You are on page 1of 7

Acımak Reşat Nuri Güntekin'in kaleme aldığı toplumsal konulu ve ilk baskısı 1928 yılında

yapılan bir eseridir. Cumhuriyet ilk döneminin en önemli romancılarından birisi olarak kabul
edilen yazarın Acımak en çok sevilen romanlarından biridir.

Romanın karakterleri;
Zehra: Mesleğini seven, fakat acıma duygusu olmayan, ön yargılı, idealist bir öğretmendir.

Mürşit Efendi: Zehra'nın babasıdır. Duygusal,temiz kalpli, çalışkan, dolandırıcılığı ve yalan


söylemeyi sevmeyen bir insandır.

Meveddet Hanım: Zehra'nın annesidir. Genç, güzel, çekici bir kadındır. Dediklerinin mutlaka
yapılmasını isteyen. Hiç birşeyden memnun kalmayan bir kadındır. Hasta bir kadındır.

Makbule Hanım: Zehra'nın anneannesidir. Kendini iyi biri olarak gösterip çok kurnaz ve
menfaatçi bir insandır.

Feriha: Zehra'dan 4 yaş büyük olan ablasıdır. Süse oldukça düşkün, eğlenceyi seven biridir.

Tevfik Hayri Bey: Maarif müdürüdür. Zehra'nın iyiliğini isteyen, örnek bir yöneticidir.

Zehra,okulun başmuallim. Mesleğinin tüm görev ve sorumluluklarını yerine getirmekte ve


başarılı olmaktadır. 25 yaşında göreve gelen Zehra öğretmen çok çalışarak 29 yaşında
başmuallim olmuştu ve koca bir okulun yönetimini almıştı. Onun yaşında başmuallim olmak
gerçekten de büyük bir başarıydı. Geçmişte ailesinde yaşanan problemlerden dolayı acıma
duygusunu tanımayan, merhametsiz bir öğretmendir. Bu yüzden bütün öğrencilerinin
yaptıkları yanlışları affetmiyor, en ufak bir hataya bile büyük tepkiler gösteriyordu. Kitabın
başında okula geç kalan bir kız grubunu okula almıyordu. Zamanında gelmelerini istiyordu.
Kızlardan birinin geç kalmasının sebebi ise evinde saat olmadığından hava geç aydınlandığı
için sabah olup olmadığını anlayamıyor olmasıydı. Zehra,okula geç kalan,maddi durumları
kötü olduğu için üstü başı yırtık olan öğrencileri derse almaz onları diğer öğrencilerden ayırır
ve hiçbir şekilde onlara merhamet etmezdi. Okul çıkışında da öğrencilerin üstlerin başlarını
kontrol eder, eğer isteği dışında bozuk bir kılık kıyafete sahip öğrenci görürse kendini
başarısız sayardı. Maarif Müdürü olan Tevfik Bey Zehra'yı bu davranışından dolayı uyarmış
olmasına rağmen Zehra'nın davranışlarında hiç bir değişiklik olmamıştır çünkü Zehra kendi
bildiğini okuyan biriydi. Bir gün bölgenin vekili olan Şerif Bey Zehra'nın okulunu ziyarete
gider. Şerif Bey Zehra'nın babasının sağlık durumunun kötü olduğunu bu yüzden Zehra'nın
mutlaka İstanbul'a gidip babasını görmesinin gerektiğini söyler. Buna rağmen Zehra
öğretmen bir babası olmadığı konusunda ikna eder. Fakat Şerif Bey babasının hasta
olduğunu söylediğinde Zehra hanım endişelenir ve Çok mu hasta? Ölümcül mü? gibi sorular
sorarak istemese de babası olduğunu kabul eder. Ne yazık ki ailesini yaptıklarından dolayı
sert bir tavırla babasının olmadığını söylerek yanlarından ayrılıp ve gelmeyeceğini söyler.
Zehra yanlarından ayrılınca Tevfik Bey ve Vekil Şerif Bey Zehra hakkında konuşmaya
başlarlar. Tevfik Bey Zehra'nın çok zeki,görevini canla başla yapan bir öğretmen olduğunu
fakat acıma duygusunun olmadığını acıma duygusunu öğrenmeden de tam anlamıyla bir
öğretmen olamayacağını söyler. İki gün sonra İstanbul'dan Zehra'ya babasının ölüm
döşeğinde olduğunu kısa bir vaktinin kaldığını bildiren resmi bir telgraf alır. Tevfik Bey,
Zehra'yı hemen odasına çağırtır. Zehra'ya babasının ölüm döşeğinde olduğunu bildiren
telgrafı verir. Zehra,yine babasının olmadığını ve İstanbul'a asla gitmeyeceğini söyler. Tevfik
Bey,artık Zehra'nın bu davranışlarına anlam veremez ve ondan bir açıklama yapmasını ister.
Zehra artık dayanamaz ve ağlayarak herşeyi anlatmaya başlar

