Professional Documents
Culture Documents
Bu kitabın Türkçe yayın hakları Akçalı Telif ve Lisans Hakları Ajansı Ticaret
Limited Şirketi aracılığıyla Kensington Publishing Corp.'tan alınmış olup
Beyaz Balina Yayın Sanat Dağıtım Paz. San. ve Tic. Ltd. Şirketi'ne aittir.
Yayınevinin izni olmaksızın kısmen ya da tamamen alıntı yapılamaz, hiçbir
şekilde kopya edilemez, çoğaltılamaz ve yayımlanamaz.
ARKADYA YAYINLARI
Maltepe Mah. Davutpaşa Cad. MB iş Merkezi
No: 14 Kat: 1 D: 1 Zeytinburnu / İstanbul
Tel.: 0212 - 544 41 41 / 544 66 68 / 544 66 69
Faks: 0212 - 544 66 70
info@arkadya.net
/A\
ARKADYA
Tanıdığım en güçlü kadın, annem Sigrid’e.
Tüm sevgim ve hayranlığımla...
Almanya
-------
Sevgili Isaac,
0
Christine mektubu kitaplarının arasında bulduğu kırışık bir şekilde başının çevresinde dolamıştı. Damarlı elleri, ritmik bir
zarfa koyup ağzını kapadı ve zarfı annesine verdi. şekilde çalışıyordu. Yanındaki cızırdayan radyoda bir adam,
Annesi Rose, “Lütfen masaya koy,” dedikten sonra önlü emreder bir ses tonuyla Führer'm diğer kurallarını ve düzenle
ğünü mutfak kapısının arkasına astı ve üzerine siyah yün pal melerini açıklıyordu. Büyükanne, Christine’i görünce radyoyu
tosunu geçirdi. “Sosis ve soğanlar oldu. Tavanın üzerini kapat, kapadı, iğne ipliğini bıraktı ve koltuğun minderine vurdu.
sıcak kalması için ocağın köşesinde kalsın.” El çantasını açtı “Gel benim güzel kızım, yanıma otur. Anneni gördün mü?”
ve mektubu bozuk para kesesiyle gri eldivenlerinin arasına “Evet,” dedi Christine, büyükannesinin yanma otururken.
yerleştirdi. “Bir saat içinde dönmezsem yemeği bensiz yiyin.” “Almanya’da bir üzücü gün daha...”
Christine koridorda durdu ve annesinin aceleyle merdiven Christine, lavanta sabunuyla çavdar ekmeğinin tanıdık ko
lerden inişini izledi. İçi korku ve öfke doluydu. Annesi şalının kusunda huzur bulmak için büyükannesinin omzuna yaslan
ve paltosunun yakalarının arkasına saklanacak bir kadın de dı. Örgü örmeyle dikiş dikmeyi, kardeşiyle ona büyükannesi
ğildi. Ayakkabılarının topuklarını bu kadar sert vurmaz, kori öğretmişti. Bu yüzden koltukta büyükannesinin yanına otur
dorda hiç bu kadar hızlı yürümezdi. Christine giriş kapısının duğunda aklına eski günler geldi. Christine daha küçükken
sertçe kapandığını duyduktan sonra hemen ön odaya gitti. bebeklerine iplik ve kumaşlardan elbiselerle minyatür batta
Kitapların, tabakların ve masa örtülerinin olduğu bir bü niyeler yaparken, büyükannesi yanında kilise ilahileri mırıl
fenin bulunduğu ön oda, yemek odasının ve salonun iki katı danırdı. Christine büyürken, teselliyi her zaman büyükanne
kadardı. Odada ayrıca meşe bir masa, sekiz uyumsuz sandal sinde aramıştı. Gözyaşlarını büyükannesinin zayıf dizlerine
ye, at kılından yapılmış bir koltuk, kömür sobası ve üzerin silmiş, anne babası ona kızdığında kırılan gururunu»onarmak
de radyo bulunan bir sehpa vardı. Bahçeye ve amavutkaldı- *Alm. Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’nin ve Üçüncü Alman
rımlı sokağa bakan iki ön camın arasındaki duvarda Rose’un İmparatorluğu’nun yöneticisi olduğu dönemde, Adolf Hitler’in kullandığı ve
“lider” anlamına gelen unvandır. (Ed. N.)
için yine ona koşmuştu. Büyükannesine koşmasının sebebi,
annesinin soğuk ya da duygusuz bir kadın olması değildi, ama
Rose çok meşguldü. Bütün gün temizlik yapıyor, yemek pişi
riyor ya da sekiz kişilik ailesini doyurmak için yiyecek bulma
ya çalışıyordu. Büyükannesi ise Christine’le saatlerce oturur,
yumuşak parmaklarıyla torununun kızarmış yanaklarını okşar
ve buruşturduğu yüzüne düşen saçları geri iterdi.
Fakat bugün, bir avuntu bulmak imkânsızdı. Christine dur
du ve camdan dışarı baktı.
“Herkes nerede?”
“Maria kömür bulmak için çocuklarla birlikte tren rayları
na gitti. Büyükbabanı da kış gelmeden son salatamızı yapalım
diye karahindiba yaprağı toplamaya çayıra gönderdim.”
Christine büyükbabasını yeşil tirol şapkasıyla kırda hayal
etti. Soğuk yerlerden yenilebilir yaprakları toplamak için bas
tonuna yaslanırken elleri titriyor olmalıydı. Büyük ihtimalle
yine kendi kendine konuşuyor ya da şarkı söylüyordu. Tıpkı,
sırf yemek yaparken eşinin yanında olabilmek için mutfakta
sandalye ya da gevşemiş dolap kapağı tamir ederken yaptığı
gibi. Mutfaktaki tamir işi bittiğinde, büyükanne onu sürekli
önünden çekilmesi için ittiğinden, burnu ve yanakları un için
de kalırdı.
“Sence gidip büyükbabama bakayım mı?”
“Maria ve çocuklar onu öğle yemeği vaktinde getirecek.”
Büyükanne, dikim esnasında kullandığı tahta kalıbı yırtık ço
rabın üzerine bıraktı.
Christine bu çorabın, yakacak kömür olmadığı için kat kat
giyinmek zorunda kaldığı gecelerde kullandığı kalın, yün çorap
olduğunu fark etti. Christine’in üzerine örttüğü yorgan artık
incelmişti, ama çiftçi Klause’tan bir çuval kaz tüyü almaya
yetecek paralan olana kadar yorganını böyle kullanmak
zorundaydı. Gece yarısı tuvalete gitmek için aşağıdaki kori
dora inmek zorunda kaldığında buz gibi yerin soğukluğu
çoraplarının içine işliyor, Christine tekrar yorganının altına
kıvrılana dek tir tir titriyordu. Kışın yiyecek bulmak daha
da zorlaşıyordu. Bahçeden taze sebze toplayamıyorlardı.
Keçiler süt vermediği gibi tavuklar da yumurtlamıyordu. Ar
tık çalıştıkları işten gelen para olmayacağı için Christine’in
titreyerek uyanmalarına bir de açlık eklenecekti.
Christine dudağını ısırdı, pencerenin kenarından çekildi
ve Isaac’in notu ne zaman okuyacağını merak ederek büfe
den sekiz tane yemek tabağı çıkardı. Ama ne olursa olsun,
bugün en azından yemekleri vardı.
^¿çicncö/(j&a/lisrty
Sevgilerle,
Isaac.
Christine yatağına uzanıp notu göğsüne bastırdı. Şimdi se
kiz saat nasıl geçecekti?
Birkaç dakika sonra Christine sıkı bir rulo haline getirdiği
notu oyuncak ayısının içine sıkıştırırken kapısı çalındı. Kor
kuyla yerinden zıpladı, bir parmağıyla notu ayının içine iyice
ittikten sonra parçalanmış ayıyı masaya koydu. Yanaklarını
sildi ve derin bir nefes aldı.
“Evet?” Elinden geldiğince sakin olmaya çalışıyordu.
“Benim,” dedi Maria, yumuşak bir ses tonuyla. “Girebilir
miyim?”
Christine gardırobunu açtı ve kıyafetlerini düzenliyormuş
gibi yaptı. “Gel! Kapı açık!”
Maria içeri girip kapıyı kapadı ve yatağın ucuna oturdu.
Soğuk yüzünden kollarını göğsünde sıkıca bağlamıştı. “Neler
oluyor? Yemek boyunca hırçın bir tavuk gibiydin. Şimdi de
odana saklanıyorsun.”
Christine dolabından çıkardığı elbiseyi sandalyesinin arka
sına astı. “Saklanmıyorum. Sadece küçük bir düzenleme yapı
yorum. Sana verebileceğim elbiseler var. Aynı şeyleri giymek
ten çok sıkıldım!”
Maria ayağa kalktı ve sandalyedeki elbiseyi aldı. “Öyle
mi? Bunun gibi mi? En sevdiğin elbiseyi mi vereceksin?”
Christine, kız kardeşinin elindeki elbiseye baktı. Bu mavi
elbiseyi, pazar günleri giyerdi. Yumuşak pamuksu dokusu,
büzgülü beli ve nakışlı kolları vardı. Maria, onun bu elbiseyi
ne kadar çok sevdiğini biliyordu. “Hayır,” dedi Christine, el
biseyi çekerek. “Dedim ya, sadece dolabımı düzenliyorum.”
“Annem eve erken gelme sebebini söyledi. Ama bu hâlâ
neden bu kadar endişeli olduğunu açıklamıyor.”
“Gestapo, Bauermanlarm evinde olabilirdi!” Christine, ça
tık kaşlarının yeteri kadar ikna edici olmasını umuyordu. “An
nemi tutuklayabilirlerdi!”
“Ama şimdi evde. Güvende.” Maria yaklaştı, elini ablasının
koluna koydu ve başını yana eğdi. Gözleri yumuşak bir ifadeyle
bakıyordu. “Hatırlıyor musun, bir keresinde okula armut dalı
ve üç mark götürmeniz istenmişti. Öğretmenin herkes çalmayı
öğrenebilsin diye dallardan flüt yapacaktı. Armut dalını bul
muştun ama evde fazladan üç mark yoktu. Sınıfta sen hariç her
kesin flütü vardı. Yine de ağlamak yerine kendini işe vermiştin.
Korkulukları cilaladın, merdivenleri süpürdün. Hem de daha
bir gün önce temizlenmiş olmalarına rağmen. Annem yardım
etmek istediğini düşünmüştü, ama ben anlamıştım. Gözlerinde
ki hüznü görmüştüm. Oturup ağlamamak için kendini meşgul
ediyordun. Ayrıca bırak fazlasını bana vermeyi, ikimiz de dü
zenlemek için çok az elbisen olduğunu biliyoruz. Aynı elbise
leri giymekten bıktığını biliyorum, ama büyükannem bu aralar
elbise dikemeyecek. Hadi artık anlat, neler oluyor?”
Christine’in omuzları çöktü. Yatağın sert kenarına oturdu
ve mavi pazar elbisesini göğsüne dayadı. “Isaac beni seviyor.”
Aynı anda hissettiği hüzün ve mutluluk, nefes almasını engel
liyordu adeta.
“Nereden biliyorsun? Nasıl anladın?” Maria şaşkınlıktan
nefesini tutmuştu.
“Kendi söyledi. Bu sabah.”
Kahkahalar atan Maria, ablasının yanma sıçradı. “Sen de
onu sevdiğini söyledin mi?”
“Şişşt!” Christine, kız kardeşinin ağzını kapadı. “Babam
duyacak!”
Maria, Christine’in elini iterken fısıldadı. “Tamam tamam
özür dilerim. Ee? Söyledin mi? Seni öptü mü?”
Christine dudağını ısırdı ve gülümseyerek başını salladı.
Gözlerine dolan taze yaşlar, görüşünü engelliyordu.
“Öpmüş!” diye ciyakladı Maria. “Kaç kez? Nasıl bir duygu
peki?”
“Şişşt!”
Maria gözlerini devirdi. “Affedersin. Heyecanlandım işte.
Sen de çok heyecanlanmış olmalısın!” Birden Christine’in
yüzünün solduğunu, yanaklarının ıslandığını fark etti. Abla
sının kolunu tuttu. “Isaac seni üzecek bir şey mi söyledi? Bir
şey mi yaptı? İsterse Gestapo orada olsun, gider onu mahve
derim!”
Christine başını iki yana salladı. “Nein. Öyle bir şey değil.”
“Anlayamıyorum. Mutlu olursun diye düşünmüştüm!”
Christine’in boğazı düğümlendi. Hayatının en güzel ve
en kötü gününün aynı gün olduğunu nasıl açıklayabilirdi ki?
Christine’in Isaac’e olan duygularını Maria en başından beri
biliyordu. Christine âşık olduğunun farkına vardığında Maria
da ablasının hislerini anlamıştı. Christine, o gün eve geldiğinde
Isaac’in güneşli bahçede ona nasıl gülümsediğini anımsayarak
kestane rengi gözlerini ve derinden gelen sesini düşünmüştü.
Kamında sıcacık bir his vardı. Mutfakta Maria’nın patatesleri
soymasına yardım ederken düşüncelere öylesine dalmıştı ki
hiç olmadığı kadar sessizdi. Maria daha fazla dayanamayarak
ablasını dürtmüş, “Adı ne?” diye sormuştu.
“Kimin?”
“Gözlerine bu aptal, hüzünlü bakışı koyanın?” demişti
Maria gülerek.
Sonunda Christine her şeyi itiraf etmiş, kız kardeşine her
zaman yaptıkları gibi, sırlarım tutacaklarına dair yemin ettir
mişti: Ne olursa olsun kimseye söylemeyeceğime dair Tanrı’ya
söz veriyorum. Bu uydurulmuş kalıp, Maria’nın Tanrı’ya söz
verdiği anlamına geliyordu. Öyle güçlü bir yemindi ki odada
ki herkes için geçerli olduğu gibi hiçbir şekilde geri dönüşü de
yoktu. Onlar için verilmiş bir sözün gerçek olduğuna inanma
nın en özel yolu buydu. Maria, şu ana kadar Isaac hakkında
ettiği yemini bozmamıştı. Aynı on iki yaşındaki Christine ve
Kate’in fal baktırmak için gizlice ormandaki Çingene kampı
na gittiklerinde ya da Christine’in, annesinin tek parfüm şişe
sini yatak odasının halısına döktüğünde olduğu gibi. Ama tüm
bunlar uzun zaman önceydi, o zamanlar dünyaları çok daha
başkaydı. Henüz çocuktular. O zamanlar kuralları Naziler
koymuyordu. Artık her şey farklıydı. İnsanların özgürlükleri
ve büyük ihtimalle hayatları tehlikedeydi.
Christine, sessiz ayısının içine sakladığı notu düşündü.
Gizlice Isaac’le buluşacağını düşününce tüm vücudu heyecan
ve korkuyla ürperdi. Çenesini güçlükle tutuyor, her şeyi anlat
madan önce Maria’nın aşağı inmesi için dua ediyordu. Delir
mek böyle bir şey miydi? İçi içine sığmazken yüreğinde koca
bir hüzün vardı. Açıklanamaz hisler yaşıyordu, bir an ağlaya
cakmış gibi olurken birkaç saniye sonra sevinçten uçuyordu.
Isaac’in notunu ve gizli buluşmayı anlatmayı her şeyden çok
istese de Maria’nın anne babasına haber vermesinden korku
yordu. Nazilerin yarattığı korku dolu atmosferde kız kardeşi
onu korumak isteyebilirdi. Bu yüzden sadece Isaac’le öpüş
melerini anlatmakla yetindi. Isaac’in güçlü elleri ve yumuşak
dudaklarından bahsedip, hiçbir zaman katılamayacağı partiye
sürpriz bir şekilde davet edildiğini söyledi. Güvenip açılabi
leceği birinin olmaması çok zordu. Bu sefer, “ne olursa olsun
kimseye söylemeyeceğime dair Tanrı’ya söz veriyorum” cüm
lesi bile işe yaramıyordu. Christine bunu riske atamazdı.
“Evlerinde çalışmaman onu göremeyeceğin anlamına gel
mez ki!” dedi Maria. “Eğer âşıksan seni hiçbir şeyin durdur
masına izin veremezsin!”
“Ama Naziler hiçbir şey değil.”
“Ne demek istiyorsun?”
“Annem sana diğer kanunlardan bahsetmedi mi? Isaac, Ya
hudi olduğu için birlikte olmamızı yasaklayan kanundan?”
Maria’nın gözleri büyümüş, şaşkınlıktan ağzı kocaman
açılmıştı. “Ah olamaz!” Yumruklarıyla dizine vurdu. “Nasıl
gerçek olabilir? Bu çıban kafalı Naziler kim olduklarını sanı
yorlar!”
Her ne kadar kalbi acıdan kavrulsa da Christine’in dudak
larının arasından küçük bir kahkaha kaçtı. Maria her açıdan
iyi bir Hristiyan olmaya çalışırdı. Hiçbir zaman sövmez, kili
seye gitmeyi aksatmaz, her gece tüm aileye dua etmelerini ha
tırlatırdı. Ayrıca sövdüğü için babasına her defasında kızardı.
Bu yüzden Christine, küfürlü konuşan büyükannesini duyar
gibi olmuştu.
“Neden gülüyorsun?”
“Affedersin... Nazilere öyle dediğini duyunca...”
“Çıban kafalar ama yalan mı?”
“Evet, hatta daha da beterler. Ama dikkatli ol. Aile dışından
kimse, böyle bir şey dediğini duymasın.”
“Biliyorum,” dedi Maria, Christine’i kendine doğru çeke
rek. “Ve bu beni çıldırtıyor! Hiç anlayamıyorum!”
“Ben de.” Maria ablasını hafifçe öne arkaya salladı. Chris-
tine kendini, bir gün kız kardeşinin ne kadar harika bir anne
olacağını düşünürken buldu. Maria’nın bebeklerini sevgiye
boğacağına hiç şüphe yoktu. Aile fertlerinin arasında kucak
açıp öpücükler saçan kişi hep o olmuştu. İşten dönen baba
sını sevgiyle karşılar, küçük erkek kardeşlerinin şiş ve mor
luklarını öperdi. Christine, sevgisini fiziksel olarak daha iyi
gösterebilen birini tanımıyordu. Şimdi ise kız kardeşinin onu
avutmak için sarılmaktan başka bir şey yapamayacağını söy
leyebilirdi. Çünkü herkes gibi Maria da konu Nazilerin yaptığı
inanılmaz şeylere geldiğinde ne diyeceğini bilemiyordu.
“Korkma,” dedi Maria. “Bu sonsuza kadar sürecek değil
ya. Süremez işte. Aynca aşk her şeyden güçlü değil midir?”
Q)c^c///stxxiŒâù/my
--------
'—
*—^2^
j
iliklemek imkânsızdı. Birbirlerine eldivenlerini giydirdikten
sonra Maria, kilerden küçük bir balta getirmesi için ablasını
bekledi.
Dışarıda kızlar birbirlerine gülüyordu, kelimelere dökme
seler de sabahın sessizliğinin keyfini çıkarıyorlardı. Hava so
ğuk ve durgundu, ayaklarının altında ezilen karların hışırtısı
ve kış kuşlarının uzaktan gelen sesleri dışında çıt çıkmıyordu.
Güneş beyaz yorganla örtülü sokaklara, posta kutularına, çit
lere vuruyor, hepsini üzerlerinde milyonlarca küçük ayna var
mış gibi parıl parıl parlatıyordu. Güçlükle ilerleyen Christine
ve Maria, hiçbir şey konuşmadan kara bata çıka yolun sonu
na kadar yürüdüler. Yolun sonuna vardıklarına Maria, birden
kahkahalara boğuldu.
“Bizim ufaklıklara yakalansak bile bizi tanıyabileceklerini
sanmıyorum!”
“Farkındayım!” dedi Christine. “Şişman, yaşlı bir adama
benziyorsun!”
“Zaten öyle hissediyorum! Bu kıyafetlerle kımıldayamıyo-
rum bile!”
Christine mutlu bir anın, ne kadar iyi hissettirdiğine şaşı
rarak güldü. Ama kahkahaları vicdanını rahatsız ediyordu. Sa
vaş devam ederken, Isaac’i bir daha görüp göremeyeceğini ya
da görecekse ne zaman görebileceğini bilmezken nasıl güle
biliyordu? Öte yandan Isaac de bazen gülüyor, kahkaha atıyor
olmalıydı. Tabii ki ailesiyle birlikte güzel vakitler geçiriyordu.
Christine’in öğrenmesi gereken bir şey varsa, o da anı yaşa
maktı. Isaac de böyle yapmasını isterdi. Bu yüzden artık anı
yaşamayı denemeye karar verdi.
“Umarım, çocuklar her şeye rağmen güzel bir Noel geçirir.
Bugünün onlar adına daha özel olması için ne yapabiliriz ki?”
“Bulabildiğimiz en büyük ağacı bulalım!” dedi Maria.
“Çok hoşlarına gidecek! Hatırlıyor musun, bir keresinde
Heinrich kocaman bir Noel ağacı seçmişti. Ama annem salona
sığmayacağını söylediği için çok ağlamıştı.”
“Üç buçuk metre falandı!”
“Evet. Heinrich, annem başka bir ağaç seçmesine izin ve
rene kadar resmen ulumuştu.”
“Sonra küçük bir ağaç seçip eve kendi götürmek istemişti.
O zaman dört yaşındaydı, değil mi?”
“Evet. Yine de küçük bir adam sayılırdı. Babam gibi büyük
ve güçlü olmak için çok çabalıyordu. Bir Noel’de de hepimiz
çiftçi Klause’un atlı kızağına atlayıp tüm kırlığı gezmiştik, ha
tırlıyor musun?”
Maria gülümsedi. “Hiç unutmadım ki. Harikaydı. Kızağın
zillerinin sesi hâlâ kulaklarımda!”
“Sen at isteyip duruyordun. Babam da at alamadığı için
sana böyle bir sürpriz yapmıştı.”
“Geçirdiğim en güzel Noel’di. Belki biz de Heinrich ve
Karl’a unutulmaz bir Noel yaşatabiliriz. Atlı kızağa bayıla
caklardır. Hava süper, kar da yeteri kadar yüksek!”
“Ama çiftçi Klause kızağını satalı çok oldu. Paraya ihtiyacı
varmış.”
“Ah,” diyen Maria, omuzlannı düşürdü. “O gördüğüm en
güzel kızaktı. Parlak ve siyahtı. Yaldızlı kırmızı minderleri
vardı.”
“Hatırlıyorum. Çok güzeldi. Ama en güzel Noel’imi se
kiz yaşındayken geçirmiştim. Noel Arifesi annemle birlikte
terziye gitmiştik. Yeni malzemeler alacaktık. Sen hatırlama
yacak kadar küçüktün, ama o yıl büyükannem bize çok güzel
elbiseler dikmişti. Noel için çok heyecanlıydım. Tabii, terziye
gittiğimiz için de. Yolda kar yağmaya başlamıştı. Gökyüzünden
kocaman kar taneleri dökülüyordu. Çok... çok mutluydum.”
Maria ablasının eldivenli elini avucuna aldı. “Korkma. Bir
gün yine mutlu olacaksın. Sana söz veriyorum.”
Christine, yaşlı gözlerini kırptı ve gülümseyebilmek için
kendini zorladı. Bu anı mahvetmek istemiyordu. Güzel anıları
hatırlamak kendini iyi hissettirmişti. Hatta her şeyin düzele
ceğine dair içinde bir umut bile yeşermişti. “Peki, annemin
Noel Baba kılığına girdiği günü hatırlıyor musun? O kadar
çok gülmüştü ki gülmekten resmen burnu akmıştı. Hepimiz o
olduğunu anlamıştık!”
Maria bir kahkaha attı. “Evet! Bay Weiler’ın uzun kırmızı
yatak şapkasını almıştı. Beyaz bir paçavradan da sakal yap
mıştı. Bizi kandıramamış olsa da çok eğlenmiştik. Aklıma bir
fikir geldi! Küllerden, ocaktan ağaca kadar ayak izleri yapa
lım. Çocuklara Noel Baba hediyeleri getirirken iz bırakmış
deriz!”
Christine olumlu anlamda başını salladı. Ardından birlikte
adımlarını hızlandırarak üzeri kar kaplı bir tarladan geçtiler
ve çiftçi Klause’un koruluğuna girdiler. Christine ve Maria
kusursuz bir Noel ağacı bulabilmek için her ağacı, her dalı
inceledi. Sonunda tavşan ve tilki izlerini takip ederek açıklık
bir alan buldular. Tam ortada genç, iri bir ladin vardı.
“İşte!” dedi Maria. “Tam salonun köşesine uyacak!”
Christine, ağacın gövdesini incelemek için dizlerinin üzeri
ne çöktü. “Çocukların çok hoşuna gidecek!”
Maria altta kalan dallan Christine’in önünden çekti ve
Christine’in vurduğu birkaç darbeyle ağaç dakikalar içinde
devrildi. Christine bir daldan, Maria diğer daldan tuttu ve la
dini tarlanın diğer ucuna doğru sürüklemeye başladı. Sert dal
lar, arkalarında geniş izler bırakıyordu. Ağır ağacı taşırken eşit
adımlar atmaya çalışan kızlar, nefes almak için birkaç dakika
da bir durmak zorundaydı. Biri, sürekli dengesini kaybedip
dizlerinin üzerine düşüyor, diğeri kahkahalar içinde kardeşi
nin kardan kalkmasına yardım ediyordu. Güç sarf ederken o
kadar terlemişlerdi ki atkılarını çıkarıp ceplerine sıkıştırdılar.
