaşa­
yamazdım, Christine. Numaranın yanında öldü yazısını gör­
mediğimde içim öyle rahatladı ki dizlerimin üzerine çöküp
ağlamaya başladım.”
“Bunca zamandır hayattaydın,” dedi Christine. “Bilmeli­
yim. Bir şekilde hissetmeliydim.”
“Artık beraberiz. Önemli olan tek şey de bu.” Isaac,
Christine’in dudağını tekrar öptü. Ama bu seferki ufak bir
öpücüktü. Ve gözleri tekrar nemlendi. “Annemle kız kardeşim
öldü.”
“Biliyorum. Çok üzgünüm...” Christine elini göğsüne
koydu. “Maria’yı da kaybettik.”
“Hayır...” Isaac onu daha sıkı sardı.
Christine gözlerini sildi ve başını kaldırıp Isaac’e baktı.
“Babanı vuran gardiyan ölmüş olabilir, biliyorsun değil mi?
Çünkü bazılarının öldüğünü gördüm. Bazıları tutsaklar tara­
fından dövülerek öldürüldü, bazılarını da Amerikalılar vurdu.”
“Biliyorum. Ama denemek zorundayım. Bu canavarların
cezalarını çekmeleri gerek. Özellikle de o herifin. Bunu aile­
me borçluyum. Sen neden buradasın? Hâlâ söylemedin.”
Christine geri çekildi ve babasının mektuplarının iki tane­
sini alıp titreyen elleriyle Isaac’e uzattı. “Seninle aynı sebep­
ten. Bir de babam kaçırıldığı için. Stefan ona SS üniforması
giydirip Amerikalılara ihbar etmiş. Sırf buraya getirilsin diye.
Babamı buradan çıkarmak zorundayım. Stefan’la ilgili söyle­
yeceklerimi dinleyecek birini bulmam lazım!”
Isaac mektuplara bakarken alnını kırıştırdı. “Anlayama­
dım, Christine. Stefan kim?”
“Kate’in nişanlısı. SS gardiyanı. Onu Dachau’ya gittiğimiz
ilk gün gördüm. Kimliğini saklıyor. Dachau’dan dönüp Ame­
rikalılarla çalışmaya başladı.”
“Kimliğinin sahte olduğuna dair bir kanıtın var mı?”
“Hayır. Ama Kate siyah üniforması olduğunu ağzından ka­
çırdı. Yakasında gümüş rengi kuru kafa ve çapraz kemikler de
varmış. Beni tehdit etti. Eğer gerçeği söylersem, sıra annemle
erkek kardeşlerime gelecekmiş. Dediğine göre, köyde sakla­
nan başka SS’ler de varmış.”
“O zaman Amerikalılar haklı. Bir sürü SS’in parti kartlarını
yakıp orduya karıştığını düşünüyorlar. Bazıları tutsak ünifor­
maları giyerek Dachau tutsaklarının yerine geçmeye bile ça­
lışmış. Waffen-SS’lerden oluşan koca bir alay, bu göreve zor­
la getirildiklerini iddia ediyorlar. Hepsi kırk yaşının altında.
Zorla göreve getirilmeden önce Dachau’da tutsak olduklarını
söylüyorlar. Bazıları siyasi suçtan, bazıları vatan hainliğinden
hapsedilmiş. Hatta bazıları önceden askermiş ve itaat etmeyip
savaşmayı reddettikleri için Dachau’ya gönderilmiş.”
Christine’in kafasında aniden canlanan korkunç şeyler
tüylerini diken diken etti. Sanki SS’ler kampı ele geçirecek
ve onları tekrar hapsedecekti. Titreyerek elini Isaac’in koluna
koydu. “Lütfen Isaac. Bana, Amerikalıların beni dinleyeceğini
söyle. Babama yardım edebileceğini söyle.”
“Tek yapabileceğimiz Albay Hensley ’ le konuşup beklemek.
Babana gelince, elimden gelen her şeyi yapacağım. Ama sana
karşı dürüst olmak zorundayım. Amerikalılar Wehrmacht’tan
olsun olmasın, Hitler için savaşanlara pek şefkat göstermiyor.
En son sadece Völkssturm’daki genç oğlanlarla yaşlı adamları
saldılar. Kim olduğuna ya da ne yaptığına bakmadan, binlerce
savaş esirini Fransız ve Ruslara gönderiyorlar. O adamlar bir
daha muhtemelen evlerine dönemeyecek. Şimdilik sadece ba­
banın başka bir ülkedeki çalışma kampına gönderilmesini en­
gelleyebilirim. Ama soruşturma bitene kadar burada kalmak
zorunda.”
Christine boğazının düğüm düğüm olduğunu hissetti.
“Hepsi benim suçum.”
“Ama ellerinde hiçbir şey yok değil mi? Babanın bir savaş
suçlusu olduğunu gösteren bir belge ya da şahit yok? Hem