''Geçen gün sizden hakikati sakladım… Babamı inkar ettim… Fakat bu büsbütün yalan
sayılmaz. Mürşit Efendi üzerimde babalık haklarını kaybetmiş bir… Bir biçaredir… Biçare
diyorum. Layık olduğu kelimeyi söylemeye dilim varmıyor. Belki şu saatte ölmüştür''

''Bu adam ailemizi mahvetti… Bir ben kendimi kurtarabildim.... O da ne güçlükle…


Bilemezsiniz… Sekiz sene evvel kaçar gibi kendimi bir kasabaya attım. İzimi kaybettirdim,
kendimi unutturdum...''

''İstanbul'a gitmeyeceğim, dedi, bu Mürşit Efendi'yi tanımıyorum… Tanımamakta da kendimi


haklı görüyorum… Madem ki öleceği varmış… Bir köşeye çekilip kendi kendine ölebilirdi…
Velev ki böyle bir dakikada biz yüz yüze gelemeyiz.''

Tevfik Bey, Zehra'nın ölüm döşeğinde olan babasına karşı bu kadar acımasız ve
umursamaz davranması karşısında çok şaşırdı. Böyle bir durumda ne olursa olsun,
yaşanmış kötü olayların, unutulması gerekirdi. Tevfik Bey, kendisinin böyle düşünmesine
rağmen Zehra'nın üzerine gitmedi. Birkaç saat geçtikten sonra Zehra elinde bir bavulla
Tevfik Bey’in odasına gelir, fikrini değiştirdiğini ve İstanbul'a gitmeye karar verdiğini söyler.
Zehra, trenle İstanbul gider. Trenin penceresine başını yaslar ve tüm yolculuk boyunca
çocukluğunda yaşadığı olayları düşünür.

Zehra ile kardeşi Feriha annesi ve anneannesi tarafından gördükleri gerçeklerle büyümüş ve
olayları olduğundan daha farklı bir bakış açısından gördüklerinden yanlış
değerlendirmişlerdir. Bu olaylar Zehra’nın gözünde Teyzesi Ruhsar'ın nasıl zalim bir kocayla
evlendirildiği, her gün kocasından dayak yediği ve sonunda kocası tarafından öldürüldüğü,
annesinin ise çapkın,sarhoş,serseri bir adamın elinde yıllarca süründüğü şeklinde olayları
defalarca kez anneannesinden dinlemiştir. Bu yüzden tüm erkeklere düşman olmuş,
ömrünün sonuna kadar evlenmemeye karar vermiştir. Fakat olayları bir de babasının hatıra
defterinden gerçekleri öğrenecektir.