Noel ağacını karlı caddelerde sürükleyip eve getirdikten
sonra, ağacı ön odanın köşesine koydular. Ve ağacın altına, kar
süsü vermek için beyaz bir çarşaf yaydılar. Aslında sehpanın
üzerinde, tepesinde yıldızı olan küçük bir çam ağaçları vardı.
Ama yüksekte olmasına rağmen hâlâ çok kısaydı. Getirdikleri
ladin ise tavana kadardı, dalları neredeyse yemek masasına
kadar uzanıyordu.
Çocuklar içeri girdiklerinde Heinrich’in gözleri iri iri
açıldı.
“Bu gördüğüm en dev Noel ağacı!”
Kari eliyle ağzını kapayarak ağaca yaklaştı. Sanki anı
ölümsüzleştirmek istiyormuş gibi yavaşça hareket ediyordu.
Maria, Karl’m yanma eğildi ve kollarını onun küçük omuz
larına sardı. “Sevdin mi?”
Kari ağzı kulaklarında başını salladı. “Dokunabilir miyim?”
Maria kardeşinin yanağını öptü. “Tabii ki! Bu sizin ağa
cınız!”
“İddiaya girerim Almanya’daki en büyük Noel ağacı bizim
evde!” dedi Heinrich. Sesinde büyük bir gurur vardı.
Christine kolunu Heinrich’in omzuna attı. “Çünkü siz Al
manya’daki en güzel kardeşlersiniz.”
Heinrich ablasını öpüp teşekkür etti. Bunun üzerine Chris
tine kardeşine tekrar sarılırken bir elini de Kari ve Maria’ya
uzattı. Kari kısacık kollarıyla, ablalarına sarılmak için tüm
gücüyle uğraşıyordu. Maria tüm kardeşlerini aynı anda ku
caklamıştı. Kardeşler ağacın önünde kenetlenmişken, Chris
tine gözlerinde yaşlarla Maria’ya baktı. Maria’nın gözleri de
yaşlarla parlıyordu.
“Mutlu Noeller,” dedi Christine. “Mutlu Noeller canım
kardeşlerim.”
“Mutlu Noeller!” dedi herkes bir ağızdan ve hepsi kahka
halara boğuldu.
Noel Arifesi’nde, Christine ve Maria büyük ladinin yanma
küllerden ayak izleri yaparken, Rose ve büyükanne mis kokulu
dallan beyaz mumlarla, boncuklarla ve yıldızlarla süslüyordu.
Christine, Maria, Heinrich ve Kari, büyükler ışıkları kapatıp
zili çalana kadar koridorda beklediler. Bu zil Noel Baha’nın
gittiğini, çocuklann hediyelerini görmek için odaya girebile
ceğini söylüyordu. Heinrich ağacın yanına koştu, sonra birden
durdu ve yeri gösterdi.
“Bak Kari! Noel Baba ayak izi bırakmış!”
Kari büyük kül izlerine bakarak nefesini tuttu.
“Ah! Düşüncesiz Noel Baba!” dedi Rose. “Ona botlannı
silmesini söylemiştim!”
“Boş ver, anne,” dedi Heinrich gözlerini kırparak. “Temiz
lemene yardım ederiz.”
Christine ve Maria birbirine baktı, Heinrich bunun
bir oyun olduğunu biliyordu. Sebebini bilmiyordu, ama
kardeşinin artık Noel Baha’ya inanmaması Christine’in içi.
ni acıtmıştı. Kardeşlerinin tılsımlı şeylere hâlâ inanmasını
istiyordu, biri inanmak zorundaydı. Bu ona, Isaac’le
tepelerde geçirdiği sabahları hatırlattı. Ne kadar naif, ne
kadar hayalperestti. Sanki dakikalar içinde gerçeklerle
yüzleştirilmiş gibiydi. Her şey hızla değişiyordu. Devam
eden bir savaş vardı, erkek kardeşleri kısa sürede büyümek
zorunda kalacaktı. Noel Arifesi’nde ailesi ve şu ana kadar
sahip oldukları en büyük ağaçla, bu özel günün mutluluğunu
tekrar yakalamak için ne kadar uğraşırsa uğraşsın, o güzel
günler artık geride kalmıştı. Christine kalbindeki ufak
mutluluğun yok olduğunu hissetti.
Hediyeleri açmadan önce tüm aile dua edip şarkı söylemek
için yanıp sönen ağacın etrafında toplandı. Büyükanne her za
manki gibi gözyaşlarını tutamamıştı. Christine, bu manzaraya
dayanamıyordu. Artık büyükannesinin Noel şarkılarını söy
lerken neden ağladığını daha iyi anlamıştı. Noel her zamanki
gibi gelip geçerken, dünya sonsuza dek değişiyordu. Dudağını
ısırdı ve gözlerini kapadı. Gözyaşlarına boğulup odadan kaç
mamak için kendini zor tutuyordu. Gözünün önüne Isaac’in
ailesi geldi, bırakın ağacı bir şamdanları bile yoktu. Christine,
çok uzun bir süre önce iptal edilen partinin daveti yüzünden
sessizce kederlendi.
Hediyeler açılırken Christine, büyükannesinin ördüğü el
divenlere ve annesinin savaştan önce aldığı pembe domuz
cuk şeklindeki şekerlemelere sevinmiş gibi yaptı. Dietrich
ve büyükbaba, Kari ve Heinrich için tahtadan topaç ve yoyo
yapmıştı. Çocuklar hiç vakit kaybetmeden topaçlarını yerde
döndürmeye başladı. Christine üzgün olmasına rağmen onları
izlerken gülümsedi. Acıyan kalbi, kardeşlerinin çığlık ve kah
kahalarıyla bir anlığına da olsa rahatlamıştı.
Rose tüm yıl boyunca kenara şeker, baharat, fındık ve sos
ayırmıştı. Böylece gelenekleri sürdürüp zencefilli kurabiye
adam, kızarmış kestane ve şeker kaplı kurabiye gibi sadece
özel günlerde hazırlanan atıştırmalıklardan yapabilmişti. Oca
ğın üzerindeki ısıtıcıda kaynayan baharatlı sıcak şarap, tüm
odayı tarçın ve karanfil kokusuyla doldurmuştu. Rose kırmızı
işlemeli bardakları sıcak şarapla doldurdu ve bardakları dağı
tıp çocuklarını alınlarından öptü. Kocasını hep sona saklardı.
Çünkü Dietrich’in Mutlu Noeller ve şerefe dedikten sonra onu
kucağına çekip dudaklarından öpeceğini çok iyi bilirdi.
Herkes odada toplanmış, kahkahalar içinde yemeklerini
yiyordu. Christine ailesine katılmak için elinden geleni yapı
yordu. Annesinin, babasının yanından kalkıp yanına geldiğini
görünce şaşırdı. Rose kolunu kızına sardı ve kulağına fısıldadı.
“Onu özlediğini biliyorum. Ama bu çılgınlık son buldu
ğunda onu tekrar göreceksin. Her şeyin bir zamanı var, bunu
sen de biliyorsun. Çalışmanın, oynamanın, korkmanın, huzur
bulmanın... Şimdi ailenle birlikte vakit geçirmenin tadını çı
kar. Yarının ne getireceğini hiçbirimiz bilemeyiz.”
Christine gülümseyip gözlerini sildi ve annesine teşekkür
etti. “Danke, mutti." Bu arada kız kardeşi de diğer yanına otu
rarak elini ellerinin arasına aldı.
“Seni çok seviyorum, kardeşim.”
“Ben de,” dedi Christine. Annesinin elini aldı ve Maria’nın-
kiyle birlikte kucağına koydu. “İkinizi de çok seviyorum.”
Noel Arifesi’nde kilisenin gece yarısı çalan geleneksel
çanları yasaklanmıştı. Bar ve restoranlar saat birden sonra
kapatılmıştı. Christine saat on ikiyi çeyrek geçe bir şekilde
evden kaçtı ve şarap mahzenine doğru yürüdü. Belki bir
mucize olur da Isaac gelir diye umuyordu.
Dolunay, mahzen kapısını tamamıyla saran karların üzerin
de, masallardaki ejderhaların beyaz, uzun kuyrukları gibi ışıl
ışıl parlıyordu. Girişin önündeki beyaz yol bozulmamıştı, bu
radan kimsenin geçmediği ortadaydı. Christine’in tüm umutlan
kaybolmuştu. Eve gitmek için arkasına döndü, ama fikrini de
ğiştirip paslı kilidi açmaya karar verdi. İçeriye girdiğinde soğuk
yere oturdu. İçinden, Isaac’in onun aklını okuyup gelmesi için
dua ediyordu. İki saat boyunca yalnız başına oturdu, o kadar
üşümüştü ki titremesini bir türlü durduramıyordu. Sonunda
asma kilidi tekrar takıp kapının mandalını çekti. Eve doğru yü
rürken, sonsuz gökyüzündeki her yıldız bir kristal gibi parlı
yordu. Christine bir an tüm evreni görebiliyormuş gibi hissetti.
Kollarını kendine dolayarak dünyadaki başka yerleri hayal et
meye çalıştı. İnsanların istediklerini söyleyebildikleri, istedikle
rini yapabildikleri yerleri. Burada yaşananlar hakkında en ufak
bir fikirleri var mıydı? Neler olduğunu umursuyorlar mıydı?
-—
*Alm. Savunma Gücü. 1935 ile 1945 yılları arasında Nazi Almanyası’nın
silahlı kuvvetleridir. (Çev. N.)
** Alm. Hava Kuvvetleri. 1935 yılında Nazi Almanyası’nda Adolf Hitler tara
fından kurulmuş olan Wehrmacht’in Hava Kuvvetleri’dir. (Çev. N.)
etrafında tam üç tur attı, her seferinde boynunu acıyana kadar
döndürüyor, gözucuyla evin pencerelerini kontrol ediyordu.
Burası bir zamanlar oldukça görkemli bir evdi, ama şimdi
boş ve hüzünlü görünüyordu. Üzerlerine perde çekilen çiçek
saksılarında birkaç başıboş asma ve topraktan başka hiçbir
şey yoktu. Ön bahçedeki mor leylaklar çiçek açmaya başla
mış, sarı yapraklı altın çanlar kalınlaşmıştı. Arka bahçenin ise
düzensiz çalılar ve budanmamış meyve ağaçlarıyla vahşi bir
görüntüsü vardı. Sebze bahçesi, dikenli çalılar ve kurumuş
devedikenleriyle kaplıydı. Christine, bakımsız bahçeleri gör
düğünde içinde büyük, acı bir boşluk hissetti. Bauermanlar
gitmişti.
Evin etrafını dördüncü dönüşünde nihayet kalp atışları ya
vaşlamış, dizleri titremeyi kesmişti. Christine, Brimbach Cad-
desi’ndeki giriş kapısından bahçeye göz atsam mı diye düşü
nerek yolun karşısına geçti. Ve aniden birini gördü. Birbirine
yakın, kahverengi meyve ağaçlarının gövdelerinin arasından,
bir adam silueti meyve bahçesine eğiliyordu. Christine kalbi
nin göğüs kafesinde çarptığını hissetti. Sokağı hızla kolaçan
etti ve koşup Bauermanların evini çevreleyen duvara tutun
du. Silüet doğruldu ve döndü. Tek eli belinde, diğer eliyle
çuval bezini omzuna astı. Bu, Bay Bauerman’dı. Sert, kuru
toprakta aradığı patatesler gibi kırışmış ve kararmıştı. Kir
içindeki kıyafetleri buruş buruştu, sanki haftalardır değiştiril
memişti. Christine, Yahudilerin kıyafetlerini çamaşırhaneye
göndermelerinin yasak olduğunu hatırladı. Ve zavallı Bayan
BauermanTn, hayatında ilk defa, çamaşırları elinde yıkamaya
çalıştığını hayal etti.
Birden alçak duvarı atlayıp hızla meyve ağaçlarının yanma
gitmeyi ve Isaac’i sormayı düşündü. Hem kendisini hem de
Isaac’in ailesini riske attığının farkındaydı. Ama Isaac’i o
kadar çok görmek istiyordu ki hiçbir şey umurunda değildi.
Kendini, sorun olmayacağına ikna etmesi bir dakikasını bile
almadı. Sadece bir dakika sürecekti nasılsa. Hem kim bilecek
ti ki? Merhaba demek de yasak mıydı? Christine dişlerini sıktı
ve ayakkabılarını bağlıyormuş gibi yaparak eğildi. Ne yapaca
ğını bilmiyordu. Bay Bauerman ona gitmesini söylerse ne ola
caktı? Peki ya Isaac onu görmek istemezse? Yine de denemek
zorundaydı. O an kararını verdi ve hareket etmeye hazır bir şe
kilde doğruldu. Tam ellerini duvara koymuştu ki köşeden bir
çiftin gülerek yaklaştığını gördü. Uzun kürklü sarışın kadın,
SS üniforması giymiş bir adamın koluna girmişti. Christine
keskin bir nefes aldı ve hızla yolun karşısına koştu. En azın
dan, Isaac’in hâlâ burada olduğunu bilmek içini rahatlatmıştı.
A
Şimdi beş yüz adamla birlikte, bir tanksavar hendeği
nin içinde oturuyorum. Bu öğlen metrelerce derinliğinde
bir hendek kazdık ve orada uyuyacağız. Ukrayna’nın derin-
liklerindeyiz, kuzey ordularının kıştan önce Moskova’yı ele
geçireceği söyleniyor. Herkes, Rusya soğukları gelmeden eve
dönebilmek için savaşın kısa sürmesini umuyor. Umarım sa
vaş bir an önce biter ve baharda yanınızda olabilirim. Sizi
her şeyden çok seviyorum.
Heil Hitler.
Dietrich.
'—
*AIm. Yaşasın Zafer! Hitler döneminde kullanılan bir sözcük grubu. (Çev. N.)
şeyleri var ki sahip olduklarıyla ne yapacaklarını bilmiyorlar.
İngiltere ve Fransa’yla bir alakamız yok. Amerika’yla da!”
Kolunu insanların üzerine doğru salladı. “Yine de savaş ilan
edildi. Şimdi siz beni anlamak zorundasınız. Bir keresinde,
yabancı ülkelerin anlam veremediği bir şey söylemiştim.
Demiştim ki, eğer savaş kaçınılmazsa, yöneten olmayı tercih
ederim. Bu şana duyduğum özlemden değil, tam tersine bana
göre bir şan olmayan bu sıfattan feragat ederim. Eğer Tanrı
hayatta kalmama izin verirse, şanımı hâlâ yapmak istediğim
barış yanlısı işlerden kazanacağım. Ama eğer kader, gizem
dolu akıbete göre yapacaklarımı çoktan yazmışsa Tanrı’dan
bu savaşın yükünü bana vermesinden, sırtıma yüklemesinden
başka bir şey isteyemem.” Hitler yumruğunu tekrar göğsüne
vurup bağırdı. “Size yemin ediyorum!”
Christine daha önce hiç operaya gitmemişti, ama bir traje
dinin Hitler’in gösterisinden farksız olduğunu düşünüyordu.
İnsanların yüzlerini incelemek için etrafına baktı. Hitler’in oto
riter kelimelerini ve abartılı hareketlerinin altında yatan kötü
kalbini görebilen biri var mı merak ediyordu. Ama yukarı bakan
başların üzerinde dans eden kırmızı, siyah gölgelerden insanla-
nn ifadeleri seçilmiyordu. Christine cehennem kapısının önün
de bekleyen kayıp ruhların huzur kaçıran görüntüsünü gözleri
nin önüne getirirken, Hitler konuşmasına devam etti.
“Sorumluluktan kaçmayacağım. Savaşın her saatinde bu
yükü omuzlarımda taşıyacağım. Hep yaptığım gibi her görevi
üstleneceğim. Halkın içinde en büyük otoriteye ben sahibim.
İnsanlar beni biliyor. Savaştan önceki yıllarda, ne kadar çok
planım olduğunu biliyorlar. Başlayan işlerimin işaretlerini, bi
ten işlerimin kanıtlarını her yerde görüyorlar. Alman halkının
bana güvendiğini biliyor ve bunu bilmekten büyük mutluluk
duyuyorum. Ama Alman halkı bir şeyi çok iyi biliyor olmalı,
ben yaşadığım sürece 1918 yılı asla geri gelmeyecek!” Bir süre
sonra Hitler platformda geriledi ve kalabalığın bağırışlarını din
lerken tek elini göğsüne yerleştirerek halkı selamladı. Ardından
göğsünü kabarttı ve yumruğunu kaldırarak tekrar ileri çıktı.
“Amerikalılar ve İngilizler şehirlerimize saldırdığında, onların
şehirlerini haritadan sileceğiz! Üç ton bomba yağdırdıklarında,
tepelerine tek seferde üç yüz ton bomba atacağız! Şimdi Hes-
sental vatandaşları olarak, göreve çağrılıyorsunuz!”
Maria gözlerini iri iri açıp Christine’e baktı. Heinrich, abla
sının boynuna gittikçe daha sıkı sarılıyor, bacaklarını da beline
doluyordu. Christine kardeşlerini rahatlatacak bir şeyler demek
istiyordu. Bombalardan korkmalarına gerek olmadığını söyle
mek istiyordu, ama aklına güven verici tek bir kelime bile gel
miyordu. Üç ton bomba? Tek seferde? Christine şarap mahze
ninin tahta kapısını ve sığmağın alanını düşündü. Nasıl hayatta
kalacağız? Christine, Heinrich’i bacaklarından yakaladı, aklı
öyle başından gitmişti ki kardeşini düşürmekten korktu.
Hitler konuyu değiştirdi. “Verdiğiniz her kararda Führer
nasıl bir karar verirdi diye düşünün. Kararlarınız Alman halkı
nın Nasyonal Sosyalist inancıyla uyuyor mu, düşünün. Yahudi
gençler, baştan çıkarmayı planladıkları masum Alman kızları
nı gözleyip duruyor. Alman kızların kanını pisletmek, onları
halkının bağrından koparmak istiyorlar. Yahudiler beyaz ırk
tan nefret ediyor ve hüküm sürebilmek için beyaz ırkın kül
tür seviyesini düşürmek istiyor. Söylesenize, bir Yahudi’nin
karışmadığı bir pislik, bir suç var mı? Yalnızca bu milletten
insanlar devletimizin vatandaşı olacak. Yalnızca Alman kanı
taşıyanlar bu milletten olabilir! Sivil cephenin uyarılmasına
gerek yok. Şeytanın duası, Avrupa’nın Bolşevizm’i cezalan
dırma dileği gerçekleşmeyecek, ama bizim dualarımız kabul
olacak. Yüce Tanrım çocuklarımız ve onların çocukları için
bize özgürlüğümüzü sürdürecek güç ver. Sadece bize değil,
Avrupa’daki tüm insanlara. Çünkü bu hepimizin savaşı, bu
sefer Alman halkı yalnız değil. Bu tüm Avrupa’nın savaşı ve
eninde sonunda tüm insanoğlu bu savaşa dahil olacak.”
Christine annesinin titreyen elini elinde hissetti. Dönüp an
nesine baktığında, gözlerinin dolduğunu gördü.
“Artık eve gidebilir miyiz?” diye sordu Kari. “Burayı hiç
sevmedim.”
Biri Christine’in omzuna vurdu, Christine ilk başta
Heinrich’tir diye düşünerek umursamadı. Ancak güçlü bir el
kolunu kavrayınca arkasına döndü. Bir SS tepesinde dikilmiş
ona bakıyordu. Adamın yüzünde en ufak bir duygu belirtisi
bile yoktu. Christine’in göğsü ani bir panikle ağırlaştı. Hemen
annesine baktı, annesi de iri gözbebekleri ve soluk bir yüzle
ona bakıyordu.
“Benimle gelmeniz gerek bayan.”
“Neden?” Christine, miğferin kara gölgesinin altından ada
mın gözlerini okumaya çalışıyordu. “Ne yaptım ki?” Heinrich
ablasının boynundaki ellerini gevşetti ve yavaşça aşağı kaydı.
Rose, kızının koluna yapıştı. Öyle sıkı tutuyordu ki Christine
çığlık atmamak için kendini zor tuttu.
“Özel bir görev için seçildiniz,” dedi asker. “İşimiz biter
bitmez tekrar ailenizin yanına döneceksiniz.”
Christine adamın ilerisine, büyülenmiş insanlarla dolu
sıranın sonuna doğru baktı. Geçitte, bir genç kız grubunun
başında iki asker daha duruyordu. Kızların çoğunun üzerinde
Alman Kız Birliği üniforması vardı ve hepsi sarışındı.
“Ama...” diyen Christine’in cümlesi yarım kaldı.
“Size söyleneni yapsanız iyi olur. Beni takip edin.”
Christine siyah üniformalı askerin peşinden kalabalığa
doğru yürürken, annesinin eli kolundan kaydı. Acı ve merakla
bakan köylüler onlara yol vermek için geri çekiliyordu. Chris
tine, geçitte Maria’nın eski sınıfından iki kız olduğunu fark
etti. Birini köyün diğer ucundaki çiftlikte, diğerini tren istas
yonunda üniforma toplarken görmüştü. Askerler kızları geçit
boyunca, platformun önünde dizilen asker duvarına doğru yü
rüttüler.
“Neler oluyor? Niye bizi seçtiler?” diye sordu Christine,
önündeki kıza.
“Bilmiyor musun?” Kızın sesi heyecan doluydu. “Bize
baksana. Aryan ırkının en güzel örnekleriyiz!”
Yanlarında aniden bir asker belirdi. “Konuşmak yok!”
Platforma doğru ilerlerken Christine ipin diğer tarafında
parlak, kırmızı bir kafa gördü. Biraz daha yaklaştıklarında kı
zıl saçlı kız döndü. Christine artık onun kim olduğunu net bir
şekilde görebiliyordu. Kate gülümseyerek elindeki küçük bay
rağı sallıyordu. Ama kızların Fiihrer’in yanına götürüldüğünü
fark edince kaşlarını çattı, yüzüne bir gölge düştü. Kollarını
göğsünde bağladı ve kendi yerine neden onların seçildiğini
anlamaya çalışır gibi kızları baştan aşağı inceledi. Christine’le
göz göze geldiğinde ileri baktı ama Christine. Kate’in ağzının
nasıl açık kaldığını görmüştü.
Askerler kızları platformun önüne dizdikten sonra dik du
rup gülümsemelerini emretti. Bacaklar bitişik, çene kalkık
durmalıydı. Christine sıranın en sonundaydı, Hitler arkaların
da bir beyanda daha bulundu.
“Önümde gördüğünüz Aryan kızları Alman Devleti’nin en
saf, en katıksız hâzinesidir. Onları, onlardan Alman saflığını
çalmak isteyen suçlulardan korumak zorundasınız. Bu kızlar
gelecekteki üstün ırkımızın anneleri!”
Kalabalık alkışlarken askerler hazır ola geçip bağırdı.
“Heil Hitler!” Bando başka bir marş çalmaya başladığında
Hitler platformun yanındaki merdivenlere yöneldi. Sevgi dolu
halkına gülümseyip el sallarken üstü başı bezenmiş dört subay
onu takip ediyordu. Hitler sıranın en sonundan başladı ve her
kızın elini tek tek sıkıp yanaklarına dokundu. Christine nab
zının hızlandığını hissedebiliyordu. Ailesini görebilmek için
gözleri kalabalığı taradıysa da onları hiçbir yerde bulamadı.
Bu kadar uzaklıktan, bir yüzü tanımak imkânsızdı.
Hitler, ona sadece üç adım kadar uzaktı. Christine gözleri
ni Hitler’in solgun yanaklarından ve el sıkıştıkça, pıhtılaşmış
krema gibi sallanan kemikli boynundan alamıyordu. Sıranın
diğer ucuna doğru gelip her kıza aynı sözcükleri mırıldanır
ken, incecik dudakları Christine’e ringa balığı rulosunu ha
tırlattı. Afişlerdeki pürüzsüz ciltli, geniş çeneli adamdan eser
yoktu. Christine’in şu ana kadar gördüğü her resim ve fotoğ
rafta Hitler bir seksen boyundaydı, şimdiyse karşısındaki dar
göğüslü, yuvarlak omuzlu adam kızlarla aynı boydaydı.
Hitler tam önünde durup elini uzattığında Christine’in ağzı
kupkuru olmuştu. Bir an hareket edemedi. Adamın mavi göz
leri onunkilere kilitlenmişti. Christine, Hitler’in bir gözünün
diğerinden büyük olduğunu fark etti, sanki beyninin sol yanı
göz çukuruna baskı yapıp gözbebeğini dışarı itmiş gibiydi.
Hitler’in dudakları seyirdi, cevap alamadığı için yüzündeki
gülümseme kayboldu. Christine bir subayın elleri havada, onu
tutuklamaya hazır bir şekilde yaklaştığını fark etti. Hızla ne
yapması gerektiğini hatırladı ve elini kaldırıp Hitler’in elini
tuttu. Adamın sırılsıklam avuç içi tenine değdiğinde mide bu
landıran bir ürperti tüm vücudunu sardı, Christine elini çek
memek için tüm gücüyle dayanıyordu. Hitler yanağına dokun
mak için uzandığında kendini yine geri çekmemeye çalıştı.
“Sen Alman halkının özüsün.” Hitler’in ekşi nefesi
Christine’in burnuna vuruyordu. Sanki biri, ayaklarının di
binde çürük patateslerle dolu bir çuvalı açmıştı. “Seni şahsi
olarak Lebensbom* projemize davet ediyorum. Nazi Alman-
yası Alman kızların SS’lerimizle birlikte, üstün ırkın deva
mını sağlama görevini yerine getirmesi için hiçbir masraftan
kaçınmayacak. Vatanınızı gururlandırın. Bu savaşta sizin için
mücadele ediyoruz. Ve kazanacağımızdan emin olabilirsiniz.”