iki kızının da tutsak edilmesi yardımcı olacaktır.” Isaac onu
tekrar kollarına alıp güçlü elleriyle sırtını okşadı. “Korkma.
Baban güçlü bir adam. Onu diğer adamların yanından çıkar­
maları için Albay Hensley’le konuşacağım.”
Christine başını kaldırıp Isaac’e baktı. “Sence kabul
eder mi?”
“Hiçbir şey için söz veremem ama denemeye değer. O gör­
düğün sorgulanan adamlar ve tel örgünün arkasındakiler savaş
esiri olarak görülmüyor. Başkan Eisenhower onları ‘silahsız
düşman askerleri’ olarak sınıflandırıyor. Bu yüzden Amerika­
lılar onlara istediklerini yapabiliyor. Barakalarda tutulan bir­
kaç savaş esiri var. Kim olduklarını ya da neden diğerlerinden
daha iyi muamele gördüklerini bilmiyorum,'ama SS’lerin eş­
leri, çocukları ve kız arkadaşları da orada tutuluyor. Tabii, ayrı
bir alanda. Gidecek başka yeri olmayan Dachau tutsakları da
orada. Bazıları sıradan barakalarda kalıyor, bazıları da benim
gibi gardiyan barakalarında. Hepsi düzenli olarak yemek yi­
yor ve tıbbi tedavi görüyor. Babanı savaş esirlerinin kaldığı
barakalara koydurtmaya çalışacağım.”
“Teşekkür ederim. Sen burada olmasan ne yapardım bil­
miyorum.”
Isaac’in öpücüğüyle Christine, kapıldığı düşünce ve his­
lerle birlikte eriyip yok olduğunu hissetti. İçindeki rahatlık ve
endişenin verdiği titremeyle Isaac’in yüzüne dokundu.
“Nasıl hayatta kalabildiğini hâlâ anlatmadın?”
Isaac hüzünlü gözlerle bakarak başını iki yana salladı.
“Duymak istemezsin.”
“Bilmek istiyorum. Bilmek zorundayım.”
“Ormanda bize bir hendek kazdırdılar. Sonra hendeğin
kenarında sıraya girmemizi emrettiler. Ardından bizi tek tek
vurmaya başladılar. Bir mermi kolumu sıyırdı. Vurulan adam­
larla birlikte çukura düştüm. Sıranın sonunda olduğum için
çok şanslıydım, böylece diğer adamların üzerine düşebildim.
Ölü rolü yapıp nefesimi tuttum. Beni öldürmemeleri için dua
ediyordum. Gardiyanlar aceleyle üzerimizi örtmeye başladı.
Galiba çok aceleleri vardı, çünkü adamakıllı toprak atama­
dılar. Üzerimde sadece birkaç santim toprak, ağaç dalları ve
çalı çırpı vardı. Gardiyanlar gittiğinde hemen mezardan çık­
tım. Hayatta kalan var mı diye toprağı kazdım. Dört kişi daha
yaşıyordu. Bilinçleri tam olarak yerinde değildi. Kanamaları
vardı, ama yaraları ölümcül değildi. Birlikte ormanın derinlik­
lerine koştuk. Bacaklarımız tutmayana kadar koşmaya devam
ettik. Dondurucu geçen geceden sonra yanmış bir çiftliğin
enkazından çaldığımız kerestelerle bir baraka inşa ettik. Ge­
celeri gizlice çıkıp elma ve yumurta çalıyor, dökülmüş mısır
başakları ya da toprak altındaki patatesler için tarlaları didik
didik arıyorduk.” Christine nutku tutulmuş bir halde Isaac’e
bakarken Isaac, Christine’in kısa saçlarını narin parmaklarıy­
la şakağından çekti. “Her gece toprak ve gökyüzü birbirine
karışıp zifiri, ağır bir karanlığa bürünüyordu. Sanki ölmemi
ya da vazgeçmemi bekliyorlardı. Sanki beni ezmek istiyorlar­
dı. Bana arkadaşlık eden tek şey sessiz aydı. Ama vazgeçme-
diysem senin hayalin sayesinde. Sonda Dachau’da Amerikan
bayrağının yükseldiğini gördük. Bomba ve mermi seslerinin
kesildiğini fark ettiğimizde savaşın nihayet bittiğini anladık.”
Isaac, Christine’e tekrar sarıldı. Bedenini öyle sarmıştı
ki Christine nefes almakta güçlük çekiyordu. Ama ne olursa
olsun, kollarının arasından çıkmak istemedi. Yavaş yavaş tit­
remesi kesilirken, Isaac kollarını üzerinden çekti, mektupları
aldı ve çıkışa doğru yürüdü. “Hadi, bunları Albay Hensley’e
götürüp Stefan’ı anlatalım.”