Tren bir istasyonda durmuştu. Zehra’nın indiği yer karanlık, boş kürler içinde küçük bir taş
bina idi. Zehra kendisine verilen adrese gitmişti. Onu eski komşuları olan Vehbi Bey
karşıladı. Kapısında yanan fenerin sönük ışığında birtakım gölgeler seçiliyordu.
Eyüpsultan’ın harap bir mahallesinden geçiyorlardı. Vehbi Efendi inmeli ayağını güçlükle
sürüyor, ikide bir bastonuna dayanarak duruyor, Zehra, elinde küçük valizi ile onu takip
ediyordu. Bu Vehbi Efendi yetmiş yaşlarında emekli bir tabur kâtibi idi. Kendi yaşındaki
karısıyla beraber Eyüpsultan’da eski bir evde oturuyordu. Vehbi Efendi’nin Mürşit Efendi ile
uzaktan uza akrabalığı vardı Zehrayı İstanbul’a çağıran o idi. Vehbi Efendi iki hafta önce
Vefa’da oturan bir eski ahbabını ziyarete gittiğini. Dönüşte Zeyrek Yokuşu’ndan inerken bir
köşe başında Mürşit Efendi ile karşılaştığını söyler. Bunun üzerine kötü halde görünen
Mürşit Efendi’yi eve getirdiğini söyler. Zehra’ya niye daha önce gelmediğini çok geç kaldığını
babasının bir gün önce vefat ettiğini söyler. Vehbi Bey, Zehra’ya Mürşit Efendi’ye ait olan
sandığı Zehra’ya teslim eder. Zehra önce sandığı açmak istemez fakat odada tek kalınca
onu açmak için dayanılmaz bir merak hisser. Sandığın içinden eski püskü çamaşırlar, yamalı
çoraplar, yırtık bir seccade, bir küflü makas, birkaç kitap çıkar. En altta, Sedef kakmalı bir
ceviz kutu dikkatini çeker. Bu kutu kilitliydi. Zehra makasın ucuyla kilidi kırdı, kutudaki
eşyalara bakmaya başladı. Renkli bez parçaları, silik fotoğraflar, Kordela ile bağlanmış bir
tutam saç, sararmış bir Mülkiye Mektebi diploması bir tomar mahkeme evrakı ve bir defter
vardı. Zehra defteri rastgele karıştırmaya başladı. Son taraflarını karışık çizgiler, rakamlar,
tarihler, adresler vardı. Bunların titrek bir sarhoş elinden çıktığı belliydi. Fakat sondan başa
doğru sahifeler çevrildikçe yazı nispeten güzelleşiyordu. Hele baş sahife şaşılacak gibiydi.
Suluboya ile yapılmış bir çiçek resmi içinde ince süslü bir yazı ile “Hatıra Defterim”
yazıyordu. Lambayı minderin üstüne koydu, kendi yere oturdu, ağrıyan şakakları avuçlarının
içine okumaya başladı…

Defterde tarihler ve adliyenin da yaşadığı olaylar yazıyordu.Genel olarak defter yazılarını


özetleyecek olursak:

25 Haziran
Gayem namuslu ve gayretli bir memur olmak ve küçük, temiz bir aile yuvası kurmaktan
ibaret... Günde 12 saat fasılasız çalışabilirim. Annem beni okutup adam etmek için senelerce
türlü mahrumyete katlandı. El dikişi dikti, bekar çamaşırı yıkadı, türlü hakarete uğradı.
Hepsinin sabretti. Ne çare ki kendi onlara yetişemedi. Bin türlü cefa ve mihnet içinde sönüp
gitti. Gözleri arkada kaldı. Ne zaman çoluk çocuğumla sıcak bir odada güzel bir sofrada
yemek yesem, onun soğuk mutfaklarda ayaküstü soğan ekmek yediğini göreceğim.

Eylül
Sivas vilayetine maiyet memuru oldum. Yarın hareket ediyorum. Arkadaşlarım arasında ilk
memuriyeti alan benim. Onbeş gün evvel beni İçişleri Bakanlığı’na çağırdılar, açık olan Sivas
Vilayeti Maiyet memurluğunu teklif ettiler. Diplomamı alalı üç ay bile olmadığı halde hayat
hakkında epeyce tecrübelere sahip oldum. Bazıları da İzmir, Bursa gibi yakın ve parlak
vilayetleri istiyorlar. Gezilecek, görülecek, şefaat edilecek yeri olmayan küçük kasabalarda
daha iyi çalışılır. Ben şimdiye kadar zevkli çalışmakta bulmuş bir gencim. Bundan sonra da
şüphesiz öyle yapacağım. Faal, namuslu bir memur olacağım.