Başta Christine, elini kurtarmaktan başka bir şey istemi
yordu, ama sonra Hitler’in elini daha sıkı kavradı. Onu ken
dine çekip yüzüne tükürmemek için zor duruyordu. Hitler,
Christine’e baksa da onu görmüyordu. Ezberlenmiş selam
laşmasını bitirdiğinde Christine adamın elini hâlâ tutuyordu.
Hitler’in buğulu gözleri netleşti ve direkt olarak Christine’e
baktı. Milyonlarca insanın hayatım mahvettin, dedi Christi
ne kendi kendine. Umarım bunun karşılığını ödersin. Katiller
-—“«äQe»
--------
E
rtesi sabah saat yedide hava üssünden Alman Hava
Kuvvetleri’nin ilk uçakları kalktı. Çıkardığı gürültü, va
dide gezinen vahşi bir hayvanın homurtularına benziyordu.
Christine annesiyle birlikte mutfaktaydı, masayı kurup odun
ocağında yumurta haşlarken, ailenin geri kalanının kahvaltıya
gelmesini bekliyorlardı.
Rose uzun bankın sonuna oturmuş, son dört dilim çavdar
ekmeğini sekiz eşit parçaya bölüyordu. Alnını kırıştırmış, du
daklarını birbirine bastırmıştı. Christine annesini böyle gör
mekten nefret ediyordu. Yüzündeki kırışıklıklar yorgunluktan
derinleşmiş, gözleri endişeden buğulanmıştı. Üstelik çok da
kilo vermişti, solgun yanakları çukurlaşmış, elbisesi üzerine
bol gelmeye başlamıştı. Christine, çocuklarının daha çok be
sin alması için annesinin az yemek yediğini biliyordu, ama
artık ne kadar yediğini takip edecekti. Ve annesiyle yüzleşme
zamanı geldiğinde bu duruma gerçekçi bir şekilde bakmasını
isteyecekti. Annesi kendine iyi bakmak zorundaydı, sonuçta o
olmadan hangi biri hayata tutunabilirdi ki? Domateslerin ara
sında pazı yetiştirmeyi, çuha çiçeklerini böceklerden koruma
yı ve birkaç gram fazla yağ için değirmen sahipleriyle pazarlık
yapmayı bir tek o bilirdi. Ondan başkası somun ekmeklerine
un karıştıramaz, sadece yumurta sarılarına bakarak tavukların
daha fazla proteine ihtiyacı olup daha az ot yemeleri gerektiği
ni söyleyemezdi. Anneleri hayatta kalmalarının anahtarı, nor
mal yaşamın umuduydu. Christine düşüncelere dalmış gider
ken, köyün üzerinden geçen Alman Hava Kuvvetleri uçakları
odadaki her şeyi sallamaya başladı. Çekmecedeki çatal bıçak
lar, dolaptaki tabaklar, pencereler, mobilyalar, kısaca tüm ev
sallanıyordu. Kari ve Heinrich mutfağın kapısına koşup anne
lerinin kucağına atlayıp yüzlerini önlüğüne gömdüler. Maria
da geceliği ve dağınık örgüleriyle, peşlerinden geldi.
“Sirenler çalacak sanmıştım!” diye bağırdı Maria, elleriyle
kulaklarını kapatarak.
Rose, oğullarının omuzlarım okşadı. “Uçaklarımız kalkı
yor. Korkmanıza gerek yok. Tam üzerimizdeler, o yüzden bu
kadar ses çıkıyor.”
Büyükbabanın elinden tutan büyükanne sallana sallana
mutfağa girdi. Hepsi sessiz bir şekilde birbirine bakıyordu.
Nihayet ses kesildiğinde, ilk konuşan kişi büyükbaba oldu.
“Lazımlığını sallayacak!” Ve tüm aile kahkahalarla güldü.
Christine gelecek hafta, gelecek ay ya da gelecek yıl gülebile
cekler miydi merak ediyordu.
Uçaklar akşama kadar köyün üzerinden geçmeye devam
etti. Üçüncü gün, artık Christine ve ailesi uçaklara alışmıştı.
İlk başta hafif bir homurtu oluyor, ardından ses giderek yük
seliyordu. Ta ki devasa bir buhar makinesi evin duvarından
içeri dalmak üzereymiş gibi büyük bir gürültü kopana dek.
Uçaklar geçerken herkes elindeki işi bırakıyor, bir mobil
ya parçasını ya da titreyen tabakları tutup sesin kesilmesini
bekliyordu. Hafta sonunda, uçak geçmeyeli iki gün olmuştu,
Christine bu sessizlikte uyumaya çalışırken kulakları hâlâ
çınlıyordu.
Toplantıdan sonra tank ve askeri kamyonlar köyde varlığı
nı sürdürmeye devam etti. Subaylar fırından ekmek, kasaptan
sosis ve domuz eti alıyor, ağaçlardan erik ve elma topluyordu.
Naziler yeni bir belediye başkanı atamıştı ve her sivil birbirini
‘Heil Hitler’ diyerek selamlıyordu. Artık fırın, terzi ve ayak
kabı tamircilerinin camlarında ‘Hoş geldiniz’ yerine, ‘Yahudi-
ler giremez’ yazıyordu. Belediye binasının duyuru panosuna
asılan bir bildiride, devlete zarar veren aktiviteler şüphesiyle
birkaç köy memuru ve rahibin -Christinelerin kilise papazı da
dahil- toplum güvenliği ve düzeni adına Gestapo tarafından
gözaltına alındığı belirtiliyordu.
Biri Führer’in eli değdiği için eline dokunmak istediğin
de Christine önce ne olduğunu anlayamadı. Ona doğru koşan
adamı görünce, kaçmaya hazır bir şekilde olduğu yerde dur
du. Kocaman gülümseyen, pırıl pırıl gözlü insanların niyetini
anladığında ise Hitler’le tanıştığı için gururluymuş gibi yap
tı. Elindeki çizikleri, yüzündeki kuru derileri kimsenin fark
etmediğini umuyordu. Yanma gelenlerin çoğu Hitler Gençli-
ği’ndendi, tabii genç kızlar da vardı. Kendi aralarında kıkır
dıyor, Christine platformda gördükleri adamın bir yansıma
sıymış gibi önünde diz çöküp selam veriyorlardı. Çoğu yaşlı
adamlardan ve orta yaşlı kadınlardan oluşan bir grup ise ona
artık gülümsemiyor, selam dahi vermiyordu.
İki hafta sonra sabah saat birde Christine acı, ıstıraplı bir
feryatla uykusundan sıçradı. Daha beyni tam olarak uyanma
dan, gözlerinin önünde bir sahne belirdi. Annesi göğsüne bir
telgraf bastırmış çığlık çığlığa ağlıyordu, çünkü babası ha
yatını kaybetmişti. Christine, kalbi sıkışarak, karanlık odayı
inceledi. Yankılanan feryat giderek güçleniyor, binlerce acılı
insanın ağıtı gibi yükselip azalıyordu. Ve Christine birden ne
olduğunu anladı. Sirenler çalıyordu.
Siren acı acı, durmaksızın çalarken Christine kıyafetlerini
hızla üzerine geçirdi. Bir an uzaktan gelen ses, aniden odanın
içinde yankılanıyordu. Annesinin kapısının sertçe çalındığını
duydu, erkek kardeşleri koridorda ağlıyordu. Parmakları el
bisesinin üzerindeki düğmeleri ararken, ayakkabılarını hızla
ayağına geçirdi. Siren sesi içine doluyor, ani bir tipinin kan
dondurucu rüzgârı gibi kemiklerine işliyordu. Christine palto
sunu giydi ve koridora çıktı.
Annesi merdivenlerin başında bekliyordu. Saçlarını top
layamamış, beli yana kayan elbisesini düzgün giyememişti.
Güçlükle nefes alırken çocuklarının elini sıkı sıkı tutuyordu.
Maria, tek ayağında ayakkabı yatak odasının kapısından fırla
dı. Christine, diğer ayakkabısını giyip örgülerini mantosunun
yakasından çıkarana dek kız kardeşini tuttu.
“Aşağı indiğimizde!” diye bağırdı Rose. “Siz çocuklan
alıp koşun, ben annemle babama yardım edeceğim.”
“Ben onlarla ilgilenirim!” dedi Christine. “Sen Heinrich ve
Karl’la birlikte git!”
“Dediğimi yap, Christine!”
Christine Kari’m eline uzandı, ama Kari başını iki yana
sallayıp annesinin bacaklarına sarıldı.
Christine, Kari’a döndü. “Hep beraber aşağı inmeniz çok
zor, Kari. Eğer benimle gelirsen annem daha hızlı gelecek.”
Kari annesine baktı, annesinin başını aşağı yukarı salladığını
görünce elini ablasına uzattı. Tam da o an, yaklaşan bir uçağın
gürültüsü duyuldu. Korku ve panik karışımı bir duyguyla mer
divenlerden aşağıya indiler. Alt katta, büyükbaba ve büyükanne
odalarından henüz çıkıyordu. Maria, Heinrich’in elini kavradı
ve ChristineTe birlikte çocukları alıp sağır edici sirenin yankı
landığı karanlık sokaklarda koşmaya başladılar.
Sokaklar koşturan insanlarla doluydu, hatta bazıları hâlâ
gecelikleriyleydi. Herkes gözlerini iri iri açmış gökyüzüne
bakıyordu. Christine yokuştan aşağı koşarken omzunun üze
rinden arkasına baktı. Annesi büyükanne ve büyükbabayı al
mış, yan koşar yarı yürür bir halde, arkalarından geliyordu.
Büyükbaba kansının arkasından olabildiğince koşarken kel
kafası bir görünüyor, bir kayboluyordu. Christine ve kardeşle
ri uçaksavar ateşlerinin sesleri ve ilk bombaların fısıltılarıyla
öne atıldı ve birlikte caddenin karşısına, dükkânların arkasına
koştular. Uzakta gökyüzünde ışıklar dolanıyor, parlak ışık da
ireleri uçak ve patlayan uçaksavarları içine alıyordu. Christine
uçakların göbeklerinden bir çiftçinin elinden yuvarlanan to
humlar gibi düşen bombalan görebiliyordu. Arkasına dönüp
boynunu uzattı, annesi, büyükannesi ve büyükbabası gelmek
üzereydi. Sığınağın kapısını hızla açtı ve kardeşlerini içeri itti.
“Hemen geliyorum, Maria!” Maria karşı gelmek için ağ
zını açtı, ama Christine döndüğü gibi annesine doğru koşma
ya başladı. Rose, büyükanne ve büyükbabayı henüz karşıdan
karşıya geçirememişti. Nefes nefese kalan büyükbaba iki
büklüm olmuştu. Christine kaldırımın köşesinde duraksayan
büyükannesinin elini tutarken, annesi büyükbabaya yardım
etmek için birkaç adım geriledi.
“Hadi!” diye bağırdı Christine. “Hâlâ zamanımız var. Hava
üssünün üzerindeler!” Caddenin ortasına ulaştıklarında, başla
rının üzerinden bir sıra uçak geçti. Hepsi olduğu yerde kaldı
ve buz kesmiş bir halde yukarı baktı. Christine bombardıman
uçaklarının bomba bıraktığı kara bölgelerini görebiliyordu,
karanlık gökyüzünde yüzen hamile devasa balıklara benziyor
lardı. Kara gökyüzünde, gri siyah dumanlar bırakan uçaklar
geldikleri hızla gittiler. Christine büyükannesinin koluna girdi
ve onu karşıya geçirip sokağın aşağısına doğru yürüttü.
Sığmaktaki insanlar kasvet içinde bekliyordu. Karanlıkta
yüzleri tanınmıyordu, bazıları bankta oturuyor bazıları ayakta
duruyor, bazıları ise çömelmiş bir şekilde duvara yaslanıyor
du. Tavandan sarkan iki gaz lambası, siluetlerin titrek gölge
lerini kıvrımlı duvara yansıtıyordu. Kimsenin ağzını bıçak
açmıyordu, ama panik dolu iri gözleri her şeyi açıklıyordu.
Birkaç kişi büyükanne ve büyükbabaya yer vermek için otur
dukları bankta yana kaydılar. Christine sığınağın arkasına,
Heinrich ve Karl’ın diğer çocuklarla birlikte oturduğu pata
tes kasalarının üzerine serilmiş şiltelere doğru gitti. Ardından
mahzenin arka duvarına, son kasaya baktı. Ama IsaacTe örtü
lerinin köşesi artık görünmüyordu.
Kollarını göğsünde kavuşturan Maria, öylece ayakkabıla
rına bakıyordu.
Christine kız kardeşine yaklaştı. “İyi misin?”
Maria başını kaldırdı, kafasını iki yana sallarken gözleri
dolu doluydu. “Sence ne kadar zaman burada kalacağız?”
“Bilmiyorum, ama çok fazla değil.” Maria dudaklarını bir
birine bastırınca, Christine onu kendine çekip kulağına fısıl
dadı. “Korkma. Hiçbir şey olmayacak.” Maria iki eliyle abla
sının kolunu okşadı ve çocukluğuna dönmek ister gibi başını
omzuna koyup gözlerini kapadı. Christine kardeşinin nasıl
titrediğini hissedebiliyordu. “Yakında bitecek. Çok yakında.”
İçinden söylediklerinin doğru olması için dua ediyordu.
Yakınlara düşen bir bombayla herkes olduğu yere çömeldi.
Tavandan iri bir çimento parçası düşmesiyle Maria yerinden
sıçradı ve tırnaklarını Christine’in koluna geçirdi. Heinrich ve
Kari kulaklarını elleriyle kapayıp gözlerini sıkı sıkı yumdu. Bir
kaç kişi çığlık atarken çocuklar yüzlerini birbirlerinin omuzları
na gömüyor, ağlayıp sızlanıyorlardı. Gaz lambası, ölüme doğru
saniyeleri sayan bir sarkaç gibi, öne arkaya hızla sallanıyordu.
“Korkmamaya çalış,” diyen Christine de aslında korkudan
nefes alamıyordu. “Hava üssünü bombalıyorlar, bizi değil.”
Maria’nın gözlerinden yaşlar akıyordu. “Ama ya hedefi şa
şırırlarsa?” Gözlerini sildi ve kardeşlerine baktı. Çatık kaşlarla
etrafı izleyen çocuklar, kollarını dizlerine dolamıştı. Christine
ve Maria onlara doğru yaklaştığında, Kari ve Heinrich şiltenin
üzerinden fırlayıp yüzlerini ablalarının eteklerine gömdüler.
“Şaşırmayacaklar,” dedi Christine, sesinin inandırıcı olma
sına çalışarak.
“Nereden biliyorsun?”
Bilmiyorum, dedi Christine kendi kendine. Kardeşinin
korkularını hafifletebilecek bir şey söyleyemeyeceğini fark
etmişti. Ama belki böyle söylersem, gerçek olur. Maria, korku
dan tir tir titreyen Karl’ı kucağına aldı.
Çok geçmeden Rose da yanlarına geldi. Gülümsemeye
çalışırken dudaklan seğiriyordu. Çocuklarına uzandı ve tek
tek yanaklarını okşadı. Kari hemen annesinin kucağına atla
dı. Christine, annesinin onları büyütürken gösterdiği ilgiyi ve
sevgiyi düşündü. Onları güneşten korumak için bebek şapka
ları takar, arı soktuğunda ya da dizlerini çizdiklerinde sabun
ve öpücüklerle tedavi uygular, karşıdan karşıya geçerken el
lerini sımsıkı tutardı. Hitler’in savaşının, çocuklarını öldürüp
öldürmeyeceğini görmeyi beklerken kim bilir ne kadar çaresiz
hissediyor olmalıydı.
Birden Bay Weiler’in sesi duyuldu. Kalabalığa tavanda
açılan çatlak ve delikleri gösteriyordu. “Yarın tamir ederim.”
“Yarın burada olmayacağız,” dedi bir kadın, kısık bir sesle.
Bay Weiler ağlayan karısına sarıldı. “Tabii ki olacağız.
Biz...”
Yakınlara düşen başka bir bomba Bay Weiler’m cümlesini
yarıda kesti. Bombanın arkasından geçen uçakların gürültü
sü duyuldu, sesler öyle yakından geliyordu ki üzerlerindeki
toprak her an çökecek gibiydi. Yarım saat boyunca kimse ko
nuşmadı. Başları önlerinde, omuzları çökük bir şekilde oturup
uçaksavar ateşlerini ve patlamaları dinliyorlardı. Christine her
düşen bombada nefesini tutuyordu, bazılarının sesleri tam te
pelerinden geliyordu. İlk başta patlamaların sayısını saymaya
çalıştı, ama art arda duyulan büyük patlamalar sayılamaya
cak kadar çok olmaya başlamıştı. Sanki Tanrı ayağını sertçe
yere vuruyor, şiddetli bir öfke nöbeti geçiriyordu. Sığmaktaki
havayı sülfür, duman ve ekşi ter kokusu kaplamaya başladı.
Hatta insanların korkusunun kokusunu hissetmek bile müm
kündü.
Bomba sığınağına dönüştürülmüş şarap mahzeninin sınır
larında, Isaac’le yaptıkları umut dolu planlara inanmak artık
imkânsızdı. O zamanlar meşe fıçılan, yıllanmış şarap ve so
ğuk patateslerle karışan kara toprağın kokusu yoğun odunsu
bir koku oluşturuyordu. Şimdiyse yer çürük bir mezar gibi
kokarken, beton duvarlar Christine’e bir mezarlığı hatırlatı
yordu. Ağzı kurumuştu, gözleri bir zamanlar masa olarak kul
landıkları şarap fıçısına kilitlendi. Ölmeden önce göreceği son
şey bu mu olacaktı, merak ediyordu.
Nihayet, bomba sesleri uzaklaşmıştı. Sığınaktaki insanlar
fısıldayarak konuşmaya başladı. Fakat Christine’i asıl şaşırtan
şey, birkaç adamın şakalaşmasıydı.
“Ah sevgili Goering,” dedi içlerinden biri. “Savaşın ba
şında, Almanya’nın başkentine tek bir bomba bile düşme
yecek diye böbürleniyordu. Başkente bomba düşerse bana
Hermann Goering değil, Meier diyebilirsiniz demişti. Ee,
Reich Mareşali Meier, yılın başından beri Berlin’e tam 109
saldırı yapıldı. Artık hava saldırısı sirenlerine Meier’ın bora
zancıları diyeceğiz!”
Başka bir adam bağırdı. “Hitler sadece İngiltere’yi bomba
ladığını söylüyor. Çünkü Churchill ona güçsüz demiş!”
“Savaşın bittiği günün sabahında Almanya’yı hırlayacağım,”
dedi biri. “Ama öğlen ne yapayım daha karar veremedim.”
Birkaç kişi sesli bir şekilde kahkaha atarken, çoğu sessizce
kıkırdıyor ya da susuyordu. Christine ilk başta adamlar
düşüncelerini sesli dile getirdikleri için endişelenmişti ama
sonra sığınakta Hitler Gençliği’nden kimsenin olmadığını fark
etti. Belki de sığınağın soyutlanmışlığı ve ölümün yakınlığının
korkusu onlara ani bir özgürlük hissi vermişti. Goering’le
ilgili şaka yapan adam ayağa kalktığında Christine, adamın
yakasında sarı bir yıldız olduğunu fark etti.
“Naziler Almanya’nın problemlerinin Yahudiler yüzünden
olduğunu söylüyor,” dedi aynı adam. “Peki bizden kurtulduk
tan sonra kimi suçlayacaklar?”
“Otur yaşlı adam,” dedi bir kadın. “Başında yeteri kadar
bela var.”
Bay Weiler banktan kalktı ve etrafına baktı, parlak yüzü
gaz lambasının ışığında ışıldıyordu. “Burası benim mahze
nim!” dedi kalabalığı yararak. “Burada sadece Almanlar var.
Eğer bu kural hoşunuza gitmediyse, saklanacak başka bir yer
bulabilirsiniz.”
Bu sözlerden sonra sığınaktakiler tekrar sessizleşti. Dışa
rıda, sessizlikte, tek tük silah atışları ve bağırışlar duyuldu.
Bay Weiler ve Yahudi adam, kadın ve çocuklarla dolu sığınağı
korumaya hazır bir şekilde, tahta kapının önünde duruyordu.
Uzakta, hedeflerini vuran bombaların yankılandığı, durgun
bir saatten sonra tehlikenin geçtiğini haber veren sirenler uzun
uzun çaldı. Christine, ailesi ve köylülerin geri kalanı sığınak
tan dışarı çıktı, gözlerini kırparak temkinli bir şekilde etrafa
bakıyorlardı.
Köyün ötesinden kara dumanlar yükseliyordu. Hava üssü
nün olduğu taraftan yükselen alevler kara gökyüzünü aydın
latıyordu. Ama görünüşe bakılırsa, kasabanın bu kısmı zarar
görmemişti.
Christine büyükannesinin koluna girip Karl’ın elini tuttu,
ardından yanık kâğıtlar ve kiremitlerle kaplı caddede diğerle
rinin peşinden yürümeye başladı.
Duman rengi hilalin güçsüz ışığı, yakınlardaki evlerin
kalbura dönmüş alçılarım, şarapnel ve mermilerle delinen
tahta kapılarıyla çiçekliklerini aydınlatıyordu.
Yokuşun yarısında Rose yolun ortasında durdu ve başını
kaldırıp sessizce şükretti. Evleri sapasağlam duruyordu. Yak
laştıklarında panjura şarapnel geldiğini gördüler ama çatı ve
duvarlar yakın çevredeki ev ve ahırlar gibi zarar görmemişti.
İçeri girdiklerinde, hüzün dolu aile mutfak masasında topla
nırken, Rose mutfaktaki ocağı yaktı. Ve hep birlikte sıcak keçi
sütlerini içtikten sonra biraz sakinleşmek için odalarına çekil
diler.
Bir saat sonra Christine hâlâ tavanı izliyor, Isaac ve ailesi
nin hava saldırısında hayatta kalmış olması için dua ediyordu.
Sığınaktaki son birkaç saati unutmaya çalışıyordu. Sığınağın
dar duvarlarını, insanın kemiklerine işleyen soğuğu ve o in
safsız korkuyu aklından çıkarmak istiyordu. Onun yerine,
Isaac’le tepede geçirdiği günü hatırlamaya çalıştı. Avuçların
daki ellerin sıcaklığını hayal etti. Ve dudaklarındaki yumuşak
teni... Kaslarını gevşetmeyi deneyip uzun, yavaş nefesler aldı.
Sonunda uykuya daldı. Rüyasında güneşli çayırlar, koyunlar
görüyordu. Isaac peşinde, onu yakalamaya çalışıyordu. Sonra
birden gözlerini açtı. Yine sirenler çalıyordu.
(9/1/ Sffuacis(¡Bedim
i^
*—
hayatta kalabilme düşüncesi ona neşe veriyor gibiydi. Ama “Evet. Çünkü her şeyi öğrenmeye çalışıyoruz,” dedi Chris
tine. “Çünkü her hikâyenin iki yüzü vardır.”
yaşadığı mutluluk kısa sürmüş, odasına çekildiğinde tüm ge
“Bu yüzden mi bomba atıp ateş açıyorlar? Yanlış bir şey
ceyi ağlayarak geçirmişti.
yaptığımızı düşünüyorlar, ama bizim asıl hikâyemizi bilmi
O günün erken saatlerinde Hitler Gençliği, düşman uçaklan-
yorlar.”
nın gördükleri herkese ve her şeye ateş açacağı konusunda halkı
“Onun gibi bir şey. Hitler savaşı sonlandırsın diye uğraşı
uyaran bildiriler dağıtmıştı. Kâğıtta, insanların vurulmamak için
yorlar.”
saklanmaları ve koşmamaları gerektiği yazıyordu. Christine ka
“Çünkü Hitler bizi düşünüyor, değil mi?”
pıdaki çocuğa, belki bu kâğıdı bir gün önce dağıtmış olsaydınız
“Şişşt.” Rose, örtüyü oğlunun omuzlarına çekti. “Şimdi
dört kişi hâlâ hayatta olacaktı, demek istedi. Küçük erkek karde
uyu bakalım. Radyonun sesini fazla açmayacağız.”
şimi yanımda götürmeyecektim ve şimdi gözleri yaşlı bir adamın-
“Anne? Biz de onları bombalıyor muyuz? İngiliz ve Ame
kiler gibi bakmayacaktı. Christine kâğıdı büyükanne, büyükbaba,
rikalıları?”
Maria ve annesine gösterdikten sonra mutfak ateşinde yaktı.
Rose bir an tereddüt etti. “Sen bunları düşünme tatlım, hadi
Şimdi Christine ve annesi oturdukları yerden çocukların
uyu. Ben seni koruyacağım.” Rose, Heinrich uyuyana dek al
uyumasını bekliyorlardı. Christine annesine dönüp fısıldadı.
nını okşamaya devam etti. Sonra yavaşça kalktı, yeniden yere
“Sence Bayan Klause başka horoz verir mi?”
oturdu ve duvara yaslanıp bir iç çekti. “Kendim bile ne oldu
“Belki verir. Ama hemen sormayacağım. Kocasının yasını
ğunu anlayamazken ona nasıl açıklayabilirim?”
tutarken böyle bir şeyden bahsedemem.”