Odasında oturan Albay Hensley tek elini havaya kaldırarak


Isaac’e yavaşlamasını işaret etti.
“Ne diyor?” diye sordu Christine, Isaac’e.
“Buraya gelip babasının, kocasının ya da oğlunun masum
olduğunu söyleyen her kadına inansam nasıl olur, diye soru­
yor. Aynı acıklı hikâyeyi yüz kere duymuş. Bu kamptaki tüm
SS’lerin kız arkadaşları ve karılan aynı şeyi söylüyormuş. SS
bir suç örgütüdür ve onunla ilişkisi olan herkes bir şekilde suç­
ludur, diyor. Birkaç ay içinde askeri mahkeme kuracaklarmış.
Eğer baban suçsuzsa serbest kalırmış.”
“Peki ya Stefan?”
“Elinde kanıt yokken onu nasıl tutuklayacaklarını bilmi­
yor. Buradaki çoğu adam savaş bittiğinde yakalanmış ve o
günden beri buradalarmış. Sırf şüphelendiğimiz için insanlan
evlerinden alamayız diyor. Kanıtsız olmazmış.”
Christine nefes alamıyordu. “Kamp Kumandam Grüns-
tein’ın temizliğinden ve yemeklerinden sorumlu olduğumu
söyle. Gardiyan ve subayları teşhis etmek için yardım edebi­
leceğimi de. Ama önce o bana yardım edecek.”
Isaac Christine’in söylediklerini tercüme ettikten sonra
Albay Hensley ayağa kalktı ve metal dolaplardan oluşan
kara duvardan sarı bir dosya çekti. Ardından yerine oturup
dosyayı açtı, ilk sayfayı sesli bir şekilde okudu ve başını kal­
dırıp bekledi.
“Kumandan Grünstein burada, diyor. Kendi teslim olmuş
ve soruşturmaya yardım ediyormuş. Neler yaşandığına dair
tüm ayrıntıları anlatmış.”
Christine nefesini öyle bir tuttu ki Subay Hensley kaşlarını
kaldırarak ona baktı.
“O, Stefan’ı tanıyabilir! Stefan’ı buraya getirmeleri la­
zım.” Isaac bu cümleyi çevirdikten sonra iki adam birkaç da­
kika konuştular. Christine albayın ne söylediğini biraz daha
öğrenemezse kendini tutamayıp çığlık atacaktı. “Ne diyor,
ne diyor?”
“Problemi çözmeleri için onlara zaman vermen gerektiğini
düşünüyor. Kumandana, Stefan Eichmann diye birini hatırla­
yıp hatırlamadığını soracak. Verdiği cevaba göre, sonrasına
bakacaklar.”
Christine yumruğunu masaya vurdu. “Bu kadarla kalamaz­
sınız! O adam ailemi tehdit ediyor! Onu hemen buraya getir­
mek zorundasınız!”
Albay Hensley kaşlarını çattı ve ellerini kamının üzerinde
kenetleyip arkasına yaslandı. Christine’i hızla masadan uzak­
laştıran Isaac, Christine’le albayın arasına girdi.
“Sakin ol. Böyle hiçbir yere varamayız.”
“Stefan’m paçayı kurtarmasına izin vermeyeceğim! Eğer
babama bir şey olursa ya da annem...” Christine albayın ma­
sasının karşısındaki bir sandalyeye oturdu ve başını kaldırıp
Isaac’e baktı. Öfke yüzünden gözlerine dolan sıcak yaşlar
gözlerini yakıyordu. “Eğer zorunda kalırsam onu kendi elle­
rimle öldüreceğim!”
Isaac başını iki yana salladı ve yanındaki sandalyeye otu­
rup güçlü parmaklarını saçlarında gezdirdi. “Üzgünüm Chris­
tine. Keşke bir çözüm bulabilsem.”
Christine dişlerini sıkarak ayağa kalktı ve ellerini iki ya­
nında yumruk yapıp odanın diğer ucuna yürüdü. Ağlamamak
için kendini öyle sıkmıştı ki boğazının ve sinüslerinin tıkan­
dığını hissedebiliyordu. Desteklemediği bir savaş için bedel
ödeyen babasını düşündü. Stefan ise özgürce dolaşıyordu.
Nazi Almanyası’na öyle körü körüne bağlanmıştı ki Hitler’in
vizyonunu korumak için masum insanları öldürmüştü. Birden
ensesinde soğuk bir esinti hisseden Christine aklına gelen par­
lak fikirle hızla Isaac’e döndü.
“Amerikalıları Stefan’a götüremiyorsak, Stefan’ı Ameri­
kalılara getiririz.”
-—

hristine ve Isaac, üzerlerinde Amerikan ordusu üniformala­


C rıyla, kapı ve taş duvarların altodaki gölgelere saklanarak
sokak arasında ilerliyorlardı. Başlarındaki yün şapkayı kulaklarına
kadar çekmişler, yüzlerine kamuflaj için toprak sürmüşlerdi. Saat
gece yansını çoktan geçmişti. Sabahın erken saatlerinde, nem­
li havada çıt çıkmıyordu. Yıldızsız gökyüzü barut kadar karaydı.
Kasvetli, gri bulutlann arkasında alçalan ay, cadde ve binalann
üzerine güçsüz, mavimsi bir ışık yayıyordu. Evlerin pencerele­
rinde ışık yoktu. Caddeler bomboştu. Bir trenin uzaktan gelen
ıslıklan tepelerde ağlayan ölüm perisi Banshee’yi* andınyordu.
Christine, Isaac’in peşinden yürürken kalbi ağzında atı­
yordu. Sanki savaş sürerken yaşadıkları o belirsiz günlere,
her gölgenin bir tehlike arz ettiği gizli randevulu gecelere

* Kelt folklorunda doğaüstü yaratık. Gece vakti bir Banshee’nin hüzünlü yas
ağlayışım ya da yüksek sesle dövünüşünü işitmenin, aileden bir kişinin ölece­
ğinin habercisi olduğuna inanılırdı. (Çev. N.)
dönmüşlerdi. Amavutkaldınmlı sokağm sonuna geldiklerinde
Christine aklındaki tüm düşünceleri silip yapmak üzere ol­
dukları işe odaklandı. Isaac, çökük omuzlarıyla son binanın
köşesinde durdu ve eldivenli elini havaya kaldırdı. Christine
olduğu yerde kaldı. Hızlı hızlı soluyor, nefesi daralıyordu.
Mühürlü zarf yerinde mi diye tekrar ceketinin iç cebine bak­
tı. Bu, Dachau’dan ayrıldıklarından beri üçüncü kontrolüydü.
Kumandan Grünstein’ın Isaac, Albay Hensley ve onun reh­
berliğinde, okunaksız ama dikkatli bir şekilde yazdığı mek­
tuptaki kelimeler hafızasına kazınmıştı.