25 Eylül
Dün akşam Sivas'a geldim, bugün işe başladım. Yatacağım kalkacağım yer daha belli değil.
Yol yorgunluğundan hastayım. İndiğim han odasında dün gece sabaha kadar ateşler içinde
yattım. Buna rağmen hemen sabahleyin erkenden vazife başına geldim. Benim yerimde
başka birisi olsaydı çalıştığım odayı, pencereden görünen manzara, etrafındaki insanları
yadırgardı. Ben bilâkis başımdaki sersemliğe, vücudundaki ağrıya, ağzındaki acılığa rağmen
çok memnun ve mesudum. Diploma aldığımız gün bize devlet ve millete sadakatle hizmet
edeceğimize yemin ettirmişlerdi. Bu yemini bu küçük masaya karşısında bir kere daha tekrar
ettim. Ölünceye kadar ona kul, köle olacağım, hiçbir kuvvet beni yolumdan
döndüremeyecek.

26 Eylül
Kendi evimde ilk gecem... Bir arkadaş kimsesiz bir Ermeni kadının evinde bir oda tutmamda
yol gösterdi. Bu yeni başlayan hayat karşısında bir program yaptım. Kararlarımı önümdeki
masanın kırık taşına kurşun kalemle birer birer yazıyorum:
Vicdanımın sesini daima dinleyeceğim.
Hiçbir zaman kanun haricinde iş görmeyeceğim.
Meslektaşlarımla son derece iyi geçineceğim.
Yalan söyleyemeyeceğim.
Rüşvet almayacağım.
Yalnız meslek hayatımda değil, hususi hayatımda da daima iffetli kalacağım.
Vazifemi daima hakkından üstün tutacağım. Doğruluk, sebat bir ve gayretin neticesi olarak
terfi ve terakki edersen sevineceğim. Fakat mağdur kalırsam yerinmeyeceğim. Hatta
doğruluktan dar bile görsem ümitsiz olmayacağım.

2 Teşrin-i evvel
Bana bu odayı bulan arkadaş - ki muhasebe kâtiplerinden Tahir Efendi isminde bir
adamcağızdır - bu akşam beni evinde yemeğe davet etti. Başlık tabanı, dokuma perdeli bir
odaya bir rakı sofrası hazırlanmıştı. Bu ziyafet ben de hiç iyi bir tesir bırakmadı.
Arkadaşlarımdan vazife haricinde pek sık temas etmeyeceğim. Ben kendi yolunda metin
adımlarla yürüdükten sonra korkum ne?

21 Teşrin-i evvel
Amirlerimi memnun etmekten, arkadaşlarımla hoş geçirmekten ümidimi kesmeye
başlıyorum. Bu akşamüstü çarşıda bir bakkal dükkanında Tahsin Efendi’ye tesadüf ettim.
“Gel seninle biraz dolaşalım” dedi. Tahsin efendi sepetini bakkala emanet ettikten sonra
koluma girdi, çamurlu sokaklar arasında yürümeye başladık. Ben de bu akşam bir can
sıkıntısı var, dedim istemeden arkadaşlardan birini kırdım. Kendine ait bir vazifeyi bana
yüklemek istiyordu. “Vaktim yok. İşlerim başımdan aşkın. Gece bile uyumuyorum. Affet
beni!” dedi. Aferin evlat, dedi, adam olmaya başlıyorsun... Uğranılan haksızlıklara Ve
hakaretlere koyun gibi tahammül etmemek insanlığın başlangıcıdır evlat... Daima söylerim
ya... Toysun... Bu hayatta nezaket sökmez... Çaresiz, mütecaviz ve haşin olacaksın…
Meselenin ne olduğunu sormuyorum evlat...
Fakat kısmen haklı, kısmen haksız olduğuna eminim... Güneş batmıştı geri dönüyorduk.

5 Ağustos
Sivas’tan Maiyet memurluğu iken bir zaman resmi işlerden göz açamamıştım. Sonra da
bunu kavgalar, dedikodular, bin çeşit boş mesele ve can sıkıntısı takip etmişti.
Küçüklüğümden beri okumayı çok severdim. Günümün birkaç saatini kitaplara verirdim.
Okurken başka bir dünyaya girer, bütün dertlerimi unuturdum. Sivasa geldiğim ilk aylarda
yine öyle yapıyordum. Sonra bu zevk söndü. Bir türlü zihnimi günün miskin
dedikodularından, manasız heyecanlarından ayırıp kitaplara veremiyordum. Evet itiraf
etmeliyim ki ilk memuriyetimde çok düştüm. Umdelerimin bir kısmını sadık kalamadım.
Heroes ile iyi geçinecektim, hemen hemen herkesi kırdım.