Christine omzunu silkip başını iki yana salladıktan sonra
Christine çocukların uyuduğundan emin olduğunda radyo radyoyu açtı. Annesinin üzerini battaniyeyle örttü ve bir kula
yu açmak için yatağın altına uzandı. Ama Heinrich henüz uyu- ğını radyoya verdi. “Hitler açlıktan ölsek umursamaz, bomba
mamıştı. “Babamın eski radyoyu yaktığını sanıyordum.” Eli landığımızda mı umursayacak?”
tuşun üzerinde kalan Christine kardeşine baktı. Heinrich, yaşlı “Bunu Heinrich’e söylememin hiçbir manası yok.”
bir adammki gibi buğulu ve kırmızı gözleriyle, yatağın ucun “Biliyorum, ama gerçek bu.”
dan onu izliyordu. Rose oğlunun yanına oturup alnını okşadı. Annesi birden gözlerini iri iri açtı ve parmağını dudakları
“Fikrini değiştirdi. Ama bu bir sır. Bunu kimse bilmemeli. nın üzerine koydu.
Bu arada daha iyi misin?” Spiker, “Doğu cephesinde durum umutsuz,” dedi. “Alman
birliklerinin cephanesi azalıyor. Sığınakları, yiyecek stoklan
ve ilaçları yok. Alınan son bilgiye göre Altıncı Ordu,
Stalingrad’da Ruslar tarafından köşeye sıkıştırılmış.”
Rose iki eliyle ağzını kapatarak Christine’e baktı. Altıncı
Ordu. Dietrich 'in birliği. Ruslar köşeye sıkıştırmış. Christine ve
annesi bir saat boyunca hareketsiz bir şekilde oturup Rusya’da
yaşanan korkunç gerçekleri dinlerken, çocuklar babalannın ka
derinden habersiz huzur içinde uyuyordu. Christine, Yahudi ve
Amerikalılara karşı yapılan propagandalar kadar, Rusları bar
bar olarak gösteren afişlere de inanmamıştı. Ama gördüklerinin
gerçek olmaması için dua etmemek elinde değildi.
'—
İyi olmanız için dua ediyorum. Sık sık evimi ve güzel ço
cuklarımı düşünüyorum. Hepinizi tekrar görebileceğim o
günü, dört gözle bekliyorum. Düşman askerleri çevremizdeki
ormanlardan ateş açıyor. O adamlar da her geçen gün, benim
gibi ailelerini düşünüyor mu merak ediyorum. Nasıl görün
düğüm hakkında bir fikrim yok, ama birlikteki diğer adamlar
perişan bir halde. Hepsinin sakalları çıkmış, elleri yüzleri ça
mur ve böcek ısırığı dolu.
Umarım huzurlu bir Noel geçirmişsinizdir. Cephede her
Noel hüzün dolu. Noel Arifesinde ateşin etrafında şarkılar
söyleyip şakalar yaparak moralimizi yüksek tutmaya çalış
tık. Birbirimize evlerimizde geçirdiğimiz en güzel Noelleri
anlatıp karla kaplı köylerle neşe dolu haneleri andık. Sohbet
devam ederken arada bir içimizden biri ortadan kayboluyor
du, sonra onu Rusya’nın dondurucu soğuğunda tek başına ağ
larken buluyorduk.
Günlük hayatın anlamsızlığı tüm bunların yanında sö
nük kalıyor. Burada ailelerimiz ve evlerimizin hatıraların
dan başka hiçbir şeyimiz yok. Ama bununla birlikte, her şeye
dayanabilecek kadar güçlüyüz. Sakın endişelenmeyin, artık
bana bir şey olmayacak. Hepinizi ne kadar çok sevdiğimi bil
menizi istiyorum. Ve sizi tekrar görmek için elimden ne geli
yorsa yapacağım.
Heil Hitler,
Dietrich
----
*Alm. Yurt Muhafızları: n. Dünya Savaşı’nın son aylarında Adolf Hitler’in emriyle
Alman erkeklerinden oluşturulan halk kurtuluş ordusu. (Çev. N.)
ve Berlin’e gönderilmişti. Christine bu gerçekle yüzleştiğinde
kardeşleri hâlâ çok küçük olduğu için Tanrı’ya şükretti.
Birkaç hafta sonra gazetelerde Alman birliklerinin güçlen
diği ve Doğu Cephesi’nde birleştiği yazıyordu. Ama büyükba
ba bunun gerçek anlamda geri çekildikleri ve Ivan’ın önlerine
çıktığı anlamına geldiğini söyledi. Bay Weiler büyükbabaya
etnik Almanların, Prusya ve Ukrayna’daki evlerini boşaltıp
Almanya’ya geldiklerini söylemişti. Büyükbabasının annesine
dediğine göre, Rus askerleri katliam yapıyor, kadın ve çocukla
ra tecavüz ediyordu. Christine ilk önce duyduklarına inanmadı,
ama karneleriyle birlikte dağıtılan broşürlerin üzerinde kadın
ve çocuk cesetlerinin üzerinde duran Rus askerlerini görünce
korkudan midesine bir sancı saplandı. Mesaj oldukça açıktı:
Eğer toprağınızı, memleketinizi korumazsanız kadın ve çocuk
larınıza olacak olan budur. Christine köylerinde böyle bir şey
yaşandığını hayal etmek bile istemiyordu, çünkü onları koru
yacak kimse yoktu. Erkeklerin hepsi gitmişti. Broşürü aldı ve
kardeşleri görmesin diye hemen odun sobasında yaktı.
Mart ayının ilk günü, gece yarısı sirenler çalmaya baş
ladığında Heinrich koşarak merdivenlerden indi. Eski sa
kinliğini kaybeden küçük çocuk öleceğinden emin bir halde,
sığınağa kadar ağlayarak koştu. O günkü saldırıyı mor bir
dirsek ve çizik bir dizle atlatmıştı. Ama artık herkes hayatta
kalmak için koşması gerektiğini biliyordu. En kötüsü de üç
gün sığınakta hapsolmalarıydı. Ne zaman saldırının bittiğini
düşünseler bombalar tekrar yağmaya başlıyordu. Patates
kasaları ve şarap fıçıları çoktan tükenmişti. Öte yandan
Rose’la birlikte birkaç kadın sirenler çaldığında yiyecek
getirmek gibi bir adet edinmişti. Rose giriş kapısının önüne
koyduğu çantanın içindekileri her seferinde yenilerdi. Bu
sefer içinde salamura yumurtalarla dolu bir kavanoz ve çavdar
ekmeği vardı.
Getirilen yemekler birleştirildi ve otuzdan fazla insan için
minik parçalara bölündü. Adamlar içerideki en küçük çocu
ğun ırmaktan su getirmesi için sığınağın çimento duvarına bir
delik açıp dışarı doğru bir tünel kazdılar. Üçüncü günün so
nunda tehlikenin geçtiğini bildiren siren çaldığında, toz toprak
içindeki aç insanlar sığınaktan dışarı çıktı. Köyden geriye sa
dece enkazların kaldığından öylesine eminlerdi ki yakın çev
reye zarar gelmediğini gördüklerinde gözlerine inanamadılar.
Birkaç ay boyunca her gün, aynı şeyleri yapıp durdular.
Bahçe ekip zararlı otları toplama, yemek kuyruklarında bek
leme, temizlik yapma, yiyecek arama ve sığınağa koşma...
Christine akıllarını kaybetmeden, buna daha ne kadar devam
edebileceklerini merak etmeye başlamıştı. Hayatımın sonuna
kadar böyle mi yaşayacağım? diye düşündü. Bir insan ölüm
korkusuyla yaşamaya ne kadar dayanabilir? Babam yaşıyor
mu, Isaac bizden vazgeçti mi, ne zaman öğreneceğim? Chris
tine çaresiz hissetmekten yorulmuştu, sonbahara kadar bek
lemeye karar verdi. Isaac’in onu öptüğü eylül sonlarındaki o
güne kadar bekleyecekti. Ve sonra ne olursa olsun tekrar evle
rine gidip Isaac orada mı diye bakacaktı.
Temmuz sonunda tekrar sığınağa toplanan köylüler, gecenin
ortasında ter içinde, tehlikenin geçtiğini bildiren sesi duymayı
bekliyordu. Sıcak bir yazdı, mahzenin havası nemli ve basıktı.
Sığınakta yeni biri vardı. Savaşta tek gözünü ve sol elinin
bir kısmını kaybeden zayıf asker Bay WeilerTn yeğeniydi.
Ailesi iki hafta önceki hava saldırısında ölünce Hamburg’tan
Hessental’a gelmişti. Sığınaktakiler onu dinlemek için yarım
bir daire oluşturdu, sessiz bir şekilde otururken endişeli
gözlerle birbirlerine bakıyorlardı.
“Sekiz katlı apartmanlar, katedraller, müzeler, okullar,
dükkânlar, tiyatrolar ve araçlar,” dedi adam alnı boncuk bon
cuk terlerken. “Hepsi saldırıda kül oldu. Binaları tuzla buz
etmek için arka arkaya bombalar yağdırdılar, genelde kalaba
lık yerlere daha çok saldırdılar. Hemen ardından da yangın
bombaları attılar. Sonunda on bin metre kare şehri resmen yok
ettiler. Gece arkadaşlarımla eve dönerken Elbe’nin üzerinde
ki köprüden geçiyordum. Müttefiklerin attığı bombaları daha
önce hiç görmemiştim. Patladıklarında kimyasal yayıyorlar,
tüm muhiti alev içinde bırakıyorlardı.”
“Lütfen,” dedi bir kadın. “Çocuklar duyabilir.”
Asker sol elindeki sağlam parmaklarıyla, sarma sigarasını
amcasına uzatırken sigaranın acı kokulu dumanında gözleri
ni kıstı. Bu sırada Christine adamın anlattıklarını duyabilmek
için yaklaştı.
“Alevler birleştikçe büyüyordu. Birden korkunç bir uğultu
duydum ve bir alev fırtınası her şeyi içine çekti. Kaçmaya
çalışan insanları da... Ateş yeri eritiyor, insanların ayakları
eriyen caddelere yapışıyordu. Yanan insanların nehre at
ladıklarını gördüm. Ama sudan çıktıklarında tekrar alev
alıyorlardı. Kollarında çocuklarıyla kaçan kadınlar gördüm.
Yanarak yere düştüler ve bir daha kalkamadılar. Arkadaşımla
birlikte bir binaya koşup bodrumuna indik. İçerideki insanlar
seslerden kullanılan bombanın türünü anlayabileceklerini
söylediler. Mesela yangın çıkaran bombanın sesi bir kuş
sürüsünü andırıyormuş. Yangın bombası ani bir gürültü
çıkarıyormuş. Su sesi çıkaran bombaysa kauçuk ve benzin
doluymuş. Ama daha önce hiç böyle bir ses duymamışlar.”
“Yani yeni bir tür bomba kullanıyorlar, öyle mi?” diye sor
du biri.
“Öyle diyor,” dedi Bay Weiler.
“İnanmıyorum” dedi bir kadın. “Bence uyduruyorsun.”
Asker kadından yana döndü. “Emin olun uydurmuyorum.”
“O zaman neden buraya da o bombadan atmıyorlar?”
“Bilmiyorum. Belki daha çok insan yaşadığı için sadece
büyük şehirlerde kullanıyorlardır. Belki de ne kadar korkunç
sonuçlar doğurduğunu gördükten sonra bir daha kullanmama
ya karar vermişlerdir. Belki de sadece bir testtir. İki hafta ön
ceydi. Yani belki şimdi o bombalardan yapıyorlardır. Nasıl bir
strateji izliyorlar bilmiyorum!”
“Bu kadarı yeter,” dedi aynı kadın. Ve birkaç kadını peşine
katarak mahzenin arkasına doğru yürüdü.
Bay Weiler elindeki sigarayı tekrar yeğenine verdi. “Onla
ra sonrasında olanları da anlat.”
“Kısa bir süre sonra bodrumdaki sıcaklık artmaya başla
dı, hava dumanla dolmuştu. Bana oradan ayrılmamamı söy
lemelerine rağmen dışarı çıkmaya karar verdim. Bodrumun
kapısını ittiğimde dışarısı bir ocağın içinden farksızdı, her şey
kıpkırmızıydı. Yüzüme vuran kuru rüzgâr o kadar sıcaktı ki
nefes borumu yaktı. Hava resmen yanıyordu. Köprüye giden
sağlam bir yol gördüm ve koşmaya başladım. Yolun yarısın
da üzerime bir ateş topunun geldiğini fark ettim. Gördüğüm
ilk sığınağa koşup kapıyı zorladım. İçerisi hıncahınç doluydu.
Yerde yatan yaralılar su için yalvarıyordu. Birden bir sarsıntı
oldu, sığınak öne arkaya sallanmaya başladı. Bir duvar komple
çökünce çatlaklardan içeri fosforlu bir sıvı girdi. İnsanlar ken
dini kaybedince arkamı döndüğüm gibi oradan çıktım. Nasıl
başardım bilmiyorum, ama şehrin diğer ucuna kadar koştum.
Yeteri kadar uzaklaştığımda öylece durdum ve yangını izle
dim. Ertesi gün ailem hâlâ hayatta mı diye bakmak için geri
döndüm. Hayatta kalmayı başaranlar üst üste yığdıkları ceset
leri sokaklarda yakıyordu.”
“Neden böyle bir şey yapsınlar ki?” diye sordu biri.
“Başka ne yapabilirler?” diye cevapladı Bay Weiler. “Tek
tek gömecekler mi?”
Bir adam söze karıştı. “Hastalık yayılmasını önlemek için
yakmak zorundalar.”
“Doğru,” dedi asker.
Bay Weiler tekrar yeğenine döndü. “Hadi, hikâyeni bitir.”
“Saklandığım bina yıkılmıştı. Caddeler yanık cesetlerle do
luydu. İnsanlar ellerinde kova ve çuvallarla etrafta dolaşıyor,
kopan organları topluyordu. Bodrumlarda bulabildikleri tek şey
buruş buruş olmuş yanık cesetler ya da küllerdi. Bazı kurbanları
banklarda yatarken buldular. Bazılarıysa uyur gibi sırt sırta ver
mişti. Hepsi yangın yüzünden boğulmuştu. Evimi ararken nere
de olduğumu bile bilmiyordum. Hiçbir yer tanıdık gelmiyordu.”
Asker durup başını eğdi. Bir dakika sonra boğazını temizleyip
başını kaldırdığında gözleri yaşlarla doluydu. “Sonra evimin so
nunda bulunan kütüphanenin yandığını gördüm. Ve evime doğru
koştum. Ama her şey yok olmuştu. Ne annemle babamı bulabil
dim ne de kız kardeşlerimi. Dün insanların yüz doksan kilometre
öteden Hamburg’taki yangını gördüğünü duydum.”
“Orada silah fabrikası mı vardı?” diye sordu biri.
“Şehrin o tarafında yoktu. Hava üssü, fabrika, askeriyeye
ait hiçbir şey yoktu.”
“Sence yanlışlıkla mı yaptılar?” diye sordu Bay Weiler.
“Hayır. Tam üç saat sürdü. İki gün sonra tekrar geldiler. Üç
gece sonra bir daha. Kırk beş bin insanın öldüğü tahmin edili
yor. Hamburg’ta milyonlarca insan yaşıyordu ve şimdi dörtte
üçü yeryüzünden silindi.”
Christine kollarını kendine doladı ve boğazında hisset
tiği düğümle sığınağın arkasına doğru yürüdü. Maria ve er
kek kardeşleri boş bir patates kasasının üzerinde uyuyordu.
Yetişkinler çocuklara kulaklarını tıkamaları için kumaş ya da
pamuk verdiğinde rahat ettiklerini fark etmişti. Hatta yeteri
kadar rahatladıklarında uyuyabiliyorlardı. Çocuklar patlama
lara alışmış mıydı, yoksa bitmek bilmeyen korkularla uyuya
rak baş etmek daha mı kolaydı merak ediyordu. Sığınağa bir
bomba düşüp canlarını alırsa, çocuklar bunu hiç bilmeyecekti.
Uyku bir kaçıştı. Christine, keşke ben de onlarla birlikte uyu-
yabilsem, diye düşünürken birinin çocukları sakinleştirmek
için ara sıra el yapımı içki getirdiğini hatırladı. Christine tüm
şişeyi kafasına dikmek istiyordu. Çünkü duyduklarını, ancak
hepsini içerse unutabilirdi.
---------agÇ-O
--------
*—
S
aldırıdan iki gün sonra Christinelerin evinin önünden içi
çarşaflara sarılmış cesetlerle dolu bir araba geçti. Chris-
tine, dingil gıcırtılarını ve amavutkaldmmlarında inleyen at
nallarını duyunca salonun kırık penceresindeki perdeyi çekip
dışarı baktı. Kadınlar, çocuklar ve yaşlılar, başları önde cenaze
arabasının peşinden yürüyorlardı. Hepsinin elinde İncil, haç
ya da bir buket kır çiçeği vardı. Christine, cesetler enkaz alt
larından, sığınaklardan, hatta birinden duyduğu gibi nehirden
mi çıkarılmıştı merak ediyordu. Şu ana kadar ölü sayısı iki yüz
yirmi üçe ulaşmıştı.
Ancak büyükbabayı gömemeyeceklerdi. Büyükbabanın ne
cenazesi olacaktı ne de tabutu. Hitler Gençliği birkaç yaşlı
adamla birlikte büyükbabanın cesedini aramış ama hiçbir şey
bulamamıştı. Bir diş, kemer tokası, kemik parçası bile yoktu.
Ahırdan geriye için için yanan küllerden, demir araç gereçler
ve eriyerek bükülmüş at arabası iskeletlerinden başka hiçbir gitmiş ya da ölmüş olabilir miydi? Onlardan başka kimse yok
şey kalmamıştı. Dün gece hep birlikte büyükbabanın anısına muydu? Ama hemen sonra bir adamın haykırdığını duydu.
ailesinin mezarlığına rudbekya bırakmak için büyükanneyi Adam tekrar bağırdığında ses daha yakından gelmişti. Sanki
kasabanın diğer ucundaki mezarlığa götürmüşlerdi. Ardından binlerce kişi yolda aynı anda koşuyor gibi ayak sesleri geli
yemek masasının etrafında dua edip büyükbabayla ilgili en yordu. Christine donup kaldı ve duyduğu şeyin ne olduğunu
sevdikleri anıları paylaşmışlardı. Ve savaş biter bitmez büyük anlamaya çalıştı. Heinrich ve Kari bahçe çitinden dışarı fırla
babalarına bir mezar yapacaklarına söz vermişlerdi. yıp yolun köşesinde dururken, oyuncak kamyonları kirli elle
Daha önceki bombalar köyün dışında kargaşa yaratmıştı, rinden sarkıyordu. Christine elindeki küreği toprağa bıraktığı
ama bu son saldırı köyün yarısını darmaduman etmişti. Her gibi bahçenin köşesine koştu.
sokakta üç dört ev ayakta kalabilmiş, geri kalanlar yerle bir Ve kel bir iskelet sürüsünün sokakta sallana sallana yürü
olmuştu. Schellergasse Sokağı ’ndaki tahribat sadece kilise ve düğünü gördü. Bitkin görünümlü, bir deri bir kemik kalmış
Christinelerin evinin yanındaki ahırla sınırlı kalmamış, evleri adamların ayaklarında birbirinden farklı ayakkabılar, üzerle
nin arka tarafında iki, bir üst sokaklarında dört ev daha yıkıl rinde kirli üniformalar vardı. Yüzlerce... Yüzlerce adam. Kül
mıştı. Bay Weiler’ın kasabının çatısı göçmüş, kafenin camları gibi solgun yüzlerindeki elmacık kemikleri zayıflıktan dışarı
ön cephedeki büyük taş parçalarıyla birlikte paramparça ol fırlamıştı. Boş gözlerle yere bakan adamların çoğunun gri be
muştu. yaz çizgili gömleğinde sarı yıldız vardı. Bazılarında mor ve
Saldırıdan birkaç gün sonra tren istasyonunun yanına bir kırmızı ters üçgenler, bazılarında ise her iki rengin bulundu
grup asker tarafından barakalar inşa edildi. Metal çatıları ve ğu üçgenler vardı. Şanslı olanlar ayağına delik, paramparça
penceresiz duvarlarıyla alçak tavanlı tam üç uzun baraka var bağcıksız ayakkabılardan geçirmişti. Diğerleri ise hava buz
dı. Söylentilere göre bu barakalarda, hava üssünü onarmak gibi olmasına rağmen yalın ayaktı. Düzgün bir sıra halinde
için getirilecek işçiler, yani Yahudi tutsaklar yaşayacaktı. ilerleyen adamlar güçlükle adım atarken, yanlarındaki SS’ler
Barakaların inşaatı biteli bir gün olmuştu. Bahçede çalışan devam etmeleri için bağırıyordu. Christine’in tahminine göre
Christine, kollarını sıvamış saçlarını tepeden toplamış bir hal yaklaşık dört yüz adamdan sorumlu yirmiye yakın silahlı asker
de, tavuk gübrelerini ve odun küllerini toprağa gömüyordu. vardı. Askerlerden biri işçilere yaklaştığında işçiler onlardan
Sabah hiç olmadığı kadar sessizdi. Bahçeyle evin arasındaki uzak durup sıraya yetişmek için birkaç adım atıyordu. Chris
ara yolda ahşap kamyonlarıyla oynayan Kari ve Heinrich’in tine tutsakların arasındaki kısa boylu, siyah gözlü adamın bir
çıkardığı motor sesleri ve Christine’in sert toprağa vuran kü çocuktan farksız olduğunu gördü. Göğsünde kahverengi bir
reği dışında çıt çıkmıyordu. Kuşlar bile kasabayı terk etmiş kusmuk izi, pantolonunun bacağında koyu bir leke vardı. Bir
gibiydi. Christine’in içine garip bir his çöktü. Köydeki herkes kaç adam Christine ve kardeşlerine baktı. Christine, adamların
boş ve umutsuz gözlerinden ne hissettiklerini okuyamıyordu.
Kendi kendine, Yahudilere bunları mı yapıyorlar? diye düşü
nürken, dizlerinin bağlan giderek çözülüyordu.
“Heinrich! Kari!” diye seslendi. “Hemen içeri girin!” Ama
beti benzi atan adamlar karşısında şüphesiz hayret içinde ka
lan çocuklar, onu dinlemedi. Christine döndü ve hızla bahçe
den çıktı. Kardeşlerinin bu korkunç manzaraya şahit olmasını
engellemeliydi. Tam onların yanına varmıştı ki pantolonunun
bacağında koyu lekeler olan tutuklu yüzüstü yere kapaklandı.
Yaklaşan bir asker tüfeğinin arkasıyla adamı dürtüp kalkması
için bağırdı. Ama adam hiç tepki vermeden cenin pozisyonun
da yatmaya devam ediyordu. Asker zavallı adamın omzuna,
kalçasına ve kaburgalarına tekrar tekrar vurmaya başladı. So
nunda adam hafifçe doğrularak dizlerinin üzerine oturdu ve
öne doğru eğilerek titreyen kollarıyla kalkmaya çalıştı. Chris
tine kardeşlerini omuzlarından tutup döndürdükten sonra eve
doğru sürükledi. O sırada anneleri kapıdan dışarı çıktı.
“Ne oluyor?” Christine çocukları eve sokarken annesi et
rafa göz attı.
“Yahudi tutsaklar,” dedi Christine güçlükle nefes alarak.
“Hava üssünü onarmak için işçileri kullanıyorlar.”
“Asker, adamı niye dövüyordu?”
“Düştüğü için.”
“Ne yani? Düştüğü için mi vurdu?”
“Evet... Kalkmasaydı kim bilir ne olurdu.”
“Ama onları çalıştırmak için getirdiler, değil mi?”
Christine gözyaşlarına boğuldu. “Bilmiyorum anne.”
Gözleri dolan Rose da elini kızının omzuna koydu. Chris
tine, annesinin ne düşündüğünü biliyordu. Açlıktan ölmek
üzere olan bu adamlar, köylerine varmadan önce her nerede
kalıyorsa, Isaac de büyük ihtimalle oradaydı.
görmek hiç zor değildi. Aynı annesi gibi zor yıkılan Maria
olaylara Christine’den daha hoş görülü yaklaşabiliyordu. Öte
yandan yüzüne bakan herhangi biri ne kadar gergin olduğunu
fark edebilirdi, özellikle de kimsenin ona bakmadığını san
dığı zamanlarda... Kari ve Heinrich yaşananları kabullenmişti.
Büyük ihtimalle sebebi, savaş başladığında yaşlarının henüz
çok küçük olmasıydı.
Kış devam ederken Yahudi tutsakları gözeten askerlerin
bağırışları yükseliyor, dar sokaklarda ara sıra silah sesleri
yankılanıyordu. Christine ve ailesi, her silah sesinde elinde
ki işi bırakıp korku dolu gözlerle birbirlerine bakıyorlardı.
Tüm gün hava üssünde çalışan tutsaklar her fırtınadan sonra
kar küremek zorunda kalıyordu. Askerlerin sabrı, havanın
soğukluğuyla ters orantılı bir şekilde giderek azalıyor gibiy
di. Hava ne kadar soğuk olursa Christine o kadar çok kan
lekesi görüyordu. Yol boyunca dizili beyaz banklar konuş
ma, tökezleme ya da düşme suçları yüzünden cezalandırılan
adamların koyu kırmızı kan izleriyle doluydu. Bu, delilikten
başka bir şey olamazdı.
Kış sonu ailenin yiyecek stokları azalmaya başladığında,
Rose artık tutsaklara yiyecek ayırmamaya karar verdi. Kilerde
bir kilo patates, bir miktar çarpık çurpuk havuç, bir poşet kuru
elma ve iki erik reçeli kavanozundan başka bir şey kalmamış
tı. Salamura kavanozundaki yumurtalar bitmişti ve tavukların
tekrar yumurtlamaya başlaması iki ay sürecekti. Artık un ve
şeker bulunmuyordu, satacak bir şeyleri kalmadığı için kapa-
I nan çoğu dükkânla birlikte fırın da kepenkleri indirmişti. İki
1 yıldır kimse tohum satmadığından bahçedeki tohumlar çok
1 kıymetli olmaya başlamıştı. Christineler bu sefer yalnızca
geçen yazdan sakladıkları tohumları ekebileceklerdi. Kömür
ve odun ulusal kaynak ilan edilmişti, ısınmak ve yemek yap
mak için harcanan yakıt miktarı hiç olmadığı kadar azdı. Mart
ayının sonunda devlet dağıttığı yiyecekleri yarı yarıya azalttı.