Sevgili Yoldaşım,

Bu mektubu Amerikalıların savaş suçlularını hapsetti­


ği Dachaunun ağır şartları altında yazıyorum. Şansımıza,
içerideki bir arkadaş yardımcı oluyor da bu mektubu yazabi­
liyorum. Aynı arkadaş bana, senin bir şekilde rütbesiz asker­
lerin arasına karıştığından bahsetti. Söylediğine göre kaçan
başka SS’ler de varmış. Tek umudum, Nazi Almanyasının
cesur erkeklerinin tekrar ayağa kalkıp sahip olduklarını geri
alacak gücü bulacağı ve Sevgili Führer’imizin vizyonunu sür­
dürebileceği bu mühim dönemde bizim yardımımıza koşman.
Dachau’da oldukça kalabalığız. Yüreğimizdeki arzu çok güç­
lü. Yardımınla, bizi tutsak edenleri etkisiz hale getirip kaçabi­
leceğimize inanıyoruz. Sana tüm kalbimle yalvarıyorum, bu
mektup eline geçtikten üç gece sonra tüm dostlarımızı topla ve
gece yarısı Dachaunun kuzeydoğu kapısına gel. Orada silahla
bekleyen bir arkadaşımız, seni kampın içine sokacak. Tanrı
yardımcın olsun benim sadık dostum.
Heil Hitler,
Kamp Kumandanı Jörge Grünstein.
Isaac, Haller Sokağı’mn çaprazındaki üç katlı evi göster­
dikten sonra Christine’e bakıp kaşlarını kaldırdı. Üst kattaki
balkon kapısında, kapalı perdenin ardından loş bir ışık ge­
liyordu. Christine başını hafifçe aşağı yukarı salladı. İçinde
hissettiği adrenalin boynunu cayır cayır yakıyordu. Isaac par­
mağıyla Christine’in ceketini gösterdi ve elini tekrar kaldırıp
beklemeye başladı. Christine mektubu cebinden çıkardı. Zarfı
ve içindeki kâğıdı, Dachau’dan geldiği inandırıcı olsun diye
kirletip kırıştırmışlardı. Yine de gecenin karanlığında bir ha­
yalet kadar beyaz ve parlaktı. Christine siyah elyazısını tekrar
okudu. “Stefan Eichmann.” Isaac çabuk olmasını ima eden bir
el hareketi yaptı. Ama Christine başını hızla iki yana salladı ve
parmağıyla göğsüne vurarak sessizce mırıldadı.
“Ben yapacağım.”
Daha Isaac karşı çıkamadan, Christine karşıya geçip
Stefan’ın evine doğru yürüdü. Taş basamakları çıkıp mektu­
bu kapı altındaki mektup yerinden attıktan sonra hızla sokak
arasına döndü. Hızla atan nabzı, yürüyen askerlerin postalları
gibi kulaklarında yankılanıyordu. Isaac’in yanına vardığında
koşmaya devam etti. Arada bir arkasına bakıyor, Isaac peşin­
den geliyor mu diye kontrol ediyordu. Birlikte uzun sokaktan
çıkıp dolambaçlı bir caddeye indikten sonra sola dönüp karan­
lık bir yan yola girdiler. Burada şoförüyle birlikte Amerikan
ordusuna ait bir kamyon onlan bekliyordu.
Christine ve Isaac güçlükle kamyonun arkasına tırmandı­
lar. Tam brandayı örtüp oturacaklardı ki kamyonun ilerleme­
ye başlamasıyla Christine dengesini kaybetti. Ama Isaac onu
güçlü elleriyle belinden yakaladı. Araç dar caddelerde ilerler­
ken kendilerini yün battaniyelerden oluşan bir yığının üzerine
atan Christine ve Isaac, sırtlarını kamyon duvarına verip sa­
kinleşmeye çalıştılar. Christine, Isaac’in planlarının işe yara­
yacağına inanıp inanmadığını sormak istiyordu. Ama Isaac ne
diyebilirdi ki? Yapmışlardı bir kere. Eğer Stefan’ı içeri atmayı
başaramazlarsa başka bir şey düşünmek zorunda kalacaklardı.
Kamyon köyden çıkıp Dachau’ya doğru yol alırken, Chris­
tine Isaac’in eline uzandı. Isaac onu hemen kollarının arasına
aldı. Christine sevdiği adamın omzuna yaslandı ve o günün
erken saatlerinde evlerinin kapısının altından attığı mektubu
okuyan annesinin huzur bulmuş yüzünü hayal etmeye çalıştı.
Ama gözlerinin önüne gelen tek şey Stefan’dı. Ertesi sabah
tırabzana tutunarak evinin halı kaplı merdivenlerinden aşağı
iniyor, antredeki mühürlü zarfı görünce yüzünde bir şaşkın­
lık beliriyordu. Christine Stefan’m, kemerini sıkıca bağladı­
ğı sabahlığıyla, sırtını dik tutarak zarfa doğru eğilişini hayal
etti. O hiçbir şeyden korkmayacağına emin olan bir adamdı.
Mektubu alıp hemen ocakta yakacak mıydı, yoksa bildiği tüm
SS’lerin listesini yapmak için hızla çalışma odasına mı koşa­
caktı? Stefan’ın mektubu yok sayma ihtimalini düşündükçe
Christine’in midesine kramplar giriyordu. Gözlerini yumdu
ve uyumak için dua etti. Ama uyuyamadı...