Uzun bir süre yazılar iş hayatında çektiği acıları anlatıyor. Karşılaştığı durumlarda sergilediği
tutumlar ve bu olaylara bakış açısı. Haziran ayı ise Zehra’ya şaşırtıyor.

Haziran
Memleketin ancak okuyup yazmakla kurtulacağına inananlardanım. Bu, benim mektep
sıralarından beri en sarsılmaz bir kanaatimdir. Hatta bir aralık tarihi muallimi girerek hoca
olmayı bile düşünmüştüm. Mamafih mülkiye memurlarının da marifet pek faydası
dokunabilir. Kaymakamlıkta gezdiğim yerlerde Muallimler ve maarif memurları ile
konuşurken daima, ben mukaddes olurum uzun gönüllü neferlerindenim Zehra, babasının bu
satırlarını okurken çıldıracak gibi oldu. “Hemen hemen benim fikirlerim” diyordu içinden bir
rüya içinde olmadığını inanmak için kağıda parmakları ile dokunuyordu.
Meveddet Hanım kocasında beğenmedi halleri açıkça yüzüne söylüyordu. Kocası evvela
ona biraz kırılır gibi oluyordu. Fakat sonra sükunetle düşününce onu pek kabahatli
bulmuyordu. “Daima benimle yaşayacak bir kadının hoşlanmadığı hallerimi yüzüme
söylemesi fena bir şey mi?” diyordu. Bir misafirlikte herkes bir kadın için bir şeyler
söylüyormuş ve Meveddet de bir iki söz sarf etmiş. Bunun üzerine misafirlikteki kadınlardan
biri gezdiği yürüdüğü yerde onlar için laflar söyledi. Onlar hakkında konuşan kadın ceza
reisinın eşiydi. Ertesi sabah ceza reisini çarşıda yakalayan Mürşit Efendi ağzına geleni
söyledi. Az kalsın Sokak ortasında dövecekti, büyük bir rezalet olacaktı. Fakat aralarına
girmişler ve ayırmışlardı. Mesela çabucak etrafa yayıldı. İki saat sonra vali Mürşit Efendi’yi
makamına çağırmış. “Bu meseleyi kapatıyorum.. Fakat ceza reisi ne alenen taziye
vereceksin.. Bir daha böyle bir şey işitmeyeyim.. Ya edebinle oturursun.Yap ağlayıp Fatih
toplayıp buradan aşarsın.” dedi. En başta kaynanası ve eşi böyle olaylara karışıyordu. Neşe
bir süre sonra böyle iyi davranmalarından ama aslında farklı bir amaç benimsediklerinin
farkındaydı. Eşinin hiçbir şeyden memnun olmadığının farkındaydı. Bir süre sonra da
öğrendiler ki Meveddet hastaydı. Belediye doktoru onu uzun uzadıya muayene etti. Bir şey
bulamadı: “Belki sinirleri biraz zayıf... Başka bir şey göremiyorum” dedi. Diyarbakır’daki
bütün doktorları sırayla getirdiler. Onlarda aşağı yukarı aynı şeyi söylediler. Onu memnun
etmek, rahat yaşatmak için hiçbir fedakarlıkdan çekinmiyordu. Evde hizmetçiden başka bir
kadın, bir de, onun oğlu hafız Recep isminde bir molla vardı. Kaynanasının da mükemmel bir
ev kadını olduğu hesaba katılırsa evde emrine amade beş kişi vardı. Bir süre sonra
İstanbul’a taşınmaya karar verdiler. İstanbul’da iyi bir memuriyeti alabilmek için
başvurmadığı çare kalmamıştı. Başka vakit selam vermeye bile tereddüt edeceği insanlara
yüz suyu döktü. İstanbul’da uzak yakın tanıdıkların hepsine rica mektupları yazdı. Adeta
dilencilik etti.
Diyarbakır’da yerli zenginlerinden abdussamet bey isminde bir evkaf müdürü var. Âlim ve
kıymetli bir adam İstanbul’da da hatırını sayıyorlar. Abdüssamet Bey’i ziyaret etti. Ona
epeyce para verdi. Bazı perakende borçları için de kefil olmayı vadetti. Senet yazmak
istediğinde gerek olmadığını söyledi. Ardından sohbet ederken “ oğlum, sen bu ailenin
kızıyla evlenmek de çok hata ettin... Kendi elinle kendini asmış olsan bence daha iyi
ederdin... Çünkü bir an içinde kurtulurdun…“ dedi. Diyarbakır’a döneli aşağı yukarı on sene
olmuştu Merhum Abdüssamet nasıl bir aileye düştüğünü ve bu gidişle nasıl mahvolacağını
ona haber vermişti. En zayıf ümitlerini sarıldı. Fakat hiçbir şey onu bu uçurumun dibine kadar
yuvarlanmaktan kurtaramadı. Günden güne borçları arttı. Bütün gün iş başında yoruluyordu.
Sonra bu bitince alacaklılara sıra geliyordu. Sonra işi büyüttü. İnsafsızca çalmaya başladı. O
zaman içinde eline epeyce para geçti. Bu paranın pek azına borçları kapamak için kullandı.
Çünkü artık alacaklıların hakaretinden utanmamaya alışmıştı. Evde bu fazla paranın
nereden geldiğini soran yoktu. Hırsızlığı bu kadar isyansız kabul edişinin sebebi çocuklardı.
Çocukları belki büyüdükleri zaman babalarının ne adam olduğunu öğreneceklerdi, ondan
utanacaklardı. Fakat ne yapalım. Ona onların saadeti lazımdı. Nihayet bir gün, hiç
beklemediği bir saatte, yaptığı hırsızlıklar ortaya çıktı. Sırf Zehra ve Feriha için herşeye
katlanmıştı, bundan sonra da katlanıp gidecekti. Bunu ise şöyle açıklıyor:
“Bana onları bu kadar iyi anladığın halde niçin ve nasıl tahammül ettin? diye bir sual sorsalar
cevabım şu olur:
Sersemlemiştim. İradem bir nevi felce uğramıştı. Kat’î hükmü bir türlü veremiyordum...
Maamafih bundan daha mühim bir sebep vardı: Çocuklarım... Feriha ile Zehra... Hırsızlığını
itiraf ettikten sonra kendime iyi adam diyemem. Fakat adamın mesela hırsız bir memur
olması kalpsiz bir baba olmasını da icap ettirmiyor.”
Çocukların büyükannesine, annesine göre Sefahattin, kadın ve kumar eğlencelerinden
dönen bir adamdı. Sarhoş ve zalim de. Onları dövüp öldürmemek için hiçbir mani yoktu. Bu
sahneleri gören fena ve Zehra’nın ondan korkmamasına, iğrenmemesine naşi çare olurdu
ki?
Gece eve döndüğü vakit yavaşça ferihanın odasına girdi. Yatakta sımsıkı açılmış bir
yorganın altında Zehra’nın yavaş yavaş ağladığını çekti. Yorganı kaldırdığında çocuğun
uyuyor gibi yaparak gözlerini kapadığını gördü. Fakat yüzü yastayım gömülmüştü. Yastık
gözyaşlarına sırılsıklamdı. Zehra belki yalnız yatmaya alışık olmadığından belki de
babasından korktuğundan ağladığını düşünmüştü. Zehra,yedi yaşına yeni girdi. Çocuk
küçüklüğüne ve kokusuna rağmen öğrettikleri rolü pek güzel oynadı.