Ailenin tek düşündüğü şey yemek gibiydi, tüm zamanlarını ve
enerjilerini yiyecek elde etmek için harcıyorlardı.
Christine şehirleri hiç bu kadar merak etmemişti. Oradaki
insanlar konserveleri, bahçeden toplanan kurutulmuş sebze
leri, salamura yumurtaları ya da arka bahçelerinde büyüyen
tavukları olmadan nasıl hayatta kalıyordu? Herkesin bahçe ya
da tarlaları sayesinde hayatta kaldığı köyde bile dedikodula
ra göre insanlar ormanları talan ediyor, kökleri söküp küçük
meyveleri topluyor, mantar ve fındık için kavga ediyorlardı.
Ormanlarda neredeyse ağaç kalmamıştı, geyikler tavşanlar
çoktan gitmişti. İnsanların kemirgen yediğine dair söylentiler
vardı. Kara borsada ticaret yapmanın cezası idam olmasına
rağmen Christine kadınların şeker karşılığında gelinliklerini,
süt ve yumurta karşılığında battaniye ve yastıklarını takas et
tiğini duymuştu. Hatta bazı kadınlar çocuklarım hayatta tuta
bilecek bir somun ekmeğe sahip olabilmek ya da bir teneke
sütle takas edebilecekleri sigara ve kahve için çaresizlikten
vücutlarını subaylara satıyordu.
Christine’in ailesi ekim yapabilmek için gün sayarken ni
san dinmek bilmeyen yağmurlarla geçiyor, cadde ve kaldırım
lardan aşağı isli, küllü sular akıyordu. Bahçe tam bir çamur
yuvasıydı. Ama diğer yandan kurt, böcek, yabani ot ve çimen
lerle beslenen tavuklar tekrar yumurtlamaya başlamıştı. Ve
kahvaltıda yumurta yiyebilme düşüncesi evdeki herkesi he
yecanlandırıyordu. Tavuklar yarım günde bir düzine yumurta
bırakıyordu. Bu da ailedeki herkese en az iki yumurta düşme
si demekti. Christine artık tutsaklar için kilise merdivenlerine
haşlanmış yumurta bırakmıyordu.
Bir ay sonra güneş nihayet yüzünü göstermeye başladığın
da bahçedeki toprak ısınıp kurudu. Havayı saran leylak kokusu
ıslak toprağın küflü kokusunu bastırıyordu. Ekilen mahsulle
rin büyümesi için harika bir havaydı. Ancak köyün yakınla-
nndaki yüzlerce verimli tarla sürülmemişti. Yaşlı çiftçiler ve
asker eşleri tek yardımcıları olan tutsak işçileri düşman sal
dırılarında kaybetmek istemedikleri için uzaktaki kırsal böl
gelere göndermek istemiyordu. Bunun yerine, hayvanlarına
bakmaları ve kendilerine yetecek kadar sebze ekmeleri için
çalışanlarını evde tutuyorlardı. Ağustos sonunda tutsak işçi
lerden bazılan Rusya’nın kendi topraklannın bir kısmını geri
aldığını duyarak kaçmıştı.
Christine annesine söylemeden azalan tavuklannı tekrar ço
ğaltma niyetiyle Bayan Klause’tan başka bir horoz istemeye
gitti. Eğer yeteri kadar erken çıkarsa, en az birkaç saat, hava
saldınsından korkmasına gerek olmayacaktı. Ailesine en kısa
zamanda bahçede civcivler olacağının umudunu vermekle bir
likte -ki bu, kışın olgunlaşan tavukların etlerini yiyecekleri an
lamına geliyordu- eve bir horozla dönmesi herkesin moralini
düzeltecekti. Christine, kollarında büyük tüylü bir horozla eve
döndüğünde annesinin yüzünde oluşan gülümsemeyi hayal etti
ve yüreğinin hafiflediğini hissetti. Sokağın sonuna doğru iler
lerken uzun zaman sonra artık bir amacının olduğunu fark etti.
Ancak yokuşu tırmanan tutsak grubunu görünce kamına
bir sancı girdi. Oysa bu saate kadar beklemiş, adamların
çoktan geçtiğini düşünmüştü. Şimdiyse direkt üstüne üstüne
geliyorlardı. Christine daha erken kalkmadığı için kendine
kızdı. Yine de Nazilerin geç kalmış olmasına inanmakta
güçlük çekiyordu. Belki de adamlardan biri sorun çıkarmıştır
diye düşündü. Nazilerin, suçluyu tek bir kurşunla başının
arkasından vurarak ya da silahlarının arkasıyla döverek
cezalandırmak için tüm tutsakları bekletebileceğini biliyordu.
Düşüncesi bile midesini bulandırmaya yetiyordu.
İlk asker sırasının arkasında, şeker pancarlarıyla dolu bir
öküz arabası kavşaktan geçti. Yaşlı çiftçi öküzlerini yolun kar
şısındaki köşede durdurdu, koltuğundan atladı ve ahşap bir
ahıra girdi. Araba, gelen ikinci sıranın önünü bariz bir şekilde
kesmişti. İki asker, çiftçinin arabayı çekmesini söylemek için
yokuş aşağı yürümeye başladı. Christine eve koşmayı düşünse
de artık çok geçti. Tutsak işçiler hemen önündeydi, bir SS de
direkt olarak ona doğru geliyordu. Christine hızla solundaki
binaya sığındı ve çerçevesinde kaybolmak ister gibi kapıya
iyice yapıştı. Onlara bu kadar yakın olmak, onları görmek ya
da korkunç gözlerine bakmak istemiyordu. Hepsinden önce,
sırf bu çıldırmış adamların yönettiği bir ülkede yaşadığı için
onun da Yahudi düşmanı olduğunu düşünmelerinden korku
yordu.
Sert bakışlı asker, elinde tüfeği, Christine’i görmezden ge
lerek yanından geçti. Christine başını çeviremeden, kendini
iki adım önündeki adamlara bakarken buldu. Karşısında çıkık
elmacık kemikleri, çürümüş dişler, iskelet bacaklar ve kalbura
dönmüş etler duruyordu. Dışkı ve idrar kokusu burnunun dire
ğini kırmıştı. Elini hemen ağzına götürdü ve bakışlarını aşağı
indirdi. Bir an önce buradan gitmek, eve koşmak istiyordu.
Ama yapamadı, olduğu yerde sıkışıp kalmıştı.
Yanından geçen asker bağırarak ters yöne koştu. “Dur!”
Emire itaat eden tutsaklar, Christine’in tam önünde durdu.
Bazılarının başı eğikti, bazıları ise ne olduğuna bakmak için
dönmüştü. Christine kapı çerçevesinin köşesinden, kaçma şan
sı var mı diye gizlice etrafına baktı. Bu sırada bir avuç aç ada
mın şeker pancarlarına yaklaştığını gördü. Adamlar pancarları
arabadan çekti ve vahşi hayvanlar gibi çiğ kökleri ısırmaya
başladı. Hızla gelen askerler tüfeklerinin arkalarıyla adamlara
vurdu. Arabanın etrafına, soğuk zemine düşen üç tutsak hare
ketsiz bir şekilde yatıyordu. Bir deri bir kemik kolları tuhaf
bir açıyla kıvnlırken başlarından oluk oluk kanlar akıyordu.
Kendi hayatlarını sürdürebilmek için arkadaşlarının talihsiz
liklerini bir şans olarak değerlendiren çıplak ayaklı tutsaklar,
ölen adamların ayakkabılarını çıkarıp ayaklarına geçirdiler.
Bu kargaşayı fırsat gören bir düzine tutuklu da koşmaya
başladı. Askerlerden biri tüfeğini omzuna dayadı ve ilk atışta
olmasa da kaçanlardan ikisini vurdu. Dört asker yarı otomatik
tüfekleriyle hayatları için koşan insanlara vahşice ateş ediyor
du. Koşan adamlardan bazıları göğüsleri ilerde, başları geride
yere kapaklandı. Askerlerden üçü, sokakta saklanan ya da çit
lerden atlayan diğer tutsakların peşinden koştu.
Christine elleriyle kulaklarını kapayıp girişe çömeldi. Kü-
çülüp yok olmak istiyordu. Tüm vücudunu saran korku titre
yen kol ve bacaklarına sıçramıştı. Aniden kesilen silah ses
leriyle yavaşça başını kaldırdı ve askerlerin uzakta olduğunu
fark etti. Kaçmak için hemen ayağa kalktı. Tam koşmaya
başlayacaktı ki tutsakların arasında, on beş sıra kadar ötede,
tanıdık bir yüz gördü. Ve olduğu yerde kaldı. O aşikâr yüzün
sahibi, hâlâ diğer adamlarla birlikte sırada duruyor, bir önüne
bir yere bakıp vurulma ihtimalini en aza indiren pozisyonunu
korumaya çalışıyordu. Christine bir an bayılacağını düşündü.
Kendini gözlerinin ona oyun oynadığına ikna ederek derin bir
nefes aldı. Ama emin olmak için solgun, çelimsiz tutsağa tek
rar bakmak istedi. Yok denecek kadar az olan saçları kafatası
nın üzerinde kirli sakal gibi pis bir görüntü yaratmıştı. Yüzü,
zayıf ve kirliydi. Christine’in kalbi aniden buz kesti. Bu çene
yapısını tanıyordu. Bu kestane gözleri...
Isaac.
Christine kapı çerçevesinin köşesini yakalayıp etrafına
baktı. Isaac’e doğru koşmamak için kendini tutmaya çalışı
yordu. Askerler yakaladıkları tutsakları dövmekle ve yakala
yamadıklarının peşinden koşmakla meşguldü. Hepsi yokuşun
aşağısındaydı, Christine ise yukarıda, eve yakındı. Hızlı bir
karar verdi. Bu fırsatı değerlendirmek zorunda olduğunu bi
liyordu.
“Isaac!”
Isaac başını kaldırdı ve Christine’in olduğu yöne bakıp al
nını kırıştırdı. Ona seslenen kişinin Christine olduğunu görün
ce gözleri iri iri açılmıştı.
Isaac sessizce, “Git buradan,” dedikten sonra Christine’e
bakmayı reddederek başını tekrar eğdi.
“Isaac!” diye yineledi Christine, yalvarır bir ses tonuyla.
“Benimle gel!” Isaac onu duymuyormuş gibi sırasında durma
ya devam ediyordu. “Çabuk! Bakmıyorlar!”
Nihayet başını kaldıran Isaac, tekrar Christine’e baktı.
Sanki ağlamamaya çalışır gibi dudaklarını sıkı sıkı birbirine
bastırıyordu. Christine, sevdiği adamın kalbinin nasıl kırıldı
ğını hissedebiliyordu. Yaklaşması için işaret ettiğinde, Isaac
yaşanan boğuşmaları ve kargaşayı ilk defa görüyormuş gibi
etrafına baktı. Christine o an Isaac’in yüzündeki değişimi fark
etti. Isaac haklı olduğunu anlamıştı, kimse bakmıyordu. Öne
doğru bir adım atıp öndeki sıraya geçti ve sanki oraya aitmiş
gibi bir süre orada bekledi. Sonra diğer sıraya... Christine’in
kalbi öyle kuvvetli çarpıyordu ki Isaac’in sıra sıra ona yaklaş
masını izlerken bir an bayılacağını sandı. İkisi de askerlerin
hiçbir şey fark etmediğinden emin olmak için arkalarına bakıp
duruyordu.
Isaac sonunda Christine’in yanına geldi ve birlikte evin
önünden geçip yanındaki sokağa saparak koşmaya başladı
lar. Tüm gücünü harcayan Isaac kaçarken iki kez düştüyse de
Christine onu hemen kaldırdı. Bir bahçe çiti gri beyaz ünifor
masına takılıp bacağını çizdi, yine de bir saniye bile durmadı
lar. Christinelerin evinin arka bahçesine varana kadar koştular.
Ve bahçeye girdiklerinde Christine, Isaac’i hiç düşünmeden
tavuk kümesine soktu.
“Sakın ses çıkarma,” dedi Christine kapıyı kapatırken.
“Hemen geleceğim.”
Christine evlerinin arka kapısından girdi ve şiddetle bir
birine çarpan dizleriyle ön kapıdan sokağa çıktı. Elbisesi ve
ayakkabıları öylesine gezinen bir bayan izlenimi vermek için
uygun mu diye üzerini kontrol ettikten sonra yokuş aşağı yü
rümeye başladı. Hâlâ sırada olan adamları görmezden gelir
ken bir tutsağın kaçmasına yardım eden kızın o olduğunu fark
etmemelerini umuyordu. Ardından aydınlık gökyüzünde silah
seslerinin yankılandığını fark etti. Olduğu yerde kaldı, omuz
ları her atışta sarsılıyordu. Bir, iki, üç, dört, beş, altı... Sokakta
inleyen silah seslerinin ardından askerlerin bağırdığını duydu.
“Sıraya geç! Yoksa sıra sana da gelir!”
“Yahudi domuz!”
Kavşaktaki askerler, kaçan tutsaklan iterek sıraya geri so
kuyordu. Şeker pancan arabasının yanında yatan altı adam, gj.
derek yayılan kanlannm içinde yüzüyordu. Uzakta, farklı nok
talarda yüzüstü yatan on iki, belki daha çok adam daha vardı.
“Bunlar için kamyon göndereceğiz,” dedi askerlerden biri,
ölü tutsağı tekmeleyerek. Christine koşmamaya çalışarak tek
rar eve doğru yürümeye başladı. Sağ salim içeri girdiğinde
girişteki koridoru hızla geçip arka bahçeye çıktı. Kümesin ka
pısını açmasıyla birlikte Isaac yerinden sıçradı. Solgun oval
yüzünde görünen tek şey kocaman, kan çanağı gözleriydi.
“Nereye gittin?” diye sordu Isaac, elindeki boş yumurta
kabuğunu yere düşürürken. Dudaklarında kalan sarı izlerden
yumurtayı çiğ çiğ yediği belli oluyordu.
“Kaçtığını fark eden olmuş mu diye bakmaya gittim,”
diyen Christine, nefesini kontrol etmeye çalışıyordu. “Fark
ettiklerini sanmıyorum. Pancar almaya çalışan adamları vur
dular.” Dizleri Christine’in titreyen bedenini daha fazla taşı-
yamıyordu, bu yüzden kümesin duvarına yaslandı. “Kaçanları
da... Ama senin kaçtığını görmediler. Görselerdi bizi de vurur
lardı.” Christine tünemiş tavuğun altına uzandı ve kuş tüyle
rinin altından çıkardığı sıcak yumurtayı Isaac’e uzattı. Isaac
kabuğu ısırıp çiğ yumurta sarısını içti.
Christine tavuk kümesinin dar sınırları içinde saklanmanın
ve ölüme yakınlığın verdiği dehşetin kokusunu alabiliyordu.
Ama bu önemli değildi. Onu gördüğü için hiç olmadığı kadar
mutluydu. Domuz pisliğiyle kaplı olsa bile umursamazdı. Sa
rılmak için öne atıldıysa da Isaac kendini geri çekti.
“Sarılma. Çok pisim. Galiba kafamda bit de var.”
“Seni bir daha hiç göremeyeceğimi sandım.”
Isaac ona baktı. “Ben de.” Yüzü çok sertti, hatta acı çeki
yormuş gibi buruşmuştu. “Buraya dün geldim. Beni nereye
götürdükleri hakkında hiçbir fikrim yoktu. Bu sabah sizin evin
önünden geçtiğimizi bile bilmiyordum.”
Christine gözlerinin dolduğunu hissetti. “O kadar korktum
ki! Ne düşüneceğimi bilemedim. Ailen nerede?”
“Babamı üç ay önce öldürdüler,” dedi Isaac düz bir sesle.
“Annemle kız kardeşim nerede bilmiyorum. Dachau’ya götü
rüldüğümüz gün ayrıldık.”
Christine’in içine bir korku düştü. “Babana ne oldu?”
Isaac’in yüzünü acılı bir ifade aldı. “Bir süre çalıştı. Ama
bizi günde on iki saatten fazla çalıştırıyorlardı.” Sanki düşme
mek için oturmak zorundaymış gibi sertçe yere çöktü. “Çok
zor bir işti. Babam zeki bir adam olsa da sağlığı hiçbir zaman
iyi olmamıştı. Sonunda dayanamayıp hastalandı. Zaten sağlık
lı bir adam bile verdikleri azıcık besinle, ne o kadar uzun bir
süre toprak kazıp kazma sallayabilir, ne el arabası itebilir ne
de o ağır kayaları kaldırabilir. Bir gün yıkıldı. Onu kaldırmaya
çalıştım, ama olmadı. Gücü artık bitmişti. Babamın düştüğünü
gören askerlerden biri yanımıza geldi ve babamı tam başının
arkasından vurdu. Yaşadığım sürece, o katilin yüzünü asla
ama asla unutmayacağım.”
“Tanrım...” Christine’in yanaklarından gözyaşları süzülü
yordu. “Çok üzüldüm Isaac.”
“Yapabileceğim hiçbir şey yoktu. O herifin silahını elinden
kapıp onu vurmak istedim. Ama silahını alabilsem bile diğer
askerler beni anında vururdu. Hiçbir şey yapmadan, orada öy
lece dikildim. Elime yüzüme babamın kanı bulaşmıştı ve ben
hiçbir şey yapmadım. Kendi kendime yaşamak zorundayım
deyip durdum. Annemin ve kız kardeşimin bana ihtiyacı var.”
Christine, Isaac’e sarılmamak için kollarını kamına bastırı
yordu. Onu kollarının arasına almak, rahatlatıp acısını almak
istiyordu. “İyi ki yapmamışsın.”
“Daha bitmedi.”
“Seni çatıda saklayacağım. Ama herkesin uyuması için ge
ceye kadar beklememiz lazım.”
“Bilmiyorum, Christine. Bu çok tehlikeli.”
“Daha iyi bir fikrin var mı?”
Isaac kaşlarını çatarak başını iki yana salladı. “Eğer ya
kalanırsak ikimizi de Dachau’ya gönderirler. Ya da direkt
vururlar.”
“Kimse seni bulmayacak. Tutsaklardan bazıları kaçtı. Se
nin de onlarla kaçtığını sanırlar.” Christine kapıyı itip dışarı
çıktı ve kapıyı kapamadan önce içeri doğru eğildi. “Burada
kal, tamam mı? Sana ilk fırsatta yemek için bir şeyler getire
ceğim.”
Ardından kapı mandalını çekti ve mutfağa koştu. Annesi
mutfakta çamaşır yıkıyordu, sıcak suyla dolu metal küvet oda
yı buhar ve küllü sabun kokusuyla doldurmuştu.
“Neredeydin Christine?” diye sordu Rose, gümüş rengi
çamaşır tahtasında kırmızı elleriyle geceliği ovmaya devam
ederken. “Çarşafları çıkarmama yardım edebilirdin.”
“Özür dilerim anne,” diyen Christine, sesinin titremesini
engellemeye çalıştı. “Bugünün çamaşır günü olduğu aklımdan
çıkmış.” Horoz almaya gitmiştim, diyecekti ki horoz yerine
getirdiği şeyi düşününce sustu. “Hava çok güzeldi. Etrafta bir
yürüyeyim dedim.”
Annesi elindeki çamaşırı bırakıp Christine’e sert bir bakış
attı. Christine kimseye bir şey söylemeden dışarı çıkmasının
annesini nasıl sinirlendirdiğini çok iyi biliyordu. Rose tekrar
küvete eğilip çamaşırı ovalamaya devam etti. “Kahvaltıdan
sonra yardımın gerekecek.”
“Tamam.” Dikkat çekmemeye çalışan Christine, kahvaltı
masasını elinden geldiğince yavaş bir şekilde kurdu. Anne
si yeni yıkanmış çamaşırları asmak için yan balkona çıkana
kadar bekledi. Rose çıkar çıkmaz da masadan hızla bir dilim
ekmek kaptı ve ocaktaki tencereden haşlanmış yumurta alıp
küçük bir şişeyi sulandırılmış keçi sütüyle doldurdu. Anne
sinin fark etmemesi için her şeyden az az alıyordu. Yumurta
ve ekmeği gazete kâğıdına sardıktan sonra mutfak kapısından
çıktı.
Kümeste, Isaac keçi sütünü bir dikişte içti. Ağzının kena
rında oluşan ince beyaz çizgiler kirli çenesine doğru akıyordu.
Bir ısırık ekmeğinden, bir ısırık da yumurtasından aldıktan
sonra durdu. Lokmalarını yanağına tıkıştırmış bir halde ba
karken, Christine’in onu gözyaşlarıyla izlediğini fark etti.
“Sanki bir kâbusa sıkışmışız gibi. Tüm bunların olabildiği
ne inanamıyorum.”
“Bu zaten bir kâbus,” dedi Isaac. “Ve uzun bir süre sabah
olmayacak.”
----------
-—
------ cgSi?
E
rtesi sabah Christine yatağından kalkıp pencereden dı
şarı baktı. Yüreği, bulutlarla kaplı gökyüzü ve sağanak
yağmur kadar umutsuzdu. Havaya bakılırsa gün boyu kara
bulutlar dağılmayacaktı. Christine tekrar yorganının altına
kıvrılmayı düşünmesine rağmen içi içini yerken gözüne uyku
girmeyeceğini adı gibi biliyordu.
Isaac’i görecek olması bile moralini düzeltmiyordu. Dün
gece kaçma fikri mantıklı gelmişti. Sevdiği adamla başka
bir ülkede özgürlüklerine kavuşana dek ormanlarda, saman
balyalarının üzerinde uyumak çok romantik ve macera dolu
görünmüştü. Ama bu sabah düşüncesi bile Christine’in içini
ürpertiyordu. İşin kötüsü tüm plan başından beri koca bir
saçmalıktı. Naziler Isaac’i çatı katında bulamamıştı, belki
de Isaac orada saklanmaya devam etmeliydi. Yola çıkarlarsa
kim bilir başlarına neler gelecekti. Hem ne yer, ne içerlerdi?
Yakalanırlarsa ne olacaktı? Vurulabilir ya da Isaac’in bahsettiği
kamplardan birine gönderilebilirlerdi.
Christine üstünü giydi, öyle acele ediyordu ki ışık hızıyla
hareket ediyor gibiydi. Sinirleri, kara tahtayı tırnakladığında
dökülen talaşlar gibi yıpranmış ve kavrulmuştu. Kamında his
settiği korku ve acı karışımı panik klozete boşaltılması gere
ken bir kusmuktan farksızdı.
Henüz kimse uyanmamıştı, ev sessizdi. Christine harita
bulmak için kardeşlerinin eski okul kitaplarını karıştırmayı
düşündü. Ama sonra vazgeçip temiz havanın iyi gelebileceği
ne karar verdi. Belki biraz kafasını dinlerdi. İyi bir fikir olsa
da olmasa da, kaçtıklarında doğru dürüst düşünebilmeye ihti
yacı vardı.
Christine mutfaktan bir sepet alıp kümese doğru yürüdü.
Kümesin mandalını açıp içeri girdiğinde sağanak durmuş,
ağaçların üzerinden metal çatıya damlayan yağmur damlaları
nın çıkardığı sesler kesilmişti. Güneş çıkmış olsa da tavuklar
bile kum tüneklerinden çıkmak istemiyordu. Christine yumur
talara uzandığında ciyaklayan tavuklar yumurtalarını korumak
isteyerek ayağa kalktı. Christine cılız, yaşlı bir tavuğun elini
gagalamasıyla ağlamaya başladı. Bu kadar küçük bir olay bile
onu ağlatmaya yetmişti. Ama aslında gözyaşlarının sebebi can
acısı değil, kırılgan ruhunda açılan ufacık çatlaktan yüreğine
sızan diğer acılardı.
Christine kümesten çıktı, arka taraftaki verandaya çöktü
ve yumurta sepetini ayaklarının üzerine koyup duygularının
onu ele geçirmesine izin verdi. Gözlerinden yaşlar boşalırken
babası ve büyükbabasını hatırlayarak sesli bir şekilde hıçkır
maya başladı. Ailesi ve Isaac için ağlıyor, savaş yüzünden ölen
insanları düşünürken burnunun akmasına engel olamıyordu.
Çaresiz hissetmekten, korkmaktan yorulmuştu. Sirenlerden,
pencerelerin üzerindeki siyah örtülerden, kardeşlerinin göz
lerinde gördüğü korku ve soru işaretlerinden, annesinin onları
hayatta tutmak için dişini tırnağına takıp çalışmasından...
Her şeyden bıkmıştı. Ama en bıktığı, en yorulduğu şey ise
ailesinden birinin ölüp ölmeyeceğini düşünmekti.
Birkaç dakika boyunca ağladıktan sonra Christine gözle
rini silip derin bir nefes aldı. Biraz da olsa rahatlamıştı. En
azından artık aysız bir gecede, dipsiz bir uçurumun köşesinde,
düşüp yok olmayı bekleyen çakıltaşları gibi hissetmeden hare
ket edebiliyordu. Kendi kendine, Ailemi ve Isaac ’i düşünmek
zorundayım, dedi. Isaac en azından şimdilik güvende. Büyük
annem, annem, Maria, Kari ve Heinrich hâlâ hayattalar. Ben
den daha kötü durumda olan insanlar var. Elimden gelen tek
şey dayanmak. Eğer Isaac ’le birlikte sağ salim kaçabileceği
mizi düşünürsek, başarabiliriz. Ama bunun güvenli olmadığı
na karar verirsek, koşullar değişene dek bekleriz. Bir şeyler
değişmek zorunda. İyi ya da kötü, illa ki değişecektir.