Dört gün sonra Christine, Dachau’nun merkez hapishanesin­


de, parmak uçlarında yükselerek çelik bir kapının üzerinde­
ki küçük camdan içeri bakmaya çalışıyordu. Bir eli çalkala­
nan midesinin üzerinde, bir süre içeri baktıktan sonra Isaac
ve Albay Hensley’e dönüp başını iki yana salladı. Ve onlarla
birlikte alacalı beton koridorda yürüdükten sonra bir sonraki
kapının camına uzandı.
“Hayır,” dedi, tekrar başını sallayarak.
Beşinci kapıya geldiklerinde kalbi birden hızlandı. Ve başı­
nı hızla aşağı yukarı salladı. Albay Hensley, Isaac’e bir şeyler
söyledikten sonra elindeki büyük anahtarı kilide yerleştirdi.
Isaac, Christine’in elini sıkıca kavrayıp ona döndü.
“Emin olup olmadığını soruyor.”
Christine tekrar başını salladı. “Evet evet. Eminim.”
Uzun koridorun sonunda bulunan bir başka kapı gıcırdaya­
rak açıldı ve askerler Kumandan Grünstein’ı kollarından tuta­
rak koridora çıkardı. Elleri ve ayakları zincirlenen kumandan,
gözlerini beton yerden ayırmıyordu. Gri saçları terli alnına
yapışmıştı. Elleri tir tir titriyordu. Her yavaşladığında askerler
onu iteleyerek yürütüyordu. Durumu, birkaç gün öncesine ka­
dar çok daha kötüydü. Yaşlı adam Christine’e yardım edeme­
den ölürse ne olacaktı?
Albay Hensley sorgu odasının kapısını açıp askere Kuman­
dan Grünstein’ı içeri sokmasını işaret etti. İçerideki sandalye­
ye bağlı tutuklu başını kaldırıp askerlere baktı. Adam kaşlarını
çatıp bileklerindeki kayışlardan kurtulmaya çalışırken, Chris­
tine ve Isaac koridordan onu izliyordu. Alm morarmış, sarı
saçları kir ve kan içinde kalmıştı. Kanayan ellerinin üzerinde
bir sürü çizik vardı.
Tutuklu karşısında kumandanı görünce tükürükler saçarak
bağırdı. “Vatan haini!”
Albay Hensley, Christine ve Isaac’e içeri gelmelerini işaret
etti. Ardından asker, albayın kumandana sorduğu soruyu çe­
virdi. “Bu adamı tanıyor musun?”
500 62»— Erik Ağacı