Geçen gece karısı ona güler yüzle karşıladı. Bu şaşılacak bir durumdu. “ komşumuz
Mesadet hanım sefaletimize acıdı. Sana bir iş bulması için kardeşine yalvarmış. O da razı
olmuş. Seni epeyce bir maaşla yanına kâtip alıyor.“ dedi. Acaba eğleniyor mu? diye hayretle
yüzüne baktı. Fakat hayır. “ Bir yanlışlık olmasın... Aklı başında bir insan bana nasıl iş
verebilir?” dedi. Karısı kaşlarını çattı “Söyledim ya, perişanlığımıza acıdı. Bari sen de bu defa
insan gibi çalış... Sadakat ve itaatten ayrılma... Biz senin namına söz verdik... Bari bizim
yüzümüzü kara çıkarma... Bari bu defa insan gibi çalış !..” dedi.
İki gün sonra Necip Bey’in dairesine gitti onun nazik ve vakur bir tebessümle karşıladı.
Teşekkür için söz bulamıyor, mahcubane ellerini oluşturuyordu. Eşi hafif ve tehlikesiz, maaşı
ümidinin fevkindeydi. Karısı, kaynanası lüzumsuz masraflar çıkardıkça aldırmıyordu. Bazen “
Bu işi sana biz bulduk... Bu para bizim hakkımız!” diye haykırışlarla üzerine yürüyorlardı.
Aldırmıyordu.
Feriha’yı en Müptezelle sokak kadınları gibi giydirip boyamışlardı. Zaten gördüğü fena
terbiyeden korkuyordu. Onu kıyafette görünce büsbütün fena oldu. Ona öyle fena geldi ki
evladını eliyle giydirip kuşatıp fuhuş meydanında atıyormuş gibi hissetti. Nihayet bir gün bir
tesadüf neticesinde çocuğuna gelmiş aşk mektuplarını yakaladı. Bir gün de onu vapurda
şüphesiz bu mektuplardan birinin sahibi olan genç bir mektepli ile konuşurken gördü. Zaten
çılgın, titiz, hafif ve hayalperest yetiştirilen kızını pek yakın bir zamanda yuvarlanıp
gideceğini şüphesi kalmadı. Feriha’yı önüne katıp eve getirdi. Bir süre sokağa çıkmasını
menetti.