Christine bodur erik ağacında erken olgunlaşan birkaç
erikten birini kopardı. Tekrar verandaya oturdu ve erik sula
rını çenesinden akıta akıta eriğini yemeye başladı. Eriğini bi
tirdikten sonra çitlerle çevrili arka bahçenin köşesine yürüyüp
killi toprağa küçük bir çukur kazdı ve erik çekirdeğini oraya
gömdü. Ayağıyla toprağın üzerine bastırdıktan sonra gözlerini
kapayıp çekirdeğin köklenip büyümesi için dua etti. Tanrım
bu erik çekirdeği fide olduğunda lütfen savaş bitmiş olsun, ba
bam eve dönsün ve biz Isaac ’le birlikte olabilelim.
Üzerindeki gerginliği atmış bir halde yarısı dolu yumurta
sepetini alıp eve doğru yürümeye başladı. Ayaklarım saman
dan yapılmış paspasa sildi ve içeri girdi. Ama birden dona
kaldı. Koridorun diğer ucundaki giriş kapısının kırmızı mavi
camında, kara bir asker silueti vardı. Adam kapıya vurup tüm
evi sarstığında Christine’in parmaklarından yavaşça kayan
yumurta sepeti yere düştü. Christine kıpırdayamıyordu. Nab
zı deli gibi atarken, kırılan yumurtaların sarıları hasır sepetin
boşluklarından yere akıyordu.
“Kimse yok mu?” diye bağırdı adam. “Orada mısınız?”
Christine bir adım yana kayıp merdivenlerin arkasına
saklandı. Beyni güm güm atan yüreği gibi hızla düşünmeye
başlamıştı. Başçavuş niye geri döndü? Isaac’i ele verecek
bir şey mi yaptım? Çatı katında bir şey mi fark etti? Tanrım
mahvolduk!
Asker kapıya vurup tekrar bağırdı. “Kimse yok mu dedim!”
Ses tanıdık gelse de sert kapı yüzünden adamın sesi kalın
duvarlı bir odada haykırır gibi boğuktu. Kelimeleri tam olarak
seçilmiyor, sesi net duyulmuyordu. Christine, beynim bana
oyun oynuyor olmalı, diye düşündü. Bu sesi tanımıyorum. Ha
reket edemediği gibi köşeden bakmaya bile cesareti yoktu.
“Rose?” Adamın sesi bu sefer daha güçlüydü.
Christine kaşlarını çattı. Bu o olamazdı. Gelenin başçavuş
olduğundan emindi. Onun bilmediği şey yoktu, tabii ki anne
sinin adını da bilecekti.
Adam tekrar bağırdı. “Kapıyı açın! Rose! Christine! Ma-
ria! Kimse yok mu?”
Ve o an Christine her şeyi anladı.
Tüm gücüyle girişe doğru koşup titreyen elleriyle kilidi
çevirdi. Ve uzun zamandır haber alamadıkları babasıyla
kucaklaşmaya hazır bir şekilde kapıyı açtı.
Ama yanılmıştı.
Karşısında tüm vücudu kırmızı beneklerle dolu, iskelet gibi
bir adam duruyordu. Bir şekilde isimlerini öğrenmiş ve yiye
ceklerini çalmaya gelmiş olmalıydı. Üzerindeki yırtık ünifor
ma kir ve çamur içindeydi. Paramparça olmuş postalları, ip ve
kirli paçavralarla sarılmıştı. Adam, çiziklerle dolu kirli eliyle,
omzundaki tüfeğin sapını tutuyordu. Christine iki eliyle kapı
nın köşesini tuttu ve tüm gücüyle kapıyı itmeye başladı.
“Christine! Kendi babanı tanımadın mı?”
Christine durdu. Düzensiz sakalı, cansız saçları ve kirli yü
zünde tanıdık bir şey bulmaya çalışarak adamın çökük gözle
rine bakıyordu. Adam şapkasını çıkarıp gülümsedi.
Ve Christine karşısında duran adamın kim olduğunu anladı.
“Baba!” Hemen kollarını babasının boynuna doladı. Diet-
rich de kızını kucaklayıp öyle bir sıktı ki Christine bir an ka
burgalarının kırılacağını sandı. Ardından Christine’i alnından,
burnundan ve yanaklarından öpmeye başladı.
“Sen son dört yıldır gördüğüm en güzel şeysin!” Gözyaşla
rı içinde, kızına bakmak için geri çekildi. “Kocaman bir kadın
olmuşsun!”
Babasının saçları Christine’in hatırladığından daha griydi.
Gözlerinin altındaki halkalar bir kömür gibi koyulaşmıştı. Çat
lak dudakları kupkuru, tırnaklarının arası kir içindeydi. Cılız
bedeninden dökülen üniforması Nazilerinki gibi siyah değil,
Çim yeşiliydi. Babası SS’lerin bir parçası ya da Nazi değildi.
O sıradan bir Alman askeriydi ve şimdi burada, karşısındaydı.
Hayattaydı... Christine babasını elinden tuttu ve içeri çekti.
“Büyükanne!” diye bağırdı büyükannesinin odasının kapı
sına vururken. “Kalk! Babam geldi!” Ardından babasını mer
divenlerden yukarı çıkardı.“Anne! Kalkın! Babam geldi!”
Christine ve babası üst kata, Rose’un yatak odasına doğru
koştular. Kapıya vardıklarında Rose’la burun buruna geldiler.
Rose, sıkı Fransız topuzunu açmış kırmızı, uzun dalga dalga
saçlarını omuzlarından aşağı salmıştı. Yıpranmış eski sabah
lığını göğsüne bastırıp onu olduğundan yaşlı gösteren uykulu
gözlerini kırpıştırdı. İlk başta koridorda bir asker gördüğü için
küçük bir şok geçirse de Christine’in mutluluktan havaya uça
rak adamın elini tuttuğunu görünce her şeyi anladı. Elleriyle
ağzını kapadığında çenesi tir tir titriyordu.
“Dietrich?” Karşısında bir hayalet varmış gibi, titreyen
eliyle kocasına dokunmak için yaklaştı. “Gerçekten sen mi
sin? Tanrım... Yaşıyor musun?”
“Benim.” Dietrich elini uzatınca Rose da kocasının elini
yakaladı. Avucunu kapadığında parmaklarını öyle sıkıyordu
ki eklem yerleri bembeyaz olmuştu. Sanki kocasını her an
yeniden kaybetmekten korkar gibiydi. Birbirlerine sımsıkı sa
rıldılar ve Rose hıçkırıklar içinde ağlamaya başladı. Boğazın
daki yumruyu yutmaya çalışırken Christine’in de gözleri yaş
larla dolmuştu. Annesi Tann’ya defalarca şükrederken babası
yüzünü annesinin saçlarına gömmüş gülümsüyordu. Koridora
koşan Maria, Kari ve Heinrich iri iri açtıkları gözleriyle saba
hın köründe yaşanan kargaşaya bir anlam yüklemeye çalışı
yorlardı. Dietrich karşısında çocuklarını görünce tüfeğini bı
rakıp yere diz çöktü ve kocaman gülümsedi. Kari ile Heinrich
uzun zamandır nerede olduğunu bilmedikleri babalarının eve
döndüğünü sonunda anlayabilmişti. Çocuklar babalarının açık
kollarına doğru koşarken, Maria eliyle ağzını kapatıyordu.
“Bu kadar büyüdüğünüze inanamıyorum!” Dietrich oğul
larına sarılırken kızlarının soluk yanaklarını okşuyordu.
“Almanya’nın en güzel kızları benimkiler! Sürekli yüzünüzü
hayal ettim. Zaten Christine’in sarı saçları, Maria’nın mavi
gözleri, Karl’ın çilleri ve Heinrich’in dişlek gülümsemesi ol
masa ayakta duramazdım.” Dietrich bir kahkaha attıktan sonra
kolunu karısının omzuna atıp yanağını öptü. “Tabii, annenizin
fotoğrafı olmasa çoktan delirmiştim.”
Bu sırada şalını geceliğinin üzerine geçiren büyükanne, cı
lız eliyle korkuluğa tutunarak basamaklardan aşağı iniyordu.
Dietrich merdivenlerin başına koşup annesini karşıladı.
“Evine hoş geldin, Dietrich!” Büyükannenin gözleri ya
şarmıştı. “Tanrım... Ne güzel bir sürpriz. Hoş geldin oğlum,
evine hoş geldin.”
Dietrich büyükanneye sarılıp onu diğerlerinin yanına gö
türdü. “Babam nerede?”
Büyükanne titrek sesiyle fısıldadı. “Ah... Haberler hiç iyi
değil. Hava saldırısı sırasında öldürüldü.”
“Hayır...” Dietrich çökük omuzlarıyla annesine sarılıp ağ
lamaya başladı. “Nasıl oldu?”
“Ahır yanıyordu,” dedi Rose. “Babam olmasaydı evimiz
cayır cayır yanacaktı.”
Dietrich yanma gidip karısına sarıldı. “Çok üzüldüm.”
Sonra geri çekildi, gözlerini kapadı ve ani, öldürücü bir baş
ağrısı çekiyormuş gibi parmaklarım burun kemiğine bastırdı.
“Bu lanet savaş... Daha yetmedi mi?”
“Baban mutsuz olmamızı istemezdi, Dietrich,” dedi
büyükanne. “İyi olduğunu görse ne kadar mutlu olurdu.
Biliyor musun, seni sağ salim görebilmek için her gece dua
ederdi. Evine gelip ailenin başında durman için...”
Birkaç dakika boyunca, tüm aile birlikte mutfağa inene ka
dar, koridor gözyaşları ve kahkahalarla inledi. Dietrich evyede
elini yüzünü yıkarken, Rose odun ocağını yakıp tencereye su
doldurdu.
“Özür dilerim, anne. Ama babamı görünce tüm yumurtaları
düşürdüm.”
Rose kızına bakıp gülümsedi. “Sorun değil, hayatım. Ben
olsam ben de düşürürdüm.”
Christine patatesleri dilimledikten sonra kalan sucukları
demir kızartma tavasına koydu. Maria tavaya soğan eklerken
annesi sofrayı kuruyordu. Christine daha önce annesinin mut
fakta sabahlığıyla dolaştığını hiç görmemişti. Ve babası gitti
ğinden beri ilk defa kahkaha atıyordu. Aynı anda konuşan Kari
ve Heinrich babalarına sirenleri anlatıyor, asker olmakla ilgili
sorular soruyorlardı.
Dietrich yüzünde tatminkâr bir gülümsemeyle annesi ve
oğullarıyla birlikte mutfak masasında oturuyordu. Bir yan
dan çocukların sorularına cevap verirken diğer yandan kah
valtı hazırlayan karısı ve kızlarını izliyordu. Christine baba
sının gülümserken gözlerinin eskisi gibi olmadığını fark etti.
Gözlerindeki o afacan parıltı yok olmuş, yerine acı ve hüzün
gelmişti. Zavallı babası dört yılda on yaş yaşlanmış gibi gö
rünüyordu.
Ama yemeğini yerken ve çayını yudumlarken sırıtması
bir an bile kesilmemişti. Dietrich her birine büyük bir merak
ve minnetle bakıyordu. Christine’i neredeyse ağlatacak bir
Ellen Marie Wiseman — 2 7 5
* Waffen-SS: Nazi Almanyasf nda SS’in sonradan kurulma iki askeri kolun
dan biridir. (Çev. N.)
Isaac parmaklarını Christine’inkilere geçirdi. “Çok şey
yaşadın. Henüz babanın yaşadığı fikrine alışmaya zamanın
bile olmadı. Şimdi bunu düşünmek zorunda değiliz. Zama
nımız var.”
Christine gözlerini kuruladı. “Evet haklısın. Eğer planımı
zın kusursuz bir şekilde işlemesini istiyorsak oturup adam
akıllı düşünmeliyiz. Ama şimdi kimse yokluğumu fark etme
den aşağı inmek zorundayım.”
O akşam, herkes yatağına gittikten sonra Christine anne ve
babasıyla birlikte salonda kaldı ve babası evden ayrıldıktan
sonra yaşananlar hakkında konuşmaya başladılar. Christine
köşedeki üniforma yığınını düzenliyormuş gibi yaparken bir
üniformayı kaldırıp diğerlerinin yanma koyuyor, Isaac’e uy
gun ceket ve pantolon arıyordu. Rose kucağında kocasının
üniforması, elinde gümüş renk yüksük, iğne ve yeşil iplik ile
koltukta oturuyordu.
“Benim birliğimdeki çoğu adam öldü. Ya da kampa gön
derildi.”
Christine üniformaların yanından çekildi ve babasına yak
laştı. “Nasıldı baba, anlatsana,” dedi ve elinde siyah bir yüz
başı ceketiyle annesinin yanına oturdu.
“Yatağına gitmelisin, Christine. Bunları duymaman gerek.”
“Ben artık bir yetişkinim, baba. Yaşadıklarını duymak, ne
ler olduğunu bilmek istiyorum. Kimse yaşanılanlardan bah
setmezse gelecekte bir şeyleri nasıl değiştireceğiz? Görmez
den gelip bitkin düşene kadar çalışmak hiç kimsenin işine
yaramadı.”
“Senin büyüdüğünü unutmuşum. Kaç yaşındaydm?”
“Birkaç hafta sonra yirmi üç olacağım.”
Dietrich hüzün dolu gözlerle kızının yanağını okşadıktan
sonra anlatmaya başladı. İlk başta tereddüt ederek konuşu
yordu, ama sonra sanki aklını boşaltmaya ihtiyaç duyar gibi
hızlandı.
“Stalingrad’a girmemiz emredilmeden önce boş, karlı ara
zide terk edilmiş hissediyorduk. Yeterli donanımımız yoktu.
Kıyafetlerimiz soğuğa karşı dayanıklı değildi. Ayaklarımızda
doğru dürüst postal bile yoktu. Kar fırtınaları bitmek bilmi
yordu, uçaklarımız aylarca yemek ve diğer malzemeleri geti
remedi.”
“Hiçbir şey yemeden nasıl hayatta kaldınız?” diye sordu
Rose.
“Herkes kalamadı. Binlerce adam öldü. Kuş ve tavşan ya
kalamaya çalıştık, ama bir süre sonra onlar da ortadan kaybol
du. Ara sıra biri yaban domuzu yakalardı. Atlarımız olmasaydı
hiçbirimiz hayatta kalamazdık.”
Christine midesinin bulandığını hissetti, aklına çiftçi
Klause’un ölen atı gelmişti.
“Isınmak için ateş yakabiliyor muydunuz?” dedi Rose.
“Evet. Ağaç kesiyorduk. Ama doksan bin adam vardı, yani
ağaçların tükenmesi uzun sürmedi. Sonra ısınacak bir ateşimiz
bile olmadı. İçmek için karı erittik. Yıkanamıyorduk. Bitlen
meye başladık. Geceleri bitler donsun diye üniformalarımızı
çıkarıyorduk. Isınmak için bir araya toplaşıyorduk. Ama her
sabah grubun bir köşesinde, uyurken donan ölü adamlar bu
luyorduk.”
Rose bir iç çekti. “Ah Tanrım...”
“Baba? Yahudilere ne yaptıklarını size söylediler mi?”
“Hayır kızım. Ben sadece piyade eriyim. Yani oyundaki bir
piyon. Çelişkili hikâyeler duydum. Bir savaştan diğerine gi
derken yük vagonları insanlarla dolu trenler gördük. Komuta
nımız başka bir yere yerleştirileceklerini ve ellerinden alman
hakların geri verileceğini söyledi. Ama başka söylentiler de
vardı. Korkunç söylentiler... Neden ki? Bir şey mi duydun?”
Christine kendi kendine, keşke babama doğruyu söyleye-
bilseydim, dedi. “Ben de korkunç şeyler duydum. Bauerman-
lan da götürdüler.”
Dietrich alnını kırıştırarak karısına baktı. “Bu doğru mu?”
“Evet. Geçen yıl tüm Yahudiler Hessental’dan yok oldu.”
“Tanrım...” Dietrich başını iki yana salladı. “Unutmamanı
istediğim bir şey var, Christine. Savaş bazılarını fail, bazılarını
suçlu kılar ama sonuç olarak herkesi mağdur eder. Cephedeki
tüm askerler, Hitler ve fikirleri için savaşmıyordu. Bu asker
savaştaysa, bu savaşa inandığı anlamına gelmez. Geri çekil
memize izin vermediklerinde ve Yahudiler hakkında çıkan
söylentileri duyduğumuzda yüzlerce asker, ölünce üzerimizde
bulunmasını umarak, Nazi karşıtı mesajları yazıp ceketlerimi
zin astarlarına tutturduk.”
Dietrich ayağa kalkıp Rose’un kucağındaki üniformayı aldı.
Ceketinin ucundaki ipliği çekti ve kırışmış sarı bir kâğıt çıkardı.
Ardından kâğıdın katlarını açıp sesli bir şekilde okumaya başladı.
L
^/¿rrrwÇfâcrtsıci'ÇÎ&cUiisTV
'—
l
santim uzaktaydı. Christine’in yüzüne vuran sıcak nefesi sen
kahve ve çürük diş kokuyordu.
Başçavuş sorgusuna devam etti. “Adres?”
“Schellergasse Sokağı, beş numara, Hessental.”
“İş?”
--------
'—
------
____________
odada oturuyordu. Önünde de bir tabak ördek vardı... Christi
ne bir an delirecekmiş gibi hissetti.
“İzninizi isteyebilir miyim, kumandanım?” diye sordu güç
süz bir sesle. Cevap gelmeyince Christine yavaşça yerinden
kalktı ve kumandanın elindeki bardağa uzandı. Ama Kuman
dan Grünstein öne doğru eğilip Cristine’i bileğinden yakaladı.
“Sana bunları anlatmamın bir sebebi var!” Bağırırken al
nındaki damarlar çıkıyordu. “Lütfen otur! Şu yükü göğsüm
den atmama izin ver!”
Christine kumandanın sözünü dinleyip sandalyesinin köşe
sine oturdu. Kumandan Christine’in bileğini bıraktı ve derin
bir nefes alıp üniformasının önünü düzeltti. “En azından beni
biraz dinleyemez misin? Lütfen?”
“Tabii kumandanım.”
“Eğer hayatta kalmayı başarırsan sen de bir tanık olacak
sın. Onlara burada yaşanılanları herkesin kabullenmediğini
söyle. Burada, şeytana uymuş adamlar var. Ruhlarının için
deki pislik, yarık kalplerinden dışarı sızıyor. Öte yandan Rus
cephesine gönderilmek isteyen gardiyanlarım da var. Orada
öleceklerini biliyorlar, fakat bu dört duvar arasındaki çılgın
lığa yardım etmektense ölmeyi tercih ediyorlar.” Kumandan
Grünstein, sanki düşünceleri onu çoktan delirtmeye başlamış
gibi avuçlarını şakaklarına bastırdı. “Bazılarının hayatta kal
mak için yapabileceklerine şaşıyorum. Sırf yaşamak için Ya
hudi arkadaşlarının ölü bedenlerini ateşe atmayı kabul eden
tutsaklar var.”
Christine bir an önce mutfağa kaçmak istiyordu. Kumandan
Grünstein ona baktığında, yüzünde, yaşarken cehenneme mah
kûm edilmiş bir adamın bakışını gördü. Gözleri onu anlaması için
yalvarıyordu. Christine, kumandanın konyak içmek istediğini
bilmediğinden, akşamın erken saatlerinde masaya açık bir
kırmızı şarap şişesi koymuştu. Yanaldan ve alnı kıpkırmızı olan
kumandan şarap şişesine uzanıp bardağını doldurdu.
“Bu şeytani suçlan işleyenler ve bunlann yaşanması
na izin veren bizler, yaptığımız şeylerin ciddiyetini savaşın
hengâmesinde fark edemiyoruz.” Şişeyi masaya bıraktı ve
bardağındaki şaraptan bir yudum aldı. “Belki biraz sürebilir
ama bu savaş bitip evlerimize döndüğümüzde, rahat evleri
mizde akşam yemeği masalanmıza oturduğumuzda, karıla-
nmızı öpüp iyi geceler dediğimizde... îşte o zaman geceler
kâbusumuz olacak. Şahit olduğumuz her sahnenin vicdan aza
bıyla yanan beyinlerimizin derinliklerinde tekrar tekrar canla
nacağını bileceğiz. Bu azap ölene dek peşimizi bırakmayacak.
Cehennemde sonsuza kadar Hitler’in yanında kalacağız. Tüm
Almanya bizim günahlarımızın bedelini ödeyecek. Bekle ve
gör. Ama yapılan canilikler ancak savaşı kaybedersen savaş
suçu kabul edilir.”
Christine hiçbir şey söylemeden kumandana bakıyordu.
Kumandan bardağını tekrar doldurup bir iç geçirdi. “İşte...
Ben söyleyeceğimi söyledim.” Ardından tabağı tekrar
Christine’in önüne itti. “Bence yemelisin.”
“Ben... yemesem daha iyi.”
“Nasıl istersen. Sonra ye o zaman. Mutfakta.”
Christine ayağa kalktı.
Kumandan Grünstein yerinden kalktığında sallanmaya
başladı. Yaşlı bir adam gibi kambur duruyordu. Christine onu
kolundan yakaladı ve sandalyesine oturmasına yardım edip
önündeki şarap şişesini aldı.
“Galiba eskisi gibi içemiyorum.”
“Tüm konyak şişesini içtiniz kumandanım.”
Kumandan, odaklanamayarak masaya baktı. “Evet. Bana
bir sigara getirir misin?” Christine büfeye gitti, tahta tütün
lüğü açtı ve bir sigara çıkarıp kumandanın eline tutuşturdu.
Ardından kibrit getirip sigarayı yaktı. Bayat duman tüm oda
yı sararken kumandan ağırlaşan gözkapaklarıyla Christine’in
masayı toplayışını izliyordu. Christine bardak, çatal ve bıçak
lan almak için üçüncü kez mutfaktan geldiğinde kumandan
sandalyesinde yarı uyur bir vaziyetteydi. Christine sigarayı
alıp küllükte söndürdü, ama aniden konuşmaya başlayan ku
mandan yüzünden korkudan aklı çıktı.
“Benim için bir şey yapar mısın, Christine?”
“Nedir kumandanım?”
“Eğer bana bir şey olursa adımı hatırlayacağına söz verir mi
sin? Herkese bu katliamı durdurmaya çalıştığımı söyler misin?”
Christine bir dakika kadar düşündükten sonra bu riski göze
almaya karar verdi. “Eğer benim istediğimi yaparsanız ben de
sizin istediğinizi yaparım.”
“Neymiş o?”
“Sevdiğim adam burada. Isaac Bauerman’ın nerede oldu
ğunu öğrenin. Eğer hâlâ yaşıyorsa, bana onun hayatta kalaca
ğına söz verin.”
Kumandan Grünstein bir iç geçirdi. “O işler o kadar basit
değil. Bir tutukluyu özel olarak, şüphe çekmeden arayamam.
Diğer subaylar benden kurtulmak için tek bir hatamı bekliyor.
Önceki kamp kumandanı bu evde içkili partiler verirdi. Onlara
likör ve kadın sunardı. Senin yerini aldığın kadını onların eli
ne verirdi. Ondan önceki kadını öldürdüler, biliyor musun?”
Christine’in korkudan rengi attı. Eğer Kumandan Grüns-
tein’a bir şey olursa başına neler gelecekti? Birden Isaac ve
kendi hayatı arasında seçim yapmak zorundaymış gibi hisset
ti. “Ama iyi olup olmadığını bilmem lazım,” dedi sesini topar
layarak.
“Şüphe çekmeden hayatta olduğunu öğrensem bile, onu
hayatta tutmak için yapabileceğim hiçbir şey yok.”
--- -agÇLâ
Ertesi gün Christine kumandanın haşlanmış yumurtalarını ye
mek odasına götürürken söyleyeceği kelimeleri dikkatli bir
şekilde seçmeye çalışıyordu. Isaac’in hayatta olmasının verdi
ği sevinç ve Hanna için duyduğu vicdan azabı yüzünden tüm
gece gözüne uyku girmemişti. Şimdiyse bırakın kumandan
dan yardım istemeyi, en ufak bir görevde bile kendine güve-
nemiyordu. Eğer kumandanı sinirlendirirse, Isaac’i bulmasını
istediği ilk günkü gibi sohbetleri hemen bitecekti. Ancak o
olayın üzerinden aylar geçmişti, ilişkileri eskisi gibi değildi.
Kumandan Grünstein kahvaltı masasında, okuma gözlük
leriyle gazetesine göz atıyordu. Masa örtüsüne vuran sabah
güneşi, havada bir örümcek ağı gibi asılı kalan, kahve ve siga
ra dumanını aydınlatıyordu.
“Dün arkadaşlarımdan biri kayboldu kumandanım,” diye
söze girdi Christine.
Kumandan Grünstein gözlerini gazetesinden ayırmadı.
“Evet?” Gözlerini başlıklarda gezdirirken başı aşağı yukarı
hareket ediyordu.
“Keşke ona ne olduğunu bilebilseydim.”
Kumandan gözlüklerini burnuna indirip başını kaldırdı.
Yüzü oldukça sertti. “Eğer onu dün gece görmediysen bir
daha bulamazsın.”
“Özür dilerim kumandanım, ama bu tam olarak doğru
değil. Dün Isaac’i gördüm. Bunca zaman geçti, ama hâlâ
yaşıyor.”