Isaac’le birlikte odaya giren Christine’in gözleri kuman­


dana kilitlenmişti. Nefessiz bir şekilde cevap vermesini bek­
liyordu.
Kumandan başını olumlu anlamda salladı. “Evet.”
“Bize tuzak kurdun!” diye bağırdı tutuklu. “Böyle bir şeye
nasıl cesaret edersin!”
Albay Hensley, tutuklunun ağzını bağlayan askere doğru
yürüdü. Sandalyedeki adam Christine’i görünce debelenme­
yi kesip şaşkınlık içinde kaşlarını kaldırdı. Ama gözlerindeki
şaşkınlığın yerini hızla öfke aldı ve Christine’e buz gibi vah­
şi gözlerle bakmaya başladı. Christine’in yanakları alev alev
yanıyordu. Bir şeyler söylemek için ağzını açmasına rağmen
Isaac’in birden yanından fırlayıp adamın üzerine atladığını
fark edince söyleyecekleri yarım kaldı. Isaac sandalyeyi bir
hışımla yere devirdi ve adamın üzerine çıkıp kafasını yumruk­
lamaya başladı. Asker ve Albay Hensley, Isaac’i çekip duvara
yasladılar. Onu hareketsiz bir şekilde duvarda tutmaya çalışır­
ken yüzleri, sarf ettikleri güç yüzünden kıpkırmızı kesilmişti.
“Bu o herif!” diye bağırdı Isaac. Öfkeden burun ve ağız
kenarlarında oluşan çizgiler delirmiş bir adamı andırıyordu.
“Babamı vuran gardiyan!”
Christine o an kalbinin kaburgasına sığmadığını hissetti.
Biri kalbini avucuna almış, tüm gücüyle sıkıyor gibiydi. Göz­
lerinden ateşler çıkıyordu. Hâlâ yerde yatıp kesik kesik nefes
alan tutuklu, bir süre bileklerindeki kayışlardan kurtulmaya
çalıştı. Christine o herifin boğazına basıp tüm ağırlığını ne­
fes borusuna vermemek için kendini zor tutuyordu. Alnı ve
boğazının kırmızı derisinin altında atan mor damarlar şişip,
tüm bedeni hareketsiz bir şekilde yatana dek orada kalabilirdi.
Isaac nihayet sakinleştiğinde Amerikalılar onu bıraktı. Isaac
sırtını duvara yaslayıp yavaşça yere çöktü ve öfke dolu göz­
lerle yerdeki adama bakmaya devam etti.
Albay Hensley ve asker, tutukluyu sandalyesiyle birlikte
kaldırıp önüne geçtikten sonra kumandana sorular sormaya
devam ettiler. Tutuklunun yarık kaşı ve kırık burnundan kan­
lar fışkırıyor, her nefes aldığında burnundan, tıkanmış bir boru
gibi sesler çıkıyordu. Asker, Kumandan Grünstein ve albayın
tüm söylediklerini çeviriyordu, ama Christine’in duymak iste­
diği tek şey kumandanın cevaplarıydı.
“Evet. Adı Kıdemli Astsubay Stefan Eichmann. Dac-
hau’nun erkek kampında gardiyandı. Görevi direkt olarak in­
san öldürmekti. Bir sürü tutsağı öldürdü. Yahudileri öldürmek
bazı gardiyanlar için spor haline gelmişti. Ve Stefan her zaman
kazanırdı.”
hristine arka bahçeye çıkan tahta kapının demir süngü­
C sünü kaldırıp dışarı çıkmadan önce kiler merdivenlerin­
den gelen o tanıdık kokuyu içine çekti. Soğuk çimento, meşe
fıçıların içindeki sirke, soğan ve topraklı patatesler... Kapının
diğer tarafındaki tavukların gıdaklamaları ve kırmızı toprakla
taze bahar çimlerini eşelerken çıkardıkları sesler dudaklarında
küçük bir gülümseme oluşturdu. Mis gibi kokan öğle sıcağına
çıktığında hemen çitli bahçenin arka köşesine, elma ve erik
ağaçlarının arasına yürüdü.
İşte tam oradaydı. Isaac’le birlikte Dachau’ya götürülme­
den bir gün önce diktiği çekirdek uzun, gencecik bir erik ağa­
cı olmuştu. Tomurcuk ve lavanta çiçekleriyle dolan incecik
dallarındaki yapraklar ılık rüzgârda parıl parıl parlıyordu. Ha­
yatta kalabildin. Christine açan bir çiçeğin hassas taç yaprak­
larına, boğazı düğümlenerek uzandı. Yukarı uzandıkça çıplak
ayağının parmakları yumuşak çimlere gömülüyordu. Aniden
birinin beline sarılmasıyla korktu ve belindeki güçlü kollardan
gülümseyerek kurtulmaya çalıştı. Isaac.
“İçeri gel, Bayan Bauerman.” Isaac, Christine’in saçlarını
çekip boynunu öptü. “Annen en sevdiğin yemekleri yaptı. Her
ne kadar Dachau’dayken evlendiğimiz için hâlâ surat yapsa
da... Ona yakınlardaki bir kasabaya gidip güzel bir kilisede
mütevazı bir törenle evlendiğimizi söyledim, yine de doğru
düzgün bir kutlama için plan yapıyor.”
Christine arkasına dönüp Isaac’i dudağından öptü. “Bırak
ne istiyorsa planlasın. Düğün masamızda masa örtümüzü kul­
lanabilelim bize yeter.”
“Hâlâ saklıyor musun?”
“Bunca zamandır odamdaydı. Annem Bay Weiler’in mah­
zenini sığınak olarak kullanmak zorunda olduğumuzu söyle­
dikten sonra masa örtüsünü ve uğurlu taşını almak için gizlice
oraya gittim. İlk hava saldırısından bir gece önceydi. Sen çatı
katindayken sürpriz yapacaktım, ama fırsat olmadı.”
Christine Isaac’in dudaklarını tekrar öptü. “Evde olmak ne
kadar güzel, değil mi?”
“Evet. Ama unutma, Amerikalılar bize para ödedi. Bizi
tekrar Dachau’ya bekliyorlar. Ama sadece birkaç aylığına.
Soruşturma biter bitmez döneceğiz.”
“Biliyorum. Para almasak da giderdim.” Christine başını
Isaac’in göğsüne dayayıp bir süre öylece kaldı. Sonra kafasını
kaldırdı ve Isaac’in kestane rengi gözlerine baktı. “Seni sevi­
yorum.”
“Ben de seni. Hem de çok.”
Christine bir iç çekip arkasını döndü ve Isaac’in kolları
hâlâ belindeyken erik ağacında açan çiçeklere tekrar dokundu.
“Bak. Yaşıyor. Hatta meyve bile veriyor.” Ardından Isaac’in
geniş, sıcak elini kamına götürüp gülümsedi. “Aynı bizim
gibi.”
Isaac, Christine’i kendine çevirdi. “Aklında bir isim var mı?”
“Eğer kız olursa Maria olsun istiyorum. Erkek olursa da
babanın ismi. Abraham.”
Isaac, Christine’in dudağına bir öpücük kondurduktan son­
ra şefkat dolu gözleriyle ona baktı. “Teşekkür ederim.”
Christine’in gözleri parıl parıldı. “Ne için?”
“Hayatta kalabildiğin için. Başka kimseyle mutlu ola­
mazdım, biliyor musun? Senden sonra bir daha kimseyi se­
vemezdim.”
“Christine!” Dietrich ikinci katın mutfak penceresinden
seslendi. “Gelin de yemek yiyin!” Yanma dizilmiş Rose, Kari
ve Heinrich ise onlara gülümseyerek el sallıyordu.