Kaybolmuş bazı evraklarını arıyordu. Bir dolap köşesinde eline yeşil bir gaz boyamasına
sarılmış bir deste mektup geçti. Hayretle açtı: Muntazam bir yazı ile karısına yazılmış aşk
mektupları... İmza yok. Fakat onlardan birkaçına göz gezdirince kimden geldiklerini anladı:
komşuları Necip Bey’den. Zaten yazıda onun çok iyi tanıdığı yazısıydı. Necip Bey’in
sefaletlerine niçin acıdığı, niçin onu yanına alıp çalıştırdığını anladı. Kaynanası bu durumu
öğrenince ilk başta biraz hırçınlık etmiş. Fakat kızının intihar tehdidi karşısında susmuş.
Necip Bey ile bir dahaki görüşmelerinde, Necip Bey Üstüne atılmak ister gibi bir hareket
yapmış. O da gırtlağına sarılmış. Yerde yuvarlanmışlar. Gürültüyü işiterek odaya koşan
katipler ve hademeler onları ayırmış. Onu sımsıkı yakalamışlar. Biri polisi çağırmaktan
bahsetmiş. Fakat Necip Bey kravatını düzelterek, “Hayır hayır, hacet yok“ demiş.
Bir süre sonra Feriha verem hastalığına kapılmıştı. Ardından da vefat etmişti.
“ Zavallı çocuğum, bu gidişle seni de aynı akıbet bekliyordu. Seni de müdafaa
edemeyecektim. Yaşarsam senin de kardeşin gibi kurban gittiğini görecektim. Yahutta
yaşayacaktın, fakat faziletsiz, fena bir insan olacaktın. Bu dakikada Zehrayı kollarıma
alabilmek benim için ne büyük bir teselli olacaktı. Fakat buna mümkün değil cesaret
edemezdim.” dedi ve onun için farklı birleyen yapmaya karar verdi. Bazı dostlarının
yardımıyla bir Marabet Mektebi’ne yerleştirdi. Evladını nihayet o canavarların elinden
kurtarmaya muaffak oldu. Ana kız ikisi de köpek gibi ayaklarına kapanarak alıyorlardı. “
Feriha’yı toprağa verdik... Zehra’yı da elimizden alma.. diye yalvarıyorlardı... Çocuğun bu
gece mektepte bunun şimdi temiz bir mektebin temiz bir yatanda masum çocuklar,
merhamet Çilem Muallimler parasını yaptığını düşündükçe başıma taç giyerek bir hükümdar
tahtını oturmuşum gibi seviniyor, gururlanıyor, bayram ediyorum. Zehra kurtuldu..” diyerek
defter bitiyordu.

You might also like