“Demek artık öğrendin. Aferin.”
“Hanna da bir yerlerde olabilir.”
Kumandan başını iki yana salladı ve iğrenerek bir iç çekti.
“Ne zamandır buradasın, Christine?”
“Tam olarak emin değilim kumandanım. Sanırım birkaç
aydır.”
“Peki, bu lanet yerde kaybolan birinin döndüğünü hiç gör
dün mü?”
“Hayır, kumandanım.” Bakışlarını aşağı indiren Christine,
boğazını temizledi ve konuşmasına devam etti. “Isaac çitlerin
diğer tarafındaki yeni inşaatta çalışıyor.” Kumandan gazete
sini indirip gözlüğünü çıkardıktan sonra gözlerini ovarak ona
baktı. Dudaklarını birbirine bastırmış bir halde bekliyordu.
“Keşke ona başka bir iş verselerdi. Mesela fabrikada ya da
mutfakta. Islak, soğuk olmayan bir yerde. O çok zeki biridir.
Çok da hızlı öğrenir ve..
Kumandanın iki elini masaya indirmesiyle çatal bıçaklar
şangırdadı. Christine yerinden sıçradı. Kumandan öyle bir hı
şımla kalktı ki sandalyesi yere fırladı. “Tek bir kelime!” Sesi
öfkeden titriyordu. “Tek bir kelime daha edersen buradaki işin
biter! Seni daha önce uyarmıştım. Bir daha uyarmayacağım!
Kendimi kimse için tehlikeye atmayacağım! Hele önce ken
dini kurtarmayı akıl edemeyecek kadar aptal biri için asla!
Eğer bana kendin ya da arkadaşlarınla ilgili tek bir şey daha
söylersen diğer Nazilerin gözünde sadık bir Nazi olduğumu
kanıtlamak için bir fırsatım olacak! Üçünüzü birden kapıda
sallandıracağım! Anladın mı?”
“Evet kumandanım.” Christine bir adım geriledi. “Çok...
çok özür dilerim.”
Kumandan masadaki şapkasını alıp sandalyesinin arkasın
daki ceketini de hızla çekerek odadan çıktı. Christine uzun bir
süre olduğu yerde bekledi. Güneşle parlayan kahvaltı masa
sına bakarken gözlerinden yaşlar boşalıyordu. Bir süre sonra
sandalyeyi kaldırdı, masayı topladı ve tekrar işine döndü.
9/crmiy (jßö^isris
'—'—ag£ld
l.
diklerini merak etmeye başlamıştı. Sayılan askerlerden çok
daha fazlaydı. Neredeyse yirmi kişiye bir asker düşüyordu.
Kısa süre içinde toprağın üzerini ince bir kül tabakası ört
tü. Buzlar erirken cesetler ayaklarının altındaki toprağa karışı
yordu. Toprak ana bir daha asla eskisi gibi olmayacaktı. Küle
kül, toza toz... Cansız bedenleri içine alacak ve bunu asla...
unutmayacaktı.
Bahar devam ederken Almanya’nın dışındaki kamplardan
trenle on binlerce tutsak getirildi. Christine, kollarında geliş
memiş bebekleriyle üniformalı kadınları görünce şaşkınlığını
gizleyemedi. Anne babalarından koparılan, korkudan birbirle
rine sarılmış üniformalı çocukları gördüğünde de aynı şekilde
şaşırdı. Kampın nüfusu çok artmış, barakalar fazla kalabalık
olmaya başlamıştı. Artık hastalar karantinaya alınmadığından
her gün yüzlerce insan tifüs yüzünden ölüyordu. Yeni gelenler
müttefiklerin şehirleri kuşattığını ve Nazilerin düşman ellerin
de buna devam edemeyeceklerini bildikleri için tüm tutsakları
Alman sınırlarındaki kamplara taşıdıklarını söyledi.
Her zamanki gibi tutsakların bir kısmı yeni tutsaklara yar
dımcı olmaları için görevlendirildi. Özel birlik denen bu grup
değerli eşyalar için ölüleri aramak, cesetleri krematoryuma
götürmek ve gaz odalarını temizlemekle yükümlüydü. Tüm
bunların karşılığında daha konforlu yerlerde kalıyor, daha çok
yemek yiyorlardı. Başlarda Christine bir insanın bu görevi na
sıl kabul edebileceğini anlayamamıştı. Ama sonra insanların
birkaç gün ya da birkaç hafta daha fazla yaşayabilmek için
tek umutlarının bu olduğunu fark etti. Bu kâbustan canlı çıka
bilmeleri için tek şansları buydu. Öte yandan onlar da göreve
başladıktan birkaç ay sonra öldürülüyor, yerlerini yeni gelen
güçlü tutsaklara bırakıyorlardı. Son zamanlarda Christine özel
birliktekilerin sayısının ikiye katlandığını duymuştu. Sanki
Nazilerin hıza ihtiyacı varmış gibiydi.
Her gece düşen bombalar giderek daha yakından duyulur
olmuştu. Christine uzaklardan, acıyla çalan sirenleri duyabili
yordu. Nisanın başında, cephane ve parça fabrikaları bomba
landı. Saldın sabahın çok erken saatlerinde, fabrikalar tutsak
larla dolu olmadığı bir anda yaşandığı için şanslılardı. Raylar
paramparça olduğundan artık tren gelmiyordu. Daha fazla
tutsak gelmediği gibi erzaklar da kesilmişti. Ne elektrik ne de
telefon vardı. Su, kamyonlarla taşınmak zorundaydı. Suda ta
sarruf yapılmaya başlandı, bu yüzden artık hortumlarla yıka-
namıyorlardı. Christine kumandanın tuvaletinde sifon kullan
mak yerine kovaya su dolduruyor, kumandan banyo yapacağı
zaman ocakta su ısıtıyordu.
Durum vahimleştikçe asker ve gardiyanların sabrı tüke
niyor, öfkeleri artıyordu. Artık birini vurmak için bir sebebe
ihtiyaç duymuyorlardı. Sabah yoklamalarında yankılanan tek
me ve bağırışlar çoğalmıştı. Hatta bir keresinde barakadaki
kadınlar gardiyanların onları hedef tahtası olarak kullandığın
dan bile bahsetmişti. İşlerine ya da yemeklerini almaya gider
lerken onları silahla kovalıyorlardı. Akşam yemeği masasında
çok aksi bir adam olmaya başlayan kumandan çok fazla içi
yor, ağzına pek bir şey sürmüyordu.
Baharın ilk günleriydi. Christine tertemiz, masmavi bir
gökyüzünün altında yavaşça Kumandan Grünstein’ın evine
doğru yürüyordu. Tarlanın karşısına baktığında ormanın köşe
sinde geyikler olduğunu gördü. Hayvanlar başlarını yere eğ
miş tazecik çimleri kemiriyordu. Dünya hâlâ nasıl bu kadar
güzel olabiliyor? diye düşündü Christine. Bulutlar böylesine
korkunç bir manzaraya şahit olurken nasıl hâlâ pembe ve
mavi?
Christine yürümeye devam ederken kampın erkekler tara
fında yüzlerce tutsak olduğunu fark etti. Omuzlarında kazma
ve kürekleriyle Christine’e paralel bir şekilde ilerliyorlardı.
Yirmi gardiyan ayaklarını sürerek ilerleyen tutsaklan makine
li tüfekler ve Alman kurtları eşliğinde tarlalara çıkan kapılara
doğru götürüyordu.
Christine durdu ve yavaşça yürüyen adamların arasında
Isaac’i bulmaya çalıştı.
Isaac grubun ön tarafındaydı. Başını aşağıya eğmiş, kü
reğini omzuna asmış, kambur bir şekilde duruyordu. Chris
tine birden göğsünün sıkıştığını hissetti. Çünkü Isaac yaşama
sevincini kaybetmişe benziyordu. Christine bunun olmasına
izin veremezdi, Isaac’in vazgeçmemesi için bir şey yapmak
zorundaydı.
Tutsaklan izleyip köpekleri kontrol eden gardiyanlar
Christine’in orada olduğunu fark etmediler. Christine çitlere
doğru koştu. Isaac sadece birkaç adım ötesindeydi. Başını yer
den kaldırdı ve Christine’in gözlerine baktı. Gözlerinde güç ya
da umuttan en ufak bir iz bile kalmamıştı. Sonra başını çevirdi
ve Christine’in yanından geçti. Christine o an kalbinin yerinden
söküldüğünü hissetti. Tekrar hızlandı ve çit boyunca Isaac’in
yanında yürümeye devam etti. Ve tüm grup kapıdan çıkartılana
dek Isaac’in yakınında durmak için elinden geleni yaptı.
“Sakın vazgeçme, Isaac!” diye bağırdı, Isaac giderken.
“Seni seviyorum.” Isaac ona bakıp hafifçe gülümsedikten
sonra tekrar başını çevirdi. Christine’in tüm bedenini buz gibi
bir ürperti sarmış, korku göğsünü dondurup kaskatı kesmişti.
Sanki ciğerleri incecik bir porselenden yapılmıştı ve tek bir
nefes alsa paramparça olacaklardı.
Aniden önünde biten iki gardiyan onu sert bakışlarıyla
uyardığında Christine arkasına dönüp hızla eve koştu. Sonra
verandada durup, yemyeşil tarlanın üzerinde kara bir lekeye
benzeyen grubun ilerleyişini izledi.
Isaac’i böyle umutsuz görmek kalbinin etrafına demir zin
cirler vurmuştu. Christine sersem bir halde, yavaşça eve gir
di ve işine odaklanmaya çalıştı. Bir alışkanlıkla, kumandanın
kahvaltısını hazırladı, tabakları yıkadı, küveti ovdu ve yerleri
süpürdü. Ardından bahçeye bakmak için dışarı çıktı.
Tam arka bahçenin ucuna varmıştı ki uzakta yankılanan si
lah sesleriyle olduğu yerde kaldı. Sesler ormanın olduğu taraf
tan geliyordu. Kesin, aralıksız ve bitmek bilmeyen... Christi
ne kamına giren krampla dizlerinin üzerine düştü. Bir an silah
sesleri kesilmeden önce delireceğini sandı. Elleriyle kulakları
na bastırdı, ama her silah sesi titreyen ellerini geçip beyninde
yankılanıyordu. Sesler nihayet kesildiğinde yere yatıp kıvrıldı
ve başını ellerinin arasına alarak hıçkırmaya başladı. Uzun bir
süre ölmeyi dileyerek bu şekilde yattı. Kendini toparladığında
ise çok uzun zamandır yatıyormuş gibi hissetti.
Çamurda dizlerinin üzerine oturdu ve mantıklı düşünme
ye çalıştı. İmha için bu kadar etkili yöntemleri varken neden
insanları tek tek vursunlar ki? Belki düşündüğüm gibi de
ğildir. Hem iş gücü için onlara ihtiyaçları var. Isaac hâlâ
hayatta. Olmak zorunda... Kesin ağaçları daha hızlı kesme
leri için onları korkutmak istediler. Ama baltaları yoktu ki.
Kürekleri vardı...
Ara sıra ormandan silah sesleri gelmeye devam etti. Ardın
dan derin bir sessizlik. Ve bir altı el daha... Yankılanan her
patlamada Christine irkiliyor, midesine kramplar giriyordu.
Gözlerinden yaşlar boşandı. Birkaç dakika sonra gözlerini sil
di ve ellerini başının üzerinde gezdirdi. Ardından ayağa kal
kıp tarlaya doğru bakmaya başladı. Sağır edici sessizlikte tüm
dünyası bulanıklaştı.
Gardiyanların ormandan çıkması sonsuzluk gibi gelmiş
ti. Adamlar ellerinde sigaralar, kürek ve makinelerle kampa
dönüyordu. Ama tutsaklar yoktu. Sadece gardiyanlar. Isaac
yoktu. Sadece gardiyanlar... Adamlar Isaac’i ve diğerleri
ni vurmuştu. Isaac ölmüştü ve Christine bunu bu sefer inkâr
edemiyordu. Isaac ormana giderken başına geleceklerden ha
berdardı. Christine uzun zaman önce onu kaybettiğini düşün
müştü, ama şimdi kesinlik yüzüne bir tokat gibi çarptı. Tekrar
yere düştü. Yanağını soğuk çamura çarptı ve dünyası aniden
karardı.
Christine kendine geldiğinde yerde ne kadar süredir yattı
ğını bilmiyordu. Tarlaya doğru baktığında gardiyanların hep
sinin gittiğini gördü. Elleri ve dizlerinin üzerinde sallanarak
doğruldu ve eve girdi. Mutfakta tezgâha tutundu ve bir süre
baş dönmesinin geçmesini bekledi. Ayaklarının onu hâlâ nasıl
taşıyabildiğini, ciğerlerinin nasıl nefes alabildiğini bilmiyor
du. Bu acının son bulması için Tann’mn kalbini parçalaması
nı, canını almasını istedi. Kendini zehirlemenin bir yolunu bu
labilmek için mutfakta etrafı karıştırdıysa da aklına hiçbir şey
gelmedi. Sonra gözünün önüne çekmecedeki keskin bıçaklar
geldi. Kendini bileklerini keserken hayal etti, ama Dachau’da
ölmek için çok daha kolay yollar olduğunu biliyordu.
Christine evden çıktı ve sendeleyerek barakaya doğru yü
rüdü. İçeri girdiğinde sert ranzasına yatıp, beyninin durmasını
umarak gözlerini yumdu. Ellerini göğsünde birleştirdi ve ci
ğerlerinin nefes almayı bırakmasını dileyerek nefesini tuttu.
Sonra bir karar verdi, burada kalacak, ağzına bir lokma bile
sürmeyecekti. Zaten eğer şanslıysa, gardiyanlardan biri gelip
çalışmadığı için onu vururdu.
Günün geri kalanı boyunca, Christine hareketsiz bir şekilde
boş barakadaki ranzada yatmaya devam etti. Zihinsel yorgunlu
ğuna yenik düşmüştü. Derin, ama aynı zamanda hassas uykusu
onu işkencelerden kısa bir süre için de olsa koruyordu. Birkaç
saatte bir öksürükler içinde uykusundan sıçrıyor, Isaac’in öldü
ğünü tekrar tekrar hatırlıyordu. Ve o an ani, sıcak bir acı göğ
süyle yüzünü yakıyor, pişmanlık midesini kavuruyordu.
O gün onu arayan biri olmadı. Kimse işe gitmediği için onu
vurmaya gelmedi. Gece dönen tutsaklardan hiçbiri de onunla
konuşmadı. Baraka, tek başına hayatta kalmaya çalışan kadın
larla dolmuştu. Artık herkes ailesinden ayrıldığını anlamış,
hiç olmadığı kadar içine kapanmıştı. Yavaş ve ehemmiyetli
adımlar atan kadınların gözleri sürekli hüzünlü, cılız omuzları
çöküktü. Hepsi acı ve işkenceyle dolu karanlık dünyalarında
kaybolmuştu.
Christine gece boyunca uyanıp durdu. Annesinin mutfağı,
ailesinin siyah beyaz görüntüleri ve Isaac’in ormanın çamur
lu zemininde yatan kanlar içindeki bedeni rüyalarına girmiş,
uykularını bölmüştü. Şafak söküp baraka kapısının üzerindeki
küçük pencereden içeri ışık sızdığında gözlerini açtı ve bekle
meye başladı. Saatlerdir bekliyor gibiydi, ama ne için bekledi
ğinden bile emin değildi.
Diğer kadınlar ranzalarından atladı ve sessizce yürüyerek
sabah yoklaması için dışarı çıktılar. Christine yattığı yerden
derin bir nefes alıp ayağa kalkmak için gücünü toparlamaya
çalıştı. Bacaklarını ranzasının kenarından sarkıttı ve gözlerini
kapatıp dışarıyı dinledi. Haykırılan isimler, bağırışlar, acıma
sız, nefret dolu sesler... Ama çıt çıkmıyordu. Dışarıda tüyler
ürpertici bir sessizlik vardı. Christine bir an büyük, boş bara
kalarda tek başına kaldığını hayal etti. Ardı arkası kesilmeyen
büyük, pis tabutlardan sonra tahta ranzasında oturan hayatta
kalmış tek kadın... Sessizlik yerini giderek büyüyen bir gü
rültüye bıraktı. Ardından uzaktan tank sesleri duyuldu. Bir
yerlerde insanlar bağnşmaya başladı. Gürültü giderek yakla
şıyordu. Christine binlerinin kapının önünde koşuşturduğunu
duydu. Sonra bir kadın sendeleyerek barakadan içeri girdi.
“Amerikalılar geldi!” Kocaman açtığı gözleriyle Chris
tine’e koştu ve onu omzundan yakaladı. “Amerikalılar geldi
dedim! Kurtulduk! Kalk! Kurtulduk!” Christine daha cevap
veremeden, çığlık çığlığa bağıran kadın ellerini havada salla
yarak dışarı koştu.
Christine yüzünü elleriyle kapadı. Ah Isaac! Bir gün
daha... Bir güncük daha dayanabilseydin... Gözlerini silse de
gözlerinde bir damla yaş bile yoktu. Ya gerçekten susuz kal
mıştı ya da artık gözyaşları tükenmişti. Ranzasından atladı ve
sendeleyerek barakadan dışarı çıktı.
Kara bulutlardan çiseleyen küçük yağmur damlaları kah
verengi çamurlara düşüyordu. Christine gözlerini kırpıştırarak
yağmur damlalarına baktıktan sonra titremesini durdurmaya
çalışarak kollannı bedenine sardı. Göğsü acıyor, aldığı her ne
feste ciğerlerinden bir hırlama geliyordu. Her yer tutsaklarla
doluydu. Bağırıyorlar, kampın çıkışına doğru koşuyorlardı.
Christine, çok uzun bir süre önce girdiği kapıya doğru, diğer
kadınların peşinden yürüdü. Büyüyen kalabalığa bakarken ka
pılarında beyaz yıldızlar olan yarım düzine askeri kamyonu ve
iki tankı gördü. Bir sıra adam çıkışı kapamıştı. Ve gözetleme
kulesinden de teslimiyetin beyaz bayrağı sallanıyordu.
Amerikan askerleri astsubayları, baş görevlileri ve gardi
yanları tutukluyordu. Silahlarını alıp ellerini arkadan kelep
çeledikleri adamları zorla kamyonların arkalarına bindirdiler.
Christine’in sağ tarafında bağıran bir düzine Amerikan askeri,
silahlarını iki gözetleme kulesinin arasına sıkışan yüze yakın
SS gardiyanına döndürmüştü. Gardiyanların büyük bir kısmı
elleri havada, iri iri açılmış gözleriyle kaybolmuş gibi etraf
larına bakarken, bazıları sert bir ifadeyle Amerikalılara bakı
yordu. Christine’in gözleri hemen Kumandan Grünstein ve
Stefan’ı aradı, ama onları hiçbir yerde göremedi. Astsubay ya
da kamp sorumlusu olarak bildiği yüksek rütbeli hiçbir subay
ortalarda yoktu.
Ortada dolanan bir adam elindeki kamerasını kalabalıkta
gezdirerek ortamı inceliyordu. Diğer Amerikan askerleri el
lerinde silahlarıyla durmuş, elektrikli çitlerin diğer tarafından
onlara doğru yürüyen sopa bacaklı, kemik kollu iskeletleri iz
liyordu. Saçları ve gözleri olan, yaşayan iskeletleri... Ameri
kan askerlerinin yanında toplanan bir grup erkek tutsak gözet
leme kulesinin altındaki SS gardiyanına doğru yumruklarını
havada sallayarak bağırdı. İçlerinden biri yerden bir taş alıp
adamlara doğru fırlattı ve taş bir gardiyanın tam alnına isabet
etti. Gardiyan yüzüne dokundu ve parmaklarındaki kanı gö
rünce daha önce hiç kan görmemiş gibi alnını kırıştırdı. Bir
başka tutsak öne doğru atılıp bir Amerikan askerinin silahını
kaptı ve bir gardiyanı başından vurdu. Ardından, biri onu dur-
duramadan, silahı şakağına dayadı, gökyüzüne baktı ve tetiği
çekti. Dizlerinin üzerine çöküp yere düşerken başından kanlar
fışkırıyordu. Amerikan askeri silahını ölü adamın elinden aldı
ve diğer tutsaklara tutup geri durmalarını emretti. Tutsaklar
söyleneni yaptı. Bu sırada bir kamyonun arkasında, ayakta
duran bir Amerikan subayı elindeki megafondan, ağır Alman
aksanıyla bağırmaya başladı.
“Biz Amerikan ordusuyuz! Size yardım etmeye geldik!
Ama dışarı çıkmanıza izin vermeden önce yapmamız gere
kenler var! Hastaları ayırıp aşı yapmamız lazım! Lütfen sabırlı
olun! Korkmanıza gerek yok! Hepiniz iyi olacaksınız!”
Dizlerinin üzerine çöken tutsaklar, kollarını gökyüzüne
kaldırıp TanrTya şükretmeye başladılar. Bir kadın, burada bir
saniye daha kalmaya dayanamayarak çıkışa doğru koştu. Ama
iki asker onu hemen kolundan yakaladı. Kadın geçmesine izin
vermeleri için askerlere yalvardı. Sadece bir adım da atsa de
mir kapıdan dışarı çıkmak istiyordu. İnsanlar, başaramadık
ları kaçma isteğiyle, kadının peşinden dışarı çıkmaya çalıştı.
Askerler silahlarını çekmek zorunda kaldığındaysa tutsaklar
birbirlerinin kollarına düşüp ağlamaya başladı. Diğer tutsak
lar büyüyen kalabalıkta dolanıyor, hayatta olmaları umuduyla
ailelerini arıyorlardı. Kalabalıkta zikzaklar çizip sevdiklerinin
isimlerini haykıran zavallı tutsaklar bir insandan diğerine ko
şuyor, omuzlarına dokundukları tutsaklar döndüğünde kor
kunç bir hayal kırıklığı yaşıyordu. Christine orta yaşlı bir çif
tin birbirlerine koştuğunu görünce göğsüne bir bıçak saplandı.
Birden başı dönmeye başladı. Oturmak istiyordu.
“Sakinliğinizi koruyun!” diye bağırdı subay. “Raylar ona
rılır onarılmaz sizi almaları için trenler göndereceğiz!”
Christine durduğu yerden, kimsesiz boş yük vagonları
nı görebiliyordu. Ellerindeki demir çubuklarla, bir vagonu
açmaya çalışan dört Amerikan askeri, paslı kapı açıldığında
yüzlerini buruşturdu. Trenin içindeki tüyler ürpertici manzara
karşısında korku içinde gerileyen askerlerden ikisi yere eğilip
kusmaya başladı. Vagonun içinde, eskimiş halılar gibi üst üste
yığılmış, beş altı ceset vardı. Her bir köşeden saçlar, eller ve
ayaklar uzanıyordu. Christine hemen gözlerini yumdu.
Çok geçmeden öfkeli bir bağırış duyuldu ve arka arkaya
patlayan tüfeklerin sesi gökyüzünde yankılandı. Gözetleme
kulesinin altında toplanan gardiyanları kuşatan Amerikanlar
ateş açmıştı. Köşeye sıkışmış gardiyanlar kendilerini korumak
için kaldırdıkları ellerine saplanan mermiler karşısında acıdan
yüzlerini buruşturuyordu. Sesler kesildiğinde gardiyanların
hiçbiri hareket etmiyordu. Kan ve toprak, diye düşündü Chris
tine. Eğer Nazilerin savundukları şey buysa, istediklerini al
dılar.
“Christine!” Christine arkasından birinin seslendiğini duy
du ve eli kalbinde, hızla arkasına döndü.
y/cr/ru/9/ec/cnciy
'—-ggSId
L
öğrettiği birkaç İngilizce kelimeyi hatırlayabilseydim, dedi
kendi kendine. Ama kısa süren dersleri çok uzun bir zaman
önceydi. Yine de birinin onu anlayabileceğini umarak Ameri
kalılara doğru yürüdü.
“Bunu onlar yapmadı!”
Bir Amerikan askeri silahını kaldırıp ona doğru geldi.
“Onların neler yaşadığından haberiniz yok!” Heinz,
Christine’i geri çekti. “Hadi Hanna. Onu buradan götürelim.”
Heinz onu barakalara doğru çekmeye çalışırken, Christine
Hanna’ya döndü. “Onlara anlatmak zorundayız! Bu insanların
masum olduklarını anlatmamız gerek!”
Hanna durup Christine’e baktı. “Masum olduklarını nere
den bileyim! Yahudi komşularını bir somon ekmek için ihbar
etmediklerini nereden bileyim!”
Christine debelenmeyi bıraktığında Heinz kollarını üzerin
den çekti. “Benim de suçlu olduğumu düşünüyor musun? Ben
de gidip mezar kazmalarına yardım edeyim mi?!”
Hanna başka tarafa bakıp başını salladı. “Hayır...”
“Bu insanların zaten çok acı çektiğini Amerikalılar bilmi
yor! Yaşadıkları yemek kıtlığını, Gestapo’yu bilmeleri lazım!
Köy ve şehirlere bombalar yağdığını bilmeleri gerek!”
“Bombalardan haberleri var,” dedi Heinz. “Zaten onlar attı,
unuttun mu?”
“Sanırım kumandan haklı.” Christine gözyaşlarını daha
fazla tutamadı. “Yapılan canilikler ancak savaşı kaybedersen
savaş suçu kabul edilir.”