SON
.
Bu kitabı yazmaya nasıl karar verdiniz?

Bu çok kolay cevaplanacak bir soru değil, fakat elim­


den geleni yapacağım. Annem yaşadığı Alman köyünün
sınırları dışında, PX’te çalışırken bir Amerikan askeriyle
tanışmış. Ve onunla evlenip henüz yirmi bir yaşındayken
gemiyle tek başına Amerika’ya gelmiş. O dönem savaşın
üzerinden on yıl geçmiş, Almanya toparlanma sürecindey­
miş. Annemin ailesi oldukça güç durumdaymış. Bu yüzden
Amerika’da harika bir hayat düşüncesi, annemi ailesini bı­
rakıp neredeyse hiç tanımadığı bir adamla evlenecek kadar
çok cezp etmiş. Ne yazık ki bu Amerikan rüyası bir peri
masalı değilmiş. Amerikalı asker, güvenilmez ve acımasız
bir adama dönüşmüş. Annem en yakın köye yirmi dakika
uzaklıkta izole bir kasabada yaşadığından yardım için gide­
cek hiçbir yeri yokmuş. Üstelik ne bir arabası ne de ehliyeti
varmış. Yine de bir şekilde sabretmeyi başarmış ve arka
arkaya yaptığı doğumlar sonucu ablamı, ağabeyimi ve beni
dünyaya getirmiş. Sonrasında annemle babam boşandı.
Annem bizi alıp yeni bir başlangıç ümidiyle Almanya’ya
döndü. Ancak bu bana hiç yeni bir başlangıç gibi gelmedi.
Babam, hayatımızın bir parçası olabilmeyi hiç umursamasa
da annemin Amerika’ya dönmesi için ısrar etti. Şansımız
vardı ki annem, bize kendi çocukları gibi sahip çıkan çok
ilgili bir adamla tanışıp evlendi. Gelenek ve kültürle do­
nanmış güzel dünyalarına hasret duyduğum büyükannemi,
büyükbabamı, teyzelerimi, amcalarımı ve kuzenlerimi zi­
yaret etmek için çocukluğum boyunca Almanya’ya seyahat
edip durdum.
Lise üçüncü sınıftayken Nazi soykırımı hakkında bir şey­
ler öğrendim. Adeta bir masalı andıran kusursuz dünyamda
bu vahşete anlam verebilmek ne kadar zordu, anlatamam.
İkinci Dünya Savaşı tarih öğretmenimizin en sevdiği konuy­
du. Öğretmenimiz Yahudilerin yaşadıklarını olabildiğince
anlatmayı aklına koymuştu. Sınıf arkadaşlarımdan bazıları­
nın bana Nazi diye seslenmeye başlaması, koridorda “Heil
Hitler" diye bağırarak selam vermesi uzun sürmedi. İşte o
zaman, bunun toplumsal bir suç olduğunu kavramaya baş­
ladım. Anneme savaş döneminin nasıl geçtiğini, büyükba­
bamın görevini ve Yahudileri sordum. Büyükannemin ken­
di çocuklarını güçlükle doyurmasına rağmen yoldan geçen
Yahudi tutsaklara sessizce yemek bırakıp hayatını tehlikeye
atma pahasına onlara yardım etmeye çalıştığını öğrendim.
Ayrıca büyükbabam askere alınıp Rus cephesinde savaşmış,
iki savaş tutsağı kampından kaçmıştı. Annem ve ailesi, iki
yıldan fazla bir süre onun hayatta olup olmadığını bile öğre­
nememişti. Ta ki bir gün evlerinin kapısının önünde belirene
kadar... Büyükbabam SS askeri ya da Nazi değilmiş, sadece
bir piyade eriymiş. Annem beni ailesiyle birlikte korku ve
açlık içinde, geceler boyu saklandığı bomba sığınağına gö­
türdü. Kıtlık, yemek kuyrukları, sırf müttefik uçaklarından
kaçabilmek için hamile annesiyle birlikte atladığı hendek
ve kulaklarını ağrıtan acı sirenler hakkında hikâyeler anlat­
tı. Ancak yaşıtlarıma Alman olmanın Nazi olmak anlamına
gelmediğini açıklayamayacak kadar küçüktüm. O yaşta,
Amerika’da bir şeylere karşı durmanın Nazi Almanyası’nda-
ki kadar zor olmadığını arlatamıyor, kendi canıyla birinin
canı arasında seçim yapmak zorunda kalsalar ne yapacak­
larını soramıyordum. Amerikalı babam ırkı, milliyeti ya da
dini ne olursa olsun şeytanın her insanın kalbinde yer bula­
bileceğini öğretmişti, fakat bunu nasıl anlatacağım hakkın­
da fikrim yoktu. Arkadaşlarıma toplumsal suçu kişisel suçla
bir tutmanın ne kadar saçma olduğunu nasıl açıklayacağımı
bilemiyordum. Geriye dönük suçlamada bulunmak kolaydı.
Her şeyden öte kimsenin, ailemin de savaş dönemi boyunca
acı çektiğini duymak istemeyeceğinin farkındaydım.
Yirmi sene sonra yakın bir arkadaşımla (işin garibi bu ar­
kadaşım lisede beni kızdıran grubun içindeydi) Almanların
Hitler’in gücünde ne kadar etkisi olduğu hakkında sohbet
ederken bir ilham geldi. Nazilerin Yahudilere yaptıklarına
karşı hâlâ bu kadar hassasken savaş döneminin bir Alman için
nasıl geçtiğini anlatan bir roman yazmalıydım. Ama satma­
sını istiyorsam kitabımda bir değişiklik yapmam gerektiğini
de biliyordum. Sonra James Cameron’ın talihsiz Titanic’in
büyük hikâyesini anlatmak için bir aşk hikâyesi kullanışım
hatırladım. Böylece genç bir Alman kız ve Yahudi çocuğun
arasında bir aşk doğdu. Annemin Nazi Almanyası’nda ge­
çirdiği yıllar hakkında anlattıkları sayesinde yazacaklarımın
hepsi kafamdaydı. Üç gün içinde, not defterime elyazısıyla
yazdığım notlarla kitabımın ilk taslağını tamamladım. Ama
romanımın tam anlamıyla hazır olması, araştırma ve düzelti­
lerle geçen dört yıla mal oldu. Ana karakterimin savaş döne­
mi her Alman’ın yaşadığı sıradan olayları yaşarken Yahudi
erkek arkadaşını kurtarmak için yaptıkları olağanüstüydü.
Gerçekte bu çabaları karşısında büyük ihtimalle ölmesi ge­
rekirdi. Ancak bu böylesine tatminkâr bir hikâye için hiç uy­
gun olmazdı.
Kitabın genel hatlarıyla savaş döneminde Almanya’da
büyüyen annenizin hayatını temel aldığını söylediniz. Peki,
hangi olaylar gerçek?