Christine yük vagonunun köşesine kıvrıldı, başını duvara da
yadığı montuna yasladı ve gözlerini kapadı. Ufak bir şeker
leme yapsa da trenin sarsıntısının hafiflemesini ve derin bir
uykuya dalabilmeyi istiyordu. Dachau’ya gelişinin aksine,
herkesin yatacağı kadar yer vardı. Amerikalılar yerleri min
der görevi gören ve tahtalara işlemiş ölüm kokusunu bastıran
samanlarla kaplamıştı. Ayrıca vagonlara battaniyeler koymuş,
ortaya yiyecek ve sularla dolu kutular dizmişti. Bu basit şeyler
seyahatlerine konfor katsa da kadınların, anne babaları, kar
deşleri, kocaları ya da çocuklarıyla yaptıkları ilk seferin yerini
hiçbir şey alamazdı. Çünkü bu sefer yalnızlardı. Sevdiklerinin
hayatta olmadığı bir ömrü düşünmek, tüm yolculuğu sessiz
kılıyordu. Gözleri acı ve minnetin yaşlarıyla dolan kadınlar,
ya uyuyor ya da hiçbir yere bakmadan öylece oturuyordu.
Aynı sabahın erken saatlerinde, Amerikan subayları önce
kadınların götürüleceğini, erkeklerin yarına kadar bekleyece
ğini söylemişti. Bir tren onları köye kadar götürecek, orada
Amerikalılar tek tek eve dönmelerine yardım edene kadar ge
çici barakalarda kalacaklardı. Bir saat sonra ilk tren Dachau’ya
vardığında kalabalığı gergin bir sessizlik sardı. İnsanlar, sar
sılarak yaklaşan lokomotifin çıkardığı tiz sesleri, frenleri ve
tıslayan pistonları sessizlik içinde dinlediler. Vagonların kapı
ları açılıp Amerikan askerleri aşağı atladığında herkes sevindi.
Genç askerler onları karşılamaya gelen iskeletleri gördüğünde
hemen ceplerini karıştırıp tutsaklara şeker ve sakız dağıttılar.
Saatler sonra Christine’in aklına Hanna ve kardeşi Heinz’in
zayıf, umut dolu yüzleri geldi. Heinz ve Hanna, kamptan ay
rılan kadınları izleyen erkek grubunun arkasından gülümse
yerek el sallamıştı. Hanna kardeşiyle birlikte gidebilmek için
kampta kalmayı seçmişti. Christine’in adresini ezberlemiş ve
nereye yerleşirlerse yerleşsin mutlaka ona yazacağına söz ver
mişti. Şu an için Hanna ve kardeşinin emin olduğu tek şey
Almanya’yı sonsuza dek terk edecekleriydi.
Christine, Dachau’nun sefil resimlerini kafasından çıkaramı-
yordu. Gözetleme kuleleri, elektrikli tel örgüler, uzun karanlık ba
rakalar, isli bacalar... Hepsi monokromatik bir portre gibi sonsu
za kadar aklında kalacaktı. Yüz yaşma gelse bile, ona yağmurlu,
kasvetli bir ocak günündeki ufalanmış kemikleri ve mezar taşlarını
hatırlatan, Dachau’nun gri taş renklerini asla unutmayacaktı.
İstasyona varan tren sarsılarak dururken Christine yerin
den doğruldu. Göğsü ve boğazı yanıyordu. Boynu tutulmuş,
kalçası uyuşmuştu. Sonunda öksürmeden nefes alabildiğinde
yerinden kalktı ve yün montunu giyip diğer kadınlarla birlikte
vagondan aşağı indi.
Hüzünlü tutsaklar, Dachau depolarından topladıkları ek
mek ve elbiselerle aşağı indiler. Ardından şikâyet etmeden
sıraya girip platformda beklemeye başladılar. Christine ken
dini birden nereden geldiğini hatırlamayan bir kadına yardım
etmeye çalışırken buldu.
“Adım Sarah Weinstein,” dedi kadın, ağlayarak. “Kocamın
adı Uri... Ama... Öldü. Nerede oturuyordum, hatırlayamı
yorum. Hiçbir şey hatırlayamıyorum!” Kadın ellerini görün
mez bir sinek sürüsünü kovmaya çalışır gibi havada salladı.
“Bana ne olduğu önemli değil, tüm ailem öldü. Artık hiçbir
şey önemli değil.”
“İlla yaşayan bir akrabanız vardır,” dedi Christine. Ama
kadın onu duymazdan geldi. Christine aklına gelen her şehri
saymaya başladıysa da kadın başını iki yana sallayıp duruyordu.
“Yardım edebilir miyim?” dedi bir Amerikan askeri, zayıf
Almancasıyla.
“Nereden geldiğini hatırlamıyor,” dedi Christine. Kadının
aklını yitirdiğini de söyleyecekti, sonra durumu açıklamaya
gerek olmadığına karar vererek vazgeçti. Belki de hepimiz ak
lımızı kaybetmişizdir, diye düşündü.
Asker omzunu silkip başını iki yana salladığında Christine
adamın anlamadığını fark etti. Asker Almanca birkaç şey söy
lese de yeterince Almanca bilmiyordu. Christine bildiği İngi
lizce kelimeleri tekrar düşündü ama yine hatırlayamadı. Düz
gün düşünemiyordu. Asker ona zoraki bir şekilde gülümsedi,
korku dolu gözleri Christine’e acıyarak bakıyordu. Christine
bir an nasıl göründüğünü merak etti. Bir kaşık kalan suratın
dan fırlamış mavi gözleri ve kafatasındaki birkaç santimlik
keçeleşmiş saçlarıyla yürüyen bir ölüye benziyor olmalıydı.
“İngilizce?” dedi asker.
Christine başını iki yana salladı.
“Namen? İsim?” diye sordu, yaşlı kadını göstererek.
“Sarah Weinstein,” diye cevapladı Christine.
Asker kadının gözlerine bakmak için hafifçe eğildi. “Sa
rah. Bitte kommen. Gelin, lütfen.” Asker, olağanüstü mavilik
teki gözleriyle, kaslı ve kendinden emin bir adamdı. Hitler’in
ordusu için harika bir Aryan sayılabilirdi. Kaskının köşesin
den, kısaca kesilen sarı saçları görünüyordu. O an Christine
ilk kez Amerikalıların üniformalarının ne kadar temiz ve ek
siksiz olduğunu fark etti. Babası eve geldiğindeyse üzerinde
kirli, yırtık bir pantolon ve zayıf bedenine bol gelen bir ceket
vardı. Yanakları çökmüş ve rengi atmıştı. Amerikalıların iyi
beslendikleri her hallerinden belli oluyordu, adamın yanakları
al al, gözleri parlak ve canlıydı.
Mavi gözlü asker aklını yitiren kadını platformun diğer
tarafına götürürken, Christine bir fırsat bulup yanındaki ban
ka oturdu. Sersem bir şekilde titriyor, her aldığı nefesle ök
sürüklere boğuluyordu. Tahta bankın köşesine tutundu ve bir
çocuğunkini andıran bacaklarına baktı. Bacaklarını ilk kez gö
rüyormuş gibi dizlerindeki keskin köşeleri ve garip çıkıntıları
fark etti. Sanki kırılgan kemikleri derisini yırtıp çıkmaya çalı
şıyor gibiydi. Niyeyse, iskelet bacaklarına geçirdiği ölü kızın
çorapları yüzünden kalbi hızla çarpmaya başladı. Az önceki
kadın Christine’in aklına dehşet verici bir korku yerleştirmişti.
Bir zehir gibi tüm vücudunu saran korku umudunu fırtınadaki
bir tüy gibi sürükleyip götürdü. Ailem... diye düşündü. Hâlâ
yaşadıklarını nereden biliyorum? Ya evimize düşen bir bomba
hepsini öldürdüyse?
Christine platformda oturmaya devam ederken önünde bir
çift siyah asker botunun durduğunu gördü. Ve mavi gözlü as
ker çömelip ona baktı.
“Namen? İsim?”
“Christine,” dedi Christine, titreyen dişleriyle.
Asker yumuşak bir sesle, “Home?” dedi. Home... Ev.
Christine bu kelimeyi anlamıştı. Cevap vermek istediyse de
hareket eden dudaklarından ses çıkmadı. Sanki bir şey boğa
zını tıkamıştı. Öksürdü ve bir kez daha denedi.
“Hessental,” dedi boğuk bir sesle.
Kırmızı yanaklı asker bembeyaz dişleriyle kocaman gü
lümseyince Christine şaşırdı. Sahi, en son ne zaman böyle
gerçek bir gülümseme görmüştü?
“Fräulein. Bayan,” diyen asker, yerdeki betonu, botlarının
arasını gösterdi. “Home. Hessental.”
----------
'—
L
büyükannenin gonglu saatini ise bir araba dolusu odunla takas
etmek zorunda kaldı. Kari ve Heinrich, Amerikalılardan aldık
ları çikolataları sigara karşılığında başkasına veriyor, ellerin-
Haziran ayının ilk cumartesi günü Christine ve Maria, mut
faktaki bankta yan yana oturmuş erken çıkan bahar bezelyele
rinin kabuklarını ayıklıyorlardı. Tabii, ayıkladıkları kabukları
ağızlarına atıp çiğnemeyi de ihmal etmiyorlardı. Kalın, zümrüt
yeşili kabuklar kolayca açılıyor, kız kardeşlerin aralarına sı
kıştırdığı seramik kırmızı kâse hızla yumuşacık yeşil bezelye
lerle doluyordu. Christine önceden, Maria’mn sürekli bezelye
kabuğu yemesine bir anlam veremezdi ama artık kabuklar ona
da lezzetli geliyordu. Şekerli erikler, tatlı meyveler, yumuşa
cık patatesler, soğan turşuları, ekşi lahanalar... Dachau’dan
döndüğünden beri ağzına attığı her şey ilk kez yiyormuş gibi
damağında müthiş bir tat bırakıyordu.
Rose mutfak balkonunda çamaşırları asarken, konuşmadan
işlerine devam eden kızlar annelerinin mırıldandığı şarkıyı
dinliyordu. Odun ocağının üzerindeki tencereden yayılan az
etli pırasadaki soğan ve sirkenin tatlı, keskin kokusu tüm oda
yı sarmıştı.
Açık balkon kapısından içeri giren hava yeterince ılık ol
masına rağmen Christine’in içini titretti. Christine döndüğün
den beri, güneşle parlayan her bir gün, bir öncekinden daha
uzun ve sıcaktı. Yine de Christine havada saklı bir kış kalıntısı
hissediyordu. Sanki bir hayalet zayıf, soğuk ellerini bedenin
den hiç çekmiyor gibiydi. Sıcaklık ne kadar yüksek olursa ol
sun, Christine ayağına kalın, kış çoraplarını geçiriyor, üzerine
fazladan bir kazak daha giyiyordu. Üzerindeki kazağı sadece
kümesin ve evin rüzgârı kestiği arka bahçede, güneşin tam al
tında oturduğu zamanlar çıkarırdı ve kemiklerini titreten ür
perti ancak o zaman bedenini terk ederdi.
Christine kız kardeşine baktı. Birden gözünün önünde
küçükken koridorda yataklarına koştukları anlar canlandı. Sa
vaş, tecavüz, bomba ve toplama kampı ne demek bilmedikleri
zamanlar... Ancak Christine kendine acımamaya kararlıydı,
bu yüzden bu düşünceleri aklından çıkardı ve elindeki yusyu
varlak bezelyelere odaklandı.
Maria, Christine’i savaştan kimin dönüp dönmediği konu
sunda sürekli bilgilendirmenin yanında, düzenli olarak Ameri
kan askerleriyle görüşen kızların isimlerini de biliyordu.
“Helgard Koppe, askeriyle birlikte Amerika’ya gidiyor.”
“Sanırım kimseyi aşkı aradığı için suçlayamam,” dedi
Christine. “Zaten çok Alman erkek de kalmadı.”
Rose içeri girip mutfaktan geçti ve hızla merdivenlerden
inip beyaz çamaşırların kuruduğu arka bahçeye çıktı. Christi
ne birden kız kardeşinin burnunu çektiğini duydu. Ve Maria’ya
baktığında yanaklarından dökülen yaşları gördü. Kolları sal
lanıyor, bezelyenin kabuğunu açmaya çalışırken parmakları
titriyordu.
Christine göğsünde yine o soğuk korkuyu hissetti. “Ne
oldu?” Aslında Maria’nın ağlamalarına alışmıştı ama bu se
ferki farklıydı. Bu sefer bir kırılma noktasındaymış gibiydi.
“Enkaz altlarındaki bodrumlarda açlıktan ölmek üzere olan
kadınlar ve çocuklar gördüm,” dedi Maria ağlayarak. “Ne bir
döşekleri vardı ne de tuvaletlerini yapmak için kovaları. Ha
yatta kalabilmek için çok... çok savaştılar! Ama sonra Rus-
lar geldi ve...” Maria hıçkırıkları yüzünden cümlesine devam
edemedi. “Ama ben hayatta kaldım. Şükretmem gerektiğini
biliyorum...”
Christine kız kardeşinin elindeki bezelye kabuğunu alıp
aralarındaki kâseyi çekti ve Maria’ya yüzünü döndü. “Hâlâ
geceleri ağladığını duyuyorum. Seni anlıyorum da! Ama biz
güçlüyüz, unuttun mu? Biz hayatta kalan tarafız! Yalnız deği
liz! Savaş bitti, geçmişimize sünger çektik. En baştan başla
mak zorundayız!”
Maria’nın yüz hatları sertleşti. Kan çanağı gözleriyle
Christine’e bakarken yüzü, taşmaya hazır bir tencere gibi her
saniye biraz daha kızarıyordu. “Ben hamileyim.” Kelimeler,
sanki zehirlilermiş gibi, ağzından tek nefeste çıkmıştı.
Christine neye uğradığını şaşırdı. Boğazını iğrenç bir kus
ma hissi kaplamıştı. “Hayır... Emin misin?”
Maria başını olumlu anlamda salladı, içini yakan gözyaşla
rı sel gibi akıyordu.
“Peki ne yapacaksın?” Christine kollarını kardeşine sar
mak istese de Maria kendini geri çekti.
“Bazı yöntemler olduğunu duydum,” diyen Maria’nın ko
nuşurken sesi titriyordu. “Örgü iğnesiyle kurtulabiliniyormuş.
Ya da kendini merdivenlerden aşağı atarak...”
Christine’in gözünün önüne bir sürü sahne geldi. Annesi
nin kollarından alınan çocuk, feryat eden anneleri sağ tarafa
gönderilirken, büyükannesi ve büyükbabasıyla birlikte sola
gönderilen bebekler, yeni doğan bebekleriyle birlikte gaz
odalarına sürüklenen çiftler...
Ve Maria’nm kolunu tuttu. “Hayır. Böyle bir şey yapa
mazsın.” Maria yüzünü ellerine gömdü, ağladıkça omuzları
sarsılıyordu. Christine öne doğru hafifçe eğildi ve yumuşak
bir ses tonuyla, “Belki bebeği savaşta çocuğunu kaybetmiş
birine verebilirsin,” dedi. Sonra sustu, kelimelerinin kifayet
sizliği karşısında ezilmişti. Yine de bunları söylemesi gerekti
ğini biliyordu. “Şimdi imkânsız geldiğinin farkındayım. Ama
bebeğini görünce hislerin değişebilir. Hem ne olursa olsun he
pimiz bebeğini çok seveceğiz.”
Christine, Maria’nm sinirlenmesini bekledi. Büyük ihti
malle, neden bahsettiğini bilmediğini söyleyecekti. Aslın
da bunları söylemekte haklıydı da. Ancak Maria hiçbir şey
söylemeden acısının içine gömüldü. Christine kız kardeşine
sarılmak için tekrar uzandığında Maria bu sefer kollarını iki
yanma düşürerek teslim oldu. İki kız kardeş annelerinin mer
divenlerden gelen ayak seslerini duyduklarında hızla doğruldu
ve bezelye ayıklamaya devam etti.
&Ù//&^¿rùiciy(fficr/l/sny
*—
L
devam etti. Kampta çalışan SS’leri bu kadar yakından görmüş
se, gözlerindeki boşluğu, ifadesizliği ve şeytani ruhlarındaki
kötülüğü belli eden kara ışıltıyı tanıyabileceğini de biliyordu.
Stefan ve Kate’in iki sıra arkasında geniş omuzlu bir adam
vardı. Kolunu minyon, altın sarısı saçlı bir kadına dolamış,
çilli iriyan elini sıranın arkasına koymuştu. Varan bir. Karşı
tarafta birkaç sıra geride, babası yaşlarında, yağlı suratlı bir
adam, çenesi dik bir şekilde oturuyordu. İki. Christine’in nefe
si giderek kesiliyordu. Kilisenin ortasında oturan siyah saçları
geriye taranmış, dağınık kaşlı, orta yaşlı adam da muhtemelen
üç mimara olmalıydı.
Kilisenin havası giderek ağırlaşıyor, Christine’in görüş açı
sı bulanıklaşıyordu. Soluk renkli elleri eteğindeki mavilikte
bir balık gibi dolanıyordu. Bir şey söylemek zorundayım. Her
kese Stefan ’ı anlatmak zorundayım. Ama ya bir şey yapmaz
larsa? Ya bana inanmazlarsa? Hiç kanıtım yok ki.
Rose, Christine’in koluna girip elini elinin üzerine koydu.
Christine, annesinin kendisindeki huzursuzluğu fark ettiğini
düşünürken, başparmağını bileğindeki rakamların üzerinde
gezdirmeden duramıyordu. Ama Rose diğer yanında oturan
Heinrich’in koluna da girdiğinde Christine annesinin bunu
mutluluktan yaptığını anladı. Çocukları yanında olduğu için
çok mutluydu.
Org usulca çalmaya başladı. Yavaş ve ihtiyatlı bir şekilde
artan müzik, yükselerek sessiz kiliseyi doldurdu. Christine eve
döndüğünden beri hiç canlı müzik dinlememişti. Tek duyduğu
kâbuslarında kulak tırmalayan o korkunç valsti. Şimdi orgdan
çıkan güçlü, harika notaları duydukça boynunda bir ürperti,
gözlerinde ıslaklık hissetti. En son bu kiliseye geldiğinde,
babası askere alınmıştı. Sanki üzerinden bir ömür geçmiş gi
biydi. Isaac hâlâ hayattaydı, diye düşündü. Başımıza bunların
geleceğini bilseydim ne olacaktı ki? Neyi değiştirebilecektim?
Christine başını eğip elinin üzerindeki nasırlı ele baktı. Her
kırışıklıktan, kabarcıktan, yaşlılık lekesinden ve sertleşmiş
deriden annesinin ne kadar çok çalıştığını görebiliyordu. O
çalışmayı tercih etmişti. Zaten her zaman doğru olduğunu dü
şündüğü şeyi yapardı. Ben de öyle yapıyorum, dedi Christine
içinden. Ama ne kadar seversen sev, ne kadar çalışırsan çalış
kaderi asla değiştiremezsin. Christine düşüncelere dalmış bir
şekilde otururken sıraların, kınlan binlerce kemik gibi, gıcır
damasıyla yerinden sıçradı. Herkes şarkı söylemek için ayağa
kalkmıştı.
Christine de ayağa kalktı. Dietrich kolunu kızının beline
doladıktan sonra gülümsedi ve Christine’i daha sıkı tutup
kendine çekti. İnsanlar yumuşak, belirsiz sesleriyle, koroyla
birlikte şarkı söylemeye başladı. Ama Christine hâlâ düşün
celerden sıyrılamamıştı. Stefan böyle özgürce dolanırken Ma-
ria ve ben bu acıları hak edecek ne yaptık? Gerçekten bir şey
yaptık mı? Çocukken bilmeden bir günah mı işledik? Yoksa
dünya sona yaklaşıyor da şeytan insan ruhlarına karşı verdiği
savaşı kazanıp saltanatını mı hazırlıyor? Christine bu soruları
kamptaki karanlık, umutsuz günleri boyunca kendine defalar
ca sormuş ve her geçen gün dünyanın artık yok olması gerek
tiğinden biraz daha emin olmuştu. Ama sonra savaş bitti ve
Hitler’in acımasız planı yarım kaldı. Şimdi tek merak ettiği,
biten savaşın, büyük bir yıkıma giden kesin yolda geçici bir
durak ya da engel olup olmadığıydı. Hitler ölmüştü, Avrupa
perişan haldeydi ama bu soruların kafasında hâlâ tekrar etmesi
Christine’i hem şaşırtıyor hem sinirlendiriyordu. Fakat iyiler
hâlâ şeytanın karşısında durabilir. Ve belki de bunu yapmak
için en uygun yer burasıdır.
Vaazı kısa süren papaz, söylediklerini bitirdikten sonra
herkesin dua için başlarını eğmesini istedi. Savaş bittiği ve
köylüler tekrar kilisede ibadet edebildiği için Tanrı’ya şükret
ti. Amerikalıların yardımı için teşekkür etmeyi de unutmadı.
Tanrı’ya Fransa, İngiltere ve Sovyet bölgelerinde kalan yurt
taşlarına yardım etmesi için yalvardıktan sonra sivil ve asker,
hayatta kalan herkese takdirlerini sundu. Kendilerini sınırın
yanlış tarafında bulan, yüzyıllardır yaşadıkları topraklardan
Almanlar hakkındaki her şeyden nefret eden kişiler tarafın
dan sürülen ya da canlarını kaybeden mülteciler için Tanrı’dan
yardım istedi. Hayatını yitiren insanlar için dua edip canlarını
ülkelerine feda eden adam ve çocuklara minnetlerini belirtti.
Son olarak da hâlâ kayıp olan binlerce askerin sağ salim evle
rine dönmelerini dileyip yok olan Yahudi aileleri için dua etti.
“Her neredelerse huzur bulsunlar. Aniden ortadan yok ol
malarına sebep olan suçlular cezalarını çeksin. Ve gerçekleri
bilenler susmasın.”
Bu sözle birlikte Christine kaskatı kesildi. Gözlerini açtı ve
başını kaldırıp papaza baktı. Papazın direkt olarak ona baka
cağını düşünmüştü, ama adamın gözleri kapalıydı. Kalp atış
ları hızlandı. Gerçeği biliyordu. Tam altı sıra önünde bir suçlu
oturuyordu. Christine, kalabalığın arasında bir katil olduğunu
bilen başka biri var mı merak ediyordu, bu yüzden gözlerini
eğik başlı insanların üzerinde hızla gezdirdi.
İçinde ani bir istek oluştu. Ayağa kalkıp kiliseyi terk etme
mek için zor duruyordu. Isaac bir hayvan gibi katledilirken,
Stefan ’in yaşamasına nasıl izin verilirdi? İblis ruhlu insanlar
muhtemelen yataklarında ecelleriyle ölecekken, masum in
sanların tecavüze uğramasına, açlık ve işkence yüzünden öl
mesine nasıl izin verilirdi? Christine tek elini ensesine koydu
ve parmaklarını eşarbının üzerine bastırıp altındaki ince saç
tellerini aradı. Saçlarına dokunmaya, o ipeksi yumuşaklığı
parmak uçlarında hissetmeye ihtiyacı vardı. Ve çekip kopar
maya... Ardından büyük bir çabayla elini başından çekti ve
kollarını göğsünde kenetledi. Hayır. Onların kazanmasına izin
veremem.
Önündeki sırayı tutup öne doğru eğilirken kalbi yerinden
çıkacakmış gibi çarpıyordu. Gözünün kenarıyla, annesinin ba
şını kaldırıp ona baktığını gördü. Ve derin bir nefes alıp ayağa
kalktıktan sonra boğazını temizledi.
“Bir şey söylemek istiyorum.”
Herkes aynı anda kafasını kaldırdı ve yüzlerce kişi ona
doğru döndü. Papaz duasını yarıda kesip gözlerini açtı. Rose
hemen Christine’in elini kavradı. Christine’in gözleriyse,
oturduğu yerden tüm bedeniyle dönüp iri gözbebekleriyle onu
izleyen Kate’teydi. Stefan da konuşanın kim olduğunu gör
mek için arkasına döndü. Mavi gözleri oldukça sakindi, tek
ifadesi merakla kaldırdığı kaşlarıydı. Anlatabileceğimi sanmı
yor, diye düşündü Christine. Yüzünde korkudan eser yok.
Christine konuşmak için ağzını açtığında Rose elini sertçe
sıkıp fısıldadı.
“Hayır.”
Christine başını eğip annesinin korku dolu gözlerine baktı.
Ardından babasına döndü. Ne kadar da yaşlanmıştı. Çukur
laşmış yanakları ve gri saçları tahammül ettiği tüm hikâyeleri
446 q2b“-— Erik Ağacı
'—
-------ggSld
* Kelt folklorunda doğaüstü yaratık. Gece vakti bir Banshee’nin hüzünlü yas
ağlayışım ya da yüksek sesle dövünüşünü işitmenin, aileden bir kişinin ölece
ğinin habercisi olduğuna inanılırdı. (Çev. N.)
dönmüşlerdi. Amavutkaldınmlı sokağm sonuna geldiklerinde
Christine aklındaki tüm düşünceleri silip yapmak üzere ol
dukları işe odaklandı. Isaac, çökük omuzlarıyla son binanın
köşesinde durdu ve eldivenli elini havaya kaldırdı. Christine
olduğu yerde kaldı. Hızlı hızlı soluyor, nefesi daralıyordu.
Mühürlü zarf yerinde mi diye tekrar ceketinin iç cebine bak
tı. Bu, Dachau’dan ayrıldıklarından beri üçüncü kontrolüydü.
Kumandan Grünstein’ın Isaac, Albay Hensley ve onun reh
berliğinde, okunaksız ama dikkatli bir şekilde yazdığı mek
tuptaki kelimeler hafızasına kazınmıştı.
Sevgili Yoldaşım,
SON
.
Bu kitabı yazmaya nasıl karar verdiniz?