Aslında gerçek olmayanları saysam daha kolay olur.


Mesela ana karakterin Yahudi bir erkek arkadaşının olma­
sı ve Dachau’ya gönderilmesi gerçek bir hikâyeye dayan­
mıyor. Bunun dışında yaşanılan sefalet, açlık, bombalar,
müttefik uçakları tarafından vurulmamak için atlanılan
hendekler, ailenin Yahudi tutsaklara yemek koymak için
hayatını riske atması, Christine’in iki yıl boyunca babası­
nın hayatta olduğunu bile bilmemesi, babasının Rus Savaş
Tutsakları Kampfndan kaçması, bunların hepsi doğru.
Savaştan sonra büyükannem, eve giren Amerikan asker­
lerinin bıraktığı bir kutu fıstık ezmesini zehirli olduğunu
düşündüğü için atmış.

Çocukluğunuz nasıldı? Ne tür bir çocukluk geçirdiniz?

Gerçek babamla çok az anım olduğu için TanrTya şük­


rediyorum. Çünkü onunla yaşadığım hiçbir şey güzel değil­
di. Annem tekrar evlendiğinde harika bir çocukluk yaşadım.
Uzaklara gidiyor, tekneyle gezip yüzüyor, kitap okuyor, dı­
şarıda oyunlar oynuyordum. O zamanlar çok güçlü bir ha­
yal gücüm vardı. Adam kaçıranlar, hayaletler, vampirler,
karanlıktan çıkan canavarlar... Her köşede korkunç bir ya­
ratık olduğunu hayal ederdim. En sevdiğim şeylerden biri
markete gidip çubuk şeker ve korku çizgi romanı almaktı.
Genç kızken Stephen King, Anne Rice ve Dean Koontz’u bir
solukta okurdum. Galiba bu da toplama kamplarım yöneten
canavarlara olan ilgimi açıklıyor. Her zaman ilk romanımın
paranormal ya da korku öğesi içereceğini düşündüm, fakat
sanınm hiçbir şey İkinci Dünya Savaşı ve soykırımdan daha
fazla korku veremez.
Büyükannemin söylediği en güzel sözdü bu. Çünkü kökün ne kadar
güçlü olursa vereceğin meyve de o kadar güzel olur. Ancak benim
meyve verecek dallarımı daha on yedi yaşındayken kırdılar. Dün ile
bugün arasında öyle çok fark var ki... Isaac ile erik ağaçlarının
arasında koşturup, birlikte büyüdüğümüz küçük Alman köyüne
rüzgârlı tepeden baktığımız günler çok mu geride kaldı şimdi?
1938 yılının sonbaharı, neden savaşı beraberinde getirdi ki? Sürekli
kulağımda yankılanan bomba ve siren seslerini kim silecek? Ailem
ve ben sığınağa tam vaktinde gidebilecek miyiz düşüncesinden ne
zaman kurtulacağım peki?
Neyi özlüyorum biliyor musunuz? Isaac ile birlikte yumuşacık
ekmek üzerine sürüp yediğimiz erik reçelinin tadını. O erik reçeli
benim çocukluğum, hayallerim ve umutlarımdı. Ah Isaac...
İnançlarımız yüzünden bu savaş bizi ayırsa da kalbimdeki seni
nasıl alacaklar? Ben, Christine Bölz, her neredeysen orada senin
yanındayım. Seni seviyorum, sevgilim ve senden hiç vazgeçmeyeceğim.
Hem aşk için kimler neleri feda etmedi ki...
Ardımda Kalanlar ile gönülleri fetheden Ellen Marie Wiseman,
bu kez Erik Ağacı ile okuyucularıyla buluşuyor. Annesinin
hayatına dayanan hikâye cesareti, kurtuluşu, kalp kırıklıklarını ve
aşkla uyanan umudu müthiş bir gerçeklikle anlatıyor.

You might also like